08.09.2015 Views

(3)

Kitap Tanıtan Kitap (3) - Blogdan.Net

Kitap Tanıtan Kitap (3) - Blogdan.Net

SHOW MORE
SHOW LESS
  • No tags were found...

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Kitap Tanıtan Kitap<br />

(3)<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

1


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Bu kitap Derin Düşünce Fikir<br />

Platformu’nun okurlarına<br />

armağanıdır.<br />

www.derindusunce.org<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

2


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

3


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

4


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

İçindekiler<br />

Varoluşçuluk’a İki Ayrı bakış: Sartre ve İbn Arabî (Suzan Nur Başarslan) ................................................ 7<br />

Bir Liderin Doğuşu: Recep Tayyip Erdoğan (İbrahim Becer) .................................................................. 12<br />

Kadim Bilimler ve Bazı Modern Yanılgılar - René Guénon (Alper Gürkan) ............................................ 16<br />

Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ / Sadreddin Konevî Hazretleri (Mehmet Yılmaz) ......................................... 19<br />

İslam’ın vizyonu / Hamza Yusuf (Ekrem Senai)...................................................................................... 23<br />

Mutlu Günler / Samuel Beckett (Tuba Sarıgül) ..................................................................................... 34<br />

Jerusalem / Markar Esayan (Suzan Nur Başarslan) ............................................................................... 39<br />

Vefa Apartmanı / Sadık Yalsızuçanlar (Suzan Nur Başarslan) ................................................................ 43<br />

Maya / Leyla İpekçi (Suzan Nur Başarslan) ............................................................................................ 49<br />

Liberalizmden Sonra / Immanuel Wallerstein (Mehmet Salih Demir) .................................................. 53<br />

Islam Without Extremes / Mustafa Akyol (Mustafa Vardar) ................................................................ 59<br />

Yeni Kapitalizm Kültürü / Richard Sennett(Mehmet Salih Demir) ........................................................ 61<br />

Cemil Meriç’in Düşünceye Uzanışı: Saint-Simon*(Alper Gürkan) ......................................................... 66<br />

Kötülük’ten Güzellik çıkar mı? – C.Baudelaire’in şiirleri, O.Dix’in gravürleri (Mehmet Yılmaz) ............ 69<br />

Ve’l–Asr / İsmet Özel (Cemile Bayraktar) .............................................................................................. 79<br />

Yanlış Cumhuriyet / Sevan Nişanyan (İbrahim Becer) ........................................................................... 81<br />

Küçük Güzeldir / Ernst Friedrich Schumacher (Mehmet Salih Demir) .................................................. 84<br />

Kırık parçalar / Marilyn Monroe (Mehmet Yılmaz) ............................................................................... 89<br />

Jerusalem*de Eskimeyen Bir Çığlık: Baba, Beni Neden Terk Ettin? (Alper Gürkan) .............................. 97<br />

Hayek’in Kölelik Yolu’nda otostop… (Mehmet Salih Demir) ................................................................. 99<br />

İnsan Öldürenler Sevilmeye Muhtaçtır (Mehmet Yılmaz) ................................................................... 107<br />

İçimde biri mi var? - Lübbü’l Lübb (Mehmet Yılmaz) .......................................................................... 109<br />

Yalnız Bir Yazar Olarak Peyami Safa’nın Fikriyatı /1 (Alper Gürkan) ................................................... 113<br />

Binbaşı Ersever’in itirafları / Soner Yalçın (İbrahim Becer) ................................................................. 117<br />

Tarihin Ak Sayfaları: Cengiz Aytmatov’un Babası Ve Kırgız Halkının Dramı (Erden Özkant) ............... 121<br />

Adına yola çıktığımız halkın başına bela olduk! (İbrahim Becer) ......................................................... 125<br />

Bir Teslimiyet Yolculuğu ve Trenin Tam Saatiydi / Heinrich Böll (Alper Gürkan) ................................ 128<br />

Dünya Nimetleri’nden Yeni Nimetler’e, Andre Gide (Suzan Nur Başarslan) ....................................... 130<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

5


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Önsöz<br />

Yazmak vermektir. Bir “alan” yoksa vermek de yok demektir. Düşünen ve hisseden insanlar<br />

insanlıklarından bir iz bırakmak isterler. Ne bir kibir ne de bir başka zayıflıktır bu. İz bırakmayan insan<br />

bir eksiklik hisseder, tamam olmamış, yarım kalan bir şeyler vardır. Nefes alıp da vermemiş gibi olur,<br />

sevinip de gülmemiş, üzülmüş ama ağlaması engellenmiş gibi hisseder kendisini.<br />

Heinrich Böll, Sadık Yalsızuçanlar, Jean-Paul Sartre, Leyla İpekçi, Samuel Beckett, Peyami Safa,<br />

Immanuel Wallerstein, Marilyn Monroe veya Baudelaire... Neden yazdılar o satırları?<br />

İnsanları birleştirirken zaman ve mekân engellerini ortadan kaldıran bir eylem yazmak... ve tabi<br />

okumak. Farklı ülkelerde yaşamış, farklı kaygılarla yazmış olsalar da bütün yaza(r/n)lar birer insan ve<br />

bir iz bırakmak, günü gelince başka insanlarca okunmak isterler.<br />

Evet... Yazmak vermektir. Bir “alan” yoksa vermek de yok demektir.<br />

Kitap tanıtan kitaplarımızın üçüncüsünü ilginize sunuyoruz.<br />

Not: Daha önce aynı seriden çıkan iki kitabı da buradan indirebilirsiniz:<br />

Kitap Tanıtan Kitap 1<br />

Kitap Tanıtan Kitap 2<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

6


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Varoluşçuluk’a İki Ayrı bakış: Sartre ve İbn Arabî (Suzan Nur Başarslan)<br />

Açıklamaların ve nedenlerin dünyası, varoluşun dünyası<br />

değildir, der Sartre Bulantı(1) adlı eserinde (s.192). Gösterge<br />

dahi gösterdiği şeyin ne olduğunu anlatmaya yardımcı<br />

değildir. İşlevi hakkında fikir verebilir ama o varlığın ne<br />

olduğunu anlamayı sağlamaz. Bulantı’nın atkestanesinin<br />

köküydüm ben adlı varlığın duyumsanmasının yaşandığı<br />

bölüm mekân ve zamana dair çıkarımların kahramanın<br />

bilincinde keşfidir ve bize şunu açımlar: Hareket denen şey,<br />

ol’uş halidir ki iki oluşun ortaya çıkardığı sonuç, hareket ve bu<br />

süreci algılayış ise zaman’dır; bu da zaman ve hareket denen<br />

kavramların aslında olmadığı ve her şeyin ol’uş halini algılayışa<br />

bu tanımların verildiği sonucuna götürür. İbn Arabî de bunu<br />

Füsusu’l Hikem’de(2) şöyle ifade eder: …onlar Allah’ın her<br />

solukta(kün emri) belirdiğini görür. Oysa belirme<br />

tekrarlanmaz. Öyleyse onlar, her belirtinin yeni bir yaratılış<br />

demek olduğunu ve eski varoluşu giderdiğini gönül gözüyle<br />

görürler. İlahi tecellinin bir varoluş giderip yenisini getirmesi,<br />

ilkinin gidişi anında varlığın yok olmasıdır. Yeni bir varlığın yaratılışı da başka bir İlahi belirmenin onu<br />

oluşturmasıdır (s:105). Buradan da çıkacak sonuç, yaratım-yok oluş-yaratım şeklinde her an yeni bir<br />

belirmenin yaşanması zaman-mekân dediğimiz şeylerin olmadığıdır ki bu da bizi Sartre’ın dediklerine<br />

ulaştırır. Cartoon gibi, çizgiler öyle süratlidir ki, bir önceki resim/Belirme bellekte vardır ama asl olan<br />

yok olduğudur. Geçmiş bellek, gelecek ise yoktur. Hiçlik de bir aşama tıpkı var oluş gibi. Onunla<br />

algılanabiliyor. Yani neden’e mahkum. Yokluk/hiçlik de bu anlamda varlık / yaratılandır. Varlık<br />

tecelliyse/ soluksa/kün emri, bu tecelli onu hem kelime yapıyor hem de bu kelimenin sonucunda<br />

varlık. Yokluk da bir kelime ve aynı işleme tabii. Ayan-ı sabitedeki bilginin kün’lenmesinden sonraki<br />

tecellisi, yaratım/varlık’tır. Ve var oldukları anda yokluğa mecburdurlar. Öyleyse hakikat tüm bu<br />

nedenlerin dışında, ona tabii olmayan ama onunla nisbet edilerek anlaşılan, -oysa aklı aşmadan<br />

hakke’l yakîne ulaşılamayacak - bilgi’nin ya da hâlin ötesindedir. Tam bu noktada Sartre varlık’ı<br />

hiçlik’e bağlayarak, onu akılla tanımlayarak, onu Tanrı’dan kopararak ve insanı var olan maddede<br />

maddi başlangıçla sınırlayarak Arabî’den ayrılır.<br />

Ayan-ı sabite, kısaca maddi başlangıçtan önceki bilgi alanıdır ve bu alan Yaratıcı’nındır. Her varlık bu<br />

alanda yokluk halinde ama bilgi şeklinde bulunmaktadır. Her var olacağa dair bilginin ve onun isim<br />

olarak varlığının yer aldığı bir alandır. Buna yakın bir ifadeyi Miguel de Unamuno’nun La Niebla/Sis(3)<br />

adlı eserinde görürüz: “Bize ne ad verirlerse adımız odur. Homeros zamanında insanların ve<br />

nesnelerin ikişer adı vardı: birisi insanların taktıkları ad, öteki de tanrıların verdikleri ad. Tanrı beni<br />

nasıl adlandıracak?” (s:9) der. Arabî de isimlendirme konusunda paralel bir görüş ortaya koyar, fiziki<br />

dünyada verdiğimiz/kullandığımız isimlerin dışında, ayan-ı sabitedeki isimlendirmeden bahseder.<br />

Arabi’nin görüşüne geçmeden isimlendirme hakkında şunları ifade etmek gereklidir. İsimlendirme,<br />

maddi dünyada anlamların kavramlaşarak kabı/libası olma işlevini yüklenir ve onları genellemeyle<br />

dolayımlı da olsa fiziki alanda belirgin hale getirir. Fiziki alana ait olmalarının ispatı, şey’lerin, her dilde<br />

farklı göstergelerle -harflerin birleşimi olan kelimelerle- ifade olmalarıdır. Harfler anlamsız şekillerdir<br />

ve seslerin kendisi değildirler sadece onu imlerler. Seslerin birleşmesiyle oluşturulan kelimeler de<br />

şey’in/varlığın kendisi değildirler. Bu noktada bir varlığı isimlendirmek onun kendisini kendisi olmayan<br />

şeyle anlatmak demektir. Aslında bu durum yaratılmış olan her şey için aynıdır. İnsanın kendisi de bir<br />

kelimedir ve her ne kadar farklı farklı kelimelerle var olsa bile aslında varlığın kendisi değil, onu işaret<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

7


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

edendir. Arabî bu noktada “Varlıkların tümü, sonsuz olan Allah’ın kelimeleridir. Onlar ‘kün/ol’<br />

buyruğundan meydana gelmiştir. Kün ise Allah’ın kelimesidir.” der. Kelimelerin fiziki âlemde çokluğu,<br />

tıpkı görüntünün çokluğu gibidir ve aslı niteler. Ayan-ı sabitede nasıl tüm bu yaratılmışların bilgi<br />

düzeyinde bir yeri varsa, bu isimlerinin de var olduğunu ve fiziki âlemde çoğullanarak farklılaştıklarını<br />

gösterir. Ayan-ı sabitedeki bilginin kün emri ile varoluşu ve tecelli ile varlık sahasında kendisini<br />

gösteriminden başka, gayb dediğimiz ve zaman-mekânla bağlı insanın henüz elde etmediği bilginin<br />

ona ulaştırıldığı yollardan biri, dejavu dediğimiz hâlin tezahürüdür. Dejavu, gaybî bilginin rüya veya<br />

yakaza… kaydında gösterilmesi ve bunun fizik gerçekliğinde yaşanırken hatırlanmasıdır. Bu noktada<br />

dejavu, o bilgiyle üçüncü kez karşılaşılmasının idrak edilmesi anlamına gelmektedir: Bilgi sahasında,<br />

rüya/yakaza… ile görüntü şeklinde fizikötesi sahada, fiziki alemde yaşayarak ve yaşandığı anda bu<br />

bilginin hatırlanması ile. İnsanın yaşayacağı hâli yani geleceğe dair yaşantıyı önceden yaşaması ve<br />

geleceği geçmişte yaşaması anlamına gelir ki bu noktada, henüz fiziki âlemde var olmayan bir şey<br />

nerede var olmaktadır, sorusunu akla getirmektedir. Bu soruya İslam’ın verdiği cevap, gayb, yani<br />

Allah’a ait bilgi alanındadır.<br />

Sartre varoluşçuluk felsefesini tanımlarken bir yanılgıyı felsefesinin temeline oturtur. Varoluş özden<br />

önce gelir, der ve bunu madde/fizik dünyayı merkeze alarak felsefesini onun üzerinde şekillendirir.<br />

Oysa varoluş değil, özdür önce gelen. Bu öz, Yaratıcı’dır. İbn Arabî “o öz bizim tek varlık dediğimiz<br />

şeydir… cevher, Allah’tan gayrı değildir…” (F.H / s:190) der. O’nun soluğu/kün emri ile varlığa ait bilgi<br />

fiziki âlemde var olma aşamasına geçer. Bu varoluş tecelli ile olur yani varlık, Yaratıcı’nın isimlerinin,<br />

sıfatlarının göstergesidir. Bu göstergelerin en önemlisi, isim ve sıfatların birçoğunu içeren, onu zahir<br />

hale getiren insandır. Zat’ın/Öz’ün tecelli ile bir’den/tek’ten ikiliğe, çoğula ulaşması sonucu insanın<br />

varlığı vücûd bulur. İnsana dair öz, O’na ait öz’ü zahir/görünür kılmasından ötürü ve O’ndan<br />

yaratılmasından dolayı yaratıcının özünden/ruhundan farklı değildir. Öyleyse insanın özü -asıl öz’den<br />

parça olması itibariyle- önce, varlığı sonradır. Bu yargı, tabiat dediğimiz diğer tüm yaratımlar için de<br />

aynıdır.<br />

Nedenlerin dünyası, asl olan değil, Asl’a nispet olunan, O’nun görüntüsü olandır. Görüntü çoğuldur ve<br />

O’nu imler, O’ndan gayrı değildir ama O da değildir. Varlık, O’dur, O’nun görüntüsüdür ama O/Zat<br />

ayn-ı varlık değildir. Ya da görüntü olmak hasebiyle varlık, O’nu imlese, gösterse bile, varlığın kendisi<br />

değil, sadece yansımasıdır. Bu noktada varlık O’ndan gayrı değildir ama O da değildir ve var olan<br />

aslında sadece O’dur. Varlık ayn-ı Hak olsa da Hak, ayn-ı varlık değildir ve olamaz, çünkü bu nokta<br />

yaratılanın tanrılaştırılması ve ona yaratım gücünü vermek demektir.<br />

“Gelgelelim, benim bağlandığım tanrıtanımaz varoluşçuluk daha tutarlıdır. Ona göre, eğer tanrı yoksa,<br />

hiç olmazsa, ‘varoluşçu özden önce gelen’ bir varlık vardır. Bu varlık, bir kavrama göre<br />

tanımlanmazdan, belirlenmezden önce de vardır. Bu varlık insandır. Heidegger’in deyişiyle, ‘insan<br />

gerçeği’dir. Varoluş özden önce gelir. İyi, ama ne demektir bu? Şu demektir: İlkin insan vardır; yani<br />

insan önce dünyaya gelir, var olur, ondan sonra tanımlanıp belirlenir, özünü ortaya çıkarır.” (V / s:39)<br />

diyen Sartre, felsefesiyle öz’ü ‘insan’ olarak merkeze alarak onu özne kılmış, varoluşunu madde<br />

dünyasında konumlandırarak asıl öz’ü ikincil plana düşürmüştür. Bu, özü/insanı ilahlaştırır ama<br />

tasavvuftaki gösterge, yansıyan olarak değil; ayn-ı Zat’tır, yaratandır anlamında. Bu anlayış, insanı,<br />

nedenler dünyasının içinde nedenin aslı kılan, onu ayn-ı Hak kılan tasavvufi anlayışın tersine, insan’ı<br />

merkeze alan ve yaratıcıyı kabul etmeyen ya da insanın var ettiği Tanrı anlayışını ifade eder ve<br />

madde/fizik dünyayı her şeyin merkezine alır. (Not:Sartre doğadaki varlıklar için önce öz sonra varlık<br />

derken de, bu özü sonradan yaratılmış, insan yapımı nesneler/görüngüler için kullanmaktadır ki,<br />

dediği doğruyu imler gibi görünse de mahiyeti gene yanlıştır.) Oysa yaratılan, sonradan olan, başka<br />

bir varlığa bağlıdır ve kendisine nisbetle O’na ulaşacak olandır. Suret olarak O’nu göstermekle ya da<br />

O’ndan başka bir şeyi göstermemekle, O olmak aynı değildir, Görüntü, gösteren ve özne üçlük<br />

oluşturur: Özne’nin görüntüsü, yaratılmışlar -özellikle insan- ; gösteren isimler/tecelli ve Özne’nin<br />

kendisi yani Yaratıcı. Özellikle Batı’da Tanrı’nın varlığı, insanın O’nu yaratımı şeklinde bir anlayışla<br />

vücûd bulsa da şu nokta gözden kaçırılır. Bu zorunlu oluş, Arabî’nin ifadesiyle, insanın kendi nefsiyle<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

8


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

değil, kendisinin dışında bir nedenle olmasıdır; bu da düşünce farklılığının temel noktasını oluşturur:<br />

İnsana bağlı bir Tanrı yaratımıyla, Tanrı’ya bağlı bir insan yaratımı farklılığın temelidir. O’nun nefsini,<br />

bizimle anlatması, yani kendinde Hakk’ı bilmek tasavvufta nisbet olarak ele alınırken, kendinden<br />

dolayı Tanrı’yı var etmek Batı’nın yaslandığı en önemli görüşlerden biridir. Bu bakış da belli bir<br />

noktaya kadar Batı aydınını, felsefecisini, düşünürünü tasavvufa yaklaştırsa da en önemli noktada<br />

kırılmalara neden olur ve hiçlik, saçma, varoluşçuluk gibi felsefelerin sonucunu oluşturur.<br />

Sartre’da ‘hiçlik’in verilişi, eşyanın İlahi tarafa bakan yönünün reddedilerek eşyayı tek boyuta<br />

indirgenmesi ile öne çıkar. Sadece görünüm’ün varlığa ait olgu olmasıyla: Görünür olan, ‘akıl’<br />

penceresinden bakış, görünür olmayanı reddediş, Tanrı’yı bu denklemden çıkarış, a posteriori bilginin<br />

temel kabul edilişi… ile. Bulantı romanının kahramanı Antoine Roquentin, Descartes’in<br />

“Düşünüyorum, öyleyse varım”ıyla, “Düşünüyorum, öyleyse hiçim”e ulaşır ve hiçliği aynı mantıkla<br />

ispatlar. Birinin varlığı ispatladığı yerde diğeri hiçlik’i ispatlar. Çünkü hiçlik de bir tasarıdır/düşüncedir<br />

ve o da ötekiler gibi bir varoluştur. Roquentin, hiçlik duygusunu yaşadığı, varlıkla birlik olma hâli sona<br />

erdiğinde varoluşun gerçek sırrını çözdüğünü düşünerek parktan ayrılır. Oysa bu hâl bile (Çokluktan<br />

Tek’e ulaşma) zaman-mekan’ı aşma/oluş’u idrak etme, fiziksel algının ötesinde metafizik bir hâldir. Bu<br />

hâli yaşattığı kahramanı ile bile Sartre, Descartes felsefesinin dışına çıkar ve onu yanlışlamış olur. Tam<br />

burada Varoluşçuluk(4) adlı eserinde Marksçıların ve Katoliklerin eleştirilerine verdiği cevapta<br />

eleştirel bir üslupla şöyle der Sartre:<br />

”Kişioğlunu tek başına ele alıyormuşuz -bunu komünistler söylüyor-, bütünden koparıyormuşuz.<br />

Çünkü öznellik(subjektivite) olarak görüyormuşuz onu; çünkü yalnızca Descartes’in ‘Düşünüyorum<br />

öyleyse varım’ sözüne dayanıyormuşuz; çünkü yalnızca kişioğlunun tek başına kendini kavradığı anı<br />

göz önünde tutuyormuşuz. Bundan ötürü de yöremizdeki insanlarla bağlantı kuramıyormuşuz;<br />

dışımızda yaşayan ve cogito ile yanına varılamayan kimselere dayanışma gösteremiyormuşuz.”<br />

(Varoluşçuluk/s:34) Oysa Sartre’ın yarattığı Roquentin karakteri Sartre her ne kadar kabul etmese de<br />

tam bu eleştirilere uygun bir profil çizmektedir.<br />

Descartes’in düşünüyorum öyleyse varım(cogito ergo sum), dıştan çok conconlu bir cümledir ama<br />

onu soyduğunuzda parlak şeker jelatininin içindeki bozuk ürünle karşılaşırsınız, hele de bu cümlenin<br />

Tanrı’nın ispatında kullanılması daha büyük çıkmazlara neden olur. Bu yüzden Spinoza bu cümlenin<br />

açmazlarını ve hatalarını açımlar. Aynı geleneği takip eden Goethe ve Gide de Descartes’in bu<br />

ifadesini çürütmüşlerdir. Gide, “Duyumsuyorum öyleyse varım”ı felsefesinin merkezine koyar.<br />

Burada, Gide’in Yeni Nimetler’de(5) yaslandığı Spinoza felsefesini açımlamak gerekliliği ortaya çıkar.<br />

Gide’in doğaya bakışı ve onu Tanrı olarak nitelemesi(natura naturans) panteizmden yani Spinoza<br />

felsefesinden etkilenimdir. Descartes’in Düşünüyorum öyleyse varım’ıyla Tanrı’nın varlığının<br />

ispatlanamayacağını ispat etmeye çalışır ve Tanrı’ya inanışın kanıtlarda değil, kanıt dışında her şeyde<br />

O’nu bularak olacağını ifade eder. Bu kısımda Spinoza felsefesinden yararlanarak bu anlayışa<br />

Goethe’den ulaştığını ve Tanrı’yı yasalarla ispatlamanın gereksizliğine inandığını belirtir(Y.N / s:166).<br />

Spinoza’nın yaptığı gibi -Spinoza, Euklides geometrisinde kullanılan yöntemi /uzay yerine Tanrı<br />

görüşünü koyarak/ kendi görüşünü kanıtlamak için kullanır(6) (F.T / s: 292-306)-, kendi varlığını<br />

bulduktan sonra Tanrı kavramını aramaz, Tanrı idesini mutlak çıkış noktası olarak ele alır. Tanrı ile<br />

evren/doğa arasında farklılığın kalktığı, evrenin Tanrı’nın kendisi olduğu bu anlayış, Tanrı’yı varoluşun<br />

koşulu anlamına getirir ve Tanrı’nın eseri, Tanrı’nın kendisi olarak kabul edilir. Ancak biraz daha ilerde<br />

inançtan bahsederken, “Arkadaş; hiçbir şeye inanma, kanıtsız benimseme hiçbir şeyi.” (Y.N / s:198)<br />

derken, kendisi ile çelişir. Burada Bacon ile Spinoza arasında bir gelgit yaşadığı görülmektedir ki<br />

aslında Spinoza da Bacon’dan etkilenerek kendi felsefesini (erdemin asıl güç olması) bilgiye<br />

dayandırır. İnsan olmasaydı Tanrı olmayacaktı şeklindeki “yaratım olmasaydı yaratıcı olmayacaktı”<br />

tezi (bağıntı-bağımlılık); Spinoza’nın Occasionalistlerden ayrılan felsefesinin yansımasıdır.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

9


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Occasionalistlere göre “Tanrı ‘yaradan’dır ama Spinoza’ya göre Tanrı evreni yaratmamıştır, evrenin<br />

kendisidir yani nesnelerin özünde bulunur.” (F.T / s: 298) Nesneler olmasa Tanrı’nın varlığının da<br />

anlamını kaybettiği bir inanış biçimidir bu. İnsanın düşüncesiyle var olan bir Tanrı düşüncesi ile bu<br />

görüş açıklanır. Bu kısım aynı zamanda İslam tasavvufundaki algının da zıddıdır. Çünkü ayna<br />

metaforuyla, Tanrı’nın varlığıyla görünür hâle gelir yaratılanlar, yaratım/nesne/modus olmasa da<br />

Tanrı vardır.<br />

Ali Şeriati ise, İnsanın Dört Zindanı’nda(7) bu cümleyi özellikle dile getirerek, Descartes, Gide ve<br />

Camus’dan bahseder. İfadelerinin doğruluğunu sadece “var olma’yı (imek/sein/buden/beşer olma ya<br />

da sadece fiziki varlık olma) kanıtlasalar bile ‘insan olma’yı (imek’i, insanlık aşamasına erişmiş<br />

bulunmayı/idrâk) henüz kanıtlamış değildirler.”(İ.D.Z / s:24) şeklinde açıklar. Yani çözümü, insan’ı<br />

beşer “imek” ve insan “olmak” olarak beden - ruh olarak iki bölüme ayırarak verir ve bu cümleyi<br />

“sonsuza doğru sürekli ve ebedi bir gelişim süreci içinde” olan insan için kabul etmez.<br />

Descartes’in “Şüphe etmek düşünmektir. Düşünmek vâr olmaktır. Düşünüyorum o hâlde varım”ın<br />

neden yanlış olduğunu açımlayalım tek tek. Bunun ilk nedeni, varlık’ın ise/o hâlde… gibi şart<br />

bağlamıyla düşünme eylemine bağlanmış olmasıdır. Bu sadece metafizik alanda değil fizik alanda da<br />

kendisini çürüten bir sonuçtur. Düşünme yetisi olmayan diğer varlıkların varlık’ları (var olduklarından<br />

şüphe edip, var olduklarını düşünmeyecekleri için) yok’a kalbetmektir. Taş var olduğunu düşünmediği<br />

için taş değildir anlamı çıkar. Şu ileri sürülebilir burada, taşın taş olduğunu düşünememesi taşın kendi<br />

varlığını bilmemesidir ama taş, insan onun taş olduğunu düşündüğü için vardır. Öyleyse insan onun<br />

varlığını düşünmeseydi yok olacaktı. Ancak bu düşünme sisteminin sonucu Tanrı’ya kadar ulaşır -ki bu<br />

ikinci nedendir- ve Tanrı’nın varlığı sadece biz O’nu düşündüğümüz için vardır(bağıntı-bağımlılık),<br />

anlamına gelir. Sartre’ın yaptığı gibi, bu ifade sadece maddi dünya sınırlandırılarak ele alınırsa, doğal<br />

olarak varlığın ispatı olarak kullanıldığı gibi yokluk’un ispatı olarak da kullanılabilen çift anlamlı(Tanrı<br />

vardır/Tanrı yoktur) bir yapıya bürünür. Oysa İslam’da insan dışında yaratılmış bütün varlıkların iki<br />

yönü vardır; biri zahirî/beden/bizim gördüğümüz, diğeri ise batınî/ruh/Allah’a bakan yönü. Varlık’a<br />

sadece beden/bizim gördüğümüz taraftan bakmak, onu tek boyuta indirgemek ve onun yaratılış<br />

hikmetini eksiltmektir. Evrende bulunan her varlık, İbn Arabî’nin deyişiyle “canlıdır. Çünkü varoluş<br />

âleminde her varlık, Allah’ı zikretmektedir. Fakat onların tesbihi anlaşılmaz. Bu, sadece manevi keşif<br />

yoluyla anlaşılabilir. Allah’ı ancak diri olan varlık zikreder. O hâlde her şey diridir.” Zahiri yönüyle<br />

varlık, sadece insana hizmet etmekle kalmaz, asıl işlevi olan Yaratıcı’nın tecellîsinin sonucu olarak<br />

insan’ı Yaratıcı’ya ulaştıran bir işlev yüklenir ki bunun için de Arabî “Sonradan olma varlığın oluşması<br />

ve kendisini var kılan Yaratıcı’ya muhtaç bulunması, onun kendi nefsinde mümkün oluşundandır.<br />

Çünkü varlığı Bir başkasının varlığına bağlıdır. Böyle olunca ihtiyaç bağışla bağlıdır ve yaslandığı<br />

Yaratıcı’nın kendi zatında varlığı zorunlu olması ve kendi nefsiyle varlığında hiçbir şeye muhtaç<br />

olmayarak her şeye karşı mustağni olması gerekir. O da, sonradan olma varlığa Kendi Zat’ıyla varlık<br />

kazandırandır. Öyleyse öteki varlıklar O’na nisbet olunmuştur.” (F.H / s:16) diyerek, diğer varlıkların<br />

nisbet görevini ifade eder. Amaç sadece yaratılmış olanın varlığını bilmek değil(bu noktada taşın taş<br />

olarak varlığını bilmemiz onu taş/varlık yapmak için yeterli değildir), ona/varlık’a Kendi Zat’ıyla varlık<br />

kazandıran’ı bilmektir.<br />

Üçüncü neden, varlığın şartı olan düşünmek, insanın kendi varlığı için kendisini özne konumuna<br />

yükseltmesi anlamına gelmektedir. Oysa varlık, Allah’ın, “”Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek için<br />

mahlukâtı yarattım. Mahlûkatı yarattım ki, bana bir ayine olsun ve o âyinede cemalimi göreyim.”<br />

hadisinde ifâde edildiği gibi, istemek/dilemek eylemlerinin sonucunda görünür olmuş ve düşünme,<br />

O’nun bilinmeyi istemesi nedeniyle insana ver‘il’miştir. Burada insan edilgendir, eylemden<br />

etkilenen/nesne; eylemin yapıcısı/yaratıcısı değildir. İnsan ister düşünen bir varlık olarak yaratılsaydı,<br />

ister de düşünemeyen, hatta kainat dediğimiz bu âlem ister yaratılsaydı, ister de yaratılmasaydı, bu,<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

10


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Allah’ın Zat’ını etkilemeyecek, tecelli edilen isimlerin, sıfatların bizim tarafımızdan bilinmemesi<br />

dışında hiçbir farklılığa neden olmayacaktı ki bunun nedeni de, tekrarlıyorum, sadece Allah’ın<br />

bilinmeyi istemesidir. Bu bilinme insan’dan değil, O’ndan kaynaklanır ve Yaratıcı’nın âleme/insana<br />

değil, âlemin/insanın Yaratıcı’ya ihtiyacı vardır. “O’nun âleme ihtiyacı yoktur. Kendisine ihtiyaç<br />

görülen her isim, ister ihtiyaç duyanın benzeri olarak âlemde olsun ister aynı Hak olsun İlahî adlar,<br />

âlemin kendisine muhtaç bulunduğu her bir isimdir ki, O da eşsiz ve tek olan Allah’tan başkası<br />

değildir.”(F.H / s:80) Düşünme bu noktada sadece istenen bilinme için bir araçtır ve O’ndan verilen bir<br />

araçtır. İnsan, düşünme’yle kendi’sinin ya da Tanrı’nın varlığına ulaşAmasa da, hatta düşünEmeseydi<br />

dahi, varlık Tanrı’nın dilemesiyle varlık olarak görevini ifâ edecekti. Kısaca insan, varlık âleminde özne<br />

değil nesne; düşünme yetisi ise, Yaratıcı’nın eylemi yani varlık için Özne’nin bilinmesi için bir araçtır,<br />

şart/koşul değil. Koşul, O’nun bilinmeyi istemesidir.<br />

(1) Jean Paul Sartre, Bulantı/La Nausée, çeviren: Selahattin Hilav, Can Yayınları, 12.Basım, İstanbul,<br />

2010.<br />

(2)Muhyiddin İbn Arabi, Füsus’ul Hikem/Hikmetlerin Özü, çev:Abdülhalim Şener, Sufi Kitap, 3.baskı,<br />

İstanbul, 2010.<br />

(3) Miguel De Unamuno, Sis/La Niebla, çev: Yıldız Ersoy Canpolat, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,<br />

İstanbul, 2006.<br />

(4) Jean Paul Sartre, Varoluşçuluk/L’existentialisme est un humanisme, çev: Asım Bezirci, Say<br />

yayınları, 19.baskı, İstanbul, 2005.<br />

(5) Andre Gide, Yeni Nimetler, çev: Tahsin Yücel, Can Yayınları, İstanbul, 2007.<br />

(6) Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1996<br />

(7) Ali Şeriati, İnsanın Dört Zindanı, çev:Hüseyin Hatemi, İşaret yayınları, İstanbul, 2007.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

11


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Bir Liderin Doğuşu: Recep Tayyip Erdoğan (İbrahim Becer)<br />

Tayyip Erdoğan’ı gelmiş geçmiş tüm liderlerden ayıran birçok fark<br />

varsa da bir ayrıntı çok önemli: Seveni çok seviyor, sevmeyeni nefret<br />

ediyor. Doksanlı yılların ortalarından bu yana, müsait olduğum<br />

müddetçe kendisini defalarca canlı izleme şansına sahip oldum. Diğer<br />

Liderlere göre mimikleriyle, fizyonomisiyle, vücut diliyle hatta sert<br />

diliyle farklı bir Lider profili çizer Tayyip Erdoğan.<br />

Kendisine yapılan suçlamalar arasında ülkeyi bölmekten tutun da<br />

vatan satmaya, oradan Laik cumhuriyeti temelden sarsmaya kadar<br />

sayısız maddeler olan bu adamın geldiği noktaya bakılacak olursa,<br />

Türkiye için ciddi bir sorun var: Bahse konu tüm bu suçları işlediğine<br />

inanılan Tayyip Erdoğan’ın, ülke genelinde % 50′ye varan<br />

iştirakçilerinin durumu ne olacak?<br />

Ben yine de %50′lik “ihanet-i vataniye suçuna iştirak eden kitleye”<br />

değil de, en severden daha vatansever kitleye bir iyilik yapayım. Gelin<br />

size düşmanınızı tanıtayım; göreceksiniz, Tayyip Erdoğan ne sadece Ergün Poyraz’ın kitaplarında<br />

anlatılan bir gizli tarikat üyesi ne de Vural Savaş’ın bahsettiği gibi habis urla beslenen vampirler<br />

tayfasından.<br />

Ben ilke olarak düşmanlıkla beslenmeyen biri olsam da yine de “taraf” olmadığım insanlara<br />

küfretmekten ziyade anlamaya çalışan bir insanım. Bunun bir değil, birden fazla faydasını gördüm<br />

şimdiye kadar; en büyük faydası da, aynı görüşü paylaşmadığım halde çok insanla hala yüz yüze<br />

bakabiliyoruz. İletişim yollarını kestirip atmak, diyaloğun getirdiği çok renkliliği, monoloğun soğuk<br />

cenderesine hapsetmek pek akıl kârı değil çünkü.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

12


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Elimde Tayyip Erdoğan’ı, yakın tanıklarının gözlemleriyle anlatan güzel bir kitap var: Bir Liderin<br />

Doğuşu: Recep Tayyip Erdoğan. Bu kitaptan önceki okuduğum kitap da Ahmet Davutoğlu’nu anlatan,<br />

“Hoca” adlı eserdi ve o da çok nitelikliydi.<br />

“Yandaş olduğun için bu adamların burada reklamını yapıyorsun” diyen dostlara da selam olsun. Şu<br />

anda okuduğum kitabın, Cem Ersever tarafından yazılan ve Abdullah Öcalan’ı anlattığını hatırlatırım.<br />

Şimdi kitabın sayfalarında gezelim biraz…<br />

Harun Karaca anlatıyor:<br />

“1987 Genel Seçimlerinde, Beyoğlu Zeytinburnu Bölgesinden Milletvekili adayıydı.<br />

Kampanyanın en yoğun olduğu günlerde, Zile’den konferans daveti almıştı. Vakit sorunu vardı ama<br />

ısrar edilince geri çeviremedi. O akşam bir ev sohbetine katılacaktı. Sohbet bittikten sonra, geceleyin<br />

yola çıkacağız, ertesi akşam konuşmasını yapacak ve aynı akşam geri döneceğiz. Gece yarısına doğru<br />

sohbet bitince gidip aldık Tayyip Bey’i. Yola çıkmak üzereyiz: “az kalsın unutuyordum, benim eve<br />

uğramam lazım” dedi. “Hayırdır?” dedik. “eve kömür çıkarmam lazım” dedi.<br />

‘Bir Liderin Doğuşu: Tayyip Erdoğan’, son zamanlarda okuduğum tartışmasız en iyi biyografik<br />

eser. Hoş, beni ilgilendirmez ama Tayyip Erdoğan’ın siyasi rakiplerinden biri olsaydım bu kitabı bir<br />

kerede bitirirdim. İçinde barındırdığı resimleri de dâhil 390 sayfalık bu kitabı okumam bir günümü<br />

aldı. Kitap, Hüseyin Besli ve Ömer Özbay tarafından yazılmış. İçinde, girişte de örneğini verdiğimiz<br />

küçük anekdotlarla, “bu adam aslında kim, derdi ne, nereden gelip nereye gitmek ister?” gibi sorulara<br />

cevap aramakta.<br />

Kitap, Tayyip Erdoğan’ın şahsında yakın tarihe de ışık tutmakta: Necip Fazıl’la ilişkisi,<br />

başarısız olduğu seçim süreçleri, Hoca ve Ak Saçlılarla alttan alta çekişmesi, 28 Şubat ve hapse düşme<br />

süreci, medyanın kendisine karşı yürüttüğü linçe karşı tevekkülü, Ak Partinin kuruluşu ve ‘muhtar bile<br />

olamaz’ denilirken Başbakan olması…<br />

Kadınların özellikle seçim döneminde aktif olarak kullanılması olayını ben her zaman Refah<br />

Geleneğinin bir alametifarikası olarak değerlendirmişimdir. Meğer bunu, teşkilatlardan gelen tüm<br />

itiraza karşı ilk kullanan Tayyip Erdoğan’mış. Hatta Ekrem Erdem, ilk kadın üyenin 1987 yılında,<br />

tamamen tesadüfen partiye kaydedildiğini anlatıyor: ” …Bir ev sohbeti sonrası, ev sahibine partiye<br />

kayıt olması için baskı yapıyorduk. Ne desek adam bir mazeret buluyor ve kayıt olmamak için bin<br />

dereden su getiriyordu. O sırada mutfaktan, “beni yazın” diye evin kızının sesi geldi. Doğrusu,<br />

“kadınları üye yapmıyoruz” demeye dilimiz varmadı; formu doldurtup kızımızı üye yaptık. Ne var ki<br />

uzun süre kayıt defterine işleyip İl’e gönderemedik. Sonunda, “biz gönderelim de İl Yönetimi ne<br />

yapacağına karar versin” dedik. Onlar da olumlu karşılayınca Şişli Teşkilatı olarak ilk kadın üyemizi<br />

kaydetmiş olduk. Beyoğlu seçimlerinde en büyük yenilik, kadınların sahaya ilk defa inmesidir”.<br />

Yazar Sibel Eraslan’ın da buna benzer bir anısı var: “…Hiç unutmam, o günlerde Marmara Çalışma<br />

Ekonomisi öğrencilerinden kız kardeşimle Fatih’te bir öğrenci iftarına gitmiştik. Konuşmacı Tayyip<br />

Bey’di. Konuşmaya başlar başlamaz kardeşimin gözlerinden yaşlar akmaya başlayınca şaşırmıştım,<br />

ülke ekonomisinden bahsediyordu oysa. Nedenini sorduğumda, kız kardeşim: ” böylesine davudi bir<br />

ses ve içten bir hitabeti hiçbir hocamdan işitmemiştim şimdiye kadar” dedi. 1989′da beni, çay içmek<br />

için İstanbul İl Başkanlığına davet etti. Başörtüm yüzünden çalışamıyordum. Davete icabet ettim ve<br />

çay içmek üzere geldiğim partiden, kadın kollarını başlatmak üzere ayrıldım”.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

13


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Kitapta geçmişe ışık tutan anekdotlardan birisi de Hoca’yla ilgili olanıydı benim için. Hoca’nın ‘tek<br />

adam’ mizacı, o yıllarda fısıltı gazetesiyle dillendirilse de işin boyutlarını öğrenmek bu günlere<br />

nasipmiş. O günlerin Refah Teşkilatında, Tayyip Erdoğan’ın başkanlığını yaptığı İstanbul İl<br />

Başkanlığıyla, Genel Merkez arasında usul yönünden ciddi bir çekişme vardır. Tayyip Erdoğan’ın<br />

kendine özgü yöntemlerine Genel Merkez şüpheyle yaklaşmaktadır. 94′ yerel seçimleri öncesidir ve<br />

İstanbul Belediye Başkan adaylığı için Genel Merkez’in aklından henüz partiye yeni katılmış olan Ali<br />

Coşkun geçmektedir. Oğuzhan Asiltürk’ün ağzından, “İstanbul dükalığını yıkacağız” tehdidi dilden dile<br />

dolaşır o sıralar. Hoca, perde gerisinden izlediği bu mücadeleye el koyar ve her iki aday için anket<br />

yaptıracağını söyler. Fakat Ali Coşkun, “anketten ben çıkmazsam, benim için züldür” der. Fakat Tayyip<br />

Erdoğan dik durmakta ısrarlıdır ve sözünü esirgemez: “Ali Coşkun, ‘anketten ben çıkmazsam, benim<br />

için züldür’ diyormuş. Peki, bize ne oluyor? Kendimizi bildik bileli bu hareketin içindeyiz, on senedir bu<br />

teşkilatın başkanıyım. Şimdi bize diyorlar ki, ‘anket yapacağız ve seni yeni gelen biriyle yarıştıracağız’.<br />

Biz, bu bizim için züldür demiyoruz, Hayırlısı Allah’tan diyoruz”.<br />

Düğümün çözüleceği yer bellidir; Hoca’ya müracaat edilecektir ve öyle de olur. Gerisini<br />

Ahmet Ergün anlatıyor: “…dilimin döndüğünce ‘neden Tayyip Erdoğan’ın aday olması gerektiği’<br />

konusunda tezlerimi sıraladım. Yaptırdığımız anketten bahsettim. Yarım saat boyunca ben anlattım,<br />

Hoca sözümü kesmeden beni dinledi. En sonunda “bitti mi” diye sordu. ‘bitti sayenizde’ dedim.<br />

Gözlerine bakmaya cesaret edemiyordum. ‘sayenizde ha’ diye söz başladı ve hiç susmadan devam<br />

etti: ” Siz, hangi hakla, benden, genel merkezden habersiz böyle bir çalışma yaptınız. Partimizin adını<br />

kullanarak insanlara soru sorma hakkını kim verdi size? Ali kıran baş kesen mi sandınız kendinizi,<br />

kimsiniz siz? İznimiz olmadan insanlara sorular sorarak kul hakkı yediğinizin farkında mısınız siz?<br />

Derhal tövbe ediniz! Tövbe de yetmez; soru sorduğunuz insanları bulup, onlardan tek tek özür<br />

dileyecek hatta helallik isteyeceksiniz…”<br />

“Sessizce kalkıp huzurdan çıktık, hilafsız kulaklarımıza kadar kızarmıştık” diye devam ediyor Ahmet<br />

Ergün 94′ Yerel seçimleri Dönemini anlatırken.<br />

Kitabın en güzel yanı da, olayları dönemin tanıklarının ağzından, onların şehadetiyle<br />

anlatması. Kitap, bu yönüyle akıcılığını hiç kaybetmeden ilk sayfadan son sayfaya kadar temposunu<br />

korumakta. Ben sadece birkaç hikâyecik aktarabildim. Kitabın içerisinde onlarca tanığın anlattığı bir o<br />

kadar olay, o günler hakkında okura bilgi vermekte. Kitap, Tayyip Erdoğan’ın serüvenini en baştan alıp<br />

Başbakan olduğu gün noktalamaktadır. Benim için kitabın en çarpıcı bölümü de, o anın bir tanığının<br />

anlattığı olay oldu.<br />

Mustafa Gündoğan anlatıyor: “…Pınarhisar Cezaevinde son akşamdı. Tayyip Bey zati<br />

eşyalarını toplarken “Başkanım”, dedim. ‘Hamdolsun bu da bitti. Hiç ara vermemiş gibi yolunuza<br />

devam edeceksiniz ve inşallah bir gün, bu ülkenin Başbakanı da olacaksınız. Lakin biz o günlerde<br />

yanınızda olmayacağız”. Tayyip Bey neşeliydi, bana gülerek: ‘Bak Mustafa! İşte sana söz: Eğer bir gün<br />

Başbakan olursam ilk görüşeceğim kişi sen olacaksın”.<br />

Aradan zaman geçer ve Tayyip Erdoğan nihayet Başbakan olur. Yine Mustafa Gündoğan anlatıyor:<br />

”…Başbakanlık makamının bulunduğu katta, neredeyse adım atacak yer kalmamıştı. Milletvekilleri,<br />

Bakanlar, Parti üst yöneticileri herkes oradaydı. İçlerinde İlkokul mezunu olan belki de tek ben vardım.<br />

Fazla göze batmadan bu okumuş adamlara bakıp, ‘hepsi de okumuş, iyi yerlere gelmiş büyüklerimiz’<br />

diye geçirirken gözlerim, huzurlu bir yorgunlukla kendini makam koltuğuna bırakan Tayyip Bey’e<br />

takıldı. Ne yalan söyleyeyim, keyiflenerek: “Hey Yüce Mevlam! Bize bugünleri de gösterdin ya, emanet<br />

verdiğin canı hemen şuracıkta alsan ne gam” dedim. Sonra aklıma Ceza evindeki son gece<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

14


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

konuşmamız geldi. Bu arada kutlama telaşı bitmiş, ortalık nispeten sakinleşmişti. Tayyip Bey,<br />

‘Arkadaşlar, beni biraz yalnız bırakır mısınız’ dedi. Diğerleriyle odayı terk etmeye hazırlanıyordum ki<br />

bana dönüp eliyle işaret etti: “Mustafa, sen kal!”…<br />

Sadece bu vefaya şahit olmak için bile bu kitap okunmaya değer. Bir de Tayyip Erdoğan’ın<br />

yasaklı olduğu dönemde, Abdullah Gül ve Bülent Arınç’ın Başbakanlığı birbirlerine ikram ettiği bölüm<br />

var ki…<br />

Gerçekten okunmaya değer…<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

15


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Kadim Bilimler ve Bazı Modern Yanılgılar - René Guénon (Alper Gürkan)<br />

Ayraç Dergisi’nin 27. sayısında (Ocak 2012) yayımlanmıştır.<br />

1921′de Paris’te yayımlanan “Hindu Doktrinlerine Genel Giriş” adlı<br />

bir kitap, o günlerde oldukça popüler olan benzerlerine göre ilginç<br />

bir maksada binaen kaleme alınmıştı. Bu kitap da piyasadaki<br />

birçokları gibi Hindu dininden bahsediyor ve bu dinin kendine has<br />

gelenek ve hakikat anlayışını dile getiriyordu. Diğerlerinden onu<br />

farklı kılansa amacıydı: Yazar, İbrahimî dinleri artık sıkıcı bulan<br />

Hıristiyan Avrupa’ya seslenmek ve bu sayede “aşkın olmasından<br />

ötürü evrensel ve değişmez” gördüğü Geleneği, Batıya oryantalist<br />

olmayan bir üslubla açıklamak gayesindeydi. Üstelik bu yazar, bir<br />

Hindu değil, Müslümandı: 1912′de İslam’a intisab etmiş büyük<br />

Fransız düşünürü René Guénon’du…<br />

Okültizm, teosofi, Budacılık, Tasavvuf gibi kavram ve olguların<br />

doğruluklarından şüphe taşıyan anlatımlarla Avrupa’da sıkça boy<br />

gösterdikleri bir dönemde yeni bir perspektifle zuhur etti Guénon.<br />

Kendisinin de girip çıktığı ve sonradan “gayr-i sahih” olarak değerlendirdiği yollardaki tecrübelerini<br />

orijinal kaynaklarla karşılaştırdı ve inisiyatik görünümlü yolların ihtiva ettiği yaklaşımları masaya<br />

yatırdı. Neticede bu yolların, sahih bir geleneğe yaslanmadan sadece gelenekten arda kalan bilgi<br />

kırıntılarıyla inşa edilmiş olduğunu ve temel söylemlerinde dâhi tesbit edilebilen yanlışlıklarını ifşa<br />

etti.<br />

İranlı mütefekkir Seyyid Hüseyin Nasr’a göre, “Doğu’nun geleneksel doktrinin bugünkü Batıda tam<br />

anlamıyla tanıtılmasındaki merkez kişi René Guénon’dur. Guénon, bu görev için Geleneğin bizzat<br />

kendisi tarafından seçilmiş ve bu görevi üstün bir kişiliğin entelektüel işlevi olarak yerine getirmişti(r).”<br />

(Nasr,2001:112) Bu amaçla kitaplar neşretmesinin haricinde, kurduğu Etudes Traditionneles ve La<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

16


Gnose dergilerinde yazılar kaleme almaya, uzlaşmacı ya da polemikçi bir tavırdan ziyade<br />

doğruluğundan emin olduğu yolunda kimselere aldırmadan dikkatle ilerlemeye devam etti.<br />

Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Çeşitli dergilerde yazdığı bu yazıların tematik bir derlemesi olan Kadim Bilimler ve Bazı Modern<br />

Yanılgılar*, onun özellikle modernler tarafından anlaşılamayacağını vurguladığı geleneksel ilmin<br />

tabiatına bakışlarını içerir. XX. Yüzyılın en önemli metafizikçilerinden birisi olarak kabûl edilen<br />

Guénon’un modern felsefenin temellerini sarsan yaklaşımı esas olarak bilginin mahiyetine dairdir. Bu<br />

nedenle tartışmalarına epistemolojik bir temelden başlar ve moderniteyi önce bilgi üzerinden<br />

eleştirir. Bu yönden modern bilimin gerçek bir bilgi olarak kabûl edilemeyeceğini vurgular. “Zira,<br />

modern bilim doğru şeyler sunsa bile yine onları sunuş tarzı haklı değildir.” Ona göre bunun sebebiyse<br />

modern bilginin dayandığı profan, yani din dışı olan bir bakış açısının ürünü olmasıdır. Çünkü, “bu<br />

bakış açısı temelde eşyayı hiçbir müteal ilkeye dayandırmaksızın ve bunları hiçbir ilkeye bağımlı<br />

değillermiş gibi tasavvur etmeye dayanır.”<br />

Guénon aynı gerekçelerle ve metafiziği fiziğin ilkesi olarak görmesi sebebiyle bilgiyi eylemden de<br />

üstün görür. Yani ilim amelden üstündür. Nitekim Hind kast sisteminde Brahmanlar da Kşatriyalardan<br />

yine aynı sebeple üstündür. (Ki İmam-ı Azam da bunu böyle söyler. Şer’î olmasa da geleneksel bir<br />

devlet olan Osmanlı’da askerî seferlerin ve sulhün Şeyh’ül İslam tarafından gerekçelendirilmesinde ve<br />

tasdik edilmesinin altında da aynı sebep yatmaktadır. Veya Orta Çağ’da kraliyet berât ve tasdiklerini<br />

de Papa vermektedir. Maddî otorite ma’nevî otoriteye tâbidir.) Ma’nâ maddeyi kuşattığı için<br />

ma’nâdan uzaklaşmış bir maddiyatın son tahlilde bir değeri de yoktur onun için. Modern bilimin<br />

temel hata ve sapması işte burada başlar. Çünkü modern bilimin dayandığı temel saikler, kadîm<br />

geleneklerde sahip olunan bilgilerin bile ampirik olduğunu savlayacak kadar ileri gitmiş ve deneyimin<br />

sahasına dâhil edemediği hiçbir bilgiyi meşrû kabûl etmemiştir. Nitekim metafiziğin tekliğe vurgu<br />

yaparken madde ilimlerinin sürekli bir bölünme ve çoklukla meşgul olmasının da sebebi yine budur.<br />

Lütfi Bergen epistemolojik cemaatten bahsettiği bir yazısında bilgi ve inancın birbirinden<br />

ayrılamayacağını vurgular, böylece metafizik bilginin tekliğine gönderme yapar ve “Bilmek özel bir<br />

inanç formudur.” der, “Bilim her durumda inançla iç içedir ve daha yerinde bir deyişle inançlar<br />

şebekesi (web of beliefs)dir. Bilimsel bilgiyle dogma ya da inanç birbirine zıt şeyler değildir.”<br />

(Bergen,2011:21)<br />

Bu değerlendirme de göz özüne alındığında, “Acaba Guénon postmodernist sayılabilir miydi?” sorusu<br />

akla gelebilir.<br />

Guénon modern bilgiyi eleştirirken bunu mehazları yine modern olan bir eğilimle yani postmodern<br />

bir tutumla yapmaz. Muhakkak ki modern bilgi hakkında, “onun bilginin bütünlüğünü temsil<br />

etmeyeceğini ve modernlik meşruiyetiyle” (Lyotard,2000:26) alakasını Guénon’a yakıştırmak mümkün<br />

olabilir. Ancak bilgiyle sorunu bununla sınırlı, bundan ibaret değildir; modern bilgi onun için tam<br />

anlamıyla bir sapmanın esas noktasıdır. Bu bağlamda postmodernitenin dayandığı belirsizlik, bilginin<br />

metalaştırılması, şüphecilik gibi kavramlar da Guénon’u açıklayamaya kâfi gelmeyecektir.<br />

Kadim Bilimler ve Bazı Modern Yanılgılar‘da Guénon, kendisi için tek ilgi alanı olarak kabûl ettiği<br />

metafiziğe dair olan ilk bölümde “Rûh ve Akıl”, “Ebedî İdeler”, “Tek Tanrıcılık” gibi konulara eğilir.<br />

Birinci bölümün belki de en önemli makalesi olan “Kendini Bil”de tradisyonun felsefeyle kesiştiği bir<br />

alanda Sokrat’tan beri söylenegelen bu ifadeyi ele alır ve onunla tüm varlık anlayışına bir açıklık<br />

getirmeye çalışır. Hakikî bilgi ve bilgeliğin insanın özünde bulunabileceğine dayanan ma’rifeti<br />

filozofların sezmesine dair tesbitlerini aktarır ve bu sözle anlatılmak istenenin, İbn Sina tarafından<br />

“Sen kendini bir hiç zannediyorsun, oysa dünya sendedir.” sözüyle ya da “Kendini bilen Rabbini bilir.”<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

17


hadisiyle tamamlandığını vurgular. İnsan bu sayede “derûnî özüne, yani varlığının merkezine<br />

ulaştığında Rabbini de bilmiş olacaktır.”<br />

Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

İnsanın bu bilme mecrasında yolunu tenvir edecek tüm metodları içeren inisiyasyon sürecine<br />

değinen ikinci bölümdeki makalelerdeyse Guénon; mesleklerin aslını, matematiksel remizleri,<br />

tradisyonel san’at kavrayışını ele alır. San’atlar ile meslekler arasındaki ayrımın modern bir ayrım<br />

olduğuna değinirken san’atın özünü de hakikatin muhtelif düzeyleri arasındaki tekabüliyete<br />

dayandırır. Plastik ve fonetik san’atların törensellik bağlamında yerleşik ve göçebe halklara<br />

dayandığına değinen düşünür, toplumun gelenekle ilişkisi ölçütünde sembolizmin güçlenip<br />

yaygınlaştığını vurgular.<br />

Tek kelimeyle simgeler, “her şeyden önce tefekküre, olabildiğince derin ve geniş bir kavrayışa<br />

dayanak oluşturmaya yöneliktir, ki bu her simgeselliğin varoluş nedenidir.” Modern san’atlar<br />

hakkında da doğal olarak menfîdir: (San’atta) “en ufak ayrıntıya varılıncaya dek her şey bu amaca<br />

(büyük sırlar, küçük sırlar a.g.) uygun olmalıdır, yalnızca dekoratif nitelikte olan ya da yalnızca süs<br />

niteliğinde olan herhangi bir şeye yer verilmemelidir.” Diye yazar.<br />

Üçüncü ve son bölümde bazı yaygın modern yanılgılara değinen yazar ağırlıklı olarak değer, ölçüler<br />

gibi modern sapmanın nicel yönüne eğilir. Yukarıda aktardığımız modern bilgi kuramıyla olan<br />

hesaplaşmasını içeren makalelerin en dikkate değeri olan “Tradisyonel Öğretiler Karşısında Profan<br />

Bilim” de bu bölümde yer alır. Zaten genel olarak bu büyük düşünürün fikirlerinin bir çatısı<br />

niteliğindeki son makale, kitapta ele alınan meseleleri de özetler mahiyettedir.<br />

Martin Lings tarafından bir velî olduğu ileri sürülen René Guénon, modern dünyanın krizinde yolunu<br />

arayan herkes tarafından diğer tüm eserleriyle beraber bütünlüklü olarak ele alınıp tartışılması,<br />

değerlendirilmesi ve üzerinde dikkatle durulması gereken özel birisidir. Bu yönüyle Kadim Bilimler ve<br />

Bazı Modern Yanılgılar kitabı da onun özellikle modern tutum ve düşünceler karşısındaki fikirlerinin<br />

özünü oluşturması bakımından en kıymetli eserlerinden birisi olarak okuyucuya onun hakkında<br />

oldukça geniş bir bilgi verecek ve bir yol gösterecektir.<br />

* René Guénon, Kadim Bilimler ve Bazı Modern Yanılgılar, İnsan Yayınları, İstanbul, 2000.<br />

Kaynakça<br />

Nasr, Seyyid Hüseyin (2001), Bilgi ve Kutsal, İz Yay., 2.Basım, İstanbul<br />

Bergen, Lütfi (2011), Sözlük: Kelimelerin Allah’a Varan Mücadelesi, Değirmen Dergisi, Sayı:28, Ankara<br />

Lyotard, Jean François (2000), Postmodern Durum, Vadi Yay., 3.Basım, Ankara<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

18


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ / Sadreddin Konevî Hazretleri (Mehmet Yılmaz)<br />

Günümüzden yaklaşık 2500 yıl önce “her gün doğan güneş farklı bir güneştir” diyordu Efesli bilge<br />

Heraklitos (Hράκλειτος). Bir sembolizm ya da felsefî bir derinlik aramadan, en düz, en yalın haliyle<br />

işitelim bu sözü. Heraklitos’tan bu yana 2500 x 365 farklı güneş doğmuş olabilir mi?<br />

İçinizden tekrar edin bir kaç kez, “her gün doğan güneş farklı bir güneştir”… İnandırıcı geliyor mu<br />

size? Yoksa itiraz mı ediyorsunuz? Tersini ispatlama imkânınız var mı? Her gün doğan güneşin<br />

hüviyetinin değişmediğini, hep o AYNI güneş olduğunu kim iddia edebilir? İsterseniz bir kaç gün üst<br />

üste çekilmiş güneş fotoğraflarına bakın. Yüzeyde meydana gelen lekelerin, patlamaların yeri ve<br />

büyüklüğü değişiyor sürekli. Neredeyse her saniye farklı bir güneş görüyoruz. Heraklitos’un bir başka<br />

sözü geliyor akla: “Aynı nehirlere girenlerin üzerinden farklı sular akar”. Var mı bir itirazınız? Şu<br />

halde AYNI olmaktan ne anlıyoruz? Değişime, yıkılmaya, ölüme direnen, kesafet ve metanet sahibi,<br />

ölmeden ayakta duran bir güneş mi anlıyorsunuz? Bırakın asırları, tek bir gün içinde bile bizi<br />

aydınlatan güneşin (?güneşlerin) AYNI kaldığını söylemek imkânsız.<br />

Ya siz? Her gün AYNI insan mısınız? Bazen sakin,<br />

bazen heyecanlı, bazen hüzünlüsünüz. Bir gün<br />

borçlu, bir gün zenginsiniz. Kâh mağdur kâh<br />

suçlusunuz. Saniyede 2000 hücre ölüyor<br />

vücudunuzda. Her gün batımı en az 50 milyar<br />

hücrenin ölümünü noktalıyor. Saçlarınız uzuyor,<br />

tırnaklarınızı kesiyorsunuz. Belki zayıfladınız? Eski<br />

pantolonları giyebiliyor musunuz? Çocukluk fotoğraflarınızı açın bakın, ne kadar da büyümüşsünüz.<br />

Ama “ben çocukken” diye söze başlamak size garip gelmiyor. Bir zamanlar… evet çocuktunuz. 10<br />

kiloluk bir beden-diniz ya da o bedenin içindeydiniz. Demek ki saç, kaş, göz, boy-kilo vb arazların<br />

ötesinde, değişmeyen bir hüviyetiniz olduğunu peşinen kabul ediyorsunuz. Erkek, Türk, 80 kilo,<br />

muhasebeci, İstanbullu ve koyu Fenerbahçe taraftarı değilseniz… kimsiniz siz?<br />

Hatırlar mısınız? Barış Manço öldüğünde gazeteler şöyle yazmıştı: “Barış Manço hayatını kaybetti.”<br />

Yani anahtarlarını veya kredi kartını kaybetmiş gibi. Ölüm haberinden Barış Manço’nun yok olduğu,<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

19


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

hiç olduğu, dünyaya adeta hiç gelMEmiş gibi olduğu anlaşılmadı. Ölmüş olsa da Barış Manço hâlâ<br />

vardı. Hüviyetini değil sadece hayatını kaybetmişti. Bu yani. Hepimizde değişmeyen, AYNI kalan bir<br />

BEN var ama… nere(m)de o? “Ben” kimdir? Gerçek hüviyetim nedir?<br />

“bir kazada kolumu ya da iki bacağımı birden kaybetsem? %50 Eksilsem? Bir futbolcu için gerçek bir<br />

dram, ya benim için? Kitap okumama, kızlarımla oynamama engel değil. Mesleğime engel değil. Oy<br />

kullanmama? Bacaklarım olmasa da TAM, EKSİKSİZ bir vatandaşım. Gerek kendim gerekse ailem,<br />

devlet ve toplum bacaklarımın kopmasına rağmen Ben’de kalan, eksilmeyen bir şeyin varlığını kabul<br />

ediyor. Haklarım ve ödevlerim de TAM, EKSİKSİZ. *...+ ampiristlerin algıya, deney ve gözleme dayalı<br />

duruşlarının sonuna kadar gidersek çok kaygan bir zemine varıyoruz: “Şeyler ancak<br />

algılanabiliyorlarsa vardırlar”. Algıya dayalı objektif, ölçülebilir varlık iddiaları Zaman selinin akışına<br />

bir saniye bile dayanamıyor. Bunun için 5 duyu ile etraftan topladığım bilgiler sürekli değişirken,<br />

yazmakta olduğum şu yazı bile Zaman içinde AYNI kalamazken “Ben” kim oluyor da yıllar boyu AYNI<br />

kaldığını iddia ediyor?” (Varlık bir harftir, sen onun anlamısın)<br />

Evet… Bu hafta tanıtmak… değil de sadece dikkat çekmek istediğim bir kitap var: Sadreddin Konevî<br />

Hazretleri‘nin yazdığı Esma-ı Hüsna şerhi. Kıymetli insan Ekrem Demirli’nin tercüme ettiği harika bir<br />

eser. Tanıtmak istemiyorum zira kendi aciz kelimelerimle sizlere vakit kaybettirmekten korkarım.<br />

“Heykeli dikilecek insanların o heykele ihtiyacı yoktur” diyordu bir düşünür. Böyle kıymetli eserlerin<br />

de övülmeye, tanıtılmaya, açıklanmaya ihtiyacı yok. Müellifin okura duyduğu merhamet zaten her<br />

satırda hissediliyor. Tasavvuf’un ya da Esma-ı Hüsna’nın ehemmiyetini anlatmaya çalışmak da büyük<br />

edepsizlik olur diye düşünüyorum. Bu yüzden sadece “dikkat çekmek” istedim. Gerçek perdesini<br />

aralayıp Hakikat’e yönelmek… Bunun yolları var. Hepsi bu.<br />

Ibn Ajiba’nın Mi‘raj al-tashawwuf ilā haqā’iq al-tasawwuf adlı eserinin Fransızca tercümesine yazdığı<br />

önsözde Jean-Louis Michon Tasavvuf’un hem bir sanat hem de bir ilim olduğunu söylüyor. İslâm’ı<br />

kabul ederek Ali Abd al-Khaliq ismini alan ve ehl-i tarik olan Jean-Louis Michon‘a göre Tasavvuf<br />

yöntemleri, terminolojisi (istilahat) tecrübe edileni insana aktarması veçhiyle bir sanattır. Fakat aynı<br />

zamanda Tasavvuf bir ilimdir. Zira Hakikat’in keşfine yönelmiştir.<br />

Bir zaman önce yine Kitap Tanıtımı serisinde Ganiyy-i Muhtefî Hazretleri’nin Nefesler adlı eserine<br />

dikkat çekmiştik, sadık okurlarımız hatırlayacaklar. Bu hüviyet meselesini anlatmak için yine o<br />

eserden istifade edelim. “Hüviyet” adlı nefes bize soru olsun, cevabı da Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ’dan<br />

gelsin. Bir keman konçertosu gibi… Ya da tecahül-ü ârif sanatı diyelim; nasıl isterseniz…<br />

“Bir parçacık balmumu: özel kokusu olan,<br />

Yumuşakça ve sarı, hem kolayca yoğrulan<br />

Bir cisimdir ki sonlu, sınırlı hacma mâlik;<br />

Onu emrâza karşı eczâ da kılmış Hâlik.<br />

İyice cıvıklaşır ısıtırsan sen bunu,<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

20


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Hacmı artar, aklaşır rengi de enikonu.<br />

Görünüş de değişir değişince tüm a’râz;<br />

Ama, hüviyyet için, bu aslā olmaz maraz.<br />

O, hüviyyeti mahfûz, gene bir balmumudur.<br />

Biraz daha ısıtsan bir sıvı eder südûr.<br />

Buharlaşır, daha çok ısıtsan: sıvı kalmaz.<br />

Buhar hâlinde bile hüviyyet tâdil olmaz.<br />

Buna benzer bir misâl için düşün insanı!<br />

Yaşlansa, hasta olsa ya da azalsa kanı,<br />

Ameliyât da olsa, hattâ taşısa protez,<br />

İnsanlığı değişmez! Elhak, muhkemdir bu tez!<br />

Şu hâlde a’râz ile hüviyyet ayrı şeymiş.<br />

A’râzın gizlediği hüviyyeti kim bilmiş?<br />

Bir şeyin a’râzı çok ama hüviyyeti bir!<br />

Bunu idrâk etmeli olmadan mütekebbir.<br />

Mâdem ki bu a’râzın ardında hüviyyet var,<br />

Ve a’râz perdeleri olmakta sana duvar,<br />

Bir kere de sormalı: “Görünen bu âlemin<br />

Nedir ki hüviyyeti ve dayandığı zemin?”<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

21


Sadreddin Konevî Hazretleri’nin Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ adlı kitabından alıntılar<br />

EL METÎN, sf. 161<br />

Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Mânâlardaki MeTaNet cisimlerdeki kesiflik gibidir. HAKK’ın metanetinin bir yönü O’nun ALLAH ismini<br />

lafızda veya yazıda başka birinin kendisiyle isimlenmesinden korumuş (muHaFaZa etmiş) olmasıdır.<br />

Böylece bu isimden ebedi olarak sadece HAKK’ın hüviyeti (kim?liğı, =identity, AYNI-lığı) anlaşılır.<br />

Binaenaleyh, HAKK’a bu isimden başka daha iyi bir delîl yoktur, bunun yegâne istisnası insân-ı<br />

kâmildir. Çünkü insân-ı kâmil ALLAH’a bu kelimeden daha iyi delâlet eder.<br />

Bu nedenle HAKK insân-ı kâmili “kelime” diye isimlendirmiştir. Buna göre ALLAH’ın kelimesi ancak<br />

insân-ı kâmil ile konuşur (NuTuK eder); buna karşın insan kelimesi ise kendiliğiyle konuşur. Şu halde<br />

insan kelimesi HAKK’ın hüviyetine delalet eden en güçlü delîldir. Hz. Peygamber (S.A.V) şöyle<br />

buyurmuştur: “ALLAH’ın velileri görüldüklerinde ALLAH’ın hatırlandığı kimselerdir.”<br />

EL HAY, sf. 177<br />

EL HAY sadece HaYat sahiplerinin vasıflanabilecekleri özelliklerin kendisine nispet edilmesinin<br />

kesinliği nedeniyle EL HAY’dır. Kadim ve HAY’ın hayatı karşısında duran herkesi aydınlatan güneş için<br />

güneş ışığı gibidir; bizatihi HAY’ı da kim görürse canlanır ve hiç bir şey ondan gizli kalmaz.<br />

Her şey canlıdır. Eşyanın hayatı mutlak EL HAY’ın hayatının onlar üzerindeki bir feyzi olduğuna göre<br />

a’yân-ı sabite, sâbitlikleri halinde canlıdırlar. Şayet onlar canlı olmasalardı HAKK’ın celâline layık bir<br />

kelâm ile “Kün! / Ol!” sözünü duyamazlardı.<br />

Binaenaleyh a’yân-ı sabitenin bu kavli işittikleri ve HAKK’ın emrine icabet ettikleri sâbit olduğuna<br />

göre onların HaYat sahibi oldukları da kesinleşmiştir. Onların hayatlarını ise sadece kâmillerden<br />

muhakkik olanlar idrâk edebilir.<br />

EL KAYYÛM, sf. 179<br />

EL KAYÛM her nefsin elde ettiği şey üzerinde kâim oluşu nedeniyle kayyûmdur. *...+ Kayyumluk<br />

lizâtihî HAY’ın bir sıfatı ve na’tı olduğuna göre EL KAYYÛM her durumda EL HAY’a eşlik etmiştir. Hiç<br />

kuşkususz EL HAY ismi kendilerine sirayet ettiği için herşeyde hayat bulunduğu sabit olmuştur. Şu<br />

halde herşey “hay / diri” olduğu gibi, aynı şekilde her şey kendilerine kayyûmluk sirayet ettiği için<br />

kâimdir.<br />

Şayet bu özellik manevî-ulvî hakikatlere sirayet etmemiş olsaydı vücûdî varlıklar a’yan sabitlik<br />

hallerinden harice çıkamazlardı. Şayet kayyûmluğun nefeslerdeki eseri olmasaydı basît harflerin<br />

sûretleri zuhûr etmezdi. Delalet ve işaret eden harfler birleşmemiş olsaydı vücûdî kelimelerin zuhûru<br />

söz konusu olmazdı.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

22


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

İslam’ın vizyonu / Hamza Yusuf (Ekrem Senai)<br />

”…Bu insanlar yaşamlarını bu işten kazanıyorlar ve bu yüzden<br />

anlattıklarına inansalar da inanmasalar da para kazanmak için<br />

anlatmak durumundalar. Dine inanmadan din anlatan birçok insan<br />

var. Bu yaklaşım dini öğrenmek isteyenler açısından bir problem. [...]<br />

Arnold Toynbee’nin ifadesiyle Papa 80 yıl boyunca müslümanlara<br />

cizye ödemiştir. Yani Katolik Kilisesi’nin İslam egemenliği altında<br />

olduğu bir zaman yaşanmıştır. İslam, kuzey iklimlerine, Danimarka’ya<br />

kadar ulaşmıştır. Vikingler Müslüman olmuşlardır, Vikingler İspanyol<br />

ve Portekiz Müslümanlarına karşı savaşmış, bu sırada bazıları<br />

Müslüman olmuş, bazıları Danimarka’ya dönmüş, bir kısmı da<br />

İspanya’da kalmış ve Norman olarak İngiltere’yi işgal etmişlerdir.<br />

İrlanda bağlantısı da çok ilginçtir. İrlandalıların Müslümanlarla<br />

bağlantısı çok eskidir. Protestanlığın İrlanda’ya gelmesinden daha<br />

eskidir. İrlanda’da Arapça yazıların bulunduğu manastırlar<br />

görülmüştür. İrlanda kiliselerinin bir kısmında<br />

‘Bismillahirrahmanirrahim’ levhası bulunmuştur. İrlanda müziği<br />

Endülüs Arap müziğinden etkilenmiştir ki bu da Fars müziğinden etkilenmiştir…”<br />

Hamza Yusuf’un İslam’ın Vizyonu kitabıyla ilgili yaptığı bir değerlendirme konuşmasının tercüme<br />

edilmiş deşifresidir.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

23


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Bölüm 1<br />

Murata ve Chittick’ın ‘İslam’ın Vizyonu’ kitabı üzerinden konuşmaya çalışacağım. Bu kitabı daha once<br />

müslüman olmayan bir öğretmen grubuna anlatmıştım. Giriş bölümü okuduğum en iyi İngilizce<br />

metinlerden biri. İslam geleneğine ait derinlemesine bir tahlil yapıyor. Bu kısmı birkaç defa okudum,<br />

neden bu kitabı bu kadar sevdiğimi hatırladım. Sadece müslüman olmayanlar değil, müslümanlar için<br />

de oldukça faydalı bir kitap. Batı’da dine iki yönlü bakış olduğundan bahsetmesi takdire şayan<br />

konulardan biri. Sözlükte adına ‘dini gelenek’ deniliyor, üniversitede hikaye etme yaklaşımı (narrative<br />

approach) ve tanımlama yaklaşımı (descriptive approach) tabirleri kullanılıyor. Tanımlama yaklaşımı<br />

en yaygın olanı, Antropolojik yaklaşım, dinin toplumda nasıl tezahür ettiğini gösteren bir yaklaşım.<br />

İnsanlar nasıl yaşıyorlar, dinlerini, dinlerinin gereklerini nasıl ifade ediyorlar. Bu yaklaşım insanların<br />

fiillerini içermekle birlikte din tarafından tesis edilmiş uygulamaları da içeriyor. Aynı zamanda tuhaf<br />

şeyleri de içeriyor çünkü insanoğlu garip şeyler yapar ve bunları genellikle din adına yapar ve bir süre<br />

sonra bunlar dinin bir parçası olarak görülür.<br />

Din uzmanı perspektifinden, kendini adamış insanlardan bahsediyorum. Çünkü Batı’da adanmış<br />

uzmanlar olduğu gibi, Dr.Cleary’nin ifadesiyle ‘cüzdan uzmanı’ da çok var. Bu insanlar yaşamlarını bu<br />

işten kazanıyorlar ve bu yüzden anlattıklarına inansalar da inanmasalar da para kazanmak için<br />

anlatmak durumundalar. Dine inanmadan din anlatan birçok insan var. Bu yaklaşım dini öğrenmek<br />

isteyenler açısından bir problem.<br />

California Üniversitesinde din derslerine katıldım. Bir gelenek içinde bulunan, o geleneğe inananların<br />

anlattığı dersler çok farklıydı. Zen Budizmine derin ilgisi olan dindar bir Katolikten aldığım ders<br />

böyleydi mesela. Dine inanmayan kişilerin sınıflarında ise, ne kadar objektif olmaya çalışsalar da, bir<br />

problem vardı. Aslında bu insan doğasının gereği. Bizler her şeye filtrelerle bakarız. İslam’a bakış da<br />

bu filtrelerden geçer. Müslümanlar dinlerini anlasalar da, anlamasalar da dinlerine savunarak<br />

bakarlar. Bazı Müslümanlar vardır ki bence dinin mesajını anlasa, dinden çıkabilir, çünkü onun dünya<br />

görüşüyle uyumsuzdur. Bazı Müslümanlar da vardır ve bence çoğunluk böyledir, dini öğrenmeye<br />

başladıkça bu onların kanaatlerini kuvvetlendirir. Bazı Müslüman olmayanlar İslam’ı araştırdıklarında<br />

müslüman oluyorlar. Bazıları ise, İslam’a karşı daha çok bileyleniyor. Bazıları ise müslüman olmamakla<br />

birlikte geleneğe derin saygı besliyorlar. Yani herkes filtrelerden bakıyor ve bu kitabın giriş<br />

bölümünde de bu durum anlatılıyor.<br />

Kitapta şöyle diyor: “Müslümanların İslam’ı öğrenmeye ihtiyaçları var, çünkü dinleri hakkında çok az<br />

şey biliyorlar ve genellikle savunma konumundalar” ve bu tespit kesinlikle doğru. Müslümanların<br />

çoğu dünya algısına yansıyacak derin bir din bilgisine sahip değil. Birçok Müslümana en temel soruları<br />

sorun, aldığınız cevaplar sizi şaşırtacaktır. Batılılar da hiçbir şey bilmiyorlar ama insiyaki olarak<br />

düşmanlık besliyorlar, böyle bir ortamdayız. Dr.Cleary’nin ‘Zen Cohen’ kitabında bahsettiği şeylerden<br />

biri bu. Kendini çok liberal, açık fikirli, ön yargısız gören Amerikalılar konu İslam olduğunda en keskin<br />

önyargılarını sergileyebiliyorlar ve bunu kesinlikle hiçbir bilgi sahibi olmadan yapıyorlar. Başka bir<br />

konuda konuşsa kendini önyargılı hissedeceği, adaletsiz olacağını düşüneceği halde konu İslam olunca<br />

kantarın topuzu kaçıyor. Birçok insandaki bu düşmanlık çok ilginç. Bu düşmanlığın birçok sebebi var.<br />

Tarihi sebepleri var. İslam yüzyıllarca dünyanın büyük bir bölümünde en büyük güçtü. Bu sebeple,<br />

bazı insanlar Müslümanlarla uyum içinde yaşarken, bazıları böyle değildi. Örneğin Çinliler ile<br />

Müslümanların güzel bir ticari ilişkileri vardı. Biliyorsunuz Çin birçok müslüman ülke ile komşudur ve<br />

Çin’in büyük sayılabilecek bir kısmı müslüman olmuştur. Çinlilerin İslam’la çok erken zamanlarda<br />

tanıştığına dair bilgiler vardır. Bir Çinli alim, kitabında, Çin’den bir delegenin Medine’de<br />

Hz.Peygamberle (SAV) görüştüğünü, bir başka delegenin ise Ömer ibn Hattab (RA) ile görüştüğünü<br />

anlatır. Yani Çinliler çok erken bir zamanda İslam’la tanışmışlar ve Müslümanlarla gayet iyi ilişki<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

24


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

kurmuşlardır. Savaşlar da olmuş, 8.yy’da bazı Çinli kağıt üreticileri savaşta esir edilmiş ve Bağdat’a<br />

götürülerek Müslümanlara kağıt yapmayı öğretmeleri istenmiştir, Kağıt 1. yüzyılda Ts’ai Luin adında<br />

bir Çinli tarafından bulunmuştur ve bu buluşundan dolayı tarihin en önemli kişilerinden biri kabul<br />

edilir. Müslümanlar Afrikalılarla da genellikle iyi ilişkiler içinde olmuştur. Birçok Afrikalı Müslüman<br />

olmuştur. Kara Afrika’da, güney Afrika’da iyi ilişkiler kurulmuş, bunun yanında kölelikten dolayı bazen<br />

düşmanlıklar da olmuştur. Ama çoğunluğu Müslüman olmuştur. Batı Afrika’da da köle ticaretiyle ilgili<br />

bir düşmanlık olmuştur. Nijerya’nın Ebo bölgesi veya Euroba’ya inmişlerdir. Ve Euroba’nın çoğu<br />

Müslüman olmuştur ama düşmanlık da vardır, yani bazı bölgelerde iyi ilişkiler gelişirken bazı bölgeler<br />

problemli olmuştur.<br />

Batı genellikle İslam’la düşmanca bir ilişki içinde olmuştur. Başlangıçta durum her zaman böyle<br />

değildi, tarihin bazı sayfalarında, mesela İspanya’da, müslümanların, Hristiyanların ve Yahudilerin<br />

uyum içinde yaşadıkları ve kültürel gelişimin göze çarptığı bölgeler de vardı. İtalya’nın büyük bir<br />

bölümünün Müslüman egemenliği altında olduğu bir zaman dilimi olmuştur ve Arnold Toynbee’nin<br />

ifadesiyle Papa 80 yıl boyunca müslümanlara cizye ödemiştir. Yani Katolik Kilisesi’nin İslam egemenliği<br />

altında olduğu bir zaman yaşanmıştır. İslam, kuzey iklimlerine, Danimarka’ya kadar ulaşmıştır.<br />

Vikingler Müslüman olmuşlardır, Vikingler İspanyol ve Portekiz Müslümanlarına karşı savaşmış, bu<br />

sırada bazıları Müslüman olmuş, bazıları Danimarka’ya dönmüş, bir kısmı da İspanya’da kalmış ve<br />

Norman olarak İngiltere’yi işgal etmişlerdir. İrlanda bağlantısı da çok ilginçtir. İrlandalıların<br />

Müslümanlarla bağlantısı çok eskidir. Protestanlığın İrlanda’ya gelmesinden daha eskidir. İrlanda’da<br />

Arapça yazıların bulunduğu manastırlar görülmüştür. İrlanda kiliselerinin bir kısmında<br />

‘Bismillahirrahmanirrahim’ levhası bulunmuştur. İrlanda müziği Endülüs Arap müziğinden<br />

etkilenmiştir ki bu da Fars müziğinden etkilenmiştir çünkü birçok Müslüman müziğinin kaynağı<br />

burasıdır. Bu tarihin büyük bir kısmı bilinmiyor. Bilinmemesinin sebebi birçok insanın tarihi kaynakları<br />

okumaması. Tarihçiler sadece belirli alanlara yoğunlaşıyorlar. İslam konusuna ilgi duyanlar doğal<br />

olarak Müslümanlar ve ne yazık ki tarihle ilgilenen çok az müslüman var. Nabil Matar’ın kitabı<br />

‘İngiltere’de İslam’ önemli bir kitap fakat sadece bir başlangıç çünkü İngiltere’de bir Müslüman<br />

dönemi vardı, üzerinde ‘Bismillahirrahmanirrahim’ yazılı paralar basılmıştı. Renegadolular vardı,<br />

bunlar Avrupalıydı , Müslüman olup ülkelerine döndüler, İngilizler Fas gibi yerlere gittiler. Müslüman<br />

olan bir İngiliz vardı ve Fas’ta bakan oldu. Tarih çok geniş bir alan, bütün bunları incelemek gerekiyor.<br />

Düşmanlık dönemleri olmuştur, çok düşmanca olmayan dönemler olmuştur ama genel kural olarak<br />

Avrupalılar Müslümanları kendilerine derin tehdit olarak görmüşlerdir. İspanya’da, İspanyolların<br />

işlerin yolunda olduğunu söylemesinin bir ifadesi ‘kıyıda hiç Fas’lı yok’ demektir, bir diğer ifadeyle<br />

ortalıkta hiç Müslüman yok. Hala güney İspanya’da işler yolunda demek yerine bu ifade kullanılır.<br />

Ayrıca Roland şarkısı var. Sizlerden edebiyat okumuş ve Newton antolojisi gören varsa, Roland<br />

şarkısını okumuşsunuzdur. Roland şarkısı Roland’nın Faslı müslümanlardan geri alınışı anlatır. Charles<br />

Martell, 8.yüzyılda Müslümanları savaşta püskürtmelerinin nasıl bir dönüm noktası olduğunu anlatır.<br />

Geri dönerler, Batı Avrupa’daki seferleri durdururlar ve sonraki 800 yıl İspanya’ya odaklanırlar.<br />

İspanya’daki İslam, Avrupalı İslam’dır ve diğer tarafta Osmanlılar cihad fikrini ve İslam’ı kılıçla yayma<br />

fikrini tekrar getirmişler ve Hristiyan-Doğu Avrupa’ya seferler düzenlemişler ; Viyana’ya kadar<br />

gitmişlerdir. İnsanlar bilmez belki, kruvasan (croissant) Viyanalı bir fırıncı tarafından müslümanları<br />

yenilgiye uğrattıktan sonra crescent (hilal)’I yenmenin ve yemenin zevkiyle hazırlanmış bir yiyecektir.<br />

Tarihten gelen bir düşmanlık vardır ama genellikle birçok Batılı insan, birçok doğu Avrupalı gibi<br />

tarihle ilgilenmez. Ama bir ülkede yaşıyorsanız büyük ihtimalle Haçlı Tavşan<br />

(http://en.wikipedia.org/wiki/Crusader_Rabbit) gibi karikatür karakterlerle büyümüşsünüzdür. El Cid<br />

(http://en.wikipedia.org/wiki/El_Cid) gibi filmlerde faslılar hep kara yağız ve vahşi gösterilir. Eski<br />

filmlerde mesela ‘Rudolph Valentino’nun The Sheik’de<br />

(http://en.wikipedia.org/wiki/The_Sheik_(film)) Müslümanlar oldukça romantiktir ama sonunda<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

25


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

karakterin aslında Arap olmadığı ortaya çıkar, o bir Avrupalıdır ve Avrupalı kızı alması en doğal<br />

hakkıdır. Düşmanlık fikri ciddidir ve Müslümanlar bu konuda düşünmelidir fakat Batılılar da İslam’a<br />

daha az düşmanlıkla bakmak konusunda kendileri ile mücadele etmelidir. Bu zor. Bu kitap İslam’I<br />

Müslümanlara doyurucu bir şekilde anlatmaya çalışıyor ve bunu gayet iyi yapıyor. Sizlere problemli<br />

birkaç noktayı aktarmaya çalışacağım, bunun İslam’ın anlaşılması açısından önemli olduğunu<br />

düşünüyorum. Bu sınıfta bu dersi vermemin sebeplerinden biri İslam hakkında unuttuğumuz<br />

şeylerden birini aktarmak, holistik geleneği. Bu bütünselliktir. Kur’an der ki, ‘siz kitabın bir kısmına<br />

inanıp bir kısmına inanmıyor musunuz?’ İslam’I Kabul ederseniz, ona teslim olursunuz. Bunun anlamı<br />

bütünsel dünya görüşüne teslim olmaktır. Dünyaya Müslüman gözüyle bakmaktır, dünyaya Batı<br />

üniversitelerinin veya Batı dünyasının perspektifiyle bakıp görüşlerini bulandırıyorlar ve durumun<br />

vehametinin farkında bile değiller. Yaratıcı ile irtibatı kopuk birçok Müslüman var. Günlük<br />

hayatlarında aşkın olanla hiçbir ilişkileri olmuyor; yaşamları ruhsallıktan, anlamdan tamamen uzak.<br />

Bir başka ilginç nokta şu: William Chittick’in en azından bir süre geleneksel medrese eğitimi aldığını,<br />

ve bu yüzden geleneksel metinlerin tercümesi konusunda usta olduğunu biliyorum. Çünkü yaptığı<br />

tercümeleri okudum ve bu işi ne kadar ustalıkla yaptığının farkındayım. Klasik metinlerin başlangıç<br />

okuyucuları için çok zor olduğu söyleniyor. Bunlar farklı bir kültürel çevreden gelen insanlar için<br />

yazılmamış, yazarlarla aynı paralelde düşünen, aynı dünya görüşünü paylaşan kişiler okuyacak diye<br />

yazılmış kitaplar. İmam Gazali’nin 6.yüzyıl Doğu İslam’ını anlattığını unutup kendi standartlarını<br />

imama uydurmaya çalışmak, doğru ve adil değildir. Diğer taraftan İmam Gazali geleneği günümüzde<br />

de kullanabileceğimiz bizimle ilgili, evrensel şeyler söylüyor. Diğer taraftan İmam Gazali’nin kitabında<br />

günümüzle ilgili olmayan, kendi zamanı ve bölgesiyle ilgili bölümler de var.<br />

Bu kitapların ileri düzey entelektüel bilgiye sahip kişiler muhatap alınarak yazıldığı söylenebilir. Lisans<br />

düzeyi eğitim sistemimizde nadiren gördüğümüz, lisans altında ise hiç görmediğimiz bir eğitim tipi bu.<br />

Geleneksel İslami metinlerle uğraşan biri, örneğin İmam Gazali, birçok eserinde - hepsinde değil<br />

çünkü bazı eserlerini halk için, herkesin anlayabileceği şekilde yazmıştır- okuyucunun gramer, retorik,<br />

mantık, diyalektik, nazım ve nesir konusunda eğitimli olduğunu farzeder. Matematik konusunda siz<br />

zaten bilgilisinizdir. Kitabını yazarken bu varsayımlara göre yazar, dolayısıyla Arapça bilseniz bile<br />

mantık bilmiyorsanız ortalama Arapça okuyucunun anladığı anlamdan çok farklı bağlamda bir şey<br />

söylediğini anlamanız mümkün olmaz. Onun anlamı farklıdır, teknik bir kelimedir, teknikle ilgilidir.<br />

Klasik metinlerle çalışmak için kişi klasik eğitimden geçmelidir, bunu yapmazsanız anlayamazsınız. Bu<br />

yüzden klasik metinlerde çok büyük tercüme hataları görüyoruz çünkü insanlar metni incelemek için<br />

gerekli temel bilgilere sahip değiller.<br />

Metinler bir konunun ana hatlarıdır. Geleneksel metinler üzerine açtığımız sınıflardaki öğrencilerimiz<br />

bunu bilmelidir. Metinler sadece ana hatlardır. Anlamların veya yorumların mandallandığı iplerdir.<br />

Geleneksel Müslüman dünyanın bilgiyi iletme şekli budur. Gramer öğrenmek bir şiiri anlamak için<br />

yeterli olmaz, yorum ilmini de öğrenmek gerekir. Tüm örnekler çalışılmış olmalıdır ki kurallar anlamlı<br />

hale gelsin. Şimdi öğrenciler kütüphaneden kitap alıp ertesi hafta bırakmak nedir bilmiyor. O kitabı<br />

satın almıyorsun, onu elle kopyalamak ve bir ustayla kelime kelime aylarca, yıllarca çalışmak gerek.<br />

Şahsen bazı metinleri, yayınlanmadığı ve bulunamadığı için elle kopyalamak durumunda kaldım.<br />

Bundan çok faydalandım ve böyle bir imkanım olduğu için mutluyum. Oturup hocamla kelime kelime<br />

metin yorumladık. Onlarca kitabı hocam ile bu şekilde çalışmanın etkisi büyük oldu. Şeyh Muhammed<br />

bu şekilde yüzlerce kitabı bitirdi. Babasıyla birlikte 400 kitabı mütalaa ettiler. İyi bir eğitim aldıysanız,<br />

tek başınıza mütalaaya başlamadan once en az 30-40 kitabı bir hocayla birlikte mütalaa etmiş olmanız<br />

gerekir.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

26


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Bir ilginç konuya daha temas edeceğim. Birçok çağdaş Müslüman ‘eskimiş malzemelerle’<br />

uğraşmaktan bıkmış gibi görünüyor. Entelektüel miraslarını kenara itmeye ve bunu bilimsel çabalarla,<br />

mesela sosyolojiyle değiştirmeye çalışıyorlar. İslami mirasın gereksiz ve Kur’an’ın yeterli olduğunu<br />

söyleyerek bu insanlar zamanın ruhuna teslim oluyorlar. Eski yorumları dikkate almayanlar, metinleri<br />

günümüz baskın dünya görüşü ışığında ele almak durumunda kalıyorlar. Bu, kendi zamanını büyük<br />

geleneğin ışığında aydınlatan büyük otoritelerin takip ettiği yoldan çok farklı bir yol. Antik geleneğin<br />

güzelliklerinden biri, 12.yy’da yazan bir yazar, 3. Ve 4.yy yazarları ile aynı dünya görüşü ile yazıyor ve<br />

yorumda bir süreklilik var. Zamanın ayartmalarına boyun eğmiyorlar. Modernlerin yaptığı şeylerden<br />

biri herşeyi kendi zamanı içinden değerlendirmeleri. Sonra bu insanlar arkalarına bakıp ne kadar<br />

komik sonuçlara ulaştıklarını görüyorlar. Bu yüzdendir ki 19.yy’a baktığınızda kafatası bilimi kişiliği<br />

anlamanın en güncel yoluydu ve insanların kafatasındaki şişkinliklerden karakter analizi yapıyordu. Bu<br />

19.yy’da son derece bilimsel görünüyordu. Bugün dile getirilen fikirlerin de 50-100 sene içinde benzer<br />

bir duruma düşeceği beklenebilir. Bu tehlikelerden sadece biri.<br />

Kitapta bahsedilen bir diğer konu da şu: Entelektüeller ilgisiz detayları tartışmak için büyük zaman<br />

harcıyorlar. Müslüman alimler bazı şeylerle ilgili çok fazla detaya girmişler ve bunların ilgisiz konular<br />

olduğuyla ilgili bir anlayış var. Aslında onların tartıştıkları günümüz dünyasında da tartışılmaya devam<br />

ediyor ve devam eden anlamsal analizler var. Dilin derinlemesine analiziyle ilgilenen insanlarımız var.<br />

Tarihte böyle müslümanlar bulursunuz. Gramer konusunda en olağanüstü alimler Irak’ta 3.,4. Ve<br />

5.yüzyılda ortaya çıkıyor. Bir doktora tezi var, modern dil teorisinin, aslında 3.ve 4.yy’da Irak’ta<br />

çıktığını gösteriyor. Bunları çalışan dil bilimciler bunları okumuş ve kendi fikirlerini ortaya koymak için<br />

kullanmışlar. Mark Twain şöyle der: ‘eskiler en güzel fikirleri bizden çalmışlardır’. Eskileri okumak<br />

kadim bir hiledir. En popüler yazarların bazılarına baktığınızda, ve klasiklerle karşılaştırdığınızda<br />

malzemeyi nereden aldıklarını ve ama bunları nasıl güncel gibi sunduklarını ve nasıl yeni hale<br />

getirdiklerini görürsünüz. Epictitus, ‘bana 2000 yıl once Roma’da yaşamış bir köle nasıl yardım<br />

edebilir?’ diye soruyor kitabında.<br />

Son olarak diyor ki; “biz yazarların kendi lensleri vardır. Bazıları bizi İslam’ın vizyonunu İslam<br />

entelektüel geleneğinde ve özellikle Sufi geleneğinde aradığımız için yadırgayabilir ama İslam içindeki<br />

bu perspektiflerdir ki geleneğin en bilinçli yansımasını sağlar”. Çalıştıkları entelektüel gelenek, klasik<br />

gelenek. Sufi gelenek, insanların hakkında kötü konuştuğu Sufi gelenek değildir. Eski alimler, büyük<br />

alimler kendi ruhsallığı içinden köklenen bir perspektife sahip olmuşlar ve İslam’ın yorumu ve<br />

açıklamasını buna dayanarak yapmışlardır. Bunun adı tasavvuf ilmiydi. Dolayısıyla bu bir keşif değil,<br />

bu geleneğin bir parçası ve onların gösterdiği de bu.<br />

Şimdi giriş bölümünde dinin Hz.Peygamber vasıtasıyla (SAV) gelen Kur’an ile kurulduğunu söylüyor.<br />

Müslüman, Allah’ın iradesine teslim olan ve İslam dinini takip edendir. Kur’an Hz.Peygamber (SAV)’e<br />

Cibril ile iletilmiş olan kitaptır, ana tema bu. Ayrıntılamak için, 1400 yıldan fazla bir zaman önce<br />

Mekke dışında bir tepede , bir insan meditasyondaydı ve melek ona gelerek ikra (oku) dedi ve bu<br />

vahyin başlangıcı oldu. Her şey buradan ortaya çıktı. Bu temeldir. Dolayısıyla Kur’an her şeyi böyle<br />

yörüngeye soktu ve şimdi gezegenimizde her 5 insandan biri Kur’an’ın Allah tarafından gelen vahy<br />

olduğuna inanıyor. Yani bu melekten vahy alan bir insan ile başladı. Müslüman’lara göre,<br />

Hristiyanlardan farklı olarak, Kur’an sadece Arapça’dır. Bir hristiyan genellikle İncil’den konuşurken,<br />

‘incil’de böyle diyor’ diye konuşur. Bir Müslüman hiçbir zaman eğer İslam’ı gerçekten anladıysa Yusuf<br />

Ali’nin tefsiri için böyle söylemez. Der ki ‘mealde diyor ki’. Hiçbir zaman ‘Kur’an diyor ki’ demez. Bunu<br />

dememelisiniz çünkü çeviri sonuçta bir yorumdur ve hiçbir Müslüman Kur’an’ın herhangi bir mealini<br />

kesin kabul etmez. Kur’an’ın kesin bir çevirisi yoktur, bu Arap dilinin doğasıyla ve dilin genel doğasıyla<br />

ilgilidir. Her dilde farklı yorumlar mümkündür.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

27


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Geçenlerde iki yıllık çalışma sonucu İmam el Busuri’nin 160 mısralık şiirini çevirmeyi tamamladım. Bu<br />

şiiri üç defa tekrar tekrar çevirdim, önce harfi harfine çevirdim ve sonra birine gönderdim benim için<br />

düzenledi, birçok değişiklikle geldi, ikinci bir defa çalışmak durumunda kaldım ve bir daha üzerinden<br />

geçtim ve son defasında tamamen yeniden çevirmiş oldum. Bir noktada farkettim ki sürrealistik<br />

Arjantinli bir yazar olan ve değindiği motiflerden biri olayların sürekli yeniden tekrarlanması olan<br />

Borehey Horeheads’in bir hikayesinde sonsuza kadar çeviri yapmaya devam eden bir karakter olarak<br />

pekala yer alabilirdim çünkü her zaman yeni olası bir anlam vardır. Her zaman başka bir anlama<br />

gelebilen kelimeler vardır. Eşanlamlı sözcükler kitapçığına bakarsanız aynı kelimenin birçok farklı<br />

karşılıkları olabileceğini görürsünüz. Kur’an Arapçadır, ‘Biz bunu Arapça indirdik’ buyruluyor. Bu<br />

Arapça Kur’an’dır. Bu yüzden Kur’an Arabidir ve bir de Kur’an meali vardır. Meal Kur’an diye<br />

isimlendirilemez.<br />

Bu çok önemlidir. İncil’in birçok farklı yorumu vardır. Yeni Amerikan versiyonuna bakarsanız, ve sonra<br />

King James’e bakın, tamamen farklıdır, bazen mana tamamen değişir. Dolayısıyla neyi takip<br />

ediyorsunuz ve ne anlama geldiğine kim karar veriyor? Açıkça Kur’an’ın birçok yorumu vardır ama<br />

eğer 15 farklı ilmi tamamladıysanız -Ibn Cuzai’ye göre 12- Kur’an’a hakim olabilir ve ancak ondan<br />

sonra yoruma kalkışabilirsiniz. Bu ilimleri tamamladığınızda, yorumunuz Arap diliyle uyumluysa ve<br />

Hz.Peygamberin (SAV) söyledikleriyle çelişmiyorsa, bu kabul edilebilir bir mealdir. Yani Kur’an farklı<br />

yorumlanabilir, hep öyle olmuştur ve olmaya devam edecektir. Kur’an’ın ilk zamanlarda Farsça’ya<br />

çevrildiğinden bahsediyor ki doğrudur ama notlarda satır arası olmuş, aslında bunlar halk için<br />

yapılmamış, kurallar için yapılmıştır, yani Kur’an’ın yorumu halka verilmemiştir. Katolik Kilisesi de aynı<br />

fikri takip etmiştir. İncil’I Latin dilinde tutmuşlar ve Luteryanlık ve Protestanlığa kadar lisanlarına<br />

çevirmemişlerdir, çünkü İncili okumadan once farklı ilimlere hakim olmak gerektiğini, aksi taktirde<br />

yanlış yorumlamaların olabileceğini düşünmüşlerdir. Ve sonra Kur’an’ın 7 katman anlamından<br />

bahsediliyor. ‘Kur’an 7 farklı harfte indirilmiştir’ hadisine atıfta bulunuyor. Bunun ne anlama geldiğine<br />

dair tartışma var ama bir hadiste Hz.Peygamber (SAV) buyurmuşlardır ki ‘herbir ayetin iç, dış ve öte<br />

anlamları vardır’. Sadece dış, zahiri manalarını kabul ederseniz ezoterist olursunuz. Sünni<br />

Müslümanlar daima Kur’an’ın hem batıni, hem de zahiri olduğunu ve hiçbirinin reddedilemeyeceğini<br />

düşünmüşlerdir. Kur’an avama, sıradan insanlara da havassa, sofistike insanlara da, felsefecilere de<br />

krallara da köylülere de çobanlara da hitap eden inanılmaz bir medeniyet yaratmıştır. Bu Kur’an’ın en<br />

güçlü ve çekici özelliklerinden biridir. Her kademeye seslenir ve ortak bir temelde hepsini buluşturur.<br />

Kur’an 100 yıl içinde Çin’den İspanya’ya farklı diller konuşan coğrafyalara -dili Arapça olmasına karşınhitap<br />

edebilmiştir. Çünkü onların sadece kulaklarına ve dillerine değil kalplerine ve akıllarına hitap<br />

etmiştir. Çünkü insanoğlunun paylaştığı en temel anlamdan bahsetmektedir ve Kur’an bu yüzden<br />

evrenseldir.<br />

Diğer gelenekleri okuduğunuzda farkedeceğiniz şeylerden biri şudur ki, kutsal metinlerinde coğrafya<br />

ile ilgili birçok bilgi vardır, ormanda yaşamakla ilgili mesela, İslam’da ise, Kur’an’a baktığınızda<br />

okyanus üzerinde seyahat eden adama seslenir, halbuki Araplar okyanusta gezmemişlerdir,<br />

okyanusun ortasında dev dalgalar içindeki gemicilere seslenir. Ayrıca çölde gezen adama seslenir.<br />

Dağlarda seyahat eden, yaşayan, tarımla uğraşanlara, çobanlara seslenir. Tüccarlara seslenir, ticaret<br />

yapan insanlara seslenir, elle iş yapan insanlara seslenir, herkes kendini Kur’an’da bulur ve Kur’an<br />

herkesle konuşur.<br />

İslam’ın birleştirici etmenlerinden biri hepimizi Arapçaya davet etmesidir, dolayısıyla Hristiyanlar<br />

mesela Kore dilinde, Japonya, Lehçe, Sanskritçe ayinler yaparlar ama Müslümanların ibadetleri, tek<br />

dildedir ve hepimiz onu paylaşırız. Yani hangi camiye gitseniz, aynı Kur’an’ın okunduğunu duyarsınız,<br />

farklı bir Kur’an duymazsınız ve bu bizleri birleştiren bir faktördür. Kur’an hakim olarak yeni Ahit<br />

kadar olsa da ittifakla Eski Ahitten de Yeni Ahitten de çok farklıdır. Bu kitapların ikisi de birçok farklı<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

28


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

insan tarafından toplanmış derleme kitaplardır, Kur’an ise tek bir insana verilmiştir ve bu konuda<br />

ittifak vardır. Her ne kadar Patrician Crone gibi Kur’an’ın Hz.Peygamber (SAV)’in vefatından sonra bir<br />

kurul tarafından toplandığını ve onların eklemek istediklerini eklediklerini, çıkarmak istediklerini<br />

çıkardıklarını söylemeye kalkışanlar olduysa da. Bu aylık Atlantic Dergisiydi, birkaç sayı çıkardı. Bu<br />

teoriler Oryantalist geleneği araştıran oryantalistler tarafından dahi reddedildi ve Patricia Crone bir<br />

derece çark etti. Üç-dört yıl önce söylediklerini artık söylemiyor. Doğu sahilinde ders veriyor, aslında<br />

SOAS’deydi. Aynı şeyleri söylemiyor çünkü Oryantalist topluluktan çok tepki aldı. Bu fikirler gayr-i<br />

Müslim İslam akademisyenleri tarafından bile kabul görmüyor.<br />

Nicholson, Arberry’ye Arap edebiyatı tarihini öğrettiği kitabında der ki, itiraf etmeliyiz ki Kur’an<br />

kesinlikle Peygamberden nakledilen sözlerdir. Müslümanların ve özelde Arapların geniş hafızalarını<br />

bilenler bilir ki bu kitap ezberle nakledilmiştir. Size bir örnek vereceğim. Muhammad Hasan El Dudu<br />

buraya geldi ve burada bir ders de verdi. Kendisi fotoğraf hafızasına sahiptir ve birçok hadis kitabını<br />

ezbere bilir. Buhari’yi kalbiyle ezberlemiştir. Bende Buhari’nin el yazma bir nüshası var, alıp baktı ve<br />

ilk sayfada iki hata buldu ve bana gösterdi. Bu yüzden müslüman geleneğinde güven insanadır,<br />

sadece kitaplara değil ve insanlar bunu anlamıyor. İnsanlar güçlü hafızalara sahip olmak için<br />

uğraşmışlardır, buna önem vermişlerdir ve hafızalarını bilgiyi muhafaza için adamışlardır. Ezberler<br />

metnin kendisinden çok daha güvenilirdir. Katipler hata yapar ama Hafız yapmaz. Hata yapabilir ama<br />

hatasını anlar, eğer gerçek hafızsa. Bu yüzdendir ki hiçbir gerçek Hafız onu düzeltene ihtiyaç duymaz.<br />

Onu tek başına bırakın kendi başına çalışır. Hepimiz bunu gördük, teravihte güçlü bir hafızın arkasında<br />

namaz kılmış olanlar bilir. Hafız, Kur’an’I kalbiyle hıfzedendir.<br />

En kısa sure 10 kelimedir ve en uzunu 6000′in üzerindedir. Bunların herbirine ayet denir ve anlamı<br />

işarettir. Bununla ilgili detaylara giriyorlar. Kur’an ile İncil arasındaki ilginç farklılıklardan biri Kur’an’ın<br />

Allah’tan bahsetmesidir. Şimdi Kur’an’ın bu geleneklerden farklılaştığını duymak bazılarına sürpriz<br />

gelebilir ama incili okursanız, İncil Tanrıdan çok da bahsetmez. Tarihten, kabilelerden, insanların<br />

problemlerinden, ailelerden, birçok şeyden bahseder ama İncilin bölümlerinde birkaç sayfadan başka<br />

tanrıdan bahsedildiğini göremezsiniz. Kur’an’da ise bahsedilen konudan bağımsız olarak hepsi Allah’a<br />

bağlanır ve bunun yollarından biri yüce isimlerinin kullanılmasıdır. Ayetler, O’nun merhametli, Kerim,<br />

Her şeye gücü yeten olduğu şeklinde biter. Kur’an daima her konuyu en önemli konu olan Allah’a<br />

getirir ve bu yüzden kırmızı yazılmış Kur’an’a bakarsanız farkedersiniz ki herbir sayfada Allah’ın adı<br />

vardır. Kırmızı yazılı İncil’e bakarsanız İncil’in Tanrıdan bahsetmediğini görmek size şaşırtıcı gelebilir.<br />

İncil’I eleştirmek için değil, iki kitap arasındaki bu bariz farkı ortaya koymak adına söylüyorum.<br />

Burada bahsettiği konulardan biri de şu: Ana dili Arapça olanlar Kur’an’la bir mülkiyet ilişkisi<br />

kuruyorlar, bir diğer deyişle ‘o benimdir ve başkasının değildir, özellikle Araplarındır’ şeklinde. ‘Eğer<br />

Arapça bilmiyorsanız, Araplar sizing kur’an’I anlayamayacağınızı düşünür’ diyor. Şahsen bunun doğru<br />

olduğuna inanmıyorum. Arap olmayan birçok insan var, Arapçayı bilmiyorlar ama birçok Arap’tan<br />

daha fazla hayatlarını Kur’an’a gore yönlendiriyorlar. Güney Asyalı insanlar biliyorum anne babalarını<br />

Kur’an okurken ağlarken gören ama okuduklarının ne anlama geldiğini dahi bilmiyorlar ama biliyorlar<br />

ki bu Allah’ın sözü ve bu onları etkiliyor çünkü Allah’ın vahyini okuyorlar. Meşhur hikayedir bir acem<br />

kur’an’I duyup ağlamaya başlıyor ve bir Arap ona ‘sen Acemsin ve nasıl Kur’an’I duymakla ağlarsın?’<br />

diye soruyor. O da cevap veriyor: Benim dilim Acemdir ama kalbim Arabidir. Kalp, aklın<br />

anlayamayacağı şeyleri anlar. Bu da önemlidir. Genel kural şudur ki İslami dünya görüşünde temeli<br />

olmayan bir kişi, Kur’an’ın mealini okursa önyargılarını onaylar ve bu maalesef çok doğrudur. Kur’an’a<br />

önyargılarınızla giderseniz aradığınızın ta kendisini bulursunuz, bunu biliyorum, yapıyorlar ve işte<br />

ortada. Arıyorlar ve aradıklarını buluyorlar; siz bir şey arıyorsanız başka şeylere kör kesilirsiniz , yani<br />

Kur’an’a önyargılarınızı onaylatabilirsiniz. Kur’an’ın size konuşmasına izin vermezsiniz. İşte bu yüzden<br />

Kur’an ‘bu muttaki insanlara bir rehberdir’ der ve sonra der ki ‘bu kitabın içinde şüphe yoktur’, daha<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

29


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

baştan pozisyonunu açıklar. Bu kitap hakkında şüpheniz varsa, size fayda sağlamaz. Allah’ın bir vahyi<br />

olduğuna otomatik olarak inanmazsanız size bir faydası olmaz. Otomatik olarak Allah’ın vahyi<br />

olmadığına şartlanmışsanız o perspektifle okumaya başlarsınız. Ama ona gidip bilmek istiyorum bu<br />

‘Allah’ın vahyi midir?’ diye giderseniz, şüphe değil ama bir şey bilmiyorsunuz ve basitçe kendiniz<br />

görmek istiyorsunuz, şüphecilikle objektiflik farklıdır ve bu yolları seçtiğinizde tamamen farklı<br />

deneyimler yaşarsınız.<br />

Bir diğer konu kur’an ve Kur’an’ın dünya görüşünün Arap diliyle kesinlikle bağlantılı olmasıdır. Arapça<br />

Semitik bir dildir, Hz.Musa ve Hz.İsa’nın (AS) konuştuğu dildir. Onlar da Semitik diller konuşmuşlardır.<br />

Aramice ve İbranice kök yapı olarak Arapça’ya çok benzer. İbrani alimleri İbrani dilini yorumlamak için<br />

Arapça sözlükleri kullanmak durumunda kaldıklarını ifade etmişlerdir. Çünkü Hahamlar Arami<br />

dilindeki eski ahit tefsirleriyle uzun uzadıya uğraşmayı yasaklamışlardır. Sözel gelenekleri vardır ve<br />

yazıya dönüştürmekle ve sözlükle uğraşmazlar. Araplar sözlük yazmaya hemen 8.yüzyılda<br />

başlamışlardır. Bu ilk sözlük İngilizce sözlükten farklı olarak son derece sofistikedir. Biz ilk<br />

sözlüğümüzü 16.yüzyılda yaptık ve kötü bir sözlüktü. Araplar isenİslam’dan hemen 100 sene sonra<br />

son derece sofistike sözlükler yazıyorlardı. Arapçayla ilgili bir diğer konu onun şiirle korunmuş<br />

olmasıdır. Hz.Ayşe sadece tek bir şiirden 12,000 mısra ezbere biliyordu. Bu abartı değil çünkü ben<br />

şahsen 12,000 mısradan fazla ezbere bilen insanlar gördüm ve bunun abartı olmadığını biliyorum.<br />

Sonra Kur’an’dan bahsediyor kitap. 114 kısımdan oluşuyor. Sürekliliği olmayan bir kitap ve bu Batılı<br />

insanlar için bir handikap. Çünkü Yaratılışla başlayan ve tarihle devam eden kitaplara alışmışlar.<br />

Kur’an’ı okursunuz ve o yaratılışla başlamaz. Allah’ın başlamak istediğiyle başlar. Eli Lam Mim’le<br />

başlar. Bunun anlamını kimse bilmez ve bence bu Kur’an’ın Allah kelamı olduğunun en büyük<br />

delillerinden biridir. Çünkü kimse bunu düşünemez, anlamını kimsenin bilmediği harflerle başlamayı.<br />

Her bilenden daha iyi bilen olduğunu göstermek için. Kitaba alçakgönüllü yaklaşmalısınız çünkü size<br />

diyor ki ‘siz her şeyi bilmiyorsunuz. Çok az şey biliyorsunuz’ ve bunu hatırlamak önemli.<br />

20.sayfanın altında Peygamber (SAV)’in intiharı düşündüğü şeklinde görüşler bulunduğunu söylüyor.<br />

Bu doğru değil, intiharı düşünmedi. Çok endişeliydi ve bu da peygamberliğin delilidir çünkü yalancı<br />

peygamberler sizi Tanrı tarafından gönderildiğine ikna etmeye çalışır, fakat Hz.Peygamber (SAV)’in ilk<br />

karşılığı ‘bana neler oluyor?’ olmuştur. Bu eşi tarafından onaylandığında ve Varaka, eşinin kuzeni,<br />

tarafından, neler bittiği anlaşıldı ama başta çok endişeliydi ve derin bir şok içindeydi. Bunu<br />

kabullenecek cesareti başlangıçta yoktu, ama kelimenin bu anlamıyla gönülsüz değildi. Şaşırmıştı ve<br />

sorumluluğuyla ilgili endişeliydi. Bunu Kur’an’da görebilirsiniz. Der ki ‘vahyi ezberlemeye çalışma’<br />

çünkü unutacağından veya tamamını alamayacağından korkuyordu ve kendini büyük bir borç<br />

yükünün altında hissediyordu.<br />

Hz. Peygamber (SAV) Arap Yarımadasında doğmuştu. Putperest bir ortamda doğmuştu. En baştan<br />

putperestliği reddetmişti. Putları sevmemişti, putlara yemin etmemişti, putlar önünde eğilmemişti.<br />

Allah’ın birliğine veya tevhide karşı doğal bir eğilimi vardı. Arap yarımadasında Haniflik diye bir<br />

gelenek vardı, Arapça’da hanif ‘doğal olarak Tanrı’ya yönelen’ demektir. Bu insanlar Tanrının bir<br />

olduğunu biliyorlardı, onlar kendilerini Hz.İbrahim’in dinine inananlar olarak görüyorlardı. Yahudi ve<br />

Hristiyanlığı benimsemediler ama Tanrının tekliğine inandılar. Bu şekilde birkaç kişi vardı ama çok da<br />

yoktu. Parmakla sayılamayacak kadar çoktu ama çok büyük bir önem verilmiyordu bu dine.<br />

Hz.Peygamber (SAV) bu geleneğe yöneldi ama 40 yaşına kadar vahy almadı ve sonra gerçek rüyalar<br />

görmeye başladı. Tepeye çıkar, insanlardan kendini soyutlar ve putperestliğin kirletici ortamından<br />

kendini uzak tutardı. Bu kendi başına olduğu vakitlerden birinde vahiy geldi. Arap kabileleri<br />

kendilerini, ve bizler de Arapların Hz.İsmail’in soyundan geldiğine inanırız. Hz.İsmail, Hz.İbrahim’in<br />

oğludur. Hz.İsmail ilk çocuğudur. Hz.Hacer’in oğludur ve İncil’e gore büyük bir milletin babasıdır.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

30


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Tevrat böyle diyor. Martin Lings diyor ki Tevrat kutsal kitaptır, uydurulmuş değildir ve Tanrı dindışı bir<br />

şeye büyüklük atfetmez. Bir diğer deyişle, büyük bir milletin babası olacak, bunun anlamı Tanrıya<br />

boyun eğen büyük bir millet olacak, bir ümmet olacak demektir. Birçok insan bunu bilmez, ama<br />

Minmodes, Nihamidies, Tevrat’ın birçok büyük yorumcusunun resmi yahudi öğretisi, Hz.Peygamber<br />

(SAV)’in ilahi vahy almış olduğu şeklindedir. Onlar bunun Allah’tan olduğuna inanmışlardır ama bize<br />

gelmemiştir diye düşünmektedirler. Bu durumun Hz.Zekeriya’nın kehaneti olduğuna inanırlar. Bunu<br />

Orta Doğu politikasından etkilenmemiş Yahudi teoloji kitaplarında bulabilirsiniz. Yahudiler,<br />

Hz.Zekeriya’nın ‘Yahudilere öğretilen Doğu ve Batı’ya yayılacaktır’ sözünü bu öğretinin Hristiyanlık ile<br />

Batı’ya ve İslam ile Doğu’ya yayılması olduğu şeklinde yorumlarlar. Hristiyanların dininin yarım<br />

olduğunu, diğer deyişle anlayışlarının teslis ile gölgelenmiş olduğunu, ama Müslümanlar’ın Tanrı’nın<br />

birliği konusunda tam anlayışa sahip olduklarını ve onların Mesih’in gelmesi için dünyayı hazırlamak<br />

için daha iyi bir pozisyona sahip olduklarını düşünürler .<br />

Bazı büyük hahamların düşüncesi İslam’ın Allah’ın takdir ettiği bir araç olduğu ve Mesih’in gelmesi<br />

için dünyayı hazırlamanın bir yolu olduğu şeklindedir. Bizler Mesihin Hz.İsa olduğuna inanırız,<br />

Hristiyanlar da öyle inanır ama böyle bir pozisyon olması da hayli ilginç. Hz.Peygamber (SAV),<br />

Hz.İsmail’in soyundandı, 40 yaşında vahiy geldi, önce bunu gizli tuttu ve bir noktada Allah ona çıkıp<br />

insanlara dini tebliğ etmesini söyledi ve O da emredileni yaptı. Arapların buna verdiği karşılık ‘bunlar<br />

eskilerin hikayeleridir’ demek oldu, Bir diğer deyişle bunlar peri masallarıdır… Günümüzde de<br />

yaklaşımın bununla benzeşmesi ve Kur’an’ın bu çeşit bir karşılık bulması hayli ilginçtir.<br />

Bahsettikleri konulardan biri de Neml suresinde de bulunan ‘bu bizden öncekilere de yapılan bir<br />

tehditti (27:68) -yani Yahudiler ve Hristiyanlardan bahsediyor- ‘bunlar geçmişlerin masallarından<br />

ibarettir’. Araplar mesajı böyle reddederler. Hz.Peygamber (SAV) için dönüm noktası hicrettir. Ona<br />

gönderilen bir delegenin ricası üzerine 13 yıllık baskının ardından hicret edip, Yesrib’e gitmiştir. Evs ve<br />

Hazrec, bu şehir Yesrib ismiyle anılmadan birkaç jenerasyon önce bu şehre göç etmiş iki Yemen<br />

kabilesidir. Burası hurmalıkların olduğu bir tarım şehridir ve birbirleriyle savaşmaktadırlar, sürekli<br />

savaşıyorlardı. Kabile arası kavgalar vardı ve bundan çok yorulmuşlardı, bu vahşeti bitirmek<br />

istiyorlardı. Orada yaşayan ve ticaretle uğraşan ama aynı zamanda hurmalıkları da olan bir Yahudi<br />

toplumu vardı. Medine’de piyasayı kontrol altında bulunduruyorlardı ve Araplara sürekli son<br />

Peygamberden bahsediyorlardı. Bu şehirde ortaya çıkacağını ve tüm putları temizleyeceğini ve dini<br />

yenileyeceğini. Bu Yahudiler gelecek olanın Yahudi bir Peygamber olmasını umuyorlardı.<br />

Hz.Peygamber (SAV) çıktığında birbirlerine ‘belki de bu, Yahudilerin hakkında bahsettiği kişidir’<br />

dediler ve gidip kendileri görmek istediler. Gidip gördüler ve Müslüman oldular. Sonra Hz.Peygamber<br />

(SAV) oraya göç etti, ve göç edenlerle Medine insanları arasında inanılmaz bir kardeşlik bağı oluştu.<br />

Hicret İslam’ın genişlemesinin ve şehirleşmesinin başlangıcıdır, müslüman takviminin ilk yılıdır. Bir<br />

bakıma müslümanlar için zamanın başlangıcıdır.<br />

Üç ana kaynağımız var:<br />

Kur’an, ki, vahiy olduğuna inanırız, Allah Peygamberine (SAV) Cibril vasıtasıyla indirmiştir.<br />

Peygamber vasıyasıyla (SAV) gelen vahiy. Buna hadis denir. Bunun anlamı Peygamber ilhamla<br />

konuşur (SAV). Tanrı’nın ilhaıyla konuşur. Kendi tutkusuyla konuşmaz, bu ona gelen bir<br />

vahiydir. Hadisleri dahi vahiydir. Böyle inanırız, hadisler içinde gereksiz, fazla hiçbir söz<br />

bulamazsınız. Tüm hadislerin Müslümanların hayatı için anlamları ve etkileri vardır. Hadisler<br />

üç ana kategoriye ayrılabilir:<br />

1. Ahad, tek kişi tarafından rivayet edilmiş olanlardır, Bunlar diğerlerinden daha az<br />

güçlüdür.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

31


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

2. Mütevatir, çok kişi tarafından aktarılmış hadis demektir. Bunlar Peygamber (SAV)’den<br />

gelmedir ve mutlak inanç olarak Kur’an ile aynı statüye sahiptir, bunları<br />

reddedemezsiniz. Buna örnek olarak Peygamber (SAV) savaşta kadınların ve<br />

çocukların öldürülmesini yasaklamıştır. Bu birçok kişi tarafından rivayet edilmiştir.<br />

Bununla ilgili o kadar çok rivayet vardır ki yanlış olmasına imkan yoktur. Bu yüzden<br />

alimler üzerinde ittifak etmişlerdir.<br />

3. Hadis-I Kudsi Allah’ın vahyidir ama Hz. Peygamber (SAV) bunu hadis olarak<br />

aktarmıştır. Kur’an’la aynı konumda değildir, namazda okunamaz ama onun<br />

doğrudan Allah’tan geldiğine inanırız. Bunun bir örneği şudur: Peygamberimiz (SAV)<br />

diyor ki, Allah diyor ki, ‘İnsanoğlunun her bir ameli kendisi içindir, sadece oruç<br />

müstesna. O Benim içindir.’ Çünkü Allah gerçekte tek yemeyen ve içmeyendir.<br />

Dolayısıyla oruç tuttuğunda bir eylemde bulunuyorsun, ve bu Uluhiyete en yakın şey<br />

çünkü sadece Allah yemez ve içmez, biz hepimiz yemek içmek zorundayız. Bu bir<br />

yorum, başka bir çok yorum var.<br />

Kur’an’ın sonsuz olduğuna ve yaratılmamış olduğuna inanırız. Bu Kur’an’ın manası demektir, diğer bir<br />

deyişle kitaptaki harfler, kelimeler değil. Bizler, bu iki kapak arasındaki Kur’an’ın Allah’ın yaratılmamış<br />

sözü olduğuna inanırız. Bunu diyebiliriz ama bunu söylediğimizde bunlar harfler ve mürekkep<br />

anlamında değildir. Kelimelerin taşıdığı anlamlardır.<br />

24.sayfada Hz.Ali hakkında, görüşünü bildirmediğinden bahsedilmiş. Şia görüşünü veriyorlar. Bu<br />

Sünni görüşü değildir. Bizler İmam Ali’nin Ebu Bekir’e biat ettiğine inanırız ki, ve burada onu söylüyor,<br />

ve Şia bunu itiraf eder. Hz.Ebu Bekr’in raşit halife olduğuna ve Hz.Ebu Bekr’in Hz.Ali’den faziletli<br />

olduğuna inanırız. Sahih Buhari’de bir hadiste Hz.Ali açıkça Hz.Ebu Bekr’in kendisinden faziletli<br />

olduğunu ve Hz.Ömer’in de öyle olduğunu söyler.<br />

Müslümanlar birçok farklı dinle birlikte yaşamışlardır. Dinlere baskı kurmamışlardır. Dört durumda bu<br />

baskı olmuştur ama alimler buna karşı çıkmışlardır. Bunlar kendi politik avantajları için durumları<br />

maniple eden, kısa görüşlü hükümdarlar tarafından yapılmış ve büyük problemlere sebep olmuş<br />

olaylardır. Ama genel olarak Müslümanlar’ın diğer dinlere düşmanca davranmadıklarını söyleyebiliriz,<br />

Kiliselerini, Sinegoglarını ve Tapınaklarını bozmamışlardır, bunlara Zerdüştler, Hindular ve Budistler<br />

dahildir. Afganistan, Müslümanlar oraya gitmeden once derin bir Budist geleneğe sahipti. Aslında<br />

Bugh Buda mantığının merkeziydi ve bu mantıkçılar Müslüman oldu. İslam teolojisine Yunan<br />

mantığında olmayan bazı Budist mantık formülasyonları tanıttı. Yunan mantığında ne a, ne de b<br />

senaryosu yoktur, Budist mantığında vardır. Geleneksel İslam teolojisinde ne a, ne de b’nin olmadığı<br />

durumlar vardır. Bunun Budist mantıkçıların etkisiyle ortaya çıktığını düşünüyorum. Aslında ben bir<br />

makale yazdım ‘Budistler İslam’a nasıl yardım etti’ diye ve bu konuyla ilgiliydi ama iyi bir eleştiri<br />

süzgecinden geçirmeden yayınlamamaya karar verdim.<br />

Bir diğer önemli konu şudur ki genellikle Müslüman hükümdarlar insanların müslüman olmalarını<br />

istememişlerdir. Müslüman olmalarını istemeyişinin sebebi gelir kaybına uğramaları ve ayrıca İslam’ın<br />

eşitlikçi yanıyla uğraşmak durumunda kalmalarıdır ve bu bir gerçektir. Buna inanmıyorsanız, İslam’ın<br />

romantik ütopik bir versiyonuna sahipseniz, bilin ki bu fantezidir. Tek yapacağınız tarih okumaktır.<br />

Müslümanlar tarihlerinde son derece dürüsttür. Müslüman olmak için Arap kabilesine girmeniz<br />

gerekirdi ve bunu bitiren Beni Ümeyye zamanında Ömer bin Abdülaziz oldu. Ondan once Arap<br />

kabilesinden olmanız gerekiyordu. Bir mevlaydınız ve bu düşük bir pozisyondu. Irak’ta bir hareket var,<br />

ismi Şuhubiye, anlamı insanların hareketi veya halk hareketi ve bunlar Arap olmayanlar, bıkmışlar ve<br />

buna karşı ayaklanmışlar. Yani öncelerde problemler vardı. Etnik problemler vardı, kabile sorunları,<br />

bunlar insanlığın problemleridir. Ulema bunlarla hep mücadele etmiştir. Bu ülkede 100 yıl once<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

32


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Hahamlar ve Rahipler anlaşmalar yazıp siyahların köleliğinin incile gore uygun olduğunu<br />

belirtmişlerdi. Bunu bulabilirsiniz, size garanti ederim, kölelikle ilgili kitaplara bakın. Müslümanlar<br />

bunu hiçbir zaman yapmadılar, ulemanın metinsel olarak baskıyı meşru gördüğü bir tarihimiz yok.<br />

Böyle bir şey mevcut değil. Tam tersi, bunlara şiddetle karşı çıkmışlardır. Jahil, siyahların beyazlara<br />

tercih edilmesinin sebeplerini yazmış kitabında, kendisi de siyah bir adamdır ve kitabında bunu<br />

kanıtlamaya çalışır. Tarihsel olarak baktığınızda birçok siyah büyük insan vardır. İbn-ül Cevzi’nin Tenvir<br />

el Gubiş adında bir kitabı var, ‘etiyopyadaki siyah insanların erdemleriyle ilgili karanlıkların<br />

giderilmesi’. Bu Irak’lı imam tüm kitabını siyah insanların erdemlerini göstermeye ayırmış ve kitapta<br />

bahsettiği şeylerden biri, İsrailoğullarının siyahların Ham’ın lanetlenmiş soyundan olduğuna dair<br />

görüşünün hiçbir kaynağa dayanmadığını ve Kur’an’ın bunu reddettiğini göstermektir. Sonra der ki<br />

‘siyahların kara derili olmasının sebebi şudur ki, Güney yarımkürede uzun sure yaşadıkları için<br />

koruyucu bir deri oluşmuşlardır. Bugün insanlığın ulaştığı bilimsel bir analizi bize yüzyıllar öncesinden<br />

sunuyor.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

33


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Mutlu Günler / Samuel Beckett (Tuba Sarıgül)<br />

”…hiç sürünmedim hayır rahvan rahvan hayır sağ bacak sağ kol ha it<br />

ha çek on metre on beş metre hayır hiç kımıldamadım hayır hiç acı<br />

çektirmedim hayır hiç acı çekmedim yanıt yok HİÇ ACI ÇEKMEDİM<br />

hayır kimseyi terk etmedim hiç hayır kimse terk etmedi beni hiç hayır<br />

işte yaşam bu yanıt yok İŞTE YAŞAMIM BU BENİM çığlıklar peki…”<br />

(Samuel Beckett, Acaba Nasıl?)<br />

Ölüm insan varlığının mutlak yok oluşu mudur yoksa sonsuz yaşama<br />

atılan ilk adım mıdır? Varoluşsal problemlerin ortaya çıkış noktası belki<br />

de insanın ölüme yazgılı olarak dünyaya gelmesiyle başlar.<br />

Heidegger’in ifadesiyle ‘Ölüm bir varoluş tarzıdır, böyle bir tarz varlığın<br />

doğar doğmaz taşımayı üstlendiği bir varoluş biçimidir.’ İnsan<br />

varoluşunun (Dasein) kendi özünü bulabilmesi de ancak ölüm<br />

karşısındaki çaresizliğinden, korku ve kaygıdan kurtularak, ölüme karşı<br />

durması sonucu gerçekleşebilmektedir.<br />

Ölüm, bir yandan insan yaşamının kısa kesitinin anlamlandırılmasına katkı sağlarken, diğer yandan<br />

yaşamın anlamsızlığının, boşunalığının farkındalığını da sağlamaktadır. ‘Sonlu varoluş’ insanın<br />

bilincinde olduğu fakat çoğu zaman ‘unutarak’ yaşamak zorunda kaldığı, mutlak bilgisine hiçbir zaman<br />

sahip olamayacağı bir durumdur. Her şey bir muammadır; ne olacağı, nasıl olacağı… Hâlbuki yaşarken<br />

öyle değildir, her şeyin pratikte olmasa bile teorikte bilgisine haizdir (!) insan. Hangi durumda ne<br />

yapacağı önceden düşünülmüştür, belirlenmiştir. Ama ölüm ilktir, herkesin ilk ve son tecrübesidir;<br />

kimsenin kimseye ne olduğunu anlatamadığı, akıl veremediği, deneyimlenemeyen, başkasının<br />

tecrübesinden yararlanılamayan, herkesin tek başına yaşantıladığı / yaşantılayacağı bir gerçekliktir.<br />

Mutlak son, başkalarının ölümü üzerinden çok da anlaşılamamaktadır. Ölen yakınına ağlayan insan,<br />

çoğu kez kendi ölmediği için mutluluk da duymaktadır. Her acı gibi, başkasının ölümü de zaman içinde<br />

unutulan, alışılan bir duyguyken, insanın kendi ölümü dünyadaki yaşamının geri dönüşsüz sonudur.<br />

Yaşam içerisinde bu sonun dilsel ifadesi her ne kadar ölümün ‘kabul edilmiş’ olduğunu gösterse de,<br />

son kertede endişe ve korku duyulan, nasıl ölüneceği, acı çekilip çekilmeyeceği, ölümden sonra ne<br />

olacağı kaçılan, tedirgin eden, çıkışsız bırakan sorunsallardır.<br />

İnsanın kendini yaşam içerisinde gerçekleştirmesi ancak doğum ve ölüm arasındaki zaman diliminde<br />

mümkündür. Heidegger’e göre zaman, ölüm benimsendiği ölçüde kavranabilir. Doğum öncesi ve<br />

ölüm sonrası zaman dışıyken, ‘yaşam’ geçmiş ve gelecek zaman üzerinden şekillenir. Zira yaşanılanlar<br />

ve yapılacak olan tüm planlar ölüme odaklanılarak gerçekleştirilir. Bu noktada ölüm hep erken gelen,<br />

insana daha fazla şey yapacak ‘zaman’ tanımayan bir olgu olarak kabul edilir.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

34


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Ölüm, aklın en büyük yenilgisi olarak da kabul edilmektedir. Çünkü ‘üstün akıl’ ölümü açıklamaktan<br />

acizdir, bu yüzden ölüm karşısında tüm güvenilirliğini kaybeder. Modern düşünce ve rasyonalizm<br />

ölüme karşı duramaz, genel - geçer kavramlarla onu açıklayamaz. İnsan ölümün gerçek olduğunu bilir,<br />

fakat düşüncenin kavrayamadığı tek şey kendi var-olmayışıdır. (Bauman, s.27) Merleau- Ponty bunu<br />

‘Kendimi yalnızca ‘önceden doğmuş’ ve ‘bugün de yaşıyor’ olarak kavrayabilirim; doğumumu ve<br />

ölümümü yalnızca kişilik-öncesi ufuklar olarak kavrayabilirim’ şeklinde açıklarken, Sigmund Freud ise<br />

‘Kendi ölümümüzü hayal etmek gerçekten de olanaksızdır; bunu her hayal etmeye kalkıştığımızda,<br />

aslında o anda bile bir seyirci konumunda olduğumuzu algılayabiliriz.’ der.<br />

Tüm bu ölüme, yaşama, tanrıya, zamana dair soru işaretlerinin, İkinci Dünya Savaşı’nın acılarını en<br />

ağır biçimde yaşayan Avrupa Toplumu’ndaki yansıması ise varlığın anlamı üzerinden kendini<br />

göstermiştir.<br />

Akla olan inancını yitiren, her türlü dinsel ve etik değeri de hayatından çıkaran birey hem topluma,<br />

hem de kendine yabancılaşarak yaşamayı saçma bir eylem olarak görmeye başlamıştır. Dönemin<br />

sanat anlayışı da bu toplumsal değişimden etkilenmiş, hayatın uyumsuzluğu, anlamı üzerine<br />

sorgulamalar başlamıştır.<br />

Kendi yarattığı insanların birbirlerini yok etmesine göz yuman, masum insanların çektiği acılara engel<br />

olmayan bir Tanrı’nın varlığına olan inanç yok olmuştur. Tanrı’nın yitirilmesiyle ölümden sonraki<br />

yaşama olan inancı da kaybeden bireyin, doğum ve ölüm arasındaki sınırlı zaman diliminde kendini<br />

nasıl anlamlandıracağı ve var edeceği en büyük sorun haline gelmiştir. Kendi iradesi dışında ‘dünyaya<br />

fırlatılmış’ insan bu saçma varoluşu neden ve nasıl sürdürecektir?<br />

Tüm bu ‘saçma varoluş’ durumunun tiyatroya etkisi Absürd Tiyatro akımıyla kendini gösterir.<br />

İrlanda’lı yazar Samuel Beckett, bu akımın en önemli yazarlarından biri olarak, özellikle Tanrı<br />

kavramının yok olmasıyla, yabancılaşmayı, zaman ve uzamın yitirilmesiyle de ne geçmişini hatırlayan<br />

ne geleceğe dair umudu olan bireyin trajik durumunu anlatır oyunlarında.<br />

Yazar 1960 yılında yazdığı üçüncü ve son uzun oyunu Mutlu Günler‘de toprağın ve gökyüzünün<br />

sonsuzluğunu simgeleyen bir çölün ortasında sıkışıp kalmış, hareket alanı kalmamış Winnie ve<br />

Willie’nin anlamsız ve amaçsız bir dünyada varoluşlarını sorgular.<br />

Mutlu Günler, Beckett’in diğer oyunlarında olduğu gibi birbirini var eden iki karakter üzerine<br />

kurulmuştur. Godot’yu Beklerken’in Estragon ve Vladimir’i, Oyun Sonu’nun Nagg ve Nell’i ile Hamm<br />

ve Clov’u gibi Mutlu Günler’de de Winnie ve Willie oyun boyunca birbirlerine muhtaç iki karakter<br />

olarak çizilmiştir.<br />

Winnie elli yaşlarında süslü bir kadındır. İlk perdede beline kadar toprağa gömülü olan Winnie, ikinci<br />

perdede ise artık boğazına kadar toprağa batmıştır, boynunu bile kımıldatamaz haldedir. Kocası Willie<br />

ise altmış yaşlarında, bir tepenin ardında ara sıra görünür ve sürünerek hareket eder.<br />

Mutlu Günler’de Beckett’in diğer oyunlarında olduğu gibi Winnie ve Willie’nin başına hiçbir şey<br />

gelmez (Winnie’nin toprağa biraz daha batması dışında), ellerinden bir şey gelmez, kendi kendilerine<br />

konuşan bir uzlaşıya varamayan iki sakat ve mutsuz kişi olarak oyundaki yerlerini alırlar. Semih<br />

Kaplanoğlu’nun ifadesiyle ‘Beckett’in diğer oyunları veya romanlarında karşılaştığımız, varoluşlarıyla<br />

hiçbir şeyi değiştirmeyen, bu nedenle de sürekli olarak kendilerinin ve başkalarının kimliklerini, varlık<br />

nedenlerini sorgulayan insanlardır. Winnie toprağa gömülü haliyle, Willie de sadece emekleyerek<br />

hareket edebilmesiyle ‘kapatılmış’ olduğu çölde ‘ilahi zil’ sesiyle yönlendirilen yaşamı’ temsil ederler.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

35


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Oyunda sonsuz evrende göğsüne kadar toprağa gömülü Winnie ve sürünerek hareket eden Willie, bir<br />

anlamda varoluşsal çıkmazı simgeler. Karakterlerin durumuyla uyumsuzluk oyunun isminin ‘Mutlu<br />

Günler’ oluşuyla gösterilir. Trajik durumunu görmemek için sürekli kendi kendine söylemler bulan<br />

Winnie, acı ve üzüntüden kaçmakta, toprağa battıkça mutluluğu artmakta, ölüme yaklaştıkça hayata<br />

daha da fazla bağlanmaktadır. Bilinç ve beden çöküntüsü içerisinde, iyimser (!) bakış açısını korumak<br />

için çok daha fazla çaba göstermek zorundadır. Trajik durumuna katlanmasını sağlayan ‘mutlu günler’<br />

ifadesi de, içi boş bir söylem olarak kalmaktadır.<br />

‘Bugün mutlu bir gün olacak, eninde sonunda, yeni bir mutlu gün.’<br />

Winnie bir anlamda zil sesiyle periyotlara ayırdığı bir zaman geçirme oyunu oynamaktadır. Varlığı<br />

kendine ağır gelen Winnie, halinin ironikliği, komikliği ve trajikliği içinde durumunu katlanılır kılma<br />

çabası içindedir. Kalkış ziliyle uyanır, gününe dua ederek başlar, yaşam enerjisiyle ve neşesiyle<br />

durumuyla tezat oluşturacak bir duygu durumu içerisindedir.<br />

Bu tezatlık ölüme yazgılı olan insan yaşamının ne denli trajik olduğunun bir resmidir aslında.<br />

Winnie’nin içinde bulunduğu korkunç durumu sorgulamayıp, farkında değilmiş gibi davranarak günlük<br />

ritüellerini yapması, bir anlamda ‘yaşama uğraşı’sı hem komiktir hem de dehşet uyandırmaktadır. Bu<br />

bir anlamda öleceğini bile bile yaşayan insanoğlunun günlük yaşam içindeki uğraşılarının boşunalığını<br />

görünür kılarken, Horatius’un ‘Ne gülüyorsun, anlattığım senin hikâyen!’ sözünü akla getirir.<br />

Winnie, yatış ve kalkış ziline göre gün içerisindeki döngüsünü oluştururken, zamanın insan<br />

yaşamındaki yeri ve işlevi üzerine de sorgulamaya neden olur. Fakat diğer yandan kalkış zilinin<br />

doğumu, yatış zilinin ise ölümü simgelediğini de söyleyebiliriz. Bunu unutarak yaşamaya çalışmanın,<br />

düzene karşı çıkmanın ne kertede mümkün olduğu ise yine bir soru işareti olarak karşımıza çıkar.<br />

‘İnsan işitmezlikten gelemez ki. (Susar). Kaç kereler. (Susar). Kaç kereler kendi kendime söylemişimdir,<br />

işitme, Winnie, işitme şu zili, hiç umursama, gönlünün dilediği gibi, uyuyup uyanmana bak sen, ya da<br />

sana en faydalı olacak bir şekilde, aç kapa gözlerini, böyle yap her zaman. (Susar) Ama hayır.<br />

(Gülümser) Daha değil. Hayır hayır.’<br />

Winnie, ölümü bilerek fakat yokmuş gibi davranarak, iki çalan zil arasındaki zaman aralığında,<br />

mütemadiyen konuşarak kendini onu dileyen Willie üzerinden var eder. Konuştukça varlığına ve<br />

yaşadığına olan inancı büyür. Willie’nin onu dinlemesi ya da anlaması değildir önemli olan, onu<br />

duyması yeterlidir. Cevap bile beklemez çoğu zaman. Bilinçli bir düş üreterek, dayanılmaz yalnızlığını<br />

katlanılır kılmaya çalışır. Evli olmaları ise ikisinin yalnızlıklarına bir çözüm getirmekten çok uzaktır.<br />

‘Ah evet evet, yalnız kalmaya bir alışabilseydim, Hani şu sürekli konuşmamı dinleyecek tek kişi bile<br />

olmasaydı yanımda. (Susar) Senin çok dinlediğini düşünerek böbürleniyor değilim Willie, Allah<br />

göstermesin. (Susar) Senin belki de hiçbir şey istemeyeceğin günler. (Susar) O zaman, senin cevap<br />

vermediğin, belki de hiçbir şey dinlemediğin anlarda bile hep konuştuklarımdan bir şeylerin işitildiğini<br />

sanır, bir çölün ortasında sırf kendi kendime konuşmaktan kurtulurum. Çünkü aklımdan bile<br />

geçiremeyeceğim, bir an için olsun katlanamayacağım bir durumdur bu. (Susar) Bana konuşmaya<br />

devam etme gücünü bu düşünce veriyor. (Susar) Oysa sen ölmek üzere olsan, ya da eski deyimle çekip<br />

gitsen beni bırakıp, o zaman ne yaparım, ne yapabilirim bütün gün, demek istediğim uyanma ziliyle<br />

yatma zili arasında? Dudaklarımı ısırarak önüme bakar dururum ancak.’<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

36


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Willie ise Winnie konuştukça, onu dinledikçe var olur. Bu noktada birbirlerine muhtaçtırlar.<br />

Birbirlerini tamamlayarak bütün o anlamsızlığın içinde korkuyu unutmaya, farkında değilmiş gibi<br />

davranarak yaşamaya çalışırlar.<br />

Winnie konuşmadığı zamanlarda ise içinde gündelik eşyaları bulunan çantasıyla uğraşır. Diş fırçası,<br />

ruj, tırnak törpüsü, ayna, müzik kutusu ve tabancasının olduğu çantasına bağlılık Winnie’nin<br />

nesnelerle kurduğu ilişkinin tezahürüdür. Özellikle ayna varlığının kanıtı için elzem bir nesnedir.<br />

Görmek ve duymak hala hayatta olduğunun, ‘var’ olduğunun en önemli kanıtlarındandır.<br />

Fakat eşyalar içinde bulunan diş fırçasının üzerindeki ‘garantili’ yazısını defalarca okuyarak Winnie,<br />

insan yaşamının belirsizliğine rağmen cansız bir nesnenin ömrünün öngörülebilir ve biçilebilir<br />

olmasının algıda yarattığı korkunç travmayı görselleştirir.<br />

Çantadaki tabanca intiharın oyun kişileri için mümkün olduğunu gösterirken, kullanılması her şeyin<br />

anlamsız olduğu bu varoluş düzeni içerisinde intiharı anlamlı kılmamak için kullanılmaz. Silah oyun<br />

kişileri için sadece bir alternatiftir, fakat Beckett’in oyun kişileri hiçbir zaman bunu çözüm olarak<br />

kullanmazlar.<br />

‘Senin orada olduğunu bilmek benim için büyük rahatlık, ama bıktım artık senden. (Susar) Seni<br />

dışarıda bırakacağım, bunu yapacağım sana. (Tabancayı sağ yanına koyar.) Orada kal, bugünden<br />

sonra orasıdır senin yerin.’<br />

Winnie’nin monoloğa dönen konuşmaları, onun düşünmesini engelleyen, onu varoluş yükünden<br />

kurtaran yegâne araçtır. Can sıkıntısıyla çoğu birbirinden kopuk, anlamsız sözler sarf ederken, dilin<br />

iletişimi sağlayan bir araç olduğu kanaatini de sorgulamaya neden olur.<br />

Oyun kişilerinin ölümü unutup, yokmuş gibi yaşayarak onu kendilerinden uzak tutacaklarına olan<br />

inançla, hem kötüleşen durumlarına rağmen şükrederler hem de şikâyet etmekten korkarak<br />

kendilerince umutlu söylemler bulma çabası gösterirler.<br />

‘Şikâyet edemem. Hayır hayır, etmemeliyim. (…) Ara sıra gelen hafif bir baş ağrısı. Bir gelir, bir gider.<br />

Çok şükür, binlerce şükür. Dualar belki de boşa gitmiyor’<br />

Fakat kaçınılmaz ve mutlak son onları beklemektedir. Gökyüzünün sonsuzluğu ölümsüzlüğü<br />

simgelerken, onlar oraya ulaşmayı hayal ederken, insan toprağa bağımlıdır ve ölümlüdür.<br />

‘Hani burada bir güç beni böyle tutuyor olmasa göğe doğru hızla uçar gidermişim duygusu durmadan<br />

büyüyor içimde. Belki bir gün yer beni bırakıp salıverecek, çünkü bu çekim öyle büyük ki, evet, bütün<br />

çevremi çatır çatır kırıp yerinden söktüğü gibi beni yukarılara sürükleyecek. Sen hiç böyle bir duyguya<br />

kapıldın mı, Willie yukarıya emilme duygusuna?’<br />

Mutlu Günler, Willie’nin şık kıyafetler içerisinde sürünerek Winnie’ye ulaşma çabasıyla son bulur.<br />

Varoluşlarının kanıtı konuşma ve dinleme eylemi sonlanırken, Beckett’in karakterleri varlık ve yokluk<br />

arasındaki o ince çizgide buluşurlar.<br />

Varlığının farkında olan ve bir ömür boyu bunu kanıtlamak için çaba harcayan insan, şimdi ölümü<br />

nasıl karşılayacaktır? Ölümü kavrayabilecek midir? Onu mutlak bir yok oluş mu bekliyordur yoksa<br />

sonsuz yeni bir yaşam mı? Tanrı var mıdır? Modern insan, tüm yaşam pratiğini neredeyse bilimsel<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

37


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

verilerle ortaya koymasına karşın son kertede ölümü anlamlandıramaz ve açıklayamaz. Beckett ise<br />

varoluşun zaten başlı başına anlamsız olduğunu söyler.<br />

‘Bu dünyanın anlamı olduğu aslında bizim bir kuruntumuz. Biz bu dünyanın, bu dünya üzerinde<br />

yaşayan bizim yaşamlarımızın bir anlamı olduğunu varsayıyoruz ama aslında böyle bir anlam yok. Bu<br />

anlam arayışı bizim dünya üzerinde kendi varoluşumuzu anlamlı kılma çabalarımızın bir uzantısı. Biz<br />

böyle bir anlamı bulmaya zorunluyuz, yoksa anlamsız olduğunu kabul edersek her şeyin, bu ’saçma’<br />

varoluş durumuna katlanamayız, yaşam bizim için bir cehennem halini alır, nitekim de bu yakıcı<br />

sorunun peşine düşenlerin yaşamları bunaltıcı bir cehennemdir. Peşine düşmek de bir eylemlilik<br />

halidir, aslında böyle bir eylemlilik hali de yok, biz edilgeniz, ve varoluşun gerçekliği bize kendini<br />

dayatır: Ben anlamsızım der bu varoluş, boşuna bir anlam bulmaya çalışma!‘<br />

Aslında Beckett’in anlamsız kabul ettiği bu varoluş, bir yandan hayatın hakikatini anlamamız ve<br />

görebilmemiz için düşünme çabası içerisine girmemizi sağlar. Zira her şeyin aynı gibi göründüğü bu<br />

sonsuz çölde aslında hiçbir şey aynı kalmamaktadır. Varlığın yüküyle yola koyulan insan, yaşam boyu<br />

bir çıkış noktası bulmaya çalışır.<br />

Ölümün mutlak son mu yoksa çıkış noktası mı olduğunun ayırdına varmak ise kişinin hakikatle<br />

yüzleşmesi sonucunda anlaşılacaktır. Aydınlık ve karanlık, yaşam ve ölüm… İşte tam da bu noktada<br />

zaten insan ya hiçlikle yüzleşecektir yahut sonsuzlukla.<br />

KAYNAKLAR<br />

1- Samuel Beckett, Mutlu Günler<br />

2- Ayşegül Yüksel, Samuel Beckett Tiyatrosu<br />

3- Ümran Türkyılmaz, Beckett’in Mutlu Günler Oyunu Üzerine Bir İnceleme<br />

4- Burcu Doğan, Samuel Beckett’in ‘Mutlu Günler’ Adlı Oyunundaki ‘Winnie’ Rolüne Çalışma Süreci<br />

5- Zehra İpşiroğlu, Uyumsuz Tiyatroda Gerçekçilik<br />

6- Zygmunt Bauman, Ölümlülük, Ölümsüzlük ve Diğer Hayat Stratejileri<br />

7- Emmanuel Levinas, Tanrı, Ölüm ve Zaman<br />

8- Martin Heidegger, Varlık ve Zaman<br />

9- Semih Kaplanoğlu, Problemsizlik Özlemine Karşı: Mutlu Günler<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

38


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Jerusalem / Markar Esayan (Suzan Nur Başarslan)<br />

Canı çok yanar. Canın çok yanar. Ah, canın çok yanar. O can<br />

yanmasının adı, sonra korku olur. O korku hep ayrılığı hatırlatır.<br />

Geldiğin güvenli yeri, kovulduğun cenneti…<br />

Ben bir başkasıdır diyordu Rimbaud öğretmeni Georges Izambard’a<br />

ve Paul Demeny’e yazdığı mektupta[1] şair olmaktan bahsederken.<br />

Öteki olmaktan çok, kendindeki öteki’yi, başkası’nı arayışın ve<br />

buluşun ve kendi’nde öteki’nin bulunmasını isteyen bir romandır<br />

Jerusalem[2]. Bir çocuğun aileden ayrılıp yatılı okula gitmesinin<br />

hikâyesi temelinde anlatılan, bir çocuğun kendine ve dünyaya bakışı,<br />

onu anlamaya, anlamlandırmaya çalışması, değerleri birey üzerinden<br />

topluma yayarak kendinden yola çıkışı, kendince bu dünyaya tavır<br />

alışı, kendince adaleti savunuşu anlatılmaktadır. İç dünyayla paralel<br />

verilen dış dünya; oidipus kompleksiyle bütünleştirilen kopma, ayrılık<br />

ve bunun Mesih İsa’nın yalnızlığıyla örülü iç içe geçmiş anlatımı;<br />

birey, aile, çevre, toplum ve tüm bu unsurların birbirini etkileyişi ile<br />

şekillenmiş bir dünyaya davet eder Jeusalem, bir çocuğun dünyasına.<br />

Sekiz yaşındaki bir çocuğun sekiz ay süren ayrılığının, korku’larıyla yüzleşerek -ve aslında ona<br />

yenilerek- bu ayrılığın açtığı yaralarla başka’laşarak tamamladığı bir öykü bu. Günah ve ceza, korku ve<br />

cesaret, bencillik ve cömertlik, intikam ve af, güven ve güvensizlik, merak ve sıkıntı… Kendi ben’inin<br />

evreninden evrene bakış, kendi hatalarından insanlara varış, kendi inancından inançlara, varlığından<br />

varlıklara… Bir’den çok’a uzanan bu öyküde, Ermeni-Türk olmak, Yahudi-Müslüman-Hıristiyan olmak,<br />

yakında ve uzakta olmak, kavuşma ve ayrılığı yaşamak… İlk ayrılıktan (cennetten dünyaya), doğuma,<br />

anneden/aileden kopuştan çocukluktan kopuşa… kadar katmanlı ayrılıkların irdelenmesi: Anneden<br />

kopuşla Oidipus kompleksinin baskın varlığının çocuğun dünyasında şekillenmesi ve bu ayrılıktan ‘ilk<br />

ayrılık’a ulaşılmasıyla romanın fizik düzeyden fizik ötesi sorgulamaya ulaşarak ayrılık’ın farklı<br />

katmanlarda incelenmesi…<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

39


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Roman iki düzlemde karşımıza çıkar: birey ve iç dünya; sosyalleşme ve dış dünya. İstanbul ve<br />

Jurusalem bu anlamda bu iki düzlemin verildiği gösterge mekanlar olurlar. Aynı düzlemi yazar,<br />

kahramanları ile de yapar: Ekrem ile Filistinli Müslümanların hayatının gözleminin yapılması kadar,<br />

Mesih İsa’nın son yolculuğunun aktarımında da işlev görerek çift işlevde karşımıza çıkmasını;<br />

Vasken’le Anadolu’dan ayrılmak zorunda kalan Ermenilerin ve dostluğun verilmesini sağlar. Yani<br />

mekân ve kahramanlarına iki işlev yükleyerek romanını katmanlı hale getirir ve bu katmanları<br />

kahramanında birleştirerek iç ve dış dünyayı başarılı bir şekilde verir. Mekândaki bir diğer başarısı ise,<br />

eserin anlatmak istediği öteki vurgusunu aktarabilmek için yazarın kimlik sorununu verebileceği en iyi<br />

yeri seçmesidir. Kahramanın diğerleri için her anlamda aidiyeti ile öteki oluşu (İstanbul, Türkiye, ,<br />

anne Türk baba Ermeni, zengin…), öteki’nin dünyasındaki kişilerle öteki’lere dokunuşu ( Filistinli<br />

Ekrem, Türkiye’den sürgün edilen Ermeni Vasken…) tam da bu karmaşık, kozmopolit dünyada çok<br />

daha rahat açımlanacak bir etki sağlar romana.<br />

Kahraman anlatıcı bakışı ve iç-monologlarla ilerleyen roman, anlatıcı kişinin sekiz yaşının sekiz ayını<br />

anlattığı ama ileriye yönelik verdiği bilgilerle geçmişe dair anlarını anlattığı anı-roman özelliği<br />

taşımaktadır. Yazarın hayatından da izler taşıyan roman bu noktada otobiyografik bilgiler de<br />

içermektedir. Roman tematik anlamda ayrılık ve yalnızlık üzerine yoğunlaşır. Yazar kavuşmadan<br />

bahsederken şöyle der: “Bu ikisi birbirini tamamlayan şeyler. Bir geriye dönüş, yuvaya dönüş, cennete<br />

dönüş, rahme dönüş, vatana dönüş… Kitabın ana temalarından birisi de bu elbette. Aşk, sevgiliye<br />

dönüş, Allah’a dönüş. Hep bir dönüş var. Bir yerde bir mükemmellik vardır. Biz başta onun içerisinde<br />

bir şekilde yer almışızdır, oradan doğmuşuzdur. Ama o bizden alınmıştır. Buna ayrılık deriz.”[3]<br />

İnsanın yalnızlığına odaklanır gibi görülen romanın en önemli yanı ise, bireyden topluma bakışın<br />

verilerek, sosyolojik tespitlerin bu dünyayla aktarılmasını sağlamış olmasıdır. Birey kendi<br />

dünyasındaki olayların tespitini yaparken bunu topluma da aktararak olayların neden ve sonuçlarının<br />

değerlendirilmesini okuruna çok daha rahat aktarma yolunu bulur. İnsana dair dünyanın “Çocuk ve<br />

anlam dünyası” merkezinde çok yönlü sorgulandığı romanda şu kavram ve olgularla da karşılaşırız:<br />

Güven, aidiyet, Ermeni ve Hıristiyan olmak, baba ve çocuk, isim, öfke, suçluluk, kaybolma, korku,<br />

kelimeler, iyi-kötü, terk edilme, cezalandırılma, suskunluk, hasret, dışlanma, Tanrı’ya bakış,<br />

Jerusalem’in anlamı, an-hafıza-rüya, kimlik, sosyal farklılık, dinler, kader, masumiyet ve bozuluşu,<br />

gerçekler ve bunlara bakış, intikam, tamamlanamamışlık duygusu, utanç, dostluk, günah ve bedelini<br />

ödemek/kefaret, güç, saygı, hayat ve ölüm, savunmasızlık, taciz, yabancı ülke, aile, kaçış, isyan,<br />

adalet, eşitsizlik, sevgi…<br />

Bu dünya, yazarın isimsiz bıraktığı, büyükbabasıyla aynı ismi taşıyan bu çocuğun dünyası, girift,<br />

sorgulamalarla dolu, isyan kadar teslimiyetle dolu… Bu çocuk, her çocuk gibi olan bu çocuk, ailenin,<br />

güvenin, sevgi ve korunmanın içinden ayrıldığında birden büyümek ve olgunlaşmak zorunda kalan bu<br />

çocuk, korku ve özlemiyle kabuslar görüp altına kaçıran, terk edilme ve cezalandırılma olarak gördüğü<br />

bu ayrılıkla, hayatının merkezine terk edilmeyi, yalnızlığı koyan bu çocuk, her duygusunu abartarak<br />

yaşayan ve kendi mantık örgüsünde keskin analizler yapan, eleştirel bakış açısıyla insan ve<br />

geleneklere bakan, çıkarımlarıyla sadece kendisini değil toplumu da irdeleyen, kendince olaylara ve<br />

olgulara tavır alan ve kendi adalet sistemi olan bu çocuk, gittiği gibi ailesine dönemeyen ve<br />

yabancılaşan bir çocuk.<br />

Aslında yazarın kahramanını çocuk olarak seçmesi kahramanın kimliğinin değil dünyasının önemli hale<br />

gelmesine yardımcı olarak okurunu kimliklerinden soyundurur. Bunda da yabancılaşmanın daha çok<br />

yaşanacağı Tanrısal bakış açısının yerine seçtiği kahraman anlatıcı bakış açısı etkili bir işlev yüklenir.<br />

Çünkü hangi kimlikte olursanız olun, bir çocuk aileden ayrılıp da yabancı bir şehre, ülkeye gittiğinde,<br />

başkası için öteki olur ve bunları yaşaması kaçınılmazdır ve yazar da size bunları ben anlatım ile en<br />

rahat şekilde ifade etme olanağını bulur ve bunu hissetmenizi sağlar. Bu çocuk ayrılığı yaşayan bir<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

40


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

çocuktur, ayrılığı her yaşayan gibi, herkesin bir gün yaşadığı gibi: yalnızdır, üzgündür, öfkelidir,<br />

boşluğunu tamamlayamamıştır… Sevgi arsızıdır evet, ama kızamazsınız, hak ettiğini ister. Evet, abartır<br />

duygularını ama kim abartmaz? Evet, gerçekle hissettiği farklıdır ama yalnızlık kimi etkilemez? Ve<br />

çocuktur her şeyden önce, her çocuk gibi güveni, sevgiyi, aidiyeti tek yerde ister: Ailede.<br />

Ve bu çocuk, çocuk dünyasından aslında büyüklerin dünyasının krokisini çıkarır, küçük farklılıklarla<br />

yaşananların aynı olduğunu okurunun yüzüne çarpar. Bu noktada sizi Sineklerin Tanrısı’na yaklaştırır<br />

ama ondan farklıdır. Kim olduğunuz, kimliğiniz, dininiz, bulunduğunuz yer önemli olmaktan çıkar. Sizi<br />

kendi evreninde, içinde bulunduğunuz evrenin gerçekliğiyle daha naif ama keskin bir üslupla<br />

yüzleştirir.<br />

Nietzche’nin eserine ismini verdiği Ecce Homo, Platus’un İsa Mesih’i ölüme mahkûm ettikten sonra<br />

onu gösterip söylediği sözdür: İşte o adam! Bu yüzden bu cümle, mahkûmiyetin, işkencenin, ölümün,<br />

yalnız kalmanın metaforudur. Yalnız yürünen yol ve kalabalık içindeki teklik. O olma, diğeri, öteki…<br />

Ecce Homo olmayı göze almalı yol çıktığında öyleyse, öteki olmayı, yalnız kalmayı, kalabalığın izlediği<br />

ama sessiz kaldığı adam olmayı… ve eserin leitmotifi şu olur: Eli eli, lama şabaktani! Kalabalık içindeki<br />

yalnızlığı anlatır eser. Ve Jerusalem’deki bu yolculuk, bu gidiş ve dönüş, ilk gidiş ve dönüş’ü(cennet),<br />

ilk gidiş ve dönüş’ü(aile), gidiş ve dönüş’ü(Mesih İsa’nın) imleyerek çoklu bir yolculuğu tek bir yolculuk<br />

üzerinden anlatır. Bu yolculuk, yazarın sanata bakışının göstergesi olur aynı zamanda: Yolculuğu<br />

kendinden kurmacaya kaydırarak, sanatı bir’den çoğa ulaştırarak, kurgusundaki gerçeklikle kendi<br />

gerçekliğini farklılaştırarak, farklı karakterleri eserinde irdelerken onları kendi ötekisi gibi, öteki kendi<br />

yaparak.<br />

Esayan, “Sanatın da doğal itkisi içini açmaktır. Yalnızlığını paylaşmak, yalnızlığını paylaşarak<br />

çoğalmaktır. İnsan içini dökmek ister. O yüzden resim yapar, müzik yapar, anlatır, roman yazar. Diğer<br />

insanlar da öyle; kendimizi açmaya çalışarak yaşıyoruz. Burası önemli ama burda dahî bir mahrem<br />

sınırı olması gerekir. Çünkü mahrem bizim varlığımızın, özgünlüğümüzün, tekliğimizin sığındığı bir yer.<br />

Onun tamamen açılması ve her şeyin gösterilmesi işi bir pornoya dönüştürür. Farklılıkları eritip<br />

tektipleştirme olur. Durmamız gereken bir yer var. Ben bunun iyi ve gerekli bir şey olduğunu<br />

düşünüyorum.”[4] diyerek sanata bir sınır da çizer ve onu mahreminin ötesine taşıyarak eserle kendi<br />

arasında bir uzaklık oluşturarak eseri postmodern çizgiye taşır ve yazılıp bittikten sonra eseri<br />

okuyucuya bırakır. Artık yazar değil, Jerusalem’in kahramanıdır kendisini anlatan. Kimi yerlerde hangi<br />

parçanın yazara ait olduğunu merak etseniz de aslında bunun bilinmemesi kahramanın kurgusal<br />

gerçekliğinin en güzel yönünü oluşturur ve onu hayatımızın gerçekliğine dahil eder.<br />

İşte tam bu noktada, Jerusalem’deki sekiz yaşındaki bu çocuk, hayatınızın içinde, sizin bir tarafınızı<br />

oluşturan, özdeşlik kurabildiğiniz ve ondan yola çıkarak kendinizdeki farklı parçalara ulaşabildiğiniz<br />

tarafınız olur. Ben’iniz bir başkası olur. Onda sadece ben’inizi değil, sürgün ettiğiniz diğer parçalarınızı<br />

da bulursunuz. Ve bu parçalarınızı bütünleyemeden, onu ben’de birleştiremeden, hayatınızın<br />

parçalarında ben’inizi inşa edemezsiniz tam anlamıyla.<br />

Ve ona bir isim vermek gerekseydi, yazar hangi isimler arasında gitti geldi bilmiyorum ama ben ona,<br />

Hisus derdim. Küçük Hisus…[5] Yalnızlığının göğünde kalabalığı izleyen, küçük, mahzun çocuk…<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

41


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

[1] Arthur Rimbaud, Illuminations, Cehennemde Bir Mevsim, Çeviren: Erdoğan Alkan, Cumhuriyet<br />

Dünya Klasikleri Dizisi, Çağdaş Matbaacılık, Şubat, 2001.<br />

[2] Markar Esayan, Jerusalem, Timaş yayınları, İstanbul, 2011<br />

[3] http://www.sabah.com.tr/Cumartesi/2011/08/06/yazar-markar-esayan-buyumeyi-basaramamiscocuklariz<br />

[4] http://www.sabah.com.tr/Cumartesi/2011/08/06/yazar-markar-esayan-buyumeyi-basaramamiscocuklariz<br />

[5] Ermenice İsa<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

42


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Vefa Apartmanı / Sadık Yalsızuçanlar (Suzan Nur Başarslan)<br />

“ modern çağın gezgin derviş yazarı için”<br />

“hissediyorum ölümün<br />

gençleştirici akışını<br />

ve direniyorum fırtınalarının<br />

ortasında yaşamın cesaretle…”[1]<br />

Yalsızuçanlar’ın kaleminden bir yürek komşuluğu sızar her zaman,<br />

anlattığı kişiyle arasında oluşan ve bunu; yürek deryasına sızan<br />

kelimelerle aktarır. İç yolculuğunda hep konukları vardır. Konukları,<br />

onların yaşadıkları, cümleleri, izlenimleri… salınırken onun yürek<br />

coğrafyasında kelimeleri sizi bazen Anadolu’nun naif bir ezgisine, bazen<br />

yüzyıllar öncesinin hikmetine, bazen dünün serencamında izler bırakan<br />

dervişine, mürşidine, kâmiline, bazen de irfan damlasından içmiş bir<br />

filozofun durağına ulaştırır. Ama Sevgili’si her eserinde yüreğinin baş ucundadır, sohbeti aslında sizle<br />

görünürken O’nunladır.<br />

Size dünü bugünle anlatırken, “Gönül deniz dil kıyıdır. Gönülde ne varsa kıyıya o vururmuş. ” [2]<br />

sözünde olduğu gibi, yürek denizinden öyle büyük bir yürek ve zihin coğrafyasının taşıyıcılığını yapar<br />

ki, kıyıya İbn Arabi’den Heidegger’a, Harakani’den Wittgenstein‘a, Üstad Bediüzzaman Said Nursi’den<br />

Derrida’ya, Lale Müldür’den Nietzsche’ye, Yunus Emre’den Sartre’a, Hz. Mevlana’dan Schuon’a, Fethi<br />

Gemuhluoğlu’ndan Tarkovsky’ye, Kemali Baba’dan Zola’ya, Hacı Bayram- ı Veli’den Eliot’a, Sezai<br />

Karakoç’tan Dostoyevsky’ye, Nazım Hikmet’ten Goethe’ye, Tanpınar’dan Marx’a, Turgut Uyar’dan<br />

Hishamatsu’ya, Hatayî’den David Lynch’e, Cüneyd-i Bağdadî’den René Guénon’a, Mustafa Tatçı’dan<br />

Lao Tzu’ya, Pir Sultan Abdal’dan Flaubert’e, Feridüddin Attar’dan Şah İsmail’e … sayılamayacak kadar<br />

çok inci vurur. Kendisinin “Yazmak yaşamak, yaşamak yazmaktır.”[3] dediği gibi, yazar ve yaşar; yaşar<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

43


ve yazar. Eserlerinde kendi dünyası da görünür, ama bu görünürlük ol’ma hâlinin çilesinin<br />

göstergesidir, gölgesidir çoğu kez.<br />

Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Eserlerinin bir diğer özelliği ise anlattığı kişi ile, yapısal biyografi yazarının kurduğu ilişki -yazılan kişi ile<br />

yazarın kurduğu özdeşlik- gibi bir ilişki kurmasıdır. Zweig ya da Selim İleri gibi. Bu noktada Dem,<br />

Gezgin, Anka, Cam ve Elmas bu özdeşliğin en çok yansıdığı eserleridir, özellikle Dem ve Gezgin.<br />

Modern çağın gezgin derviş yazarı olan Yalsızuçanlar’ın keşkülünün / kaleminin özelliği; diyar diyar<br />

gezip yaşarken, yaşarken yazarken ve yazarken yaşarken, yollar arasında, ötesinde; iç ve dış arasında,<br />

ötesinde; olmakla ölmek arasında, ötesinde; okumak ve yazmak ikliminde yağmurunun, bereketinin,<br />

mürekkebinin eksilmemesidir.<br />

Tevazunun, kendindenliğin, huzur veren sûretin ve kendini sırlayan bir sîretin bütünüdür<br />

Yalsızuçanlar. Onunla yola çıktığınızda, ondan ulaşırsınız varılacak yere, anlatılan kişiye. Hayatlar öyle<br />

iç içe geçmiştir ki, hem o hem diğeri, hem iç hem dış, hem burası hem ötesi, hem geçmiş hem şimdi…<br />

kalemin ucundan kağıda akar. Kalemi tutan elin yüreğinin atışı, izidir anlatılan. Gözlerinizle dinlersiniz<br />

atışını yüreğin. Kalemin ve kelimenin, yazarın ve okurun yüreği iç içe geçer. Meriç nasıl yüreğinizi ve<br />

ruhunuzu daraltıp sizi çıkmaza sokmakta mahirse, Yalsızuçanlar da sizi genişletip yollar açmakta<br />

mahirdir. Ama o genişlemenin bir bedeli vardır; önce bedeli ödersiniz, daralırsınız, kıskıvrak<br />

bağlanırsınız kelimelerin zindanında, genişleme ardından gelir.<br />

Vefa Apartmanı’nda yazarın Tevfik İleri ile kurduğu özdeşlik Üstad Bediüzzaman Hazretleri ve İbn<br />

Arabî ile karşılaştırıldığında daha mesafeli. Saygılı, anlamaya çalışan, ama o olmaktan, onda kendini<br />

bulmaktan çok, kendindeki sorgulamaların öne çıktığı, İleri’nin anısı üzerinden bir dönemin neden<br />

olduğu sonuçların birey üzerinden anlatıldığı bir içerikle eser kaleme alınmış. Eserin ilerleyen<br />

kısımlarında bu yürüyüş cam kırıkları üzerinde yol almaya dönüşmüş yazarın yüreğinde. Zaman… cam<br />

kırıkları üzerinde yürümek gibi… diye yazıyor Yalsızuçanlar ve evet kanayarak yürümüş o yolu.<br />

Geçmişle ân’ı birleştirerek aldığı yol, neden yazıyorum’un sorgulamasına dönse de anılar dehlizinde<br />

zamanı kaybetmiş yer yer, onu birleştirerek, onu öteleyerek. İçindeki gürültünün ağırlığı bir yağmurla<br />

hafifler gibi görünse de kelimeleri tüm ağırlığınca eserde bırakmış yazar, yüreğini kelimelerde,<br />

kelimelerle bırakmış.<br />

Bu cam kırıkları ile yürüyüşte yüreğinden kıyıya vuran inciler şunlar:<br />

Lale Müldür, Saatler, Geyikler ve Leylirumi’den dizeler; Necip Fazıl, Zindan’dan Mehmed’e Mektup;<br />

Cahit Zarifoğlu, Yaşamak(hatırattan), Hızla Akan Irmak; Üstad Bediüzzaman Said Nursî, mektubu ve<br />

savunmasından; Hemşin deyişleri, 1985-86′da Erol Haberci tarafından derlenmiş; Ahmet Mithat,<br />

anekdot; Tevfik Fikret, Balıkçılar; Fethi Gemuhluoğlu, Dostluk Üzerine ve oğluna mektup; Politzer,<br />

Felsefenin Başlangıç İlkeleri; Nazım Kurşunlu, Dumanlıda Telaki Var, Fatih, Çivi Çiviyi Söker, Merdiven,<br />

İpler Elimizde Değil; Semih Kaplanoğlu, Bal; Leyla İpekçi, Ateş ve Bahçe; Asaf Halet Çelebi, İbrahim;<br />

Mustafa Özeren Efendiden alıntı; Heidegger, Tarihsellik; Hatayî, nefesler; Nazım Hikmet, Bugün Pazar;<br />

Necip Fazıl, Çile; Samiha Ayverdi, Yusufçuk, Sırra Yolculuk, İnsan ve Şeytan; Sabahattin Ali,<br />

Mahpushane Türküsü; Alvarlı Efe Hazretleri’nden anekdot; Niyazi Mısrî, nefesler; Wittgenstein’dan<br />

cümle; Turgut Uyar, Ayrılık, Islak Çeltik; Yunus Emre, ilahiler; Mustafa Kutlu, Mavi Kuş; Aslı Tohumcu,<br />

Taş Uykusu; Ümit Yaşar Oğuzcan, Beni Kör Kuyularda; Hacı Bayram Veli, manzume; Kenan Rıfaî’den<br />

anekdot; Sezai Karakoç’tan bir dize; Zeynep Yalsızuçanlar, şiir…<br />

Vefa Apartmanı, bir anı-roman; içindeki günce, mektup, deyişler, türküler, alıntı cümleler, ilahiler,<br />

nefesler, şiirler, menkıbeler, manzumeler, vecizeler, anekdotlar, filmler, kitap kapağı, metinlere ve<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

44


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

yazarlarına atıflar, fotoğraflar, ayet, hadis, kıssa, gazete haberi, izleme raporu, mahkeme tutanakları,<br />

şahitlikler… ile. Birçok türün iç içe geçtiği bu anı-romanda, kimi alıntılar aynen verilirken kimisi ise<br />

sadece hatırlatılarak verilmiş. Yalsızuçanlar, “Hani Hatayî buyurur ya, üryan kaldı.”derken okuruna,<br />

“Sen nefsini öldür olagör yeksan<br />

Varlık gömleğini eylegil üryan<br />

Yedi iklim dört köşede lâmekân<br />

Erenlerin sırrı Nur ile görüş” nefesini hatırlatır. Çoğu yerde, isim verilmeden alıntılanan dizeler<br />

arasında dolaşırken kimi tanıdık bir dizeye gelip, bildim bu şairi, deseniz de kiminde araştırma yapma<br />

ihtiyacına girersiniz yazarın ve anlatılan kahramanın dünyasına girebilmek için. Sadece bununla da<br />

kalmaz Vefa Apartmanı, Tevfik İleri ve ailesinin dünyasındaki birçok eser ve sanatçı ile de karşılaştırır<br />

okuru. İleri ailesinin dünyasına baktığınızda, Hatayî’den Mevlana’ya, Arif Nihat Asya’dan Yaman<br />

Dede’ye, Behçet Kemal Çağlar’dan, Namık Kemal’e, Samiha Ayverdi’den Cemalnur Sargut’a, Irving<br />

Stone’dan Derrida’ya, Kenan Rıfai’den Bediüzzaman Said Nursî’ye, Yahya Keman’den Necip Fazıl’a,<br />

Robert Hichens’ten Şadiye Osmanoğlu’na, Descartes’ten Suut Kemal Yetkin’e, Halit Ziya’dan Fuzulî’ye,<br />

Halide Nusret’ten Ahmet Hikmet Müftüoğlu’na… birçok isim ve eserle karşılaşılır. Yazarın ve ailenin<br />

bu zengin dünyası içinde yolculuk ederken, okur; yazarın, İleri’nin ve edebiyatın dünyasında kulaçlar<br />

atar. Kimi zorlanır bu yolculukta kimi de akıntı onu varması gereken sahile bırakır.<br />

Mekân, anlatıcı kişi ve anlatılan kişiyi aktarmak için iki düzlemde karşımıza çıkmış. Anlatıcı kişinin<br />

bulunduğu mekânlar; geçmiş ve şimdideki Ankara, Bolu dağı iken anlatılan kişi yani İleri ve ailesinin<br />

bulunduğu mekânlar Erzurum, Hemşin, Samsun, Çanakkale, Kayseri, İstanbul ve Ankara. Tüm bu<br />

mekânlar arasındaki merkezse, anlatıcı kişi ve İleri ailesini, geçmişle ânı buluşturan Vefa Apartmanı.<br />

Vefa Apartmanı bu anlamda, salt bir mekân olmaktan çıkarak tarihin tanıklığını yapan, yaşamış ve<br />

yaşanmışlığıyla varlık kazanan bir karakter gibi romana girmiş.<br />

Vefa Apartmanı, bugünden başlamış, Sadettin Öktem Hoca, onu anlatan öğrencisi ve Ali isimli<br />

kahramanı ile. Eser, Sadettin Hoca ve öğrencisi ile bitse de şimdi, Ali üzerinden anlatılmış. Ali, aynı<br />

zamanda şimdi ile geçmişi birleştiren bir işlev görerek okuru bugünde tutarken, Tevfik İleri’nin<br />

hayatını anlatma, aktarma işlevini de görmüş. Özellikle bu kısımlarda, yazarın tercih ettiği -yor/ -<br />

yordu’lu zaman kipi geçmişin şimdi yaşandığı izlenimi uyandırarak bugün’ü ve geçmişin bugün’ünü<br />

aktarmada eserin en başarılı yönlerinden birini oluşturmuş.<br />

“Gece bedenin kırık. Rahat uyuyamıyorsun. Abraham Lincoln’un hayatını anlatan Aşk Ebedidir<br />

romanına başlıyorsun… Sabah iyi kalkmıyorsun. Terlemişsin… Kahvaltıdan sonra Harbiye’de ve<br />

Yassıada’daki yemeklerin parasını ödemeniz için imza alınıyor. Haziran sonuna kadar yüzaltmış lira<br />

borcun tahakkuk etmiş…” (s:281) Eserde İleri’nin hayatı kronolojik olarak aktarılsa da, mektup ve<br />

güncelerde kronoloji takip edilmemiş ve anlatılan konunun seyrine göre konunun geçtiği zamana dair<br />

metinler seçilmiş.<br />

Anlattığı gerçek kişilerle roman, anı-roman özelliği gösterse de, Ali karakteri ile, kurmaca olma<br />

özelliğini de koruyarak iki farklı gerçeklik yaratmış. Tarihsel gerçeklik ve kurgunun gerçekliği.<br />

Kurgunun gerçekliğinde karşımıza çıkan Ali/anlatıcı kişi aslında yazarın kendi dünyasının yansıması.<br />

Hatta en sonda şiiriyle karşımıza çıkan Zeynep, yazarın kızı. Tıpkı “Madame Bovary benim!” diyen<br />

Flaubert gibi. Oysa nasıl Flaubert Emma’ya farklı bir karakter biçerek kendini ondan sıyırmışsa, yazarın<br />

yarattığı bu kahraman da hem odur hem de o değildir. Tıpkı aynadaki görüntümüz gibi, hem biziz hem<br />

de değiliz. Görünen biziz(sadece görüntümüz) ama görüntü biz değiliz.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

45


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Yazar eserinde bir metnin/konunun roman olması için ne gerekir’i sorgular, roman-günah ilişkisini<br />

açıklayarak (s:69). Yazdığı karakter bu gerekirliğin dışındadır ve insan beklentilerinin -roman için- çok<br />

uzağındadır çünkü. Roman ve günah… Bunu, Tanpınar ve Meriç de destekler şu tespitleriyle.<br />

Tanpınar, “Müslüman dininin ilk günahı kabul etmemesi, binaenaleyh insanın baştan mahkum<br />

olmaması, …dinde günah çıkarmanın bulunmaması ferdin kendi içine eğilmesini daima men eder.<br />

Medeniyetimizin gözü önünde gelişen Rus romanının büyük hususiyetlerinin Ortodoks kilisesindeki<br />

aleni itiraf müessesesine neler borçlu olduğunu biliyoruz.”[4] diyerek, roman türünün Batı’da hızla<br />

gelişip bizde sonradan ortaya çıkmasının sebeplerini belirtir, yani dini etki ve günah’a bakış. Meriç ise<br />

bunu “İnanmış bir toplumda, pürüzlerini yok etmiş bir toplumda, hayali çözüm yolları aramaya ihtiyaç<br />

duymayan bir toplumda romanın ne işi var?”[5] şeklinde belirtir ki, o da dinî etkinin romana<br />

etkisinden bahsederek romanla günah arasında paralellik kurar.<br />

Öyleyse yazar günah’tan beri duran, millet sevgisi ve aile babası olan kahramanını nasıl anlatacaktır?<br />

Burada bir başka kapı açılır önümüze.<br />

İsmet Özel’in;<br />

“Bize ne başkasının ölümünden demeyiz<br />

çünkü başka insanların ölümü<br />

en gizli mesleğidir hepimizin<br />

başka ölümler çeker bizi<br />

ve bazen başkaları /<br />

ölümü çeker bizim için.”[6] şiiri, başka hayatların bizi çekmesi, romanın neden bu kadar hayatımızın<br />

içinde oluşuna anlam verebilir, hatta Andı’nın dediği gibi, “ölüm” yerine “hayat” kelimesini<br />

koyarak[7] okursak, bu, romanın yazılış amacı, roman için ne gerekir’e cevap vermek adına yeterli bir<br />

açıklama olacaktır: Hayat ve ölüm. Gizli yüzlerimiz var. Kilitli odalarımız. Anılarımız, acılarımız…<br />

Tevfik İleri’yi de önemli yapan, anlatılmasını gerekir kılan, onun hayatı ve ölümüdür. Hayatını adadığı<br />

ideali “memleket sevgisi” ve o ideale kurban ettiği hayatı. Anlatılmalıdır ki, hayatından geriye şerefli,<br />

namuslu bir ad bırakan kişi iftiharla anılsın. Anıları, acıları kilitli odalar ardında kalmasın. Ayrıca,<br />

yaşadığımız toplumun genetik kültürü, mesnevi ve kasideler, münacat ve naatlar, mevlid ve halk<br />

hikâyeleri ile zengin bir mirasın zenginliğine sahiptir: Sevginin, doğruluğun, hakikatin, kahramanlığın…<br />

şiirsel anlatılarına. Ve bu gelenek romana taşınarak, romanı farklı bir alana taşımalıdır: Bizim olana,<br />

bizden olana, Hakikat’in alanına. Batı romanı, baba’yı öldürmek zorundadır, onu aşmak için. Türk<br />

romanı ise baba’sızdır - Osmanlıda roman yoktur, ilk örnekler Batı’dan taklit ya da uyarlamadır- ; bu<br />

yüzden Türk romanı Batı’ya ve geleneğine karşı çıkıp onu aşmaya çalışsa da, etkilenme endişesi[8]<br />

dönem dönem yaşanıyor gibi görünse de, günümüze geldiğimizde karşımıza çıkan sonuç, baba’dan<br />

nefret değil, babasızlık veya üvey baba sendromudur. Bizim olan, bizden olan ve hakikatle araya<br />

girmiş olan nefs perdelerinin sayısını azaltmak işlevine soyunan romanımız, geçmişini günüyle<br />

birleştirerek, geleneği evrenselle, hakikat’in kapısını çalarak ve bizi o kapıdan içeriye alarak, ona bu<br />

topraklarda yeni bir anlam yükleyerek kendine has bir libasla arz-ı endam eden bir roman hâline<br />

gelebilir. Bu noktada Yalsızuçanlar’ın romanları, bu sendromdan kendisini kurtarmış ve romanının<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

46


kendine has havasıyla onu hakikat’in alanına/hizmetine sokan romanlardandır. Tıpkı Vefa<br />

Apartmanı’nda olduğu gibi.<br />

Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Vefa Apartmanı Tevfik İleri’nin hayatıdır. Hemşinli Tevfik’in. Hafız Celal Efendi ve Fatma Hanım’ın oğlu<br />

olan Tevfik İleri İstanbul‘da Yüksek Mühendislik Okulu’nu bitirdiği 1933 yılında Vasfiye Hanım’la<br />

evlenmiş, ilk çocuklarını kaybetseler de sonraları Cahide, Cahit, Ayşe adlarında üç çocukları olmuştur.<br />

Öğrenciliğinin son yılında Milli Türk Talebe Birliği başkanlığını yapan İleri, mezuniyetten sonra<br />

Erzurum’da karayolları mühendisliği, Çanakkale‘de, Samsun‘da bayındırlık müdürlüğü yapmıştır. 1950<br />

seçimlerinde Demokrat Parti milletvekili olarak TBMM‘ye girmiş, Ulaştırma Bakanlığı, Milli Eğitim<br />

Bakanlığı, Devlet Bakanlığı ve Başbakan Yardımcılığı ve Bayındırlık Bakanlığı görevlerinde bulunmuş,<br />

TBMM başkanvekilliği de yapmıştır. Din derslerini ilkokul programlarına sokmuş, kapatılan İmam<br />

Hatip Liseleri‘nin yeniden açılmasına öncülük etmiş, Yüksek İslam Enstitüsü kurmuş, Köy Enstitüleri‘ni<br />

yeniden düzenlemiş, Atatürk ve Orta Doğu Teknik üniversitelerinin açılışını gerçekleştirmiş, Boğaz<br />

Köprüsü projesini ihale seviyesine getirmiş, ancak 60 İhtilâli nedeniyle proje yarım kalmıştır. 27 Mayıs<br />

1960 darbesinin ardından Yassıada mahkemelerinde idama mahkûm edilmiş, cezası ömür boyu hapse<br />

çevrilmiş, Kayseri bölge cezaevinde mide kanseri olması üzerine Ankara Hastanesine kaldırılarak, 31<br />

Aralık 1961 günü vefat etmiştir.<br />

İleri’nin günlüklerine, mektuplarına, çocuklarının özellikle de Cahide Hanım’ın anlattıklarına<br />

baktığımızda eşine aşkla bağlı, idealist, memleket sevgisiyle dolu ve onun için hizmet eden, ailesine<br />

emeklilik maaşı bırakabilmek dışında paraya önem vermeyen, yaşadıklarına “Allah kerim“dir diyerek<br />

inanç penceresinden bakan, hapisteki tüm o kötü koşullar içinde dahi, “nasıl şükürden acizim”<br />

diyebilen, imtihanda olduğunun bilinciyle Allah’a dualar eden, aile özlemiyle yanan ve elli kelimelik<br />

mektupları özlemle bekleyen, kaderine razı olan, adaletin O’nun huzurunda olacağını bilen ve yüksek<br />

mahkemesini içinde taşıyan, çevresini teselli eden, “İnsan olan ağlar.” diyerek ağlamanın<br />

kıymetinden haberdar, şerefini, haysiyetini, namusunu ayaklar altından kurtarabilmek için Allah’a,<br />

“en büyük hâkim olan milletime hesabımı vermeden beni hasta etme.” diye yalvaran, tek ümit kapısı,<br />

eğriyi doğruyu bilen Allah’ın kapısı olarak hesap gününü bekleyen iftihar edilecek bir insan, bir baba,<br />

bir eş o.<br />

“Size mal mülk, servet bırakmadım. Bütün hayatım boyunca bir tekaüdiye maaşı bırakmaya çalıştım.<br />

Tecelli eden Adalet onu da kuşa çevirdi. Ne yapayım. Kader böyle imiş. Yalnız, size şerefli, namuslu,<br />

erkek bir ad bırakabildim. Hiçbir zaman başınız yere bakmayacaktır. Bununla müteselliyim, siz de<br />

bununla iftihar edeceksiniz.” diyor ateşler içinde yandığı gecenin sabahında Tevfik İleri mektubunda.<br />

İşte Vefa Apartmanı’nda Sadık Yalsızuçanlar iftihar edilecek bir hayatın öyküsünü, adak olarak<br />

sunulan bir hayatı dile getiriyor. Zweig’in “Ne kaçınabilir, ne geri durabilir: Adaklar işaretlenmiştir.”<br />

ifadesiyle, adak olarak sunulan insanlar vardır insanlığa. Kurban olarak İbrahim’e teslim olan<br />

İsmail’dirler. Kelimeleri bıçak olur boyunlarını uzattıkları ama yazgı onlara bir koç göndermez<br />

göklerden, onları bu sunak taşında kurban olarak seçer.[9] Toprağa canlarını emanet ederler ama<br />

ruhun kanatları onları acele edip de erken geldikleri bu kış yerinden[10] asıl bahara taşır.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

47


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Ölüm tırtılı kelebeğe dönüştüren ipekten bir koza olmalı, ruhu bedenden kurtarıp onu yeni kanatlarla<br />

özgürleştiren… ve kimi insanlar ölümleriyle özgürlüğe kavuşurlar, hem ruhları hem de isimleri özgürce<br />

salınır hayatın içinde, dışında ve üstünde, İleri gibi.<br />

Tevfik İleri, Sadık Yalsızuçanlar’ın kalemiyle yeniden hayatın içinde. Hatta bizim hayatımızın<br />

ulaşamayacağı zamanlarda dahi onun içinde olmaya namzet. Kalemin vefası, zamanın ve insanın<br />

vefasıyla denk düşerse, birçok iklimde anılacak bir isim artık Tevfik İleri. Vefa Apartmanı’nın bir diğer<br />

vefa örneğiyse Vasfiye annenin ellerine ulaşmış olması ve onun bu esere tanıklık ettikten sonra<br />

cemâle gitmesidir. Ruhları şâd olsun…<br />

Ve vefanın, edebin, tevazunun, ismiyle müsemma olan modern çağın gezgin derviş yazarı öyle bir<br />

iklimin yağmuru ki,[11] gönül deryasının göğünde inciler saçan keşkülü, liri; sükût ve kelâm, naif ve<br />

üryan, daraltan ve genişleten, ölen ve olan, yok ve var, kelâm ve sükût…tur. Yağmur, cam, billûr,<br />

fanustan bir yazardır.<br />

Vefa Apartmanı incelemesini, romanın sonunda hissettiğim duyguyla bitirmek istiyorum. Çünkü<br />

romanı bitirdiğinizde o kadar farklı duyguları iç içe yaşıyorsunuz ki, kelimeler şairin[12] dediği gibi<br />

kifâyetsiz kalıyor. Romanın bitişinde okuruna yaşattığı duygu ise ancak Kleist’in şu dizeleriyle<br />

kelimelere dökülebilir:<br />

“…Bitiriyor şarkısını; bitmektir dileği onunla birlikte<br />

Ve bırakıyor lirini elinden gözyaşları içinde.”[13]<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

48


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Maya / Leyla İpekçi (Suzan Nur Başarslan)<br />

”kaktüs mezarlığındaki cam kırıkları üzerinde yürüyen Maya için”<br />

Maya Leyla İpekçi’nin ilk romanı. 1998 yılında Milliyet Sanat dergisinin<br />

düzenlediği “İlk Kitap, İlk Baskı” adlı roman yarışmasında birincilik<br />

ödülü alan Maya, gözden geçirilmiş yeni baskısıyla[1] bundan on üç yıl<br />

sonra İpekçi’nin hazırladığı önsözle yeniden okurlarıyla buluşmuş bir<br />

eser. İpekçi önsözde Maya’nın oluşumu sırasında etkilendiği ve Maya<br />

ile ünsiyet kurduğu eser ve filmleri anarak birçok esere ve filme<br />

göndermede bulunmuş: Agota Kristof’un Büyük Defter’inden, Romain<br />

Gary’nin Onca Yoksulluk Varken’ine, Joanne Greenberg’in Sana Gül<br />

Bahçesi Vadetmedim’inden Ingeborg Bachmann’ın Malina’sına,<br />

J.D.Salinger’in Çavdar Tarlasında Çocuklar’ından Nietzsche’nin Ecce<br />

Homo ve Böyle Buyurdu Zerdüşt’üne… filmlerden ise Carlos Saura’nın<br />

Besle Kargayı adlı filminden, Mike Van Diem’in Karakter’ine ve David Helfgott’un Shine’ına.<br />

Yazarın hayatından izler taşıyan Maya, onun yazarlığının başlangıcı, üslubunun ilk verimi, ona dair<br />

ipuçları barındıran bir eser. Önsözde kendisinin de “katmanlı yapı, iç ses akışı, hakikati metaforik<br />

olarak ele alma biçimi, bundan sonraki romanlarıma giden en kestirme yolu imliyordu şüphesiz.”<br />

şeklinde belirttiği gibi, gerçekten de İpekçi’nin eserlerinde karşımıza çıkan çok katmanlı yapı, roman<br />

kahramanının hakikatle kurduğu ilişki ve iç yolculuğu bu eserinde de kendisini gösteriyor. Hakikatle<br />

kurulan ilişki yazarda sonraları ben’den varoluş’a, varoluş’ta asıl neden’e dayanan bir serüveni içerse<br />

de Maya da bu ben’in kendini fark edişi, ona anlam yüklemesi, ben-dünya karşıtlığında arayış’a<br />

girmesi ve bu dünya’da ben’in yenilgisi, yaralanışı, var’amayışı ile özel bir yerde duruyor. Asıl neden’e<br />

ulaşmak için ben’in varması gereken yer’i imlemesi bu özel’liğin ilk unsurunu oluşturuyor. İkinci<br />

olarak İpekçi’nin kurduğu dil’le, çocuk dilinden ergen diline/günlük dil, ondan yetişkin diline, bunu<br />

yaparken günlük dili aşarak üst dile ulaşması ve sade, apaçık başlayan metnin metaforlar denizine<br />

dalması ve gerçekliğin, bilinçaltı gerçekliği ile karışarak kırılması ya da çeşitlenmesi(dış gerçeklik-iç<br />

gerçeklik-iki gerçekliğin iç içe girmesi), gerçeklik algısının çoğullanması metnin ikinci özel’liğini<br />

oluşturuyor. Gerçekliğin çoğullanmasını yazar, dili ve üslubuyla başarıyor. Üçüncü özel’liği ise, dil ve<br />

üslupla varılan bu işlevin, metnin temasını ya da kurgusunu taşıyan ve onu zenginleştiren,<br />

derinleştiren bir görev yüklenmesi. Maya sevgisiz, yalnız, şiddetle büyümeye çalışan, ol’amamış<br />

bireyin öyküsü, onu çocukluğundan geleceğine taşıyarak bu ol’amamanın sebepleri ile birlikte<br />

verilmesiyle. Burada dikkat çeken diğer unsursa, çocukluğun ve ilk gençlik döneminin sebeplerinin<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

49


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Maya’nın dilinden verilirken bunun acılar üzerinden sömürü amaçlı olarak kullanılması değil, acılar<br />

üzerinden bireyin yalnızlığında kendi gücüyle ayakta kalabilmesi ve kendi evrenini kurma arayışından<br />

vazgeçmemesini anlatmak için kullanılmış olması.<br />

Eser sadece iç dünyaya dokunmamış. Dış gerçeklik, geri planda/fonda karşımıza çıkan olayların<br />

Maya’nın gerçekliği ile verilmesiyle dönemin metne sızmasına yardımcı olmuş, 70′lerde çocukluğunu<br />

yaşayan, 80′lerde gençliğini geçiren kahramanın bu olaylara bakışı, ondan ‘kendince’ etkilenişi ile<br />

bütünlük içinde bir iç ve dış dünya verilmiş. Bu da kahramanın havada kalmasına engel olmuş ve<br />

soyut bir dünyada yaşayan bir karakter yerine, somut dünyada yer alan, dıştan ve<br />

evden/aileden/çevreden etkilenen, iç dünyasıyla dış’a karşı mücadele veren, bu mücadele esnasında<br />

kendi dünyasını, karakterini kurmaya çalışan bir kahramanın doğmasını sağlamış. Dış gerçeklikte<br />

karşımıza çıkan müzikler, bunların pikapla çalınışı, okunan kitaplar, televizyon, okul hayatı, siyasi<br />

olaylar, dışarı çıkma yasakları… tüm bunlardan etkilenen ve onları etkileyen bir kahraman Maya.<br />

Maya, Mehmet amcanın deyişiyle bal damlası’nın dünyasını oluşturan ve içe sızan dış etmenlerden<br />

bazı müzik eserleri ve kitaplar şunlar: Fatoş ile Basri, Güngörmüşler, Asteriks, Gizli Yediler, Afacan<br />

Beşler, Teğmen Langelot’un Serüvenleri, Kızıl Maske, cep fotoromanları, Hümeyra’nın 45′liği, Sessiz<br />

Gemi, Timur Selçuk’un bir şarkısı, Nilüfer ve Esin Afşar’ın parçaları.<br />

Eser iki ana bölümde karşımıza çıkmış: Anneden Utanmak (13 bölüm ), Babadan Korkmak ( 14 bölüm<br />

olarak ). Kısa ama yoğun bir eser. Maya’nın ikinci sınıfından başlayan zaman dilimi (8 yaş), onun 27<br />

yaşına kadar devam ederek, toplam 19 yılı içeren bir iç konuşma/monolog olarak karşımıza çıkıyor. Ve<br />

bu 19 yıl, üç ayrı dilin esere yansımasına neden olmuş: Çocuk dili, günlük dil ve üst dil. Mekân olarak<br />

çocukluğun geçtiği ev, okullar, Mehmet amcanın dükkânı, Arnavutköy’deki ev… dış ve iç mekânlarla<br />

İstanbul seçilmiş. Mehmet amcanın dükkânı, güven-sığınılacak yer-kaçış; çocukluğun geçtiği ev ise,<br />

kaktüs mezarlığı yani güvensizlik-dönüş şeklinde zıt konumlanmış ve bu iki mekân, çocukluğun<br />

merkezine yerleşerek Maya’nın bilinçaltında derin iz bırakmış yerler olarak karşımıza çıkmıştır: Kaçış<br />

ve dönüş, güven ve güvensizlik, ilgi ve ilgisizlik, huzur ve sıkıntı…<br />

Kaktüs mezarlığı, Maya’nın geleceğini etkileyen, korkularının merkezi olan, aşamadığı bir duvar, halıya<br />

sarılı bir ölü… şeklinde tüm sorgulamaların kaynağını oluşturur. “kaktüs mezarlığındaki cam kırıkları”<br />

Maya’da, aidiyetsizlik, yalnızlık, terk edilme, huzursuzluk, öteki olmak, normal olamamak… kısaca tüm<br />

bunların toplamının metaforudur ve ‘Çocukluk’u imler. Metaforlarla alınan yolculuk özellikle eserin<br />

ikinci yarısında bilinçaltı korkuların şimdi’yi etkilemesi esnasında kendisini yüzeye vurur. Bazen rüya,<br />

bazen kabus, bazen sanrı… şeklinde. İç ve dış gerçekliğin iç içe geçtiği bu bölümde olaylar gerçekliğini<br />

yitirir ve olayların Maya’daki anlamı metnin merkezine oturur. Yaşanmış olmaları değil, Maya’nın<br />

etkilenimi ve onları algılaması temayı çoğullar. Babanın ölümü de bu anlamda soru işareti olarak kalır<br />

okurda. Ama şu bilinir, baba ölmek zorundadır, kaktüs mezarlığından çıkabilmek için Maya’nın<br />

yapması gereken babayı gerçek/metaforik olarak öldürmektir.<br />

Maya bir türlü kaktüs mezarlığındaki cam kırıklarından yürüyüp de özgürlüğüne kavuşamaz. O geçmişi<br />

öldürmedikçe, onun akıl duvarındaki görüntülerini asılı olduğu duvardan indirmedikçe, aklını geçmiş<br />

için feda etmedikçe özgürlüğüne kavuşamayacaktır. Feda eder o da, aklı, geçmişi. Onları sonraya<br />

erteler, ama bu sefer onlarla baş aşağı kaymak için değil, hızla onların yanından geçmek için.<br />

Kim mi Maya? Anne ve babasından şiddet gören, onlar tarafından önemsenmeyen, önemsenmek, ilgi<br />

çekmek için kendisine zarar veren, mutsuz, sürekli evden kaçarak Mehmet amcanın dükkânına<br />

sığınan, arkadaşları tarafından alay edilen, kelimeleri, kavramları, davranışları iyi-kötü olarak kendi<br />

dünyasında kendince tek başına anlamlandırmaya çalışan, kimseye kendisini, yaşadıklarını<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

50


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

anlatamayan, kimi yalan söyleyen, kimi de hırsızlık yapan bir çocuk. Sevgi ve güven isteyen bir çocuk,<br />

her çocuk kadar; ama sevgi ve güveni diğer çocuklar gibi bulamayan, annesinin ölümüyle çocukluğu<br />

biten bir çocuk. Bu yüzden diğerlerini öteleyen, onların arkadaşlığını isterken onlardan uzak duran,<br />

onları küçümseyerek kendi savunma mekanizmasını kuran, güven ve sevgi açlığını yemek yiyerek,<br />

devamlı yiyerek kapatmaya çalışan bir çocuk.<br />

Diğeri, öteki, normal olmayan ama olmak isteyen… İlklerini hep tek başına yaşayan, sosyalleşmeye<br />

çalışan, değer görmek isteyen, öteki olmaktan kurtulmaya çalışan bir genç. Kendi çabalarıyla<br />

derslerinde başarılı olan, sınavlara giden, başkalarının yardımla gerçekleştirdiğini, kendi olanaklarıyla<br />

sessizce yerine getiren, arkadaş, sevgili, dost, baba, anne… gibi tüm aidiyet içeren kavramları tek tek<br />

yitiren ve her gün aynı eve, aynı yalnız, şiddet dolu, güvensiz eve, babaya dönmek zorunda kalan genç<br />

kız . “…benim için tam olabilecekken eksik kalmış bir aşkı simgeliyor. Devamına izin verseydim, hiçbir<br />

şey farklı olmayacaktı.” diyerek gençlik aşkını, mahkum olduğunu düşündüğü yalnızlığa dönüşle<br />

bitiren; kimi inatçı, kimi pervasız, kimi yanlışı bile isteye yapan, öç almak isteyen ama sonunda hep<br />

kendisi zarar gören biri.<br />

Büyüdüğünde kendi evini ve dünyasını kuran, belki de ilk defa onu farklı bir sevgiyle saran insanı<br />

geçmişinin cam kırıkları yüzünden kaybeden, ilk olamayan, öncelik isteyemeyen, “insan ancak<br />

yanında sırtını dayayabilecek biri bulduğunda dayanmaya ne çok ihtiyacı olduğunu düşünüyor” diyip<br />

sorgusuz birine dayanmak isteyen, dayanamayan “Bense sevdiklerim ıssız adalarda başkalarıyla mutlu<br />

olsun diye, hep kendi verimli topraklarımdan vazgeçtim. Öncelik istemekle, istisna olmakta geç<br />

kaldım.”[2] diyen bir genç kadın o. Sellere gömülmüş tarlayı beklemekten usanmayan sersem bir<br />

korkuluk gibi[3] bırakıldığını hisseden, oysa sevmek için sevgilerini hep geçmişte bırakmaya yazgılı bir<br />

kadın. ” …babaların bırakıp gitmeye hakkı yoktur.”[4] dese de bırakılan, defaatle bırakılan ve “…hiçbir<br />

çocuğun bırakılmasına, terk edilmesine izin veremem bundan sonra. Bir çocuğu bırakmak bir hayatı<br />

bitirmek gibi.”[5] diyerek çocukluğunu geride bırakamayan, Tan’ın çocuklarının yaşadıkları hislerin<br />

bilinciyle sevgisini gölgede yaşayan ve bu yüzden “Yine de kalbimin bir tarafı o kadar yalnız ki!”[6]<br />

diyerek hiçbir sevgide bütünlenemeyen, “Birlikte daha uzaklara gidebileceğim kimse yok.”[7]<br />

duygusuyla sevgi yolunu yalnızlığın gölgesinde yaşayan bir kadın. Çünkü sevdiklerini yokluğunda<br />

sevmeyi başarabilen biri Maya, annesini rüyasında görüp de mezarını ziyaret ettiğinde, ölüm ve<br />

sorgulamanın yaşandığı ân’ın ardından anladığı bu duygu, onun tüm sevgilerinin kılavuzu olur<br />

sonrasında. Tüm sevgileri yokluğa karışır, anılarında sevgi olarak imlenir, yaşamında sevgi varlığını<br />

kısa aralıklarla gösteren bir güneş gibi kalır, hemen batmaya yazgılı bir güneş gibi. Bu yüzden<br />

“…yokluğunda sevmeyi sürdüreceğim… Hem zaten insan sevdiklerini unutmuyor, sadece<br />

yokluklarında yaşamaya alışıyor.”[8]der, oysa sevdiği için üzülmeye razıdır, yoksa onu sevmiş olmanın<br />

ne anlamı kalır[9], diyerek.<br />

Annesini yitirir, Mehmet amcayı yitirir, Sarp gider, Baran biter, Tan gitmeye yazgılıdır, baba<br />

ölmek/gitmek zorundadır. Hayatını şekillendiren tüm insanlar, ellerinden kayar. “Neden hiçbir<br />

sevdiğime sahip çıkamıyorum? Nedir bendeki bu uğursuzluk? Bağlanmak istediğim herkes yok olup<br />

gidiyor.”[10] çığlığını atar Maya. “…ama eminim ki beni bıraktığı yerde olmayacağım… Kimseye ait<br />

değilim ben ve kimse için kendimden vazgeçmeyeceğim.”[11] diyen genç kız, kendisinden vazgeçer<br />

kadınlığında ama geçmişi onu bırakmaz. Yine de açık bir kapı vardır eserin sonunda Maya için. Tüm bu<br />

yokluk, güvensizlik, sevgisizlik… kısaca aşamadığı çocukluk, bu cam kırıkları, ay ışığında bir görünüp bir<br />

kaybolan bu koridorlar, yeniden cilalanacaktır; ama baş aşağı kaymak için değil, hızla yanından geçip<br />

gitmek için…<br />

Maya, Leyla İpekçi’nin ilk romanı, üslubuyla sonraki eserlerinden daha farklı bir yerde. Belki de<br />

kurduğu dil-karakter ilişkisiyle yazarın en sade ama yoğun, çocuk dilinden üst dile geçişiyle ve<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

51


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

gerçekliğin çeşitlenmesiyle çok katmanlı, ben-varlık sorgulamasıyla sonraki eserlerinin özünü içinde<br />

taşıyan, otobiyografik özellikleri barındırmasıyla yazarın dünyasına ait ipuçlar içeren, metaforik<br />

anlatımıyla (özellikle ikinci bölümde) olayı değil, hâl’i kurgulayan, ben’de öteki’ni bulan, ben’den<br />

çıkılan yolculukta iç-ben’i dış’la bütünleyen, temasını olaylarla değil, dil ve üslupla zenginleştiren,<br />

trajik olanı trajik olmadan anlatan, hâl’den çözüm üreten(hâlin kendisinin çözüm oluşu) ve<br />

var’amayışın var olmaya giden yolun kapısını açmasıyla… okunması gereken bir roman.<br />

Leylin karanlığının aydınlığa ulaşan kapısında şafaktan önceki karanlık Maya. İpekçi yolculuğunun ilk<br />

durağı. Hem İpekçi’nin, hem de okurunun…<br />

[1]<br />

Leyla İpekçi, Maya, Timaş Yayınları, İstanbul, 2011.<br />

[2]<br />

s: 141.<br />

[3]<br />

s: 116<br />

[4]<br />

s: 95<br />

[5]<br />

s: 88<br />

[6]<br />

s: 92<br />

[7]<br />

s: 83<br />

[8]<br />

s: 78<br />

[9]<br />

s: 133<br />

[10]<br />

s: 94<br />

[11]<br />

s: 78<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

52


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Liberalizmden Sonra / Immanuel Wallerstein (Mehmet Salih Demir)<br />

”Liberalizmden Sonra“, bir fütüroloğun<br />

yeryüzünde hâkim konumdaki liberal anlayışın<br />

ilerde bir gün sona ermesinin ardından,<br />

dünyanın alacağı yeni şekil ve gerçekleşmesi<br />

muhtemel hadiseler hakkındaki öngörülerin<br />

yer aldığı bir inceleme değil. Kitabın yazarı<br />

Immanuel Wallerstein, sosyalist bloğun<br />

dağıldığı ve her tarafta liberalizmin zaferinin<br />

kutlandığı bir ortamda, yani 1990′ların başında<br />

zaten bu süreci yaşamaya başladığımızı öne<br />

sürüyor. Sosyalistlerin sosyalizm için ağıt<br />

yakmaya, liberallerin ise ellerindeki “nihai<br />

doğruların” zaferinden göğüsleri kabararak<br />

gurur duymaya başladığı bir zamanda yazar,<br />

tam tersine aslında liberalizmin mezarının<br />

kazılması gerektiğini iddia ediyor. Doğrusu öyle bir atmosferde cesaret isteyen bir duruş bu.<br />

Wallerstein, tarihe bakışını oldukça geniş bir perspektif üzerine kuran bir yazar; olayları uzun vadeli<br />

belirleyen dip dalgaları anlamakta ve akışlarının yönünü kestirmekte oldukça mahir. Bir süre önce<br />

“Hayek’in Kölelik Yolu’nda otostop” yazısı vesilesiyle uzunca alıntı yapmıştık söz konusu kitaptan.<br />

Ancak ne kadar uzun olsa da alıntılar, Wallerstein’ın bu çalışması, daha dikkatli ve özenli bir okumayı<br />

hak ediyor. Birkaç kez gözden geçirdikten sonra ben de kitabın epeyce bir bölümünün altını çizdiğimi<br />

fark ettim. Kitabı okuduktan sonra kendinizi liberal, sosyalist ya da muhafazakâr olarak adlandırırken<br />

biraz daha dikkatli olmanız gerektiğini fark edeceğinizden eminim. Belki de bu sıfatlara hiç ihtiyaç<br />

duymadan kimliğinizi tarif etmenizin daha doğru bir tavır olduğunu düşüneceksiniz.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

53


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Kitabın ana tezi çok kısaca, SSCB’nin dağılışının sanılanın aksine aslında liberalizmin sonunu<br />

getirdiğidir. Bunu açıklamak için Wallerstein, doğmalarından itibaren dünyanın hem coğrafya hem de<br />

nüfus bakımından büyük çoğunluğuna farklı tonlarda renklerini veren liberal, muhafazakâr ve<br />

sosyalist ideolojilerin gerçek mahiyetlerinin ayrıntılı bir tahliline girişiyor. Müntesipleri tarafından<br />

çoğunlukla şiddetli itirazlarla karşılansa da, bu üç ideoloji arasındaki gizli akrabalığı görmek bir hayli<br />

ufuk açıcı ve ezber bozucu.<br />

Aktaracaklarımın bir kısmı kuru ve sıkıcı ansiklopedik bilgiler gibi gelebilir, ancak liberalizmin, tarihin<br />

iki yüz yıllık yoğun kalabalığı içerisinde nasıl olup da kendisine daima bir yol açıp, bugünlere kadar<br />

gelebildiğini gözler önüne sermek açısından önem arz ediyorlar; ayrıca bunun özgün ve farklı bir<br />

okuma olduğu kanısındayım.<br />

Hikâyeyi en baştan alalım. Birbirine taban tabana zıt olduğu düşünülen ve uğrunda taraftarlarını<br />

zaman zaman şiddetli çatışmalara sürükleyen bu ideolojiler, ilkin ne zaman doğdu? Nasıl bir zihinsel<br />

iklimin ürünüydüler? Yazar, başlangıç noktası olarak 1789 Fransız İhtilali’ni alıyor ve özellikle<br />

liberalizme tam tamına iki yüz yıllık (1789-1989) bir ömür biçiyor.<br />

I. Wallerstein’e göre Fransız Devrimi, on yedinci yüzyılın Newton’cu biliminin ve on sekizinci yüz yılın<br />

ilerleme kavramlarının ilahlaşmasını, kısacası modernlik denen şeyi ifade ediyor. Devrimin insanlar<br />

üzerindeki en önemli etkilerinden biri, değişimin, yeniliğin, ilerlemenin, bilhassa siyasi değişimin<br />

normalleşmesi, hatta kaçınılmazlığı algısı olmuştur. İnsanlık tüm yönleriyle sürekli değişiyordu,<br />

değişmeliydi, ilerlemeliydi. Son iki yüz yıllık dünya tarihinin ruhunu tarif edin deseler, hiç tereddütsüz<br />

din, dil, ırk, millet ayrımı yapmaksızın herkesin ilerleme fikrine duyduğu kati inançtır diyebiliriz. İşte<br />

bu yeni inanç, bir karmaşa ve telaş ortamına yol açtı. Mezkûr ideolojiler de, devrimin sonuçlarından<br />

olan bu yeni karmaşayı salimen atlatmak için halk yığınlarının geliştirdiği tepkilerdi. Her üç ideolojinin<br />

de aynı annenin çocukları olduğu daha en başından ortaya çıkıyor.<br />

Önce sahneye muhafazakârlar çıktı, devrimin ahlaki ve geleneksel değerleri aşındırdığı iddiasıyla.<br />

Geçmişe özlemlerini ifade ettiler ve bu anlamda “gericilikle” yaftalandılar. Sonra liberaller değişime,<br />

ilerlemeye olan kuvvetli inançları nedeniyle akılcı “reformlar” yoluyla “bireyi” mutlu etmenin<br />

yollarının aranması gerektiğini savundular. 1848 Devrimlerinden sonra da sosyalistler siyaset<br />

meydanındaki yerlerini aldılar.<br />

Liberaller kendilerini her zaman siyasi yelpazenin merkezine oturttular. En “mutedil”, en “evrensel”<br />

değerler/doğrular onların ellerindeydi. Çoğunlukla tuzu kuru, çöreği büyüklerin desteğini aldı<br />

arkasına; yani sayıca az ama nüfuzu ve parası çok olanların. Sosyalistlerle liberaller arasında amaçları<br />

bakımından baştan beri bir fark yoktu. Her ikisi de modernliğin nimetlerinden azami ölçüde<br />

faydalanmayı istiyordu. Tek fark, bunu gerçekleştirmek için sosyalistlerin ilerlemeyi biraz daha<br />

hızlandırmak adına devrimci bir yol benimsemiş olmalarıydı, o kadar. Muhafazakârlar da zamanla,<br />

yavaş ve temkinli olmak kaydıyla ilerlemeye inanmaya başladılar. Bu iki ideoloji gitgide liberalizmle<br />

yakınlaştı ve böylece onun varlığını sürdürmesini çok kolaylaştırmış oldular. İktidarda olmadığı<br />

zamanlarda bile, farklı kılıklarda hep liberal ideoloji vardı başta.<br />

Liberalizmin muhafazakâr bir cübbe altında kendini nasıl gizleyebildiğine Türkiye’den örnek<br />

verebiliriz. Türkiye’de dindar kesimin yakın siyasi tarihimizde hayırla yâd ettiği dönemlerin, liberal<br />

ruhun en canlı olduğu zamanlara karşılık geldiğini hatırlayalım. Alt sınıfa mensup büyük kitlelerin<br />

çevreden merkeze aktığı ya da İslami kesimin iktidarda pay sahibi olmaya başladıkları şeklinde<br />

sosyolojik analizler yapılırken, aslında bir şekilde halkın dikkatinden gizlenen şey, liberalizmin bu<br />

kesimlerin desteğini almak için kılık değiştirmiş olduğu ve muhafazakâr ile liberal ideolojilerin gayri<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

54


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

meşru evlilikleriydi. Muhafazakâr kesim ya da alt sınıflar tüm idealleriyle, hayalleriyle ve projeleriyle<br />

kendilerinin iktidarda olduklarını vehmederken, esasen suflörlüğü liberal doktrin yapmıştır. Ambalaj<br />

aynı kalmış olsa da muhteviyat büyük oranda değişmiştir.<br />

Her üç ideolojinin ortak karakterini sadece devlet karşısındaki tutumlarına göz atarak dahi<br />

anlayabiliriz. Tüm bu ideolojiler, devlete karşı her zaman toplum/halk yanlısı olduğunu öne sürerler.<br />

Liberallere göre devlet birey aleyhine kötüdür, muhafazakârlara göre devlet geleneksel gruplar<br />

aleyhine kötüdür, sosyalistler için ise devlet toplum aleyhine sadece burjuvanın yürütme organıdır.<br />

Ne zamana kadar peki? Tabii ki iktidarı ellerine alıncaya kadar. Çünkü siyasi programlarını<br />

gerçekleştirmek için “geçici olarak” devlete ihtiyaç vardır ve bunun için mücadele edilmelidir.<br />

İktidara geldikten sonra ideolojilerin mahcup bir edayla durumlarını meşrulaştırmak için devlete<br />

yükledikleri anlam da değişiyor hemen. Devlet, liberallere göre bireyin haklarının gelişmesi için;<br />

muhafazakârlara göre geleneksel hakları korumak için; sosyalistlere göre ise toplumun genel iradesini<br />

yansıtacak şekilde hareket edeceğinden gereklidir. Bu “dönüşlerinin” neticesinde ne oluyor? Modern<br />

bürokratik devlet, hangi ideoloji başa gelirse gelsin her seferinde biraz daha güçleniyor ve<br />

palazlanıyor. Kime karşı? “İnsana” karşı elbette.<br />

Peki, nasıl oldu bu; bir buçuk asır boyunca dünya üzerinde hayatiyetini nasıl devam ettirebildi,<br />

liberalizm? Cevap: halk yığınlarına göz boyayıcı tavizler vererek ve sisteme entegre edip<br />

uysallaştırarak. “Hiçbir şeyin değişmemesi için her şeyin değişmesi gerektiği” kuralı devreye girdi. İlk<br />

taviz genel oy hakkı ve refah devleti oldu. Bu yollarla yığınlar iktidarda pay sahibi oldukları vehmiyle<br />

avutulmalarının yanında, ekonomik artı değerden hak ettikleri payları yeteri kadar aldıklarına<br />

inandırıldılar. Halklara ayrıca en fiyakalısından bir “milli kimlik” gömleği giydirilince, uysallaştırılmaları<br />

ve güdülebilmeleri çok daha kolay oldu. Önemle hatırlatırım ki, pek çok ülkede bu işlerin ekseriyeti,<br />

liberal partilerin iktidar dönemlerinde gerçekleşmedi. Ancak liberal zihniyet hep gizli başroldü.<br />

Yazar teknoloji modernliği ile özgürlük modernliğini birbirinden ayırarak ele alıyor ve böyle yapmakla<br />

çok can alıcı bir noktaya temas ediyor. Liberalizm, “ötekilerin” teknolojik anlamda modernleşmesine<br />

pek ses çıkarmamıştır, hatta desteklemiştir diyebiliriz. Bu onun, özgürlük anlamında modernleşmeyi<br />

hasıraltı edip gözden uzak tutmasına yaramıştır. Özgürleşme modernliği her şeydir ve<br />

gerçekleştirilememiştir. Teknoloji modernliği ise aldatıcı bir tuzaktır. ( s. 134 )<br />

Ülke düzeyinde sıradan insanın, uluslararası arenada ise sömürülen güçsüz ülkelerin gerçek bir<br />

özgürlüğe kavuşmaları fikri, liberallerin sinirlerine dokunmuştur her zaman. Teknolojik<br />

modernleşemeye “evet”, özgürlüleşme anlamında modernliğe “hayır”… Bazı Asya ülkelerinin zengin<br />

ve teknolojik açıdan ileri ve modern olmalarına rağmen, hala gerçek bir özgürlük ile tanışamamış<br />

olmalarının nedeni budur bence. Ayrıca Arap Baharı dolayısıyla Batı dünyasının paniklemesinin bir<br />

sebebi de sanırım Arapların, mücadele yoluyla gerçekleştirildiğinde en hakikisinden bir özgürlük ve<br />

demokrasi elde etmeleri ve bu kazanımlarının kıymetini bilecek olmaları ihtimalidir. Hem ayrıca,<br />

hakkı, kendisine “verilen” değil, bizzat kendisi “alan”, “koparan” insanı gütmek, kontrol etmek eskisi<br />

gibi kolay olmayacaktır.<br />

Burada bir ara söz olarak önemine binaen demokrasi ve liberalizm ilişkisine biraz yakından bakalım.<br />

İşte Wallerstein’ın sözleri:<br />

“Demokrasi temel olarak otorite-karşıtı ve otoriterlik-karşıtıdır. Siyasi süreçte her düzeyde eşit söz<br />

hakkı ve ekonomik-sosyal mükâfatlarda akılcı reform vasıtasıyla kaçınılmaz ve sürekli bir iyileşme<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

55


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

vaadinde bulunan liberalizmdi. Demokrasinin derhal özgürlük talebinin karşısında, liberalizmin<br />

yaptığı öneri, ertelenmiş bir umuttu… Liberalizmin dayanağı, sunduğu umuttu. ( s. 47 )<br />

Liberalizm daima aristokratik bir doktrindi, “en iyinin yönetimini” öğütledi. Kuşkusuz liberaller “en<br />

iyi”yi öncelikle doğuştan gelen statüyle tanımlamamışlardır; bunun yerine eğitim başarısına göre<br />

tanımlamışlardır. Böylece en iyi olan, kalıtsal soylular değil, meritokrasinin üyeleriydi. Ancak en iyi,<br />

daima bütünden daha küçük bir gruptu. Liberaller tam da bütünün yönetiminden -demokrasi- kaçmak<br />

için, en iyinin yönetimini -aristokrasi- istediler. Demokrasi liberallerin değil, radikallerin hedefiydi…<br />

Liberalizmin bir ideoloji olarak ortaya konması, bu grubun egemen olmasını önlemek içindi. ( s.<br />

241)<br />

Tarihsel gerçeklerle uyumlu tespitler. Oy hakkını, iktidarda söz hakkı elde etmek isteyen ezilen alt<br />

sınıflar, hali hazırda bunlara sahip olanlardan ve onlara karşı talep eder. Nitekim öyle de olmuştur.<br />

Zaten ayrıcalıklı keyfi gıcırlar, durduk yere neden diğerlerine “oy hakkı” bahşetsinler ki?<br />

Arasöze bir arasöz daha açalım izninizle. Bir şeyden “hak” olarak söz etmeye başlamak bir ilerleme<br />

gibi kabul edilir genellikle. Ama durum kesinlikle göründüğü gibi değil. Tam aksine, herkes için var<br />

olan bir şeyin, artık bazılarının aleyhine bazılarının imtiyazı haline geldiği anlamını içerir. “Hak”, bir<br />

takım insanlar -ki genellikle çoğunluktur bunlar- bazı evrensel nesnelerden/şeylerden mahrum<br />

edilmeye başlandığı için söz konusu olmaya başlar. Örneğin bilgi edinme hakkı veya eğitim hakkı,<br />

birileri bundan uzak tutulduğu için bir ‘hak’ olarak adlandırıldı. Kadın haklarından, kadının maruz<br />

kaldığı şiddet ve dışlanma gözden sakınılamayacak kadar arttıktan sonra ancak söz edilir oldu.<br />

Bir toplumda çokça ‘hak’tan bahsedilmesi ve bunları korumak için kurumlar ihdas edilmesi, artık<br />

geçmişte kalmış olsa da toplumda özgürlüklerden uzaklaşma ve baskı eğiliminin ne denli güçlü<br />

olduğunun bir işaretidir. Pozitif, negatif ya da aktif hakların bu anlamda bir farkı yok. Aslında ileri<br />

demokrasinin göstergesi gibi sunulan “hak”ların bolluğu, tam aksi bir gerçeği ima etmekte.<br />

Hatırlayalım, “insan hakları”, savaş ve sömürgecilik aracılığıyla milyonlarca insanın boşu boşuna,<br />

anlamsızca ve zalimce katledilmesi sonrasında ortaya çıkmış bir kavram. 19. yüzyılda da liberalizm,<br />

demokrasiyi kerhen ve kademeli olarak bir mükâfat gibi vermiştir; eşitler arasındaki bir hak olarak<br />

değil. ( Önce küçük mülkiyet sahiplerine, sonra mülksüz erkeklere, en son ise kadınlara, tedricen oy<br />

hakkı tanınmıştır, Batı’da)<br />

I. Dünya Savaşı’na kadar vaziyet buydu. Akabinde de değişen bir şey olmadı. Bolşevik Devriminden<br />

sonra liberalizmin en güçlü rakibi olarak sosyalizm/Leninizm meydanda boy gösterdi; ya da öyle<br />

zannedildi. Amerika’da klasik liberal ilkelere dayanan Wilson’culuk, bireysel özgürlüğü uluslararası<br />

arenada “ulusların kendi kaderini tayin ilkesine” tahvil etti, refah talebini ise “ulusal kalkınmacılığa.”<br />

Leninizm de aynı ilkeleri, küçük yöntem farkları dışında aynen benimsedi.<br />

Sömürge ülkeleri “ulusal kalkınma” hedefleriyle oyalanmaya başladılar. Eğer çok çalışılır ve doğru<br />

devlet politikaları uygulanırsa, bir gün bu az gelişmiş ülkeler gelişmiş ülkelerle aralarındaki mesafeyi<br />

gerçekten kapatabileceklerini düşündüler. Bu ümit, iki kutuplu dünya sisteminin uzunca bir süre<br />

bozulmadan ayakta kalmasına yardımcı oldu. Fakat bu politika da iflas etti. Bir ya da birkaç ülkenin<br />

kalkınması mümkündür, ancak dünya üzerinde eş zamanlı bir kalkınma imkânsız. Çünkü “sermaye<br />

birikim süreci, artı değerin hem mekânsal olarak, hem de sınıflar açısından eşitsiz biçimde dağıldığı<br />

hiyerarşik bir sistemi gerektirir.” (s. 161 ) Her iki kutup da, bağlılarının bu umutlarını ve ötekine<br />

duyulan korkularını diri tutarak kendi varlıklarını kaim ve daim kıldılar.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

56


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Kısacası, her iki kutup da güçlerinin meşruiyetlerini birbirlerine borçluydu. Liberalizm ve sosyalizm bir<br />

madalyonun iki yüzü gibiydi. Kaderleri de bir… I. Wallerstein’in SSCB’nin dağılışının, varlığı kendi öteki<br />

kutbuna bağlı olan liberalizmin sonunu getirdiğini iddia etmesinin nedeni, işte tam da bu zımni<br />

ortaklıktır. Komünizmin çöküşü, bir ideoloji olarak liberalizmin nihai başarısının değil, liberal<br />

ideolojinin tarihsel rolünü sürdürebilme kabiliyetinin kesin biçimde zayıflayışını temsil ediyor. ( s. 11 )<br />

Bütün bu yüz elli yıllık dönem boyunca liberal aydınların durumu neydi? Onlar derin felsefi<br />

analizleriyle idealist bir tutum içinde bireyin tamamen özgür yaşadığı, liberalizmin en pür haliyle<br />

realize olduğu bir dünya hayal ede durdular; aynı anda büyük sermayedarlar ise devleti de arkasına<br />

alarak imtiyazlı mevzilerinden hiç ayrılmadan ” tabi, tabi aynen öyle, birey özgür olmalı; demokrasi<br />

süper, liberalizm şahane bir şey” diye diye deveyi havuduyla yutmakla meşgul oldular. Ve aslında<br />

aydınların hayal ettiklerinin tam zıddı bir dünya ortaya çıktı; her yerde ve daima, bugün olduğu gibi.<br />

Peki, şimdi ne olacak? Liberalizm, bu gerçekten yeni dünyada kendisine nasıl bir yer edinmeye<br />

çalışacak? “Hiçbir şeyin değişmemesi için her şeyi değiştirmeye çalışan” bir ideoloji, zihinlere sızmak<br />

ve/veya oradaki yerini muhafaza etmek için oy hakkı, parlamenter sistem, ulusal bağımsızlık,<br />

kalkınmadan sonra, insanlığa vereceği son ‘sus payı’ ya da ‘rüşvet’ ne olacak?<br />

Bu saydıklarımızın kötü ve arzu edilmeyen şeyler olduğunu kastettiğimiz sanılmasın sakın. Bunlar, bir<br />

toplumun hakiki özgürlüğü, demokrasiyi ve ekonomik refahı, onurlu ve adilce elde edebilmesinin<br />

önünde engel olacak şekilde sunuldular her daim; önce kendi alt sınıflarına, sonra da geri kalmış<br />

dünya ülkelerine. Bu gerçek, egemenlerin ikiyüzlülüğünü aklımızdan hiç çıkarmadan, ekonomik refah<br />

ve özgürlük konularında onlardan gelecek yeni düşünme biçimlerine, politik ve ekonomik önerilere -<br />

hatta belki dayatmalara- karşı temkinli ve dirayetli olmamızı gerektiriyor.<br />

Tüm ideolojilerin dayandığı zeminin kaydığı bir dönemde, diğerlerinin dışında liberalizm yine nasıl en<br />

avantajlı konumda kalacağının hesaplarını yapacaktır muhakkak. Birkaç yüz yıllık neredeyse genetik<br />

kodlarımıza işlemiş modern dünya paradigmasının ön kabullerinin dışında düşünebilmek zor olsa da,<br />

bunun imkânlarının araştırılması büyük önem arz ediyor. Aksi takdirde tarihi, farklı görünümler<br />

altında tekrar etmeye mahkûm olacağız.<br />

Kendi içlerinde ne kadar tutarlı olsalar ve tereddütsüz kabul edilecek bazı önermeler içerseler de, bu<br />

ideolojilerin içinde nefes aldıkları atmosfer artık başka bir atmosfer. Bu yüzden günümüz<br />

problemlerine kendi bütünlükleriyle çözüm üretememeleri ve bir kriz yaşamaları, gerilemeleri<br />

kaçınılmaz. Söz konusu ideolojilerin bir araya gelerek farklı versiyonlarını icat etmeleri boşuna değil.<br />

Sosyal demokrasi, muhafazakâr demokrat, hatta son dönemlerde ülkemizde solcu Müslümanlar vs…<br />

Bir türlü söz konusu zihniyet kalıplarının dışına çıkılamıyor. Sıklıkla duyarız: “artık Soğuk Savaş<br />

döneminin ezberleriyle düşünmeyin, dünya değişti” diye. Cümleyi şöyle kurmak daha doğru olur<br />

sanırım: “artık Fransız Devrimi’nin ezberleriyle düşünmeyin, dünya değişti.” Çok geç kalınmadan<br />

bugünkü anlamıyla kapitalist dünyanın sonrası için kafa yormalıyız.<br />

Türkiye özelinde konuşacak olursak, önümüzdeki yılların entelektüel tartışmalarının önemli bir kısmı<br />

liberal doktrin ile muhafazakâr, daha doğru bir ifadeyle İslami anlayış arasındaki uyum ya da çatışma<br />

noktaları üzerine olacaktır kanımca. Eski solcular sosyalizmin cenaze duasını okumakla ve hatıralarını<br />

yâd etmekle meşguller; biraz da geçmişin muhasebesiyle. Bundan sonraki dönemlerde memleketteki<br />

siyasi iklim nasıl olursa olsun İslam ve dindarlık, aydınlar açısından görmezden gelinemez, ihmal<br />

edilemez bir öğe olarak denklemde yerini alacaktır, almalıdır.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

57


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Ülkemiz açısından ayrıca şunu da belirtmeliyiz ki, büyüme oranlarının, ihracat rakamlarının, kişi<br />

başına düşen milli gelirin vs. olumlu seyri, gerçek bir özgürlüğün, adil bir sistemin teminatı değiller. Bu<br />

anlayış onlarca yıl ulusal kalkınma yanılsamasıyla gerçek özgürlüğün, refahın ve adaletin<br />

yakalanamamasına hizmet etmiş liberalce bir uydurmadır. Aldanmayalım. Türkiye’nin büyümesini,<br />

zenginleşmesini isteriz elbette; ama aynı zamanda bu gerçek hakkında yeterli farkındalığa sahip<br />

olmasını da.<br />

Teorik çerçevede devletin liberal ilkelere riayet etmesi, her zaman -aslında çoğu zaman- halk<br />

nezdinde herkesin tek tek arzu edilen bir özgürlüğe kavuşmasını garantilemez. Hukukun üstünlüğüne<br />

inanmak, iktidarı sınırlamak, her bireye eşit vatandaşlık hakları “vermek” vs. liberaller için özgürlüğün<br />

yeterli koşulları. Ancak tüm bunlara karşılık toplumda bir kesim hala dışlanıyor olabilir, özgür ve her<br />

konuda fırsat eşitliğine sahip olmayabilir. Bir şeyi zihinsel olarak kurgulamak ve sonrasında uygulama<br />

görevini devlete vermek, onun beklenen karşılığının toplumda tıpa tıp doğmasını sağlamaz. Liberal<br />

düşüncenin de gün gelip totaliter bir rejime dönüşebilmesinin bir nedeni de budur. ( Bkz: Özgür ol! Bu<br />

bir emirdir!)<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

58


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Islam Without Extremes / Mustafa Akyol (Mustafa<br />

Vardar)<br />

Türkiye’nin en aklıselim genç gazetecilerinden ve<br />

muhafazakâr basında hakikati nereye giderse gitsin<br />

kovalayan yegâne kalemlerden biri olduğuna inandığım<br />

Mustafa Akyol‘un ”Islam Without Extremes” yani<br />

mealen “Aşırı uçları olmayan İslam” adlı kitabını İngilizce<br />

metninden okudum. Böyle bir sosyolojik başyapıtı kısa<br />

bir makalede ele almak haksızlık oluyor. Alınıp okunması,<br />

kafası sürekli meşgul bir Müslüman zihni için mutlaka<br />

yapılması gereken bir egzersiz. Bugünlerde örneğine çok<br />

rastlayamayacağınız türden bir yapı sökümü çalışması.<br />

Doğru bildiğimiz yanlışların ve yanlış bildiğimiz doğruların beyanı…<br />

Bugüne kadar okuduğum en akıcı kitaplardan biri. Düşünce tutarlılığı, kavramları vasat ve anlaşılır bir<br />

biçimde açıklaması, yani eski tabirle su gibi bir anlatım berraklığına sahip olması, kitabın zamanın<br />

farkında olunmadan okunmasını sağlıyor. Sıradan bir ilgili okurdan akademisyene değin var olabilecek<br />

en geniş yelpazede herkese rahatlıkla hitap edebilecek kadar açık ve derin bir kitap.<br />

Temel olarak, İslam dininin ana kodu Kuran’ı Kerimde birçok kez çeşitli şekillerde tekrar eden akıl<br />

etmez misiniz? sorusunun niçin giderek siyaset kurumlarınca biat etmez misiniz? şekline<br />

döndürüldüğünü oldukça net argümanlarla açıklayan yazar, hadis ve çeşitli rivayetlerin gücünü<br />

kötüye kullanarak tiranlığın (bugünkü yıkılan diktatörlüklerin ve otoriter yönetimlerin) şeriat içinde<br />

nasıl hakim kılındığını tarihsel süreç içersin de detayda boğulmadan fakat yüzeysel de kalmadan<br />

aktarmayı başarmakta.<br />

Mustafa Akyol kitabın giriş bölümünde çekirdek İslam ümmetinin tecrübelerini ve Kuran-ı Kerimin<br />

geldiği toplumsal yapının güzel bir analizini yapıyor. Kuran neyi değiştirdi? sorusuna oldukça çarpıcı<br />

cevaplar veriyor.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

59


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Akyol, 12.yy başlayarak Müslümanların bir akli tutulma ve gerilemeye girdiğinin geleneksel/toplumsal<br />

nedenlerini, Bağdat’ın Moğollarca daha sonra Endülüs’ün Aragon ve Kastilya birliğince hunharca yok<br />

edilmesiyle de maddi nedenlerini düşünce tarihine bağlı kalarak işliyor. Burada da küçük bir eksik<br />

olarak Haçlılara hiç değinilmediğini belirtmek yararlı olacaktır. Gelenekselcilerin asıl zaferini sağlayan<br />

Haçlılardır. İslam dünyası, her canlının ve toplumun en temel refleksi olan “hayatta kalmak” adına<br />

giderek şiddetini ve barbarlığını arttıran bu onursuz saldırılara karşı “müctehid” den çok “mücahit”<br />

yetiştirmek zorunda bırakılmıştır. (Belkide hala devam etmekte olan bir olgu) Buda kitap içerisinde<br />

aktarılan tarihsel süreçte not edilmeliydi.<br />

Mustafa Akyol’un dokunduğu tarihsel ve felsefi konulara daha önce sosyal ve politik olarak hiç<br />

dokunulmadığına eminim. Mesela kadınların sünnet edilmesi gibi bir vahşetin İslami köklerden ne<br />

denli uzak ama kabile ve geleneksel dokunun nasıl bir devamı olduğunun tespiti önemli bir örnek<br />

kitapta. Kitap bu gibi eklektik geleneksel alaşımların dinin ana mesajından nasıl ayırt edilebileceğine<br />

dair de rehberlikte sunuyor. Kısaca bu konuda büyük bir boşluğu layıkıyla doldurduğuna kuşkum yok.<br />

İlerleyen kısımlarda Akyol, seküler otoriterlik ve şeriat otoriterliğinin nasıl aynı zihinsel iklimin ürünleri<br />

olduğunu tarih içinden kronolojik örneklerle bizlere gösteriyor. Böylece baskıcı otoriter bir kafanın<br />

neyi yorumlarsa yorumlasın, onu kendine benzettiği ve onu bir araç haline getirebildiğini görüyoruz.<br />

Kitabın yazılış amacı ve hedef kitlenin daha çok Batılı zihinler gibi gözükmesi sebebiyle bazı<br />

anlaşılabilir küçük derinlik eksiklikleri de var. Bu üslup, bir eksik gibi gözükse de belkide ümmet içinde<br />

kendine yabancılaşmış büyük bir topluluğunda metne nüfus edebilmesini sağlayacak. Bu olası faydası<br />

yanında bunların kitabın ana konusu olamaması (hatta başlı başına kitap konusu olması) nedeniyle<br />

kabul edilebilir eksiklikler olarak görüyorum. Yinede Türkçe kitapta bunlar eklenirse daha derin bir<br />

kavrayış için tetikleyici olabilir.<br />

Kitabı okumaktan büyük zevk aldım. Kaynakçanın detaylı olması ayrıca büyük bir hizmet. Kitabının<br />

kısa zamanda dünyada özellikle Batı’da temel bir referans kaynağı olacağını düşünüyorum. Tarihsel<br />

bağlamda getirdiği açıklamalar ve onların güncel yansımaları kesinlikle İslam hakkında oluşan büyük<br />

ön yargının parçalanması adına büyük bir hizmet gerçekleştirecek. Mustafa Akyol’un yaptığı işin atom<br />

parçalamaktan zor bir iş olduğunu herkes anlayamayabilir ama bu işi de layıkıyla yerine getirdiğini<br />

düşünmekteyim. Umarım bu kitap, konu hakkında daha da iyi kitaplar yazılmasına vesile olur. Bu<br />

kitap tam bir zihinsel yapı sökümü…bir silkinme… Batı için yazılmış bir metin gibi algılanıyor olsa da<br />

aslında her taraftan kuşatılmış bir ümmete kendi özündeki akli ve insani ilkeleri hatırlatma çabası.<br />

Kitabı satın almak için Amazon linki; http://www.amazon.com/Islam-without-Extremes-Muslim-<br />

Liberty/dp/0393070867<br />

İngilizce bilmeyen okurlar için müjde! Türkçesi çok yakında yayınlanacak.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

60


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Yeni Kapitalizm Kültürü / Richard Sennett(Mehmet Salih Demir)<br />

Richard Sennett‘in “Yeni Kapitalizm Kültürü” kitabı, Yale Üniversitesinde etik, siyaset ve ekonomi<br />

konularında yaptığı konuşmalarına dayanak teşkil eden notlarının derlendiği bir eser. İnce olması<br />

küçümsenmesine sebep olabilir, ancak bu tam aksine onun kıymetini arttırıyor. Başlı başına uzunca<br />

bir makale konusu olabilecek çok sıkı ve özgün tespitlerini çok çarpıcı birkaç cümle ile özetleyebilen<br />

Sennett, hiç sıkmadan ve yormadan nasıl sosyoloji yapılabileceğinin örneklerini veren bir yazar.<br />

Akademik incelemelerin tatsız tuzsuz soğuk dilinin aksine, edebi ve akıcı bir üsluba sahip. Güçlü bir<br />

anlatımı var. Zaten çalışmalarına bakınca üç tane de roman yazmış, çok üretken bir yazar olduğunu<br />

görüyoruz.<br />

Biraz yakından bakmak için eğildiğimiz kitap hakkında şunu en baştan belirtmeliyiz ki, “yeni<br />

kapitalizm” adlandırması bizi yanıltmasın: ‘Yeni’ tabiri, yeni olanın eskisinden köklü bir kopuşla<br />

bambaşka, yepyeni bir kapitalizm türüne evirildiği anlamına gelmiyor. Sadece kapitalizmin kendini<br />

sürekli kılabilmesi yeteneğinin bir tezahürü olarak, onun yeni bir safhasına girdiğini ifade etmekte bu<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

61


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

tanımlama. Diğer bir adı da “örgütsüz kapitalizm” olan yeni kapitalizme, esnek üretim anlayışı<br />

çerçevesinde, sadece zaman öyle icap ettirdiği için iş ve çalışma hayatının yeniden düzenlenmesidir<br />

diyebiliriz. Özünde değişen pek bir şey yok kısaca. Yüksek kar, sınırsız sermaye birikimi, verimlik,<br />

rekabet gibi kapitalciliğin en asli itkileri oldukları yerde öylece durmaya devam ediyor.<br />

Kitapta yeni kapitalizmin dönüştürdüğü kurumların/iş hayatının doğurduğu yeni kültür ortamında,<br />

bireylerin karşılaştıkları psikolojik ve ahlaki sorunlar analiz edilmiş. Sennett, 1970′lerden sonrasına<br />

tarihlenen bu kurumsal değişim devranını ve akabinde olanları mercek altına almaya şu soruyu<br />

sorarak başlıyor: “İçinde yaşadıkları kurumlar parçalanırken insanları hangi değerler ve pratikler bir<br />

arada tutabilir?” Ancak bu sorunun cevabının tamamının sadece bu kitabında olmadığını<br />

söylemeliyim. Aynı konuda yazılmış bir diğer kitabı “Karakter Aşınması”nda yazar, deneysel<br />

çalışmalarla daha sistematik ve detaylı bir biçimde yeni kapitalizmde işin kişilik üzerindeki etkilerini<br />

irdeliyor. Bu açıdan birbirini tamamlayan çalışmalar.<br />

Her iki kitabın sayfalarını çevirdikçe, hemen her düzeyde birçok özel şirket çalışanı tanıdıklarımın<br />

derinden yaşadıkları kıstırılmışlık, kapana kısılmışlık ve huzursuzluk hissini daha iyi anlamaya<br />

başladım. Onları yıpratan korku ve kaygılarının kaynağı hakkında fikir edindim.<br />

***<br />

Yeni kapitalizm kültüründe kurumların geçirdikleri değişimi çözümlemeden evvel Sennett, Weber’in<br />

“demir kafes” olarak isimlendirdiği bürokrasinin bir resmini sunuyor okuyucuya. 19. yüzyılın<br />

ortalarından itibaren şirketler, askeri örgütlenme modellerini uygulayarak nispi bir istikrar sağladılar.<br />

Bu modelde herkesin rütbesi, unvanı, tanımlanmış bir görevi ve yetkileri bulunmakta. Sivil toplumun<br />

militaristleşmesi süreci toplumların uysallaştırılmasında çok yararlı bir işlev gördü. Toplumsal<br />

hiyerarşide bir konumu olduğuna inandırılan işçi, kendini hiçbir yere oturtamayan işçiye göre çok<br />

daha az tehlikelidir. Ussallaştırılmış bürokraside mevkisi tanımlanmış birey, uysallaştırılmış bireydir.<br />

Toplumsal kapitalizm olarak adlandırılabilecek şeyin kurucu politikası işte buydu. Bunun en önemli<br />

faydası da bürokrasinin piyasaların istikrarsızlığı önünde bir engel olmasıydı. Çünkü karın sürekli<br />

kılınmasının yolu istikrardan geçiyordu.<br />

Yeni ekonomi bu bürokratik hapishanenin parmaklıklarının koparılmasıyla insanların daha özgür<br />

olacağı iddiasını taşıyordu. Oysa örgütsüz kapitalizmde kurumlar yeniden yapılandırılırken<br />

merkezileşmiş iktidar da yeniden biçimlendirildi. Merkez ile çevre arasında bürokratik olmayan bir<br />

hiyerarşinin kurulmasıyla otorite zayıflatılmış gibi görünse de, aslında iktidarın gücü azalmadı. İktidar<br />

sadece daha az görünür oldu, perde ardına gizlendi; elbette gelişen teknoloji sayesinde.<br />

Göz göze diz dize temasın yerini iletişim teknolojilerinin de gelişmesiyle daha dolaylı, ‘ses’siz, emir<br />

veren ve alanın gittikçe muğlâklaştığı bir örgüt biçimi aldı. Yeni şirket tasarımında işçi-yönetici-işveren<br />

arasındaki mesafe de sürekli arttırıldı. Otorite ve denetimin niteliği de değişti. Bürokrasinin katı emir<br />

komuta zinciriyle organize edilmiş şirketlerine karşılık, esnek çalışma yaşamının özgürlüğü arttırdığı<br />

yanılsaması oluşturuldu.<br />

Çoğu zaman bilgisayar ekranlarından yürütülüyor iş yaşamı. Şirket içindeki hemen hemen tüm<br />

ilişkiler ve iletişim bilgisayar ekranından sağlanıyor. Bürokrasinin aşılmaz duvarlarını yıkmak<br />

iddiasındaki yeni esnek şirket türleri, teknolojiden, aşılması imkânsız koskoca bir duvar ördü. Sağır,<br />

kör ama elleri ayakları sizi sımsıkı tutan canlı bir varlıkla karşı karşıyayız adeta. Size sadece iş emirleri<br />

yağıyor bilgisayarlarınızdan ya da akıllı cep telefonlarınızdan.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

62


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

“Kim bu yeni yönetici?” sorunuza tam cevap alamadan onun yerine bir başkasının geçmesi çok<br />

muhtemel. Ekranın diğer tarafında size iş paslayan, talebinize onay veren ya da reddeden kişi belki<br />

her gün otobüste, durakta ya da bir kafede karşılaştığınız biri. Ama birbirinizi tanımıyorsunuz. George<br />

Soros’un dediği gibi “insanlar ilişki kurmak yerine işlem tesis ediyorlar artık.” Kendisini seveceğiniz ya<br />

da kendisinden nefret edeceğiniz biri bile yok ortada. Belli bir şahıs değil çünkü o. Önceden açık açık<br />

tanımlanmış işlem protokolünün bir parçası sadece. Herkes gibi, bugün var yarın yok.<br />

***<br />

Eski kurumsal yapıların yıkılıp da yerine esnek örgütlerin ikame edilmesi Sennet’e göre üç toplumsal<br />

eksikliğe yol açmıştır: işçiler arası enformel güvenin azalması, düşük kurumsal sadakat ve kurumsal<br />

bilginin zayıflaması.<br />

İstikrar, güven ve dayanışma duygularını yitirmekle yüz yüze çalışanlar. İş arkadaşlığı gerçek bir<br />

arkadaşlık değil çoğu zaman. Bu durumdan yakınan pek çok insan tanıdım. Başkaca ortamlarda<br />

tanışma imkânı olsa iyi dost olabilecek insanlar, şirket içi rekabetin acımasızlığı içinde gizli rakiplere<br />

dönüşebiliyorlar. Davranışlarda sunilikten, gülüşlerde sahtelikten, takdir ve övgülerdeki<br />

samimiyetsizlikten muzdarip, çalışanlar.<br />

Toplumsal güven ve istikrar büyük yaralar aldı. Sıkı fıkı ömürlük dostluklara fırsat olmuyor. Örneğin<br />

bir bankanın herhangi bir şubesine üç sene arayla baktığınızda çoğu personelinin değişmiş olduğunu<br />

görürsünüz. Ya yerleri değişmiştir, ya da işten ayrılmışlardır. Kimse bir diğerinin yaşam öyküsünün<br />

bütününe şahitlik edemiyor. Böylelikle deneyim ve değer birikimi ve bunların aktarılmasına da imkân<br />

bulamıyor insanlar; bir anlatı oluşturamıyorlar. Esneklik, beraberinde kişisel ve toplumsal bütünlüğün<br />

ciddi derecede tahribatını getirdi. İlişkiler kırılganlaştı. İstikrarsızlık ve güvensizlik bireylerin ruhlarında<br />

kök saldığında, bütüncül ve dengeli bir kimlik ve karakter oluşumu zorlaşmakta.<br />

***<br />

Bu yeni kültür ortamı makbul/ideal insan tipini de değiştirdi. İnsanlara, kendilerini sürekli<br />

yenilemeleri, potansiyellerini arttırmaları salık veriliyor. Bu kurala uymayanlara yer yok. Hızlı değişim<br />

karşısında bir sabitesi, bilhassa ahlaki bir sabitesi olan insanların bu yeni iş hayatında uzun süre<br />

ayakta kalma şansları yok. İçine doğru derinleşebilen, sorgulayabilen, ilkeli ve kararlı bir biçimde belli<br />

değerler bütününün limanına demir atmış kişiler çabucak elenirler. Yeni tür makbul/ideal insan,<br />

yeniliğe açık olabilmeli, değişime ayak uydurabilmeli, risk alabilmeli ve en önemlisi bağımlı olmamalı.<br />

Sadakat fazlasıyla romantik ve irrasyonel bir tavır; hem işçi hem işveren açısından. Kendini bütünüyle<br />

adamak zihinsel ve toplumsal hareketliliğe ters.<br />

Çocukluğundan itibaren, kulağına, vakar, tevazu, teenni, sadakat, vefa, diğerkâmlık vb. güzel ahlak<br />

umdeleri fısıldanan bir kişinin bu yeni kültürde ömrü uzun olmuyor. Sahipleri, ortakları, yöneticileri,<br />

zikredilen bu ahlakları içselleştirdiklerini iddia eden insanlardan müteşekkil olsa dahi, şirketin<br />

menfaati, yani karlılığı, büyümesi söz konusu olunca, tiksindirici bir riyakârlık ve taklitçi bir bilgiçlikle<br />

size “realist” yüzlerini gösterebiliyorlar.<br />

Genç insanların karakter oluşumu sırasında, iş dünyasında kariyer yapmak için risk almak gerekliliği<br />

vurgulanır oldu. Üniversitelerde verilen eğitimi de genelde öğrencileri risk almanın başarıya giden<br />

yolda vazgeçilmez olduğuna ikna etmek yönünde. Bir öğrenci, memurluğu aklından geçiriyorsa şayet,<br />

karakteri hakkındaki yargının korkak, uyuşuk, riski sevmeyen, güvenlik arayışı içinde, zayıf iradeli vs.<br />

şeklinde olacağından çekinerek bunu ifade bile edemez. Makbul/ideal tip girgin ve atak olandır,<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

63


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

memurluğu tercih eden değil. Kriz dönemlerinde bunun tersine eğilimler gözlenmesi ayrı bir tartışma<br />

konusu.<br />

***<br />

Yeni kapitalizmde yetenek algısında da önemli değişimler meydana geldi. İstikrarsızlık ve sürekli<br />

değişim yeteneklerinizin kısa sürede demode olmasına yol açıyor. Bunun doğurduğu sonuç ise<br />

insanların tedirgin bir ruh hali içinde “işe yaramazlık kâbusu” yaşamaları. Bu kâbus ilk kez<br />

kentleşmeyle beraber ortaya çıktı. Toprağından koparılmış insanın kentlerde karşılaştığı ilk<br />

sorunlardan biri bu işe yaramazlık kâbusuydu. Herkes vasıfsız işçiydi. Eğitimle bir yetenek elde etmek,<br />

uzunca bir süre en önemli hedef olarak bu sınıf arasında rağbet gördü.<br />

Bugün de iyi bir eğitime rağmen bir kez kazanılan herhangi bir beceri bir ömür boyunca istihdam<br />

edilmenizi, işsiz kalmamanızı garanti etmiyor hala. Yeteneksizleşip ıskartaya çıkarılmak kâbusu sona<br />

ermiş değil henüz. İşe yaramazlık kâbusunu modern bir tehdit olarak şekillendiren üç kuvvet var<br />

yazara göre: küresel emek arzı, otomasyon ve yaşlanmanın yönetimi.<br />

Esnek örgütlenme biçiminde firmaların dünyada emeğin ucuz bir köşesine kolaylıkla<br />

konuşlanabilmesi, kendi ülkesindeki eğitimli işçinin yeteneklerini boşa çıkartabiliyor. Otomasyon, ya<br />

da makineleşme ise bu kâbusu besleyip büyüten en önemli etken bence. Bir işin ustası, onu el emeği<br />

göz nuruyla en iyi yapan kişi iken, makineleşmenin yaygınlaşması ile beraber, artık sadece o makineyi<br />

kullanabilen, hangi tuşun, düğmenin ne işe yaradığını bilen insan oldu. İnsanın yerine makinenin<br />

istihdam edilebilmesi işe yaramazlık endişesini daha da pekiştirdi.<br />

Yaşlanma ise bir diğer yetenek yitimi sebebi. Esnek örgütlenme biçiminde bireylerin istihdamını daim<br />

kılabilmesi piyasanın değişen koşullarına kendilerini uyarlama yeteneklerine bağlı. Yaşlandıkça bu<br />

esneklik ve kıvraklık kaybolur. Tecrübe birikimi de artık eskisi kadar önemli değil. Çünkü tecrübenin<br />

değeri, istikrarlı ve çalışanı ile uzun süre beraber yürüyebilen bir kurum türünün varlığını gerektirir.<br />

Üstelik taze becerileri ucuza satın almak eskisini eğitmeye yeğlenir genellikle.<br />

***<br />

Yeni kapitalizm kültürünün tüketim olgusu üzerinden farklılaşan bir yönü de var: Marka tutkunluğu…<br />

Bu tutkuyu besleyip sürdüren, kişinin tahayyülünde kurduğu benliğin asla tamamlanamamasıdır. Kişi<br />

alış veriş merkezleri arasında mekik dokur. Birbirinden çok az ayrı olan eşyaları satın almakla doyum<br />

arar. Satın alır, kullanır; kullandıkça tutkusu zayıflar. Gardırobu ağzına kadar doluyken insana giyecek<br />

pek bir şeyinin kalmadığını düşündüren hissin elektriği buradan geliyor.<br />

Sahip olduktan sonra sönen şevkinin bütünüyle kaybolmadan yeniden harlanmasını sağlanır. Reklam<br />

işte burada devreye girer. Reklamcılık insanların arzularını biçimlendirir ve sahip oldukları ile hiçbir<br />

zaman tatmin olmamış hissetmeleri sağlanır. Evet, tüketici kesinlikle bütünüyle tatmin olmamalıdır;<br />

buna izin verilmez. Ancak tatminsizliğinin bir gün sona erebileceğine dair inancının da ayakta kalması<br />

gerekli. Hem bir koşuşturma/harcama hem de için için hissedilen bir eksiklik/tamamlanmamışlık.<br />

Tüketici masum bir kurban değildir burada. İmaj oluşturma/markalaştırma çabasında üreten ve<br />

tüketen el ele vermiştir çünkü. Tüketime ve dolayısıyla üretime hız kazandıran gücün kaynağı<br />

burasıdır. Markalaşma, reklam, moda… Nefsimizle/zaaflarımızla işbirliği halinde hareket edip,<br />

tüketirken aslında kendi kendimizi tüketmemize neden oluyorlar. Köleliğin en hakiki hali budur<br />

bence…<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

64


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

***<br />

Yazıyı Richard Sennett’in kitabı hakkındaki kendi özet yorumuyla bitirelim. “Yeni kapitalizmin<br />

havarileri üç konuyu -iş, yetenek, tüketim- kendi ele alış biçimlerinin modern topluma daha fazla<br />

özgürlük kattığını iddia ediyor. Bu insanlarla aramdaki çekişme onların ‘yeni’ yorumunun doğru olup<br />

olmadığı konusunda değil; kurumlar, beceriler ve tüketim kalıpları gerçekten değişti. Benim iddiam,<br />

bu değişmelerin insanları özgürlüğe kavuşturmadığı.”<br />

Konuyla ilgili destekleyici birkaç okuma:<br />

Karakter Aşınması ( Richard Sennett)<br />

http://sbe.dpu.edu.tr/21/17.pdf<br />

http://www.sbe.deu.edu.tr/dergi/cilt10.say%C4%B11/10.1%20ayta%C3%A7%20ilhan.pdf<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

65


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Cemil Meriç’in Düşünceye Uzanışı: Saint-Simon*(Alper Gürkan)<br />

”On beş gündür kuru ekmek yiyorum. Odamda ateş yok. Kitabımın<br />

kopya masraflarını karşılamak için elbiselerimi de sattım. İlim aşkı,<br />

insanlığı mutluluğa kavuşturmak, Avrupa’yı buhrandan kurtarmak<br />

arzusu beni bu hale düşürdü. Niçin yüzüm kızarsın, eserimi tamlamak<br />

için yardım istiyorum…”<br />

Çaresizlik içinde yazılmış bu satırlar fakirlikten boğulan bir<br />

mütefekkirin, Saint-Simon’un kalemindendir. Ömrünü adadığı<br />

fikirlerini, yazılarını, kitaplarını bastırmak için çabalamış durmuştur.<br />

Tıpkı, Türkiye’de bir asır daha yazılmayacağına inandığı bu düşünürü<br />

anlatma ihtiyacı hisseden Cemil Meriç’in uğraşları gibi. O da kitabını<br />

yayımlayabilmek için benzer sıkıntılar yaşar: Ümit Meriç’ten<br />

öğrendiğimize göre kimse kitabı basmak istemez, kendisi bastırmaya<br />

niyetlenir, sonra Vedat Günyol talip olur, dili tırpanlar, üslûbu yok eder, epeyi uğraşır velhasıl…<br />

İlham verici bir fikir adamı olan Lütfi Bergen, belki de buradan hareketle bir yazısında Meriç’le Saint-<br />

Simon arasındaki bazı benzerliklere değinir. “Sefalet, işsizlik, ilim adamı yalnızlığı…” [i] Bu durum,<br />

esasında bu iki önemli düşünürün kaderlerinin ve eserlerinin menfî ve müşterek paydasıdır. Nitekim<br />

ümitsizlikten intihar eden ve bir gözünü kaybeden Saint-Simon’un çıkardığı Endüstri Sistemi için Meriç<br />

şöyle yazar: “Hep aynı düşmanca sessizlik, hep aynı rezil ilgisizlik…”<br />

İlginç birisidir Saint-Simon: Bir Malta şövalyesiyken geleneklere meydan okuyup liberal öğretilere<br />

sarılır, asker olur, Amerikan Bağımsızlık Savaşı’na katılır, yaralanır, dönüşte Meksika’da iki okyanusu<br />

birleştirecek bir proje hazırlar ama ilgi görmez, 1789′da köylülerden yana devrim safındadır,<br />

kontluğundan feragat eder, satın aldığı toprakları köylülere dağıtır, ömrü boyunca aç biilaç yaşar,<br />

dergilerini çıkaran liberal finansörlerle sosyalist fikirleri yüzünden arası açılır, sosyolojinin ilmî<br />

temellerini atar, fikirleri uğruna karısından ayrılır.<br />

”Bütün velîler gibi tanınmadan yaşadı, küçümsendi ve ölünce ışık oldu…”<br />

İlk sosyolog<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

66


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Sosyoloji Notları’nda Cemil Meriç’in “Araplarla gelen müsbet ilimlerin kilisenin duvarlarında gedikler<br />

açması“na dayandırdığı Fransız Devrimi, Giddens tarafından çağımızın politik dönüşümlerinin bir<br />

sembolü olarak kabul edilir. Çünkü Devrim’le beraber toplum baştan aşağı yeniden şekillenmektedir.<br />

Batı, feodalizmden kapitalizme ya da gelenekselden moderne doğru bir evrim geçirmektedir.<br />

Tarihte ilk defa olarak “sanayi” vasfıyla tesmiye ettiği bu toplumu, içinde bocaladığı anarşiden<br />

kurtarmak ister Saint-Simon. Bunu yaparken, Durkheim’e göre XVIII. asrın filozoflarının hayalî, ütopik<br />

sistemleri yerine hakikati inceleyip geleceği sezmeye çalışır, devrimden sonra Fransa’yı hangi sosyal<br />

düzenin huzura kavuşturacağını araştırır. Metafizik felsefenin şekilci genellemeleriyle bilimlerin dar<br />

uzmanlık alanları arasında yeni bir düşünceye yer açılabileceğini ilk olarak Saint-Simon’un öne<br />

sürdüğünü yazar. Umumî kültürle, manevî düzeni tesis etmek, sonra pozitif metodu kullanarak,<br />

toplumu doğa bilimlerinin bir nesnesi gibi ele alarak yeniden inşa etmek amacındadır. Böylece madde<br />

ilimleriyle insan ilimleri arasında fark kalmayacaktır. Bu yüzden Durkheim’e göre, sosyolojinin<br />

kurucusu olarak pozitif sosyoloji yönteminin Comte’a atfedilmesi bir hatadır: “Yeni bir tarihî metod,<br />

pozitif felsefe, sosyalizm… Hepsini tek kelimede toplamıştı Saint-Simon: Endüstriyalizm.” O, bu yeni<br />

ilme “sosyal fizyoloji” der. Sonra talebesi Comte tarafından adı sosyoloji diye ilan edilir.<br />

Meriç’e göre Saint-Simon Endüstri Devrimi’nin ve sosyalizmin ideologu olmakla beraber sosyolojinin<br />

kurucu düşünürleri olan Comte, Durkheim ve Marx’ın da hocasıdır. Bazıları tarafından Saint-Simon’un<br />

gerçek devamcıları olarak Proudhon ve Marx anılır yalnız. Onlar Comte’u pek hayrla anmazlar:<br />

Birisinin “okudukça midemi bulandıran hayvan“, ikincisinin “ilmine saygım yok” dediği Aguste Comte<br />

da hocasını saygıyla anmaz. Saint-Simon için “hiçbir borcum yok o adama, kendisinden hiçbir şey<br />

öğrenmedim” diye yazar. Ama bu Meriç’i tatmin etmez. Ona göre, düşünce tarihinde Ödip<br />

kompleksinin en şaheser örneği ya da bir Yahuda İskaryot olan Comte, ölünceye kadar aynı vehmin<br />

kurbanı olarak kalır: Orijinal değildir, belki üslûp onundur ama fikirler Saint-Simon’undur.<br />

On dokuz yaşında mühendislik okulundan kovulan Comte, ümitsiz ve işsizken sığınır Saint-Simon’a.<br />

Önce sekreteridir, sonra yazı arkadaşı olur, üstadın yıllardır tekrar ettiği fikriyatını geliştirir, beraber<br />

yeni bir felsefe geliştirmeye gayret ederler, ceza mahkemesinde beraberce müdafaa hazırlarlar. Yolun<br />

başındayken yazdığı mektuplarda, “tanıdığım en olgun insan, tutarlı, âlicenap, er geç anlaşılacak bir<br />

düşünür” diye metheder hocasını. Sonraları, “hayâsız cambaz, her türlü değerden mahrûm bir<br />

şarlatan” diye yazar…<br />

”Tarihin çökmeye mahkûm ettiği müesseseleri yerle bir eden Fransız Devrimi” ve endüstriyle ilgili<br />

incelemeler yapan Saint-Simon, çağdaş toplumu endüstriye dayanarak yorumlayan sosyal bir felsefe<br />

kurmak amacındaydı. Tüm hedefi, ilmî metod olarak kabul ettiği pozitivizmi sosyal hayata uygulamak<br />

ve bu ilme dayanan bir politika kurmaktı.<br />

Meriç, Saint-Simon’u incelerken onun sosyolojinin de çekirdeğini oluşturacak araştırmalarının<br />

odağına bakar, ütopik sosyalistlere. Yani en iyimser yaklaşımla, Saint-Simon kadar ütopist olan ve<br />

çağdaş Batı düşüncesini belli bir sınıfın belli bir dönemdeki ihtiyaçlarına göre ayıklayan ve aktaran bir<br />

fikir adamı olan Marx’tan önceki tüm sosyalistlere…<br />

İlk sosyalist<br />

Saint-Simon da diğer sosyalistler gibi doğuştan gelen hiçbir imtiyazı kabul etmez; endüstriyel eşitliği<br />

savunur, herkesi topluma kattığı değer ölçüsünde kıymetlendirir. Marx’tan evvel “mülkiyette<br />

değişiklik yapılmadan toplum düzeninde herhangi bir değişiklik yapılamaz” diye yazar. Mülkiyet<br />

çalışanların olacaktır ve herkes çalıştığı kadarıyla yetinecektir. Vatandaş kavramını soyut bulur, bunun<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

67


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

yerine toplumu üreticilerden müteşekkil görür. Toplum, bal arıları ve eşek arılarından oluşmaktadır<br />

ona göre. Çalışan sınıfı ön plana çıkarır ve aylaklar olarak nitelediği toprak sahipleri ve askerleri<br />

mülkiyetten mahrûm eder. Rekabetin yerine işbirliğini koyar, tüketimi üretimin emrine verir. Bu<br />

sebeple iktisada yeni bir vazife yükler ve fakirleri göz önünde bulundurarak toplumu yeni baştan<br />

düzenlemek ister.<br />

Toplumun her yönden yenilenmesi icap etmektedir ona göre. Önceki asrın filozoflarının inançları<br />

yıkmaktaki aceleciliği manevî temeli çökertmiş ve toplum darmadağın olmuştur çünkü.<br />

Endüstriyalizmin manevî bir arka plana da ihtiyacı vardır. Bu sebeple modern ilimlerle çatışan<br />

Hıristiyanlığın çökeceğini söyleyip toplumu etik temelinde yeni bir Hıristiyanlık anlayışına davet eder,<br />

hümanist bir panteizmdir bu aslında…<br />

Meriç’e göre, kendi tarihiyle hesaplaşan Batı’nın derslerine kulak verilen iki hocası vardır, Proudhon<br />

ve Saint-Simon. Çağımızın gerçek habercisi dediği Saint-Simon’un yaşamı ve düşüncelerine<br />

odaklanma sebebiyse, onu bir asrı dolduran düşünce olarak nitelemesidir, çünkü çağımız onunla<br />

başlamaktadır. Ona göre, “Saint-Simon’a kadar hiç kimse insanın iktisadî ve sosyal faaliyeti üzerinde<br />

böylesine ısrarla durmamış, emeği öylesine yüceltmemiş, aylaklığı yermemiştir.”<br />

Ki kendisi de Kırk Ambar’da Saint-Simon’la ilgili bu eseri, devrim sonrası Fransası gibi bir fetret<br />

dönemi yaşayan Türkiye’nin alt üst olmuş değerler levhasına bir katkı, bir aydının Batı düşüncesine,<br />

düşünceye uzanışı olarak niteler.<br />

* Cemil MERİÇ, Saint-Simon: İlk Sosyolog, İlk Sosyalist; İletişim Yay.,İstanbul, 1996<br />

1[1]Lütfi Bergen; “Cemil Meriç’in Endüstriyalizmi: Saint Simon”<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

68


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Kötülük’ten Güzellik çıkar mı? – C.Baudelaire’in şiirleri,<br />

O.Dix’in gravürleri (Mehmet Yılmaz)<br />

“Meşhur ozanlar şiir diyarının çiçekli bölgelerini çoktan<br />

bölüşmüşlerdi. Kötülük’ten Güzellik’i çıkarmak ise zordu. Gene<br />

de hoş geldi bana bu durum.”<br />

Böyle demiş Baudelaire. Demiş ve zor bir soruyu miras olarak<br />

bırakmış ünlü kitabı “Kötülük Çiçekleri” ile. Elle tutulur, gözle<br />

görülür bir Kötülük gerçekten var mıdır? Yani İyilik’in zıddı<br />

olarak, bir anti-madde gibi Kötülük’ün varlığından söz edebilir<br />

miyiz?… Bu o kadar net değil. (Bkz. Kötülük’ün zıddı İyilik değildir bahsi, Derin Zaman kitabı )<br />

Mesele zaten kitabın isminden itibaren başlıyor: Kötülük Çiçekleri. Zira orjinal metindeki “Les Fleurs<br />

du Mal“ soyut bir kötülük değil şeytan, iblis vb anlamlara geliyor Fransızcada. (örn. malin) Başka<br />

dillere çevirenler de böyle düşünmüş olmalı, ingilizce başlık “Flowers of Evil“. Zaten şairin kendisi de<br />

söylüyor:<br />

“Her insanda sürekli iki arzu vardır; biri Tanrı’ya doğru, öteki şeytana doğru. Tanrı’ya sığınış, bir<br />

yükselme isteğidir; şeytanın yahut hayvanlığınki ise bir iniş mutluluğudur.”<br />

İyi ama iniş ve çıkışı neden aynı aynı kefeye koydu şair? “İniş Mutluluğu” yerine düşme acısı ya da<br />

utancından bahsedebilirdi. Neden iyilik ve kötülüğe bu eşit mesafeli duruş? Tensel hazlar, dünyevî<br />

zevkler, maddî tatmin ile mutluluk arasında ayrım yap(a)mayan bir pozitivizm kokusu yayılıyor bu<br />

satırlardan. (Bkz. Pozitivizm Kitabı) Bir yandan içinde yaşadığı asrın acıları ve gebe olduğu şiddete<br />

üzülüyor Baudelaire. Hem topluma acıyor hem de kendisine. Babasını 6 yaşında kaybetmenin ızdırabı,<br />

çok sevdiği annesinin bir başka erkekle evlenmesinden duyduğu öfke dinmiş değil. Izdırap zaman ve<br />

mekân tanımıyor. Hatıralar yaşlanmıyor. Ama Baudelaire bu acıları ve pişmanlıklara bir mânâ<br />

veremiyor. Fıtraten açlığını hissettiği iyilik, sadakat ve şefkât arzusu nereden geliyor? Annesine kızma<br />

hakkı var mı? Hakları çiğnenen işçilere neden acıyor? Neden bu adalet özlemi?<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

69


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Elbette Mutluluk ve tatmin birbiriyle karıştırılMAması gereken çok farklı iki kavram. (Bkz. “İnsan<br />

maymunlaşabilir mi?” adlı bölüm, Derin insan kitabı) Ama Baudelaire bu iki çekim gücünü<br />

birleştirmiş adeta; “iniş utancını” değil de, “iniş mutluluğunu”<br />

tercih etmiş. Aradığı sorulara cevap bul(a)mamaktan yorgun<br />

düşen şair nihilizmin soğuk ve karanlık çölünü son durak sanıp<br />

iniyor aklın treninden:<br />

Ey ölüm, koca kaptan, artık gitme zamanı!<br />

Ey ölüm! haydi, bizi boğdu bu memleket!..<br />

….<br />

Bu girdap, Cennet veya Cehennem, dalalım<br />

Yeniyi bulmak için bilinmeyenin dibine!..<br />

Sanırım… “Kötülük Çiçekleri” şairin kendi acılarını dile<br />

getirdiği bir şiir kitabı değil. Varoluş’u, Hayat’ı ve Ölüm’ü<br />

sorgulayan her insanın geçtiği dikenli yollarda atılmış adımlar<br />

bunlar:<br />

“Sadece et ve kemikten mi ibaretiz? Yokluktan gelen ve ölümle yokluğa giden, çok zeki de olsa SADECE<br />

VE SADECE bir maymun türü müdür insan? BİLİM DIŞINDA bir insanlık yoksa, Aşk yoksa, Sanat yoksa,<br />

Güzellik yoksa ve Adalet yoksa Hayat‘ın anlamı nedir? Aşık olmak hormonal bir abartıysa, iyilik<br />

enayilikse, neden birbirimizin gırtlağına sarılmıyoruz ekmeğini almak için? Neden bir çocuğa tecavüz<br />

edilmesi midemizi bulandırıyor ve neden fakir bir insana yardım etmek istiyoruz? Taj Mahal’in,<br />

Ayasofya’nın, Notre Dame de Paris’nin değeri bir arı kovanı veya termit yuvasına eşdeğer ise, Mesnevî<br />

boşuna yazıldı ise neden Hitler’i lanetliyoruz ve neden Filistin’de can veren bebeklere üzülüyoruz?<br />

Maymun olmanın (veya kendini öyle sanmanın) BİLİM DIŞINDA, psikolojik, siyasî, ahlâkî, hukukî öyle<br />

ağır sonuçları var ki…” (Bkz. Maymunist imanla nereye kadar? isimli kitap)<br />

Kötülük’ten Güzellik’i çıkarmak<br />

Yazının başında bir sözünü aktarmıştık şairin, şöyle diyordu: “…Kötülük’ten Güzellik‘i çıkarmak ise<br />

zordu. Gene de hoş geldi bana bu durum.” Bu söz aslında büyük bir yanılgıyı gösteriyor bizce.<br />

Baudelaire Güzel’i çıkarmıyor, Kötü’yü, daha doğrusu İyi’nin yokluğunu “görünür” hale getiriyor.<br />

Çünkü YOK’u görmek kolay değil. Yiyeceklere nazaran bir insanın açlığı gibi Kötülük’ün varlığı. Bir borç<br />

gibi negatif, bir düşkırıklığı. YOKLUK da var, bir isim koyabildiğime göre… Ama borcum cebimdeki para<br />

kadar VAR değil, terk edilmek ve yalnzlık kollarıma sardığım kadın kadar gerçek değil. Entelce<br />

söyleyecek olursak çirkin‘i estetize ediyor Baudelaire. Ama Güzellik değil bu estetizasyon, alakası<br />

yok!… Örneğin “Bir Leş” adlı şiirden bir kaç mısra:<br />

Ruhum, anımsa gördüğümüz şeyi,güneş<br />

içindeki günde, erken;<br />

Çakıldan yatağında öğürtücü bir leş<br />

Bir patikayı dönerken,<br />

…<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

70


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Kokmuş kanında vızır vızırdı sinekler,<br />

Oradan tabur tabur kara<br />

Kurt akıyordu, bir yoğun sıvıya benzer,<br />

Bu canlı paçavralara.<br />

Biraz daha açalım: Korkunç derecede üzücü bir durum düşünün: Bir tecavüz, bir cinayet, bir işkence<br />

sahnesi… Buna maruz kalan veya “sadece” seyirci olan bir insan bile olan biteni doğru dürüst<br />

göremez. Korkudan, aceleden, tiksinme duygusundan… Ama bir filmde böyle bir sahne varsa, hele<br />

bazı “mühim” anlar ağır çekimle uzuuuuuuun saniyelere yayıldıysa “iğrençlik” daha bir görünür<br />

(=anlaşılır) olur. Çığlıklar, darbeler, sıçrayan kan damlaları… Bir çok insan bu yüzden şiddet içeren<br />

filmlere ilgi gösterir. Çünkü merak duygusu tiksintiyi bastırabilir. Polisiye filmlerdeki çatışma, dövüş<br />

ve araba takibi sahneleri de böyledir. Değişik açılardan aynı kavgayı öyle bir seyrettirirler ki adama<br />

adeta kavga etmiş gibi olursunuz. Meselâ Gece Yarısı Expresi‘nde “zavallı” Amerikalıya işkence yapan<br />

Türk polisleri, Er Ryan’ı Kurtarmak filminin ilk dakikalarında karaya çıkan askerlerin vurulması,<br />

Matrix‘te “uçan” insanların etrafında dönen kameralar…<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

71


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Bu görüntüler merakımızı öyle “güzel” doyurur ki gerçekten Güzellik’e dair bir şey gördüğümüzü<br />

sanırız. Aslında bu tür sanat(?) eserleri Güzel’i anlatmaz ama korkuyu, şiddeti, vahşeti “güzel” anlatır.<br />

Merakımızı TATMİN eder, bilme/anlama açlığı bir çukur, bir delik gibidir. Filmlerin kanlı şovları o<br />

merak deliklerine “cuk” diye oturur. Bunun için “güzel” gelir bize.<br />

Dikkat ederseniz yazımıza eşlik eden ressam Otto Dix(1) tablolarındaki gibi bir teknik kullanıyor<br />

Baudelaire. Dix’in fırçasıyla yaptığını şair kelimelerle yapıyor, göze hoş gelen şeyler ile pislikleri,<br />

iğrençlikleri yan yana koyuyor:<br />

Güneşin parlayan ışıkları altında bir çiçek gibi açılmış hayvan leşi,<br />

Çimenlikte etin keskin kokusu,<br />

Oynaşan, eti öper gibi yiyen kurtçuklar vs.<br />

Şiirin ilk kıtasındaki “şehvetli kadın” metaforu ile son kıtasında kendisinin de bir gün öleceğini<br />

hatırlaması hayat ve ölümün gece-gündüz gibi müteakip oluşuna bir isaret mi? Yoruma açık. Ama<br />

şiirin bende uyandırdığı his manevî bir umuttan çok maddî bir umutsuzluk oldu. Bu bakımdan daha<br />

çok düzene, geleneğe, alışılmışa isyan eden bir nihilizm kokusu aldım Leş şiirinde. Karl Marx’ın Alman<br />

İdeolojisi‘nde yaptığı gibi “yerin dibine batsın düzeniniz,<br />

devletiniz, dininiz…” diyen bir başkaldırı var. Ama sonrasını<br />

düşünmeden kaldırılmış her baş gibi başka düzenlere boyun<br />

eğmeye mahkum bir baş bu. Güzel’i anlatamıyor şair ama<br />

ızdırabını güzel anlatıyor, işte bunun için “estetizasyon”<br />

üzerinde israr ediyorum:<br />

Hem bıçağım hem de yara!<br />

Hem yanağım hem de tokat!<br />

Hem kurbanım hem de cellat<br />

Ezen ve ezilen çarkta.<br />

Tıpkı Türk şair Ahmet Erhan’ın dizeleri gibi: “Bana<br />

yarınlardan, doğacak güneşlerden söz ederler, ben bugünleri<br />

yakıştıramazken kendime”…<br />

Kanlı ihtilallerin, devrimlerin, savaşların kasıp kavurduğu bir Avrupa’da bilime, rasyonaliteye tapan bir<br />

medeniyetin(!) çocuğuydu Baudelaire. Bunalımlı devirlerin insanıydı. “Tanrı öldü” diyen Nietzsche,<br />

“Gökyüzünü tepetaklak edip yere indirmek” isteyen Marx, vicdanın sesine “ne malum?” diye<br />

şüpheyle cevap veren Hume, karamsarlığı bir yaşam biçimi haline getiren Schopenhauer ile çağdaştı.<br />

Fayda ve Tatmin denen dünyevî referanslar Hakikat’in, Mutluluk’un yerini almaktaydı.Panoptik(2)<br />

cezaevlerinin mucidi Bentham‘ın faydacı fikirleri Avrupa’nın genlerine işliyordu.<br />

Rasyonalite’nin barış ve refah getireceğine iman eden bu yol bizi Hiroşima ve Nagazaki’ye, bugün ise<br />

Irak’ın işgaline kadar götürdü. Hannah Arendt‘in Kültür Krizi’nde söylediği gibi atom bombasını<br />

yapmak ve yüzbinlerce sivili öldürmek için çok RASYONEL sebepler vardı. İnsanlık Arendt’in tabiriyle<br />

bir fay hattının üzerindeydi. Bilim’e taptıkça, dünyaya bağlandıkça Ölüm’ün hakikatinden<br />

uzaklaşıyoruz.<br />

Kâinat’ın şiiri ve Baudelaire<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

72


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Havada uçan bir ördeğe baktığında bir avcı, bir aşçı ya da bir şair aynı şeyi görmez. Çünkü Baudelaire<br />

gibi sanatsal duyarlılık sahibi olan insanların gözleri bizimkilere benzemez. Bunun sırrını vermiştir şair<br />

“Albatros” adlı şiirinde. Açık denizlerde, mavi göklerde hiç durmadan saatlerce uçabilen bu deniz<br />

kuşları yere indiklerinde hantal ve komiktir. Uçarken erişilmez ve olağanüstü görünen kuş (sanatçı),<br />

rızık peşinde yere indiğinde (kalabalığa karıştığında) acınacak duruma düşer. Baudelaire bu mısralarla<br />

sanatçıların toplum tarafından anlaşılmadığını, yalnız kaldığını anlatır:<br />

Bu mavilik kralları, beceriksiz ve mahcup,<br />

Sarkıtırlar acınacak bir halde büyük beyaz kanatlarını<br />

Yanlarında sürüklenen kürekler gibi.<br />

…<br />

Şair, fırtınada uçan ve yaya gülen,<br />

Bu bulutlar kralı gibidir tıpkı,<br />

Yeryüzüne sürülmüş yuhalar içinde,<br />

Engel olur yürümesine dev kanatları<br />

Neden böyle olur? İnsan etrafını çevreleyen dünyaya iki farklı gözle (iki farklı akıl ile) bakabilir:<br />

Parçalayan, Et-Göz ve birleştiren, Derin-Göz. Bunlardan hangisini kullanırsanız diğeri kapanır. Et-Göz<br />

bizim biyolojik yaşantımız için gereklidir. Aş, eş ve iş bulmamızı sağlar. Fayda ve tehdit odaklıdır.<br />

Eşya’yı görür. Bölünen, ölçülen tartılan alemin varlıklarını bilir. Derin-Göz ise parçalanaMAyan<br />

varlıkları görmek içindir. Aşk, Güzellik, Adalet… Nasıl çalışır ikisi ibr arada? Açalım:<br />

“…bir çok insan gözlerini süpermarketlerde fiyat “okuyan” barkod okuyucusu gibi kullanıyor. Diğer<br />

insanları birbirlerinden ayırd etmemize yarayacak yanlarını görüyoruz sadece. Bıyık, gözlük, giysiler,<br />

saç şekli… Bıyığını kesmiş bir tanıdığa yabancı gibi bakmamız acaba ne kadar masum? Peki eşini bir<br />

para kazanma makinesi ya da çocuk doğurabilen bir hizmetçi olarak gören insanların körlüğü ve<br />

mutsuzluğu da hayvanî-gözlerini fazla açmış olmaktan kaynaklanmıyor mu? Düşünmek lâzım<br />

üzerinde…<br />

Doğaya ve cansız cisimlere de böyle bakıyoruz çoğu kez. Susamışsak görüyoruz suyu. “Hayvanları çok<br />

severim, ızgara lüfere ve fırında kuzuya bayılırım” diyen mizahçı geliyor aklıma. Hafızamız bile böyle<br />

işlemiyor mu? En çok zevk aldığımız ve korktuğumuz şeyleri hatırlıyoruz. Hafızamız herşeyi eksiksiz<br />

kaydeden bir tutanak değil. Hayatta kalma gayretimiz sonucu bize madden<br />

faydalı/zararlı olabilecek şeyleri hatırlıyoruz çoğu kez ve bu da bir tür körlük<br />

teşkil ediyor kanaatimce. Kendi hayatımızı seçici şekilde hatırlıyoruz.<br />

“Güzel” kelimesi bu sebeple faydalı şeyler için yani yanlış kullanılıyor çoğu<br />

kez: Güzel bir kadın (=çekici), güzel bir yemek (=lezzetli)… Oysa zekâ<br />

duvarını delebilecek hakiki güzellik faydanın bittiği yerde başlıyor…“<br />

(Güzellik Matkabı bahsi, Derin İnsan kitabı)<br />

Bu noktada şu soruyu hiç utanıp sıkılmadan sormak lâzım: Baudelaire gibi şairlerin benzetmeleri bir<br />

rastlantı mı dır? Yoksa elle tutulur, gözle görülür dünyadan daha “derinlere”, Hakikat’e bir yol mudur?<br />

Meselâ kuşların bize özgürlüğü çağrıştırması, sırtlan ve akbabaların fırsatçı insanları hatırlatması,<br />

gecenin umutsuzluk vb simgesi olması… Bütün bunlar kültüre, inanca göre değişen, göreceli<br />

semboller midir?<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

73


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

”Bizim” Baudelaire Wagner’in müziği üzerine yazdığı bir denemede bu soruya güzel bir cevap vermiş:<br />

“Kâinat gizli şifre ile yazılmış bir metin ise şair bir şifre çözücüden başka kim olabilir? Her şiir<br />

gerçeklerin bir okuması, bir tercüme, çözülen bir şifredir…Gerçek müziğin<br />

farklı zihinlerde benzer duygular uyandırması şaşırtıcı değil; sesler şekilleri<br />

ve renkleri çağrıştırmasaydı şaşırtıcı olurdu. Biçimler ve renkler melodileri<br />

ilham eder. Seslerle renkler karşılıklı benzetmelerle hisleri ve fikirleri<br />

dönüştürür. Varlıklar sanatçıların zihninde benzetme yapacak ilhamlar<br />

uyandırır. Çünkü Tanrı Kâinat’ı bölünemez ve karmaşık bir bütün olarak<br />

yaratmıştır. Sanatçıların benzetmeleri rastgele değildir. Her şey birbirine<br />

tekabül eder, bir ahenk vardır. Kâinat’tı bir kitap, yazılı bir metin gibi kabul<br />

edebiliriz. Bu metnin bir dili vardır. Ama karmaşık ve çok zengin bir dildir bu. Her varlık (sembol/harf)<br />

hem farklı şeyler anlatır hem de hepsi aynı şeyi söyler…”(kaynak: Modern şiir üzerine denemeler -<br />

Octavio Paz- )<br />

Evet… Böyle diyor şair. Sembollerin, renklerin göreceli bir “boyutu” da var tabi. Bir hayvan farklı<br />

ülkelerde kurnazlığı, saldırganlığı ya da bir başka özelliği temsil edebilir. Kültürel ve dinî referanslar<br />

elbette bir “parazit” oluşturacaktır. Zaten her şekil ve her renk ile insandaki tüm duygu ve düşünceler<br />

arasında bire bir paralellik aramak büyük hata olur. Zira bu “Kâinat Kitabı” denen metni kendi beşerî<br />

kalıplarımıza sığdırmak anlamına gelir. Bu şekilde Sanat’ı bilimselleştirmek, objektif, herkes için aynı,<br />

ölçülebilir vs kalıplara koymak ise Sanatı öldürür.<br />

Sanat’ın bize insanlığımızı, hürriyetimizi bildirmesi/buldurması üzerine bir çok makale yayınladık<br />

geçmişte. Meselâ:<br />

Güzellik Matkabı Zekâ Duvarını Deler mi?<br />

Çirkin Cumhuriyet ve Mânâ’sız Maneviyat<br />

Kuşların sırrı: Sanat’ta ayrıntı (7)<br />

Ayıp sanat olur mu?<br />

Bu 4 makalede Baudelaire’in kısaca değindiği Birlik/Teklik hissi konusunda çok ilginç detaylar<br />

bulabilirsiniz. Tabi ki başka sanatçılar ve başka filozofların eserlerinden kesişimlerle birlikte. Biz<br />

makalemizi Henri Bergson’dan bir alıntı ile bitirelim :<br />

« …Sanat’ın amacı nedir? Eğer Hakikat dosdoğru gelip hissiyatımıza ve şuurumuza çarpmış olsa, eğer<br />

çevremiz ve kendimizle doğrudan iletişime girebilmiş olsak, zannederim Sanat faydasız olurdu ya da<br />

hepimiz sanatçı olurduk çünkü ruhumuz Kâinat’ın musikîsi ile sürekli bir Tevhid halinde titrerdi.<br />

Hafızamızın yardım ettiği gözlerimiz Mekân’ı oyar, taklidi imkânsız tablolar kesip çıkarırdı. Bir bakışta<br />

İnsan bedeninin canlı mermerinden ilkçağ heykelleri kadar güzel heykel parçaları yakalardı.<br />

Ruhlarımızın derinliğinde kimi zaman neşeli, çoğu zaman da hüzünlü ama hep özgün bir müzik<br />

duyardık… iç yaşamımızın sürekli ezgisini… Aslında bütün bunlar bizim etrafımızda, içimizde ama hiç<br />

birini ayrı ayrı hissetmiyoruz.<br />

Bizimle Tabiat arasında… hayır! Bizimle şuurumuz arasına bir perde girmiş. Sıradan insanlar için kalın<br />

bir perde, sanatçı ve şair için ince, neredeyse saydam bir perde. Hangi peri kızı dokumuş bu perdeyi?<br />

Bir tuzak mı? yoksa iyilik için mi dokunmuş? Yaşamak gerekiyor ve yaşam çevremizi sadece<br />

ihtiyaçlarımız doğrultusunda hissetmemizi gerektiriyor. Yaşamak eylem demek. Uygun tepkiyi vermek<br />

amacıyla hissetmek, faydası ölçüsünde hissetmek çevreyi. Öteki hislerin karanlıkta kalması ya da bize<br />

“karartılmış” biçimde ulaşması gerekiyor… Bakıyorum, gördüğümü sanıyorum, dinliyorum,<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

74


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

duyduğumu sanıyorum, kendimi inceliyorum ve kalbimin derinliklerini okuduğumu sanıyorum. Oysa<br />

gördüğüm ve duyduğum sadece hislerimin beni yönlendirmek üzere dış alemden süzdüğü bilgiler.<br />

Kendim hakkımda bildiklerim yüzeysel, ancak eyleme dönüşebilecek olanlar. Yani hissiyatım ve<br />

şuurum bana Hakikat’in sadece faydalı ve basitleştirilmiş bir kısmını aktarıyorlar. Bana açtıkları<br />

pencerede faydasız olan her şey silinmiş, faydalı benzerlikler abartılmış, yaşantımın ilerleyeceği yollar<br />

önceden çizilmiş. » (Sanat‘ın amacı ve Henri Bergson: Sanat‘ta Ayrıntı(9))<br />

Yazıda adı geçen şiirlerin tam metni<br />

Bir Leş<br />

Ruhum, anımsa gördüğümüz şeyi,güneş<br />

içindeki günde, erken;<br />

Çakıldan yatağında öğürtücü bir leş<br />

Bir patikayı dönerken,<br />

Bacaklarını dikmiş bir kadınca, azgın,<br />

Ateşli,zehir dökerek,<br />

Açıyordu buğular kaynaşan bir karın<br />

Öyle edepsizce, gevşek.<br />

Güneş parıldıyordu pişirip kotarmaya<br />

Üstünde bu çürüntünün,<br />

Geri verebilmek için büyük Doğa’ya<br />

Çattığından yüz kat üstün;<br />

Ve gök bakıyordu bu yaman iskeletin<br />

Açmasına çiçek gibi.<br />

Bayıldım sanırdınız, çimenlikte etin<br />

Kokusu bir keskindi ki.<br />

Kokmuş kanında vızır vızırdı sinekler,<br />

Oradan tabur tabur kara<br />

Kurt akıyordu, bir yoğun sıvıya benzer,<br />

Bu canlı paçavralara.<br />

Her şey dalga gibi alçalıp yükselirken,<br />

Atılırken çıtırtılarla,<br />

Gizli bir soluktan şişmiş yaşıyordu ten<br />

Sanki çoğala çoğala<br />

Bir garip müzikle yansıyordu bu dünya<br />

Yel gibi, akarsu gibi,<br />

Tohum gibi, harmancının hoş bir uyumla<br />

Kalburunda çevirdiği.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

75


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Biçimler silinip düşe dönüyordu tam,<br />

Beliren bir taslak vardı<br />

Unutulmuş tuval üstünde, sanki ressam<br />

Belleğinden tamamlardı.<br />

Kaygılı köpek, kayalar ötesinden<br />

Kızgın bizi gözlerdi de<br />

Kollardı koparacağı anı yeniden<br />

Kalan parçayı geride..<br />

-Siz de bu pisliğin olursunuz bir eşi,<br />

Bu kokuşmaların, iğrenç,<br />

Gözlerimin yıldızı, ömrümün güneşi<br />

Siz meleğim, tutkum, ergeç !<br />

Öyle olursunuz, çok incelikli ece,<br />

Tamamlanıp son duanız<br />

Kemikler içinde çürümeye gidince<br />

Çayır, ot altında yalnız.<br />

Sizi öper gibi yiyen kurtçuğa, canım!<br />

O zaman şunu söyleyin :<br />

Tanrısal özünü, biçimini sakladım<br />

Dağılan sevgilerimin<br />

Albatros<br />

Çok kere, eğlenmek için, gemi tayfaları<br />

Tutarlar albatrosları, bu geniş deniz kuşlarını,<br />

Tuzlu girdaplar üzerinde kayan gemiyi<br />

Takibeden ağır yolculuk arkadaşlarını.<br />

Döşemeler üzerine bırakıverdiler mi onları,<br />

Bu mavilik kralları, beceriksiz ve mahcup,<br />

Sarkıtırlar acınacak bir halde büyük beyaz kanatlarını<br />

Yanlarında sürüklenen kürekler gibi.<br />

Ne çirkin, ne kadar sümsük olur bu kanatlı seyyah,<br />

O ki vaktiyle o kadar güzeldi, ne gülünç ne sallapatı<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

76


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Biri piposuyla usanç verir gagasına,<br />

Öteki taklit eder, topallayarak, vaktiyle uçan bu sakatı.<br />

Şair, fırtınada uçan ve yaya gülen,<br />

Bu bulutlar kralı gibidir tıpkı,<br />

Yeryüzüne sürülmüş yuhalar içinde,<br />

Engel olur yürümesine dev kanatları.<br />

Otto Dix’ten Gravürler<br />

Dipnotlar<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

77


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

1° Otto Dix de tıpkı Baudelaire gibi insanların riyakârlığından, savaştan vs öyle yılmış, öyle bıkmıstır ki<br />

bu çirkinlikleri Alman halkının yüzüne çarpmak istemiştir. Sefaleti, fuhuşu, yaşlılık ve ölümü konu alan<br />

bir çok tablosu, gravürü vardır.<br />

2° “…Az sayıda gardiyanın çok sayıda mahpusu gözetlemesini sağlamak üzere “denetim evi”<br />

anlamında panopticon adını verdiği daire planlı bir yapı tasarladı. Bu tasarım birkaç katlık tek odalı<br />

hücrelerden oluşan bir halka üzerine kuruluydu. Her hücre bu halkanın iç kısmına açıktı ve halkanın dış<br />

cephesindeki duvarda birer pencere vardı. Halkanın ortasında mahpuslardan tamamen saklanmış<br />

konumdaki gözlemcilerin kaldığı bir nöbet kulesi yer almaktaydı. Panopticon’un temelinde yatan ilke,<br />

tek odalı hücrenin içindeki sakine saklanacak hiçbir yer bırakmaması, buna karşılık dış cephedeki<br />

duvarın penceresinden gelen dış ışığın kuledeki nöbetçilere mahpusun her hareketinin iyi aydınlatılmış<br />

bir siluetini izleme olanağını sağlamasıydı. Bentham’ın yaklaşımına göre, gözlemlenen her yanlış<br />

davranışının ceza getireceğini bilen, ama davranışlarının aslında ne zaman gözlemlendiğini bilmeyen<br />

mahpusun aklını başına toplayarak her zaman izleniyormuşçasına davranmaktan başka çabası yoktu.<br />

Böylece mahpus bizzat kendi hareketlerini kollamak durumunda kalacaktı…” (Vikipedi‘den)<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

78


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Ve’l–Asr / İsmet Özel (Cemile Bayraktar)<br />

“…Herkes uyumadan önce ertesi sabah kendini teşhis edebilmek<br />

için tedbir alıp ayak bir ip bağlamaz. Çoğu kimse sağ salim<br />

uyandığı takdirde uyumadan önce bıraktığı eski “ben”ini bulacağı<br />

hususunda kesin bilgi sahibi olduğunu kabul eder. Bu kabulünde o<br />

kadar ileri gider ki, gerektiğinde müracaat edeceği “eski ben”ini<br />

hesaba katmadığından her gün bir başka benle yer değiştiren<br />

benini hep aynı sanır. Öyle sandığı için de hayatının tutamak<br />

noktasının ne olduğunu veya hangi nirengi noktaları esas alınarak<br />

hayatının devam ettiği hakkında bir fikre sahip değildir. Hep aynı<br />

sandığı beniyle olaylar içinde yer aldığı zehabına kapılır. Gerçekte<br />

olaylar onun benlerini önüne katıp sürüklemektedir.<br />

Birisinin aklına şöyle bir soru gelebilir: Avrupa’daki ilk ünü dahi<br />

çocuk oluşundan ötürü yayılan Wolfgang Amedeus Mozart otuz<br />

beş yıllık ömrü boyunca Allah’ın kendisine bahşettiği olağanüstü<br />

yeteneği kullanmaktan öte ne yapmış? Ne mi yapmış? Her gece<br />

uyumadan önce ayak bileğine bir ip bağlamış bana kalırsa: Ich lege mich nie zu Bett, ohne zu<br />

bedenken, dass ich vielleicht den anderen Tag nicht mehr sein werde. (Ertesi gün belki<br />

olmayacağım düşüncesini taşımaksızın asla yatağıma yatmam.) Mozart’ın ömrünce taşıdığı düşünce<br />

“her gün yeni bir ben” düşüncesinden başka bir şey değildir.<br />

Her gün giderek her an yeni bir benle yaşadığımız halde ömrümüz boyunca aynı benle yaşadığımız<br />

izlenimi ediniyoruz, çünkü Allah Tealâ benlerimiz arasındaki bağı sürekli olarak bizim lehimize<br />

işleyecek şekilde tesis ediyor. Aramızdan bazıları kendisine verilen “ben”, hamd ile karşıladığının<br />

nişanesini sunmak üzere uyumadan önce ayak bileğine bir ip bağlıyor. Bu demektir ki kâinattaki<br />

konumunun, kendisine verilmiş olan beninin özelliğinin bilincinde olduğunu telâffuz ederek lisan-ı hal<br />

ile ortaya koyuyor, dışa vuruyor. Aramızda bazıları da var ki dışa vurulmuş bilinci kendi yapısına<br />

aktarıyor. Yani komşusunun ayak bileğine bağladığı ipi kendi ayak bileğine geçiriyor. Sebebi ne olursa<br />

olsun bu davranışı yanlış bulmuyoruz, bulamayız. Bilincin bir bünyeden diğerine aktarılmasında hiçbir<br />

hata yok. Hangi suretle olursa olsun belki yapılması kaçınılmaz ve gerekli olan da o. Ne var ki, bu<br />

aktarma işiyle birlikte bir sorumluluk da doğuyor.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

79


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Bir insan kâinattaki kendi konumunu doğru veya yanlış, isabetle veya noksan olarak tasvir<br />

etmemişse ve ortaya koyduğu tasvir başka bir insan tarafından edinilmiş, benimsenmişse bu iki insan<br />

arasında hakikatin araştırılması yönünde bir çalışma başlatılmış demektir. Yani bilincin bilinçle<br />

kurduğu ilişki nihayete erdirilmiş bir işi değil, henüz girişilmiş bir işi belirtir. Esasen bilinçten bilince<br />

aktarılmış tasvirler yeni sorular getirmek üzere işe yarar. Eğer ben komşumun ayak bileğine bağladığı<br />

ipi (tasviri) kendi bileğime geçirmişsem bu andan itibaren komşumu yeniden tasvire de memur<br />

sayılırım. Hele komşum “sen ben olduğuna göre, ben kimim” sorusunu soracak derecede bir sevgi<br />

sunmuşsa bana…”<br />

Bu satırları ilk okuduğumda 17 yaşımdaydım, hayatta bağlanabilecek iplerin ve hatta ayak bileklerimin<br />

bile olduğunu fark edemeyecek kadar genç…<br />

Bugüne kadar kaç kez ayaklarıma ipler bağlandı, kaç kez çözüldü, kaç kez başkasının ayağına<br />

bağladım, bilmiyorum, bilemem, bilemezsiniz ancak Özel’in bahsinde olduğu üzere bugün bizde<br />

mevcut olan “benimiz” hepsi bugüne kadar olanın bir yekûnudur.<br />

Kendinizi defalarca kaybedip, sonra tekrar bulmanızla yani yeni benler edinmeniz arasında sayılar<br />

katlanmış olabilir ve her gün kendinizi yenileyerek, bir ben oluşturmuş olabilirsiniz.<br />

Bir anne ile konuşuyordum, 1-2 yaşlarında bir kızı olan bir anneyle, çocuğuyla iletişimini, eğitimini<br />

sordum, “ondan çok şey öğreniyorum, her gün yeni bir şey öğreniyorum” dedi. Evladı ayak bileklerine<br />

bir ip bağlamıştı.<br />

Her gün birbirimizin ayak bileklerine ipler bağlıyoruz, sonra onları çözüp bir başkasına bağlıyoruz. İş<br />

arkadaşımız, alış veriş yaptığımız market, doktorumuz, yazılarımıza yorum yapan okurlar, dahası<br />

zihnimize bir “soru” düşüren yazarlar, bir mucize olarak her gün yeni bir ben oluyoruz. Allah’ın<br />

yaratması durmuyor, devam ediyor.<br />

Neden yazdım bunları, söyleyecek neyim var, anlattığım nedir, nereye varacağım? Varacağım bir yer<br />

yok, bu yazının son cümlesi de yok, burası kitabın ortası, burada sadece fark etmek var, farkında<br />

olmak, her gün yaptığımız hiçbir şeyin aslında çok şey olduğunu anlamak var.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

80


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Yanlış Cumhuriyet / Sevan Nişanyan (İbrahim Becer)<br />

“Bir fikre, bir zümreye ağız tadıyla ancak bu şekilde<br />

muhalefet edilebilir”.<br />

Sevan Nişanyan’ın “Yanlış Cumhuriyet” adlı kitabını ilk<br />

okuduğum zaman hissiyatım buydu. “Her türlü muğlak<br />

ifadelerden, komplovari yaklaşımlardan uzak kendisinin<br />

sorup, kendisinin cevapladığı Atatürk ve Kemalizm üzerine<br />

51 sorudan müteşekkil bir kitap.<br />

Bir anlamda MFÖ’nün o meşhur “sen neymişsin be abi!”<br />

şarkısına atıf yapar gibi bir kitap “Yanlış Cumhuriyet”. Bir<br />

yanda en güzel, en adil, en cesur, en şık, en moda<br />

Cumhuriyeti ben kurdum diyen bir Laik koro, diğer yanda<br />

ona cevap veren sakin bir Sevan Nişanyan.<br />

Atatürk’ün bizzat kendisinin olmasa bile takipçilerinin<br />

kendisi adına yaptıklarını eleştiren çok sayıda kitap<br />

okudum. Sadık Albayrak, Hasan Hüseyin Ceylan,<br />

Abdurrahman Dilipak, Rıza Nur ve eserleri ilk aklıma gelenler. Yine de geçen zaman zarfında ciddi bir<br />

eksiğim vardı; olan biteni Kemalist Güzelleme tadında yapmayıp, bir parça da olsa tarafsızlıkla<br />

anlatacak Yazar okumamıştım karşı cenahtan. Hakkımı yemesin, Turgut Özakman’ın Türklerin<br />

çılgınlığına atıfta bulunduğu kitabını okumak için paraladım kendimi. “Gözyaşları eşliğinde okudum”<br />

diyen Okurlara diyecek sözüm yok, ben başaramadım ve bütün iyi niyetime rağmen bitiremedim o<br />

kitabı. Falih Rıfkı Atay’ın “Çankaya” isimli kitabını yarıladım bu aralar. Ortak noktalar bulabilmek adına<br />

her iki kitabın da satırlarını çizdim, önemli pasajları işaretledim.<br />

Falih Rıfkı’dan çok şey öğrendim: Bandırma Vapurunun salaş olmadığının teyidini aldım, İsmet<br />

İnönü’nün Samsun’a çıkmamak için ayak sürüdüğünü öğrendim, “orduya dayanan bir partinin halkın<br />

teveccühüne mazhar olamayacağını” dillendiren Mustafa Kemal’i öldürmek için İttihatçıların tetikçi<br />

tuttuklarını öğrendim. Henüz bitiremediğim için “Çankaya” hakkında konuşmak için erken. Belki bir<br />

dahaki sefere bahsederiz. Bugün “Yanlış Cumhuriyet” hakkında konuşalım.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

81


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Bir Tarihçi olmaması hasebiyle iddiasız olduğunu önsözünde belirtmesine rağmen Kitap bir anlamda<br />

‘tanıdığım kadarıyla’ Yazarının kişiliğini yansıtmakta: İnatçı değil belki ama kendinden emin. Şöyle ki<br />

“galat-ı meşhur” denilen bir deyim vardır Osmanlıcada. Türkçeye çevirirsek “gerçeğin yerine<br />

kullanılan ünlü yanlışlar” şekline bürünen deyim. Yazar, büyük oranda mesaisini herkesin üzerinde üç<br />

aşağı beş yukarı ittifak ettiği yanlışları sorgulamaya ayırmış kitabında. Birkaç örnek vermek gerekirse;<br />

Cumhuriyet demokrasinin vazgeçilmezi midir, Türkiye Cumhuriyeti Laik midir, Atatürk’ün kurduğu<br />

rejim demokrasi midir, Osmanlı teokratik midir, Milli mücadeleye karşı çıkanlar vatan haini midir gibi<br />

sorular önemliydi benim için.<br />

Kitabın yazım tarihi 1993 olmasına rağmen yayımlamak için 2007 kışına kadar bekliyor Yazar. Kitabı<br />

yayımlamaya onu iten sebepse Hrant Dink’in öldürülmesi oluyor. Yazar, kendi ifadesinde “Türkiye’nin<br />

toplumsal yaşamını karartan büyük gölge ile yüzleşmenin, bir kişisel tercih ya da temayül meselesi<br />

değil can alıcı bir yurttaşlık görevi olduğunu 19 Ocak 2007′den sonra daha iyi idrak etme imkânı<br />

buldum” diyor. Toplumun önemli bir kesimini ilgilendiren böylesi bir konunun, geçen 14 kocaman yıla<br />

rağmen güncelliğinden bir şey yitirmemesi de sorunlarımızın çözümünde ne kadar durağan bir seyir<br />

izlediğimizin göstergesi.<br />

522 sayfalık bir kitabı tanıtmanın zorluğu esas alındığında içeriğe gelince, Yazar ilk sorusu olan ” M.<br />

Kemal, dünyada eşi olmayan bir anlayışın temsilcisi midir?” sorusuyla başlıyor. O yılların analizini<br />

yapan Yazar, Avrupa’nın tümünde bir diktatörler geçidinin yaşandığını örnekleriyle vererek, çevre<br />

etmeninin tek adamlığa zaten müsait olduğunu belirtiyor. Kanıt olarak da CHP’nin olmazsa olmazı<br />

olan altı okundaki umdelerin, diğer dikta yönetimleriyle paralelliğine işaret ediliyor. Cumhuriyet’in<br />

kuruluşunu idrak ettiğimiz bugünlerde çevrenin de etkisiyle Mustafa Kemal’in demokratik macerası<br />

anlatılıyor ilk bölümlerde. Şu paragrafta olduğu gibi: ” M. Kemal Paşa iktidara seçimle gelmemiş,<br />

yaşamı boyunca gerçek ve serbest hiçbir seçime katılmamıştır. Kurduğu Parti, cumhuriyet tarihinin ilk<br />

serbest seçimlerinde hezimete uğramış ve daha sonra girdiği her seçimde de yenilgiyle çıkmıştır.”<br />

Yurdun her yanını demir ağlarla örmek konusundaki iddialara da dudak bükmekte Yazar. Okuru<br />

rakamlara boğmamak adına şu kadarını söyleyelim, Abdülhamit döneminde demiryolu artış oranı %<br />

324, 1950′ye kadar Cumhuriyet’in yekûnu % 87. Bu rakamlar kaybedilen imparatorluk toprakları<br />

çıktıktan sonra esas alınmıştır. Savaşın diğer mağdurları olan Almanya ve Sovyetler Birliği’ne oranla<br />

kalkınma hızının mütevaziliği de bir başka iddia.<br />

Peki yaşadığımız günlerin yükselen değerlerinden olan demokrasi ve özgürlükler konusunda nasıldır<br />

Kemalizm’in performansı Yazar’a göre? Pek iç açıcı olduğu söylenemez. Rakamlarla ifade etmek<br />

gerekirse, 1908-1914 yılları arasında sadece İstanbul’da yayımlanan gazete ve dergi sayısı 798′dir. Bir<br />

bu kadar rakam da taşra baskısına ilave edilebilir. Cumhuriyet Rejiminin 1922-1925 yılları arasında<br />

aldığı önlemler sonucunda İstanbul’da dört, Ankara’da bir gazete kaldığını belirtiyor Yazar. Bir başka<br />

çarpıcı rakamsa sivil toplum örgütleri hakkında gelmekte; “…1908′den itibaren Türkiye’de kurulmuş<br />

olan siyasi parti ve dernekleri saymak imkânsızdır. Örneğin sadece İstanbul’da ve sadece kadın<br />

haklarına ilişkin olarak kurulan dernek sayısı Tunaya’ya göre 14, başka araştırmacılara göre 23 veya<br />

29′dur. Cumhuriyetin ilanını izleyen yıllarda ise devlet partisi dışında hiçbir siyasi parti ve derneğin<br />

kurulmasına izin verilmemiş; 1924′de kurulan muhalefet partisinin kanlı bir şekilde yok edilmesinden,<br />

ve en son 1931′de Türk Ocakları’nın feshinden sonra Türkiye’de CHP dışında nitelikli hiçbir siyasi<br />

kurum kalmamıştır…”<br />

Rejimin uzun vadede başarısını da sorgulayan Yazar bu konuda da ümitsiz: “…Yakınçağda din<br />

özgürlüğü yerine ikame edilmeye çalışılan düşünce özgürlüğü kavramı, buna oranla pek cılız bir<br />

alternatiftir. Çünkü, düşünce özgürlüğü toplumun çok dar bir alanını kapsayan elit kesimi ilgilendirir;<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

82


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

oysa dini inanç en mütevazi insanların bile ortak malıdır. Siyasi düşünceleri için hayatlarını feda<br />

edecek insanlar nadir çıkar; oysa dini inançları için tarihte yüz binlercesi kendini seve seve aslanlara<br />

atmıştır. Düşüncenin neşrini yasaklamak kolaydır: Kitap ve gazete toplatılır, bir süre protesto edilir,<br />

unutulur. Oysa kutsal kitapları yasaklamayı ya da kilise, havra ve cami kapatmayı deneyip, uzun<br />

vadede başarılı olmuş bir rejimi tarih henüz kaydetmemiştir…”<br />

Kitapta bu şekilde altı çizilesi pasajlar ziyadesiyle mevcut. Güzel tarafı da Yazar’ın bir ideolojiye hizmet<br />

amacıyla bu satırları yazmayıp, aksine Araf’ta durmaya özen göstererek iddialarını rakamlarla,<br />

kaynakçalarla temellendirme gayreti. Yazar’ın “Kişiye tapınma geleneği” hakkında açtığı bölüm ve bu<br />

geleneği Atatürk heykelleriyle ilişkilendirdiği bölüm de bunlardan biri. “Kişiye tapınma geleneğinin bir<br />

Osmanlı geleneği” olup olmadığını soran Yazar devam ediyor: “…1871′de Fuller’e yaptırılan ve<br />

Beylerbeyi sarayının büyük salonuna yerleştirilen, Abdülaziz’in atlı heykeli dışında, yanılmıyorsak,<br />

Osmanlı Padişahlarına ait heykel yoktur. Türkiye’de bir devlet başkanının kamusal alana dikilen ilk<br />

anıtı, Gazi’nin emir ve takdirleriyle 1926′da Sarayburnu’na dikilen Atatürk anıtı olmuş ve bunu<br />

diğerleri takip etmiştir. Atatürk’ün heykel konusuna duyduğu ilgi, genellikle Batı Kültürünü<br />

benimseme çabasının bir parçası olarak değerlendirilse de yapılan işin Batı Kültürel geleneği içindeki<br />

konumu sanıldığı kadar net değildir.”<br />

Bu pasajın ardından “heykel” konusunun tarihsel sürecini sıkmadan anlatan Yazar, Türkiye’deki<br />

durumun bir ölçüde Sovyet pratiğiyle özdeşleştiği sonucuna varır. “…Eğer ilk Stalin anıtları gerçekten<br />

1926′dan önce yapılmışsa, iktidardayken kendi anıtını yaptıran, a) 20. Yüzyılın ikinci siyasi lideri ve b)<br />

Tarihin ilk Cumhurbaşkanı olmak ayrıcalıkları Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanına ait olmalıdır.<br />

Avrupa’nın 20.yy. tarihinde bu hadisenin bir başka örneğine rastlayamıyoruz. Mussolini ve Hitler’in<br />

özel koleksiyonlarındaki birkaç eser dışında anıt-heykelleri yapılmamıştır. Keza, Türkiye<br />

Cumhuriyeti’nin yer adlandırma politikası da Sovyet patiğiyle örtüşmektedir. Ankara Hükümetinin<br />

onayıyla 1922 Eylülünde Kemalpaşa, Mustafakemalpaşa, Kemaliye ve Mustafapaşa adlarını alan Nif,<br />

Kirmasti, Eğin ve Sinasos kasabaları, Türkiye tarihinde ideolojik gerekçelerle ( somut bir bayındırlık<br />

eseri sözkonusu olmaksızın) iktidardaki devlet reisinin adını alan ilk yerleşim birimleridir…”<br />

Kitaptan çok şey öğrenmek mümkün. Mesela, CHP’nin 1935 tarihli programı neden sözlükle birlikte<br />

yayımlanmış, Nutuk neden Osmanlı Türkçesinin başyapıtlarından biri sayılmalı, Yüzyılın başında 83400<br />

kelimelik Türkçe bugün nasıl 26500 rakamlarına geriledi, Cumhuriyetin ilk yıllarında gerçekten okul ve<br />

öğrenci sayısında bir artış oldu mu, Türkiye’nin bazı açılardan diğer İslam ülkelerinden ileri oluşu<br />

Kemalist rejimin eseri midir, Batı uygarlığı tek dişi kalmış canavar mıdır gibi sorular ve cevaplarını bu<br />

kitapta kıyaslamalarla, rakamlarla bulabilirsiniz.<br />

İşin ne denli zor olduğunu en başından belirtmiştim. Bu kadar hacimli bir kitabı, bu kadar dar bir<br />

çerçeveye sığdırmak imkânsız. Kitap, 51 soruya sıkmadan, delillere dayanarak 51 cevap arıyor.<br />

Meraklısına yazılmış bir kitap değil, Yazarının bir tarihçi edasıyla değil de entelektüel bir bakış açısıyla<br />

yazdığı bir kitap olduğu izlenimi verdi bana. “ben bilirim” anlayışından ziyade “sakın yanlış biliyor<br />

olmayasın” üzerine bir çalışmanın ürünü büyük ölçüde “Yanlış Cumhuriyet”.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

83


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Küçük Güzeldir / Ernst Friedrich Schumacher (Mehmet Salih Demir)<br />

…Fakat Güzel Hala Mümkün Değil<br />

Geçen sene bir ekonomistten şöyle bir anı dinlemiştim:<br />

Krizden sonra ABD’de dünyanın önemli finans kurumlarından<br />

birinin üst düzey yöneticisi ile sohbet etmiş. Sormuş bizim ki:<br />

“Kriz kendisini uzun bir süre öncesinden bozuk giden<br />

rakamlarla göstermeye başlamıştı; fark etmediniz mi? Neden<br />

önlem almadınız? Cevap vermiş üst düzey yönetici: “Evet, fark<br />

ettik. Hepimiz krizin çıkacağına neredeyse kesin gözüyle<br />

bakıyorduk. Ancak herkes para kazanırken siz tedbir alıp<br />

kazancınızın azalmasına sebep olursanız bunu patronlara<br />

ortaklara, yatırımcılara açıklayamazsınız. Kriz çıkıp da herkes<br />

kaybetmeye başladığında ise bunu anlatmak çok daha<br />

kolaydır.” Modern kapitalist sistemde krizlerin neden<br />

kaçınılmaz olduğunun özeti bu kısacık konuşmada gizli.<br />

Açgözlülüğün, kanaatten yoksunluğun ve sınırsız büyüme<br />

ihtirasının sonu… “Bu kadar kazanç bize yeter” denilemiyor<br />

kapitalist düzende. Schumacher, modern kapitalist<br />

sermayedara “bu kadarı bana yeter” dedirtecek bir ahlakın izlerini arıyor, “Küçük Güzeldir” kitabında.<br />

Vicdanlı ve insaflı bir adam, Schumacher. İnsancıl… Kitabın alt başlığı hem fikirlerinin hem de kitabın<br />

özeti gibi adeta: “Önceliği İnsana Veren Bir Ekonomi Anlayışı” Modern ekonomik ilişkilerin insanı<br />

kıvrandıran çarklarının arasına biraz merhamet ve diğerkâmlık zerk etmenin yollarını arıyor,<br />

önerilerde bulunuyor. Schumacher yarı dinsel ve mistik bir tatla insanın açgözlülük ve kıskançlık<br />

huylarından arınması gerektiğini söylüyor. Schumacher, kabuk bağlamış, fakat bugün küresel kriz<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

84


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

sebebiyle tekrar deşilmiş olan yaralara bundan yaklaşık kırk yıl önce parmak basıyor. İktisada ahlakı<br />

sokmak istiyor.<br />

Bu öneriyi çok klişe ve modası geçmiş, günümüz gerçeklerine aykırı bulan insanlar ekseriyette.<br />

Muhteris, limitsiz, doymak bilmezlerin yanında, zihni “reel politika ve ekonomik gerçeklerin”<br />

“gereksiz” gerekliliklilerinden malul beyinlere çok uzak; “arkadaş sen ne saçmalıyorsun, nerde<br />

yaşıyorsun?” dedirtecek; yüzüne müstehzi bir tebessümün kıvrımlarını konduracak öneriler bunlar.<br />

Finansın, teknoloji ve açgözlülük ile birleşip küresel çapta kontrolsüz bir canavara dönüşmesinden<br />

önce kaleme alındığı için kitap, ‘insan’ın daha çok makineleşme/sanayileşme karşısındaki durumunu<br />

ele alıyor. Ama hiç tereddüt etmeden tespit ve tavsiyelerini günümüzün bankacılık ve finans<br />

sektörüne de tıpatıp uyarlayabiliriz. Derdiniz insan olduktan sonra, ne tür iktisadi ilişkiler ağını tahlil<br />

ettiğinizin bir önemi yok. İnsan aynı insan, ruhu aynı ruh…<br />

Yalnızlık ve yabancılaşma karşısında insan psikolojisinin haleti<br />

hep benzer; ülkenin, milletin ve çağın bir ehemmiyeti<br />

bulunmuyor.<br />

Büyük Buhran’dan sonra Keynes‘ten yaptığı bir alıntıyı,<br />

tartışmak üzere kendine bir başlangıç noktası yapıyor, yazar.<br />

1929 Buhranı klasik iktisat anlayışının karşılaştığı ilk ciddi krizdi.<br />

Sermaye birikim modelinin/amacının esasına dokunmadan<br />

sistemin kendi kendini tedavi etmesinde Keynes’in önemli<br />

katkıları olmuştur. Ömrüne ömür katmıştır kapitalizmin, Keynes.<br />

Ekonominin geleceği hakkında tahminlerde bulunan Keynes,<br />

“herkesin zengin olacağı günlerin pek o kadar uzak<br />

olmayabileceği sonucuna” varıyor. Ondan sonra “yine<br />

amaçların, araçların üstünde ve iyiyi kullanışlıya yeğ tutacağımızı” ekliyor.<br />

“Fakat ayağınız denk alın!” diye sürdürüyor. “Bütün bunların gerçek olması için zaman henüz<br />

gelmedi. En azından daha bir yüzyıl boyunca kendimizi ve başkalarını iyinin kötü, kötününse iyi<br />

olduğuna inandırmalıyız; çünkü kötü işe yarar, iyi işe yaramaz. Açgözlülük, tefecilik ve ihtiyatlılık<br />

daha bir süre için tanrılarımız olmaya devam etmelidirler. Çünkü ancak onlar bizi ekonomik<br />

gereksinimlerin tünelinde gün ışığına çıkarabilirler.” ( s. 17 )<br />

Gördüğümüz gibi Keynes zamanımızın kapitalcilerden daha açık sözlü davranmış. Modern<br />

kapitalciliğin değişmeyen karakterini gözler önüne seriyor, Keynes. Onlarca soru sorulabilir sistemin<br />

bu çarpık doğası hakkında. Mesela “bu kadar zenginlik bize yeter, hadi artık açgözlülüğü terk<br />

edelim” diyecek bir insan/toplum/şirket var mıdır?” diye sorulabilir. Yazar, yoktur böyle bir<br />

insan/toplum/şirket diyor. Haklı olduğuna şüphe eden var mı?<br />

Çağımız ekonomileri, üzerinde yeteri kadar düşünülmemiş anlamsız bir “büyüme” saplantısı içindeler.<br />

Bir önceki yıla göre bir şirketin karını ya da bir ülkenin GSMH’ sini arttıramamış olması derhal önlem<br />

alınması zaruri ciddi bir hastalık belirtisi… Sınırsız büyüme hırsının meydana çıkardığı krizleri aşmak<br />

için daha fazla büyümek gerektiği söylenip duruyor. Sadece krizden kurtulmak için değil, her şey<br />

yolunda giderken bile herhangi bir arızanın doğmaması için hiç durmadan sürekli büyümeliyiz. Kar<br />

ruhumuzun gıdası… Karsız yaşayamayız diyor büyük büyük şirketlerin büyük büyük CEO’ları… Neden<br />

peki? Nedeni yok… Kimse “açgözlüyüm, muhterisim, kıskancım, doymak bilmiyorum, herkesi yenmek<br />

istiyorum” demez ki… Herkes ikiyüzlü bir sessizlik içinde koskoca bir yalan üzerinde zımni bir<br />

mutabakat sağlamış durumda.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

85


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Çağımızda sermaye, yeni sermaye üretmek amacıyla üretiliyor. Sorduğunuzda alacağınız cevap<br />

genelde aksi de olsa, sermaye kullanımındaki başlıca amaç sermayenin kendisini büyütmesidir.<br />

Aslında, bu çok saçma ve düpedüz ahmakça bir tutum. Bu sistemde, geçmiş birikimler yalnızca daha<br />

fazla sermaye biriktirmek için kullanıldığı ölçüde sermaye kabul ediliyor. Sermayeyi sırf biriktirmiş<br />

olmak için biriktirmek, insanlık tarihinde her zaman vuku bulmuştur, yeni bir şey değil. Ancak bu<br />

biriktirme hırsı hemen her zaman kötü ahlakın bir şubesi sayılmış, kerih görülmüş ve kötülenmiştir.<br />

Modern kapitalist dünyada ise doğal, makul, makbul ve meşru addediliyor. Hatta teşvik ediliyor ve bir<br />

devlet düzeni, bir rejim ismi olarak sistemleştiriliyor. En büyük fark burada. Birçok dini ve mistik<br />

öğreti içinde nehiy edilen gayri ahlaki bir tutum, çağımızda kurumsallaşmış bir vaziyettedir.<br />

İnsanoğlunu kendi kendine esir eden de bu yaklaşımdır. Özgürlük yolunu kapatan servet değil servet<br />

tutkunluğudur; zevkli şeylerin tadını çıkarmak değil, bunun için kıvranmaktır. ( s. 43)<br />

Kurumsallaşmış açgözlülüğün en çarpıcı etkilerinden biri çalışanlar üzerinde gösteriyor kendini.<br />

Karlılığı arttırmak ve “olmazsa olmaz” büyümeyi sağlamak gayesiyle maliyetleri azaltmak için, üretim<br />

süreçlerinden insan öğesi çıkartılabildiği ölçüde üretim sorununda çözüme yaklaşıldığına inanılıyor.<br />

Makinelere yatırım yapmak, çalışması için işçilere para ödemekten daha ucuz olduğu sürece<br />

makineleşme yolunda ilerlemede hiçbir sakınca görülmüyor. Sanayinin ideali, canlı etkeni ve hatta<br />

insan etkenini bile eleyerek ortadan kaldırmak ve üretim sürecini makinelere devretmektir. ( s. 84)<br />

Ekonomizmi putlaştırmanın kaçınılmaz sonucu insanın önemini yitirmesidir. ( s. 88 )<br />

Sanayinin/üretimin/ekonominin bütün ilerlemesi insansız bir ekonomiye doğru akıyor. İş gücü en<br />

düşük düzeyine indirilmeye çalışılıyor, maliyetleri azaltma adına. Makine başında kalan son insanlar<br />

da asli unsur değil; makineye/üretim süreçlerine eklemlenmiş bir parça gibi. Gitgide silikleşiyor insan,<br />

hükümsüzleşiyor devasa mekanizmalar karşısında.<br />

Geçenlerde bir liberal yazar sevinçle ve neşeyle dolu şunları yazıyor köşesinde: “Sanayi Sonrası<br />

Dönem, işi, işçiyi, çalışmayı, çalışma saatlerini boşa çıkarmaya devam ediyor… Çünkü Sanayi Sonrası<br />

Dönem ya da Bilgi Çağı için tek ölçü, ‘ yeni buluş’… Dolayısıyla patent ve inovasyon… Patent ve<br />

inovasyon, çünkü ‘beyinsel icatlar’, kol gücünden çok daha büyük zenginlik üretiyor… ‘Buluş çağına’<br />

uyan kazanıyor, uymayan kaybediyor.” Araştırma-geliştirme çalışmalarının ve patentin önemine<br />

değindikten sonra, bunların olmazsa olmaz parçası sayılan “sayısı azaldıkça kalitesi artan ‘iş gücü<br />

niteliği’ni konuşmamız gerektiğini ekliyor.<br />

Mutluluk saçarak bildiriyor yazısında değindiği gelişmeleri. Sormak lazım: “insan” bu<br />

değerlendirmenin neresinde? Sadece insan değil “doğa” bu anlayışın neresinde? Hümanistim demek<br />

ve çevre örgütlerine destek vermek düşüncelerinizi temize çıkarmaya yetmez. Hayatınızın merkezine<br />

sadece zenginlik üretmek/sermaye biriktirmek yerleşmişse ve tek gayeniz ‘para yapmak’ olursa, iki<br />

seçenek arasında kaldığınızda, pek fazla tereddüt etmeden insan ve doğayı gözden çıkarabilirsiniz.<br />

Ayrıca ülkemizde de bu gayri insani anlayış yeterince benimsenmediği için dövünüyor, söz konusu<br />

yazarımız. Gözünü Batı’dan kıl kadar saptırmadan mütemadiyen oradan ülkemize “ilim ve hikmet”<br />

transfer eden aydınlarımız nerede yaşadıklarını, kime hitap ettiklerini, hangi değerlere sahip insanlar<br />

arasında olduklarını unutuyorlar. Batı’da biçilmiş gömleği olduğu gibi bizim insanımıza giydirmeye<br />

çalışıyorlar.<br />

Herkes gibi Schumacher de ‘eğitim şart’ diyor ve fakat burada bırakmıyor. Ekliyor: Nasıl bir eğitim?<br />

Eğitimin amacı nedir? Eğitimin önemi bahsinde Schumacher can alıcı bir noktaya dikkat çekiyor. Tek<br />

başına bilginin, örneğin bir know-how’un bir başkasına iletilmesi midir amaç? Bu bilgiyle beraber<br />

sağduyu, vicdan ve bilgelik de aktarılmazsa ne işe yarar o bilgi? Ne tür felaketlere sebep olur hatta?<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

86


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Atom bombasını icadı ve neticeleri hakkında iki saniye düşünmemiz yeterlidir, ne tür felaketlere<br />

sebep olacağının anlaşılması için. Daha fazla eğitim, ancak daha fazla bilgelik ürettiği ölçüde<br />

yararlıdır. (s. 61) Ekonomi, hele uygulamalı ekonomi bilimi, kesin bir bilim değildir; aslında çok daha<br />

büyük bir şeydir, ya da olması gerekir: insanın bilgeliğinin bir parçası. (s. 181 )<br />

Bütün bir 20. yüzyıl zihniyeti, 19. yüzyıl pozitivizmi ile kirlenmiştir. Bilgiyi yalnızca kendisi adına<br />

üretmek, amaçsızca üretmek, “bilgiyi bilim için üretmek” bu dönemde yaygınlık kazanmaya başlamış<br />

bir tutum. Amacından saptırılmış bir bilimdir bu. Hakikat gibi bir derdi yok bugünkü bilimin. Pekâlâ bir<br />

bilgisayarın sabit diskine de aktarılabilecek bilgiler istifleniyor dimağlarda. Teknik bilginin zihinlerden<br />

zihinlere biraz daha arttırılarak aktarılmasına indirgenmiş durumda, modern bilim. Bu halin ekonomi<br />

bilimindeki sonuçları, insanın tamamen dışlanması, yabancılaşması ve kurbanlaştırılması şeklinde<br />

tezahür ediyor. Ekonomi biliminin metodolojisi niceliksel ifade edilebilenin sınırlarına mahkûm<br />

edilmiştir. Niteliksel yaklaşımlar, normatif iktisat-pozitif iktisat ayrımını keskin bir şekilde vurgulayarak<br />

ekonomiden dışlanmaktadır; insanca bir değerlendirmeye yer yoktur bu bilimde. Fakat şunu hiç<br />

hatırımızdan çıkarmamalıyız: “Eğitim metafiziğe yer vermediği sürece bize yardımcı olamaz.” ( s. 70 )<br />

Yer çekimi yasasını bilmiyor olmak hayatta ne kaybettirir insana? Hemen hemen hiçbir şey… Ama<br />

dini ya da edebi bir eseri hiç okumamış olmak dünyanın ve hayatın kavranmasında çok büyük bir<br />

eksiklik sayılabilir.<br />

Yazarın kalkınma ile ilgili tavsiyelerini çok naif bulabilirsiniz. Kitabın yazıldığı zamanlar Dünya<br />

Bankası’nda yeni bir dönemin başladığı ve yoksullukla mücadele söyleminin yaygınlık kazandığı<br />

dönemlerdi. Yazarın iyi niyetli ve safça önerilerde bulunması çok doğal; bunlar aynı zamanda isabetli<br />

önerilerdir. Ancak bu değişimin mimarı olan insanlar onun kadar iyi niyetli ve saf düşünceli değillerdi<br />

galiba. Zengin ülkeler tarafından yoksul ülkeler için planlanan kalkınma programları, yoksul ülkelerin<br />

kendine yeterli olmalarına ve kendi güçleriyle gelişmelerine engel olan üretim ve tüketim<br />

yöntemlerine kaymalarına sebep oldu. Sanki amaç o ülkenin yoksulluktan kurtulması değil, zengin<br />

ülkelerin kendileri için mamul malları ve sermaye malları ihraç edebilecekleri zengin bir pazar; aynı<br />

zamanda ucuz hammadde ithal edebilecekleri güçsüz bir tedarikçi ortaya çıkarmaktı. Bunun için<br />

gerektiğinde hiç çekinmeden ülkelere borç da verilmiştir. Yoksul üçüncü dünya için sağlanan<br />

kaynaklar istikrarlı ve sağlıklı toplumlar çıkardı mı? 80′li yıllardan itibaren belli aralıklarla ortaya çıkan<br />

borç krizlerine bakılırsa bu sorunun cevabı pek de müspet verilemez.<br />

Kitabın ana fikrinin önemi küresel kriz sonrasında alınan önlemlerde kendini daha açık bir biçimde<br />

ortaya koydu. “Batmayacak kadar büyük banka” gibi laflar işitmeye başladık. Bazı finans kurumları<br />

öylesine büyümüş ki, kendi haline bırakıp iflaslarına izin verseniz bir dert, kurtarsanız ayrı bir dert.<br />

Siyasi karar organları ikna edilerek kurtarılmaları sağlandı. Ne yapıldı peki? Likidite bolluğunun<br />

meydana çıkardığı kriz piyasaya daha fazla likidite enjekte edilerek bankalar kurtarıldı ve kriz<br />

savuşturulmaya çalışıldı. Kısacası aşırı büyüme hırsının tıkandığı noktada, bu saikı hiç sorgulamayı<br />

dahi düşünmeden aynı amaç peşinde nasıl durmaksızın koşmaya devam edilebileceğinin yolları<br />

aranıyor.<br />

Kitabın arka yüzünde Times Literary Supplement kitap hakkında ” Dr. Schumacher, okuyucuyu<br />

esinlendiriyor, dürtüyor. Üstelik tartışmayı kazanan tarafta yer alıyor gibi…” şeklinde bir not düşmüş.<br />

Dönüp geçmişe bakıldığında cümlenin ikinci yargısının gerçekleşmemiş olduğunu görüyoruz ne yazık<br />

ki. Kazanan küçük ve güzel olmadı. “Küçük hala çok güzel bizce”, ancak dünyanın en büyük<br />

bankalarının kurtarılıp krizden daha da büyütülerek çıkarıldığını gördükten sonra “küçük hala<br />

mümkün değil” diye düşünerek umudumuzu yitirme noktasına geliyoruz. Yaklaşık seksen yıl önce<br />

Büyük Buhran ve Keynes’in yazdıklarına, kırk yıl önce Schumacher’in temenni ve tavsiyelerine; ondan<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

87


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

kırk yıl sonra ise bugünkü konuşulanlara bakarak özünde hemen hemen hiçbir şeyin değişmediğini<br />

görüyoruz; korkarım bundan kırk yıl sonra da benzer şeyler konuşulacak…<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

88


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Kırık parçalar / Marilyn Monroe (Mehmet Yılmaz)<br />

“..Sadece bir kaç kırık parçamız bir gün diğer insanların kırıklarına temas edecek. Gerçek bundan<br />

ibaret. Bir tek insanın gerçeği. Sadece “prezentabl” kırıklarımızı paylaşabiliriz. Bu yüzden hemen her<br />

zaman yalnızız *...+ Neden olaylar gerçekten olmuyor da bir rol oynuyormuşum gibi geliyor? Neden bu<br />

işkenceyi hissediyorum? Neden kendimi diğer insanlardan daha az insan hissediyorum? Kendimi hep<br />

insan-altı bir varlık gibi hissettim…” (Marilyn Monroe’nun 1961′de psikanalist Ralph Greenson’a<br />

yazdığı mektuptan)<br />

Marilyn Monroe’nun hayatı boyunca küçük kâğıtlara, günlük sayfalarına not ettiği şiirlerin,<br />

yayınlanmamış mektuplarının derlendiği bir kitaptan bahsetmek istiyorum bugün, “Kırık Parçalar”.<br />

(Fragments)<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

89


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Seks sembolü”, bütün gerçek kadınlardan daha “dişi” bir star, vücud hatlarını abartan korseleri, dar<br />

giysileri ile kadın değil, bir kadın karikatürü olarak yaşamış bu insanın hayatı neye benzeyebilir?<br />

Dişiliği abartıldıkça insanlığı örtülen, platin saçlarıyla sarışınlardan daha sarışın olan “Marilyn” gerçek<br />

adını dahi kullanamayan genç bir kadındı… Kendisi olmak ile toplumun ona biçtiği rol arasında,<br />

mandalla ipe asılmış bir çamaşır gibi edilgen, rüzgâra ve güneşe mecbur, şunları not etmiş defterine:<br />

“hiç bir zaman mutlu olmayacağımı biliyorum ama neşeli<br />

olabilirim….Ey Hayat! Senin iki yönünü takip ediyorum, havaya<br />

asılıyım, daha çok aşağıya düşer gibiyim… Ama kuvvetliyim,<br />

rüzgârdaki bir örümcek ağı gibi. Kırağı ile varlığım kuvvetleniyor,<br />

soğuk ve ışıltılı. Ama inci dizili çizgilerim bir tablo gibi rengârenk. Ah<br />

hayat, seni aldattılar…”<br />

Kendisi için mutlu olamayan, “ötekilerin” ondan beklediği gibi neşeli<br />

görünmeye çalışan bir kız Norma; ötekiler için “Marilyn” rolü oynayan<br />

Norma Jean Baker. Mânâsız bir harf, içi boş bir elbise gibi<br />

hissediyormuş kendisini. Biyografisinden öğreniyoruz ki “Erkekler<br />

sarışınları tercih eder” ya da “bazıları sıcak sever” gibi filmlerin<br />

kahramanı çekimlerden sonra Los Angeles üniversitesine gidiyormuş,<br />

kütüphanesinde 400′den fazla kitap varmış.<br />

Sanırım yazmak Marilyn için bir kaçıştı, en makyajsız haline, kameralardan, alkışlardan uzak, “orijinal”<br />

benliğine geri dönüş. Kendi olmak imkânını bulduğu nadir anların tadını çıkarıyordu yazarak. Daha<br />

çocuk sayılacak yaşta bile sürekli yazan, hisleri, umutları ve ızdırapları ile şuuru arasına mesafe<br />

koyabilen, tepki değil fikir üreten bir genç kız var karşımızda. 1943′te 17 yaşında iken şunları yazmış:<br />

“Kendini iyi tanımak ya da tanıdığını düşünmek o kadar da iyi bir şey değil. Başarısızlıkların<br />

üstesinden gelmek için herkesin biraz gurura ihtiyacı var”<br />

“Ben” kimdir?<br />

İskoçyalı filozof David Hume’un(1) bunalımlarını hatırlıyoruz Marilyn Monroe’yu okurken. Hume’u ve<br />

Derin İnsan kitabında bahsettiğimiz “benlik” hissini:<br />

“İşte BEN’lik tuğlası bu. Filozofun akıl yoluyla keşfettiği, mü’minin vahiy yoluyla inandığı (çamurdan<br />

bedene üflenen…) ve şizofrenin kafasına bir saksı gibi düşen, BEN’in bir yanılgı, bir vehim olduğu<br />

gerçeği. Ama bu gerçek ile karşılaşmak için mü’minin gerekli hazırlığı yapmış ve tahkikî iman ile<br />

donanmış olması gerekiyor. Filozoflar? Onların da her zaman hazır olduğu söylenemez. ”İnsan<br />

Doğası” (A Treatise of Human Nature) isimli çalışmasının birinci kitabının sonuç bölümünde David<br />

Hume şöyle yazıyor:<br />

“Gemisi batmış, boğulmak üzere olan bir yolcuya benziyorum. Kimim? Bir hiç miyim? Hiç bir<br />

Hakikat’im yok. Diğer insanlardan tecrid olmuş durumdayım. Kaybolmuş. Ne mutlu ki doğa beni bu<br />

melankoliden çekip çıkarıyor ve tavla oynamaya itiyor… Bir kaç saat eğlencenin ardından bu<br />

düşüncelere geri dönecek olursam soğuk buluyorum onları ve yeniden içine girmeye gönlüm yok.”<br />

İnsanları “BEN” yapan şeylere biraz daha yakından bakın: Doktor, Erkek, Genç, Bekâr, Eskişehirli,<br />

zayıf, Tavla sever, sigara kokusundan nefret eder, dostları var, komşuları, akrabaları… Hep<br />

başkalarına göre, topluma, kurumlarına, geleneklere göre inşa edilmiş bir kim?-lik. Bir an için<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

90


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

çevresindeki herkesin o yokmuş gibi davrandığını farz edin: insanların ona bakmadığını, ondan yardım<br />

istemediğini hatta selâm vermediğini canlandırın gözünüzün<br />

önünde. Söylediği sözler dipsiz bir kuyuya atılmış taşlar gibi. Ses<br />

bile vermiyor. Günlük hayatın, alışkanlıkların ve bedensel<br />

hazların verdiği güven duygusunun silindiği bir dünya. Kim?-lik<br />

yok. “Kim?” sorusuna cevap bir sessizlik. Aynaya bakıyor ama<br />

kendini göremiyor.”<br />

Yatak odası gazetecilerinin ağzını sulandıracak detaylar yok<br />

Marilyn Monroe’nun notlarında. Mahremiyet yok, samimiyet<br />

var. yazdıkları gerçekten çok içten. Kendini, hayatı ve insanları<br />

anlama gayretinde bir insancık duruyor karşımızda. Izdırap<br />

içinde kıvranan, yardım isteyen, kimseye kin tutmayan biri.<br />

Kendine biçilen “sarışın fıstık” rolünü mükemmel oynuyor;<br />

mükemmeliyetçi bir aktör, her çekimden önce başarısızlık<br />

korkusuyla tir tir titreyen bir çocuk adeta. Sevgi dilenmekle<br />

geçirmiş ömrünü, yüzüne fırlatılan kürklerin ve pırlantaların<br />

altında nefessiz kalmış. Et-kadın’ın içindeki insan-kadını aramış,<br />

belki de kalbindeki boşluğu kitaplarla doldurmaya çalışmış?<br />

Obur insanın pastalara saldırması gibi kitaplara saldırmış, okumuş, yercesine, yutarcasına okumuş.<br />

Ya yazdıkları? Büyük bir edebî eserden bahsedebilir miyiz? Sanmıyorum. Daha çok “kederli bir<br />

palyaçonun seyir defteri” diyebiliriz. Dışarıya verdiği “pozitif görüntü” ile iç dünyasında yaşadığı<br />

fırtınalı hayat arasında kalmış. Sürekli “içine” bakmış ve yazmış; can çekişen bir kadının kalbinden<br />

gelen “kadınsal” izleri kâğıda dökmüş…<br />

Hem kadın hem de yazar<br />

Derin Düşünce sitesi kurulduktan sonra kadınların yazma<br />

konusunda bir avantajı olduğunu fark ettim. Hanım<br />

yazarlar ile tanıştıkça bu olumlu “önyargı” pekişti. Siteye<br />

örnek yazı gönderen yazar adaylarının isminden<br />

anlaşılmasa bile yazdıklarından bir hanım olduğu derhal<br />

seziliyordu. Neden? Nasıl? Bilmiyorum. Ama öyle.<br />

Kadınlarda biz erkeklerin sahip olmadığı bir tür “duygusal<br />

zekâ” var. Erkek yazarlar kelimelere, kavramlara<br />

muhtaçlar. Ama mânâlar kelimelere hapsoldukça<br />

Mânâ’dan uzaklaşıyor. Erkekler beyin ile yazıyorlar.<br />

Kadınlar ise kalp ile. Erkeklerin yazdıkları üst üste konmuş<br />

tuğlalara benziyor. Bir plan ve program dahilinde, giriş,<br />

gelişme, sonuç, ana fikir, yan fikirler… Kadınlar ise<br />

ressamlar gibi bir fırça darbesiyle anlatıyorlar<br />

kalplerindekini. Açıklanmayan, “sadece” yaşanabilen,<br />

sezgisel şeyler yazıyorlar. Bir keman konçertosuna<br />

benzetilebilir kadınların yazdıkları. Sesler iç içe geçmiş. Hangi fikirden ne zaman çıktınız, hangi<br />

duyguya ne zaman daldınız, bilmiyorsunuz. (Bir daha ki sefere duygusal bir film seyrederken karınızın<br />

ya da kız kardeşinizin göz pınarlarında bir damla yaş görürseniz bu sözlerimi hatırlayın.)<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

91


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Evet… “bizim” Marilyn de bir kadın yazardı. Ya da yazan bir kadın? Ne olursa olsun beyniyle değil<br />

kalbiyle düşünen bir insandı Marilyn. İlk kocasından ayrıldıktan sonra şunları not etmiş meselâ:<br />

“…idealize edilen gerçek aşkın sureti yok olduğunda hissedilen… fırlatılmış ve reddedilmiş olmanın<br />

verdiği ağır bir ızdırap…”<br />

Marilyn’in yazdıklarından değil ama onu yakından tanıyanların sözlerinden anlıyoruz ki modern<br />

dünyada yaşamak için fazla hassas bir kadınmış. Kendisinden istenen her şeyi vermiş, insanlarda biraz<br />

samimiyet ve gerçek sevgi aramış ama nafile. Son kocası Arthur Miller onun bu hassasiyetine şu<br />

sözlerle işaret ediyor:<br />

“…Hayatta kalmak için daha riyakâr biri olmalıydı, ya da en azından gerçekçi. O ise sokağın köşesinde<br />

durmuş, insanlara şiirlerini okumaya çalışan bir şaire benziyordu, gelip geçen kalabalık onun<br />

elbiselerini yırtarken…”<br />

YaşaMAyanlar nasıl ölür?<br />

Dünyaya geldiğimizde “ben” olduğumuzu bilmeyiz. Açlığımıza, üşümemize, korkumuza derman olan<br />

“anne” bize dokunarak vücudumuzun sınırlarını da öğretir.<br />

Yüzümüze gülümser, adımızla hitab eder. BEN fikri oluşmaya<br />

başlamıştır artık. Vücudumuzun boşlukta bir yer kapladığını<br />

fark ederiz. O yer “benim” yerimdir, bana özeldir. Tıpkı adımız<br />

gibi, Ben’e ait, SADECE Ben’e ait. “Anne” bizim için ilk “öteki”<br />

olur. Ve tabi diğer aile fertleri. Okul, cinsiyet, mahalle, millet<br />

derken yavaş yavaş BEN‘liğimizi inşa ederiz. Kim?-liğimizi<br />

oluştururuz. Çocukluktan Ölüm’e dek AYNI olarak kalacak bir<br />

“BEN” fikri, “Kim?” sorusunun cevabı, bir ” identity“…<br />

Ama adı üstünde bir inşa sürecidir bu. Doğuştan gelen bir şey<br />

değildir. Bir şeyler ekleyip çıkarırız. Hem ait olduğumuz grupları<br />

taklid ederiz hem de “Özel” olmak isteriz. Aidiyetler güven<br />

verse de toplum içinde eriyip yok olacak kadar başkalarına<br />

benzemek… hoş değildir.<br />

Fakat bazen işler yolunda gitmez. Marilyn gibi bazı çocuklar<br />

ayaklarını yere sağlam basamazlar bir türlü, onlar için hayatın toprağı kum gibi gevşektir. Tutunamaz<br />

kökleri. Zaman’ın geçmesi yetmez yaşamaları için. BEN’liklerini inşa edemez o çocuklar. Yaşamaya<br />

başlayamazlar bir türlü:<br />

“Kimse onun bir hayalet olduğunu tahmin edemezdi. Yaşayan bir ölü için fazlasıyla güzeldi o,<br />

fazlasıyla tatlı, çekici. Hayaletlerin sıcaklığı olmaz. Soğuk çarşaflar gibidirler ya da korkunç bir<br />

karaltıya benzerler. Keşke aldanmasaydık. Bizi büyüleyen, böylesine avucuna alan ve bize zevk veren<br />

bu güç neydi? Tuzağa düşmüştük. Onun çoktan ölmüş olduğunu anlayamadık.<br />

Aslında Marilyn Monroe tam olarak ölmüş sayılmazdı. Biraz ölmüştü. Neşeli görüntüsünün içimizde<br />

uyandırdığı zevkten körleşiyorduk: YaşaMAmak için ölmüş olmak gerekMiyordu. O doğuşundan<br />

itibaren yaşaMAmaya başlamıştı. Annesi bir “piç” doğurduğu için insanlıktan kovulmuştu ve son<br />

derecede mutsuzdu… Bebekler insanların kanunla çizdiği yerler dışında yaşayamazlar. Norma Jean<br />

Baker daha doğmadan kanun dışı olmuştu. Bunalım içindeki annesi bebeği ile ilgilenebilecek<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

92


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

durumda değildi. Küçük Norma soğuk yetimhanelerde ve geçici ailelerde kaldı. Sevgiyi öğrenmek<br />

zordu.” (Hayaletlerin fısıltısı, B. Cyrulnik)<br />

Sevgiyi ve mutluluğu öğrenemedi “bizim” Marilyn. Ama faydayı, tatmini ve tatminsizliği öğrendi.<br />

Beşerî Marilyn bir şekilde beslenip büyüyor fakat içindeki “insanî” Marilyn açlıktan kıvranıyordu.<br />

Etrafındaki insanlar ondan faydalandılar. Karşılığında Marilyn’e istediği faydayı, lüksü, şöhreti vs<br />

verdiler. Ama bu beşerî bir ticaretti. “insanî” Marilyn yine açtı. Sevgisizlik neticesinde Kendine<br />

güvensizlik, bunun doğurduğu korku ve boşluk hissi büyüdükçe büyüdü. Marilyn’in ifadesiyle güzel<br />

sözler bile sorun teşkil ediyordu:<br />

“Tuhaf ama biri bana iltifat ettiğinde içimi bir endişe kaplıyor.<br />

Izdırap duyuyorum çünkü bu iltifatı hak etmediğimi düşünüyorum,<br />

gerçeğin ortaya çıkmasından korkuyorum”<br />

Delirmek<br />

Gerçek şu ki şizofren, melankolik, depresif diye etiketlediğimiz<br />

insanların bir çoğu gerçekte hasta değiller. İnsan’a dair bir<br />

Hakikat’i hissediyorlar ama anlam veremiyorlar. BEN duvarında<br />

öyle büyük bir yarık öyle beklenmedik bir anda açılmış oluyor ki<br />

Hakikat’in ışığı gözlerini kör ediyor! Korkarım intihara yeltenenler<br />

ve cinayet işleyenlerin büyük bir kısmı da buna dahil. Günlük<br />

hayatın tekdüze akışından meydana gelen dekorun yıkılması bu insanlarda sonsuz bir güvensizlik hissi<br />

doğuruyor. Korku ile saldırganlaşıyorlar. Ya başkalarına ya da kendilerine karşı. Biz “normaller” canına<br />

kıyan birisinin haberini alınca makul ve mantıklı bir açıklama arıyoruz, aşk acısı, işsizlik, çevre baskısı…<br />

Oysa Mutlak Korku İnsan’ın kimyasında var, pusuda bekliyor. Uygun koşullar bir araya gelince “bir”<br />

şekilde gösteriyor kendisini. (Bkz. Korku Matkabı bahsi, Derin İnsan Kitabı)<br />

Özetleyecek olursak, deliler hasta değildir tıbbî mânâda:<br />

“Delilik bir uydurmadır yani deli olduğunun farkında olmayan hasta<br />

uydurması. Doktor ile hastanın şuurlarını birbirinden ayıran mesafe<br />

ile tıbbî uzmanlık bilgisini hastanın cahilliğinden ayıran mesafe farklı<br />

şeylerdir. Ne doktor her şeyi bilen “sağlıklı” taraftadır ne de hasta<br />

kendi varlığını unutacak denli “hastalıklı” tarafta. Hasta kendi<br />

anormalliğini kabul eder ve hastalığını anlamlandırır. Bu anlam<br />

hastanın şuuru ile, ötekilerin dünyası ile arasına koyduğu kapanmaz<br />

bir mesafedir. Ama ne kadar net görürse görsün, hastanın<br />

yapamadığı şey doktorun perspektifinden bakmaktır. Doktor hastalığı<br />

objektif bir süreç olarak ihata eder. Hastanın anormalliğini kabul ya<br />

da reddedişi, yorumlayışı hep içeridendir, onsuz değildir.” (M.<br />

Foucault, Maladie Mentale et psychologie, sf. 56)<br />

Marilyn Monroe da çocukluğundan itibaren maruz kaldığı baskılar<br />

altında kendi iç dünyasına hapsolmuştu. Biz normallerin “delilik” dediği şey kuluçkaya yatmıştı.<br />

Foucault’nun tabiriyle söyleyecek olursak “anormalliğini yorumlayışı içeridendi, Marilyn-siz değildi”.<br />

Kısaca Marilyn giderek delirmekteydi. Yazdığı notlarda bu görülebiliyor. Düşünceden kopma,<br />

şiirsellikten, çarpıcı metaforlardan deliliğe doğru bir kayma vardı hayatında. Meselâ:<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

93


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

“Ey sessizlik! Sükunetin başımı ağrıtıyor. Kulaklarımı delip geçiyor ve tahammül edilmez sesler sakince<br />

başıma vuruyor. Simsiyah bir ekranda beliren yaratıkların gölgeleri en sadık dostlarım oldu. Kanım<br />

devinim içinde yolundan sapıyor, dünya uykuda; ah huzur, seni istiyorum. Bir huzur yaratığı olsan<br />

bile.”<br />

Neden bu gidişe direnemedi? Neden hayata tutunamadı Marilyn? Tanıtım yazımızın giriş kısmında<br />

sunduğumuz sözlerini hatırlayın, “..Sadece bir kaç KIRIK PARÇAMIZ (ing. Fragments) bir gün diğer<br />

insanların KIRIKLARINA temas edecek” diye başlayan satırları. Marilyn aslında çok önemli bir gerçeğe<br />

işaret ediyordu, “benlik” dediğimiz şeyin gerçekten de “kırık” parçalardan ibaret olduğuna. Sağlıklı bir<br />

çocukluk, “normal” anne-baba sevgisi içinde bu parçaları birleştirebilecek gücü buluyoruz biz<br />

“normal” insanlar. Hatta kendi “parçalarımızı” o kadar iyi birleştiriyoruz ki onu bölünmez bir bütün<br />

sanıyoruz. Adına “Benlik” dediğimiz gerekli vehim böyle oluşuyor. Ama çocukluğunda büyük<br />

travmalar yaşayanlar bu “birleştirmeyi” beceremiyor, tahammül edemedikleri gerçeğin yerine<br />

yalandan bir dünya kuruyorlar:<br />

“…Ailesiz çocuklar cemiyetin gözünde ailesi olanlara kıyasla daha kıymetsizdir. Bu çocuklara tecavüz<br />

etmek ya da sömürmek o kadar da büyük bir suç sayılmaz. Çünkü<br />

bunlar tam anlamıyla çocuk sayılmazlar… Kimileri böyle düşünür. Küçük<br />

Marilyn bu saldırgan ortama rağmen ayakta kalabilmek için fanteziler<br />

oluşturmaya başladı. Bazen gerçek babasının bir sinema yıldızı<br />

olduğunu söylüyor, bazen bir kraliyet ailesinden geldiğini iddia<br />

ediyordu.<br />

Sürekli yetimhane ve geçici aile değiştirmek ve cinsel istismar<br />

neticesinde Marilyn gerçekten sevilmeyi hak eden bir insan olduğunu<br />

fark edemedi. “Normal” insanların sevgi dilini hiç bir zaman<br />

öğrenemedi. Cinsel olgunluğa eriştiğinde onunla birlikte olmak isteyen<br />

herkese “evet” diyordu. Cinsel olarak kullanmayanlar için Marilyn altın<br />

yumurtlayan bir tavuktu. Satılık, kiralık… bir et idi. Marilyn’i gerçekten<br />

sevenler bile onun iç dünyasına giremediler. Öylesine çekici, öylesine<br />

parlaktı ki. Erkeklerin gözleri kamaşıyordu. Et-Marilyn “büyük aşklar” yaşarken insan-Marilyn<br />

çocukluğunun bataklığında yalnız başına debelenip durdu. Tutunacak bir ip arıyordu, biz ona bir kaç<br />

pırlanta atıyorduk zaman zaman. Ölü doğan Marilyn ona biçilen ET rolünü mükemmel oynadı, biz<br />

onun hayaletine taptık. Marilyn hiç bir zaman hayata giremedi; kendisi olamadı…” (Hayaletlerin<br />

fısıltısı, B. Cyrulnik)<br />

İntihar etmek<br />

Marilyn Monroe “delilikte” ilerledikçe bir tür “derinlik<br />

sarhoşluğu” yaşamaktaydı. Çok derine dalmış ve yönünü<br />

kaybetmiş bir dalgıç gibiydi sanırım. Kendisi için ne istediğini,<br />

neyin iyi, neyin kötü olduğunu bilemeyecek duruma<br />

geliyordu. 5 ağustos 1962′deki ölümünden 4 yıl önce,<br />

1958′de titreyen elleriyle şunları yazmıştı:<br />

“Help! Help! Help! Hayatın yaklaştığını hissediyorum. Oysa<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

94


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

istediğim tek bir şey var, ölmek”<br />

Paramparça olmuş iç dünyasında, kırık bir aynada makyaj yapmaya çalışan bir kadın gibi… Ötekilere<br />

kabul edilebilir parçalarını sunmakla geçen bir ömür; çok uzun ve çok kısa bir ömür. Marilyn kendi<br />

tabiriyle ses çıkaran plastik bir oyuncaktı. “içi boşlukla dolu” bir oyuncak. Görünen dünyada “gerçek”<br />

aşkı, dostluğu aramak, MUTLAK MÜKEMMEL’i “ötekilerin” insafından sormak… Ölürken bile herşeyini<br />

verdiği “ötekileri” düş kırıklığına uğratmak istemedi. Dünyanın Marilyn’de kıymet verdiği yegâne şeyi<br />

yani vücudunu bozmayacak bir ölüm seçti.<br />

Chicago şehrinde 8 metre yüksekliğinde bir heykeli dikildi Marilyn Monroe’nun. Etekleri<br />

havada, Seven year itch filmindeki o ünlü pozuyla. Hayatı boyunca “ben bir et değilim” diye ağlayıp<br />

duran kız çocuğu artık öldü. Ama ona ısrarla “sen bir etsin, bizi ilgilendiren tek şey senin etin” diyen<br />

bir anıt var artık. Chicago’ya gelen turistlerin en büyük eğlencesi plastik Marilyn’in bacaklarının<br />

arasında geçip resim çektirmek. Dişiliği abartılmış, eşyalaşmış bir kadın karikatürü ve altında poz<br />

veren, cinselliğe indirgenmiş bir erkek karikatürü. Öldükten sonra bile insan yerine koymadığımız<br />

Marilyn Monroe’nun hayaletini Chichago sokaklarında ağladığını duyar gibiyiz:<br />

“Neden bu işkenceyi hissediyorum? Neden kendimi diğer insanlardan daha az insan hissediyorum?<br />

Kendimi hep insan-altı bir varlık gibi hissettim…”<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

95


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Dipnotlar<br />

1° David Hume’un kelimeleri ile Marilyn Monroe’nun hissiyatı arasındaki çarpıcı benzerliğe bakın:<br />

“Bu parça parça algıları sentezleyerek bir aynılık (sameness) oluşturuyoruz zihnimizde. Bütün<br />

yaptığımız benzerlik ve illiyetten istifade etmek. Benlik sadece hissedilen (feeling) ama 5 duyu ile<br />

algılanmayan bir şey. Netice olarak Benlik sözlerle ifade edilen zihni bir oluşum, bir ilişkidir. Bellek,<br />

kimliği (identity) üretmez, keşfeder. *...+ İlliyet (causality) yani sebep-sonuç ilişkileri, determinizm ve<br />

kimlik insanların hayata tahammül etmek için ihtiyaç duyduğu vehimlerdir (illusions). Dil katılığı<br />

sebebiyle Varlık’ın değişimine rağmen aynı kalan hakikî Ben’i anlamaya engeldir.” ( A Treatise of<br />

Human Nature)<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

96


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Jerusalem*de Eskimeyen Bir Çığlık: Baba, Beni Neden Terk Ettin? (Alper Gürkan)<br />

İspanyol yazar Michel del Castillo, “Terk edilmiş çocuklar masallar uydurmaya yazgılıdırlar.” der. Şu<br />

bir gerçektir ki çocuğun yalnız ve küçük yüreği, dünyanın ıstırabıyla<br />

ancak masallar sayesinde mücadele edebilir. Dünyanın dört bir<br />

yönünden akan coşkun ıstıraba set çekemeyeceğini bildiği için<br />

çocuk, onun coşkunluğuna bırakır kendini ve büyümeye akar. Bunu<br />

beceremeyip de barajlar kurmaya çalıştığındaysa anlar ki<br />

büyümüştür artık. Ve artık hayat, içinde akılan bir mecra değil,<br />

“mücadele edilen” bir şeydir: Sürükleyen, sürüklerken acı veren ve<br />

nihayet bir izbede terk eden, öldüren.<br />

Bu kader yüzünden küçük planda kurgular, kahramanlar,<br />

canavarlar ve arkadaşlar arasında yaşarken büyük planda aile,<br />

toplum, din gibi güçlü aidiyet bağları kurmak için çabalar insan.<br />

Hepi topu bu iki plan arasındaki gerilimde yolunu bulmaya çalışan<br />

bir cambazdan başka bir şey olmadığını, Nietszche’in tanrıyla<br />

maymun arasında gördüğü kadar olduğunu öğrenir zamanla…<br />

* * *<br />

Markar Esayan’ın Jerusalem’i de bunu öğrenmenin hikâyesidir. Bu küçük ve büyük planlara aynı anda<br />

odaklanarak geçmişle geleceğin, çocuklukla büyüklüğün, hayalle gerçeğin bir arada sunulduğu<br />

postmodern bir hikâye. Terk edilmiş ve meçhul olduğu kadar meşhur bu çocuğun anlattığı, sevdiği ve<br />

bildiği tek dünyadan bambaşka bir gerçekliğe geçişinin hikâyesi.<br />

Roman boyunca kumruların bile kendinden daha yerleşik olduğunu hisseden, “esmer, çelimsiz, sessiz,<br />

dikkat çekmeyen” bu çocuğun işlediğinden emin olduğu günahların bedeli olarak gönderildiği<br />

yolculuğuna çıkarılıyor okur. “Bir paket gibi” teslim edilip teslim alınırken sadece kendisinin bildiği ve<br />

duyduğu bir dille içine kapanıp onun yalnızlığını yaşayışında zamansal ve mekânsal yolculuğu… Diğer<br />

taraftan da toplumların, cemaatlerin ve ülkelerin görünmeden kaynayan kazanlarının fokurtusu da<br />

her daim satır aralarında.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

97


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

”Piçliğin” ve “gâvurluğun” batıni temerküzünden ibaret saydığı varlığından başka bir şeye sahip<br />

görmüyor kendini. Üstelik her zerresine sirayet etmiş olan terk edilmişlik hissi yüzünden bir sürgün,<br />

bir tecziyeden ibaret hayat ona göre. Kudüs’te, Golgotha tepesinde insanlığın günahlarının kefaretini<br />

ödemek için yine insanların sebep oldukları acılarla yüzleşirken kovulduğu Cennet’e, “Beni neden terk<br />

ettin?” diye seslenen tüm çocukların müşterek kahırları var sırtında. Roman boyunca kahramanın<br />

özdeşleştirildiği Mesih’in Göklerdeki Baba’nın çocuğu olması inancıyla paralel olarak o da koparıldığı<br />

anne ve babasının bir çocuğu neticede.<br />

Annesinden koparılan sıradan bir çocuk mu? Yurdun koparılan bir Ermeni mi? Babası tarafından terk<br />

edilen küçük İsa mı? Âdem’in cennetten kovulmasıyla başlayan sergüzeştini hatırlayan bir âdemoğlu<br />

mu?<br />

”Bütün çocuklar yalnız doğar… Canı çok yanar. Canın çok yanar. Ah, canın çok yanar. O can<br />

yanmasının adı sonra korku olur. O korku hep ayrılığı hatırlatır. Geldiğin güvenli yeri, kovulduğun<br />

Cennet’i… “<br />

Esasen bu yolculukla gideceği yerde bir sürgün değil, öğrenci olacaktır. Türk olan annesinin<br />

gönülsüzlüğüne rağmen Ermeni olan babasının maksadı, onun Ermeniceyi ve inançlarını düzgünce<br />

öğrenmesini sağlamaktır. Dörde bölünmüş Kudüs’teki bir manastırda yatılı okuyacak ve kendini,<br />

aslını, özünü tanıma imkânı bulacaktır. Nitekim okuldaki öğrenciler 1915′teki Ermeni soykırımı<br />

nedeniyle İran, Irak, Lübnan, Suriye gibi ülkelere dağılmış olan Anadolu Ermenilerinin çocukları,<br />

torunlarıdır. Tıpkı romanın kahramanı gibi yurtlarından koparılan bu çocukların da mirası onunkiyle<br />

aynıdır. Zaten bu miras sayesinde Esayan, savaşların ve cennet dışı zamanların yürekleri törpüleyip<br />

nasırlaştırdığı bir dönemde yaşayan kahramanı üstünden çağa tanıklık da ederek, Kudüs’teki<br />

keşmekeşi, İsrail-Filistin davasını, Türkiye’deki siyasi karışıklıkları da sığdırır Jerusalem’e. Hemen hepsi<br />

Ortadoğu’nun ıstırabıyla kavrulmuş kahramanların çevrelediği, korkuları nedeniyle saldırganlaşan<br />

toplumların döngüsel şiddete saplanıp kaldıkları ve belki bu yüzden “Allah Baba’nın hiçbir duayı<br />

işitmez olduğu” bir dünyanın metaforik başkenti olan Kudüs’ün hikayesidir hepsi.<br />

* * *<br />

Roman boyunca sekiz yaşında bir çocuğun “müjde”sini okumaktan ötürü üslubun da naif bir libasa<br />

büründüğünü söylemek mümkün. Buna ilaveten bütünsel manadaki sağlam kurgusu, çok katmanlı ve<br />

çoklu okuma imkânı veren akıcı anlatımı Jerusalem’i iyi bir roman yapıyor. İnsanlığın umumi hislerinin<br />

müşahhas vurguları bazan öyle noktalara ulaşıyor ki, hikâyenin tamamı olmasa bile hissettirilen<br />

gerçeklikten ötürü ciddi bir otobiyografik ağırlığın olduğu düşünülüyor. Ama yazarı bunu inkâr ediyor.<br />

Beyan esastır…<br />

Günlük yazılarındaki rikkat ve hassasiyetiyle de tanığımız Markar Esayan kendi suretine de yansımış<br />

olan duyarlılığını, edebi bir lezzet ve evrensel imgeler eşliğinde sunuyor okura bu romanla. Kısa süreli<br />

bir ayrılıktan sonra “Lema şabaktani”den “Ve’dduha”ya açıyor insanı. Böylece masallar uydurmaya<br />

yazgılı varoluşumuzla yeniden yüzleşme ve özlediğimiz masallarda yeniden dirilme ümidi de vererek…<br />

Jerusalem, Markar Esayan; Timaş Yayınları, Haziran 2011, İstanbul.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

98


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Hayek’in Kölelik Yolu’nda otostop… (Mehmet Salih Demir)<br />

”…Demokrasi ve liberalizm ikiz olmayıp, büyük ölçüde zıt oldukları unutulmamalıdır. Liberalizm<br />

demokrasiye karşı icat edilmiştir. Liberalizmi doğuran sorun,<br />

önce merkezde, daha sonra bütün olarak dünya sisteminde<br />

tehlikeli sınıfların nasıl zapturapt altında tutulacağıydı. Liberal<br />

çözüm, kesintisiz sermaye birikimi sürecini ve onu destekleyen<br />

devlet sistemini tehdit etmeyecek düzeylerde kalmak şartıyla,<br />

siyasi iktidara sınırlı bir erişimin ekonomik artı değerin sınırlı<br />

paylaşımının bu sınıflara bahşedilmesiydi…” (I. Wallerstein)<br />

Friedrich von Hayek‘in eserlerinden “Kölelik Yolu”nu biraz daha<br />

detaylıca anlamaya ve anlatmaya teşebbüs ettiğimde, her biri<br />

ciltler dolusu tartışmanın konusu olabilecek kavramların altında<br />

kalemimin ezileceğini hissettim. Çünkü kitap, liberalizm hakkında sadece bir meseleye hasredilmiş<br />

küçük bir risale değil. Liberal doktrine panoramik bir bakışla hemen hemen her şeye değinmiş, bazı<br />

konuları da fazlaca detaylandırmış, Hayek. Liberal düşünce evrenine ait ferdiyetçi anlayışa dayanan<br />

kavramlar ile kolektivist düşünceden türeyen kavram çiftlerini kıyaslayarak, hep özgürlük ve bireyi<br />

yücelttiğine inandığı fikirler lehine duruş alıyor yazar. Kitapta, demokrasiden hürriyete, planlı<br />

iktisattan serbest teşebbüse, güvenlik özgürlük ikileminden totalitarizme, faşizmden sosyalizme kadar<br />

pek çok kavramın liberalce yorumlanmasını bulmak mümkün.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

99


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Hayek’in fikriyatının özünde birbirine zıt iki temel yaklaşımın karşılaştırılmasının etkileri görülür<br />

daima. Hatta tüm tezlerini iki kavramın karşıtlığı üzerine inşa etmiştir denilebilir. Bu karşıtlığın bir<br />

ucunda, “kurucu akılcılık” (constructivist rationalizm) diğerinde ise “kendiliğinden oluşan düzen”<br />

(spontaneus order) yaklaşımları bulunmakta. Kurucu akılcılık, toplumdaki herhangi bir arızanın<br />

giderilmesi için, toplumun akıl temelinde sil baştan yeniden tasarlanması gerektiğini söyler. Bu<br />

tasarım, topluma baştan aşağı köktenci bir müdahaleyi ima eder ve Hayek’e göre bütün baskıcı,<br />

totaliter rejimlerin kaynağı burada yatar. Kendiliğinden oluşan düzen ise, bir toplumda hali hazırda<br />

geçerli olan sistemlerin/kurumların belli bir evrim sürecinden geçerek deneme yanılma yoluyla<br />

oluşmasını ifade eder ve Hayek için en makbul olan da böyle kendiliğinden oluşmuş<br />

sistemlerdir/kurumlardır. Hayek, “Kölelik Yolu”ndan itibaren tüm eserlerinde ‘kendiliğindenliğe’ karşı<br />

bu ‘kurucu aklı’ eleştirmiş ve dünya görüşünü bu eleştiri üzerine bina etmiştir.*<br />

Kitabın ana fikri hakkında tek bir cümle kurmamız gerekirse şunu söyleyebiliriz: “İktisadi hürriyetin<br />

olmadığı yerde gerçek hiçbir hürriyetten söz edemeyiz.” Bir cümle ile biraz daha açmak istersek,<br />

şunu ekleyebiliriz kitabın esas tezi hakkında: “Avrupa önce iktisadi hürriyetini kaybetti; liberal<br />

değerlerden hızla uzaklaşınca çok kısa bir sürede kendisini totaliter, baskıcı rejimlerin kucağında<br />

buldu. Bu yola bir kere girildi mi sonunda mutlaka kölelikle karşılaşılacaktır.”<br />

Hayek, kitabının önsözünde, onun ayak izlerini takip eden ve benzer fikirleri savunan birçok aydında<br />

göremediğimiz bir dürüstlük ve açık sözlülükle, kitabın ‘siyasi bir kitap’ olduğunu ve kitapta ‘işaret<br />

edeceği noktaların belirli nihai değerlerden kaynaklandığını’ yazmış. Bu önemli, zira her fikrin, en<br />

evrensel olduğu iddia edilenin bile önceden bir şekilde belirlenmiş epistemolojik ve ontolojik bir<br />

temel üzerine inşa edildiği hakikatini kabule pek kimse yanaşmak istemez. Hemen herkes, ileri<br />

sürdüğü fikirlerinin ön yargılardan tamamen arınmış, herkesin kabul etmesi gereken evrensel<br />

değerlere dayanan vazgeçilmez erdemler olduğunda ısrarcıdır. Bunu nasıl detaylandırırım diye<br />

düşünürken, birkaç sayfa sonra daha takdim yazısında Atilla Yayla’nın 1995 Türkiye’sinde yerelevrensel<br />

değerler üzerine tartışmalara atıfla yaptığı bir eleştirisi ile karşılaştım. Şöyle yazıyor Yayla:<br />

” …Sosyalleşme sürecinde insanlar yaşadıkları toplumların bireylerinde tezahür eden toplumsal<br />

değerleri ve özellikleri alırlar. Bundan kaçınmaları mümkün değildir. Ama insanların içine doğdukları<br />

veya onlara aktarılan değerlerin her zaman için değerli ve mutlaka korunması gereken cinsten olduğu<br />

söylenemez. Asıl önemli olan, insanların, kemale erdikten ve kendi değer sistemlerini yargılamaya<br />

başladıktan sonra yaptıkları bilinçli seçimlerdir. Bu bazen yerelin reddini gerektirebilir…”( s. 14)<br />

Yerli değerleri özümsemiş kişilerin evrensel kıymeti olan şeyler üretemeyeceği iddiasına karşı<br />

yukarıda alıntıladığım pasajdaki gibi bir karşı tez öne sürülebilir. Bunda bir beis yok. Ancak bir çelişki<br />

var burada. Söz konusu pasajı dikkatle okuyunca kendi bindiği dalı kesen örtük bir varsayım hemen<br />

göze çarpıyor.<br />

Zihninizi çocukluğunuzdan itibaren size belletilen tüm değerlerden arındırmak, fikirlerden ayıklamak<br />

istiyorsunuz. Ne için peki? İçine doğduğunuz toplum dâhil olmak üzere her türden değerler<br />

hiyerarşisini reddetmek, sorgulamak ve sonrasında “bilinçli tercihler” yapabilmek için. Peki nasıl?<br />

“Kemale erdikten” sonra… İşte kendi içinde çeliştiğini söylediğimiz örtük varsayım tam da burası.<br />

Kemale nasıl ereceksiniz? Kemale ulaşma yolunda hiçbir değere başvurmadan, tutunmadan, elinizde<br />

alet edevat olmadan nasıl ilerleyeceksiniz? “Akıl yoluyla” cevabını kabul edemeyiz, zira akıl da belli<br />

değerler silsilesine tabi olarak işler.<br />

Descartes’çı bir yaklaşımla bir üzüm sepeti gibi olan zihni tamamen boşaltmak ve her türlü değerden<br />

tamamen azade olmak mümkün mü? Kendi değerler sisteminizi sınamak için neleri kıstas alacaksınız?<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

100


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Bu sorulara yukarıda alıntılanan pasajdaki çelişkiyi ortadan kaldıracak şekilde cevaplar vermek<br />

mümkün görünmüyor. Bu yüzden karşıt iki fikir çatışmadan önce, bu fikirlerin dayandığı değerler<br />

sisteminin ve paradigmanın tahlil edilmesinin, eğer orda uzlaşma sağlanırsa sonuca daha kolay<br />

gidileceğini, aksi takdirde tarafların konuşmalarının sonuçsuz bir körler dövüşüne döneceğini<br />

düşünmüşümdür, hep. Kısacası Yayla’nın pasajda savunduğu yöntemle önce kemale ermek, ancak<br />

ondan sonra bilinçli tercihler yapmak mesnetsiz boş bir hayalden ibarettir kanaatimce.<br />

Hayek’e dönelim.<br />

Hayek Almanya’yı felakete sürükleyen Nazizim düşüncesinin nasıl olup da onca destek bulduğunu ve<br />

nihayetinde iktidar olduğunu tespit etmenin gerektiğini sorarak başlıyor. Cevap ararken de, böylesine<br />

zalim bir rejime Alman milletinin ‘genetik/ırksal’ fenalığının sebep olduğunu iddia etmenin<br />

tehlikesine karşı peşinen uyarmayı ihmal etmiyor; totalitarizmin aslının Alman ırkına mensubiyetle bir<br />

ilgisinin bulunmadığını, İtalya ve Rusya ile de ortak noktaları olan sosyalist fikirlerin hâkimiyeti<br />

olduğunu ekliyor. Sanayileşmiş ülkeleri ikinci bir dünya savaşına sürükleyen çılgınlığın içinde, “Alman”<br />

olan her şeye muazzam bir nefretin ortasında, bu itidali göstermesi takdire şayan bir tavır olduğunu<br />

teslim edelim hemen.<br />

Sosyalizm/kolektivizm eşittir köleliktir ona göre. Liberalizm henüz “kemale erip nihai noktasına varıp<br />

olgunlaşmadan”, yanlış adamların dilinde yanlış tanıtılmış ve Batı, liberal değerlerden uzaklaşıp<br />

köleliğe yani sosyalizme doğru adım adım yürümüştür. İktisadi hürriyet terk edilince, onsuz<br />

düşünülemeyen şahsi ve siyasi hürriyet de kaybedilmiş. Kaybedilen sadece liberalizm değil, Batı<br />

medeniyetinin Roma’dan beri üzerine bina edildiği “bireysellik” mirası. Terk edilen yol liberal değerler<br />

ve Hayek’e göre Avrupa ülkeleri bu “erdemlerden” uzaklaştıkları ölçüde totaliter rejimlere<br />

savrulmuşlar.<br />

Desteklediği siyasi doktrin ne olursa olsun birçok Avrupalı düşünürde olduğu gibi, ilerlemeci ve Eurocentrik<br />

tarih anlayışı Hayek’te de hemen göze çarpıyor. Bu yaklaşıma göre, Avrupa düşüncesi bir<br />

zihniyet olarak Roma’dan beri ‘kesintisiz’ bir şekilde birikimli olarak ilerlemiş ve bugünkü Avrupa’yı<br />

inşa etmiş. Avrupa Birliği gibi yaklaşık altmış yıllık ömre sahip bir örgüte rağmen, bugün için bile her<br />

bakımdan homojen ve ortak hareket eden bir Avrupa’dan söz edemiyoruz. Son krizde bunun pek çok<br />

örneğini gördük. Bu bakış, sahici bir tespitten ziyade bir temenniyi ifade ediyor sadece.<br />

Hayek’in demokrasi hakkındaki görüşleri de bazı insanları, şaşırtabilir ve üzebilir. Şu sözlerine<br />

bakalım:<br />

“…Maksadımız asla demokrasiyi fetiş hale getirmek değildir… Demokrasi esas itibariyle, dâhili sulhu<br />

ve ferdi hürriyeti korumak için bir vasıta, faydalı bir usuldür. Bir vasıta olarak da, asla hatadan salim<br />

değildir. Unutmayalım ki, mutlakıyetçi bir idare altında bazı demokrasilerdekinden daha fazla fikir ve<br />

kültür hürriyeti bulunduğu vakidir. ( s. 114)<br />

İşte böyle. 20. yüzyılın liberal şahlarından olan Hayek’in görüşü bu. Kullandığımız her üç kelimeden<br />

birinin demokrasi olduğu ve neredeyse tüm fiillerin, politikaların meşruiyetini ancak demokrasi ile<br />

temin edilebileceğimize inandığımız günümüzde, yazarın bu sözleri pek çok insanı şaşırtabilir. İyiye,<br />

güzele, erdeme dair her ne varsa demokrasi çuvalına sığdırmaya çalışıyoruz. Biraz fazla yükleniyoruz<br />

galiba bu kelimeye. Hayatın ve insanın tüm karmaşıklığına ve derinliğine cevap vermesini, bütün<br />

sorunları çözmesini bekliyoruz demokrasiden.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

101


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Diğer rejimlere göre şu anda en az çatışma doğuran, kararlara ve sonuçlarına itiraz edilmeyen rejim<br />

demokrasi; bunu tarihi tecrübeler gösteriyor. Ama tek başına her şey olmadığını ve yersiz bir kutsallık<br />

atfedilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Yolumuz demokrasi yolu olabilir ve bunun için canla başla<br />

çalışabiliriz. Üstelik ikinci sınıf değil, A kalite bir demokrasi için… Ancak onun dahi<br />

fetişleştirilmemesini, hele hele kesinlikle amaç haline getirilmemesine dikkat edilmeli; zira<br />

unutulmamalı ki, araçların amaç haline geldiği noktada, totaliterliğin kapısından içeri girilmiş<br />

demektir. Demokrasilerden diktatörlükler de doğmuştur… Yazar da şu cümlesiyle buna dikkat<br />

çekiyor:<br />

“Demokrasinin en fazla tehdide maruz kıymet sayılması ve bütün dikkatlerin münhasıran demokrasi<br />

üzerinde toplanması yolundaki moda, tehlikeden ari değildir…(s. 115)<br />

Yazarın demokrasi hakkındaki görüşlerini aktarmaktaki amaçlarımdan biri de, şu zamanda liberalizm<br />

ve demokrasinin birbirine özdeş kelimeler olarak kullanılmasına bir itiraz getirebilmek. Bugün<br />

liberaller için bu iki kelime ayrılmaz bir ikilidirler ve onları totaliter rejimlerin tam karşısında<br />

konumlandırarak tekellerine almışlardır. Hayek onları doğrulamıyor gördüğümüz gibi.<br />

Düşünsel düzeyde liberalizm-demokrasi tartışmaları ara ara yapılıyor. Tarihsel olarak da liberalizm ve<br />

demokrasi özdeşliği konusunda meselâ Wallerstein‘ın da bazı itirazları var. “Modern Dünya<br />

Sistemi”nin yazarı ve sistem karşıtı hareketlerin önemli isimlerinden Immanuel Wallerstein’ın,<br />

“Liberalizmden Sonra” isimli kitabından Muhafazakârlık, Liberalizm ve Sosyalizm akımlarını nasıl tahlil<br />

ettiğine bakalım. Bu üç ideoloji, Wallerstein‘a göre Fransız Devrimi ertesinde ortaya çıkan yeni siyasi<br />

ve ekonomik düzenle ilgili sorunların üstesinden gelebilmek için geliştirilen cevaplardır:<br />

”…Bunlardan liberalizm evrenselci olduğunu iddia ederek, kendisini daima siyasi arenanın merkezine<br />

yerleştirmiştir…”<br />

“Ulusal planda liberal devletin ve dünya çapında liberal devletlerarası sistemin ana teması, öncelikle<br />

devlet vasıtasıyla, akılcı reformculuktu… Liberaller devleti, reformlar dalgasının sürekli kılınabilmesi ve<br />

doğru yönde ilerletilebilmesinin tek etkili ve akılcı mekanizması olarak görmeye başladılar.”<br />

”1848-1914 döneminde liberal program, merkez bölgelerdeki çalışan sınıfları genel oy ve refah<br />

devleti vasıtasıyla uysallaştırmaktı. 19. yüzyıl liberalizminin kapitalist dünya ekonomisinin merkez<br />

ülkelerine yönelik siyasi projesi, üç yönlü bir akılcı reform programı sunarak tehlikeli sınıfları<br />

uysallaştırmaktı: Oy hakkı, refah devleti ve ulusal kimlik. Beklenen ve tahmin edilen, sıradan<br />

insanların bu sınırlı mükâfat artışından memnun olacakları ve dolayısıyla eksik “insan hakları” için<br />

gerçek bir baskı yapmayacaklarıydı. Sloganların atılması - insan hakları ya da özgürlük ya da<br />

demokrasi - tehlikeli sınıfları uysallaştırma sürecinin bizzat parçasıydı.”<br />

“Demokrasi ve liberalizm ikiz olmayıp, büyük ölçüde zıt oldukları unutulmamalıdır. Liberalizm<br />

demokrasiye karşı icat edilmiştir. Liberalizmi doğuran sorun, önce merkezde, daha sonra bütün<br />

olarak dünya sisteminde tehlikeli sınıfların nasıl zapturapt altında tutulacağıydı. Liberal çözüm,<br />

kesintisiz sermaye birikimi sürecini ve onu destekleyen devlet sistemini tehdit etmeyecek düzeylerde<br />

kalmak şartıyla, siyasi iktidara sınırlı bir erişimin ekonomik artı değerin sınırlı paylaşımının bu sınıflara<br />

bahşedilmesiydi.”<br />

“…Demokrasi liberallerin değil, radikallerin hedefiydi; ya da en azından gerçekten radikal sistem<br />

karşıtı olanların hedefiydi.”<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

102


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Kitaptan parçalı alıntılar yaptım. Sanırım yazarın bu konudaki görüşlerinin anlaşılması için yeterlidir.<br />

Wallerstein gördüğümüz gibi bugünkü genel algının tam aksini iddia ediyor. Bu üç ideolojiye ezber<br />

bozan bir bakış açısıyla yeniden bakmak istiyorsanız kitabı baştan sona muhakkak okumalısınız.<br />

Wallerstein’ın bu düşüncelerini okurken aklıma, Nobel ödüllü Thomas Mann‘ın bir burjuva ailesinin<br />

yükselişini ve çöküşünü anlattığı “Buddenbrooklar” romanından, bu fikirleri teyit eden bir sahne geldi.<br />

Yıl 1848… Avrupa’nın birçok kentinde ihtilaller var. Buddenbrooklar’ın yaşadığı kentte de bir<br />

hareketlilik başlar. Sokaklar işçilerle, sıradan halktan insanlarla dolup taşar. Bu kaynama üzerine,<br />

birçoğunu şehrin burjuvalarının oluşturduğu meclis olağanüstü toplanır. Halk da bu arada meclisin<br />

kapısına dayanmıştır. İçeri girmeleri an meselesidir. Meclis üyelerini müthiş bir korku sarmıştır.<br />

Telaşlanır ve ne yapacaklarını bilemezler. Dışarıdan insanların bağrış çağırışları duyulur, içerde ise<br />

üyeler gergindir. Bu duruma daha fazla dayanamayan kahramanımız Konsül Johann Buddenbrook<br />

öfkeyle dışarı, kalabalığın karşısına çıkar ve en önde duran bir depo işçisiyle aşağıdaki diyalog yaşanır:<br />

…Konsül Buddenbrook küçük ve çukur gözlerini, elinde şapkası ve ağzı ekmek dolu olarak merdiven<br />

basamaklarının hemen önünde kendinden emin bir şekilde duran yirmi iki yaşlarındaki depo işçisine<br />

çevirerek, “Corl Smolt, hadi konuş bakalım! İşte tam sırası! Bütün öğle sonu boyunca böğürüp<br />

durdunuz…” dedi<br />

Corl Smolt ağzındaki ekmeği çiğneyerek, “Evet, Bay Konsül…” dedi. “Bilmem nasıl söylesem…<br />

istediğimiz şey… Daha fazla bekleyemeyiz… şey… ihtilal yapmak istiyoruz.”<br />

“Neler saçmalıyorsun sen, Smolt!”<br />

“Evet, Bay Konsül, belki de haklısınız, ama başka çaremiz yok… biz yeni bir düzen istiyoruz, hepsi bu,<br />

başka bir şey istediğimiz yok…”<br />

“Beni dinle Smolt, sizler de dinleyin beni! İçinizde biraz aklı olan varsa, hemen evine gitsin, bırakın<br />

ihtilal yapmayı, düzeni bozmaya kalkışmayın…”<br />

Bay Gosch ıslık çalar gibi bir sesle, “Kutsal düzen!” diye laf attı…<br />

“Düzeni bozuyorsunuz, diyorum size!” dedi Konsül Buddenbrook kararlı bir ses tonuyla. “Sokak<br />

lambalarını bile yakmadınız… ne ilgisi var bunun ihtilalle?”<br />

Corl Smolt ağzındaki ekmeği sonunda yutmuştu, sırtı kalabalığa dönük ve kendinden emin bir şekilde<br />

duruyordu, Konsülün söylediklerine itirazı vardı…<br />

“Evet, Bay Konsül, siz de biliyorsunuz! Bütün bunlar herkese eşit seçim hakkı tanınması için…”<br />

Konsül, “Tanrım, neler söylüyorsun öyle sersem herif! Söylediklerin bütünüyle saçma…” diye bağırdı ve<br />

öfkesinden Kuzey Almanya lehçesiyle konuştuğunu unuttu.<br />

Biraz gözü korkmuş olan Corl Smolt, “Evet, Bay Konsül” dedi. “Hepsi bu kadar, söylediğim gibi başka<br />

şansımız kalmadı, ihtilali mutlaka gerçekleştireceğiz. Bu kesin. İhtilal her yerde var, Berlin’de ve<br />

Paris’te…”<br />

“Smolt, ne istiyorsunuz siz? Bunu bana bir söylesenize!”<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

103


“Evet, Bay Konsül, söyleyeyim öyleyse: Cumhuriyet istiyoruz, cumhuriyet istiyoruz biz…”<br />

“Ama sen ne istediğini bilmiyorsun ki… isteğiniz yerine getirildi ya!”<br />

“Evet, Bay Konsül, ama ben bir tane daha istiyorum.”<br />

Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Konsülün çevresini saranlardan biraz daha akıllı olanlar, ağır ağır ve tüm içtenlikleriyle gülmeye<br />

başladılar…( Buddenbrooklar, s. 172)<br />

Aktardığım bu sahne elbette bir romandan alınmış hayali bir sahne, bir kurgu. Ancak, romancının<br />

bilgisi ve sezgisiyle bir devri ve zihniyeti tespit etmesi ve yansıtması bakımından şahane bir sahne. O<br />

tarihte Avrupa’nın herhangi bir şehrinde bir burjuva ile bir işçi arasında gerçekte buna benzer bir<br />

konuşma geçmiş midir, bilmiyoruz. Fakat bir dönemin siyasi atmosferi hakkında, iki kesimin/sınıfın de<br />

düşüncelerini çok net bir biçimde yansıttığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Liberal fikirde olanlar,<br />

felsefesine inanarak bir ilkeye sıkı bağlılık çerçevesinde değil, mecbur kaldıklarında gıdım gıdım<br />

vermişlerdir özgürlüğü, eşitliği, demokrasiyi… Liberalizm karşısında sosyalizmi demokrasi ve<br />

ferdiyetçilik testine soktuğunuzda sınıfta kalması olağandır. Fakat bunun sizi hemen liberalizm eşittir<br />

demokrasi düşüncesine itmesi gerekmiyor.<br />

Hayek’in Tocqueville’den yaptığı bir alıntıya bakalım bir de. Bir cümlesi şöyledir: “…Demokrasi her<br />

insanın kıymetini mümkün olan azami hadde kadar yükseltir; sosyalizm her insanı bir vasıta, bir alet,<br />

bir rakam haline getirir…” Cümlenin kalıbının işaret ettiği anlam size de tanıdık geldi değil mi?<br />

Demokrasi lehine sosyalizm aleyhine söylenenleri kabul edelim, fakat liberal felsefeye dayanan<br />

kapitalist bir ekonomik örgütlenme içinde bireyin durumu sosyalizm için söylenenden ne kadar<br />

farklıdır? Yeni küresel kapitalizmde, insanlar sadece kredi kartlarından, banka hesaplarından, sosyal<br />

güvenlik numaralarından, maaş bordrolarından vs. ibaret değiller midir? Tükettiği kadar var olabilen<br />

ve hesapsız harcadığı kadar insanlığı muteber olan bir nesneye indirgenmiş değil midir insan? Nesne<br />

demişken, bu noktada kültür endüstrisinin ayartıcılığı ve sahteliği üzerine çok keskin eleştirileri olan<br />

Adorno ve Horkheimer‘a da kulak verelim:<br />

“…Endüstride insanla yalnızca müşterisi ve çalışanı olarak ilgilenilir… Çalışanlar olarak insanlara<br />

rasyonel örgütlenme hatırlatılır ve sağduyu yardımıyla bu sisteme uyum gösterebilmeleri için teşvik<br />

edilirler. Müşteriler olarak da onlara, hem basında hem de beyazperdede, insanlarla ilgili özel olaylar<br />

aracılığıyla seçme özgülüğü ve sisteme dâhil olmanın çekiciliği gösterilir. Her iki durumda da birer<br />

nesne olarak kalacaklardır…” (Aydınlanmanın Diyalektiği, s. 196)<br />

Pasajdaki teşvik edilmenin ne anlama geldiğini özel bir şirket çalışanı iseniz çok daha iyi anlarsınız;<br />

teşvik ve tehdit ( terfi edememe, işten atılma vs. ) daima iç içedir. Seçme özgürlüğü ise bir<br />

yanılsamadan ibarettir sadece. Seçeceğimiz şeyler önceden tayin edilmiş ve bize çeşitli yollarla<br />

belletilmiştir zaten.<br />

Yeni sorular sormalıyız artık. 20. yüzyılın tozlu topraklı kölelik yolunun yerini, cillop gibi asfalt<br />

döşenmiş, bariyerleri “yoldan çıkma” ihtimalini hemen hemen sıfıra indirmiş bir başka göz boyayan<br />

kölelik yolu almış olabilir mi? Sosyalizmin “büyük bir kurnazlıkla” vaat ettiği hürriyeti, iktidarı ele<br />

geçirdikten sonra tam tersine çevirdiğini inceden inceye tahlil eden Hayek, benzer şeyleri 21. yüzyılda<br />

liberalizm için de söyler miydi acaba? Totaliterlik karşısında 1944 model, hatta 19. yüzyıl mezarlığında<br />

medfun liberal değerler manzumesi, vaat ettiklerini günümüz insanına tam olarak sunabilmiş midir?<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

104


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

“Tarihin sonu” ilan edildikten sonra Avrupa’nın göbeğinde yaşanan katliamlara, ABD’nin dayanaktan<br />

yoksun fütursuzca ve hiç hesap verme endişesi taşımadan gerçekleştirdiği işgallere, gelişmekte olan<br />

birçok ülkede meydana gelen krizlere ve son küresel finans krizine bakarak ne söylerdi acaba, bunları<br />

görmeye ömrü vefa etmeyen Hayek? Yoksa yine, “durun hele, bizim savunduğumuz liberal erdemler<br />

kâmil manada tatbik edilmiyor henüz; bir türlü tam anlaşılamıyor söylediklerimiz, anlayan da<br />

yanlış anlıyor” diyerek bizden biraz daha mı mühlet isterdi? Neden sınırsız bir kredi tanımalıyız<br />

liberalizme?<br />

Bir sosyaliste “bak falan sosyalist ülkedeki baskıyı, zulmü, insanlık trajedilerini görmedin mi,<br />

görmüyor musun?” dediğinizde, “ama o ülkede ‘gerçek’ sosyalizm uygulanmıyor kii” diye itiraz<br />

ederek, size sosyalizmin dayandığı soyut fikirlerden bahsedecek, çözümlemelerini sayıp dökmeye<br />

başlayacaktır uzun uzun. Bir liberale de 90′larda zaferini ilan eden ve hemen hemen alternatifsiz<br />

kalan liberalizmin/liberal devletlerin, son 20 yılda dünya çapındaki türlü çeşitli ekonomik, siyasi<br />

sorunlarla ilişkisindeki sorumluluğundan dem vurduğunuzda, o da muhakkak bu sorunların zaten<br />

liberal değerlere tam tekmil riayet edilmediği için çıktığını birçok örnekle ispatlamaya çalışacaktır.<br />

Yani suç hiçbir aman için o “muhteşem, fevkalade” doktrinlerimizde değildir. Kesinlikle<br />

uygulanmasında bir sorun vardır. Kimse toz kondurmaz düşüncelerine. Ancak diğerleri arasında<br />

liberalizmin neredeyse sınırsız bir kredisi vardır. Neden peki? Çok basit cevabı; “çünkü dünya<br />

egemenlerinin rejimidir.”<br />

Hayek tezlerindeki açıkları kapatmak için karşımıza hep totaliter/kolektivist rejimlerin en kötü<br />

hallerini gözümüze sokuyor. Sanki ölümü gösterip sıtmaya razı olmamızı bekliyor bizden. Örneğin<br />

rekabete dayalı bir sistemde fakirin şansının çok az olduğunu kabul ediyor, ama “ama” diye ekleyip<br />

sosyalizmde ise hiçbir şansının olmadığını, kendi şansını yakalama şansına dahi sahip olmadığını<br />

söylüyor. Ya da özel mülkiyet konusunda, bir milyonerin kişinin üzerindeki hâkimiyetinin, devletin<br />

hâkimiyetinden çok daha az olduğunu belirtiyor. Şüphesiz bunlar doğru. Ama bugün geldiğimiz<br />

noktada liberalizm hala hayali öcülerle ne kadar ikna edici olabilir?<br />

Belki liberalizm de bir doktrin olarak anlatıldığı biçimiyle, savunulanın aksine, sosyalizmden daha az<br />

ütopik ve daha çok uygulanabilir değildir. Liberalizm, hala ikinci dünya savaşı ve soğuk savaşla<br />

neticelenen kolektivizm/sosyalizm, ‘ufukta görünen yakın bir tehlikeymiş’ gibi savunulamaz. Artık çok<br />

farklı türden eleştiri okları ile karşı karşıya. Ne tür yeni eleştiriler olabileceğine dair giriş mahiyetinde<br />

fikir edinebilmek için DD’ de yayımlanan “Liberalizmin Kara Kitabı” okunabilir.<br />

Nasıl ki sosyalizmin yazılı vaatlerini fiilen uygulamak için kullandığı yöntemler, bir süre sonra onu,<br />

umulandan farklı olarak totaliter baskıcı bir rejime dönüştürüyorsa, belki liberalizm de kulağa hoş,<br />

akla uygun gelen ilkelerini gerçekleştirmek isterken takip ettiği yolun sonunu bambaşka bir köleliğe<br />

çıkarıyordur. Bir farkla ki, ikincisinde dışarıdan bakıldığında herkes özgür, herkes her konuda fırsat<br />

eşitliğine sahipmiş gibi görünüyor. Yeni bir totalitarizm biçimi ile karşı kaşıya olabilir miyiz? Bu soruyu<br />

cevaplama da bize yardımcı olacak DD’ de yayımlanmış “Liberal Totalitarizm” yazılarını şiddetle<br />

tavsiye ederim.<br />

Hayek’in bu kitabı yazdığı dünyada totaliter rejimlerin sebep olduğu insanlık trajedileri vardı.<br />

Liberalizmi savunmak 1940′lar Avrupa’sında anlaşılabilir. Tek kurtuluş yolunun liberalizmin özgürlükçü<br />

ve bireyselci anlayışında görmesi tabiidir. Yazıldığı tarihte can simidi gibi sarılabilecek önermeleri olan<br />

kitabın, 1980′lerden, özellikle 90′lar ve 21. yüzyılda tarihin sayfalarında yerini alan tüm insanlık<br />

trajedileri ile yeniden yüzleştirilmesi ve sınanması gerekmektedir. Liberalizm için” o da olmadı,<br />

tutmadı, saadet getirmedi, bunu da bir kenara koyalım” diyebilme ihtimalini tartışmalıyız. Belki<br />

sosyalizm ve faşizmden sonra liberalizm de sırasını savmıştır.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

105


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Kitap hakkında söylenecek daha pek çok şey var. Bu kitabı okuyun. Hem liberalizmi birinci elden<br />

öğrenmiş hem de hakiki bir liberalin gözünden esaslı bir sosyalizm/kolektivizm eleştirisi okumuş<br />

olursunuz ( sosyalizmden ürkmeniz ve hatta nefret etmeniz garanti ). İster liberal ister anti-liberal<br />

isterseniz tarafsız olun, bu kitabı okumalısınız. Çünkü eleştirmek için de savunmak için de bu kitapta<br />

yazılanlar iyi bir başlangıç noktası olabilir sizin için. Ayrıca bugünün liberallerinin saplanıp kaldığı ve<br />

bir türlü eleştiremedikleri fikirleri öğrenmiş olursunuz. Son 30 yılda sosyalisti de değişti muhafazakârı<br />

da. Bir tek, değişime en açık olduğunu her fırsatta dillendiren liberaller değişmedi. Belki de değişime<br />

en kapalı olanlar onlardır. Hayek’in aşağıdaki sözlerinin silkinip kendine gelmelerinde bir yararı<br />

dokunabilir;<br />

“Liberalizm prensiplerinde, liberalizmin değişmez bir dogma haline gelmesini icap ettirecek hiçbir<br />

cihet yoktur; liberalizmin bir defaya mahsus olmak üzere tespit edilmiş sabit kaideleri mevcut<br />

değildir.” ( s. 41)<br />

* Bu konular hakkında daha detaylı bilgi için ‘İktisadi Felsefeyle Düşünmek’ ismili kitapta yer alan<br />

Ragıp Ege’nin ‘Friedrich A. Hayek’in Descartes’ı Okuması’ başlıklı makaleye bakılabilir.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

106


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

İnsan Öldürenler Sevilmeye Muhtaçtır (Mehmet Yılmaz)<br />

Murat Karayılan’ın Taraf’ta yayınlanan mektubunda en çok ilgimi çeken<br />

satırlar şunlardı:<br />

“Hiçbir bireysel çıkar gütmeden dervişane bir mücadele yaşamıyla halkların<br />

kardeşliği ve barışı yolunda bir hizmetçiyim.”<br />

İnsan garip bir yaratıktır. Emrinde binlerce silahlı adam olsa bile konuşmaya,<br />

yazmaya, anlaşılmaya muhtaçtır. İster resim yapsın isterse savaş fark etmez,<br />

yaptıklarının bir mânası olsun ister. Bu da yetmez, bu mânâyı “ötekilerin”<br />

kabul etmesini ister. Murat Karayılan bile anlaşılmaya (=sevilmeye)<br />

muhtaçmış… Zaten şüphemiz yoktu Karayılan’ın da bir insan olduğundan.<br />

“Ömrümün en güzel yıllarını harcadım insanları mutlu etmek için. Ne karşılık<br />

aldım? Hakaret ve sürgün hayatından başka?”<br />

Bu sözler ise yüzlerce insanın katili ünlü Chicago’lu gangster Al Capone’a ait.<br />

Silah kullanarak siyaset(?) yapanlar ve rakiplerini öldürerek ticaret(?)<br />

yapanlar ne kadar benziyorlar birbirlerine. Peki intihar eden insanlar? Kendi<br />

canlarına kıyacak kadar toplumdan kopmuş(?) bu insanlar neden bir mektup bırakırlar? Kimi zaman<br />

kendilerini, kimi zaman cemiyeti suçlayan satırlar yazarlar? Ama hiç bir şey yazmasalar bile canlarına<br />

kıyma teşebbüsü ile bir MESAJ vermezler mi “ötekilere”? Cana kıyma teşebbüsleri genelde yarım<br />

kalır. Dünya Sağlık Örgütü’nün istatistiklerine bakın. İntihar girişimlerinin çoğunun “başarısız”<br />

olduğunu görürsünüz. İnsanlar çoğu kez “kaza” ile yanlış yeri keserler, yeterince zehir yutmazlar,<br />

yeterince yüksek değildir atladıkları yer, kameralar gelene kadar atla(ya)mazlar. Neden? İntihar dahi<br />

bir mesajdır da ondan. Bir imdat çağrısıdır. Türlü acılar içinde kıvranan insanların “ötekilere” hitab<br />

eden, yazılmamış mektuplarıdır.<br />

Bugün tanıtmak istediğim kitap insan nefsini yakından tanımanın kolay bir yolunu gösteriyor. Üstelik<br />

de iş hayatınızda, ailenizde işinizi kolaylaştıracak pratik bilgilerle dolu. Yazarı Dale Carnegie, kitabın<br />

ismi ise “Dost Kazanmak ve İnsanlar Üzerinde Tesir Yapmak Sanatı“. Bu tuhaf isimli kitabın baş<br />

tarafından bir alıntıyla devam edelim:<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

107


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

“7 mayıs 1931′de New York şehrinde korkunç bir insan avına tanık oluyordu. Haftalar süren takipten<br />

sonra Çift Tabanca Crowley sevgilisinin evinde kıstırılmıştı. 150 polis binayı çevirmiş, çatıyı delmiş<br />

içeri göz yaşartıcı bomba atıyorlardı. Crowley kendisine siper ettiği koltuktan istifade ederek polise<br />

kurşun yağdırıyordu. New York’un bu şık mahallesinde, binlerce kişinin gözleri önünde çatışma sürüp<br />

gitti. Gangsteri yakalayan polis şefi Mulrooney o güne kadar gördüğü en tehlikeli kişilerden bir<br />

olduğunu söyledi, Crowley sebepsiz yere öldürüyordu. Peki Crowley kendisini nasıl görüyordu?<br />

Gangser çatışma sürerken bir mektup yazmıştı. Yolun sonunda olduğunun farkındaydı. Şöyle diyordu:<br />

‘Ceketimin içinde yorgun ve iyi bir yürek var. Kimseyi incitmeyecek bir yürek’<br />

Polisle silahlı çatışmaya girmeden az bir zaman önce Long Island’dan geçiyordu Crowley. Bir trafik<br />

polisi arabasını durdu, ehliyetini kontrol etmek istedi. Çift Tabanca Crowley silahındaki bütün<br />

mermileri trafik polisinin göğsüne boşalttı. Sonra hızını alamadı. Arabasından indi, polisin silahını aldı,<br />

cansız bedenine bir el daha ateş etti. ‘kimseyi incitmeyecek bir kalbi‘ olan Çift Tabanca böyle bir<br />

adamdı işte. Crowley eletrikli sandalyeye mahkûm edildi. *...+ İdam edileceği odaya geldiğinde şunları<br />

söyledi :<br />

‘işte kendimi savunmanın cezası!’<br />

Crowley kendisini bir suçlu gibi görmüyordu…”<br />

Murat Karayılan, Kenan Evren, Ogün Samast, onunla hatıra fotoğrafı çektiren polisler kendilerini<br />

“suçlu” sayıyorlar mı? Sanmıyorum. Hamile<br />

annelere, basket maçı seyreden kadınlara ateş<br />

eden PKK militanları kendilerini suçlu sayıyorlar<br />

mı? PKK için adam toplayan “silahsız” KCK<br />

elemanları kendilerini “suçlu” sayıyorlar mı?<br />

Sanmıyorum. Evet… Dale Garnegie’nin “Dost<br />

Kazanmak ve İnsanlar Üzerinde Tesir Yapmak<br />

Sanatı“ isimli eserini okumak gerek.<br />

Resim: Al Capone’un ticarî rakiplerini “yendiği”<br />

bir gün; Amerikan tarihinde ünlü Sevgililer<br />

Günü Katliamı<br />

İnsan nefsi ve suç üzerine tavsiye makaleler:<br />

İçimde biri mi var? - Lübbü’l Lübb<br />

Kötü insan nasıl üretilir?<br />

Psikopatlık ve Karizma<br />

O Gün Bebek Nasıl Katil Oldu?<br />

Mevzuyu derinleştirmek için tavsiye iki kitap :<br />

Ruh üzerine, (Peri Psykhes / de Anima) Aristoteles<br />

İbn Rüşd’ün Aristoteles’e yazdığı şerh : Telhîsu Kitâbi’n-Nefs (çok iyi bir tercüme)<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

108


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

İçimde biri mi var? - Lübbü’l Lübb (Mehmet Yılmaz)<br />

Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud 13 ağustos 1937′de<br />

Marie Bonaparte’a yazdığı bir mektupta şöyle diyordu:<br />

“Hayatın anlamını sorgulamaya başladığınız andan<br />

itibaren hastasınız demektir”<br />

Hayatın anlamını sorguluyorum. Ama hasta değilim.<br />

Sadece İnsan’ım diye düşünüyorum. Bana faydası ya da<br />

zararı olmayan papatyayı, kuşların sesini “güzel”<br />

buluyorum. Benden asırlar önce yaşamış “adil” bir krala<br />

karşı sevgi duyuyorum. Neden böyleyim? İçimde bir ses<br />

var, benden daha içeride bir “ben”; her şeyin mükemmelini seviyor, arıyor, istiyor. Güzel’i ve Adalet’i<br />

seven bu iç-Ben kulağıma sürekli “homo-economicus” olMAdığımı fısıldıyor. Bir yeme içme makinesi<br />

değilim, bunu biliyorum.<br />

Ama bugün içinde yaşamakta olduğumuz “modern” toplum bizi ekonomi denen makinenin bir çarkı<br />

gibi görüyor. Ya bir malı/hizmeti tüketiyorsunuz ya da sonradan tüketebilmek için bir şeyler<br />

üretmekle meşgulsünüz. Bu insan tasavvuru hissiyatıma tekabül etmiyor. Herkesin “soğuk” dediği bir<br />

cisme dokununca elim yanmış gibi oluyorum. Çoğunluk ne derse desin içimde bölünemez ve ölemez<br />

bir iç-ben var. Bu iç-Ben Mezarda kurtlara, böceklere yem olMAyacak, çürüyüp kokmayacak çünkü<br />

eşya değil, atomlardan müteşekkil değil. Bunu bilmek için ne psikanalist olmaya gerek var ne de<br />

ilâhiyatçı:<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

109


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

“… Eğer bir insanın parmağı veya eli veya ayağı kesilse onda hiç bir eksiklik olmaz. Yine nasılsa o halde<br />

var olmaya devam eder. Bütün beden yok olsa bile insan yok olmaz. [...] Bir kimsenin kendi cisminde<br />

ve cesedinde irade sahibi olan cüz’î ruhuna nefs-i nâtıka derler. Ancak vahdet ehli katında nefs, ruh,<br />

kalb, akıl ve sırr tek şey kabul edilir. İnsanın nefs-i nâtıkası cisim ve cismanî değildir. Bununla beraber<br />

bedenin dahilinde ve haricinde tedbir ve tasarruf eder. *...+ Bölünmesi ve parçalanması mümkün<br />

değildir. İnsanın elinden tutan, gözünden bakan, dilinden söyleyen, kulağından işiten odur. Bedende<br />

her cüzde bizzat ve bütünüyle mevcuttur ve bütün bedeni kuşatmış olmakla beraber ondan<br />

münezzehtir…”<br />

Bu metnin kaynağı Lübbü’l Lübb (Özün özü) adlı kitap İsmail Hakkı Bursevî Hazretlerinin iki devasa<br />

eserden seçip şerh ettiği satırlardan oluşuyor: Fütuhât-ı Mekiyye ve Füsus-ül Hikem. Eserlerin<br />

“anahtarı” sayılabilecek Vahdet-i Vücud kavramını, haliyle Muhyiddin İbn Arabî Hazretlerini bir nebze<br />

olsun anlamak isteyen okurlar için iyi bir başlangıç noktası.<br />

Ortodoks(?) Müslümanlar bazen Tasavvuf’a karşı alerjik tepkiler verebiliyorlar ama mesele şu veya bu<br />

ekolü savunma meselesi değil. Bu ekol savaşlarını “tasavvuf uzmanlarına” ve alimciklere bıraktım<br />

çoktan. Sadece “öğretilen din” ile benim “hissettiğim din” arasında bir bağ olmalı diyorum. Tıpkı akıldin<br />

çatışması gibi İslâm - Tasavvuf arasında bir açıklık / çelişki / çatışma olması ihtimali yok bu<br />

bağlamda:<br />

“…Temel yaklaşım olarak, akılla ortaya konulan delillerin yalanlanmaması gerekir. Aynı şekilde akıl<br />

da dini yalanlamaz. Fakat akıl dinle ilgili bir yalanlama yoluna girmişse, bu ancak dinin ispatı alanında<br />

söz konusu olabilir. *...+ . Çünkü dini akılla biliriz. Hal böyle olunca akılla dini birbiriyle çelişen<br />

olgularmış gibi göstermenin hiç bir anlamı yoktur. Yalancı bir müzekkî (şahitlik yapacak kişi hakkında<br />

mahkemeye bilgi veren) ile şahidin doğru sözlü olduğu nasıl bilinebilir ki! Din bir çok konunun şahidi,<br />

akılda onun müzekkîsidir. Yani dinin düzenlediği meselelerin hakikatlerini ancak akılla biliyoruz…”(<br />

İman Kitabı, sayfa 83)<br />

Peki cesedim, “iç-ben”, homo-economicus… Ortalık bayağı kalabalıklaşıyor bu açıdan bakınca.<br />

Demokratların, liberallerin “birey” tasavvuru ile Müslümanların bu karmaşık(?) “kulluk” inancı bir<br />

uyumsuzluk gösteriyor sanki. Burada samimi bir soru sormak gerek: insan’ın çoklu yapısı İslâm’dan<br />

kaynaklanan bir varsayım ya da inanç mıdır? Yoksa Müslüman olMAyan fikir adamlarının da bir<br />

şekilde fark ettikleri bir Hakikat midir? “Öteki” medeniyetlere bir bakalım:<br />

Meselâ Descartes’ın tabiriyle yeme içme, cinsel arzu ve ihtiyaçlarımız bireyi ayakları üzerine diken,<br />

onu yürütmeye yarayan koltuk değneklerine benziyor. Ama iç-ben’i anlamak istediğimiz andan<br />

itibaren bu koltuk değnekleri ayağımıza dolanıyor, topallamamıza hatta yere düşmemize sebep<br />

oluyor. Bireyi bütün, tek, bölünmez bir varlık zannetmemizi ve günlük hayatı bu YANILGI üzere<br />

kurmuşuz. Rollerimiz var. ZaHiRî vasıflarımız var. Kadın/ doktor/ anne/ genç… Bu “görünen ben” yani<br />

teZaHüR ile “iç-ben” ayrımını çok net şekilde batı edebiyatında da görmek mümkün:<br />

“Harry gibi zeki, kültürlü bir insanın kendini Steplerin Kurdu zannetmesine şaşmamalıyız. Karmaşık ve<br />

zengin hayat hikâyesini bu kadar basit, ham, ilkel bir ifadeye sığdırabileceğini sanmasına… İnsan<br />

büyük ölçekli düşünemez. Akıllı, iyi eğitim almış olanlar bile dünyayı özellikle de kendilerini aldatıcı,<br />

basitleştirici gözlüklerle görürler. Çünkü görünen odur ki bütün varlıklar kendi BEN’liklerini<br />

zihinlerinde TEK olarak temsil etme ihtiyacına doğuştan sahiptir ve buna mecburdur. Bu vehim ne<br />

kadar sık ve derinden sarsılırsa sarsılsın yeniden oluşur, şekil alır. Bazı hassas yapılı insanlar<br />

önsezileriyle çoklu benliklerini fark ederler, BEN’in tekliği yanılgısı bir çiçek gibi açılır o zaman,<br />

çokluğu hissederler. Bu hislerini açığa vurdukları anda çoğunluk onları tecrid eder, bilimi imdada<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

110


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

çağırır, şizofreni teşhisi konur ve insanlık bu zavallıların ağzından çıkan Hakikat çağrısından muhafaza<br />

edilmiş olur.Her düşünen varlığın kendi başına bilmesi gereken şeyleri söylemek neye yarar? Herkesin<br />

bilebileceği ama söylemenin adet olmadığı şeyler… Neticede bir insan BEN’in tekliği yanılgısından<br />

ikili bir yapıya geçtiğinde bile neredeyse bir deha sayılır… En azından nadir ve ilginç bir insan. *...+ Bu<br />

çoklu yapıyı tek, basit, sabit, sınırları belli bir varlık olarak görmek bütün insanların yaratılışından<br />

kaynaklanan bir hatadır. Ama zarurî bir hata, beslenme ve solunum gibi zarurî.” (Bozkır Kurdu)<br />

Batı felsefesinden, edebiyatından hatta teolojisinden binlerce örnek bulmak mümkün. Kültürel<br />

mirası, manevî mihenk noktaları, coğrafyası farklı olan insanların hissiyat ve tefekkür ile aynı noktaya<br />

varmış olmaları çarpıcı değil mi? Aynı noktaya, yani:<br />

1. Eşya-ben: Eskiyen, değişen, saçları ve tırnakları uzayan, ölen ve çürüyen bir beden,<br />

2. Biyolojik-ben: Bu bedeni hayatta tutmak için yiyen, içen bir güç,<br />

3. İnsan-ben: Bunların farkında olan, Freud’un “hastası”, hayatı ve ölümü düşünen, bu<br />

dünyadan olMAyan bir ben.<br />

Evet, kitaplarda bulduğumuz, teorik, öğretilen din ile yaşanan din bir elmanın iki yarısı gibi. Çünkü<br />

başlangıçta hepimiz başkalarını taklid ya da kendi tasavvurumuz neticesinde bir “tanrı” fikri<br />

üretiyoruz. Bu fikirden yola çıkarak hakikî mânâda ALLAH’a yöneliyoruz. Şeyh-ül Ekber’in Füsus-ül<br />

Hikem‘de Hz. İsmail fassında ele aldığı “ilâh-ı mutekad” meselesi burada başlıyor. Yani insanlar bir<br />

yönüyle idrak ettikleri hatta bazen sadece hayal ettikleri bir ilaha kulluk ediyorlar. Hakikaten kulluk<br />

etmek, ALLAH’a yönelmek, vahye uymak demek. Bu ise Peygamber’in (S.A.V) O’nun hakkındaki<br />

bilgisini taklid etmekle mümkün.<br />

Yani pozitif bilimlerin sunduğu bilgilerin kapsama alanı dışında kalan hisler yoluyla akledilen,<br />

“görülen” bilgiler de var. Bu akıl ile “görme” meselesini netleştirmek için Gazalî Hazretleri’nin<br />

Mişkatü’l Envar (Nur Metafiziği) adlı eserinden (sf. 75-77) istifade edebiliriz:<br />

Göz kendini göremez, akıl ise kendinden başkasını da, kendine ait özellikleri de idrak eder. *...+<br />

ayrıca kendisinin bilgi sahibi olduğunu idrak ettiği gibi kendinin bilgi sahibi olduğunu bildiğini,<br />

kendisinin bilgi sahibi olduğunu bilişini bildiğini… sonsuza dek idrak eder. Bu özellik cisimler<br />

vasıtasıyla idrak eden göz için tasavvur edilemez.<br />

Göz kendisine uzak ve çok yakın olan nesneleri göremez. Halbuki akıl için uzak ve yakın eşittir.<br />

Uzaklıkta semaların en yücesine çıkar, bir anda yeryüzünün en derin taraflarına iniverir. *...+<br />

aklın cisimler arası yakınlık-uzaklık anlamlarından münezzeh olduğu ortaya çıkar.<br />

Göz perde arkasındaki nesneleri göremez. *...+ Doğrusu hiç bir Hakikat akıldan gizlenemez.<br />

Göz nasıl kapaklarını kapatarak kendine bir perde oluşturursa akıl da bazı nitelikleri sebebiyle<br />

kendine bir perde oluşturur. *...+<br />

Göz nesnelerin dış tarafını, en üstte bulunan yönünü görür, Hakikat’inden ziyade kalıplarını ve<br />

suretini idrak eder. Akıl ise nesnelerin derinliklerine, sırlarına nüfuz eder. *...+ Akıl bunların<br />

sebebini, gayesini, hikmetini ortaya çıkarır. “…Çünkü akıl ALLAH’ın nurunun bir misalidir.<br />

Misaller de ayniyet zirvesine tırmanamasalar bile benzememekten tamamen uzak değildirler.<br />

Bu belki senin “ALLAH Âdem’i kendi sureti üzere yarattı” hadisini anlamanı kolaylaştırır…”<br />

Göz varlıkların bir kısmını görür, akılla idrak edilenlerin tamamını, hislerle idrak edilenlerin de<br />

bir kısmını idrakten acizdir. Sesleri, kokuları, tatları *...+ idrak edici kuvvetleri yani işitme,<br />

görme, koklama *...+ kuvvelerini idrak edemediği gibi ferahlık, sevinç, gam, hüzün, *...+ gibi<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

111


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

nefsanî sıfatları da idrak edemez. *...+ Renkler ve şekiller alemini aşamaz. *...+ göz aklın<br />

casuslarından biridir.<br />

Göz sonsuz olanı göremez. Cisimlerin sıfatlarını görebilir. O cisimler ise sonlu olmaktan başka<br />

türlü tasavvur edilemez. Akıl bilinenleri idrak eder. *...+ Akıl sayıları idrak eder. Bunun bir sonu<br />

yoktur.<br />

Göz büyüğü, küçüğü görür.*...+ Akıl ise yıldızların ve güneşin yeryüzünden defalarca büyük<br />

olduğunu anlar. Göz yıldızları, önünde duran çocuğu hareketsiz görür. Akıl ise çocuğun<br />

büyüdüğünü, yıldızların her an büyük mesafeler katettiğini idrak eder.<br />

Bu satırlar “Nefsini bilen rabbini bilir” hadisi ışığında değerlendirilecek olursa daha “derin” bir anlam<br />

kazanır sanıyorum. İnsan kendini ve Kâinat’ı gözleyerek bu meseleyi daha derinlemesine anlayabilir.<br />

Hadiseyi derinleştirmek isteyen okurların Toshiku İzutsu tarafından yazılan ve Rahmetli Prof. Dr.<br />

Ahmed Yüksel Özemre tarafından çevirilen “Ibn Arabî - Füsustaki Anahtar Kavramlar” adlı esere<br />

başvurabileceklerini söylemekte fayda var. Bu eserin 3cü bölümü söz konusu hadise ayrılmış. Bu<br />

kitaptan bir alıntıyla bitirelim yazımızı:<br />

“İbn Arabî, bu bakımdan, insanın kendi nefsi hakkındaki bilgisi aracılığıyla Hakk’ı bilip tanımasının<br />

yollarını kabaca ikiye ayırmaktadır. Birincisi “Hakk’ı senin sen olduğun gibi bilerek elde edilebilen<br />

bilgi”; ikincisi ise de Hakk’ı senin sen olduğun gibi değil fakat senin O olduğun gibi bilerek senin<br />

aracılığınla elde edilebilen bilgi”. Birinci tür bilgi akıl ve muhakeme yolu olup, Allah’ı, senden yâni<br />

yaratılmışlardan itibâren istidlâl eder, fehmedersin. Daha somut bir biçimde ifâde edilecek olursa bu,<br />

“sen”in mahlûk olma tabîatına has özelliklerinin bilincine sâhip olmak ve sonra da akıl ve muhakeme<br />

yoluyla Hakk’ın sûretini bütün eksikliklerden tenzîh edip O’na, bunlara zıt bütün özellikleri yakıştırmak<br />

yoluyla Hakk hakkında bir bilgiye erişmekten ibârettir. Meselâ, kendinde “hudûs” (yâni sonradan<br />

olma) görüp Hakk’a bunun zıddı olan “kıdem”i izâfe etmek; kendinde “iftikâr” (yâni fakirlik) görüp<br />

Hakk’a bunun zıddı olan “gınâ”yı (yâni zenginliği, kendi kendine yeterliği) yakıştırmak; kendinde<br />

sürekli “tagayyür” (yâni değişiklik) görüp Hakk’a ezelî ve ebedî sâbitli i izâfe etmek…ilh… gibi. İbn<br />

Arabî, bu türden bilginin felsefecilere ve ilm-i kelâm’cılara (teolog’lara) mahsûs olduğunu ve, her ne<br />

kadar bu da bir tür “nefsini bilerek Rabb’i bilmek” ise de bunun, Allah hakkında son derece düşük<br />

düzeyde bir bilgiyi temsil ettiğini söylemektedir.<br />

İkinci tür bilgi ise, O’nun “sen”in aracılığınla bilinmesidir. Fakat bu hâlde üzerinde önemle durulan<br />

“sen” değil O’dur. Bu, her ne kadar özel bir şekilde dahi olsa, Hakk’ın, insanın doğrudan doğruya<br />

Hakk’ın tecellîsinin bir sûreti olan kendi nefsini bilmek ve tanımak sûretiyle bilinip tanınmasından<br />

ibârettir. Bu, Allah’ın kendini insanın kendi nefsinde izhâr ettiğinin bilincine sâhip olmakla Allah’ın<br />

bilinip tanınmasını sağlıyan bilgi usûlüdür.”<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

112


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Yalnız Bir Yazar Olarak Peyami Safa’nın Fikriyatı /1 (Alper Gürkan)<br />

Türkiye edebiyatında vaziyet-i umumiye hakkında “Bizde bir<br />

edebiyat tarihine veya antolojiye girmek için edebiyata<br />

mensub olmak ne şarttır ne de kâfidir.” der Peyami Safa.<br />

Edebiyatçı olmak şart değildir çünkü ne idüğü belirsiz birkaç<br />

karalama sayesinde “şair” diye vasfolunabilirsiniz; kâfi de<br />

değildir, çünkü tuğla gibi kitabınızla hiçbir yere “tutunamadan”<br />

da ölüp gidebilirisiniz. Bunu tesbit edecek kıstaslara olan<br />

yaklaşımımızı, dünya edebiyatı içindeki yerimize bakarak<br />

bulmak mümkündür.<br />

Peyami Safa’nın işaret ettiği husus kamplaşmalardır<br />

muhakkak. Şu bir hakikat ki; bir san’at olarak edebiyatın en<br />

zayıf noktası, ruhundaki toplumsal bağlamların yozlaştırılarak<br />

siyasi mihverlere malzeme yapılmasıdır. Ki bu sebepten ötürü<br />

birçok edebi nimet kuşa dönerken çok büyük olabilecek<br />

eserler ıskalanmıştır. Özellikle bizimki gibi siyasetin köy<br />

kahvehanelerini bile bölebildiği toplumlarda gerçek bir<br />

“anlayış” içermeyen sanat anlayışları, kamplaşmalar vesilesiyle<br />

kuruldu hep: Her grup, vasfına aldırmaksızın kendi siyasi çevresinden olana dikkat çekti, diğerini yok<br />

edebilecekmiş gibi görmezden geldi.<br />

Bu durumun temelinde muhtemelen matbaa ile ilişkimiz yatmaktadır. Şöyle ki eserlerin çoğaltılma<br />

tekniklerinin yaygınlaştığı dönemle imparatorluğun dağılma süreci içine girdiği dönemin birbirine<br />

yakın olması sanatla ilgili bir yanlışa soktu münevverlerimizi. Çünkü kitaplardan ziyade gazete ve<br />

mecmualarla okuruna ulaşan şair ve yazarların, kelimenin siyasal anlamıyla- popülistleşmesinin<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

113


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

normalliğiyle “vatan” davasının birleşmesi; “sanat, toplum içindir” temayülünü kuvvetlendirdi.<br />

Nitekim cumhuriyetten evvel ve sonra Türkiye’de yaşanan bu sürecin Sovyet Rusya’da, Arap<br />

diyarında, NAZİ Almanyasında, Demirperde ülkelerinde hep beraber yaşanması bir tesadüf olmasa<br />

gerektir. Sanatın, toplumu terbiye ve tevcih etme aracı olarak görülmesi önce iktidarların sonra da<br />

muhalefetin bir silahına dönüşmesine yol açtı.<br />

Fikirleri sebebiyle genelde sol bağnazlığın estetik kurbanları olan Nihal Atsız, Cahit Zarifoğlu, Sezai<br />

Karakoç gibi müstesna mütefekkir şair yazarların kaderini kısmen paylaşan bir isim de bu<br />

kamplaşmalara işaret eden Peyami Safa’dır. Ancak onun bu mevzuda bir kat daha derdi vardır:<br />

Peyami Safa’ya sahiplenen bazı kesimlerin onu anlamayarak fikirlerinin çarpıtılmasına ve bir<br />

toptancılığa kurban edilmesine yol açmalarıdır bu dert. Çünkü yaşarken de öldükten sonra da esasta<br />

yalnız kalmış bir entelektüeldir o. “Sanat Edebiyat Tenkit*” adlı eserinde san’at mes’eleleri hakkında<br />

yazdıkları arasında dolaşıldıkça onun münferit fikir dünyasında ne ölçüde yalnız kaldığını görmek de<br />

mümkün olmaktadır. Bu yazının maksadıysa Peyami Safa’ya geç kalmış bir şahitlik sunmaktır.<br />

“Türk şiirinde Arabın aruzunu benimsemekle Fransızın Aleksandrenini ödünç almak arasında<br />

abeslik farkı yoktur…”<br />

Peyami Safa’nın aruz vezni hakkındaki düşüncelerine baktığımızda, öldüğü birilerince kabul edilemese<br />

de divan edebiyat geleneği ve onun biçimsel temeli olan aruz veznine hiç tereddüt etmeden rahmet<br />

okuduğu görülür: “Dil inkılâbı gibi vezin inkılâbı da edebiyatımızın sathına (yüzeyine)** değil, dibine<br />

ait zaruretlerden doğmuştur. Aruzu yalnız gayri milli bir vezin oluşu öldürmedi. Hoş, yalnız bu kadarı<br />

bile kültürümüzün köklerini Arap ve Acem tesirinden, ortaçağ tefekküründen ve medrese retoriğinden<br />

kurtararak milli bünyesine iade ettiğimiz bir devirde geldiği yere uğurlamamız için kâfi bir sebepti.<br />

Türk şiirinde Arabın aruzunu benimsemekle Fransızın Aleksandrenini ödünç almak arasında abeslik<br />

farkı yoktur ve bu bakımdan aruz, şiirimizin en az kendi kendisi olduğu Osmanlı devrinin bir<br />

yadigârından başka bir şey değildir.”<br />

Aruzun terk edilerek yerine hece ölçüsünün kullanılmasını ya da serbest nazım kullanımını, “inkılâp”<br />

kelimesiyle anan Safa; bu değişimin sebebiniyse milliyetçilikten ziyade estetiğe bağlar. Cumhuriyet<br />

döneminin popüler bir tartışması olan “aruza dönüş” konusunda hiçbir cepheye yüz vermez. Kendi<br />

kuşağından önceki şairlerin; aruz-hece münakaşasından, milli-gayri milli tezadından, Fuzuli’nin Türk<br />

olup olmadığından başka hiçbir mesele getirmediklerini düşünmektedir. Öyle ki nihayetinde “içine<br />

kâmil ve halis manasıyla modern bir şiirin grift bünyesini sığdıramayacak kadar iptidai (ilkel) ve dar<br />

kalıplardan da mürekkep (bileşik) olduğu için aruza dönmemiz imkânsız” olduğunu söyler.<br />

Ortaçağ tefekküründen ve medrese retoriğinden geldiğini söylediği aruzla Batı’dan gelebilecek nazım<br />

ölçülerinin arasında bir kıyas farkı bulunmadığına değinen Peyami Safa, aynı eserde bu ifadesini daha<br />

da açar ve en iptidai yazım biçimlerinden bile geri olduğunu belirttiği aruzun ortaçağa mahsus bir<br />

ahenk telakkisinden başka bir şey olmadığını vurgular.<br />

“Türk romanının ortaya koyacak hiçbir meselesi yok!”<br />

Bununla birlikte edebiyatımızın Tanzimat’tan sonra geçirdiği değişime bakarken, yukarıda aktarılan<br />

ifadelerinden uzaklaşmaya başladığı da görülür. Tanzimat dönemine kadar en azından mistik bir<br />

kültüre bağlı olan Türkiye edebiyatının basit bir romantizme inmesinden rahatsızdır: “Tasavvuf<br />

kültüründen kopup Batı kültürünü benimsemeye çalışan Türk edebiyatının henüz o mistisizm yerine<br />

hiçbir tefekkür ikame etmediği“nden, “edebiyatımızın mistik nefesini kaybettikten sonra yalnız kadın<br />

ve vatan aşkı içinde kaldığı”ndan ve “Türk romanının ortaya hiçbir mesele koyamadığından” yakınır.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

114


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Birkaç isimle birlikte kendisinin de bazı eserlerinin bu son yorumda istisna sayılması gereken, özellikle<br />

Fatih-Harbiye’deki düşünsel ve Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’ndaki psikolojik tahlilleriyle edebiyatımız<br />

için büyük bir sıçrama sayılabilecek Safa kısırlıktan müteessirdir. Türkiye romanında hassasiyet ve<br />

hayal zenginliğiyle kıyaslandığında halis fikir kıtlığının görüldüğünü, bunun sebebininse felsefe ve ilme<br />

açık olunmaması olduğunu yazar. Gerçekte onun “meselesi yok” dediği romanımızda kendine bir<br />

mesele edinmiş gibi duranlar ama tek yaptıkları dışarıdan mesele ithal etmek olan bir yazınsal gruptur<br />

özelde: Yani köy romanı safsatacılarıdır bahsettiği…<br />

Burjuva devleti temsilen kaymakam ve feodalizmi temsilen de köy ağalarını hedef seçen ve böylece<br />

yaklaştıkları izlenimi verseler de sosyal gerçeklikle alakaları olmadığını ibraz etmiş olan köy romanları,<br />

roman san’atıyla da alakasızdır Safa’ya göre. Edebiyat-ı Cedide’nin burjuva sınıf romanlarına bir tepki<br />

içeren bu romanları ve temsilcilerini bugünler de dahi büyük edebiyatçı diye pazarlamaya devam<br />

edenlerin gayesi, onun için siyasi propagandadan ibarettir. Nitekim sadece sol cenahı değil tüm<br />

ideolojik edebiyatı eleştirirken “Politika yüksek sesle konuştuğu zaman edebiyat susar.” der bu<br />

yüzden Safa.<br />

Başka bir bölümde milli edebiyat üstüne yazarken, “Türk inkılâbının sınıf değil millet realitesini kabul<br />

eden ideolojisini, bir milleti diline, tarihine, toprağına bağlayan münasebetlerin en geniş idrakine<br />

doğru hedefini şaşmayan bir yürüyüş.” olarak tanımlayan Safa; harf inkılâbını “Milli kültürle yeni<br />

nesiller arasında köprüsüz bir uçurum açmakla” itham etmektedir. Yine “Niçin muharrir yetişmiyor?”<br />

sorusuna cevap ararken Türk nesrinin kısırlaşmasının sebeplerini mütalaa eder ve bu arada saydığı<br />

dört kategorinin üçünü inkılâplara bağlar -dördüncüsüyse edebiyat eğitimidir. Hatta bir yerde der ki;<br />

“yeni alfabenin bozukluğu ve kifayetsizliği yüzünden, Türkçe, bünyesine has birçok zenginliklerden<br />

mahrum kaldı ve eskisinden beter bir imla anarşisine uğradı.”<br />

“Hiçbir memleketin modern şiiri, bizdekiler gibi bayağı ve iğrenç değildir!”<br />

“Yüz defa, bin defa okumak istemediğimiz manzume, şiir değildir.” Diyen Peyami Safa nev’i şahsına<br />

münhasır birisi olarak modern san’atı tartıştığı yazılarında kolay zoka yutmayan bir münekkide<br />

dönüşür. Modern sanat ve günümüzde - genelde bazı kadın yazarların ve bazı sol-bohem esanslı<br />

erkeklerin tercih ettiği “şiirimsi” anlatım, ucu açık ifade kalıpları, kelime oyunlarıyla beliren yüzeysellik<br />

hakkında okuyucuyu uyarır: “Modern sanatların dandy’leri, snobları ve salon münevverlerini hayran<br />

eden formel tarafından bakarsanız, bunun geçici bir tarzdan, hayret arayan edadan, bir modadan<br />

başka bir şey olmadığını görürsünüz.”<br />

Şiir bile değilken modern şiir yaftasıyla tezgâhlara serilen ürünleri bayağı ve iğrenç bulan Safa’nın,<br />

modernliğe olan mesafesiyle ilgili şunu da belirtmek gerekir ki yer yer ahlakı sanatın önüne de<br />

alabilmektedir yazılarında: “Çok müstehcen olduğu için başta İngiltere, birçok memleketler bu<br />

romanın neşrine müsaade etmemişler. Fakat İstanbul’da bir günlük gazete bu kepazeliği yayınlamış,<br />

kimse farkında olmamış.” der Nabokov’un olay yaratan romanı Lolita için. Ama yeniliğe de açık olmayı<br />

salık verir: “Bazılarımızın eski şiirlerden anlayıp da yenilerinden zevk almamaları, orta malı olmuş<br />

sembollerin, seslerin, edaların ve bütün şiir mekanizmasının değişmiş olmasından, henüz onların<br />

idrakine varamamasındandır.”<br />

Peyami Safa’nın, İsa’ya da Musa’ya da yaranmak gayretinde olmayıp samimi bir edayla dile getirdiği<br />

fikirleri belki onu yalnız kıldı. Ama nefis bir anlatımla süslediği derinlikli eserleriyle bu kıymetli<br />

mütefekkir, kimsenin zorlamasına muhtaç olmadan edebiyatımızda ve düşünce dünyamızda kalıcılı<br />

olmayı da başardı. Ona göre bunun tek yolu vardır, bu yolu da gençlere şöyle tavsiye eder:<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

115


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

”Sabit noktalara saplanmayarak bütün tezleri ve antitezleri kucaklayan geniş bir tecessüs ve kültür…<br />

Ey genç! Başka yolun yok.”<br />

* Peyami Safa, Sanat Edebiyat Tenkit; Ötüken Neşriyat, 3. Baskı, İstanbul, 1978<br />

** Parantez içine alınan kelimeler bana aittir.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

116


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Binbaşı Ersever’in itirafları / Soner Yalçın (İbrahim Becer)<br />

“…Bu aramaların vatandaşa eziyetten başka hiçbir işe yaramadığını göstermek istedim. Üç tane<br />

kimlik ve üç tane ayrı plaka hazırladık. Kimlikleri o sırada<br />

PKK’nın MKYK üyeleri olan Abbas Duran Kalkan, Cemil Bayık<br />

ve Selahaddin Çelik adına düzenledik. İki asker dikmişler yola,<br />

“dur, nereye gidiyorsun” dediler. Kimliğimi gösterdim,<br />

“Şenoba’ya gidiyorum” dedim. Deftere “Selahattin Çelik” diye<br />

yazıp, arabanın plaka numarasını aldılar. Birkaç saat sonra<br />

geri döndüm, aynı askerler. Bu sefer “Cemil Bayık” kimliğini<br />

gösterdim, araba aynı ama plaka aynı. Onu da yazdılar. Ertesi<br />

gün gittim, “dün bir ihbar geldi Cemil Bayık ve Selahaddin<br />

Çelik buradan geçiş yapmış” dedim “olmaz öyle şey” dediler.<br />

“Defterlerinize bakın” deyince adamların adlarını gördüler, ne<br />

yapacaklarını şaşırdılar…”<br />

Yazanlar bilir; yazının başlığı genelde sonunda atılır. Çünkü<br />

“kervan yolda düzülür” sözünü doğrular niteliktedir yazmakla<br />

iştigal etmek birazda. Satırlar ilerledikçe belleğinizin arkalarında<br />

bir yerlerde hapsolmuş anekdotlar, özlü sözler teker teker<br />

çıkmaya ve atacağınız başlık için size mihmandarlık etmeye başlarlar.<br />

Bu yazının başlığını “korkak demokratlar taifesi” diye düşünmüştüm. Amacım da askeri vesayet,<br />

darbe literatürüne giren cümle fiiliyat söz konusu olduğunda kaleminden kan damlayanların, sıra PKK<br />

ve onun şiddet sarmalına gelende lâl kesilmesine bir eleştiriydi. Dayanak noktam da “PKK’yı<br />

eleştiremiyorsunuz çünkü başınıza bir hal gelmesinden korkuyorsunuz. Oysa ki askeri eleştirirken böyle<br />

bir korkunuz yoktu” şeklinde özetlenebilecek basit bir önermeydi.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

117


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Yine de tedbiri elden bırakmamak adına merkez medyadan bizim mahallenin ağzı laf yapan<br />

delikanlıların, geçen günlerde neler yazıp çizdiğine şöyle bir baktım da onları da bana “saza niye<br />

gelmedin, söze niye gelmedin, var gündüz kârın eyle, gece niye gelmedin” derken buldum. “Her<br />

duyduğunu söylemesi kişiye günah olarak yeter” hadisi doğrultusunda, her zannı yazmak da bize<br />

ayıp olarak yetermiş de biz bilmiyormuşuz yani. Ya işimizden vakit bulamamışız ya da gözden<br />

kaçırmışız demek ki. Netice de Devlet ciddiyetine sahip olması beklenen bir kuruma verilen tepkinin<br />

dozuyla, bir katiller sürüsüne verilecek tepki elbette ki aynı olamazdı.<br />

Zulüm nereden ve kimden gelirse gelsin her daim safları sık ve düzgün tutan insanlarla bir arada<br />

olmak güzel neticede. İşin gelip de “benim katilim iyidir” önermesine dayandığı günleri ve o günlerin<br />

getirdiklerini yaşı yetenler bilir bu Ülkede. Kimine göre bir ayağı çukurda kimine göreyse çoktan son<br />

nefesini vermiş olan kontra gerillayı ne zaman merak etsem Soner Yalçın’ın “Binbaşı Ersever’in<br />

itirafları” adlı kitabına bir göz atarım.<br />

Güney Doğu’da olup bitenleri merak edenlere kendi uyguladığım metodu tavsiye ederim; olayları<br />

anlamaya çalışmadan önce karakterleri iyi tahlil edin. Belki bir çırpıda hatırlayamayacağınız ve<br />

başrolde olması beklenen kelli felli adamlar olmayabilir ama net çıkmasa da sisler arasında o<br />

adamlardan rol çalan çok daha ketum adamların mücadelesidir bir anlamda 27 yıllık maceramız.<br />

Efendi-2 adlı kitabına kadar iyi bir Soner Yalçın okuru olmam hasebiyle çabuk tanıştım “Binbaşı<br />

Ersever’in itirafları” adlı kitapla. Tüm kitaplarını hatmetmiş bir okur olarak kabul etmek gerekir ki<br />

Soner Yalçın gözünü hırs bürümediği, adil olabildiği müddetçe çok iyi bir Yazar. Kitabın belkemiğini<br />

değişik tarihlerde Cem Ersever’le yaptığı röportajlar oluşturmakta. Kendisinin Aydınlık Dergisinde<br />

çalıştığı ve ömrünü bir türlü ispatlanamayan Kontra gerçeğine vakfettiği düşünülürse o yıllar için<br />

gerçekten de büyük bir iş yaptığını teslim etmek gerekir.<br />

Yazar, “Teşkilatın İki Silahşoru” isimli kitabında Yakup Cemil’den bir “kahraman” yaratma hevesinin<br />

aksine burada sadece dinleyici rolünde. Bu da son derece doğal çünkü sizlerin de bildiği gibi<br />

sorgulamada altın bir kural vardır: “Sorgucu, sorgulananın yarısı kadar bilgiye sahip değilse sonucun<br />

başarısız olması kaçınılmazdır”. Doksanlı Yılların başında Şırnak ve yöresinde olup bitenleri<br />

faillerinden iyi kimsenin bilemeyeceği esas alındığında, anlatanın karşısında sessiz sedasız oturmak ve<br />

not alabilmek en akıllıcası olsa gerek.<br />

Yazarı buna zorlayan sebeplerden biri muhatabının konu hakkında daha fazla bilgi sahibi olmasıysa bir<br />

diğeri de karşısındakinin kendinden emin bir diyalektiğe sahip olmasıdır. Mesela şu paragraf sıkı bir<br />

Türk Milliyetçisi olduğu bilinen Cem Ersever’e ait:<br />

”…Ben Türk Milletinden peygamber çıkmadığına seviniyorum. Çünkü Tanrı, Peygamberlerini<br />

nizamından çıkmış, kokuşmuş insan topluluklarına göndermiştir ve tüm peygamberler Arap’tır. Tüm<br />

peygamberler Ortadoğu’da Sami ırkından çıkmıştır. İslam Kültürü ve Arap Kültürü apayrı şeylerdir…”<br />

Bu satırları okuduğum zaman “dakika bir, gol bir” dediğimi hatırlıyorum. Çünkü doğru veya yanlış fikir<br />

çatısını kurmuş bir insan her zaman tehlikelidir; çünkü kimse onu o saatten sonra yolundan<br />

döndüremez. Gönül ister ki fikri alt yapıyı uzun uğraşlardan sonra kurduktan sonra bu çatıyı kuralım<br />

ama her zaman öyle olmuyor. Muhtemelen dindar bir insan olmayan Cem Ersever’in kendine olan<br />

aşırı güveninden kaynaklanan ortaya tez atma ve doğruluğunu veya yanlışlığını tartışmak bile<br />

istememesi sadece bu konuyla sınırlı değil. Cem Ersever bugün kurulma aşamasında olan Profesyonel<br />

Ordunun gerekliliğinin ilk işaretlerini de o günlerde aşağıdaki paragrafla veriyor.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

118


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

“Size bir anımı anlatayım. Tarih vermiyorum, o zamanlar Şırnak’ta alay vardı. Dediğim yerde aramalar<br />

olurdu. Şırnak’a giren çıkan vatandaşın yolu kesilir, arabadan indirilir, kimlik kontrolü yapılırdı. Bu<br />

aramaların vatandaşa eziyetten başka hiçbir işe yaramadığını göstermek istedim. Üç tane kimlik ve üç<br />

tane ayrı plaka hazırladık. Kimlikleri o sırada PKK’nın MKYK üyeleri olan Abbas Duran Kalkan, Cemil<br />

Bayık ve Selahaddin Çelik adına düzenledik. İki asker dikmişler yola, “dur, nereye gidiyorsun” dediler.<br />

Kimliğimi gösterdim, “Şenoba’ya gidiyorum” dedim. Deftere “Selahattin Çelik” diye yazıp, arabanın<br />

plaka numarasını aldılar. Birkaç saat sonra geri döndüm, aynı askerler. Bu sefer “Cemil Bayık”<br />

kimliğini gösterdim, araba aynı ama plaka aynı. Onu da yazdılar. Ertesi gün gittim, “dün bir ihbar<br />

geldi Cemil Bayık ve Selahaddin Çelik buradan geçiş yapmış” dedim “olmaz öyle şey” dediler.<br />

“Defterlerinize bakın” deyince adamların adlarını gördüler, ne yapacaklarını şaşırdılar. Dönemin<br />

Sıkıyönetim Komutanı Korgeneral Aşir Özözer’e kadar intikal etmiş olay. Beni çağırdı “ne yapacağız”<br />

dedi. Durumu anlattım “siz ne aradığınızı, ne yaptığınızı bilmiyorsunuz” dedim…”<br />

Kitapta bu şekilde samimi açıklamalar çokça yapılıyor Cem Ersever tarafından. Mesela “Anadolu Halk<br />

Cephesi” diye bir oluşumdan bahsediyor Ersever:<br />

”Artık şuna kesin inanıyorum; eskiden askeri ihtilallerle bir şeylere çözüm aranırdı. Ama artık halk<br />

ihtilali olur. Bugüne kadar kime el uzattıysa karşılığını alamayan halk kendisi gelir bu sefer”<br />

Her öngörünün tutma garantisinin olmadığının en büyük göstergesi de yukarıdaki paragraf olsa gerek.<br />

Şehit çocuklarından, kardeşlerinden, akrabalarından bir organizasyon kurma peşinde olan Ersever<br />

kitabın ilerleyen bölümlerinde PKK ile savaşın nasıl olacağını daha detaylı anlatıyor:<br />

”PKK ile sadece onların metotlarıyla mücadele edilir. Gerilla gibi dağda yaşayacaksın, gerektiğinde<br />

sınır ötesine geçeceksin ve PKK yok olana kadar böyle savaşacaksın. Devlet bana izin versin, böyle bir<br />

teşkilat kurayım ama nerede bizde böyle Devlet…”<br />

Amacından sapmadığı müddetçe bir gerilla mücadelesinde “olmazsa olmaz” öneme haiz olan Kontra-<br />

Gerillanın iş tanımını bu şekilde yapan Ersever yaşadığı müddetçe bunun örneklerini de çokça veriyor.<br />

O yıllarda basit bir işleyiş söz konusu anladığım kadarıyla; hapisteki militanlardan itirafçı yapılıyor,<br />

daha sonra bu itirafçıların yer göstermeleri neticesinde operasyonlara girişiliyor ve hedef ortadan<br />

kaldırılıyor. Ben, Cem Ersever’in ekibinden olduğunu bildiğim Abdülkadir Aygan ve İbrahim Babat gibi<br />

isimlerin de yazdıklarını ve hakkında yazılanları ayrıntılı okuduğum için sistemin üç aşağı beş yukarı bu<br />

şekilde işlediğini sanıyorum. Gerekli olan istihbaratın itirafçılardan, teknik ve lojistik desteğin de<br />

Devlet tarafından sağlandığı bir örgütlenme ve bu örgütün başındaki adamın hikayesidir bu kitap.<br />

Kitapta Devletten bağımsız bir örgütlenme modelinden de bahsediyor Ersever: “…Güneydoğu üç<br />

gruba ayrılmıştır: Birinci Grup; Diyarbakır, Bitlis, Bingöl, Elazığ, Tunceli hattı. İkinci Grup; Şırnak, Cizre,<br />

Uludere, Şenoba hattı. Üçüncü Grup; Nusaybin, Mardin, Kızıltepe hattıdır…” Mesela burada Hakkari ve<br />

yöresinin neden paylaşılmadığı izaha muhtaçtır. Yine de bizim bir blok olarak bildiğimiz OHAL<br />

Bölgesinin, aslında çoklu bir yapıya sahip olduğu bilgisi yine de önemli. Daha da önemli olan bir başka<br />

bilgiyse, Ersever’in itiraf ettiği birinci grup olan Tunceli- Elazığ hattının sorumlusu olan isim: ‘Sakallı’<br />

veya bilinen ismiyle ‘Yeşil’…<br />

Her konuda konuşmaktan çekinmeyen Ersever’i iki isim hakkında biraz çekingen gördüğümü<br />

söyleyebilirim. Birincisi, kendisinden korktuğu söylenen Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım, İkincisiyse<br />

aynı zamanda Hilal Belediye Başkanının da katili olan Şırnak’ın köklü ailesi Babat’lar.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

119


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Hakkını vermek gerekir ki Soner Yalçın iki cinayeti ve müsebbiplerini de soruyor Ersever’e: Musa<br />

Anter ve Vedat Aydın cinayetlerini. Parmakların üzerine çevrildiğini bilmesine rağmen ikisine de cevap<br />

vermeyen Ersever topu taca atıyor ama kadere bakın ki ömrü o topu taçtan almaya yetmiyor ve bir<br />

müddet sonra bir köprünün altında ölü olarak bulunuyor. Kimin öldürdüğü halâ tartışılmakla beraber<br />

iki detay çok önemli: Ersever ve yardımcısı Mustafa Deniz’in öldürülme şekilleri Elazığ’da öldürülen<br />

Avukat Metin Can ve Doktor Hasan Kaya’nın öldürülüş şekillerinin aynısı. O bölgenin sorumlusunun<br />

da Yeşil olduğunu Ersever zaten söylemişti. İkinci detaysa, kişisel güvenliğine paronayak düzeyinde<br />

düşkün olan böyle bir insana, kendisinin güvenmediği kimsenin öldürebilecek kadar yaklaşamayacağı<br />

gerçeği. Anlaşılan o ki, Ersever için taş uzaktan gelmemişti.<br />

Kitap ilginç ve okunmaya değer bir kitap kısaca. Cezaevinde part- time ikamet eden ve sık sık<br />

operasyonlara giden, sorgulamalara katılan eski militanlardan tutun da, Lojmanlara yerleştirilip<br />

bordroyla memur yapılan Jitem Elemanlarının maceralarına kadar bir sürü küçük hikâyeler<br />

anlatılmakta. Kitabın sonunda da o yılların Devlet Büyüklerinin konuyla ilgili söylediklerini<br />

bulacaksınız.<br />

“Devlet cinayet işlemez, cinayet örgütleri kurmaz” diyen Turgut Özal’a mı inanırsınız, yoksa “Türkiye<br />

bir NATO üyesi olduğu için böyle bir kuruma sahip olması doğaldır. ABD’nin de böyle bir kurumu<br />

desteklemiş olmasını yadırgamamak gerekir” diyen dönemin CİA Başkanı William Colby’e mi<br />

inanırsınız, ya da “ben yaptım, oldu” diyen Ersever’e mi inanırsınız onu bilemem.<br />

Tek bildiğim, okumadan anlayamayacağımız…<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

120


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Tarihin Ak Sayfaları: Cengiz Aytmatov’un Babası Ve Kırgız Halkının Dramı (Erden Özkant)<br />

“Kızım, orayı bir tek sen biliyorsun. Elbet ileride bir gün bu sistem<br />

değişecektir. İşte o zaman masum olarak öldürülen o şehitlerin<br />

ailelerine ve topluma bu gerçekleri anlat. Bu benim boynumda bir<br />

borç olarak kalmasını istemem. Sana vasiyet ediyorum”<br />

Büyük bir çaresizliği anlatan bu cümleler, Sovyetler Birliği<br />

döneminde İçişleri Bakanlığı’nın istihbarat birimi olan GPU’de bekçi<br />

olarak çalışan bir babaya, Abıkan’a ait. 1973 yılında ölüm<br />

döşeğinde yatarken yanında bekleyen kızı Bübüra’ya Stalin<br />

baskısında öldürülenlerden bahsediyor çünkü kimseye<br />

söylemeden, yerlerini kimselere gösteremeden ölüp gideceğinden<br />

korkuyor.<br />

Çağrıldığı zaman 2 veya 3 günde bir yazlığa giderek oradaki işleri<br />

halleden eve döndüğü zaman ise kimseyle konuşmayarak<br />

yaşadıklarını içine atan Abıkan, 15- 20 gün geçtikten sonra ailesini geri Çontaş’a götürmeye karar<br />

verir. Gitmeden önce ise eşi ve çocuklarına tembihte bulunur: Gittiğimizde orada bazı değişiklikler<br />

olmuş olabilir. Fakat siz hiçbir şey olmamış gibi davranın. Kimseye bir şey sormayın…<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

121


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Çontaş’a yaklaşırlarken, Abıkan’ın kızı Bübüra, kerpiç fabrikasının yerinde yüksek bir tepeciğin<br />

meydana geldiğini fark eder. Çocukluğuna aldanarak, onca hatırlatmalara rağmen “Baba, hani fabrika<br />

nerede?” diye sorar babasına. Babası ise kızına “Kızım artık fabrika filan yok. Ben sana hiç bir şey<br />

bilmiyormuş gibi davran ve hiç kimseden hiç bir şey sorma demedim mi? Biliyorum sen her şeyi<br />

bilmek isteyen, meraklı kızsın. Ama oradakilere en ufak bir şey çaktırırsanız, başta ben olmak üzere<br />

hepimiz öldürülürüz. Bunu mu istiyorsunuz?” diye çıkışır.<br />

Bir gün gece, Abıkan’ın, o tepeye giderek kerpiç fabrikasının ocağının yanında gizli gizli Kuran<br />

okuduğunu, ağladığını ve huyunun değişerek sinirli bir hal aldığını fark eder ailesi. Bu arada baharın<br />

gelmesi ve havaların ısınmasıyla birlikte tepecikten tahammül edilemeyecek kadar ağır kokular<br />

gelmeye başlar. Burada bir şeylerin yaşandığını, bir muammanın olduğunu hisseden Bübüra, babasına<br />

hep sorular sormaya devam edip durur. Babası ise kızını azarlayarak açıklamada bulunmaz. Bu<br />

vasiyetin ardından vefat eden Abıkan’ın kızını azarlayarak açıklama yapmadığı konu, 1991 yılında<br />

Kırgızistan’ın başkenti Bişkek yakınlarındaki Çontaş civarında bulunan toplu mezardır.<br />

Stalin‘in zulmü…<br />

Bulunan bu mezarlığa, Rus lideri Stalin baskısı zamanında tutuklanarak topluca kurşuna dizilenlerin<br />

defnedildiği anlaşılır. Mezarlığın olduğu yerde, “Selvi Boylum Al Yazmalım”, “Beyaz Gemi” ve “Gün<br />

Uzar Yüzyıl Olur” gibi eserlerin sahibi dünyaca ünlü Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’un babası Törökul<br />

Aytmatov dâhil öldürülen dört kişiye atfedilen suçlar içeren iddianame bulunur. Yıllar sonra bulunan<br />

bu iddianameyi içeren belge, yarım asır toprak altında kalmasına rağmen çürümeden 1930′lu yıllarda<br />

yapılan zulmün yüzünü günümüzde göstermeye yardım eder. Aynı zamanda 1938 yılının Kasım ayında<br />

gerçekleştirilen olayı da tastikler. 1938 yılı Kasım ayının başında Moskova’dan, Sovyet yüksek<br />

mahkemesinin askeri hâkimleri Alekseev, Zaytsev ve başkan olarak Batner, rejim muhaliflerini<br />

yargılamak üzere Bişkek’e gelirler. 5- 8 Kasım 1938 tarihlerinde mahkemenin üyeleri, 40 mahkûma<br />

ölüm cezası kararı verirler ve bu kararın geciktirilmeden uygulanması gerektiğini ifade ederler. Zaten<br />

tam o günlerde tutuklama ve idamlarla ilgili olarak Dvoyka ve Troyka hapishanelerinde de çok yoğun<br />

çalışmalar yapılmaktadır. Bu çalışmaları yapan hâkimler, 1930′lu yılların ikinci yarısında Üst Düzey<br />

Sovyet Partisi’nin onayıyla İçişleri Halk Komitesine bağlı çalışıyorlardı. Hapishanelerde ne ile<br />

suçlandıkları bile belli olmayan 97 mahkûm bulunuyordu. Bu 97 mahkûmla beraber tutuklanan 40<br />

kişinin, yani toplam 137 mahkûmun, ortadan kaldırılmasına karar verilir. İçişleri Halk Komitesinin<br />

verdiği karar listesinde 5 Kasım’dan 8 Kasım’a kadar kurşuna dizilen 137 kişinin kaydı bulunmaktadır.<br />

Kazı sırasında ise 138 kafatası bulunur. Ancak bu 138. kafatasının kime ait olduğu ile ilgili bugüne<br />

kadar net bir bilgiye ulaşılamamıştır. SSCB Merkez Yürütme Komitesinin 01.12. 34 tarihli N- 58<br />

maddesine göre alınan infaz kararının en kısa zamanda yerine getirilmesi gerekiyordu.<br />

Ölüm cezası verilen tüm tutuklular, hapishanenin bahçesine çıkartılarak ardı ardına infaz edilir. Ölüler<br />

yük arabalarına yüklenip, üzerlerine kalın tente kapatılarak, sabaha kadar şu anki Toktogul ve<br />

Logvinenko sokaklarından geçirilerek Çontaş’a doğru taşınırlar. Yük arabalarının geçtiği köylere<br />

barikatlar kurularak (şu anki Taş- Döbö) orada yaşayanların dışarı çıkmaları da önlenir. Buna rağmen<br />

insanlar, bir yolunu bularak üst üste dizilmiş olan tezeklerin arasındaki deliklerden dahi olsa geçen<br />

arabaları görürler. Halk arasında “Kırgızlar’ın kaymaklarını yani dâhileri toplayarak öldürdüler ve<br />

gömmeye gidiyorlar” gibi söylentiler çıkmaya başlar.<br />

Bübüra, babasının vasiyetini yerine getirir<br />

Beklenen gün 18 yıl sonra 31 Ağustos 1991′de gerçekleşir. Bugünlerde 20. yılını halkıyla beraber<br />

coşkuyla, 7′den 77′ye herkesin katılımıyla kutlayan Kırgızistan’ın bağımsızlığının kazanıldığı ve<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

122


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Bübüra’nın babasının hayal ettiği gün nihayet gelmiştir. İşte tam sırası diye Bübüra, Rus İstihbarat<br />

Servisi KGB’ye giderek, Stalin döneminde öldürülen insanların yattığı yeri göstermeye hazır olduğunu<br />

söyler. Fakat oradaki idareciler, bu habere pek itibar etmezler. Çünkü bunu ispatlamak için ellerinde<br />

yeterli bir delil yoktur. KGB’nin Olağanüstü Hal Bakanlığı Komisyonunu desteklediği her halinden<br />

bellidir. Bübüra, diğer devlet idarecilerine ve şehitlerin ailelerine mektup yazarak yıllardır sakladığı bu<br />

sırrı paylaşır. Stalin döneminde öldürülenlerin şehre yakın bir yere gömüldüğü hakkında söylentiler<br />

vardır. Tam olarak yerini kimse bilmese de Bübüra’ya da inanmazlar.<br />

Bütün bu ilgisizliğe rağmen Bübüra mücadelesine devam eder. Bir yandan babasının vasiyetini yerine<br />

getirmek, diğer yandan da kendi insanlık borcunu ödemek için bu işi sonuna kadar götürür. Bübüra,<br />

KGB’de çalışan Bolot Abdurahmanov adındaki bir delikanlıyla görüşür. Mezarlığı araştırmak Bolot’un<br />

görevi değildir hatta ilgi alanına da girmez. Ama o, Bübüra’nın söylediklerine inanmış ve Çontaş’ın<br />

sırrını açmaya karar vermiştir. Bübüra ve Bolot, KGB’nin görevlileriyle buluşarak, Çontaş’a giderler ve<br />

kazı işlemini başlatırlar. Yıllar sonra Bolot, kazı işleminin başladığı o günle ilgili hatıralarında ayrıntılı<br />

açıklamalarda bulunur:<br />

” Çontaş’daki kazı yapılan yerde Çeklilerin kurduğu kerpiç fabrikası vardı. Bu fabrikada kerpici<br />

pişirmek için 3,5×3,5×3,5 metre büyüklüğünde kurduğu ocakların diplerine 10- 15′er kişilik vali<br />

sekreterleri, halk komiserleri, işçiler ve sıradan çiftçiler şeklinde cesetler atılmış ve üzerleri toprakla<br />

örtülmüş sonra tekrar cesetler atılmış. Bu kazıda arkeolojik açıdan farklı bir şey çıkmıştı ortaya. 53<br />

sene toprağın altında kalmasına rağmen, ceza raporunun özeti çürümeden bu günlere ulaşmış.<br />

Abdıray Abdrahmanov, Cusup Abdrahmanov, Törökul Aytmatov ve Yusup Bulatov’ların ceza raporu<br />

bulunmuştu. Bunun dışında Sultanbekov kendi ismini ipek iple gömleğinin yakasına ve pantolonun<br />

kemerine dikmiş ve bu dikili yazı da olduğu gibi duruyordu. Bu çok şaşırtıcı bir durumdu! Açıkçası<br />

böyle bir durumla karşılaşacağımızı beklemiyorduk… (B.Abdurahmanov, «Temmuzdaki iki hafta»<br />

kitabından, «Törökul Aytmat oğlu», Bişkek - 1993)<br />

Ölüm cezasına çarptırılanların listesi<br />

Törökul Aytmatov’un birkaç sayfalık ceza raporunun özeti olduğu gibi durur. Belgeler, iki metre<br />

toprak altında bulunduğu için iyice yıpranmış durumdadır. Bu ceza raporunun sağlam kalmış olması,<br />

KGB arşivinden diğer şehitlerin de isimlerinin bulunmasına kolaylık sağlar. Çontaş’ta bulunan listede<br />

5- 8 Kasım 1938 yılında ölüm cezasına çarptırılan mahkûmların ad ve soyadları ortaya çıkar. O listede<br />

isimleri geçenler şunlardır:<br />

Abdıkadır Abdrahmanov, Cusup Abdırahmanov, İmanalı Aydarbekov, Törökul Aytmatov, Osmonkul<br />

Aliyev, Abdıray Abdırahmanov, Abdıraman Bulatov, Yusup Bulatov, Asanbay Camansariyev, Hasan<br />

Ciyenbayev, Omor Cumayev, Dali Zulfibayev, Bayalı İsakeev, İyosif Kuzmin, Pavel Lvov, Murat Salihov,<br />

Eşbay Sultanbekov, Kasım Tınıstanov, Sıdık Çonbaşev, Kocokan Şorukov, Erkinbek Esenamanov.<br />

Listede adı geçen isimler, 1938′li yıllardaki Kırgızistan’ın aydınları ve Sovyetlere de gönülden inanmış<br />

Çarlık döneminden sonra Kırgızistan’ın bir devlet olarak kalkınması için fedakârlık yapan insanlardır.<br />

Tarihin Ak Sayfaları<br />

Yukarıdaki bilgilerin ayrıntıları ve 1930′lu yıllardaki Stalin sürgününde kurşuna dizilerek öldürülen<br />

Kırgız halkının siyaset ve iş dünyasındaki önemli ismi, devlet adamı Törökul Aytmatov’un hayatı,<br />

Törökul’un kızı Roza Aytmatova’nın kaleme aldığı, ülkemizde de Salkımsöğüt Yayınları tarafından bu<br />

yıl yayınlanan 176 sayfalık “Tarihin Ak Sayfaları” adlı kitapta yer alıyor. Bu acılı hayata ortak olan ve<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

123


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

aynı acıları paylaşan ailesi ve akrabalarının başından geçen zor günler, kurşuna dizilen Törökul<br />

Aytmatov’un hayat serüveni, hanımının yaşadığı acılar ve onun cesareti ile çocuklarının, akrabalarının<br />

çektiği sıkıntılar bu eserde bulunuyor.<br />

Yazar, “Yirminci asrın 30′lu ve 50′li yılları arasında kurşuna dizilen suçsuzlara armağan ediyorum”<br />

dediği kitabın önsözündeki şu cümlelerle tarihin karanlık sayfalarından tozlu bir yaprak önümüze<br />

sermekte:<br />

Ben o mezarlığın bulunduğu günü hatırlıyorum, heyecandan yerimde duramıyordum. Aynı zamanda<br />

babamı acımasızca suçsuz yere öldürdüklerini haykıra haykıra söyleyerek içimdeki saklı kini çıkarmak<br />

istedim. Ama kime ne diyeceksin, kiminle neyi paylaşacaksın…? Haykırmak değil öylesine oturup<br />

anlatmaya bile kalp dayanamaz… İşte bütün ruh gücümü toplayarak kalemime sarıldım. Bari dille<br />

anlatmaya kalp dayanamazsa kalem anlatsın da gelecek nesiller bu gerçeği bilsin ve bu olaydan ibret<br />

alsın. Okuyucu bu kitabı eline aldığı zaman haklı olarak: ‘Bir ailenin yaşamış olduğu olaydan kime ne?<br />

Hatta o ünlü, tanınmış biri olsa bile?’diye sorabilir. Ben de buna cevap olarak:”Bu acılar sadece tek bir<br />

ailenin yaşamış olduğu acı, keder değildir aksine binlerce ailenin yaşamış olduğu hüsrandır.” derim.<br />

Repressi yani baskı döneminin eğri aynası binlerce ama binlerce ailenin kaderini ve geleceğini kararttı.<br />

1930‘lu yıllarda Sovyetler Birliği, parti üyelerini ve işçilerini tutuklayarak sürgün etmiştir. Bu baskı<br />

1920′li yıllardan başlayarak 1937- 1938′li yıllarda tam zirveye ulaşmıştır. Bu yıllarda sürgünler toplu<br />

halde yapılmıştır. Suçsuz insanlar bulunduğu görevine, ünvanına rağmen, kadın erkek demeksizin,<br />

ırkına, dini inancına ve sosyal statüsüne v.s. bakılmaksızın çeşitli cezalara çarptırılmıştır. Böylece kendi<br />

ülkesine samimice, fedakârca, hiç bir art niyet beslemeden çalışan insanlar yine kendi devleti<br />

tarafından en olunmayacak derecede haksızlıklara maruz bırakılmışlardır… Sadece Kırgızistan’da<br />

tutuklananların sayısı genel olarak 100.000′e yakındır (Ruh Kençi gazetesinin 2008 Kasım ayındaki<br />

sayısında ise Stalin baskısı devrinde tutuklananların 100.000′den fazla olduğu belirtilmiştir). Bu<br />

rakamlar ispatlanmış resmi araştırmalardır: Yüz bin kişinin kaderi, bu bir istatistikî gerçektir. Acıdır<br />

ama gerçektir. Tek kişinin kaderine gelince fert olarak bu, büyük bir trajedik durumdur. Gerçekten de<br />

yüz bin kişi sözünü ağza almak kolay ama düşününce insanın beyni zonkluyor. Oradaki her bir kişiyi<br />

ele alacak olursak onlar Kırgızistan’ın önemli bireyleri olarak gecesini gündüzünü ülkesi için veren<br />

kahramanlardı. Onların ailesi, akrabaları, arkadaşları, yakınları, telafisi mümkün olmayan acılar<br />

yaşadı ve bu acılar hala da devam etmekte. Kolay mı babasız yaşamak? Başkaları baba derken<br />

hüzünlenmemek… Ya onların hayat hakkı… Olay sadece onları tutuklamakla sona ermedi ve bu sefer<br />

de onların aileleri takip altına alındılar. Çocuklarına halk düşmanlarının çocukları denilerek uzun yıllar<br />

boyunca her konuda yükselmelerine engel olmaya çalıştılar. Bu engeller çocukların geleceklerini<br />

etkiliyordu. Onların önemli karar mercilerine gelmeleri hep engellendi. Önlerine hep zorluklar çıkarıldı.<br />

Bu yapılan zulmü devlet yıllar boyu sakladı. Gerçeği insanlara söylemekten hep korktular. Ortaya<br />

çıkmaması için ya sustular ya da tarihe gidecek doğru yolu saptırmaya çalıştılar. Hala 1930′lu yıllara<br />

ait bilgiler ortaya çıkarılamamış ve eksiktir. Elinizdeki bu kitap hakikati ama sadece ve sadece hakikati<br />

kapsamaktadır. Ben bu eserin, tarihin tamamlanamamış eksik kalan bölümünün bir kısmının<br />

tamamlanmasına katkı sağlayacağına inanıyorum.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

124


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Adına yola çıktığımız halkın başına bela olduk! (İbrahim Becer)<br />

Her yıl on binlerce yerli, yabancı turistin ziyaret ettiği, antik Yunan eserlerinin sergilendiği Efes<br />

Müzesinin tam karşısındaki Ahmet Ferahlı Parkı’nın bahçesinde çayımı<br />

içerken, bir yandan da Brezilya’nın yetiştirdiği efsanevi sağ açık<br />

Garinça’nın ilginç yaşam öyküsünü okuyorum.<br />

La Liga ‘ya gönderdiğimiz temsilcilerimizden Arda Turan’ın ve Mehmet<br />

Topal’ın karşılaşmasında Arda Turan’ın takımının yenildiğini yazıyordu<br />

internet siteleri. Demek ki millet olarak genetik hanemize altın harflerle<br />

yazıp, hiç durmadan kıraat ettiğimiz övgüde ve yergide aşırıya kaçma,<br />

hastalığımızın gün gelip durdurulacağı La Liga gibi duvarlar olmasa, bu<br />

“çok iyiyiz be abi!” hastalığı yakamızı bırakmayacak. Neyse ki her alanda<br />

dünya standartlarıyla karşılaşıyoruz da boyumuzun ölçüsünü alma şansına<br />

erişebiliyoruz. Yine de tüm standartlarla karşılaşsa da, hepsinden yeteneği<br />

sayesinde sıyrılmayı bilenler de yok değil futbol dünyasında; Garinça’dan<br />

bahsediyorum.<br />

Tüm zamanların en iyi top süren futbolcusu olarak gösterilen Garinça’nın aslında bir sürü defosu var.<br />

Garinça bildiğiniz topal. Sol bacağı içeri, sağ bacağı da dışarı doğru çarpık olmasının yanı sıra sağ<br />

bacağı da sol bacağına göre altı santim kısa. Tek defosu bu olsa neyse de Garinça üstüne üstlük şaşı<br />

da aynı zamanda. ‘Rekabet’, ‘hırs’ gibi kelimelerin çokça terennüm edildiği Futbol Dünyasına da çok<br />

uzak Garinça; bu kelimeleri lügatine hiç almadığı gibi yaşadıkları ve yaşattıklarıyla da birebir<br />

örneklendirmekte. 1962 Dünya Kupasında Brezilya’nın İngiltere’yi yendiği maçta iki gol birden atar<br />

ama sevinmez. Çünkü maçın ikinci ayağı olduğunu zannetmektedir. Yani Brezilya’nın turu geçtiğinden<br />

bile haberi yoktur. Döneme şahitlik eden futbolcu arkadaşlarının anlattığına bakılırsa, Garinça gerek<br />

kulüp düzeyinde gerekse Milli Takım düzeyinde oynayacağı rakibini çoğu kez bilmezmiş. Topu ayağına<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

125


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

aldığında tek bildiği, karşı kaleye kadar topu götürmek olduğu için hiçbir sisteme dahil edilemediği de<br />

bir başka defosudur Garinça’nın. Döneminin bir başka yıldızı Pele’yle bu yüzden aralarının hep açık<br />

olduğu söylenir. Maç öncesi taktik toplantılarına bu yüzden alınmayan Garinça, idmanlara da gelmeye<br />

gerek görmez ama üstün yetenekleri sayesinde gerçek bir seyir zevki sunarmış seyircilere.<br />

Okuma yazması olmadığı için futbol hayatı boyunca hiçbir kontratını okuyamadığı gibi zar zor<br />

imzasını atabilmiş bu kontratlara Garinça. Ne para pul, ne fiziksel engeller, ne yaşadığı serkeş hayat<br />

Garinça’nın bugün hala hatırlanmasına engel değilse bunun tek açıklaması olsa gerek: Yetenek!<br />

Kürt Meselesinin halli yolunda BDP’nin ‘olmazsa olmaz’ babında burnumuza dayadığı<br />

Abdullah Öcalan’dan bir Garinça çıkarabilir miyiz diye düşünüyorum ama olmuyor. Zamanında<br />

kendisiyle mesai arkadaşlığı yapmış olan Şemdin Sakık’ın “APO” adlı kitabını okuduğunuzda da bir<br />

Lider için defo sayılabilecek her türlü özelliğin kendinde toplandığını görüyorsunuz. 2 Ocak 2004′de<br />

önsözünü yazdığı bu kitapta Sakık aslında giriş bölümünde sonucu şu cümleyle anlatıyor: “…adına<br />

yola çıktığımız halkın başına bela olduk!”<br />

Garinça pratiğinin aksine Sakık kitabında, Liderlik vasıflarının şekillenmesinde yetenekten<br />

ziyade çevreye önem verir. Demostenes, büyük bir tüccarın oğludur, Descartes bir kent soylusunun,<br />

Gogol bir aristokratın şeklinde liste uzayıp gidiyor. “Urfa merkezli büyük bir uygarlığa tarihin tanıklık<br />

etmediği” iddiasında bulunan Sakık, “yetenek” konusunda kapıyı açmadan kapasa dahi biz kitaptaki<br />

yolumuza devam edelim.<br />

İspata muhtaç bir iddiada bulunuyor Sakık kitabının ilerleyen sayfalarında. Bir iktidar hırsıyla<br />

yanıp tutuşan Öcalan’ın ilk çaldığı kapının Ülkü Ocakları, Sonrasında Siyasal İslam’ın kalesi MTTB ve en<br />

son olarak da Türk Solu olduğunu söylüyor. Üçünde de tutunamamasının en önemli sebebinin<br />

entelektüel seviyesinin yetersizliğine bağlandığı bu iddiaya bir de not düşüyor Sakık: “eğer bir<br />

tanesinden yüz bulsaydı Kürtçülük gibi bir meselesi olmayacaktı”. Kenya’da 1999 yılında ele<br />

geçirildiğinde “Benim de annem Türk’tür. Devletimize olursa bir hizmetimiz yapmaya hazırım…”<br />

şeklinde kurduğu cümle Sakık’ın iddia ettiği “omurgasızlık” tabirini destekler mahiyette olsa da biz<br />

yolumuza devam edelim.<br />

Kitabın ilerleyen sayfalarında kurulan bir cümle var müellifi tarafından: “Şeytanı olmayan<br />

tanrı ne işe yarar ki”? Sakık bu cümleyi Öcalan’ın örgüt içinde başlattığı amansız tasfiye sürecini<br />

anlatmak için kuruyor. Kendisine rakip olarak gördüğü kim varsa bir şekilde tasfiye ettiğini etraflıca<br />

anlattıktan sonra PKK Hareketi içindeki sembol bir ismin nasıl ortadan kaldırıldığını da isim vererek<br />

anlatıyor. Adına akademi bile kurulan kod adıyla Agit, bilinen adıyla Mahsum Korkmaz’dır bu isim. 28<br />

Mart 1986 tarihinde Şemdin Sakık’ın da içinde bulunduğu grup atılan bir pusuya düşüyor. Pusu<br />

başarısızdır, bir kişi hafif yaralanır ama ortalık aydınlanınca anlaşılır ki turpun büyüğü heybede<br />

saklıdır. Örgütçülüğüyle, savaş tecrübesiyle, dağ pratiğiyle militanların gözünde genç yaşında bir<br />

kahraman olan Mahsum Korkmaz, ekip içinden bir kişinin (Feyzi Aslan) silahından çıkan kurşunla<br />

alnından vurulmuştur. Mahsum Korkmaz o sırada PKK’nın iki numaralı adamıdır. Sakık işin peşini<br />

bırakmaz ve bir araştırma komisyonu kurulmasını ister ama Öcalan buna karşı çıkar. Sakık’ın<br />

şehadetine göre birkaç yıl zarfında bu ekipten kendisi ve zanlı haricinde kimse sağ kalmazken Feyzi<br />

Aslan’da apar topar Rusya’ya gönderilir ve bir daha da haber alınamaz.<br />

“Bir komploda ilk kesilenler en gevşek uçlardır” sözünün sınanması bir anlamda…<br />

Dedik ya, ispata muhtaç iddialarla devam etse de kitap ilginç. Hoş, kitabın basım tarihiyle<br />

Soner Yalçın’ın “Efendi” isimli kitabının basım tarihi birbirine çok yakın olması hasebiyle bir parça<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

126


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

komplo teorisinin kimseye zararı olmaz. En azından Sakık çok daha cesur; Soner Yalçın gibi tümleci,<br />

yüklemi soy kütüğüne kadar anlatıp özneyi göstermeden tası tarağı toplayıp kaçmıyor.<br />

“Sujet+verbe+complemant” şeklinde özetlenebilecek Fransız ekolüne daha yakın Sakık.<br />

Sefih hayat düşkünlüğü, bir gerilla savaşına önderlik ettiği halde ‘sıfır’ dağ tecrübesi, aykırı<br />

seslere olan tahammülsüzlüğü, zora düştüğü anda çark etmesi, sorumluluk almaktan kaçınması,<br />

komploya karşı olan aşırı düşkünlüğü, obez derecesinde oburluğu, tek adam olma hayali, Şahin<br />

Baliç’ten tutun da Dr. Baran’a kadar uzanan bir silsilede bir kalemde tasfiye ettiği arkadaşlarının<br />

hüzünlü sonları şeklinde uzayıp giden bir defolu listeye sahip Abdullah Öcalan.<br />

Şaşılığı ve topallığına rağmen bugün hala konuşulan Garinça’dan en büyük farkıysa alanındaki<br />

yeteneksizliği olsa gerek. Buna rağmen en büyük şansı da kendinden kat be kat daha yeteneksizlere<br />

komuta etmesinden geçiyor. Kendisi acımasız ama komuta ettiği insanlar bir düğün salonunu basmak<br />

marifetiyle, korumayı taahhüt ettikleri halkını canlı kalkan yapıp asker öldürmeyi düşünebiliyorlar.<br />

Hem de bunu bir halı sahada kocasını öldürdükleri masum bir kadına da kurşun sıkmalarının hemen<br />

akabinde yapabiliyorlar. Evveliyatlarında Öğrenci yurtlarına Molotof atmak, atılan molotofla gencecik<br />

bir kızı diri diri yakmak olan bu caniler sürüsünün ciddi bir Devlet tarafından muhatap alınma şansı<br />

sıfırdır.<br />

Bu saatten sonra o coğrafyada bir adam aranıyor; bu katiller sürüsünün yaptıklarını yüzlerine vuracak<br />

kadar gözleri gören bir adam. Şaşı olsa dahi, masum bir kadına kurşun sıkan bir insana ‘katil’<br />

diyebilmek için Garinça kadar gözleri görecek bir adam!<br />

Bir adam aranıyor; topal da olsa, ağır aksak yürüse de kendisine korka korka uzatılan, mahcup, acılı eli<br />

tutmak için tüm engellemelere rağmen, düşe kalka koşacak yetenekli bir adam!<br />

“Örgütün siyasi kanadı var, neden oraya müracaat edilmiyor?” diyen dostlara da selam olsun. Biz<br />

kimseye vekil olamazsın demedik ki…<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

127


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Bir Teslimiyet Yolculuğu ve Trenin Tam Saatiydi / Heinrich Böll (Alper Gürkan)<br />

Gözyaşı denilen sayısız dereden meydana gelmiş hayatın tüm<br />

birikimlerini kurutup yok eden bir savaş…<br />

İnsanların kimliksiz suretler halinde var olma mücadeleleri dışında bir<br />

anlam veremedikleri dirimsellik…<br />

“Büyük Almanya uğruna” yığılmış cesetlerin arasına katılacağından<br />

emin olarak yola çıkan genç bir adam, bir asker…<br />

* * *<br />

Hayatını biraz okuyunca piyade er olarak katıldığı cephede nişanlısından<br />

ayrı kalan ve bir dönem esir düşen Heinrich Böll, belki de savaşın<br />

kederiyle yazmıştır Trenin Tam Saatiydi kitabını diye düşünmeden<br />

edemiyor insan. Çünkü savaş sonrasında yayımlanan Trenin Tam<br />

Saatiydi, hiç bitmeyeceği sanılan İkinci Dünya Savaşı’nın son günlerinde<br />

bir haftalık bir tren yolculuğu sonunda katılacağı cephede yok olacağını<br />

bile bile giden Andreas’ın hikâyesidir. Olabildiğine kötümser bir ruh<br />

haliyle dolu Andreas’ın teslimiyeti ve bu teslimiyetinin geçmişten gelen<br />

sürekliliği üstünedir. Ya da diyebiliriz ki tepelerinde güneşi son kez<br />

gördüğüne inandığı bir randevuevinin bahçesindeki ağaçlara dökülen<br />

yağmuru seyrederken, daha önce hiç ağlamamış olduğunu fark eden bir askerin ölüme yollanırken<br />

aslında hiç yaşamamış olduğunu fark edişinin hikâyesi…<br />

Yarım bırakılmış ya da eksik yaşanmış bir hayat değil, hiç yaşanmamış bir hayattır onunki: Ömrünün<br />

en büyük düşü olan piyanist olma arzusu, önce bitirmek zorunda olduğu lisenin sonra da araya giren<br />

görevlerin yüzünden gerçekleşmemiştir asla. Sonrasında da başlayan savaşla beraber dört buçuk yılı<br />

yok olup gitmiştir düşlerinden uzakta. Başkalarının kurduğu gibi bir hayal kurmaya girişmiş ve piyanist<br />

olmak istemişken gereklilikler, zorunluluklar, mecburî istikametlere sapılarak tükenen yıllar boyunca<br />

ellerini bir piyanonun yumuşak tuşlarına dokundurmaktan mahrum kalmıştır. İnsanlığın kara yazgısı,<br />

istemediği şeyleri yapmak, isteklerini yapamamak, başkalarının rüyalarında yaşamak, başkalarının<br />

sularında yüzmek ve boğulmak, onun da kaderi olmuştur…<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

128


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Böll, Andreas’ın yolculuğu boyunca anlattıklarıyla onun bu kaderin mükerrer bir sureti olduğunu da<br />

gösterir: Yıllar sonra teyzesi olduğunu öğrendiği annesinin ona yetmeyen merhametine rağmen başka<br />

bir savaştan kalan yarası yüzünden ölen babasının kaderidir ona kalan miras. Akranı ve çağdaşı<br />

niceleri gibi gidecek, varacak ve ölecektir.<br />

Nasıl bir sona tevcih edildiğinden emin olan genç adamın, hatırladıkça ölüme teslim oluşunu daha da<br />

kuvvetlendiren mahvolmuş hayatı; ne babasının bu mirasıyla mahduttur ne de savaşın çiğnediği diğer<br />

insanların varlığını sürdürme çabasıyla. O kendini babası kadar uzun yaşayıp, bir aile kuracak kadar<br />

şanslı görmemektedir. Diğer taraftan içlerindeki tutsakların fabrikalara gitmek için hazırlandıkları<br />

yoksul evler, ümitsizlikle yoğrulmuş bakışlara batmış askerler, kendinin de yakında yüzleşeceği ölüme<br />

hazırlanan yaşlı kadınlar ve bilmeyen, bilmediklerini de bilmeyen çocuklarla dolu şehirleri geçerken<br />

insanların varlığını sürdürme iradesine şaşar. Yarım kalmış ailesi, yarım kalmış sevgileri, yarım kalmış<br />

hayalleriyle dopdolu geçmişi sadece geride kalan bir istasyonun buğulu hatırası değil, aynı zamanda<br />

gelecekte göreceği istasyonun da tek geçerli sebebidir. Ona göre geçmişi, geleceğinin tüm kodlarını<br />

içeren bir bütündür. Bu da onda ölümün, yokluğun, yok olmanın ve bunun yakın bir zamanda<br />

olmasının tüm kabullenişi halinde bir kötümserlik olarak ortaya çıkmaktadır…<br />

Her ölümün erken olduğu gerçeğini kendi ölümü ve kendi gerçekliği üzerinden fark eden Andreas’ın<br />

yarım bıraktığı her şeyiyse “asık yüzlü karyola”ları ve “kötü niyetli, soğuk gri bir koridoru” olan bir<br />

randevuevi bütünler. Alman olduğu halde ondan nefret etmeyen Polonyalı fahişe Olina’yla geçirdiği<br />

tek gece, onun peşi sıra özlemesini istediği aşkı olacaktır. Ardında bir kadının gözyaşlarını bırakanlara<br />

karşı duyduğu kaba kıskançlıkla sarıldığı bu genç kadında bulduğu her şey, gerçeğin hayali bir sureti ve<br />

hayalin gerçek bir hatırasına dönüşecektir…<br />

“Geçen geceler, piyanoda ilk acı tatlı denemeler… Okul, savaş, savaş… Savaş, arzulamış olduğu o<br />

tanımadığı yüz… Bu göz kamaştıran ıslak ırmak içinde titreşen bir tablo gibi soluk, acılı, yüzüp duran<br />

biricik gerçek: Olina’nın yüzü…”<br />

Şehvetten uzak bir sevgiyle bir gece geçirdiği Olina’da bulduğu eski -ya da hiç olmamış- sevgili, onun<br />

kendisinden üç gün erken doğmuş olmasının şakasıyla anlam kazanan anne ve kardeş özlemi, incecik<br />

parmaklarından yayılan nağmede duyduğu kendi piyanist olma hayalleri…<br />

Sonra, tıpkı dilediği gibi ardından gözyaşı döken bir kadın bırakmanın ıstırabıyla savaşa ve yani yok<br />

olmaya doğru yollanış…<br />

Trenin Tam Saatiydi, savaşın ağır yüklerini yüklenmiş bir Almanya’nın çocuğu olan yazarın, tarihin<br />

çıkmazındaki aynı kader ve kederden olma milyonlarca Andreas’a merhametli bir bakışının<br />

novellasıdır.<br />

* Trenin Tam Saatiydi, Heinrich Böll; Can Yayınları, 1996, İstanbul<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

129


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Dünya Nimetleri’nden Yeni Nimetler’e, Andre Gide (Suzan Nur Başarslan)<br />

“Hiçbir şeyi putlara kurban etme.” (Andre Gide)<br />

Andre Gide(1869-1951) Dar Kapı ve Kalpazanlar romanlarının tanınmış Fransız yazarıdır. Bu<br />

incelemede yazarın hayatının iki ayrı döneminde -gençlik-yaşlılık- yazdığı Dünya Nimetleri ve Yeni<br />

Nimetler adlı eserleri incelenecektir.<br />

Dünya Nimetleri[1] (Les nourritures terrestres) Gide’in 1897 yılında 28 yaşında yazdığı ve hayat<br />

görüşünü ortaya koyduğu bir bildiri niteliği taşır. Ancak bu yazın, coşkun bir lirizmle kaleme alınmış<br />

düzyazısal bir şiir olduğu kadar; içinde mektup, şarkı, şiir, diyalog, gezi yazısı, söyleşi özelliklerini de<br />

taşıyan karma bir tür olarak karşımıza çıkar. Aynı özellik tematik anlamda da vardır. İçinde Tanrı,<br />

inanç, coşku, sevinç, bilgelik, varlık, ‘ben’, bekleyiş, ölüm, yaşam, okumak, yaşamak, arzu, geçmiş-angelecek,<br />

başkalarına benzemek, şehvet, seçmek, özgürlük, kitaplar, yalnızlık, öğretme isteği, sevgi,<br />

aşk, yol, Tanrı’nın buyrukları, ozan, pişmanlık, yaşlılık… gibi birçok kavramı işleyerek yoğun bir eserdir.<br />

Bir yol kitabıdır aynı zamanda bu eser, zaman ve mekânla ilerleyen, içsel coşkunluğun tabiatla<br />

birleştiği… Gezi yazısı özelliğini gezdiği yerlerin spesifik aktarımından alan bu eser, şehirler, bahçeler,<br />

hanlar, ovalar, vahalar, çöller, sular, güzler, çiftlikler, kahveler, havuzlar, kervanlar, besinler alt<br />

başlıklarıyla birçok ülkeye, şehre yolculuğu anlatır. Her kent, bir özelliğiyle bellekte yer tutmaktadır.<br />

Mekân adları, onunla özdeşleşen imge-anı-görüntü, her bir kent için tek tek dile getirilmektedir.<br />

(s:131)<br />

Bu yerler: Adullam mağarası, Adriyatik, Amalf, Alkazar, Ambroise, Acadimus bahçeleri, Avranches<br />

bahçeleri, Alpler,Bethleem Duvarları, Borghese bahçeleri, Biskra, Blidah, Cita Cecchia, Cezayir/Essai,<br />

Come Gölü, Comes, Chetma,Fiesole tepesi, Farnese bahçeleri, Floransa,Gırnata, Generaliffe setleri,<br />

Gafsa,Helvetya, Honfleur,İzmir, La Haye parkı, Lido, Lecco,Musul, Malta, Münih, Montpellier<br />

bahçeleri, Malta,Ninji, Napoli, Nimes/Fontaine kanalları, Nasphur, Normandiya,Oumach,Piza/Campo<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

130


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Santo, Peyrou,Roma/Monte Pincio, Siraküz, San Marco Manastırı, Strasbourg, Sevilla,Touggurt,<br />

Tunus, Villa Borghese, Venedik, Vendee bahçeleri, Vaucluse,Zaghovan…’dır.<br />

Eserdeki ana kahramanlar üç kişiden oluşur: anlatıcı, Menalque ve Nathanael. Ancak eserin girişinde<br />

eserin başında anlattığı ülkelerin, olayların, kokuların kimisinin de hayali olduğunu söyler. Olmayan<br />

kişiler ve gidilmeyen yaşanmayan şeylerin ardındaki tek gerçek kendisidir hatta kendisini de bir görü<br />

olarak ifade ederek gerçekliğini soru işareti olarak bırakır(s:108). İsimlerin önemi yoktur ve aslında<br />

seslendiği sadece eserin okur’udur. Ve daha eserin başından, bu eser okunduğu anda kitabı atıp<br />

çıkmasını ister okurundan/Nathanael’den ve ondan ne beklediğini:<br />

“Neyse, beni okuduğun zaman, bu kitabı at ve çık. Kitabım çıkmak arzusu versin isterdim sana,<br />

nereden olursa olsun çıkmak -kentinden, ailenden, odandan, düşüncenden. Yanına alma kitabımı…<br />

Beni unut, derdim. Kitabım kendisinden çok kendi kendinle ilgilenmeyi öğretsin sana- sonra kendi<br />

kendinden çok, kendi dışında kalanlarla ilgilenme”sidir(s:17).<br />

Menalque, kahramanın dostluğun ötesinde, aşka çok yakın bir şeyle aynı zamanda kardeş gibi sevdiği<br />

kişidir. Öğretisi kişiyi sahip olduğu her şeyi bırakmak üzerinedir. Aileyi, kenti, her şeyi. Onunla<br />

hayatının altüst olduğu depresif bir döneminde karşılaşır ve Menalque, onun iyileşmesi, dirilmesi,<br />

yeniden doğuşudur. Nathanael ise birikimini aktardığı, seslendiği, öğüt verdiği, gelecekte kendisini<br />

okuyacak kişi/okurdur.<br />

Eserde geçen diğer kahramanlar: Abel, Angaire, Alcide, Athman, Bachir, Cleodalise, Eric, Eliphas,<br />

Guzman, Idoine, Helene, Hylas, Lothaire, Moelibee, Mopsus, Myrtil, Phedre, Permenide, Simiane,<br />

Tityre,Tibulle, Terence, Theodose, Ulrich, Ydier…’dir.<br />

Zaman olarak eser, kahramanın gençliğinde başlayan deneyimlerinin yaşlılığına değin uzanan bir<br />

süreçte anlatıldığı (kesin zaman verilemese de kahramanın 25 yaşından önce başlayan anlatı, 50<br />

yaşından sonraya dek uzanır ve en az 25 yıllık bir süreci kapsayan) bir anlatıdır.<br />

İzlenimler şiirsel bir düz yazıyla, teşbih ve istiarelerle aktarılır. Eserde, coşkun bir lirizm sanatlı bir<br />

üslupla verilir.<br />

Eser kahramanın gençliğinden başlayarak yaşlılığına uzanan dönemde Tanrı’ya, hayata, maddi ve<br />

manevi değerlere bakışını coşkun, lirik bir bakış açısıyla dile getirmektedir. Tanrı’ya inanış, O’na<br />

herhangi bir kurallar/buyruklar/din çerçevesinde inanış değil, hayatın her türlü zevkini yaşayarak,<br />

günah kabul edilenleri dahi yaparak, aşkla hayata bakarak Tanrı’ya ulaşma şeklinde tezahür eder.<br />

Tanrı her yerdedir, her yaratıkta vardır ama açık bir şekilde kendisini göstermez(s:19). Önemli olan,<br />

bakış’tadır, bakılan şeyde değil(s:21). Tanrı aynı zamanda içimizdedir. Beklenmez olandır, O’nu<br />

beklemek, içimizde oluşunu bilmemek demektir(s:29).<br />

Ölüm, yaşam karşılaştırmasında yaşamın tek anı ölümden üstün tutulur ve ölüm, yenilenme için diğer<br />

yaşamların sağlanmasından başka bir şey değildir(s:29). Hayata aşkla bakar kahraman. Arzu dolu bir<br />

sahip olma isteği vardır ve bunu aşk olarak nitelendirir(s:32). Ancak ölümün yaşamın en ufak ânı<br />

kadar değeri olmasa bile, şu özelliği vardır: Ân’ı değerli kılma ve onu hayranlık verici parıltıya<br />

bürüme(s:40).<br />

Geçmiş ve gelecekten bahsettiği kısımlarda, önemli olanın ân olduğunu ifade eder ve geçmişi<br />

gelecekte yeniden bulmaya çalışmamayı tavsiye eder. Her anın belirsiz yeniliği yakalanmalı ve<br />

geleceğin sevinçleri önceden hazırlanmamalıdır(s:35). Her türlü ân’ı veren Tanrı’dır(s:36).<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

131


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Birey anlayışı, kimseye benzememe ve sana benzeyenin yanında kalmama üzerine kuruludur. Bir<br />

çevrenin bireye benzemesinin ya da bireyin çevreye benzemesinin kimseye faydası yoktur. Birey için<br />

kendi ailesi, odası, hatta geçmişi tehlikelidir(s:40) Bu yüzden kendini diğerlerine benzetecek her<br />

şeyden uzaklaşmalıdır insan. Bu bireysellik kendine öğretilen ve kendisinin de diğerlerine öğretmek<br />

istediğidir. Bu bakış açısı yüzünden kendi öğrettiklerinin bile terk edilmesi gerekmektedir.<br />

Kahraman mürşidinden yolu öğrenen bir derviş gibidir ve kendisi de belli bir olgunluktan sonra<br />

öğretisini öğrencisine ileten mürşid pozisyonuna gelmiştir. Tam da bu noktada, kahraman<br />

öğrencisine/Nathanael’e eserin sonunda öğrettiklerini, anlattıklarını benimsemesini değil, farklı bir<br />

yol çizmesini tavsiye eder:<br />

” Nathanael, şimdi kitabımı at. Sıyrıl ondan. Beni bırak… Seni tıpkı bana benzer görmek istediğimi ne<br />

zaman söyledim sana?… Nathanael, at kitabımı; onunla yetinme. Senin gerçeğini bir başkasının<br />

bulabileceğini sanma…” (s:135)<br />

Eserde birçok sanatçıya, kişiye, esere ve olaya gönderme vardır: Goethe’den Faust, Hafız’dan şiir,<br />

Fichte’nin Bilim Öğretisi, Virgile, Sâdi’den beyit, Boccacius zamanında Pamphile ve Fiametta’nın<br />

şarkıları, Elisee ve Sunamite’in öyküsü, Bin Bir Gece Masalları’ndan, Kutsal kitaplardan, mitolojiden:<br />

Züleyha, Belkıs, Süleyman, Tamar, Amnon, Bethsabe, Sulamite, Fornarine, Zübeyde, Ariane, Thesee,<br />

Eurydice, Orphee, Lynceus…<br />

Dünya Nimetleri dil, üslup(şiirsel anlatım, metaforik söylem, bol teşbihler…) ve tematik anlamda da<br />

öğüt/nasihat kitabı olma özellikleri ile Nietzche’nin Böyle Buyurdu Zerdüş’ü[2] ile paralellikler taşıyan<br />

bir eserdir. Tematik anlamda Tanrı’ya inanış ile ondan ayrılsa da, buyruklara/kilisenin dayatmalarına<br />

karşı çıkış, hayatı doya doya yaşama, göçebe yaşam… gibi unsurlarla bu eserle arasında paralellik<br />

kurulabilir. İkisi de şiirsel nutuk işlevi görür ve arkadan gelen nesle seslenir. Her iki eser de kendi<br />

öğretilerini belli bir kesime hitap ederek sesleniş kitabı olma özelliği taşırlar. Ama bilinmeli ki,<br />

gelecekteki üstün-insanı, Gide, kişinin kendisinde aramış, mekânlarını somut/gerçek yerlerden<br />

seçmiş, kendisine öğretileni bir sonraki nesle aktararak dünyevi peygamberlikten öte mürşidliğe<br />

soyunmuş, en sonunda ise kendi görüşlerinin benimsenmesini değil farklı bir yol çizilmesini tavsiye<br />

ederek -bireysellik-her insanın kendi farklılığıyla kendi doğrularına ulaşabileceğini ifade etmiştir.<br />

Yeni Nimetler[3] (Les nouvelles nourritures), Gide’in 1935 yılında Dünya Nimetleri’nden 38 yıl sonra<br />

66 yaşında yazdığı eseridir. Açılış gene okura seslenerek yapılır ve yazar önce kime/neden yazdığını<br />

açıklar:<br />

” Ben yeryüzü seslerini işitmez olunca, dudaklarım yeryüzünün çiylerini içmez olunca gelecek kişi -<br />

belki de ilerde beni okuyacak kişi- bu sayfaları senin için yazıyorum; çünkü yaşadığına yeterince<br />

şaşmıyorsun belki; yaşamına, bu şaşırtıcı mucizeye gereğince hayranlık duymuyorsun belki. Bazı bazı<br />

bana öyle geliyor ki, benim susuzluğumla içeceksin, seni şu okşadığın öbür yaratığın üzerine eğen de<br />

sanki benim kendi arzum.”(s:139). Yazma sebebini açıklarken kendisini çağdaşlarından ayıran yazar,<br />

ilerisi için yazdığını belirtir ve kendi gençliğinde sorduğu soruları soran okura yanıt bulabilmesi için<br />

yazdığını söylediği kısımda, önemli olanın, soru’nun kendisi olduğunu belirtir.<br />

Bu kısımda da yazar, Tanrı’dan, yaşamdan, arzudan, aşktan, varoluş nedeninden, mutluluktan,<br />

sonrasızlıktan, acı ve sevinçten, benlik bilincinden, vermekten, doğa ve buluşlardan, İncil ve İsa’dan,<br />

zenginlikten, bilgiden, Descartes ve Spinoza felsefelerinden, Meryem’den, akıl ve kesinlikten, ak-<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

132


töreden, şehvetten, romantik yazından, dil ve mantıktan, zamandan, ütopyadan, bilgelikten,<br />

ilerlemeden, ölümden… bahseder.<br />

Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Yeni Nimetleri incelerken, Descartes eleştirisi ve Gide’in yaslandığı Spinoza felsefesini açmak<br />

gerekliliği ortaya çıkar. Çünkü Dünya Nimetleri’nin kimi yerlerinde Nietsche etkilenimi varken, Yeni<br />

Nimetler’de doğaya bakışıyla ve onu Tanrı olarak nitelemesiyle (natura naturans) panteizmden yani<br />

Spinoza felsefesi ve ondan etkilenen Goethe’den etkilenim vardır ve bunu da dile getirir. Descartes’in<br />

Düşünüyorum Öyleyse varım’ıyla Tanrı’nın varlığının ispatlanamayacağını ispat etmeye çalışmakta ve<br />

Tanrı’ya inanışın kanıtlarda değil, kanıt dışında her şeyde O’nu bularak olacağını ifade etmektedir. Bu<br />

kısımda Spinoza felsefesinden yararlanarak bu anlayışa Goethe’den ulaştığını ve Tanrı’yı yasalarla<br />

ispatlamanın gereksizliğine inandığını belirtmektedir(s:166). Spinoza’nın yaptığı gibi, kendi varlığını<br />

bulduktan sonra Tanrı kavramını aramaz, Tanrı idesini mutlak çıkış noktası olarak ele alır. (Euklides<br />

geometrisinde kullanılan yöntemi -uzay yerine Tanrı görüşünü koyarak- kendi görüşünü kanıtlamak<br />

için kullanır Spinoza)[4] Tanrı ile evren/doğa arasında farklılığın kalktığı, evrenin Tanrı’nın kendisi<br />

olduğu bu anlayış, Tanrı’yı varoluşun koşulu anlamına getirir ve Tanrı’nın eseri, Tanrı’nın kendisi<br />

olarak kabul edilir. Ancak biraz daha ilerde inançtan bahsederken, “Arkadaş; hiçbir şeye inanma,<br />

kanıtsız benimseme hiçbir şeyi.” (s:198) derken, kendi ile çelişmektedir. Burada Bacon ile Spinoza<br />

arasında bir gelgit yaşadığı görülmektedir ki aslında Spinoza da Bacon’dan etkilenerek kendi<br />

felsefesini (erdemin asıl güç olması) bilgiye dayandırmaktadır.<br />

Bilgeliğin, mantıkta değil aşkta olduğunu düşünen(s:144) Gide, bilgeliğin yaşlı bir adamdan çok,<br />

çocukta bulunduğuna inanır(s:190). Bilgelik ve özgürlük’ü aşkla yasaların boyunduruğundan<br />

kurtulmak olarak açıklayan Gide’in bu görüşü bizi yeniden Spinoza’ya ulaştırır. Tanrı’ya inanış da tıpkı<br />

bu felsefede olduğu gibi O’nu her şeyde aramak üzerine kuruludur ve Tanrı’yı yasalarla/kanıtlarla<br />

ispatlamanın gereksizliğine inanır(s:166/167). Bu aşk, aynı zamanda onu Spinoza’dan ayırır çünkü her<br />

şeyin geçici olduğu ve sürekli olan Tanrı’nın nesnede barınmadığını söyleyerek Tanrı’yı modus(nesne<br />

ve görünüş)tan ayırır(s:147). Oysa ilk eserde “her şey Tanrı’nın biçimidir” demektedir(s:62).<br />

Yeni Nimetler’de, Dünya Nimetleri’nden farklı olarak ilk defa Gide’in siyasi görüşünü alenen dile<br />

getirmekte, paylaşım’ı anlatırken Komünizme yaklaşmayan bir paylaşımı savunmaktadır(s:162).<br />

Yeni Nimetler’de Tanrı ile olan diyalog (Karşılaşmalar/s:168/170), Tanrı’nın ne olduğu, ne yaptığı ile<br />

ilgili insanların bakışına Tanrı’nın verdiği cevaplar üzerine kuruludur. Burada Hıristiyanlık inanışındaki<br />

Tanrı algısı ve bu algılamadaki sorgulamalara verilen cevaplar vardır. Bu kısımdaki algıda insan<br />

olmasaydı Tanrı olmayacaktı şeklindeki “yaratım olmasaydı yaratıcı olmayacaktı” tezi (bağıntıbağımlılık);<br />

Spinoza’nın Occasionalistlerden ayrılan felsefesinin yansımasıdır. Occasionalistlere göre<br />

“Tanrı ‘yaradan’dır ama Spinoza’ya göre Tanrı evreni yaratmamıştır, evrenin kendisidir yani<br />

nesnelerin özünde bulunur.”[5] Nesneler olmasa Tanrı’nın varlığının da anlamını kaybettiği bir inanış<br />

biçimidir bu. İnsanın düşüncesiyle var olan bir Tanrı(s.172) düşüncesi ile bu görüş açıklanır. Bu kısım<br />

aynı zamanda İslam tasavvufundaki algının da zıddına yerleştirir eseri. Çünkü ayna metaforuyla,<br />

Tanrı’nın varlığıyla görünür hâle gelir yaratılanlar, yaratım/nesne/modus olmasa da Tanrı vardır.<br />

Spinoza, Goethe ve Gide’se tam tersini savunur.<br />

Tanrı, İsa, Meryem, din, aşk, haz, dil, mantık, kendini tanımak, zaman, korku, ilerleme, bilgelik… gibi<br />

kavramların yanında romantik yazın’a da eleştiri getirir Gide. Özellikle melankoli ve acı merkezli bu<br />

yazına karşı çıkış nedeni acının yüceltilip sevinç’in değersizleştirilmesidir. Buralarda daha çok<br />

Hıristiyanlık ilâhiyatının acı merkezli dünya hayatı görüşüne, karşı-görüş ortaya koyar. İlerleme fikrine<br />

Dünya Nimetleri’nde karşı çıkan Gide, Yeni Nimetler’de ilerlemeyi kişinin kendisinin ilerlemesini esas<br />

alarak ilerlemeyi başka bir bakış açısıyla destekler(s:192).<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

133


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

Ulaşılacak yeni adam, başka vakitlerde beklenen değil, kişinin kendisindedir. Burada Nietzsche’nin<br />

gelecekteki üstün-insan’ına karşılık sunduğu kişi; kişinin kendi özünden çıkaracağı kişidir, yani kişinin<br />

kendisidir(s:194). Yine de, böyle dese de, sonlarda Nathanael’e seslenerek yaşama sırasını ona bırakır,<br />

kendi yerine geçen ardılına umudunu bağlar.<br />

Ölüm kavramını incelerken kilisenin/dinin kavram algılamasını sorgular ve öbür tarafta<br />

ödüllendirilmeyi değil, burada yaşamaya başlamayı tavsiye eder.<br />

Dünya Nimetleri’nde, dilediği her şeyi yapan ve arzularının peşinden giden bir kahraman olarak<br />

kendisini gösterirken, Yeni Nimetler’de yapmak isteyip de yapamadıklarının pişmanlığını yaşayan bir<br />

kahramanla karşılaşırız. Gene ilk kitapta dünyevi zevkleri tatmak önemliyken, bu kitapta Tanrı’ya,<br />

İsa’ya dönüş belirgindir ve tatmin edilemeyen arzuların onlarda huzura ermesi söz konusudur.<br />

Mutluluk, ilk kitaptaki gibi coşkun ve umarsız değildir. İnsanın sıkıntılarının fark edildiği, daha bilinçli<br />

bir bakış söz konusudur(s:161-162). Bu kısımlarda -romantik yazın’a karşı olma sebebinde karşımıza<br />

çıkan- Hıristiyanlığın acı merkezli oluşuna bir kez daha karşı çıkarak, onun yerine mutluluğa dayalı bir<br />

Hıristiyanlık anlayışını savunur. Kurumsallaşmış kiliseye yönelik eleştirel bakış ikinci eserde daha açık<br />

ifadelerle göze çarpmaktadır.<br />

Yeni Nimetler de şiirler, düzyazısal şiir, anılar, diyalog(Tanrı’yla ve kişiler arasında), söyleşi, öykü gibi<br />

farklı türleri içinde barındırır ve teşbihler, istiarelerle dil sanatlı şekilde karşımıza çıkar.<br />

Mekân olarak Seine Sokağı, Fiscbacher Kitabevi, Floransa, Valais Köyü ve Bourbonnais olarak çok<br />

daha sınırlı bir mekân tercihine gitmiştir.<br />

Kişiler: Nathanael, Marc ve anlatıcıdır.<br />

Yeni Nimetler’deki göndermeler: Antik Yunan’daki tanrılar (Phoibos, Promethee, Herkül, Achille), Pan,<br />

Adem, İsa, Meryem, Lut, Mallarme, Plutarque, İncil, Descartes, Spinoza, Goethe, Francis Jammes,<br />

Bach, Mozart, Beethoven, Musset, Dante, Montaigne, Rousseau, Pasteur, Lavoisier, Puşkin, Virgile…<br />

olarak karşımıza çıkar.<br />

Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler, Gide’in hayatının iki farklı döneminin manifestosudur. İlk<br />

eserindeki arayış, ikinci eserde yerini, soruların cevap bulduğu ve düşünüşün olgunlaştığı bir zemine<br />

ve özellikle teslimiyete bırakmıştır. Bu teslimiyet akıl ve mantıktan soyunarak Tanrı sevgisi ile<br />

kendisine çizdiği din anlayışının çevresinde şekillenen kavramlardan oluşmaktadır. Üslup olarak<br />

Nietzsche’den, fikir olarak Goethe ve Spinoza’dan etkilenen yazar onlardan farklı olan yönleriyle de<br />

kendine ait bir hayat felsefesi oluşturmuştur. Tüm bu dünyanın sunumunda Antik Yunan’dan, İncil’e,<br />

Doğu’dan Batı’ya, Hafız’dan Dante’ye… çok geniş bir backgroundun sentezi vardır. Bu iki eseri farklı<br />

kılan en önemli unsursa, tüm bu perspektifin sunumundan sonra onu takip edecek olan<br />

Nathanael’e/okura/insana bunları atmasını ve kendi yolunu çizmesini söyleyerek birey’e yüklediği<br />

anlamdır. İnsan, oluşur(s:193) derken, bu oluşta kendisinin de aşılması gereken olduğunun<br />

farkındadır. Harold Bloom’um kendisinden çok sonra sanat için ortaya koyduğu Etkilenme<br />

Endişesi(Anxiety of Influence)’ni, 1935 yılında doğadaki işleyişe bakarak insana<br />

uyarlamıştır(s:200/201) Gide.<br />

İki eser arasında düşünce farklılıklarının olmasını ise, tıpkı yazarın dediği gibi, insanın kendisini<br />

tanıyarak, ilerleme sürecinde aldığı yol, oluş’um olarak görmek gerekir. Coşkun bir lirizmle yazılmış bu<br />

öğüt kitabı, tek bir türün alt başlığında işlenemese de, tematik anlamda da birbirinden bağımsız<br />

birçok konuya el atarak konudan konuya savrulsa da, Gide’in hayattan süzdüklerini öğrenmek, onun<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

134


Kitap Tanïtan Kitap (3)<br />

iç dünyasına vâkıf olmak, kültürel alt-yapısındaki temelleri fark etmek için okunması gereken<br />

eserlerden biri. Yine bu eserin bir başka özelliği ise, sizi Nietzsche’den Cibran’a, Spinoza’dan<br />

Descartes’e, Goethe’den Antik Yunan’a uzanan zengin bir okuma yapmak zorunda bırakıyor olması.<br />

Bir yazarın dünyasından başka yazarlara ulaşmak, bir okur için, en önemli okuma referansıdır. Eseri<br />

bitirdiğinizde, Gide’in referansında bu dünyalara girmeli ve mutlaka ona geri dönmelisiniz; bu, Gide’in<br />

“şimdi kitabımı at. Sıyrıl ondan. Beni bırak…” diyerek, size yapmanızı önerdiği şeyin tersini yapmak<br />

anlamına gelse dahi. İyi okumalar.<br />

[1] Dünya Nimetleri, Andre Gide, Can Yayınları, çev: Tahsin Yücel, İstanbul, 2007.<br />

[2] İşte Böyle Dedi Zerdüşt, Friedrich Nietzsche, Kabalcı Yayınları, çev:Ahmet Cemal, İstanbul, 2007.<br />

[3] Yeni Nimetler, Andre Gide, Can Yayınları, çev: Tahsin Yücel, İstanbul, 2007.<br />

[4] Felsefe Tarihi, Macit Gökberk, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1996, s: 292-306.<br />

[5] Felsefe Tarihi, Macit Gökberk, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1996, s: 298.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

135

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!