Sayı 31- OCAK / ŞUBAT 2011 PDF Formatında indirmek
Sayı 31- OCAK / ŞUBAT 2011 PDF Formatında indirmek
Sayı 31- OCAK / ŞUBAT 2011 PDF Formatında indirmek
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
1<br />
Ortanca
Şiir<br />
AŞKI REDDEDEN ADAM<br />
Mehmet Nuri PARMAKSIZ<br />
http://www.mehmetnuriparmaksiz.com<br />
Gönlün gemisiz liman dalga vurmayan sahil<br />
Kuşlar bile sükûtta hata yaptın bunu bil<br />
Kadere karşı durma teslim ol artık eğil<br />
Aşkı reddeden adam olmak hiç kolay değil<br />
Kabuslarım bitmiyor haksızlık mı yaptım ne<br />
Biten aşkın ardından artık her şey bahane<br />
Mutlu musun cevap ver dön de bir bak kendine<br />
Aşkı reddeden adam olmak hiç kolay değil<br />
Mazi erimeyen kar dağların eteğinde<br />
Hapsoldum rüzgârım yok koskoca bir enginde<br />
Çözüm belki ölümde belki de hep sevginde<br />
Aşkı reddeden adam olmak hiç kolay değil<br />
Ömrü fedâ etsem de geri gelmez hayâller<br />
Aşkı bir kez kaçırdım sükûta koştu eller<br />
Dönmek çözüm olsa da onurum hep engeller<br />
Aşkı reddeden adam olmak hiç kolay değil<br />
Niyetim dönmek değil bunu böyle bilesin<br />
Sükûta alıştım ben bil ki kararım kesin<br />
İsterse herkes bana varsın divâne desin<br />
Aşkı reddeden adam olmak hiç kolay değil<br />
Ortanca 2
“Arkadaş zayıflıklarınızı bilirse başınıza kakar, dost<br />
zayıflıklarınızı bilirse örtmeye çalışır.” Atasözü<br />
Merhaba,<br />
Üç yılı geride bırakan dergimiz ilk gün heyecanı ve siz<br />
saygıdeğer gönül dostlarıyla birlikte edebî yoluna devam<br />
ediyor.<br />
Felsefe olarak herkesin yaşam biçimine saygı gösteren,<br />
içindeki renklerle paylaşım zenginliği yaşayan, kültür<br />
ve sanat ruhunu gelecek kuşaklara taşıyabileceğine inandığımız<br />
“Ortanca”mızın, bu hizmeti son sayısına kadar, siz<br />
“gönül dostlarıyla beraber” kır çiçeği niteliğinde açmaya<br />
devam edeceğine inanıyorum.<br />
* * * * *<br />
Birkaç dostumuzla yolculuk ediyorduk, yol uzundu.<br />
Söz arkadaş ve dostluk kavramından açılmıştı.<br />
Türkiye Çevre Koruma Vakfı (TÜÇEV) Müdürü Bay Yakup<br />
TÜRKMEN, çocukluğumuzda büyüklerimizden değişik<br />
biçimlerde dinlediğimiz bir hikâye anlattı. Aklımda kaldığınca<br />
sizlerle paylaşayım istedim.<br />
Olay eski zamanda geçiyor; bir babayla oğul sohbet<br />
ediyorlar, konuları “dostluk”.<br />
Baba sormuş: “Senin kaç dostun var?”<br />
Oğlan cevaplamış: “Ohooo yüzlerce...”<br />
“Bak oğlum…” demiş baba; “İnsanın çok arkadaşı olabilir<br />
ama çok dostu olamaz. Dost dediğin diğer arkadaşlara<br />
benzemez. İnsanın hayatı boyunca ancak bir ya da iki<br />
dostu olur.<br />
Oğlan,“Saçma” diye cevaplamış. Benim bir sürü dostum<br />
var ve hepsi beni sever; her zaman da yardıma koşacaklarına<br />
eminim.<br />
“Öyle mi?” demiş babası. “O zaman gel seninle bir test<br />
yapalım.”<br />
“Tamam” demiş oğlan.<br />
Adam birkaç tavuk keserek, ıvır zıvırla beraber bir çuvala<br />
koymuş, çuvaldan kan akıyormuş. “Şimdi git bunu en<br />
güvendiğin arkadaşına götür, birlikte bir yere gömmek için<br />
ondan yardım iste.” Demiş.<br />
Akşam karanlığında çuvalı sırtlayan çocuk arkadaşının<br />
kapısını çalarak durumu anlatmış. Kanlı çuvalı gören<br />
arkadaşı kapıyı çocuğun yüzüne kapatarak onu kovmuş.<br />
Daha sonra birkaç arkadaşına daha giden çocuk ayni muameleyle<br />
karşılaşmış. Bazısı da bir daha kendisiyle görüşmemesini<br />
bile söylemiş çocuğa. Çünkü çuvalın içinde bir<br />
ceset olduğunu sanıyorlarmış.<br />
3<br />
İlk Söz<br />
Oğlan yüzü allak bullak eve dönmüş, olanları babasına<br />
anlatmış. Baba keyifle: “İşte senin arkadaşlarının dostluğu<br />
bu kadar. Şimdi bu çuvalı bir de benim dostuma götür.”<br />
Demiş.<br />
Oğlan tekrar sırtlamış çuvalı, düşmüş yola.<br />
Baba dostu kapıyı açıp oğlanı kan ter içinde, elinde<br />
kanlı bir çuvalla görür görmez etrafa şöyle bir bakınmış<br />
ve hemen içeri çekerek sormuş: “Sen Ahmet`in oğlu değil<br />
misin?”<br />
“Evet” demiş çocuk ve çuvalı beraberce gömüp gömemeyeceklerini<br />
sormuş.<br />
“Ver elindekini” diyerek çuvalı almış adam.<br />
Arka bahçeye geçerek kazdıkları çukura çuvalı gömmüşler.<br />
Ev sahibi dostunun oğluna ikramda da bulunduktan<br />
sonra, bununla da kalmamış, yeri kamufle etmek için<br />
çukurun üzerine bir torba dolusu da sarımsak dikmiş.<br />
Çocuk, “Ben artık gideyim” diyerek izin istemiş. Adam<br />
da, “Babana, sarımsak tarlasına gözüm gibi bakacağımı<br />
söyle e mi” Diye bir de tembihte bulunmuş.<br />
Dönüşte babasına her şeyi olduğu gibi anlatan çocuk,<br />
“Gerçekten senin dostun, benimse sadece sıradan arkadaşlarım<br />
varmış” diye yakınmış. “Yooo bitmedi…” demiş<br />
babası: “Şimdi tekrar git, dostumun kapısını çal ve açar<br />
açmaz da yüzüne okkalı bir tokat yapıştır.”<br />
Çocuk “Olur mu hiç öyle şey?” diye itiraz etmiş.<br />
“Olur olur, ancak o zaman anlayacaksın dostluğun ne<br />
demek olduğunu.” Diye cevaplamış babası.<br />
Çocuk çaresiz utana sıkıla yine düşmüş yola.<br />
Eve varınca çalmış kapıyı ve çıkan baba dostuna: “Babamın<br />
size iletmek istediği bir şey var” diyerek adamın suratına<br />
okkalı bir tokat patlatmış. Yaptığından çok üzülmüş,<br />
ama babasının uyguladığı sınav sebebiyle böyle olması<br />
gerektiğini düşünüyormuş.<br />
Ama, baba dostunun verdiği cevap onu çok şaşırtmış:<br />
“Benim de iletmek istediğim bir şey var... Söyle o babana:<br />
Biz bir tokata satmayız o koskoca sarımsak tarlasını!”<br />
İşte böyle.<br />
Çocuk o zaman anlamış dostluğun değerini ve babasının<br />
“yüzlerce arkadaşın olacağına bir dostun olsun yeter”<br />
derken ne demek istediğini...<br />
Bundan sonraki sayımızda buluşmak umuduyla tüm<br />
okurlarımıza saygılar sunuyorum.<br />
İBRAHİM ENGİN<br />
Ortanca
Şiir Tahlili<br />
Prof. Dr. Nurullah ÇETİN<br />
(ncetin64@hotmail.com)<br />
ZEYTİN<br />
Karanlık mabedine ne yol ne iz vermeyen<br />
O simsiyah bendine kul olduğum gözlerin<br />
Kaş altında karakış canevimdeki yakış<br />
Tenimi karla ovan kış yangını gözlerin<br />
Bırak yakarsa yaksın ne kadar yaksa da az<br />
Zeytinin tuzu gibi dudağımda kal biraz<br />
Sende o siyahların efendisi o mağrur<br />
O yedi renkte tek bir o her bakışı gurur<br />
İnsanı süründürür insanı yere vurur<br />
Sonra tutar kaldırır el pençe divan durur<br />
Gözlerinin hışmından her yanımda bir maraz<br />
Zeytinin tuzu gibi dudağımda kal biraz<br />
Her evin her sofranın sefası değil midir<br />
Yağı özü tanesi şifası değil midir<br />
O olmazsa olmazın o sürmeli maralın<br />
Gözüne renk verenin vefası değil midir<br />
Öyleyse çabuk gitme nedir bu telaş bu naz<br />
Zeytinin tuzu gibi dudağımda kal biraz<br />
Sırlarına düğümlü ömrüm nasıl da geçti<br />
Hangi yana estiysen peşin sıra savruldum<br />
Sonunda infialin ayrılığa pay biçti<br />
Geri durdum kırıldım canevimden vuruldum<br />
Siler süpürür seni Asi, Fırat ve Aras<br />
Zeytinin tuzu gibi dudağımda kal biraz<br />
İLTER YEŞİLAY’IN “ZEYTİN”<br />
ŞİİRİNİN TAHLİLİ<br />
Ortanca 4<br />
Şu perişan hâlime elleri güldüremem<br />
İçimdeki o seni sensizken öldüremem<br />
Ben varlığında bile yokluğuna köleyim<br />
Kalbimdeki son rengi siyaha sildiremem<br />
Umutlar eğirdiğim düşlerim taraz taraz<br />
Zeytinin tuzu gibi dudağımda kal biraz<br />
Antik efsanelerin huzur barış elçisi<br />
Kral ve soyluların başını bezeyen taç<br />
Egeden uzatılan bir dalın ucundaki<br />
O barış çağrısına herkes ben gibi muhtaç<br />
Rengin Anadolu türküleri çalan bir saz<br />
Zeytinin tuzu gibi dudağımda kal biraz<br />
Ben baharı güzledim henüz yaza doymadan<br />
Bir sözümün yerine başka bir söz koymadan<br />
Her tövbede yeniden diz çöktüm mihrabına<br />
Gönlümün üstündeki teni candan soymadan<br />
Ne gözümde ayva var ne kütür kütür kiraz<br />
Zeytinin tuzu gibi dudağımda kal biraz<br />
Usta değil kalfayım sözüm bir yere kadar<br />
Yenim bol gelse bile şairim yerim hep dar<br />
İnsanlara cennetten gönderilen o kutsal<br />
Zeytini gözlerinde sevdiysem bunda ne var<br />
Simsiyah oklarını kanıma batır da yaz<br />
Zeytinin tuzu gibi dudağımda kal biraz<br />
İlter YEŞİLAY
Konu: Aşk. Yalnız burada hemen şunu vurgulamamız<br />
gerekir: Şiir, hem kadın hem erkek sevgili tipi için; her iki<br />
cins için de genellenebilecek bir okumaya açıktır. Şiiri, bir<br />
erkeğin kadına olan aşkı bağlamında okuyabileceğimiz<br />
gibi; kadının erkeğe aşkını ifade eder tarzda da okuyabiliriz.<br />
Metin, her iki yönlü okumaya müsait bir yapıya sahip.<br />
İzlek: Büyük bir tutkuyla bağlanılan aşk, insanı kendi<br />
âlemine hapseder, her türlü fedakârlığı yaptırır, mutluğu<br />
ve huzuru çekilen acı ve çilelerde gizler.<br />
Düşünce: Şiir, içerdiği düşünce unsuru bakımından<br />
mistik bir şiirdir. Şair, burada beşerî anlamda bir aşk mistisizmi<br />
ortaya koyuyor. Âşık, bütün hayatını ve varlığını sevdiği<br />
uğruna feda ediyor, kendini sevgilisinde yok ediyor,<br />
sevgilisiyle duygusal ve düşünsel anlamda tam bir özdeşleşme<br />
içinde bulunuyor. Özellikle Divan ve Türk halk şiirine<br />
özgü büyük ve derin aşklar, modern bir anlayış içinde<br />
yeniden üretilmiş.<br />
Varlık: Şiirde özellikle zeytin nesnesi öne çıkıyor. Zeytin,<br />
şekli ve özellikleri itibariyle bir ilham ve çağrışım nesnesi<br />
olarak işlev görüyor. Şair, zeytinle sevgilinin gözleri,<br />
zeytinin tadı ile aşk tadı arasında bir paralellik kuruyor.<br />
Duygu: Şiir, duygu yoğunluğu bakımından oldukça<br />
yüklü. Her şeyden önce yüceltilmiş aşk duygusu kendisini<br />
çok öne çıkarıyor. Şair, sevgilisini olağanüstü yüceltiyor.<br />
Ayrıca yaşama sevinci, hasret, ümit duyguları da belli bir<br />
ağırlık taşımaktadır.<br />
Simge ve İmgeler Sisteminin Çözümü:<br />
“Karanlık mabedine ne yol ne iz vermeyen<br />
O simsiyah bendine kul olduğum gözlerin”:<br />
“Karanlık mabed”, esmer güzelinin bünyesini ifade<br />
eden bir benzetmedir. Şair, sevilenin vücudu ve iç dünyasından<br />
oluşan bünyesini karanlık bir mabede benzetiyor.<br />
Benzerlik ilişkisi şurada: Mabed dolayımıyla hem saygıyı<br />
ve kutsallığı ifade ediyor, hem de karanlık oluşuyla gizemliliği,<br />
içine nüfuz edilemeyişi ifade ediyor. Divan Şiirinden<br />
itibaren Türk edebiyatında sevgili, genellikle puta benzetilir,<br />
put gibi güzel olarak tasvir edilir ve kendisine tapılacak<br />
kadar kutsal bir varlığa sahiptir. O bakımdan âşık, sevgilinin<br />
kuludur.<br />
Ayrıca Divan edebiyatımızda sevgili, âşığına yüz vermeyen,<br />
ondan uzak duran, tegafül gösteren, âşığını peşinden<br />
koşturan, duygu dünyasını ona açmayan bir figürdür.<br />
Bu yönüyle Divan edebiyatımızda sevgilinin duygu dünyasını<br />
göremeyiz, oraya giremeyiz, nüfuz edemeyiz; yani<br />
sevgilinin iç dünyası gizemlidir. Zira sevgili konuşmaz ve<br />
duygularını belli etmez. Bundan dolayı şair, sevilen esmer<br />
güzelini hem tapılmaya layık derecede kutsal bir varlık<br />
olarak mabed, hem de iç dünyasını açmamasıyla da karanlık<br />
olarak vasıflandırmaktadır. Ayrıca Türk edebiyatı<br />
geleneğinde ideal sevgili tipi, siyah iri gözlü olanıdır. Biz<br />
daha çok sevgilinin gözlerine âşık oluruz. Böyle bir imge,<br />
Türk kültür ve edebiyat tarihiyle de beslendiği için özgün<br />
bir yapıdır.<br />
5<br />
“Kaş altında karakış canevimdeki yakış<br />
Tenimi karla ovan kış yangını gözlerin”<br />
Bu mısralarda da oldukça özgün bir imge vardır. Divan<br />
edebiyatımızda kaş, kirpik, göz üçlüsünden oluşan<br />
kompozisyona ve sevgilinin âşığına yan bakışına “gamze”<br />
denir. Sevgili, yan bakan gözleriyle, kirpik oklarıyla âşığın<br />
kalbine, ciğerine ok atar, kalbinden yakar yaralar. Âşık,<br />
sevgilinin yan bakışıyla kalbinden, ciğerinden yaralanır ve<br />
kanlı gözyaşı akıtarak ciğer kanı yani maddi varlığı boşanır;<br />
böylece manevî aşkı ilerler. İlter Yeşilay da böyle bir<br />
mazmunu modern bir imgeye dönüştürerek sevgilinin yan<br />
bakışı olan gamzesini kaş altında karakış, gamze oklarıyla<br />
âşığın kalbinden yaralanışını da “canevindeki yakış” olarak<br />
yeniden üretmiştir.<br />
Âşık, aşk ateşi içinde cayır cayır yanar ve sevgilinin görünüşte<br />
soğuk ama gerçekte kış yangını olan gözleri âşığın<br />
yanan tenini karla ovarak serinletmeye çalışmaktadır. Burada<br />
şiir tekniği açısından oldukça güzel düşmüş bir motif<br />
var, o da paradoksal söylemdir. “kış yangını” ifadesi tezat<br />
ya da paradoksal bir ifade olup, mananın etkisini artırmada<br />
kuvvetli bir vurguya sahiptir. Kış soğuk, yangın sıcaktır.<br />
Bu ikisinin bir araya gelmesi güçlü bir vurgudur. Soğuk,<br />
belli bir dereceden sonra artarsa sıcak olur, sıcak da yine<br />
belli bir dereceden sonra soğuk hâle dönüşür. O bakımdan<br />
âşığın sevgilisi karşısındaki hâlini ancak “kış yangını”<br />
gibi bir durum ortaya koyabilir.<br />
“Bırak yakarsa yaksın ne kadar yaksa da az<br />
Zeytinin tuzu gibi dudağımda kal biraz”:<br />
Aşk ateşi, âşığı ne kadar yakarsa yaksın âşık bundan<br />
şikâyet etmez; tam tersine aşk ateşi ne kadar yakarsa ondan<br />
memnundur. Bu mazmun, Divan edebiyatımızda ve<br />
sonraki dönemlerde de oldukça yaygın bir motiftir. Nitekim<br />
büyük Türk şairi Fuzulî, bir beytinde şöyle der:<br />
“Aşk derdiyle hoşem el çek ilâcımdan tabîb<br />
Kılma dermân kim helâkim zehri dermânındadır”<br />
Zeytinin varlığını, bizde bıraktığı etkiyi, dudağımızda,<br />
damağımızda kalan tuzuyla anlarız. Zeytin deyince bizde<br />
oluşan ilk çağrışım, onun dudağımızda kalan tuzudur.<br />
Zeytin tuzu hem acıdır hem tatlı. Görünüşte biraz acı bir<br />
tadı vardır ama aslında faydaları bakımından tatlıdır. Aşk<br />
da görünüşte acıdır, sıkıntılıdır, elemlidir, çilelidir, zorlukları<br />
vardır ama bizde bıraktığı huzur ve mutluluk duygusu<br />
bakımından tatlıdır. Dolayısıyla İlter Yeşilay’ın aşk tadıyla<br />
zeytin tadı arasında kurduğu paralellik çok denk düşen bir<br />
benzerliktir.<br />
“Sende o siyahların efendisi o mağrur<br />
O yedi renkte tek bir o her bakışı gurur<br />
İnsanı süründürür insanı yere vurur<br />
Sonra tutar kaldırır el pençe divan durur”:<br />
Türk ve İslam edebiyatlarında Leyla ile Mecnun aşkı<br />
oldukça çok işlenmiş, klasik konularımızdan biridir. Bu aşk<br />
hikâyesi, Türk edebiyatına ilk örneklik eden kaynak metinlerden<br />
biridir. O hikâyenin kadın kişisi Leyla’nın kelime an-<br />
Ortanca
lamı, “gece renginde esmer kadın” demektir. Esmer güzeli,<br />
bizim kültürümüzde âdeta siyahların efendisidir. Ayrıca<br />
yine bizim edebiyatımızda güzel sevgili, daima mağrurdur,<br />
yüz vermez, üstten bakar, âşığını aşağılar, kovar, iteler, peşinde<br />
süründürür. Her bakışı gururdur. Kendisine bağlayıp<br />
kul köle ettiği âşığını perişan eder, çöllerde süründürür, ne<br />
yaptığını, nasıl yaşadığını bilemez hâle getirir. Yurdundan<br />
yuvasından eder.<br />
Âdeta âşığına dünyayı dar eder. Ama sonunda yerlerde<br />
sürünen âşığını tutup kaldırır ve bu sefer o ona kul köle<br />
olur. Nitekim Mecnun, önce Leyla’nın peşinden koştu,<br />
Leyla’yı ailesi vermedi, sonunda Leyla Mecnun’un peşinden<br />
koşma, onu çöllerde arama, onun karşısında el pençe<br />
divan durma, ona kul köle olma noktasına geldi.<br />
“Gözlerinin hışmından her yanımda bir maraz<br />
Zeytinin tuzu gibi dudağımda kal biraz”:<br />
Sevgilinin kirpikleri birer ok gibi âşığın kalbine, ciğerine,<br />
vücudunun her yerine saplanmıştır. Yani yan bakışları,<br />
tersleyen, azarlayan bakışları birer ok gibi âşığını delik<br />
deşik etmiştir. Bu yüzden âşığın her tarafında yaralar,<br />
hastalıklar ortaya çıkmıştır. Buna rağmen âşık, biraz olsun<br />
sevgilisinin kendisine iltifat etmesine, yanında kalmasına<br />
razıdır.<br />
“Her evin her sofranın sefası değil midir<br />
Yağı özü tanesi şifası değil midir<br />
O olmazsa olmazın o sürmeli maralın<br />
Gözüne renk verenin vefası değil midir”:<br />
Zeytin gibi siyah gözlü sevgiliye olan aşkın terennümüne<br />
vesile olan zeytin, evrensel bir değer ve önem<br />
kazanmıştır. Eski Yunan kültüründe olduğu kadar İslam<br />
kültüründe de zeytin, önemli bir konuma sahiptir. Zeytin,<br />
insanın temel gıdalarından biridir. Her evde, her sofrada<br />
bulunur. Kahvaltımızda zeytin yeriz, yemeklerimizi zeytin<br />
yağıyla yaparız. Zeytin, sağlığa olan faydası bakımından<br />
her evin sefası, mutluluğu, huzurudur. Zeytin, her derde<br />
deva şifalı bir bitkidir.<br />
Herkesin bildiği bu bilgilere yapılan göndermenin şiirde<br />
bir bağlamı vardır. O da zeytinle sevgilinin siyah gözleri<br />
arasında ilişki kurmaktır. Nasıl zeytin, maddi anlamda bir<br />
sefa, huzur, sağlık kaynağıysa; sevgilinin siyah zeytin gibi<br />
olan gözleri de ümit veren bakışlarıyla âşığa mutluluk ve<br />
huzur kaynağıdır.<br />
“Maral”, Azerî Türkçesinde “gözleri güzel ceylan, dişi<br />
geyik” demektir. Bizde bu, “Meral” şeklinde kız ismi olarak<br />
da kullanılır.<br />
Ayrıca Cengiz Aytmatov, Beyaz Gemi romanında “maral”<br />
kelimesini Isık Gölü Kırgızlarının soyunun devam etmesini<br />
sağlayan dişi geyik anlamında da kullanır.<br />
İlter Yeşilay, esmer güzeli sevgiliyi bu anlamda marala<br />
benzetmektedir.<br />
“Öyleyse çabuk gitme nedir bu telaş bu naz<br />
Zeytinin tuzu gibi dudağımda kal biraz”:<br />
Âşığın mutluluğu sevgilisiyle birlikte kalabildiği zama-<br />
Ortanca 6<br />
na bağlıdır. Sevgilisi yanında ne kadar fazla kalırsa âşık, o<br />
derece mutlu olacaktır.<br />
“Sırlarına düğümlü ömrüm nasıl da geçti<br />
Hangi yana estiysen peşin sıra savruldum<br />
Sonunda infialin ayrılığa pay biçti<br />
Geri durdum kırıldım canevimden vuruldum”:<br />
Sevgili, sırlarını açmayan, kendini ele vermeyen, gizemli,<br />
düğümlü bir varlıktır. Esrarengizliğini koruduğu<br />
oranda cazibesi artar. Âşık, ömrü boyunca sevgilisinin<br />
sırlarını keşfetmeye çalışır. Düğüm düğüm sırlarla örülü<br />
esrarengiz varlığını çözmeye çalışmak âşığın ömrünü bitirir.<br />
Sevgilinin sırlarını ele vermemesi, âşığın onu çözme<br />
uğraşısı aslında verimli bir zemindir. Zira böylelikle âşığın<br />
duygu, düşünce, heyecan ve hayal dünyası genişleyecek,<br />
zenginleşecek, üretici hâle gelecek; bütün kabiliyetleri<br />
gelişecektir. Ayrıca sürekli kaçan, uzaklaşan, sırlarını açmayan<br />
sevgili tipi, aşkı yüceltir, değerli kılar. Ele geçmesi<br />
zor olanın değerinin büyüklüğü, hayata heyecan ve anlam<br />
katar.<br />
Büyük bir tutkuyla sevgilisine bağlanan âşık, sürekli<br />
sevgilisinin peşindedir, sürekli sevgilisini düşünür, onu hayal<br />
eder. Duygu, düşünce, heyecan ve hayalleriyle sevgilisi<br />
neredeyse oraya savrulur. Fakat çok naz âşık usandırır fehvasınca<br />
gücenme ve kırgınlık, ayrılığa yol açar. Bu ayrılık da<br />
âşığı perişan eder.<br />
“Şu perişan hâlime elleri güldüremem<br />
İçimdeki o seni sensizken öldüremem<br />
Ben varlığında bile yokluğuna köleyim<br />
Kalbimdeki son rengi siyaha sildiremem”:<br />
Âşık, sürekli içinde sevgilisinin hayalini saklar. Sevgilisi,<br />
bulunduğu yerden uzaklarda da olsa onu içinde taşır. Bedenen<br />
olmasa da hayalen sevgilisiyle beraberdir. Gerçek<br />
âşık, sevgilisinin tavrı ne olursa olsun, birlikte olmasalar<br />
da onu silip atamaz. Gerçek âşık, içindeki sevgilisini öldürmez,<br />
yok etmez, silip atmaz. Her türlü cefasına rağmen<br />
ona olan bağlılığını korur. Gerçek âşık, bütün benlik davalarından<br />
vazgeçmiş, gururu, arı, namusu bir tarafa itmiş,<br />
her şeyiyle sevgilisine kul köle olmuştur. Sevgilisinin varlığında<br />
da yokluğunda da tam bir bağlılık ve adanmışlık<br />
içinde olmalıdır. Bu, aşkın değerini artıran bir etmendir.<br />
“Umutlar eğirdiğim düşlerim taraz taraz<br />
Zeytinin tuzu gibi dudağımda kal biraz”:<br />
Taraz, ipek gibi düz ve parlak bir kumaşın üzerinde bulunan<br />
tel tel ipliktir. Âşık, düşlerini umutlarıyla böyle hassas<br />
ve değerli bir şekilde taraz taraz eğirir.<br />
“Antik efsanelerin huzur barış elçisi<br />
Kral ve soyluların başını bezeyen taç<br />
Egeden uzatılan bir dalın ucundaki<br />
O barış çağrısına herkes ben gibi muhtaç”:<br />
Zeytinin antik efsanelerin huzur barış elçisi olmasının<br />
tarihsel ve kültürel bir arka planı vardır. Şöyle:<br />
Eski Yunan Mitolojisinde baş tanrı Zeus, insanlar için<br />
en önemli hediyeyi getirecek olan tanrı veya tanrıçaya
yeni kurulan bir şehrin hükümdarı olma ödülünü vereceğini<br />
söyler. Bu ödüle konmak için denizler tanrısı Poseidon<br />
ile barış ve bilgelik tanrıçası Athena yarışırlar. Poseidon,<br />
üç dişli çatalını bir kayaya saplar ve insanların ulaşımını<br />
sağlayacak, savaş kazandıracak “at”ı yaratır.<br />
Athena da mızrağını yere saplayarak onu bir “zeytin<br />
ağacı”na dönüştürür. Halk da bereket ve zenginlik kaynağı<br />
olan zeytin ağacını beğenir ve Athena’nın şerefine<br />
şehre “Atina” adı verilir. Günümüzde de efsanenin olduğu<br />
yerde bir zeytin ağacı vardır. Zeytin ağaçlarının kökenini<br />
Athena’nın yarattığı bu zeytin ağacına dayandırırlar. Bundan<br />
dolayı zeytin, huzur, barış elçisi ve simgesi olarak bilinir.<br />
Nitekim zeytin dalı uzatmak, barış isteme alametidir.<br />
Barışa önem veren kral ve soylular da zeytin dalı ve<br />
yapraklarıyla süslenen taç takarlar.<br />
“Renginde Anadolu türküler çalan bir saz<br />
Zeytinin tuzu gibi dudağımda kal biraz”:<br />
Anadolumuz kültür, sanat ve edebiyat bakımından<br />
oldukça zengin bir duyarlılığa ve birikime sahiptir. Esmer<br />
güzeli üzerine de binlerce çeşit güzel türküler söylenmiştir.<br />
Esmer güzeli, binlerce âşığa ilham kaynağı olmuş, onun<br />
güzelliğini çok boyutlu olarak anlatabilmek için olağanüstü<br />
güzellikte türküler söylemişlerdir.<br />
“Ben baharı güzledim henüz yaza doymadan<br />
Bir sözümün yerine başka bir söz koymadan<br />
Her tövbede yeniden diz çöktüm mihrabına<br />
Gönlümün üstündeki teni candan soymadan”:<br />
Burada âşığın sevgilisine yönelik çok önemsediği aşkı<br />
uğruna büyük bir katlanma ve adanmışlık durumu kuvvetli<br />
bir imge olarak ortaya konuyor. Ciddi ve köklü aşklar<br />
büyük fedakârlık gerektirir. Büyük aşklar için her şey,<br />
ömür hatta can bile verilir. Âşık, ömrünün baharı demek<br />
olan gençliğini, yazı demek olan orta yaşlılığını sevgilisine<br />
bağlılığı uğruna, onu beklemek uğruna feda edebilir. Kararlılıkla<br />
ve ısrarla onu bekleyebilir. Sevgilisinin her türlü<br />
cefasına katlanarak, ona tam bir sadakat uğruna teslim<br />
olur. Sadakatına halel getirecek aykırı bir söz söylemez.<br />
Aşkında hata yaparsa tam bir pişmanlıkla tevbe eder.<br />
“Ne gözümde ayva var ne kütür kütür kiraz<br />
Zeytinin tuzu gibi dudağımda kal biraz”:<br />
Burada ayva ve kiraz, istiarî olarak başka sevgilileri,<br />
başka kadınları temsil eder. Ayva yanaklı, kiraz dudaklı<br />
başka kadınlar ve kızlar, âşığın gözünde bir anlam ifade<br />
etmez. O, sadece kendi aşkına bağlıdır.<br />
“Usta değil kalfayım sözüm bir yere kadar<br />
Yenim bol gelse bile şairim yerim hep dar<br />
İnsanlara cennetten gönderilen o kutsal<br />
Zeytini gözlerinde sevdiysem bunda ne var”:<br />
Geleneksel Türk edebiyatında, Divan edebiyatında<br />
özellikle gazellerde şairler, sonda, fahriye beytinde kendilerini<br />
mübalağalı bir şekilde överler. Ama İlter Yeşilay son<br />
derece mütevazi davranarak şiirinin sonunda kendini övmek<br />
yerine “kalfayım” diyerek tam tersini yapıyor.<br />
7<br />
Şair, zeytinin cennetten gönderilen kutsal bir meyve<br />
oluşuna telmihte bulunuyor. Nitekim Kur’an’da ve hadislerde<br />
birçok yerde zeytinden bahsediliyor. Mesela şu<br />
ayetlerde zeytinden bahis vardır: [En’am (6)/141], [Nahl<br />
(16)/11], [Mü’minun (23)/18-20], [Nur (24)/35], [Abese<br />
(80)/25-29], [Tin (95)/1-3]<br />
Bu bağlamda bir ayeti örnek olarak alalım: “Andolsun<br />
incire ve zeytine! Ve Sina Dağı’na ve şu Emin Belde’ye.”<br />
[Tin (95)/1-3]<br />
Bir hadis-i şerifte de zeytinden şöyle bahsedilir: Ömer<br />
bin Hattâb dedi ki: Allah’ın elçisi (s.a.v) şöyle buyurmuştur:<br />
“Zeytinyağını yiyiniz ve sürününüz. Çünkü o, mübarek<br />
(bereketli) bir ağacın ürünüdür.” (Tirmizi, C. 2. Hnu: 1851)<br />
İlter Yeşilay, zeytinin kutsallığıyla sevgilinin zeytine bezeyen<br />
gözlerinin; dolayısıyla da aşkın kutsallığı arasında<br />
bir paralellik kurarak çarpıcı bir imge üretiyor.<br />
“Simsiyah oklarını kanıma batır da yaz<br />
Zeytinin tuzu gibi dudağımda kal biraz”:<br />
Divan edebiyatında sevgili, gamzesiyle, oka benzeyen<br />
kirpikleriyle, yan bakışıyla âşığının ciğerine saplanır, ciğer<br />
kanını kanlı gözyaşları hâlinde boşaltarak onu maddeden<br />
soyutlardı. Böylece maddî varlığından sıyrılan âşık, manevileşir,<br />
yücelir, hafifler ve yüksek bir mertebe kazanırdı.<br />
Dolayısıyla âşık, sevgilisinin tersleyen yan bakış oklarıyla<br />
kalbini, ciğerini delik deşik etmesini ve kanını boşaltmasını<br />
isterdi. Burada da İlter Yeşilay, bu mazmunu anıştırarak<br />
sevgilinin siyah bakış oklarını kaleme benzetip kendi kanını<br />
da mürekkep edinerek duygularını yazmasını istemektedir.<br />
Nazım Şekli: Şiir, mısra kümelenmesi bakımından bir<br />
dörtlük bir ikilik şeklinde eşit düzenli serbest nazım şekliyle<br />
yazılmıştır. Kafiye sistemi bakımından da mesnevi,<br />
rubai, çapraz kafiye sistemlerini karışık olarak kullanmıştır.<br />
Dil ve Üslup: Şiirin dili oldukça yalındır. Günümüz konuşma<br />
ve yazı dilinin bütün hususiyetlerini içermektedir.<br />
Anlaşılmasında güçlük çekilecek bir kelime bulunmamaktadır.<br />
Ayrıca yabancı söz varlıklarına da yer verilmemiştir.<br />
Türkçenin dilbilgisi kurallarına uygunluk söz konudur. Şair,<br />
Türkçemizin bütün dil zenginliklerine, ifade imkânlarına,<br />
kültürel ve estetik zenginliklerine hâkimdir. Dil sapmaları<br />
görülmüyor.<br />
Üslup bakımından ise belirgin biçimde lirik bir üslup<br />
hissediliyor. Yalın üslup, yakarış üslubu, tanımlama, örnekleme<br />
üslubu, sorgulama, tasvir, yargılama, benzetme,<br />
açıklama üslupları da fark ediliyor.<br />
Ahenk: Şiir, 7+7=14’lü hece vezniyle yazılmış. Fakat<br />
şair, Türk halk şiirinin gelenekselleşmiş hece sesinin yanında<br />
ayrıca modern söyleyişe uygun bir ahenk de üretme<br />
gayreti içinde olmuştur.<br />
Veznin yanında belirgin bir şekilde kafiye ile de ahenk<br />
üretme kaygısı hissedilmektedir.<br />
Ortanca
Oğuz TANSEL<br />
(1915 - 1994)<br />
MAYIS YAĞMURU<br />
Oğuz TANSEL<br />
Gümüş tekerlekli altın araba<br />
Atları köp içinde<br />
Göklerin buluşması toprakla<br />
Siyim siyim, ince ince<br />
Yeryüzünde dönüp ağar.<br />
Gümüş tekerlekli altın araba<br />
Çocukların sevincini görmeyin<br />
Güneş, aşkla besler yaşama gücünü<br />
Eğri büğrü dönse de dünya<br />
Şaşmaz yasaları doğanın.<br />
Gümüş tekerlekli altın araba<br />
Pırıl pırıl, el ele dallar<br />
Hava ortak malı cümlenin<br />
Gök her evin damında yıldızlarıyla<br />
Dostluk boy vermede dal dal.<br />
Gümüş tekerlekli altın araba<br />
Toprağın özü kokan sevgili<br />
Ayırmaz burası dağ, şurası ova<br />
Doyurmak için varlıkları<br />
Örnek verir eşitliğe.<br />
Gümüş tekerlekli altın araba<br />
Ateş her eli yakar<br />
Olmasın beş parmak bir düzeye<br />
Her elde beş parmak var ya<br />
Yağmur müjde güzel günlere.<br />
Gümüş tekerlekli altın araba<br />
Arzular yaprak yaprak belirir<br />
Yıkanıp arınır kötülüklerden<br />
Bir mayıs sabahı yağmurdan sonra<br />
Dünyamız yepyeni oluverir.<br />
Ortanca 8
Üç tarafımız masmavi deniz<br />
Çevir kafanı sağ tarafa deniz<br />
Bakıver sağ tarafa yine deniz<br />
Dönüver arka tarafına deniz,<br />
Niye mi siz bir türlü göremediniz?<br />
Ben ne yapabilirim ki siz körseniz!<br />
***<br />
Denizlerimiz var mı?<br />
“Var”<br />
‘Kabotaj Bayramı’ da yapıyor muyuz?<br />
“Yapıyoruz!”<br />
Peki niye yapıyoruz?<br />
“İşte orası pek belli değil!”<br />
Sıcaklar basınca sahillere koşuyor muyuz?<br />
“Koşuyoruz”<br />
Peki neden koşuyoruz?<br />
“Tabi ki, biraz serinlemek için!”<br />
Suları temiz mi?<br />
“Ehh, şöyle böyle!”<br />
Nasıl şöyle böyle?<br />
“Yani pek de temiz sayılmaz!”<br />
Peki denizde kimlerle birlikte yüzüyorsunuz?<br />
“Kimlerle olacak, tabi ki naylon torbalar ve pet şişelerle<br />
birlikte!”<br />
Kafanızı suyun altına sokunca neler görüyorsunuz?<br />
“Bira ve rakı şişelerini!”<br />
Yeşil yosunlar ve renkli balıkları göremiyorsun yani?<br />
“Ne gezeeer!”<br />
Ama serinlemek için doya doya yüzüyorsun?<br />
“Eh işte!”<br />
Denizin kokusunu içine çekebiliyor musun?<br />
“Hangi kokusunu?”<br />
Denizin dibinden gelen yosun kokusunu!<br />
“Yosun değil ama galiba kokuşmaya dönüşmüş post<br />
kokusu alıyorum!”<br />
Ama üç tarafımız denizle çevrili öyle mi?<br />
ÜÇ TARAFIMIZI ÇEVİRMİŞ<br />
MAVİ DENİZ<br />
DURMADAN BAKIYORUZ<br />
KERİZ KERİZ<br />
9<br />
Şaban KARAKAYA<br />
“Öyle”<br />
‘Kabotaj Bayramı’ da yapıyoruz!<br />
“Yapıyoruz”<br />
Niçin yapıyoruz?<br />
“Bilmem!”<br />
Denizlerimizin dört bir tarafından, dört bir tarafına deniz<br />
otobüs seferleri düzenliyor muyuz?<br />
“Sanmam!”<br />
Her türlü enerjisinden yararlanıyor muyuz?<br />
“Bilmem!”<br />
Sahillerin yağmalanıp, talan edildiğine tanık oldunuz mu?<br />
“Edilse de görmem!”<br />
Başka ülkelerde en önemli servet ‘denizlerdir’ örnek<br />
alalım desem!<br />
“Sevmem!”<br />
Ama denizi seversin?<br />
“Severim!”<br />
Balıklarını ağız tadıyla, zevkle yer misin?<br />
“Yerim!”<br />
Bizim değerlendiremediğimiz denizlerimize başkaları göz<br />
koydu dersem!<br />
“Söverim!”<br />
Demek söversin?<br />
“Hatta sövmekle kalmaz döverim!”<br />
Ya demek söversin, döversin. Bende iş-işten geçtikten<br />
sonra bu haline gülerim!<br />
***<br />
Üç tarafımız masmavi deniz,<br />
Denizlerimize nasıl bön-bön bakarız bir bilseniz!<br />
Üç tarafımız birbirine bağlı masmavi deniz!<br />
Denizlerimize nasıl kıyıyorlar akıl erdiremedim bendeniz!<br />
Üç tarafımız açık mavi, koyu mavi lebiderya deniz!<br />
Ne yapacağımızı bilemeden bakıyoruz, keriz keriz!<br />
Bu böyle giderse biz adam gibi çağın vapuruna ‘nah’<br />
bineriz!..<br />
Ortanca
Taşlama<br />
Yurdanur BİLGİN<br />
KAHRAMAN APALAK<br />
Bir vuruşta düşmanların ikiye<br />
Yarın aslanlarım, derdi Apalak<br />
Serden geçtin, yaraları yarayla<br />
Sarın aslanlarım, derdi Apalak.<br />
Haleb’in, Anteb’in soyun keserim,<br />
Cehd-edersem, Elbistan’ı basarım,<br />
Bağdat Kapısı’na kilit asarım<br />
Varın aslanlarım, derdi Apalak.<br />
Hersinen mi geldin, hey beyin oğlu,<br />
Zannettin, Hasan’ın kolları bağlı,<br />
On beş oğlun vardı, başları tuğlu<br />
Yürün aslanlarım, derdi Apalak.<br />
Ordu geldi, karşımıza düzüldü<br />
Alnımıza kara yazı yazıldı,<br />
Yekbıyık vuruldu, ordu bozuldu<br />
Kırın aslanlarım, derdi Apalak.<br />
Dadaloğlu’m söylemezdin hileyi,<br />
Alişanlı Beyi, buldu belayı<br />
Vurup da düşürdü, Halit Köle’yi<br />
Vurun aslanlarım, derdi Apalak.<br />
ASLIMI SORARSAN AVŞAR SOYUNDAN<br />
Aslımı sorarsan Avşar soyundan,<br />
Ayrı düştüm aşiretten, beyimden<br />
Pınarbaşı’ndan da beş yüz evinen<br />
Çıkıp da cana kıyanlardanım.<br />
Çekerim çileyi böyl’olsun bugün,<br />
Alırım mı sandın şol Kozan Dağın<br />
Biz bir kurt idik de Bozoklu köyün,<br />
Ürkütüp sürüsün yiyenlerdenim.<br />
Dadaloğlu’m der de böyle olmazdım,<br />
Gördüğüm günlerin birini görmezdim,<br />
Kavga kızışınca geri durmazdım,<br />
Meydanda kardaşa kıyanlardanım.<br />
ANADOLU’NUN BAĞRINDAN<br />
DADALOĞLU<br />
Ortanca 10<br />
KOŞMA<br />
Çıktım yücesine seyran eyledim,<br />
Cebel önü çayır çimen görünür.<br />
Bir firkat geldi ki coştum ağladım<br />
Al yeşil bahçeli Kaman görünür.<br />
Şaştım hey Allah’ım ben de pek şaştım,<br />
Devrettim Akdağ’ı Bozok’a düştüm.<br />
Yozgat’ın üstünde bir ateş seçtim<br />
Yanar oylum oylum duman görünür.<br />
Biter Kırşehir’in gülleri biter,<br />
Çığrışır dalında bülbüller öter,<br />
Ufacık güzeller hep yeni yeter,<br />
Güzelin kaşında keman görünür.<br />
Gönül arzuladı Niğde’yi, Bor’u<br />
Gün günden artmakta yiğidin zârı,<br />
Çifte bedestanlı koca Kayseri<br />
Erciyaş karşısında yaman görünür.<br />
Dadaloğlu’m da der zatından zatı,<br />
Çekin eyerleyin gökçe kır atı<br />
Göçmek değil bizim ilin muradı,<br />
Ak yâre gitmemiz güman görünür.<br />
On dokuzuncu asırda yaşayan Dadaloğlu hem “Dağ<br />
Ozanı”dır, hem “Aşk Ozanı”. Ozan, yurdumuzun güney illerine<br />
yerleşen Oğuz’ların bir kolu olan Türkmen Topluluklarının<br />
Avşar Boyu’ndandır. Yerleşim yerleri bugün Adana ve<br />
Kozan civarıyla, Çukurova’nın ve Toros Dağları’nın bulunduğu<br />
bölgedir. Asıl yerleşim yerlerinin buraları olmasına<br />
rağmen, Avşar Boyu’nun ulaşabildiği tüm civara yayılmışlardır.<br />
Oğuz’ların en önemli kollarından biri olan Avşar<br />
Türk’leri bu yörede dokuzuncu yüzyıl’dan itibaren varlıklarını<br />
uzun yıllar sürdürmüşler, adlarını günümüze kadar<br />
yaşatmışlardır.<br />
Dadaloğlu o zamanlar, Osmanlı’nın Avşar Boyu’na<br />
uyguladığı “İmparatorluğun iskân politikası” nedeniyle,<br />
hükümete baş kaldıran isyancılara olan desteğiyle daha<br />
da iyi tanınmıştır. O sıralar gezdiği Payas, Erzin ve Kozan
yörelerinde, Osmanlı’nın “asi” olarak nitelediği Toroslar’ın<br />
yiğitlerine, sözü ve sazıyla destek vermiştir. Sanatında,<br />
“Anadolu Türkmen Boyları”nın halk Türkçesi’ni kullanmıştır.<br />
Eserlerinin pek azı yazılı kaynaklarla korunabilmiştir.<br />
Sanatçının günümüzde yaklaşık yüz otuz civarında şiiri<br />
tespit edilebilmiştir; ancak pek çoğunun ağızdan derlendiği<br />
bu şiirlerin kaçının Dadaloğlu’na ait olduğu bilinmemektedir.<br />
Bunlar çoğu, aşıkların sözlü gelenekleri kuşaktan<br />
kuşağa aktarmalarıyla günümüze kadar gelebilmiştir.<br />
Dadaloğlu, Anadolu’nun “Halk Şiiri” geleneğini ağırlığıyla<br />
uygulayan bir sanatçıdır; asıl ününü kavga türü türküleriyle<br />
yapmıştır. Yaşadığı zamana kuvvetle damgasını<br />
vuran, “aruz kalıplarıyla” ünlü “Divan Edebiyatı”ndan<br />
zerrece etkilenmemiş, daha ziyade “koşma, destan ve<br />
varsağı” türünde şiirler yazmıştır. Şiirlerindeki doygunluk,<br />
onun sanat endişesinden ne kadar uzak olduğunu<br />
göstermektedir. Büyüklüğü, konuları işleyişindeki içtenliğinde<br />
gizlidir. Eserlerini, kahramanlıkla ilgili şiirleri, ülkeyi<br />
öven şiirleri ve Sevda şiirleri biçiminde üç bölüme ayırmak<br />
mümkündür.<br />
Eserlerinde, günümüzde “Yörük” olarak adlandırılan<br />
göçerlerin yaşamlarını lirik ölçülerle anlatmıştır. Konularında<br />
işlediği güzeller hayalî değil, bire bir ölçüdeki gerçek<br />
kişilerdir. Ozan şiirlerinde, Karacaoğlan’ın lirizm biçimiyle,<br />
Köroğlu’nun kahramanlık etkisini harmanlamış, ortaya kadifeyle<br />
kaplı bir demir yumruk modeli çıkarmıştır.<br />
Bazı kaynaklar biraz eğitim aldığını ve asıl adının Veli<br />
olduğunu; babasının da, Türkmen – Avşar Âşıklarından ve<br />
“Kul Mustafa” mahlasını kullanan, “Âşık Musa” olduğunu<br />
belirtiyor. Çukuova’dan başka Orta Anadolu’yu da dolaşan<br />
Ozan, en çok “Gâvur Dağı” yöresinde kalmış, zaman<br />
zaman da “Ahır Dağı” bölgesinde bulunmuştur.<br />
Araştırmacılar ozanın doğum ve ölüm tarihleri tam<br />
belli olmamakla beraber, 1785 – 1868 yılları arasında yaşadığını<br />
tahmin etmektedirler. Kimi araştırmacılar da “Biter<br />
Kırşehir’in gülleri biter” adlı türkünün sözlerini yazmış<br />
olması nedeniyle, mezarının Kaman’da bulunduğunun<br />
işareti olduğunu söylemektedirler.<br />
Kalktı Göç Eyledi Avşar Elleri,<br />
Ağır Ağır Giden Eller Bizimdir.<br />
Arap Atlar Yakın Eder ırağı,<br />
Yüce Dağdan Aşan Yollar Bizimdir.<br />
Belimizde Kılıcımız Kirmani,<br />
Taşı Deler Mızrağımın Temreni.<br />
Hakkımızda Devlet Etmiş Fermanı,<br />
Ferman Padişahın,Dağlar Bizimdir.<br />
Dadaloğlu’m Birgün Kavga Kurulur,<br />
Öter Tüfek Davlumbazlar Vurulur.<br />
Nice Koçyiğitler Yere Serilir,<br />
Ölen Ölür, Kalan Sağlar Bizimdir.<br />
11<br />
SEHER YELİ<br />
Ilgıt, ılgıt seher yeli esiyor<br />
Gâvur dağlarının başı dumanlı.<br />
Gönül binmiş aşk atına aşıyor<br />
Bre beyler, cünunluğun zamanı mı?<br />
Aşağıdan iskân evi gelince,<br />
Sararıp da gül benzimiz solunca,<br />
Malım mülküm seyfi gözlüm kalınca,<br />
Kaypak Osmanlı’lar size aman mı?<br />
Aşağıdan iskân evi geliyor,<br />
Bezirgânlar koç yiğide gülüyor;<br />
Kitabın dediği günler oluyor,<br />
Yoksa devir döndü âhir zaman mı?<br />
Aşağıda akça çığın ötünce,<br />
Katar başı mayaların sökünce,<br />
Şahlan ferman Türkmen ili göçünce,<br />
Daha da hey Osmanlı’ya aman mı?<br />
Dadaloğlu’m sevdası var başımda;<br />
Gündüz hayalimde, gece düşümde<br />
Alışkan tüfekle dağlar başında<br />
Azrail’den başkasına aman mı?<br />
Ortanca
Ali ŞENOZAN<br />
1939 yılında Adana’da doğdu. İlk, orta ve lise tahsilini<br />
yine aynı ilde tamamladı. 11 yaşında teorik olarak müzik<br />
çalışmalarına başladı. İlk ve tek hocası Arif Nihat AKA’dır.<br />
Lise son sınıf öğrencisiyken Halk Eğitim Merkezi TSM bölümünde<br />
dersler verdi. 1960 yılına kadar Halk Eğitim Merkezi<br />
Korosu’nu çalıştırdı. Vatani görevini yaptıktan sonra<br />
yine Adana’ya dönerek koro çalışmalarını sürdürdü. Bu<br />
arada 1 yıl kadar İstanbul’da kaldı. Lika KARABEY ve Münir<br />
Nurettin SELÇUK’tan istifade etti.<br />
Ses sanatçısı Gönül AKIN’ın teşvikiyle 1966 yılında<br />
açılan doğrudan sanatçı imtihanını kazanarak TRT Ankara<br />
Radyosu’na ses sanatçısı olarak girdi. 1976 yılında topluluk<br />
şefi imtihanlarını kazandı. 1979 yılında şef oldu.<br />
Ankara Mediko Sosyal, Mülkiye, Hacettepe Tıp Fakültesi,<br />
Teknik Eğitim Fakültesi, Yüksek Öğretmen Okulu,<br />
Halkevi, Adana Belediye Konservatuvarı, Kayseri Melikgazi<br />
Belediye Konservatuvarı’nda hizmet verdi ve Selçuk<br />
Üniversitesi’nde TSM Korosu’nu çalıştırdı. Birçok öğrenci<br />
yetiştirdi. TRT Radyo repertuarında 160 civarında bestesi<br />
mevcut olup toplam 600 civarında bestesi vardır. Ayrıca<br />
GÖNÜL TELİMİZİ TİTRETENLER isimli bir de kitap çıkarmıştır<br />
ve basıma hazır birkaç kitap çalışması daha vardır.<br />
2004 yılında TRT Ankara Radyosu’ndan emekli olan<br />
Ali ŞENOZAN, halen müzik çalışmalarını sürdürmektedir.<br />
Emekli olduğu günden itibaren Adana Belediye<br />
Konservatuvarı’nda genel koordinatör olarak 3,5 yıl görev<br />
yapmıştır. Halen TRT Amatör Korosu ile, Melodiler isimli<br />
Dernek Korosu’nu çalıştırmaktadır.<br />
İki çocuk babasıyla, üç torun sahibi olan sanatçı, ME-<br />
SAM kurucu üyelerindendir.<br />
Devlet Tiyatrosu sanatçısı Okan ŞENOZAN ve İş<br />
Bankası’ndan emekli Nadire Uğur Tanes ŞENOZAN’ın babasıdır.<br />
YAŞAYAN BESTEKÂRLARIMIZ<br />
Ortanca 12<br />
ALİ ŞENOZAN’IN BESTELEDİĞİ ŞARKILARDAN BAZILARI.<br />
GİTME GÜZELLER GÜZELİ<br />
Makamı: Hüzzam<br />
Söz: Mehmet EBRULAN<br />
Beni bırakıp burada,<br />
Gitme güzeller güzeli<br />
Ermeden daha murada,<br />
Gitme güzeller güzeli.<br />
Garip gönlümün maralı<br />
Gözyaşlı gönül yaralı<br />
Bırakıp beni yaralı<br />
Gitme güzeller güzeli<br />
Zeytin gözlüm, melek yüzlüm<br />
Tatlı dillim, şirin sözlüm<br />
Sürmelim, sevgili, nazlım,<br />
Gitme güzeller güzeli<br />
Gelmeden yolun ucuna<br />
Ne dedim gitti gücüne<br />
Dayanamam bu acına<br />
Gitme güzeller güzeli<br />
Engin ÇIR
GİTTİĞİN GÜNDEN BERİ<br />
Söz: Tevfik BAYKARA<br />
Gittiğin günden beri buraların tadı yok<br />
Hiçbir şey senin kadar beni mutlu etmiyor<br />
Gönül defterim bomboş hiçbir şeyin adı yok<br />
Bir tek senin hayalin gözümden gitmiyor.<br />
Yaralanmış şu gönlüm zaman zaman gülüyor<br />
Gurbetin acısını çekmek nedir biliyor<br />
Aklıma türlü türlü çılgınlılar geliyor<br />
Bir tek senin hayalin gözümden gitmiyor.<br />
Ben farkında olmadan yüzlerce göz baksa da<br />
Gözlerine ak düşen saçlarıma taksa da<br />
Bin aşık benim için saf gönlünü yaksa da<br />
Bir tek senin hayalin gözümden gitmiyor.<br />
GİTTİĞİN YOLLARI YAKIN SANARAK<br />
Söz: Tevfik BAYKARA<br />
Gittiğin yolları yakın sanarak<br />
Hasretin zehriyle her an yanarak<br />
Gözlerin enginde seni anarak<br />
Günlerce yolunu bekleyeceğim<br />
Ölünceye dek seni unutmayacağım<br />
Mevsimler durmadan eriyip gitsin<br />
Bahçemde bülbülün şarkısı dinsin<br />
Ne çıkar bu gönül cefanı çeksin<br />
Yıllarca yolunu bekleyeceğim<br />
Ölünceye dek seni unutmayacağım<br />
BU AŞKIN SONUNDA<br />
Söz: Tuncer ÖNAL.<br />
Bu aşkın sonunda ayrılık varsa<br />
Gideceksen eğer, gelme sevgilim<br />
Gözlerin kalbimden hesap sorarsa<br />
İstemem, ne olur sevme sevgilim<br />
Hani söz vermiştin, gitmeyecektin<br />
Darılsan da, sitem etmeyecektin<br />
İçimde kök salan tomurcuk gülsün<br />
Kalbimi kurutup, solma sevgilim<br />
Gözlerin tek bana, tek bana gülsün<br />
Benim ol, ellerin olma sevgilim<br />
Hani söz vermiştin gitmeyecektin<br />
Darılsan da sitem etmeyecektin.<br />
13<br />
HASRETİ YILLARA SOR<br />
Söz: Ayten UĞURALP<br />
Hasreti yıllara sor<br />
Irağı yollara sor<br />
Beni ellere sorma<br />
O mahzun kullara sor.<br />
Kınalı ellere sor<br />
İncecik bellere sor<br />
Dalında boynu bükük<br />
Sararan güllere sor.<br />
O yanık türküne sor<br />
Şu geçen ömrüme sor<br />
Elde arama beni<br />
A canım, gönlüne sor.<br />
Kınalı ellere sor<br />
İncecik bellere sor<br />
Dalında boynu bükük<br />
Sararan güllere sor.<br />
MUTLULUK NE GÜZEL ŞEYMİŞ<br />
Güfte: Mehmet ERBULAN<br />
Mutluluk ne güzel şeymiş doğrusu<br />
Hoş geldin dünyama ceylan yavrusu<br />
Tanrı misafiri, gönül yolcusu<br />
Hoş geldin dünyama ceylan yavrusu<br />
Doğum günün kutlu olsun Çağlasu<br />
Sen bana baharlar yazlar getirdin<br />
Niyazlar getirdin, nazlar getirdin<br />
Sevinçler neş’eler hazlar getirdin<br />
Hoş geldin dünyama ceylan yavrusu<br />
Doğum günün kutlu olsun Çağlasu<br />
MAKSADIN AŞKIMDAN KAÇMAKSA EĞER<br />
Güfte: Sait YAZICIOĞLU<br />
Maksadın aşkımdan kaçmaksa eğer<br />
Boş yere kendini yorma sevgili<br />
Bir umut ver bana umutlar yeter<br />
Al götür kalbimi durma sevgili<br />
Bırak bende kalsın o güzel gözler<br />
Bir daha kimseyi yakma sevgili<br />
İstemem sırrımı duymasın eller<br />
Perişan halimi sorma sevgili<br />
Ortanca
MÜLAKAT<br />
Attila AKTAŞ<br />
Attila AKTAŞ: Öncelikle hayat hikâyenizden bahseder<br />
misiniz… Yavuz Bülent Bâkiler’i kendi ağzından tanıyabilir<br />
miyiz?<br />
Yavuz Bülent BAKİLER: Tabi. 23 Nisan 1936 tarihinde<br />
Sivas’ta doğdum. İlkokulu ve ortaokulu Sivas’ta okudum.<br />
Babamın memuriyeti dolayısıyla liseyi Sivas’ta,<br />
Gaziantep’te ve Malatya’da tamamladım. 1955 yılında<br />
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kaydımı yaptırdım.<br />
1960 yılında diplomamı aldım. Askerliğimi Çankaya’da,<br />
Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı’nda yaptım. Askerlikten<br />
sonra bir süre Yeni İstanbul Gazetesi’nde meclis muhabiri<br />
olarak çalıştım ve avukatlık stajımı tamamlamaya<br />
gayret ettim. Sonra 1964-1968 yılları arasında Ankara<br />
Radyosu’nda Program Dairesi Başkanlığı’nda çalıştım.<br />
Radyodan istifa ettim. Sivas’a geldim. Bir süre orada avukatlık<br />
yaptım. Sonra avukatlığı beceremedim, başaramadım.<br />
Mizacımın avukatlık yapmaya müsait olmadığını gördüm.<br />
Tekrar Ankara’ya döndüm. Bir yıl Başbakanlık Tarım<br />
Reformu Müsteşarlığı’nda hukuk müşaviri olarak çalıştım.<br />
Sonra Şaban Karataş’ın genel müdürlüğü zamanında TRT<br />
Ankara Televizyonu’na program yapımcısı olarak girdim.<br />
1975 yılına kadar orada hizmet verdim. 1975 yılında Kültür<br />
Bakanlığı’na Müsteşar Yardımcısı olarak tayinim çıktı.<br />
1975 yılından 1980 yılına kadar Kültür Bakanlığında çalıştım.<br />
12 Eylül darbesinden sonra bakanlık müşavirliğine<br />
alındım. Fikri Durmuş’un Kültür Bakanlığı zamanında<br />
Batman’a sürülmek istendim. Gitmedim, Başbakan Süleyman<br />
Demirel bana sahip çıktı ve Başbakanlık’a Baş-<br />
ŞAİR YAVUZ BÜLENT BAKİLER’LE<br />
BİR SÖYLEŞİ<br />
Ortanca 14<br />
bakanlık Müşaviri olarak atadı. 1995 yılında Başbakanlık<br />
Müşavirliğinden kendi isteğimle emekliye ayrıldım. Hayat<br />
hikâyem kısaca böyle…<br />
Attila AKTAŞ: Şiir yazmaya nasıl başladınız? Bu konuda<br />
sizi kimler cesaretlendirdi ve kimlerin şiiriniz üzerinde<br />
tesirleri oldu?<br />
Yavuz Bülent BAKİLER: Şiir yazmaya Sivas’ta çocukluk<br />
yıllarında başladım. Daha doğrusu heves duydum. Sivas,<br />
halk şiirimizin ve halk şairlerimizin harman olduğu bir<br />
bölgedir. Cumhuriyet Üniversitesi’nden değerli dostum<br />
Doğan Kaya’nın yapmış olduğu bir araştırmaya göre -5<br />
cilt halinde yayımlanmıştır- Sivas’ta aşağı yukarı 250 civarında<br />
halk şairi yaşamıştır. Türkiye’nin hiçbir şehrinde<br />
bu kadar büyük bir halk şairi kitlesi görmüyoruz. Çocukluk<br />
yıllarımda Sivas’ta halk şiirleri sazlarını omuzlarına<br />
vurarak mahalle mahalle dolaşıp birkaç kuruş karşılığında<br />
türküler çalıp söylerlerdi. Biz de mahallenin çocukları<br />
olarak onların arkalarına takılırdık. Ben de o halk şairleri<br />
gibi vezinli, kafiyeli sözler, şiirler yazmaya heveslendim.<br />
Akşam annemin yanına yer yatağımı sererdim. Annemin<br />
bana anlatmış olduğu masallarda halk şairlerimizin çalıp<br />
söylediği türkülere benzer türküler vardır. Dışarda halk<br />
şairlerinin türküleri, içerde annemin masalları ve türküleri<br />
beni şiire doğru çekmeye başladı. Nihayet ilkokulun<br />
dördüncü sınıfında, sınıf öğretmenimiz Makbule Yurderi<br />
bir duvar gazetesi çıkaracağımızı, bu duvar gazetesine şiir<br />
ve yazı yazmak isteyen kimselerin şiirlerini ve yazılarını getirmelerini<br />
söyledi. Ben de Sivas üzerine bir şiir yazdım ve<br />
götürdüm. Böylece şiir dünyasına adımımı atmış oldum.<br />
Çok derme çatma, çok saçma sapan vezinli ve kafiyeli şiirler<br />
yazdım. Bu halk tarzında yazmış olduğum şiirler 1953<br />
yılına kadar devam etti. 1953 yılında kız kardeşimin bir<br />
elektrik kazasında vefatından sonra çok sık kabristana gitmeye<br />
başladım ve onun mezarı başında yine kafiyeli fakat<br />
serbest vezinli şiirler yazdım. Bunları İstanbul dergilerine<br />
gönderdim. O yıllarda İstanbul’da çıkan Türk Sanatı dergisi<br />
bu şiirlerimi yayımladı. Derginin sahibi Abidin Mümtaz<br />
Kısakürek çok mültefit bir mektupla beni cesaretlendirdi.<br />
1953 yılından bu güne kadar yazılarım çeşitli İstanbul dergilerinde<br />
çıkıyor.
Attila AKTAŞ: Şimdiye kadar bulunduğunuz kültür ve<br />
sanat çevrelerini nasıl tanımlarsınız? Sırasıyla hangi dergilerde<br />
şiirlerinizi yayımladınız?<br />
Yavuz Bülent BAKİLER: Benim şiirlerim öyle çeşitli dergilerde<br />
yayınlanmadı doğrusu. Önce şiirlerim İstanbul’da<br />
çıkan Türk Sanatı dergisinde yer aldı. Sonra bazı şiirlerim<br />
Türk Yurdu dergisinde yer aldı. Sonra bazı şiirlerim Toprak<br />
dergisinde çıktı. Ankara’da bulunmuş olduğum yıllarda<br />
daha çok Hisar dergisinde yazdım. Türk Edebiyatı Yayınları<br />
tarafından çıkarılan Türk Edebiyatı dergisinde yazılarım<br />
ve şiirlerim yayımlandı. Bunların dışında bazı ufak tefek<br />
dergilerde şiirlerimin yayımlanması söz konusudur ama<br />
doğrusu onların isimlerini şu anda hatırlayamıyorum. Ben<br />
çok sık ve çok bol şiir yazan bir kimse değilim. Biraz zaman<br />
içerisinde şiirlerimi ortaya koyuyorum. O bakımdan birkaç<br />
dergide şiirlerim yayımlandı dersem daha doğru bir ifade<br />
kullanmış olurum. Kimlerin tesiri altında kaldığımı soruyorsunuz.<br />
Ben 10 yaşımdan itibaren Büyük Doğu dergisini<br />
okumaya başladım. Bilerek, isteyerek ve severek değil.<br />
Babam bütün dinî ve millî dergilerin abonelerindendi. Alıp<br />
eve getirdiği dergileri ücret mukabilinde bana okutuyordu.<br />
Ücret mukabili deyince şunu kastediyorum; yani bir<br />
dergiyi aşağı yukarı başından sonuna kadar okutuyor, sonra<br />
da bana yeleğinin cebinden çıkarıp 5 kuruş uzatıyordu.<br />
Ben önceleri 5 kuruşları almak için Büyük Doğu mecmualarını<br />
okuyordum. Sonra zamanla Büyük Doğu’nun tiryakisi<br />
oldum ve Necip Fâzıl’ın, Ârif Nihat Asya’nın çok tesiri<br />
altında kaldığımı söyleyebilirim. Zaten benim şiirlerimi<br />
inceleyenler de Ârif Nihat ve Necip Fâzıl çizgisi üzerinden<br />
hareket ettiğimi, daha sonra kendime has çizgiyi bulduğumu<br />
söylüyorlar. Bunun yanında bizim Cumhuriyet devri<br />
şairlerimizden de etkilendiğimi söyleyebilirim. Zaten öyle<br />
bir etki alanına girmemek mümkün değildir. İster istemez<br />
okuyucu tesir altında kalıyor.<br />
Attila AKTAŞ: Şiirlerinizi yüreğinizi ortaya koyarak yazıyorsunuz.<br />
İçinizden geldiği gibi, yüreğinizde ne varsa şiirinize<br />
o yansıyor. Peki, şiirinizde yaşam öykünüzün etkisi<br />
ne kadardır?<br />
Yavuz Bülent BAKİLER: Evet. Bu yaşam öyküsü dediğimiz<br />
hayat hikâyesi mi? Ben yeni Türkçeyi bilmediğim için<br />
bunalıyorum biraz. Yüzde yüz neyi hissediyorsam onu ortaya<br />
koyuyorum. Bu bakımdan şiirlerimde kendi hayatım,<br />
kendi yaşayışım, kendi acılarım, kendi sevinçlerim boy<br />
vermiş oluyor. Yani, ısmarlama şiir yazmıyorum. Şunun,<br />
bunun tavsiyelerine göre de şiir yazıyor değilim. Ne hissediyorsam<br />
ne yaşıyorsam onu koyuyorum ortaya. O bakımdan<br />
hayatım, şiirlerime zaman zaman yansımaya başlıyor.<br />
Attila AKTAŞ: “Yine Benim” adlı şiirinizi sizin şiir sanatınızın<br />
bir nevi bildirisi kabul etmemiz mümkün müdür?<br />
Yavuz Bülent BAKİLER: Tabii, mümkündür evet.<br />
Attila AKTAŞ: Şiirlerinize zamandizimsel olarak bakıldığında<br />
önce bireysel konuları, sonra Sivas’tan hareketle<br />
bütün Anadolu’yu daha sonra da bütün bir Türk coğrafyasını<br />
ele aldığınızı görüyoruz. Nitekim Ahmet Kabaklı da<br />
15<br />
böyle söylüyor. Bu değişimi Bâkiler şiirinin tekâmülü kabul<br />
edebilir miyiz?<br />
Yavuz Bülent BAKİLER: Elbette her şairin bir tekâmül<br />
çizgisi vardır. Ben de gençlik yıllarımda gurbet şiirleri,<br />
aşk şiirleri, ölüm şiirleri yazdım. Sonra bu şiirlerim<br />
1968 yılına kadar böyle devam etti. 1968 yılında Ankara<br />
Radyosu’ndan ayrılarak Sivas’a geldim. Avukatlık mesleğine<br />
başladım. Orada kendi milletimi, kendi halkımı çok<br />
yakından görme, tanıma fırsatı buldum ve ister istemez<br />
Anadolu’nun çeşitli meselelerini şiirlerime aksettirmeye<br />
çalıştım. Siz daha sonra şiirlerimde bütün Türk Dünyası’nı<br />
ilgilendiren bir takım örneklerin yer aldığını söylüyorsunuz.<br />
Benim ilk şiir kitabımda da Türk Dünyası ile ilgili şiirler<br />
vardır. Mesela “Unuttuğumuz İnsanlar” şiiri böyledir,<br />
mesela “Ben Doğuluyum” şiiri tamamen bir Turan şiiridir.<br />
Evet, bu şiirlerle Türk Dünyası’na olan bakışımı ortaya koydum.<br />
Fakat zamanla Türk Dünyası’yla ilgili çalışmalarım artınca,<br />
o konudaki yeni şiirlerim de ortaya çıkmaya başladı.<br />
Attila AKTAŞ: Aşk konulu şiirlerinizde yalnızlıktan<br />
şikâyetçi olan, gurbette memleket hasretiyle, aşkın verdiği<br />
acıyla yüreği sitemle, acıyla dolmuş, sevgilisine karşı çekingen<br />
bir Anadolu delikanlısı var. Niçin böyle bir aşk söz<br />
konusu? Mutlu bir aşk mümkün değil miydi?<br />
Yavuz Bülent BAKİLER: Mutlu bir aşk yaşamadım ki<br />
onu yazayım. Ben Ankara’ya geldiğim zaman kızları gökyüzünden<br />
zembille inen melekler olarak düşünüyordum<br />
ve ilk defa onlarla yakından temasım üniversite yıllarımda<br />
oldu. Ama o yıllarda yakınlık duyduğum hatta diyebilirim<br />
ki âşık olduğum kimselere bu duygularımı açıklayamadım.<br />
Hep kendi içimde kaldı bunlar. İçimdeki bu duygularımı<br />
şiirlerime dökmeye çalıştım. O bakımdan şiirlerimde<br />
görmüş olduğunuz hava, gençlik yıllarımda doğrudan<br />
doğruya benim yaşamış olduğum halet-i ruhiyeyi ortaya<br />
koyuyor, bir ikincisi ben şiirde ve nesirde kadını gerçekten<br />
yüce bir varlık olarak düşündüm. Kadını hiçbir zaman bir<br />
et olarak düşünmedim, bir cinsiyet olarak ele almadım.<br />
Bunu da şiirlerimde mümkün olduğu kadar ortaya koymaya<br />
çalıştım.<br />
Attila AKTAŞ: Bir diğer dikkati çeken husus ise şiirlerinizde<br />
yaygın olarak kullandığınız kelimeler. Özellikle “türkü”<br />
kelimesi şiirinizin geneline yayılmış durumda. “Destan”<br />
ve “destan yazmak” da öyle. Bu hassasiyetinizin ve<br />
tercihinizin sebebini açıklar mısınız?<br />
Yavuz Bülent BAKİLER: Şimdi bir söz var Anadolu’da<br />
biz deriz ki: “Atı atın yanına bağla; ya huyundan ya tüyünden.”<br />
Benim bütün çocukluk yıllarım hep türküler<br />
dinleyerek geçti ve ben Türkiye’nin bir takım meselelerini<br />
türküler dinleyerek öğrendim. Dolayısıyla ben yaşamış<br />
olduğum havayı da kendi şiirlerime aksettirdim. Bunları<br />
bilerek yapmadım. Bunları gayr-ı ihtiyarî olarak ortaya<br />
koydum. Belirli bir zaman sonra sizin gözünüzle şiirlerime<br />
baktığım zaman “türkü” kelimesini çok kullandığımı gördüm.<br />
Âşık Veysel’in bir şiiri var. Diyor ki o şiirde;<br />
Ortanca
Türküz Türkler yoldaşımız.<br />
Hesaba gelmez yaşımız.<br />
Nerde olsa savaşımız.<br />
Türküz Türkü çağırırız.<br />
Bizim milletimizin hayatında türkünün çok büyük bir<br />
yeri vardır. Biz ölülerimize türkü söyleriz, askere gittiğimiz<br />
zaman türkü söyleriz, gurbete düştüğümüz zaman türkü<br />
söyleriz, bir acımız olduğu zaman türkü söyleriz, bir sevincimiz<br />
olduğu zaman türkü söyleriz. Yani biz Türk milleti<br />
olarak türkülerle yaşayan bir milletiz. Ben de bunun biraz<br />
fazla tesiri altında kaldım ve şiirlerimde ister istemez türküyü<br />
adeta bir fon olarak kullandım.<br />
Attila AKTAŞ: “Gel” adlı şiirinizde de sevgilinizin gözlerini<br />
“Japon türküleri”ne benzetiyorsunuz. Bu imge, okura<br />
bir şeyler çağrıştırıyor ancak işin aslını sizden duymak isteriz.<br />
Neden “Japon türküleri”?<br />
Yavuz Bülent BAKİLER: Japon türkülerini, biraz kendisi<br />
tip bakımından Japonlara benzetiyordu, onu gördüğüm<br />
zaman hayalimde aklımda bir Japon kızı beliriyordu. Benim<br />
şiirlerimde benzetmeler çoktur. Benzetmeler zaman<br />
zaman birinci plana geçmektedir. Bu bakımdan o beğendiğim,<br />
sevdiğim kızın gözlerini de Japon türkülerine benzettim.<br />
. Japon türkülerinde bir yanıklık vardır, bir hasret<br />
vardır, bir acı vardır, bir feryat vardır âdeta. Ben Japonca’yı<br />
katiyyen bilmiyorum ama o tek heceli mısralardan, hecelerden<br />
ibaret Japon türkülerini dinlediğim zaman, o türkülerde<br />
acıyı hissediyorum. Ben de sevdiğim kızın gözlerine<br />
baktığım zaman o acıyı yaşadığım için onu şiirime aktarmaya<br />
çalışmıştım.<br />
Attila AKTAŞ: Siz “Ana Şairi” olarak biliniyorsunuz.<br />
Gerçekten şiirinizde analara oldukça geniş bir yer veriyorsunuz.<br />
Bu ana duyarlılığı nasıl ortaya çıktı? Anaların<br />
kültürümüzdeki ve toplumumuzdaki önemini nasıl ifade<br />
edersiniz?<br />
Yavuz Bülent BAKİLER: Bu tespit, doğru bir tespit. Türk<br />
Edebiyatı’nda ana üzerine en çok şiir yazan adam benim.<br />
Bunu, annelerle ilgili şiirleri bir antolojide topladığım zaman<br />
gördüm. Baktım ki bizim çok meşhur şairlerimizin anneleri<br />
üzerine ya bir şiirleri var, ya hiç şiirleri yok. O bakımdan<br />
iddia ile söylüyorum. Türk şiirinde ana üzerine en çok<br />
şiir yazan iki kişi var; biri Ârif Nihat Asya, ötekisi de benim.<br />
Bu şiirleri yazmamın, bizim annelerle ilgili bir destanımızın<br />
büyük rolü olmuştur. Bunu anlatmak istiyorum. Yedek<br />
subaylığımı ben Ankara’da Çankaya’da Cumurbaşkanlığı<br />
Muhafız Alayı’nda yaptım. Benim bir askerim vardı ismi<br />
Kemal Sarı’ydı. Bu çok terbiyeli, çok edepli bir çocuktu.<br />
Bana herhangi bir meselesiyle ilgili olarak konuştuğu zaman<br />
yüzü böyle alev alev yanıyordu. O bakımdan ben ona<br />
“Kırmızı Kemal” diyordum. Bir gün bu kırmızı Kemal bana<br />
geldi ve dedi ki “Komutanım annem gelmiş memleketten<br />
haber salmış gelsin görüşelim diye. Bölük kumandanına<br />
çıktım, bana izin vermedi. Siz beni anneme gönderir misiniz?”<br />
dedi. Ee tabi bölük kumandanının bulunduğu yerde<br />
takım kumandanının ismi geçmez, bunu Kemal’e söyledim<br />
Ortanca 16<br />
Ama Kemal ısrar etti annesine gitmek hususunda. Ben de<br />
ona dedim ki “O zaman bekle Kemal biraz. Alayın servisleri<br />
aşağıya insin. Bölük kumandanı aşağıda kalıyordu. Ben<br />
bölükte yatıp kalkıyordum. Bölüğün idaresi bana geçtikten<br />
sonra ben seni Yıldız sırtlarından annene gönderirim”<br />
dedim. Öyle oldu. Bölük kumandanı aşağıya inince, ben<br />
duruma hâkim oldum. Bölük çavuşunu çağırdım. Dedim<br />
ki “Bu Kemal’e gece saat 12’ya kadar izin veriyorum.12’de<br />
geldiği zaman soyunsun ve yatsın. Herhangi bir şikâyete<br />
sebebiyet vermeyin. Ben uyanıksam zaten duruma müdahale<br />
ederim.” dedim. Doğrusu ben, Kemal’e saat 12’ye<br />
kadar izin verdiğim halde onun 2’de, 3’te, 4’te geleceğini<br />
düşünüyordum. Bunu da mühimsemiyordum. Çünkü sabahleyin<br />
saat 8’de eğitime çıkıyorduk. 4’te bile gelse elbisesini<br />
giyer, eğitime yetişir diye düşünüyordum. Sonra,<br />
ben odamda, takım kumandanı odasında Dostoyevski’nin<br />
Suç ve Ceza isimli romanını okurken, gecenin saat 10’unda<br />
kapı vuruldu. İçeriye Kemal geldi, girdi. Çok şaşırdım onu<br />
karşımda görünce. İki saat önce gelmişti. “Niçin iki saat<br />
önce geldin?” diye sordum. Bana ömrümde unutamayacağım<br />
bir cevap verdi. Dedi ki: “Komutanım! Ben gittim<br />
anneme durumu anlattım. Dedim ki; “Anne bölük komutanına<br />
çıktım izin vermedi. Beni sana takım komutanımız<br />
Yavuz Bülent teğmenim gönderdi. Eğer o olmasaydı sana<br />
gelmem mümkün olmayacaktı.” Ben böyle söyleyince<br />
annem bana dedi ki: “Oğlum Kemal, ben anayım oğlum<br />
gözün karnı yok ki doysun. Ben sana değil iki saat, değil<br />
iki gün, değil iki yıl, bir ömür boyu baksam doyamam.<br />
Ben anayım, gözün karnı yok ki doysun.”” Bu ifade beni o<br />
Çankaya akşamında çok duygulandırdı ve sanmıyorum ki<br />
dünyada anne sevgisini bundan daha güzel ifade edecek<br />
bir cümle yoktur. “Gözün karnı yok ki doysun. Ben anayım,<br />
ben sana bir ömür boyu baksam doyamam.” O gece<br />
çok duygulandım bundan ve askerin yanında ağlamamak<br />
için kendimi zor tuttum. Sonra Kemal çıktıktan sonra bir<br />
vicdan muhasebesi yaptım ve dedim ki “Senin annen de<br />
sana bu gözlerle bakıyor. Yazdın mı bugüne kadar annene<br />
bir anne şiiri?”, “Yazmadım”, “Utanmıyor musun bundan”<br />
dedim. İçimin cevabı şu: “Elbette utanıyorum”, “Peki bundan<br />
ne zaman sıyrılacaksın?”, “Bundan ilk imkânda sıyrılmak<br />
istiyorum” dedim ve analar üzerine şiirler yazmaya<br />
başladım. Anne şiirlerinin yazılmasında, Kemal’in annesinin<br />
vermiş olduğu o cevap, birinci derecede rol oynamıştır<br />
diyebilirim.<br />
Attila AKTAŞ: Gelelim Sivas’a. İkimizin de memleketi<br />
olan Sivas, sizin şiirinize en güzel halleriyle yansımış durumda.<br />
Bazen yoksulluklarıyla, yoksul çocuklarıyla, gecekondularıyla,<br />
bazen de eski Türk evleriyle, madımağıyla,<br />
şehir kültürüyle, inancıyla, töresiyle şiirinizde yankılanıyor.<br />
Buna mukabil “Sultan Şehir” size vefa gösterdi mi?<br />
Sivas’ın mukaddesata sahip ancak talihsiz bir şehir olduğunu<br />
düşünüyor musunuz?<br />
Yavuz Bülent BAKİLER: Hayır, göstermedi. Talihsiz şehir<br />
veya talihli şehir diye bir hükümde bulunmam mümkün
değildir. Yalnız, şunu söyleyeyim; Sivas kendi evlatlarına<br />
karşı hep uzak durmuştur, hep mesafeli durmuştur. Vefa<br />
meselesini şu bakımdan ele aldığınız zaman, ben, sizinle<br />
aynı fikirde olduğumu söyleyebilirim Ben Sivas’ta bir takım<br />
siyasîlerin ısrarıyla politikaya girdim. Ben Ankara’da radyoda<br />
çalışan bir devlet memuruydum ve 30 yaşındaydım.<br />
Beni zorla Ankara’dan alıp Sivas’a getirdiler. Ve Sivas’ta<br />
beni belediye başkanlığı seçimlerine sokmak istediler.<br />
Sonra o seçimlere giremedim çünkü lisede felsefe grubun<br />
derslerine ücretli olarak giriyordum. Belki seçim kurulu<br />
bunu bozabilir düşüncesiyle belediye seçimlerine giremedim,<br />
milletvekili seçimlerine girdim ve ben seçimlerde çok<br />
düz bir yol takip ettim. Katiyen yolumdan sapmadan, kimseye<br />
hakaret etmeden, kimseye yalan söylemeden, delegelere<br />
yemek, şarap, kebap, çay ısmarlamadan seçime<br />
girdim. Hiçbir grupla da beraber olmadım. Ön seçimlerde<br />
beşinci sıradaydım. İlk 4 kazandı, ben kaybettim. Hâlbuki<br />
bir önceki seçimde 6 milletvekili çıkarmıştı Sivas. Ondan<br />
sonraki seçime girdim yine, ön seçimde 4. sıraya çıktım. İlk<br />
3 kazandı ben kaybettim. Sonraki seçime girdim. 3. sıraya<br />
yükseldim. 2 kazandı ben kaybettim. 12 Eylül darbesinden<br />
sonra seçime girdim. 2. sıradaydım. 1. kazandı, ben kaybettim.<br />
Bu seçim esnasında, mesela Necmettin Erbakan<br />
kendi partisinin genel merkezinde bana Sivas’ta Milli Selamet<br />
Partisi’ni kurmam için çok ama çok ısrarda bulundu.<br />
Yarım saat ısrar etti. Kabul etmedim, hayır dedim. O<br />
seçimde MSP 3 milletvekili çıkardı. Eğer ben Milli Selamet<br />
Partisi’ne geçmiş olsaydım yüzde yüz Sivas’tan 10 yıllık<br />
milletvekiliydim. 12 Eylül’den sonra rahmetli Turgut Özal,<br />
sonra ilk sağlık bakanımız olan Halil Şıvgın, Sivas’ta Anavatan<br />
Partisi’ni benim kurmamı çok istediler. Çünkü ben,<br />
Sivas’ta 4 yıl Adalet Partisi il başkanlığı yapmıştım. Onu da<br />
kabul etmedim. O seçimde de ANAP 4 milletvekili birden<br />
çıkardı. Ben şunu gördüm ki Sivas’ta siyasî hayatta düzgün<br />
bir çizgi üzerinde hareket ederseniz, seçmenden belirli bir<br />
miktar sizi tutuyor ve umumî olarak büyük seçmen kitlesi<br />
sizin yanınızda olmuyor. Bu siyasî hayatta karşılaşmış olduğum<br />
bir durum. Bir de bunun yanında vefa konusu da<br />
şaşırdığım başka bir konu. Benim yayımlanmış 20 kitabım<br />
oldu. Yani bunlardan bir kısmı şiir kitabı, bir kısmı nesir<br />
kitapları… Bu 20 kitabımın Türkiye’de tiraj sayısı aşağı yukarı<br />
1 milyona yaklaşmıştır. Benim kitaplarımın Türkiye’de<br />
en az ama en az satıldığı şehirlerin başında Sivas geliyor.<br />
Bunu bana çok soruyorlar, neden bu böyle, diyorlar. Ben<br />
onlara diyorum ki: Sivas kelimenin gerçek manasıyla bir<br />
Türk ve Müslüman şehridir. İşgale uğramamıştır. İslamiyet<br />
konusunda da hassasiyeti var. Türklük konusunda üstüne<br />
düşen herhangi bir gölge yok. Türk’ün ve Müslüman’ın<br />
özelliklerinin başında kitap okumama gelmektedir. Evlerimizin<br />
%95’i kitapsız ve kütüphanesizdir. Sivas ta Türk<br />
ve Müslüman şehri olduğu için, diğer yazarların olduğu<br />
gibi benim kitaplarıma da ilgi göstermiyor. Ne yapalım bu<br />
bizim çilemiz, bu Türkiye’nin çilesi. Okumamak, kitaptan<br />
uzak kalmak… Ben okuyucu kitlesi bakımından doğru-<br />
17<br />
su Türkiye’de şanssız bir insanım. Sivas’ta kitaplarım satılmıyor<br />
ama başka şehirlerimizde lüzumundan fazla bir<br />
büyük, yakın ilgi görüyorum. O bakımdan bunu bir kader<br />
meselesi olarak düşünüyorum ve herhalde gelecek yıllarda<br />
Sivas’ın edebiyat dünyasında daha güzel gelişmeler<br />
olacak diye ümit ediyorum.<br />
Attila AKTAŞ: Anadolu hakkında özellikle fakirliği, cehaleti,<br />
bakımsızlığı vurguluyor ve bundan duyduğunuz<br />
acıya önemli ölçüde yer veriyorsunuz. Anadolu insanının<br />
sıkıntılarını, sorunlarını sorumlu bir aydın ve sanatçı olarak<br />
şiirinize taşıyorsunuz. Üstelik ideolojik bir kaygınız da<br />
söz konusu değil. Anadolu’ya bu yaklaşımınız konusunda<br />
bizi aydınlatır mısınız?<br />
Yavuz Bülent BAKİLER: Şimdi benden önceki nesri,<br />
yani millî edebiyatımızın temsilcileri Anadolu’ya çok tozpembe<br />
ufaklardan bakmışlar. Anadolu’yu çok mükemmel<br />
manzaralar içerisinde görmüşler, göstermişler. Mesela;<br />
Sen ne güzel bulursun,<br />
Gezsen Anadolu’yu<br />
Dertlerden Kurtulursun<br />
Gezsen Anadolu’yu<br />
diye başlayan şiirler yazmışlar. Sonra, Türkiye’de bir<br />
Marksist cereyana kapılan kimseler de Anadolu’yu tam<br />
bir sefalet yurdu olarak görmüşler. Anadolu’nun çok<br />
güzel manzaraları var, çok zenginlikleri, güzellikleri var.<br />
Anadolu’nun çok yanlış tarafları var, çok fakir, fukara yönleri,<br />
çok çirkinlikleri var. Ben Sivas’ta avukatlık yaptığım<br />
yıllarda gördüm ki Anadolu’da güzel ve çirkin, doğru ve<br />
yanlış, iyi ve kötü, vatansever ve gâfil hepsi yan yana bulunuyor.<br />
Mesela Sivas’ta gördüm, Selçuklu İmparatorluğu<br />
devrinde yapmış olduğumuz çok muhteşem eserler var.<br />
Bunları benim milletim yapmış. Ama o eserlere sırt veren<br />
gecekondular da var. Onları da benim milletim yapmış.<br />
O da benim milletimin malı, ötekisi de benim milletimin<br />
malı. Güzellik ve çirkinlik Anadolu’da yan yana. Ben, şiirlerimde<br />
hem millî edebiyatımıza mensup olan kimselerin<br />
takınmış olduğu tavrı doğru bulmadım, çünkü yanlışları<br />
göstermiyorlardı. Hem de Marksist cereyana mensup<br />
olan kimselerin düşünceleriyle hareket etmedim, çünkü<br />
onlar da doğruyu göstermiyorlardı. Ben dedim ki, Anadolu<br />
konusunda, ortada ne varsa gerçek olarak onu ortaya<br />
koymalıyız. O bakımdan benim şiirlerimde tezek de vardır,<br />
karanfil de vardır. Yan yanadır. Güzel de vardır, çirkin de<br />
vardır. İmbikten geçmiş kadar pırıl pırıl, tertemiz, vatanperver<br />
insanlar da vardır, son derece kaba, cahil, vahşi,<br />
hain insanlar da vardır. Bunlar benim memleketimin meseleleridir.<br />
Bunlardan birisine göz yummak, kanaatime<br />
göre yanlıştır. Ben, gerçekleri olduğu gibi ortaya koymaya<br />
çalıştım ve sanıyorum ki Anadolu üzerinde en tutarlı şiir<br />
yazan kimselerden birisi de ben oldum.<br />
Attila AKTAŞ: Şiirinizde Anadolu’nun sadece İzmir<br />
ve İstanbul’dan ibaret olmadığını söylüyorsunuz. Ayrıca<br />
İstanbul’a karşı da büyük bir sevginizin olduğu âşikar.<br />
Hatta “aşkınızın İstanbul’a, özleminizin Sivas’a” olduğunu<br />
Ortanca
düşünmedim değil. Bazen sevgilinin gözleri birden İstanbul<br />
oluyor, bazen de destan şehir diye övüyorsunuz. Sizin<br />
gözünüzde İstanbul’un yerini nasıl değerlendirebiliriz?<br />
Yavuz Bülent BAKİLER: Şimdi Atatürk’ün bir sözü var.<br />
Atatürk diyor ki: “İstanbul bizim tarihimizin ve medeniyetimizin<br />
muhassalasıdır” yani özetidir. İstanbul, Edirne’den<br />
sonra uzun asırlar bizim milletimizin başkenti olarak şereflendi.<br />
O bakımdan İstanbul’u bilmek, tanımak bizim<br />
tarihimizi, medeniyetimizi, insanımızı bilmek, tanımak demektir.<br />
Bizim gerçekten pek çok güzelliklerimiz İstanbul’da<br />
vücut buldu. Mimarimizi en güzel bir şekilde İstanbul’da<br />
bulmak mümkün. Türkçemizi en güzel bir şekilde İstanbul<br />
kadınları konuştu. Yaşayışımız, kültürümüz İstanbul’da çiçeklenmeye<br />
başladı. O bakımdan İstanbul, Anadolu’yu da<br />
aydınlatan bir merkez oldu. Ben, her Anadolu delikanlısı<br />
gibi, lisede okuduğum yıllarda, İstanbul’a karşı, okumuş<br />
olduğum kitapların da tesiri altında kalarak çok büyük bir<br />
yakınlık hissettim. Ve İstanbul’a geldiğim zaman, buralardaki<br />
bu ihtişamı, bu güzelliği bütün varlığımla yaşamaya<br />
başladım. Zaman zaman da sizin ifade ettiğiniz gibi, sevgilimin<br />
gözlerinde birdenbire İstanbul’u görmeye başladım.<br />
İstanbul’a olan çok büyük bağlılığım sevgimin bir ifadesidir.<br />
İstanbul, bizim yaşayışımızda, tarihimizde çok müstesna<br />
yere sahip olan bir başşehirdir.<br />
Attila AKTAŞ: Sizin İstanbul’un fethi üzerine yazmış olduğunuz<br />
şiirleriniz Harman’da oldukça geniş yer tutuyor.<br />
Bir söyleşinizde bu şiirleri müstakil bir kitap haline getirmeyi<br />
istediğinizi ifade etmişsiniz. Sizi bu tür şiirler yazmaya<br />
iten sebepler nelerdi? “Destanlar İçinde İstanbul” niçin<br />
kitaplaşmadı?<br />
Yavuz Bülent BAKİLER: Evet, ben 1953 yılında, lisenin<br />
3. sınıfındaydım. O zaman lise 4 sınıftı, 4 yıldı ve<br />
1953, İstanbul Fethi’nin 500. yıl dönümüydü. Dergilerde<br />
İstanbul’un fethiyle ilgili şiirler yayımlanıyordu, makaleler<br />
yayımlanıyordu. Ben de o sanat ve edebiyat dergilerini<br />
okuyordum, dikkatle takip ediyordum. Onların tesiri altında<br />
kalıyordum. Fetih şiirlerini okuduğum zaman, ben<br />
de içimden fetih şiirleri yazmak ihtiyacını hissediyordum.<br />
Babam, bir akşam eve geldiği zaman, masanın üzerine bir<br />
şiir kitabı koydu Bu Gökhan Evliyâoğlu’nun “Konstantiniyye<br />
Kızılelması” isimli kitabıydı. Daha önce ben o şiirleri<br />
“Hareket Mecmuası” nın kapağında okumuştum ve ilk<br />
defa hepsini derli toplu olarak o gece masanın üzerinde<br />
de buldum. O destan kitabını birkaç defa okudum ve ben<br />
de heveslendim fetih şiirleri yazmaya. Bu konuda 15 kadar<br />
fetih şiiri yazdım ben. Bu şiirleri çeşitli toplantılarda okudum.<br />
Bunlar ilgi ile de takip edildi. Sonra günün birinde,<br />
rahmetli Ârif Nihat Asya, bu fetih şiirlerini görmek istedi.<br />
Ârif Nihat Asya ile biz “Yeni İstanbul” gazetesinde birlikte<br />
çalışıyorduk. O, gazetenin yazarlarındandı, ben de gazetenin<br />
meclis muhabiriydim. Bir gün “Şu fetih şiirlerini bana<br />
getir.” dedi. Aldım, götürdüm. Okumuş, dikkatle okumuş.<br />
Sonra geldi birkaç gün sonra aldığı notları ortaya koydu ve<br />
bir açıklamada bulundu. Gazetenin yararlarından, değerli<br />
Ortanca 18<br />
kalemlerimizden, o da rahmete kavuştu, Galip Erdem de<br />
o toplantıda vardı. Dedi ki “Galip, ben bu Yavuz Bülent’in<br />
fetih şiirlerinde en çok Fatih Sultan Mehmet’le ilgili şiirini<br />
beğendim. Mükemmel bir şekilde fetih ruhunu ortaya<br />
koymuş” dedi. Ben tabi Ârif Nihat Asya’nın bu iltifatından<br />
son derece memnun oldum. Şiiri okumamı istedi, okudum.<br />
O şiiri kitabımda görmüşsünüzdür. Ama ben şimdi<br />
size hatırlatmak babında söylüyorum; o şiir şöyle:<br />
Padişah olduğu belli yerle gök arasında<br />
Boyu posu dal gibi<br />
Bir oturuşu var tepelerde mağrur, korkusuz<br />
Kara bir kartal gibi<br />
Zaferini Hz. Peygamber müjdelemiş<br />
Edirne’den 40 bin yiğitle çıkıp gelmiş<br />
Bıyıkları daha yeni terlemiş<br />
Bakışı masal gibi<br />
Gözlerini yumsa bir an<br />
Bir sigara yoksa sana karşısında duman duman<br />
Birkaç yudum kahve içse fincanında ayan beyan<br />
Bizansı görür fal gibi.<br />
Ben bu kıtayı okuduğum zaman Ârif Nihat Asya dedi ki:<br />
“Mükemmel, mükemmel, mükemmel. Fetih ruhu ancak<br />
bu kadar anlatılabilir” dedi. Ben tabi onun bu açıklamasından<br />
son derece memnun oldum. “Teşekkür ederim hocam”<br />
dedim. “Ama çok büyük bir yanlış var Yavuz Bülent”<br />
dedi. “Sen burada Fatih’e sigara içirmişsin, kahve içirmişsin”<br />
dedi. Cahil olduğum için ”Hocam ama ben de sigara<br />
kullanmıyorum, kahve içmiyorum, fakat zaman zaman bir<br />
sigara tüttürdüğüm oluyor” dedim. “Ama Fatih hiç sigara<br />
tüttürmedi” dedi. Ben birkaç örnek verdim. Yani “hocam”<br />
dedim. “Fatih Sultan Mehmet Topkapı Sarayı’nın bir bahçesine<br />
oturup denize baktığı zaman bir sigara yakmadı<br />
mı?” “Yakmadı!” dedi. “Bir yabancı devletin büyükelçisi<br />
Fatih’e geldiği zaman ona bir yemek verildiğinde ve ona<br />
bir kahve sunulduğunda, Fatih Sultan Mehmet’e de bir<br />
kahve gelmedi mi?” dedim. “Gelmedi!” dedi. “Ne biliyorsunuz<br />
hocam bu kadar kesin bir şekilde konuşuyorsunuz”<br />
dedim. “Oğlum, kahve ve sigara İstanbul’un fethinden 100<br />
yıl sonra bize geldi” dedi. “Fatih Sultan Mehmet, bırak sigara<br />
içmeyi, bırak kahve içmeyi, sigaranın ve kahvenin adını<br />
bile duymamıştı. Sen nasıl Fatih’e sigara içirirsin, kahve<br />
içirirsin? Bu kadar yanlışlık olur mu? Bu kadar saçma<br />
sapan ifadeler olur mu? Çıkar o mısraları şiirinden.”. Çok<br />
şaşırdım. Galip Erdem dedi ki “Hocam bu destan yazıyor,<br />
bu tarih yazmıyor ki” dedi. “Galip” dedi. “Doğru dürüst<br />
konuş, destan yazıyorsa gerçeklere uygun yazsın.” dedi.<br />
“Yarın öyle hücumlarla karşı karşıya kalır ki, çocuğu dışarıya<br />
çıkarmazlar.”.<br />
Bu konuşma esnasında sigarayı çıkardım şiirden Dedim<br />
ki: “Hocam sigarayı çıkardım şiirden.” “Nasıl oldu oku<br />
bakayım” dedi. Okudum:<br />
Gözlerini yumsa bir an<br />
Çizgi çizgi, duman duman
Birkaç yudum kahve içse fincanında ayan beyan<br />
Bizans’ı görür fal gibi.<br />
“Güzel, kuvvetinden de bir şey kaybetmedi. Kahveyi<br />
de çıkaracaksın” dedi. Sonra şiir üzerinde çok durdum ve<br />
onu şu hale çevirdim:<br />
Gözlerini yumsa bir an<br />
Çizgi çizgi, duman duman<br />
Birkaç yudum su içse tasından ayan beyan<br />
Bizans’ı görür fal gibi.<br />
Bizim kültürümüzde falcılar umumiyetle suya bakmıyorlar<br />
mı? Bundan sonra bir de ayrıca bu şiirlerimde yeniçerileri<br />
ata bindirmiştim.<br />
Sivaslı Recep, Bursalı Ömer, Manisalı Fahreddin:<br />
Üç kısrak üstünde üç yeniçeri<br />
Dörtnala at sürerler Bizans üstüne<br />
Kılıç tutar, kalkan tutar, mızrak tutar elleri<br />
Büyük bir yanlış! “Sen burada yeniçerileri nasıl ata<br />
bindirirsin” dedi. “Neden binmesin?” dedim. “Yeniçeri<br />
ata binmez, yeniçeri yerde çarpışır” dedi. “Sipahi ata biner<br />
indir o yeniçerileri attan” dedi. Şiirin ayağı da yeniçeriler,<br />
iri, biri, diri, yeri, geri diye gidiyor. Baktım ki hoca<br />
tenkitlerinde haklı. Ben de meseleyi tam bilmediğim için<br />
bir takım yanlışlıklar yapmışım. O bakımdan fetih şiirleri<br />
yazmaktan korktum. Yeni baştan İstanbul’un fethi ile ilgili<br />
kitaplar aldım. Hâlâ evimde, kütüphanenin bir köşesinde<br />
15 kadar fetihle ve Fatih’le ilgili kitap vardır. İşte onları<br />
okuyup, yeni baştan, tamamen tarihî kaynaklara dayanan<br />
şiirler yazmaya karar verdim. Ârif Hoca’nın o haklı ve sert<br />
tenkitlerinden korktuğum için fetih şiirleri yazmaktan vazgeçtim.<br />
Yoksa önüme geçmeseydi, beni ikaz etmeseydi<br />
belki de bir takım başka yanlışlarım olacaktı ve “Destanlar<br />
İçinde İstanbul” adlı şiir kitabım çıkacaktı. Ama hocamın<br />
bu tenkitlerini doğru bulduğum için ve korktuğum için fetih<br />
şiirleri yazmaktan vazgeçtim. Bakalım, ileride gerçekten<br />
bu kitapları yeni baştan okuyup fetih şiirleri yazmam<br />
mümkün olacak mı, olmayacak mı? Ama fetih şiirleriyle<br />
ilgili böyle bir maceram oldu benim.<br />
Attila AKTAŞ: Türk dünyasının varlığının bile Türkiye’de<br />
henüz tam olarak bilinmediği yıllarda oralarla ilgili yazılar,<br />
şiirler yazdınız, şartlar olgunlaştığında ise televizyon<br />
programları hazırladınız. Böylece hem büyük bir kültür<br />
hizmetinde bulundunuz, hem de şiiriniz bütün Türk dünyasını<br />
içine alan Türk-İslâm şiiri olma yolunda genişledi.<br />
“Unuttuğumuz İnsanlar” adlı şiirde de bizleri uyarıyordunuz.<br />
Sizin bu konuda yaptıklarınızın amacına ulaştığını düşünüyor<br />
musunuz?<br />
Yavuz Bülent BAKİLER: Hayır, amacına ulaşmamıştır<br />
ama bu konuda bizim Türk aydınının, şairimizin, yazarımızın,<br />
romancımızın, tiyatrocumuzun, film sanatkârlarımızın<br />
daha doğru, daha ciddi bir gayret içerisinde olmaları gerekir.<br />
Ben 1950 yılında Sivas’ta Sivas milletvekillerinden,<br />
daha sonra Sivas senatörlerinden Rıfat Özten’i dinledim<br />
ve onun bir açıklamasından sonra Turancı oldum. Turancı<br />
olmak demek dünyadaki bütün Türklerin bir bayrak al-<br />
19<br />
tında, hür ve müstakil yaşamasını istemek demektir. Benim<br />
Turan düşünceleri içerisinde savrulduğum yıllarda,<br />
yani 1950 yılından 1991 yılına, rejimin çöktüğü yıla kadar<br />
Türkiye dışındaki Türklerle ilgilenmek bir nevi büyük suç<br />
idi, macera idi, yanlış bir davranıştı, ırkçılıktı ve Turancılıktı.<br />
Ben ilk defa 1980 yılında Türkistan’a gittim, müsteşar<br />
yardımcısı olarak gittim. Döndükten sonra “Türkistan<br />
Türkistan” isimli kitabımı yazdım. Ondan önce “Üsküp’ten<br />
Kosova’ya” isimli kitabımda Rumeli Türklüğü’nü ortaya<br />
koydum. 1991 yılına kadar Sovyet İmparatorluğu çökmeden<br />
önce Türkiye dışındaki Türklerle ilgilenmek macera<br />
olarak kabul ediliyordu. Irkçılık, Turancılık olarak gösteriliyordu.<br />
Ben gittim o toprakları gördüm ve Türk Dünyası<br />
ile ilgili 66 programı devlet televizyonundan hazırladım,<br />
sundum; 35 programı da Samanyolu Televizyonu’ndan hazırladım<br />
ve sundum. Sanıyorum ki bu konuda rekor benim<br />
elimdedir. Şimdi ben kendi kanaatimi çok samimi olarak<br />
ifade ediyorum. Türk Dünyası ile ilgilenmemek, kelimenin<br />
gerçek manasında gaflettir, dalalettir ve ihanettir. Eğer<br />
Türkiye, kalkınmak ve çağdaş medeniyet seviyesine yükselmek<br />
istiyorsa Batı dünyasından dirsek temasını katiyen<br />
koparmamak kaydıyla -çünkü biz ilmi, tekniği, Batı’da<br />
almak mecburiyetindeyiz- bütün Türk dünyasıyla siyasî,<br />
iktisadî, kültür münasebetleri içerisinde bulunması gerekir.<br />
Gerçi, buna bir takım büyük devletler karşı çıkmaktadırlar.<br />
Başta Rusya, Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya,<br />
Yunanistan, İran olmak üzere buna şiddetle karşı çıkmaktadırlar.<br />
Ama bizim devletimizin de vazifesi, aydınımızın<br />
da vazifesi, her ne şart altında olursa olsun, onlarla siyasî,<br />
iktisadî, kültür münasebetlerini geliştirebilmektir. Türkiye,<br />
böyle bir yola girdiği takdirde 10 yıl gibi bir süre içerisinde<br />
dünyanın en güçlü devletlerinden birisi haline gelebilir.<br />
Şimdi bir Fransız yazarı var, Balzac, diyor ki: “Millet,<br />
edebiyatı olan topluluktur”. Bizim edebiyatımızın kökleri<br />
Türkistan’dadır. Bizim dinî yaşayışımızın kökleri oradadır.<br />
Geleneklerimizin, göreneklerimizin kökü oradadır. Halk<br />
oyunlarımızın, türkülerimizin kökü oradadır. Dolayısıyla<br />
Türkistan’ı bilmek tanımak, kendimizi bilmek tanımak<br />
manasına gelir. Ben birtakım kimselerin böyle yaygara<br />
koparmalarını, onların Moskova Yeniçerisi olmalarından<br />
biliyorum. Yani Moskova’nın tayin ettiği bir takım insanlar,<br />
kendi kültür değerleriyle yetiştirdiği kimseler, Türk dünyasının<br />
birleşmesini istemiyorlar. Bizim vazifemiz de, bu<br />
kabil ihanetlerin önüne geçmektir. Ben “Türkistan Türkistan“,<br />
“Üsküp’ten Kosova’ya” kitaplarımda ve son yazdığım<br />
“Azerbaycan Yüreğimde Bir Şahdamarıdır” isimli kitabımda<br />
Türk dünyası arasında bu kültür birliğini kendi çağımda<br />
sağlamaya çalışan bir kimseyim. Bu münasebetle bana,<br />
Azerbaycan’da “Dünya Türklüğü’ne Hizmet Ödülü” verildi.<br />
Türkiye’de Başbakanlık TİKA, bana Dünya Türklüğüne<br />
Hizmet Ödülü verdi. Başka bazı kurumlardan da benzer<br />
ödüller aldım. Kısmet olursa ben İran Türklüğü’nü, Kırım<br />
Türklüğü’nü ve Türkistan’da Türkmenistan Türklüğü’nü<br />
yazmak düşüncesindeyim. Allah bana ömür verirse, bü-<br />
Ortanca
tün Türk dünyasını bir seyahat edebiyatıyla ortaya koymaya<br />
çalışacağım. Bu Türkiye’nin bugünü ve yarını açısından<br />
son derece mühimdir. Kendimizi bilmek bakımından,<br />
doğrulmak bakımından son derece önemli bir düşüncedir.<br />
Gençlerimizin bu konularda daha hassas davranmalarını<br />
temenni ediyorum.<br />
Attila AKTAŞ: Ölüm, Allah, hatta yer yer tasavvufî içerikli<br />
şiirler yazdınız. Sizin bu manevî yöneliminizdeki etkiler<br />
nelerdir? Ölüme karşı özgün bir tutumunuz var, ölülerin<br />
mutlu olduğunu anlattığınız şiirleriniz var. Bunu da<br />
açıklar mısınız?<br />
Yavuz Bülent BAKİLER: Şimdi ben son derece mütedeyyin<br />
bir ailede büyüdüm. Benim annem beş vakit<br />
namazında, niyazında bir insandı. Ben de dinî, İslamî ve<br />
millî duygular içerisinde büyüdüm. İslâm’da ölüm bir son<br />
bulmak, bitmek, tükenmek, yok olmak değildir. Ölüm,<br />
yeni bir dünyaya adım atmaktır. Bunu Mevlânâ da kendi<br />
eserlerinde çok doğru ve güzel bir şekilde ortaya koyuyor.<br />
İslâm tasavvufunda da bu vardır. O bakımdan bir takım<br />
kimseler, benim şiirlerimle ilgili tahlil yaptıkları zaman<br />
demişlerdir ki: “Yavuz Bülent’in şiirlerinde ölüm duygusu<br />
bir kadife kumaşı içerisindedir.” Bizim Marksist şairlerimiz<br />
ölümü tamamen yok olmak, bitmek, tükenmek<br />
şeklinde düşündükleri için ölümden çok korkmaktadırlar.<br />
Ben ölümden katiyen korkan bir insan değilim. Benim için<br />
ölüm ve hayat kapının eşiğinden öteki tarafına geçmek<br />
gibidir. O bakımdan ben ölümü, İslâm nasıl düşünüyorsa,<br />
dinî duygular bize ölüm hakkında, ahiret hakkında nasıl<br />
telkinde bulunmuşlarsa onu ortaya koymaya çalışıyorum.<br />
Attila AKTAŞ: Sizi hep Hisar topluluğunun bir temsilcisi<br />
olarak, Hisarcı bir şair olarak tanıdık. Hisar’ın kültür<br />
ve edebiyat dünyamıza katkılarını nasıl değerlendiriyorsunuz?<br />
Hisarcılara mensup olmanız münasebetiyle geleneği<br />
nasıl yorumluyorsunuz?<br />
Yavuz Bülent BAKİLER: Hisar, edebiyatımızda millî<br />
çizgiyi takip eden bir sanat ve edebiyat dergisidir. O bakımdan<br />
Hisar’da, mesela dil, son derece mühim bir konu<br />
olarak ele alınıyordu ve dil yaşayan, canlı bir varlık olarak<br />
düşünülüyordu. Biz büyük imparatorluklar kuran milletiz.<br />
Bizim dilimiz kabile dili değildir. Beraber yaşamış olduğumuz<br />
milletlerin dilinden, dilimize geçen kelimeler vardır.<br />
Bizim dilimizden, yabancı milletlerin dillerine geçen<br />
kelimeler olmuştur. O bakımdan, Hisar topluluğu evvel-i<br />
emirde millî bir hassasiyet içerisindedir. Dilde tasfiyeli<br />
bir zihniyetle hareket etmemiştir, bir ikincisi, Hisar dergisi<br />
tam bir tarih şuuru içerisinde meselelere bakmıştır.<br />
Bizim aşağı yukarı 3500-4000 yıllık bir tarihimiz vardır ve<br />
dünyada büyük imparatorluklar kuran bir milletiz. Tarihçi<br />
Yılmaz Öztuna’nın ifadesiyle Osmanlı İmparatorluğu bu<br />
kurmuş olduğumuz 117 devletin içerisinde en önde olanlardan<br />
birisidir ve Osmanlı İmparatorluğu 14. Yüzyıldan<br />
18. Yüzyıla kadar, dünya üzerinde tam 322 yıl lider devlet<br />
olarak yaşamıştır. Böyle dünya üzerinde 322 yıl lider olarak<br />
yaşayan ve 1595 yılında 3. Murat devrinde 23 milyon<br />
Ortanca 20<br />
km2 üzerinde son derece medeni ve adil bir devlet kuran<br />
soyumuzdan bizim kopmamız, bizim soyumuza menfî bir<br />
nazarla bakmamız mümkün olamaz. O bakımdan Hisar<br />
şairleri ve yazarları bir tarih şuurunda hareket etmişlerdir.<br />
Dil şuuru yanında tarih şuuruyla hareket etmişlerdir. Bizim<br />
İslamiyet’ten önce yaşamış olduğumuz, benimsemiş<br />
olduğumuz, gerçi o zamanki inanış Şamanizm’dir ama 950<br />
yılından itibaren milletimiz İslamiyet’e teveccüh etmiştir,<br />
dönmüştür ve İslam’la milletimiz daha şereflenmiş, daha<br />
güçlenmiş, daha yaygın, daha medeni bir topluluk haline<br />
gelmiştir. O bakımdan Hisar yazarlarının İslam’a karşı bakışları<br />
da son derece müspettir. Yani dinî bir gerilik meselesi<br />
olarak katiyen düşünülmemiştir. Laikliği bir din düşmanlığı<br />
veya İslâm’a karşı hasmâne duygular şeklinde ele<br />
almamışlardır. Lâikliği din ve vicdan hürriyeti şeklinde düşünmektedir.<br />
İnanmayanlara karşı kaba saba davranmaktan<br />
uzak kalmışlardır, inananlara karşı da son derece saygılı<br />
hareket etmişlerdir. Yani Hisar grubu bizi millet haline<br />
getiren bütün maddî ve manevî değerlere bağlı kalmışlar<br />
ve yazılarını, şiirlerini o çerçeve içerisinde ortaya koymuşlardır.<br />
Ben yaşamış olduğum çevre bakımından, böyle bir<br />
muhitten çıktım, geldim. Hisar’ın görüşü, benim annemin,<br />
babamın yaşayışına, inanışına katiyyen ters değildi.<br />
Şiirlerimde de bu vardır. Nesirlerimde de bu vardır. Hisar<br />
bugün kapanan bir dergidir ama ben yine Hisar’ın vakt-ü<br />
zamanında benimsemiş olduğu düşüncelerle yaşayan ve<br />
hareket eden bir kimseyim. Benim yazılarımda, şiirlerimde<br />
dine karşı, Türk topluluğuna karşı, geleneklerimize ve<br />
göreneklerimize karşı menfî bir görüş tespit etmek mümkün<br />
değildir.<br />
Attila AKTAŞ: Küçük yaşlardayken televizyonda sizin<br />
o kısacık bölümler halinde hazırladığınız “Sözün Doğrusu”<br />
adlı programı izlerdik. Daha sonra bu programların metinlerini<br />
kitaplaştırarak yayımladınız. Dilimiz hakkındaki<br />
hassasiyetinizi nasıl ifade ediyorsunuz? Dilimiz “Kaşgarlı<br />
Mahmud’un güzel kâmusu” dediğiniz üzere toplumumuz<br />
için birleştirici bir unsur olarak görülebilir mi?<br />
Yavuz Bülent BAKİLER: Doğru, tabi. Şimdi içerisinde<br />
bulunmuş olduğumuz bu bina taşla, çimentoyla, kireçle,<br />
kumla, demirle, ahşapla beraber yapılmış. Bunlar, bu binayı<br />
meydana getirmişler. Bunlardan birisi olmadığı zaman,<br />
bu bina en basit bir sarsıntıda çökmeye başlar, çöker. Milletleri<br />
de milletlerin kültür değerleri meydana getirir. Bu<br />
kültür değerlerinin başında dil ve din geliyor. Milletlerin<br />
yaşayışında dil ve din çok mühimdir. Bana sorarsanız, bu<br />
iki önemli kültür kaynağından hangisi daha önemlidir diye<br />
sorarsanız, size hiç tereddüt etmeden derim ki; milletlerin<br />
yaşayışında dil, dinden de önde gelmektedir. Neden? Çünkü<br />
sevgili Peygamberimizin ifadesi ile din bir nasihattir.<br />
O’na sormuşlar “Din nedir ya Resulullah?” demişler, “Din<br />
nasihattir” demiş. Doğru, biz bu nasihati neyle yaparız?<br />
Biz bu nasihati ancak zengin bir dille ortaya koyabiliriz.<br />
Bu bakımdan dil olmadan, dinin inceliklerini, güzelliklerini<br />
ortaya koymak mümkün değildir. Benim, televizyonda
dinlemiş olduğunuz o 5 dakikalık programlarda, mümkün<br />
olduğu kadar Türkçenin inceliklerini, güzelliklerini, önemini<br />
ben ortaya koymaya çalıştım. Gerçi bu konuda benden<br />
çok daha yetkili, çok daha salâhiyetli olan kimselerin adım<br />
atması icap ederdi. Ama onlar o güne kadar çok büyük<br />
bir rahatlık içerisinde oldukları için ben ortaya çıkmak<br />
mecburiyetinde kaldım. İfade ettiğiniz gibi, bu televizyon<br />
konuşmalarını daha sonra iki cilt halinde bir araya getirdim.<br />
Bunların bir takım müspet yankıları oldu. Mesela,<br />
başka televizyonlarda ve radyolarda dil üzerine programlar<br />
yapıldı. Bazı gazetelerde ve dergilerde dil üzerine programlar<br />
yapıldı. Fakat bunların kâfi olduğunu söylemek<br />
mümkün değil. Çünkü bugün Türkiye’de Türkçe, tam bir<br />
kuşatma altındadır ve Türkiye adeta bir sömürge devleti<br />
gibi davranmaktadır. İşte sokaklara çıktığınız zaman caddelerimizde,<br />
hemen hemen her adım başında yabancı<br />
isimlerle açılan iş yerlerini görmektesiniz. Bu çok tehlikeli<br />
ve çok kötü bir gidiştir. Devletin buna süratle mani olması<br />
icap eder. Türkiye’de işyerleri mutlaka Türkçe kelimelerle<br />
açılmalıdır. Bunu halletmek dünyanın en kolay işlerinden<br />
birisidir. Bir kanun çıkarılır, Türkiye’de yabancı kelimelerle<br />
işyeri açılamaz, diye, mesele kökünden halledilir. Fakat<br />
böyle bir kanun olmadığı için ve bizim insanımız da yaşayış<br />
bakımından Batı dünyası karşısında bir aşağılık duygusu<br />
içinde bulunduğu için, bu eksiklik devam edip gidiyor.<br />
Bunun mutlaka önüne geçmek lazım.<br />
Bir de sözlerimin başında söyledim, büyük imparatorluk<br />
kuran bir milletiz. Türk milleti dünden bugüne 117<br />
devlet kurmuştur. Bu 117 devletin 16’sı çok büyük imparatorluklardır,<br />
17’si hanlıklardır, 10’u cumhuriyetlerdir,<br />
38’i beyliklerdir, 32’si devletlerdir. Hepsi 117 ediyor. 117<br />
devlet kuran bir milletiz. Şimdi bu 117 devletin dününü<br />
ve bugününü çok zengin bir dille ortaya koyabiliriz. Dünyanın<br />
her tarafında insanlar, kelimelerle düşünmekte ve<br />
kelimelerle konuşmaktadır. Kelime olmadan bir insanın<br />
düşünmesi ve konuşması mümkün değildir. Batı dünyası<br />
kelimenin, yani dilin, hem insan hayatında, hem millet<br />
hayatında çok büyük bir öneme sahip olduğunu bildiği<br />
için ilk eğitimden geçirdiği çocukları bile tam bir lider seviyesi<br />
içinde yetiştirmeye çalışmaktadır. Bunu neyle yapmaktadır?<br />
Bunu, çocukları çok zengin bir dil dünyasından<br />
geçirerek yapmalıdır. Ben, konuyu daha açmak için size<br />
söylüyorum. Mesela Batı dünyasında 8 yıllık eğitimden<br />
geçen çocukların ders kitaplarında 71000 kelime vardır.<br />
Bu rakam Japonya’da 44000’dir, İtalya’da 32000’dir, bu<br />
rakam Atatürk’ün ifadesiyle çağdaş medeniyet seviyesine<br />
yükselme mecburiyetinde olan Türkiye’de 6-7000 civarındadır.<br />
Şimdi 71000 kelimeyle okuyan, düşünen, konuşan,<br />
yazan nesillerle, 6-7000 kelimeyle okuyan, yazan,<br />
düşünen katiyyen bir olmazlar. İnsanlar arz ettiğim gibi<br />
kelimelerle düşünmekte ve kelimelerle konuşmaktadırlar.<br />
Biz niye batının gerisindeyiz? Neden? Yani dünya yaratıldığı<br />
zaman Cenabı-ı Hak batıdaki kimselerin kafasına 5 kg<br />
ağırlığında beyin koymuştur da, bize geldiğinde bu benim<br />
21<br />
cep telefonum büyüklüğünde bir et parçasını mı başımıza<br />
atmıştır? Yok öyle bir şey. Batıdaki insanların beyin ağırlığı<br />
ne kadarsa, bizim beyin ağırlığımız da o kadar. Ama<br />
bizim onlardan ayrılan en farklı tarafımız, bizim dil zenginliği<br />
konusunda onların seviyesinde olmamamızdır. Dil<br />
zengin olmadıktan sonra, tefekkür olmaz, edebiyat olmaz.<br />
Dil zengin olmadıktan sonra, insanlık kolay kolay karanlıklardan<br />
sıyrılamaz. Şimdi Türkiye’de çok basit sebepler<br />
yüzünden cinayet işleniyor. Neden? Cahil adam çok rahat<br />
cinayet işler. Bir tutam ot için bizim insanımız cinayet işler.<br />
Yani 25 kuruş için cinayet işler. 18 sene hapishanelerde<br />
çürür. Bizim insanımız, yüzüme neden öyle baktın şeklindeki<br />
tartışmadan sonra çeker bıçağını adam öldürür. 18<br />
sene cezaevlerinde çürür, perişan olur. Bütün bunların temelinde<br />
cehalet var.<br />
Şiir eğer bu kelime mimarîsi ise, edebiyat kelimelerle<br />
ortaya konuluyorsa, dile sahip çıkmak, dili sevdirmek, dili<br />
zenginleştirmek gerekir. Ben o televizyon programlarıyla<br />
bu konuda bir küçük kibrit yakmak istedim. Ne dereceye<br />
kadar başarılı olduğumu bilmiyorum ama müspet neticeler<br />
aldığımı düşünüyorum.<br />
Attila AKTAŞ: Sizin bir Turan şiiriniz olan “Büyük<br />
Destan”da Türk-İslâm sentezi düşüncesinin belirgin izlerini<br />
bulmak mümkün. Bu konudaki görüşlerinizi açıklar<br />
mısınız?<br />
Yavuz Bülent BAKİLER: Şimdi, Cenabı-ı Hak bizi, birbirimizi<br />
tanıyalım diye ayrı kavimler halinde yaratmış. Allah<br />
bizi böyle yaratmış. Allah bizi başka ırkta da yarabilirdi ama<br />
biz Türk olarak yaratılmışız. Ben Türk olarak yaratılmamın<br />
huzurunu ve gururunu duyuyorum. Etimle, kemiğimle,<br />
kanımla ben Türk’üm ama ben inancımla ve imanımla<br />
Müslüman’ım. Katiyen İslâm inancından kıl kadar uzakta<br />
değilim. Katiyen Türklük gururundan ve şuurundan uzak<br />
değilim. O bakımdan benim için milliyetçilik, benim için<br />
Turancılık sadece bu iki kaynaktan birisine sahip olmaktan<br />
ibaret değil. Hem Türk’e bağlı kalmak, hem İslâm’a bağlı<br />
kalmak. Bazı kimseler Türklüğü bir tarafa iterek “Elhamdülillah<br />
Müslümanız” diyorlar. Eğer biz İslâm’a hizmet<br />
etmek istiyorsak kayıtsız ve şartsız Türk’e sahip çıkmak<br />
mecburiyetindeyiz. Çünkü İslâm en çok Türk milletinin ellerinde,<br />
omuzlarında yükselmiştir ve yayılmıştır. Eğer biz<br />
Türk’e hizmet etmek istiyorsak, o zaman İslâm’ın inceliklerini<br />
ve güzelliklerini benimsemek mecburiyetindeyiz. O<br />
bakımdan bu iki kaynaktan birisinden uzak kalmak bana<br />
göre gafletlerin en büyüğü olur. Ben, yazılarımda ve şiirlerimde,<br />
sizin de tespit ettiğiniz gibi, hem Türklüğümle hem<br />
de Müslümanlığımla iftihar ederim ve bizim milletimizin<br />
geleceğini bu iki kaynağa bağlayan bir düşünce içerisinde<br />
bulunuyorum.<br />
Attila AKTAŞ: Son olarak önümüzdeki hafta 75. yaş<br />
gününüzü kutlayacaksınız. Kültür, sanat ve edebiyat dünyamıza<br />
56 yıldır durmaksızın emek veriyorsunuz. Şimdiye<br />
kadar yaptıklarınızı göz önünde tuttuğunuzda sanatta<br />
amaçladığınız noktaya eriştiğinizi düşünüyor musunuz?<br />
Ortanca
Şu an yayımlanmak üzere hazırladığınız başka eserleriniz<br />
var mı?<br />
Yavuz Bülent BAKİLER: Düşündüklerimi ortaya koyduğumu<br />
söyleyemem. Esas bundan sonra yazacağım kitaplarla<br />
kendi mefkûremi daha iyi bir şekilde ortaya koyacağıma<br />
inanıyorum. Benim bugüne kadar aşağı yukarı 20<br />
kitabım yayımlandı. Bunlardan 4’ü şiir kitabından ibarettir.<br />
96 bin veya 97 bin civarında tiraja ulaştı bu şiir kitaplarım.<br />
Nesir kitaplarımla birlikte şiir kitaplarımı dikkate alırsanız,<br />
Türkiye’de tiraj sayısı yaklaşık olarak 1 milyona ulaşmış<br />
vaziyettedir. Ama ben gençlik yıllarımda zamanımı arzu<br />
ettiğim derecede değerlendirmediğim için, şimdi bunun<br />
üzüntüsünü duyuyorum. Elimde basılmakta olan bir takım<br />
yeni kitaplarım var. Mesela 1944 yılında Türkiye’de<br />
ırkçılık ve Turancılık davasının savunmaları elimde bulunuyor.<br />
Size gelmeden önce yukarıda o kitabın, savunmaların<br />
tashihiyle ve sayfaların düzenlenmesiyle meşguldüm.<br />
Sanıyorum ki Sivas’a geldiğim zaman ya kitap tamamen<br />
basılmış bitmiş olacaktır veya bir hafta içerisinde yani bu<br />
ayın sonuna kadar mutlaka tamamlanmış olacaktır. Şimdi<br />
ben Türk dünyasında görmüş olduğum güzellikleri yazmak<br />
düşüncesindeyim. İran Türklüğünü yazmak istiyorum, Kırım<br />
Türklüğünü yazmak istiyorum. Türkistan Türklüğünü<br />
yazmak istiyorum. Bunların yanında hemen hemen bütün<br />
Avrupa ülkelerini gördüm. Avrupa’da görmediğim ülke kalmadı.<br />
Avrupa’nın dışında İngiltere’ye, Amerika’ya gittim.<br />
Çin’e gittim. Afrika ülkelerinde bulundum, Arap topraklarında<br />
bulundum. Buralarda gördüklerimi de “Leyleğin Kanadında”<br />
ismi altında yazmak düşüncesindeydim ve bunların<br />
yanında esas yazmayı düşündüğüm, büyük bir şevkle<br />
yazmayı düşündüğüm bir başka kitap daha var. O kitabın<br />
ismi “Türk’ün Türk’e Düşmanlığı” olacak. O kitapta Türkiye’deki<br />
Alevi-Sünni düşmanlığını ortaya koymaya çalışacağım.<br />
Türkiye’de bizim Sünni camia Aleviler’e düşmanlık<br />
duyuyor, Alevi camia da bize düşmanlık duyuyor. Bunun<br />
temelinde korkunç bir cehalet vardır. Ben 30 yıldan beri bu<br />
cereyanların içerisindeyim, bu çalışmaların içerisindeyim.<br />
Benim samimi kanaatime göre, Aleviler soy bakımından<br />
Türkmen boylarından geliyor, Türk’türler, din bakımından<br />
da Müslüman’dırlar. Alevilik İslamiyet’in içerisindeki siyasi<br />
bir gelişmedir. Fakat cehalet yüzünden Türkiye’de öyle<br />
bir noktada bulunuyoruz ki, mesela ben konuşmalarımda<br />
ve yazılarımda Aleviler soy bakımından Türk, din bakımından<br />
Müslüman’dır dediğim için, İstanbul’da yayınlanan bir<br />
kocaman Alevi dergisi sayfalarında boydan boya bir manşet<br />
attı. O manşette aynen: “Alevi düşmanı Yavuz Bülent<br />
Bâkiler’e bütün Alevi aydınlarını cevap vermeye devam<br />
ediyoruz” yazıyordu. Niçin? Ben Aleviler soy bakımından<br />
Türk, din bakımından Müslümanlar dediğim için. Ben desem<br />
ki “Aleviler Türk değil, Müslüman değil” bu lafa başka<br />
bir Alevi grup bu konuda rahatsızlık duyacak ve bana antipati<br />
duymaya çalışacak. Bunların temelinde korkunç bir<br />
cehalet var. Bu cehaleti gidermeden Türkiye’de biz birliği<br />
ve beraberliği sağlayamayız, mümkün değil. Bu konuda<br />
Ortanca 22<br />
ben 50 yıldan beri tespitlerimi “Türk’ün Türk’e Düşmanlığı”<br />
ismi altında yazmak istiyorum. Bu benim en önemli<br />
kitaplarımdan birisi olacak.<br />
Bir de bizim edebiyatımızın ve hem meşrutiyet dünyamızın,<br />
Cumhuriyet dünyamızın en büyük âbide şahsiyetlerinden<br />
birisi olan Mehmet Âkif merhumla ilgili bir çalışma<br />
olacak. Bu kitabımı da “Âkif’in Sesi Yobazın Öfkesi” ismi<br />
altında yazmak istiyorum. Çünkü 1986 yılında biz bütün<br />
Türkiye çapında bir Âkif yılı kutlamaya çalıştık. Ben 44 vilayette<br />
Âkif’i anlatmaya gayret ettim. Gitmiş olduğum şehirlerde<br />
gördüm ki bizim aydın bildiğimiz insanlar Âkif’i<br />
katiyen tanımıyor, halkımızın da Âkif’e dair hiçbir bilgisi<br />
yok. Bizim aydın sandığımız insanlar sanıyorlar ki Mehmet<br />
Âkif başındaki fesi çıkarmamak için kaçıp Mısır’a giden bir<br />
adamdır. Bunun gerçekle uzaktan yakından hiçbir ilgisi<br />
yoktur. Çünkü fes İslâm’ın ve Türk’ün bir serpuşu değildir.<br />
Fes bize Avrupa’dan geldi. Fesi Frigyalılar ilk defa buldular,<br />
kullandılar. Frigyalılar putperest bir kavimdir. Tarih<br />
kitaplarında var, ansiklopediler açtığınız zaman göreceksiniz.<br />
Frigya kralı Midas’ın eşekkulaklarına benzer kulağı<br />
olduğu için o kulakları saklamak babında fesi icat etmişler.<br />
Fes, Frigya’dan Roma’ya yayılmış, Roma’dan Fas’a gitmiş.<br />
Orada II. Mahmud devrinde bize gelmiş ve II. Mahmud<br />
fesi kabul ettiği için halk ona “gâvur padişah” diye bir<br />
isim takmış. Fes zorla gelmiş, bizim başımıza geçmiş. II.<br />
Mahmud’un inkılâbından aşağı yukarı 100 yıl kadar sonra<br />
Atatürk, bu defa Kastamonu’da halkı şapkayla selamladığı<br />
için vakt ü zamanında şiddetle fese karşı çıkanlar, bu defa<br />
fese sımsıkı sarılmışlar ve şapkaya itiraz etmişler. Âkif’i<br />
de şimdi bu taassubun, bu cehaletin içerisinde görmeye,<br />
göstermeye çalışıyorlar. Arz ettiğim gibi fesin ne İslâm’la<br />
ne Türklük’le hiçbir ilgisi yoktur. Âkif de Doğu ve Batı dünyasını<br />
çok iyi bilen bir insandır. Çok mükemmel bir mütefekkirdir.<br />
Meselelerimizi çok iyi bilen bir insandır ve Âkif’e<br />
böyle bir yaklaşımda bulunmak beni çok rahatsız ediyor. O<br />
bakımdan onunla ilgili böyle bir kitap çıkarmak ta düşüncelerimin<br />
başında yer alıyor.<br />
Attila AKTAŞ: İnşallah yakın zamanda bu kitaplarınızı<br />
okuma fırsatı bulabiliriz.<br />
Yavuz Bülent BAKİLER: İnşallah.<br />
Attila AKTAŞ: Bu güzel söyleşi için teşekkür ederim<br />
hocam.<br />
Yavuz Bülent BAKİLER: Estağfurullah, ben teşekkür<br />
ederim. İnşallah muvaffak olursunuz.<br />
(Not: Bu söyleşi 12.04.2010 tarihinde saat 14:30-<br />
16:00 arasında Türk Edebiyatı Vakfı binasında yapılmıştır.)
LODOS ÇİÇEĞİ<br />
Aydın ÇEVİK<br />
güzel lodos çiçeğim<br />
tek arzum tek gerçeğim.<br />
gördüm göreli seni açık durur bu kapı<br />
hep büyür hiç küçülmez bende sevdamın çapı.<br />
gel de<br />
ilk yıllarım ol benim<br />
sar üşümesin tenim.<br />
içimde o tanıdık alabora korkusu<br />
ne de olsa insanım vücudumun çoğu su...<br />
tadım, kara mizahım<br />
çoktandır yok izahım.<br />
çek al ıssızlığımdan duvardan duvara çarp<br />
küsüp solsun çiçekler umurumda mı ki harp.<br />
kokun rengin bambaşka<br />
yeminliyim bu aşka.<br />
bir haykırsan adımı düşlerimden kan sızmaz<br />
sisler kesmez yolumu, yıldızlar böyle kızmaz.<br />
şimdiden söyleyeyim,<br />
pek belli etmem ama bil ki ben çok kıskancım<br />
kim gözlerini dikse o anda tutar sancım.<br />
andım olur;<br />
yurt belleyemez seni hiçbir çapkın kelebek<br />
takamaz yakasına bir kart zampara şebek.<br />
ıraksan deliririm<br />
bir bıraksan eririm.<br />
artık essin istemem ne garp ne şark yelini<br />
sana el uzatanın kırarım o elini...<br />
nazlı lodos çiçeğim<br />
ben bu aşka köçeğim.<br />
dört mevsim sığındığım Vivaldi konçertosu<br />
başka nasıl yazılır, aşkın manifestosu.<br />
sen benimsin ben senin<br />
ister Evros kinlensin Nereidler gücensin<br />
ister ölüm fermanım ardımdan mühürlensin.<br />
söyle nerelerdesin<br />
eskiden nilüferler büyüten ela gözler<br />
dalgın dalgın seyreder, her gün yolunu gözler...<br />
zalim geceler boyu,<br />
belki acırsın diye dert yandım dolunaya<br />
ne güzü ne de kışı köreldi saya saya.<br />
23<br />
sen bari şahidim ol<br />
denizinde kendini arayan şaşkın ırmak<br />
bildim öğrendim neymiş sarhoş olup şaşırmak…<br />
ne olur,<br />
izin verme, gölgeler, yürümesin şafağa<br />
erken ölür yunuslar ben gibi varsa ağa<br />
mağrur lodos çiçeğim<br />
yegâne ruh ölçeğim.<br />
deneme sor anneme sabrım kaç karat elmas<br />
reva mı ki bu cefa tek dileğim iltimas.<br />
sevmeden öldürmesen<br />
halime güldürmesen.<br />
gönlüm onca arının dinlendiği bir kovan<br />
dilediğin kadar kal, ömrümü çal yok kovan.<br />
epey oldu vurgunum,<br />
döner dururum şevkle bilinmez ritüeli<br />
kalp ağrısıdır dinmez deli bilsinler deli.<br />
bulut bulut taşındım<br />
için için aşındım.<br />
günsüz geçen geceler bilmem kimin kundağı<br />
uykum bekler sesini, yasak mı ki adağı.<br />
yıllar zalimdir geçer<br />
gönül hakimdir seçer.<br />
küçümseme, hor görme, bu şiir çok toysa<br />
sen de çoğalır elbet, tacını başına koysa.<br />
derin ince bir sızı<br />
duyar mı kalp hırsızı?<br />
hani diyorum biraz biraz olur mu bu yaz<br />
istersen hiç konuşma seni seviyorum yaz!..<br />
Ortanca
İNTİHAR MEKTUPLARI / IV<br />
"Hüznün" ve "Hali…"<br />
Yavuz DOĞAN<br />
Yelkovan hicap duyarken zamanın gülmemesinden<br />
Sevda değil kurşun yağdı cananın gül memesinden…<br />
Vakit tamam durdu takvim gidiyorum güne bakıp<br />
Gidiyorum bir denizden suskun bir ırmağa akıp.<br />
Gidiyorum hükümsüzüm gel geri al mirasını<br />
Gel geri al hayalleri geri al ihtirasını.<br />
Gidiyorum iki gözüm gidiyorum eksilerek<br />
Gidiyorum karanlığın gölgelerini silerek.<br />
Sabahsız bir karanlığa sürgün edildim hoşçakal<br />
Ey yâr! Kilitsiz kapına sürgün edildim hoşçakal.<br />
Belki hüznüm gölgesiyle bir meçhule sürür beni<br />
Belki loş bir meyhanede bir sarhoş öksürür beni.<br />
Sürür hüznüm ardı sıra sürür hüznümü bir nara<br />
Sürür ömrüm yarınını isimsiz bir intihara.<br />
Bakıp baktığın her yerin nuruna bir ömür deyip<br />
Bakıp gördüğüm her şeyin varlığına şükreyleyip,<br />
Gidiyorum işte canan söndür bütün ışıkları<br />
Gidiyorum kuytularda avutarak âşıkları.<br />
Ortanca 24<br />
Gidiyorum gidişimin anlamından çok uzağa<br />
Gidiyorum bir uçurum kenarından bir tuzağa.<br />
Ne çıkar ki kırılmışsa hayallerim bin yerinden<br />
Ne çıkar ki vurulmuşsa hülyalarım en derinden?<br />
Nasıl olsa biri çıkar gidişimi dert sayarak<br />
Biri çıkar anlayacak dönüşümü kutsayarak.<br />
Oysa bilmiyorsun canan nereye kadar bu gidiş<br />
Bilmiyorsun hangi ana isyanımdır bu terk ediş.<br />
Keman hüznü fısıldarken yorgun sevdalar faslında<br />
Bilmiyorsun bilmeyişin mutluluğundur aslında.<br />
Ve ben gidiyorum canan gidiyorum affet beni<br />
Gidiyorum sol cebime miras bırakıp buseni…
KUMAR<br />
Ömer AKAY<br />
Altı mermi diyorum öyleyse varım.<br />
-Ki bir rulet masasında otursam mağrur<br />
ilk bana verilir silah başımda patlar eşya<br />
herkesi vurduktan sonra evime gidiyorum.<br />
içine doğru uzadığını öğreniyorum insanın<br />
ayna ile gözlerimiz ayrı yerlerden kırılmış<br />
kırılır ayna bilirim tüm ne gelirse öyledir<br />
parmaklarla yırtık sayfalara bol gibili bol amalı,<br />
bol sıfatlı az yüklemli şiirler yazacak olsam<br />
bakkal değiştirmez dosyamla veresiye defterini<br />
kadınım barınızda sanat ve sanayii tartışır.<br />
üşüyen sakallarımdan çekiştiriliyorum en çok<br />
masa ne kadar masaysa da kaldırmıyor<br />
kalmıyor üstü harcanıyor ne varsa kalmıyor.<br />
ben artık şarkıcıyı vurmak istiyorum !<br />
Altı mermi diyorum öyleyse varım<br />
gökkuşağı bir kelepçe nasıl eğreti duruyor<br />
o bileklerimden çekiştirildiğim yatıyor köşede<br />
-siyah sekiz hiç bu kadar zalim olmamıştı<br />
size ve kendime sıkıyorum bir çocuk doğup ölüyor<br />
size ve kendime yazıyorum. Yorgun...<br />
bir ölü iki ölü üç ölü dört ölü tanrım katliam<br />
bir mekan kapladı cesetleriniz coğrafyadan üzüldüm<br />
altı mermi sıktım bu hayata, şu cendereden utanarak<br />
ölmediniz.<br />
yanımda, sevgilim vardı<br />
uzanıp yanaklarından öptüğümle kaldım.<br />
25<br />
BİR ÇİNGENE KIZIN TÜRKÜSÜ<br />
Takyedin ÇİFTSÜREN<br />
Her sabah ellerinde hortum<br />
Çiçeklerini suluyorsun umutlarının<br />
Atalarından kalma ürkek gözlerle<br />
bakıyorsun etrafına<br />
Altı asırlık bir ezilmişlik<br />
var dudaklarına asılı kalan.<br />
Ah çingene kızı ah<br />
Adını söyleyeydin de şiir yazaydım adına<br />
Her sabah suladığın<br />
Umutlarını kokluyorsun<br />
Göğsün şişiyor<br />
"ah işte budur yaşamak" diyorsun<br />
Gözlerin ışıyor<br />
Günahsız bir Akdeniz sabahında<br />
Sevinç doluyorsun<br />
Ah çingene kızı ah<br />
Adını söyleyeydin de<br />
Bir türkü yakaydım adına<br />
Her sabah umutlarını suladığın bahçede<br />
Adını soruyorum<br />
Neden deyip kaçıyorsun<br />
Adına şiir yazacağım diyemem ya<br />
Oysa adına şiir yazacağımı duysan<br />
Koşup gelirdin bana<br />
Oynardın eteklerin uçuşurdu<br />
Fır dönerdi etrafında<br />
Renk renk kelebekler<br />
prometheus ateşi çalıp gelirdi<br />
Zeus seni izlerdi<br />
Sen oynardın<br />
Durmadan oynardın<br />
Anarg roaca sarardı dört yanı<br />
Ah çingene kızı ah<br />
Adını söyleyeydin de<br />
Bir müzikal düzenleyeydim adına<br />
Ortanca
YAZIK OLDU<br />
Hüseyin KEKİÇ<br />
yazık oldu bu gençlere<br />
bazıları genç yaşta öldü<br />
bazıları hızla köşeyi döndü<br />
evet evet<br />
yazık oldu bu gençlere de<br />
hangisine<br />
canından çok sevdiği<br />
yurdunun toprağında yatana mı<br />
yurdunun toprağını<br />
dolar için satana mı<br />
SOKAKLAR<br />
Ömür CAN KARA<br />
Kimi sokaklar vardır iğneli<br />
ve kimi bal yapan arılar<br />
zaman gece olunca parlar üç-beş barika<br />
ve o ayaklar !<br />
bembeyaz gönüller,pis ve lekeli bedenlerle;<br />
burası kuru bir ot,bir tutam cigara<br />
Toprak kokan ellerle,küfür kokan ağızlarla<br />
burası av burası avcı...<br />
Ölüm kadar soğuk gök<br />
bu çocuklar aç,açık bu bedenler<br />
Şeytana selam vermeyen ne varsa,toprak bugün<br />
şeytana selam vermeyenler ey!<br />
kutsayın beni !!!<br />
Ortanca 26<br />
YETER<br />
Sabiha SERİN<br />
Felek mi yazdı bu kısır döngüyü,<br />
Yüzüme bu kadar baktığın yeter,<br />
Vuslatı beklerken çakma süngüyü,<br />
Yüreğimi bunca yaktığın yeter.<br />
Sensiz geçen ömrün her günü kara,<br />
Feryadım yayılır dört bir diyara,<br />
Bil ki kapanmadı açtığın yara,<br />
Özleminle yakıp yıktığın yeter.<br />
Susuz kalan çiçek kurudu soldu,<br />
Şu kısacık ömür çileyle doldu,<br />
“Dönerim.” dediğin ne kadar oldu?<br />
Ruhumun bendini sıktığın yeter.<br />
Özlerken yüzünde çatılan kaşı<br />
Anılar çağlatır gözümden yaşı,<br />
Düzledin dağları, un ettin aşı,<br />
Deli çaylar gibi aktığın yeter.<br />
Göğsüne yaslanıp, uyursam eğer,<br />
Koklasam tenini dünyaya değer,<br />
Bir nefes, bir umut cana eşdeğer,<br />
Göğünen gönlümde koktuğun yeter.<br />
Efsane kahrından solacak bir gün,<br />
Kar tanelerinde kalacak bir gün,<br />
Azrail bu canı alacak bir gün,<br />
Ölmeden toprağa soktuğun yeter.
BİR GECE<br />
Ahmet CANBABA<br />
Gök boncuk takıp gittiler inancı pazarlayıp<br />
Yaratanı kullarına ayet ayet sattılar<br />
Şerbete hile kattılar hastayı azarlayıp<br />
Derde çareymiş yattılar üfleyenle bir gece –<br />
İslam deyip de öttüler Arafat’ta tüneyip<br />
Rahmet limanına gelip bir gemide battılar<br />
Sürçülisanla yettiler her türlü haltı yeyip<br />
Derde çareymiş yattılar üfleyenle bir gece<br />
İmanımıza yettiler şimdi kinler bilendi<br />
Kader derde deva diye bilinmeze ittiler<br />
Onlar şov yapan zattılar ağlayandı gülendi<br />
Derde çareymiş yattılar üfleyenle bir gece<br />
Karşı gelene çattılar mabet pazarlarında<br />
Fetva verip tv’lerde radyolarda öttüler<br />
Bilime suçu attılar türbe mezarlarında<br />
Derde çareymiş yattılar üfleyenle bir gece<br />
Çaresizleri üttüler ağaca bez bağlayıp<br />
Dünya nimetidir deyip çeşit çeşit tattılar<br />
Şeytanca işler ettiler, çocuksuzsa ağlayıp<br />
Derde çareymiş yattılar üfleyenle bir gece<br />
27<br />
PRANGA<br />
Yurdanur BİLGİN<br />
Ne Prangaya vuruldum<br />
Ne de zincire<br />
Mahpusum, sevda kafesinde.<br />
Aşkın türküsünü söylüyorum<br />
İnceden ince…<br />
Senin sesinde.<br />
AKŞAM BAHÇELERİ<br />
Recai ÇETİN<br />
Birlikte bir mevsimin hazzıyla coştuğumuz<br />
O güz; bir hatıradır akşam bahçelerinde<br />
Solgun dilek, yorgun emellerle koştuğumuz<br />
O güz; bir hatıradır akşam bahçelerinde…<br />
Tenha yollardaki el ele resimler şimdi<br />
Sonsuz öyküler gibi yaprakların renginde<br />
Sevilmenin en mutlusunu yaşadığımız<br />
O güz; bir hatıradır akşam bahçelerinde…<br />
Gün olur parmaklarımı gezdirsem, duyarım<br />
Saçımın ıslaklığını GÜNEY yağmurunda<br />
Ardında uykusuz geceler bıraktığımız<br />
O güz; bir hatıradır akşam bahçelerinde…<br />
Ne zaman güneş batsa, seneler sonra bile<br />
Ruhumuzdaki o ilk heyecanı birlikte duyarız.<br />
Bizi ak-pak yaşlı, ama mutlu bırakıp giden<br />
O güz; bir hatıradır akşam bahçelerinde…<br />
Ortanca
BEN, İSTİKLAL’İN<br />
GİRİŞİNDEKİ O AN’IT<br />
Ahmet ALIŞ<br />
Ben, İstiklal’in girişindeki<br />
O an’ıt,<br />
Beni bilmeyenlere kendimi<br />
Anlatmayacağım hiç.<br />
Ben, İstiklal’in girişindeki<br />
O an’ıt<br />
Kışın bir kokum var, yazın bir.<br />
Beni her birinin taşıdığı zihinlerin<br />
Kışın başka yazın başka bir<br />
Kokusu var bedende duyu’yorum.<br />
Aşk benim için görmek ve susmak<br />
Her gün çok daha olmak hikâyesi<br />
Doydukça boşluğa, düşen dipsizlik.<br />
Beni bilmeyen...<br />
ZEYTİN yuda siliki’ye...<br />
Ferhat GÜLSÜN<br />
gözyaşımı serptim kundaktaki fidanın ateşine<br />
baharına bozkır vurdular gül dalının<br />
yanık gülüşünü denize yasladı hayfa<br />
hangi ecelin gölgesiyiz kardeşim<br />
kapımızdan kurşun geçiyor ordu ordu<br />
hiç ölüm buyurur mu insan olan yaradana<br />
barışa uyansın mezar taşı<br />
gazze’de anne olsun soframız<br />
kermil’de kerbela<br />
sokağına postal girdi zeytinin<br />
cana ayrılık düştü<br />
seni hangi dilde seveyim yuda<br />
Ortanca 28<br />
KOMŞU KOMŞUNUN...<br />
Dr. Hasan AHMET<br />
Akdeniz’de iki liman.<br />
Türk ve Yunan; olmaz düşman.<br />
Hem Ege’de, hem Trakya’da,<br />
Ortaklara, canım kurban.<br />
Soğuk rüzgâr, Erzurum’da.<br />
Sanki kimin umurunda?<br />
Bu insanlar buluşuyor,<br />
Hem sevinçte, hem tasada.<br />
<strong>2011</strong>’de<br />
Sloganlar atılır, mağdurlar yürür.<br />
Yıllardan beri, böyle sürdürülür.<br />
O açlık grevi, eylemin doruğu.<br />
Bunca düşünür, insanlar sürünür.<br />
Efendilerin var çekici yanı.<br />
Yoksa olur mu o, taraftarları?<br />
Çık sen ortaya, sana bel bağladık.<br />
Umutluyuz hâlâ, insan insanı.<br />
Haram diyemedim<br />
Nerede, fedakâr ruh?<br />
Derede! Yuh olsun, yuh!<br />
Ufuksuz, insan ruhsuz,<br />
Yaşamak, bize mekruh!..
ZAMAN ZAMAN<br />
Vedat FİDANBOY<br />
Büsbütün terkedip çıkma dünyamdan,<br />
Rüzgâr ol, sinemde es zaman zaman…<br />
Ayrılsak da dargın ayrılmayalım<br />
Selam ver, yolumu kes zaman zaman…<br />
Bu aşkın suçunu yükleme bana,<br />
İhanet etmedim hiç hatırana,<br />
Buz tuttu yüreğim sevdadan yana,<br />
Cemre ol kanıma, düş zaman zaman…<br />
Benden ayrı günün geçmesin boşa,<br />
Aşkımızı anlat, dağlara taşa…<br />
Sen de benim gibi bir hazan yaşa,<br />
Çöksün yüreğine sis, zaman zaman…<br />
İmkânsız olsa da bana dönüşün,<br />
Birlikte geçen o günleri düşün,<br />
İçin için ağla, sen benim için,<br />
Donsun gözlerinde yaş, zaman zaman…<br />
Sanatçının bu şiiri, bestekâr Tahir SIRAL tarafından<br />
“Muhayyer Kürdi” makamında bestelenmiş ve T.R.T.<br />
T.S.M. repertuarına 17018 numarayla kayıt altına<br />
alınmıştır. Beste ayrıca, 1998 yılında Akçay, VII. Şairler ve<br />
Bestekârlar Festivali’nde “Beste Dalında” ikincilik ödülüne<br />
layık görülmüştür.<br />
29<br />
SENİ BEN…<br />
Cahide GÖKOĞLU<br />
ay denizin üstünde<br />
en güzel haliyle,<br />
dolunay...<br />
denize yansıyan ışığında<br />
oynaşan yakamoz...<br />
ud’un yanık sesi<br />
kulaklarımda<br />
yankılandı…<br />
makamını ayırt etmek<br />
şarkının;<br />
hicaz mı, şehnaz mı?..<br />
derken<br />
alto tondan<br />
bir kadın...<br />
ne de güzel,<br />
içten ve de içli olarak<br />
söylüyordu...<br />
“seni ben, ellerin olsun…<br />
diye mi… Sevdim?..”<br />
ORADA<br />
İbrahim AZAR<br />
neremi dönsem bir ad çekimi baktığım o yerde<br />
korkuyorum<br />
gelip vuracakmışlar gibi beni korkmuyorum ama Odessa<br />
hayır! kim nereye düşse bir bölge parçasını kalıyordu renklerin<br />
bir aynı türlüsünü hiç kapanmayan ya da açılan yerlerimizin<br />
bir ölüm de üstüne sonsuz gizini bırakıyordu usulca<br />
bir ölüm de avuntular ayartısında uzun mu uzun<br />
kurup dengesini şaşmaz bir alışkanlığın<br />
neremi dönsem bir ad çekimi baktığım o yerde<br />
bir bir yeniden boşluğuna zamanın eski bir zaman<br />
doğuyor kediler ve itler ve bütün hayvanlarını doğamızın<br />
oydu gördüğüm sadece hasta bir canlılık ve oydu<br />
uzayan kulesi yalnızlığın<br />
kurtarmak taraçaları birgün gökyüzü ağlamasın<br />
kaybediyorum anlam türküsünü de kalbimin ve ne bir direnmek<br />
en uslanmaz gecelerinde tanrılığımızın<br />
Odessa, inanmazsın! Delirdim işte ben böyle hiç.<br />
Ortanca
YAĞMUR VE ÇOCUK<br />
Sevan HAŞAR<br />
Güzel olur<br />
yalnızlıkların zimmeti bulutlarda<br />
yağmurları beklemek.<br />
Yağmur...<br />
ödül töreninde<br />
tahta atınla sallanmak.<br />
Çocuk...<br />
camdan kalpler müzesinde<br />
hırsızlık...<br />
...devrimcidir bütün aşklar...<br />
Rutubet...<br />
HANİ NEREDE<br />
Nebiye TOPRAK<br />
Ne yalandan yana oldum ne dolandan<br />
Sözüm, özüm hep yanaydı doğrudan<br />
Kula kulluk etmek prim yapar olmuş<br />
Kirli bir çıkar oyunuymuş bu oynanan<br />
Dost sofralara hep tuzaklar kurulmuş<br />
Bin bir çeşit maskeler yarışır olmuş<br />
İçi boşaltılmış, sözde sıfatların<br />
Verilen sözler ne çabuk unutulmuş<br />
Bahar mı gelmiş, hani çiçekler nerde?<br />
Hani candan sevgiler, dostlar nerde?<br />
Boynu bükük kalmış, güzel sevdaların<br />
İnsanı insan yapan, hasletler nerde?<br />
Ortanca 30<br />
BİRİ BENİ DURDURSUN<br />
Ali ERDİNÇ<br />
Biri beni durdursun... Bulutlar karman çorman!<br />
Yağmur yağacak yine, toprak saçın kokacak...<br />
Sanki sırf benim için göğe ulaşmış ferman;<br />
Yapraklar çiy süzecek, beynimden ter akacak...<br />
Zulada keskin kılıç, bulutlarda husumet;<br />
Hırçın bir şimşek çakar, göz kırparsın sanırım.<br />
Aklıma mukayyet ol, Allah’ım sen yardım et<br />
Bu gök gürültüsünü nerde duysam tanırım...<br />
Kırmızı bir gül titrer, yaprağı çil dergâhı;<br />
Katmer yanaklarına naziredir bu hali.<br />
Bir tabur bülbül tüner, dalların karargâhı;<br />
Uygun-adım ah û zar, ibret dolu ahvâli...<br />
İki iri yosundan biri genzine kaçar,<br />
Hapşırır dalgakıran, “çok yaşa” dilerim ben.<br />
Sonra yeşil gözlerin sevdada çığır açar;<br />
`”Ben de görürüm elbet” diyerek gülerim ben...<br />
Yedi renkli bir huzme can taşırken ovaya,<br />
Gökkuşağı dudağın kamaştırır aklımı.<br />
Kurşuni heybetiyle bir sis çöker havaya,<br />
Kirpiğim ifşa eder bütün gizli saklımı...<br />
Bir balıkçı teknesi dümen kırar rıhtıma<br />
Uskumru bileklerin güvertede gizlenir.<br />
Martılar hasret taşır şemsiyesiz bahtıma,<br />
Bu şehirde bir yağmur, bir sevilen özlenir...
BAŞKA YÜZÜ YOK AYRILIĞIN<br />
Rober AĞDERE<br />
yedi bahara küsen sarı laleler<br />
acının insana kattığı arabesk değerler<br />
tavan arasında gizlenen solgun resimler<br />
ve sonu mutsuz biten<br />
ilk sahibinden yaralı şiirler<br />
haydi koş<br />
seç maskelerden birini<br />
başka yüzü yok ayrılığın.<br />
<strong>31</strong><br />
ALNINDAN VURMASALARDI<br />
SEVDAYI<br />
Celal ŞAHBAZ<br />
Biz hesapsızca sevmiştik...<br />
Depremleri hesaba katmamıştık,<br />
Gelmedi aklımıza ...<br />
Masum bir sevgi yüzünden dağlar yıkılacak...<br />
Bu koca şehir iki deli yüreğe dar gelecek...<br />
Gelmezdi, dar gelmezdi elbet, sevdamıza bu alem<br />
Bıçkın dostların tırnağından kopsaydı.<br />
Onların karınlarını şişirmeseydi düştükleri ikilem.<br />
Yok mu? Hep onların bilmeleri...<br />
Aşk değil miydi onların sevmeleri?<br />
Bir de... ah bir de...<br />
Alnından vurmasalardı sevdayı<br />
Biz severken hesapsızca sevmiştik...<br />
Katmamıştık hesaba ayrılığı<br />
Yoktu bizdeki aşk’ın felsefesinde,<br />
Ayrılığa yüz verip, bir de vuslat özlemi çekmek...<br />
Noksan olmazdı, ellerimizde ellerimiz...<br />
Çekmezdik bakışlarımızı gözlerimizden<br />
Biz severdik aşkın bütün desenlerini,<br />
Bıraksalardı, biz sevdayı tek yürek yaşardık...<br />
Kana, kana...<br />
Kan kusana kadar içerdik...<br />
Açtık biz hoyratça sevmelerin hazzına<br />
Hiç kimse sevmemişti ki, bizi...<br />
Bizim sevdiğimiz kadar.<br />
Mahşere kadar sevecektik...<br />
Ah... alnından sevdayı vurmasalardı.<br />
Biz severken hesapsızca sevmiştik...<br />
Nedense herkes karışırdı sevdamıza<br />
Herkes konuşur olmuştu.<br />
Bir tek biz susardık...<br />
Bir tek biz...<br />
Oysa... biz haykırmalıydık...<br />
Biz konuşmalıydık...<br />
Sevdaya dair söylenecek her ne varsa<br />
Çünkü biz sevmiştik...<br />
Ezilmiştik bu sevdanın altında...<br />
Bir tek bize yakışırdı konuşmak<br />
Hep biz sustuk... onlar konuştu...<br />
Ayrıldık biz... onlar kavuştu...<br />
Alakasız susarken, içimiz kan kusardı.<br />
Belki onlar da anlardı, görebilselerdi içimizi<br />
Biz de istemezdik, öyle bedavaya<br />
Bu maksatla ölmeye hazırdık,<br />
Biz yine de severdik hesapsızca<br />
lakin...<br />
Alnından vurmasalardı sevdayı<br />
Ortanca
Emin Murat SAMA<br />
“İmalat-ı Harbiye Sanayi Mektebi”nin en hareketli, en<br />
başarılı “talebe”siydi 37 Necati.<br />
Nereden bilebilirdi ki Tophane sırtlarındaki mektebinin<br />
penceresinde, öylesine çizdiği bir “Cumhuriyet” vapuru<br />
resminin onun tüm yaşamını altüst edeceğini? Hem o,<br />
okulunun “modelaj” bölümünü, kendisinin keşfettiği Tanrı<br />
vergisi “resim istidatı” nedeniyle seçmişti. Resimle, edebiyatla;<br />
güzel sanatların hemen her dalıyla ilgilenir, hatta<br />
uğraşırdı.<br />
Kısım Zabiti Kolağası Enver Efendi, pırıl pırıl bir Mayıs<br />
sabahında aldırtmıştı odasına Necati’yi. Arkada, boğaz,<br />
her zamankinden daha muhteşem görünüyordu o gün.<br />
Devasa gemiler açıkta tam yol seyrediyor; irili ufaklı onlarca<br />
şilep, mavna ya da balıkçı teknesi de onların dümen<br />
suyunda zor da olsa ilerlemeye çalışıyordu.<br />
Gördüğü manzara karşısında büyülenmiş ama bu; küçük<br />
teknelerin, “transatlantik”lerin ancak dümen suyunda<br />
yol almaya çalışmaları, onun yine o sıra dışı düşüncelere<br />
dalmasına neden olmuştu.<br />
Ne kısım zabitini düşünebiliyordu ne de o odaya niçin<br />
alındığını. Esas duruşta da olsa neler sığdırmamıştı ki o sayılı<br />
birkaç dakika içine. O olsaydı, dümen suyuna “müvazi”<br />
değil, “amudi” giderdi sonuna kadar. Bu yüzden belki<br />
dümen sucuların dikkatini çeker, alabora olur, batar; boğazın<br />
muhteşemliğinde yok olurdu. Olsun! Ondan kimse<br />
“dümen sucu” diye söz edemezdi ya…<br />
“- 37 Necatiiii…” haykırışıyla irkildi birden, 37 Necati.<br />
Rüyadan yeni uyanmış gibiydi. Esas duruştaydı ve birden<br />
o tek kelime çıktı ağzından. “Dümen sucu!”<br />
Bir anlam veremedi Kolağası Enver Efendi buna. O da<br />
Ramili’ydi Necati gibi. Ve yaşadıkları Necati’ninkine çok<br />
benziyordu. Necati’nin “Zonguldak’ta şarapnel isabeti ile<br />
şehit” alay müftüsü Hacı Hafız Mehmet Murat Efendi’nin<br />
oğlu olduğunu biliyordu. Bu yüzden ona merhametle karışık<br />
bir saygı da duyuyordu. Ama, asker olduğu için olsa<br />
gerek, bunu hiç belli etmez, hatta diğer öğrencilere gösterebildiği<br />
“müsamaha”yı ona göstermezdi.<br />
“- Ne demek dümen sucu?” diye bağırdı Kolağası Enver<br />
Efendi hiddetle; “Ne demek, dümen sucu ne demek?”<br />
Zaten, “Fevkalâde mühim bir mevzu”yu konuşmak için<br />
aldırmıştı odasına Necati’yi daha “mütâlaa” başlamadan,<br />
sabahın köründe! Üstüne üstlük bir de bu “dümen sucu”<br />
lafı çıkmıştı ortaya. Çıldıracak gibiydi kolağası. Kendini<br />
kaybetmek üzereydi adeta! Bıraksalar anlatacaktı dümen<br />
suculuğu Necati, güzelce ama “ne mümkün”!<br />
Kolağası Enver Efendi yerinden kalktı. Kendinden emin<br />
ve ağır adımlarla masanın önüne geldi. Masanın üstündeki<br />
buruşturulmuş saman kâğıdını iki eliyle düzleyerek<br />
“- Bu haltı sen mi çizdin?” demesiyle birlikte bir tokat aşk<br />
etti Necati’nin suratına. Necati bunu hiç beklemiyordu.<br />
Dondu kaldı, hiçbir şey söyleyemedi… Yutkundu, ayakta<br />
durmakta zorlansa da esas duruşunu bozmadı, titreyen<br />
bir ses tonuyla,<br />
“- Evet efendim.” diyebildi.<br />
Kolağası Enver Efendi de etkilenmişti bu tablo karşısında.<br />
Ama yapabileceği bir şey yoktu, çünkü askerdi. Yine<br />
ağır ağır, bu kez, boğaza bakan bir pencerenin önüne ka-<br />
DÜMEN SUCU<br />
Ortanca 32<br />
dar yürüdü. Necati ile göz göze gelmekten çekinircesine,<br />
sırtı dönük.<br />
“- Hakkında ihbar var! Muzur düşüncelerini artık gizlemeye<br />
bile gerek görmüyorsun anlaşılan. Ve onlarca talebenin<br />
arasında hiç çekinmeden ‘Cumhuriyet’ vapurunu<br />
resmedebiliyorsun” diye asıl “fevkalade mühim mevzu”yu<br />
açtı. Necati biraz rahatlamıştı.<br />
“- Ben modelciyim, ilerde model yapabilmek için – fotoğraf<br />
makinem yok – çizdim.” Daha önce de Kalender’i,<br />
Gülcemal’i çizmiştim. diyecekti, diyemedi.<br />
Kolağası Enver konuştukça coşuyor, coştukça konuşuyor;<br />
tepiniyordu odasında.<br />
37 Necati artık hiçbir şey duymuyor, hiçbir şey düşünemiyordu.<br />
Esas duruşta, buzdan bir askeri öğrenci heykeliydi<br />
sanki. Bir ara, sadece “Nazım” kelimesi kulağına çarptı.<br />
Kendine geldi. Evet, ispiyonlanmıştı, Necati’nin Bursa’daki<br />
Nazım’la mektuplaştığı; hatta Karabaş Kahvehanesi’nin<br />
ocakçısı Osman Efendi’nin de bu işe karıştığı!<br />
Doğruydu bu, bir süredir mektuplaşıyordu Nazım’la,<br />
inkâr etmedi, 37 Necati bunu! Neden inkâr etsindi ki! O,<br />
kendisi gibi, dümen suyuna “müvazi”liği kabul etmeyen<br />
bir şairdi ve salt bu yüzden “hain –i vatan”dı, “kızıl”dı…<br />
37 Necati’nin mezuniyetine bir aydan daha az bir süre<br />
kalmıştı. Mahallelisi Kolağası Enver, bu hareketin “mektepten<br />
tart”ı gerektiren bir “cürm” olduğunu söylerken<br />
gözlerinde süzülen birkaç damla gözyaşını gizleyemedi.<br />
Her şeye karşın “vaziyeti idare ederek” bir aylık süreyi<br />
geçirtebileceğini ancak “bir daha tekerrür etmeyeceği”ne<br />
dair bir matbu pişmanlık dilekçesini imzalamasını istedi<br />
Necati’den. Birkaç dakika hiçbir şey konuşulmadı, kimse<br />
yerinden kımıldamadı. Sonra, Necati bir matbu dilekçeyi<br />
elinden çekti aldı kolağasının - esas duruşu da bozulmuştu<br />
artık -. Sanki kendi evindeymiş gibi rahat bir tavırla, kalemi<br />
mürekkep hokkasına daldırdı, mürekkebin fazlasını kurutma<br />
kağıdı ile aldı. Kolağası, şaşkınlık içinde merakla onu<br />
izliyor, hiçbir müdahalede bulunmuyordu.<br />
Necati rahat bir tavırla iskemleye oturdu. Elindeki<br />
matbu dilekçenin arka yüzüne, hat sanatına uygun harflerle<br />
özene bezene şu iki cümleyi yazdı.<br />
“Ben dümen sucu değilim. Ayrılıyorum. 37 M.Necati”.<br />
altını imzaladı. İzin istemeden ve asker selamı vermeden<br />
koşar adımlarla ayrıldı oradan.<br />
O günden sonra 37 Necati’nin İstanbul’da izine rastlanmadı.<br />
Yakınları onun kâh Erzurum Aziziye Tabyalarında<br />
top tekeri tamir ederek, kâh Karaköse’de “Şehit Tayyareciler”<br />
anıtına “mim ve nun” harfleriyle imzasını atarak yaşamını<br />
sürdürdüğünü söylerler.<br />
Son olarak, “amele” olarak TCDD’den emekli olduğu<br />
ve dümen sucu olmayacağına inandığı oğluna babasının<br />
adını, torununa da kendi adını koyarak hayata gözlerini<br />
yumduğu bilinir.<br />
Takım çantasının hiç akla gelmeyecek bir yerine özenle<br />
gizlediği Nazım’ın Mektupları da “has torun” dediği<br />
Necati’ye kaldı, 37 Necati’den yadigâr.<br />
(İmalat-ı Harbiye Sanayi Mektebi: Askerî Sanat Okulu)
ÖLÜNÜZ LÜTFEN<br />
Lokman KURUCU<br />
ölünüz lütfen<br />
!<br />
bir saatliğine dışarı çıkıyorum<br />
döndüğümde ölmüş olunuz lütfen<br />
sahip olduğum her şeyi kendinizle götürmüş olun<br />
bulabilirseniz<br />
kendinizi bulabilirseniz<br />
kendinizle götürün<br />
bir şey bırakmayın kendinizden<br />
siz sandığım her şeyden...<br />
!!<br />
kelimelerden sessizlikler yaratıyorum yıllarca<br />
yıllarca kızıl bir deniz ortasında<br />
siyah bir gemi içinde ben<br />
sağ elimi yakıyorum küle varmak için<br />
çünkü bir külle durur yaşamak bu kadar<br />
yalanken, donukken<br />
bir külle bırakır şiiri sağ elim<br />
ve ama yine de belkilerle beklediğimiz<br />
o muammaya akarken<br />
durur ve yazamadıklarını külle açıklar<br />
!!!<br />
ben bir saatliğine dışarı çıkıyorum bayan<br />
döndüğümde ölmüş olunuz lütfen<br />
bana verdiğiniz her şeyi kendinizle götürün<br />
sütünüzü, sütünüzdeki marifetli zehiri; kalabalığı, ölümü<br />
hani sayın bayan yaşamak için etlendirdiğiniz korkusunu<br />
kendinizle götürün<br />
bulabilirseniz<br />
bulabilirseniz<br />
!!!!<br />
sana yazamadığım için beni affet sevgilim<br />
ben bu aralar<br />
hayatımı yutacak kadar geniş ağızlı bu aralar<br />
çok ama çok kalabalığım<br />
o kadar ki<br />
batamıyorum artık kızıl denizimde<br />
ölemiyorum gözlerinde<br />
dirilemiyorum ellerinde<br />
dirilip yazamıyorum ölmenin<br />
gözlerinde ölmenin<br />
o muhteşem o haz dolu acısını<br />
sana yazamadığım için beni affet sevgilim<br />
affet çünkü dışarısı da çok kalabalık<br />
bu bir saat çok kalabalık<br />
33<br />
bu bir saat insanlarla dolu<br />
gözlerle<br />
kaldırımlarla<br />
kaldırım hayvanlarıyla<br />
hayat masallarıyla...<br />
o kadar kalabalık<br />
ve gerçekki<br />
sana yetişemiyor sağ elim...<br />
!!!!!<br />
ben bir saatten geri döndüm bayım<br />
neden buradasınız hâlâ<br />
neden bütün erkekliğinizle hem<br />
koca ellerinizle<br />
bağıran dişlerinizle<br />
meyhane kokan tükürüğünüzle<br />
karşımdasınız hâlâ<br />
neden ölmediniz bayım<br />
yok mu ölürken bağıracağınız biri<br />
döveceğiniz bir huri<br />
ya da azrailinizin yedeğinde<br />
yok mu çiğneyeceğiniz<br />
kanatacağınız bir deli<br />
sağ elim sevgili arıyor bayım<br />
neden ölmediniz daha<br />
!!!!!!!<br />
odamdaki masa merhaba<br />
merhaba kırtasiyeden çaldığım kadife kaplı defter<br />
merhaba binlerce düşün ırzına geçtiği<br />
bin izlere gebe hamile kadın<br />
kalemim<br />
burdasın hâlâ...<br />
ben bir saatten geri döndüm<br />
sağ elimle döndüm<br />
ama ses, bu ses<br />
- abiiii...<br />
- oğlum yine mi şiir...<br />
ah ulen<br />
dön şimdi kızılından<br />
siyah gemi<br />
Ortanca
Şekip YURTTAŞER<br />
Ortaklaşa bir iş yerini çalıştırıyorlardı, işleri gayet iyi gidiyordu.<br />
Çünkü ortaklıkta esas olan dürüstlük ve karşılıklı<br />
güven işlerini kolaylaştırıyordu. Ve bu iş birlikteliği içinde,<br />
uzun yıllar çalıştılar.<br />
Günlerden bir gün ortaklardan biri, dışarıdaki işini gördükten<br />
sonra iş yerine döndüğünde ortağını düşünceli ve<br />
biraz da üzgün halde buldu:<br />
“Hayrola ortak, ben yokken ne oldu? Niye böyle düşüncelisin?”<br />
Diye sordu.<br />
Diğeri cevap verdi:<br />
“Gel otur, sana bir iki sorum olacak.”<br />
“Hayrola, sor bakalım.”<br />
“Benim işe gelmediğim herhangi bir günde benden<br />
habersizce ne dolaplar çevirdin? Anlat bakayım.”<br />
Diğeri şaşırdı ve:<br />
“Ortak, kesinlikle senden habersiz hiçbir şey yapmadım.”<br />
Dedi.<br />
“Hayır, efendim iyi düşün bakayım.”<br />
Diğeri uzun uzun düşündü ve sonra yüzü kızarmış şekilde<br />
başını öne eğerek alçak sesle cevap verdi:<br />
“Evet, şimdi anımsadım. Senin, iş gezisinde olduğun<br />
bir günde, bana kelepir sayılabilecek bir mal gelmişti. Onu<br />
ikimizin adına satın aldım. Aldıktan hemen sonra bu mala,<br />
istekli ve oldukça yağlı diye tabir edilen bir müşteri çıkıverdi.<br />
Ben de bunu, sattım. Hatta iyi bir kâr bırakmıştı. İşin<br />
doğrusu, şeytana uydum ve bundan sana bahsetmedim.<br />
Senden özür dilerim. Ama senden rica ediyorum, bu olayı<br />
kimlerden duyduğunu bana da anlatır mısın?..”<br />
Mağdur olan ortak, acı acı gülümseyerek:<br />
“Boş ver! Zaten hiç bir önemi de kalmadı artık.” Dedi.<br />
Diğeri adeta yalvararak:<br />
“N’olursun anlat artık! Beni daha fazla çatlatma da anlatıver<br />
şunu.”<br />
TERS ÇALIŞAN KARINCALAR<br />
Ortanca 34<br />
“Peki! O zaman” Diyerek yerinde doğruldu, hiç gereği<br />
yokken hafifçe öksürerek anlatmaya devam etti:<br />
“Bugün senin olmadığın saatlerde işyerimizde tek başıma<br />
otururken garip bir olay dikkatimi çekti. Baktım ki,<br />
her zaman doğal olarak dışarıdan yuvalarına yiyecek taşıyan<br />
karıncalar, bu sefer anormal bir biçimde ters çalışarak,<br />
yani anlayacağın, yuvalarından dışarıya doğru yem taşıyorlardı.<br />
İnanılması güç bu olay, beni, derin derin düşündürdü.<br />
Bütün bu olanların, benim için bir işaret ve anlamlı<br />
bir mesaj olabileceği kanaatine vardım. Çokça düşündüm<br />
ve en sonunda senden şüphelenmeye başladım. Gel gör<br />
ki, bu şüphelerim doğru çıktı.”<br />
Diğer ortak, gayet üzgün bir şekilde:<br />
“Evet, işte böyle sayın ortağım, işin doğrusu bir kere<br />
hata yaptım. Senden özür diliyorum ve o gün senin haberin<br />
olmaksızın kazandığım paradan payına düşeni de<br />
vereceğim.” Dedi<br />
Fakat mağdur ortak, bu ortaklığın bir anlamı kalmadığı<br />
kanısına vardığı için, bu ortaklığa son vermek niyetindeydi.<br />
Onun için gayet kararlılıkla şöyle dedi:<br />
“Hayır, ben para filan istemem! Hem ben, sana kırgın<br />
da değilim. Madem ki bu işe bir hile karıştı inancım odur<br />
ki bu işte, her ikimiz açısından da hayır kalmamıştır ve<br />
ben şahsen, bundan sonra da muvaffak olabileceğimize<br />
kesinlikle inanmıyorum. Bunun için ayrılalım. Ortaklığımız<br />
buraya kadarmış.”<br />
Sonra ekledi: “Sakın ısrar etme! Benim, sözümden<br />
dönmeyeceğimi sen gayet iyi bilirsin.”<br />
Yıllarca birlikte ortak olarak çalışmış ve muvaffak olmuş<br />
bu iki insan, uygarca bir şekilde el sıkışıp ayrıldılar.<br />
Kim bilir? Belki de bu, yaptıkları en hayırlıca ikinci işleriydi.
GERÇEK OZAN<br />
Yanık Ahmet ŞAHİNOĞLU<br />
Gerçek ozan kimdir diye sorarsan<br />
Çağına tanıklık eden kişidir<br />
Sorduğun soruya cevap ararsan<br />
Toplumun önünde giden kişidir.<br />
Bedeniyle esir, fikriyle hürdür<br />
Zalımlara düşman, mazluma yârdır<br />
Her şeyin üstünde misyonu vardır<br />
Barış gülü açan fidan kişidir.<br />
Hümanisttir insanları ayırmaz<br />
Objektiftir kimisini kayırmaz<br />
Yanık Ahmet gibi boşa bağırmaz<br />
Evvela kendini güden kişidir.<br />
GİYİNİK GÜNAHKÂR<br />
Arzu Buse ERARSLAN<br />
Hırçın dumanlar savuruyor nefesim<br />
Giyinik bir gecenin günahına hapsettiğim yüreğim kan kusuyor<br />
Kurumuş bir gülün yaprağı ilençlere boyuyor gözlerimi<br />
Sen geliyorsun aklıma susuyorum<br />
Düşlerimi yaşattığım kalemin mürekkebi tükeniyor bir anda<br />
Ellerimde karanfilin kan tadı var<br />
Ayaklarım yersiz yalpalayışların nasırını tutuyor<br />
Sen düşüyorsun gönlüme uslanıyorum<br />
Sinsi bir ilk dokunuşun esaretindeki bedenim kavruluyor<br />
Bencil bir saatin kurbanı oluyor bütün düşlerim<br />
Tutarsız bir seslenişin yasını tutuyor kirpiklerim<br />
Sen bakıyorsun gözüme ıslanıyorum<br />
35<br />
ÖDÜLLÜ CAMBAZ<br />
Derya TOSUN YILMAZ<br />
Teknesinde saman beklesin damı<br />
Basiret yoncalı modüllü cambaz<br />
Geviş getirmek tüm yolu yordamı<br />
Ne sağda ne solda ödüllü cambaz<br />
Menfaati nerde oraya koşar<br />
Hele alkışlansın coştukça coşar<br />
Gaflet uykusunda zavallı beşer<br />
Ne sağda ne solda ödüllü cambaz<br />
Falanca kişiyi çok yakın tanır<br />
Hamili yakını işe atanır<br />
Yalakalık yapar büste tutunur<br />
Ne sağda ne solda ödüllü cambaz<br />
Hem dindar geçinir gizliden içer<br />
Karşı düşünene kefeni biçer<br />
Bir tutam ot görse kendinden geçer<br />
Ne sağda ne solda ödüllü cambaz<br />
Devletin malını hortumla yutar<br />
Haramı bilse de malına katar<br />
Belgeli suçuyla çamura yatar<br />
Ne sağda ne solda ödüllü cambaz<br />
YULARLI EŞEK<br />
Gürsel ŞAHİNOĞLU<br />
Özgür olmayan yularlı eşek<br />
Sahibi nereye çekerse gidermiş<br />
Sırtında aba yok altında döşek<br />
Dağ dere dolaşıp koyun güdermiş<br />
Yükü ağırdır sırtında semer<br />
Kulağı yağırlı boynunda kemer<br />
Yem göremez atın artığını yer<br />
Kışın verdikleri borcu ödermiş<br />
Saman nasibidir göremez yemi<br />
İleri gidemez çekerler gemi<br />
Güler yüzü olmaz çeker matemi<br />
Her gelen günü dünden betermiş<br />
Ortanca
Müşerref ÖZDAŞ<br />
Lale içimizden biri. Yurdundan uzak ama yurdunun<br />
topraklarında yaşayanlardan çok daha yurduna bağlı, gelişmeleri<br />
takip eden, hassas bir kadın. O bir yurdum insanı,<br />
bu vatanın bağrında büyümüş, İstanbul aşığı, vatan<br />
aşığı bir kadın. Ne diyor bu kadın? Diyor ki: “15’ime Askeri<br />
darbe ile girdim, 45’ime ise şeraitçi darbe ile mi?’’<br />
Bunu neden söyler bir kadın? Üstelik yaşamında her<br />
türlü kültürü görmüş tanımış, atalarının Müslümanlığı<br />
ile de gurur duyan, gönlünde Allah sevgisi ile büyümüş,<br />
yaşamına Müslümanlığın en güzel yanlarını katabilmiş, pırıl<br />
pırıl kız evlatlar yetiştirmiş, Alman toplumunun içinde<br />
Türk’lüğünü unutmamış, unutturmamış, evlerinde namaz<br />
kılınan, oruç tutulan bir yurdum insanı var karşınızda.<br />
Böyle bir kadındır yukarıdaki sözlerin sahibi Lale. Oğlu olsaydı<br />
da çakı gibi bir asker olarak görmek isterdi, eminim.<br />
Bir düşünün, binlerce yurdum insanının çıkmayan, çıkartılmayan,<br />
susturulan sesidir Lale. Bu sese kulak verin…<br />
Nereye doğru gidiyoruz? Bir gün uyandığımızda bizi ne<br />
bekliyor olacak? Felaket tellallığı olarak düşünmeyin bu<br />
söylenenleri. Şanlı bayrağımıza rengini veren şehitlerimizin<br />
kanı üzerine kuruldu bu Cumhuriyet. Elbette geleceği<br />
de hepimiz gibi en çok da onu ilgilendiriyor. Düşünen ve<br />
düşüncelerini yüksek sesle söyleyebilme cesaretinde olan<br />
bu kadın ya haklı ise? Sadece düşünün…<br />
Evet, yeniden düşünelim şimdi. Hafızamızı tazeleyelim.<br />
Yıllar öncesine dönelim. Son günlerin Türkiye’sinde<br />
sık tartışılan bir konu olan ‘’Darbe mi Şeriat mı?” Sorusuna<br />
benzer bir sorunun İran’ın gündeminde olduğu sanırım<br />
hatırlanacaktır. İran’ın İslam devrimi öncesi ve sonrası<br />
günleri incelendiğinde, tanıklara başvurulduğunda neler<br />
karşımıza çıkacak acaba?<br />
İşte size birkaç örnek:<br />
Şah’ın devrilmesinde aktif görev yapmış olan bir gazeteci<br />
- yazar diyor ki: “Şah devrildikten sonra mollaların<br />
camiye geri dönecekleri sanılıyordu ama öyle olmadı. Yeryüzünde<br />
vaat edilen cennet bize sunulmadı. ‘Demokrasi<br />
gelecek, kimse fikirleri ve siyasal görüşleri yüzünden tu-<br />
SEZGİLER<br />
Ortanca 36<br />
tuklanmayacak, işkence yapılmayacak, kadınlara eşit haklar<br />
verilecek, giyim serbest olacaktı’. Gözümüzün önünde<br />
bir bir yaşanan olayları dikkate almadık, birkaç kendini<br />
bilmezin işi deyip geçtik. Derken kadın ve erkeklerin yan<br />
yana yüzemeyecekleri; okullarda aynı sınıflarda olamayacakları;<br />
birlikte spor yapamayacakları gibi gerici kararlar<br />
ardı ardına alınmaya başlandı.<br />
Hepsi bu kadar mı? Değil! Ardından bir gün örtünme<br />
zorunluluğu getirilerek bunun üzerine üniversitelerde çatışmalar<br />
gözlenmeye başladı. Peçesiz, başörtüsüz sokağa<br />
çıkan kadınlar artık açıkça, gözümüzün önünde dövülüyordu.<br />
Bazı kadınların yüzüne kezzap atılıyordu… Biz hâlâ<br />
olayın ciddiyetini kavrayamamıştık ve umursamıyorduk.<br />
Kitapevi yağmalanmaları, gazete bayilerinin ateşe verilmesi,<br />
eşcinsel ve fahişelerin idam edilmeleri, bazı kadın<br />
spikerlerin televizyonlardan kovulması, bazı müzik türlerinin<br />
ve alkolün yasaklanması, kızların evlenme yaşının<br />
18’den 13’e düşürülmesi, parfüm, ruj, saç boyası, mücevher<br />
gibi bazı ürünlerin yurda girişinin yasaklanması, mağazaların<br />
vitrinlerine kadın iç çamaşırlarının koyulmasının<br />
yasaklanması, kamu dairelerinde kadın memurlara getirilen<br />
tesettüre girme emri…<br />
Durmadan arkası geliyordu ve biz hâlâ olayın ciddiyetini<br />
kavrayamamış, yaşananların gelip geçici sancılar<br />
olmadığını anlayamamıştık… Bir süre sonra her görüşün<br />
rahatça örgütleneceği bir demokrasiden, özgürlükten<br />
bahsederken, şimdi tüm solcu, milliyetçi ve liberalleri İslam<br />
düşmanı ilan etmişlerdi… Dediler ki: ‘Referanduma<br />
götürelim. İslam Cumhuriyetini isteyip istemediklerini<br />
halka soralım.’ Ve yapıldı. Çıkan sonuç Mollaların istediğiydi.<br />
Evet diye oy verenler de artık seslerini çıkaramaz<br />
oldular olup bitenlere, buna izin verilmez oldu… Nerede<br />
kaldı Cumhuriyet?<br />
Ne mi yapabildiler, bu değişimlere bir süre önce destek<br />
vermiş ve artık korkan kesim? Kaçtılar. Kaçtık. Canlarımızı<br />
kurtarmak için yurtdışına kaçtık.”
ÇÖZ ÇÖZEBİLİRSEN<br />
Ali BOZDAĞ<br />
Düştüm bir büyük ateş çemberine<br />
Zalimler oturdu mazlum yerine<br />
Sessiz çığlığım indikçe derine<br />
Feryadımı yaz, yazabilirsen<br />
Yalanlar sermaye olunca dile<br />
Tavuğa hak okuyor tilki bile<br />
Karıncalar emir verirken file<br />
Dalkavukluğu çöz, çözebilirsen<br />
İnsan kötülükte yarıştı şimdi<br />
Nefis ile şeytan barıştı şimdi<br />
Helal ile haram karıştı şimdi<br />
Zehiri baldan süz, süzebilirsen<br />
Aç kurtlar tezgâhı kurmuş harama<br />
Yetimin hakkını onda arama<br />
İnsan diye bir sıfatı var ama<br />
Adam deyip de kız, kızabilirsen<br />
Maskenin altında yüzler boyalı<br />
Tüm işleri menfaate dayalı<br />
Kulaklar yalana doydu doyalı<br />
Üçkâğıtçıyı sez, sezebilirsen<br />
37<br />
YAZIKTIR!<br />
Deniz ŞAHİNOĞLU<br />
Bu kafayla tosbağana güvenip<br />
Tavşan ile yola çıkma yazık ya!<br />
Yarısı çürümüş dişle gevinip<br />
Çabucak dökülür sıkma yazıktır!<br />
Elliden sonrası ergen alınmaz<br />
Sana işve ile gülüp salınmaz<br />
Her düdüğe para verip çalınmaz<br />
Zurna ile peşrev çekme yazıktır!<br />
Koca boğa gitmez taze düveye<br />
Çekil gayri mekân eyle söveye<br />
İnat olur ısrar etme deveye<br />
Hendek aşmaz boşa çekme yazıktır!<br />
Yıkık olur eski köyün kuyusu<br />
Gece artar su dökmenin sayısı<br />
Fayda vermez hacı hoca büyüsü<br />
Üfürüklü muska takma yazıktır!<br />
Çabuk iner patlak teker havası<br />
Tez dökülür çürük toprak sıvası<br />
Öpülmüş yanağın varsa davası<br />
Kurşunu kendine sıkma yazıktır!<br />
Koca köpek yorgun gider davara<br />
Gölgesinde dil çıkarır duvara<br />
Gece boğuşunda kalır avara<br />
Kuyruğu havaya dikme yazıktır!<br />
Her erkeğin elbet vardır yüreği<br />
Çadırı ayakta tutar direği<br />
Elli yıllık eski tahta küreği<br />
Ateş tandırına sokma yazıktır!<br />
Bir dozluk hap ile sertlik bozulur<br />
Kara kışta donlar erken çözülür<br />
O zaman gör nazlı nazlı süzülür<br />
Deniz der devam et bıkma yazıktır!<br />
Ellisinden sonra ikinci evliliğini yapmaya karar veren<br />
zatı muhterem, törelerinin de uygun gördüğü usulde, başlık<br />
parasını bastırıp; kendisinin yarısı yaşında bir eş alır.<br />
İlk zamanlar her şey iyi hoş sanılırken, çiçeği burnunda,<br />
bahar dalı taze gelinin şikâyetleri artmaya ve aile büyüklerine<br />
yansımaya başlar.<br />
Şiirin kahramanında yaş farkının verdiği eksiklik ve eşine<br />
yetmeme konusu gün be gün artar ve şiire konu olan<br />
mutluluk reçeteleri de fayda vermez ve çatırdayan evlilik<br />
son bulur.<br />
Bu benim için de kaçırılmayacak malzeme oldu. Ortaya<br />
bu şiir çıktı. İster düşünün, ister gülün.<br />
Ortanca
HACI BEKTAŞ-I VELİ<br />
Coşkun MUTLU<br />
Güneş olup parladın karanlık dünyamıza,<br />
Aydınlığınla doldum ey Hacı Bektaş Veli!<br />
Uykumuzda suretin girince rüyamıza,<br />
Yüce sevginden aldım ey Hacı Bektaş Veli!<br />
Erenlerin safında durun aynül cemine,<br />
Yârenler dergâhında Allah Allah diyene,<br />
Çağırsan vuslat günü koşar gelirim yine,<br />
Sayende kini yoldum ey Hacı Bektaş Veli!<br />
Horasan illerinden uçarak geldin bize,<br />
Ya Muhammed! Ya Ali! Diye başladın söze,<br />
Yolundan sapanları davet ederken ize,<br />
Huzuru senle buldum ey Hacı Bektaş Veli!<br />
Gelip yerleştiğin yer Sulucakarahöyük,<br />
Yesevi’nin izinde düşüncelerin büyük,<br />
Yaydığın ışığınla kalplerden inerken yük,<br />
Yaşlı gözümü sildim ey Hacı Bektaş Veli!<br />
Çaresiz kullar gelir kapına medet diye,<br />
Rabbin bize verdiği sen en büyük hediye,<br />
Yolunda kurban olsun canım yüce Hüdaya,<br />
Sözünü hikmet bildim ey Hacı Bektaş Veli!<br />
Bir güvercin donunda kondun Anadolu’ya,<br />
Mazlumların yanında karşı durdun doluya,<br />
Öğretini yazarken gönlünden akan suya,<br />
Kıblegâhına geldim ey Hacı Bektaş Veli!<br />
Hocan Lokman Perende demiş sana ya Hünkâr!<br />
Felsefenle çoğaldı insanlarda hayâ, ar,<br />
Düşüncenin izinde yaşadığım her gün kâr,<br />
Olup yoluna daldım ey Hacı Bektaş Veli!<br />
Dilime sahip olup hiç kimseyi kırmadım,<br />
Hakikat karşısında yalan sözle durmadım,<br />
Gerçekleri ararken cahillere sormadım,<br />
Düşünüp sözü aldım ey Hacı Bektaş Veli!<br />
Sona erer zalimin dünyada saltanatı,<br />
Zorbaların üstüne sürülür ilmin atı,<br />
Bize ışık verenin örnek olur hayatı,<br />
Kini, nefreti saldım ey Hacı Bektaş Veli!<br />
Onurlu durur yoksul daima karnı toktan,<br />
Yeryüzünde hiçbir şey var olmadı ki yoktan,<br />
Yüce Pir’in izinde ayrılman sakın Haktan,<br />
Dost sofrasında güldüm ey Hacı Bektaş Veli!<br />
Ortanca 38<br />
USANMADIN AH GÖNÜL<br />
Serap ŞEN<br />
Karlar yağdı başına, için için köz oldun<br />
Ateşlere atıldın, aldırmadın buz oldun<br />
Kuruttular toprağın, kaynayan bir göz oldun<br />
Uslanmadın ah gönül, yine coştun çağladın<br />
Aşk ateşine düştün, yüreğini dağladın<br />
Geceleri sabaha, uğurladı gözyaşın<br />
Feryadın düğümlendi, durmadı hiç savaşın<br />
Yorulmadı katlandı, onurlu dimdik başın<br />
Uslanmadın ah gönül, yine coştun çağladın<br />
Gurur saydın kendine, görünmezde ağladın<br />
Hep vuslatı aradın, umuda yelken açtın<br />
Küçücük yüreğinle, sen sevgiye muhtaçtın<br />
Ne zaman ki yaklaştın, o zaman korkup kaçtın<br />
Uslanmadın ah gönül, yine coştun çağladın<br />
Vefasız bir sevdaya, gittin gönül bağladın
TÜRKÇENİN NAKIŞI CİNAS<br />
Cinas ustası Ekrem YALBUZ<br />
Ekrem Yalbuz hakkında:<br />
1947 yılında Ardahan’ın Hanak ilçesinde doğdu. İlkokulu<br />
Hanak’ta okudu. Kazım Karabekir ilköğretim okulundan<br />
1965 yılında mezun oldu. Yurdun çeşitli yerlerinde<br />
öğretmen ve idareci olarak görev yaptı. 1988 yılında<br />
Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi Eğitim Önlisans<br />
programını tamamladı. İzmir’de öğretmen iken Milli<br />
Eğitim Bakanlığının açtığı sınavları kazanarak 1990-1996<br />
yılları arasında 6 yıl Almanya’da öğretmenlik yaptı. Halen<br />
emekli olup, Sakarya il merkezinde ikamet etmektedir.<br />
Şiirlerini âşıklık geleneği ile yazan Ekrem Yalbuz, eserlerinde<br />
öğretmen kökenli yazar ve şairlere has yurt sevgisi,<br />
birlik ruhu, toplum olarak yükselme ideali yoğun olarak<br />
işlenmiştir. Şair için toplumsal yozlaşma, çürüme, medya<br />
aracılığıyla empoze edilmeye çalışılan televole kültürü<br />
başlıca üzüntü kaynağıdır. Bu olumsuzluklara, gizli açık yürütülen<br />
kültür emperyalizmine karşı toplumu uyarma görevini,<br />
yazdığı “hicivlerle”, “özdeyişlerle”, “beyitlerle”, yerine<br />
getirmektedir. Ulusal kültürün korunup geliştirilmesi<br />
yönündeki çalışmalarının yanı sıra yerel kültür, özellikle de<br />
Hanak kültürünün yaşatılıp yeni nesillere aktarılması konusunda<br />
özenle durmaktadır. Yaşanan şehirleşme olgusu<br />
ve teknik gelişmeler sonucu toplumsal yaşamımızdan silinen<br />
gelenek-görenekler, örf ve adetler onun için üzüntü<br />
kaynağıdır. Şair, milletler sofrasına, Hanak’a has “yeşil soğan<br />
ve ekmek”le oturarak bize kendimizden, kültürümüzden<br />
utanmamayı öğretmiş, yerelle evrenseli buluşturmuştur.<br />
Çevresindeki bütün doğal ve sosyal olayları, kendi<br />
dünyasında yoğun olarak hisseder, yaşar ve şair ruhuyla<br />
yorumlar. Onun genelde; vatan, özelde; Hanak sevgisi eşsiz<br />
derinliktedir. Bu sevgi yoğunluğuyla;<br />
“Dedi: Gitme Hanak soğuk donarsın<br />
Dedim: Bu aşk sen de olsa yanarsın”<br />
Sözleriyle başlayan veciz şiirini yazmıştır.<br />
Ekrem Yalbuz, sadece bu şiiri ile bile ölümsüz şairler<br />
arasındaki seçkin yerini almayı fazlasıyla hak etmiştir.<br />
Âşık tarzı şiirlerinde ve atışmalarda Âşık Cinasî mahlasını<br />
kullanan Ekrem Yalbuz’un cinas sanatına özel bir ilgisi ve<br />
birikimi vardır. İnternet üzerinde pek çok genç şaire cinas<br />
sanatını öğretmiş ve sevdirmiştir.<br />
Basılı Kitapları:<br />
1-Hanak/ Folklor Araştırması (1988.İzmir)<br />
2-Türkçenin Nakışı CİNAS (3.Baskı, 2008, Gonca Yayınevi.<br />
İst.)<br />
Ekrem YALBUZ (Âşık Cinasî) ‘a ait bir kaç cinaslı örnek:<br />
39<br />
BİR İNCİDİR<br />
Âlimlerin her sözü, kelâmda birincidir<br />
Ariflerin her sözü, gönülde bir incidir.<br />
Dilin yoktur kemiği, lâkin çok kemik kırar<br />
Cahilin her bir sözü, bir okşar bir incidir.<br />
CİNASLI BEYİTLER<br />
Akıl ermez her fendine kadının,<br />
Güven olmaz hükmüne her kadı’nın.<br />
Aptala öğrettim kazı kazmayı,<br />
Kafama indirdi koca kazmayı.<br />
Arasın çöllerde Yusuf’u, yedi kardeşi<br />
Haset mi yuttu, yoksa kurt mu yedi kardeşi.<br />
Arıyorsan geçmişini ya oku, ya bana sor,<br />
Atıyorsan geçmişine koş hemen yabana sor.<br />
Ben yalvardım oku bana,<br />
Sen yağdırdın ok’u bana.<br />
Beş kuruşa satıyorum gelin alın terimi,<br />
Bakın görün gözyaşı mı temiz, alın teri mi.<br />
Bulutlar göğe çıkar, yağmur başlar yağmaya,<br />
Bulutlar yere iner, kurtlar başlar yağmaya.<br />
Çatlasa da yolda bırakmaz at, sadakat onda var,<br />
Er meydana çıkınca, bir tek nala değmez on davar.<br />
Çok barsak deler dirgenle oynayan,<br />
Debbet’ül arz’dır bir gen’le oynayan.<br />
Dedi; adımı yaktın mı budağa,<br />
Dedim; bir kere baktın mı bu dağa.<br />
Dedi; efkârım sel oldu, yatağından taşıyor,<br />
Dedim; dertlerim oğul verdi, yedi kervan taşıyor.<br />
Dedi; güzel köy kilimi, köyde dokunmak ister,<br />
Dedim; bu göz, o güzele köyde dokunmak ister.<br />
Dedi; indirsem duvağı, beni yok sanar mısın,<br />
Dedim; duvağı boyadı tenin, yoksa nar mısın.<br />
Dedi; sellerin dağdan akışını gördün mü,<br />
Dedim; karların dağda nakışını gördün mü.<br />
Ortanca
AYAKLI KOŞMA<br />
Rasim KÖROĞLU<br />
Bu ne hal başımda elli yaşımda<br />
Bir güzel düşümde gezer eğlenir<br />
________________tozar eğlenir<br />
İçimde dışımda her an peşimde<br />
yaramı döşümde ezer eğlenir<br />
______________üzer eğlenir<br />
Oku destanımı gör isyanımı<br />
Kül etti han’ımı yaktı canımı<br />
Kesti dermanımı döktü kanımı<br />
Ölüm fermanımı yazar eğlenir<br />
______________çizer eğlenir<br />
Yara aldım oktan Rasim der ki çoktan<br />
Ölürüm firaktan yari meraktan<br />
Çıkar da konaktan geçer ıraktan<br />
Halimi uzaktan süzer eğlenir<br />
_____________sezer eğlenir<br />
MUSAMMAT KOŞMA<br />
Fevziyem ben sana hep yana yana<br />
Boynumu bir yana büktüm ağladım<br />
Ölüm var her cana düşmem isyana<br />
Derdimi Rahman’a döktüm ağladım<br />
Güven yok dünyaya benzer rüyaya<br />
Temelsiz binaya boş bir hülyaya<br />
El açıp Mevla’ya durdum duaya<br />
Sel olup deryaya aktım ağladım<br />
Rasim bir fukara düştü efkâra<br />
Kapanmaz bu yara kim gelip sara<br />
Sis çöktü dağlara oldu kapkara<br />
Yattığın mezara baktım ağladım<br />
Ortanca 40<br />
BİTMEZ<br />
Füsun SUKA<br />
Yalanın gerçekle yarışı,<br />
Zamanın ömürle yarışı,<br />
İnsanın hayatla savaşı,<br />
Sevenin hasretle yarışı, bitmez!<br />
MEÇHULE GİDEN YOL<br />
Necati ÖZDENKOŞ<br />
Dur diyorum kendi kendime<br />
Nereye gidiyorsun şu uçsuz bucaksız çölde<br />
Yapayalnız yürüyorsun<br />
Dudaklarım kurumuş benzim sarı<br />
Belki hayalin belirir susuzluğumu unuturum<br />
Güneş tepelerden gülüyor<br />
Alay edercesine<br />
Sanki kumlara gömülüyorum<br />
Her adım atışta<br />
Bir an ölümün kucağında sanıyorum kendimi<br />
Bir toz bulutu kalkıyor tepelerden<br />
Bir sis gibi üzerime çöküyor<br />
İşte o zaman anlıyorum ölüme susadığımı.
AŞKIM RUMELİHİSARI<br />
Fuat ERİÇOK<br />
diktir ve dardır ezelî<br />
rumelihisarı sokakları dünyalar güzeli<br />
döne döne iner karşısında masmavi deniz<br />
erguvanlar erikler ıhlamurlarla bezeli<br />
kamaşır göz yanar geniz<br />
dönersiniz bir yeni apartman<br />
sade sıvalı duvar dümdüz<br />
pencere kalfa zevki yırtık görgüsüz<br />
dönersiniz cumbalı çıkmalı bir eski ahşap güzeli<br />
dönersiniz çınarlar arasında alabildiğine deniz<br />
eski yollar kambur kumbur arnavut kaldırımı<br />
şimdi kirli suratlı asfalt<br />
sevimsiz mi sevimsiz<br />
iniyorum<br />
solda mezarlık sokak denize konuş<br />
sağa kıvrıldın mı büyük yokuş<br />
önümde kadim surp santuht ermeni kilisesi<br />
bahçesinde boğaz leb - i derya<br />
ağaçlar kediler ve bir dolu kuş<br />
tahta kanepede hayganuş teyze ile madam surpik oturmuş<br />
ve ilerde şair nigâr okulunda çocukların neşeli sesi<br />
yeni oluşmuş yeni okumuş<br />
dümdüz denize iner yokuş<br />
asudeliğin yerinde egzozlu yeller eser<br />
arabalar kamyonlar itiş kakış<br />
ne madam kayani’nin kocası topumuzu keser<br />
ne ohannes ustanın küçücük ayakkabıcı dükkanı<br />
ne yoğurtcu hasan<br />
ne tenekeli eşekleriyle sucu şabettin gezer<br />
iki taraf eskiden bozma yüksek yapı<br />
elbette çoğu artık yabancı kapı<br />
ne arkadaşımın haminnesi hacer teyze kahve içer<br />
ne abimin arkadaşı sabri abi balkondan balkona<br />
tenekeci hristo ve balıkçı kirkor’la gırgır geçer<br />
ne madam efemiya’nın işveli kızı zoyiçe<br />
terzi yorgo’ya uğramış kendine entari biçer<br />
ellili yıllarda başlayan çirkin kalkışmada yıkıldı surlar<br />
ne ermeniler kaldı ne rumlar<br />
kaybolup gitti beş yüz yıllık şehrin şaheser insan mozaiği<br />
asıl işte o zaman kültür başkenti yapacak en değerli unsurlar<br />
ne o dostluk kaldı dededen toruna<br />
ne hayrı dokundu türküne ermenisine rumuna<br />
yerlerde süründü hilal ve haç<br />
bir 6 - 7 eylül yaşadık ki rezilane safi utanç<br />
kapkara bir leke insanlık ve ülke onuruna<br />
ve bu ayıp hâlâ tamire muhtaç<br />
41<br />
iniyorum yokuştan<br />
peşimde mahallenin dost köpekleri<br />
ve yine tanıdık birkaç pisi<br />
anılar da geliyor peşimden teker teker<br />
karşımda gözümü acıtan boğazın parlak mavisi<br />
ki içinden devasa tankerler geçer<br />
kulak tırmalar birden acı bir düdük sesi<br />
sağda sultan mehmet’in taş kalesi<br />
solda hep poyraz üfüren yuşa tepesi<br />
sıralanmış elpençe güzel cariyeler misal<br />
kanlıca anadoluhisarı küçüksu kandilli<br />
dünyanın en büyük ve güzel tablosu<br />
yalılar fıstık çamları gizemli derin kayıkhaneler<br />
yaz başında erguvanlar kırmızı mor<br />
gelin gelin pırnaklı bembeyaz erikler<br />
kayık çekekleri arasında yosunları okşayan su<br />
kıyıda birkaç derme çatma balıkçı kahvesi<br />
ve yürürken sürekli değişmede resmin çerçevesi<br />
iki uçta iki tarihi cami arasında<br />
hisar’ın dar meyhaneler caddesi<br />
her evde mutlaka denizli bir pencere<br />
ve hepsinin yeni süsü<br />
metalik köprü görüntüsü<br />
eskiden kalma birkaç şirin cumba<br />
ve karanfiller ve cam güzelleri ve eski kadınlar<br />
hepsi sigara yakar ve düşünceli denize bakar<br />
gözlerinden kimbilir ne sisli görüntüler akar<br />
bir deniz köyüdür rumelihisarı<br />
karadeniz gümbürlenir kuzeyden<br />
marmaraya koşar nehir gibi yüzeyden<br />
yazları meltem meltem öpüp koklar<br />
kışın buz tipilerle tokatlar<br />
deli mi deli fırtına deli mi deli kar<br />
diktir hisar’ın yokuşları<br />
akşam yorgun insanlar ağır ağır çıkar<br />
ve her sabah dinlenmiş tazelenmiş<br />
Ortanca
DÜŞE-KALKA<br />
YOLLARDAYIM<br />
OZAN YESARİ<br />
Bendeki dert bende kalsın,<br />
Kul bilmezse Allah bilsin.<br />
Ne yapalım sağlık olsun,<br />
Gel gör ki ne hallerdeyim...<br />
Ben sahrada bir bedevi,<br />
Heybem dolu ev ödevi.<br />
Dost eyledim son görevi,<br />
Düşe-kalka yollardayım...<br />
Söyle zalım söyle niye?<br />
Yaşamadan öldüm niye?<br />
Yandım Leyla diye-diye<br />
Mecnun oldum çöllerdeyim...<br />
Ne dervişim, ne de veli,<br />
Söyletme gel deli-deli.<br />
Matemdeyim sen gideli,<br />
İki gözü sellerdeyim...<br />
Bu kaderim kör kaderi,<br />
Şaşırma hiç can Yesari.<br />
Yıkıldığım andan beri,<br />
O gün, bu gün dillerdeyim...<br />
ZEPEVENK<br />
AŞIK ERBÂBÎ<br />
Dünya ahvalinden haberi yoktur<br />
Sohbeti din ile açar zepevenk<br />
Komşusu aç iken kendisi toktur<br />
Sanki melek olmuş uçar zepevenk<br />
Karanlık işlerde zıplama ister<br />
Evine granit kaplama ister<br />
Dünya mektebinden diploma ister<br />
İnsanlık dersinden kaçar zepevenk<br />
Herkesin kabına çeşmesi akmaz<br />
Erkek sinekleri hareme sokmaz<br />
Fakir komşusunun yüzüne bakmaz<br />
Selamsız sabahsız geçer zepevenk<br />
Sanırsın Allah’la akde oturmuş<br />
Cennete giderken macun götürmüş<br />
Hûrîler’i dizip işi bitirmiş<br />
Şimdi gılmanları seçer zepevenk<br />
Aydınlığa düşman yobazın dölü<br />
Hû çekerken şişmiş ağzında dili<br />
Erbâbî, ülkede bunlardan dolu<br />
Durmadan zehrini saçar zepevenk<br />
Ortanca 42<br />
CAN SUYU<br />
Elif ÖZTÜRK<br />
Yüreğimi bir gül bahçesinin tam ortasına<br />
Burakıp gitmek isterdim<br />
Boynu bükük dikenleriyle kendini saran<br />
Kırmızı gülüm<br />
Omzuna emanet etmeyi düşledim<br />
Dikenleri içime batarken<br />
Canımı acıtması izledim<br />
Sevgimle avuçlarken kırmızı rüyayı<br />
Süslenmek istemiş ellerim sevdaya<br />
Parmaklarım tırnaklarım al rengine bezenmiş kendi can<br />
suyuyla<br />
Ten rengi sevdalısına benzemiş<br />
Batan dikenin acısı içine işlese<br />
Büyülü bir sevda var ya serde<br />
Toprağa salmak isterdim cansız bedenimi<br />
Sevdası için can siper eden kendini<br />
Olsun gülüne vermiş ya rengini<br />
Toprak örtsün bembeyaz kefeni<br />
Bedenim beslesin gülümün köklerini<br />
Dallanıp budaklansın büyütsün filizlerini<br />
Bir gün kocaman bir ağaç olsun filizleri<br />
Herkes bilsin nasıl sevdim seni!<br />
AHİRETTE İMAN SATAN<br />
GÖRDÜN MÜ?<br />
Abbas YURT<br />
Nedir bu çırpınış, nedir bu telaş,<br />
Dünyayı elinde tutan gördün mü?<br />
Herkeste bir hayal, herkeste bir düş,<br />
Ahirette iman satan gördün mü?<br />
Ne bu fırsatçılık, nedir bu talan,<br />
Herkeste bir hile, herkeste yalan,<br />
İnsan değil sanki bir yılan,<br />
Sen hiç yılanla yatan gördün mü?<br />
Her şey yok oluyor, hani insanlık,<br />
Zevk sefa içinde her şey bir anlık,<br />
Herkes oltaya takılan bir balık,<br />
Sen hiç balığı hesaba katan gördün mü?<br />
Her şeyin altında çıkar yatıyor,<br />
Kamara su almış, gemi batıyor,<br />
Değersiz kâğıda özün satıyor,<br />
Eliyle ateşi tutan gördün mü?<br />
Abbas der; kafanı boşuna yorma,<br />
Hayat bir yaşamdır, dünyada arma,<br />
Pislikten uzak dur, batağa girme,<br />
Çırpına çırpına batan gördün mü?
Cumhuriyet dönemi şairlerinden Dranas, 1909 yılında<br />
Sinop’un Salı köyünde dünyaya geldi. Ortaöğrenimini Ankara<br />
Erkek Lisesi’nde tamamladı. Lisedeki edebiyat öğretmenleri<br />
Faruk Nafiz Çamlıbel ve Ahmet Hamdi Tanpınar,<br />
şiir sevgisinin gelişmesinde etkili oldular. Liseyi bitirdikten<br />
sonra Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde çalıştı (1930-1935).<br />
Ankara Hukuk Fakültesi’ne iki yıl devam ettikten sonra<br />
İstanbul’a gitti, Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ne<br />
girdi ve buradan mezun oldu. Bu arada Güzel Sanatlar<br />
Akademisi’nde kütüphane memurluğu yaptı. Dolmabahçe<br />
Resim ve Heykel Müzesi’nde resim yardımcılığında bulundu.<br />
Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar,<br />
Kapanırdı daha gün batmadan kapılar.<br />
Bu, afyon ruhu gibi baygın mahalleden,<br />
Hayalimde tek çizgi bir sen kalmışsın, sen!<br />
Hülyasındaki geniş aydınlığa gülen<br />
Gözlerin, dişlerin ve ak pak gerdanınla<br />
Ne güzel komşumuzdun sen, Fahriye Abla!<br />
Eviniz kutu gibi küçücük bir evdi,<br />
Sarmaşıklarla balkonu örtük bir evdi;<br />
Güneşin batmasına yakın saatlerde<br />
Yıkanırdı gölgesi kuytu bir derede.<br />
Yaz, kış yeşil bir saksı ıtır pencerede;<br />
Bahçende akasyalar açardı baharla.<br />
Ne şirin komşumuzdun sen, Fahriye Abla!<br />
Ahmet Muhip Dranas<br />
(1909 - 1980)<br />
FAHRİYE ABLA<br />
43<br />
1938’de Ankara’ya döndü ve CHP Genel Merkezi’nde<br />
Halkevleri Kültür ve Sanat Yayınları’nı yönetti. Ağrı dolaylarında<br />
askerlik görevini yaptıktan sonra, Ankara’da Çocuk<br />
Esirgeme Kurumu Yayın Müdürü, sonra Kurum Başkanı<br />
(1957-1960), daha sonra da İş Bankası Yönetim Kurulu<br />
Üyesi oldu. Ayrıca, Devlet Tiyatrosu Edebî Kurul Başkanlığı,<br />
Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu üyeliği yaptı. Politikaya<br />
atılarak Zafer Gazetesi’nde yazılar yazdı. Birkaç kez DP’den<br />
milletvekili adayı olduysa da seçilemedi. Yayımlanan ilk<br />
şiiri, “Ankara Lisesi’nden Muhip Atalay” imzasıyla Milli<br />
Mecmua’da çıkan “Bir Kadına” adlı şiirdir (15 Eylül 1926).<br />
Hece şiirinin son kuşağı denilebilecek şairler arasında<br />
sayılan Ahmet Muhip Dranas, çağcıl Batı şiirine (Baudelaire,<br />
Verlaine) en yakın olan ve kendinden bir iki kuşak sonrası<br />
şairler üzerinde, az sayıda şiirle bile olsa, uzun süre<br />
etkili olan bir şairdir. O da hocası Tanpınar gibi az yazmış,<br />
seyrek yayımlamış, şiirlerini şiire başladıktan nerdeyse elli<br />
yıl sonra (1974) kitaplaştırmıştır. Gerek Fransız şiiri, gerekse<br />
kendinden önceki kuşaktan ustaları Ahmet Haşim ve<br />
Ahmet Hamdi Tanpınar’dan aldığı etkileri sanatına yedirerek<br />
özgün bir tarza ulaşmıştır. Hece ölçüsü sınırlarında<br />
kalarak ama durak ve vurgu yerlerini değiştirerek, gelenekselde<br />
çağdaşlığı yakalayan, çağrışım gücü yüksek; yurdu,<br />
insanı ve doğası ile barışık, alışılmadık deyiş örgüsüyle<br />
unutulmaz şiirler yazmıştır. Eserlerinde aşk, tabiat, ölüm,<br />
hatıralar gibi kavramlar sığ olmayan bir anlatımla ve düşündürücü<br />
boyutlar içinde verilmiştir.<br />
Sanatçı, 21 Haziran 1980 yılında Ankara’da hayata gözlerini<br />
yummuştur.<br />
Önce upuzun, sonra kesik saçın vardı;<br />
Tenin buğdaysı, boyun bir başak kadardı.<br />
İçini gıcıklardı bütün erkeklerin<br />
Altın bileziklerle dolu bileklerin.<br />
Açılırdı rüzgârda kısa eteklerin;<br />
Açık saçık şarkılar söylerdin en fazla.<br />
Ne çapkın komşumuzdun sen, Fahriye Abla!<br />
Gönül verdin derlerdi o delikanlıya,<br />
En sonunda varmışsın bir Erzincan’lıya.<br />
Bilmem şimdi hâlâ bu ilk kocanda mısın,<br />
Hâlâ dağları karlı Erzincan’da mısın?<br />
Bırak, geçmiş günleri gönlüm hatırlasın;<br />
Hatırada kalan şey değişmez zamanla,<br />
Ne vefalı komşumuzdun sen, Fahriye Abla!<br />
Ortanca
Serpil BAŞAK<br />
Kaç ömür tükenmiş Tanrım, kaç zaman geçmiş?.. Nuh<br />
Tufanı, yaramaz çocukların: “Öf, bu da oyun mu?..” dediğinden.<br />
Bir bozgun geçmiş buradan. Bir karşı yok oluş<br />
kök salmış. Adres burası, oyun alanı burası ama oyuncular<br />
yok. Bir bağ bozumu deminde her şey... Çocukluğumun<br />
dekorları, kasım ayında kuru yapraklar gibi savruluyor. Bir<br />
hüzün yağmurunda erimiş kerpiç damlarım. İğde ağaçlarım<br />
artık iğdesiz; yarı kuru, biraz yıkık… epeyce yaşlı ve<br />
yorgun alabildiğine.<br />
Bir acı içimde gölleniyor. Bir matkap uğultusu kulaklarımda...<br />
Hani, tavan arasına en sevdiğin oyuncağını<br />
saklamışsındır da, unutmuşsundur. Aradan zaman geçmiş<br />
ve anımsayıvermişsindir. Sevinçle koşarsın, almak için. Sevincin<br />
kursağında kalır; ağlarsın, üzülürsün. Bakakalırsın<br />
oyuncağa ama dokunamazsın, yeniden onunla oynayamazsın.<br />
Çünkü artık senin oyuncağın olmaktan çıkmış,<br />
fare yemi olmuştur.<br />
Tanrım! On beş yıl mı olmuş? On beş yıl, böyle mi eskitir,<br />
insanın çocukluk memleketini? Hani, kimliklerimizde<br />
“doğum yeri, ili, ilçesi” sorularını yanıtlayan yer. Bu kadar<br />
zamanda, bu kadar yabancı, bu kadar hoyrat ve ulaşılmaz<br />
olabilir mi? Kimliğimizde hâlâ adı saklıdır oysa. Çocukluğumuzdur<br />
orası. Büyümemizin tanığıdır. Kolumuzda,<br />
bacağımızda, dizimizde izi kalmış bir yaranın mekânıdır.<br />
Erik ağacından erik yerken düşmüşüzdür de, basmışızdır<br />
yaygarayı: Anne… Anne! Bu sese yanıt alabilmek için neler<br />
vermeyiz şimdi... Oysa annemiz; yüreğimizde bir yara, bir<br />
hüzün, bir mezarlık ziyaretidir artık… Gözlerimizi sileriz,<br />
özlemle. Bir iç çekişin yakıcı derinliğine sığınırız, başkaları<br />
görmez bunu.<br />
Çocukluğumda buluyorum annemi. Çok erken anne<br />
olmuş, yirmili yaşlarını sürüyor. Oysa ben ilkokula gidiyorum.<br />
Bir de kız kardeşim var… Karakaşlı, kara gözlü,<br />
kumral, güzel bir kadındı annem. Başörtüsünden dolayı<br />
saçının rengini bilmezdim, o yıllarda. Cin gibi bakardı.<br />
Ödevlerimi onunla yapardım. Cumhuriyet tarihini ezbere<br />
bilir, matematik ödevlerimde öğretmenimden “aferin”i<br />
o, alırdı. Yatılı öğretmen okullarına öğrenci yazıyorlarmış,<br />
onun ilkokul yıllarında. Ellili yılların ortaları… Öğretmeni<br />
gelmiş, müfettiş gelmiş, konuşmuşlar yalvarmışlar ama<br />
inandıramamışlar dedemi. Yollamamış öğretmen okuluna<br />
ve ablasının kaynı’yla zorla evlendirmiş annemi. Daha on<br />
dördünde imiş...<br />
Yağmurlu bir sonbahar günü buluyorum onu. Çamaşır<br />
yıkamış yine, elleri ıslak ve sabun kokulu. Bir telaşlı,<br />
bir korkmuş, yolda karşılıyor beni, okulun zamansız çıkışı.<br />
Sarıyor, öpüyor: “İyi misin kızım?” diyor. Ağlıyorum.<br />
ACI ÇIKIN…<br />
Ortanca 44<br />
“Korktum” diyorum.“ Arife öldü. Arife öldü anne… Yıldırım<br />
çarptı. Tuvaletin kapısında duruyordu. Sonra titreyerek<br />
yere düştü. Duman çıkıyordu vücudundan. Önlüğü yanıyordu.<br />
Bir daha kalkamadı.” “Vah zavallı öksüzüm!” diyor<br />
annem. “Annesinin yanına gitti. Vah garibim. Daha yedi<br />
yaşında da ölünmez ki…”<br />
Bu sefer bir bahar günü yakalıyorum annemi. Üstünde<br />
iş giysileri, yorgun ve dalgın... Evin önünde bir şeyler yapıyor.<br />
Yoldan geçen komşunun oğluna sesleniyor: ”Orhan…<br />
Orhan!” “Ne var Durkadın yenge?..” diyor Orhan. “Sen haberleri<br />
dinlemişsindir, radyodan, n’oldu şu gençlerin mahkemesi?..<br />
Ne yaptılar onlara?” Kesilmiş yonca kokuyor<br />
evin önü. Atlarmız kişniyor, huzursuz. Sinekler vızıldıyor<br />
kulaklarında. Köpeğimiz havlıyor. “Deniz Gezmiş’i astılar<br />
Durkadın yenge” diyor Orhan. “Deniz Gezmiş’i astılar…<br />
Onunla birlikte arkadaşlarını da astılar.”<br />
Karışıyorum orada. Yedi sekiz yaşlarındayım. Denizi<br />
gezmiş birisi, asılır mı?.. Deniz nasıl gezilir? Denizi gezerken,<br />
ayakları suya batmaz mı insanın? Acaba nasıl görünür<br />
denizin üstünde yürüyen biri? Denizin neresine asılır<br />
insan?.. Ben de gezersem, asılır mıyım? O zaman ben<br />
denizden uzak durayım. Denizi gezmek, çok mu kötü?<br />
Korkuyorum. Kimseye bir şey soramıyorum. Yüreğimde<br />
büyütüyorum denizi gezmeyi. Korkularım oluyor. Nasıl<br />
bir şey acaba? Bir insan denizi gezebilmek için ölür mü?..<br />
Peki denizi gezmek nasıl bir duygu? O lacivert ufka, masmavi<br />
sulara basa basa yürümek… Uçsuz bucaksız yemyeşil<br />
bir ovada yürür gibi… Paçalarını yeşil otlar boyar,<br />
bahar kokarsın…<br />
Denizde de mavi sular mı boyar paçalarını? Mavi sularla<br />
boyanan insan ne kokar? Tuz… Yosun… Martı… Özlem…<br />
Düş?..<br />
Belki de özgürlük kokar. Denizi gezen adam, gökyüzünün<br />
mavisi gibi de kokmaz mı?<br />
O güne kadar hiç görmediğim denizi düşlüyorum. Ders<br />
kitaplarında gördüğüm gibi masmavi ve sonsuz. Beyaz<br />
köpükler saçan dalgaları var. Ve üzerinde kocaman ayaklarıyla<br />
yürüyen bir adam... Arada bir eğilip, dalgaları eline<br />
dolayıp peşinden sürükleyen bir adam... Islık çala çala<br />
kaygısızca gezen bir adam. Güneş ışıklarının yansımasında<br />
kamaşan bir adam... Böyle düşlüyorum ve hoşuma gidiyor;<br />
bir masal gibi, bir efsane gibi… Korkularım yok oluyor.<br />
Bir zaman bu efsaneyi büyütüyorum düşlerimde. Ve ben<br />
de büyüyorum düşlerimin ardı sıra. Öğreniyorum… Anlıyorum<br />
ki; bazen bir düş için ölmek gerekir. Saygı duyuyorum<br />
denizi gezen tüm yüreklere… ve ne zaman bir deniz kokusu<br />
duysam özgürlük türküleri söylemek geliyor içimden.
Sonraki yıllarda bir okul sabahında görüyorum annemi.<br />
Çok erken kalkmış, sabahın körü denilebilecek bir saate<br />
ve bana, o gün okul ödevim olan bir saat yapmış. Tahtadan<br />
oyulmuş, yontulmuş, rakamları, akrep ve yelkovanı<br />
yerleştirilmiş Gıcır gıcır bir saat. Yatağımın başucuna koymuş.<br />
Sonra sesiyle uyanıyorum. “Kızım hadi kalk, geç kalacaksın.”<br />
Uyanıyorum. Bir düşteyim sanki. Okul ödevim<br />
başucumda. O gün öğretmenim bana kızmayacak. İyi not<br />
alacağım. Ve sıcak bir oda, sıcacık bir kahvaltı… Sıcacık bir<br />
sevgi sunumu... “Anne, seni çok seviyorum”<br />
“Hoş geldin Zeyneeep!.. Bu sesle kendime geliyorum.<br />
Ne annem var ne çocukluğum.<br />
Şaşkınım; karşımda bir kadıncağız duruyor. Tanıyacağım<br />
ama… Komşumuz Hafize teyze!.. Yaşlanmış bükülmüş,<br />
gözlüklenmiş… Bana bakıyor. Bir refleksle sarılıyorum ona<br />
ve kokluyorum. Çocukluğum kokuyor. Bahçesinden çaldığımız<br />
şeftaliler gibi kokuyor. Ekmek yaptığında bize de<br />
verdiği tereyağlı yufkalar gibi kokuyor. Sıcacık, şefkatli,<br />
çocukluğumun tanığı bir geçmiş zaman anası.<br />
Sokuluyorum, kaçacak gibi. Aman çocukluğum kaçmasın<br />
diye. Anamın kokusu da var onda. O da sıcak yufka<br />
kokardı. Sıcacık sevgi, güven ve korunma kokardı. “Hoş<br />
bulduk Hafize teyzem. Nasılsın, iyi misin? Çok özlemişim<br />
seni.” Yüzüme bakıyor, bir mutlu, bir ağlamaklı. Biraz gölgeli,<br />
biraz cansız… “Seni görünce yabancı sandım a kızım…<br />
Zor tanıdım seni. Değişmişsin görmeyeli. Şu kadarcık bir<br />
kızdın gittiğinde… Ah deli kız. Kaç yıl oldu be çocuğum?..<br />
İnsan hiç gelmez mi memleketine?.. Bir duydum ki, yurt<br />
dışındaymışsın… Bir de duydum, evlenmişsin. ‘Bir kızı var’<br />
dediydi annen. ‘İçerilerde, büyük bir şehirde çalışıyor’ dediydi.<br />
Kocan memur muydu senin? Sahi o nerede?.. Yalnız<br />
mı geldin? Hani kızın da mı yok yanında… Yine eskiden olduğun<br />
gibi, kendi göbeğini kendin mi kesiyorsun deli kız?..<br />
Annen çok bekledi seni… Ne zaman sorsam, ağlardı ahretliğim.<br />
‘Bu kız deliydi ama hepten delirmiş’ derdi. Hani<br />
yurt dışına gidip de, dönemediğiniz zamanlar vardı ya;<br />
hep ağlardı garibim. Hep üzülürdü de, avutamazdık. Sonra<br />
da… Dayanamadı zaten. Kardeşin götürdü İzmir’e ama<br />
kalmadı orda. Döndü, geldi. ‘Evimden başka yerde olamam’<br />
dedi. Hani… sen belki gelirsen… ev kapalı olmasın<br />
istiyordu. Söylemiyordu ama hep seni bekliyordu. Ölene<br />
kadar, bu umutla yaşadı. O gün: ‘Bu kız gelmeyecek ahretliğim’<br />
dedi, bana. ‘Gelir, gelir üzülme,’ dedim. Akşamına<br />
duydum, sonra… Evin kapısında düşmüş ve kalkamamış<br />
bir daha. Çok üzüldüm ama elden ne gelir be deli kız?..”<br />
Teyzem devam ediyordu: “Neyse… Sahi sen açsındır<br />
be çocuğum. Haydi düş önüme eve gidelim. Kuru katı ne<br />
varsa yeriz… Ne düşünürsün öyle kukumav kuşu gibi. Bir<br />
lokmacık kalmışsın, düşünme artık.” Konuşması beni çok<br />
etkilemişti. Bu can insana cevap vermeliydim: “Sen git<br />
teyzem, ben daha sonra gelirim”<br />
“O zaman çay suyu koyayım ocağa. Sen de yağmur<br />
bulutu gibi dolanıp durma, bu insansız yerde… Haydi çok<br />
bekletme beni, tamam mı Zeynebim?..”<br />
45<br />
İnsansız mı demişti? Burası benim ana baba ocağım.<br />
Kardeşim akrabalarımız, komşularımız, köpeğimiz, kedimiz,<br />
atlarımız… Şu iğde ağacı, şu dut, şu yaz elması,<br />
şu armut, şu tepesinden defalarca düştüğüm erik ağacı…<br />
Şuradaki de, benim şeftali fidanım mı?.. Artık kocamış,<br />
dalları da ölmüş. “Bir şeftali, bin şeftali” diye, bir masal<br />
kaseti almıştım kızıma. Anımsıyorum da, ilk aldığım günlerde<br />
defalarca dinlemiş, bana şeftali ağacını sormuştu.<br />
Buradaki şeftali fidanımı düşünerek, ona şeftali ağacını<br />
anlatmıştım. “Keşke” demenin bir anlamı yok. Burada<br />
şeftali ağacından meyve kopararak, armut ağacına kurulmuş<br />
salıncakta uyuyarak, kediyle oynayarak büyümeyi<br />
öğrenmedi benim kızım. Bu, olamadı…<br />
Bir kedicik. Miyav miyav uyandırıyor beni. Korkmadan,<br />
ısrarla gözümün içine bakıyor. Tanrım ben ne yapıyorum<br />
burada?.. Sen nereden çıktın kedicik? Kendi kendime konuştuğumu<br />
görünce “deli” diye bakıyordu herhalde bana.<br />
Hafize teyzem de bekliyordur şimdi. Ayıp ettim kadıncağıza.<br />
Eski ahşap evimizin içine giriyorum… İçi anılar kokuyor.<br />
Eski tahta merdivenler gıcır gıcır, bana sesleniyor, üstlerine<br />
bastıkça. Ayak izlerimde eski, sarı tahta boyası ortaya<br />
çıkıyor; solmuş olsa da tanıyorum onu. O bildik, ıslak çam<br />
kokusu geliyor burnuma. Basamaklarını ıslak bezle silmek<br />
için ettiğimiz kavgaları anımsıyorum kardeşimle; odalara<br />
giriyorum, onunla birlikte uyuduğumuz oda bu. Duvarda<br />
hâlâ zamana direnen çaktığımız çiviler duruyor. Yoğun<br />
loşluğa ve örümcek ağlarına rağmen, tavandaki delikleri<br />
ve tahta üzerindeki renk dalgalanmaların seçebiliyorum.<br />
Yatağa yattığımız zaman, gaz lambasının isli ışığında tavandaki<br />
delikleri sayardık kardeşimle. Bu bir oyundu aramızda.<br />
Lambanın titrek ışığının, duvarlarda ve tavanda<br />
yaptığı oynamalarla ortaya çıkan şekillerden masallar uydurur,<br />
birbirimizi korkuturduk. Korkan anneme seslenirdi:<br />
“Anne bak… kızın beni korkutuyor!” Bazen de onun yerine<br />
babamın sesini duyardık ve gerçekten korkardık o zaman.<br />
”Şimdi oraya gelirsem korkuyu gösteririm size… Keratalar<br />
sizi… Çabuk uyuyun, çabuk. Duymayayım sesinizi!”<br />
Sahi, babam nerede?.. Onunla ilgili anılarım daima silik<br />
hep puslu…<br />
Ulaşılamayan bir dağ gibiydi babam… Uzak, otoriter<br />
ve meşgul. Gözleri içtiği Birinci Sigarası’nın dumanıyla<br />
harmanlanmış gibi gri ve dalgın. Mutlaka seviyordu bizi…<br />
Öyle sanıyordum, ama ne o sevgisini sunmayı bilebildi ne<br />
de biz derinliğindeki sıcaklığı duyabilecek kadar yaklaşabildik<br />
ona.<br />
Sonra bir gün, okuldan çağırdılar kardeşimle beni, kalabalıktı…<br />
Annem, amcalarım, herkes ağlıyordu.<br />
Bize de gösterdiler. Yerde beyaz bir örtünün altında<br />
yatıyordu.<br />
Traktörle kaza yapmış, yalnızmış; çift sürüyormuş.<br />
Hayatını yalnız yaşamış, kendi toprağını yalnız sürmüş<br />
bir adamdı, babam. Bir kadın olarak annemi beğenir miydi,<br />
onu sever miydi?.. Hiç bilmiyorum. İşin gücün, günlük<br />
konuşmaların dışında, onların güler yüzle sohbet ettiğine<br />
Ortanca
de tanık olmamıştım hiç… Bir arkadaşı geldiğinde ya da<br />
evde konuk olduğunda, biz girmezdik yanlarına.<br />
Böylece çıkıp gitti babam evimizden, üzerimizdeki etkisi<br />
azalarak yıllarca sürdü, bir korku ve otorite olarak.<br />
Ne zaman bir karar arifesinde olsam, üzerimde hep o<br />
bakışları hissettim, yıllar boyu.<br />
Günhan’la olan evliliğimde ve yaşadığım sorunlarda<br />
onun otoritesini aradım zaman zaman… İçimde büyük bir<br />
sevgi açlığıyla sarıldım Günhan’a. Oysa erkeğin sevgisini<br />
tanımıyordum. Bir erkek tarafından sevilmeyi bilmiyordum.<br />
Babama: ”Seni seviyorum babacığım” diyemedim<br />
hiç. Babam beni dizine oturtup da: ”Seni, seviyorum kızım…”<br />
da diyememişti. O öyle davranmayı, doğru sanıyordu<br />
ve aslını öğrenmeye ömrü yetmedi. Biz korkarak geçirdik<br />
onunla olan yıllarımızı.<br />
Hep anneme sığındık. “Ufuk, Annem çizgisiyle” göğe<br />
uzanan ışıl ışıl ve sıcacık bir deniz kıyısı oldu bana ve kardeşime.<br />
Güvenle yüzdük sularında; serpildik, büyüdük.<br />
Babamsa yağmur öncesi iyice kararmış, derin, korkulu bir<br />
göldü daima; çocukluğumuzun yarım kalmış babalı düşlerinde.<br />
Babamlı bir gün, çok sinirli ve kızgın bakışlarıyla aralıyor<br />
yine anılarımın kapısını. Süt kokusu, inek pisliği, yonca<br />
yeşili ve hayvan yalağının başında komşumuzla konuşan<br />
babam… Duyamıyorum. Yonca kokusuna, öğle sıcağında<br />
vızıldayan sineklerin arsızlığına karışıyor sesleri. Annem<br />
geliyor, yanlarına. “Bu gün okulda süt yapıyorlarmış, nasıl<br />
bir şey acaba, merak ettim.” diyor. İyice kulak kesiliyorum,<br />
bu sefer. Süt nasıl yapılır ki, inek olmadan? Bizim<br />
ineklerde bol bol süt var zaten. Burada hemen hemen<br />
herkesin de ineği var. Acaba inek mi götürdüler okula?<br />
Müthiş meraklanıyorum. Annemi çekiştiriyorum gidip<br />
görmek için. Babam: ”Biliyorum” diyor, devam ediyor:<br />
“Biz de onu konuşuyoruz komşuyla. Süt tozu yollamışlar,<br />
ta Amerika’dan. Süte yoğurda ihtiyaç varmış da burada.<br />
Amerika, bize yardım ediyormuş.”<br />
“Bunu, neden kabul eder ki, bizim hükümet? Yine vardır,<br />
gizli kapaklı bir işleri” diyor komşumuz.<br />
Sütün toz halini öğreniyorum, böylece. Toz sütün,<br />
gizli kapaklı işlerde rolü olduğunu. Babam toz sütle birlikte,<br />
anılarımda biraz daha tozlanıyor. Koyaklarında buzul<br />
gölleri beslenen kuzey dağım, babam benim. Toprak<br />
adamım. “Bu gazete doğru yazıyor” deyip, “Cumhuriyet”<br />
okuyan ve bana da okutan ilk öğretmenim. Yüreğindeki<br />
sevgiyi “ayıp” diye kefenleyip, içine gömen garip babam<br />
benim…<br />
Buradan bir ekim gününde ayrılmıştım. Kızıl kuru yaprakları<br />
savuruyordu güz yeli. Tarlalar yağmurdan sonra<br />
çürümüş anız kokuyordu. Annem ıslak, puslu bakışlarını<br />
güz sabahının hüznüne bulamış, beni yolcu ediyordu. Her<br />
zaman yolculadığı yerde, her zamanki iç çekişleriyle.<br />
Dönüşümde, yine aynı yerde ama gülüşlü bir bakışla<br />
beni bekleyeceğini bilerek, hep bekleyeceğini bilerek bıraktım<br />
onu ve gittim yine...<br />
Neden annelerimiz, hep beklemesi gerekenlerdir? Neden<br />
annelerimizi, ata ocağında bekler düşünürüz hep?..<br />
Ortanca 46<br />
Kapısı açık, sıcak çorbası hazır, elleri belinde bekler annelerimiz.<br />
Bekletiriz. İşimiz vardır, meşgulüzdür, gelemiyoruzdur…<br />
Aslında onu seviyoruzdur. Bir kere bile onun, anne<br />
olmasının dışında da ayrıca bir insan ve kadın olduğunu<br />
fark etmeyiz. Sanırız ki o günün birinde nasılsa döneceğimiz<br />
yerin ta kendisidir.<br />
Neredesin anne? Kimseler ”Çok zayıflamışsın” demiyor<br />
artık. “Gitme, biraz kal da, sana bakayım” demiyor kimseler.<br />
Bahçeye çıkıyorum, asma çardağı yaşlanmış, dalları<br />
eğri büğrü, bakımsız. Eskiden, keçilerimizi bağladığımız<br />
tahta ağıl göçmüş.<br />
Her yanı ot bürümüş. Evin dış duvarları yer yer çatlamış,<br />
açılmış. Çatı kaymış, ellenmek ister. Ev terk edilmişliğin,<br />
insansızlığın, buradan göçmüşlüğün siyah beyaz bir<br />
anıtı gibi duruyor.<br />
Bu siyah beyaz anıtta burasının bana adres olamayacak<br />
kadar silikleşmiş olduğunu acıyla görüyorum.<br />
Bu zamanda bu adreste, benim gibi bir iletiyi okuyacak<br />
kimse yok…<br />
Birde toparlanıyorum: Hafize teyzem!.. Hafize teyzem<br />
var ya… Ona gitmeliyim, onun kollarına sığınmalıyım! O<br />
okur beni!..<br />
O geçmişimin tanığı… geçmişimden bu güne kalanım!<br />
“Zeynep kızım… Zeynep!.. Kız… deli kız! Niçin öyle bağıra<br />
çağıra konuşuyorsun… Kim var yanında?.. Hadi seni<br />
bekliyorum, gel artık. Meraklandım.”<br />
“Telefonla konuşuyordum Hafize teyzem. Yok, bir şey,<br />
meraklanma. Buraya kadar yordum seni, kusura bakma,<br />
olur mu? Ben de geliyordum zaten.“<br />
“Yok kızım yorulmam ben. Bu kadarcık yürümeyle insan<br />
yorulur muymuş? Haydi, gidelim de iki lokma bir şey<br />
girsin midene. Sonra dinlenir, biraz da uyursun. Akşam<br />
sohbet ederiz. İstediğin kadar kalırsın, özlemişim seni be<br />
kızım… Ahretliğimin hatırı var. Hiç bırakır mıyım seni.”<br />
Minnetle ve özlemle giriyorum koluna. İçime sıcacık<br />
bir şeyler akıyor. Doluyorum. Dudaklarımı ısırıyorum, taşmasın<br />
diye. Yürüdüğümüz tanıdık yola iliştiriyorum bakışlarımı.<br />
Çocukluğumun bir başka limanına ama bu güne<br />
gelebilmiş kalender limanına sığınıyorum.<br />
“Seni özlemişim Hafize teyzem” diyorum. “İyi ki sen<br />
buradasın. Öyle iyi geldin ki bana. Çok yaşa Hafize teyzem…<br />
Ama benim bu gün dönmem gerekiyor, işlerim var.<br />
Daha fazla kalamam. Belki ilerde kızımı da getiririm, o zaman<br />
kalırız. Kim bilir… Hayat işte… Belki bir rüzgâr buraya<br />
savurur beni yeniden.”<br />
Sarılıyorum annemin ahretliğine uzun uzun. İçimdeki<br />
uğultuları okuyor yaşlı kadın ve okşuyor sırtımı. İncecik<br />
el parmakları usul usul saçlarımda dolanıyor. Gözlerime<br />
bakıyor; dayanamıyorum tanıdık bakışlarına. Ağlıyorum.<br />
“Kızım… Zeynep kızım benim. Ağla kızım, ağla. Dök<br />
içinin ağusunu. Burada ağla, burada bırak acılarını. Hiçbir<br />
yola, acı azıkla düşülmez kızım. Burada kanayan yarayı,<br />
burada sar ve at kirlenenleri. Taşıma çıkınında”<br />
Bakakalıyorum, karşı yoldan gelen Antalya otobüsüne.
19 Ağustos 1864’te İstanbul’da doğdu. 8 Mart 1944’te<br />
Heybeliada’da yaşamını yitirdi ve oradaki Abbas Paşa<br />
Mezarlığı’na defnedildi.<br />
Roman ve öykü yazarı. Eserlerinde 19 ve 20’nci Yüzyıl<br />
başındaki İstanbul yaşamını gerçekçi bir biçimde yansıttı.<br />
Hünkâr yaveri Mehmet Sait Paşa’nın oğlu. 3 yaşındayken<br />
annesinin ölümü üzerine Girit’te bulunan babasının<br />
yanına gönderildi. İlkokula burada başladı. Babası tekrar<br />
evlenince 6 yaşında İstanbul’a anneannesinin Aksaray’daki<br />
Konağı’na döndü. Yakubağa Mektebi, Mahmudiye<br />
Rüşdiyesi ve İdadi’de öğrenim gördü. 1878’de Mekteb-i<br />
Mülkiye’ye girdi. 1880’de hastalığı nedeniyle ikinci sınıftan<br />
okulu bıraktı. Kısa bir süre Adliye Nezareti Ceza<br />
Kalemi’nde memur, Ticaret Mahkemesi’nde Azâ Mülazımı<br />
olarak çalıştı. 1887’de Ahmed Mithad Efendi’nin<br />
Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yazmaya başladı. Batı<br />
uygarlığının yaşantısını taklit ederken gülünç duruma düşen<br />
insanları anlattığı ilk romanı “Şık” aynı yıl bu gazetede<br />
tefrika şeklinde yayımlandı. Paul Bourget, Paul de Kock,<br />
Alfred de Musset gibi Fransız yazarlardan çeviriler yaptı.<br />
1894’te İkdam gazetesine geçti. Kendisine büyük ün sağlayan<br />
ilk eseri “Mürebbiye” ile “Metres”, “Tesadüf” ve<br />
“Nimetşinas” bu gazetede tefrika edildi. Sansürün “Alafranga”<br />
(1911’de “Şıpsevdi” adıyla basıldı) romanını yasaklaması<br />
üzerine yazarlığı bıraktı. 1908’e kadar suskun kaldı.<br />
İkinci Meşrutiyet döneminde Ahmet Rasim ile birlikte<br />
37 sayı süren “Boşboğaz ile Güllâbi” adlı mizah dergisini<br />
çıkardı. Sabah ve Vakit gazetelerinde çalıştı. 1912’de<br />
Heybeliada’ya taşındı. Kütahya milletvekili olduğu 1936-<br />
1943 yılları dışında tüm yaşamını Heybeliada’da geçirdi.<br />
1924’te Son Posta gazetesinde tefrika edilen “Ben Deli<br />
miyim” romanı ahlaka aykırı bulunarak yargılandı, ama<br />
beraat etti. Anneannesinin yalısında dadılar arasında<br />
geçirdiği çocukluk ve gençlik yılları, İstanbul yaşamı ve<br />
insanlarını tüm detaylarıyla öğrenmesini sağladı. Ev ka-<br />
HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR<br />
(1864 - 1944)<br />
47<br />
dınlarının çeşitli konulardaki düşüncelerini öğrendi. Batılı<br />
yazarların yanısıra Türk halk edebiyatından da yararlandı.<br />
Romanı ahlakın aynası olarak gördü. Geniş bir okur kitlesine<br />
ulaşabilmek için yalın bir dil kullandı. Çok okunan<br />
bir yazar olmasını da bu yalınlığına bağladı. Eserlerinde<br />
toplumsal ve ekonomik eşitsizlikleri, kadın-erkek ilişkilerini,<br />
din sorunlarını konu aldı. Zeki ve kurnazların, saf ve<br />
cahilleri kandırarak işlerini yürüttükleri çarpık bir düzenden<br />
kurtulmak için akılcı düşüncenin gelişmesi gerektiğini<br />
savundu. Dar sokakları, ahşap evleri, konakları, yalıları ve<br />
çarşılarıyla hep İstanbul’u işledi. Romanlarında dönemin<br />
İstanbul’unun her kesiminden ve her sınıfıntan insana yer<br />
verdi. Külhanbeyler, züppeler, fahişeler, hanımefendiler,<br />
mahalle kadınları, paşalar, memurlar, beslemeler, imamlar<br />
ve esnaf. Çevre betimlemeleri üzerinde durmaktansa<br />
karakterlerini güçlendirmeyi tercih etti. Bu karakterleri<br />
yerel şivelerle konuşturmakta ustalaştı. Emile Zola’nın<br />
deneysel roman yöntemini benimsedi ve uyguladı. Ömrünün<br />
son otuz yılını Heybeliada’daki köşkünde yazarak<br />
geçirdi. En çok ürün veren, en çok okunan ve sevilen yazarlardan<br />
biri oldu.<br />
ESERLERİ<br />
ROMAN: Şık (1889), İffet (1896), Mutallâka (1898),<br />
Mürebbiye (1899), Bir Muadele-i Sevda (1899), Metres<br />
(1900), Tesadüf (1900), Şıpsevdi (1911), Nimetşinas<br />
(1911), Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç (1912), Gulyabani<br />
(1913), Cadı (1912), Sevda Peşinde (1912), Hayattan<br />
Sayfalar (1919), Hakka Sığındık (1919), Toraman (1919),<br />
Son Arzu (1922), Tebessüm-i Elem (1923), Cehennemlik<br />
(1924), Efsuncu Baba (1924), Meyhanede Hanımlar<br />
(1924), Ben Deli miyim (1925), Tutuşmuş Gönüller (1926),<br />
Billur Kalp (1926), Evlere Şenlik, Kaynanam Nasıl Kudurdu<br />
(1927), Mezarından Kalkan Şehit (1928), Kokotlar Mektebi<br />
(1928), Şeytan İşi (1933), Utanmaz Adam (1934), Eşkıya<br />
İninde (1935), Kesik Baş (1942), Gönül Bir Yeldeğirmenidir<br />
Sevda Öğütür (1943)<br />
Ölümünde sonra basılan romanları<br />
Ölüm Bir Kurtuluş mudur (1954), Dirilen İskelet (1946)<br />
Dünyanın Mihveri Para mı Kadın mı (1949), Deli Filozof<br />
(1964), Kaderin Cilvesi (1964), İnsanlar Maymun muydu<br />
(1968), Can Pazarı (1968), Ölüler Yaşıyor mu (1973),<br />
Namuslu Kokotlar (1973)<br />
ÖYKÜ: Kadınlar Vaizi (1920), Namusla Açlık Meselesi<br />
(1933), Katil Bûse (1933), İki Hödüğün Seyahati (1934),<br />
Tünelden İlk Çıkış (1934), Gönül Ticareti (1939), Melek<br />
Sanmıştım Şeytanı (1943), Eti Senin Kemiği Benim (1963)<br />
(Ölümünden sonra)<br />
OYUN: Hazan Bülbülü (1916), Kadın Erkekleşince<br />
(1933), Tokuşan Kafalar (1973), İki Damla Yaş (1973),Gülbahar<br />
Hanım (Ölümünden sonra)<br />
TARTIŞMA: Cadı Çarpıyor (1913), Şekavet-i Edebiye<br />
Tartışmaları (1913), Sanat ve Edebiyat (Ölümünden sonra<br />
H. A. Önelçin derledi, 1972)<br />
Ortanca
ÇOK ÇOCUK YAPIN!<br />
Aşık Nuri ÇETİN<br />
Bunca yatırımlar gitmesin boşa<br />
İşimiz vardır gökteki kuşa<br />
Bu söylediğim sanma temaşa<br />
Yapın gardaş yapın çok çocuk yapın<br />
Bize çalışacak insan gerekli<br />
Hemi güçlü olsun hemi yürekli<br />
Eli kazma tutsun eli kürekli<br />
Yapın gardaş yapın çok çocuk yapın<br />
Çok uyanık olsun çalıpta yesin<br />
Bu devletin malı denizmiş desin<br />
Hemen büyüyüpte çabucak gelsin<br />
Yapın gardaş yapın çok çocuk yapın<br />
Gelecekten yoktur asla korkumuz<br />
Aydınlık görünür bizim ufkumuz<br />
İnsan ile dolup taşsın yurdumuz<br />
Yapın gardaş yapın çok çocuk yapın<br />
İnsan arıyoruz dağlarda bile<br />
Bağrımıza basmadık mı sevgiyle<br />
Maya çalsak olur mu bilmem ki göle<br />
Yapın gardaş yapın çok çocuk yapın<br />
Ağaç misali diksek toprağa<br />
Bire yüz verir belki olur ya<br />
Aşta var işte var doğan yavruya<br />
Yapın gardaş yapın çok çocuk yapın<br />
Üçleri beş yapak beşleri de on<br />
Yine de büyür giymese de don<br />
Bundan başka yok sakın deme son<br />
Yapın gardaş yapın çok çocuk yapın<br />
Adil bir düzen yok mu ülkede<br />
Varıpta otursa yeter kahvede<br />
Çalar çırpar karnı doyar her yerde<br />
Yapın gardaş yapın çok çocuk yapın<br />
Sen neyi beklersin hey Aşık Nuri<br />
Cennetten çıkıp da gelmez ki huri<br />
Cennet gibi ülkemizin her yeri<br />
Yapın gardaş yapın çok çocuk yapın.<br />
Ortanca 48<br />
SENİNKİ BELEŞ HAYAT<br />
Kemal ÖZDEMİR<br />
Ne arar ne sorarsın,<br />
Ne kafanı yorarsın,<br />
Hergün fındık kırarsın,<br />
Seninki beleş hayat.<br />
Cepte yoktur sorunun,<br />
Garantidir yarının,<br />
Yiyip yiyip gerinin,<br />
Seninki beleş hayat.<br />
Gözlerin gonca gülde,<br />
Ellerin yağ’la balda,<br />
Bu nasıl iştir anla,<br />
Seninki beleş hayat.<br />
İçinde yoktur terin,<br />
Kanı yerde neferin,<br />
Sahte rapor, verdiğin,<br />
Seninki beleş hayat.<br />
Düzenbazlıktır tarzın,<br />
Haram lokmadır farzın,<br />
Koruyor seni dürzün,<br />
Seninki beleş hayat.<br />
Utanmayı bilmezsin,<br />
Sen alırsın vermezsin,<br />
Vatan için ölmezsin,<br />
Seninki beleş hayat.<br />
Devletin malı deniz,<br />
Yiyenler bil ki domuz,<br />
Aç gezerken çoğumuz,<br />
Seninki beleş hayat.<br />
Senin gibiler sülük,<br />
Her yerde bölük bölük,<br />
Sen yaşadın biz öldük,<br />
Seninki beleş hayat.<br />
Ne zamandır gözlerim,<br />
Adaleti özlerim,<br />
Yalan değil sözlerim,<br />
Seninki beleş hayat.
İnsanlığın bağrında insan olmaya birer adayız.<br />
Kiminiz bozmaya.<br />
Kimimiz düzeltmeye.<br />
Ataerkilliğin hüküm sürdüğü ailede, iş merkezlerinde,<br />
ekonomide ve de siyasette, kısacası kadının malzeme olarak<br />
kullanıldığı her yerde (dünya ve ülke düzeninde) kadınlardaki<br />
düşüş bireysel değil geneldir.<br />
ATAERKİL (patriarkal) : Erkeklerin egemen olduğu, erkek<br />
otoritesine dayanan toplumsal örgütlenme düzenidir.<br />
Tarihsel olarak kapitalizm tarafından devralınmış, dönüştürülmüş<br />
ve onun maddi temeliyle eklemlenmiş bir sistemdir.<br />
İkisi arasındaki tek fark, namus cinayetleri…<br />
Kapitalist sistemde rasyonellik gereği çözüme gidilirken,<br />
ataerkil sitemde tam aksine, en vahşi uygulamalarla,<br />
can yakıcı bir şekilde çözüme gidilir. Bu sistemin içerisinde,<br />
kadının yaşadığı en büyük ayrımcılığın cinsiyetçilik olduğu<br />
bilinmektedir. Dünyanın birçok yerinde, kapitalizm<br />
ve erkek-egemen sistemler kadınlar üzerinde ’’çifte sömürü”<br />
uygular. Ülkemizde kadın ezilmişliği bölgelere göre<br />
değişim gösterse de, birbiriyle çok bağlantılı olduğu bilinmektedir.<br />
Ataerkil sistemin en ağır şekilde işlediği, Filistin<br />
ve Batı Sahra’da, Suudi Arabistan’da, İran’da, Irak’ta, vs.<br />
vs… kadınların eşini seçmesine izin verilmez ve zina suçu<br />
kapsamında değerlendirilir. Kadının bedeni, emeği, yaşamı<br />
erkek- egemen düzence denetiminde tutulur.<br />
Ataerkillikte namus, babadan kocaya devredilir. Köy,<br />
kasaba ya da kent fark etmez. Kadın yenileşme yerine<br />
cüceleştirilir. Böyle bir sistem: Özde ve biçimde, kadını<br />
kişisel benlik doyumu ve boşalım aracı olarak gören ve kadının<br />
bedenini, emeğini sömüren bir düzendir de diyebiliriz.<br />
Örneğin: İran filmlerinde kadın karakterler, İslam’ın ve<br />
rejimin kadından beklediği imajı sunar. Kadın karar alma<br />
mekanizmalarında yoktur. Kadın iffetiyle merhametiyle<br />
doğurgandır. Kocasına itaat eder, çocuklarını büyütür, evini<br />
temizler. (ev işi toplumsallaştırılmıştır).<br />
İran kültürünün kadına kamusal alanda getirdiği yasaklar<br />
filmlerde açıkça sergilenir. Hatta kadınların fabrikalarda<br />
veya herhangi bir iş yerinde, sosyal güvencesini<br />
kazanma adına mücadele ettiği sahneler, yok denecek<br />
kadar azdır.<br />
Oysa İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, tüm insanların<br />
özgür doğduğunu, eşit itibar ve haklara sahip olduğunu<br />
vurgular. Bu beyannamede öne sürülen tüm haklar<br />
(ekonomik, soysal, kültürel, medeni ve siyasi) ve hürriyetlerin,<br />
cinsiyete dayalı olanlar dâhil, hiçbir ayrıma tabi kılınmaksızın<br />
herkes tarafından kullanılabileceğini beyan eder.<br />
“İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Birleşmiş Milletler<br />
Genel Kurulu Tarafından 1979’da kabul edilmiş,<br />
1981’ de sözleşme biçimi almış. T. C. Hükümeti ise bu sözleşmeye<br />
1985 yılında imza atmıştır’’<br />
ÇİFTE SÖMÜRGE<br />
49<br />
Musade ÖZDEMİR<br />
Dünya ve ülke düzeninde, İnsan Hakları Evrensel<br />
Beyannamesi’ni hiçe sayan, kadınları geri plana atan, ataerkil<br />
sistemine karşı, feminizm (kadın isyanı) doğdu.<br />
FEMİNİZM: Kadınların ezilmişliğine karşı çıkış ve isyan<br />
demektir.<br />
Kadın ezilmişliğinin tarihselliğini ve sürekliliğini vurgulamak<br />
amacıyla örgütlenen feminist grupların mücadelesini<br />
çürütmek adına, erkek-egemen sistem tarafından türlü<br />
görüşlerle ‘’feminizm eşittir lezbiyenlik’’ şiarıyla başka<br />
yönlere çarpıtılmak istenmiştir.<br />
Erkek-egemen sistemi hüküm sürdükçe, kadının temel<br />
haklarının var olacağı söylenemez.<br />
Dolayısıyla, dünya ve ülke düzeninde, kadınların duygularını<br />
rencide eden eşitsizliğin kökünde, “acaba dinler<br />
mi yatıyor, rejimler mi” düşüncesi akla takılıyor. Bu düşünceyle<br />
başkaldıran kadınlar, çoğu ülkelerde radikal dincilerin<br />
hedefi haline geliyor hâlâ.<br />
Cumhuriyetle yönetilen bir ülkede hüküm süren ataerkil<br />
sistem, ayrımcılığın yanı sıra, cumhuriyet ilkelerinin<br />
amacına ulaşmasını da engellemiş oluyor. Ne cumhuriyeti<br />
ne de ilkelerini hazmedemeyen ataerkil düşünce.<br />
YETER Kİ NAMUS KURTULSUN:<br />
Bu düşünce, nice kadınları namus adına cinayete kurban<br />
etti. Takas edip töreyle tüketti. Kadınlar, “mal niyetine”<br />
sürülüp güdüldüler, öldüler, öldürüldüler. Sonra da<br />
oturuldu darağacının altına, timsah gözyaşlarıyla toprağa<br />
gömüldüler.<br />
Ataerkil sistem devam ettiği sürece, namus cinayetleri<br />
bitmeyecektir. İran’da Zohreh’in, Azar Kabiri-niat’ın yaşadıklarıyla,<br />
Irak’ta Ayşa’nın, Ümmü Omar’ın, Türkiye’de<br />
Güldünya’nın, Şemse’nin vs. vs… yaşadıkları ne kadar benzer.<br />
Sınırları ne olursa olsun, ortak noktaları aynı “kadın’’<br />
olmak…<br />
VAR OLANI YOK ETME…<br />
“Kim ders alabilir dünden, kim yeniden doğabilir küllerinden?’’<br />
Çok değil aslında, kırılmadan- dökülmeden ve de dövülmeden<br />
insan gibi yaşamak, çok değil aslında.<br />
Bilinçlenmiş her kadının bilinçaltında, sınırlanmaya<br />
değin bir reddediş yatar. Bu duyguyu tüketmeden ve de<br />
çekinmeden, korkmadan uyandırmalıdır. Çünkü, toplumda<br />
konu edilen eşitlik, eşitlik yanılsamasından öte bir anlam<br />
ifade etmiyor.<br />
“Dişi kuyruk sallamasa…” deyimini duymayanınız yoktur.<br />
Dış görünüşle özü sorgulayan ataerkil sistemde, düşüncenin<br />
“apış arasından” bir adım öteye gitmesi beklenemez.<br />
Kültür ve geleneklere saygı adına, kadınların eşitlik<br />
ve özgürlükten mahrum bırakılmalarına sebep olan erkek<br />
egemen sistemde: ‘’Var mıydı kadının içinde sağ kalan,<br />
yağmalanan umutları düşerken yarının kirpik uçlarından.’’<br />
Ortanca
Ayşe YILMAZ<br />
Orta yaşa dayadığım merdivenin yerini değiştirmeye<br />
karar verdiğim şu zamanlarda hatırı sayılır bir bilgi birikimi<br />
sahibi şimdi karmakarışık olan zihnimle yatağıma büzüldüm.<br />
“Gençtim ben de on yirmi yıl öncesine değin” kelamları<br />
kemiriyordu her gece şu biçare beynimi. Uzun bir<br />
gün sonrası samimi olarak yorgunluk hissettim hani derler<br />
ya, iliklerime dek… Pestilim çıkıyordu artık eh emekliliğin<br />
gölgesi düşmüştü her bir halime. Yaşlılık ne uzaktı oysa<br />
dün. Serde erkeklik vardı şöyle kadınlar gibi şuram ağrıyor,<br />
buram ağrıyor diye inleyemiyordum ki…<br />
Az sonra eşim de yatağa girdi. Şaşkınlık o an had safhaya<br />
çıktı bende. Karımın ince bilekli güzel elleri ve beyaz<br />
kolları göğsüme sımsıkı sarılmıştı. Önce nefes alamıyorum<br />
sandım, sonra “rüya bu rüya” dedim. Hâlbuki gerçekti<br />
işte. Bilekleri hâlâ yasemin kokuyordu, yeni evlendiğimizde<br />
olduğu gibi. İyi de bu ilgi neydi şimdi?<br />
Düşüneyim bakayım ben farklı ne eyledim de hanım<br />
böylesi bir güçle yapıştı şimdi. Gerçekten sülük gibi yapıştı<br />
ha, o halde bugün güzel bir şey yaptım ben. Çoraplarımı<br />
top gibi yuvarlayıp televizyon vitrinin ardına basket atmıştım<br />
bu mu hoşuna gitti? Yok daha neler… Heyecandan<br />
saçmalar oldum. “Çorapların koksun orada çıkarırsam insan<br />
değilim” demişti sahi. O halde akşam yemeğinde kırdığım<br />
o tabağı kutluyoruz. Yahu ben de koca oldum olalı<br />
tek iyi hareket yapmamışım sanki. Öyleyse bugün benim<br />
doğum günüm. Ben ne zaman doğmuştum, çok da olmuş,<br />
hatırlayamadım bak şimdi. 195… daha mı erkendi? Yılı hatırlasam<br />
gün hemen aklıma gelir ama ayda sıkıntı olabilir.<br />
Anam bostan vakti doğdun derdi, bostan vakti haziran<br />
sonu ise burcum ne o zaman? Burcumun özellikleri arasında<br />
neler var acaba, yeni bir aşk var mı mazide? O mazi<br />
değildi sahi neydi, ati miydi? Şimdi üfleyip püfleyeceğim,<br />
sonra şu güzel anı paralayacağım. Para dedim de aklıma<br />
takıldı bu haftaki maç ne oldu? Tüh Galatasaray mı kazanmıştı<br />
ki Beşiktaş mı? Beşiktaş’ın averajı ne ki acaba? Bu yıl<br />
kim kupayı kucaklar? Çoraplarımı da ne güzel atmıştım birader,<br />
keşke şakadan anlayan bir karım olsaydı da beraber<br />
kutlasaydık o basketi.<br />
AKLIMA TAKILDI<br />
Ortanca 50<br />
Karım da maşallah mengene gibi sıktıkça sıkıyor bu ne<br />
anlamadım. Nefes gırtlağıma takıldı kaldı. Heyecanlanıyorum<br />
tuhaf iş. Hâlâ aşık mıyım, bu yaşta sağlığımı bile<br />
kaybetmişken ne aşkı? Yok yok bu kadını gerçekten deli<br />
gibi seviyorum. Sahi küçükken bizim mahallede bir deli<br />
vardı ne çok döverdi beni, ah şimdi çıkacak karşıma, neyse<br />
ne diyordum: Beşiktaş’ın teknik adamı Fatih Terim bizim<br />
memleketli, Fatih Terim kim? Şimdi bu aklıma takıldı<br />
Fatih’i bilirim Sultan Mehmet… Burası tamam Terim ne?<br />
Fatih İstanbul’u aldı Beşiktaş İstanbul takımı, yahu maçı<br />
kim kazanmıştı? Gençlerbirliği olsa gerek, Gençlerbirliği<br />
Ankara takımı? Eee… Avrupa’da Gençlerbirliği diyemiyorlar<br />
bunu söylesem şimdi karıma sinirlenir, “ne alakası var”<br />
der. O da bana aşık, ne iyi etmişim de evlenme teklifini<br />
kabul etmişim gülüm benim. Yok ben evlenelim demiştim<br />
gülüme. Gülün anavatanı neresiydi? Lale Türkiye, Açelya<br />
Japonya, papatya bizim köy… Şimdi yine güleceğim küser<br />
sonra küstüğü zaman da iki ayı doldurur, aman sesim çıkmasın.<br />
Ne güzel kokar tenin güzel, namuslu karım benim. Bu<br />
arada Batı klasiklerinden Namus diye bir eser var mıydı?<br />
Yok o Açlık’tı. Kim yazmıştı onu Norveçli miydi yazar? Ne<br />
ağlamıştım ama okurken, adam kitabı yazmak için aç mı<br />
kalmıştı yoksa aç kaldığı için mi yazmıştı? Yahu aklım iyice<br />
karıştı; Gençlerbirliği bunda söyleyemeyecek ne var, sonra<br />
da gelmişler “bizim dilimiz dünya dili” demezler mi, deliriyor<br />
insan! Diliniz dönmüyor daha. Dili ne güzel kullanır<br />
Zeki Müren, şimdi plağı çalsa ne güzel dinlerdik karımla o<br />
başını omzuma yaslardı, saçları ne yumuşaktı o zamanlar,<br />
hâlâ da öyle. Garip iş saçları da beyazlamadı sanki, yoksa<br />
boyuyor mu? Bak şimdi aklıma kurt düştü. O kurt akla mı<br />
düşerdi, içe mi? Ne fark eder düştü bir kere, ateş düştüğü<br />
yeri yakar, ne ateşi? Ateş bastı beni, Çarşı bu olaya ne<br />
derdi acaba? Kesin karşı çıkardı, yahu ne alaka kaç yıllık<br />
karım, sarılacak elbette hâlâ yakışıklı sayılırım. Tüh çarşıdan<br />
birkaç kilo portakal alacaktım bak. Portakal atardım<br />
konserde Aragones’e, bu kimdi, şarkıcı demek ki konsere<br />
çıktığına göre. İyi de belki sadece izliyordur açık havada.
Sinema dediğin açık havada olacak, Türkan abla savuracak<br />
sarı saçlarını, yahu onun saçları sarı mıydı?<br />
Karımla kavga ettiğimizde ben unuturum o hemen hatırlatır,<br />
maşallah onda balina hafızası vardır. Aslında üniversiteyi<br />
de Londra’da okumuş. Yok o değildi o kimdi kimdi<br />
Elif Şafak mı, yahu Elif Şafak kimdi? İngilizce yazardı da<br />
kitaplarını birileri Türkçeye mi çevirirdi ne, üstelik Nobel’i<br />
de almıştı. Şimdi Nobel’i Ali Rıza Binboğa almamış mıydı?<br />
Sesi ne güzeldi, sesi güzel diye Nobel verirler mi, ya da<br />
söyledikleri hoşlarına gidince, birilerinin? Ah ah şu doğum<br />
günümü bir hatırlasam onu unuttum ya işte bütün bilgiler<br />
tepe taklak yuvarlandı boşluğa. Heyecandan olsa gerek…<br />
Karım beni seviyor, karım beni seviyor diye bağırsam balkondan.<br />
Yok o kadar değil sarıldı kırk yılda bir, şu an bozulmasın<br />
diye yirmi dakikadır çiviyle çakılmış gibi kımıldamadan<br />
durmaktan her bir yanım da ağrıdı. Özür dilemesi<br />
lazım benden ya neyse… Birilerinden birileri özür diliyorsa<br />
asıl bizden dilesinler, dilensinler. Savaş meydanlarında<br />
canlarımızı yitirdik. Yitirmek dedim de aklıma takıldı devletin<br />
memuruyum ya ezilen benim, herkes parayı tomarla<br />
alır biz ne alırız… Neyse bunu hatırlamam iyi olmadı.<br />
Karım güzeldir, çok güzeldir, benim için bana güzeldir.<br />
Ona aşık olduğumda asla sevmez beni demiştim. Asla olmuyor<br />
hayatta bir gün cesaretimi topladım çeşme başında,<br />
yok yok sen ne giydiğimi sorardın, ben de her seferinde<br />
hatırlamazdım şimdi hatırlıyorum, 23 aralık. Ha oh be…<br />
Şimdi 23 aralıkta ne bostanı olur ki babam seracılık yapardı<br />
herhalde. Serada bostan olmaz, olsa olsa domates<br />
olur. Onun da geni bile yok, üretim kalitesi düşük en iyisi<br />
satın alalım ülke olarak dışardan. Nereden, dur bakalım<br />
genini kim bozuyorsa ondan alalım da garanti olsun. Kimdi<br />
kimdi, buldum kazanan Beşiktaş’tı son golü de Sergen<br />
Yalçın attı. O oynadı mı? O emekli oldu sahi… Yahu o çocuk<br />
55 var mı? Bu futbolcular da hiç yaşlanmıyor, tabi sen koş<br />
top peşinde at izinde… Yok yok at jokeylerindi. Artık yoruldum<br />
dilim damağım kurudu, heyecandan bildiğim ne<br />
varsa karıştı. Sorayım da kurtulayım bu kadın niye sarılmış<br />
bana aslında öpsem uzun uzun sıkılmadan, neyse şimdi<br />
sinirlenir yine, romantik ol ucuz davranma diye tutturur.<br />
- Hanım, aklıma bir şey takıldı.<br />
- Nedir?<br />
- Beşiktaş yok yok sen…<br />
- Ne?<br />
51<br />
- Yahu sen diyorum sen neden yapıştın böyle şimdi<br />
bana kene misali.<br />
- Bu tabiri sevmedim derhal geri al.<br />
- Aldım aldım, sahi bostan vakti…<br />
- …<br />
- Ben ne zaman doğmuşum diyecektim.<br />
- Eskiden.<br />
- Hadi canım bak sen, ben bunu bilmiyordum, asıl sen<br />
bu sözü geri al.<br />
- Hangi sözü?<br />
- …<br />
- Ne var bey, söyle de uyuyalım.<br />
- Haaa uyku dedin de aklıma takıldı…<br />
- Ne takıldı aklına yine?<br />
- Neden sarıldın?<br />
- Kime?<br />
- Kime mi, kime sarılıyorsun benden başka?<br />
- …<br />
- Katil olacağım Allah’ım bu gece belli oldu!<br />
- …<br />
- Katil diye tablo var mıydı? Neyse bak beni delirtme.<br />
- Özel bir sebebi yok.<br />
- Neyin?<br />
- Sarılmamım.<br />
- Kime sarıldın sen kızım?<br />
- Bir öğrenemedin yıllardır, bana kızım deme.<br />
- Olur ama önce cevap ver.<br />
- Sana.<br />
- Evet bana neden sarıldın?<br />
- Bizim karşı komşu bugün vefat etti ya…<br />
- Eee…<br />
- Korktum işte ne bileyim.<br />
- Ha ha ha…<br />
- Gülmen yanlış.<br />
- Değil.<br />
- Tartışmayalım hadi yat yatağına.<br />
Yatağıma büzüldüm sinirlenmiştim vallahi. Kadın ölüden<br />
korkmuş öyle sarılmış. Yahu uykum da kaçtı işte, uyuyamam<br />
da şimdi. Düşün düşün sabahı et artık. Az sonra<br />
tekrar sarılmaz mı, sinirle silkeledim zavallıyı, git dedim git<br />
ölüye sarıl. Ölü dedim de aklıma takıldı Ölüler Evi filmini<br />
kim yönetmişti?<br />
Ortanca
ÇEKTİM İPİMİ<br />
Gülderen AYDEMİR<br />
Ben kendime düşmanım,<br />
Gecenin en koyu karanlığını,<br />
Attım üzerime.<br />
Zehri şerbet diye yudumlarken,<br />
Gülümserim karadan kara kederime.<br />
En acımasız ihanetleri sığdırdım,<br />
Buzdan soğuk yüreğime…<br />
Yargısız infazlar yaptım<br />
Kırdım kalemini aşkında sevginin de.<br />
Ellerim mülteci oldu, gözlerim firari,<br />
Hain pusular peşindeyim.<br />
Hasretlerin özlemlerin faili,<br />
Akmayan gözyaşımın katiliyim<br />
ZORUMA GİDİYOR<br />
Meliha DEVECİ<br />
Öyle kaşını, indirip bana,<br />
Yandan bakışın, zoruma gidiyor.<br />
Alıştım ben senin, güzel sözüne.<br />
Karşımda şuşuşun, zoruma gidiyor.<br />
Telefon çalsa, seni sanırım.<br />
Her güzel türküde, seni anarım.<br />
Bir sitemine, günlerce ağlarım.<br />
Beni ağlatman, zoruma gidiyor.<br />
Kaldırıp yüksekten bırakır gibi.<br />
Param parça edip kırma kalbimi.<br />
Benim de kendimce, sevgim yücedir.<br />
Hafife alışın, zoruma gidiyor.<br />
Gözümde yoktur gülüşü, masum bir gelinin.<br />
Belki sevgine hiç layık değilim.<br />
Belki aradığın o ben, ben değilim.<br />
Hayalinde yaşattığın ben miyim diye.<br />
Kalbimi deneyişin zoruma gidiyor.<br />
Zaten yorgunum, ben bu hayattan.<br />
Kalmadı mecalim, düştüm takattan.<br />
İndirmek istiyorum, dünyayı sırtımdan.<br />
Bir de senin gönül oyununda,<br />
Oyuncak yapışın zoruma gidiyor.<br />
Bana uzat elini, Değer verirsen.<br />
Eşya gibi değil, beni insan görürsen.<br />
Birlikte aşalım, tüm sorunları derken.<br />
Cevapsız kalışın, zoruma gidiyor…<br />
Ortanca 52<br />
GÜNEŞİN ELİNİ TUTTUM<br />
Semah ATAK<br />
İçime saplanan o kristal gül,<br />
Tanır mı sarayın sırçalarını?<br />
Bana bir gül kaldı ve bir de gönül,<br />
Saklarım kırılan parçalarını.<br />
Ah, Yerebatan’da uyuyorken sen,<br />
Bir kırlangıç ölür, bir serçe kanar.<br />
Bu şehre çığ düşer eğer gelmezsen.<br />
Bu şehir kahrolur, bu şehir yanar.<br />
Hükmü yok ateşin, tarihi yaksan.<br />
Fikrimde savrulan küllerin kadar.<br />
Gök yere eğilir sen arza baksan.<br />
Kimseyi sevmedim ellerin kadar.<br />
Dal gibi eğilir, doğrulsa Ferhat.<br />
Göğün tavanına çarpar başını.<br />
O ki, demir dağda bir nakış, bir hat.<br />
Benim için deler dağın döşünü.<br />
Sesin var Nemrut’un kalp atışında.<br />
Ruhunu yıkamış Dicle yahut Zap.<br />
Bir tek beni bilir gün batışında.<br />
Kimseyi yakmamış ateş-i azap.<br />
Sen suyun dibinde nefes almaksın.<br />
Sen yerin altında yaşamak gibi.<br />
Sen çare içinde naçar kalmaksın.<br />
Hayatı ölüme taşımak gibi.<br />
Kendini sesinde unutmuş sesim.<br />
Bakışım ufkunda çakılı kalmış.<br />
Ve ben hiç kimseyim ve ben herkesim.<br />
Gözlerim yağmurun ahını almış.<br />
Bir mektup yazarsan, boşluğa bırak.<br />
Mekânsızlık yurdum, adresim rüzgâr.<br />
Hem senin içinde, hem senden ırak.<br />
Hayalini kurdum, gül kokulu yâr.<br />
Hasretle beslenir, intikam ister.<br />
Sevmedim yolları, ezelden beri.<br />
Yitiğim, kayboldum, bana yol göster.<br />
Ey aşk denizinin deniz feneri.<br />
Karanlıktan korktum, hiç sorma niçin.<br />
Korkulu düşlerin tozunu yuttum.<br />
Sabahı odana getirmek için,<br />
Bak yine güneşin elini tuttum…
Televizyona çıktığı dönemde herkes bu kel adamın<br />
lakabının neden kıvırcık Ali olduğunu sorardı, hatta bir<br />
bakan bile sormuştu kendisine de… Magazinsel bir haber<br />
olmuştu, bakanın adını hatırlamasam da Ali’yi hiç unutmayacağım.<br />
Kıvırcık saçları ile hep hayalimde…<br />
Yıl seksen sekiz civarı okulu asınca doğru gençlik parkına<br />
gider, çay bahçelerinde Kemal Sunal ve Cüneyt Arkın<br />
filmleri reyting yaparken Miraj’la ben nerede saz sesi var<br />
oraya giderdik. O dönem favori sanatçımız Siyah İnci lakaplı<br />
piyanist’ti, harika org çalardı, onun yanında ilk defa<br />
tanıdık Ali’yi…<br />
Müthiş bağlama çalıyor ve kendinden geçiyordu çalarken,<br />
biz de dinlerken kendimizden geçiyorduk. Ali türküleri<br />
güzel çalardı da iş oyun havasına gelince o kadar isteksiz<br />
olurdu ki orgcu kapatırdı açığını. Aslında o zamanlar oyun<br />
havaları çalıp kısa yoldan meşhur da olabilirdi Ali Abi, ama<br />
o zor olanı seçti, kalıcı olanı seçti, sanatçılığı seçti.<br />
Geriye yıllarca dinlenebilecek eserler bıraktı. Yıllar<br />
içinde sazının bileğinin ve yüreğinin gücüyle bir çok türküye<br />
ses verdi, hayat verdi hüzünlü sesiyle. Mütevazi ama<br />
gururluydu.<br />
Yıllar yılları kovaladı, Ali Abi sağlık sorunları nedeniyle<br />
sahneyi bıraktı, müzik öğretmeni oldu. Sonra kendi yolunu<br />
çizdi ve hiç ödün vermeden ansızın bir trafik kazasında<br />
çekip gitti, hemşehrisi Selman Düştü gibi.<br />
Bir gün Selman Abi’yle program dinliyoruz sahneye<br />
almak istiyorlar ısrarla “bir şey çal” diye. Kimseyi de kırmak<br />
istemiyor ama çalmak da istemiyordu; sonunda şöyle<br />
dedi: “Ben buraya zurnacıyı dinlemeye geldim.” Yürek denen<br />
şey bu olmalıydı; ne kadar onore olmuştu zurnacı da.<br />
Coşmuştu çalarken.<br />
Selman Abiyi de 2003 de yitirdik bir trafik kazasında<br />
mekânı cennet olsun, saz virtüözüydü… İşte Selman<br />
Abi’nin babası Âşık Emini dizeleriyle ancak duygularımı<br />
ifade ediyor.<br />
ANI…<br />
53<br />
SALMANIM’IN<br />
ARDINDAN<br />
Eminî Düştü<br />
Seni düşündükçe içim kanıyor<br />
Damarımda kanım donuyor oğul<br />
Hayal mi rüya mı anlayamadım<br />
Hararetten başım dönüyor oğul<br />
Hâtıranla dolu bende hislerin<br />
Hayâlimde çiçek açmış yüzlerin<br />
Seni sevenlerin bunca dostların<br />
Her zaman hep seni anıyor oğul<br />
Aşk ile sazını çalan Salman’ım<br />
Muradı gözünde kalan Salman’ım<br />
Çok söyledim dünya yalan Salman’ın<br />
Gayri umutlarım sönüyor oğul<br />
Annen deli koyun olmuş meliyor<br />
Göz yaşları şu sinemi deliyor<br />
Avuç avuç saçlarını yoluyor<br />
İçine od düşmüş yanıyor oğul<br />
Eminî’yim omuzumda götürdüm<br />
Elim ile mezarına yatırdım<br />
Büyüttüm besledim erken yitirdim<br />
Öz vicdanım beni kınıyor oğul<br />
Yasin AYHAN<br />
Ortanca
İsmet Bora BİNATLI<br />
Çocukluğumun bir kısmı 2500 metrenin üzerinde rakıma<br />
sahip Göle (Kars’tayken şimdi Ardahan’a bağlandı)<br />
kazasında, bir kısmını da yine 2000 metre rakımlardaki<br />
Erzurum’da geçti.<br />
Kışlar altı ay sürer, üç metre kar yağar her yer gelinlik<br />
giymişçesine beyaz bir örtü altında olurdu. O uçsuz bucaksız<br />
çam ormanları bile altı ay süreyle bir beyaz şemsiye<br />
topluluğu gibi süslerdi karşı dağları. İlkbaharda toprak ana<br />
canlandıkça sarıçiçek, gelincik, papatya artık ne varsa kendini<br />
gösterir yeşile dönüşürdü beyaz alanlar.<br />
Ben kardelen çiçeği gördüğümü hiç hatırlamıyorum o<br />
günlerden. Hoş görmüş olsam da adını bilmeden, sıradan<br />
bir çiçek diye bakıp geçmişimdir.<br />
Yıllar üstümüzden nasıl da hızlı geçip gidiyor zor fark<br />
ediyoruz. Ömrümüzün son baharına geldiğimizde bile birçok<br />
şeyi ıskaladığımızı fark edince durup kalıyoruz öylece<br />
şaşkınlıkla. Ben hâlâ kardelen çiçeğini ayırt edemezdim<br />
diğerlerinden ta ki 2010 yılına kadar.<br />
2010 yılında adıma imzalanan bir şiir kitabının üstünde<br />
görünce o ismi “Kardelensin Kalpte açtın” diye dikkat<br />
kesildim. Sevgili şair arkadaşım Vedat Fidanboy’un son şiir<br />
kitabıydı bu.<br />
Ben Vedat Fidanboy’u 7-8 yıl önce Ankara Kalesinde<br />
merhum Hüseyin Yurdabak’ın yaptığı ve onun ölümünden<br />
sonra da Mehmet Nuri Parmaksız ile birlikte benim devam<br />
ettirdiğimiz (Ankara Kalesi Şiir Dinletileri) nde tanıdım. Şiirini<br />
ezberden okudu ve karşımdaki masaya oturdu. Hep<br />
mütebessim, hep bir yanı utangaç duruşuyla, göz göze<br />
geldiğimizde zafer işareti yaparak kutladım kendisini. Sonra<br />
ara verildiğinde konuştuk, ilk konuşma/tanışma idi ama<br />
ben takdir ifadelerimi belirttim o tevazu ile hafifçe kızaran<br />
ve fakat gururlu haliyle anında bir sıcaklık oluşmasına sebep<br />
olacak şeyler söyledi ve aramızda sıcak bir dostluğun<br />
temelleri atılmış oldu. O gün bu gündür çoğalan, ailece tanışmaya<br />
uzanan bir dostluğumuz var. Hiçbir gün kırmadan<br />
kırılmadan gelen gerçek bir dostluk…<br />
Vedat Fidanboy gerçekten iyi bir şair. Özellikle heceyi<br />
iyi kullanan, söylenmemişi bulup söyleyebilen orijinal<br />
ifade tarzına sahip bir şair... Cemal Safi’nin Akçay şiir yarışmasında<br />
birinci olduğunda, birçok ünlü şairin hasedine<br />
yol açtığında bile mütevazı tavrını bozmayacak bir Anadolu<br />
efendisi. Kırşehir gibi sanatçısı bol bir toprağın velud<br />
çocuğu.<br />
Kitabı okumadan önce kardelen çiçeğinin hikâyesini<br />
merak ettim. Resimlerine baktım. Vedat’a ilham veren<br />
çiçeği tanımadan şiirlerini okumak istemedim. Yaptığım<br />
araştırmalarda birçok farklı hikâyeye rastladımsa da o nahif<br />
ve zarif çiçek için söylenen şu hikâye dikkatime yerleşti.<br />
“Kardelen çiçeği, dostlarından dinleye dinleye güneşe<br />
aşık olur. Güneşi hiç görmemiştir oysa. Bu aşk içinde da-<br />
KARDELENSİN KALPTE AÇTIN<br />
(Vedat Fidanboy)<br />
Ortanca 54<br />
yanılmaz acılara sebep olur ve artık dayanamaz ve Allah’a<br />
kendisine güneşi göstermesi için yalvarmaya başlar. Allah<br />
c.c. onun nahifliğini, güneşi görünce yok olacağını söyler<br />
ve 2 gün mühlet tanır kendisine akıllıca düşünmesi için. Ya<br />
güneşi görüp yok olacak yahut bu sevdadan vazgeçecek.<br />
Aşk aklın önüne geçer her zamanki gibi ve dayanılmaz arzuya<br />
yenilip güneşi görmeyi tercih eder kardelen çiçeği.<br />
Karların içinden başını çıkartıp görür güneşi ama aynı<br />
anda da canını verir.”<br />
Derler ki aşıksan, maşukun için can vermeyi göze alabilecek<br />
kadar cesur olmalısın. Kardelen çiçeği kadar en<br />
azından… Yoksa aşktan söz etmeye hakkın olamaz.<br />
Kardelen çiçeğinin yararlı yanları da var. Kalbi kuvvetlendirici,<br />
mideye iyi gelen ve adet söktürücü ilaç olarak<br />
üst kısımlarından, çıbanları iyileştirici olarak da kök kısmından<br />
yararlanıldığı bilinmektedir.<br />
Vedat Fidanboy’un 192 sahifelik kitabının arka sayfasında<br />
çiçeğin resmi ile birlikte kitaba adını veren şiirde<br />
var. Önsözünü Hayrettin İvgin yazmış. 18 ayrı bestekârın<br />
adı var şiirlerini besteleyen. Sonra bir vefa örneği olarak<br />
onuncu sayfada, yayınlanan kitaplarda onu zikreden ona<br />
yer veren şairleri sıralamış. Naçizane benim de “Sensiz de<br />
Yaşanırmış” adlı kitabımda yer aldığını unutmamış.<br />
Kitabın birinci bölümünde 80 şiir ve 27 dörtlük var.<br />
Dörtlükler aruz vezniyle yazılmış ve altlarında kalıpları belirtilmiş.<br />
Bestelenen şiirlerinin altında da besteleyenin adı<br />
ve makamı not edilmiş.<br />
İkinci bölüm, Fidanboy’a yazılmış şiirlerin yer aldığı bölüm.<br />
On dört şiir iki düz yazı var. Bu ön dört şiirden birisi<br />
de bana ait. Üçüncü bölüm Vedat Fidanboy’un başkalarına<br />
ithafen yazdığı şiirlerden oluşuyor. Sekiz şiir var. Dördüncü<br />
bölüme Atatürk’le ilgili beş şiirini, beşinci bölüme<br />
de beş adet “taşlama” sığdırmış.<br />
Onun beyefendi kişiliği taşlamalarında bile kendini<br />
gösterir ve edep sınırlarının dışına çıkmaz.<br />
Ülkemizde çok çok ünlenmiş, medyadan düşmeyen<br />
yüzleri eskise de adları canlı tutulmağa çalışılan birçok<br />
şairinin Vedat Fidanboy’un yanında şiir gücü bakımından<br />
esamesi bile okunmaz ama o hep sütre gerisinde durmayı<br />
yeğler nedense.<br />
Kadıköy belediyesinin açtığı güfte yarışmasında hem<br />
birinciliği hem de üçüncülüğü kazanmasına rağmen asla<br />
bunların reklamını yapmak ihtiyacını duymamıştır.<br />
Kültür Ajans tarafından çıkartılan “Kardelensin Kalpte<br />
Açtın” adlı kitabı okumanızı tavsiye ederim. Her birinizin<br />
gönlünde onun şiirlerinin nasıl kardelen misali boyun uzatacağını<br />
daha iyi göreceğinizden eminim.<br />
Vedat’ın bundan sonraki hayatında daha iyi eserlere<br />
imza atacağına inancımı saklı tutuyor, mutlu ve esen bir<br />
yaşantı diliyorum.
KARDELENSİN KALPTE AÇTIN<br />
Kardelensin kalpte açtın kar düşerken üstüne<br />
Gel güzel kız gel bu mevsim kardelen ol aç yine<br />
Sonbahardan geçti gönlüm kışta sevdim ben seni<br />
Gel güzel kız gel bu mevsim kardelen ol aç yine<br />
Dertli gönlüm neş’e dolsun mis kokundan saç yine<br />
Hak özenmiş tek yaratmış sanmasınlar dengi var<br />
Kor dudaklar aşka doymaz ah ne masum bengi var<br />
Saçta meltem gözde sevda tende leylak rengi var<br />
Gel güzel kız gel bu mevsim kardelen ol aç yine<br />
Dertli gönlüm neş’e dolsun mis kokundan saç yine<br />
55<br />
Vedat Fidanboy’un ŞİİR AŞKI<br />
Sorma bana ilk aşkın, ilk sevgilin kim diye,<br />
Şiirden bir başka aşk, tanımam ben arkadaş…<br />
Tanrımın “sev” diyerek, verdiği tek hediye;<br />
Şiirden bir başka aşk, tanımam ben arkadaş…<br />
Dilde Mecnun ve Ferhat ile Kerem faslı var,<br />
Sureti masal olmuş, bende aşkın aslı var,<br />
Gücenmesin Leyla’lar, o Şirin’ler, Aslı’lar,<br />
Şiirden bir başka aşk, tanımam ben arkadaş…<br />
Ruhumu sarhoş eden şarabımdır ezelden,<br />
Derdime derman olur tesellisi tez elden<br />
Hiç ihanet görmedim bu vefalı güzelden,<br />
Şiirden bir başka aşk, tanımam ben arkadaş…<br />
Ben onun erdemini yüce haktan öğrendim,<br />
Kimi zaman maviden kimi aktan öğrendim,<br />
Satoğlu’dan, Safi’den, Yurdabak’tan öğrendim,<br />
Şiirden bir başka aşk, tanımam ben arkadaş…<br />
Ne kendine kul eder, ne zalime ezdirir,<br />
Ne kalbimi kırar o, ne canımdan bezdirir<br />
Peşine takıp beni gönül gönül gezdirir,<br />
Şiirden bir başka aşk, tanımam ben arkadaş…<br />
Gerçekten daha gerçek, sanmayın ki yalan o,<br />
Nice hissiz ve zalim gönüllerde talan o,<br />
Her sabah saat dörtte ilk kapımı çalan o,<br />
Şiirden bir başka aşk, tanımam ben arkadaş…<br />
Ortanca
Türk Halk Edebiyatı’nın zirve isimlerinden biri olan<br />
Develi’li (Everek’li) Seyrani’nin doğum tarihi kesin değildir<br />
1800 veya 1807 yılında doğduğuna dair iki kayıt vardır.<br />
Bugün Kayseri ilinin en büyük ilçesi olan, o yıllarda Everek<br />
adıyla bilinen Develi’de doğmuştur. Asıl adı Mehmet’tir.<br />
Babası fakir bir cami imamı olan Hoca Cafer Efendi’dir.<br />
Çocukluğu ekonomik güçlüklerle geçmesine rağmen babasının<br />
sayesinde medrese eğitimi almaktan geri kalmamıştır.<br />
Seyrani’nin hayatıyla ilgili kesin bilgiler mevcut olmadığından<br />
halk kendisi için bazı menkıbeler yayarak bu eksikliği<br />
gidermeye çalışmıştır. Seyrani’nin ününü duyan çevre<br />
vilayet ve kaza âşıkları sık sık Develi’ye gelerek onunla atışırlar,<br />
âşık ustalığını konuşturarak onları pes ettirir. Ama<br />
artık ona Develi dar gelmeye başlamıştır, İstanbul’a gitmeyi<br />
arzular<br />
Seyrani, büyük bir ihtimalle Sultan Abdülmecit’in tahta<br />
geçtiği yıl olan 1839 yılında İstanbul’a gelir. O yıllarda<br />
İstanbul’da semai kahvelerine, saz söz meclislerine ilgi<br />
gösterilir, âşıklar birer bilge kişi olarak görülür, dinlenirdi.<br />
Bu meclislerin tiryakileri, aşıkları yalnız bırakmaz, onları<br />
meclisten meclise, kahveden kahveye taşırlardı. Saray’da<br />
devlet erkanının konaklarında, zenginlerin köşklerinde bir<br />
araya gelen âşıklar, birbiriyle tanışır, söyleşir, atışırlardı.<br />
Bazı paşa ve beyler, şairleri himaye eder onlara rahat bir<br />
hayat sağlarlardı. Böylesi bir zamanda İstanbul’a giden<br />
Seyrani, zamanın saz ve kalem şairleriyle tanışır, bilişir.<br />
Seyrani, İstanbul’a gelmişken yarım kalan medrese<br />
öğrenimini tamamlar. Şu sözleriyle tanımlamıştır o günlerini:<br />
“Yedi yıl eğlendi, kaldı Seyrani<br />
Bütün tahsil etti ilmi irfanı<br />
Sendeyken her türlü mürüvvet kanı<br />
Bulmadın derdime çare İstanbul”<br />
Bin iki yüz altmış bire tarih basınca<br />
Pek ziyade oldu siklet bu sene<br />
Eski adet bitip devir dönünce<br />
Kalktı insanlardan şefkat bu sene<br />
Koymuşum havana bu garip seri<br />
Sefa mı sunulur ah şimden geri<br />
Ağnıya olursan derler gel beri<br />
Fukaraya yoktur rağbet bu sene<br />
Fukaranın hali Mevla’ya belli<br />
Merhamet yok ağnıyada ezeli<br />
Buğdayın bir mutu oldu yüz elli<br />
Muhtekire düştü fırsat bu sene<br />
Develili Âşık Seyrani<br />
(1800-1866)<br />
SENE 1261<br />
Ortanca 56<br />
Ancak Seyrani karakteri gereği, etrafında gördüğü yanlışlıklara,<br />
bu yanlışlıkları yapan Padişah da olsa görmezlikten<br />
gelemeyen ve şiirlerinde bunları ağır bir şekilde hicveden<br />
bir şairdir. Bu yüzden hakkında soruşturma açılmış ve<br />
yakalanmamak için de Develi’li bir dostunun yardımıyla<br />
Develi’ye kaçmak zorunda kalmıştır. Bir süre burada kalan<br />
Seyrani daha sonra Halep’e gider Burada da tutunamaz<br />
ve tekrar Develi’ye gelir. Yaşadığı süre içinde Develi onun<br />
kıymetini pek anlayamamıştır. Yakalandığı sinir hastalığından<br />
dolayı ona “Deli Seyrani” denmiş, son yıllarını yoksulluk<br />
içinde geçirmiştir<br />
Yoksulluğunu, çektiği acıları, dik kafalı bir ozan oluşuna<br />
bağlamak pek yanlış olmaz. Seyrani devrindeki gelişmeleri<br />
yakından takip etmiş, yanlışlıkları eleştirmiş, şiirlerinde<br />
kendisinden önceki ozanların alışılmış konu sınırlarının dışına<br />
çıkmıştır. Olaylara genellikle eleştirel gözle bakmış<br />
ve halkın sesi olmaya özen göstermiştir. Şiirleri hem ele<br />
aldığı konu bakımından hem de kafiye yapısı bakımından<br />
çeşitli ve zengindir. Şiirlerinde daha önce kimsede rastlanmayan<br />
kafiye yapılarına yer vermiş ve bazen bir tarikat<br />
ehli, bazen siyasi bir eleştirmen, bazen de koyu bir aşık<br />
olmuştur. Bu da onun içten, dindar, duygulu ve duyarlı bir<br />
kişi olduğunu gösterir.<br />
Seyrani, 19. yüzyıl halk edebiyatımızın şüphesiz en değerli<br />
örneklerinden birisi olarak diğer halk ozanlarını da<br />
etkilemeyi başarmıştır. Kendisi hakkında yapılan araştırma<br />
ve incelemeler son yıllarda çoğalmıştır.<br />
Eserlerinden bazıları da bestelenerek icra edilmiştir.<br />
Zengin artık kesmez oldu kurbanı<br />
Kalmadı dünyanın rengi elvanı<br />
Sultan Süleyman’a kalmadı fani<br />
Bize Hak’tan oldu rahmet bu sene<br />
İş böyle giderse kopacak fesat<br />
Yaklaşmadı gitti şu vakt-i hasat<br />
Sanatlar işlemez ortalık kesat<br />
Boşadır çalışmak gayret bu sene<br />
Bu Seyrani sahih sohbet eylesin<br />
Naçar olan fukaralar neylesin<br />
Rica niyaz edin halas eylesin<br />
Mevlamız beladan millet bu sene
04.08.2008 gününün gecesi saat 23.00 sularında evime<br />
geldim ve üzerimi çıkardıktan sonra son günlerde pek<br />
yapmadığım bir şeyi yapmaya karar verdim: Televizyon<br />
Seyretmek…<br />
Kumandada en küçük rakamdan başlayarak tek tek<br />
yukarı doğru çıkarken sıra 7 rakamına geldiğinde o numarada<br />
kayıtlı olan Flash Tv’de bir program gördüm. Daha<br />
doğrusu programa değil de altyazıya gözüm takıldı:<br />
“Hadiye: 72 yaşındayım, 4 yıldır fuhuş yapıyorum!”<br />
Evet, evet… Yanlış okumadınız! “Yalan Testi” adlı programdaki<br />
yazı aynen yukarıdaki gibiydi. İlk önce ben de<br />
inanamadım ve o tür programları sevmememe rağmen<br />
izlemek zorunda kaldım.<br />
72 yaşında olan yaşlı kadın, iki oğlunun kendisine bakmadığını,<br />
bakacak başka kimsesi olmadığından çok zor<br />
durumda kaldığını, bir süre arkadaşlarının evine sığındığını,<br />
sürekli olarak o insanların sırtından geçiniyormuş<br />
durumuna düştüğünden ve o yaşta yapacak başka bir iş<br />
bulamadığından fuhuş yapmaya başladığını anlatırken,<br />
yüzündeki acının yüreğinin derinliklerinden geldiğini belli<br />
ediyordu.<br />
“69 yaşındayken bu işi yapmaya başladım!” diyen bir<br />
nine ve insanlığını unutup 20 YTL karşılığında o nineye<br />
göz diken insanlar... Terazinin bir kefesine ne koyarsanız<br />
koyun, diğer kefesi mutlaka ağır basacak, bu ayıbı karşılayacak<br />
ve unutturacak bir bedel bulunmayacaktır. İki oğlu<br />
bakmadığı için oğulları, hatta belki de torunları yaşında<br />
insanlar tarafından para mukabili tecavüz edilen kadının,<br />
halini ve yaşadığı ıstırabı herhangi bir kelimeyle anlatıp<br />
izah edebilmemiz mümkün değildir.<br />
Program formatı gereği orada oturan üç beyefendi,<br />
zavallı kadına çeşitli sorular soruyor, kadıncağız da cevap<br />
veriyordu. Anlattığı şeyler, insanın kanını donduracak kadar<br />
etkileyici ve acıydı. İşin daha tuhaf ve daha kötü tarafıysa<br />
yaşlı ninenin bütün sorulara doğru cevap verdiğinin<br />
ve bu nedenle de bütün söylediklerinin doğruluğunun makine<br />
tarafından tespit edilmesiydi. İnanıyorum ki verdiği<br />
her cevap, onun içinden bir şeyler koparıyordu. Eğer öyle<br />
olmasaydı; ekran başında onu izlemekte olan ben, ağlamamak<br />
için kendimi tutmak zorunda kalmazdım. Yanımda<br />
olsaydı o zavallıdan; binlerce, on binlerce kez özür dileyecek,<br />
belki de bu zamana kadar kimseye söylemeye cesaret<br />
BEN UTANDIM, SİZ DE UTANIN!<br />
57<br />
Mustafa ERKENEKLİ<br />
edemediğim şeyi söyleyecektim: “Sana bunları yaşatan<br />
toplumun bir parçası olduğum için utanıyorum!”<br />
İnsan ister istemez dalıp gidiyor… Nereden nereye?<br />
Oysa daha bir asır öncesine kadar caddelere kuşlar için<br />
yemlik bırakan, onlara özel su kapları yapanlar bizim atalarımızdı.<br />
Bütün bunlar, geriye dönüp bakmayı unuttuğumuz<br />
ve hatta bakmaya cesaret edemediğimiz için başımıza<br />
gelmiştir ve gelmeye devam edecektir.<br />
Günden güne yozlaşan değerler, değerlerine sahip çıkamayan<br />
bir toplum yapısıyla açlığa ve sefalete sürüklenen<br />
insanlar görülmezken, aylarca kayıkçı kavgalarıyla bu<br />
ülkenin gündemini meşgul eden çevrelerin amacını konuşmanın<br />
zamanı gelmiştir ve geçmektedir. İbadetlerini eksiksiz<br />
olarak yerine getiren biri değilim. Buna karşın, inancı<br />
doğrultusunda kırmızı çizgileri olan, o çizgileri hayatının<br />
her noktasında geçerli kılmaya çalışan biri olarak diyeceğim<br />
odur ki; ülkemde fuhuş alıp başını yürümüş, insanlar<br />
bir ekmek parası için 70 yaşından sonra hayat kadınlığına<br />
başlayacak duruma gelmişse, ne bir gecede 3.000 $<br />
zenginleştiğimiz masalına inanırım, ne birilerinin açılıp<br />
kapanması önemlidir, ne de bir metre karelik bez parçası<br />
bu ülkenin birinci sorunu olabilir. Taşıma suyla değirmen<br />
döndürmeye çalışır gibi birkaç kilo un ve yağ ile birkaç<br />
torba kömür vermek suretiyle toplumu ayakta tutacağını<br />
zanneden bir sistemin (aslında ayakta tutmak istediği de<br />
tartışılabilir) bu sorunlara çözüm bulmasını beklemek de<br />
abesle iştigalden başka bir şey değildir.<br />
Evet… Ne yazık ki erkekliğimden utanmak bir yana, insanlığımdan<br />
utandım. Eğer bu yazıyı okuyup sizler de utanıyorsanız,<br />
hâlâ kaybetmediğiniz değerler var demektir.<br />
“Yok, ben utanmam ve utanmadım da!” diyebiliyor ve bu<br />
yazıyı kaleme alan insana da; “Senin başka işin yok mu?”<br />
sorusunu sorabiliyorsanız, yattığınız yeri gözden geçirmenizi<br />
ve sırtınızdakinin farkına varmanızı tavsiye ederim.<br />
NOT: Bu yazı Malatya Büyükşehir Gazetesinde ve başka<br />
bir edebiyat sitesinde yayınlanmış olup, olayın gerçek<br />
olamayacağı, yaşlı kadının para karşılığı o programa çıkıp<br />
yalan söylemiş olabileceği gibi eleştiriler aldım. 72 yaşındaki<br />
bir bayanın para karşılığı fuhuş yapması ile fuhuş<br />
yapmadığı halde yine para karşılığı “Yapıyorum” demesi<br />
arasında fark olmadığını düşünüyorum<br />
Ortanca
RIZA ÖZDEMİR’E AĞIT<br />
HATÇE ANA (Hatice ŞAHİNOĞLU)<br />
Sariye’m hayata ekmiş çiçeği<br />
Adam acımaz mı kara koçağa<br />
Duymuş anam oğlu bindirmiş uçağa<br />
Anam oğlu ellerine gurbanım<br />
Acı anam kızının belini bükmüş<br />
Sariye başında gözyaşı dökmüş<br />
Duydum anam oğlu telgraf çekmiş<br />
Anam oğlu dillerine gurbanım<br />
Bahçesinde biter otun iyisi<br />
İçine düşmüş derdin koyusu<br />
Ev sahibi Sariye’nin dayısı<br />
Anam oğlu evlerine gurbanım<br />
Bir ev yaptırmış ufacık taşlı<br />
Sariye’m başında gözleri yaşlı<br />
Eller bayram eder yanı yoldaşlı<br />
Anam kızı boylarına gurbanım<br />
Hamdi’m uyanamaz erkenden kalkın<br />
Giydirin Gülcan’ı da boyuna bakın<br />
Yollar bana ırak ellere yakın<br />
Anam kızı gözlerine kurbanım<br />
Uzattım uzattım yetmedi elim<br />
Sala’yı duyunca kırıldı belim<br />
Ağlayı ağlayı ağrıdı beynim<br />
Anam gızı dillerine kurbanım<br />
Sariye’m dulluk sırası değil<br />
Gülcan’ım büyür Hamdi’m kan değil<br />
Sariye’m anadan doğalı ehil<br />
Alışık yetim gütmeye kuzum<br />
Rüyamda üstüme indi bir bulut<br />
Hamdi’m büyür Allahtan kesilmez umut<br />
Sabret anam kızı acıyı unut<br />
Anam kızı gözlerine kurbanım<br />
Yandım anam kızı tenhada yandım<br />
Sala’yı duyunca deli dolandım<br />
Ahmet’in anasıyım götürür sandım<br />
Anam kızı gözlerine kurbanım<br />
Gülcan’ım küçük çeker içini<br />
Tarar iken incitmeyin saçını<br />
Kiminle yükledi baban göçünü<br />
Anam kızı evlerine kurbanım<br />
Ortanca 58<br />
AĞLAYIN DAĞLAR<br />
Lükiye (EVRAN) DEVECİ<br />
Sivastan çıktım Niksar’a doğru<br />
Niksar’dan göründü hasretin yolu<br />
İçerim yanıyor anam gözlerim dolu<br />
Şu garip halime ağlayın dağlar<br />
Ne bacım sordu beni ne de kardeşim<br />
Ana hasretiyle yanıyor başım<br />
Ne sırdaşım var ne de yoldaşım<br />
Ümitsiz halime ağlayın dağlar<br />
Kardeşim yemin etmiş vuracak beni<br />
Babam hazırlamış beyaz kefeni<br />
Yuvamız olmuş artık gözyaşı seli<br />
Çaresiz halime ağlayın dağlar<br />
Ne küsmek bilirdim ne de darılmak<br />
Hiç acıyı tatmamıştı bu yürek<br />
Artık meçhul oldu sılaya dönmek<br />
Ümitsiz halime ağlayın dağlar<br />
LİYAKAT DEMİ<br />
Ali ATAK<br />
Ruhlar Berzah aleminde beklerken,<br />
Nimet şekl’olundu cümle nebatat..<br />
Henüz en güzelin gelmesi erken,<br />
Adem evvel vücut buldu mahlûkat..<br />
Henüz yokken kitabın da, dinin de,<br />
Şahadet eyledik Rab’bin önünde.<br />
İkrar verdik Bezm-i Elest gününde,<br />
Ve o gün yazıldı gerçek şeriat…<br />
Sarık, cübbe müminliğe delil mi ?<br />
Tekkede mi özden sevginin ilmi ?<br />
Kalpten doğan her yol Rab’be değil mi ?<br />
Şart mı kuldan put yaratan tarikat ?<br />
Altı günde son mu Hak’kın binası ?<br />
Bir zerredir on sekiz bin dünyası.<br />
Vesiledir Muhammed’in rüyası,<br />
Asıl olan vahiydeki hakikat…<br />
Kudret-i kemale erilmiş ise,<br />
İki cihan birde derilmiş ise,<br />
Mevlâ’dan o ihsan verilmiş ise,<br />
Enel Hak’tır marifette liyakat…
23 Temmuz 1925’te Çanakkale’nin Gelibolu ilçesi Karainebey<br />
köyünde doğdu. İlkokulu Çanakkale’de, ortaokulu<br />
İstanbul’da bitirdi. İstanbul Erkek Lisesi’nde 2 yıl<br />
öğrenim gördü. İstanbul’da çeşitli işlerde çalıştıktan sonra<br />
1944’te Ankara’ya taşındı. Atatürk Orman Çiftliği’nde<br />
memur olarak çalıştı. 1950’de yine İstanbul’a döndü.<br />
Mahmutpaşa’da işportacılık yaptı. 5 Aralık 1951’de TKP<br />
davasından tutuklandı. 2 yıl cezaevinde kaldı, delil yetersizliğinden<br />
beraat etti. 1953 sonunda cezaevinden çıktı.<br />
Birçok şirkette çalıştı. Avukat katipliği, muhasebecilik yaptı.<br />
1969’da Suadiye’de Yeryüzü Kitabevi’ni açtı. “Yeryüzü”<br />
adıyla çıkan derginin yönetimine katıldı.<br />
1984’te kitabevini kapatıp kendisini bütünüyle yazılarını<br />
verdi. İlk şiiri “Edirne’de Akşam” 1940’ta “Yeni<br />
İnsanlık” dergisinde yayınlandı. “İnsan”, “Gün”, “Ant”<br />
dergilerindeki şiirleriyle dikkat çekti. Toplumsal gerçekçi<br />
anlayışta şiir yazan genç şairlerden biri olarak belirdi. Kavgacı<br />
ama barışçıl ve insancıl yanı ağır basan, dil ögelerini<br />
ve biçim kaygısını elden bırakmayan bir şiir kurmaya yöneldi.<br />
“Yeryüzü” dergisinde bu çabanın başarılı şiir örnekleri<br />
yayınlandı. “Arif Barikat” takma ismini kullandığı bu<br />
dönem şiirlerini 1956’da “Günden Güne” adlı kitabında<br />
topladı. Kitap basıldıktan 5 ay sonra toplatıldı ama beraat<br />
etti. Sonraları İkinci Yeni Şairleri’nin yanında, imgeye ağırlık<br />
veren, biçim ve dil araştırmalarına girmiş bir şair olarak<br />
göründü. Bu yönüyle 1940 kuşağı adıyla anılan şair arkadaşlarından<br />
ayrılır. 1956 sonrası şiirlerinde ise geçirdiği<br />
Arif Damar<br />
(1925 - 2010)<br />
59<br />
her iki dönemin ortak özellikleri dikkat çeker. “Arif Hüsnü”,<br />
“Ece Ovalı” takma isimlerini de kullandı, düzyazılarında şiirle<br />
ilgili düşüncelerini anlattı. Ulus ve Tanin gazetelerinde<br />
makaleler yazdı.<br />
Arif Damar, 20 Ekim 2010 tarihinde saat 03.00’da, kaldırılmış<br />
olduğu Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde<br />
kalp yetmezliği sonucu yaşamını yitirdi.<br />
Büyük Hüner<br />
İnsanları sevmek kolay değil,<br />
bir hürriyet bu;<br />
çetindir memleketimde.<br />
Ben, ille varım dersen,<br />
bir gün pusuya düşersen,<br />
insanları sevmek<br />
büyük hüner...<br />
Bu dünyada yaşadığın şu kadar yıl,<br />
gerçek’ten, güzellikten, yüğitlikten,<br />
payına düşeni alabilmişsen,<br />
vermişsen, payına düşeni;<br />
gerçek için, güzellik için,<br />
gücüne karşı konmaz,<br />
korkusuz, direnirsin...<br />
Bilirsin,<br />
bir kere korku düşerse adamın içine,<br />
bir kere koparsa sevdiklerinden,<br />
mümkünü yok,<br />
gitti gider...<br />
Söner gözlerinde güzelim ışık,<br />
kararır, çirkinleşir yüzü.<br />
Önceleri, utanır belki,<br />
sonra vız gelir,<br />
umurunda olmaz dünya.<br />
İnsanları sevmek büyük hüner,<br />
İnsanlarla beraber!..<br />
ESERLERİ:<br />
Günden Güne 1956, İstanbul Bulutu 1958,<br />
Kedi Aklı 1959, Saat Sekizi Geç vurdu 1962, Alıcı Kuş 1966<br />
Seslerin Ayak Sesleri 1975, Alıcı Kuşu Kardeşliğin 1976,<br />
Ölüm Yok ki 1980, Ay Ayakta Değildi 1984,<br />
Acı Ertelenirken 1985, Yoksulduk Dünyayı Sevdik 1988<br />
Alıcı Kuşu Kardeşliğin 1990, Ay Kar Toplamaz ki 1980,<br />
Eski Yağmurları Dinliyorum 1995<br />
Ortanca
Ulviye AY<br />
Bir varmış bir yokmuş, ülkenin birinde ormanın derinliklerinde<br />
yaşayan iğde, çam, meşe ve dut ağaçları varmış.<br />
Ormanın hemen kıyısında yıllık bitkiler olarak bilinen,<br />
kamış, kendir-kenevir, tütün ve ayçiçeği bitkileri de yaşarmış.<br />
Bu orman zenginlikleri ve güzellikleriyle meşhurmuş.<br />
Her mevsim kuşlara, sincaplara ve diğer canlılara yuva<br />
olur, yine tabiatın analık görevini üstlenirlermiş. İlkbahar<br />
aylarında kuşların ötüşlerine tanıklık eder, sonbahar aylarında<br />
ise, şairlere ilham kaynağı olurmuş.<br />
Hazan mevsimi yaklaşınca şairler şiir yazmaya başlarmış.<br />
Bu ağaçlar sonbahar aylarında üzerindeki örtüyü<br />
aheste aheste yere döker, şairlerin adımları arasında yüreklerindeki<br />
sevgiyi dillere taşırlarmış. Hazan mevsiminin<br />
son günlerinde artık ağaçlar üzerindeki örtüden tamamen<br />
sıyrılır çırıl çıplak bir hal alırmış.<br />
Ve nihayet ilkbahar yaklaşmış. Yapraklar açınca tekrar<br />
örtülerine kavuşmuş ve rüzgârın hafif tatlı esintisiyle dalgalanmış.<br />
Üzerinde kuşlar, arılar, sincaplar, bir sürü canlı<br />
baharın etkisiyle neşeli şarkılar mırıldanır olmuşlar hep<br />
birlikte.<br />
Yine güzel bir günün başlangıcında iğde, çam ve meşe<br />
ağaçları, üzerinde ev kurmuş kuşlarla, yapraklarının haşir<br />
neşir olduğu sahneymiş.<br />
Dururken az ileride insanların ayak sesleri ve bu güne<br />
dek hiç duymadıkları bir sesle irkilmişler. Pat, küt dururken<br />
makine sesleri...<br />
Bir anda tüm canlılar ve görkemli ağaçlar bir korkuyla<br />
birbirlerine rüzgârın esintisi sayesinde sarılmaya başlamışlar.<br />
Yapraklar korkudan titriyor, kuşlar ağaçların üzerindeki<br />
yaprakların arasına saklanmaya çalışıyormuş.<br />
Ses yaklaştıkça iğde, çam ve meşe ağaçları daha da<br />
korkmuşlar. Az ilerde ormanın kıyısındaki diğer bitkilerin;<br />
kamış, kenevir, tütün ve ayçiçeğinin feryatlarını duyar gibi<br />
olmuşlar. Daha da korkmaya başlamışlar.<br />
Önce insan adımlarındaki ses, ardından balta sesi,<br />
ardından, motor sesi… Korkuları gittikçe artıyor. Ağaçların<br />
üzerindeki kuşlar ve tüm canlılar kaçmaya başlamış.<br />
Ağaçlar olduğu yerde kala kamış. Dururken, iğde ağacının<br />
BİR AĞACIN ANATOMİSİ<br />
Ortanca 60<br />
gövdesine inen ani bir balta sesi… Sonra tekrar tekrar, tekrar…<br />
Balta sesleri gittikçe çoğalıyormuş. Sıra çam ağacına<br />
gelmiş, sonra da meşe ağacına…<br />
Diğer bitkilerse çoktan topraktan ayrılmışlar.<br />
Meşe ağacı bir türlü anlam veremiyormuş. Tam 30<br />
yaşındaymış. İğde ağacının tamamıyla yıkıldığını görünce<br />
titrek bir sesle; “İğde kardeş biz ne yaptık ki? İnsana zarar<br />
vermedik. Ben tam 30 yıldır, insanoğlunun ciğeri oldum.<br />
Ciğerlerine benim sayemde hava alıyorlar. Bizim sayemizde<br />
nefes alıp veriyorlar. Biz olmasaydık nasıl yaşardı insanoğlu?<br />
Meşe ağacı sözlerine devam ederken, son bir balta<br />
sesiyle öylece ormanın derinliklerinde yere yığılmış. İnsanoğluna<br />
ciğer olan meşe, koca bedeni, yaprakları arasında<br />
kayboluvermiş. Derin bir üzüntüyle, hayal kırıklığı içinde<br />
son damarının topraktan ayrılmasıyla ve çam ağacına inen<br />
baltaların sesleriyle uyuyakalmış.<br />
Ve çam ağacı da gövdesine inen baltalarla insanoğlunun<br />
seslerinin karışması sonucu, ormanın derinliklerine<br />
salıvermiş tüm yapraklarıyla dallarını.<br />
Ormancılar bu ağaçlarının gövdesini dallarından, yapraklarından<br />
ayırmışlar. Meşe ağacı, arkadaşları ve kendisinin<br />
param parça olmasının insanoğlu için nasıl bir yarar<br />
olacağını merak ediyormuş. Yapraklarını hayvan yemi olarak,<br />
dal ve kabuklarını odun ve kereste olarak, gövdesini<br />
de kâğıt yapımında kullanılmak üzere kısım kısım ayırmışlar.<br />
Sonra kâğıt üretim fabrikasında en önem aşamaya gelmiş<br />
gövdeleri.<br />
Meşe ağacının diğer arkadaşlarındaki bazı bölümler<br />
de kâğıt fabrikasına getirilmiş.<br />
Daha önce hiç görmediği aletlerle meraklı bakışlar<br />
arasında titrek bir halde insanların koşuşturmalarını ve<br />
kendilerini param parça kısımlara ayırmalarını görmüş,<br />
ama bir anlam verememiş.<br />
Beklerken insanların konuşmalarına şahit olmuş:<br />
“Bu kalın gövdeleri şuraya, diğer parçaları da buraya<br />
koyun; bunları kâğıt üretiminde kullanacağız. Okuldaki çocuklar<br />
kalem, defter, kitap bekliyor.<br />
Meşe ağacı bunu duyunca sevinmiş. “Demek canlıyken<br />
insanoğlu için ciğerlere nefes oluyor, yaşımız büyü-
yünce de çocuklara eğitim oluyoruz.” Diyerek derin bir<br />
nefes çekmiş. Çocuklar için yararlı olmanın mutluluğunu<br />
yaşamış.<br />
Nihayet okullarda, sırada bekleyen minik çocuklarla<br />
buluşma vakti gelmiş.<br />
Meşe ve diğer arkadaşları kitap ve defterlerin sayfalarında<br />
yaprak yaprak, dal dal olmuş.<br />
Okulun başladığı her sabahın erken saatlerinde, meşe<br />
ağacı büyük bir sevinçle ve merakla beklermiş: “Acaba bugün<br />
çocuklar beni nasıl süsleyecek? Nasıl bilgi yazacaklar?<br />
Öğretmenin anlattıklarını nasıl da boncuk boncuk işleyecekler<br />
sayfalarıma?”<br />
Bu merak her gün olurmuş.<br />
Defter de merak ediyormuş: “Acaba kalem tutan minik<br />
eller ne yazacaklar?”<br />
Kitap merak ediyormuş: “Acaba bugün çocuklar beni<br />
nasıl bir solukta okuyacaklar?”<br />
Bu merak eğitim öğretim boyunca her yeni günde her<br />
yeni bilgilerle sürer gidermiş.<br />
Mevsimler boyunca yapraklarla giyinen ve yine yapraklarla<br />
soyunan ağaçlar mutlu olmuşlar.<br />
İnsanoğluna yararlı olmanın mutluluğu her geçen gün<br />
daha da ilerliyormuş. Eskiden ormanda yaprakları dalgalanırken,<br />
şimdi de kitap ve defter yapraklarında dalgalanmalarının<br />
mutluluğu büsbütün artıyormuş. Sene boyunca<br />
çocukların okuma-yazma öğrenmelerine tanıklık etmiş,<br />
kitap ve defter.<br />
Defterin sayfaları artık tükenmiş, çocuklar yaza yaza<br />
son sayfaya gelince meşe ağacı merak etmiş: “Acaba son<br />
sayfam da dolunca beni ne yapacaklar?<br />
Kitap kardeşe sormuş o da: “Ben de merak ediyorum<br />
benim de son sayfam… Bundan sonra acaba bizi ne yapacaklarını…”<br />
Bu merak uzun sürmemiş. Çocuklardan biri, defterin<br />
son sayfasını da doldurduktan sonra, okul çıkışında sokakta<br />
köşe başında bulunan çöpe fırlatıp atmış. Defter<br />
çok üzülmüş bir çırpıda çöpe atılmasına. Oysa ki eğitim<br />
öğretim boyunca arkadaş olmuşmuş onunla. Ne kadar da<br />
güzel anlaşırlarmış çocukla. Her gün birlikte zaman geçirirler,<br />
öğrendiklerini paylaşırlarmış. Meşe buna çok içerlemiş,<br />
gözyaşlarını tutamamış.<br />
Sıra kitap kardeşe gelmiş. Onun da son sayfası imiş<br />
okunmak üzere. O da merak ediyormuş, bundan sonra<br />
neler olacağını. Yıl boyunca sayfalarındaki bilgileri paylaşmanın<br />
mutluluğunu yaşarken sonunun ne olacağını düşünüyormuş.<br />
Sonra çocuk, kitabı eline alarak, okulun ince<br />
uzun koridorunda yürümeye başlamış. Kitap, daha da merak<br />
ediyormuş. Kendisini okuyan çocuk, minik parmakları<br />
arasında okulun geri dönüşüm kutusuna bırakmış onu.<br />
Yine bir heyecan sarmış kitabı:<br />
“Yaşasın ben yine bilgi olacağım çocuklar için. Beni<br />
tekrar okumak üzere rafa kaldıracaklar. Demek ki seneye<br />
yeni bir kitap olarak geleceğim. Ve yeni çocuklarla tanı-<br />
61<br />
şacağım.” Diyerek tebessümle, yeni bir yılın gelmesi hevesiyle<br />
geri dönüşüm kutusunda fabrikaya gideceği günü<br />
merakla beklemeye başlamış.<br />
Sokağa atılan defter aniden esen bir rüzgârın etkisiyle,<br />
damla damla yağan yağmurla baş başa kalmış. Yaprakları<br />
rüzgârın esintisiyle bir o yana bir bu yana saçılıyormuş.<br />
Sonra sokakta kendisi gibi çöpe fırlatılmış saman, kamış,<br />
kendir-kenevir, tütün ve ayçiçeğinden yapılmış gazete sayfalarına<br />
rastlamış.<br />
Kendisi gibi sokağa atılan gazete ve dergiler yağmurun<br />
artmasıyla önce üşümeye, sonra da erimeye başlamışlar.<br />
Defter titrek bir sesle:<br />
“İnsanoğlu neden böyle nankörce davranıyor? İşi bitince<br />
fırlatıp sokağa atıyor bizi” demiş.<br />
Gazete söze girmiş;<br />
“Beni okuyan kişinin yanında biri daha vardı, o da<br />
gazete okuyordu. Bitirdikten sonra onu köşedeki geri dönüşümlü<br />
kutusuna attı. Beni okuyan da sokağa… Biliyor<br />
musunuz arkadaşlar, geri dönüşüm kutusuna atılınca biz<br />
yine tekrar gazete, dergi, kitap ve kâğıt oluyormuşuz, bizi<br />
kullanabiliyormuş insanoğlu” diye sözlerini tamamlamış.<br />
Defter de:<br />
“Peki bizi neden geri dönüşüm kutusuna bırakmadılar?”<br />
Diye sorunca<br />
Gazete:<br />
“Bazı kişiler de bizi sobalarını tutuşturmak için kullanıyorlar.<br />
İnsanoğlu bizi nasıl isterse öyle kullanıyor. Hâlbuki<br />
yakmasalar, sokağa atmasalar, tekrar kendileri için yararlı<br />
oluruz.”<br />
Hava gittikçe soğumaya, gökyüzü yeryüzüne gözyaşlarını<br />
daha da kuvvetli bırakmaya başlamış. İyice ıslanmaya<br />
başlayan defter, gazete ve dergiler, üşümeye başlamışlar,<br />
ama hemen ilerdeki tenekeye çöp dökmeye gelen biri,<br />
yerdeki defter, gazete ve dergileri toplayıp, evinin yakınındaki<br />
geri dönüşüm kutusuna bırakıvermiş.<br />
Artık kâğıt parçaları üşümüyorlarmış. Yeniden kâğıt olmanın<br />
mutluluğunu yaşamaya başlamışlar.<br />
Masalın sonu böyle…<br />
Birçok ülkede, kâğıt yapımında kullanılan maddelerin<br />
yaklaşık üçte ikisi geri dönüşümlü kâğıt ve kereste yapımı<br />
sırasındaki atık yongalardan elde edilir.<br />
Doğal kaynakların sınırsız olmadığı, dikkatlice kullanılmadığı<br />
takdirde bir gün bunların tükeneceği şüphesizdir.<br />
Ortanca
GÜLLERİ KOKLADIM BEN<br />
İbrahim YAMAN<br />
Ne gülün rengini sordum ne de bülbül sesini<br />
Yıllar yılı hasret çektim sakladım hevesimi<br />
Kimselere söylemedim çıkarmadım sesimi<br />
Yüreğimde gizledim hep sevgimi hevesimi<br />
Ağlayanlarla ağladım gülenlere güldüm ben<br />
Acı çektim çile çektim ömür boyu sevdim ben<br />
Feryadıyla inlediğim gönlü kırık ney’dim ben<br />
Başka gülü koklamadım bülbül gibi yandım ben<br />
Dalgalarla kucaklaştım denizleri aştım ben<br />
Rüzgârlarla haberleştim kanatlandım uçtum ben<br />
Sultanım senin aşkınla ardın sıra koştum ben<br />
Şafaklarla ağladım ben güller gibi açtım ben<br />
Irmak gibi çağıl çağıl yaylaları aştım ben<br />
Katar katar turnalarla yüce dağlar geçtim ben<br />
Bozkırlarda çiçek çiçek öbek öbek açtım ben<br />
Gönlümdeki tükenmeyen sevgiye ulaştım ben<br />
Sevgililer günü bugün o kalple birleştim ben<br />
Gönlümdeki sevgiliye ulaştım kavuştum ben<br />
Tüm sevenler mutlu olsun ellerimi açtım ben<br />
Böyle güzel bir şubatta çiçeklerle koştum ben<br />
Dualarım kabul oldu sevindim ben coştum ben<br />
Ortanca 62<br />
CAN ÖZÜMDEN<br />
Azime GÜRLEK<br />
Can özümden katmer katmer vuruldum.<br />
Ardım sıra dost düşmana yerdiler.<br />
Vuslat varken cennetime darıldım.<br />
Linç edip tabanlara serdiler.<br />
Şehveti yok, edası çok gazelden.<br />
Sır küpünde şeametli güzelden.<br />
Kuruş etmez ihtişamı ezelden<br />
İte kaka emri vaki kardılar.<br />
Yüreğimde özüm zırhla ıslansın.<br />
Çığlıklarım yedi arşa yaslansın.<br />
Ahrazlığım can evimden paslansın.<br />
Beni ezip baş semaya vardılar.<br />
Mecali yok, debelenir çorakta.<br />
Hüküm giymiş sedir otu orakta.<br />
Düşte kalkar, kanadı yok borakta.<br />
Debelendim dizin dizin sürdüler.<br />
Yüreği boş, çengel atar şaşarak.<br />
Nefsindedir beklentisi taşarak.<br />
İçgüdüsel hareketle koşarak<br />
Cehaletin suretini verdiler.<br />
Der Azime! Ser koymuşum bu yola.<br />
Gerekirse çekip zehri kol kola<br />
Çekip gider alıp başı dik yola.<br />
Ağzıma da karaçalı dürdüler.<br />
ACİL YARDIM<br />
Şadi ÜNAL<br />
Sokak lambaları ne kadar fersiz,<br />
Karanlıklar püsem püsem geliyor üstüme.<br />
Çırpınırken kardeşim içeride<br />
Ve hıçkırıklar yankı yaparken duvarlarda...<br />
Acı, hüzün karışık taksi seslerinde,<br />
Çığlıklar yankılanıyor acil yardımlarda.<br />
Kendini bırakmış ölümün kollarına<br />
Yaşamak istemiyorcasına çaresiz...<br />
Koşturmalar, bilinçsizce koridorlarda,<br />
Gözyaşları zehir damlaları sanki,<br />
Süzülüp, dudaklarda emilirken,<br />
Buruk bir tad bırakıyor damaklarda...
AŞKA GİDERKEN<br />
Eyüp ŞAHAN<br />
Pusatlanır gönül aşka girerken,<br />
Seyreyle âşıkta halleri hele.<br />
Sevda ırmağına destur verirken,<br />
Dinle sen âşıktan dilleri hele.<br />
Buram buram terde halini anla,<br />
İnce ince düşer özüne damla<br />
Ağrımaz başını sarınca gamla,<br />
Ne de çabuk geçer yolları hele.<br />
Sevgi bahçesinde dolanır eller,<br />
Bir türkü tutturur bülbüldür diller,<br />
Dikeni batınca bükülür beller,<br />
İlkbaharda solar gülleri hele.<br />
Ya sabır diyerek sürer atını,<br />
Sanki bir süvari gör şatafatını,<br />
Aldığı mesafe kurşun atımı,<br />
Asırlara denktir yılları hele.<br />
Süvari yorulur gönlü durulur,<br />
Boş hayal görünce içi burulur,<br />
Neden böyle oldu diye sorulur,<br />
Ayazı dondurur yelleri hele.<br />
Ya bir de menzile varırsa güle,<br />
Dünya tapusunu cebinde bile,<br />
Eyüp’ün gönlüne vermeden çile,<br />
Örülür petekte balları hele.<br />
63<br />
BİR GÖZ DÜŞÜMÜ<br />
UZAKLIĞIN…<br />
Nevin KOÇOĞLU<br />
yıllardan en yenisi aylardan ocak<br />
yüreğimin bahçesine uzanıyor elim<br />
bir masal çalıyorum gülün dalından<br />
ay ışığıyla ışıl ışıl yıkanmış<br />
diana’nın elleriyle kutsanmış<br />
gül rengi bir sevda<br />
bu sevdaya bülbül yakışmaz mı aslında<br />
amma velakin dağ taş karga<br />
bir parça peynire tamah eder kimisi<br />
kimisi bir çift söze<br />
çığlıkları uğulduyor beynimde<br />
bir korkuluk dikiyorum fikrime<br />
düşlerimin çekimine yürüyorum korkusuzca<br />
cümlelerim uçuşuyor göğün mavisine<br />
avuç avuç yıldız tozu serpiyor gökyüzü<br />
saçlarımdan aşağı dökülüyor ince ince<br />
yürek çarpıntısına ayarlanıyor belleğim<br />
tenim tenine emanet sevgilim<br />
yokluğunla sarmaş dolaş uyuduğum her gece<br />
sabahında sana uyanıyor usulca<br />
dilime şiirler dolanıyor<br />
kor kor buselerini toplarken derinlerden<br />
vurgun yiyorum kendi denizimizde<br />
aşk olsun diyorum aşktan gelsin ne gelecekse<br />
Bir göz düşümü kadar uzaklığın bana<br />
“hasretinden prangalar eskittim” anla<br />
Ortanca
Süleyman KARACABEY<br />
Topladım çıkardım ne kaldı elde,<br />
Yıllarca koştuğum boşaymış meğer,<br />
Kalmadı bahçemde bülbül de gül de,<br />
İki gözüm birden şaşaymış meğer…<br />
Görmeden baharı hazana girdim,<br />
Şu fani dünyaya çok emek verdim,<br />
Belki de bilmeden gönüller kırdım,<br />
Ömrün akış yönü kışaymış meğer…<br />
Zehir sundu zaman bal diye içtim,<br />
Seneler yıprattı ben benden geçtim,<br />
Kalbim isyanlarda riyadan kaçtım,<br />
Vefasız şu nefsim maşaymış meğer…<br />
Sönerken ateşim küllerim kaldı,<br />
Hüzünlü gözlerim yaşları saldı,<br />
Yöneldim maziye aklımı aldı,<br />
Pehlivan oluşum tuşaymış meğer…<br />
Seven dostlar gelip selam verdiler,<br />
Hoş muhabbet edip hatır sordular,<br />
Kaybolan yıllardan güller derdiler,<br />
Hayatım bir anlık neşeymiş meğer…<br />
Çarşıdan aldılar bir beyaz astar,<br />
Kalbim yangın yeri yârini ister<br />
Dünyada kalanı gel bana göster,<br />
Adresim mezarda köşeymiş meğer…<br />
Çalıştım didindim boşa koydular,<br />
Soydular bedeni yaşa koydular,<br />
Toprağı kazarak taşa koydular,<br />
Yıllarca koştuğum taşaymış meğer…<br />
Duman oğlu der ki; dumanım tütmez,<br />
İçimde yangın var kederim bitmez,<br />
Güneş ufku aştı sözüm kâr etmez,<br />
Toprağın arzusu başaymış meğer…<br />
MURAT DUMAN’IN<br />
“BÖYLE YAZILMIŞ”<br />
ŞİİRİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER<br />
Ortanca 64<br />
Her Şair ve yazar gerek şiirlerinde gerekse diğer yazınsal<br />
eserlerinde (Roman, öykü, deneme, makale) kendi<br />
yaşamından kesitler sunduğu gibi bazen de yaşamında küçük<br />
yer eden ancak etkilendiği hususları daha etkin halde<br />
anlatabilmek için hikâyeleştirmeler yaparak veya olmasını<br />
istediği hale getirmek için imgeler kullanarak okuyucusuna<br />
edebi bir dille dile getirip sunar…<br />
Gerçek yaşamını anlatması realite oluşturmakla birlikte<br />
imgeleştirmeleri, hikâyeleştirmeleri de sürreal bir durum<br />
yansıtır. Her iki durumda da hedef kitle okuyucudur<br />
ve okuyucuyu etkileme çabasıdır. Ancak temanın şiirsellik<br />
içinde süslü sözlerle anlatımı ise şiirin roman, öykü ve<br />
makaleden ayrılan en belirgin özelliğidir. Pek çok duyguyu<br />
Romanları aşan anlatımla ifade edilmesi çok zaman şairin<br />
dağarcığından bir dörtlükle anlatımı tamamlanır. Bunları<br />
Şiirsellik içinde ve şiir normlarına uygun bir halde dile getirmesi<br />
ve aktarması ise Şairin maharetini ve bakış açısını<br />
hatta şairin karakteristik özelliğini de yansıtabilmektedir.<br />
Belirli bir olay hakkında da bilgi kaynağı olma özelliğini de<br />
gösterir kimi zaman.<br />
Murat Duman’ın “Böyle Yazılmış” şiiri de yaşanan bir<br />
olayı ve durum hakkında esasen bize bilgi aktarmaktadır.<br />
Şairin usta şair “Ahmet Tufan ŞENTÜRK” ile arasında geçen<br />
tanışma kaynaşma ve çalışmalarına ait bilgileri verdiği<br />
gibi, usta şairle sadece tanışmış olmaları vesilesiyle ismini<br />
nasıl kullandıklarına parmak basmaktadır. Tabii bu durum<br />
belirli bir zaman içinde (1999 yılından bu güne) geçmektedir.<br />
Şair Kendi hayatı içinde önemli bir yere oturttuğu bu<br />
durumdan pasajlar vermektedir. Bu durum içerisinde<br />
kendi menfaatleri doğrultusunda Usta şairin ismini kullanmaya<br />
kalkanlara sitemi ve onları eleştirmesi alenen<br />
yansımaktadır.<br />
Böyle Yazılmış Şiirinde göze çarpan, şairin hayatında<br />
çok olumsuzluklar yaşadığı ve işinin rast gitmediği yıllar<br />
yılı emek ve çabalarının ise koskoca bir hiçten ibaret olduğu,<br />
bu nedenle elinde mevcut bir değerin kendisine ait<br />
olarak kalmadığını bunca yıllık elleriyle inşa ettiği eserlerininse<br />
elinden gittiğini
“ Topladım çıkardım ne kaldı elde<br />
Yıllarca koştuğum boşaymış meğer,<br />
Kalmadı bahçem de bülbül de,gül de,<br />
İki gözüm birden şaşaymış meğer. (1.dörtlük)<br />
Diyerek yıllarca gerçekleri göremediğinden kendisine<br />
kahrediyor ve elinde bir şey kalmadığını her şeyin uçup<br />
gittiğini söylüyor. Aslında bu dörtlüğün giriş dörtlüğü olarak<br />
düşünülmüş olması bana göre uygun düşmemiş. Çünkü<br />
ilerki dörtlüklerde görüyoruz ki bir hayatın anatomisi<br />
çıkartılıyor ve resmediliyor. Bu resmin son karesi olması<br />
gereken bir durumun ilk karede verilmesi henüz şiirin içeriğine<br />
girmeden neticesini öğreniyoruz. Oysa bir okur olarak<br />
şiirin içinde seyahat etmeyi ve neticeye son dörtlükte<br />
ulaşmayı istemek sanırım hakkımız diye düşünüyorum.<br />
Şair duygusal olduğu kadar hümanist duyguların da<br />
sahibidir. Aslında güzel bir insan olma erdemi için gayret<br />
gösteren ve yaşamının her devresinde de buna uymaya<br />
çalışan bir gönül insanıdır. Gönül kırmaktan çekinir ve istemez.<br />
Samimi ve dürüst olmayı kendine şiar edinir. Fakat<br />
kimi zaman elde olmayan nedenlerle de olsa veya farkında<br />
olmadan da kalp kırabileceğinden de korkmaktadır.<br />
Bu, şairin aynı zamanda insan sevgisi kadar da mütevazi,<br />
halim ve saygılı bir kişilik olduğunu da belirtmektedir.<br />
Bakın bu konuda bizlere nasıl sesleniyor<br />
Görmeden baharı hazana girdim,<br />
Şu fani dünyaya çok emek verdim,<br />
Belki de bilmeden gönüller kırdım,<br />
Ömrün akış yönü, kışaymış meğer. (2.dörtlük)<br />
Diyerek, her zaman bir çalışma içinde olduğunu ve<br />
çevresinin farkında olamadığını, yıllarının birden geçiverdiğini<br />
ve bu süreçte de bazı güzelliklerin farkına geç vardığını<br />
bildiriyor ve farkına varmasına varmıştır ama; artık<br />
her şeyin geride kaldığını bu nedenle farkında olmadan,<br />
bilmeden gönüller kırmış olabileceğini düşünerek bu durumdan<br />
rahatsızlığını, pişmanlığını dile getiriyor.<br />
Yıllar yılı hayatın gerçekleri ne sunmuşsa eyvallah demiş,<br />
alıp kabul etmiş ve her daim rızk gayretinde olması<br />
nedeniyle iyiyi kötüyü ayırt edecek halde olmadığı anlaşılan<br />
şair, duygularını yine bize bir dörtlükle aktarmaktadır:<br />
Zehir sundu zaman, bal diye içtim,<br />
Seneler yıprattı ben benden geçtim,<br />
Kalbim isyanlarda, riyadan kaçtım,<br />
Vefasız şu nefsim, maşaymış meğer.(3.dörtlük)<br />
Mısralarında bir pişmanlığının olduğu aşikardır. Ayrıca<br />
riya; (ikiyüzlülük) dan kaçması var ki işte bu şairin şiirin hikayesiyle<br />
de örtüşmektedir. İnsanların bir toplantıda veya<br />
bir dost sohbeti esnasında kısa aralıkla tanışması ondan<br />
bir şeyler dinlemesi veya bir seminere katılan seminercinin,<br />
semineri verenin kendisini ustaymış gibi lanse etmesi<br />
ondan yararlanmaya çalışması, menfaat sağlaması riya<br />
değil midir? Hem insani hem de ahlaki etik olarak doğru<br />
değildir. Bu nedenle bu tür insanlardan da kaçtığını vurgulamaktadır.<br />
Nefis denen duygununsa her zaman insanı<br />
aldatan bir duygu olduğundan yıllarca nefsinin arzusuna<br />
hizmet etmekten de muzdariptir ve artık farkındadır nef-<br />
65<br />
sin kötülüge götüren bir durum olduğunu ve kaçış çaredir<br />
ona. Çünkü nefsi elinde başkalarına hizmet etmekten<br />
muzdariptir. Şair “Böyle Yazılmış” isimli çalışmasında aslında<br />
tefekkür ediyor ve “haktan gelene boynum kıldan<br />
incedir” anlayışı içine giriyor ve kaderine rıza göstermekten<br />
başka çaresinin de olmadığını belirtiyor. Ancak öyle<br />
bir durum söz konusudur ki o bunu mutlu ediyor. “dost”<br />
ve “dostluk” kavramları onun memnuniyetini gizlemesine<br />
engel oluyor ve dostlarından memnuniyetini şu sözlerle<br />
dile getiriyor:<br />
Seven dostlar gelip selam verdiler,<br />
Hoş muhabbet edip hatır sordular,<br />
Kaybolan yıllardan güller derdiler,<br />
Hayatım bin anlık neşeymiş meğer. (5.dörtlük)<br />
Koskoca bir hayatın kendisinde boşa geçtiğinden yakınmaktadır<br />
şair ve ölümü kurtuluş olarak görmektedir.<br />
Düşünün ki insan çok küçük yaşlardan itibaren geleceğini<br />
kurtarmak ilerde müreffeh bir hayat sürebilmek<br />
için tüm gücüyle çalışıyor, bu çalışmayla en yakınında bulunan<br />
nimetlerin güzelliklerin, dostlukların bile farkında<br />
olmadan çabalayıp çalışmakta. Ne zaman ki belirli bir refah<br />
seviyesine ulaştı işte o zaman başını kaldırıp etrafına<br />
baktığında, hayretler içine düşmektedir. Etrafını çıkarcıların<br />
menfaatçıların ve dahi istismarcıların sardığını görür<br />
ve kendisine de etrafına da sitemler etmektedir. Ancak<br />
her şeyin geç kaldığından, çıkar yolunun da bulunmadığını<br />
görmektedir. Her türlü emeklerinin boşa gittiğini, yıllarca<br />
nefsinin emrinde gezinip durduğunu, bu nedenle yıllarının<br />
boşa geçen zaman olarak adlandırması da bundandır.<br />
Doğaldır ki sevindiği mutlu olduğu anlar da olmuştur. En<br />
barizi kendisini seven insanların ziyaretleri, sohbetleri<br />
onda inanılmaz haz bıraktığını göstermektedir.<br />
Bir insanın yaşam hikâyesini anlatması nedeniyle<br />
“tahkiye” olarak da değerlendirilebilecek “Böyle Yazılmış”<br />
isimli şiir aslında realist bir şiir olup “Epik” şiir kategorisinde<br />
adlandırılmıştır.<br />
Şiirin dil yapısı gayet samimi ve açık, duru bir Türkçe ile<br />
yazılmıştır. Şiirde; günlük hayatta kullanılan dil yapısı hakimdir.<br />
Okuyucunun rahatlıkla her kelimesini anlayacağı<br />
ve hatta mazmunlara boğmadan daha çok net ifadelerle<br />
çalışılmış olması Klasik Türk Halk Edebiyatı’nın da yapısal,<br />
kuramsal bir tezahürü olarak da karşımıza yine burada da<br />
çıkmaktadır.<br />
Şiir; Hece nâzımının 6+5 li düzeninde yazılarak gerek<br />
sayısal eşitlik olarak gerekse kafiye uyumu olarak başarılı<br />
bir şekilde tamamlanmıştır. a+b+a+b olarak giriş yapılmış<br />
ve a+a+a+b olarak devam ettirilmiştir.<br />
Şiirde Yarım kafiye -Tam kafiye- Zengin kafiye ve Tunç<br />
kafiye kullanılmıştır. Teşbih sanatı oldukça fazladır. Tasvir<br />
sanatı mevcuttur. Mübalağa sanatı uygulanmıştır. Mecaz-ı<br />
Mürsel kullanılmıştır.<br />
Süleyman KARACABEY<br />
Eğitimci - Şair- Yazar. KAYSADER Başkanı<br />
Kayseri Yazarlar Şairler ve Sanatçılar Derneği<br />
Ortanca
Handan KALSIN<br />
Bugün Kabahat Gösteren’de, 32. enlem 25. boylam<br />
sakinlerinin hataları var. Bu komşularınız, akrabalarınız,<br />
eşiniz, çocuklarınız ve hatta siz olabilirsiniz.<br />
Bugün değilse bile bir gün sıra size ve sevdiklerinize de<br />
gelecek. Hayatınızı yaşarken dikkatli olun.<br />
‘’Lanet olası program!‘’ dedi elindeki kumandayı fırlatarak.<br />
Kumandanın metal aksamı sözde okyanus manzaralı<br />
fakat aslında her şeyi yansıtan ve kaydeden bir hologramdan<br />
başka bir şey olmayan duvarlarla buluştu. Başını<br />
ellerinin arasına alarak bir süre oturdu. 2070’den bu yana<br />
sağlam bir hayat yaşamıştı. Sonra ne olduysa olmuş sarkastik<br />
yenidünya düzeniyle birlikte televizyonların yerini<br />
Kabahat Gösteren’ler almıştı. Her akşam aralıksız süren<br />
yayında dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan insanların kabahatleri<br />
gösteriliyordu.<br />
Onaylanmamış birliktelikler, sözde sapkın cinsel eylemler,<br />
aldatmalar ve aklınıza gelebilecek her türlü yüz<br />
kızartıcı unsur gizlice kaydedilen veriler sayesinde bütün<br />
evrene naklen yayınlanıyordu. Başlarda bu kimsenin umurunda<br />
olmasa da kabahatleri yayınlanan insanların aniden<br />
ortadan kaybolması birçok şüpheyi beraberinde getirmiş,<br />
hükümetin bu işte parmağı olduğu gerçeği çok geçmeden<br />
fısıltı gazetesiyle her yere yayılmıştı.<br />
Doğduktan sonra omuza yerleştirilen çiple herkes<br />
adım adım takip ediliyordu. Kodlanmış bütün insanlar için<br />
kaçış bir hayalden ibaretti. Nüfus sayımı, kişisel güvenlik<br />
vb konularda kolaylık sağlayacağı gerekçesiyle ilk başlarda<br />
istek üzerine takılan bu yonga, var olan tek devlet tarafından<br />
zorunlu kılınmıştı. Ailesi çocuklarına zorla takılan<br />
bu çipi hayatlarını ciddi bir tehlikeye atarak tek çocuklarından<br />
çıkarmıştı. Sistemin yeni yeni oturmaya başlaması<br />
nedeniyle feralorijik sistem mühendisi olan babasının<br />
bulduğu yamalarla sistem tarafından dikkat çekmeyen<br />
acil durum kimlik değişimi programı yüklenmişti. Zihin tarafından<br />
kontrol edilen bu sistem şimdiye kadar hayatını<br />
defalarca korumuştu. Kabahat Gösteren’e her yakalandığında<br />
zihnini toparlıyor ve multikatrilyarlık veri bankasından<br />
kendi durumuna en uygun kimliğe etiyle kemiğiyle<br />
bürünüyordu. Yalnız bir kere uykuda yakalanmıştı, işte o<br />
anın düşüncesi bile dehşetle sarsılmasına yetiyordu. Kabahat<br />
Gösteren onu duşta mastürbasyon yaparken deşifre<br />
etmişti. Eylemin verdiği yorgunlukla uyuyakalmıştı.<br />
KABAHAT GÖSTEREN…<br />
Ortanca 66<br />
Uyandığında kendisini toplama kampı gibi bir yerde<br />
bulmayı beklerken, vahşi bir ormanın ortasında bulmuştu.<br />
Alnının ortasında algılarını etkileyen sonradan takılmış bir<br />
çıkıntı vardı. Düşüncelerini toplamak için var gücüyle uğraştıysa<br />
da bunun düşünce aktaran bir cihaz olabileceğini<br />
de hesaba katarak işleri bir süre daha oluruna bırakmaya<br />
karar verdi. Sonunda herkesin korkuyla karışık merak ettiği<br />
yerdeydi ve işler istediği gibi giderken kaybolanlara ne<br />
olduğunu öğrenmenin iyi bir fikir olacağını düşündü…<br />
Ormanın derinliklerinde ilerlerken çeşitli sesler duymasına<br />
rağmen hiçbir canlıya rastlamamak endişe duvarına<br />
yeni tuğlalar eklemesine neden olmuştu. İzleniyordu<br />
bundan şüphesi yoktu, fakat ne ve kim tarafından<br />
olduğunu bir türlü idrak edemiyordu. Alnındaki çıkıntıyı<br />
ovuşturdu, heyecanlandıkça bir çeşit ağrı duyumsuyordu.<br />
Neden sonra alnındakinin adrenalinle devreye giren bir<br />
öd kopartan olduğunu fark etti. Öd kopartanın güvenlik<br />
güçleri tarafından işkence amaçlı kullanıldığını duymuştu.<br />
İnsanın kanında adrenalin miktarı arttıkça acı da eşzamanlı<br />
olarak artıyor, iç organlarda ve beyinde tamiri mümkün<br />
olmayan hasarlar oluşturuyordu. Zaman geçtikçe burnuna<br />
et kokuları gelmeye başladı, acıkmıştı. Bulacağı her ne<br />
olursa olsun yemeye kararlıydı. Normalde beyin gücüyle<br />
ruhsal doyuma ulaşıp açlık ve susuzluk gibi ilkel kavramlardan<br />
uzaklaşabiliyordu, ama çıkıntı buna izin verecek<br />
gibi görünmüyordu. Artarak çoğalan bir iştahla kokuların<br />
kaynağına yaklaştığında kanının damarlarından çekilmeye<br />
başladığını hissetti.<br />
Ortalık pişmiş ceset kaynıyordu. Öğürmekten son<br />
anda vazgeçtiyse de korku çığı tarafından yutulan insanların<br />
cesetlerinin üzerinden geçtikten sonra nabzı hızlanmaya<br />
başladı. Bu insanların ölümüne sebep olan şeyin kendi<br />
içlerinde duydukları kontrol edilemez korku olduğunu biliyordu<br />
fakat ne görmüşlerdi işte o konuda kesinlikle fikri<br />
yoktu...<br />
Bugün gene kendi eylemlerinden birinin kabahat gösterende<br />
ulu orta yayınlanacağını hissetmişcesine kaygılandı.<br />
Kumandayı attığı yerden kaldırarak sanal komodinin<br />
üzerine koydu. Teknoloji sayesinde birçok şey sanal hale<br />
gelmişti. Düşünce gücünle odanı istediğin gibi düzenleyebiliyordun.<br />
Hükümet düşünce gücünü istediği düzeyde<br />
tutuyordu, geri kalanlar kendisi kadar şanslı değildi. Far-
kında olmadan manipüle edilerek yönlendiriliyorlardı.<br />
Cinselliği seviyordu ve eski dünya düzenine imrenerek bakıyordu.<br />
Bilgi bankalarına erişim sınırlı olsa da kendisi için<br />
geçerli değildi. İnsanlar evliliklerinde sarılmanın dışında<br />
etkileşim kuramıyorlardı. Bebekler siber ortamda gen havuzundan<br />
istenilen özellikler yüklenerek, eskilerin unutulmuş<br />
tabiriyle bir çeşit mayalanma yoluyla elde ediliyordu.<br />
7 ila 9 aylık bekleme süresi için gerekli taşıyıcı genellikle<br />
bulunamadığından; mayalanma işlemi sonrasında anne<br />
karnındaki ısıya yakın bir sıvıda bekletilen bebekler, doğuma<br />
kadar yeraltındaki Uterus tünellerinde bekletiliyordu.<br />
7. ayını dolduran bebekler özel kesecikleriyle günışığına<br />
çıkarılıyor anne ile haftalık buluşmalarla yakınlık kurmaları<br />
sağlanıyordu…<br />
Akşam karanlığına benzer bir karanlık bütün haşmetiyle<br />
çökmüştü ormana. Şimdiye kadar hiç duymadığı<br />
yüksek desibelli bir ses kulaklarını tırmaladı. Kalp atışları<br />
gene hızlanmaya başlamıştı. Alnını ovuşturarak sırtını bir<br />
ağaca dayadı ve etrafına ürpertiyle bakınmaya başladı.<br />
Kendi kendine bu ormanın sanal bir orman olduğunu o<br />
istemedikçe hiçbir şeyin kendisine zarar veremeyeceğini<br />
fısıldadı. Ama pişmiş ceset tarlasının sanal olmadığını da<br />
adı gibi biliyordu.<br />
‘’Hiper uzaya yemin olsun ki buradan kurtulur kurtulmaz<br />
zifik egzersizlerimi aksatmadan yapacağım.’’<br />
Bu zihinsel ve fiziksel egzersizlerin bileşimine verilen<br />
addı. Zifiz yerine Zifik olmasının mantığını bir türlü kavrayamadığı<br />
için sanal Öğretgen’iyle kapışmıştı. Eski devirlerdeki<br />
öğretmen sözcüğü yerini çoktan Öğretgen’lere bırakmıştı.<br />
Bu sanal genetik öğrenme metoduyla karşındaki<br />
veri bankasından pek tabii hükümet tarafından belirlenmiş<br />
bilgileri emiyordun.<br />
Emilim sırasında aklına takılan şeyler eski devir dizüstü<br />
bilgisayarları gibi duraksıyor, öğrendiğin her şeyi sil<br />
baştan yüklemen gerekiyordu. Öğretgen’le kapıştığın her<br />
konu ayrıntılarıyla kaydediliyor, yeri geldiğinde aleyhinde<br />
kullanılabiliyordu. Sen zaten eskiden de böyleydin mantığı<br />
hâlâ değişmemişti. Değiştirdiği kimlikler sayesinde kendi<br />
kaydı çoktan silinip gitmişti, gene de Kabahat Gösteren’e<br />
yakalanmadan önceki geçmişini özlüyordu. Ailesinden<br />
pisipisine kopmak zorunda kalmıştı. Onların güvenliğine<br />
zarar vermemek için enlem ve boylamını bile değiştirmek<br />
zorunda kalmıştı.<br />
Rastladığı geçmiş zaman sanal belleklerinde bir yaratıcı<br />
fikrinin olduğunu duymuştu. Şimdi ise tek tanrı hükümetti<br />
ve tanrının adı bile yasaklanmıştı. İnsanların içindeki<br />
ruhsal boşluk gelişmekte olan teknolojiye rağmen kesinlikle<br />
doldurulamıyordu. Bazen konuşmaya yeni başlayan<br />
çocuklar bir yaratıcıdan söz ediyor ve ailelerinin zihnini<br />
bulandırıyordu. O zaman hükümet devreye giriyor ve<br />
çocuğa zihinsel işlev bozukluğu teşhisi koyup ailesinden<br />
koparıyordu. Bir çeşit imha işlemi sırasında ailelerin ayak<br />
bağı olmaması gerektiğinden hastalığın feci şekilde bulaşıcı<br />
olduğu izlenimini vermek için çocuklar lepraya benzer<br />
etkileri olan zehirli aşılarla acımasızca katlediliyordu.<br />
67<br />
Tabi sarkastik düzenin bunun için de harika bir çözümü<br />
vardı. Aileye yeni bir çocuk sahibi olma hakkını veriyordu.<br />
Çoğunlukla aileler aynı hastalık baş gösterir diye bu<br />
haklarını öpüşme çeki ile değişiyorlardı. Öpüşme çeki çok<br />
nadir üst düzey vatandaşlara verilen bir çekti ve tahmin<br />
edildiği üzere kabahat gösterenden uzakta insana bu şartlar<br />
altında uzatılan cennet dalı gibiydi. Babasının bilime<br />
yaptığı önemli katkılardan dolayı bu çeke sahip olduğunu<br />
biliyordu. Bunu tahmin etmek hiç de zor değildi. Kabahat<br />
Gösteren çeke sahip olanlar için günün belirli saatlerinde<br />
devre dışı bırakıldığı zaman ailesi onu sanal bakıcıya emanet<br />
edip ortalıktan uzun süre kayboluyordu.<br />
Ses ara sıra uzaklaşıyor, tam yoluna devam edecekken<br />
yakınlaşıyordu. Cesaret bile korktuğu halde üzerine<br />
gitmek değil miydi? Öyleyse korkmamak için cesur olmak<br />
da yeterli değildi. Ne yapıp edip korkmamanın bir yolunu<br />
bulmalıydı yoksa ceset tarlasına ekilecek bir rottenflower<br />
gibi bu lanet yerde kokuşup yok olacaktı. Sakinleşmek için<br />
elinden geleni yapmasına rağmen alnındaki çıkıntı gitgide<br />
daha fazla acı veriyordu. Ölümden bu kadar korkmasının<br />
nedeni öte dünya inancının olmamasıydı.<br />
Araştırmalarında eski ilahi dinlerin öte dünya diye bir<br />
yerden söz ettiklerini bulmuştu. Acaba bahsettikleri gibi<br />
ceza ve ödül üzerine dayalı bir sistemin sonunda cennetle<br />
veya korktuğu gibi cehennemle karşılaşacak mıydı? Gerçi<br />
korkmasını gerektirecek bir şey yaptığını sanmıyordu<br />
ama kabahat gösterenin kayıtlarına göz atacak olurlarsa<br />
eskilerin mikrodalga denilen ilkel aleti gibi şeylerle kaplı<br />
olduğunu düşündüğü cehennemde pişme ihtimali vardı.<br />
Ne olursa olsun alnımdaki bu burktuğumun şeyiyle burada<br />
pişmekten iyidir diye geçirdi içinden. İşte gene küfür<br />
etmişti ama kabahat gösteren ondan belki on ışık yılı<br />
uzaktaydı. Artık burada kendisini izleyen bir hükümet olmadığını<br />
biliyordu. Yoksa beynine istem dışı hücum eden<br />
düşünceler sonucu asıl kimliği anlaşılır çoktan işi bitirilirdi.<br />
Yaşamak istiyorsa ödlekliği bir kenara bırakıp bütün gücüyle<br />
daha güvenli bir yere sığınmalı, zihinsel gücünü yeniden<br />
toplayıp esaslı bir kimlik değişimiyle kendisini sanal<br />
olarak ışınlamalıydı. Işınlama işlemini böylesi bir evrende<br />
denemek çok riskliydi ama yaşamak için denemeye değerdi.<br />
Korku açlığını tamamen unutturmuştu. Bu bir bakıma<br />
lehineydi. Demek ki korkuyu olumlu bir motivasyon<br />
aracına dönüştürme şansı mevcuttu.<br />
İşte yeniden başlıyoruz diye düşündü. Saatin tiktaklarına<br />
benzeyen kalp atışlarıyla harmanlanmış reklam müziği<br />
eşliğinde; Kabahat Gösteren 32. enlem 25. boylam<br />
sakinlerinin hatalarını deşifre etmeye başladı. 507. kattaki<br />
sanat gösterisi sırasında bakıştığı kız karşısındaydı.<br />
Lanet Kabahat Gösteren onları tam sırıtırken yakalamıştı.<br />
İkisinin de yüzünde aptalca bir gülümseme vardı.<br />
Aralarındaki elektriklenme körlerin bile görebileceği<br />
cinstendi. Ama işte onlar orada sanki yeryüzünde kendilerinden<br />
başka hiç kimse yokmuşcasına bakışıp işveli kıkırdaklar<br />
ordusuna yazılmışlardı. Kumandayı alıp kapatacağı<br />
sırada görüntünün devamı karşısında şoka girdi. Kız<br />
Ortanca
esepsiyonun yapıldığı yerdeki işlev görende; eskilerin<br />
tabiriyle tuvalette, kendisinin eksiksiz sanal bir kopyasını<br />
oluşturmuş düşünmeye bile cesaret edemediği şeyler yapıyordu.<br />
“Vay be bunu nasıl da akıl edememişti?” İstem<br />
dışı ereksiyon olduğunu fark etti. Şimdi duşa girip az önce<br />
zihnine kaydettiği verileri kızın sanal kopyasını üretmek<br />
için işlemden geçirmeye niyetlendiyse de tatbik edeceği<br />
işlemi sonraya bırakarak kızın kendisinden daha fazla tehlikede<br />
olduğunu düşünerek hazırlandı. Aksi halde bu ikisinin<br />
de son icraatları olabilirdi.<br />
Kızı kurtarmak için kimlik değiştirmeliydi fakat kızın<br />
onu tanımayıp hükümetten sanarak kaçıp işini zorlaştıracağını<br />
biliyordu. Risk aldı ve sadece bedensel kimliğini<br />
değiştirdi, şimdi 19 yaşında görünüyordu. Kızın dikkatlice<br />
bakması onu tanıması için yeterliydi en azından kardeşiyim<br />
deyip onu kolaylıkla ikna edebilirdi…<br />
Derin derin nefes alarak doğuma hazırlanan eski devir<br />
kadınları edasıyla sakinleşmeyi başardı. Şimdi ormandaki<br />
ölüm kalım savaşına hazırdı. Adrenaline geçit vermemek<br />
için zifik egzersizleri yapmaya çıkmışçasına ormanda salınmaya<br />
başladı. Gay bir balet gibi göründüğüne emindi.<br />
Yenidünya düzenine tamamen yabancı olan bu kavramla<br />
ilgili bulduğu siteleri hatırlayınca yüzüne belli belirsiz bir<br />
gülümseme yayıldı. Şelale olduğunu tahmin ettiği su sesine<br />
doğru seğirtti. Su içmek ve temizlenmek stres hormonlarının<br />
son kalıntılarını da atacaktı. Önünde uzanan geniş<br />
manzara karşısında afalladı. Sonu gelmez gibi görünen<br />
dev bir nehirle karşı karşıyaydı. Evindeki sanal havuzdan<br />
sonra burası tam bir cennetti. Soyunarak atladı ve gecenin<br />
karanlığında zevk dolu çığlıklar atarak yüzmeye başladı.<br />
Korku denen şeyi biraz erken unutmuştu. Şelalenin altına<br />
geldiğinde üzerine akan şeyin su olmadığını fark etti.<br />
Bu, kilometrelerce uzunluğundaki bağırsaklardı. Az önceki<br />
zevk dolu çığlıkların yerini acı bir çığlık aldı. Yüzdüğü yer<br />
erimiş cesetlerle dolu lanet bir ölüm nehriydi. Gece ve<br />
gözleri ona kötü bir oyun oynamıştı. Alnını ovuşturarak<br />
şelalenin içindeki oyuğa girdi. Üzerine çöken korku ve soğuk,<br />
sıtmaya tutulmuşçasına titremesine yol açtı. Kendisine<br />
engel olamıyordu, bütün bedeni acı içinde kıvranmaya<br />
başladı. İliklerine işleyen dehşet olduğu yere yığılmasıyla<br />
geçici bir süre son buldu. Vızıltıya benzer bir sesle uyandığında<br />
çıplak bedenine sülük gibi yapışmış olan gövdesi<br />
büyüklüğünde bir yaratıkla göz göze geldi.<br />
Yaratık da şaşırmışa benziyordu. Onu ölü sanmış olmalıydı.<br />
Bu yaratık gövdesine değen göğüs benzeri uzuvlardan<br />
anladığı kadarıyla dişiydi. Üzerinden alıp atmak istedi<br />
ama ellerini yaratığın gövdesine sardığında kıpırdayamadığını<br />
fark etti. Teni daha önce hiç dokunmadığı bir şeydendi.<br />
Kendi vücuduna baktığında yaratıkla birleşmiş olduğunu<br />
fark etti. Bilmediği bir yerde; bilmediği bir varlıkla<br />
sarmalanmış, ne tepki vermesi gerektiğini irdeleyemeyerek<br />
kapana kısılmıştı. Çaresizliğin verdiği korku ve heyecan<br />
bedenindeki acıyı tamamen unutmasına yol açmıştı. Yaratık<br />
onu bir çeşit yemek olarak mı yoksa erkek olarak mı<br />
görüyor bilmiyordu, bildiği tek şey yaratığın ona şimdilik<br />
zarar vermeyeceğiydi…<br />
Ortanca 68<br />
Zaman kaybetmeden ışınlanma portalını açtı ve Kabahat<br />
Gösteren’de gördüğü koordinatları alelacele girdi.<br />
Kız panikle kaçmaya çalışmak gibi bir aptallık yapıp yakalanmadıysa<br />
onu bulma şansı hâlâ vardı. Odaya girdiğinde<br />
kabahat gösterenin yanıp sönen göstergesine baktı. Kız<br />
programı kesinlikle izlemiş olmalıydı. Yoksa geç mi kalmıştı?<br />
Odada yalnız olmadığını hissediyordu ama görünürde<br />
kimse yoktu. Omzuna dokunan elle birlikte irkilerek sanal<br />
duvara dayandı. Daha önceki kimliğinde kendisini almaya<br />
gelenlere uyurken yakalanmamış olsaydı bu dokunuşun<br />
hayır mı şer mi olduğunu anlayabilirdi. Ani bir hareketle<br />
göremediği eli kavradı ve tiz bir çığlık duydu. Bu oydu, bir<br />
çeşit görünmezlik kalkanı kullanıyordu. Ona zarar vermeyeceğini<br />
söyleyerek kendisini malum kişinin kardeşi olarak<br />
tanıttı. Bu kalkan sarkastik dünya düzeninden önce savaşlarda<br />
kullanılmak üzere eski devletler tarafından oluşturulmuştu.<br />
‘’Bunların tamamen ortadan kaldırıldığını sanıyordum,<br />
Kabahat Gösteren’e yakalanmana şaşmamalı.’’<br />
‘’ Neden geldin?’’<br />
‘’Senin için. Gitmeliyiz zamanımız yok abim dedi ki…’’<br />
‘’Yalan söylemene gerek yok. Hepimiz yeni dünya düzeninde<br />
bir eve iki çocuk verilmeyeceğini biliyoruz.’’<br />
‘’Beni yakaladın. Hiper uzay aşkına bunu nasıl düşünemedim.<br />
Ben sadece…’<br />
‘’Dur tahmin edeyim. Baban şu ünlü feralorijik sistem<br />
mühendisiydi değil mi? Sen doğunca ek bir yama yaptı ve<br />
voila! Süper çocuk.’’<br />
‘’Fazla zamanımız yok, gerçekten akıllısın. Seninle şu<br />
yasaklanmış görünmezlik kalkanını ayrıca konuşuruz. Yaman<br />
var mı?’’<br />
‘’Hayır. Sadece görünmezlik kalkanını kullandığım zaman<br />
yerim tespit edilemiyor ama ısımı kontrol etmemi<br />
engelleyen lanet bir delik var. Bu şey ilk robotların zamanından<br />
kalma bir külüstür.’’<br />
‘’Kalkanı birlikte kullanmamız riskli olabilir sen açık bırak.<br />
Ben değiştiğim kimlik yüzünden aranmıyorum fakat<br />
odana geldiğim için Kabahat Gösteren bu kimliğimi de<br />
çoktan mimlemiş olmalı. Şimdi doğru koordinatlarla yüzeysel<br />
evrendeki yasak bölgeye ışınlanacağız. Bu izimizi<br />
tamamen kaybettirmemizi sağlar. Esaslı bir plan yapınca<br />
dönüş için güvenli bir yol buluruz.’’<br />
Bilmediği tek şey; o dönüşün çok uzun süre gerçekleşmeyeceğiydi.<br />
Daha sonra hayatının kadınına olayın sonunu bu şekilde<br />
anlatacaktı:<br />
‘’Zaman ilerledikçe yaratık bütün vücudumu bilmediğim<br />
bir sıvıyla kapladı, deliğe doluşan onlarca garip yaratık<br />
karşısında beni koruyan şeydi bu. Dişi yaratık sebebini<br />
bilmediğim bir biçimde benden hoşlanmış ve beni kollamıştı.<br />
Yoksa benden geriye ceset denizine, işe yaramaz<br />
armağanlar kalırdı. Kesif bir koku duyduktan sonra yaratık<br />
benden tamamen ayrıldı. Yapışkan sıvının içinde olmak<br />
duyularımı etkilemiyordu. Deli gibi koşarak deliğin sonuna<br />
ulaştım. Adrenalimim tepeye vurmuştu. Nabzım kulakla-
ımda çınlıyordu. Soluk alıp verişlerim hızlanmıştı. Şimdiye<br />
dek organlarım çoktan parçalanıp yanmış olmalıydı.<br />
Neden sonra alnımdaki çıkıntının alıştığım yerde olmadığını<br />
fark ettim. Yaratık hayatımı kurtarmıştı. Var gücümle<br />
siber vizyon oluşturup evimi hayal ettim. Bir asır<br />
gibi gelen maceram yalnızca 3 dakika sürmüştü. Odamın<br />
sahte çimen zeminine uzanıp çocuklar gibi ağlayarak yuvarlandım.<br />
Yaşadığım travma yenilir yutulur cinsten değildi.<br />
Kendime gelince ilk işim kimlik değiştirmek oldu ama<br />
korkudan kadın olmuştum. Aynadaki yansımamı görünce<br />
yarı kadın yarı erkek bedenime gülmekten kendimi alamadım.<br />
Çabucak düzelip kendime seçtiğim yeni kimliğe<br />
büründüm. Bildiğim tek şey en kısa zamanda gerçek bir<br />
dişiye ihtiyacım olduğuydu. Yaratık olmayan cinsten…’’<br />
‘’Delisin sen. Beni güzel bulmana şaşmamalı. O yaratıktan<br />
sonra. Söyle bakalım, hangimizin göğüsleri daha<br />
güzel?’’<br />
‘’Emin değilim.’’<br />
‘’Birileri dişilerin sinirlendiğinde neler yapabileceğini<br />
unutmuşa benziyor.’’<br />
‘’Sadece şakaydı, tabii ki seninkiler tatlım.’’<br />
Uzanıp boynuna bir öpücük kondurdu. Kabahat<br />
Gösteren’den uzakta; bir takım görsel hilelerle düzendeki<br />
insanların tehlikeli olduğuna inandırılarak uzak tutulmaya<br />
çalışıldığı ve bunda da kesinlikle başarı sağlandığı bu yasak<br />
cennette, Adem ve Havva’nın paralel evrendeki yeni<br />
temsilcileri olarak ilerde yeni dünya düzenini ortadan<br />
kaldırabilecek bir güce ulaşacak ilk klanın temsilcisini yapmak<br />
üzere işe koyuldular.<br />
Güneş batmak üzereydi. Önlerinde yarın güneşle birlikte<br />
doğacak olan parlak bir gelecek vardı…<br />
69<br />
SENİN OLSUN<br />
Cemil DÜZ<br />
Aykırı Ozan<br />
İyi kötü seçemedin farkından<br />
Baharımda söktün beni kökümden<br />
Bilmem ne kazandın böyle yıkımdan<br />
Zararı çekerim kâr senin olsun<br />
Yapısı bozulmuş bir viraneyim<br />
Gözyaşımla sende kaldı her şeyim<br />
Ben artık goncayı gülü neyleyim<br />
Yeşil senin olsun, mor senin olsun<br />
Kalmadı evrende yerim durağım<br />
Kaynaktan kurudu suyum sulağım<br />
Kırıldı döküldü dalım yaprağım<br />
Ayva senin olsun nar senin olsun<br />
Artık neşterleme taze yaramı<br />
Ben benden içeri buldum belamı<br />
Sorgusuz sualsiz öldürdün beni<br />
Zevk ile sefayı sür senin olsun<br />
Bir zaman ışıktın şimdi karanlık<br />
Gizlinde saklında ne var yüze çık<br />
Anlaşıldı benden usandın artık<br />
Var git düşmanımı sar senin olsun<br />
Can olmuştun bana candan içeri<br />
Cemilin yollarda kaldı gözleri<br />
Benden kıskandığın güzel günleri<br />
Dilersen ellere ver senin olsun<br />
Ortanca
Sacide YAYLAZ<br />
Birkaç saatliğine de olsa bir “Ömer” girmişti yaşantımın<br />
içine… Yerleşmişti düşüncelerimin içinde… Birkaç<br />
saatliğine de olsa geleceğimin içine yerleşivermişti…<br />
Meçhulden gelmişti… Meçhule gitmeyeceğini düşler olmuştum…<br />
Daha tanışalı bir saati geçmemişti ki birlikte<br />
edebiyat üzerine projeler geliştirmiştik bile… Yine otogardayım…<br />
Erken geldiğim için açık bir alanda yolcu peronlarının<br />
önünde oturmak için bank arıyordum…<br />
Gençten karayağız bir delikanlı oturuyordu banklardan<br />
birinde…<br />
Az kenara kaymıştı aynı zamanda çekinceli bir yüz ifadesiyle<br />
de yüzüme baktı…<br />
Bana yer verdiğini fark ettim hemen valizimi çekerek<br />
oturdum bankın diğer ucuna… Çok geçmemişti ki dönerek:<br />
“- Merhaba” Dedi.<br />
“- Merhaba”<br />
“- Okuyor musun?”<br />
“- Okuyorum sınavlar bitti, memlekete dönüyorum.”<br />
“- Yaa… ne güzel. Memleket neresi?”<br />
“- Ağrı’nın Tutak ilçesindenim.”<br />
“- Ne güzel, ben geçen yıl gitmiştim Ağrı’ya, oradan<br />
Doğubeyazıt, Kars dolaşmıştık çok güzel oralar.”<br />
“- Güzeldir, buralı mısınız?”<br />
“- Evet Aydınlıyım.”<br />
“- Ağrı’yı, Kars’ı beğenmeniz çok güzel”<br />
“- Yurdumun her yeri çok güzel aslında, yine de ben<br />
oraları daha çok beğendim… Nerede okuyorsun?”<br />
“- Muğla Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Çağdaş<br />
Türk Edebiyatı 2. sınıf öğrencisiyim.”<br />
“-Aaa ne güzel çok sevindim, nerede kalıyorsun?”<br />
“- Yurt Kur’a bağlı Muğla Öğrenci Yurdu’nda.”<br />
“- Anladım.”<br />
AHH ÖMER AHH!..<br />
Ortanca 70<br />
Biraz ortamdan konuşmuştuk. Üniversitelerden, yurtlardan<br />
ve en önemlisi üniversite gençliğinin sorunlarından.<br />
Benim ne iş yaptığımı sordu ben de kısa kısa anlattım.<br />
Uğraşılarımdan bahsettim. Bir de edebiyattan. Edebiyatla<br />
“amatörce bir şeyler karalıyorum” diye bahsedince yüzü<br />
ışıl ışıl olmuştu.<br />
Uzun zamandır düşündüğüm yeni başlamış olduğum<br />
araştırmadan söz ettim, ilgisini çekmişti.<br />
Epeyce, araştırmalarımdan bahsettik. O soruyordu<br />
ben anlatıyordum, ben soruyordum o anlatıyordu.<br />
Bir ara:<br />
“- Bir öneride bulunabilir miyim?” dedi.<br />
“-Elbette hem de geleceğin edebiyatçısından gelecek<br />
bir önerinin bana çok faydası olacağını iyi biliyorum.” Dedim.<br />
Bu sözlerim onu çok memnun etmişti gözleri daha bir<br />
parlıyordu anlatmaya başladığında.<br />
Yapmakta olduğum araştırmayı anlattığım için önerisini<br />
söylediğinde ister istemez “ben bunu neden akıl<br />
edemedim” diye de kendi kendime hayıflanırken düşüncesinin<br />
çok doğru olduğunu ve benimle paylaştığı için de<br />
teşekkür etmiştim.<br />
Bu konuda yardımcı olabileceğini, okula döndüğü zaman<br />
faydalı olacak olan gerekli bilgileri bana yollayacağını<br />
da sözlerine ilave etmişti. Ben de kısaca adresimi vermiştim.<br />
Gelecekti emindim. O arada biletime bakmıştım, otobüsün<br />
geciktiğini söyledim ve kısaca Sivas’a gideceğimi<br />
anlattım.<br />
Keşke aynı otobüste olabilseydik diye düşündük ama<br />
olmadı…<br />
Ve bir gün…<br />
Kahrolası zaman…
Her zamanki gibi, her hangi bir gündü. Yine bilgisayarın<br />
başına geçtim. İlk işimdir gazete başlıklarını okumak.<br />
Haberlere şöyle bir göz atmak. Henüz sayfa açılmıştı ki<br />
gördüğüm bir fotoğraf beni bir anda duraklattı. Durdum<br />
ben bu fotoğraftaki genci, bu karayağız genci tanıyordum.<br />
Keşke o gün ve sonrası birkaç gün gazetelere bakacak<br />
zamanım olmasaydı. İdealist bir edebiyatçının inşaat<br />
kalıplarını sökerken, yaşamında kendisini sevenlerinden<br />
sevdiklerinden ideallerinden söktüğünü, söküp aldığını<br />
okumasaydım.<br />
Ve ben o kahrolası habere kadar geçen zaman içindeki<br />
gibi araştırmalarıma devam ederken okulların açılmasını,<br />
Ömer’in dönüp geleceğini, bana araştırmalarım için bilgileri<br />
yollayacağını düşlemeye devam etseydim.<br />
Acı bir olay, hem de çok acı. Burası Türkiye. Gençlerimiz,<br />
çocuklarımız, okul hayatına başlamalarıyla birlikte<br />
yarış atı gibi dershane, sınav peşinde koşturmalarına zaten<br />
gönlüm razı değilken, bin bir emekle böylesine başarı<br />
sağlayıp da daha başarmanın sevincini bile yaşayamayan<br />
çocuklarımız.<br />
Ne çocuklarımız çocukluklarını, ne de gençlerimiz<br />
gençliklerini yaşayabiliyor.<br />
İşte en acı örneklerinden biri de Ömer… Bugünkü başlıklarda<br />
görüyoruz, nice Ömer’ler aynı kaderi paylaşıyor.<br />
İşin en acı yanı da bugün yayınlanan haberlerdi. Giden<br />
can gittikten sonra “ahh tühh” demek neye yarar ki?<br />
Soruyorum herkese neye yarar? Diğer birçok ülkelerdeki<br />
gibi öğrencilerimizin de sadece derslerden başka tasaları<br />
olmasaydı keşke…<br />
71<br />
Bugün haberlere bakıyorum:<br />
“İnşaatta ölen üniversiteli Ömer’in dramı meclisin<br />
gündeminde”<br />
Ömer insandı insan!<br />
Ömer, bazılarının şanslı çocukları gibi ufacık yaşta köşe<br />
olamamıştı. Yat, kat sahibi birinin çocuğu değildi. Yine,<br />
ufacık yaşta sigortalı bir işte çalışıyor gösterilememişti.<br />
Ömer ve Ömer gibi yoksulluğun pençesinde olanların,<br />
alın teriyle harçlıklarını çıkararak ailesine yük olmamaya<br />
çalışanlara helal olsun diyorum. Ömer gibi harçlıklarını çıkarırken<br />
Hakkın rahmetine kavuşan bütün çocuklarımıza<br />
rahmet diliyorum.<br />
Bırakın gidenin ardından siyaset yapmayı A veya B<br />
partisi. O iş yerini şimdi mühürlesen ne olacak, mühürlemesen<br />
ne olacak… Vicdanınız hiç sızlamayacak mı gece<br />
yastığa başınızı koyduğunuzda?.. Kendi kendinize itiraf<br />
edebilecek misiniz?<br />
“KEŞKE İLKÖĞRETİMDEN İTİBAREN OKUL HAYATI Bİ-<br />
TENE KADAR ÖĞRENCİYE KARŞILIKSIZ KATKI PAYI ADI<br />
ALTINDA AZ DA OLSA BİR GELİR SAĞLANABİLİNECEK BİR<br />
BÜTÇE HAZIRLAYABİLSEYDİM… BİR YASA ÇIKARABİLSEY-<br />
DİM… KEŞKE ZAMANINDA SİGORTALI İŞÇİ ÇALIŞTIRIYOR<br />
MU - ÇALIŞTIRMIYOR MU? DİYE SORUŞTURMA AÇSAY-<br />
DIM. BÜTÜN İŞ YERLERİNDEN- İNŞAAT ŞİRKETLERİN-<br />
DEN” diyebilecek misin? Düşünebilecek misiniz? Vicdan<br />
sizlerde Teyze – Yenge – Hala – Abla ismi değilse içinizde<br />
vicdanınızın sızısını hissedebilecek misiniz acaba!?<br />
Ortanca
Dilek ÇINAR<br />
80’lerin Türkiye’sinde işçi bir ailen tek çocuğu olduğumu<br />
sanırdım. Değildim ama ben öyle sanırdım.<br />
Maddi zorluklar sebebiyle benden 4 yaş küçük tek kardeşim<br />
Trakya’da baba memleketinde bakılıyordu ve yine<br />
ayni sebepten onu yılda sadece birkaç kez görebiliyordum,<br />
sanki bir akraba çocuğu gibi…<br />
O zamanlar bu yeni paralı yollarımız da olmadığından<br />
otobüs ya da trenle yapılan uzun yolculuklarda sigara<br />
içmenin de yasak olmadığı ve otobüslerdeki kılıksız muavinlerin<br />
devamlı, ellerinde kolonya şişesiyle gezdiği zamanlarda<br />
beni otobüs tuttuğundan ve yolculuk sırasında<br />
“midem ağzımda” hareket ettiğimden, zaten hiç istemezdim<br />
bu ziyaretleri. Hâlâ sigara içilen kapalı alanda kolonya<br />
dökülsün, beni otobüs tutar.<br />
Ve ben 11 yaşındayken onun okula başlama vakti geldiğinden<br />
yanımıza taşındı temelli. Annem çalışmak zorunda<br />
olduğu için ve o dönem bize bakacak kimse olmadığından<br />
ben ablalığa alışamadan küçük bir anne oldum.<br />
Sabah erkenden okula gider öğlen koşa koşa gelir yemek<br />
hazırlar, bahçe içinden kapı dışarı çıkmasına müsaade<br />
etmeden annemlerin gelmesini beklerdim.<br />
Hoş o zamanlar kapının dışına kafamızı uzatsak akşam<br />
komşular annemize yetiştirirdi ya…<br />
O zamanlar kızsam da şimdi düşünüyorum da ne kadar<br />
ilgili komşularımız varmış… Dahası iyi komşularımızmış,<br />
onlar… Şimdi üst katımda tepinen insanlarla iletişimim<br />
alttan oklavayla vurmak, onların da terlikle karşılık<br />
vermesinden öteye gidemiyor.<br />
Benim kızım kapıdan değil mahalleden firar etse Allah<br />
korusun, çocuk ve organ tacirlerinin dışında kimsenin ilgisini<br />
çekmez sanırım.<br />
ÇOCUKLUĞUM<br />
Ortanca 72<br />
Çok zor bir çocukluk geçirdim, hatta çocukluğumu yaşayamadım<br />
diye hayıflanırdım hep. Arkadaşlar arasında<br />
çocukluk dönemi muhabbeti yapılırken ben anlatacak bir<br />
anı bulamazdım aklıma kardeşime pişirdiğim yemekler,<br />
yıkadığım bulaşıklar vs. den başka bir şey gelmezdi, susardım,<br />
kıskanırdım anlatanları.<br />
Ama yaş ilerledikçe ve kızımın yaşadığı çocukluğu görünce<br />
şimdiki neslin çocukluğunu yaşamadığını anlıyorum.<br />
Ve günümüz yaşamındaki güvensizliğin, samimiyetsizliğin,<br />
fast-food tarzı hayatın, bizim yaşamımızdan çok<br />
daha kötü olduğunu görüyor ve bizim kuşağın vaktiyle ne<br />
değerli bir yaşam sürdüğünü anlıyorum.<br />
Ne güzel bir çocukluk dönemiymiş o öyle… Ne saf, ne<br />
temiz, ne güvenli…<br />
Ben elinde tepsileriyle çıngırak çalan yoğurtçu amcaya<br />
yetiştim, sokakta oynayıp koşup eve gelip ekmek üstü vita<br />
yağıyla olan mutluluğa yetiştim… Ben iki kap yemekten<br />
birinin pişerken kokusu olmuştur düşüncesiyle bir kabının<br />
komşuya verildiği zamanları gördüm. Kendi çocuğunun<br />
burnunu temizlerken komşu çocuğunu ayırmayan mahalle<br />
teyzelerini; tüp kuyruklarında, mahalle çeşmeleri başında<br />
bile gülen sohbet eden fakir ama onurlu insanlara<br />
yetiştim…<br />
Şimdi bilgisayar başında tuhaf Türkçe’siyle geyik yapan,<br />
tuhaf oyunlar oynayan envaiçeşit oyuncağının yüzüne<br />
bile bakmayan; abur cuburla sağlıksız beslenmekten<br />
şişen, sokak oyunlarından, komşuluktan, samimiyetten<br />
bihaber çocuklar yetişiyor…<br />
Çok yazık… Mutlu olamıyorlar ve hiçbir şekilde memnun<br />
da olamıyorlar…<br />
Bu bollukta, bu fakirlik…<br />
Ne kadar zenginmişiz biz çocukken… Şimdi anladım.
DÖRTLÜKLER<br />
Prof. Dr. İsa KAYACAN<br />
Bugünler kararıp tükenince yıllar<br />
Belki dile gelir geçmiş hatıralar<br />
Kimi zengin kimi fukara insanlar<br />
Dertler içinde öldüğümü kim anlar<br />
***<br />
Ben soğuklardan bıkmışım<br />
Nedense gelmiyor bu yaz<br />
Hep beyhude bağırmışım<br />
Senelerce avaz avaz.<br />
***<br />
Sana ömrümce inanıp, ömrümce seveceğim,<br />
Kadınım, taptığım, kuvvet kaynağım diyeceğim<br />
Varlığımı uğrunda harcayıp, tüketeceğim<br />
Kalbimdeki meydana, anıtını dikeceğim.<br />
***<br />
Seni sevdim seveli, güldürmedin hiçbir zaman<br />
Gözlerim yoruldu artık, yıllarca ağlamaktan<br />
Yalnızlıklar içinde, ahh yok derdimden anlayan<br />
Seni sevdim seveli, güldürmedin hiçbir zaman<br />
***<br />
İçimden gelmiyor git demek<br />
Sevgimi oyuncak ettin be hey bebek<br />
Aşkımın büyüklüğünü, anlamadın demek<br />
İçimden gelmiyor sevmiyorum demek<br />
***<br />
Beklet şiirlerini, biraz dinlendir<br />
Ve birkaç günde bir, gözden geçir.<br />
Bazen mısraların yeri değişir<br />
Bazen de aklınıza yeni bir şey gelir.<br />
***<br />
Bazı sözcükler çıkarılır, bazen eklenir<br />
Bir sözcük yerleştirme oyunudur şiir<br />
Bir bulmaca, bir pazıl gibidir.<br />
Dinlenen Şiirler: beslenir, gelişir<br />
73<br />
ALİM VE İLİM<br />
Bayram YELEN<br />
İlim, inananın yitik malıdır.<br />
Nerde bulur ise on’almalıdır.<br />
Çıkmaza onunla yol bulmalıdır.<br />
Dünyayı isteyen ilme sarılsın.<br />
İlim ile ahirete varılsın.<br />
Cahil dosttan, alim düşman yeğ olur.<br />
Akıl ermez ise, taşlar dağ olur.<br />
İlim ile her gün ‘Yeniçağ’ olur.<br />
Alim olmak için Hak’ka yalvarın.<br />
İlim zemininde kurulur yarın.<br />
‘Ya öğreten,ya öğrenen olunuz.’<br />
Ya bunlara yardımcılar bulunuz.<br />
Bilgi deryasına mutlak dalınız.<br />
Çok oku, çok öğren yardımcın okul.<br />
İlim istiyorsan; çalış, ara, bul.<br />
Dertlere devayı bulan, ilimdir.<br />
Zor olanı kolay kılan, ilimdir.<br />
Kalplere sevdayı salan ilimdir.<br />
Cahilin kendinden, işinden sakın.<br />
İlim, uzakları ediyor yakın.<br />
Okur, yazar isen ufkun genişler.<br />
Yokuşta olsan da yolun inişler.<br />
Bilgili de alet bir başka işler.<br />
Zemzemlere eştir alimin teri.<br />
İlim; aklın, iradenin zaferi.<br />
Bilgi, insanlığı koruyan kale.<br />
Bilgi, baştacına elmastan hale.<br />
Bilgi,karanlığı kovan meşale.<br />
Alim ölür ise, alemler ölür.<br />
İlim sayesinde zulüm son bulur.<br />
Yeleni der; bilgi herkese gerek.<br />
Karmaşaya ancak, bilgidir tarak.<br />
Öğrenilir araştırıp, sorarak.<br />
‘İlimsiz din topal, dinsiz ilim kör.’<br />
İlim dinden, din ilimden ayrı zor.<br />
Ortanca
Yağmurlu köyünde geldi cihana<br />
Seni arıyoruz biz yana yana<br />
Kırşehir sahiptir böyle ozana<br />
Ozanlar ozanı Muharrem Ertaş<br />
Çok aradık bulamadık eşini<br />
Öldüğünde diktik mezar taşını<br />
Yeni bitirmişti yetmiş yaşını<br />
Ozanlar ozanı Muharrem Ertaş<br />
Geldin dünyaya hayli dolaştın<br />
Cefayla çileyle dağları aştın<br />
Yetişmez menzile vardın ulaştın<br />
Ozanlar ozanı Muharrem Ertaş<br />
Yokluğunan geçirmiştin gününü<br />
Dünyaya duyurdun Türk’ün ününü<br />
Biliyordun geleceğin sonunu<br />
Ozanlar ozanı Muharrem Ertaş<br />
Severdi insanı bilmezdi kini<br />
Abdallar soyundan İslâm’dı dini<br />
Kırşehir kaybetti böyle ozanı<br />
Ozanlar ozanı Muharrem Ertaş<br />
Gezerdi etrafı sazı elinde<br />
Söylediği sözler halkın dilinde<br />
Çalardı söylerdi kendi halinde<br />
Ozanlar ozanı Muharrem Ertaş<br />
OZAN MUHARREM ERTAŞ<br />
İsa ERDOĞAN<br />
Ortanca 74<br />
Dolaştı şehri köyü ovayı<br />
Kendisine kuramadı yuvayı<br />
Derlerdi çalardı uzun havayı<br />
Ozanlar ozanı Muharrem Ertaş<br />
Sazını çalardı bilmezdi nota<br />
Gezerdi eşekle binmezdi ata<br />
Dolaştı köylerde hep yata yata<br />
Ozanlar ozanı Muharrem Ertaş<br />
Kendisi ufaktı sözü büyüktü<br />
Çalardı söylerdi emsali yoktu<br />
Yoklukta büyüttü evladı çoktu<br />
Ozanlar ozanı Muharrem Ertaş<br />
Bıraktı dünyaya Neşet Ertaş’ı<br />
Andıkça akardı gözünün yaşı<br />
Döne’yle gezerdi gönül yoldaşı<br />
Ozanlar ozanı Muharrem Ertaş<br />
Görmedi meclisi tahsili yoktu<br />
Sevgiyle doluydu seveni çoktu<br />
Yoklukla büyüdü gönülü toktu<br />
Ozanlar ozanı Muharrem Ertaş<br />
Komşular toplandı mezarın kazar<br />
Yerine bıraktı büyük bir asar<br />
İsa Erdoğan da türkünü yazar<br />
Ozanlar ozanı Muharrem Ertaş
İbrahim Agah ÇUBUKCU<br />
1928 yılında Adana / Kadirli’de doğdu. İlahiyat<br />
Fakültesi’ni bitirerek İslam Felsefesi konusunda doktora<br />
yaptı (1955). Asistan olarak göreve başladığı A.Ü. İlahiyat<br />
Fakültesi’nde doktorasını verdi. Sorbonne Üniversitesinden<br />
1962 yılında mezun oldu. 1969 da Profesörlüğe yükseldi.<br />
Aynı yerde öğretim üyeliğini sürdürdü (1989).<br />
Hacettepe Üniversitesi’nde Türk Düşünce Tarihinde<br />
Felsefe dersleri veren Çubukçu, Kültür Bakanlığı’nın bazı<br />
kurullarında danışmanlık, A.Ü. Senatosunda iki dönem<br />
senatörlük görevinde bulundu. Atatürk Kültür Dil ve Tarih<br />
Kurumu Başkan Vekilliği ve İta amirliği yapan Agâh Çubukcu<br />
21 Ocak 1993 - 23 Eylül 1993 tarihleri arasında Türk<br />
Tarih Kurumu’nun Başkan Vekili olarak da görev yaptı.<br />
1984-1990 yılları arasında Radyo ve Televizyon Yüksek<br />
Kurulu Üyeliğinde, 1994-1997 yılları arasında da RTÜK<br />
Üyeliğinde görev aldı. RTÜK Başkanlığı da yapan Çubukçu<br />
1994-1997 yılları arasında A.Ü. İlahiyat Fak. Felsefe Din<br />
Bölüm Başkanlığı’nı da yürüttü.<br />
Bilimsel inceleme ve araştırmalarının yanısıra, ilahi biçimdeki<br />
şiirlerinde dinsel aydınlanmayı ve dinsel kültürün<br />
getirdiği ruh temizliğini işledi. Şiirlerinin dışında toplumsal<br />
konularda eserler de yayımladı.<br />
DÖRTLÜKLER<br />
İslam garip doğdu gidecek garip<br />
Cahiller şımardı bilgin mustarip<br />
Öyle yobazlar var ki aramızda<br />
Şişerler sakalı delil gösterip<br />
***<br />
Birisi sakalı kazıttın dedi<br />
İşte kafir oldun azıttın dedi<br />
Ben her gün Tanrı’ya huzur tutmuşken<br />
Bu Müslüman çiğ çiğ etimi yedi<br />
***<br />
Tanrı iradesi tekelde değil<br />
Bülbülün hoş sesi çakalda değil<br />
Tüylerle övünen insanlar vardır<br />
İman vicdandadır sakalda değil<br />
***<br />
İslam’ın özünü urbanda görme<br />
Cenneti sakalda türbanda görme<br />
Sakallı sakalsız her kes insandır<br />
Meşherde huriyi torbanda görme<br />
***<br />
Ahireti etme insana zehir<br />
Yüzyıldan yüzyıla değişir devir<br />
Sokar devekuşu burnunu kuma<br />
Yüzünü dönüp de ileri çevir<br />
***<br />
İBRAHİM AGÂH ÇUBUKCU<br />
75<br />
Kimisi paraya kul olup kalır<br />
Süslü süslü gelin dul olup kalır<br />
Çaputla övünen boşa konuşur<br />
Giysiler eskir de çul olup kalır<br />
***<br />
Arsızlar yürekli çok yere sızdı<br />
Dini kullananlar azdıkça azdı<br />
İnsaf ile açıp bir okusunlar<br />
Kur’an haklarında neleri yazdı<br />
***<br />
Elde tutmak mümkün değil zamanı<br />
Ecel gelir melek vermez amanı<br />
Çağdaşlık insana zararlı değil<br />
Yeter ki hakkıyla yaşat imanı<br />
***<br />
İman bir kuvvettir çekiç ezemez<br />
Bilge orucunu softa sezemez<br />
Geçici dünyada bahçe çok amma<br />
Gül dolu bahçede herkes gezemez.<br />
ÇOBAN MUSTAFA<br />
Eşi evde çul yok al getir dedi<br />
İki ineğini sattı Mustafa<br />
Azık çıkısından bir şeyler yedi<br />
Ağacın dibine yattı Mustafa<br />
Yıllarca yoksulluk beline vurdu<br />
Alışveriş için hayaller kurdu<br />
Yerinden doğruldu biraz oturdu<br />
Cüzdanı cebine attı Mustafa<br />
Derken iki adam yanına geldi<br />
Biri amca dedi öne eğildi<br />
Bunlardan sakındı yana çekildi<br />
Hırsız kişilere çattı Mustafa<br />
Gidin dediyse de kucakladılar<br />
Kendilerini sözle akladılar<br />
Çektikleri cüzdanı sakladılar<br />
Önünden onları itti Mustafa<br />
Adamlar gülerek döndüler geri<br />
Çobanın uzandı cebe elleri<br />
Boşalmış kalmıştı paranın yeri<br />
Sarardı titredi bitti Mustafa<br />
Kendine gelince evine döndü<br />
Eşine yakındı ümitler söndü<br />
Çul derdi aş derdi sırtına bindi<br />
El malı gütmeye gitti Mustafa<br />
Ortanca
SEVMEYECEĞİM<br />
Fikret DİKMEN<br />
Umutla bekledim haftayı ayı<br />
Sevgiden alırım en büyük payı<br />
Köprüyü geçesiye ayıya dayı<br />
Demedim dememem de demeyeceği<br />
Yaş yarıyı geçti dayandı kırka<br />
Varsın eşim dostum çıkmasın arka<br />
Ayazda kalsam da emanet hırka<br />
Giymedim giymem de giymeyeceğim<br />
Bir tutamam uzak ile yakını<br />
Ayırırım karasını akını<br />
Tüyü bitmedik yetimlerin hakkını<br />
Yemedim yemem de yemeyeceğim<br />
Bir can incitirsem ocağım söne<br />
Pervane misali dönmem her yöne<br />
Dik duran başımı bir zaman öne<br />
Eğmedim eğmem de eğmeyeceğim<br />
Haksızlık Fikret’in içinde sızı<br />
Can tende durdukça kesilmez hızı<br />
Yalancıyı sahtekârı hırsızı<br />
Sevmedim sevmem de sevmeyeceğim<br />
Ortanca 76<br />
EVEL ZAMAN İÇİNDE<br />
Nurten AKTAŞ<br />
Evel Zaman İçinde/ Kalbur Saman İçinde<br />
Stephen Hawkins’e<br />
Bilimin evrimine<br />
Kurtulmak istiyorum bedenimden<br />
Ama hayır istemiyorum gömülmek sessizliğe<br />
Varoluş yine de güzel olabilir mi<br />
Başka bir gerçeklik sürmek istediğim<br />
Bedene köle olmadığı, beynin<br />
Keşfedilecekse, bir gün elbet<br />
İşte geri döneceğim çocuk olarak yeniden<br />
O gün, son nokta gelebileceği<br />
Bilimsel evrimin yeşerecek zihnimde<br />
Tamamlayacak mutasyon<br />
Farklı bir boyutta erişilmezi<br />
Ve işte o zaman masal yeniden başlamış olacak<br />
Yaradılış masalı yıkmaksa ironi<br />
Masaldaki dünyayı<br />
Gerçekliği yani mendi yapıntını<br />
Yine masal içinde<br />
Doğurmuş olacak Kendini yeniden<br />
Yine kendi içinde
HOŞÇAKAL ZÜLEYHA<br />
Dursun Ali SAĞLAM<br />
Seni alnındaki boşluğa yazdım<br />
Kan revan kısmetim bahtıma asi<br />
Bütün mehtaplara yersizce kızdım<br />
Başımda dönendi şuh pervanesi<br />
Ben aşkımı ayan beyan haykırdım<br />
Cümle alem tanır oldu ismini<br />
Camı çerçeveyi kaldırdım, kırdım<br />
Yazdığım şiire çizdim resmini<br />
Veda edemeden bak gidiyorum<br />
Ah benim şiirim, gülüm, çiçeğim<br />
Kâh göklerde yıldız, kâh denizde kum<br />
Adını her cisme can edeceğim<br />
Siyah saçlarından bir demet gülü<br />
Toplayıp salıver ardından benim<br />
A gönül bahçemin nazlı bülbülü<br />
Gül kurudu çölde, kuraktır tenim<br />
Bütün herkes aynı dertten muzdarip<br />
Sevda denilen şey beladır başa<br />
Aşık olan boynu bükük, hep garip<br />
Düştüğüm hale bak, seyir temaşa<br />
Biçareliğimi zul halime yor<br />
Bu ne sevda böyle, her şey muamma<br />
Gitme vakti artık, geldi geçiyor<br />
Hoşça kal Züleyha beni unutma<br />
77<br />
ÖZ’Ü ÖZLEDİM<br />
Mehmet NALBANT<br />
Nice yıllar geçti dosttan ayrıyım<br />
Yarende kelamı sözü özledim<br />
sakın ha! Kalben gayrıyım<br />
gönülden gönüle haz’ı özledim<br />
Yaş kemale erdi toprağa bakar<br />
bu hasretlik yaman bağrımı yakar<br />
gönlüm şu gurbetten sılaya akar<br />
köyümde aşina yüzü özledim<br />
usandım yad elden seneye kalmam<br />
dünyayı verseler Vallahi almam<br />
bir daha elime geçer mi bilmem<br />
ömrüm kış’a dönmüş yazı özledim<br />
Burada güzel çok, çoğu sentetik<br />
endamı var ama bulunmaz etik<br />
namus mu? Hak getire ezelden yitik<br />
ben güzelde biraz nazı özledim<br />
Dinlediğim müzik keyif vermiyor<br />
yüreğimde yatan derdi dermiyor<br />
ne etsem nafile beni sarmıyor<br />
bir yanık türküyü sazı özledim<br />
Kim kalırsa kalsın benden bu kadar<br />
Durdukça içerim doluyor keder<br />
Kalan şu ömrümü etmeden heder<br />
Döneyim ocağa öz’ü özledim<br />
Kanaat en büyük servet diyerek<br />
bir lokma da olsa bölüş diyerek<br />
Şair ağam sözüm sana diyerek<br />
çoğundan vazgeçtim az’ı özledim…<br />
Ortanca
KİTAP TANITIMI<br />
Ordulu Şair Tıflı ile ilgili eserleri, fotoğraflar ve hakkındaki<br />
çalışmaları bir araya getiren kitap yayınlandı.<br />
Ordu’da 1907 yılında vefat edene kadar pek çok görevin<br />
yanı sıra kadılık ve belediye başkanlığı yapan Tıflı’nın<br />
eserinin ilk sayfasının baş kısmında ‘namını andıracak ancak<br />
eseridir kişinin - eseri hayri olan kimsenin ölmez nam<br />
ı- namını andıracak bir eseri olmayanın - kurur asıl şeceri<br />
hestisi olmaz namı’ demesine rağmen, Ordu’da çok az kişi<br />
tarafından tanınan Tıflı hakkında, ‘Ordulu Şair Tıflı’ adıyla<br />
çıkan kitap bir süre önce basıldı. Barış Sıtkı Kadıoğlu tarafından<br />
derlenen kitapta 1958 yılında hayata veda eden<br />
Sıtkı Can’ın Tıflı hakkındaki çalışması, divanı, hakkındaki<br />
bazı çalışmalar, fotoğraflar ile kendisine verilen belgeler<br />
bulunuyor.<br />
Kitapta çalışması yer alan ve Ordu üzerine çalışmaları<br />
ile tanınan Sıtkı Can ise yılar önce çalışmasına yazdığı<br />
önsözde, Tıflı’nın divanının sanatsal bütünlüğü ve güzelliği<br />
bir yana, Osmanlı’nın son döneminde bütün Karadeniz<br />
bölgesinin sosyo-ekonomik, politik ve idari yönetiminin<br />
çarpıcı bir panoramasını gözler önüne sunmasıyla<br />
‘Ordulu Şair Tıflı’<br />
Kitabı Yayınlandı<br />
Ortanca 78<br />
da önemli olduğunu belirtiyor. Can, kendi çalışmasını ise<br />
şiirleri ağızdan ağza değişerek dolaşan Tıflı’nin edebî hürriyetini<br />
meydana koymak amacıyla hazırlandığını, bu kitabı<br />
hazırlamasındaki sebebin Ordu’nun yetiştirdiği bu<br />
büyük insanların bir soluğu, bir nefesi olmayı amaçlamak<br />
olduğunu ifade ediyor. Kendisinin, bu insanların son soluğu<br />
olmamasını dileyen Can, gelecek nesillerin Ordu’nun<br />
yetiştirdiği bu güzel insanların soluğunu devam ettirmesi<br />
temennisini dillendiriyor. Tıflı, aynı zamanda Çambaşı<br />
Yaylası’nda Şu’un-i Dâhiliye (İç Haberler ya da İçeriden Bilgiler)<br />
adıyla el yazma bir gazete çıkardığı biliniyor.<br />
Bu el yazması gazetenin ne kadar sürdüğü bilinmediği<br />
gibi, bu el yazma gazeteden bir tek nüsha bile kalmamış.<br />
Ancak Tıflı’nın bu çalışması ile Çambaşı Yaylası, dünyada<br />
ilk ve tek gazete çıkarılması ve kaza merkezi olması bakımından<br />
tek olma ünvanını aldı. Barış Sıtkı Kadıoğlu tarafından<br />
hazırlanan, 1907 yılında vefat eden Tıflı ile ilgili<br />
eserin kapak fotoğrafında ise onun tarihi şadırvanın açılışında<br />
dua ederken çekilen fotoğrafa yer verildi.
Prof. Dr. Ramazan Demir’in<br />
BEKLENEN YENİ KİTABI ÇIKTI…<br />
“Feodalizmin Devlete<br />
İsyanı ve Dersim<br />
Olayları”<br />
Türkiye Bilimler<br />
Akademisi Kitap Birincilik<br />
ve Üçüncülük;<br />
Üniversite Bilim ve<br />
Hizmet ödüllerinin<br />
sahibi araştırmacı yazar<br />
Prof. Dr. Ramazan<br />
Demir’in son kitabı<br />
olan “Feodalizmin<br />
Devlete İsyanı ve Dersim<br />
Olayları” Palme<br />
Yayıncılık-Ankara tarafından<br />
yayınlandı.<br />
288 sayfalık kitap<br />
henüz piyasaya çıktı.<br />
Feodalizmin yansıması olan Dersim İsyanı hakkında<br />
bugüne kadar pek çok şey söylendi, yazıldı. Yazılanlar<br />
daha çok “nakil” bilgilerine dayandırıldı. Çünkü “Dersim<br />
37/38” hakkında gerçek bilgilerin “saklı” olduğu arşivler<br />
henüz açılmadı.<br />
Ancak Devlet arşivleri dışında var olan ve konuyla dolaylı<br />
ya da doğrudan ilgili bazı özgün belgeler derlendi;<br />
bugüne kadar bilinmeyen bazı olaylar ve konular farklı bir<br />
bakış açısıyla sorgulanarak yorumlandı.<br />
Sorgulanan konular;<br />
*Feodalizmin katı yüzü...<br />
*Feodalizmin temel kuralları...<br />
*Dersim feodalizmi...<br />
*Feodalizmin yeni modelleri...<br />
*Dersim neden isyan etmişti?<br />
*Dersim harekâtı Alevilere karşı mı yapıldı?<br />
*Dersim isyanı ile cumhuriyetin ilişkisi...<br />
*Dersim harekâtı bir “soykırım” mıdır?<br />
*Dersimlinin Atatürk sevgisi...<br />
*Politik istismarın merkezindeki Dersim...<br />
*Dersim isyanının ardındaki emperyalizm...<br />
Tüm bu konuları ve daha pek çoklarını anlamak için bu<br />
kitabı “peşin hükümsüz” okumalısınız...<br />
Kitap ayrıca;<br />
Dersim ve benzeri isyanların ardındaki emperyalist<br />
güçlerin kimler olduğunu; Türkiye üzerine her dönemde<br />
kışkırtma plân ve stratejilerinin nasıl olduğunu somut örneklerle<br />
görmek mümkün...<br />
Feodalizm ile Osmanlı maliyesi ve harp araçları ilişkisi;<br />
feodalizm ile birey olmak, vatandaş olmak ilişkisi...<br />
Cumhuriyetin feodalizmi çözme deneyimi...<br />
Sonuç olarak Dersim isyanını çok farklı boyutlarıyla öğrenmek<br />
ve anlamak için bu kitap dikkatle okunmalıdır...<br />
Kitap için Palme Yayıncılık: (<strong>31</strong>2-4333757)<br />
Yazara ulaşmak için:<br />
rdemir@akdeniz.edu.tr<br />
www.r-demir.com<br />
79<br />
Nesrin ÖZCAN’ın<br />
“Kainat Aşkın İzinde”<br />
isimli kitabı çıktı.<br />
KİTAP TANITIMI<br />
Ortanca
ASGARİ ÜCRET?<br />
Engin FORDUGİL<br />
Sizleri bilmem ama…<br />
Bugün havadan, sudan yazmak geliyor içimden.<br />
Ne memleket meseleleri,<br />
Ne Amerika, ne Irak<br />
Ne Güneydoğu sorunu<br />
Ne Kaz dağları,<br />
ne haklar<br />
ve ne de<br />
kadın hakları<br />
Yanında hayvan hakları<br />
Hele, hele ki çevre sorunları…<br />
Bugün havadan sudan yazmak geliyor içimden!<br />
Yaratanıma şükredip dualar edeceğim,<br />
Aşk, meşk şiirleri okuyacağım.<br />
Çin mallarından bana ne<br />
Hele Ortadoğu’nun meydanlarda<br />
Kimin anası ağlarsa ağlasın<br />
Amerika’da Hürriyet Abidesi var.<br />
Bugün havadan, sudan yazmak geliyor içimden.<br />
Askerlik yeniden yapılanacakmış<br />
Ekonomik kriz varmış; Yok, teğet geçmiş!<br />
Avrupa birliğine girecekmişiz,<br />
Ağzımızla kuşta tutsak almazlarmış!<br />
Ortadoğu’nun lideri olacakmışız!<br />
Köylü şehirli olacakmış!<br />
Sokak çocukları, işsizlik<br />
Sorun sorun!<br />
Yine sorun?<br />
Bugün havadan sudan yazmak geliyor içimden!<br />
Ne emekli maaşı<br />
Ne işşizlik<br />
Avrupayla uyumlaşıyor!<br />
Kendimizle ayrımlaşıyormuşuz.<br />
Bugün<br />
Havadan<br />
Sudan<br />
Yazmak<br />
Geliyor<br />
İçimdennn!<br />
Ortanca 80