27.02.2013 Views

Sayı 31- OCAK / ŞUBAT 2011 PDF Formatında indirmek

Sayı 31- OCAK / ŞUBAT 2011 PDF Formatında indirmek

Sayı 31- OCAK / ŞUBAT 2011 PDF Formatında indirmek

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

1<br />

Ortanca


Şiir<br />

AŞKI REDDEDEN ADAM<br />

Mehmet Nuri PARMAKSIZ<br />

http://www.mehmetnuriparmaksiz.com<br />

Gönlün gemisiz liman dalga vurmayan sahil<br />

Kuşlar bile sükûtta hata yaptın bunu bil<br />

Kadere karşı durma teslim ol artık eğil<br />

Aşkı reddeden adam olmak hiç kolay değil<br />

Kabuslarım bitmiyor haksızlık mı yaptım ne<br />

Biten aşkın ardından artık her şey bahane<br />

Mutlu musun cevap ver dön de bir bak kendine<br />

Aşkı reddeden adam olmak hiç kolay değil<br />

Mazi erimeyen kar dağların eteğinde<br />

Hapsoldum rüzgârım yok koskoca bir enginde<br />

Çözüm belki ölümde belki de hep sevginde<br />

Aşkı reddeden adam olmak hiç kolay değil<br />

Ömrü fedâ etsem de geri gelmez hayâller<br />

Aşkı bir kez kaçırdım sükûta koştu eller<br />

Dönmek çözüm olsa da onurum hep engeller<br />

Aşkı reddeden adam olmak hiç kolay değil<br />

Niyetim dönmek değil bunu böyle bilesin<br />

Sükûta alıştım ben bil ki kararım kesin<br />

İsterse herkes bana varsın divâne desin<br />

Aşkı reddeden adam olmak hiç kolay değil<br />

Ortanca 2


“Arkadaş zayıflıklarınızı bilirse başınıza kakar, dost<br />

zayıflıklarınızı bilirse örtmeye çalışır.” Atasözü<br />

Merhaba,<br />

Üç yılı geride bırakan dergimiz ilk gün heyecanı ve siz<br />

saygıdeğer gönül dostlarıyla birlikte edebî yoluna devam<br />

ediyor.<br />

Felsefe olarak herkesin yaşam biçimine saygı gösteren,<br />

içindeki renklerle paylaşım zenginliği yaşayan, kültür<br />

ve sanat ruhunu gelecek kuşaklara taşıyabileceğine inandığımız<br />

“Ortanca”mızın, bu hizmeti son sayısına kadar, siz<br />

“gönül dostlarıyla beraber” kır çiçeği niteliğinde açmaya<br />

devam edeceğine inanıyorum.<br />

* * * * *<br />

Birkaç dostumuzla yolculuk ediyorduk, yol uzundu.<br />

Söz arkadaş ve dostluk kavramından açılmıştı.<br />

Türkiye Çevre Koruma Vakfı (TÜÇEV) Müdürü Bay Yakup<br />

TÜRKMEN, çocukluğumuzda büyüklerimizden değişik<br />

biçimlerde dinlediğimiz bir hikâye anlattı. Aklımda kaldığınca<br />

sizlerle paylaşayım istedim.<br />

Olay eski zamanda geçiyor; bir babayla oğul sohbet<br />

ediyorlar, konuları “dostluk”.<br />

Baba sormuş: “Senin kaç dostun var?”<br />

Oğlan cevaplamış: “Ohooo yüzlerce...”<br />

“Bak oğlum…” demiş baba; “İnsanın çok arkadaşı olabilir<br />

ama çok dostu olamaz. Dost dediğin diğer arkadaşlara<br />

benzemez. İnsanın hayatı boyunca ancak bir ya da iki<br />

dostu olur.<br />

Oğlan,“Saçma” diye cevaplamış. Benim bir sürü dostum<br />

var ve hepsi beni sever; her zaman da yardıma koşacaklarına<br />

eminim.<br />

“Öyle mi?” demiş babası. “O zaman gel seninle bir test<br />

yapalım.”<br />

“Tamam” demiş oğlan.<br />

Adam birkaç tavuk keserek, ıvır zıvırla beraber bir çuvala<br />

koymuş, çuvaldan kan akıyormuş. “Şimdi git bunu en<br />

güvendiğin arkadaşına götür, birlikte bir yere gömmek için<br />

ondan yardım iste.” Demiş.<br />

Akşam karanlığında çuvalı sırtlayan çocuk arkadaşının<br />

kapısını çalarak durumu anlatmış. Kanlı çuvalı gören<br />

arkadaşı kapıyı çocuğun yüzüne kapatarak onu kovmuş.<br />

Daha sonra birkaç arkadaşına daha giden çocuk ayni muameleyle<br />

karşılaşmış. Bazısı da bir daha kendisiyle görüşmemesini<br />

bile söylemiş çocuğa. Çünkü çuvalın içinde bir<br />

ceset olduğunu sanıyorlarmış.<br />

3<br />

İlk Söz<br />

Oğlan yüzü allak bullak eve dönmüş, olanları babasına<br />

anlatmış. Baba keyifle: “İşte senin arkadaşlarının dostluğu<br />

bu kadar. Şimdi bu çuvalı bir de benim dostuma götür.”<br />

Demiş.<br />

Oğlan tekrar sırtlamış çuvalı, düşmüş yola.<br />

Baba dostu kapıyı açıp oğlanı kan ter içinde, elinde<br />

kanlı bir çuvalla görür görmez etrafa şöyle bir bakınmış<br />

ve hemen içeri çekerek sormuş: “Sen Ahmet`in oğlu değil<br />

misin?”<br />

“Evet” demiş çocuk ve çuvalı beraberce gömüp gömemeyeceklerini<br />

sormuş.<br />

“Ver elindekini” diyerek çuvalı almış adam.<br />

Arka bahçeye geçerek kazdıkları çukura çuvalı gömmüşler.<br />

Ev sahibi dostunun oğluna ikramda da bulunduktan<br />

sonra, bununla da kalmamış, yeri kamufle etmek için<br />

çukurun üzerine bir torba dolusu da sarımsak dikmiş.<br />

Çocuk, “Ben artık gideyim” diyerek izin istemiş. Adam<br />

da, “Babana, sarımsak tarlasına gözüm gibi bakacağımı<br />

söyle e mi” Diye bir de tembihte bulunmuş.<br />

Dönüşte babasına her şeyi olduğu gibi anlatan çocuk,<br />

“Gerçekten senin dostun, benimse sadece sıradan arkadaşlarım<br />

varmış” diye yakınmış. “Yooo bitmedi…” demiş<br />

babası: “Şimdi tekrar git, dostumun kapısını çal ve açar<br />

açmaz da yüzüne okkalı bir tokat yapıştır.”<br />

Çocuk “Olur mu hiç öyle şey?” diye itiraz etmiş.<br />

“Olur olur, ancak o zaman anlayacaksın dostluğun ne<br />

demek olduğunu.” Diye cevaplamış babası.<br />

Çocuk çaresiz utana sıkıla yine düşmüş yola.<br />

Eve varınca çalmış kapıyı ve çıkan baba dostuna: “Babamın<br />

size iletmek istediği bir şey var” diyerek adamın suratına<br />

okkalı bir tokat patlatmış. Yaptığından çok üzülmüş,<br />

ama babasının uyguladığı sınav sebebiyle böyle olması<br />

gerektiğini düşünüyormuş.<br />

Ama, baba dostunun verdiği cevap onu çok şaşırtmış:<br />

“Benim de iletmek istediğim bir şey var... Söyle o babana:<br />

Biz bir tokata satmayız o koskoca sarımsak tarlasını!”<br />

İşte böyle.<br />

Çocuk o zaman anlamış dostluğun değerini ve babasının<br />

“yüzlerce arkadaşın olacağına bir dostun olsun yeter”<br />

derken ne demek istediğini...<br />

Bundan sonraki sayımızda buluşmak umuduyla tüm<br />

okurlarımıza saygılar sunuyorum.<br />

İBRAHİM ENGİN<br />

Ortanca


Şiir Tahlili<br />

Prof. Dr. Nurullah ÇETİN<br />

(ncetin64@hotmail.com)<br />

ZEYTİN<br />

Karanlık mabedine ne yol ne iz vermeyen<br />

O simsiyah bendine kul olduğum gözlerin<br />

Kaş altında karakış canevimdeki yakış<br />

Tenimi karla ovan kış yangını gözlerin<br />

Bırak yakarsa yaksın ne kadar yaksa da az<br />

Zeytinin tuzu gibi dudağımda kal biraz<br />

Sende o siyahların efendisi o mağrur<br />

O yedi renkte tek bir o her bakışı gurur<br />

İnsanı süründürür insanı yere vurur<br />

Sonra tutar kaldırır el pençe divan durur<br />

Gözlerinin hışmından her yanımda bir maraz<br />

Zeytinin tuzu gibi dudağımda kal biraz<br />

Her evin her sofranın sefası değil midir<br />

Yağı özü tanesi şifası değil midir<br />

O olmazsa olmazın o sürmeli maralın<br />

Gözüne renk verenin vefası değil midir<br />

Öyleyse çabuk gitme nedir bu telaş bu naz<br />

Zeytinin tuzu gibi dudağımda kal biraz<br />

Sırlarına düğümlü ömrüm nasıl da geçti<br />

Hangi yana estiysen peşin sıra savruldum<br />

Sonunda infialin ayrılığa pay biçti<br />

Geri durdum kırıldım canevimden vuruldum<br />

Siler süpürür seni Asi, Fırat ve Aras<br />

Zeytinin tuzu gibi dudağımda kal biraz<br />

İLTER YEŞİLAY’IN “ZEYTİN”<br />

ŞİİRİNİN TAHLİLİ<br />

Ortanca 4<br />

Şu perişan hâlime elleri güldüremem<br />

İçimdeki o seni sensizken öldüremem<br />

Ben varlığında bile yokluğuna köleyim<br />

Kalbimdeki son rengi siyaha sildiremem<br />

Umutlar eğirdiğim düşlerim taraz taraz<br />

Zeytinin tuzu gibi dudağımda kal biraz<br />

Antik efsanelerin huzur barış elçisi<br />

Kral ve soyluların başını bezeyen taç<br />

Egeden uzatılan bir dalın ucundaki<br />

O barış çağrısına herkes ben gibi muhtaç<br />

Rengin Anadolu türküleri çalan bir saz<br />

Zeytinin tuzu gibi dudağımda kal biraz<br />

Ben baharı güzledim henüz yaza doymadan<br />

Bir sözümün yerine başka bir söz koymadan<br />

Her tövbede yeniden diz çöktüm mihrabına<br />

Gönlümün üstündeki teni candan soymadan<br />

Ne gözümde ayva var ne kütür kütür kiraz<br />

Zeytinin tuzu gibi dudağımda kal biraz<br />

Usta değil kalfayım sözüm bir yere kadar<br />

Yenim bol gelse bile şairim yerim hep dar<br />

İnsanlara cennetten gönderilen o kutsal<br />

Zeytini gözlerinde sevdiysem bunda ne var<br />

Simsiyah oklarını kanıma batır da yaz<br />

Zeytinin tuzu gibi dudağımda kal biraz<br />

İlter YEŞİLAY


Konu: Aşk. Yalnız burada hemen şunu vurgulamamız<br />

gerekir: Şiir, hem kadın hem erkek sevgili tipi için; her iki<br />

cins için de genellenebilecek bir okumaya açıktır. Şiiri, bir<br />

erkeğin kadına olan aşkı bağlamında okuyabileceğimiz<br />

gibi; kadının erkeğe aşkını ifade eder tarzda da okuyabiliriz.<br />

Metin, her iki yönlü okumaya müsait bir yapıya sahip.<br />

İzlek: Büyük bir tutkuyla bağlanılan aşk, insanı kendi<br />

âlemine hapseder, her türlü fedakârlığı yaptırır, mutluğu<br />

ve huzuru çekilen acı ve çilelerde gizler.<br />

Düşünce: Şiir, içerdiği düşünce unsuru bakımından<br />

mistik bir şiirdir. Şair, burada beşerî anlamda bir aşk mistisizmi<br />

ortaya koyuyor. Âşık, bütün hayatını ve varlığını sevdiği<br />

uğruna feda ediyor, kendini sevgilisinde yok ediyor,<br />

sevgilisiyle duygusal ve düşünsel anlamda tam bir özdeşleşme<br />

içinde bulunuyor. Özellikle Divan ve Türk halk şiirine<br />

özgü büyük ve derin aşklar, modern bir anlayış içinde<br />

yeniden üretilmiş.<br />

Varlık: Şiirde özellikle zeytin nesnesi öne çıkıyor. Zeytin,<br />

şekli ve özellikleri itibariyle bir ilham ve çağrışım nesnesi<br />

olarak işlev görüyor. Şair, zeytinle sevgilinin gözleri,<br />

zeytinin tadı ile aşk tadı arasında bir paralellik kuruyor.<br />

Duygu: Şiir, duygu yoğunluğu bakımından oldukça<br />

yüklü. Her şeyden önce yüceltilmiş aşk duygusu kendisini<br />

çok öne çıkarıyor. Şair, sevgilisini olağanüstü yüceltiyor.<br />

Ayrıca yaşama sevinci, hasret, ümit duyguları da belli bir<br />

ağırlık taşımaktadır.<br />

Simge ve İmgeler Sisteminin Çözümü:<br />

“Karanlık mabedine ne yol ne iz vermeyen<br />

O simsiyah bendine kul olduğum gözlerin”:<br />

“Karanlık mabed”, esmer güzelinin bünyesini ifade<br />

eden bir benzetmedir. Şair, sevilenin vücudu ve iç dünyasından<br />

oluşan bünyesini karanlık bir mabede benzetiyor.<br />

Benzerlik ilişkisi şurada: Mabed dolayımıyla hem saygıyı<br />

ve kutsallığı ifade ediyor, hem de karanlık oluşuyla gizemliliği,<br />

içine nüfuz edilemeyişi ifade ediyor. Divan Şiirinden<br />

itibaren Türk edebiyatında sevgili, genellikle puta benzetilir,<br />

put gibi güzel olarak tasvir edilir ve kendisine tapılacak<br />

kadar kutsal bir varlığa sahiptir. O bakımdan âşık, sevgilinin<br />

kuludur.<br />

Ayrıca Divan edebiyatımızda sevgili, âşığına yüz vermeyen,<br />

ondan uzak duran, tegafül gösteren, âşığını peşinden<br />

koşturan, duygu dünyasını ona açmayan bir figürdür.<br />

Bu yönüyle Divan edebiyatımızda sevgilinin duygu dünyasını<br />

göremeyiz, oraya giremeyiz, nüfuz edemeyiz; yani<br />

sevgilinin iç dünyası gizemlidir. Zira sevgili konuşmaz ve<br />

duygularını belli etmez. Bundan dolayı şair, sevilen esmer<br />

güzelini hem tapılmaya layık derecede kutsal bir varlık<br />

olarak mabed, hem de iç dünyasını açmamasıyla da karanlık<br />

olarak vasıflandırmaktadır. Ayrıca Türk edebiyatı<br />

geleneğinde ideal sevgili tipi, siyah iri gözlü olanıdır. Biz<br />

daha çok sevgilinin gözlerine âşık oluruz. Böyle bir imge,<br />

Türk kültür ve edebiyat tarihiyle de beslendiği için özgün<br />

bir yapıdır.<br />

5<br />

“Kaş altında karakış canevimdeki yakış<br />

Tenimi karla ovan kış yangını gözlerin”<br />

Bu mısralarda da oldukça özgün bir imge vardır. Divan<br />

edebiyatımızda kaş, kirpik, göz üçlüsünden oluşan<br />

kompozisyona ve sevgilinin âşığına yan bakışına “gamze”<br />

denir. Sevgili, yan bakan gözleriyle, kirpik oklarıyla âşığın<br />

kalbine, ciğerine ok atar, kalbinden yakar yaralar. Âşık,<br />

sevgilinin yan bakışıyla kalbinden, ciğerinden yaralanır ve<br />

kanlı gözyaşı akıtarak ciğer kanı yani maddi varlığı boşanır;<br />

böylece manevî aşkı ilerler. İlter Yeşilay da böyle bir<br />

mazmunu modern bir imgeye dönüştürerek sevgilinin yan<br />

bakışı olan gamzesini kaş altında karakış, gamze oklarıyla<br />

âşığın kalbinden yaralanışını da “canevindeki yakış” olarak<br />

yeniden üretmiştir.<br />

Âşık, aşk ateşi içinde cayır cayır yanar ve sevgilinin görünüşte<br />

soğuk ama gerçekte kış yangını olan gözleri âşığın<br />

yanan tenini karla ovarak serinletmeye çalışmaktadır. Burada<br />

şiir tekniği açısından oldukça güzel düşmüş bir motif<br />

var, o da paradoksal söylemdir. “kış yangını” ifadesi tezat<br />

ya da paradoksal bir ifade olup, mananın etkisini artırmada<br />

kuvvetli bir vurguya sahiptir. Kış soğuk, yangın sıcaktır.<br />

Bu ikisinin bir araya gelmesi güçlü bir vurgudur. Soğuk,<br />

belli bir dereceden sonra artarsa sıcak olur, sıcak da yine<br />

belli bir dereceden sonra soğuk hâle dönüşür. O bakımdan<br />

âşığın sevgilisi karşısındaki hâlini ancak “kış yangını”<br />

gibi bir durum ortaya koyabilir.<br />

“Bırak yakarsa yaksın ne kadar yaksa da az<br />

Zeytinin tuzu gibi dudağımda kal biraz”:<br />

Aşk ateşi, âşığı ne kadar yakarsa yaksın âşık bundan<br />

şikâyet etmez; tam tersine aşk ateşi ne kadar yakarsa ondan<br />

memnundur. Bu mazmun, Divan edebiyatımızda ve<br />

sonraki dönemlerde de oldukça yaygın bir motiftir. Nitekim<br />

büyük Türk şairi Fuzulî, bir beytinde şöyle der:<br />

“Aşk derdiyle hoşem el çek ilâcımdan tabîb<br />

Kılma dermân kim helâkim zehri dermânındadır”<br />

Zeytinin varlığını, bizde bıraktığı etkiyi, dudağımızda,<br />

damağımızda kalan tuzuyla anlarız. Zeytin deyince bizde<br />

oluşan ilk çağrışım, onun dudağımızda kalan tuzudur.<br />

Zeytin tuzu hem acıdır hem tatlı. Görünüşte biraz acı bir<br />

tadı vardır ama aslında faydaları bakımından tatlıdır. Aşk<br />

da görünüşte acıdır, sıkıntılıdır, elemlidir, çilelidir, zorlukları<br />

vardır ama bizde bıraktığı huzur ve mutluluk duygusu<br />

bakımından tatlıdır. Dolayısıyla İlter Yeşilay’ın aşk tadıyla<br />

zeytin tadı arasında kurduğu paralellik çok denk düşen bir<br />

benzerliktir.<br />

“Sende o siyahların efendisi o mağrur<br />

O yedi renkte tek bir o her bakışı gurur<br />

İnsanı süründürür insanı yere vurur<br />

Sonra tutar kaldırır el pençe divan durur”:<br />

Türk ve İslam edebiyatlarında Leyla ile Mecnun aşkı<br />

oldukça çok işlenmiş, klasik konularımızdan biridir. Bu aşk<br />

hikâyesi, Türk edebiyatına ilk örneklik eden kaynak metinlerden<br />

biridir. O hikâyenin kadın kişisi Leyla’nın kelime an-<br />

Ortanca


lamı, “gece renginde esmer kadın” demektir. Esmer güzeli,<br />

bizim kültürümüzde âdeta siyahların efendisidir. Ayrıca<br />

yine bizim edebiyatımızda güzel sevgili, daima mağrurdur,<br />

yüz vermez, üstten bakar, âşığını aşağılar, kovar, iteler, peşinde<br />

süründürür. Her bakışı gururdur. Kendisine bağlayıp<br />

kul köle ettiği âşığını perişan eder, çöllerde süründürür, ne<br />

yaptığını, nasıl yaşadığını bilemez hâle getirir. Yurdundan<br />

yuvasından eder.<br />

Âdeta âşığına dünyayı dar eder. Ama sonunda yerlerde<br />

sürünen âşığını tutup kaldırır ve bu sefer o ona kul köle<br />

olur. Nitekim Mecnun, önce Leyla’nın peşinden koştu,<br />

Leyla’yı ailesi vermedi, sonunda Leyla Mecnun’un peşinden<br />

koşma, onu çöllerde arama, onun karşısında el pençe<br />

divan durma, ona kul köle olma noktasına geldi.<br />

“Gözlerinin hışmından her yanımda bir maraz<br />

Zeytinin tuzu gibi dudağımda kal biraz”:<br />

Sevgilinin kirpikleri birer ok gibi âşığın kalbine, ciğerine,<br />

vücudunun her yerine saplanmıştır. Yani yan bakışları,<br />

tersleyen, azarlayan bakışları birer ok gibi âşığını delik<br />

deşik etmiştir. Bu yüzden âşığın her tarafında yaralar,<br />

hastalıklar ortaya çıkmıştır. Buna rağmen âşık, biraz olsun<br />

sevgilisinin kendisine iltifat etmesine, yanında kalmasına<br />

razıdır.<br />

“Her evin her sofranın sefası değil midir<br />

Yağı özü tanesi şifası değil midir<br />

O olmazsa olmazın o sürmeli maralın<br />

Gözüne renk verenin vefası değil midir”:<br />

Zeytin gibi siyah gözlü sevgiliye olan aşkın terennümüne<br />

vesile olan zeytin, evrensel bir değer ve önem<br />

kazanmıştır. Eski Yunan kültüründe olduğu kadar İslam<br />

kültüründe de zeytin, önemli bir konuma sahiptir. Zeytin,<br />

insanın temel gıdalarından biridir. Her evde, her sofrada<br />

bulunur. Kahvaltımızda zeytin yeriz, yemeklerimizi zeytin<br />

yağıyla yaparız. Zeytin, sağlığa olan faydası bakımından<br />

her evin sefası, mutluluğu, huzurudur. Zeytin, her derde<br />

deva şifalı bir bitkidir.<br />

Herkesin bildiği bu bilgilere yapılan göndermenin şiirde<br />

bir bağlamı vardır. O da zeytinle sevgilinin siyah gözleri<br />

arasında ilişki kurmaktır. Nasıl zeytin, maddi anlamda bir<br />

sefa, huzur, sağlık kaynağıysa; sevgilinin siyah zeytin gibi<br />

olan gözleri de ümit veren bakışlarıyla âşığa mutluluk ve<br />

huzur kaynağıdır.<br />

“Maral”, Azerî Türkçesinde “gözleri güzel ceylan, dişi<br />

geyik” demektir. Bizde bu, “Meral” şeklinde kız ismi olarak<br />

da kullanılır.<br />

Ayrıca Cengiz Aytmatov, Beyaz Gemi romanında “maral”<br />

kelimesini Isık Gölü Kırgızlarının soyunun devam etmesini<br />

sağlayan dişi geyik anlamında da kullanır.<br />

İlter Yeşilay, esmer güzeli sevgiliyi bu anlamda marala<br />

benzetmektedir.<br />

“Öyleyse çabuk gitme nedir bu telaş bu naz<br />

Zeytinin tuzu gibi dudağımda kal biraz”:<br />

Âşığın mutluluğu sevgilisiyle birlikte kalabildiği zama-<br />

Ortanca 6<br />

na bağlıdır. Sevgilisi yanında ne kadar fazla kalırsa âşık, o<br />

derece mutlu olacaktır.<br />

“Sırlarına düğümlü ömrüm nasıl da geçti<br />

Hangi yana estiysen peşin sıra savruldum<br />

Sonunda infialin ayrılığa pay biçti<br />

Geri durdum kırıldım canevimden vuruldum”:<br />

Sevgili, sırlarını açmayan, kendini ele vermeyen, gizemli,<br />

düğümlü bir varlıktır. Esrarengizliğini koruduğu<br />

oranda cazibesi artar. Âşık, ömrü boyunca sevgilisinin<br />

sırlarını keşfetmeye çalışır. Düğüm düğüm sırlarla örülü<br />

esrarengiz varlığını çözmeye çalışmak âşığın ömrünü bitirir.<br />

Sevgilinin sırlarını ele vermemesi, âşığın onu çözme<br />

uğraşısı aslında verimli bir zemindir. Zira böylelikle âşığın<br />

duygu, düşünce, heyecan ve hayal dünyası genişleyecek,<br />

zenginleşecek, üretici hâle gelecek; bütün kabiliyetleri<br />

gelişecektir. Ayrıca sürekli kaçan, uzaklaşan, sırlarını açmayan<br />

sevgili tipi, aşkı yüceltir, değerli kılar. Ele geçmesi<br />

zor olanın değerinin büyüklüğü, hayata heyecan ve anlam<br />

katar.<br />

Büyük bir tutkuyla sevgilisine bağlanan âşık, sürekli<br />

sevgilisinin peşindedir, sürekli sevgilisini düşünür, onu hayal<br />

eder. Duygu, düşünce, heyecan ve hayalleriyle sevgilisi<br />

neredeyse oraya savrulur. Fakat çok naz âşık usandırır fehvasınca<br />

gücenme ve kırgınlık, ayrılığa yol açar. Bu ayrılık da<br />

âşığı perişan eder.<br />

“Şu perişan hâlime elleri güldüremem<br />

İçimdeki o seni sensizken öldüremem<br />

Ben varlığında bile yokluğuna köleyim<br />

Kalbimdeki son rengi siyaha sildiremem”:<br />

Âşık, sürekli içinde sevgilisinin hayalini saklar. Sevgilisi,<br />

bulunduğu yerden uzaklarda da olsa onu içinde taşır. Bedenen<br />

olmasa da hayalen sevgilisiyle beraberdir. Gerçek<br />

âşık, sevgilisinin tavrı ne olursa olsun, birlikte olmasalar<br />

da onu silip atamaz. Gerçek âşık, içindeki sevgilisini öldürmez,<br />

yok etmez, silip atmaz. Her türlü cefasına rağmen<br />

ona olan bağlılığını korur. Gerçek âşık, bütün benlik davalarından<br />

vazgeçmiş, gururu, arı, namusu bir tarafa itmiş,<br />

her şeyiyle sevgilisine kul köle olmuştur. Sevgilisinin varlığında<br />

da yokluğunda da tam bir bağlılık ve adanmışlık<br />

içinde olmalıdır. Bu, aşkın değerini artıran bir etmendir.<br />

“Umutlar eğirdiğim düşlerim taraz taraz<br />

Zeytinin tuzu gibi dudağımda kal biraz”:<br />

Taraz, ipek gibi düz ve parlak bir kumaşın üzerinde bulunan<br />

tel tel ipliktir. Âşık, düşlerini umutlarıyla böyle hassas<br />

ve değerli bir şekilde taraz taraz eğirir.<br />

“Antik efsanelerin huzur barış elçisi<br />

Kral ve soyluların başını bezeyen taç<br />

Egeden uzatılan bir dalın ucundaki<br />

O barış çağrısına herkes ben gibi muhtaç”:<br />

Zeytinin antik efsanelerin huzur barış elçisi olmasının<br />

tarihsel ve kültürel bir arka planı vardır. Şöyle:<br />

Eski Yunan Mitolojisinde baş tanrı Zeus, insanlar için<br />

en önemli hediyeyi getirecek olan tanrı veya tanrıçaya


yeni kurulan bir şehrin hükümdarı olma ödülünü vereceğini<br />

söyler. Bu ödüle konmak için denizler tanrısı Poseidon<br />

ile barış ve bilgelik tanrıçası Athena yarışırlar. Poseidon,<br />

üç dişli çatalını bir kayaya saplar ve insanların ulaşımını<br />

sağlayacak, savaş kazandıracak “at”ı yaratır.<br />

Athena da mızrağını yere saplayarak onu bir “zeytin<br />

ağacı”na dönüştürür. Halk da bereket ve zenginlik kaynağı<br />

olan zeytin ağacını beğenir ve Athena’nın şerefine<br />

şehre “Atina” adı verilir. Günümüzde de efsanenin olduğu<br />

yerde bir zeytin ağacı vardır. Zeytin ağaçlarının kökenini<br />

Athena’nın yarattığı bu zeytin ağacına dayandırırlar. Bundan<br />

dolayı zeytin, huzur, barış elçisi ve simgesi olarak bilinir.<br />

Nitekim zeytin dalı uzatmak, barış isteme alametidir.<br />

Barışa önem veren kral ve soylular da zeytin dalı ve<br />

yapraklarıyla süslenen taç takarlar.<br />

“Renginde Anadolu türküler çalan bir saz<br />

Zeytinin tuzu gibi dudağımda kal biraz”:<br />

Anadolumuz kültür, sanat ve edebiyat bakımından<br />

oldukça zengin bir duyarlılığa ve birikime sahiptir. Esmer<br />

güzeli üzerine de binlerce çeşit güzel türküler söylenmiştir.<br />

Esmer güzeli, binlerce âşığa ilham kaynağı olmuş, onun<br />

güzelliğini çok boyutlu olarak anlatabilmek için olağanüstü<br />

güzellikte türküler söylemişlerdir.<br />

“Ben baharı güzledim henüz yaza doymadan<br />

Bir sözümün yerine başka bir söz koymadan<br />

Her tövbede yeniden diz çöktüm mihrabına<br />

Gönlümün üstündeki teni candan soymadan”:<br />

Burada âşığın sevgilisine yönelik çok önemsediği aşkı<br />

uğruna büyük bir katlanma ve adanmışlık durumu kuvvetli<br />

bir imge olarak ortaya konuyor. Ciddi ve köklü aşklar<br />

büyük fedakârlık gerektirir. Büyük aşklar için her şey,<br />

ömür hatta can bile verilir. Âşık, ömrünün baharı demek<br />

olan gençliğini, yazı demek olan orta yaşlılığını sevgilisine<br />

bağlılığı uğruna, onu beklemek uğruna feda edebilir. Kararlılıkla<br />

ve ısrarla onu bekleyebilir. Sevgilisinin her türlü<br />

cefasına katlanarak, ona tam bir sadakat uğruna teslim<br />

olur. Sadakatına halel getirecek aykırı bir söz söylemez.<br />

Aşkında hata yaparsa tam bir pişmanlıkla tevbe eder.<br />

“Ne gözümde ayva var ne kütür kütür kiraz<br />

Zeytinin tuzu gibi dudağımda kal biraz”:<br />

Burada ayva ve kiraz, istiarî olarak başka sevgilileri,<br />

başka kadınları temsil eder. Ayva yanaklı, kiraz dudaklı<br />

başka kadınlar ve kızlar, âşığın gözünde bir anlam ifade<br />

etmez. O, sadece kendi aşkına bağlıdır.<br />

“Usta değil kalfayım sözüm bir yere kadar<br />

Yenim bol gelse bile şairim yerim hep dar<br />

İnsanlara cennetten gönderilen o kutsal<br />

Zeytini gözlerinde sevdiysem bunda ne var”:<br />

Geleneksel Türk edebiyatında, Divan edebiyatında<br />

özellikle gazellerde şairler, sonda, fahriye beytinde kendilerini<br />

mübalağalı bir şekilde överler. Ama İlter Yeşilay son<br />

derece mütevazi davranarak şiirinin sonunda kendini övmek<br />

yerine “kalfayım” diyerek tam tersini yapıyor.<br />

7<br />

Şair, zeytinin cennetten gönderilen kutsal bir meyve<br />

oluşuna telmihte bulunuyor. Nitekim Kur’an’da ve hadislerde<br />

birçok yerde zeytinden bahsediliyor. Mesela şu<br />

ayetlerde zeytinden bahis vardır: [En’am (6)/141], [Nahl<br />

(16)/11], [Mü’minun (23)/18-20], [Nur (24)/35], [Abese<br />

(80)/25-29], [Tin (95)/1-3]<br />

Bu bağlamda bir ayeti örnek olarak alalım: “Andolsun<br />

incire ve zeytine! Ve Sina Dağı’na ve şu Emin Belde’ye.”<br />

[Tin (95)/1-3]<br />

Bir hadis-i şerifte de zeytinden şöyle bahsedilir: Ömer<br />

bin Hattâb dedi ki: Allah’ın elçisi (s.a.v) şöyle buyurmuştur:<br />

“Zeytinyağını yiyiniz ve sürününüz. Çünkü o, mübarek<br />

(bereketli) bir ağacın ürünüdür.” (Tirmizi, C. 2. Hnu: 1851)<br />

İlter Yeşilay, zeytinin kutsallığıyla sevgilinin zeytine bezeyen<br />

gözlerinin; dolayısıyla da aşkın kutsallığı arasında<br />

bir paralellik kurarak çarpıcı bir imge üretiyor.<br />

“Simsiyah oklarını kanıma batır da yaz<br />

Zeytinin tuzu gibi dudağımda kal biraz”:<br />

Divan edebiyatında sevgili, gamzesiyle, oka benzeyen<br />

kirpikleriyle, yan bakışıyla âşığının ciğerine saplanır, ciğer<br />

kanını kanlı gözyaşları hâlinde boşaltarak onu maddeden<br />

soyutlardı. Böylece maddî varlığından sıyrılan âşık, manevileşir,<br />

yücelir, hafifler ve yüksek bir mertebe kazanırdı.<br />

Dolayısıyla âşık, sevgilisinin tersleyen yan bakış oklarıyla<br />

kalbini, ciğerini delik deşik etmesini ve kanını boşaltmasını<br />

isterdi. Burada da İlter Yeşilay, bu mazmunu anıştırarak<br />

sevgilinin siyah bakış oklarını kaleme benzetip kendi kanını<br />

da mürekkep edinerek duygularını yazmasını istemektedir.<br />

Nazım Şekli: Şiir, mısra kümelenmesi bakımından bir<br />

dörtlük bir ikilik şeklinde eşit düzenli serbest nazım şekliyle<br />

yazılmıştır. Kafiye sistemi bakımından da mesnevi,<br />

rubai, çapraz kafiye sistemlerini karışık olarak kullanmıştır.<br />

Dil ve Üslup: Şiirin dili oldukça yalındır. Günümüz konuşma<br />

ve yazı dilinin bütün hususiyetlerini içermektedir.<br />

Anlaşılmasında güçlük çekilecek bir kelime bulunmamaktadır.<br />

Ayrıca yabancı söz varlıklarına da yer verilmemiştir.<br />

Türkçenin dilbilgisi kurallarına uygunluk söz konudur. Şair,<br />

Türkçemizin bütün dil zenginliklerine, ifade imkânlarına,<br />

kültürel ve estetik zenginliklerine hâkimdir. Dil sapmaları<br />

görülmüyor.<br />

Üslup bakımından ise belirgin biçimde lirik bir üslup<br />

hissediliyor. Yalın üslup, yakarış üslubu, tanımlama, örnekleme<br />

üslubu, sorgulama, tasvir, yargılama, benzetme,<br />

açıklama üslupları da fark ediliyor.<br />

Ahenk: Şiir, 7+7=14’lü hece vezniyle yazılmış. Fakat<br />

şair, Türk halk şiirinin gelenekselleşmiş hece sesinin yanında<br />

ayrıca modern söyleyişe uygun bir ahenk de üretme<br />

gayreti içinde olmuştur.<br />

Veznin yanında belirgin bir şekilde kafiye ile de ahenk<br />

üretme kaygısı hissedilmektedir.<br />

Ortanca


Oğuz TANSEL<br />

(1915 - 1994)<br />

MAYIS YAĞMURU<br />

Oğuz TANSEL<br />

Gümüş tekerlekli altın araba<br />

Atları köp içinde<br />

Göklerin buluşması toprakla<br />

Siyim siyim, ince ince<br />

Yeryüzünde dönüp ağar.<br />

Gümüş tekerlekli altın araba<br />

Çocukların sevincini görmeyin<br />

Güneş, aşkla besler yaşama gücünü<br />

Eğri büğrü dönse de dünya<br />

Şaşmaz yasaları doğanın.<br />

Gümüş tekerlekli altın araba<br />

Pırıl pırıl, el ele dallar<br />

Hava ortak malı cümlenin<br />

Gök her evin damında yıldızlarıyla<br />

Dostluk boy vermede dal dal.<br />

Gümüş tekerlekli altın araba<br />

Toprağın özü kokan sevgili<br />

Ayırmaz burası dağ, şurası ova<br />

Doyurmak için varlıkları<br />

Örnek verir eşitliğe.<br />

Gümüş tekerlekli altın araba<br />

Ateş her eli yakar<br />

Olmasın beş parmak bir düzeye<br />

Her elde beş parmak var ya<br />

Yağmur müjde güzel günlere.<br />

Gümüş tekerlekli altın araba<br />

Arzular yaprak yaprak belirir<br />

Yıkanıp arınır kötülüklerden<br />

Bir mayıs sabahı yağmurdan sonra<br />

Dünyamız yepyeni oluverir.<br />

Ortanca 8


Üç tarafımız masmavi deniz<br />

Çevir kafanı sağ tarafa deniz<br />

Bakıver sağ tarafa yine deniz<br />

Dönüver arka tarafına deniz,<br />

Niye mi siz bir türlü göremediniz?<br />

Ben ne yapabilirim ki siz körseniz!<br />

***<br />

Denizlerimiz var mı?<br />

“Var”<br />

‘Kabotaj Bayramı’ da yapıyor muyuz?<br />

“Yapıyoruz!”<br />

Peki niye yapıyoruz?<br />

“İşte orası pek belli değil!”<br />

Sıcaklar basınca sahillere koşuyor muyuz?<br />

“Koşuyoruz”<br />

Peki neden koşuyoruz?<br />

“Tabi ki, biraz serinlemek için!”<br />

Suları temiz mi?<br />

“Ehh, şöyle böyle!”<br />

Nasıl şöyle böyle?<br />

“Yani pek de temiz sayılmaz!”<br />

Peki denizde kimlerle birlikte yüzüyorsunuz?<br />

“Kimlerle olacak, tabi ki naylon torbalar ve pet şişelerle<br />

birlikte!”<br />

Kafanızı suyun altına sokunca neler görüyorsunuz?<br />

“Bira ve rakı şişelerini!”<br />

Yeşil yosunlar ve renkli balıkları göremiyorsun yani?<br />

“Ne gezeeer!”<br />

Ama serinlemek için doya doya yüzüyorsun?<br />

“Eh işte!”<br />

Denizin kokusunu içine çekebiliyor musun?<br />

“Hangi kokusunu?”<br />

Denizin dibinden gelen yosun kokusunu!<br />

“Yosun değil ama galiba kokuşmaya dönüşmüş post<br />

kokusu alıyorum!”<br />

Ama üç tarafımız denizle çevrili öyle mi?<br />

ÜÇ TARAFIMIZI ÇEVİRMİŞ<br />

MAVİ DENİZ<br />

DURMADAN BAKIYORUZ<br />

KERİZ KERİZ<br />

9<br />

Şaban KARAKAYA<br />

“Öyle”<br />

‘Kabotaj Bayramı’ da yapıyoruz!<br />

“Yapıyoruz”<br />

Niçin yapıyoruz?<br />

“Bilmem!”<br />

Denizlerimizin dört bir tarafından, dört bir tarafına deniz<br />

otobüs seferleri düzenliyor muyuz?<br />

“Sanmam!”<br />

Her türlü enerjisinden yararlanıyor muyuz?<br />

“Bilmem!”<br />

Sahillerin yağmalanıp, talan edildiğine tanık oldunuz mu?<br />

“Edilse de görmem!”<br />

Başka ülkelerde en önemli servet ‘denizlerdir’ örnek<br />

alalım desem!<br />

“Sevmem!”<br />

Ama denizi seversin?<br />

“Severim!”<br />

Balıklarını ağız tadıyla, zevkle yer misin?<br />

“Yerim!”<br />

Bizim değerlendiremediğimiz denizlerimize başkaları göz<br />

koydu dersem!<br />

“Söverim!”<br />

Demek söversin?<br />

“Hatta sövmekle kalmaz döverim!”<br />

Ya demek söversin, döversin. Bende iş-işten geçtikten<br />

sonra bu haline gülerim!<br />

***<br />

Üç tarafımız masmavi deniz,<br />

Denizlerimize nasıl bön-bön bakarız bir bilseniz!<br />

Üç tarafımız birbirine bağlı masmavi deniz!<br />

Denizlerimize nasıl kıyıyorlar akıl erdiremedim bendeniz!<br />

Üç tarafımız açık mavi, koyu mavi lebiderya deniz!<br />

Ne yapacağımızı bilemeden bakıyoruz, keriz keriz!<br />

Bu böyle giderse biz adam gibi çağın vapuruna ‘nah’<br />

bineriz!..<br />

Ortanca


Taşlama<br />

Yurdanur BİLGİN<br />

KAHRAMAN APALAK<br />

Bir vuruşta düşmanların ikiye<br />

Yarın aslanlarım, derdi Apalak<br />

Serden geçtin, yaraları yarayla<br />

Sarın aslanlarım, derdi Apalak.<br />

Haleb’in, Anteb’in soyun keserim,<br />

Cehd-edersem, Elbistan’ı basarım,<br />

Bağdat Kapısı’na kilit asarım<br />

Varın aslanlarım, derdi Apalak.<br />

Hersinen mi geldin, hey beyin oğlu,<br />

Zannettin, Hasan’ın kolları bağlı,<br />

On beş oğlun vardı, başları tuğlu<br />

Yürün aslanlarım, derdi Apalak.<br />

Ordu geldi, karşımıza düzüldü<br />

Alnımıza kara yazı yazıldı,<br />

Yekbıyık vuruldu, ordu bozuldu<br />

Kırın aslanlarım, derdi Apalak.<br />

Dadaloğlu’m söylemezdin hileyi,<br />

Alişanlı Beyi, buldu belayı<br />

Vurup da düşürdü, Halit Köle’yi<br />

Vurun aslanlarım, derdi Apalak.<br />

ASLIMI SORARSAN AVŞAR SOYUNDAN<br />

Aslımı sorarsan Avşar soyundan,<br />

Ayrı düştüm aşiretten, beyimden<br />

Pınarbaşı’ndan da beş yüz evinen<br />

Çıkıp da cana kıyanlardanım.<br />

Çekerim çileyi böyl’olsun bugün,<br />

Alırım mı sandın şol Kozan Dağın<br />

Biz bir kurt idik de Bozoklu köyün,<br />

Ürkütüp sürüsün yiyenlerdenim.<br />

Dadaloğlu’m der de böyle olmazdım,<br />

Gördüğüm günlerin birini görmezdim,<br />

Kavga kızışınca geri durmazdım,<br />

Meydanda kardaşa kıyanlardanım.<br />

ANADOLU’NUN BAĞRINDAN<br />

DADALOĞLU<br />

Ortanca 10<br />

KOŞMA<br />

Çıktım yücesine seyran eyledim,<br />

Cebel önü çayır çimen görünür.<br />

Bir firkat geldi ki coştum ağladım<br />

Al yeşil bahçeli Kaman görünür.<br />

Şaştım hey Allah’ım ben de pek şaştım,<br />

Devrettim Akdağ’ı Bozok’a düştüm.<br />

Yozgat’ın üstünde bir ateş seçtim<br />

Yanar oylum oylum duman görünür.<br />

Biter Kırşehir’in gülleri biter,<br />

Çığrışır dalında bülbüller öter,<br />

Ufacık güzeller hep yeni yeter,<br />

Güzelin kaşında keman görünür.<br />

Gönül arzuladı Niğde’yi, Bor’u<br />

Gün günden artmakta yiğidin zârı,<br />

Çifte bedestanlı koca Kayseri<br />

Erciyaş karşısında yaman görünür.<br />

Dadaloğlu’m da der zatından zatı,<br />

Çekin eyerleyin gökçe kır atı<br />

Göçmek değil bizim ilin muradı,<br />

Ak yâre gitmemiz güman görünür.<br />

On dokuzuncu asırda yaşayan Dadaloğlu hem “Dağ<br />

Ozanı”dır, hem “Aşk Ozanı”. Ozan, yurdumuzun güney illerine<br />

yerleşen Oğuz’ların bir kolu olan Türkmen Topluluklarının<br />

Avşar Boyu’ndandır. Yerleşim yerleri bugün Adana ve<br />

Kozan civarıyla, Çukurova’nın ve Toros Dağları’nın bulunduğu<br />

bölgedir. Asıl yerleşim yerlerinin buraları olmasına<br />

rağmen, Avşar Boyu’nun ulaşabildiği tüm civara yayılmışlardır.<br />

Oğuz’ların en önemli kollarından biri olan Avşar<br />

Türk’leri bu yörede dokuzuncu yüzyıl’dan itibaren varlıklarını<br />

uzun yıllar sürdürmüşler, adlarını günümüze kadar<br />

yaşatmışlardır.<br />

Dadaloğlu o zamanlar, Osmanlı’nın Avşar Boyu’na<br />

uyguladığı “İmparatorluğun iskân politikası” nedeniyle,<br />

hükümete baş kaldıran isyancılara olan desteğiyle daha<br />

da iyi tanınmıştır. O sıralar gezdiği Payas, Erzin ve Kozan


yörelerinde, Osmanlı’nın “asi” olarak nitelediği Toroslar’ın<br />

yiğitlerine, sözü ve sazıyla destek vermiştir. Sanatında,<br />

“Anadolu Türkmen Boyları”nın halk Türkçesi’ni kullanmıştır.<br />

Eserlerinin pek azı yazılı kaynaklarla korunabilmiştir.<br />

Sanatçının günümüzde yaklaşık yüz otuz civarında şiiri<br />

tespit edilebilmiştir; ancak pek çoğunun ağızdan derlendiği<br />

bu şiirlerin kaçının Dadaloğlu’na ait olduğu bilinmemektedir.<br />

Bunlar çoğu, aşıkların sözlü gelenekleri kuşaktan<br />

kuşağa aktarmalarıyla günümüze kadar gelebilmiştir.<br />

Dadaloğlu, Anadolu’nun “Halk Şiiri” geleneğini ağırlığıyla<br />

uygulayan bir sanatçıdır; asıl ününü kavga türü türküleriyle<br />

yapmıştır. Yaşadığı zamana kuvvetle damgasını<br />

vuran, “aruz kalıplarıyla” ünlü “Divan Edebiyatı”ndan<br />

zerrece etkilenmemiş, daha ziyade “koşma, destan ve<br />

varsağı” türünde şiirler yazmıştır. Şiirlerindeki doygunluk,<br />

onun sanat endişesinden ne kadar uzak olduğunu<br />

göstermektedir. Büyüklüğü, konuları işleyişindeki içtenliğinde<br />

gizlidir. Eserlerini, kahramanlıkla ilgili şiirleri, ülkeyi<br />

öven şiirleri ve Sevda şiirleri biçiminde üç bölüme ayırmak<br />

mümkündür.<br />

Eserlerinde, günümüzde “Yörük” olarak adlandırılan<br />

göçerlerin yaşamlarını lirik ölçülerle anlatmıştır. Konularında<br />

işlediği güzeller hayalî değil, bire bir ölçüdeki gerçek<br />

kişilerdir. Ozan şiirlerinde, Karacaoğlan’ın lirizm biçimiyle,<br />

Köroğlu’nun kahramanlık etkisini harmanlamış, ortaya kadifeyle<br />

kaplı bir demir yumruk modeli çıkarmıştır.<br />

Bazı kaynaklar biraz eğitim aldığını ve asıl adının Veli<br />

olduğunu; babasının da, Türkmen – Avşar Âşıklarından ve<br />

“Kul Mustafa” mahlasını kullanan, “Âşık Musa” olduğunu<br />

belirtiyor. Çukuova’dan başka Orta Anadolu’yu da dolaşan<br />

Ozan, en çok “Gâvur Dağı” yöresinde kalmış, zaman<br />

zaman da “Ahır Dağı” bölgesinde bulunmuştur.<br />

Araştırmacılar ozanın doğum ve ölüm tarihleri tam<br />

belli olmamakla beraber, 1785 – 1868 yılları arasında yaşadığını<br />

tahmin etmektedirler. Kimi araştırmacılar da “Biter<br />

Kırşehir’in gülleri biter” adlı türkünün sözlerini yazmış<br />

olması nedeniyle, mezarının Kaman’da bulunduğunun<br />

işareti olduğunu söylemektedirler.<br />

Kalktı Göç Eyledi Avşar Elleri,<br />

Ağır Ağır Giden Eller Bizimdir.<br />

Arap Atlar Yakın Eder ırağı,<br />

Yüce Dağdan Aşan Yollar Bizimdir.<br />

Belimizde Kılıcımız Kirmani,<br />

Taşı Deler Mızrağımın Temreni.<br />

Hakkımızda Devlet Etmiş Fermanı,<br />

Ferman Padişahın,Dağlar Bizimdir.<br />

Dadaloğlu’m Birgün Kavga Kurulur,<br />

Öter Tüfek Davlumbazlar Vurulur.<br />

Nice Koçyiğitler Yere Serilir,<br />

Ölen Ölür, Kalan Sağlar Bizimdir.<br />

11<br />

SEHER YELİ<br />

Ilgıt, ılgıt seher yeli esiyor<br />

Gâvur dağlarının başı dumanlı.<br />

Gönül binmiş aşk atına aşıyor<br />

Bre beyler, cünunluğun zamanı mı?<br />

Aşağıdan iskân evi gelince,<br />

Sararıp da gül benzimiz solunca,<br />

Malım mülküm seyfi gözlüm kalınca,<br />

Kaypak Osmanlı’lar size aman mı?<br />

Aşağıdan iskân evi geliyor,<br />

Bezirgânlar koç yiğide gülüyor;<br />

Kitabın dediği günler oluyor,<br />

Yoksa devir döndü âhir zaman mı?<br />

Aşağıda akça çığın ötünce,<br />

Katar başı mayaların sökünce,<br />

Şahlan ferman Türkmen ili göçünce,<br />

Daha da hey Osmanlı’ya aman mı?<br />

Dadaloğlu’m sevdası var başımda;<br />

Gündüz hayalimde, gece düşümde<br />

Alışkan tüfekle dağlar başında<br />

Azrail’den başkasına aman mı?<br />

Ortanca


Ali ŞENOZAN<br />

1939 yılında Adana’da doğdu. İlk, orta ve lise tahsilini<br />

yine aynı ilde tamamladı. 11 yaşında teorik olarak müzik<br />

çalışmalarına başladı. İlk ve tek hocası Arif Nihat AKA’dır.<br />

Lise son sınıf öğrencisiyken Halk Eğitim Merkezi TSM bölümünde<br />

dersler verdi. 1960 yılına kadar Halk Eğitim Merkezi<br />

Korosu’nu çalıştırdı. Vatani görevini yaptıktan sonra<br />

yine Adana’ya dönerek koro çalışmalarını sürdürdü. Bu<br />

arada 1 yıl kadar İstanbul’da kaldı. Lika KARABEY ve Münir<br />

Nurettin SELÇUK’tan istifade etti.<br />

Ses sanatçısı Gönül AKIN’ın teşvikiyle 1966 yılında<br />

açılan doğrudan sanatçı imtihanını kazanarak TRT Ankara<br />

Radyosu’na ses sanatçısı olarak girdi. 1976 yılında topluluk<br />

şefi imtihanlarını kazandı. 1979 yılında şef oldu.<br />

Ankara Mediko Sosyal, Mülkiye, Hacettepe Tıp Fakültesi,<br />

Teknik Eğitim Fakültesi, Yüksek Öğretmen Okulu,<br />

Halkevi, Adana Belediye Konservatuvarı, Kayseri Melikgazi<br />

Belediye Konservatuvarı’nda hizmet verdi ve Selçuk<br />

Üniversitesi’nde TSM Korosu’nu çalıştırdı. Birçok öğrenci<br />

yetiştirdi. TRT Radyo repertuarında 160 civarında bestesi<br />

mevcut olup toplam 600 civarında bestesi vardır. Ayrıca<br />

GÖNÜL TELİMİZİ TİTRETENLER isimli bir de kitap çıkarmıştır<br />

ve basıma hazır birkaç kitap çalışması daha vardır.<br />

2004 yılında TRT Ankara Radyosu’ndan emekli olan<br />

Ali ŞENOZAN, halen müzik çalışmalarını sürdürmektedir.<br />

Emekli olduğu günden itibaren Adana Belediye<br />

Konservatuvarı’nda genel koordinatör olarak 3,5 yıl görev<br />

yapmıştır. Halen TRT Amatör Korosu ile, Melodiler isimli<br />

Dernek Korosu’nu çalıştırmaktadır.<br />

İki çocuk babasıyla, üç torun sahibi olan sanatçı, ME-<br />

SAM kurucu üyelerindendir.<br />

Devlet Tiyatrosu sanatçısı Okan ŞENOZAN ve İş<br />

Bankası’ndan emekli Nadire Uğur Tanes ŞENOZAN’ın babasıdır.<br />

YAŞAYAN BESTEKÂRLARIMIZ<br />

Ortanca 12<br />

ALİ ŞENOZAN’IN BESTELEDİĞİ ŞARKILARDAN BAZILARI.<br />

GİTME GÜZELLER GÜZELİ<br />

Makamı: Hüzzam<br />

Söz: Mehmet EBRULAN<br />

Beni bırakıp burada,<br />

Gitme güzeller güzeli<br />

Ermeden daha murada,<br />

Gitme güzeller güzeli.<br />

Garip gönlümün maralı<br />

Gözyaşlı gönül yaralı<br />

Bırakıp beni yaralı<br />

Gitme güzeller güzeli<br />

Zeytin gözlüm, melek yüzlüm<br />

Tatlı dillim, şirin sözlüm<br />

Sürmelim, sevgili, nazlım,<br />

Gitme güzeller güzeli<br />

Gelmeden yolun ucuna<br />

Ne dedim gitti gücüne<br />

Dayanamam bu acına<br />

Gitme güzeller güzeli<br />

Engin ÇIR


GİTTİĞİN GÜNDEN BERİ<br />

Söz: Tevfik BAYKARA<br />

Gittiğin günden beri buraların tadı yok<br />

Hiçbir şey senin kadar beni mutlu etmiyor<br />

Gönül defterim bomboş hiçbir şeyin adı yok<br />

Bir tek senin hayalin gözümden gitmiyor.<br />

Yaralanmış şu gönlüm zaman zaman gülüyor<br />

Gurbetin acısını çekmek nedir biliyor<br />

Aklıma türlü türlü çılgınlılar geliyor<br />

Bir tek senin hayalin gözümden gitmiyor.<br />

Ben farkında olmadan yüzlerce göz baksa da<br />

Gözlerine ak düşen saçlarıma taksa da<br />

Bin aşık benim için saf gönlünü yaksa da<br />

Bir tek senin hayalin gözümden gitmiyor.<br />

GİTTİĞİN YOLLARI YAKIN SANARAK<br />

Söz: Tevfik BAYKARA<br />

Gittiğin yolları yakın sanarak<br />

Hasretin zehriyle her an yanarak<br />

Gözlerin enginde seni anarak<br />

Günlerce yolunu bekleyeceğim<br />

Ölünceye dek seni unutmayacağım<br />

Mevsimler durmadan eriyip gitsin<br />

Bahçemde bülbülün şarkısı dinsin<br />

Ne çıkar bu gönül cefanı çeksin<br />

Yıllarca yolunu bekleyeceğim<br />

Ölünceye dek seni unutmayacağım<br />

BU AŞKIN SONUNDA<br />

Söz: Tuncer ÖNAL.<br />

Bu aşkın sonunda ayrılık varsa<br />

Gideceksen eğer, gelme sevgilim<br />

Gözlerin kalbimden hesap sorarsa<br />

İstemem, ne olur sevme sevgilim<br />

Hani söz vermiştin, gitmeyecektin<br />

Darılsan da, sitem etmeyecektin<br />

İçimde kök salan tomurcuk gülsün<br />

Kalbimi kurutup, solma sevgilim<br />

Gözlerin tek bana, tek bana gülsün<br />

Benim ol, ellerin olma sevgilim<br />

Hani söz vermiştin gitmeyecektin<br />

Darılsan da sitem etmeyecektin.<br />

13<br />

HASRETİ YILLARA SOR<br />

Söz: Ayten UĞURALP<br />

Hasreti yıllara sor<br />

Irağı yollara sor<br />

Beni ellere sorma<br />

O mahzun kullara sor.<br />

Kınalı ellere sor<br />

İncecik bellere sor<br />

Dalında boynu bükük<br />

Sararan güllere sor.<br />

O yanık türküne sor<br />

Şu geçen ömrüme sor<br />

Elde arama beni<br />

A canım, gönlüne sor.<br />

Kınalı ellere sor<br />

İncecik bellere sor<br />

Dalında boynu bükük<br />

Sararan güllere sor.<br />

MUTLULUK NE GÜZEL ŞEYMİŞ<br />

Güfte: Mehmet ERBULAN<br />

Mutluluk ne güzel şeymiş doğrusu<br />

Hoş geldin dünyama ceylan yavrusu<br />

Tanrı misafiri, gönül yolcusu<br />

Hoş geldin dünyama ceylan yavrusu<br />

Doğum günün kutlu olsun Çağlasu<br />

Sen bana baharlar yazlar getirdin<br />

Niyazlar getirdin, nazlar getirdin<br />

Sevinçler neş’eler hazlar getirdin<br />

Hoş geldin dünyama ceylan yavrusu<br />

Doğum günün kutlu olsun Çağlasu<br />

MAKSADIN AŞKIMDAN KAÇMAKSA EĞER<br />

Güfte: Sait YAZICIOĞLU<br />

Maksadın aşkımdan kaçmaksa eğer<br />

Boş yere kendini yorma sevgili<br />

Bir umut ver bana umutlar yeter<br />

Al götür kalbimi durma sevgili<br />

Bırak bende kalsın o güzel gözler<br />

Bir daha kimseyi yakma sevgili<br />

İstemem sırrımı duymasın eller<br />

Perişan halimi sorma sevgili<br />

Ortanca


MÜLAKAT<br />

Attila AKTAŞ<br />

Attila AKTAŞ: Öncelikle hayat hikâyenizden bahseder<br />

misiniz… Yavuz Bülent Bâkiler’i kendi ağzından tanıyabilir<br />

miyiz?<br />

Yavuz Bülent BAKİLER: Tabi. 23 Nisan 1936 tarihinde<br />

Sivas’ta doğdum. İlkokulu ve ortaokulu Sivas’ta okudum.<br />

Babamın memuriyeti dolayısıyla liseyi Sivas’ta,<br />

Gaziantep’te ve Malatya’da tamamladım. 1955 yılında<br />

Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kaydımı yaptırdım.<br />

1960 yılında diplomamı aldım. Askerliğimi Çankaya’da,<br />

Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı’nda yaptım. Askerlikten<br />

sonra bir süre Yeni İstanbul Gazetesi’nde meclis muhabiri<br />

olarak çalıştım ve avukatlık stajımı tamamlamaya<br />

gayret ettim. Sonra 1964-1968 yılları arasında Ankara<br />

Radyosu’nda Program Dairesi Başkanlığı’nda çalıştım.<br />

Radyodan istifa ettim. Sivas’a geldim. Bir süre orada avukatlık<br />

yaptım. Sonra avukatlığı beceremedim, başaramadım.<br />

Mizacımın avukatlık yapmaya müsait olmadığını gördüm.<br />

Tekrar Ankara’ya döndüm. Bir yıl Başbakanlık Tarım<br />

Reformu Müsteşarlığı’nda hukuk müşaviri olarak çalıştım.<br />

Sonra Şaban Karataş’ın genel müdürlüğü zamanında TRT<br />

Ankara Televizyonu’na program yapımcısı olarak girdim.<br />

1975 yılına kadar orada hizmet verdim. 1975 yılında Kültür<br />

Bakanlığı’na Müsteşar Yardımcısı olarak tayinim çıktı.<br />

1975 yılından 1980 yılına kadar Kültür Bakanlığında çalıştım.<br />

12 Eylül darbesinden sonra bakanlık müşavirliğine<br />

alındım. Fikri Durmuş’un Kültür Bakanlığı zamanında<br />

Batman’a sürülmek istendim. Gitmedim, Başbakan Süleyman<br />

Demirel bana sahip çıktı ve Başbakanlık’a Baş-<br />

ŞAİR YAVUZ BÜLENT BAKİLER’LE<br />

BİR SÖYLEŞİ<br />

Ortanca 14<br />

bakanlık Müşaviri olarak atadı. 1995 yılında Başbakanlık<br />

Müşavirliğinden kendi isteğimle emekliye ayrıldım. Hayat<br />

hikâyem kısaca böyle…<br />

Attila AKTAŞ: Şiir yazmaya nasıl başladınız? Bu konuda<br />

sizi kimler cesaretlendirdi ve kimlerin şiiriniz üzerinde<br />

tesirleri oldu?<br />

Yavuz Bülent BAKİLER: Şiir yazmaya Sivas’ta çocukluk<br />

yıllarında başladım. Daha doğrusu heves duydum. Sivas,<br />

halk şiirimizin ve halk şairlerimizin harman olduğu bir<br />

bölgedir. Cumhuriyet Üniversitesi’nden değerli dostum<br />

Doğan Kaya’nın yapmış olduğu bir araştırmaya göre -5<br />

cilt halinde yayımlanmıştır- Sivas’ta aşağı yukarı 250 civarında<br />

halk şairi yaşamıştır. Türkiye’nin hiçbir şehrinde<br />

bu kadar büyük bir halk şairi kitlesi görmüyoruz. Çocukluk<br />

yıllarımda Sivas’ta halk şiirleri sazlarını omuzlarına<br />

vurarak mahalle mahalle dolaşıp birkaç kuruş karşılığında<br />

türküler çalıp söylerlerdi. Biz de mahallenin çocukları<br />

olarak onların arkalarına takılırdık. Ben de o halk şairleri<br />

gibi vezinli, kafiyeli sözler, şiirler yazmaya heveslendim.<br />

Akşam annemin yanına yer yatağımı sererdim. Annemin<br />

bana anlatmış olduğu masallarda halk şairlerimizin çalıp<br />

söylediği türkülere benzer türküler vardır. Dışarda halk<br />

şairlerinin türküleri, içerde annemin masalları ve türküleri<br />

beni şiire doğru çekmeye başladı. Nihayet ilkokulun<br />

dördüncü sınıfında, sınıf öğretmenimiz Makbule Yurderi<br />

bir duvar gazetesi çıkaracağımızı, bu duvar gazetesine şiir<br />

ve yazı yazmak isteyen kimselerin şiirlerini ve yazılarını getirmelerini<br />

söyledi. Ben de Sivas üzerine bir şiir yazdım ve<br />

götürdüm. Böylece şiir dünyasına adımımı atmış oldum.<br />

Çok derme çatma, çok saçma sapan vezinli ve kafiyeli şiirler<br />

yazdım. Bu halk tarzında yazmış olduğum şiirler 1953<br />

yılına kadar devam etti. 1953 yılında kız kardeşimin bir<br />

elektrik kazasında vefatından sonra çok sık kabristana gitmeye<br />

başladım ve onun mezarı başında yine kafiyeli fakat<br />

serbest vezinli şiirler yazdım. Bunları İstanbul dergilerine<br />

gönderdim. O yıllarda İstanbul’da çıkan Türk Sanatı dergisi<br />

bu şiirlerimi yayımladı. Derginin sahibi Abidin Mümtaz<br />

Kısakürek çok mültefit bir mektupla beni cesaretlendirdi.<br />

1953 yılından bu güne kadar yazılarım çeşitli İstanbul dergilerinde<br />

çıkıyor.


Attila AKTAŞ: Şimdiye kadar bulunduğunuz kültür ve<br />

sanat çevrelerini nasıl tanımlarsınız? Sırasıyla hangi dergilerde<br />

şiirlerinizi yayımladınız?<br />

Yavuz Bülent BAKİLER: Benim şiirlerim öyle çeşitli dergilerde<br />

yayınlanmadı doğrusu. Önce şiirlerim İstanbul’da<br />

çıkan Türk Sanatı dergisinde yer aldı. Sonra bazı şiirlerim<br />

Türk Yurdu dergisinde yer aldı. Sonra bazı şiirlerim Toprak<br />

dergisinde çıktı. Ankara’da bulunmuş olduğum yıllarda<br />

daha çok Hisar dergisinde yazdım. Türk Edebiyatı Yayınları<br />

tarafından çıkarılan Türk Edebiyatı dergisinde yazılarım<br />

ve şiirlerim yayımlandı. Bunların dışında bazı ufak tefek<br />

dergilerde şiirlerimin yayımlanması söz konusudur ama<br />

doğrusu onların isimlerini şu anda hatırlayamıyorum. Ben<br />

çok sık ve çok bol şiir yazan bir kimse değilim. Biraz zaman<br />

içerisinde şiirlerimi ortaya koyuyorum. O bakımdan birkaç<br />

dergide şiirlerim yayımlandı dersem daha doğru bir ifade<br />

kullanmış olurum. Kimlerin tesiri altında kaldığımı soruyorsunuz.<br />

Ben 10 yaşımdan itibaren Büyük Doğu dergisini<br />

okumaya başladım. Bilerek, isteyerek ve severek değil.<br />

Babam bütün dinî ve millî dergilerin abonelerindendi. Alıp<br />

eve getirdiği dergileri ücret mukabilinde bana okutuyordu.<br />

Ücret mukabili deyince şunu kastediyorum; yani bir<br />

dergiyi aşağı yukarı başından sonuna kadar okutuyor, sonra<br />

da bana yeleğinin cebinden çıkarıp 5 kuruş uzatıyordu.<br />

Ben önceleri 5 kuruşları almak için Büyük Doğu mecmualarını<br />

okuyordum. Sonra zamanla Büyük Doğu’nun tiryakisi<br />

oldum ve Necip Fâzıl’ın, Ârif Nihat Asya’nın çok tesiri<br />

altında kaldığımı söyleyebilirim. Zaten benim şiirlerimi<br />

inceleyenler de Ârif Nihat ve Necip Fâzıl çizgisi üzerinden<br />

hareket ettiğimi, daha sonra kendime has çizgiyi bulduğumu<br />

söylüyorlar. Bunun yanında bizim Cumhuriyet devri<br />

şairlerimizden de etkilendiğimi söyleyebilirim. Zaten öyle<br />

bir etki alanına girmemek mümkün değildir. İster istemez<br />

okuyucu tesir altında kalıyor.<br />

Attila AKTAŞ: Şiirlerinizi yüreğinizi ortaya koyarak yazıyorsunuz.<br />

İçinizden geldiği gibi, yüreğinizde ne varsa şiirinize<br />

o yansıyor. Peki, şiirinizde yaşam öykünüzün etkisi<br />

ne kadardır?<br />

Yavuz Bülent BAKİLER: Evet. Bu yaşam öyküsü dediğimiz<br />

hayat hikâyesi mi? Ben yeni Türkçeyi bilmediğim için<br />

bunalıyorum biraz. Yüzde yüz neyi hissediyorsam onu ortaya<br />

koyuyorum. Bu bakımdan şiirlerimde kendi hayatım,<br />

kendi yaşayışım, kendi acılarım, kendi sevinçlerim boy<br />

vermiş oluyor. Yani, ısmarlama şiir yazmıyorum. Şunun,<br />

bunun tavsiyelerine göre de şiir yazıyor değilim. Ne hissediyorsam<br />

ne yaşıyorsam onu koyuyorum ortaya. O bakımdan<br />

hayatım, şiirlerime zaman zaman yansımaya başlıyor.<br />

Attila AKTAŞ: “Yine Benim” adlı şiirinizi sizin şiir sanatınızın<br />

bir nevi bildirisi kabul etmemiz mümkün müdür?<br />

Yavuz Bülent BAKİLER: Tabii, mümkündür evet.<br />

Attila AKTAŞ: Şiirlerinize zamandizimsel olarak bakıldığında<br />

önce bireysel konuları, sonra Sivas’tan hareketle<br />

bütün Anadolu’yu daha sonra da bütün bir Türk coğrafyasını<br />

ele aldığınızı görüyoruz. Nitekim Ahmet Kabaklı da<br />

15<br />

böyle söylüyor. Bu değişimi Bâkiler şiirinin tekâmülü kabul<br />

edebilir miyiz?<br />

Yavuz Bülent BAKİLER: Elbette her şairin bir tekâmül<br />

çizgisi vardır. Ben de gençlik yıllarımda gurbet şiirleri,<br />

aşk şiirleri, ölüm şiirleri yazdım. Sonra bu şiirlerim<br />

1968 yılına kadar böyle devam etti. 1968 yılında Ankara<br />

Radyosu’ndan ayrılarak Sivas’a geldim. Avukatlık mesleğine<br />

başladım. Orada kendi milletimi, kendi halkımı çok<br />

yakından görme, tanıma fırsatı buldum ve ister istemez<br />

Anadolu’nun çeşitli meselelerini şiirlerime aksettirmeye<br />

çalıştım. Siz daha sonra şiirlerimde bütün Türk Dünyası’nı<br />

ilgilendiren bir takım örneklerin yer aldığını söylüyorsunuz.<br />

Benim ilk şiir kitabımda da Türk Dünyası ile ilgili şiirler<br />

vardır. Mesela “Unuttuğumuz İnsanlar” şiiri böyledir,<br />

mesela “Ben Doğuluyum” şiiri tamamen bir Turan şiiridir.<br />

Evet, bu şiirlerle Türk Dünyası’na olan bakışımı ortaya koydum.<br />

Fakat zamanla Türk Dünyası’yla ilgili çalışmalarım artınca,<br />

o konudaki yeni şiirlerim de ortaya çıkmaya başladı.<br />

Attila AKTAŞ: Aşk konulu şiirlerinizde yalnızlıktan<br />

şikâyetçi olan, gurbette memleket hasretiyle, aşkın verdiği<br />

acıyla yüreği sitemle, acıyla dolmuş, sevgilisine karşı çekingen<br />

bir Anadolu delikanlısı var. Niçin böyle bir aşk söz<br />

konusu? Mutlu bir aşk mümkün değil miydi?<br />

Yavuz Bülent BAKİLER: Mutlu bir aşk yaşamadım ki<br />

onu yazayım. Ben Ankara’ya geldiğim zaman kızları gökyüzünden<br />

zembille inen melekler olarak düşünüyordum<br />

ve ilk defa onlarla yakından temasım üniversite yıllarımda<br />

oldu. Ama o yıllarda yakınlık duyduğum hatta diyebilirim<br />

ki âşık olduğum kimselere bu duygularımı açıklayamadım.<br />

Hep kendi içimde kaldı bunlar. İçimdeki bu duygularımı<br />

şiirlerime dökmeye çalıştım. O bakımdan şiirlerimde<br />

görmüş olduğunuz hava, gençlik yıllarımda doğrudan<br />

doğruya benim yaşamış olduğum halet-i ruhiyeyi ortaya<br />

koyuyor, bir ikincisi ben şiirde ve nesirde kadını gerçekten<br />

yüce bir varlık olarak düşündüm. Kadını hiçbir zaman bir<br />

et olarak düşünmedim, bir cinsiyet olarak ele almadım.<br />

Bunu da şiirlerimde mümkün olduğu kadar ortaya koymaya<br />

çalıştım.<br />

Attila AKTAŞ: Bir diğer dikkati çeken husus ise şiirlerinizde<br />

yaygın olarak kullandığınız kelimeler. Özellikle “türkü”<br />

kelimesi şiirinizin geneline yayılmış durumda. “Destan”<br />

ve “destan yazmak” da öyle. Bu hassasiyetinizin ve<br />

tercihinizin sebebini açıklar mısınız?<br />

Yavuz Bülent BAKİLER: Şimdi bir söz var Anadolu’da<br />

biz deriz ki: “Atı atın yanına bağla; ya huyundan ya tüyünden.”<br />

Benim bütün çocukluk yıllarım hep türküler<br />

dinleyerek geçti ve ben Türkiye’nin bir takım meselelerini<br />

türküler dinleyerek öğrendim. Dolayısıyla ben yaşamış<br />

olduğum havayı da kendi şiirlerime aksettirdim. Bunları<br />

bilerek yapmadım. Bunları gayr-ı ihtiyarî olarak ortaya<br />

koydum. Belirli bir zaman sonra sizin gözünüzle şiirlerime<br />

baktığım zaman “türkü” kelimesini çok kullandığımı gördüm.<br />

Âşık Veysel’in bir şiiri var. Diyor ki o şiirde;<br />

Ortanca


Türküz Türkler yoldaşımız.<br />

Hesaba gelmez yaşımız.<br />

Nerde olsa savaşımız.<br />

Türküz Türkü çağırırız.<br />

Bizim milletimizin hayatında türkünün çok büyük bir<br />

yeri vardır. Biz ölülerimize türkü söyleriz, askere gittiğimiz<br />

zaman türkü söyleriz, gurbete düştüğümüz zaman türkü<br />

söyleriz, bir acımız olduğu zaman türkü söyleriz, bir sevincimiz<br />

olduğu zaman türkü söyleriz. Yani biz Türk milleti<br />

olarak türkülerle yaşayan bir milletiz. Ben de bunun biraz<br />

fazla tesiri altında kaldım ve şiirlerimde ister istemez türküyü<br />

adeta bir fon olarak kullandım.<br />

Attila AKTAŞ: “Gel” adlı şiirinizde de sevgilinizin gözlerini<br />

“Japon türküleri”ne benzetiyorsunuz. Bu imge, okura<br />

bir şeyler çağrıştırıyor ancak işin aslını sizden duymak isteriz.<br />

Neden “Japon türküleri”?<br />

Yavuz Bülent BAKİLER: Japon türkülerini, biraz kendisi<br />

tip bakımından Japonlara benzetiyordu, onu gördüğüm<br />

zaman hayalimde aklımda bir Japon kızı beliriyordu. Benim<br />

şiirlerimde benzetmeler çoktur. Benzetmeler zaman<br />

zaman birinci plana geçmektedir. Bu bakımdan o beğendiğim,<br />

sevdiğim kızın gözlerini de Japon türkülerine benzettim.<br />

. Japon türkülerinde bir yanıklık vardır, bir hasret<br />

vardır, bir acı vardır, bir feryat vardır âdeta. Ben Japonca’yı<br />

katiyyen bilmiyorum ama o tek heceli mısralardan, hecelerden<br />

ibaret Japon türkülerini dinlediğim zaman, o türkülerde<br />

acıyı hissediyorum. Ben de sevdiğim kızın gözlerine<br />

baktığım zaman o acıyı yaşadığım için onu şiirime aktarmaya<br />

çalışmıştım.<br />

Attila AKTAŞ: Siz “Ana Şairi” olarak biliniyorsunuz.<br />

Gerçekten şiirinizde analara oldukça geniş bir yer veriyorsunuz.<br />

Bu ana duyarlılığı nasıl ortaya çıktı? Anaların<br />

kültürümüzdeki ve toplumumuzdaki önemini nasıl ifade<br />

edersiniz?<br />

Yavuz Bülent BAKİLER: Bu tespit, doğru bir tespit. Türk<br />

Edebiyatı’nda ana üzerine en çok şiir yazan adam benim.<br />

Bunu, annelerle ilgili şiirleri bir antolojide topladığım zaman<br />

gördüm. Baktım ki bizim çok meşhur şairlerimizin anneleri<br />

üzerine ya bir şiirleri var, ya hiç şiirleri yok. O bakımdan<br />

iddia ile söylüyorum. Türk şiirinde ana üzerine en çok<br />

şiir yazan iki kişi var; biri Ârif Nihat Asya, ötekisi de benim.<br />

Bu şiirleri yazmamın, bizim annelerle ilgili bir destanımızın<br />

büyük rolü olmuştur. Bunu anlatmak istiyorum. Yedek<br />

subaylığımı ben Ankara’da Çankaya’da Cumurbaşkanlığı<br />

Muhafız Alayı’nda yaptım. Benim bir askerim vardı ismi<br />

Kemal Sarı’ydı. Bu çok terbiyeli, çok edepli bir çocuktu.<br />

Bana herhangi bir meselesiyle ilgili olarak konuştuğu zaman<br />

yüzü böyle alev alev yanıyordu. O bakımdan ben ona<br />

“Kırmızı Kemal” diyordum. Bir gün bu kırmızı Kemal bana<br />

geldi ve dedi ki “Komutanım annem gelmiş memleketten<br />

haber salmış gelsin görüşelim diye. Bölük kumandanına<br />

çıktım, bana izin vermedi. Siz beni anneme gönderir misiniz?”<br />

dedi. Ee tabi bölük kumandanının bulunduğu yerde<br />

takım kumandanının ismi geçmez, bunu Kemal’e söyledim<br />

Ortanca 16<br />

Ama Kemal ısrar etti annesine gitmek hususunda. Ben de<br />

ona dedim ki “O zaman bekle Kemal biraz. Alayın servisleri<br />

aşağıya insin. Bölük kumandanı aşağıda kalıyordu. Ben<br />

bölükte yatıp kalkıyordum. Bölüğün idaresi bana geçtikten<br />

sonra ben seni Yıldız sırtlarından annene gönderirim”<br />

dedim. Öyle oldu. Bölük kumandanı aşağıya inince, ben<br />

duruma hâkim oldum. Bölük çavuşunu çağırdım. Dedim<br />

ki “Bu Kemal’e gece saat 12’ya kadar izin veriyorum.12’de<br />

geldiği zaman soyunsun ve yatsın. Herhangi bir şikâyete<br />

sebebiyet vermeyin. Ben uyanıksam zaten duruma müdahale<br />

ederim.” dedim. Doğrusu ben, Kemal’e saat 12’ye<br />

kadar izin verdiğim halde onun 2’de, 3’te, 4’te geleceğini<br />

düşünüyordum. Bunu da mühimsemiyordum. Çünkü sabahleyin<br />

saat 8’de eğitime çıkıyorduk. 4’te bile gelse elbisesini<br />

giyer, eğitime yetişir diye düşünüyordum. Sonra,<br />

ben odamda, takım kumandanı odasında Dostoyevski’nin<br />

Suç ve Ceza isimli romanını okurken, gecenin saat 10’unda<br />

kapı vuruldu. İçeriye Kemal geldi, girdi. Çok şaşırdım onu<br />

karşımda görünce. İki saat önce gelmişti. “Niçin iki saat<br />

önce geldin?” diye sordum. Bana ömrümde unutamayacağım<br />

bir cevap verdi. Dedi ki: “Komutanım! Ben gittim<br />

anneme durumu anlattım. Dedim ki; “Anne bölük komutanına<br />

çıktım izin vermedi. Beni sana takım komutanımız<br />

Yavuz Bülent teğmenim gönderdi. Eğer o olmasaydı sana<br />

gelmem mümkün olmayacaktı.” Ben böyle söyleyince<br />

annem bana dedi ki: “Oğlum Kemal, ben anayım oğlum<br />

gözün karnı yok ki doysun. Ben sana değil iki saat, değil<br />

iki gün, değil iki yıl, bir ömür boyu baksam doyamam.<br />

Ben anayım, gözün karnı yok ki doysun.”” Bu ifade beni o<br />

Çankaya akşamında çok duygulandırdı ve sanmıyorum ki<br />

dünyada anne sevgisini bundan daha güzel ifade edecek<br />

bir cümle yoktur. “Gözün karnı yok ki doysun. Ben anayım,<br />

ben sana bir ömür boyu baksam doyamam.” O gece<br />

çok duygulandım bundan ve askerin yanında ağlamamak<br />

için kendimi zor tuttum. Sonra Kemal çıktıktan sonra bir<br />

vicdan muhasebesi yaptım ve dedim ki “Senin annen de<br />

sana bu gözlerle bakıyor. Yazdın mı bugüne kadar annene<br />

bir anne şiiri?”, “Yazmadım”, “Utanmıyor musun bundan”<br />

dedim. İçimin cevabı şu: “Elbette utanıyorum”, “Peki bundan<br />

ne zaman sıyrılacaksın?”, “Bundan ilk imkânda sıyrılmak<br />

istiyorum” dedim ve analar üzerine şiirler yazmaya<br />

başladım. Anne şiirlerinin yazılmasında, Kemal’in annesinin<br />

vermiş olduğu o cevap, birinci derecede rol oynamıştır<br />

diyebilirim.<br />

Attila AKTAŞ: Gelelim Sivas’a. İkimizin de memleketi<br />

olan Sivas, sizin şiirinize en güzel halleriyle yansımış durumda.<br />

Bazen yoksulluklarıyla, yoksul çocuklarıyla, gecekondularıyla,<br />

bazen de eski Türk evleriyle, madımağıyla,<br />

şehir kültürüyle, inancıyla, töresiyle şiirinizde yankılanıyor.<br />

Buna mukabil “Sultan Şehir” size vefa gösterdi mi?<br />

Sivas’ın mukaddesata sahip ancak talihsiz bir şehir olduğunu<br />

düşünüyor musunuz?<br />

Yavuz Bülent BAKİLER: Hayır, göstermedi. Talihsiz şehir<br />

veya talihli şehir diye bir hükümde bulunmam mümkün


değildir. Yalnız, şunu söyleyeyim; Sivas kendi evlatlarına<br />

karşı hep uzak durmuştur, hep mesafeli durmuştur. Vefa<br />

meselesini şu bakımdan ele aldığınız zaman, ben, sizinle<br />

aynı fikirde olduğumu söyleyebilirim Ben Sivas’ta bir takım<br />

siyasîlerin ısrarıyla politikaya girdim. Ben Ankara’da radyoda<br />

çalışan bir devlet memuruydum ve 30 yaşındaydım.<br />

Beni zorla Ankara’dan alıp Sivas’a getirdiler. Ve Sivas’ta<br />

beni belediye başkanlığı seçimlerine sokmak istediler.<br />

Sonra o seçimlere giremedim çünkü lisede felsefe grubun<br />

derslerine ücretli olarak giriyordum. Belki seçim kurulu<br />

bunu bozabilir düşüncesiyle belediye seçimlerine giremedim,<br />

milletvekili seçimlerine girdim ve ben seçimlerde çok<br />

düz bir yol takip ettim. Katiyen yolumdan sapmadan, kimseye<br />

hakaret etmeden, kimseye yalan söylemeden, delegelere<br />

yemek, şarap, kebap, çay ısmarlamadan seçime<br />

girdim. Hiçbir grupla da beraber olmadım. Ön seçimlerde<br />

beşinci sıradaydım. İlk 4 kazandı, ben kaybettim. Hâlbuki<br />

bir önceki seçimde 6 milletvekili çıkarmıştı Sivas. Ondan<br />

sonraki seçime girdim yine, ön seçimde 4. sıraya çıktım. İlk<br />

3 kazandı ben kaybettim. Sonraki seçime girdim. 3. sıraya<br />

yükseldim. 2 kazandı ben kaybettim. 12 Eylül darbesinden<br />

sonra seçime girdim. 2. sıradaydım. 1. kazandı, ben kaybettim.<br />

Bu seçim esnasında, mesela Necmettin Erbakan<br />

kendi partisinin genel merkezinde bana Sivas’ta Milli Selamet<br />

Partisi’ni kurmam için çok ama çok ısrarda bulundu.<br />

Yarım saat ısrar etti. Kabul etmedim, hayır dedim. O<br />

seçimde MSP 3 milletvekili çıkardı. Eğer ben Milli Selamet<br />

Partisi’ne geçmiş olsaydım yüzde yüz Sivas’tan 10 yıllık<br />

milletvekiliydim. 12 Eylül’den sonra rahmetli Turgut Özal,<br />

sonra ilk sağlık bakanımız olan Halil Şıvgın, Sivas’ta Anavatan<br />

Partisi’ni benim kurmamı çok istediler. Çünkü ben,<br />

Sivas’ta 4 yıl Adalet Partisi il başkanlığı yapmıştım. Onu da<br />

kabul etmedim. O seçimde de ANAP 4 milletvekili birden<br />

çıkardı. Ben şunu gördüm ki Sivas’ta siyasî hayatta düzgün<br />

bir çizgi üzerinde hareket ederseniz, seçmenden belirli bir<br />

miktar sizi tutuyor ve umumî olarak büyük seçmen kitlesi<br />

sizin yanınızda olmuyor. Bu siyasî hayatta karşılaşmış olduğum<br />

bir durum. Bir de bunun yanında vefa konusu da<br />

şaşırdığım başka bir konu. Benim yayımlanmış 20 kitabım<br />

oldu. Yani bunlardan bir kısmı şiir kitabı, bir kısmı nesir<br />

kitapları… Bu 20 kitabımın Türkiye’de tiraj sayısı aşağı yukarı<br />

1 milyona yaklaşmıştır. Benim kitaplarımın Türkiye’de<br />

en az ama en az satıldığı şehirlerin başında Sivas geliyor.<br />

Bunu bana çok soruyorlar, neden bu böyle, diyorlar. Ben<br />

onlara diyorum ki: Sivas kelimenin gerçek manasıyla bir<br />

Türk ve Müslüman şehridir. İşgale uğramamıştır. İslamiyet<br />

konusunda da hassasiyeti var. Türklük konusunda üstüne<br />

düşen herhangi bir gölge yok. Türk’ün ve Müslüman’ın<br />

özelliklerinin başında kitap okumama gelmektedir. Evlerimizin<br />

%95’i kitapsız ve kütüphanesizdir. Sivas ta Türk<br />

ve Müslüman şehri olduğu için, diğer yazarların olduğu<br />

gibi benim kitaplarıma da ilgi göstermiyor. Ne yapalım bu<br />

bizim çilemiz, bu Türkiye’nin çilesi. Okumamak, kitaptan<br />

uzak kalmak… Ben okuyucu kitlesi bakımından doğru-<br />

17<br />

su Türkiye’de şanssız bir insanım. Sivas’ta kitaplarım satılmıyor<br />

ama başka şehirlerimizde lüzumundan fazla bir<br />

büyük, yakın ilgi görüyorum. O bakımdan bunu bir kader<br />

meselesi olarak düşünüyorum ve herhalde gelecek yıllarda<br />

Sivas’ın edebiyat dünyasında daha güzel gelişmeler<br />

olacak diye ümit ediyorum.<br />

Attila AKTAŞ: Anadolu hakkında özellikle fakirliği, cehaleti,<br />

bakımsızlığı vurguluyor ve bundan duyduğunuz<br />

acıya önemli ölçüde yer veriyorsunuz. Anadolu insanının<br />

sıkıntılarını, sorunlarını sorumlu bir aydın ve sanatçı olarak<br />

şiirinize taşıyorsunuz. Üstelik ideolojik bir kaygınız da<br />

söz konusu değil. Anadolu’ya bu yaklaşımınız konusunda<br />

bizi aydınlatır mısınız?<br />

Yavuz Bülent BAKİLER: Şimdi benden önceki nesri,<br />

yani millî edebiyatımızın temsilcileri Anadolu’ya çok tozpembe<br />

ufaklardan bakmışlar. Anadolu’yu çok mükemmel<br />

manzaralar içerisinde görmüşler, göstermişler. Mesela;<br />

Sen ne güzel bulursun,<br />

Gezsen Anadolu’yu<br />

Dertlerden Kurtulursun<br />

Gezsen Anadolu’yu<br />

diye başlayan şiirler yazmışlar. Sonra, Türkiye’de bir<br />

Marksist cereyana kapılan kimseler de Anadolu’yu tam<br />

bir sefalet yurdu olarak görmüşler. Anadolu’nun çok<br />

güzel manzaraları var, çok zenginlikleri, güzellikleri var.<br />

Anadolu’nun çok yanlış tarafları var, çok fakir, fukara yönleri,<br />

çok çirkinlikleri var. Ben Sivas’ta avukatlık yaptığım<br />

yıllarda gördüm ki Anadolu’da güzel ve çirkin, doğru ve<br />

yanlış, iyi ve kötü, vatansever ve gâfil hepsi yan yana bulunuyor.<br />

Mesela Sivas’ta gördüm, Selçuklu İmparatorluğu<br />

devrinde yapmış olduğumuz çok muhteşem eserler var.<br />

Bunları benim milletim yapmış. Ama o eserlere sırt veren<br />

gecekondular da var. Onları da benim milletim yapmış.<br />

O da benim milletimin malı, ötekisi de benim milletimin<br />

malı. Güzellik ve çirkinlik Anadolu’da yan yana. Ben, şiirlerimde<br />

hem millî edebiyatımıza mensup olan kimselerin<br />

takınmış olduğu tavrı doğru bulmadım, çünkü yanlışları<br />

göstermiyorlardı. Hem de Marksist cereyana mensup<br />

olan kimselerin düşünceleriyle hareket etmedim, çünkü<br />

onlar da doğruyu göstermiyorlardı. Ben dedim ki, Anadolu<br />

konusunda, ortada ne varsa gerçek olarak onu ortaya<br />

koymalıyız. O bakımdan benim şiirlerimde tezek de vardır,<br />

karanfil de vardır. Yan yanadır. Güzel de vardır, çirkin de<br />

vardır. İmbikten geçmiş kadar pırıl pırıl, tertemiz, vatanperver<br />

insanlar da vardır, son derece kaba, cahil, vahşi,<br />

hain insanlar da vardır. Bunlar benim memleketimin meseleleridir.<br />

Bunlardan birisine göz yummak, kanaatime<br />

göre yanlıştır. Ben, gerçekleri olduğu gibi ortaya koymaya<br />

çalıştım ve sanıyorum ki Anadolu üzerinde en tutarlı şiir<br />

yazan kimselerden birisi de ben oldum.<br />

Attila AKTAŞ: Şiirinizde Anadolu’nun sadece İzmir<br />

ve İstanbul’dan ibaret olmadığını söylüyorsunuz. Ayrıca<br />

İstanbul’a karşı da büyük bir sevginizin olduğu âşikar.<br />

Hatta “aşkınızın İstanbul’a, özleminizin Sivas’a” olduğunu<br />

Ortanca


düşünmedim değil. Bazen sevgilinin gözleri birden İstanbul<br />

oluyor, bazen de destan şehir diye övüyorsunuz. Sizin<br />

gözünüzde İstanbul’un yerini nasıl değerlendirebiliriz?<br />

Yavuz Bülent BAKİLER: Şimdi Atatürk’ün bir sözü var.<br />

Atatürk diyor ki: “İstanbul bizim tarihimizin ve medeniyetimizin<br />

muhassalasıdır” yani özetidir. İstanbul, Edirne’den<br />

sonra uzun asırlar bizim milletimizin başkenti olarak şereflendi.<br />

O bakımdan İstanbul’u bilmek, tanımak bizim<br />

tarihimizi, medeniyetimizi, insanımızı bilmek, tanımak demektir.<br />

Bizim gerçekten pek çok güzelliklerimiz İstanbul’da<br />

vücut buldu. Mimarimizi en güzel bir şekilde İstanbul’da<br />

bulmak mümkün. Türkçemizi en güzel bir şekilde İstanbul<br />

kadınları konuştu. Yaşayışımız, kültürümüz İstanbul’da çiçeklenmeye<br />

başladı. O bakımdan İstanbul, Anadolu’yu da<br />

aydınlatan bir merkez oldu. Ben, her Anadolu delikanlısı<br />

gibi, lisede okuduğum yıllarda, İstanbul’a karşı, okumuş<br />

olduğum kitapların da tesiri altında kalarak çok büyük bir<br />

yakınlık hissettim. Ve İstanbul’a geldiğim zaman, buralardaki<br />

bu ihtişamı, bu güzelliği bütün varlığımla yaşamaya<br />

başladım. Zaman zaman da sizin ifade ettiğiniz gibi, sevgilimin<br />

gözlerinde birdenbire İstanbul’u görmeye başladım.<br />

İstanbul’a olan çok büyük bağlılığım sevgimin bir ifadesidir.<br />

İstanbul, bizim yaşayışımızda, tarihimizde çok müstesna<br />

yere sahip olan bir başşehirdir.<br />

Attila AKTAŞ: Sizin İstanbul’un fethi üzerine yazmış olduğunuz<br />

şiirleriniz Harman’da oldukça geniş yer tutuyor.<br />

Bir söyleşinizde bu şiirleri müstakil bir kitap haline getirmeyi<br />

istediğinizi ifade etmişsiniz. Sizi bu tür şiirler yazmaya<br />

iten sebepler nelerdi? “Destanlar İçinde İstanbul” niçin<br />

kitaplaşmadı?<br />

Yavuz Bülent BAKİLER: Evet, ben 1953 yılında, lisenin<br />

3. sınıfındaydım. O zaman lise 4 sınıftı, 4 yıldı ve<br />

1953, İstanbul Fethi’nin 500. yıl dönümüydü. Dergilerde<br />

İstanbul’un fethiyle ilgili şiirler yayımlanıyordu, makaleler<br />

yayımlanıyordu. Ben de o sanat ve edebiyat dergilerini<br />

okuyordum, dikkatle takip ediyordum. Onların tesiri altında<br />

kalıyordum. Fetih şiirlerini okuduğum zaman, ben<br />

de içimden fetih şiirleri yazmak ihtiyacını hissediyordum.<br />

Babam, bir akşam eve geldiği zaman, masanın üzerine bir<br />

şiir kitabı koydu Bu Gökhan Evliyâoğlu’nun “Konstantiniyye<br />

Kızılelması” isimli kitabıydı. Daha önce ben o şiirleri<br />

“Hareket Mecmuası” nın kapağında okumuştum ve ilk<br />

defa hepsini derli toplu olarak o gece masanın üzerinde<br />

de buldum. O destan kitabını birkaç defa okudum ve ben<br />

de heveslendim fetih şiirleri yazmaya. Bu konuda 15 kadar<br />

fetih şiiri yazdım ben. Bu şiirleri çeşitli toplantılarda okudum.<br />

Bunlar ilgi ile de takip edildi. Sonra günün birinde,<br />

rahmetli Ârif Nihat Asya, bu fetih şiirlerini görmek istedi.<br />

Ârif Nihat Asya ile biz “Yeni İstanbul” gazetesinde birlikte<br />

çalışıyorduk. O, gazetenin yazarlarındandı, ben de gazetenin<br />

meclis muhabiriydim. Bir gün “Şu fetih şiirlerini bana<br />

getir.” dedi. Aldım, götürdüm. Okumuş, dikkatle okumuş.<br />

Sonra geldi birkaç gün sonra aldığı notları ortaya koydu ve<br />

bir açıklamada bulundu. Gazetenin yararlarından, değerli<br />

Ortanca 18<br />

kalemlerimizden, o da rahmete kavuştu, Galip Erdem de<br />

o toplantıda vardı. Dedi ki “Galip, ben bu Yavuz Bülent’in<br />

fetih şiirlerinde en çok Fatih Sultan Mehmet’le ilgili şiirini<br />

beğendim. Mükemmel bir şekilde fetih ruhunu ortaya<br />

koymuş” dedi. Ben tabi Ârif Nihat Asya’nın bu iltifatından<br />

son derece memnun oldum. Şiiri okumamı istedi, okudum.<br />

O şiiri kitabımda görmüşsünüzdür. Ama ben şimdi<br />

size hatırlatmak babında söylüyorum; o şiir şöyle:<br />

Padişah olduğu belli yerle gök arasında<br />

Boyu posu dal gibi<br />

Bir oturuşu var tepelerde mağrur, korkusuz<br />

Kara bir kartal gibi<br />

Zaferini Hz. Peygamber müjdelemiş<br />

Edirne’den 40 bin yiğitle çıkıp gelmiş<br />

Bıyıkları daha yeni terlemiş<br />

Bakışı masal gibi<br />

Gözlerini yumsa bir an<br />

Bir sigara yoksa sana karşısında duman duman<br />

Birkaç yudum kahve içse fincanında ayan beyan<br />

Bizansı görür fal gibi.<br />

Ben bu kıtayı okuduğum zaman Ârif Nihat Asya dedi ki:<br />

“Mükemmel, mükemmel, mükemmel. Fetih ruhu ancak<br />

bu kadar anlatılabilir” dedi. Ben tabi onun bu açıklamasından<br />

son derece memnun oldum. “Teşekkür ederim hocam”<br />

dedim. “Ama çok büyük bir yanlış var Yavuz Bülent”<br />

dedi. “Sen burada Fatih’e sigara içirmişsin, kahve içirmişsin”<br />

dedi. Cahil olduğum için ”Hocam ama ben de sigara<br />

kullanmıyorum, kahve içmiyorum, fakat zaman zaman bir<br />

sigara tüttürdüğüm oluyor” dedim. “Ama Fatih hiç sigara<br />

tüttürmedi” dedi. Ben birkaç örnek verdim. Yani “hocam”<br />

dedim. “Fatih Sultan Mehmet Topkapı Sarayı’nın bir bahçesine<br />

oturup denize baktığı zaman bir sigara yakmadı<br />

mı?” “Yakmadı!” dedi. “Bir yabancı devletin büyükelçisi<br />

Fatih’e geldiği zaman ona bir yemek verildiğinde ve ona<br />

bir kahve sunulduğunda, Fatih Sultan Mehmet’e de bir<br />

kahve gelmedi mi?” dedim. “Gelmedi!” dedi. “Ne biliyorsunuz<br />

hocam bu kadar kesin bir şekilde konuşuyorsunuz”<br />

dedim. “Oğlum, kahve ve sigara İstanbul’un fethinden 100<br />

yıl sonra bize geldi” dedi. “Fatih Sultan Mehmet, bırak sigara<br />

içmeyi, bırak kahve içmeyi, sigaranın ve kahvenin adını<br />

bile duymamıştı. Sen nasıl Fatih’e sigara içirirsin, kahve<br />

içirirsin? Bu kadar yanlışlık olur mu? Bu kadar saçma<br />

sapan ifadeler olur mu? Çıkar o mısraları şiirinden.”. Çok<br />

şaşırdım. Galip Erdem dedi ki “Hocam bu destan yazıyor,<br />

bu tarih yazmıyor ki” dedi. “Galip” dedi. “Doğru dürüst<br />

konuş, destan yazıyorsa gerçeklere uygun yazsın.” dedi.<br />

“Yarın öyle hücumlarla karşı karşıya kalır ki, çocuğu dışarıya<br />

çıkarmazlar.”.<br />

Bu konuşma esnasında sigarayı çıkardım şiirden Dedim<br />

ki: “Hocam sigarayı çıkardım şiirden.” “Nasıl oldu oku<br />

bakayım” dedi. Okudum:<br />

Gözlerini yumsa bir an<br />

Çizgi çizgi, duman duman


Birkaç yudum kahve içse fincanında ayan beyan<br />

Bizans’ı görür fal gibi.<br />

“Güzel, kuvvetinden de bir şey kaybetmedi. Kahveyi<br />

de çıkaracaksın” dedi. Sonra şiir üzerinde çok durdum ve<br />

onu şu hale çevirdim:<br />

Gözlerini yumsa bir an<br />

Çizgi çizgi, duman duman<br />

Birkaç yudum su içse tasından ayan beyan<br />

Bizans’ı görür fal gibi.<br />

Bizim kültürümüzde falcılar umumiyetle suya bakmıyorlar<br />

mı? Bundan sonra bir de ayrıca bu şiirlerimde yeniçerileri<br />

ata bindirmiştim.<br />

Sivaslı Recep, Bursalı Ömer, Manisalı Fahreddin:<br />

Üç kısrak üstünde üç yeniçeri<br />

Dörtnala at sürerler Bizans üstüne<br />

Kılıç tutar, kalkan tutar, mızrak tutar elleri<br />

Büyük bir yanlış! “Sen burada yeniçerileri nasıl ata<br />

bindirirsin” dedi. “Neden binmesin?” dedim. “Yeniçeri<br />

ata binmez, yeniçeri yerde çarpışır” dedi. “Sipahi ata biner<br />

indir o yeniçerileri attan” dedi. Şiirin ayağı da yeniçeriler,<br />

iri, biri, diri, yeri, geri diye gidiyor. Baktım ki hoca<br />

tenkitlerinde haklı. Ben de meseleyi tam bilmediğim için<br />

bir takım yanlışlıklar yapmışım. O bakımdan fetih şiirleri<br />

yazmaktan korktum. Yeni baştan İstanbul’un fethi ile ilgili<br />

kitaplar aldım. Hâlâ evimde, kütüphanenin bir köşesinde<br />

15 kadar fetihle ve Fatih’le ilgili kitap vardır. İşte onları<br />

okuyup, yeni baştan, tamamen tarihî kaynaklara dayanan<br />

şiirler yazmaya karar verdim. Ârif Hoca’nın o haklı ve sert<br />

tenkitlerinden korktuğum için fetih şiirleri yazmaktan vazgeçtim.<br />

Yoksa önüme geçmeseydi, beni ikaz etmeseydi<br />

belki de bir takım başka yanlışlarım olacaktı ve “Destanlar<br />

İçinde İstanbul” adlı şiir kitabım çıkacaktı. Ama hocamın<br />

bu tenkitlerini doğru bulduğum için ve korktuğum için fetih<br />

şiirleri yazmaktan vazgeçtim. Bakalım, ileride gerçekten<br />

bu kitapları yeni baştan okuyup fetih şiirleri yazmam<br />

mümkün olacak mı, olmayacak mı? Ama fetih şiirleriyle<br />

ilgili böyle bir maceram oldu benim.<br />

Attila AKTAŞ: Türk dünyasının varlığının bile Türkiye’de<br />

henüz tam olarak bilinmediği yıllarda oralarla ilgili yazılar,<br />

şiirler yazdınız, şartlar olgunlaştığında ise televizyon<br />

programları hazırladınız. Böylece hem büyük bir kültür<br />

hizmetinde bulundunuz, hem de şiiriniz bütün Türk dünyasını<br />

içine alan Türk-İslâm şiiri olma yolunda genişledi.<br />

“Unuttuğumuz İnsanlar” adlı şiirde de bizleri uyarıyordunuz.<br />

Sizin bu konuda yaptıklarınızın amacına ulaştığını düşünüyor<br />

musunuz?<br />

Yavuz Bülent BAKİLER: Hayır, amacına ulaşmamıştır<br />

ama bu konuda bizim Türk aydınının, şairimizin, yazarımızın,<br />

romancımızın, tiyatrocumuzun, film sanatkârlarımızın<br />

daha doğru, daha ciddi bir gayret içerisinde olmaları gerekir.<br />

Ben 1950 yılında Sivas’ta Sivas milletvekillerinden,<br />

daha sonra Sivas senatörlerinden Rıfat Özten’i dinledim<br />

ve onun bir açıklamasından sonra Turancı oldum. Turancı<br />

olmak demek dünyadaki bütün Türklerin bir bayrak al-<br />

19<br />

tında, hür ve müstakil yaşamasını istemek demektir. Benim<br />

Turan düşünceleri içerisinde savrulduğum yıllarda,<br />

yani 1950 yılından 1991 yılına, rejimin çöktüğü yıla kadar<br />

Türkiye dışındaki Türklerle ilgilenmek bir nevi büyük suç<br />

idi, macera idi, yanlış bir davranıştı, ırkçılıktı ve Turancılıktı.<br />

Ben ilk defa 1980 yılında Türkistan’a gittim, müsteşar<br />

yardımcısı olarak gittim. Döndükten sonra “Türkistan<br />

Türkistan” isimli kitabımı yazdım. Ondan önce “Üsküp’ten<br />

Kosova’ya” isimli kitabımda Rumeli Türklüğü’nü ortaya<br />

koydum. 1991 yılına kadar Sovyet İmparatorluğu çökmeden<br />

önce Türkiye dışındaki Türklerle ilgilenmek macera<br />

olarak kabul ediliyordu. Irkçılık, Turancılık olarak gösteriliyordu.<br />

Ben gittim o toprakları gördüm ve Türk Dünyası<br />

ile ilgili 66 programı devlet televizyonundan hazırladım,<br />

sundum; 35 programı da Samanyolu Televizyonu’ndan hazırladım<br />

ve sundum. Sanıyorum ki bu konuda rekor benim<br />

elimdedir. Şimdi ben kendi kanaatimi çok samimi olarak<br />

ifade ediyorum. Türk Dünyası ile ilgilenmemek, kelimenin<br />

gerçek manasında gaflettir, dalalettir ve ihanettir. Eğer<br />

Türkiye, kalkınmak ve çağdaş medeniyet seviyesine yükselmek<br />

istiyorsa Batı dünyasından dirsek temasını katiyen<br />

koparmamak kaydıyla -çünkü biz ilmi, tekniği, Batı’da<br />

almak mecburiyetindeyiz- bütün Türk dünyasıyla siyasî,<br />

iktisadî, kültür münasebetleri içerisinde bulunması gerekir.<br />

Gerçi, buna bir takım büyük devletler karşı çıkmaktadırlar.<br />

Başta Rusya, Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya,<br />

Yunanistan, İran olmak üzere buna şiddetle karşı çıkmaktadırlar.<br />

Ama bizim devletimizin de vazifesi, aydınımızın<br />

da vazifesi, her ne şart altında olursa olsun, onlarla siyasî,<br />

iktisadî, kültür münasebetlerini geliştirebilmektir. Türkiye,<br />

böyle bir yola girdiği takdirde 10 yıl gibi bir süre içerisinde<br />

dünyanın en güçlü devletlerinden birisi haline gelebilir.<br />

Şimdi bir Fransız yazarı var, Balzac, diyor ki: “Millet,<br />

edebiyatı olan topluluktur”. Bizim edebiyatımızın kökleri<br />

Türkistan’dadır. Bizim dinî yaşayışımızın kökleri oradadır.<br />

Geleneklerimizin, göreneklerimizin kökü oradadır. Halk<br />

oyunlarımızın, türkülerimizin kökü oradadır. Dolayısıyla<br />

Türkistan’ı bilmek tanımak, kendimizi bilmek tanımak<br />

manasına gelir. Ben birtakım kimselerin böyle yaygara<br />

koparmalarını, onların Moskova Yeniçerisi olmalarından<br />

biliyorum. Yani Moskova’nın tayin ettiği bir takım insanlar,<br />

kendi kültür değerleriyle yetiştirdiği kimseler, Türk dünyasının<br />

birleşmesini istemiyorlar. Bizim vazifemiz de, bu<br />

kabil ihanetlerin önüne geçmektir. Ben “Türkistan Türkistan“,<br />

“Üsküp’ten Kosova’ya” kitaplarımda ve son yazdığım<br />

“Azerbaycan Yüreğimde Bir Şahdamarıdır” isimli kitabımda<br />

Türk dünyası arasında bu kültür birliğini kendi çağımda<br />

sağlamaya çalışan bir kimseyim. Bu münasebetle bana,<br />

Azerbaycan’da “Dünya Türklüğü’ne Hizmet Ödülü” verildi.<br />

Türkiye’de Başbakanlık TİKA, bana Dünya Türklüğüne<br />

Hizmet Ödülü verdi. Başka bazı kurumlardan da benzer<br />

ödüller aldım. Kısmet olursa ben İran Türklüğü’nü, Kırım<br />

Türklüğü’nü ve Türkistan’da Türkmenistan Türklüğü’nü<br />

yazmak düşüncesindeyim. Allah bana ömür verirse, bü-<br />

Ortanca


tün Türk dünyasını bir seyahat edebiyatıyla ortaya koymaya<br />

çalışacağım. Bu Türkiye’nin bugünü ve yarını açısından<br />

son derece mühimdir. Kendimizi bilmek bakımından,<br />

doğrulmak bakımından son derece önemli bir düşüncedir.<br />

Gençlerimizin bu konularda daha hassas davranmalarını<br />

temenni ediyorum.<br />

Attila AKTAŞ: Ölüm, Allah, hatta yer yer tasavvufî içerikli<br />

şiirler yazdınız. Sizin bu manevî yöneliminizdeki etkiler<br />

nelerdir? Ölüme karşı özgün bir tutumunuz var, ölülerin<br />

mutlu olduğunu anlattığınız şiirleriniz var. Bunu da<br />

açıklar mısınız?<br />

Yavuz Bülent BAKİLER: Şimdi ben son derece mütedeyyin<br />

bir ailede büyüdüm. Benim annem beş vakit<br />

namazında, niyazında bir insandı. Ben de dinî, İslamî ve<br />

millî duygular içerisinde büyüdüm. İslâm’da ölüm bir son<br />

bulmak, bitmek, tükenmek, yok olmak değildir. Ölüm,<br />

yeni bir dünyaya adım atmaktır. Bunu Mevlânâ da kendi<br />

eserlerinde çok doğru ve güzel bir şekilde ortaya koyuyor.<br />

İslâm tasavvufunda da bu vardır. O bakımdan bir takım<br />

kimseler, benim şiirlerimle ilgili tahlil yaptıkları zaman<br />

demişlerdir ki: “Yavuz Bülent’in şiirlerinde ölüm duygusu<br />

bir kadife kumaşı içerisindedir.” Bizim Marksist şairlerimiz<br />

ölümü tamamen yok olmak, bitmek, tükenmek<br />

şeklinde düşündükleri için ölümden çok korkmaktadırlar.<br />

Ben ölümden katiyen korkan bir insan değilim. Benim için<br />

ölüm ve hayat kapının eşiğinden öteki tarafına geçmek<br />

gibidir. O bakımdan ben ölümü, İslâm nasıl düşünüyorsa,<br />

dinî duygular bize ölüm hakkında, ahiret hakkında nasıl<br />

telkinde bulunmuşlarsa onu ortaya koymaya çalışıyorum.<br />

Attila AKTAŞ: Sizi hep Hisar topluluğunun bir temsilcisi<br />

olarak, Hisarcı bir şair olarak tanıdık. Hisar’ın kültür<br />

ve edebiyat dünyamıza katkılarını nasıl değerlendiriyorsunuz?<br />

Hisarcılara mensup olmanız münasebetiyle geleneği<br />

nasıl yorumluyorsunuz?<br />

Yavuz Bülent BAKİLER: Hisar, edebiyatımızda millî<br />

çizgiyi takip eden bir sanat ve edebiyat dergisidir. O bakımdan<br />

Hisar’da, mesela dil, son derece mühim bir konu<br />

olarak ele alınıyordu ve dil yaşayan, canlı bir varlık olarak<br />

düşünülüyordu. Biz büyük imparatorluklar kuran milletiz.<br />

Bizim dilimiz kabile dili değildir. Beraber yaşamış olduğumuz<br />

milletlerin dilinden, dilimize geçen kelimeler vardır.<br />

Bizim dilimizden, yabancı milletlerin dillerine geçen<br />

kelimeler olmuştur. O bakımdan, Hisar topluluğu evvel-i<br />

emirde millî bir hassasiyet içerisindedir. Dilde tasfiyeli<br />

bir zihniyetle hareket etmemiştir, bir ikincisi, Hisar dergisi<br />

tam bir tarih şuuru içerisinde meselelere bakmıştır.<br />

Bizim aşağı yukarı 3500-4000 yıllık bir tarihimiz vardır ve<br />

dünyada büyük imparatorluklar kuran bir milletiz. Tarihçi<br />

Yılmaz Öztuna’nın ifadesiyle Osmanlı İmparatorluğu bu<br />

kurmuş olduğumuz 117 devletin içerisinde en önde olanlardan<br />

birisidir ve Osmanlı İmparatorluğu 14. Yüzyıldan<br />

18. Yüzyıla kadar, dünya üzerinde tam 322 yıl lider devlet<br />

olarak yaşamıştır. Böyle dünya üzerinde 322 yıl lider olarak<br />

yaşayan ve 1595 yılında 3. Murat devrinde 23 milyon<br />

Ortanca 20<br />

km2 üzerinde son derece medeni ve adil bir devlet kuran<br />

soyumuzdan bizim kopmamız, bizim soyumuza menfî bir<br />

nazarla bakmamız mümkün olamaz. O bakımdan Hisar<br />

şairleri ve yazarları bir tarih şuurunda hareket etmişlerdir.<br />

Dil şuuru yanında tarih şuuruyla hareket etmişlerdir. Bizim<br />

İslamiyet’ten önce yaşamış olduğumuz, benimsemiş<br />

olduğumuz, gerçi o zamanki inanış Şamanizm’dir ama 950<br />

yılından itibaren milletimiz İslamiyet’e teveccüh etmiştir,<br />

dönmüştür ve İslam’la milletimiz daha şereflenmiş, daha<br />

güçlenmiş, daha yaygın, daha medeni bir topluluk haline<br />

gelmiştir. O bakımdan Hisar yazarlarının İslam’a karşı bakışları<br />

da son derece müspettir. Yani dinî bir gerilik meselesi<br />

olarak katiyen düşünülmemiştir. Laikliği bir din düşmanlığı<br />

veya İslâm’a karşı hasmâne duygular şeklinde ele<br />

almamışlardır. Lâikliği din ve vicdan hürriyeti şeklinde düşünmektedir.<br />

İnanmayanlara karşı kaba saba davranmaktan<br />

uzak kalmışlardır, inananlara karşı da son derece saygılı<br />

hareket etmişlerdir. Yani Hisar grubu bizi millet haline<br />

getiren bütün maddî ve manevî değerlere bağlı kalmışlar<br />

ve yazılarını, şiirlerini o çerçeve içerisinde ortaya koymuşlardır.<br />

Ben yaşamış olduğum çevre bakımından, böyle bir<br />

muhitten çıktım, geldim. Hisar’ın görüşü, benim annemin,<br />

babamın yaşayışına, inanışına katiyyen ters değildi.<br />

Şiirlerimde de bu vardır. Nesirlerimde de bu vardır. Hisar<br />

bugün kapanan bir dergidir ama ben yine Hisar’ın vakt-ü<br />

zamanında benimsemiş olduğu düşüncelerle yaşayan ve<br />

hareket eden bir kimseyim. Benim yazılarımda, şiirlerimde<br />

dine karşı, Türk topluluğuna karşı, geleneklerimize ve<br />

göreneklerimize karşı menfî bir görüş tespit etmek mümkün<br />

değildir.<br />

Attila AKTAŞ: Küçük yaşlardayken televizyonda sizin<br />

o kısacık bölümler halinde hazırladığınız “Sözün Doğrusu”<br />

adlı programı izlerdik. Daha sonra bu programların metinlerini<br />

kitaplaştırarak yayımladınız. Dilimiz hakkındaki<br />

hassasiyetinizi nasıl ifade ediyorsunuz? Dilimiz “Kaşgarlı<br />

Mahmud’un güzel kâmusu” dediğiniz üzere toplumumuz<br />

için birleştirici bir unsur olarak görülebilir mi?<br />

Yavuz Bülent BAKİLER: Doğru, tabi. Şimdi içerisinde<br />

bulunmuş olduğumuz bu bina taşla, çimentoyla, kireçle,<br />

kumla, demirle, ahşapla beraber yapılmış. Bunlar, bu binayı<br />

meydana getirmişler. Bunlardan birisi olmadığı zaman,<br />

bu bina en basit bir sarsıntıda çökmeye başlar, çöker. Milletleri<br />

de milletlerin kültür değerleri meydana getirir. Bu<br />

kültür değerlerinin başında dil ve din geliyor. Milletlerin<br />

yaşayışında dil ve din çok mühimdir. Bana sorarsanız, bu<br />

iki önemli kültür kaynağından hangisi daha önemlidir diye<br />

sorarsanız, size hiç tereddüt etmeden derim ki; milletlerin<br />

yaşayışında dil, dinden de önde gelmektedir. Neden? Çünkü<br />

sevgili Peygamberimizin ifadesi ile din bir nasihattir.<br />

O’na sormuşlar “Din nedir ya Resulullah?” demişler, “Din<br />

nasihattir” demiş. Doğru, biz bu nasihati neyle yaparız?<br />

Biz bu nasihati ancak zengin bir dille ortaya koyabiliriz.<br />

Bu bakımdan dil olmadan, dinin inceliklerini, güzelliklerini<br />

ortaya koymak mümkün değildir. Benim, televizyonda


dinlemiş olduğunuz o 5 dakikalık programlarda, mümkün<br />

olduğu kadar Türkçenin inceliklerini, güzelliklerini, önemini<br />

ben ortaya koymaya çalıştım. Gerçi bu konuda benden<br />

çok daha yetkili, çok daha salâhiyetli olan kimselerin adım<br />

atması icap ederdi. Ama onlar o güne kadar çok büyük<br />

bir rahatlık içerisinde oldukları için ben ortaya çıkmak<br />

mecburiyetinde kaldım. İfade ettiğiniz gibi, bu televizyon<br />

konuşmalarını daha sonra iki cilt halinde bir araya getirdim.<br />

Bunların bir takım müspet yankıları oldu. Mesela,<br />

başka televizyonlarda ve radyolarda dil üzerine programlar<br />

yapıldı. Bazı gazetelerde ve dergilerde dil üzerine programlar<br />

yapıldı. Fakat bunların kâfi olduğunu söylemek<br />

mümkün değil. Çünkü bugün Türkiye’de Türkçe, tam bir<br />

kuşatma altındadır ve Türkiye adeta bir sömürge devleti<br />

gibi davranmaktadır. İşte sokaklara çıktığınız zaman caddelerimizde,<br />

hemen hemen her adım başında yabancı<br />

isimlerle açılan iş yerlerini görmektesiniz. Bu çok tehlikeli<br />

ve çok kötü bir gidiştir. Devletin buna süratle mani olması<br />

icap eder. Türkiye’de işyerleri mutlaka Türkçe kelimelerle<br />

açılmalıdır. Bunu halletmek dünyanın en kolay işlerinden<br />

birisidir. Bir kanun çıkarılır, Türkiye’de yabancı kelimelerle<br />

işyeri açılamaz, diye, mesele kökünden halledilir. Fakat<br />

böyle bir kanun olmadığı için ve bizim insanımız da yaşayış<br />

bakımından Batı dünyası karşısında bir aşağılık duygusu<br />

içinde bulunduğu için, bu eksiklik devam edip gidiyor.<br />

Bunun mutlaka önüne geçmek lazım.<br />

Bir de sözlerimin başında söyledim, büyük imparatorluk<br />

kuran bir milletiz. Türk milleti dünden bugüne 117<br />

devlet kurmuştur. Bu 117 devletin 16’sı çok büyük imparatorluklardır,<br />

17’si hanlıklardır, 10’u cumhuriyetlerdir,<br />

38’i beyliklerdir, 32’si devletlerdir. Hepsi 117 ediyor. 117<br />

devlet kuran bir milletiz. Şimdi bu 117 devletin dününü<br />

ve bugününü çok zengin bir dille ortaya koyabiliriz. Dünyanın<br />

her tarafında insanlar, kelimelerle düşünmekte ve<br />

kelimelerle konuşmaktadır. Kelime olmadan bir insanın<br />

düşünmesi ve konuşması mümkün değildir. Batı dünyası<br />

kelimenin, yani dilin, hem insan hayatında, hem millet<br />

hayatında çok büyük bir öneme sahip olduğunu bildiği<br />

için ilk eğitimden geçirdiği çocukları bile tam bir lider seviyesi<br />

içinde yetiştirmeye çalışmaktadır. Bunu neyle yapmaktadır?<br />

Bunu, çocukları çok zengin bir dil dünyasından<br />

geçirerek yapmalıdır. Ben, konuyu daha açmak için size<br />

söylüyorum. Mesela Batı dünyasında 8 yıllık eğitimden<br />

geçen çocukların ders kitaplarında 71000 kelime vardır.<br />

Bu rakam Japonya’da 44000’dir, İtalya’da 32000’dir, bu<br />

rakam Atatürk’ün ifadesiyle çağdaş medeniyet seviyesine<br />

yükselme mecburiyetinde olan Türkiye’de 6-7000 civarındadır.<br />

Şimdi 71000 kelimeyle okuyan, düşünen, konuşan,<br />

yazan nesillerle, 6-7000 kelimeyle okuyan, yazan,<br />

düşünen katiyyen bir olmazlar. İnsanlar arz ettiğim gibi<br />

kelimelerle düşünmekte ve kelimelerle konuşmaktadırlar.<br />

Biz niye batının gerisindeyiz? Neden? Yani dünya yaratıldığı<br />

zaman Cenabı-ı Hak batıdaki kimselerin kafasına 5 kg<br />

ağırlığında beyin koymuştur da, bize geldiğinde bu benim<br />

21<br />

cep telefonum büyüklüğünde bir et parçasını mı başımıza<br />

atmıştır? Yok öyle bir şey. Batıdaki insanların beyin ağırlığı<br />

ne kadarsa, bizim beyin ağırlığımız da o kadar. Ama<br />

bizim onlardan ayrılan en farklı tarafımız, bizim dil zenginliği<br />

konusunda onların seviyesinde olmamamızdır. Dil<br />

zengin olmadıktan sonra, tefekkür olmaz, edebiyat olmaz.<br />

Dil zengin olmadıktan sonra, insanlık kolay kolay karanlıklardan<br />

sıyrılamaz. Şimdi Türkiye’de çok basit sebepler<br />

yüzünden cinayet işleniyor. Neden? Cahil adam çok rahat<br />

cinayet işler. Bir tutam ot için bizim insanımız cinayet işler.<br />

Yani 25 kuruş için cinayet işler. 18 sene hapishanelerde<br />

çürür. Bizim insanımız, yüzüme neden öyle baktın şeklindeki<br />

tartışmadan sonra çeker bıçağını adam öldürür. 18<br />

sene cezaevlerinde çürür, perişan olur. Bütün bunların temelinde<br />

cehalet var.<br />

Şiir eğer bu kelime mimarîsi ise, edebiyat kelimelerle<br />

ortaya konuluyorsa, dile sahip çıkmak, dili sevdirmek, dili<br />

zenginleştirmek gerekir. Ben o televizyon programlarıyla<br />

bu konuda bir küçük kibrit yakmak istedim. Ne dereceye<br />

kadar başarılı olduğumu bilmiyorum ama müspet neticeler<br />

aldığımı düşünüyorum.<br />

Attila AKTAŞ: Sizin bir Turan şiiriniz olan “Büyük<br />

Destan”da Türk-İslâm sentezi düşüncesinin belirgin izlerini<br />

bulmak mümkün. Bu konudaki görüşlerinizi açıklar<br />

mısınız?<br />

Yavuz Bülent BAKİLER: Şimdi, Cenabı-ı Hak bizi, birbirimizi<br />

tanıyalım diye ayrı kavimler halinde yaratmış. Allah<br />

bizi böyle yaratmış. Allah bizi başka ırkta da yarabilirdi ama<br />

biz Türk olarak yaratılmışız. Ben Türk olarak yaratılmamın<br />

huzurunu ve gururunu duyuyorum. Etimle, kemiğimle,<br />

kanımla ben Türk’üm ama ben inancımla ve imanımla<br />

Müslüman’ım. Katiyen İslâm inancından kıl kadar uzakta<br />

değilim. Katiyen Türklük gururundan ve şuurundan uzak<br />

değilim. O bakımdan benim için milliyetçilik, benim için<br />

Turancılık sadece bu iki kaynaktan birisine sahip olmaktan<br />

ibaret değil. Hem Türk’e bağlı kalmak, hem İslâm’a bağlı<br />

kalmak. Bazı kimseler Türklüğü bir tarafa iterek “Elhamdülillah<br />

Müslümanız” diyorlar. Eğer biz İslâm’a hizmet<br />

etmek istiyorsak kayıtsız ve şartsız Türk’e sahip çıkmak<br />

mecburiyetindeyiz. Çünkü İslâm en çok Türk milletinin ellerinde,<br />

omuzlarında yükselmiştir ve yayılmıştır. Eğer biz<br />

Türk’e hizmet etmek istiyorsak, o zaman İslâm’ın inceliklerini<br />

ve güzelliklerini benimsemek mecburiyetindeyiz. O<br />

bakımdan bu iki kaynaktan birisinden uzak kalmak bana<br />

göre gafletlerin en büyüğü olur. Ben, yazılarımda ve şiirlerimde,<br />

sizin de tespit ettiğiniz gibi, hem Türklüğümle hem<br />

de Müslümanlığımla iftihar ederim ve bizim milletimizin<br />

geleceğini bu iki kaynağa bağlayan bir düşünce içerisinde<br />

bulunuyorum.<br />

Attila AKTAŞ: Son olarak önümüzdeki hafta 75. yaş<br />

gününüzü kutlayacaksınız. Kültür, sanat ve edebiyat dünyamıza<br />

56 yıldır durmaksızın emek veriyorsunuz. Şimdiye<br />

kadar yaptıklarınızı göz önünde tuttuğunuzda sanatta<br />

amaçladığınız noktaya eriştiğinizi düşünüyor musunuz?<br />

Ortanca


Şu an yayımlanmak üzere hazırladığınız başka eserleriniz<br />

var mı?<br />

Yavuz Bülent BAKİLER: Düşündüklerimi ortaya koyduğumu<br />

söyleyemem. Esas bundan sonra yazacağım kitaplarla<br />

kendi mefkûremi daha iyi bir şekilde ortaya koyacağıma<br />

inanıyorum. Benim bugüne kadar aşağı yukarı 20<br />

kitabım yayımlandı. Bunlardan 4’ü şiir kitabından ibarettir.<br />

96 bin veya 97 bin civarında tiraja ulaştı bu şiir kitaplarım.<br />

Nesir kitaplarımla birlikte şiir kitaplarımı dikkate alırsanız,<br />

Türkiye’de tiraj sayısı yaklaşık olarak 1 milyona ulaşmış<br />

vaziyettedir. Ama ben gençlik yıllarımda zamanımı arzu<br />

ettiğim derecede değerlendirmediğim için, şimdi bunun<br />

üzüntüsünü duyuyorum. Elimde basılmakta olan bir takım<br />

yeni kitaplarım var. Mesela 1944 yılında Türkiye’de<br />

ırkçılık ve Turancılık davasının savunmaları elimde bulunuyor.<br />

Size gelmeden önce yukarıda o kitabın, savunmaların<br />

tashihiyle ve sayfaların düzenlenmesiyle meşguldüm.<br />

Sanıyorum ki Sivas’a geldiğim zaman ya kitap tamamen<br />

basılmış bitmiş olacaktır veya bir hafta içerisinde yani bu<br />

ayın sonuna kadar mutlaka tamamlanmış olacaktır. Şimdi<br />

ben Türk dünyasında görmüş olduğum güzellikleri yazmak<br />

düşüncesindeyim. İran Türklüğünü yazmak istiyorum, Kırım<br />

Türklüğünü yazmak istiyorum. Türkistan Türklüğünü<br />

yazmak istiyorum. Bunların yanında hemen hemen bütün<br />

Avrupa ülkelerini gördüm. Avrupa’da görmediğim ülke kalmadı.<br />

Avrupa’nın dışında İngiltere’ye, Amerika’ya gittim.<br />

Çin’e gittim. Afrika ülkelerinde bulundum, Arap topraklarında<br />

bulundum. Buralarda gördüklerimi de “Leyleğin Kanadında”<br />

ismi altında yazmak düşüncesindeydim ve bunların<br />

yanında esas yazmayı düşündüğüm, büyük bir şevkle<br />

yazmayı düşündüğüm bir başka kitap daha var. O kitabın<br />

ismi “Türk’ün Türk’e Düşmanlığı” olacak. O kitapta Türkiye’deki<br />

Alevi-Sünni düşmanlığını ortaya koymaya çalışacağım.<br />

Türkiye’de bizim Sünni camia Aleviler’e düşmanlık<br />

duyuyor, Alevi camia da bize düşmanlık duyuyor. Bunun<br />

temelinde korkunç bir cehalet vardır. Ben 30 yıldan beri bu<br />

cereyanların içerisindeyim, bu çalışmaların içerisindeyim.<br />

Benim samimi kanaatime göre, Aleviler soy bakımından<br />

Türkmen boylarından geliyor, Türk’türler, din bakımından<br />

da Müslüman’dırlar. Alevilik İslamiyet’in içerisindeki siyasi<br />

bir gelişmedir. Fakat cehalet yüzünden Türkiye’de öyle<br />

bir noktada bulunuyoruz ki, mesela ben konuşmalarımda<br />

ve yazılarımda Aleviler soy bakımından Türk, din bakımından<br />

Müslüman’dır dediğim için, İstanbul’da yayınlanan bir<br />

kocaman Alevi dergisi sayfalarında boydan boya bir manşet<br />

attı. O manşette aynen: “Alevi düşmanı Yavuz Bülent<br />

Bâkiler’e bütün Alevi aydınlarını cevap vermeye devam<br />

ediyoruz” yazıyordu. Niçin? Ben Aleviler soy bakımından<br />

Türk, din bakımından Müslümanlar dediğim için. Ben desem<br />

ki “Aleviler Türk değil, Müslüman değil” bu lafa başka<br />

bir Alevi grup bu konuda rahatsızlık duyacak ve bana antipati<br />

duymaya çalışacak. Bunların temelinde korkunç bir<br />

cehalet var. Bu cehaleti gidermeden Türkiye’de biz birliği<br />

ve beraberliği sağlayamayız, mümkün değil. Bu konuda<br />

Ortanca 22<br />

ben 50 yıldan beri tespitlerimi “Türk’ün Türk’e Düşmanlığı”<br />

ismi altında yazmak istiyorum. Bu benim en önemli<br />

kitaplarımdan birisi olacak.<br />

Bir de bizim edebiyatımızın ve hem meşrutiyet dünyamızın,<br />

Cumhuriyet dünyamızın en büyük âbide şahsiyetlerinden<br />

birisi olan Mehmet Âkif merhumla ilgili bir çalışma<br />

olacak. Bu kitabımı da “Âkif’in Sesi Yobazın Öfkesi” ismi<br />

altında yazmak istiyorum. Çünkü 1986 yılında biz bütün<br />

Türkiye çapında bir Âkif yılı kutlamaya çalıştık. Ben 44 vilayette<br />

Âkif’i anlatmaya gayret ettim. Gitmiş olduğum şehirlerde<br />

gördüm ki bizim aydın bildiğimiz insanlar Âkif’i<br />

katiyen tanımıyor, halkımızın da Âkif’e dair hiçbir bilgisi<br />

yok. Bizim aydın sandığımız insanlar sanıyorlar ki Mehmet<br />

Âkif başındaki fesi çıkarmamak için kaçıp Mısır’a giden bir<br />

adamdır. Bunun gerçekle uzaktan yakından hiçbir ilgisi<br />

yoktur. Çünkü fes İslâm’ın ve Türk’ün bir serpuşu değildir.<br />

Fes bize Avrupa’dan geldi. Fesi Frigyalılar ilk defa buldular,<br />

kullandılar. Frigyalılar putperest bir kavimdir. Tarih<br />

kitaplarında var, ansiklopediler açtığınız zaman göreceksiniz.<br />

Frigya kralı Midas’ın eşekkulaklarına benzer kulağı<br />

olduğu için o kulakları saklamak babında fesi icat etmişler.<br />

Fes, Frigya’dan Roma’ya yayılmış, Roma’dan Fas’a gitmiş.<br />

Orada II. Mahmud devrinde bize gelmiş ve II. Mahmud<br />

fesi kabul ettiği için halk ona “gâvur padişah” diye bir<br />

isim takmış. Fes zorla gelmiş, bizim başımıza geçmiş. II.<br />

Mahmud’un inkılâbından aşağı yukarı 100 yıl kadar sonra<br />

Atatürk, bu defa Kastamonu’da halkı şapkayla selamladığı<br />

için vakt ü zamanında şiddetle fese karşı çıkanlar, bu defa<br />

fese sımsıkı sarılmışlar ve şapkaya itiraz etmişler. Âkif’i<br />

de şimdi bu taassubun, bu cehaletin içerisinde görmeye,<br />

göstermeye çalışıyorlar. Arz ettiğim gibi fesin ne İslâm’la<br />

ne Türklük’le hiçbir ilgisi yoktur. Âkif de Doğu ve Batı dünyasını<br />

çok iyi bilen bir insandır. Çok mükemmel bir mütefekkirdir.<br />

Meselelerimizi çok iyi bilen bir insandır ve Âkif’e<br />

böyle bir yaklaşımda bulunmak beni çok rahatsız ediyor. O<br />

bakımdan onunla ilgili böyle bir kitap çıkarmak ta düşüncelerimin<br />

başında yer alıyor.<br />

Attila AKTAŞ: İnşallah yakın zamanda bu kitaplarınızı<br />

okuma fırsatı bulabiliriz.<br />

Yavuz Bülent BAKİLER: İnşallah.<br />

Attila AKTAŞ: Bu güzel söyleşi için teşekkür ederim<br />

hocam.<br />

Yavuz Bülent BAKİLER: Estağfurullah, ben teşekkür<br />

ederim. İnşallah muvaffak olursunuz.<br />

(Not: Bu söyleşi 12.04.2010 tarihinde saat 14:30-<br />

16:00 arasında Türk Edebiyatı Vakfı binasında yapılmıştır.)


LODOS ÇİÇEĞİ<br />

Aydın ÇEVİK<br />

güzel lodos çiçeğim<br />

tek arzum tek gerçeğim.<br />

gördüm göreli seni açık durur bu kapı<br />

hep büyür hiç küçülmez bende sevdamın çapı.<br />

gel de<br />

ilk yıllarım ol benim<br />

sar üşümesin tenim.<br />

içimde o tanıdık alabora korkusu<br />

ne de olsa insanım vücudumun çoğu su...<br />

tadım, kara mizahım<br />

çoktandır yok izahım.<br />

çek al ıssızlığımdan duvardan duvara çarp<br />

küsüp solsun çiçekler umurumda mı ki harp.<br />

kokun rengin bambaşka<br />

yeminliyim bu aşka.<br />

bir haykırsan adımı düşlerimden kan sızmaz<br />

sisler kesmez yolumu, yıldızlar böyle kızmaz.<br />

şimdiden söyleyeyim,<br />

pek belli etmem ama bil ki ben çok kıskancım<br />

kim gözlerini dikse o anda tutar sancım.<br />

andım olur;<br />

yurt belleyemez seni hiçbir çapkın kelebek<br />

takamaz yakasına bir kart zampara şebek.<br />

ıraksan deliririm<br />

bir bıraksan eririm.<br />

artık essin istemem ne garp ne şark yelini<br />

sana el uzatanın kırarım o elini...<br />

nazlı lodos çiçeğim<br />

ben bu aşka köçeğim.<br />

dört mevsim sığındığım Vivaldi konçertosu<br />

başka nasıl yazılır, aşkın manifestosu.<br />

sen benimsin ben senin<br />

ister Evros kinlensin Nereidler gücensin<br />

ister ölüm fermanım ardımdan mühürlensin.<br />

söyle nerelerdesin<br />

eskiden nilüferler büyüten ela gözler<br />

dalgın dalgın seyreder, her gün yolunu gözler...<br />

zalim geceler boyu,<br />

belki acırsın diye dert yandım dolunaya<br />

ne güzü ne de kışı köreldi saya saya.<br />

23<br />

sen bari şahidim ol<br />

denizinde kendini arayan şaşkın ırmak<br />

bildim öğrendim neymiş sarhoş olup şaşırmak…<br />

ne olur,<br />

izin verme, gölgeler, yürümesin şafağa<br />

erken ölür yunuslar ben gibi varsa ağa<br />

mağrur lodos çiçeğim<br />

yegâne ruh ölçeğim.<br />

deneme sor anneme sabrım kaç karat elmas<br />

reva mı ki bu cefa tek dileğim iltimas.<br />

sevmeden öldürmesen<br />

halime güldürmesen.<br />

gönlüm onca arının dinlendiği bir kovan<br />

dilediğin kadar kal, ömrümü çal yok kovan.<br />

epey oldu vurgunum,<br />

döner dururum şevkle bilinmez ritüeli<br />

kalp ağrısıdır dinmez deli bilsinler deli.<br />

bulut bulut taşındım<br />

için için aşındım.<br />

günsüz geçen geceler bilmem kimin kundağı<br />

uykum bekler sesini, yasak mı ki adağı.<br />

yıllar zalimdir geçer<br />

gönül hakimdir seçer.<br />

küçümseme, hor görme, bu şiir çok toysa<br />

sen de çoğalır elbet, tacını başına koysa.<br />

derin ince bir sızı<br />

duyar mı kalp hırsızı?<br />

hani diyorum biraz biraz olur mu bu yaz<br />

istersen hiç konuşma seni seviyorum yaz!..<br />

Ortanca


İNTİHAR MEKTUPLARI / IV<br />

"Hüznün" ve "Hali…"<br />

Yavuz DOĞAN<br />

Yelkovan hicap duyarken zamanın gülmemesinden<br />

Sevda değil kurşun yağdı cananın gül memesinden…<br />

Vakit tamam durdu takvim gidiyorum güne bakıp<br />

Gidiyorum bir denizden suskun bir ırmağa akıp.<br />

Gidiyorum hükümsüzüm gel geri al mirasını<br />

Gel geri al hayalleri geri al ihtirasını.<br />

Gidiyorum iki gözüm gidiyorum eksilerek<br />

Gidiyorum karanlığın gölgelerini silerek.<br />

Sabahsız bir karanlığa sürgün edildim hoşçakal<br />

Ey yâr! Kilitsiz kapına sürgün edildim hoşçakal.<br />

Belki hüznüm gölgesiyle bir meçhule sürür beni<br />

Belki loş bir meyhanede bir sarhoş öksürür beni.<br />

Sürür hüznüm ardı sıra sürür hüznümü bir nara<br />

Sürür ömrüm yarınını isimsiz bir intihara.<br />

Bakıp baktığın her yerin nuruna bir ömür deyip<br />

Bakıp gördüğüm her şeyin varlığına şükreyleyip,<br />

Gidiyorum işte canan söndür bütün ışıkları<br />

Gidiyorum kuytularda avutarak âşıkları.<br />

Ortanca 24<br />

Gidiyorum gidişimin anlamından çok uzağa<br />

Gidiyorum bir uçurum kenarından bir tuzağa.<br />

Ne çıkar ki kırılmışsa hayallerim bin yerinden<br />

Ne çıkar ki vurulmuşsa hülyalarım en derinden?<br />

Nasıl olsa biri çıkar gidişimi dert sayarak<br />

Biri çıkar anlayacak dönüşümü kutsayarak.<br />

Oysa bilmiyorsun canan nereye kadar bu gidiş<br />

Bilmiyorsun hangi ana isyanımdır bu terk ediş.<br />

Keman hüznü fısıldarken yorgun sevdalar faslında<br />

Bilmiyorsun bilmeyişin mutluluğundur aslında.<br />

Ve ben gidiyorum canan gidiyorum affet beni<br />

Gidiyorum sol cebime miras bırakıp buseni…


KUMAR<br />

Ömer AKAY<br />

Altı mermi diyorum öyleyse varım.<br />

-Ki bir rulet masasında otursam mağrur<br />

ilk bana verilir silah başımda patlar eşya<br />

herkesi vurduktan sonra evime gidiyorum.<br />

içine doğru uzadığını öğreniyorum insanın<br />

ayna ile gözlerimiz ayrı yerlerden kırılmış<br />

kırılır ayna bilirim tüm ne gelirse öyledir<br />

parmaklarla yırtık sayfalara bol gibili bol amalı,<br />

bol sıfatlı az yüklemli şiirler yazacak olsam<br />

bakkal değiştirmez dosyamla veresiye defterini<br />

kadınım barınızda sanat ve sanayii tartışır.<br />

üşüyen sakallarımdan çekiştiriliyorum en çok<br />

masa ne kadar masaysa da kaldırmıyor<br />

kalmıyor üstü harcanıyor ne varsa kalmıyor.<br />

ben artık şarkıcıyı vurmak istiyorum !<br />

Altı mermi diyorum öyleyse varım<br />

gökkuşağı bir kelepçe nasıl eğreti duruyor<br />

o bileklerimden çekiştirildiğim yatıyor köşede<br />

-siyah sekiz hiç bu kadar zalim olmamıştı<br />

size ve kendime sıkıyorum bir çocuk doğup ölüyor<br />

size ve kendime yazıyorum. Yorgun...<br />

bir ölü iki ölü üç ölü dört ölü tanrım katliam<br />

bir mekan kapladı cesetleriniz coğrafyadan üzüldüm<br />

altı mermi sıktım bu hayata, şu cendereden utanarak<br />

ölmediniz.<br />

yanımda, sevgilim vardı<br />

uzanıp yanaklarından öptüğümle kaldım.<br />

25<br />

BİR ÇİNGENE KIZIN TÜRKÜSÜ<br />

Takyedin ÇİFTSÜREN<br />

Her sabah ellerinde hortum<br />

Çiçeklerini suluyorsun umutlarının<br />

Atalarından kalma ürkek gözlerle<br />

bakıyorsun etrafına<br />

Altı asırlık bir ezilmişlik<br />

var dudaklarına asılı kalan.<br />

Ah çingene kızı ah<br />

Adını söyleyeydin de şiir yazaydım adına<br />

Her sabah suladığın<br />

Umutlarını kokluyorsun<br />

Göğsün şişiyor<br />

"ah işte budur yaşamak" diyorsun<br />

Gözlerin ışıyor<br />

Günahsız bir Akdeniz sabahında<br />

Sevinç doluyorsun<br />

Ah çingene kızı ah<br />

Adını söyleyeydin de<br />

Bir türkü yakaydım adına<br />

Her sabah umutlarını suladığın bahçede<br />

Adını soruyorum<br />

Neden deyip kaçıyorsun<br />

Adına şiir yazacağım diyemem ya<br />

Oysa adına şiir yazacağımı duysan<br />

Koşup gelirdin bana<br />

Oynardın eteklerin uçuşurdu<br />

Fır dönerdi etrafında<br />

Renk renk kelebekler<br />

prometheus ateşi çalıp gelirdi<br />

Zeus seni izlerdi<br />

Sen oynardın<br />

Durmadan oynardın<br />

Anarg roaca sarardı dört yanı<br />

Ah çingene kızı ah<br />

Adını söyleyeydin de<br />

Bir müzikal düzenleyeydim adına<br />

Ortanca


YAZIK OLDU<br />

Hüseyin KEKİÇ<br />

yazık oldu bu gençlere<br />

bazıları genç yaşta öldü<br />

bazıları hızla köşeyi döndü<br />

evet evet<br />

yazık oldu bu gençlere de<br />

hangisine<br />

canından çok sevdiği<br />

yurdunun toprağında yatana mı<br />

yurdunun toprağını<br />

dolar için satana mı<br />

SOKAKLAR<br />

Ömür CAN KARA<br />

Kimi sokaklar vardır iğneli<br />

ve kimi bal yapan arılar<br />

zaman gece olunca parlar üç-beş barika<br />

ve o ayaklar !<br />

bembeyaz gönüller,pis ve lekeli bedenlerle;<br />

burası kuru bir ot,bir tutam cigara<br />

Toprak kokan ellerle,küfür kokan ağızlarla<br />

burası av burası avcı...<br />

Ölüm kadar soğuk gök<br />

bu çocuklar aç,açık bu bedenler<br />

Şeytana selam vermeyen ne varsa,toprak bugün<br />

şeytana selam vermeyenler ey!<br />

kutsayın beni !!!<br />

Ortanca 26<br />

YETER<br />

Sabiha SERİN<br />

Felek mi yazdı bu kısır döngüyü,<br />

Yüzüme bu kadar baktığın yeter,<br />

Vuslatı beklerken çakma süngüyü,<br />

Yüreğimi bunca yaktığın yeter.<br />

Sensiz geçen ömrün her günü kara,<br />

Feryadım yayılır dört bir diyara,<br />

Bil ki kapanmadı açtığın yara,<br />

Özleminle yakıp yıktığın yeter.<br />

Susuz kalan çiçek kurudu soldu,<br />

Şu kısacık ömür çileyle doldu,<br />

“Dönerim.” dediğin ne kadar oldu?<br />

Ruhumun bendini sıktığın yeter.<br />

Özlerken yüzünde çatılan kaşı<br />

Anılar çağlatır gözümden yaşı,<br />

Düzledin dağları, un ettin aşı,<br />

Deli çaylar gibi aktığın yeter.<br />

Göğsüne yaslanıp, uyursam eğer,<br />

Koklasam tenini dünyaya değer,<br />

Bir nefes, bir umut cana eşdeğer,<br />

Göğünen gönlümde koktuğun yeter.<br />

Efsane kahrından solacak bir gün,<br />

Kar tanelerinde kalacak bir gün,<br />

Azrail bu canı alacak bir gün,<br />

Ölmeden toprağa soktuğun yeter.


BİR GECE<br />

Ahmet CANBABA<br />

Gök boncuk takıp gittiler inancı pazarlayıp<br />

Yaratanı kullarına ayet ayet sattılar<br />

Şerbete hile kattılar hastayı azarlayıp<br />

Derde çareymiş yattılar üfleyenle bir gece –<br />

İslam deyip de öttüler Arafat’ta tüneyip<br />

Rahmet limanına gelip bir gemide battılar<br />

Sürçülisanla yettiler her türlü haltı yeyip<br />

Derde çareymiş yattılar üfleyenle bir gece<br />

İmanımıza yettiler şimdi kinler bilendi<br />

Kader derde deva diye bilinmeze ittiler<br />

Onlar şov yapan zattılar ağlayandı gülendi<br />

Derde çareymiş yattılar üfleyenle bir gece<br />

Karşı gelene çattılar mabet pazarlarında<br />

Fetva verip tv’lerde radyolarda öttüler<br />

Bilime suçu attılar türbe mezarlarında<br />

Derde çareymiş yattılar üfleyenle bir gece<br />

Çaresizleri üttüler ağaca bez bağlayıp<br />

Dünya nimetidir deyip çeşit çeşit tattılar<br />

Şeytanca işler ettiler, çocuksuzsa ağlayıp<br />

Derde çareymiş yattılar üfleyenle bir gece<br />

27<br />

PRANGA<br />

Yurdanur BİLGİN<br />

Ne Prangaya vuruldum<br />

Ne de zincire<br />

Mahpusum, sevda kafesinde.<br />

Aşkın türküsünü söylüyorum<br />

İnceden ince…<br />

Senin sesinde.<br />

AKŞAM BAHÇELERİ<br />

Recai ÇETİN<br />

Birlikte bir mevsimin hazzıyla coştuğumuz<br />

O güz; bir hatıradır akşam bahçelerinde<br />

Solgun dilek, yorgun emellerle koştuğumuz<br />

O güz; bir hatıradır akşam bahçelerinde…<br />

Tenha yollardaki el ele resimler şimdi<br />

Sonsuz öyküler gibi yaprakların renginde<br />

Sevilmenin en mutlusunu yaşadığımız<br />

O güz; bir hatıradır akşam bahçelerinde…<br />

Gün olur parmaklarımı gezdirsem, duyarım<br />

Saçımın ıslaklığını GÜNEY yağmurunda<br />

Ardında uykusuz geceler bıraktığımız<br />

O güz; bir hatıradır akşam bahçelerinde…<br />

Ne zaman güneş batsa, seneler sonra bile<br />

Ruhumuzdaki o ilk heyecanı birlikte duyarız.<br />

Bizi ak-pak yaşlı, ama mutlu bırakıp giden<br />

O güz; bir hatıradır akşam bahçelerinde…<br />

Ortanca


BEN, İSTİKLAL’İN<br />

GİRİŞİNDEKİ O AN’IT<br />

Ahmet ALIŞ<br />

Ben, İstiklal’in girişindeki<br />

O an’ıt,<br />

Beni bilmeyenlere kendimi<br />

Anlatmayacağım hiç.<br />

Ben, İstiklal’in girişindeki<br />

O an’ıt<br />

Kışın bir kokum var, yazın bir.<br />

Beni her birinin taşıdığı zihinlerin<br />

Kışın başka yazın başka bir<br />

Kokusu var bedende duyu’yorum.<br />

Aşk benim için görmek ve susmak<br />

Her gün çok daha olmak hikâyesi<br />

Doydukça boşluğa, düşen dipsizlik.<br />

Beni bilmeyen...<br />

ZEYTİN yuda siliki’ye...<br />

Ferhat GÜLSÜN<br />

gözyaşımı serptim kundaktaki fidanın ateşine<br />

baharına bozkır vurdular gül dalının<br />

yanık gülüşünü denize yasladı hayfa<br />

hangi ecelin gölgesiyiz kardeşim<br />

kapımızdan kurşun geçiyor ordu ordu<br />

hiç ölüm buyurur mu insan olan yaradana<br />

barışa uyansın mezar taşı<br />

gazze’de anne olsun soframız<br />

kermil’de kerbela<br />

sokağına postal girdi zeytinin<br />

cana ayrılık düştü<br />

seni hangi dilde seveyim yuda<br />

Ortanca 28<br />

KOMŞU KOMŞUNUN...<br />

Dr. Hasan AHMET<br />

Akdeniz’de iki liman.<br />

Türk ve Yunan; olmaz düşman.<br />

Hem Ege’de, hem Trakya’da,<br />

Ortaklara, canım kurban.<br />

Soğuk rüzgâr, Erzurum’da.<br />

Sanki kimin umurunda?<br />

Bu insanlar buluşuyor,<br />

Hem sevinçte, hem tasada.<br />

<strong>2011</strong>’de<br />

Sloganlar atılır, mağdurlar yürür.<br />

Yıllardan beri, böyle sürdürülür.<br />

O açlık grevi, eylemin doruğu.<br />

Bunca düşünür, insanlar sürünür.<br />

Efendilerin var çekici yanı.<br />

Yoksa olur mu o, taraftarları?<br />

Çık sen ortaya, sana bel bağladık.<br />

Umutluyuz hâlâ, insan insanı.<br />

Haram diyemedim<br />

Nerede, fedakâr ruh?<br />

Derede! Yuh olsun, yuh!<br />

Ufuksuz, insan ruhsuz,<br />

Yaşamak, bize mekruh!..


ZAMAN ZAMAN<br />

Vedat FİDANBOY<br />

Büsbütün terkedip çıkma dünyamdan,<br />

Rüzgâr ol, sinemde es zaman zaman…<br />

Ayrılsak da dargın ayrılmayalım<br />

Selam ver, yolumu kes zaman zaman…<br />

Bu aşkın suçunu yükleme bana,<br />

İhanet etmedim hiç hatırana,<br />

Buz tuttu yüreğim sevdadan yana,<br />

Cemre ol kanıma, düş zaman zaman…<br />

Benden ayrı günün geçmesin boşa,<br />

Aşkımızı anlat, dağlara taşa…<br />

Sen de benim gibi bir hazan yaşa,<br />

Çöksün yüreğine sis, zaman zaman…<br />

İmkânsız olsa da bana dönüşün,<br />

Birlikte geçen o günleri düşün,<br />

İçin için ağla, sen benim için,<br />

Donsun gözlerinde yaş, zaman zaman…<br />

Sanatçının bu şiiri, bestekâr Tahir SIRAL tarafından<br />

“Muhayyer Kürdi” makamında bestelenmiş ve T.R.T.<br />

T.S.M. repertuarına 17018 numarayla kayıt altına<br />

alınmıştır. Beste ayrıca, 1998 yılında Akçay, VII. Şairler ve<br />

Bestekârlar Festivali’nde “Beste Dalında” ikincilik ödülüne<br />

layık görülmüştür.<br />

29<br />

SENİ BEN…<br />

Cahide GÖKOĞLU<br />

ay denizin üstünde<br />

en güzel haliyle,<br />

dolunay...<br />

denize yansıyan ışığında<br />

oynaşan yakamoz...<br />

ud’un yanık sesi<br />

kulaklarımda<br />

yankılandı…<br />

makamını ayırt etmek<br />

şarkının;<br />

hicaz mı, şehnaz mı?..<br />

derken<br />

alto tondan<br />

bir kadın...<br />

ne de güzel,<br />

içten ve de içli olarak<br />

söylüyordu...<br />

“seni ben, ellerin olsun…<br />

diye mi… Sevdim?..”<br />

ORADA<br />

İbrahim AZAR<br />

neremi dönsem bir ad çekimi baktığım o yerde<br />

korkuyorum<br />

gelip vuracakmışlar gibi beni korkmuyorum ama Odessa<br />

hayır! kim nereye düşse bir bölge parçasını kalıyordu renklerin<br />

bir aynı türlüsünü hiç kapanmayan ya da açılan yerlerimizin<br />

bir ölüm de üstüne sonsuz gizini bırakıyordu usulca<br />

bir ölüm de avuntular ayartısında uzun mu uzun<br />

kurup dengesini şaşmaz bir alışkanlığın<br />

neremi dönsem bir ad çekimi baktığım o yerde<br />

bir bir yeniden boşluğuna zamanın eski bir zaman<br />

doğuyor kediler ve itler ve bütün hayvanlarını doğamızın<br />

oydu gördüğüm sadece hasta bir canlılık ve oydu<br />

uzayan kulesi yalnızlığın<br />

kurtarmak taraçaları birgün gökyüzü ağlamasın<br />

kaybediyorum anlam türküsünü de kalbimin ve ne bir direnmek<br />

en uslanmaz gecelerinde tanrılığımızın<br />

Odessa, inanmazsın! Delirdim işte ben böyle hiç.<br />

Ortanca


YAĞMUR VE ÇOCUK<br />

Sevan HAŞAR<br />

Güzel olur<br />

yalnızlıkların zimmeti bulutlarda<br />

yağmurları beklemek.<br />

Yağmur...<br />

ödül töreninde<br />

tahta atınla sallanmak.<br />

Çocuk...<br />

camdan kalpler müzesinde<br />

hırsızlık...<br />

...devrimcidir bütün aşklar...<br />

Rutubet...<br />

HANİ NEREDE<br />

Nebiye TOPRAK<br />

Ne yalandan yana oldum ne dolandan<br />

Sözüm, özüm hep yanaydı doğrudan<br />

Kula kulluk etmek prim yapar olmuş<br />

Kirli bir çıkar oyunuymuş bu oynanan<br />

Dost sofralara hep tuzaklar kurulmuş<br />

Bin bir çeşit maskeler yarışır olmuş<br />

İçi boşaltılmış, sözde sıfatların<br />

Verilen sözler ne çabuk unutulmuş<br />

Bahar mı gelmiş, hani çiçekler nerde?<br />

Hani candan sevgiler, dostlar nerde?<br />

Boynu bükük kalmış, güzel sevdaların<br />

İnsanı insan yapan, hasletler nerde?<br />

Ortanca 30<br />

BİRİ BENİ DURDURSUN<br />

Ali ERDİNÇ<br />

Biri beni durdursun... Bulutlar karman çorman!<br />

Yağmur yağacak yine, toprak saçın kokacak...<br />

Sanki sırf benim için göğe ulaşmış ferman;<br />

Yapraklar çiy süzecek, beynimden ter akacak...<br />

Zulada keskin kılıç, bulutlarda husumet;<br />

Hırçın bir şimşek çakar, göz kırparsın sanırım.<br />

Aklıma mukayyet ol, Allah’ım sen yardım et<br />

Bu gök gürültüsünü nerde duysam tanırım...<br />

Kırmızı bir gül titrer, yaprağı çil dergâhı;<br />

Katmer yanaklarına naziredir bu hali.<br />

Bir tabur bülbül tüner, dalların karargâhı;<br />

Uygun-adım ah û zar, ibret dolu ahvâli...<br />

İki iri yosundan biri genzine kaçar,<br />

Hapşırır dalgakıran, “çok yaşa” dilerim ben.<br />

Sonra yeşil gözlerin sevdada çığır açar;<br />

`”Ben de görürüm elbet” diyerek gülerim ben...<br />

Yedi renkli bir huzme can taşırken ovaya,<br />

Gökkuşağı dudağın kamaştırır aklımı.<br />

Kurşuni heybetiyle bir sis çöker havaya,<br />

Kirpiğim ifşa eder bütün gizli saklımı...<br />

Bir balıkçı teknesi dümen kırar rıhtıma<br />

Uskumru bileklerin güvertede gizlenir.<br />

Martılar hasret taşır şemsiyesiz bahtıma,<br />

Bu şehirde bir yağmur, bir sevilen özlenir...


BAŞKA YÜZÜ YOK AYRILIĞIN<br />

Rober AĞDERE<br />

yedi bahara küsen sarı laleler<br />

acının insana kattığı arabesk değerler<br />

tavan arasında gizlenen solgun resimler<br />

ve sonu mutsuz biten<br />

ilk sahibinden yaralı şiirler<br />

haydi koş<br />

seç maskelerden birini<br />

başka yüzü yok ayrılığın.<br />

<strong>31</strong><br />

ALNINDAN VURMASALARDI<br />

SEVDAYI<br />

Celal ŞAHBAZ<br />

Biz hesapsızca sevmiştik...<br />

Depremleri hesaba katmamıştık,<br />

Gelmedi aklımıza ...<br />

Masum bir sevgi yüzünden dağlar yıkılacak...<br />

Bu koca şehir iki deli yüreğe dar gelecek...<br />

Gelmezdi, dar gelmezdi elbet, sevdamıza bu alem<br />

Bıçkın dostların tırnağından kopsaydı.<br />

Onların karınlarını şişirmeseydi düştükleri ikilem.<br />

Yok mu? Hep onların bilmeleri...<br />

Aşk değil miydi onların sevmeleri?<br />

Bir de... ah bir de...<br />

Alnından vurmasalardı sevdayı<br />

Biz severken hesapsızca sevmiştik...<br />

Katmamıştık hesaba ayrılığı<br />

Yoktu bizdeki aşk’ın felsefesinde,<br />

Ayrılığa yüz verip, bir de vuslat özlemi çekmek...<br />

Noksan olmazdı, ellerimizde ellerimiz...<br />

Çekmezdik bakışlarımızı gözlerimizden<br />

Biz severdik aşkın bütün desenlerini,<br />

Bıraksalardı, biz sevdayı tek yürek yaşardık...<br />

Kana, kana...<br />

Kan kusana kadar içerdik...<br />

Açtık biz hoyratça sevmelerin hazzına<br />

Hiç kimse sevmemişti ki, bizi...<br />

Bizim sevdiğimiz kadar.<br />

Mahşere kadar sevecektik...<br />

Ah... alnından sevdayı vurmasalardı.<br />

Biz severken hesapsızca sevmiştik...<br />

Nedense herkes karışırdı sevdamıza<br />

Herkes konuşur olmuştu.<br />

Bir tek biz susardık...<br />

Bir tek biz...<br />

Oysa... biz haykırmalıydık...<br />

Biz konuşmalıydık...<br />

Sevdaya dair söylenecek her ne varsa<br />

Çünkü biz sevmiştik...<br />

Ezilmiştik bu sevdanın altında...<br />

Bir tek bize yakışırdı konuşmak<br />

Hep biz sustuk... onlar konuştu...<br />

Ayrıldık biz... onlar kavuştu...<br />

Alakasız susarken, içimiz kan kusardı.<br />

Belki onlar da anlardı, görebilselerdi içimizi<br />

Biz de istemezdik, öyle bedavaya<br />

Bu maksatla ölmeye hazırdık,<br />

Biz yine de severdik hesapsızca<br />

lakin...<br />

Alnından vurmasalardı sevdayı<br />

Ortanca


Emin Murat SAMA<br />

“İmalat-ı Harbiye Sanayi Mektebi”nin en hareketli, en<br />

başarılı “talebe”siydi 37 Necati.<br />

Nereden bilebilirdi ki Tophane sırtlarındaki mektebinin<br />

penceresinde, öylesine çizdiği bir “Cumhuriyet” vapuru<br />

resminin onun tüm yaşamını altüst edeceğini? Hem o,<br />

okulunun “modelaj” bölümünü, kendisinin keşfettiği Tanrı<br />

vergisi “resim istidatı” nedeniyle seçmişti. Resimle, edebiyatla;<br />

güzel sanatların hemen her dalıyla ilgilenir, hatta<br />

uğraşırdı.<br />

Kısım Zabiti Kolağası Enver Efendi, pırıl pırıl bir Mayıs<br />

sabahında aldırtmıştı odasına Necati’yi. Arkada, boğaz,<br />

her zamankinden daha muhteşem görünüyordu o gün.<br />

Devasa gemiler açıkta tam yol seyrediyor; irili ufaklı onlarca<br />

şilep, mavna ya da balıkçı teknesi de onların dümen<br />

suyunda zor da olsa ilerlemeye çalışıyordu.<br />

Gördüğü manzara karşısında büyülenmiş ama bu; küçük<br />

teknelerin, “transatlantik”lerin ancak dümen suyunda<br />

yol almaya çalışmaları, onun yine o sıra dışı düşüncelere<br />

dalmasına neden olmuştu.<br />

Ne kısım zabitini düşünebiliyordu ne de o odaya niçin<br />

alındığını. Esas duruşta da olsa neler sığdırmamıştı ki o sayılı<br />

birkaç dakika içine. O olsaydı, dümen suyuna “müvazi”<br />

değil, “amudi” giderdi sonuna kadar. Bu yüzden belki<br />

dümen sucuların dikkatini çeker, alabora olur, batar; boğazın<br />

muhteşemliğinde yok olurdu. Olsun! Ondan kimse<br />

“dümen sucu” diye söz edemezdi ya…<br />

“- 37 Necatiiii…” haykırışıyla irkildi birden, 37 Necati.<br />

Rüyadan yeni uyanmış gibiydi. Esas duruştaydı ve birden<br />

o tek kelime çıktı ağzından. “Dümen sucu!”<br />

Bir anlam veremedi Kolağası Enver Efendi buna. O da<br />

Ramili’ydi Necati gibi. Ve yaşadıkları Necati’ninkine çok<br />

benziyordu. Necati’nin “Zonguldak’ta şarapnel isabeti ile<br />

şehit” alay müftüsü Hacı Hafız Mehmet Murat Efendi’nin<br />

oğlu olduğunu biliyordu. Bu yüzden ona merhametle karışık<br />

bir saygı da duyuyordu. Ama, asker olduğu için olsa<br />

gerek, bunu hiç belli etmez, hatta diğer öğrencilere gösterebildiği<br />

“müsamaha”yı ona göstermezdi.<br />

“- Ne demek dümen sucu?” diye bağırdı Kolağası Enver<br />

Efendi hiddetle; “Ne demek, dümen sucu ne demek?”<br />

Zaten, “Fevkalâde mühim bir mevzu”yu konuşmak için<br />

aldırmıştı odasına Necati’yi daha “mütâlaa” başlamadan,<br />

sabahın köründe! Üstüne üstlük bir de bu “dümen sucu”<br />

lafı çıkmıştı ortaya. Çıldıracak gibiydi kolağası. Kendini<br />

kaybetmek üzereydi adeta! Bıraksalar anlatacaktı dümen<br />

suculuğu Necati, güzelce ama “ne mümkün”!<br />

Kolağası Enver Efendi yerinden kalktı. Kendinden emin<br />

ve ağır adımlarla masanın önüne geldi. Masanın üstündeki<br />

buruşturulmuş saman kâğıdını iki eliyle düzleyerek<br />

“- Bu haltı sen mi çizdin?” demesiyle birlikte bir tokat aşk<br />

etti Necati’nin suratına. Necati bunu hiç beklemiyordu.<br />

Dondu kaldı, hiçbir şey söyleyemedi… Yutkundu, ayakta<br />

durmakta zorlansa da esas duruşunu bozmadı, titreyen<br />

bir ses tonuyla,<br />

“- Evet efendim.” diyebildi.<br />

Kolağası Enver Efendi de etkilenmişti bu tablo karşısında.<br />

Ama yapabileceği bir şey yoktu, çünkü askerdi. Yine<br />

ağır ağır, bu kez, boğaza bakan bir pencerenin önüne ka-<br />

DÜMEN SUCU<br />

Ortanca 32<br />

dar yürüdü. Necati ile göz göze gelmekten çekinircesine,<br />

sırtı dönük.<br />

“- Hakkında ihbar var! Muzur düşüncelerini artık gizlemeye<br />

bile gerek görmüyorsun anlaşılan. Ve onlarca talebenin<br />

arasında hiç çekinmeden ‘Cumhuriyet’ vapurunu<br />

resmedebiliyorsun” diye asıl “fevkalade mühim mevzu”yu<br />

açtı. Necati biraz rahatlamıştı.<br />

“- Ben modelciyim, ilerde model yapabilmek için – fotoğraf<br />

makinem yok – çizdim.” Daha önce de Kalender’i,<br />

Gülcemal’i çizmiştim. diyecekti, diyemedi.<br />

Kolağası Enver konuştukça coşuyor, coştukça konuşuyor;<br />

tepiniyordu odasında.<br />

37 Necati artık hiçbir şey duymuyor, hiçbir şey düşünemiyordu.<br />

Esas duruşta, buzdan bir askeri öğrenci heykeliydi<br />

sanki. Bir ara, sadece “Nazım” kelimesi kulağına çarptı.<br />

Kendine geldi. Evet, ispiyonlanmıştı, Necati’nin Bursa’daki<br />

Nazım’la mektuplaştığı; hatta Karabaş Kahvehanesi’nin<br />

ocakçısı Osman Efendi’nin de bu işe karıştığı!<br />

Doğruydu bu, bir süredir mektuplaşıyordu Nazım’la,<br />

inkâr etmedi, 37 Necati bunu! Neden inkâr etsindi ki! O,<br />

kendisi gibi, dümen suyuna “müvazi”liği kabul etmeyen<br />

bir şairdi ve salt bu yüzden “hain –i vatan”dı, “kızıl”dı…<br />

37 Necati’nin mezuniyetine bir aydan daha az bir süre<br />

kalmıştı. Mahallelisi Kolağası Enver, bu hareketin “mektepten<br />

tart”ı gerektiren bir “cürm” olduğunu söylerken<br />

gözlerinde süzülen birkaç damla gözyaşını gizleyemedi.<br />

Her şeye karşın “vaziyeti idare ederek” bir aylık süreyi<br />

geçirtebileceğini ancak “bir daha tekerrür etmeyeceği”ne<br />

dair bir matbu pişmanlık dilekçesini imzalamasını istedi<br />

Necati’den. Birkaç dakika hiçbir şey konuşulmadı, kimse<br />

yerinden kımıldamadı. Sonra, Necati bir matbu dilekçeyi<br />

elinden çekti aldı kolağasının - esas duruşu da bozulmuştu<br />

artık -. Sanki kendi evindeymiş gibi rahat bir tavırla, kalemi<br />

mürekkep hokkasına daldırdı, mürekkebin fazlasını kurutma<br />

kağıdı ile aldı. Kolağası, şaşkınlık içinde merakla onu<br />

izliyor, hiçbir müdahalede bulunmuyordu.<br />

Necati rahat bir tavırla iskemleye oturdu. Elindeki<br />

matbu dilekçenin arka yüzüne, hat sanatına uygun harflerle<br />

özene bezene şu iki cümleyi yazdı.<br />

“Ben dümen sucu değilim. Ayrılıyorum. 37 M.Necati”.<br />

altını imzaladı. İzin istemeden ve asker selamı vermeden<br />

koşar adımlarla ayrıldı oradan.<br />

O günden sonra 37 Necati’nin İstanbul’da izine rastlanmadı.<br />

Yakınları onun kâh Erzurum Aziziye Tabyalarında<br />

top tekeri tamir ederek, kâh Karaköse’de “Şehit Tayyareciler”<br />

anıtına “mim ve nun” harfleriyle imzasını atarak yaşamını<br />

sürdürdüğünü söylerler.<br />

Son olarak, “amele” olarak TCDD’den emekli olduğu<br />

ve dümen sucu olmayacağına inandığı oğluna babasının<br />

adını, torununa da kendi adını koyarak hayata gözlerini<br />

yumduğu bilinir.<br />

Takım çantasının hiç akla gelmeyecek bir yerine özenle<br />

gizlediği Nazım’ın Mektupları da “has torun” dediği<br />

Necati’ye kaldı, 37 Necati’den yadigâr.<br />

(İmalat-ı Harbiye Sanayi Mektebi: Askerî Sanat Okulu)


ÖLÜNÜZ LÜTFEN<br />

Lokman KURUCU<br />

ölünüz lütfen<br />

!<br />

bir saatliğine dışarı çıkıyorum<br />

döndüğümde ölmüş olunuz lütfen<br />

sahip olduğum her şeyi kendinizle götürmüş olun<br />

bulabilirseniz<br />

kendinizi bulabilirseniz<br />

kendinizle götürün<br />

bir şey bırakmayın kendinizden<br />

siz sandığım her şeyden...<br />

!!<br />

kelimelerden sessizlikler yaratıyorum yıllarca<br />

yıllarca kızıl bir deniz ortasında<br />

siyah bir gemi içinde ben<br />

sağ elimi yakıyorum küle varmak için<br />

çünkü bir külle durur yaşamak bu kadar<br />

yalanken, donukken<br />

bir külle bırakır şiiri sağ elim<br />

ve ama yine de belkilerle beklediğimiz<br />

o muammaya akarken<br />

durur ve yazamadıklarını külle açıklar<br />

!!!<br />

ben bir saatliğine dışarı çıkıyorum bayan<br />

döndüğümde ölmüş olunuz lütfen<br />

bana verdiğiniz her şeyi kendinizle götürün<br />

sütünüzü, sütünüzdeki marifetli zehiri; kalabalığı, ölümü<br />

hani sayın bayan yaşamak için etlendirdiğiniz korkusunu<br />

kendinizle götürün<br />

bulabilirseniz<br />

bulabilirseniz<br />

!!!!<br />

sana yazamadığım için beni affet sevgilim<br />

ben bu aralar<br />

hayatımı yutacak kadar geniş ağızlı bu aralar<br />

çok ama çok kalabalığım<br />

o kadar ki<br />

batamıyorum artık kızıl denizimde<br />

ölemiyorum gözlerinde<br />

dirilemiyorum ellerinde<br />

dirilip yazamıyorum ölmenin<br />

gözlerinde ölmenin<br />

o muhteşem o haz dolu acısını<br />

sana yazamadığım için beni affet sevgilim<br />

affet çünkü dışarısı da çok kalabalık<br />

bu bir saat çok kalabalık<br />

33<br />

bu bir saat insanlarla dolu<br />

gözlerle<br />

kaldırımlarla<br />

kaldırım hayvanlarıyla<br />

hayat masallarıyla...<br />

o kadar kalabalık<br />

ve gerçekki<br />

sana yetişemiyor sağ elim...<br />

!!!!!<br />

ben bir saatten geri döndüm bayım<br />

neden buradasınız hâlâ<br />

neden bütün erkekliğinizle hem<br />

koca ellerinizle<br />

bağıran dişlerinizle<br />

meyhane kokan tükürüğünüzle<br />

karşımdasınız hâlâ<br />

neden ölmediniz bayım<br />

yok mu ölürken bağıracağınız biri<br />

döveceğiniz bir huri<br />

ya da azrailinizin yedeğinde<br />

yok mu çiğneyeceğiniz<br />

kanatacağınız bir deli<br />

sağ elim sevgili arıyor bayım<br />

neden ölmediniz daha<br />

!!!!!!!<br />

odamdaki masa merhaba<br />

merhaba kırtasiyeden çaldığım kadife kaplı defter<br />

merhaba binlerce düşün ırzına geçtiği<br />

bin izlere gebe hamile kadın<br />

kalemim<br />

burdasın hâlâ...<br />

ben bir saatten geri döndüm<br />

sağ elimle döndüm<br />

ama ses, bu ses<br />

- abiiii...<br />

- oğlum yine mi şiir...<br />

ah ulen<br />

dön şimdi kızılından<br />

siyah gemi<br />

Ortanca


Şekip YURTTAŞER<br />

Ortaklaşa bir iş yerini çalıştırıyorlardı, işleri gayet iyi gidiyordu.<br />

Çünkü ortaklıkta esas olan dürüstlük ve karşılıklı<br />

güven işlerini kolaylaştırıyordu. Ve bu iş birlikteliği içinde,<br />

uzun yıllar çalıştılar.<br />

Günlerden bir gün ortaklardan biri, dışarıdaki işini gördükten<br />

sonra iş yerine döndüğünde ortağını düşünceli ve<br />

biraz da üzgün halde buldu:<br />

“Hayrola ortak, ben yokken ne oldu? Niye böyle düşüncelisin?”<br />

Diye sordu.<br />

Diğeri cevap verdi:<br />

“Gel otur, sana bir iki sorum olacak.”<br />

“Hayrola, sor bakalım.”<br />

“Benim işe gelmediğim herhangi bir günde benden<br />

habersizce ne dolaplar çevirdin? Anlat bakayım.”<br />

Diğeri şaşırdı ve:<br />

“Ortak, kesinlikle senden habersiz hiçbir şey yapmadım.”<br />

Dedi.<br />

“Hayır, efendim iyi düşün bakayım.”<br />

Diğeri uzun uzun düşündü ve sonra yüzü kızarmış şekilde<br />

başını öne eğerek alçak sesle cevap verdi:<br />

“Evet, şimdi anımsadım. Senin, iş gezisinde olduğun<br />

bir günde, bana kelepir sayılabilecek bir mal gelmişti. Onu<br />

ikimizin adına satın aldım. Aldıktan hemen sonra bu mala,<br />

istekli ve oldukça yağlı diye tabir edilen bir müşteri çıkıverdi.<br />

Ben de bunu, sattım. Hatta iyi bir kâr bırakmıştı. İşin<br />

doğrusu, şeytana uydum ve bundan sana bahsetmedim.<br />

Senden özür dilerim. Ama senden rica ediyorum, bu olayı<br />

kimlerden duyduğunu bana da anlatır mısın?..”<br />

Mağdur olan ortak, acı acı gülümseyerek:<br />

“Boş ver! Zaten hiç bir önemi de kalmadı artık.” Dedi.<br />

Diğeri adeta yalvararak:<br />

“N’olursun anlat artık! Beni daha fazla çatlatma da anlatıver<br />

şunu.”<br />

TERS ÇALIŞAN KARINCALAR<br />

Ortanca 34<br />

“Peki! O zaman” Diyerek yerinde doğruldu, hiç gereği<br />

yokken hafifçe öksürerek anlatmaya devam etti:<br />

“Bugün senin olmadığın saatlerde işyerimizde tek başıma<br />

otururken garip bir olay dikkatimi çekti. Baktım ki,<br />

her zaman doğal olarak dışarıdan yuvalarına yiyecek taşıyan<br />

karıncalar, bu sefer anormal bir biçimde ters çalışarak,<br />

yani anlayacağın, yuvalarından dışarıya doğru yem taşıyorlardı.<br />

İnanılması güç bu olay, beni, derin derin düşündürdü.<br />

Bütün bu olanların, benim için bir işaret ve anlamlı<br />

bir mesaj olabileceği kanaatine vardım. Çokça düşündüm<br />

ve en sonunda senden şüphelenmeye başladım. Gel gör<br />

ki, bu şüphelerim doğru çıktı.”<br />

Diğer ortak, gayet üzgün bir şekilde:<br />

“Evet, işte böyle sayın ortağım, işin doğrusu bir kere<br />

hata yaptım. Senden özür diliyorum ve o gün senin haberin<br />

olmaksızın kazandığım paradan payına düşeni de<br />

vereceğim.” Dedi<br />

Fakat mağdur ortak, bu ortaklığın bir anlamı kalmadığı<br />

kanısına vardığı için, bu ortaklığa son vermek niyetindeydi.<br />

Onun için gayet kararlılıkla şöyle dedi:<br />

“Hayır, ben para filan istemem! Hem ben, sana kırgın<br />

da değilim. Madem ki bu işe bir hile karıştı inancım odur<br />

ki bu işte, her ikimiz açısından da hayır kalmamıştır ve<br />

ben şahsen, bundan sonra da muvaffak olabileceğimize<br />

kesinlikle inanmıyorum. Bunun için ayrılalım. Ortaklığımız<br />

buraya kadarmış.”<br />

Sonra ekledi: “Sakın ısrar etme! Benim, sözümden<br />

dönmeyeceğimi sen gayet iyi bilirsin.”<br />

Yıllarca birlikte ortak olarak çalışmış ve muvaffak olmuş<br />

bu iki insan, uygarca bir şekilde el sıkışıp ayrıldılar.<br />

Kim bilir? Belki de bu, yaptıkları en hayırlıca ikinci işleriydi.


GERÇEK OZAN<br />

Yanık Ahmet ŞAHİNOĞLU<br />

Gerçek ozan kimdir diye sorarsan<br />

Çağına tanıklık eden kişidir<br />

Sorduğun soruya cevap ararsan<br />

Toplumun önünde giden kişidir.<br />

Bedeniyle esir, fikriyle hürdür<br />

Zalımlara düşman, mazluma yârdır<br />

Her şeyin üstünde misyonu vardır<br />

Barış gülü açan fidan kişidir.<br />

Hümanisttir insanları ayırmaz<br />

Objektiftir kimisini kayırmaz<br />

Yanık Ahmet gibi boşa bağırmaz<br />

Evvela kendini güden kişidir.<br />

GİYİNİK GÜNAHKÂR<br />

Arzu Buse ERARSLAN<br />

Hırçın dumanlar savuruyor nefesim<br />

Giyinik bir gecenin günahına hapsettiğim yüreğim kan kusuyor<br />

Kurumuş bir gülün yaprağı ilençlere boyuyor gözlerimi<br />

Sen geliyorsun aklıma susuyorum<br />

Düşlerimi yaşattığım kalemin mürekkebi tükeniyor bir anda<br />

Ellerimde karanfilin kan tadı var<br />

Ayaklarım yersiz yalpalayışların nasırını tutuyor<br />

Sen düşüyorsun gönlüme uslanıyorum<br />

Sinsi bir ilk dokunuşun esaretindeki bedenim kavruluyor<br />

Bencil bir saatin kurbanı oluyor bütün düşlerim<br />

Tutarsız bir seslenişin yasını tutuyor kirpiklerim<br />

Sen bakıyorsun gözüme ıslanıyorum<br />

35<br />

ÖDÜLLÜ CAMBAZ<br />

Derya TOSUN YILMAZ<br />

Teknesinde saman beklesin damı<br />

Basiret yoncalı modüllü cambaz<br />

Geviş getirmek tüm yolu yordamı<br />

Ne sağda ne solda ödüllü cambaz<br />

Menfaati nerde oraya koşar<br />

Hele alkışlansın coştukça coşar<br />

Gaflet uykusunda zavallı beşer<br />

Ne sağda ne solda ödüllü cambaz<br />

Falanca kişiyi çok yakın tanır<br />

Hamili yakını işe atanır<br />

Yalakalık yapar büste tutunur<br />

Ne sağda ne solda ödüllü cambaz<br />

Hem dindar geçinir gizliden içer<br />

Karşı düşünene kefeni biçer<br />

Bir tutam ot görse kendinden geçer<br />

Ne sağda ne solda ödüllü cambaz<br />

Devletin malını hortumla yutar<br />

Haramı bilse de malına katar<br />

Belgeli suçuyla çamura yatar<br />

Ne sağda ne solda ödüllü cambaz<br />

YULARLI EŞEK<br />

Gürsel ŞAHİNOĞLU<br />

Özgür olmayan yularlı eşek<br />

Sahibi nereye çekerse gidermiş<br />

Sırtında aba yok altında döşek<br />

Dağ dere dolaşıp koyun güdermiş<br />

Yükü ağırdır sırtında semer<br />

Kulağı yağırlı boynunda kemer<br />

Yem göremez atın artığını yer<br />

Kışın verdikleri borcu ödermiş<br />

Saman nasibidir göremez yemi<br />

İleri gidemez çekerler gemi<br />

Güler yüzü olmaz çeker matemi<br />

Her gelen günü dünden betermiş<br />

Ortanca


Müşerref ÖZDAŞ<br />

Lale içimizden biri. Yurdundan uzak ama yurdunun<br />

topraklarında yaşayanlardan çok daha yurduna bağlı, gelişmeleri<br />

takip eden, hassas bir kadın. O bir yurdum insanı,<br />

bu vatanın bağrında büyümüş, İstanbul aşığı, vatan<br />

aşığı bir kadın. Ne diyor bu kadın? Diyor ki: “15’ime Askeri<br />

darbe ile girdim, 45’ime ise şeraitçi darbe ile mi?’’<br />

Bunu neden söyler bir kadın? Üstelik yaşamında her<br />

türlü kültürü görmüş tanımış, atalarının Müslümanlığı<br />

ile de gurur duyan, gönlünde Allah sevgisi ile büyümüş,<br />

yaşamına Müslümanlığın en güzel yanlarını katabilmiş, pırıl<br />

pırıl kız evlatlar yetiştirmiş, Alman toplumunun içinde<br />

Türk’lüğünü unutmamış, unutturmamış, evlerinde namaz<br />

kılınan, oruç tutulan bir yurdum insanı var karşınızda.<br />

Böyle bir kadındır yukarıdaki sözlerin sahibi Lale. Oğlu olsaydı<br />

da çakı gibi bir asker olarak görmek isterdi, eminim.<br />

Bir düşünün, binlerce yurdum insanının çıkmayan, çıkartılmayan,<br />

susturulan sesidir Lale. Bu sese kulak verin…<br />

Nereye doğru gidiyoruz? Bir gün uyandığımızda bizi ne<br />

bekliyor olacak? Felaket tellallığı olarak düşünmeyin bu<br />

söylenenleri. Şanlı bayrağımıza rengini veren şehitlerimizin<br />

kanı üzerine kuruldu bu Cumhuriyet. Elbette geleceği<br />

de hepimiz gibi en çok da onu ilgilendiriyor. Düşünen ve<br />

düşüncelerini yüksek sesle söyleyebilme cesaretinde olan<br />

bu kadın ya haklı ise? Sadece düşünün…<br />

Evet, yeniden düşünelim şimdi. Hafızamızı tazeleyelim.<br />

Yıllar öncesine dönelim. Son günlerin Türkiye’sinde<br />

sık tartışılan bir konu olan ‘’Darbe mi Şeriat mı?” Sorusuna<br />

benzer bir sorunun İran’ın gündeminde olduğu sanırım<br />

hatırlanacaktır. İran’ın İslam devrimi öncesi ve sonrası<br />

günleri incelendiğinde, tanıklara başvurulduğunda neler<br />

karşımıza çıkacak acaba?<br />

İşte size birkaç örnek:<br />

Şah’ın devrilmesinde aktif görev yapmış olan bir gazeteci<br />

- yazar diyor ki: “Şah devrildikten sonra mollaların<br />

camiye geri dönecekleri sanılıyordu ama öyle olmadı. Yeryüzünde<br />

vaat edilen cennet bize sunulmadı. ‘Demokrasi<br />

gelecek, kimse fikirleri ve siyasal görüşleri yüzünden tu-<br />

SEZGİLER<br />

Ortanca 36<br />

tuklanmayacak, işkence yapılmayacak, kadınlara eşit haklar<br />

verilecek, giyim serbest olacaktı’. Gözümüzün önünde<br />

bir bir yaşanan olayları dikkate almadık, birkaç kendini<br />

bilmezin işi deyip geçtik. Derken kadın ve erkeklerin yan<br />

yana yüzemeyecekleri; okullarda aynı sınıflarda olamayacakları;<br />

birlikte spor yapamayacakları gibi gerici kararlar<br />

ardı ardına alınmaya başlandı.<br />

Hepsi bu kadar mı? Değil! Ardından bir gün örtünme<br />

zorunluluğu getirilerek bunun üzerine üniversitelerde çatışmalar<br />

gözlenmeye başladı. Peçesiz, başörtüsüz sokağa<br />

çıkan kadınlar artık açıkça, gözümüzün önünde dövülüyordu.<br />

Bazı kadınların yüzüne kezzap atılıyordu… Biz hâlâ<br />

olayın ciddiyetini kavrayamamıştık ve umursamıyorduk.<br />

Kitapevi yağmalanmaları, gazete bayilerinin ateşe verilmesi,<br />

eşcinsel ve fahişelerin idam edilmeleri, bazı kadın<br />

spikerlerin televizyonlardan kovulması, bazı müzik türlerinin<br />

ve alkolün yasaklanması, kızların evlenme yaşının<br />

18’den 13’e düşürülmesi, parfüm, ruj, saç boyası, mücevher<br />

gibi bazı ürünlerin yurda girişinin yasaklanması, mağazaların<br />

vitrinlerine kadın iç çamaşırlarının koyulmasının<br />

yasaklanması, kamu dairelerinde kadın memurlara getirilen<br />

tesettüre girme emri…<br />

Durmadan arkası geliyordu ve biz hâlâ olayın ciddiyetini<br />

kavrayamamış, yaşananların gelip geçici sancılar<br />

olmadığını anlayamamıştık… Bir süre sonra her görüşün<br />

rahatça örgütleneceği bir demokrasiden, özgürlükten<br />

bahsederken, şimdi tüm solcu, milliyetçi ve liberalleri İslam<br />

düşmanı ilan etmişlerdi… Dediler ki: ‘Referanduma<br />

götürelim. İslam Cumhuriyetini isteyip istemediklerini<br />

halka soralım.’ Ve yapıldı. Çıkan sonuç Mollaların istediğiydi.<br />

Evet diye oy verenler de artık seslerini çıkaramaz<br />

oldular olup bitenlere, buna izin verilmez oldu… Nerede<br />

kaldı Cumhuriyet?<br />

Ne mi yapabildiler, bu değişimlere bir süre önce destek<br />

vermiş ve artık korkan kesim? Kaçtılar. Kaçtık. Canlarımızı<br />

kurtarmak için yurtdışına kaçtık.”


ÇÖZ ÇÖZEBİLİRSEN<br />

Ali BOZDAĞ<br />

Düştüm bir büyük ateş çemberine<br />

Zalimler oturdu mazlum yerine<br />

Sessiz çığlığım indikçe derine<br />

Feryadımı yaz, yazabilirsen<br />

Yalanlar sermaye olunca dile<br />

Tavuğa hak okuyor tilki bile<br />

Karıncalar emir verirken file<br />

Dalkavukluğu çöz, çözebilirsen<br />

İnsan kötülükte yarıştı şimdi<br />

Nefis ile şeytan barıştı şimdi<br />

Helal ile haram karıştı şimdi<br />

Zehiri baldan süz, süzebilirsen<br />

Aç kurtlar tezgâhı kurmuş harama<br />

Yetimin hakkını onda arama<br />

İnsan diye bir sıfatı var ama<br />

Adam deyip de kız, kızabilirsen<br />

Maskenin altında yüzler boyalı<br />

Tüm işleri menfaate dayalı<br />

Kulaklar yalana doydu doyalı<br />

Üçkâğıtçıyı sez, sezebilirsen<br />

37<br />

YAZIKTIR!<br />

Deniz ŞAHİNOĞLU<br />

Bu kafayla tosbağana güvenip<br />

Tavşan ile yola çıkma yazık ya!<br />

Yarısı çürümüş dişle gevinip<br />

Çabucak dökülür sıkma yazıktır!<br />

Elliden sonrası ergen alınmaz<br />

Sana işve ile gülüp salınmaz<br />

Her düdüğe para verip çalınmaz<br />

Zurna ile peşrev çekme yazıktır!<br />

Koca boğa gitmez taze düveye<br />

Çekil gayri mekân eyle söveye<br />

İnat olur ısrar etme deveye<br />

Hendek aşmaz boşa çekme yazıktır!<br />

Yıkık olur eski köyün kuyusu<br />

Gece artar su dökmenin sayısı<br />

Fayda vermez hacı hoca büyüsü<br />

Üfürüklü muska takma yazıktır!<br />

Çabuk iner patlak teker havası<br />

Tez dökülür çürük toprak sıvası<br />

Öpülmüş yanağın varsa davası<br />

Kurşunu kendine sıkma yazıktır!<br />

Koca köpek yorgun gider davara<br />

Gölgesinde dil çıkarır duvara<br />

Gece boğuşunda kalır avara<br />

Kuyruğu havaya dikme yazıktır!<br />

Her erkeğin elbet vardır yüreği<br />

Çadırı ayakta tutar direği<br />

Elli yıllık eski tahta küreği<br />

Ateş tandırına sokma yazıktır!<br />

Bir dozluk hap ile sertlik bozulur<br />

Kara kışta donlar erken çözülür<br />

O zaman gör nazlı nazlı süzülür<br />

Deniz der devam et bıkma yazıktır!<br />

Ellisinden sonra ikinci evliliğini yapmaya karar veren<br />

zatı muhterem, törelerinin de uygun gördüğü usulde, başlık<br />

parasını bastırıp; kendisinin yarısı yaşında bir eş alır.<br />

İlk zamanlar her şey iyi hoş sanılırken, çiçeği burnunda,<br />

bahar dalı taze gelinin şikâyetleri artmaya ve aile büyüklerine<br />

yansımaya başlar.<br />

Şiirin kahramanında yaş farkının verdiği eksiklik ve eşine<br />

yetmeme konusu gün be gün artar ve şiire konu olan<br />

mutluluk reçeteleri de fayda vermez ve çatırdayan evlilik<br />

son bulur.<br />

Bu benim için de kaçırılmayacak malzeme oldu. Ortaya<br />

bu şiir çıktı. İster düşünün, ister gülün.<br />

Ortanca


HACI BEKTAŞ-I VELİ<br />

Coşkun MUTLU<br />

Güneş olup parladın karanlık dünyamıza,<br />

Aydınlığınla doldum ey Hacı Bektaş Veli!<br />

Uykumuzda suretin girince rüyamıza,<br />

Yüce sevginden aldım ey Hacı Bektaş Veli!<br />

Erenlerin safında durun aynül cemine,<br />

Yârenler dergâhında Allah Allah diyene,<br />

Çağırsan vuslat günü koşar gelirim yine,<br />

Sayende kini yoldum ey Hacı Bektaş Veli!<br />

Horasan illerinden uçarak geldin bize,<br />

Ya Muhammed! Ya Ali! Diye başladın söze,<br />

Yolundan sapanları davet ederken ize,<br />

Huzuru senle buldum ey Hacı Bektaş Veli!<br />

Gelip yerleştiğin yer Sulucakarahöyük,<br />

Yesevi’nin izinde düşüncelerin büyük,<br />

Yaydığın ışığınla kalplerden inerken yük,<br />

Yaşlı gözümü sildim ey Hacı Bektaş Veli!<br />

Çaresiz kullar gelir kapına medet diye,<br />

Rabbin bize verdiği sen en büyük hediye,<br />

Yolunda kurban olsun canım yüce Hüdaya,<br />

Sözünü hikmet bildim ey Hacı Bektaş Veli!<br />

Bir güvercin donunda kondun Anadolu’ya,<br />

Mazlumların yanında karşı durdun doluya,<br />

Öğretini yazarken gönlünden akan suya,<br />

Kıblegâhına geldim ey Hacı Bektaş Veli!<br />

Hocan Lokman Perende demiş sana ya Hünkâr!<br />

Felsefenle çoğaldı insanlarda hayâ, ar,<br />

Düşüncenin izinde yaşadığım her gün kâr,<br />

Olup yoluna daldım ey Hacı Bektaş Veli!<br />

Dilime sahip olup hiç kimseyi kırmadım,<br />

Hakikat karşısında yalan sözle durmadım,<br />

Gerçekleri ararken cahillere sormadım,<br />

Düşünüp sözü aldım ey Hacı Bektaş Veli!<br />

Sona erer zalimin dünyada saltanatı,<br />

Zorbaların üstüne sürülür ilmin atı,<br />

Bize ışık verenin örnek olur hayatı,<br />

Kini, nefreti saldım ey Hacı Bektaş Veli!<br />

Onurlu durur yoksul daima karnı toktan,<br />

Yeryüzünde hiçbir şey var olmadı ki yoktan,<br />

Yüce Pir’in izinde ayrılman sakın Haktan,<br />

Dost sofrasında güldüm ey Hacı Bektaş Veli!<br />

Ortanca 38<br />

USANMADIN AH GÖNÜL<br />

Serap ŞEN<br />

Karlar yağdı başına, için için köz oldun<br />

Ateşlere atıldın, aldırmadın buz oldun<br />

Kuruttular toprağın, kaynayan bir göz oldun<br />

Uslanmadın ah gönül, yine coştun çağladın<br />

Aşk ateşine düştün, yüreğini dağladın<br />

Geceleri sabaha, uğurladı gözyaşın<br />

Feryadın düğümlendi, durmadı hiç savaşın<br />

Yorulmadı katlandı, onurlu dimdik başın<br />

Uslanmadın ah gönül, yine coştun çağladın<br />

Gurur saydın kendine, görünmezde ağladın<br />

Hep vuslatı aradın, umuda yelken açtın<br />

Küçücük yüreğinle, sen sevgiye muhtaçtın<br />

Ne zaman ki yaklaştın, o zaman korkup kaçtın<br />

Uslanmadın ah gönül, yine coştun çağladın<br />

Vefasız bir sevdaya, gittin gönül bağladın


TÜRKÇENİN NAKIŞI CİNAS<br />

Cinas ustası Ekrem YALBUZ<br />

Ekrem Yalbuz hakkında:<br />

1947 yılında Ardahan’ın Hanak ilçesinde doğdu. İlkokulu<br />

Hanak’ta okudu. Kazım Karabekir ilköğretim okulundan<br />

1965 yılında mezun oldu. Yurdun çeşitli yerlerinde<br />

öğretmen ve idareci olarak görev yaptı. 1988 yılında<br />

Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi Eğitim Önlisans<br />

programını tamamladı. İzmir’de öğretmen iken Milli<br />

Eğitim Bakanlığının açtığı sınavları kazanarak 1990-1996<br />

yılları arasında 6 yıl Almanya’da öğretmenlik yaptı. Halen<br />

emekli olup, Sakarya il merkezinde ikamet etmektedir.<br />

Şiirlerini âşıklık geleneği ile yazan Ekrem Yalbuz, eserlerinde<br />

öğretmen kökenli yazar ve şairlere has yurt sevgisi,<br />

birlik ruhu, toplum olarak yükselme ideali yoğun olarak<br />

işlenmiştir. Şair için toplumsal yozlaşma, çürüme, medya<br />

aracılığıyla empoze edilmeye çalışılan televole kültürü<br />

başlıca üzüntü kaynağıdır. Bu olumsuzluklara, gizli açık yürütülen<br />

kültür emperyalizmine karşı toplumu uyarma görevini,<br />

yazdığı “hicivlerle”, “özdeyişlerle”, “beyitlerle”, yerine<br />

getirmektedir. Ulusal kültürün korunup geliştirilmesi<br />

yönündeki çalışmalarının yanı sıra yerel kültür, özellikle de<br />

Hanak kültürünün yaşatılıp yeni nesillere aktarılması konusunda<br />

özenle durmaktadır. Yaşanan şehirleşme olgusu<br />

ve teknik gelişmeler sonucu toplumsal yaşamımızdan silinen<br />

gelenek-görenekler, örf ve adetler onun için üzüntü<br />

kaynağıdır. Şair, milletler sofrasına, Hanak’a has “yeşil soğan<br />

ve ekmek”le oturarak bize kendimizden, kültürümüzden<br />

utanmamayı öğretmiş, yerelle evrenseli buluşturmuştur.<br />

Çevresindeki bütün doğal ve sosyal olayları, kendi<br />

dünyasında yoğun olarak hisseder, yaşar ve şair ruhuyla<br />

yorumlar. Onun genelde; vatan, özelde; Hanak sevgisi eşsiz<br />

derinliktedir. Bu sevgi yoğunluğuyla;<br />

“Dedi: Gitme Hanak soğuk donarsın<br />

Dedim: Bu aşk sen de olsa yanarsın”<br />

Sözleriyle başlayan veciz şiirini yazmıştır.<br />

Ekrem Yalbuz, sadece bu şiiri ile bile ölümsüz şairler<br />

arasındaki seçkin yerini almayı fazlasıyla hak etmiştir.<br />

Âşık tarzı şiirlerinde ve atışmalarda Âşık Cinasî mahlasını<br />

kullanan Ekrem Yalbuz’un cinas sanatına özel bir ilgisi ve<br />

birikimi vardır. İnternet üzerinde pek çok genç şaire cinas<br />

sanatını öğretmiş ve sevdirmiştir.<br />

Basılı Kitapları:<br />

1-Hanak/ Folklor Araştırması (1988.İzmir)<br />

2-Türkçenin Nakışı CİNAS (3.Baskı, 2008, Gonca Yayınevi.<br />

İst.)<br />

Ekrem YALBUZ (Âşık Cinasî) ‘a ait bir kaç cinaslı örnek:<br />

39<br />

BİR İNCİDİR<br />

Âlimlerin her sözü, kelâmda birincidir<br />

Ariflerin her sözü, gönülde bir incidir.<br />

Dilin yoktur kemiği, lâkin çok kemik kırar<br />

Cahilin her bir sözü, bir okşar bir incidir.<br />

CİNASLI BEYİTLER<br />

Akıl ermez her fendine kadının,<br />

Güven olmaz hükmüne her kadı’nın.<br />

Aptala öğrettim kazı kazmayı,<br />

Kafama indirdi koca kazmayı.<br />

Arasın çöllerde Yusuf’u, yedi kardeşi<br />

Haset mi yuttu, yoksa kurt mu yedi kardeşi.<br />

Arıyorsan geçmişini ya oku, ya bana sor,<br />

Atıyorsan geçmişine koş hemen yabana sor.<br />

Ben yalvardım oku bana,<br />

Sen yağdırdın ok’u bana.<br />

Beş kuruşa satıyorum gelin alın terimi,<br />

Bakın görün gözyaşı mı temiz, alın teri mi.<br />

Bulutlar göğe çıkar, yağmur başlar yağmaya,<br />

Bulutlar yere iner, kurtlar başlar yağmaya.<br />

Çatlasa da yolda bırakmaz at, sadakat onda var,<br />

Er meydana çıkınca, bir tek nala değmez on davar.<br />

Çok barsak deler dirgenle oynayan,<br />

Debbet’ül arz’dır bir gen’le oynayan.<br />

Dedi; adımı yaktın mı budağa,<br />

Dedim; bir kere baktın mı bu dağa.<br />

Dedi; efkârım sel oldu, yatağından taşıyor,<br />

Dedim; dertlerim oğul verdi, yedi kervan taşıyor.<br />

Dedi; güzel köy kilimi, köyde dokunmak ister,<br />

Dedim; bu göz, o güzele köyde dokunmak ister.<br />

Dedi; indirsem duvağı, beni yok sanar mısın,<br />

Dedim; duvağı boyadı tenin, yoksa nar mısın.<br />

Dedi; sellerin dağdan akışını gördün mü,<br />

Dedim; karların dağda nakışını gördün mü.<br />

Ortanca


AYAKLI KOŞMA<br />

Rasim KÖROĞLU<br />

Bu ne hal başımda elli yaşımda<br />

Bir güzel düşümde gezer eğlenir<br />

________________tozar eğlenir<br />

İçimde dışımda her an peşimde<br />

yaramı döşümde ezer eğlenir<br />

______________üzer eğlenir<br />

Oku destanımı gör isyanımı<br />

Kül etti han’ımı yaktı canımı<br />

Kesti dermanımı döktü kanımı<br />

Ölüm fermanımı yazar eğlenir<br />

______________çizer eğlenir<br />

Yara aldım oktan Rasim der ki çoktan<br />

Ölürüm firaktan yari meraktan<br />

Çıkar da konaktan geçer ıraktan<br />

Halimi uzaktan süzer eğlenir<br />

_____________sezer eğlenir<br />

MUSAMMAT KOŞMA<br />

Fevziyem ben sana hep yana yana<br />

Boynumu bir yana büktüm ağladım<br />

Ölüm var her cana düşmem isyana<br />

Derdimi Rahman’a döktüm ağladım<br />

Güven yok dünyaya benzer rüyaya<br />

Temelsiz binaya boş bir hülyaya<br />

El açıp Mevla’ya durdum duaya<br />

Sel olup deryaya aktım ağladım<br />

Rasim bir fukara düştü efkâra<br />

Kapanmaz bu yara kim gelip sara<br />

Sis çöktü dağlara oldu kapkara<br />

Yattığın mezara baktım ağladım<br />

Ortanca 40<br />

BİTMEZ<br />

Füsun SUKA<br />

Yalanın gerçekle yarışı,<br />

Zamanın ömürle yarışı,<br />

İnsanın hayatla savaşı,<br />

Sevenin hasretle yarışı, bitmez!<br />

MEÇHULE GİDEN YOL<br />

Necati ÖZDENKOŞ<br />

Dur diyorum kendi kendime<br />

Nereye gidiyorsun şu uçsuz bucaksız çölde<br />

Yapayalnız yürüyorsun<br />

Dudaklarım kurumuş benzim sarı<br />

Belki hayalin belirir susuzluğumu unuturum<br />

Güneş tepelerden gülüyor<br />

Alay edercesine<br />

Sanki kumlara gömülüyorum<br />

Her adım atışta<br />

Bir an ölümün kucağında sanıyorum kendimi<br />

Bir toz bulutu kalkıyor tepelerden<br />

Bir sis gibi üzerime çöküyor<br />

İşte o zaman anlıyorum ölüme susadığımı.


AŞKIM RUMELİHİSARI<br />

Fuat ERİÇOK<br />

diktir ve dardır ezelî<br />

rumelihisarı sokakları dünyalar güzeli<br />

döne döne iner karşısında masmavi deniz<br />

erguvanlar erikler ıhlamurlarla bezeli<br />

kamaşır göz yanar geniz<br />

dönersiniz bir yeni apartman<br />

sade sıvalı duvar dümdüz<br />

pencere kalfa zevki yırtık görgüsüz<br />

dönersiniz cumbalı çıkmalı bir eski ahşap güzeli<br />

dönersiniz çınarlar arasında alabildiğine deniz<br />

eski yollar kambur kumbur arnavut kaldırımı<br />

şimdi kirli suratlı asfalt<br />

sevimsiz mi sevimsiz<br />

iniyorum<br />

solda mezarlık sokak denize konuş<br />

sağa kıvrıldın mı büyük yokuş<br />

önümde kadim surp santuht ermeni kilisesi<br />

bahçesinde boğaz leb - i derya<br />

ağaçlar kediler ve bir dolu kuş<br />

tahta kanepede hayganuş teyze ile madam surpik oturmuş<br />

ve ilerde şair nigâr okulunda çocukların neşeli sesi<br />

yeni oluşmuş yeni okumuş<br />

dümdüz denize iner yokuş<br />

asudeliğin yerinde egzozlu yeller eser<br />

arabalar kamyonlar itiş kakış<br />

ne madam kayani’nin kocası topumuzu keser<br />

ne ohannes ustanın küçücük ayakkabıcı dükkanı<br />

ne yoğurtcu hasan<br />

ne tenekeli eşekleriyle sucu şabettin gezer<br />

iki taraf eskiden bozma yüksek yapı<br />

elbette çoğu artık yabancı kapı<br />

ne arkadaşımın haminnesi hacer teyze kahve içer<br />

ne abimin arkadaşı sabri abi balkondan balkona<br />

tenekeci hristo ve balıkçı kirkor’la gırgır geçer<br />

ne madam efemiya’nın işveli kızı zoyiçe<br />

terzi yorgo’ya uğramış kendine entari biçer<br />

ellili yıllarda başlayan çirkin kalkışmada yıkıldı surlar<br />

ne ermeniler kaldı ne rumlar<br />

kaybolup gitti beş yüz yıllık şehrin şaheser insan mozaiği<br />

asıl işte o zaman kültür başkenti yapacak en değerli unsurlar<br />

ne o dostluk kaldı dededen toruna<br />

ne hayrı dokundu türküne ermenisine rumuna<br />

yerlerde süründü hilal ve haç<br />

bir 6 - 7 eylül yaşadık ki rezilane safi utanç<br />

kapkara bir leke insanlık ve ülke onuruna<br />

ve bu ayıp hâlâ tamire muhtaç<br />

41<br />

iniyorum yokuştan<br />

peşimde mahallenin dost köpekleri<br />

ve yine tanıdık birkaç pisi<br />

anılar da geliyor peşimden teker teker<br />

karşımda gözümü acıtan boğazın parlak mavisi<br />

ki içinden devasa tankerler geçer<br />

kulak tırmalar birden acı bir düdük sesi<br />

sağda sultan mehmet’in taş kalesi<br />

solda hep poyraz üfüren yuşa tepesi<br />

sıralanmış elpençe güzel cariyeler misal<br />

kanlıca anadoluhisarı küçüksu kandilli<br />

dünyanın en büyük ve güzel tablosu<br />

yalılar fıstık çamları gizemli derin kayıkhaneler<br />

yaz başında erguvanlar kırmızı mor<br />

gelin gelin pırnaklı bembeyaz erikler<br />

kayık çekekleri arasında yosunları okşayan su<br />

kıyıda birkaç derme çatma balıkçı kahvesi<br />

ve yürürken sürekli değişmede resmin çerçevesi<br />

iki uçta iki tarihi cami arasında<br />

hisar’ın dar meyhaneler caddesi<br />

her evde mutlaka denizli bir pencere<br />

ve hepsinin yeni süsü<br />

metalik köprü görüntüsü<br />

eskiden kalma birkaç şirin cumba<br />

ve karanfiller ve cam güzelleri ve eski kadınlar<br />

hepsi sigara yakar ve düşünceli denize bakar<br />

gözlerinden kimbilir ne sisli görüntüler akar<br />

bir deniz köyüdür rumelihisarı<br />

karadeniz gümbürlenir kuzeyden<br />

marmaraya koşar nehir gibi yüzeyden<br />

yazları meltem meltem öpüp koklar<br />

kışın buz tipilerle tokatlar<br />

deli mi deli fırtına deli mi deli kar<br />

diktir hisar’ın yokuşları<br />

akşam yorgun insanlar ağır ağır çıkar<br />

ve her sabah dinlenmiş tazelenmiş<br />

Ortanca


DÜŞE-KALKA<br />

YOLLARDAYIM<br />

OZAN YESARİ<br />

Bendeki dert bende kalsın,<br />

Kul bilmezse Allah bilsin.<br />

Ne yapalım sağlık olsun,<br />

Gel gör ki ne hallerdeyim...<br />

Ben sahrada bir bedevi,<br />

Heybem dolu ev ödevi.<br />

Dost eyledim son görevi,<br />

Düşe-kalka yollardayım...<br />

Söyle zalım söyle niye?<br />

Yaşamadan öldüm niye?<br />

Yandım Leyla diye-diye<br />

Mecnun oldum çöllerdeyim...<br />

Ne dervişim, ne de veli,<br />

Söyletme gel deli-deli.<br />

Matemdeyim sen gideli,<br />

İki gözü sellerdeyim...<br />

Bu kaderim kör kaderi,<br />

Şaşırma hiç can Yesari.<br />

Yıkıldığım andan beri,<br />

O gün, bu gün dillerdeyim...<br />

ZEPEVENK<br />

AŞIK ERBÂBÎ<br />

Dünya ahvalinden haberi yoktur<br />

Sohbeti din ile açar zepevenk<br />

Komşusu aç iken kendisi toktur<br />

Sanki melek olmuş uçar zepevenk<br />

Karanlık işlerde zıplama ister<br />

Evine granit kaplama ister<br />

Dünya mektebinden diploma ister<br />

İnsanlık dersinden kaçar zepevenk<br />

Herkesin kabına çeşmesi akmaz<br />

Erkek sinekleri hareme sokmaz<br />

Fakir komşusunun yüzüne bakmaz<br />

Selamsız sabahsız geçer zepevenk<br />

Sanırsın Allah’la akde oturmuş<br />

Cennete giderken macun götürmüş<br />

Hûrîler’i dizip işi bitirmiş<br />

Şimdi gılmanları seçer zepevenk<br />

Aydınlığa düşman yobazın dölü<br />

Hû çekerken şişmiş ağzında dili<br />

Erbâbî, ülkede bunlardan dolu<br />

Durmadan zehrini saçar zepevenk<br />

Ortanca 42<br />

CAN SUYU<br />

Elif ÖZTÜRK<br />

Yüreğimi bir gül bahçesinin tam ortasına<br />

Burakıp gitmek isterdim<br />

Boynu bükük dikenleriyle kendini saran<br />

Kırmızı gülüm<br />

Omzuna emanet etmeyi düşledim<br />

Dikenleri içime batarken<br />

Canımı acıtması izledim<br />

Sevgimle avuçlarken kırmızı rüyayı<br />

Süslenmek istemiş ellerim sevdaya<br />

Parmaklarım tırnaklarım al rengine bezenmiş kendi can<br />

suyuyla<br />

Ten rengi sevdalısına benzemiş<br />

Batan dikenin acısı içine işlese<br />

Büyülü bir sevda var ya serde<br />

Toprağa salmak isterdim cansız bedenimi<br />

Sevdası için can siper eden kendini<br />

Olsun gülüne vermiş ya rengini<br />

Toprak örtsün bembeyaz kefeni<br />

Bedenim beslesin gülümün köklerini<br />

Dallanıp budaklansın büyütsün filizlerini<br />

Bir gün kocaman bir ağaç olsun filizleri<br />

Herkes bilsin nasıl sevdim seni!<br />

AHİRETTE İMAN SATAN<br />

GÖRDÜN MÜ?<br />

Abbas YURT<br />

Nedir bu çırpınış, nedir bu telaş,<br />

Dünyayı elinde tutan gördün mü?<br />

Herkeste bir hayal, herkeste bir düş,<br />

Ahirette iman satan gördün mü?<br />

Ne bu fırsatçılık, nedir bu talan,<br />

Herkeste bir hile, herkeste yalan,<br />

İnsan değil sanki bir yılan,<br />

Sen hiç yılanla yatan gördün mü?<br />

Her şey yok oluyor, hani insanlık,<br />

Zevk sefa içinde her şey bir anlık,<br />

Herkes oltaya takılan bir balık,<br />

Sen hiç balığı hesaba katan gördün mü?<br />

Her şeyin altında çıkar yatıyor,<br />

Kamara su almış, gemi batıyor,<br />

Değersiz kâğıda özün satıyor,<br />

Eliyle ateşi tutan gördün mü?<br />

Abbas der; kafanı boşuna yorma,<br />

Hayat bir yaşamdır, dünyada arma,<br />

Pislikten uzak dur, batağa girme,<br />

Çırpına çırpına batan gördün mü?


Cumhuriyet dönemi şairlerinden Dranas, 1909 yılında<br />

Sinop’un Salı köyünde dünyaya geldi. Ortaöğrenimini Ankara<br />

Erkek Lisesi’nde tamamladı. Lisedeki edebiyat öğretmenleri<br />

Faruk Nafiz Çamlıbel ve Ahmet Hamdi Tanpınar,<br />

şiir sevgisinin gelişmesinde etkili oldular. Liseyi bitirdikten<br />

sonra Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde çalıştı (1930-1935).<br />

Ankara Hukuk Fakültesi’ne iki yıl devam ettikten sonra<br />

İstanbul’a gitti, Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ne<br />

girdi ve buradan mezun oldu. Bu arada Güzel Sanatlar<br />

Akademisi’nde kütüphane memurluğu yaptı. Dolmabahçe<br />

Resim ve Heykel Müzesi’nde resim yardımcılığında bulundu.<br />

Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar,<br />

Kapanırdı daha gün batmadan kapılar.<br />

Bu, afyon ruhu gibi baygın mahalleden,<br />

Hayalimde tek çizgi bir sen kalmışsın, sen!<br />

Hülyasındaki geniş aydınlığa gülen<br />

Gözlerin, dişlerin ve ak pak gerdanınla<br />

Ne güzel komşumuzdun sen, Fahriye Abla!<br />

Eviniz kutu gibi küçücük bir evdi,<br />

Sarmaşıklarla balkonu örtük bir evdi;<br />

Güneşin batmasına yakın saatlerde<br />

Yıkanırdı gölgesi kuytu bir derede.<br />

Yaz, kış yeşil bir saksı ıtır pencerede;<br />

Bahçende akasyalar açardı baharla.<br />

Ne şirin komşumuzdun sen, Fahriye Abla!<br />

Ahmet Muhip Dranas<br />

(1909 - 1980)<br />

FAHRİYE ABLA<br />

43<br />

1938’de Ankara’ya döndü ve CHP Genel Merkezi’nde<br />

Halkevleri Kültür ve Sanat Yayınları’nı yönetti. Ağrı dolaylarında<br />

askerlik görevini yaptıktan sonra, Ankara’da Çocuk<br />

Esirgeme Kurumu Yayın Müdürü, sonra Kurum Başkanı<br />

(1957-1960), daha sonra da İş Bankası Yönetim Kurulu<br />

Üyesi oldu. Ayrıca, Devlet Tiyatrosu Edebî Kurul Başkanlığı,<br />

Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu üyeliği yaptı. Politikaya<br />

atılarak Zafer Gazetesi’nde yazılar yazdı. Birkaç kez DP’den<br />

milletvekili adayı olduysa da seçilemedi. Yayımlanan ilk<br />

şiiri, “Ankara Lisesi’nden Muhip Atalay” imzasıyla Milli<br />

Mecmua’da çıkan “Bir Kadına” adlı şiirdir (15 Eylül 1926).<br />

Hece şiirinin son kuşağı denilebilecek şairler arasında<br />

sayılan Ahmet Muhip Dranas, çağcıl Batı şiirine (Baudelaire,<br />

Verlaine) en yakın olan ve kendinden bir iki kuşak sonrası<br />

şairler üzerinde, az sayıda şiirle bile olsa, uzun süre<br />

etkili olan bir şairdir. O da hocası Tanpınar gibi az yazmış,<br />

seyrek yayımlamış, şiirlerini şiire başladıktan nerdeyse elli<br />

yıl sonra (1974) kitaplaştırmıştır. Gerek Fransız şiiri, gerekse<br />

kendinden önceki kuşaktan ustaları Ahmet Haşim ve<br />

Ahmet Hamdi Tanpınar’dan aldığı etkileri sanatına yedirerek<br />

özgün bir tarza ulaşmıştır. Hece ölçüsü sınırlarında<br />

kalarak ama durak ve vurgu yerlerini değiştirerek, gelenekselde<br />

çağdaşlığı yakalayan, çağrışım gücü yüksek; yurdu,<br />

insanı ve doğası ile barışık, alışılmadık deyiş örgüsüyle<br />

unutulmaz şiirler yazmıştır. Eserlerinde aşk, tabiat, ölüm,<br />

hatıralar gibi kavramlar sığ olmayan bir anlatımla ve düşündürücü<br />

boyutlar içinde verilmiştir.<br />

Sanatçı, 21 Haziran 1980 yılında Ankara’da hayata gözlerini<br />

yummuştur.<br />

Önce upuzun, sonra kesik saçın vardı;<br />

Tenin buğdaysı, boyun bir başak kadardı.<br />

İçini gıcıklardı bütün erkeklerin<br />

Altın bileziklerle dolu bileklerin.<br />

Açılırdı rüzgârda kısa eteklerin;<br />

Açık saçık şarkılar söylerdin en fazla.<br />

Ne çapkın komşumuzdun sen, Fahriye Abla!<br />

Gönül verdin derlerdi o delikanlıya,<br />

En sonunda varmışsın bir Erzincan’lıya.<br />

Bilmem şimdi hâlâ bu ilk kocanda mısın,<br />

Hâlâ dağları karlı Erzincan’da mısın?<br />

Bırak, geçmiş günleri gönlüm hatırlasın;<br />

Hatırada kalan şey değişmez zamanla,<br />

Ne vefalı komşumuzdun sen, Fahriye Abla!<br />

Ortanca


Serpil BAŞAK<br />

Kaç ömür tükenmiş Tanrım, kaç zaman geçmiş?.. Nuh<br />

Tufanı, yaramaz çocukların: “Öf, bu da oyun mu?..” dediğinden.<br />

Bir bozgun geçmiş buradan. Bir karşı yok oluş<br />

kök salmış. Adres burası, oyun alanı burası ama oyuncular<br />

yok. Bir bağ bozumu deminde her şey... Çocukluğumun<br />

dekorları, kasım ayında kuru yapraklar gibi savruluyor. Bir<br />

hüzün yağmurunda erimiş kerpiç damlarım. İğde ağaçlarım<br />

artık iğdesiz; yarı kuru, biraz yıkık… epeyce yaşlı ve<br />

yorgun alabildiğine.<br />

Bir acı içimde gölleniyor. Bir matkap uğultusu kulaklarımda...<br />

Hani, tavan arasına en sevdiğin oyuncağını<br />

saklamışsındır da, unutmuşsundur. Aradan zaman geçmiş<br />

ve anımsayıvermişsindir. Sevinçle koşarsın, almak için. Sevincin<br />

kursağında kalır; ağlarsın, üzülürsün. Bakakalırsın<br />

oyuncağa ama dokunamazsın, yeniden onunla oynayamazsın.<br />

Çünkü artık senin oyuncağın olmaktan çıkmış,<br />

fare yemi olmuştur.<br />

Tanrım! On beş yıl mı olmuş? On beş yıl, böyle mi eskitir,<br />

insanın çocukluk memleketini? Hani, kimliklerimizde<br />

“doğum yeri, ili, ilçesi” sorularını yanıtlayan yer. Bu kadar<br />

zamanda, bu kadar yabancı, bu kadar hoyrat ve ulaşılmaz<br />

olabilir mi? Kimliğimizde hâlâ adı saklıdır oysa. Çocukluğumuzdur<br />

orası. Büyümemizin tanığıdır. Kolumuzda,<br />

bacağımızda, dizimizde izi kalmış bir yaranın mekânıdır.<br />

Erik ağacından erik yerken düşmüşüzdür de, basmışızdır<br />

yaygarayı: Anne… Anne! Bu sese yanıt alabilmek için neler<br />

vermeyiz şimdi... Oysa annemiz; yüreğimizde bir yara, bir<br />

hüzün, bir mezarlık ziyaretidir artık… Gözlerimizi sileriz,<br />

özlemle. Bir iç çekişin yakıcı derinliğine sığınırız, başkaları<br />

görmez bunu.<br />

Çocukluğumda buluyorum annemi. Çok erken anne<br />

olmuş, yirmili yaşlarını sürüyor. Oysa ben ilkokula gidiyorum.<br />

Bir de kız kardeşim var… Karakaşlı, kara gözlü,<br />

kumral, güzel bir kadındı annem. Başörtüsünden dolayı<br />

saçının rengini bilmezdim, o yıllarda. Cin gibi bakardı.<br />

Ödevlerimi onunla yapardım. Cumhuriyet tarihini ezbere<br />

bilir, matematik ödevlerimde öğretmenimden “aferin”i<br />

o, alırdı. Yatılı öğretmen okullarına öğrenci yazıyorlarmış,<br />

onun ilkokul yıllarında. Ellili yılların ortaları… Öğretmeni<br />

gelmiş, müfettiş gelmiş, konuşmuşlar yalvarmışlar ama<br />

inandıramamışlar dedemi. Yollamamış öğretmen okuluna<br />

ve ablasının kaynı’yla zorla evlendirmiş annemi. Daha on<br />

dördünde imiş...<br />

Yağmurlu bir sonbahar günü buluyorum onu. Çamaşır<br />

yıkamış yine, elleri ıslak ve sabun kokulu. Bir telaşlı,<br />

bir korkmuş, yolda karşılıyor beni, okulun zamansız çıkışı.<br />

Sarıyor, öpüyor: “İyi misin kızım?” diyor. Ağlıyorum.<br />

ACI ÇIKIN…<br />

Ortanca 44<br />

“Korktum” diyorum.“ Arife öldü. Arife öldü anne… Yıldırım<br />

çarptı. Tuvaletin kapısında duruyordu. Sonra titreyerek<br />

yere düştü. Duman çıkıyordu vücudundan. Önlüğü yanıyordu.<br />

Bir daha kalkamadı.” “Vah zavallı öksüzüm!” diyor<br />

annem. “Annesinin yanına gitti. Vah garibim. Daha yedi<br />

yaşında da ölünmez ki…”<br />

Bu sefer bir bahar günü yakalıyorum annemi. Üstünde<br />

iş giysileri, yorgun ve dalgın... Evin önünde bir şeyler yapıyor.<br />

Yoldan geçen komşunun oğluna sesleniyor: ”Orhan…<br />

Orhan!” “Ne var Durkadın yenge?..” diyor Orhan. “Sen haberleri<br />

dinlemişsindir, radyodan, n’oldu şu gençlerin mahkemesi?..<br />

Ne yaptılar onlara?” Kesilmiş yonca kokuyor<br />

evin önü. Atlarmız kişniyor, huzursuz. Sinekler vızıldıyor<br />

kulaklarında. Köpeğimiz havlıyor. “Deniz Gezmiş’i astılar<br />

Durkadın yenge” diyor Orhan. “Deniz Gezmiş’i astılar…<br />

Onunla birlikte arkadaşlarını da astılar.”<br />

Karışıyorum orada. Yedi sekiz yaşlarındayım. Denizi<br />

gezmiş birisi, asılır mı?.. Deniz nasıl gezilir? Denizi gezerken,<br />

ayakları suya batmaz mı insanın? Acaba nasıl görünür<br />

denizin üstünde yürüyen biri? Denizin neresine asılır<br />

insan?.. Ben de gezersem, asılır mıyım? O zaman ben<br />

denizden uzak durayım. Denizi gezmek, çok mu kötü?<br />

Korkuyorum. Kimseye bir şey soramıyorum. Yüreğimde<br />

büyütüyorum denizi gezmeyi. Korkularım oluyor. Nasıl<br />

bir şey acaba? Bir insan denizi gezebilmek için ölür mü?..<br />

Peki denizi gezmek nasıl bir duygu? O lacivert ufka, masmavi<br />

sulara basa basa yürümek… Uçsuz bucaksız yemyeşil<br />

bir ovada yürür gibi… Paçalarını yeşil otlar boyar,<br />

bahar kokarsın…<br />

Denizde de mavi sular mı boyar paçalarını? Mavi sularla<br />

boyanan insan ne kokar? Tuz… Yosun… Martı… Özlem…<br />

Düş?..<br />

Belki de özgürlük kokar. Denizi gezen adam, gökyüzünün<br />

mavisi gibi de kokmaz mı?<br />

O güne kadar hiç görmediğim denizi düşlüyorum. Ders<br />

kitaplarında gördüğüm gibi masmavi ve sonsuz. Beyaz<br />

köpükler saçan dalgaları var. Ve üzerinde kocaman ayaklarıyla<br />

yürüyen bir adam... Arada bir eğilip, dalgaları eline<br />

dolayıp peşinden sürükleyen bir adam... Islık çala çala<br />

kaygısızca gezen bir adam. Güneş ışıklarının yansımasında<br />

kamaşan bir adam... Böyle düşlüyorum ve hoşuma gidiyor;<br />

bir masal gibi, bir efsane gibi… Korkularım yok oluyor.<br />

Bir zaman bu efsaneyi büyütüyorum düşlerimde. Ve ben<br />

de büyüyorum düşlerimin ardı sıra. Öğreniyorum… Anlıyorum<br />

ki; bazen bir düş için ölmek gerekir. Saygı duyuyorum<br />

denizi gezen tüm yüreklere… ve ne zaman bir deniz kokusu<br />

duysam özgürlük türküleri söylemek geliyor içimden.


Sonraki yıllarda bir okul sabahında görüyorum annemi.<br />

Çok erken kalkmış, sabahın körü denilebilecek bir saate<br />

ve bana, o gün okul ödevim olan bir saat yapmış. Tahtadan<br />

oyulmuş, yontulmuş, rakamları, akrep ve yelkovanı<br />

yerleştirilmiş Gıcır gıcır bir saat. Yatağımın başucuna koymuş.<br />

Sonra sesiyle uyanıyorum. “Kızım hadi kalk, geç kalacaksın.”<br />

Uyanıyorum. Bir düşteyim sanki. Okul ödevim<br />

başucumda. O gün öğretmenim bana kızmayacak. İyi not<br />

alacağım. Ve sıcak bir oda, sıcacık bir kahvaltı… Sıcacık bir<br />

sevgi sunumu... “Anne, seni çok seviyorum”<br />

“Hoş geldin Zeyneeep!.. Bu sesle kendime geliyorum.<br />

Ne annem var ne çocukluğum.<br />

Şaşkınım; karşımda bir kadıncağız duruyor. Tanıyacağım<br />

ama… Komşumuz Hafize teyze!.. Yaşlanmış bükülmüş,<br />

gözlüklenmiş… Bana bakıyor. Bir refleksle sarılıyorum ona<br />

ve kokluyorum. Çocukluğum kokuyor. Bahçesinden çaldığımız<br />

şeftaliler gibi kokuyor. Ekmek yaptığında bize de<br />

verdiği tereyağlı yufkalar gibi kokuyor. Sıcacık, şefkatli,<br />

çocukluğumun tanığı bir geçmiş zaman anası.<br />

Sokuluyorum, kaçacak gibi. Aman çocukluğum kaçmasın<br />

diye. Anamın kokusu da var onda. O da sıcak yufka<br />

kokardı. Sıcacık sevgi, güven ve korunma kokardı. “Hoş<br />

bulduk Hafize teyzem. Nasılsın, iyi misin? Çok özlemişim<br />

seni.” Yüzüme bakıyor, bir mutlu, bir ağlamaklı. Biraz gölgeli,<br />

biraz cansız… “Seni görünce yabancı sandım a kızım…<br />

Zor tanıdım seni. Değişmişsin görmeyeli. Şu kadarcık bir<br />

kızdın gittiğinde… Ah deli kız. Kaç yıl oldu be çocuğum?..<br />

İnsan hiç gelmez mi memleketine?.. Bir duydum ki, yurt<br />

dışındaymışsın… Bir de duydum, evlenmişsin. ‘Bir kızı var’<br />

dediydi annen. ‘İçerilerde, büyük bir şehirde çalışıyor’ dediydi.<br />

Kocan memur muydu senin? Sahi o nerede?.. Yalnız<br />

mı geldin? Hani kızın da mı yok yanında… Yine eskiden olduğun<br />

gibi, kendi göbeğini kendin mi kesiyorsun deli kız?..<br />

Annen çok bekledi seni… Ne zaman sorsam, ağlardı ahretliğim.<br />

‘Bu kız deliydi ama hepten delirmiş’ derdi. Hani<br />

yurt dışına gidip de, dönemediğiniz zamanlar vardı ya;<br />

hep ağlardı garibim. Hep üzülürdü de, avutamazdık. Sonra<br />

da… Dayanamadı zaten. Kardeşin götürdü İzmir’e ama<br />

kalmadı orda. Döndü, geldi. ‘Evimden başka yerde olamam’<br />

dedi. Hani… sen belki gelirsen… ev kapalı olmasın<br />

istiyordu. Söylemiyordu ama hep seni bekliyordu. Ölene<br />

kadar, bu umutla yaşadı. O gün: ‘Bu kız gelmeyecek ahretliğim’<br />

dedi, bana. ‘Gelir, gelir üzülme,’ dedim. Akşamına<br />

duydum, sonra… Evin kapısında düşmüş ve kalkamamış<br />

bir daha. Çok üzüldüm ama elden ne gelir be deli kız?..”<br />

Teyzem devam ediyordu: “Neyse… Sahi sen açsındır<br />

be çocuğum. Haydi düş önüme eve gidelim. Kuru katı ne<br />

varsa yeriz… Ne düşünürsün öyle kukumav kuşu gibi. Bir<br />

lokmacık kalmışsın, düşünme artık.” Konuşması beni çok<br />

etkilemişti. Bu can insana cevap vermeliydim: “Sen git<br />

teyzem, ben daha sonra gelirim”<br />

“O zaman çay suyu koyayım ocağa. Sen de yağmur<br />

bulutu gibi dolanıp durma, bu insansız yerde… Haydi çok<br />

bekletme beni, tamam mı Zeynebim?..”<br />

45<br />

İnsansız mı demişti? Burası benim ana baba ocağım.<br />

Kardeşim akrabalarımız, komşularımız, köpeğimiz, kedimiz,<br />

atlarımız… Şu iğde ağacı, şu dut, şu yaz elması,<br />

şu armut, şu tepesinden defalarca düştüğüm erik ağacı…<br />

Şuradaki de, benim şeftali fidanım mı?.. Artık kocamış,<br />

dalları da ölmüş. “Bir şeftali, bin şeftali” diye, bir masal<br />

kaseti almıştım kızıma. Anımsıyorum da, ilk aldığım günlerde<br />

defalarca dinlemiş, bana şeftali ağacını sormuştu.<br />

Buradaki şeftali fidanımı düşünerek, ona şeftali ağacını<br />

anlatmıştım. “Keşke” demenin bir anlamı yok. Burada<br />

şeftali ağacından meyve kopararak, armut ağacına kurulmuş<br />

salıncakta uyuyarak, kediyle oynayarak büyümeyi<br />

öğrenmedi benim kızım. Bu, olamadı…<br />

Bir kedicik. Miyav miyav uyandırıyor beni. Korkmadan,<br />

ısrarla gözümün içine bakıyor. Tanrım ben ne yapıyorum<br />

burada?.. Sen nereden çıktın kedicik? Kendi kendime konuştuğumu<br />

görünce “deli” diye bakıyordu herhalde bana.<br />

Hafize teyzem de bekliyordur şimdi. Ayıp ettim kadıncağıza.<br />

Eski ahşap evimizin içine giriyorum… İçi anılar kokuyor.<br />

Eski tahta merdivenler gıcır gıcır, bana sesleniyor, üstlerine<br />

bastıkça. Ayak izlerimde eski, sarı tahta boyası ortaya<br />

çıkıyor; solmuş olsa da tanıyorum onu. O bildik, ıslak çam<br />

kokusu geliyor burnuma. Basamaklarını ıslak bezle silmek<br />

için ettiğimiz kavgaları anımsıyorum kardeşimle; odalara<br />

giriyorum, onunla birlikte uyuduğumuz oda bu. Duvarda<br />

hâlâ zamana direnen çaktığımız çiviler duruyor. Yoğun<br />

loşluğa ve örümcek ağlarına rağmen, tavandaki delikleri<br />

ve tahta üzerindeki renk dalgalanmaların seçebiliyorum.<br />

Yatağa yattığımız zaman, gaz lambasının isli ışığında tavandaki<br />

delikleri sayardık kardeşimle. Bu bir oyundu aramızda.<br />

Lambanın titrek ışığının, duvarlarda ve tavanda<br />

yaptığı oynamalarla ortaya çıkan şekillerden masallar uydurur,<br />

birbirimizi korkuturduk. Korkan anneme seslenirdi:<br />

“Anne bak… kızın beni korkutuyor!” Bazen de onun yerine<br />

babamın sesini duyardık ve gerçekten korkardık o zaman.<br />

”Şimdi oraya gelirsem korkuyu gösteririm size… Keratalar<br />

sizi… Çabuk uyuyun, çabuk. Duymayayım sesinizi!”<br />

Sahi, babam nerede?.. Onunla ilgili anılarım daima silik<br />

hep puslu…<br />

Ulaşılamayan bir dağ gibiydi babam… Uzak, otoriter<br />

ve meşgul. Gözleri içtiği Birinci Sigarası’nın dumanıyla<br />

harmanlanmış gibi gri ve dalgın. Mutlaka seviyordu bizi…<br />

Öyle sanıyordum, ama ne o sevgisini sunmayı bilebildi ne<br />

de biz derinliğindeki sıcaklığı duyabilecek kadar yaklaşabildik<br />

ona.<br />

Sonra bir gün, okuldan çağırdılar kardeşimle beni, kalabalıktı…<br />

Annem, amcalarım, herkes ağlıyordu.<br />

Bize de gösterdiler. Yerde beyaz bir örtünün altında<br />

yatıyordu.<br />

Traktörle kaza yapmış, yalnızmış; çift sürüyormuş.<br />

Hayatını yalnız yaşamış, kendi toprağını yalnız sürmüş<br />

bir adamdı, babam. Bir kadın olarak annemi beğenir miydi,<br />

onu sever miydi?.. Hiç bilmiyorum. İşin gücün, günlük<br />

konuşmaların dışında, onların güler yüzle sohbet ettiğine<br />

Ortanca


de tanık olmamıştım hiç… Bir arkadaşı geldiğinde ya da<br />

evde konuk olduğunda, biz girmezdik yanlarına.<br />

Böylece çıkıp gitti babam evimizden, üzerimizdeki etkisi<br />

azalarak yıllarca sürdü, bir korku ve otorite olarak.<br />

Ne zaman bir karar arifesinde olsam, üzerimde hep o<br />

bakışları hissettim, yıllar boyu.<br />

Günhan’la olan evliliğimde ve yaşadığım sorunlarda<br />

onun otoritesini aradım zaman zaman… İçimde büyük bir<br />

sevgi açlığıyla sarıldım Günhan’a. Oysa erkeğin sevgisini<br />

tanımıyordum. Bir erkek tarafından sevilmeyi bilmiyordum.<br />

Babama: ”Seni seviyorum babacığım” diyemedim<br />

hiç. Babam beni dizine oturtup da: ”Seni, seviyorum kızım…”<br />

da diyememişti. O öyle davranmayı, doğru sanıyordu<br />

ve aslını öğrenmeye ömrü yetmedi. Biz korkarak geçirdik<br />

onunla olan yıllarımızı.<br />

Hep anneme sığındık. “Ufuk, Annem çizgisiyle” göğe<br />

uzanan ışıl ışıl ve sıcacık bir deniz kıyısı oldu bana ve kardeşime.<br />

Güvenle yüzdük sularında; serpildik, büyüdük.<br />

Babamsa yağmur öncesi iyice kararmış, derin, korkulu bir<br />

göldü daima; çocukluğumuzun yarım kalmış babalı düşlerinde.<br />

Babamlı bir gün, çok sinirli ve kızgın bakışlarıyla aralıyor<br />

yine anılarımın kapısını. Süt kokusu, inek pisliği, yonca<br />

yeşili ve hayvan yalağının başında komşumuzla konuşan<br />

babam… Duyamıyorum. Yonca kokusuna, öğle sıcağında<br />

vızıldayan sineklerin arsızlığına karışıyor sesleri. Annem<br />

geliyor, yanlarına. “Bu gün okulda süt yapıyorlarmış, nasıl<br />

bir şey acaba, merak ettim.” diyor. İyice kulak kesiliyorum,<br />

bu sefer. Süt nasıl yapılır ki, inek olmadan? Bizim<br />

ineklerde bol bol süt var zaten. Burada hemen hemen<br />

herkesin de ineği var. Acaba inek mi götürdüler okula?<br />

Müthiş meraklanıyorum. Annemi çekiştiriyorum gidip<br />

görmek için. Babam: ”Biliyorum” diyor, devam ediyor:<br />

“Biz de onu konuşuyoruz komşuyla. Süt tozu yollamışlar,<br />

ta Amerika’dan. Süte yoğurda ihtiyaç varmış da burada.<br />

Amerika, bize yardım ediyormuş.”<br />

“Bunu, neden kabul eder ki, bizim hükümet? Yine vardır,<br />

gizli kapaklı bir işleri” diyor komşumuz.<br />

Sütün toz halini öğreniyorum, böylece. Toz sütün,<br />

gizli kapaklı işlerde rolü olduğunu. Babam toz sütle birlikte,<br />

anılarımda biraz daha tozlanıyor. Koyaklarında buzul<br />

gölleri beslenen kuzey dağım, babam benim. Toprak<br />

adamım. “Bu gazete doğru yazıyor” deyip, “Cumhuriyet”<br />

okuyan ve bana da okutan ilk öğretmenim. Yüreğindeki<br />

sevgiyi “ayıp” diye kefenleyip, içine gömen garip babam<br />

benim…<br />

Buradan bir ekim gününde ayrılmıştım. Kızıl kuru yaprakları<br />

savuruyordu güz yeli. Tarlalar yağmurdan sonra<br />

çürümüş anız kokuyordu. Annem ıslak, puslu bakışlarını<br />

güz sabahının hüznüne bulamış, beni yolcu ediyordu. Her<br />

zaman yolculadığı yerde, her zamanki iç çekişleriyle.<br />

Dönüşümde, yine aynı yerde ama gülüşlü bir bakışla<br />

beni bekleyeceğini bilerek, hep bekleyeceğini bilerek bıraktım<br />

onu ve gittim yine...<br />

Neden annelerimiz, hep beklemesi gerekenlerdir? Neden<br />

annelerimizi, ata ocağında bekler düşünürüz hep?..<br />

Ortanca 46<br />

Kapısı açık, sıcak çorbası hazır, elleri belinde bekler annelerimiz.<br />

Bekletiriz. İşimiz vardır, meşgulüzdür, gelemiyoruzdur…<br />

Aslında onu seviyoruzdur. Bir kere bile onun, anne<br />

olmasının dışında da ayrıca bir insan ve kadın olduğunu<br />

fark etmeyiz. Sanırız ki o günün birinde nasılsa döneceğimiz<br />

yerin ta kendisidir.<br />

Neredesin anne? Kimseler ”Çok zayıflamışsın” demiyor<br />

artık. “Gitme, biraz kal da, sana bakayım” demiyor kimseler.<br />

Bahçeye çıkıyorum, asma çardağı yaşlanmış, dalları<br />

eğri büğrü, bakımsız. Eskiden, keçilerimizi bağladığımız<br />

tahta ağıl göçmüş.<br />

Her yanı ot bürümüş. Evin dış duvarları yer yer çatlamış,<br />

açılmış. Çatı kaymış, ellenmek ister. Ev terk edilmişliğin,<br />

insansızlığın, buradan göçmüşlüğün siyah beyaz bir<br />

anıtı gibi duruyor.<br />

Bu siyah beyaz anıtta burasının bana adres olamayacak<br />

kadar silikleşmiş olduğunu acıyla görüyorum.<br />

Bu zamanda bu adreste, benim gibi bir iletiyi okuyacak<br />

kimse yok…<br />

Birde toparlanıyorum: Hafize teyzem!.. Hafize teyzem<br />

var ya… Ona gitmeliyim, onun kollarına sığınmalıyım! O<br />

okur beni!..<br />

O geçmişimin tanığı… geçmişimden bu güne kalanım!<br />

“Zeynep kızım… Zeynep!.. Kız… deli kız! Niçin öyle bağıra<br />

çağıra konuşuyorsun… Kim var yanında?.. Hadi seni<br />

bekliyorum, gel artık. Meraklandım.”<br />

“Telefonla konuşuyordum Hafize teyzem. Yok, bir şey,<br />

meraklanma. Buraya kadar yordum seni, kusura bakma,<br />

olur mu? Ben de geliyordum zaten.“<br />

“Yok kızım yorulmam ben. Bu kadarcık yürümeyle insan<br />

yorulur muymuş? Haydi, gidelim de iki lokma bir şey<br />

girsin midene. Sonra dinlenir, biraz da uyursun. Akşam<br />

sohbet ederiz. İstediğin kadar kalırsın, özlemişim seni be<br />

kızım… Ahretliğimin hatırı var. Hiç bırakır mıyım seni.”<br />

Minnetle ve özlemle giriyorum koluna. İçime sıcacık<br />

bir şeyler akıyor. Doluyorum. Dudaklarımı ısırıyorum, taşmasın<br />

diye. Yürüdüğümüz tanıdık yola iliştiriyorum bakışlarımı.<br />

Çocukluğumun bir başka limanına ama bu güne<br />

gelebilmiş kalender limanına sığınıyorum.<br />

“Seni özlemişim Hafize teyzem” diyorum. “İyi ki sen<br />

buradasın. Öyle iyi geldin ki bana. Çok yaşa Hafize teyzem…<br />

Ama benim bu gün dönmem gerekiyor, işlerim var.<br />

Daha fazla kalamam. Belki ilerde kızımı da getiririm, o zaman<br />

kalırız. Kim bilir… Hayat işte… Belki bir rüzgâr buraya<br />

savurur beni yeniden.”<br />

Sarılıyorum annemin ahretliğine uzun uzun. İçimdeki<br />

uğultuları okuyor yaşlı kadın ve okşuyor sırtımı. İncecik<br />

el parmakları usul usul saçlarımda dolanıyor. Gözlerime<br />

bakıyor; dayanamıyorum tanıdık bakışlarına. Ağlıyorum.<br />

“Kızım… Zeynep kızım benim. Ağla kızım, ağla. Dök<br />

içinin ağusunu. Burada ağla, burada bırak acılarını. Hiçbir<br />

yola, acı azıkla düşülmez kızım. Burada kanayan yarayı,<br />

burada sar ve at kirlenenleri. Taşıma çıkınında”<br />

Bakakalıyorum, karşı yoldan gelen Antalya otobüsüne.


19 Ağustos 1864’te İstanbul’da doğdu. 8 Mart 1944’te<br />

Heybeliada’da yaşamını yitirdi ve oradaki Abbas Paşa<br />

Mezarlığı’na defnedildi.<br />

Roman ve öykü yazarı. Eserlerinde 19 ve 20’nci Yüzyıl<br />

başındaki İstanbul yaşamını gerçekçi bir biçimde yansıttı.<br />

Hünkâr yaveri Mehmet Sait Paşa’nın oğlu. 3 yaşındayken<br />

annesinin ölümü üzerine Girit’te bulunan babasının<br />

yanına gönderildi. İlkokula burada başladı. Babası tekrar<br />

evlenince 6 yaşında İstanbul’a anneannesinin Aksaray’daki<br />

Konağı’na döndü. Yakubağa Mektebi, Mahmudiye<br />

Rüşdiyesi ve İdadi’de öğrenim gördü. 1878’de Mekteb-i<br />

Mülkiye’ye girdi. 1880’de hastalığı nedeniyle ikinci sınıftan<br />

okulu bıraktı. Kısa bir süre Adliye Nezareti Ceza<br />

Kalemi’nde memur, Ticaret Mahkemesi’nde Azâ Mülazımı<br />

olarak çalıştı. 1887’de Ahmed Mithad Efendi’nin<br />

Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yazmaya başladı. Batı<br />

uygarlığının yaşantısını taklit ederken gülünç duruma düşen<br />

insanları anlattığı ilk romanı “Şık” aynı yıl bu gazetede<br />

tefrika şeklinde yayımlandı. Paul Bourget, Paul de Kock,<br />

Alfred de Musset gibi Fransız yazarlardan çeviriler yaptı.<br />

1894’te İkdam gazetesine geçti. Kendisine büyük ün sağlayan<br />

ilk eseri “Mürebbiye” ile “Metres”, “Tesadüf” ve<br />

“Nimetşinas” bu gazetede tefrika edildi. Sansürün “Alafranga”<br />

(1911’de “Şıpsevdi” adıyla basıldı) romanını yasaklaması<br />

üzerine yazarlığı bıraktı. 1908’e kadar suskun kaldı.<br />

İkinci Meşrutiyet döneminde Ahmet Rasim ile birlikte<br />

37 sayı süren “Boşboğaz ile Güllâbi” adlı mizah dergisini<br />

çıkardı. Sabah ve Vakit gazetelerinde çalıştı. 1912’de<br />

Heybeliada’ya taşındı. Kütahya milletvekili olduğu 1936-<br />

1943 yılları dışında tüm yaşamını Heybeliada’da geçirdi.<br />

1924’te Son Posta gazetesinde tefrika edilen “Ben Deli<br />

miyim” romanı ahlaka aykırı bulunarak yargılandı, ama<br />

beraat etti. Anneannesinin yalısında dadılar arasında<br />

geçirdiği çocukluk ve gençlik yılları, İstanbul yaşamı ve<br />

insanlarını tüm detaylarıyla öğrenmesini sağladı. Ev ka-<br />

HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR<br />

(1864 - 1944)<br />

47<br />

dınlarının çeşitli konulardaki düşüncelerini öğrendi. Batılı<br />

yazarların yanısıra Türk halk edebiyatından da yararlandı.<br />

Romanı ahlakın aynası olarak gördü. Geniş bir okur kitlesine<br />

ulaşabilmek için yalın bir dil kullandı. Çok okunan<br />

bir yazar olmasını da bu yalınlığına bağladı. Eserlerinde<br />

toplumsal ve ekonomik eşitsizlikleri, kadın-erkek ilişkilerini,<br />

din sorunlarını konu aldı. Zeki ve kurnazların, saf ve<br />

cahilleri kandırarak işlerini yürüttükleri çarpık bir düzenden<br />

kurtulmak için akılcı düşüncenin gelişmesi gerektiğini<br />

savundu. Dar sokakları, ahşap evleri, konakları, yalıları ve<br />

çarşılarıyla hep İstanbul’u işledi. Romanlarında dönemin<br />

İstanbul’unun her kesiminden ve her sınıfıntan insana yer<br />

verdi. Külhanbeyler, züppeler, fahişeler, hanımefendiler,<br />

mahalle kadınları, paşalar, memurlar, beslemeler, imamlar<br />

ve esnaf. Çevre betimlemeleri üzerinde durmaktansa<br />

karakterlerini güçlendirmeyi tercih etti. Bu karakterleri<br />

yerel şivelerle konuşturmakta ustalaştı. Emile Zola’nın<br />

deneysel roman yöntemini benimsedi ve uyguladı. Ömrünün<br />

son otuz yılını Heybeliada’daki köşkünde yazarak<br />

geçirdi. En çok ürün veren, en çok okunan ve sevilen yazarlardan<br />

biri oldu.<br />

ESERLERİ<br />

ROMAN: Şık (1889), İffet (1896), Mutallâka (1898),<br />

Mürebbiye (1899), Bir Muadele-i Sevda (1899), Metres<br />

(1900), Tesadüf (1900), Şıpsevdi (1911), Nimetşinas<br />

(1911), Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç (1912), Gulyabani<br />

(1913), Cadı (1912), Sevda Peşinde (1912), Hayattan<br />

Sayfalar (1919), Hakka Sığındık (1919), Toraman (1919),<br />

Son Arzu (1922), Tebessüm-i Elem (1923), Cehennemlik<br />

(1924), Efsuncu Baba (1924), Meyhanede Hanımlar<br />

(1924), Ben Deli miyim (1925), Tutuşmuş Gönüller (1926),<br />

Billur Kalp (1926), Evlere Şenlik, Kaynanam Nasıl Kudurdu<br />

(1927), Mezarından Kalkan Şehit (1928), Kokotlar Mektebi<br />

(1928), Şeytan İşi (1933), Utanmaz Adam (1934), Eşkıya<br />

İninde (1935), Kesik Baş (1942), Gönül Bir Yeldeğirmenidir<br />

Sevda Öğütür (1943)<br />

Ölümünde sonra basılan romanları<br />

Ölüm Bir Kurtuluş mudur (1954), Dirilen İskelet (1946)<br />

Dünyanın Mihveri Para mı Kadın mı (1949), Deli Filozof<br />

(1964), Kaderin Cilvesi (1964), İnsanlar Maymun muydu<br />

(1968), Can Pazarı (1968), Ölüler Yaşıyor mu (1973),<br />

Namuslu Kokotlar (1973)<br />

ÖYKÜ: Kadınlar Vaizi (1920), Namusla Açlık Meselesi<br />

(1933), Katil Bûse (1933), İki Hödüğün Seyahati (1934),<br />

Tünelden İlk Çıkış (1934), Gönül Ticareti (1939), Melek<br />

Sanmıştım Şeytanı (1943), Eti Senin Kemiği Benim (1963)<br />

(Ölümünden sonra)<br />

OYUN: Hazan Bülbülü (1916), Kadın Erkekleşince<br />

(1933), Tokuşan Kafalar (1973), İki Damla Yaş (1973),Gülbahar<br />

Hanım (Ölümünden sonra)<br />

TARTIŞMA: Cadı Çarpıyor (1913), Şekavet-i Edebiye<br />

Tartışmaları (1913), Sanat ve Edebiyat (Ölümünden sonra<br />

H. A. Önelçin derledi, 1972)<br />

Ortanca


ÇOK ÇOCUK YAPIN!<br />

Aşık Nuri ÇETİN<br />

Bunca yatırımlar gitmesin boşa<br />

İşimiz vardır gökteki kuşa<br />

Bu söylediğim sanma temaşa<br />

Yapın gardaş yapın çok çocuk yapın<br />

Bize çalışacak insan gerekli<br />

Hemi güçlü olsun hemi yürekli<br />

Eli kazma tutsun eli kürekli<br />

Yapın gardaş yapın çok çocuk yapın<br />

Çok uyanık olsun çalıpta yesin<br />

Bu devletin malı denizmiş desin<br />

Hemen büyüyüpte çabucak gelsin<br />

Yapın gardaş yapın çok çocuk yapın<br />

Gelecekten yoktur asla korkumuz<br />

Aydınlık görünür bizim ufkumuz<br />

İnsan ile dolup taşsın yurdumuz<br />

Yapın gardaş yapın çok çocuk yapın<br />

İnsan arıyoruz dağlarda bile<br />

Bağrımıza basmadık mı sevgiyle<br />

Maya çalsak olur mu bilmem ki göle<br />

Yapın gardaş yapın çok çocuk yapın<br />

Ağaç misali diksek toprağa<br />

Bire yüz verir belki olur ya<br />

Aşta var işte var doğan yavruya<br />

Yapın gardaş yapın çok çocuk yapın<br />

Üçleri beş yapak beşleri de on<br />

Yine de büyür giymese de don<br />

Bundan başka yok sakın deme son<br />

Yapın gardaş yapın çok çocuk yapın<br />

Adil bir düzen yok mu ülkede<br />

Varıpta otursa yeter kahvede<br />

Çalar çırpar karnı doyar her yerde<br />

Yapın gardaş yapın çok çocuk yapın<br />

Sen neyi beklersin hey Aşık Nuri<br />

Cennetten çıkıp da gelmez ki huri<br />

Cennet gibi ülkemizin her yeri<br />

Yapın gardaş yapın çok çocuk yapın.<br />

Ortanca 48<br />

SENİNKİ BELEŞ HAYAT<br />

Kemal ÖZDEMİR<br />

Ne arar ne sorarsın,<br />

Ne kafanı yorarsın,<br />

Hergün fındık kırarsın,<br />

Seninki beleş hayat.<br />

Cepte yoktur sorunun,<br />

Garantidir yarının,<br />

Yiyip yiyip gerinin,<br />

Seninki beleş hayat.<br />

Gözlerin gonca gülde,<br />

Ellerin yağ’la balda,<br />

Bu nasıl iştir anla,<br />

Seninki beleş hayat.<br />

İçinde yoktur terin,<br />

Kanı yerde neferin,<br />

Sahte rapor, verdiğin,<br />

Seninki beleş hayat.<br />

Düzenbazlıktır tarzın,<br />

Haram lokmadır farzın,<br />

Koruyor seni dürzün,<br />

Seninki beleş hayat.<br />

Utanmayı bilmezsin,<br />

Sen alırsın vermezsin,<br />

Vatan için ölmezsin,<br />

Seninki beleş hayat.<br />

Devletin malı deniz,<br />

Yiyenler bil ki domuz,<br />

Aç gezerken çoğumuz,<br />

Seninki beleş hayat.<br />

Senin gibiler sülük,<br />

Her yerde bölük bölük,<br />

Sen yaşadın biz öldük,<br />

Seninki beleş hayat.<br />

Ne zamandır gözlerim,<br />

Adaleti özlerim,<br />

Yalan değil sözlerim,<br />

Seninki beleş hayat.


İnsanlığın bağrında insan olmaya birer adayız.<br />

Kiminiz bozmaya.<br />

Kimimiz düzeltmeye.<br />

Ataerkilliğin hüküm sürdüğü ailede, iş merkezlerinde,<br />

ekonomide ve de siyasette, kısacası kadının malzeme olarak<br />

kullanıldığı her yerde (dünya ve ülke düzeninde) kadınlardaki<br />

düşüş bireysel değil geneldir.<br />

ATAERKİL (patriarkal) : Erkeklerin egemen olduğu, erkek<br />

otoritesine dayanan toplumsal örgütlenme düzenidir.<br />

Tarihsel olarak kapitalizm tarafından devralınmış, dönüştürülmüş<br />

ve onun maddi temeliyle eklemlenmiş bir sistemdir.<br />

İkisi arasındaki tek fark, namus cinayetleri…<br />

Kapitalist sistemde rasyonellik gereği çözüme gidilirken,<br />

ataerkil sitemde tam aksine, en vahşi uygulamalarla,<br />

can yakıcı bir şekilde çözüme gidilir. Bu sistemin içerisinde,<br />

kadının yaşadığı en büyük ayrımcılığın cinsiyetçilik olduğu<br />

bilinmektedir. Dünyanın birçok yerinde, kapitalizm<br />

ve erkek-egemen sistemler kadınlar üzerinde ’’çifte sömürü”<br />

uygular. Ülkemizde kadın ezilmişliği bölgelere göre<br />

değişim gösterse de, birbiriyle çok bağlantılı olduğu bilinmektedir.<br />

Ataerkil sistemin en ağır şekilde işlediği, Filistin<br />

ve Batı Sahra’da, Suudi Arabistan’da, İran’da, Irak’ta, vs.<br />

vs… kadınların eşini seçmesine izin verilmez ve zina suçu<br />

kapsamında değerlendirilir. Kadının bedeni, emeği, yaşamı<br />

erkek- egemen düzence denetiminde tutulur.<br />

Ataerkillikte namus, babadan kocaya devredilir. Köy,<br />

kasaba ya da kent fark etmez. Kadın yenileşme yerine<br />

cüceleştirilir. Böyle bir sistem: Özde ve biçimde, kadını<br />

kişisel benlik doyumu ve boşalım aracı olarak gören ve kadının<br />

bedenini, emeğini sömüren bir düzendir de diyebiliriz.<br />

Örneğin: İran filmlerinde kadın karakterler, İslam’ın ve<br />

rejimin kadından beklediği imajı sunar. Kadın karar alma<br />

mekanizmalarında yoktur. Kadın iffetiyle merhametiyle<br />

doğurgandır. Kocasına itaat eder, çocuklarını büyütür, evini<br />

temizler. (ev işi toplumsallaştırılmıştır).<br />

İran kültürünün kadına kamusal alanda getirdiği yasaklar<br />

filmlerde açıkça sergilenir. Hatta kadınların fabrikalarda<br />

veya herhangi bir iş yerinde, sosyal güvencesini<br />

kazanma adına mücadele ettiği sahneler, yok denecek<br />

kadar azdır.<br />

Oysa İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, tüm insanların<br />

özgür doğduğunu, eşit itibar ve haklara sahip olduğunu<br />

vurgular. Bu beyannamede öne sürülen tüm haklar<br />

(ekonomik, soysal, kültürel, medeni ve siyasi) ve hürriyetlerin,<br />

cinsiyete dayalı olanlar dâhil, hiçbir ayrıma tabi kılınmaksızın<br />

herkes tarafından kullanılabileceğini beyan eder.<br />

“İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Birleşmiş Milletler<br />

Genel Kurulu Tarafından 1979’da kabul edilmiş,<br />

1981’ de sözleşme biçimi almış. T. C. Hükümeti ise bu sözleşmeye<br />

1985 yılında imza atmıştır’’<br />

ÇİFTE SÖMÜRGE<br />

49<br />

Musade ÖZDEMİR<br />

Dünya ve ülke düzeninde, İnsan Hakları Evrensel<br />

Beyannamesi’ni hiçe sayan, kadınları geri plana atan, ataerkil<br />

sistemine karşı, feminizm (kadın isyanı) doğdu.<br />

FEMİNİZM: Kadınların ezilmişliğine karşı çıkış ve isyan<br />

demektir.<br />

Kadın ezilmişliğinin tarihselliğini ve sürekliliğini vurgulamak<br />

amacıyla örgütlenen feminist grupların mücadelesini<br />

çürütmek adına, erkek-egemen sistem tarafından türlü<br />

görüşlerle ‘’feminizm eşittir lezbiyenlik’’ şiarıyla başka<br />

yönlere çarpıtılmak istenmiştir.<br />

Erkek-egemen sistemi hüküm sürdükçe, kadının temel<br />

haklarının var olacağı söylenemez.<br />

Dolayısıyla, dünya ve ülke düzeninde, kadınların duygularını<br />

rencide eden eşitsizliğin kökünde, “acaba dinler<br />

mi yatıyor, rejimler mi” düşüncesi akla takılıyor. Bu düşünceyle<br />

başkaldıran kadınlar, çoğu ülkelerde radikal dincilerin<br />

hedefi haline geliyor hâlâ.<br />

Cumhuriyetle yönetilen bir ülkede hüküm süren ataerkil<br />

sistem, ayrımcılığın yanı sıra, cumhuriyet ilkelerinin<br />

amacına ulaşmasını da engellemiş oluyor. Ne cumhuriyeti<br />

ne de ilkelerini hazmedemeyen ataerkil düşünce.<br />

YETER Kİ NAMUS KURTULSUN:<br />

Bu düşünce, nice kadınları namus adına cinayete kurban<br />

etti. Takas edip töreyle tüketti. Kadınlar, “mal niyetine”<br />

sürülüp güdüldüler, öldüler, öldürüldüler. Sonra da<br />

oturuldu darağacının altına, timsah gözyaşlarıyla toprağa<br />

gömüldüler.<br />

Ataerkil sistem devam ettiği sürece, namus cinayetleri<br />

bitmeyecektir. İran’da Zohreh’in, Azar Kabiri-niat’ın yaşadıklarıyla,<br />

Irak’ta Ayşa’nın, Ümmü Omar’ın, Türkiye’de<br />

Güldünya’nın, Şemse’nin vs. vs… yaşadıkları ne kadar benzer.<br />

Sınırları ne olursa olsun, ortak noktaları aynı “kadın’’<br />

olmak…<br />

VAR OLANI YOK ETME…<br />

“Kim ders alabilir dünden, kim yeniden doğabilir küllerinden?’’<br />

Çok değil aslında, kırılmadan- dökülmeden ve de dövülmeden<br />

insan gibi yaşamak, çok değil aslında.<br />

Bilinçlenmiş her kadının bilinçaltında, sınırlanmaya<br />

değin bir reddediş yatar. Bu duyguyu tüketmeden ve de<br />

çekinmeden, korkmadan uyandırmalıdır. Çünkü, toplumda<br />

konu edilen eşitlik, eşitlik yanılsamasından öte bir anlam<br />

ifade etmiyor.<br />

“Dişi kuyruk sallamasa…” deyimini duymayanınız yoktur.<br />

Dış görünüşle özü sorgulayan ataerkil sistemde, düşüncenin<br />

“apış arasından” bir adım öteye gitmesi beklenemez.<br />

Kültür ve geleneklere saygı adına, kadınların eşitlik<br />

ve özgürlükten mahrum bırakılmalarına sebep olan erkek<br />

egemen sistemde: ‘’Var mıydı kadının içinde sağ kalan,<br />

yağmalanan umutları düşerken yarının kirpik uçlarından.’’<br />

Ortanca


Ayşe YILMAZ<br />

Orta yaşa dayadığım merdivenin yerini değiştirmeye<br />

karar verdiğim şu zamanlarda hatırı sayılır bir bilgi birikimi<br />

sahibi şimdi karmakarışık olan zihnimle yatağıma büzüldüm.<br />

“Gençtim ben de on yirmi yıl öncesine değin” kelamları<br />

kemiriyordu her gece şu biçare beynimi. Uzun bir<br />

gün sonrası samimi olarak yorgunluk hissettim hani derler<br />

ya, iliklerime dek… Pestilim çıkıyordu artık eh emekliliğin<br />

gölgesi düşmüştü her bir halime. Yaşlılık ne uzaktı oysa<br />

dün. Serde erkeklik vardı şöyle kadınlar gibi şuram ağrıyor,<br />

buram ağrıyor diye inleyemiyordum ki…<br />

Az sonra eşim de yatağa girdi. Şaşkınlık o an had safhaya<br />

çıktı bende. Karımın ince bilekli güzel elleri ve beyaz<br />

kolları göğsüme sımsıkı sarılmıştı. Önce nefes alamıyorum<br />

sandım, sonra “rüya bu rüya” dedim. Hâlbuki gerçekti<br />

işte. Bilekleri hâlâ yasemin kokuyordu, yeni evlendiğimizde<br />

olduğu gibi. İyi de bu ilgi neydi şimdi?<br />

Düşüneyim bakayım ben farklı ne eyledim de hanım<br />

böylesi bir güçle yapıştı şimdi. Gerçekten sülük gibi yapıştı<br />

ha, o halde bugün güzel bir şey yaptım ben. Çoraplarımı<br />

top gibi yuvarlayıp televizyon vitrinin ardına basket atmıştım<br />

bu mu hoşuna gitti? Yok daha neler… Heyecandan<br />

saçmalar oldum. “Çorapların koksun orada çıkarırsam insan<br />

değilim” demişti sahi. O halde akşam yemeğinde kırdığım<br />

o tabağı kutluyoruz. Yahu ben de koca oldum olalı<br />

tek iyi hareket yapmamışım sanki. Öyleyse bugün benim<br />

doğum günüm. Ben ne zaman doğmuştum, çok da olmuş,<br />

hatırlayamadım bak şimdi. 195… daha mı erkendi? Yılı hatırlasam<br />

gün hemen aklıma gelir ama ayda sıkıntı olabilir.<br />

Anam bostan vakti doğdun derdi, bostan vakti haziran<br />

sonu ise burcum ne o zaman? Burcumun özellikleri arasında<br />

neler var acaba, yeni bir aşk var mı mazide? O mazi<br />

değildi sahi neydi, ati miydi? Şimdi üfleyip püfleyeceğim,<br />

sonra şu güzel anı paralayacağım. Para dedim de aklıma<br />

takıldı bu haftaki maç ne oldu? Tüh Galatasaray mı kazanmıştı<br />

ki Beşiktaş mı? Beşiktaş’ın averajı ne ki acaba? Bu yıl<br />

kim kupayı kucaklar? Çoraplarımı da ne güzel atmıştım birader,<br />

keşke şakadan anlayan bir karım olsaydı da beraber<br />

kutlasaydık o basketi.<br />

AKLIMA TAKILDI<br />

Ortanca 50<br />

Karım da maşallah mengene gibi sıktıkça sıkıyor bu ne<br />

anlamadım. Nefes gırtlağıma takıldı kaldı. Heyecanlanıyorum<br />

tuhaf iş. Hâlâ aşık mıyım, bu yaşta sağlığımı bile<br />

kaybetmişken ne aşkı? Yok yok bu kadını gerçekten deli<br />

gibi seviyorum. Sahi küçükken bizim mahallede bir deli<br />

vardı ne çok döverdi beni, ah şimdi çıkacak karşıma, neyse<br />

ne diyordum: Beşiktaş’ın teknik adamı Fatih Terim bizim<br />

memleketli, Fatih Terim kim? Şimdi bu aklıma takıldı<br />

Fatih’i bilirim Sultan Mehmet… Burası tamam Terim ne?<br />

Fatih İstanbul’u aldı Beşiktaş İstanbul takımı, yahu maçı<br />

kim kazanmıştı? Gençlerbirliği olsa gerek, Gençlerbirliği<br />

Ankara takımı? Eee… Avrupa’da Gençlerbirliği diyemiyorlar<br />

bunu söylesem şimdi karıma sinirlenir, “ne alakası var”<br />

der. O da bana aşık, ne iyi etmişim de evlenme teklifini<br />

kabul etmişim gülüm benim. Yok ben evlenelim demiştim<br />

gülüme. Gülün anavatanı neresiydi? Lale Türkiye, Açelya<br />

Japonya, papatya bizim köy… Şimdi yine güleceğim küser<br />

sonra küstüğü zaman da iki ayı doldurur, aman sesim çıkmasın.<br />

Ne güzel kokar tenin güzel, namuslu karım benim. Bu<br />

arada Batı klasiklerinden Namus diye bir eser var mıydı?<br />

Yok o Açlık’tı. Kim yazmıştı onu Norveçli miydi yazar? Ne<br />

ağlamıştım ama okurken, adam kitabı yazmak için aç mı<br />

kalmıştı yoksa aç kaldığı için mi yazmıştı? Yahu aklım iyice<br />

karıştı; Gençlerbirliği bunda söyleyemeyecek ne var, sonra<br />

da gelmişler “bizim dilimiz dünya dili” demezler mi, deliriyor<br />

insan! Diliniz dönmüyor daha. Dili ne güzel kullanır<br />

Zeki Müren, şimdi plağı çalsa ne güzel dinlerdik karımla o<br />

başını omzuma yaslardı, saçları ne yumuşaktı o zamanlar,<br />

hâlâ da öyle. Garip iş saçları da beyazlamadı sanki, yoksa<br />

boyuyor mu? Bak şimdi aklıma kurt düştü. O kurt akla mı<br />

düşerdi, içe mi? Ne fark eder düştü bir kere, ateş düştüğü<br />

yeri yakar, ne ateşi? Ateş bastı beni, Çarşı bu olaya ne<br />

derdi acaba? Kesin karşı çıkardı, yahu ne alaka kaç yıllık<br />

karım, sarılacak elbette hâlâ yakışıklı sayılırım. Tüh çarşıdan<br />

birkaç kilo portakal alacaktım bak. Portakal atardım<br />

konserde Aragones’e, bu kimdi, şarkıcı demek ki konsere<br />

çıktığına göre. İyi de belki sadece izliyordur açık havada.


Sinema dediğin açık havada olacak, Türkan abla savuracak<br />

sarı saçlarını, yahu onun saçları sarı mıydı?<br />

Karımla kavga ettiğimizde ben unuturum o hemen hatırlatır,<br />

maşallah onda balina hafızası vardır. Aslında üniversiteyi<br />

de Londra’da okumuş. Yok o değildi o kimdi kimdi<br />

Elif Şafak mı, yahu Elif Şafak kimdi? İngilizce yazardı da<br />

kitaplarını birileri Türkçeye mi çevirirdi ne, üstelik Nobel’i<br />

de almıştı. Şimdi Nobel’i Ali Rıza Binboğa almamış mıydı?<br />

Sesi ne güzeldi, sesi güzel diye Nobel verirler mi, ya da<br />

söyledikleri hoşlarına gidince, birilerinin? Ah ah şu doğum<br />

günümü bir hatırlasam onu unuttum ya işte bütün bilgiler<br />

tepe taklak yuvarlandı boşluğa. Heyecandan olsa gerek…<br />

Karım beni seviyor, karım beni seviyor diye bağırsam balkondan.<br />

Yok o kadar değil sarıldı kırk yılda bir, şu an bozulmasın<br />

diye yirmi dakikadır çiviyle çakılmış gibi kımıldamadan<br />

durmaktan her bir yanım da ağrıdı. Özür dilemesi<br />

lazım benden ya neyse… Birilerinden birileri özür diliyorsa<br />

asıl bizden dilesinler, dilensinler. Savaş meydanlarında<br />

canlarımızı yitirdik. Yitirmek dedim de aklıma takıldı devletin<br />

memuruyum ya ezilen benim, herkes parayı tomarla<br />

alır biz ne alırız… Neyse bunu hatırlamam iyi olmadı.<br />

Karım güzeldir, çok güzeldir, benim için bana güzeldir.<br />

Ona aşık olduğumda asla sevmez beni demiştim. Asla olmuyor<br />

hayatta bir gün cesaretimi topladım çeşme başında,<br />

yok yok sen ne giydiğimi sorardın, ben de her seferinde<br />

hatırlamazdım şimdi hatırlıyorum, 23 aralık. Ha oh be…<br />

Şimdi 23 aralıkta ne bostanı olur ki babam seracılık yapardı<br />

herhalde. Serada bostan olmaz, olsa olsa domates<br />

olur. Onun da geni bile yok, üretim kalitesi düşük en iyisi<br />

satın alalım ülke olarak dışardan. Nereden, dur bakalım<br />

genini kim bozuyorsa ondan alalım da garanti olsun. Kimdi<br />

kimdi, buldum kazanan Beşiktaş’tı son golü de Sergen<br />

Yalçın attı. O oynadı mı? O emekli oldu sahi… Yahu o çocuk<br />

55 var mı? Bu futbolcular da hiç yaşlanmıyor, tabi sen koş<br />

top peşinde at izinde… Yok yok at jokeylerindi. Artık yoruldum<br />

dilim damağım kurudu, heyecandan bildiğim ne<br />

varsa karıştı. Sorayım da kurtulayım bu kadın niye sarılmış<br />

bana aslında öpsem uzun uzun sıkılmadan, neyse şimdi<br />

sinirlenir yine, romantik ol ucuz davranma diye tutturur.<br />

- Hanım, aklıma bir şey takıldı.<br />

- Nedir?<br />

- Beşiktaş yok yok sen…<br />

- Ne?<br />

51<br />

- Yahu sen diyorum sen neden yapıştın böyle şimdi<br />

bana kene misali.<br />

- Bu tabiri sevmedim derhal geri al.<br />

- Aldım aldım, sahi bostan vakti…<br />

- …<br />

- Ben ne zaman doğmuşum diyecektim.<br />

- Eskiden.<br />

- Hadi canım bak sen, ben bunu bilmiyordum, asıl sen<br />

bu sözü geri al.<br />

- Hangi sözü?<br />

- …<br />

- Ne var bey, söyle de uyuyalım.<br />

- Haaa uyku dedin de aklıma takıldı…<br />

- Ne takıldı aklına yine?<br />

- Neden sarıldın?<br />

- Kime?<br />

- Kime mi, kime sarılıyorsun benden başka?<br />

- …<br />

- Katil olacağım Allah’ım bu gece belli oldu!<br />

- …<br />

- Katil diye tablo var mıydı? Neyse bak beni delirtme.<br />

- Özel bir sebebi yok.<br />

- Neyin?<br />

- Sarılmamım.<br />

- Kime sarıldın sen kızım?<br />

- Bir öğrenemedin yıllardır, bana kızım deme.<br />

- Olur ama önce cevap ver.<br />

- Sana.<br />

- Evet bana neden sarıldın?<br />

- Bizim karşı komşu bugün vefat etti ya…<br />

- Eee…<br />

- Korktum işte ne bileyim.<br />

- Ha ha ha…<br />

- Gülmen yanlış.<br />

- Değil.<br />

- Tartışmayalım hadi yat yatağına.<br />

Yatağıma büzüldüm sinirlenmiştim vallahi. Kadın ölüden<br />

korkmuş öyle sarılmış. Yahu uykum da kaçtı işte, uyuyamam<br />

da şimdi. Düşün düşün sabahı et artık. Az sonra<br />

tekrar sarılmaz mı, sinirle silkeledim zavallıyı, git dedim git<br />

ölüye sarıl. Ölü dedim de aklıma takıldı Ölüler Evi filmini<br />

kim yönetmişti?<br />

Ortanca


ÇEKTİM İPİMİ<br />

Gülderen AYDEMİR<br />

Ben kendime düşmanım,<br />

Gecenin en koyu karanlığını,<br />

Attım üzerime.<br />

Zehri şerbet diye yudumlarken,<br />

Gülümserim karadan kara kederime.<br />

En acımasız ihanetleri sığdırdım,<br />

Buzdan soğuk yüreğime…<br />

Yargısız infazlar yaptım<br />

Kırdım kalemini aşkında sevginin de.<br />

Ellerim mülteci oldu, gözlerim firari,<br />

Hain pusular peşindeyim.<br />

Hasretlerin özlemlerin faili,<br />

Akmayan gözyaşımın katiliyim<br />

ZORUMA GİDİYOR<br />

Meliha DEVECİ<br />

Öyle kaşını, indirip bana,<br />

Yandan bakışın, zoruma gidiyor.<br />

Alıştım ben senin, güzel sözüne.<br />

Karşımda şuşuşun, zoruma gidiyor.<br />

Telefon çalsa, seni sanırım.<br />

Her güzel türküde, seni anarım.<br />

Bir sitemine, günlerce ağlarım.<br />

Beni ağlatman, zoruma gidiyor.<br />

Kaldırıp yüksekten bırakır gibi.<br />

Param parça edip kırma kalbimi.<br />

Benim de kendimce, sevgim yücedir.<br />

Hafife alışın, zoruma gidiyor.<br />

Gözümde yoktur gülüşü, masum bir gelinin.<br />

Belki sevgine hiç layık değilim.<br />

Belki aradığın o ben, ben değilim.<br />

Hayalinde yaşattığın ben miyim diye.<br />

Kalbimi deneyişin zoruma gidiyor.<br />

Zaten yorgunum, ben bu hayattan.<br />

Kalmadı mecalim, düştüm takattan.<br />

İndirmek istiyorum, dünyayı sırtımdan.<br />

Bir de senin gönül oyununda,<br />

Oyuncak yapışın zoruma gidiyor.<br />

Bana uzat elini, Değer verirsen.<br />

Eşya gibi değil, beni insan görürsen.<br />

Birlikte aşalım, tüm sorunları derken.<br />

Cevapsız kalışın, zoruma gidiyor…<br />

Ortanca 52<br />

GÜNEŞİN ELİNİ TUTTUM<br />

Semah ATAK<br />

İçime saplanan o kristal gül,<br />

Tanır mı sarayın sırçalarını?<br />

Bana bir gül kaldı ve bir de gönül,<br />

Saklarım kırılan parçalarını.<br />

Ah, Yerebatan’da uyuyorken sen,<br />

Bir kırlangıç ölür, bir serçe kanar.<br />

Bu şehre çığ düşer eğer gelmezsen.<br />

Bu şehir kahrolur, bu şehir yanar.<br />

Hükmü yok ateşin, tarihi yaksan.<br />

Fikrimde savrulan küllerin kadar.<br />

Gök yere eğilir sen arza baksan.<br />

Kimseyi sevmedim ellerin kadar.<br />

Dal gibi eğilir, doğrulsa Ferhat.<br />

Göğün tavanına çarpar başını.<br />

O ki, demir dağda bir nakış, bir hat.<br />

Benim için deler dağın döşünü.<br />

Sesin var Nemrut’un kalp atışında.<br />

Ruhunu yıkamış Dicle yahut Zap.<br />

Bir tek beni bilir gün batışında.<br />

Kimseyi yakmamış ateş-i azap.<br />

Sen suyun dibinde nefes almaksın.<br />

Sen yerin altında yaşamak gibi.<br />

Sen çare içinde naçar kalmaksın.<br />

Hayatı ölüme taşımak gibi.<br />

Kendini sesinde unutmuş sesim.<br />

Bakışım ufkunda çakılı kalmış.<br />

Ve ben hiç kimseyim ve ben herkesim.<br />

Gözlerim yağmurun ahını almış.<br />

Bir mektup yazarsan, boşluğa bırak.<br />

Mekânsızlık yurdum, adresim rüzgâr.<br />

Hem senin içinde, hem senden ırak.<br />

Hayalini kurdum, gül kokulu yâr.<br />

Hasretle beslenir, intikam ister.<br />

Sevmedim yolları, ezelden beri.<br />

Yitiğim, kayboldum, bana yol göster.<br />

Ey aşk denizinin deniz feneri.<br />

Karanlıktan korktum, hiç sorma niçin.<br />

Korkulu düşlerin tozunu yuttum.<br />

Sabahı odana getirmek için,<br />

Bak yine güneşin elini tuttum…


Televizyona çıktığı dönemde herkes bu kel adamın<br />

lakabının neden kıvırcık Ali olduğunu sorardı, hatta bir<br />

bakan bile sormuştu kendisine de… Magazinsel bir haber<br />

olmuştu, bakanın adını hatırlamasam da Ali’yi hiç unutmayacağım.<br />

Kıvırcık saçları ile hep hayalimde…<br />

Yıl seksen sekiz civarı okulu asınca doğru gençlik parkına<br />

gider, çay bahçelerinde Kemal Sunal ve Cüneyt Arkın<br />

filmleri reyting yaparken Miraj’la ben nerede saz sesi var<br />

oraya giderdik. O dönem favori sanatçımız Siyah İnci lakaplı<br />

piyanist’ti, harika org çalardı, onun yanında ilk defa<br />

tanıdık Ali’yi…<br />

Müthiş bağlama çalıyor ve kendinden geçiyordu çalarken,<br />

biz de dinlerken kendimizden geçiyorduk. Ali türküleri<br />

güzel çalardı da iş oyun havasına gelince o kadar isteksiz<br />

olurdu ki orgcu kapatırdı açığını. Aslında o zamanlar oyun<br />

havaları çalıp kısa yoldan meşhur da olabilirdi Ali Abi, ama<br />

o zor olanı seçti, kalıcı olanı seçti, sanatçılığı seçti.<br />

Geriye yıllarca dinlenebilecek eserler bıraktı. Yıllar<br />

içinde sazının bileğinin ve yüreğinin gücüyle bir çok türküye<br />

ses verdi, hayat verdi hüzünlü sesiyle. Mütevazi ama<br />

gururluydu.<br />

Yıllar yılları kovaladı, Ali Abi sağlık sorunları nedeniyle<br />

sahneyi bıraktı, müzik öğretmeni oldu. Sonra kendi yolunu<br />

çizdi ve hiç ödün vermeden ansızın bir trafik kazasında<br />

çekip gitti, hemşehrisi Selman Düştü gibi.<br />

Bir gün Selman Abi’yle program dinliyoruz sahneye<br />

almak istiyorlar ısrarla “bir şey çal” diye. Kimseyi de kırmak<br />

istemiyor ama çalmak da istemiyordu; sonunda şöyle<br />

dedi: “Ben buraya zurnacıyı dinlemeye geldim.” Yürek denen<br />

şey bu olmalıydı; ne kadar onore olmuştu zurnacı da.<br />

Coşmuştu çalarken.<br />

Selman Abiyi de 2003 de yitirdik bir trafik kazasında<br />

mekânı cennet olsun, saz virtüözüydü… İşte Selman<br />

Abi’nin babası Âşık Emini dizeleriyle ancak duygularımı<br />

ifade ediyor.<br />

ANI…<br />

53<br />

SALMANIM’IN<br />

ARDINDAN<br />

Eminî Düştü<br />

Seni düşündükçe içim kanıyor<br />

Damarımda kanım donuyor oğul<br />

Hayal mi rüya mı anlayamadım<br />

Hararetten başım dönüyor oğul<br />

Hâtıranla dolu bende hislerin<br />

Hayâlimde çiçek açmış yüzlerin<br />

Seni sevenlerin bunca dostların<br />

Her zaman hep seni anıyor oğul<br />

Aşk ile sazını çalan Salman’ım<br />

Muradı gözünde kalan Salman’ım<br />

Çok söyledim dünya yalan Salman’ın<br />

Gayri umutlarım sönüyor oğul<br />

Annen deli koyun olmuş meliyor<br />

Göz yaşları şu sinemi deliyor<br />

Avuç avuç saçlarını yoluyor<br />

İçine od düşmüş yanıyor oğul<br />

Eminî’yim omuzumda götürdüm<br />

Elim ile mezarına yatırdım<br />

Büyüttüm besledim erken yitirdim<br />

Öz vicdanım beni kınıyor oğul<br />

Yasin AYHAN<br />

Ortanca


İsmet Bora BİNATLI<br />

Çocukluğumun bir kısmı 2500 metrenin üzerinde rakıma<br />

sahip Göle (Kars’tayken şimdi Ardahan’a bağlandı)<br />

kazasında, bir kısmını da yine 2000 metre rakımlardaki<br />

Erzurum’da geçti.<br />

Kışlar altı ay sürer, üç metre kar yağar her yer gelinlik<br />

giymişçesine beyaz bir örtü altında olurdu. O uçsuz bucaksız<br />

çam ormanları bile altı ay süreyle bir beyaz şemsiye<br />

topluluğu gibi süslerdi karşı dağları. İlkbaharda toprak ana<br />

canlandıkça sarıçiçek, gelincik, papatya artık ne varsa kendini<br />

gösterir yeşile dönüşürdü beyaz alanlar.<br />

Ben kardelen çiçeği gördüğümü hiç hatırlamıyorum o<br />

günlerden. Hoş görmüş olsam da adını bilmeden, sıradan<br />

bir çiçek diye bakıp geçmişimdir.<br />

Yıllar üstümüzden nasıl da hızlı geçip gidiyor zor fark<br />

ediyoruz. Ömrümüzün son baharına geldiğimizde bile birçok<br />

şeyi ıskaladığımızı fark edince durup kalıyoruz öylece<br />

şaşkınlıkla. Ben hâlâ kardelen çiçeğini ayırt edemezdim<br />

diğerlerinden ta ki 2010 yılına kadar.<br />

2010 yılında adıma imzalanan bir şiir kitabının üstünde<br />

görünce o ismi “Kardelensin Kalpte açtın” diye dikkat<br />

kesildim. Sevgili şair arkadaşım Vedat Fidanboy’un son şiir<br />

kitabıydı bu.<br />

Ben Vedat Fidanboy’u 7-8 yıl önce Ankara Kalesinde<br />

merhum Hüseyin Yurdabak’ın yaptığı ve onun ölümünden<br />

sonra da Mehmet Nuri Parmaksız ile birlikte benim devam<br />

ettirdiğimiz (Ankara Kalesi Şiir Dinletileri) nde tanıdım. Şiirini<br />

ezberden okudu ve karşımdaki masaya oturdu. Hep<br />

mütebessim, hep bir yanı utangaç duruşuyla, göz göze<br />

geldiğimizde zafer işareti yaparak kutladım kendisini. Sonra<br />

ara verildiğinde konuştuk, ilk konuşma/tanışma idi ama<br />

ben takdir ifadelerimi belirttim o tevazu ile hafifçe kızaran<br />

ve fakat gururlu haliyle anında bir sıcaklık oluşmasına sebep<br />

olacak şeyler söyledi ve aramızda sıcak bir dostluğun<br />

temelleri atılmış oldu. O gün bu gündür çoğalan, ailece tanışmaya<br />

uzanan bir dostluğumuz var. Hiçbir gün kırmadan<br />

kırılmadan gelen gerçek bir dostluk…<br />

Vedat Fidanboy gerçekten iyi bir şair. Özellikle heceyi<br />

iyi kullanan, söylenmemişi bulup söyleyebilen orijinal<br />

ifade tarzına sahip bir şair... Cemal Safi’nin Akçay şiir yarışmasında<br />

birinci olduğunda, birçok ünlü şairin hasedine<br />

yol açtığında bile mütevazı tavrını bozmayacak bir Anadolu<br />

efendisi. Kırşehir gibi sanatçısı bol bir toprağın velud<br />

çocuğu.<br />

Kitabı okumadan önce kardelen çiçeğinin hikâyesini<br />

merak ettim. Resimlerine baktım. Vedat’a ilham veren<br />

çiçeği tanımadan şiirlerini okumak istemedim. Yaptığım<br />

araştırmalarda birçok farklı hikâyeye rastladımsa da o nahif<br />

ve zarif çiçek için söylenen şu hikâye dikkatime yerleşti.<br />

“Kardelen çiçeği, dostlarından dinleye dinleye güneşe<br />

aşık olur. Güneşi hiç görmemiştir oysa. Bu aşk içinde da-<br />

KARDELENSİN KALPTE AÇTIN<br />

(Vedat Fidanboy)<br />

Ortanca 54<br />

yanılmaz acılara sebep olur ve artık dayanamaz ve Allah’a<br />

kendisine güneşi göstermesi için yalvarmaya başlar. Allah<br />

c.c. onun nahifliğini, güneşi görünce yok olacağını söyler<br />

ve 2 gün mühlet tanır kendisine akıllıca düşünmesi için. Ya<br />

güneşi görüp yok olacak yahut bu sevdadan vazgeçecek.<br />

Aşk aklın önüne geçer her zamanki gibi ve dayanılmaz arzuya<br />

yenilip güneşi görmeyi tercih eder kardelen çiçeği.<br />

Karların içinden başını çıkartıp görür güneşi ama aynı<br />

anda da canını verir.”<br />

Derler ki aşıksan, maşukun için can vermeyi göze alabilecek<br />

kadar cesur olmalısın. Kardelen çiçeği kadar en<br />

azından… Yoksa aşktan söz etmeye hakkın olamaz.<br />

Kardelen çiçeğinin yararlı yanları da var. Kalbi kuvvetlendirici,<br />

mideye iyi gelen ve adet söktürücü ilaç olarak<br />

üst kısımlarından, çıbanları iyileştirici olarak da kök kısmından<br />

yararlanıldığı bilinmektedir.<br />

Vedat Fidanboy’un 192 sahifelik kitabının arka sayfasında<br />

çiçeğin resmi ile birlikte kitaba adını veren şiirde<br />

var. Önsözünü Hayrettin İvgin yazmış. 18 ayrı bestekârın<br />

adı var şiirlerini besteleyen. Sonra bir vefa örneği olarak<br />

onuncu sayfada, yayınlanan kitaplarda onu zikreden ona<br />

yer veren şairleri sıralamış. Naçizane benim de “Sensiz de<br />

Yaşanırmış” adlı kitabımda yer aldığını unutmamış.<br />

Kitabın birinci bölümünde 80 şiir ve 27 dörtlük var.<br />

Dörtlükler aruz vezniyle yazılmış ve altlarında kalıpları belirtilmiş.<br />

Bestelenen şiirlerinin altında da besteleyenin adı<br />

ve makamı not edilmiş.<br />

İkinci bölüm, Fidanboy’a yazılmış şiirlerin yer aldığı bölüm.<br />

On dört şiir iki düz yazı var. Bu ön dört şiirden birisi<br />

de bana ait. Üçüncü bölüm Vedat Fidanboy’un başkalarına<br />

ithafen yazdığı şiirlerden oluşuyor. Sekiz şiir var. Dördüncü<br />

bölüme Atatürk’le ilgili beş şiirini, beşinci bölüme<br />

de beş adet “taşlama” sığdırmış.<br />

Onun beyefendi kişiliği taşlamalarında bile kendini<br />

gösterir ve edep sınırlarının dışına çıkmaz.<br />

Ülkemizde çok çok ünlenmiş, medyadan düşmeyen<br />

yüzleri eskise de adları canlı tutulmağa çalışılan birçok<br />

şairinin Vedat Fidanboy’un yanında şiir gücü bakımından<br />

esamesi bile okunmaz ama o hep sütre gerisinde durmayı<br />

yeğler nedense.<br />

Kadıköy belediyesinin açtığı güfte yarışmasında hem<br />

birinciliği hem de üçüncülüğü kazanmasına rağmen asla<br />

bunların reklamını yapmak ihtiyacını duymamıştır.<br />

Kültür Ajans tarafından çıkartılan “Kardelensin Kalpte<br />

Açtın” adlı kitabı okumanızı tavsiye ederim. Her birinizin<br />

gönlünde onun şiirlerinin nasıl kardelen misali boyun uzatacağını<br />

daha iyi göreceğinizden eminim.<br />

Vedat’ın bundan sonraki hayatında daha iyi eserlere<br />

imza atacağına inancımı saklı tutuyor, mutlu ve esen bir<br />

yaşantı diliyorum.


KARDELENSİN KALPTE AÇTIN<br />

Kardelensin kalpte açtın kar düşerken üstüne<br />

Gel güzel kız gel bu mevsim kardelen ol aç yine<br />

Sonbahardan geçti gönlüm kışta sevdim ben seni<br />

Gel güzel kız gel bu mevsim kardelen ol aç yine<br />

Dertli gönlüm neş’e dolsun mis kokundan saç yine<br />

Hak özenmiş tek yaratmış sanmasınlar dengi var<br />

Kor dudaklar aşka doymaz ah ne masum bengi var<br />

Saçta meltem gözde sevda tende leylak rengi var<br />

Gel güzel kız gel bu mevsim kardelen ol aç yine<br />

Dertli gönlüm neş’e dolsun mis kokundan saç yine<br />

55<br />

Vedat Fidanboy’un ŞİİR AŞKI<br />

Sorma bana ilk aşkın, ilk sevgilin kim diye,<br />

Şiirden bir başka aşk, tanımam ben arkadaş…<br />

Tanrımın “sev” diyerek, verdiği tek hediye;<br />

Şiirden bir başka aşk, tanımam ben arkadaş…<br />

Dilde Mecnun ve Ferhat ile Kerem faslı var,<br />

Sureti masal olmuş, bende aşkın aslı var,<br />

Gücenmesin Leyla’lar, o Şirin’ler, Aslı’lar,<br />

Şiirden bir başka aşk, tanımam ben arkadaş…<br />

Ruhumu sarhoş eden şarabımdır ezelden,<br />

Derdime derman olur tesellisi tez elden<br />

Hiç ihanet görmedim bu vefalı güzelden,<br />

Şiirden bir başka aşk, tanımam ben arkadaş…<br />

Ben onun erdemini yüce haktan öğrendim,<br />

Kimi zaman maviden kimi aktan öğrendim,<br />

Satoğlu’dan, Safi’den, Yurdabak’tan öğrendim,<br />

Şiirden bir başka aşk, tanımam ben arkadaş…<br />

Ne kendine kul eder, ne zalime ezdirir,<br />

Ne kalbimi kırar o, ne canımdan bezdirir<br />

Peşine takıp beni gönül gönül gezdirir,<br />

Şiirden bir başka aşk, tanımam ben arkadaş…<br />

Gerçekten daha gerçek, sanmayın ki yalan o,<br />

Nice hissiz ve zalim gönüllerde talan o,<br />

Her sabah saat dörtte ilk kapımı çalan o,<br />

Şiirden bir başka aşk, tanımam ben arkadaş…<br />

Ortanca


Türk Halk Edebiyatı’nın zirve isimlerinden biri olan<br />

Develi’li (Everek’li) Seyrani’nin doğum tarihi kesin değildir<br />

1800 veya 1807 yılında doğduğuna dair iki kayıt vardır.<br />

Bugün Kayseri ilinin en büyük ilçesi olan, o yıllarda Everek<br />

adıyla bilinen Develi’de doğmuştur. Asıl adı Mehmet’tir.<br />

Babası fakir bir cami imamı olan Hoca Cafer Efendi’dir.<br />

Çocukluğu ekonomik güçlüklerle geçmesine rağmen babasının<br />

sayesinde medrese eğitimi almaktan geri kalmamıştır.<br />

Seyrani’nin hayatıyla ilgili kesin bilgiler mevcut olmadığından<br />

halk kendisi için bazı menkıbeler yayarak bu eksikliği<br />

gidermeye çalışmıştır. Seyrani’nin ününü duyan çevre<br />

vilayet ve kaza âşıkları sık sık Develi’ye gelerek onunla atışırlar,<br />

âşık ustalığını konuşturarak onları pes ettirir. Ama<br />

artık ona Develi dar gelmeye başlamıştır, İstanbul’a gitmeyi<br />

arzular<br />

Seyrani, büyük bir ihtimalle Sultan Abdülmecit’in tahta<br />

geçtiği yıl olan 1839 yılında İstanbul’a gelir. O yıllarda<br />

İstanbul’da semai kahvelerine, saz söz meclislerine ilgi<br />

gösterilir, âşıklar birer bilge kişi olarak görülür, dinlenirdi.<br />

Bu meclislerin tiryakileri, aşıkları yalnız bırakmaz, onları<br />

meclisten meclise, kahveden kahveye taşırlardı. Saray’da<br />

devlet erkanının konaklarında, zenginlerin köşklerinde bir<br />

araya gelen âşıklar, birbiriyle tanışır, söyleşir, atışırlardı.<br />

Bazı paşa ve beyler, şairleri himaye eder onlara rahat bir<br />

hayat sağlarlardı. Böylesi bir zamanda İstanbul’a giden<br />

Seyrani, zamanın saz ve kalem şairleriyle tanışır, bilişir.<br />

Seyrani, İstanbul’a gelmişken yarım kalan medrese<br />

öğrenimini tamamlar. Şu sözleriyle tanımlamıştır o günlerini:<br />

“Yedi yıl eğlendi, kaldı Seyrani<br />

Bütün tahsil etti ilmi irfanı<br />

Sendeyken her türlü mürüvvet kanı<br />

Bulmadın derdime çare İstanbul”<br />

Bin iki yüz altmış bire tarih basınca<br />

Pek ziyade oldu siklet bu sene<br />

Eski adet bitip devir dönünce<br />

Kalktı insanlardan şefkat bu sene<br />

Koymuşum havana bu garip seri<br />

Sefa mı sunulur ah şimden geri<br />

Ağnıya olursan derler gel beri<br />

Fukaraya yoktur rağbet bu sene<br />

Fukaranın hali Mevla’ya belli<br />

Merhamet yok ağnıyada ezeli<br />

Buğdayın bir mutu oldu yüz elli<br />

Muhtekire düştü fırsat bu sene<br />

Develili Âşık Seyrani<br />

(1800-1866)<br />

SENE 1261<br />

Ortanca 56<br />

Ancak Seyrani karakteri gereği, etrafında gördüğü yanlışlıklara,<br />

bu yanlışlıkları yapan Padişah da olsa görmezlikten<br />

gelemeyen ve şiirlerinde bunları ağır bir şekilde hicveden<br />

bir şairdir. Bu yüzden hakkında soruşturma açılmış ve<br />

yakalanmamak için de Develi’li bir dostunun yardımıyla<br />

Develi’ye kaçmak zorunda kalmıştır. Bir süre burada kalan<br />

Seyrani daha sonra Halep’e gider Burada da tutunamaz<br />

ve tekrar Develi’ye gelir. Yaşadığı süre içinde Develi onun<br />

kıymetini pek anlayamamıştır. Yakalandığı sinir hastalığından<br />

dolayı ona “Deli Seyrani” denmiş, son yıllarını yoksulluk<br />

içinde geçirmiştir<br />

Yoksulluğunu, çektiği acıları, dik kafalı bir ozan oluşuna<br />

bağlamak pek yanlış olmaz. Seyrani devrindeki gelişmeleri<br />

yakından takip etmiş, yanlışlıkları eleştirmiş, şiirlerinde<br />

kendisinden önceki ozanların alışılmış konu sınırlarının dışına<br />

çıkmıştır. Olaylara genellikle eleştirel gözle bakmış<br />

ve halkın sesi olmaya özen göstermiştir. Şiirleri hem ele<br />

aldığı konu bakımından hem de kafiye yapısı bakımından<br />

çeşitli ve zengindir. Şiirlerinde daha önce kimsede rastlanmayan<br />

kafiye yapılarına yer vermiş ve bazen bir tarikat<br />

ehli, bazen siyasi bir eleştirmen, bazen de koyu bir aşık<br />

olmuştur. Bu da onun içten, dindar, duygulu ve duyarlı bir<br />

kişi olduğunu gösterir.<br />

Seyrani, 19. yüzyıl halk edebiyatımızın şüphesiz en değerli<br />

örneklerinden birisi olarak diğer halk ozanlarını da<br />

etkilemeyi başarmıştır. Kendisi hakkında yapılan araştırma<br />

ve incelemeler son yıllarda çoğalmıştır.<br />

Eserlerinden bazıları da bestelenerek icra edilmiştir.<br />

Zengin artık kesmez oldu kurbanı<br />

Kalmadı dünyanın rengi elvanı<br />

Sultan Süleyman’a kalmadı fani<br />

Bize Hak’tan oldu rahmet bu sene<br />

İş böyle giderse kopacak fesat<br />

Yaklaşmadı gitti şu vakt-i hasat<br />

Sanatlar işlemez ortalık kesat<br />

Boşadır çalışmak gayret bu sene<br />

Bu Seyrani sahih sohbet eylesin<br />

Naçar olan fukaralar neylesin<br />

Rica niyaz edin halas eylesin<br />

Mevlamız beladan millet bu sene


04.08.2008 gününün gecesi saat 23.00 sularında evime<br />

geldim ve üzerimi çıkardıktan sonra son günlerde pek<br />

yapmadığım bir şeyi yapmaya karar verdim: Televizyon<br />

Seyretmek…<br />

Kumandada en küçük rakamdan başlayarak tek tek<br />

yukarı doğru çıkarken sıra 7 rakamına geldiğinde o numarada<br />

kayıtlı olan Flash Tv’de bir program gördüm. Daha<br />

doğrusu programa değil de altyazıya gözüm takıldı:<br />

“Hadiye: 72 yaşındayım, 4 yıldır fuhuş yapıyorum!”<br />

Evet, evet… Yanlış okumadınız! “Yalan Testi” adlı programdaki<br />

yazı aynen yukarıdaki gibiydi. İlk önce ben de<br />

inanamadım ve o tür programları sevmememe rağmen<br />

izlemek zorunda kaldım.<br />

72 yaşında olan yaşlı kadın, iki oğlunun kendisine bakmadığını,<br />

bakacak başka kimsesi olmadığından çok zor<br />

durumda kaldığını, bir süre arkadaşlarının evine sığındığını,<br />

sürekli olarak o insanların sırtından geçiniyormuş<br />

durumuna düştüğünden ve o yaşta yapacak başka bir iş<br />

bulamadığından fuhuş yapmaya başladığını anlatırken,<br />

yüzündeki acının yüreğinin derinliklerinden geldiğini belli<br />

ediyordu.<br />

“69 yaşındayken bu işi yapmaya başladım!” diyen bir<br />

nine ve insanlığını unutup 20 YTL karşılığında o nineye<br />

göz diken insanlar... Terazinin bir kefesine ne koyarsanız<br />

koyun, diğer kefesi mutlaka ağır basacak, bu ayıbı karşılayacak<br />

ve unutturacak bir bedel bulunmayacaktır. İki oğlu<br />

bakmadığı için oğulları, hatta belki de torunları yaşında<br />

insanlar tarafından para mukabili tecavüz edilen kadının,<br />

halini ve yaşadığı ıstırabı herhangi bir kelimeyle anlatıp<br />

izah edebilmemiz mümkün değildir.<br />

Program formatı gereği orada oturan üç beyefendi,<br />

zavallı kadına çeşitli sorular soruyor, kadıncağız da cevap<br />

veriyordu. Anlattığı şeyler, insanın kanını donduracak kadar<br />

etkileyici ve acıydı. İşin daha tuhaf ve daha kötü tarafıysa<br />

yaşlı ninenin bütün sorulara doğru cevap verdiğinin<br />

ve bu nedenle de bütün söylediklerinin doğruluğunun makine<br />

tarafından tespit edilmesiydi. İnanıyorum ki verdiği<br />

her cevap, onun içinden bir şeyler koparıyordu. Eğer öyle<br />

olmasaydı; ekran başında onu izlemekte olan ben, ağlamamak<br />

için kendimi tutmak zorunda kalmazdım. Yanımda<br />

olsaydı o zavallıdan; binlerce, on binlerce kez özür dileyecek,<br />

belki de bu zamana kadar kimseye söylemeye cesaret<br />

BEN UTANDIM, SİZ DE UTANIN!<br />

57<br />

Mustafa ERKENEKLİ<br />

edemediğim şeyi söyleyecektim: “Sana bunları yaşatan<br />

toplumun bir parçası olduğum için utanıyorum!”<br />

İnsan ister istemez dalıp gidiyor… Nereden nereye?<br />

Oysa daha bir asır öncesine kadar caddelere kuşlar için<br />

yemlik bırakan, onlara özel su kapları yapanlar bizim atalarımızdı.<br />

Bütün bunlar, geriye dönüp bakmayı unuttuğumuz<br />

ve hatta bakmaya cesaret edemediğimiz için başımıza<br />

gelmiştir ve gelmeye devam edecektir.<br />

Günden güne yozlaşan değerler, değerlerine sahip çıkamayan<br />

bir toplum yapısıyla açlığa ve sefalete sürüklenen<br />

insanlar görülmezken, aylarca kayıkçı kavgalarıyla bu<br />

ülkenin gündemini meşgul eden çevrelerin amacını konuşmanın<br />

zamanı gelmiştir ve geçmektedir. İbadetlerini eksiksiz<br />

olarak yerine getiren biri değilim. Buna karşın, inancı<br />

doğrultusunda kırmızı çizgileri olan, o çizgileri hayatının<br />

her noktasında geçerli kılmaya çalışan biri olarak diyeceğim<br />

odur ki; ülkemde fuhuş alıp başını yürümüş, insanlar<br />

bir ekmek parası için 70 yaşından sonra hayat kadınlığına<br />

başlayacak duruma gelmişse, ne bir gecede 3.000 $<br />

zenginleştiğimiz masalına inanırım, ne birilerinin açılıp<br />

kapanması önemlidir, ne de bir metre karelik bez parçası<br />

bu ülkenin birinci sorunu olabilir. Taşıma suyla değirmen<br />

döndürmeye çalışır gibi birkaç kilo un ve yağ ile birkaç<br />

torba kömür vermek suretiyle toplumu ayakta tutacağını<br />

zanneden bir sistemin (aslında ayakta tutmak istediği de<br />

tartışılabilir) bu sorunlara çözüm bulmasını beklemek de<br />

abesle iştigalden başka bir şey değildir.<br />

Evet… Ne yazık ki erkekliğimden utanmak bir yana, insanlığımdan<br />

utandım. Eğer bu yazıyı okuyup sizler de utanıyorsanız,<br />

hâlâ kaybetmediğiniz değerler var demektir.<br />

“Yok, ben utanmam ve utanmadım da!” diyebiliyor ve bu<br />

yazıyı kaleme alan insana da; “Senin başka işin yok mu?”<br />

sorusunu sorabiliyorsanız, yattığınız yeri gözden geçirmenizi<br />

ve sırtınızdakinin farkına varmanızı tavsiye ederim.<br />

NOT: Bu yazı Malatya Büyükşehir Gazetesinde ve başka<br />

bir edebiyat sitesinde yayınlanmış olup, olayın gerçek<br />

olamayacağı, yaşlı kadının para karşılığı o programa çıkıp<br />

yalan söylemiş olabileceği gibi eleştiriler aldım. 72 yaşındaki<br />

bir bayanın para karşılığı fuhuş yapması ile fuhuş<br />

yapmadığı halde yine para karşılığı “Yapıyorum” demesi<br />

arasında fark olmadığını düşünüyorum<br />

Ortanca


RIZA ÖZDEMİR’E AĞIT<br />

HATÇE ANA (Hatice ŞAHİNOĞLU)<br />

Sariye’m hayata ekmiş çiçeği<br />

Adam acımaz mı kara koçağa<br />

Duymuş anam oğlu bindirmiş uçağa<br />

Anam oğlu ellerine gurbanım<br />

Acı anam kızının belini bükmüş<br />

Sariye başında gözyaşı dökmüş<br />

Duydum anam oğlu telgraf çekmiş<br />

Anam oğlu dillerine gurbanım<br />

Bahçesinde biter otun iyisi<br />

İçine düşmüş derdin koyusu<br />

Ev sahibi Sariye’nin dayısı<br />

Anam oğlu evlerine gurbanım<br />

Bir ev yaptırmış ufacık taşlı<br />

Sariye’m başında gözleri yaşlı<br />

Eller bayram eder yanı yoldaşlı<br />

Anam kızı boylarına gurbanım<br />

Hamdi’m uyanamaz erkenden kalkın<br />

Giydirin Gülcan’ı da boyuna bakın<br />

Yollar bana ırak ellere yakın<br />

Anam kızı gözlerine kurbanım<br />

Uzattım uzattım yetmedi elim<br />

Sala’yı duyunca kırıldı belim<br />

Ağlayı ağlayı ağrıdı beynim<br />

Anam gızı dillerine kurbanım<br />

Sariye’m dulluk sırası değil<br />

Gülcan’ım büyür Hamdi’m kan değil<br />

Sariye’m anadan doğalı ehil<br />

Alışık yetim gütmeye kuzum<br />

Rüyamda üstüme indi bir bulut<br />

Hamdi’m büyür Allahtan kesilmez umut<br />

Sabret anam kızı acıyı unut<br />

Anam kızı gözlerine kurbanım<br />

Yandım anam kızı tenhada yandım<br />

Sala’yı duyunca deli dolandım<br />

Ahmet’in anasıyım götürür sandım<br />

Anam kızı gözlerine kurbanım<br />

Gülcan’ım küçük çeker içini<br />

Tarar iken incitmeyin saçını<br />

Kiminle yükledi baban göçünü<br />

Anam kızı evlerine kurbanım<br />

Ortanca 58<br />

AĞLAYIN DAĞLAR<br />

Lükiye (EVRAN) DEVECİ<br />

Sivastan çıktım Niksar’a doğru<br />

Niksar’dan göründü hasretin yolu<br />

İçerim yanıyor anam gözlerim dolu<br />

Şu garip halime ağlayın dağlar<br />

Ne bacım sordu beni ne de kardeşim<br />

Ana hasretiyle yanıyor başım<br />

Ne sırdaşım var ne de yoldaşım<br />

Ümitsiz halime ağlayın dağlar<br />

Kardeşim yemin etmiş vuracak beni<br />

Babam hazırlamış beyaz kefeni<br />

Yuvamız olmuş artık gözyaşı seli<br />

Çaresiz halime ağlayın dağlar<br />

Ne küsmek bilirdim ne de darılmak<br />

Hiç acıyı tatmamıştı bu yürek<br />

Artık meçhul oldu sılaya dönmek<br />

Ümitsiz halime ağlayın dağlar<br />

LİYAKAT DEMİ<br />

Ali ATAK<br />

Ruhlar Berzah aleminde beklerken,<br />

Nimet şekl’olundu cümle nebatat..<br />

Henüz en güzelin gelmesi erken,<br />

Adem evvel vücut buldu mahlûkat..<br />

Henüz yokken kitabın da, dinin de,<br />

Şahadet eyledik Rab’bin önünde.<br />

İkrar verdik Bezm-i Elest gününde,<br />

Ve o gün yazıldı gerçek şeriat…<br />

Sarık, cübbe müminliğe delil mi ?<br />

Tekkede mi özden sevginin ilmi ?<br />

Kalpten doğan her yol Rab’be değil mi ?<br />

Şart mı kuldan put yaratan tarikat ?<br />

Altı günde son mu Hak’kın binası ?<br />

Bir zerredir on sekiz bin dünyası.<br />

Vesiledir Muhammed’in rüyası,<br />

Asıl olan vahiydeki hakikat…<br />

Kudret-i kemale erilmiş ise,<br />

İki cihan birde derilmiş ise,<br />

Mevlâ’dan o ihsan verilmiş ise,<br />

Enel Hak’tır marifette liyakat…


23 Temmuz 1925’te Çanakkale’nin Gelibolu ilçesi Karainebey<br />

köyünde doğdu. İlkokulu Çanakkale’de, ortaokulu<br />

İstanbul’da bitirdi. İstanbul Erkek Lisesi’nde 2 yıl<br />

öğrenim gördü. İstanbul’da çeşitli işlerde çalıştıktan sonra<br />

1944’te Ankara’ya taşındı. Atatürk Orman Çiftliği’nde<br />

memur olarak çalıştı. 1950’de yine İstanbul’a döndü.<br />

Mahmutpaşa’da işportacılık yaptı. 5 Aralık 1951’de TKP<br />

davasından tutuklandı. 2 yıl cezaevinde kaldı, delil yetersizliğinden<br />

beraat etti. 1953 sonunda cezaevinden çıktı.<br />

Birçok şirkette çalıştı. Avukat katipliği, muhasebecilik yaptı.<br />

1969’da Suadiye’de Yeryüzü Kitabevi’ni açtı. “Yeryüzü”<br />

adıyla çıkan derginin yönetimine katıldı.<br />

1984’te kitabevini kapatıp kendisini bütünüyle yazılarını<br />

verdi. İlk şiiri “Edirne’de Akşam” 1940’ta “Yeni<br />

İnsanlık” dergisinde yayınlandı. “İnsan”, “Gün”, “Ant”<br />

dergilerindeki şiirleriyle dikkat çekti. Toplumsal gerçekçi<br />

anlayışta şiir yazan genç şairlerden biri olarak belirdi. Kavgacı<br />

ama barışçıl ve insancıl yanı ağır basan, dil ögelerini<br />

ve biçim kaygısını elden bırakmayan bir şiir kurmaya yöneldi.<br />

“Yeryüzü” dergisinde bu çabanın başarılı şiir örnekleri<br />

yayınlandı. “Arif Barikat” takma ismini kullandığı bu<br />

dönem şiirlerini 1956’da “Günden Güne” adlı kitabında<br />

topladı. Kitap basıldıktan 5 ay sonra toplatıldı ama beraat<br />

etti. Sonraları İkinci Yeni Şairleri’nin yanında, imgeye ağırlık<br />

veren, biçim ve dil araştırmalarına girmiş bir şair olarak<br />

göründü. Bu yönüyle 1940 kuşağı adıyla anılan şair arkadaşlarından<br />

ayrılır. 1956 sonrası şiirlerinde ise geçirdiği<br />

Arif Damar<br />

(1925 - 2010)<br />

59<br />

her iki dönemin ortak özellikleri dikkat çeker. “Arif Hüsnü”,<br />

“Ece Ovalı” takma isimlerini de kullandı, düzyazılarında şiirle<br />

ilgili düşüncelerini anlattı. Ulus ve Tanin gazetelerinde<br />

makaleler yazdı.<br />

Arif Damar, 20 Ekim 2010 tarihinde saat 03.00’da, kaldırılmış<br />

olduğu Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde<br />

kalp yetmezliği sonucu yaşamını yitirdi.<br />

Büyük Hüner<br />

İnsanları sevmek kolay değil,<br />

bir hürriyet bu;<br />

çetindir memleketimde.<br />

Ben, ille varım dersen,<br />

bir gün pusuya düşersen,<br />

insanları sevmek<br />

büyük hüner...<br />

Bu dünyada yaşadığın şu kadar yıl,<br />

gerçek’ten, güzellikten, yüğitlikten,<br />

payına düşeni alabilmişsen,<br />

vermişsen, payına düşeni;<br />

gerçek için, güzellik için,<br />

gücüne karşı konmaz,<br />

korkusuz, direnirsin...<br />

Bilirsin,<br />

bir kere korku düşerse adamın içine,<br />

bir kere koparsa sevdiklerinden,<br />

mümkünü yok,<br />

gitti gider...<br />

Söner gözlerinde güzelim ışık,<br />

kararır, çirkinleşir yüzü.<br />

Önceleri, utanır belki,<br />

sonra vız gelir,<br />

umurunda olmaz dünya.<br />

İnsanları sevmek büyük hüner,<br />

İnsanlarla beraber!..<br />

ESERLERİ:<br />

Günden Güne 1956, İstanbul Bulutu 1958,<br />

Kedi Aklı 1959, Saat Sekizi Geç vurdu 1962, Alıcı Kuş 1966<br />

Seslerin Ayak Sesleri 1975, Alıcı Kuşu Kardeşliğin 1976,<br />

Ölüm Yok ki 1980, Ay Ayakta Değildi 1984,<br />

Acı Ertelenirken 1985, Yoksulduk Dünyayı Sevdik 1988<br />

Alıcı Kuşu Kardeşliğin 1990, Ay Kar Toplamaz ki 1980,<br />

Eski Yağmurları Dinliyorum 1995<br />

Ortanca


Ulviye AY<br />

Bir varmış bir yokmuş, ülkenin birinde ormanın derinliklerinde<br />

yaşayan iğde, çam, meşe ve dut ağaçları varmış.<br />

Ormanın hemen kıyısında yıllık bitkiler olarak bilinen,<br />

kamış, kendir-kenevir, tütün ve ayçiçeği bitkileri de yaşarmış.<br />

Bu orman zenginlikleri ve güzellikleriyle meşhurmuş.<br />

Her mevsim kuşlara, sincaplara ve diğer canlılara yuva<br />

olur, yine tabiatın analık görevini üstlenirlermiş. İlkbahar<br />

aylarında kuşların ötüşlerine tanıklık eder, sonbahar aylarında<br />

ise, şairlere ilham kaynağı olurmuş.<br />

Hazan mevsimi yaklaşınca şairler şiir yazmaya başlarmış.<br />

Bu ağaçlar sonbahar aylarında üzerindeki örtüyü<br />

aheste aheste yere döker, şairlerin adımları arasında yüreklerindeki<br />

sevgiyi dillere taşırlarmış. Hazan mevsiminin<br />

son günlerinde artık ağaçlar üzerindeki örtüden tamamen<br />

sıyrılır çırıl çıplak bir hal alırmış.<br />

Ve nihayet ilkbahar yaklaşmış. Yapraklar açınca tekrar<br />

örtülerine kavuşmuş ve rüzgârın hafif tatlı esintisiyle dalgalanmış.<br />

Üzerinde kuşlar, arılar, sincaplar, bir sürü canlı<br />

baharın etkisiyle neşeli şarkılar mırıldanır olmuşlar hep<br />

birlikte.<br />

Yine güzel bir günün başlangıcında iğde, çam ve meşe<br />

ağaçları, üzerinde ev kurmuş kuşlarla, yapraklarının haşir<br />

neşir olduğu sahneymiş.<br />

Dururken az ileride insanların ayak sesleri ve bu güne<br />

dek hiç duymadıkları bir sesle irkilmişler. Pat, küt dururken<br />

makine sesleri...<br />

Bir anda tüm canlılar ve görkemli ağaçlar bir korkuyla<br />

birbirlerine rüzgârın esintisi sayesinde sarılmaya başlamışlar.<br />

Yapraklar korkudan titriyor, kuşlar ağaçların üzerindeki<br />

yaprakların arasına saklanmaya çalışıyormuş.<br />

Ses yaklaştıkça iğde, çam ve meşe ağaçları daha da<br />

korkmuşlar. Az ilerde ormanın kıyısındaki diğer bitkilerin;<br />

kamış, kenevir, tütün ve ayçiçeğinin feryatlarını duyar gibi<br />

olmuşlar. Daha da korkmaya başlamışlar.<br />

Önce insan adımlarındaki ses, ardından balta sesi,<br />

ardından, motor sesi… Korkuları gittikçe artıyor. Ağaçların<br />

üzerindeki kuşlar ve tüm canlılar kaçmaya başlamış.<br />

Ağaçlar olduğu yerde kala kamış. Dururken, iğde ağacının<br />

BİR AĞACIN ANATOMİSİ<br />

Ortanca 60<br />

gövdesine inen ani bir balta sesi… Sonra tekrar tekrar, tekrar…<br />

Balta sesleri gittikçe çoğalıyormuş. Sıra çam ağacına<br />

gelmiş, sonra da meşe ağacına…<br />

Diğer bitkilerse çoktan topraktan ayrılmışlar.<br />

Meşe ağacı bir türlü anlam veremiyormuş. Tam 30<br />

yaşındaymış. İğde ağacının tamamıyla yıkıldığını görünce<br />

titrek bir sesle; “İğde kardeş biz ne yaptık ki? İnsana zarar<br />

vermedik. Ben tam 30 yıldır, insanoğlunun ciğeri oldum.<br />

Ciğerlerine benim sayemde hava alıyorlar. Bizim sayemizde<br />

nefes alıp veriyorlar. Biz olmasaydık nasıl yaşardı insanoğlu?<br />

Meşe ağacı sözlerine devam ederken, son bir balta<br />

sesiyle öylece ormanın derinliklerinde yere yığılmış. İnsanoğluna<br />

ciğer olan meşe, koca bedeni, yaprakları arasında<br />

kayboluvermiş. Derin bir üzüntüyle, hayal kırıklığı içinde<br />

son damarının topraktan ayrılmasıyla ve çam ağacına inen<br />

baltaların sesleriyle uyuyakalmış.<br />

Ve çam ağacı da gövdesine inen baltalarla insanoğlunun<br />

seslerinin karışması sonucu, ormanın derinliklerine<br />

salıvermiş tüm yapraklarıyla dallarını.<br />

Ormancılar bu ağaçlarının gövdesini dallarından, yapraklarından<br />

ayırmışlar. Meşe ağacı, arkadaşları ve kendisinin<br />

param parça olmasının insanoğlu için nasıl bir yarar<br />

olacağını merak ediyormuş. Yapraklarını hayvan yemi olarak,<br />

dal ve kabuklarını odun ve kereste olarak, gövdesini<br />

de kâğıt yapımında kullanılmak üzere kısım kısım ayırmışlar.<br />

Sonra kâğıt üretim fabrikasında en önem aşamaya gelmiş<br />

gövdeleri.<br />

Meşe ağacının diğer arkadaşlarındaki bazı bölümler<br />

de kâğıt fabrikasına getirilmiş.<br />

Daha önce hiç görmediği aletlerle meraklı bakışlar<br />

arasında titrek bir halde insanların koşuşturmalarını ve<br />

kendilerini param parça kısımlara ayırmalarını görmüş,<br />

ama bir anlam verememiş.<br />

Beklerken insanların konuşmalarına şahit olmuş:<br />

“Bu kalın gövdeleri şuraya, diğer parçaları da buraya<br />

koyun; bunları kâğıt üretiminde kullanacağız. Okuldaki çocuklar<br />

kalem, defter, kitap bekliyor.<br />

Meşe ağacı bunu duyunca sevinmiş. “Demek canlıyken<br />

insanoğlu için ciğerlere nefes oluyor, yaşımız büyü-


yünce de çocuklara eğitim oluyoruz.” Diyerek derin bir<br />

nefes çekmiş. Çocuklar için yararlı olmanın mutluluğunu<br />

yaşamış.<br />

Nihayet okullarda, sırada bekleyen minik çocuklarla<br />

buluşma vakti gelmiş.<br />

Meşe ve diğer arkadaşları kitap ve defterlerin sayfalarında<br />

yaprak yaprak, dal dal olmuş.<br />

Okulun başladığı her sabahın erken saatlerinde, meşe<br />

ağacı büyük bir sevinçle ve merakla beklermiş: “Acaba bugün<br />

çocuklar beni nasıl süsleyecek? Nasıl bilgi yazacaklar?<br />

Öğretmenin anlattıklarını nasıl da boncuk boncuk işleyecekler<br />

sayfalarıma?”<br />

Bu merak her gün olurmuş.<br />

Defter de merak ediyormuş: “Acaba kalem tutan minik<br />

eller ne yazacaklar?”<br />

Kitap merak ediyormuş: “Acaba bugün çocuklar beni<br />

nasıl bir solukta okuyacaklar?”<br />

Bu merak eğitim öğretim boyunca her yeni günde her<br />

yeni bilgilerle sürer gidermiş.<br />

Mevsimler boyunca yapraklarla giyinen ve yine yapraklarla<br />

soyunan ağaçlar mutlu olmuşlar.<br />

İnsanoğluna yararlı olmanın mutluluğu her geçen gün<br />

daha da ilerliyormuş. Eskiden ormanda yaprakları dalgalanırken,<br />

şimdi de kitap ve defter yapraklarında dalgalanmalarının<br />

mutluluğu büsbütün artıyormuş. Sene boyunca<br />

çocukların okuma-yazma öğrenmelerine tanıklık etmiş,<br />

kitap ve defter.<br />

Defterin sayfaları artık tükenmiş, çocuklar yaza yaza<br />

son sayfaya gelince meşe ağacı merak etmiş: “Acaba son<br />

sayfam da dolunca beni ne yapacaklar?<br />

Kitap kardeşe sormuş o da: “Ben de merak ediyorum<br />

benim de son sayfam… Bundan sonra acaba bizi ne yapacaklarını…”<br />

Bu merak uzun sürmemiş. Çocuklardan biri, defterin<br />

son sayfasını da doldurduktan sonra, okul çıkışında sokakta<br />

köşe başında bulunan çöpe fırlatıp atmış. Defter<br />

çok üzülmüş bir çırpıda çöpe atılmasına. Oysa ki eğitim<br />

öğretim boyunca arkadaş olmuşmuş onunla. Ne kadar da<br />

güzel anlaşırlarmış çocukla. Her gün birlikte zaman geçirirler,<br />

öğrendiklerini paylaşırlarmış. Meşe buna çok içerlemiş,<br />

gözyaşlarını tutamamış.<br />

Sıra kitap kardeşe gelmiş. Onun da son sayfası imiş<br />

okunmak üzere. O da merak ediyormuş, bundan sonra<br />

neler olacağını. Yıl boyunca sayfalarındaki bilgileri paylaşmanın<br />

mutluluğunu yaşarken sonunun ne olacağını düşünüyormuş.<br />

Sonra çocuk, kitabı eline alarak, okulun ince<br />

uzun koridorunda yürümeye başlamış. Kitap, daha da merak<br />

ediyormuş. Kendisini okuyan çocuk, minik parmakları<br />

arasında okulun geri dönüşüm kutusuna bırakmış onu.<br />

Yine bir heyecan sarmış kitabı:<br />

“Yaşasın ben yine bilgi olacağım çocuklar için. Beni<br />

tekrar okumak üzere rafa kaldıracaklar. Demek ki seneye<br />

yeni bir kitap olarak geleceğim. Ve yeni çocuklarla tanı-<br />

61<br />

şacağım.” Diyerek tebessümle, yeni bir yılın gelmesi hevesiyle<br />

geri dönüşüm kutusunda fabrikaya gideceği günü<br />

merakla beklemeye başlamış.<br />

Sokağa atılan defter aniden esen bir rüzgârın etkisiyle,<br />

damla damla yağan yağmurla baş başa kalmış. Yaprakları<br />

rüzgârın esintisiyle bir o yana bir bu yana saçılıyormuş.<br />

Sonra sokakta kendisi gibi çöpe fırlatılmış saman, kamış,<br />

kendir-kenevir, tütün ve ayçiçeğinden yapılmış gazete sayfalarına<br />

rastlamış.<br />

Kendisi gibi sokağa atılan gazete ve dergiler yağmurun<br />

artmasıyla önce üşümeye, sonra da erimeye başlamışlar.<br />

Defter titrek bir sesle:<br />

“İnsanoğlu neden böyle nankörce davranıyor? İşi bitince<br />

fırlatıp sokağa atıyor bizi” demiş.<br />

Gazete söze girmiş;<br />

“Beni okuyan kişinin yanında biri daha vardı, o da<br />

gazete okuyordu. Bitirdikten sonra onu köşedeki geri dönüşümlü<br />

kutusuna attı. Beni okuyan da sokağa… Biliyor<br />

musunuz arkadaşlar, geri dönüşüm kutusuna atılınca biz<br />

yine tekrar gazete, dergi, kitap ve kâğıt oluyormuşuz, bizi<br />

kullanabiliyormuş insanoğlu” diye sözlerini tamamlamış.<br />

Defter de:<br />

“Peki bizi neden geri dönüşüm kutusuna bırakmadılar?”<br />

Diye sorunca<br />

Gazete:<br />

“Bazı kişiler de bizi sobalarını tutuşturmak için kullanıyorlar.<br />

İnsanoğlu bizi nasıl isterse öyle kullanıyor. Hâlbuki<br />

yakmasalar, sokağa atmasalar, tekrar kendileri için yararlı<br />

oluruz.”<br />

Hava gittikçe soğumaya, gökyüzü yeryüzüne gözyaşlarını<br />

daha da kuvvetli bırakmaya başlamış. İyice ıslanmaya<br />

başlayan defter, gazete ve dergiler, üşümeye başlamışlar,<br />

ama hemen ilerdeki tenekeye çöp dökmeye gelen biri,<br />

yerdeki defter, gazete ve dergileri toplayıp, evinin yakınındaki<br />

geri dönüşüm kutusuna bırakıvermiş.<br />

Artık kâğıt parçaları üşümüyorlarmış. Yeniden kâğıt olmanın<br />

mutluluğunu yaşamaya başlamışlar.<br />

Masalın sonu böyle…<br />

Birçok ülkede, kâğıt yapımında kullanılan maddelerin<br />

yaklaşık üçte ikisi geri dönüşümlü kâğıt ve kereste yapımı<br />

sırasındaki atık yongalardan elde edilir.<br />

Doğal kaynakların sınırsız olmadığı, dikkatlice kullanılmadığı<br />

takdirde bir gün bunların tükeneceği şüphesizdir.<br />

Ortanca


GÜLLERİ KOKLADIM BEN<br />

İbrahim YAMAN<br />

Ne gülün rengini sordum ne de bülbül sesini<br />

Yıllar yılı hasret çektim sakladım hevesimi<br />

Kimselere söylemedim çıkarmadım sesimi<br />

Yüreğimde gizledim hep sevgimi hevesimi<br />

Ağlayanlarla ağladım gülenlere güldüm ben<br />

Acı çektim çile çektim ömür boyu sevdim ben<br />

Feryadıyla inlediğim gönlü kırık ney’dim ben<br />

Başka gülü koklamadım bülbül gibi yandım ben<br />

Dalgalarla kucaklaştım denizleri aştım ben<br />

Rüzgârlarla haberleştim kanatlandım uçtum ben<br />

Sultanım senin aşkınla ardın sıra koştum ben<br />

Şafaklarla ağladım ben güller gibi açtım ben<br />

Irmak gibi çağıl çağıl yaylaları aştım ben<br />

Katar katar turnalarla yüce dağlar geçtim ben<br />

Bozkırlarda çiçek çiçek öbek öbek açtım ben<br />

Gönlümdeki tükenmeyen sevgiye ulaştım ben<br />

Sevgililer günü bugün o kalple birleştim ben<br />

Gönlümdeki sevgiliye ulaştım kavuştum ben<br />

Tüm sevenler mutlu olsun ellerimi açtım ben<br />

Böyle güzel bir şubatta çiçeklerle koştum ben<br />

Dualarım kabul oldu sevindim ben coştum ben<br />

Ortanca 62<br />

CAN ÖZÜMDEN<br />

Azime GÜRLEK<br />

Can özümden katmer katmer vuruldum.<br />

Ardım sıra dost düşmana yerdiler.<br />

Vuslat varken cennetime darıldım.<br />

Linç edip tabanlara serdiler.<br />

Şehveti yok, edası çok gazelden.<br />

Sır küpünde şeametli güzelden.<br />

Kuruş etmez ihtişamı ezelden<br />

İte kaka emri vaki kardılar.<br />

Yüreğimde özüm zırhla ıslansın.<br />

Çığlıklarım yedi arşa yaslansın.<br />

Ahrazlığım can evimden paslansın.<br />

Beni ezip baş semaya vardılar.<br />

Mecali yok, debelenir çorakta.<br />

Hüküm giymiş sedir otu orakta.<br />

Düşte kalkar, kanadı yok borakta.<br />

Debelendim dizin dizin sürdüler.<br />

Yüreği boş, çengel atar şaşarak.<br />

Nefsindedir beklentisi taşarak.<br />

İçgüdüsel hareketle koşarak<br />

Cehaletin suretini verdiler.<br />

Der Azime! Ser koymuşum bu yola.<br />

Gerekirse çekip zehri kol kola<br />

Çekip gider alıp başı dik yola.<br />

Ağzıma da karaçalı dürdüler.<br />

ACİL YARDIM<br />

Şadi ÜNAL<br />

Sokak lambaları ne kadar fersiz,<br />

Karanlıklar püsem püsem geliyor üstüme.<br />

Çırpınırken kardeşim içeride<br />

Ve hıçkırıklar yankı yaparken duvarlarda...<br />

Acı, hüzün karışık taksi seslerinde,<br />

Çığlıklar yankılanıyor acil yardımlarda.<br />

Kendini bırakmış ölümün kollarına<br />

Yaşamak istemiyorcasına çaresiz...<br />

Koşturmalar, bilinçsizce koridorlarda,<br />

Gözyaşları zehir damlaları sanki,<br />

Süzülüp, dudaklarda emilirken,<br />

Buruk bir tad bırakıyor damaklarda...


AŞKA GİDERKEN<br />

Eyüp ŞAHAN<br />

Pusatlanır gönül aşka girerken,<br />

Seyreyle âşıkta halleri hele.<br />

Sevda ırmağına destur verirken,<br />

Dinle sen âşıktan dilleri hele.<br />

Buram buram terde halini anla,<br />

İnce ince düşer özüne damla<br />

Ağrımaz başını sarınca gamla,<br />

Ne de çabuk geçer yolları hele.<br />

Sevgi bahçesinde dolanır eller,<br />

Bir türkü tutturur bülbüldür diller,<br />

Dikeni batınca bükülür beller,<br />

İlkbaharda solar gülleri hele.<br />

Ya sabır diyerek sürer atını,<br />

Sanki bir süvari gör şatafatını,<br />

Aldığı mesafe kurşun atımı,<br />

Asırlara denktir yılları hele.<br />

Süvari yorulur gönlü durulur,<br />

Boş hayal görünce içi burulur,<br />

Neden böyle oldu diye sorulur,<br />

Ayazı dondurur yelleri hele.<br />

Ya bir de menzile varırsa güle,<br />

Dünya tapusunu cebinde bile,<br />

Eyüp’ün gönlüne vermeden çile,<br />

Örülür petekte balları hele.<br />

63<br />

BİR GÖZ DÜŞÜMÜ<br />

UZAKLIĞIN…<br />

Nevin KOÇOĞLU<br />

yıllardan en yenisi aylardan ocak<br />

yüreğimin bahçesine uzanıyor elim<br />

bir masal çalıyorum gülün dalından<br />

ay ışığıyla ışıl ışıl yıkanmış<br />

diana’nın elleriyle kutsanmış<br />

gül rengi bir sevda<br />

bu sevdaya bülbül yakışmaz mı aslında<br />

amma velakin dağ taş karga<br />

bir parça peynire tamah eder kimisi<br />

kimisi bir çift söze<br />

çığlıkları uğulduyor beynimde<br />

bir korkuluk dikiyorum fikrime<br />

düşlerimin çekimine yürüyorum korkusuzca<br />

cümlelerim uçuşuyor göğün mavisine<br />

avuç avuç yıldız tozu serpiyor gökyüzü<br />

saçlarımdan aşağı dökülüyor ince ince<br />

yürek çarpıntısına ayarlanıyor belleğim<br />

tenim tenine emanet sevgilim<br />

yokluğunla sarmaş dolaş uyuduğum her gece<br />

sabahında sana uyanıyor usulca<br />

dilime şiirler dolanıyor<br />

kor kor buselerini toplarken derinlerden<br />

vurgun yiyorum kendi denizimizde<br />

aşk olsun diyorum aşktan gelsin ne gelecekse<br />

Bir göz düşümü kadar uzaklığın bana<br />

“hasretinden prangalar eskittim” anla<br />

Ortanca


Süleyman KARACABEY<br />

Topladım çıkardım ne kaldı elde,<br />

Yıllarca koştuğum boşaymış meğer,<br />

Kalmadı bahçemde bülbül de gül de,<br />

İki gözüm birden şaşaymış meğer…<br />

Görmeden baharı hazana girdim,<br />

Şu fani dünyaya çok emek verdim,<br />

Belki de bilmeden gönüller kırdım,<br />

Ömrün akış yönü kışaymış meğer…<br />

Zehir sundu zaman bal diye içtim,<br />

Seneler yıprattı ben benden geçtim,<br />

Kalbim isyanlarda riyadan kaçtım,<br />

Vefasız şu nefsim maşaymış meğer…<br />

Sönerken ateşim küllerim kaldı,<br />

Hüzünlü gözlerim yaşları saldı,<br />

Yöneldim maziye aklımı aldı,<br />

Pehlivan oluşum tuşaymış meğer…<br />

Seven dostlar gelip selam verdiler,<br />

Hoş muhabbet edip hatır sordular,<br />

Kaybolan yıllardan güller derdiler,<br />

Hayatım bir anlık neşeymiş meğer…<br />

Çarşıdan aldılar bir beyaz astar,<br />

Kalbim yangın yeri yârini ister<br />

Dünyada kalanı gel bana göster,<br />

Adresim mezarda köşeymiş meğer…<br />

Çalıştım didindim boşa koydular,<br />

Soydular bedeni yaşa koydular,<br />

Toprağı kazarak taşa koydular,<br />

Yıllarca koştuğum taşaymış meğer…<br />

Duman oğlu der ki; dumanım tütmez,<br />

İçimde yangın var kederim bitmez,<br />

Güneş ufku aştı sözüm kâr etmez,<br />

Toprağın arzusu başaymış meğer…<br />

MURAT DUMAN’IN<br />

“BÖYLE YAZILMIŞ”<br />

ŞİİRİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER<br />

Ortanca 64<br />

Her Şair ve yazar gerek şiirlerinde gerekse diğer yazınsal<br />

eserlerinde (Roman, öykü, deneme, makale) kendi<br />

yaşamından kesitler sunduğu gibi bazen de yaşamında küçük<br />

yer eden ancak etkilendiği hususları daha etkin halde<br />

anlatabilmek için hikâyeleştirmeler yaparak veya olmasını<br />

istediği hale getirmek için imgeler kullanarak okuyucusuna<br />

edebi bir dille dile getirip sunar…<br />

Gerçek yaşamını anlatması realite oluşturmakla birlikte<br />

imgeleştirmeleri, hikâyeleştirmeleri de sürreal bir durum<br />

yansıtır. Her iki durumda da hedef kitle okuyucudur<br />

ve okuyucuyu etkileme çabasıdır. Ancak temanın şiirsellik<br />

içinde süslü sözlerle anlatımı ise şiirin roman, öykü ve<br />

makaleden ayrılan en belirgin özelliğidir. Pek çok duyguyu<br />

Romanları aşan anlatımla ifade edilmesi çok zaman şairin<br />

dağarcığından bir dörtlükle anlatımı tamamlanır. Bunları<br />

Şiirsellik içinde ve şiir normlarına uygun bir halde dile getirmesi<br />

ve aktarması ise Şairin maharetini ve bakış açısını<br />

hatta şairin karakteristik özelliğini de yansıtabilmektedir.<br />

Belirli bir olay hakkında da bilgi kaynağı olma özelliğini de<br />

gösterir kimi zaman.<br />

Murat Duman’ın “Böyle Yazılmış” şiiri de yaşanan bir<br />

olayı ve durum hakkında esasen bize bilgi aktarmaktadır.<br />

Şairin usta şair “Ahmet Tufan ŞENTÜRK” ile arasında geçen<br />

tanışma kaynaşma ve çalışmalarına ait bilgileri verdiği<br />

gibi, usta şairle sadece tanışmış olmaları vesilesiyle ismini<br />

nasıl kullandıklarına parmak basmaktadır. Tabii bu durum<br />

belirli bir zaman içinde (1999 yılından bu güne) geçmektedir.<br />

Şair Kendi hayatı içinde önemli bir yere oturttuğu bu<br />

durumdan pasajlar vermektedir. Bu durum içerisinde<br />

kendi menfaatleri doğrultusunda Usta şairin ismini kullanmaya<br />

kalkanlara sitemi ve onları eleştirmesi alenen<br />

yansımaktadır.<br />

Böyle Yazılmış Şiirinde göze çarpan, şairin hayatında<br />

çok olumsuzluklar yaşadığı ve işinin rast gitmediği yıllar<br />

yılı emek ve çabalarının ise koskoca bir hiçten ibaret olduğu,<br />

bu nedenle elinde mevcut bir değerin kendisine ait<br />

olarak kalmadığını bunca yıllık elleriyle inşa ettiği eserlerininse<br />

elinden gittiğini


“ Topladım çıkardım ne kaldı elde<br />

Yıllarca koştuğum boşaymış meğer,<br />

Kalmadı bahçem de bülbül de,gül de,<br />

İki gözüm birden şaşaymış meğer. (1.dörtlük)<br />

Diyerek yıllarca gerçekleri göremediğinden kendisine<br />

kahrediyor ve elinde bir şey kalmadığını her şeyin uçup<br />

gittiğini söylüyor. Aslında bu dörtlüğün giriş dörtlüğü olarak<br />

düşünülmüş olması bana göre uygun düşmemiş. Çünkü<br />

ilerki dörtlüklerde görüyoruz ki bir hayatın anatomisi<br />

çıkartılıyor ve resmediliyor. Bu resmin son karesi olması<br />

gereken bir durumun ilk karede verilmesi henüz şiirin içeriğine<br />

girmeden neticesini öğreniyoruz. Oysa bir okur olarak<br />

şiirin içinde seyahat etmeyi ve neticeye son dörtlükte<br />

ulaşmayı istemek sanırım hakkımız diye düşünüyorum.<br />

Şair duygusal olduğu kadar hümanist duyguların da<br />

sahibidir. Aslında güzel bir insan olma erdemi için gayret<br />

gösteren ve yaşamının her devresinde de buna uymaya<br />

çalışan bir gönül insanıdır. Gönül kırmaktan çekinir ve istemez.<br />

Samimi ve dürüst olmayı kendine şiar edinir. Fakat<br />

kimi zaman elde olmayan nedenlerle de olsa veya farkında<br />

olmadan da kalp kırabileceğinden de korkmaktadır.<br />

Bu, şairin aynı zamanda insan sevgisi kadar da mütevazi,<br />

halim ve saygılı bir kişilik olduğunu da belirtmektedir.<br />

Bakın bu konuda bizlere nasıl sesleniyor<br />

Görmeden baharı hazana girdim,<br />

Şu fani dünyaya çok emek verdim,<br />

Belki de bilmeden gönüller kırdım,<br />

Ömrün akış yönü, kışaymış meğer. (2.dörtlük)<br />

Diyerek, her zaman bir çalışma içinde olduğunu ve<br />

çevresinin farkında olamadığını, yıllarının birden geçiverdiğini<br />

ve bu süreçte de bazı güzelliklerin farkına geç vardığını<br />

bildiriyor ve farkına varmasına varmıştır ama; artık<br />

her şeyin geride kaldığını bu nedenle farkında olmadan,<br />

bilmeden gönüller kırmış olabileceğini düşünerek bu durumdan<br />

rahatsızlığını, pişmanlığını dile getiriyor.<br />

Yıllar yılı hayatın gerçekleri ne sunmuşsa eyvallah demiş,<br />

alıp kabul etmiş ve her daim rızk gayretinde olması<br />

nedeniyle iyiyi kötüyü ayırt edecek halde olmadığı anlaşılan<br />

şair, duygularını yine bize bir dörtlükle aktarmaktadır:<br />

Zehir sundu zaman, bal diye içtim,<br />

Seneler yıprattı ben benden geçtim,<br />

Kalbim isyanlarda, riyadan kaçtım,<br />

Vefasız şu nefsim, maşaymış meğer.(3.dörtlük)<br />

Mısralarında bir pişmanlığının olduğu aşikardır. Ayrıca<br />

riya; (ikiyüzlülük) dan kaçması var ki işte bu şairin şiirin hikayesiyle<br />

de örtüşmektedir. İnsanların bir toplantıda veya<br />

bir dost sohbeti esnasında kısa aralıkla tanışması ondan<br />

bir şeyler dinlemesi veya bir seminere katılan seminercinin,<br />

semineri verenin kendisini ustaymış gibi lanse etmesi<br />

ondan yararlanmaya çalışması, menfaat sağlaması riya<br />

değil midir? Hem insani hem de ahlaki etik olarak doğru<br />

değildir. Bu nedenle bu tür insanlardan da kaçtığını vurgulamaktadır.<br />

Nefis denen duygununsa her zaman insanı<br />

aldatan bir duygu olduğundan yıllarca nefsinin arzusuna<br />

hizmet etmekten de muzdariptir ve artık farkındadır nef-<br />

65<br />

sin kötülüge götüren bir durum olduğunu ve kaçış çaredir<br />

ona. Çünkü nefsi elinde başkalarına hizmet etmekten<br />

muzdariptir. Şair “Böyle Yazılmış” isimli çalışmasında aslında<br />

tefekkür ediyor ve “haktan gelene boynum kıldan<br />

incedir” anlayışı içine giriyor ve kaderine rıza göstermekten<br />

başka çaresinin de olmadığını belirtiyor. Ancak öyle<br />

bir durum söz konusudur ki o bunu mutlu ediyor. “dost”<br />

ve “dostluk” kavramları onun memnuniyetini gizlemesine<br />

engel oluyor ve dostlarından memnuniyetini şu sözlerle<br />

dile getiriyor:<br />

Seven dostlar gelip selam verdiler,<br />

Hoş muhabbet edip hatır sordular,<br />

Kaybolan yıllardan güller derdiler,<br />

Hayatım bin anlık neşeymiş meğer. (5.dörtlük)<br />

Koskoca bir hayatın kendisinde boşa geçtiğinden yakınmaktadır<br />

şair ve ölümü kurtuluş olarak görmektedir.<br />

Düşünün ki insan çok küçük yaşlardan itibaren geleceğini<br />

kurtarmak ilerde müreffeh bir hayat sürebilmek<br />

için tüm gücüyle çalışıyor, bu çalışmayla en yakınında bulunan<br />

nimetlerin güzelliklerin, dostlukların bile farkında<br />

olmadan çabalayıp çalışmakta. Ne zaman ki belirli bir refah<br />

seviyesine ulaştı işte o zaman başını kaldırıp etrafına<br />

baktığında, hayretler içine düşmektedir. Etrafını çıkarcıların<br />

menfaatçıların ve dahi istismarcıların sardığını görür<br />

ve kendisine de etrafına da sitemler etmektedir. Ancak<br />

her şeyin geç kaldığından, çıkar yolunun da bulunmadığını<br />

görmektedir. Her türlü emeklerinin boşa gittiğini, yıllarca<br />

nefsinin emrinde gezinip durduğunu, bu nedenle yıllarının<br />

boşa geçen zaman olarak adlandırması da bundandır.<br />

Doğaldır ki sevindiği mutlu olduğu anlar da olmuştur. En<br />

barizi kendisini seven insanların ziyaretleri, sohbetleri<br />

onda inanılmaz haz bıraktığını göstermektedir.<br />

Bir insanın yaşam hikâyesini anlatması nedeniyle<br />

“tahkiye” olarak da değerlendirilebilecek “Böyle Yazılmış”<br />

isimli şiir aslında realist bir şiir olup “Epik” şiir kategorisinde<br />

adlandırılmıştır.<br />

Şiirin dil yapısı gayet samimi ve açık, duru bir Türkçe ile<br />

yazılmıştır. Şiirde; günlük hayatta kullanılan dil yapısı hakimdir.<br />

Okuyucunun rahatlıkla her kelimesini anlayacağı<br />

ve hatta mazmunlara boğmadan daha çok net ifadelerle<br />

çalışılmış olması Klasik Türk Halk Edebiyatı’nın da yapısal,<br />

kuramsal bir tezahürü olarak da karşımıza yine burada da<br />

çıkmaktadır.<br />

Şiir; Hece nâzımının 6+5 li düzeninde yazılarak gerek<br />

sayısal eşitlik olarak gerekse kafiye uyumu olarak başarılı<br />

bir şekilde tamamlanmıştır. a+b+a+b olarak giriş yapılmış<br />

ve a+a+a+b olarak devam ettirilmiştir.<br />

Şiirde Yarım kafiye -Tam kafiye- Zengin kafiye ve Tunç<br />

kafiye kullanılmıştır. Teşbih sanatı oldukça fazladır. Tasvir<br />

sanatı mevcuttur. Mübalağa sanatı uygulanmıştır. Mecaz-ı<br />

Mürsel kullanılmıştır.<br />

Süleyman KARACABEY<br />

Eğitimci - Şair- Yazar. KAYSADER Başkanı<br />

Kayseri Yazarlar Şairler ve Sanatçılar Derneği<br />

Ortanca


Handan KALSIN<br />

Bugün Kabahat Gösteren’de, 32. enlem 25. boylam<br />

sakinlerinin hataları var. Bu komşularınız, akrabalarınız,<br />

eşiniz, çocuklarınız ve hatta siz olabilirsiniz.<br />

Bugün değilse bile bir gün sıra size ve sevdiklerinize de<br />

gelecek. Hayatınızı yaşarken dikkatli olun.<br />

‘’Lanet olası program!‘’ dedi elindeki kumandayı fırlatarak.<br />

Kumandanın metal aksamı sözde okyanus manzaralı<br />

fakat aslında her şeyi yansıtan ve kaydeden bir hologramdan<br />

başka bir şey olmayan duvarlarla buluştu. Başını<br />

ellerinin arasına alarak bir süre oturdu. 2070’den bu yana<br />

sağlam bir hayat yaşamıştı. Sonra ne olduysa olmuş sarkastik<br />

yenidünya düzeniyle birlikte televizyonların yerini<br />

Kabahat Gösteren’ler almıştı. Her akşam aralıksız süren<br />

yayında dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan insanların kabahatleri<br />

gösteriliyordu.<br />

Onaylanmamış birliktelikler, sözde sapkın cinsel eylemler,<br />

aldatmalar ve aklınıza gelebilecek her türlü yüz<br />

kızartıcı unsur gizlice kaydedilen veriler sayesinde bütün<br />

evrene naklen yayınlanıyordu. Başlarda bu kimsenin umurunda<br />

olmasa da kabahatleri yayınlanan insanların aniden<br />

ortadan kaybolması birçok şüpheyi beraberinde getirmiş,<br />

hükümetin bu işte parmağı olduğu gerçeği çok geçmeden<br />

fısıltı gazetesiyle her yere yayılmıştı.<br />

Doğduktan sonra omuza yerleştirilen çiple herkes<br />

adım adım takip ediliyordu. Kodlanmış bütün insanlar için<br />

kaçış bir hayalden ibaretti. Nüfus sayımı, kişisel güvenlik<br />

vb konularda kolaylık sağlayacağı gerekçesiyle ilk başlarda<br />

istek üzerine takılan bu yonga, var olan tek devlet tarafından<br />

zorunlu kılınmıştı. Ailesi çocuklarına zorla takılan<br />

bu çipi hayatlarını ciddi bir tehlikeye atarak tek çocuklarından<br />

çıkarmıştı. Sistemin yeni yeni oturmaya başlaması<br />

nedeniyle feralorijik sistem mühendisi olan babasının<br />

bulduğu yamalarla sistem tarafından dikkat çekmeyen<br />

acil durum kimlik değişimi programı yüklenmişti. Zihin tarafından<br />

kontrol edilen bu sistem şimdiye kadar hayatını<br />

defalarca korumuştu. Kabahat Gösteren’e her yakalandığında<br />

zihnini toparlıyor ve multikatrilyarlık veri bankasından<br />

kendi durumuna en uygun kimliğe etiyle kemiğiyle<br />

bürünüyordu. Yalnız bir kere uykuda yakalanmıştı, işte o<br />

anın düşüncesi bile dehşetle sarsılmasına yetiyordu. Kabahat<br />

Gösteren onu duşta mastürbasyon yaparken deşifre<br />

etmişti. Eylemin verdiği yorgunlukla uyuyakalmıştı.<br />

KABAHAT GÖSTEREN…<br />

Ortanca 66<br />

Uyandığında kendisini toplama kampı gibi bir yerde<br />

bulmayı beklerken, vahşi bir ormanın ortasında bulmuştu.<br />

Alnının ortasında algılarını etkileyen sonradan takılmış bir<br />

çıkıntı vardı. Düşüncelerini toplamak için var gücüyle uğraştıysa<br />

da bunun düşünce aktaran bir cihaz olabileceğini<br />

de hesaba katarak işleri bir süre daha oluruna bırakmaya<br />

karar verdi. Sonunda herkesin korkuyla karışık merak ettiği<br />

yerdeydi ve işler istediği gibi giderken kaybolanlara ne<br />

olduğunu öğrenmenin iyi bir fikir olacağını düşündü…<br />

Ormanın derinliklerinde ilerlerken çeşitli sesler duymasına<br />

rağmen hiçbir canlıya rastlamamak endişe duvarına<br />

yeni tuğlalar eklemesine neden olmuştu. İzleniyordu<br />

bundan şüphesi yoktu, fakat ne ve kim tarafından<br />

olduğunu bir türlü idrak edemiyordu. Alnındaki çıkıntıyı<br />

ovuşturdu, heyecanlandıkça bir çeşit ağrı duyumsuyordu.<br />

Neden sonra alnındakinin adrenalinle devreye giren bir<br />

öd kopartan olduğunu fark etti. Öd kopartanın güvenlik<br />

güçleri tarafından işkence amaçlı kullanıldığını duymuştu.<br />

İnsanın kanında adrenalin miktarı arttıkça acı da eşzamanlı<br />

olarak artıyor, iç organlarda ve beyinde tamiri mümkün<br />

olmayan hasarlar oluşturuyordu. Zaman geçtikçe burnuna<br />

et kokuları gelmeye başladı, acıkmıştı. Bulacağı her ne<br />

olursa olsun yemeye kararlıydı. Normalde beyin gücüyle<br />

ruhsal doyuma ulaşıp açlık ve susuzluk gibi ilkel kavramlardan<br />

uzaklaşabiliyordu, ama çıkıntı buna izin verecek<br />

gibi görünmüyordu. Artarak çoğalan bir iştahla kokuların<br />

kaynağına yaklaştığında kanının damarlarından çekilmeye<br />

başladığını hissetti.<br />

Ortalık pişmiş ceset kaynıyordu. Öğürmekten son<br />

anda vazgeçtiyse de korku çığı tarafından yutulan insanların<br />

cesetlerinin üzerinden geçtikten sonra nabzı hızlanmaya<br />

başladı. Bu insanların ölümüne sebep olan şeyin kendi<br />

içlerinde duydukları kontrol edilemez korku olduğunu biliyordu<br />

fakat ne görmüşlerdi işte o konuda kesinlikle fikri<br />

yoktu...<br />

Bugün gene kendi eylemlerinden birinin kabahat gösterende<br />

ulu orta yayınlanacağını hissetmişcesine kaygılandı.<br />

Kumandayı attığı yerden kaldırarak sanal komodinin<br />

üzerine koydu. Teknoloji sayesinde birçok şey sanal hale<br />

gelmişti. Düşünce gücünle odanı istediğin gibi düzenleyebiliyordun.<br />

Hükümet düşünce gücünü istediği düzeyde<br />

tutuyordu, geri kalanlar kendisi kadar şanslı değildi. Far-


kında olmadan manipüle edilerek yönlendiriliyorlardı.<br />

Cinselliği seviyordu ve eski dünya düzenine imrenerek bakıyordu.<br />

Bilgi bankalarına erişim sınırlı olsa da kendisi için<br />

geçerli değildi. İnsanlar evliliklerinde sarılmanın dışında<br />

etkileşim kuramıyorlardı. Bebekler siber ortamda gen havuzundan<br />

istenilen özellikler yüklenerek, eskilerin unutulmuş<br />

tabiriyle bir çeşit mayalanma yoluyla elde ediliyordu.<br />

7 ila 9 aylık bekleme süresi için gerekli taşıyıcı genellikle<br />

bulunamadığından; mayalanma işlemi sonrasında anne<br />

karnındaki ısıya yakın bir sıvıda bekletilen bebekler, doğuma<br />

kadar yeraltındaki Uterus tünellerinde bekletiliyordu.<br />

7. ayını dolduran bebekler özel kesecikleriyle günışığına<br />

çıkarılıyor anne ile haftalık buluşmalarla yakınlık kurmaları<br />

sağlanıyordu…<br />

Akşam karanlığına benzer bir karanlık bütün haşmetiyle<br />

çökmüştü ormana. Şimdiye kadar hiç duymadığı<br />

yüksek desibelli bir ses kulaklarını tırmaladı. Kalp atışları<br />

gene hızlanmaya başlamıştı. Alnını ovuşturarak sırtını bir<br />

ağaca dayadı ve etrafına ürpertiyle bakınmaya başladı.<br />

Kendi kendine bu ormanın sanal bir orman olduğunu o<br />

istemedikçe hiçbir şeyin kendisine zarar veremeyeceğini<br />

fısıldadı. Ama pişmiş ceset tarlasının sanal olmadığını da<br />

adı gibi biliyordu.<br />

‘’Hiper uzaya yemin olsun ki buradan kurtulur kurtulmaz<br />

zifik egzersizlerimi aksatmadan yapacağım.’’<br />

Bu zihinsel ve fiziksel egzersizlerin bileşimine verilen<br />

addı. Zifiz yerine Zifik olmasının mantığını bir türlü kavrayamadığı<br />

için sanal Öğretgen’iyle kapışmıştı. Eski devirlerdeki<br />

öğretmen sözcüğü yerini çoktan Öğretgen’lere bırakmıştı.<br />

Bu sanal genetik öğrenme metoduyla karşındaki<br />

veri bankasından pek tabii hükümet tarafından belirlenmiş<br />

bilgileri emiyordun.<br />

Emilim sırasında aklına takılan şeyler eski devir dizüstü<br />

bilgisayarları gibi duraksıyor, öğrendiğin her şeyi sil<br />

baştan yüklemen gerekiyordu. Öğretgen’le kapıştığın her<br />

konu ayrıntılarıyla kaydediliyor, yeri geldiğinde aleyhinde<br />

kullanılabiliyordu. Sen zaten eskiden de böyleydin mantığı<br />

hâlâ değişmemişti. Değiştirdiği kimlikler sayesinde kendi<br />

kaydı çoktan silinip gitmişti, gene de Kabahat Gösteren’e<br />

yakalanmadan önceki geçmişini özlüyordu. Ailesinden<br />

pisipisine kopmak zorunda kalmıştı. Onların güvenliğine<br />

zarar vermemek için enlem ve boylamını bile değiştirmek<br />

zorunda kalmıştı.<br />

Rastladığı geçmiş zaman sanal belleklerinde bir yaratıcı<br />

fikrinin olduğunu duymuştu. Şimdi ise tek tanrı hükümetti<br />

ve tanrının adı bile yasaklanmıştı. İnsanların içindeki<br />

ruhsal boşluk gelişmekte olan teknolojiye rağmen kesinlikle<br />

doldurulamıyordu. Bazen konuşmaya yeni başlayan<br />

çocuklar bir yaratıcıdan söz ediyor ve ailelerinin zihnini<br />

bulandırıyordu. O zaman hükümet devreye giriyor ve<br />

çocuğa zihinsel işlev bozukluğu teşhisi koyup ailesinden<br />

koparıyordu. Bir çeşit imha işlemi sırasında ailelerin ayak<br />

bağı olmaması gerektiğinden hastalığın feci şekilde bulaşıcı<br />

olduğu izlenimini vermek için çocuklar lepraya benzer<br />

etkileri olan zehirli aşılarla acımasızca katlediliyordu.<br />

67<br />

Tabi sarkastik düzenin bunun için de harika bir çözümü<br />

vardı. Aileye yeni bir çocuk sahibi olma hakkını veriyordu.<br />

Çoğunlukla aileler aynı hastalık baş gösterir diye bu<br />

haklarını öpüşme çeki ile değişiyorlardı. Öpüşme çeki çok<br />

nadir üst düzey vatandaşlara verilen bir çekti ve tahmin<br />

edildiği üzere kabahat gösterenden uzakta insana bu şartlar<br />

altında uzatılan cennet dalı gibiydi. Babasının bilime<br />

yaptığı önemli katkılardan dolayı bu çeke sahip olduğunu<br />

biliyordu. Bunu tahmin etmek hiç de zor değildi. Kabahat<br />

Gösteren çeke sahip olanlar için günün belirli saatlerinde<br />

devre dışı bırakıldığı zaman ailesi onu sanal bakıcıya emanet<br />

edip ortalıktan uzun süre kayboluyordu.<br />

Ses ara sıra uzaklaşıyor, tam yoluna devam edecekken<br />

yakınlaşıyordu. Cesaret bile korktuğu halde üzerine<br />

gitmek değil miydi? Öyleyse korkmamak için cesur olmak<br />

da yeterli değildi. Ne yapıp edip korkmamanın bir yolunu<br />

bulmalıydı yoksa ceset tarlasına ekilecek bir rottenflower<br />

gibi bu lanet yerde kokuşup yok olacaktı. Sakinleşmek için<br />

elinden geleni yapmasına rağmen alnındaki çıkıntı gitgide<br />

daha fazla acı veriyordu. Ölümden bu kadar korkmasının<br />

nedeni öte dünya inancının olmamasıydı.<br />

Araştırmalarında eski ilahi dinlerin öte dünya diye bir<br />

yerden söz ettiklerini bulmuştu. Acaba bahsettikleri gibi<br />

ceza ve ödül üzerine dayalı bir sistemin sonunda cennetle<br />

veya korktuğu gibi cehennemle karşılaşacak mıydı? Gerçi<br />

korkmasını gerektirecek bir şey yaptığını sanmıyordu<br />

ama kabahat gösterenin kayıtlarına göz atacak olurlarsa<br />

eskilerin mikrodalga denilen ilkel aleti gibi şeylerle kaplı<br />

olduğunu düşündüğü cehennemde pişme ihtimali vardı.<br />

Ne olursa olsun alnımdaki bu burktuğumun şeyiyle burada<br />

pişmekten iyidir diye geçirdi içinden. İşte gene küfür<br />

etmişti ama kabahat gösteren ondan belki on ışık yılı<br />

uzaktaydı. Artık burada kendisini izleyen bir hükümet olmadığını<br />

biliyordu. Yoksa beynine istem dışı hücum eden<br />

düşünceler sonucu asıl kimliği anlaşılır çoktan işi bitirilirdi.<br />

Yaşamak istiyorsa ödlekliği bir kenara bırakıp bütün gücüyle<br />

daha güvenli bir yere sığınmalı, zihinsel gücünü yeniden<br />

toplayıp esaslı bir kimlik değişimiyle kendisini sanal<br />

olarak ışınlamalıydı. Işınlama işlemini böylesi bir evrende<br />

denemek çok riskliydi ama yaşamak için denemeye değerdi.<br />

Korku açlığını tamamen unutturmuştu. Bu bir bakıma<br />

lehineydi. Demek ki korkuyu olumlu bir motivasyon<br />

aracına dönüştürme şansı mevcuttu.<br />

İşte yeniden başlıyoruz diye düşündü. Saatin tiktaklarına<br />

benzeyen kalp atışlarıyla harmanlanmış reklam müziği<br />

eşliğinde; Kabahat Gösteren 32. enlem 25. boylam<br />

sakinlerinin hatalarını deşifre etmeye başladı. 507. kattaki<br />

sanat gösterisi sırasında bakıştığı kız karşısındaydı.<br />

Lanet Kabahat Gösteren onları tam sırıtırken yakalamıştı.<br />

İkisinin de yüzünde aptalca bir gülümseme vardı.<br />

Aralarındaki elektriklenme körlerin bile görebileceği<br />

cinstendi. Ama işte onlar orada sanki yeryüzünde kendilerinden<br />

başka hiç kimse yokmuşcasına bakışıp işveli kıkırdaklar<br />

ordusuna yazılmışlardı. Kumandayı alıp kapatacağı<br />

sırada görüntünün devamı karşısında şoka girdi. Kız<br />

Ortanca


esepsiyonun yapıldığı yerdeki işlev görende; eskilerin<br />

tabiriyle tuvalette, kendisinin eksiksiz sanal bir kopyasını<br />

oluşturmuş düşünmeye bile cesaret edemediği şeyler yapıyordu.<br />

“Vay be bunu nasıl da akıl edememişti?” İstem<br />

dışı ereksiyon olduğunu fark etti. Şimdi duşa girip az önce<br />

zihnine kaydettiği verileri kızın sanal kopyasını üretmek<br />

için işlemden geçirmeye niyetlendiyse de tatbik edeceği<br />

işlemi sonraya bırakarak kızın kendisinden daha fazla tehlikede<br />

olduğunu düşünerek hazırlandı. Aksi halde bu ikisinin<br />

de son icraatları olabilirdi.<br />

Kızı kurtarmak için kimlik değiştirmeliydi fakat kızın<br />

onu tanımayıp hükümetten sanarak kaçıp işini zorlaştıracağını<br />

biliyordu. Risk aldı ve sadece bedensel kimliğini<br />

değiştirdi, şimdi 19 yaşında görünüyordu. Kızın dikkatlice<br />

bakması onu tanıması için yeterliydi en azından kardeşiyim<br />

deyip onu kolaylıkla ikna edebilirdi…<br />

Derin derin nefes alarak doğuma hazırlanan eski devir<br />

kadınları edasıyla sakinleşmeyi başardı. Şimdi ormandaki<br />

ölüm kalım savaşına hazırdı. Adrenaline geçit vermemek<br />

için zifik egzersizleri yapmaya çıkmışçasına ormanda salınmaya<br />

başladı. Gay bir balet gibi göründüğüne emindi.<br />

Yenidünya düzenine tamamen yabancı olan bu kavramla<br />

ilgili bulduğu siteleri hatırlayınca yüzüne belli belirsiz bir<br />

gülümseme yayıldı. Şelale olduğunu tahmin ettiği su sesine<br />

doğru seğirtti. Su içmek ve temizlenmek stres hormonlarının<br />

son kalıntılarını da atacaktı. Önünde uzanan geniş<br />

manzara karşısında afalladı. Sonu gelmez gibi görünen<br />

dev bir nehirle karşı karşıyaydı. Evindeki sanal havuzdan<br />

sonra burası tam bir cennetti. Soyunarak atladı ve gecenin<br />

karanlığında zevk dolu çığlıklar atarak yüzmeye başladı.<br />

Korku denen şeyi biraz erken unutmuştu. Şelalenin altına<br />

geldiğinde üzerine akan şeyin su olmadığını fark etti.<br />

Bu, kilometrelerce uzunluğundaki bağırsaklardı. Az önceki<br />

zevk dolu çığlıkların yerini acı bir çığlık aldı. Yüzdüğü yer<br />

erimiş cesetlerle dolu lanet bir ölüm nehriydi. Gece ve<br />

gözleri ona kötü bir oyun oynamıştı. Alnını ovuşturarak<br />

şelalenin içindeki oyuğa girdi. Üzerine çöken korku ve soğuk,<br />

sıtmaya tutulmuşçasına titremesine yol açtı. Kendisine<br />

engel olamıyordu, bütün bedeni acı içinde kıvranmaya<br />

başladı. İliklerine işleyen dehşet olduğu yere yığılmasıyla<br />

geçici bir süre son buldu. Vızıltıya benzer bir sesle uyandığında<br />

çıplak bedenine sülük gibi yapışmış olan gövdesi<br />

büyüklüğünde bir yaratıkla göz göze geldi.<br />

Yaratık da şaşırmışa benziyordu. Onu ölü sanmış olmalıydı.<br />

Bu yaratık gövdesine değen göğüs benzeri uzuvlardan<br />

anladığı kadarıyla dişiydi. Üzerinden alıp atmak istedi<br />

ama ellerini yaratığın gövdesine sardığında kıpırdayamadığını<br />

fark etti. Teni daha önce hiç dokunmadığı bir şeydendi.<br />

Kendi vücuduna baktığında yaratıkla birleşmiş olduğunu<br />

fark etti. Bilmediği bir yerde; bilmediği bir varlıkla<br />

sarmalanmış, ne tepki vermesi gerektiğini irdeleyemeyerek<br />

kapana kısılmıştı. Çaresizliğin verdiği korku ve heyecan<br />

bedenindeki acıyı tamamen unutmasına yol açmıştı. Yaratık<br />

onu bir çeşit yemek olarak mı yoksa erkek olarak mı<br />

görüyor bilmiyordu, bildiği tek şey yaratığın ona şimdilik<br />

zarar vermeyeceğiydi…<br />

Ortanca 68<br />

Zaman kaybetmeden ışınlanma portalını açtı ve Kabahat<br />

Gösteren’de gördüğü koordinatları alelacele girdi.<br />

Kız panikle kaçmaya çalışmak gibi bir aptallık yapıp yakalanmadıysa<br />

onu bulma şansı hâlâ vardı. Odaya girdiğinde<br />

kabahat gösterenin yanıp sönen göstergesine baktı. Kız<br />

programı kesinlikle izlemiş olmalıydı. Yoksa geç mi kalmıştı?<br />

Odada yalnız olmadığını hissediyordu ama görünürde<br />

kimse yoktu. Omzuna dokunan elle birlikte irkilerek sanal<br />

duvara dayandı. Daha önceki kimliğinde kendisini almaya<br />

gelenlere uyurken yakalanmamış olsaydı bu dokunuşun<br />

hayır mı şer mi olduğunu anlayabilirdi. Ani bir hareketle<br />

göremediği eli kavradı ve tiz bir çığlık duydu. Bu oydu, bir<br />

çeşit görünmezlik kalkanı kullanıyordu. Ona zarar vermeyeceğini<br />

söyleyerek kendisini malum kişinin kardeşi olarak<br />

tanıttı. Bu kalkan sarkastik dünya düzeninden önce savaşlarda<br />

kullanılmak üzere eski devletler tarafından oluşturulmuştu.<br />

‘’Bunların tamamen ortadan kaldırıldığını sanıyordum,<br />

Kabahat Gösteren’e yakalanmana şaşmamalı.’’<br />

‘’ Neden geldin?’’<br />

‘’Senin için. Gitmeliyiz zamanımız yok abim dedi ki…’’<br />

‘’Yalan söylemene gerek yok. Hepimiz yeni dünya düzeninde<br />

bir eve iki çocuk verilmeyeceğini biliyoruz.’’<br />

‘’Beni yakaladın. Hiper uzay aşkına bunu nasıl düşünemedim.<br />

Ben sadece…’<br />

‘’Dur tahmin edeyim. Baban şu ünlü feralorijik sistem<br />

mühendisiydi değil mi? Sen doğunca ek bir yama yaptı ve<br />

voila! Süper çocuk.’’<br />

‘’Fazla zamanımız yok, gerçekten akıllısın. Seninle şu<br />

yasaklanmış görünmezlik kalkanını ayrıca konuşuruz. Yaman<br />

var mı?’’<br />

‘’Hayır. Sadece görünmezlik kalkanını kullandığım zaman<br />

yerim tespit edilemiyor ama ısımı kontrol etmemi<br />

engelleyen lanet bir delik var. Bu şey ilk robotların zamanından<br />

kalma bir külüstür.’’<br />

‘’Kalkanı birlikte kullanmamız riskli olabilir sen açık bırak.<br />

Ben değiştiğim kimlik yüzünden aranmıyorum fakat<br />

odana geldiğim için Kabahat Gösteren bu kimliğimi de<br />

çoktan mimlemiş olmalı. Şimdi doğru koordinatlarla yüzeysel<br />

evrendeki yasak bölgeye ışınlanacağız. Bu izimizi<br />

tamamen kaybettirmemizi sağlar. Esaslı bir plan yapınca<br />

dönüş için güvenli bir yol buluruz.’’<br />

Bilmediği tek şey; o dönüşün çok uzun süre gerçekleşmeyeceğiydi.<br />

Daha sonra hayatının kadınına olayın sonunu bu şekilde<br />

anlatacaktı:<br />

‘’Zaman ilerledikçe yaratık bütün vücudumu bilmediğim<br />

bir sıvıyla kapladı, deliğe doluşan onlarca garip yaratık<br />

karşısında beni koruyan şeydi bu. Dişi yaratık sebebini<br />

bilmediğim bir biçimde benden hoşlanmış ve beni kollamıştı.<br />

Yoksa benden geriye ceset denizine, işe yaramaz<br />

armağanlar kalırdı. Kesif bir koku duyduktan sonra yaratık<br />

benden tamamen ayrıldı. Yapışkan sıvının içinde olmak<br />

duyularımı etkilemiyordu. Deli gibi koşarak deliğin sonuna<br />

ulaştım. Adrenalimim tepeye vurmuştu. Nabzım kulakla-


ımda çınlıyordu. Soluk alıp verişlerim hızlanmıştı. Şimdiye<br />

dek organlarım çoktan parçalanıp yanmış olmalıydı.<br />

Neden sonra alnımdaki çıkıntının alıştığım yerde olmadığını<br />

fark ettim. Yaratık hayatımı kurtarmıştı. Var gücümle<br />

siber vizyon oluşturup evimi hayal ettim. Bir asır<br />

gibi gelen maceram yalnızca 3 dakika sürmüştü. Odamın<br />

sahte çimen zeminine uzanıp çocuklar gibi ağlayarak yuvarlandım.<br />

Yaşadığım travma yenilir yutulur cinsten değildi.<br />

Kendime gelince ilk işim kimlik değiştirmek oldu ama<br />

korkudan kadın olmuştum. Aynadaki yansımamı görünce<br />

yarı kadın yarı erkek bedenime gülmekten kendimi alamadım.<br />

Çabucak düzelip kendime seçtiğim yeni kimliğe<br />

büründüm. Bildiğim tek şey en kısa zamanda gerçek bir<br />

dişiye ihtiyacım olduğuydu. Yaratık olmayan cinsten…’’<br />

‘’Delisin sen. Beni güzel bulmana şaşmamalı. O yaratıktan<br />

sonra. Söyle bakalım, hangimizin göğüsleri daha<br />

güzel?’’<br />

‘’Emin değilim.’’<br />

‘’Birileri dişilerin sinirlendiğinde neler yapabileceğini<br />

unutmuşa benziyor.’’<br />

‘’Sadece şakaydı, tabii ki seninkiler tatlım.’’<br />

Uzanıp boynuna bir öpücük kondurdu. Kabahat<br />

Gösteren’den uzakta; bir takım görsel hilelerle düzendeki<br />

insanların tehlikeli olduğuna inandırılarak uzak tutulmaya<br />

çalışıldığı ve bunda da kesinlikle başarı sağlandığı bu yasak<br />

cennette, Adem ve Havva’nın paralel evrendeki yeni<br />

temsilcileri olarak ilerde yeni dünya düzenini ortadan<br />

kaldırabilecek bir güce ulaşacak ilk klanın temsilcisini yapmak<br />

üzere işe koyuldular.<br />

Güneş batmak üzereydi. Önlerinde yarın güneşle birlikte<br />

doğacak olan parlak bir gelecek vardı…<br />

69<br />

SENİN OLSUN<br />

Cemil DÜZ<br />

Aykırı Ozan<br />

İyi kötü seçemedin farkından<br />

Baharımda söktün beni kökümden<br />

Bilmem ne kazandın böyle yıkımdan<br />

Zararı çekerim kâr senin olsun<br />

Yapısı bozulmuş bir viraneyim<br />

Gözyaşımla sende kaldı her şeyim<br />

Ben artık goncayı gülü neyleyim<br />

Yeşil senin olsun, mor senin olsun<br />

Kalmadı evrende yerim durağım<br />

Kaynaktan kurudu suyum sulağım<br />

Kırıldı döküldü dalım yaprağım<br />

Ayva senin olsun nar senin olsun<br />

Artık neşterleme taze yaramı<br />

Ben benden içeri buldum belamı<br />

Sorgusuz sualsiz öldürdün beni<br />

Zevk ile sefayı sür senin olsun<br />

Bir zaman ışıktın şimdi karanlık<br />

Gizlinde saklında ne var yüze çık<br />

Anlaşıldı benden usandın artık<br />

Var git düşmanımı sar senin olsun<br />

Can olmuştun bana candan içeri<br />

Cemilin yollarda kaldı gözleri<br />

Benden kıskandığın güzel günleri<br />

Dilersen ellere ver senin olsun<br />

Ortanca


Sacide YAYLAZ<br />

Birkaç saatliğine de olsa bir “Ömer” girmişti yaşantımın<br />

içine… Yerleşmişti düşüncelerimin içinde… Birkaç<br />

saatliğine de olsa geleceğimin içine yerleşivermişti…<br />

Meçhulden gelmişti… Meçhule gitmeyeceğini düşler olmuştum…<br />

Daha tanışalı bir saati geçmemişti ki birlikte<br />

edebiyat üzerine projeler geliştirmiştik bile… Yine otogardayım…<br />

Erken geldiğim için açık bir alanda yolcu peronlarının<br />

önünde oturmak için bank arıyordum…<br />

Gençten karayağız bir delikanlı oturuyordu banklardan<br />

birinde…<br />

Az kenara kaymıştı aynı zamanda çekinceli bir yüz ifadesiyle<br />

de yüzüme baktı…<br />

Bana yer verdiğini fark ettim hemen valizimi çekerek<br />

oturdum bankın diğer ucuna… Çok geçmemişti ki dönerek:<br />

“- Merhaba” Dedi.<br />

“- Merhaba”<br />

“- Okuyor musun?”<br />

“- Okuyorum sınavlar bitti, memlekete dönüyorum.”<br />

“- Yaa… ne güzel. Memleket neresi?”<br />

“- Ağrı’nın Tutak ilçesindenim.”<br />

“- Ne güzel, ben geçen yıl gitmiştim Ağrı’ya, oradan<br />

Doğubeyazıt, Kars dolaşmıştık çok güzel oralar.”<br />

“- Güzeldir, buralı mısınız?”<br />

“- Evet Aydınlıyım.”<br />

“- Ağrı’yı, Kars’ı beğenmeniz çok güzel”<br />

“- Yurdumun her yeri çok güzel aslında, yine de ben<br />

oraları daha çok beğendim… Nerede okuyorsun?”<br />

“- Muğla Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Çağdaş<br />

Türk Edebiyatı 2. sınıf öğrencisiyim.”<br />

“-Aaa ne güzel çok sevindim, nerede kalıyorsun?”<br />

“- Yurt Kur’a bağlı Muğla Öğrenci Yurdu’nda.”<br />

“- Anladım.”<br />

AHH ÖMER AHH!..<br />

Ortanca 70<br />

Biraz ortamdan konuşmuştuk. Üniversitelerden, yurtlardan<br />

ve en önemlisi üniversite gençliğinin sorunlarından.<br />

Benim ne iş yaptığımı sordu ben de kısa kısa anlattım.<br />

Uğraşılarımdan bahsettim. Bir de edebiyattan. Edebiyatla<br />

“amatörce bir şeyler karalıyorum” diye bahsedince yüzü<br />

ışıl ışıl olmuştu.<br />

Uzun zamandır düşündüğüm yeni başlamış olduğum<br />

araştırmadan söz ettim, ilgisini çekmişti.<br />

Epeyce, araştırmalarımdan bahsettik. O soruyordu<br />

ben anlatıyordum, ben soruyordum o anlatıyordu.<br />

Bir ara:<br />

“- Bir öneride bulunabilir miyim?” dedi.<br />

“-Elbette hem de geleceğin edebiyatçısından gelecek<br />

bir önerinin bana çok faydası olacağını iyi biliyorum.” Dedim.<br />

Bu sözlerim onu çok memnun etmişti gözleri daha bir<br />

parlıyordu anlatmaya başladığında.<br />

Yapmakta olduğum araştırmayı anlattığım için önerisini<br />

söylediğinde ister istemez “ben bunu neden akıl<br />

edemedim” diye de kendi kendime hayıflanırken düşüncesinin<br />

çok doğru olduğunu ve benimle paylaştığı için de<br />

teşekkür etmiştim.<br />

Bu konuda yardımcı olabileceğini, okula döndüğü zaman<br />

faydalı olacak olan gerekli bilgileri bana yollayacağını<br />

da sözlerine ilave etmişti. Ben de kısaca adresimi vermiştim.<br />

Gelecekti emindim. O arada biletime bakmıştım, otobüsün<br />

geciktiğini söyledim ve kısaca Sivas’a gideceğimi<br />

anlattım.<br />

Keşke aynı otobüste olabilseydik diye düşündük ama<br />

olmadı…<br />

Ve bir gün…<br />

Kahrolası zaman…


Her zamanki gibi, her hangi bir gündü. Yine bilgisayarın<br />

başına geçtim. İlk işimdir gazete başlıklarını okumak.<br />

Haberlere şöyle bir göz atmak. Henüz sayfa açılmıştı ki<br />

gördüğüm bir fotoğraf beni bir anda duraklattı. Durdum<br />

ben bu fotoğraftaki genci, bu karayağız genci tanıyordum.<br />

Keşke o gün ve sonrası birkaç gün gazetelere bakacak<br />

zamanım olmasaydı. İdealist bir edebiyatçının inşaat<br />

kalıplarını sökerken, yaşamında kendisini sevenlerinden<br />

sevdiklerinden ideallerinden söktüğünü, söküp aldığını<br />

okumasaydım.<br />

Ve ben o kahrolası habere kadar geçen zaman içindeki<br />

gibi araştırmalarıma devam ederken okulların açılmasını,<br />

Ömer’in dönüp geleceğini, bana araştırmalarım için bilgileri<br />

yollayacağını düşlemeye devam etseydim.<br />

Acı bir olay, hem de çok acı. Burası Türkiye. Gençlerimiz,<br />

çocuklarımız, okul hayatına başlamalarıyla birlikte<br />

yarış atı gibi dershane, sınav peşinde koşturmalarına zaten<br />

gönlüm razı değilken, bin bir emekle böylesine başarı<br />

sağlayıp da daha başarmanın sevincini bile yaşayamayan<br />

çocuklarımız.<br />

Ne çocuklarımız çocukluklarını, ne de gençlerimiz<br />

gençliklerini yaşayabiliyor.<br />

İşte en acı örneklerinden biri de Ömer… Bugünkü başlıklarda<br />

görüyoruz, nice Ömer’ler aynı kaderi paylaşıyor.<br />

İşin en acı yanı da bugün yayınlanan haberlerdi. Giden<br />

can gittikten sonra “ahh tühh” demek neye yarar ki?<br />

Soruyorum herkese neye yarar? Diğer birçok ülkelerdeki<br />

gibi öğrencilerimizin de sadece derslerden başka tasaları<br />

olmasaydı keşke…<br />

71<br />

Bugün haberlere bakıyorum:<br />

“İnşaatta ölen üniversiteli Ömer’in dramı meclisin<br />

gündeminde”<br />

Ömer insandı insan!<br />

Ömer, bazılarının şanslı çocukları gibi ufacık yaşta köşe<br />

olamamıştı. Yat, kat sahibi birinin çocuğu değildi. Yine,<br />

ufacık yaşta sigortalı bir işte çalışıyor gösterilememişti.<br />

Ömer ve Ömer gibi yoksulluğun pençesinde olanların,<br />

alın teriyle harçlıklarını çıkararak ailesine yük olmamaya<br />

çalışanlara helal olsun diyorum. Ömer gibi harçlıklarını çıkarırken<br />

Hakkın rahmetine kavuşan bütün çocuklarımıza<br />

rahmet diliyorum.<br />

Bırakın gidenin ardından siyaset yapmayı A veya B<br />

partisi. O iş yerini şimdi mühürlesen ne olacak, mühürlemesen<br />

ne olacak… Vicdanınız hiç sızlamayacak mı gece<br />

yastığa başınızı koyduğunuzda?.. Kendi kendinize itiraf<br />

edebilecek misiniz?<br />

“KEŞKE İLKÖĞRETİMDEN İTİBAREN OKUL HAYATI Bİ-<br />

TENE KADAR ÖĞRENCİYE KARŞILIKSIZ KATKI PAYI ADI<br />

ALTINDA AZ DA OLSA BİR GELİR SAĞLANABİLİNECEK BİR<br />

BÜTÇE HAZIRLAYABİLSEYDİM… BİR YASA ÇIKARABİLSEY-<br />

DİM… KEŞKE ZAMANINDA SİGORTALI İŞÇİ ÇALIŞTIRIYOR<br />

MU - ÇALIŞTIRMIYOR MU? DİYE SORUŞTURMA AÇSAY-<br />

DIM. BÜTÜN İŞ YERLERİNDEN- İNŞAAT ŞİRKETLERİN-<br />

DEN” diyebilecek misin? Düşünebilecek misiniz? Vicdan<br />

sizlerde Teyze – Yenge – Hala – Abla ismi değilse içinizde<br />

vicdanınızın sızısını hissedebilecek misiniz acaba!?<br />

Ortanca


Dilek ÇINAR<br />

80’lerin Türkiye’sinde işçi bir ailen tek çocuğu olduğumu<br />

sanırdım. Değildim ama ben öyle sanırdım.<br />

Maddi zorluklar sebebiyle benden 4 yaş küçük tek kardeşim<br />

Trakya’da baba memleketinde bakılıyordu ve yine<br />

ayni sebepten onu yılda sadece birkaç kez görebiliyordum,<br />

sanki bir akraba çocuğu gibi…<br />

O zamanlar bu yeni paralı yollarımız da olmadığından<br />

otobüs ya da trenle yapılan uzun yolculuklarda sigara<br />

içmenin de yasak olmadığı ve otobüslerdeki kılıksız muavinlerin<br />

devamlı, ellerinde kolonya şişesiyle gezdiği zamanlarda<br />

beni otobüs tuttuğundan ve yolculuk sırasında<br />

“midem ağzımda” hareket ettiğimden, zaten hiç istemezdim<br />

bu ziyaretleri. Hâlâ sigara içilen kapalı alanda kolonya<br />

dökülsün, beni otobüs tutar.<br />

Ve ben 11 yaşındayken onun okula başlama vakti geldiğinden<br />

yanımıza taşındı temelli. Annem çalışmak zorunda<br />

olduğu için ve o dönem bize bakacak kimse olmadığından<br />

ben ablalığa alışamadan küçük bir anne oldum.<br />

Sabah erkenden okula gider öğlen koşa koşa gelir yemek<br />

hazırlar, bahçe içinden kapı dışarı çıkmasına müsaade<br />

etmeden annemlerin gelmesini beklerdim.<br />

Hoş o zamanlar kapının dışına kafamızı uzatsak akşam<br />

komşular annemize yetiştirirdi ya…<br />

O zamanlar kızsam da şimdi düşünüyorum da ne kadar<br />

ilgili komşularımız varmış… Dahası iyi komşularımızmış,<br />

onlar… Şimdi üst katımda tepinen insanlarla iletişimim<br />

alttan oklavayla vurmak, onların da terlikle karşılık<br />

vermesinden öteye gidemiyor.<br />

Benim kızım kapıdan değil mahalleden firar etse Allah<br />

korusun, çocuk ve organ tacirlerinin dışında kimsenin ilgisini<br />

çekmez sanırım.<br />

ÇOCUKLUĞUM<br />

Ortanca 72<br />

Çok zor bir çocukluk geçirdim, hatta çocukluğumu yaşayamadım<br />

diye hayıflanırdım hep. Arkadaşlar arasında<br />

çocukluk dönemi muhabbeti yapılırken ben anlatacak bir<br />

anı bulamazdım aklıma kardeşime pişirdiğim yemekler,<br />

yıkadığım bulaşıklar vs. den başka bir şey gelmezdi, susardım,<br />

kıskanırdım anlatanları.<br />

Ama yaş ilerledikçe ve kızımın yaşadığı çocukluğu görünce<br />

şimdiki neslin çocukluğunu yaşamadığını anlıyorum.<br />

Ve günümüz yaşamındaki güvensizliğin, samimiyetsizliğin,<br />

fast-food tarzı hayatın, bizim yaşamımızdan çok<br />

daha kötü olduğunu görüyor ve bizim kuşağın vaktiyle ne<br />

değerli bir yaşam sürdüğünü anlıyorum.<br />

Ne güzel bir çocukluk dönemiymiş o öyle… Ne saf, ne<br />

temiz, ne güvenli…<br />

Ben elinde tepsileriyle çıngırak çalan yoğurtçu amcaya<br />

yetiştim, sokakta oynayıp koşup eve gelip ekmek üstü vita<br />

yağıyla olan mutluluğa yetiştim… Ben iki kap yemekten<br />

birinin pişerken kokusu olmuştur düşüncesiyle bir kabının<br />

komşuya verildiği zamanları gördüm. Kendi çocuğunun<br />

burnunu temizlerken komşu çocuğunu ayırmayan mahalle<br />

teyzelerini; tüp kuyruklarında, mahalle çeşmeleri başında<br />

bile gülen sohbet eden fakir ama onurlu insanlara<br />

yetiştim…<br />

Şimdi bilgisayar başında tuhaf Türkçe’siyle geyik yapan,<br />

tuhaf oyunlar oynayan envaiçeşit oyuncağının yüzüne<br />

bile bakmayan; abur cuburla sağlıksız beslenmekten<br />

şişen, sokak oyunlarından, komşuluktan, samimiyetten<br />

bihaber çocuklar yetişiyor…<br />

Çok yazık… Mutlu olamıyorlar ve hiçbir şekilde memnun<br />

da olamıyorlar…<br />

Bu bollukta, bu fakirlik…<br />

Ne kadar zenginmişiz biz çocukken… Şimdi anladım.


DÖRTLÜKLER<br />

Prof. Dr. İsa KAYACAN<br />

Bugünler kararıp tükenince yıllar<br />

Belki dile gelir geçmiş hatıralar<br />

Kimi zengin kimi fukara insanlar<br />

Dertler içinde öldüğümü kim anlar<br />

***<br />

Ben soğuklardan bıkmışım<br />

Nedense gelmiyor bu yaz<br />

Hep beyhude bağırmışım<br />

Senelerce avaz avaz.<br />

***<br />

Sana ömrümce inanıp, ömrümce seveceğim,<br />

Kadınım, taptığım, kuvvet kaynağım diyeceğim<br />

Varlığımı uğrunda harcayıp, tüketeceğim<br />

Kalbimdeki meydana, anıtını dikeceğim.<br />

***<br />

Seni sevdim seveli, güldürmedin hiçbir zaman<br />

Gözlerim yoruldu artık, yıllarca ağlamaktan<br />

Yalnızlıklar içinde, ahh yok derdimden anlayan<br />

Seni sevdim seveli, güldürmedin hiçbir zaman<br />

***<br />

İçimden gelmiyor git demek<br />

Sevgimi oyuncak ettin be hey bebek<br />

Aşkımın büyüklüğünü, anlamadın demek<br />

İçimden gelmiyor sevmiyorum demek<br />

***<br />

Beklet şiirlerini, biraz dinlendir<br />

Ve birkaç günde bir, gözden geçir.<br />

Bazen mısraların yeri değişir<br />

Bazen de aklınıza yeni bir şey gelir.<br />

***<br />

Bazı sözcükler çıkarılır, bazen eklenir<br />

Bir sözcük yerleştirme oyunudur şiir<br />

Bir bulmaca, bir pazıl gibidir.<br />

Dinlenen Şiirler: beslenir, gelişir<br />

73<br />

ALİM VE İLİM<br />

Bayram YELEN<br />

İlim, inananın yitik malıdır.<br />

Nerde bulur ise on’almalıdır.<br />

Çıkmaza onunla yol bulmalıdır.<br />

Dünyayı isteyen ilme sarılsın.<br />

İlim ile ahirete varılsın.<br />

Cahil dosttan, alim düşman yeğ olur.<br />

Akıl ermez ise, taşlar dağ olur.<br />

İlim ile her gün ‘Yeniçağ’ olur.<br />

Alim olmak için Hak’ka yalvarın.<br />

İlim zemininde kurulur yarın.<br />

‘Ya öğreten,ya öğrenen olunuz.’<br />

Ya bunlara yardımcılar bulunuz.<br />

Bilgi deryasına mutlak dalınız.<br />

Çok oku, çok öğren yardımcın okul.<br />

İlim istiyorsan; çalış, ara, bul.<br />

Dertlere devayı bulan, ilimdir.<br />

Zor olanı kolay kılan, ilimdir.<br />

Kalplere sevdayı salan ilimdir.<br />

Cahilin kendinden, işinden sakın.<br />

İlim, uzakları ediyor yakın.<br />

Okur, yazar isen ufkun genişler.<br />

Yokuşta olsan da yolun inişler.<br />

Bilgili de alet bir başka işler.<br />

Zemzemlere eştir alimin teri.<br />

İlim; aklın, iradenin zaferi.<br />

Bilgi, insanlığı koruyan kale.<br />

Bilgi, baştacına elmastan hale.<br />

Bilgi,karanlığı kovan meşale.<br />

Alim ölür ise, alemler ölür.<br />

İlim sayesinde zulüm son bulur.<br />

Yeleni der; bilgi herkese gerek.<br />

Karmaşaya ancak, bilgidir tarak.<br />

Öğrenilir araştırıp, sorarak.<br />

‘İlimsiz din topal, dinsiz ilim kör.’<br />

İlim dinden, din ilimden ayrı zor.<br />

Ortanca


Yağmurlu köyünde geldi cihana<br />

Seni arıyoruz biz yana yana<br />

Kırşehir sahiptir böyle ozana<br />

Ozanlar ozanı Muharrem Ertaş<br />

Çok aradık bulamadık eşini<br />

Öldüğünde diktik mezar taşını<br />

Yeni bitirmişti yetmiş yaşını<br />

Ozanlar ozanı Muharrem Ertaş<br />

Geldin dünyaya hayli dolaştın<br />

Cefayla çileyle dağları aştın<br />

Yetişmez menzile vardın ulaştın<br />

Ozanlar ozanı Muharrem Ertaş<br />

Yokluğunan geçirmiştin gününü<br />

Dünyaya duyurdun Türk’ün ününü<br />

Biliyordun geleceğin sonunu<br />

Ozanlar ozanı Muharrem Ertaş<br />

Severdi insanı bilmezdi kini<br />

Abdallar soyundan İslâm’dı dini<br />

Kırşehir kaybetti böyle ozanı<br />

Ozanlar ozanı Muharrem Ertaş<br />

Gezerdi etrafı sazı elinde<br />

Söylediği sözler halkın dilinde<br />

Çalardı söylerdi kendi halinde<br />

Ozanlar ozanı Muharrem Ertaş<br />

OZAN MUHARREM ERTAŞ<br />

İsa ERDOĞAN<br />

Ortanca 74<br />

Dolaştı şehri köyü ovayı<br />

Kendisine kuramadı yuvayı<br />

Derlerdi çalardı uzun havayı<br />

Ozanlar ozanı Muharrem Ertaş<br />

Sazını çalardı bilmezdi nota<br />

Gezerdi eşekle binmezdi ata<br />

Dolaştı köylerde hep yata yata<br />

Ozanlar ozanı Muharrem Ertaş<br />

Kendisi ufaktı sözü büyüktü<br />

Çalardı söylerdi emsali yoktu<br />

Yoklukta büyüttü evladı çoktu<br />

Ozanlar ozanı Muharrem Ertaş<br />

Bıraktı dünyaya Neşet Ertaş’ı<br />

Andıkça akardı gözünün yaşı<br />

Döne’yle gezerdi gönül yoldaşı<br />

Ozanlar ozanı Muharrem Ertaş<br />

Görmedi meclisi tahsili yoktu<br />

Sevgiyle doluydu seveni çoktu<br />

Yoklukla büyüdü gönülü toktu<br />

Ozanlar ozanı Muharrem Ertaş<br />

Komşular toplandı mezarın kazar<br />

Yerine bıraktı büyük bir asar<br />

İsa Erdoğan da türkünü yazar<br />

Ozanlar ozanı Muharrem Ertaş


İbrahim Agah ÇUBUKCU<br />

1928 yılında Adana / Kadirli’de doğdu. İlahiyat<br />

Fakültesi’ni bitirerek İslam Felsefesi konusunda doktora<br />

yaptı (1955). Asistan olarak göreve başladığı A.Ü. İlahiyat<br />

Fakültesi’nde doktorasını verdi. Sorbonne Üniversitesinden<br />

1962 yılında mezun oldu. 1969 da Profesörlüğe yükseldi.<br />

Aynı yerde öğretim üyeliğini sürdürdü (1989).<br />

Hacettepe Üniversitesi’nde Türk Düşünce Tarihinde<br />

Felsefe dersleri veren Çubukçu, Kültür Bakanlığı’nın bazı<br />

kurullarında danışmanlık, A.Ü. Senatosunda iki dönem<br />

senatörlük görevinde bulundu. Atatürk Kültür Dil ve Tarih<br />

Kurumu Başkan Vekilliği ve İta amirliği yapan Agâh Çubukcu<br />

21 Ocak 1993 - 23 Eylül 1993 tarihleri arasında Türk<br />

Tarih Kurumu’nun Başkan Vekili olarak da görev yaptı.<br />

1984-1990 yılları arasında Radyo ve Televizyon Yüksek<br />

Kurulu Üyeliğinde, 1994-1997 yılları arasında da RTÜK<br />

Üyeliğinde görev aldı. RTÜK Başkanlığı da yapan Çubukçu<br />

1994-1997 yılları arasında A.Ü. İlahiyat Fak. Felsefe Din<br />

Bölüm Başkanlığı’nı da yürüttü.<br />

Bilimsel inceleme ve araştırmalarının yanısıra, ilahi biçimdeki<br />

şiirlerinde dinsel aydınlanmayı ve dinsel kültürün<br />

getirdiği ruh temizliğini işledi. Şiirlerinin dışında toplumsal<br />

konularda eserler de yayımladı.<br />

DÖRTLÜKLER<br />

İslam garip doğdu gidecek garip<br />

Cahiller şımardı bilgin mustarip<br />

Öyle yobazlar var ki aramızda<br />

Şişerler sakalı delil gösterip<br />

***<br />

Birisi sakalı kazıttın dedi<br />

İşte kafir oldun azıttın dedi<br />

Ben her gün Tanrı’ya huzur tutmuşken<br />

Bu Müslüman çiğ çiğ etimi yedi<br />

***<br />

Tanrı iradesi tekelde değil<br />

Bülbülün hoş sesi çakalda değil<br />

Tüylerle övünen insanlar vardır<br />

İman vicdandadır sakalda değil<br />

***<br />

İslam’ın özünü urbanda görme<br />

Cenneti sakalda türbanda görme<br />

Sakallı sakalsız her kes insandır<br />

Meşherde huriyi torbanda görme<br />

***<br />

Ahireti etme insana zehir<br />

Yüzyıldan yüzyıla değişir devir<br />

Sokar devekuşu burnunu kuma<br />

Yüzünü dönüp de ileri çevir<br />

***<br />

İBRAHİM AGÂH ÇUBUKCU<br />

75<br />

Kimisi paraya kul olup kalır<br />

Süslü süslü gelin dul olup kalır<br />

Çaputla övünen boşa konuşur<br />

Giysiler eskir de çul olup kalır<br />

***<br />

Arsızlar yürekli çok yere sızdı<br />

Dini kullananlar azdıkça azdı<br />

İnsaf ile açıp bir okusunlar<br />

Kur’an haklarında neleri yazdı<br />

***<br />

Elde tutmak mümkün değil zamanı<br />

Ecel gelir melek vermez amanı<br />

Çağdaşlık insana zararlı değil<br />

Yeter ki hakkıyla yaşat imanı<br />

***<br />

İman bir kuvvettir çekiç ezemez<br />

Bilge orucunu softa sezemez<br />

Geçici dünyada bahçe çok amma<br />

Gül dolu bahçede herkes gezemez.<br />

ÇOBAN MUSTAFA<br />

Eşi evde çul yok al getir dedi<br />

İki ineğini sattı Mustafa<br />

Azık çıkısından bir şeyler yedi<br />

Ağacın dibine yattı Mustafa<br />

Yıllarca yoksulluk beline vurdu<br />

Alışveriş için hayaller kurdu<br />

Yerinden doğruldu biraz oturdu<br />

Cüzdanı cebine attı Mustafa<br />

Derken iki adam yanına geldi<br />

Biri amca dedi öne eğildi<br />

Bunlardan sakındı yana çekildi<br />

Hırsız kişilere çattı Mustafa<br />

Gidin dediyse de kucakladılar<br />

Kendilerini sözle akladılar<br />

Çektikleri cüzdanı sakladılar<br />

Önünden onları itti Mustafa<br />

Adamlar gülerek döndüler geri<br />

Çobanın uzandı cebe elleri<br />

Boşalmış kalmıştı paranın yeri<br />

Sarardı titredi bitti Mustafa<br />

Kendine gelince evine döndü<br />

Eşine yakındı ümitler söndü<br />

Çul derdi aş derdi sırtına bindi<br />

El malı gütmeye gitti Mustafa<br />

Ortanca


SEVMEYECEĞİM<br />

Fikret DİKMEN<br />

Umutla bekledim haftayı ayı<br />

Sevgiden alırım en büyük payı<br />

Köprüyü geçesiye ayıya dayı<br />

Demedim dememem de demeyeceği<br />

Yaş yarıyı geçti dayandı kırka<br />

Varsın eşim dostum çıkmasın arka<br />

Ayazda kalsam da emanet hırka<br />

Giymedim giymem de giymeyeceğim<br />

Bir tutamam uzak ile yakını<br />

Ayırırım karasını akını<br />

Tüyü bitmedik yetimlerin hakkını<br />

Yemedim yemem de yemeyeceğim<br />

Bir can incitirsem ocağım söne<br />

Pervane misali dönmem her yöne<br />

Dik duran başımı bir zaman öne<br />

Eğmedim eğmem de eğmeyeceğim<br />

Haksızlık Fikret’in içinde sızı<br />

Can tende durdukça kesilmez hızı<br />

Yalancıyı sahtekârı hırsızı<br />

Sevmedim sevmem de sevmeyeceğim<br />

Ortanca 76<br />

EVEL ZAMAN İÇİNDE<br />

Nurten AKTAŞ<br />

Evel Zaman İçinde/ Kalbur Saman İçinde<br />

Stephen Hawkins’e<br />

Bilimin evrimine<br />

Kurtulmak istiyorum bedenimden<br />

Ama hayır istemiyorum gömülmek sessizliğe<br />

Varoluş yine de güzel olabilir mi<br />

Başka bir gerçeklik sürmek istediğim<br />

Bedene köle olmadığı, beynin<br />

Keşfedilecekse, bir gün elbet<br />

İşte geri döneceğim çocuk olarak yeniden<br />

O gün, son nokta gelebileceği<br />

Bilimsel evrimin yeşerecek zihnimde<br />

Tamamlayacak mutasyon<br />

Farklı bir boyutta erişilmezi<br />

Ve işte o zaman masal yeniden başlamış olacak<br />

Yaradılış masalı yıkmaksa ironi<br />

Masaldaki dünyayı<br />

Gerçekliği yani mendi yapıntını<br />

Yine masal içinde<br />

Doğurmuş olacak Kendini yeniden<br />

Yine kendi içinde


HOŞÇAKAL ZÜLEYHA<br />

Dursun Ali SAĞLAM<br />

Seni alnındaki boşluğa yazdım<br />

Kan revan kısmetim bahtıma asi<br />

Bütün mehtaplara yersizce kızdım<br />

Başımda dönendi şuh pervanesi<br />

Ben aşkımı ayan beyan haykırdım<br />

Cümle alem tanır oldu ismini<br />

Camı çerçeveyi kaldırdım, kırdım<br />

Yazdığım şiire çizdim resmini<br />

Veda edemeden bak gidiyorum<br />

Ah benim şiirim, gülüm, çiçeğim<br />

Kâh göklerde yıldız, kâh denizde kum<br />

Adını her cisme can edeceğim<br />

Siyah saçlarından bir demet gülü<br />

Toplayıp salıver ardından benim<br />

A gönül bahçemin nazlı bülbülü<br />

Gül kurudu çölde, kuraktır tenim<br />

Bütün herkes aynı dertten muzdarip<br />

Sevda denilen şey beladır başa<br />

Aşık olan boynu bükük, hep garip<br />

Düştüğüm hale bak, seyir temaşa<br />

Biçareliğimi zul halime yor<br />

Bu ne sevda böyle, her şey muamma<br />

Gitme vakti artık, geldi geçiyor<br />

Hoşça kal Züleyha beni unutma<br />

77<br />

ÖZ’Ü ÖZLEDİM<br />

Mehmet NALBANT<br />

Nice yıllar geçti dosttan ayrıyım<br />

Yarende kelamı sözü özledim<br />

sakın ha! Kalben gayrıyım<br />

gönülden gönüle haz’ı özledim<br />

Yaş kemale erdi toprağa bakar<br />

bu hasretlik yaman bağrımı yakar<br />

gönlüm şu gurbetten sılaya akar<br />

köyümde aşina yüzü özledim<br />

usandım yad elden seneye kalmam<br />

dünyayı verseler Vallahi almam<br />

bir daha elime geçer mi bilmem<br />

ömrüm kış’a dönmüş yazı özledim<br />

Burada güzel çok, çoğu sentetik<br />

endamı var ama bulunmaz etik<br />

namus mu? Hak getire ezelden yitik<br />

ben güzelde biraz nazı özledim<br />

Dinlediğim müzik keyif vermiyor<br />

yüreğimde yatan derdi dermiyor<br />

ne etsem nafile beni sarmıyor<br />

bir yanık türküyü sazı özledim<br />

Kim kalırsa kalsın benden bu kadar<br />

Durdukça içerim doluyor keder<br />

Kalan şu ömrümü etmeden heder<br />

Döneyim ocağa öz’ü özledim<br />

Kanaat en büyük servet diyerek<br />

bir lokma da olsa bölüş diyerek<br />

Şair ağam sözüm sana diyerek<br />

çoğundan vazgeçtim az’ı özledim…<br />

Ortanca


KİTAP TANITIMI<br />

Ordulu Şair Tıflı ile ilgili eserleri, fotoğraflar ve hakkındaki<br />

çalışmaları bir araya getiren kitap yayınlandı.<br />

Ordu’da 1907 yılında vefat edene kadar pek çok görevin<br />

yanı sıra kadılık ve belediye başkanlığı yapan Tıflı’nın<br />

eserinin ilk sayfasının baş kısmında ‘namını andıracak ancak<br />

eseridir kişinin - eseri hayri olan kimsenin ölmez nam<br />

ı- namını andıracak bir eseri olmayanın - kurur asıl şeceri<br />

hestisi olmaz namı’ demesine rağmen, Ordu’da çok az kişi<br />

tarafından tanınan Tıflı hakkında, ‘Ordulu Şair Tıflı’ adıyla<br />

çıkan kitap bir süre önce basıldı. Barış Sıtkı Kadıoğlu tarafından<br />

derlenen kitapta 1958 yılında hayata veda eden<br />

Sıtkı Can’ın Tıflı hakkındaki çalışması, divanı, hakkındaki<br />

bazı çalışmalar, fotoğraflar ile kendisine verilen belgeler<br />

bulunuyor.<br />

Kitapta çalışması yer alan ve Ordu üzerine çalışmaları<br />

ile tanınan Sıtkı Can ise yılar önce çalışmasına yazdığı<br />

önsözde, Tıflı’nın divanının sanatsal bütünlüğü ve güzelliği<br />

bir yana, Osmanlı’nın son döneminde bütün Karadeniz<br />

bölgesinin sosyo-ekonomik, politik ve idari yönetiminin<br />

çarpıcı bir panoramasını gözler önüne sunmasıyla<br />

‘Ordulu Şair Tıflı’<br />

Kitabı Yayınlandı<br />

Ortanca 78<br />

da önemli olduğunu belirtiyor. Can, kendi çalışmasını ise<br />

şiirleri ağızdan ağza değişerek dolaşan Tıflı’nin edebî hürriyetini<br />

meydana koymak amacıyla hazırlandığını, bu kitabı<br />

hazırlamasındaki sebebin Ordu’nun yetiştirdiği bu<br />

büyük insanların bir soluğu, bir nefesi olmayı amaçlamak<br />

olduğunu ifade ediyor. Kendisinin, bu insanların son soluğu<br />

olmamasını dileyen Can, gelecek nesillerin Ordu’nun<br />

yetiştirdiği bu güzel insanların soluğunu devam ettirmesi<br />

temennisini dillendiriyor. Tıflı, aynı zamanda Çambaşı<br />

Yaylası’nda Şu’un-i Dâhiliye (İç Haberler ya da İçeriden Bilgiler)<br />

adıyla el yazma bir gazete çıkardığı biliniyor.<br />

Bu el yazması gazetenin ne kadar sürdüğü bilinmediği<br />

gibi, bu el yazma gazeteden bir tek nüsha bile kalmamış.<br />

Ancak Tıflı’nın bu çalışması ile Çambaşı Yaylası, dünyada<br />

ilk ve tek gazete çıkarılması ve kaza merkezi olması bakımından<br />

tek olma ünvanını aldı. Barış Sıtkı Kadıoğlu tarafından<br />

hazırlanan, 1907 yılında vefat eden Tıflı ile ilgili<br />

eserin kapak fotoğrafında ise onun tarihi şadırvanın açılışında<br />

dua ederken çekilen fotoğrafa yer verildi.


Prof. Dr. Ramazan Demir’in<br />

BEKLENEN YENİ KİTABI ÇIKTI…<br />

“Feodalizmin Devlete<br />

İsyanı ve Dersim<br />

Olayları”<br />

Türkiye Bilimler<br />

Akademisi Kitap Birincilik<br />

ve Üçüncülük;<br />

Üniversite Bilim ve<br />

Hizmet ödüllerinin<br />

sahibi araştırmacı yazar<br />

Prof. Dr. Ramazan<br />

Demir’in son kitabı<br />

olan “Feodalizmin<br />

Devlete İsyanı ve Dersim<br />

Olayları” Palme<br />

Yayıncılık-Ankara tarafından<br />

yayınlandı.<br />

288 sayfalık kitap<br />

henüz piyasaya çıktı.<br />

Feodalizmin yansıması olan Dersim İsyanı hakkında<br />

bugüne kadar pek çok şey söylendi, yazıldı. Yazılanlar<br />

daha çok “nakil” bilgilerine dayandırıldı. Çünkü “Dersim<br />

37/38” hakkında gerçek bilgilerin “saklı” olduğu arşivler<br />

henüz açılmadı.<br />

Ancak Devlet arşivleri dışında var olan ve konuyla dolaylı<br />

ya da doğrudan ilgili bazı özgün belgeler derlendi;<br />

bugüne kadar bilinmeyen bazı olaylar ve konular farklı bir<br />

bakış açısıyla sorgulanarak yorumlandı.<br />

Sorgulanan konular;<br />

*Feodalizmin katı yüzü...<br />

*Feodalizmin temel kuralları...<br />

*Dersim feodalizmi...<br />

*Feodalizmin yeni modelleri...<br />

*Dersim neden isyan etmişti?<br />

*Dersim harekâtı Alevilere karşı mı yapıldı?<br />

*Dersim isyanı ile cumhuriyetin ilişkisi...<br />

*Dersim harekâtı bir “soykırım” mıdır?<br />

*Dersimlinin Atatürk sevgisi...<br />

*Politik istismarın merkezindeki Dersim...<br />

*Dersim isyanının ardındaki emperyalizm...<br />

Tüm bu konuları ve daha pek çoklarını anlamak için bu<br />

kitabı “peşin hükümsüz” okumalısınız...<br />

Kitap ayrıca;<br />

Dersim ve benzeri isyanların ardındaki emperyalist<br />

güçlerin kimler olduğunu; Türkiye üzerine her dönemde<br />

kışkırtma plân ve stratejilerinin nasıl olduğunu somut örneklerle<br />

görmek mümkün...<br />

Feodalizm ile Osmanlı maliyesi ve harp araçları ilişkisi;<br />

feodalizm ile birey olmak, vatandaş olmak ilişkisi...<br />

Cumhuriyetin feodalizmi çözme deneyimi...<br />

Sonuç olarak Dersim isyanını çok farklı boyutlarıyla öğrenmek<br />

ve anlamak için bu kitap dikkatle okunmalıdır...<br />

Kitap için Palme Yayıncılık: (<strong>31</strong>2-4333757)<br />

Yazara ulaşmak için:<br />

rdemir@akdeniz.edu.tr<br />

www.r-demir.com<br />

79<br />

Nesrin ÖZCAN’ın<br />

“Kainat Aşkın İzinde”<br />

isimli kitabı çıktı.<br />

KİTAP TANITIMI<br />

Ortanca


ASGARİ ÜCRET?<br />

Engin FORDUGİL<br />

Sizleri bilmem ama…<br />

Bugün havadan, sudan yazmak geliyor içimden.<br />

Ne memleket meseleleri,<br />

Ne Amerika, ne Irak<br />

Ne Güneydoğu sorunu<br />

Ne Kaz dağları,<br />

ne haklar<br />

ve ne de<br />

kadın hakları<br />

Yanında hayvan hakları<br />

Hele, hele ki çevre sorunları…<br />

Bugün havadan sudan yazmak geliyor içimden!<br />

Yaratanıma şükredip dualar edeceğim,<br />

Aşk, meşk şiirleri okuyacağım.<br />

Çin mallarından bana ne<br />

Hele Ortadoğu’nun meydanlarda<br />

Kimin anası ağlarsa ağlasın<br />

Amerika’da Hürriyet Abidesi var.<br />

Bugün havadan, sudan yazmak geliyor içimden.<br />

Askerlik yeniden yapılanacakmış<br />

Ekonomik kriz varmış; Yok, teğet geçmiş!<br />

Avrupa birliğine girecekmişiz,<br />

Ağzımızla kuşta tutsak almazlarmış!<br />

Ortadoğu’nun lideri olacakmışız!<br />

Köylü şehirli olacakmış!<br />

Sokak çocukları, işsizlik<br />

Sorun sorun!<br />

Yine sorun?<br />

Bugün havadan sudan yazmak geliyor içimden!<br />

Ne emekli maaşı<br />

Ne işşizlik<br />

Avrupayla uyumlaşıyor!<br />

Kendimizle ayrımlaşıyormuşuz.<br />

Bugün<br />

Havadan<br />

Sudan<br />

Yazmak<br />

Geliyor<br />

İçimdennn!<br />

Ortanca 80

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!