You are on page 1of 256

Murathan Mungan

995 km
21 Nisan 1955 Istanbul doğumlu. Mardinli. Ankara Üniver­
sitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü'nü
bitirdi. İlkin çeşitli dergi ve gazetelerde yazıları ve şiirle­
riyle görünen yazarın ilk kitabı 1980'de yayımlanan Mah­
mud ile Yez ida dır. Daha çok şiirleri, hikayeleri, roman ve
'

oyunlarıyla tanınan Murathan Mungan aynı zamanda rad­


yo oyunu, film senaryosu, şarkı sözü yazdı. Çeşitli alanlara
dağılmış yirmi yıllık çalışmalarından yaptığı özel bir seç­
meyi Murathan '95 'te topladı. Dünya edebiyatından öykü­
leri, denemeleri bir araya getirdiği seçkiler hazırladı; çeşit­
li yazı ve denemelerini kitaplaştırdı. 2000 öncesinde çıkar­
dığı tüm şiir kitaplarını içeren 13+1 toplamından sonra 2002
yılında yedi öykünün yedi kitapçık olarak bir kutu içinde
yer aldığı 7 Mühür 'ü yayımladı. 2005'te, "ellinci yaşı" için
hazırlanmış özel bir basım olarak yayımlanan Elli Parça,
Mungan'ın kitap olarak yayımlanacak dosyalarından farklı
türlerde parçalar içeriyordu. Değişik kitaplarından seçtiği
şiir ve öykülerini Doğduğum Y üzyıla Veda, Doğu Sarayı, İs­
kambil Destesi gibi her biri ayrı bir bağlam gözetilerek ha­
zırlanmış seçkilerde topladı. Kürtçeye çevrilen şiirlerini bir
araya getiren Li Rojhilate Dile Mini Kalbimin Doğusunda
kitabı Türkçe-Kürtçe olarak çift dilde basıldı. Bir Dersim
Hikayesi, Merhaba Asker ve Kadınlar Arasında gibi çeşit­
li yazarların katkılanyla biçimlenen bağlamsal seçkiler ha­
zırladı. Metis Yayınları, yazarın kitaplaştırdığı bütün çalış­
maları bir külliyat olarak yayımlamaktadır.
Metis Yayınları
İpek Sokak 5, 34433 Beyoğlu, İstanbul
e-posta: info@ metiskitap.com
www.metiskitap.com
Yayınevi Sertifika No: 43544

Metis Edebiyat
995 km
Murathan Mungan

© Murathan Mungan, 2023


© Metis Yayınları, 2023

İlk Basım: Ekim 2023

Kapak Tasarımı: Utku Lomlu, 2023

Dizgi ve Baskı Öncesi Hazırlık: Metis Yayıncılık Ltd.


Baskı ve Cilt: Yaylacık Matbaacılık Ltd.
Fatih Sanayi Sitesi No: 12/197 Topkapı/İstanbul
Matbaa Sertifika No: 44865

ISBN-13: 978-605-316-293-3

Eserin bütünüyle ya da kısmen fotokopisinin çekilmesi, mekanik ya da elektro­


nik araçlarla çoğaltılması, kopyalanarak intemette ya da herhangi bir veri sak­
lama cihazında bulundurulması, 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'nun
hükümlerine aykırıdır ve hak sahiplerinin maddi ve manevi haklarının çiğnen­
mesi anlamına geldiği için suç oluşturmaktadır.
MURATHAN MUNGAN

995
km
Roman

rf) metis
İçindekiler

1
DAR SOKAKLAR 11

OTEL LOBİSİ 18

BİR TARLANIN KIYISINDA 20

BİRİNCİ OTOBÜS 24

HAMAM VE KAHVE 34

ANTEP SOKAKLARI 39

İKİNCİ OTOBÜS 46

EMANET BEDEN 58

MAHPES 67

SİNYAL MEVKİ 78

HOCA KAPISI 83

ECEL BEŞİGİ 93

ÜÇÜNCÜ OTOBÜS 110

GARİP BİR KARŞILAŞMA 123

KAN SOGUK KALP ATEŞ 135


II
UMUT'UN EVİNDEKİ GECE 151

İP ÜSTÜ BIÇAK SIRTI 172

MASANIN ETRAFI 179

MOTOSİKLET ARKASINDA 193

GÖKTÜRK 196

ROJDA'NIN D OSYASINDAKİLER 199

FİLİGRAN 215

SON DAKİKA 223

SELAMET ÇAY OCAGI 232

SU FARKI 243

HER ŞEY VE BİR AN 252


1
BİRİNCİ BÖLÜM

DAR SOKAKLAR

Sabah namazına uyandı. Beynindeki bir komut düğmesine basıl­


mış gibi tam saatinde. Uyanırken hep biri dokunmuş ya da ses­
lenmiş gibi birdenbire açılırdı gözleri, gene öyle oldu. Çocuklu­
ğundan beri hiç mahmurluk çekmeden birdenbire uyanır, gözle­
rini çabucak açardı. Uyku sersemliği nedir hiç bilmedi. Bu ne­
denle yüzünde yeni uyanmış bir insan ifadesi olmadı hiç. Dünya­
ya karşı hep uyanıktı. Uyanık ve diri.
Akşamdan ısıttığı su hayli ılımıştı, boy abdesti aldı; abdest
alırken ayaklarını uzun uzun yıkar, parmak aralarını özenle hilal­
lerdi. Bütün gövdeyi ayakta tutan, davasında ona yol aldıran ayak­
larının kıymetini, toprağa emniyetle basması gerektiğini bilirdi.
Tarik. Tarikat. Yol. Hepsi birdi.
Aceleci olmayan çabuk hareketlerle giyindi, önce sağ adımı­
nı atıp besmele çekip dua okuyarak çıktı evin kapısından. Yüzünde
dünyaya bir nebze daha selamet getirecek olduğunu bilmenin
inançlı, kararlı ifadesi vardı.
Henüz tam aydınlanmamış sabahın koyu kanatları altında kes­
me taşlı, yüksek, kalın duvarların gölgesinden giderek, birinden
diğerine kıvrılan daracık sokaklardan geçerek camiye vardı. Ca­
miye her varışında duyduğu o derin huzur onu bir kez daha dün­
yanın zincirlerinden kurtardı.
Huşu içinde sabah namazını kıldı. Namazı eda ederken bütün
benliğiyle varırdı secdeye, insanın o sırada başka şeyler düşün-

11
mesi, aklından başka şeyler geçirmesi halinde kılınan namazın
Allah katında kabul edilmeyeceğinin sıkı sıkıya tembihlendiği ço­
cukluk yıllarından bu yana namaz sırasında Allah'la arasına hiç­
bir şey girmez, her zaman derin bir vecd halinde kapanır secde­
ye . . . Gene öyle oldu. Bütün benliğini adeta secdede unutuyor, çev­
resindeki her şey büsbütün silini yor, kendini içinde bulunduğu za­
mandan bile azade hissediyordu. Ama böyle önemli, böyle seçil­
miş günlerin sabahında bu bütünleşme halinin tüm varlığını ku­
şattığını her zamankinden çok daha derin, çok daha güçlü biçim­
de hissediyor; bu yüzden her zaman tetikte yaşamış olan kendisi­
ni ancak namazda gafil avlayabileceklerini düşünüyor hep. . . Eğer
bir gün öldürülecekse bu namaz kılarken olacaktı, bunu varlığı­
nın en derin köşesinde saklı bir kader düğümüymüşçesine sezi­
yor, ya da bunun en iyi ölüm biçimi olduğuna inandığından böy­
le umuyordu.
Her zaman olduğu gibi bu sabah da gönlünü gene Allah dol­
duruyor, içini kamaştıran bütün duygular bir kez daha yapacağı
şeyin doğruluğuna inandırıyor onu.
Serinkanlıydı, ona verilmiş görevin ağırlığını omuzlarında,
sorumluluğunu kalbinde duyuyordu. Şu fani dünyada üstlendiği
görevin anlamının, öneminin farkındaydı. Serinkanlıydı, en önem­
lisi buydu. " İçin kaynasa da kanını serin tutmayı bileceksin," der­
di Hoca.
Namazdan sonra eve döndü, çayını içti, kamını doyurdu, gün
içinde fazla bir şey yemese de sıkı bir kahvaltı yapmadan hiçbir
işe başlamazdı. Yöredeki insanların çoğunun alışkanlığı olduğu
üzere çoğu günler içine bol soğan ve maydanoz kıyılmış ciğerle
kahvaltı eder, güne öyle başlardı. Her ciğerci içine sumak serp­
mezdi ama o sumağını, kırmızıbiberini bol koydururdu. Bugün
namazdan dönerken de sokak arasındaki ciğerciden ekmek arası
ciğer almıştı; diğer zamanlarda oracıkta oturur, sıvası dökülmüş
duvarlara, üzerine mutlaka birkaç sinek ölüsü yapışmış çıplak am­
pullerin ölgün ışığında daha yorgun görünen sabahın erkenci yüz­
lerine bakarak yerdi ciğer-ekmeğini, bugünse sardırıp paket yap-

12
tırın ıştı. Bütün gün tok tutardı ciğer, kolay acıktırmazdı, bir da­
mak zevkinden çok, çocuklukta edinilmiş bir yoksulluk bilgisiy­
di bu.
Evde planını bir kez daha gözden geçirdi, her şey yerli yerin­
de görünüyordu. Öteden beri edindiği bir alışkanlıkla kaldığı oda­
da ayna varsa uyumadan önce üstünü örterdi mutlaka. Aynanın
üstünden aldığı örtüyü katlayıp yerine koydu. En ufak bir pırıltı­
dan yoksun soğuk, delici gözleri yüzünün sır vermez duvarını gör­
dü aynadaki yansısında, ne zaman aynaya bakacak olsa kendine
güveni yenilenirdi, çünkü kimseye bir şey söylemeyen yüzlerdendi
onunki, belki de bu yüzden seçilmişti bu görev için, belki de Al­
lah bile bu okunaksız yüzü, bu ketum gözleri bunun için vermiş­
ti ona, dünyaya hiçbir şey söylemesin diye. Ona bakanlar bu yüz­
de hiçbir şey göremesin diye.
Berber aynalarından hatırlı yor yüzünü, yol üstündeki kimi vit­
rin camlarındaki yansımalardan . . . İnsan yüzlerine, aile fotoğraf­
larına uzun uzun baktığı Foto Kamer'in camekfuı ından. Eskiden
beri, Deliller Hanı'nın az ilerisindeki Foto Kamer'in vitrinine bak­
tığı her seferinde cama yansıyan suretiyle orada sergilenen fo­
toğraflardaki yüzleri karşılaştırır, kendi yüzünün sır vermezliğin­
den sevinç payı çıkarırdı. İnsanlara bakarken onları seyrettiğinin,
seyretmekle kalmayıp hafızasına kaydettiğinin bakışlarından an­
laşılmadığını biliyor. İçini tutumlu kullanmayı; düşündüğünü, his­
settiğini belli etmemeyi, niyetini sızdırmamayı nefsine hakim ol­
manın bir çeşidi gibi yaşamayı becermiş, adeta hayatta kalmanın
gereği olarak bedenine yerleştirmişti. Şimdi olduğu gibi, bir tek
kendine bakarken aynayı da, kendi yüzünü de delercesine keskin
gözlerle bakıyor. Yüzünü bir duvar olarak düşündüğü her sefe­
rinde aynı gurur kaplıyor içini, seviniyor mu, üzülüyor mu, yeri­
niyor mu, kahır mı çekiyor, kızgın mı, öfkeli mi, belli değil. Bi­
linmeyen, anlaşılmayan, tanınmayan, akılda kalmayan silik yüz­
lerden onunki . . . Aynca zamanla yüzünün ayazı sesine de inmiş­
ti, çelik gibi bir ses: sert, katı, soğuk . . . Dua ederken ya da namaz
kılarken nasıldı yüzü acaba? Dünyayla ilgili hemen her şey yü-

13
zünü bunca boşaltırken, n amaz sırasında rabbiyle kurduğu o de­
rin bağ yüzüne fazladan bir anlam katıyor muydu? Eğer katıyor­
sa bunu bir tek yüce Allah görüyor olmalıydı. Bu da ona yeterdi.
Her şeyi duyan Semi, her şeyi gören Basir, her şeyi bilen Habir
olan rabbi görüyordu onun dünyanın kirletmediği saklı yüzünü !
İ çini o kutlu anda ayan eden bu yüzü bir tek o görüyordu ! Ken­
dinde keşfettiği bu yeni bilgi kalbinin nurlu bir sevinçle dolması­
na yol açtı. Böylelikle bu sabah rabbiyle arasında kurulmuş bir
başka bağ daha olduğuna hükmederek gönendi.
Kalktı, ortalığı toplamaya başladı. Uzak akraba evi. Ömrü
de, gençliği de akraba evlerinde geçmişti, kendi evi olmadı hiç.
İ çlendiği zamanlar, "Allah'ın evi, benim evim," diye düşünürdü.
Kaldığı evlerde sabahları herkesten önce kalkar, yatağını toplar,
sessizce birkaç lokma atıştırır, neredeyse cinayet sonrası izlerini
ortadan kaldıran usta bir katil becerikliliğiyle gecenin, uykunun
ve bir gece öncesinin tüm kanıtlarını ortadan kaldırırdı. . . O ka­
dar ki, ertesi sabah sorulacak olsa kimse bir gece önce orada, o
odada birinin kalmış, o yatakta uyumuş olduğunu söyleyemezdi.
Hayatta olduğu gibi bu evlerde de fazla yer kaplamamayı öğren­
mişti; kendini silmeyi, varlığını evin en ufak köşesine sığacak
kadar geri çekerek fark edilmez olmayı. Kendinden hiçbir iz kal­
mamalıydı geriye. Bu dünya geçiciydi, bu dünya fanilerindi, bu
alem ahiret için bir tohum tarlasıydı sadece. Fazla konuşmadığı
için bir şey bilmiyor sanırlardı. Oysa suskunluğun görünmezlik
kazandıran gücünü daha çocukken keşfetmişti, sessizliğin arkası
en güvenli yerdi.
Ortalığı toparladıktan sonra tabancasını ceketine özenle yer­
leştirdi, her defasında yaptığı gibi emniyetini açıp kapadı, kur­
şunları tek tek sayarken namaz sonrası tesbihat eda edercesine hu­
şu içindeydi. Bu, onun için hem bir çeşit ayindi, hem de hiçbir şe­
yi rastlantıya bırakmak istemeyen takıntılı dünyasının ihtiyaç duy­
duğu güven tazelemenin bir gereği . . .
Sağlam ama usul, ağır adımlarla çıktı evden. Yandaki kom­
şuya uğrayıp kaldığı evin anahtarını teslim etti, akrabaları köyden

14
bu akşam döneceklerini söylemişlerdi, kendi de birazdan B itlis'e
doğru yola çıkacaktı. Komşunun sorusunu, "Celebin birine ya r­
dıma gidiyorum," diye yanıtladı.

Sokaklar hafiften hareketlenmeye başlamıştı. Bulunduğu her


yerde, her kalabalıkta varlığını alabildiğine geri çeker, kendisini
silerdi, bir süre sonra insanlar, sanki o orada yokmuş gibi konuş­
maya, davranmaya başlardı. B irçok kişinin saklısını, gizlisini böy­
le öğrendi. Kimseden hiçbir konuda yardım istemez, birilerinin
sonradan yüzüne çarpacağı, başına kakacağı, karşılığını isteyece­
ği büyük bir minnetin altına girmemeye özen gösterir, en yakın
akr abalarına bile gönül borcu duymakta n sakınırdı. Yıllar yılı kim­
selere yük olmamak, söz söyletmemek için her yerde alabildiği­
ne sildiği varlığı sonraları bulunduğu çeşitli mekanlarda da kim­
senin gözüne çarpmaz olmuştu . Suskunluğu, içe kapanıklığı, yü­
zünün hiçbir duygusunu dışarı taşırmayan bu kunt ifadesi, mer­
hametsizliğini bile gizlemeyi beceren silik bakışları içinde bu­
lunduğu duruma, üstlendiği göreve çok yardım ediyordu. Daha
sonraki yıllarda sıklıkla karşılaşacağı gibi, hemen herkes bulun­
duğu ortamlarda fark edilmek, dikkat çekmek, ağırlık koymak,
saygı görmek için gösterişli hareketler, yüksek sesli konuşmalar­
la varlığını alabildiğine öne sürerken, o tam tersine geri çekilir,
neredeyse görünmez olmayı başarırdı. Bu sayede yıllar yılı bu­
lunduğu her yerde, her toplulukta, herkes hakkında çok fazla bil­
gi toplamış, her şeyi, her ayrıntıyı bir bir aklında tutmuştu. Top­
layıp aklının bir kenarında istifl ediği tüm bilgiler gerektiği za­
manlarda, gereken yerlerde acımasızca kullanılmıştı, bundan son­
ra da kullanılacaktı. Yüreğinin derinliklerine kök salmış güçlü bir
intikam duygusu, kindar bir hafızası vardı; hemen dışa vurmayıp
dizginlemeyi becerdiği öfkesi sinsice kanına karışanlardandı. Ka­
nı kinle akardı. Daha çocukken yediği bir tokadın karşılığını on
beş yıl sonra sabah namazından dönen adamı çarşının ortasında­
ki çınarın dibinde tek kurşunla yere sererek verecekti. Manifatu­
racılar Çarşısı'nda kendi halinde bir esnaf ola n bu adamı kimin,

15
niye, niçin vurduğu hiçbir zaman anlaşılamadı. On beş yıl önce
attığı tokadı çoktan unutmuş olan adam da niçin vurulduğunu an­
lamadan gitmiş olmalı.
Onun içinse ilahi adalet yerini bulmuştu. Kulağı on beş yıl o
tokatla çınlamıştı. Kimsenin hayfı kimsede kalmamalıydı. İnti­
kam da imandı. " İntikam bir bekleme sanatıdır," diyorlardı, doğ­
ruydu, öyleydi. "Bu sanat benim sağ bileğimde altın bilezik," di­
ye geçirmişti içinden. Bütün yılların defterini tek tek tutmuştu. İn­
citici her sözün, küçümseyici her bakışın, yaralayıcı her davranı­
şın hesabı zamanı geldikçe teker teker sorulmuştu, daha da soru­
lacaktı. Herkesten her şeyin hesabını soracaktı. Gününü bekli­
yordu. Göğsü bu duygularla ve kendine duyduğu güvenle bir kez
daha gururla kabardı. Bu kez aynaya bakmaya gerek duymadı,
göğsünü kabartan gururun yüzüne vuracak kadar yukarı çıkma­
dığından emindi. Her şey içinde saklıydı.
"Zaman insandan sabır ister," derdi Hoca. "Sabır ateşte piş­
mektir." O da biliyordu: Her intikamın kıyamet günü vardı. Bu ve­
sileyle sabah sabah Hoca'yı bir kez daha anmış oldu. Hoca. O, Ci­
hadın Askerleri için molla, cemaatin ileri gelenleri için Şü ra üye­
si, ama onun yol göstericisi, kalp hocası olmuştu hep, "Kendi nef­
sine merhametsiz olmayanların yapacağı iş değil," diyerek nefsi­
ni terbiye etmede ona rehberlik etmişti bunca yıl. Zaten merha­
met tanıdığı bir duygu değildi, onun kendine bile merhameti yok­
tu. "Aklı yarım kullar bize Allah'ın emanetidir," diye öğretildi­
ğinden bir tek delilere karşı merhamete benzeyen bir duygu bes­
ler, onları Diyarbakır'ın daracık sokaklarında, güneşi kıt kfiçele­
rinde ortalarına alıp taciz edenleri, değnekle dürtenleri, üzerleri­
ne taş atanları çocukken de affetmez, o kişileri her fırsatını bul­
duğunda kendi yöntemleriyle cezalandırırdı. Biliyor, inanıyordu:
Delilik de kimsesizlikti.
Daracık sokaklardan geçerek, kendini çok fazla göstermeden
-öyle konuşulmuştu- doğruca otele yollandı. Ana caddeyi değil,
birbirine dolambaçlı yollarla bağlanan dar sokakları, gölgeli kfi­
çeleri, ara geçitleri kullandı. Bu güne hazırlanırken tedbir ama-

16
cıyla kaç gündür her gece başka bir evde kalarak-ö yle konuşul­
muştu- geriye dönük izlerini silmeye bakmıştı.
Otelin basamaklarının eşiğine vardığında içinden bir tek dua
olsun mırıldanmadı, peşinde olduğu şey bu dünyanın işiydi, rab­
bin kutlu sözlerini işe karıştırmamalıydı, yüzüne vuran tek bir an­
lam ı şığı bile, herhangi bir tanığın aklında kalabilecek güçlü bir
ayrıntıya yol açabilirdi. Gönlünün kapılarını dışarıya kilitledi, Al­
lah'ın sözleri içinde kaldı.

17
İ K İNCİ BÖLÜM

OTEL LOBİSİ

Otelin dış kapısına varan basamakları çıkarken kendini yeterince


sakin hissediyordu, önemli olan da buydu, daha öncekilerde de
böyle olmuştu, kendiyle kurduğu güven ilişkisi sahip olduğu o çe­
lik sertliğindeki sükunetten geliyordu. Diyarbakır Kalesi gibi sağ­
lam ve korunaklı kurmuştu içinin duvarlarını, asıl varlığı kalın sur­
ların ardına gizleniyor, ruhu hep gölgede kalıyordu. Bunun güve­
niyle her durumda sakin davranmayı beceriyordu.
Otelin camlı kapısına birkaç basamakla çıkılıyordu, o birkaç
basamağı çıktı, kapı otomatik bir işleyişle iki yana kayarak açıldı,
danışmaya vardı, gene aynı çocuk vardı bankoda, bu kötüydü, bir
gün önce de buradaydı ve kendisini görmüştü. İki gün üst üste da­
nışmada aynı kişiyle karşılaşmamak için dün bir zaman hesabı
yapmış, ertesi gün bu saatte danışmada aynı kişinin olmayacağı­
nı düşünmüştü. Bir başkası yerine bulunuyor, onun nöbetini tutu­
yor olmalıydı şu an karşısında duran delikanlı, ama artık yapacak
bir şey yoktu. Kaderin bilinmeyen, her an pusuda bekleyen, hesap
edilemeyen küçük işaretlerinden biri olmalıydı bu, ama hiç istifi­
ni bozmadı. Allah katında sükunetini sınamak için yapılan bir im­
tihan olabilirdi bu. Asıl büyük imtihansa henüz başlamamıştı.
"Saim B aran'ı arıyorum," diyor sakin, kuru bir sesle.
Danışmadaki çocuk, ilkin anahtar bölmesine bakarak odasın­
da olduğundan emin oldu, ardından dönüp telefona uzandı, son­
ra bir şey hatırlamış gibi yüzüne dikkatle baktı. Sen mi, siz mi di­
ye hitap etmesi gerektiğini bilemedi bir an.

18
"Siz dün de gelmiştiniz değil mi?"
"Evet, bugün gelmemi söyledi kendisi."
Telefon ederek ziyaretçisinin geldiğini bildirdi Saim B aran'a
çocuk. " İ sterseniz salonda bekleyin," diyecek oldu, önerisi geri
çevrildi. Burası iyiydi. Gözleriyle Agit'i aradı salonda, yoktu, ge­
cikmesi kötü olurdu.
Az sonra Saim Baran havı ağarmış kırmızı halıyla kaplanmış
merdiven basamaklarını iniyordu. Halı, pirinci yer yer soyulmuş
madeni çubuklarla zemine sabitlenmişti. Uzun boylu, yetmiş yaş­
larında olmasına karşın hala yakışıklı denebilecek, mağrur ve hey­
betli görünüşüyle hep "Koca Çınar" diye anılan Saim Baran, saç­
ları erken ağ ardığı için hiçbir zaman genç olmamış gibi gelirdi
onu tanıyanlara. Saim Baran'ın merdivenden indiğini gördüğün­
de ona yönelmiş, başındaki kasketi eline alıp, vücuduna hemen
saygılı, hürmetkar bir duruş vıt rmişti.
Birlikte salon ile danışma arasındaki cam bölmede duruyor,
ayaküstü konuşmaya başlıyorlar. Aradaki cam duvar nedeniyle o
sırada lobide oturan iki ki şi de, danışmadaki çocuk da ne konuş­
tuklarını duymamışlardı.
Bir ara S aim Baran'ın salondaki koltuklan göstererek, "otu­
ralım mı?" anlamına gelen bir el işareti yaptığını görüyor danış­
madaki çocuk. Bu fikri tartar gibi bir an duralıyorlar. O ara çalan
telefona cevap vermek için sırtını dönen çocuk yeniden onlara
döndüğünde dikkat çekici bir durum çarpmıyor gözüne. Biraz da­
ha ayaküstü konuştuktan sonra cam bölmeyi açıp yeniden danış­
manın önüne geliyorlar, demek dışarı çıkmaya karar vermişler!
Saim Baran oda anahtarını bankoya bırakıyor, yüzünde her za­
manki aydınlık gülüşü ve kelimeleri köpürten gür sesiyle, " Öğle­
ne döneceğim, arayanlar olursa," diyor.
Daha sonra bütün bu ayrıntıları, ilkin polislerin sonra gazete­
cilerin ısrarlı soruları karşısında defalarca hatırlayacaktı danış­
madaki çocuk. Bütün hatırladıkl arı bu kadardı.

19
ÜÇÜNCÜ B Ö L Ü M

BİR TARLANIN KIYISINDA

Birlikte çıktılar otelden, merdivenlerin basamaklarını inerken Sa­


im Baran' dan önce davrandı: "Korumalara gerek var mıdır ağam?"
Saim Baran bir an durdu, koruma fi krinden zaten hoşlanmıyordu,
kendi memleketinin sokaklarına korumalarla çıkmak ağırına gi­
diyor, uğruna kırk yıldır mücadele verdiği bu topraklar üzerinde
korumalarla gezdikçe kendini aşağılanmış hissediyordu. Kısa bir
süre daha durup sanki sorunun karşılığı orada gizliymişçesine gö­
ğe baktı, havayı kokladı. "Bilir misin, tabiatta baharın kokusunu
alan ilk canlı kekliktir," dedi. Yüz ünün bir yanında seğirmeye ben­
zer yarım bir gülümsemeyle, "Buralarda keklikleri çok vuruyor­
lar ağam," diye karşılık verdi. Saim Baran iki elini artık harekete
geçmeleri gerektiğini belirtircesine iki dizinin yanlarına vurur gi­
bi yapıp, "Çok mu uzak bu gideceğimiz yer?" diye sordu.
"Yirmi dakikalık yol, bir şey değil. " Güven verici olmak için
yüzüne belli belirsiz bir gülümseme yerleştirdi, "Ben de boş de­
ğilim ha," dedi. "Merak etmeyesin ağam, korurum seni."
Agit'in niye otele gelmediği aklına takılmışsa da pek üstün­
de durmadı Saim B aran. Belki önden bu adamı gönderip onları
buluşma yerinde bekliyor olabilirdi. B aharı haber veren temiz ha­
vayı bir kez daha içine çekerek, "O halde gidelim, boş ver," dedi.
"Bak bahar yüzünü erken göstermiş bu yıl, baharı bekletmeye­
lim."
Saim Baran arabaya binmeye ikna olduğuna göre, Agit'i daha
fazla beklemenin gereği kalmadığını düşündü. Arabaya bindiler.

20
Ö nde oturuyordu, güneşin yüzüne vurmasını bahane ederek ön
cam üzerindeki siperliği tamamen indirmiş, yüzünü sakınmıştı.
Binmede n önce, "Arabayı istersen ben kullanayım, sen yo­
rulmayasın," dediğinde Saim Baran'ın araba kullanmayı çok sev­
diğini, bu y üzden sık sık şoförünü atlattığını, direksiyonu ona bı­
rakmayacağını iyi biliyor; onun hakkında yeterince bilgilendiril­
mişti.
Beklediği gibi, "Direksiyonu kimseye kaptırmam oğul," dedi
Saim Baran her zamanki gür kahk ahasıyla. "Hiçbir konuda kap­
tırmam ! " Gü lüştüler. Gene arka sokakları kullana rak, Diyarbakır
dışına çıktılar. Aydınlık, güneşli bir gündü. Yolu tarif etmeye baş­
ladı, "Buradan sağa döneceksin ağam, buradan sola." Anayoldan
ayrılmış, tarlalar arasındaki dar toprak yollara sapmışlardı, kimi
yerlerde erken boy vermiş gür eki nler görüş alanını iyice daraltı­
yor, bu da araba kullanmayı <? ldukça güçleştiriyordu. Son unda,
ufukta ancak derme çatma birkaç evin görüldüğü bir açıklığa çık­
tıklarında, " İ şte burasıdır," dedi, o kadar sakınmasına karşın ge­
ne de sesi belli belirsiz titremişti.
B irlikte indiler arabadan. S aim Baran çevresine bakınarak,
.
"Burası neresidir? Burada mı buluşacağız?" dedi şaşkınlıkla, ara­
badan biraz uzaklaşarak. Ellerini arkaya götürüp beline koymuş­
tu.
Ardında kalmaya özen göstererek belirsiz bir hareketle, " İ şte
burasıdır," diye tekrarladı, eli ceketinin içine gitmişti.
"Burası neresi?" dedi Saim B aran, anlamamış gözlerle karşı­
sında uzanan tarlalara bakarak.
"Yolun sonu Saim Baran," dedi. Katılaşmış sesine o acıma­
sız çelik soğuğu inmişti artık.
Saim Baran şaşkınlıkla yüzünü ona döndüğünde, kendisine
doğrultulmuş tabancayı gördü bir an, yüzü boşaldı, hiçbir şeyi
kavrayamayacak kadar kısa bir andı, ardından üstüne sıkılan üç
kurşunla topr ağa düştü.
Yetmiş yıllık koca çınar birkaç saniye içinde devrilmişti.
Kürt halkı için ömrünü adadığı onca yıllık mücadelesi, Di-

21
yarbakır dışındaki bir tarlanın kıyısında, başına, boynuna ve göğ­
süne sıkılan üç kurşunla son buldu.
Yerde cansız yatan Saim B aran'ın başına gelip baktı. Ateş
ederken içinden saymıştı: "Allah'ın hakkı üçtür." Bugüne kadar
devlet adına yaptığı infazlarda kurbanlarının üzerinden üç kurşun
çıkmıştı.
Ö lüyü ve arabayı orada bırakarak hızla ekinlerin arasına dal­
dı, başak yüklü dolgun ekinler yürümesini güçleştiriyorsa da ola­
bildiğince çevik hareket ediyordu, beş dakika kadar sonra ikinci
bir açıklığa çıktı. Yol kenarında külüstür görünüşlü 1957 model
bir Chevrolet çalışır halde kendisini bekliyordu. Her şeyi tek ham­
lede halletmenin kolaycılığına kaçan istihbarat birimlerinin giz­
lilik, kamuflaj , izleri örtmek konusunda yeterince dikkat göster­
mediklerini düşünüyordu. Belki de kendilerine duydukları aşırı
güvenin umursamazlığındandı bu. Başka olaylarda da yeterince
tedbirli davranmadıklarını görmüştü, onunsa beklenmedik ihti­
maller için hep yedek tedbirlere ihtiyacı vardı. Ekip, Saim Baran
vurulduktan sonra kararlaştırdıkları buluşma noktasına beyaz To­
ros' la gelmeye kalkışmış, o ise eski model bir araba olmasını öner­
mişti. Sayılan eskisine göre azalmış olsa da hala Diyarbakır-Mar­
din yolunda çalışan, yıllardır kanıksanmış şu eski zaman arabala­
rına kim se fazladan di kkat göstermezdi . Oysa beyaz Toros demek,
apaçık polis demekti artık, her şey bir çift gözün şahitliğine ba­
kardı. Bu konudaki ısrarına mana veremeyen dediğim dedikçi ope­
rasyon amirine kalsa gene Toros'la geleceklerdi ama Eğitmen ona
hak vermiş, hemen bi r Chevrolet buldurmuştu. Soluk soluğa ara­
banın yanına vardığında, kapıyı açan içeridekiler, "Haydi çabuk
ol," diye seslendiler. "Otobüsün kalkacak ! " Arabaya binerken on­
lara, "Tamamdır," dedi. İnfaz silahını ön koltukta oturan operas­
yon amirine teslim ettiği sırada amir de onun kucağına otobüste
baş üstü rafına sığacak boyutta küçük bir çanta verdi. " İçinde te­
mi z çamaşır, ıvır zıvır var, yolcu çantasız olmaz, dikkat çeker,"
d edikten sonra ceketinin iç cebinden çıkardığı bileti uzattı. "Al,
bu da biletin." B iletini alırken sorduğu "Koridor tarafı mı?" soru-

22
suna operasyon amiri yüzünü ekşiten bir ifadeyle karşılık ver­
mekle yetindi. "Zaten biliyorsundur ya, gene de güzergah bilgisi
geçelim sana," diyerek kaldığı yerden sürdürdü: "Yolda dört kon­
trol noktası, iki mola yeri var. Diyarbakır çıkışı Pirinçlik Nato Üs­
sü'nün oradaki nöbetçiler bazen durduruyorlar, belli olmuyor. Mo­
lanın ilki Siverek-Urfa arasında, diğeri de Urfa ile Antep arasın­
da. Otobüs Urfa'da garaja girer, doluysa on beş dakikadan fazla
kalmaz, değilse yolcu almak için yarım saat kadar bekler. Hesap­
ta olmayan bir durumla karşılaşırsan jandarma bölgesine geçme­
ye bak, polis istese de oradan adam alamaz. Jandarma bölge siyle
polis bölgesi arasındaki yetki çekişmeleri meselesini biliyorsun,
zaten onun için bu temiz yoldan yönlendiriyoruz seni." Başını sal­
lamakla yetindi. Sabahtan beri kafasını kurcalayan konuyu açmak
istedi, sesinde soru tonuyla, "Tilki Agit gelmedi," dedi. "Bilmi­
yoruz, sorarız," dediler. Sonrasında hiç konuşmadılar. Arabada
onun dışında herkes sigara i Çiyordu. Camı aralattı. Tilki Agit'e
ilişkin belirsizlik kafasını kurcalamaya devam etti.

Tam yirmi dakika sonra, Diyarbakır'dan Antep'e yol alan bir


otobüsün içinde cam kenarında sessiz sedasız oturuyor, pencere­
den dışarıya bakıyordu. Ona şöyle bir bakan kişi sessiz, kendi ha­
linde, sıradan bir köylü derdi onun için, mazlum bir köylü, fele­
ğin sillesini yemiş, ezik, gariban bir adam ! Ertesi gün bütün ga­
zetelere manşet olacak gazeteci-yazar Saim Baran'ın faili meçhul
bir cinayete kurban gittiği haberinin başoyuncusu olduğu, olabi­
leceği o an ona bakan kimsenin aklının ucundan bile geçmezdi.
Cinayet mahallinden hızla uzaklaşıyordu.
Her şey kararlaştırıldığı gibi olmuştu.
"Rabbim, şükürler olsun ki 4 l 'i tamam ettim," dedi içinden.
"4 1 kere maşallah ! " Saim Baran, nihai davası uğruna öldürdüğü
4 1 . kişiydi. "Rabbim 99 adını nasip et bana," dedi. "Şehadet şer­
beti içene kadar Hak yoluna 99 kurban vereyim ! "

23
D Ö RDÜNCÜ BÖLÜ M

BİRİNCİ OTOBÜS

Otobüs yolculuklarında yanında oturan kişilerin çok konuşma­


sından hoşlanmazdı. Bu yanındakinin de çenebaz çıkmamasını di­
ledi. Otobüs hareket ettikten bir süre sonra, muavinin cırtlak se­
sinden şiveli bir Türkçe, ağdalı, yapay bir tonla bilinen açıklama-
l arı dinlediler: "Sayın yolcular. . . karayoluna çıkmış bulunuyoruz. . .
kaptanınız ve ben muavininiz . . . "
K imse dinlemiyordu aslında, ama yine de bu sesin, tekin ol­
mayan bu sessizliği bir yerinden yırtıvermesi bir tür güven yara­
tıyor, her şeyin yolunda olduğu duygusu uyandırıyordu yolcular­
da. Sonunda "hayırlı yolculuklarla", "işlerinizde başarılar" dile­
nen konuşma bitti. Mırıltı halinde birkaç "Bismillahirrahmanir­
rahim" yükseldi çeşitli koltuklara dağılmış insanların bezgin du­
daklarından.
İçine gömülmüş, kayıtsızca pencereden dışarı bakıyor, hiçbir
şey düşünmemeye, hele bugün olanları aklına getirmemeye çalı­
şıyordu. Ne zaman bir yola çıksa Seyyid Kutub 'un Yoldaki İşa­
retler kitabı düşer aklına. Cemaate katıldığında zorlana zorlana
okuduğu ilk kitaplardandı. O gün bugündür gözleri İ slam uğruna
çıktığı her yolda işaretler arar. Oysa pencereden görülen dünya
çöl kadar boş görünüyor gözüne. Arada bir gökyüzüne bakıyor,
daha bir-iki saat önce öldürdüğü Saim Baran'ın ruhu hala bir yer­
lere yükseliyor olabilir miydi ! Çabucak kafasından kovalıyor bu
düşünceyi. Dünyayı gördüğü kadarına azaltıp yalınlaştırıyor. Ağaç

24
ağaca, toprak toprağa, bulut yalnızca buluta benziyor şimdi. Hiç­
bir şey olmadı bugün. O hiçbir şey bilmiyor. Olanlar da geçip gi­
decek zaten.
"Haberim yok," diyor. Çocukluğundan beri her yerde her za­
man olan biten hakkında bir şey sorulduğunda öyle derdi : "Ha­
berim yok." Bir şey olduğunda, büyükler tarafından önemsenmek
isteyen çocuklar gördüklerini yanaklarını şişire şişire heyecanla
anlatırlarken o, "haberim yok," derdi her seferinde. Şimdi gene
öyle diyor. Hiçbir şeyden haberinin olmaması iyi bir şey. İnsan
orada gizlenebilir. Suskunluğun, sessizliğin en güvenli yer oldu­
ğunu daha çocukken öğrenmemiş miydi !

Arada bir başını y asladığı camın sarsıntıları sanki kafasının


içindeki düşünceleri de çalkalıyor, birbirinden ko puk imgeler dü­
şüyor gözlerinin önüne.
Az sonra manzaradan koparak dikkatini otobüsün içindekile­
re veriyor. Kayıtsız, sakin gözlerle bakıyor çevresine. Arada bir
yükselen çocuk ağlamaları dışında pek ses yok, kimse kimseyle
konuşmuyor, bir nedenle bakışları karşılaşan yolcular gözlerini
kaçırıyorlar birbirlerinden. Havaya sinmiş korku ve güvensizlik
elle tutulacak kadar katı, somut. Sanki herkes kendisi kadar şüp­
heli ya da sanki onun yerine korkuyorlar. Muavin kolonya servi­
si yaparken, şoför de radyoyu açıyor, arsızcasına neşeli gevrek
ağız söylenen bir türkü dolduruyor otobüsün içini. Bulundukları
ortamın havasına hiç yakışmayan bu kıvrak türkü, herkesin bir­
likte tuttuğu bu adı konmamış ortak mateme sanki saygısızlık edi­
yormuş gibi bir his uyandırmış olmalı ki şoför de radyoyu kapa­
tıp bir kaset koyuyor, baygın ve mütevekkil bir erkek sesinin ağ­
lamaklı arabesk şarkısı dolduruyor bu kez otobüsün içini. Pence­
reden görünen kül rengi manzaraya, ortama hakim olan kasvetli
havaya daha uygun düş üyor sanki bu müzik. Sabahki güneşli ba­
har havası çoktan gitmiş, yağmur yüklü şişkin bulutların kurşuni
karanlığı sarmaya başlamış gökyüzünü. Bu yollarda pek çok kez
gidip gelmiş, her seferinde de fazlasıyla dikkatli olmasını gerek-

25
tiren nedenleri olmuştu. Sırtında hep o aynı belli belirsiz ürperti,
her dönemecin sonunda kurulabilecek bir pusuya karşı içinde te­
tikte bekleyen aynı hazırlık duygusu, her yabancı yüzde ihanetin
karanlık maskesinin düşeceği anı beklemenin gerilimi . . . Bu yüz­
den geçmişe ait çok diri, canlı resimler kalmış gözlerinde. Hadi
kendisinin bu çeşit duygular için fazlasıyla nedeni vardı, ya oto­
büsteki diğerlerinin? Etrafa, ölmeden önce son bir defa dünyaya
bakar gibi bakıyor bütün bu insanlar. O kadar tetikteler, o kadar
kaygılı görünüyorlar! Bu ürkek, bu güvensiz kalabalık içinde her­
kes, her şey gizlenip saklanabilirdi, nitekim yaşadıklarına, bil­
diklerine bakılacak olursa saklanıyordu da . . . Korkunun kundağı
sarmış her şeyi, gökyüzünü bile içine alacak kadar genişlemiş olan
korkunun karanlık kundağı. . . "Herkesin birbirinin avı olduğu za­
manlardan geçiyoruz," diyorlardı etrafta, sahiden de öyleydi.
Bir kez daha yanlarından geçen otobüse takılıyor gözleri. Yol­
da birbirlerini birkaç kez sollamışlardı, aşağı yukarı aynı saatler­
de kalkan, rakip firmanın otobüslerinden biriydi bu ve kendisini
izlemek üzere görevlendirilmiş birinin o otobüse yerleştirilmiş ol­
duğundan neredeyse emindi. Otobüs tam yanlarından geçerken
dikkatle bir kez daha içindekilerin yüzlerine bakıyor. O otobüste
yolculuk edenlerden görebildiklerinin hepsinin yüzünü ezberle­
mişti şimdiden. Bir süre burun farkıyla aynı hizada seyrettikten
sonra, diğer otobüs öne geçip gitti, geçerken nispet verir gibi ha­
valı kornasını çaldı. Nasıl olsa ileride bir yerde yeniden yakalar­
lardı. Derin bir korunma ve dinlenme ihtiyacıyla neredeyse tü­
müyle boşalttığı kafası bir süre sonra yeniden canlandığında, an­
sızın şimşek aydınlığında bir düşünce belirdi: Bu otobüsün için­
de de biri olmalıydı, bunun eski ama sağlam bir takip yöntemi ol­
duğu söylenirdi, izleyeni de izleterek her şeyi sağlama alıyor, hiç­
bir şeyi şansa ya da rastlantıya bırakmak istemiyorlardı. Bu ko­
nuda söylenenlerden aklında kalanları kafasında bir düzene koy­
maya çalıştı: Otobüsün içindeki kişi onu iz leyen tek takipçi oldu­
ğunu zannediyor, diğer otobüsün içindeki bir üçüncü kişinin de
kendisini izlemek üzere görevlendirildiğini bilmiyor olabilirdi.

26
Böyle birinin varlığından kuşkulanıyorsa bile, izleyenin kim ol­
duğunu bilmemesi kuvvetle muhtemeldi. Kendi üstüne kapanan
böylesi zincirleme bir döngü, her seferinde uygulamaya konma­
sa bile, bunun ilgili taraflarca bir yöntem olarak bilinmesi caydı­
rıcı olmaya yetiyor, herkes bir diğeri varmış gibi davranınca ge­
reken emniyet kendiliğinden sağlanıyordu. Kafasının yeniden ça­
lışmaya başlamasıyla birlikte duyarlılığı keskinleşti ve adeta hay-
. vani bir içgüdüyle ansızın ensesinde yakıcı bir şey hissetti. Bu du­
rum şu anda kendine bakan gözlerin varlığına işaretti ! Demek ar­
ka koltuklarda bir yerde oturuyordu. Başını hiç çevirmeden bir sü­
re bekledikten, ensesindeki ateşin sebebi olan gözlerin sahibinin
yerini üç aşağı beş yukarı kestirmeye çalıştıktan sonra birdenbire
hızla dönüp ardına baktı, baktığı yerdeki kişi yakalanmış gibi ay­
nı hızl a çevirdi başını. "Demek sensin," dedi içinden. "O, sensin ! "
İçindeki hayvan uyanmıştı biı: kez. Göz göze değince, bunca hız­
la kaçırılan bakışlar bir suça işaretti. Diğerinin varlığını ve yerini
keşfetmek içini rahatlattı. Tehlikenin yerini bilmek böyle birinin
hiç olmamasından daha güven vericiydi. Denetlenebilir olan, be­
lirsiz olandan daha iyiydi. Şimdi ardına taktıklarının hangi taraf­
tan olduğunu anlamaya gelmişti sıra, bunu anlamak her zaman
mümkün olmuyordu. Peşine takılan birinin polis, istihbarat ajanı,
dağdakilerden emir alanlardan, hatta Cihadın Askerleri' nden bile
çıkma ihtimali her zaman vardı. Ö zellikle son yıllarda her şey iyi­
ce bir buzlu cam ardına çekilmeye başlamıştı. Çoğu kez yalnızca
gölgelere ateş ediyordunuz. Emniyetten de olabilirdi, diğer ör­
gütlerin birinden de . . . Bazen her ikisinden de. Ö rgütü emniyet
için, emniyeti örgüt için kullananlardan da . .. Gizliliği korumak
söz konusu olduğunda, her kuşkuyu ölümle çözmek her geçen gün
daha da farz oluyordu. Çoğu zaman ölümün kesinliğinden başka
bir çare kalmıyordu kapana kısılan, köşeye sıkıştırılan kişiye. Bu­
nun için bu kadar çok kişi gereksiz yere ölüyordu, gene de böyle
bulanık durumlarda tehlikeyi bertaraf etmenin herkes için en kes­
tirme, en güvenilir yolu ortadan kaldırm aktı. Tıpkı kediler gibi,
kıpırdayan her şeyi bir hamlede kımıldamaz edeceksin !

27
Otobüs sarsıntı larla ilerlerken, insanlar biraz daha rahatlamış,
gerilimlerini biraz olsun atmış, birbirleriyle konuşmaya başla­
mışlardı. Ön sıralarda asker oldukları tıraşlarından anlaşılan iki­
üç genç tedirgin bakışlarla sürekli çevreyi kolluyor, belli ki sa­
bırsız gözlerle kilometre sayıyorlardı. Tezkere almış erler miydi,
yoksa izne gidenler mi? Paraları otobüs yolculuğundan fazlasına
yetmeyen fakir ail e çocuklarıydı, belli. Otobüsün önü her an dağ­
dakiler tarafından kesilebilir, onlar tarafından düşman askeri sa­
yıldıkları için esir alınabilir ya da öldürülebilirlerdi.
Pencereden görünen külrengi bulut parçalarıyla beneklenen
gökyüzüne, alabildiğine uzayıp giden çorak topraklara hiçbir şey
hissetmeyen boş gözlerle bakıyor bir süre.
İ lk mola yerine vardıklarında otobüsten indi. Gövdesini, san­
ki çok uyuşmuş gibi abartılı sayılabilecek hareketlerle esnetti. Bi­
len gözler içindi bu numaralar, fizik yapısı nasıl olursa olsun eği­
tilmiş beden, duruşundan, yürüyüşünden, kaslarının küçük devi­
nimlerinden bile kendini ele verirdi. Böyle zamanlar için yede­
ğinde, ona bakan gözlerde hamlaşmış, hantal biriymiş izlenimi
uyandıracak, süklüm püklüm görünüşlü adam halleri bulundu­
rurdu; iner inmez o pozları takındı, hemen altına bir iskemle çe­
kip çay söyledi, ağız yakacak sıcaklıkta iki bardak şekersiz çayı
neredeyse soluk almadan ardı ardına içti. Sıcak bardağı bütün avu­
cuyla kavradı, hep böyle yapardı, ta çocuklukta edinilmiş bir güç
gösterisiydi bu, onun için ateşi tutmak demekti. Çay bardağını ka­
dınlar gibi parmak uçlarıyla bardak ağzından değil, bütün avu­
cunda tutacaksın. Böyle öğretmişlerdi. Çocukluğu boyunca bu­
nunla sinsice övünmüş, bunu beceremeyenleri utandırmıştı. Bun­
dan vazgeçemezdi. Nihat Astsubay'ın bir hareketini hatırladı. O,
baskın öncesi erketede beklerken sigaranın korunu avucunun için­
de tutardı karanlıkta ışımasın, ışıyıp da yerini belli etmesin diye.
Nedense bazı ayrıntılar insanın aklında diğerlerinden daha fazla
kalıyordu. Hafifçe dönüp göz ucuyla adama baktı, oralı değilmiş
gibi oturuyordu, belli ki bir açık daha vermemek için temkinli dav­
ranmaya çalışıyordu, onun hangi tarafın adamı olduğunu çıkara-

28
madı, tarafsız gözlerle bakıldığında başarılı bir gizlenme sayıla­
bilirdi. Şu an sıradan, kendi halinde bir köylü gibi görünüyordu,
yani tıpkı kendisi gibi . . . Kalktı, ağır adımlarla helaya doğru gitti,
helanın çevresinde kuşkulu bakışlarla şöyle bir dolandı, sanki giz­
li bir niyeti varmış da belli etmek istemiyormuş gibi çevreye ka­
çamak bakışlar attı; amacı adamı işkillendirerek ardı sıra helaya
çekmekti. Helaya girdikten sonra bölmeleri tek tek gözden geçir­
di, kimse yoktu, otobüsten iner inmez gelenler işlerini görüp git­
mişlerdi. Bölmelerden birinin havalandırma amaçlı yapılmış tah­
ta aralığından mola yerinden helaya gelen eğimli yol görünüyor­
du. Bu iyiydi, içeri girip kapıyı kapattı ve gözü havalandırma ara­
lığında beklemeye başladı. Otobüslerin durdukları bütün mola yer­
lerinde olduğu gibi keskin, ekşi kokuların soluk almayı güçleş­
tirdiği, kötü kullanılan pis helalardan biriydi bu. Suları doğru düz­
gün akmıyordu, dışarıda üzerlerinde sinek ölüleri yüzen su dolu
kovalar duruyordu. Yanılmamıştı, beklediğine değmişti, onun he­
lada fazla kaldığını görünce kuşkulanmış, yerinden kalkmış, sa­
kin görünmeye çalışan adımlarla helaya doğru geliyordu adam.
Bekledi, içeri girdiği ve çevresine kuşkulu gözlerle bakındığı an­
da saklandığı bölmeden fırlar gibi dışarı çıktı, dosdoğru ona yö­
nelerek, "Essel amu aleykum," dedi. Adam bu hızlı ve ani hareket
karşısında ilk şaşkınlığını atlattıktan sonra kendini toparlayarak,
"Aleykümselam," diye karşılık verdi. Sorgucu polis Çopur'un ani
hareketlerle ilgili sözleri aklının bir kenarındaydı: "Hiç bekleme­
diği anda yüzüne şiddetli bir biçimde vuracaksın, bir anda gelen
darbe karşısında net düşünemezler, boşluğa düşerler, işte onlar
düşerken sen havada yakalayacak sın, anladın mı?"
Adam bölmelerden birine girmedi, bu iş için ayrılmış, tek ba­
samaklı bir sekiye çıkıp, çimento sıvalı duvara işemeye başladı.
Lavaboda ellerini yıkarken, işemekte olan ya da işer gibi ya­
pan adamı aynadan göz ucuyla izliyordu. Sessizliği fazla uzat­
madan, "Ne biçim Müslümansın sen?" dedi. ( İkinci darbe.) Diğe­
ri afallamış, omuzunun üzerinden dönüp ona baktı. Ne diyeceği­
ni bilemeden öylece bakakalmıştı.

29
"Böyle cenabet bir yerde yaradanın ne adı anılır, ne de onun
selamı alınıp veril ir," dedi. "Bütü n hakiki Müslümanlar bilir bu­
nu. Sen bilmez misin? Hem ayakta işediğine göre. . . bilmemen
normal tabii ! "
Ö ğreneceğini öğrenmişti. Bu adam Cihadın Askerleri'nden
olamazdı, ke ndisine köylü süsü vermiş beceriksiz bir polisti bes­
belli. Hem aleykfimüsselam diyeceğine, aleykümselam demişti.
Türk olmalıydı. Ramazanda oruç tutmanın, cumaları namaza git­
menin Müslüman olmaya yeteceğini düşünen gafillerdendi. Gü­
ya Müslüman diye geziyorlardı ortalıkta bunlar. Bilmiyorlar ki as­
lında hepsi mahşer gününün kabir ahalisidir. Hoca'nın dediği gi­
bi, "Dua öğrense bile göğsünün kafesinde onu üfleyecek nefes bu­
lamaz böylesi. Kuran okumuşsa bile kalbine işlememiştir." Her
zaman midesini bulandırmıştı böyle insanlar. Kafirlerle araların­
da yalnızca bir derece fark vardı, iki d eğil !
Musluğu kapattı, ellerini cebinden çıkardığı mendiline kuru­
larken adamın yüzüne küçümseyici bir gülümseyişle bakıp çıktı.
Çıktığı anda derin bir pişmanlık yokladı içini, kendine öfke­
si kabardı. Adama hakiki Müslümanlık hakkında ders vermesi ge­
reksizdi, içinin gizlisinde bekleyen sinsi kibrine yenilmiş, bu po­
lis müsveddesine haddini bildirmek isterken bir daha aynı hatayı
yapmamasını sağlayacak bilgiyi istemeden vermişti. Bu, onun ola­
ğan koşullarda yapacağı bir şey değildi; demek ki nefsini yete­
rince terbiye etmemişti. Alacağını aldıktan, öğreneceğini öğren­
dikten sonra sessizce çıkıp gitmesin i bilmeliydi. Yapması gere­
ken buydu ! Kendinden hoşnutsuz olduğu zamanlarda ağzının içi
acılaşırdı, gene öyle oldu. Batman'daki toy günlerinde rakip bel­
ledikleri diğer İ slami gruplardan kişilere rastladıklarında, "Esse­
lamu aleykfim" yerine, "Allah'ın ölümü üzerine olsun" anlamın­
da "Saaleykfim" dedikleri aklına geldi. "Hazır ağzın gevşemişken
bu bilgiyi de verseydin bari dar'ül harb 'in polisine," diye içinden
azarladı kendini.
Kalkmak üzere olan otobüsteki yerini almış pencereden dışa­
rı bakarken, helada gereğinden fazla kalmış olan diğeri, bir yan-

30
dan pantolonunun önünü kapatmaya uğraşarak otobüse doğru se­
ğirtiyordu. Onun şu gülünç haline gülümsemedi bile.
Sıra şimdi diğer otobüsteki takipçisinin kim olduğunun keş­
findeydi.

Otobüsün içinde yeniden dolaşan ucuz kolonya kokusu, di­


rilmiş yolcuların yeniden alevlenen konuşmaları, nedense artık
çalınabileceğine karar verilmiş arsız şarkılar. . . Tehlike bile ondan
uzaklaşmıştı sanki. Saim Baran'ın ölüsü çok uzaklarda kalmış, iş­
lediği cinayetin izleri şimdiden sonsuza dek silinmişti. Kimse onu
bulamazdı artık. İkinci mola yerine kadar uy umaya, en azından
kestirmeye karar verdi. Bu duyguyu tanıyordu, tehlikeliydi, bu tür
iyimser rahatlamalar insanın kendini ele verdiği ya da gafil av­
landığı zaaf anlarıydı. Bunu uykuda geçirmeli ve yeniden gücü­
nü toparlayarak tetikte yaşama duygusuna dönmeliydi. Çoğu kez
derinlere düştüğü kısa bir uyku, diplerdeki bir beş dakika bile bu­
nun için yeterliydi. Kendisini izleyeni kolayca deşifre etmiş ol­
manın sarhoşluğuna kapılmamalıydı. Başını arkaya yasladı, bey­
nindeki komut düğmesine bastı ve o an derin bir uykuya daldı.
Daha otobüs yavaşlayıp durmadan, hatta otobüsün içindeki
fısıltılar, mırıltılar bile başlamadan ansızın bir tehlike önsezisiy­
le hafifçe sıçradı yerinden. İleride askerler ve özel tim görevlile­
rinin araçları duruyordu. Otobüs sağa çekildi, kimlik denetimi ya­
pıldı, herkes tek tek aşağıya indirilerek aranmaya başladı. Ceset
bulunmuş olamazdı. Bu kadar çabuk bulunması mümkün değil­
di. Olağan arama taramalardan biri olmalıydı bu. Kendisini izle­
yen adamla göz göze geldi; hiç ondan yana bakmıyordu kimliği­
ni gösterirken. Belki arayanlar da bilmiyorlardı adamın polis ol­
duğunu. Sıra kendisine geldiğinde, otobüs terminaline hızla ye­
tiştirilirken arabada kendine verilen sahte kimliği aynı serinkan­
lılıkla uzattı, yüzünde hiçbir ifade yoktu. Otobüs yolcularından si­
villerini giymiş askerler sevinmişler, kendilerini güvende duy­
muşlardı. Yanında iki çocuğuyla yörede görevli memur ailelerin­
den biri olduğu anlaşılan bir kadın dizgi nleyem ediği bir coşkuy-

31
la askerlere dönerek, "Allah sizleri eksik etmesin başımızdan," de­
di. "Allah yokluğunuzu duyurmasın ! " Adeta bir rehine kurtarma
operasyonunda kurtarılmış birinin giderek histeriye dönüşen coş­
kusuyla alabildiğine tizleşen bir sesle konuşan bu kadına karşı
güçlü bir nefret duydu. Cezalandırmak istedi onu. Peygamber
Efendimizin zamanından bu yana insan ruhunda ne kadar az şey
değişmişti. Belki de hiç ! Otobüsün içindeki büyük çoğunluk ki­
min kimden yana olduğunu bilememenin sakınımıyla birbirleri­
ne karşı besledikleri kuşkuyu sürdürerek teker teker geri bindiler
otobüse. Yerine dönerken az önce nefretini toplamış olan kadının
koltuğunun yanında durup eğildi, kimsenin duyamayacağı hafif
bir sesle, "Yenganım, Allah askerimize milletimize zeval verme­
sin elbet, lakin fikrini karnında saklasaydın keşke ! Bu otobüste
kimin kim olduğu belli mi, yolumuz daha uzun, Allah vermesin
bak çocukların da pek küçükmüş," dedi. Kadının az önce asker­
lerin karşısındayken yüzünde beliren o yol üstünde evliyaya rast­
lamış mümin aydınlığı bir anda uçup gidiverdi, hızl a kireç akı bir
beyazlık indi yüzüne. " İnşallah bir şey olmaz tabii, hepimiz din
karde şiyiz, belli yalnız başınasın, yanlış anlama senin iyiliğin için
söyledim, bir emrin olursa arkadayız," diye de yalancı bir güven
telkin etmeyi ihmal etmedi. Sesindeki sahte şefkatle yüzündeki
sahici görünen kaygı, kadını büsbütün korkutup kanını dondur­
maya yetmişti. Kadını bırakıp başını kaldırdığında arkadakiyl e
göz göze geldi. Adam görevini de, rolünü de unutmuş delici bir
merakla kendisine bakıyor, rapor tutmaya çalı şan gözlerle, kadı­
na ne söylediğini, ne söylemiş olabileceğini anlamaya çalışıyor­
du. Adamın şu anki yüzü bambaşka birinindi. İ şte bu onun ger­
çek yüzü, diye düşündü. "Tutamadı kendini, meraka kapılıp mas­
kesini düşürdü," dedi içinden. "Güya bir de gizli polis olacak! "
Geçip yerine oturdu. Otobüs yeniden yola koyuldu. Rahatı iyi­
ce kaçmış olan kadın birkaç kez ardına dönerek tedirgin, hatta yar­
dım uman gözlerle ona baktı. O ise, dua eder gibi mırıltılarla göz­
lerini yumarak sakin olmasını telkin eden sahtekar bir yüz ifade­
si takındı, bir şeyleri onaylıyormuş gibi bel li belirsiz baş ını salla-

32
makla yetindi. Kadının bütün huzuru bir anda uçup gitmişti. Onun
da istediği buydu zaten, bu kadarı yeterdi ona. Yorucu bir gün ge­
çirmişti, bu ka dar eğlenmek hakkıydı.
Allah'a topraklan Alla h katında geri verilene kadar, dünya üs­
tünde yeniden devr-i saadet kurulana kadar kimse hiçbir şeyden
emin olmamalıydı. Sonunda Allah'a tam bir teslimle iman etmek
için herkesin diken üstünde olması şarttı. Biliyordu, dünyadan
korkmayan Allah'tan da korkmazdı.

33
BEŞİNCİ BÖLÜM

HAMAM VE KAHVE

Çocukluğunu yaşamamış, başının herhangi bir el tarafından bir


gün olsun okşanmamış olduğunu hamam hatırlatıyor ona. Bunu
doğrudan tenine söylüyor adeta. Belki kendi farkında bile değil
bunun. Bedeninin içinde bir yabancı gibi yaşıyor. Düzenli aralık­
larla kubbeden damlayan dolgun damlaların tıpırtısı. Kumadan
taşan suların mekanda yankılanarak çoğalan sesi. Bazı mekanla­
rın kendine özgü huzuru, ferahlığı, hafifliği. Kuytuda şadırvan
dinler gibi.
Kendi bilmese bile, hatta kendinden bile saklasa da hamam­
da herhangi bir tellağın başını sabunlaması onun için bir tür şef­
kat yerine geçiyor. İ çini onaran bu temasın onun için neyi temsil
ettiğini bilmese de, bunun kendisine iyi geldiğinin farkında . . . Tel­
lakların kalın, küt parmakları gür saçlarının arasında hızla gezi­
nirken, kafa derisini sert, becerikli, alışkın hareketlerle hızla ka­
şırken, kemikli parmak uçları başında sağa sola köpürtülmüş sa­
bunla yarım daireler çizerken sanki dışarıdaki dünyayı askıya alı­
yor, hamamın sıcağına, suyun sağaltıcı gücüne yorduğu , adını
koyamadığı bir huzur ve güven duygusu kuşatıyor içini. Duygu­
ların birer sözcük karşılıkları olduğunu bilemeyecek kadar çorak
ve yoksul içi. Bu nedenle her cinayet sonrasında genel olarak bir
"hamam yapmış" olma, temizlenip paklanma isteğinin yanı sıra,
adını bilmediği, belki bilse ürkeceği o duyguyu, o ruh halini ye­
niden yaşamak için gidiyor hamama. Tellaklar gözüne sabun değ­
dirmedikleri sürece tabii. Gözleri bir an bile kapanmamalı. Gaf-

34
let en iyi avcı çünkü. Biliyor: Sizi düşmanınızdan önce gafl et ya­
kalar. Bunu masal kadar eski zamanların insanın içine işlemiş vah­
şi bir orman bilgisi gibi çok derinde bir yerinde hissediyor. Ço­
cukluğunda herkesin kendi oğlunun başını yıkadığı hamamlarda
yetimliğini başka türlü bir sızıyla hissederdi. Şimdi sızı yok, ama
o duygu duruyor. Hiçbir şey düşünmese bile kumanın musluğun­
dan akan suyun sesi o duyguyu her seferinde yeniden canlandı­
rıyor.
Antep'e her gelişinde hep aynı hamama gider, hep aynı tella­
ğa keseletirdi kendini. Yaşlıca am a dinç, bembeyaz ama gür saç­
lı, "eski toprak" dedikleri cinsten sağlam çatılı bu tellağa karşı
kendisine yabancı gelen halisane duygularla bir yakınlık besler­
di. Her defasında onunla konuştuğu çoğu kez beş-on kelime­
yi geçmezdi, ama aralarında bir tür dostluk bağı olduğunu -ikisi
de- bilirdi. Tellak onun konuşm aktan, özellikle kendisine soru
sorulmasından pek hoşlanmadığını sezmiş, bu nedenle müşteri­
yi hoş tutma maksatlı davranışlara girmekten, sohbet konusu aç­
ma gayretinden kaçınmıştı. Herhangi bir tellağın sıradan bir müş­
teriyi işinin gereği karşılamasından çok daha fazlasını yapmıştı,
her geldiğinde sahiden sevinmiş, bunu gösterişsiz bir biçimde bel­
li etmişti. Sevinci, bir uzak akrabanın ya da nicedir görmediği
memleketlisini görmüş birinin o tutumlu hemşerilik sevincine
benziyordu. Gülüşünde müşteri tavlamaya, bahşiş koparmaya ça­
lışan diğer tellaklardaı:ı farklı, sahici, babacan bir yan vardı. Çü­
rüksüz dişleri gülüşünü dolgunlaştırıyor, güldüğünde sanki genç­
leşiyordu.
Antep'te geçireceği bir-iki saatte kendini o eski hamama attı.
Tellak onu gene aynı uzak, ölçülü ama içten sevinçle karşıladı.
Peştamalın en kurusunu, takunyanın topuğu en az aşınıp kayışı en
az gevşemişini arandı sıralandıkları kerevette. Menteşesinden kay­
mış ağır tahta kapının altından bir tütsü gibi dışarı incecik sızan
buhar, kapı açıldığında yüz yakarcasına hışımla dışarı uğradı. Ha­
mamın içi tenhaydı. Göbek taşının üzerindeki kubbenin kirlenip
yağlanmış cam gözlerinden süzülen kıt ışık havada asılı duran bu-

35
han delmeye yetmiyordu. Hamamlarda suyun insanın teninden
önce içini yıkadığını düşündüren bir huzur bulurdu öteden beri.
Girişin tam karşısına düşen kumanın başın da çömelip ayakuçla­
rında yükselmiş, bir omzuna attığı kuru peştamalından ve çabuk
hareketlerinden son sularını dökünüp çıkmaya hazırlandığı anla­
şılan biriyle, köşede abdest alan biri daha vardı görünürde. Belli
ki bunlar az sonra çıkacak, o da yalnız kalacaktı. Hamam ona ka­
lacaktı. Sevindi buna. Nerede olursa olsun, hiçbir şey yalnızlık
kadar güven verici değildi. Kaynar su, kalın buhar, kendi muslu­
ğundan akan su yun sesine kapılmış dalgın görünen kurnaların uy­
ku getiren buğulu görüntüsü iyi geldi ruhuna; temiz, pamuklu peş­
tamalın gövdesi ni bir kefen huzuruyla sarıp sarmalayan temasını
teninde hissetmek de . . . Arındığını hissediyor, dünyanın etine de,
aklına da bulaşan bütün kirlerinden arındığını . . . Çevresinde bir­
iki tur attıktan sonra avucunun içiyle ateşini yokladığı tandır kız­
gınlığındaki göbek taşına yavaşça oturuyor, temkinle uzanıyor,
vücudunu parça parça teslim ediyor göbek taşının harlı ateşine.
Uzandığı yerde kubbenin cam gözlerine bakarken semaya ilişkin
ulvi, uhrevi duygular kaplıyor içini, rabbin gözlerinin her yerde
olduğunu biliyor. Onun bu kubbeye saçılmış cam gözler gibi bin­
lerce gözü olduğunu, her yerde gözlenip izlendiğini, günahları­
nın, sevaplarının çetelesinin bir bir tutulduğunu biliyor. Ö mrü bo­
yunca yaşadığı her anı, attığı her adımı bu bilginin temkiniyle gö­
zetmesi gerektiğini biliyor. Hamamda kimse yok. Göbek taşı sı­
cak. Su sesi güzel. Sonra kubbenin cam gözleri. Kendini her za­
mankinden daha iyi hissediyor şimdi.

Ne zaman yıkansa, tenine su d eğse çocukluğunu hatırlıyor.


Hiç iyi geçmemiş de olsa, çocukluğu hatırlamanın bir biçimde in­
sanı mutlu ettiğini düşünüyor. İnsanın çok uzak bir geçmişte kal­
mış çocukluğ u, bir süre sonra kendi çocuğu yerine geçiyor. Üm­
meti için çektiği sıkıntılar, eski peygamberlerin, sahabelerin, ev­
liyaların, ermişlerin hayatlarını, menkıbelerini hatırına getiriyor.
Müslümanlık bütün dünyayı kazandığında, şu an kulaklarında

36
yankılanarak kumalara akan bu sesin, ruhunu bütün kirlerinden,
ellerini bütün suçlarından, tenini bütün günahlarından yıkayıp ak­
layacağını düşlüyor. Her mümin, her hakiki Müslüman gibi gü­
nün birinde bütün dünyanın Müslüman olacağını kalbinin en de­
rin yerinde biliyor. Okuduğu menkıbelerden aklında kalanlarla,
kulak dolgunu efsaneler iç içe geçerek göbek taşının yalazında
gevşeyip çözülen etini aşıyor, düşünceleri, hayalleri hamamın bu­
harına karışıp bulanıklaşıyor. Her şey buğu, buhar, sis içinde. Bir­
den başından, boynundan, göğsünden vurulan Saim B aran'ın ye­
re düştüğünü görür gibi oluyor. Tabancanın patlayan sesini ise ne­
den sonra duyuyor. Silkinerek gözünü açıyor. Soğukluğu içeriye
bağlayan kapının açılırken esneyip gerilen kayışı, kapı kapanır­
ken hızla gevşeyerek eski yerine dönüyor. Kapının çarpmasıyl a
çıkan tok ses, tabanca sesiyle yer değiştiriyor. Uykuda gördüğü­
nün teriyle, göbek taşı sıcağının terinin iç içe geçtiğini, vücudu­
nun zehir attığını düşünüyor. Bir an içinde bir yerin Saim Baran'ın
ölümüne neredeyse üzüleceğini dehşetle fark ediyor. O daha kü­
çük bir çocukken bir keresinde çarşıda karşılaştıklarını, "Al ba­
kalım Keko," diyerek avucunu şekerle doldurduğunu, sonra da ba­
şını okşayıp geçtiğini hatırlıyor. Farkında olmaksızın eli başına
gidiyor.
Açılan kapıdan içeri giren tellak, "Hazır mısın kurban?" di­
yor. "Kirin kabardı mı? Başlayak mı?"
Göbek taşından kalkıp kumanın başına geçiyorlar. Mahrem
yerlerini en sıkı örtecek biçimde peştamalı belinin altında üst üs­
te düğümleyip kendini tellağın maharetli ellerine bırakıyor. Ara­
larında yalnızca birkaç cümle geçiyor. Siverek'ten geldiğini söy­
lüyor. "Burada birkaç iş vardı, buradan da Adıyaman'a gidece­
ğim," diyor. "Bir celep bekler beni pazarlığa."
Kendini alışkın hareketlerinin ezberine bırakmış tellak bir an
kapıldığı dalgınlıkla, yüzünü sabunlarken gözlerini de sabunla­
yacak oluyor. Elinin tersiyle bir şimşek hızıyla vuruyor tellağın
eline. Sabun fırlayıp zemindeki su oluğunun içine düşüp suyun
akarına kapılıyor. Hızla kumaya dönüp yüzüne avuç avuç su çar-

37
parak gözlerindeki köpüğü suya veriyor. Gözlerine sabun değdi­
ği anda boğazının düğümünden kopan ses, kapana yakalanmış bir
hayvanın böğürtüsünü andırıyor. Kendi sesinin kulağına bunca
yabancı gelmesini, içinin yabanına, bir an için kapıldığı dehşete
değil, kubbenin yankısına veriyor. Bir adım gerilemiş duran tel­
lak acıyan elini ovuştururken adeta kendinin olmayan bir sesle,
"Kusura bakma dalmışım kurban," diyor. "Gözüne sabun değdir­
meyecektim ! "
Tellağın ellerine bakarken, şefkatin yanıltıcı olduğunu hatır­
lıyor. Saim Baran'ın ölmesi gerekiyordu, diyor içinden. Allah gü­
nahlarını affetsin ! Ben sadece kaderin eliydim. Allah olmasını is­
tediklerini kullarının eliyle yaparmış, ben de tetiği çektim, hepsi
bu !
Aksi bir suratla tellağa dönüp, "Otobüsüm kalkmasın, çabuk
çabuğa getir gerisini ! " diyor.

38
ALTI N C I BÖLÜ M

ANTEP SOKAKLAR !

Hamamdan çıktıktan sonra yolun az aşağısındaki Tahmis Kahve­


si'ne giriyor. Antep'e her gelişinde mutlaka buraya uğrar. Geride,
her yeri görebileceği bir masaya oturup sırtını sandalyenin sert ah­
şabına yaslıyor. Hamamın sıcağında iyice gevşemiş olan etine iyi
geliyor bu sertliği hissetmek. Adeta zaman donmuş gibi yıllardır
tek bir sandalyesi bile değişmeyen bu yüksek tavanlı eski kahve­
de, kapı üstü pencerelerinin renkli ve parçalı camlarından kırıla­
rak süzülen ışığın çizgileri yumuşatan huzurlu havasında insanın
ruhunu yatıştıran, içini sakinleştiren bir sır saklı sanki. Bu sırada
içeri giren birinin ortadaki masalardan birinde oturanlara yanaşa­
rak selam vermek üzere kaldırdığı eli havada asılı kalıyor. Onu
fark etmiyorlar bile. Adam, yüzünde dışlanmaya alışkın bir ka­
yıtsızlık ifadesiyle arkada, duvar dibine dizilmiş sandalyelerden
birine oturuyor. Pek çok yerde insanların kendisini de bu adam gi­
bi gördüklerini düşünüyor. İ çinden, "Benim sebebim var, ama
onun hayatı böyle," derken yüzünden seğirmeye benzer gizli bir
gülümseme geçiyor. O sırada masaya gelen garsona, buranın ken­
dine özgü menengiç kahvesinden ısmarlıyor. Tadı kendinden şe­
kerli, kahvesi bol tutulmuş, koyu. Kahvelerin çoğunlukla yaşlı­
lardan, işsiz gençlerden, arada bir dükkanını çırağa emanet edip
kafa dağıtmaya gelen komşu esnaftan oluşan kalabalığında ne­
dense insana kendini güvende hissettiren bir şey var. Bütün Ana­
dolu kahvelerinde olduğu gibi burada da iki şey asılı duruyor ha­
vada, bir sigara dumanı, iki can sıkıntısı. . . Birbirlerinin selamına

39
alışkın ihtiyarların çeşitli masalara dağılışını izliyor, bir süredir
gözünün takılı kaldığı karşı masada oturan adamların üç aşağı beş
yukarı Saim Baran'ın yaşında olduklarını düşünürken buluyor ken­
dini. O öldü, bunlar yaşıyor. İnsan ömrü ne tuhaf, diye geçiriyor
içinden, kimse ne zaman öleceğini bilmiyor. Şu adam eceliyle mi
ölecek ya da yarın ben kimi öldüreceğim, kim biliyor?
Bir süre etrafta konuşulanlara kulak kabartıp insanları gözle­
dikten sonra kalkıp ağır adımlarla çıkıyor kahveden.
Sokak aralarında dolanırken Cihadın Askerleri tarafından geç­
mişte ufak tefek işlere koşturulduğu günleri hatırlıyor; yolda po­
lisin, askerin çevirmesinde onu ciddiye almasınlar diye cebine ar­
tist resimleri, aşk şiirleri, bazen de bir deste iskambil kağıdı koy­
dukları günleri. . . Emek Mahallesi'nde Aytekin Camii bitişiğin­
deki müstakil eve teslimatçı olarak yaptığı birkaç ziyareti hatırlı­
yor. Adamın Cihadın Askerleri'nin askeri kanat sorumlusu oldu­
ğunu, evin sahibi kadınla resmi nikahsız yaşadığını, buraya yapı­
lan baskında evin bodrumunda kalaşnikof, piyade tüfeği, Çek Vi­
zör, Takarof, Makarof tipi tabancalarla yüklü bir cephane ele ge­
çirildiğinde sağda solda çıkan haberlerden öğrenmiş, adamın öne­
mini o zaman kavramıştı. Antep'teki bu sığınağın raylı sistemini
kurması için, polisin eline düşüp de kimseyi ele vermesin diye ci­
vardan insan bakmayıp Ankara'dan usta getirtmişler. Lakin ka­
derin ağlarını nasıl öreceği belli mi olur ! Ustanın damadı Anka­
ra'da bir operasyonda yakalanınca kayınpederini ele vermiş, bu­
radaki sığınağın varlığı da öyle ortaya çıkmış. Çağrışımların te­
tiklediği bu görüntüler onda bir yanıyla geçmişte kalmış uzak bir
olayın anısını uyandırırken diğer yanıyla her an burnunun dibin­
de bitebilecek yakın bir tehlikenin varlığına ilişkin önsezilerini
harekete geçiriyor, dönüp dikkatli gözlerle etrafı tarıyor yeniden.
Bir süre yolun sağa kıvrılan yanındaki Bakırcılar Çarşısı'nda
dolanıyor, inip kal kan çekiç sesleri arasında eski zamanlardan kal­
ma görüntüler düşüyor gözlerinin önüne. Saraçların ve yemenici­
lerin yan yana sıralanmış dükkanlarına göz atıyor. Baklavacı, tat­
lıcı, kebapçıların, önlerinde fıstık çuvalları dizili, kapısından mal

40
taşan dükkanların önünden geçiyor, eski kitaplar satan, toz tutmuş
camlarının içeriyi görünmez ettiği bir dükkanın önünde Hz.
Ali'nin cenklerini anlatan halk hikayeleri kitaplarını görünce du­
ralıyor. Kitapların kapaklarında ellerinde kılıçlarıyla at sırtında
cenk tutanlar. . . Hz. Ali'nin kılıcından kan damlıyor. . . bir diğeri-
nin kapağında Kesikbaş'ın hikayesi resmedilmiş . . . Kesikbaş'ın
gözleri açık, ama kılıcın boynuna değip kafasının kesildiği yer­
den kan damlıyor. . . Birdenbire gene o koku yıllar öncesinden çı­
kıp geliyor bumuna. O kızgın güneş altında yürürken alnından yü­
züne, bumuna süzülen kanın kokusu . . . Hiçbir hatıra geçmişte kal­
mıyor. Bütün gücünü bacaklarına ve kollarına vererek soluk so­
luğa yürüdüğü yolda iki eliyle başının üstünde taşıdığı delikli le­
ğenden yüzüne hala kan sızıyor. O gün bugün yüzünde nem, bur­
nunda koku peşini bırakmıyor.

Çarşının bitimine yakın bir yerdeki Antep işi abani örtü do­
kumacısı Fazıl Usta'nın dükkanının önüne varıyor. O, Cihadın As­
kerleri'nin Antep'teki en güvenilir adamlarından biriydi. Bir gün
öldürüldüğü haberi geldi. Kim, niye öldürdü, neden öldürüldü, ka­
tili hiç bulunamadı. Bir muamma, bir faili meçhul olarak kaldı.
Ailesi, katili, katilleri bulunana kadar dükkanı açmayacağız, diye
yemin etti. O gün bugün kepengi kapalı durur. Ne zaman Antep'e
gelse, bir yolunu bulup bu dükkanın önüne ayak düşürmeden git­
mez. Her seferinde de dükkanın kepengini kapalı görmek, ailesi­
nin ettiği yemine sadakatinin işareti olarak içini gönendirir, ama
katilin hala bulunmamış olmasını hatırlattığı için de öfkesini ka­
bartır, hıncını bilerdi. Alınmamış her intikam, cezalandırılmamış
her suç, kapanmamış her hesap göğüs kafesinde çırpınarak azat
edilmeyi bekleyen kuştu. Ona göre bu kepengin arkasında kilitli
kalmış Fazıl Usta'nın ruhu hala adalet bekliyordu. Gövdesi tahta­
dan yapılmış kepenge avucunu belli belirsiz bastırarak kendince
yoluna selamet duası alarak yürümeyi sürdürdü.

41
Bir süre daha ortalıklarda avare dolandıktan sonra, kendisine
tembihlenen saat yaklaşınca Karagöz Mahallesi'nin oradaki av­
lulu evin önüne varıyor, etrafı şöyle bir kolaçan edip güven getir­
dikten sonra, köşede çekirdek satan adamın yanına geliyor, önce
birbirlerini dilsiz bakışlarla tartıp belli belirsiz bir baş hareketiy­
le durumu onaylıyorlar, bir külah kavrulmuş karpuz çekirdeği alı­
yor ondan, "Diyarbakır'da on gözlü köprünün suları taşmış di­
yorlar, doğru mudur?" diyor. "Değildir. Sular sakin akmaktadır. "
"Peki otobüsler nereden kalkar?" "Adana'ya giden Allah'a ema­
nettir. Oraya gittin mi de çarşısından kaçak kumaş almak gerek­
tir. Nasrullah Efendi'nin kumaşları en iyisidir," diyor çekirdekçi.
Malını öven satıcı tonuyla söylüyor bunları. O sırada yanlarına
yaklaşan iki çocuk "Çekirdeğin külahı kaç para," diye soruyor.
Ö ğreneceğini öğrenmiş, elinde bir külah kavrulmuş tuzlu kar­
puz çekirdeğiyle ağır adımlarla uzaklaşıyor oradan. Avlulu evin
önünden geçerken başını hafifçe kaldırıp şöyle bir bakıyor, geç­
mişte bu evde katıldığı tebliğ ve irşad çalışmalarını, bazı toplan­
tıları, burada konuşulanları, alınan önemli kararları hatırlıyor. Evin
bir odası mescit olarak kullanılır, orada namaz kılınır, Kur'an oku­
nur, zikir yapılır, tefekküre dalınırdı. Antep' in kavurucu sıcağının
bile toprağın nemini alamadığı avludaki ağaç altlarının gölgeli
yerlerini anmak içini serinletiyor sanki. İ man etmenin huzuruna
benzeyen bir serinlik bu. Bu avlulu evin polis tarafından gözlen­
meye başladığı, gireni çıkanı fotoğrafladıkları bilgisi geldikten
sonra burası epey bir süredir artık kullanılmıyor. Buraya gelirken
yol boyu aldığı her önleme karşın gene de takip edilmediğinden
emin olmak için bazı dükkanların önünde uygun bir durum yara­
tıp göz ucuyla ardına bakıyor.
Kale altından geçerek İncilipınar'daki otogara yöneliyor. Oto­
garın karşısında, tren garında demiryolcuların oturdukları hepsi
de sarıya boyalı birbirinin aynı olan sıra evlere dalıyor gözleri.
Bahçesinde oynayan çocuklara, iplere asılı rengarenk çamaşırla­
ra hiçbir şey düşünmeden, başka bir aleme bakar gibi bakıyor. . .
Nedensiz sakinleşiyor içi. Oradakiler sanki başka bir hayat yaşı-

42
yor. Otobüsün kalkma saati yaklaşırken varıyor otogara. Artık ne­
reye gideceğini biliyor. Onu tanıyanlar adımlarında akrep ve yel­
kovan olduğunu söylerlerdi. Zamanı doğru adımlamayı, istenilen
yerde istenilen saatte olmayı çocukluğundan beri iyi biliyor.
Antep'ten Adana'ya günün her saatinde otobüs kalktığı kal­
mış hatırında. Ancak geceleri çalışmayan Antep firmalarının ye­
rine Mardin, Van, Diyarbakır, Urfa'dan gelen gece otobüsleriyle
gidildiğini, bu otobüslerin otogara girmeden yolcularını yol üze­
rinden aldıklarını hatırlıyor. Önceki geliş gidişlerinden tanık ol­
duğu gibi Antep Otogarı'nın önü araç ve insan yığılmasıyla iyice
tıkanmış durumda. Ortalığa insan sesiyle motor seslerinin birbi­
rine karıştığı ulumaya benzeyen bir uğultu hakim. Otogara özel
araç girişleri yasak olduğu gibi, taksilere de ancak müşterilerinin
yükü ağırsa izin veriliyor, yoksa yolcularını kapıda indiriyorlar.
Bu da yetmiyormuş gibi civıır ilçelerden ve illerden gelen bazı
otobüsler de içeri girip otogarın curcunasına dalmaktansa yolcu­
larını gar kapısının önünde indirip bindirdiğinden tıkanıklık gün
boyu dağılmak bilmiyor. Antep Otogarı'nın zaten hayli dar olan
giriş-çıkış kapılarından perona girerken ya da geri geri çıkarken
yaşanan duvara toslamak ya da otobüsün aynasını sürtüp kırmak
gibi ufak tefek kazalar buranın curcunasının gµndelik manzara­
larından sayılıyor. Otogarın kahvesiyle lokantasının iç içe bulun­
duğu yirmi dört saat açık olan mekana Antep'in ne kadar kırığı,
esrarkeşi, haytası, kopuğu varsa doluşmaya, yetmiyormuş gibi ge­
ceden gelip sandalyeler üstünde sabahlayan yolcularla olur olmaz
dalaşmaya başladığından beri bir Otogar Karakolu yapılmış bu­
raya. Terör olaylarının iyice tırmanmasıyla da askeri inzibat yer­
leştirilip saat başı devriyeye çıkartılır olmuş. Sanki burada bir şe­
hirden diğerine değil de, sının geçip başka bir ülkeye gideceksin !
Gara girdikten sonra kendisine söylenen otobüs şirketinin
önündeki yolcular için ayrılmış arkalıksız tahta sıraya oturup bek­
lemeye başlıyor. Ellerini arkada bellerinde kavuşturup çatık kaş­
la dolaşan belediye inzibatlarının kuytuya çektikleri seyyar satı­
cılardan rüşvet aldıklarına tanık oluyor. Çevirip sorsan, Müslü-

43
manım, der, cuma namazlarını kaçırmaz; haram her devirde, her
durumda kendine bir yol buluyor, "Haram bunların sade dünya
malına iştah kabartan etlerine değil ruhlarına da işlemiş," diye ge­
çiriyor içinden. "Ahiret korkusu insanları Müslüman yapmaya yet­
miyor, tabanca korkusu da gerek bunlara." O sırada karşıdan ça­
lımlı bir yürüyüşle onun bulunduğu tarafa doğru gelmekte olan
biri dikkatini çekiyor, beklediği kişi olmalı bu, sivil polis olduğu
her halinden belli, senelerce belinde silah taşımanın verdiği alış­
kanlıkla sağ kolu hafif arkaya sallanıyor yürürken. Oysa adam ya­
nından dosdoğru geçip az ilerideki otobüs firmasının yazıhanesi­
ne giriyor, bir süre sonra da çıkıp gözden tamamen kaybolana dek
uzaklaşıyor. Etrafta görünen kişilerden hiçbirinin beklediği adam
olmadığını düşünüyor. Neden sonra birdenbire başında biri biti­
veriyor, bu sinsice hesaplanmış bir hareket mi, bir tesadüf mü,
bekleyip görmek gerektiğini düşünüyor. Bir süre ayakta durduk­
tan sonra gelip yanına oturan adam elindeki şalgam suyunu iş­
tahla içerken, diğer elindeki gazeteyi aralarına koyuyor. Bir süre
etrafa göz gezdirdikten sonra, iç cebinden çıkardığı sigarayı ya­
kıp üst üste birkaç nefes alıyor. Kayıtsız hareketlerine bakarak ya­
nına oturanın beklediği kişi olduğundan tam ümidi kesecekken,
adam başını bile çevirmeden yarıda kesilmiş bir sohbeti kaldığı
yerden sürdürüyormuş gibi sakin bir tonla, "Eskiden Dicle'yle Fı­
rat'ın suları Adana'da kavuşurmuş diyorlar, öyle mi?" diyor. Ada­
mın soğukkanlılığındaki profesyonellik karşısında uğradığı şaş­
kınlığı belli etmeden, tuttuğu soluğunu sessizce boşaltıyor. "Peki
suyu nereye akarmış hoca? Yolu değişmiş midir?" diye bir başka
soruyla karşılık veriyor o da. "Değişmemiştir. Adana'dan sonra­
sına akar denmiştir. Telefonlar bunun içindir." Birbirlerinden, ara­
nan ve beklenen kişi olduklarından emin oluyorlar. "Otobüste ya­
nındaki koltuğun altı filelidir. B iletin, laminasyon kaplama yeni
kimliğin ve emanetin gazetenin arasında, gerisi kumaşçıda . . . "
Adam kalkacak gibi olduğunda, "Adana sonrası hakkında bir ma­
lumat var mıdır?" diye soruyor. Adam omuzlarını silkerek, "Ak­
tarmalar böyledir, istikamet bildirmeyen emirle yola çıkılır, var-

44
<lığında öğrenirsin nasılsa, hadi selametle," diyerek vedalaşıp aya­
ğa kalkıyor, aynı kayıtsız hareketlerle sağa sola bakınarak ağır ve
telaşsız adımlarla uzaklaşıyor oradan. Tahta sıranın üstüne bırak­
tığı katlanmış gazetenin ilk sayfasının üstünde, logonun hemen
altında "Türkiye Türklerindir" yazıyor.

Bilet ve emanet işi tamam da, adamın ağzından "gerisi ku­


maşçıda" sözünü duymak birden aklını karıncalandırıyor. Nor­
mal durumda çekirdekçinin bildiği kumaşçıyı bilmemesi gerekir­
ken bu adam nereden biliyor? Ortada kendisinin bilmediği şeyler
dönüyor olmalı. Cevabı etrafta saklıymış gibi kaşlarının altından
pür dikkat kesilmiş bakışlarla sağını solunu şöyle bir tarıyor. Üst
üste gelen tuhaflıklar aklını bulandırıyor: Sabah Tilki Agit neden
otele gelmedi, bu adam devlettense kumaşçıyı nereden biliyor,
birdenbire açıklaması yapılm�mış şeylerin ortasında kaybolmuş
hissediyor kendini. Derin bir nefes alıp kendine sa�in olmayı tel­
kin ediyor.

45
YEDİNCİ BÖLÜM

İ KİNCİ OTOBÜS

Şaşkınlığına yenilmeden içini sakinleştirmeye çalışıyor. Yolun


bundan sonrasındaki hedefin Adana olduğundan iyice emin şim­
di. İçinden hesap yapıyor: Yolda bir aksilik çıkmazsa üç buçuk
saatte varmaları lazım Adana'ya, molalarla birlikte dört saati bu­
lur. Bu arada yol üstünde Osmaniye ya da Ceyhan yolcuları için
indi bindi yapmazlarsa tabii . . . Bunları düşündükçe yol sanki da­
ha uzuyor.
Otobüsün içinde ilerlerken arkalarda bir yerde koridor kena­
rında oturan bir kadın ilişiyor gözüne. Antep'e varana dek yol bo­
yu yarıştıkları diğer otobüsteki yüzlerden biri bu ! O önceki oto­
büste cam kenarında oturuyordu, yanılmış olamaz. Emin olmak
için bir kez daha göz ucuyla bakıyor. Rastlantı olabilir mi? Dışa­
rıdan bakıldığında başında eşarbı, kucağında çantasıyla sıradan
bir ev kadını gibi görünüyor. Ne üstü başı, ne çantası yeni değil.
Ya sahiden sıradan bir yolcu ya da her şey iyi düşünülmüş. Doğ­
rusu, peşine taktıkları kişilerden birinin kadın olabileceği hiç ak­
lına gelmezdi ! Ne düşüneceğini bilemiyor. Hem bir kadın nereye
kadar izleyebilir ki onu? Kendisinin yol boyu otobüs değiştirme­
sinin bir nedeni var, ama sıradan bir yolcu niye böyle bir zahme­
te katlansın? Diyarbakır'da doğrudan Adana arabasına binmek ye­
rine neden Antep'te aktarma yapsın, belli bir maksadı yoksa? Hem
Adana'ya gideceğini kendi bile yeni öğrenmişken bu kadın nere­
den biliyor olabilir? Otobüs içinde koltuğunu arıyormuş bahane­
siyle ağır ağır ilerleyip yerine yerleşmiş yolcuların yüzlerini ta-

46
rarken hızla bunlar geçiyor aklından. Arkasından gelenlerin ace­
le ettirmesini umursamıyor. Zaten laftan anlamaz sersem bir köy­
lü gibi göründüğünün farkında, bu hal işine geliyor. Biletinde ya­
zılı koltuk sırasına geldiğinde, cam kenarındaki koltuğun boş ol­
duğunu görüp seviniyor, bu iyi, koltuğun sahibi gelmeden bu işi
hızlıca halletmeli. Eline ağırlığını vererek o koltuğun yaylarının
diriliğini kaybedip etmediğini yokluyor önce. Ardından ayakka­
bısının çözülmüş bağcıklarını bağlamak bahanesiyle yere eğile­
rek tüm gövdesiyle kapanıyor. Emaneti hızla yandaki koltuğun al­
tındaki fileye geçiriyor. Doğrulduğunda elindeki gazetenin ara­
sından yeni kimliğini alıp ceketinin iç cebine, gazeteyi de önün­
deki koltuk filesine yerleştiriyor. Yerine otururken aslında bu yü­
zü sadece otobüsten hatırlamadığı düşüncesi yıldırım gibi düşü­
veriyor aklına. Başka bir yerde daha karşılaştığı bir yüz bu. Tanı­
dık. Fena halde tanıdık! Ama _nereden? Şu an dönüp tekrar baka­
cak olursa gereksiz yere dikkat çekmiş, d uruma uyandığını belli
etmiş olacak. Bu kadını nereden hatırladığı fikri zihnini kemir­
meye, beyni acı verecek biçimde karıncalanmaya başlıyor. Bu sı­
rada gelen yan koltuğun sahibine yerinden kalkıp yol veriyor. Kol­
tuğuna yerleşen yorgun görünüşlü yaşlıca adamın zararsız hali ra­
hatlatıyor onu.
Kısa bir süre sonra otobüs homurdanarak hareket ediyor. Az
sonra yanından geçip giden muavinden su isteme bahanesiyle om­
zunun üstünden hafifçe ardına döndüğünde, kadının başından
eşarbını çıkarmadan oturduğunu görüyor. Yalnız yolculuk ediyor
olmasının getirdiği fazladan temkinle erkeklerle göz göze gel­
memeye çalıştığını fark ediyor. Kendisininkini andıran alabildi­
ğine kapalı, kepenk gibi bir yüz bu, hiçbir duygusunu dışarı sız­
dırmıyor. Yanında oturan genç kızla bir yakınlığının olmadığı an­
laşılıyor. Belli ki bunlar biletlerini "bayan yanı olsun" diye alıp
yan yana düşmüş rasgele iki yolcu sadece. Oysa içindeki hayva­
ni ses, şu derli toplu oturuşu, duruşuyla, kendi halinde bir ev ha­
nımı gibi görünen bu kadının sıradan bir yolcu olmadığını söylü­
yor ona. Kimsede şüphe uyandırmayacak ustalıkta çizilmiş bu

47
maskenin ardında biri saklanıyor ona kalırsa. Onca hatırlama gay­
retinin sonuç vermemesine karşın, bu yüzle, bu kadınla pek de
uzak olmayan bir tarihte başka bir yerde karşılaşmış olduğu his­
sinden de yakasını kurtaramıyor. Ama ne sebeple, nereden, bile­
miyor. Adana'ya varmadan bunu hatırlamayı umuyor.

Hava kapalı, gökyüzüne kükürt islimi basmışlar sanki, kül


rengi bulutlar bir türlü göğün yüzünü açmıyor. (Kükürt islimi Ma­
latya'yı hatırlatıyor ona, bir dönem gidip mevsimlik işçi olarak
çalıştığı -aslında saklandığı- kayısı bahçelerini.) Otobüs yola çık­
tıktan bir buçuk saat sonra ilk mola yerine, Adana'ya bağlı Bah­
çe ilçesine varıyorlar. Buraları iyi biliyor. Otobüsün arka kapısın­
dan ilk inenler arasında o kadın da var. Kapıya yakın olmanın ko­
laylığından mı, bir an önce ortamda denetimi eline almak için mi,
bilemiyor. Böyle bir durumda her olasılığı hesaplaması, her du­
rumu tartması gerektiğinin farkında. Hoca'nın bir zamanlar ona
verdiği dersleri hatırlıyor: "Temkinli ol, ihtiyatlı ol ama evhamlı
olma, seni evhamlı yapan şey, aslında seni tehlikeye atan şeydir. "
Hava birdenbire serinlemiş, hatta hafiften esecek gibi olduğunda
bile insanı üşütüyor, bu nedenle yolcuların çoğu restoranın önün­
deki masalara değil, içeriye geçip oturuyorlar. Yolun az ilerisinde
kaçak mazot satmaya gelen iki kamyon park etmiş vaziyette du­
ruyor. Birkaç yıl önce şimdi kamyonun durduğu o yerde bir ara­
ba içinde gözcülük yaptığı olay geliyor aklına. Dağdakilere yar­
dım ettiği söylenen bir Kürt işadamının, tesisin arkasındaki ba­
kımsız ağaçların, yaz kış yeşili eksilmeyen otların, çalı çırpıya do­
lanıp boy veren sarmaşıkların bulunduğu koruluğa götürülerek in­
faz edilişini hatırlıyor. Bu arada otobüsün muavini çeşmeden çek­
tiği hortumla camlara, tekerleklere su tutuyor. Çorbası ve kebap­
larıyla ünlü bu tesise Antep'in akşamcıları onca yolu tepip saba­
ha karşı çorba içmeye geliyorlar. İçerisi yaz kış hep çorba ve ke­
bap kokar. Dört-beş basamak çıkarak giriliyor tesise. Girer gir­
mez kadının içeride her yeri aynı anda görebilen dipte bir köşeyi
seçmiş olması dikkatini çekiyor. Pek çok şüpheli durumda kapı-

48
ya yakın bir yerde oturmanın güvenli olduğu söylenirdi oysa. Ya
bu kadın hakkında tamamen yanılıyor, ya da bir ajansa bile ken­
dini tehlike arz eden durumlardan birinde hissetmiyor.
İçeri geçen yolcuların çoğunun gözü tavana yakın bir yere yer­
leştirilmiş olan televizyon ekranına .kilitleniyor hemen; ince bel­
li bardaklar içinde dolaşan çay kaşıklarının hep birden yükselen
sesi dolduruyor mekanı . . .
Bir süre önce istihbaratta "Gölge" diye yeni bir birimden söz
edildiği çalınmıştı kulağına. Askerlerin itirafçı yaptıklarıyla po­
lislerin itirafçı yaptıklarının birbirlerine düşmesi, işlenen cina­
yetleri birbirlerinin üstüne atmasıyla birlikte işler çığrından çık­
tığında birden Gölge'dekilerin varlığından söz edilmeye başlan­
mıştı. Bu birimin polislerin okumuş yazmış takımından oluştu­
rulduğu söyleniyordu. Ö zellikle itirafçıları, pişmanlık yasasından
yararlananları, korucuları, de,vletle işbirliği yapan bazı Kürtleri
yakın takibe alan, devletin hiçbir zaman tam olarak güvenemedi­
ği, çift taraflı çalıştığından kuşku duyduğu kişileri adım adım iz­
leyen, emniyet içinde gizli bir grup oluşturulduğu fısıltı düzeyin­
de konuşuluyordu. Herkesin birbirini göz hapsinde tuttuğu, adım
adım izlediği bu kurt dumanı ortamda Gölge'dekilerin işiyse ay­
rım gözetmeksizin herkesi birden takip etmekmiş. Yaptıkları işin
gereği çok iyi gizleniyor, sahada oldukları halde hiçbir durumda
herhangi bir müdahalede bulunmuyor, kendilerini ortaya çıkara­
cak her hareketten kaçınıyor, operasyonlara özellikle katılmiyor,
yalnızca film seyreder gibi gözlüyor ve üstlerine rapor ediyorlar­
mış, hatta bunların silah bile taşımadıkları söyleniyordu. Anlatı­
lanlara göre, işlerinde o kadar iyiymişler ki takibe aldıkları bir
adamı bir süre sonra karısından bile daha iyi tanıyacak hale geli­
yorlarmış. Kimileriyse şu söylenenlere inanmıyor, herkesi baskı
altında tutmak, dikkatleri bilinen istihbarat birimlerinin üzerin­
den kaçırmak için emniyet teşkilatı tarafından özellikle uydurul­
muş bir yalan, bir istihbarat efsanesi olduğuna inanıyorlar. Hem
her şey doğruymuş gibi dikkate alacaksın, hem her şey yalanmış
gibi üstünde durmayacaksın ! Burnunun aldığı kokuya güven !

49
Onun bumu hep aynı kanın kokusunu almıştı bunca yıl. B aşının
üstünde taşıdığı delikli leğenden yüzüne süzülen kanın kokusu­
nu . . .
Etrafa kayıtsız gözlerle bakan, sessizce çayını içen kendi ha­
lindeki bu kadının bütün derli toplu görünüşüne karşın Gölge'de­
kilerden olabileceği düşüncesi nedense güçleniyor içinde. Aklın­
dan geçenler anlaşılmasın diye, yüzünün kepengini indirmekte en
usta olanın bile bakışlarından bir şeyler sızar. Yüzü bir ova kadar
düz olan bu kadından ise hiçbir şey sızmıyor. Belki de bir şey ol­
ması gerekmiyordur, sahiden sadece sıradan, silik bir ev kadını­
dır, aklının şüpheci yanı oyun oynuyordur kendisine; temkini el­
den bırakmayayım derken, geçmişte de işleri çok ileri götürdüğü,
gereksiz evhamlara kapıldığı görülmemiş bir şey değil. Böyle za­
manlarda kendinden ürküyor. Bir kere yanıldın mı, arkasından ha­
ta gelir, biliyor. Bir hata asla tek başına gelmez, bunu da biliyor.
Yaptığımız her şeyi bilerek mi yapıyoruz sanki? Saim Baran'ı
niye öldürdüğünü kendi de bilmiyor. Ama ne önemi var! Yalnız­
ca verilen emri yerine getirmişti. Zaten seçme şansı da yoktu .
Onun öldürülmesinden devletin ne yarar sağlayacağı sorusu bir
kez daha aklının çengeline takılıyor. Devlet dediğin de parça par­
ça artık. Devlet içinde kaç devlet olduğunu buralarda kimse bil­
miyor. Sabahtan beri aklına takılan bir diğer konu da, Saim Ba­
ran'ı almaya otele gittiğinde Tilki Agit'in niye orada olmadığı !
Oysa plan buydu. Otelde o da olacaktı. Arabaya o da binecekti.
Olay yerinde o da olacaktı. Kendisini cinayet mahallinden alma­
ya gelen Chevrolet 57 'dekilere sorduğunda da buna bir yanıt ala­
mamıştı. Sahiden bilmiyorlar mıydı, söylemek mi istememişler­
di? Planda bir değişiklik olduysa niye ona haber vermemişlerdi?
Kendisinin farkında olmadığı, tuzak içinde tuzak cinsinden bir
oyunun yemi durumuna düşmüş olabilir miydi? Bir başka soru
daha köpürüp duruyordu içinde: Herhangi bir nedenle nihayet ka­
tili yakalamaya, cinayeti ortaya çıkarmaya karar verdiklerinde ken­
disini kamuoyuna hangi tarafın adamı olarak sunacaklardı? İhale
hangi örgütün üstüne kalacaktı acaba? Saim Baran'ı dağdakilerin

50
öldürttüğünü öne sürüp Kürtler arasına nifak mı sokacaklardı, yok­
sa hedef şaşırtıp tarafları birbirine düşürmek için Cihadın Asker­
leri mi işaret edilecekti? Bu olasılığa içinden güldü. Kendi duru­
mu düşünülecek olursa yalan da olmazdı hani, kaderin cilvesi olur­
du tam ! Bu işe evet dediğinden beri, uçurumun keskin kenarında
yürüdüğünü hissediyor. Kimin üstüne kalırsa kalsın, aslında her­
kes Saim Baran'ı devletin öldürttüğünü düşünecekti. Nihat Ast­
subay, "Zahmetsiz kazanç," diyordu böyle cinayetlere. " İ spatla­
namadığı sürece varsın devletten bilsinler, şüphe devletin gücü­
nü devleştirir, korkuyu büyütür."
JEM 'in içine sızdığı, "haber elemanı" olarak görevlendirildi­
ği ilk zamanlarında, üç katlı pasajın orta katındaki Kuşçular Lo­
kali'nin müşteriye kapalı arka odasında Hoca, ona nasıl davran­
ması gerektiğine dair uzun uzun nasihatler vermişti: " İ yi bir kös­
tebek toprağın üstünde kabarıl<: bir iz bırakmadan yerin altında yol
almasını bilir. S ızdığın toprağın rengini almaya bak, ama kalbin
yolundan şaşmasın ! Her şeyin kendine göre bir vadesi vardır, va­
deni beklemeyi bileceksin. Bizim için kıymetin büyük, ama on­
lar için sen ateşe uzatılan bir maşasın sadece, bunu hep hatırda tu­
tacaksın," demişti. Pasaj içlerinde yuvalanmış lokaller, sapa yer­
lerin ara sokaklarındaki kahveler, küçük kumarların döndüğü ne
idüğü belirsiz esnaf dernekleri bu çeşit buluşmalar için en uygun
mekanlardı. Cihadın Askerleri'ne yeni kazandırılanlar kaçmayı,
gizlenmeyi, takip atlatmayı, haberleşme imkanlarını çeşitlendir­
meyi bu yollarla öğreniyorlardı. İ ran'a gidenlerin öğrendikleri ilk
şey takip taktikleri değil miydi ! Birini takip etmenin veyahut se­
ni takip edeni atlatmanın usul ve taktikleri. Polisin taktiklerinin,
hesaplarının nasıl boşa çıkarılacağı. Şı1ra'dan mollalar Urmiye,
Salmas, Tebriz üzerinden Tahran'a uzanan yolculuklar sonrasın­
da vardıkları eğitim kamplarında öğrendikleri istihbarat usulleri­
ni, örgütsel taktikleri burada müminlere öğretiyorlardı. Onlar akıl
oyunlarını, istihbarat hamlelerini iyi bilirlerdi.

51
Eğer şu köşede oturan kadın Gölge'dekilerdense JEM, Emni­
yet güçleri ya da onların da üstündeki bir makam işleri sağlam tu­
tuyordu demek. Her şeyi başından itibaren hesaplamışlardı. Ken­
di tahminlerini aşan bu sıkı tutulmuş zincirleme gözetleme ağın­
dan ötürü içini fazladan bir sıkıntı bastı. Başlan sıkıştığında ken­
di gibilerin aslanların ağzına yem olarak atılması işten bile değil­
di. Bilinen bir şeydi: Böyle durumlarda ilk harcanan, JEM içinde
"gelin" diye tabir edilen tetikçilerden biri olurdu mutlaka. Kürt
olduğu için onların gözünde o da bir "gelin" sayılırdı. Nihat Ast­
subay karşısına sıra sıra dizdiği çoğu itirafçılardan oluşan tetikçi
elemanlara yüzünde sırıtık bir ifadeyle, "Unutmayın, hepiniz ge­
linsiniz," derdi. "Ancak öldüğünüzde gerdeğe girersiniz ! " Nihat
Astsubay'da böyle laf çoktu. Kürtleri "Orman memelisi ! " diye aşa­
ğılar, astı olanların hoşuna gitmeyen bir davranışını gördüğünde,
sesinde kınama tonuyla, "Değişik! " diye seslenirdi onlara. "Aloo
değişik! ", "Hoop değişik ! " Onun kendisine hiç böyle seslenme­
miş olmasından hoşnutluk duyardı. O, değişik değildi. Değişik ol­
mayan da görülmezdi.
Bir kez daha dönüp kaçamak gözlerle kadına baktı. "Kadın
aklı" dedikleri şeyle nasıl baş edeceğini hiçbir zaman öğreneme­
mişti. Kadınlar onun için hep uzakta, bilinmez birer gölgeydi. Ön­
ceki mola yerinde diğer adamı halletmek kolay olmuştu, ama bu
kadını nasıl çözecek, bir açığını nasıl yakalayacaktı, bundan emin
değildi. Kadınlar gizliden gizliye gözünü korkutmuştu onun. Ka­
dının bu içine kapanmış halinde bir çeşit hayatta kalma bilgisi ol­
duğunu seziyordu. Niyetini, kalbini belli etmeyen bir sinsilik, bir
hesapçılık . . . Otobüsteki bu kadın da belli ki her şeyden önce ka­
dınlığın sessizliğinden geçmiş, sonra da işi gereği bu konuda us­
talaşmıştı, tıpkı kendisi gibi. Ne tuhaf, insanın kendine benzeyen
biriyle karşı karşıya gelmesinde kim bilir hayatın ne gibi zalim
oyunları saklıydı. Hele her an çatışabilecekleri böyle puslu bir or­
tamda, birbirinin açığını yoklayan karanlık gözlerin vahşi oyun­
larının ortasında . . . Avla avcının hiç beklenmedik bir anda yer de­
ğiştirebildiği bu sürek avında. İ yi de Gölge' dekiler neden bir ka-

52
dm taksındı ki peşine? Şaşırtmaca olsun diye mi? Eğitmen'in ev­
lere, köylere, mezralara kanlı baskınlara giden timlere verdiği em­
ri hatırlıyor: "Giderken yanınıza mutlaka kadın polis alın. Onlar
bazı şeyleri kadınların yanında yapamayacağınızı sanırlar."
Eğitmen' in haklı çıktığı bazı durumlara tanık olmuştu. Ev bas­
kınları sırasında ev sakinlerinin yüzlerindeki kaygılı ifade, kapı­
larında bir kadın gördüklerinde bir an için yumuşuyordu. Sanki
bu kadının varlığı en azından evdeki kadınları tehlikeden uzak tu­
tacak sanılıyordu.
Bu sırada oturduğu köşede nasıl bir göz hapsine alındığının
farkında bile olmayan kadın onun aklından geçenlerle hiçbir ilgi­
sinin olmadığını gösteren bir kayıtsızlıkla kendisine bir çay daha
söyledi.

Yeniden otobüse bindiklt;rinde kadın aynı göze batmaz dav­


ranışlarla geçip yerine yerleşti. Hareketleri gayet doğal, her şey
olağan akışındaydı. Eline kolonya döken muavine bile tutumlu bir
gülümsemeyle karşılık vermiş, yeniden kabuğuna çekilmişti. Ona
istihbarat eğitimlerinde öğretilenleri hatırlamaya çalışıyordu, ken­
dini saklamak istiyorsan öyle esrarlı haller takınmayacaksın, do­
ğallık en iyi kamuflajdır. Eğer bu kadın sahiden Gölge'dekiler­
dense bu konularda kendisine öğretilenleri o da biliyordu elbet.
Bir profesyonel ajan gibi sıradanlığın görünmezliğine saklanma­
yı öğrenmiş demekti. Böyle bir durumda şimdi hangi hamleyi yap­
ması gerektiğini kestirmeye çalıştı. Kadının kabuğunu bir yerin­
den çatlatmalıydı. Satrançta usta olan İranlıları hatırladı. Cihadın
Askerleri'nin kampındayken mollalardan biri, " İ ranlıları küçük
görmeyin sakın ha, sakın burun kıvırmaya kalkmayın, satrancı
icat etmiş bir millettir onlar ! " derdi. "Sen daha elinin parmakları­
nı sayamazken, onlar senin beş hamle sonram görüp ona göre ku­
rarlar oyunlarını ." Bu sözler kulağına küpe olmuştu. İranlıların bu
yanına hayranlık duyuyor, ama onların Şii olmasını bir türlü içi­
ne sindiremiyordu. İranlıların Şiiliğinin Cihadın Askerleri'ndeki
mollaların da içine sinmediğini, cemaat içinde huzursuzluklara

53
yol açtığını biliyordu. Devletle de, İranlılarla da kurdukları iliş­
kinin mecburi ve geçici olduğu bilinse de bu durum herkesi diken
üstünde tutmaya yetiyordu. Bir ara göz ucuyla baktı, kadın göz­
lerini kapatmış ya uyukluyor ya uyuklar gibi yapıyordu. Yanında
oturan çekingen görünüşlü kız başlarda bir-iki laf edecek olmuş,
ama kadının yüz vermez tavrından olsa gerek susup kabuğuna çe­
kilmişti. Kadın, kızın hafızasında yer etmek istemiyordu besbel­
li. Yoksa olağan şartlarda, bu kızla tutturacağı sohbetin sıradan
görüntüsü etrafa karşı doğal bir kamuflaj malzemesi olabilirdi. Ne
malum, belki de yalnızca içine kapalı bir kadındı, aklı yok yere
hikaye çoğaltıyordu. İçini kemiren sorulardan, kapıldığı burgaç­
ta çoğalan sorulardan yorgun düşmüştü, gözlerini kapayıp biraz
kestirmeye çalıştı. Şu an kısa bir uykunun canlandırıcı etkisine ih­
tiyacı vardı.
İkinci mola yerinde de değişen bir şey olmadı. Kadın gitti ge­
ne en köşedeki masaya oturdu, üç masa yan yana bitiştirilip tek
bir uzun masa haline getirilmişti. Garsonun getirdiği çayını yu­
dumlamaya başladı kadın, çayı şekersiz içtiği bu kez dikkatinden
kaçmadı. Çay bardağını erkekler gibi bütün avucuyla tutuyor, ser­
çe parmağı bile havaya kalkmıyordu. Yüzündeki ifadenin biraz
sertleşmiş olduğunu düşündü, belki yolda sahiden uyumuş, şim­
di gözleri açık da olsa hala uykusundan çıkamamıştı. Zihnini bu
kadınla gereğinden fazla meşgul edip etmediğini sordu kendine.
Belki yanılmış, boş yere yormuştu kendini, kafasını, zihnini. Bir
tehlike varsa, o tehlike başka yerdeydi belki ve bu kadın asıl he­
defi gözden kaçırmasına neden oluyordu. Suyun diriltici gücüne
ihtiyacı vardı. Çaprazlamasına çakılmış tahta çubuklardan oluşan
baklava desenli genişçe bir paravan lavabolara ve tuvaletlere gi­
den yolla salonu birbirinden ayırıyordu. Süs olsun diye paravana
plastik sarmaşıklar dolamışlardı. Lavaboya giderken bir an başı­
nı çevirip paravanın baklava kesimli boşluğundan kadının kendi­
sini oturduğu yerden izleyip izlemediğine baktı, oysa bakışları
başka yerdeydi kadının, hatta dalgın olduğu bile söylenebilirdi.
Lavaboda elini yüzünü yıkadı. Islattığı mendille boynunu uzun

54
uzun sildi. Ne yapması gerektiğini sanki aynadaki sureti bilirmiş
gibi delici gözlerle yansısına baktı. Yakalanmaktan ya da öldü­
rülmekten korkmuyordu, hiçbir zaman da korkmamıştı. Onun
korktuğu Allah'a karşı vazifelerini tamamlayamadan pisi pisine
ortadan silinmekti. Şu hayatta ömür kazanmak için değil, zaman
kazanmak için mücadele ediyordu. Bin kere hamdolsun ki rız­
kından bunca faydalandığı rabbinin bugüne kadar onu hep kolla­
dığına, gene kollayacağına, şu fani dünyadaki vazifelerini ta­
mamlamadan ömründen zaman eksiltmeyeceğine inanıyor.

Salona döndü, bir basamakla inilen sekinin başında durdu,


sonra adeta kendinden kopar gibi kararlı adımlarla kadının otur­
duğu masaya doğru yürüdü. Kendisi arkada kalmış da önde göl­
gesi yürüyormuş gibi hiçbir şey söylemeden geçip kadının karşı­
sındaki sandalyeye oturdu. Kadın şaşırmıştı, tek başına yolculuk
eden herhangi bir kadının böyle bir durumda duyabileceği rahat­
sızlıkla adamın yüzüne tuhaf tuhaf bakıp hiçbir şey söylemeden
masadan kalktı. Dümdüz yürüyüp gitti. Dışarı çıktı. Arkasından
bakakaldı. Oyunu tutmamıştı.
Hala tek basamakla inilen sekinin başındaydı oysa, bu onun
böyle durumlarda yaptığı ve "hayal oyunu" dediği şeydi. Ken­
dinden kopup giden bir gölgeyi önden yollar, olasılıkları hesap­
lardı. Böylelikle bu sahneyi gözünde canlandırıp durumu yeniden
tarttıktan sonra dosdoğru kadının masasına yürümekten, altına bir
sandalye çekip karşısına oturmaktan vazgeçti. Hem bundan bir
sonuç alamayabilir, hem gereksiz yere dikkatleri üzerine çekmiş
olurdu. Bazı durumlarda hiçbir şey yapmamak en iyisiydi. "Eğer
örtünüp saklananı ininden çıkarmaya yaramayacaksa kendi üstü­
nü açmayacaksın," diyen Nihat Astsubay'ı hatırladı; birim içinde
bu astsubayın kurduğu düzenlere, çevirdiği dolaplara, türlü çeşit­
li oyunlara bakıp hayran olanlar, "Görün bakın bu adam günün bi­
rinde MiT'in başına getirilir vallaha! " diye konuşuyorlardı. Buna
karşılık, "Bugüne kadar MiT 'in başına bir astsubayın getirildiği
görülmüş şey mi?" diye itiraz edenler çıkıyordu. Bu gibi durum-

55
larda "devir değişti" diyenlerle, "bu memlekette hiçbir şey kolay
değişmez" diyenler arasındaki tartışmaların bir benzeri yinelenir­
di. Bunun üzerine, "kural dediğin ortada dönen dolaplara göre de­
ğişir," diye karşılık verenler olurdu. Tüm bu konuşulanları birer
delil gibi hafızasında saklıyordu. Hangi bilginin ne zaman kıymet
kazanacağı, hangi durumda kullanılacağı belli olmazdı. Eğit­
men'in olsun, Nihat Astsubay'ın olsun sıkça tekrarladıkları gibi,
"Bilgi iktidardı."
Otobüsteki yerine döndüğünde, içi biraz sakinleşmişti. Ada­
na' ya vardıklarında olacakları beklemek daha akıllıca olacaktı .
Otobüs yola koyulduktan yirmi dakika sonraydı ki bir jandarma
birliği gene önlerini kesti. Rutin bir arama mıydı, özel bir olay
üzerine yol boyu sıkılaştırılmış bir denetim mi, askerlerin tavrın­
dan anlaşılmıyordu. Erkek yolcuların tümü indirildi, kadınlar otur­
dukları yerde gösterdiler kimliklerini. Güvenlik güçlerinden ba­
zılarının bakışlarında zaten başından beri her şeyi biliyormuş da
avlamanın zamanını bekliyormuş gibi kendinden emin bir hava
vardı. Bazı polislerse herkese şüpheli gibi davranır, insanın yü­
züne "yakaladım seni ! " bakışıyla dikkatli dikkatli bakar, karşı­
sındakinin bu durumdan rahatsızlık duyup bir açık vermesini bek­
lerdi. Bir bölümü acemiliğinden böyle yapardı, bir bölümü de ken­
dini rolüne fazla kaptırdığından. Başkalarını ürkütmenin, korkut­
manın baş döndüren gücünü damarlarına kadar hissetmek için. O
bu hissi en iyi bilenlerdendi. Bir süre önce kendisine istediği za­
man bazı kişileri araziye götürebilme izni, hatta infaz yetkisi ve­
rildiğinde damarlarının nasıl dizginlenemez bir güçle dolduğunu
tüm bedeninde hissetmişti. Zamanla varlığında sakin bir güce dö­
nüştü bu. Ona yalvaran kişilerin sözlerini duymazdı bile. Kalbine
isabet eden yalnızca dua kelimeleri, hadis sözleri, nebilerin hik­
metleriydi. Kalbini dünyaya çöl, İ slama vaha kılmıştı. Merhamet
de vicdan da yalnız saf bir kalple inanmış mümin Müslümanlar
içindi. İ lk seferinde operasyon amirinin emrindekilere, "Sorguda
müspet sonuç almak için her ne yapmak gerekiyorsa hepsine izin
verildi, anlıyor musunuz?" dediğinde polislerin gözlerinde bir-

56
denbire çakmak gibi parlayan bir ateşle nasıl heyecanlandıkları­
nı gördüğünde bu hissin yalnızca kendisine mahsus olmadığını
anlamıştı.

Otogardaki sivilden aldığı emanet yan koltuğun altındaki fi­


lenin içinde uyuyordu. Tabancayı oraya yerleştirmeye çömeldi­
ğinde ayakkabısının çözülen bağcıklarını bağlamak başkaları için
değilse de onun için biraz uzun sürmüştü. Yeni verdikleri, iç ce­
bindeki polis kimliğiyse zor durumlar içindi. Eski kimliğini çı­
karıp eline aldı. S ıradan yurttaş kimliğini. Bazı durumlarda her­
hangi biri olmak daha güvenliydi. Arkada oturan kadının varlığı
dengeleri değiştirmişti. Bu çevirme kendisi için kurulmuş başka
bir tuzak olabilirdi. Kendini çift koldan sağlama almalıydı. Ken­
di oyununu kuramayanın başkasının oyununda yem olması gö­
rülmemiş şey değildi. "Ortad � kaldırmak isteselerdi, oracıkta öl­
dürürlerdi" şeklindeki akıl yürütmelerini boşa çıkaran nice infa­
za tanıklık etmişti bugüne kadar. En kurt istihbaratçıların bile na­
sıl açıklar verdiğinin konuşulduğu sohbetlere tanıklık etmişti. Asıl
oyunlar hep ilk anda akıl edilemeyenler katında oynanırdı.

57
SEKİZİNCİ B Ö LÜ M

EMANET BEDEN

Otobüsün Adana Otogarı'na girmesiyle hareketlenmeye başla­


yan yolcuların telaşını izlerken bir yandan da göz ucuyla kadının
hareketlerini takip etmeye çalışıyordu. Bagajda valizi olmadığın­
dan yerinden kalkıp inmek konusunda ağırdan alıyor, otobüsün
içinde geçirdiği zamanı uzatmaya bakıyordu. Yan koltuğun altın­
daki emaneti bulunduğu fileden çıkarıp hızlı bir hareketle beline
taktığı sırada kadın inmiş, diğer yolcularla birlikte, muavinin ener­
jik görünmek adına gösterişli hareketlerle boşaltmaya başladı­
ğı bagajdan valizini almayı bekliyor, etrafa karşı ilgisiz görünü­
yordu. Bu süre içinde göz göze gelmek şöyle dursun, bir kez bi­
le dönüp bakmamıştı ona. Bu kadının kendisini takiple görevli ol­
duğu konusunda tamamen yanıldığına, yol boyunca boş yere ku­
runtuya kapıldığına inanmaya başlamıştı artık. Gene de temkini
elden bırakmak istememiş, aşağı inip güya o da diğerleri gibi va­
liz bekliyormuş gibi biraz geride durarak kadın gardan çıkıncaya
dek orada beklemeye karar vermişti. Bu sırada garın kuytu bir kö­
şesinde sotaya yatmış birinin gizlice ve makineli tüfek hızıyla art
arda çektiği fotoğraflarda kadınla aynı karede yer almış olduğu­
nu belki de hiçbir zaman bilmeyecekti. Daha sonra geniş bir ma­
sa üstüne yayılmış bu fotoğraflarda ikisinin de kafalarının keçe
uçlu kırmızı kalemle daire içine alınarak işaretleneceğini nereden
bilebilirdi ki?

58
Sonunda otobüsün muavini, kadının parmağıyla işaret ettiği
valizi alıp ona verdi. Sıradan, küçük boy bir valizdi. Her zaman
gidip geldiği aşina bir yolu kat edercesine kendinden emin adım­
larla uzaklaşan kadın gözden kayboluncaya dek uzun uzun baktı
ardından. Sonrasında bir süre ne yapacağını bilemedi. Kendini bir
oyuna kaptırmış, ama oyun hiç de tahminlerini doğrulayacak bi­
çimde sonuçlanmamıştı. İ çini kaplayan tatminsizlik duygusu gi­
derek kendine yönelen bir kızgınlığa dönüşmeye başlamıştı. Hiç­
bir şeyin olmaması onu yatıştırmaya, kuşkularını gidermeye yet­
memiş, bir şeylerin ters gittiği duygusundan bir türlü kurtulama­
mıştı.
Ağzının içi acılaşmıştı gene. Sonra bu konuyu artık geride bı­
rakması gerektiğine kanaat getirip hareketlendi. İ lk bulduğu an­
kesörlü telefondan Diyarba� ır'daki merkezin özel hattını aradı.
Yolun bundan sonrasında ne yapması gerektiği konusunda hiçbir
fikri yoktu. Yalnızca, " İkinci aktarmada bulunduğun yerden bu­
rayı ararsın," denmişti kendisine. Büroya yeni atandığı için şim­
dilik gelen telefonlara bakmakla görevlendirilmiş genç elemana
kimlik ve kod bildirip operasyon amiriyle konuşmak istediğini
söyledi. Sesi bir çocuğunkini andıran eleman tam kendisini ce­
vaplarken bir anda sesi uzaklaşmış, ardından belli ki bu sırada
onun elinden ahizeyi kapan başka biri konuşmaya başlamıştı. Üs­
telik beklediği operasyon amiri de değildi karşısındaki sesin sa­
hibi. Kendini tanıtma gereği bile duymadan konuşmaya başlayan
kişiyi gene de sesinden tanıdı. Televizyonda haberleri okuyan spi­
kerler gibi tane tane konuşurdu hep, lafları düzgün, söyledikleri
anlaşılırdı, bir şey anlatırken karışık laf etmez, zihin bulandır­
mazdı. Eğitmen dedikleri, herkesin çekindiği kişiydi bu. Yüzüne
bakarak yaşını tahmin edemez, kendi söylemedikçe niyetini, ne
düşündüğünü asla anlayamazdınız. En öfkeli anında bile buz gi­
bi donuk gözlerle bakardı. Gözlerini hiç kırpmayan biriydi Eğit­
men. Onun bu hali köyde taşların, kayaların üzerinde gezinen, du­
var diplerinde çabuk çabuk dolaşan kertenkeleleri hatırlatırdı, on-

59
lar da gözlerini kırpmazlardı. Eğitmen, arada bir ortadan kaybo­
lur, nereye gittiği, neler yaptığı bilinmez sonra birdenbire tekrar
ortaya çıktığında da kimseye tek laf etmezdi. Hiçbir konuda renk
vermez, hiçbir durumda paniğe kapılmaz, birimdeki kimseye göz­
le görülür bir şey yapmadığı halde herkes ondan ürker, çekinirdi.
Pek çok şey bilirdi. Gri gözlülerin keskin nişancı olduklarını on­
dan duymuştu mesela. Bölgede sadece gri gözlülerden oluşan bir
tim kurmak hayaliymiş, öyle diyorlardı. Köy baskınlarından ön­
ce baskına katılacaklara önden kısa bir nutuk çekmeyi ihmal et­
mezdi: "İtaat istiyorsan korku salacaksın, efendiliği başka yere
sakla. Yumuşak davranarak onlara ulaşamazsın, onlara güzellik­
le bir şey öğretemezsin, onların aradıkları dil otoritenin dilidir.
Anladıkları tek dil de budur. Hayvan terbiye eder gibi davrana­
caksınız. Hep emir kipiyle konuşacaksınız. Anladınız mı?" Ope­
rasyon amiri şu an yokmuş yerinde. Acil bir iş çıkmış, oraya git­
miş. Eğitmen şu an onun adına konuşuyordu. Baştan beri kafası­
nı kurcalayan konuyu, Tilki Agit'in bu sabah neden otelde olma­
dığını sordu Eğitmen'e. Bu konuda etraflıca bir açıklama bekler
gibi vurgulu bir tonda sormuştu bunu. Oysa Eğitmen, "Biliyoruz,"
diye geçiştirip şimdi yapılması gerekenleri art arda saymaya baş­
ladı. "Hatırlarsın, Adana'da bir aşevi vardı, hani bizim bilmediği­
mizi sandıkları şu mekan . . . " Hatırlıyordu elbet, dağa çıkmak, ge­
rillaya katılmak isteyen gençleri yönlendiren milislerin toplanma
yeriydi orası. "Şimdi git orada görün, milletin dikkatini çekecek
bir şeyler yap, ama abartma! Yalnızca seni fark etmelerini, yüzü­
nün orada bulunanların akıllarında kalmasını sağla! Sonradan bir
terslik olursa, seni bugün aşevinde gördüklerine dair yemin ede­
bilsinler, anladın mı? Ne olur ne olmaz, kendini şimdiden sağla­
ma al ! Yalla billa o gün Adana' daydım diye yemin etsen başın ağ­
rımaz." Kısa bir an sustuktan sonra, güçlenmiş bir sesle, "Unut­
ma, senin için yeni bir görev yeri düşünüyoruz," dedi. Şu son söz
birdenbire içinde bir şeyleri harekete geçirdi; istihbarattan birile­
rinin ara ara sezdirdikleri bu konu ilk kez dillendiriliyordu, hem
de böyle yetkili bir ağızdan ! Kendisini dağa hazırladıkları doğ-

60
ruydu demek! Ya ona bir oyun oynuyorlardı, ya da gerçekten bu­
nun bir ödül olduğunu düşünüyorlardı. Bir keresinde, "Hiçbir ele­
man vazgeçilmez değildir, asıl önemli olan ondan ne zaman vaz­
geçilebileceğini bilmektir," dendiğini duymuştu. Sahiden dağa ha­
zırlamak istiyorlarsa, demek ondan vazgeçmemişlerdi henüz.
Onun tetik çeken parmağına bir zaman daha ihtiyaçları vardı. De­
şifre olmadığı sürece yaşayacak ömrü vardı, böyle giderse daha
da uzardı. Bir an dağda kendisini daha büyük bir imtihanın bek­
lediğini idrak etti. Bir şeylere gene sıfırdan başlamanın imtihanı.
Eğitmen bölgedeki muhbirleri eğitecek polislerin eğitimin­
den de sorumlu kişiydi aynı zamanda. Nasıl muhbir kazanılır, ele
geçirilenler, yakalananlar, hapishaneye düşenler saf değiştirmeye
nasıl ikna edilir? Amerika'da okumuşluğu varmış onun. Bu yol­
ların hepsini orada öğrenmiş, diyorlardı. Ayrıca ileri sorgu tekni­
ği konusunda uzmanmış. Sorguya alıp da konuşturamadığı kim­
se olmamış bugüne kadar.
"Aşevinden sonra hemen yola çık," diyor Eğitmen. " İ stikamet
doğru Alanya! "
Rica eder bir tonda, "Bu gece burada kalsam," diyor. "Başım
çok ağrıyor, dün gece de uyumadım." Sesine ikna edici yorgun bir
ton vermişti. Antep'teki çekirdekçinin mesajıyla Kumaşçı Nas­
rullah'a çağırıldığına göre mutlaka burada Hoca'yla görüşebile­
ceği bir zaman aralığı yaratmalıydı.
Son anda ortaya çıkan bu aşevi konusu planını altüst etmişti
aslında. Bugün Alanya'ya doğru yola çıkarsa Kumaşçı Nasrullah'a
gitmeye vakit bulamayacağı belliydi. Hele Kumaşçı Nasrullah'tan
sonra tutup onu bir ikinci "sinyal mevkiine" yönlendirmeye kal­
karlarsa Hoca'yı görmesi büsbütün imkansız hale gelecekti. Da­
ha şimdiden geç olmuştu bile. Karşı tarafta kısa bir sessizlik ol­
du. Bu sessizlik çabuk onay vermiş gibi görünmemek için mi, yok­
sa o arada bir şeyleri tartmak için miydi, bilemedi.
"Tamam, ama yarın sabah yola çık o zaman, fazla oyalan­
ma. Biz gel diyene kadar da Alanya'da kalacaksın. İnince burayı
ara. Bizden haber bekle. Dikkat çekmemeye bak. Ortalıkta fazla

61
görünme. Bugünkü hareketinle amirlerinin takdirini bir kez da­
ha kazandın, arkası da öyle gelsin. Bak, Diyarbakır'dan Alanya'ya
995 kilometre yol almış oluyorsun. Bu yol senin izlerini silmeye
yeter."

Adana' da geçireceği zamanı dakikası dakikasına tutumlu kul­


lanması gerektiğinin fazlasıyla farkındaydı. Öncelikle Eğitmen'in
talimatını yerine getirmeli, aşevinin yolunu tutarak bu işi aradan
çıkarmalıydı, onu asıl heyecanlandıran Kumaşçı Nasrullah üze­
rinden hazırlanan buluşmaydı ve kesinlikle kimsenin bundan ha­
berinin olmamasını sağlamalıydı . Aşevi bulunduğu yere fazla
uzak değildi, gene de zaman kazanmak için taksiye binecekti. Po­
lisin, örgüte ajan olarak sızdırmak istediği gençleri zaman zaman
bu aşevine yönlendirdiği olurdu . Dağ kadrolarıyla ilişkileri yö­
neten şehirdeki milislerin, dağa çıkmak, gerillaya katılmak iste­
yen gönüllüler, heveslilerle bağlantı kurduğu mekanlardan biriy­
di bu aşevi; bu nedenle fazladan bir dikkatle sürekli sivil polisle­
rin gözetimi altında tutuluyor, ama buraya hiç müdahale edilmi­
yor, baskın ya da operasyon düzenlenmiyordu. Bazen dağ kadro­
larından yetkili biri düze iner, buraya gelir, halkın arasına karışır,
gereken kişilerle bağlantı kurduktan sonra yeniden dağa dönerdi.
Bu durum bilindiği halde neden hiçbir şey yapılmadığı güvenlik­
çiler arasında zaman zaman tartışma konusu olurdu. Bu konuda
rahatsızlık duyanların sorularına verilen, "Ama böyle yerler bü­
yük avlar içindir, küçük avlar için değil," cevabı konuyu kapat­
maya yeterdi. İ stihbaratın elindeki kozu en uygun zamanda, en iyi
biçimde kullanması gerektiği söylenirdi.
Dikkat çekmemek için, bindiği taksiden aşevinin önünde de­
ğil de oraya yakın bir yerde inmiş, şimdi hızlı adımlarla yürürken
bir yandan da kullanması gereken zamanı hesaplamaya çalışıyor­
du. Aşevinden zaman kalırsa, Büyük Çarşı'daki Kumaşçı Nas­
rullah'a gitmenin yolunu bulmaya bakacaktı. Kimsenin bu buluş­
mayı sezmemesi, hele polisin hiçbir biçimde öğrenmemesi gere­
kiyordu. İkili oynamanın en büyük güçlüklerinden biri de buydu.

62
Aynı bedenin zamanını bile iki ayrı kişi olarak yaşamak zorun­
daydın. Yol üstündeki dükkanlardan birine dalıp üstüne mont bak­
tı, yolda takibe alındığını anladığında şaşırtma vermek için içi ay­
rı dışı ayrı renkte çift taraflı bir şey olmalıydı, tezgahtarın gös­
terdiği montlardan birini seçecekken, montun sırtı yazılı ya da ar­
malı olmamasına özellikle dikkat etmesi gerektiğini hatırlıyor.
Montun tersyüz ettiği tarafının rengi ardındaki takipçiyi yanıltsa
bile dikkat çeken bir yazı ya da arma onu ele verebilirdi. Aradı­
ğına uygun bulduğu bir montu hızla sırtına geçiriverdi, elindeki
çantaya sığmayacağını düşünerek ceketini katlayıp büyükçe bir
poşetin içine koyup dükkandan çıktı.
Büyük bir yer sayılmayacak aşevinin içi kalabalıktı. İnsanla­
rın mahalle arasındaki bir esnaf lokantasında görmeye alışık ol­
duğu sıradan bir manzaraydı bu. Bir süre ayakta durup boş masa
bakındı. O sırada gitmek üz.ere yerlerinden doğrulup ayaklan­
makta olan iki kişi gördü. Böyle yerlere özgü yemek kokuları, ça­
tal bıçak sesleri arasında ilerleyerek onların boşalttığı yerlerden
birine oturdu. Daha kapıdan adımını attığı anda geride, çay oca­
ğının orada ayakta duran adamı tanımıştı. Birimde görev alanlar­
dan belli aralarla fişleme dosyalarını gözden geçirip yüzleri ez­
berlemeleri, hafızalarını tazelemeleri istenirdi. Kimin nerede, ne
zaman, hangi durumda ve nasıl karşına çıkacağı bilinmezdi çün­
kü. Adam, çay ocağındaki tezgah arkasından çıkıp masalar ara­
sında dolaşarak yemeğini bitirmiş olanlara çay dağıtıyor, bir yan­
dan da fazla belli etmeden etrafı kolaçan ediyor, göz ucuyla müş­
terileri tartıyordu. Mekana hakim bir havası vardı; kulağının ar­
kasına tek dal sigara iliştirmiş, pantolonunun arka cebine de he­
sap koçanı tıkıştırmıştı. Giriş kapısının hizasında ortadaki dört ki­
şilik masalardan biriydi oturduğu. Muşamba kaplı masanın duvar
tarafında oturan gençten biri belli ki yemeğini yeni bitirmiş, şim­
di çayını içiyor, vücudunun ağırlığını iyice öne vererek masaya
abanmış halde önüne çarşaf gibi serdiği gazeteyi dikkatle oku­
yordu. Selamlaştılar. "Afiyet olsun", "Eyvallah, sana da . . . " Deli­
kanlı yaydığı gazeteyi köşelerinden çekerek toparlanıp masada

63
yer açmaya çalışır gibi oldu. O da bu sırada masaya gelip elinde­
ki bezle önceki müşterinin bıraktığı kırıntıları silerek temizleyen
garsona siparişini veriyor. Önce çorba. Karşısındaki delikanlı az
sonra gazeteyi tamamen toplayarak ilk sayfasındaki adı uzaktan
bile okunacak biçimde katlayıp kenara koydu. Gazetenin adının
hemen üstünde yer alan spot habere takılıyor gözleri. Bir JEM te­
tikçisi yakalanmış ve itirafta bulunmuştu. Manşette, " Ö ldürdüğüm
adamın kim olduğunu ertesi gün gazetelerden öğreniyordum," ya­
zıyordu. İ çi bir tuhaf oldu. Kendiyle aynı işi yapan biri yakalan­
mıştı. Yakalananı tanımıyordu. Hiç karşılaşmamıştı. Tetikçi öl­
dürdüğü kişinin kim olduğunu bilmediğini söylüyordu. Kimse
kimsenin kim olduğunu bilmiyor, kimse kimin kim olduğundan
emin olamıyordu. Hava puslu ama kurşunlar sahiciydi. Bilincinin
yarı aydınlık bir bölgesinde sezdiği ama adını koyamadığı, içini
bir tuhaf eden şeyin nedeni bu olmalıydı. Bu belirsizlik. İçinde
kendisinin de saklandığı bu belirsizlik. Tetikçinin, iki koluna gir­
miş iki polis arasındaki fotoğrafı yüzeyde görünenden daha faz­
lasını sezdiriyordu ona. Bugün sabahın o erken saatinde Diyar­
bakır'da tarlada bıraktığı ölüyü hatırladı. Hala vurulduğu yerde
yatıyor muydu, yoksa cesedi bulmuşlar mıydı? Günün birinde ken­
disinin de böyle iki polis arasında çekilmiş bir fotoğrafı çıkacak
mıydı gazetelere? Buna hiçbir zaman izin vermeyeceğini içinin
çok derin bir yerinde biliyordu. Gazeteye basacakları dirisinin de­
ğil ancak ölüsünün fotoğrafı olabilirdi. Ona bakanların gözleri he­
nüz görmese de kefeniyle çıkmıştı bu yola.
Sahi Saim B aran'ı niye öldürmüştü? Devletin bundan çıkarı
tam olarak neydi? B azı cinayetlerin, suikastların kafa karıştırmak,
ortalığı bulandırmak için yapıldığı söyleniyordu. Bu da onlardan
biri miydi acaba?

Çay ocağındaki adam, masalarının yanından geçtikten bir


adım sonra durup geri dönüyor. Sesini alçaltarak ama gayet sert
bir tonda, "Kaldır o gazeteyi," diyor masadaki delikanlıya. "Bu­
rada okunmaz böyle gazeteler, git başka yerde oku ! " Delikanlı

64
şaşkın önce gazeteye sonra adama bakıyor. Sert mi çıksın, alttan
mı alsın bilemiyor. Adamın kararlı ve sert bakışları karşısında mi­
litan bir gösterişçilik yapmaktan usulca vazgeçiyor. "Gel bakalım
şöyle arkaya," diyor çaycı . "Gel . . . gel." Durumu hala tam kavra­
yamamış delikanlı gazeteyi masada bırakmakla eline almak ara­
sında bocalıyor bir an. "Al onu yanına," diyor adam aynı sertlik­
te ama gene alçak sesle. "Katla koy cebine." Sesinin tonunu da yü­
zünün ifadesini de etraftakilerden saklamaya çalışırken masada­
ki diğerinin varlığını umursamıyor bile. Bu adamın aklında kal­
mak için fazladan bir şey yapması gerektiğini düşünüyor. Çay oca­
ğının yanından geçerek lavabonun ve tuvaletin bulunduğu arka ta­
rafta gözden kayboluyorlar. Bu ikilinin içeride ne konuştuklarını
oturduğu yerden tahmin edebiliyor. Aşevinin gizliliğini korumak
adına bu gazete de dahil olmak üzere örgütsel bağlantıların me­
kanla ilişkisine işaret edebilecek hiçbir şeyi ortada bulundurmak
istemiyorlar anlaşılan. Az sonra delikanlı yüzü düşmüş bir halde
geliyor arka taraftan, belli ki sıkı bir azar yemiş, hesabı ayakta
ödeyip çıkıp gidiyor. Hemen ardından yeniden çaycı görünüyor
ortalıkta, masalar arasında dolanmayı sürdürüyor.
İçine ekmek doğradığı kıvamı yerinde çorba yetmişti kamını
doyurmaya, üstüne bir şey söylemedi, hiçbir zaman çok iştahlı bi­
ri olmamıştı zaten. Bununla da övünürdü. Omuzunun üstünden
göz ucuyla arkasına bakarak, boşları toplayan çaycının masasına
yaklaşmasını bekledi. Onu ensesinde hissettiği anda birdenbire
ayağa kalkıp yarım bir dönüş yaptı. Çarpıştılar. Adamın kucağın­
daki tabak, çanak, bardak yere düşüp paramparça oldu. Kırılan
cam ve porselen parçaları zemine dağılırken göz göze geldiler.
Çaycı ona bastırmaya çalıştığı bir öfkeyle bakarken, o takındığı
mahcup ifadeyle boynunu büküp defalarca özür diledi. "Kırılan­
ların parasını öderim." Bütün başlar onlara dönmüştü. Kolay akıl
edilebilir, sade, basit bir har.eketti ama aşevindeki herkesin onu
görmesine yetmişti. Ö zellikle de çaycının. Birdenbire yüzünün
ifadesini değiştirip sesini alçaltarak, "Gazeteyi ortadan kaldırttı­
ğın iyi oldu," dedi. "Ben de dedim, ama dinletemedim." Çaycı bir

65
anda değişen bir ifade ve diri bir dikkatle yeni görüyormuş gibi
baktı yüzüne.
Hep göze batmamaya çalışmış biri olarak şimdi tüm gözlerin
üstünde olması bir an tuhaf geldi ona, ama işini doğru yapmıştı.
Bugün burada olduğu artık kesindi, gidebilirdi.
Belli mi olur, günün birinde dağa gönderilecekse belki o da
bu aşevinden gönderilirdi.
Kumaşçı Nasrullah'a gitmek için vakit geç olmuştu. Hem ge­
ce burada kalacağına göre, Hoca'yı sabahın nuruyla görmek da­
ha hayırlı olacaktı.

66
DOKUZUNCU BÖLÜ M

MAH PES

" İ stihbaratçılık hiçbir şartta dalgınlık kaldırmaz, nasıl dalgın bir


tetikçi olmazsa, dalgın bir istihbaratçı da olmaz," diyen Eğitmen'e
göre zaten bu işi herkes yapamazdı ya da bu iş herkese göre de­
ğildi ! Arada böyle lafları tersyüz ederek konuşmayı severdi. "Ra­
darı kapalı olan insanlardan qa iyi istihbaratçı olmaz," diye ek­
lerdi. " İ stihbaratçı dediğinin radarları her daim açık olacak. Sin­
yalin nereden, ne zaman geleceği belli olmaz." Gene kendi tabi­
riyle "bütün vücuduyla konuşan insanlardan" hoşlanmazdı. Bun­
ların kolay deşifre edilecek tipler olduğunu düşünür, gizli kapak­
lı işlerde asla görevlendirilmemeleri gerektiğine inanırdı. " İ stih­
baratçılığın temel kurallarından biri her şartta dikkatini yönetme­
yi bilmektir." Benzer bir sözü Hoca'dan da duymuşluğu vardı:
"Kurt avına dikkat kesilir, tabiatın diğer teferruatlarına değil. Sen
geri duracak, ama içindeki kurdu salacaksın ileri." Hoca'nın tam
da onu tarif ettiğini düşünerek kendine gurur payı çıkarmıştı. Eğit­
men'i tanıdığı kısa sürede ondan öğreneceği, sağacağı çok şey ol­
duğunu anlamıştı. Bazı çenesi düşük elemanları, "Birini korkut­
mak ya da sindirmek istediğinde fazla kelime kullanma, etkiyi
azaltırsın," diyerek uyardığında onun istihbarat konuları dı şında,
hele kendi hakkında hiç konuşmadığını düşünmüştü. Eğitmen'in
sözlerinden hoşuna gidenleri bazen küçük kağıtlara yazar, ezber­
ledikten sonra da yırtıp atar, kendiyle baş başa kaldığı her sefe­
rinde dersini tekrar eden çocuklar gibi yeniden aklından geçire­
rek hazmetmeye bakardı. Nihat Astsubay onun arada bir aldığı

67
notlar karşısında uyanan merakını gidermek için, "Ne yazıp du­
rursun sen öyle bakayım mektep talebeleri gibi," deyip bu notl�­
ra göz attığında yazısının eğri büğrülüğüyle dalga geçmeyi de
ihmal etmemişti. O da mahcup bir mektep talebesi tavrı takınıp,
"Her lafı anlamıyorum, ama lazım olur diye öylesine yazıyorum,"
demişti. "Neyi anlamıyorsun mesela?" sorusu üstüne, "Mesela
bunu," diyerek not aldığı son sözü göstermişti: "Tuzak avcılığı di­
ğer avcılık çeşitlerine benzemez, tuzak kuracaksan insan eli değ­
memiş yem koymak gerek oltaya." Nihat Astsubay bir çocuğun
saçmalığına eğlenir gibi omuz silkerek gülmüştü, astsubayın ve
diğerlerinin bilmediğiyse onun yabancı gözlere açık bu notları
kendini olduğundan daha eğitimsiz ve cahil gösterecek biçimde
mahsus eğri büğrü harflerle yazdığıydı. Bunu ona kimse öğret­
memiş, kendi akıl etmişti.
Gün içinde uygun olmayan yer ve zamanlarda geçmişi hayal
etmenin, olan biteni yeniden düşünmenin dikkat kaybına ve dal­
gınlığa yol açtığını bildiğinden kendini, zihnini mümkün olduğu
kadar şimdiki zamanın ve mekanın içinde kısıtlı tutmaya çalışır,
bunları geceye ve kuytuya saklardı. Dört duvar arasında bir başı­
na kaldığında iyice içinin kovuğuna çekiliyor, zihninin kapılarını
ancak böyle durumlarda geçmişe ve geleceğe aralıyordu.
Yattığı yatakta bir zamandır gözlerini hiçbir şey görmediği ta­
vana dikmişti. Yabancı bir yatakta yattıklarında uyku tutmadığın­
dan yakınanların, "Yerimi yadırgadım," deyişini yadırgardı hep.
Demek insanların devamlı bir yerinin olması dünyayı yabancı kı­
lıyordu onlara. Onun hiç kendine ait bir yeri olmamıştı. Böylesi
daha iyiydi.
Adana'da önceden bildiği, kaldığı bu izbe otelin gündüzleri
bile karanlık olan odası onun için elverişli bir mahpes görevi gö­
rüyor şimdi. Gene de karanlığın azıcık gövdelenmesine izin ve­
ren cılız bir ışık sızıyor bir yerlerden. Mahpus. Hapis. Medrese.
İlk zamanlarında mahpusa düşen müminlerden imrenerek söz edil­
diğini duyardı. Yusuf'un atıldığı kuyuya benzetilen mahpushane­
ye "Medrese-i Yusufiye" denir, yolu mahpushaneden geçmiş ki-

68
şilere de, "gönlü de, imanı da Medrese-i Yusufiye'de pişmiş, ora­
da irfana ermiş," diye hayranlık belirtilirdi. Bir gün o da Yusuf gi­
bi oraya atılır mıydı acaba, diye hayal ettiği toy zamanlarını ha­
tırladı. O zamandan beri bu yola baş koymuş, cemaat içindeki tüm
inanmışlar gibi o da İbn-i Teymiyye'nin darb-ı mesel olmuş meş­
hur sözünü kendine şiar edinmişti: "Düşman ne yapabilir ki bana,
öldürülmem şehadet, sürgün edilmem hicret, hapsedilmem hiz­
mettir."
Bu otelin her zaman küf kokan odaları gene küf kokuyor. Ken­
dini her ne kadar yorgun hissetse de sabah namazını kaçırmak is­
temediği için erken uyumalı, yarın geçe kalmadan yola çıkacağı
için elindeki zamanı iyi kullanmalıydı.
Yarın Hoca'yı görecek olmak, onunla konuşmak ruhuna iyi
gelecekti, biliyordu. Hoca'nın ağzından çıkan her sözün üzerinde
teskin edici bir etkisi vardı. Oı:ıu kaygılandıran tek konu yeni baş­
imamın talebi üzerine herkesten istenen şu özgeçmiş meselesiy­
di, bu konu canını sıkıyordu bir süredir; özgeçmişinde yaptığı oy­
namaların günün birinde farkına varılacak olması ihtimali kaygı­
landırıyor onu. Yeni başimamın arzusu üzerine hazırlayıp Şura'ya
verdiği özgeçmişi Hoca'nın görmemiş olması muhtemeldi, gör­
müşse bile göz ucuyla geçip ayrıntıları fark etmemiş olmasını
umuyordu.
Toy zamanlarında kurduğu mahpusa düşme, feda eylemle­
rinde şehit olma hayallerine Hoca'nın kesin talimatlarıyla son ver­
diği günleri hatırlıyor. O, karanlık zindanlarda göreceği zulme rağ­
men yitirmeyeceği imanının kudretiyle Medrese-i Yusufiye'nin il­
minden, irfanından geçmeyi hayal ederken, Hoca, "Seni az biraz
geriye çekiyoruz, bir müddet ortalıklarda görünmemen gerekiyor,
emniyette fotoğrafın, parmak izin, hiçbir kaydın, belgen olma­
malı; seni çok daha mühim vazifeler için tenhada tutuyoruz," di­
yordu. "Sen bize uzun zaman lazımsın. Hem unutma, hiçbirimi­
zin dünyada yeniden asr-ı saadet devri tesis edilene kadar sürecek
cihadın imanlı bir neferi olmaktan başka unvanda gözü yoktur.
Bunu böyle bil."

69
Ne zaman bir otelde, bir askeri lojmanda, görevli gittiği kö­
yün bir evinde kalsa acaba bu gece rüya görecek miyim, diye ge­
çirirdi içinden. Çocukluğundan beri çok az rüya görürdü. Çocuk­
ken diğer çocukların gördükleri rüyaları anlatmalarına imrenir,
kendisinin mahrum olduğu rüyaların sadece analı-babalı çocuk­
lara verilmiş bir hediye olduğuna inanırdı. Bu nedenle Cihadın
Askerleri'nin düzenlediği sohbet halkalarına katılmaya başladığı
günlerde gördüğü bir rüya canlılığıyla ürkütmüştü onu. Hiçbir şey
bulanık ya da sisli değildi, gün gibi apaçıktı. Rüyasında Kabe'yi
görmüştü. Sohbet halkalarında bir Müslümanın idrak etmede güç­
lük çektiği dini bir müşkülü varsa mutlaka bir seydanın eşiğine
varması gerektiği söylenmiş, o da kulağında kalmış bu bilgiyle
koşa koşa gidip caminin seydasına rüyasının tabirini sormuştu.
"Her ne kadar rüyayla amel edilmez denilmişse de senin gördü­
ğün bir işaret rüyasıdır," demişti seyda. "Kabe yön demektir, ta­
rik demektir. Sen kıbleni doğru yöne çevirmişsin, doğru yoldasın,
. demektir. Rüyan sana işaret vermiştir," diyen seydanın sesi bir sü­
re kulaklarında yankılanıp durmuş, yanından ayrılıp caminin av­
lusundaki sayvanın altına varıp sırtını bir sütuna yasladığında ken­
dini ilk kez huzurlu, hatta mutlu hissetmişti. Az ötedeki şadır­
vandan akan suyun sesi, avluya konan kuşların ahenkli kanat çır­
pışları, gökyüzünün mavi atlasında ak ak pamuklanmış serpme
bulutlar sanki o güne kadar ölü bir manzara resmiymiş de ancak
şimdi bir canlılık kazanmıştı. Altındaki taş zeminin nemli serin­
liğinin bile yavaş yavaş ruhuna yayıldığını, içini yatıştırdığını his­
sediyordu. Etrafındaki her şey gibi o da bugüne kadar ölüymüş de
ancak şimdi yavaş yavaş ruh bulup canlılık kazanmaya başlamış­
tı. Tam o sırada birdenbire yakınlarda art arda patlayan silah ses­
leri, polis arabalarından yükselen sirenler onu yakından bildiği ta­
nıdık dünyaya döndürmüş, ayakları yere değmiş, adeta dinine,
imanına sövülmüş, kendini tepeden tırnağa aşağılanmış gibi his­
setmişti. Fazla uzakta olmayan bir patlamanın aydınlığının bina­
ların üzerinden göğe dağıldığını görmüştü. Tabanlarında dünya
toprağının insanın etini ağırlaştıran gücünü duymasıyla birlikte

70
varlığında çok ender hissettiği, ruhunu parlatan o sevinç duygu­
sunun bir anda elinden alındığı o günü, o anı hayatının bir döne­
meciymiş gibi hiç unutmadı. Rüyasına bu silah seslerinin arasın­
dan geçerek varacaktı ancak, sanki kaderi belli olmuştu. O gün
nedense bir şeylerden korkmuştu, ölmekten değil, dünyadan kork­
muştu, ki korku hayatında pek az hissettiği bir şeydi. Korkudan
konu açıldığında Hoca, "Korkusuz insan olmaz, korku bazen iyi­
dir, tedbirli yapar insanı, silahı hazırda tutar. Lakin gelip geçici
olacak korku, umumi hissiyatın olmayacak, korkunun elini kolu­
nu bağlamasına izin vermeyeceksin, korkun köpeğin olacak se­
nin, tasmasını hep bir elinde tutacak, bırakmayacaksın," diye akıl
verirdi. Eğitmen'in, "Korku kötü bir yol göstericidir," sözünü de
aynı duyguyla hatırlardı. Korkunun nefesini ensesinde hissettiği
hiç olmamıştı. Yalnız bir keresinde evinde tek başına yakaladığı
komünist bir öğretmene tam . kurşun sıktığı anda, vurulması ne­
deniyle sendeleyen adam yere yıkılırken duvardaki guguklu saa­
tin içinden çıkan ahşap kuş ötmeye başlayınca olduğu yerde ça­
kılı kalmış, içini derin bir ürküntü yoklamıştı. Duvara çakılı yu­
vasından bir anda çıkan kuşun ona gaibe ilişkin bir şey söylemiş
olabileceğine dair karanlık düşüncelerle birlikte sanki bu dünya­
dan olmayan soğuk bir yel esip ruhunu üşütmüştü.
Korku, sadakat, iman, ihanet gibi konularda uzun uzun ko­
nuşmayı seven Hoca, bir gün kinden söz açıldığında, "Müslüman
dediğin kinden uzak durmayacak. Hasım gördüklerine kin tutmak
kalbi kuvvetlendirir," demişti. Kinden yana kalbi zengindi onun.
Güçlü ve inatçı bir kini vardı, umutsuzluktan çok daha güçlü bir
sabrın beslediği koyu kıvam bir kindi bu . . . Eğer sabrı bilmemiş
olsaydı damarlarında zehir gibi akan bu yakıcı kinin kendisine za­
rar vereceğini erken yaşta idrak etmiş, bu nedenle bugüne kadar
gelen yolunda hıncını hep tutumlu kullanmıştı. Cemaat içinde
mahcup biçimde de olsa Kürdistani olduğunu ifade etme gereği
duyan gençler vardı. Mesela, ihvancı 1l.limlerden Said Havva'nın
Kürt olduğunun cemaat içinde bilhassa dillendirilmediğini düşü­
nenlerin bu ve benzeri durumlardan duydukları rahatsızlığı zaman

71
zaman dile getirdikleri oluyor; o da onların her bir söylediğini ak­
lında tutup Hoca'ya iletiyordu. Bazı seydalar, mollalar gibi Hoca
da bu gençleri kavmiyetçilik yapmakla, ikilik yaratmaya çalış­
makla suçluyordu. "Unutmayın, bizim için dünyada bir Müslü­
manlar vardır, bir de kafirler," diyordu. " Ümmeti bölmeyin. Biz
ahaliye ümmet diye bakarız, ister Kürt, ister Türk, ister Arap ol­
sun. Hangi dilde konuşursak konuşalım bizi Allah'a bağlayan yal­
nızca kalbimizin dilidir. Kavmiyetçilik ümmeti bozar. Kavmiyet­
çilik tağuti rejimlerin icadıdır. Allah'ın hükmüyle hükmetmeyen
bütün tağuti rejimler yıkılana kadar sürecek bu büyük kıyamda
böyle ayrılıklar, ikilikler yaratmak birliğimizi, gücümüzü zayıf­
latır; kalbimize, aklımıza, davamıza zarar verir. " Bu tür konular
konuşulduğunda Hoca'nın sesi her zamankinden daha sert ve mü­
tehakkim çıkardı.
Hoca'nın kavmiyetçilik üzerine söylediklerini düşünürken,
kendini Kürtlüğe bağlayan en güçlü bağın anadili olduğu sonu­
cuna varmıştı. Zaten o da farkında olmaksızın anadilini temiz tut­
muştu hep, misal aklından kötü şeyler geçerken Türkçe düşünü­
yor, bir şeylere öfkelendiğinde sadece Türkçe küfrediyordu. De­
mek ağzından çıkan küfür Kürtçeyi kirletmesin, anasının dili te­
miz kalsın istiyordu. Hocanın sözleri ona bunları düşündürmüş,
bir şeyleri bilmeden sadece kalp yoluyla doğru yapmış olduğu his­
sine kapılarak gönenmiş, bunu kalbinin iman kuvvetine yormuş­
tu. Bu ve benzeri durumlarda Hoca'nın sözlerinin aklında, kal­
binde, hayatında ne kadar çok yer kapladığını düşünürdü sık sık.
Son birkaç yıldır da Eğitmen'in sözlerini başka bir niyet ve dik­
katle kaydediyordu hafızasına. Eğitmen'in bazı sözleriyle Ho­
ca'nın bazı sözlerinin birbirine ayna tutar gibi benzediğini düşü­
nürdü; kendi ekseni etrafında dönen bir döner ayna gibi. Misal,
Eğitmen, "En önemlisi sıradan şeylerle şüphe uyandıracak şeyle­
ri ayırmasını bilmektir," dediğinde, Hoca'nın, "Şüphe iyidir, ve­
him zarar verir, canını sakin tutmayı bileceksin," diye akıl verdi­
ğini hatırlardı. Nasıl Hoca onu Cihadın Askerleri içinde daha mü­
him işler için saklayıp kolluyorsa, Eğitmen de onu havada izli kur-

72
şunların uçup durduğu günübirlik sıcak çatışmalardan uzak tutu­
yor, "B izde öyle orta yerde kurşun sıkacak adam çok, maksat se­
nin gibileri saklıda, siperde tutmak," diyordu. Eğitmen'i anma­
sıyla birlikte onun her an karşısındakinin içini okumaya hazırmış
gibi bakan bakışları tüm canlılığıyla geliyor gözlerinin önüne. Ba­
zı durumlarda öğrenmek istediklerini insanın alnından, gözlerin­
den, burnundan, çenesinden okuyacakmışçasına karşısındakini
silahsız bırakan delici bakışlarla yukarıdan aşağıya tarar, söze öy­
le başlardı. Onun Cihadın Askerleri'nin bir neferi olarak JEM için­
de yuvalanma görevinin en zor yanlarından biri de, emrindeki her­
kesi sinsi ve zalimane bir dikkatle göz hapsinde tutan Eğitmen'in
bakışları altında gerçek kimliğini, burada bulunuşunun asıl niye­
tini gizlemeyi başarırken öte yandan Eğitmen'in bir açığını, ge­
diğini, zayıf yanını yakalamaya çalışmak zorunda olmasıydı. Da­
hil olduğu birim içinde en di�at etmesi gereken kişinin Eğitmen
olduğunu daha aralarına kabul edildiği ilk günlerde anlamış, pu­
sulasını buna göre ayarlamayı baştan akıl etmişti. Eğitmen'in bi­
rimdeki görevinin, yetki derecesinin ne olduğu pek bilinmediği
gibi, zaman zaman günlerce, bazen haftalarca ortadan kaybolma­
sının nedeni de, nerelere gittiği, ne tür işler çevirdiği de bilinmi­
yordu. O da Eğitmen' in yokluğunda bir parça olsun nefes alıp azı­
cık gevşeyebiliyordu. Eğitmen'in güvenlik güçleriyle irtibatlı ki­
şiler hakkında dosya tuttuğunu öğrenmişti, mutlaka kendine ait
bir dosya da bulunduruyor olmalıydı. Halil. JEM 'in gizli kapaklı
işlerinde görevlendirildiğine göre dosyasına henüz bir gölge düş­
memiş demekti. Yoksa kanı gibi kalbi de soğuk olan bu adamın
kendisini bir gün bile yaşatmayacağını çok iyi biliyordu. Eğit­
men'in diğerlerininkine benzemeyen bir zalimliği vardı. Sinsi, he­
saplı bir zalimlik. Sabretmeyi, en uygun zamanı kollamayı bilen
bir zalimlik. Kendisi hakkında, "Gözleri boş bakıyor bu elema­
nın, böylesinin eline ver tabancayı, tetiği çeksin, anca o işe ya­
rar," diye konuştuğunu duyduğunda ona karşı ilk zafer duygusu­
nu tatmış, bu hizbuşşeytanların arasında gizlenmek konusunda ne
denli başarılı olduğuna ikna olmuştu. İçinden gülmüş, "Görüyor-

73
sun işte Eğitmen. Senin Amerikalarda yaptığın onca tahsil terbi­
ye İ slamın kalelerine işlemez ! Belli ki hiç İ slamla müşerref ol­
mamışsın," demişti. "Sen de ben de insanız ama kabuklarımız
farklı."
Eğitmen'in yasal mevzuata uymayan karanlık işler yaptığı
şüphesi etrafta konuşulan konulardandı, askerlikten ciddi suçla­
malarla atılmış iki astsubayla hala irtibatta olması, Jandarma Böl­
ge Komutanlığı Hizmet Muhafız Bölüğü'ne yerleştirdiği itirafçı­
lardan birini kendi kirli işleri için kullandığı söylentisi başka iş­
ler çevirdiğinin de bir işareti olarak yorumlanıyor, ama kimse bun­
ları yüksek sesle dillendirmeye cesaret edemiyordu. Bir keresin­
de Eğitmen'den hoşlanmayan bir jandarma yetkilisinin konuşma­
sına kulak misafiri olmuş, "Ankara'da açık cezaevinden eski bir
Kürt gerilla getirtmiş, jandarma evlerinde bile tutmayıp Şehitlik
semtinde bir evde saklıyormuş, kendi işini gördürüp gönderecek
besbelli," dediğini duymuştu.
Anlaşılan herkesin arkasında kendine ait dışarı ışık sızdırma­
yan karanlık bir bölge vardı; henüz onunla yüz yüze gelip tanış­
madığı ama varlığının bir gölge olarak JEM üzerinde dolaştığı o
ilk günlerinde, Eğitmen'den "Sorgulama sanatının en kralından
felsefesini yapmış adam," diye söz edilirdi. Tanıdıktan sonra da
bizzat onun ağzından, "Acının sınırı vardır, ama kaygının yoktur.
Sorgulamanın başarısı çektirdiği acıya değil, uyandırdığı kaygı­
ya bağlıdır," sözlerini duymuştu. Karşısındakinde yalnızca sorgu
odasında değil, gündelik hayatta da kaygı uyandırmak anlaşılan
onun temel hayat taktiğiydi. Eğitmen'in bu tür kıymetli bilgi ye­
rine geçeceğini düşündüğü sözlerini Cihadın Askerleri'ne iletmek
üzere aklının bir kenarına yazıyor, mezar evlerde, hücrelerde ya­
pılan sorgulamalarda da böyle yapılmış olmasını umuyor, yapıl­
mıyorsa da bu yöntemleri onların da aklına düşürmeye çalışıyor­
du. Gerçi İran'a gidenler de sorgulamalar konusunda çok şey öğ­
rendiklerinden bunları zaten biliyor olabilirlerdi.
Eğitmen başta jandamıa istihbarat şubelerindeki sorgu amir­
leri olmak üzere bazı elemanları etrafına toplar, sohbet havasın-

74
da sorgulama teknikleri konusunda akıllar verirdi. "Güç çabuk
fark edilir bir şeydir, görünüşe çalışır, sen zayıf taraflarını bul­
maya bakacaksın. Göz sadece gösterileni görür, sense görüneni
aklınla deşip işlemeyi bileceksin." Bu çeşit konuşmalarından son­
ra onun için biraz takdir, biraz alayla karışık, "Bu işin filozofu ol­
muş," diye söz ederlerdi. Eğitmen'e göre sorguda önemli olan şey­
lerden biri de kişisine göre değişen ortamı yaratmayı akıl edebil­
mekti. "Sorguya çektiğin elemana göre değişen taktikler vardır
unutmayın. Mesela sorgu ortamını sesle doldurursan net düşüne­
mezler, dikkatleri dağılır mutlaka açık verirler. Verdikleri açıktan
sızarsın içeriye, anlaşıldı mı?" dedikten sonra dinleyenlerin yüz­
lerini hızla tarar, sanki kimin ne kadar anlayıp anlamadığına öy­
le karar verirdi.
Devlettekilerin, Cihadın Askerleri'nde de sorguya direnme
eğitimleri verildiğinden ne k�dar haberdar olduklarından emin de­
ğildi. Cihadın Askerleri, direnme eğitimlerinde polisin eline dü­
şüldüğünde ne yapılması gerektiğine dair sıkı bir eğitim veriyor­
du oysa. "Bazı doğruları söyleyeceksin elbet, muhtemelen kendi­
lerinin de bildiklerini senin ağzından duymak sana zaman, sor­
gucuya da güven kazandırır. Lakin saklanması gereken ayrıntıla­
rı ya atlayacaksın ya da ifaden inandırıcı olsun diye sahteleriyle
değiştireceksin. Cihadın her askeri sorgu sırasında karşı tarafı ne
kadar oyalayabilirse, dışarıdakilere kaçıp saklanmaları için zaman
kazandırmış olur."

Ağzının durduk yerde birdenbire acılaşması daldığı düşün­


celerden koparıyor onu. Yattığı yerden kalkıp ışığı açmadan ka­
ranlıkta el yordamı ilerleyerek masanın üstündeki sürahiden su
dolduruyor bardağına. Su ılık, soğuk olmayan suyun susuzluk gi­
dermediğine, yalnızca ağzı oyaladığına inanır. Adımlarını sürü­
yerek yeniden dönüyor yatağına, düşünüyor da, bulduğu her fır­
satta Eğitmen'i ince ince gözlemesine, ne işe yarayacağını bilme­
diği her ayrıntıyı aklının bir kenarına not etmesine rağmen onun
hakkında pek az şey öğrenmişti bugüne kadar. Misal, elinin al-

75
tında ya da ceketinin iç cebinde değilse o sırada ortada bulunan
herhangi bir kalemi kullanmayıp kendi dolmakalemini bulana ka­
dar arar dururdu. Parmağına bulaşan mürekkep lekelerini çıkar­
mak için uzun uzun ellerini yıkadığını görmüştü kaç kez. Oysa
pek titiz birine benzemiyordu. B ir keresinde de çatışmada vurul­
muş bir teröristin üstündeki kirli örtü yukarı doğru fazla çekildi­
ğinden ayağının teki dışarıda kalmıştı, Eğitmen cesedin başında
bir süre öylece durup boş gözlerle baktıktan sonra uzanıp teröris­
tin açıkta kalmış ayağını örtünün içine almıştı. "Demek bu da se­
nin engelleyemediğin bir huyun," diye geçirmişti içinden o an.
"Leşini arkada bırakamıyor musun Eğitmen?" Onun bu davranı­
şından şimdilik nasıl bir anlam çıkarması gerektiğini bilememiş,
ama bu hareketin ileride işine yarayabilecek bir bilgi barındırdı­
ğını sezmişti. Ona öğrettikleri gibi, önemli olan her çeşit bilgiyi
bir kenara kaydetmekti, bakarsın kullanılacağı maksat sonradan
hasıl olurdu.
Birdenbire kapının öte yanından gelen tıkırtılar kulaklarının
dikilmesine, yatağının içinde doğrulmasına neden oluyor. Usulca
yatağının baş ucuna koyduğu tabancasına uzanıp alıyor eline, em­
niyet kilidini açıyor. Tıkırtı daha güçsüz bir tonda tekrarlanınca
hafif adımlarla kapıya kadar gidiyor, dışarıdan yapılacak bir tara­
maya hedef olmasın diye gövdesini kapıdan uzak tutacak biçim­
de duvar tarafına siniyor, ses çıkarmamaya çalışarak kulağını ka­
pıya dayıyor. Rasgele bir tıkırtı mıydı bu, gürültü çıkarmamaya
çalışan birinin elinde olmadan yol açtığı bir ses mi, anlamaya ça­
lışıyor. Dışarıda hiç ses-nefes yok. Tıkırtı da duyulmuyor. Bir�
denbire otobüsteki kadının takip işini Adana Otogarı'nda bir baş­
kasına devretmiş olabileceği düşüncesi beynini yakıcı bir alev gi­
bi yalayıp geçiyor. Hiç beklemediği bir anda tongaya düşmüş ola­
bilir miydi? Kuşkularında haklı mı çıkmıştı, yoksa gene yersiz ku­
runtulara mı kapılmıştı, emin olamıyor, belki hiç olamayacak, bun­
dan böyle her tıkırtıda tetikte duracağa benziyor. Güven getire­
ne kadar uzunca bir süre etraftaki koyu sessizliği dinleyerek ayak­
ta bekliyor, sonra durumun tehlike barındırmadığına ikna olmuş

76
bir halde kendi evhamına gülümseme gereği duyuyor, yatağına
dönerken otobüsteki kadını daha önce nerede gördüğünü, nere­
den tanıdığını hatırlayana kadar onun kendisini rahatsız edeceği­
ni hissediyor. Kadının öneminden ziyade hafızasıyla kurduğu iliş­
kiye dair bir huzursuzluk bu. Belki hatırlamasını gerektiren bir
şey yoktu aslında, yalnızca birine benzetmiş olabilirdi, ya da bir
yerde görmüş, karşılaşmışsalar bile gene de hatırlamayacaktı bel­
ki. Yatağa uzanmasıyla birlikte uykuyu çağıran gözleri adeta ken­
diliğinden kapanıyor.

77
ONUNCU BÖLÜM

SİNYAL MEVKİ

Bir önceki günün yorgunluğunu üzerinden atamadığı bazı sabah­


lar her zamankinin aksine gözünü açtığında bir-iki saniyeliğine
de olsa nerede olduğunu hatırlamaz ve çok kısa sürdüğü halde bu
durumdan paniğe kapılırdı. Çocukluğundan beri sık sık geceleri
farklı yerlerde yatmanın hafızada yarattığı zamandan ve mekan­
dan azade bu tanıdık boşlukta kaybolduğunu hissederdi. Aslında
çoktan alışması gereken bu boşluk halinden hem derin bir gü­
vensizliğe, ürküntüye kapılır, hem de bu durumdan tuhaf bir hoş­
nutluk duyardı. Bir-iki saniye süren bu silinmişlik hali kendinden
kurtulmak demek de olabilirdi, bambaşka biri olmaya uyanmak
demek de . . . Gene de etrafını ve zamanı idrak edene kadar asılı
kaldığı o göz kırpımı kadar kısa süreli boşluk anını her seferinde
hızla Allah'ın varlığıyla doldurmasını bilir, sözcüklerle dillendi­
remediği hislerinin boğuntusuna kapılmamaya çalışır, uyanırken
birkaç saniyeliğine de olsa uzak düştüğü ama öteden beri tanıdı­
ğı, bildiği kendine kavuşup yeniden bedenine yerleştiğini hisset­
tiğinde kendisine verilmiş her vazifeyi yerine getirmeye hazır bir
ruh haliyle zinde kalkardı yataktan, ayaklanıp yüzünü yıkar, ab­
destini alıp namaza dururdu.
Bu sabah da öyle uyanmıştı. Dünya onu bekliyordu. Dirseği
üstünde doğrulup odayı taradı gözleri, yatağının hemen yanı ba­
şındaki pencereden dışarıyı görmeye çalıştı. Ortalık da, Adana da,
dünya da karanlıktı.

78
Dükkanların çoğunun kapalı olduğu, bazılarının kepenkleri­
ni yeni açtığı sabahın bu erken saatinde şehrin eski yerleşim böl­
gesindeki Büyük Çarşı'nın yüksek kemerli bir geçide açılan ka­
rarmış yüzlü çift kanatlı kapısından içeri girdiğinde kuvvetli bir
serinlik çarpıyor yüzüne, ardından böyle tarihi çarşıların kendile­
rine özgü o kesif ve ne olduğu anlaşılmaz kokusu . . . Hızlı adım­
larla önünden geçtiği dükkanlar bir bir ardında kalıyor. Geçidin
sonuna gelip açık havaya çıktığında başlayan yolun çarşının di­
ğer kapısına kadar kesintisiz uzadığını biliyordu. Karşılıklı ola­
rak dükkanların birinden ötekine gerilmiş farklı renklerdeki ten­
teler aşağıya gölge yapıyor, yolun iki tarafında da yer alan ve eni
daha dar olan ara yollar bir ağacın gövdesinden dört yöne uzayan
dallar gibi bütün çarşıya yayılıyordu. Açık havaya çıktığında içe­
rideki serinlik de, koku da dağılmış, daha doğrusu geride kalmış­
tı. Biraz daha yürüyüp yolun a� ilerisinde ikinci sağdan saptı. Ten­
telerin birbirlerine kavuştuğu yerlerdeki ince aralıklardan sızan,
gücünü henüz bulamamış sabah güneşi önünde uzayan yolu ışık­
lı çizgilerle dilimliyor, bu kez de yan yana dizili yeni kepenk aç­
mış baharatçı dükkanlarından dışarı taşan kokular birbirine karı­
şarak insanda baş dönmesine benzer bir hal yaratıyordu. Kestir­
meden gitmek için saptığı yolun sonunda ulaştığı meydan, zama­
nın yüzlerini hafiften kararttığı taş yapılardan oluşan eski çarşıyı
yeni çarşıya bağlıyordu. Yoluna düz devam ederek meydanı ar­
dında bıraktı . Sağ tarafında eski taş yapıların, sol tarafında yeni
dikilmiş beton binaların yer aldığı bu yol adeta şehrin iki farklı ta­
rihini birbirleriyle yüzleşircesine karşı karşıya getiriyordu.
Dün aldığı çift taraflı montun bugün diğer yüzünü giymiş, bu­
raya gelene kadar yol boyu arada bir, ardında biri olup olmadığı­
nı her zamanki yöntemlerince denetlemişti. Her şeye rağmen ope­
rasyon amiri, belki Eğitmen ya da hiç bilmediği bir güvenlik bi­
rimi ardına birilerini takmış olabilirdi. Çarşıyı ortasından ikiye
bölen yolun, cafcaflı vitrinlerin göz kamaştırdığı, kumaşçıların
dükkan önlerine top top kumaş dizdiği, renk renk yemeniyi, şalı,
örtüyü çengellere tutturup astığı cümbüşlü yerine geldiğinde iz-

79
lenmediğinden, ardında kimsenin olmadığından emindi artık.
Gene de olduğu yerde bir süre dikilip elini gözlerine siper ede­
rek güya arkasından gelen birini bekliyormuş gibi yaparak etrafı
kontrol etti. Oysa yalnızca sabahın ilk müşterileri olarak alışveri­
şe, bir şeyler bakmaya ya da öylesine dolaşmaya gelmiş, yanın­
dan yöresinden kayıtsız yüzlerle geçip giden sıradan insanlardı
etrafta görünenler. . . Durumdan emin oldu. Artık dükkana girebi­
lirdi. Burası aralarında "sinyal mevki" sözüyle şifreledikleri he­
deften önceki bağlantı noktasıydı. Farklı tarihlerde farklı neden­
lerle bir-iki kez daha gelmişti buraya. Kumaşçı Nasrullah diye bi­
ri yoktu, mekana işaret eden bir şifreydi bu yalnızca. Cihadın As­
kerleri'ni kuşatan çok kollu düşmana karşı hemen her şeyi şifre­
leyerek kendilerini güven altına alma taktiklerinin bir parçasıydı.
İhtimal İran aklının her hamleyi güven altına alan satranç taşla­
rıydı bu tedbirler.
Diğerlerine göre daha koyu renkli, daha ağırbaşlı görünüşlü
kumaşların satıldığı basık tavanlı gösterişsiz bir dükkandı eşiği­
ne geldiği yer. İ çeri girdiğinde göz göze geldiği tezgah arkasında
duran adamı sağ elini kalbinin üstüne götürerek selamladı, "Es­
selamu aleykı'.lm u rahmetullahi berekatuhu". Daha önce görme­
diği ama varlığından haberdar olduğu yeni adam olmalıydı bu,
otuzlarının başında gösteriyordu, balığınkini andıran kafasıyla bu
dünyadan değil de başka bir alemden gelmiş gibiydi. Tezgahın
çaprazındaki köşedeyse dokuz-on yaşlarında bir erkek çocuğu uy­
kusunu alamamış gözlerle ayakta duruyordu. Üstündeki beyaz
gömlek, yaprak koyuluğundaki yeşil yelek, boynundaki hamayı­
la asılı muska, başındaki takke çocuğun Kur'an kursuna devam
ettiğini söylüyordu. Görünürde dükkanda pek bir değişiklik ol­
mamıştı, tezgahın gerisindeki "Bismillahirrahmanirrahim" levha­
sının yanı sıra, duvarlarında gösterişsiz çerçeveler içinde bir aye­
tin, bir hattın, bir de "Müşteri velinimetimizdir" yazısının yer al­
dığı cam levhalardan başka bir şey yoktu. İ çeride biri daha vardı,
halinden tavrından alışverişini tamamlamak üzere olduğu anlaşı­
lan sıradan bir müşteriydi bu, az geride durup onun gitmesini bek-

80
ledi, beklerken de bir süre etrafa bir şeyler arıyormuş gibi bakı­
narak oyalandı. Müşteri çıktıktan sonra güven uyandırmaya ça­
lıştığı bir sesle, "Halep'ten gelecek kumaşın akıbetini soracaktım,"
dedi. Tezgahın arkasındaki adam, bir süre karşısındakini tartan
bakışlarla süzdükten sonra çocuğa dönerek, iki elinin parmakla­
rıyla insana bir anlamı olduğunu düşündüren işaretler yaptı. "Si­
zin Mervan Ağbi'nin ahbabı olup olmadığınızı soruyor," dedi ço­
cuk. Mervan adına Sünnilerde pek rastlanmadığına dair yanlış bir
kanaatten ilham alarak şaşırtmaca vermek için seçilmiş bir şif­
reydi bu. Belli ki adam onu imtihan ediyordu. "Benim Mervan
isimli bir ahbabım olamaz, Mervanlarla işimiz olmaz! " dedi. Tez­
gahta duran adamın yüzüne çok hafif bir gülümseme yayıldı, bel­
li ki güven getirmişti. Ardından daha tok ve kararlı bir sesle, "Ben
Halep'ten gelecek kumaşın akıbetini sormaya geldim," diye tek­
rarladı. Çocuk, ona dönerek �damın işaret diliyle verdiği cevabı
seslendirdi. Önceden duyup bilmiş olduğu gibi adam dilsizdi. Bel­
li ki bu iş için özellikle seçilmişti ve büyük ihtimalle okuma yaz­
ma da bilmiyordu. Tutuklansa bile kimseler konuşturamazdı onu,
hatta Eğitmen dahi bu mühürlü ağzın kilidi karşısında çaresiz ka­
lırdı. Bu sırada dilsiz adamın Mervan adını parmaklarıyla nasıl
söylemiş olabileceğini düşünmeden edemedi, belli ki ayn, özel
ve takibi zor bir işaretti bu. Kumaşın bugün geldiği bilgisi üzeri­
ne, "Kumaş aynı yerde mi dokunuyormuş peki?" diye sordu. Ço­
cuk gene adamın el işaretlerini izledikten sonra, "Hayır," dedi.
"Dokuma tezgahının yeri değişmiş." Kolundaki saate baktı, bu­
gün zamanla yarışacaktı. Alanya otobüsüne vaktinde yetişmeye
bakmalıydı. Tezgahtaki adam arkasını dönmüş eliyle orta rafların
birindeki kumaş topunun arasını yokluyor, belli ki bir şey arıyor­
du. Sonra kumaş katlarının arasından bir şey çekip çıkardı. Dör­
de katlanmış nohut rengi bir kağıt parçasıydı bu. Önce yanılıp ço­
cuğa verecek gibi oldu, son anda hatasını fark etti, doğrudan ona
uzattı, kendisine uzatılan kağıt parçasını aldı adamın elinden. Ço­
cuğun adama uzanan eli bir an havada asılı kaldı. Bu sırada tez­
gahtaki adam işaretlerle anlatmayı sürdürüyordu . "Adres budur,

81
tarifi de buradadır, okuyup ezberle, iyice ezberle ki yanlışlık ol­
masın ! " Hafızasından emin olana dek üst üste okuyup ezberledi­
ği kağıdı geri verdi. Ardından adamın dibi iyice kararmış metal
bir kül tablasında tutuşturduğu kağıdın hızla kavrularak sönüşü­
nü ateşe sabitlenmiş gözlerle izledi. Yeni bir sinyal mevki ver­
mediklerine göre bundan sonrası Hoca'nın yanıydı demek. Şim­
dilik zaman kazanmıştı. Ardından tezgahtaki adam gene arkası­
na dönüp bu kez en alt rafın gözden uzak köşesinde adeta gizlen­
miş gibi duran bir top kumaşı tezgah üstüne serip iki metre kada­
rını kesip katlayarak ona uzattı. Adamın kendisine gösterdiği gi­
bi rengi ve deseni dışarıdan fark edilecek biçimde koltuğunun al­
tına sıkıştırdı kumaşı. Tam çıkacakken kenara çekilip içeri girmek
üzere olan müşteriye yol verdi. Az önce ezberlediği yol tarifini iz­
leyerek kağıtta verilen adrese doğru hızlı adımlarla uzaklaştı. Ta­
rifte belirtilen yer herhangi bir taşıta binmesine gerek duyurma­
yacak yakınlıktaydı. Bu, iyiydi.
O çıktıktan sonra çocuk telefonun almacını eline alıp bir nu­
mara çevirdi, bir bakkal dükkanının numarasıydı bu. "Annem hel­
va yapacakmış, şeker yokmuş, biriyle gönderin," deyip kapattı.
Karşı taraf mesajı almıştı. Az önce çıkan adamı karşılamaya biri­
ni gönderecekler demekti.

82
O N B İ R İ N Cİ BÖLÜM

HOCA KAPISI

Telaşlı görünmemeye, fazla dikkat çekmeden hızlı yürümeye ça­


lışıyordu. Aklında tuttuğu tarife göre çapraz köşedeki binanın ya­
nındaki yola girip sağa döndü. Karşıdan gelen üç kadının görü­
nüşleri doğru yolu izlediğinin, doğru mıntıkada olduğunun işare­
tiydi. Şereflerinin nişanesi olap kara çarşafa bürünmüş bu kadın­
ların ellerindeki eldiven ve yüzlerindeki peçe tesettürlerinin ka­
mil derecesini gösteriyordu. Dünya böyle güzeldi. Ö teden beri ço­
cuklarla bile konuşurken ağzını tülbentle örten bu kadınlara, ha­
kiki müminelere derin bir hürmet duyardı. Gittiği köylerde ak­
şamüstü biraz serinleyecek gibi olduğunda, hem bir parça soluk
almaya, hem evin önünde oynayan çocuklarına göz kulak olma­
ya kapı önüne çıkıp sırtını duvara yaslayıp yere oturmuş kadınlar
görürdü. Karnına doğru çektiği dizine dirseğini dayamış, bir eliy­
le alnını kapatmışken diğeriyle havada sinek kovalayan, çoğu kez
önünde uzayan bozkıra bakan kadınları uzaktan hürmetle seyre­
derdi. Ağızlarını kapatan tülbentin onlar soluk aldıkça ya da ko­
nuşurlarken hafifçe içeri göçtüğünü bilirdi. Yanlarında biri oldu­
ğunda hep alçak sesle konuşan bu kadınların sesleri bir tek yara­
mazlık yapan çocuklarını azarlarken yükselirdi. Şu hayatta olup
biten her şeye boyun eğmiş, dünyadaki çilelerinin dolmasını bek­
lercesine mütevekkil bir halleri vardı. Köy evlerinin duvar diple­
rine bu dünyadan vazgeçmiş bir kayıtsızlıkla sıralanmış bu ka­
dınlar onun için uzak gölgelerdi. Hissettiklerinin kelimelerini bil­
mez ama ürperirdi.

83
Birden az ileride bir kapı girintisinde gövdesinin ağırlığını bir
ayağının üstüne yüklemiş, bir omuzuyla duvara yaslanmış birini
fark ediyor. Orada sebepsiz duruyormuş gibi görünse de gözcü­
lük yaptığı belli. Anlaşılan mahalle her bakımdan iyi korunuyor,
bu iyiye işaretti.
Daha yeniyetmelik yıllarından başlayarak dikkat ve takip ko­
nusunda ustalaşmış olduğunu düşünüyordu. Çarşı esnafı arasın­
da gizli gizli içki içen kişileri, vakit namazlarını kılmayıp sadece
cuma namazlarını kılanları mimleyip aklının bir kenarına yazar­
dı. Bununla da kalmaz, namaz sırasında ellerini göbeğinin üstün­
de değil, kalbinin üstünde birleştirenleri ilk bakışta ayırt ederdi.
(Yalnız bir konuda değil, her konuda senden olanla olmayanı bir
bakışta bileceksin ! Düşmanın üç adımda gittiği yolu sen bir adım­
da gideceksin. Daha onlar varmadan sen orada olacaksın ! ) Ciha­
dın Askerleri'nin dar'ül harbin tağuti rejiminin camilerinde cuma
namazı kılınmaz düsturunu yürürlüğe koyduğu günlerde bu kez
de ikazları dinlemeyip cumaları camiye gidenlerin çetelesini tut­
maya başlamıştı.
O sırada ara sokakların birinden çıkıp önü sıra yürümeye baş­
layan gençten bir adam dikkatini çekti. Önce omuzunun üstünden
arkasına, onun bulunduğu tarafa şöyle bir bakmış, sonra sağa kıv­
rılarak sakin adımlarla önü sıra yürümesini sürdürmüştü. Bu genç
adam sokakları dar köşelerinden değil, geniş köşelerinden bir yay
çizerek alıyor böylelikle görüş alanını genişleterek başkalarınca
takip edilip edilmediğinden, peşinde birinin olup olmadığından
emin oluyor, hem de aralarındaki mesafeyi kolluyordu. Cihadın
Askerleri'nin güvenlik ve takip talimatlarının ilk maddelerinden
bildiği bir davranıştı bu. Batman'ın, Diyarbakır'ın, Mardin'in dar
sokaklarında her an bir tuzağa düşme ihtimaline karşı kişinin ken­
dini güvenceye alması için ilk öğretilen sıradan tedbirlerden bi­
riydi. (Geçmişten bir ses kulağının dibinde konuşuyordu sanki:
Takip edildiğini anlayan kişi tedbirlerini artırır, marifet o şahsa
takip edildiğini hissettirmemektir ki başka tedbir almasın.) Gü-

84
lümsedi. İran'a, Tahran'a, Mako'ya eğitime gidenlerin orada öğ­
rendikleri ilk şeylerden biri gizlenme ve takip taktikleri değil miy­
di? Birini takip etmenin ya da seni takip edeni atlatmanın taktik­
leri . . . Bu genç adam önden yürüdüğüne göre, arkasında da biri ol­
malıydı, kendisini makasa almış izliyorlar demekti, eski ve gü­
venli bir yöntemdi bu. Güvenlik zincirinin her bir halkasının her
aşamada böylesine sıkı denetlendiğini görmek hoşuna gitti. Kol­
tuğunun altına sımsıkı kıstırdığı kumaşın görünürlüğünden emin
olmak için kolunu azıcık gevşetti. Belli ki burası alnı secdeye de­
ğen insanların oturduğu, ezan-ı şerifin semayı inlettiği kalp em­
niyetiyle gezilebilecek mahallelerdendi. Cemaat içinde hep ko­
nuşulduğu gibi, cemaatin maslahatı her şeyden daha mühimdi ve
hiçbir şart altında cemiyeti ıslah etme gayretlerini hafifletmemek
şarttı.
Evlerin birinden belli bel �rsiz ezgili bir ses, sanki bir ağıt ta­
şıyor sokağa. Kulağı onu yanıltmıyorsa cemaatin şehitler kervanı
kasetlerinden biri olmalıydı bu. Eğer öyleyse belli ki orada yası
dinmemiş bir aile oturuyordu.

Öteden beri birilerini takip etmek, onların hayatlarını izlemek,


davranışlarını gözlemek, en sıradan ayrıntılara bile dikkat etmek,
göz hapsine aldığı insanlar hakkında raporlar yazmak konusunda
başarılı olmuş, bu özelliği hem Cihadın Askerleri , hem daha son­
ra JEM tarafından takdir görmüştü. Yeniyetmeliğinde bir ara ka­
çak olarak Mardin İmam Hatip Lisesi'nin yurdunda parasız yatı­
lılarla birlikte kaldığı günler geldi aklına. O yurtta bulunduğu sü­
rede bir yandan sohbet halkalarına katılmış, onlarla birlikte dini
romanlar ve kitaplar okumuş, öte yandan itikadını bozdu diye sı­
ra dayağından geçirilen ya da sabah namazına zorla kaldırılan ço­
cukları görmüş, televizyon izlemek haramdır diyerek yemekha­
nedeki televizyonun nasıl kaldırtıldığına tanık olmuş, üst sınıftan
çocukların okulun müdür yardımcısını cezalandırmak maksadıy­
la abbaraların birinde kıstırıp demir çubuklarla döverek adamın
kollarını nasıl kırdıklarını bütün tafsilatıyla dinlemişti onlardan.

85
Orada bulunduğu sürede önceleri, kendilerine yasaklandığı halde
kızlarla gizlice konuştuğunu gördüğü tarikattaki çocukları izleyip
ihbar etmiş, onların kuytuya çekilip nasıl dövüldüklerini kayıtsız
gözlerle seyretmişti. JEM 'e katıldığında yapılan işkenceleri tep­
kisini ölçmek için özellikle seyrettirdiklerinde de aynı merha­
metten yoksun kayıtsız gözlerle bakmış, onların güvenini de bu
yolla kazanmayı başarmıştı. Herkesin gördüklerine katlanma ye­
teneğine sahip olmadığını çocuk yaşlarından beri biliyordu, ken­
dini bununla imtihan ettiklerini anladığında sorgu odalarında şa­
hit olacaklarına hazırlanmıştı.
Mardin' de tarikat eğitiminin daha başlarındayken kısa bir sü­
re sonra görevleri büyümüş, görev alanı genişletilmişti. Cihadın
Askerleri'nin örgütlenme yapısında fark edilmek ve yükselmek
için çırpınıp duranlara değil, fark ettirmeden sessiz ve derinden iş
yapanlara kıymet biçildiğini erkenden sezmişti. (Her çeşit gürül­
tü sizi ele verir, davranışlarınız sakin olmalıdır, dışarıdan bakan
gözler içinizdeki iman ateşini görmemelidir. Siz hiçbir şey yap­
masanız da, dışarı verdiğiniz alev sizi ele verir. Yakalanırsınız !
Ateşinizi Karacadağ 'ın yüksek karlarının altına saklar gibi içi­
nizde saklamalısınız ! ) Sonraki yıllarda bir ilkokul hademesinin
cemaatin ileri gelenlerinden biri olduğunu öğrendiğinde hayran­
lıkla karışık bir şaşkınlık yaşamıştı. Allah için çalışmanın yeri ,
makamı yoktu.

Verdikleri tarifte adı geçen dükkan yan yana dizili binaların


birbirlerine yaslanmışçasına durduğu sokağın ortalarında bir yer­
de olmalıydı. Sokağın zemininden iki basamakla inilen, kapısının
üstündeki levhada ve vitrininin camında yaldızı solmuş harflerle
"Tüccar Terzi" yazan dükkandan içeri girdiğinde ilk dikkatini çe­
ken şey, buranın ışıksız denebilecek kadar loş olduğuydu. Arka­
lara gittikçe derinleşiyordu mekan. Dışarının aydınlığından daha
çok yararlanmak için sokağa bakan cam önüne kurulmuş tezga­
hın başında çalışan sakin görünüşlü adam buranın sahibi olma­
lıydı. Alçak sesle "Esselamu aleykı1m," diyerek verdiği selama

86
karşılık alamayınca, "Esselamu aleykı1m u rahmetullahi bereka­
tuhu," diyerek tekrarlama gereği duydu. Tezgahın başındaki ter­
zi onu gözlüğünün üstünden dikkatli bakışlarla süzdükten sonra
dönüp camdan dışarı göz attı. Bu sırada az önce bir binanın giri­
şinde sotaya yatmış takipçi delikanlı karşı kaldırımda yerini al­
mış, elleri ceplerinde terziden bir hareket bekliyordu. Kendisine
onay bekleyen gözlerle bakan terziye, hafif bir baş hareketiyle ge­
lenin beklenen kişi olduğunu doğrulayan takipçi genç hemen ar­
dından ağır adımlarla uzaklaşmaya başladı. Her şeyin yolunda ol­
duğuna ikna olan terzinin yumuşayan bir yüz ifadesi ve sıcak bir
sesle, "Aleykumüsselam u rahmetullahi berekil.tuhu," diyerek se­
lamım alması üzerine koltuğunun altındaki kumaşı uzattı ona. Ter­
zi, eline aldığı kumaşı uzun uzadıya incelenmesi gereken bir şey­
miş gibi bir süre elinde evirip çevirip oyalandıktan sonra bir kez
daha camdan dışarı bakma gereği duydu. Dışarıda kuşku uyan­
·
dırması gereken bir hal yoktu , beklenmedik bir durum karşısında
zaman kazanmak ister gibi davranan terzi elindeki kumaşı gene
aynı ağır hareketlerle tezgahın üzerine yayarken, başıyla arka ta­
rafa geçmesini işaret etti ona. Terzinin her şeyi yavaştan alan bu
tedbirli davranışlarına bakarken Cihadın Askerleri'nin, emniyet
ve istihbarat çalışanlarından çok daha temkinli olduklarına bir ke­
re daha kanaat getirip duyduğu gururla belli belirsiz gülümsedi.
Dükkanın tepe ışığı yanmadığından arka tarafa yürüdükçe ışık da­
ha azalıyor, etraf daha gölgeli bir hal alıyordu. Terzinin işaret et­
tiği arka duvarda ilk bakışta çift kanatlı kalın bir perdeden başka
bir şey görünmüyordu. Perdeyi hafifçe araladığında ardındaki ka­
pıyı gördü. Duvara gerilmiş bu ağır kumaş perde ısı kaybını ön­
lemek için konulmuş gibi görünse de, ardındaki kapının varlığını
dikkatlerden kaçırmaya yaradığı anlaşılıyordu. Burası diğer bi­
naların arka yüzlerinin baktığı geniş sayılabilecek ortak bir avlu­
ya açılıyordu. Dışarı adım attığında bir an durup etrafı gözleriyle
taradı. Avlunun sol tarafında birkaç küçük çocuk oynuyordu, ça­
maşır iplerinde birkaç çarşaf, örtü, pike kurumaya bırakılmış, ha­
vaya inceden bir sabun kokusu yayılmıştı. Avlunun karşı tarafın-

87
da sağdaki binalar arasında yan yana iki kişinin ancak geçebile­
ceği, adeta kayalar arasında açılmış bir yarığı andıran dar bir ge­
çit gözüne çarptı. Arka sokaklardan birine bağlanıyor olmalıydı.
Bu avluya herhangi bir dört tekerlekli motorlu taşıt giremez, bu­
radan ancak bisiklet ya da mobiletle geçilebilirdi, ani bir baskın
ya da beklenmedik durumlarda bu geçidin kaçış yolu olarak kul­
lanılabileceği hesaplanmış olmalıydı. O sırada avlunun sol tara­
fında, en uçtaki evin basamaklı eşiğinde beliren gençten bir adam
hafif bir baş hareketiyle yanına gelmesini işaret etti. Avluyu hız­
lı adımlarla boydan boya geçerken evlerin avluya bakan pence­
relerine göz atmayı ihmal etmedi, tüllerin arkasında onu izleyen
gözlerin varlığını hissetti. Bumuna hafiften yemek kokuları gel­
di, birileri bir yerlerde biber kızartıyor olmalıydı.
Eşiğine vardığı kapıdan içeri baktığında, gelenin ayakkabıla­
rını çıkarmadan geçmesi için koridor boyunca serili yer yaygıla­
rının toplanmış olduğunu gördü. Ortalıkta kimse görünmüyordu.
"Doğru, dümdüz gidiyoruz," diyen ensesinde soluğunu hissettiği
genç adamın önü sıra hızlı adımlarla yürümeye başladı. Evin baş­
ka bir sokağa açılan ön kapısına vardıklarında genç adam öne ge­
çerek kapıyı açtı, dışarı şöyle bir göz attı, sokağın güvenli oldu­
ğuna kanaat getirdikten sonra geçmesi için yol verdi ona. "Doğ­
ru karşıdaki kapıdan içeri giriyorsun," diye başıyla işaret etti. Yal­
nızca birkaç evin sıralandığı çıkmaz bir sokaktı burası. Bu çık­
maz sokağın girişteki ucunda duvara yaslanmış -belli ki gene or­
talığı kollamakla görevlendirilmiş- biri duruyordu. Onunla göz
göze geldiğinde çıktığı kapının ardından usulca kapandığını duy­
du. Birkaç adımlık yolu hızlıca geçip gösterilen evin kapısından
içeri girdi. Girer girmez ilkin tuhaf bir serinlik çarptı yüzüne, her
tarafı kapalı tutulan evlerde rastlanan beklemiş bir serinlikti bu . . .
Ortalığa derin, huzurlu bir sessizlik hak.imdi.
Kısa bir süre sahanlıkta durup insanın içini üşüten bu sessiz­
liği dinledi. Bu kadar sıkı tedbirlerle korunduğuna göre sık sık yer
değiştirdiği bilinen Hoca'nın şimdi saklandığı yer olmalıydı bu­
rası. Eskiye göre tedbirlerin daha da artırıldığı görülüyordu. O sı-

88
rada birdenbire ortaya çıkan bir başka genç adam yanına gelerek
selam vermeyi bile zaman kaybı gören bir telaşla ve alçak sesle,
"Hoca Efendi bekliyor," dedi. Sahanlığı geçip sağ tarafa, zemini­
ne tek basamaklı bir eşikle çıkılan salon tarafına yöneldiler. Sol­
da yer alan, evin ön kapısı olduğunu düşündüğü geniş kanatlı ka­
pının kalabalık bir sokağa açıldığı dışarıdan gelen seslerden an­
laşılıyordu. Sokaktan gelen herhangi bir ses bu az eşyalı geniş sa­
londa yankı yapıyordu. Anlaşılan evin daimi sakinlerinin dışında
kimse bu ana kapıyı kullanmıyor, böylelikle evin şüphe çekme­
mesi sağlanıyordu.
Ü st kata çıkarlarken basamaklara ışık veren pencerelerin ke­
mik rengi kalın tüllerinin ardından dışarıyı görmeye çalıştı. An­
laşılan üç ayrı yöne kaçış yolu bulunan korunaklı bir yerde ko­
numlanmıştı ev, yanındaki evlerin arkalarındaki avlular birbiri­
ne geçit veriyor, sokak aralar! nda taşıt giremeyecek darlıkta, bil­
meyenin içinde rahatlıkla kaybolabileceği labirenti andıran do­
lambaçlı yollar bulunuyordu. Çevredeki ara yollar, çapraz so­
kaklar ani bir durumda çok yönden kaçma, saklanma fırsatı veri­
yor olmalıydı. Şehrin bu eski yerleşim bölgesi belli ki bu özel­
likleri nedeniyle seçilmiş, aralardaki bazı yıkık yerlerin yerine ya­
pılmış yenileri belli bir nizama göre inşa edilerek burası adeta bir
iç kale haline getirilmişti. Bazı binaların cephelerinde, evleri bir­
birine bağlayan duvarlarda yama gibi duran yeni yüzlü taşlar bu
yenilenmiş yerlerin ek yerlerini ele veriyordu. Nedense birdenbi­
re, dağdan inip itirafçı olmuş JEM elemanlarından sıkça duydu­
ğu "çıkışını bilmediğin mağaraya girmeyeceksin" sözünü hatır­
ladı. Bu itirafçıların çıkışı düşman belledikleri devletin kucağına
oturmak olmuştu sonunda.
Evin büyüklüğü göz önüne alındığında dikkatini çeken şey,
etrafta pek az eşya olduğuydu. Güvenlikle ilgili bir sorun çıktı­
ğında anında tahliye edilebilecek sade döşenmiş bu az eşyalı ev­
lerin düzenini iyi bilirdi. Etrafta iz bırakmamak, ani bir baskın ya
da beklenmedik durumda ıvır zıvır taşımak zorunda kalmamak,
kolayca toparlanıp kaçabilmek için ayak altında gereksiz eşya,

89
fazla öte beri bulundurulmazdı. Hoca burada yaşadığına göre hüc­
re evi olması imkansızdı. Belki Hoca'nın da burada uzun kalma­
yacağı hesaplanıp eşyanın fazlasına gidilmemişti.
Antep'ten bu yana yol boyu Hoca tarafından neden acele çağ­
rılmış olduğu sorusu içini kemirip durmuştu. Cihadın Askerle­
ri'nin başına yeni bir başimamın geçmesiyle birlikte örgütün ta­
lebi üzerine verdiği özgeçmiş bilgilerinde oynamalar yaptığının
anlaşılmış olması olasılığı onu ürkütüyor, bu konuyla ilgili can sı­
kıcı sorularla karşılaşmaktan, bir güven sorunu yaşamaktan kor­
kuyordu . Eski başimam zamanında örgütün bu tür talepleri ol­
mazdı, hiçbir şeyin kaydı tutulmazdı, ne bildiri, ne afiş, ne pan­
kart, ne yazılı herhangi bir şey, örgütün amentüsü sırdı, yapılan
en ses getirecek eylemler bildiriler, duyurular yoluyla sahiplenil­
miyor, eylemin kendisinin başlı başına bir açıklama, bir imza ol­
duğuna inanılıyordu, her şey İ slamın ilk yıllarında olduğu gibi sır
içinde yaşanıyordu; gizliliğin bir nevi ibadet sayılması bu sebep­
ten değil miydi? Cihadın Askerleri için sağda solda söylenen "sır"
kelimesi ona uhrevi bir vasıf kazandırmıyor muydu? Çocuklu­
ğundan beri her şeyi içinde tutarak büyümüş biri olarak bu sırlı
hava onun çok daha hoşuna gidiyor, kendini şimdi de İ slamla sır­
lanmış gibi hissediyordu.
Yeni başimamla birlikte bazı şeyler değişmişti cemaatin için­
de. Sürekli raporlar tutuluyor, sorgulamalar videoya çekiliyor, he­
men her şey kayıt altına alınıyordu. Şartlar sertleşmiş, sorguda ka­
faya poşet ya da bidon geçirmek, naylon eritip çıplak tene dam­
latmak, hayaları burmak gibi konuşturma taktikleri gelmişti bir
de . . .
Gene bu yeni dönemle birlikte Cihadın Askerleri'ne katılmak
isteyenlerden kendisine ve ailesine dair ayrıntılı bilgi talep edili­
yor, kimin aracılığıyla örgüte katıldığı soruluyor, kişinin içinde
yer aldığı askeri eylemlerin, eylemlerde kimlerle beraber olduğu­
nun bile listesi isteniyordu. Tüm bu bilgilerin polisin, askerin eli­
ne geçtiği takdirde örgüte, cemaate büyük zarar vereceğini düşün­
düğünden, günü gelip kendisinden de özgeçmiş bilgilerini yeni-

90
lemesi istendiğinde her türlü tehlikeyi göze alarak bir hileye baş­
vurmuştu. Ne kadar iyi korunursa korunsun, yazılı olanın, kayda
geçenin günün birinde polisin eline geçmesi ihtimalini göz ardı
edemez, kendi adına bu riski göze alamazdı, bu nedenle verdiği
özgeçmişte bir-iki doğruyu sahte bilgilerle harmanlama gereği
duymuş, gerçek kimliği konusunda şaşırtmaca vermişti. Örgütün
kendilerine bağlı kişilerin kimliğini gizlemek için öteden beri çe­
şitli yöntemler geliştirmiş olduğunu biliyordu. Örneğin, polisin
eline düşen biri sorguya alındığında, örgütle bağlantısını sağla­
yan asıl kişiyi ele vermemesi için sözde bağlantıyı sağlayan ha­
yali kişi için sahte bir profil yaratılır ve o kişinin uydurulmuş pro­
filinde yer alan her bir ayrıntı örgüt elemanına tek tek ezberleti­
lirdi. "O hayali kişinin gerçek olduğuna kendiniz inanana kadar
dersinizi defalarca çalışacaksınız," diye sıkı sıkı tembih edilirdi.
"Yakalandığınızda sizi çok sıkıştıracaklar, üstünüze çok gelecek­
_
ler, çapraz sorgulayacaklar, hileli sorularla tuzak kuracaklar, ol­
madı canınızı yakacaklar. Her ne olursa olsun en ufak bir açık ver­
memelisiniz. Kendi gerçek irtibatınızı onlardan saklamanızın baş­
ka bir yolu yok ! Onları böyle oyalayarak en azından irtibatta ol­
duğunuz asıl kişiye kaçıp saklanması için zaman kazandırmış olur­
sunuz." Bütün bunlarla da yetinmez, tıpkı tiyatro yapar gibi, sor­
gu benzeri bir durum yaratarak her bir elemanı kendi sahte bağ­
lantısının profili konusunda defalarca imtihandan geçirirlerdi.
Sahte profil oluşturma konusunda daha o günlerden epey dene­
yim sahibi olduğu için, kendi uydurma özgeçmişinde herhangi bir
açık vermiş olması pek ihtimal dahilinde değildi. Gene de kaygı­
ya kapılmaktan alamıyordu kendini. Foyasını ortaya çıkaracak tek
kişi onu neredeyse çocukluğundan beri tanıyan, bir dönem özel
ulaklığını yaptığı Hoca'ydı, şimdi tek ümidi Hoca'nın bu özgeç­
mişte yazılanlardan haberinin olmamasıydı.
Hoca'nın, Cihadın Askerleri'nin kuruluşundan beri örgütün
çekirdek kadrosunda ve Şura içinde yer aldığı cemaatin yüksek
kadrolarında biliniyordu elbet. Şura'ya girmek için molla olma
şartı vardı ve her eylem için Şura içinden birinden fetva alınması

91
mecburiydi. Hoca'nın mollalığının ise itibar ve iltifat derecesi yük­
sekti. Cemaate biat yemini ederek katılmış kişilere kod adı olarak
peygamber dönemi sahabelerinden Yasir, Ammar, Musab bin
Umeyr gibi birinin adı verilirdi. Hoca'nın özel ulaklığını yaptığı
sıralarda ona da bir kod adı verilmişti tabii ama bu adı yalnızca
Şura katındakiler biliyordu. Şimdi verdiği yeni özgeçmişinde kod
adını özellikle anmayarak yaptığı hilenin üstüne bir kat örtü da­
ha atmıştı.
Hoca, eski başimamın sağ kolu olduğu gibi, Adana bölge so­
rumlusu olmadan önce Batman, Diyarbakır, Bitlis gibi farklı yer­
lerde saha çalışmalarını yönetmiş, devletin istihbarat birimleri izi­
ne ulaşır gibi olmaya başladığında da hemen yeraltına çekilmiş­
ti. Emniyette Cihadın Askerleri'yle ilgili masanın elemanlarını en
uğraştıran şeylerden biri Hoca'nın nerede saklandığı, şimdilerde
yaşayıp yaşamadığı, hatta sahiden var olup olmadığıydı. O da pe­
kalil. polisleri yanıltmak için örgütçe yaratılmış sahte profillerden
biri olabilirdi. Askerin, polisin bilmediklerini bilmenin hazzı onu
ürpertirdi, evin ikinci katında yarısı buzlu camla kaplı bir kapının
önüne vardıklarında gene öyle oldu. Koca bir devletin bilmediği­
ni biliyordu o. Bu eşikte durduklarına göre Hoca bu kapının ar­
dında olmalıydı. Hoca'yı tanıyanlar onun için, "Yüzü sahabeden
Amr bin Cenuh'un yüzü gibi nurludur," derlerdi. Şimdi Hoca'nın
nuru bu kapının buzlu camından dışarı vuruyor gibiydi adeta.

92
ON İ K İ N C İ B Ö LÜ M

ECEL BEŞİGİ

Hoca'nın odasının kapısına kadar yanı sıra yürüdüğü delikanlı üç


kısa vuruşla tıklattığı kapıyı usulca açıp yol verdi ona, "Bismilla­
hirrahmanirrahim," diye mırıldanarak sağ ayağıyla ilk adımını at­
tı içeri.
Hoca'nın kendisini kabu� ettiği gösterişsiz salonun pencere­
lerindeki kalın, beyaz perdeler sımsıkı kapalıydı. Zeminde soluk
desenli bir halının üzerine serpiştirilmiş yer minderleri, duvar saa­
tinin yanında güzel bir hatla çekilmiş besmele levhası, Medine'de
peygamberin emriyle inşa edilmiş Mescid-i Nebevi'nin resmedil­
diği bir tablo; kıble yönündeki duvara ise imamın durduğu yerin
karşısına gelecek biçimde mihrap olduğunun anlaşılması için ye­
şil bir seccade asılmıştı, bir de köşede ince bacaklı bir sehpa . . .
hepsi bu kadardı. Hoca pencerelerin önündeki dar, uzun sedirde
üzerinde beyaz mintanı, koyu yeşil yeleği ve başında takkesiyle
oturuyor, arkasından vuran açık renk kalın perdelerin matlaştır­
dığı ışık yüzünün hatlarını gölgelendiriyordu. Yanındaki küçük
minderin üstünde doksan dokuzluk tespihi duruyor, odanın yeterli
ışığına rağmen nedense köşedeki sehpanın üzerinde düşük vol­
tajlı küçük bir lamba yanıyordu. "Esselamu aleykum ve rahme­
tullahi berekatuhu" diye temenna alarak Hoca'nın elini öpmeye
davrandığında Hoca, hürmetini uzaktan kabul ettiğini belirten bir
el hareketiyle karşılık veriyor ona. Bunun üzerine önce Hoca'nın
karşısında emre amade bir duruş alıp ardından Hoca'nın tam kar­
şısına gelebilecek biçimde yerleştirilmiş olan yer minderine otur-

93
maya hazırlanırken Hoca eliyle onu sedire, yanına oturmaya da­
vet ediyor. "Ve aleykfimselam ve rahmetullahi berekatuhu. Hoş
gelmişsen evladım, sıcak bir çayla başlayalım sohbetimize," di­
yor. Kapı ağzında hazır duruşta bekleyen delikanlı hemen çay ge­
tirmeye seğirtiyor. Hafif bir gülyağı kokusunun hakim olduğu sa­
lonun duvarında zamanı söyleyen saate, saatin yeşil zeminli kad­
ranındaki Arapça rakamlara baktığında birdenbire şu içinde ya­
şadıkları anın, her şeyi Müslümanlaştıran ulvi bir fanus olduğu
zannına kapılıyor. İnsana Hazreti Ö mer'in meşhur sözüyle, "inan­
dığı gibi yaşayanların" katında olduğunu hissettiren, içini huzur
ve aydınlıkla kamaştıran şu kıymetli anın manevi lezzetinden da­
ha yoğun yararlanmak için gözlerini kapayıp derin bir soluk alı­
yor. Sesinde soru tonuyla, " İyisin, hoşsun inşaallah?" diyor Hoca.
Yanıtını beklemeden hemen, "Allah hayrını kabul etsin," diye ek­
leme gereği duyuyor. Hoca'nın bu sözünden onun Saim Baran ola­
yını öğrenmiş olduğunu anlıyor. Her infaz sonrasında, "Allah hay­
rını kabul etsin," diye temenni etmek Cihadın Askerleri'nin ada­
bındandı ne de olsa . . . Sesinde takdir belirten bir tonla, "Gerçi bu
iş için seni biz vazifelendirmedik ama gene de Allah seni razı ol­
duğu kullarından eylesin, bir münafıkı daha Allah'ın huzuruna he­
sap vermeye göndermişsin. Son görüştüğümüzde sana, ' Her bir
şehidimize karşılık üç infaz gerek,' demiştim. Allah azim bu se­
ferki üç infaza bedel oldu. Yetmiş senedir insanların aklını, fikri­
ni, ruhunu zehirlemiş bir mürteti dünyanın defterinden silmişsin.
Ümmetimi dinden imandan eden, kim bilir kaç yolunu şaşırmış
gafili dağdaki eşkıyanın kucağına atan bir kafir daha eksildi se­
nin sayende. Şeytanın fısıltılarına bel bağlamış kişilere bir darbe
daha indirdin. Kuvvetli bir darbe ! Allah katında kıymetinin mis­
liyle bilineceğinden hiç şüphen olmasın ! " Elindeki tespihin bon­
cuklarını parmaklarının arasında tek tek deviren Hoca'nın vaaz
verir tondaki bu gönül okşayıcı sözlerini tevazu ve minnet belir­
ten bir hareketle boynunu yana kırarak sessizce dinliyor, ardından
alçak sesle, "Ne yapıyorsak Allah rızası için, Allah'ın izni ve si­
zin tarikinizle," diyor. Bunları söylerkenki sesini, halini, kendini

94
beğeniyor. Hoca'nın yanındayken sesinin tam da kendi sesi gibi
çıktığını sevinçle fark ediyor, sesi kendisine benziyor. Yerinden
çıkmış bir şeyi tekrar yerine oturtur gibi yeniden kendisine yer­
leştiğini memnuniyetle hissediyor.
"Malum her devir kendi ebucehilleriyle geliyor. Biz de bu as­
rın ebucehilleriyle mücadele ediyoruz, kolay harp midir bu? Dev­
letin infaz listesine bu kafirlerden daha çok kişinin adının yazıl­
ması lazım, bunun için de daha çok çalışmak gerek, dağdaki mür­
tetleri zaten asker temizliyor, düzdeki akıl hocalarının kökünü de
tez vakitte kurutmak lazım," diye ekliyor Hoca. "Lakin onları öl­
dürmek yetmez, ruhlarını da bedenlerinden sökmek gerekir am­
ma artık rabbin bahşettiği gücümüz ne kadarına yetiyorsa." Da­
vudi bir ton kazanan sesi dua eder gibi çıkıyor. "Eskilerin dediği
gibi, ördüğün ağlardaki örümcekleri birbirine düşürmek mühim­
dir elbet, devletle bizim ara:n:ı ızdaki bu nişan-düğün günleri çok
sürmez, bu sulh bir gün bitecek, sıra bize de gelecektir. Malum,
bizimki dava ortaklığı değil, düşman ortaklığıdır. Bizim cenahı­
mızdaki maksat az verip çok almaktır. İlahi rızaya kavuşana ka­
dar kat edilmesi gereken yollar, sineye çekilmesi gereken çileler,
zaruri, mecburi haller vardır. Biliyoruz ki mürtet örgütle müca­
delede biz onlar için geçici bir vasıtayız sadece, ilk fırsatta göz­
den çıkarılacak bir vasıta . . . Ama biz de kendi davamız, kendi he­
deflerimiz için onları bir vasıta olarak kullanmıyor muyuz? İki ta­
rafın da bilip de sustuğu bir vaziyet değil midir bu? Bu malumun
ilamı sözlerim boşuna değil." Duvardaki saati işaret ederek, "Rab­
bin saati işliyor," dedikten sonra derin bir nefes alıyor. "Susma­
nın müddetinden iyi faydalanmak gerek. Onlar kendi maksatları­
nın zamanına bakar, biz bizimkinin vakt-i saadetini kollarız, si­
lahlarını bize doğrultacakları gün uzak değildir. O güne kadar ne
yaparsak, ne yaptırırsak davamız hanesine kar yazılacaktır! "
O sırada bir tepside dumanı üstünde çaylan geliyor. Yaklaş­
tıkça artan tütsülü kokusundan, kıvamlı renginden kaçak çay ol­
duğu anlaşılıyor. Hoca'nın da çayı kendisi gibi şekersiz içtiğini bi­
liyor. Bu benzerliği hatırlamak bir kez daha hoşnut ediyor onu.

95
"Birikmiş mevzular var," diyerek söze yeniden başlıyor Hoca.
"Gönül biraz daha hasbihal edelim isterdi, lakin biliyorum vaktin
dar, her hususun tafsilatına girmeye lüzum yok, meraklanmaya­
sın çok oyalamayacağım seni. Gelelim asıl mevzuya," derken se­
si hiç olmadığı kadar ciddileşiyor. Konunun şu özgeçmiş mesele­
si olduğuna ikna olarak yüreği sıkıntıyla kabarıyor. "Seni yanıma
çağırmamın birkaç sebebi var, ama en önemlisi şu: Yeni başimam
buraya, Adana'ya hicret ediyor. O burada barındığı sürece cemaa­
tin merkezi de Adana olacak."
Bu, onun için sahiden de beklenmedik bir haber, yeni bir bil­
gi, şaşırıyor, heyecanlanıyor. Cemaat içinde kimsenin bilmediği
bir şeyi bilmenin insana ayrıcalıklı olma keyfi kazandıran heye­
canı içini kamaştırıp tenini ürpertiyor. Tıpkı birini infaz etmeye
gittiklerinde, az sonra kapısını çalacakları adamın birazdan öldü­
rüleceğini bilmenin insanın kasıklarını ürperten hissi gibi bir şey
bu. Resimler düşüyor gözlerinin önüne. Dağ köylerinde rüzgarın
uğultusuna kurtların ulumasının karıştığı uzun kış gecelerinde ka­
pılarına vardıkları ev ahalisi rüzgarın, köpeklerin, kurtların se­
sinden kapılarının vurulduğunu bile duymaz, bir süre sonra bazen
ellerinde alevi titreyip duran bir lamba ve korkudan büyümüş göz­
lerle kapılarını açarlardı gelene . . . Bazen geride paçaları lastikli,
çubuklu pijamasıyla bir çocuk durur, gelenlere bakardı. O an tam
da hayatla ölüm arasındaki sınırda duran birinin kaderinin ipini
elinde tutmanın insanın kanını tutuşturan o benzersiz kuvvetini şu
an yeniden damarlarında hissediyor, zevkle yutkunup Hoca'nın .
anlatacaklarını dinlemeye, kendisine tanınan imtiyazın tadını çı­
karmaya bakıyor.
"Batman'dan başlayarak civardaki her yerde emniyet çembe­
rini iyice daralttılar, başimamın yer değiştirmesi icap etmektedir.
Biz burada gereken tedbir ve emniyeti hasıl ettik, lakin emniyet
ve istihbarat teşkilatının bu mevzuda bir malumatı var mıdır, var­
sa bunun derecesi nedir, oralarda bu mevzuyla alakalı neler ko­
nuşulmaktadır, kafi derecede bilmiyoruz. Acilen dört koldan taf­
silat toplamamız lazım. Bir müddettir her cenahtan yardım alarak

96
bu mevzunun üzerinde kafa yoruyoruz. Senin kulağına çarpan bir
şeyler var mıdır?" Kısa bir sessizlik oluyor. Hoca şimdi onun yü­
züne kemirici bir dikkatle bakıyor. Soru sorar tonuyla, "Ben, ben
başimam Diyarbakır'dadır diye biliyordum," diyor. Cevap vermi­
yor Hoca, doğrulamıyor, yalanlamıyor; verilecek her bilginin bir
sınırı olduğunu hatırlatan müstehzi bir gülümsemeyle yetiniyor.
Başimamın nerede olduğunun, ne zaman, nasıl yer değiştir­
diğinin Cihadın Askerleri içinde her kademede gizlendiğini bil­
mez değildi. Zaten devlet bile bütün imkanlarını seferber etmesi­
ne rağmen, eski başimamla ilgili yaptığı istihbaratın sonucunda,
onun sabahları sofrasından Pervani balıyla yeşil zeytinin birkaç
çeşidini eksik etmediği bilgisinden fazlasına ulaşamamıştı. Eski
başimamın hüviyeti deşifre edildikten bir süre sonra öldüğü bil­
gisi ellerine geçtiğinden beri istihbarat güçlerinin en büyük me­
rakı onun yerine kimin geçec �ği olmuş, deliler gibi bunu öğren­
menin peşine düşmüşlerdi. Emniyet teşkilatının onca gayrete rağ­
men yeni başimamın kimliğinden halii haberdar olmadığından
emindi. Aslında başimamlık makamına şimdi kimin oturduğunu
kendisi dahil Cihadın Askerleri içinde pek çok kişi de bilmiyor­
du. Yeni başimamın kim olacağı konusunda bir tahmini vardı el­
bet, ama bunu Hoca'ya karşı dillendirmeye kalkışıp ağız yoklu­
yormuş gibi görünmek istemedi. En yakın ilişkide bile bazı bilgi­
leri . insanın kendisine saklaması gerektiğini yaşadığı tekinsiz ha­
yat yeterince öğretmişti ona. Bunca yıl boyunca ona, "Sustukla­
rın, konuştuklarının on katı olmalı," denmişti hep. Tabiatına za­
ten uygun olan bu düsturu o da kendisine şiar edinmiş, yanlış bir
şey söylememek için hiçbir şey söylememeyi nicedir öğrenmişti.
Sessizliğin arkası en güvenilir yerdi. Hayattan pek çok yetişkin­
den çok daha fazla şey öğrendiği bir çocukluktan gelmişti.
Şimdi Hoca'ya açıklama yaparken doğru kelimeleri bulmaya,
tane tane konuşmaya çalışıyor. Kulaklarını her ne kadar açık tut­
maya çalışsa da, bu konularda kimseden pek bir bilgi alamadı­
ğından, emniyet içinde "Radikal Gruplarla Mücadele" adı altında
kurulan birimdeki polislerle yakınlık kurmaya, ağızlarından laf

97
almaya çalıştığından, zamanla içlerinden bir-ikisinin güvenini ka­
zandığından ama gene de sözü edilmeye değer bir mesafe kayde­
demediğinden söz ediyor. "Bu mevzularda su sızdırmıyorlar, hep
afaki laflarla geçiştiriyorlar, emniyet ve istihbarat birimlerinde
herkes herkese şüpheyle bakıyor," diyor. "Haksız da sayılmazlar,"
diyerek bıyık altından gülümsüyor Hoca. "Malumun olduğu üze­
re nasıl bizim emniyette adamımız varsa, onların da bizim içi­
mizde adamları olduğundan şüpheleniyoruz. Ya baştan sokmayı
başarmışlar, ya da ne yapıp ne edip sonradan kazanmışlar." "Ho­
cam işte bu yüzden herkesin ağzı fazla mühürlü. Ben de meraklı
görünüp fazla soru sorarak dikkat çekmek istemiyorum," diyor.
"Son zamanlarda kriminalci bir uzman çavuşla yakınlaştık, Asa­
yiş kolordu komutanlığı bölgesindeki hadiseler hakkında fazla şey
biliyor. Ofis semtinde bunlara ayrılmış lojman gibi yerler var. Şe­
hitlik'te gizli evler. . . Arada bir gevşediği zamanlara denk geldi­
ğimde ağzından laf almaya gayret ediyorum." ,
Belli ki Hoca'nın duymak istedikleri çoğu bir sonuca bağlan­
mamış bu bilgiler değildi. Nitekim Hoca'nın yüzündeki merakın
söndüğünü görüyor, ardından hafifçe öne düşmüş başını pence­
reye doğru çevirip bir süre suskun kaldığını, kapalı perdenin ar­
kasından sokağı görüyormuşçasına, orada olup biten bir şeylere
sabitlenmişçesine bir dalgınlığa kapıldığını sessiz gözlerle izli­
yor. Hoca'nın sesindeyse görünüşündeki dalgınlıktan eser yoktu:
"Başimamın emniyetinin sağlanması bizim için en birinci mev­
zu, en mühim mesele ! Her zamankinden fazla teyakkuzda olma­
lıyız. Dediğim gibi devletin bize verdiği şu geçici kolaylığın re­
havetine kapılmamak gerek, dağdaki mürtet örgütün işini bitir­
dikten sonra sıranın bize geleceğinin hesabını yaptıklarını her an
akılda tutmak gerek. Biliyorsun, bazı malumatlar en umulmadık
zamanda geçer insanın eline, gözlerin her zamankinden daha kes­
kin, kulakların her zamankinden daha açık olmalı. Bir başka me­
sele daha var: Şu televizyonlara çıkıp İ slam hakkında ileri geri ko­
nuşan, kendi kendine ' İ slami feminist' midir nedir bir yafta uy­
durmuş kadını kaçırmış bizimkiler, hücre evlerinin birinde do-

98
muza bağlanmış, sorgudaymış, önce bizdenmiş galiba, sonra kop­
muş. Nihayetinde ortadan kaldırılması icap edecek. Bu meseley­
le ilgili emniyette hava nasıl?"
Yanıtını henüz alamadığı sorusu havada asılı dururken devam
ediyor konuşmasına: "Bu işin, tam da başimamın yer değiştirme
zamanına denk gelmesi kötü oldu. Bu kadını bulma bahanesiyle
arama taramaları, baskınları her yerde sıklaştırmışlar. Televizyo­
na her çıkan şahıs başa bela oluyor. " "Hocam, öyle şeylerin gü­
rültüsü Istanbul, Ankara gibi yerlerde olur, oradakiler televizyonda
görüp televizyonda unutuyorlar, buralarda kimsenin umurunda de­
ğil böyle şeyler. Aksine ibret oluyor. Başını kapatmakla Müslü­
man olunmuyor, başının içi fazla açıkmış o kadının. İ yi oldu ! "
Hoca gülümsüyor, sesine neşe gelmişti, "Fazla konuşmuyorsun
da, bak konuştun mu tam konuşuyorsun ! " diyor.
Sormanın sırası gelmiş g�bi derin bir nefes alıp boğazını te­
mizledikten sonra, "Hocam kafamı kurcalayan bir mevzu var," di­
ye başlıyor söze. "Antep'te bana otobüs biletini ve emaneti geti­
ren sivil polis, Adana'da kumaşçıya gitmemi söyledi. Bizim çe­
kirdekçinin bildiği Kumaşçı Nasrullah'ı polis nereden biliyor, di­
ye bir an hayrete düştüm, zihnim karıştı, lakin bizim emniyetteki
adamlarımızdan biri olsa gerektir, diye kanaat getirdim. Öyle mi­
dir, eğer öyleyse, bana kendini bildirmesi, belli etmesi doğru mu­
dur değil midir, bilemedim." Hoca belli belirsiz gülümsüyor, "Afe­
rin, nazarı dikkatinden kaçmamış, o da senin gibi devletteki kıy­
metli sırlarımızdandır, ikiniz de sınanmış, denenmiş, itimat tel­
kin etmiş adamlarsınız, birbirinizi bilmenizde bir beis yok, emni­
yet içinde iyi yükseldi o, jandarmayla da arası iyi. Hatta jandar­
mayla arasının iyi olduğunu emniyettekiler bile bilmiyor, merak
etme. Malum emniyetle jandarma sık sık hırlaşıyor. Geçimsiz iki
kardeş gibi birbirlerine karşı kuvvet mücadelesi veriyor müba­
rekler! Onların hırlaşmasından miktarınca istifade etmek gerek.
Ama bizim adam iki kuvvet arasında hep salih bir noktada dur­
mayı beceriyor, ip cambazı maşallah ! Bir zamandır Nihat Astsu­
bay'a çengel takmış, JEM 'e yanaşıyordu. Sana Antep'te yeni silah

99
vermesini Nihat Astsubay istemiş ondan, bu ilk talebiymiş zaten,
fazla tafsilat da vermemiş. Bizimki de anlamazdan gelerek işini
kolaylaştırmış. Anlaşılan bu işten senin Eğitmen'in bile pek ha­
beri yok, birbirlerinin arkasından ne işler çeviriyorlarsa artık! Ney­
se vesile oldu, birbirinizi tanımanın vakti gelmişti, gün olur yol­
larınız kesiştiğinde birbirinize yardımınız dokunur. . . Bütün hadi­
se bilgim dahilindedir, meraklanmayasın," diye bağlıyor sözünü.
Söyleyeceklerinin önemini kendi içinde bir süre düşünüp tart­
tıktan sonra, "Allah razı olsun Küçük Ağa'nın bize sağladığı bir
imkanla Başbakanlık Bilgi İ şlem Merkezi'nde önemli mevkide de
bir adamımız var, onunla irtibatımız işte bu şahsın vasıtasıyla yü­
rütülüyor. Kıymetli bir köşe başında duruyor anlayacağın. Me­
raklanma, öyle uluorta işlere sürmeyiz onu. Bir zamandır asker­
lerin içindesin, arazide cephane gizlemenin kıymetini öğrenmiş­
sindir. "
Aklı Antep'e gitmişken Hoca'ya otobüste şüphelendiği ka­
dından söz edip etmemek konusunda kararsız kalıyor bir süre. İçi­
ni şöyle bir yokladıktan sonra, kendisinin tam olarak çözememiş
olduğu bir konuda Hoca'nın aklını karıştırmaktan, ortalığı bulan­
dırmaktan, kendisini zayıf bir pozisyonda gösterecek bu belirsiz­
liği anlatmaktan vazgeçiyor. Bugünkü görüşmeyle ilgili olarak her
ikisinde de genel bir tatminsizlik havası hakim, ama en azından
özgeçmişteki tahrifat meselesinin ortaya çıkmamış olması kaygı­
larını gidermiş, içini rahatlatmıştı onun. Hoca'nın, "Nasılsa Hoca
biliyordur, duymuştur, anlatmışlardır diye düşünmeden duyduğun
bildiğin dikkate değer ne varsa hızla rapor geç bana," demesi üze­
rine Diyarbakır' da gazete bürosunda ensesinden vurulan muhabir
hadisesini anlatıyor önce. Cihadın Askerleri'nin devletle ilişkisi­
ni açığa çıkaran basındaki ilk haberdi bu ve bunu yazan muhabi­
rin derhal susturulması gerekiyordu. İnfaz sonrasında işler biraz
sarpa sarmıştı, Hoca'nın olayın ayrıntılarına ilişkin sorusu üzeri­
ne, infazcının acemice davrandığından, büroda yangın çıkarma­
ya çalışırken fazla gürültü yaptığından, bunun üstüne durumdan
şüphelenen komşuların polis çağırdığından söz ediyor. İnfazcının

1 00
şansı yaver gitmiş de yakalanmamış Allahtan, polisin sonradan
civarda yakaladığı iki gözcüyse hedef şaşırtmak için suçu üstlen­
mişler ama tatbikat sırasında daha büronun hangi katta olduğunu
bile bilmedikleri ortaya çıkmış. Ü stelik büroda muhabirin vurul­
duğu yeri de yanlış göstermişler. Polisler de oyunu hemen anla­
mışlar tabii. Buna benzer birkaç örnekle yeterince pişmeden sa­
haya gönderilenlerin ileride daha büyük zararlar verebilecekleri
konusundaki kaygılarını dile getirerek sözlerini tamamlıyor. Ho­
ca'ya göre de bölgedeki güçler arasında en akıl almaz kurnazlık­
larla en aptalca işler, en şeytani planlarla en budalaca hamleler iç
içe yürüyordu. Salih akılla iş yapmak gün günden güçleşiyor, do­
layısıyla kurnaz akıl karşısında başka türlü, aptallık karşısında
başka türlü hazırlıklı olmak, rehavete kapılmamak gerekiyordu.
"Dolayısıyla, bu kadarını akıl edemezler, demeyeceksin, bu ka­
dar aptal olamazlar da demey�ceksin, en akla hayale gelmez şey­
leri hesap ederek hamledeceksin, maalesef durum bu," diye bağ­
lıyor sözünü. Hoca ile ne zaman konuşsa zihninde dönen çarkla­
rın yağlanıp tazelendiğini, aklının hız, berraklık ve emniyet ka­
zandığını düşünüyordu.
Onun birtakım konularda verdiği bilgileri başını hafifçe öne
arkaya sallayarak dinleyen Hoca, kısa bir sessizlikten sonra, "Bil­
diğin gibi zulümde perva göstermeyen laik devlet ve onun beşeri
hukuku İ slami mukaddesattan uzaklaşmış kişilerin infazını cina­
yetten sayıyor," diyor. "Allah uğruna yapılanların gözlerinde hiç­
bir hükmü yok! Beşeri hukuka bel bağlamışların dağıttıkları ada­
letten nasibimize bir hayır düşmediğini görüp öğrenmedik mi bun­
ca zaman? Lakin Allah'ın emri ve izniyle bitecek elbet bu asr-ı
zulüm ! Bu modem ebucehiller devri ! " diye derin bir iç geçirdik­
ten sonra kısa bir süre susan Hoca'nın, " Her neyse, bölgede umu­
mi ahval ne durumda?" diye sorusu üzerine, bölgedeki camilerin
neredeyse tamamına yakınının anahtarlarını geceleri teslim al­
dıklarını, faaliyetlere orada devam ettiklerini gururla anlatıyor. Di­
yarbakır' da geceleri saat l Ö 'dan sonra Çevik Kuvvet Merkezi'ne
gidip eğitim gören Cihadın Askerleri'ne bağlı yeni elemanlar hak-

101
kında bilgi veriyor. İçlerinden bazılarının Özel Harekat Timi ele­
manları gibi bıyık bıraktıklarını söyleyip, " İyice kaynaşıyorlar,"
diye ekliyor. Batman, Kızıltepe, Lice' deki İ slamcı polislerden, ce­
maatin onlardan bazılarıyla kurduğu irtibattan söz ediyor. "Kızıl­
tepe'de Bilali Mahallesi'nde İ stiklal İ lkokulu yanındaki binada bir
Kur'an kursu açıldı. Elazığ 'dan getirttiğimiz imam kurs veriyor
orada, kurslara alaka fazla. Kızıltepe Yenimahalle Mezarlığı'nın
bitişiğindeki vakfın binası Özel Tim görevlilerince korunuyor. Ka­
firlerin militanları yüz adım bile yaklaşamıyorlar oraya, malu­
munuz o bina Küçük Ağa tarafından hibe edildi bize. Emniyet teş­
kilatı içinde Küçük Ağa'nın yakında bakan olacağı konuşuluyor­
muş . Sayıları artan dava mensuplarının birbirleriyle daha kolay
buluşmaları, karşılıklı dini telkinatta bulunmaları için civar iller­
de arka arkaya yeni kırtasiye, kitapçı dükkanları, çayevleri açılı­
yor. . . " "Oh, oh, ala ala," diye keyifleniyor Hoca. "Hilvan ve An­
tep'teki cephaneliklere takviye yapıldı. Gercüş'te Sekli, Gömülü ,
Çiçekli köyleri civarında yeni eğitim kampları kuruldu, jandar­
ması, polisi başını öte yana çevirmiş görmezden geliyor. " "Elbet­
te şimdilik," diyerek araya girme gereği duyuyor Hoca. "Gene de
tedbir ve teyakkuz gerek," diyor. "Ne olursa olsun her daim ted­
bir ve teyakkuz." Bu arada Diyarbakır'da ortalıkta cirit atan Ame­
rikan, Alman, İ srailli ajanların varlığından söz açıyor. "Hayra se­
bep değil elbet. Turist gibi dolaşıyorlar ortalıkta, şehirden ahbap,
tanış edinmeye bakıyorlar. Şimdilik dokunamıyoruz onlara, ama
mimliyoruz."
" İ stedikleri kadar aramızda gezip dolaşadursunlar, ne Ame­
rikası, ne Avrupası hiçbir zaman anlamayacak bizi. A. lemlerimiz
başka. Onlar ne İ slamı biliyorlar, ne Müslümanı tanıyorlar! Yü­
rüttükleri akıllarla, yaptıkları planlarla her seferinde başka bir ba­
tağa saplanıp kalıyorlar burada, fezada aya gidiyorlar belki, ama
İ slamın mübarek topraklarında akılları kilitleniyor."
"Hocam İ ttiat'tan olduklarından şüphe edilen bir"iki kişi da­
ha var, hani şu İran gizli servisinden."
"Olacak elbet, İ ttiat'tan da olacak, Muhaberat'tan da olacak.

1 02
Hepsinden olacak. Lakin biz sonunda Allah'ın dediğinin olacağı­
nı biliyoruz."
Hoca onun ağzından dinlediklerinin bir bölümünü biliyordu
elbet, ama gerisini sindirmek, belki de hafızasında kayda almak
için başını hafifçe öne arkaya sallayarak bir müddet daha susu­
yor. Ardından, "B ir mevzuumuz daha var," diye karıncalanan bir
sesle söze başlayıp yeniden sustuğunda, Hoca'nın bu nefes pa­
yında şu özgeçmişteki tahrifat konusunu açmak için uygun ke­
limeleri aradığı vehmine kapılıyor, bu meselenin günün birinde
su yüzüne çıkabileceğine dair içini her ne kadar hazırlamışsa da
göğsüne bir sıkıntı çöküyor. Oysa Hoca, "Şımak'tan Resul'ü ta­
nır, bilirsin. Kendine ispat sahası ister, aşikar söylemez ama sez­
dirir, mühim makamda vazife talep eder, sen ne dersin bu işe?" O
da sezdirmeden derin bir nefes alıp, kendisine fikrinin sorulması­
nın gururuyla aklının kıyısında doğru ve etkili kelimeler arıyor bir
süre. Resul'ü uzun bir süre Önce tanımış, sonrasında da ara ara
uzaktan takip etmişti. "Ne desem doğru olur bilemem, dürüst bir
mümindir, imanı derindir, ona vazife biçmek bana düşmez, lakin
zayıf tabiatlıdır, görülmeyi, sivrilmeyi sever, takdire muhtaç bir
karakterdir. Her mecliste kendini çabuk aşikar eder. Ateşini için­
de tutmayı bilmez. Ağzı iyi laf yapar, hitabeti kuvvetlidir, vaaz
versin dersen doğru adamdır, lakin ketum işler için münasip biri
değildir zannımca. Mecliste lafını kamında tutamaz, fikrini-niye­
tini çabuk belli eder, hemen renk verir, korkarım müşkül bir du­
ruma düştüğünde hem kendini yakar, hem başkalarını. Günahı
söyleyenlerin boynuna, Servet Pasajı'ndaki Yıldız Kırtasiye'nin
deşifre olmasına sağda solda çenesini tutamaması sebep olmuş
derler."
Hoca'nın yüzünden koyu bir sıkıntı bulutu geçiyor, buluşma
yerleri olarak kullanılan pasaj içlerindeki kırtasiye dükkanlarının,
kitapçıların, köşe bucaktaki çayhanelerin lojistik önemi büyüktü.
Cihadın Askerleri arasında irtibat sağlamak, vazifeleri taksim et­
mek hususunda hatırı sayılır bir öneme sahip, göze batmadan gi­
rip çıkılan paravan mekanlar oldukları için mekan sırlarının çok

1 03
daha iyi korunması gerekiyordu. Affedilmez tedbirsizliklerdi bun­
lar. Yıldız Kırtasiye'nin polislerce keşfedilmesiyle Hoca'nın aklı­
nın kıymet katındaki kalelerden biri daha düşmüştü sanki. Ne ya­
pıp edip kayıplar hanesinin kabarmasına yol açmamak gerekti.
Hoca'nın uzun süren sessizliği karşısında o da susmuş, yeni­
den konuşmasını, diyeceklerini beklerken hafiften boynunu bük­
müştü. Hoca önce boğazını temizleyip ardından ikna olmuş bir
sesle, "Ben de öyle düşünmüştüm, lakin onun eski bir tanışı ola­
rak bir de senden duymak istedim," diyor. "Malum, bazen aklı­
mızdan geçenleri başkalarının ağzından duymak, bir defa da baş­
kasının fikriyle tasdik etmek isteriz." "Estağfurullah Hocam, si­
zin yanınızda fikir beyan etmek bizim ne haddimize ! Kibrin aza­
bından korkarız lakin müsaade buyurursan bir şey daha ilave ede­
yim, sorgucu da olmaz Resul' den," diyor. Sorgu ve sorgulama tek­
nikleri konusunda Eğitmen' den, Nihat Astsubay' dan çok şey öğ­
renmiş olduğunu, edindiği bilgileri el altından cemaate ilettiğini,
bu konularda çok kafa yorduğunu hatırlatarak, "Akıllıdır, lakin
sorgu esnasında kendisi daha çok konuşacaktır, ağzı laf sever
onun. Fikrimce başkalarını dara düşürmeyecek bir vazife vermek
gerektir ona," diyor. Sözlerini güçlendirmek için örnek ararken
Eğitmen'in, "Hemşireler kan almak için nasıl insanın kolunda da­
mar yokluyorsa, sen de sorguladığının içinin damarını bulmaya
bakacaksın, insan yarayı kolay kabaran yerinden alır, işin sırrı bu­
dur," dediğini hatırlıyor. Eğitmen'in bu sözlerini Hoca'ya aktar­
dıktan sonra, "Resul'un damarı da kolunun kolay kabaran yerin­
dedir, o cihetten söylüyorum yani," diye sözü bağlıyor. Eğitmen'in
verdiği bu örneğin ışığında kendi derisinin kalınlığıyla gönenir,
bu hizbuşşeytanların arasında onların gözlerinin içine baka baka
ne içini, ne kolunun damarını sezdirmeden dolaşıp gezmesinden
kendine üstünlük payı çıkarırdı.
Kapıyı tıklattıktan sonra odaya giren delikanlı çaylarını taze­
liyor. Konuşmanın burasında geldiğinden beri aklının bir kena­
rında tuttuğu bir konuyu açıyor: "Emniyet teşkilatındakiler olsun,
jandarma olsun her geçen gün hakkımızda tecrübe kazanıyor Ho-

1 04
cam. Buna sebep bazı şeyleri değiştirmek lazımdır bana göre. Mi­
sal, buraya gelmeden önce kumaşçıda 'Mervan' şifresiyle imtihan
ettiler beni. 'Mervan adlı arkadaşın varmış,' diye yem attılar. Bu
yemi artık polisler de yemez. Onlar da bu zaman zarfında epey
bir şeyler öğrendi l er, tedbirlerini de ona göre almışlardır elbet."
Sözlerini başka örnekler vererek güçlendirme gereği duyuyor. Ba­
zı acil pusulalarda halii eski usul şifrelemeyle çalışan acemiler ol­
duğundan söz ediyor. Her harfi alfabe sıralamasındaki sonraki
harfle değiştiren bu eski usul iptidai sistemi en son Mardin İmam
Hatip Lisesi'nde kaldığı toy zamanlarında gördüğünü, cemaat için­
de az da olsa bunu hil.lii kullananlara şaştığım söylüyor. Hoca söy­
lediklerini onaylar biçimde sallıyor başını. "Haklısın,'' diyor. "Her
çeşit irtibat için yeni usuller lazım gelmektedir. Her şey çok hız­
lı değişiyor, her yeni durum yeni müşküller çıkarıyor. Her deği­
şikliğe aynı hızda yetişmek zor. Bazı tedbirsizlikler bizi çok üzü­
yor. Misal, geçen ay buranın zenginlerinden birini kaldırdı bizim­
kiler, Ankara'ya sorguya götürecekler, şartlar gayet iyi hazırlan­
dı, bir eşya taşıma kamyonu tutuldu, adam ağzı bantlı, eli kolu
bağlı şekilde paket edilip kamyon arkasına, eşyaların arasına yer­
leştirildi. Ankara'ya vardıklarında bir de bakıyorlar ki yolda ha­
vasızlıktan ölmüş adam ! O kadar hazırlık, o kadar masraf boşa
gitti anlayacağın ! "
Kısa bir süre daha çeşitli konularda sohbet etmeyi sürdürü­
yorlar. Kadın kuryelerin eskisi gibi çarşaflı değil, başörtülü ya da
pardösülü olmasından daha iyi neticeler alındığım anlatıyor Ho­
ca'ya. Eleman ve para toplamakta, kuryelik işlerinde, hapishane­
lerden haber götürüp getirmek konusunda erkeklere nazaran da­
ha becerikli oldukları konuşuluyormuş. Bir an toyluk zamanla­
rında bir süreliğine gönderildiği B atman'daki günleri, oraya özgü
toz fırtınasının içinde gölgeler gibi belirip kaybolan mübarek ka­
dınlar geliyor gözlerinin önüne. Batman onun için toz fırtınası de­
mekti, orayı ağzına burnuna dolan tozla anardı hep. Bir an gözü­
ne toz kaçmış gibi gözlerini kırpıyor. Batman'daki tetikçilerden
derlenmiş üçlü infaz timleri civar illere, ilçelere gönderilmiş, iş-

1 05
leri yoluna koymak ortalıkta koşuşturup duran toylara kalmıştı.
Kafirlere, mürtetlere ilk saldırıların satırlarla yapıldığı, ilk cina­
yetlerin satırlarla işlendiği o zamanlar hem kendisinin, hem aha­
linin hatırındaydı. Mescitlerden birinin duvarına sıra sıra dizilmiş
satırlar polis baskınında ele geçirildikten sonra işler sıkılanmış,
polisler bıçakçı dükkanlarını, bileyicileri göz hapsine aldığında o
mübarek kadınlar evlerinde yer yaygısı serip, hamur tahtası üs­
tünde satır bilemeye başlamışlardı. Bir keresinde emanet teslim
etmeye gittiği emin evlerden birinde kapalı odaların birinden so­
faya çıkan çocuğun kapatmayı unuttuğu yarı aralık kapıdan gör­
düğü manzara içine işlemişti : Yerde, yer yaygısı üstüne yerleşti­
rilmiş geniş bir tepsinin etrafında üç kadın oturmuş kılıç şakırda­
tır gibi satır biliyorlardı. Kafirlerin sırtına saplanan her satırda bu
kadınların mübarek ellerinin hakkı vardı. Evlere, dükkanlara ila­
hilerle, şehadet ağıtlarıyla dolu kasetleri dağıttığı zamanlardan
kalma bir hatıra olarak kapalı kapılar ardında bunları dinlerken
ağlayan kadınların iman dolu yürek paralayıcı hıçkırıkları haia
kulaklarında uğuldar.
Hoca birden dönüp, "O yeşil kaşkollu şafi ortalığı kırıp geçi­
riyormuş, öyle diyorlar," diye başlıyor söze. "Eline telsiz, beline
tabanca, emrine adam vermişler boyu da, eli de pek uzamış öyle
mi?" "Bingöl'deki teşkilatlanmamızdaki yardımlarından sonra iyi­
ce kopmuş bizden. Bir yandan terörist kovalıyor, bir yandan uyuş­
turucu işi yapıyormuş." "Bize bulaşmayacak kadar aklı kalmış de­
mek ki ! Duyduklarıma göre gözü aç, uçkuru gevşek, eli kanlı bi­
riymiş." Bu durumdan esef duyduğunu belirten bir yüz ifadesi ta­
kınarak başıyla doğrulamakla yetiniyor.
Ardından bir süre daha önemsiz konularda sohbeti sürdürüp
müsaade istemek için tam doğrulmaktayken Hoca, "Son bir mü­
him mesele daha var," diyerek yeniden yerine oturtuyor onu. Ho­
ca'nın bu sözü üzerine yeniden içi kabarıyor, belli belirsiz nabzı
hızlanıyor. Hoca kurnazlık edip şu özgeçmiş konusunu açmayı so­
na saklamış olabilir miydi?
"Diyarbakır'a yeni gelen şu emniyet müdürü," diyor Hoca.

1 06
Ardından sözünün etkisini ölçer gibi anlamlı biçimde susuyor.
Meselenin özgeçmişle ilgili olmadığını anlamanın rahatlığıyla
göğsünde tuttuğu soluğunu usulca boşaltarak, "Bizim işlerimizi
çok zorlaştıriyor, biliyorum," deyip sözün gerisini bekliyor. "Sa­
de bizim değil, emniyet içinde birilerinin de işlerini çok zorlaştı­
rıyor, onların tekerine de çomak sokuyormuş. Kaç polis, kaç as­
ker yolunu buluyormuş şu üstü kapalı musibet işlerden. Ö zel ha­
rekat dairesi başkan vekili var ya hani şu Tokatlı olan. İ şte onun
emriyle yürüyormuş bu işler deniyor, o da kendini öne atmak, gö­
ze batmak istemiyormuş. Bu diyara vatan-millet diye gelen aske­
riydi, polisiydi demeye kalmıyor yükünü tutmak derdine düşüyor
burada. Askerin, polisin içine menfaat çeteleri yuvalanıyor, sor­
san güya hepsi Müslüman, hepsi ezan-bayrak sevdalısı ! Bugüne
kadar işleri tıkırında giderken bu yeni emniyet müdürü artık kim­
selere göz açtırmıyormuş. Askeriyeden, emniyetten bazıları ada­
ma diş bilerken, bazıları da tikdir ediyor, destek veriyormuş. Vel­
hasıl, hem taraflar arasındaki mücadele kızışmadan hem menfa­
at çetelerinin ağzının tadı fazla kaçmadan tez elden temizlensin
istiyorlar."
"Niye bize havale ediyorlar peki?" dediği anda cevabını bil­
diği soruları sormanın boşa gevezelik olduğunu nicedir bildiği
halde dilini tutamadığını fark ediyor. "Söylenenlere göre, halkın
muhabbetini de kazanmaya başlamış bu yeni müdür, 'ben bu hal­
kı devletle barıştıracağım,' diyormuş. Halk da bu yeni emniyet
müdürüne pek rağbet ediyormuş . Ucu bize de dokunur bu işin.
İki türlü dokunur. Bu mevzunun üstünde ol. Ortalık kurt dumanı.
Göz gözü görmüyor. Emniyetteki, askeriyedeki menfaat çeteleri
bu müdürden kurtulursa bizim de elimiz genişler. Malum, köşe­
leri onlar tutuyor. Anlayacağın ha biz temizlemişiz, ha onlar, her
iki tarafın da hayrına olacak bu iş, tez elden icabına bakmalı. Bı­
rak bize borçlansınlar. Zaten bizimkiler de ne zamandır bu adam
hakkında bir plan üstündeydiler, ama teklif onlardan gelince bi­
zim yükümüz de hafiflemiş oldu. Hal böyle olunca adam temiz­
lendikten sonra soruşturmada ipin ucunu gevşek tutarlar, bizi sı-

1 07
kılamazlar, bir müddet sonra da faili meçhule karışır gider. Bilir­
sin böyle ortak işlerde fail bulunmaz. Senin de kulağın delik ol­
sun bu hususta. Ters bir şey duyar duymaz bize haber uçur. Bu
aralar sana çok işimiz düşecek. B akarsın yeni başimam bu işi sa­
na havale eder."
Her ikisi de birbirlerine söyleyeceklerinin şimdilik tükendi­
ğini gösteren bir sessizlik içinde öylece kalıyorlar bir süre. "Ho­
cam başka bir emrin yoksa ben yüksek müsaadeni isteyeyim," di­
yerek ayaklanmaya davranırken, yakarır bir tonda, "dualarından
bizi eksik etmeyesin," diye ekliyor.
"Bilirsin dualarım her daim sizlerle evladım. Yolun buradan
nereye?"
"Alanya' ya gönderiyorlar. "
"Sebep?"
"Bilmiyorum. Bir süreliğine gözlerden saklamak için herhal­
de. İ şin aslını oraya vardığımda öğreneceğim."
"Dur o zaman biraz," diyor Hoca. Oradan ilham alırmış gibi
sağ dizini ovuşturarak kısa bir süre düşünüyor. "İner inmez Sela­
met Çay Ocağı'na git. Seyfullah'ı bul," diyor. " Ömrünü Allah'ın
rızasına adamış müminlerdendir Seyfullah. Merak etme biz ön­
den haberdar ederiz onu. Bir müşkülün çıkarsa çalacak kapın, sı­
ğınacak saçağın olsun. Hem belli mi olur, bakarsın sen oradayken
yeni bir vazife hasıl olur. Söyle çıkarken çocuklar sana Seyful­
lah'ın adresini ezberletsinler. Bir de yeşil bez kaplı bir muska ta­
kacaksın ceketinin içine. O da karşılığında sana beyaz bir muska
gösterirse anla ki aradığın adam odur. Seyfullah cenahıyla ara­
mızdaki şifreleşmedir bu. Malum ceberrut devletin oyunları, tu­
zakları bitmiyor."
Yeniden temenna alarak Hoca'ya arkasını dönmeden geri ge­
ri giderek odadan çıktığında ona önden yol gösteren genç adam
elindeki yeşil muskayı uzatıp Alanya'daki Seyfullah'ın adresini
ezberletirken bu kez binanın arka tarafına yönlendiriyor onu. Bu­
rada acil durumlarda başka bir kaçış imkanı sunan bir yol olma­
lı. Tahmin ettiği üzere binanın arka tarafına bakan yerdeki küçük

1 08
bir kömürlük kapısı, sonu alçak bir duvar çevirmesiyle biten sa­
ğına soluna kırık dökük eşyalar, paslanmış borular yığılmış dar
bir avluya açılıyor. İki-üç basamakla zeminine çıktığı avlunun dış
kapısı onu başka bir sokağa çıkarıyor.
Sokağa adım attığında aldığı derin bir nefesle birlikte kendi­
ni hafiflemiş, içini feraha ermiş hissediyor. Etrafın güvenliğinden
emin olmak için sağa sola bir göz attıktan sonra yola düşüyor. Gi­
derek güçlenen bir esintinin yol kenarından kapıp önüne katarak
sürüklediği birkaç boş naylon poşete takılıyor gözleri. "Eh, yolun
yarısını geçtik," diyor. "Soması Allah' a emanet! "

1 09
O N Ü Ç Ü N C Ü BÖLÜM

ÜÇÜNCÜ OTO BÜS

Otogara gitmek üzere çıktığı yolda dünden bu yana olan biteni


hızla gözden geçirirken, zihninin terazisinin bir kefesinde Eğit­
men'in söylediklerini, diğer kefesinde Hoca'yla konuştuklarını
yerli yerine oturtarak sonraki adımlarını, karşısına çıkabilecek ih- .
timalleri hesaplıyordu. Ne de olsa bir süredir dört yandan tehli­
keye açık mayınlı bir tarlada yürüyordu. Etraftaki her şey pek kı­
sa zamanda hızlı gelişiyor, pek çok konuda ani değişiklikler olu­
yordu. Hemen her anını tek bedende bölünmüş iki kişiymiş gibi
yaşamanın en küçük bir hataya, zaafa yol açmaması gerektiğini
kendine hatırlatmaktan zihni yorgun düşmüştü. Son yıllarda Ci­
hadın Askerleri hareketinin merkezi B atman'dan Diyarbakır'a,
oradan da hızla Mardin'e taşınmıştı. Son bulunduğu yerden kim­
se emin değildi. Yeni başimamla birlikte merkezin bu kez de Ada­
na'ya taşınmasının getireceği irili ufaklı sorunlarla kazasız bela­
sız baş etmek gerekecekti. En ufak bir güvenlik zaafına taham­
mülü olmayan hızlı ve zikzaklı hareketlerdi bunlar. Hoca'nın evi­
nin etrafında kurulmuş olan sıkı güvenlik çemberi belli ki bu ha­
zırlıkların önceden başlamış olduğunun işaretiydi. Alınan tüm ted­
birlere rağmen, başimamın Adana'ya gelişiyle ilgili Hoca'nın duy­
duğu kaygılar boşuna değildi. Hoca, her hareketin kusursuz bir
plan içinde tesis edilmesini ister, herkesten de kararlaştırılmış pla­
na sıkı bir disiplin içinde itaat etmesini beklerdi. Sonu önceden
kestirilemeyen belirsiz durumlara tahammülü yoktu. "Tesadüfle­
rin vicdanına güvenilmez," derdi sık sık. Bazı kriz anlarında an-

1 10
sızın vuku bulan çetrefil bir durumun rahatlıkla üstesinden gele­
bileceği söylenen biri hakkında, "Ona güvenelim, o ne yaptığını
bilen insandır," diye fikir belirten biri çıktığında, "Mezarlıklar ne
yaptığını iyi bildiğini sanan insanlarla doludur," hükmünde bulu­
nurdu . Böylesi durumlarda sözünü, "İhtimal dediğin, tabiatı ica­
bı bağrında tuzağıyla gelir. Cetvel kadar düz ve temiz olmalı her
iş," diye bağlardı.
Ondaki cevheri ilk Hoca keşfetmiş, Diyarbakır'da bilekleri­
ne doladıkları zincirlerle adam darp etmeye giden Hançepek kı­
rıkları arasına karışıp kaybolup gitmesin diye tam zamanında ko­
lunun kanadının altına almıştı; yavaş yavaş onu rahle-i tedrisa­
tından geçirdi, bir tilki kadar kurnaz, bir karınca gibi sessiz, di­
yerek kendi işlerine gizli ulak etti, ilmiyle eğitti, marifetiyle şe­
killendirdi. Biat yemini edip Cihadın Askerleri'ne katıldığı ilk za­
manlarında onu satırcılık, teti�çilik yapanların arasına katmamış,
takipçilik, gözcülük, habercilik gibi daha tehlikesiz işlerde vazi­
felendirmişti. Ardı sıra birkaç eylemle sınandığı bu ilk dönemin­
de yüzünün emniyet kayıtlarına geçme ihtimaline karşı, onu ön­
ce Malatya'ya, kayısı bahçelerinde çalışmaya gönderip sahadan
uzaklaştırdığında anlamıştı Hoca'nın tedbire, gizliliğe ve kendisi­
ne ne kadar önem verdiğini. Orada da göze batmaması için, Ma­
latya'daki cemaat mensuplarıyla irtibatı en düşük seviyede tutul­
muş, emniyeti ve gizliliği gözetilmişti. Hoca'nın kendisi için uzun
vadeli planları olduğunu ilk kez o zaman kuvvetle sezmişti. "Her­
kes seni, yüzünü unutsun da öyle gel," demişti. Hoca, Tahran' da
Veliasr Oteli'nde yapılan Şura toplantısı dönüşü Malatya'ya uğ­
radığında, onu huzuruna çağırıp hakkında hiçbir konuda yanıl­
madığına kanaat getirdiğini belirten güzel sözler söylemişti. Em­
niyet'in elindeki fotoğraflar içinde kazara sureti yer almışsa bile,
bu iyice tüylenmiş yüzü, yeni görünüşüyle eşle'ş tirmeleri zordu
artık. Dönüp de Hoca'nın özel ulağı olarak vazifelendirildiğinde
cemaatten pek çok kişinin onun varlığından bile haberi yoktu. İ s­
lamın ilk yıllarında "dar'ül erkanı" sıfatıyla anılan, peygamber
aleyhisselama ilk inanmışların, sahabelerin imanlarını kalabalık-

111
lardan saklaması gibi o da kendini herkesin dikkatinden sakla­
mayı böyle öğrenmişti. Sırlarla sarmalanıp korunan varlığı ken­
disini Hak yolunda seçilmişliğine iyice inandırmış, kalbi ve ima­
nı kuvvet kazanmıştı.
Ö rgüt dilinde polisçe deşifre olmuşlara "yanmış" dendiğini
öğrendiğinde, günün birinde "yanmış"lardan biri olmamaya ant
içmişti. Her yerde olduğu gibi kendi cemaatleri içinde de şahsi
hırsların öne çıktığı bilinmez değildi. Yeni başimamın dönemin­
de bu gibi hususlar can sıkıcı didişmelere yol açabilir miydi? Ci­
hadın Askerleri'nin ilk yıllarında cemaatin toplumda kabulü için,
"Kelam dilden dile dolaşacak, kağıttı, kalemdi, bildiriydi, der­
giydi, kitaptı olmayacak," denirken bir süredir her şey kayıt altı­
na alınıyordu. Yalnız kağıt-kalem değil kamera da devredeydi ar­
tık. Hemen her konuda, herkes hakkında raporlar yazılıyor, sor­
gulamalar videoyla kasetlere çekiliyordu. Cemaatin ilk dönemle­
rinde alınan, hiçbir düşüncenin yazıya dökülmemesi kararı karşı­
sında, "Kelam dilden dile dolaşırken kırk çeşit kılığa girmez mi,"
diye kuşkularını dile getirenler, "Fikre nifak sokma ! " diye azarla­
nıp susturulurken, şimdi atılan her adımın zabıt altına alınması
kararlaştırılmış, cemaat kendi tarihinin her anını kendi yazma gay­
retine girişmişti. Başimamın emirlerine rağmen, "Gizlilik, mah­
remiyet tesadüflerin vicdanına bırakılabilir mi," diyenlerin şüp­
helerine yakınlık duymuyor değildi. Bunları düşündükçe yalnız­
ca JEM içinde değil, Cihadın Askerleri içinde de gizlenmesi ge­
rektiğine kani oluyor, gizlendiği kabuğun içinde ikinci bir kabuk
edinmeye bakıyordu. Diyarbakır'ın Japon Pazarı'nda satılan iç içe
geçmiş Rus bebekleri gibi saklana saklana daha kaç kişi olabilir­
di ki?

Adana Müzesi'nin hemen yanında tek katlı otobüs firmaları­


nın yan yana dizildiği, günün hemen her saatinde kapı önlerine
yığılmış sıkış tepiş kalabalığın insana boğuntu verdiği otogara gel­
di. Çalışır durumda bekletilen otobüs motorlarının, ortalık yerde
bağrışıp çağrışanların, firmalarına yolcu avlamaya çalışan çığırt-

1 12
kanların ve satıcı seslerinin iç içe geçtiği sağırlaştırıcı uğultunun
ortasında kayboldu. Bu sırada Antep'ten, Hatay'dan gelen oto­
büsler havalı kornalarıyla art arda otogara giriyor, kısa bir çay mo­
lası verdikten sonra gene arka arkaya kalkıp yollarına devam edi­
yorlardı. B ir süre tabelaları gözleriyle tarayarak Akdeniz Seya­
hat'in yerini bulmaya çalıştı, göremeyince, elinde askılı çay tep­
sisi gezdiren gençten birini çevirip sordu. "Acenteyi boş ver," de­
di çaycı. "Hangisinden Mercedes 302 kalktığına bak sen ! En ra­
hatı, en konforlusu odur! Motor sesi kafanı şişirmez. Olmadı MAN
hangisindeyse ona bineceksin, bak o da iyidir. Yoksa, bir de te­
kerlek üstü koltuk kakalarlar sana, yol boyu zangırdarsın ! "

Otobüse binmeden önce köşedeki büfeden günün gazetele­


rinden birkaçını alıp şöyle üstünkörü bir göz atıyor. Dün Diyar­
bakır'da işlenen Saim Baran �inayeti tüm gazetelerin birinci say­
fasındaydı artık. Göğsünü dolduran gururun keyfine bıraktı ken­
dini kısa bir süre. Başlıklarını, spotlarını şöyle bir okuduktan son­
ra başını kaldırıp etrafındaki insanları, elmanın kabuğunu incecik
soymaya gayret edercesine dikkatli gözlerle inceleyip ortalıkta
evhamlanacak bir durum olmadığına kani oluyor. Etraftaki her­
kes kendi havasında aslında. Kimsenin bilmediği bir sırrı bilme­
nin kişiye özel bir haz veren o üstünlük duygusu içini şöyle bir
parlatıp geçiyor. Kalabalık içinde görünmezliğin ne çok çeşidi var­
mış meğer. Yanında durduğu otobüsün çevresinde insanlar gide­
rek birikmeye başlamıştı. Sağ omuzunu aşağı çeken çantasıyla
otobüse binen tuhaf görünüşlü bir delikanlı dışında dikkate değer
bir şey çarpmıyor gözüne. Otobüse binecekler arasında şüpheli
görünen kişiler olup olmadığını kestirmeye çalışan kaçamak ba­
kışlarla kalabalığı bir-iki kez taradıktan sonra herhangi bir kuş­
kulu durum olmadığına iyice kanaat getirince fazla oyalanmadan
gazeteleri koltuğunun altına sıkıştırıp otobüse biniyor; yerine yer­
leşmeden önce yanında oturan adama bakıyor göz ucuyla. Oto­
büslerde yanına çenesi düşük birinin oturmaması için içinden dua
ederdi hep; bu adamın da çenebaz çıkmamasını diliyor. Oysa gö-

1 13
rünüşe bakılırsa adam bu konuda ondan daha gönülsüzdü. Az son­
ra otobüs hareket edip Adana'yı Alanya'ya bağlayan karayoluna
çıktığında nedense içinde her şeyi geride bırakmış olduğuna dair
güven verici bir his boy vermeye başlamış, yüreğini alışık olma­
dığı bir hafiflik kuşatmıştı. Temiz hava, gökyüzünün berrak ma­
viliği, çevredeki manzarada hemen her şeyin çok renkli görünü­
şü kendi farkında olmasa da onu da sarmalayıp içine almış, ruh
halini değiştirip bir parçacık da olsa neşelendirmişti. Boş bulun­
duğu ya da beklenmedik zamanlarda içinden adeta ikinci bir ki­
şinin çıkabileceği düşüncesi her zaman korkutmuştu onu. Hakkı
olmayan bir şeye el uzatmış gibi hissetmenin getirdiği o derin
mahcubiyet duygusu, içindeki karanlığı diriltmekte gecikmiyor.
Bakışları kararıyor hızla. Çevrenin rengi, havası, kokusuyla ken­
di arasına o tanıdık, bildik yüksek duvarı örüyor. Kısa bir süre son­
ra Tarsus'tan yolcu almak üzere duruyor otobüs, indi-hindisi on
dakika sürdüğü halde motoru çalışır durumda bekletiyor şoför, bir
süre sonra yol kenarında görünen "Yenice" tabelasını arkalarında
bırakıp yoluna devam eden otobüsün içini daha şimdiden hafif bir
nem ve ter kokusu sarmaya başlamıştı. Bu sırada muavinin açtı­
ğı radyodan ortalığa yayılan şarkının oynak havası da iyice canı­
nı sıkmış, sinirlerini germişti: "Haydi bütün eller havaya! Artık
girdik hepimiz de havaya! Haydi bütün eller havaya! " Ön koltuk­
larda oturan bazı yolcuların koltuk kollarında parmaklarıyla ritim
tuttuklarını, bazılarının da şarkının ritmine göre boyunlarını iki
yana kıran hareketler yaptıklarını bulunduğu yerden bölük pör­
çük görebiliyor. Yolcuların her biri o ana dek koltuğunda kendi
alemine dalmışken, başlayan bu şarkıyla birlikte ortada çoğunun
katıldığı bir birlik ve beraberlik havası oluşuyor, bunun üzerine
gerçek dünyaya dönmek istercesine kucağındaki gazeteleri eline
alıp karıştırmaya, Saim Baran cinayetiyle ilgili yazılanları dik­
katle okumaya başlıyor. Saim Baran'ın kaldığı otelin danışmasın­
daki gencin ondan, "kasketli, öylesine sıradan görünüşlü bir adam"
diye söz etmiş olmasına içinden gülümsüyor. "Sensin sıradan ! "
diyor. "Görünüşe aldanmayacaksın ! " Haberlerin hiçbirinde faili

1 14
meçhul benzer cinayetlerde yazılanlardan daha fazla bir şey yok­
tu. Gelişmeler yakından takip ediliyor, olay tüm yönleriyle araş­
tırılıyordu falan, filan . . . İçinden, "He . . . he, öyledir," dedi. Zaten
"faili meçhul" sözü onu öteden beri hep gülümsetirdi. Bu sırada
iki küçük yaramaz çocuk otobüsün dar koridorunda bir aşağı bir
yukarı koşturmaya başlıyorlar. B irkaç yolcu uzanıp başlarını ok­
şuyor. Giderek tırmanan haylazlıkları dinmek bilmeyince sonun­
da anneleri ayağa kalkıp yerlerine oturtuyor onları. Bazı zaman­
larda hayat nedense başka bir şeye benziyor. İçinde hiçbir zaman
yer almadığı başka bir şeye.
Ne zaman uzun yola çıksa namaz saatleri geçerdi aklından,
seferi olanın namazdan affedildiğini bilirdi, o da oturduğu kol­
tukta teyemmüm eder, hayalen kılardı namazını. İnsan kıbleyi bil­
miyorsa, öğrenme imkanı da yoksa içtihat edip bir yöne doğru kı­
lar. O da hayalinde bulurdu kıbleyi. Bir tarihte kıblenin yönünü
_
seçmeden seccadesini sermeye kalkan birinin aralarına sızmaya
çalışan polis olduğunu böyle teşhis etmişti. Bu şahsın polis oldu­
ğu daha sonra başka bir vaka nedeniyle doğrulandığında, bir kez
daha aklını okşayıp gönenmişti. "Şeytan ayrıntılarda gizlidir" sö­
zü ne kadar doğruymuş ! Demek şeytanın bazı durumlarda çare­
siz kalıp Müslümanlara da yardım ettiği oluyormuş, diye içinden
gülmüştü. Devletin, İslami grupların arasına sızdırmaya çalıştığı
gizli polisleri yeterince İslam içtihadından geçirmeden sahaya sal­
mış olması bunun benzeri kaç vakada teşhislerini kolaylaştırma­
ya yaramıştı. Aklından bunlar geçerken dönüp camdan dışarı ba­
kıyormuş gibi yaparak yanında oturan adama bu kez daha alıcı bir
gözle bakıyor. Yaradanın nur vermediği yüzlerdendi, ağzı bed­
dualı, tabiatı aksi, hayatta hiçbir şeye şükretmeyi bilmemiş şa­
hısları andıran huysuz bir hali vardı, hırıldar gibi nefes alıyordu,
kendisinin içinden geçen ilahi hissiyata bu nursuz varlığıyla ça­
mur sıçratmıştı sanki. Oysa yaşadığı ikili hayatta bugüne kadar
kimlerle yan yana gelmemişti ki ! Kalbinden Ruhullah Humey­
ni'nin 40 Hadis Şerhi'ne göre yaşamak geçerken o ne zamandır
hizbuşşeytanla iç içe yaşamak zorunda kalmamış mıydı? "Sorgu

1 15
odalarında Allah olmak" lafına dudaklarını bile kımıldatmadan
kuvvetli bir tövbe çeker, o sorgu kapılarının bazılarının üstünde
yazan "Burada Allah yoktur, peygamber de izne çıktı" lafının üs­
tünü gözleriyle karalayıp, içinden üç kere "haşa haşa haşa! " diye­
rek içeri girerdi. Bir mümin olarak bütün bu Allah'a küfür katın­
daki sözlere katlanmasının sebebini bilen rabbinin şahitliğine gü­
veniyordu. Muşamba kaplı duvarları, sağa-sola sıçrayan kanın ren­
gini emsin diye koyu kırmızı halıfleks döşenmiş zemini, arkasın­
da sabit bir demir sandalyenin durduğu orta masası ve onun tam
üstüne denk düşecek biçimde yerleştirilmiş tavandaki yüksek ısı­
lı güçlü ışığıyla o sorgu odası canlanıyor gözlerinin önünde. Sor­
gucu polisler içinde en gaddarı olarak bilinen Çopur'un her sor­
guda tekrarladığı, önceden çalışıp ezberlenmiş gibi görünen gi­
rizgah konuşması düşüyor aklına: "Bak insan enkazı, bu berbat
teşkilatın elindeki en kötü adam benim ! Düşün ben bile hala alı­
şamadım bendeki kötülüğe ! Sana bu gece yapacağım tek iyilik
bunu baştan söylemektir, bunu bil ! Dolayısıyla bir an önce ko­
nuşmaya başlasan iyi edersin. Ben kolay yorulmam, ama sen çok
çabuk tükenirsin. Tecrübeyle sabit. Tecrübe dedim de, daha önce
hiç anandan doğduğuna pişman oldun mu? Eğer olmadıysan il­
ginç bir tecrübe seni bekliyor baştan söyleyeyim," diyerek pis pis
sırıtırdı. Ö te yandan Eğitmen'in bu konuda söyledikleri daha in­
ce, daha dolambaçlı ve galiba uzun vadede daha sonuç vericiydi.
"Sorguladıklarınızı önce tasnif etmeyi öğreneceksiniz, okumuş
yazmış, mürekkep yalamış takımından mı, sıradan cahil köylü
mü? Kadın ya da erkek olmasına göre de değişir, yaşına göre de. . .
Birini sorgularken öğrenmeniz gereken ilk şey kafasının nasıl ça­
lıştığını anlamaktır," diye başlardı. "Neler yapıp neler yapmaya­
cağını anlar, zihninin nasıl işlediğini kavrarsanız, kendinizi fazla
yormadan her istediğinizi ağzından alırsınız. Her zihin kendine
göre strateji kurar, onu çözdüğünüz anda tüm oyununu çökertir­
siniz. Gene başta öğrenilmesi gereken şeylerden biri, nelerin on­
ları insan yaptığını öğrenmektir. Karışık mı geldi bu laf? Bakın,
insan olmak zayıflıktır aslında. İ nsaniyet dedikleri şey bir çeşit

1 16
zaaftır, siz de karşınızdakinin insani zaafını yakalamaya baka­
caksınız. Gene mi anlamadınız, neyse zamanla anlarsınız."
Eğitmen için, söylediği her şeyin eğitimini üstlendiği kişiler
tarafından sonuna kadar anlaşılması çok önemliydi. Bu nedenle
sürekli tekrar etmekten yüksünmezdi. Hayatta olduğu gibi sorgu­
da da sessizliklerin önemine değinmişti. "Sorguda zaman zaman
sessizliğin gücünü kullanmak gerekir, unutmayın sessizlikler sor­
gulamanın gizli silahıdır. Burada esas teknik, sorgulayanın ken­
disini merak ettirmesidir, teknik üstünlüğü ele geçirmek sorgula­
manın başarısı için şarttır. Eğer sorularını yanıtlamaya başlarsa
senden öğrenebileceği bir şeyler olduğunu hissettirmelisiniz kar­
şınızdakine. Merak ve şüphe de zaaftır. Doğru zamanda, doğru
miktarda yemleyeceksiniz, böylece siz onun üstüne gitmemiş, o
yavaş yavaş size gelmiş olacak. Anlıyor musunuz söylediklerimi?
Onu sizden daha kurnaz olduğuna inandırmaya bakın. Bakın ter­
sine işleyen bir oyundur bu. Aynca hiçbir sorguda sorgulayan ki­
şi sorgulanandan daha fazla konuşmamalıdır; çenesine hakim ol­
mayan, hükmetmenin zevkini sorgulamanın kendisinden daha çok
seven kişi bu işlere kalkışmasın, çünkü yüzüne gözüne bulaştırır."
Bu tür konuşmalardan sonra bir keresinde yanındaki üç-beş
kişiye, "Bu Yozgatlı, Çankırılı makulesinin söylediklerimden zer­
re kadar bir şey anladıklarını sanmam, öyle boş boş bakıyorlar yü­
züme. Kurtuluş Savaşı'nda düşman kuvvetleri bile İ ç Anadolu'yu
almayıp bize bırakmış, düşünün durumun vahametini ! Bu İç Ana­
dolu sadece sığır yetiştirmeye yarar," diye söylenip kıs kıs güldü­
ğünü görmüştü.

Bazen işkence sonrasında yürüyemeyecek halde olan kişinin


rahat adım atmasını sağlamak için iki kolundan tutup yürütme işi­
ni ona yaptırırlardı. İnsanlarla bedensel temastan hiç hoşlanma­
dığı halde bu işin canını sıktığını belli etmemeye çalışır, gözleri­
ni kollarından tuttuğu, adım atmakta zorlanan kişinin ayaklarına
kilitleyerek içini oyalardı. Bazen işkencede çözülmüş bir erkeğe
kara çarşaf giydirip yer göstermesi için götürdüklerinde gözleri

1 17
bu kez de o çarşafın eteğinin altından görünen ayakların güçlük­
le atıldığı belli olan adımlarına takılırdı. Adımların önemini de
küçükken öğrenmişti, insanın yere nasıl basması, nasıl durması
gerektiğini de. . . Bu dünyada hayatta kalmak için karşıdan geleni,
ötede duranı bir bakışta tartıp anlayacaksın. Kimsesiz _büyüyen­
ler, adımlarını yere daha bir hükümle basan adamlara ilişilmeye­
ceğini daha bacak kadar çocukken öğrenirler. İnsanın büyüdükçe
öğrendikleri içinde en mühimiyse rabbin şahitliğinden başka bir
hüküm ve kıymet makamı olmadığıdır. Buna olan inancının tüm
bu yaşananların ortasında onu ayakta tuttuğuna, adımlarına yön
verdiğine inanıyordu. Yoksa üstünde "Burada Allah yoktur, pey­
gamber de izne çıktı" yazan bir kapının altından geçmek, Çopur
gibi sorgu sırasında sürekli Allah'a-kitaba küfreden birinin ya­
nında durmaya katlanmak kolay iş miydi?
Zaten buradakilerin çoğunun dinle ilişkisinin göstermelik ol­
duğunun farkındaydı. Çoğu cuma namazına gitmenin, ramazan­
da oruç tutmanın iman etmeye yettiğini sanıyor, İslami mukad­
desattan uzaklaşmış sevapsız bir hayat yaşıyorlardı. Eğitmen'in
ağzından bir kere olsun Allah, peygamber, din lafı duymuş de­
ğildi bugüne kadar. Yalnız Nihat Astsubay'la konuşmasına ku­
lak kabarttığı bir defasında onun ağzından, "Dinler de ideoloji­
ler gibidir, her dinin birçok yüzü vardır," lafını duymuş, ama bu
sözü tam olarak neye yoracağını bilememişti. Eskiden bir lokma­
cık dini vardıysa bile onu da Amerikalarda unutmuşa benziyor­
du bu Eğitmen ! O polise neden "Çopur" dendiğini hiçbir zaman
öğrenememişti. Saim Baran'la dünkü buluşmayı ayarlayan Agit
düştü aklına. Buluşma yerine niye gelmediği, planda ne gibi bir
değişiklik olduğu kuşkusu hala içini kemiriyordu. Ya Saim Baran
onun yanında Agit'i görmeyince gelmekten vazgeçseydi ne ola­
caktı? Hoca'nın plan yapmada hiçbir tesadüfe yer bırakmayan ti­
tizliğini, dikkatini hatırladı. "Plan dediğin saat gibi işlemeli," der­
di, "Ha saat yapmışsın ha plan, ikisi de aynı, saatte tesadüf var mı­
dır, yoktur ! "
Sivri çenesi, uzun kulakları, yaşına göre erken düşmüş buru-

1 18
şuk göz kapaklarının altında iyice kaybolmuş çivi başını andıran
gözbebeklerindeki tekinsiz bakışlarla tilkiye benzediği için Tilki
Agit diyorlardı ona. Saim B aran'ın yakınındaki adamlardan bi- .
riydi. Bazı solcu gazetelerde yazılar yazıyor, Kürt hareketinin ya­
yınlarında görülüyor, her fırsatta Saim Baran'ın dizinin dibinde
bitiyordu. Bunda uzaktan da olsa onunla akraba olmalarının payı
vardı elbet. Onun polis için çalıştığını öğrendiğinde şaşırmıştı. La­
kabının hakkını veriyordu demek! Dağdaki örgütle bağlantıda ol­
duğundan şüphelendiği bazı kişilere bu konuyla ilgili yoklama
çektiğinde Tilki Agit'in polisle ilişkisine dair herhangi bir bilgi­
leri olmadığı gibi, ondan hiç kuşkulanmadıklarına da kanaat ge­
tirmişti. Hatta ağzını aradığı bu kişilerden bazıları, kendileri po­
lis oldukları halde bilmiyorlardı Agit'in durumunu. O kanatta si­
perini sağlam kazmış, kendini iyice diplere çekip resmi hüviyeti­
ni gizleyebilmişti anlaşılan. Nedense damarlarındaki zehrin ken­
disini zorladığı bazı zamanlarda içinin bir yanı bu bilgiyi Kürtle­
rin o kanadına sızdırmayı, hatta dağdakilere ulaştırmayı istiyor­
du. Böyle durumlarda düştüğü çelişkilerden biri, elindeki bilgiyi
diğer tarafa ne zaman hangi koşullarda, ne karşılığında vermesi
gerektiğiydi. En ufak bir hesap hatası kendisinin de ortaya çık­
masına neden olabilecek çifte tehlike demekti çünkü. İkili yaşa­
manın insanın aklına yük olan, yorgunluk veren çetrefil sorunla­
rından biriydi bu. Çift taraflı çalışmak bile bu kadar yorucuyken,
eğer dağa gönderilirse üç koldan oynamak üç kat daha güç ola­
caktı. Malatya'da kuytuya yatırılmak, bölge illerinde geçici vazi­
felendirilmek cinsinden bir iş değildi ki bu ! Bir ayağı mayının üs­
tündeyken ortada dolaşmak gibi çılgınca bir şeydi. Bilmez miydi
ki, sen istediğin kadar toprağa nasıl basacağını, adımlarını nasıl
atacağını daha çocuk yaşında öğrendiğine güven, orada, dağda ta­
şın, toprağın tabiatı farklıydı ! Aklını, fikrini, zikrini nasıl topla­
yacaktı? İrtibatta olduğu her cenahı arada bir yemlemek, kıtıklar­
la beslemek, her cephede yeniden güven tazelemek kolay iş miy­
di? Belki de kendini mühim biri zannetsin diye seni dağa gönde­
receğiz diyerek kandırıyorlardı onu. Onun gerçekte kim ofdu-

119
ğundan, hemen her yaptığından haberi olan tek makam imanla
bağlı olduğu Cihadın Askerleri'nin Şı1ra'sıydı yalnızca. Medrese
tedrisatından geçtikleri için Şura makamına seçilmiş teşkilatın te­
pesindeki en gizli kişiler olan mollalardan hakiki hüviyeti hak­
kında bilgi sızması imkansız sayılırdı. Dolayısıyla dağdakiler ara­
sına bir köstebek olarak sızdığında onu günün birinde açığa çı­
karacak bilgi asla cemaat kaynaklarından olamazdı. Lakin tek tük
de olsa Cihadın Askerleri'nin içine devlet ajanlarının sızdığını ya
da içeriden kişileri ajanlaştırdıklarını öğrendiğinden beri, bu ka­
nattan her kişiye de kayıtsız şartsız güvenemez olmuştu. Zaten ye­
ni başimam devriyle başlayan tafsilatlı eşkal bildirerek özgeçmiş
yenileme belgesine yanıltıcı bilgi yerleştirme düşüncesi de bu ko­
nudaki kaygılarından doğmuştu. JEM 'in üst kademe kadrosunda­
kilerin bir süredir onu dağd akilerin sahadaki sempatizanlarına yö­
nelttiğini sezmiş, onlardan bazılarıyla olan sınırlı ilişkisini sem­
patizan görünme düzeyinden daha yukarıya taşımaya karar ver­
mişlerdi. Nihat Astsubay bile "gelin" dediği itirafçılarla yaptığı
sohbetlere onu da çağırıp onlarla kaynaştırmaya başlamıştı. Bu
gibi bazı yeni durumları hesaba katınca ondan bir süre sonra da­
ğa çıkmasını, dağ kadrolarına katılmasını isteyeceklerine inanası
geliyordu. Bu kadar uzun vadeli, kademeli, inceden hesaplanmış
titiz bir plan ancak Eğitmen'in başının altından çıkardı. Eğer za­
manında Hoca'nın tezgahından geçmemiş, onun uzun vadeli ve
her ihtimali hesaba katan titiz planlar kurmak konusunda mahir
zekasıyla tanışmamış olsaydı Eğitmen'i, onun taktiklerini bu ka­
dar çabuk çözemeyeceğine inanıyordu. Hayat, onu Hoca yoluyla
Eğitmen'e hazırlamıştı ve eğer devletin silahları günün birinde Ci­
hadın Askerleri'nin üzerine dönerse o da ilk fırsatta Eğitmen'in
hesabını bu yolla keseceğini düşünüyor, şimdiden bunun planla­
rını hayal ediyordu. Allah'ın her kulu için farklı bir kader planı ol­
duğunu bir müminden daha iyi kim bilebilirdi?
"Sen istediğin kadar plan yap, planı ne bozar?" diye sorardı
Hoca. "En ufak tafsilatına varana kadar düşünülmüş en iyi plan­
ları bile ne bozar?"

1 20
Sonra gene kendisi hayatın acı gerçeklerini tecrübelerle ka­
bullenmiş bir sesle cevaplardı: "Kötü tesadüf. Hiç beklenmedik
bir yerde yoldan geçen biri, hiç hesaplanmayan bir olayın önüne
çıkması, herhangi sıradan bir hadise bütün o ince ince düşünül­
müş hesapları altüst ediverir. Kader zayiatı. Anlayacağınız senin
tüm planların kaderin planı karşısında berhava olur gider. Plan sa­
at gibi yapılır, lakin tesadüflerin saati yoktur. Rabbin size verdiği
akılla elzem gördüğünüz her planı eksiksiz yapmaya gayret edin
elbette, lakin takdir-i ilahiyi hiç aklınızdan çıkarmayın ! "
Hoca'nın "kader zayiatı" sözünü sevmişti. Eğitmen de bir ke­
resinde benzer bir durumdan söz etmiş, "insan faktörü" demişti.
"Bu duruma insan faktörü, denir. En büyük devletlerin en sıkı is­
tihbarat örgütlerinin en ince planlarını bile o sırada sokaktan ge­
çen rasgele birinin varlığı altüst edebilir. Ama planlar tesadüfle­
re rağmen yapılır, yürürlüğe �onulur. Aklın dengeleri tesadüflere
bırakılamaz. " Ardından ağzından çıkan bu sözü yeni bulmuş gibi
kendini pek beğenmiş bir ifade takınıp başını sallamıştı.
JEM 'e haber elemanı olarak katıldığı ilk zamanlarında Eğit­
men'in onunla ilgili gelecek planlarını sezdiğini belli etmemeye
çalışmıştı. Cihadın Askerleri'ne daha ilk kabulü sırasında d a ben­
zer imtihanlardan geçirildiği için Eğitmen'in numaralarına, hile­
lerine karşı kanı şerbetlenmişti. JEM 'deki bazı yetkililerin bu mak­
satla kendisini sıklıkla imtihana tabi tuttuğunun, sadakatini dene­
yen, tepkilerini ölçen tuzaklar kurduğunun farkındaydı, o da an­
lamamış gibi yaparak onları kendi tuzaklarında yemliyordu. Ne
olursa olsun, devlet bir Kürtten asla sonuna kadar emin olamaz,­
dı. Bugüne dek kendisine kurulan çeşitli tuzakları her seferinde
atlatmayı becermiş, hiçbir yemi yutmamıştı. Gene içlerinden, şim­
dilik, diyorlardı herhalde, şimdilik imtihanı geçti, ama Kürt bu,
belli mi olur?
Kürtler ne zaman belli olacaktı?

121
Silifke'yi arkalarında bırakıp Ağaçlı Dinlenme Tesisleri'ne
yaklaştıklarında anlaşılan günün modası olan o gürültülü şarkı bü­
tün neşesiyle yeniden başlamıştı :
"Açılsın yürekler açılsın gönüller. . . B iz de girdik artık hava­
ya! Haydi artık bütün eller havaya! "

1 22
O N D Ö R D Ü N CÜ BÖLÜ M

GARİ P BİR KARŞILAŞMA

Cızırtılı bir mikrofondan heyecanlı bir sesle otobüsün mola ver­


diğini, çayların şirketin ikramı olduğunu duyuran gür sesli mua­
vin otobüsten çalımlı hareketlerle inip arada bir yolculara yol gös­
terircesine ardına bakarak geniş adımlarla tesise doğru yürümeye
başlıyor.
.
Taşucu'nda Ağaçlı Dinlenme Tesisleri'nde durmuştu otobüs,
denizin burnunun ucundaki bu yer bambaşka bir iklime geldiği
duygusu uyandırıyor insanda; hafif bir esinti, havada bilmediği
ferahlatıcı kokular, gür yapraklı ağaçların diri yeşilliği, uzaktan
uzağa duyulan dalgaların sesi. . . Bu sesi izleyerek tesisin sağ ta­
rafındaki geniş basamaklı merdivenden hızlı adımlarla tuvaletle­
rin bulunduğu yere iniyor, hemen sağında deniz birdenbire göz
kamaştıran manzarasıyla çıkıveriyor karşısına. Bir an durup de­
nize yabancı gözlerle, hiçbir şey hissetmeden bakıyor. Onun için
yalnızca rabbin akıl sır ermez işlerinden biri olan bu engin suyun
bazılarını niye bu kadar heyecanlandırdığını, o insanların denize
olan merakını, düşkünlüğünü hiç anlamıyor. Yolda otobüsün pen­
ceresinden gördüğü çölü andıran çorak topraklara baktığında ken­
dini daha güvende hisseden varlığı bu engin su karşısında uzak­
lık duyuyor. Az ötedeki marketin önünde açıkta satılan ağacından
yeni koparılmış görünen muzlardan alıp yemeye başlıyor, bu her
zaman yemeye alışık olmadığı meyvenin ağıza yayılan hafif ya­
pışkan tadı bir şeyin ödülüymüş gibi geliyor ona.
Otobüsten inen yolculardan yemek yemeye niyetli olanların

1 23
tesisin iç kısmına geçtiklerini, yalnızca çay içip tost, sandviç gi­
bi hafif şeyler yiyenlerinse dışarıda bölmelerle ayrılmış taraçam­
sı yerde oturduklarını görüyor. Kendi de dışarıda, dipte, köşede
bir masaya oturup çay söylüyor. O sırada karşı yönden gelen ve
üstünde "Has Seyahat" yazan bir otobüsün gürültüyle önüne park
ettiği tesisin hoparlörlerinden bu yeni yolculara "hoş geldiniz" di­
yen anons duyuluyor. Otobüsten boşalan kalabalığın etrafı kuşa­
tan uğultusuyla birlikte ortalık iyice hareketleniyor. Yolcuların bir
bölümü aceleci adımlarla tuvaletlere inen merdivene yönelirken,
diğerleri tesise doğru yaklaşıyor. Basamakları çıkanların arasın­
da gözüne çarpan tanıdık bir yüz şaşırtıyor onu. Ö nce kollarını iki
yana açmış yaylanarak yürüyüşü dikkatini çekiyorsa da emin ola­
mıyor, başındaki kasketine, siyah gözlüğüne, görünüşünü değiş­
tiren omuzuna kadar uzamış saçlarına rağmen tanıyor onu, yanıl­
mamış, Kartal Yüzbaşı dedikleri kişi bu ! Tasmasını tuttuğu azgın
kurt köpeğini sorgulananların, tutuklananların üstüne üstüne sür­
mesiyle meşhur olmuştu. Gerçek adı sahiden Kartal mıydı, yok­
sa karanlık bir mağaranın dibindeki kör gölgeyi bile görebildiği
söylenen keskin bakışları nedeniyle mi ona böyle bir isim tak­
mışlardı, bilmiyor. Mağara lafı aklına birdenbire Binno'yu getiri­
yor. Kırsalda gerilla peşinde koşarken Kartal Yüzbaşı içeriye ma­
yın döşenmiş olması ihtimaline karşı "eşkıya ini" diye bilinen ma­
ğaraların içine önden Binno'yu gönderirmiş hep. Askerler Binno'
nun arkasından "Mayın eşeği" diye söz ediyorlar. "Mayın eşeği"
bölgenin ta eski zamanlarından kalma bir söz. Sınır boylarına
döşenmiş mayınlar nedeniyle kaçakçılar sınır geçmek için önden
eşek gönderirlermiş eskiden, eşek mayına basarsa havaya uçar,
ama arkadan gelenler için de yolu açmış olurmuş, hayvana bir şey
olmadıysa kaçakçılar yolu güvenli bilip peşinden giderlermiş.
Dağdaki mürtet örgütün itirafçılarından biri olan Binno bütün hat­
larıyla geliyor gözlerinin önüne. Tutukluyken gördüğü işkenceler
sırasında gövdesine yerleşmiş bir tiki var, konuşurken bir omu­
zunu kaldırıp indiriyor, sustuğunda vücudu da duruyor. Yalnızca
itirafçı olması, günahlarının bedelini ödemeyi kabullenmesi dev-

1 24
lete yetmemiş, sahadaki tehlikelere karşı gerektiğinde operasyon
hasarı olmayı da göze alması gerekiyormuş anlaşılan. Eğer içeri­
de bombalı bir tuzak varsa havaya uçacak kişi o olacak, arkasın­
daki askerlere yol açılacak. Ö mrü mayına bağlı bir kader onunki.
Ne zamandır ortalıklarda görünmüyordu Kartal Yüzbaşı, her­
hangi bir haber de alınamıyordu kendisinden. Böyle birdenbire
karşısına çıkması şaşırtmıştı onu. B ir an kendisini takip etmekle
görevlendirilmiş olabileceği düşüncesine kapılıyorsa da, otobü­
sün karşı yönden geliyor olması bu ihtimali zayıflatıyor gözünde.
Hem bindiği otobüs burada değil de, az ötedeki Kervan Dinlen­
me Tesisleri'nde de konaklayabilirdi mesela. Bu bir takipse, bu
kadarına varasıya hesaplamış olabilirler miydi her şeyi? Gene de
kendisine kurulmuş bir tezgah olsaydı bunun kokusunu önceden
alacağına dair duyduğu inançla mutlaka, bir tesadüf olmalı, diye
geçiriyor içinden; iyi mi, kötüı mü olduğunu bilemediği bir tesa­
düf! Bu düşüncelerle gözlerini dikip kalmışken, kendine dışarı­
da, taraçamsı bölmede oturacak masa arayan Kartal Yüzbaşı da
onu fark ediyor. Gördüğünden emin olmak isteyen şaşırmış bir
yüzle gözlüğünü indirip her zamanki alaycı gülüşüyle oturduğu
masaya yaklaşıyor, avına hamle etmek üzere kanat açan alıcı kuş­
lar gibi kollarını iki yana kaldırarak, "Vayy, sen burada ha! " diyor.
"Dünya mı küçük, biz mi her yerdeyiz?" Geleni yeni görmüş gi­
bi oturduğu yerden hafifçe ayağa kalkıyor, Kartal Yüzbaşı'ya rüt­
besini hatırlatan bir emir eri sesi ve hürmette kusur etmeyen eda­
sıyla, "Merhaba Yüzbaşım, afiyettesiniz inşallah," diye karşılık
veriyor. "Hayırdır ya, ne iş sen buralarda? Görevde misin?" "Ak­
raba ziyareti, hastam var," diyor boynunu kırıp hafif bir mahzun
tavır takınarak. "Asıl siz kayıpsınız yüzbaşım." "Ben kayıp deği­
lim, aksine kendimi buldum." Yüzbaşının derin bir laf ediyormuş
edasıyla kurumlanarak söylediği bu söze takdir belirten bir gü­
lümsemeyle karşılık vermesi gerektiğini düşünüyor. "Yolculuk ne­
reye böyle?" "Mersin'e gidiyorum, öylesine, günübirlik."
Sormaya gerek duymadan bir sandalye çekip masaya çöker­
ken, "Bende cip var ama otobüs yolculuğu daha güvenli," diyor.

125
"Cip aldığını söyleyerek övünmek istiyor belli," diye geçiriyor
içinden. "Ama korktuğu da belli, yalnız başınayken teröristlere av
olmaktan korkuyor." Bu sırada masalara çay dağıtan garson, yan­
larına gelene kadar bardakları tek tek eksilmiş elindeki askılı tep­
side kalanlardan iki çay bırakıyor masalarına. Kartal Yüzbaşı sol
kulağını serçe parmağıyla kurcalayıp aşağı yukarı sallarken onun
geçmişte de bu hareketi sık yaptığını hatırlıyor.
"Ben askerlik sayfasını kapattım artık. Nasılsa herkes duy­
muştur. O olaylardan sonra kalamazdım zaten, bu yüzden en uza­
ğa kaçtım. Zaten tadı tuzu kaçtı her şeyin. Apoletleri sökülmüş
hayat asker adama zor gelir diyorlardı bir de. . . Ne zorluğu be k ar­
deşim, cennet vallahi cennet! "
Gene de eski günlerden tanıdık bir yüz görmüş olmanın key�
finin içini yokladığını hissediyor Kartal Yüzbaşı. " Ö zel harekat­
çılardan istifalar oluyormuş sizin orada, pek çok personel batıda­
ki şehirlere gönderilmeye başlamış diyorlar."
Yüzbaşının "O olaylar," dediği şeyi hatırlıyor. En son Ha­
bur'da gümrükte bir müdürün öldürülmesi işinde parmağı olduğu
söyleniyordu. Ortaya çıkarılıp kanıtlanamamış olsa da Jandarma
ikinci sınır bölüğünde kalorifer kazanlarında yakılan insanlar ha­
disesinde adı geçenlerden biriydi. O gök gözlü Levent Albay'ın
himayesinde yaptıkları bin bir dümen açığa çıkmış, gazetelerde
haber olmuşlardı, hatta Kartal Yüzbaşı'nın adının dağdakilerin in­
faz listesinde üst sıralarda yer aldığı biliniyordu. Gazetelerde
onunla ilgili bir haberde, adının çıkmasına neden olan zalimane
davranışlarından her zaman gurur duyan biri olarak tarif edilmiş­
ti. Gücünü, yaptıklarından çok yapabileceklerini düşündürmek­
ten alan kişilerdenmiş. Ortalıkta olmadığı zamanlarda bile varlı­
ğı etrafta hissediliyormuş.
Yüzbaşı etrafı üstünkörü bir gözle taradıktan sonra, sesini al­
çaltarak, "Mahkemede bir şey tutturamadılar zaten. Hakim karşı­
sına bile çıkmadık," diyor. "Sivil hayatta yoluma bakacağım ar­
tık. Vatan-millet hizmeti de bir yere kadar ! "
Aslında yüzbaşının askerdeyken d e epeyce bir yoluna baktı-

1 26
ğı geçiyor aklından. Başta Yüksekova olmak üzere civardaki ba­
zı korucu aşiretlerle ortak uyuşturucu kaçakçılığına bulaştığı, te­
rörist yuvalarına yapılan baskınlarda ele geçirilen örgüt mühürlü
bloknot şeklindeki para tahsil makbuzlarıyla adamlarına gerilla
süsü verip örgüt adına tahsilat yapıyormuş gibi eşraftan, varlıklı
kişilerden haraç toplattığı konuşuluyordu. Eğitmen' in Kartal Yüz­
başı' dan, hayıflanır bir tonda, "Çok iyi bir asker, ama maalesef
fazla kirli," diye söz ettiğini duymuşluğu çoktu. "Burada saf ve
samimi hislerle vatan savunmasına gelmiş, kanı pahasına ölümü­
ne savaşan nice şerefli askerin adını lekeliyor bunun gibiler." Eğit­
men bu sözleri, Kartal Yüzbaşı'nın binbaşının ttekiyle şehit cena­
zesi gönderiyoruz diyerek bayrağa sarılı tabutla eroin sevkiyatı
yaptıkları söylentisi ortalıklarda dolaşmaya başladığında söyle­
mişti. Hemen her gün bunun gibi nice hikaye çalınıyordu kulak­
larına. Eğitmen'in dediği gib� , kurunun yanında yaş da yanıyor­
du. Böyle hikayeler anlatanlar çoğu kez laflarım, "Bu kadarı da
olmaz," diye bağlıyorlardı. Onlar bu işlerin, bu kadarına değil de
biraz daha azına razı olanlardı. Göz gözü görmez eden bu kördu­
man hava içinde asıllı, asılsız her çeşit lafın dolandığı, zihinleri,
hakikatleri bulandırdığı biliniyordu. Bunların ne kadarı doğru, ne
kadarı uydurmadır bilinmez, lakin bazı askerlerin, güvenlik güç­
lerinden kişilerin bu işlere bulaştığını devlet de biliyor ama fazla
ses çıkaramıyordu. Konuya dikkat çeken okuru az bazı sol yayın
organlarının haberlerinde "Terör bahane, uyuşturucu şahane" gi­
bi başlıklar atıldığını görüyordu. Ne zaman böyle meseleler orta­
ya saçılsa kendi aralarında önce ayıplar gibi söylenip ardından,
"savaş ekonomisi gerçeği" falan gibi sözlerle işin ayıbını, güna­
hım hafifletmeye baktıklarını gözlemliyordu . Kaç yıldır canla baş­
la sürdürülen terörle mücadeleyi finanse etmek kolay mıydı? "Ma­
dem batı ülkeleri her türlü mali, askeri imkanla teröristleri des­
tekliyor, biz de onların evlatlarım zehirlemeliyiz, hem de üste pa­
ra alarak, tek tek gebersin pislikler," diyenlere tanık olmuştu. Di­
yarbakır'daki yeni emniyet müdürünün bir zamandır bunlara ra­
hat vermediğini dünkü görüşmelerinde Hoca da söylemişti. Ona

1 27
göre, bunların açgözlülüğü, para hırsı devletin tahammül hudut­
larını da aştığı için günün birinde yakayı ele vermeleri kaçınılmaz
görünüyordu. Kartal Yüzbaşı ve emrindekilerin, dağdaki mürtet­
lerin kıyafetlerini giyip, bellerine raxt ve şutik takıp kendilerini
gerillaymış gibi göstererek köy bastıkları, infaz yaptıklarının ha­
berleri Ankaralara, İ stanbullara kadar duyulmuştu. Ona göre, dağ­
daki teröristlerin yaptığı infazlar, taramalar, köy baskınları, zu­
lümler yetmiyormuş gibi, bir de bunların infazları, yakıp yıkma­
ları köyleri kırıp geçiriyordu. Bu akılları onlara hep nicedir sağ­
da solda JEM 'in başıymış gibi davranan Metin Ercan'ın verdiği bi­
linmez değildi. Adam hırsından Kürtçe öğrenmiş, ama bulundu­
ğu ortamlarda Kürtler yanında tedbirsiz, rahat konuşsunlar diye
Kürtçe bildiğini herkesten saklamıştı. B ir keresinde koruculardan
birinin yaptığı şakaya kendini tutamayıp hafifçe gülüp yüzünü
saklamaya çalıştığında anlamıştı Metin Ercan'ın Kürtçe bildiğini.
Ama bundan kimseye söz etmemiş, bu bilgiyi de pek çok şey gi­
bi aklının heybesine atıp kendine saklamıştı. Çevresindekilere,
"Her bilgi günün birinde silah olmayı bekler," diye akıllar veren
Metin Ercan'a karşı bu bilgiyi kullanabileceği bir gün de gelebi­
lirdi. "Bazı durumlarda kaderin ayağına getireceklerine önden gü­
lümsemek gerekir," derdi Hoca. "Sabır bir Müslümanın en kıy­
metli silahıdır, zamanını beklemeyi bilir."
Birden başını içtiği çaydan kaldırıp, "Ya ne diyeceğim, habe­
ri duydun mu?" diyor Kartal Yüzbaşı. "Hayırdır, ne haberi yüz­
başım?" "Saim B aran'ı devirmişler. " Adamın yüzünde, sesinde
herhangi bir ima yoktu. Sadece soruyordu. Karşılaşmalarının bir
takip neticesinde olmadığından bir kez daha emin oldu. "Ben de
bu sabah gazetelerde gördüm," dedi. Yüzbaşı bu eylemi takdir et­
tiğini belli eder biçimde başını aşağı yukarı sallayıp, "Hangi taraf
yaptıysa ellerine sağlık! Bir yılan başı daha eksilmiş oldu. Ciha­
dın Askerleri'yle bunlar birbirlerini iyi kırıyorlar, ortalık temizle­
niyor, tam it dişi domuz derisi ! Daha önce devletin o kadar des­
tek attığı Dindar Kürtler İttifakı işi bitiremedi ama bunlar daha
dişli çıktı, işi bitireceğe benziyorlar, helal olsun," diyor. "Bir de

128
Kürdistan Yurtsever Dindarlar Birliği mi neydi, öyle bir şey var­
dı, değil mi?" Elinde olmadan sesini yükselttiğini fark edip bu kez
de iyice pes perdeden bir sesle, "Neredeyse birbirlerinin kedileri­
ni, köpeklerini öldürecekler. Bırak daha çok kırsınlar birbirlerini,
bize iş bırakmıyorlar," deyip ardından gevrek gevrek gülerken o
da yarım ağızla gülümseyerek yüzbaşının neşesine katılması ge­
rektiğini düşünüyor. "Şu yeni emniyet müdürü işine ne diyorsun
yüzbaşım?" diyor. Safça soruyormuş gibi yapmıştı, ama bunun
Kartal Yüzbaşı'nın damarına dokunacağını biliyor. Tahmin ettiği
gibi bu konunun açılmasından canı sıkılıyor Kartal Yüzbaşı'nın,
oyundan erken çıkarıldığını düşünüyor olmalı. "Sorma ya, devle­
tin dürüst polisi pozlarında bodoslama yürüyor milletin üstüne,
ama çok kalmaz indirirler onu da! Yalla, tam zamanında bırak­
mışım oraları. Buraların havasının güzelliğine bak ! Akdeniz'de
olsun, Ege' de olsun temiz bir � ahil kasabası, başka kurtuluşu yok
bu işin. Havada portakal kokusu var lan, daha ne olsun ! Zaten ak­
lı olan kıyı civarlarından bir yer kapıyor, valla biz de kaptık bir
yer." Tam kaptığı yerin adını ağzından kaçıracağını hissettiği an
birdenbire susuyor, yüzü katılaşıp ciddileşiyor. Çenesinin gevşe­
diğini düşünerek kızıyor kendine, içinden söyleniyor, sanki bı­
raksan devletin kendisine başka bir adla yeni bir kimlik verdiği­
ni, Karaburun' da bir yer alıp bambaşka bir hayata başladığını da
uzun uzun anlatacak Allah'ın Kürdüne ! Bir başkasını tembihler
gibi, sivil hayatın insana gevşeklik verdiğini, daha dikkatli olma­
sı gerektiğini bir kez daha hatırlatıyor kendine. Artık eski Kartal
Yüzbaşı değil o, gözlerden ırak bir sahil kasabasında bir restoran,
bir pansiyon işletecek olan sıradan bir sivil yalnızca! Artık bunu
kabul etse iyi olur. Bugün karşısına bu boş suratlının çıktığı gibi
yarın bir Kürt teröristin çıkmayacağının, çıkıp da onu tanımaya­
cağının, tanıyıp da indirmeyeceğinin garantisi yok! Başka bir is­
me kayıtlı cebindeki kimlik her seferinde hayatını kurtarmaya yet­
meyebilir. Olayın bu boyutunu yeni fark etmiş gibi canı gereğin­
den fazla sıkılıyor bu duruma. Artık her ininden dışarı çıktığında
aklından bu hesapların geçeceğini, bundan sonra kendi memle-

1 29
ketinde bir kaçak gibi yaşaması gerektiğini düşünüyor, içindeki
sıkıntı yumaklanıyor. Başını çevirip etraftaki masalara, masalar­
daki insanlara gözlerini kısarak bakıyor, bakmıyor da nişan alıyor
sanki. Neyse ki Karaburun yolu dolambaçlı sapa bir yer, Bodrum
gibi, Side gibi, Marmaris gibi keşfedilip gözde sahil yerlerinden
biri olmamış. Zaten günün birinde moda olana kadar da kim öle,
kim kala! Konuyu kendinden uzaklaştıran bir şeyin birdenbire ak­
lına gelmiş olmasının heyecanıyla atılıyor, "Dargeçit'teki asit ku­
yularının komutanı da Kuşadası'na yerleşmiş, adamın üstüne bir
medeniyet gelmiş diyorlar," dedikten sonra kısa bir kahkaha atı­
yor. Zorlama bir kahkaha olduğu çok belli. Kollarını sıvayarak
masada yeni bir pozisyon alışına bakılırsa, saymaya başlamışken
durmayacak gibi, "Istanbul Emniyet Müdürü'nün oğlu Bodrum' da
koca otel almış, bar almış işletiyor, kimse sormuyor hangi paray­
la? diye. Gerçi babası emniyet müdürü maaşıyla Kıbrıs'taki ku­
marhane masalarında bond çantalar içinde milyon dolar bırakır­
ken de sormuyorlardı. Eroin yüklü gemilerin büyüğü basılmasın
diye küçüğüne baskın düzenleterek hedef şaşırttığını bilmiyoruz
sanki ! Uyuşturucuya karşı savaşta en birinci kahraman olarak ga­
zetelerde çarşaf çarşaf reklamını yaptırdı bir de. Ortada bunlar du­
rurken şimdi de kalkmış utanmadan canını ortaya koyan, kelle
koltukta dağdaki eşkıyaya göğüs geren, kurşun sıkan üç-beş as­
kerden üç-beş kuruşun hesabını sormaya kalkıyorlar. Ulan ben bir
başıma kaç teröristin kellesini almış adamım, utanmasalar beni de
vatan haini ilan edecekler ! " Anlattıkça köpürmüş, sesinin gene
kendiliğinden yükseldiğini fark etmemiş, duyulacak biçimde bur­
nundan solumaya başlamıştı. Bunları söylerken sesinde ve tav­
rında ekibiyle birlikte yaptıkları işlerin, çevirdikleri dümenlerin
vaktinden evvel ortaya çıkmış olmasına duyduğu kızgınlıktan çok,
şimdilerde çapı daha da genişlemiş, kendisinin dahil olamadığı
büyük vurgunlardan pay alamamanın hayıflanması seziliyordu .
"Neyse onların da iplikleri pazara çıkar yakında. Bak bilmediğin
bir haber daha, yeni bakan Abidin'in polislerinden biri kayışı ko­
parmış iyice, Istanbul 'da yaptıkları işler hakkında gazetecilere öt-

1 30
meye başlamış, kumarhaneler kralını nasıl haklayıp aradan çı­
kardıklarını bile anlatmış diyorlar, yakında hepsinin foyası çıkar
meydana! O yeşil kaşkollu deyusun güvenlik birimleriyle ope­
rasyonlara katıldığı yetmezmiş gibi, şimdilerde asayiş komisyo­
nu toplantılarına bile çağrılıyormuş. Cebinde deste deste parayla
geziyormuş kaşkolunu siktiğim ! Herifi o kadar baş tacı ediyorlar
da adamın geçmişine kimsenin baktığı yok! Ö nce şu örgütten bu
örgüte seyyar ajan, ardından dağdakilerin Belçika'daki yetkili ki­
şisi, şimdi de JEM 'in kelle avcısı, öyle mi? Ulan Holivut artistle­
ri bile bu kadar çok rolde oynamıyor. Yahu bu adam bizzat Ciha­
dın Askerleri'nin Bingöl'deki kanadının baş tezgahçısı değil mi !
Bir devrin başbakanının biraderlerine ait şirketlerle bağlantısı var­
mış diyorlar. Herifçioğlunda yok yok ! Tam bir fırıldak deyyus !
Irak'ta, Suriye'de devlet adamı gibi fink atıyor, diyorlar. İstediği
zaman istediği kişiyi araziye _ götürüp keyfine infaz ediyormuş.
Ona verdikleri yetkiyi devletin resmi askerine, tescilli polisine bi­
le vermiyorlar. Memleket bitmiş vallaha, bitmiş arkadaş ! Tam za­
manında çekilmişim köşeme. En azından kafam rahat. Yalla mis !
Bunu bilir, bunu söylerim."
Zaman zaman karşısında oturana değil de, ne zamandır kar­
şılarına çıkıp söz almak istediği muhayyel bir dinleyici kitlesine
karşı konuşuyor, hatta kendisine yöneltilen ithamlara cevap veri­
yor gibiydi.
"Çayınız soğuyor yüzbaşım."
Bardağına uzanıp üst üste bir-iki yudum aldıktan sonra, say­
dıkları arasında eksik bırakmama gayretinin telaşıyla tekrar atılı­
yor, "O tonton başbakan dediklerinin zamanında Küçük Ağa'yla
birlik olup Cihadın Askerleri'nin yolunu açtığını kimse konuşu­
yor mu peki, ne gezer? Adamın Boğaz Köprüsü'nden geçerken
neşesini bulmak için arabada çaldığı kasetteki şarkı kadar bile ko­
nuşulmuyor bunlar, yalan mı? Memleketin gazetecisi televizyon­
cusu da derin uykuda, narkozdalar, valla narkozda ! "
Kesik kesik birkaç sigara öksürüğünden sonra bir süre susu­
yor, "Güya bıraktık bu mereti, ama o ciğerlerimizi bırakmıyor. . .

131
Ya sen de hiç konuşmuyorsun be mübarek ! " "Ne konuşayım bil­
mem ki, sizi dinliyorum yüzbaşım ! " " Ö yle ya zaten eskiden de
ağzını bıçak açmazdı senin. " B irden çenesini tutamayıp böyle
bardaktan boşanırcasına yağan yağmur gibi dökülmekten rahat­
sız olduğunu fark ediyor. Karşısındakinden çok kendine açıklar
gibi, "Ben evde fazla kapalı kalmışım galiba, çok dolmuşum, bak
ne biçim çenem açıldı, etrafta bunları konuşacak kimse de olma­
yınca, haliyle birikiyor," diyor. Bunları söylediği anda bunca za­
mandır içinde birikmişleri değer vermediği, hatta normal şartlar­
da küçümseyip burun kıvıracağı birinin önüne dökmenin piş­
manlığı yokluyor içini, kendine olan kızgınlığını karşısındakine
yansıtan bakışlarla bakıyor ona. O ise Kartal Yüzbaşı'nın gözle­
rinde önceden tanıyıp bildiği bu kin parıltısını fark etmemiş gibi
yapıyor: "Mesele değil yüzbaşım nihayetinde devletin iki ele­
manıyız, hem emekli de olsanız her zaman benim üstümsünüz,"
diyor. "Bu çay da soğudu," diyor Kartal Yüzbaşı. "Yenisini söy­
leyelim." "Yok kalsın, çaylar bile soğuyor da içimiz soğumuyor
be birader işte ! " Zaten her zaman öfkeli görünen Kartal Yüzbaşı'
nın kızgınlığında bu kez öncekilerden farklı bir şey olduğunu keş­
fediyor. Yenilmişlerin öfkesi bu, oyun dışına düşmüşlerin, kızağa
çekilmişlerin, kendini mağdur, yenik hissedenlerin. Eski saldır­
ganlığındaki özgüvenden eser kalmamış, "Eksilmişsin yüzbaşı,"
diye geçiriyor içinden. "Daha iflah olur musun, bilmem."
"Bak fazla konuşmayayım diyorum ya, hem o Norveç 'e ka­
çan Kerküklü tercüman ne biçim ötmüş basına! Kuzey lrak'ta ya­
pılanları bir bir şakımış ! Daha yeni okumadık mı gazetelerde ha?
Asıl kahramanlar bizleriz bizler! Onlar makam masalarının arka­
sına kurulup saklanırken dağda bayırda kurşunlara biz siper ol­
duk, mayınlara biz bastık, bombalar bizim üzerimize atıldı ! "
Giderek tansiyonu düşen bir sesle söylüyor bunları, konuşma
hevesi sönmeye başlamış, gözlerini uzaklarda bir yere dikiyor, az
önce sözünü ettiği o dağların, bayırların, siperlerin arasında bir
yere çekilmiş gibi yüzü uzaklara gidiyor. Sindikleri köşede genç­
lik günlerine hasret çeken ihtiyarların yüzlerinde görülen bir ifa-

1 32
de bu. Belli, kendince maceralı bulduğu o günleri özlüyor Kartal
Yüzbaşı. Yalnızca silahını değil, kendini de bırakmış orada. Sesi
de, yüzü de bir parça yumuşamış olarak dönüyor gittiği uzaklar­
dan. Sesine sitem gelmiş, "Sen hiç operasyonlara yüzbaşıdan da­
ha yüksek rütbede birinin katıldığını duydun mu bugüne kadar?
Ha, duydun mu? Neydi operasyon timi dedikleri? Yüzbaşı so­
rumluluğunda teğmen, üsteğmen, astsubay, uzman çavuş, o ka­
dar! Hiç şehit düşmüş omuzu kalabalık birini gördün mü, paşa,
yarbay, general? Şehit düşen bakan, milletvekili, vali çocuğu da
yok anasını satayım ! " Konuştukça sesi de, yüzü de yeniden sert­
leşmeye başlıyor: "Hep Anadolu'nun bağrından, tarlasından ta­
panından kopartılmış gariban halk çocukları , kimi canından ol­
muş, kimi kolundan bacağından, öyle kınalı kuzular gibi yatıyor­
lar hastane köşelerinde. Bırak Allah'ını seversen ya! Daha da ko­
nuşturma beni ! Biraz daha kqnuşursam beni de komünist sana­
caklar ! "
Hızlı iniş çıkışlar yaşayan b u ruh halinin onu yorduğu, içini
tökezletip durduğu belli.
"Yüzbaşım fazla sıkmayın canınızı, millet bunların derdinde
değil, akşam eve götüreceği ekmeğe bakıyor."
"Bak, son bir şey diyeyim sana, Metin Ercan'ın da hesabını
keserler yakında, tepede birileriyle arası fena açılmış, istifa ede­
cekmiş deniyor, kendisiyle beraber birileri daha istifa edecekmiş,
gizlice gazetecilerle görüşüyor, aba altından sopa gösteriyor de­
niyor, valla kim ne derse desin tam zamanında bırakmışım bu iş­
leri ! Hoş bunların konuştukları gazeteciler de devlet ajanı ya, ney­
se ! At izi it izi, her şey birbirine karıştı."
Bu sırada cızırtılı bir mikrofondan yapılan anons yolcuları
otobüse çağırıyor. Kulağını yine kurcalarken, zamanlarının dol­
duğunun bilgisiyle sohbetlerindeki bir eksiği tamamlamak ister­
cesine, "Ya sizin orada işler nasıl, ne yapıyorlar bizimkiler, Nihat
Astsubay falan, fazla konuşamadık," diyor yüzbaşı. "Bildiğiniz
gibi," diyor önemsemez bir sesle. "B izde yeni bir şey yok yüzba­
şım. Her şey bildiğiniz gibi. "

1 33
Yerinden kalkıp yüzbaşıyla vedalaşıp otobüse yönelirken,
onun sözünü ettiği yakında ortaya çıkacak olan foyaları tahmin
etmeye çalışıyor, bunlardan birinin ucunun kendisine dokunma­
masını diliyor rabbinden. Canından korktuğundan değil, rabbine
hizmette daha yapacak işleri varken kaderinin eceline acele ede­
cek olmasından korkuyor. Şükrünü yeterince eda etmemiş olduk­
ları için rabbin lütuflarından mahrum kalacak kullardan olmamak
için bugüne kadar elinden geleni yaptığını düşünüyor. Bunu ha­
tırlamak Allah'ın ömründen zaman eksiltmeyeceğine dair içinde­
ki inancı pekiştiriyor. "Yoksa bu hizbuşşeytanların arasında işim
ne benim?"
Tuhaf zamanlarda tuhaf yerlerde ortaya çıkan insanlar öteden
beri başka türlü ilgisini çekerdi onun. Böyle durumlarda rabbin
gözden gizlenmiş işaretlerini arardı. Seyyid Kutub 'un kitabında
sözünü ettiği yol işaretleri yeniden geliyor aklına, gerçi bu garip
karşılaşma onun söylediklerinden biri değilse bile gene de kader
planında bir yol işareti olmalı, diye geçiriyor içinden. Bu düşün­
ceyle az önce konuşulanları hızla geçiriyor aklından, bir işaret var­
sa da en azından şimdilik bilemeyeceği sonucuna varıyor.
Koltuğuna oturduğunda nedense bir dönemeci daha ardında
bırakmış, biraz daha rahatlamış hissediyor kendini. "Rabbine
imanla inansaydı bu kadar yalnızlık çekmezdi," diye düşünüyor
Kartal Yüzbaşı için. "Uçacak kanadı kalmamış bunun, içi iyice
kavrulmuş, öyle bık bık kendi kendine konuşup duruyor şimdi."
Anamur'a kadar uyumaya karar veriyor. Anamur'dan Alan­
ya'ya kadar olan yolda zihni iyice dinlenmiş, aklı berrak olmalı.
Onu niye Alanya'ya gönderdikleri konusunda hiçbir bilgisi ol­
madığı gibi tahmini de yoktu. İndiğinde Eğitmen'i telefonla ara­
yacak, en azından bundan sonrası hakkında kabaca da olsa bir fi­
kir edinmiş olacaktı.
Otobüs hareket ettiğinde bir süre yola bakıp, etrafa kulak ka­
barttıktan sonra başını arkaya yaslıyor. Uyumak için beynine ko­
mut veriyor ve anında uyuyor.

1 34
O N B EŞİ N C İ BÖLÜM

KAN SOGUK KALP ATEŞ

Otobüslerden hiçbir zaman eksik olmayan çocuk ağlaması sesi


onu uyandırdığında gözlerini dinlenmiş bir zihinle açıp ardından
doğrulup etrafına bakınıyor; biraz terlemişti ama her şey yolunda
görünüyordu, boynunun, ensesinin terini mendiliyle aldı. Bu sı­
rada arkasındaki koltukta oturan ve yanındakine hararetli hararetli
bir şeyler anlatan adamın derinden bir iç çekip sesini yükselterek,
"Yalnızlık Allah'a mahsus," dediği çalınıyor kulağına. Yalnız. Yal­
nızlık. İnsanların yalnız olmaktan, yalnız kalmaktan neden bu ka­
dar korktuklarını hiçbir zaman anlamamıştı. Allah'ın varlığına ina­
nanların yalnızlıktan korkmaları ona göre imanlarındaki eksiğin
işaretiydi. Allah'a bütün varlığınla inanıyorsan yalnız değilsindir
ki ! O her yerdedir, sen de onunla beraber her yerdesindir. Şu fani
dünyada anasız babasız olduğunu bilmenin, bununla büyümenin
yalnızlığında kendince bir kuvvet bulmuştu o; alelade tecrübeler­
le kazanılamayacak kadar varlığının derinliklerine kök salmış bir
kuvvet. . . Bu yüzden kimsesiz büyümüş olması da, şu zalim dün­
yada bir başına kalmışlığı da korkutmadı gözünü. Elindekilere tu­
tunmayı, öğrendiklerini kullanmayı, tecrübelerine yaslanmayı bil­
di. Zaman zaman çevresinde birilerinin, "Şu dünyada herkesin bir
arkadaşa ihtiyacı vardır," diye konuştuğunu duyar, şaşırırdı. Onun
yoktu. Hiç olmamıştı. Toy zamanlarında arkadaşlıklarında rahmet
olmayan tanıdıkları olmuştu yalnızca. Aynca bilirdi, arkadaş de­
diğin zamanla uzak bir yabancı olur ya da günün birinde bir se­
beple ölür giderdi. Hele böyle işlerde arkadaş sahibi olmak yük­
tür, zincirdir, bilirdi.

1 35
Cihadın Askerleri'nin sohbet halkalarına yeni katılmaya baş­
ladığı günlerde bile kendisini oradakilerden çok Allah'a ait hisset­
. mişti. Ne de olsa dünya hali gün gelir zincirin halkası kopar, tespi­
hin tanesi eksilirdi. Hiçbir bağ rabbinle kurduğun bağ kadar kuv­
vetli ve kopmaz değildi ki; bu dünyada her şey gelip geçiciydi.
Kendisi hakkında uzun boylu düşünen biri olmamıştı hiç, ama
çocukluğundan beri zihnini dünyanın öğrettiklerine açık tuttuğu­
na inanırdı. Ona göre bu hal de küçük yaşta idrak edilen bir yal­
nızlık bilgisiydi. Çevresindekiler tarafından, kendisine ve öğreti­
len her şeyi harfiyen aklında tutan, vakit kaybetmeden hayata ge­
çirebilen aklının kıvraklığına ilişkin söylenenler kulağına çalın­
dıkça takdir belirten bu sözlerden hoşlansa da hafizasını kuvvet­
lendiren şeyin zekası değil, içinin kini olduğunun farkındaydı.
Akıl unutur, kin unutmazdı.
Kendi yaşıtı bazı çocukların okuma yazmayı camide öğren­
diklerini görmüş, o da ilkokul ikinci sınıfta terk ettiği eğitimini
camilerdeki okuma yazma kurslarında ilerletmişti. O sırada bü­
yüdüğü köyde namazında niyazında bilinen yaşlı ve kimsesiz bi­
ri vefat etmiş, köylüler de adamın seccadesinin caminin zemini­
ne serilmesi için onu vazifelendirmişlerdi. Bunun eski bir gele­
nek olduğunu o zaman öğrenmişti. Bir mümin vefat edince ona
ait seccadeyi götürüp camiye sererlermiş. Böylelikle hem o sec­
cadeyi dokuyanların dokurken ettiği duaların, hem onun üzerin­
de yıllarca namaz kılan kişinin dualarının camiden arşa, oradan
da mahşere kadar sürmesini niyaz ederlermiş. Kucağındaki sec­
cadeyi yaşlı adamın ölüsünü taşır gibi huşu içinde taşımıştı ca­
miye. "Çok sevap işledin," diyerek başını okşayıp takdirini belir­
ten caminin seydası, "Ama daha sık gelmelisin camiye. Hem aya­
ğın, hem kalbin erken alışsın," demişti.
Cihadın Askerleri'nin, "Berduşları, başıboşları imana ve İ sla­
ma kazandırmak gerek, ama güzellikle, ama zorla," diyerek so­
kaklarda devriye gezdiği günlerde cemaattekilerin kendisini na­
sıl değerlendirecekleri konusunda kararsızlık çektiklerini sezmiş­
ti; her işi çocuk yaşta öğrenmek zorunda kalmanın becerikliliği-

1 36
ne sahip olduğunu anladıklarındaysa pek çok ayak işine koştur­
maya başlamışlardı onu. Hangi yönde, hangi cihette eğitileceği
fıtratına bağlı olduğu kadar, becerilerine de bağlıydı. Aralarında
konuşup tartışarak çeşitli işlerde deneyip imtihan ediyorlardı. "Da­
vetçi olmaz bundan," dediler. "Tebliğci de. . . Hem içine fazla ka­
palı, hem ağzı laf yapmıyor." Cemaate yeni katılanların marifet­
lerine, becerilerine göre tasnif edilip vazifelendirildiği günlerdi.
Hoca'nın kollaması sayesinde ne akranları gibi bazı işyerlerini
kundaklamaya gönderilmiş, ne de sokağa satırla adam kovalama­
ya salmışlardı onu, Diyarbakır' da Şehitlik Camii'nin imamının çi­
vili sopalarla döve döve öldürüldüğü eyleme katılmasına da izin
verilmemişti. "Bu daha ufakların işi," demişlerdi, bu sözle yaşı
ufakları mı kastetmişlerdi, cemaat içindeki makamı ufak olanla­
rı mı, anlamamıştı. Başlarda bu kadar geride tutuluyor olmaktan
kendince eksiklense de hiç s �sini çıkarmıyor, içinden, bir bildik­
leri vardır herhalde, diyerek sabrediyordu. Silaha bulaştırılma­
mış kişileri bir süre sonra davetçi yapıyorlardı ama İ slami dava­
ya yakınlığı bilinen esnafın cemaate kazanılması için tebliğcile­
rin dükkan dükkan dolaştığı sıralarda onu çırak olarak bile dave­
te çıkarmamış, bu işten de geri tutmuşlardı. Kapı kapı gezip aha­
liyi devr-i saadet şartlarına göre yaşamaya davet etme işinin onun
fıtratına hiç uygun olmadığı o zamanlarda da belliydi zaten. Mol­
laların, hocaların, "Kendi davasını idrak edemeyenler diğer fikir­
lerin tacizlerine maruz kalırlar. Bir an evvel aklımızın duvarları­
nı, kapılarını tahkim etmek gerekir," diyerek önerdikleri kitapla­
rı hatim indirircesine okuduğu günlerdi. Peygamberin ve sahabe­
lerin hayatını, Uhud, Hendek, Bedir savaşlarını anlatan kitapların
yanı sıra Ali Şeriati, Hasan El Benna, Seyyid Kutub kitaplarını
sessiz bir iştiyak içinde okuyup kendini zorlaya zorlaya yazılan­
ları anlamaya çalışırdı. Cemaatin Medrese-i Yusufiye diye andı­
ğı hapishaneye hiç düşmediği için orada değilse de Hoca'nın dizi
dibinde zamanla çok şey öğrenip kendini geliştirdi. Hocanın di­
zinin dibi onun medresesi olmuştu. Eskisi gibi köyde sabahın se­
herinde yeni kesilmiş kuzuyu şehirdeki Kervansaray'ın arkasında

1 37
kurulan kaçak et pazarına başının üstünde delikli leğenle taşırken
yüzüne kan sızan çocuk değildi artık o. Her seferinde tabana kuv­
vet tutturduğu çabuk adımlarla bir kez olsun belediyecilere yaka­
lanmadan pazara et yetiştirmeyi başarmış, böylelikle yanlarına sı­
ğındığı akrabalarına karşı hep bükük duran boynunu biraz olsun
dik tutabilmişti. Başında koca leğenle o toprak yolda denge tut­
turmanın, düşüp yere kapaklanmadan, eti toza toprağa bulamadan
yolu tamam etmenin önemini kavramak ona daha sonraki yıllar­
da kat edeceği yollar hakkında çok şey öğretmişti. Bumunda o
günlerden kalma kan kokusunun pahasıydı bu. Daha bacak kadar
bebeyken işe koşulduğu tarlalarda, bostanlarda karpuzları tiye­
ğinden koparıp eliyle tarttığı günler geride kalmıştı, şimdi elleri­
nin arasında karpuz yerine dünyayı tartıyordu sanki. Zamanla var­
lığının derinliklerine dışarıdan görülmeyen bir özgüven yerleşmiş
onu adım adım bugünlere getirmişti.
Çatışmalarda ölen gerillaların cenaze törenlerinde istihbarat
toplaması için halkın arasına salınıyor, bu törenlere gelen araçla­
rın modellerini, plakalarını tespit ediyor; sair zamanlardaysa et­
rafta dikkat çekmemeye çalışarak "Şehitler Kervanı", "Seyfullah
Serisi" gibi seri albümleri, ilahi ve marş kasetlerini müminlerin
evlerine, dükkanlara dağıtıyor, verilen vazifelerin çeşidine göre
camilerdeki derslere gelmeyenlerin gündelik alışkanlıklarını, ka­
rate kurslarına gidip gelenlerin her hareketlerini takip edip üstle­
rine rapor ediyordu. Gene o yıllarda Şura'nın talimatıyla, tezgah
altından pomo dergi ve video kaset satan dükkanların takibinde
de görev almış ve sahiplerini infaz timlerine ihbar ederek ortadan
kaldırılmalarına neden olmuştu. Cemaat içinde haricen Sünni, kal­
ben Caferi olduğundan şüphelenilen kişileri mimliyor, gidip on­
ları seydalara, hocalara ispiyonluyordu. Ankara, Adana, İzmir gi­
bi büyük şehirlerden çalınan arabaların plaka numaralarının za­
manfa aşınmış da tam seçilemez hale gelmiş gibi görünmesi için
plakaları fren yağı ve asitle silme işinde birinci sınıf iş çıkarma­
ya başlamıştı. Kısa zamanda elden çıkarılması gereken bu çalın­
tı arabalar, başta korucular olmak üzere civardaki zenginlere dü-

1 38
şük fiyata satılarak cemaate para kaynağı sağlandığından yaptığı
bu işi sevap biliyordu. Cihadın Askerleri'nin mollalarınca "ame­
liyat edilecek kişiler" diye adlandırılıp mimlenmiş, listelenmiş ki­
şilerin izlenmesi, adreslerinin, günlük rutinlerinin, güzergfilıları­
nın belirlenmesi için takip timinde görev aldığı da olmuştu. Ko­
nuyla ilgili yazdıkları rapor mollalar tarafından infaz timine dev­
redilir, onlar da ilk fırsatta söz konusu kişiyi temizler, ameliyatı
başarıyla sonuçlandırırlardı. Giderek bünyesinin tabii iklimi ol­
maya başlayan, sürekli bir dikkat ve teyakkuz halinde yaşamanın
yüksek tansiyonlu temposuna karşın serinkanlı, telaşsız davra­
nışları, göze batmayan, silik, gösterişsiz hali, her çeşit takip, izle­
me, gözleme, gizlenme işinde önemli bir avantaj sağlıyordu ona.
Sık sık görev yeri ve niteliği değiştirildiği için de kimseyle sürekli
ilişki kurmamış oluyordu.
Yerleşim alanlarının dışı�da yapılan silah ve atış eğitimi sı­
rasında gözcülük yaptığı da oluyordu; bir yanlışına, hatasına se­
bep kaçırılan, cezalandırılan kişilerin kapatıldığı mahkum evleri­
nin kapısında bekçilik yaptığı da . . . Cemaatin tabandan zirveye pi­
ramit biçiminde tırmanan teşkilat yapısı mümkün olduğunca kim­
senin kimseyi fazla tanımaması esası üzerine inşa edildiğinden
herkesin görevi ve bölgesi sık sık değiştiriliyor, böylelikle sahi­
. den de kimsenin kimseyi uzun boylu tanımasına, yakınlaşmasına
izin verilmemiş oluyordu.
Hoca onu bir kenara çekip uzun uzun konuşuncaya kadar ken­
disiyle ilgili tam olarak ne düşündükleri konusunda bilgisizdi. Ho­
ca'nın bu konuyu onunla konuşmasından sonra hem cemaatin, hem
rabbinin seçilmişlerinden olduğuna inanmış, ikna olmuştu. "De­
mek mutluluk dedikleri buymuş," demişti. "Güzel şeymiş Allahı­
ma! "
Atış talimlerinde atıcı olarak ilk denendiğinde, "Uzağa ateş
ederken baskın gözünün sağ mı, sol mu olduğunu baştan bile­
ceksin, bilip de gözünü tetiğe öyle yerleştireceksin. Hedefini kıb­
le tayin eder gibi tayin edeceksin," denmişti kendisine. Katıldığı
bu atış talimlerinde aslında iki gözünün birden baskın olduğu an-

1 39
laşılınca, bir kez daha cihad yolunda seçilmiş olduğuna ikna ol­
muştu içi; ne de olsa herkesin iki gözü birden baskın olmazdı; Al­
lah bu gözleri ona sebepsiz vermemişti, bu bir çift baskın göz onun
seçilmişliğinin delaletiydi. Hangi gözünü kısarsa kıssın hedefi şaş­
mıyordu. Onun gibiler için şu hayata mana katan şey kendine ve
kinine bir yol bulmaktı, o, yolunu çoktan bulmuştu, kanı soğuk
ama kalbi imanla tutuşan saf bir ateşti.
"Tesbih çeken elin kıymeti ayn, tetik çeken elin kıymeti ay­
rı," demişti Hoca. "Biz seni de, ellerini de bugün için beklettik.
Artık tetiğe çıkmanın vakti geldi." Hemen ardından da, "Cemaa­
tin Oğulları" tabir edilen askeri kanada dahil edilmesi göğsünün
gurur nişanesi oldıi. O, artık cemaatin oğullarındandı. O günden
sonra gönderildiği Diyarbakır dışındaki yerlerde Cihadın Asker­
leri'nin imzası sayılan enseye tek kurşunla infazlar yapmaya baş­
ladı. Olay yerinden ne zaman kurşun hızıyla, ne zaman ve hangi
durumda ağır ve emin adımlarla uzaklaşacağını bilen tetikçi ola­
rak hem askeri kanatta hem Şura katında iltifat görmeye başladı.
Bu durum Hoca'mn onu JEM içine sızmaya hazırladığı günlere ka­
dar devam etti. "Bundan sonra sıradan ahali ne kadar Müslüman­
sa sen de ancak o kadar Müslümansın, imanının derecesi göze bat­
mamalı, ona göre davranıp temkinli yaşayacaksın, içini ferah tut,
zaten rabbin kalbini de, görevini de biliyor," dedi. Daha o an ken­
disini başka bir hayatın beklediğini, peygamberin daimi sünnet­
lerinden olan Pazartesi ve Perşembe oruçlarım tutmayı sektirme­
diği günlerin geride kalacağını anlamıştı.

Başta JEM'in iki jandarma, bir itirafçıdan oluşan haber topla­


ma birimlerinin dikkatine takılmaya çalışmıştı. Sivil halktan ajan
bulmak, eleman toplamakla görevlendirilmiş bir binbaşının önce
dikkatini çekmeyi, sonunda da kendini keşfettirmeyi başarmış,
JEM'e öyle adım atmıştı. O günlerde Hoca'ya gizlice gönderdiği
mesajda yalnızca tek sözcük vardı: " İçerideyim."
Yeni başlayanların eleman, mutemet, haberci, görüşülen şa­
hıs şeklinde kategorilere ayrıldığım öğrenmişti.

1 40
Üç kişiden oluşan infaz timiyle çıktığı avlarda Cihadın As­
kerleri'nce uygun görüldüğü şekliyle tek kurşunla iş bitirirken son­
raki zamanlarda JEM adına yaptığı infazlarda üç kurşun sıkmayı
adet edinmişti. Ona göre, bir bedende iki kişi olarak yaşadığı bu
hayat ona her şeyi ayrı ayrı tasnif etmeyi, öyle düşünüp, öyle ya­
şamayı dayatıyordu artık. Hakiki kimliğini derisinin altına göm­
meyi öğrenmiş, kendi deyişiyle kalbine fermuar çekmiş, kendini
JEM'e emanet vermişti.

Devletin, polisin Cihadın Askerleri'ni, diğer İ slami grupları


nasıl gördüğü, nelerine dikkat ettiği, haklarında neler bildiği ko­
nusunda zamanla pek çok bilgi edinmiş, bunları raporlayarak Şfi­
ra'ya iletmişti, tüm bu raporlar çeşitli kanallardan gelen diğer bil­
gilerle birlikte sonunda başimamın önüne geliyor, onun değer­
lendirmeleri ve kararlarıyla �emaate yeni talimatlar veriliyordu.
Misal, "emin evler" diye tabir edilen, gizlilik gerektiren durum­
larda kullanılan evlerden birinin polis takibine alınıp gözetlen­
meye başladığını haber almışsa, bu bilgiyi tez elden kaynağına
ulaştırıp evi bir an önce tahliye ettirmeye bakardı. Emin evlerden
birinin varlığını öğrenen polisin baskın düzenleyip sonradan ge­
lecek olanları avlamak için eve karakol kurduğu olurdu. Emniyet
jargonunda "beklemeye almak" denilen böyle durumlarda evin
kadınının, olaydan habersiz bilmeden eve gelecek olan diğer ce­
maat mensuplarını uyarmak maksadıyla pencere önündeki saksı­
ların yerini değiştirmesinin ikaz işareti olduğunun polis tarafın­
dan anlaşıldığını, dolayısıyla bu usulün iptal edilmesi gerektiğini
bildirirdi. Her yeni durum, elemanları yeni haberleşme yolları bul­
maya yöneltiyordu. Çözülen her sırrın ardında bıraktığı boşluğun
acilen başka bir emniyet harcıyla doldurulması farzdı . Cihadın
Askerleri'nin etraflarına ördükleri duvarlarda hiçbir gedik bırak­
mamak lazımdı. Hoca'ya gönderdiği askeri binalara ilişkin kro­
kiler arasında Şehitlik semtindeki asayiş komutanlığı karargahı­
nın krokisi de vardı. Bu yeni hayatında namaz saatlerini kaçırsa,
tesbihat, dua ve zikri ihmal etse bile, cemaate yaptığı bu çeşit uya-

141
rıların bir çeşit ibadet olduğunu düşünüyordu. "Elemanların açık
havada gerçekleşecek buluşmalarını güvenlik güçlerinin kontrol­
lerinin asgariye indiği sabah ile öğle arasına denk getirmeye ba­
kın," şeklinde taktik uyarılarda bulunurken tüm yaptıklarının rab­
binin katında Müslümanlığı ihya maksatlı davranışlar olarak gö­
rüleceğine inanıyordu.
Gerekli gördüğü her bilgiyi not düşüyordu pelür kağıda yaz­
dığı Şı1ra'ya gidecek raporlara. Edindiği ve ilettiği her bilgi yeni
bir tedbirin yolunu açıyordu. Misal, hapishane aramalarında, ev
baskınlarında erkekleri çökertmek için polislerin bir taktik olarak
önce kadınlara saldırdığı hususunda cemaat elemanlarının önden
bilgilendirilmesinde fayda vardı. "Erkeklerin gururuna yara veri­
yorlar ki çabuk çözülsünler," diye yazmıştı raporuna. "Müminle­
rin içlerini pek tutmaları gerekir."
"Konuşturmak istediğin kişinin sağına oturmaya bak, insan­
lar bir şeyi itiraf edecek olduklarında sağlarına dönerek konuşur­
lar, unutma! " derdi Eğitmen. O, bu bilgiyi edindikten sonra yal­
nızca katıldığı soruşturmalarda değil, gündelik konuşmalar sıra­
sında da insanların sağına oturmaya özen göstermiş, bunu adeta
alışkanlık edinmişti. Sorgulardan söz edildiğinde unutamadığı bir
diğer husus da, kendi aralarında "sinema salonu" dedikleri işken­
cehanelerde yapılan sorgular sırasında, görevlilerin bir akşam ön­
ce televizyonda seyrettikleri maç hakkındaki hararetli tartışmala­
rıydı. B aşlarda Nihat Astsubay tarafından gözlemci olarak gö­
revlendirildiği bu işkence seanslarında çok şey öğrenmişti. İn­
sanların maç merakını zaten hiçbir zaman anlamamıştı, ama bu
merakın sorgulamanın ortasındayken bile insanların yakasını bı­
rakmamasına kafası hiç basmıyordu.
JEM içinde kabul görmesi başlangıçta kolay olmamıştı tabii.
Ö ncelikle o, örgüt itirafçılarından biri olmayıp sahadan toplanmış
sıradan bir elemandı. Yeterince güvenilmek için görünmez imti­
hanlara tabi tutulacağını, çeşitli vesilelerle sınanacağını, bu uğur­
da çok şeye katlanması, sabretmesi gerektiğini başından beri bi­
liyordu. Tutulduğu her imtihan ona Allah'ın ihlaslı kullarından bi-

1 42
ri olup olmadığını anlamanın bir yolu gibi geliyordu. Hoca, ona
her konuda olduğu gibi bu konuda da çeşitli nasihatler, akıllar,
dersler vermişti. JEM içinde kabul görmeye başladığı ilk döne­
minde Cihadın Askerleri'yle olan geçmişini bilen bir-iki kişiyi
rabbin affına sığınarak bizzat kendi eliyle ortadan kaldırmış, bu
cinayetlere mürtet örgütün işi süsü vererek kendini güvene almıştı.
Bu cinayetlerden Hoca'nın bile haberi yoktu. Tabi oldukları şe­
riatın karakteri gereği her eylemin mutlaka Şı1ra'nın fetvasına da­
yanması gerektiğini, nefs-i müdafaa dışında Şı1ra'dan fetva alma­
dan kimseyi öldüremeyeceğini biliyordu. Ama kendisi için, dava
için, Allah için doğru olanı yaptığına inanmıştı. Devlet de kendi
tezgahladığı kanlı oyunlarda böyle sivil zayiatları göze almıyor
muydu sanki? Her mecburi durumun birkaç cana bedellendiğini
herkes bilirdi. Girdiği bu meşakkatli yolda arkada tanık bırakma­
ması tek çaresi, tek güvencesi y di; ona kalırsa o günah işlememiş,
geçmişini mühürlemenin gereğini yerine getirmişti sadece. Bir eli
kalbinin üstünde rabbin bu bilgiyle onu affedeceğini ümit etmek­
ten başka çaresi yoktu şimdi. Ö lenlerse dava uğruna şehit sayılır­
lardı, ahirette karşılaştıklarında kendisini affedeceklerinden zaten
emindi. Devletin infazlarıyla Cihadın Askerleri'nin infazları ara­
sındaki hukuk ve adalet farkı üzerine kıyas yaparak kendini ya­
tıştırıyordu. İ slami tedrisattan geçip molla olmuş kişilerden olu­
şan Şı1ra'nın verdiği ölüm fetvalarıyla devletin içindeki çeşitli
grupların, kişilerin rasgele infazları arasında yalnız dünya katın­
da değil, Allah katında da kabul farkı olmalıydı.
Önemli olan, Eğitmen'in tabiriyle "nihai bilançoydu". O da
eksisi artısıyla kendine seçtiği yolµn nihai bilançosuna bakıyordu.
Hem eğitimde kat ettiği gelişme, hem sahada gösterdiği ya­
rarlılık sayesinde eleman adayı statüsünden hızla yükselmişti. İ lk
olarak kendisine yeni bir kimlikle birlikte, 22 kalibre Baretta mar­
ka, ucunda susturucu takılmak üzere kılavuz açılmış tabanca, bir
adet şarjör, 22 kalibre tabancada kullanılmak üzere tadil edilmiş
bir adet susturucu, bir adet de ham susturucu teslim edilmişti.
Devletin eli boldu.

1 43
Her çeşit istihbarat teşkilatı içinde en kabul görmüş, tepelere
yükselmiş elemanların içinde yer aldığı, varlığından pek az kişi­
nin haberdar olduğu "Rejim" birimine kabul edilene kadar bura­
daki rolünü sürdürmesi kararlaştırılmıştı Şura tarafından. Rejim,
kimsenin aslını bilmediği tam bir sırdı. "Rejim dili" dedikleri bir
dilden söz edildiğini duymuştu. Ü stü kapalı bir dildi bu. Birimler
içinde farklı elemanlara bölüştürülmüş işleri yönettikleri düşünü­
lüyordu. Zamanla hem bu kişilerden bazılarını tespit etmiş hem
de bu dilin kimi şifrelerini çözmeyi becermişti. Başta Ankara ol­
mak üzere diğer vilayetlerden gelen, birkaç gün kalıp sonra bir
daha ortalıkta görünmeyen tipler oluyordu bunlar, bazı durumlar­
da kendi aralarında şifreli konuştuklarına tanık olmuştu. Misal,
"kargo" ceset demekti. "Temizlik işçileri" aralarında bir koddu.
Evlerinden toplanan, yoldan çevrilerek alınan insanların kaybe­
dildiği yere verilen ad "sarı bölge"ydi. Nasıl Cihadın Askerleri
için cemaat tarafından dört koldan tahkim edilmiş olan Şırnak
"Saadet Bölgesi" diye anılıyorsa JEM için de kayıpların, kemik­
lerin gömüldüğü, cesetlerin kuyulara atıldığı yer sarı bölgeydi.
Sonraları polisten, askerden bazı kişilerin de kendi aralarında nor­
mal görünen konuşmalar arasına böyle şifreli kelimeler serpiştir­
diklerine tanık olduğunda bu ağın genişliğine uyanmıştı. Türkçe­
sinin yeterince iyi olmadığına, kafasının da pek basmadığına gü­
veniyor olsalar gerek ki çoğu kez onun yanında rahat konuşmak­
tan çekinmiyorlardı. O rasgele anlarda tanık olduğu gelişigüzel
konuşmalardan bugüne kadar çok şey öğrenmişti. Beyninde tüm
konuşmaları kaydeden bir teyp vardı sanki. Ezberin önemini
Kur'an ezberleyerek, ayet, sure, dua, hikmetli kelil.m ezberleyerek
kavramış Allah'ın sevgili kullarındandı ne de olsa . . . Ezber, ili e­
min kendisi demekti. Harfleri, sesleri, yüzleri ezberleyeceksin !
Rabbin kendisini her yere nakşettiğini unutmayacaksın ! İ şaretle­
ri okumayı bileceksin ! Baktığın her yerde rabbi ve onun sırlarını,
kullarına gönderdiği işaretleri göreceksin ! Aklı ezber konusuna
takılınca çağrışımların hızına kapılan zihni başka hatıraları ça-

1 44
ğırdı: Müslüman hareket içindeki her farklı grup dava mensupla­
rının buluşma noktası olan derneklerin, çay ocaklarının yanı sıra
kendi adına bir kitabevi açıyor, gruplar adlarını çevresinde hal­
kalandıkları bu kitabevlerinden alıyorlardı. Cihadın Askerleri'nin
ilk Şura toplantısının Diyarbakır'daki kitabevinde yapıldığı bili­
niyordu. Bu kitabevlerinde hitabeti kuvvetli kişiler etkileyici ko­
nuşmalar yaparak kendi cemaatlerine adam kazandırmaya bakı­
yorlardı. Buralara bazen üstatlar gelir oturur, gelen gidenle soh­
bet eder, bir üstattan irşat almanın önemine inanan müminlerin
sorularını cevaplarlardı. Dava mensuplarının buluşma noktası olan
dernekler nasıl bağlı oldukları grubun nişanesiyse, birinin devamlı
gittiği kitabevi de onun aidiyetine işaret ediyordu. Bu hal Müslü­
man camia içinde giderek yaygınlaştı, gelenekselleşti. Her yeni
kitabevinin kendi etrafında kendi küçük cemaati vücuda gelme­
ye başladı. Bu kitapçılara yaka.sız gömlek giymeyi bir irfan ölçü­
sü bilen, temiz pak giyinmiş Müslüman gençler gelirdi. Aynı za­
manda tanışma, kaynaşma, ayaküstü sohbet etme ve dini telkinat
imkanı tanıyan kendince kıymetli mekanlar, faydalı mahfillerdi
buralar. B ir kitabevi ya da medrese etrafında örgütlenen rakip
gruplar, diğerlerinin kitabevinin karşısında ya da civarında sota
bir yeri mesken tutan, yaşı ve tipiyle dikkat çekmeyecek, çoğu ço­
cuk yaşta gözcüler yerleştirir, takibe alırlardı buraları. Herkesin
gözü diğerinin üzerindeydi. O da diğerleri gibi buraları gözetler,
girip çıkanların kim olduklarını tespite, göz ucuyla bakarken bi­
le çaktırmadan yüzlerini ezberlemeye, her bir ayrıntıyı hafızası­
na nakşetmeye çalışır, gerektiği durumlarda takibe alır, sonra dö­
nüp üstlerine rapor verirdi. Cihadın Askerleri ile İman Neferleri
arasındaki rekabetin iyice kızıştığı zamanlarda her iki taraf da bir­
birlerinin kitabevlerini, çay ocaklarını, kahvelerini, çoğu pasaj iç­
lerinde yer alan, "Kuşçular Lokali" gibi adlar altında iş gören mak­
sadı gizli derneklerini tam anlamıyla göz hapsine almış, birbirle­
rini fişlemeye başlamışlardı. İrşat ve İrfan grubunun çevrede güç
kazanmasıyla tansiyonun iyice yükseldiği, mücadelenin harlanıp
kızıştığı dönemde o güne dek toplanan önemli, önemsiz tüm bil-

1 45
giler işe yaradı. Sonralan bölgedeki Vahdet, Menzil, İ lim, Miza­
ni, Şehadet gibi kitabevlerinin emniyet güçleri tarafından takibat
altına alındığı anlaşıldığında buraları da tenhalaşmış, müşterileri
seyrelmiş, göze batmaktan çekinen herkes kovuğuna çekilmişti.
Ardından taraflar arasında arka arkaya adam kaçırmalar başladı,
infazlar geldi.

Onun da diğer grupların kitabevlerini gözetlediği, giren çı­


kanları takip ettiği ilk dönemlerinde ezberi gün günden kuvvet ka­
zanmış, fıtratında olanı işleyip profesyonel maharete dönüştür­
meye başlamıştı. Nice sonra, Nihat Astsubay bir keresinde onun
için, "Senin kanında polislik var," demişti, "iliklerine kadar işle­
miş. Nabzın bile öyle atıyor." Bu söz başta hoşuna gittiyse de üst­
lerinin güvenini kazanmak, gözlerine girmek için fazla ileri gitti­
ğini fark edip hemen geri çekmişti kendini. Nerede olursa olsun
fazla akıllı, fazla uyanık görünmemesi gerektiğini hatırladı. Gö­
ze batmayacak, dikkat çekmeyecek, öne çıkmayacaksın, kimse
seni kendine rakip, yükselmesinin önündeki engel olarak görme­
yecek ! Hiçbir şüpheye mahal bırakmayan sakin sınırlar içinde tu­
tacaksın kendini ! Kaç kez kendi kendine telkin etmişti: "Herke­
sin gözünün önündeyken görünmez olmak en güvenli bölgedir."
Etrafta fazla görünerek yüzünün hafızalarda yer etmemesi için
yüzü tüylenmeye, çehresi hafiften değişmeye başladığında Hoca
tarafından önce Malatya'ya, ardından Alanya'ya gönderildiğinde
ilk kez insan yüzü, insan yüzünün biricikliği üzerine derinleme­
sine düşünmeye başlamıştı. Yüzlerde Allah'ın harflerini, sözleri­
ni gören Hurufilerin bu konuda ne demek istediklerini anlamaya
çalışmıştı.
Şimdiyse yıllar sonra ikinci kez Alanya'ya gidiyordu. Hayat
ne tuhaf! O zaman Hoca'nın onu Alanya'ya niye gönderdiğini bil­
mediği gibi, şimdi de Eğitmen'in onu niye buraya gönderdiğini
anlamış değildi. Kaderin tuhaf bilmecelerinden biri herhalde, de­
yip elinde olmadan gülümsemişti, ama gülümseyen yüzünü göz­
lerden saklamak için hızla başını öne eğdi. Bir süre daha kendi

1 46
düşünceleri arasında kayboldu.
Sonra kapıldığı bu dağınık düzen düşüncelerden sıyrılarak dö­
nüp otobüsteki yolculara alıcı gözlerle baktı. Herkes kendi ale­
mindeydi. Yol boyu konuşanlar değil yol boyu susanlar ilgisini
çekerdi en çok. Onlara başka türlü bir yakınlık duyardı. Çok ko­
nuşan insanlar ona ırmakta tutulup kıyıda toprağa bırakılmış ba­
lıkların çırpınmasını hatırlatırdı. Sorgulamayla ilgili konuşmala­
rının birinde, "Bir balık nasıl avlanır?" diye sormuştu Eğitmen.
Aptal durumuna düşmemek için kimse sesini çıkarmaya cesaret
edemeyince gene kendisi yanıtlamıştı : "Ağzını açtığında. Demek
ki karşında oturanın ağzını açmaya bakacaksın."
Tağuti devletin gizli kapaklı oyunlarına bulaştığından, hiz­
buşşeytanların arasına karıştığından beri ne çok çeşit insan gör­
müş, tanımıştı. Çatışmada ele geçirilip itirafçı olan biri için, ' O
kadar soğukkanlı biri k i onun l) e zaman saf değiştirdiğini anlaya­
mazsın, asla güvenilmez bir şahıstır," dendiğini duymuştu. Ken­
disi de bu kadar soğukkanlı olduğuna göre arkasından böyle söz­
ler ediliyor muydu acaba? İtirafçılardan bazıları itirafçı olmaktan
duydukları pişmanlıkla yeniden dağa dönüyor, hatta onlar içinde
bile tekrar düze inip yeniden itirafçı olanlara rastlanıyordu. Eğit­
men'in böylelerinden alaycı bir biçimde, "turnike elemanları" di­
ye söz ettiğini duymuştu.
Gene örgütün içinde pek de önemli yeri olmayan biri gelip
kendiliğinden teslim olup taraf değiştirmişti. İlk cinayetini onu
örgüte kazandıran kişiyi öldürerek işlemişti. Emniyete teslim olur­
ken, "Ustamı öldürdüm, " demişti. Birkaç kez adeta kendini inan­
dırmak istercesine, "Ustamı öldürdüm, ustamı öldürdüm," diye
tekrar etmişti. İnsanın ustasını öldürmesinin ayrı bir anlamı ol­
malıydı herhalde.
Kardeşi çatışmada ölen bir diğerini tanımıştı. Her gün gidip
kardeşinin mezarına tükürüyor, " İ çim soğumuyor, içim soğumu­
yor," diyormuş. İnsan denilen mahlllk nice karanlık sırlar, bilme­
celerle doluydu şu dünyada. Nihayetinde her çeşitten sırrın orta­
ya çıkması bir sebebe bakardı. Seydalardan birinden duyduğu gi -

1 47
bi, "Sebep dediğin kaderin düğümleridir, ne zaman çözüleceğini
Allah bilir."
Bir asteğmen, aniden çıkan bir çatışma sırasında ateş ettiği
kişi yediği kurşunla yere yığıldığında heyecan ve telaş içinde ko­
şa koşa vurulanın yanına gitmiş, ardından da gösterdiği bu telaşı
etrafındakilere, "Nasıl öldüğünü görmek istiyorum," diye açıkla­
mıştı. "İlk defa birinin nasıl öldüğünü göreceğim."
Otobüs Anamur'dan sonraki ilk durağı olan Gazipaşa'ya var­
madan önce Beyrebucak kavşağındaki benzin istasyonuna yakla­
şırken yavaşlar gibi olduğunda bir süredir zincirleme çağrışım­
larla kapıldığı bu düşünce selinden çabucak sıyrılıverdi, bir an
mola verileceğini sandı ama ortalıkta mola mekanı olabilecek bir
yapı gözükmüyordu.
Yanındaki adama dönüp, "Neden yavaşladık?" diye soruyor.
" Ördek topluyorlar," diyor adam. Söylenene bir anlam vereme­
miş, şaşkın bakıyor. Adam lafın arkasını getirmeyince, "Ne de­
mek ördek topluyorlar," diye ekleme gereği duyuyor. Nursuz ada­
mın yüzünde gülümsemeye benzer bir dalgalanma oluyor o an,
"Yoldan adam alıyorlar demek," diyor. "Minibüs hesabı yani. Bu
yolları bilmiyorsun anlaşılan. Urfa, Antep, Adana' dan gelen oto­
büslerin bu güzergahta yazıhaneleri yoktur, müşteriyi yoldan top­
larlar. Misal, az önce Memleç 'in yanından geçtik. İçeri girmedik
ama yanından geçtik." Geçmişte, çok uzakta kalmış bir şeyi ha­
tırlamış gibi içini çekerek, "Millet balık tutmaya gelir oraya, bak
sana söyleyeyim oranın balığı hiçbir yerde yoktur. Kaledran'ın
muzu, Memleç 'in balığı derler. Her yere beton sokuyorlar artık.
Şimdilerdeyse toprağı mundar ediyorlar. Neyse Gazipaşa'ya yak­
laştık, gerisi Alanya zaten."
Adam ilk kez konuşuyordu . Anlattıklarına bir anlam vereme­
mişti ama konuşurken yüzünün nursuzluğunun hafiften dağıldı­
ğını fark etmişti. Adamın yüzüne bir parça aydınlık gelmişti san­
ki. İ çinden, "Hayret, muz dedi, balık dedi, ne var ki bunlarda! " di­
yerek önüne döndü.

1 48
il
O N ALTI N C I BÖLÜM

UMUT' UN EVİNDEKİ GECE

Sabah feci bir baş ağrısıyla uyandı Kerem, akşamdan kalmış ol­
manın o tamdık-bildik baş ağrısıyla . . . Dün gece kendilerini tar­
tışmaların, muhabbetin akışına fazla kaptınp çok içmişlerdi. Bi­
rayla başlayıp bir saatten sonra votkaydı, şaraptı derken iyice ka­
rıştırmışlardı. Şu an belinin ayrı, boynunun ayrı tutulduğunu his­
seden Kerem, başkalarının ev inde kalıp uyumaktan pek hoşlan­
maz, saat gecenin kaçı olursa olsun mutlaka evine dönerdi ama
arada bir böyle de oluyordu işte ! Ağzının içi çirişle kaplıymışça­
sına yapış yapış olmuş, göz kapaklarının üstüne ağır madeni pa­
ralar yerleştirilmiş gibiydi. Gözlerini güçlükle açmaya çalışırken
aklına böyle klişe cümlelerin gelmesi belli belirsiz gülümsetti onu.
Polisiye romanlarda böylesi sabahlarda, kendini kanepede gece­
den kalmış halde, boynu, beli tutulmuş bulan detektifleri betim­
lemekte kullanılan vazgeçilmez cümlelerdendi bu ve Kerem ede­
biyatta da, sinemada da polisiye klişelere bayılırdı.
Uzun bir gece yaşandığını söyleyen kesif bir sigara dumanı
bulutunun salonun ortasında havada asılı durduğunu gördü, gü­
lümsedi, klişeyse klişe ! dedi içinden. Yattığı kanepeden halının
üstündeki uyku tulumunun içine iyice gömülerek dertop olmuş
Batu'nun, boncuk boncuk terlemiş alnının bir kısmıyla saç diple­
rinden yukarısı görünüyordu. Arada bir mutfaktan duyulan sesle­
re bakılırsa birileri fazla ses çıkarmamaya özen göstererek kah­
valtı hazırlıyor olmalıydı. Kolundaki saate baktı, bugün için ön­
ceden planladığı programın şimdiden bozulduğunu, böyle du-

151
romları tanımlamada sık kullandığı deyişle, "gününün piç oldu­
ğunu" anladı. Ü stündeki kalın pikeyi aralayarak kanepede doğru­
lacak gibi olduğunda yanlarına saplanan bir acıyla hareketi yarım
kaldı; derin bir soluk alarak güç toplamaya çalıştı. Bir eliyle boy­
nunu, diğeriyle belini tutarak banyoya giderken mutfak kapısın­
dan içeri başını uzatıp evsahibine ve onun uzatmalı sevgilisi Naz­
lı'ya günaydın demeye çalıştı; kelimeler damağına yapışmış, iyi­
ce tarazlanmış sesi bir başkasının sesiymiş gibi çıkmıştı. Kerem' in
kısılmış gözlerinin ince birer çizgi halini almasına gülen Nazlı,
"Yüzünü iyice yıka da ütüleyeyim," diye laf attı. "O suratın apre­
leri başka türlü açılmaz çünkü ! " Kısık sesle gülüştüler. Geceyi kü­
çük odadaki yer yatağında geçiren Arzu üstünde iğreti duran, ken­
disine en az üç beden bol gelen evsahibine ait olduğu belli salaş
bir tişört ve sarsak adımlarla salona geldiğinde uykuculuğuyla bi­
linen Batu içine iyice büzüştüğü kovuğundaydı hala. Bir süre son­
ra mutfaktan elinde kahvaltı tabaklarıyla çıkan Umut, Kerem'e ba­
şıyla Batu'yu işaret ederek, "Dürtsene şunu," dedi. "Köpek dürter
gibi ayaklarınla dürt." Her zaman uyku sorunuyla boğuşan biri
olarak Umut, Batu'nun en uygunsuz koşullarda bile bir köşeye
kıvrılıp uyuyabilmesindeki rahatlığa öteden beri gıcık olurdu. Et­
rafı gözleriyle hızlıca bir taradıktan sonra, havada kalmış bir ko­
nuyu sonuca bağlar gibi, "Tamam, hepimiz çok içmişiz akşam,
hepimiz perişanız, fotoğrafın geneli böyle söylüyor," dedi. Bu ara­
da düğmesinin ışığı hala yanmakta olan pikabın yanında zarfına
yerleştirilmesi gereken plağın açıkta durduğunu görünce söylen­
di: "Hay anasını satayım, kim açıkta bıraktı bu plağı?" O sırada
salonu havalandırmak amacıyla pencereleri açmakta olan Nazlı
atıldı oradan, "Anasını bacısını satmadan ne zaman cümle kur­
mayı öğrenecek acaba şu erkek milleti ! " Nazlı'nın açtığı pence­
reden içeri hafif sisli bir Istanbul sabahı girdi.
Narmanlı Han'daki Deniz'in plakçısından, Kadıköy civarın­
daki Metronom, Laterna, Hobby gibi plakçı dükkanlarından ve
Akmar Pasajı'ndan topladığı plaklarına tutku derecesinde düş­
künlüğüyle bilinen Umut yaptığı gafın farkında, "Aman ağız alış-

1 52
kanlığı işte, idare ediver," dedi. " İyi de kadınların sizin alışkan­
lıklarınızı değiştirmek için birkaç ömürlük daha zamanı yok, bi­
raz acele etseniz diyorum," diye söylenmeyi sürdürdü Nazlı.
Ne zaman Umut'un evinde toplanılsa gecenin bir vaktinde ko­
nunun bir şekilde müziğe ve haliyle plaklara gelmesi kaçınılmazdı.
Nitekim gecenin konusunu oluşturan bütün o iç kapayıcı haber­
ler, ortaya saçılan belgeler, gazete kupürleri, can yakan fotoğraf­
lar, boğucu konuşmalardan sonra Umut, "Tüm rock müzik tarihi­
nin en iyi plağı" olarak nitelendirdiği Led Zeppelin JV'ü pikabın
diskine yerleştirmiş, bir süre sonra da, plak değiştirmesi kolay ol­
sun diye yakınındaki pufun üstüne oturup, "Bu gece Creedence
Clearwater Revival ağırlıklı olsun," diyerek topluluğun en bilinen
şarkılarının 45 ' liklerini sırasıyla çalmaya geçmişti: "Suzy Q",
"Who'll Stop the Rain", "Down on the Corner", "Proud Mary",
"I Put a Spell on You" . . . Şarkıların uyandırdığı çağrışımlarla bir
süreliğine Istanbul'dan, Türk'i ye'den, içinde yaşadıkları günlerin
boğucu havasından kopup çok uzaklara gitmişlerdi.
Umut, geceden açıkta kalmış Led Zeppelin iV plağını özenle
sildi, zarfına yerleştirip rafına kaldırdı, pikabın düğmesini kapat­
tı. Onun için gece ancak şimdi bitmişti.
Arzu sofranın kurulmasına yardım etmek için mutfağa yöne­
lirken, Umut başıyla Batu'yu işaret ederek, "Şu enkazı hala kaldı­
ramadın mı ortalık yerden," dedi Kerem'e. "Dürttüm, tınmadı bi­
le." "Tekmele o zaman," dedi Umut. "Bıraksan akşama kadar leş
gibi uyur bu ! Ben böyle bir uyku, böyle gamsız bir insan görme­
dim arkadaş ! " Arzu elindeki peynir tabağını masaya yerleştirir­
ken, "Çok uyuyanlara ' narkoleptik' deniyormuş tıpta, böyleleri
çok yaratıcı olurlarmış," dedi. Umut homurdandı: "Bizimki nar­
koleptik mi bilmem ama narkotik bir hali olduğu çok belli, ayrıca
bugüne kadar bir yaratıcılığını gören varsa Allah için söylesin ! "

Biri Alman, diğeri Avusturya Lisesi mezunu olan Kerem ile


Umut ilk gençliklerinden beri yakın arkadaştılar, ikisi de aşağı yu­
karı aynı yıllarda başladıkları gazeteciliği tutkuyla seviyorlardı ve

1 53
işlerinde iddialıydılar. Kerem, Umut'tan daha önce kapağı atmış­
tı Babıali'ye. Alman Lisesi'ni çok iyi dereceyle bitirmiş, Alman­
ca, İngilizceden sonra Fransızcayı da kendi kendine söktürmüş,
şimdilerdeyse Kürtçe öğrenmeye merak sarmıştı. Öğrendiği Kürt­
çenin bölgede işe yarayıp yaramayacağı konusunda kuşkuluydu
gene de, çünkü Erganililer Elazığlıların konuştuğu Kurmanci leh­
çesiyle konuşurken, Şırnaklılar Kuzey Iraklıların konuştuğu Beh­
dini lehçesiyle konuşuyorlarmış. Bir de bunun Sorani lehçesi var­
mış !
Kadıköylü orta halli bir ailenin çocuğu olarak ikinci el kitap­
ların, eski plakların, rocker tişörtlerinin, çizgi romanların, bilim­
kurgu kitaplarının, eski Teksas, Tommiks, Kinova, Tom Braks se­
rilerinin cenneti sayılan Akmar Pasajı'nda deri bileklikler, ithal
botlar, kamuflaj pantolonlar, siyah tişörtler içinde her şeye me­
raklı bir yeniyetmelik, başta Moda Çay Bahçesi olmak üzere sa­
hil kahvelerinde aylaklık ettiği havai ve haylaz bir ilk gençlik dö­
nemi geçirmiş Kerem. Amerika' da yaşasaydı çok iyi bir detektif
olacağına inanıp bu yolda hayaller kurarken birdenbire kendini
Cağaloğlu'nda Babıali yokuşunda gazeteci yamağı olarak bulmuş.
"Yamak" lafı gazetedeki ilk zamanlarında motosikletinin arka­
sında haber kovaladığı polis muhabiri Aytekin ağbisinin ağzından
kapmaydı. Kerem'in arka arkaya yaptığı haberlerle gazetede yıl­
dızının parlamaya başladığı dönemde, Aytekin ağbisi başarıların­
dan gurur duymakla birlikte onu her gördüğünde, "Unutma, ben
yaşadığım sürece sen hala yamaksın, benim yamağını," diye ta­
kılmaktan hoşlanırdı.
Umut ise gazeteciliğe başladığı ilk zamanlarda müzik yazar­
lığına göz koymuşsa da bir süre sonra hiç böyle bir kariyer he­
saplamadığı halde kendini İ slami grupları ısrarlı biçimde araştı­
rıp duran, konunun uzmanı bilirkişi rolünde bulmuştu. Nicedir
başta Cihadın Askerleri olmak üzere Hayrullahçıları, İman Ne­
ferleri'ni, İ slam Fedaileri'ni, İrşat ve İrfan grubunu yakın takibe
almıştı. Çalıştığı gazetede onu azıcık dalga geçen bir üslupla, "Ne­
cip milletimizin müstesna basınının Cihadın Askerleri masası ! "

1 54
diye makaraya alıyorlardı. Çevresindekilerin "Türk olduğu halde
Kürtlerden daha Kürt" diye takıldıkları Kerem de son yıllarda ça­
lışmalarını tamamen Kürt sorunu, JEM, faili meçhul cinayetler
üzerine yoğunlaştırmış, gazete camiası içinde lakabını da "Fahri
Kürt"e çıkarmayı becermişti. Faili meçhullere ilgisini detektiflik
merakına yoruyorlarsa da o, "Tüm ülke çapında toplam on dört
binden fazla faili meçhul cinayetin on bir bininin OHAL bölge­
sinde işlenmiş olması gazeteci olarak ilgimi çekmeyecek de, ne
çekecek arkadaşlar?" diye yanıtlıyordu. Bir ansiklopedici titizli­
ğiyle, nicedir dağda konuçlanmış örgütün "Talebe", "Ulusalcı" gi­
bi adlarla anıldıkları ilk dönemlerinden başlayarak geçmişine, tek
tek kişilerin kişisel tarihlerine varasıya bilgi toplamaya, belge is­
tiflemeye bakıyordu. Hatta dağdakilerin zamanında "ajan örgüt"
olarak ilan ettiği "Beş Parçacılar" hakkında da bilgi toplamaya ça­
lışıyordu. Öte yandan kendi deyişiyle, bir sosyolojik olgu olarak
memlekette giderek yükseleô Kürt düşmanlığının köklerinin ne­
reye kadar indiğini, toplumsal dokunun ne kadar derinine işledi­
ğini merak ediyor, bu konuya ilişkin olayları kurcalayıp duruyor­
du. O da Diyarbakır'daki arkadaşı Rojda gibi tüm bunları günün
birinde bir kitap yapmayı hayal ediyordu.
Kerem ve Umut. İkisi de belli başlı bütün gazetelerin binala­
rının bulunduğu, eskiden Babıali denilen Cağaloğlu'nda "ana akım
medya" tabir edilen iki büyük gazetenin birbirine bitişik sayıla­
cak kadar yakın binalarında çalışıyordu. Bu hassas konularda iki­
sinin de üstünden baskıyı eksik etmeyen gazete yönetimince bi­
raz haylaz, biraz çıkıntı, zaman zaman dik başlı bulunsalar da
yılmak bilmez çalışkanlıkları, becerileri, koku almakta usta ga­
zetecilik hırsları ve tükenmeyen enerjileri onları vazgeçilmez kı­
lıyordu.
Bölgede görev yapan Kürt gazetecilerin art arda öldürülme­
ye başladığı, Kürt medyasının acımasızca baskılandığı böyle bir
ortamda Kerem' le birlikte yaptıkları işin önemine yürekten ina­
nıyordu Umut. Birlikte çalıştığı bazı kıdemli gazeteciler Umut' un
bu heyecanını yaşına göre fazla ergen işi bulsalar da hiç kulak as-

1 55
mazdı onlara. Birkaç hafta önce sol derneklerin birinde düzenle­
nen bir toplantıdaki konuşmasının giriş bölümünde salondaki da­
ha genç kuşaktan dinleyiciler için tarihsel bir çerçeve çizme ge­
reği duymuş, "Hafızaları tazelemek için bilinenleri de içeren kı­
sa özet geçeyim," diyerek söze başlamıştı: "Türkiye'de İslamcı
hareketler 1 950 sonrası Demokrat Parti iktidarında Türkiye'nin
Amerikanize edilmesiyle başlıyor. İslamcı kaynaklar bile bu sü­
reci, ' B undan önce Türkiye'de İslam vardı ama İslamcılık yoktu,'
diye işaretliyorlar. Bu saptama bizi zamanla olgunlaşıp gelişecek
olan ' siyasal İslam' kavramına götürüyor elbet. O dönem ortaya
çıkan gruplar, akımlar bazı dergiler, dernekler etrafında şekille­
niyor. Tüm yurt sathında tarikatlar güçleniyor. Başta Istanbul ol­
mak üzere bazı şehirlerde milliyetçi, muhafazakar, dindar kesim­
den insanların yönetimindeki derneklerde bir araya geliyorlar. El
altından devletin örtülü ödeneğinden besleniyorlar. Daha sonra­
ları iyice şekillenip güçlenecek olan bazı dini ve milli grupların
fikri ve ideolojik cephesini oluşturmada bu kurumlar etkin rol oy­
nuyorlar. İslamcı hareketin ikinci yükseliş hamlesi ise 12 Eylül
askeri darbe sonrasına denk geliyor. ABD 'nin Ortadoğu'da kukla
hükümetler aracılığıyla ılımlı İslam iklimi yaratma fikri, bölge ül­
keleri için çizdiği bu kader projesi Türkiye' de de adım adım uy­
gulanıyor. 80'lerin karanlık yıllarında sürdürülen komünizme kar­
şı mücadele kapsamında İmam Hatip liselerinin yurt sathında yay­
gınlaştırılması önem kazanıyor. Hapishanelerde din dersleri veri­
liyor, on sekiz yaşından küçük tutuklulara hapishanelerde zorla
namaz kıldırılıyor. "
Konuşmasını geçmişten bugüne bir dolu örnekle sürdüren
Umut, oturdukları yerde bacak değiştirenlerden, sağa sola kımıl­
dayıp duranlardan, çaktırmamaya çalışarak esneyenlerden konu­
yu uzattığını fark etmiş, konuşmasının gerisini hızlıca toparla­
maya bakmıştı: Cihad kavramının her Müslüman için farz oldu­
ğuna inanan örgütün 80'lerin başında kurulduğundan, şehadeti ne­
redeyse imanın şartlarından biri olarak gördüklerinden, bu nedenle
işin ilahiyat kısmını bilenler tarafından Şiilere benzetildiklerin-

1 56
den, bilinen ilk cinayetlerinde Kürt hareketi sempatizanı bir Sür­
yaniyi infaz ettiklerinden, tüm eylemleriyle bölgede korku ve oto­
rite unsuru olarak tanınmak istediklerinden, daha kurulduklarının
ikinci ayında işledikleri cinayetlerin sayısı on sekizi bulmuşken
devletten hiç ses çıkmadığından ve bu cinayetlerin adeta geomet­
rik düzende bir artış gösterdiğinden, profesyonel bir istihbarat ör­
gütü titizliğinde çalıştıklarından; kadrolarını, ilişkiler ağını gizle­
mek konusunda Türkiye'nin gelmiş geçmiş en iyi örgütü olduk­
larından söz etmiş ve konuşmasını, "İşin kötüsü bazı kaynaklar­
da, Cihadın Askerleri, dağdaki örgütle boy ölçüşebilecek çatışma
zeminine gelinceye kadar devletin bunlar hakkında derinlemesi­
ne bir bilgisi olmadığı yazılıdır," diyerek tamamlamıştı.

Kerem Diyarbakır Belediyesi'nce düzenlenen kültür festiva­


linin başlamasından birkaç g_ün önce oraya gitmiş, gitmişken o
birkaç günü de meslektaşı ve arkadaşı Rojda'yla bölgeyi gezme­
ye ayırmış, festivalin son gününe kalmadan da koltuğunun altın­
da taze haberler, yeni bilgiler ve dosya konularıyla dönmüştü. Bu
akşam Umut'un evinde buluşup baş başa görüşmek üzere sözleş­
mişlerdi. Kerem izlenimlerini ve topladığı yeni bilgileri aktara­
cak, Rojda'nın Umut'a iletmesi için verdiği, içinde bölgedeki ba­
zı olaylara ilişkin yeni bilgilerin yer aldığı zarfları teslim edecek,
üzerinde çalıştıkları dosyalar hakkında bilgi alışverişinde bulu­
nup ellerindeki yeni belgeleri gözden geçireceklerdi.
Kerem, o akşamüstü Galata Köprüsü'nün altındaki Kemancı'
da hapisten yeni çıkmış bir şairle buluşmuş, insanın içini burkan,
boğazını düğümleyen bir dolu hapishane hikayesi dinleyip ke­
derlenmişti. Anlatılanları dinlerken denizin üstündeki kayıklara,
gelip giden vapurlara, köpüklenen sulara ne zamandır hapishane­
nin duvarlarından başka bir şey görmeyen mahpusların gözlerini
ödünç alarak bakmıştı. Umut'a göre Kerem, müdavimlerinin ta­
biriyle "Leş Kemancı" denilen o süfli mekandan kıçını bir türlü
kaldıramayıp Umut'un evine vaktinde gelmeyi becerememişti. O
akşam için arkadaşlarıyla planladığı "kızlar gecesi" iptal olunca

1 57
Nazlı da evde kalmış, derken gazeteden Arzu yeni erkek arkada­
şı Onur' la birlikte şöyle bir uğramak üzere habersiz çıkıp gelmiş,
sonuçta Umut ile Kerem'in gece için yaptıkları planın bütün şek­
li şemali değişmişti. Onur'un gecenin bir saatinde evine dönme­
si gerekince ortamdaki muhabbetten kopamayan Arzu da yatıya
kalmıştı. Gece bir ara Batu'ya telefon edip onu da çağırmışlardı.
Sürekli gözlerinin içi gülen, girdiği her ortama neşesini bulaştı­
ran biri olan B atu, pek çok gazeteciye kapalı olan kapıların ken­
disine zorlanmadan açıldığı basın camiasında ayrıcalıklı bir foto
muhabiriydi; bu ayrıcalığın birazı kişisel bağlantılarının kuvve­
tinden, birazı da karşısına çıkan en aksi insanı bile yumuşatan ken­
dine özgü şeytan tüyünden kaynaklanıyordu. Umut'la Batu aynı
gazetede çalışıyorlardı. Geçmişte birkaç kez aynı kızlara ilgi duy­
malarından doğan sürtüşmeleri Umut'un Nazlı'ya iyice bağlanıp
yarıştan çekilmesiyle ortadan kalkmıştı artık. Zaten ne yaparsa
yapsın, kimse B atu'ya sonuna kadar kızgın kalamazdı. Umut'un
telefonundan bir süre sonra, koltuğunun altında kendinden istenen
bir dolu dia ve fotoğrafın olduğu kalın bir dosya ve iki içki şişe­
siyle çıkagelmişti B atu. Şişelerden biri pahalılığıyla bilinen bir
viskiydi. Umut, "Allah bilir bu mendebur, kafaya aldığı hangi ka­
lantorun içki dolabından kapıp getirdi bunu," derken, Kerem de,
"Bu alem, senin kadar el parasıyla cömertlik yapan birini görmez
bir daha Batucan biraderim," diyerek takdirlerini belirtmişti.
Akşamın bir vaktinde mutfakta yiyecek namına ne varsa sa­
londaki masanın üstüne taşıyıp yerleştirmeye başladılar. Nazlı
yüksek sesle, "Açık büfe yapıyoruz, herkes tabağını kucağına al­
sın," diyerek yeniden mutfağa döndü. Saatler ilerledikçe muhab­
bet de, gece de renkten renge girmişti. Arzu ve Batu'nun varlığı
geceyi yalnızca ciddi, siyasi konuların konuşulduğu iç kapayıcı
bir havadan çıkarıp basın ve magazin dünyasına, günün popüler
şöhretlerinin sansasyonel dedikodularına uzanan geniş bir yelpa­
zeye yaymıştı. Her biri kısa süreli maceralar biçiminde yaşadığı
halkla ilişkiler, reklam yazarlığı, reji asistanlığı gibi uğraşlardan
sonra Arzu kendini, bir büyük gazetede önce kültür sanat muha-

1 58
biri, ardından pazar eklerinde magazinci olarak bulmuştu. İşin kö­
tüsü bir yandan yaptığı işe burun kıvırırken öte yandan bundan
keyif alıp eğleniyor ve bu duruma ilişkin yaşadığı çelişik duygu­
lan dillendirmekten hiç çekinmiyordu. Ona göre, magazin dün­
yası hayatın saçmalığını görünür kılıyordu, herkesin ihtiyacı ol­
duğuna inandığı bir çeşit hafiflemeydi bu.
Kerem, "Dökümantasyon servisiniz iş başında," diyerek ya­
nında getirip orta sehpasının üstüne yığdığı dosyalar arasından bi­
rini çekip Umut'a uzattı. "Bu geçen gün benden istediğin dosya,"
dedi. "Yardene, Ahmetli, Aytepe köylerinden dört kadının gözal­
tına alınmasına köylülerin karşı koymasıyla açılan ateşle altı kişi
ölüyor. İsimleri şurada yazılı. Birkaç milletvekilinden oluşan bir
heyet bölgeye gidip ölenlere otopsi yaptırıyorlar. Otopsi sonu­
cunda ölenlerin hepsinin bir araya toplanıp tarandığı tespit edili­
yor. Bunların bir bölümü yara�ıyken öylece bırakılıyor, dolayısıyla
bir süre soma kan kaybından ölüyorlar. Hatta o sırada gelen am­
bulansın şoförü de gözaltına alındığından hiçbiri hastaneye kal­
dırılamıyor. Tam katmerli infaz ! Bir filmde görseniz inanmazsı­
nız değil mi, 'hadii yaa,' dersiniz. Bunun gibi nice olay var bizim
buralardan göremediğimiz. "
"Ya d a bize gösterilmeyen," diye araya giriyor Nazlı.
"Bu manzaranın Amerikan askerlerinin duvar dibine dizdik­
leri Vietnam köylülerini taramasından ne farkı var şimdi ! Kendi
memleketinde devletin askeri seni tarıyor. Gazete yönetiminin
morga gönderdiği haberlerden biri de buydu ! Bildiğim kadarıyla
ne bunun haberi, ne konunun takipçisi olan Kürt milletvekilleri­
nin açıklaması hiçbir yerde yer almadı,'' diye tamamlıyor sözünü
Kerem. "Yayınlandıysa da, dipte köşede el ilanı gibi yer almıştır,"
diyor Umut. Bu sırada, "Morg ne ya?" diyerek araya giren Onur'a
açıklamayı gene Umut yapıyor: "Gazetenin arşiv bölümüne biz
morg deriz." Ardından Kerem ile Umut, bazı yayın yönetmenle­
rinin gazeteciler arasında "mezarcı" ya da "haber gömücü" diye
anıldığından, bu büyükbaşların patronla, yönetimle aralarında bir
tatsızlık çıkar korkusuyla bu çeşit haberleri bir süre mantar pano-

1 59
ya mıhlayıp ardından morga göndererek bir güzel gömdüğünden
söz ediyorlar.
Kerem anons yapan spiker tonuyla, "Arkadaşlar kaldığımız
yerden son Diyarbakır gezisi izlenimlerimizi aktarmayı sürdürü­
yoruz," diyerek yeniden elindeki kağıtlara dönüyor. Kerem'in ko­
nuşmasında birkaç kez JEM adının geçmesi üzerine, "Bu JEM'in
tam açılımı neydi ya?" diye soruyor bu kez Onur. Umut, "Açılı­
mı, 'Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele' birimi. Her ne ka­
dar dev !etin resmi ağızları yıllardır varlığını inkar etse de JEM jan­
darmanın hem istihbarat, hem operasyonel birimi olarak çalışıyor.
Devletin resmi kurumlarının inkarı boşuna değil, çünkü yasadışı
işler çeviriyor, bizzat cinayetler işliyor, yaptıkları infazlara ' aktif
engelleme' diyorlar. JEM'in bazı infazlarda Cihadın Askerleri ele­
manlarını kullandığına dair kuvvetli deliller var. Onların devlet
güdümündeki eylemlerinin çoğu anında hasıraltı ediliyor. B atı' da
da örnekleri görülen gladyo, kontrgerilla gibi devletin yeraltı teş­
kilatlarından biri gibi düşün JEM 'i," diyor Onur'a. Umut'un soluk
almasını fırsat bilen Kerem ekliyor: "Varlığını o kadar inkar edi­
yorlar ki, mesela İstihbarat Grup Komutanlığı hiçbir yerde JEM
denmesini istemiyor. Bu konuda pek hassaslar. Gazetelere açık
açık uyarı geldi. Bakın arkadaşlar, dikkat edin pek çok gazete, ya­
yın organı açıkça JEM diye yazamıyor artık. Bazı şiddetli inkar­
lar kabulden sayılır değil mi?"
"Devlet her zaman bir buz kütlesi, bir aysberg ama hiç bu ka­
dar yabancı olmamıştı bizlere sanki," diyor Nazlı.
Umut'un verdiği birkaç örnekten sonra siyasi konulara uzak­
lığıyla bilinen Onur'un, "Cihadın Askerleri'ni devletin niye çö­
kertemediği" sorusuna Umut, "Aslına bakılacak olursa devlet, Ci­
hadın Askerleri'nin ne gücünü, ne tabanını doğru dürüst analiz
edebildi. Haıa üç-beş İran ajanının kışkırttığı küçük bir bölgesel
hareket sanıyor. Kendi bizzat içinde yer aldığı, hatta elebaşların­
dan biri olduğu halde çok uzun süre JEM için basının uydurması,
Kürtlerin, solcuların iftirası diyen Metin Ercan bu kez de Cihadın
Askerleri için, İran'ın kışkırttığı küçük bir grup benzetmesi yapı-

1 60
yor, sorunun boyutlarını küçültürlerse ortadan kaldırılması da bir
o kadar kolaymış izlenimi uyandırmak istiyorlar." "Haklısın," di­
ye sözünü kesiyor Kerem, tabağına sigara böreği alırken, "Evvel­
si gün konuştuğum Diyarbakır emniyet müdürünün görüşü de tam
bu yönde. Bir fiskeyle halledilebilecek mahalli bir çeteymiş gibi
söz ediyor onlardan." Umut, "Sen Emniyet Müdürü'yle de mi gö­
rüştün? Hiç söylemiyorsun," diyor. "Evet, kısa bir görüşme oldu.
Adam o kadar kendinden emin konuşuyor ki, dedikleri doğru ola­
bilir mi, diye düşünmeden edemiyor insan."
"Ya boş versene sen ! Devletin aymazlık tarihinin sayfaları
hayli kabarıktır! Devletin içişleri bakanının bu örgütün varlığını
resmen açıkladığı gün Cihadın Askerleri'nin işlediği cinayetlerin
sayısı yüz yetmiş sekizi bulmuştu, düşünün ! Bu devlet, imajını
gerçeklerin kendisinden çok daha fazla önemsiyor. Memlekette
hiçbir mevzu, inkar edilemeyecek noktaya gelinceye kadar telaf-
fuz edilemiyor."
"Yakasını milliyetçiliğin kibrinden kurtaramadığı için de hiç­
bir konuda çözüm üretemiyor. İşi gücü imajının aynasını parlat­
mak," diye araya giriyor Nazlı.
Başıyla onaylayan Umut kaldığı yerden sürdürüyor: "Her ko­
nuda bu böyle, önce yok sayıyor, görmezden geliyor, üstüne va­
rınca inkar ediyor, sonunda ölüler yüz yetmiş sekizer yüz yetmiş
sekizer gelmeye başlayınca, 'Aa, hakkatten de varmış lan böyle
bir örgüt ! ' demeye başlıyor. Ortaya çıkanlar konusunda bakanla­
rı sıkıştırmaya kalkıyorsun, bu kez de . . . ama yetkili birimler bizi
yeterince bilgilendirmedi . . . bize bölgeden gelen bilgiler doğrul­
tusunda falan . . . diye üfürükten laflar geveleyip duruyorlar."
Bakanın sözlerini adamı taklit ederek söylemesi diğerlerini
güldürüyor. "Malum hikaye ağbi. Kabahat memlekette samur
kürk ! Kimin omuzuna koysan düşüyor. Halının altına süpürülen­
lerle toprağın altına sürülenlerin dengesi hiç değişmiyor! "
"Güzel laf, güzel benzetme," diyor Arzu. "Bak ben sana söy­
leyeyim reklam ajansında metin yazarı olsan, daha çok ekmek yer-
mişsin."

161
Arzu'ya uzaktan kadeh kaldırarak, "Eyvallah, sağ ol," diyor
Umut.
Kerem, Onur'a dönüp, "Ayrıca devlet örgütün içine sızmakta
yetersiz kalıyor. Adamlar birbirine sımsıkı kenetlenmiş. Mesela
Kürtlerden, sol örgütlerden koparabildikleri kadar itirafçı kopa­
ramadılar onlardan. Cihadın Askerleri beton gibi bir arada dur­
mayı becerebiliyor," diyor.
Kerem'in bu sözlerine, "Cihadın Askerleri'nin de, dağdakile­
rin de askeri kanadına seçilen militanların eğitimsiz kişiler oldu­
ğu gözlenmiş, bunlar davalarına sonuna kadar iman etmiş itaat­
kar yapıda kişiler, Cihadın Askerleri'nin askeri kanadına Cemaa­
tin Oğulları deniyor," diyerek ekleme yapıyor Umut.
"Ee, kendi açılarından haklılar," diyor Nazlı. "Eğitim ve ras­
yonel akıl fanatikliği törpüler. Ayrıca bilmemkim ve mahdumla­
rı ataerkil zihniyette her zaman iş görür."
Arzu, "Peki silahlı Kürtlerle Cihadın Askerleri arasındaki ge­
rilimin iyice tırmandığı söyleniyor, senin izlenimlerin nedir bu ko­
nuda?" diye soruyor Umut'a. "Ne o, bakıyorum magazinden uzak­
laştın sen, ciddiye sardırdın," diyor Kerem Arzu'ya. Umut oralı
olmadan sürdürüyor: "Dağdakiler kendini bölgede ikinci devlet
sandığı için onlar da aynı hatayı yaptı. Cihatçıların çapını, gücü­
nü göremediler. Bölgedeki diğer Kürt gruplarını silkeledikleri gi­
bi bunları da ellerinin tersiyle halledebileceklerini sandılar. Ciha­
dın Askerleri bölgede palazlanmaya başladığında birkaç infazla
gözdağı verebileceklerine, bu belayı başlarından kolaylıkla def
edebileceklerine inandılar. Kazın ayağı öyle değildi halbuki, gö­
rüyoruz öyle de çıkmadı işte ! İ şler iyice kızışınca önderleri bile
çıkıp özür diler mahiyette bir konuşma yapmadı mı? Sonunda
mecbur kalıp aralarında ateşkes ilan ettiler, birbirlerinin kümes­
lerine fazla sokulmamaya çalışıyorlar şimdilerde. Bence iki taraf
da sipere çekilmiş son hesaplaşma gününü bekliyor."
"Ya sahiden anlamıyorum, bu Cihadın Askerleri tam olarak
ne yapmak istiyor?" diye soruyor Onur. Siyasetle ilişkisi sınırlı
olan kişilerin çoğunda görülen, tek bir cevabın her şeyi anlama-

1 62
ya yeteceğine inanan saf bir güvenle dillendirilen bu çeşit sorula­
ra sıklıkla muhatap olan Umut, bir süre çenesini sıvazlayarak uy­
gun sözler arıyor, böyle durumlarda toparlayıcı, özetleyici, tok ya­
nıtlar bulmak gerekliliğini önceki deneyimlerinden biliyor. "Kı­
saca 1 400 yıllık İslam devleti modelini diriltmeye çalışıyorlar, di­
yebilirim. 79 'daki İran devrimi yalnızca Türkiye'yi değil, tüm böl­
geyi çok hareketlendirdi. Zamanlarının geldiğine inanan irili ufak­
lı pek çok İslami grup birbiri ardına ortaya çıkmaya başladı. Dağ­
dakilerin örgütü nasıl bölgedeki diğer Kürt gruplarını bir bir tas­
fiye ettiyse bunlar da diğer cemaatleri, grupları silmeye çalışı­
yorlar. Her iki grup da önce kendi aralarında, sonra tüm bölgede
tek merkez olmak, konunun tek muhatabı olmak istiyorlar. Aslı­
na bakacak olursan, tüm bu gelişmelerin derin devlet politikası
olduğunu söyleyenler de var. Derin devletin ya da devlet aklının,
artık adına her ne derseniz deyin, hem Kürt meselesini, hem İsla­
mi hareketlenmeyi kriminalize etmeye çalıştığına inanıyorlar. Bir
çeşit dengeleri koruma meselesi yani."
"Bu zeytinyağlı sarmanın içinde tarçın mı var," diye soruyor
Onur.
"Hep koyarım, annemin tarifi. Başka bir tat veriyor. Ha bir de
çok az sumak ekşisi var içinde."
"Acayip lezzetli olmuş," diyor Batu.
"Sık sık haftalık yapıp dolaba koyuyorum. Yemek gibi değil
de atıştırmalık gibi yiyoruz."
Batu, "Ha, anlaşıldı. Umut'un giderek haşmetlenen göbeciği
sadece biradan değilmiş demek."
"Ama onun aşçılığının da benden kalır yanı yok," diyor Naz­
lı. "Bizim sonumuz belli, yaşlı, tombul ve sempatik bir çift ola­
cağız."
"Sempatik kısmından o kadar emin olmasanız iyi olur," diye
iğneliyor B atu. Umut da Nazlı da yüzlerini ekşiterek bakıyorlar
ona. Önündeki dosyaları karıştıran Umut, "Şu eski MİT müsteşa­
rı korgeneralin yaptığı açıklamaya bakın allasen," diyerek eline
aldığı gazete kupürünü yüksek sesle okuyor: " ' Sağ örgütler daima

1 63
milli olur, bunlar pek dış destek almazlar. Yani sizin sağcınıza
hangi ülke destek verir? ' Düşünün arkadaşlar, bu kafa ülkenin is­
tihbarat örgütünde müsteşarlık yapıyor ya! Hadi anladık istihba­
rat bilmiyorsun, hiç mi Amerikan filmi seyretmedin be birader! "
Kerem, "Bunlardan biri çıkıp Rabıta denen o karanlık örgüt
için bile, ' Rabıta bir dini teşekküldür, abartılmasın,' diye buyur­
mamış mıydı? Omuzlarındaki yıldızların sayısına bakma, bunla­
rın hepsi aynı fabrikanın kumaşı."
"O müsteşarın marifetleri bununla da kalmıyor,'' diyor Umut.
"Geçenki olayda, protesto maksadıyla kepenk kapatan esnafa sal­
dıran Cihadın Askerleri'ne bağlı saldırganlardan, 'kepenk kapat­
maya tepki gösteren sade vatandaşlar' diye söz etmişti yaptığı açık­
lamada. Yatacak yerleri yok bunların." "Ama oturdukları koltuk­
lar var,'' diyor Onur. Umut duvardaki mantar panoya raptiyeledi­
ği polis raporlarından birinin fotokopisini alıp yüksek sesle oku­
ması için Kerem'e uzatıyor. Kağıda şöyle bir göz atan Kerem, "Ne­
reden aldın bu raporu,'' diye soruyor. "Havana'daki adamımızdan,''
diye yanıtlıyor Umut. "Havana'daki adamımız" esprisiyle kastet­
tiği eski bir gazeteci. MİT elemanı olduğu ortaya çıkınca mesleği
bırakıp MİT'in bölge müdürü olarak Diyarbakır'a atanan bu ki­
şiyle ilişkisini sıcak tutmaya bakıyor Umut. Adam da hem eski
çevresiyle, hem basın dünyasıyla bağının kopmasını istemedi­
ğinden sınırlarını kendisinin belirlediği gönüllü bir yardımlaşma
gösteriyor. Kerem boğazını temizledikten sonra okumaya başlı­
yor: "Eylemlerde kullanılan silahların olaylardan sonra, örgüt
mensupları tarafından fiziki müdahaleyle temizlendiği görül­
müştür. Olaylarda kullanılan silahlar, balistik yönden irtibat ver­
memesi için ve delilleri yok edebilmek maksadıyla silahın iğnesi
çıkarılarak iğne ucu zımparalanmakta, ayrıca fişek taban yatağı­
na da müdahale yapılarak tabancanın balistik özelikleri fizik ola­
rak değiştirilmektedir. Bu işlemin örgütün üst yöneticileri tara­
fından alt kademelere öğretildiği, her olaydan sonra benzeri fizi­
ki müdahalenin yapılarak silaha ilişkin delillerin yok edildiği öğ­
renilmiştir." Bir süre sessizlik oluyor. " İ slam dünyasını Türkiye'de

1 64
hiçbir kesim doğru okuyamıyor," diyor Umut. "Belki de sorun İs­
lamın kendisinin doğru okunamamasında," diyor Nazlı. Onur'un,
"Bu İslami grupların hepsi Kürt mü?" sorusu üzerine, Umut, "Yok
değil, 'İslami Hareket' grubunun kurucusu bile Kürt değil mese­
la. Cihadın Askerleri'nde Kürt nüfusu kalabalık ama özellikle
Kürtlüğü öne çıkarmıyor, aksine bundan geri duruyor. Kürtlüğe
dair referanslar dini referanslara eşlik ettiği müddetçe kabul gö­
rüyor. Bölgedeki mağduriyetler de Kürtlük üzerinden değil, din
üzerinden dile getiriliyor."
Anlatılanların boğuntusundan kurtulmak için arada bir ken­
dilerini konuşmaya değmez konuların akışına kaptırıyorlar. Umut
arada birkaç plak dinletiyor onlara. Plak değiştirmek üzere yeni­
den yerinden kalktığında, "Ağbi millet rock deyince hep bildik
babalara takılıyor, bakın bunları pek kimse bilmez. Acayip 'pro­
gressive rock' yapıyorlar. İtalya'ya giden bir arkadaşa ısmarla­
mıştım," diyerek pikaba Premiata Fomeria Marconi'nin plağını
yerleştiriyor.
Umut ile Kerem bir köşede dosyalara gömülüyor, ara ara dö­
nüp diğerlerinin muhabbetine katılıyorlar. Kerem kendini alama­
yıp, Diyarbakır'dan getirdiği, Rojda'nın dosyasında yer alan bir
görgü tanığının ifadesini okuyor: Lise kantininde çıkan bir tartış­
manın sokağa taşması sonucunda genç bir kızın onları kovalayan
Cihadın Askerleri militanlarından kaçarken sırtına yediği satırın
göğsünden çıktığını gördüğünü söylüyor olayın tanığı. "O kızın
yüzü ölene kadar gözümün önünden gitmez," demiş.
Nazlı ile Arzu duyulacak biçimde derin bir iç çekiyorlar.
"Ağbi o kadar topları tüfekleri var adamların hala satırla fa­
lan ne uğraşıyorlar, anlamadım ki," diyor Onur. "Kesici alet kul­
lanmalarının birkaç sebebi var," diye açıklamaya girişiyor Umut.
" Ö ncelikle herhangi bir suçta kullanılıp kullanılmadığının tespi­
ti zor. Tabanca gibi balistiği falan yok. Sonra meşhur 6 1 36 sayılı
ateşli silahlar kanunu var, bu ona girmiyor, oradan da yırtıyorsun.
Özellikle Batman'da yaygın biçimde satır kullanıyorlar."
"Bir de Batman'da daha çok sokak cinayetleri işleniyor. Hüc-

1 65
re evlerine, sığınaklarına, cephaneliklerine yapılan baskınlarda hiç
cesede rastlanmıyor. O tip vakaların hepsini Batman dışına hava­
le etmişler. Bu arada heriflerin yalnızca satırla saldın düzenleyen­
lerden oluşan bir Satırcılar B irimi var." "Yok artık! " diyor Batu.
"Yalla ya, kendileri koymuşlar adını üstelik ' Satırcılar Birimi' di­
ye. Yaptıkları işe de ' adam satırlamak' diyerek fiyaka yapıyorlar. "
"Şu Hayrullahçıların bölgedeki gücü tam olarak ne durum­
da?" diye soran Batu'yu, "Şu sıralar fazla görünür olmaya başla­
dılar," diye yanıtladıktan sonra Kerem'e dönüyor Umut: "Sende
fazladan yeni bir şeyler var mı bu konuda?"
"Cihadın Askerleri onları İslami mukaddesattan uzaklaşmış
fesat grubu olarak nitelendiriyor. 'Fesatçılar' diye söz ediyorlar
onlardan. Aralarında görünür bir düşmanlık yok gibi, ama ortak
bir bağ da yok. Cemaatler içinde en hesap kitap bileni bu Hay­
rullahçılar galiba. Ö ncelikle çoğunlukla şehirli ve eğitimliler. . .
Onlara bağlı polisler, askerler, hakimler, savcılar var. Devleti içe­
riden yavaş yavaş kuşatıp yuvalanıyor, sinsi sinsi ilerliyorlar. Hay­
rullahçıların okumuş yazmış takımının, Avrupa görmüşlerinin
devlet içinde yükselişleri, kilit noktalara getirilmeleri belli bir öl­
çüde kaygılandırıyor Cihadın Askerleri'ni. Ama belki de onları
ileride kullanacakları günü bekliyor, fazla ses çıkarmıyorlardır,
kim bilir. Hem sadece Hayrullahçılar da değil, İman Neferleri de
devlet içinde yuvalanıyor. Misal ' Küçük Ağa' dedikleri o bodur
valinin İman Neferleri'nden olduğu açıkça biliniyor. Adamın öy­
le halim selim, mülayim görünüşü işin vitrini sadece, devlet için­
deki en tehlikeli adamlardan biri olduğu söyleniyor. Cihadın As­
kerleri'yse her iki gruba da diş biliyor. Allah'ın partisine katılmak
dururken, tağuti rejimin meclisine mebus sokmaya çalışmakla,
ümmeti oyalamakla suçluyorlar."
Konunun giderek saçaklanıp boyunu aşmasından sıkılmış olan
Onur, "Tağuti ne oluyor ağbi ya! " diyor.
"Ya bu konular çok uzun, nasıl diyeyim, şimdi Cihadın As­
kerleri'nde İhvancı ve Selefi argümanlarla biçimlenmiş bir devlet
karşıtlığı var. Zaten teşkilatlanma ve eylem modelleri Mısır mer-

1 66
kezli İhvan hareketinden alınmışa benziyor. "
Batu, Onur'u göstererek, "Bu arkadaş şimdi de İhvan ne, Se­
lefi ne diye sorar," diyor. "Arap coğrafyasındaki farklı İ slami grup­
lar, bizde de şubeleri var, " diye kısa bir açıklamayla yetiniyor
Umut. "Tağuti rejime gelince, onlar şeriat düzeni dışındaki dev­
let düzenlerinin hepsini şeytanın düzeni olarak nitelendiriyor. "
"Peki bizimki de onlara göre tağuti mi oluyor?" diyor Onur. "Evet,
şeriatla yönetilmiyorsun çünkü, dahası tağuti rejimle yönetildiğin
için bu toprakları da dar'ül harp sayıyorlar, yani harp alanı, savaş
meydanı . . . Tağuti devlete vergi vermeyi, onun eğitim kurumla­
rıyla ilişkiyi reddediyorlar, medeni hukukun onları bağlamadığı­
nı söylüyorlar, hatta dar'ül harbin camilerinde cuma namazının
kılınmayacağını iddia ediyorlar. Bizleri de hizbuşşeytan olarak
görüyorlar. "
"Tağuti, hizbuşşeytan, ne pilmediğimiz terminolojiler ! " diyor
Onur.
"Sen bizim bir de nasıl terminolojilerle uğraştığımızı bir bil­
sen ! Müntesip, Merhaleci, Müztaz'af, ne dersin daha sayayım mı?"
Nazlı'nın Umut'a, "Merak etme, onlar da senin Creedence Clear­
water Revival şarkılarını bilmiyorlar," demesi üstüne gülüşmele­
ri gerilmiş sinirlerini boşaltıyor.
"Bambaşka bir tasavvur, bambaşka bir dünya," diyor Arzu.
"Öyle. Bakın mesela İman Neferleri Urfa civarında yalnızca
kendi cemaatlerinden kişilerin oturduğu adeta bir küçük şehir in­
şa etmiş. Ö yle gelip geçerken uğrayabileceğin yol üstü bir yer de
değil üstelik, neredeyse pasaportla gireceksin içeri. Gene bunla­
rın Güneydoğu' da tarikatlarına ait benzin istasyonları zinciri var.
Halkın bir kesimi o istasyonlardan alınan benzinin daha bereket­
li olduğuna, daha çok yol yaptırdığına inanıyor, oradan alınan ben­
zini adeta yakıtların zemzemi kabul ediyor, istasyonda pompala­
rın önündeki araba kuyruklarını bir görsen şaşarsın. İnanılır gibi
değil ama, bu da böyle bir memleket gerçeği işte ! Güya aynı ül­
kede yaşıyoruz, ama maalesef herkes kendi mahallesini bütün Tür­
kiye sanıyor," diyor Umut.

1 67
"Peki Kerem, Diyarbakır' dan getirdiğin heybede hiç mi insa­
nı şöyle ucundan da olsa gülümseten bir şey yok?" diye soruyor
Arzu.
"Var," diyor Kerem, "örneğin bu gidişimde öğrendim: Geril­
laların dağa çıkmadan önceki ilk yıllarında örgütsel toplantıların
yapıldığı tek katlı bir ev varmış, o eve 'Beyaz Saray' diyorlarmış."
" İyi ironi ! " diye gülen Batu'ya dönüp, "Dağdaki gerillalar da bom­
baya patates diyorlarmış," diye ekliyor. Tam da o sırada elindeki
soğumuş parmak patatesi gevremekte olan B atu, kızlara dönüp,
"Biraz daha patates kızartsak mı acaba?" diye soruyor.
"Şu geçişe bakın Allah aşkına! " diyor Arzu. "Sizin kurgula­
manızı sevsinler! "
" İ çtiğin birayla kızarttığın patates birbirine denk olmalı ar­
kadaşım," diyor Onur.
"Ortamı sulandıracağınıza gidip kendi patatesinizi kendiniz
kızartın," diyor Nazlı. "Ne zaman yemek sözü geçse bizim gözü­
müzün içine bakıyorsunuz. Eliniz yok mu sizin?"
"Umut arkadaşın eli hepimizi temsil ediyor," diyor Batu.
"O işe yaramayan elini keserim senin Batu ! " diyor Nazlı.
"Elini değil, dilini kes," diyor Arzu. "Dili çok uzadı bu gece
bunun."
"Arkadaşlar farkındaysanız ortalığı şeriatçılar bastı, el ayak
kesmeye başladılar, baştan söylemiştim size bu konulara fazla dal­
mayacaktık," diyor Onur.
"Bakın, geçen gün Gazeteciler Cemiyeti'nde matrak bir hi­
kaye dinledim," diyor Kerem. "Mülkiyelilerin kütüphanesinden
kitap alıp da zamanında iade etmeyenlerin adlarının yazılı oldu­
ğu bir borçlular listesi asılıymış okulun koridorunda. Dağdakile­
rin önderinin adı da yıllar yılı listenin ilk sırasında yer almış."
"Artık okula gidip gelmediği, örgütsel faaliyetlere gömüldü­
ğü zamanlar olmalı herhalde," diyen Nazlı'nın sözünü Arzu, "Eh
o kadar iş güç arasında haliyle kitabı iade etmeye vakit bulama­
mıştır," diye tamamlıyor.
"Millet radyoda televizyonda günde en az on kere duyduğu

1 68
bu adı okulun duvarında ' aldığın kitabı geri getir kardeşim' liste­
sinde gördükçe iyi makara yapıyorlarmış," diye sürdürüyor Ke­
rem.
"Kim anlattı sana bunu?" diyor Nazlı.
"Bir eski Mülkiyeli."
"Dahası da var. B akın dağdakilerin önderi de, Cihadın As­
kerleri'nin eski başimamı da Mülkiyeli."
"Ne Mekteb-i Mülkiye'ymiş ama! Yalla Mülkiye kendi başı­
na bir örgüt adeta. Mafyanın Allahı olan şu yeni İçişleri Bakanı
Abidin'inden küçük yerde kendini padişah sanan en kıytırık kay­
makamına, gevrek gülüşlü ekran soytarısı tarihçisinden, yalan
yanlış beyan veren dandik iktisatçısına varana kadar cins cins
adam çıkarmış valla, helal olsun Mülkiye'ye ! " diyor Umut.
"Ben bu Cihadın Askerleri'nin en çok para kaynaklarını me­
rak ediyorum, İran'dan falan pıı geliyor paralar?" diye araya giri­
yor Onur. Umut, "İran'ın eli yalnızca Cihadın Askerleri'nin üs­
tünde değil, Türkiye'de birkaç başka İslamcı grupla da bağlantı­
ları var, tümünün iplerini kendi ellerinde tutmaya bakıyorlar. Han­
gisinin güçleneceğine hangisinin zayıf düşeceğine bakıyorlar. Di­
ğer bazı grupların Suudi Arabistan'la, bazılarının Mısır'la yakın­
lıkları var. İran' sa, sınır komşuluğu avantajından yararlanmaya ba­
kıyor," diyor Umut.
"Resmen sıkı bir casus filminin ortasında yaşıyoruz abi," di­
yor Arzu. Hem Kerem hem Umut aynı anda, " Ö yle," diyorlar. "Is­
tanbul da, Diyarbakır da şu an eski Beyrut gibi. Kaç ülkenin is­
tihbarat ajanı fink atıyor ortalıkta belli değil. Tabii herkes kendi
hesabının, çıkarının peşinde. Ortadoğu eski pasta! İstediğin kadar
dilimle bitmiyor," diyor Umut.
"Öyle böyle değil, bakın devletin her katında Hakkari, Bat­
man, Van üçgeninde eroin işi döndüğü biliniyor, Yüksekova'da
imal edilen uyuşturucunun Van üzerinden sevk edildiğini de bil­
meyen yok. Ö yle bir çark kurulmuş, ortalığı örümcek ağı gibi öy­
le menfaat şebekeleri sarmış ki herkesin bir hesabı var bu işlerde.
Yahu düşünün, Van gibi bir yerde. . . " diye başlayıp susuyor Ke-

1 69
rem. Havada asılı kalan sözünü tamamlamak için aradığını bula­
na kadar elindeki kağıtları karıştırmayı sürdürüyor. Diğerleri onu
sessiz ve bekleyen gözlerle izlerken, "Hah işte buldum, buraday­
mış," diyerek elindeki kağıttan okuyor: "THC yani Tetro Hidra
Karnobilen, ne olduğunu bileniniz var mı, yok tabii, eroinin kali­
te kontrolünü yapma işlemiymi ş ! Bu işin ustası da Van' da bir ka­
dınmış ! Düşünün: Van'da eroin kalite kontrol işlemi yapan, belli
ki işin uzmanı olmuş bir kadın! Aklınız kesiyor mu, bir James
Bond filmindeyiz sanki. Ya yeminle söylüyorum, filmini çeksen
kimseyi inandıramazsın bu ülkede olan bitenlere ! " diye tamamlı­
yor sözünü.
Onur'un sahici bir merakla, "Şu anlattıklarınızın ne kadarını
yazabiliyorsunuz gazetenizde?" diye sorması üzerine Kerem atı­
lıyor: "Bravo ! İşte gecenin can alıcı sorusu güzel kardeşim. Ama
neyse ki dersimizi çalıştığımız yerden geldi. Kıdım kıdım kada­
rını yazabiliyoruz canım kardeşim, sen emrinde çalıştığımız pat­
ronları, yayın yönetmenlerini, yazı işleri müdürlerini görsen, bu
kadarıyla bile kalkıp Pulitzer ödülü verirsin bize ! Yalla gün için­
de bu haber gömücüler tayfasının elinden neyi, nereye kadar kur­
tarabildiğime bakıyorum ben. Elimden ancak bu kadarı geliyor
halkım, özür dilerim."
Onur'un, "Demin sorduğum şu Cihadın Askerleri'nin para
kaynakları konusu yarım kaldı," demesi üzerine Umut, " Örgüte
mali kaynak sağlamak amacıyla ilk soygunlarını 84 yılının son­
larında gerçekleştiriyorlar. Büyük bir kuyumcuyu soyuyorlar. Böl­
genin kaçakçılık tarihi malum. Başlarda kaçak sigara, kaçak saat
falan satıyorlar. Bazı illerde av malzemeleri bayii açıp, tezgah al­
tından kaçak silah, tabanca mermisi falan satıyorlar. Sonrasında
işi iyice büyütüyorlar, çeşitli illerde hızla örgütlenip ağlarını her
yere yayıyorlar. Camilerden zekat topluyorlar, bayramda kurban
derisi topluyorlar, zenginlerden yardım adı altında haraç toplu­
yorlar. Kuran kurslarından da iyi para kaldırdıkları söyleniyor. Bir
de ' infak' dedikleri bir vergilendirme sistemiyle kendi adamları­
nın gelirlerinin sekizde birini alıyorlar. Örgüt adına işletilen tica-

1 70
rethanelere de sahipler artık. Millet burada hala televizyon ek­
ranlarında çarkıfelek seyretsin, orada ne çarklar döndürülüyor."
Nazlı'nın, "Zaten millet burada çarkıfelek seyretmeye kilit­
lendiği için orada o çarklar dönebiliyor," demesi üzerine "çark"
lafının ucuna yapışan Batu'nun, "Çarkı kırık koca dünya"dan "Ben
feleğin şu çarkına çomak sokarım"a varana kadar çeşitli şarkı, tür­
kü adlarını sıraladığı sulu zırtlak bir muhabbete kaptırıyorlar ken­
dilerini. Herkes neredeyse bütün gece konuşulan iç karartıcı ko­
nularla ağırlaşan havayı saçma sapan esprilerle hafifletip dağıt­
maya, bozulan sinirleri yatıştırmaya çalışıyor.
Umut'un "Ulan amma sulandırdınız konuyu ha! " diye uyar­
ması üzerine Batu, "Ağbi bu ağır mevzuların arasına böyle mav­
radan parçalar atmasak çekilir gibi değil," diyor. "Hatta ben bir
kadeh daha viski alayım canım kendime, hoş tutayım zatımı."
"Bana da bir kadeh dold4r o ganimetten," diyor Kerem.
Batu, Nazlı'ya dönüp, "Sen de ister misin iki parmak viski,
hani cila niyetine," diye soruyor. Nazlı başını iki yana sallarken,
"O kırmızı şaraptan şaşmaz," diyor Umut.
Kerem elindeki kağıt tomarını yılmışçasına sehpaya bıraka­
rak, "Arkadaşlar, bakın birkaç yıl sonra yeni bin yıla giriyoruz,
daha düne kadar yolumuzun üstünde bizi 200 1 uzay yolu mace­
rası bekliyor sanıyorduk, şimdi kapısına dayandığımız milenyu­
mun eşiğinde konuştuğumuz konulara, uğraştığımız şeylere bir
bakın ya," diyor.
Umut yerinden kalkıp ağır adımlarla pikabın başına gidiyor.
Art arda istiflenmiş uzunçalarları alışkın hareketlerle tarayan par­
maklan aradığını bulup çıkarıyor. Zarfından çıkardığı plağı diske
özenle yerleştirip, sesi biraz açıyor, ardından Emerson, Lake and
Palmer'ın Trilogy albümünün açılış parçası "From the Beginning"
ile birlikte odanın havası değişiyor, herkes susmuş kendini müzi­
ğe veriyor, her birinin yüzünde yavaş yavaş kendi iç alemine çe­
kilmenin hülyası dolaşmaya başlıyor.

171
ON YEDİNCİ BÖLÜM

İP ÜSTÜ BIÇAK SIRTI

Nihat Astsubay'ın tek düşündüğü kamının açlıktan zil çaldığıydı.


Kahvaltı etmeden evden çıkmış, önce Trafik Çay Bahçesi'ne uğ­
rayıp özel bir nedenle sivil polislerden biriyle görüşmüş, ardın­
dan Şehitlik semtindeki ayaküstü bir toplantıya katılmıştı. Nihat
Astsubay'ın binaya döndüğünü öğrenen Eğitmen'in Jandarma İs­
tihbarat Grup Komutanlığı'ndaki toplantıya katılmadan önce gün­
lük bilgiler almak için onun yanına uğraması gerekiyordu.
Nihat Astsubay o sırada masanın başına çökmüş, gözü dön­
müş bir iştahla kahvaltı ediyor, kızdığı, öfkelendiği kişilere karşı
sıklıkla söylediği, "Ben senin gibileri kahvaltıda yerim, öğlene ke­
miğin bile kalmaz," sözünün adeta canlandırmasını yapıyordu.
Korucu köylerine yaptıkları bir-iki teftiş gezisi sırasında neredeyse
bir koyunu tek başına yediğini gördüğü Nihat Astsubay'ın nasıl
. bu kadar çok yiyip böyle zayıf kaldığına akıl erdiremezdi Eğit­
men. Yemek yerken gözü büyülenmiş gibi hiçbir şeyi görmez, ade­
ta yemeğin bizzat kendisiyle konuşuyormuşçasına homurtulu ses­
ler çıkarırdı. Eğitmen, onun masasının üstüne yayılmış halde du­
ran parçalanmış, yakılmış, kolu bacağı kopmuş, kanlar içindeki,
kendi deyişiyle "terörist leşlerinin" fotoğraflarına bakarken bile
aynı iştahla yemeyi sürdürdüğünü gördüğünde Nihat Astsubay'ın
yüzüne onu ilk kez görüyormuşçasına bakmıştı. Bu sırada ceset­
lerin kimliğini teşhis etmekte yardımcı olması için odasına çağır­
dığı başucunda dikili duran örgütün itirafçılarından eleman bile

1 72
dikkatini onun yemek yiyişinden alıp fotoğraflara vermekte zor­
lanmıştı. Yemek yemekle kurduğu ilişkide Eğitmen'in başka hiç
kimsede görmediği bir kendinden geçme hali vardı. Yeri geldik­
çe, "İyi yerim, iyi uyurum, iyi koşarım, af buyrun iyi . . . he he he. . . "
diye sırıtarak pişkin pişkin övünürdü.

Odaya girer girmez, "Agit'in kalp krizi geçirdiği doğru mu?"


diye soruyor Eğitmen. "O işten huylandım ben." Cevap alması için
biraz beklemesi gerekiyor. Ağzında gezdirdiği iri lokmayı güç­
lükle yutan Nihat Astsubay, "Kalp krizi mi, değil mi bilmem ama,
kalbiyle ilgili bir şey demiş doktorlar, bir-iki gün daha hastanede
tutacaklarmış," diyor. Durumdan hoşlanmadığım belirten bir ses­
le, "Doğru olabilir, ama zamanlama manidar geldi bana, dün sa­
bah mutlaka otelde olmalıydı. Biliyorsun hedefin o arabaya bin­
mesinde tek garantimiz oydu, bütün plan Agit'in oteldeki varlığı­
na bağlıydı," diyor Eğitmen. "Bir şeyden şüphelendi mi diyorsun
yani? Olabilir tabii. Hem ne de olsa adam akrabası bir yerde, ara­
da aile hukuku var, belki kalbi kaldırmadı, kaldırmayınca da kalp
krizi oldu ha ha ha! " "Korktu mu acaba, sen sadece hafif yaralı
olarak kurtulacaksın, demiştik kendisine. Hem Kürtlerin nezdin­
de iyice kahraman olacağım, işimize daha çok yarayacağını da
söylemiştik." Bir an durup dün akşamdan beri kafasına takılan bir
ihtimali dile getiriyor: "Acaba o arada onu da harcayacağımızı dü­
şünmüş olabilir mi?" "Fena olmazdı, hiç ısınamadım o tilki su­
ratlı herife, onları bize satan, kuyruğu sıkıştı mı bizi de onlara sa­
tar. Hepsi aynı bokun soyu ! " Art arda ihtimallerin sıralandığı bu
konuşma boyunca aklım ikna edecek bir yanıt alamamak Eğit­
men'in canım iyice sıkıyor. Agit'in kimliğinin ve kendileriyle bağ­
lantısının deşifre olması ihtimali nedeniyle hastaneye doğrudan
soramazlardı. Hem bu sahiden bir tezgahsa işin gerçeğini öğre­
nebilecekleri de şüpheliydi. Daha bu yakınlarda, o hastanedeki
hemşirelerden birinin örgüte yardım ettiği ortaya çıkmıştı. Gene
de Agit'in gerçek durumu hakkında doktorlardan bilgi almanın,
işin aslını öğrenmenin bir yolunu bulmaya bakacaktı. Gerçi artık

1 73
doktorlara da güven olmuyordu, nicedir kimin ne olduğu belli de­
ğildi. Aklını sakinleştirmek için durup derin bir soluk alma ihti­
yacı duyuyor.
İki lokma arası soluklanarak, "Bak gene de helal olsun bizim
elemana, öyle kös akıllı ama Saim Baran'ı tek başına arabaya bin­
meye ikna etmeyi becermiş gene de," diyen Nihat Astsubay'a, ele­
manın eğitimindeki payını hatırlatırcasına, " İ yi çalıştırdım," diye
karşılık verme gereği duyuyor Eğitmen. "Ayrıca Agit'in, S aim
Baran'a önden yaptığı güven verici açıklamaların etkisi olmuştur
elbet," diye tamamlıyor sözünü. "Yoksa kaçın kurası o yaşlı kurt
böyle bir oyuna kolay kolay gelmezdi."
"TAK'tan birileri gelmiş buraya diyorlar." Adı apaçık telaffuz
edildiğine göre konunun etrafında bilmezden gelerek gezinmenin
bir anlamı kalmadığını düşünen Eğitmen, "Biliyorum, sebebini
anlarız," diyor. TAK' la ilgili ortama hakim olan bu belirsizlik ha­
vasını dağıtmak için bir an önce gereken yerlerle temasa geçip du­
rumu aydınlatmanın yoluna bakması gerektiği hızla geçiyor ak­
lından. Gizemini korumak için ortalarda fazla görünmeyen TAK'
ın bu sessiz gelişinin sebebi ne olabilirdi? Kendisi bu konuda ne­
den önden bilgilendirilmemişti? Merkezi Ankara'da olan vurucu
timlerden oluşan geniş yetkilere sahip bu özel harekat biriminin
birdenbire sahaya inmesi, üstelik bu konuda kendisine hiç bilgi
verilmemiş olması bir zamandır içten içe beslenen kuşkularını bü­
yütüyor. Nihat Astsubay'ın manidar bir tonda, "Gelmeleri neyse
de ortalıkta görünmemeye çalışmaları garip geldi bana . . . " diye
başladığı cümlesi boşlukta huzursuzca asılı kalıyor bir süre, se­
sindeki soru tınısına rağmen karşılık alamadığını görünce cümle­
sini tamamlama gereği duyuyor: "Bir işler dönüyor ama, hadi ha­
yırlısı . . . " Pencereden dışarı bakmayı sürdüren Eğitmen, "Ben
odama dönüyorum," dediği sırada, Nihat Astsubay sesine çok da
önemsemiyormuş havası veren bir tonda, "Filigranlı bilgi geçti­
ler mi bu yakınlarda?" diye soruyor. Sesindeki bu tonla kendisini
kandırabileceğini düşündüğü için ona küçümsediğini sezdiren bir
gülümsemeyle karşılık veriyor Eğitmen. B ir istihbarat jargonu

1 74
olan filigranlı bilgilere sahip olma ayrıcalığının kurum içinde bir
tür konum atlama anlamına geldiğini Nihat Astsubay da biliyor
elbette; kaynağı gizli tutulan, birkaç koldan teyit edildiği için doğ­
ruluğundan şüphe edilmeyen istihbari belgelere "filigranlı bilgi"
dendiğini öğrendiği günden beri de onun bu tür kaynakların peşi­
ne düştüğünün fazlasıyla farkında Eğitmen. Ne de olsa bu etiketi
taşıyan bilgi devletin matbaasında basılmış kağıt parayı sahtesin­
den ayıran filigranın güvenilirliğini taşıdığından fazladan teyide
gerek bırakmıyor. Bilgi iktidarsa eğer filigranlı bilgiye erişimi ol­
mak iki kere iktidar demek çünkü. Şeker Paşa'nın bütün o afra taf­
rasıyla JEM 'in patronuymuş gibi ortalarda gerine gerine dolaşma­
sına karşın bir ayağı sürekli Ankara'da ve Allah bilir daha nere­
lerde olan Eğitmen' in hiyerarşide daha önemli bir pozisyonda ol­
duğunu seziyor Nihat Astsubay, bu nedenle sürekli onun yama­
cında durmaya özen gösteriyor. Şeker gibi tatlı bir adam olduğun­
dan değil, kronik bir şeker hastası olduğu için adı "Şeker Paşa"ya
çıkmış yarbaya Nihat Astsubay'ın laf taşıdığını, epeydir ona muh­
birlik yaptığını tahmin ediyor Eğitmen, ama sesini çıkarmıyor. Bir
şeyin farkında olduğunu hissettirmemek de bir yanlış istihbarat
verme yöntemi ona göre. Bırak kendilerini daha akıllı, yüzdükle­
ri suları güvenli sansınlar. Nihat Astsubay'ın yaptığı, daha önce is­
tihbarat dünyasında örneğini pek çok kez gördüğü gibi, kurumlar
ve kişiler arasında dengeler ani bir değişikliğe uğradığında her iki
kanatta da pozisyon alabileceği yeri hazırda tutmaya çalışan orta
kademedekilerin tipik taktiğiydi. Bunca yılda bunlardan çok gör­
müş, böylelerini iyi tanımıştı. Eğitmen, hemen herkesin gözünde
ortada dönen irili ufaklı oyunların, hesapların farkında olamaya­
cak kadar kendi aleminde, kibirli, soğuk, kendini beğenmiş bir is­
tihbaratçı izlenimi uyandırarak arkasına çekildiği siperini her du­
rumda korumayı başarıyordu . Onların sırtındaki pelerini görüp
içindeki adamı göremediklerini düşünüyordu. Ona kalırsa çevre­
sindeki herkesin tüm numaraları, oyunları fazla ortada, kendileri
de fazla görünürdüler. Oysa istihbarat demek koza içinde koza ör­
mek demekti.

1 75
Son anda akıllarına gelen gündem maddesi birkaç konu hak­
kında üstünkörü konuştuktan sonra Eğitmen tam odadan çıkıp
kapıyı kapatırken, beyninde şimşek gibi çakan bir düşünceye ka­
pılıyor: Nihat Astsubay, Saim Baran'ın yanı sıra Agit'in vurulma­
sı için de gizli bir emir vermiş olabilir miydi? Şimdi Alanya yo­
lunda olması gereken tetikçiye ulaşması, ulaşsa bile işin aslını te­
lefonda öğrenmesi çok zor görünüyor. Durum sahiden şüphelen­
diği gibiyse, Agit'in Saim B aran'la birlikte vurulacağı istihbara­
tını alıp hasta numarasıyla kendini emniyete almış olma ihtimali
de kuvvetli tabii. B unu doğrudan Agit'e sormanın bir yolunun ol­
madığını biliyor. "Hele infaz emrinin bilgim dahilinde verildiği­
ni düşünüyorsa," diye geçiriyor içinden. "Arada bir şeyi atlamış
olabilir miyim, bir şey gözümden kaçmış olabilir mi?" Aslında
konu, Nihat Astsubay'ın çizmeyi aşmayı ne kadar göze alabile­
ceğine bağlı. Agit'i ortadan kaldırmak için kendisinin bilmediği
bir nedeni mi vardı, tetikçiyle birlikte bir iş mi çevirmişlerdi? Fır­
sat bu fırsat deyip herkesin gözü Saim Baran'ın ölüsünün üstün­
deyken Agit'in arada kaynayıp gideceğini mi düşünmüşlerdi?
Bunları bilmenin şimdilik pek bir yolu yoktu. Nihat Astsubay'ın
sicili temiz biri olmadığını, bazı katakullili işlere karıştığını bili­
yor, ama terörle mücadelede işe yaradığı sürece bazı şeylere göz
yummanın gerektiğine öteden beri inanmış biri olarak üzerinde
durmamıştı. Büyük oyunların küçük ödülleri yardımcı oyuncula­
ra düşerdi ne de olsa ! Dağdakilere ilişkin istihbarat için Suriye'ye
gidip gelen elemanların arabalarının aranmadığını bilen Nihat Ast­
subay'ın o arabaların bagajında yurda silah ve uyuşturucu soktu­
ğuna dair bilgiler gelmişti kulağına, kulak arkası etmişti. Ayrıca
askerlik yapmak istemeyen kaçakçıların geçici köy korucusu ola­
rak istihdam edilmesinde rüşvetle kayırmacılık yaparak kişisel
menfaat sağladığı da söyleniyordu, bu da mümkündü elbet ama
bunu da kulak arkası etmişti. Buraya vazifeli gelenlerin çoğunun
bir ev, iyi model bir araba, bir de yazlık alacak parayı denkleştir­
meden dönmek istemedikleri bilinmeyen bir şey değildi ki zaten !
Yalnızca vatan, millet aşkı onları motive etmeye yetmeyecek ka-

1 76
dar çok kayıp ve şehit vermişlerdi, morallerini yükseltecek şey­
lere ihtiyaç vardı.
Eli telsizli sivillerin, başı beyaz bereli kalaşnikoflu adamla­
rın dolaştığı koridorda karşıdan heyecanlı adımlarla gelen biri dik­
katini çekiyor, nereden tanıdığını düşünürken birden çıkarıyor,
onun güvenlik güçlerine muhbirlik yapan taksi şoförlerinden biri
olduğunu hatırlıyor, kendilerine "muhbir" yerine "haber elemanı"
denmesinden hoşlanan az buçuk mürekkep yalamış tiplerden bi­
riydi bu, muhbir sözü kulağa "ispiyoncu" gibi geliyormuş, okul­
dayken hocalara ispiyonculuk yapanların yaşadığı kötü anılan ha­
tırlatıyormuş ! "Bitirici bilgi getirmeyen elemanları doluşturmuş­
lar buralara, devlet boşa para ödüyor bunlara," diye geçiriyor için­
den. Yanından geçerken bu "haber elemanının" verdiği belli be­
lirsiz selamı alıyor, geçip gittikten sonra omuzunun üstünden ar­
kaya bir göz attığında onun t �hmin ettiği gibi Nihat Astsubay'ın
odasına girdiğini görüyor. Adımlarının heyecanına bakılacak olur­
sa değerli bir bilgi getirmiş olmalı. Bu koridorda gördüğü, tanık
olduğu bazı şeyler çağrışıyor birden. Bir keresinde Cudi dağında
teröristlere yardım eden bir çobanın kafasını testereyle kesip JEM'e
getiren biriyle gene bu koridorda karşılaşmış, adamın elinde gu­
rurla taşıdığı çuvaldan kesik bir baş çıktığını gördüğünde birden
kendini Osmanlı sarayının dehlizlerinde dolanıyormuş gibi his­
setmişti. Şoföre takılan dikkatiyle kesintiye uğramış düşünceleri­
ne hızla geri dönüyor: Nihat Astsubay'ın çevirdiği işlerde bir şey­
ler ters gitmiş olabilirdi. Hele işin Agit'e dokunan bir yanı varsa
tetikçiye böyle bir ikinci emir vermiş olması muhtemeldi. Eğer
durum böyleyse bir sonraki aşamada bu kez de tetikçiyi ortadan
kaldırmak için gizli bir Alanya planı yapmış olabilir miydi? Da­
hası bu konuda tek başına mı hareket ediyordu, arkasında birile­
ri daha var mıydı? Bütün bunlarda en ufak doğruluk payı varsa
bile Alanya'daki elemanın hayatı tehlikede demekti. Suya atılan
taşın giderek genişleyen halkalarını görür gibi oluyor. Alanya'da
Doğrulayıcı olarak görevlendirdiği Cüneyt'i bu konuda uyanık
tutmanın bir yolunu bulmalı. Zihni zehirleyen soruların burga-

1 77
cında kapıldığı düşüncelerin hızından ürküp birden koridorun or­
tasında hızlı bir fren yapar gibi zınk diye duruyor. "Yok yok, iyi­
ce saçmalıyorum," diyor içinden. Olgular arasında kolayca mate­
matiksel ilişki kurup olmadık ihtimaller hesaplayabilen soğuk ze­
kasının bazen kendisine böyle dolambaçlı oyunlar oynadığını bil­
miyor değildi. "Mesleki deformasyon," diye geçiriyor içinden.
"Hep söyledikleri gibi, koruduğu kadar yanıltır da. Ama bütün ih­
timalleri göz önünde tutmak lazım. Nihayetinde hepimiz ip üs­
tünde, bıçak sırtında yürüyoruz burada."

1 78
O N S EKİ Z İ NC İ BÖLÜM

MASANIN ETRAFI

Odasına döndükten kısa bir süre sonra kapısı çalınıyor. Getirdiği


büyükçe zarfı masanın üstüne saygıyla bırakan asteğmen, "Foto
Kamer' de tab ettirilen fotoğraflar amirim," diyor.
Fotoğraflara şöyle kabaca bir göz atan Eğitmen elindeki dos­
yayı çantasına yerleştirirken,, "Toplantıya yetişmem gerekiyor,
döndüğümde etraflıca bakarım, sen önden hızlı bir rapor geç ba­
na," diyor. "Tahmin ettiğimiz gibi dağdakilerin çektirdikleri fo­
toğraflar bunlar, içlerinden bazıları filmleri el altından buraya gön­
derip Foto Kamer'de tab ettiriyormuş . " Eğitmen bunun üzerine
alaycı bir tonda, "Niye, dağda karanlık odaları yok muymuş?" di­
yor. Esprisini anlamadığını gördüğü asteğmenin nasıl tepki vere­
ceğini bilemeyen boş bakışları üzerine, "Foto Kamer neredeydi?"
diye soruyor. "Şu Kervansaray'ın oradaki, Sürür Han'ın bitişiğin­
de." "Hımın, anladım." "Dükkan sahibinin hiçbir şeyden haberi
yok, yanında çalışan gençlerden biri gizlice tab ediyormuş bunla­
rı. " "Ne tedbirsizlik, ne düşüncesizlik! Peki ne yapacaklarmış bu
fotoğrafları? Buradaki amaç ne? " "Köydeki ailelerine, arkadaşla­
rına verilecekti herhalde. " "Yahu tatil fotoğrafı mı bunlar! Ne ted­
birsizlik! Bir de terör örgütü olacaklar! " "Bir kısmı elde kalaşni­
kofla hava atmak biraz da propaganda için olsa gerek amirim."
" İyi, onların attıkları hava bize yarıyor, albümümüz kalabalıkla­
şıyor, yeni terörist yüzleriyle tanışıyoruz bu sayede." "Amirim bi­
zim erlerin çoğu da fotoğraflarını orada tab ettiriyorlardı, hani el­
de silah . . . makineli önünde . . . omuzda bazuka . . . karakol önünde

1 79
falan, işte o fotoğraflardan da dağa göndermişler galiba." "Saç­
ma! Nelerine yarayacak ki asker fotoğrafları?" "Galiba asıl mak­
sat karakollar, bölge, civar, belki teçhizat hakkında bilgi topla­
mak." "Bu genç fotoğrafçı arkadaşımız nerede şimdi?" "Askıda,
başta epey direndi ama sonra şakımaya başladı." "Anlaşıldı, ko­
nuşturmak için sakın damardan kimyasal vermeye kalkmayın bu
ayaktakımına, yorun biraz kendinizi, malum terör devletimize pa­
halıya mal oluyor. Koca Amerika' da FBI bile bütçe kısıntısına gi­
diyor. Neyse, ben şimdi çıkıyorum, döndüğümde işin tafsilatına
bakarız."

Diyarbakır Jandarma İ stihbarat Grup Komutanlığı'ndaki oda­


nın havası ağır, basık, yapışkan; masanın etrafındaki yüzler göl­
geli . . . Normalde olağanüstü hal bölge valiliğinde yapılması gere­
ken bu toplantıya vali özel nedenlerle katılamayacağım bildirin­
ce toplantı yeri son anda alelacele buraya kaydırılmıştı. Beklen­
diği gibi Ö zel Harekat Daire Başkan Vekili, Emniyet Genel Mü­
dürlüğü'ne bağlı İ stihbarat Dairesi Başkanlığı'ndan ve Asayiş Ko­
lordu Komutanlığı'ndan birer yetkili hazır bulunuyor. Herkes faz­
ladan bir gayretle sakin görünmeye çalışsa da ortama genel bir
kaygı ve gerginlik hak.im. Dün işlenen Saim B aran cinayetinin şe­
hirde tansiyonu yükseltmesi nedeniyle toplantı önce ertelenmek
istenmiş, ardından kısa sürmesi kaydıyla genel bir durum değer­
lendirme toplantısı olarak gündeminin daraltılmasına karar veril­
mişti. Toplantı kısa süreceğine göre Jandarma İ stihbarat Grup Ko­
mutanlığı'nın bölge valiliğinin bütçesinden karşılanan harcama­
larını tartışmaya zaman kalmayacağını düşünüyor Eğitmen. Bir
süredir birimle bağlarım zaten gevşetmiş olan Metin Ercan'ın kay­
nağı belirsiz harcamalarının hesabının dönüp dolaşıp birimdeki
herkesten sorulmasını istemiyordu - en azından bu toplantıda. Is­
rarcı oldukları takdirde dikkatleri harcamalar konusunda yetkili
olan Şeker Paşa'ya yöneltmeye karar vermişti. Zaten birimi kişi­
sel ordusu sanmak gibi bir temayülü olduğu bilindiğinden kimse
yadırgamazdı bunu.

1 80
Eğitmen'in, içinde hiçbir titreşim barındırmayan donuk ba­
kışları ara ara masanın çevresini kuşatanların ciddi ve vakur gö­
rünmek konusunda fazla gayretli görünen yüzlerinde geziniyor.
Uzun zamandır bölgede Milli İstihbarat Teşkilatı, JEM, Emniyet
arasında bir güç çekişmesi olduğu, bu masadakiler dahil olmak
üzere ilgili herkesçe bilinirken hiila böyle bir şey yokmuş gibi dav­
ranmalarını görmek şaşırtmamıştı onu. Güç çekişmeleri esası üs­
tüne yükselen tüm oyunların repertuarında sık rastlanan en eski
numaralardandı bu. Bulundukları mekanın neredeyse tamamını
kaplayacak boyuttaki bu uzun masada, ona dama tahtasının üstü­
ne belli bir nizam içinde dizilmiş taşlan hatırlatan bu adamlara
baktıkça, söz konusu güç ilişkileri şebekesi içinde arada kalmış
kişilerin nasıl öğütüldüklerini düşünüyor. Aynı gaye uğruna bir­
likte mücadele ediyormuş görünürken tutuştukları bilek güreşle­
ri yüzünden devleti de, terörle mücadeleyi de nasıl zafiyete uğ­
rattıklarını fark etmeyen bu gafillerin, bu dama taşlarının yerleri,
makamları değiştirildiğinde bile asıl zeminin değişmediği geçi­
yor aklından. Bunca yıllık hayat tecrübesinden, yalnız burada de­
ğil, dünyanın her yerinde güç dengelerinin zeminine aynı dama
tahtasının döşendiğini öğrenmişti. Yaptığı bu benzetmeyi beğe­
nip içinden kendini tebrik ediyor.
Her benzeri durumda olduğu gibi bu odadakilerin de diğerle­
rine karşı bir masanın üstüne koyduğu, bir de masa altında tuttu­
ğu çifte ajandası olduğunu tahmin ediyor. Kendini seyirci gibi his­
settiği zamanlarda bu tablo eğlendiriyor onu, ama ardından asıl
konunun vatan meselesi olduğunu hatırlayınca kabaran milliyet­
çilik duygularıyla içten içe diş bilemeye başlıyor.
Her ne kadar kısa sürmesi kararlaştırılmış olsa da, bir yanda
-yeni eklenenlerle birlikte- birikmiş sorunların ağırlığı, bir yan­
da dünkü Saim Baran cinayeti nedeniyle toplantı epey gergin ge­
çeceğe benziyor.
Satrançta olduğu gibi hayatta da açılış hamlelerinin genelde
belirleyici olduğu bilgisi bu masada da geçerli elbet. Bunca yıl-

181
dır sahada edindiği tecrübelere göre masadakilerin hiçbiri oyu­
na muazzam bir potla başlayacak kadar usta birer poker oyuncu­
su değil üstelik. Kimi, operasyonel beceriksizliklerinin neden ol­
duğu güvenlik hasarlarından, aldığı yanlış kararlardan ötürü te­
dirgin, kimi kendisinin ya da biriminin bilerek, bilmeyerek karış­
tığı kirli çıkar oyunlarından birinin aniden masada patlamasın­
dan ürküyor. Bugüne kadar görüşünün sorulduğu her ortamda ıs­
rarla belirttiği gibi saf vatan aşkıyla, en samimi hislerle sahada
bulunan askerlerin, polislerin sayısı hiç de az değil elbet. Başta
böyle duygularla gelip zamanla yozlaşanı da var, uğradığı hayal
kırıklıklarından sonra arkasına bakmadan kaçanı da . . . Ne zaman
örtbas edilemeyecek bir hasar ortaya çıksa, her birimin sorumlu­
sunun ağzındaki baş cümle, "Aman bu hadise benim masamda
patlamasın" oluyor. Her biri kendi zekası ölçüsünde gözettiği
koruma ve savunma tedbirleriyle arkalarında takip edilebilecek
ayak izleri bırakmamaya çalışıyor. Az sonra yapılacak konuşma­
ların seyrinin dikkatlerden özenle kaçırılmak istenen şaibeli ko­
nularla, başarı hanesine yazılacağı tahminiyle özellikle dikkat çe­
kilmek istenen konular arasındaki sarkaçta gidip geleceğini bili­
yor, daha önce defalarca seyrettiği bir filmi yeniden izleyecek­
mişçesine biliyor. Ona göre bu denklemin kaygan zemininde ki­
şiler ve kurumlar arasındaki çekişmeleri, kaba hesapları görmek
için hiç de fazladan bir zeka ya da dikkat gerekmiyor. Buraya ge­
lip gitmeye başladığından beri bölgede görev yapanlar arasında
şaibeli hadiselere karışan her yetkilinin bir diğer yetkili hakkında
yeri ve zamanı geldiğinde kullanmak üzere bir sır rehin almaya
çalıştığını fark etmişti. Gördüğü kadarıyla her biri sahip olduğu
bilgileri ortalığı ateşe vermeyecek, ama karşı tarafta kaygı uyan­
dıracak biçimde elinde tutup bekletiyor, ama yeri ve zamanı gel­
diğinde kullanmaktan çekinmeyeceğini sezdiriyordu. Ocağın ba­
şında durup kısık ateş üstündeki tavada sucuk kızartmaya benze­
tiyordu bu yaptıklarını, çatalın ucuna taktıkları dilimin altını üs­
tüne çevirirken ağızları sulanıyor, birbirlerinin sofrasına çöke­
cekleri anı iştahla bekliyorlar. Eğitmen bu sucuk kızartması ben-

1 82
zetmesini pek çok durumu örneklemede kullanışlı ve sevimli bu­
lurdu.
Saim Baran konusunun gündemin ilk maddesi olacağını bil­
diğinden içini serin tutmuş, sağlam hazırlanmıştı. Nitekim top­
lantı başladığında bu konuda herkes kadar bilgisiz olduğunu gös­
teren inandırıcı bir tavır sergilemekte zorluk çekmiyor. Konuş­
masının bir yerinde masadakilerden biriyle halden anlar biçimde
bakışıyorlar. Söylenenlerle, yapılması gerekenlerin aynı şey ol­
madığını bilmenin devlet tecrübesinden geçmiş insanların sessiz
bakışmasıydı bu. Belli ki, her ikisi de kapalı kapılar ardında fısıl­
daşılanlarla açık masalarda konuşulanların aynı olamayacağını bi­
len bir geçmişe sahipti.
Toplantının bir yerinde, JEM adının ortalıkta fazla dolaşmaya
başladığının dile getirilmesiyle birlikte göz ucuyla da olsa dik­
katlerin yeniden kendisine yöneldiğini hisseden Eğitmen bu kuş­
kulu bakışları, gücünü serinkanlılığından alan bir ustalıkla sa­
vuşturmayı beceriyor. İçlerinden birinin konunun üstüne gitmeye
çalışmasını, Saim Baran cinayetine ilişkin yönelttiği manidar so­
ruları etkisiz hale getiren yumuşak manevralar yapıyor. Karşı ta­
raf iddiacı kararlılığına ters düşen sinsi bir gülüşle karşılıyor Eğit­
men'in sözlerini; fikrini değiştirmediğini, yalnızca kuşkularını
şimdilik ertelediğini belirten sinsi bir gülüş bu . . . Saim Baran ci­
nayeti konusunda hangi birimin hedef alınması gerektiğine dair
birbirlerini yoklayan kararsız bakışlar bir süre birinden diğerine
sekiyor. Eğitmen, JEM yapısı içindeki pozisyonunun masadakiler
indindeki belirsizliğinin yarattığı gerilimi kullanmaya kararlı ola­
rak sükunetini sürdürüyor. İçlerinden bazılarının kendisine yöne­
len, bizim gözümüzden bir şey kaçmaz, iddiası taşıyan bakışla­
rında kendisi için sorun yaratacak ciddi bir bilginin gölgesini sez­
miyor. Apaçık itham etmekten çok temkinli bir şüpheyle yakla­
şan savuşturması kolay güvensiz bakışlar bunlar. Ankara'dan, yu­
karıdan gelen bir emirle bölgeye atanmış Eğitmen denen bu kişi­
nin olan bitenler konusunda ne kadar sorumlu tutulması, hatta suç­
lanması gerektiğini bilemiyor, nasıl davranacakları konusunda ka-

1 83
rarsız kalıyorlar. Masadakiler tarafından kendini beğenmiş, bur­
nu büyük, soğuk bir adam olarak görüldüğünün kendisi de far­
kında, doğrusu biraz da işine geliyor bu durum, ondan uzak dur­
malarına, fazla bulaşmamalarına yarıyor. İçlerinden birinin ken­
di hakkında, "Adamın bakışları bile insanın içini üşütüyor," dedi­
ği kulağına çalınmıştı bir keresinde, bunların arasında soğuk, ka­
yıtsız bir İngiliz gizli servis ajanı gibi görünmek hoşuna gitmişti.
Zaten Amerika' dayken de onu İsveç ajanlarına benzetmelerine alı­
şıktı. Soğukluğun gücünü seviyordu.
İçinin pusulasının her durumda uygun bir hal yolu bulacağı­
na olan inancıyla Saim Baran konusundan en azından şimdilik
sıyrılmayı beceriyor. Masadakilerin çoğunun asker ya da polis gi­
bi değil, koltuk koruma derdindeki kurnaz politikacılar gibi dav­
randıklarını bildiğinden, onları anladıkları lisanla yönlendirip öf­
kelerine hedef arayan duygularını yatıştırmayı başarıyor. Yalnız­
ca bu masanın etrafındakilerin değil, bölgedeki yetkililerin çoğu­
nun karşılıklı saygı ve güven duymadan birbirine muhtaç olma­
nın zemininde gününe göre pozisyon almayı strateji belirlemek,
uygun davranmak sandıklarını bildiğinden pek de güç olmuyor
bu. Türkiye'ye döndüğünden beri en çok tanık olduğu şey, zihin­
lerin hemen her konuda uzun vadeli stratejilerden çok kısa vade­
li stratejik çözümlere ayarlanmış olduğuydu. Kimi zaman belki
günü kurtarıyor, ama meseleleri halledemiyorlardı. Ona göre, giz­
lemeye çalıştıkları tüm numaralar onun derin istihbaratçı gözleri
için fazla çıplak, fazla aşikar, fazla amatör kalıyor. . . Yalnızca ru­
hu casus olduğu için değil, bti işlerin alasını Amerikalarda öğ­
renmiş profesyonel biri olarak burada dönen tüm dolaplar eski
moda Ortaşark filmlerinden alınmış gibi geliyor ona. Üstelik ba­
şınızı çevirip etraftaki derme çatma dekora bakacak olursanız bu­
ranın bir Beyrut olmadığını anlamak hiç de zor değil ! Hoş Bey­
rut da artık eski Beyrut değilmiş, o günleri içeriden yaşayıp bi­
lenler öyle söylüyor.
JEM 'in kurucu çekirdeği içinde yer alan Metin Ercan'ın Suri­
ye istihbarat teşkilatı içinden kimileriyle uyuşturucu ve silah ka-

1 84
çakçılığı işine girdiği dedikodularının yayılmasıyla, Ö zel Hare­
kat Daire B aşkan Vekili'nin karanlık ilişkilerinin ortaya dökül­
meye başlamasının arka arkaya patlak vermesinin bir tesadüf ola­
mayacağını biliyor mesela. Karşılıklı restleşmenin, güç gösterisi­
nin sonucunda ortaya döküldükleri çok belli. Şu an karşısında otu­
ran Ö zel Harekat Daire Başkan Vekili'nin konuyu Metin Ercan'a
getirme ataklarına karşın onu bu kurtlar sofrasına kaptırmaya ni­
yeti yok! En azından şimdilik yok. Üst üste yaptığı hatalara rağ­
men sahadaki becerikliliği nedeniyle Metin Ercan hata çok kul­
lanışlı bir eleman sonuçta. Defteri dürülecekse gününü bekleyip
doğru zamanda dürülmeli. Ona kalırsa, Metin Ercan'ı tanımak için
uzun boylu analize de gerek yoktu zaten; o, kendini büyük aske­
ri deha zanneden, sahadaki başarılı operasyonlarından başı dön­
müş, kendi kibrinden gözleri bağlanmış bir küçük oyuncuydu yal­
nızca. Görülmeyi seviyor. B aşrolde oynamayı seviyor. Aklının
yetmediği yerlerde bile akıl Ôyunlarına girmeyi seviyor. Vazife­
lerinde yükselememiş insanların hırslarının en iyi istismar saha­
sı olduğunu bilen ve bu konuda uzmanlaşmış biri olarak onun ba­
zı askerleri yoldan çıkardığından, bazı itirafçıları safına kazan­
dırdığından, bölgeden pek çok kişiyi kendi kirli işlerinde kullan­
dığından da emin. Boyundan büyük işlere kalkıştığı konusunda
zamanında onu birkaç kez usulünce uyarma gereği duymuş, böy­
le çetrefil işlere bulaşanların parmaklığın öteki tarafına düşebile­
cekleri günün çok uzak olmayabileceğini hatırlatmaya çalışmış,
ama sözünü dinletememişti . Şeker Paşa'yla da arasının artık es­
kisi gibi olmadığı herkesçe biliniyordu. Geçmişte de örnekleri
çokça görüldüğü gibi, böyleleri devletin ne zaman arkalarında du­
racağını, ne zaman yalnız bırakacağını hesaplayamıyor ve inatla
da öğrenmiyorlardı. Şimdi Metin Ercan'ın kuyruğunu kaptırdığı,
kapana kısılmış halde son bir hamleyle Ankara'nın bakanlık deh­
lizlerinde kıçını kurtarmaya çalıştığı söyleniyordu .
Toplantı süresinin kısıtlılığına rağmen masanın etrafında dö­
nen temkinli manevralarda arada bir birbirlerine zararsız ölçüler­
de aba altından sopa göstermekle yetindiklerini fark ediyor. Te-

185
röre karşı savaşta mevzi ve güç kaybetmemek adına göz yumul­
ması gereken şeylerle, adaleti sağlamak arasındaki dengenin ço­
ğu zaman kurulamamasının yol açtığı kaçınılmaz sonuçlarla baş
edemediklerini görüyor. Hem vatanı korumak, hem mevcut şart­
lardan çıkar sağlamak arasında denge tutturmak vasat zekalar, sı­
radan akıllar için güçlük yaratıyordur elbet. Hele açgözlülükleri
akıllarından, hırslan yeteneklerinden çoksa . . . Devlet ve nizamın
korunması konusunda herkesin kanının damarlarında aynı inanç
ve şiddetle akmadığını bilecek kadar görmüş geçirmişti. Geçmiş­
te açığa alınan astsubaylardan birinin savunması bu anlamda çok
şey söylüyor ona: "Biz yapmasak birileri yapmayacak mı bu işle­
ri, biz yapmasak Kürtlere kalmayacak mı uyuşturucu pastasının
tamamı, hiç olmazsa bizde kalıyor, bu vatan için canını ortaya ko­
yanlara gidiyor." Her ne kadar ortak amaçları terörle mücadele ol­
sa da her birinin bu çerçeve içinde kendi oyun parkını korumanın
yoluna baktığını biliyor. İhlal edilmesi kabul edilemeyecek kai­
deler dışında bu çeşit konuları fazla kurcalamanın devlete zarar
vereceğine inanmış biri o. Sıkıcılaşan konuşmalar sırasında ba­
kışları her birinin üstünde birinden diğerine sekerken aklından ge­
çenlerin yol açtığı dalgınlığa kapılmaması gerekiyor, arada dağıl­
mış olan dikkatini toplayıp yeniden masaya veriyor.
Ankara'dan gelen TAK temsilcisinin masadaki varlığına an­
lam vermekte zorlanıyor. Yalnızca tek kişinin değil, koca bir ti­
min geldiğini öğrenmişti dün gece yarısı, ne için gelmişlerdi aca­
ba? Nasıl bir planın parçası bu? Saim Baran konusuyla ilgili ol­
madığını tahmin edebiliyor, daha büyük bir iş olmalı. Sormaya
kalksa bunun yanıtını böyle kalabalık bir masada alamayacağını
bildiğinden kurcalamaya yeltenmiyor bile. TAK 'ın başına yeni ge­
tirilmiş bu yetkilinin her halinde sıkı bir gayrinizami harp eğiti­
mi görmüş NATO elemanı havası var. Bunların herhangi bir sıra­
dan görev, rutin bir operasyon için çağrıldıklarını sanmayacak ka­
dar sistemin işleyişini biliyor; aklına ilk gelen düşünce diğer bi­
rimlerden bile gizlemeye gerek duydukları bir suikast planlamış
olabilecekleri . . . Eğer öyleyse, hedefleri kim olabilir acaba? Ak-

1 86
hodan geçenler ya doğru bir tahmin, ya da gene entrikalara fazla
çalışan hayal gücünün bir oyunu . Kafasını kurcalayan sıkı bir bil­
mece daha çıkmıştı şimdi karşısına, bu durumu Vezir' le mutlaka
konuşmalıydı. TAK 'tan gelen yetkilinin masadaki davranışlarını
bir şeyleri gözden kaçırmaktan duyduğu endişenin bakışlarına sin­
mesine izin vermeyen bir tutumla izlemeye çalışıyor, göz göze
geldiklerindeyse iyice ruhsuz nazarlarla bakıyor adama. Onun
kendi konumu, yetkileri hakkında neyi, nereye kadar bildiğini me­
rak ediyor.
Konuşmalar her ne kadar belli bir düzen içinde yapılmaya ça­
lışılsa da bir noktadan sonra kişilerin konudan konuya atlaması­
nın önü alınamıyor. ŞiŞkin yanaklarında kılcal damar çatlakları
belirgin biçimde göze batan komutanlardan biri, biraz da nutuk
çeker bir havada bazı şeylerin basına malzeme olacak şekilde ya­
pılmaması gerektiğini söylüyor. Arada söz alan albaylardan biri­
nin sesinde en ufak bir canlıfık belirtisi yok, içinden tekrarlayıp
durduğu bir şeyi bir an önce söyleyip kurtulmak istiyor sanki. Ön­
ce oradan bir şey okuyacakmışçasına dikkatle açtığı dosyaya son­
ra hiç bakmadan konuşmasına devam eden bir emniyet yetkilisi­
nin gereğinden büyük olan ademelması o konuşurken sürekli ka­
barıp iniyor. Toplantıya MİT adına katılan, masadaki herkese yü­
zünün yumuşak hatlarını telafi etmeye çalıştığını düşündüren öğ­
renilmiş bir sertlik ifadesiyle bakan yetkilinin gözleri konuşanla­
ra odaklanmak yerine dinleyenleri izlemeyi tercih ediyor.
Kısa kollarıyla büyük jestler yaparak sözlerine önem kazan­
dırmaya çalışan bir diğeri atılıp, Diyarbakır Barosu'nun basılıp
dokuz avukatın tutuklanmasının başka türlü de yapılabileceğin­
den söz ediyor. Köy basmakla baro gibi hukuk sembolü bir kuru­
mu basmak aynı şey değilmiş. Bu gibi işlerde daha itina gösteril­
meliymiş. Hem Avrupa'ya karşı da zor durumda kalınıyormuş. Si­
viller söz konusu olduğunda gözdağı vermekle şiddet arasındaki
dengeyi iyi kurmak gerektiğini söylerken sözlerine dahiyane bir
savaş planı ifşa ediyormuş havası veriyor. Sağda solda "Altında
devlet imzası olmayan işlerin altına imza atmam," diye övünüp

1 87
durmasıyla tanınan eski usul, fazla kuralcı askerlerden biri, uzun
bir söyleve başlayacakmış gibi boğazını gürültülü biçimde te­
mizleyip yüzüne gereken azami ciddiyet ifadesini verdikten son­
ra, "Bölgede bazı adı konmamış güvenlik birimlerinin durumla­
rının sallantıda olduğunu idrak etmesi gerekiyor," diyerek söze
başlıyor. Adamın eski Hollywood yıldızlarını andıran bir yakı­
şıklılığı var. İnsanda sanki film icabı asker olmuş hissi uyandırı­
yor. Yaptığı girişin masadakiler üzerindeki etkisini ölçmek için
araya tehditkar bir sessizlik koyup sürdürüyor: " İçişleri Bakanlı­
ğı'ndan onay, Genelkurmay'dan görüş ve destek almadan kurul­
muş ve kağıt üstünde kaçak görünen bu birimlerin pervasız hare­
ketleri terörle mücadeleye büyük zarar verir, bölge halkının des­
teğini önemli ölçüde kaybetmemize neden olabilir." Konuşuyor
gibi değil de üzerinde uzun uzun çalıştığı ezberini tekrarlıyor gi­
bi sürdürdüğü sözlerinin belli bir hedefi işaret etmediğinin anla­
şılması için de konuşurken bakışlarını masanın etrafındaki herkes
üzerinde tek tek gezdirmeyi ihmal etmiyor. "Fazla vaktinizi al­
mayacağım," diye başlayıp bir türlü sonunu getiremediği cümle­
lerle lafı uzatıp duruyor. Eğitmen, onun şu Namık Kemal devrin­
den kalma vatanperverliğiyle ne yaşadığı çağın, ne oturduğu ma­
sanın farkında olmadığını düşünüyor. "Sıradan bir kalbim olsay­
dı haline acırdım," diye geçiriyor içinden. Konuşmasını, konunun
öneminin altını çizmek ister tonda, "Bugün için bazı yararlı işler
yapsalar bile, günün birinde şartlar gereği hepsinin üstünün bir
kalemde çizilebileceğini bilmeleri gerek. Herkes buna göre ko­
numunu gözden geçirmeye, kendini emniyete almaya hazırlıklı
olmalıdır," diye bağlıyor.
Hemen her biri konuşmasının sonunda gereken uyarıyı yap­
mış olmaktan ötürü duydukları gönül rahatlığıyla kendinden emin
bir vakarla arkasına yaslanıyor. Sözde iyi niyetli uyarılarda bulu­
nuyor görünseler, doğrudan isim vermeseler de bir diğerinin ic­
raatındaki açıkları, gedikleri, hataları, zaafları sıralayarak hasım
bellediğinin masadaki pozisyonunu zayıflatmaya çalışıyorlar. Top­
lantının başta kurulmaya çalışılan o askeri nizamı bir süre sonra

1 88
iyice dağılıp karşılıklı soru cevaba dönüşüyor. Silvan'daki tetik­
çinin üstünden çelik yelek çıkması hoş olmamış, Batman valiliği
tarafından ithal edilen silahların Cihadın Askerleri'ne ait bir sığı­
nakta ele geçirilmesinin devletin itibarına vereceği zarar nasıl he­
sap edilmezmiş ! Hilvan'daki cephanelik baskınındaki zaaflar na­
sıl görülmezmiş ! Tayvan'dan ithal edilen kesik uçlu pompalı tü­
feklerin Cihadın Askerleri'nin elinde dolaştığı gazetelere bile çık­
mış, bu ne aymazlıkmış ! İtirafçılara tanınan imtiyazların, koru­
culara verilen yetkilerin kötüye kullanılmasının halkta infial ya­
rattığının kimse farkında değil miymiş ! Müsamaha gösterilmesi
gereken şeylerin hudutlarını tayin etmek onların vazifeleri değil
miymiş ! Hem bu asit kuyuları, ceset tarlaları falan filan lafları
neymiş, Meksika mı burası ki ceset tarlaları olsun, teröristler böy­
le şeyleri Amerikan filmlerinden görüp öğrenip mi devletin as­
kerine, polisine iftira ediyo�uş !
Daha gizli kapaklı operasyonların konuşulduğu az kişili top­
lantılarda masanın çevresindekiler adeta işbirliği içindeki birer
suç ortağını andırırken, daha geniş kadrolu böyle masalarda her­
kesin takındığı bu yargılayıcı pozlar içten içe eğlendiriyor Eğit­
men'i. Ankara' da bakanlık katında yapılan asık suratlı toplantıla­
rın kötü birer taklidi gibi geliyor bunlar ona. Politikacıların, hiç­
bir şey bilmek istemeyip sözde her şeyi bilmek istiyormuş gibi
göründükleri okul müsameresi benzeri toplantılar geliyor gözü­
nün önüne, "Siz orada ne yaparsanız yapın, meseleleri bir biçim­
de halledin, bizim ağzımıza halka, basına söyleyecek laf verin ye­
ter," tavrını hatırlatıyor. Son zamanlarda sık rastlanmaya başlayan
cephane kayıpları sayılırken, "O kayıp, bu kayıp ve siz hala me­
rak etmeyin, her şey kontrol altında diyorsunuz, öyle mi," diye çı­
kışıyor biri diğerine. Baskınlarda uzun namlulu kanas tüfekler ele
geçiriliyor, nereden gelmiş bilen yok, Batman cezaevi müdürü­
nün öldürülmesi hadisesinde şüpheliler arasında olan o fanatik
dindar nasıl oluyor da hala elini kolunu sallayarak ortalıkta geze­
biliyor! Geçmişte daha sık yaşanan kepenk indirme, kontak ka­
patma gibi şehri felç eden protestoların bir daha yaşanmaması için

1 89
ne gerekiyorsa yapılması ortak bir görüş olarak destek buluyor.
Kimileri yeni emniyet müdürünün halkla kaynaşmasından duy­
dukları hoşnutluğu dile getirirken bazı askerler bu konudaki ke­
yifsizliklerini ima etmekten çekinmiyorlar. Emniyet müdürü ko­
nusu açıldığında Ankara'dan, TAK ' tan gelen yetkilinin hafiften
huzursuzlandığı gözünden kaçmıyor Eğitmen'in. Bu konuya iliş­
kin şüphe uyanıyor içinde, acaba Vezir bir şey biliyor mudur?
Adam olur a, bir açık verir diye dikkatini bir süre onun üstünde
tutuyor. Göz göze geldiklerinde adamın bakışlarını hızla kaçır­
ması kuşkularını büyütüyor, içinden gülümsüyor. Kilisli aşiret rei­
si o patlak gözlü milletvekilinin tarlalarında haşhaş yetiştirdiği,
ama güvenlik güçlerinin hükümet tarafından görmezden gelme­
ye zorlandığı konusu bilinen bir hikayenin sıkıcılığı ve umursa­
mazlığıyla dile getiriliyor. Aynı aşiretten hatta ailelerden gelen ki­
şilerin biri dağa çıkarken, diğerinin koruculara katılmasının ya da
devlet güçlerinin yanında yer almasının yarattığı çelişkiler, belir­
sizlikler ve güvensizlikler konusunda ne zamandır herkes benzer
kaygılar taşıyor.
Karıştığı söylenen İran bağlantılı kirli işlerden dolayı Ö zel
Harekat Daire B aşkan Vekili'nden hiç hoşlanmamakla birlikte,
onun gibi İç Anadolu kökenli asker ve polislerin vatana bağlılı­
ğına hep güvenmişti Eğitmen. Fazla zeki olmamaları, uzun vade­
li planlar yapamamaları onların kusuru değildi. Bu işleri Avrupa
ve Amerika'dakilerin yaptığı gibi usturuplu biçimde halledemi­
yor, her seferinde yüzlerine gözlerine bulaştırarak devleti zor du­
rumda bırakıyorlardı. Uyuşturucudan kazanılan paraların örgüte
aktarılması konusunda taşeronluk yaptığı söylenen Kürt işadam­
larının ortadan kaldırılması planlarında Ö zel Harekat Daire Baş­
kan Vekili'nin parmağı olduğu ve bu işi tezgahlamak üzere mer­
keze çağrıldığı söyleniyordu. Bunun gibi usturuplu plan yapma­
yı beceremeyenler yakayı ele verdiklerinde pişkinliğin kolaylığı­
na sığınıyorlar, ama sonuçta bu pervasızlıklarından ötürü devlet
otoritesi zarar görüyordu. Uluslararası uyuşturucudan kazanılan
para trafiğinin milliyetçi Karadeniz uşaklarının tarafına çevril-

190
mesinin strateji olarak doğru kabul edilebileceği kanısındaydı. Bu
işin tezgahlanmasında özellikle Karadenizli politikacıların par­
mağı olduğunu da biliyordu; öte yandan Karadenizlileri oldum
olası sevmezdi, ona kalsa Karadenizlilerin politikaya girmesini
yasaklayan bir yasa çıkarılmalıydı. Politika yalnızca mavi kan sa­
hibi kişilerin işi olmalıydı. Bazı hayallerinin Türkiye için fazla
lüks kaçtığını biliyor ama bu hayallerin çekiciliğine kapılmaktan
kendini alamıyordu. Burada işler, o severek okuduğu John Le Car­
re romanlarındaki gibi yürümüyordu maalesef!
Söz sırası yeniden kendisine geldiğinde, masadaki konumu­
nun tarafsızlığı, nesnelliği konusunda ikna edici olmak için ko­
nuşmanın akışını daha sakin, daha zararsız konulara çekmeyi ba­
şarıyor. Sonrasında Saim Baran cinayeti dahil her konuda gere­
ken soruşturmaların, takiplerin yapılacağı, gereken tedbirlerin alı­
nacağı, hatalar ve zaaflar için �erkesin üstüne düşeni yapacağına
ilişkin sözler veriliyor, devletin bekasından dem vuruluyor.
Konuşmaların daha sakin bir kıvama geldiği noktada Eğit­
men, gruplaşmaların, hizipleşmelerin elbette sorunlar yarattığını
ama işin tabiatı gereği biraz da kaçınılmaz olduğunu vurgulaya­
rak tüm bunları gruplaşmalara yatkın bir toplum olmamıza bağ­
lıyor. Görüşlerine destek olması maksadıyla jandarmaya teslim
olan itirafçılarla polise teslim olan itirafçıların bile birbirilerine
düşüp birbirlerini ihbar ettiklerini örnekliyor. Sonra yumuşak bir
geçiş yaparak dünyanın her yerinde özel teşkilatların günün bi­
rinde biraz da olsa çeteleşmesinin hatta küçük çapta mafyalaş­
masının kaçınılmaz olduğuna getiriyor sözü. Doğal bir dünya ha­
linden söz ettiğini kanıtlarıyla güçlendirmek istercesine çeşitli ül­
kelerden örnekler veriyor, bu tür olayların vereceği hasarı hafif­
letecek çözümlere değinerek masanın etrafındakilerin kaygıları­
nı bir parça yatıştıran, onlara şöyle bir soluk aldıran uzlaştırıcı bir
konuşma yapıyor. Havayı iyice yumuşatarak herkesi bir diğerinin
yaptığına en azından şimdilik göz yummaya hazır bir kıvama ge­
tiriyor. Başlangıçta kısa tutulması kararlaştırıldığı halde gereğin­
den uzun sürmüş toplantının sonunda herkes gündemin zaten ka-

191
labalık olduğu, dolayısıyla herkesin bir an önce işinin başına dön­
mesi gerektiği konusunda anlaşıyor, zaten toplantının sonunda
üzerinde anlaşabildikleri tek konu da bu oluyor.
Tedirginlikleri dağılmış, daha odadan çıkmadan dışarıda kim­
seye hesap verme gereği duymadıkları kendinden hoşnut halleri­
ne kavuşmuşlardı. Gitmek üzere toparlanmaya başlayanlara ba­
karken Eğitmen'in aklından tüm oyunların sonunda geçerli olan
şu kural geçiyor: Her oyunun sonunda şah da, mat da aynı kutu­
ya konurdu.

1 92
ON DOKUZU N C U BÖLÜ M

MOTOSİKLET ARKASINDA

Aytekin ağbisi, "Cağaloğlu'nun, B abıali'nin tadının olduğu za­


manları kaçırdın sen, asıl o günleri görecektin," dedikçe, muhte­
melen zamanında eski kuşak gazetecilerin de Aytekin ağbiye ben­
zer şeyler söylemiş olduğunu düşünürdü Kerem. Her kuşağın ken­
di gençliği mesleğin, şehrin, hatta hayatın asıl zamanlarıydı san­
"
ki. Sonradan gelenler o güzeı hayatı kaçırmıştı. Gazetede çalış­
maya başladığı ilk dönemlerinde Aytekin ağbisi motosikletinin
arkasına aldığı Kerem'i haber peşinde sokak sokak koşturup ka­
pı kapı dolaştırmakla kalmamış, Beyazıt'tan Sultanahmet'e kadar
uygun fiyata iyi yemek yiyebileceği kıyıda köşede ne kadar esnaf
lokantası varsa hepsine götürmüş, "Bizim yeni eleman, benim ye­
ni yamak," diyerek oraların çalışanlarıyla tanıştırmıştı. Cağaloğ­
lu'nda Nuruosmaniye'ye doğru bir sokak arasındaki Ümit Usta'nın
yemekleri meşhurdu, yalnızca öğle aralarında değil, günün her
saati kalabalıktı, hele bir süre sonra televizyonda yemek progra­
mı yapmaya başlayıp iyice ünlendiğinde hiç yer bulunmaz ol­
muştu. Gülhane Parkı'nın yakınlarındaki Bakkal Yaşar'ın kaşarlı
tostu ise tam bir efsaneydi, bir de kavurmalı sandviç yapardı. Öğ­
le tatillerinde o ufarak bakkal dükkanının önündeki kuyruğa an­
lam veremeyenlerin, dudak bükenlerin ikna edilmesi o tosttan bir
ısırık almalarına bakardı. "Kaşar dediğin bildiğin her yerdeki ka­
şar, ama bu kaşarın tadı bambaşka, nereden getirtiyor kaşarın böy­
lesini belli değil," gibi sözler kuyrukta bekleyenlerin muhabbet­
lerinde sıkça duyulurdu.

1 93
Kerem, "Ağbi yamak, yamak diyorsun ya, bari 'pratisyen ga­
zeteci' falan gibi bir şey desen benim için, pratisyen doktor gibi
az biraz havası olur," dediğinde, "Olmaz, pratisyenlik bozar bizi,
yamak daha yerli, hem bizim muhite daha yakışıyor," demişti.
Kerem, meslekten arkadaşları herhangi bir nedenle üstüne ge­
lecek olduklarında, "Oğlum ben gazeteciliği motosiklet arkasın­
da öğrenmiş adamım, sizin gibi masa başı katipliğinden gelme­
dim," diyerek B abıali' de "polis muhabirlerinin en afilisi" diye ta­
nınan Aytekin ağbisinin basın camiasında pek bilinen sözlerine
gönderme yapmış olurdu . Nüfus kağıdında yazılı olup hiç kul­
lanmadığı ilk adının Adil olduğu öğrenildiğinden beri camianın,
"Adı kaderi olmuş, Adil, adli muhabir," tarzı esprilerine maruz
kalan Adil Aytekin ağbisi Kerem'in gözünde bu mesleğin bilge­
si, gurusuydu. Gazete yönetimi ilk zamanlar Kerem'i görgülü bir
aileden geldiği, iki dil bildiği için dış haberler servisine gönder­
mek istemişse de, o "Gazeteciliğin onda dokuzu sokağın tozudur,
hayat bilgisidir," diyerek hep sahada olmayı, haber peşinde koş­
turmayı seçmiş, görür görmez !\anının kaynadığı Aytekin ağbisi­
nin eteğine ve motosikletinin arkasına yapışmıştı. Onları kaynaş­
tıran bir diğer şey ikisinin de motosiklet sevdalısı olmalarıydı.
Aytekin ağbisi, "Adliye koridorları sokaklara açılır, onlara ba­
kacaksın," diye mahalle mahalle dolaştırdığı Kerem'e meslek der­
si vermenin yanı sıra hayat dersi vermekten de hoşlanırdı. "Bir ka­
pıdan kovulduğunda, seni kovmuşlar gibi hissetmeyeceksin, on­
lar gazetecinin birini kovmuşlardır, seni değil. Anlatabiliyor mu­
yum? Gazetecilik öyle alınganlık, kırılganlık kaldırmaz. Her şe­
yi şahsına söylenmiş gibi üstüne alınırsan bu mesleği yapamaz­
sın ! O kadar hassassan git şiir yaz. Anlatabiliyor muyum? Yüz­
süz olmadan ısrarcı olmayı bileceksin, bu memlekette en önemli
şeylerden biri sebat etmeyi bilmektir Kerem kardeş. Anlatabili­
yor muyum? Gazetecilik sokak çocukluğudur, bakma şimdikile­
rin masa başı çıtkırıldımlığına. Anlatabiliyor muyum?" "Anlata­
biliyorsun Aytekin ağbi." "Dalga geçme lan ! " Adliye muhabirli­
ğiyle başlayan meslek hayatının kırk yılını da sokaklarda geçir-

1 94
mekle övünen, o günlere dair birçok hikaye anlatan Aytekin ağ­
bisi, "Masa başı gözüme tabut gibi görünür benim, bir ayağım mo­
tor pedalında diğeri sokakta olacak ki gazetecilik yaptığımı anla­
yayım," derdi. Kerem, "Eyvallahsız adam" diye takdir ettiği Ay­
tekin ağbisinden çok şey öğrendiğini söyler, hakkında kimseye laf
ettirmezdi. Kerem gazetede gececilerle kalmayı severdi bir de.
İnen geceyle birlikte ortalık sakinleşir, teleksin, faksın sesi mırıl­
tıya dönüşür, günün baş döndüren hızında havalanmış her şey inip
yerli yerine otururdu sanki.
Bulaşıcı bir heyecanı vardı Kerem' in; bulunduğu ortamda he­
men herkesi harekete geçiren bir heyecan . . . Onun bu "acar gaze­
teci" hallerinden hoşlanan "eski tüfek" diye tabir edilen komünist
yazarlardan biri bir sohbet sırasında Kerem'in idealist yanına işa­
ret ederek, bu ateşi taze gencin gözlerine henüz yetişkin yaşların
sinik bakış açısının yerleşmem.iş olduğuna dikkat çekmiş, sol ge­
lenekten gelip Babıali' de kendine yer kapan kimilerinin liberalle­
şirken uğradıkları ilk durağın kaçınılmaz bir sinizm olduğundan
söz etmişti.
Nazlı, motosikleti yarı şaka yarı ciddi "erkek egemen taşıt"
diye niteler, ama kankası Kerem' in hiçbir motosiklet turu teklifini
de geri çevirmez, her seferinde lafı ikiletmeden arkasına kurulur­
du. Ö zellikle trafiği her zaman ciddi bir sorun olan Istanbul'da Bo­
ğaz gezintisi için motosikletin bir nimet olduğuna inananlardandı.
Kerem, kültür sanat festivali nedeniyle Diyarbakır'a gitme­
den bir gün önce Nazlı'ya gene bir Boğaz turu yaptırırken, Naz­
lı, "Rojda'yı görecek misin," diye sordu. "O kızı çok merak edi­
yorum. Keşke buraya gelse de tanışsak." "Aradım, geleceğimi bi­
liyor, görüşeceğiz," dedi Kerem. "Kim bilir gene ne haberler bi­
rikmiştir onda." Bunu söylerken Kerem'in sesine duyacağı olası
kötü haberlerin kederi şimdiden inmişti sanki. Bu sırada yanla­
rından geçen zengin çocuğu olduğu belli gençlerin son model ara­
balarından yükselen, sesini sonuna dek açtıkları müzik Boğaz yo­
luna yayılıyor: "Haydi bütün eller havaya / Artık girdik hepimiz
de havaya / Açılsın yürekler / Açılsın gönüller. . . "

1 95
Y İ R M İ N Cİ BÖLÜM

GÖKTÜRK

"B akın arkadaşlar, ş u genç arkadaşımıza dikkatle bakın ! Tam bir


Türk yiğidi ! Orta Asya bozkırlarının timsali bir erkek siması! Ade­
ta kızıl elmayı hatırlatan bir kafa yapısı. Dar bir alın, birbirine ya­
kın çatık kaşlar, çukurda kalmış kısık gözlerde düşmana aman ver­
meyen kartal bakışlar. Yassı bir burun ve bozkurt gibi iyi koku al­
sın diye Allah'ın azıcık geniş yarattığı burun delikleri. Yüzün or­
tasına bıçakla açılmış gibi her an haykırarak düşmana saldırma­
ya hazır bir aç kurt ağzı ! İşte karşınızda şehit ağabeyinin aziz ha­
tırasıyla bizi bir kat daha şereflendiren tam bir Türk, Göktürk kar­
deşimiz ! "
B u heyecanlı sesin giderek yükselen coşkulu tonuna paralel
bir alkış kopuyor, pencereleri Alanya denizini kuşbakışı gören der­
neğin küçük salonunda . . . Göktürk'ün yüzü duyduğu mahcubiyet­
le kızarırken başını hafifçe öne eğiyor, bir yandan da göğsü gu­
rurla kabarıyor, özellikle ağbisini hatırlatan sözler hüzünlü bir se­
vinç uyandırıyor içinde. Şu anda onun da burada, yanında olma­
sını, şu alkışları duymasını ne çok isterdi ! İçinin hiç dinmeyen ya­
sına karışan şu sevinç dalgası büsbütün altüst ediyor onu, karşı­
sındakilere gözlerini kırpıştırarak bakarken bu anın coşkusunu
kutlar gibi hayalinde havaya peş peşe kurşun sıkıyor. Ağbisinden
yadigar tabancayla dağda, bayırda kendi kendine talim yaparken
kayalardan seken kurşunların yarıkısı çınlıyor kulaklarında. Tan­
rıdan şu an derneği dolduranların yüzlerinde gördüğü takdir ifa­
desine layık olacağı günü nasip etmesini diliyor. Ahdı var, ölürse

1 96
onu ağbisinin yanına gömecekler. Cabbar iyice uzattığı konuş­
masını ant içer gibi yazılmış bir şiirle bitiriyor:

"Kürşad 'ın narasıyla indik Tanrı Dağı'ndan


Ruhumuzu kandırdık Orhun'un kaynağından
Bu kaynaktan içenin yürekleri tunç olur
Türk'e kefen biçenin ölümü korkunç olur."

Derneği dolduran gençler neredeyse yüzlerce kez dinledikle­


ri bu şiiri gene aynı heyecanla dinliyor, aynı şevkle alkışlıyorlar.

Konuşmalardan sonra yanına yaklaşan Cabbar ağbisi, göste­


rişli bir biçimde kolunu omuzuna atıyor önce, sonra Göktürk'ün
başım koltuğunun altına kıstırarak kendince yakınlık ve sevgi gös­
teriyor. "Daha sık katılmalısın aramıza Göktürk kardeş, duydu­
ğuma göre yalnız başına çok v�it geçiriyormuşsun. Yalnızlık er­
kek adama iyi gelmez, erkek adam omuzunun yanında her zaman
kendi gibi bir babayiğit ister. B ak bize nasıl omuz omuzayız bu­
rada, maşallah sıra dağlar gibi, Antalya'nın sıra dağları gibi. Yö­
rüklerin, Türkmenlerin yurdu, obası gibi. Altayların yüksek yay­
lalarından Akdeniz'e gürleyen kurtlar gibi." Perde perde yükse­
len bir sesle az önce okuduğu şiirin hamasi tonunda konuşmasını
sürdürüyor bir süre daha. Göktürk yüzünde asılı kalmış kararsız
bir gülümsemeyle etrafını kuşatanlara bakarken onlarda ağbisi­
nin pozlarına benzer haller olduğunu görüyor, bunun getirdiği ya­
kınlık duygusu iyi geliyor, kendini güvende hissediyor. Ağbisinin
ölümünden sonra kendisinin hiçbir pozu olmadığım fark ederek,
buraya daha çok gelmeye karar veriyor. Bu kararı verdiği an için­
de eksik olan bir şey tamamlanmışçasına güvenle yerleşiyor ken­
dine, şimdiden beğenir gibi oluyor bu yeni kendini.
Az ötelerinde duran biri elindeki çayı yudumlarken başıyla
Göktürk'ü işaret ederek, "Ya bu çocuk biraz tuhaf değil mi?" di­
yor yanındakine. "Biraz gariban ondandır, çekiniyormuş insan içi­
ne çıkmaya. Ağbisinin ölümünden sonra iyice içine kapanmış di­
yorlar." "Ağbisine n'olmuş ki?" "Askerliğini Hakkari'de yapıyor-

1 97
muş, teröristler şehit etmiş ! Çok düşkünmüş ağbisine. Okulu da
yarım bırakmış. Azıcık avare olmuş diyorlar. Cabbar ağbi sahip
çıkıyormuş işte."
Bu sırada yanlarına gelen birine, "Göktürk kardeşimizle da­
ha fazla ilgilenmen lazım Kadir, ihmal etme kardeşimizi, Alan­
ya'nın dağlarında bir kurt yetişiyor," diyor Cabbar. Kadir, sesine
gönül alıcı bir hava vermeye çalışarak, "Toplantılara daha sık gel­
meli değil mi ama, bizimle daha çok kaynaşması gerekirken ya­
ban duruyor," diyor. Göktürk gördüğü ilgiden ziyadesiyle mem­
nun, uzun zamandır ilk kez bu kadar iyi hissediyor kendini. San­
ki ağbisi bir yerlerde onu seyrederek takdir ediyor. Cabbar, "Hak­
lı değil mi ama Göktürk, atadan dededen bağımız yok mu? Sen
zaten bir komando çocuğu değil misin? Rahmetli babanın da bir
ayağı hep ocağımızda değil miydi? Niye yaban durursun öyle ! "
diyor.

198
Y İ R M İ B İ Rİ N Cİ BÖLÜM

ROJ DA'NIN DOSYASINDAKİLER

Kerem yerel basından kişilerle, bölgedeki bazı haber kaynakla­


rıyla ilişkide olmanın önemini iyi bilen biri olarak başta Diyar­
bakır olmak üzere bölgedeki illerden, ilçelerden tanıdıklar edin­
meye bakardı. Örneğin, yerel ı_nuhabirlerin çoğu gibi Kürtlerin çı­
kardığı gazetelerde görev yapmak yerine, yabancı bir haber ajan­
sında muhabir olarak çalışmayı yeğleyen Rojda bunlardan biriy­
di. Aralarında haber paylaşmak üzerine kurulan profesyonel iliş­
ki kısa zamanda bir dostluğa dönüşmüştü. Rojda'nın gazetecilik
becerileri kadar kendini ilk bakışta ele vermeyen kıvrak zekası­
na, kadınlara özgü güçlü sezgilerine de güveniyor, ona başka tür­
lü bir saygı duyuyordu. Mülayim görünüşü, sakin tavrı devlet ku­
rumlarıyla ilişkilerinde de ona görece bir kolaylık sağlıyor, diğer
Kürt gazetecilerin eşiğine bile varamadığı bazı kapılar konunun,
durumun esnekliğine göre onun için bir parçacık da olsa aralana­
bili yordu. Kerem ve Umut gibi Kürt olmayıp konuyla ciddiyetle
ilgilenen, iyi eğitimli, demokrat ya da sol eğilimli gazetecilerin
basındaki varlığını her zaman önemsemişti Rojda. Elindeki bil­
gileri onlarla cömertçe paylaşmaktan çekinmez, "Sizlerin varlığı
meseleyi bölgesel bir konuymuş gibi olmaktan çıkarıyor," derdi.
"Biz ne yaparsak yapalım burada ancak düğünlerde, bayramlar­
da çalıp söyleyen mahalli sanatçılar gibiyiz, sizse oralarda Tak­
sim' lerde falan sahneye çıkıyorsunuz," diye şaka yapardı. Rojda'
nın yazılarında pek izine rastlanmayan ama sosyal yaşamında sık-

1 99
ça kullandığı kendine özgü mizahının tadını çıkaran şanslı kişi..:
lerden biri olduğunu düşünürdü Kerem.
Telefonda, "Gene Halkların Kardeşliği Oteli'nde mi kalıyor­
sun," diye soran Rojda'ya, "Yaşasın halkların kardeşliği ve oteli ! "
diye cevap vermişti o sabah. Diyarbakır'a gelen bazı genç ve mu­
halif gazetecilerin kaldıkları bu mütevazı otele kendi aralarında
bu adı takmışlardı. Kerem bağlı bulunduğu gazetenin masrafları
karşılamadaki imkanlarına rağmen kendini bu otelde daha rahat,
şehrin insanlarına daha yakın hissediyordu. Festivalin bitmesine
birkaç gün kala hafif bir yağmurun çiselediği o gün Turistik
Otel'in karşı sırasına düşen yoldaki Denizkızı Pastanesi'nde bu­
luşmuş, ardından halkın "kı1çe" dediği iki yanında kesme taştan
yapılma yüksek duvarların yer aldığı dar sokaklarda ıslak ve hü­
zünlü bir mutluluk içinde dolaşmışlardı. O dar sokakların birin­
den diğerine saparken Rojda eski bir türkünün sözlerini önce Kürt­
çe aksanla, sonra Türkçe okuyarak Kerem'i güldürmüştü: "Di­
yarbakır dört kapi / Git bak o yar ne yapi / Beni gördügi yerde /
Başka sokağa sapi."
Kerem her gelişinde mutlaka bu sokak aralarında, surların ora­
da, Gazi Köşkü, Surp Giragos Ermeni Kilisesi'nin çevresi, Erde­
bil Köşkü, Hevsel bahçelerinde dolaşmaktan ayrı bir keyif alırdı.
Bir-iki kere Garipoğlu Hamamı'nda yıkanmışlığı da vardı. Ha­
mamın soğukluğundaki vinileks kaplı, birkaç kişinin birlikte uza­
nabileceği genişlikteki dinlenme yataklarında kundak bebeği gi­
bi havlulara sarınmış, insana zamanı, mekanı, içinde yaşanılan
günlerin karanlığını unutturan temiz bir uykuya dalmıştı. Bu Di­
yarbakır'a gidip gelişlerinden surların üstünde, eski kervansara­
yın avlusunda, dört ayaklı minarenin önünde, on gözlü köprüde,
Dicle kıyısında farklı tarihlerde çekilmiş bir deste fotoğraf kal­
mıştı ona. Anadolu'da nereye gitse o şehrin tren garının, eskiler­
den kalmış bir sinema binasının önünde ya da hala yıkılmamışsa
Cumhuriyet'in ilk yıllarından kalma saat kulesinin altında fotoğ­
raf çektirmeyi severdi. "Yalnız şehirleri değil, tarihini de geze­
ceksin," diye düşünürdü.

200
Rojda'yla buluştuklarında Diyarbakır'a dışarıdan gelenlerin
uğrak yeri sayılan "Selim Amca'nın Kaburga Sofrası"na da git­
memezlik etmemişlerdi elbet. Tüm bu dolaşmalar şehri fazladan
bir hevesle, yerli ya da yabancı turistlere özgü bir hamaratlıkla
keşfetmeye çalışan Kerem için de Diyarbakır gezilerinin vazge­
çilmez ritüelleriydi. Her seferinde Rojda'ya Istanbul'a geldiğinde
Boğaz' da balık, Sultanahmet'te, Bakkal Yaşar'ın orada kavurma­
lı, kaşarlı tost sözü verdiyse de Rojda Istanbul'a hiç gelemedi.
İyice kapayan gökyüzüyle birlikte hava kül rengine dönmüş­
tü. Şimdi oturdukları yerde ara ara başlarını çevirip Denizkızı Pas­
tanesi'nin geniş camlarından sokaktan gelip geçenleri izliyorlar­
dı. Genç, yaşlı fark etmeksizin çoğu kez çökmüş omuzlar ve ke­
derli bir yüzle gelip geçenlerdi gördükleri . . . Şehre dışarıdan ge­
lenlerde bir mahcubiyet hatta belli belirsiz suçluluk uyandıran bu
manzarayı zaman zaman ora�an oraya koşuşturan yaramaz ço­
cukların aldırışsız halleri, önündeki tekerlekli el arabasını iterek
malını satmaya çalışan sokak satıcılarının gevrek sesi renklendi­
riyordu.
"Ne zaman gelsem sokakta hemen herkesin yüzünde hep ay­
nı kederli ifadeyi görüyorum, içimi acıtıyor bu," diyor Kerem.
"Yüzyılların nice zulmünden kalma derin yas duygusu," di­
yor Rojda.
"Çok güzel ifade ettin, derin yas duygusu tam da bu," diyor
Kerem.
"Eskiden kocasını, oğlunu, kardeşini kaybeden kadınlar yas
yüzükleri takarmış," diyor Rojda. "Ağrıyı yalnızca kalbinde değil
üstünde de taşımak bu olsa gerek."
Denizkızı Pastanesi'nin herhalde adına vurgu olsun diye ma­
viye boyadıkları duvarları günün ölgün ışığında gri bir aydınlık
yayıyordu ortalığa.
Bu sırada yoldan arka arkaya geçmekte olan iki Land Rover
cipi gösteren Rojda, " Ö zel harekatçıların cipleri," diyor. " Ö zel
Harp Dairesi elemanlarını bölgeye yığdıklarından beri iyice Bey­
rut'a döndü buralar. Bazı polislere, askerlere bakıyorum da bura- _

20 1
ya asayişi sağlamak, düzeni korumak hatta vatanı savunmak için
değil de dünyadan intikam almak için gelmişler gibi. Sanki dev­
let buraya göndereceği elemanları özel olarak seçiyor."
"Bak, devletin en iyi seçmeyi bildiği şey polistir. Gizlisi ay­
n, açığı ayrı, ama çoğunlukla hepsi aynıdır."
"Bir de dayanamayıp intihar edenleri var. Sadece polisler de
değil, Dersim' de bir albay intihar etmiş, böyle başkaları da var."
Kerem, Agit'in de özel harekatçıların aşırılıklarından, güven­
lik güçlerinin pervasızlıklarından söz ettiğini hatırlıyor. Bundan
açıkça söz etmemiş olsa da Rojda'nın Agit'ten hoşlanmadığını ta
başından sezmişti Kerem. Adı konmuş bir nedeni olmayabilirdi
bunun, ama Agit'in her adı geçtiğinde Rojda'nın sessiz kalışı, her­
hangi bir tepki vermekten kaçınması gözünden kaçmamıştı. Roj­
da'nın bu sır vermez tutumu dikkatini çekiyor ama kendinin de
pek farkında olmadığı bir nedenle açıkça sormaya çekiniyordu.
Kim bilir, belki de yalnızca kişisel bir şeydi bu.
Rojda'nın bölgeden bağlı bulunduğu ajansa geçtiği haberler­
de diğer gazetecilerin dikkatlerinden kaçan ya da ağlarına hiç ta­
kılmamış, oysa meselelerin özüne ışık tutan güçlü ayrıntılar, sağ­
lam gözlemler yer alırdı. Söz konusu ayrıntıları birer ipucu gibi
ustaca öne çıkammsında onu diğer gazetecilerden ayıran şey, an­
cak yaratıcı edebiyatçılarda görülen bir duyarlılığa, keskin bir göz­
lem gücüne, işlek bir kaleme sahip olmasıydı. Ayrıca ilk bakışta
kimilerine önemsiz görünebilecek o ayrıntılar sözü edilen olayı
daha sahici, daha gerçekçi, hayata daha yakın kılıyordu ve tabii,
çoğunlukla da daha acı. .. Önceki gelişlerinin birinde Rojda'nın
anlattığı bir hikayeyi hatırlıyor Kerem. Çatışmalarda vurulan er­
lerin göğüs ceplerinden genellikle yavuklularının, anne-babaları­
nın fotoğraflan çıkarmış, bu kez erlerden birinin cebinden milli
piyango bileti çıkmış !
"O piyango bileti çok dokunmuştu bana, anlatan binbaşının
karşısında gözyaşlarımı tutamamıştım," demişti Rojda. "Düşün­
sene daha yirmisinde bir genç, cebinde milli piyango bileti , kim
bilir ne hayaller kuruyordu, askerlik sonrasının hangi ümidine ya-

202
tının diye bildi garibim cebindeki o çeyrek bileti . . . niye yaşıyo­
ruz bunları, niye?" dedikten sonra her şey o gün olmuş gibi par­
mak uçlarıyla gözlerinin nemini almıştı. Şimdi bu hikayeyi din­
lediği o günün gözleriyle dönüp Rojda'ya şefkatle bakıyor Kerem.
Bazı anlarda karşınızdakiyle aranızda her zamankinden daha yo­
ğun hissedilen o kardeşçe yakınlıkla bakıyor.
"Ne oldu?" diyor Rojda.
"Hiiç."

"Peki, senin şu meşhur dosyan ne alemde?" diye sorduğunda,


yüzünden hüzünlü bir gülümseme geçiyor Rojda'nın, ses çıkar­
mıyor. Daha ilk gördüğünde az ama yerinde, zamanında konuşan,
etraflıca düşünerek doğru sorular sormasını bilen biri izlenimi
uyandırmıştı Kerem'de. Zekasının pırıltısını, aklının derinliğini
bir kerede ele vermeyen sakin bir tarza sahipti. Bölgede sıcak ça­
tışmaların en hararetli günlerinde yaşanan dramları derin biçim­
de hissederken bile sükunetini koruyan, adeta uzaktan seyreden,
başkalarınca soğuk, hatta kayıtsız bulunabilecek bir yanı vardı.
Onun bu tutumunun duyarsızlığından değil, tanığı olduğu acıyla
arasına mesafe koymayı bilmesinden kaynaklandığını onca dik­
katine karşın Kerem bile sonradan anlamıştı. Devlet yetkilileriy­
le görüşürken, onlardan görüş ya da demeç alırken duygularını
saklamayı biliyor, yüzüne tarafsız, hatta kayıtsız bir ifade verme­
yi beceriyordu. "Kullanmayı bilirsen insanların sana dair varsa­
yımları işe yarayabiliyor," demişti Rojda. Onun etrafta olup bi­
tenlere çok da önem vermiyormuş gibi görünen bu serinkanlı tav­
rı, diğer gazeteciler karşısında daha temkinli, dikkatli davranma
gereği hisseden ağzı mühürlü devlet yetkililerinin Rojda karşı­
sında bir parça gevşemesine, diğerlerinden sakladıkları bazı bil­
gileri farkına bile varmadan ağızlarından kaçırmalarına yol aça­
biliyordu. Rojda, bu durumun başlarda farkında değilse bile, son­
radan iyi sonuç verdiğini gördükçe profesyonel bir taktiğe dö­
nüştürmüş olmalıydı. Hem yetkililerle görüşmeye giderken hafif
bir makyaj yapmayı ihmal etmediğini, onların üstünde diğer Kürt

203
kızlarına benzemeyen, daha burjuva, daha kentli bir kız izlenimi
bırakacak biçimde giyinmeye özen gösterdiğini de kendisi söyle­
mişti. "Ayrıca güzel bir kız olmamam çok işime yarıyor biliyor
musun," demişti. "En azından bazıları cilveleşmeye kalkmıyor."
Sesinde buruk bir tını yoktu bunu söy !erken, yalın bir biçimde du­
rum belirtiyordu sadece.
Rojda, her ne kadar arada konunun yönünü değiştirmeye ça­
lışsa da Kerem'in, dönüp dolanıp sözü dosyaya getiren ısrarlı so­
ruları karşısında, "Merak etme dosyam gün günden kabarıyor,"
diyor, ardından söyleyeceklerini tartmak için zaman kazandırma­
sı amacıyla çayından iri bir yudum alıyor. "Ama içim de öyle ka­
barıyor." "Benim tanıdığım Rojda içinin taşmasına izin vermez
gene de. Peki ne zaman toplayıp yayımlamayı düşünüyorsun?"
"Birbirinden acı bu olayları dayanılır hale getirmek için da­
ha yumuşak kelimelere ihtiyaç var, kelimelerimin yumuşamasını
bekliyorum, bu olaylar üzerinde durup derinleştikçe giderek on­
lar senin de hatıraların olmaya başlıyor çünkü," diyor.
O sırada pastanenin buraya özgü şekerli simitlerinden geliyor
masaya. Birer çay daha söylüyorlar. Rojda kaldığı yerden sürdü­
rüyor:
"Bakıyorum, herkes büyük cümleler kurma peşinde, belki
haklılar, buralarda her şey çok büyük çünkü; haksızlık, adaletsiz­
lik, yoksulluk, zulüm çok büyük, hemen her olay iri puntolu harf­
leri hak ediyor. Bense satır aralarının peşindeyim. Onların kaydı­
nı tutmak istiyorum bu dosyada." Ardından nicedir topladığı tüm
bu haberleri, belgeleri, bilgileri, bugüne dek ne bulduysa, ne öğ­
rendiyse hepsini üst üste istif etmiş gibi birkaç yazıya sığıştır­
mak istemediğinden söz ediyor. "Her hikayeye hak ettiği bir alan
bırakmak gerekiyor," diyor. Kendi deyişiyle bölgedeki mücade­
lenin, savaşın, zulmün, adaletsizliğin tarihini en nesnel biçimde
yansıtmak için pek çok kişiyle konuşuyor, özel görüşmeler yapı­
yor, kişilerin tek tek hikayelerini dinliyor, yaşanan olayların ay­
rıntılarını not alıyor, sürekli malzeme biriktiriyormuş. "En zoru
da olan bitenleri serin, mesafeli bir dille aktarabilmek. Sonunda

204
hepsini kendi içinde anlamlı bir bütünlüğe ulaştırmayı umuyo­
rum," diyor. " Ö zellikle kadınların yaşadıklarına odaklanmak isti­
yorum, onların hikayelerinin ıskalandığını, yeterince ele alınma­
dığını düşünüyorum çünkü. Kürt kadınlar yıllardır ölüme zılgıt
çekiyorlar Kerem," diyor, "Çektikleri zılgıttan, ettikleri feryattan
hançereleri hançere döndü ! " Kerem içinden, "Hançereyle hançe­
ri aynı cümlede bu biçimde ancak Rojda bir araya getirebilirdi,"
diye geçirirken, Rojda bir şeyleri daha iyi hatırlamasına yardım
edecek kelimeleri arar gibi bakışlarını boşlukta gezdirip susuyor
bir süre. "Ağlayıcı kadınlan bilirsin, taziyelerde ölünün başında
ağıt yakan, bağrını döverek, saçını yolarak ağlayan kadınları . . .
Bugün pek çok Kürt kızı ağlayıcı kadınlığı Kürt'ün kaderi ol­
maktan çıkarmaya uğraşıyor. Bölge tarihinde hiç görülmediği ka­
dar bir değişim yaşıyor bu kadınlar. Elbet kolay iş, kolay müca­
dele değil bu, bugünden yarın � çözülecek bir şey değil, ama müt­
hiş bir direnç ve azim var kadınlarda. Yalnızca köydekiler, şehir­
dekiler değil dağa çıkan kadınlar da sorun yaşıyorlar elbet, çeşit­
li hikayeler geliyor kulağımıza, omuz omuza savaştığı erkeklerin
bir bölümü daha dün köyünden çıkmış, feodal değerlerle büyü­
müş kişiler nihayetinde, bilinç düzeyleri ona göre, eşitlenmeler
zaman istiyor. Ama biliyorsun, kadınlar söz konusu olduğunda
gözler de, diller de, hatta akıl da bağlanıyor. Kadınların yolu çok
daha uzun."
"Bir de şu Batman'da arka arkaya intihar eden kızlar hikaye­
si var. Ne korkunç ! "
"Sorma, çok derin bir konu o ! Sizin boyalı basın da bir laf do­
lamış diline, ' intiharcı kızlar, intiharcı kızlar,' diye. ' İntiharcı' de­
mek ne oluyor ya, meslek mi bu? Tamirci, muslukçu, elektrikçi
der gibi ! "
Ardından bölgeyi yeterince tanımadan, bilmeden, araştırma­
dan yalnızca cilalı hikaye peşinde olup, Afrika'da safariye çıkan
Amerikalılar gibi yazan Babıali gazetecilerine duyduğu kızgın­
lıktan söz ediyor. "Daha kötüsü anlamaya da çalışmıyorlar. Bo­
yalı sayfa ünlülerinin frikiklerini yakalamaya çalışan magazin mu-

205
habirleri gibi bölgeden çarpıcı fotoğraf yakalama peşinde hepsi.
Gerçeklere değil, manşetlere çalışıyorlar." Ardından son zaman­
larda bir sürü emniyet görevlisinin, devlet kalemşorunun da ya­
zar kesildiğinden, aldıkları direktifler doğrultusunda yazdıkları
kitaplarda gerçekleri çarpıtıp, ortalığı bulandırdıklarından yakı­
nıyor, Kerem'in de yakından bildiği birkaç örnek sıralıyor art ar­
da. "Hepsinin tasmasını devlet tutuyor. Ayrıca sen de biliyorsun
ki, burada her gazeteciyim diye dolaşan da gazeteci değil, basın
mensubu kisvesi altında MİT'e, Genelkurmay'a ya da Emniyet'e
çalışanlar çok . . . Merkez basının gazetecilerini saymıyorum bile,
onlar zaten doğal devlet memuru."
Kerem gülümseyerek, "Doğal devlet memuru, güzel laf," di­
yor. "Doğuştan, der gibi."
"Ayrıca güvenlik birimleri arasındaki sürtüşmelerde ortalığa
saçılan bilgiler işin tencereden taşan kısmı yalnızca, buzdağının
altında kim bilir daha neler dönüyor. "
"Hem ateş, hem buz ha," diyor Kerem. "Bayılıyorum senin şu
benzetmelerine."
"Bir de bu istihbarat, güvenlik birimlerinin gizlilik havaları­
na hiç bakma. Şu geçen ay arabasında intihar ettiği söylenen es­
ki özel harekat daire başkanı için kurulan tezgahı hatırlarsın!
Adam solakmış ama tabanca sağ elinde bulunuyor. Üstelik görgü
tanıkları adamın yanında birini gördüklerini söylüyorlar. Bu du­
rum raporlarda konu bile edilmiyor. Hani zekice planlar, derin
komplolar! Düşün başkenttekilerin hali bu, gerisini sen hesap et!
Bir de burada 'Amerikalı' diye birinden söz ediliyor epeydir. Ade­
ta bir hayalet figür. "
"Diyarbakır surlarında sisler içinde dolaşan bir hayalet ha!
Yakışıyor şehrin bu kül rengi atmosferine ! Peki, kimin nesiymiş
bu adam?"
"Zaman zaman bazı güvenlik birimlerinde görüldüğünden,
toplantılara katıldığından söz ediliyor. Yüksek makamlarla bağ­
lantılı biri olduğu belli de, tam olarak görevi nedir, hangi birim­
dedir, ne işlere karışır kimse bilmiyor. Görenler peynir gibi beyaz

206
tenli, İngiliz tipli buz gibi bir adam, diyorlar onun için."
"Adı niye Amerikalı peki?"
"Amerika'dan mı gelmiş, getirilmiş mi öyle bir şey işte."
"Gözümün önüne James B ond filmlerinde büyük komplolar
peşindeki kötü ruhlu zengin adamlar geliyor. Ya, birer simit daha
söyleyelim mi?"
"Kamını bunlarla doyurma, sonra yemek yiyemeyeceksin."
"Peki gene senin şu dosya konularına dönelim istersen. Şim­
dilerde arka arkaya yayımlanmaya başlayan dağdaki gerillaların
günlüklerine ne diyorsun," diye soruyor Kerem. "Gerçi hemen ar­
dından toplatılıyorl ar ama . . . "
"Neye üzülüyorum biliyor musun, dağa çıkanların çoğu eğer
yakalanıp tutuklanmadılarsa üç-beş yıl içinde çatışmalardan bi­
rinde vurulup ölüyorlarmış. Düşünsene, bunu bile bile çıkıyorlar
dağa. Devlet bu kararlılıktaki direnci, inancı, adanmışlığı görmü­
yor. Terör örgütü yaftası dili kolaylaştırıyor belki, ama işleri ko­
laylaştırıyor mu? Hadi buna terör örgütü dedik, arkasındaki halk
desteğine ne ad vereceğiz? İşte tam da o noktada bir sıkıntı var,
değil mi?"
"Kefeniyle yola çıkmak dedikleri şey gibi bu, değil mi?"
" Ö yle, bir yanıyla bakacak olursan tam bir taziye kültürü ! İş­
te tam da bu nedenle o günlükler çok erken birer vasiyetname gi­
bi görünüyor gözüme. "
"Trajik elbet," diyor Kerem, ardından Rojda'nın yüzünü yok­
layan bakışlarla devam ediyor: " ' Şehit düşüyorlar' demiyorsun."
"Ben 70'lerin, 80' lerin ' Devrim Şehitleri Ö lümsüzdür' slo­
ganına bile inanmazken buna niye inanayım ! Şehitlik İslami bir
kavram. Bizim ihtiyacımız mı var? Devlet memleketi koca bir şe­
hitliğe çevirdi zaten."
"Okuduğum kadarıyla gerilla günlüklerinde çok acı ayrıntı­
lar var; hakiki, gerçek sorunlar, acılar, ama öte yandan zaman za­
man örgüt propaganda bildirilerini fazla andırmıyor mu sence de
Rojda? Sanki hepsi aynı ağızdan, aynı kalemle yazılmış."
"Ama unutma dayanmak, sürdürmek, ölümüne inanmak için

207
bir şeylere imanla bağlanmak zorundalar. Satır aralarındakilere,
ayrıntılara, yaşadıkları ortama bakmalıyız belki de."
"Cihadın Askerleri de, dağdakiler de şehit mezarlıkları açı­
yor. Şehitlik de, iman da. . . yakamızı İ slamın kıskacından kurtar­
mamıza izin vermeyen zihin prangalarımız Kerem. . . İslamdı,
Müslümanlıktı gibi konularda konuşmak istemem, çok şey bildi­
ğimi de söyleyemem ama, Ortadoğu politikalarının tümü İslamı
bir şark çıbanına dönüştürmüş durumda. Bu topraklarda her şey
dine dönüşüyor. 70' lerin, 80'lerin solcuları da ideolojiyle misti­
sizmi karıştırmıyor muydu sence? İnanç şiddeti diye de bir şey
var. Fiziki şiddetten farklı bir şiddet."
"Şu önder tapınmacılığımızı da unutma ! " diyor Kerem. "Ulu
Önder Atatürk yerine başka bir Yüce Önder koymak maalesef bi­
zi saplandığımız çıkmazdan kurtarmıyor." Ardından sahici bir me­
rakla, "Ya buralarda fazla liberal olmakla suçlanmıyor musun
sen?" diye soruyor Rojda'ya. "Merak etme buralarda konuşurken
kimseyle bu kadar derin sulara açılmıyorum, ya da pek az kişiy­
le diyelim. Hem bakma sen, yeteri kadar sevmeyenim var zaten,
halkayı daha fazla genişletmeye de niyetim yok. Ne yaparsın, ha­
zır Istanbullardan lafımızı dinleyecek eleman gelmişken şuracık­
ta kendi çapımızda açık oturum yapalım dedik. " Gülüşüyorlar.
"Keşke bunları böyle kendi aramızda değil de ne bileyim televiz­
yonlarda, radyolarda, geniş kitleler karşısında açık açık konuşa­
bilsek. Herkes konuşabilse . . . "
"Başka bir ülkede olabilir tabii, çağır oralara geleyim. Hem
biraz hava almış da olurum."
Rojda'nın elinin altındaki tomardan çekip aldığı bir kağıda bi­
raz uzun baktığını görünce, "O ne?" diye soruyor. "Ha, bu mu, çok
önemli değil ya. Bir kadınla ilgili kendime yazdığım bir not. Da­
ha doğrusu ne kadar önemli olduğunu bilmiyorum. Buralarda kim­
senin tanımadığı, şüpheli biri. Hemşireymiş galiba ya da sağlık gö­
revlisi gibi bir şey işte ! Zaman zaman ortalarda görünüp kaybo­
luyormuş. Örgütsel bağı olan ya da öyle olduğu düşünülen kız­
larla görülmüş birkaç kez. Ben de dikkat notu düşmüşüm. "

208
"Kim bilir kim? Çıkar kokusu . . . Ee, çaya devam mı, kahveye
geçelim mi?"
"Yok, ikisini de almayayım."
Rojda'yla Kerem ne zaman bir araya gelseler başta hep, "Bel­
li bir düzen dahilinde konuşalım, dağılmayalım," diye kararlaş­
tırsalar da bir süre sonra konuşma oradan oraya sıçrayarak, karşı­
lıklı çağrışımların akışına kapılarak dağılıp giderdi, gene öyle olu­
yor.
"Senin kızla işler ne il.lemde?"
"Ayrıldık."
"Gene mi?"
"Galiba bu sefer kesin ayrıldık. B ir kere olmuyorsa daha da
olmuyor, artık anladım. Neyse boşver, senin şu dosyandan bazı
hadiseleri didiklesek mi artık?"
"Fırsatçı seni, belli yağmaya gelmişsin buraya."
"Eh sen de artık Istanbullardan gelmiş kardeşine bir güzellik
yaparsın."
Rojda önündeki dosyanın içinden çıkardığı büyük boy defte­
ri açıyor. S ık aralıklı yazılmış bir sürü notu görmek Kerem'in ga­
zeteci iştahını iyice kabartıyor.
"Bak mesela bu enteresan bir hikaye," diyor Rojda. "Diyar­
bakır'da Ö zel Harekat Daire B aşkanlığı'nın paravan bir bürosu
varmış. Şehrin göbeğinde, Ofis semtinde, Gevran Caddesi'nde.
Apartmanın adı da ' Yeniçeri' , ya şaka gibi yeminle, değil mi? Bu
ekip her infazdan sonra orada buluşup aldıkları parayı aralarında
kırışıyorlar. İ şleri Eksen Binbaşı diye biri yönetiyormuş. Eksen
Binbaşı ne demek şimdi, neyin ekseni, bilmiyoruz, dört yanda uçu­
şup duran kodların şifrelerin arasında göz gözü görmüyor mem­
lekette. Yerde ölüler yatıyor, havada şifreler ve paralar uçuşuyor.
Bunlar yakayı ele verenleri sadece, gerisini sen düşün ! Bu Ofis
semti ayrı bir il.lem zaten. Misal, devlet orda bir apartman yaptı­
rıp her dairesine bir itirafçı ailesi yerleştirmiş, adeta bir itirafçı
lojmanı kurmuşlar. Memlekette her hadise kendi başına ayrı bir
film konusu."

209
"Bu savaşın sonu ne olacak sence?" diye soruyor Kerem.
Rojda, sahiden bir cevap bulabilecekmiş gibi bir süre susup
düşündükten sonra, "Savaşın sonunu ancak ölüler bilir," diyor.
Masaya bir sessizlik çöküyor. Zihinlerini sakinleştirmek ister gi­
bi kısa bir süre camdan dışarı bakıp gelip geçeni seyrediyorlar.
"Bir ara itirafçılarla röportaj yapmaya çalışıyordun, ne oldu o
iş?" diye soruyor Kerem. "Yanlarına yaklaştırmıyorlar ki, izole bir
hayata kapatılmışlar. İçlerinden bir bölümünün örgüt içindeki ko­
numlarını önemsetmek için eylemlerini abarttıkları söyleniyor.
Sağlıklı bir iş çıkar mı, bilmiyorum." "Sen satır aralarından çıka­
rırsın bir şeyler. . . " "Bilmiyorum, ama fırsat buldukça denemeye
çalışacağım gene de." Rojda'nın çantasından çıkardığı yeni dos­
yayı işaret ederek, talepkar bir oğlan çocuğu arsızlığıyla, "Hadi
beni şaşırtmaya devam et," diyor Kerem.
"Ondan kolay ne var, bölgenin kara çelişkileri bitmiyor ki !
Şuna bak mesela," diyerek birbirine ataşla iliştirilmiş bir kağıt to­
marı uzatıyor Kerem'in önüne, "Cihadın Askerleri'nin mezar eve
gömdüğü iki kardeşin ana babasını da geçen yıl dağdakiler kur­
şuna dizmiş, düşün. Bu olayla ilgili taraflardan dinlediğim bütün
hikaye burada. Yunan tragedyaları gibi ! "
Kerem notları bir süre gözden geçirdikten sonra, "Ya o diğer
elindekiler ne?" diye soruyor.
"Polisler yakalananları savcılığa götürdüklerinde ifade sıra­
sında hem örtülü gözdağı vermek için, hem poliste verdikleri ifa­
deyi savcılıkta aynen tekrarlamalarını sağlamak maksadıyla mut­
laka yanlarından ayrılmıyorlarmış. Geçmişte poliste alınan ifade­
lerin savcılıkta inkar edilmesine karşı bir önlem olarak geliştiril­
miş bir uygulamaymış bu. Bu olayların en akıl almazlarına ait bir­
kaç örnek bu elimdekiler. Al sana hukuk devleti ! Bu memlekette
adalet belli bir azınlığın imtiyazı sadece."
Kerem bir yandan kendisine uzatılan notları gözden geçirir­
ken, Rojda'nın dosyalardan birinin içinden birkaç bildiri ve afiş
çıkartması üzerine, kaygılı bakışlarla etrafa göz atıyor. Rojda,
"Merak etme, polis benim ne yaptığımı biliyordur zaten, iki ga-

210
zeteci kendi aramızda konuşuyoruz şunun şurasında. Bazen orta­
lık yerde yapılan alışverişler daha güvenlidir, bilirsin sen böyle
şeyleri casus romanlarından."
"Türkiye benim okuduğum, bildiğim tüm romanları aşıyor
ama . . . "
"Pek çok şey 12 Eylül'le başladı. Bak bunlar o yıllarda dev­
letin resmi görevlileri eliyle hazırlanan bildiri ve afişler. Gördü­
ğün gibi bir yanında cami, bir yanında bayrak var, altta da Kuran'
daki ayetlerden, surelerden, hadislerden sözler yer alıyor. Bölge
valilerinin emriyle her köşe başına, bakkal dükkanlarının camla­
rına, muhtarlıklara astırılıyormuş, hatta bunlar yırtılmasın, bu­
lundukları yerden sökülmesinler diye başlarına asker dikiyorlar­
mış . . .
"

"Afiş başı bekleyen asker! Aziz Nesin hikayesi gibi."


"Bildirilerin, afişlerin ze�inine renk olarak insanların dini
hislerine hitap edeceğini düşündükleri şu tonda bir İ slam yeşili
döşeniyor. " " İ slam yeşili ha?" "Malum, ' İ slam yeşili' diye bir
şey var. Görmüşsündür, bölgede hacca gidip gelenlerin evlerinin
kapılarının etrafı yeşile boyanır, ziyaretgahlarda sandukalar yeşil
örtüyle kaplanır. Üzerinde kelime-i tevhid yazan yeşil İ slam san­
caklarını, bayraklarını hatırla, bunların Müslüman hafızadaki çağ­
rışımlarını da düşün."
Başını bıkkınlıkla sallıyor Kerem.
"Bak bir de okullarda, radyolarda, televizyonlarda yasak olan
Kürtçe, bu bildirilerde yasak değil. Dini duygularına, geleneksel
değerlerine bağlı olduğuna inandıkları bölge halkını devletin şef­
katli kollarının altına Kürtçe çağırıyorlar. Al sana ironi ! "
Rojda elindeki bir başka dosyanın içinden bu kez farklı bil­
diriler çıkarıyor. "Hoş, bugünlerde de pek bir şey değişmiş değil.
Bunlar da günümüzde halkı Allah'a ve resulüne davet eden, uçak­
lardan, helikopterlerden köylerin üstüne yağdırılan bildiriler. Ara­
larındaki benzerliğe dikkat çekerim. Bak gene bir yanda cami, bir
yanda bayrak, ayetlerden bir-iki söz, zemindeyse aynı yeşil renk
dokusu korunmakla birlikte bu kez daha incelmiş bir grafik tasa-

21 1
rım söz konusu. Zihniyet aynı, yalnız grafik daha sofistike ! B iz­
de ilerleme ancak bu kadar oluyor. Dikkatini çekerim, laik Türk
Silahlı Kuvvetleri bu bildirilerde kendini, ' İslam dünyasının or­
dusu' diye tanımlıyor. Umut'a da kaç kere söylemiştim, Cihadın
Askerleri de, benzerleri de bir gecede çıkmadı ortaya."
Ardından bir diğer dosyadaki kağıt tomarının içinden birkaç
fotoğraf çekip Kerem'in önüne dizerken, "Bunları özellikle arka
arkaya gösteriyorum sana," diyor.
Fotoğraflara bakarken Kerem' in kaşları çatılıyor. "Bunlar ne?
Nereden?" diyor. "Bunlar aynı helikopterlerin Lice dağlarına at­
tıkları gerillaların cesetleri ve o cesetler arasında oğullarını, kız­
larını, kardeşlerini arayanların fotoğraflan. Devlet isterse bildiri,
isterse ceset gökten rahmet yağdırıyor buralara! "
Kerem, Rojda'nın yüzündeki ifadeye baktığında, devlet yet­
kilileriyle görüştüğü zamanlarda nasıl o denli serinkanlı olmayı
becerebildiğine şaşırıp bir kez daha hayranlık duyuyor ona. İ yi
yazılmış bir casus romanında ustaca çizilmiş bir karaktere duy­
duğu hayranlığa benzer bir hayranlık bu. Rojda'nın zor anlarda
duygularını bastırmak konusundaki becerisine rağmen, onun ya­
nında hissettiği gibi davranmaktan çekinmemesi gururunu okşu­
yor Kerem'in; bunun aralarındaki güven ve dostluktan kaynak­
landığını düşünerek göneniyor.
Şu an bir bölümü masada duran, diğerlerinin çantasında ol­
duğunu bildiği Rojda'nın dosyalarından dağdaki yaşam hakkında
bir kısmını önceden bildiği, bir kısmını yeni öğrendiği ayrıntıla­
rı not alıyor Kerem. Örneğin, kışın Zağros dağlarını geçerken o
deli boran karda-ayazda ayak parmakları donan gerillalar arasın­
da, kesilen ayak parmaklarını bir zeytin kutusuna koyarak sakla­
yanların hikayelerini dinliyor. Kamp kurdukları yerlerde doçka
mermisi kutusunda çay pişirmeleri gibi, insanın gözünde canlan­
dırdığında tuhaf bir hüzün duyduğu, kamp hayatına ilişkin ayrın­
tılar öğreniyor.
Daha önce kaç kez benzeri hikayeler duymuşsa da, şimdi bir
oğlu dağda, bir oğlu hapiste, diğeri gösteri sırasında sokak orta-

212
sında öldürülmüş bir anne-babanın anlattıklarını okurken gene
gözleri doluyor Kerem'in. Sonra acı bir sonla biten bir aşk hika­
yesi ikisini de alabildiğine hüzünlendiriyor: Anlattıklarına göre
dağ karakollarından birinde askerliğini yapan bir erle köyden bir
Kürt kızının sevdaları dağdakilerin her ikisini de kurşuna dizerek
cezalandırmasıyla son bulmuş. Rojda, "Tüm kurşunlar belden aşa­
ğılarına sıkılmış her ikisinin de," diyor. "Tüm dinlerle çeşitli ideo­
lojilerin ortak hedef tahtası maalesef belden aşağısı. "
B i r süre sessiz kalıp önlerindeki kağıtlara gömülüyorlar. Yap­
tığı görüşmelerden gözlemlerini, izlenimlerini aktarırken arada il­
ginç saptamalarda da bulunuyor Rojda. Ö rneğin, işkencede çö­
zülenlerden kimisinin yara alan gururuyla baş edemediğini, ma­
dem ben dayanamayıp çözüldüm, başkaları da dayanamasın, her­
kes çözülsün, örgüt de çöksün gibi yıkıcı bir ruh haline bürüne­
rek sorguda gereğinden fazla �onuştuğunu, kendi söylemese po­
lisin aklına gelmeyecek kişileri bile ele verdiğini söylüyor.

"Unutmadan sana vereyim, Umut'a ilet bir zahmet," diyerek


dosyasından gene birbirine iliştirilmiş bir tomar kağıt çıkartıp uza­
tıyor. "Bu haberin ayrıntıları gazetelere düşmedi daha. Batman'da
C.S. adlı bir öğretmenin Cihadın Askerleri adına on kişiyi öldür­
düğü ortaya çıkmıştı ya, o konuyla ilgili önemli detaylar var bu­
rada. Seri katil gibi bir öğretmen, düşün, bunun gibi adamlar ço­
cuk eğitiyor. Bak bir de Umut benden Cihadın Askerleri'nin bı­
çakçılar timiyle ilgili yeni bilgiler istemişti, bir zahmet şu zarfı da
veriver ona."
"Bir de bıçakçılar timi mi varmış onların, satırcıları biliyor­
dum ama. "
"Merak etme, onlarda tim çok, tetikçiler, bıçakçılar, satırcı­
lar. . . Sırf dağdakilerin bölgedeki gücünü zayıflatacaklar diye dev­
let onların memleketi parça parça doğramasına ses çıkarmıyor."
"Gene içimi karanlıklar bastı," diyor Kerem.
"Dur o zaman," diyor Rojda. "Bak sana eğlenceli bilgiler," di­
yerek defterinden bir şeyler okumaya başlıyor. Aynı kişileri bir-

213
birinden ilgisiz davalarda gizli tanık olarak dinletiyorlarmış mah­
kemelerde. "Kadrolu eleman gibi kadrolu tanıklar bunlar," diyor
Rojda. "Sanırım fazla masraf olmasın diye her mahkeme sahne­
sinde aynı figüranları kullanıyorlar. " Rojda'nın sözünü ettiği bu
iki tanığın kod adlarına gülüyorlar. Birininki "Sokak Lambası",
diğerininki "Tükenmez Kalem"miş. "Bu absürt müsamereye çok
yakışıyor değil mi?" diyor Rojda. Kerem eliyle havaya resimler
çizerek yapay bir dublaj seslendirmesi tonuyla, "Bu fakir tanığın
evinin elektrikleri faturasını ödeyemediği için kesilmiştir. O da
masasını pencere önüne çekerek, sokak lambasının içeri vuran ışı­
ğında elindeki tükenmez kalemle ertesi günü mahkemede vere­
ceği ifadeyi yazmaktadır," diye canlandırıyor. "Kabul et Rojda, bu
iki kod adı ancak bu kadar güzel montajlanabilirdi. B irinci sınıf
bir Raymond Chandler sahnesi çıkardım sana! "
"Kalk biraz yürüyelim geveze, otura otura iyice hamladık,"
diyor Rojda.

214
Yİ R M İ İ K İ N C İ BÖLÜM

F İLİGRAN

Merkez'e döndüğünde masasının üstünde bulduğu notları karış­


tırırken gözüne çarpan şifre numaralı notu kağıt yığınının arasın­
dan çekip alıyor:
"Teyze'niz ' fuara' gelmiş. Gözünüz aydın."
Bu birime şifre numaralı not gönderen makamların sayısı hay­
li sınırlı olduğuna, mesajın tonundaki imaya, "gözünüz aydın" sö­
zündeki kinayeye bakılırsa bu not Ankara'dan, Vezir'den gelmiş
olmalı. "Vezir" anlamım yalnızca ikisinin bildiği, şakasına ko­
nulmuş bir lakap. "Fuar" sözünün hem Diyarbakır'ın gizli istih­
barattaki kod adı olmasına, hem de kültür festivali içindeki kitap
fuarına ikili gönderme yapan bu espriye gülümsüyor. İşte okur ya­
zar olma farkı, diye geçiriyor içinden. Tam da Vezir'in espri tar­
zı ! Teyze gene ne haltlar karıştırıyor kim bilir! Gelmişken bura­
ya uğramadığına göre duyulmasını istemediği bir şeylerin peşin­
de olmalı. Entrikalar kraliçesi Teyze'nin her zamanki alengirli iş­
leri, sinsi planları işte ! Bu mevkide bir kadının hala Diyarbakır
köşelerinde gizli gizli hırs kovalamasına akıl erdiremiyor. Bu hır­
sın ne kadarı vatan aşkı uğruna, ne kadarı erkeklerle savaşının bit­
meyen hesabıdır anlaşılmıyor. Onu Ankara' da birlikte bulunduk­
ları bazı toplantılardaki beton dökülmüşçesine ifadesiz duran yü­
züyle hatırlıyor. Gerektiği durumlarda ve uygun gördüğü kişilere
karşı takındığı yüzündeki o yalancı şefkat ifadesi başkalarını kan­
dırsa bile Eğitmen'e çabucak kazınabilecek bir maske gibi gelir­
di hep. İçten pazarlıklı tabiatı onu işinde hayli becerikli bir usta

215
kılsa da, etrafında çalışanlarla ilişkisinde sorunlara yol açtığı ko­
nuşuluyor; bir yanda erkeklerle sürekli rekabet halinde olduğun­
dan, öte yanda etrafta kadınların varlığına tahammül edemedi­
ğinden söz ediliyordu. Yalnız işinde iyiydi, çok iyi. Zaten arızası
olmayan birinin bu işlerde iyi olması mümkün müydü? B ir kere­
sinde Vezir, onu "İçi susmaz, hırsı dinmez, kendiyle alıp vereme­
diği olanlardan," diye tarif etmiş ve eklemişti: "Onun derdi ken­
diyle, o aslında kendine tahammül edemiyor. Böyleleri ya iyi ca­
sus olurlarmış, ya da iyi oyuncu. Ö yle derler."
"Eh, Teyze de ikisi birden olmuş işte," deyip gülüşmüşlerdi.
Her ikisinin de kadınları çekiştirirken seslerine kirli bir neşe ge­
lirdi.
İstihbarat işi yapanların kapıldığı güç sarhoşluğundan Tey­
ze'nin de muaf olmadığını düşünüyordu Vezir, "Dağa gönderilen
kızların arasına ajan sokma konusundaki başarısından bugüne ka­
dar fazlasıyla sebeplendi, şimdi gözünü daha yukarılara dikmiş
olmalı ! " dediğinde, "Ayrıca hakkını vermek gerekir ki, çatışma­
larda yakalanıp tutuklanan kızları itirafçılığa ikna etmek konu­
sunda çıkardığı birinci sınıf iş uluslararası kalitedeydi. CIA'deki,
MOSSAD 'daki meslektaşları bile bu konuda eline su dökemez
onun," diyerek onaylamıştı Eğitmen.
Bölgedeki çok başlılıktan, jandarma, istihbarat, emniyet yet­
kilileri arasındaki güç çekişmelerinden rahatsız olduğu kadar, dev­
letin çeşitli odaklarının birbirinden habersiz işler çevirmesinden
de nicedir enikonu rahatsız olan Eğitmen bu yoğun ve çaprazla­
ma trafikte manevra yapmanın kendisine gereksiz yere, fazladan
yorgunluk bindirdiğine inanıyor. Sahada görev almış birimlerin
kendi aralarında teröre karşı işbirliği yapıyormuş gibi görünürken
asıl güçlerini başarılardaki aslan payını kendilerine kapmaya har­
camalarından canı sıkılıyor. Serbest piyasa kanunları dahil her ko­
nuda serbest rekabeti benimsemiş biri olarak her ne kadar arala­
rındaki yarışın teşvik edici gücüne inansa da, kasaba kurnazlığıyla
işleyen bu rekabetin zamanla devletin zararına olacağını hesapla­
yamamalarına içerliyor. Bugüne kadarki deneyimlerinden kişiler

216
arasında hastalık derecesinde bir rekabet ile düşük düzeyde öz­
güvenin bileşiminin nasıl kötü sonuçlar doğurduğunu bir istihba­
ratçı olarak katıldığı çeşitli toplantılarda defalarca dillendirmiş,
birimleri uyarmıştı. Kapıldığı düşünceler silsilesinde çok zaman
kaybetmeden Ankara'yı, Vezir'i araması gerektiğini bildiği halde
bu kez nedense nedenini anlamadığı bir yorgunluk hissediyor. Ge­
ne çok yoğun başladı gün, diye geçiriyor içinden, önce derin bir
soluk alıp telefona davranıyor. Konuşurken zihni dağılmasın di­
ye gözünü duvarda bir noktaya odaklıyor. Telefonu tuşlarken ka­
lın çerçeveli gözlüklerinin arkasından ne zaman doğru, ne zaman
yalan söylediğini asla ele vermeyen bir saydamlıkla bakan Ve­
zir'in yüzü geliyor gözlerinin önüne. O kabuk gibi korunaklı yüz
adeta kendi başına bir diplomasi başarısıydı. Vezir'i sırtında tüvit
ceket, altında flanel pantolonla pencereden dışarı bakarken hayal
ediyor; onun yüksek pencerel�ri Ankara'nın iç karartıcı resmi bi­
nalarının arka yüzüne bakan az eşyalı odasını, derisi yer yer so­
yulmuş ahşap kolçaklı kanepesini, ülgeri kaçmış kadife koltuğu­
nu, koltuğun yanı başındaki, şapkası her zaman yana kaymış du­
ran ayaklı abajuru gözünün önüne getirmeye çalışıyor. Odasında
bir gramofon olsa da opera ve klasik müzik plakları çalsa Vezir'i
rahatlıkla Avrupa ülkelerindeki istihbarat binalarından birinin pu­
ro ve konyak kokan odasında hayal edebilirdi. Oysa yeniden An­
kara'nın gri havasına dönüyor: Sürekli masasının üstünde bulun­
durduğu Benson-Hedges marka sigarasının teneke kutusunu cap­
canlı görür gibi oluyor. Sımsıkı paketlenmiş hava geçirmez bu te­
neke kutuların kapalı dünyasının, Vezir'in kaç askeri darbe gör­
müş ülkenin derin katlarında iğneyle kazarak kurduğu o hava ge­
çirmez gizlilik dünyasına çok yakıştığını düşünürdü hep. Onun
tutkulu bir istihbarat stratejisti olarak uygulamalarda rutin dışına
çıkmayı Yakup Cemil'in mirası saydığını, Teşkilat-ı Mahsusa'nın
kurucusu Fikret Oktay'ın izinden giden bir zihniyetin takipçisi ol­
duğunu biliyor. "İmparatorluk bakiyesi" dediği bölge insanını,
Arapları, Kürtleri, Süryanileri küçümser, onları "vatanın kalkın­
ma hamlelerini geciktiren, muasır medeniyetler seviyesine ulaş-

217
mamızı engelleyen fazlalıklar," diye tanımlardı. Eğitmen, kendi­
sinin teşkilat tarafından Amerika'ya gönderilmesinde Vezir' in pa­
yının büyük olduğunun farkındaydı ve bu yüzden ona samimi bir
minnet duyuyordu. "Adamım," dediği kişilere kol kanat gerdiği,
her durumda kollayıp kayırdığı konuşulurdu. Henüz Mülkiye'de
talebeyken gözüne kestirdiği Abidin' in önce emniyet müdürü, ar­
dından içişleri bakanı olmasında parmağının olduğu biliniyordu.
Hemen herkesin dosyasını tutan Abidin'in dosyasını da muhte­
melen o tutuyordu, Abidin'in devlet içinde bir tek ondan korkup
çekindiği karanlık koridorların fısıltıları arasında dolaşıp durur­
du. Eğitmen, Vezir'in, "Ben insanları kimden korktuğuna göre tar­
tarım," sözünü istihbarat dünyasındaki kariyer hayatında kulla­
nışlı bir pusula bellemişti.
Sigaranın iyice boğuklaştırdığı sesiyle, "Teyze'nin fuara ge­
lişiyle Metin Ercan'ın Ankara'ya gelişi arasında bir bağ var mı,
yoksa tesadüf mü, bir kurcalayıver bakalım altından ne çıkacak?"
diyen Vezir'in konuşmaya Metin Ercan'la başlaması Eğitmen'in
canının sıkılmasına neden oluyor. Çünkü dağdakilerden bazıları­
nın Irak federe devletine teslim oldukları duyumunu aldığında
başkentteki yetkilileri Metin Ercan'ın derhal bölgeye gönderil­
mesine yönlendirmişti Eğitmen. Şimdiyse Metin Ercan'ın Suriye
istihbaratı Muhaberat'la "bilgi takası" görüntüsü altında başka
türlü bir işbirliği içinde olduğu dedikoduları çıkmıştı. Daha ön­
ceki raporlarının birinde onun için uyan mahiyetinde, "Muhabe­
rat'tan bir ton bilgi alıyor, bu bilgiler işimize de yarıyor, ama bu­
nun karşılığında onlara ne verdiğini bilmiyoruz," deme gereği duy­
muştu. Bu nedenle işin ucunun kendisine de dokunacağı endişe­
si taşıyordu. Vezir'in de böyle bir bağlantıyı ima ederek kendisi­
ne yoklama çekme olasılığı onda ürküntü yaratıyor. Alabildiğine
kayıtsız bir ses tonuyla, Teyze'nin kazandırdığı kadın itirafçılar­
la bir dönem Metin Ercan yönetiminde "yıldız timi" adını verdik­
leri bir tim oluşturulduğunu, bu nedenle ikisinin o dönem sıkı iş­
birliği içinde bulunduklarını hatırlatıyor Vezir'e. "O zaman arala­
rında bir işbirliği olmuşsa da sonrasında sürdüğünü sanmıyorum,

218
her ikisi de başına buyruk olmayı seven koçbaşları, biliyorsunuz,"
diyor. "Malum, Ercan benim buradaki varlığımdan da hiç hoşnut
değil," diye ekleyerek kendisiyle Metin Ercan arasındaki soğuk­
luğa, mesafeye bir kez daha dikkat çekerek aralarının artık eski­
si gibi olmadığını sezdirmeye çalışıyor. "Sence de Teyze'ye son
zamanlarda fazla bir rahatlık gelmedi mi, sık iner olmaya başla­
dı sahaya. "
"Ajanlaştırmayı başardığı iki yeni kızı daha Adana' dan dağa
göndermiş. Onun için bölgedeymiş. Dönüş yolunda bize şaşırtma
vermek için olsa gerek Antep'te aktarma yapmış. Teyze'nin her
zamanki kafa karıştırmayı hedefleyen oyunlarından biri işte. Ken­
di kendine casusçuluk oynuyor! Teyze'mizin Diyarbakır, Antep,
Adana turunun görünürdeki sebebi bu, gerisinde ne işler çevirdi­
ğiniyse Allah bilir! Malum onların birimleri de kaynıyor şu sıra­
lar, gizlen saklan nereye kadar. gözle görülür başarıya ihtiyaçları
,
var. Kapalı kapılar ardında aldıkları tebrikler, takdirnameler, pla­
ketler, terfiler yetmiyor anlaşılan. B aşarı pastasından tabaklarına
düşen dilim herkesçe görülsün, bilinsin istiyorlar."
Metin Ercan'ın sağda solda, kadın itirafçıların bu işe çok da­
ha gönüllü, örgüte çok daha kinli olduğunu söylediğini aktarıyor.
Ona göre, kadınların militanı da, itirafçısı da çok daha öfkeli ve
kinli oluyormuş. Tüm bunları bölgeden rapor aktarır gibi değil,
dedikodu eder gibi anlatıyor Eğitmen.
"Metin Ercan'a dikkat etmek gerekiyor, bir süredir Suriye is­
tihbaratına ajanlık yaptığı söylentisi dolaşıyor ortalıkta, yanında
dolaştırdığı, gönül ilişkisi içinde olduğu kadının Suriye Muhabe­
rat'ıyla olan ilişkisi devam ediyormuş; bu Metin Ercan anlaşılan
bir noktadan sonra iyice ipini koparmışa benziyor, Ankara'ya gel­
miş, gizlice birileriyle görüşüyor, bir haltlar karıştırıyormuş, isti­
fa edecekmiş galiba, pazarlık çantasında neler var, tam olarak zo­
ru nedir, bildiklerinizden bir rapor geçiver de, derdi nedir anlaya­
lım," diye sözü bağlıyor Vezir. "Biliyorsun, çarkın vidalarından bi­
ri biraz gevşedi mi yalnızca onu değil hepsini yeniden sıkıştırmak
gerekir."

219
Vezir'in bu sözleri kendisine yönelik bir şüpheye ilişkin kay­
gılarının yersiz olduğunu düşündürüyor Eğitmen'e, içi rahatlıyor.
"Şeker Paşa da iyice sorun olmaya başladı. Çok pervasız davra­
nıyor. Kahraman komutan havalarına girdi; yaptıkları, ettikleri
bilinsin, görülsün, övülsün diye zaman zaman basından birileriy­
le görüşüyor. Hepsi şimdiden hatıralarını yazma derdine düşmüş
gibi."
"Her şeyin farkındayız, işimiz zor, sadece terörle değil, ego­
larla da mücadele ediyoruz. Senin şu Adana Otogarı'nda Teyze'yle
fotoğrafladığımız eleman nerede şimdi?"
"Teyze'nin bizim elemanı takip ettiğini düşünmüyorsunuz,
değil mi?" diye sorarken alacağı cevaptan ürküyor.
"Sanmıyorum. Biz Teyze'nin peşindeydik, buradaki eleman­
lardan biri fotoğrafta seninkini son anda tanımasaydı hiç fark et­
meyecektik bile."
"Hayatın Graham Greene'in casusluk romanlarını doğruladı­
ğı anlardan biri daha işte," diyen Eğitmen'in, düzenlediği operas­
yona şüphe gölgesi düşen biri olmak en son isteyeceği şey. "Alan­
ya'ya kuluçkaya gönderdim onu . Hem biraz gözden uzak olsun,
hem de oradaki herhangi bir hareketlenmeye karşı elimizin altın­
da bir taşımız olsun istedim," diyerek sürdürüyor konuşmasını.
"Ne kadar güveniyorsun bu adama?"
"Kimseye güvenmek gibi bir lüksümün olmadığını bilirsin.
Bir açığını, bir gediğini yakalamadım bugüne kadar. Profili tipik
bir ezik, itaatkar, kimsesiz büyümüş silik bir tip. Aranılan kriter­
lere uygun yani. Alabildiğine de soğukkanlı. Bugüne kadar kim­
se adam yerine koymamış bunu. Eline bir tabanca, biraz yetki ver­
dik kapı köpeği gibi eşikten ayrılmıyor. Bu çatı altında kendine
sığınacak bir saçak buldu. Minnet içinde asker postalının dibinde
uyuyor, merak etmeyin. Ayrıca elemanımız olduğu deşifre olma­
sın diye Diyarbakır içinde gözle görülür hiçbir eylemde kullan­
madık onu, dikkatlerden uzak tuttuk, mimlenmesin diye şehirde­
ki lojmanlarda bile barındırmıyoruz, uzun vadede onunla ilgili
başka planlarım var."

220
"Dağa göndermeyi düşündüğünden söz etmiştin bir ara . . . "
"Evet, burada yeterince sınadık onu, başlarda itirafçılardan
uzak tuttum, ama şimdilerde biraz biraz kaynaştırıyorum onları,
dağ hakkında bilgi yüklensin istiyorum. Zeki biri değil, ama tam
bir ezberci, sanırım fotoğrafik bir hafızası da var, işimize yaraya­
bilir. Hem burada biraz daha bizimle kalırsa günün birinde deşif­
re olması kaçınılmaz. İnfazlarda yeterince tetik çekti. Bence bu­
radaki son kullanım tarihinin sonuna geliyoruz. Hem dağdakile­
re kolay söz geçirebilecekleri, eğitimsiz ve gözü kara biri cazip
gelebilir. Silah kullanmadaki profesyonel becerisini başlarda bir
süre gizlemesi gerekecek tabii. Kendini dağda ilerletmiş gibi gö­
rünmeli. "
"Gene d e kendisini kanıtlaması için tetiğe davranması gere­
kecektir. "
"O zaman da zayiatı miniqıumda tutmaya bakarız."
Ardından sabahki toplantı hakkında kısa bilgiler geçiyor, Ve­
zir'in TAK'tan bir timin gelişinden haberi olduğunu anlıyor ama
onların neden burada olduğu hakkında bilgi vermekten kaçınma­
sına bakarak, kendisinin dahil olmasının istenmediği bir operas­
yon hazırlığı sonucunu çıkarıyor.
Konunun sakin sularda seyrettiğine güven getirince, "Bir şey
soracağım," diyor Eğitmen. "Yabancı kaynaklarda CIA 'den yü­
rüttüğü gizli belgelerle Avrupa'ya kaçan bir ajanın Prag'daki evin­
de ele geçen belgelerde Türkiye' yle ilgili de bir şey olduğu söy­
leniyor. Devlette yönetim kademesinin içine sızmış, hatta mühim
bir göreve gelmiş "Istanbul'un Gülü" kod adlı sarışın bir Türk ka­
dından söz ediliyor. " Eğitmen daha sözünü tamamlamadan, Vezir
konunun bir an önce kapanması gerektiğini bildiren kararlı bir ses
tonuyla, "Bunu yüz yüze konuşuruz," diye lafını kesiyor. Böyle
bir konuda Vezir'in ağzından telefonda laf alamayacağını biliyor
elbet, ama onun nasıl bir tepki göstereceğini görmek istemişti yal­
nızca. Konuyu bu hızla kapattığına göre doğruluk payı olmalıy­
dı. Şimdilik bu kadarını bilmek yeterdi ona.
Bu arada tuğgenerallerden birinin bir tarihte Cihadın Asker-

22 1
leri'nin eski başimamıyla birlikte görüldüğü bir fotoğraf karesin­
den söz edildiğini işittiği, ama bunu doğrulayamadığı bilgisini ge­
çiyor Vezir'e. B aşimamın kimliği ancak ölümünden sonra deşif­
re olduğuna göre tuğgeneralin bunu bilmeyebileceğini konuşu­
yorlar. "Gene de bu askerle aynı kareye girecek kadar yakınlaş­
mış olması başka olasılıkları da akla düşürüyor," diyor Eğitmen.
"Orduya ne ölçüde ve hangi kademelere kadar sızdıklarını bilmi­
yoruz, malum Evren Paşa'yla başlayan bir sarmal bu."
" Ü stelik Cihadın Askerleri'yle İran Hizbullahı'nın Kuzey
lrak'ta bir araya getirilmesinde Metin Ercan'ın arabuluculuk etti­
ği sağda solda konuşulmaya başlamış bile," diyor Vezir. "Kuzey
lrak'ta üslenmelerinin, arada bir tampon oluşturmalarının yararı­
mıza olacağı söylenmişti," diyor Eğitmen.
" Ü slenmenin boyutlarına göre değişir bu iş, burada yönete­
bildiğini orada yönetemeyebilirsin, Amerika'nın düştüğü durum­
lara düşmemek gerek."
"Genel olarak işler ne alemde orada?" diye soruyor Vezir.
Eğitmen bunun her konuşmalarında Vezir'in telefonu kapatma­
dan önceki son sorusu olduğunu biliyor.
"Onca deliyle uğraşıp operasyon yönetmek kolay iş değil.
Beyninde prefrontal korteksi gelişmemiş insanların içinde onlar­
la birlikte akıllıca işler yapmaya çalışıyoruz, eh zor tabii."
Karşılıklı gülüyorlar.

222
Y İ R M İ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

SON DAKİKA

Haberi aldığı ilk andan itibaren S aim Baran'ı düşünüyor Kerem.


Onu kimin, neden öldürmüş olabileceği konusunda kendini ikna
edecek bir açıklama, mantıklı bir neden bulamıyor, akla uygun
bir tahmin yürütemiyor. İlk gençlik yıllarından bu yana defalar­
ca içeri girip çıkmış, ömrünün en güzel zamanlarını hapishane­
lerde geçirmiş, Kürt hareketi l.çin bir sembol figürdü elbet, ama
çeşitli siyasi odaklardan bağımsız bir figürdü, barışçıl biriydi,
mevcut hiçbir Kürt hareketiyle organik bağı yoktu. 50'li yıllar­
dan beri de her örgüt ve oluşumla arasındaki mesafeyi ustalıkla
ve serinkanlılıkla korumayı becermişti. Yazdıkları sürekli yasak­
lanıp toplatılsa da mücadele etmekten yılmamış, yazıp yayımlat­
maktan, konuşup söylemekten vazgeçmemiş, çalışmalarını aynı
azim ve şevkle yıllar yılı sürdürmüştü. Bu kararlı tavrının, yo­
rulmak bilmeyen çalışma azminin onu düşman belleyen çevre­
lerde bile bir tür saygı ve hayranlık uyandırdığını görmüştü. İ ler­
leyen yaşına, geçirdiği çeşitli hastalıklarla yıpranmış gövdesinin
yavaşlattığı ritmine rağmen çeşitli şehirlerde çağrılı olduğu et­
kinliklere, kitapçıların imza günlerine, kurum ve derneklerin dü­
zenlediği söyleşilere katılmaktan geri durmuyordu.
Haberi aldığı ilk andan itibaren hayıflandığı bir diğer konu da
festival bitmeden Diyarbakır'dan ayrılmış olmasıydı. Tam da onun
vurulduğu söylenen saatlerde Umut'un evinin salonundaki kane­
pede akşamdan kalmış, beli-boynu tutulmuş bir halde yatıyor olu­
şunu düşündükçe kendine kızıyor. İki gün daha kalmayı akıl etse

223
ne olurdu sanki ! Umut'un evinde gece boyunca konuşulanlar şim­
di bu olayla birlikte kazandığı anlamla, başka bir ışık altında tek
tek geçiyordu aklından.
Saim Baran'ın cesedinin bulunduğu haberinin ulaşmasıyla ga­
zete binasında yoğun bir telaş başlamıştı. Herkes şaşkındı. Res­
mi açıklamalar her zamanki gibi hayli sınırlı ve doyuruculuktan
uzaktı. Gittiği bir görüşmeden alelacele gazeteye çağrılan Kerem
Diyarbakır'da tanıdığı birkaç kişiyi aramıştı hemen, avukat, ga­
zeteci, sendikacı kim varsa farklı kaynaktan haber alabileceği ki­
şilerin izini sürdü. Bölgeye yaptığı seyahatler sırasında yakınlık
kurup ara ara yaptığı haberler için kendisinden görüş aldığı, Sa­
im Baran'ın da akrabası olduğunu bildiği Agit'ten fazladan bilgi
edinmeyi umdu ama onun telefonu da açılmıyordu. Rojda'ya ise
bir türlü ulaşamıyordu, belli ki herkes sahada haber peşindeydi.
Umut'ta da fazla bir şey yoktu. Bölgeye ilgisini bildiği birkaç ga­
zeteciyi aramalarından da eli boş döndü, olay çok yeniydi, kolay
tarafından ve erken sonuca varmış birkaç komplo varsayımının
pek ciddiye alınacak yanı yoktu. Gazetenin yerel muhabirleri, yet­
kililerin verdiği ilk bilgilere dayanarak yapılan araştırmalar ko­
nusunda merkezi bilgilendirmiş olsa da yazı işleri Kerem'i acilen
bölgeye göndermeye karar vermişti.

Canının sıkkın olduğu zamanlarda Kerem'in yüzüne hep bir


küsmüş çocuk ifadesi gelir, alt dudağını büzerdi. Her zamanki gi­
bi uçakta koridor kenarı koltuklardan birinde oturuyor şimdi. Va­
pur ve trenlerde hep cam kenarına otururken uçakta koridor tara­
fındaki koltuğa oturmayı yeğlerdi. (Istanbul'un iki yakası arasın­
da gidip gelen Karaköy-Kadıköy vapurunun üst kat salonu yeni­
yetmelik anılarının vazgeçilmez dekorlarındandı.)
Baş üstü dolaplarına eşya tıkıştırmaları bitmeyen, yerine bir
türlü yerleşemeyen huzursuz, hoşnutsuz yolcuların telaşı dinmiş,
çeşitli uyarı anonsları, hosteslerin koridoru hızlı adımlarla arşın­
lamaları bitmiş, tüm bu tantananın ardından ödül gibi gelen kıs­
mi bir sessizlik çökmüştü ortalığa. Kerem kendini yatıştırmak is-

224
ter gibi üst üste birkaç kez derin derin soluk alma gereği duydu.
Sanki artık gidebilirlerdi.
Kerem'in kaç yıldır Kürt sorununa odaklanmış, bölge hak­
kında en fazla kafa yoran gazetecilerden biri olduğunu bildiği hal­
de yazı işleri müdürünün son anda karar değiştirip Diyarbakır'a
Kerem'i göndermekten vazgeçmesi gazetedeki herkeste şaşkınlık
yaratmıştı. Gazete binasında olan biten hemen her şeyden anında
haberdar olmasıyla ünlü Telekulak Vasfiye, boynuna boncuklu bir
iple asılı gözlüğünün sapını dudaklarının kenarında gezdirirken,
"Durum çok tuhaf, Saim Baran cinayetiyle ilgili yukarılardan bir
yerlerden telefon gelmiş, artık konu her neyse . . . " diye ağız büze­
rek duruma daha da şüphe uyandırıcı bir açıklama getirmişti. Ke­
rem'in yazı işleri müdürü sahada gazetecilik yapmanın önemini
en fazla bilen yöneticilerden biriydi oysa. Cevap, "o yukarıdan ge­
len telefonun" sırrında saklı olmalıydı ve o telefon hakkında en
azından şimdilik bilgi edinmek olanaksız görünüyordu. Kim, ni­
ye, niçin aramış, gazete yönetimi niye karar değiştirmişti? Böyle
kuşkulu durumlarda yazı işleri müdürünün de, genel yayın yö­
netmeninin de elinin kolunun bağlı olduğunu Babıali'de herkes
bilirdi. Ama gene de Saim Baran'ın önemi göz önüne alındığın­
da bu konunun çok daha ciddi bir boyutu olduğunu düşündürü­
yordu insanlara. Kerem işi konusunda kendini hiç bu kadar çare­
siz ve öfkeli hissetmemişti. Hırsları olmakla birlikte hiçbir zaman
kendini fazla önemseyen biri olmamıştı, uçağa binene kadar da
aklına gelmemişti ama şimdi konunun doğrudan kendisiyle ilgili
bir yanı olduğundan kuşkulanmaya başlamıştı. Yoksa detektif pa­
ranoyası cinsinden evhama mı kapılmıştı? Onu sahadan uzak tut­
mak için kimlerin ne gibi gerekçeleri olabilirdi?
Telefonda, "Nereye gidiyorsun?" diye soran Umut'a, "Telafi
yolculuğuna çıkıyorum," demişti. "Patronlar beni Alanya'ya gön­
deriyor." "Nasıl yani, tatile mi?" "Ne tatili oğlum, bir cinayet
vakası. Altından Kürtlerle ilgili bir şey çıkacak olmasından şüp­
helendikleri için beni yolluyorlar. Saim Baran vakasına apoletli
köşe yazarı göndermişler, herhalde Alanya' da ölen kişi inşaat iş-

225
çisi olmalı ki beni layık gördüler. "
"Abartma oğlum. "
"Ne abartacağım ağbi y a ! Her zamanki malum ayak oyunla­
rı işte. Kolay lokma, zor lokma oyunları ! "

Onu Alanya'ya göndererek ne bulmasını umuyorlardı ki , ya­


zı işleri müdürü biraz da şevklendirmek amacıyla Kerem'e birkaç
yıl önce Kürtlere yapılan saldın nedeniyle Alanya'ya gönderdik­
lerinde gösterdiği habercilik başarısını pohpohlayarak hatırlat­
mıştı. Diğer gazetecilerin atladığı pek çok ayrıntıyı yakalamış,
doğru tanıklara ulaşmayı becermiş, olaylar hakkında tam bir pa­
norama çıkarmıştı. Şimdi ondan gene aynı başarıyı bekliyorlardı.
Kerem Kürtlere ait evlerin, dükkanların, iş yerlerinin taşa tutul­
duğu, çıkan kargaşada çok kişinin yaralandığı o günleri nedense
hafızasında daha gerilerde bir yere atmış olduğunu fark etti. Tat­
lı Akdeniz iklimi bazı şeylerin üstünü çabuk örtüyor, acı hatıra­
ları yumuşatıyordu belki de. . . O dönem konuyla ilgili olarak ga­
zete arşivinde yaptığı taramalar sırasında ondan önceki yıllarda
da daha geniş çaplı bir saldırıda gene evlerin, dükkanların bu kez
ateşe verildiğini okumuştu. Bazı milliyetçi grupların buraya göç­
le gelen Kürtlerin varlığına tahammül edemedikleri, onları po­
tansiyel terörist olarak gördükleri, bu nedenle zaman zaman irili
ufaklı olayların patlak verdiği sağda solda yazılıp duruyor, ama
bu konuda kayda değer bir gelişme görülmüyordu.
Kalkışa geçen uçakta önündeki dosyayı açmış, bir yandan ye­
rel muhabirlerin konuyla ilgili verdiği, Alanya ve civarındaki bağ­
lantılarından edindiği bilgilerin yer aldığı notları karıştırıyor bir
yandan da dağınık düşünceleri arasında kaybolmamaya, elinin al­
tındakileri bir düzene sokmaya çalışıyordu. Üzerinden çıkan kim­
lik nedeniyle öldürülen kişinin Kürt olması ihtimalini göz önüne
alan güvenlik güçleri Alanya'da yeni olayların patlak vermesin­
den kaygılanıyorlardı. Yazı işleri müdürü, "Söylenene göre dün­
den beri ilçede gerilim yükselmiş, sen bir havayı kokla gel," de­
mişti Kerem'e. Cinayetin işlendiği yer, cinayetin zamanı, kimse-

226
nin hiçbir şey görmemiş, duymamış olması vakayı iyice tuhaf­
laştırıyordu. Şimdilik görüldüğü kadarıyla gene tam bir faili meç­
huldü hadise !

Alanya'ya varıp otele yerleştiğinde önce haber merkezinden


birilerini aradı, nedense kimse masasında değildi. Son bir umut­
la aradığı Telekulak Vasfiye'nin bile telefonu açılmamıştı. Alan­
ya bürosundan kendisini karşılamaya gelen genç bir muhabirle
birlikte önce yetkililerle görüşüp ardından cinayet mahalline git­
ti, etrafı dolaştı, konu hakkında bilgisi olabileceği söylenen bir­
kaç kişiyle yaptığı özel görüşmelerden de eli boş döndüğünde bu
konuda yanılmadığını anlamıştı; buraya onun gelmesini gerekti­
recek boyutta bir vaka değildi bu, evet planlı işlenmişti ama sıra­
dan bir cinayete benziyordu. Herhangi bir bölge muhabiri de pe­
kala üstesinden gelebilirdi. �örünen o ki, gazete idaresi resmen
onu başından atmak için bu hadiseyi fırsat bilmişti. Böylelikle Sa­
im Baran cinayetini kurcalamaya da vakti kalmamış olacaktı. Bir
kez daha yazı işleri müdürüne içinden diş biledi.
Saim Baran cinayetinin beşinci gününe girilmiş ama olan bi­
tene ışık tutacak bir gelişme kaydedilmemişti henüz; Saim Ba­
ran'ın en son birlikte görüldüğü kişinin eşkali hakkında otel re­
sepsiyonistinin verdiği tarife bakılırsa herkes olabilirdi. Kerem'in
bölgedeki tanıdıklarını üst üste aramaları sonuçsuz kalıyordu. Di­
yarbakır'daki yetkililerin basında ve televizyonlarda yaptıkları
açıklamalara göre olay henüz çok yeniydi, soruşturma bütün hı­
zıyla sürüyordu, katil ya da katiller mutlaka yakalanacaktı falan
filan . . .
Kerem'in gazeteye geçeceği haberde herhangi yeni bir şey
yoktu, gazetenin Alanya bürosunda oturduğu masa başında ken­
dini aptal gibi hissediyordu. Büronun "acar gazeteci" havaların­
daki istihbarat muhabirinin "kaynağım" diye tanıttığı kişi henüz
apoleti bile tasdik edilmemiş bir komiserdi yalnızca. Maktulün
kimliği üstünde olduğundan adı soyadı belliymiş zaten, cüzdanı
cebinde duruyormuş, vücudundan üç kurşun çıkarılmış. Kürt ol-

227
ması akıllara ilk bakışta bir terör bağlantısı getirmişse de bu ko­
nuda hiçbir bilgiye ulaşılamamış, mafya tarzı bir örgütsel bağlantı
da tespit edilememiş, her haliyle sıradan bir cinayet vakası olarak
görülüyormuş, bir alacak verecek davasına kurban gitmiş olması
da mümkünmüş. Adamın doğum yerinin akla getirdiği bir diğer
ihtimal, kan davasına sebep adamın izini süren bir hasmının onu
bulup öldürmüş olabileceğiymiş. Yalnız bilgisine başvurdukları
Kürtler arasında da adamı tanıyan çıkmamış. Ne adresine ulaşı­
labilmiş, ne cenazeye sahip çıkan olmuş. İ şin burası biraz muam­
malıydı tabii. Emniyet görevlilerinin soruşturmayı derinleştirme­
ye çok da gönüllü olmadıklarını sezmişti Kerem. Maksatlı bir tu­
tum muydu bu, yoksa sıradan bir cinayet olarak gördükleri bu va­
kaya zaman harcamak mı istemiyorlardı? B ir yerlerden emir ya
da talimat bekler gibi bir haller sezmişti. Görünen o ki, ceset bel­
ki sahibi çıkar diye birkaç gün daha morgda bekletilecek, dava da
bir an önce kapanmamış dosyalar rafına kaldırılıp unutuşa terk
edilecekti. Bütün o "adli cinayet vakası" görünüşüne karşın, Ke­
rem'in içindeki gizli detektifin sesi, ona bu hikayenin çok daha
fazlasını barındırdığını söylüyordu. Aklının bir yanı hala Saim
B aran cinayetinde olmasaydı ve o akşam Umut'tan gelen telefon­
la Rojda'nın kayıp olduğunu öğrenmeseydi bu dava üzerinde da­
ha fazla düşünebilir, olayı biraz daha kurcalayabilirdi.
"Ne demek Rojda kaybolmuş Umut! Nasıl kaybolmuş, ne za­
man kaybolmuş?"
"Anladığım kadarıyla senin görüştüğün günün akşamından
bu yana gören bilen yok. "
"Anlamıyorum, nasıl ya ! Ajanstan Felat'a sordun m u peki?"
"Bak, Diyarbakır' da tanıdık tanımadık herkesi aradım. Kim­
se ne görmüş, ne konuşmuş."
"Polis mi almış peki?"
"Bilinmiyor. Rivayet muhtelif. Bir arkadaşının anlattığına gö­
re, yetkililerden biri pek de önemli görmediği bir şey anlatmış
Rojda'ya, o şeyin ne olduğunu arkadaşı da bilmiyor, ama bu bil­
gi sayesinde bazı olaylar arasında bağlantı kuran Rojda çok he-

228
yecanlanmış, arkadaşına telefonda, ' Çok büyük bir haber yakala­
dım, sonra anlatının,' demiş."
"Yetkilinin kim olduğunu biliyor mu o arkadaşı peki?"
"Yok, sonra anlatının, dediği için nasıl olsa yüz yüze konu­
şuruz diye telefonda fazla kurcalamamış."
"Belki o yetkili sonradan bir halt ettiğini anlayıp Rojda'nın
peşine düşmüş olabilir."
"Mümkün tabii, bir şey soracağım sana."
"Sor. "
"Diyarbakır'd a sana şüphelendiği bir kadından söz etmiş miy-
di?"
"Nasıl bir kadın?"
"Hemşire mi, sağlık çalışanı mı öyle biri."
"Hatırlıyorum galiba, ama pek üstünde durmamıştı bunun.
Onun nasıl bir ilgisi var?"
"Felat ortada bir görünüp bir kaybolduğu için dikkatlerini çe­
ken bir kadından söz etti."
Bir süre ikisi de susup bir şeyleri tartıyorlar içlerinde.
"Bak Kerem, bunlarla hiç ilişkili olmayan bir şey de olabilir
tabii. Biliyorsun böyle şüpheli olaylar sonrasında insanlar ilgili il­
gisiz pek çok kabloyu birbirine bağlamaya çalışır. Dediğim gibi
bunların hepsi rivayet."
"Söylediklerin çok ürkütücü ya, hala şoktayım, hiç böyle kay­
bolmazdı ortadan."
Rojda'nın başına bir şey geldiyse canının çok yanacağını bi­
liyor Kerem. Yalnızca hayatının değil, dosyasının da yarım kala­
cağını, onunla birlikte nice kadın ve erkeğin hayatlarının da dos­
yasının yarım kalacağını biliyor. "Ya baksana şu işe, daha Saim
Baran'ın şokunu atlatamadık ! " diyor.
"Felat son zamanlarda Rojda'nın gazetecilik hırsına fazla ka­
pıldığını söylüyor, daha derinlere inebilmek için güvenlik güçle­
rinden bazı tehlikeli kişilerle görüşmüş olmasından şüpheleniyor.
Hatta bir keresinde bunlardan biri Rojda'ya, ' Kendine dikkat et,
ölüleri aramak tehlikelidir,' gibi bir laf etmiş."

229
"Felat'ın bildiği bir şey mi var, yoksa?"
"Kesin bir bildiği yok ama, kuvvetli tahmin, diyor."
"Son buluşmamızda bana hiçbir şey söylemedi," diyor Ke­
rem.
"Rojda bir ara Felat'a, ' Rejim diye bir şey duydum, onu kur­
calıyorum, bakalım altından ne çıkacak,' demiş, öyle laf arasında
söyleyip geçtiği için, Felat da üstelememiş. B ak bunların hiçbiri
kesin değil tabii, hepsi tahmin. Rojda'nın kaybolmasından sonra
insanlar geriye dönüp kopuk kopuk hatırladıklarını birleştirmeye
çalışıyorlar sadece, hepsi bu."
"Benim aklıma hiçbir şey gelmiyor, ne kötü ! "
"Son bir rivayet daha var, o da örgüt kadrolarından birilerinin
kaçırmış olabileceği."
"Saçmalama ya! Olmaz öyle şey ! "
"Felat d a ihtimal vermiyor, olmaz öyle şey, diyor ama söyle­
nenlere göre, Rojda'nın son yaptığı bazı haberlerden duydukları
hoşnutsuzluğu dile getirmişler, dile getirmek dediysem, biraz göz­
dağı tonunda uyarmışlar yani."
"Ya, durumdan kendilerine vazife çıkaran alt kadrolardır on­
lar."
"Devlete objektif gazetecilik yaptığını ispat niyetiyle yazdık­
larının halkın mücadelesine zarar verdiğini ileri sürüyorlarmış.
Onlara göre Rojda, 'romantik hümanistlik' yapıyormuş. Sen onun
için hep dersin ya, dışı pamuk içi keskin elmastır, pamuğa kanıp
avuçlamaya kalkanın elini kanatır, diye, pabuç bırakmamış tabii
o parmak sallamalara. "
"Bana hiç söz etmemişti bundan."
"Belli ki önemsememiş. Belki de seni telaşa vermek isteme-
d 1. . "
"Gene de hiç ihtimal vermiyorum, nasıl olur öyle bir iş?"
" Örgütler içinde her zaman kontrol edilemez gruplar çıktığı­
nı bilmez misin? Hatırlasana, Cihadın Askerleri'nden birtakım
gençler de cemaatin fetvası filan olmadan kendi başlarına karar
verip, açık saçık giyindiği, evlerine erkeklerin girip çıktığı söyle-

23 0
nen kadınları öldürmemişler miydi B atman'da? Pekal§. örgütün
içindeki küçük bir grup da başına buyruk davranarak Rojda'nın
biletini kesmek istemiş olabilir."
"Ben sana söyleyeyim, öyleyse bile bu grupların içine sızmış
ajanların marifetidir gene de."
" Örgütlerde sorun da bu ya zaten, içeriye ajan sokmana bile
gerek yok, o ajanın yapacağı işi gönüllü yapacak iki-üç gerzek her
zaman çıkıyor."
"Bazı durumlarda iki-üç gerzekten daha fazlasına ihtiyaç var
ama."
"Neyse, ne yapacaksın şimdi?"
"lstanbul'a döndüğümde gazeteden kovacaklarını bilsem bi­
le bu sefer Diyarbakır'a gideceğim. "
"Olmaz öyle şey, hele sen önce bir gel, konuşalım."
"Rojda'yı, ya da izini bul� a kadar bu işin peşini bırakmam
ben. Haber peşinde koşan Rojda'nın bir gün kendisinin haber ola­
cağına kim inanırdı?"
"Kaç gazetecinin haberini yaptık bugüne kadar, unuttun mu?"
"Doğru, öyle ama gene de insan bu kadar yakınındaki birine
konduramıyor işte."
"Sen gene de kondurma! Moralini de bozma, Rojda bu, ba­
karsın bir yerlerden çıkar ortaya."

23 1
Yİ R M İ D Ö R D Ü N CÜ BÖLÜM

SELAMET ÇAY OCAGI

Otobüs, Mahmutlar'a vardığında denize sıfır ince bir yol üzerin­


de sağına aldığı Alanya'yı dışarıdan kat etmeye başladı. Yolun ile­
risinde neredeyse Alanya'yı tamamen geride bırakacaklarmış gi­
bi olduğu noktada sağa kıvrıldı. Kızlar Pınarı'nın oradaki otogar
göründüğünde yolcularda kıpırdanmalar başladı.
Nedense Adana' dan bu yana yol hiç bitmeyecekmiş gibi gel­
mişti ona. Otogarın görünmesiyle daha oraya varmadan içindeki
o tek esnaf lokantasını, garın civarını kuşatan, bir köşesinde mut­
laka video filmleri oynatan bir televizyonun bulunduğu, duvarla­
rının birinde, bilardo masasının etrafında ellerinde tuttukları ısta­
kalarla oyun oynayan tilkileri gösteren tabloların asılı olduğu bi­
lardo salonlarını ve semte adını veren yarı harabeye dönmüş çeş­
menin varlığını hatırladı. En az sekiz-on yıl önce gelmiş olmalı
buraya. Gözü öfkeden kararmış bir kalabalığın ahaliyi kışkırtarak
Kürtlerin oturduğu evlere saldırttığı, dükkanlarını yaktığı, ilçede
büyük olayların çıktığı günlerdi. Onunsa Cihadın Askerleri için­
de ham tıfıl olduğu zamanlardı daha. Hoca'nın Malatya'da yanı­
na gönderdiği Molla Gıyasettin, "Salyangoz bile bir zaman sonra
kabuğunu değiştirir, her şeyin kendine göre bir vadesi vardır. Se­
nin vazifen de vadesini bekliyor," diyerek onu Malatya' dan bura­
ya göndermiş; birdenbire patlayan olayların içine düştüğünü öğ­
renmeleriyle de apar topar geri çekmişlerdi. Her şeyden habersiz
yakalandığı o kargaşadan soğukkanlılığını koruyarak sıyrılmayı
bilmişti. Sonradan Alanya' da evinde kaldığı bakkalın ve oğlunun

232
olaylar sırasında öldürüldüğünü duymuş, derinden üzülmüştü. Bir­
den her şey şimdi oluyormuş gibi içinde bir kin dalgasının ka­
bardığını, aldığı derin nefesin bumuna yürüdüğünü hissetti. Oto­
büs Alanya yolcularını indirip mola verdikten sonra Antalya'ya
doğru yoluna devam edecekti. Bazı sabırsız yolcuların otobüs du­
rur durmaz ellerinde havlularla yolun aşağısındaki Kleopatra Pla­
jı'na doğru koştuklarını gördü. Şimdi içlerinden birkaçını çevirip
sorsa Kürt evlerinden, dükkanlarından yükselen o alevleri, du­
manları hatırlamazlardı bile. O dumanların isini birden genzinde
duydu. Ağzı acılaştı.
Otobüsten indiğinde içine çektiği temiz havanın, bumuna ge­
len deniz kokusunun tadını çıkarmayı bilmese bile iyi gelmişti
ona; yolculuğun yorduğu zihni berraklaşmıştı. Alanya'ya iner in­
mez otogardan Eğitmen'i aramayı düşünse de elindeki sınırlı za­
manın onun vereceği talimata göre daralmasını istemediği için
bundan vazgeçti. Uzun süre oturmaktan katılaşmış bacaklarını yu­
muşatıp esneten birkaç küçük hareketten ve adeti olduğu üzere
sakınımlı gözlerle etrafı şöyle bir taradıktan sonra giderek hızla­
nan adımlarla otobüslerden inenleri, otobüslere binenleri ve ses­
lerin iç içe geçtiği garın kalın uğultusunu ardında bıraktı. İlk işi
önceden ezberlediği adres ve tarif üzerine Selamet Çay Ocağı'nı
bulmaktı. Bu yürüyüş iyi gelmişti ona, adımlarını hızlandırdıkça
yeniden bedenine yerleştiğini hissediyordu. Yürürken Malatya
günleri geçiyordu aklından. Ne de olsa buraya ilk kez oradan gel­
mişti. Cihadın Askerleri'nin daha Batman ve Silvan'da başladığı
ilk eylemleri sırasında Hoca'nın onu sahadan çekip Malatya'ya
göndermesine gönlü gücenmişti başta. Askerlik çağı gelmiş genç­
leri kısa bir eğitimden geçirip askere gönderiyor, onlardan askeri
karakolların, üslerin, bulundukları bölgedeki devlet kurumlarının
krokilerini çıkarmalarını istiyorlardı. Cihada hazırlığın hararetli
günleriydi. Dava mensuplarına aynı tip silah dağıtılmış, infazın
üç kişilik timlerin kişiye arkadan yaklaşıp "Tekbir! " diyerek en­
seden tek kurşun sıkılması şeklinde icra edilmesi, bunun herkes­
çe cemaatin imzası olarak tanınıp bilinmesi gerektiği belirtilmiş-

233
ti. Ö len kişinin dünyayı terk ederken duyacağı son sesin "Tekbir"
olması mühimdi ve buna dikkat edilmeliydi. İcap etmedikçe teyit
kurşunu sıkılmayacaktı. "Tek kurşun, tek hain, tek can ! " deniyor­
du. Yüzünün asıldığını gören Hoca onu kenara çekip, "Mümin ol­
mayan insanların yüzü ihtiyarladıkça kararırken, mümin olanla­
rın yüzü nurlanır. Rabbine adım adım yaklaşmanın nurudur bu,"
diyerek nasıl anlamlandırması gerektiğini bilemediği bir giriş yap­
mış, ardından, "Bak şimdi seni böyle nur yüzlü mühim bir şahsi­
yetin himayesine gönderiyorum. Allahü tealanın lütfu ve ihsanıy­
la farz-ı ayin ilimleri tahsil etme fırsatına kavuşmuş kullarından­
dır kendisi. İ lim irfan sahibi bir molladır. Molla Gıyasettin ismi­
dir. Ü stüne polisin, askerin şüphesi düşmemiş sırlarımızdandır.
Her müşkülünde eteğine varacağın, varıp da müşkülüne çare so­
racağın kişidir. Orada bir süre kuytuya yatırıyoruz seni. Göze bat­
mamaya, dikkat çekmemeye çalış. Sen Allah'ın izniyle daha mü­
him işler için lazımsın, vaktini bekle," diye gönül okşayıcı sözler
etmesi içini bir parça yatıştırmışsa da küskünlüğünü büsbütün gi­
derememişti. Dağdakilerin düze inip Silvan'ın Yolaç köyünde, yat­
sı namazında içlerinde cami imamının da olduğu on kişiyi kurşu­
na dizdiği hadiseden sonra Malatya'dan ayrılıp bir an önce infaz
timlerine katılmayı düşünmüş, ama Hoca'nın gazabından çekin­
mişti. Onun mühim vazifeler, maksadı yüksek feda eylemleri için
seçilmiş olduklarını belirttiği etrafında halkalanmış genç mümin­
lere verdiği vaazlarda sıkça dile getirdiği, "Kanın her ısındığında
kendini ortaya atamazsın," sözünü kendine sık sık hatırlatma ge­
reği duyduğu günlerdi. "En tesirli darbeler için zamanın ve zemi­
nin en müsait olduğu anı kollamak gerek, maksat rasgele bir za­
rar hfisıl etmek değil, vereceğin zararı misliyle büyütmektir. Şart­
lar ne olursa olsun, kinin seni değil, sen kinini sevk ve idare ede­
ceksin, anlaşıldı mı ! Şahidi olduğunuz her gafleti terazinin aynı
kefesine koyamazsınız. İ slam ile müşerref olmamış insanların gaf­
letleriyle, Müslüman ana babadan doğmuşların gafletleri bir de­
ğildir, unutmayınız. Çünkü ceza gafletin vasfına göre verilir, ras­
gele değil, bunu da unutmayınız." Malatya'ya gittikten sonra da

234
ona tembih edilene göre davranmış, Molla Gıyasettin'in nezare­
tinde Hoca'nın vereceği "o daha mühim" vazifeyi beklemeye ko­
yulmuş, bu arada Molla'nın uygun gördüğü civardaki birkaç ufak
tefek işte görev almış, gene onun verdiği cevazla birkaç kez kur­
yelik yapmıştı. Molla Gıyasettin'in tembih ettiği üzere aklı ancak
küçük dolaplar çevirmeye yatkın küçük insanlardan uzak durma­
yı bilmişti. Mollaya göre dünya zevklerine düşkün, nefsi gevşek
insanların arasından da Müslüman çıkmazdı, onlardan da uzak
durmalıydı.
Hoca'nın emriyle yeniden çağrıldığında Diyarbakır dışındaki
yerlerde de dolaştırılmış, cemaatin verdiği ön bilgilerin izini sü­
rerek Cihadın Askerleri'nin kurşununun erişemediği ya da kurşu­
nunu sonraya sakladığı münkirleri, münafıkları, dağdakilere gö­
nül yakınlığı duyanları tek tek JEM 'e ihbar etmeye başlamıştı; bir
süre sonra gösterdiği yararlılık!� ve hakkında yapılan tahkikat so­
nucunda temiz olduğuna kanaat getirilip önce kadrolu muhbirli­
ğe alındı, başlarda üstleri tarafından ağzının sıkça yoklandığının
farkındaydı, bu nedenle azami dikkat gösteriyordu. Gösterdiği ya­
rarlılıklar üzerine kademesi yükseltildi, meziyetleri keşfedildi, te­
tikçi tayin edildi ve şimdi ne zaman sonra gene buradaydı işte,
Alanya'da.
Yürümek iyi gelmiş, zindelik kazanmıştı. Buna yürüyüşün
verdiği hararet eklenince sırtındaki mont fazla gelmeye başladıy­
sa da çıkartırsa kendini çıplak hissedeceği duygusuna kapıldı.

Selamet Çay Ocağı, kapı önüne üç-beş sandalye atılmış, bir­


kaç masalı küçük, gösterişsiz bir mekandı, daha çok çevredeki es­
nafa, dükkanlara, iş yerlerine servis yapıyor olmalıydı. Boş ma­
saların birindeki çay tabaklarının kenarındaki erimiş şekerler da­
ha önce burada oturanların çayı şekersiz içtiklerini gösteriyordu.
İ çeriye girdiğinde kendisi henüz bir şey söylemeden çay oca­
ğının başında duran adamın yüzünden gelenin kim olduğunu an­
ladığını fark etti. Sadece Hoca tarafından bilgilendirilmiş olma­
sıyla ilgili bir şey değildi, belli ki içinin sesi vardı adamın. Hoşu-

23 5
na gitti bu, gönendi. Sessiz anlaşmaları severdi. Gene de Hoca'nın
verdiği muskayı görmesi için montunun bir kanadını kaldırıp iç
cebe iğneyle tutturulmuş yeşil kumaşla kaplı muskayı gösterir­
ken, "Esselamu aleykum," diyerek selamladı.
"Ve aleykümmüsselam ve rahmetullahi berekatuhu," diye kar­
şılık verirken tezgahın altından çıkardığı beyaz kumaşla kaplı
muskayı gösterip tekrar yerine koydu adam.
"Seyfullahsın hocam, değil mi?"
"Doğrudur, hoş gelmişsin. Az bir işim var ocakta, iki dakika
müsaade et. "
"Estağfurullah, müsaade n e demek! "
Küçük, temiz, gösterişten azade sakin görünüşlü bir dükkan­
dı burası. Ocağın üstünde asılı, pek çok esnaf dükkanında görü­
len, kadere iman bildiren "Allah'ın Dediği Olur" yazılı levhayla,
duvarların birinde çerçeve içinde, siyah zemin üzerine işlenmiş
"kelime-i tevhid" levhasından başka bir İslami nişan yoktu. Dük­
kan önündeki sandalyelerde oturan adamlardan birinin, içeriden
rahatlıkla duyulacak kadar yüksek sesle konuşuyor olması, gür­
lek sesindeki tanıdık tını birden onu geçmişten bir hatıraya taşı­
dı: Camilerde seydaları izlemekle görevlendirildiği ilk zamanla­
rında avlularda, sebil başlarında, katıldığı bazı sohbet halkaların­
da sık karşılaştığı biri vardı. Rabbin katında rızıklanmak isteyen,
imanında, ibadetinde biri olmakla birlikte gösterişi sevdiği de bel­
liydi. Azimet ehlini taklit edenler gibi abdest alırken suyun sa­
kallarından süzülerek boynuna inmesine, gerdanına ulaşmasına
izin verir, sonrasında fazla kurulamadan sakalının hafiften ıslak
kalmışlığını diğer müminlerin görüp takdir etmeleri için ama ge­
ne de maksadını gizlemeye çalışan bir edayla hafiften sağına so­
luna dönerdi. Dua ederken nemlenen gözlerinin, tutamadığı göz­
yaşlarının farkına varsınlar diye bulunduğu meclislerde mutlaka
sesini yükselterek konuşup dikkatleri üstüne çekmeye çalışırdı.
Devletin münkir kuvvetleri, mürtetler, müşrikler bir sebeple Ci­
hadın Askerleri'nin dava mensuplarının üstüne geldiğinde bir kal­
kan gibi öne sürülmesi, gerektiğinde kurban verilmesi gereken ki-

236
şiler işte böyleleriydi. Şeytani kibrin gösterişçiliğine teslim olmuş
böyle adamların kayıpları elbet davaya zarar vermez, aksine mü­
minlerin uğradıkları zulmün teşhirine faydası dokunurdu. Hem
bu sayede davanın hakiki sahiplerinin geri mevzilerdeki emniye­
ti de korunmuş olurdu. Kapıldığı bu düşüncelerle önceden bildi­
ği bir şeyi bir kez daha keşfetmiş oldu: Kendi güvenliğinin kade­
ri dışarıdan sesi gelen şu gürültücü adamla, çay tezgahının başın­
da duran bu adamın ketum varlığı arasındaki uçurumun üstünde
asılıydı.
Ayaküstü edilmiş birkaç laftan sonra, Seyfullah tezgah ba­
şındaki yerini elinde boş askılı tepsiyle servisten dönen çırağına
bırakıp biraz dışarıda dolaşmalarını önerdi ona. Kapıya çıktıkla­
rında etrafı kaçamak bakışlarla şöyle bir taradıktan sonra dönüp
Seyfullah'a, "Emniyette miyiz?" diye sorma gereği duydu. "Me­
raklanmayasan, buralar derde �enha yerlerdir, müminin sırrının
ibadetten sayıldığını bilir, ona göre tedbiri elden bırakmayız."
Yumuşak havanın tadını çıkaran ağır adımlarla uzaklaşıp az
ileride ağaçlıklı bir yolun altındaki tenhada banklardan birine otur­
dular, çevreden tek tük geçenlerin dışında ortalıkta kimse görün­
müyordu. Seyfullah'ın "Kusura bakma, sana aç mısın, diye sor­
mayı unuttum," demesi üzerine şükranını gösteren bir hareketle
elini göğsüne götürdü. "Yolda bir şeyler yedim, sağ olasın." Her­
kesin işinde gücünde olduğu günün kör saatleriydi. "Böylesi da­
ha da emniyetlidir, burada rahat konuşuruz," dedi Seyfullah.
"Hoca afiyettedir inşallah ! " "Afiyettedir şükür. " "Lafa başlama­
dan önce sana birini soracağım. Ne zamandır hiç haber alamıyo­
rum, Köse Sami'yi tanır mısın?" "Tanırdım." Birden ikisinin de
dokunmaya çekindikleri bir sessizlik oldu aralarında. Hatırlıyor­
du elbet, cemaatin fuhuş yaptığı söylenen kadınların yüzüne kez­
zap atmakla görevlendirdiği tıfıl gençlerden biriydi ilk tanıdığın­
da. Müslümanları şüpheye sevk edecek fiiliyata giriştikleri ge­
rekçesiyle infazına karar verilen birkaç kişinin hadisesinde de te­
tikçiydi. Sonra bir ara ortalıktan kayboldu. Söylendiğine göre
İran'da Senendeç şehrinde sıkı bir eğitim gördükten sonra dön-

237
düğünde yeniden sahaya sürülmüştü. Bir yandan da inşaatçılık
öğrenip kalfa olmuş, sığınaklar yapılmaya, mezar evler kazılma­
ya başladığında civar iller ve ilçelere kazıcı ve kalfa olarak gön­
derilmişti. Lakabından anlaşıldığı gibi köseydi. Derisi kalın ol­
duğu için yüzünün az kısmı kıl tutmuşlardan değildi, tamamen
kılsızdı. Erkeklerin, sünnettir, diye sakallarını kestirmediği İsla­
mi cemaatte onun köseliği elbet göze batıyor, açıkça dillendiril­
mese bile yadırganıyor, gizliden gizliye ona erkekliği lanetlenmiş
biri gözüyle bakılıyordu. Köse Sami ise noksanını, ayıbını kapat­
mak istercesine her meşakkatli işe önden talip oluyor, ne görev
verseler kendini helak ederek çalışıyor, adeta noksanının kefare­
tini böyle ödüyordu. Polisin, jandarmanın kafasını karıştırmak ni­
yetiyle olsa gerek, örgüt ona "Sakallı" kod adını vermişti. Hoca
bir keresinde, "Sakin bir merhametsizliği var," diye tarif etmişti
onu. Hatırlıyor: İnfaz için gittiği kişiyi, "Gel seninle Allah'ın hu­
zuruna çıkalım," deyip önden namaza kaldırır, enseden tek kur­
şunla temizledikten sonra avuç içlerini birbirine çaprazlamasına
sürterek, "Hiç olmazsa ahiretin kapısına Müslüman olarak teslim
ettim," diye övünür, ardından takdir bekleyen bir tonla sorardı:
"Bunu yapmayan da var, değil mi Müslümanlar?" Köse Sami akıl­
larda hep bu sözüyle kaldı.
Sessizliğin uzadığını gören Seyfullah'ın sakınımlı bir sesle
sorduğu " Ö lmüş diyorlar, doğru mudur?" sorusunu başıyla evet­
ledi. "Devlet mi öldürdü?" "İrşat ve İrfan grubundan biriyle Bat­
man'da sebepsiz yere ağız dalaşına girmiş, öyle pisi pisine gitti."
Seyfullah sorusuna çaresizlik içinde cevap beklerken tuttuğu
nefesini yavaş yavaş bırakırken, "Desene kaderi eceline acele eden
kullardanmış," diyor, kısa bir süre gömüldüğü kötümser sessiz­
likten silkinip başını göğe kaldırıyor, "Mekanı cennet katı olsun,
günahları affolsun, inşallah niyaz için mezarının başına gidecek
kimsesi vardır," diye tamamlıyor sözünü. Seyfullah'ın ağlamakla
silinmeyecek koyu bir kederin yerleştiği yüzüne, nemlenip yaş
akıtmayan gözlerine bakıyor bir süre. Belli ki adamın içi önceden
duyduklarına inanmayı askıya alıp bekletmiş, onun için her şey

238
şimdi kesinlik kazanmıştı. B ir kez daha derin bir nefes alıp biraz
toparlandıktan sonra, "Bir ağız dalaşına sebep gitmesi kötü olmuş
elbet, lakin Allah dava uğruna şehit olmayı her kuluna bahşet­
mez," diyerek konuyu kapatıyor. Yüzündeki kararlı ifadeden ya­
sını tutmayı sonraya ertelediği anlaşılıyor.
Ne zamandır aklına düşmeyen Köse'nin hatırasının burada
birdenbire karşısına çıkmasına şaşırmıştı. Hayatın tuhaflığına ver­
di. Nerdeyse öldüğünü bile unutmuştu. Köse'nin bir de yakın ar­
kadaşı vardı, bir kolunda hafif bir sakatlık olduğu için Özürlüler
Demeği'nde çalışıyordu. Gene de Allah bir elinin özürünü diğe­
riyle telafi etmeyi ihsan etmiş ona. Örgütün tetikçisiydi, yakalan­
dığında polisler en çok buna şaşırmışlardı. Hayat böyleydi işte,
biri öldü, diğeri mahpusta şimdi. İyi bir sığınak kalfası olduğunu
hatırlıyordu Köse'nin. Başimam'ın emriyle evlerin, dükkanların
altına sığınakların kazılmaya başladığı ilk dönemde her ildeki sı­
ğınak tedbir amacıyla başka b ir yerden gelen birine kazdırılıyor­
du. Dolayısıyla cemaatten kimse kendi evinin, dükkanının altına
kazılan sığınağı kimin kazdığını bilmezdi. Askerin, polisin sığı­
naklardan birini ortaya çıkarması durumunda evin sahibi en sert
sorguda, en kanlı işkencede bile kimseyi ele veremezdi. Polis Di­
yarbakır' da Sur içindeki bir mezar evden on üç ceset çıkardığın­
da gazetelere konu olmuştu. Kendisinin de üç kere sığınak kaz­
maya civar illere gönderilmişliği vardı. O sadece kazmış, başka
bir ilden gelen tanımadığı bir kalfa ise tahkim etmişti. Bazı iller­
deki baskınlarda sığınakların bir kısmı polisçe ortaya çıkarılmış­
ken, kendi kazdığı o üç sığınağın hil.lil. keşfedilmemiş olmasını eli­
nin uğurundan, ağzının duasından biliyordu. O kabir azabı ben­
zeri azap çektikleri sığınaklarda sorgulanan, etleri dağlanarak, ke­
mikleri kırılarak konuşturulan ya da susturulan münkirlerin, mü­
nafıkların, mürtetlerin, müşriklerin cezalandırılmasında alnının
terinin, kürek tuttuğu elinin payının olduğunu bilmek, bunun se­
vabını düşünmek kalbine iyi geliyor, imanını tazeliyordu.
Seyfullah'ın "Burada ne kadar kalacağın belli midir?" sorusu
üzerine düşünceleri bölündü.

23 9
"Verilecek göreve bağlı. Ne görev vereceklerini bilmiyorum.
Bugün yarın belli olur."
"Senin işin de zor. Allah seni hayırla mükafatlandırsın. Bu­
rası mekruh mekanların fokur fokur kaynadığı bir günah çuku­
rudur. Sokaklarda haya perdesi yırtılmış kadınlar çıplak gezer. Ağ­
zı dualı mümin bir adam sokakta yürürken başını yerden kaldı­
ramaz. Rabbim bizi hidayetten ayırmasın! Bunun daha berzahı
var, ahireti var; mahşer gününde kitabımızın sağdan mı, soldan
mı verileceği belli mi? Devlet köylerimizi yakmasaydı ne işimiz
vardı buralarda? Belli ki rabbim bizi buralara cehennemi aklı­
mızdan çıkarmayalım diye gönderdi. Ne demişler, ne cennet ucuz,
ne cehennem lüzumsuz ! Buralar medeni yerlerdir, dediklerine
bakma sen, burası da savaş meydanı. Buranın insanı kinini kar­
nında tutar. Kendine mukayyet ol. Kürtleri sevmiyorlar biliyor­
sundur. Kendini belli etme. Turist mevsimi çalışmaya gelen Kürt­
lerin mevcudiyeti şehirdeki tansiyonu yükseltiyor. Hem buralar­
da gördüğün her Kürdü de bizdendir bilme. Aralarında dağdaki
mürtetlerle gönül bağı olanlar çok. Elimizden geldiğince kaderin
buraya sürdüğü masum ve bihaber Kürtleri dağdakilere kaptır­
mamaya çalışıyoruz. Nasıl her yerde polis varsa, dağdakilerin ne­
fesi de her yerde. Bir müşkülün olursa yerimi biliyorsun. Dava
için buradayız."

Bu sırada bankların önündeki ağaçlıklı yoldan gelen, başı öne


eğik, omuzlarını kısmış halde yürüyen birinin gözü takılıyor bu
ikiliye, dalgınlığından sıyrılıp dikleşiyor. Uzaktan sadece tiple­
rinden hoşlanmadığını düşünüyorsa da, iyi koku alan burnu bun­
dan daha fazlası olduğunu hissediyor. Yaklaştığında çay ocağı iş­
leten Kürdü tanıyor. Seyfullah bu! Bir aralar her Kürde yaptıkla­
rı gibi onu da takibe almış, ama bir yanlışını yakalamamış, ek­
meğinin derdinde bir esnaf olduğuna kanaat getirmişlerdi. Yürü­
yüp gitmeye içi razı gelmiyor, birkaç adım sonra duralayıp emin
olmak için az ötedeki banklardan birine oturup belli etmemeye
çalışarak göz hapsine alıyor onları. Seslerini az biraz duyabilse ne

240
konuştukları hakkında bilgisi olacak, içine birdenbire kurt düşü­
ren şeyin ne olduğunu anlamaya çalışıyor. Seyfullah'ın yanında­
kini bir yerlerden gözü ısırıyor, ama nereden? Bu yüz ona tatsız
bir şeyler hatırlatıyor, ama ne? Biraz daha yakından bakarsa emin
olacak sanki. İçinde bir yerlerde saklı kalmış can sıkıcı bir olayın
hatırası gizlendiği yerden kopup suyun yüzüne çıkmaya çalışıyor.
Ama ne, neydi, hangisi? Bilemiyor. Hafızasını iyice zorladığı bir
dalgınlığa kapılmışken dibine kadar gelip, "Hayrola Cabbar ağbi,
nasılsın," diyen kişiyi fark etmiyor. "Vay iyidir Kadir, bak hele,
seni Allah gönderdi vallaha, hele otur yanıma," diyor. Konuşma­
sını heyecanını gizleyemeyen bir sesle sürdürürken kelimeler sey­
rek dişlerinin arasından ıslıkla çıkıyor sanki.
"Çaktırma, hemen bakma, az sonra bakarsın, sağ tarafta bank­
ta oturan iki kişi var, yaşlı olanını tanıyorum, çaycı Seyfullah, bir
yanlışını görmedik ama Kürt, genç olanı nedense içime kurt dü­
şürdü, bir yerden hatırlıyoru m ama nereden çıkaramadım, fazla
da bakamıyorum, yalnız içimde kötü bir şeyleri tetikledi bu herif!
İyice kıllandım, fısır fısır ne konuşuyorlarsa! Benim işim olmasa
kendim düşerdim peşlerine, ama sen bir takibe alsana şu adamı
diyorum, bakalım nereye gidiyor, neyin nesi kimin fesi? Bilirim
sansar gibisindir, demeye hacet yok ama kendini belli etme gene
de. Şüphe ettiğim gibi durumu gıllıgışlı biriyse zaten seni atlat­
maya bakacaktır. Sonra da bana durumu haber et. Bilirsin, benim
içim kolay kolay yanılmaz," dedikten sonra ayaklanıp hızla uzak­
laşıyor.

"Buralarda fazla bir faaliyetimiz olamıyor, tesir sahamız sı­


nırlı, daha çok istasyon vazifesi görüyoruz. Misal, Konya'ya, Ak­
şehir'e gidenlere kılavuzluk ediyoruz. Vaktinde değilse de, son­
radan malumunuz olmuştur, eski başimamın da bir müddet Kon­
ya' da ikamet ettiği söylenir. Malum ve mücbir sebeplerle eteğine
varamadık ama nefesinin kuvveti buraya kadar geliyordu. "
Oturdukları yerden kalkarlarken, Seyfullah'a dönüp, "Hoca­
mızın bana tebliğ etmesi icap eden bir vazife var mıdır burada,"

24 1
diye soruyor. "Şimdilik bir şey yok. Beklesin, demiş. Kalbini se­
rin tutsun, ortalıkta fazla görünmesin. Malumat edinmemiz gere­
ken bir şey olursa bizi haberdar etsin. Bir de bizden de sana göz
kulak olmamızı istemiş."
Ayağa kalkıp ağır ağır yürüyerek ana yola çıkıyor, caddeye
vardıklarında, "selametle" diyerek birbirlerini Allah'a emanet edip
vedalaşıyorlar.
Bir an durup kendi içinde bir şeyleri tartıyor, sonra şimdilik
her şeyin yolunda gittiğine dair güven getirip soluğunu tazeleye­
rek kararlı adımlarla devam ediyor yoluna.

242
Yİ R M İ B EŞ İ NCİ BÖLÜM

SU FARKI

Havada insanı aylaklık yapmaya heveslendiren tatlı bir esinti var,


ama o bu yumuşak havanın farkında bile olmaksızın aynı anda
birkaç yere yetişmek istercesine hızlı adımlarla yürüyor.
Seyfullah'tan ayrıldıktan sonra ilk işi yine Agit'i, ardından
Eğitmen'i aramak oluyor. Agit' l n telefonu uzun uzun çaldığı hal­
de açılmıyor gene, tam kapatacağı sırada almacın ağzından boğuk
bir "alo" sesi geliyor. Agit'in kalbinden rahatsızlanıp hastaneye
kaldırıldığını, iki-üç gün daha orada kalacağını öğreniyor. Demek
otele gelmemesinin nedeni buymuş! Aklından geçen karanlık ih­
timallerin yükünden kurtaran bu açıklamayla birlikte rahatlıyor
birden; kurtulmaya can attığı bir kuşkuyu zihninden def etmenin
hafifliğiyle günün sonrasını daha iyi planlayabileceğini düşünü­
yor; Eğitmen'i iç rahatlığıyla arayabileceğine kanaat getiriyor.
Eğitmen yerinde değilmiş, önemli bir toplantı için bina dışınday­
mış, ama kendisine iletilmek üzere nöbetçi elemana bir not bı­
rakmış. Not dediği Alanya' da bir telefon numarasıyla, bir kod. Bu
numara Alanya'da "Doğrulayıcı"sı olacak kişiye ait. Verilen nu­
marayı uzun uzun çaldırıp gene telefonu tam kapatmak üzerey­
ken karşı taraf açıyor. Sert, kuru, emretmeye alışmış bir ses. Ve­
rilen kodu iletiyor. Bir saat sonra deniz kıyısında yol kenarında
adını söylediği açık hava kahvesinde, gürültülü bir kalabalığın or­
tasında buluşacaklar.

243
Buluşuyorlar. Kısacık bir zaman parçasında bile birkaç renk
birden değiştiren kararsız bir gökyüzü . . . giderek hafiften serinle­
meye başlamış hava . . . Rüzgarın azalan çoğalan esintisiyle birlik­
te sağdan soldan gelen müzik sesleri de bir alçalıp bir yükseliyor.
Denizin kıyısındaki masalara yayılmış rehavet içindeki kimileri
vakti bol insanların aldırışsızlığı içinde manzarayı seyre dalmış­
lar. . . denizin üstünde gezinti tekneleri, irili ufaklı motorlar, bir­
kaç sandal, açıkta bir-iki yelkenli . . . az ötede gürültücü gençler­
den oluşan bir grubun zaman zaman yükselen kahkahaları . . Hay­
li hareketli bir yer burası. Hoppalıklarını etrafa saçarak sağdan
soldan geçen genç kızlardan ve onların tedbirsiz kahkahalarından
rahatsız olurken Seyfullah'ın buralar hakkında ne demek istedi­
ğini daha iyi anlıyor.
Cebinden çıkardığı sigara paketini uzatırken, "Buradaki Doğ­
rulayıcın benim," diyor adam. "Umarım tatsız bir hadise olmaz
ama başın bir şekilde derde girerse, misal polise falan düşersen,
burada gizli görevde olduğunu doğrulayacak olan kişi benim."
"Sağ ol, sigara kullanmam," diyor. Onun gözcülük yaptığı uzun
saatler boyunca sigara bile içmeden nasıl durduğuna şaşırırdı Ni­
hat Astsubay. "Allah'ın verdiği sabrın kıymetini bilmeyen gafil­
ler," diye geçirirdi içinden. "Sigara içmek ibadet eksiltir," diyen
Hoca, "Parmağının ucundaki dala tutunacağına, içindeki imana
tutunmayı öğren," diye azarlardı ilk sıkıntılı durumda eli sigara­
sına uzananları.
Alışkın bir hızla paketin içinden çekip aldığı sigarayı dudak­
larının arasına yerleştirip yakıyor, az sonra adının Cüneyt oldu­
ğunu öğreneceği Doğrulayıcı, sigaranın ilk külünden sıçrayan bir
kıvılcım tabladaki iplik artığını kavuruyor hemen. Birbirlerini
temkinle tarttıkları, sınırlı bilgiler içeren bir konuşma geçiyor ara­
larında; o böyle durumlarda karşısındakinin kendinden ne bekle­
diğini anlayana dek renk vermezdi, gene öyle yapıyor. Bakışları­
nı birbirlerinden kaçırmadan kayıtsız bir ses tonuyla konuşsalar
da gözleri aralarında başka bir sessiz diyalogu sürdürüyor. Az ön-

244
ceki şamatacı genç grubu çekip gitmişse de ara ara bir yerlerden
yükselen sesler, gülüşmeler, kulak tırmalayıcı kahkahalar duyu­
luyor. Az ileride birkaç genç kendilerini müziğe kaptırmış çıktık­
ları yükseltide dans ediyorlar. Onları küçümsediğini belli etme­
yen bakışlarla izlerken, "Gafiller! " diyor içinden. "Şeytanın raks
eden bacaklara saklanıp hareket ettirdiğini bile bilmez bunlar."
Konuşma ilerledikçe davranışları dostane bir hal almaya baş­
layan Doğrulayıcı'nın asker değil polis olduğunu anlıyor, Eğit­
men'in dolaylı bağlantılarından biri olmalı. Türkçesinin düzgün­
lüğünden Kürt olduğunu başta anlamadığı adamın göstermiş ol­
duğu yakınlıkta, Kürt olmalarından kaynaklanan bir soydaşlık
duygusundan çok, ikisinin de devlet adına gizli işlerde çalışıyor
olmasının payı olduğunu düşünüyor. Lafın ortasında birdenbire,
"Saim Baran'ı hangi taraf indirmiş, biliyor musun?" diye soruyor
artık adının Cüneyt olduğunu ö$rendiği polis. Beklenmedik bir
anda sert bir viraj bu ! Normal akışında giden konuşmaya bir an­
da tuzaklı bir sorgulama havası gelmiş gibi . . . Ne yapmaya çalışı­
yor acaba? Eğitmen bu konuyu herkesle konuşmayacağına göre
sadece samimi bir merakla da sormuş olabilir. Soğukkanlılığını
koruyarak kayıtsız bir tonda, "Dağdakilerin işine benziyor bu,"
diyor. Cüneyt, alın çizgisini geriye çeken seyrelmiş saçlarının ara­
sında elini şöyle bir dolaştırdıktan sonra dudak bükerek, "Ama ni­
ye kendilerinden birilerini vursunlar?" diyor. "Biz niye vuruyor­
sak?" diye karşılık veriyor yüzüne hafiften yayılan alaycı bir gü­
lümsemeyle. "Ya ne vurması, devletin yapacağı şey var, yapma­
yacağı şey var. Bakma sen o haberlere,'' diyor Cüneyt. "Çoğu Kürt
örgütlerin, solcuların propagandası dezenformasyonlar bunlar."
İki taraf da bir süre sustuktan sonra, "Sahi örgüt ne diye vursun
ki adamı?" "Her şey için olabilir. Halkı harekete geçirmek için,
belki bir iç hesaplaşma . . . " Sesi bir şey açıklamaktan çok, bir şey
öğretir gibi tınlıyor. Ardından hem sesini, hem tavrını yumuşatan
bir duruşla, "Bir şey bildiğimden değil. Benim fikrim bu yönde,"
diyerek geri çekilen bir tavırla tamamlıyor sözünü. Saim Baran'ı
niye vurduğunu kendisinin bile bilmediğini söyleyecek olsa kar-

245
şısında duran şu adamın yüzünün ne hal alacağını hınzırca bir me­
rakla tahmin etmeye çalışıyor. Kısa bir süre sonra yeniden eski
havasına kavuşan sohbetin bir yerinde Cüneyt polisin çocuk yaş­
ta ailesiyle birlikte buraya geldiğini, ailenin geri kalanının bölge­
deki korucu köylerinden olduğunu öğreniyor. Adı Cüneyt olan bir
Kürt kulağa tuhaf geliyor elbet, bunun takma adı olduğunu düşü­
nüyor. Kürt köyünde Cüneyt adı ne gezer! B ir ara gözleri baktığı
denize dalmış olan Cüneyt kafasını çevirip şehirle ilgili izlenim­
lerini merak ediyormuş gibi, "Buralarla oralar çok farklı, değil
mi?" diye soruyor. "Bilmem," diyor omuz silkerek: "Burada de­
niz var, orada yok. Bir de arada 995 kilometre varmış, öyle di­
yorlar." Sesi, yüzü birden yumuşuyor Cüneyt'in, "Evet ya, deniz,"
diyerek belli belirsiz iç çekip sessizleşiyor, yüzünün ifadesi ken­
diliğinden yumuşuyor, "Alanya'ya ilk geldiğimizde deniz suyu­
nun tuzlu olduğunu fark ettiğimde çok şaşırmıştım," diyor: "Ço­
cuk aklımla aslında hayatta hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadı­
ğını o an anlamıştım sanki. Burada su bile aynı değildi."
Gökyüzünden bir uçak geçiyor, sesi uzaklaşırken ardında bı­
raktığı köpükten iz boşlukta usulca dağılıyor.
"Bir malumatın var mı, burada bana verilmiş bir vazife var
mıdır?"
"Biliyorsun bu işler hiç belli olmaz, birdenbire ortaya çıkan
ve tüm olayların gidişini değiştirecek bir tek hadise her şeye yön
değiştirtir." Bunu çok önemli bir noktaya değiniyormuş gibi cid­
di bir tonla söylüyor. Ardından etrafa şöyle bir göz attıktan sonra
alçak tonda tuttuğu sesine daha da esrarengiz bir hava vererek,
"Serik'te bir hareketlenme olduğu haberi geldi, ilçeye birer ikişer
teröristlerin damladığı istihbaratı ulaştı bize. Turizmi sabote et­
mek için bir eylem planı içinde olabilirler. Yapmadıkları şey de­
ğil. Ne yapacakları belli olmaz o hainlerin. B ir-iki güne çıkar ko­
kusu," diyor.
Cüneyt'in yaptığı işten fazlasıyla keyif aldığını düşünüyor.
Bir-iki lokma hafif bir şeyler atıştırdıktan sonra, göğün rengi la­
civerde doğru giderken Cüneyt kendisine verilen talimat gereği

246
onu merkezden ve gözlerden uzakta tepelik bir mahallede, göste­
rişsiz bir apartmanın giriş katındaki fazla ışık almayan, az eşyalı,
basık tavanlı küçük bir daireye yerleştirmek üzere yola çıkarıyor.
Sahildeki hafif rüzgarın esintisi tepelere tırmandıkça güç ka­
zanıyor. Gelirken tırmandıkları yokuşlu yolun sağında, girişinde
dar bir avlu olan mahalle camiini görüyor. Sorusu üzerine Cüneyt
bakımsız haldeki bu sokak arası küçük cami için, "Adını ben de
bilmiyorum, hem bir imamının olduğundan bile şüpheliyim," di­
yor, ardından şöyle bir göz ucuyla tartıp, "Hayli eski olmalı, bel­
ki de Alanya'nın ta ilk zamanlarından kalmadır," diye ekliyor. Bu
sözler üzerine zamanın yaralarını almış bu mütevazı görünüşlü
kutu gibi camiye fazladan bir gönül yakınlığı duyuyor, "Yarın sa­
bah namazını bu camide kılmalıyım," diye geçiriyor içinden, hem
seferi haldeyken kaçırdığı namazların kazalarım da bu camide kı­
labileceğini düşünüyor. "Burası .gideceğimiz eve yakın mı?" diye
soruyor. "Yakın." "O zaman bana iki dakika müsaade et, içeride
konuşacak kimse var mı diye bakıp geleyim, hizmetteler mi," di­
yerek hızlı adımlarla camiye dalıyor. Cüneyt bu durumu bir siga­
ra yakmak için fırsat biliyor, bir ayağım caminin girişindeki taş
yükseltiye koyup çevreye bakınıyor. Az sonra, "Açıkmış, tahmin
ettiğim gibi cemaati pek azmış ama açıkmış," diyerek yüzünde
belli belirsiz ışıyan bir aydınlıkla geri geliyor, yollarına devam
ediyorlar.
Yolda karşıdan gelen, süsü fazla kaçmış gösterişli, temiz kı­
yafetleriyle düğüne gittiklerini düşündüren bir ailenin yanındaki
gelinlik giymiş küçük kız çocuğu yanlarından geçerken gülerek
el sallıyor onlara. Cüneyt gülümseyerek kızın selamını alıyor. Sağ­
daki apartmanlardan birinin ilk katında ışıklan yanık ama perde­
leri çekilmemiş bir evin salonu bütün çıplaklığıyla görülüyor so­
kaktan. Ayaklarım sehpaya uzatmış bir adam gözünü televizyon
ekranına dikmiş öylece hareketsiz otururken, televizyonun ma­
vimsi ışığı adamın yüzünde pırıldayıp duruyor. Bir yerlerden so­
kağa taşan kırmızı biber ve kekik kokuları geliyor bumuna. Bu
çeşit hayatın içinden görüntülerle her karşılaştığında düşündüğü

247
şeyleri düşünüyor gene: Kapılarını kapatıp sabahtan akşama ka­
dar televizyona baksalar da bu insanların dışarıda olan bitenler
hakkında ne kadar az şey bildiklerini geçiriyor aklından. İnsanla­
rın bilmediği onca gizli şeyi bilmenin belli belirsiz gururu içini
şöyle bir yalayıp geçiyor. Yanı sıra yürüyen Cüneyt'e tartan göz­
lerle bakıyor, yürürken sporcular gibi hafif atıyor adımlarını. Onun
bir Kürt olarak köy yerinde büyümediği halde, hem dağa tırma­
nırcasına toprağa sağlam basıp hem de adımlarını hafif tutma ma­
rifetini atalarına bağlıyor. "Belli ki kanında var," diye geçiriyor
içinden. "Gittiğin yerin değil, doğduğun yeri toprağı," diye tabir
ettikleri durum bu olsa gerek.
Perdeleri çekip salonun elektrik düğmesini açarken, "Uzun
yoldan geldin, önce bir duş alıp biraz dinlen, " diyor Cüneyt. "Ya­
tak odası arkada. " Elindeki çantayı yere bırakırken gözleri oda­
yı tarıyor. Eliyle salondaki çekyatı işaret ediyor. "Burası iyi, hem
kapıya da yakın. " Evin havasında ekşi bir koku var, uzun süre
.
kapalı kalmış olmanın havayı ekşiten kokusu. " Ö nceden uğrayıp
evi havalandırdım, ama bir süredir kullanılmıyordu," diyerek ye­
niden pencereleri açmaya davranıyor Cüneyt. "Benim vazifem
şimdilik buraya kadar. Yakında seninle irtibata geçerler," dedik­
ten sonra bir yükten kurtulup hafiflemişçesine duyduğu bir se­
vinçle kapıyı çekip çıkarken, bu adamda insanın içini ağırlaştıran
bir şey olduğu geçiyor aklından; sokağa adım atar atmaz nere­
deyse kendiliğinden gelen bir ihtiyaçla göğüs kafesini genişleten
derin bir soluk alıyor.

Bir süre hiçbir şey düşünmeden öylece ayakta duruyor, biti­


şikteki mutfaktan karlanan buzdolabının hırıltısını dinliyor. Son­
ra evin arka tarafına geçiyor. Odalardan birinin kapısını açtığı an­
da geçmişten kopup gelen bir anı olanca canlılığıyla diriliveriyor.
Aynı divan, duvarda asılı çerçeve içinde aynı manzara fotoğrafı,
hatta duvarın rengi bile aynı. O ev de böyle iki odalıydı. Oğlanı
vurmaya gitmişti aslında, ama son anda babası kendini oğlunun
önüne atınca ilk kurşunu o yemişti. Oğlanı vurduktan sonra hır-

248
sını alamamış, tabancasındaki tüm kurşunları adamın ölüsüne bo­
şaltmıştı. Hırsını hala alamadığını görünce, baba ile oğulun yer­
de yan yana düşmüş cesetlerini sürüyerek ayn odalara taşımış,
odaların kapılarını da kapatmıştı . İnfaz sonrasında cinayet ma­
hallinde oyalanmak, tabancasındaki bütün kurşunları boşaltmak
o güne kadar hiç yapmadığı bir şeydi. Dışarı çıktığında önünü ke­
secek birine sıkabileceği tek kurşununun bile kalmadığını fark et­
tiğinde, kendini düşürdüğü bu durumdan ürkmüştü. Büyük ha­
taydı ama o gün şansı yaver gitmişti. Her şeyiyle tıpkı bu odaydı.
Belli belirsiz ürperdi, odanın kapısını çekip salona döndü.

Salonun penceresindeki tülün ardından sokağa bakıyor, ar­


dından çekyatın kenarına oturup son birkaç günün olaylarını ka­
fasında bir sıraya sokmaya çalışıyor. İçinde hiçbir duygu ve dü­
şüncenin tek başına öne çıkmasına izin vermeyen karmaşanın or­
tasında nedenini bilmediği bir huzursuzluk, bir şeylerinin yanlış
gittiğine dair belli belirsiz bir his dolaşıp duruyor. Ağzının acı­
laştığını hissediyor. Sonra olaylan kafasında dizmeye çalışmak­
tan vazgeçip bir süre hiçbir şey düşünmeden, sadece belindeki ta­
bancayı değil, aynı zamanda kendini her an tetikte tutan zihnin­
deki tüm silahları çıkarıp yatağa uzanmak, gözlerini kapayıp din­
lenmek istiyor. Kendi bilmese de vücudu biliyor: Sürekli etrafta
tehlike işaretleri aramaktan, gördüğü her şeyi kayda almaya ça­
lışmaktan yorgun düşmüş beyni ve dikkati ancak kapalı bir oda­
nın güvenli ortamında sakinleşebiliyor, gün boyu çevresindeki her
şeyi görüş alanına sığdırmaya ayarlı gözlerini, bakışlarını bir oda­
nın sınırlı hacmine daralttığında bir parçacık rahat edip dinlene­
biliyor. Bir zamanlar her haliyle sünnet-i seniyeyi hayatına hakim
kılmış müminler görmüş, nza-yı ilahi dışındaki arzulan, hisleri,
fikirleri kalbinden ve aklından kovup feraha ermiş müminler ta­
nımıştı. Rabbine onlar kadar iman edip inansa da onlar gibi yaşa­
yamayacağını, rabbin ona başka bir kader çizdiğini anlamıştı.
Hoca'yla sabahki konuşmalarını hatırlıyor, Cihadın Asker­
leri için Saim Baran'ın ölümü bir münkirin daha ortadan kalkma-

249
sı gibi sıradan bir hesap kesmeydi sadece, lakin devletin bu işten
beklediği neydi? Ya da JEM yukarıdan habersiz kendi hesabına
göre bir iş görmüş olabilir miydi? Bunu belki de hiçbir zaman öğ­
renemeyecek. Yalnızca dağların, dağdakilerin değil devletin de
kendi mağaraları, derin dehlizleri var, oralarda da kayboluyor
insan. Acaba bu iş büyürse ucu kendisine dokunur muydu? Ada­
na'daki aşevinde masanın üstündeki gazetede gördüğü tetikçinin
yakalandığı haberini hatırlıyor. JEM köşeye sıkıştığında onu ate­
şe atmaya kalkarsa ne yapacağına şimdiden karar vermesi gerek­
tiğini düşünüyor. İçten içe hiddetleniyor, göğsüne yürüyen kin
dalgasıyla birlikte, "Yanan yalnız ben olmam, yanımda birkaç ki­
şi daha götürürüm," diyor içinden. Gazetede dirisinin değil ölü­
sünün fotoğrafını görürler ancak. Sonrasının bir önemi yok gö­
zünde. Şu fani il.lemdeki şu fani bedeninin, ziyaretçisi olmayacak
bir mezara çoktan hazır olduğunu kalbinin en derin yerinde bi­
liyor zaten. İliştiği çekyatın ucundan kalkıp önce eline geçirdiği
bir örtüyle duvardaki aynanın üstünü örtüyor. Ardından üstünde
yünü tiftiklenmiş haki rengi bir battaniyenin serili olduğu çekya­
ta uzanıp başını yastığa koyuyor, gözlerini kapadığı anda nere­
den çıktıysa birdenbire JEM 'de kademe atladığında imzaladığı bel­
ge geliyor gözlerinin önüne: "22 kalibre Baretta marka, ucunda
susturucu takılmak üzere kılavuz açılmış tabanca, bir adet şar­
jör, 22 kalibre tabancada kullanılmak üzere tadil edilmiş bir adet
susturucu, bir adet ham susturucu teslim aldım. Bilgilerinize arz
ederim. "
Tam tatlı bir uyuşukluk içinde kendinden geçiyorken, bir­
denbire gözlerini nedensiz bir ürküntüyle açıp bakışlarını tavana
belli belirsiz bir kaygıyla dikiyor.
Bu sırada onu buraya kadar takip ederek yolun az ilerisinde
kaldırımın loş bir köşesinde sotalanan Kadir sigarasından son bir
nefes çekip yere attığı izmariti ayakkabısının burnuyla eziyor, bu­
nu yaparken filmlerden öğrenilmiş bir pozu tekrarlar gibi kirli bir
gülümseme yayılıyor yüzüne.
Kısa bir süre şimdi ne yapması gerektiğine karar vermek için

250
olduğu yerde bekliyor, ardından kararlı adımlarla takip ettiği ada­
mın birdenbire niye camiye girip çıktığını anlamak maksadıyla
yeniden camiye doğru yön değiştiriyor. Camideki yaşlı adama si­
gara uzatıp, gönül alıcı sözlerle muhabbet açıyor, biraz önce ca­
miye giren yabancı adamın ne istediğine, neler konuştuklarına iliş­
kin ağız yokluyor. Gün boyu canı sıkılıp duran, konuşacak birini
buldu diye lafı uzatmanın yollarına bakan yaşlı adamdan pek bir
şey öğrenemeyeceğini anlayınca Cabbar ağbisinin yanına yolla­
nıyor.
Adam caminin ibadete açık olup olmadığını sormuş. Eğer di­
nibütün biriyse sabah namazına buraya gelebileceğini düşünüyor.

25 1
Yİ R M İ ALTI NCI BÖ L ÜM

HER ŞEY VE B İ R AN

Uykusunun aralığında gördüğü şey rüyaysa yıllar sonra ilk kez


rüya görmüş olmalıydı. Rüyaya benzer bir şeyler gördüğünü an­
layan bedeni kalp atışlarını hızlandırıp birdenbire uyandırmıştı
onu; belki de hızla çarpan kalbinin sesine uyanmıştı. Gene bir­
denbire açılmıştı gözleri, hep olduğu gibi geçişsiz, hazırlıksız . . .
Gece bir şeyler gördüğünü biliyor, ama ne gördüğünü tam olarak
hatırlamıyordu: B irbirinin içinden akıp giden bulanık hayaller,
puslu resimler yalnızca . . . "Hayırdır inşallah," dedi. Rüya gördü­
ğünü söyleyenlere böyle deniyor. Sonra yavaş yavaş daha net re­
simler gelmeye başlıyor gözlerinin önüne. Uykusunun aralığında
belli belirsiz hatırladığı şeylerden birinde, cemaatin "yanmış"la­
rından biri olarak görmüştü kendini. Deşifre olmuş, açığa çıkmış,
kenara çekilmiş, Allah'a karşı vazifesi yarım kalmış biri olarak . . .
sanki her şey şu an oluyormuşçasına içinin kor ateşle dağlandığı­
nı hissediyor. Doğrulup, bir süre yatağın kenarında, rüyanın ay­
rıntılarını daha kolay hatırlamasını sağlayacakmış gibi gözlerini
yumup başını öne eğerek, ellerini iki yanında çekyata bastırarak
oturuyor, çocukken sandığının aksine görülen her rüyanın güzel
olmadığını, olmayabileceğini düşünüyor. Acılaşan ağzındaki ya­
pışkan tadı almak için kalkıp mutfağa gidiyor, dolaptan soğuk su
alıp bardağa dolduruyor. Rabbine bin şükür o hiçbir zaman "yan­
mış"lardan biri olmadı. "Demek kötü bir rüya dedikleri böyle bir
şeymiş," diyor. Şimdi Alanya' da ve belli ki belirsiz bir süre daha
burada kalacak. Pencerenin önüne gidip tülün ardından dışarıyı

2 52
görmeye çalışıyor. Sanki şafak sökmüyor da kirli bir aydınlık her
yere bulaşıyordu.
Evden çıkmadan banyoya girdi, önce boy abdesti aldı, ardın­
dan ayak parmaklarının arasını her zamankinden daha özenli bir
dikkatle hilalledi. Temiz iç çamaşırı giydi. Buzdolabında kahval­
tılık malzeme olduğunu görmüştü, namazdan döndüğünde iyi bir
kahvaltı yapmaya karar verdi. Kapıdan çıkarken sağ adımını "Bis­
millahirrahmanirrahim," diye mırıldanarak atıp camiye yollandı.
Gün sökmemişti daha, etrafta her şey belli belirsiz gölgeler
içindeydi, ortalıkta dolanan bir-iki sokak kedisinin dışında hiçbir
hareket yoktu. Havada hafiften üşüten bir serinlik vardı, ama mem­
leketinin sabahlarınınkine benzemeyen nemli bir serinlikti bu, de­
niz yüzünden olmalı, diye geçirdi içinden. "Denizin suyu neden
tuzlu acaba," diye bir merak düştü içine.

Cami adeta boştu. Sabah namazını eda eden yalnızca iki-üç


kişi vardı camide, onlar da namazlarını kıldıktan sonra sessizce
çıkıp gitmişler, o küçük camide yalnız kendisi kalmıştı. Şimdi bü­
tünüyle derin bir sessizliğe gömülmüş caminin ve yalnızlığının
huzuru içinde seccadesinin başında doğrulmuş, kaza namazlarını
şimdi mi, daha sonra mı kılmasının uygun olacağı konusunda bir
karara varmaya çalışıyordu. Aslında hiç kalkıp gidesi yoktu. Ca­
minin güven veren, içini yatıştıran bu huzurlu, tanıdık havası iyi
gelmişti, kaç gün sonra huzur içinde kıldığı bu namaz ruhunu ya­
tıştırmıştı, nasıl olsa vakti boldu, burada geçireceği zamanı uzat­
mak istedi, aynca kendini bu sabah her zamankinden daha zinde
hissediyordu, birkaç kaza namazını arka arkaya kılma kararı ve­
rerek ruhunu ve bedenini karnının en derinliklerinden aldığı de­
rin bir nefesle hazırlayıp tekrar namaza durdu. Alnını secdeden
ilk kaldırıp dizleri üstünde doğrulacağı sırada arkasında belli be­
lirsiz bir hareketlenme hissedip sol omuzunun üstünden geriye
dönüp bakacak gibi olduğunda kapıdan vuran ışığın hatlarını be­
lirsizleştirdiği, çocuk değilse bile, çocuk yaşta birinin silueti iliş­
ti gözüne. Namazını kılmış çıkmakta olduğunu düşündüğü bu sa-

25 3
biyi sabah namazı için camiye getiren iman kardeşliğinin huzu­
ruyla tam yeniden önüne dönecekken her şey anlaşılmaz bir hız­
la gelişti. Tabancanın horozunun kaldırılmasının sesi miydi ilk
duyduğu, ona mı öyle gelmişti, demeye kalmadan patlayan taban­
canın sesiyle birlikte sırtına saplanan ilk kurşun . . . Adeta kendine
ait olmayan bir güçle düştüğü yerden dönüp doğrulmaya çalıştı­
ğında ikincisi, yaklaşan adımların kafasına sıktığı üçüncüsünü
duyamadı, cansız bedeni seccadenin üstüne yığılıp kalmıştı.
Cesedi morgda bekletilirken bu haber bir-iki gün gazetelerde
giderek küçülerek yer alacak; başta Eğitmen olmak üzere herke­
si şaşırtan ölümü bir süre zihinleri kurcalayacak, gerçek kimliği
acele örtbas edilip tahkikat konusunda gizlilik kararı alınacak ve
dosyası faili meçhullerin karanlık raflarına kaldırılacaktı.

Göktürk çok kısa bir an yaptığı işe inanmak ister gibi elinde­
ki tabancanın namlusuna baktı, tabancayı beline yerleştirip al­
nındaki teri sildi, ardından koşarak çıktı camiden, her şey sandı­
ğından daha kolay olmuştu. Avludan çıktığında kimsenin kendi­
sini görmemiş olmasını umarak yokuş aşağı delicesine koşmaya
başladı. Ana caddeye vardığında dizlerinde derman kesilinceye
kadar koşmayı sürdürmüş, sonrasında kaldırım kenarına ilişip öne
eğilmiş, iki elini bastırdığı dizlerinden kuvvet almaya çalışmıştı.
Soluk soluğaydı şimdi, yalnızca koşmaktan değil heyecandan da
ciğerleri patlayacak gibi olmuştu, damarlarında hızla akan kanın
gürültüsünü kulaklarının ta içinde duyuyordu neredeyse. Yavaş
yavaş soluğu bir düzene girip doğrulduğunda gövdesine artık baş­
ka biri yerleşmiş gibi hissetti kendini. Dünkü kendiyle şimdiki ha­
li aynı değildi sanki. Camiye girip çıkarken kimseyle karşılaşma­
mıştı, kimse takip etmemişti onu, yol boyu ne ardından seslenen
biri olmuştu, ne de koşarken yanından geçen . . . Şanslıydı, koşar­
ken ağbisi de yanında koşuyormuş gibi hissetmişti. Birden yük­
sek sesle gülmeye, kahkahalar atmaya başladı. Her şey olup bit­
mişti, bu kadardı işte ! Adam öldürmek kolaydı.

25 4
Dün gece yansı, öldürdüğü adamın kaldığı evi göstermeye
gelen Kadir' le birlikte apartmanın dibine geldiklerinde heyecan­
lanmış, aklından geçeni yapamam sanmıştı, ama olmuştu, yap­
mıştı. Cabbar ağbi parkta gördüğü bu adamın kaç sene önce mim­
leyip göz hapsine aldıkları Kürt bakkalın o sırada evinde kalan
Kürt oğlanlardan biri olduğunu hatırladığını anlatmıştı, birkaç gün
boyunca takibe aldıkları bu oğlan olaylar alevlendiğinde birden­
bire ortadan kaybolmuş, bir daha da onu gören olmamıştı. Şimdi
yeniden piyasaya çıktığına göre gene bir haltlar karıştırmaya gel­
miş olmalıydı. Dernekte Cabbar ağbisi, Kadir ağbisi ve diğer iki
kişi gece boyu ne yapılması, nasıl yapılması gerektiğini konuşup
durmuşlardı kendi aralarında. Adamı takibe alacak, her hareketi­
ni izleyeceklerdi. Belki de hiçbir şey yapmasına fırsat vermeden
bir an önce temizlemek lazımdı herifi! Bir kenara sinerek onları
sessizce ama can kulağıyla di�lemiş, her söylediklerini aklında
tutmaya çalışmıştı. Biliyordu, öğreneceği daha çok şey vardı. Ge­
cenin bir vakti Kadir ağbisinden adamın kaldığı evi göstermesini
istediğinde ne yapacağını anlamışlar mıydı acaba? Her neyse, şim­
di dönüp Cabbar ve Kadir ağbilerine adamı temizlediğini söyle­
diğinde çok şaşıracaklardı.

255

You might also like