Professional Documents
Culture Documents
995 km
21 Nisan 1955 Istanbul doğumlu. Mardinli. Ankara Üniver
sitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü'nü
bitirdi. İlkin çeşitli dergi ve gazetelerde yazıları ve şiirle
riyle görünen yazarın ilk kitabı 1980'de yayımlanan Mah
mud ile Yez ida dır. Daha çok şiirleri, hikayeleri, roman ve
'
Metis Edebiyat
995 km
Murathan Mungan
ISBN-13: 978-605-316-293-3
995
km
Roman
rf) metis
İçindekiler
1
DAR SOKAKLAR 11
OTEL LOBİSİ 18
BİRİNCİ OTOBÜS 24
HAMAM VE KAHVE 34
ANTEP SOKAKLARI 39
İKİNCİ OTOBÜS 46
EMANET BEDEN 58
MAHPES 67
SİNYAL MEVKİ 78
HOCA KAPISI 83
ECEL BEŞİGİ 93
GÖKTÜRK 196
FİLİGRAN 215
SU FARKI 243
DAR SOKAKLAR
11
mesi, aklından başka şeyler geçirmesi halinde kılınan namazın
Allah katında kabul edilmeyeceğinin sıkı sıkıya tembihlendiği ço
cukluk yıllarından bu yana namaz sırasında Allah'la arasına hiç
bir şey girmez, her zaman derin bir vecd halinde kapanır secde
ye . . . Gene öyle oldu. Bütün benliğini adeta secdede unutuyor, çev
resindeki her şey büsbütün silini yor, kendini içinde bulunduğu za
mandan bile azade hissediyordu. Ama böyle önemli, böyle seçil
miş günlerin sabahında bu bütünleşme halinin tüm varlığını ku
şattığını her zamankinden çok daha derin, çok daha güçlü biçim
de hissediyor; bu yüzden her zaman tetikte yaşamış olan kendisi
ni ancak namazda gafil avlayabileceklerini düşünüyor hep. . . Eğer
bir gün öldürülecekse bu namaz kılarken olacaktı, bunu varlığı
nın en derin köşesinde saklı bir kader düğümüymüşçesine sezi
yor, ya da bunun en iyi ölüm biçimi olduğuna inandığından böy
le umuyordu.
Her zaman olduğu gibi bu sabah da gönlünü gene Allah dol
duruyor, içini kamaştıran bütün duygular bir kez daha yapacağı
şeyin doğruluğuna inandırıyor onu.
Serinkanlıydı, ona verilmiş görevin ağırlığını omuzlarında,
sorumluluğunu kalbinde duyuyordu. Şu fani dünyada üstlendiği
görevin anlamının, öneminin farkındaydı. Serinkanlıydı, en önem
lisi buydu. " İçin kaynasa da kanını serin tutmayı bileceksin," der
di Hoca.
Namazdan sonra eve döndü, çayını içti, kamını doyurdu, gün
içinde fazla bir şey yemese de sıkı bir kahvaltı yapmadan hiçbir
işe başlamazdı. Yöredeki insanların çoğunun alışkanlığı olduğu
üzere çoğu günler içine bol soğan ve maydanoz kıyılmış ciğerle
kahvaltı eder, güne öyle başlardı. Her ciğerci içine sumak serp
mezdi ama o sumağını, kırmızıbiberini bol koydururdu. Bugün
namazdan dönerken de sokak arasındaki ciğerciden ekmek arası
ciğer almıştı; diğer zamanlarda oracıkta oturur, sıvası dökülmüş
duvarlara, üzerine mutlaka birkaç sinek ölüsü yapışmış çıplak am
pullerin ölgün ışığında daha yorgun görünen sabahın erkenci yüz
lerine bakarak yerdi ciğer-ekmeğini, bugünse sardırıp paket yap-
12
tırın ıştı. Bütün gün tok tutardı ciğer, kolay acıktırmazdı, bir da
mak zevkinden çok, çocuklukta edinilmiş bir yoksulluk bilgisiy
di bu.
Evde planını bir kez daha gözden geçirdi, her şey yerli yerin
de görünüyordu. Öteden beri edindiği bir alışkanlıkla kaldığı oda
da ayna varsa uyumadan önce üstünü örterdi mutlaka. Aynanın
üstünden aldığı örtüyü katlayıp yerine koydu. En ufak bir pırıltı
dan yoksun soğuk, delici gözleri yüzünün sır vermez duvarını gör
dü aynadaki yansısında, ne zaman aynaya bakacak olsa kendine
güveni yenilenirdi, çünkü kimseye bir şey söylemeyen yüzlerdendi
onunki, belki de bu yüzden seçilmişti bu görev için, belki de Al
lah bile bu okunaksız yüzü, bu ketum gözleri bunun için vermiş
ti ona, dünyaya hiçbir şey söylemesin diye. Ona bakanlar bu yüz
de hiçbir şey göremesin diye.
Berber aynalarından hatırlı yor yüzünü, yol üstündeki kimi vit
rin camlarındaki yansımalardan . . . İnsan yüzlerine, aile fotoğraf
larına uzun uzun baktığı Foto Kamer'in camekfuı ından. Eskiden
beri, Deliller Hanı'nın az ilerisindeki Foto Kamer'in vitrinine bak
tığı her seferinde cama yansıyan suretiyle orada sergilenen fo
toğraflardaki yüzleri karşılaştırır, kendi yüzünün sır vermezliğin
den sevinç payı çıkarırdı. İnsanlara bakarken onları seyrettiğinin,
seyretmekle kalmayıp hafızasına kaydettiğinin bakışlarından an
laşılmadığını biliyor. İçini tutumlu kullanmayı; düşündüğünü, his
settiğini belli etmemeyi, niyetini sızdırmamayı nefsine hakim ol
manın bir çeşidi gibi yaşamayı becermiş, adeta hayatta kalmanın
gereği olarak bedenine yerleştirmişti. Şimdi olduğu gibi, bir tek
kendine bakarken aynayı da, kendi yüzünü de delercesine keskin
gözlerle bakıyor. Yüzünü bir duvar olarak düşündüğü her sefe
rinde aynı gurur kaplıyor içini, seviniyor mu, üzülüyor mu, yeri
niyor mu, kahır mı çekiyor, kızgın mı, öfkeli mi, belli değil. Bi
linmeyen, anlaşılmayan, tanınmayan, akılda kalmayan silik yüz
lerden onunki . . . Aynca zamanla yüzünün ayazı sesine de inmiş
ti, çelik gibi bir ses: sert, katı, soğuk . . . Dua ederken ya da namaz
kılarken nasıldı yüzü acaba? Dünyayla ilgili hemen her şey yü-
13
zünü bunca boşaltırken, n amaz sırasında rabbiyle kurduğu o de
rin bağ yüzüne fazladan bir anlam katıyor muydu? Eğer katıyor
sa bunu bir tek yüce Allah görüyor olmalıydı. Bu da ona yeterdi.
Her şeyi duyan Semi, her şeyi gören Basir, her şeyi bilen Habir
olan rabbi görüyordu onun dünyanın kirletmediği saklı yüzünü !
İ çini o kutlu anda ayan eden bu yüzü bir tek o görüyordu ! Ken
dinde keşfettiği bu yeni bilgi kalbinin nurlu bir sevinçle dolması
na yol açtı. Böylelikle bu sabah rabbiyle arasında kurulmuş bir
başka bağ daha olduğuna hükmederek gönendi.
Kalktı, ortalığı toplamaya başladı. Uzak akraba evi. Ömrü
de, gençliği de akraba evlerinde geçmişti, kendi evi olmadı hiç.
İ çlendiği zamanlar, "Allah'ın evi, benim evim," diye düşünürdü.
Kaldığı evlerde sabahları herkesten önce kalkar, yatağını toplar,
sessizce birkaç lokma atıştırır, neredeyse cinayet sonrası izlerini
ortadan kaldıran usta bir katil becerikliliğiyle gecenin, uykunun
ve bir gece öncesinin tüm kanıtlarını ortadan kaldırırdı. . . O ka
dar ki, ertesi sabah sorulacak olsa kimse bir gece önce orada, o
odada birinin kalmış, o yatakta uyumuş olduğunu söyleyemezdi.
Hayatta olduğu gibi bu evlerde de fazla yer kaplamamayı öğren
mişti; kendini silmeyi, varlığını evin en ufak köşesine sığacak
kadar geri çekerek fark edilmez olmayı. Kendinden hiçbir iz kal
mamalıydı geriye. Bu dünya geçiciydi, bu dünya fanilerindi, bu
alem ahiret için bir tohum tarlasıydı sadece. Fazla konuşmadığı
için bir şey bilmiyor sanırlardı. Oysa suskunluğun görünmezlik
kazandıran gücünü daha çocukken keşfetmişti, sessizliğin arkası
en güvenli yerdi.
Ortalığı toparladıktan sonra tabancasını ceketine özenle yer
leştirdi, her defasında yaptığı gibi emniyetini açıp kapadı, kur
şunları tek tek sayarken namaz sonrası tesbihat eda edercesine hu
şu içindeydi. Bu, onun için hem bir çeşit ayindi, hem de hiçbir şe
yi rastlantıya bırakmak istemeyen takıntılı dünyasının ihtiyaç duy
duğu güven tazelemenin bir gereği . . .
Sağlam ama usul, ağır adımlarla çıktı evden. Yandaki kom
şuya uğrayıp kaldığı evin anahtarını teslim etti, akrabaları köyden
14
bu akşam döneceklerini söylemişlerdi, kendi de birazdan B itlis'e
doğru yola çıkacaktı. Komşunun sorusunu, "Celebin birine ya r
dıma gidiyorum," diye yanıtladı.
15
niye, niçin vurduğu hiçbir zaman anlaşılamadı. On beş yıl önce
attığı tokadı çoktan unutmuş olan adam da niçin vurulduğunu an
lamadan gitmiş olmalı.
Onun içinse ilahi adalet yerini bulmuştu. Kulağı on beş yıl o
tokatla çınlamıştı. Kimsenin hayfı kimsede kalmamalıydı. İnti
kam da imandı. " İntikam bir bekleme sanatıdır," diyorlardı, doğ
ruydu, öyleydi. "Bu sanat benim sağ bileğimde altın bilezik," di
ye geçirmişti içinden. Bütün yılların defterini tek tek tutmuştu. İn
citici her sözün, küçümseyici her bakışın, yaralayıcı her davranı
şın hesabı zamanı geldikçe teker teker sorulmuştu, daha da soru
lacaktı. Herkesten her şeyin hesabını soracaktı. Gününü bekli
yordu. Göğsü bu duygularla ve kendine duyduğu güvenle bir kez
daha gururla kabardı. Bu kez aynaya bakmaya gerek duymadı,
göğsünü kabartan gururun yüzüne vuracak kadar yukarı çıkma
dığından emindi. Her şey içinde saklıydı.
"Zaman insandan sabır ister," derdi Hoca. "Sabır ateşte piş
mektir." O da biliyordu: Her intikamın kıyamet günü vardı. Bu ve
sileyle sabah sabah Hoca'yı bir kez daha anmış oldu. Hoca. O, Ci
hadın Askerleri için molla, cemaatin ileri gelenleri için Şü ra üye
si, ama onun yol göstericisi, kalp hocası olmuştu hep, "Kendi nef
sine merhametsiz olmayanların yapacağı iş değil," diyerek nefsi
ni terbiye etmede ona rehberlik etmişti bunca yıl. Zaten merha
met tanıdığı bir duygu değildi, onun kendine bile merhameti yok
tu. "Aklı yarım kullar bize Allah'ın emanetidir," diye öğretildi
ğinden bir tek delilere karşı merhamete benzeyen bir duygu bes
ler, onları Diyarbakır'ın daracık sokaklarında, güneşi kıt kfiçele
rinde ortalarına alıp taciz edenleri, değnekle dürtenleri, üzerleri
ne taş atanları çocukken de affetmez, o kişileri her fırsatını bul
duğunda kendi yöntemleriyle cezalandırırdı. Biliyor, inanıyordu:
Delilik de kimsesizlikti.
Daracık sokaklardan geçerek, kendini çok fazla göstermeden
-öyle konuşulmuştu- doğruca otele yollandı. Ana caddeyi değil,
birbirine dolambaçlı yollarla bağlanan dar sokakları, gölgeli kfi
çeleri, ara geçitleri kullandı. Bu güne hazırlanırken tedbir ama-
16
cıyla kaç gündür her gece başka bir evde kalarak-ö yle konuşul
muştu- geriye dönük izlerini silmeye bakmıştı.
Otelin basamaklarının eşiğine vardığında içinden bir tek dua
olsun mırıldanmadı, peşinde olduğu şey bu dünyanın işiydi, rab
bin kutlu sözlerini işe karıştırmamalıydı, yüzüne vuran tek bir an
lam ı şığı bile, herhangi bir tanığın aklında kalabilecek güçlü bir
ayrıntıya yol açabilirdi. Gönlünün kapılarını dışarıya kilitledi, Al
lah'ın sözleri içinde kaldı.
17
İ K İNCİ BÖLÜM
OTEL LOBİSİ
18
"Siz dün de gelmiştiniz değil mi?"
"Evet, bugün gelmemi söyledi kendisi."
Telefon ederek ziyaretçisinin geldiğini bildirdi Saim B aran'a
çocuk. " İ sterseniz salonda bekleyin," diyecek oldu, önerisi geri
çevrildi. Burası iyiydi. Gözleriyle Agit'i aradı salonda, yoktu, ge
cikmesi kötü olurdu.
Az sonra Saim Baran havı ağarmış kırmızı halıyla kaplanmış
merdiven basamaklarını iniyordu. Halı, pirinci yer yer soyulmuş
madeni çubuklarla zemine sabitlenmişti. Uzun boylu, yetmiş yaş
larında olmasına karşın hala yakışıklı denebilecek, mağrur ve hey
betli görünüşüyle hep "Koca Çınar" diye anılan Saim Baran, saç
ları erken ağ ardığı için hiçbir zaman genç olmamış gibi gelirdi
onu tanıyanlara. Saim Baran'ın merdivenden indiğini gördüğün
de ona yönelmiş, başındaki kasketi eline alıp, vücuduna hemen
saygılı, hürmetkar bir duruş vıt rmişti.
Birlikte salon ile danışma arasındaki cam bölmede duruyor,
ayaküstü konuşmaya başlıyorlar. Aradaki cam duvar nedeniyle o
sırada lobide oturan iki ki şi de, danışmadaki çocuk da ne konuş
tuklarını duymamışlardı.
Bir ara S aim Baran'ın salondaki koltuklan göstererek, "otu
ralım mı?" anlamına gelen bir el işareti yaptığını görüyor danış
madaki çocuk. Bu fikri tartar gibi bir an duralıyorlar. O ara çalan
telefona cevap vermek için sırtını dönen çocuk yeniden onlara
döndüğünde dikkat çekici bir durum çarpmıyor gözüne. Biraz da
ha ayaküstü konuştuktan sonra cam bölmeyi açıp yeniden danış
manın önüne geliyorlar, demek dışarı çıkmaya karar vermişler!
Saim Baran oda anahtarını bankoya bırakıyor, yüzünde her za
manki aydınlık gülüşü ve kelimeleri köpürten gür sesiyle, " Öğle
ne döneceğim, arayanlar olursa," diyor.
Daha sonra bütün bu ayrıntıları, ilkin polislerin sonra gazete
cilerin ısrarlı soruları karşısında defalarca hatırlayacaktı danış
madaki çocuk. Bütün hatırladıkl arı bu kadardı.
19
ÜÇÜNCÜ B Ö L Ü M
20
Ö nde oturuyordu, güneşin yüzüne vurmasını bahane ederek ön
cam üzerindeki siperliği tamamen indirmiş, yüzünü sakınmıştı.
Binmede n önce, "Arabayı istersen ben kullanayım, sen yo
rulmayasın," dediğinde Saim Baran'ın araba kullanmayı çok sev
diğini, bu y üzden sık sık şoförünü atlattığını, direksiyonu ona bı
rakmayacağını iyi biliyor; onun hakkında yeterince bilgilendiril
mişti.
Beklediği gibi, "Direksiyonu kimseye kaptırmam oğul," dedi
Saim Baran her zamanki gür kahk ahasıyla. "Hiçbir konuda kap
tırmam ! " Gü lüştüler. Gene arka sokakları kullana rak, Diyarbakır
dışına çıktılar. Aydınlık, güneşli bir gündü. Yolu tarif etmeye baş
ladı, "Buradan sağa döneceksin ağam, buradan sola." Anayoldan
ayrılmış, tarlalar arasındaki dar toprak yollara sapmışlardı, kimi
yerlerde erken boy vermiş gür eki nler görüş alanını iyice daraltı
yor, bu da araba kullanmayı <? ldukça güçleştiriyordu. Son unda,
ufukta ancak derme çatma birkaç evin görüldüğü bir açıklığa çık
tıklarında, " İ şte burasıdır," dedi, o kadar sakınmasına karşın ge
ne de sesi belli belirsiz titremişti.
B irlikte indiler arabadan. S aim Baran çevresine bakınarak,
.
"Burası neresidir? Burada mı buluşacağız?" dedi şaşkınlıkla, ara
badan biraz uzaklaşarak. Ellerini arkaya götürüp beline koymuş
tu.
Ardında kalmaya özen göstererek belirsiz bir hareketle, " İ şte
burasıdır," diye tekrarladı, eli ceketinin içine gitmişti.
"Burası neresi?" dedi Saim B aran, anlamamış gözlerle karşı
sında uzanan tarlalara bakarak.
"Yolun sonu Saim Baran," dedi. Katılaşmış sesine o acıma
sız çelik soğuğu inmişti artık.
Saim Baran şaşkınlıkla yüzünü ona döndüğünde, kendisine
doğrultulmuş tabancayı gördü bir an, yüzü boşaldı, hiçbir şeyi
kavrayamayacak kadar kısa bir andı, ardından üstüne sıkılan üç
kurşunla topr ağa düştü.
Yetmiş yıllık koca çınar birkaç saniye içinde devrilmişti.
Kürt halkı için ömrünü adadığı onca yıllık mücadelesi, Di-
21
yarbakır dışındaki bir tarlanın kıyısında, başına, boynuna ve göğ
süne sıkılan üç kurşunla son buldu.
Yerde cansız yatan Saim B aran'ın başına gelip baktı. Ateş
ederken içinden saymıştı: "Allah'ın hakkı üçtür." Bugüne kadar
devlet adına yaptığı infazlarda kurbanlarının üzerinden üç kurşun
çıkmıştı.
Ö lüyü ve arabayı orada bırakarak hızla ekinlerin arasına dal
dı, başak yüklü dolgun ekinler yürümesini güçleştiriyorsa da ola
bildiğince çevik hareket ediyordu, beş dakika kadar sonra ikinci
bir açıklığa çıktı. Yol kenarında külüstür görünüşlü 1957 model
bir Chevrolet çalışır halde kendisini bekliyordu. Her şeyi tek ham
lede halletmenin kolaycılığına kaçan istihbarat birimlerinin giz
lilik, kamuflaj , izleri örtmek konusunda yeterince dikkat göster
mediklerini düşünüyordu. Belki de kendilerine duydukları aşırı
güvenin umursamazlığındandı bu. Başka olaylarda da yeterince
tedbirli davranmadıklarını görmüştü, onunsa beklenmedik ihti
maller için hep yedek tedbirlere ihtiyacı vardı. Ekip, Saim Baran
vurulduktan sonra kararlaştırdıkları buluşma noktasına beyaz To
ros' la gelmeye kalkışmış, o ise eski model bir araba olmasını öner
mişti. Sayılan eskisine göre azalmış olsa da hala Diyarbakır-Mar
din yolunda çalışan, yıllardır kanıksanmış şu eski zaman arabala
rına kim se fazladan di kkat göstermezdi . Oysa beyaz Toros demek,
apaçık polis demekti artık, her şey bir çift gözün şahitliğine ba
kardı. Bu konudaki ısrarına mana veremeyen dediğim dedikçi ope
rasyon amirine kalsa gene Toros'la geleceklerdi ama Eğitmen ona
hak vermiş, hemen bi r Chevrolet buldurmuştu. Soluk soluğa ara
banın yanına vardığında, kapıyı açan içeridekiler, "Haydi çabuk
ol," diye seslendiler. "Otobüsün kalkacak ! " Arabaya binerken on
lara, "Tamamdır," dedi. İnfaz silahını ön koltukta oturan operas
yon amirine teslim ettiği sırada amir de onun kucağına otobüste
baş üstü rafına sığacak boyutta küçük bir çanta verdi. " İçinde te
mi z çamaşır, ıvır zıvır var, yolcu çantasız olmaz, dikkat çeker,"
d edikten sonra ceketinin iç cebinden çıkardığı bileti uzattı. "Al,
bu da biletin." B iletini alırken sorduğu "Koridor tarafı mı?" soru-
22
suna operasyon amiri yüzünü ekşiten bir ifadeyle karşılık ver
mekle yetindi. "Zaten biliyorsundur ya, gene de güzergah bilgisi
geçelim sana," diyerek kaldığı yerden sürdürdü: "Yolda dört kon
trol noktası, iki mola yeri var. Diyarbakır çıkışı Pirinçlik Nato Üs
sü'nün oradaki nöbetçiler bazen durduruyorlar, belli olmuyor. Mo
lanın ilki Siverek-Urfa arasında, diğeri de Urfa ile Antep arasın
da. Otobüs Urfa'da garaja girer, doluysa on beş dakikadan fazla
kalmaz, değilse yolcu almak için yarım saat kadar bekler. Hesap
ta olmayan bir durumla karşılaşırsan jandarma bölgesine geçme
ye bak, polis istese de oradan adam alamaz. Jandarma bölge siyle
polis bölgesi arasındaki yetki çekişmeleri meselesini biliyorsun,
zaten onun için bu temiz yoldan yönlendiriyoruz seni." Başını sal
lamakla yetindi. Sabahtan beri kafasını kurcalayan konuyu açmak
istedi, sesinde soru tonuyla, "Tilki Agit gelmedi," dedi. "Bilmi
yoruz, sorarız," dediler. Sonrasında hiç konuşmadılar. Arabada
onun dışında herkes sigara i Çiyordu. Camı aralattı. Tilki Agit'e
ilişkin belirsizlik kafasını kurcalamaya devam etti.
23
D Ö RDÜNCÜ BÖLÜ M
BİRİNCİ OTOBÜS
24
ağaca, toprak toprağa, bulut yalnızca buluta benziyor şimdi. Hiç
bir şey olmadı bugün. O hiçbir şey bilmiyor. Olanlar da geçip gi
decek zaten.
"Haberim yok," diyor. Çocukluğundan beri her yerde her za
man olan biten hakkında bir şey sorulduğunda öyle derdi : "Ha
berim yok." Bir şey olduğunda, büyükler tarafından önemsenmek
isteyen çocuklar gördüklerini yanaklarını şişire şişire heyecanla
anlatırlarken o, "haberim yok," derdi her seferinde. Şimdi gene
öyle diyor. Hiçbir şeyden haberinin olmaması iyi bir şey. İnsan
orada gizlenebilir. Suskunluğun, sessizliğin en güvenli yer oldu
ğunu daha çocukken öğrenmemiş miydi !
25
tiren nedenleri olmuştu. Sırtında hep o aynı belli belirsiz ürperti,
her dönemecin sonunda kurulabilecek bir pusuya karşı içinde te
tikte bekleyen aynı hazırlık duygusu, her yabancı yüzde ihanetin
karanlık maskesinin düşeceği anı beklemenin gerilimi . . . Bu yüz
den geçmişe ait çok diri, canlı resimler kalmış gözlerinde. Hadi
kendisinin bu çeşit duygular için fazlasıyla nedeni vardı, ya oto
büsteki diğerlerinin? Etrafa, ölmeden önce son bir defa dünyaya
bakar gibi bakıyor bütün bu insanlar. O kadar tetikteler, o kadar
kaygılı görünüyorlar! Bu ürkek, bu güvensiz kalabalık içinde her
kes, her şey gizlenip saklanabilirdi, nitekim yaşadıklarına, bil
diklerine bakılacak olursa saklanıyordu da . . . Korkunun kundağı
sarmış her şeyi, gökyüzünü bile içine alacak kadar genişlemiş olan
korkunun karanlık kundağı. . . "Herkesin birbirinin avı olduğu za
manlardan geçiyoruz," diyorlardı etrafta, sahiden de öyleydi.
Bir kez daha yanlarından geçen otobüse takılıyor gözleri. Yol
da birbirlerini birkaç kez sollamışlardı, aşağı yukarı aynı saatler
de kalkan, rakip firmanın otobüslerinden biriydi bu ve kendisini
izlemek üzere görevlendirilmiş birinin o otobüse yerleştirilmiş ol
duğundan neredeyse emindi. Otobüs tam yanlarından geçerken
dikkatle bir kez daha içindekilerin yüzlerine bakıyor. O otobüste
yolculuk edenlerden görebildiklerinin hepsinin yüzünü ezberle
mişti şimdiden. Bir süre burun farkıyla aynı hizada seyrettikten
sonra, diğer otobüs öne geçip gitti, geçerken nispet verir gibi ha
valı kornasını çaldı. Nasıl olsa ileride bir yerde yeniden yakalar
lardı. Derin bir korunma ve dinlenme ihtiyacıyla neredeyse tü
müyle boşalttığı kafası bir süre sonra yeniden canlandığında, an
sızın şimşek aydınlığında bir düşünce belirdi: Bu otobüsün için
de de biri olmalıydı, bunun eski ama sağlam bir takip yöntemi ol
duğu söylenirdi, izleyeni de izleterek her şeyi sağlama alıyor, hiç
bir şeyi şansa ya da rastlantıya bırakmak istemiyorlardı. Bu ko
nuda söylenenlerden aklında kalanları kafasında bir düzene koy
maya çalıştı: Otobüsün içindeki kişi onu iz leyen tek takipçi oldu
ğunu zannediyor, diğer otobüsün içindeki bir üçüncü kişinin de
kendisini izlemek üzere görevlendirildiğini bilmiyor olabilirdi.
26
Böyle birinin varlığından kuşkulanıyorsa bile, izleyenin kim ol
duğunu bilmemesi kuvvetle muhtemeldi. Kendi üstüne kapanan
böylesi zincirleme bir döngü, her seferinde uygulamaya konma
sa bile, bunun ilgili taraflarca bir yöntem olarak bilinmesi caydı
rıcı olmaya yetiyor, herkes bir diğeri varmış gibi davranınca ge
reken emniyet kendiliğinden sağlanıyordu. Kafasının yeniden ça
lışmaya başlamasıyla birlikte duyarlılığı keskinleşti ve adeta hay-
. vani bir içgüdüyle ansızın ensesinde yakıcı bir şey hissetti. Bu du
rum şu anda kendine bakan gözlerin varlığına işaretti ! Demek ar
ka koltuklarda bir yerde oturuyordu. Başını hiç çevirmeden bir sü
re bekledikten, ensesindeki ateşin sebebi olan gözlerin sahibinin
yerini üç aşağı beş yukarı kestirmeye çalıştıktan sonra birdenbire
hızla dönüp ardına baktı, baktığı yerdeki kişi yakalanmış gibi ay
nı hızl a çevirdi başını. "Demek sensin," dedi içinden. "O, sensin ! "
İçindeki hayvan uyanmıştı biı: kez. Göz göze değince, bunca hız
la kaçırılan bakışlar bir suça işaretti. Diğerinin varlığını ve yerini
keşfetmek içini rahatlattı. Tehlikenin yerini bilmek böyle birinin
hiç olmamasından daha güven vericiydi. Denetlenebilir olan, be
lirsiz olandan daha iyiydi. Şimdi ardına taktıklarının hangi taraf
tan olduğunu anlamaya gelmişti sıra, bunu anlamak her zaman
mümkün olmuyordu. Peşine takılan birinin polis, istihbarat ajanı,
dağdakilerden emir alanlardan, hatta Cihadın Askerleri' nden bile
çıkma ihtimali her zaman vardı. Ö zellikle son yıllarda her şey iyi
ce bir buzlu cam ardına çekilmeye başlamıştı. Çoğu kez yalnızca
gölgelere ateş ediyordunuz. Emniyetten de olabilirdi, diğer ör
gütlerin birinden de . . . Bazen her ikisinden de. Ö rgütü emniyet
için, emniyeti örgüt için kullananlardan da . .. Gizliliği korumak
söz konusu olduğunda, her kuşkuyu ölümle çözmek her geçen gün
daha da farz oluyordu. Çoğu zaman ölümün kesinliğinden başka
bir çare kalmıyordu kapana kısılan, köşeye sıkıştırılan kişiye. Bu
nun için bu kadar çok kişi gereksiz yere ölüyordu, gene de böyle
bulanık durumlarda tehlikeyi bertaraf etmenin herkes için en kes
tirme, en güvenilir yolu ortadan kaldırm aktı. Tıpkı kediler gibi,
kıpırdayan her şeyi bir hamlede kımıldamaz edeceksin !
27
Otobüs sarsıntı larla ilerlerken, insanlar biraz daha rahatlamış,
gerilimlerini biraz olsun atmış, birbirleriyle konuşmaya başla
mışlardı. Ön sıralarda asker oldukları tıraşlarından anlaşılan iki
üç genç tedirgin bakışlarla sürekli çevreyi kolluyor, belli ki sa
bırsız gözlerle kilometre sayıyorlardı. Tezkere almış erler miydi,
yoksa izne gidenler mi? Paraları otobüs yolculuğundan fazlasına
yetmeyen fakir ail e çocuklarıydı, belli. Otobüsün önü her an dağ
dakiler tarafından kesilebilir, onlar tarafından düşman askeri sa
yıldıkları için esir alınabilir ya da öldürülebilirlerdi.
Pencereden görünen külrengi bulut parçalarıyla beneklenen
gökyüzüne, alabildiğine uzayıp giden çorak topraklara hiçbir şey
hissetmeyen boş gözlerle bakıyor bir süre.
İ lk mola yerine vardıklarında otobüsten indi. Gövdesini, san
ki çok uyuşmuş gibi abartılı sayılabilecek hareketlerle esnetti. Bi
len gözler içindi bu numaralar, fizik yapısı nasıl olursa olsun eği
tilmiş beden, duruşundan, yürüyüşünden, kaslarının küçük devi
nimlerinden bile kendini ele verirdi. Böyle zamanlar için yede
ğinde, ona bakan gözlerde hamlaşmış, hantal biriymiş izlenimi
uyandıracak, süklüm püklüm görünüşlü adam halleri bulundu
rurdu; iner inmez o pozları takındı, hemen altına bir iskemle çe
kip çay söyledi, ağız yakacak sıcaklıkta iki bardak şekersiz çayı
neredeyse soluk almadan ardı ardına içti. Sıcak bardağı bütün avu
cuyla kavradı, hep böyle yapardı, ta çocuklukta edinilmiş bir güç
gösterisiydi bu, onun için ateşi tutmak demekti. Çay bardağını ka
dınlar gibi parmak uçlarıyla bardak ağzından değil, bütün avu
cunda tutacaksın. Böyle öğretmişlerdi. Çocukluğu boyunca bu
nunla sinsice övünmüş, bunu beceremeyenleri utandırmıştı. Bun
dan vazgeçemezdi. Nihat Astsubay'ın bir hareketini hatırladı. O,
baskın öncesi erketede beklerken sigaranın korunu avucunun için
de tutardı karanlıkta ışımasın, ışıyıp da yerini belli etmesin diye.
Nedense bazı ayrıntılar insanın aklında diğerlerinden daha fazla
kalıyordu. Hafifçe dönüp göz ucuyla adama baktı, oralı değilmiş
gibi oturuyordu, belli ki bir açık daha vermemek için temkinli dav
ranmaya çalışıyordu, onun hangi tarafın adamı olduğunu çıkara-
28
madı, tarafsız gözlerle bakıldığında başarılı bir gizlenme sayıla
bilirdi. Şu an sıradan, kendi halinde bir köylü gibi görünüyordu,
yani tıpkı kendisi gibi . . . Kalktı, ağır adımlarla helaya doğru gitti,
helanın çevresinde kuşkulu bakışlarla şöyle bir dolandı, sanki giz
li bir niyeti varmış da belli etmek istemiyormuş gibi çevreye ka
çamak bakışlar attı; amacı adamı işkillendirerek ardı sıra helaya
çekmekti. Helaya girdikten sonra bölmeleri tek tek gözden geçir
di, kimse yoktu, otobüsten iner inmez gelenler işlerini görüp git
mişlerdi. Bölmelerden birinin havalandırma amaçlı yapılmış tah
ta aralığından mola yerinden helaya gelen eğimli yol görünüyor
du. Bu iyiydi, içeri girip kapıyı kapattı ve gözü havalandırma ara
lığında beklemeye başladı. Otobüslerin durdukları bütün mola yer
lerinde olduğu gibi keskin, ekşi kokuların soluk almayı güçleş
tirdiği, kötü kullanılan pis helalardan biriydi bu. Suları doğru düz
gün akmıyordu, dışarıda üzerlerinde sinek ölüleri yüzen su dolu
kovalar duruyordu. Yanılmamıştı, beklediğine değmişti, onun he
lada fazla kaldığını görünce kuşkulanmış, yerinden kalkmış, sa
kin görünmeye çalışan adımlarla helaya doğru geliyordu adam.
Bekledi, içeri girdiği ve çevresine kuşkulu gözlerle bakındığı an
da saklandığı bölmeden fırlar gibi dışarı çıktı, dosdoğru ona yö
nelerek, "Essel amu aleykum," dedi. Adam bu hızlı ve ani hareket
karşısında ilk şaşkınlığını atlattıktan sonra kendini toparlayarak,
"Aleykümselam," diye karşılık verdi. Sorgucu polis Çopur'un ani
hareketlerle ilgili sözleri aklının bir kenarındaydı: "Hiç bekleme
diği anda yüzüne şiddetli bir biçimde vuracaksın, bir anda gelen
darbe karşısında net düşünemezler, boşluğa düşerler, işte onlar
düşerken sen havada yakalayacak sın, anladın mı?"
Adam bölmelerden birine girmedi, bu iş için ayrılmış, tek ba
samaklı bir sekiye çıkıp, çimento sıvalı duvara işemeye başladı.
Lavaboda ellerini yıkarken, işemekte olan ya da işer gibi ya
pan adamı aynadan göz ucuyla izliyordu. Sessizliği fazla uzat
madan, "Ne biçim Müslümansın sen?" dedi. ( İkinci darbe.) Diğe
ri afallamış, omuzunun üzerinden dönüp ona baktı. Ne diyeceği
ni bilemeden öylece bakakalmıştı.
29
"Böyle cenabet bir yerde yaradanın ne adı anılır, ne de onun
selamı alınıp veril ir," dedi. "Bütü n hakiki Müslümanlar bilir bu
nu. Sen bilmez misin? Hem ayakta işediğine göre. . . bilmemen
normal tabii ! "
Ö ğreneceğini öğrenmişti. Bu adam Cihadın Askerleri'nden
olamazdı, ke ndisine köylü süsü vermiş beceriksiz bir polisti bes
belli. Hem aleykfimüsselam diyeceğine, aleykümselam demişti.
Türk olmalıydı. Ramazanda oruç tutmanın, cumaları namaza git
menin Müslüman olmaya yeteceğini düşünen gafillerdendi. Gü
ya Müslüman diye geziyorlardı ortalıkta bunlar. Bilmiyorlar ki as
lında hepsi mahşer gününün kabir ahalisidir. Hoca'nın dediği gi
bi, "Dua öğrense bile göğsünün kafesinde onu üfleyecek nefes bu
lamaz böylesi. Kuran okumuşsa bile kalbine işlememiştir." Her
zaman midesini bulandırmıştı böyle insanlar. Kafirlerle araların
da yalnızca bir derece fark vardı, iki d eğil !
Musluğu kapattı, ellerini cebinden çıkardığı mendiline kuru
larken adamın yüzüne küçümseyici bir gülümseyişle bakıp çıktı.
Çıktığı anda derin bir pişmanlık yokladı içini, kendine öfke
si kabardı. Adama hakiki Müslümanlık hakkında ders vermesi ge
reksizdi, içinin gizlisinde bekleyen sinsi kibrine yenilmiş, bu po
lis müsveddesine haddini bildirmek isterken bir daha aynı hatayı
yapmamasını sağlayacak bilgiyi istemeden vermişti. Bu, onun ola
ğan koşullarda yapacağı bir şey değildi; demek ki nefsini yete
rince terbiye etmemişti. Alacağını aldıktan, öğreneceğini öğren
dikten sonra sessizce çıkıp gitmesin i bilmeliydi. Yapması gere
ken buydu ! Kendinden hoşnutsuz olduğu zamanlarda ağzının içi
acılaşırdı, gene öyle oldu. Batman'daki toy günlerinde rakip bel
ledikleri diğer İ slami gruplardan kişilere rastladıklarında, "Esse
lamu aleykfim" yerine, "Allah'ın ölümü üzerine olsun" anlamın
da "Saaleykfim" dedikleri aklına geldi. "Hazır ağzın gevşemişken
bu bilgiyi de verseydin bari dar'ül harb 'in polisine," diye içinden
azarladı kendini.
Kalkmak üzere olan otobüsteki yerini almış pencereden dışa
rı bakarken, helada gereğinden fazla kalmış olan diğeri, bir yan-
30
dan pantolonunun önünü kapatmaya uğraşarak otobüse doğru se
ğirtiyordu. Onun şu gülünç haline gülümsemedi bile.
Sıra şimdi diğer otobüsteki takipçisinin kim olduğunun keş
findeydi.
31
la askerlere dönerek, "Allah sizleri eksik etmesin başımızdan," de
di. "Allah yokluğunuzu duyurmasın ! " Adeta bir rehine kurtarma
operasyonunda kurtarılmış birinin giderek histeriye dönüşen coş
kusuyla alabildiğine tizleşen bir sesle konuşan bu kadına karşı
güçlü bir nefret duydu. Cezalandırmak istedi onu. Peygamber
Efendimizin zamanından bu yana insan ruhunda ne kadar az şey
değişmişti. Belki de hiç ! Otobüsün içindeki büyük çoğunluk ki
min kimden yana olduğunu bilememenin sakınımıyla birbirleri
ne karşı besledikleri kuşkuyu sürdürerek teker teker geri bindiler
otobüse. Yerine dönerken az önce nefretini toplamış olan kadının
koltuğunun yanında durup eğildi, kimsenin duyamayacağı hafif
bir sesle, "Yenganım, Allah askerimize milletimize zeval verme
sin elbet, lakin fikrini karnında saklasaydın keşke ! Bu otobüste
kimin kim olduğu belli mi, yolumuz daha uzun, Allah vermesin
bak çocukların da pek küçükmüş," dedi. Kadının az önce asker
lerin karşısındayken yüzünde beliren o yol üstünde evliyaya rast
lamış mümin aydınlığı bir anda uçup gidiverdi, hızl a kireç akı bir
beyazlık indi yüzüne. " İnşallah bir şey olmaz tabii, hepimiz din
karde şiyiz, belli yalnız başınasın, yanlış anlama senin iyiliğin için
söyledim, bir emrin olursa arkadayız," diye de yalancı bir güven
telkin etmeyi ihmal etmedi. Sesindeki sahte şefkatle yüzündeki
sahici görünen kaygı, kadını büsbütün korkutup kanını dondur
maya yetmişti. Kadını bırakıp başını kaldırdığında arkadakiyl e
göz göze geldi. Adam görevini de, rolünü de unutmuş delici bir
merakla kendisine bakıyor, rapor tutmaya çalı şan gözlerle, kadı
na ne söylediğini, ne söylemiş olabileceğini anlamaya çalışıyor
du. Adamın şu anki yüzü bambaşka birinindi. İ şte bu onun ger
çek yüzü, diye düşündü. "Tutamadı kendini, meraka kapılıp mas
kesini düşürdü," dedi içinden. "Güya bir de gizli polis olacak! "
Geçip yerine oturdu. Otobüs yeniden yola koyuldu. Rahatı iyi
ce kaçmış olan kadın birkaç kez ardına dönerek tedirgin, hatta yar
dım uman gözlerle ona baktı. O ise, dua eder gibi mırıltılarla göz
lerini yumarak sakin olmasını telkin eden sahtekar bir yüz ifade
si takındı, bir şeyleri onaylıyormuş gibi bel li belirsiz baş ını salla-
32
makla yetindi. Kadının bütün huzuru bir anda uçup gitmişti. Onun
da istediği buydu zaten, bu kadarı yeterdi ona. Yorucu bir gün ge
çirmişti, bu ka dar eğlenmek hakkıydı.
Allah'a topraklan Alla h katında geri verilene kadar, dünya üs
tünde yeniden devr-i saadet kurulana kadar kimse hiçbir şeyden
emin olmamalıydı. Sonunda Allah'a tam bir teslimle iman etmek
için herkesin diken üstünde olması şarttı. Biliyordu, dünyadan
korkmayan Allah'tan da korkmazdı.
33
BEŞİNCİ BÖLÜM
HAMAM VE KAHVE
34
let en iyi avcı çünkü. Biliyor: Sizi düşmanınızdan önce gafl et ya
kalar. Bunu masal kadar eski zamanların insanın içine işlemiş vah
şi bir orman bilgisi gibi çok derinde bir yerinde hissediyor. Ço
cukluğunda herkesin kendi oğlunun başını yıkadığı hamamlarda
yetimliğini başka türlü bir sızıyla hissederdi. Şimdi sızı yok, ama
o duygu duruyor. Hiçbir şey düşünmese bile kumanın musluğun
dan akan suyun sesi o duyguyu her seferinde yeniden canlandı
rıyor.
Antep'e her gelişinde hep aynı hamama gider, hep aynı tella
ğa keseletirdi kendini. Yaşlıca am a dinç, bembeyaz ama gür saç
lı, "eski toprak" dedikleri cinsten sağlam çatılı bu tellağa karşı
kendisine yabancı gelen halisane duygularla bir yakınlık besler
di. Her defasında onunla konuştuğu çoğu kez beş-on kelime
yi geçmezdi, ama aralarında bir tür dostluk bağı olduğunu -ikisi
de- bilirdi. Tellak onun konuşm aktan, özellikle kendisine soru
sorulmasından pek hoşlanmadığını sezmiş, bu nedenle müşteri
yi hoş tutma maksatlı davranışlara girmekten, sohbet konusu aç
ma gayretinden kaçınmıştı. Herhangi bir tellağın sıradan bir müş
teriyi işinin gereği karşılamasından çok daha fazlasını yapmıştı,
her geldiğinde sahiden sevinmiş, bunu gösterişsiz bir biçimde bel
li etmişti. Sevinci, bir uzak akrabanın ya da nicedir görmediği
memleketlisini görmüş birinin o tutumlu hemşerilik sevincine
benziyordu. Gülüşünde müşteri tavlamaya, bahşiş koparmaya ça
lışan diğer tellaklardaı:ı farklı, sahici, babacan bir yan vardı. Çü
rüksüz dişleri gülüşünü dolgunlaştırıyor, güldüğünde sanki genç
leşiyordu.
Antep'te geçireceği bir-iki saatte kendini o eski hamama attı.
Tellak onu gene aynı uzak, ölçülü ama içten sevinçle karşıladı.
Peştamalın en kurusunu, takunyanın topuğu en az aşınıp kayışı en
az gevşemişini arandı sıralandıkları kerevette. Menteşesinden kay
mış ağır tahta kapının altından bir tütsü gibi dışarı incecik sızan
buhar, kapı açıldığında yüz yakarcasına hışımla dışarı uğradı. Ha
mamın içi tenhaydı. Göbek taşının üzerindeki kubbenin kirlenip
yağlanmış cam gözlerinden süzülen kıt ışık havada asılı duran bu-
35
han delmeye yetmiyordu. Hamamlarda suyun insanın teninden
önce içini yıkadığını düşündüren bir huzur bulurdu öteden beri.
Girişin tam karşısına düşen kumanın başın da çömelip ayakuçla
rında yükselmiş, bir omzuna attığı kuru peştamalından ve çabuk
hareketlerinden son sularını dökünüp çıkmaya hazırlandığı anla
şılan biriyle, köşede abdest alan biri daha vardı görünürde. Belli
ki bunlar az sonra çıkacak, o da yalnız kalacaktı. Hamam ona ka
lacaktı. Sevindi buna. Nerede olursa olsun, hiçbir şey yalnızlık
kadar güven verici değildi. Kaynar su, kalın buhar, kendi muslu
ğundan akan su yun sesine kapılmış dalgın görünen kurnaların uy
ku getiren buğulu görüntüsü iyi geldi ruhuna; temiz, pamuklu peş
tamalın gövdesi ni bir kefen huzuruyla sarıp sarmalayan temasını
teninde hissetmek de . . . Arındığını hissediyor, dünyanın etine de,
aklına da bulaşan bütün kirlerinden arındığını . . . Çevresinde bir
iki tur attıktan sonra avucunun içiyle ateşini yokladığı tandır kız
gınlığındaki göbek taşına yavaşça oturuyor, temkinle uzanıyor,
vücudunu parça parça teslim ediyor göbek taşının harlı ateşine.
Uzandığı yerde kubbenin cam gözlerine bakarken semaya ilişkin
ulvi, uhrevi duygular kaplıyor içini, rabbin gözlerinin her yerde
olduğunu biliyor. Onun bu kubbeye saçılmış cam gözler gibi bin
lerce gözü olduğunu, her yerde gözlenip izlendiğini, günahları
nın, sevaplarının çetelesinin bir bir tutulduğunu biliyor. Ö mrü bo
yunca yaşadığı her anı, attığı her adımı bu bilginin temkiniyle gö
zetmesi gerektiğini biliyor. Hamamda kimse yok. Göbek taşı sı
cak. Su sesi güzel. Sonra kubbenin cam gözleri. Kendini her za
mankinden daha iyi hissediyor şimdi.
36
yankılanarak kumalara akan bu sesin, ruhunu bütün kirlerinden,
ellerini bütün suçlarından, tenini bütün günahlarından yıkayıp ak
layacağını düşlüyor. Her mümin, her hakiki Müslüman gibi gü
nün birinde bütün dünyanın Müslüman olacağını kalbinin en de
rin yerinde biliyor. Okuduğu menkıbelerden aklında kalanlarla,
kulak dolgunu efsaneler iç içe geçerek göbek taşının yalazında
gevşeyip çözülen etini aşıyor, düşünceleri, hayalleri hamamın bu
harına karışıp bulanıklaşıyor. Her şey buğu, buhar, sis içinde. Bir
den başından, boynundan, göğsünden vurulan Saim B aran'ın ye
re düştüğünü görür gibi oluyor. Tabancanın patlayan sesini ise ne
den sonra duyuyor. Silkinerek gözünü açıyor. Soğukluğu içeriye
bağlayan kapının açılırken esneyip gerilen kayışı, kapı kapanır
ken hızla gevşeyerek eski yerine dönüyor. Kapının çarpmasıyl a
çıkan tok ses, tabanca sesiyle yer değiştiriyor. Uykuda gördüğü
nün teriyle, göbek taşı sıcağının terinin iç içe geçtiğini, vücudu
nun zehir attığını düşünüyor. Bir an içinde bir yerin Saim Baran'ın
ölümüne neredeyse üzüleceğini dehşetle fark ediyor. O daha kü
çük bir çocukken bir keresinde çarşıda karşılaştıklarını, "Al ba
kalım Keko," diyerek avucunu şekerle doldurduğunu, sonra da ba
şını okşayıp geçtiğini hatırlıyor. Farkında olmaksızın eli başına
gidiyor.
Açılan kapıdan içeri giren tellak, "Hazır mısın kurban?" di
yor. "Kirin kabardı mı? Başlayak mı?"
Göbek taşından kalkıp kumanın başına geçiyorlar. Mahrem
yerlerini en sıkı örtecek biçimde peştamalı belinin altında üst üs
te düğümleyip kendini tellağın maharetli ellerine bırakıyor. Ara
larında yalnızca birkaç cümle geçiyor. Siverek'ten geldiğini söy
lüyor. "Burada birkaç iş vardı, buradan da Adıyaman'a gidece
ğim," diyor. "Bir celep bekler beni pazarlığa."
Kendini alışkın hareketlerinin ezberine bırakmış tellak bir an
kapıldığı dalgınlıkla, yüzünü sabunlarken gözlerini de sabunla
yacak oluyor. Elinin tersiyle bir şimşek hızıyla vuruyor tellağın
eline. Sabun fırlayıp zemindeki su oluğunun içine düşüp suyun
akarına kapılıyor. Hızla kumaya dönüp yüzüne avuç avuç su çar-
37
parak gözlerindeki köpüğü suya veriyor. Gözlerine sabun değdi
ği anda boğazının düğümünden kopan ses, kapana yakalanmış bir
hayvanın böğürtüsünü andırıyor. Kendi sesinin kulağına bunca
yabancı gelmesini, içinin yabanına, bir an için kapıldığı dehşete
değil, kubbenin yankısına veriyor. Bir adım gerilemiş duran tel
lak acıyan elini ovuştururken adeta kendinin olmayan bir sesle,
"Kusura bakma dalmışım kurban," diyor. "Gözüne sabun değdir
meyecektim ! "
Tellağın ellerine bakarken, şefkatin yanıltıcı olduğunu hatır
lıyor. Saim Baran'ın ölmesi gerekiyordu, diyor içinden. Allah gü
nahlarını affetsin ! Ben sadece kaderin eliydim. Allah olmasını is
tediklerini kullarının eliyle yaparmış, ben de tetiği çektim, hepsi
bu !
Aksi bir suratla tellağa dönüp, "Otobüsüm kalkmasın, çabuk
çabuğa getir gerisini ! " diyor.
38
ALTI N C I BÖLÜ M
ANTEP SOKAKLAR !
39
alışkın ihtiyarların çeşitli masalara dağılışını izliyor, bir süredir
gözünün takılı kaldığı karşı masada oturan adamların üç aşağı beş
yukarı Saim Baran'ın yaşında olduklarını düşünürken buluyor ken
dini. O öldü, bunlar yaşıyor. İnsan ömrü ne tuhaf, diye geçiriyor
içinden, kimse ne zaman öleceğini bilmiyor. Şu adam eceliyle mi
ölecek ya da yarın ben kimi öldüreceğim, kim biliyor?
Bir süre etrafta konuşulanlara kulak kabartıp insanları gözle
dikten sonra kalkıp ağır adımlarla çıkıyor kahveden.
Sokak aralarında dolanırken Cihadın Askerleri tarafından geç
mişte ufak tefek işlere koşturulduğu günleri hatırlıyor; yolda po
lisin, askerin çevirmesinde onu ciddiye almasınlar diye cebine ar
tist resimleri, aşk şiirleri, bazen de bir deste iskambil kağıdı koy
dukları günleri. . . Emek Mahallesi'nde Aytekin Camii bitişiğin
deki müstakil eve teslimatçı olarak yaptığı birkaç ziyareti hatırlı
yor. Adamın Cihadın Askerleri'nin askeri kanat sorumlusu oldu
ğunu, evin sahibi kadınla resmi nikahsız yaşadığını, buraya yapı
lan baskında evin bodrumunda kalaşnikof, piyade tüfeği, Çek Vi
zör, Takarof, Makarof tipi tabancalarla yüklü bir cephane ele ge
çirildiğinde sağda solda çıkan haberlerden öğrenmiş, adamın öne
mini o zaman kavramıştı. Antep'teki bu sığınağın raylı sistemini
kurması için, polisin eline düşüp de kimseyi ele vermesin diye ci
vardan insan bakmayıp Ankara'dan usta getirtmişler. Lakin ka
derin ağlarını nasıl öreceği belli mi olur ! Ustanın damadı Anka
ra'da bir operasyonda yakalanınca kayınpederini ele vermiş, bu
radaki sığınağın varlığı da öyle ortaya çıkmış. Çağrışımların te
tiklediği bu görüntüler onda bir yanıyla geçmişte kalmış uzak bir
olayın anısını uyandırırken diğer yanıyla her an burnunun dibin
de bitebilecek yakın bir tehlikenin varlığına ilişkin önsezilerini
harekete geçiriyor, dönüp dikkatli gözlerle etrafı tarıyor yeniden.
Bir süre yolun sağa kıvrılan yanındaki Bakırcılar Çarşısı'nda
dolanıyor, inip kal kan çekiç sesleri arasında eski zamanlardan kal
ma görüntüler düşüyor gözlerinin önüne. Saraçların ve yemenici
lerin yan yana sıralanmış dükkanlarına göz atıyor. Baklavacı, tat
lıcı, kebapçıların, önlerinde fıstık çuvalları dizili, kapısından mal
40
taşan dükkanların önünden geçiyor, eski kitaplar satan, toz tutmuş
camlarının içeriyi görünmez ettiği bir dükkanın önünde Hz.
Ali'nin cenklerini anlatan halk hikayeleri kitaplarını görünce du
ralıyor. Kitapların kapaklarında ellerinde kılıçlarıyla at sırtında
cenk tutanlar. . . Hz. Ali'nin kılıcından kan damlıyor. . . bir diğeri-
nin kapağında Kesikbaş'ın hikayesi resmedilmiş . . . Kesikbaş'ın
gözleri açık, ama kılıcın boynuna değip kafasının kesildiği yer
den kan damlıyor. . . Birdenbire gene o koku yıllar öncesinden çı
kıp geliyor bumuna. O kızgın güneş altında yürürken alnından yü
züne, bumuna süzülen kanın kokusu . . . Hiçbir hatıra geçmişte kal
mıyor. Bütün gücünü bacaklarına ve kollarına vererek soluk so
luğa yürüdüğü yolda iki eliyle başının üstünde taşıdığı delikli le
ğenden yüzüne hala kan sızıyor. O gün bugün yüzünde nem, bur
nunda koku peşini bırakmıyor.
Çarşının bitimine yakın bir yerdeki Antep işi abani örtü do
kumacısı Fazıl Usta'nın dükkanının önüne varıyor. O, Cihadın As
kerleri'nin Antep'teki en güvenilir adamlarından biriydi. Bir gün
öldürüldüğü haberi geldi. Kim, niye öldürdü, neden öldürüldü, ka
tili hiç bulunamadı. Bir muamma, bir faili meçhul olarak kaldı.
Ailesi, katili, katilleri bulunana kadar dükkanı açmayacağız, diye
yemin etti. O gün bugün kepengi kapalı durur. Ne zaman Antep'e
gelse, bir yolunu bulup bu dükkanın önüne ayak düşürmeden git
mez. Her seferinde de dükkanın kepengini kapalı görmek, ailesi
nin ettiği yemine sadakatinin işareti olarak içini gönendirir, ama
katilin hala bulunmamış olmasını hatırlattığı için de öfkesini ka
bartır, hıncını bilerdi. Alınmamış her intikam, cezalandırılmamış
her suç, kapanmamış her hesap göğüs kafesinde çırpınarak azat
edilmeyi bekleyen kuştu. Ona göre bu kepengin arkasında kilitli
kalmış Fazıl Usta'nın ruhu hala adalet bekliyordu. Gövdesi tahta
dan yapılmış kepenge avucunu belli belirsiz bastırarak kendince
yoluna selamet duası alarak yürümeyi sürdürdü.
41
Bir süre daha ortalıklarda avare dolandıktan sonra, kendisine
tembihlenen saat yaklaşınca Karagöz Mahallesi'nin oradaki av
lulu evin önüne varıyor, etrafı şöyle bir kolaçan edip güven getir
dikten sonra, köşede çekirdek satan adamın yanına geliyor, önce
birbirlerini dilsiz bakışlarla tartıp belli belirsiz bir baş hareketiy
le durumu onaylıyorlar, bir külah kavrulmuş karpuz çekirdeği alı
yor ondan, "Diyarbakır'da on gözlü köprünün suları taşmış di
yorlar, doğru mudur?" diyor. "Değildir. Sular sakin akmaktadır. "
"Peki otobüsler nereden kalkar?" "Adana'ya giden Allah'a ema
nettir. Oraya gittin mi de çarşısından kaçak kumaş almak gerek
tir. Nasrullah Efendi'nin kumaşları en iyisidir," diyor çekirdekçi.
Malını öven satıcı tonuyla söylüyor bunları. O sırada yanlarına
yaklaşan iki çocuk "Çekirdeğin külahı kaç para," diye soruyor.
Ö ğreneceğini öğrenmiş, elinde bir külah kavrulmuş tuzlu kar
puz çekirdeğiyle ağır adımlarla uzaklaşıyor oradan. Avlulu evin
önünden geçerken başını hafifçe kaldırıp şöyle bir bakıyor, geç
mişte bu evde katıldığı tebliğ ve irşad çalışmalarını, bazı toplan
tıları, burada konuşulanları, alınan önemli kararları hatırlıyor. Evin
bir odası mescit olarak kullanılır, orada namaz kılınır, Kur'an oku
nur, zikir yapılır, tefekküre dalınırdı. Antep' in kavurucu sıcağının
bile toprağın nemini alamadığı avludaki ağaç altlarının gölgeli
yerlerini anmak içini serinletiyor sanki. İ man etmenin huzuruna
benzeyen bir serinlik bu. Bu avlulu evin polis tarafından gözlen
meye başladığı, gireni çıkanı fotoğrafladıkları bilgisi geldikten
sonra burası epey bir süredir artık kullanılmıyor. Buraya gelirken
yol boyu aldığı her önleme karşın gene de takip edilmediğinden
emin olmak için bazı dükkanların önünde uygun bir durum yara
tıp göz ucuyla ardına bakıyor.
Kale altından geçerek İncilipınar'daki otogara yöneliyor. Oto
garın karşısında, tren garında demiryolcuların oturdukları hepsi
de sarıya boyalı birbirinin aynı olan sıra evlere dalıyor gözleri.
Bahçesinde oynayan çocuklara, iplere asılı rengarenk çamaşırla
ra hiçbir şey düşünmeden, başka bir aleme bakar gibi bakıyor. . .
Nedensiz sakinleşiyor içi. Oradakiler sanki başka bir hayat yaşı-
42
yor. Otobüsün kalkma saati yaklaşırken varıyor otogara. Artık ne
reye gideceğini biliyor. Onu tanıyanlar adımlarında akrep ve yel
kovan olduğunu söylerlerdi. Zamanı doğru adımlamayı, istenilen
yerde istenilen saatte olmayı çocukluğundan beri iyi biliyor.
Antep'ten Adana'ya günün her saatinde otobüs kalktığı kal
mış hatırında. Ancak geceleri çalışmayan Antep firmalarının ye
rine Mardin, Van, Diyarbakır, Urfa'dan gelen gece otobüsleriyle
gidildiğini, bu otobüslerin otogara girmeden yolcularını yol üze
rinden aldıklarını hatırlıyor. Önceki geliş gidişlerinden tanık ol
duğu gibi Antep Otogarı'nın önü araç ve insan yığılmasıyla iyice
tıkanmış durumda. Ortalığa insan sesiyle motor seslerinin birbi
rine karıştığı ulumaya benzeyen bir uğultu hakim. Otogara özel
araç girişleri yasak olduğu gibi, taksilere de ancak müşterilerinin
yükü ağırsa izin veriliyor, yoksa yolcularını kapıda indiriyorlar.
Bu da yetmiyormuş gibi civıır ilçelerden ve illerden gelen bazı
otobüsler de içeri girip otogarın curcunasına dalmaktansa yolcu
larını gar kapısının önünde indirip bindirdiğinden tıkanıklık gün
boyu dağılmak bilmiyor. Antep Otogarı'nın zaten hayli dar olan
giriş-çıkış kapılarından perona girerken ya da geri geri çıkarken
yaşanan duvara toslamak ya da otobüsün aynasını sürtüp kırmak
gibi ufak tefek kazalar buranın curcunasının gµndelik manzara
larından sayılıyor. Otogarın kahvesiyle lokantasının iç içe bulun
duğu yirmi dört saat açık olan mekana Antep'in ne kadar kırığı,
esrarkeşi, haytası, kopuğu varsa doluşmaya, yetmiyormuş gibi ge
ceden gelip sandalyeler üstünde sabahlayan yolcularla olur olmaz
dalaşmaya başladığından beri bir Otogar Karakolu yapılmış bu
raya. Terör olaylarının iyice tırmanmasıyla da askeri inzibat yer
leştirilip saat başı devriyeye çıkartılır olmuş. Sanki burada bir şe
hirden diğerine değil de, sının geçip başka bir ülkeye gideceksin !
Gara girdikten sonra kendisine söylenen otobüs şirketinin
önündeki yolcular için ayrılmış arkalıksız tahta sıraya oturup bek
lemeye başlıyor. Ellerini arkada bellerinde kavuşturup çatık kaş
la dolaşan belediye inzibatlarının kuytuya çektikleri seyyar satı
cılardan rüşvet aldıklarına tanık oluyor. Çevirip sorsan, Müslü-
43
manım, der, cuma namazlarını kaçırmaz; haram her devirde, her
durumda kendine bir yol buluyor, "Haram bunların sade dünya
malına iştah kabartan etlerine değil ruhlarına da işlemiş," diye ge
çiriyor içinden. "Ahiret korkusu insanları Müslüman yapmaya yet
miyor, tabanca korkusu da gerek bunlara." O sırada karşıdan ça
lımlı bir yürüyüşle onun bulunduğu tarafa doğru gelmekte olan
biri dikkatini çekiyor, beklediği kişi olmalı bu, sivil polis olduğu
her halinden belli, senelerce belinde silah taşımanın verdiği alış
kanlıkla sağ kolu hafif arkaya sallanıyor yürürken. Oysa adam ya
nından dosdoğru geçip az ilerideki otobüs firmasının yazıhanesi
ne giriyor, bir süre sonra da çıkıp gözden tamamen kaybolana dek
uzaklaşıyor. Etrafta görünen kişilerden hiçbirinin beklediği adam
olmadığını düşünüyor. Neden sonra birdenbire başında biri biti
veriyor, bu sinsice hesaplanmış bir hareket mi, bir tesadüf mü,
bekleyip görmek gerektiğini düşünüyor. Bir süre ayakta durduk
tan sonra gelip yanına oturan adam elindeki şalgam suyunu iş
tahla içerken, diğer elindeki gazeteyi aralarına koyuyor. Bir süre
etrafa göz gezdirdikten sonra, iç cebinden çıkardığı sigarayı ya
kıp üst üste birkaç nefes alıyor. Kayıtsız hareketlerine bakarak ya
nına oturanın beklediği kişi olduğundan tam ümidi kesecekken,
adam başını bile çevirmeden yarıda kesilmiş bir sohbeti kaldığı
yerden sürdürüyormuş gibi sakin bir tonla, "Eskiden Dicle'yle Fı
rat'ın suları Adana'da kavuşurmuş diyorlar, öyle mi?" diyor. Ada
mın soğukkanlılığındaki profesyonellik karşısında uğradığı şaş
kınlığı belli etmeden, tuttuğu soluğunu sessizce boşaltıyor. "Peki
suyu nereye akarmış hoca? Yolu değişmiş midir?" diye bir başka
soruyla karşılık veriyor o da. "Değişmemiştir. Adana'dan sonra
sına akar denmiştir. Telefonlar bunun içindir." Birbirlerinden, ara
nan ve beklenen kişi olduklarından emin oluyorlar. "Otobüste ya
nındaki koltuğun altı filelidir. B iletin, laminasyon kaplama yeni
kimliğin ve emanetin gazetenin arasında, gerisi kumaşçıda . . . "
Adam kalkacak gibi olduğunda, "Adana sonrası hakkında bir ma
lumat var mıdır?" diye soruyor. Adam omuzlarını silkerek, "Ak
tarmalar böyledir, istikamet bildirmeyen emirle yola çıkılır, var-
44
<lığında öğrenirsin nasılsa, hadi selametle," diyerek vedalaşıp aya
ğa kalkıyor, aynı kayıtsız hareketlerle sağa sola bakınarak ağır ve
telaşsız adımlarla uzaklaşıyor oradan. Tahta sıranın üstüne bırak
tığı katlanmış gazetenin ilk sayfasının üstünde, logonun hemen
altında "Türkiye Türklerindir" yazıyor.
45
YEDİNCİ BÖLÜM
İ KİNCİ OTOBÜS
46
rarken hızla bunlar geçiyor aklından. Arkasından gelenlerin ace
le ettirmesini umursamıyor. Zaten laftan anlamaz sersem bir köy
lü gibi göründüğünün farkında, bu hal işine geliyor. Biletinde ya
zılı koltuk sırasına geldiğinde, cam kenarındaki koltuğun boş ol
duğunu görüp seviniyor, bu iyi, koltuğun sahibi gelmeden bu işi
hızlıca halletmeli. Eline ağırlığını vererek o koltuğun yaylarının
diriliğini kaybedip etmediğini yokluyor önce. Ardından ayakka
bısının çözülmüş bağcıklarını bağlamak bahanesiyle yere eğile
rek tüm gövdesiyle kapanıyor. Emaneti hızla yandaki koltuğun al
tındaki fileye geçiriyor. Doğrulduğunda elindeki gazetenin ara
sından yeni kimliğini alıp ceketinin iç cebine, gazeteyi de önün
deki koltuk filesine yerleştiriyor. Yerine otururken aslında bu yü
zü sadece otobüsten hatırlamadığı düşüncesi yıldırım gibi düşü
veriyor aklına. Başka bir yerde daha karşılaştığı bir yüz bu. Tanı
dık. Fena halde tanıdık! Ama _nereden? Şu an dönüp tekrar baka
cak olursa gereksiz yere dikkat çekmiş, d uruma uyandığını belli
etmiş olacak. Bu kadını nereden hatırladığı fikri zihnini kemir
meye, beyni acı verecek biçimde karıncalanmaya başlıyor. Bu sı
rada gelen yan koltuğun sahibine yerinden kalkıp yol veriyor. Kol
tuğuna yerleşen yorgun görünüşlü yaşlıca adamın zararsız hali ra
hatlatıyor onu.
Kısa bir süre sonra otobüs homurdanarak hareket ediyor. Az
sonra yanından geçip giden muavinden su isteme bahanesiyle om
zunun üstünden hafifçe ardına döndüğünde, kadının başından
eşarbını çıkarmadan oturduğunu görüyor. Yalnız yolculuk ediyor
olmasının getirdiği fazladan temkinle erkeklerle göz göze gel
memeye çalıştığını fark ediyor. Kendisininkini andıran alabildi
ğine kapalı, kepenk gibi bir yüz bu, hiçbir duygusunu dışarı sız
dırmıyor. Yanında oturan genç kızla bir yakınlığının olmadığı an
laşılıyor. Belli ki bunlar biletlerini "bayan yanı olsun" diye alıp
yan yana düşmüş rasgele iki yolcu sadece. Oysa içindeki hayva
ni ses, şu derli toplu oturuşu, duruşuyla, kendi halinde bir ev ha
nımı gibi görünen bu kadının sıradan bir yolcu olmadığını söylü
yor ona. Kimsede şüphe uyandırmayacak ustalıkta çizilmiş bu
47
maskenin ardında biri saklanıyor ona kalırsa. Onca hatırlama gay
retinin sonuç vermemesine karşın, bu yüzle, bu kadınla pek de
uzak olmayan bir tarihte başka bir yerde karşılaşmış olduğu his
sinden de yakasını kurtaramıyor. Ama ne sebeple, nereden, bile
miyor. Adana'ya varmadan bunu hatırlamayı umuyor.
48
ya yakın bir yerde oturmanın güvenli olduğu söylenirdi oysa. Ya
bu kadın hakkında tamamen yanılıyor, ya da bir ajansa bile ken
dini tehlike arz eden durumlardan birinde hissetmiyor.
İçeri geçen yolcuların çoğunun gözü tavana yakın bir yere yer
leştirilmiş olan televizyon ekranına .kilitleniyor hemen; ince bel
li bardaklar içinde dolaşan çay kaşıklarının hep birden yükselen
sesi dolduruyor mekanı . . .
Bir süre önce istihbaratta "Gölge" diye yeni bir birimden söz
edildiği çalınmıştı kulağına. Askerlerin itirafçı yaptıklarıyla po
lislerin itirafçı yaptıklarının birbirlerine düşmesi, işlenen cina
yetleri birbirlerinin üstüne atmasıyla birlikte işler çığrından çık
tığında birden Gölge'dekilerin varlığından söz edilmeye başlan
mıştı. Bu birimin polislerin okumuş yazmış takımından oluştu
rulduğu söyleniyordu. Ö zellikle itirafçıları, pişmanlık yasasından
yararlananları, korucuları, de,vletle işbirliği yapan bazı Kürtleri
yakın takibe alan, devletin hiçbir zaman tam olarak güvenemedi
ği, çift taraflı çalıştığından kuşku duyduğu kişileri adım adım iz
leyen, emniyet içinde gizli bir grup oluşturulduğu fısıltı düzeyin
de konuşuluyordu. Herkesin birbirini göz hapsinde tuttuğu, adım
adım izlediği bu kurt dumanı ortamda Gölge'dekilerin işiyse ay
rım gözetmeksizin herkesi birden takip etmekmiş. Yaptıkları işin
gereği çok iyi gizleniyor, sahada oldukları halde hiçbir durumda
herhangi bir müdahalede bulunmuyor, kendilerini ortaya çıkara
cak her hareketten kaçınıyor, operasyonlara özellikle katılmiyor,
yalnızca film seyreder gibi gözlüyor ve üstlerine rapor ediyorlar
mış, hatta bunların silah bile taşımadıkları söyleniyordu. Anlatı
lanlara göre, işlerinde o kadar iyiymişler ki takibe aldıkları bir
adamı bir süre sonra karısından bile daha iyi tanıyacak hale geli
yorlarmış. Kimileriyse şu söylenenlere inanmıyor, herkesi baskı
altında tutmak, dikkatleri bilinen istihbarat birimlerinin üzerin
den kaçırmak için emniyet teşkilatı tarafından özellikle uydurul
muş bir yalan, bir istihbarat efsanesi olduğuna inanıyorlar. Hem
her şey doğruymuş gibi dikkate alacaksın, hem her şey yalanmış
gibi üstünde durmayacaksın ! Burnunun aldığı kokuya güven !
49
Onun bumu hep aynı kanın kokusunu almıştı bunca yıl. B aşının
üstünde taşıdığı delikli leğenden yüzüne süzülen kanın kokusu
nu . . .
Etrafa kayıtsız gözlerle bakan, sessizce çayını içen kendi ha
lindeki bu kadının bütün derli toplu görünüşüne karşın Gölge'de
kilerden olabileceği düşüncesi nedense güçleniyor içinde. Aklın
dan geçenler anlaşılmasın diye, yüzünün kepengini indirmekte en
usta olanın bile bakışlarından bir şeyler sızar. Yüzü bir ova kadar
düz olan bu kadından ise hiçbir şey sızmıyor. Belki de bir şey ol
ması gerekmiyordur, sahiden sadece sıradan, silik bir ev kadını
dır, aklının şüpheci yanı oyun oynuyordur kendisine; temkini el
den bırakmayayım derken, geçmişte de işleri çok ileri götürdüğü,
gereksiz evhamlara kapıldığı görülmemiş bir şey değil. Böyle za
manlarda kendinden ürküyor. Bir kere yanıldın mı, arkasından ha
ta gelir, biliyor. Bir hata asla tek başına gelmez, bunu da biliyor.
Yaptığımız her şeyi bilerek mi yapıyoruz sanki? Saim Baran'ı
niye öldürdüğünü kendi de bilmiyor. Ama ne önemi var! Yalnız
ca verilen emri yerine getirmişti. Zaten seçme şansı da yoktu .
Onun öldürülmesinden devletin ne yarar sağlayacağı sorusu bir
kez daha aklının çengeline takılıyor. Devlet dediğin de parça par
ça artık. Devlet içinde kaç devlet olduğunu buralarda kimse bil
miyor. Sabahtan beri aklına takılan bir diğer konu da, Saim Ba
ran'ı almaya otele gittiğinde Tilki Agit'in niye orada olmadığı !
Oysa plan buydu. Otelde o da olacaktı. Arabaya o da binecekti.
Olay yerinde o da olacaktı. Kendisini cinayet mahallinden alma
ya gelen Chevrolet 57 'dekilere sorduğunda da buna bir yanıt ala
mamıştı. Sahiden bilmiyorlar mıydı, söylemek mi istememişler
di? Planda bir değişiklik olduysa niye ona haber vermemişlerdi?
Kendisinin farkında olmadığı, tuzak içinde tuzak cinsinden bir
oyunun yemi durumuna düşmüş olabilir miydi? Bir başka soru
daha köpürüp duruyordu içinde: Herhangi bir nedenle nihayet ka
tili yakalamaya, cinayeti ortaya çıkarmaya karar verdiklerinde ken
disini kamuoyuna hangi tarafın adamı olarak sunacaklardı? İhale
hangi örgütün üstüne kalacaktı acaba? Saim Baran'ı dağdakilerin
50
öldürttüğünü öne sürüp Kürtler arasına nifak mı sokacaklardı, yok
sa hedef şaşırtıp tarafları birbirine düşürmek için Cihadın Asker
leri mi işaret edilecekti? Bu olasılığa içinden güldü. Kendi duru
mu düşünülecek olursa yalan da olmazdı hani, kaderin cilvesi olur
du tam ! Bu işe evet dediğinden beri, uçurumun keskin kenarında
yürüdüğünü hissediyor. Kimin üstüne kalırsa kalsın, aslında her
kes Saim Baran'ı devletin öldürttüğünü düşünecekti. Nihat Ast
subay, "Zahmetsiz kazanç," diyordu böyle cinayetlere. " İ spatla
namadığı sürece varsın devletten bilsinler, şüphe devletin gücü
nü devleştirir, korkuyu büyütür."
JEM 'in içine sızdığı, "haber elemanı" olarak görevlendirildi
ği ilk zamanlarında, üç katlı pasajın orta katındaki Kuşçular Lo
kali'nin müşteriye kapalı arka odasında Hoca, ona nasıl davran
ması gerektiğine dair uzun uzun nasihatler vermişti: " İ yi bir kös
tebek toprağın üstünde kabarıl<: bir iz bırakmadan yerin altında yol
almasını bilir. S ızdığın toprağın rengini almaya bak, ama kalbin
yolundan şaşmasın ! Her şeyin kendine göre bir vadesi vardır, va
deni beklemeyi bileceksin. Bizim için kıymetin büyük, ama on
lar için sen ateşe uzatılan bir maşasın sadece, bunu hep hatırda tu
tacaksın," demişti. Pasaj içlerinde yuvalanmış lokaller, sapa yer
lerin ara sokaklarındaki kahveler, küçük kumarların döndüğü ne
idüğü belirsiz esnaf dernekleri bu çeşit buluşmalar için en uygun
mekanlardı. Cihadın Askerleri'ne yeni kazandırılanlar kaçmayı,
gizlenmeyi, takip atlatmayı, haberleşme imkanlarını çeşitlendir
meyi bu yollarla öğreniyorlardı. İ ran'a gidenlerin öğrendikleri ilk
şey takip taktikleri değil miydi ! Birini takip etmenin veyahut se
ni takip edeni atlatmanın usul ve taktikleri. Polisin taktiklerinin,
hesaplarının nasıl boşa çıkarılacağı. Şı1ra'dan mollalar Urmiye,
Salmas, Tebriz üzerinden Tahran'a uzanan yolculuklar sonrasın
da vardıkları eğitim kamplarında öğrendikleri istihbarat usulleri
ni, örgütsel taktikleri burada müminlere öğretiyorlardı. Onlar akıl
oyunlarını, istihbarat hamlelerini iyi bilirlerdi.
51
Eğer şu köşede oturan kadın Gölge'dekilerdense JEM, Emni
yet güçleri ya da onların da üstündeki bir makam işleri sağlam tu
tuyordu demek. Her şeyi başından itibaren hesaplamışlardı. Ken
di tahminlerini aşan bu sıkı tutulmuş zincirleme gözetleme ağın
dan ötürü içini fazladan bir sıkıntı bastı. Başlan sıkıştığında ken
di gibilerin aslanların ağzına yem olarak atılması işten bile değil
di. Bilinen bir şeydi: Böyle durumlarda ilk harcanan, JEM içinde
"gelin" diye tabir edilen tetikçilerden biri olurdu mutlaka. Kürt
olduğu için onların gözünde o da bir "gelin" sayılırdı. Nihat Ast
subay karşısına sıra sıra dizdiği çoğu itirafçılardan oluşan tetikçi
elemanlara yüzünde sırıtık bir ifadeyle, "Unutmayın, hepiniz ge
linsiniz," derdi. "Ancak öldüğünüzde gerdeğe girersiniz ! " Nihat
Astsubay'da böyle laf çoktu. Kürtleri "Orman memelisi ! " diye aşa
ğılar, astı olanların hoşuna gitmeyen bir davranışını gördüğünde,
sesinde kınama tonuyla, "Değişik! " diye seslenirdi onlara. "Aloo
değişik! ", "Hoop değişik ! " Onun kendisine hiç böyle seslenme
miş olmasından hoşnutluk duyardı. O, değişik değildi. Değişik ol
mayan da görülmezdi.
Bir kez daha dönüp kaçamak gözlerle kadına baktı. "Kadın
aklı" dedikleri şeyle nasıl baş edeceğini hiçbir zaman öğreneme
mişti. Kadınlar onun için hep uzakta, bilinmez birer gölgeydi. Ön
ceki mola yerinde diğer adamı halletmek kolay olmuştu, ama bu
kadını nasıl çözecek, bir açığını nasıl yakalayacaktı, bundan emin
değildi. Kadınlar gizliden gizliye gözünü korkutmuştu onun. Ka
dının bu içine kapanmış halinde bir çeşit hayatta kalma bilgisi ol
duğunu seziyordu. Niyetini, kalbini belli etmeyen bir sinsilik, bir
hesapçılık . . . Otobüsteki bu kadın da belli ki her şeyden önce ka
dınlığın sessizliğinden geçmiş, sonra da işi gereği bu konuda us
talaşmıştı, tıpkı kendisi gibi. Ne tuhaf, insanın kendine benzeyen
biriyle karşı karşıya gelmesinde kim bilir hayatın ne gibi zalim
oyunları saklıydı. Hele her an çatışabilecekleri böyle puslu bir or
tamda, birbirinin açığını yoklayan karanlık gözlerin vahşi oyun
larının ortasında . . . Avla avcının hiç beklenmedik bir anda yer de
ğiştirebildiği bu sürek avında. İ yi de Gölge' dekiler neden bir ka-
52
dm taksındı ki peşine? Şaşırtmaca olsun diye mi? Eğitmen'in ev
lere, köylere, mezralara kanlı baskınlara giden timlere verdiği em
ri hatırlıyor: "Giderken yanınıza mutlaka kadın polis alın. Onlar
bazı şeyleri kadınların yanında yapamayacağınızı sanırlar."
Eğitmen' in haklı çıktığı bazı durumlara tanık olmuştu. Ev bas
kınları sırasında ev sakinlerinin yüzlerindeki kaygılı ifade, kapı
larında bir kadın gördüklerinde bir an için yumuşuyordu. Sanki
bu kadının varlığı en azından evdeki kadınları tehlikeden uzak tu
tacak sanılıyordu.
Bu sırada oturduğu köşede nasıl bir göz hapsine alındığının
farkında bile olmayan kadın onun aklından geçenlerle hiçbir ilgi
sinin olmadığını gösteren bir kayıtsızlıkla kendisine bir çay daha
söyledi.
53
yol açtığını biliyordu. Devletle de, İranlılarla da kurdukları iliş
kinin mecburi ve geçici olduğu bilinse de bu durum herkesi diken
üstünde tutmaya yetiyordu. Bir ara göz ucuyla baktı, kadın göz
lerini kapatmış ya uyukluyor ya uyuklar gibi yapıyordu. Yanında
oturan çekingen görünüşlü kız başlarda bir-iki laf edecek olmuş,
ama kadının yüz vermez tavrından olsa gerek susup kabuğuna çe
kilmişti. Kadın, kızın hafızasında yer etmek istemiyordu besbel
li. Yoksa olağan şartlarda, bu kızla tutturacağı sohbetin sıradan
görüntüsü etrafa karşı doğal bir kamuflaj malzemesi olabilirdi. Ne
malum, belki de yalnızca içine kapalı bir kadındı, aklı yok yere
hikaye çoğaltıyordu. İçini kemiren sorulardan, kapıldığı burgaç
ta çoğalan sorulardan yorgun düşmüştü, gözlerini kapayıp biraz
kestirmeye çalıştı. Şu an kısa bir uykunun canlandırıcı etkisine ih
tiyacı vardı.
İkinci mola yerinde de değişen bir şey olmadı. Kadın gitti ge
ne en köşedeki masaya oturdu, üç masa yan yana bitiştirilip tek
bir uzun masa haline getirilmişti. Garsonun getirdiği çayını yu
dumlamaya başladı kadın, çayı şekersiz içtiği bu kez dikkatinden
kaçmadı. Çay bardağını erkekler gibi bütün avucuyla tutuyor, ser
çe parmağı bile havaya kalkmıyordu. Yüzündeki ifadenin biraz
sertleşmiş olduğunu düşündü, belki yolda sahiden uyumuş, şim
di gözleri açık da olsa hala uykusundan çıkamamıştı. Zihnini bu
kadınla gereğinden fazla meşgul edip etmediğini sordu kendine.
Belki yanılmış, boş yere yormuştu kendini, kafasını, zihnini. Bir
tehlike varsa, o tehlike başka yerdeydi belki ve bu kadın asıl he
defi gözden kaçırmasına neden oluyordu. Suyun diriltici gücüne
ihtiyacı vardı. Çaprazlamasına çakılmış tahta çubuklardan oluşan
baklava desenli genişçe bir paravan lavabolara ve tuvaletlere gi
den yolla salonu birbirinden ayırıyordu. Süs olsun diye paravana
plastik sarmaşıklar dolamışlardı. Lavaboya giderken bir an başı
nı çevirip paravanın baklava kesimli boşluğundan kadının kendi
sini oturduğu yerden izleyip izlemediğine baktı, oysa bakışları
başka yerdeydi kadının, hatta dalgın olduğu bile söylenebilirdi.
Lavaboda elini yüzünü yıkadı. Islattığı mendille boynunu uzun
54
uzun sildi. Ne yapması gerektiğini sanki aynadaki sureti bilirmiş
gibi delici gözlerle yansısına baktı. Yakalanmaktan ya da öldü
rülmekten korkmuyordu, hiçbir zaman da korkmamıştı. Onun
korktuğu Allah'a karşı vazifelerini tamamlayamadan pisi pisine
ortadan silinmekti. Şu hayatta ömür kazanmak için değil, zaman
kazanmak için mücadele ediyordu. Bin kere hamdolsun ki rız
kından bunca faydalandığı rabbinin bugüne kadar onu hep kolla
dığına, gene kollayacağına, şu fani dünyadaki vazifelerini ta
mamlamadan ömründen zaman eksiltmeyeceğine inanıyor.
55
larda "devir değişti" diyenlerle, "bu memlekette hiçbir şey kolay
değişmez" diyenler arasındaki tartışmaların bir benzeri yinelenir
di. Bunun üzerine, "kural dediğin ortada dönen dolaplara göre de
ğişir," diye karşılık verenler olurdu. Tüm bu konuşulanları birer
delil gibi hafızasında saklıyordu. Hangi bilginin ne zaman kıymet
kazanacağı, hangi durumda kullanılacağı belli olmazdı. Eğit
men'in olsun, Nihat Astsubay'ın olsun sıkça tekrarladıkları gibi,
"Bilgi iktidardı."
Otobüsteki yerine döndüğünde, içi biraz sakinleşmişti. Ada
na' ya vardıklarında olacakları beklemek daha akıllıca olacaktı .
Otobüs yola koyulduktan yirmi dakika sonraydı ki bir jandarma
birliği gene önlerini kesti. Rutin bir arama mıydı, özel bir olay
üzerine yol boyu sıkılaştırılmış bir denetim mi, askerlerin tavrın
dan anlaşılmıyordu. Erkek yolcuların tümü indirildi, kadınlar otur
dukları yerde gösterdiler kimliklerini. Güvenlik güçlerinden ba
zılarının bakışlarında zaten başından beri her şeyi biliyormuş da
avlamanın zamanını bekliyormuş gibi kendinden emin bir hava
vardı. Bazı polislerse herkese şüpheli gibi davranır, insanın yü
züne "yakaladım seni ! " bakışıyla dikkatli dikkatli bakar, karşı
sındakinin bu durumdan rahatsızlık duyup bir açık vermesini bek
lerdi. Bir bölümü acemiliğinden böyle yapardı, bir bölümü de ken
dini rolüne fazla kaptırdığından. Başkalarını ürkütmenin, korkut
manın baş döndüren gücünü damarlarına kadar hissetmek için. O
bu hissi en iyi bilenlerdendi. Bir süre önce kendisine istediği za
man bazı kişileri araziye götürebilme izni, hatta infaz yetkisi ve
rildiğinde damarlarının nasıl dizginlenemez bir güçle dolduğunu
tüm bedeninde hissetmişti. Zamanla varlığında sakin bir güce dö
nüştü bu. Ona yalvaran kişilerin sözlerini duymazdı bile. Kalbine
isabet eden yalnızca dua kelimeleri, hadis sözleri, nebilerin hik
metleriydi. Kalbini dünyaya çöl, İ slama vaha kılmıştı. Merhamet
de vicdan da yalnız saf bir kalple inanmış mümin Müslümanlar
içindi. İ lk seferinde operasyon amirinin emrindekilere, "Sorguda
müspet sonuç almak için her ne yapmak gerekiyorsa hepsine izin
verildi, anlıyor musunuz?" dediğinde polislerin gözlerinde bir-
56
denbire çakmak gibi parlayan bir ateşle nasıl heyecanlandıkları
nı gördüğünde bu hissin yalnızca kendisine mahsus olmadığını
anlamıştı.
57
SEKİZİNCİ B Ö LÜ M
EMANET BEDEN
58
Sonunda otobüsün muavini, kadının parmağıyla işaret ettiği
valizi alıp ona verdi. Sıradan, küçük boy bir valizdi. Her zaman
gidip geldiği aşina bir yolu kat edercesine kendinden emin adım
larla uzaklaşan kadın gözden kayboluncaya dek uzun uzun baktı
ardından. Sonrasında bir süre ne yapacağını bilemedi. Kendini bir
oyuna kaptırmış, ama oyun hiç de tahminlerini doğrulayacak bi
çimde sonuçlanmamıştı. İ çini kaplayan tatminsizlik duygusu gi
derek kendine yönelen bir kızgınlığa dönüşmeye başlamıştı. Hiç
bir şeyin olmaması onu yatıştırmaya, kuşkularını gidermeye yet
memiş, bir şeylerin ters gittiği duygusundan bir türlü kurtulama
mıştı.
Ağzının içi acılaşmıştı gene. Sonra bu konuyu artık geride bı
rakması gerektiğine kanaat getirip hareketlendi. İ lk bulduğu an
kesörlü telefondan Diyarba� ır'daki merkezin özel hattını aradı.
Yolun bundan sonrasında ne yapması gerektiği konusunda hiçbir
fikri yoktu. Yalnızca, " İkinci aktarmada bulunduğun yerden bu
rayı ararsın," denmişti kendisine. Büroya yeni atandığı için şim
dilik gelen telefonlara bakmakla görevlendirilmiş genç elemana
kimlik ve kod bildirip operasyon amiriyle konuşmak istediğini
söyledi. Sesi bir çocuğunkini andıran eleman tam kendisini ce
vaplarken bir anda sesi uzaklaşmış, ardından belli ki bu sırada
onun elinden ahizeyi kapan başka biri konuşmaya başlamıştı. Üs
telik beklediği operasyon amiri de değildi karşısındaki sesin sa
hibi. Kendini tanıtma gereği bile duymadan konuşmaya başlayan
kişiyi gene de sesinden tanıdı. Televizyonda haberleri okuyan spi
kerler gibi tane tane konuşurdu hep, lafları düzgün, söyledikleri
anlaşılırdı, bir şey anlatırken karışık laf etmez, zihin bulandır
mazdı. Eğitmen dedikleri, herkesin çekindiği kişiydi bu. Yüzüne
bakarak yaşını tahmin edemez, kendi söylemedikçe niyetini, ne
düşündüğünü asla anlayamazdınız. En öfkeli anında bile buz gi
bi donuk gözlerle bakardı. Gözlerini hiç kırpmayan biriydi Eğit
men. Onun bu hali köyde taşların, kayaların üzerinde gezinen, du
var diplerinde çabuk çabuk dolaşan kertenkeleleri hatırlatırdı, on-
59
lar da gözlerini kırpmazlardı. Eğitmen, arada bir ortadan kaybo
lur, nereye gittiği, neler yaptığı bilinmez sonra birdenbire tekrar
ortaya çıktığında da kimseye tek laf etmezdi. Hiçbir konuda renk
vermez, hiçbir durumda paniğe kapılmaz, birimdeki kimseye göz
le görülür bir şey yapmadığı halde herkes ondan ürker, çekinirdi.
Pek çok şey bilirdi. Gri gözlülerin keskin nişancı olduklarını on
dan duymuştu mesela. Bölgede sadece gri gözlülerden oluşan bir
tim kurmak hayaliymiş, öyle diyorlardı. Köy baskınlarından ön
ce baskına katılacaklara önden kısa bir nutuk çekmeyi ihmal et
mezdi: "İtaat istiyorsan korku salacaksın, efendiliği başka yere
sakla. Yumuşak davranarak onlara ulaşamazsın, onlara güzellik
le bir şey öğretemezsin, onların aradıkları dil otoritenin dilidir.
Anladıkları tek dil de budur. Hayvan terbiye eder gibi davrana
caksınız. Hep emir kipiyle konuşacaksınız. Anladınız mı?" Ope
rasyon amiri şu an yokmuş yerinde. Acil bir iş çıkmış, oraya git
miş. Eğitmen şu an onun adına konuşuyordu. Baştan beri kafası
nı kurcalayan konuyu, Tilki Agit'in bu sabah neden otelde olma
dığını sordu Eğitmen'e. Bu konuda etraflıca bir açıklama bekler
gibi vurgulu bir tonda sormuştu bunu. Oysa Eğitmen, "Biliyoruz,"
diye geçiştirip şimdi yapılması gerekenleri art arda saymaya baş
ladı. "Hatırlarsın, Adana'da bir aşevi vardı, hani bizim bilmediği
mizi sandıkları şu mekan . . . " Hatırlıyordu elbet, dağa çıkmak, ge
rillaya katılmak isteyen gençleri yönlendiren milislerin toplanma
yeriydi orası. "Şimdi git orada görün, milletin dikkatini çekecek
bir şeyler yap, ama abartma! Yalnızca seni fark etmelerini, yüzü
nün orada bulunanların akıllarında kalmasını sağla! Sonradan bir
terslik olursa, seni bugün aşevinde gördüklerine dair yemin ede
bilsinler, anladın mı? Ne olur ne olmaz, kendini şimdiden sağla
ma al ! Yalla billa o gün Adana' daydım diye yemin etsen başın ağ
rımaz." Kısa bir an sustuktan sonra, güçlenmiş bir sesle, "Unut
ma, senin için yeni bir görev yeri düşünüyoruz," dedi. Şu son söz
birdenbire içinde bir şeyleri harekete geçirdi; istihbarattan birile
rinin ara ara sezdirdikleri bu konu ilk kez dillendiriliyordu, hem
de böyle yetkili bir ağızdan ! Kendisini dağa hazırladıkları doğ-
60
ruydu demek! Ya ona bir oyun oynuyorlardı, ya da gerçekten bu
nun bir ödül olduğunu düşünüyorlardı. Bir keresinde, "Hiçbir ele
man vazgeçilmez değildir, asıl önemli olan ondan ne zaman vaz
geçilebileceğini bilmektir," dendiğini duymuştu. Sahiden dağa ha
zırlamak istiyorlarsa, demek ondan vazgeçmemişlerdi henüz.
Onun tetik çeken parmağına bir zaman daha ihtiyaçları vardı. De
şifre olmadığı sürece yaşayacak ömrü vardı, böyle giderse daha
da uzardı. Bir an dağda kendisini daha büyük bir imtihanın bek
lediğini idrak etti. Bir şeylere gene sıfırdan başlamanın imtihanı.
Eğitmen bölgedeki muhbirleri eğitecek polislerin eğitimin
den de sorumlu kişiydi aynı zamanda. Nasıl muhbir kazanılır, ele
geçirilenler, yakalananlar, hapishaneye düşenler saf değiştirmeye
nasıl ikna edilir? Amerika'da okumuşluğu varmış onun. Bu yol
ların hepsini orada öğrenmiş, diyorlardı. Ayrıca ileri sorgu tekni
ği konusunda uzmanmış. Sorguya alıp da konuşturamadığı kim
se olmamış bugüne kadar.
"Aşevinden sonra hemen yola çık," diyor Eğitmen. " İ stikamet
doğru Alanya! "
Rica eder bir tonda, "Bu gece burada kalsam," diyor. "Başım
çok ağrıyor, dün gece de uyumadım." Sesine ikna edici yorgun bir
ton vermişti. Antep'teki çekirdekçinin mesajıyla Kumaşçı Nas
rullah'a çağırıldığına göre mutlaka burada Hoca'yla görüşebile
ceği bir zaman aralığı yaratmalıydı.
Son anda ortaya çıkan bu aşevi konusu planını altüst etmişti
aslında. Bugün Alanya'ya doğru yola çıkarsa Kumaşçı Nasrullah'a
gitmeye vakit bulamayacağı belliydi. Hele Kumaşçı Nasrullah'tan
sonra tutup onu bir ikinci "sinyal mevkiine" yönlendirmeye kal
karlarsa Hoca'yı görmesi büsbütün imkansız hale gelecekti. Da
ha şimdiden geç olmuştu bile. Karşı tarafta kısa bir sessizlik ol
du. Bu sessizlik çabuk onay vermiş gibi görünmemek için mi, yok
sa o arada bir şeyleri tartmak için miydi, bilemedi.
"Tamam, ama yarın sabah yola çık o zaman, fazla oyalan
ma. Biz gel diyene kadar da Alanya'da kalacaksın. İnince burayı
ara. Bizden haber bekle. Dikkat çekmemeye bak. Ortalıkta fazla
61
görünme. Bugünkü hareketinle amirlerinin takdirini bir kez da
ha kazandın, arkası da öyle gelsin. Bak, Diyarbakır'dan Alanya'ya
995 kilometre yol almış oluyorsun. Bu yol senin izlerini silmeye
yeter."
62
Aynı bedenin zamanını bile iki ayrı kişi olarak yaşamak zorun
daydın. Yol üstündeki dükkanlardan birine dalıp üstüne mont bak
tı, yolda takibe alındığını anladığında şaşırtma vermek için içi ay
rı dışı ayrı renkte çift taraflı bir şey olmalıydı, tezgahtarın gös
terdiği montlardan birini seçecekken, montun sırtı yazılı ya da ar
malı olmamasına özellikle dikkat etmesi gerektiğini hatırlıyor.
Montun tersyüz ettiği tarafının rengi ardındaki takipçiyi yanıltsa
bile dikkat çeken bir yazı ya da arma onu ele verebilirdi. Aradı
ğına uygun bulduğu bir montu hızla sırtına geçiriverdi, elindeki
çantaya sığmayacağını düşünerek ceketini katlayıp büyükçe bir
poşetin içine koyup dükkandan çıktı.
Büyük bir yer sayılmayacak aşevinin içi kalabalıktı. İnsanla
rın mahalle arasındaki bir esnaf lokantasında görmeye alışık ol
duğu sıradan bir manzaraydı bu. Bir süre ayakta durup boş masa
bakındı. O sırada gitmek üz.ere yerlerinden doğrulup ayaklan
makta olan iki kişi gördü. Böyle yerlere özgü yemek kokuları, ça
tal bıçak sesleri arasında ilerleyerek onların boşalttığı yerlerden
birine oturdu. Daha kapıdan adımını attığı anda geride, çay oca
ğının orada ayakta duran adamı tanımıştı. Birimde görev alanlar
dan belli aralarla fişleme dosyalarını gözden geçirip yüzleri ez
berlemeleri, hafızalarını tazelemeleri istenirdi. Kimin nerede, ne
zaman, hangi durumda ve nasıl karşına çıkacağı bilinmezdi çün
kü. Adam, çay ocağındaki tezgah arkasından çıkıp masalar ara
sında dolaşarak yemeğini bitirmiş olanlara çay dağıtıyor, bir yan
dan da fazla belli etmeden etrafı kolaçan ediyor, göz ucuyla müş
terileri tartıyordu. Mekana hakim bir havası vardı; kulağının ar
kasına tek dal sigara iliştirmiş, pantolonunun arka cebine de he
sap koçanı tıkıştırmıştı. Giriş kapısının hizasında ortadaki dört ki
şilik masalardan biriydi oturduğu. Muşamba kaplı masanın duvar
tarafında oturan gençten biri belli ki yemeğini yeni bitirmiş, şim
di çayını içiyor, vücudunun ağırlığını iyice öne vererek masaya
abanmış halde önüne çarşaf gibi serdiği gazeteyi dikkatle oku
yordu. Selamlaştılar. "Afiyet olsun", "Eyvallah, sana da . . . " Deli
kanlı yaydığı gazeteyi köşelerinden çekerek toparlanıp masada
63
yer açmaya çalışır gibi oldu. O da bu sırada masaya gelip elinde
ki bezle önceki müşterinin bıraktığı kırıntıları silerek temizleyen
garsona siparişini veriyor. Önce çorba. Karşısındaki delikanlı az
sonra gazeteyi tamamen toplayarak ilk sayfasındaki adı uzaktan
bile okunacak biçimde katlayıp kenara koydu. Gazetenin adının
hemen üstünde yer alan spot habere takılıyor gözleri. Bir JEM te
tikçisi yakalanmış ve itirafta bulunmuştu. Manşette, " Ö ldürdüğüm
adamın kim olduğunu ertesi gün gazetelerden öğreniyordum," ya
zıyordu. İ çi bir tuhaf oldu. Kendiyle aynı işi yapan biri yakalan
mıştı. Yakalananı tanımıyordu. Hiç karşılaşmamıştı. Tetikçi öl
dürdüğü kişinin kim olduğunu bilmediğini söylüyordu. Kimse
kimsenin kim olduğunu bilmiyor, kimse kimin kim olduğundan
emin olamıyordu. Hava puslu ama kurşunlar sahiciydi. Bilincinin
yarı aydınlık bir bölgesinde sezdiği ama adını koyamadığı, içini
bir tuhaf eden şeyin nedeni bu olmalıydı. Bu belirsizlik. İçinde
kendisinin de saklandığı bu belirsizlik. Tetikçinin, iki koluna gir
miş iki polis arasındaki fotoğrafı yüzeyde görünenden daha faz
lasını sezdiriyordu ona. Bugün sabahın o erken saatinde Diyar
bakır'da tarlada bıraktığı ölüyü hatırladı. Hala vurulduğu yerde
yatıyor muydu, yoksa cesedi bulmuşlar mıydı? Günün birinde ken
disinin de böyle iki polis arasında çekilmiş bir fotoğrafı çıkacak
mıydı gazetelere? Buna hiçbir zaman izin vermeyeceğini içinin
çok derin bir yerinde biliyordu. Gazeteye basacakları dirisinin de
ğil ancak ölüsünün fotoğrafı olabilirdi. Ona bakanların gözleri he
nüz görmese de kefeniyle çıkmıştı bu yola.
Sahi Saim B aran'ı niye öldürmüştü? Devletin bundan çıkarı
tam olarak neydi? B azı cinayetlerin, suikastların kafa karıştırmak,
ortalığı bulandırmak için yapıldığı söyleniyordu. Bu da onlardan
biri miydi acaba?
64
şaşkın önce gazeteye sonra adama bakıyor. Sert mi çıksın, alttan
mı alsın bilemiyor. Adamın kararlı ve sert bakışları karşısında mi
litan bir gösterişçilik yapmaktan usulca vazgeçiyor. "Gel bakalım
şöyle arkaya," diyor çaycı . "Gel . . . gel." Durumu hala tam kavra
yamamış delikanlı gazeteyi masada bırakmakla eline almak ara
sında bocalıyor bir an. "Al onu yanına," diyor adam aynı sertlik
te ama gene alçak sesle. "Katla koy cebine." Sesinin tonunu da yü
zünün ifadesini de etraftakilerden saklamaya çalışırken masada
ki diğerinin varlığını umursamıyor bile. Bu adamın aklında kal
mak için fazladan bir şey yapması gerektiğini düşünüyor. Çay oca
ğının yanından geçerek lavabonun ve tuvaletin bulunduğu arka ta
rafta gözden kayboluyorlar. Bu ikilinin içeride ne konuştuklarını
oturduğu yerden tahmin edebiliyor. Aşevinin gizliliğini korumak
adına bu gazete de dahil olmak üzere örgütsel bağlantıların me
kanla ilişkisine işaret edebilecek hiçbir şeyi ortada bulundurmak
istemiyorlar anlaşılan. Az sonra delikanlı yüzü düşmüş bir halde
geliyor arka taraftan, belli ki sıkı bir azar yemiş, hesabı ayakta
ödeyip çıkıp gidiyor. Hemen ardından yeniden çaycı görünüyor
ortalıkta, masalar arasında dolanmayı sürdürüyor.
İçine ekmek doğradığı kıvamı yerinde çorba yetmişti kamını
doyurmaya, üstüne bir şey söylemedi, hiçbir zaman çok iştahlı bi
ri olmamıştı zaten. Bununla da övünürdü. Omuzunun üstünden
göz ucuyla arkasına bakarak, boşları toplayan çaycının masasına
yaklaşmasını bekledi. Onu ensesinde hissettiği anda birdenbire
ayağa kalkıp yarım bir dönüş yaptı. Çarpıştılar. Adamın kucağın
daki tabak, çanak, bardak yere düşüp paramparça oldu. Kırılan
cam ve porselen parçaları zemine dağılırken göz göze geldiler.
Çaycı ona bastırmaya çalıştığı bir öfkeyle bakarken, o takındığı
mahcup ifadeyle boynunu büküp defalarca özür diledi. "Kırılan
ların parasını öderim." Bütün başlar onlara dönmüştü. Kolay akıl
edilebilir, sade, basit bir har.eketti ama aşevindeki herkesin onu
görmesine yetmişti. Ö zellikle de çaycının. Birdenbire yüzünün
ifadesini değiştirip sesini alçaltarak, "Gazeteyi ortadan kaldırttı
ğın iyi oldu," dedi. "Ben de dedim, ama dinletemedim." Çaycı bir
65
anda değişen bir ifade ve diri bir dikkatle yeni görüyormuş gibi
baktı yüzüne.
Hep göze batmamaya çalışmış biri olarak şimdi tüm gözlerin
üstünde olması bir an tuhaf geldi ona, ama işini doğru yapmıştı.
Bugün burada olduğu artık kesindi, gidebilirdi.
Belli mi olur, günün birinde dağa gönderilecekse belki o da
bu aşevinden gönderilirdi.
Kumaşçı Nasrullah'a gitmek için vakit geç olmuştu. Hem ge
ce burada kalacağına göre, Hoca'yı sabahın nuruyla görmek da
ha hayırlı olacaktı.
66
DOKUZUNCU BÖLÜ M
MAH PES
67
notlar karşısında uyanan merakını gidermek için, "Ne yazıp du
rursun sen öyle bakayım mektep talebeleri gibi," deyip bu notl�
ra göz attığında yazısının eğri büğrülüğüyle dalga geçmeyi de
ihmal etmemişti. O da mahcup bir mektep talebesi tavrı takınıp,
"Her lafı anlamıyorum, ama lazım olur diye öylesine yazıyorum,"
demişti. "Neyi anlamıyorsun mesela?" sorusu üstüne, "Mesela
bunu," diyerek not aldığı son sözü göstermişti: "Tuzak avcılığı di
ğer avcılık çeşitlerine benzemez, tuzak kuracaksan insan eli değ
memiş yem koymak gerek oltaya." Nihat Astsubay bir çocuğun
saçmalığına eğlenir gibi omuz silkerek gülmüştü, astsubayın ve
diğerlerinin bilmediğiyse onun yabancı gözlere açık bu notları
kendini olduğundan daha eğitimsiz ve cahil gösterecek biçimde
mahsus eğri büğrü harflerle yazdığıydı. Bunu ona kimse öğret
memiş, kendi akıl etmişti.
Gün içinde uygun olmayan yer ve zamanlarda geçmişi hayal
etmenin, olan biteni yeniden düşünmenin dikkat kaybına ve dal
gınlığa yol açtığını bildiğinden kendini, zihnini mümkün olduğu
kadar şimdiki zamanın ve mekanın içinde kısıtlı tutmaya çalışır,
bunları geceye ve kuytuya saklardı. Dört duvar arasında bir başı
na kaldığında iyice içinin kovuğuna çekiliyor, zihninin kapılarını
ancak böyle durumlarda geçmişe ve geleceğe aralıyordu.
Yattığı yatakta bir zamandır gözlerini hiçbir şey görmediği ta
vana dikmişti. Yabancı bir yatakta yattıklarında uyku tutmadığın
dan yakınanların, "Yerimi yadırgadım," deyişini yadırgardı hep.
Demek insanların devamlı bir yerinin olması dünyayı yabancı kı
lıyordu onlara. Onun hiç kendine ait bir yeri olmamıştı. Böylesi
daha iyiydi.
Adana'da önceden bildiği, kaldığı bu izbe otelin gündüzleri
bile karanlık olan odası onun için elverişli bir mahpes görevi gö
rüyor şimdi. Gene de karanlığın azıcık gövdelenmesine izin ve
ren cılız bir ışık sızıyor bir yerlerden. Mahpus. Hapis. Medrese.
İlk zamanlarında mahpusa düşen müminlerden imrenerek söz edil
diğini duyardı. Yusuf'un atıldığı kuyuya benzetilen mahpushane
ye "Medrese-i Yusufiye" denir, yolu mahpushaneden geçmiş ki-
68
şilere de, "gönlü de, imanı da Medrese-i Yusufiye'de pişmiş, ora
da irfana ermiş," diye hayranlık belirtilirdi. Bir gün o da Yusuf gi
bi oraya atılır mıydı acaba, diye hayal ettiği toy zamanlarını ha
tırladı. O zamandan beri bu yola baş koymuş, cemaat içindeki tüm
inanmışlar gibi o da İbn-i Teymiyye'nin darb-ı mesel olmuş meş
hur sözünü kendine şiar edinmişti: "Düşman ne yapabilir ki bana,
öldürülmem şehadet, sürgün edilmem hicret, hapsedilmem hiz
mettir."
Bu otelin her zaman küf kokan odaları gene küf kokuyor. Ken
dini her ne kadar yorgun hissetse de sabah namazını kaçırmak is
temediği için erken uyumalı, yarın geçe kalmadan yola çıkacağı
için elindeki zamanı iyi kullanmalıydı.
Yarın Hoca'yı görecek olmak, onunla konuşmak ruhuna iyi
gelecekti, biliyordu. Hoca'nın ağzından çıkan her sözün üzerinde
teskin edici bir etkisi vardı. Oı:ıu kaygılandıran tek konu yeni baş
imamın talebi üzerine herkesten istenen şu özgeçmiş meselesiy
di, bu konu canını sıkıyordu bir süredir; özgeçmişinde yaptığı oy
namaların günün birinde farkına varılacak olması ihtimali kaygı
landırıyor onu. Yeni başimamın arzusu üzerine hazırlayıp Şura'ya
verdiği özgeçmişi Hoca'nın görmemiş olması muhtemeldi, gör
müşse bile göz ucuyla geçip ayrıntıları fark etmemiş olmasını
umuyordu.
Toy zamanlarında kurduğu mahpusa düşme, feda eylemle
rinde şehit olma hayallerine Hoca'nın kesin talimatlarıyla son ver
diği günleri hatırlıyor. O, karanlık zindanlarda göreceği zulme rağ
men yitirmeyeceği imanının kudretiyle Medrese-i Yusufiye'nin il
minden, irfanından geçmeyi hayal ederken, Hoca, "Seni az biraz
geriye çekiyoruz, bir müddet ortalıklarda görünmemen gerekiyor,
emniyette fotoğrafın, parmak izin, hiçbir kaydın, belgen olma
malı; seni çok daha mühim vazifeler için tenhada tutuyoruz," di
yordu. "Sen bize uzun zaman lazımsın. Hem unutma, hiçbirimi
zin dünyada yeniden asr-ı saadet devri tesis edilene kadar sürecek
cihadın imanlı bir neferi olmaktan başka unvanda gözü yoktur.
Bunu böyle bil."
69
Ne zaman bir otelde, bir askeri lojmanda, görevli gittiği kö
yün bir evinde kalsa acaba bu gece rüya görecek miyim, diye ge
çirirdi içinden. Çocukluğundan beri çok az rüya görürdü. Çocuk
ken diğer çocukların gördükleri rüyaları anlatmalarına imrenir,
kendisinin mahrum olduğu rüyaların sadece analı-babalı çocuk
lara verilmiş bir hediye olduğuna inanırdı. Bu nedenle Cihadın
Askerleri'nin düzenlediği sohbet halkalarına katılmaya başladığı
günlerde gördüğü bir rüya canlılığıyla ürkütmüştü onu. Hiçbir şey
bulanık ya da sisli değildi, gün gibi apaçıktı. Rüyasında Kabe'yi
görmüştü. Sohbet halkalarında bir Müslümanın idrak etmede güç
lük çektiği dini bir müşkülü varsa mutlaka bir seydanın eşiğine
varması gerektiği söylenmiş, o da kulağında kalmış bu bilgiyle
koşa koşa gidip caminin seydasına rüyasının tabirini sormuştu.
"Her ne kadar rüyayla amel edilmez denilmişse de senin gördü
ğün bir işaret rüyasıdır," demişti seyda. "Kabe yön demektir, ta
rik demektir. Sen kıbleni doğru yöne çevirmişsin, doğru yoldasın,
. demektir. Rüyan sana işaret vermiştir," diyen seydanın sesi bir sü
re kulaklarında yankılanıp durmuş, yanından ayrılıp caminin av
lusundaki sayvanın altına varıp sırtını bir sütuna yasladığında ken
dini ilk kez huzurlu, hatta mutlu hissetmişti. Az ötedeki şadır
vandan akan suyun sesi, avluya konan kuşların ahenkli kanat çır
pışları, gökyüzünün mavi atlasında ak ak pamuklanmış serpme
bulutlar sanki o güne kadar ölü bir manzara resmiymiş de ancak
şimdi bir canlılık kazanmıştı. Altındaki taş zeminin nemli serin
liğinin bile yavaş yavaş ruhuna yayıldığını, içini yatıştırdığını his
sediyordu. Etrafındaki her şey gibi o da bugüne kadar ölüymüş de
ancak şimdi yavaş yavaş ruh bulup canlılık kazanmaya başlamış
tı. Tam o sırada birdenbire yakınlarda art arda patlayan silah ses
leri, polis arabalarından yükselen sirenler onu yakından bildiği ta
nıdık dünyaya döndürmüş, ayakları yere değmiş, adeta dinine,
imanına sövülmüş, kendini tepeden tırnağa aşağılanmış gibi his
setmişti. Fazla uzakta olmayan bir patlamanın aydınlığının bina
ların üzerinden göğe dağıldığını görmüştü. Tabanlarında dünya
toprağının insanın etini ağırlaştıran gücünü duymasıyla birlikte
70
varlığında çok ender hissettiği, ruhunu parlatan o sevinç duygu
sunun bir anda elinden alındığı o günü, o anı hayatının bir döne
meciymiş gibi hiç unutmadı. Rüyasına bu silah seslerinin arasın
dan geçerek varacaktı ancak, sanki kaderi belli olmuştu. O gün
nedense bir şeylerden korkmuştu, ölmekten değil, dünyadan kork
muştu, ki korku hayatında pek az hissettiği bir şeydi. Korkudan
konu açıldığında Hoca, "Korkusuz insan olmaz, korku bazen iyi
dir, tedbirli yapar insanı, silahı hazırda tutar. Lakin gelip geçici
olacak korku, umumi hissiyatın olmayacak, korkunun elini kolu
nu bağlamasına izin vermeyeceksin, korkun köpeğin olacak se
nin, tasmasını hep bir elinde tutacak, bırakmayacaksın," diye akıl
verirdi. Eğitmen'in, "Korku kötü bir yol göstericidir," sözünü de
aynı duyguyla hatırlardı. Korkunun nefesini ensesinde hissettiği
hiç olmamıştı. Yalnız bir keresinde evinde tek başına yakaladığı
komünist bir öğretmene tam . kurşun sıktığı anda, vurulması ne
deniyle sendeleyen adam yere yıkılırken duvardaki guguklu saa
tin içinden çıkan ahşap kuş ötmeye başlayınca olduğu yerde ça
kılı kalmış, içini derin bir ürküntü yoklamıştı. Duvara çakılı yu
vasından bir anda çıkan kuşun ona gaibe ilişkin bir şey söylemiş
olabileceğine dair karanlık düşüncelerle birlikte sanki bu dünya
dan olmayan soğuk bir yel esip ruhunu üşütmüştü.
Korku, sadakat, iman, ihanet gibi konularda uzun uzun ko
nuşmayı seven Hoca, bir gün kinden söz açıldığında, "Müslüman
dediğin kinden uzak durmayacak. Hasım gördüklerine kin tutmak
kalbi kuvvetlendirir," demişti. Kinden yana kalbi zengindi onun.
Güçlü ve inatçı bir kini vardı, umutsuzluktan çok daha güçlü bir
sabrın beslediği koyu kıvam bir kindi bu . . . Eğer sabrı bilmemiş
olsaydı damarlarında zehir gibi akan bu yakıcı kinin kendisine za
rar vereceğini erken yaşta idrak etmiş, bu nedenle bugüne kadar
gelen yolunda hıncını hep tutumlu kullanmıştı. Cemaat içinde
mahcup biçimde de olsa Kürdistani olduğunu ifade etme gereği
duyan gençler vardı. Mesela, ihvancı 1l.limlerden Said Havva'nın
Kürt olduğunun cemaat içinde bilhassa dillendirilmediğini düşü
nenlerin bu ve benzeri durumlardan duydukları rahatsızlığı zaman
71
zaman dile getirdikleri oluyor; o da onların her bir söylediğini ak
lında tutup Hoca'ya iletiyordu. Bazı seydalar, mollalar gibi Hoca
da bu gençleri kavmiyetçilik yapmakla, ikilik yaratmaya çalış
makla suçluyordu. "Unutmayın, bizim için dünyada bir Müslü
manlar vardır, bir de kafirler," diyordu. " Ümmeti bölmeyin. Biz
ahaliye ümmet diye bakarız, ister Kürt, ister Türk, ister Arap ol
sun. Hangi dilde konuşursak konuşalım bizi Allah'a bağlayan yal
nızca kalbimizin dilidir. Kavmiyetçilik ümmeti bozar. Kavmiyet
çilik tağuti rejimlerin icadıdır. Allah'ın hükmüyle hükmetmeyen
bütün tağuti rejimler yıkılana kadar sürecek bu büyük kıyamda
böyle ayrılıklar, ikilikler yaratmak birliğimizi, gücümüzü zayıf
latır; kalbimize, aklımıza, davamıza zarar verir. " Bu tür konular
konuşulduğunda Hoca'nın sesi her zamankinden daha sert ve mü
tehakkim çıkardı.
Hoca'nın kavmiyetçilik üzerine söylediklerini düşünürken,
kendini Kürtlüğe bağlayan en güçlü bağın anadili olduğu sonu
cuna varmıştı. Zaten o da farkında olmaksızın anadilini temiz tut
muştu hep, misal aklından kötü şeyler geçerken Türkçe düşünü
yor, bir şeylere öfkelendiğinde sadece Türkçe küfrediyordu. De
mek ağzından çıkan küfür Kürtçeyi kirletmesin, anasının dili te
miz kalsın istiyordu. Hocanın sözleri ona bunları düşündürmüş,
bir şeyleri bilmeden sadece kalp yoluyla doğru yapmış olduğu his
sine kapılarak gönenmiş, bunu kalbinin iman kuvvetine yormuş
tu. Bu ve benzeri durumlarda Hoca'nın sözlerinin aklında, kal
binde, hayatında ne kadar çok yer kapladığını düşünürdü sık sık.
Son birkaç yıldır da Eğitmen'in sözlerini başka bir niyet ve dik
katle kaydediyordu hafızasına. Eğitmen'in bazı sözleriyle Ho
ca'nın bazı sözlerinin birbirine ayna tutar gibi benzediğini düşü
nürdü; kendi ekseni etrafında dönen bir döner ayna gibi. Misal,
Eğitmen, "En önemlisi sıradan şeylerle şüphe uyandıracak şeyle
ri ayırmasını bilmektir," dediğinde, Hoca'nın, "Şüphe iyidir, ve
him zarar verir, canını sakin tutmayı bileceksin," diye akıl verdi
ğini hatırlardı. Nasıl Hoca onu Cihadın Askerleri içinde daha mü
him işler için saklayıp kolluyorsa, Eğitmen de onu havada izli kur-
72
şunların uçup durduğu günübirlik sıcak çatışmalardan uzak tutu
yor, "B izde öyle orta yerde kurşun sıkacak adam çok, maksat se
nin gibileri saklıda, siperde tutmak," diyordu. Eğitmen'i anma
sıyla birlikte onun her an karşısındakinin içini okumaya hazırmış
gibi bakan bakışları tüm canlılığıyla geliyor gözlerinin önüne. Ba
zı durumlarda öğrenmek istediklerini insanın alnından, gözlerin
den, burnundan, çenesinden okuyacakmışçasına karşısındakini
silahsız bırakan delici bakışlarla yukarıdan aşağıya tarar, söze öy
le başlardı. Onun Cihadın Askerleri'nin bir neferi olarak JEM için
de yuvalanma görevinin en zor yanlarından biri de, emrindeki her
kesi sinsi ve zalimane bir dikkatle göz hapsinde tutan Eğitmen'in
bakışları altında gerçek kimliğini, burada bulunuşunun asıl niye
tini gizlemeyi başarırken öte yandan Eğitmen'in bir açığını, ge
diğini, zayıf yanını yakalamaya çalışmak zorunda olmasıydı. Da
hil olduğu birim içinde en di�at etmesi gereken kişinin Eğitmen
olduğunu daha aralarına kabul edildiği ilk günlerde anlamış, pu
sulasını buna göre ayarlamayı baştan akıl etmişti. Eğitmen'in bi
rimdeki görevinin, yetki derecesinin ne olduğu pek bilinmediği
gibi, zaman zaman günlerce, bazen haftalarca ortadan kaybolma
sının nedeni de, nerelere gittiği, ne tür işler çevirdiği de bilinmi
yordu. O da Eğitmen' in yokluğunda bir parça olsun nefes alıp azı
cık gevşeyebiliyordu. Eğitmen'in güvenlik güçleriyle irtibatlı ki
şiler hakkında dosya tuttuğunu öğrenmişti, mutlaka kendine ait
bir dosya da bulunduruyor olmalıydı. Halil. JEM 'in gizli kapaklı
işlerinde görevlendirildiğine göre dosyasına henüz bir gölge düş
memiş demekti. Yoksa kanı gibi kalbi de soğuk olan bu adamın
kendisini bir gün bile yaşatmayacağını çok iyi biliyordu. Eğit
men'in diğerlerininkine benzemeyen bir zalimliği vardı. Sinsi, he
saplı bir zalimlik. Sabretmeyi, en uygun zamanı kollamayı bilen
bir zalimlik. Kendisi hakkında, "Gözleri boş bakıyor bu elema
nın, böylesinin eline ver tabancayı, tetiği çeksin, anca o işe ya
rar," diye konuştuğunu duyduğunda ona karşı ilk zafer duygusu
nu tatmış, bu hizbuşşeytanların arasında gizlenmek konusunda ne
denli başarılı olduğuna ikna olmuştu. İçinden gülmüş, "Görüyor-
73
sun işte Eğitmen. Senin Amerikalarda yaptığın onca tahsil terbi
ye İ slamın kalelerine işlemez ! Belli ki hiç İ slamla müşerref ol
mamışsın," demişti. "Sen de ben de insanız ama kabuklarımız
farklı."
Eğitmen'in yasal mevzuata uymayan karanlık işler yaptığı
şüphesi etrafta konuşulan konulardandı, askerlikten ciddi suçla
malarla atılmış iki astsubayla hala irtibatta olması, Jandarma Böl
ge Komutanlığı Hizmet Muhafız Bölüğü'ne yerleştirdiği itirafçı
lardan birini kendi kirli işleri için kullandığı söylentisi başka iş
ler çevirdiğinin de bir işareti olarak yorumlanıyor, ama kimse bun
ları yüksek sesle dillendirmeye cesaret edemiyordu. Bir keresin
de Eğitmen'den hoşlanmayan bir jandarma yetkilisinin konuşma
sına kulak misafiri olmuş, "Ankara'da açık cezaevinden eski bir
Kürt gerilla getirtmiş, jandarma evlerinde bile tutmayıp Şehitlik
semtinde bir evde saklıyormuş, kendi işini gördürüp gönderecek
besbelli," dediğini duymuştu.
Anlaşılan herkesin arkasında kendine ait dışarı ışık sızdırma
yan karanlık bir bölge vardı; henüz onunla yüz yüze gelip tanış
madığı ama varlığının bir gölge olarak JEM üzerinde dolaştığı o
ilk günlerinde, Eğitmen'den "Sorgulama sanatının en kralından
felsefesini yapmış adam," diye söz edilirdi. Tanıdıktan sonra da
bizzat onun ağzından, "Acının sınırı vardır, ama kaygının yoktur.
Sorgulamanın başarısı çektirdiği acıya değil, uyandırdığı kaygı
ya bağlıdır," sözlerini duymuştu. Karşısındakinde yalnızca sorgu
odasında değil, gündelik hayatta da kaygı uyandırmak anlaşılan
onun temel hayat taktiğiydi. Eğitmen'in bu tür kıymetli bilgi ye
rine geçeceğini düşündüğü sözlerini Cihadın Askerleri'ne iletmek
üzere aklının bir kenarına yazıyor, mezar evlerde, hücrelerde ya
pılan sorgulamalarda da böyle yapılmış olmasını umuyor, yapıl
mıyorsa da bu yöntemleri onların da aklına düşürmeye çalışıyor
du. Gerçi İran'a gidenler de sorgulamalar konusunda çok şey öğ
rendiklerinden bunları zaten biliyor olabilirlerdi.
Eğitmen başta jandamıa istihbarat şubelerindeki sorgu amir
leri olmak üzere bazı elemanları etrafına toplar, sohbet havasın-
74
da sorgulama teknikleri konusunda akıllar verirdi. "Güç çabuk
fark edilir bir şeydir, görünüşe çalışır, sen zayıf taraflarını bul
maya bakacaksın. Göz sadece gösterileni görür, sense görüneni
aklınla deşip işlemeyi bileceksin." Bu çeşit konuşmalarından son
ra onun için biraz takdir, biraz alayla karışık, "Bu işin filozofu ol
muş," diye söz ederlerdi. Eğitmen'e göre sorguda önemli olan şey
lerden biri de kişisine göre değişen ortamı yaratmayı akıl edebil
mekti. "Sorguya çektiğin elemana göre değişen taktikler vardır
unutmayın. Mesela sorgu ortamını sesle doldurursan net düşüne
mezler, dikkatleri dağılır mutlaka açık verirler. Verdikleri açıktan
sızarsın içeriye, anlaşıldı mı?" dedikten sonra dinleyenlerin yüz
lerini hızla tarar, sanki kimin ne kadar anlayıp anlamadığına öy
le karar verirdi.
Devlettekilerin, Cihadın Askerleri'nde de sorguya direnme
eğitimleri verildiğinden ne k�dar haberdar olduklarından emin de
ğildi. Cihadın Askerleri, direnme eğitimlerinde polisin eline dü
şüldüğünde ne yapılması gerektiğine dair sıkı bir eğitim veriyor
du oysa. "Bazı doğruları söyleyeceksin elbet, muhtemelen kendi
lerinin de bildiklerini senin ağzından duymak sana zaman, sor
gucuya da güven kazandırır. Lakin saklanması gereken ayrıntıla
rı ya atlayacaksın ya da ifaden inandırıcı olsun diye sahteleriyle
değiştireceksin. Cihadın her askeri sorgu sırasında karşı tarafı ne
kadar oyalayabilirse, dışarıdakilere kaçıp saklanmaları için zaman
kazandırmış olur."
75
tında ya da ceketinin iç cebinde değilse o sırada ortada bulunan
herhangi bir kalemi kullanmayıp kendi dolmakalemini bulana ka
dar arar dururdu. Parmağına bulaşan mürekkep lekelerini çıkar
mak için uzun uzun ellerini yıkadığını görmüştü kaç kez. Oysa
pek titiz birine benzemiyordu. B ir keresinde de çatışmada vurul
muş bir teröristin üstündeki kirli örtü yukarı doğru fazla çekildi
ğinden ayağının teki dışarıda kalmıştı, Eğitmen cesedin başında
bir süre öylece durup boş gözlerle baktıktan sonra uzanıp teröris
tin açıkta kalmış ayağını örtünün içine almıştı. "Demek bu da se
nin engelleyemediğin bir huyun," diye geçirmişti içinden o an.
"Leşini arkada bırakamıyor musun Eğitmen?" Onun bu davranı
şından şimdilik nasıl bir anlam çıkarması gerektiğini bilememiş,
ama bu hareketin ileride işine yarayabilecek bir bilgi barındırdı
ğını sezmişti. Ona öğrettikleri gibi, önemli olan her çeşit bilgiyi
bir kenara kaydetmekti, bakarsın kullanılacağı maksat sonradan
hasıl olurdu.
Birdenbire kapının öte yanından gelen tıkırtılar kulaklarının
dikilmesine, yatağının içinde doğrulmasına neden oluyor. Usulca
yatağının baş ucuna koyduğu tabancasına uzanıp alıyor eline, em
niyet kilidini açıyor. Tıkırtı daha güçsüz bir tonda tekrarlanınca
hafif adımlarla kapıya kadar gidiyor, dışarıdan yapılacak bir tara
maya hedef olmasın diye gövdesini kapıdan uzak tutacak biçim
de duvar tarafına siniyor, ses çıkarmamaya çalışarak kulağını ka
pıya dayıyor. Rasgele bir tıkırtı mıydı bu, gürültü çıkarmamaya
çalışan birinin elinde olmadan yol açtığı bir ses mi, anlamaya ça
lışıyor. Dışarıda hiç ses-nefes yok. Tıkırtı da duyulmuyor. Bir�
denbire otobüsteki kadının takip işini Adana Otogarı'nda bir baş
kasına devretmiş olabileceği düşüncesi beynini yakıcı bir alev gi
bi yalayıp geçiyor. Hiç beklemediği bir anda tongaya düşmüş ola
bilir miydi? Kuşkularında haklı mı çıkmıştı, yoksa gene yersiz ku
runtulara mı kapılmıştı, emin olamıyor, belki hiç olamayacak, bun
dan böyle her tıkırtıda tetikte duracağa benziyor. Güven getire
ne kadar uzunca bir süre etraftaki koyu sessizliği dinleyerek ayak
ta bekliyor, sonra durumun tehlike barındırmadığına ikna olmuş
76
bir halde kendi evhamına gülümseme gereği duyuyor, yatağına
dönerken otobüsteki kadını daha önce nerede gördüğünü, nere
den tanıdığını hatırlayana kadar onun kendisini rahatsız edeceği
ni hissediyor. Kadının öneminden ziyade hafızasıyla kurduğu iliş
kiye dair bir huzursuzluk bu. Belki hatırlamasını gerektiren bir
şey yoktu aslında, yalnızca birine benzetmiş olabilirdi, ya da bir
yerde görmüş, karşılaşmışsalar bile gene de hatırlamayacaktı bel
ki. Yatağa uzanmasıyla birlikte uykuyu çağıran gözleri adeta ken
diliğinden kapanıyor.
77
ONUNCU BÖLÜM
SİNYAL MEVKİ
78
Dükkanların çoğunun kapalı olduğu, bazılarının kepenkleri
ni yeni açtığı sabahın bu erken saatinde şehrin eski yerleşim böl
gesindeki Büyük Çarşı'nın yüksek kemerli bir geçide açılan ka
rarmış yüzlü çift kanatlı kapısından içeri girdiğinde kuvvetli bir
serinlik çarpıyor yüzüne, ardından böyle tarihi çarşıların kendile
rine özgü o kesif ve ne olduğu anlaşılmaz kokusu . . . Hızlı adım
larla önünden geçtiği dükkanlar bir bir ardında kalıyor. Geçidin
sonuna gelip açık havaya çıktığında başlayan yolun çarşının di
ğer kapısına kadar kesintisiz uzadığını biliyordu. Karşılıklı ola
rak dükkanların birinden ötekine gerilmiş farklı renklerdeki ten
teler aşağıya gölge yapıyor, yolun iki tarafında da yer alan ve eni
daha dar olan ara yollar bir ağacın gövdesinden dört yöne uzayan
dallar gibi bütün çarşıya yayılıyordu. Açık havaya çıktığında içe
rideki serinlik de, koku da dağılmış, daha doğrusu geride kalmış
tı. Biraz daha yürüyüp yolun a� ilerisinde ikinci sağdan saptı. Ten
telerin birbirlerine kavuştuğu yerlerdeki ince aralıklardan sızan,
gücünü henüz bulamamış sabah güneşi önünde uzayan yolu ışık
lı çizgilerle dilimliyor, bu kez de yan yana dizili yeni kepenk aç
mış baharatçı dükkanlarından dışarı taşan kokular birbirine karı
şarak insanda baş dönmesine benzer bir hal yaratıyordu. Kestir
meden gitmek için saptığı yolun sonunda ulaştığı meydan, zama
nın yüzlerini hafiften kararttığı taş yapılardan oluşan eski çarşıyı
yeni çarşıya bağlıyordu. Yoluna düz devam ederek meydanı ar
dında bıraktı . Sağ tarafında eski taş yapıların, sol tarafında yeni
dikilmiş beton binaların yer aldığı bu yol adeta şehrin iki farklı ta
rihini birbirleriyle yüzleşircesine karşı karşıya getiriyordu.
Dün aldığı çift taraflı montun bugün diğer yüzünü giymiş, bu
raya gelene kadar yol boyu arada bir, ardında biri olup olmadığı
nı her zamanki yöntemlerince denetlemişti. Her şeye rağmen ope
rasyon amiri, belki Eğitmen ya da hiç bilmediği bir güvenlik bi
rimi ardına birilerini takmış olabilirdi. Çarşıyı ortasından ikiye
bölen yolun, cafcaflı vitrinlerin göz kamaştırdığı, kumaşçıların
dükkan önlerine top top kumaş dizdiği, renk renk yemeniyi, şalı,
örtüyü çengellere tutturup astığı cümbüşlü yerine geldiğinde iz-
79
lenmediğinden, ardında kimsenin olmadığından emindi artık.
Gene de olduğu yerde bir süre dikilip elini gözlerine siper ede
rek güya arkasından gelen birini bekliyormuş gibi yaparak etrafı
kontrol etti. Oysa yalnızca sabahın ilk müşterileri olarak alışveri
şe, bir şeyler bakmaya ya da öylesine dolaşmaya gelmiş, yanın
dan yöresinden kayıtsız yüzlerle geçip giden sıradan insanlardı
etrafta görünenler. . . Durumdan emin oldu. Artık dükkana girebi
lirdi. Burası aralarında "sinyal mevki" sözüyle şifreledikleri he
deften önceki bağlantı noktasıydı. Farklı tarihlerde farklı neden
lerle bir-iki kez daha gelmişti buraya. Kumaşçı Nasrullah diye bi
ri yoktu, mekana işaret eden bir şifreydi bu yalnızca. Cihadın As
kerleri'ni kuşatan çok kollu düşmana karşı hemen her şeyi şifre
leyerek kendilerini güven altına alma taktiklerinin bir parçasıydı.
İhtimal İran aklının her hamleyi güven altına alan satranç taşla
rıydı bu tedbirler.
Diğerlerine göre daha koyu renkli, daha ağırbaşlı görünüşlü
kumaşların satıldığı basık tavanlı gösterişsiz bir dükkandı eşiği
ne geldiği yer. İ çeri girdiğinde göz göze geldiği tezgah arkasında
duran adamı sağ elini kalbinin üstüne götürerek selamladı, "Es
selamu aleykı'.lm u rahmetullahi berekatuhu". Daha önce görme
diği ama varlığından haberdar olduğu yeni adam olmalıydı bu,
otuzlarının başında gösteriyordu, balığınkini andıran kafasıyla bu
dünyadan değil de başka bir alemden gelmiş gibiydi. Tezgahın
çaprazındaki köşedeyse dokuz-on yaşlarında bir erkek çocuğu uy
kusunu alamamış gözlerle ayakta duruyordu. Üstündeki beyaz
gömlek, yaprak koyuluğundaki yeşil yelek, boynundaki hamayı
la asılı muska, başındaki takke çocuğun Kur'an kursuna devam
ettiğini söylüyordu. Görünürde dükkanda pek bir değişiklik ol
mamıştı, tezgahın gerisindeki "Bismillahirrahmanirrahim" levha
sının yanı sıra, duvarlarında gösterişsiz çerçeveler içinde bir aye
tin, bir hattın, bir de "Müşteri velinimetimizdir" yazısının yer al
dığı cam levhalardan başka bir şey yoktu. İ çeride biri daha vardı,
halinden tavrından alışverişini tamamlamak üzere olduğu anlaşı
lan sıradan bir müşteriydi bu, az geride durup onun gitmesini bek-
80
ledi, beklerken de bir süre etrafa bir şeyler arıyormuş gibi bakı
narak oyalandı. Müşteri çıktıktan sonra güven uyandırmaya ça
lıştığı bir sesle, "Halep'ten gelecek kumaşın akıbetini soracaktım,"
dedi. Tezgahın arkasındaki adam, bir süre karşısındakini tartan
bakışlarla süzdükten sonra çocuğa dönerek, iki elinin parmakla
rıyla insana bir anlamı olduğunu düşündüren işaretler yaptı. "Si
zin Mervan Ağbi'nin ahbabı olup olmadığınızı soruyor," dedi ço
cuk. Mervan adına Sünnilerde pek rastlanmadığına dair yanlış bir
kanaatten ilham alarak şaşırtmaca vermek için seçilmiş bir şif
reydi bu. Belli ki adam onu imtihan ediyordu. "Benim Mervan
isimli bir ahbabım olamaz, Mervanlarla işimiz olmaz! " dedi. Tez
gahta duran adamın yüzüne çok hafif bir gülümseme yayıldı, bel
li ki güven getirmişti. Ardından daha tok ve kararlı bir sesle, "Ben
Halep'ten gelecek kumaşın akıbetini sormaya geldim," diye tek
rarladı. Çocuk, ona dönerek �damın işaret diliyle verdiği cevabı
seslendirdi. Önceden duyup bilmiş olduğu gibi adam dilsizdi. Bel
li ki bu iş için özellikle seçilmişti ve büyük ihtimalle okuma yaz
ma da bilmiyordu. Tutuklansa bile kimseler konuşturamazdı onu,
hatta Eğitmen dahi bu mühürlü ağzın kilidi karşısında çaresiz ka
lırdı. Bu sırada dilsiz adamın Mervan adını parmaklarıyla nasıl
söylemiş olabileceğini düşünmeden edemedi, belli ki ayn, özel
ve takibi zor bir işaretti bu. Kumaşın bugün geldiği bilgisi üzeri
ne, "Kumaş aynı yerde mi dokunuyormuş peki?" diye sordu. Ço
cuk gene adamın el işaretlerini izledikten sonra, "Hayır," dedi.
"Dokuma tezgahının yeri değişmiş." Kolundaki saate baktı, bu
gün zamanla yarışacaktı. Alanya otobüsüne vaktinde yetişmeye
bakmalıydı. Tezgahtaki adam arkasını dönmüş eliyle orta rafların
birindeki kumaş topunun arasını yokluyor, belli ki bir şey arıyor
du. Sonra kumaş katlarının arasından bir şey çekip çıkardı. Dör
de katlanmış nohut rengi bir kağıt parçasıydı bu. Önce yanılıp ço
cuğa verecek gibi oldu, son anda hatasını fark etti, doğrudan ona
uzattı, kendisine uzatılan kağıt parçasını aldı adamın elinden. Ço
cuğun adama uzanan eli bir an havada asılı kaldı. Bu sırada tez
gahtaki adam işaretlerle anlatmayı sürdürüyordu . "Adres budur,
81
tarifi de buradadır, okuyup ezberle, iyice ezberle ki yanlışlık ol
masın ! " Hafızasından emin olana dek üst üste okuyup ezberledi
ği kağıdı geri verdi. Ardından adamın dibi iyice kararmış metal
bir kül tablasında tutuşturduğu kağıdın hızla kavrularak sönüşü
nü ateşe sabitlenmiş gözlerle izledi. Yeni bir sinyal mevki ver
mediklerine göre bundan sonrası Hoca'nın yanıydı demek. Şim
dilik zaman kazanmıştı. Ardından tezgahtaki adam gene arkası
na dönüp bu kez en alt rafın gözden uzak köşesinde adeta gizlen
miş gibi duran bir top kumaşı tezgah üstüne serip iki metre kada
rını kesip katlayarak ona uzattı. Adamın kendisine gösterdiği gi
bi rengi ve deseni dışarıdan fark edilecek biçimde koltuğunun al
tına sıkıştırdı kumaşı. Tam çıkacakken kenara çekilip içeri girmek
üzere olan müşteriye yol verdi. Az önce ezberlediği yol tarifini iz
leyerek kağıtta verilen adrese doğru hızlı adımlarla uzaklaştı. Ta
rifte belirtilen yer herhangi bir taşıta binmesine gerek duyurma
yacak yakınlıktaydı. Bu, iyiydi.
O çıktıktan sonra çocuk telefonun almacını eline alıp bir nu
mara çevirdi, bir bakkal dükkanının numarasıydı bu. "Annem hel
va yapacakmış, şeker yokmuş, biriyle gönderin," deyip kapattı.
Karşı taraf mesajı almıştı. Az önce çıkan adamı karşılamaya biri
ni gönderecekler demekti.
82
O N B İ R İ N Cİ BÖLÜM
HOCA KAPISI
83
Birden az ileride bir kapı girintisinde gövdesinin ağırlığını bir
ayağının üstüne yüklemiş, bir omuzuyla duvara yaslanmış birini
fark ediyor. Orada sebepsiz duruyormuş gibi görünse de gözcü
lük yaptığı belli. Anlaşılan mahalle her bakımdan iyi korunuyor,
bu iyiye işaretti.
Daha yeniyetmelik yıllarından başlayarak dikkat ve takip ko
nusunda ustalaşmış olduğunu düşünüyordu. Çarşı esnafı arasın
da gizli gizli içki içen kişileri, vakit namazlarını kılmayıp sadece
cuma namazlarını kılanları mimleyip aklının bir kenarına yazar
dı. Bununla da kalmaz, namaz sırasında ellerini göbeğinin üstün
de değil, kalbinin üstünde birleştirenleri ilk bakışta ayırt ederdi.
(Yalnız bir konuda değil, her konuda senden olanla olmayanı bir
bakışta bileceksin ! Düşmanın üç adımda gittiği yolu sen bir adım
da gideceksin. Daha onlar varmadan sen orada olacaksın ! ) Ciha
dın Askerleri'nin dar'ül harbin tağuti rejiminin camilerinde cuma
namazı kılınmaz düsturunu yürürlüğe koyduğu günlerde bu kez
de ikazları dinlemeyip cumaları camiye gidenlerin çetelesini tut
maya başlamıştı.
O sırada ara sokakların birinden çıkıp önü sıra yürümeye baş
layan gençten bir adam dikkatini çekti. Önce omuzunun üstünden
arkasına, onun bulunduğu tarafa şöyle bir bakmış, sonra sağa kıv
rılarak sakin adımlarla önü sıra yürümesini sürdürmüştü. Bu genç
adam sokakları dar köşelerinden değil, geniş köşelerinden bir yay
çizerek alıyor böylelikle görüş alanını genişleterek başkalarınca
takip edilip edilmediğinden, peşinde birinin olup olmadığından
emin oluyor, hem de aralarındaki mesafeyi kolluyordu. Cihadın
Askerleri'nin güvenlik ve takip talimatlarının ilk maddelerinden
bildiği bir davranıştı bu. Batman'ın, Diyarbakır'ın, Mardin'in dar
sokaklarında her an bir tuzağa düşme ihtimaline karşı kişinin ken
dini güvenceye alması için ilk öğretilen sıradan tedbirlerden bi
riydi. (Geçmişten bir ses kulağının dibinde konuşuyordu sanki:
Takip edildiğini anlayan kişi tedbirlerini artırır, marifet o şahsa
takip edildiğini hissettirmemektir ki başka tedbir almasın.) Gü-
84
lümsedi. İran'a, Tahran'a, Mako'ya eğitime gidenlerin orada öğ
rendikleri ilk şeylerden biri gizlenme ve takip taktikleri değil miy
di? Birini takip etmenin ya da seni takip edeni atlatmanın taktik
leri . . . Bu genç adam önden yürüdüğüne göre, arkasında da biri ol
malıydı, kendisini makasa almış izliyorlar demekti, eski ve gü
venli bir yöntemdi bu. Güvenlik zincirinin her bir halkasının her
aşamada böylesine sıkı denetlendiğini görmek hoşuna gitti. Kol
tuğunun altına sımsıkı kıstırdığı kumaşın görünürlüğünden emin
olmak için kolunu azıcık gevşetti. Belli ki burası alnı secdeye de
ğen insanların oturduğu, ezan-ı şerifin semayı inlettiği kalp em
niyetiyle gezilebilecek mahallelerdendi. Cemaat içinde hep ko
nuşulduğu gibi, cemaatin maslahatı her şeyden daha mühimdi ve
hiçbir şart altında cemiyeti ıslah etme gayretlerini hafifletmemek
şarttı.
Evlerin birinden belli bel �rsiz ezgili bir ses, sanki bir ağıt ta
şıyor sokağa. Kulağı onu yanıltmıyorsa cemaatin şehitler kervanı
kasetlerinden biri olmalıydı bu. Eğer öyleyse belli ki orada yası
dinmemiş bir aile oturuyordu.
85
Orada bulunduğu sürede önceleri, kendilerine yasaklandığı halde
kızlarla gizlice konuştuğunu gördüğü tarikattaki çocukları izleyip
ihbar etmiş, onların kuytuya çekilip nasıl dövüldüklerini kayıtsız
gözlerle seyretmişti. JEM 'e katıldığında yapılan işkenceleri tep
kisini ölçmek için özellikle seyrettirdiklerinde de aynı merha
metten yoksun kayıtsız gözlerle bakmış, onların güvenini de bu
yolla kazanmayı başarmıştı. Herkesin gördüklerine katlanma ye
teneğine sahip olmadığını çocuk yaşlarından beri biliyordu, ken
dini bununla imtihan ettiklerini anladığında sorgu odalarında şa
hit olacaklarına hazırlanmıştı.
Mardin' de tarikat eğitiminin daha başlarındayken kısa bir sü
re sonra görevleri büyümüş, görev alanı genişletilmişti. Cihadın
Askerleri'nin örgütlenme yapısında fark edilmek ve yükselmek
için çırpınıp duranlara değil, fark ettirmeden sessiz ve derinden iş
yapanlara kıymet biçildiğini erkenden sezmişti. (Her çeşit gürül
tü sizi ele verir, davranışlarınız sakin olmalıdır, dışarıdan bakan
gözler içinizdeki iman ateşini görmemelidir. Siz hiçbir şey yap
masanız da, dışarı verdiğiniz alev sizi ele verir. Yakalanırsınız !
Ateşinizi Karacadağ 'ın yüksek karlarının altına saklar gibi içi
nizde saklamalısınız ! ) Sonraki yıllarda bir ilkokul hademesinin
cemaatin ileri gelenlerinden biri olduğunu öğrendiğinde hayran
lıkla karışık bir şaşkınlık yaşamıştı. Allah için çalışmanın yeri ,
makamı yoktu.
86
karşılık alamayınca, "Esselamu aleykı1m u rahmetullahi bereka
tuhu," diyerek tekrarlama gereği duydu. Tezgahın başındaki ter
zi onu gözlüğünün üstünden dikkatli bakışlarla süzdükten sonra
dönüp camdan dışarı göz attı. Bu sırada az önce bir binanın giri
şinde sotaya yatmış takipçi delikanlı karşı kaldırımda yerini al
mış, elleri ceplerinde terziden bir hareket bekliyordu. Kendisine
onay bekleyen gözlerle bakan terziye, hafif bir baş hareketiyle ge
lenin beklenen kişi olduğunu doğrulayan takipçi genç hemen ar
dından ağır adımlarla uzaklaşmaya başladı. Her şeyin yolunda ol
duğuna ikna olan terzinin yumuşayan bir yüz ifadesi ve sıcak bir
sesle, "Aleykumüsselam u rahmetullahi berekil.tuhu," diyerek se
lamım alması üzerine koltuğunun altındaki kumaşı uzattı ona. Ter
zi, eline aldığı kumaşı uzun uzadıya incelenmesi gereken bir şey
miş gibi bir süre elinde evirip çevirip oyalandıktan sonra bir kez
daha camdan dışarı bakma gereği duydu. Dışarıda kuşku uyan
·
dırması gereken bir hal yoktu , beklenmedik bir durum karşısında
zaman kazanmak ister gibi davranan terzi elindeki kumaşı gene
aynı ağır hareketlerle tezgahın üzerine yayarken, başıyla arka ta
rafa geçmesini işaret etti ona. Terzinin her şeyi yavaştan alan bu
tedbirli davranışlarına bakarken Cihadın Askerleri'nin, emniyet
ve istihbarat çalışanlarından çok daha temkinli olduklarına bir ke
re daha kanaat getirip duyduğu gururla belli belirsiz gülümsedi.
Dükkanın tepe ışığı yanmadığından arka tarafa yürüdükçe ışık da
ha azalıyor, etraf daha gölgeli bir hal alıyordu. Terzinin işaret et
tiği arka duvarda ilk bakışta çift kanatlı kalın bir perdeden başka
bir şey görünmüyordu. Perdeyi hafifçe araladığında ardındaki ka
pıyı gördü. Duvara gerilmiş bu ağır kumaş perde ısı kaybını ön
lemek için konulmuş gibi görünse de, ardındaki kapının varlığını
dikkatlerden kaçırmaya yaradığı anlaşılıyordu. Burası diğer bi
naların arka yüzlerinin baktığı geniş sayılabilecek ortak bir avlu
ya açılıyordu. Dışarı adım attığında bir an durup etrafı gözleriyle
taradı. Avlunun sol tarafında birkaç küçük çocuk oynuyordu, ça
maşır iplerinde birkaç çarşaf, örtü, pike kurumaya bırakılmış, ha
vaya inceden bir sabun kokusu yayılmıştı. Avlunun karşı tarafın-
87
da sağdaki binalar arasında yan yana iki kişinin ancak geçebile
ceği, adeta kayalar arasında açılmış bir yarığı andıran dar bir ge
çit gözüne çarptı. Arka sokaklardan birine bağlanıyor olmalıydı.
Bu avluya herhangi bir dört tekerlekli motorlu taşıt giremez, bu
radan ancak bisiklet ya da mobiletle geçilebilirdi, ani bir baskın
ya da beklenmedik durumlarda bu geçidin kaçış yolu olarak kul
lanılabileceği hesaplanmış olmalıydı. O sırada avlunun sol tara
fında, en uçtaki evin basamaklı eşiğinde beliren gençten bir adam
hafif bir baş hareketiyle yanına gelmesini işaret etti. Avluyu hız
lı adımlarla boydan boya geçerken evlerin avluya bakan pence
relerine göz atmayı ihmal etmedi, tüllerin arkasında onu izleyen
gözlerin varlığını hissetti. Bumuna hafiften yemek kokuları gel
di, birileri bir yerlerde biber kızartıyor olmalıydı.
Eşiğine vardığı kapıdan içeri baktığında, gelenin ayakkabıla
rını çıkarmadan geçmesi için koridor boyunca serili yer yaygıla
rının toplanmış olduğunu gördü. Ortalıkta kimse görünmüyordu.
"Doğru, dümdüz gidiyoruz," diyen ensesinde soluğunu hissettiği
genç adamın önü sıra hızlı adımlarla yürümeye başladı. Evin baş
ka bir sokağa açılan ön kapısına vardıklarında genç adam öne ge
çerek kapıyı açtı, dışarı şöyle bir göz attı, sokağın güvenli oldu
ğuna kanaat getirdikten sonra geçmesi için yol verdi ona. "Doğ
ru karşıdaki kapıdan içeri giriyorsun," diye başıyla işaret etti. Yal
nızca birkaç evin sıralandığı çıkmaz bir sokaktı burası. Bu çık
maz sokağın girişteki ucunda duvara yaslanmış -belli ki gene or
talığı kollamakla görevlendirilmiş- biri duruyordu. Onunla göz
göze geldiğinde çıktığı kapının ardından usulca kapandığını duy
du. Birkaç adımlık yolu hızlıca geçip gösterilen evin kapısından
içeri girdi. Girer girmez ilkin tuhaf bir serinlik çarptı yüzüne, her
tarafı kapalı tutulan evlerde rastlanan beklemiş bir serinlikti bu . . .
Ortalığa derin, huzurlu bir sessizlik hak.imdi.
Kısa bir süre sahanlıkta durup insanın içini üşüten bu sessiz
liği dinledi. Bu kadar sıkı tedbirlerle korunduğuna göre sık sık yer
değiştirdiği bilinen Hoca'nın şimdi saklandığı yer olmalıydı bu
rası. Eskiye göre tedbirlerin daha da artırıldığı görülüyordu. O sı-
88
rada birdenbire ortaya çıkan bir başka genç adam yanına gelerek
selam vermeyi bile zaman kaybı gören bir telaşla ve alçak sesle,
"Hoca Efendi bekliyor," dedi. Sahanlığı geçip sağ tarafa, zemini
ne tek basamaklı bir eşikle çıkılan salon tarafına yöneldiler. Sol
da yer alan, evin ön kapısı olduğunu düşündüğü geniş kanatlı ka
pının kalabalık bir sokağa açıldığı dışarıdan gelen seslerden an
laşılıyordu. Sokaktan gelen herhangi bir ses bu az eşyalı geniş sa
londa yankı yapıyordu. Anlaşılan evin daimi sakinlerinin dışında
kimse bu ana kapıyı kullanmıyor, böylelikle evin şüphe çekme
mesi sağlanıyordu.
Ü st kata çıkarlarken basamaklara ışık veren pencerelerin ke
mik rengi kalın tüllerinin ardından dışarıyı görmeye çalıştı. An
laşılan üç ayrı yöne kaçış yolu bulunan korunaklı bir yerde ko
numlanmıştı ev, yanındaki evlerin arkalarındaki avlular birbiri
ne geçit veriyor, sokak aralar! nda taşıt giremeyecek darlıkta, bil
meyenin içinde rahatlıkla kaybolabileceği labirenti andıran do
lambaçlı yollar bulunuyordu. Çevredeki ara yollar, çapraz so
kaklar ani bir durumda çok yönden kaçma, saklanma fırsatı veri
yor olmalıydı. Şehrin bu eski yerleşim bölgesi belli ki bu özel
likleri nedeniyle seçilmiş, aralardaki bazı yıkık yerlerin yerine ya
pılmış yenileri belli bir nizama göre inşa edilerek burası adeta bir
iç kale haline getirilmişti. Bazı binaların cephelerinde, evleri bir
birine bağlayan duvarlarda yama gibi duran yeni yüzlü taşlar bu
yenilenmiş yerlerin ek yerlerini ele veriyordu. Nedense birdenbi
re, dağdan inip itirafçı olmuş JEM elemanlarından sıkça duydu
ğu "çıkışını bilmediğin mağaraya girmeyeceksin" sözünü hatır
ladı. Bu itirafçıların çıkışı düşman belledikleri devletin kucağına
oturmak olmuştu sonunda.
Evin büyüklüğü göz önüne alındığında dikkatini çeken şey,
etrafta pek az eşya olduğuydu. Güvenlikle ilgili bir sorun çıktı
ğında anında tahliye edilebilecek sade döşenmiş bu az eşyalı ev
lerin düzenini iyi bilirdi. Etrafta iz bırakmamak, ani bir baskın ya
da beklenmedik durumda ıvır zıvır taşımak zorunda kalmamak,
kolayca toparlanıp kaçabilmek için ayak altında gereksiz eşya,
89
fazla öte beri bulundurulmazdı. Hoca burada yaşadığına göre hüc
re evi olması imkansızdı. Belki Hoca'nın da burada uzun kalma
yacağı hesaplanıp eşyanın fazlasına gidilmemişti.
Antep'ten bu yana yol boyu Hoca tarafından neden acele çağ
rılmış olduğu sorusu içini kemirip durmuştu. Cihadın Askerle
ri'nin başına yeni bir başimamın geçmesiyle birlikte örgütün ta
lebi üzerine verdiği özgeçmiş bilgilerinde oynamalar yaptığının
anlaşılmış olması olasılığı onu ürkütüyor, bu konuyla ilgili can sı
kıcı sorularla karşılaşmaktan, bir güven sorunu yaşamaktan kor
kuyordu . Eski başimam zamanında örgütün bu tür talepleri ol
mazdı, hiçbir şeyin kaydı tutulmazdı, ne bildiri, ne afiş, ne pan
kart, ne yazılı herhangi bir şey, örgütün amentüsü sırdı, yapılan
en ses getirecek eylemler bildiriler, duyurular yoluyla sahiplenil
miyor, eylemin kendisinin başlı başına bir açıklama, bir imza ol
duğuna inanılıyordu, her şey İ slamın ilk yıllarında olduğu gibi sır
içinde yaşanıyordu; gizliliğin bir nevi ibadet sayılması bu sebep
ten değil miydi? Cihadın Askerleri için sağda solda söylenen "sır"
kelimesi ona uhrevi bir vasıf kazandırmıyor muydu? Çocuklu
ğundan beri her şeyi içinde tutarak büyümüş biri olarak bu sırlı
hava onun çok daha hoşuna gidiyor, kendini şimdi de İ slamla sır
lanmış gibi hissediyordu.
Yeni başimamla birlikte bazı şeyler değişmişti cemaatin için
de. Sürekli raporlar tutuluyor, sorgulamalar videoya çekiliyor, he
men her şey kayıt altına alınıyordu. Şartlar sertleşmiş, sorguda ka
faya poşet ya da bidon geçirmek, naylon eritip çıplak tene dam
latmak, hayaları burmak gibi konuşturma taktikleri gelmişti bir
de . . .
Gene bu yeni dönemle birlikte Cihadın Askerleri'ne katılmak
isteyenlerden kendisine ve ailesine dair ayrıntılı bilgi talep edili
yor, kimin aracılığıyla örgüte katıldığı soruluyor, kişinin içinde
yer aldığı askeri eylemlerin, eylemlerde kimlerle beraber olduğu
nun bile listesi isteniyordu. Tüm bu bilgilerin polisin, askerin eli
ne geçtiği takdirde örgüte, cemaate büyük zarar vereceğini düşün
düğünden, günü gelip kendisinden de özgeçmiş bilgilerini yeni-
90
lemesi istendiğinde her türlü tehlikeyi göze alarak bir hileye baş
vurmuştu. Ne kadar iyi korunursa korunsun, yazılı olanın, kayda
geçenin günün birinde polisin eline geçmesi ihtimalini göz ardı
edemez, kendi adına bu riski göze alamazdı, bu nedenle verdiği
özgeçmişte bir-iki doğruyu sahte bilgilerle harmanlama gereği
duymuş, gerçek kimliği konusunda şaşırtmaca vermişti. Örgütün
kendilerine bağlı kişilerin kimliğini gizlemek için öteden beri çe
şitli yöntemler geliştirmiş olduğunu biliyordu. Örneğin, polisin
eline düşen biri sorguya alındığında, örgütle bağlantısını sağla
yan asıl kişiyi ele vermemesi için sözde bağlantıyı sağlayan ha
yali kişi için sahte bir profil yaratılır ve o kişinin uydurulmuş pro
filinde yer alan her bir ayrıntı örgüt elemanına tek tek ezberleti
lirdi. "O hayali kişinin gerçek olduğuna kendiniz inanana kadar
dersinizi defalarca çalışacaksınız," diye sıkı sıkı tembih edilirdi.
"Yakalandığınızda sizi çok sıkıştıracaklar, üstünüze çok gelecek
_
ler, çapraz sorgulayacaklar, hileli sorularla tuzak kuracaklar, ol
madı canınızı yakacaklar. Her ne olursa olsun en ufak bir açık ver
memelisiniz. Kendi gerçek irtibatınızı onlardan saklamanızın baş
ka bir yolu yok ! Onları böyle oyalayarak en azından irtibatta ol
duğunuz asıl kişiye kaçıp saklanması için zaman kazandırmış olur
sunuz." Bütün bunlarla da yetinmez, tıpkı tiyatro yapar gibi, sor
gu benzeri bir durum yaratarak her bir elemanı kendi sahte bağ
lantısının profili konusunda defalarca imtihandan geçirirlerdi.
Sahte profil oluşturma konusunda daha o günlerden epey dene
yim sahibi olduğu için, kendi uydurma özgeçmişinde herhangi bir
açık vermiş olması pek ihtimal dahilinde değildi. Gene de kaygı
ya kapılmaktan alamıyordu kendini. Foyasını ortaya çıkaracak tek
kişi onu neredeyse çocukluğundan beri tanıyan, bir dönem özel
ulaklığını yaptığı Hoca'ydı, şimdi tek ümidi Hoca'nın bu özgeç
mişte yazılanlardan haberinin olmamasıydı.
Hoca'nın, Cihadın Askerleri'nin kuruluşundan beri örgütün
çekirdek kadrosunda ve Şura içinde yer aldığı cemaatin yüksek
kadrolarında biliniyordu elbet. Şura'ya girmek için molla olma
şartı vardı ve her eylem için Şura içinden birinden fetva alınması
91
mecburiydi. Hoca'nın mollalığının ise itibar ve iltifat derecesi yük
sekti. Cemaate biat yemini ederek katılmış kişilere kod adı olarak
peygamber dönemi sahabelerinden Yasir, Ammar, Musab bin
Umeyr gibi birinin adı verilirdi. Hoca'nın özel ulaklığını yaptığı
sıralarda ona da bir kod adı verilmişti tabii ama bu adı yalnızca
Şura katındakiler biliyordu. Şimdi verdiği yeni özgeçmişinde kod
adını özellikle anmayarak yaptığı hilenin üstüne bir kat örtü da
ha atmıştı.
Hoca, eski başimamın sağ kolu olduğu gibi, Adana bölge so
rumlusu olmadan önce Batman, Diyarbakır, Bitlis gibi farklı yer
lerde saha çalışmalarını yönetmiş, devletin istihbarat birimleri izi
ne ulaşır gibi olmaya başladığında da hemen yeraltına çekilmiş
ti. Emniyette Cihadın Askerleri'yle ilgili masanın elemanlarını en
uğraştıran şeylerden biri Hoca'nın nerede saklandığı, şimdilerde
yaşayıp yaşamadığı, hatta sahiden var olup olmadığıydı. O da pe
kalil. polisleri yanıltmak için örgütçe yaratılmış sahte profillerden
biri olabilirdi. Askerin, polisin bilmediklerini bilmenin hazzı onu
ürpertirdi, evin ikinci katında yarısı buzlu camla kaplı bir kapının
önüne vardıklarında gene öyle oldu. Koca bir devletin bilmediği
ni biliyordu o. Bu eşikte durduklarına göre Hoca bu kapının ar
dında olmalıydı. Hoca'yı tanıyanlar onun için, "Yüzü sahabeden
Amr bin Cenuh'un yüzü gibi nurludur," derlerdi. Şimdi Hoca'nın
nuru bu kapının buzlu camından dışarı vuruyor gibiydi adeta.
92
ON İ K İ N C İ B Ö LÜ M
ECEL BEŞİGİ
93
maya hazırlanırken Hoca eliyle onu sedire, yanına oturmaya da
vet ediyor. "Ve aleykfimselam ve rahmetullahi berekatuhu. Hoş
gelmişsen evladım, sıcak bir çayla başlayalım sohbetimize," di
yor. Kapı ağzında hazır duruşta bekleyen delikanlı hemen çay ge
tirmeye seğirtiyor. Hafif bir gülyağı kokusunun hakim olduğu sa
lonun duvarında zamanı söyleyen saate, saatin yeşil zeminli kad
ranındaki Arapça rakamlara baktığında birdenbire şu içinde ya
şadıkları anın, her şeyi Müslümanlaştıran ulvi bir fanus olduğu
zannına kapılıyor. İnsana Hazreti Ö mer'in meşhur sözüyle, "inan
dığı gibi yaşayanların" katında olduğunu hissettiren, içini huzur
ve aydınlıkla kamaştıran şu kıymetli anın manevi lezzetinden da
ha yoğun yararlanmak için gözlerini kapayıp derin bir soluk alı
yor. Sesinde soru tonuyla, " İyisin, hoşsun inşaallah?" diyor Hoca.
Yanıtını beklemeden hemen, "Allah hayrını kabul etsin," diye ek
leme gereği duyuyor. Hoca'nın bu sözünden onun Saim Baran ola
yını öğrenmiş olduğunu anlıyor. Her infaz sonrasında, "Allah hay
rını kabul etsin," diye temenni etmek Cihadın Askerleri'nin ada
bındandı ne de olsa . . . Sesinde takdir belirten bir tonla, "Gerçi bu
iş için seni biz vazifelendirmedik ama gene de Allah seni razı ol
duğu kullarından eylesin, bir münafıkı daha Allah'ın huzuruna he
sap vermeye göndermişsin. Son görüştüğümüzde sana, ' Her bir
şehidimize karşılık üç infaz gerek,' demiştim. Allah azim bu se
ferki üç infaza bedel oldu. Yetmiş senedir insanların aklını, fikri
ni, ruhunu zehirlemiş bir mürteti dünyanın defterinden silmişsin.
Ümmetimi dinden imandan eden, kim bilir kaç yolunu şaşırmış
gafili dağdaki eşkıyanın kucağına atan bir kafir daha eksildi se
nin sayende. Şeytanın fısıltılarına bel bağlamış kişilere bir darbe
daha indirdin. Kuvvetli bir darbe ! Allah katında kıymetinin mis
liyle bilineceğinden hiç şüphen olmasın ! " Elindeki tespihin bon
cuklarını parmaklarının arasında tek tek deviren Hoca'nın vaaz
verir tondaki bu gönül okşayıcı sözlerini tevazu ve minnet belir
ten bir hareketle boynunu yana kırarak sessizce dinliyor, ardından
alçak sesle, "Ne yapıyorsak Allah rızası için, Allah'ın izni ve si
zin tarikinizle," diyor. Bunları söylerkenki sesini, halini, kendini
94
beğeniyor. Hoca'nın yanındayken sesinin tam da kendi sesi gibi
çıktığını sevinçle fark ediyor, sesi kendisine benziyor. Yerinden
çıkmış bir şeyi tekrar yerine oturtur gibi yeniden kendisine yer
leştiğini memnuniyetle hissediyor.
"Malum her devir kendi ebucehilleriyle geliyor. Biz de bu as
rın ebucehilleriyle mücadele ediyoruz, kolay harp midir bu? Dev
letin infaz listesine bu kafirlerden daha çok kişinin adının yazıl
ması lazım, bunun için de daha çok çalışmak gerek, dağdaki mür
tetleri zaten asker temizliyor, düzdeki akıl hocalarının kökünü de
tez vakitte kurutmak lazım," diye ekliyor Hoca. "Lakin onları öl
dürmek yetmez, ruhlarını da bedenlerinden sökmek gerekir am
ma artık rabbin bahşettiği gücümüz ne kadarına yetiyorsa." Da
vudi bir ton kazanan sesi dua eder gibi çıkıyor. "Eskilerin dediği
gibi, ördüğün ağlardaki örümcekleri birbirine düşürmek mühim
dir elbet, devletle bizim ara:n:ı ızdaki bu nişan-düğün günleri çok
sürmez, bu sulh bir gün bitecek, sıra bize de gelecektir. Malum,
bizimki dava ortaklığı değil, düşman ortaklığıdır. Bizim cenahı
mızdaki maksat az verip çok almaktır. İlahi rızaya kavuşana ka
dar kat edilmesi gereken yollar, sineye çekilmesi gereken çileler,
zaruri, mecburi haller vardır. Biliyoruz ki mürtet örgütle müca
delede biz onlar için geçici bir vasıtayız sadece, ilk fırsatta göz
den çıkarılacak bir vasıta . . . Ama biz de kendi davamız, kendi he
deflerimiz için onları bir vasıta olarak kullanmıyor muyuz? İki ta
rafın da bilip de sustuğu bir vaziyet değil midir bu? Bu malumun
ilamı sözlerim boşuna değil." Duvardaki saati işaret ederek, "Rab
bin saati işliyor," dedikten sonra derin bir nefes alıyor. "Susma
nın müddetinden iyi faydalanmak gerek. Onlar kendi maksatları
nın zamanına bakar, biz bizimkinin vakt-i saadetini kollarız, si
lahlarını bize doğrultacakları gün uzak değildir. O güne kadar ne
yaparsak, ne yaptırırsak davamız hanesine kar yazılacaktır! "
O sırada bir tepside dumanı üstünde çaylan geliyor. Yaklaş
tıkça artan tütsülü kokusundan, kıvamlı renginden kaçak çay ol
duğu anlaşılıyor. Hoca'nın da çayı kendisi gibi şekersiz içtiğini bi
liyor. Bu benzerliği hatırlamak bir kez daha hoşnut ediyor onu.
95
"Birikmiş mevzular var," diyerek söze yeniden başlıyor Hoca.
"Gönül biraz daha hasbihal edelim isterdi, lakin biliyorum vaktin
dar, her hususun tafsilatına girmeye lüzum yok, meraklanmaya
sın çok oyalamayacağım seni. Gelelim asıl mevzuya," derken se
si hiç olmadığı kadar ciddileşiyor. Konunun şu özgeçmiş mesele
si olduğuna ikna olarak yüreği sıkıntıyla kabarıyor. "Seni yanıma
çağırmamın birkaç sebebi var, ama en önemlisi şu: Yeni başimam
buraya, Adana'ya hicret ediyor. O burada barındığı sürece cemaa
tin merkezi de Adana olacak."
Bu, onun için sahiden de beklenmedik bir haber, yeni bir bil
gi, şaşırıyor, heyecanlanıyor. Cemaat içinde kimsenin bilmediği
bir şeyi bilmenin insana ayrıcalıklı olma keyfi kazandıran heye
canı içini kamaştırıp tenini ürpertiyor. Tıpkı birini infaz etmeye
gittiklerinde, az sonra kapısını çalacakları adamın birazdan öldü
rüleceğini bilmenin insanın kasıklarını ürperten hissi gibi bir şey
bu. Resimler düşüyor gözlerinin önüne. Dağ köylerinde rüzgarın
uğultusuna kurtların ulumasının karıştığı uzun kış gecelerinde ka
pılarına vardıkları ev ahalisi rüzgarın, köpeklerin, kurtların se
sinden kapılarının vurulduğunu bile duymaz, bir süre sonra bazen
ellerinde alevi titreyip duran bir lamba ve korkudan büyümüş göz
lerle kapılarını açarlardı gelene . . . Bazen geride paçaları lastikli,
çubuklu pijamasıyla bir çocuk durur, gelenlere bakardı. O an tam
da hayatla ölüm arasındaki sınırda duran birinin kaderinin ipini
elinde tutmanın insanın kanını tutuşturan o benzersiz kuvvetini şu
an yeniden damarlarında hissediyor, zevkle yutkunup Hoca'nın .
anlatacaklarını dinlemeye, kendisine tanınan imtiyazın tadını çı
karmaya bakıyor.
"Batman'dan başlayarak civardaki her yerde emniyet çembe
rini iyice daralttılar, başimamın yer değiştirmesi icap etmektedir.
Biz burada gereken tedbir ve emniyeti hasıl ettik, lakin emniyet
ve istihbarat teşkilatının bu mevzuda bir malumatı var mıdır, var
sa bunun derecesi nedir, oralarda bu mevzuyla alakalı neler ko
nuşulmaktadır, kafi derecede bilmiyoruz. Acilen dört koldan taf
silat toplamamız lazım. Bir müddettir her cenahtan yardım alarak
96
bu mevzunun üzerinde kafa yoruyoruz. Senin kulağına çarpan bir
şeyler var mıdır?" Kısa bir sessizlik oluyor. Hoca şimdi onun yü
züne kemirici bir dikkatle bakıyor. Soru sorar tonuyla, "Ben, ben
başimam Diyarbakır'dadır diye biliyordum," diyor. Cevap vermi
yor Hoca, doğrulamıyor, yalanlamıyor; verilecek her bilginin bir
sınırı olduğunu hatırlatan müstehzi bir gülümsemeyle yetiniyor.
Başimamın nerede olduğunun, ne zaman, nasıl yer değiştir
diğinin Cihadın Askerleri içinde her kademede gizlendiğini bil
mez değildi. Zaten devlet bile bütün imkanlarını seferber etmesi
ne rağmen, eski başimamla ilgili yaptığı istihbaratın sonucunda,
onun sabahları sofrasından Pervani balıyla yeşil zeytinin birkaç
çeşidini eksik etmediği bilgisinden fazlasına ulaşamamıştı. Eski
başimamın hüviyeti deşifre edildikten bir süre sonra öldüğü bil
gisi ellerine geçtiğinden beri istihbarat güçlerinin en büyük me
rakı onun yerine kimin geçec �ği olmuş, deliler gibi bunu öğren
menin peşine düşmüşlerdi. Emniyet teşkilatının onca gayrete rağ
men yeni başimamın kimliğinden halii haberdar olmadığından
emindi. Aslında başimamlık makamına şimdi kimin oturduğunu
kendisi dahil Cihadın Askerleri içinde pek çok kişi de bilmiyor
du. Yeni başimamın kim olacağı konusunda bir tahmini vardı el
bet, ama bunu Hoca'ya karşı dillendirmeye kalkışıp ağız yoklu
yormuş gibi görünmek istemedi. En yakın ilişkide bile bazı bilgi
leri . insanın kendisine saklaması gerektiğini yaşadığı tekinsiz ha
yat yeterince öğretmişti ona. Bunca yıl boyunca ona, "Sustukla
rın, konuştuklarının on katı olmalı," denmişti hep. Tabiatına za
ten uygun olan bu düsturu o da kendisine şiar edinmiş, yanlış bir
şey söylememek için hiçbir şey söylememeyi nicedir öğrenmişti.
Sessizliğin arkası en güvenilir yerdi. Hayattan pek çok yetişkin
den çok daha fazla şey öğrendiği bir çocukluktan gelmişti.
Şimdi Hoca'ya açıklama yaparken doğru kelimeleri bulmaya,
tane tane konuşmaya çalışıyor. Kulaklarını her ne kadar açık tut
maya çalışsa da, bu konularda kimseden pek bir bilgi alamadı
ğından, emniyet içinde "Radikal Gruplarla Mücadele" adı altında
kurulan birimdeki polislerle yakınlık kurmaya, ağızlarından laf
97
almaya çalıştığından, zamanla içlerinden bir-ikisinin güvenini ka
zandığından ama gene de sözü edilmeye değer bir mesafe kayde
demediğinden söz ediyor. "Bu mevzularda su sızdırmıyorlar, hep
afaki laflarla geçiştiriyorlar, emniyet ve istihbarat birimlerinde
herkes herkese şüpheyle bakıyor," diyor. "Haksız da sayılmazlar,"
diyerek bıyık altından gülümsüyor Hoca. "Malumun olduğu üze
re nasıl bizim emniyette adamımız varsa, onların da bizim içi
mizde adamları olduğundan şüpheleniyoruz. Ya baştan sokmayı
başarmışlar, ya da ne yapıp ne edip sonradan kazanmışlar." "Ho
cam işte bu yüzden herkesin ağzı fazla mühürlü. Ben de meraklı
görünüp fazla soru sorarak dikkat çekmek istemiyorum," diyor.
"Son zamanlarda kriminalci bir uzman çavuşla yakınlaştık, Asa
yiş kolordu komutanlığı bölgesindeki hadiseler hakkında fazla şey
biliyor. Ofis semtinde bunlara ayrılmış lojman gibi yerler var. Şe
hitlik'te gizli evler. . . Arada bir gevşediği zamanlara denk geldi
ğimde ağzından laf almaya gayret ediyorum." ,
Belli ki Hoca'nın duymak istedikleri çoğu bir sonuca bağlan
mamış bu bilgiler değildi. Nitekim Hoca'nın yüzündeki merakın
söndüğünü görüyor, ardından hafifçe öne düşmüş başını pence
reye doğru çevirip bir süre suskun kaldığını, kapalı perdenin ar
kasından sokağı görüyormuşçasına, orada olup biten bir şeylere
sabitlenmişçesine bir dalgınlığa kapıldığını sessiz gözlerle izli
yor. Hoca'nın sesindeyse görünüşündeki dalgınlıktan eser yoktu:
"Başimamın emniyetinin sağlanması bizim için en birinci mev
zu, en mühim mesele ! Her zamankinden fazla teyakkuzda olma
lıyız. Dediğim gibi devletin bize verdiği şu geçici kolaylığın re
havetine kapılmamak gerek, dağdaki mürtet örgütün işini bitir
dikten sonra sıranın bize geleceğinin hesabını yaptıklarını her an
akılda tutmak gerek. Biliyorsun, bazı malumatlar en umulmadık
zamanda geçer insanın eline, gözlerin her zamankinden daha kes
kin, kulakların her zamankinden daha açık olmalı. Bir başka me
sele daha var: Şu televizyonlara çıkıp İ slam hakkında ileri geri ko
nuşan, kendi kendine ' İ slami feminist' midir nedir bir yafta uy
durmuş kadını kaçırmış bizimkiler, hücre evlerinin birinde do-
98
muza bağlanmış, sorgudaymış, önce bizdenmiş galiba, sonra kop
muş. Nihayetinde ortadan kaldırılması icap edecek. Bu meseley
le ilgili emniyette hava nasıl?"
Yanıtını henüz alamadığı sorusu havada asılı dururken devam
ediyor konuşmasına: "Bu işin, tam da başimamın yer değiştirme
zamanına denk gelmesi kötü oldu. Bu kadını bulma bahanesiyle
arama taramaları, baskınları her yerde sıklaştırmışlar. Televizyo
na her çıkan şahıs başa bela oluyor. " "Hocam, öyle şeylerin gü
rültüsü Istanbul, Ankara gibi yerlerde olur, oradakiler televizyonda
görüp televizyonda unutuyorlar, buralarda kimsenin umurunda de
ğil böyle şeyler. Aksine ibret oluyor. Başını kapatmakla Müslü
man olunmuyor, başının içi fazla açıkmış o kadının. İ yi oldu ! "
Hoca gülümsüyor, sesine neşe gelmişti, "Fazla konuşmuyorsun
da, bak konuştun mu tam konuşuyorsun ! " diyor.
Sormanın sırası gelmiş g�bi derin bir nefes alıp boğazını te
mizledikten sonra, "Hocam kafamı kurcalayan bir mevzu var," di
ye başlıyor söze. "Antep'te bana otobüs biletini ve emaneti geti
ren sivil polis, Adana'da kumaşçıya gitmemi söyledi. Bizim çe
kirdekçinin bildiği Kumaşçı Nasrullah'ı polis nereden biliyor, di
ye bir an hayrete düştüm, zihnim karıştı, lakin bizim emniyetteki
adamlarımızdan biri olsa gerektir, diye kanaat getirdim. Öyle mi
dir, eğer öyleyse, bana kendini bildirmesi, belli etmesi doğru mu
dur değil midir, bilemedim." Hoca belli belirsiz gülümsüyor, "Afe
rin, nazarı dikkatinden kaçmamış, o da senin gibi devletteki kıy
metli sırlarımızdandır, ikiniz de sınanmış, denenmiş, itimat tel
kin etmiş adamlarsınız, birbirinizi bilmenizde bir beis yok, emni
yet içinde iyi yükseldi o, jandarmayla da arası iyi. Hatta jandar
mayla arasının iyi olduğunu emniyettekiler bile bilmiyor, merak
etme. Malum emniyetle jandarma sık sık hırlaşıyor. Geçimsiz iki
kardeş gibi birbirlerine karşı kuvvet mücadelesi veriyor müba
rekler! Onların hırlaşmasından miktarınca istifade etmek gerek.
Ama bizim adam iki kuvvet arasında hep salih bir noktada dur
mayı beceriyor, ip cambazı maşallah ! Bir zamandır Nihat Astsu
bay'a çengel takmış, JEM 'e yanaşıyordu. Sana Antep'te yeni silah
99
vermesini Nihat Astsubay istemiş ondan, bu ilk talebiymiş zaten,
fazla tafsilat da vermemiş. Bizimki de anlamazdan gelerek işini
kolaylaştırmış. Anlaşılan bu işten senin Eğitmen'in bile pek ha
beri yok, birbirlerinin arkasından ne işler çeviriyorlarsa artık! Ney
se vesile oldu, birbirinizi tanımanın vakti gelmişti, gün olur yol
larınız kesiştiğinde birbirinize yardımınız dokunur. . . Bütün hadi
se bilgim dahilindedir, meraklanmayasın," diye bağlıyor sözünü.
Söyleyeceklerinin önemini kendi içinde bir süre düşünüp tart
tıktan sonra, "Allah razı olsun Küçük Ağa'nın bize sağladığı bir
imkanla Başbakanlık Bilgi İ şlem Merkezi'nde önemli mevkide de
bir adamımız var, onunla irtibatımız işte bu şahsın vasıtasıyla yü
rütülüyor. Kıymetli bir köşe başında duruyor anlayacağın. Me
raklanma, öyle uluorta işlere sürmeyiz onu. Bir zamandır asker
lerin içindesin, arazide cephane gizlemenin kıymetini öğrenmiş
sindir. "
Aklı Antep'e gitmişken Hoca'ya otobüste şüphelendiği ka
dından söz edip etmemek konusunda kararsız kalıyor bir süre. İçi
ni şöyle bir yokladıktan sonra, kendisinin tam olarak çözememiş
olduğu bir konuda Hoca'nın aklını karıştırmaktan, ortalığı bulan
dırmaktan, kendisini zayıf bir pozisyonda gösterecek bu belirsiz
liği anlatmaktan vazgeçiyor. Bugünkü görüşmeyle ilgili olarak her
ikisinde de genel bir tatminsizlik havası hakim, ama en azından
özgeçmişteki tahrifat meselesinin ortaya çıkmamış olması kaygı
larını gidermiş, içini rahatlatmıştı onun. Hoca'nın, "Nasılsa Hoca
biliyordur, duymuştur, anlatmışlardır diye düşünmeden duyduğun
bildiğin dikkate değer ne varsa hızla rapor geç bana," demesi üze
rine Diyarbakır' da gazete bürosunda ensesinden vurulan muhabir
hadisesini anlatıyor önce. Cihadın Askerleri'nin devletle ilişkisi
ni açığa çıkaran basındaki ilk haberdi bu ve bunu yazan muhabi
rin derhal susturulması gerekiyordu. İnfaz sonrasında işler biraz
sarpa sarmıştı, Hoca'nın olayın ayrıntılarına ilişkin sorusu üzeri
ne, infazcının acemice davrandığından, büroda yangın çıkarma
ya çalışırken fazla gürültü yaptığından, bunun üstüne durumdan
şüphelenen komşuların polis çağırdığından söz ediyor. İnfazcının
1 00
şansı yaver gitmiş de yakalanmamış Allahtan, polisin sonradan
civarda yakaladığı iki gözcüyse hedef şaşırtmak için suçu üstlen
mişler ama tatbikat sırasında daha büronun hangi katta olduğunu
bile bilmedikleri ortaya çıkmış. Ü stelik büroda muhabirin vurul
duğu yeri de yanlış göstermişler. Polisler de oyunu hemen anla
mışlar tabii. Buna benzer birkaç örnekle yeterince pişmeden sa
haya gönderilenlerin ileride daha büyük zararlar verebilecekleri
konusundaki kaygılarını dile getirerek sözlerini tamamlıyor. Ho
ca'ya göre de bölgedeki güçler arasında en akıl almaz kurnazlık
larla en aptalca işler, en şeytani planlarla en budalaca hamleler iç
içe yürüyordu. Salih akılla iş yapmak gün günden güçleşiyor, do
layısıyla kurnaz akıl karşısında başka türlü, aptallık karşısında
başka türlü hazırlıklı olmak, rehavete kapılmamak gerekiyordu.
"Dolayısıyla, bu kadarını akıl edemezler, demeyeceksin, bu ka
dar aptal olamazlar da demey�ceksin, en akla hayale gelmez şey
leri hesap ederek hamledeceksin, maalesef durum bu," diye bağ
lıyor sözünü. Hoca ile ne zaman konuşsa zihninde dönen çarkla
rın yağlanıp tazelendiğini, aklının hız, berraklık ve emniyet ka
zandığını düşünüyordu.
Onun birtakım konularda verdiği bilgileri başını hafifçe öne
arkaya sallayarak dinleyen Hoca, kısa bir sessizlikten sonra, "Bil
diğin gibi zulümde perva göstermeyen laik devlet ve onun beşeri
hukuku İ slami mukaddesattan uzaklaşmış kişilerin infazını cina
yetten sayıyor," diyor. "Allah uğruna yapılanların gözlerinde hiç
bir hükmü yok! Beşeri hukuka bel bağlamışların dağıttıkları ada
letten nasibimize bir hayır düşmediğini görüp öğrenmedik mi bun
ca zaman? Lakin Allah'ın emri ve izniyle bitecek elbet bu asr-ı
zulüm ! Bu modem ebucehiller devri ! " diye derin bir iç geçirdik
ten sonra kısa bir süre susan Hoca'nın, " Her neyse, bölgede umu
mi ahval ne durumda?" diye sorusu üzerine, bölgedeki camilerin
neredeyse tamamına yakınının anahtarlarını geceleri teslim al
dıklarını, faaliyetlere orada devam ettiklerini gururla anlatıyor. Di
yarbakır' da geceleri saat l Ö 'dan sonra Çevik Kuvvet Merkezi'ne
gidip eğitim gören Cihadın Askerleri'ne bağlı yeni elemanlar hak-
101
kında bilgi veriyor. İçlerinden bazılarının Özel Harekat Timi ele
manları gibi bıyık bıraktıklarını söyleyip, " İyice kaynaşıyorlar,"
diye ekliyor. Batman, Kızıltepe, Lice' deki İ slamcı polislerden, ce
maatin onlardan bazılarıyla kurduğu irtibattan söz ediyor. "Kızıl
tepe'de Bilali Mahallesi'nde İ stiklal İ lkokulu yanındaki binada bir
Kur'an kursu açıldı. Elazığ 'dan getirttiğimiz imam kurs veriyor
orada, kurslara alaka fazla. Kızıltepe Yenimahalle Mezarlığı'nın
bitişiğindeki vakfın binası Özel Tim görevlilerince korunuyor. Ka
firlerin militanları yüz adım bile yaklaşamıyorlar oraya, malu
munuz o bina Küçük Ağa tarafından hibe edildi bize. Emniyet teş
kilatı içinde Küçük Ağa'nın yakında bakan olacağı konuşuluyor
muş . Sayıları artan dava mensuplarının birbirleriyle daha kolay
buluşmaları, karşılıklı dini telkinatta bulunmaları için civar iller
de arka arkaya yeni kırtasiye, kitapçı dükkanları, çayevleri açılı
yor. . . " "Oh, oh, ala ala," diye keyifleniyor Hoca. "Hilvan ve An
tep'teki cephaneliklere takviye yapıldı. Gercüş'te Sekli, Gömülü ,
Çiçekli köyleri civarında yeni eğitim kampları kuruldu, jandar
ması, polisi başını öte yana çevirmiş görmezden geliyor. " "Elbet
te şimdilik," diyerek araya girme gereği duyuyor Hoca. "Gene de
tedbir ve teyakkuz gerek," diyor. "Ne olursa olsun her daim ted
bir ve teyakkuz." Bu arada Diyarbakır'da ortalıkta cirit atan Ame
rikan, Alman, İ srailli ajanların varlığından söz açıyor. "Hayra se
bep değil elbet. Turist gibi dolaşıyorlar ortalıkta, şehirden ahbap,
tanış edinmeye bakıyorlar. Şimdilik dokunamıyoruz onlara, ama
mimliyoruz."
" İ stedikleri kadar aramızda gezip dolaşadursunlar, ne Ame
rikası, ne Avrupası hiçbir zaman anlamayacak bizi. A. lemlerimiz
başka. Onlar ne İ slamı biliyorlar, ne Müslümanı tanıyorlar! Yü
rüttükleri akıllarla, yaptıkları planlarla her seferinde başka bir ba
tağa saplanıp kalıyorlar burada, fezada aya gidiyorlar belki, ama
İ slamın mübarek topraklarında akılları kilitleniyor."
"Hocam İ ttiat'tan olduklarından şüphe edilen bir"iki kişi da
ha var, hani şu İran gizli servisinden."
"Olacak elbet, İ ttiat'tan da olacak, Muhaberat'tan da olacak.
1 02
Hepsinden olacak. Lakin biz sonunda Allah'ın dediğinin olacağı
nı biliyoruz."
Hoca onun ağzından dinlediklerinin bir bölümünü biliyordu
elbet, ama gerisini sindirmek, belki de hafızasında kayda almak
için başını hafifçe öne arkaya sallayarak bir müddet daha susu
yor. Ardından, "B ir mevzuumuz daha var," diye karıncalanan bir
sesle söze başlayıp yeniden sustuğunda, Hoca'nın bu nefes pa
yında şu özgeçmişteki tahrifat konusunu açmak için uygun ke
limeleri aradığı vehmine kapılıyor, bu meselenin günün birinde
su yüzüne çıkabileceğine dair içini her ne kadar hazırlamışsa da
göğsüne bir sıkıntı çöküyor. Oysa Hoca, "Şımak'tan Resul'ü ta
nır, bilirsin. Kendine ispat sahası ister, aşikar söylemez ama sez
dirir, mühim makamda vazife talep eder, sen ne dersin bu işe?" O
da sezdirmeden derin bir nefes alıp, kendisine fikrinin sorulması
nın gururuyla aklının kıyısında doğru ve etkili kelimeler arıyor bir
süre. Resul'ü uzun bir süre Önce tanımış, sonrasında da ara ara
uzaktan takip etmişti. "Ne desem doğru olur bilemem, dürüst bir
mümindir, imanı derindir, ona vazife biçmek bana düşmez, lakin
zayıf tabiatlıdır, görülmeyi, sivrilmeyi sever, takdire muhtaç bir
karakterdir. Her mecliste kendini çabuk aşikar eder. Ateşini için
de tutmayı bilmez. Ağzı iyi laf yapar, hitabeti kuvvetlidir, vaaz
versin dersen doğru adamdır, lakin ketum işler için münasip biri
değildir zannımca. Mecliste lafını kamında tutamaz, fikrini-niye
tini çabuk belli eder, hemen renk verir, korkarım müşkül bir du
ruma düştüğünde hem kendini yakar, hem başkalarını. Günahı
söyleyenlerin boynuna, Servet Pasajı'ndaki Yıldız Kırtasiye'nin
deşifre olmasına sağda solda çenesini tutamaması sebep olmuş
derler."
Hoca'nın yüzünden koyu bir sıkıntı bulutu geçiyor, buluşma
yerleri olarak kullanılan pasaj içlerindeki kırtasiye dükkanlarının,
kitapçıların, köşe bucaktaki çayhanelerin lojistik önemi büyüktü.
Cihadın Askerleri arasında irtibat sağlamak, vazifeleri taksim et
mek hususunda hatırı sayılır bir öneme sahip, göze batmadan gi
rip çıkılan paravan mekanlar oldukları için mekan sırlarının çok
1 03
daha iyi korunması gerekiyordu. Affedilmez tedbirsizliklerdi bun
lar. Yıldız Kırtasiye'nin polislerce keşfedilmesiyle Hoca'nın aklı
nın kıymet katındaki kalelerden biri daha düşmüştü sanki. Ne ya
pıp edip kayıplar hanesinin kabarmasına yol açmamak gerekti.
Hoca'nın uzun süren sessizliği karşısında o da susmuş, yeni
den konuşmasını, diyeceklerini beklerken hafiften boynunu bük
müştü. Hoca önce boğazını temizleyip ardından ikna olmuş bir
sesle, "Ben de öyle düşünmüştüm, lakin onun eski bir tanışı ola
rak bir de senden duymak istedim," diyor. "Malum, bazen aklı
mızdan geçenleri başkalarının ağzından duymak, bir defa da baş
kasının fikriyle tasdik etmek isteriz." "Estağfurullah Hocam, si
zin yanınızda fikir beyan etmek bizim ne haddimize ! Kibrin aza
bından korkarız lakin müsaade buyurursan bir şey daha ilave ede
yim, sorgucu da olmaz Resul' den," diyor. Sorgu ve sorgulama tek
nikleri konusunda Eğitmen' den, Nihat Astsubay' dan çok şey öğ
renmiş olduğunu, edindiği bilgileri el altından cemaate ilettiğini,
bu konularda çok kafa yorduğunu hatırlatarak, "Akıllıdır, lakin
sorgu esnasında kendisi daha çok konuşacaktır, ağzı laf sever
onun. Fikrimce başkalarını dara düşürmeyecek bir vazife vermek
gerektir ona," diyor. Sözlerini güçlendirmek için örnek ararken
Eğitmen'in, "Hemşireler kan almak için nasıl insanın kolunda da
mar yokluyorsa, sen de sorguladığının içinin damarını bulmaya
bakacaksın, insan yarayı kolay kabaran yerinden alır, işin sırrı bu
dur," dediğini hatırlıyor. Eğitmen'in bu sözlerini Hoca'ya aktar
dıktan sonra, "Resul'un damarı da kolunun kolay kabaran yerin
dedir, o cihetten söylüyorum yani," diye sözü bağlıyor. Eğitmen'in
verdiği bu örneğin ışığında kendi derisinin kalınlığıyla gönenir,
bu hizbuşşeytanların arasında onların gözlerinin içine baka baka
ne içini, ne kolunun damarını sezdirmeden dolaşıp gezmesinden
kendine üstünlük payı çıkarırdı.
Kapıyı tıklattıktan sonra odaya giren delikanlı çaylarını taze
liyor. Konuşmanın burasında geldiğinden beri aklının bir kena
rında tuttuğu bir konuyu açıyor: "Emniyet teşkilatındakiler olsun,
jandarma olsun her geçen gün hakkımızda tecrübe kazanıyor Ho-
1 04
cam. Buna sebep bazı şeyleri değiştirmek lazımdır bana göre. Mi
sal, buraya gelmeden önce kumaşçıda 'Mervan' şifresiyle imtihan
ettiler beni. 'Mervan adlı arkadaşın varmış,' diye yem attılar. Bu
yemi artık polisler de yemez. Onlar da bu zaman zarfında epey
bir şeyler öğrendi l er, tedbirlerini de ona göre almışlardır elbet."
Sözlerini başka örnekler vererek güçlendirme gereği duyuyor. Ba
zı acil pusulalarda halii eski usul şifrelemeyle çalışan acemiler ol
duğundan söz ediyor. Her harfi alfabe sıralamasındaki sonraki
harfle değiştiren bu eski usul iptidai sistemi en son Mardin İmam
Hatip Lisesi'nde kaldığı toy zamanlarında gördüğünü, cemaat için
de az da olsa bunu hil.lii kullananlara şaştığım söylüyor. Hoca söy
lediklerini onaylar biçimde sallıyor başını. "Haklısın,'' diyor. "Her
çeşit irtibat için yeni usuller lazım gelmektedir. Her şey çok hız
lı değişiyor, her yeni durum yeni müşküller çıkarıyor. Her deği
şikliğe aynı hızda yetişmek zor. Bazı tedbirsizlikler bizi çok üzü
yor. Misal, geçen ay buranın zenginlerinden birini kaldırdı bizim
kiler, Ankara'ya sorguya götürecekler, şartlar gayet iyi hazırlan
dı, bir eşya taşıma kamyonu tutuldu, adam ağzı bantlı, eli kolu
bağlı şekilde paket edilip kamyon arkasına, eşyaların arasına yer
leştirildi. Ankara'ya vardıklarında bir de bakıyorlar ki yolda ha
vasızlıktan ölmüş adam ! O kadar hazırlık, o kadar masraf boşa
gitti anlayacağın ! "
Kısa bir süre daha çeşitli konularda sohbet etmeyi sürdürü
yorlar. Kadın kuryelerin eskisi gibi çarşaflı değil, başörtülü ya da
pardösülü olmasından daha iyi neticeler alındığım anlatıyor Ho
ca'ya. Eleman ve para toplamakta, kuryelik işlerinde, hapishane
lerden haber götürüp getirmek konusunda erkeklere nazaran da
ha becerikli oldukları konuşuluyormuş. Bir an toyluk zamanla
rında bir süreliğine gönderildiği B atman'daki günleri, oraya özgü
toz fırtınasının içinde gölgeler gibi belirip kaybolan mübarek ka
dınlar geliyor gözlerinin önüne. Batman onun için toz fırtınası de
mekti, orayı ağzına burnuna dolan tozla anardı hep. Bir an gözü
ne toz kaçmış gibi gözlerini kırpıyor. Batman'daki tetikçilerden
derlenmiş üçlü infaz timleri civar illere, ilçelere gönderilmiş, iş-
1 05
leri yoluna koymak ortalıkta koşuşturup duran toylara kalmıştı.
Kafirlere, mürtetlere ilk saldırıların satırlarla yapıldığı, ilk cina
yetlerin satırlarla işlendiği o zamanlar hem kendisinin, hem aha
linin hatırındaydı. Mescitlerden birinin duvarına sıra sıra dizilmiş
satırlar polis baskınında ele geçirildikten sonra işler sıkılanmış,
polisler bıçakçı dükkanlarını, bileyicileri göz hapsine aldığında o
mübarek kadınlar evlerinde yer yaygısı serip, hamur tahtası üs
tünde satır bilemeye başlamışlardı. Bir keresinde emanet teslim
etmeye gittiği emin evlerden birinde kapalı odaların birinden so
faya çıkan çocuğun kapatmayı unuttuğu yarı aralık kapıdan gör
düğü manzara içine işlemişti : Yerde, yer yaygısı üstüne yerleşti
rilmiş geniş bir tepsinin etrafında üç kadın oturmuş kılıç şakırda
tır gibi satır biliyorlardı. Kafirlerin sırtına saplanan her satırda bu
kadınların mübarek ellerinin hakkı vardı. Evlere, dükkanlara ila
hilerle, şehadet ağıtlarıyla dolu kasetleri dağıttığı zamanlardan
kalma bir hatıra olarak kapalı kapılar ardında bunları dinlerken
ağlayan kadınların iman dolu yürek paralayıcı hıçkırıkları haia
kulaklarında uğuldar.
Hoca birden dönüp, "O yeşil kaşkollu şafi ortalığı kırıp geçi
riyormuş, öyle diyorlar," diye başlıyor söze. "Eline telsiz, beline
tabanca, emrine adam vermişler boyu da, eli de pek uzamış öyle
mi?" "Bingöl'deki teşkilatlanmamızdaki yardımlarından sonra iyi
ce kopmuş bizden. Bir yandan terörist kovalıyor, bir yandan uyuş
turucu işi yapıyormuş." "Bize bulaşmayacak kadar aklı kalmış de
mek ki ! Duyduklarıma göre gözü aç, uçkuru gevşek, eli kanlı bi
riymiş." Bu durumdan esef duyduğunu belirten bir yüz ifadesi ta
kınarak başıyla doğrulamakla yetiniyor.
Ardından bir süre daha önemsiz konularda sohbeti sürdürüp
müsaade istemek için tam doğrulmaktayken Hoca, "Son bir mü
him mesele daha var," diyerek yeniden yerine oturtuyor onu. Ho
ca'nın bu sözü üzerine yeniden içi kabarıyor, belli belirsiz nabzı
hızlanıyor. Hoca kurnazlık edip şu özgeçmiş konusunu açmayı so
na saklamış olabilir miydi?
"Diyarbakır'a yeni gelen şu emniyet müdürü," diyor Hoca.
1 06
Ardından sözünün etkisini ölçer gibi anlamlı biçimde susuyor.
Meselenin özgeçmişle ilgili olmadığını anlamanın rahatlığıyla
göğsünde tuttuğu soluğunu usulca boşaltarak, "Bizim işlerimizi
çok zorlaştıriyor, biliyorum," deyip sözün gerisini bekliyor. "Sa
de bizim değil, emniyet içinde birilerinin de işlerini çok zorlaştı
rıyor, onların tekerine de çomak sokuyormuş. Kaç polis, kaç as
ker yolunu buluyormuş şu üstü kapalı musibet işlerden. Ö zel ha
rekat dairesi başkan vekili var ya hani şu Tokatlı olan. İ şte onun
emriyle yürüyormuş bu işler deniyor, o da kendini öne atmak, gö
ze batmak istemiyormuş. Bu diyara vatan-millet diye gelen aske
riydi, polisiydi demeye kalmıyor yükünü tutmak derdine düşüyor
burada. Askerin, polisin içine menfaat çeteleri yuvalanıyor, sor
san güya hepsi Müslüman, hepsi ezan-bayrak sevdalısı ! Bugüne
kadar işleri tıkırında giderken bu yeni emniyet müdürü artık kim
selere göz açtırmıyormuş. Askeriyeden, emniyetten bazıları ada
ma diş bilerken, bazıları da tikdir ediyor, destek veriyormuş. Vel
hasıl, hem taraflar arasındaki mücadele kızışmadan hem menfa
at çetelerinin ağzının tadı fazla kaçmadan tez elden temizlensin
istiyorlar."
"Niye bize havale ediyorlar peki?" dediği anda cevabını bil
diği soruları sormanın boşa gevezelik olduğunu nicedir bildiği
halde dilini tutamadığını fark ediyor. "Söylenenlere göre, halkın
muhabbetini de kazanmaya başlamış bu yeni müdür, 'ben bu hal
kı devletle barıştıracağım,' diyormuş. Halk da bu yeni emniyet
müdürüne pek rağbet ediyormuş . Ucu bize de dokunur bu işin.
İki türlü dokunur. Bu mevzunun üstünde ol. Ortalık kurt dumanı.
Göz gözü görmüyor. Emniyetteki, askeriyedeki menfaat çeteleri
bu müdürden kurtulursa bizim de elimiz genişler. Malum, köşe
leri onlar tutuyor. Anlayacağın ha biz temizlemişiz, ha onlar, her
iki tarafın da hayrına olacak bu iş, tez elden icabına bakmalı. Bı
rak bize borçlansınlar. Zaten bizimkiler de ne zamandır bu adam
hakkında bir plan üstündeydiler, ama teklif onlardan gelince bi
zim yükümüz de hafiflemiş oldu. Hal böyle olunca adam temiz
lendikten sonra soruşturmada ipin ucunu gevşek tutarlar, bizi sı-
1 07
kılamazlar, bir müddet sonra da faili meçhule karışır gider. Bilir
sin böyle ortak işlerde fail bulunmaz. Senin de kulağın delik ol
sun bu hususta. Ters bir şey duyar duymaz bize haber uçur. Bu
aralar sana çok işimiz düşecek. B akarsın yeni başimam bu işi sa
na havale eder."
Her ikisi de birbirlerine söyleyeceklerinin şimdilik tükendi
ğini gösteren bir sessizlik içinde öylece kalıyorlar bir süre. "Ho
cam başka bir emrin yoksa ben yüksek müsaadeni isteyeyim," di
yerek ayaklanmaya davranırken, yakarır bir tonda, "dualarından
bizi eksik etmeyesin," diye ekliyor.
"Bilirsin dualarım her daim sizlerle evladım. Yolun buradan
nereye?"
"Alanya' ya gönderiyorlar. "
"Sebep?"
"Bilmiyorum. Bir süreliğine gözlerden saklamak için herhal
de. İ şin aslını oraya vardığımda öğreneceğim."
"Dur o zaman biraz," diyor Hoca. Oradan ilham alırmış gibi
sağ dizini ovuşturarak kısa bir süre düşünüyor. "İner inmez Sela
met Çay Ocağı'na git. Seyfullah'ı bul," diyor. " Ömrünü Allah'ın
rızasına adamış müminlerdendir Seyfullah. Merak etme biz ön
den haberdar ederiz onu. Bir müşkülün çıkarsa çalacak kapın, sı
ğınacak saçağın olsun. Hem belli mi olur, bakarsın sen oradayken
yeni bir vazife hasıl olur. Söyle çıkarken çocuklar sana Seyful
lah'ın adresini ezberletsinler. Bir de yeşil bez kaplı bir muska ta
kacaksın ceketinin içine. O da karşılığında sana beyaz bir muska
gösterirse anla ki aradığın adam odur. Seyfullah cenahıyla ara
mızdaki şifreleşmedir bu. Malum ceberrut devletin oyunları, tu
zakları bitmiyor."
Yeniden temenna alarak Hoca'ya arkasını dönmeden geri ge
ri giderek odadan çıktığında ona önden yol gösteren genç adam
elindeki yeşil muskayı uzatıp Alanya'daki Seyfullah'ın adresini
ezberletirken bu kez binanın arka tarafına yönlendiriyor onu. Bu
rada acil durumlarda başka bir kaçış imkanı sunan bir yol olma
lı. Tahmin ettiği üzere binanın arka tarafına bakan yerdeki küçük
1 08
bir kömürlük kapısı, sonu alçak bir duvar çevirmesiyle biten sa
ğına soluna kırık dökük eşyalar, paslanmış borular yığılmış dar
bir avluya açılıyor. İki-üç basamakla zeminine çıktığı avlunun dış
kapısı onu başka bir sokağa çıkarıyor.
Sokağa adım attığında aldığı derin bir nefesle birlikte kendi
ni hafiflemiş, içini feraha ermiş hissediyor. Etrafın güvenliğinden
emin olmak için sağa sola bir göz attıktan sonra yola düşüyor. Gi
derek güçlenen bir esintinin yol kenarından kapıp önüne katarak
sürüklediği birkaç boş naylon poşete takılıyor gözleri. "Eh, yolun
yarısını geçtik," diyor. "Soması Allah' a emanet! "
1 09
O N Ü Ç Ü N C Ü BÖLÜM
1 10
sızın vuku bulan çetrefil bir durumun rahatlıkla üstesinden gele
bileceği söylenen biri hakkında, "Ona güvenelim, o ne yaptığını
bilen insandır," diye fikir belirten biri çıktığında, "Mezarlıklar ne
yaptığını iyi bildiğini sanan insanlarla doludur," hükmünde bulu
nurdu . Böylesi durumlarda sözünü, "İhtimal dediğin, tabiatı ica
bı bağrında tuzağıyla gelir. Cetvel kadar düz ve temiz olmalı her
iş," diye bağlardı.
Ondaki cevheri ilk Hoca keşfetmiş, Diyarbakır'da bilekleri
ne doladıkları zincirlerle adam darp etmeye giden Hançepek kı
rıkları arasına karışıp kaybolup gitmesin diye tam zamanında ko
lunun kanadının altına almıştı; yavaş yavaş onu rahle-i tedrisa
tından geçirdi, bir tilki kadar kurnaz, bir karınca gibi sessiz, di
yerek kendi işlerine gizli ulak etti, ilmiyle eğitti, marifetiyle şe
killendirdi. Biat yemini edip Cihadın Askerleri'ne katıldığı ilk za
manlarında onu satırcılık, teti�çilik yapanların arasına katmamış,
takipçilik, gözcülük, habercilik gibi daha tehlikesiz işlerde vazi
felendirmişti. Ardı sıra birkaç eylemle sınandığı bu ilk dönemin
de yüzünün emniyet kayıtlarına geçme ihtimaline karşı, onu ön
ce Malatya'ya, kayısı bahçelerinde çalışmaya gönderip sahadan
uzaklaştırdığında anlamıştı Hoca'nın tedbire, gizliliğe ve kendisi
ne ne kadar önem verdiğini. Orada da göze batmaması için, Ma
latya'daki cemaat mensuplarıyla irtibatı en düşük seviyede tutul
muş, emniyeti ve gizliliği gözetilmişti. Hoca'nın kendisi için uzun
vadeli planları olduğunu ilk kez o zaman kuvvetle sezmişti. "Her
kes seni, yüzünü unutsun da öyle gel," demişti. Hoca, Tahran' da
Veliasr Oteli'nde yapılan Şura toplantısı dönüşü Malatya'ya uğ
radığında, onu huzuruna çağırıp hakkında hiçbir konuda yanıl
madığına kanaat getirdiğini belirten güzel sözler söylemişti. Em
niyet'in elindeki fotoğraflar içinde kazara sureti yer almışsa bile,
bu iyice tüylenmiş yüzü, yeni görünüşüyle eşle'ş tirmeleri zordu
artık. Dönüp de Hoca'nın özel ulağı olarak vazifelendirildiğinde
cemaatten pek çok kişinin onun varlığından bile haberi yoktu. İ s
lamın ilk yıllarında "dar'ül erkanı" sıfatıyla anılan, peygamber
aleyhisselama ilk inanmışların, sahabelerin imanlarını kalabalık-
111
lardan saklaması gibi o da kendini herkesin dikkatinden sakla
mayı böyle öğrenmişti. Sırlarla sarmalanıp korunan varlığı ken
disini Hak yolunda seçilmişliğine iyice inandırmış, kalbi ve ima
nı kuvvet kazanmıştı.
Ö rgüt dilinde polisçe deşifre olmuşlara "yanmış" dendiğini
öğrendiğinde, günün birinde "yanmış"lardan biri olmamaya ant
içmişti. Her yerde olduğu gibi kendi cemaatleri içinde de şahsi
hırsların öne çıktığı bilinmez değildi. Yeni başimamın dönemin
de bu gibi hususlar can sıkıcı didişmelere yol açabilir miydi? Ci
hadın Askerleri'nin ilk yıllarında cemaatin toplumda kabulü için,
"Kelam dilden dile dolaşacak, kağıttı, kalemdi, bildiriydi, der
giydi, kitaptı olmayacak," denirken bir süredir her şey kayıt altı
na alınıyordu. Yalnız kağıt-kalem değil kamera da devredeydi ar
tık. Hemen her konuda, herkes hakkında raporlar yazılıyor, sor
gulamalar videoyla kasetlere çekiliyordu. Cemaatin ilk dönemle
rinde alınan, hiçbir düşüncenin yazıya dökülmemesi kararı karşı
sında, "Kelam dilden dile dolaşırken kırk çeşit kılığa girmez mi,"
diye kuşkularını dile getirenler, "Fikre nifak sokma ! " diye azarla
nıp susturulurken, şimdi atılan her adımın zabıt altına alınması
kararlaştırılmış, cemaat kendi tarihinin her anını kendi yazma gay
retine girişmişti. Başimamın emirlerine rağmen, "Gizlilik, mah
remiyet tesadüflerin vicdanına bırakılabilir mi," diyenlerin şüp
helerine yakınlık duymuyor değildi. Bunları düşündükçe yalnız
ca JEM içinde değil, Cihadın Askerleri içinde de gizlenmesi ge
rektiğine kani oluyor, gizlendiği kabuğun içinde ikinci bir kabuk
edinmeye bakıyordu. Diyarbakır'ın Japon Pazarı'nda satılan iç içe
geçmiş Rus bebekleri gibi saklana saklana daha kaç kişi olabilir
di ki?
1 12
kanların ve satıcı seslerinin iç içe geçtiği sağırlaştırıcı uğultunun
ortasında kayboldu. Bu sırada Antep'ten, Hatay'dan gelen oto
büsler havalı kornalarıyla art arda otogara giriyor, kısa bir çay mo
lası verdikten sonra gene arka arkaya kalkıp yollarına devam edi
yorlardı. B ir süre tabelaları gözleriyle tarayarak Akdeniz Seya
hat'in yerini bulmaya çalıştı, göremeyince, elinde askılı çay tep
sisi gezdiren gençten birini çevirip sordu. "Acenteyi boş ver," de
di çaycı. "Hangisinden Mercedes 302 kalktığına bak sen ! En ra
hatı, en konforlusu odur! Motor sesi kafanı şişirmez. Olmadı MAN
hangisindeyse ona bineceksin, bak o da iyidir. Yoksa, bir de te
kerlek üstü koltuk kakalarlar sana, yol boyu zangırdarsın ! "
1 13
rünüşe bakılırsa adam bu konuda ondan daha gönülsüzdü. Az son
ra otobüs hareket edip Adana'yı Alanya'ya bağlayan karayoluna
çıktığında nedense içinde her şeyi geride bırakmış olduğuna dair
güven verici bir his boy vermeye başlamış, yüreğini alışık olma
dığı bir hafiflik kuşatmıştı. Temiz hava, gökyüzünün berrak ma
viliği, çevredeki manzarada hemen her şeyin çok renkli görünü
şü kendi farkında olmasa da onu da sarmalayıp içine almış, ruh
halini değiştirip bir parçacık da olsa neşelendirmişti. Boş bulun
duğu ya da beklenmedik zamanlarda içinden adeta ikinci bir ki
şinin çıkabileceği düşüncesi her zaman korkutmuştu onu. Hakkı
olmayan bir şeye el uzatmış gibi hissetmenin getirdiği o derin
mahcubiyet duygusu, içindeki karanlığı diriltmekte gecikmiyor.
Bakışları kararıyor hızla. Çevrenin rengi, havası, kokusuyla ken
di arasına o tanıdık, bildik yüksek duvarı örüyor. Kısa bir süre son
ra Tarsus'tan yolcu almak üzere duruyor otobüs, indi-hindisi on
dakika sürdüğü halde motoru çalışır durumda bekletiyor şoför, bir
süre sonra yol kenarında görünen "Yenice" tabelasını arkalarında
bırakıp yoluna devam eden otobüsün içini daha şimdiden hafif bir
nem ve ter kokusu sarmaya başlamıştı. Bu sırada muavinin açtı
ğı radyodan ortalığa yayılan şarkının oynak havası da iyice canı
nı sıkmış, sinirlerini germişti: "Haydi bütün eller havaya! Artık
girdik hepimiz de havaya! Haydi bütün eller havaya! " Ön koltuk
larda oturan bazı yolcuların koltuk kollarında parmaklarıyla ritim
tuttuklarını, bazılarının da şarkının ritmine göre boyunlarını iki
yana kıran hareketler yaptıklarını bulunduğu yerden bölük pör
çük görebiliyor. Yolcuların her biri o ana dek koltuğunda kendi
alemine dalmışken, başlayan bu şarkıyla birlikte ortada çoğunun
katıldığı bir birlik ve beraberlik havası oluşuyor, bunun üzerine
gerçek dünyaya dönmek istercesine kucağındaki gazeteleri eline
alıp karıştırmaya, Saim Baran cinayetiyle ilgili yazılanları dik
katle okumaya başlıyor. Saim Baran'ın kaldığı otelin danışmasın
daki gencin ondan, "kasketli, öylesine sıradan görünüşlü bir adam"
diye söz etmiş olmasına içinden gülümsüyor. "Sensin sıradan ! "
diyor. "Görünüşe aldanmayacaksın ! " Haberlerin hiçbirinde faili
1 14
meçhul benzer cinayetlerde yazılanlardan daha fazla bir şey yok
tu. Gelişmeler yakından takip ediliyor, olay tüm yönleriyle araş
tırılıyordu falan, filan . . . İçinden, "He . . . he, öyledir," dedi. Zaten
"faili meçhul" sözü onu öteden beri hep gülümsetirdi. Bu sırada
iki küçük yaramaz çocuk otobüsün dar koridorunda bir aşağı bir
yukarı koşturmaya başlıyorlar. B irkaç yolcu uzanıp başlarını ok
şuyor. Giderek tırmanan haylazlıkları dinmek bilmeyince sonun
da anneleri ayağa kalkıp yerlerine oturtuyor onları. Bazı zaman
larda hayat nedense başka bir şeye benziyor. İçinde hiçbir zaman
yer almadığı başka bir şeye.
Ne zaman uzun yola çıksa namaz saatleri geçerdi aklından,
seferi olanın namazdan affedildiğini bilirdi, o da oturduğu kol
tukta teyemmüm eder, hayalen kılardı namazını. İnsan kıbleyi bil
miyorsa, öğrenme imkanı da yoksa içtihat edip bir yöne doğru kı
lar. O da hayalinde bulurdu kıbleyi. Bir tarihte kıblenin yönünü
_
seçmeden seccadesini sermeye kalkan birinin aralarına sızmaya
çalışan polis olduğunu böyle teşhis etmişti. Bu şahsın polis oldu
ğu daha sonra başka bir vaka nedeniyle doğrulandığında, bir kez
daha aklını okşayıp gönenmişti. "Şeytan ayrıntılarda gizlidir" sö
zü ne kadar doğruymuş ! Demek şeytanın bazı durumlarda çare
siz kalıp Müslümanlara da yardım ettiği oluyormuş, diye içinden
gülmüştü. Devletin, İslami grupların arasına sızdırmaya çalıştığı
gizli polisleri yeterince İslam içtihadından geçirmeden sahaya sal
mış olması bunun benzeri kaç vakada teşhislerini kolaylaştırma
ya yaramıştı. Aklından bunlar geçerken dönüp camdan dışarı ba
kıyormuş gibi yaparak yanında oturan adama bu kez daha alıcı bir
gözle bakıyor. Yaradanın nur vermediği yüzlerdendi, ağzı bed
dualı, tabiatı aksi, hayatta hiçbir şeye şükretmeyi bilmemiş şa
hısları andıran huysuz bir hali vardı, hırıldar gibi nefes alıyordu,
kendisinin içinden geçen ilahi hissiyata bu nursuz varlığıyla ça
mur sıçratmıştı sanki. Oysa yaşadığı ikili hayatta bugüne kadar
kimlerle yan yana gelmemişti ki ! Kalbinden Ruhullah Humey
ni'nin 40 Hadis Şerhi'ne göre yaşamak geçerken o ne zamandır
hizbuşşeytanla iç içe yaşamak zorunda kalmamış mıydı? "Sorgu
1 15
odalarında Allah olmak" lafına dudaklarını bile kımıldatmadan
kuvvetli bir tövbe çeker, o sorgu kapılarının bazılarının üstünde
yazan "Burada Allah yoktur, peygamber de izne çıktı" lafının üs
tünü gözleriyle karalayıp, içinden üç kere "haşa haşa haşa! " diye
rek içeri girerdi. Bir mümin olarak bütün bu Allah'a küfür katın
daki sözlere katlanmasının sebebini bilen rabbinin şahitliğine gü
veniyordu. Muşamba kaplı duvarları, sağa-sola sıçrayan kanın ren
gini emsin diye koyu kırmızı halıfleks döşenmiş zemini, arkasın
da sabit bir demir sandalyenin durduğu orta masası ve onun tam
üstüne denk düşecek biçimde yerleştirilmiş tavandaki yüksek ısı
lı güçlü ışığıyla o sorgu odası canlanıyor gözlerinin önünde. Sor
gucu polisler içinde en gaddarı olarak bilinen Çopur'un her sor
guda tekrarladığı, önceden çalışıp ezberlenmiş gibi görünen gi
rizgah konuşması düşüyor aklına: "Bak insan enkazı, bu berbat
teşkilatın elindeki en kötü adam benim ! Düşün ben bile hala alı
şamadım bendeki kötülüğe ! Sana bu gece yapacağım tek iyilik
bunu baştan söylemektir, bunu bil ! Dolayısıyla bir an önce ko
nuşmaya başlasan iyi edersin. Ben kolay yorulmam, ama sen çok
çabuk tükenirsin. Tecrübeyle sabit. Tecrübe dedim de, daha önce
hiç anandan doğduğuna pişman oldun mu? Eğer olmadıysan il
ginç bir tecrübe seni bekliyor baştan söyleyeyim," diyerek pis pis
sırıtırdı. Ö te yandan Eğitmen'in bu konuda söyledikleri daha in
ce, daha dolambaçlı ve galiba uzun vadede daha sonuç vericiydi.
"Sorguladıklarınızı önce tasnif etmeyi öğreneceksiniz, okumuş
yazmış, mürekkep yalamış takımından mı, sıradan cahil köylü
mü? Kadın ya da erkek olmasına göre de değişir, yaşına göre de. . .
Birini sorgularken öğrenmeniz gereken ilk şey kafasının nasıl ça
lıştığını anlamaktır," diye başlardı. "Neler yapıp neler yapmaya
cağını anlar, zihninin nasıl işlediğini kavrarsanız, kendinizi fazla
yormadan her istediğinizi ağzından alırsınız. Her zihin kendine
göre strateji kurar, onu çözdüğünüz anda tüm oyununu çökertir
siniz. Gene başta öğrenilmesi gereken şeylerden biri, nelerin on
ları insan yaptığını öğrenmektir. Karışık mı geldi bu laf? Bakın,
insan olmak zayıflıktır aslında. İ nsaniyet dedikleri şey bir çeşit
1 16
zaaftır, siz de karşınızdakinin insani zaafını yakalamaya baka
caksınız. Gene mi anlamadınız, neyse zamanla anlarsınız."
Eğitmen için, söylediği her şeyin eğitimini üstlendiği kişiler
tarafından sonuna kadar anlaşılması çok önemliydi. Bu nedenle
sürekli tekrar etmekten yüksünmezdi. Hayatta olduğu gibi sorgu
da da sessizliklerin önemine değinmişti. "Sorguda zaman zaman
sessizliğin gücünü kullanmak gerekir, unutmayın sessizlikler sor
gulamanın gizli silahıdır. Burada esas teknik, sorgulayanın ken
disini merak ettirmesidir, teknik üstünlüğü ele geçirmek sorgula
manın başarısı için şarttır. Eğer sorularını yanıtlamaya başlarsa
senden öğrenebileceği bir şeyler olduğunu hissettirmelisiniz kar
şınızdakine. Merak ve şüphe de zaaftır. Doğru zamanda, doğru
miktarda yemleyeceksiniz, böylece siz onun üstüne gitmemiş, o
yavaş yavaş size gelmiş olacak. Anlıyor musunuz söylediklerimi?
Onu sizden daha kurnaz olduğuna inandırmaya bakın. Bakın ter
sine işleyen bir oyundur bu. Aynca hiçbir sorguda sorgulayan ki
şi sorgulanandan daha fazla konuşmamalıdır; çenesine hakim ol
mayan, hükmetmenin zevkini sorgulamanın kendisinden daha çok
seven kişi bu işlere kalkışmasın, çünkü yüzüne gözüne bulaştırır."
Bu tür konuşmalardan sonra bir keresinde yanındaki üç-beş
kişiye, "Bu Yozgatlı, Çankırılı makulesinin söylediklerimden zer
re kadar bir şey anladıklarını sanmam, öyle boş boş bakıyorlar yü
züme. Kurtuluş Savaşı'nda düşman kuvvetleri bile İ ç Anadolu'yu
almayıp bize bırakmış, düşünün durumun vahametini ! Bu İç Ana
dolu sadece sığır yetiştirmeye yarar," diye söylenip kıs kıs güldü
ğünü görmüştü.
1 17
bu kez de o çarşafın eteğinin altından görünen ayakların güçlük
le atıldığı belli olan adımlarına takılırdı. Adımların önemini de
küçükken öğrenmişti, insanın yere nasıl basması, nasıl durması
gerektiğini de. . . Bu dünyada hayatta kalmak için karşıdan geleni,
ötede duranı bir bakışta tartıp anlayacaksın. Kimsesiz _büyüyen
ler, adımlarını yere daha bir hükümle basan adamlara ilişilmeye
ceğini daha bacak kadar çocukken öğrenirler. İnsanın büyüdükçe
öğrendikleri içinde en mühimiyse rabbin şahitliğinden başka bir
hüküm ve kıymet makamı olmadığıdır. Buna olan inancının tüm
bu yaşananların ortasında onu ayakta tuttuğuna, adımlarına yön
verdiğine inanıyordu. Yoksa üstünde "Burada Allah yoktur, pey
gamber de izne çıktı" yazan bir kapının altından geçmek, Çopur
gibi sorgu sırasında sürekli Allah'a-kitaba küfreden birinin ya
nında durmaya katlanmak kolay iş miydi?
Zaten buradakilerin çoğunun dinle ilişkisinin göstermelik ol
duğunun farkındaydı. Çoğu cuma namazına gitmenin, ramazan
da oruç tutmanın iman etmeye yettiğini sanıyor, İslami mukad
desattan uzaklaşmış sevapsız bir hayat yaşıyorlardı. Eğitmen'in
ağzından bir kere olsun Allah, peygamber, din lafı duymuş de
ğildi bugüne kadar. Yalnız Nihat Astsubay'la konuşmasına ku
lak kabarttığı bir defasında onun ağzından, "Dinler de ideoloji
ler gibidir, her dinin birçok yüzü vardır," lafını duymuş, ama bu
sözü tam olarak neye yoracağını bilememişti. Eskiden bir lokma
cık dini vardıysa bile onu da Amerikalarda unutmuşa benziyor
du bu Eğitmen ! O polise neden "Çopur" dendiğini hiçbir zaman
öğrenememişti. Saim Baran'la dünkü buluşmayı ayarlayan Agit
düştü aklına. Buluşma yerine niye gelmediği, planda ne gibi bir
değişiklik olduğu kuşkusu hala içini kemiriyordu. Ya Saim Baran
onun yanında Agit'i görmeyince gelmekten vazgeçseydi ne ola
caktı? Hoca'nın plan yapmada hiçbir tesadüfe yer bırakmayan ti
tizliğini, dikkatini hatırladı. "Plan dediğin saat gibi işlemeli," der
di, "Ha saat yapmışsın ha plan, ikisi de aynı, saatte tesadüf var mı
dır, yoktur ! "
Sivri çenesi, uzun kulakları, yaşına göre erken düşmüş buru-
1 18
şuk göz kapaklarının altında iyice kaybolmuş çivi başını andıran
gözbebeklerindeki tekinsiz bakışlarla tilkiye benzediği için Tilki
Agit diyorlardı ona. Saim B aran'ın yakınındaki adamlardan bi- .
riydi. Bazı solcu gazetelerde yazılar yazıyor, Kürt hareketinin ya
yınlarında görülüyor, her fırsatta Saim Baran'ın dizinin dibinde
bitiyordu. Bunda uzaktan da olsa onunla akraba olmalarının payı
vardı elbet. Onun polis için çalıştığını öğrendiğinde şaşırmıştı. La
kabının hakkını veriyordu demek! Dağdaki örgütle bağlantıda ol
duğundan şüphelendiği bazı kişilere bu konuyla ilgili yoklama
çektiğinde Tilki Agit'in polisle ilişkisine dair herhangi bir bilgi
leri olmadığı gibi, ondan hiç kuşkulanmadıklarına da kanaat ge
tirmişti. Hatta ağzını aradığı bu kişilerden bazıları, kendileri po
lis oldukları halde bilmiyorlardı Agit'in durumunu. O kanatta si
perini sağlam kazmış, kendini iyice diplere çekip resmi hüviyeti
ni gizleyebilmişti anlaşılan. Nedense damarlarındaki zehrin ken
disini zorladığı bazı zamanlarda içinin bir yanı bu bilgiyi Kürtle
rin o kanadına sızdırmayı, hatta dağdakilere ulaştırmayı istiyor
du. Böyle durumlarda düştüğü çelişkilerden biri, elindeki bilgiyi
diğer tarafa ne zaman hangi koşullarda, ne karşılığında vermesi
gerektiğiydi. En ufak bir hesap hatası kendisinin de ortaya çık
masına neden olabilecek çifte tehlike demekti çünkü. İkili yaşa
manın insanın aklına yük olan, yorgunluk veren çetrefil sorunla
rından biriydi bu. Çift taraflı çalışmak bile bu kadar yorucuyken,
eğer dağa gönderilirse üç koldan oynamak üç kat daha güç ola
caktı. Malatya'da kuytuya yatırılmak, bölge illerinde geçici vazi
felendirilmek cinsinden bir iş değildi ki bu ! Bir ayağı mayının üs
tündeyken ortada dolaşmak gibi çılgınca bir şeydi. Bilmez miydi
ki, sen istediğin kadar toprağa nasıl basacağını, adımlarını nasıl
atacağını daha çocuk yaşında öğrendiğine güven, orada, dağda ta
şın, toprağın tabiatı farklıydı ! Aklını, fikrini, zikrini nasıl topla
yacaktı? İrtibatta olduğu her cenahı arada bir yemlemek, kıtıklar
la beslemek, her cephede yeniden güven tazelemek kolay iş miy
di? Belki de kendini mühim biri zannetsin diye seni dağa gönde
receğiz diyerek kandırıyorlardı onu. Onun gerçekte kim ofdu-
119
ğundan, hemen her yaptığından haberi olan tek makam imanla
bağlı olduğu Cihadın Askerleri'nin Şı1ra'sıydı yalnızca. Medrese
tedrisatından geçtikleri için Şura makamına seçilmiş teşkilatın te
pesindeki en gizli kişiler olan mollalardan hakiki hüviyeti hak
kında bilgi sızması imkansız sayılırdı. Dolayısıyla dağdakiler ara
sına bir köstebek olarak sızdığında onu günün birinde açığa çı
karacak bilgi asla cemaat kaynaklarından olamazdı. Lakin tek tük
de olsa Cihadın Askerleri'nin içine devlet ajanlarının sızdığını ya
da içeriden kişileri ajanlaştırdıklarını öğrendiğinden beri, bu ka
nattan her kişiye de kayıtsız şartsız güvenemez olmuştu. Zaten ye
ni başimam devriyle başlayan tafsilatlı eşkal bildirerek özgeçmiş
yenileme belgesine yanıltıcı bilgi yerleştirme düşüncesi de bu ko
nudaki kaygılarından doğmuştu. JEM 'in üst kademe kadrosunda
kilerin bir süredir onu dağd akilerin sahadaki sempatizanlarına yö
nelttiğini sezmiş, onlardan bazılarıyla olan sınırlı ilişkisini sem
patizan görünme düzeyinden daha yukarıya taşımaya karar ver
mişlerdi. Nihat Astsubay bile "gelin" dediği itirafçılarla yaptığı
sohbetlere onu da çağırıp onlarla kaynaştırmaya başlamıştı. Bu
gibi bazı yeni durumları hesaba katınca ondan bir süre sonra da
ğa çıkmasını, dağ kadrolarına katılmasını isteyeceklerine inanası
geliyordu. Bu kadar uzun vadeli, kademeli, inceden hesaplanmış
titiz bir plan ancak Eğitmen'in başının altından çıkardı. Eğer za
manında Hoca'nın tezgahından geçmemiş, onun uzun vadeli ve
her ihtimali hesaba katan titiz planlar kurmak konusunda mahir
zekasıyla tanışmamış olsaydı Eğitmen'i, onun taktiklerini bu ka
dar çabuk çözemeyeceğine inanıyordu. Hayat, onu Hoca yoluyla
Eğitmen'e hazırlamıştı ve eğer devletin silahları günün birinde Ci
hadın Askerleri'nin üzerine dönerse o da ilk fırsatta Eğitmen'in
hesabını bu yolla keseceğini düşünüyor, şimdiden bunun planla
rını hayal ediyordu. Allah'ın her kulu için farklı bir kader planı ol
duğunu bir müminden daha iyi kim bilebilirdi?
"Sen istediğin kadar plan yap, planı ne bozar?" diye sorardı
Hoca. "En ufak tafsilatına varana kadar düşünülmüş en iyi plan
ları bile ne bozar?"
1 20
Sonra gene kendisi hayatın acı gerçeklerini tecrübelerle ka
bullenmiş bir sesle cevaplardı: "Kötü tesadüf. Hiç beklenmedik
bir yerde yoldan geçen biri, hiç hesaplanmayan bir olayın önüne
çıkması, herhangi sıradan bir hadise bütün o ince ince düşünül
müş hesapları altüst ediverir. Kader zayiatı. Anlayacağınız senin
tüm planların kaderin planı karşısında berhava olur gider. Plan sa
at gibi yapılır, lakin tesadüflerin saati yoktur. Rabbin size verdiği
akılla elzem gördüğünüz her planı eksiksiz yapmaya gayret edin
elbette, lakin takdir-i ilahiyi hiç aklınızdan çıkarmayın ! "
Hoca'nın "kader zayiatı" sözünü sevmişti. Eğitmen de bir ke
resinde benzer bir durumdan söz etmiş, "insan faktörü" demişti.
"Bu duruma insan faktörü, denir. En büyük devletlerin en sıkı is
tihbarat örgütlerinin en ince planlarını bile o sırada sokaktan ge
çen rasgele birinin varlığı altüst edebilir. Ama planlar tesadüfle
re rağmen yapılır, yürürlüğe �onulur. Aklın dengeleri tesadüflere
bırakılamaz. " Ardından ağzından çıkan bu sözü yeni bulmuş gibi
kendini pek beğenmiş bir ifade takınıp başını sallamıştı.
JEM 'e haber elemanı olarak katıldığı ilk zamanlarında Eğit
men'in onunla ilgili gelecek planlarını sezdiğini belli etmemeye
çalışmıştı. Cihadın Askerleri'ne daha ilk kabulü sırasında d a ben
zer imtihanlardan geçirildiği için Eğitmen'in numaralarına, hile
lerine karşı kanı şerbetlenmişti. JEM 'deki bazı yetkililerin bu mak
satla kendisini sıklıkla imtihana tabi tuttuğunun, sadakatini dene
yen, tepkilerini ölçen tuzaklar kurduğunun farkındaydı, o da an
lamamış gibi yaparak onları kendi tuzaklarında yemliyordu. Ne
olursa olsun, devlet bir Kürtten asla sonuna kadar emin olamaz,
dı. Bugüne dek kendisine kurulan çeşitli tuzakları her seferinde
atlatmayı becermiş, hiçbir yemi yutmamıştı. Gene içlerinden, şim
dilik, diyorlardı herhalde, şimdilik imtihanı geçti, ama Kürt bu,
belli mi olur?
Kürtler ne zaman belli olacaktı?
121
Silifke'yi arkalarında bırakıp Ağaçlı Dinlenme Tesisleri'ne
yaklaştıklarında anlaşılan günün modası olan o gürültülü şarkı bü
tün neşesiyle yeniden başlamıştı :
"Açılsın yürekler açılsın gönüller. . . B iz de girdik artık hava
ya! Haydi artık bütün eller havaya! "
1 22
O N D Ö R D Ü N CÜ BÖLÜ M
1 23
tesisin iç kısmına geçtiklerini, yalnızca çay içip tost, sandviç gi
bi hafif şeyler yiyenlerinse dışarıda bölmelerle ayrılmış taraçam
sı yerde oturduklarını görüyor. Kendi de dışarıda, dipte, köşede
bir masaya oturup çay söylüyor. O sırada karşı yönden gelen ve
üstünde "Has Seyahat" yazan bir otobüsün gürültüyle önüne park
ettiği tesisin hoparlörlerinden bu yeni yolculara "hoş geldiniz" di
yen anons duyuluyor. Otobüsten boşalan kalabalığın etrafı kuşa
tan uğultusuyla birlikte ortalık iyice hareketleniyor. Yolcuların bir
bölümü aceleci adımlarla tuvaletlere inen merdivene yönelirken,
diğerleri tesise doğru yaklaşıyor. Basamakları çıkanların arasın
da gözüne çarpan tanıdık bir yüz şaşırtıyor onu. Ö nce kollarını iki
yana açmış yaylanarak yürüyüşü dikkatini çekiyorsa da emin ola
mıyor, başındaki kasketine, siyah gözlüğüne, görünüşünü değiş
tiren omuzuna kadar uzamış saçlarına rağmen tanıyor onu, yanıl
mamış, Kartal Yüzbaşı dedikleri kişi bu ! Tasmasını tuttuğu azgın
kurt köpeğini sorgulananların, tutuklananların üstüne üstüne sür
mesiyle meşhur olmuştu. Gerçek adı sahiden Kartal mıydı, yok
sa karanlık bir mağaranın dibindeki kör gölgeyi bile görebildiği
söylenen keskin bakışları nedeniyle mi ona böyle bir isim tak
mışlardı, bilmiyor. Mağara lafı aklına birdenbire Binno'yu getiri
yor. Kırsalda gerilla peşinde koşarken Kartal Yüzbaşı içeriye ma
yın döşenmiş olması ihtimaline karşı "eşkıya ini" diye bilinen ma
ğaraların içine önden Binno'yu gönderirmiş hep. Askerler Binno'
nun arkasından "Mayın eşeği" diye söz ediyorlar. "Mayın eşeği"
bölgenin ta eski zamanlarından kalma bir söz. Sınır boylarına
döşenmiş mayınlar nedeniyle kaçakçılar sınır geçmek için önden
eşek gönderirlermiş eskiden, eşek mayına basarsa havaya uçar,
ama arkadan gelenler için de yolu açmış olurmuş, hayvana bir şey
olmadıysa kaçakçılar yolu güvenli bilip peşinden giderlermiş.
Dağdaki mürtet örgütün itirafçılarından biri olan Binno bütün hat
larıyla geliyor gözlerinin önüne. Tutukluyken gördüğü işkenceler
sırasında gövdesine yerleşmiş bir tiki var, konuşurken bir omu
zunu kaldırıp indiriyor, sustuğunda vücudu da duruyor. Yalnızca
itirafçı olması, günahlarının bedelini ödemeyi kabullenmesi dev-
1 24
lete yetmemiş, sahadaki tehlikelere karşı gerektiğinde operasyon
hasarı olmayı da göze alması gerekiyormuş anlaşılan. Eğer içeri
de bombalı bir tuzak varsa havaya uçacak kişi o olacak, arkasın
daki askerlere yol açılacak. Ö mrü mayına bağlı bir kader onunki.
Ne zamandır ortalıklarda görünmüyordu Kartal Yüzbaşı, her
hangi bir haber de alınamıyordu kendisinden. Böyle birdenbire
karşısına çıkması şaşırtmıştı onu. B ir an kendisini takip etmekle
görevlendirilmiş olabileceği düşüncesine kapılıyorsa da, otobü
sün karşı yönden geliyor olması bu ihtimali zayıflatıyor gözünde.
Hem bindiği otobüs burada değil de, az ötedeki Kervan Dinlen
me Tesisleri'nde de konaklayabilirdi mesela. Bu bir takipse, bu
kadarına varasıya hesaplamış olabilirler miydi her şeyi? Gene de
kendisine kurulmuş bir tezgah olsaydı bunun kokusunu önceden
alacağına dair duyduğu inançla mutlaka, bir tesadüf olmalı, diye
geçiriyor içinden; iyi mi, kötüı mü olduğunu bilemediği bir tesa
düf! Bu düşüncelerle gözlerini dikip kalmışken, kendine dışarı
da, taraçamsı bölmede oturacak masa arayan Kartal Yüzbaşı da
onu fark ediyor. Gördüğünden emin olmak isteyen şaşırmış bir
yüzle gözlüğünü indirip her zamanki alaycı gülüşüyle oturduğu
masaya yaklaşıyor, avına hamle etmek üzere kanat açan alıcı kuş
lar gibi kollarını iki yana kaldırarak, "Vayy, sen burada ha! " diyor.
"Dünya mı küçük, biz mi her yerdeyiz?" Geleni yeni görmüş gi
bi oturduğu yerden hafifçe ayağa kalkıyor, Kartal Yüzbaşı'ya rüt
besini hatırlatan bir emir eri sesi ve hürmette kusur etmeyen eda
sıyla, "Merhaba Yüzbaşım, afiyettesiniz inşallah," diye karşılık
veriyor. "Hayırdır ya, ne iş sen buralarda? Görevde misin?" "Ak
raba ziyareti, hastam var," diyor boynunu kırıp hafif bir mahzun
tavır takınarak. "Asıl siz kayıpsınız yüzbaşım." "Ben kayıp deği
lim, aksine kendimi buldum." Yüzbaşının derin bir laf ediyormuş
edasıyla kurumlanarak söylediği bu söze takdir belirten bir gü
lümsemeyle karşılık vermesi gerektiğini düşünüyor. "Yolculuk ne
reye böyle?" "Mersin'e gidiyorum, öylesine, günübirlik."
Sormaya gerek duymadan bir sandalye çekip masaya çöker
ken, "Bende cip var ama otobüs yolculuğu daha güvenli," diyor.
125
"Cip aldığını söyleyerek övünmek istiyor belli," diye geçiriyor
içinden. "Ama korktuğu da belli, yalnız başınayken teröristlere av
olmaktan korkuyor." Bu sırada masalara çay dağıtan garson, yan
larına gelene kadar bardakları tek tek eksilmiş elindeki askılı tep
side kalanlardan iki çay bırakıyor masalarına. Kartal Yüzbaşı sol
kulağını serçe parmağıyla kurcalayıp aşağı yukarı sallarken onun
geçmişte de bu hareketi sık yaptığını hatırlıyor.
"Ben askerlik sayfasını kapattım artık. Nasılsa herkes duy
muştur. O olaylardan sonra kalamazdım zaten, bu yüzden en uza
ğa kaçtım. Zaten tadı tuzu kaçtı her şeyin. Apoletleri sökülmüş
hayat asker adama zor gelir diyorlardı bir de. . . Ne zorluğu be k ar
deşim, cennet vallahi cennet! "
Gene de eski günlerden tanıdık bir yüz görmüş olmanın key�
finin içini yokladığını hissediyor Kartal Yüzbaşı. " Ö zel harekat
çılardan istifalar oluyormuş sizin orada, pek çok personel batıda
ki şehirlere gönderilmeye başlamış diyorlar."
Yüzbaşının "O olaylar," dediği şeyi hatırlıyor. En son Ha
bur'da gümrükte bir müdürün öldürülmesi işinde parmağı olduğu
söyleniyordu. Ortaya çıkarılıp kanıtlanamamış olsa da Jandarma
ikinci sınır bölüğünde kalorifer kazanlarında yakılan insanlar ha
disesinde adı geçenlerden biriydi. O gök gözlü Levent Albay'ın
himayesinde yaptıkları bin bir dümen açığa çıkmış, gazetelerde
haber olmuşlardı, hatta Kartal Yüzbaşı'nın adının dağdakilerin in
faz listesinde üst sıralarda yer aldığı biliniyordu. Gazetelerde
onunla ilgili bir haberde, adının çıkmasına neden olan zalimane
davranışlarından her zaman gurur duyan biri olarak tarif edilmiş
ti. Gücünü, yaptıklarından çok yapabileceklerini düşündürmek
ten alan kişilerdenmiş. Ortalıkta olmadığı zamanlarda bile varlı
ğı etrafta hissediliyormuş.
Yüzbaşı etrafı üstünkörü bir gözle taradıktan sonra, sesini al
çaltarak, "Mahkemede bir şey tutturamadılar zaten. Hakim karşı
sına bile çıkmadık," diyor. "Sivil hayatta yoluma bakacağım ar
tık. Vatan-millet hizmeti de bir yere kadar ! "
Aslında yüzbaşının askerdeyken d e epeyce bir yoluna baktı-
1 26
ğı geçiyor aklından. Başta Yüksekova olmak üzere civardaki ba
zı korucu aşiretlerle ortak uyuşturucu kaçakçılığına bulaştığı, te
rörist yuvalarına yapılan baskınlarda ele geçirilen örgüt mühürlü
bloknot şeklindeki para tahsil makbuzlarıyla adamlarına gerilla
süsü verip örgüt adına tahsilat yapıyormuş gibi eşraftan, varlıklı
kişilerden haraç toplattığı konuşuluyordu. Eğitmen' in Kartal Yüz
başı' dan, hayıflanır bir tonda, "Çok iyi bir asker, ama maalesef
fazla kirli," diye söz ettiğini duymuşluğu çoktu. "Burada saf ve
samimi hislerle vatan savunmasına gelmiş, kanı pahasına ölümü
ne savaşan nice şerefli askerin adını lekeliyor bunun gibiler." Eğit
men bu sözleri, Kartal Yüzbaşı'nın binbaşının ttekiyle şehit cena
zesi gönderiyoruz diyerek bayrağa sarılı tabutla eroin sevkiyatı
yaptıkları söylentisi ortalıklarda dolaşmaya başladığında söyle
mişti. Hemen her gün bunun gibi nice hikaye çalınıyordu kulak
larına. Eğitmen'in dediği gib� , kurunun yanında yaş da yanıyor
du. Böyle hikayeler anlatanlar çoğu kez laflarım, "Bu kadarı da
olmaz," diye bağlıyorlardı. Onlar bu işlerin, bu kadarına değil de
biraz daha azına razı olanlardı. Göz gözü görmez eden bu kördu
man hava içinde asıllı, asılsız her çeşit lafın dolandığı, zihinleri,
hakikatleri bulandırdığı biliniyordu. Bunların ne kadarı doğru, ne
kadarı uydurmadır bilinmez, lakin bazı askerlerin, güvenlik güç
lerinden kişilerin bu işlere bulaştığını devlet de biliyor ama fazla
ses çıkaramıyordu. Konuya dikkat çeken okuru az bazı sol yayın
organlarının haberlerinde "Terör bahane, uyuşturucu şahane" gi
bi başlıklar atıldığını görüyordu. Ne zaman böyle meseleler orta
ya saçılsa kendi aralarında önce ayıplar gibi söylenip ardından,
"savaş ekonomisi gerçeği" falan gibi sözlerle işin ayıbını, güna
hım hafifletmeye baktıklarını gözlemliyordu . Kaç yıldır canla baş
la sürdürülen terörle mücadeleyi finanse etmek kolay mıydı? "Ma
dem batı ülkeleri her türlü mali, askeri imkanla teröristleri des
tekliyor, biz de onların evlatlarım zehirlemeliyiz, hem de üste pa
ra alarak, tek tek gebersin pislikler," diyenlere tanık olmuştu. Di
yarbakır'daki yeni emniyet müdürünün bir zamandır bunlara ra
hat vermediğini dünkü görüşmelerinde Hoca da söylemişti. Ona
1 27
göre, bunların açgözlülüğü, para hırsı devletin tahammül hudut
larını da aştığı için günün birinde yakayı ele vermeleri kaçınılmaz
görünüyordu. Kartal Yüzbaşı ve emrindekilerin, dağdaki mürtet
lerin kıyafetlerini giyip, bellerine raxt ve şutik takıp kendilerini
gerillaymış gibi göstererek köy bastıkları, infaz yaptıklarının ha
berleri Ankaralara, İ stanbullara kadar duyulmuştu. Ona göre, dağ
daki teröristlerin yaptığı infazlar, taramalar, köy baskınları, zu
lümler yetmiyormuş gibi, bir de bunların infazları, yakıp yıkma
ları köyleri kırıp geçiriyordu. Bu akılları onlara hep nicedir sağ
da solda JEM 'in başıymış gibi davranan Metin Ercan'ın verdiği bi
linmez değildi. Adam hırsından Kürtçe öğrenmiş, ama bulundu
ğu ortamlarda Kürtler yanında tedbirsiz, rahat konuşsunlar diye
Kürtçe bildiğini herkesten saklamıştı. B ir keresinde koruculardan
birinin yaptığı şakaya kendini tutamayıp hafifçe gülüp yüzünü
saklamaya çalıştığında anlamıştı Metin Ercan'ın Kürtçe bildiğini.
Ama bundan kimseye söz etmemiş, bu bilgiyi de pek çok şey gi
bi aklının heybesine atıp kendine saklamıştı. Çevresindekilere,
"Her bilgi günün birinde silah olmayı bekler," diye akıllar veren
Metin Ercan'a karşı bu bilgiyi kullanabileceği bir gün de gelebi
lirdi. "Bazı durumlarda kaderin ayağına getireceklerine önden gü
lümsemek gerekir," derdi Hoca. "Sabır bir Müslümanın en kıy
metli silahıdır, zamanını beklemeyi bilir."
Birden başını içtiği çaydan kaldırıp, "Ya ne diyeceğim, habe
ri duydun mu?" diyor Kartal Yüzbaşı. "Hayırdır, ne haberi yüz
başım?" "Saim B aran'ı devirmişler. " Adamın yüzünde, sesinde
herhangi bir ima yoktu. Sadece soruyordu. Karşılaşmalarının bir
takip neticesinde olmadığından bir kez daha emin oldu. "Ben de
bu sabah gazetelerde gördüm," dedi. Yüzbaşı bu eylemi takdir et
tiğini belli eder biçimde başını aşağı yukarı sallayıp, "Hangi taraf
yaptıysa ellerine sağlık! Bir yılan başı daha eksilmiş oldu. Ciha
dın Askerleri'yle bunlar birbirlerini iyi kırıyorlar, ortalık temizle
niyor, tam it dişi domuz derisi ! Daha önce devletin o kadar des
tek attığı Dindar Kürtler İttifakı işi bitiremedi ama bunlar daha
dişli çıktı, işi bitireceğe benziyorlar, helal olsun," diyor. "Bir de
128
Kürdistan Yurtsever Dindarlar Birliği mi neydi, öyle bir şey var
dı, değil mi?" Elinde olmadan sesini yükselttiğini fark edip bu kez
de iyice pes perdeden bir sesle, "Neredeyse birbirlerinin kedileri
ni, köpeklerini öldürecekler. Bırak daha çok kırsınlar birbirlerini,
bize iş bırakmıyorlar," deyip ardından gevrek gevrek gülerken o
da yarım ağızla gülümseyerek yüzbaşının neşesine katılması ge
rektiğini düşünüyor. "Şu yeni emniyet müdürü işine ne diyorsun
yüzbaşım?" diyor. Safça soruyormuş gibi yapmıştı, ama bunun
Kartal Yüzbaşı'nın damarına dokunacağını biliyor. Tahmin ettiği
gibi bu konunun açılmasından canı sıkılıyor Kartal Yüzbaşı'nın,
oyundan erken çıkarıldığını düşünüyor olmalı. "Sorma ya, devle
tin dürüst polisi pozlarında bodoslama yürüyor milletin üstüne,
ama çok kalmaz indirirler onu da! Yalla, tam zamanında bırak
mışım oraları. Buraların havasının güzelliğine bak ! Akdeniz'de
olsun, Ege' de olsun temiz bir � ahil kasabası, başka kurtuluşu yok
bu işin. Havada portakal kokusu var lan, daha ne olsun ! Zaten ak
lı olan kıyı civarlarından bir yer kapıyor, valla biz de kaptık bir
yer." Tam kaptığı yerin adını ağzından kaçıracağını hissettiği an
birdenbire susuyor, yüzü katılaşıp ciddileşiyor. Çenesinin gevşe
diğini düşünerek kızıyor kendine, içinden söyleniyor, sanki bı
raksan devletin kendisine başka bir adla yeni bir kimlik verdiği
ni, Karaburun' da bir yer alıp bambaşka bir hayata başladığını da
uzun uzun anlatacak Allah'ın Kürdüne ! Bir başkasını tembihler
gibi, sivil hayatın insana gevşeklik verdiğini, daha dikkatli olma
sı gerektiğini bir kez daha hatırlatıyor kendine. Artık eski Kartal
Yüzbaşı değil o, gözlerden ırak bir sahil kasabasında bir restoran,
bir pansiyon işletecek olan sıradan bir sivil yalnızca! Artık bunu
kabul etse iyi olur. Bugün karşısına bu boş suratlının çıktığı gibi
yarın bir Kürt teröristin çıkmayacağının, çıkıp da onu tanımaya
cağının, tanıyıp da indirmeyeceğinin garantisi yok! Başka bir is
me kayıtlı cebindeki kimlik her seferinde hayatını kurtarmaya yet
meyebilir. Olayın bu boyutunu yeni fark etmiş gibi canı gereğin
den fazla sıkılıyor bu duruma. Artık her ininden dışarı çıktığında
aklından bu hesapların geçeceğini, bundan sonra kendi memle-
1 29
ketinde bir kaçak gibi yaşaması gerektiğini düşünüyor, içindeki
sıkıntı yumaklanıyor. Başını çevirip etraftaki masalara, masalar
daki insanlara gözlerini kısarak bakıyor, bakmıyor da nişan alıyor
sanki. Neyse ki Karaburun yolu dolambaçlı sapa bir yer, Bodrum
gibi, Side gibi, Marmaris gibi keşfedilip gözde sahil yerlerinden
biri olmamış. Zaten günün birinde moda olana kadar da kim öle,
kim kala! Konuyu kendinden uzaklaştıran bir şeyin birdenbire ak
lına gelmiş olmasının heyecanıyla atılıyor, "Dargeçit'teki asit ku
yularının komutanı da Kuşadası'na yerleşmiş, adamın üstüne bir
medeniyet gelmiş diyorlar," dedikten sonra kısa bir kahkaha atı
yor. Zorlama bir kahkaha olduğu çok belli. Kollarını sıvayarak
masada yeni bir pozisyon alışına bakılırsa, saymaya başlamışken
durmayacak gibi, "Istanbul Emniyet Müdürü'nün oğlu Bodrum' da
koca otel almış, bar almış işletiyor, kimse sormuyor hangi paray
la? diye. Gerçi babası emniyet müdürü maaşıyla Kıbrıs'taki ku
marhane masalarında bond çantalar içinde milyon dolar bırakır
ken de sormuyorlardı. Eroin yüklü gemilerin büyüğü basılmasın
diye küçüğüne baskın düzenleterek hedef şaşırttığını bilmiyoruz
sanki ! Uyuşturucuya karşı savaşta en birinci kahraman olarak ga
zetelerde çarşaf çarşaf reklamını yaptırdı bir de. Ortada bunlar du
rurken şimdi de kalkmış utanmadan canını ortaya koyan, kelle
koltukta dağdaki eşkıyaya göğüs geren, kurşun sıkan üç-beş as
kerden üç-beş kuruşun hesabını sormaya kalkıyorlar. Ulan ben bir
başıma kaç teröristin kellesini almış adamım, utanmasalar beni de
vatan haini ilan edecekler ! " Anlattıkça köpürmüş, sesinin gene
kendiliğinden yükseldiğini fark etmemiş, duyulacak biçimde bur
nundan solumaya başlamıştı. Bunları söylerken sesinde ve tav
rında ekibiyle birlikte yaptıkları işlerin, çevirdikleri dümenlerin
vaktinden evvel ortaya çıkmış olmasına duyduğu kızgınlıktan çok,
şimdilerde çapı daha da genişlemiş, kendisinin dahil olamadığı
büyük vurgunlardan pay alamamanın hayıflanması seziliyordu .
"Neyse onların da iplikleri pazara çıkar yakında. Bak bilmediğin
bir haber daha, yeni bakan Abidin'in polislerinden biri kayışı ko
parmış iyice, Istanbul 'da yaptıkları işler hakkında gazetecilere öt-
1 30
meye başlamış, kumarhaneler kralını nasıl haklayıp aradan çı
kardıklarını bile anlatmış diyorlar, yakında hepsinin foyası çıkar
meydana! O yeşil kaşkollu deyusun güvenlik birimleriyle ope
rasyonlara katıldığı yetmezmiş gibi, şimdilerde asayiş komisyo
nu toplantılarına bile çağrılıyormuş. Cebinde deste deste parayla
geziyormuş kaşkolunu siktiğim ! Herifi o kadar baş tacı ediyorlar
da adamın geçmişine kimsenin baktığı yok! Ö nce şu örgütten bu
örgüte seyyar ajan, ardından dağdakilerin Belçika'daki yetkili ki
şisi, şimdi de JEM 'in kelle avcısı, öyle mi? Ulan Holivut artistle
ri bile bu kadar çok rolde oynamıyor. Yahu bu adam bizzat Ciha
dın Askerleri'nin Bingöl'deki kanadının baş tezgahçısı değil mi !
Bir devrin başbakanının biraderlerine ait şirketlerle bağlantısı var
mış diyorlar. Herifçioğlunda yok yok ! Tam bir fırıldak deyyus !
Irak'ta, Suriye'de devlet adamı gibi fink atıyor, diyorlar. İstediği
zaman istediği kişiyi araziye _ götürüp keyfine infaz ediyormuş.
Ona verdikleri yetkiyi devletin resmi askerine, tescilli polisine bi
le vermiyorlar. Memleket bitmiş vallaha, bitmiş arkadaş ! Tam za
manında çekilmişim köşeme. En azından kafam rahat. Yalla mis !
Bunu bilir, bunu söylerim."
Zaman zaman karşısında oturana değil de, ne zamandır kar
şılarına çıkıp söz almak istediği muhayyel bir dinleyici kitlesine
karşı konuşuyor, hatta kendisine yöneltilen ithamlara cevap veri
yor gibiydi.
"Çayınız soğuyor yüzbaşım."
Bardağına uzanıp üst üste bir-iki yudum aldıktan sonra, say
dıkları arasında eksik bırakmama gayretinin telaşıyla tekrar atılı
yor, "O tonton başbakan dediklerinin zamanında Küçük Ağa'yla
birlik olup Cihadın Askerleri'nin yolunu açtığını kimse konuşu
yor mu peki, ne gezer? Adamın Boğaz Köprüsü'nden geçerken
neşesini bulmak için arabada çaldığı kasetteki şarkı kadar bile ko
nuşulmuyor bunlar, yalan mı? Memleketin gazetecisi televizyon
cusu da derin uykuda, narkozdalar, valla narkozda ! "
Kesik kesik birkaç sigara öksürüğünden sonra bir süre susu
yor, "Güya bıraktık bu mereti, ama o ciğerlerimizi bırakmıyor. . .
131
Ya sen de hiç konuşmuyorsun be mübarek ! " "Ne konuşayım bil
mem ki, sizi dinliyorum yüzbaşım ! " " Ö yle ya zaten eskiden de
ağzını bıçak açmazdı senin. " B irden çenesini tutamayıp böyle
bardaktan boşanırcasına yağan yağmur gibi dökülmekten rahat
sız olduğunu fark ediyor. Karşısındakinden çok kendine açıklar
gibi, "Ben evde fazla kapalı kalmışım galiba, çok dolmuşum, bak
ne biçim çenem açıldı, etrafta bunları konuşacak kimse de olma
yınca, haliyle birikiyor," diyor. Bunları söylediği anda bunca za
mandır içinde birikmişleri değer vermediği, hatta normal şartlar
da küçümseyip burun kıvıracağı birinin önüne dökmenin piş
manlığı yokluyor içini, kendine olan kızgınlığını karşısındakine
yansıtan bakışlarla bakıyor ona. O ise Kartal Yüzbaşı'nın gözle
rinde önceden tanıyıp bildiği bu kin parıltısını fark etmemiş gibi
yapıyor: "Mesele değil yüzbaşım nihayetinde devletin iki ele
manıyız, hem emekli de olsanız her zaman benim üstümsünüz,"
diyor. "Bu çay da soğudu," diyor Kartal Yüzbaşı. "Yenisini söy
leyelim." "Yok kalsın, çaylar bile soğuyor da içimiz soğumuyor
be birader işte ! " Zaten her zaman öfkeli görünen Kartal Yüzbaşı'
nın kızgınlığında bu kez öncekilerden farklı bir şey olduğunu keş
fediyor. Yenilmişlerin öfkesi bu, oyun dışına düşmüşlerin, kızağa
çekilmişlerin, kendini mağdur, yenik hissedenlerin. Eski saldır
ganlığındaki özgüvenden eser kalmamış, "Eksilmişsin yüzbaşı,"
diye geçiriyor içinden. "Daha iflah olur musun, bilmem."
"Bak fazla konuşmayayım diyorum ya, hem o Norveç 'e ka
çan Kerküklü tercüman ne biçim ötmüş basına! Kuzey lrak'ta ya
pılanları bir bir şakımış ! Daha yeni okumadık mı gazetelerde ha?
Asıl kahramanlar bizleriz bizler! Onlar makam masalarının arka
sına kurulup saklanırken dağda bayırda kurşunlara biz siper ol
duk, mayınlara biz bastık, bombalar bizim üzerimize atıldı ! "
Giderek tansiyonu düşen bir sesle söylüyor bunları, konuşma
hevesi sönmeye başlamış, gözlerini uzaklarda bir yere dikiyor, az
önce sözünü ettiği o dağların, bayırların, siperlerin arasında bir
yere çekilmiş gibi yüzü uzaklara gidiyor. Sindikleri köşede genç
lik günlerine hasret çeken ihtiyarların yüzlerinde görülen bir ifa-
1 32
de bu. Belli, kendince maceralı bulduğu o günleri özlüyor Kartal
Yüzbaşı. Yalnızca silahını değil, kendini de bırakmış orada. Sesi
de, yüzü de bir parça yumuşamış olarak dönüyor gittiği uzaklar
dan. Sesine sitem gelmiş, "Sen hiç operasyonlara yüzbaşıdan da
ha yüksek rütbede birinin katıldığını duydun mu bugüne kadar?
Ha, duydun mu? Neydi operasyon timi dedikleri? Yüzbaşı so
rumluluğunda teğmen, üsteğmen, astsubay, uzman çavuş, o ka
dar! Hiç şehit düşmüş omuzu kalabalık birini gördün mü, paşa,
yarbay, general? Şehit düşen bakan, milletvekili, vali çocuğu da
yok anasını satayım ! " Konuştukça sesi de, yüzü de yeniden sert
leşmeye başlıyor: "Hep Anadolu'nun bağrından, tarlasından ta
panından kopartılmış gariban halk çocukları , kimi canından ol
muş, kimi kolundan bacağından, öyle kınalı kuzular gibi yatıyor
lar hastane köşelerinde. Bırak Allah'ını seversen ya! Daha da ko
nuşturma beni ! Biraz daha kqnuşursam beni de komünist sana
caklar ! "
Hızlı iniş çıkışlar yaşayan b u ruh halinin onu yorduğu, içini
tökezletip durduğu belli.
"Yüzbaşım fazla sıkmayın canınızı, millet bunların derdinde
değil, akşam eve götüreceği ekmeğe bakıyor."
"Bak, son bir şey diyeyim sana, Metin Ercan'ın da hesabını
keserler yakında, tepede birileriyle arası fena açılmış, istifa ede
cekmiş deniyor, kendisiyle beraber birileri daha istifa edecekmiş,
gizlice gazetecilerle görüşüyor, aba altından sopa gösteriyor de
niyor, valla kim ne derse desin tam zamanında bırakmışım bu iş
leri ! Hoş bunların konuştukları gazeteciler de devlet ajanı ya, ney
se ! At izi it izi, her şey birbirine karıştı."
Bu sırada cızırtılı bir mikrofondan yapılan anons yolcuları
otobüse çağırıyor. Kulağını yine kurcalarken, zamanlarının dol
duğunun bilgisiyle sohbetlerindeki bir eksiği tamamlamak ister
cesine, "Ya sizin orada işler nasıl, ne yapıyorlar bizimkiler, Nihat
Astsubay falan, fazla konuşamadık," diyor yüzbaşı. "Bildiğiniz
gibi," diyor önemsemez bir sesle. "B izde yeni bir şey yok yüzba
şım. Her şey bildiğiniz gibi. "
1 33
Yerinden kalkıp yüzbaşıyla vedalaşıp otobüse yönelirken,
onun sözünü ettiği yakında ortaya çıkacak olan foyaları tahmin
etmeye çalışıyor, bunlardan birinin ucunun kendisine dokunma
masını diliyor rabbinden. Canından korktuğundan değil, rabbine
hizmette daha yapacak işleri varken kaderinin eceline acele ede
cek olmasından korkuyor. Şükrünü yeterince eda etmemiş olduk
ları için rabbin lütuflarından mahrum kalacak kullardan olmamak
için bugüne kadar elinden geleni yaptığını düşünüyor. Bunu ha
tırlamak Allah'ın ömründen zaman eksiltmeyeceğine dair içinde
ki inancı pekiştiriyor. "Yoksa bu hizbuşşeytanların arasında işim
ne benim?"
Tuhaf zamanlarda tuhaf yerlerde ortaya çıkan insanlar öteden
beri başka türlü ilgisini çekerdi onun. Böyle durumlarda rabbin
gözden gizlenmiş işaretlerini arardı. Seyyid Kutub 'un kitabında
sözünü ettiği yol işaretleri yeniden geliyor aklına, gerçi bu garip
karşılaşma onun söylediklerinden biri değilse bile gene de kader
planında bir yol işareti olmalı, diye geçiriyor içinden. Bu düşün
ceyle az önce konuşulanları hızla geçiriyor aklından, bir işaret var
sa da en azından şimdilik bilemeyeceği sonucuna varıyor.
Koltuğuna oturduğunda nedense bir dönemeci daha ardında
bırakmış, biraz daha rahatlamış hissediyor kendini. "Rabbine
imanla inansaydı bu kadar yalnızlık çekmezdi," diye düşünüyor
Kartal Yüzbaşı için. "Uçacak kanadı kalmamış bunun, içi iyice
kavrulmuş, öyle bık bık kendi kendine konuşup duruyor şimdi."
Anamur'a kadar uyumaya karar veriyor. Anamur'dan Alan
ya'ya kadar olan yolda zihni iyice dinlenmiş, aklı berrak olmalı.
Onu niye Alanya'ya gönderdikleri konusunda hiçbir bilgisi ol
madığı gibi tahmini de yoktu. İndiğinde Eğitmen'i telefonla ara
yacak, en azından bundan sonrası hakkında kabaca da olsa bir fi
kir edinmiş olacaktı.
Otobüs hareket ettiğinde bir süre yola bakıp, etrafa kulak ka
barttıktan sonra başını arkaya yaslıyor. Uyumak için beynine ko
mut veriyor ve anında uyuyor.
1 34
O N B EŞİ N C İ BÖLÜM
1 35
Cihadın Askerleri'nin sohbet halkalarına yeni katılmaya baş
ladığı günlerde bile kendisini oradakilerden çok Allah'a ait hisset
. mişti. Ne de olsa dünya hali gün gelir zincirin halkası kopar, tespi
hin tanesi eksilirdi. Hiçbir bağ rabbinle kurduğun bağ kadar kuv
vetli ve kopmaz değildi ki; bu dünyada her şey gelip geçiciydi.
Kendisi hakkında uzun boylu düşünen biri olmamıştı hiç, ama
çocukluğundan beri zihnini dünyanın öğrettiklerine açık tuttuğu
na inanırdı. Ona göre bu hal de küçük yaşta idrak edilen bir yal
nızlık bilgisiydi. Çevresindekiler tarafından, kendisine ve öğreti
len her şeyi harfiyen aklında tutan, vakit kaybetmeden hayata ge
çirebilen aklının kıvraklığına ilişkin söylenenler kulağına çalın
dıkça takdir belirten bu sözlerden hoşlansa da hafizasını kuvvet
lendiren şeyin zekası değil, içinin kini olduğunun farkındaydı.
Akıl unutur, kin unutmazdı.
Kendi yaşıtı bazı çocukların okuma yazmayı camide öğren
diklerini görmüş, o da ilkokul ikinci sınıfta terk ettiği eğitimini
camilerdeki okuma yazma kurslarında ilerletmişti. O sırada bü
yüdüğü köyde namazında niyazında bilinen yaşlı ve kimsesiz bi
ri vefat etmiş, köylüler de adamın seccadesinin caminin zemini
ne serilmesi için onu vazifelendirmişlerdi. Bunun eski bir gele
nek olduğunu o zaman öğrenmişti. Bir mümin vefat edince ona
ait seccadeyi götürüp camiye sererlermiş. Böylelikle hem o sec
cadeyi dokuyanların dokurken ettiği duaların, hem onun üzerin
de yıllarca namaz kılan kişinin dualarının camiden arşa, oradan
da mahşere kadar sürmesini niyaz ederlermiş. Kucağındaki sec
cadeyi yaşlı adamın ölüsünü taşır gibi huşu içinde taşımıştı ca
miye. "Çok sevap işledin," diyerek başını okşayıp takdirini belir
ten caminin seydası, "Ama daha sık gelmelisin camiye. Hem aya
ğın, hem kalbin erken alışsın," demişti.
Cihadın Askerleri'nin, "Berduşları, başıboşları imana ve İ sla
ma kazandırmak gerek, ama güzellikle, ama zorla," diyerek so
kaklarda devriye gezdiği günlerde cemaattekilerin kendisini na
sıl değerlendirecekleri konusunda kararsızlık çektiklerini sezmiş
ti; her işi çocuk yaşta öğrenmek zorunda kalmanın becerikliliği-
1 36
ne sahip olduğunu anladıklarındaysa pek çok ayak işine koştur
maya başlamışlardı onu. Hangi yönde, hangi cihette eğitileceği
fıtratına bağlı olduğu kadar, becerilerine de bağlıydı. Aralarında
konuşup tartışarak çeşitli işlerde deneyip imtihan ediyorlardı. "Da
vetçi olmaz bundan," dediler. "Tebliğci de. . . Hem içine fazla ka
palı, hem ağzı laf yapmıyor." Cemaate yeni katılanların marifet
lerine, becerilerine göre tasnif edilip vazifelendirildiği günlerdi.
Hoca'nın kollaması sayesinde ne akranları gibi bazı işyerlerini
kundaklamaya gönderilmiş, ne de sokağa satırla adam kovalama
ya salmışlardı onu, Diyarbakır' da Şehitlik Camii'nin imamının çi
vili sopalarla döve döve öldürüldüğü eyleme katılmasına da izin
verilmemişti. "Bu daha ufakların işi," demişlerdi, bu sözle yaşı
ufakları mı kastetmişlerdi, cemaat içindeki makamı ufak olanla
rı mı, anlamamıştı. Başlarda bu kadar geride tutuluyor olmaktan
kendince eksiklense de hiç s �sini çıkarmıyor, içinden, bir bildik
leri vardır herhalde, diyerek sabrediyordu. Silaha bulaştırılma
mış kişileri bir süre sonra davetçi yapıyorlardı ama İ slami dava
ya yakınlığı bilinen esnafın cemaate kazanılması için tebliğcile
rin dükkan dükkan dolaştığı sıralarda onu çırak olarak bile dave
te çıkarmamış, bu işten de geri tutmuşlardı. Kapı kapı gezip aha
liyi devr-i saadet şartlarına göre yaşamaya davet etme işinin onun
fıtratına hiç uygun olmadığı o zamanlarda da belliydi zaten. Mol
laların, hocaların, "Kendi davasını idrak edemeyenler diğer fikir
lerin tacizlerine maruz kalırlar. Bir an evvel aklımızın duvarları
nı, kapılarını tahkim etmek gerekir," diyerek önerdikleri kitapla
rı hatim indirircesine okuduğu günlerdi. Peygamberin ve sahabe
lerin hayatını, Uhud, Hendek, Bedir savaşlarını anlatan kitapların
yanı sıra Ali Şeriati, Hasan El Benna, Seyyid Kutub kitaplarını
sessiz bir iştiyak içinde okuyup kendini zorlaya zorlaya yazılan
ları anlamaya çalışırdı. Cemaatin Medrese-i Yusufiye diye andı
ğı hapishaneye hiç düşmediği için orada değilse de Hoca'nın dizi
dibinde zamanla çok şey öğrenip kendini geliştirdi. Hocanın di
zinin dibi onun medresesi olmuştu. Eskisi gibi köyde sabahın se
herinde yeni kesilmiş kuzuyu şehirdeki Kervansaray'ın arkasında
1 37
kurulan kaçak et pazarına başının üstünde delikli leğenle taşırken
yüzüne kan sızan çocuk değildi artık o. Her seferinde tabana kuv
vet tutturduğu çabuk adımlarla bir kez olsun belediyecilere yaka
lanmadan pazara et yetiştirmeyi başarmış, böylelikle yanlarına sı
ğındığı akrabalarına karşı hep bükük duran boynunu biraz olsun
dik tutabilmişti. Başında koca leğenle o toprak yolda denge tut
turmanın, düşüp yere kapaklanmadan, eti toza toprağa bulamadan
yolu tamam etmenin önemini kavramak ona daha sonraki yıllar
da kat edeceği yollar hakkında çok şey öğretmişti. Bumunda o
günlerden kalma kan kokusunun pahasıydı bu. Daha bacak kadar
bebeyken işe koşulduğu tarlalarda, bostanlarda karpuzları tiye
ğinden koparıp eliyle tarttığı günler geride kalmıştı, şimdi elleri
nin arasında karpuz yerine dünyayı tartıyordu sanki. Zamanla var
lığının derinliklerine dışarıdan görülmeyen bir özgüven yerleşmiş
onu adım adım bugünlere getirmişti.
Çatışmalarda ölen gerillaların cenaze törenlerinde istihbarat
toplaması için halkın arasına salınıyor, bu törenlere gelen araçla
rın modellerini, plakalarını tespit ediyor; sair zamanlardaysa et
rafta dikkat çekmemeye çalışarak "Şehitler Kervanı", "Seyfullah
Serisi" gibi seri albümleri, ilahi ve marş kasetlerini müminlerin
evlerine, dükkanlara dağıtıyor, verilen vazifelerin çeşidine göre
camilerdeki derslere gelmeyenlerin gündelik alışkanlıklarını, ka
rate kurslarına gidip gelenlerin her hareketlerini takip edip üstle
rine rapor ediyordu. Gene o yıllarda Şura'nın talimatıyla, tezgah
altından pomo dergi ve video kaset satan dükkanların takibinde
de görev almış ve sahiplerini infaz timlerine ihbar ederek ortadan
kaldırılmalarına neden olmuştu. Cemaat içinde haricen Sünni, kal
ben Caferi olduğundan şüphelenilen kişileri mimliyor, gidip on
ları seydalara, hocalara ispiyonluyordu. Ankara, Adana, İzmir gi
bi büyük şehirlerden çalınan arabaların plaka numaralarının za
manfa aşınmış da tam seçilemez hale gelmiş gibi görünmesi için
plakaları fren yağı ve asitle silme işinde birinci sınıf iş çıkarma
ya başlamıştı. Kısa zamanda elden çıkarılması gereken bu çalın
tı arabalar, başta korucular olmak üzere civardaki zenginlere dü-
1 38
şük fiyata satılarak cemaate para kaynağı sağlandığından yaptığı
bu işi sevap biliyordu. Cihadın Askerleri'nin mollalarınca "ame
liyat edilecek kişiler" diye adlandırılıp mimlenmiş, listelenmiş ki
şilerin izlenmesi, adreslerinin, günlük rutinlerinin, güzergfilıları
nın belirlenmesi için takip timinde görev aldığı da olmuştu. Ko
nuyla ilgili yazdıkları rapor mollalar tarafından infaz timine dev
redilir, onlar da ilk fırsatta söz konusu kişiyi temizler, ameliyatı
başarıyla sonuçlandırırlardı. Giderek bünyesinin tabii iklimi ol
maya başlayan, sürekli bir dikkat ve teyakkuz halinde yaşamanın
yüksek tansiyonlu temposuna karşın serinkanlı, telaşsız davra
nışları, göze batmayan, silik, gösterişsiz hali, her çeşit takip, izle
me, gözleme, gizlenme işinde önemli bir avantaj sağlıyordu ona.
Sık sık görev yeri ve niteliği değiştirildiği için de kimseyle sürekli
ilişki kurmamış oluyordu.
Yerleşim alanlarının dışı�da yapılan silah ve atış eğitimi sı
rasında gözcülük yaptığı da oluyordu; bir yanlışına, hatasına se
bep kaçırılan, cezalandırılan kişilerin kapatıldığı mahkum evleri
nin kapısında bekçilik yaptığı da . . . Cemaatin tabandan zirveye pi
ramit biçiminde tırmanan teşkilat yapısı mümkün olduğunca kim
senin kimseyi fazla tanımaması esası üzerine inşa edildiğinden
herkesin görevi ve bölgesi sık sık değiştiriliyor, böylelikle sahi
. den de kimsenin kimseyi uzun boylu tanımasına, yakınlaşmasına
izin verilmemiş oluyordu.
Hoca onu bir kenara çekip uzun uzun konuşuncaya kadar ken
disiyle ilgili tam olarak ne düşündükleri konusunda bilgisizdi. Ho
ca'nın bu konuyu onunla konuşmasından sonra hem cemaatin, hem
rabbinin seçilmişlerinden olduğuna inanmış, ikna olmuştu. "De
mek mutluluk dedikleri buymuş," demişti. "Güzel şeymiş Allahı
ma! "
Atış talimlerinde atıcı olarak ilk denendiğinde, "Uzağa ateş
ederken baskın gözünün sağ mı, sol mu olduğunu baştan bile
ceksin, bilip de gözünü tetiğe öyle yerleştireceksin. Hedefini kıb
le tayin eder gibi tayin edeceksin," denmişti kendisine. Katıldığı
bu atış talimlerinde aslında iki gözünün birden baskın olduğu an-
1 39
laşılınca, bir kez daha cihad yolunda seçilmiş olduğuna ikna ol
muştu içi; ne de olsa herkesin iki gözü birden baskın olmazdı; Al
lah bu gözleri ona sebepsiz vermemişti, bu bir çift baskın göz onun
seçilmişliğinin delaletiydi. Hangi gözünü kısarsa kıssın hedefi şaş
mıyordu. Onun gibiler için şu hayata mana katan şey kendine ve
kinine bir yol bulmaktı, o, yolunu çoktan bulmuştu, kanı soğuk
ama kalbi imanla tutuşan saf bir ateşti.
"Tesbih çeken elin kıymeti ayn, tetik çeken elin kıymeti ay
rı," demişti Hoca. "Biz seni de, ellerini de bugün için beklettik.
Artık tetiğe çıkmanın vakti geldi." Hemen ardından da, "Cemaa
tin Oğulları" tabir edilen askeri kanada dahil edilmesi göğsünün
gurur nişanesi oldıi. O, artık cemaatin oğullarındandı. O günden
sonra gönderildiği Diyarbakır dışındaki yerlerde Cihadın Asker
leri'nin imzası sayılan enseye tek kurşunla infazlar yapmaya baş
ladı. Olay yerinden ne zaman kurşun hızıyla, ne zaman ve hangi
durumda ağır ve emin adımlarla uzaklaşacağını bilen tetikçi ola
rak hem askeri kanatta hem Şura katında iltifat görmeye başladı.
Bu durum Hoca'mn onu JEM içine sızmaya hazırladığı günlere ka
dar devam etti. "Bundan sonra sıradan ahali ne kadar Müslüman
sa sen de ancak o kadar Müslümansın, imanının derecesi göze bat
mamalı, ona göre davranıp temkinli yaşayacaksın, içini ferah tut,
zaten rabbin kalbini de, görevini de biliyor," dedi. Daha o an ken
disini başka bir hayatın beklediğini, peygamberin daimi sünnet
lerinden olan Pazartesi ve Perşembe oruçlarım tutmayı sektirme
diği günlerin geride kalacağını anlamıştı.
1 40
Üç kişiden oluşan infaz timiyle çıktığı avlarda Cihadın As
kerleri'nce uygun görüldüğü şekliyle tek kurşunla iş bitirirken son
raki zamanlarda JEM adına yaptığı infazlarda üç kurşun sıkmayı
adet edinmişti. Ona göre, bir bedende iki kişi olarak yaşadığı bu
hayat ona her şeyi ayrı ayrı tasnif etmeyi, öyle düşünüp, öyle ya
şamayı dayatıyordu artık. Hakiki kimliğini derisinin altına göm
meyi öğrenmiş, kendi deyişiyle kalbine fermuar çekmiş, kendini
JEM'e emanet vermişti.
141
rıların bir çeşit ibadet olduğunu düşünüyordu. "Elemanların açık
havada gerçekleşecek buluşmalarını güvenlik güçlerinin kontrol
lerinin asgariye indiği sabah ile öğle arasına denk getirmeye ba
kın," şeklinde taktik uyarılarda bulunurken tüm yaptıklarının rab
binin katında Müslümanlığı ihya maksatlı davranışlar olarak gö
rüleceğine inanıyordu.
Gerekli gördüğü her bilgiyi not düşüyordu pelür kağıda yaz
dığı Şı1ra'ya gidecek raporlara. Edindiği ve ilettiği her bilgi yeni
bir tedbirin yolunu açıyordu. Misal, hapishane aramalarında, ev
baskınlarında erkekleri çökertmek için polislerin bir taktik olarak
önce kadınlara saldırdığı hususunda cemaat elemanlarının önden
bilgilendirilmesinde fayda vardı. "Erkeklerin gururuna yara veri
yorlar ki çabuk çözülsünler," diye yazmıştı raporuna. "Müminle
rin içlerini pek tutmaları gerekir."
"Konuşturmak istediğin kişinin sağına oturmaya bak, insan
lar bir şeyi itiraf edecek olduklarında sağlarına dönerek konuşur
lar, unutma! " derdi Eğitmen. O, bu bilgiyi edindikten sonra yal
nızca katıldığı soruşturmalarda değil, gündelik konuşmalar sıra
sında da insanların sağına oturmaya özen göstermiş, bunu adeta
alışkanlık edinmişti. Sorgulardan söz edildiğinde unutamadığı bir
diğer husus da, kendi aralarında "sinema salonu" dedikleri işken
cehanelerde yapılan sorgular sırasında, görevlilerin bir akşam ön
ce televizyonda seyrettikleri maç hakkındaki hararetli tartışmala
rıydı. B aşlarda Nihat Astsubay tarafından gözlemci olarak gö
revlendirildiği bu işkence seanslarında çok şey öğrenmişti. İn
sanların maç merakını zaten hiçbir zaman anlamamıştı, ama bu
merakın sorgulamanın ortasındayken bile insanların yakasını bı
rakmamasına kafası hiç basmıyordu.
JEM içinde kabul görmesi başlangıçta kolay olmamıştı tabii.
Ö ncelikle o, örgüt itirafçılarından biri olmayıp sahadan toplanmış
sıradan bir elemandı. Yeterince güvenilmek için görünmez imti
hanlara tabi tutulacağını, çeşitli vesilelerle sınanacağını, bu uğur
da çok şeye katlanması, sabretmesi gerektiğini başından beri bi
liyordu. Tutulduğu her imtihan ona Allah'ın ihlaslı kullarından bi-
1 42
ri olup olmadığını anlamanın bir yolu gibi geliyordu. Hoca, ona
her konuda olduğu gibi bu konuda da çeşitli nasihatler, akıllar,
dersler vermişti. JEM içinde kabul görmeye başladığı ilk döne
minde Cihadın Askerleri'yle olan geçmişini bilen bir-iki kişiyi
rabbin affına sığınarak bizzat kendi eliyle ortadan kaldırmış, bu
cinayetlere mürtet örgütün işi süsü vererek kendini güvene almıştı.
Bu cinayetlerden Hoca'nın bile haberi yoktu. Tabi oldukları şe
riatın karakteri gereği her eylemin mutlaka Şı1ra'nın fetvasına da
yanması gerektiğini, nefs-i müdafaa dışında Şı1ra'dan fetva alma
dan kimseyi öldüremeyeceğini biliyordu. Ama kendisi için, dava
için, Allah için doğru olanı yaptığına inanmıştı. Devlet de kendi
tezgahladığı kanlı oyunlarda böyle sivil zayiatları göze almıyor
muydu sanki? Her mecburi durumun birkaç cana bedellendiğini
herkes bilirdi. Girdiği bu meşakkatli yolda arkada tanık bırakma
ması tek çaresi, tek güvencesi y di; ona kalırsa o günah işlememiş,
geçmişini mühürlemenin gereğini yerine getirmişti sadece. Bir eli
kalbinin üstünde rabbin bu bilgiyle onu affedeceğini ümit etmek
ten başka çaresi yoktu şimdi. Ö lenlerse dava uğruna şehit sayılır
lardı, ahirette karşılaştıklarında kendisini affedeceklerinden zaten
emindi. Devletin infazlarıyla Cihadın Askerleri'nin infazları ara
sındaki hukuk ve adalet farkı üzerine kıyas yaparak kendini ya
tıştırıyordu. İ slami tedrisattan geçip molla olmuş kişilerden olu
şan Şı1ra'nın verdiği ölüm fetvalarıyla devletin içindeki çeşitli
grupların, kişilerin rasgele infazları arasında yalnız dünya katın
da değil, Allah katında da kabul farkı olmalıydı.
Önemli olan, Eğitmen'in tabiriyle "nihai bilançoydu". O da
eksisi artısıyla kendine seçtiği yolµn nihai bilançosuna bakıyordu.
Hem eğitimde kat ettiği gelişme, hem sahada gösterdiği ya
rarlılık sayesinde eleman adayı statüsünden hızla yükselmişti. İ lk
olarak kendisine yeni bir kimlikle birlikte, 22 kalibre Baretta mar
ka, ucunda susturucu takılmak üzere kılavuz açılmış tabanca, bir
adet şarjör, 22 kalibre tabancada kullanılmak üzere tadil edilmiş
bir adet susturucu, bir adet de ham susturucu teslim edilmişti.
Devletin eli boldu.
1 43
Her çeşit istihbarat teşkilatı içinde en kabul görmüş, tepelere
yükselmiş elemanların içinde yer aldığı, varlığından pek az kişi
nin haberdar olduğu "Rejim" birimine kabul edilene kadar bura
daki rolünü sürdürmesi kararlaştırılmıştı Şura tarafından. Rejim,
kimsenin aslını bilmediği tam bir sırdı. "Rejim dili" dedikleri bir
dilden söz edildiğini duymuştu. Ü stü kapalı bir dildi bu. Birimler
içinde farklı elemanlara bölüştürülmüş işleri yönettikleri düşünü
lüyordu. Zamanla hem bu kişilerden bazılarını tespit etmiş hem
de bu dilin kimi şifrelerini çözmeyi becermişti. Başta Ankara ol
mak üzere diğer vilayetlerden gelen, birkaç gün kalıp sonra bir
daha ortalıkta görünmeyen tipler oluyordu bunlar, bazı durumlar
da kendi aralarında şifreli konuştuklarına tanık olmuştu. Misal,
"kargo" ceset demekti. "Temizlik işçileri" aralarında bir koddu.
Evlerinden toplanan, yoldan çevrilerek alınan insanların kaybe
dildiği yere verilen ad "sarı bölge"ydi. Nasıl Cihadın Askerleri
için cemaat tarafından dört koldan tahkim edilmiş olan Şırnak
"Saadet Bölgesi" diye anılıyorsa JEM için de kayıpların, kemik
lerin gömüldüğü, cesetlerin kuyulara atıldığı yer sarı bölgeydi.
Sonraları polisten, askerden bazı kişilerin de kendi aralarında nor
mal görünen konuşmalar arasına böyle şifreli kelimeler serpiştir
diklerine tanık olduğunda bu ağın genişliğine uyanmıştı. Türkçe
sinin yeterince iyi olmadığına, kafasının da pek basmadığına gü
veniyor olsalar gerek ki çoğu kez onun yanında rahat konuşmak
tan çekinmiyorlardı. O rasgele anlarda tanık olduğu gelişigüzel
konuşmalardan bugüne kadar çok şey öğrenmişti. Beyninde tüm
konuşmaları kaydeden bir teyp vardı sanki. Ezberin önemini
Kur'an ezberleyerek, ayet, sure, dua, hikmetli kelil.m ezberleyerek
kavramış Allah'ın sevgili kullarındandı ne de olsa . . . Ezber, ili e
min kendisi demekti. Harfleri, sesleri, yüzleri ezberleyeceksin !
Rabbin kendisini her yere nakşettiğini unutmayacaksın ! İ şaretle
ri okumayı bileceksin ! Baktığın her yerde rabbi ve onun sırlarını,
kullarına gönderdiği işaretleri göreceksin ! Aklı ezber konusuna
takılınca çağrışımların hızına kapılan zihni başka hatıraları ça-
1 44
ğırdı: Müslüman hareket içindeki her farklı grup dava mensupla
rının buluşma noktası olan derneklerin, çay ocaklarının yanı sıra
kendi adına bir kitabevi açıyor, gruplar adlarını çevresinde hal
kalandıkları bu kitabevlerinden alıyorlardı. Cihadın Askerleri'nin
ilk Şura toplantısının Diyarbakır'daki kitabevinde yapıldığı bili
niyordu. Bu kitabevlerinde hitabeti kuvvetli kişiler etkileyici ko
nuşmalar yaparak kendi cemaatlerine adam kazandırmaya bakı
yorlardı. Buralara bazen üstatlar gelir oturur, gelen gidenle soh
bet eder, bir üstattan irşat almanın önemine inanan müminlerin
sorularını cevaplarlardı. Dava mensuplarının buluşma noktası olan
dernekler nasıl bağlı oldukları grubun nişanesiyse, birinin devamlı
gittiği kitabevi de onun aidiyetine işaret ediyordu. Bu hal Müslü
man camia içinde giderek yaygınlaştı, gelenekselleşti. Her yeni
kitabevinin kendi etrafında kendi küçük cemaati vücuda gelme
ye başladı. Bu kitapçılara yaka.sız gömlek giymeyi bir irfan ölçü
sü bilen, temiz pak giyinmiş Müslüman gençler gelirdi. Aynı za
manda tanışma, kaynaşma, ayaküstü sohbet etme ve dini telkinat
imkanı tanıyan kendince kıymetli mekanlar, faydalı mahfillerdi
buralar. B ir kitabevi ya da medrese etrafında örgütlenen rakip
gruplar, diğerlerinin kitabevinin karşısında ya da civarında sota
bir yeri mesken tutan, yaşı ve tipiyle dikkat çekmeyecek, çoğu ço
cuk yaşta gözcüler yerleştirir, takibe alırlardı buraları. Herkesin
gözü diğerinin üzerindeydi. O da diğerleri gibi buraları gözetler,
girip çıkanların kim olduklarını tespite, göz ucuyla bakarken bi
le çaktırmadan yüzlerini ezberlemeye, her bir ayrıntıyı hafızası
na nakşetmeye çalışır, gerektiği durumlarda takibe alır, sonra dö
nüp üstlerine rapor verirdi. Cihadın Askerleri ile İman Neferleri
arasındaki rekabetin iyice kızıştığı zamanlarda her iki taraf da bir
birlerinin kitabevlerini, çay ocaklarını, kahvelerini, çoğu pasaj iç
lerinde yer alan, "Kuşçular Lokali" gibi adlar altında iş gören mak
sadı gizli derneklerini tam anlamıyla göz hapsine almış, birbirle
rini fişlemeye başlamışlardı. İrşat ve İrfan grubunun çevrede güç
kazanmasıyla tansiyonun iyice yükseldiği, mücadelenin harlanıp
kızıştığı dönemde o güne dek toplanan önemli, önemsiz tüm bil-
1 45
giler işe yaradı. Sonralan bölgedeki Vahdet, Menzil, İ lim, Miza
ni, Şehadet gibi kitabevlerinin emniyet güçleri tarafından takibat
altına alındığı anlaşıldığında buraları da tenhalaşmış, müşterileri
seyrelmiş, göze batmaktan çekinen herkes kovuğuna çekilmişti.
Ardından taraflar arasında arka arkaya adam kaçırmalar başladı,
infazlar geldi.
1 46
düşünceleri arasında kayboldu.
Sonra kapıldığı bu dağınık düzen düşüncelerden sıyrılarak dö
nüp otobüsteki yolculara alıcı gözlerle baktı. Herkes kendi ale
mindeydi. Yol boyu konuşanlar değil yol boyu susanlar ilgisini
çekerdi en çok. Onlara başka türlü bir yakınlık duyardı. Çok ko
nuşan insanlar ona ırmakta tutulup kıyıda toprağa bırakılmış ba
lıkların çırpınmasını hatırlatırdı. Sorgulamayla ilgili konuşmala
rının birinde, "Bir balık nasıl avlanır?" diye sormuştu Eğitmen.
Aptal durumuna düşmemek için kimse sesini çıkarmaya cesaret
edemeyince gene kendisi yanıtlamıştı : "Ağzını açtığında. Demek
ki karşında oturanın ağzını açmaya bakacaksın."
Tağuti devletin gizli kapaklı oyunlarına bulaştığından, hiz
buşşeytanların arasına karıştığından beri ne çok çeşit insan gör
müş, tanımıştı. Çatışmada ele geçirilip itirafçı olan biri için, ' O
kadar soğukkanlı biri k i onun l) e zaman saf değiştirdiğini anlaya
mazsın, asla güvenilmez bir şahıstır," dendiğini duymuştu. Ken
disi de bu kadar soğukkanlı olduğuna göre arkasından böyle söz
ler ediliyor muydu acaba? İtirafçılardan bazıları itirafçı olmaktan
duydukları pişmanlıkla yeniden dağa dönüyor, hatta onlar içinde
bile tekrar düze inip yeniden itirafçı olanlara rastlanıyordu. Eğit
men'in böylelerinden alaycı bir biçimde, "turnike elemanları" di
ye söz ettiğini duymuştu.
Gene örgütün içinde pek de önemli yeri olmayan biri gelip
kendiliğinden teslim olup taraf değiştirmişti. İlk cinayetini onu
örgüte kazandıran kişiyi öldürerek işlemişti. Emniyete teslim olur
ken, "Ustamı öldürdüm, " demişti. Birkaç kez adeta kendini inan
dırmak istercesine, "Ustamı öldürdüm, ustamı öldürdüm," diye
tekrar etmişti. İnsanın ustasını öldürmesinin ayrı bir anlamı ol
malıydı herhalde.
Kardeşi çatışmada ölen bir diğerini tanımıştı. Her gün gidip
kardeşinin mezarına tükürüyor, " İ çim soğumuyor, içim soğumu
yor," diyormuş. İnsan denilen mahlllk nice karanlık sırlar, bilme
celerle doluydu şu dünyada. Nihayetinde her çeşitten sırrın orta
ya çıkması bir sebebe bakardı. Seydalardan birinden duyduğu gi -
1 47
bi, "Sebep dediğin kaderin düğümleridir, ne zaman çözüleceğini
Allah bilir."
Bir asteğmen, aniden çıkan bir çatışma sırasında ateş ettiği
kişi yediği kurşunla yere yığıldığında heyecan ve telaş içinde ko
şa koşa vurulanın yanına gitmiş, ardından da gösterdiği bu telaşı
etrafındakilere, "Nasıl öldüğünü görmek istiyorum," diye açıkla
mıştı. "İlk defa birinin nasıl öldüğünü göreceğim."
Otobüs Anamur'dan sonraki ilk durağı olan Gazipaşa'ya var
madan önce Beyrebucak kavşağındaki benzin istasyonuna yakla
şırken yavaşlar gibi olduğunda bir süredir zincirleme çağrışım
larla kapıldığı bu düşünce selinden çabucak sıyrılıverdi, bir an
mola verileceğini sandı ama ortalıkta mola mekanı olabilecek bir
yapı gözükmüyordu.
Yanındaki adama dönüp, "Neden yavaşladık?" diye soruyor.
" Ördek topluyorlar," diyor adam. Söylenene bir anlam vereme
miş, şaşkın bakıyor. Adam lafın arkasını getirmeyince, "Ne de
mek ördek topluyorlar," diye ekleme gereği duyuyor. Nursuz ada
mın yüzünde gülümsemeye benzer bir dalgalanma oluyor o an,
"Yoldan adam alıyorlar demek," diyor. "Minibüs hesabı yani. Bu
yolları bilmiyorsun anlaşılan. Urfa, Antep, Adana' dan gelen oto
büslerin bu güzergahta yazıhaneleri yoktur, müşteriyi yoldan top
larlar. Misal, az önce Memleç 'in yanından geçtik. İçeri girmedik
ama yanından geçtik." Geçmişte, çok uzakta kalmış bir şeyi ha
tırlamış gibi içini çekerek, "Millet balık tutmaya gelir oraya, bak
sana söyleyeyim oranın balığı hiçbir yerde yoktur. Kaledran'ın
muzu, Memleç 'in balığı derler. Her yere beton sokuyorlar artık.
Şimdilerdeyse toprağı mundar ediyorlar. Neyse Gazipaşa'ya yak
laştık, gerisi Alanya zaten."
Adam ilk kez konuşuyordu . Anlattıklarına bir anlam vereme
mişti ama konuşurken yüzünün nursuzluğunun hafiften dağıldı
ğını fark etmişti. Adamın yüzüne bir parça aydınlık gelmişti san
ki. İ çinden, "Hayret, muz dedi, balık dedi, ne var ki bunlarda! " di
yerek önüne döndü.
1 48
il
O N ALTI N C I BÖLÜM
Sabah feci bir baş ağrısıyla uyandı Kerem, akşamdan kalmış ol
manın o tamdık-bildik baş ağrısıyla . . . Dün gece kendilerini tar
tışmaların, muhabbetin akışına fazla kaptınp çok içmişlerdi. Bi
rayla başlayıp bir saatten sonra votkaydı, şaraptı derken iyice ka
rıştırmışlardı. Şu an belinin ayrı, boynunun ayrı tutulduğunu his
seden Kerem, başkalarının ev inde kalıp uyumaktan pek hoşlan
maz, saat gecenin kaçı olursa olsun mutlaka evine dönerdi ama
arada bir böyle de oluyordu işte ! Ağzının içi çirişle kaplıymışça
sına yapış yapış olmuş, göz kapaklarının üstüne ağır madeni pa
ralar yerleştirilmiş gibiydi. Gözlerini güçlükle açmaya çalışırken
aklına böyle klişe cümlelerin gelmesi belli belirsiz gülümsetti onu.
Polisiye romanlarda böylesi sabahlarda, kendini kanepede gece
den kalmış halde, boynu, beli tutulmuş bulan detektifleri betim
lemekte kullanılan vazgeçilmez cümlelerdendi bu ve Kerem ede
biyatta da, sinemada da polisiye klişelere bayılırdı.
Uzun bir gece yaşandığını söyleyen kesif bir sigara dumanı
bulutunun salonun ortasında havada asılı durduğunu gördü, gü
lümsedi, klişeyse klişe ! dedi içinden. Yattığı kanepeden halının
üstündeki uyku tulumunun içine iyice gömülerek dertop olmuş
Batu'nun, boncuk boncuk terlemiş alnının bir kısmıyla saç diple
rinden yukarısı görünüyordu. Arada bir mutfaktan duyulan sesle
re bakılırsa birileri fazla ses çıkarmamaya özen göstererek kah
valtı hazırlıyor olmalıydı. Kolundaki saate baktı, bugün için ön
ceden planladığı programın şimdiden bozulduğunu, böyle du-
151
romları tanımlamada sık kullandığı deyişle, "gününün piç oldu
ğunu" anladı. Ü stündeki kalın pikeyi aralayarak kanepede doğru
lacak gibi olduğunda yanlarına saplanan bir acıyla hareketi yarım
kaldı; derin bir soluk alarak güç toplamaya çalıştı. Bir eliyle boy
nunu, diğeriyle belini tutarak banyoya giderken mutfak kapısın
dan içeri başını uzatıp evsahibine ve onun uzatmalı sevgilisi Naz
lı'ya günaydın demeye çalıştı; kelimeler damağına yapışmış, iyi
ce tarazlanmış sesi bir başkasının sesiymiş gibi çıkmıştı. Kerem' in
kısılmış gözlerinin ince birer çizgi halini almasına gülen Nazlı,
"Yüzünü iyice yıka da ütüleyeyim," diye laf attı. "O suratın apre
leri başka türlü açılmaz çünkü ! " Kısık sesle gülüştüler. Geceyi kü
çük odadaki yer yatağında geçiren Arzu üstünde iğreti duran, ken
disine en az üç beden bol gelen evsahibine ait olduğu belli salaş
bir tişört ve sarsak adımlarla salona geldiğinde uykuculuğuyla bi
linen Batu içine iyice büzüştüğü kovuğundaydı hala. Bir süre son
ra mutfaktan elinde kahvaltı tabaklarıyla çıkan Umut, Kerem'e ba
şıyla Batu'yu işaret ederek, "Dürtsene şunu," dedi. "Köpek dürter
gibi ayaklarınla dürt." Her zaman uyku sorunuyla boğuşan biri
olarak Umut, Batu'nun en uygunsuz koşullarda bile bir köşeye
kıvrılıp uyuyabilmesindeki rahatlığa öteden beri gıcık olurdu. Et
rafı gözleriyle hızlıca bir taradıktan sonra, havada kalmış bir ko
nuyu sonuca bağlar gibi, "Tamam, hepimiz çok içmişiz akşam,
hepimiz perişanız, fotoğrafın geneli böyle söylüyor," dedi. Bu ara
da düğmesinin ışığı hala yanmakta olan pikabın yanında zarfına
yerleştirilmesi gereken plağın açıkta durduğunu görünce söylen
di: "Hay anasını satayım, kim açıkta bıraktı bu plağı?" O sırada
salonu havalandırmak amacıyla pencereleri açmakta olan Nazlı
atıldı oradan, "Anasını bacısını satmadan ne zaman cümle kur
mayı öğrenecek acaba şu erkek milleti ! " Nazlı'nın açtığı pence
reden içeri hafif sisli bir Istanbul sabahı girdi.
Narmanlı Han'daki Deniz'in plakçısından, Kadıköy civarın
daki Metronom, Laterna, Hobby gibi plakçı dükkanlarından ve
Akmar Pasajı'ndan topladığı plaklarına tutku derecesinde düş
künlüğüyle bilinen Umut yaptığı gafın farkında, "Aman ağız alış-
1 52
kanlığı işte, idare ediver," dedi. " İyi de kadınların sizin alışkan
lıklarınızı değiştirmek için birkaç ömürlük daha zamanı yok, bi
raz acele etseniz diyorum," diye söylenmeyi sürdürdü Nazlı.
Ne zaman Umut'un evinde toplanılsa gecenin bir vaktinde ko
nunun bir şekilde müziğe ve haliyle plaklara gelmesi kaçınılmazdı.
Nitekim gecenin konusunu oluşturan bütün o iç kapayıcı haber
ler, ortaya saçılan belgeler, gazete kupürleri, can yakan fotoğraf
lar, boğucu konuşmalardan sonra Umut, "Tüm rock müzik tarihi
nin en iyi plağı" olarak nitelendirdiği Led Zeppelin JV'ü pikabın
diskine yerleştirmiş, bir süre sonra da, plak değiştirmesi kolay ol
sun diye yakınındaki pufun üstüne oturup, "Bu gece Creedence
Clearwater Revival ağırlıklı olsun," diyerek topluluğun en bilinen
şarkılarının 45 ' liklerini sırasıyla çalmaya geçmişti: "Suzy Q",
"Who'll Stop the Rain", "Down on the Corner", "Proud Mary",
"I Put a Spell on You" . . . Şarkıların uyandırdığı çağrışımlarla bir
süreliğine Istanbul'dan, Türk'i ye'den, içinde yaşadıkları günlerin
boğucu havasından kopup çok uzaklara gitmişlerdi.
Umut, geceden açıkta kalmış Led Zeppelin iV plağını özenle
sildi, zarfına yerleştirip rafına kaldırdı, pikabın düğmesini kapat
tı. Onun için gece ancak şimdi bitmişti.
Arzu sofranın kurulmasına yardım etmek için mutfağa yöne
lirken, Umut başıyla Batu'yu işaret ederek, "Şu enkazı hala kaldı
ramadın mı ortalık yerden," dedi Kerem'e. "Dürttüm, tınmadı bi
le." "Tekmele o zaman," dedi Umut. "Bıraksan akşama kadar leş
gibi uyur bu ! Ben böyle bir uyku, böyle gamsız bir insan görme
dim arkadaş ! " Arzu elindeki peynir tabağını masaya yerleştirir
ken, "Çok uyuyanlara ' narkoleptik' deniyormuş tıpta, böyleleri
çok yaratıcı olurlarmış," dedi. Umut homurdandı: "Bizimki nar
koleptik mi bilmem ama narkotik bir hali olduğu çok belli, ayrıca
bugüne kadar bir yaratıcılığını gören varsa Allah için söylesin ! "
1 53
işlerinde iddialıydılar. Kerem, Umut'tan daha önce kapağı atmış
tı Babıali'ye. Alman Lisesi'ni çok iyi dereceyle bitirmiş, Alman
ca, İngilizceden sonra Fransızcayı da kendi kendine söktürmüş,
şimdilerdeyse Kürtçe öğrenmeye merak sarmıştı. Öğrendiği Kürt
çenin bölgede işe yarayıp yaramayacağı konusunda kuşkuluydu
gene de, çünkü Erganililer Elazığlıların konuştuğu Kurmanci leh
çesiyle konuşurken, Şırnaklılar Kuzey Iraklıların konuştuğu Beh
dini lehçesiyle konuşuyorlarmış. Bir de bunun Sorani lehçesi var
mış !
Kadıköylü orta halli bir ailenin çocuğu olarak ikinci el kitap
ların, eski plakların, rocker tişörtlerinin, çizgi romanların, bilim
kurgu kitaplarının, eski Teksas, Tommiks, Kinova, Tom Braks se
rilerinin cenneti sayılan Akmar Pasajı'nda deri bileklikler, ithal
botlar, kamuflaj pantolonlar, siyah tişörtler içinde her şeye me
raklı bir yeniyetmelik, başta Moda Çay Bahçesi olmak üzere sa
hil kahvelerinde aylaklık ettiği havai ve haylaz bir ilk gençlik dö
nemi geçirmiş Kerem. Amerika' da yaşasaydı çok iyi bir detektif
olacağına inanıp bu yolda hayaller kurarken birdenbire kendini
Cağaloğlu'nda Babıali yokuşunda gazeteci yamağı olarak bulmuş.
"Yamak" lafı gazetedeki ilk zamanlarında motosikletinin arka
sında haber kovaladığı polis muhabiri Aytekin ağbisinin ağzından
kapmaydı. Kerem'in arka arkaya yaptığı haberlerle gazetede yıl
dızının parlamaya başladığı dönemde, Aytekin ağbisi başarıların
dan gurur duymakla birlikte onu her gördüğünde, "Unutma, ben
yaşadığım sürece sen hala yamaksın, benim yamağını," diye ta
kılmaktan hoşlanırdı.
Umut ise gazeteciliğe başladığı ilk zamanlarda müzik yazar
lığına göz koymuşsa da bir süre sonra hiç böyle bir kariyer he
saplamadığı halde kendini İ slami grupları ısrarlı biçimde araştı
rıp duran, konunun uzmanı bilirkişi rolünde bulmuştu. Nicedir
başta Cihadın Askerleri olmak üzere Hayrullahçıları, İman Ne
ferleri'ni, İ slam Fedaileri'ni, İrşat ve İrfan grubunu yakın takibe
almıştı. Çalıştığı gazetede onu azıcık dalga geçen bir üslupla, "Ne
cip milletimizin müstesna basınının Cihadın Askerleri masası ! "
1 54
diye makaraya alıyorlardı. Çevresindekilerin "Türk olduğu halde
Kürtlerden daha Kürt" diye takıldıkları Kerem de son yıllarda ça
lışmalarını tamamen Kürt sorunu, JEM, faili meçhul cinayetler
üzerine yoğunlaştırmış, gazete camiası içinde lakabını da "Fahri
Kürt"e çıkarmayı becermişti. Faili meçhullere ilgisini detektiflik
merakına yoruyorlarsa da o, "Tüm ülke çapında toplam on dört
binden fazla faili meçhul cinayetin on bir bininin OHAL bölge
sinde işlenmiş olması gazeteci olarak ilgimi çekmeyecek de, ne
çekecek arkadaşlar?" diye yanıtlıyordu. Bir ansiklopedici titizli
ğiyle, nicedir dağda konuçlanmış örgütün "Talebe", "Ulusalcı" gi
bi adlarla anıldıkları ilk dönemlerinden başlayarak geçmişine, tek
tek kişilerin kişisel tarihlerine varasıya bilgi toplamaya, belge is
tiflemeye bakıyordu. Hatta dağdakilerin zamanında "ajan örgüt"
olarak ilan ettiği "Beş Parçacılar" hakkında da bilgi toplamaya ça
lışıyordu. Öte yandan kendi deyişiyle, bir sosyolojik olgu olarak
memlekette giderek yükseleô Kürt düşmanlığının köklerinin ne
reye kadar indiğini, toplumsal dokunun ne kadar derinine işledi
ğini merak ediyor, bu konuya ilişkin olayları kurcalayıp duruyor
du. O da Diyarbakır'daki arkadaşı Rojda gibi tüm bunları günün
birinde bir kitap yapmayı hayal ediyordu.
Kerem ve Umut. İkisi de belli başlı bütün gazetelerin binala
rının bulunduğu, eskiden Babıali denilen Cağaloğlu'nda "ana akım
medya" tabir edilen iki büyük gazetenin birbirine bitişik sayıla
cak kadar yakın binalarında çalışıyordu. Bu hassas konularda iki
sinin de üstünden baskıyı eksik etmeyen gazete yönetimince bi
raz haylaz, biraz çıkıntı, zaman zaman dik başlı bulunsalar da
yılmak bilmez çalışkanlıkları, becerileri, koku almakta usta ga
zetecilik hırsları ve tükenmeyen enerjileri onları vazgeçilmez kı
lıyordu.
Bölgede görev yapan Kürt gazetecilerin art arda öldürülme
ye başladığı, Kürt medyasının acımasızca baskılandığı böyle bir
ortamda Kerem' le birlikte yaptıkları işin önemine yürekten ina
nıyordu Umut. Birlikte çalıştığı bazı kıdemli gazeteciler Umut' un
bu heyecanını yaşına göre fazla ergen işi bulsalar da hiç kulak as-
1 55
mazdı onlara. Birkaç hafta önce sol derneklerin birinde düzenle
nen bir toplantıdaki konuşmasının giriş bölümünde salondaki da
ha genç kuşaktan dinleyiciler için tarihsel bir çerçeve çizme ge
reği duymuş, "Hafızaları tazelemek için bilinenleri de içeren kı
sa özet geçeyim," diyerek söze başlamıştı: "Türkiye'de İslamcı
hareketler 1 950 sonrası Demokrat Parti iktidarında Türkiye'nin
Amerikanize edilmesiyle başlıyor. İslamcı kaynaklar bile bu sü
reci, ' B undan önce Türkiye'de İslam vardı ama İslamcılık yoktu,'
diye işaretliyorlar. Bu saptama bizi zamanla olgunlaşıp gelişecek
olan ' siyasal İslam' kavramına götürüyor elbet. O dönem ortaya
çıkan gruplar, akımlar bazı dergiler, dernekler etrafında şekille
niyor. Tüm yurt sathında tarikatlar güçleniyor. Başta Istanbul ol
mak üzere bazı şehirlerde milliyetçi, muhafazakar, dindar kesim
den insanların yönetimindeki derneklerde bir araya geliyorlar. El
altından devletin örtülü ödeneğinden besleniyorlar. Daha sonra
ları iyice şekillenip güçlenecek olan bazı dini ve milli grupların
fikri ve ideolojik cephesini oluşturmada bu kurumlar etkin rol oy
nuyorlar. İslamcı hareketin ikinci yükseliş hamlesi ise 12 Eylül
askeri darbe sonrasına denk geliyor. ABD 'nin Ortadoğu'da kukla
hükümetler aracılığıyla ılımlı İslam iklimi yaratma fikri, bölge ül
keleri için çizdiği bu kader projesi Türkiye' de de adım adım uy
gulanıyor. 80'lerin karanlık yıllarında sürdürülen komünizme kar
şı mücadele kapsamında İmam Hatip liselerinin yurt sathında yay
gınlaştırılması önem kazanıyor. Hapishanelerde din dersleri veri
liyor, on sekiz yaşından küçük tutuklulara hapishanelerde zorla
namaz kıldırılıyor. "
Konuşmasını geçmişten bugüne bir dolu örnekle sürdüren
Umut, oturdukları yerde bacak değiştirenlerden, sağa sola kımıl
dayıp duranlardan, çaktırmamaya çalışarak esneyenlerden konu
yu uzattığını fark etmiş, konuşmasının gerisini hızlıca toparla
maya bakmıştı: Cihad kavramının her Müslüman için farz oldu
ğuna inanan örgütün 80'lerin başında kurulduğundan, şehadeti ne
redeyse imanın şartlarından biri olarak gördüklerinden, bu nedenle
işin ilahiyat kısmını bilenler tarafından Şiilere benzetildiklerin-
1 56
den, bilinen ilk cinayetlerinde Kürt hareketi sempatizanı bir Sür
yaniyi infaz ettiklerinden, tüm eylemleriyle bölgede korku ve oto
rite unsuru olarak tanınmak istediklerinden, daha kurulduklarının
ikinci ayında işledikleri cinayetlerin sayısı on sekizi bulmuşken
devletten hiç ses çıkmadığından ve bu cinayetlerin adeta geomet
rik düzende bir artış gösterdiğinden, profesyonel bir istihbarat ör
gütü titizliğinde çalıştıklarından; kadrolarını, ilişkiler ağını gizle
mek konusunda Türkiye'nin gelmiş geçmiş en iyi örgütü olduk
larından söz etmiş ve konuşmasını, "İşin kötüsü bazı kaynaklar
da, Cihadın Askerleri, dağdaki örgütle boy ölçüşebilecek çatışma
zeminine gelinceye kadar devletin bunlar hakkında derinlemesi
ne bir bilgisi olmadığı yazılıdır," diyerek tamamlamıştı.
1 57
Nazlı da evde kalmış, derken gazeteden Arzu yeni erkek arkada
şı Onur' la birlikte şöyle bir uğramak üzere habersiz çıkıp gelmiş,
sonuçta Umut ile Kerem'in gece için yaptıkları planın bütün şek
li şemali değişmişti. Onur'un gecenin bir saatinde evine dönme
si gerekince ortamdaki muhabbetten kopamayan Arzu da yatıya
kalmıştı. Gece bir ara Batu'ya telefon edip onu da çağırmışlardı.
Sürekli gözlerinin içi gülen, girdiği her ortama neşesini bulaştı
ran biri olan B atu, pek çok gazeteciye kapalı olan kapıların ken
disine zorlanmadan açıldığı basın camiasında ayrıcalıklı bir foto
muhabiriydi; bu ayrıcalığın birazı kişisel bağlantılarının kuvve
tinden, birazı da karşısına çıkan en aksi insanı bile yumuşatan ken
dine özgü şeytan tüyünden kaynaklanıyordu. Umut'la Batu aynı
gazetede çalışıyorlardı. Geçmişte birkaç kez aynı kızlara ilgi duy
malarından doğan sürtüşmeleri Umut'un Nazlı'ya iyice bağlanıp
yarıştan çekilmesiyle ortadan kalkmıştı artık. Zaten ne yaparsa
yapsın, kimse B atu'ya sonuna kadar kızgın kalamazdı. Umut'un
telefonundan bir süre sonra, koltuğunun altında kendinden istenen
bir dolu dia ve fotoğrafın olduğu kalın bir dosya ve iki içki şişe
siyle çıkagelmişti B atu. Şişelerden biri pahalılığıyla bilinen bir
viskiydi. Umut, "Allah bilir bu mendebur, kafaya aldığı hangi ka
lantorun içki dolabından kapıp getirdi bunu," derken, Kerem de,
"Bu alem, senin kadar el parasıyla cömertlik yapan birini görmez
bir daha Batucan biraderim," diyerek takdirlerini belirtmişti.
Akşamın bir vaktinde mutfakta yiyecek namına ne varsa sa
londaki masanın üstüne taşıyıp yerleştirmeye başladılar. Nazlı
yüksek sesle, "Açık büfe yapıyoruz, herkes tabağını kucağına al
sın," diyerek yeniden mutfağa döndü. Saatler ilerledikçe muhab
bet de, gece de renkten renge girmişti. Arzu ve Batu'nun varlığı
geceyi yalnızca ciddi, siyasi konuların konuşulduğu iç kapayıcı
bir havadan çıkarıp basın ve magazin dünyasına, günün popüler
şöhretlerinin sansasyonel dedikodularına uzanan geniş bir yelpa
zeye yaymıştı. Her biri kısa süreli maceralar biçiminde yaşadığı
halkla ilişkiler, reklam yazarlığı, reji asistanlığı gibi uğraşlardan
sonra Arzu kendini, bir büyük gazetede önce kültür sanat muha-
1 58
biri, ardından pazar eklerinde magazinci olarak bulmuştu. İşin kö
tüsü bir yandan yaptığı işe burun kıvırırken öte yandan bundan
keyif alıp eğleniyor ve bu duruma ilişkin yaşadığı çelişik duygu
lan dillendirmekten hiç çekinmiyordu. Ona göre, magazin dün
yası hayatın saçmalığını görünür kılıyordu, herkesin ihtiyacı ol
duğuna inandığı bir çeşit hafiflemeydi bu.
Kerem, "Dökümantasyon servisiniz iş başında," diyerek ya
nında getirip orta sehpasının üstüne yığdığı dosyalar arasından bi
rini çekip Umut'a uzattı. "Bu geçen gün benden istediğin dosya,"
dedi. "Yardene, Ahmetli, Aytepe köylerinden dört kadının gözal
tına alınmasına köylülerin karşı koymasıyla açılan ateşle altı kişi
ölüyor. İsimleri şurada yazılı. Birkaç milletvekilinden oluşan bir
heyet bölgeye gidip ölenlere otopsi yaptırıyorlar. Otopsi sonu
cunda ölenlerin hepsinin bir araya toplanıp tarandığı tespit edili
yor. Bunların bir bölümü yara�ıyken öylece bırakılıyor, dolayısıyla
bir süre soma kan kaybından ölüyorlar. Hatta o sırada gelen am
bulansın şoförü de gözaltına alındığından hiçbiri hastaneye kal
dırılamıyor. Tam katmerli infaz ! Bir filmde görseniz inanmazsı
nız değil mi, 'hadii yaa,' dersiniz. Bunun gibi nice olay var bizim
buralardan göremediğimiz. "
"Ya d a bize gösterilmeyen," diye araya giriyor Nazlı.
"Bu manzaranın Amerikan askerlerinin duvar dibine dizdik
leri Vietnam köylülerini taramasından ne farkı var şimdi ! Kendi
memleketinde devletin askeri seni tarıyor. Gazete yönetiminin
morga gönderdiği haberlerden biri de buydu ! Bildiğim kadarıyla
ne bunun haberi, ne konunun takipçisi olan Kürt milletvekilleri
nin açıklaması hiçbir yerde yer almadı,'' diye tamamlıyor sözünü
Kerem. "Yayınlandıysa da, dipte köşede el ilanı gibi yer almıştır,"
diyor Umut. Bu sırada, "Morg ne ya?" diyerek araya giren Onur'a
açıklamayı gene Umut yapıyor: "Gazetenin arşiv bölümüne biz
morg deriz." Ardından Kerem ile Umut, bazı yayın yönetmenle
rinin gazeteciler arasında "mezarcı" ya da "haber gömücü" diye
anıldığından, bu büyükbaşların patronla, yönetimle aralarında bir
tatsızlık çıkar korkusuyla bu çeşit haberleri bir süre mantar pano-
1 59
ya mıhlayıp ardından morga göndererek bir güzel gömdüğünden
söz ediyorlar.
Kerem anons yapan spiker tonuyla, "Arkadaşlar kaldığımız
yerden son Diyarbakır gezisi izlenimlerimizi aktarmayı sürdürü
yoruz," diyerek yeniden elindeki kağıtlara dönüyor. Kerem'in ko
nuşmasında birkaç kez JEM adının geçmesi üzerine, "Bu JEM'in
tam açılımı neydi ya?" diye soruyor bu kez Onur. Umut, "Açılı
mı, 'Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele' birimi. Her ne ka
dar dev !etin resmi ağızları yıllardır varlığını inkar etse de JEM jan
darmanın hem istihbarat, hem operasyonel birimi olarak çalışıyor.
Devletin resmi kurumlarının inkarı boşuna değil, çünkü yasadışı
işler çeviriyor, bizzat cinayetler işliyor, yaptıkları infazlara ' aktif
engelleme' diyorlar. JEM'in bazı infazlarda Cihadın Askerleri ele
manlarını kullandığına dair kuvvetli deliller var. Onların devlet
güdümündeki eylemlerinin çoğu anında hasıraltı ediliyor. B atı' da
da örnekleri görülen gladyo, kontrgerilla gibi devletin yeraltı teş
kilatlarından biri gibi düşün JEM 'i," diyor Onur'a. Umut'un soluk
almasını fırsat bilen Kerem ekliyor: "Varlığını o kadar inkar edi
yorlar ki, mesela İstihbarat Grup Komutanlığı hiçbir yerde JEM
denmesini istemiyor. Bu konuda pek hassaslar. Gazetelere açık
açık uyarı geldi. Bakın arkadaşlar, dikkat edin pek çok gazete, ya
yın organı açıkça JEM diye yazamıyor artık. Bazı şiddetli inkar
lar kabulden sayılır değil mi?"
"Devlet her zaman bir buz kütlesi, bir aysberg ama hiç bu ka
dar yabancı olmamıştı bizlere sanki," diyor Nazlı.
Umut'un verdiği birkaç örnekten sonra siyasi konulara uzak
lığıyla bilinen Onur'un, "Cihadın Askerleri'ni devletin niye çö
kertemediği" sorusuna Umut, "Aslına bakılacak olursa devlet, Ci
hadın Askerleri'nin ne gücünü, ne tabanını doğru dürüst analiz
edebildi. Haıa üç-beş İran ajanının kışkırttığı küçük bir bölgesel
hareket sanıyor. Kendi bizzat içinde yer aldığı, hatta elebaşların
dan biri olduğu halde çok uzun süre JEM için basının uydurması,
Kürtlerin, solcuların iftirası diyen Metin Ercan bu kez de Cihadın
Askerleri için, İran'ın kışkırttığı küçük bir grup benzetmesi yapı-
1 60
yor, sorunun boyutlarını küçültürlerse ortadan kaldırılması da bir
o kadar kolaymış izlenimi uyandırmak istiyorlar." "Haklısın," di
ye sözünü kesiyor Kerem, tabağına sigara böreği alırken, "Evvel
si gün konuştuğum Diyarbakır emniyet müdürünün görüşü de tam
bu yönde. Bir fiskeyle halledilebilecek mahalli bir çeteymiş gibi
söz ediyor onlardan." Umut, "Sen Emniyet Müdürü'yle de mi gö
rüştün? Hiç söylemiyorsun," diyor. "Evet, kısa bir görüşme oldu.
Adam o kadar kendinden emin konuşuyor ki, dedikleri doğru ola
bilir mi, diye düşünmeden edemiyor insan."
"Ya boş versene sen ! Devletin aymazlık tarihinin sayfaları
hayli kabarıktır! Devletin içişleri bakanının bu örgütün varlığını
resmen açıkladığı gün Cihadın Askerleri'nin işlediği cinayetlerin
sayısı yüz yetmiş sekizi bulmuştu, düşünün ! Bu devlet, imajını
gerçeklerin kendisinden çok daha fazla önemsiyor. Memlekette
hiçbir mevzu, inkar edilemeyecek noktaya gelinceye kadar telaf-
fuz edilemiyor."
"Yakasını milliyetçiliğin kibrinden kurtaramadığı için de hiç
bir konuda çözüm üretemiyor. İşi gücü imajının aynasını parlat
mak," diye araya giriyor Nazlı.
Başıyla onaylayan Umut kaldığı yerden sürdürüyor: "Her ko
nuda bu böyle, önce yok sayıyor, görmezden geliyor, üstüne va
rınca inkar ediyor, sonunda ölüler yüz yetmiş sekizer yüz yetmiş
sekizer gelmeye başlayınca, 'Aa, hakkatten de varmış lan böyle
bir örgüt ! ' demeye başlıyor. Ortaya çıkanlar konusunda bakanla
rı sıkıştırmaya kalkıyorsun, bu kez de . . . ama yetkili birimler bizi
yeterince bilgilendirmedi . . . bize bölgeden gelen bilgiler doğrul
tusunda falan . . . diye üfürükten laflar geveleyip duruyorlar."
Bakanın sözlerini adamı taklit ederek söylemesi diğerlerini
güldürüyor. "Malum hikaye ağbi. Kabahat memlekette samur
kürk ! Kimin omuzuna koysan düşüyor. Halının altına süpürülen
lerle toprağın altına sürülenlerin dengesi hiç değişmiyor! "
"Güzel laf, güzel benzetme," diyor Arzu. "Bak ben sana söy
leyeyim reklam ajansında metin yazarı olsan, daha çok ekmek yer-
mişsin."
161
Arzu'ya uzaktan kadeh kaldırarak, "Eyvallah, sağ ol," diyor
Umut.
Kerem, Onur'a dönüp, "Ayrıca devlet örgütün içine sızmakta
yetersiz kalıyor. Adamlar birbirine sımsıkı kenetlenmiş. Mesela
Kürtlerden, sol örgütlerden koparabildikleri kadar itirafçı kopa
ramadılar onlardan. Cihadın Askerleri beton gibi bir arada dur
mayı becerebiliyor," diyor.
Kerem'in bu sözlerine, "Cihadın Askerleri'nin de, dağdakile
rin de askeri kanadına seçilen militanların eğitimsiz kişiler oldu
ğu gözlenmiş, bunlar davalarına sonuna kadar iman etmiş itaat
kar yapıda kişiler, Cihadın Askerleri'nin askeri kanadına Cemaa
tin Oğulları deniyor," diyerek ekleme yapıyor Umut.
"Ee, kendi açılarından haklılar," diyor Nazlı. "Eğitim ve ras
yonel akıl fanatikliği törpüler. Ayrıca bilmemkim ve mahdumla
rı ataerkil zihniyette her zaman iş görür."
Arzu, "Peki silahlı Kürtlerle Cihadın Askerleri arasındaki ge
rilimin iyice tırmandığı söyleniyor, senin izlenimlerin nedir bu ko
nuda?" diye soruyor Umut'a. "Ne o, bakıyorum magazinden uzak
laştın sen, ciddiye sardırdın," diyor Kerem Arzu'ya. Umut oralı
olmadan sürdürüyor: "Dağdakiler kendini bölgede ikinci devlet
sandığı için onlar da aynı hatayı yaptı. Cihatçıların çapını, gücü
nü göremediler. Bölgedeki diğer Kürt gruplarını silkeledikleri gi
bi bunları da ellerinin tersiyle halledebileceklerini sandılar. Ciha
dın Askerleri bölgede palazlanmaya başladığında birkaç infazla
gözdağı verebileceklerine, bu belayı başlarından kolaylıkla def
edebileceklerine inandılar. Kazın ayağı öyle değildi halbuki, gö
rüyoruz öyle de çıkmadı işte ! İ şler iyice kızışınca önderleri bile
çıkıp özür diler mahiyette bir konuşma yapmadı mı? Sonunda
mecbur kalıp aralarında ateşkes ilan ettiler, birbirlerinin kümes
lerine fazla sokulmamaya çalışıyorlar şimdilerde. Bence iki taraf
da sipere çekilmiş son hesaplaşma gününü bekliyor."
"Ya sahiden anlamıyorum, bu Cihadın Askerleri tam olarak
ne yapmak istiyor?" diye soruyor Onur. Siyasetle ilişkisi sınırlı
olan kişilerin çoğunda görülen, tek bir cevabın her şeyi anlama-
1 62
ya yeteceğine inanan saf bir güvenle dillendirilen bu çeşit sorula
ra sıklıkla muhatap olan Umut, bir süre çenesini sıvazlayarak uy
gun sözler arıyor, böyle durumlarda toparlayıcı, özetleyici, tok ya
nıtlar bulmak gerekliliğini önceki deneyimlerinden biliyor. "Kı
saca 1 400 yıllık İslam devleti modelini diriltmeye çalışıyorlar, di
yebilirim. 79 'daki İran devrimi yalnızca Türkiye'yi değil, tüm böl
geyi çok hareketlendirdi. Zamanlarının geldiğine inanan irili ufak
lı pek çok İslami grup birbiri ardına ortaya çıkmaya başladı. Dağ
dakilerin örgütü nasıl bölgedeki diğer Kürt gruplarını bir bir tas
fiye ettiyse bunlar da diğer cemaatleri, grupları silmeye çalışı
yorlar. Her iki grup da önce kendi aralarında, sonra tüm bölgede
tek merkez olmak, konunun tek muhatabı olmak istiyorlar. Aslı
na bakacak olursan, tüm bu gelişmelerin derin devlet politikası
olduğunu söyleyenler de var. Derin devletin ya da devlet aklının,
artık adına her ne derseniz deyin, hem Kürt meselesini, hem İsla
mi hareketlenmeyi kriminalize etmeye çalıştığına inanıyorlar. Bir
çeşit dengeleri koruma meselesi yani."
"Bu zeytinyağlı sarmanın içinde tarçın mı var," diye soruyor
Onur.
"Hep koyarım, annemin tarifi. Başka bir tat veriyor. Ha bir de
çok az sumak ekşisi var içinde."
"Acayip lezzetli olmuş," diyor Batu.
"Sık sık haftalık yapıp dolaba koyuyorum. Yemek gibi değil
de atıştırmalık gibi yiyoruz."
Batu, "Ha, anlaşıldı. Umut'un giderek haşmetlenen göbeciği
sadece biradan değilmiş demek."
"Ama onun aşçılığının da benden kalır yanı yok," diyor Naz
lı. "Bizim sonumuz belli, yaşlı, tombul ve sempatik bir çift ola
cağız."
"Sempatik kısmından o kadar emin olmasanız iyi olur," diye
iğneliyor B atu. Umut da Nazlı da yüzlerini ekşiterek bakıyorlar
ona. Önündeki dosyaları karıştıran Umut, "Şu eski MİT müsteşa
rı korgeneralin yaptığı açıklamaya bakın allasen," diyerek eline
aldığı gazete kupürünü yüksek sesle okuyor: " ' Sağ örgütler daima
1 63
milli olur, bunlar pek dış destek almazlar. Yani sizin sağcınıza
hangi ülke destek verir? ' Düşünün arkadaşlar, bu kafa ülkenin is
tihbarat örgütünde müsteşarlık yapıyor ya! Hadi anladık istihba
rat bilmiyorsun, hiç mi Amerikan filmi seyretmedin be birader! "
Kerem, "Bunlardan biri çıkıp Rabıta denen o karanlık örgüt
için bile, ' Rabıta bir dini teşekküldür, abartılmasın,' diye buyur
mamış mıydı? Omuzlarındaki yıldızların sayısına bakma, bunla
rın hepsi aynı fabrikanın kumaşı."
"O müsteşarın marifetleri bununla da kalmıyor,'' diyor Umut.
"Geçenki olayda, protesto maksadıyla kepenk kapatan esnafa sal
dıran Cihadın Askerleri'ne bağlı saldırganlardan, 'kepenk kapat
maya tepki gösteren sade vatandaşlar' diye söz etmişti yaptığı açık
lamada. Yatacak yerleri yok bunların." "Ama oturdukları koltuk
lar var,'' diyor Onur. Umut duvardaki mantar panoya raptiyeledi
ği polis raporlarından birinin fotokopisini alıp yüksek sesle oku
ması için Kerem'e uzatıyor. Kağıda şöyle bir göz atan Kerem, "Ne
reden aldın bu raporu,'' diye soruyor. "Havana'daki adamımızdan,''
diye yanıtlıyor Umut. "Havana'daki adamımız" esprisiyle kastet
tiği eski bir gazeteci. MİT elemanı olduğu ortaya çıkınca mesleği
bırakıp MİT'in bölge müdürü olarak Diyarbakır'a atanan bu ki
şiyle ilişkisini sıcak tutmaya bakıyor Umut. Adam da hem eski
çevresiyle, hem basın dünyasıyla bağının kopmasını istemedi
ğinden sınırlarını kendisinin belirlediği gönüllü bir yardımlaşma
gösteriyor. Kerem boğazını temizledikten sonra okumaya başlı
yor: "Eylemlerde kullanılan silahların olaylardan sonra, örgüt
mensupları tarafından fiziki müdahaleyle temizlendiği görül
müştür. Olaylarda kullanılan silahlar, balistik yönden irtibat ver
memesi için ve delilleri yok edebilmek maksadıyla silahın iğnesi
çıkarılarak iğne ucu zımparalanmakta, ayrıca fişek taban yatağı
na da müdahale yapılarak tabancanın balistik özelikleri fizik ola
rak değiştirilmektedir. Bu işlemin örgütün üst yöneticileri tara
fından alt kademelere öğretildiği, her olaydan sonra benzeri fizi
ki müdahalenin yapılarak silaha ilişkin delillerin yok edildiği öğ
renilmiştir." Bir süre sessizlik oluyor. " İ slam dünyasını Türkiye'de
1 64
hiçbir kesim doğru okuyamıyor," diyor Umut. "Belki de sorun İs
lamın kendisinin doğru okunamamasında," diyor Nazlı. Onur'un,
"Bu İslami grupların hepsi Kürt mü?" sorusu üzerine, Umut, "Yok
değil, 'İslami Hareket' grubunun kurucusu bile Kürt değil mese
la. Cihadın Askerleri'nde Kürt nüfusu kalabalık ama özellikle
Kürtlüğü öne çıkarmıyor, aksine bundan geri duruyor. Kürtlüğe
dair referanslar dini referanslara eşlik ettiği müddetçe kabul gö
rüyor. Bölgedeki mağduriyetler de Kürtlük üzerinden değil, din
üzerinden dile getiriliyor."
Anlatılanların boğuntusundan kurtulmak için arada bir ken
dilerini konuşmaya değmez konuların akışına kaptırıyorlar. Umut
arada birkaç plak dinletiyor onlara. Plak değiştirmek üzere yeni
den yerinden kalktığında, "Ağbi millet rock deyince hep bildik
babalara takılıyor, bakın bunları pek kimse bilmez. Acayip 'pro
gressive rock' yapıyorlar. İtalya'ya giden bir arkadaşa ısmarla
mıştım," diyerek pikaba Premiata Fomeria Marconi'nin plağını
yerleştiriyor.
Umut ile Kerem bir köşede dosyalara gömülüyor, ara ara dö
nüp diğerlerinin muhabbetine katılıyorlar. Kerem kendini alama
yıp, Diyarbakır'dan getirdiği, Rojda'nın dosyasında yer alan bir
görgü tanığının ifadesini okuyor: Lise kantininde çıkan bir tartış
manın sokağa taşması sonucunda genç bir kızın onları kovalayan
Cihadın Askerleri militanlarından kaçarken sırtına yediği satırın
göğsünden çıktığını gördüğünü söylüyor olayın tanığı. "O kızın
yüzü ölene kadar gözümün önünden gitmez," demiş.
Nazlı ile Arzu duyulacak biçimde derin bir iç çekiyorlar.
"Ağbi o kadar topları tüfekleri var adamların hala satırla fa
lan ne uğraşıyorlar, anlamadım ki," diyor Onur. "Kesici alet kul
lanmalarının birkaç sebebi var," diye açıklamaya girişiyor Umut.
" Ö ncelikle herhangi bir suçta kullanılıp kullanılmadığının tespi
ti zor. Tabanca gibi balistiği falan yok. Sonra meşhur 6 1 36 sayılı
ateşli silahlar kanunu var, bu ona girmiyor, oradan da yırtıyorsun.
Özellikle Batman'da yaygın biçimde satır kullanıyorlar."
"Bir de Batman'da daha çok sokak cinayetleri işleniyor. Hüc-
1 65
re evlerine, sığınaklarına, cephaneliklerine yapılan baskınlarda hiç
cesede rastlanmıyor. O tip vakaların hepsini Batman dışına hava
le etmişler. Bu arada heriflerin yalnızca satırla saldın düzenleyen
lerden oluşan bir Satırcılar B irimi var." "Yok artık! " diyor Batu.
"Yalla ya, kendileri koymuşlar adını üstelik ' Satırcılar Birimi' di
ye. Yaptıkları işe de ' adam satırlamak' diyerek fiyaka yapıyorlar. "
"Şu Hayrullahçıların bölgedeki gücü tam olarak ne durum
da?" diye soran Batu'yu, "Şu sıralar fazla görünür olmaya başla
dılar," diye yanıtladıktan sonra Kerem'e dönüyor Umut: "Sende
fazladan yeni bir şeyler var mı bu konuda?"
"Cihadın Askerleri onları İslami mukaddesattan uzaklaşmış
fesat grubu olarak nitelendiriyor. 'Fesatçılar' diye söz ediyorlar
onlardan. Aralarında görünür bir düşmanlık yok gibi, ama ortak
bir bağ da yok. Cemaatler içinde en hesap kitap bileni bu Hay
rullahçılar galiba. Ö ncelikle çoğunlukla şehirli ve eğitimliler. . .
Onlara bağlı polisler, askerler, hakimler, savcılar var. Devleti içe
riden yavaş yavaş kuşatıp yuvalanıyor, sinsi sinsi ilerliyorlar. Hay
rullahçıların okumuş yazmış takımının, Avrupa görmüşlerinin
devlet içinde yükselişleri, kilit noktalara getirilmeleri belli bir öl
çüde kaygılandırıyor Cihadın Askerleri'ni. Ama belki de onları
ileride kullanacakları günü bekliyor, fazla ses çıkarmıyorlardır,
kim bilir. Hem sadece Hayrullahçılar da değil, İman Neferleri de
devlet içinde yuvalanıyor. Misal ' Küçük Ağa' dedikleri o bodur
valinin İman Neferleri'nden olduğu açıkça biliniyor. Adamın öy
le halim selim, mülayim görünüşü işin vitrini sadece, devlet için
deki en tehlikeli adamlardan biri olduğu söyleniyor. Cihadın As
kerleri'yse her iki gruba da diş biliyor. Allah'ın partisine katılmak
dururken, tağuti rejimin meclisine mebus sokmaya çalışmakla,
ümmeti oyalamakla suçluyorlar."
Konunun giderek saçaklanıp boyunu aşmasından sıkılmış olan
Onur, "Tağuti ne oluyor ağbi ya! " diyor.
"Ya bu konular çok uzun, nasıl diyeyim, şimdi Cihadın As
kerleri'nde İhvancı ve Selefi argümanlarla biçimlenmiş bir devlet
karşıtlığı var. Zaten teşkilatlanma ve eylem modelleri Mısır mer-
1 66
kezli İhvan hareketinden alınmışa benziyor. "
Batu, Onur'u göstererek, "Bu arkadaş şimdi de İhvan ne, Se
lefi ne diye sorar," diyor. "Arap coğrafyasındaki farklı İ slami grup
lar, bizde de şubeleri var, " diye kısa bir açıklamayla yetiniyor
Umut. "Tağuti rejime gelince, onlar şeriat düzeni dışındaki dev
let düzenlerinin hepsini şeytanın düzeni olarak nitelendiriyor. "
"Peki bizimki de onlara göre tağuti mi oluyor?" diyor Onur. "Evet,
şeriatla yönetilmiyorsun çünkü, dahası tağuti rejimle yönetildiğin
için bu toprakları da dar'ül harp sayıyorlar, yani harp alanı, savaş
meydanı . . . Tağuti devlete vergi vermeyi, onun eğitim kurumla
rıyla ilişkiyi reddediyorlar, medeni hukukun onları bağlamadığı
nı söylüyorlar, hatta dar'ül harbin camilerinde cuma namazının
kılınmayacağını iddia ediyorlar. Bizleri de hizbuşşeytan olarak
görüyorlar. "
"Tağuti, hizbuşşeytan, ne pilmediğimiz terminolojiler ! " diyor
Onur.
"Sen bizim bir de nasıl terminolojilerle uğraştığımızı bir bil
sen ! Müntesip, Merhaleci, Müztaz'af, ne dersin daha sayayım mı?"
Nazlı'nın Umut'a, "Merak etme, onlar da senin Creedence Clear
water Revival şarkılarını bilmiyorlar," demesi üstüne gülüşmele
ri gerilmiş sinirlerini boşaltıyor.
"Bambaşka bir tasavvur, bambaşka bir dünya," diyor Arzu.
"Öyle. Bakın mesela İman Neferleri Urfa civarında yalnızca
kendi cemaatlerinden kişilerin oturduğu adeta bir küçük şehir in
şa etmiş. Ö yle gelip geçerken uğrayabileceğin yol üstü bir yer de
değil üstelik, neredeyse pasaportla gireceksin içeri. Gene bunla
rın Güneydoğu' da tarikatlarına ait benzin istasyonları zinciri var.
Halkın bir kesimi o istasyonlardan alınan benzinin daha bereket
li olduğuna, daha çok yol yaptırdığına inanıyor, oradan alınan ben
zini adeta yakıtların zemzemi kabul ediyor, istasyonda pompala
rın önündeki araba kuyruklarını bir görsen şaşarsın. İnanılır gibi
değil ama, bu da böyle bir memleket gerçeği işte ! Güya aynı ül
kede yaşıyoruz, ama maalesef herkes kendi mahallesini bütün Tür
kiye sanıyor," diyor Umut.
1 67
"Peki Kerem, Diyarbakır' dan getirdiğin heybede hiç mi insa
nı şöyle ucundan da olsa gülümseten bir şey yok?" diye soruyor
Arzu.
"Var," diyor Kerem, "örneğin bu gidişimde öğrendim: Geril
laların dağa çıkmadan önceki ilk yıllarında örgütsel toplantıların
yapıldığı tek katlı bir ev varmış, o eve 'Beyaz Saray' diyorlarmış."
" İyi ironi ! " diye gülen Batu'ya dönüp, "Dağdaki gerillalar da bom
baya patates diyorlarmış," diye ekliyor. Tam da o sırada elindeki
soğumuş parmak patatesi gevremekte olan B atu, kızlara dönüp,
"Biraz daha patates kızartsak mı acaba?" diye soruyor.
"Şu geçişe bakın Allah aşkına! " diyor Arzu. "Sizin kurgula
manızı sevsinler! "
" İ çtiğin birayla kızarttığın patates birbirine denk olmalı ar
kadaşım," diyor Onur.
"Ortamı sulandıracağınıza gidip kendi patatesinizi kendiniz
kızartın," diyor Nazlı. "Ne zaman yemek sözü geçse bizim gözü
müzün içine bakıyorsunuz. Eliniz yok mu sizin?"
"Umut arkadaşın eli hepimizi temsil ediyor," diyor Batu.
"O işe yaramayan elini keserim senin Batu ! " diyor Nazlı.
"Elini değil, dilini kes," diyor Arzu. "Dili çok uzadı bu gece
bunun."
"Arkadaşlar farkındaysanız ortalığı şeriatçılar bastı, el ayak
kesmeye başladılar, baştan söylemiştim size bu konulara fazla dal
mayacaktık," diyor Onur.
"Bakın, geçen gün Gazeteciler Cemiyeti'nde matrak bir hi
kaye dinledim," diyor Kerem. "Mülkiyelilerin kütüphanesinden
kitap alıp da zamanında iade etmeyenlerin adlarının yazılı oldu
ğu bir borçlular listesi asılıymış okulun koridorunda. Dağdakile
rin önderinin adı da yıllar yılı listenin ilk sırasında yer almış."
"Artık okula gidip gelmediği, örgütsel faaliyetlere gömüldü
ğü zamanlar olmalı herhalde," diyen Nazlı'nın sözünü Arzu, "Eh
o kadar iş güç arasında haliyle kitabı iade etmeye vakit bulama
mıştır," diye tamamlıyor.
"Millet radyoda televizyonda günde en az on kere duyduğu
1 68
bu adı okulun duvarında ' aldığın kitabı geri getir kardeşim' liste
sinde gördükçe iyi makara yapıyorlarmış," diye sürdürüyor Ke
rem.
"Kim anlattı sana bunu?" diyor Nazlı.
"Bir eski Mülkiyeli."
"Dahası da var. B akın dağdakilerin önderi de, Cihadın As
kerleri'nin eski başimamı da Mülkiyeli."
"Ne Mekteb-i Mülkiye'ymiş ama! Yalla Mülkiye kendi başı
na bir örgüt adeta. Mafyanın Allahı olan şu yeni İçişleri Bakanı
Abidin'inden küçük yerde kendini padişah sanan en kıytırık kay
makamına, gevrek gülüşlü ekran soytarısı tarihçisinden, yalan
yanlış beyan veren dandik iktisatçısına varana kadar cins cins
adam çıkarmış valla, helal olsun Mülkiye'ye ! " diyor Umut.
"Ben bu Cihadın Askerleri'nin en çok para kaynaklarını me
rak ediyorum, İran'dan falan pıı geliyor paralar?" diye araya giri
yor Onur. Umut, "İran'ın eli yalnızca Cihadın Askerleri'nin üs
tünde değil, Türkiye'de birkaç başka İslamcı grupla da bağlantı
ları var, tümünün iplerini kendi ellerinde tutmaya bakıyorlar. Han
gisinin güçleneceğine hangisinin zayıf düşeceğine bakıyorlar. Di
ğer bazı grupların Suudi Arabistan'la, bazılarının Mısır'la yakın
lıkları var. İran' sa, sınır komşuluğu avantajından yararlanmaya ba
kıyor," diyor Umut.
"Resmen sıkı bir casus filminin ortasında yaşıyoruz abi," di
yor Arzu. Hem Kerem hem Umut aynı anda, " Ö yle," diyorlar. "Is
tanbul da, Diyarbakır da şu an eski Beyrut gibi. Kaç ülkenin is
tihbarat ajanı fink atıyor ortalıkta belli değil. Tabii herkes kendi
hesabının, çıkarının peşinde. Ortadoğu eski pasta! İstediğin kadar
dilimle bitmiyor," diyor Umut.
"Öyle böyle değil, bakın devletin her katında Hakkari, Bat
man, Van üçgeninde eroin işi döndüğü biliniyor, Yüksekova'da
imal edilen uyuşturucunun Van üzerinden sevk edildiğini de bil
meyen yok. Ö yle bir çark kurulmuş, ortalığı örümcek ağı gibi öy
le menfaat şebekeleri sarmış ki herkesin bir hesabı var bu işlerde.
Yahu düşünün, Van gibi bir yerde. . . " diye başlayıp susuyor Ke-
1 69
rem. Havada asılı kalan sözünü tamamlamak için aradığını bula
na kadar elindeki kağıtları karıştırmayı sürdürüyor. Diğerleri onu
sessiz ve bekleyen gözlerle izlerken, "Hah işte buldum, buraday
mış," diyerek elindeki kağıttan okuyor: "THC yani Tetro Hidra
Karnobilen, ne olduğunu bileniniz var mı, yok tabii, eroinin kali
te kontrolünü yapma işlemiymi ş ! Bu işin ustası da Van' da bir ka
dınmış ! Düşünün: Van'da eroin kalite kontrol işlemi yapan, belli
ki işin uzmanı olmuş bir kadın! Aklınız kesiyor mu, bir James
Bond filmindeyiz sanki. Ya yeminle söylüyorum, filmini çeksen
kimseyi inandıramazsın bu ülkede olan bitenlere ! " diye tamamlı
yor sözünü.
Onur'un sahici bir merakla, "Şu anlattıklarınızın ne kadarını
yazabiliyorsunuz gazetenizde?" diye sorması üzerine Kerem atı
lıyor: "Bravo ! İşte gecenin can alıcı sorusu güzel kardeşim. Ama
neyse ki dersimizi çalıştığımız yerden geldi. Kıdım kıdım kada
rını yazabiliyoruz canım kardeşim, sen emrinde çalıştığımız pat
ronları, yayın yönetmenlerini, yazı işleri müdürlerini görsen, bu
kadarıyla bile kalkıp Pulitzer ödülü verirsin bize ! Yalla gün için
de bu haber gömücüler tayfasının elinden neyi, nereye kadar kur
tarabildiğime bakıyorum ben. Elimden ancak bu kadarı geliyor
halkım, özür dilerim."
Onur'un, "Demin sorduğum şu Cihadın Askerleri'nin para
kaynakları konusu yarım kaldı," demesi üzerine Umut, " Örgüte
mali kaynak sağlamak amacıyla ilk soygunlarını 84 yılının son
larında gerçekleştiriyorlar. Büyük bir kuyumcuyu soyuyorlar. Böl
genin kaçakçılık tarihi malum. Başlarda kaçak sigara, kaçak saat
falan satıyorlar. Bazı illerde av malzemeleri bayii açıp, tezgah al
tından kaçak silah, tabanca mermisi falan satıyorlar. Sonrasında
işi iyice büyütüyorlar, çeşitli illerde hızla örgütlenip ağlarını her
yere yayıyorlar. Camilerden zekat topluyorlar, bayramda kurban
derisi topluyorlar, zenginlerden yardım adı altında haraç toplu
yorlar. Kuran kurslarından da iyi para kaldırdıkları söyleniyor. Bir
de ' infak' dedikleri bir vergilendirme sistemiyle kendi adamları
nın gelirlerinin sekizde birini alıyorlar. Örgüt adına işletilen tica-
1 70
rethanelere de sahipler artık. Millet burada hala televizyon ek
ranlarında çarkıfelek seyretsin, orada ne çarklar döndürülüyor."
Nazlı'nın, "Zaten millet burada çarkıfelek seyretmeye kilit
lendiği için orada o çarklar dönebiliyor," demesi üzerine "çark"
lafının ucuna yapışan Batu'nun, "Çarkı kırık koca dünya"dan "Ben
feleğin şu çarkına çomak sokarım"a varana kadar çeşitli şarkı, tür
kü adlarını sıraladığı sulu zırtlak bir muhabbete kaptırıyorlar ken
dilerini. Herkes neredeyse bütün gece konuşulan iç karartıcı ko
nularla ağırlaşan havayı saçma sapan esprilerle hafifletip dağıt
maya, bozulan sinirleri yatıştırmaya çalışıyor.
Umut'un "Ulan amma sulandırdınız konuyu ha! " diye uyar
ması üzerine Batu, "Ağbi bu ağır mevzuların arasına böyle mav
radan parçalar atmasak çekilir gibi değil," diyor. "Hatta ben bir
kadeh daha viski alayım canım kendime, hoş tutayım zatımı."
"Bana da bir kadeh dold4r o ganimetten," diyor Kerem.
Batu, Nazlı'ya dönüp, "Sen de ister misin iki parmak viski,
hani cila niyetine," diye soruyor. Nazlı başını iki yana sallarken,
"O kırmızı şaraptan şaşmaz," diyor Umut.
Kerem elindeki kağıt tomarını yılmışçasına sehpaya bıraka
rak, "Arkadaşlar, bakın birkaç yıl sonra yeni bin yıla giriyoruz,
daha düne kadar yolumuzun üstünde bizi 200 1 uzay yolu mace
rası bekliyor sanıyorduk, şimdi kapısına dayandığımız milenyu
mun eşiğinde konuştuğumuz konulara, uğraştığımız şeylere bir
bakın ya," diyor.
Umut yerinden kalkıp ağır adımlarla pikabın başına gidiyor.
Art arda istiflenmiş uzunçalarları alışkın hareketlerle tarayan par
maklan aradığını bulup çıkarıyor. Zarfından çıkardığı plağı diske
özenle yerleştirip, sesi biraz açıyor, ardından Emerson, Lake and
Palmer'ın Trilogy albümünün açılış parçası "From the Beginning"
ile birlikte odanın havası değişiyor, herkes susmuş kendini müzi
ğe veriyor, her birinin yüzünde yavaş yavaş kendi iç alemine çe
kilmenin hülyası dolaşmaya başlıyor.
171
ON YEDİNCİ BÖLÜM
1 72
dikkatini onun yemek yiyişinden alıp fotoğraflara vermekte zor
lanmıştı. Yemek yemekle kurduğu ilişkide Eğitmen'in başka hiç
kimsede görmediği bir kendinden geçme hali vardı. Yeri geldik
çe, "İyi yerim, iyi uyurum, iyi koşarım, af buyrun iyi . . . he he he. . . "
diye sırıtarak pişkin pişkin övünürdü.
1 73
doktorlara da güven olmuyordu, nicedir kimin ne olduğu belli de
ğildi. Aklını sakinleştirmek için durup derin bir soluk alma ihti
yacı duyuyor.
İki lokma arası soluklanarak, "Bak gene de helal olsun bizim
elemana, öyle kös akıllı ama Saim Baran'ı tek başına arabaya bin
meye ikna etmeyi becermiş gene de," diyen Nihat Astsubay'a, ele
manın eğitimindeki payını hatırlatırcasına, " İ yi çalıştırdım," diye
karşılık verme gereği duyuyor Eğitmen. "Ayrıca Agit'in, S aim
Baran'a önden yaptığı güven verici açıklamaların etkisi olmuştur
elbet," diye tamamlıyor sözünü. "Yoksa kaçın kurası o yaşlı kurt
böyle bir oyuna kolay kolay gelmezdi."
"TAK'tan birileri gelmiş buraya diyorlar." Adı apaçık telaffuz
edildiğine göre konunun etrafında bilmezden gelerek gezinmenin
bir anlamı kalmadığını düşünen Eğitmen, "Biliyorum, sebebini
anlarız," diyor. TAK' la ilgili ortama hakim olan bu belirsizlik ha
vasını dağıtmak için bir an önce gereken yerlerle temasa geçip du
rumu aydınlatmanın yoluna bakması gerektiği hızla geçiyor ak
lından. Gizemini korumak için ortalarda fazla görünmeyen TAK'
ın bu sessiz gelişinin sebebi ne olabilirdi? Kendisi bu konuda ne
den önden bilgilendirilmemişti? Merkezi Ankara'da olan vurucu
timlerden oluşan geniş yetkilere sahip bu özel harekat biriminin
birdenbire sahaya inmesi, üstelik bu konuda kendisine hiç bilgi
verilmemiş olması bir zamandır içten içe beslenen kuşkularını bü
yütüyor. Nihat Astsubay'ın manidar bir tonda, "Gelmeleri neyse
de ortalıkta görünmemeye çalışmaları garip geldi bana . . . " diye
başladığı cümlesi boşlukta huzursuzca asılı kalıyor bir süre, se
sindeki soru tınısına rağmen karşılık alamadığını görünce cümle
sini tamamlama gereği duyuyor: "Bir işler dönüyor ama, hadi ha
yırlısı . . . " Pencereden dışarı bakmayı sürdüren Eğitmen, "Ben
odama dönüyorum," dediği sırada, Nihat Astsubay sesine çok da
önemsemiyormuş havası veren bir tonda, "Filigranlı bilgi geçti
ler mi bu yakınlarda?" diye soruyor. Sesindeki bu tonla kendisini
kandırabileceğini düşündüğü için ona küçümsediğini sezdiren bir
gülümsemeyle karşılık veriyor Eğitmen. B ir istihbarat jargonu
1 74
olan filigranlı bilgilere sahip olma ayrıcalığının kurum içinde bir
tür konum atlama anlamına geldiğini Nihat Astsubay da biliyor
elbette; kaynağı gizli tutulan, birkaç koldan teyit edildiği için doğ
ruluğundan şüphe edilmeyen istihbari belgelere "filigranlı bilgi"
dendiğini öğrendiği günden beri de onun bu tür kaynakların peşi
ne düştüğünün fazlasıyla farkında Eğitmen. Ne de olsa bu etiketi
taşıyan bilgi devletin matbaasında basılmış kağıt parayı sahtesin
den ayıran filigranın güvenilirliğini taşıdığından fazladan teyide
gerek bırakmıyor. Bilgi iktidarsa eğer filigranlı bilgiye erişimi ol
mak iki kere iktidar demek çünkü. Şeker Paşa'nın bütün o afra taf
rasıyla JEM 'in patronuymuş gibi ortalarda gerine gerine dolaşma
sına karşın bir ayağı sürekli Ankara'da ve Allah bilir daha nere
lerde olan Eğitmen' in hiyerarşide daha önemli bir pozisyonda ol
duğunu seziyor Nihat Astsubay, bu nedenle sürekli onun yama
cında durmaya özen gösteriyor. Şeker gibi tatlı bir adam olduğun
dan değil, kronik bir şeker hastası olduğu için adı "Şeker Paşa"ya
çıkmış yarbaya Nihat Astsubay'ın laf taşıdığını, epeydir ona muh
birlik yaptığını tahmin ediyor Eğitmen, ama sesini çıkarmıyor. Bir
şeyin farkında olduğunu hissettirmemek de bir yanlış istihbarat
verme yöntemi ona göre. Bırak kendilerini daha akıllı, yüzdükle
ri suları güvenli sansınlar. Nihat Astsubay'ın yaptığı, daha önce is
tihbarat dünyasında örneğini pek çok kez gördüğü gibi, kurumlar
ve kişiler arasında dengeler ani bir değişikliğe uğradığında her iki
kanatta da pozisyon alabileceği yeri hazırda tutmaya çalışan orta
kademedekilerin tipik taktiğiydi. Bunca yılda bunlardan çok gör
müş, böylelerini iyi tanımıştı. Eğitmen, hemen herkesin gözünde
ortada dönen irili ufaklı oyunların, hesapların farkında olamaya
cak kadar kendi aleminde, kibirli, soğuk, kendini beğenmiş bir is
tihbaratçı izlenimi uyandırarak arkasına çekildiği siperini her du
rumda korumayı başarıyordu . Onların sırtındaki pelerini görüp
içindeki adamı göremediklerini düşünüyordu. Ona kalırsa çevre
sindeki herkesin tüm numaraları, oyunları fazla ortada, kendileri
de fazla görünürdüler. Oysa istihbarat demek koza içinde koza ör
mek demekti.
1 75
Son anda akıllarına gelen gündem maddesi birkaç konu hak
kında üstünkörü konuştuktan sonra Eğitmen tam odadan çıkıp
kapıyı kapatırken, beyninde şimşek gibi çakan bir düşünceye ka
pılıyor: Nihat Astsubay, Saim Baran'ın yanı sıra Agit'in vurulma
sı için de gizli bir emir vermiş olabilir miydi? Şimdi Alanya yo
lunda olması gereken tetikçiye ulaşması, ulaşsa bile işin aslını te
lefonda öğrenmesi çok zor görünüyor. Durum sahiden şüphelen
diği gibiyse, Agit'in Saim B aran'la birlikte vurulacağı istihbara
tını alıp hasta numarasıyla kendini emniyete almış olma ihtimali
de kuvvetli tabii. B unu doğrudan Agit'e sormanın bir yolunun ol
madığını biliyor. "Hele infaz emrinin bilgim dahilinde verildiği
ni düşünüyorsa," diye geçiriyor içinden. "Arada bir şeyi atlamış
olabilir miyim, bir şey gözümden kaçmış olabilir mi?" Aslında
konu, Nihat Astsubay'ın çizmeyi aşmayı ne kadar göze alabile
ceğine bağlı. Agit'i ortadan kaldırmak için kendisinin bilmediği
bir nedeni mi vardı, tetikçiyle birlikte bir iş mi çevirmişlerdi? Fır
sat bu fırsat deyip herkesin gözü Saim Baran'ın ölüsünün üstün
deyken Agit'in arada kaynayıp gideceğini mi düşünmüşlerdi?
Bunları bilmenin şimdilik pek bir yolu yoktu. Nihat Astsubay'ın
sicili temiz biri olmadığını, bazı katakullili işlere karıştığını bili
yor, ama terörle mücadelede işe yaradığı sürece bazı şeylere göz
yummanın gerektiğine öteden beri inanmış biri olarak üzerinde
durmamıştı. Büyük oyunların küçük ödülleri yardımcı oyuncula
ra düşerdi ne de olsa ! Dağdakilere ilişkin istihbarat için Suriye'ye
gidip gelen elemanların arabalarının aranmadığını bilen Nihat Ast
subay'ın o arabaların bagajında yurda silah ve uyuşturucu soktu
ğuna dair bilgiler gelmişti kulağına, kulak arkası etmişti. Ayrıca
askerlik yapmak istemeyen kaçakçıların geçici köy korucusu ola
rak istihdam edilmesinde rüşvetle kayırmacılık yaparak kişisel
menfaat sağladığı da söyleniyordu, bu da mümkündü elbet ama
bunu da kulak arkası etmişti. Buraya vazifeli gelenlerin çoğunun
bir ev, iyi model bir araba, bir de yazlık alacak parayı denkleştir
meden dönmek istemedikleri bilinmeyen bir şey değildi ki zaten !
Yalnızca vatan, millet aşkı onları motive etmeye yetmeyecek ka-
1 76
dar çok kayıp ve şehit vermişlerdi, morallerini yükseltecek şey
lere ihtiyaç vardı.
Eli telsizli sivillerin, başı beyaz bereli kalaşnikoflu adamla
rın dolaştığı koridorda karşıdan heyecanlı adımlarla gelen biri dik
katini çekiyor, nereden tanıdığını düşünürken birden çıkarıyor,
onun güvenlik güçlerine muhbirlik yapan taksi şoförlerinden biri
olduğunu hatırlıyor, kendilerine "muhbir" yerine "haber elemanı"
denmesinden hoşlanan az buçuk mürekkep yalamış tiplerden bi
riydi bu, muhbir sözü kulağa "ispiyoncu" gibi geliyormuş, okul
dayken hocalara ispiyonculuk yapanların yaşadığı kötü anılan ha
tırlatıyormuş ! "Bitirici bilgi getirmeyen elemanları doluşturmuş
lar buralara, devlet boşa para ödüyor bunlara," diye geçiriyor için
den. Yanından geçerken bu "haber elemanının" verdiği belli be
lirsiz selamı alıyor, geçip gittikten sonra omuzunun üstünden ar
kaya bir göz attığında onun t �hmin ettiği gibi Nihat Astsubay'ın
odasına girdiğini görüyor. Adımlarının heyecanına bakılacak olur
sa değerli bir bilgi getirmiş olmalı. Bu koridorda gördüğü, tanık
olduğu bazı şeyler çağrışıyor birden. Bir keresinde Cudi dağında
teröristlere yardım eden bir çobanın kafasını testereyle kesip JEM'e
getiren biriyle gene bu koridorda karşılaşmış, adamın elinde gu
rurla taşıdığı çuvaldan kesik bir baş çıktığını gördüğünde birden
kendini Osmanlı sarayının dehlizlerinde dolanıyormuş gibi his
setmişti. Şoföre takılan dikkatiyle kesintiye uğramış düşünceleri
ne hızla geri dönüyor: Nihat Astsubay'ın çevirdiği işlerde bir şey
ler ters gitmiş olabilirdi. Hele işin Agit'e dokunan bir yanı varsa
tetikçiye böyle bir ikinci emir vermiş olması muhtemeldi. Eğer
durum böyleyse bir sonraki aşamada bu kez de tetikçiyi ortadan
kaldırmak için gizli bir Alanya planı yapmış olabilir miydi? Da
hası bu konuda tek başına mı hareket ediyordu, arkasında birile
ri daha var mıydı? Bütün bunlarda en ufak doğruluk payı varsa
bile Alanya'daki elemanın hayatı tehlikede demekti. Suya atılan
taşın giderek genişleyen halkalarını görür gibi oluyor. Alanya'da
Doğrulayıcı olarak görevlendirdiği Cüneyt'i bu konuda uyanık
tutmanın bir yolunu bulmalı. Zihni zehirleyen soruların burga-
1 77
cında kapıldığı düşüncelerin hızından ürküp birden koridorun or
tasında hızlı bir fren yapar gibi zınk diye duruyor. "Yok yok, iyi
ce saçmalıyorum," diyor içinden. Olgular arasında kolayca mate
matiksel ilişki kurup olmadık ihtimaller hesaplayabilen soğuk ze
kasının bazen kendisine böyle dolambaçlı oyunlar oynadığını bil
miyor değildi. "Mesleki deformasyon," diye geçiriyor içinden.
"Hep söyledikleri gibi, koruduğu kadar yanıltır da. Ama bütün ih
timalleri göz önünde tutmak lazım. Nihayetinde hepimiz ip üs
tünde, bıçak sırtında yürüyoruz burada."
1 78
O N S EKİ Z İ NC İ BÖLÜM
MASANIN ETRAFI
1 79
falan, işte o fotoğraflardan da dağa göndermişler galiba." "Saç
ma! Nelerine yarayacak ki asker fotoğrafları?" "Galiba asıl mak
sat karakollar, bölge, civar, belki teçhizat hakkında bilgi topla
mak." "Bu genç fotoğrafçı arkadaşımız nerede şimdi?" "Askıda,
başta epey direndi ama sonra şakımaya başladı." "Anlaşıldı, ko
nuşturmak için sakın damardan kimyasal vermeye kalkmayın bu
ayaktakımına, yorun biraz kendinizi, malum terör devletimize pa
halıya mal oluyor. Koca Amerika' da FBI bile bütçe kısıntısına gi
diyor. Neyse, ben şimdi çıkıyorum, döndüğümde işin tafsilatına
bakarız."
1 80
Eğitmen'in, içinde hiçbir titreşim barındırmayan donuk ba
kışları ara ara masanın çevresini kuşatanların ciddi ve vakur gö
rünmek konusunda fazla gayretli görünen yüzlerinde geziniyor.
Uzun zamandır bölgede Milli İstihbarat Teşkilatı, JEM, Emniyet
arasında bir güç çekişmesi olduğu, bu masadakiler dahil olmak
üzere ilgili herkesçe bilinirken hiila böyle bir şey yokmuş gibi dav
ranmalarını görmek şaşırtmamıştı onu. Güç çekişmeleri esası üs
tüne yükselen tüm oyunların repertuarında sık rastlanan en eski
numaralardandı bu. Bulundukları mekanın neredeyse tamamını
kaplayacak boyuttaki bu uzun masada, ona dama tahtasının üstü
ne belli bir nizam içinde dizilmiş taşlan hatırlatan bu adamlara
baktıkça, söz konusu güç ilişkileri şebekesi içinde arada kalmış
kişilerin nasıl öğütüldüklerini düşünüyor. Aynı gaye uğruna bir
likte mücadele ediyormuş görünürken tutuştukları bilek güreşle
ri yüzünden devleti de, terörle mücadeleyi de nasıl zafiyete uğ
rattıklarını fark etmeyen bu gafillerin, bu dama taşlarının yerleri,
makamları değiştirildiğinde bile asıl zeminin değişmediği geçi
yor aklından. Bunca yıllık hayat tecrübesinden, yalnız burada de
ğil, dünyanın her yerinde güç dengelerinin zeminine aynı dama
tahtasının döşendiğini öğrenmişti. Yaptığı bu benzetmeyi beğe
nip içinden kendini tebrik ediyor.
Her benzeri durumda olduğu gibi bu odadakilerin de diğerle
rine karşı bir masanın üstüne koyduğu, bir de masa altında tuttu
ğu çifte ajandası olduğunu tahmin ediyor. Kendini seyirci gibi his
settiği zamanlarda bu tablo eğlendiriyor onu, ama ardından asıl
konunun vatan meselesi olduğunu hatırlayınca kabaran milliyet
çilik duygularıyla içten içe diş bilemeye başlıyor.
Her ne kadar kısa sürmesi kararlaştırılmış olsa da, bir yanda
-yeni eklenenlerle birlikte- birikmiş sorunların ağırlığı, bir yan
da dünkü Saim Baran cinayeti nedeniyle toplantı epey gergin ge
çeceğe benziyor.
Satrançta olduğu gibi hayatta da açılış hamlelerinin genelde
belirleyici olduğu bilgisi bu masada da geçerli elbet. Bunca yıl-
181
dır sahada edindiği tecrübelere göre masadakilerin hiçbiri oyu
na muazzam bir potla başlayacak kadar usta birer poker oyuncu
su değil üstelik. Kimi, operasyonel beceriksizliklerinin neden ol
duğu güvenlik hasarlarından, aldığı yanlış kararlardan ötürü te
dirgin, kimi kendisinin ya da biriminin bilerek, bilmeyerek karış
tığı kirli çıkar oyunlarından birinin aniden masada patlamasın
dan ürküyor. Bugüne kadar görüşünün sorulduğu her ortamda ıs
rarla belirttiği gibi saf vatan aşkıyla, en samimi hislerle sahada
bulunan askerlerin, polislerin sayısı hiç de az değil elbet. Başta
böyle duygularla gelip zamanla yozlaşanı da var, uğradığı hayal
kırıklıklarından sonra arkasına bakmadan kaçanı da . . . Ne zaman
örtbas edilemeyecek bir hasar ortaya çıksa, her birimin sorumlu
sunun ağzındaki baş cümle, "Aman bu hadise benim masamda
patlamasın" oluyor. Her biri kendi zekası ölçüsünde gözettiği
koruma ve savunma tedbirleriyle arkalarında takip edilebilecek
ayak izleri bırakmamaya çalışıyor. Az sonra yapılacak konuşma
ların seyrinin dikkatlerden özenle kaçırılmak istenen şaibeli ko
nularla, başarı hanesine yazılacağı tahminiyle özellikle dikkat çe
kilmek istenen konular arasındaki sarkaçta gidip geleceğini bili
yor, daha önce defalarca seyrettiği bir filmi yeniden izleyecek
mişçesine biliyor. Ona göre bu denklemin kaygan zemininde ki
şiler ve kurumlar arasındaki çekişmeleri, kaba hesapları görmek
için hiç de fazladan bir zeka ya da dikkat gerekmiyor. Buraya ge
lip gitmeye başladığından beri bölgede görev yapanlar arasında
şaibeli hadiselere karışan her yetkilinin bir diğer yetkili hakkında
yeri ve zamanı geldiğinde kullanmak üzere bir sır rehin almaya
çalıştığını fark etmişti. Gördüğü kadarıyla her biri sahip olduğu
bilgileri ortalığı ateşe vermeyecek, ama karşı tarafta kaygı uyan
dıracak biçimde elinde tutup bekletiyor, ama yeri ve zamanı gel
diğinde kullanmaktan çekinmeyeceğini sezdiriyordu. Ocağın ba
şında durup kısık ateş üstündeki tavada sucuk kızartmaya benze
tiyordu bu yaptıklarını, çatalın ucuna taktıkları dilimin altını üs
tüne çevirirken ağızları sulanıyor, birbirlerinin sofrasına çöke
cekleri anı iştahla bekliyorlar. Eğitmen bu sucuk kızartması ben-
1 82
zetmesini pek çok durumu örneklemede kullanışlı ve sevimli bu
lurdu.
Saim Baran konusunun gündemin ilk maddesi olacağını bil
diğinden içini serin tutmuş, sağlam hazırlanmıştı. Nitekim top
lantı başladığında bu konuda herkes kadar bilgisiz olduğunu gös
teren inandırıcı bir tavır sergilemekte zorluk çekmiyor. Konuş
masının bir yerinde masadakilerden biriyle halden anlar biçimde
bakışıyorlar. Söylenenlerle, yapılması gerekenlerin aynı şey ol
madığını bilmenin devlet tecrübesinden geçmiş insanların sessiz
bakışmasıydı bu. Belli ki, her ikisi de kapalı kapılar ardında fısıl
daşılanlarla açık masalarda konuşulanların aynı olamayacağını bi
len bir geçmişe sahipti.
Toplantının bir yerinde, JEM adının ortalıkta fazla dolaşmaya
başladığının dile getirilmesiyle birlikte göz ucuyla da olsa dik
katlerin yeniden kendisine yöneldiğini hisseden Eğitmen bu kuş
kulu bakışları, gücünü serinkanlılığından alan bir ustalıkla sa
vuşturmayı beceriyor. İçlerinden birinin konunun üstüne gitmeye
çalışmasını, Saim Baran cinayetine ilişkin yönelttiği manidar so
ruları etkisiz hale getiren yumuşak manevralar yapıyor. Karşı ta
raf iddiacı kararlılığına ters düşen sinsi bir gülüşle karşılıyor Eğit
men'in sözlerini; fikrini değiştirmediğini, yalnızca kuşkularını
şimdilik ertelediğini belirten sinsi bir gülüş bu . . . Saim Baran ci
nayeti konusunda hangi birimin hedef alınması gerektiğine dair
birbirlerini yoklayan kararsız bakışlar bir süre birinden diğerine
sekiyor. Eğitmen, JEM yapısı içindeki pozisyonunun masadakiler
indindeki belirsizliğinin yarattığı gerilimi kullanmaya kararlı ola
rak sükunetini sürdürüyor. İçlerinden bazılarının kendisine yöne
len, bizim gözümüzden bir şey kaçmaz, iddiası taşıyan bakışla
rında kendisi için sorun yaratacak ciddi bir bilginin gölgesini sez
miyor. Apaçık itham etmekten çok temkinli bir şüpheyle yakla
şan savuşturması kolay güvensiz bakışlar bunlar. Ankara'dan, yu
karıdan gelen bir emirle bölgeye atanmış Eğitmen denen bu kişi
nin olan bitenler konusunda ne kadar sorumlu tutulması, hatta suç
lanması gerektiğini bilemiyor, nasıl davranacakları konusunda ka-
1 83
rarsız kalıyorlar. Masadakiler tarafından kendini beğenmiş, bur
nu büyük, soğuk bir adam olarak görüldüğünün kendisi de far
kında, doğrusu biraz da işine geliyor bu durum, ondan uzak dur
malarına, fazla bulaşmamalarına yarıyor. İçlerinden birinin ken
di hakkında, "Adamın bakışları bile insanın içini üşütüyor," dedi
ği kulağına çalınmıştı bir keresinde, bunların arasında soğuk, ka
yıtsız bir İngiliz gizli servis ajanı gibi görünmek hoşuna gitmişti.
Zaten Amerika' dayken de onu İsveç ajanlarına benzetmelerine alı
şıktı. Soğukluğun gücünü seviyordu.
İçinin pusulasının her durumda uygun bir hal yolu bulacağı
na olan inancıyla Saim Baran konusundan en azından şimdilik
sıyrılmayı beceriyor. Masadakilerin çoğunun asker ya da polis gi
bi değil, koltuk koruma derdindeki kurnaz politikacılar gibi dav
randıklarını bildiğinden, onları anladıkları lisanla yönlendirip öf
kelerine hedef arayan duygularını yatıştırmayı başarıyor. Yalnız
ca bu masanın etrafındakilerin değil, bölgedeki yetkililerin çoğu
nun karşılıklı saygı ve güven duymadan birbirine muhtaç olma
nın zemininde gününe göre pozisyon almayı strateji belirlemek,
uygun davranmak sandıklarını bildiğinden pek de güç olmuyor
bu. Türkiye'ye döndüğünden beri en çok tanık olduğu şey, zihin
lerin hemen her konuda uzun vadeli stratejilerden çok kısa vade
li stratejik çözümlere ayarlanmış olduğuydu. Kimi zaman belki
günü kurtarıyor, ama meseleleri halledemiyorlardı. Ona göre, giz
lemeye çalıştıkları tüm numaralar onun derin istihbaratçı gözleri
için fazla çıplak, fazla aşikar, fazla amatör kalıyor. . . Yalnızca ru
hu casus olduğu için değil, bti işlerin alasını Amerikalarda öğ
renmiş profesyonel biri olarak burada dönen tüm dolaplar eski
moda Ortaşark filmlerinden alınmış gibi geliyor ona. Üstelik ba
şınızı çevirip etraftaki derme çatma dekora bakacak olursanız bu
ranın bir Beyrut olmadığını anlamak hiç de zor değil ! Hoş Bey
rut da artık eski Beyrut değilmiş, o günleri içeriden yaşayıp bi
lenler öyle söylüyor.
JEM 'in kurucu çekirdeği içinde yer alan Metin Ercan'ın Suri
ye istihbarat teşkilatı içinden kimileriyle uyuşturucu ve silah ka-
1 84
çakçılığı işine girdiği dedikodularının yayılmasıyla, Ö zel Hare
kat Daire B aşkan Vekili'nin karanlık ilişkilerinin ortaya dökül
meye başlamasının arka arkaya patlak vermesinin bir tesadüf ola
mayacağını biliyor mesela. Karşılıklı restleşmenin, güç gösterisi
nin sonucunda ortaya döküldükleri çok belli. Şu an karşısında otu
ran Ö zel Harekat Daire Başkan Vekili'nin konuyu Metin Ercan'a
getirme ataklarına karşın onu bu kurtlar sofrasına kaptırmaya ni
yeti yok! En azından şimdilik yok. Üst üste yaptığı hatalara rağ
men sahadaki becerikliliği nedeniyle Metin Ercan hata çok kul
lanışlı bir eleman sonuçta. Defteri dürülecekse gününü bekleyip
doğru zamanda dürülmeli. Ona kalırsa, Metin Ercan'ı tanımak için
uzun boylu analize de gerek yoktu zaten; o, kendini büyük aske
ri deha zanneden, sahadaki başarılı operasyonlarından başı dön
müş, kendi kibrinden gözleri bağlanmış bir küçük oyuncuydu yal
nızca. Görülmeyi seviyor. B aşrolde oynamayı seviyor. Aklının
yetmediği yerlerde bile akıl Ôyunlarına girmeyi seviyor. Vazife
lerinde yükselememiş insanların hırslarının en iyi istismar saha
sı olduğunu bilen ve bu konuda uzmanlaşmış biri olarak onun ba
zı askerleri yoldan çıkardığından, bazı itirafçıları safına kazan
dırdığından, bölgeden pek çok kişiyi kendi kirli işlerinde kullan
dığından da emin. Boyundan büyük işlere kalkıştığı konusunda
zamanında onu birkaç kez usulünce uyarma gereği duymuş, böy
le çetrefil işlere bulaşanların parmaklığın öteki tarafına düşebile
cekleri günün çok uzak olmayabileceğini hatırlatmaya çalışmış,
ama sözünü dinletememişti . Şeker Paşa'yla da arasının artık es
kisi gibi olmadığı herkesçe biliniyordu. Geçmişte de örnekleri
çokça görüldüğü gibi, böyleleri devletin ne zaman arkalarında du
racağını, ne zaman yalnız bırakacağını hesaplayamıyor ve inatla
da öğrenmiyorlardı. Şimdi Metin Ercan'ın kuyruğunu kaptırdığı,
kapana kısılmış halde son bir hamleyle Ankara'nın bakanlık deh
lizlerinde kıçını kurtarmaya çalıştığı söyleniyordu .
Toplantı süresinin kısıtlılığına rağmen masanın etrafında dö
nen temkinli manevralarda arada bir birbirlerine zararsız ölçüler
de aba altından sopa göstermekle yetindiklerini fark ediyor. Te-
185
röre karşı savaşta mevzi ve güç kaybetmemek adına göz yumul
ması gereken şeylerle, adaleti sağlamak arasındaki dengenin ço
ğu zaman kurulamamasının yol açtığı kaçınılmaz sonuçlarla baş
edemediklerini görüyor. Hem vatanı korumak, hem mevcut şart
lardan çıkar sağlamak arasında denge tutturmak vasat zekalar, sı
radan akıllar için güçlük yaratıyordur elbet. Hele açgözlülükleri
akıllarından, hırslan yeteneklerinden çoksa . . . Devlet ve nizamın
korunması konusunda herkesin kanının damarlarında aynı inanç
ve şiddetle akmadığını bilecek kadar görmüş geçirmişti. Geçmiş
te açığa alınan astsubaylardan birinin savunması bu anlamda çok
şey söylüyor ona: "Biz yapmasak birileri yapmayacak mı bu işle
ri, biz yapmasak Kürtlere kalmayacak mı uyuşturucu pastasının
tamamı, hiç olmazsa bizde kalıyor, bu vatan için canını ortaya ko
yanlara gidiyor." Her ne kadar ortak amaçları terörle mücadele ol
sa da her birinin bu çerçeve içinde kendi oyun parkını korumanın
yoluna baktığını biliyor. İhlal edilmesi kabul edilemeyecek kai
deler dışında bu çeşit konuları fazla kurcalamanın devlete zarar
vereceğine inanmış biri o. Sıkıcılaşan konuşmalar sırasında ba
kışları her birinin üstünde birinden diğerine sekerken aklından ge
çenlerin yol açtığı dalgınlığa kapılmaması gerekiyor, arada dağıl
mış olan dikkatini toplayıp yeniden masaya veriyor.
Ankara'dan gelen TAK temsilcisinin masadaki varlığına an
lam vermekte zorlanıyor. Yalnızca tek kişinin değil, koca bir ti
min geldiğini öğrenmişti dün gece yarısı, ne için gelmişlerdi aca
ba? Nasıl bir planın parçası bu? Saim Baran konusuyla ilgili ol
madığını tahmin edebiliyor, daha büyük bir iş olmalı. Sormaya
kalksa bunun yanıtını böyle kalabalık bir masada alamayacağını
bildiğinden kurcalamaya yeltenmiyor bile. TAK 'ın başına yeni ge
tirilmiş bu yetkilinin her halinde sıkı bir gayrinizami harp eğiti
mi görmüş NATO elemanı havası var. Bunların herhangi bir sıra
dan görev, rutin bir operasyon için çağrıldıklarını sanmayacak ka
dar sistemin işleyişini biliyor; aklına ilk gelen düşünce diğer bi
rimlerden bile gizlemeye gerek duydukları bir suikast planlamış
olabilecekleri . . . Eğer öyleyse, hedefleri kim olabilir acaba? Ak-
1 86
hodan geçenler ya doğru bir tahmin, ya da gene entrikalara fazla
çalışan hayal gücünün bir oyunu . Kafasını kurcalayan sıkı bir bil
mece daha çıkmıştı şimdi karşısına, bu durumu Vezir' le mutlaka
konuşmalıydı. TAK 'tan gelen yetkilinin masadaki davranışlarını
bir şeyleri gözden kaçırmaktan duyduğu endişenin bakışlarına sin
mesine izin vermeyen bir tutumla izlemeye çalışıyor, göz göze
geldiklerindeyse iyice ruhsuz nazarlarla bakıyor adama. Onun
kendi konumu, yetkileri hakkında neyi, nereye kadar bildiğini me
rak ediyor.
Konuşmalar her ne kadar belli bir düzen içinde yapılmaya ça
lışılsa da bir noktadan sonra kişilerin konudan konuya atlaması
nın önü alınamıyor. ŞiŞkin yanaklarında kılcal damar çatlakları
belirgin biçimde göze batan komutanlardan biri, biraz da nutuk
çeker bir havada bazı şeylerin basına malzeme olacak şekilde ya
pılmaması gerektiğini söylüyor. Arada söz alan albaylardan biri
nin sesinde en ufak bir canlıfık belirtisi yok, içinden tekrarlayıp
durduğu bir şeyi bir an önce söyleyip kurtulmak istiyor sanki. Ön
ce oradan bir şey okuyacakmışçasına dikkatle açtığı dosyaya son
ra hiç bakmadan konuşmasına devam eden bir emniyet yetkilisi
nin gereğinden büyük olan ademelması o konuşurken sürekli ka
barıp iniyor. Toplantıya MİT adına katılan, masadaki herkese yü
zünün yumuşak hatlarını telafi etmeye çalıştığını düşündüren öğ
renilmiş bir sertlik ifadesiyle bakan yetkilinin gözleri konuşanla
ra odaklanmak yerine dinleyenleri izlemeyi tercih ediyor.
Kısa kollarıyla büyük jestler yaparak sözlerine önem kazan
dırmaya çalışan bir diğeri atılıp, Diyarbakır Barosu'nun basılıp
dokuz avukatın tutuklanmasının başka türlü de yapılabileceğin
den söz ediyor. Köy basmakla baro gibi hukuk sembolü bir kuru
mu basmak aynı şey değilmiş. Bu gibi işlerde daha itina gösteril
meliymiş. Hem Avrupa'ya karşı da zor durumda kalınıyormuş. Si
viller söz konusu olduğunda gözdağı vermekle şiddet arasındaki
dengeyi iyi kurmak gerektiğini söylerken sözlerine dahiyane bir
savaş planı ifşa ediyormuş havası veriyor. Sağda solda "Altında
devlet imzası olmayan işlerin altına imza atmam," diye övünüp
1 87
durmasıyla tanınan eski usul, fazla kuralcı askerlerden biri, uzun
bir söyleve başlayacakmış gibi boğazını gürültülü biçimde te
mizleyip yüzüne gereken azami ciddiyet ifadesini verdikten son
ra, "Bölgede bazı adı konmamış güvenlik birimlerinin durumla
rının sallantıda olduğunu idrak etmesi gerekiyor," diyerek söze
başlıyor. Adamın eski Hollywood yıldızlarını andıran bir yakı
şıklılığı var. İnsanda sanki film icabı asker olmuş hissi uyandırı
yor. Yaptığı girişin masadakiler üzerindeki etkisini ölçmek için
araya tehditkar bir sessizlik koyup sürdürüyor: " İçişleri Bakanlı
ğı'ndan onay, Genelkurmay'dan görüş ve destek almadan kurul
muş ve kağıt üstünde kaçak görünen bu birimlerin pervasız hare
ketleri terörle mücadeleye büyük zarar verir, bölge halkının des
teğini önemli ölçüde kaybetmemize neden olabilir." Konuşuyor
gibi değil de üzerinde uzun uzun çalıştığı ezberini tekrarlıyor gi
bi sürdürdüğü sözlerinin belli bir hedefi işaret etmediğinin anla
şılması için de konuşurken bakışlarını masanın etrafındaki herkes
üzerinde tek tek gezdirmeyi ihmal etmiyor. "Fazla vaktinizi al
mayacağım," diye başlayıp bir türlü sonunu getiremediği cümle
lerle lafı uzatıp duruyor. Eğitmen, onun şu Namık Kemal devrin
den kalma vatanperverliğiyle ne yaşadığı çağın, ne oturduğu ma
sanın farkında olmadığını düşünüyor. "Sıradan bir kalbim olsay
dı haline acırdım," diye geçiriyor içinden. Konuşmasını, konunun
öneminin altını çizmek ister tonda, "Bugün için bazı yararlı işler
yapsalar bile, günün birinde şartlar gereği hepsinin üstünün bir
kalemde çizilebileceğini bilmeleri gerek. Herkes buna göre ko
numunu gözden geçirmeye, kendini emniyete almaya hazırlıklı
olmalıdır," diye bağlıyor.
Hemen her biri konuşmasının sonunda gereken uyarıyı yap
mış olmaktan ötürü duydukları gönül rahatlığıyla kendinden emin
bir vakarla arkasına yaslanıyor. Sözde iyi niyetli uyarılarda bulu
nuyor görünseler, doğrudan isim vermeseler de bir diğerinin ic
raatındaki açıkları, gedikleri, hataları, zaafları sıralayarak hasım
bellediğinin masadaki pozisyonunu zayıflatmaya çalışıyorlar. Top
lantının başta kurulmaya çalışılan o askeri nizamı bir süre sonra
1 88
iyice dağılıp karşılıklı soru cevaba dönüşüyor. Silvan'daki tetik
çinin üstünden çelik yelek çıkması hoş olmamış, Batman valiliği
tarafından ithal edilen silahların Cihadın Askerleri'ne ait bir sığı
nakta ele geçirilmesinin devletin itibarına vereceği zarar nasıl he
sap edilmezmiş ! Hilvan'daki cephanelik baskınındaki zaaflar na
sıl görülmezmiş ! Tayvan'dan ithal edilen kesik uçlu pompalı tü
feklerin Cihadın Askerleri'nin elinde dolaştığı gazetelere bile çık
mış, bu ne aymazlıkmış ! İtirafçılara tanınan imtiyazların, koru
culara verilen yetkilerin kötüye kullanılmasının halkta infial ya
rattığının kimse farkında değil miymiş ! Müsamaha gösterilmesi
gereken şeylerin hudutlarını tayin etmek onların vazifeleri değil
miymiş ! Hem bu asit kuyuları, ceset tarlaları falan filan lafları
neymiş, Meksika mı burası ki ceset tarlaları olsun, teröristler böy
le şeyleri Amerikan filmlerinden görüp öğrenip mi devletin as
kerine, polisine iftira ediyo�uş !
Daha gizli kapaklı operasyonların konuşulduğu az kişili top
lantılarda masanın çevresindekiler adeta işbirliği içindeki birer
suç ortağını andırırken, daha geniş kadrolu böyle masalarda her
kesin takındığı bu yargılayıcı pozlar içten içe eğlendiriyor Eğit
men'i. Ankara' da bakanlık katında yapılan asık suratlı toplantıla
rın kötü birer taklidi gibi geliyor bunlar ona. Politikacıların, hiç
bir şey bilmek istemeyip sözde her şeyi bilmek istiyormuş gibi
göründükleri okul müsameresi benzeri toplantılar geliyor gözü
nün önüne, "Siz orada ne yaparsanız yapın, meseleleri bir biçim
de halledin, bizim ağzımıza halka, basına söyleyecek laf verin ye
ter," tavrını hatırlatıyor. Son zamanlarda sık rastlanmaya başlayan
cephane kayıpları sayılırken, "O kayıp, bu kayıp ve siz hala me
rak etmeyin, her şey kontrol altında diyorsunuz, öyle mi," diye çı
kışıyor biri diğerine. Baskınlarda uzun namlulu kanas tüfekler ele
geçiriliyor, nereden gelmiş bilen yok, Batman cezaevi müdürü
nün öldürülmesi hadisesinde şüpheliler arasında olan o fanatik
dindar nasıl oluyor da hala elini kolunu sallayarak ortalıkta geze
biliyor! Geçmişte daha sık yaşanan kepenk indirme, kontak ka
patma gibi şehri felç eden protestoların bir daha yaşanmaması için
1 89
ne gerekiyorsa yapılması ortak bir görüş olarak destek buluyor.
Kimileri yeni emniyet müdürünün halkla kaynaşmasından duy
dukları hoşnutluğu dile getirirken bazı askerler bu konudaki ke
yifsizliklerini ima etmekten çekinmiyorlar. Emniyet müdürü ko
nusu açıldığında Ankara'dan, TAK ' tan gelen yetkilinin hafiften
huzursuzlandığı gözünden kaçmıyor Eğitmen'in. Bu konuya iliş
kin şüphe uyanıyor içinde, acaba Vezir bir şey biliyor mudur?
Adam olur a, bir açık verir diye dikkatini bir süre onun üstünde
tutuyor. Göz göze geldiklerinde adamın bakışlarını hızla kaçır
ması kuşkularını büyütüyor, içinden gülümsüyor. Kilisli aşiret rei
si o patlak gözlü milletvekilinin tarlalarında haşhaş yetiştirdiği,
ama güvenlik güçlerinin hükümet tarafından görmezden gelme
ye zorlandığı konusu bilinen bir hikayenin sıkıcılığı ve umursa
mazlığıyla dile getiriliyor. Aynı aşiretten hatta ailelerden gelen ki
şilerin biri dağa çıkarken, diğerinin koruculara katılmasının ya da
devlet güçlerinin yanında yer almasının yarattığı çelişkiler, belir
sizlikler ve güvensizlikler konusunda ne zamandır herkes benzer
kaygılar taşıyor.
Karıştığı söylenen İran bağlantılı kirli işlerden dolayı Ö zel
Harekat Daire B aşkan Vekili'nden hiç hoşlanmamakla birlikte,
onun gibi İç Anadolu kökenli asker ve polislerin vatana bağlılı
ğına hep güvenmişti Eğitmen. Fazla zeki olmamaları, uzun vade
li planlar yapamamaları onların kusuru değildi. Bu işleri Avrupa
ve Amerika'dakilerin yaptığı gibi usturuplu biçimde halledemi
yor, her seferinde yüzlerine gözlerine bulaştırarak devleti zor du
rumda bırakıyorlardı. Uyuşturucudan kazanılan paraların örgüte
aktarılması konusunda taşeronluk yaptığı söylenen Kürt işadam
larının ortadan kaldırılması planlarında Ö zel Harekat Daire Baş
kan Vekili'nin parmağı olduğu ve bu işi tezgahlamak üzere mer
keze çağrıldığı söyleniyordu. Bunun gibi usturuplu plan yapma
yı beceremeyenler yakayı ele verdiklerinde pişkinliğin kolaylığı
na sığınıyorlar, ama sonuçta bu pervasızlıklarından ötürü devlet
otoritesi zarar görüyordu. Uluslararası uyuşturucudan kazanılan
para trafiğinin milliyetçi Karadeniz uşaklarının tarafına çevril-
190
mesinin strateji olarak doğru kabul edilebileceği kanısındaydı. Bu
işin tezgahlanmasında özellikle Karadenizli politikacıların par
mağı olduğunu da biliyordu; öte yandan Karadenizlileri oldum
olası sevmezdi, ona kalsa Karadenizlilerin politikaya girmesini
yasaklayan bir yasa çıkarılmalıydı. Politika yalnızca mavi kan sa
hibi kişilerin işi olmalıydı. Bazı hayallerinin Türkiye için fazla
lüks kaçtığını biliyor ama bu hayallerin çekiciliğine kapılmaktan
kendini alamıyordu. Burada işler, o severek okuduğu John Le Car
re romanlarındaki gibi yürümüyordu maalesef!
Söz sırası yeniden kendisine geldiğinde, masadaki konumu
nun tarafsızlığı, nesnelliği konusunda ikna edici olmak için ko
nuşmanın akışını daha sakin, daha zararsız konulara çekmeyi ba
şarıyor. Sonrasında Saim Baran cinayeti dahil her konuda gere
ken soruşturmaların, takiplerin yapılacağı, gereken tedbirlerin alı
nacağı, hatalar ve zaaflar için �erkesin üstüne düşeni yapacağına
ilişkin sözler veriliyor, devletin bekasından dem vuruluyor.
Konuşmaların daha sakin bir kıvama geldiği noktada Eğit
men, gruplaşmaların, hizipleşmelerin elbette sorunlar yarattığını
ama işin tabiatı gereği biraz da kaçınılmaz olduğunu vurgulaya
rak tüm bunları gruplaşmalara yatkın bir toplum olmamıza bağ
lıyor. Görüşlerine destek olması maksadıyla jandarmaya teslim
olan itirafçılarla polise teslim olan itirafçıların bile birbirilerine
düşüp birbirlerini ihbar ettiklerini örnekliyor. Sonra yumuşak bir
geçiş yaparak dünyanın her yerinde özel teşkilatların günün bi
rinde biraz da olsa çeteleşmesinin hatta küçük çapta mafyalaş
masının kaçınılmaz olduğuna getiriyor sözü. Doğal bir dünya ha
linden söz ettiğini kanıtlarıyla güçlendirmek istercesine çeşitli ül
kelerden örnekler veriyor, bu tür olayların vereceği hasarı hafif
letecek çözümlere değinerek masanın etrafındakilerin kaygıları
nı bir parça yatıştıran, onlara şöyle bir soluk aldıran uzlaştırıcı bir
konuşma yapıyor. Havayı iyice yumuşatarak herkesi bir diğerinin
yaptığına en azından şimdilik göz yummaya hazır bir kıvama ge
tiriyor. Başlangıçta kısa tutulması kararlaştırıldığı halde gereğin
den uzun sürmüş toplantının sonunda herkes gündemin zaten ka-
191
labalık olduğu, dolayısıyla herkesin bir an önce işinin başına dön
mesi gerektiği konusunda anlaşıyor, zaten toplantının sonunda
üzerinde anlaşabildikleri tek konu da bu oluyor.
Tedirginlikleri dağılmış, daha odadan çıkmadan dışarıda kim
seye hesap verme gereği duymadıkları kendinden hoşnut halleri
ne kavuşmuşlardı. Gitmek üzere toparlanmaya başlayanlara ba
karken Eğitmen'in aklından tüm oyunların sonunda geçerli olan
şu kural geçiyor: Her oyunun sonunda şah da, mat da aynı kutu
ya konurdu.
1 92
ON DOKUZU N C U BÖLÜ M
MOTOSİKLET ARKASINDA
1 93
Kerem, "Ağbi yamak, yamak diyorsun ya, bari 'pratisyen ga
zeteci' falan gibi bir şey desen benim için, pratisyen doktor gibi
az biraz havası olur," dediğinde, "Olmaz, pratisyenlik bozar bizi,
yamak daha yerli, hem bizim muhite daha yakışıyor," demişti.
Kerem, meslekten arkadaşları herhangi bir nedenle üstüne ge
lecek olduklarında, "Oğlum ben gazeteciliği motosiklet arkasın
da öğrenmiş adamım, sizin gibi masa başı katipliğinden gelme
dim," diyerek B abıali' de "polis muhabirlerinin en afilisi" diye ta
nınan Aytekin ağbisinin basın camiasında pek bilinen sözlerine
gönderme yapmış olurdu . Nüfus kağıdında yazılı olup hiç kul
lanmadığı ilk adının Adil olduğu öğrenildiğinden beri camianın,
"Adı kaderi olmuş, Adil, adli muhabir," tarzı esprilerine maruz
kalan Adil Aytekin ağbisi Kerem'in gözünde bu mesleğin bilge
si, gurusuydu. Gazete yönetimi ilk zamanlar Kerem'i görgülü bir
aileden geldiği, iki dil bildiği için dış haberler servisine gönder
mek istemişse de, o "Gazeteciliğin onda dokuzu sokağın tozudur,
hayat bilgisidir," diyerek hep sahada olmayı, haber peşinde koş
turmayı seçmiş, görür görmez !\anının kaynadığı Aytekin ağbisi
nin eteğine ve motosikletinin arkasına yapışmıştı. Onları kaynaş
tıran bir diğer şey ikisinin de motosiklet sevdalısı olmalarıydı.
Aytekin ağbisi, "Adliye koridorları sokaklara açılır, onlara ba
kacaksın," diye mahalle mahalle dolaştırdığı Kerem'e meslek der
si vermenin yanı sıra hayat dersi vermekten de hoşlanırdı. "Bir ka
pıdan kovulduğunda, seni kovmuşlar gibi hissetmeyeceksin, on
lar gazetecinin birini kovmuşlardır, seni değil. Anlatabiliyor mu
yum? Gazetecilik öyle alınganlık, kırılganlık kaldırmaz. Her şe
yi şahsına söylenmiş gibi üstüne alınırsan bu mesleği yapamaz
sın ! O kadar hassassan git şiir yaz. Anlatabiliyor muyum? Yüz
süz olmadan ısrarcı olmayı bileceksin, bu memlekette en önemli
şeylerden biri sebat etmeyi bilmektir Kerem kardeş. Anlatabili
yor muyum? Gazetecilik sokak çocukluğudur, bakma şimdikile
rin masa başı çıtkırıldımlığına. Anlatabiliyor muyum?" "Anlata
biliyorsun Aytekin ağbi." "Dalga geçme lan ! " Adliye muhabirli
ğiyle başlayan meslek hayatının kırk yılını da sokaklarda geçir-
1 94
mekle övünen, o günlere dair birçok hikaye anlatan Aytekin ağ
bisi, "Masa başı gözüme tabut gibi görünür benim, bir ayağım mo
tor pedalında diğeri sokakta olacak ki gazetecilik yaptığımı anla
yayım," derdi. Kerem, "Eyvallahsız adam" diye takdir ettiği Ay
tekin ağbisinden çok şey öğrendiğini söyler, hakkında kimseye laf
ettirmezdi. Kerem gazetede gececilerle kalmayı severdi bir de.
İnen geceyle birlikte ortalık sakinleşir, teleksin, faksın sesi mırıl
tıya dönüşür, günün baş döndüren hızında havalanmış her şey inip
yerli yerine otururdu sanki.
Bulaşıcı bir heyecanı vardı Kerem' in; bulunduğu ortamda he
men herkesi harekete geçiren bir heyecan . . . Onun bu "acar gaze
teci" hallerinden hoşlanan "eski tüfek" diye tabir edilen komünist
yazarlardan biri bir sohbet sırasında Kerem'in idealist yanına işa
ret ederek, bu ateşi taze gencin gözlerine henüz yetişkin yaşların
sinik bakış açısının yerleşmem.iş olduğuna dikkat çekmiş, sol ge
lenekten gelip Babıali' de kendine yer kapan kimilerinin liberalle
şirken uğradıkları ilk durağın kaçınılmaz bir sinizm olduğundan
söz etmişti.
Nazlı, motosikleti yarı şaka yarı ciddi "erkek egemen taşıt"
diye niteler, ama kankası Kerem' in hiçbir motosiklet turu teklifini
de geri çevirmez, her seferinde lafı ikiletmeden arkasına kurulur
du. Ö zellikle trafiği her zaman ciddi bir sorun olan Istanbul'da Bo
ğaz gezintisi için motosikletin bir nimet olduğuna inananlardandı.
Kerem, kültür sanat festivali nedeniyle Diyarbakır'a gitme
den bir gün önce Nazlı'ya gene bir Boğaz turu yaptırırken, Naz
lı, "Rojda'yı görecek misin," diye sordu. "O kızı çok merak edi
yorum. Keşke buraya gelse de tanışsak." "Aradım, geleceğimi bi
liyor, görüşeceğiz," dedi Kerem. "Kim bilir gene ne haberler bi
rikmiştir onda." Bunu söylerken Kerem'in sesine duyacağı olası
kötü haberlerin kederi şimdiden inmişti sanki. Bu sırada yanla
rından geçen zengin çocuğu olduğu belli gençlerin son model ara
balarından yükselen, sesini sonuna dek açtıkları müzik Boğaz yo
luna yayılıyor: "Haydi bütün eller havaya / Artık girdik hepimiz
de havaya / Açılsın yürekler / Açılsın gönüller. . . "
1 95
Y İ R M İ N Cİ BÖLÜM
GÖKTÜRK
1 96
onu ağbisinin yanına gömecekler. Cabbar iyice uzattığı konuş
masını ant içer gibi yazılmış bir şiirle bitiriyor:
1 97
muş, teröristler şehit etmiş ! Çok düşkünmüş ağbisine. Okulu da
yarım bırakmış. Azıcık avare olmuş diyorlar. Cabbar ağbi sahip
çıkıyormuş işte."
Bu sırada yanlarına gelen birine, "Göktürk kardeşimizle da
ha fazla ilgilenmen lazım Kadir, ihmal etme kardeşimizi, Alan
ya'nın dağlarında bir kurt yetişiyor," diyor Cabbar. Kadir, sesine
gönül alıcı bir hava vermeye çalışarak, "Toplantılara daha sık gel
meli değil mi ama, bizimle daha çok kaynaşması gerekirken ya
ban duruyor," diyor. Göktürk gördüğü ilgiden ziyadesiyle mem
nun, uzun zamandır ilk kez bu kadar iyi hissediyor kendini. San
ki ağbisi bir yerlerde onu seyrederek takdir ediyor. Cabbar, "Hak
lı değil mi ama Göktürk, atadan dededen bağımız yok mu? Sen
zaten bir komando çocuğu değil misin? Rahmetli babanın da bir
ayağı hep ocağımızda değil miydi? Niye yaban durursun öyle ! "
diyor.
198
Y İ R M İ B İ Rİ N Cİ BÖLÜM
1 99
ça kullandığı kendine özgü mizahının tadını çıkaran şanslı kişi..:
lerden biri olduğunu düşünürdü Kerem.
Telefonda, "Gene Halkların Kardeşliği Oteli'nde mi kalıyor
sun," diye soran Rojda'ya, "Yaşasın halkların kardeşliği ve oteli ! "
diye cevap vermişti o sabah. Diyarbakır'a gelen bazı genç ve mu
halif gazetecilerin kaldıkları bu mütevazı otele kendi aralarında
bu adı takmışlardı. Kerem bağlı bulunduğu gazetenin masrafları
karşılamadaki imkanlarına rağmen kendini bu otelde daha rahat,
şehrin insanlarına daha yakın hissediyordu. Festivalin bitmesine
birkaç gün kala hafif bir yağmurun çiselediği o gün Turistik
Otel'in karşı sırasına düşen yoldaki Denizkızı Pastanesi'nde bu
luşmuş, ardından halkın "kı1çe" dediği iki yanında kesme taştan
yapılma yüksek duvarların yer aldığı dar sokaklarda ıslak ve hü
zünlü bir mutluluk içinde dolaşmışlardı. O dar sokakların birin
den diğerine saparken Rojda eski bir türkünün sözlerini önce Kürt
çe aksanla, sonra Türkçe okuyarak Kerem'i güldürmüştü: "Di
yarbakır dört kapi / Git bak o yar ne yapi / Beni gördügi yerde /
Başka sokağa sapi."
Kerem her gelişinde mutlaka bu sokak aralarında, surların ora
da, Gazi Köşkü, Surp Giragos Ermeni Kilisesi'nin çevresi, Erde
bil Köşkü, Hevsel bahçelerinde dolaşmaktan ayrı bir keyif alırdı.
Bir-iki kere Garipoğlu Hamamı'nda yıkanmışlığı da vardı. Ha
mamın soğukluğundaki vinileks kaplı, birkaç kişinin birlikte uza
nabileceği genişlikteki dinlenme yataklarında kundak bebeği gi
bi havlulara sarınmış, insana zamanı, mekanı, içinde yaşanılan
günlerin karanlığını unutturan temiz bir uykuya dalmıştı. Bu Di
yarbakır'a gidip gelişlerinden surların üstünde, eski kervansara
yın avlusunda, dört ayaklı minarenin önünde, on gözlü köprüde,
Dicle kıyısında farklı tarihlerde çekilmiş bir deste fotoğraf kal
mıştı ona. Anadolu'da nereye gitse o şehrin tren garının, eskiler
den kalmış bir sinema binasının önünde ya da hala yıkılmamışsa
Cumhuriyet'in ilk yıllarından kalma saat kulesinin altında fotoğ
raf çektirmeyi severdi. "Yalnız şehirleri değil, tarihini de geze
ceksin," diye düşünürdü.
200
Rojda'yla buluştuklarında Diyarbakır'a dışarıdan gelenlerin
uğrak yeri sayılan "Selim Amca'nın Kaburga Sofrası"na da git
memezlik etmemişlerdi elbet. Tüm bu dolaşmalar şehri fazladan
bir hevesle, yerli ya da yabancı turistlere özgü bir hamaratlıkla
keşfetmeye çalışan Kerem için de Diyarbakır gezilerinin vazge
çilmez ritüelleriydi. Her seferinde Rojda'ya Istanbul'a geldiğinde
Boğaz' da balık, Sultanahmet'te, Bakkal Yaşar'ın orada kavurma
lı, kaşarlı tost sözü verdiyse de Rojda Istanbul'a hiç gelemedi.
İyice kapayan gökyüzüyle birlikte hava kül rengine dönmüş
tü. Şimdi oturdukları yerde ara ara başlarını çevirip Denizkızı Pas
tanesi'nin geniş camlarından sokaktan gelip geçenleri izliyorlar
dı. Genç, yaşlı fark etmeksizin çoğu kez çökmüş omuzlar ve ke
derli bir yüzle gelip geçenlerdi gördükleri . . . Şehre dışarıdan ge
lenlerde bir mahcubiyet hatta belli belirsiz suçluluk uyandıran bu
manzarayı zaman zaman ora�an oraya koşuşturan yaramaz ço
cukların aldırışsız halleri, önündeki tekerlekli el arabasını iterek
malını satmaya çalışan sokak satıcılarının gevrek sesi renklendi
riyordu.
"Ne zaman gelsem sokakta hemen herkesin yüzünde hep ay
nı kederli ifadeyi görüyorum, içimi acıtıyor bu," diyor Kerem.
"Yüzyılların nice zulmünden kalma derin yas duygusu," di
yor Rojda.
"Çok güzel ifade ettin, derin yas duygusu tam da bu," diyor
Kerem.
"Eskiden kocasını, oğlunu, kardeşini kaybeden kadınlar yas
yüzükleri takarmış," diyor Rojda. "Ağrıyı yalnızca kalbinde değil
üstünde de taşımak bu olsa gerek."
Denizkızı Pastanesi'nin herhalde adına vurgu olsun diye ma
viye boyadıkları duvarları günün ölgün ışığında gri bir aydınlık
yayıyordu ortalığa.
Bu sırada yoldan arka arkaya geçmekte olan iki Land Rover
cipi gösteren Rojda, " Ö zel harekatçıların cipleri," diyor. " Ö zel
Harp Dairesi elemanlarını bölgeye yığdıklarından beri iyice Bey
rut'a döndü buralar. Bazı polislere, askerlere bakıyorum da bura- _
20 1
ya asayişi sağlamak, düzeni korumak hatta vatanı savunmak için
değil de dünyadan intikam almak için gelmişler gibi. Sanki dev
let buraya göndereceği elemanları özel olarak seçiyor."
"Bak, devletin en iyi seçmeyi bildiği şey polistir. Gizlisi ay
n, açığı ayrı, ama çoğunlukla hepsi aynıdır."
"Bir de dayanamayıp intihar edenleri var. Sadece polisler de
değil, Dersim' de bir albay intihar etmiş, böyle başkaları da var."
Kerem, Agit'in de özel harekatçıların aşırılıklarından, güven
lik güçlerinin pervasızlıklarından söz ettiğini hatırlıyor. Bundan
açıkça söz etmemiş olsa da Rojda'nın Agit'ten hoşlanmadığını ta
başından sezmişti Kerem. Adı konmuş bir nedeni olmayabilirdi
bunun, ama Agit'in her adı geçtiğinde Rojda'nın sessiz kalışı, her
hangi bir tepki vermekten kaçınması gözünden kaçmamıştı. Roj
da'nın bu sır vermez tutumu dikkatini çekiyor ama kendinin de
pek farkında olmadığı bir nedenle açıkça sormaya çekiniyordu.
Kim bilir, belki de yalnızca kişisel bir şeydi bu.
Rojda'nın bölgeden bağlı bulunduğu ajansa geçtiği haberler
de diğer gazetecilerin dikkatlerinden kaçan ya da ağlarına hiç ta
kılmamış, oysa meselelerin özüne ışık tutan güçlü ayrıntılar, sağ
lam gözlemler yer alırdı. Söz konusu ayrıntıları birer ipucu gibi
ustaca öne çıkammsında onu diğer gazetecilerden ayıran şey, an
cak yaratıcı edebiyatçılarda görülen bir duyarlılığa, keskin bir göz
lem gücüne, işlek bir kaleme sahip olmasıydı. Ayrıca ilk bakışta
kimilerine önemsiz görünebilecek o ayrıntılar sözü edilen olayı
daha sahici, daha gerçekçi, hayata daha yakın kılıyordu ve tabii,
çoğunlukla da daha acı. .. Önceki gelişlerinin birinde Rojda'nın
anlattığı bir hikayeyi hatırlıyor Kerem. Çatışmalarda vurulan er
lerin göğüs ceplerinden genellikle yavuklularının, anne-babaları
nın fotoğraflan çıkarmış, bu kez erlerden birinin cebinden milli
piyango bileti çıkmış !
"O piyango bileti çok dokunmuştu bana, anlatan binbaşının
karşısında gözyaşlarımı tutamamıştım," demişti Rojda. "Düşün
sene daha yirmisinde bir genç, cebinde milli piyango bileti , kim
bilir ne hayaller kuruyordu, askerlik sonrasının hangi ümidine ya-
202
tının diye bildi garibim cebindeki o çeyrek bileti . . . niye yaşıyo
ruz bunları, niye?" dedikten sonra her şey o gün olmuş gibi par
mak uçlarıyla gözlerinin nemini almıştı. Şimdi bu hikayeyi din
lediği o günün gözleriyle dönüp Rojda'ya şefkatle bakıyor Kerem.
Bazı anlarda karşınızdakiyle aranızda her zamankinden daha yo
ğun hissedilen o kardeşçe yakınlıkla bakıyor.
"Ne oldu?" diyor Rojda.
"Hiiç."
203
kızlarına benzemeyen, daha burjuva, daha kentli bir kız izlenimi
bırakacak biçimde giyinmeye özen gösterdiğini de kendisi söyle
mişti. "Ayrıca güzel bir kız olmamam çok işime yarıyor biliyor
musun," demişti. "En azından bazıları cilveleşmeye kalkmıyor."
Sesinde buruk bir tını yoktu bunu söy !erken, yalın bir biçimde du
rum belirtiyordu sadece.
Rojda, her ne kadar arada konunun yönünü değiştirmeye ça
lışsa da Kerem'in, dönüp dolanıp sözü dosyaya getiren ısrarlı so
ruları karşısında, "Merak etme dosyam gün günden kabarıyor,"
diyor, ardından söyleyeceklerini tartmak için zaman kazandırma
sı amacıyla çayından iri bir yudum alıyor. "Ama içim de öyle ka
barıyor." "Benim tanıdığım Rojda içinin taşmasına izin vermez
gene de. Peki ne zaman toplayıp yayımlamayı düşünüyorsun?"
"Birbirinden acı bu olayları dayanılır hale getirmek için da
ha yumuşak kelimelere ihtiyaç var, kelimelerimin yumuşamasını
bekliyorum, bu olaylar üzerinde durup derinleştikçe giderek on
lar senin de hatıraların olmaya başlıyor çünkü," diyor.
O sırada pastanenin buraya özgü şekerli simitlerinden geliyor
masaya. Birer çay daha söylüyorlar. Rojda kaldığı yerden sürdü
rüyor:
"Bakıyorum, herkes büyük cümleler kurma peşinde, belki
haklılar, buralarda her şey çok büyük çünkü; haksızlık, adaletsiz
lik, yoksulluk, zulüm çok büyük, hemen her olay iri puntolu harf
leri hak ediyor. Bense satır aralarının peşindeyim. Onların kaydı
nı tutmak istiyorum bu dosyada." Ardından nicedir topladığı tüm
bu haberleri, belgeleri, bilgileri, bugüne dek ne bulduysa, ne öğ
rendiyse hepsini üst üste istif etmiş gibi birkaç yazıya sığıştır
mak istemediğinden söz ediyor. "Her hikayeye hak ettiği bir alan
bırakmak gerekiyor," diyor. Kendi deyişiyle bölgedeki mücade
lenin, savaşın, zulmün, adaletsizliğin tarihini en nesnel biçimde
yansıtmak için pek çok kişiyle konuşuyor, özel görüşmeler yapı
yor, kişilerin tek tek hikayelerini dinliyor, yaşanan olayların ay
rıntılarını not alıyor, sürekli malzeme biriktiriyormuş. "En zoru
da olan bitenleri serin, mesafeli bir dille aktarabilmek. Sonunda
204
hepsini kendi içinde anlamlı bir bütünlüğe ulaştırmayı umuyo
rum," diyor. " Ö zellikle kadınların yaşadıklarına odaklanmak isti
yorum, onların hikayelerinin ıskalandığını, yeterince ele alınma
dığını düşünüyorum çünkü. Kürt kadınlar yıllardır ölüme zılgıt
çekiyorlar Kerem," diyor, "Çektikleri zılgıttan, ettikleri feryattan
hançereleri hançere döndü ! " Kerem içinden, "Hançereyle hançe
ri aynı cümlede bu biçimde ancak Rojda bir araya getirebilirdi,"
diye geçirirken, Rojda bir şeyleri daha iyi hatırlamasına yardım
edecek kelimeleri arar gibi bakışlarını boşlukta gezdirip susuyor
bir süre. "Ağlayıcı kadınlan bilirsin, taziyelerde ölünün başında
ağıt yakan, bağrını döverek, saçını yolarak ağlayan kadınları . . .
Bugün pek çok Kürt kızı ağlayıcı kadınlığı Kürt'ün kaderi ol
maktan çıkarmaya uğraşıyor. Bölge tarihinde hiç görülmediği ka
dar bir değişim yaşıyor bu kadınlar. Elbet kolay iş, kolay müca
dele değil bu, bugünden yarın � çözülecek bir şey değil, ama müt
hiş bir direnç ve azim var kadınlarda. Yalnızca köydekiler, şehir
dekiler değil dağa çıkan kadınlar da sorun yaşıyorlar elbet, çeşit
li hikayeler geliyor kulağımıza, omuz omuza savaştığı erkeklerin
bir bölümü daha dün köyünden çıkmış, feodal değerlerle büyü
müş kişiler nihayetinde, bilinç düzeyleri ona göre, eşitlenmeler
zaman istiyor. Ama biliyorsun, kadınlar söz konusu olduğunda
gözler de, diller de, hatta akıl da bağlanıyor. Kadınların yolu çok
daha uzun."
"Bir de şu Batman'da arka arkaya intihar eden kızlar hikaye
si var. Ne korkunç ! "
"Sorma, çok derin bir konu o ! Sizin boyalı basın da bir laf do
lamış diline, ' intiharcı kızlar, intiharcı kızlar,' diye. ' İntiharcı' de
mek ne oluyor ya, meslek mi bu? Tamirci, muslukçu, elektrikçi
der gibi ! "
Ardından bölgeyi yeterince tanımadan, bilmeden, araştırma
dan yalnızca cilalı hikaye peşinde olup, Afrika'da safariye çıkan
Amerikalılar gibi yazan Babıali gazetecilerine duyduğu kızgın
lıktan söz ediyor. "Daha kötüsü anlamaya da çalışmıyorlar. Bo
yalı sayfa ünlülerinin frikiklerini yakalamaya çalışan magazin mu-
205
habirleri gibi bölgeden çarpıcı fotoğraf yakalama peşinde hepsi.
Gerçeklere değil, manşetlere çalışıyorlar." Ardından son zaman
larda bir sürü emniyet görevlisinin, devlet kalemşorunun da ya
zar kesildiğinden, aldıkları direktifler doğrultusunda yazdıkları
kitaplarda gerçekleri çarpıtıp, ortalığı bulandırdıklarından yakı
nıyor, Kerem'in de yakından bildiği birkaç örnek sıralıyor art ar
da. "Hepsinin tasmasını devlet tutuyor. Ayrıca sen de biliyorsun
ki, burada her gazeteciyim diye dolaşan da gazeteci değil, basın
mensubu kisvesi altında MİT'e, Genelkurmay'a ya da Emniyet'e
çalışanlar çok . . . Merkez basının gazetecilerini saymıyorum bile,
onlar zaten doğal devlet memuru."
Kerem gülümseyerek, "Doğal devlet memuru, güzel laf," di
yor. "Doğuştan, der gibi."
"Ayrıca güvenlik birimleri arasındaki sürtüşmelerde ortalığa
saçılan bilgiler işin tencereden taşan kısmı yalnızca, buzdağının
altında kim bilir daha neler dönüyor. "
"Hem ateş, hem buz ha," diyor Kerem. "Bayılıyorum senin şu
benzetmelerine."
"Bir de bu istihbarat, güvenlik birimlerinin gizlilik havaları
na hiç bakma. Şu geçen ay arabasında intihar ettiği söylenen es
ki özel harekat daire başkanı için kurulan tezgahı hatırlarsın!
Adam solakmış ama tabanca sağ elinde bulunuyor. Üstelik görgü
tanıkları adamın yanında birini gördüklerini söylüyorlar. Bu du
rum raporlarda konu bile edilmiyor. Hani zekice planlar, derin
komplolar! Düşün başkenttekilerin hali bu, gerisini sen hesap et!
Bir de burada 'Amerikalı' diye birinden söz ediliyor epeydir. Ade
ta bir hayalet figür. "
"Diyarbakır surlarında sisler içinde dolaşan bir hayalet ha!
Yakışıyor şehrin bu kül rengi atmosferine ! Peki, kimin nesiymiş
bu adam?"
"Zaman zaman bazı güvenlik birimlerinde görüldüğünden,
toplantılara katıldığından söz ediliyor. Yüksek makamlarla bağ
lantılı biri olduğu belli de, tam olarak görevi nedir, hangi birim
dedir, ne işlere karışır kimse bilmiyor. Görenler peynir gibi beyaz
206
tenli, İngiliz tipli buz gibi bir adam, diyorlar onun için."
"Adı niye Amerikalı peki?"
"Amerika'dan mı gelmiş, getirilmiş mi öyle bir şey işte."
"Gözümün önüne James B ond filmlerinde büyük komplolar
peşindeki kötü ruhlu zengin adamlar geliyor. Ya, birer simit daha
söyleyelim mi?"
"Kamını bunlarla doyurma, sonra yemek yiyemeyeceksin."
"Peki gene senin şu dosya konularına dönelim istersen. Şim
dilerde arka arkaya yayımlanmaya başlayan dağdaki gerillaların
günlüklerine ne diyorsun," diye soruyor Kerem. "Gerçi hemen ar
dından toplatılıyorl ar ama . . . "
"Neye üzülüyorum biliyor musun, dağa çıkanların çoğu eğer
yakalanıp tutuklanmadılarsa üç-beş yıl içinde çatışmalardan bi
rinde vurulup ölüyorlarmış. Düşünsene, bunu bile bile çıkıyorlar
dağa. Devlet bu kararlılıktaki direnci, inancı, adanmışlığı görmü
yor. Terör örgütü yaftası dili kolaylaştırıyor belki, ama işleri ko
laylaştırıyor mu? Hadi buna terör örgütü dedik, arkasındaki halk
desteğine ne ad vereceğiz? İşte tam da o noktada bir sıkıntı var,
değil mi?"
"Kefeniyle yola çıkmak dedikleri şey gibi bu, değil mi?"
" Ö yle, bir yanıyla bakacak olursan tam bir taziye kültürü ! İş
te tam da bu nedenle o günlükler çok erken birer vasiyetname gi
bi görünüyor gözüme. "
"Trajik elbet," diyor Kerem, ardından Rojda'nın yüzünü yok
layan bakışlarla devam ediyor: " ' Şehit düşüyorlar' demiyorsun."
"Ben 70'lerin, 80' lerin ' Devrim Şehitleri Ö lümsüzdür' slo
ganına bile inanmazken buna niye inanayım ! Şehitlik İslami bir
kavram. Bizim ihtiyacımız mı var? Devlet memleketi koca bir şe
hitliğe çevirdi zaten."
"Okuduğum kadarıyla gerilla günlüklerinde çok acı ayrıntı
lar var; hakiki, gerçek sorunlar, acılar, ama öte yandan zaman za
man örgüt propaganda bildirilerini fazla andırmıyor mu sence de
Rojda? Sanki hepsi aynı ağızdan, aynı kalemle yazılmış."
"Ama unutma dayanmak, sürdürmek, ölümüne inanmak için
207
bir şeylere imanla bağlanmak zorundalar. Satır aralarındakilere,
ayrıntılara, yaşadıkları ortama bakmalıyız belki de."
"Cihadın Askerleri de, dağdakiler de şehit mezarlıkları açı
yor. Şehitlik de, iman da. . . yakamızı İ slamın kıskacından kurtar
mamıza izin vermeyen zihin prangalarımız Kerem. . . İslamdı,
Müslümanlıktı gibi konularda konuşmak istemem, çok şey bildi
ğimi de söyleyemem ama, Ortadoğu politikalarının tümü İslamı
bir şark çıbanına dönüştürmüş durumda. Bu topraklarda her şey
dine dönüşüyor. 70' lerin, 80'lerin solcuları da ideolojiyle misti
sizmi karıştırmıyor muydu sence? İnanç şiddeti diye de bir şey
var. Fiziki şiddetten farklı bir şiddet."
"Şu önder tapınmacılığımızı da unutma ! " diyor Kerem. "Ulu
Önder Atatürk yerine başka bir Yüce Önder koymak maalesef bi
zi saplandığımız çıkmazdan kurtarmıyor." Ardından sahici bir me
rakla, "Ya buralarda fazla liberal olmakla suçlanmıyor musun
sen?" diye soruyor Rojda'ya. "Merak etme buralarda konuşurken
kimseyle bu kadar derin sulara açılmıyorum, ya da pek az kişiy
le diyelim. Hem bakma sen, yeteri kadar sevmeyenim var zaten,
halkayı daha fazla genişletmeye de niyetim yok. Ne yaparsın, ha
zır Istanbullardan lafımızı dinleyecek eleman gelmişken şuracık
ta kendi çapımızda açık oturum yapalım dedik. " Gülüşüyorlar.
"Keşke bunları böyle kendi aramızda değil de ne bileyim televiz
yonlarda, radyolarda, geniş kitleler karşısında açık açık konuşa
bilsek. Herkes konuşabilse . . . "
"Başka bir ülkede olabilir tabii, çağır oralara geleyim. Hem
biraz hava almış da olurum."
Rojda'nın elinin altındaki tomardan çekip aldığı bir kağıda bi
raz uzun baktığını görünce, "O ne?" diye soruyor. "Ha, bu mu, çok
önemli değil ya. Bir kadınla ilgili kendime yazdığım bir not. Da
ha doğrusu ne kadar önemli olduğunu bilmiyorum. Buralarda kim
senin tanımadığı, şüpheli biri. Hemşireymiş galiba ya da sağlık gö
revlisi gibi bir şey işte ! Zaman zaman ortalarda görünüp kaybo
luyormuş. Örgütsel bağı olan ya da öyle olduğu düşünülen kız
larla görülmüş birkaç kez. Ben de dikkat notu düşmüşüm. "
208
"Kim bilir kim? Çıkar kokusu . . . Ee, çaya devam mı, kahveye
geçelim mi?"
"Yok, ikisini de almayayım."
Rojda'yla Kerem ne zaman bir araya gelseler başta hep, "Bel
li bir düzen dahilinde konuşalım, dağılmayalım," diye kararlaş
tırsalar da bir süre sonra konuşma oradan oraya sıçrayarak, karşı
lıklı çağrışımların akışına kapılarak dağılıp giderdi, gene öyle olu
yor.
"Senin kızla işler ne il.lemde?"
"Ayrıldık."
"Gene mi?"
"Galiba bu sefer kesin ayrıldık. B ir kere olmuyorsa daha da
olmuyor, artık anladım. Neyse boşver, senin şu dosyandan bazı
hadiseleri didiklesek mi artık?"
"Fırsatçı seni, belli yağmaya gelmişsin buraya."
"Eh sen de artık Istanbullardan gelmiş kardeşine bir güzellik
yaparsın."
Rojda önündeki dosyanın içinden çıkardığı büyük boy defte
ri açıyor. S ık aralıklı yazılmış bir sürü notu görmek Kerem'in ga
zeteci iştahını iyice kabartıyor.
"Bak mesela bu enteresan bir hikaye," diyor Rojda. "Diyar
bakır'da Ö zel Harekat Daire B aşkanlığı'nın paravan bir bürosu
varmış. Şehrin göbeğinde, Ofis semtinde, Gevran Caddesi'nde.
Apartmanın adı da ' Yeniçeri' , ya şaka gibi yeminle, değil mi? Bu
ekip her infazdan sonra orada buluşup aldıkları parayı aralarında
kırışıyorlar. İ şleri Eksen Binbaşı diye biri yönetiyormuş. Eksen
Binbaşı ne demek şimdi, neyin ekseni, bilmiyoruz, dört yanda uçu
şup duran kodların şifrelerin arasında göz gözü görmüyor mem
lekette. Yerde ölüler yatıyor, havada şifreler ve paralar uçuşuyor.
Bunlar yakayı ele verenleri sadece, gerisini sen düşün ! Bu Ofis
semti ayrı bir il.lem zaten. Misal, devlet orda bir apartman yaptı
rıp her dairesine bir itirafçı ailesi yerleştirmiş, adeta bir itirafçı
lojmanı kurmuşlar. Memlekette her hadise kendi başına ayrı bir
film konusu."
209
"Bu savaşın sonu ne olacak sence?" diye soruyor Kerem.
Rojda, sahiden bir cevap bulabilecekmiş gibi bir süre susup
düşündükten sonra, "Savaşın sonunu ancak ölüler bilir," diyor.
Masaya bir sessizlik çöküyor. Zihinlerini sakinleştirmek ister gi
bi kısa bir süre camdan dışarı bakıp gelip geçeni seyrediyorlar.
"Bir ara itirafçılarla röportaj yapmaya çalışıyordun, ne oldu o
iş?" diye soruyor Kerem. "Yanlarına yaklaştırmıyorlar ki, izole bir
hayata kapatılmışlar. İçlerinden bir bölümünün örgüt içindeki ko
numlarını önemsetmek için eylemlerini abarttıkları söyleniyor.
Sağlıklı bir iş çıkar mı, bilmiyorum." "Sen satır aralarından çıka
rırsın bir şeyler. . . " "Bilmiyorum, ama fırsat buldukça denemeye
çalışacağım gene de." Rojda'nın çantasından çıkardığı yeni dos
yayı işaret ederek, talepkar bir oğlan çocuğu arsızlığıyla, "Hadi
beni şaşırtmaya devam et," diyor Kerem.
"Ondan kolay ne var, bölgenin kara çelişkileri bitmiyor ki !
Şuna bak mesela," diyerek birbirine ataşla iliştirilmiş bir kağıt to
marı uzatıyor Kerem'in önüne, "Cihadın Askerleri'nin mezar eve
gömdüğü iki kardeşin ana babasını da geçen yıl dağdakiler kur
şuna dizmiş, düşün. Bu olayla ilgili taraflardan dinlediğim bütün
hikaye burada. Yunan tragedyaları gibi ! "
Kerem notları bir süre gözden geçirdikten sonra, "Ya o diğer
elindekiler ne?" diye soruyor.
"Polisler yakalananları savcılığa götürdüklerinde ifade sıra
sında hem örtülü gözdağı vermek için, hem poliste verdikleri ifa
deyi savcılıkta aynen tekrarlamalarını sağlamak maksadıyla mut
laka yanlarından ayrılmıyorlarmış. Geçmişte poliste alınan ifade
lerin savcılıkta inkar edilmesine karşı bir önlem olarak geliştiril
miş bir uygulamaymış bu. Bu olayların en akıl almazlarına ait bir
kaç örnek bu elimdekiler. Al sana hukuk devleti ! Bu memlekette
adalet belli bir azınlığın imtiyazı sadece."
Kerem bir yandan kendisine uzatılan notları gözden geçirir
ken, Rojda'nın dosyalardan birinin içinden birkaç bildiri ve afiş
çıkartması üzerine, kaygılı bakışlarla etrafa göz atıyor. Rojda,
"Merak etme, polis benim ne yaptığımı biliyordur zaten, iki ga-
210
zeteci kendi aramızda konuşuyoruz şunun şurasında. Bazen orta
lık yerde yapılan alışverişler daha güvenlidir, bilirsin sen böyle
şeyleri casus romanlarından."
"Türkiye benim okuduğum, bildiğim tüm romanları aşıyor
ama . . . "
"Pek çok şey 12 Eylül'le başladı. Bak bunlar o yıllarda dev
letin resmi görevlileri eliyle hazırlanan bildiri ve afişler. Gördü
ğün gibi bir yanında cami, bir yanında bayrak var, altta da Kuran'
daki ayetlerden, surelerden, hadislerden sözler yer alıyor. Bölge
valilerinin emriyle her köşe başına, bakkal dükkanlarının camla
rına, muhtarlıklara astırılıyormuş, hatta bunlar yırtılmasın, bu
lundukları yerden sökülmesinler diye başlarına asker dikiyorlar
mış . . .
"
21 1
rım söz konusu. Zihniyet aynı, yalnız grafik daha sofistike ! B iz
de ilerleme ancak bu kadar oluyor. Dikkatini çekerim, laik Türk
Silahlı Kuvvetleri bu bildirilerde kendini, ' İslam dünyasının or
dusu' diye tanımlıyor. Umut'a da kaç kere söylemiştim, Cihadın
Askerleri de, benzerleri de bir gecede çıkmadı ortaya."
Ardından bir diğer dosyadaki kağıt tomarının içinden birkaç
fotoğraf çekip Kerem'in önüne dizerken, "Bunları özellikle arka
arkaya gösteriyorum sana," diyor.
Fotoğraflara bakarken Kerem' in kaşları çatılıyor. "Bunlar ne?
Nereden?" diyor. "Bunlar aynı helikopterlerin Lice dağlarına at
tıkları gerillaların cesetleri ve o cesetler arasında oğullarını, kız
larını, kardeşlerini arayanların fotoğraflan. Devlet isterse bildiri,
isterse ceset gökten rahmet yağdırıyor buralara! "
Kerem, Rojda'nın yüzündeki ifadeye baktığında, devlet yet
kilileriyle görüştüğü zamanlarda nasıl o denli serinkanlı olmayı
becerebildiğine şaşırıp bir kez daha hayranlık duyuyor ona. İ yi
yazılmış bir casus romanında ustaca çizilmiş bir karaktere duy
duğu hayranlığa benzer bir hayranlık bu. Rojda'nın zor anlarda
duygularını bastırmak konusundaki becerisine rağmen, onun ya
nında hissettiği gibi davranmaktan çekinmemesi gururunu okşu
yor Kerem'in; bunun aralarındaki güven ve dostluktan kaynak
landığını düşünerek göneniyor.
Şu an bir bölümü masada duran, diğerlerinin çantasında ol
duğunu bildiği Rojda'nın dosyalarından dağdaki yaşam hakkında
bir kısmını önceden bildiği, bir kısmını yeni öğrendiği ayrıntıla
rı not alıyor Kerem. Örneğin, kışın Zağros dağlarını geçerken o
deli boran karda-ayazda ayak parmakları donan gerillalar arasın
da, kesilen ayak parmaklarını bir zeytin kutusuna koyarak sakla
yanların hikayelerini dinliyor. Kamp kurdukları yerlerde doçka
mermisi kutusunda çay pişirmeleri gibi, insanın gözünde canlan
dırdığında tuhaf bir hüzün duyduğu, kamp hayatına ilişkin ayrın
tılar öğreniyor.
Daha önce kaç kez benzeri hikayeler duymuşsa da, şimdi bir
oğlu dağda, bir oğlu hapiste, diğeri gösteri sırasında sokak orta-
212
sında öldürülmüş bir anne-babanın anlattıklarını okurken gene
gözleri doluyor Kerem'in. Sonra acı bir sonla biten bir aşk hika
yesi ikisini de alabildiğine hüzünlendiriyor: Anlattıklarına göre
dağ karakollarından birinde askerliğini yapan bir erle köyden bir
Kürt kızının sevdaları dağdakilerin her ikisini de kurşuna dizerek
cezalandırmasıyla son bulmuş. Rojda, "Tüm kurşunlar belden aşa
ğılarına sıkılmış her ikisinin de," diyor. "Tüm dinlerle çeşitli ideo
lojilerin ortak hedef tahtası maalesef belden aşağısı. "
B i r süre sessiz kalıp önlerindeki kağıtlara gömülüyorlar. Yap
tığı görüşmelerden gözlemlerini, izlenimlerini aktarırken arada il
ginç saptamalarda da bulunuyor Rojda. Ö rneğin, işkencede çö
zülenlerden kimisinin yara alan gururuyla baş edemediğini, ma
dem ben dayanamayıp çözüldüm, başkaları da dayanamasın, her
kes çözülsün, örgüt de çöksün gibi yıkıcı bir ruh haline bürüne
rek sorguda gereğinden fazla �onuştuğunu, kendi söylemese po
lisin aklına gelmeyecek kişileri bile ele verdiğini söylüyor.
213
birinden ilgisiz davalarda gizli tanık olarak dinletiyorlarmış mah
kemelerde. "Kadrolu eleman gibi kadrolu tanıklar bunlar," diyor
Rojda. "Sanırım fazla masraf olmasın diye her mahkeme sahne
sinde aynı figüranları kullanıyorlar. " Rojda'nın sözünü ettiği bu
iki tanığın kod adlarına gülüyorlar. Birininki "Sokak Lambası",
diğerininki "Tükenmez Kalem"miş. "Bu absürt müsamereye çok
yakışıyor değil mi?" diyor Rojda. Kerem eliyle havaya resimler
çizerek yapay bir dublaj seslendirmesi tonuyla, "Bu fakir tanığın
evinin elektrikleri faturasını ödeyemediği için kesilmiştir. O da
masasını pencere önüne çekerek, sokak lambasının içeri vuran ışı
ğında elindeki tükenmez kalemle ertesi günü mahkemede vere
ceği ifadeyi yazmaktadır," diye canlandırıyor. "Kabul et Rojda, bu
iki kod adı ancak bu kadar güzel montajlanabilirdi. B irinci sınıf
bir Raymond Chandler sahnesi çıkardım sana! "
"Kalk biraz yürüyelim geveze, otura otura iyice hamladık,"
diyor Rojda.
214
Yİ R M İ İ K İ N C İ BÖLÜM
F İLİGRAN
215
kılsa da, etrafında çalışanlarla ilişkisinde sorunlara yol açtığı ko
nuşuluyor; bir yanda erkeklerle sürekli rekabet halinde olduğun
dan, öte yanda etrafta kadınların varlığına tahammül edemedi
ğinden söz ediliyordu. Yalnız işinde iyiydi, çok iyi. Zaten arızası
olmayan birinin bu işlerde iyi olması mümkün müydü? B ir kere
sinde Vezir, onu "İçi susmaz, hırsı dinmez, kendiyle alıp vereme
diği olanlardan," diye tarif etmiş ve eklemişti: "Onun derdi ken
diyle, o aslında kendine tahammül edemiyor. Böyleleri ya iyi ca
sus olurlarmış, ya da iyi oyuncu. Ö yle derler."
"Eh, Teyze de ikisi birden olmuş işte," deyip gülüşmüşlerdi.
Her ikisinin de kadınları çekiştirirken seslerine kirli bir neşe ge
lirdi.
İstihbarat işi yapanların kapıldığı güç sarhoşluğundan Tey
ze'nin de muaf olmadığını düşünüyordu Vezir, "Dağa gönderilen
kızların arasına ajan sokma konusundaki başarısından bugüne ka
dar fazlasıyla sebeplendi, şimdi gözünü daha yukarılara dikmiş
olmalı ! " dediğinde, "Ayrıca hakkını vermek gerekir ki, çatışma
larda yakalanıp tutuklanan kızları itirafçılığa ikna etmek konu
sunda çıkardığı birinci sınıf iş uluslararası kalitedeydi. CIA'deki,
MOSSAD 'daki meslektaşları bile bu konuda eline su dökemez
onun," diyerek onaylamıştı Eğitmen.
Bölgedeki çok başlılıktan, jandarma, istihbarat, emniyet yet
kilileri arasındaki güç çekişmelerinden rahatsız olduğu kadar, dev
letin çeşitli odaklarının birbirinden habersiz işler çevirmesinden
de nicedir enikonu rahatsız olan Eğitmen bu yoğun ve çaprazla
ma trafikte manevra yapmanın kendisine gereksiz yere, fazladan
yorgunluk bindirdiğine inanıyor. Sahada görev almış birimlerin
kendi aralarında teröre karşı işbirliği yapıyormuş gibi görünürken
asıl güçlerini başarılardaki aslan payını kendilerine kapmaya har
camalarından canı sıkılıyor. Serbest piyasa kanunları dahil her ko
nuda serbest rekabeti benimsemiş biri olarak her ne kadar arala
rındaki yarışın teşvik edici gücüne inansa da, kasaba kurnazlığıyla
işleyen bu rekabetin zamanla devletin zararına olacağını hesapla
yamamalarına içerliyor. Bugüne kadarki deneyimlerinden kişiler
216
arasında hastalık derecesinde bir rekabet ile düşük düzeyde öz
güvenin bileşiminin nasıl kötü sonuçlar doğurduğunu bir istihba
ratçı olarak katıldığı çeşitli toplantılarda defalarca dillendirmiş,
birimleri uyarmıştı. Kapıldığı düşünceler silsilesinde çok zaman
kaybetmeden Ankara'yı, Vezir'i araması gerektiğini bildiği halde
bu kez nedense nedenini anlamadığı bir yorgunluk hissediyor. Ge
ne çok yoğun başladı gün, diye geçiriyor içinden, önce derin bir
soluk alıp telefona davranıyor. Konuşurken zihni dağılmasın di
ye gözünü duvarda bir noktaya odaklıyor. Telefonu tuşlarken ka
lın çerçeveli gözlüklerinin arkasından ne zaman doğru, ne zaman
yalan söylediğini asla ele vermeyen bir saydamlıkla bakan Ve
zir'in yüzü geliyor gözlerinin önüne. O kabuk gibi korunaklı yüz
adeta kendi başına bir diplomasi başarısıydı. Vezir'i sırtında tüvit
ceket, altında flanel pantolonla pencereden dışarı bakarken hayal
ediyor; onun yüksek pencerel�ri Ankara'nın iç karartıcı resmi bi
nalarının arka yüzüne bakan az eşyalı odasını, derisi yer yer so
yulmuş ahşap kolçaklı kanepesini, ülgeri kaçmış kadife koltuğu
nu, koltuğun yanı başındaki, şapkası her zaman yana kaymış du
ran ayaklı abajuru gözünün önüne getirmeye çalışıyor. Odasında
bir gramofon olsa da opera ve klasik müzik plakları çalsa Vezir'i
rahatlıkla Avrupa ülkelerindeki istihbarat binalarından birinin pu
ro ve konyak kokan odasında hayal edebilirdi. Oysa yeniden An
kara'nın gri havasına dönüyor: Sürekli masasının üstünde bulun
durduğu Benson-Hedges marka sigarasının teneke kutusunu cap
canlı görür gibi oluyor. Sımsıkı paketlenmiş hava geçirmez bu te
neke kutuların kapalı dünyasının, Vezir'in kaç askeri darbe gör
müş ülkenin derin katlarında iğneyle kazarak kurduğu o hava ge
çirmez gizlilik dünyasına çok yakıştığını düşünürdü hep. Onun
tutkulu bir istihbarat stratejisti olarak uygulamalarda rutin dışına
çıkmayı Yakup Cemil'in mirası saydığını, Teşkilat-ı Mahsusa'nın
kurucusu Fikret Oktay'ın izinden giden bir zihniyetin takipçisi ol
duğunu biliyor. "İmparatorluk bakiyesi" dediği bölge insanını,
Arapları, Kürtleri, Süryanileri küçümser, onları "vatanın kalkın
ma hamlelerini geciktiren, muasır medeniyetler seviyesine ulaş-
217
mamızı engelleyen fazlalıklar," diye tanımlardı. Eğitmen, kendi
sinin teşkilat tarafından Amerika'ya gönderilmesinde Vezir' in pa
yının büyük olduğunun farkındaydı ve bu yüzden ona samimi bir
minnet duyuyordu. "Adamım," dediği kişilere kol kanat gerdiği,
her durumda kollayıp kayırdığı konuşulurdu. Henüz Mülkiye'de
talebeyken gözüne kestirdiği Abidin' in önce emniyet müdürü, ar
dından içişleri bakanı olmasında parmağının olduğu biliniyordu.
Hemen herkesin dosyasını tutan Abidin'in dosyasını da muhte
melen o tutuyordu, Abidin'in devlet içinde bir tek ondan korkup
çekindiği karanlık koridorların fısıltıları arasında dolaşıp durur
du. Eğitmen, Vezir'in, "Ben insanları kimden korktuğuna göre tar
tarım," sözünü istihbarat dünyasındaki kariyer hayatında kulla
nışlı bir pusula bellemişti.
Sigaranın iyice boğuklaştırdığı sesiyle, "Teyze'nin fuara ge
lişiyle Metin Ercan'ın Ankara'ya gelişi arasında bir bağ var mı,
yoksa tesadüf mü, bir kurcalayıver bakalım altından ne çıkacak?"
diyen Vezir'in konuşmaya Metin Ercan'la başlaması Eğitmen'in
canının sıkılmasına neden oluyor. Çünkü dağdakilerden bazıları
nın Irak federe devletine teslim oldukları duyumunu aldığında
başkentteki yetkilileri Metin Ercan'ın derhal bölgeye gönderil
mesine yönlendirmişti Eğitmen. Şimdiyse Metin Ercan'ın Suriye
istihbaratı Muhaberat'la "bilgi takası" görüntüsü altında başka
türlü bir işbirliği içinde olduğu dedikoduları çıkmıştı. Daha ön
ceki raporlarının birinde onun için uyan mahiyetinde, "Muhabe
rat'tan bir ton bilgi alıyor, bu bilgiler işimize de yarıyor, ama bu
nun karşılığında onlara ne verdiğini bilmiyoruz," deme gereği duy
muştu. Bu nedenle işin ucunun kendisine de dokunacağı endişe
si taşıyordu. Vezir'in de böyle bir bağlantıyı ima ederek kendisi
ne yoklama çekme olasılığı onda ürküntü yaratıyor. Alabildiğine
kayıtsız bir ses tonuyla, Teyze'nin kazandırdığı kadın itirafçılar
la bir dönem Metin Ercan yönetiminde "yıldız timi" adını verdik
leri bir tim oluşturulduğunu, bu nedenle ikisinin o dönem sıkı iş
birliği içinde bulunduklarını hatırlatıyor Vezir'e. "O zaman arala
rında bir işbirliği olmuşsa da sonrasında sürdüğünü sanmıyorum,
218
her ikisi de başına buyruk olmayı seven koçbaşları, biliyorsunuz,"
diyor. "Malum, Ercan benim buradaki varlığımdan da hiç hoşnut
değil," diye ekleyerek kendisiyle Metin Ercan arasındaki soğuk
luğa, mesafeye bir kez daha dikkat çekerek aralarının artık eski
si gibi olmadığını sezdirmeye çalışıyor. "Sence de Teyze'ye son
zamanlarda fazla bir rahatlık gelmedi mi, sık iner olmaya başla
dı sahaya. "
"Ajanlaştırmayı başardığı iki yeni kızı daha Adana' dan dağa
göndermiş. Onun için bölgedeymiş. Dönüş yolunda bize şaşırtma
vermek için olsa gerek Antep'te aktarma yapmış. Teyze'nin her
zamanki kafa karıştırmayı hedefleyen oyunlarından biri işte. Ken
di kendine casusçuluk oynuyor! Teyze'mizin Diyarbakır, Antep,
Adana turunun görünürdeki sebebi bu, gerisinde ne işler çevirdi
ğiniyse Allah bilir! Malum onların birimleri de kaynıyor şu sıra
lar, gizlen saklan nereye kadar. gözle görülür başarıya ihtiyaçları
,
var. Kapalı kapılar ardında aldıkları tebrikler, takdirnameler, pla
ketler, terfiler yetmiyor anlaşılan. B aşarı pastasından tabaklarına
düşen dilim herkesçe görülsün, bilinsin istiyorlar."
Metin Ercan'ın sağda solda, kadın itirafçıların bu işe çok da
ha gönüllü, örgüte çok daha kinli olduğunu söylediğini aktarıyor.
Ona göre, kadınların militanı da, itirafçısı da çok daha öfkeli ve
kinli oluyormuş. Tüm bunları bölgeden rapor aktarır gibi değil,
dedikodu eder gibi anlatıyor Eğitmen.
"Metin Ercan'a dikkat etmek gerekiyor, bir süredir Suriye is
tihbaratına ajanlık yaptığı söylentisi dolaşıyor ortalıkta, yanında
dolaştırdığı, gönül ilişkisi içinde olduğu kadının Suriye Muhabe
rat'ıyla olan ilişkisi devam ediyormuş; bu Metin Ercan anlaşılan
bir noktadan sonra iyice ipini koparmışa benziyor, Ankara'ya gel
miş, gizlice birileriyle görüşüyor, bir haltlar karıştırıyormuş, isti
fa edecekmiş galiba, pazarlık çantasında neler var, tam olarak zo
ru nedir, bildiklerinizden bir rapor geçiver de, derdi nedir anlaya
lım," diye sözü bağlıyor Vezir. "Biliyorsun, çarkın vidalarından bi
ri biraz gevşedi mi yalnızca onu değil hepsini yeniden sıkıştırmak
gerekir."
219
Vezir'in bu sözleri kendisine yönelik bir şüpheye ilişkin kay
gılarının yersiz olduğunu düşündürüyor Eğitmen'e, içi rahatlıyor.
"Şeker Paşa da iyice sorun olmaya başladı. Çok pervasız davra
nıyor. Kahraman komutan havalarına girdi; yaptıkları, ettikleri
bilinsin, görülsün, övülsün diye zaman zaman basından birileriy
le görüşüyor. Hepsi şimdiden hatıralarını yazma derdine düşmüş
gibi."
"Her şeyin farkındayız, işimiz zor, sadece terörle değil, ego
larla da mücadele ediyoruz. Senin şu Adana Otogarı'nda Teyze'yle
fotoğrafladığımız eleman nerede şimdi?"
"Teyze'nin bizim elemanı takip ettiğini düşünmüyorsunuz,
değil mi?" diye sorarken alacağı cevaptan ürküyor.
"Sanmıyorum. Biz Teyze'nin peşindeydik, buradaki eleman
lardan biri fotoğrafta seninkini son anda tanımasaydı hiç fark et
meyecektik bile."
"Hayatın Graham Greene'in casusluk romanlarını doğruladı
ğı anlardan biri daha işte," diyen Eğitmen'in, düzenlediği operas
yona şüphe gölgesi düşen biri olmak en son isteyeceği şey. "Alan
ya'ya kuluçkaya gönderdim onu . Hem biraz gözden uzak olsun,
hem de oradaki herhangi bir hareketlenmeye karşı elimizin altın
da bir taşımız olsun istedim," diyerek sürdürüyor konuşmasını.
"Ne kadar güveniyorsun bu adama?"
"Kimseye güvenmek gibi bir lüksümün olmadığını bilirsin.
Bir açığını, bir gediğini yakalamadım bugüne kadar. Profili tipik
bir ezik, itaatkar, kimsesiz büyümüş silik bir tip. Aranılan kriter
lere uygun yani. Alabildiğine de soğukkanlı. Bugüne kadar kim
se adam yerine koymamış bunu. Eline bir tabanca, biraz yetki ver
dik kapı köpeği gibi eşikten ayrılmıyor. Bu çatı altında kendine
sığınacak bir saçak buldu. Minnet içinde asker postalının dibinde
uyuyor, merak etmeyin. Ayrıca elemanımız olduğu deşifre olma
sın diye Diyarbakır içinde gözle görülür hiçbir eylemde kullan
madık onu, dikkatlerden uzak tuttuk, mimlenmesin diye şehirde
ki lojmanlarda bile barındırmıyoruz, uzun vadede onunla ilgili
başka planlarım var."
220
"Dağa göndermeyi düşündüğünden söz etmiştin bir ara . . . "
"Evet, burada yeterince sınadık onu, başlarda itirafçılardan
uzak tuttum, ama şimdilerde biraz biraz kaynaştırıyorum onları,
dağ hakkında bilgi yüklensin istiyorum. Zeki biri değil, ama tam
bir ezberci, sanırım fotoğrafik bir hafızası da var, işimize yaraya
bilir. Hem burada biraz daha bizimle kalırsa günün birinde deşif
re olması kaçınılmaz. İnfazlarda yeterince tetik çekti. Bence bu
radaki son kullanım tarihinin sonuna geliyoruz. Hem dağdakile
re kolay söz geçirebilecekleri, eğitimsiz ve gözü kara biri cazip
gelebilir. Silah kullanmadaki profesyonel becerisini başlarda bir
süre gizlemesi gerekecek tabii. Kendini dağda ilerletmiş gibi gö
rünmeli. "
"Gene d e kendisini kanıtlaması için tetiğe davranması gere
kecektir. "
"O zaman da zayiatı miniqıumda tutmaya bakarız."
Ardından sabahki toplantı hakkında kısa bilgiler geçiyor, Ve
zir'in TAK'tan bir timin gelişinden haberi olduğunu anlıyor ama
onların neden burada olduğu hakkında bilgi vermekten kaçınma
sına bakarak, kendisinin dahil olmasının istenmediği bir operas
yon hazırlığı sonucunu çıkarıyor.
Konunun sakin sularda seyrettiğine güven getirince, "Bir şey
soracağım," diyor Eğitmen. "Yabancı kaynaklarda CIA 'den yü
rüttüğü gizli belgelerle Avrupa'ya kaçan bir ajanın Prag'daki evin
de ele geçen belgelerde Türkiye' yle ilgili de bir şey olduğu söy
leniyor. Devlette yönetim kademesinin içine sızmış, hatta mühim
bir göreve gelmiş "Istanbul'un Gülü" kod adlı sarışın bir Türk ka
dından söz ediliyor. " Eğitmen daha sözünü tamamlamadan, Vezir
konunun bir an önce kapanması gerektiğini bildiren kararlı bir ses
tonuyla, "Bunu yüz yüze konuşuruz," diye lafını kesiyor. Böyle
bir konuda Vezir'in ağzından telefonda laf alamayacağını biliyor
elbet, ama onun nasıl bir tepki göstereceğini görmek istemişti yal
nızca. Konuyu bu hızla kapattığına göre doğruluk payı olmalıy
dı. Şimdilik bu kadarını bilmek yeterdi ona.
Bu arada tuğgenerallerden birinin bir tarihte Cihadın Asker-
22 1
leri'nin eski başimamıyla birlikte görüldüğü bir fotoğraf karesin
den söz edildiğini işittiği, ama bunu doğrulayamadığı bilgisini ge
çiyor Vezir'e. B aşimamın kimliği ancak ölümünden sonra deşif
re olduğuna göre tuğgeneralin bunu bilmeyebileceğini konuşu
yorlar. "Gene de bu askerle aynı kareye girecek kadar yakınlaş
mış olması başka olasılıkları da akla düşürüyor," diyor Eğitmen.
"Orduya ne ölçüde ve hangi kademelere kadar sızdıklarını bilmi
yoruz, malum Evren Paşa'yla başlayan bir sarmal bu."
" Ü stelik Cihadın Askerleri'yle İran Hizbullahı'nın Kuzey
lrak'ta bir araya getirilmesinde Metin Ercan'ın arabuluculuk etti
ği sağda solda konuşulmaya başlamış bile," diyor Vezir. "Kuzey
lrak'ta üslenmelerinin, arada bir tampon oluşturmalarının yararı
mıza olacağı söylenmişti," diyor Eğitmen.
" Ü slenmenin boyutlarına göre değişir bu iş, burada yönete
bildiğini orada yönetemeyebilirsin, Amerika'nın düştüğü durum
lara düşmemek gerek."
"Genel olarak işler ne alemde orada?" diye soruyor Vezir.
Eğitmen bunun her konuşmalarında Vezir'in telefonu kapatma
dan önceki son sorusu olduğunu biliyor.
"Onca deliyle uğraşıp operasyon yönetmek kolay iş değil.
Beyninde prefrontal korteksi gelişmemiş insanların içinde onlar
la birlikte akıllıca işler yapmaya çalışıyoruz, eh zor tabii."
Karşılıklı gülüyorlar.
222
Y İ R M İ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
SON DAKİKA
223
ne olurdu sanki ! Umut'un evinde gece boyunca konuşulanlar şim
di bu olayla birlikte kazandığı anlamla, başka bir ışık altında tek
tek geçiyordu aklından.
Saim Baran'ın cesedinin bulunduğu haberinin ulaşmasıyla ga
zete binasında yoğun bir telaş başlamıştı. Herkes şaşkındı. Res
mi açıklamalar her zamanki gibi hayli sınırlı ve doyuruculuktan
uzaktı. Gittiği bir görüşmeden alelacele gazeteye çağrılan Kerem
Diyarbakır'da tanıdığı birkaç kişiyi aramıştı hemen, avukat, ga
zeteci, sendikacı kim varsa farklı kaynaktan haber alabileceği ki
şilerin izini sürdü. Bölgeye yaptığı seyahatler sırasında yakınlık
kurup ara ara yaptığı haberler için kendisinden görüş aldığı, Sa
im Baran'ın da akrabası olduğunu bildiği Agit'ten fazladan bilgi
edinmeyi umdu ama onun telefonu da açılmıyordu. Rojda'ya ise
bir türlü ulaşamıyordu, belli ki herkes sahada haber peşindeydi.
Umut'ta da fazla bir şey yoktu. Bölgeye ilgisini bildiği birkaç ga
zeteciyi aramalarından da eli boş döndü, olay çok yeniydi, kolay
tarafından ve erken sonuca varmış birkaç komplo varsayımının
pek ciddiye alınacak yanı yoktu. Gazetenin yerel muhabirleri, yet
kililerin verdiği ilk bilgilere dayanarak yapılan araştırmalar ko
nusunda merkezi bilgilendirmiş olsa da yazı işleri Kerem'i acilen
bölgeye göndermeye karar vermişti.
224
ter gibi üst üste birkaç kez derin derin soluk alma gereği duydu.
Sanki artık gidebilirlerdi.
Kerem'in kaç yıldır Kürt sorununa odaklanmış, bölge hak
kında en fazla kafa yoran gazetecilerden biri olduğunu bildiği hal
de yazı işleri müdürünün son anda karar değiştirip Diyarbakır'a
Kerem'i göndermekten vazgeçmesi gazetedeki herkeste şaşkınlık
yaratmıştı. Gazete binasında olan biten hemen her şeyden anında
haberdar olmasıyla ünlü Telekulak Vasfiye, boynuna boncuklu bir
iple asılı gözlüğünün sapını dudaklarının kenarında gezdirirken,
"Durum çok tuhaf, Saim Baran cinayetiyle ilgili yukarılardan bir
yerlerden telefon gelmiş, artık konu her neyse . . . " diye ağız büze
rek duruma daha da şüphe uyandırıcı bir açıklama getirmişti. Ke
rem'in yazı işleri müdürü sahada gazetecilik yapmanın önemini
en fazla bilen yöneticilerden biriydi oysa. Cevap, "o yukarıdan ge
len telefonun" sırrında saklı olmalıydı ve o telefon hakkında en
azından şimdilik bilgi edinmek olanaksız görünüyordu. Kim, ni
ye, niçin aramış, gazete yönetimi niye karar değiştirmişti? Böyle
kuşkulu durumlarda yazı işleri müdürünün de, genel yayın yö
netmeninin de elinin kolunun bağlı olduğunu Babıali'de herkes
bilirdi. Ama gene de Saim Baran'ın önemi göz önüne alındığın
da bu konunun çok daha ciddi bir boyutu olduğunu düşündürü
yordu insanlara. Kerem işi konusunda kendini hiç bu kadar çare
siz ve öfkeli hissetmemişti. Hırsları olmakla birlikte hiçbir zaman
kendini fazla önemseyen biri olmamıştı, uçağa binene kadar da
aklına gelmemişti ama şimdi konunun doğrudan kendisiyle ilgili
bir yanı olduğundan kuşkulanmaya başlamıştı. Yoksa detektif pa
ranoyası cinsinden evhama mı kapılmıştı? Onu sahadan uzak tut
mak için kimlerin ne gibi gerekçeleri olabilirdi?
Telefonda, "Nereye gidiyorsun?" diye soran Umut'a, "Telafi
yolculuğuna çıkıyorum," demişti. "Patronlar beni Alanya'ya gön
deriyor." "Nasıl yani, tatile mi?" "Ne tatili oğlum, bir cinayet
vakası. Altından Kürtlerle ilgili bir şey çıkacak olmasından şüp
helendikleri için beni yolluyorlar. Saim Baran vakasına apoletli
köşe yazarı göndermişler, herhalde Alanya' da ölen kişi inşaat iş-
225
çisi olmalı ki beni layık gördüler. "
"Abartma oğlum. "
"Ne abartacağım ağbi y a ! Her zamanki malum ayak oyunla
rı işte. Kolay lokma, zor lokma oyunları ! "
226
nin hiçbir şey görmemiş, duymamış olması vakayı iyice tuhaf
laştırıyordu. Şimdilik görüldüğü kadarıyla gene tam bir faili meç
huldü hadise !
227
ması akıllara ilk bakışta bir terör bağlantısı getirmişse de bu ko
nuda hiçbir bilgiye ulaşılamamış, mafya tarzı bir örgütsel bağlantı
da tespit edilememiş, her haliyle sıradan bir cinayet vakası olarak
görülüyormuş, bir alacak verecek davasına kurban gitmiş olması
da mümkünmüş. Adamın doğum yerinin akla getirdiği bir diğer
ihtimal, kan davasına sebep adamın izini süren bir hasmının onu
bulup öldürmüş olabileceğiymiş. Yalnız bilgisine başvurdukları
Kürtler arasında da adamı tanıyan çıkmamış. Ne adresine ulaşı
labilmiş, ne cenazeye sahip çıkan olmuş. İ şin burası biraz muam
malıydı tabii. Emniyet görevlilerinin soruşturmayı derinleştirme
ye çok da gönüllü olmadıklarını sezmişti Kerem. Maksatlı bir tu
tum muydu bu, yoksa sıradan bir cinayet olarak gördükleri bu va
kaya zaman harcamak mı istemiyorlardı? B ir yerlerden emir ya
da talimat bekler gibi bir haller sezmişti. Görünen o ki, ceset bel
ki sahibi çıkar diye birkaç gün daha morgda bekletilecek, dava da
bir an önce kapanmamış dosyalar rafına kaldırılıp unutuşa terk
edilecekti. Bütün o "adli cinayet vakası" görünüşüne karşın, Ke
rem'in içindeki gizli detektifin sesi, ona bu hikayenin çok daha
fazlasını barındırdığını söylüyordu. Aklının bir yanı hala Saim
B aran cinayetinde olmasaydı ve o akşam Umut'tan gelen telefon
la Rojda'nın kayıp olduğunu öğrenmeseydi bu dava üzerinde da
ha fazla düşünebilir, olayı biraz daha kurcalayabilirdi.
"Ne demek Rojda kaybolmuş Umut! Nasıl kaybolmuş, ne za
man kaybolmuş?"
"Anladığım kadarıyla senin görüştüğün günün akşamından
bu yana gören bilen yok. "
"Anlamıyorum, nasıl ya ! Ajanstan Felat'a sordun m u peki?"
"Bak, Diyarbakır' da tanıdık tanımadık herkesi aradım. Kim
se ne görmüş, ne konuşmuş."
"Polis mi almış peki?"
"Bilinmiyor. Rivayet muhtelif. Bir arkadaşının anlattığına gö
re, yetkililerden biri pek de önemli görmediği bir şey anlatmış
Rojda'ya, o şeyin ne olduğunu arkadaşı da bilmiyor, ama bu bil
gi sayesinde bazı olaylar arasında bağlantı kuran Rojda çok he-
228
yecanlanmış, arkadaşına telefonda, ' Çok büyük bir haber yakala
dım, sonra anlatının,' demiş."
"Yetkilinin kim olduğunu biliyor mu o arkadaşı peki?"
"Yok, sonra anlatının, dediği için nasıl olsa yüz yüze konu
şuruz diye telefonda fazla kurcalamamış."
"Belki o yetkili sonradan bir halt ettiğini anlayıp Rojda'nın
peşine düşmüş olabilir."
"Mümkün tabii, bir şey soracağım sana."
"Sor. "
"Diyarbakır'd a sana şüphelendiği bir kadından söz etmiş miy-
di?"
"Nasıl bir kadın?"
"Hemşire mi, sağlık çalışanı mı öyle biri."
"Hatırlıyorum galiba, ama pek üstünde durmamıştı bunun.
Onun nasıl bir ilgisi var?"
"Felat ortada bir görünüp bir kaybolduğu için dikkatlerini çe
ken bir kadından söz etti."
Bir süre ikisi de susup bir şeyleri tartıyorlar içlerinde.
"Bak Kerem, bunlarla hiç ilişkili olmayan bir şey de olabilir
tabii. Biliyorsun böyle şüpheli olaylar sonrasında insanlar ilgili il
gisiz pek çok kabloyu birbirine bağlamaya çalışır. Dediğim gibi
bunların hepsi rivayet."
"Söylediklerin çok ürkütücü ya, hala şoktayım, hiç böyle kay
bolmazdı ortadan."
Rojda'nın başına bir şey geldiyse canının çok yanacağını bi
liyor Kerem. Yalnızca hayatının değil, dosyasının da yarım kala
cağını, onunla birlikte nice kadın ve erkeğin hayatlarının da dos
yasının yarım kalacağını biliyor. "Ya baksana şu işe, daha Saim
Baran'ın şokunu atlatamadık ! " diyor.
"Felat son zamanlarda Rojda'nın gazetecilik hırsına fazla ka
pıldığını söylüyor, daha derinlere inebilmek için güvenlik güçle
rinden bazı tehlikeli kişilerle görüşmüş olmasından şüpheleniyor.
Hatta bir keresinde bunlardan biri Rojda'ya, ' Kendine dikkat et,
ölüleri aramak tehlikelidir,' gibi bir laf etmiş."
229
"Felat'ın bildiği bir şey mi var, yoksa?"
"Kesin bir bildiği yok ama, kuvvetli tahmin, diyor."
"Son buluşmamızda bana hiçbir şey söylemedi," diyor Ke
rem.
"Rojda bir ara Felat'a, ' Rejim diye bir şey duydum, onu kur
calıyorum, bakalım altından ne çıkacak,' demiş, öyle laf arasında
söyleyip geçtiği için, Felat da üstelememiş. B ak bunların hiçbiri
kesin değil tabii, hepsi tahmin. Rojda'nın kaybolmasından sonra
insanlar geriye dönüp kopuk kopuk hatırladıklarını birleştirmeye
çalışıyorlar sadece, hepsi bu."
"Benim aklıma hiçbir şey gelmiyor, ne kötü ! "
"Son bir rivayet daha var, o da örgüt kadrolarından birilerinin
kaçırmış olabileceği."
"Saçmalama ya! Olmaz öyle şey ! "
"Felat d a ihtimal vermiyor, olmaz öyle şey, diyor ama söyle
nenlere göre, Rojda'nın son yaptığı bazı haberlerden duydukları
hoşnutsuzluğu dile getirmişler, dile getirmek dediysem, biraz göz
dağı tonunda uyarmışlar yani."
"Ya, durumdan kendilerine vazife çıkaran alt kadrolardır on
lar."
"Devlete objektif gazetecilik yaptığını ispat niyetiyle yazdık
larının halkın mücadelesine zarar verdiğini ileri sürüyorlarmış.
Onlara göre Rojda, 'romantik hümanistlik' yapıyormuş. Sen onun
için hep dersin ya, dışı pamuk içi keskin elmastır, pamuğa kanıp
avuçlamaya kalkanın elini kanatır, diye, pabuç bırakmamış tabii
o parmak sallamalara. "
"Bana hiç söz etmemişti bundan."
"Belli ki önemsememiş. Belki de seni telaşa vermek isteme-
d 1. . "
"Gene de hiç ihtimal vermiyorum, nasıl olur öyle bir iş?"
" Örgütler içinde her zaman kontrol edilemez gruplar çıktığı
nı bilmez misin? Hatırlasana, Cihadın Askerleri'nden birtakım
gençler de cemaatin fetvası filan olmadan kendi başlarına karar
verip, açık saçık giyindiği, evlerine erkeklerin girip çıktığı söyle-
23 0
nen kadınları öldürmemişler miydi B atman'da? Pekal§. örgütün
içindeki küçük bir grup da başına buyruk davranarak Rojda'nın
biletini kesmek istemiş olabilir."
"Ben sana söyleyeyim, öyleyse bile bu grupların içine sızmış
ajanların marifetidir gene de."
" Örgütlerde sorun da bu ya zaten, içeriye ajan sokmana bile
gerek yok, o ajanın yapacağı işi gönüllü yapacak iki-üç gerzek her
zaman çıkıyor."
"Bazı durumlarda iki-üç gerzekten daha fazlasına ihtiyaç var
ama."
"Neyse, ne yapacaksın şimdi?"
"lstanbul'a döndüğümde gazeteden kovacaklarını bilsem bi
le bu sefer Diyarbakır'a gideceğim. "
"Olmaz öyle şey, hele sen önce bir gel, konuşalım."
"Rojda'yı, ya da izini bul� a kadar bu işin peşini bırakmam
ben. Haber peşinde koşan Rojda'nın bir gün kendisinin haber ola
cağına kim inanırdı?"
"Kaç gazetecinin haberini yaptık bugüne kadar, unuttun mu?"
"Doğru, öyle ama gene de insan bu kadar yakınındaki birine
konduramıyor işte."
"Sen gene de kondurma! Moralini de bozma, Rojda bu, ba
karsın bir yerlerden çıkar ortaya."
23 1
Yİ R M İ D Ö R D Ü N CÜ BÖLÜM
232
olaylar sırasında öldürüldüğünü duymuş, derinden üzülmüştü. Bir
den her şey şimdi oluyormuş gibi içinde bir kin dalgasının ka
bardığını, aldığı derin nefesin bumuna yürüdüğünü hissetti. Oto
büs Alanya yolcularını indirip mola verdikten sonra Antalya'ya
doğru yoluna devam edecekti. Bazı sabırsız yolcuların otobüs du
rur durmaz ellerinde havlularla yolun aşağısındaki Kleopatra Pla
jı'na doğru koştuklarını gördü. Şimdi içlerinden birkaçını çevirip
sorsa Kürt evlerinden, dükkanlarından yükselen o alevleri, du
manları hatırlamazlardı bile. O dumanların isini birden genzinde
duydu. Ağzı acılaştı.
Otobüsten indiğinde içine çektiği temiz havanın, bumuna ge
len deniz kokusunun tadını çıkarmayı bilmese bile iyi gelmişti
ona; yolculuğun yorduğu zihni berraklaşmıştı. Alanya'ya iner in
mez otogardan Eğitmen'i aramayı düşünse de elindeki sınırlı za
manın onun vereceği talimata göre daralmasını istemediği için
bundan vazgeçti. Uzun süre oturmaktan katılaşmış bacaklarını yu
muşatıp esneten birkaç küçük hareketten ve adeti olduğu üzere
sakınımlı gözlerle etrafı şöyle bir taradıktan sonra giderek hızla
nan adımlarla otobüslerden inenleri, otobüslere binenleri ve ses
lerin iç içe geçtiği garın kalın uğultusunu ardında bıraktı. İlk işi
önceden ezberlediği adres ve tarif üzerine Selamet Çay Ocağı'nı
bulmaktı. Bu yürüyüş iyi gelmişti ona, adımlarını hızlandırdıkça
yeniden bedenine yerleştiğini hissediyordu. Yürürken Malatya
günleri geçiyordu aklından. Ne de olsa buraya ilk kez oradan gel
mişti. Cihadın Askerleri'nin daha Batman ve Silvan'da başladığı
ilk eylemleri sırasında Hoca'nın onu sahadan çekip Malatya'ya
göndermesine gönlü gücenmişti başta. Askerlik çağı gelmiş genç
leri kısa bir eğitimden geçirip askere gönderiyor, onlardan askeri
karakolların, üslerin, bulundukları bölgedeki devlet kurumlarının
krokilerini çıkarmalarını istiyorlardı. Cihada hazırlığın hararetli
günleriydi. Dava mensuplarına aynı tip silah dağıtılmış, infazın
üç kişilik timlerin kişiye arkadan yaklaşıp "Tekbir! " diyerek en
seden tek kurşun sıkılması şeklinde icra edilmesi, bunun herkes
çe cemaatin imzası olarak tanınıp bilinmesi gerektiği belirtilmiş-
233
ti. Ö len kişinin dünyayı terk ederken duyacağı son sesin "Tekbir"
olması mühimdi ve buna dikkat edilmeliydi. İcap etmedikçe teyit
kurşunu sıkılmayacaktı. "Tek kurşun, tek hain, tek can ! " deniyor
du. Yüzünün asıldığını gören Hoca onu kenara çekip, "Mümin ol
mayan insanların yüzü ihtiyarladıkça kararırken, mümin olanla
rın yüzü nurlanır. Rabbine adım adım yaklaşmanın nurudur bu,"
diyerek nasıl anlamlandırması gerektiğini bilemediği bir giriş yap
mış, ardından, "Bak şimdi seni böyle nur yüzlü mühim bir şahsi
yetin himayesine gönderiyorum. Allahü tealanın lütfu ve ihsanıy
la farz-ı ayin ilimleri tahsil etme fırsatına kavuşmuş kullarından
dır kendisi. İ lim irfan sahibi bir molladır. Molla Gıyasettin ismi
dir. Ü stüne polisin, askerin şüphesi düşmemiş sırlarımızdandır.
Her müşkülünde eteğine varacağın, varıp da müşkülüne çare so
racağın kişidir. Orada bir süre kuytuya yatırıyoruz seni. Göze bat
mamaya, dikkat çekmemeye çalış. Sen Allah'ın izniyle daha mü
him işler için lazımsın, vaktini bekle," diye gönül okşayıcı sözler
etmesi içini bir parça yatıştırmışsa da küskünlüğünü büsbütün gi
derememişti. Dağdakilerin düze inip Silvan'ın Yolaç köyünde, yat
sı namazında içlerinde cami imamının da olduğu on kişiyi kurşu
na dizdiği hadiseden sonra Malatya'dan ayrılıp bir an önce infaz
timlerine katılmayı düşünmüş, ama Hoca'nın gazabından çekin
mişti. Onun mühim vazifeler, maksadı yüksek feda eylemleri için
seçilmiş olduklarını belirttiği etrafında halkalanmış genç mümin
lere verdiği vaazlarda sıkça dile getirdiği, "Kanın her ısındığında
kendini ortaya atamazsın," sözünü kendine sık sık hatırlatma ge
reği duyduğu günlerdi. "En tesirli darbeler için zamanın ve zemi
nin en müsait olduğu anı kollamak gerek, maksat rasgele bir za
rar hfisıl etmek değil, vereceğin zararı misliyle büyütmektir. Şart
lar ne olursa olsun, kinin seni değil, sen kinini sevk ve idare ede
ceksin, anlaşıldı mı ! Şahidi olduğunuz her gafleti terazinin aynı
kefesine koyamazsınız. İ slam ile müşerref olmamış insanların gaf
letleriyle, Müslüman ana babadan doğmuşların gafletleri bir de
ğildir, unutmayınız. Çünkü ceza gafletin vasfına göre verilir, ras
gele değil, bunu da unutmayınız." Malatya'ya gittikten sonra da
234
ona tembih edilene göre davranmış, Molla Gıyasettin'in nezare
tinde Hoca'nın vereceği "o daha mühim" vazifeyi beklemeye ko
yulmuş, bu arada Molla'nın uygun gördüğü civardaki birkaç ufak
tefek işte görev almış, gene onun verdiği cevazla birkaç kez kur
yelik yapmıştı. Molla Gıyasettin'in tembih ettiği üzere aklı ancak
küçük dolaplar çevirmeye yatkın küçük insanlardan uzak durma
yı bilmişti. Mollaya göre dünya zevklerine düşkün, nefsi gevşek
insanların arasından da Müslüman çıkmazdı, onlardan da uzak
durmalıydı.
Hoca'nın emriyle yeniden çağrıldığında Diyarbakır dışındaki
yerlerde de dolaştırılmış, cemaatin verdiği ön bilgilerin izini sü
rerek Cihadın Askerleri'nin kurşununun erişemediği ya da kurşu
nunu sonraya sakladığı münkirleri, münafıkları, dağdakilere gö
nül yakınlığı duyanları tek tek JEM 'e ihbar etmeye başlamıştı; bir
süre sonra gösterdiği yararlılık!� ve hakkında yapılan tahkikat so
nucunda temiz olduğuna kanaat getirilip önce kadrolu muhbirli
ğe alındı, başlarda üstleri tarafından ağzının sıkça yoklandığının
farkındaydı, bu nedenle azami dikkat gösteriyordu. Gösterdiği ya
rarlılıklar üzerine kademesi yükseltildi, meziyetleri keşfedildi, te
tikçi tayin edildi ve şimdi ne zaman sonra gene buradaydı işte,
Alanya'da.
Yürümek iyi gelmiş, zindelik kazanmıştı. Buna yürüyüşün
verdiği hararet eklenince sırtındaki mont fazla gelmeye başladıy
sa da çıkartırsa kendini çıplak hissedeceği duygusuna kapıldı.
23 5
na gitti bu, gönendi. Sessiz anlaşmaları severdi. Gene de Hoca'nın
verdiği muskayı görmesi için montunun bir kanadını kaldırıp iç
cebe iğneyle tutturulmuş yeşil kumaşla kaplı muskayı gösterir
ken, "Esselamu aleykum," diyerek selamladı.
"Ve aleykümmüsselam ve rahmetullahi berekatuhu," diye kar
şılık verirken tezgahın altından çıkardığı beyaz kumaşla kaplı
muskayı gösterip tekrar yerine koydu adam.
"Seyfullahsın hocam, değil mi?"
"Doğrudur, hoş gelmişsin. Az bir işim var ocakta, iki dakika
müsaade et. "
"Estağfurullah, müsaade n e demek! "
Küçük, temiz, gösterişten azade sakin görünüşlü bir dükkan
dı burası. Ocağın üstünde asılı, pek çok esnaf dükkanında görü
len, kadere iman bildiren "Allah'ın Dediği Olur" yazılı levhayla,
duvarların birinde çerçeve içinde, siyah zemin üzerine işlenmiş
"kelime-i tevhid" levhasından başka bir İslami nişan yoktu. Dük
kan önündeki sandalyelerde oturan adamlardan birinin, içeriden
rahatlıkla duyulacak kadar yüksek sesle konuşuyor olması, gür
lek sesindeki tanıdık tını birden onu geçmişten bir hatıraya taşı
dı: Camilerde seydaları izlemekle görevlendirildiği ilk zamanla
rında avlularda, sebil başlarında, katıldığı bazı sohbet halkaların
da sık karşılaştığı biri vardı. Rabbin katında rızıklanmak isteyen,
imanında, ibadetinde biri olmakla birlikte gösterişi sevdiği de bel
liydi. Azimet ehlini taklit edenler gibi abdest alırken suyun sa
kallarından süzülerek boynuna inmesine, gerdanına ulaşmasına
izin verir, sonrasında fazla kurulamadan sakalının hafiften ıslak
kalmışlığını diğer müminlerin görüp takdir etmeleri için ama ge
ne de maksadını gizlemeye çalışan bir edayla hafiften sağına so
luna dönerdi. Dua ederken nemlenen gözlerinin, tutamadığı göz
yaşlarının farkına varsınlar diye bulunduğu meclislerde mutlaka
sesini yükselterek konuşup dikkatleri üstüne çekmeye çalışırdı.
Devletin münkir kuvvetleri, mürtetler, müşrikler bir sebeple Ci
hadın Askerleri'nin dava mensuplarının üstüne geldiğinde bir kal
kan gibi öne sürülmesi, gerektiğinde kurban verilmesi gereken ki-
236
şiler işte böyleleriydi. Şeytani kibrin gösterişçiliğine teslim olmuş
böyle adamların kayıpları elbet davaya zarar vermez, aksine mü
minlerin uğradıkları zulmün teşhirine faydası dokunurdu. Hem
bu sayede davanın hakiki sahiplerinin geri mevzilerdeki emniye
ti de korunmuş olurdu. Kapıldığı bu düşüncelerle önceden bildi
ği bir şeyi bir kez daha keşfetmiş oldu: Kendi güvenliğinin kade
ri dışarıdan sesi gelen şu gürültücü adamla, çay tezgahının başın
da duran bu adamın ketum varlığı arasındaki uçurumun üstünde
asılıydı.
Ayaküstü edilmiş birkaç laftan sonra, Seyfullah tezgah ba
şındaki yerini elinde boş askılı tepsiyle servisten dönen çırağına
bırakıp biraz dışarıda dolaşmalarını önerdi ona. Kapıya çıktıkla
rında etrafı kaçamak bakışlarla şöyle bir taradıktan sonra dönüp
Seyfullah'a, "Emniyette miyiz?" diye sorma gereği duydu. "Me
raklanmayasan, buralar derde �enha yerlerdir, müminin sırrının
ibadetten sayıldığını bilir, ona göre tedbiri elden bırakmayız."
Yumuşak havanın tadını çıkaran ağır adımlarla uzaklaşıp az
ileride ağaçlıklı bir yolun altındaki tenhada banklardan birine otur
dular, çevreden tek tük geçenlerin dışında ortalıkta kimse görün
müyordu. Seyfullah'ın "Kusura bakma, sana aç mısın, diye sor
mayı unuttum," demesi üzerine şükranını gösteren bir hareketle
elini göğsüne götürdü. "Yolda bir şeyler yedim, sağ olasın." Her
kesin işinde gücünde olduğu günün kör saatleriydi. "Böylesi da
ha da emniyetlidir, burada rahat konuşuruz," dedi Seyfullah.
"Hoca afiyettedir inşallah ! " "Afiyettedir şükür. " "Lafa başlama
dan önce sana birini soracağım. Ne zamandır hiç haber alamıyo
rum, Köse Sami'yi tanır mısın?" "Tanırdım." Birden ikisinin de
dokunmaya çekindikleri bir sessizlik oldu aralarında. Hatırlıyor
du elbet, cemaatin fuhuş yaptığı söylenen kadınların yüzüne kez
zap atmakla görevlendirdiği tıfıl gençlerden biriydi ilk tanıdığın
da. Müslümanları şüpheye sevk edecek fiiliyata giriştikleri ge
rekçesiyle infazına karar verilen birkaç kişinin hadisesinde de te
tikçiydi. Sonra bir ara ortalıktan kayboldu. Söylendiğine göre
İran'da Senendeç şehrinde sıkı bir eğitim gördükten sonra dön-
237
düğünde yeniden sahaya sürülmüştü. Bir yandan da inşaatçılık
öğrenip kalfa olmuş, sığınaklar yapılmaya, mezar evler kazılma
ya başladığında civar iller ve ilçelere kazıcı ve kalfa olarak gön
derilmişti. Lakabından anlaşıldığı gibi köseydi. Derisi kalın ol
duğu için yüzünün az kısmı kıl tutmuşlardan değildi, tamamen
kılsızdı. Erkeklerin, sünnettir, diye sakallarını kestirmediği İsla
mi cemaatte onun köseliği elbet göze batıyor, açıkça dillendiril
mese bile yadırganıyor, gizliden gizliye ona erkekliği lanetlenmiş
biri gözüyle bakılıyordu. Köse Sami ise noksanını, ayıbını kapat
mak istercesine her meşakkatli işe önden talip oluyor, ne görev
verseler kendini helak ederek çalışıyor, adeta noksanının kefare
tini böyle ödüyordu. Polisin, jandarmanın kafasını karıştırmak ni
yetiyle olsa gerek, örgüt ona "Sakallı" kod adını vermişti. Hoca
bir keresinde, "Sakin bir merhametsizliği var," diye tarif etmişti
onu. Hatırlıyor: İnfaz için gittiği kişiyi, "Gel seninle Allah'ın hu
zuruna çıkalım," deyip önden namaza kaldırır, enseden tek kur
şunla temizledikten sonra avuç içlerini birbirine çaprazlamasına
sürterek, "Hiç olmazsa ahiretin kapısına Müslüman olarak teslim
ettim," diye övünür, ardından takdir bekleyen bir tonla sorardı:
"Bunu yapmayan da var, değil mi Müslümanlar?" Köse Sami akıl
larda hep bu sözüyle kaldı.
Sessizliğin uzadığını gören Seyfullah'ın sakınımlı bir sesle
sorduğu " Ö lmüş diyorlar, doğru mudur?" sorusunu başıyla evet
ledi. "Devlet mi öldürdü?" "İrşat ve İrfan grubundan biriyle Bat
man'da sebepsiz yere ağız dalaşına girmiş, öyle pisi pisine gitti."
Seyfullah sorusuna çaresizlik içinde cevap beklerken tuttuğu
nefesini yavaş yavaş bırakırken, "Desene kaderi eceline acele eden
kullardanmış," diyor, kısa bir süre gömüldüğü kötümser sessiz
likten silkinip başını göğe kaldırıyor, "Mekanı cennet katı olsun,
günahları affolsun, inşallah niyaz için mezarının başına gidecek
kimsesi vardır," diye tamamlıyor sözünü. Seyfullah'ın ağlamakla
silinmeyecek koyu bir kederin yerleştiği yüzüne, nemlenip yaş
akıtmayan gözlerine bakıyor bir süre. Belli ki adamın içi önceden
duyduklarına inanmayı askıya alıp bekletmiş, onun için her şey
238
şimdi kesinlik kazanmıştı. B ir kez daha derin bir nefes alıp biraz
toparlandıktan sonra, "Bir ağız dalaşına sebep gitmesi kötü olmuş
elbet, lakin Allah dava uğruna şehit olmayı her kuluna bahşet
mez," diyerek konuyu kapatıyor. Yüzündeki kararlı ifadeden ya
sını tutmayı sonraya ertelediği anlaşılıyor.
Ne zamandır aklına düşmeyen Köse'nin hatırasının burada
birdenbire karşısına çıkmasına şaşırmıştı. Hayatın tuhaflığına ver
di. Nerdeyse öldüğünü bile unutmuştu. Köse'nin bir de yakın ar
kadaşı vardı, bir kolunda hafif bir sakatlık olduğu için Özürlüler
Demeği'nde çalışıyordu. Gene de Allah bir elinin özürünü diğe
riyle telafi etmeyi ihsan etmiş ona. Örgütün tetikçisiydi, yakalan
dığında polisler en çok buna şaşırmışlardı. Hayat böyleydi işte,
biri öldü, diğeri mahpusta şimdi. İyi bir sığınak kalfası olduğunu
hatırlıyordu Köse'nin. Başimam'ın emriyle evlerin, dükkanların
altına sığınakların kazılmaya başladığı ilk dönemde her ildeki sı
ğınak tedbir amacıyla başka b ir yerden gelen birine kazdırılıyor
du. Dolayısıyla cemaatten kimse kendi evinin, dükkanının altına
kazılan sığınağı kimin kazdığını bilmezdi. Askerin, polisin sığı
naklardan birini ortaya çıkarması durumunda evin sahibi en sert
sorguda, en kanlı işkencede bile kimseyi ele veremezdi. Polis Di
yarbakır' da Sur içindeki bir mezar evden on üç ceset çıkardığın
da gazetelere konu olmuştu. Kendisinin de üç kere sığınak kaz
maya civar illere gönderilmişliği vardı. O sadece kazmış, başka
bir ilden gelen tanımadığı bir kalfa ise tahkim etmişti. Bazı iller
deki baskınlarda sığınakların bir kısmı polisçe ortaya çıkarılmış
ken, kendi kazdığı o üç sığınağın hil.lil. keşfedilmemiş olmasını eli
nin uğurundan, ağzının duasından biliyordu. O kabir azabı ben
zeri azap çektikleri sığınaklarda sorgulanan, etleri dağlanarak, ke
mikleri kırılarak konuşturulan ya da susturulan münkirlerin, mü
nafıkların, mürtetlerin, müşriklerin cezalandırılmasında alnının
terinin, kürek tuttuğu elinin payının olduğunu bilmek, bunun se
vabını düşünmek kalbine iyi geliyor, imanını tazeliyordu.
Seyfullah'ın "Burada ne kadar kalacağın belli midir?" sorusu
üzerine düşünceleri bölündü.
23 9
"Verilecek göreve bağlı. Ne görev vereceklerini bilmiyorum.
Bugün yarın belli olur."
"Senin işin de zor. Allah seni hayırla mükafatlandırsın. Bu
rası mekruh mekanların fokur fokur kaynadığı bir günah çuku
rudur. Sokaklarda haya perdesi yırtılmış kadınlar çıplak gezer. Ağ
zı dualı mümin bir adam sokakta yürürken başını yerden kaldı
ramaz. Rabbim bizi hidayetten ayırmasın! Bunun daha berzahı
var, ahireti var; mahşer gününde kitabımızın sağdan mı, soldan
mı verileceği belli mi? Devlet köylerimizi yakmasaydı ne işimiz
vardı buralarda? Belli ki rabbim bizi buralara cehennemi aklı
mızdan çıkarmayalım diye gönderdi. Ne demişler, ne cennet ucuz,
ne cehennem lüzumsuz ! Buralar medeni yerlerdir, dediklerine
bakma sen, burası da savaş meydanı. Buranın insanı kinini kar
nında tutar. Kendine mukayyet ol. Kürtleri sevmiyorlar biliyor
sundur. Kendini belli etme. Turist mevsimi çalışmaya gelen Kürt
lerin mevcudiyeti şehirdeki tansiyonu yükseltiyor. Hem buralar
da gördüğün her Kürdü de bizdendir bilme. Aralarında dağdaki
mürtetlerle gönül bağı olanlar çok. Elimizden geldiğince kaderin
buraya sürdüğü masum ve bihaber Kürtleri dağdakilere kaptır
mamaya çalışıyoruz. Nasıl her yerde polis varsa, dağdakilerin ne
fesi de her yerde. Bir müşkülün olursa yerimi biliyorsun. Dava
için buradayız."
240
konuştukları hakkında bilgisi olacak, içine birdenbire kurt düşü
ren şeyin ne olduğunu anlamaya çalışıyor. Seyfullah'ın yanında
kini bir yerlerden gözü ısırıyor, ama nereden? Bu yüz ona tatsız
bir şeyler hatırlatıyor, ama ne? Biraz daha yakından bakarsa emin
olacak sanki. İçinde bir yerlerde saklı kalmış can sıkıcı bir olayın
hatırası gizlendiği yerden kopup suyun yüzüne çıkmaya çalışıyor.
Ama ne, neydi, hangisi? Bilemiyor. Hafızasını iyice zorladığı bir
dalgınlığa kapılmışken dibine kadar gelip, "Hayrola Cabbar ağbi,
nasılsın," diyen kişiyi fark etmiyor. "Vay iyidir Kadir, bak hele,
seni Allah gönderdi vallaha, hele otur yanıma," diyor. Konuşma
sını heyecanını gizleyemeyen bir sesle sürdürürken kelimeler sey
rek dişlerinin arasından ıslıkla çıkıyor sanki.
"Çaktırma, hemen bakma, az sonra bakarsın, sağ tarafta bank
ta oturan iki kişi var, yaşlı olanını tanıyorum, çaycı Seyfullah, bir
yanlışını görmedik ama Kürt, genç olanı nedense içime kurt dü
şürdü, bir yerden hatırlıyoru m ama nereden çıkaramadım, fazla
da bakamıyorum, yalnız içimde kötü bir şeyleri tetikledi bu herif!
İyice kıllandım, fısır fısır ne konuşuyorlarsa! Benim işim olmasa
kendim düşerdim peşlerine, ama sen bir takibe alsana şu adamı
diyorum, bakalım nereye gidiyor, neyin nesi kimin fesi? Bilirim
sansar gibisindir, demeye hacet yok ama kendini belli etme gene
de. Şüphe ettiğim gibi durumu gıllıgışlı biriyse zaten seni atlat
maya bakacaktır. Sonra da bana durumu haber et. Bilirsin, benim
içim kolay kolay yanılmaz," dedikten sonra ayaklanıp hızla uzak
laşıyor.
24 1
diye soruyor. "Şimdilik bir şey yok. Beklesin, demiş. Kalbini se
rin tutsun, ortalıkta fazla görünmesin. Malumat edinmemiz gere
ken bir şey olursa bizi haberdar etsin. Bir de bizden de sana göz
kulak olmamızı istemiş."
Ayağa kalkıp ağır ağır yürüyerek ana yola çıkıyor, caddeye
vardıklarında, "selametle" diyerek birbirlerini Allah'a emanet edip
vedalaşıyorlar.
Bir an durup kendi içinde bir şeyleri tartıyor, sonra şimdilik
her şeyin yolunda gittiğine dair güven getirip soluğunu tazeleye
rek kararlı adımlarla devam ediyor yoluna.
242
Yİ R M İ B EŞ İ NCİ BÖLÜM
SU FARKI
243
Buluşuyorlar. Kısacık bir zaman parçasında bile birkaç renk
birden değiştiren kararsız bir gökyüzü . . . giderek hafiften serinle
meye başlamış hava . . . Rüzgarın azalan çoğalan esintisiyle birlik
te sağdan soldan gelen müzik sesleri de bir alçalıp bir yükseliyor.
Denizin kıyısındaki masalara yayılmış rehavet içindeki kimileri
vakti bol insanların aldırışsızlığı içinde manzarayı seyre dalmış
lar. . . denizin üstünde gezinti tekneleri, irili ufaklı motorlar, bir
kaç sandal, açıkta bir-iki yelkenli . . . az ötede gürültücü gençler
den oluşan bir grubun zaman zaman yükselen kahkahaları . . Hay
li hareketli bir yer burası. Hoppalıklarını etrafa saçarak sağdan
soldan geçen genç kızlardan ve onların tedbirsiz kahkahalarından
rahatsız olurken Seyfullah'ın buralar hakkında ne demek istedi
ğini daha iyi anlıyor.
Cebinden çıkardığı sigara paketini uzatırken, "Buradaki Doğ
rulayıcın benim," diyor adam. "Umarım tatsız bir hadise olmaz
ama başın bir şekilde derde girerse, misal polise falan düşersen,
burada gizli görevde olduğunu doğrulayacak olan kişi benim."
"Sağ ol, sigara kullanmam," diyor. Onun gözcülük yaptığı uzun
saatler boyunca sigara bile içmeden nasıl durduğuna şaşırırdı Ni
hat Astsubay. "Allah'ın verdiği sabrın kıymetini bilmeyen gafil
ler," diye geçirirdi içinden. "Sigara içmek ibadet eksiltir," diyen
Hoca, "Parmağının ucundaki dala tutunacağına, içindeki imana
tutunmayı öğren," diye azarlardı ilk sıkıntılı durumda eli sigara
sına uzananları.
Alışkın bir hızla paketin içinden çekip aldığı sigarayı dudak
larının arasına yerleştirip yakıyor, az sonra adının Cüneyt oldu
ğunu öğreneceği Doğrulayıcı, sigaranın ilk külünden sıçrayan bir
kıvılcım tabladaki iplik artığını kavuruyor hemen. Birbirlerini
temkinle tarttıkları, sınırlı bilgiler içeren bir konuşma geçiyor ara
larında; o böyle durumlarda karşısındakinin kendinden ne bekle
diğini anlayana dek renk vermezdi, gene öyle yapıyor. Bakışları
nı birbirlerinden kaçırmadan kayıtsız bir ses tonuyla konuşsalar
da gözleri aralarında başka bir sessiz diyalogu sürdürüyor. Az ön-
244
ceki şamatacı genç grubu çekip gitmişse de ara ara bir yerlerden
yükselen sesler, gülüşmeler, kulak tırmalayıcı kahkahalar duyu
luyor. Az ileride birkaç genç kendilerini müziğe kaptırmış çıktık
ları yükseltide dans ediyorlar. Onları küçümsediğini belli etme
yen bakışlarla izlerken, "Gafiller! " diyor içinden. "Şeytanın raks
eden bacaklara saklanıp hareket ettirdiğini bile bilmez bunlar."
Konuşma ilerledikçe davranışları dostane bir hal almaya baş
layan Doğrulayıcı'nın asker değil polis olduğunu anlıyor, Eğit
men'in dolaylı bağlantılarından biri olmalı. Türkçesinin düzgün
lüğünden Kürt olduğunu başta anlamadığı adamın göstermiş ol
duğu yakınlıkta, Kürt olmalarından kaynaklanan bir soydaşlık
duygusundan çok, ikisinin de devlet adına gizli işlerde çalışıyor
olmasının payı olduğunu düşünüyor. Lafın ortasında birdenbire,
"Saim Baran'ı hangi taraf indirmiş, biliyor musun?" diye soruyor
artık adının Cüneyt olduğunu ö$rendiği polis. Beklenmedik bir
anda sert bir viraj bu ! Normal akışında giden konuşmaya bir an
da tuzaklı bir sorgulama havası gelmiş gibi . . . Ne yapmaya çalışı
yor acaba? Eğitmen bu konuyu herkesle konuşmayacağına göre
sadece samimi bir merakla da sormuş olabilir. Soğukkanlılığını
koruyarak kayıtsız bir tonda, "Dağdakilerin işine benziyor bu,"
diyor. Cüneyt, alın çizgisini geriye çeken seyrelmiş saçlarının ara
sında elini şöyle bir dolaştırdıktan sonra dudak bükerek, "Ama ni
ye kendilerinden birilerini vursunlar?" diyor. "Biz niye vuruyor
sak?" diye karşılık veriyor yüzüne hafiften yayılan alaycı bir gü
lümsemeyle. "Ya ne vurması, devletin yapacağı şey var, yapma
yacağı şey var. Bakma sen o haberlere,'' diyor Cüneyt. "Çoğu Kürt
örgütlerin, solcuların propagandası dezenformasyonlar bunlar."
İki taraf da bir süre sustuktan sonra, "Sahi örgüt ne diye vursun
ki adamı?" "Her şey için olabilir. Halkı harekete geçirmek için,
belki bir iç hesaplaşma . . . " Sesi bir şey açıklamaktan çok, bir şey
öğretir gibi tınlıyor. Ardından hem sesini, hem tavrını yumuşatan
bir duruşla, "Bir şey bildiğimden değil. Benim fikrim bu yönde,"
diyerek geri çekilen bir tavırla tamamlıyor sözünü. Saim Baran'ı
niye vurduğunu kendisinin bile bilmediğini söyleyecek olsa kar-
245
şısında duran şu adamın yüzünün ne hal alacağını hınzırca bir me
rakla tahmin etmeye çalışıyor. Kısa bir süre sonra yeniden eski
havasına kavuşan sohbetin bir yerinde Cüneyt polisin çocuk yaş
ta ailesiyle birlikte buraya geldiğini, ailenin geri kalanının bölge
deki korucu köylerinden olduğunu öğreniyor. Adı Cüneyt olan bir
Kürt kulağa tuhaf geliyor elbet, bunun takma adı olduğunu düşü
nüyor. Kürt köyünde Cüneyt adı ne gezer! B ir ara gözleri baktığı
denize dalmış olan Cüneyt kafasını çevirip şehirle ilgili izlenim
lerini merak ediyormuş gibi, "Buralarla oralar çok farklı, değil
mi?" diye soruyor. "Bilmem," diyor omuz silkerek: "Burada de
niz var, orada yok. Bir de arada 995 kilometre varmış, öyle di
yorlar." Sesi, yüzü birden yumuşuyor Cüneyt'in, "Evet ya, deniz,"
diyerek belli belirsiz iç çekip sessizleşiyor, yüzünün ifadesi ken
diliğinden yumuşuyor, "Alanya'ya ilk geldiğimizde deniz suyu
nun tuzlu olduğunu fark ettiğimde çok şaşırmıştım," diyor: "Ço
cuk aklımla aslında hayatta hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadı
ğını o an anlamıştım sanki. Burada su bile aynı değildi."
Gökyüzünden bir uçak geçiyor, sesi uzaklaşırken ardında bı
raktığı köpükten iz boşlukta usulca dağılıyor.
"Bir malumatın var mı, burada bana verilmiş bir vazife var
mıdır?"
"Biliyorsun bu işler hiç belli olmaz, birdenbire ortaya çıkan
ve tüm olayların gidişini değiştirecek bir tek hadise her şeye yön
değiştirtir." Bunu çok önemli bir noktaya değiniyormuş gibi cid
di bir tonla söylüyor. Ardından etrafa şöyle bir göz attıktan sonra
alçak tonda tuttuğu sesine daha da esrarengiz bir hava vererek,
"Serik'te bir hareketlenme olduğu haberi geldi, ilçeye birer ikişer
teröristlerin damladığı istihbaratı ulaştı bize. Turizmi sabote et
mek için bir eylem planı içinde olabilirler. Yapmadıkları şey de
ğil. Ne yapacakları belli olmaz o hainlerin. B ir-iki güne çıkar ko
kusu," diyor.
Cüneyt'in yaptığı işten fazlasıyla keyif aldığını düşünüyor.
Bir-iki lokma hafif bir şeyler atıştırdıktan sonra, göğün rengi la
civerde doğru giderken Cüneyt kendisine verilen talimat gereği
246
onu merkezden ve gözlerden uzakta tepelik bir mahallede, göste
rişsiz bir apartmanın giriş katındaki fazla ışık almayan, az eşyalı,
basık tavanlı küçük bir daireye yerleştirmek üzere yola çıkarıyor.
Sahildeki hafif rüzgarın esintisi tepelere tırmandıkça güç ka
zanıyor. Gelirken tırmandıkları yokuşlu yolun sağında, girişinde
dar bir avlu olan mahalle camiini görüyor. Sorusu üzerine Cüneyt
bakımsız haldeki bu sokak arası küçük cami için, "Adını ben de
bilmiyorum, hem bir imamının olduğundan bile şüpheliyim," di
yor, ardından şöyle bir göz ucuyla tartıp, "Hayli eski olmalı, bel
ki de Alanya'nın ta ilk zamanlarından kalmadır," diye ekliyor. Bu
sözler üzerine zamanın yaralarını almış bu mütevazı görünüşlü
kutu gibi camiye fazladan bir gönül yakınlığı duyuyor, "Yarın sa
bah namazını bu camide kılmalıyım," diye geçiriyor içinden, hem
seferi haldeyken kaçırdığı namazların kazalarım da bu camide kı
labileceğini düşünüyor. "Burası .gideceğimiz eve yakın mı?" diye
soruyor. "Yakın." "O zaman bana iki dakika müsaade et, içeride
konuşacak kimse var mı diye bakıp geleyim, hizmetteler mi," di
yerek hızlı adımlarla camiye dalıyor. Cüneyt bu durumu bir siga
ra yakmak için fırsat biliyor, bir ayağım caminin girişindeki taş
yükseltiye koyup çevreye bakınıyor. Az sonra, "Açıkmış, tahmin
ettiğim gibi cemaati pek azmış ama açıkmış," diyerek yüzünde
belli belirsiz ışıyan bir aydınlıkla geri geliyor, yollarına devam
ediyorlar.
Yolda karşıdan gelen, süsü fazla kaçmış gösterişli, temiz kı
yafetleriyle düğüne gittiklerini düşündüren bir ailenin yanındaki
gelinlik giymiş küçük kız çocuğu yanlarından geçerken gülerek
el sallıyor onlara. Cüneyt gülümseyerek kızın selamını alıyor. Sağ
daki apartmanlardan birinin ilk katında ışıklan yanık ama perde
leri çekilmemiş bir evin salonu bütün çıplaklığıyla görülüyor so
kaktan. Ayaklarım sehpaya uzatmış bir adam gözünü televizyon
ekranına dikmiş öylece hareketsiz otururken, televizyonun ma
vimsi ışığı adamın yüzünde pırıldayıp duruyor. Bir yerlerden so
kağa taşan kırmızı biber ve kekik kokuları geliyor bumuna. Bu
çeşit hayatın içinden görüntülerle her karşılaştığında düşündüğü
247
şeyleri düşünüyor gene: Kapılarını kapatıp sabahtan akşama ka
dar televizyona baksalar da bu insanların dışarıda olan bitenler
hakkında ne kadar az şey bildiklerini geçiriyor aklından. İnsanla
rın bilmediği onca gizli şeyi bilmenin belli belirsiz gururu içini
şöyle bir yalayıp geçiyor. Yanı sıra yürüyen Cüneyt'e tartan göz
lerle bakıyor, yürürken sporcular gibi hafif atıyor adımlarını. Onun
bir Kürt olarak köy yerinde büyümediği halde, hem dağa tırma
nırcasına toprağa sağlam basıp hem de adımlarını hafif tutma ma
rifetini atalarına bağlıyor. "Belli ki kanında var," diye geçiriyor
içinden. "Gittiğin yerin değil, doğduğun yeri toprağı," diye tabir
ettikleri durum bu olsa gerek.
Perdeleri çekip salonun elektrik düğmesini açarken, "Uzun
yoldan geldin, önce bir duş alıp biraz dinlen, " diyor Cüneyt. "Ya
tak odası arkada. " Elindeki çantayı yere bırakırken gözleri oda
yı tarıyor. Eliyle salondaki çekyatı işaret ediyor. "Burası iyi, hem
kapıya da yakın. " Evin havasında ekşi bir koku var, uzun süre
.
kapalı kalmış olmanın havayı ekşiten kokusu. " Ö nceden uğrayıp
evi havalandırdım, ama bir süredir kullanılmıyordu," diyerek ye
niden pencereleri açmaya davranıyor Cüneyt. "Benim vazifem
şimdilik buraya kadar. Yakında seninle irtibata geçerler," dedik
ten sonra bir yükten kurtulup hafiflemişçesine duyduğu bir se
vinçle kapıyı çekip çıkarken, bu adamda insanın içini ağırlaştıran
bir şey olduğu geçiyor aklından; sokağa adım atar atmaz nere
deyse kendiliğinden gelen bir ihtiyaçla göğüs kafesini genişleten
derin bir soluk alıyor.
248
sını alamamış, tabancasındaki tüm kurşunları adamın ölüsüne bo
şaltmıştı. Hırsını hala alamadığını görünce, baba ile oğulun yer
de yan yana düşmüş cesetlerini sürüyerek ayn odalara taşımış,
odaların kapılarını da kapatmıştı . İnfaz sonrasında cinayet ma
hallinde oyalanmak, tabancasındaki bütün kurşunları boşaltmak
o güne kadar hiç yapmadığı bir şeydi. Dışarı çıktığında önünü ke
secek birine sıkabileceği tek kurşununun bile kalmadığını fark et
tiğinde, kendini düşürdüğü bu durumdan ürkmüştü. Büyük ha
taydı ama o gün şansı yaver gitmişti. Her şeyiyle tıpkı bu odaydı.
Belli belirsiz ürperdi, odanın kapısını çekip salona döndü.
249
sı gibi sıradan bir hesap kesmeydi sadece, lakin devletin bu işten
beklediği neydi? Ya da JEM yukarıdan habersiz kendi hesabına
göre bir iş görmüş olabilir miydi? Bunu belki de hiçbir zaman öğ
renemeyecek. Yalnızca dağların, dağdakilerin değil devletin de
kendi mağaraları, derin dehlizleri var, oralarda da kayboluyor
insan. Acaba bu iş büyürse ucu kendisine dokunur muydu? Ada
na'daki aşevinde masanın üstündeki gazetede gördüğü tetikçinin
yakalandığı haberini hatırlıyor. JEM köşeye sıkıştığında onu ate
şe atmaya kalkarsa ne yapacağına şimdiden karar vermesi gerek
tiğini düşünüyor. İçten içe hiddetleniyor, göğsüne yürüyen kin
dalgasıyla birlikte, "Yanan yalnız ben olmam, yanımda birkaç ki
şi daha götürürüm," diyor içinden. Gazetede dirisinin değil ölü
sünün fotoğrafını görürler ancak. Sonrasının bir önemi yok gö
zünde. Şu fani il.lemdeki şu fani bedeninin, ziyaretçisi olmayacak
bir mezara çoktan hazır olduğunu kalbinin en derin yerinde bi
liyor zaten. İliştiği çekyatın ucundan kalkıp önce eline geçirdiği
bir örtüyle duvardaki aynanın üstünü örtüyor. Ardından üstünde
yünü tiftiklenmiş haki rengi bir battaniyenin serili olduğu çekya
ta uzanıp başını yastığa koyuyor, gözlerini kapadığı anda nere
den çıktıysa birdenbire JEM 'de kademe atladığında imzaladığı bel
ge geliyor gözlerinin önüne: "22 kalibre Baretta marka, ucunda
susturucu takılmak üzere kılavuz açılmış tabanca, bir adet şar
jör, 22 kalibre tabancada kullanılmak üzere tadil edilmiş bir adet
susturucu, bir adet ham susturucu teslim aldım. Bilgilerinize arz
ederim. "
Tam tatlı bir uyuşukluk içinde kendinden geçiyorken, bir
denbire gözlerini nedensiz bir ürküntüyle açıp bakışlarını tavana
belli belirsiz bir kaygıyla dikiyor.
Bu sırada onu buraya kadar takip ederek yolun az ilerisinde
kaldırımın loş bir köşesinde sotalanan Kadir sigarasından son bir
nefes çekip yere attığı izmariti ayakkabısının burnuyla eziyor, bu
nu yaparken filmlerden öğrenilmiş bir pozu tekrarlar gibi kirli bir
gülümseme yayılıyor yüzüne.
Kısa bir süre şimdi ne yapması gerektiğine karar vermek için
250
olduğu yerde bekliyor, ardından kararlı adımlarla takip ettiği ada
mın birdenbire niye camiye girip çıktığını anlamak maksadıyla
yeniden camiye doğru yön değiştiriyor. Camideki yaşlı adama si
gara uzatıp, gönül alıcı sözlerle muhabbet açıyor, biraz önce ca
miye giren yabancı adamın ne istediğine, neler konuştuklarına iliş
kin ağız yokluyor. Gün boyu canı sıkılıp duran, konuşacak birini
buldu diye lafı uzatmanın yollarına bakan yaşlı adamdan pek bir
şey öğrenemeyeceğini anlayınca Cabbar ağbisinin yanına yolla
nıyor.
Adam caminin ibadete açık olup olmadığını sormuş. Eğer di
nibütün biriyse sabah namazına buraya gelebileceğini düşünüyor.
25 1
Yİ R M İ ALTI NCI BÖ L ÜM
HER ŞEY VE B İ R AN
2 52
görmeye çalışıyor. Sanki şafak sökmüyor da kirli bir aydınlık her
yere bulaşıyordu.
Evden çıkmadan banyoya girdi, önce boy abdesti aldı, ardın
dan ayak parmaklarının arasını her zamankinden daha özenli bir
dikkatle hilalledi. Temiz iç çamaşırı giydi. Buzdolabında kahval
tılık malzeme olduğunu görmüştü, namazdan döndüğünde iyi bir
kahvaltı yapmaya karar verdi. Kapıdan çıkarken sağ adımını "Bis
millahirrahmanirrahim," diye mırıldanarak atıp camiye yollandı.
Gün sökmemişti daha, etrafta her şey belli belirsiz gölgeler
içindeydi, ortalıkta dolanan bir-iki sokak kedisinin dışında hiçbir
hareket yoktu. Havada hafiften üşüten bir serinlik vardı, ama mem
leketinin sabahlarınınkine benzemeyen nemli bir serinlikti bu, de
niz yüzünden olmalı, diye geçirdi içinden. "Denizin suyu neden
tuzlu acaba," diye bir merak düştü içine.
25 3
biyi sabah namazı için camiye getiren iman kardeşliğinin huzu
ruyla tam yeniden önüne dönecekken her şey anlaşılmaz bir hız
la gelişti. Tabancanın horozunun kaldırılmasının sesi miydi ilk
duyduğu, ona mı öyle gelmişti, demeye kalmadan patlayan taban
canın sesiyle birlikte sırtına saplanan ilk kurşun . . . Adeta kendine
ait olmayan bir güçle düştüğü yerden dönüp doğrulmaya çalıştı
ğında ikincisi, yaklaşan adımların kafasına sıktığı üçüncüsünü
duyamadı, cansız bedeni seccadenin üstüne yığılıp kalmıştı.
Cesedi morgda bekletilirken bu haber bir-iki gün gazetelerde
giderek küçülerek yer alacak; başta Eğitmen olmak üzere herke
si şaşırtan ölümü bir süre zihinleri kurcalayacak, gerçek kimliği
acele örtbas edilip tahkikat konusunda gizlilik kararı alınacak ve
dosyası faili meçhullerin karanlık raflarına kaldırılacaktı.
Göktürk çok kısa bir an yaptığı işe inanmak ister gibi elinde
ki tabancanın namlusuna baktı, tabancayı beline yerleştirip al
nındaki teri sildi, ardından koşarak çıktı camiden, her şey sandı
ğından daha kolay olmuştu. Avludan çıktığında kimsenin kendi
sini görmemiş olmasını umarak yokuş aşağı delicesine koşmaya
başladı. Ana caddeye vardığında dizlerinde derman kesilinceye
kadar koşmayı sürdürmüş, sonrasında kaldırım kenarına ilişip öne
eğilmiş, iki elini bastırdığı dizlerinden kuvvet almaya çalışmıştı.
Soluk soluğaydı şimdi, yalnızca koşmaktan değil heyecandan da
ciğerleri patlayacak gibi olmuştu, damarlarında hızla akan kanın
gürültüsünü kulaklarının ta içinde duyuyordu neredeyse. Yavaş
yavaş soluğu bir düzene girip doğrulduğunda gövdesine artık baş
ka biri yerleşmiş gibi hissetti kendini. Dünkü kendiyle şimdiki ha
li aynı değildi sanki. Camiye girip çıkarken kimseyle karşılaşma
mıştı, kimse takip etmemişti onu, yol boyu ne ardından seslenen
biri olmuştu, ne de koşarken yanından geçen . . . Şanslıydı, koşar
ken ağbisi de yanında koşuyormuş gibi hissetmişti. Birden yük
sek sesle gülmeye, kahkahalar atmaya başladı. Her şey olup bit
mişti, bu kadardı işte ! Adam öldürmek kolaydı.
25 4
Dün gece yansı, öldürdüğü adamın kaldığı evi göstermeye
gelen Kadir' le birlikte apartmanın dibine geldiklerinde heyecan
lanmış, aklından geçeni yapamam sanmıştı, ama olmuştu, yap
mıştı. Cabbar ağbi parkta gördüğü bu adamın kaç sene önce mim
leyip göz hapsine aldıkları Kürt bakkalın o sırada evinde kalan
Kürt oğlanlardan biri olduğunu hatırladığını anlatmıştı, birkaç gün
boyunca takibe aldıkları bu oğlan olaylar alevlendiğinde birden
bire ortadan kaybolmuş, bir daha da onu gören olmamıştı. Şimdi
yeniden piyasaya çıktığına göre gene bir haltlar karıştırmaya gel
miş olmalıydı. Dernekte Cabbar ağbisi, Kadir ağbisi ve diğer iki
kişi gece boyu ne yapılması, nasıl yapılması gerektiğini konuşup
durmuşlardı kendi aralarında. Adamı takibe alacak, her hareketi
ni izleyeceklerdi. Belki de hiçbir şey yapmasına fırsat vermeden
bir an önce temizlemek lazımdı herifi! Bir kenara sinerek onları
sessizce ama can kulağıyla di�lemiş, her söylediklerini aklında
tutmaya çalışmıştı. Biliyordu, öğreneceği daha çok şey vardı. Ge
cenin bir vakti Kadir ağbisinden adamın kaldığı evi göstermesini
istediğinde ne yapacağını anlamışlar mıydı acaba? Her neyse, şim
di dönüp Cabbar ve Kadir ağbilerine adamı temizlediğini söyle
diğinde çok şaşıracaklardı.
255