Sapsarı saçları vardı, gözleri ışık saçardı. Heyecanı başkaydı, gülüşleri bambaşka. Hayatı onun kadar seven ve çevresindeki herkese sevdiren başka birini daha görmemiştik.
Etrafımızda somurtan suratlar vardı; sıkıcı tipler, asabi kişiler; tatminsiz ruhlar, müzmin hayatlar... Her şeyden şikâyet eden, hiçbir şeyi beğenmeyen, mızmız, kıskanç, sevgisiz...
Ve onların çoğu sanatla iştigal ederdi, "Beden ruhun hapishanesidir," derlerdi, intihar eden yazarlara öykünülürdü.
Sonra o gelir, her şeyi güzelleştirirdi; herkesi ve her şeyi değiştirirdi; hepimizi güldürür, herkesi eğlendirirdi. "Keşke çevremizdeki herkes onun gibi olsa," derdim, "Onun gibi neşe saçsa, hayatımıza dokunsa!"
Sonra o, birdenbire kansere yakalandı; gülen gözlerinden, güzel endamından eser kalmadı. Senelerce tedavi gördü, saçları döküldü, iğne ipliğe döndü.
Son günlerinde ağlaya ağlaya, "Ölmek istemiyorum!" diye bağırdı. Sesi hastane koridorlarında yankılandı.
Anladık ki, beden ruhun hapishanesi değildi, onun temsiliydi.
Ve o, gencecik yaşında ölüp giderken, hepimize mutsuzluğu öğretti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
MUTSUZLUK OYUNU [KİTAP OLDU]
SpiritualDünyaydı burası; Küre-i Arz'dı. Ve o kürenin üstünde sen vardın. Kendi kendine bir oyun kurmuş, tek başına oynuyordun. "Bu oyunu birlikte oynayacağız küçük hanım," dedim, "Birlikte oynayıp birlikte kazanacağız."