You are on page 1of 236

BINBI GECE

MASALLARI
AFA-Binbir Gece Masalları: 16
AFA-Yayınları: 243

ISBN 975-414-187-8
Takım: ISBN 975-414-139-8

Ağustos, 1993

Binbir Gece Masalları,


Dr Mardrus'ün Fransızca çevirisinden Türkçeye aktarılmıştır.

© AFA Yayıncılık A.Ş.

Yayına Hazırlayan: Atilla Birkiye

Dizgi: A,.FA Yayıncılık A.Ş.


Baskı: Ozener Matbaası
Cilt: Güven Mücellithanesi

AFA Yayıncılık A.Ş., Babıali Cad. Sıhhiye Apt 19/8 Cağaloğlu- İSTANBUL
�526 39 80
BİNBİRGECE
MASALLARI

Çeviren:

Alim Şerif Onaran


Felix Fenon'a sunulur.
J.C.M.
DENİZGÜLÜ
İLE
ÇİNLİGENÇ KIZIN ÖYKÜSÜ

Ve Şehrazat demiş ki:

Anlatırlar ki, ey zamanın şahı, Şarkistan ülkeleri arasındaki


bir ülkede, Yüce Tanrı en iyisini bilir ya, adı Zeyn ül-Müluk olan
arslanların kardeşi, ufuklar boyunca ünlü, yiğitliği ve gönül yüceli­
ğiyle tanınmış bir şah varmış. Bu şahın henüz genç yaşta ve Tanrı' -
nın kutsamasının etkisiyle üstün niteliklerle donanmış iki oğlu oldu­
ğu halde, on.dördüncü gecesindeki bir ay gibi karanlıkları dağıtan
güzelliğiyle göze çarpıcı bir çocuk olarak üçüncü bir oğlu daha doğ­
muş. Gençlik yıllan birbirine bağlandıkça, birer esriklik kadehi
olan gözleri, bakışlarının tatlı ateşiyle en bilge kişilerin bile aklını
başından alıyor, kirpiklerinin her biri ucu kıvrık bir hançeri andırı­
yor, misk kokan siyah saçlarının kıvrımları yürekleri bir Hint süm­
bülü gibi karmakarışık ediyor; yanakları, düzgün 1 olmaksızın taze
ve bakirelerin yanaklarım her bakımdan utandırıyormuş; çekici gü­
lüşleri mızrak gibi delici, tavrı aynı zamanda hem soylu, hem de hoş­
muş, dudaklarının sol kenarı sanatla yuvarlanmış bir çille bezen-

1 Düzgün ( tard): Yüze süıülen, cildi güzelleştiren merhem (ÇJ.

7
miş; ve beyaz ve yalız bağrı, billur gibiymiş ve ateşli ve yiğit bir yüre­
ğin korunağı imiş.

,·ı·
1 •ıı
ı'i.
, iı:(l:ı
:.
i
,,l
i':
..,,,
:·; ·i
;,.

Şah Zeyn ül-Müluk da, mutluluğun sınırında, bu çocuğun yıl­


dızlara bağlı bahtını ortaya koymaları için yıldız bilimcileri ve kahin­
leri çağırtmış. Bunlar kumları karıştırmış, yıldızbilimle ilgili şekil­
ler çiziktirmiş ve kahinliğin yüce formüllerini telaffuz etmişler. Bu-

8
nu izleyerek şaha "Bu çocuğun bahtı görkemlidir ve yıldızı ona son­
suz bir mutluluk sağlamaktadır. Ama yine de bahtında, eğer babası

olarak senin, delikanlılığı zamanında, onun yüzüne bakacak olur­


san, göz nurunu yitireceğin yazılıdır" demişler.

9
Kahinlerin ve yıldızbilimcilerin bu konuşmasını duyunca, şa­
hın gözünün önünde dünya kararmış. Hemen çocuğu huzurundan
uzaklaştırmış. Vezirine, onu ve anasını kendisinin hiç göremeyeceği
uzaklıktaki bir yerde inşa edilecek bir saraya yerleştirmesini buyur­
muş. Vezir de duyup itaat ettiğini bildirıniş ve efendisinin buyruğu­
nu harfi harfine yerine getirıniş. Ve yıllar yılları izleyerek zaman
geçmiş. Sultanlık bahçesinin güzel sürgün dalı, anasından tam bir
özen görerek, sağlıktan, erdemden ve güzellikten yana yeşerip geliş­
ıniş.
Ama, bahtın yazgısı silinemeyeceğinden, genç Şehzade Nurci­
han, günün birinde, atına binmiş, ormanda av izliyormuş. Şah Zeyn
ül-Müluk da, aynı gün, geyik avlamak üzere sarayından çıkmış bu­
lunuyormuş. Baht, olanca genişliğine karşın, onların bu ormanda
karşılaşmalarını istediğinden, şah oğlunun yanından geçıniş. Ve
onu tanımaksızın, bakışları oğlunun üzerine düşmüş. O anda gözle­
rinden görme yetisi yitip gitmiş. Gecqnin karanlık ülkesinin mahku­
mu olmuş.
Körlüğünün nedeninin genç atlıya rastlaması olduğunu ve de
bu genç atlının oğlundan başkası olamayacağını anlayınca, ağlaya­
rak "Aslında, yavrusuna bakan babanın gözleri daha ışıklı olur.
Ama benimkiler, bahtın takdiriyle, ebediyen kör oldu" deıniş. Bunu
izleyerek çağının en büyük hekimlerini sarayına çağırmış; bu hekim­
ler bilgiden yana İbn-i Sina'yı aşıyorlarmış: körlüğünün tedavisi
için onlara danışmış. Hepsi de kendi aralarında danışıp konuştuk­
tan sonra şaha, körlüğünün olağan araçlarla iyileşir nitelikte bulun­
madığını bildirmeyi kararlaştırmışlar. Ve de "Görüş gücünü yeni­
den kazanmanın tek çaresi o denli zorlu ki, onu düşünmemek daha
doğru olur. Çünkü bu çare Çinli genç kızın yetiştirdiği deniz gülü­
dür" diye ekleınişler.

Anlatısının burasında Şehrazat, sabahın belirdiğini görerek ya­


vaşça susmuş.

10
Ama Dokuz Yüz Elli Beşinci Gett Olunca

Demiş ki:

"Çünkü bu çare, Çinli genç kızın yetiştirdiği deniz gülüdür" di­


ye eklemişler.
Ve şaha, Çin'in içinde uzak bir yerdeki ülkede, Firuz Şah adlı
bir hükümdarın kızı olan sultanın bahçesinde, gözleri iyi eden, hat­
ta doğuştan kör olanlara bile görme duygusu sağlama erdemini taşı­
yan Deniz Gülü denen bu çiçeğin fidanının bulunduğunu açıklamış­
lar.
Şah Zeyn ül-Müluk da, hekimlerin bu sözlerini işitince, tüm ül­
kesinde tellallar aracılığıyla Çinli genç kızın deniz gülünü kendisine
kim getirirse, karşılığında, ülkesinin yarısını kendisine bağışlayaca­
ğını ilan ettirmiş. Sonra Yakup gibi gözyaşları döküp Eyüp gibi içi
içini yiyerek ve yüreğinin iki bölümü kan ağlayarak olacakları bekle­
miş.
Çin'e gidip deniz gülünü aramak üzere yola çıkanlar arasında,
Zeyn ül-Müluk'un iki oğlu da varmış. Genç Şehzade Nurcihan da ay­
nı şekilde yola koyulmuş bulunuyormuş. Çünkü o da kendi kendine
"Bahtımın altınını tehlikenin mihenk taşına vurarak değerlendir­
mek istiyorum. Madem ki istemeyerek de olsa, babamın kör olması­
na neden oldum, onu iyileştirmek için yaşamımı tehlikeye atmam
gerekir" diyormuş.
Böylece Şehzade Nurcihan, bu dört göğün güneşi, rüzgar gibi
kıvrak olan atına atlamış ve ay, gecenin siyah atına atlayıp gezmeye
çıkarken o da dizginleri kavrayıp doğuya doğru yönelmiş.
Ovalar çöller geçerek ve Tanrı'nın varlığından başka kimsele­
rin bulunmadığı ve yabani otların bittiği tenhalıklarda yol almış. So­
nunda ucu bucağı bulunmayan, cahilin zihninden de karanlık, gece­
nin gündüzden, siyahın beyazdan ayırt edilmesine olanak vermeye-

11
cek kadar ışık sızmaz bir ormana ulaşmış. Ve Nurcihan, sadece par­
layan yüzü karanlıkları aydınlatarak, bazı ağaçları yer yer meyve ye­
rine sırıtıp gülen ve yere düşen canlı insan başlarıyla, bazı ağaçları
da çatlayıp içlerinden altın gözlü kuşların çıkmasına neden olan top­
rak tencerelere benzer meyvelerle donanmış bu ormanda çelikten
bir yürekle ilerliyormuş.
Birdenbire, büyük bir keçi boynuzu ağacının gövdesi üstünde
oturan dağ gibi iri ve yaşlı bir ecinni ile karşı karşıya gelmiş. Selam
vererek onun yanına yanaşmış ve ağzının yakut kutusundan ecinni­
nin ruhuna şekerli süt gibi akan tatlı sözler döktürmüş. Soyluluk
bahçesinin bu genç fidanının güzelliğinden etkilenen yaşlı ecinni,
onu yanında dinlenmeye çağırmış. Nurcihan da atından inip heybe­
sinden eriyik tereyağ ve undan yapılma kurabiyeler çıkarmış. Dost­
luk gösterisi olarak ecinniye sunmuş; o da bunu alıp ağzına götüre­
rek ısırmış. Yediği şeyden öylesine memnun olmuş ki, sevinçten sıç­
ramış; ve "A.demoğlunun bu gıdası heni, efendimiz Süleyman'ın yü­
züğüne taş oluşturan kızıl kükürtü armağan almış kadar hoşnut et­
ti. Ve Allah için, öylesine hayran oldum ki, gövdemdeki kılların her
biri yüz bir dile dönüşse ve bu dillerin her biri seni överek ululasa,
duyduğum minneti anlatamazdı. Buna karşılık, benden ne diliyor­
san dile; gecikmeksizin yerine getiririm. Yoksa yüreğim raftan düşe­
rek param parça olan bir tabağa dönüşür" demiş.
Nurcihan da, bu gönül alıcı sözlerinden dolayı ecinniye teşek­
kür etmiş ve ona "Ey ecinnilerin başı ve başlarının tacı, ey bu orman­
ların uyanık koruyucusu, madem ki benden bir dilek dilememi iste­
din, işte söylüyorum: Beni gecikmeksizin, Çinli genç kızın deniz gü­
lünü koparmayı düşlediğim Firuz Şah'ın ülkesine ulaştırmam diliyo­
rum" demiş.
Bu sözleri duyan ormanın korucusu ecinni, soğuk bir soluk salı­
verip iki eliyle başını dövmüş; ve kendinden geçmiş. Nurcihan da
onu, büyük bir özen göstererek ayıltmaya çalışmış; ama bunun so­
nuçsuz kaldığını görerek ağzına tereyağı ve undan yapılmış kurabi-

12
yelerden birini daha sokmuş. Birdenbire ecinninin duyarlılığı yeri­
ne gelmiş ve baygınlıktan ayılmış ve kurabiyenin tadıyla genç şehza­
denin isteği arasında şaşkın, ona "Efendim, senin sözünü ettiğin ve
sahibi bir Çin sultanı olan deniz gülü, gece gündüz, onun üzerinde
bir kumun bile uçmasına, yağmur damlalarının tac yapraklarına za­
rar vermesine ve güneşin, ateşiyle onu incitmesine izin vermeyen
hava ecinnilerinin koruması altındadır. Dolayısıyla, onun bittiği
bahçeye bir kez seni ulaştırsam bile, ona aşık olan bu hava ecinnile­
rinin gözetimini nasıl yanıltabileceğimizi bilemem! Gerçekte, bu ko­
nudaki şaşkınlığım büyük bir şaşkınlıktır. Ama sen bana çok yararı
dokunan şu harika kurabiyeden bir parça daha ver, hele! Belki de
onun erdemi, zihnime aradığım açıklığı sağlamaya yarar. Çünkü sa­
na yaptığım vaadi, seni arzuladığın güle kavuşturarak yerine getir­
mem gerek!" demiş.
Şehzade Nurcihan da, söz konusu kurabiyeyi ormanın bakıcısı­
na vermekte tereddüt etmemiş; o da kurabiyeyi gırtlağının uçuru­
munda yitirdikten sonra, başını düşüncenin kukuletasına gömmüş.
Birdenbire başını kaldırarak ona "Kurabiye etkisini gösterdi. Gel,
kollarıma sığın da birlikte Çin'e uçalım! Çünkü şimdi gülü koruyan
hava ecinnilerinin gözetimini nasıl atlatacağımızı buldum. Bu da,
bu eriyik tereyağ ve undan yapılmış harika şekerli kurabiyelerden
bir tanesini onlara fırlatmaktır" demiş.
Orman ecinnisinin bayılmasıyla epeyce kaygılanmaya başlamış
. olan Şehzade Nurcihan da artık sakinleşmiş ve içi ferahlamış; bahçe­
ler gibi yeşenniş, gül goncaları gibi çiçek açmış.
Ve "Bunda bir uygunsuzluk yok!" diye yanıt vermiş.
O zaman ormanın ecinnisi, şehzadeyi sol kolu üzerine yerleştir­
miş, sağ koluyla da ademoğlunun başına vurmaması için güneş ışık­
larını engelleyerek Çin ülkesine doğru yol almaya başlamış. Ve uçu­
şuyla mesafeleri yok ederek, böylece Tanrı'nın sağladığı güven saye­
sinde, kazasız belasız Çin ülkelerinin başkentinin üzerine ulaşmış.
Şehzadeyi harika bir bahçenin giriş yerine yavaşça indirmiş. Bu balı-

13
çe, deniz gülünün yaşamını sürdürmekte olduğu bahçeymiş. Ona
"İçeriye rahat bir yürekle gir, bana vereceğin kurabiyeyle ben koru­
yucuları oyalayacağım. İşini bitirdikten sonra gelir, seni istediğin ye­
re götürmek üzere hazır beklemekte olan beni burada yeniden bu­
lursun!" demiş.
Ve yakışıklı Nurcihan, dostu ecinniyi orada bırakarak bahçeye
girmiş. Yöresine bakınınca bu bahçe, yüce cennetten bir parça imiş­
çesine, gözlerine lal renkli bir şafak gibi görünmüş...

Anlatısının burasında Şehrazat, sabahın belirdiği,ni görerek ya­


vaşça susmuş.

Ama Dokuz Yüz Elli Altıncı Gece Olunca

Demiş ki:

... Bu bahçe yüce cennetten kopmuş bir parça iınişçesine, gözle­


rine lal renkli bir şafak gibi görünmüş. Bahçenin ortasında, kenarı­
na kadar gülsuyuyla dolu geniş bir havuz varmış. Bu değerli havu­
zun ortasında da, tek bir sakın üzerinde uzanan, ateş kırmızısı ren­
giyle bir gül çiçek açmış bulunuyormuş. İşte bu, deniz gülüymüş.
Ama bilseniz ne harika bir çiçekıniş! Ancak bülbül ona uygun tanım­
lamayı yapabilirmiş.
Şehzade çiçeğin güzelliğine hayran kalarak ve kokusundan es­
riklenerek, zahmet çekmeksizin, böylesine bir gülün en inanılmaz
erdemlerle donanmış bulunabileceğini kavramış. Tereddüt etme­
den giysilerini çıkarmış; kokulu suyun içine girip tek bir çiçek taşı­
yan gül fidanını koparmaya yönelmiş. Sonra delikanlı, bu narin yük­
le zenginleşıniş olarak havuzun kenarına geri dönmüş; kurulanıp
dalların altında giyinıniş ve kamışlar arasında gizlenıniş bulunan

14
kuşlar, harika gülün ve fidanının kaçırılışını derelere, kendi dillerin­
ce anlatırken, bitkiyi hırkasının altında saklamış.
Ama, bu güzelim bahçeyi, su kıyısında yükselen ve baştan aşa­
ğı Yemen'in kırmızı akiğiyle inşa edilmiş bulunan harika köşkü ziya­
ret etmeden terk etmeyi asla düşünmemiş. Köşke doğru yaklaşmış

ve korkmadan içine girmiş. Orada mimarlığın en uyumlu hatlarıyla


gerçekleştirilmiş, yetkin bir sanatla donanmış, oranları harika bir
salona ulaşmış. Bu salonun ortasında değerli taşlarla zenginleştiril­
miş fildişi bir yatak varmış; bu yatağın yöresi de ağır perdelerle çev­
rili bulunuyormuş. Nurcihan, tereddüt etmeden, bu yatağa yönel­
miş ve işlemeli perdelerini yarıya kadar açmış; ve kendi güzelliğin­
den başka hiçbir giysi ya da süsle donanmaksızın, şiltelere uzanıp
yatmakta olan narin bir genç kız görerek hayranlıkla donup kalmış.
Kız, yaşamında ilk kez, gizem örtüsüne bürünmemiş halde kendisi-

15
ni seyretmekte olan bir insan gözünden kuşku duymaksızın derin
uykulara dalmış bulunuyormuş. Saçları da darmadağınıkmış; ve
beş çukurla donanmış küçük eli de, kaygısızca alnının üzerinde du­
ruyormuş.
Süreyya Yıldızı'nın yedi kandili, dişlerinin ışıklı dizisini göre­
rek bulutların örtüsü altında saklanırken, gecenin karanlığı misk
rengindeki saçlarına sığınıyormuş.
Zambak Yüzlü adındaki bu Çinli genç kızın güzelliğinin temaşa­
sı Şehzade Nurcihan üzerinde öylesine bir etki yapmış ki, duygudan
yoksun bir hale düşmüş. Ama yeniden ayırt etme yetisini toparla­
makta gecikmemiş ve onu büyüleyen genç kızın yanına yaklaşıp iç
çekerek şu dizeleri okumaktan kendini alamamış:

Lal rengi örtüler üzerinde uyurken, aydın yüzün şafak benzeridir; ve


gözlerin deniz üzerindeki gökler gibidir.
Nergislerle güllerle donanmış bedenin, Arabistan'da yetişen hurma
ağaçlarının boy ölçüşmeyeceği tarzda gerinir ve gevşer.
İçinde değerli taşların ışıldadığı ince telli saçların, yoğunluğuyla
dökülünce ya da yeğnilikle çözülünce, onların doğal kumaşıyla hiçbir
ipek eşdeğerde olamaz.

Bunu izleyerek, bu yere girişinden uyuyan güzelde bir iz kalma­


sını istemiş ve taşıdığı bir yüzüğü onun parmağına takmış; ve kızın
taşıdığı bir yüzüğü de parmağından çıkararak kendi parmağına ge­
çirmiş. Ondan sonra da kızı uyandırmadan ve şu dizeleri okuyarak
ki";şkten çıkmış:

Bu bahçeden, kan ağlayan laleler gibi, aşkın yarasını yüreğimde


taşıyarak ayrılıyorum.
Bahtsız o kişidir ki, dünya bahçesinden, urbasının eteğinde hiçbir
çiçek taşımaksızın çıkar gider.

16
Ve gidip kendisini bahçenin kapısında bekleyen ormanın bakı­
cısı ecinniyi bulmuş ve ona, kendisini gecikmeksizin Şarkistan'a,
Şah Zeyn ül-Müluk'un ülkesine götürmesini rica etmiş. Ecinni de
"İşitmek itaat etmektir! Ama bana bir kurabiye daha vermeden ol­
maz!" diye yanıt vermiş. Nurcihan da ona elindeki son kurabiyeyi
vermiş. Ecinni hemen onu sol koluna almış ve hava yolunu tutarak
onunla birlikte, Şarkistan'a yönelmiş.
Kazasız belasız, ama Şah Zeyn ül-Müluk'un ülkesine gelmiş­
ler. Karaya indikleri zaman, ecinni yakışıklı Nurcihan'a "Ey benim
ömrümün ve neşemin sermayesi, senden, sana duyduğum ilginin
bir nişanesini bırakmasızın ayrılmak istemiyorum. Seni düşünerek
sakalımdan kopardığım şu bir tutam kılı al. Bana her ihtiyaç
duyduğunda, bu tüylerden birini yakman yeter! Derhal yanında olu­
rum" demiş. Ve böylece konuştuktan sonra, ecinni kendisini besle­
miş olan eli öpmüş ve kendi yoluna çekip gitmiş.
Nurcihan'a gelince, konuşma arzusu belirttikten ve şifa sağlaya­
cak nesneyi getirdiğini bildirdikten sonra çabucak babasının huzu­
runa çıkmış. Ama şahın nezdine ulaşınca, hırkasının altından muci­
zevi bitkiyi çıkarıp kendisine sunmuş. Şah kokusu ve güzelliği seyre­
denlerin ruhunu saran deniz gülünü gözlerine yaklaştırır yaklaştır­
maz gözleri yıldızlar gibi ışıldamış.
O zaman sevinç ve minnettarlığın sınırında, oğlu Nurcihan'ın
alnını öpmüş ve en sıcak sevgi gösterilerinde bulunarak onu bağrı­
na basmış. Ülkesinin her yanında, bundan böyle saltanatını küçük
oğlu Nurcihan ile kendisi arasında bölüştürdüğünü ilan ettirmiş.
Tüm bir yıl, zengin fakir bütün uyruklarına neşe ve zevk kapılarının
açık, keder ve hüzün kapılarının ise kapalı bulunduğunu ilan edip
şahane şenlikler yapılması için gerekli buyrukları vermiş.
Bunu izleyerek, artık göz nurunu yitirmek tehlikesinden kur­
tulmuş olan babasının sevgilisi olmuş bulunan Nurcihan, solup tü­
kenmemesi için deniz gülünü yeniden dikmeyi düşünmüş. Bu mak­
satla, sakallarından birini yakarak çağırdığı ormanın ecinnisine baş-

17
vurmuş. Ecinni de ona, bir gecelik bir sürede, harcı sırf altınla karıl­
mış ve tabanına değerli taşlar döşenmiş iki mızrak boyu derinlikte
bir havuz kazmış. Nurcihan da, çabucak deniz gülünü bu havuzun
ortasına dikmiş. Ve bu gül, gözler için bir büyülenme ve koku alma
duygusu için bir belsem olmuş...

Anlatısının burasında Şehrazat, sabahın belirdiğini görerek ya­


vaşça susmuş.

Ama Dokuz Yüz Elli Yedinci Gece Olunca


Demiş ki:

Ve bu gül, gözler için bir büyülenme, koku alma duygusu için


bir belsem olmuş.
Bununla birlikte, şahın şifa bulmuş olmasına karşın, burunları
uzamış olarak geri dönmüş bulunan iki büyük oğlu, bu deniz gülü­
nün mucizevi bir erdem taşımadığını ve babalarının gözlerinin açılı­
şının taşa tutulası şeytanın bu konudaki girişimi ve büyüsü sayesin­
de mümkün olduğunu iddia etmişler.
Ama babaları şah, onların bu imalarına içerleyerek, ayırt etme
yeteneklerinin eksikliğinden hoşnut olmamış ve kendilerini kardeş­
leri Nurcihan ile huzurunda biraraya getirmiş ve onlara "Bu gülün
benim göz nuru kazanmamdaki etkisini neden inkar ediyor ve bir
kadından bir erkek ve bir erkekten bir kadın yaratabilen Yüceler
Yücesi Tanrı'nın bir gülün yüreğine şifa imkanlarını koymuş olması­
na inanmıyorsunuz? Öyleyse, anlatayım da dinleyin, bu konuda bir
Hint hükümdarının kızının başına neler gelmiş" demiş. Ve şu öykü­
yü anlatmış:
Çok eski zamanlarda Hint ülkelerinde, hareminde, şahların sa­
raylarında benzerleri olmayan binlerce genç kız arasından seçilmiş

18
genç ve güzel yüz kadın bulunan bir hükümdar varmış. Ama bunlar­
dan hiçbiri ne ondan hamile kalmış ne de bir çocuk doğurmuş. Bun­
dan dolayı artık yaşlanmış ve zamanla beli bükülmüş olan Hint Şahı
mahzun ve kederliymiş. Ama sonunda, Güçlüler Güçlüsü Tann'nın
yardımıyla şahın eşlerinin en genci hamile kalmış ve dokuz ay sonra
çok güzel ve görünümü gerçekten periye benzer bir kız çocuğu do­
ğurmuş. Anası da, çocuğun erkek olmadığını görerek ve şahın ke­
derleneceğinden çekinerek, yeni doğan çocuğun bir erkek olduğu
söylentisini çıkarmış. Ve şahı, bu çocuğu on yıl geçmeden görmeme­
si gerektiğine inandırmaları için yıldızbilimcilerle anlaşmış.
Güzelleşerek büyüyen küçük kız, babası şahın sonunda onu gö­
rebileceği yaşa ulaşınca, anası ona gerekli uyarılarda bulunarak ken­
disine, bir oğlan çocuğu yerine konulmasının nedenlerini açıklamış.
Tanrı'nın incelik ve zekayla donattığı kızcağız da, anasının öğütleri­
ni gereğince kavramış ve her koşulda bunlara uymuş ve sanki ger­
çekten bir erkek çocuğu gibi giyinmiş ve o yolda hareket ederek sa­
rayın içinde dolaşmaya başlamış.
Babası şah, bir erkek çocuk sandığı evladının güzelliğinden her
geçen gün daha fazla zevk duyuyormuş. Oğlan sanılan bu çocuk on
dört yaşına ulaşınca, şah onu, komşu ülkenin şahının kızıyla evlen­
dirmeye karar vermiş. Düğün günü kararlaştırılmış. Saptanan gün
gelince, şah oğlunu şahane bir giysiyle donatmış; bir filin sırtına yer­
leştirilmiş altın bir tahtırevanda kendi yanına oğlunu da oturtmuş
ve büyük bir mevkip halinde onu evleneceği kızın ülkesine götür­
müş. Bu denli cansıkıcı koşullar altında, aslında bir sultan kızı olan
genç şehzade, bir ağlayıp bir gülüyormuş.
Mevkibin sık bir ormanda konakladığı bir gece, genç sultan,
tahtırevandan çıkmış ve ağaçlar altında, sultan kızlarının bile kölesi
olduğu bir ihtiyacını görmek üzere uzak bir yere gitmiş. Orada bir­
denbire, bir ağacın altına oturmuş bulunan ve bu ormanın bakıcısı
olan çok yakışıklı bir ecinni ile karşılaşmış. Ecinni de genç kızın gü­
zelliğinden gözleri kamaşarak onu incelikle selamlamış ve kendisi-

19
ne kim olduğunu ve nereye gitmekte bulunduğunu sormuş. Kız da,
onun çekici edasına güvenerek en küçük ayrıntısına kadar tüm öy­
küsünü kendisine anlatmış; ve bu durumda düğün gecesinde kendi­
sine eş olarak seçilmiş bulunan kızın yatağına gireceği sırada ne den­
li sıkılacağını açıklamıs.

� . :. -.--... .....

��-;�- -:=,:-. ..
· -:. _.:.,._;; ...

. -���2?.
...
;��:��
:-:-,,;
·�-;_.. .--:_ . ·..:---·

Bunun üzerine ecinni onun sıkıntısından duygulanarak bir an


düşünmüş; sonra, gönül yüceliğiyle ona, dönüşünde emaneti sada­
katle iade etmek kaydıyla onunkini alarak, kendi cinselliğini bütü­
nüyle ona ödünç vermeyi önermiş. Genç kız da, yüreği minnetle do­
lu, öneriyi kabul etmiş ve Güçlüler Güçlüsü'nün iradesiyle değişim,
hiçbir güçlük ve karmaşıklık olmaksızın hemen gerçekleşmiş. Hay­
ranlığın sınırında hayran kalan genç sultan, bu yeni veriyle ve değer­
li malla ağırlaşmış olarak babasının yanına dönmüş ve tahtırevana

20
çıkmış. Henüz yeni eklemelerine alışık olmadığından beceriksizce
Üzerlerine oturmuş ve duyduğu acıdan bir feıyat koparmış. Ama du­
rumu belli etmemek için çabucak kendisini toparlamış; ve sadece
aynı acıyı yeniden duymamak için değil, ama kendisine emanet edi­
len bir mala zarar vermemek ve de sahibine iyi durumda iade et­
mek için, aynı hareketi bir daha yapmamak üzere dikkat ve özen
göstermiş.
Birkaç gün sonra mevkip nişanlı kızın kentine ulaşmış ve evli­
lik şatafatlı bir düğünle kutlanmış. Genç koca, ecinninin incelik gös-

tererek kendisine ödünç verdiği gereci harika bir tarzda kullanmış


ve onu öylesine yetkinlikle devreye sokmuş ki, karısı hiç gecikmek­
sizin hamile kalmış. Ve herkes hoşnut olmuş.
Böylece, dokuz ay sonra, evlenen sultan, güzel bir oğlan çocuk

21
doğurmuş. Ve loğusa yatağından kalkınca, kocası ona "Gidip anne­
mi ve yakınlarımı görmek üzere artık ülkemize dönmenin zamanı­
dır" demiş. Bunu böyle söylemiş ama, gerçekte, daha fazla ertele­
meksizin, ormanın ecinnisine bu dokuz aylık hoş geçirilen sürede,
verimli olan ve daha da güzelleşmiş ve gelişmiş olan emaneti kusur­
suz ve iyi durumda iade etmek istiyormuş.
Genç karı.sı da ona, işitip itaat ettiği yanıtını vermiş ve yola ko­
yulmuşlar. Ve de emanet malın sahibi olan ecinninin oturduğu or­
mana ulaşmakta pek gecikmemişler. Onu orada, aynı yerde, görü­
lür biçimde yorgun ve karnı irileşmiş bir kadın görünümünde bul­
muş. Selamlaşmalardan sonra, sultan ona "Ey ecinnilerin başı ve
başlarının tacı, ben, bana verdiğin emanetle yapmış bulunduğum iş­
te başarı sağladım ve arzuladığım şeyi elde ettim. Şimdi de sana
vaadettiğim gibi, irileşıniş ve güzelleşmiş olarak onu sadakatle iade
etmeye ve kendiıninkiıii geri almaya geldim" demiş. Bunu söyleye­
rek, taşımakta olduğu emaneti onun eline teslim etmeye kalkışmış.
Ama ecinni ona "Kuşkusuz senin imanın büyük bir iman ve de
dürüstlüğün takdire değer! Ama, ne yazık ki, şimdi artık sana
ödünç verdiğim şeyi geri alma arzusunu duymadığımı ve üzerimde
taşımakta olduğum emaneti de sana iade etmeyi düşünmediğimi bil­
dirmek zorundayım. Bu ince bir iştir ve baht da bunu böylece düzen­
lemiştir. Çünkü, birbirimizden ayrıldığımızdan bu yana aramızdaki
tüm değiş tokuşu önleyen bir durum ortaya çıktı" diye yanıt vermiş.
Eski genç kız da ona "Ey yüce ecinni, karşılıklı olarak cinselliğimizi
değiş tokuş etmeyi engelleyen bu yeni durum nedir?" diye sormuş.
O da "Bil ki, ey eski genç kız, benimkiyle değiştirerek bana verdiğin
emaneti, dikkatle gözeterek burada beklemekte ve saflığını ve baki­
reliğini saklamak için elimden geleni esirgememekte iken, günün bi­
rinde, bu yerlerin yönetim görevlisi ecinni ormandan geçerken beni
görmeye geldi. Saçtığım yeni kokudan, bende daha önce tanımadığı
bir cinsiyet bulunduğunu anladı. Bana karşı şiddetli bir aşk duydu
ve karşılıklı olarak bende de aynı duyguları harekete geçirdi. Sonra

22
bilindiği şekliyle benimle birleşti ve emanetin bakirelik mührünü
kopardı. Ben de aynı durumda olan bir kadının uğradığı benzer ko­
şullan yaşadım; ve de anladım ki, kadınların duyduğu zevk, erkekle­
rinkine bakınca, daha sürekli ve daha incelikli türdendir. Şimdiki

durumda, yönetici kocamdan hamile kaldığım için cinselliğimi sen­


den geri alamam. Yeniden erkek olma felaketine katlanırsam ve er­
kek halimle karnımdaki çocuğu doğurmaya kalkışırsam, hiç kuşku­
suz, ıstıraptan ölürüm ve de karnım yırtılır. İşte, bir yaşam zorunlu­
luğu olarak bana verdiğin emaneti sana geri çevirmemi engelleyen
yeni durum budur. Bu durumda sen de benim sana verdiğim ema­
neti saklayabilirsin. Ve her şeyi zarar görmeden, kazasız belasız yü­
rüten ve aramızda kimseye zarar vermeksizin bu değişime izin ve­
ren Tanrı'ya şükredelim" diye yanıt vermiş.

23
Şah da, iki oğluna, kardeşleri Nurcihan'ın önünde bu öyküyü
anlatarak ve "Güçlüler Güçlüsü Yaradan'ın gücü sayesinde imkan­
sız hiçbir şey yoktur. Bir genç kızı bir delikanlıya ve bir ecinniyi ha­
mile bir kadına çevirebilen Varlık, benim gözümün bir gül aracılığıy­
la nura kavuşmasını da aynı şekilde sağlamıştır" diyerek sözünü sür­
dürmüş. Böyle konuştuktan sonra, iki büyük oğlunu yanından uzak­
laştırmış ve gönül okşayan sözler söyleyerek ve sevecenlik belirtile­
ri göstererek genç Nurcihan'ı yanında alıkoymuş. İşte onların duru-
mu böyleymiş.
Deniz gülünün sahibi Çinli genç kız Zambak Yüzlü'ye gelince,
onunki de şöyle: Göğün Koku Saçıcısı, şafağın katuruyia yüklü güne­
şin altın tepsisini Doğu'nun penceresine yerleştirince, Sultan Zam­
bak Yüzlü, o büyüleyici gözlerini açıp yatağından kalkmış. Saçını ta­
rayıp toparlamış ve yavaşça, zarafetle salınarak deniz gülünün bu­
lunduğu havuza doğru yönelmiş. Çünkü, her sabah, ilk düşüncesi
deniz gülüymüş ve ilk ziyaret ettiği yer bu göletmiş. Bir kokucu dük­
kanının havasım taşıyan ve dallardaki meyveleri rüzgarda sallanan
şerbet şişelerine benzeyen bahçeyi geçmiş. Kimya bakımından gök
cam ve firuze rengindeymiş. Gül bedenli genç kızın her adımında
sanki çiçekler açıyor, urbasının sürüklenişinin yerden kaldırdığı toz
bülbülün gözü için ilaç oluşturuyormuş...

Anlatısının burasında Şehrazat, sabahın belirdiğini görerek ya­


vaşça susmuş.

Ama Dok uz Yüz Elli Sekizinci Gece Olunca

Demiş ki:

... Ve urbasının sürüklenişinin kaldırdığı toz, bülbülün gözü


için ilaç oluş(uruyormuş.

24
Böylece havuzun kıyısına ulaşmış ve bakışlarını sevgili gülü­
nün bulunduğu yere çevirmiş. Ama onun ne izini görmüş ne de ko­
kusunu duymuş. O zaman, kederden kahrolarak hemen pota içinde­
ki altın gibi erimeye ve kederin sam yeline kapılan gonca gibi solma­
ya yüz tutmuş. Aynı anda, parmağında taşıdığı yüzüğün yabancı bir
yüzük olduğunu ve yıllardan beri sahibi olduğu kendi yüzüğünün or­
tadan kaybolduğunu fark ettiğinden felaketi doruğuna ulaşmış.
Ve de uyurken çıplak olduğunu ve bir yabancının gözlerinin ki­
şiliğinin büyüleyici gizemini ceza görmeksizin ortadan kaldırmış ol­
masını da hatırlayarak bir karmaşıklık okyanusuna dalmış. Yakut­
tan yapılma odasına çekilerek bütün gün tek başına ağlayıp dur­
muş. Bunu izleyerek, düşüne düşüne akla yatkın fikirler edinmiş;
ve kendi kendine "Kuşkusuz 'İz bırakmayan şeyin kendisini bul­
mak mümkün değildir' deyimi yanlıştır. Şayet bir iz bulunmuşsa, o
iz bırakılmış demektir. Ve başkaca 'Yitirilmiş bir şey aranacaksa,
onu bulmak için kendini yitirmek gerekir' deyimi de asla doğru de­
ğildir. Zira ben, vallahi, kendi başıma gepegenç ve çok zayıf genç bir
kız olmakla birlikte, şu andan başlayarak, gülümü çalanı aramaya
ve hırsızlığının nedenini anlamaya koyulacağım. Arzusunun gözleri­
ni uyuyan bakire bir sultanın üzerine çevirmiş olma küstahlığından
dolayı onu cezalandıracağım" demiş.
Bunu söylemiş ve aynı saatte, savaşçı giysileriyle donanmış kö­
le kızlar kendisini izlerken, sabırsızlığın kanatlarını takınarak yola
koyulmuş. Gezisi boyunca, her yerde soruşturup bilgi edinmesinin
sağladığı olanakla sonunda kazasız belasız Şarkistan'a, Nurcihan'ın
babası Şah Zeyn ül-Müluk'un ülkesine ulaşmış. Ülkenin başkenti­
ne girince her yanda tam bir yıldır süren şenliklerin donanımlarıyla
karşılaşmış; ve hemen her kapıda musiki aygıtlarının çalındığını du­
yup sevinç gösterilerinde bulunulduğunu görmüş. Bu sevincin nede­
nini öğrenmeye merak sararak ve her zamanki gibi erkek kıyafetle­
rine bürünmüş olarak kentte oturanlar arasında hüküm sürmekte
olan genel sevincin nedenini araştırmış. Ona "Şahımız amaydı; ama

25
oğlu, o harika yakışıklı Nurcihan, sonsuz zorluklara katlanarak so­
nunda Çinli genç kızın yetiştirdiği deniz gülünü bulup getirdi. Bu
mucizevi gülün gözlerine dokunmasıyla şah yeniden görmeye başla­
dı ve yıldızlar gibi ışıldadı. İşte bu münasebetle şah, tam bir yıl sü­
reyle, harcamaları hazineden ödenmek üzere, zevk ve eğlencelerin
sürdürülmesini ve sabahtan akşama kadar durmaksızın her kapı­
nın önünde musiki aygıtlarının çalınmasını buyurdu" demişler.
Zambak Yüzlü de, sonunda gülü hakkında kesin bilgiler alma­
nın verdiği sevincin son sınırında, yolculuğun yorgunluğunu çıkar­
mak üzere gidip nehirde yıkanmakla işe girişmiş. Sonra da, yeniden
erkek giysilerine bürünerek, çarşılar boyunca zarafetle yürüyerek
şahın sarayına doğru yönelmiş. Bu delikanlıya bakanlar kum üzerin­
de ayak izlerinin silindiği gibi hayranlıkla tükenmişler. Ve saçları­
nın kıvrımları seyredenlerin yüreklerini sarmış.
Böylece bahçeye ulaşmış ve orada, sırf altından yapılma ve de­
ğerli gülsuyuyla doldurulmuş havuzun ortasında kendi deniz gülü­
nün, önceleri olduğu gibi, açılmış bulunduğunu ve gözler için büyü,
burunlar için koku saçtığını görmüş. Bu karşılaşmadan dolayı son­
suz bir sevinç duyduktan sonra, kendi kendine "Şimdi gidip bahçem­
deki gülü ve parmağımdaki yüzüğü aşıran küstahı görmek üzere
ağaçların altına saklanayım!" demiş.
Çok geçmeden, gözleri birer esriklik kadehi olan, bakışlarının
tatlı ateşiyle en bilge kişilerin bile aklını başından alan ve her bir
kirpiği bir hançerin kıvrık ağzı gibi parıldayan, siyah miskten yapıl­
mış saçlarının kıvrımları Hint sümbülü gibi yürekleri karıştıran, gü­
zel ve taze yanakları her bakımdan bakirelerin kadife yanaklarını
aşan bir güzellikte, etkileyici gülüşü mızraklar gibi delici, tavrı soy­
lu olduğu kadar hoş, dudağının sol yanındaki beni sanatsal bir yu­
varlıkta, billur bir levhaya benzeyen kaygan ve beyaz göğsü sıcak ve
yiğit bir yüreği barındıran delikanlı, gülün bulunduğu havuzun yakı­
nına gelmiş. Ve onu gören Zambak Yüzlü, bir çeşit şaşkınlığa düş-

26
müş ve neredeyse aklını yitirir gibi olmuş. Çünkü bu delikanlı tam
da şairin şöylece tanımladığı gibiymiş:

Bir toplulukta, kaşlarının yayı, kirp iklerinin oklarını fırlatırsa,


bunların ucu ancak aşka layık olan yüreklere ulaşır.

Zambak Yüzlü, yeniden kendine gelince, gözlerini ovuşturmuş,


her yanına bakınmış ve artık delikanlıyı görememiş. Kendi kendine
"İşte gülümü çalan kişi, şimdi de aynı şekilde ruhumu ve gönlümü
çaldı. O sadece onurumun değerli şişesini ayartı taşına vurarak kır­
makla yetinmedi, gizlice yüreğimi de aşk okuyla yaraladı. Ne yazık!
Şimdi ben, ülkemden ve anamdan uzakta nerelere gideyim ve bü­
tün bu zarar ziyanı tazmin ettirmek için adalet dilemek üzere kime
şikayette bulunayım?" demiş.
Ve yüreği tutkuyla yanarak savaşçı genç kızlarını bulmaya git­
miş. Onlar yöresinde iken, oturarak eline bir kalem ile bir kağıt al­
mış; ve Nurcihan'a bir mektup yazarak yüzükle birlikte yakın mai­
yetinden güvendiği bir kıza verip onu, bu iki şeyi götürüp delikanlı
şehzadenin kendi ellerine teslim etmekle görevlendirmiş. Genç kız
da göz açıp geçinceye kadar bir sürede Nurcihan'ın yanına ulaşmış
ve onu oturmuş, hanımı Zambak Yüzlü'yü düşler gibi bir halde bul­
muş. Saygı dolu selamlaşmalardan sonra, kız, sultanın kendisini ver­
mekle yükümlü kıldığı mektubu ve yüzüğü ona sunmuş. Nurcihan
da, heyecanın sınırına ulaşarak yüzüğü tanımış. Ve mektubu açarak
şu satırları okumuş:

Bakirelere güzellik ve zarafeti ve delikanlılara baştan çıkarıcılığın


gözünü vererek, her birinin yüreğinde aşkın şavkını tutuşturarak,
bilgeliğin pervaneler gibi yanıp tutuştuğu lambalar yakan 'nasıl' ve
'niçin'in özgür yanıtlayıcısına övgüler sunarım.

27
İşte ben de, senin baygın gözlerin için aşktan ölmekteyim; tutkunun
ateşi içten de dıştan da beni yiyip bitiriyor. Ah! 'Yürekler anlaşır' 1
diyen atasözü ne kadar yanlıştır. Çünkü ben yanıp tutuşuyorum;
seninse hiçbir şeyden haberin yok. Harika görünümünle beni neden
öldürmekte olduğunu sana sorsam,.acaba yanıtın ne olurdu?
Ama, ey kalem, artık daha fazla yazma! Yeterince aşk acılarına
kapılmışım zaten!

Bu mektubu okuyunca, Nurcihan'ın yüreğinin külleri içinde


aşk ateşi kıvılcımlanmış; ve civa gibi sabırsız, eline kalemi kağıdı
alıp şu satırları karalamış:

Gümüşsü bedeninde tüm güzellikleri taşıyan ve kaşları esrik bir


savaşçının ellerinde kılıç olan kişiye!
Alnı Zühre gezegenine benzeyen, Çin'in güzellerinde kıskançlıklar
uyandıran, ey büyüleyici kız! Mektubunun içeriği, dolunayın
çehresinde benler bulundukça çarpacak olan kimsesiz kalbimin
yaralarını depreştirdi.
Yüreğinin bir kıvılcımı yaralarımın üzerine . düştü ve arzumun
şimşeği hasadının üzerinde parıldadı. Sadece sevenler bitip tükenmiş
olmanın sihrini tanır. Ve işte ben yan boğazlanmış, gece gündüz
yerde debelenen ve eğer kurtarılmazsa can vermesi gecikmeyecek bir
piliç gibiyim.
Ey Zambak Yüzlü, peçe yüzünü gizlemiyor; sen kendin, kendin için
bir peçe olmuşsun! Bu peçeden sıyrıl ve ilerle! Çünkü yürek harika
bir şeydir ve küçücük olmasına karşın Yaradan oraya tahtını
kurmuştur.
Ama, ey büyüleyici varlık, daha açık konuşma ıalı ve de kalemime
daha fazla yüklememeliyim. Çünkü kalem aşıkların gizlerinin
haremine sokulmamalıdır.

1 Mathers'de "Yürek yüreğin sesini duyar· şeklindedir (Ç.)

28
Bunu izleyerek Şehzade Nurcihan aşk mektubunu katlamış ve
gözünün mührüyle 1 onu damgalamış; hanımı Zambak Yüzlü'ye yaza­
rak anlatamadığı ince şeyleri kendi sesiyle söylemesini tembih ede­
rek mektubu genç haberciye vermiş. Gözde de gecikmeksizin on­
dan ayrılıp hanımının yanına ulaşmış.
Ve onun baygın nergis gözleriyle oturup beklemekte olduğunu
ve kirpiklerinin her birinin birer çeşmeye dönüşmüş bulunduğunu
görmüş...

Anlatısının burasında Şehrazat, sabahın belirdiğini görerek ya­


vaşça susmuş.

Ama Dokuz Yüz Elli Dokuzuncu Gece Olunca


Demiş ki:

Ve onun baygın nergis gözleriyle beklemekte olduğunu ve kir­


piklerinin her birinin birer çeşmeye dönüşmüş bulunduğunu gör­
müş. Ona gülerek yaklaşıp kendisine "Ey neşe fidanının gülü, yüzü­
nün tac yapraklarını ıslatan değerli gözyaşların benim üzerime düş­
sün de, sen her zaman memnun ve tebessüm saçıcı ol! Bak işte sana
hayırlı haberler getirdim!" demiş. Ve Nurcihan'ın mektubunu, gü­
zel delikanlının hanımı hakkında kendisinden söylemesini istedikle­
rini de açıklayarak vermiş.
Zambak Yüzlü de mektubun içeriğini anlayınca ve gözdesinin
ağzından yakışıklı kapıp kaçırıcı Nurcihan'ın yazılı olarak açıklaya­
madığı güzel sözleri işitince, teselli bulmuş ve ayağa kalkmış ve buy­
ruğu altındaki genç kızlara kendisini toparlayarak hazırlayıp giydir­
melerine izin vermiş.

1 Mathers'de "Gözde mührüyle" şeklindedir(Ç.)

29
O zaman bu sevimli kızlar hanımlarını güzelleştirmek için elle­
rinden geleni yapmışlar. Saçlarım taramış, saçlarının arasına tarak­
lar sokarak seçkin kokularla bedenini kokulandırmışlar; öyle ki, Ta­
taristan'ın miskleri onun saçtığı kokular yanında kıskançlıktan bu­
har olup uçarmış; şenlik günlerindeki hurma dallan gibi örülmüş,
beline kadar düşen harika saç örgülerini görerek yürekler göğüsler­
de raksedermiş. Bunu izleyerek her bir teli, yürekleri avlayan birer
ip olan kırmızı muslinden bir kemeri beline dolamışlar. Sonra da
onu, bedeninin rengini açığa vuran pembe bir tüle sarmışlar ve da­
ha koyu renkte, dünya alemi esir etmeyi sağlayan şahane genişlikte
bir şalvar giydirmişler. Saçlarını ayıran çizgiyi, saman yolundaki yıl­
dızları şaşkınlığa uğratarak utançtan örtünmelerine neden olacak
parlaklıktaki incilerle süslemişler. Alnına da onu yeni bir ay doğ­
muşçasına parlak gösteren, göz kamaştıran bir taç koymuşlar. Ve
onu öylesine güzel ve harika bir hale sokmuşlar ki, her biri, sonun­
da, karşısına geçip süslenmiş bir duvarı seyredercesine sakin bir
hayranlıkla onu seyretmiş. Ama o, bütün bu süslerden çok, kendi
güzelliğiyle donanmış bulunuyormuş.
Kız böylece süslendikten sonra, yüreği çarparak, gölgelerin yo­
ğunlaştığı bir sırada bahçenin ağaçları altına gelmiş. Nurcihan da
onu görerek yaşadığı duyguların şiddetiyle ilkin bayılmış. Ama,
Zambak Yüzlü'nün saçtığı tatlı soluğun kokusuyla Nurcihan hemen
gözlerini açmış ve sevgilisini seyrederek mutluluğunun doruğunda
ayağa kalkmış. Kendi bakımından, Zambak Yüzlü de, delikanlıyı,
bir tüy inceliği ya da bir nokta kadar bile fark görülmeksizin, yüreği­
nin yapracığına kazılan hayaline tam bir uygunluk halinde bulmuş.
Ve ağırbaşlılık peçesini yüzünden kaldırarak o anda sahibi bulundu­
ğu her şeyi sevgilisinin gözleri önüne sermiş: dişlerinin incilerini,
gül tac yapraklarından üstün dudaklarının yakutunu, gümüş kolları­
nı, gülüşünün ayışığını, yanaklarının altınını, Tataristan'ın miskin­
den üstün soluğunun mis kokusunu, gözlerinin bademlerini, saç
buklelerinin siyah amberini, çenesinin elmasını, bakışlarının elmas-

30
larını ve bakire bedeninin otuz altı yumuşak çalımını 1 sergilemiş.
Ve aşk, iki güzel göğüs ve iki genç alın üzerinde bağlarını sıkıştır­
mış. O gece, gölgelerin koyuluğunda bu iki güzel genç varlık arasın­
da ne olup bittiğini kimse bilmemiş.

Ama aşk ve misk kokusu bilmezlikten gelinemeyeceğine göre,


iki aşığın arasında olup bitenlerden haber almakta gecikmemişler
ve onları çabucak evlilik yoluyla birleştirmişler. Aşkı ve deniz gülü­
nü aralarında paylaştıkları yaşamları mutluluk içinde akıp gitmiş.
Güllere çiçek açtıran ve aşıkların yüreklerini birleştiren, Güçlü­
ler Güçlüsü, Yüceler Yücesi Tanrı'ya övgüler olsun! Ve kutsama ve
dualar efendimiz ve bağlısı olduğumuz Elçiler Sultanı Muham­
met'in ve yöresindekilerin üzerine olsun! .Amin!

ı Aslında "Biçimsel tavrını" anlamında" Posesplastiques" ya da İngilizcesiyle "Ceroen poses" de­


yimleri kullanılmış Mardrns ve Mathers'de (Ç.)

31
Şehrazat bu öyküyü anlatıp bitirince susmuş. Kzzkardeşi genç
Dünyazat ''Ablacığım, sözlerin tazeliği içinde ne kadar tatlı, güzel ve
hoş! Ve bu DENİZ GÜLÜ VE ÇİNLİ GENÇ KIZ ÖYKÜSÜ ne ka­
dar hayranlık verici! Oh, lütfen, henüz vakit varken bize buna benzer
başka bir öykü daha anlat!" diye haykırmış. Şehrazat da ona gülümse­
miş ve "Evet ve de şimdi anlatmak istediğim öykü daha da hayranlık
uyandırıcıdır, küçüğüm! Ama kuşkusuz, efendimiz şah izin verme­
dikçe onu anlatamam!" demiş. Şehriyar da "Yoksa benim zevkimden
kuşku mu duymaktasın, ey Şehrazat! Ben acaba senin sözlerin kulak­
larıma akmadan ve gözlerim seni görmeden herhangi bir geceyi geçi­
rebilir miyim?" demiş. Şehrazat da gülümseyerek teşekkür etmiş ve
"Öyleyse BALLI KÜNEFE VE ESKİCİ'NİN UGURSUZ KARISI'­
NIN ÖYKÜSÜ'nü anlatayım!" demiş ve sözünü şöyle sürdürmüş:

BALLI KÜNEFE ÖYKÜSÜ 1

Anlatılanlar arasında anlatırlar ki, ey bahtıgüzel şah, vaktiyle


Kahire denen korunaklı kentte huyu güzel ve canayakın ilgilere la­
yık bir eskici yaşarmış. Bu eskici, yaşamını eski pabuçları onararak
kazanırmış. Adı Maruf olan bu eskicinin her durumda ululanası Na­
sip Dağıtıcı'nın başına sardırdığı, adı Fatıma olan, zift ve katranda

1 Diğer kaynaklarda "Eskici Marufve Karısı Fatıma·nın Öyküsü" olarak geçiyor. ( Ç.)

32
kaynayası uğursuz bir karısı varmış. Ama komşuları onu "Sıcak Te­
zek" diye anarlarmış; çünkü, gerçekte, kocası eskicinin yüreği üze­
rinde dayanılmaz bir yakı ve ona yaklaşanların gözleri için kara bir
bela kesilirmiş. Bu uğursuz karı, erkeğinin iyiliğini ve sabrını kötü­
ye kullanır, ona günde bin kez küfreder, hakaretler yağdırırmış; ve
geceleri de asla rahat yüzü göstermezmiş. Bahtsız adam da onun kö­
tülüklerinden çekinir ve yaptığı fenalıklardan tir tir titrermiş; çün­
kü sakin, akıllı, duyarlı, fakir ve sade koşullarda yaşayan biri olsa
da, ününü korumakta titiz bir adammış. Gürültü ve haykırışlardan
sakınmak için de, tüm kazancını karısının, bu kuru;kötü ve geçim­
siz kadının ihtiyacını gidermek için sarf edermiş. Şayet bir talihsiz­
lik olur da, o gün yeterince para kazanmamış olursa, karısı, bütün
gece, rahat ve huzur vermeden başının üzerinde korkunç fırtınalar
kopararak kulaklarını haykırışlarla doldururmuş. Böylece geceleri­
ni bahtının kitabında yazılı olandan da daha karanlık hale getirir­
miş. Bu durum, şairin şu dediklerine de uyarlanabilirmiş:

Kanının, şu uyuz paçalının yanıbaşında ne çok mutsuz gece


geçiriyorum!
Ah! Düğünümün karanlık gecesinde, neden acaba, ruhunu
hapşırarak terk etmesi için bir bardak soğuk zehir sunmadım ona?

Uğradığı bunca derin üzüntülere katlanan bu Eyüp sabırlı kişi­


nin bakın başına neler gelmiş...

Anlatısının burasında Şehrazat, sabahın belirdiğini görerek ya­


va.şça susmuş.

33
Anıa Dokuz Yüz Altmışıncı Gece Olunca
Demiş ki:

Uğradığı bunca derin üzüntülere katlanan bu Eyüp sabırlı kişi­


nin başına bakın neler gelmiş.
Gerçekten, bir gün, Allah bizi böylesi günlerden ırak eylesin,
eşi yanına sokulmuş ve ona "Ey Maruf, bu akşam, eve dönerken, bal­
la yapılmış künefe tatlısı getirmeni istiyorum" demiş. Zavallı Maruf
da ona "Ey amcamın kızı, Kerim Tanrı, bu ballı künefeyi almak için
gerekli parayı kazanmama yardım ederse, kuşkusuz onu almak ba­
şım üzerine, gözüm üzerine olacaktır. Çünkü bugün, dua ve barış
üzerine olası Muhammet'in adını anarak söyleyeyim ki, üzerimde
hiç para yok. Ama Tanrı'nın acıması boldur ve güç olan şeyleri bi­
zim için kolaylaştırır" diyerek yanıt vermiş. Ama cadaloz kadın "Sen
şimdi yardımcı olsun diye işe Allah'ı mı karıştırıyorsun! Sanıyor mu­
sun ki, canımın çektiği bu tatlıyı Tanrı'nın kutsaması üzerine olsun
ya da olmasın diye bekleyip duracağım! Günlük nafakam kazan ya
da kazanma, ben yüz dirhem1 ballı künefeyi isterim. Ve de hiçbir za­
man arzumun yerine getirilmemesine dayanamam! Bahtın sana gül­
mez de, bu akşam eve elinde künefe olmaksızın gelirsen, başının
üzerinde geceyi, seni benim elime teslim eden bahtından da fazla ka­
rartırım" diye haykırmış. Bahtsız Maruf "Allah rahimdir, kerimdir;
sadece O'na başvurmaktayım!" diyerek iç geçirmiş. Ve zavallı, alnın­
da keder ve sıkıntı terleri belirirken evinden dışarı çıkmış.
Gidip pabuççular çarşısındaki dükkanını açmış ve ellerini göğe
kaldırarak "Sana yalvarırım Tanrım, bana bugün yüz dirhemlik bir
künefe parası kazandır ve beni bu gece bu kötü karının hışmından

1 Aslında i\lardus'de bir"'once" (30.56 b�Iım) olarak geçiyor. Biz kadın'ın doymazlığını düşüne­
rek böyle bir ölçü koyduk.! Ç. ı

34
koru!" diye' dua etmiş. Ama sefil dükkanında epeyce beklediği hal­
de, hiç kimse ona herhangi bir iş getirmemiş; öyle ki günün sonun­
da eve akşam yemeği için ekmek alacak kadar bile para kazanama­
mış. O zaman, yüreği sıkıntılı ve karısına karşı duyduğu korkuyla
dolu dükkanını kapatmış ve kederli bir halde evinin yolunu tutmuş.
Çarşıda yol aldığı sırada, tam da, daha önce pabucunu onardığı
için sahibini tanıdığı künefe ve diğer tatlıları satan bir tatlıcı dükka­
nının önünden geçiyormuş. Tatlıcı da Marufu, umutsuzluğa gömül­
müş ve sırtı ağır bir kederin yükü altındaymışçasına bükülmüş bir
halde geçerken görmüş. Ve ona "Maruf Usta, neden gözyaşı dökü­
yorsun? Derdinin sebebi nedir? Gel, içeri gir de biraz dinlen Ye başı­
na ne gibi bir dert geldiğini anlat!" demiş. Maruf da tatlıcının güze­
lim camekanına yaklaşmış ve selamlaşmalardan sonra "Acıması bol
Tanrı' dan başka başvurulacak varlık yoktur! Kötü baht peşimi bı­
rakmıyor, benden akşam yenecek ekmeği bile esirgiyor" demiş. Tat­
lıcı bilgi almakta ısrar edince, Maruf ona karısının isteğini ve o gün
para kazanamadığından dolayı yalnız künefe değil, bir ekmek somu­
nu bile almasının imkansız olduğunu bildirmiş.
Tatlıcı Marufun bu sözlerini işitince, babacan bir tavırla gül­
müş ve ona "Ey Maruf Usta, sen bana hiç değilse kendisine götür­
mek üzere, amcanın kızının kaç dirhem künefe istediğini söyleyebi­
lir misin?" demiş. O da "Yüz dirhem ona yeter herhalde!" diye yanıt
vermiş. Tatlıcı da "Bunda bir uygunsuzluk yok. Ben sana yüz dir­
hem künefeyi borç olarak veririm, sen de Nasip Dağıtıcı'nın cömert­
liği senden yana olduğunda parasını bana ödersin" diye yeniden söz
almış. Ve içinde bal ve tereyağından yapılmış künefenin yüzmekte
olduğu büyük tepsiden pekala yüz dirhemden daha fazla çekebile,
cek büyücek bir parça kesmiş ve bunu, kendisine "Bu iyice tatlılan­
dırılmış künefe, şahların sofralarında yenilmeye layık bir tatlıdır.
Şunu da söyleyeyim ki, ben onu arı balı yerine, şeker kamışından çı­
karılmış şekerle tatlandırdım; çünkü böyle yapılınca çok daha lez­
zetli oluyor" diyerek Marufa teslim etmiş. Ve arı balıyla şeker kamı-
şının şekeri arasındaki aynını bilmeyen zavallı Maruf da "Senin cö­
mert ellerinden kabul olunmuştur" diyerek yanıt vermiş. Tatlıcının

· l ı ı· ı
.. i:\\;'·\ iı'ı
:ı ı·,ı
' l ı.
1
,ı• · 1
'\''
i ı'ıii;•i;;'•
ıı l
'I" ı1 . '

\l\ i\t
ı:(\lı!ı

!!: 1.,ıııl,l,1.1,
1 :\ı.1''
',lı
ı.,•·

:, )
'

:�·}� ;Ji'·.:''i, i),<)::!!, ·,,:j·,;,:t·'·,/):ı ;:. :


'
ı :.{:,:j�·�.�, ',
1

,,
ı
1

ellerini öpmek istemiş; o da kesinlıkle bunu önleyerek fazladan


"Sen bu künefeyi amcanın kızı için aldın, ama akşama sen kendin ne
yiyeceksin? Sen de Tann'nın kısmeti olan şu peynirle ekmeği al ve

36
bana da teşekkür etme, çünkü ben sadece aracıyım" demiş. Ve Ma­
rufa, mübarek tatlıcı, aynı zamanda, taze, pişkin ve mis gibi kokan
bir somunla incir yaprağına sarılmış büyücek bir parça peynir ver­
miş. Bütün yaşamı boyunca, bu kadar çok hayırla karşılaşmamış bu­
lunan Maruf bu hayırsever tatlıcıya nasıl teşekkür edeceğini bileme­
miş; gözlerini göğe kaldırarak kendisine iyilik yapan bu kişiye olan
minnet duygularına şahitlik etmesini Tanrı'dan dileyerek oradan
ayrılmış.
Elleri künefe, güzel ekmek somunu ve beyaz peynir parçasıyla
yüklü olarak evine ulaşmış. İçeri girer girmez, karısı, sert ve tehdit
eden bir sesle "Künefeyi getirdin mi?" diye haykırmış. O da "Tanrı
cömerttir, işte burada!" diye yanıt vermiş. Sonra tatlıcının kendisi­
ne ödünç verdiği tabakta tatlı içinde yüzen gevrek künefeyi tüm in­
ce güzelliğiyle karısına sunmuş.
Ama uğursuz kadın, daha gözlerini tabağa diker dikmez, kes­
kin bir iğrenme feryadı kopararak elleriyle yüzünü örtmüş ve "Tan­
rı taşlanası şeytanın belasını versin! Ben sana ballı künefe getirme­
ni söylememiş miydim? Sen kulak asmamış, bana kamış şekerinden
yapılma bir şey getirmişsin! Beni kandıracağını ve de bana bunu
yutturacağını mı sandın sen? Ah sefil, sen beni arzuma kavuşturma­
yıp öldürmek mi istiyorsun?" demiş. Zavallı Maruf da, bu kez öngör­
mekten uzak bulunduğu bütün bu öfkeden yıkılmış, titreyen bir ses­
le mazeretler kekeleyerek "Ey iyi kimselerin kızı, bu künefeyi ben
satın almadım; ama Tanrı'nın hayır yapmayı seven bir yürek bağış­
ladığı falan tatlıcı durumuma acıyarak bana ödünç olarak sağladı;
ödemek için de herhangi bir süre tanımadı" demiş. Ama o korkunç
cadaloz "Bütün bu söylediklerin laftan ibaret, bunların hiçbirine de­
ğer vermiyorum! Al da bu şekerli künefeyi başına çal! Ben, yemem
bunu!" diye haykırmış. Bunları söyleyerek künefe tabağını içindeki­
lerle birlikte başına fırlatmış. "Kalk bakalım şimdi pezevenk, git ba­
na ballı künefe ara bul!" diye eklemiş. Bu sözleri söylerken kocası­
nın çenesine öylesine bir yumruk savurmuş ki, adamın ön dişlerin-

37
den biri kırılmış, dökülen kan sakallarından süzülüp göğsüne ak­
mış.
Kansının bu sonuncu saldırısı üzerine, zavallı Maruf, şaşırıp so­
nunda sabrı da tükendiğinden cadalozun kafasına hafifçe vuracak ol­
muş. Ama karısı onun can havliyle yaptığı bu tehlikesiz hareket yü­
zünden iyice kudurarak adamın üzerine atılmış ve elleriyle sakalla­
rının tellerini birer birer yolmuş; bir yandan da, alabildiğine bağıra­
rak "İmdat, ey Müslümanlar, bu herif beni öldürüyor!" diye haykırı­
yormuş...

Ama anlatısının burasında Şehrazat, sabahın belirdiğini göre­


rek yavaşça susmuş.

Ama Dokuz Yüz Altmış Birinci Gece Olunca


Demiş ki:

Ama karısı, onun can havliyle yaptığı bu tehlikesiz hareket yü­


zünden iyice kudurarak adamın üzerine atılmış ve elleriyle sakalla­
rının tellerini birer birer yolmuş; bir yandan da, alabildiğine bağıra­
rak "İmdat, ey Müslümanlar, bu herif beni öldürüyor!" diye haykırı­
yormuş.
Bu haykırışları duyunca komşuları koşuşup ikisinin arasına gir­
miş ve talihsiz Marufun sakalını uğursuz karısının kasılmış parmak­
larından güçlükle kurtarmışlar. Bu öfkeli kadının koparmış olduğu
sakal tellerini hesaba katmaksızın, kan içinde kalmış yüzünü, kir­
lenıniş sakallarını, kırılmış dişini görmüşler. Kansının davranışının
kötülüğünü uzun zamandır bildikleri için, bu kez de onun bu uğur­
suz kadının kurbanı olmuş bulunduğunun kesin kanıtlarını görerek
kadına öğütler verıniş ve ondan başka herkesi utandırıp doğru yola
sokacak mantıksal konuşmalar yapmışlar. Ve onu böylece ayıplaya-

38
rak "Biz hepimiz her zaman balda tatlılaştırılmış künefe kadar şe­
kerli künefe de yeriz; ve onu balda hazırlanmış olandan çok daha iyi
buluruz! Öyleyse, şu zavallı kocanın, senin reva gördüğün bunca kö­
tü davranışı ve de dişini kırışını, sakalını yoluşunu hak etmiş olmak
için işlediği suç nerede kalıyor?" diye eklemişler. Ve hep bir ağızdan
onu lanetleyerek kendi yollarına gitmişler.
Onlar gider gitmez felaket cadaloz, bütün bu olaylar olurken,
bir köşede sessiz sedasız beklemekte olan Marufun yanına yaklaş­
mış ve ona, öfkeli olduğu kadar kısık bir sesle "Ah! Demek ki komşu­
ları bana karşı böyle kışkırtıyorsun, öyle mi? Pekala, ama bekle ba­
kalım başına neler gelecek!" demiş. Oradan pek uzakta olmayan bir
yere gidip oturmuş ve kaplansı gözlerle bakarak ona karşı müthiş
planlar kurmaya başlamış.
Maruf da, dayanamayarak yaptığı o yeğni davranıştan pişman
olarak onu nasıl yatıştıracağını bilemiyormuş. Sonunda kırılan taba­
ğın parçaları arasında yerlere saçılmış bulunan künefeleri toplama­
ya ve onları uygun şekilde düzene koyarak ve utanarak "Allah aşkı­
na amcamın kızı, yine de şu künefeden bir parça ye; yarın Allah is­
terse, sana bir başkasını getiririm" diyerek kansına sunmuş. Ama
kadın, bunu, ayağının bir vuruşuyla ve "Tatlım al da defol, ey tamir­
ci köpeği! Senin tatlıcıların pezevenkliğini yaparak getireceğin şeye
dokunur muyum sanıyorsun? İnşallah, yarın, senin enini boyuna na­
sıl katacağımı görürsün!" diyerek reddetmiş.
O zaman talihsiz adam, sonuncu uzlaşma girişiminin de böyle­
ce reddedildiğini görünce, bütün gün hiçbir şey yememiş olmasın­
dan dolayı, sabahtan beri içini ezen açlığım gidermeyi düşünmüş.
Kendi kendine "Madem ki bu harika künefeyi yemek istemiyor,
ben kendim pekala yerim onu!" demiş. Tabağın önüne oturmuş, bo­
ğazını tatlı tatlı okşayan bu lezzetli tatlıyı yemeye koyulmuş. Sonra
da pişkin somuna ve peynir parçasına saldırmış. Tepsinin üstünde
hiçbir şey bırakmamış. Hepsi bu kadar! Karısı da ona, ateş saçan
gözlerle bakıyor ve her lokmayı yuttukça, durmadan "İnşallah boğa-

39
zında kalsın da, boğul!" veya "İnşallah yediklerin zehir zıkkım ol­
sun!" ya da bunlara benzer boş sözler söyleyip duruyormuş. Acık­
mış Maruf, hiçbir şey söylemeksizin, ciddi ciddi yemeyi sürdürüyor­
muş; bu da, sonunda, eşini öfkenin doruğuna çıkarmış ve ansızın
ayağa fırlayıp peri tutkunu gibi, hönkürdeyerek elinin altına ne ge­
çerse adamın başına atmaya başlamış, sonra da yatağa gidip sabaha
kadar uyumuş; uykusunda bile küfürler savurmuş.
Maruf da, bu kötü geceden sonra, erken saatte kalkmış; ve ça­
bucak giyinerek bahtın o gün kendisine gülmesi umuduyla dükkanı­
na gitmiş. Aradan birkaç saat geçince, iki güvenlik görevlisi gelerek

kadı'nın buyruğuyla onu tutuklamış; ve kollan ardına bağlı çarşılar


boyunca onu sürukleyerek mahkemeye getirmişler. Maruf, büyük
bir şaşkınlıkla karısını, kolları sargıyla sarılı, başına kanlı bir öıtü
bağlamış ve parmakları arasında kırık bir diş bulunduğu halde,
mahkemede beklerken görmüş. Kadı da dehsete düşmüş tamirciyi

40
5örünce, ona "Şuraya doğru ilerle bakayım! Sen, amcanın kızı, karın
Jlan bu zavallı genç kadına Yüceler Yücesi Tanrı'dan korkmadan
böyle kötü davranmaya ve acımadan kolunu dişini kırmaya utanma­
dın mı?" diye haykırmış. Maruf da, duyduğu dehşetten ötürü, yer ya­
rılıp içine girmeyi düşünüp şaşkınlıkla başını önüne eğmiş ve sesini
çıkarmamış. Çünkü barışa olan sevgisi ve karısının onurunu ve ünü­
nü saklamak arzusu içinde, gerektiğinde komşularını şahit olarak
çağırarak lanetli kadını suçlamak istemiyor, onu itham ederek kötü­
lüklerini ortaya saçmaktan kaçınıyormuş. Kadı da, bu susmanın
onun suçluluğunun kanıtı olduğuna inanarak cezayı yerine getiren­
leri çağırmış ve onu yere yıkıp tabanlarına yüzer sopa vurmalarını
buyurmuş. Bu hüküm hemen oracıkta, zevkten titreyen alçak karısı­
nın önünde yerine getirilmiş.
Maruf da, mahkemeden çıkınca, adeta sürüklenerek zorla yürü­
müş. Evine dönmekten ve karısının uğursuz yüzünü görmektense,
bundan böyle kızıl ölümle ölmeyi yeğlediğinden Nil'in kenarında bu­
lunan harabe halindeki bir evi mesken tutmuş ve orada, yokluk ve
yoksunluk içinde, ayaklarını ve bacaklarını şişiren darbelerin etki­
sinden kurtulmayı beklemiş; en sonunda ayağa kalkabilmiş; ve
Nil'den aşağı seyretmekte olan bir dahabiyeye yolcu olarak binmiş.
Dimyat'a ulaşarak orada bir filikanın yelken onarıcısı olarak görev
almış ve bahtını Bahtların Sahibi'nin ellerine teslim etmiş.
Böylece denizcilikte birkaç hafta geçirdikten sonra, çalıştığı fili­
ka korkunç bir fırtınaya kapılmış ve içinde bulunan her şey ve her­
kesle denizin dibine boylamış. Herkes denize batıp ölmüş. Maruf
da aynı şekilde denize batmış, ama ölmemiş. Çünkü Yüceler Yücesi
Tanrı onu korumuş ve eline büyük bir direkten kopmuş bir tahta
parçası tutuşturarak boğulmaktan kurtarmış. Buna sımsıkı sarıla­
rak ve tehlike kendisini güçlü kıldığından harcadığı olağanüstü ça­
balar sayesinde, ata biner gibi üstüne çıkmış. O zaman ayaklarıyla
suyu kürek gibi döverek yol alırken, dalgalar onunla oynuyor ve ba­
zen sağa, bazen sola savuruyormuş. Böylece bir gün bir gece denizin

41
dibini boylamadan mücadelesini sürdürmüş. Bunu izleyerek, rüz­
garlarve akıntılarla, içinde güzel evlerin yükseldiği bir ülkenin kıyı­
sına sürüklenmiş.

İlkin kıyıda uzanıp kıpırtısız ve baygın olarak kalmış. Ve de de­


rin bir uykuya dalmakta gecikmemiş. Uyandığında, şahane biçimde
giyinmiş ve ardında kollarını kavuşturmuş iki kölesi dinelmekte
olan bir adamın üzerine eğilmiş olduğunu görmüş. Bu zengin kişi,
Marufa garip bir dikkatle bakmakta imiş. Sonunda onun uyandığı­
nı görünce "Tanrı'ya övgüler olsun, ey yabancı, kentimize hoş gel­
mişsin!" diye haykırmış. Ve de "Tanrı seni esirgesin, söyle bakalım
sen hangi ülkenin, hangi kentinden buraya geldin? Çünkü kılığına
bakarak senin Mısırlı olduğunu tahmin ediyorum" diye eklemiş. Ma­
ruf da "Doğrudur söylediğin efendim, ben Mısır halkından biriyim

42
ve Kahire benim doğduğum ve oturduğum kenttir" diye yanıt ver­
miş. Zengin adam da heyecanlı bir sesle "Acaba sana Kahire'nin
hangi mahallesinde oturduğunu sorsam, fazla meraklı sayılır mı­
yım?" diye sormuş. O da "Kızıl Sokak'ta, efendim!" diye yanıt ver­
miş. O zaman adam "Peki, bu sokakta oturmakta olan kimleri tanı­
yorsun? Ve senin mesleğin nedir, kardeşim?" diye sorunca da "Be­
nim mesleğim ve işim pabuç tamirciliğidir, efendim; eski pabuçları
tamir ederim. Tanıdığım kişilere gelince, bunlar, kendi türünden sı­
radan insanlardır: ama onurlu ve saygın kişilerdir. Adlarını soruyor­
san, birkaçını söyleyeyim!" diye yanıt vermiş. Ve Kızıl Sokak'ta otu­
ran tanıdığı çeşitli kimselerin adlarını sıralamış. Aralarında bu ko- •.
nuşma geçerken yüzü sevinçten aydınlanan zengin adam "Karde­
şim, sen, koku satıcısı Şeyh Ahmet'i tanıyor musun?" diye sormuş.
O da "Tanrı ömrünü uzun etsin! O benim duvarlarımız yan yana
olan komşumdur" diye yanıt vermiş. Öteki "Şimdi kaç çocuğu var?"
diye sorunca da "Adları Mustafa, Muhammet ve Ali olan üç çocuğu
var. Tanrı onları kendisine bağışlasın!" diye yanıt vermiş. "Bu çocuk­
lar ne iş görüyorlar?" deyince "Büyüğü olan Mustafa bir medresede
hocadır ve herkesin tanıdığı Kutsal Kitabı ezbere bilen ve onu yedi
değişik tarzda okuyabilen bir bilgindir. İkinci olan Muhammet, ba­
bası gibi koku satan bir ecza taciridir. Babası doğan oğlan çocuğu­
nun onuruna ona, kendi dükkanının yanında ayrı bir dükkan açtı.
Küçükleri olan Ali'ye gelince, Tanrı onu en seçkin verileriyle don�t­
sın! O, benim çocukluk arkadaşımdır; günlerimizi birlikte oynaya­
rak, gelip geçene binlerce muziplik yaparak geçirmiştik. Ama gü­
nün birinde Nasranileriıı oğlu olan bir Kıpti oğlanla bir halt karıştır­
dı; o da gidip ailesine şikayet etti. Dostum Ali de, bu Nasranilerin
öç almasından çekinerek kaçıp gözden kayboldu. Aradan yirmi yılı
aşkın zaman geçtiği halde, onu bir daha gören olmadı. Tanrı onu ko­
rusun ve belalardan ve uğursuzluklardan ırak eylesin!" demiş.
Bu sözleri duyan zengin adam, birdenbire kollarını Marufun
kollarına dolamış ve ağlayarak onu bağrına basmış ve de ona "Dost-

43
ları buluşturan Tanrı'ya övgüler olsun! Ben, Kızıl Sokak'ta eczacı
Şeyh Ahmet'in oğlu, senin çocukluk arkadaşın Ali'yim, ey Marufl"
demiş.

Anlatısının burasında Şehrazat, sabahın belirdiğini görerek ya­


vaşça susmuş.

Ama Dokuz Yüz Altmış İkinci Gece Olunca


Demiş ki:

"Dostları buluşturan Tanrı'ya övgüler olsun! Ben, Kızıl So­


kak'ta eczacı Şeyh Ahmet'in oğlu, senin çocukluk arkadaşın
Ali'yim, ey Maruf'!" demiş.
Ve birbirlerine coşkulu sevinç helirtileri gösterdikten sonra,
zengin adam, ona nasıl olup da bu kıyıda bulunduğunu sormuş. Ma­
rufun bir gün bir gece hiçbir şey yememiş olduğunu öğrenince, onu
katırının terkisine almış ve şahane bir konak olan evine taşımış.
Ona eli açıklıkla davranmış. Onunla konuşmak için duyduğu tüm ar­
zuya karşın, ancak ertesi gün, onun yanına gelmiş ve kendisiyle
uzun uzadıya konuşmuş. Böylece zavallı Marufun uğursuz karısıyla
evlendiği günden beri başına gelen bütün sıkıntıları ve bu cadalo­
zun kötülüklerine uzun boylu katlanmaktansa dükkanını ve ülkesi­
ni terk etmeyi neden yeğ tuttuğunu; ve yine, nasıl sopaya çekildiği­
ni, sonra deniz kazasına uğrayıp boğulmaktan nasıl kurtulduğunu
öğrenmiş.
Kendi bakımından Maruf da, dostu Ali'den şimdi içinde bulun­
dukları kentin, Suhatan ülkesinin başkenti Kaytan 1 adlı kent oldu-

ı :\latherste. İktiyan ül-Kfıtan cÇ.ı

44
ğunu, aynı zamanda, alışveriş işinde Ali'nin Tanrı'nın lütfuna uğra­
mış bulunduğunu ve onun, tüm Kaytan kentinin en zengin, en ünlü,
en saygın taciri olmuş bulunduğunu da öğrenmiş.
Birbirlerine dertlerini özgürce anlattıktan sonra, zengin tacir
Ali, dostuna "Ey kardeşim Maruf, bil ki, Nasip Dağıtıcı'nın bana ba­
ğışladığı servet, Tanrı'nın bana bıraktığı bir emanetten başka bir
şey değildir. Bu emaneti, bir kısmını sana vererek onu verimli kıl­
manı sağlamaktan daha iyi nasıl kullanabilirim?" demiş. Ve ona bin
altın dinar içeren bir kese vermekle işe başlamış ve onu görkemli
bir şekilde giydirerek "Yarın sabah benim en güzel katırıma bine­
rek çarşıya gelecek ve orada beni en büyük tacirlerin ortasında ko­
nuşurken bulacaksın. Ben de, sen gelince, karşılamak üzere ayağa
kalkıp sana doğru ilerleyeceğim; hemen yanına ulaşıp katırının diz­
ginini tutacağım ve sana olası tüm saygı ve onur gösterilerinde bulu­
nacağım. Benim böyle davranışım, o anda sana karşı büyük bir ilgi
uyandıracak. Ve sana geniş bir dükkan sağlatacak ve bunun malla
doldurulması için her türlü özeni göstereceğim. Bunu izleyerek,
kentin ünlülerini ve .en büyük tacirlerini seninle tanıştıracağım. Ve
işlerin, Tanrı'nın yardımıyla ilerleyecek ve sen, uğursuz amca kızın­
dan uzak, refah ve mutluluğun sınırlarına ulaşacaksın" diyerek sözü­
nü sürdürmüş. Maruf da dostuna tüm minnettarlığını ifade edecek
yeterince söz bulamadığından eğilip urbasının eteğini öpmek iste­
miş; ama gönlü yüce Ali, onu şiddetle engelleyerek Marufu iki gözü­
nün arasından öpmüş. Ve onunla, uyku saati gelinceye kadar, geç­
miş çocuklukları üstüne, şu veya bu hususlarda konuşmasını sür­
dürmüş.
Ertesi gün Maruf, görkemli giysisi içinde, yabancı varlıklı bir ta­
cir görünümünde, zengin donanımlı sığırcık renkli harika katırına
binmiş ve saptanan saatte çarşıya gitmiş. Kendisi ile dostu Ali ara­
sında, daha önce tasarladıkları sahne tıpkısı tıpkısına geçmiş. Ve
tüm tacirler, özellikle büyük tacir Ali'nin onun elini öpüp katırdan
inmesine yardım ettiğini ve de onun için sağladığı yeni dükkanın ca-

45
mekanı önünde ağırbaşlılık ve ciddiyetle oturduğunu kendi gözleriy­
le görünce, yeni gelen kişi hakkında derin bir saygı ve hayranlık
duymuşlar. Ve hepsi gelip alçak sesle konuşarak "Herhalde, dostun
büyük bir tacirdir!" diyerek soruşturmuşlar. Ali de onlara merha­
met dolu gözlerle bakmış ve "Ya Allah, büyük bir tacir mi dediniz?
Ama o evrenin en büyük tacirlerinden biridir ve dünyanın her yerin­
de ateşin yakıp yıkamayacağı dükkanları ve ambarları vardır. Ben
onun yanında ünsüz bir ayakkabı satıcısından başka bir şey sayıl­
mam. Mısır'dan Yemen'e, Hint'den Çin'in uzak uçlarına kadar yer­
yüzünün tüm kentlerinde onun ortakları, simsarları ve muhasebeci­
leri bulunmaktadır. Onun nasıl bir adam olduğunu, onu daha yakın­
dan tanıma fırsatını bulduğunuz zaman anlayacaksınız" diye yanıt
vermiş.
Ve en kesin bir gerçeklik tonuyla en içe işleyen bir söyleyişle
bu güvenceyi aldıktan sonra, tacirler, Maruf hakkında en yüce fikri
edinmişler. Bunu izleyerek, onun yanına yaklaşıp selam verip hoş
gelişler dilemiş ve tebriklerde bulunmuşlar. Birbirleri ardından
onu yemeğe çağırarak onur kazanmak istemişler; o da hoşnut bir ta­
vırla gülerek, o sırada dostu Ali'nin konuğu bulunduğu için bu da­
vetleri kabul edemeyeceğini söylemiş; ve bağışlanmasını dilemiş.
İlk gelenin kendisini ziyaret etmesi gerekirken, adetlere aykırı oldu­
ğu halde, tacirler loncasının başkanı da onu ziyarete gelmiş; ve ona
malların fiyatlan ve ülkenin çeşitli ürünleri hakkında bilgi vermiş.
Sonra da, uzak ülkelerden getirdiği mallarını pazara sürmek üzere
yardıma hazır bulunduğunu söyleyerek ona "Efendim, senin herhal-
de balyalanmış sarı kumaşın vardır; burada sarı kumaşa karşı özel
bir ilgi gösterirler" demiş. Maruf da tereddüt etmeden "Sarı kumaş
-.nı dedin? Kıyamet gibi" demiş. Lonca başkanı yeniden "Ya ceylan
kanı kırmızı kumaş, ondan da bol bol var mı?" diye sorunca Maruf
kendine güvenerek "Ceylan kanı ihtiyaç duyacak herkesi doyuracak
kadar! Çünkü balyalarını bunların en seçkin türleriyle de doludur"
diye yanıt vermiş. Buna benzer bütün sorulara, Maruf daima "Bol

46
bol!'' diye yanıt veriyormuş. O zaman lonca başkanı ona "Efendim,
acaba bize bazı örnekler gösterebilir misin?" diye sormuş. Maruf da
güçlüğe uğrayıp takılmaksızın, alçakgönüllülükle "Kuşku mu var, ta­
bii! Kervanını gelir gelmez, hemen!" diye yanıt vermiş. Ve lonca baş­
kanı ile toplanan tacirlere, birkaç gün içinde her renkten ve her tür­
den mallarla dolu balyalar yüklü bin develik büyük bir kervanın gel­
mesini beklediğini söylemiş. Yöresindekiler, bu olağanüstü kerva­
nın yakında geleceği haberine çok şaşırıp hayran kalmışlar.
Ama bunu izleyen olayların şahidi oldukları zaman hayranlıkla­
rı sınır tanımamış ve tüm tanımlamaların dışında kalmış. Gerçek­
ten böylece konuşurlarken ve hayranlık dolu gözlerini kervanın geli­
şi haberiyle açmış bulunurlarken, oturdukları yerin sağ yanından
bir dilenci çıkagelmiş ve sırayla herkese avuç açmış. Kimileri ona
bir mangır, kimisi yarım mangır vermiş; büyük bir çoğunluk da hiç­
bir şey vermeyerek sadece "Allah versin!" demekle yetinmiş. Ma.ruf
da, dilenci yanına yaklaşınca, kesesinden bir avuç altın dinar çıkara­
rak bunları sanki sadece bir mangır veriyormuş gibi sade bir davra­
nışla onun eline tutuşturmuş. Tacirler bunu görünce, aralarında et­
kili bir sessizlik doğmuş ve kafaları karışmış ve algılamaları bulan­
mış. Ve "Ya Allah, bunca cömeıtlik göstermiş olduğuna göre, bu
adam herhalde çok zengin olmalı!" tarzında düşünmüşler. Bu davra­
nışıyla Maruf, bir andan ötekine onların nezdinde harika bir zengin­
lik ve cömeıtlik ünü ve itibarı kazanmış.
Onun eli açıklığının ve hayranlık uyandıran davranışlarının
ünü, ülkenin şahının kulaklarına da erişmiş; ve hemen vezirini ça­
ğırtarak ona "Ey vezir, büyük zenginliklerle donanmış bir kervanın
gelmesi söz konusu; bu kervan harika bir yabancı tacirin mallarını
getiriyormuş. Oysa. ben, şimdiki halde bile oldukça zengin olan çar­
şı tacirleri denen düzenbazların bu kervandan kar sağlamalarını is­
temiyorum. Bundan, doğrudan doğruya. sultanın olan eşimle ve sul­
tan kızımla birlikte benim kar sağlamam daha doğru olacaktır" ele­
miş. Öngörülü ve anlayışlı bir'Adem olan vezir de, şaha "Bunda bir

-1-7
uygunsuzluk yok. Ama, ey zamanın şahı, gerekli önlemleri almak
için, kervanın gelişini beklemenin daha uygun olacağını düşünmez
misin?" diye yanıt vermiş. Şah da kızarak ona �Sen deli misin? Ne za­
mandan beridir köpekler yalayıp yuttuktan sonra kasaptan et alınır
olmuştur? Sen koş da şu zengin yabancı taciri bir an önce benim ya­
nıma getir! Ben de oturup onunla bu konuda anlaşayım!" demiş. Ve­
zir de, burnunun iyi koku almasına karşın şahın buyruğunu yerine
getirmek zorunda kalmış.
Maruf şahın huzuruna gelince, iyice belini kırarak yere eğilmiş
ve saygı duruşunda bulunmuş ve şahı incelikle övmüş. Şah onun seç­
kin konuşmasına ve imrenilesi tavırlarına şaşıp kalmış ve onun işle­
ri ve serveti hakkında çeşitli sorular sormuş. Maruf da, gülerek "Şa­
hımız efendimiz, kervan geldiği zaman görüp doyum sağlayacaktır"
demekle yetinmiş. Şah da bütün tacirler gibi onun etkisi altında kal­
mış; ve Marufun iş hacminin genişliği hakkında fikir sahibi olmak
üzere, belli büyüklükte ve parlaklıkta en az bin dinar değerinde bir
inciyi ona göstermiş ve ona "Kervanın yükü içinde bu türden inciler
var mı?" diye sormuş. Maruf, inciyi eline almış, pek önemsemeyen
bir tavırla onu inceledikten sonra, değersiz bir eşyaymış gibi onu ye­
re fırlatmış ve tüm gücüyle topuk vurarak sakin bir tavırla kırmış.
Şaşıp kalan şah "Sen ne yaptın be Adem? Bin dinarlık bir inciyi ezip
kırdın!" diye haykırmış. Maruf da gülerek "Evet, mutlaka bin dinar
ederdi o inci! Ama benim kervanımdaki yükler arasında bu inciden
çok daha iri ve güzel, torbalar dolusu inci var" diye yanıt vermiş.
Ve şahın şaşkınlığı ve açgözlülüğü, bu konuşmadan sonra daha
da artmış; ve "Kuşkusuz, bu harika adamı kızıma koca olarak seçme­
li:.im!" diye düşünmüş ...

Anlatısının burasında Şehrazat, sabahın belirdiğini görerek ya­


vaşça susmuş.
Ama Dokuz Yüz Altmış Üçüncü Gece Olunca
Demiş ki:

"Kuşkusuz, bu harika adamı kızıma koca olarak seçmeliyim!"


diye düşünmüş.
Ve Marufa doğru dönerek ona "Ey saygın ve seçkin emir, ülke­
mize gelmiş olman münasebetiyle benden armağan olarak senin hiz­
metkarın biricik kızımı kabul etmek ister misin? Seni onunla evlilik

bağı kurarak evlendiririm; ölünce de benim yerime saltanat sürer­


sin!" demiş. Alçakgönüllü ve ihtiyatlı bir tavır takınan Maruf da,
ağırbaşlı bir edayla "Şahın önerisi, huzurunda bulunan kölesini

49
onurlandırmıştır. Ama hükümdarım, evliliğin kutlanması için, be­
nim büyük kervammın gelmesini beklemenin daha doğru olacağım
düşünmüyor musun? Çünkü senin kızın gibi bir sultan kızının başlı­
ğı, şu anda yerine getirmem imkanı bulunmayan büyük harcamala­
rı gerektirir. Gerçekte, benim, sultan kızının başlığı olarak sana,
hiç değilse, her biri bin altın dinar içeren iki yüz bin kese ödemem
gerekecektir. Dahası, fakirlere ve dilencilere de bin dinarlık bin ke­
se altın, düğün gecesi hediye taşıyıcılara da ayrıca bin başka kese ve
şenlikler hazırlanması için de bir diğer bin kese altın dağıtmam ge­
rekecek. Bunlardan başka, haremdeki kadınların her birine, yüz iri
inciden oluşmuş gerdanlıklar hediye etmem ve sana ve yengem sul­
tana da değer biçilmez miktarda mücevherat ve görkemli eşya arma­
ğan etmem gerekir! Oysa, ey zamanın şahı, bütün bunların ancak
kervanın gelişinden sonra yerine getirilmesi uygun düşecektir!" di­
ye yanıt vermiş.
Şah da, bu harika sıralamadan iyice gözleri kamaşmış ve ruhu­
nun ta içinden, Marufun hakseverlik, duygu inceliği ve ağırbaşlılığı­
nı kavramış ve "Yo, vallahi! Düğünün tüm harcamalarını sadece ben
kendi üzerime alacağım. Kızımın başlığına gelince, sen onu, bana,
kervan gelince ödersin. Ama, ben senin kızımla bir an önce evlen­
mende kesinlikle ısrar ediyorum. Düğün için gerekli parayı da salta­
nat hazinesinden alıp kullanabilirsin. Bu konuda herhangi bir kay­
gın olmasın, çünkü bana ait olan her şey sana ait demektir" diye hay­
kırmış.
O saat ve o anda veziri çağırıp ona "Git, ey vezir, şeyhülislama
söyle de gelip benimle konuşsun! Çünkü hemen bugün, Emir Maruf
ile kızımın evlilik sözleşmesini hazırlamasını istiyorum" demiş. Şa­
hın bu sözlerini duyan vezir, büyük bir sıkıntıyla başını önüne eğ­
miş. Şah sabırsızlandığından, yanına yaklaşmış ve sesini alçaltarak
"Ey zamanın şahı, bu adam benim hoşuma gitmedi; tavrı hiç de iyi
şeyler anlatmıyor. Kızını ona vermeden önce, başın için, hiç değilse,
bekle de kervanının gerçekliği hakkında kesin bir kanaat edinelim.

50
Çünkü bugüne kadar, ondan sadece söz üstüne söz işittik! Ama se­
nin kızın gibi bir sultan, ey şah, değer bakımından, terazide, bu bi­
linmeyen adamın uydurduklarından çok daha ağır çeker" demiş.
Şah, bu sözleri işitince, dünyanın gözünde karardığını görmüş
ve vezire "Ey efendisinden nefret eden iğrenç hain, sen, kendin kı­
zımla evlenmeyi arzuladığından böyle konuşuyorsun! Ama o senin
harcın değil! Onun için benim kafamı bulandırıp içimde bu ince ruh­
lu, seçkin tavırlı harika zengin adam hakkında kuşku uyandırmak­
tan vazgeç! Yoksa, senin bu haince konuşmalarından duyduğum nef­
retle enini boyuna katarım" diye haykırmış. Ve de çok hiddetlene­
rek "Yoksa, sen, kızımın kucağımda, yaşlanmış ve artık talipler tara­
fından aranmaz hale gelmesini ıni istiyorsun? Ben acaba, her bakım­
dan mükemmel, cömert ve sevimli ve hiç kuşkusuz kızımı sevecek,
ona harika armağanlar verecek ve en büyüğümüzden en küçüğümü­
ze kadar hepimizi zenginleştirecek bir adamı bir daha nerede bulu­
rum? Haydi, bas bakalım ve git de bana şeyhülislamı bul!" diye ekle­
miş. Vezir de, burnu ayaklarına kadar uzamış olarak oradan ayrıl­
mış şeyhülislamı çağırmış; o da hemen saraya gelip şahın huzuruna
çıkmış. Hemen orada evlilik sözleşmesini düzenlemiş.
Ve tüm kent, şahın buyruğu üzerine, süslenip ışıklandırılmış
ve her yanda şenlikler ve eğlencelerden başka şey görülmez olmuş.
Kara ölümü, kızıl ölümü görmüş ve her türden felaketi tatmış olan
Tamirci Maruf denen zavallı da, sarayın avlusunda bir tahta otur­
muş; bir yığın meydan soytarısı, dövüşçü, çalgıcı, davulcu, cambaz,
maskara ve neşeli şarlatan da onu, şahı ve sarayın ileri gelenlerini
eğlendirmek için ortaya çıkmış ve tüm beceri ve sanatını göstermiş.
Maruf da bizzat vezir eliyle getirttiği altın dolu keselerden dinarları
çıkararak bütün bu davulcu, oyuncu ve gürültü patırtı koparıcılara
avuç dolusu saçmış. Vezir de, sıkıntıyla içi içini yiyerek, ona dur­
maksızın yeni altın torbaları yetiştirme görevi düştüğünden, bir an
bile rahat yüzü görmemiş.
Bütün bu eğenceler, şenlikler ve coşkunluklar üç gün, üç gece

51
sürmüş; dördüncü günün gecesi, düğün ve gerdek gecesi olmuş. Ye­
ni gelinin mevkibi, işitilmedik bir görkemle gerçekleştirilmiş. Çün­
kü böyle olmasını şah istemiş imiş. Her soylu kadın, cinünden geçer­
ken geline armağanlar saçıyor ve nedimeleri de bunları saçıldıkça
topluyorlarmış. Böylece gelin gerdek odasına getirilince, bir köşeye
çekilmiş olan Maruf, kendi kendine "Bela üstüne bela, onun üstüne
yine bela! Ne olacaksa olsun! Bana vız geliyor! Talih böyle takdir et­
tiyse, kaçınılmazın önünden kaçmanın yeri yok! Herkes talihini ken­
di boynuna asılı olarak taşır! Bunların hepsi, böylece, senin bahtı­
nın kitabında yazılıdır, ey eski pabuçların tamircisi, ey karısı tarafın­
dan itilip kakılmış, ey Maruf, ey maymun!" diyormuş.
Ve böylece, herkes çekilip gidince ve Maruf ipek cibinliğin altın·
da kaygısızca yatan eşi, genç sultanın karşısına geçince yere otur­
muş ve ellerini birbirine vurarak korkunç bir umutsuzluğun pençe­
sine düşmüş gibi olmuş. Onun bu durumdc:ı. kalmayı sürdürüp yerin­
den kıpırdamadığını gören gehç kız, Laşını cibinlikten çıkarmış...

Anlatısının burasında Şehrazat, sabahın belirdiğini görerek ya­


vcışça susmuş.

Ama Dokuz Yüz Aftmış Dördüncü Gece Olunca


Demiş ki:

... Genç kız başını cibinlikten çıkarmış ve Marufa "Ey yüce yü­
rekli efendim, neden böyle kendini hüzne kaptırmış, benden uzakta
duruyorsun?" demiş. Maruf, içini çekerek güçlükle "Güçlüler Güçlü­
sü Tanrı'dan başka sığınılacak varlık yoktur!" demiş. O da, duygula­
narak "Neden böylesi bir ünlemr:le bulundun, efendim? Beni çirkin
ya da biçimsiz mi buluyorsun; yoksa kederlenmenin başka bir nede­
ni mi var? Tanrı'nın kutsaması adın üzre ve yören üzre olsun! Ko-

52
nuş ve benden hiçbir şey saklama, ya seydi!" demiş. Maruf da, yeni­
den içini çekerek "Bütün bunlar, bil ki, babanın hatasıdır!" diyerek
yanıt vermiş. O da "Neler, yani? Ve babam ne gibi bir hata işledi?"
diye sormuş. O da "Nasıl? Sana karşı ve saraydaki soylu hanımlara
karşı berbat bir elisıkılıkla davrandığımı görmedin mi? Ah! Baban,
evlenmemiz için bir türlü büyük kervanımın gelmesini beklemeye
izin vermemekle büyük suç işledi! Bekleseydi, sana güvercin yumur­
tası iriliğinde beş ya da altı diziden oluşmuş inci bir gerdanlık ve
şah kızlarında pek görülmeyen güzellikte giysiler ve şanına uygun

düşecek mücevherler armağan edecektim. Ve de yakınlarına ve çağ­


rılılarına daha az kuru bir el uzatacaktım. Ama görüyorsun işte! Ba­
ban, her şeyin çabucak bitirilmesi fikriyle beni çok sıkıştırdı; ve böy-

53
lece, kanımca, otu henüz yaşken ateşleyenin yaptığına benzerbir iş
yaptı" demiş. Ama genç kız ona "Allah aşkına, böyle kederlenip dur­
ma bu önemsiz şeyler için; ve artık dert etmeyi bırak! İyisi ıni ayağa
kalk, giysilerini çıkar ve yanıma gel de sevişelim! Bu gece yapacağı­
mız işle ilgisi olmayan bütün bu armağanlarla ilgili fikirleri ve benze­
ri şeyleri bir yana bırak! Kervana ve zenginliklere gelince, bunlarla
ilgilenmem ben! Senden istediğim, ey yiğit kişi, bundan çok daha ba­
sit ve ilginçtir! Haydi yüreklen ve savaşım için belini güçlendir!" de­
miş. Maruf da "Peki öyleyse, geliyor, geliyorum!" diye yanıtlamış.
Bunları söyleyerek çabucak soyunmuş ve mızrağı ilerde, cibinli­
ğin altında yatan sultana doğru ilerlemiş. "Evet, bu benim, Maruf,
Kahire'deki Kızıl Sokağın eski pabuç tamircisi Maruf'! Ben nerede­
yim şimdi, neredeyim?" diye düşünerek bu narin sultanın yanına
uzanmış. Ve orada, bacaklar, kollar, kalçalar ve eller birbirine
karışarak dövüş ateşlenıniş. Maruf elini kızın dizlerine koymuş; o
da hemen kalkmış ve onun kucağına oturmuş. Dudalr, kendi dilin­
de, öbür dudakla konuşmuş ve çocuğa anasını babasını unutturan
saat gelıniş. Kızı kendine doğru, tüm balını akıtırcasına ve lokmala­
rı doğruca yutturarak, bütün gücüyle çekıniş. Ve elini sol koltuk altı­
na kaydırmış ve hemen yaşamsal kasları gerilmiş ve yaşamsal varlı­
ğını ona doğru yaklaştırmış. Ve sol eliyle sağ kasığının kıvrılan yeri­
ni kavramış ve hemen yaylarının tüm kirişleri inildeıniş. O zaman
iki memesinin arasını hedefleıniş; ama nasıl olduysa olmuş, hedef
iki kalçasının arasına yansımış. O zaman sultanın iki ayağım beline
kemer gibi dolamış ve "Haydi, ey öpücükler babası!'' diye haykıra­
rak yol ayrımı doğrultusunda dürtmüş. Ve vakit geçirmeksizin, yem­
leneceğini yemlemiş; fitili ateşleıniş, iğnenin yurdundan ipliği geçir­
miş, yılan balığını çıtırdayan ateşte pişirmiş; gözleri "Parla!'' der­
ken; dili "Çene çal!"; dişleri "Isır!" diyormuş. Sağ eli ''kıpırdamış",
sol eli "Soymuş"! alt yanındaki dudakları "Kaydır!" ve burgacı "İnci­
ni oynat ey istiridye!" ve "Zevkten esriklen ve sıçra ey ailenin sevgili-

:i4
si!" demiş. 1 Bunu söylerken kale, dört duvarıyla sarsılmış ve bu yi­
ğitçe serüven, büyük yırtılmalar olsa da, büyük acılar olmaksızın;
yarıklar olmasa da, kırıklarla; buruşturmaların izi olmasa da ısırma­
ların izi kalarak, kısrağa binerken çatırdayan eklemler ve şahane
bir kalça yastığında aşırı özgürlükle şahane yol almalarla tamamlan­
mış. Tüm bu davranışlara karşı bir genç kızı bunca dayanıklı yara­
tan ve erkeğe gelecek nesilleri sağlama bakımından güçlü bir doğa
veren Tanrı'ya şükürler olsun!
Böylece, kucaklaşmaların, emişmelerin ve emzirmeleıin zevk­
leri içinde geçen bir geceden sonra Maruf, genç kızın memnun inilti­
leri ve sitemleri kendisine eşlik ederken, hamama gitmek üzere ya­
taktan kalkmış. Yıkanıp harika bir giysiyle donanmış ve divana gi­
dip emirlerin ve ileri gelenlerin iltifatlarını kabul etmek üzere amca­
sı olan karısının babası şahın yanına oturmuş. Kendi iradesiyle, düş­
manı olan vezirin aranıp bulunmasına hükmetmiş ve ona, huzurda
bulunan herkese hilat dağıtmasını ve emirlere ve emir eşlerine, sa­
ı:ayın ileri gelenlerine ve eşlerine, muhafızlara ve eşlerine; büyük,
küçük, yaşlı ve genç hadımağalarına sayısız bollukta bağışlarda bu­
lunmasını söylemiş. Dahası altın dinarla dolu torbalar getirterek,
avuçla kotardığı paraları onu umanlara dağıtmaya başlamış. Böyle­
ce, herkes onu kutsayıp sevmiş ve refahı ve uzun ömrü için dua et­
miş.
Marufun gündüzleri büyük bağışlar dağıtarak ve geceleıi, ona
delicesine tutulan kansı sultanla keyfince sevişerek geçirdiği yirmi
gün böylece akıp geçmiş. Kervandan hiçbir haber alınmaksızın ge ·
çen bu yirmi gün sonunda Marufun ileri derecedeki israfı ve çılgın­
lıkları yüzünden, bir sabah hazinenin bomboş olduğu görülmüş: ve

ı Cinsel ilişkiyle ilı,•ili bütün hu konu�mnlar ve hunları izleyenler. gerek :\fanlıus'te. geı·ckse
Mathers'in çevirisinde zecili 8Özcüklere aı:,�rlık verilerek sıralnnmıştıı·. Bundan dola)ı Türk·
çe çeviride anlamı büsbütün :,,;ıirmemek için zecili çeviri yoluna e,'İdilmemiştir. ı Ç. ı

55
dolapları açan vezir, bunların tümüyle boşalmış olduğunu ve artık
harcayacak hiçbir şey kalmamış bulunduğunu tespit etmiş. O za­
man, şaşkınlığın sınırında, ama ruhundaki öfkeyi dizginleyerek şa­
hın huzuruna çıkmış ve ona "Tanrı kötü haberleri bizden ırak eyle­
sin; ama, şahım, suskunluğumla, sonunda senin haklı sitemlerine
maruz kalmamak için Devlet hazinesinin tam anlamıyla kuruduğu­
nu ve damadın Emir Marufun o harika kervanının da boşalan torba­
ları doldurmak üzere henüz vasıl olmadığını söylemeliyim" demiş.
Şah da, bu konuşmadan biraz kuşku duymuş ve "Evet, vallahi! Doğ­
ru söylüyorsun, bu kervan biraz gecikti. Ama inşallah gelecektir!"
demiş. Vezir de gülerek "Tanrı seni lütuflarıyla donatsın efendim ve
de ömrünü uzatsın! Ama ülkemize emir Maruf geleli beri olmadık fe­
laketlere uğradık! Şimdiki durumda, bizim için bir çıkış yolu da gö­
remiyorum. Çünkü bir yandan, hazine bomboş, öte yandan, kızın
bu yabancının, bu bilinmeyen kişinin karısı olmuş dmumda. Tanrı
bizi, Kötü'den, Sapık 'tan, Lanetli'den ve Taşlanmış'tan korusun! Bi­
zim durumumuz oldukça kötü bir durum!" demiş. Tedirgin olmaya
ve sabrı tükenmeye başlamış olan şah da "Senin konuşmaların beni
yoruyor ve anlama yeteneğim üzerinde baskı yapıyor. Böyle nutuk
çekecek yerde, bana bu durumdan kurtulmanın yollarını göster! Ve
de damadım Emir Marufun bir sahteci ve yalancı olduğunu kanıt­
la!" diye yanıt vermiş. Vezir de "Doğru söylüyorsun, şahım! İşte bu
harika bir fikir! Mahkum etmeden önce kanıt göstermek gerek! Böy­
lece gerçeğe ulaşmada, bize hiç kimse sultan kızından daha fazla de­
ğerli yardımda bulunamaz. Çünkü kocasının sırrına ondan daha faz­
la hiç kimse aşina olamamıştır. Bu durumda, onu çağırtın da bizi ayı­
racak perdenin ardından kendisini sorguya çekeyim! Böylece bizi il­
gilendiren konuda bilgi alayım!" diye yanıt vermiş. Şah da, onu
''Bunda bir uygunsuzluk yok. Ve başım hakkı için söylüyorum. Eğer
damadımın bizi aldattığı oıtaya çıkarsa, onu en kötü ölümle öldürte­
ceğim ve en kara ölümü tattıracağım" diye yanıtlamış. Hemen sul­
tan kızından toplantı salonunda bulunmasını rica etmiş. Ve onunla

56
veziri arasına bir perde çekmiş; kız da bunun ardında yer almış.
Her şey Marufun yokluğu sırasında düzenlenip söylenmiş ve uygu­
lanmış.
Vezir, sorularını tasarlayarak ve düzenini kurarak, şaha hazır
olduğunu bildirmiş. Kendinden yana da, sultan kız, perdenin ardın­
dan babasına "İşte karşındayım, babacığım! Benden ne dilemekte­
sin?" demiş. Şah da "Vezirle konuşmanı!" diye yanıt vermiş. Kız da
vezire "Pekala vezir, ne istemektesin?" diye sormuş. O da "Sulta­
nım, bilesin ki Devlet'in hazinesi kocan Emir Marufun harcamaları
ve israfları sayesinde tümüyle boşalmıştır. Öte yandan, bize sık sık
geleceğinden söz ettiği o akıl almaz kervandan da hiçbir haber alına0
matlı. Böylece, şah baban, bu durumdan tedirgin olarak, ancak se­
nin kocan hakkında ne düşündüğünü ve onun durumunun sende ne
gibi bir etki yarattığını ve onunla ilgili olarak seninle geçirdiği şu yir­
mi günde, hakkında ne gibi kuşkular duyduğunu açıklayarak bu ko­
nuda bizi aydınlatabileceğine hükmetti" demiş.
Vezirin bu söylediklerine, sultan, perdenin ardından "Tanrı am­
camın oğlu Emir Marufun üzerinden lütuflarını eksik etmesin!
Onun hakkında ne düşünüyorum, öyle mi? Ama başım üzerine ye­
min ederim ki, yeıyüzünde hiçbir reçel çubuğu yoktur ki tatlılıktan,
verdiği zevkten ve tattan yana onunkiyle kıyaslanabilsin! Ben onun
eşi olalı beri şişmanladım, güzelleştim; ve herkes çehremin güzelliği­
ne hayran oldu; ben geçerken 'Tanrı seni kötü gözden korusun, kıs­
kanç ve hırslılardan sakınsın!' diyorlar. Ah! Amcamın oğlu Maruf,
bir zevk macunudur, o benim neşemdir, ben de onun sevinciyim. Al­
lah bizi birbirimize bağışlasın!" demiş.
Şah da, bütün bunları duyarak burnu uzayıp giden vezire dön­
müş ve ona "Görüyorsun işte, ben sana damadım Maruf harika bir
adamdır dememiş miydim? Şimdi seni, yersiz kuşkularından ötürü
kazığa kaksam yeridir!" demiş. Ama vezir, perdeden yana dönerek
sultanın kızına "Ya kervan, sultanım, gelmeyen kervan hakkında ne
dersin?" diye sormuş; kız da "Bunun benimle ne ilgisi var? Kervan

57
ister gelsin, ister gelmesin, bununla mutluluğum çoğalır ya da azalır
mı?" diye yanıt vermiş. Vezir de "Peki, hazinenin dolapları boşaldığı­
na göre, seni kim besleyecek şimdi? Ve Emir Marufun harcamaları­
nı kim karşılayacak?" demiş. Kız da "Allah kerimdir, kullarını terk
etmez" diye yanıt vermiş. Şah da vezire "Kızımın hakkı var. Sus ar­
tık" demiş. Sonra sultan kızına "Yine de sen, ey babasının sevgilisi,
amcanın oğlu Emir Maruftan, hangi olası tarihte keITanının gelebi­
leceğini öğrenmeye çalış. Sadece harcamalarımı düzenlemek ve ha­
zinenin dolaplarını doldurmak üzere yeni vergiler çıkarmam gere­
kip gerekmediğini anlamak için bunu bilmek istiyorum" demiş. Sul­
tan da "İşittim ve itaat ediyorum! Çocuklar ana babasına itaat etme­
li ve onlara saygı göstermelidir. Bugünden tezi yok, Emir Marufa
bunu soracak ve öğreneceklerimi gelip sana bildireceğim" diye ya­
nıt vermiş.
Böylece, gece olunca, sultan her zamanki gibi, Maruf un yanın­
da çılgınca eğlenip Maruf da onun 3 anında keyfini sürdükten sonra,
1

öğrenmek istedikleri bir şey olduğu zaman bütün kadıııların yaptığı


gibi; baldan tatlı, nazlı ve okşayıcı bir sesle amcasının oğlunun koltu­
ğu altına elini uzatarak...

Anlatısının burasında Şehrazat, sabahın belirdiğini görerek ya­


vaşça susmuş.

Ama Dokuz Yüz Aftmış Beşinci Gece Olunca


Demiş ki:

Ve böylece, gece olunca, sultan, her zamanki gibi, Marufun ya­


nında çılgı nca eğlenip Marufda onun yanında keyfini sürdükten son­
ra, öğrenmek istedikleri bir şey olduğu zaman bütün kadınların yap­
tığı gibi, baldan tatlı, nazlı ve okşayıcı bir sesle amcasının oğlunun

58
koltuğu altına elini uzatarak ona "Ey gözümün nuru, ey ciğer kö­
şem, ey gönlümün çekirdeği ve ruhumun hayatı ve zevki, aşkının
ateşi tümüyle bağrımı sardı. Ve yaşamımı sana feda etmeye ve de
ne olursa olsun, bahtımı seninle paylaşmaya hazırım. Ama, Allah aş­
kına amcanın kızından hiçbir şeyi gizleme! Ve lütfen bana söyle de
kalbimde sır olarak saklayayım: hangi nedenle babamla vezirin ko­
nuşup durduğu şu büyük kervan hala çıkıp gelmedi?Yoksa bu konu­
da senin bir sıkıntın ya da kuşkuların mı var? Bana olanca içtenliğin­
le anlat, ben de senin tüm sıkıntılarını uzaklaştırmanın çaresini bu­
layım!" demiş. Böylece konuştuktan sonra, onu öpüp bağrına bas­
mış ve onun kollarında erimiş. Maruf da ansızın kahkahalarla gül­
meye başlamış ve "Sevgilim, bana böylesine basit bir soruyu sor­
mak için neden bu kadar çırpınıp duruyorsun? Çünkü ben, hiçbir
zorluk çıkarmaksızın, sana gerçeği söylemeye ve senden hiçbir şey
saklamamaya hazırım" diye yanıt vermiş.
Ve tükrüğünü yutmak için bir an sustuktan sonra, yeniden sö­
ze başlayıp "Bil ki gerçekte sevgilim, ben ne tacirim, ne kervan sahi­
bi ne de herhangi bir serveti ya da benzer bir belayı elimde bulundu-
ruyorum. Ve de kendi ülkemde, Sıcak Tezek diye anılan yüreğimde
bir yakı, gözlerim üzerinde kara bir döveç olan Fatıma adlı Allah'ın
belası bir kadınla evli bir pabuç tamircisi idim. Onunla başımdan
şöyle ve de şöyle bir serüven geçti" demiş. Ve sultan kıza, Kahire'de­
ki karısıyla aralarında geçen tüm öyküyü ve künefe olayından sonra
başına gelenleri anlatmış. Hiçbir şeyi saklamadığı gibi, o andan baş­
layarak deniz kazası geçirip çocukluk arkadaşı cömert Ali'ye rastla­
masına kadar geçen olayları bir bir anlatmış; hiçbir ayrıntıyı da atla­
mamış. Ama onu burada tekrarlamanın hiçbir yararı yok.
Sultanın kızı, Marufun anlattığı bu öyküyü işitince, öylesine
gülmeye başlamış ki, sııtüstü devrilmiş. Maruf da aynı şekilde güle­
rek "Bahtın saptayıcısı Tanrı'dır. Sen de benim bahtıma yazılı imiş­
sin, hanımım" demiş. O da Marufa ''Kuşkusuz, Maruf. Sen hile yap­
makta usta birisin; zekadan, kavrayıştan, incelikteı: ve mutlu etme-

59
den yana seninle hiç kimse kıyaslanamaz. Ama, öykünün ve icat etti­
ğin kervan öyküsünün gerçek yüzünü öğrenirlerse, şah babam ve
düşmanın olan vezir ne der acaba? Kuşkusuz seni öldüıtürler; ben
de, kederden, senin yanı başında ölür kalırım. Böyle olunca en iyisi,
şimdilik, sen sarayı terk edersin ve uzak bir ülkeye giderek, benim
her şeyi yoluna koyup açıklanamazı açıklamanın çaresini bulmamı
beklersin" demiş. Ve de "Sen şimdi elimde bulunan şu elli bin dina­
rı al, ata bin ve gizli bir yerde yaşamını sürdürmeye bak. Yalnız çe­
kildiğin yeri bileyim ki, her gün sana bir haberci yollayıp senden ha­
ber alayım. Ve sanırım sevgilim, bugünkü koşullar altında yapacağı­
mız en uygun şey budur" diye ekleıniş. Maruf da "Kendiıni sana
emanet ediyorum hanımım ve senin korumana sığınıyorum" diye ya­
nıt vermiş. Kansı da onu öpmüş ve gecenin yarısına kadar her za­
man onunla yaptıkları şeyi yapmış.
Daha sonra kocasına ayağa kalkıp bir memluk giysisiyle donan­
masını söyleıniş; ve ona babasının ahırındaki en iyi atı vermiş. Ma­
ruf da şahın bir memluğu gibi kentten çıkmış ve yola koyulmuş.
Ama, sultanın kızına, şaha, vezire ve ortaya çıkmayan kervana gelin­
ce şöyle olmuş:
Ertesi gün, er saatte, şah yanında veziri olduğu halde, toplantı
salonuna oturmaya gelmiş. Ve kendisinden, öğrenmesi istenilen şey
hakkında bilgi almak üzere kızını çağırtmış. Ve bir gün önceki gibi,
kızı kendisini erkeklerden ayıran perdenin ardında yer alınca "Ne
var, babacığım?" diye sormuş. Babası da "Pekala kızım, ne öğren­
din, bize ne diyeceksin bakalım?" demiş. Kız da "Ne mi söyleyece­
ğim babacığımı? Ah! Allah taşlanası kötü şeytanı kahretsin! Ve aynı
şekilde iftiracıların belasını versin ve benim ve kocam Emir Ma­
rufun yüzünü karaıtmak istemiş olan katran yüzlü vezirin de yüzü­
nü karartsın!" diyerek yanıt vermiş. Şah da "Bu nasıl oluyor? Ve se­
bebi nedir?" diye sormuş; kızı da "Nasıl oluyor da, Tanrı aşkına, ka­
fana amcamın oğlu hakkında onur kırıcı şeyler yerleştirmek isteyen
bu kötü yürekli adama güveniyorsun?" deıniş. Ve bir an sustuktan

60
sonra, sanki nefretten boğuluyormuş gibi "Bil ki, gerçekte babacı­
ğım, yeryü...-ünde Emir Maruf kadar namuslu, dürüst ve doğrucu
kimse yoktur. Tann 1.ı.:.1..1 lütuflarıyla donatsın! İşte senin yanından
ay.rıldığım andan başlayarak şunlar olup bitti: Gece olunca, sevgili
kocam daireme girdiğinde, hizmetimde bulunan hadımağası, gecik­
mesi imkansız bir haberi olduğunu söyleyerek bizimle konuşmak is­
tedi. Kendisini içeri aldık; elinde bir mektup vardı. Bize, bu mektu­
bu ona, zengin giyimli on yabancı memluğun verdiğini, ayrıca bu
kimselerin efendileri Marufu görmeyi dilediklerini söyledi. Kocam
mektubu açıp okudu; sonra bana uzattı; ben de aynı şekilde oku­
dum. Mektup, çoktandır sabırsızlıkla beklediğiniz büyük kervanın
başında bulunan kişiden geliyordu. Bu kervanbaşının buyruğu altın­
da sefere eşlik etmek üzere, kapıda beklemekte olanlara benzer beş
yüz genç memluk bulunuyormuş; seferde bulundukları sırada, kötü
bir rastlantı sonucu yol kesen yağmacı bir Bedevi güruhuna çatmış­
lar. Kervanın gelişinin gecikmesinin birinci nedeni buymuş. Bunlar
üzerinde galibiyet sağladıktan sonra birkaç gün sonra da, geceleyin,
çok daha kalabalık ve iyice silahlanmış bir başka Bedevi güruhunun
saldırısına uğramışlar. Bu çatışma sonunda kervandaki memluklar­
dan ellisi öldürülmüş; iki yüz deve ile dört yüz değerli eşya yükü or­
tadan yok olmuş.
Kocam bu müthiş haberi alınca, heyecan göstermekten uzak,
gülerek ve kapıda beklemekte olan kölelerden başkaca açıklama
beklemeksizin mektubu yırttı. Ve bana 'Yitip gitmiş olan bu dört
yüz balya ile iki yüz devenin ne önemi var? Olsa olsa kayıp dokuz
yüz bin altın dinardır. Gerçekte, bunun sözünü etmek bana yakış­
maz. Ve özellikle sen bununla kafanı yorma, sevgilim! Bu konuda bi­
zim için ortaya çıkan tek can sıkıcı şey, kervanın geri kalan bölümü­
nün gelişini çabuklaştırmak için benim birkaç gün ortadan kaybol­
mak zorunda kalacağımdır' dedi. Ve gülerek ayağa kalktı, beni bağ­
rına bastı ve ayrılık gözyaşları dökmekte iken, benden izin aldı. Ye­
niden gözyaşlarımı kurutup yüreğimi dinginleştirmemi tavsiye eder-

6]
ken, aşağı indi. Ben de yüreğimin çekirdeğinin gözden kayboluşunu

avluya açılan pencereden eğilerek izledim ve ona mektubu getiren
ay kadar güzel on genç memlukla görüştükten sonra sevgilimin bir
ata binerek onların başında, kervana ulaşmak üzere, saraydan çıktı­
ğını gördüm" diye eklemiş.
Böyle konuştuktan sonra, çok ağlamış olan birisi gibi, şiddetle
sümkürmüş; ve ansızın öfke dolu bir sesle "Pekala, baba; söyle baka­
yım bana, bu durumda sizin, bu katran yüzlü vezirin teşvikiyle bana
önerdiğiniz şekilde kocamla görüşmem uygun düşer miydi? Evet, o
zaman ne olurdu? Kocam bundan böyle beni ciddiye almaz, bana
karşı güvenini yitirir ve de beni sevmezdi; hatta haklı olarak ben­
den nefret ederdi! Bütün bunlar senin vezirinin, şu sakallı felaketin
hakaret dolu tahminleri ve haksız şüpheleri yüzünden olacaktı!" di­
ye eklemiş. Böylece konuştuktan sonra, sultan kız, perdenin ardın­
da ayağa kalkmış, birçok gürültü kopararak ve kızgınlık belirtileri
göstererek çekip gitmiş. Şah da vezire doğru dönmüş ve ona "Ah,
köpoğlu! Gördün mü senin hatan yüzti.nden başımıza ne geldi? Valla­
hi! Bilmiyorum, senin enini boyuna katmak için daha ne bekliyo­
rum! Ama hadi neyse, sen bir kez daha damadım Maruf hakkında
kuşku göster! Seni ne beklediğini görürsün!" diye haykırmış. Ona
yandan yana kötü bir bakış fırlatmış ve Divan'ı terk etmiş. İşte onla­
rın durumu böyleymiş.
Marufa gelince, onunki de şöyle! Sultan kızın babası olan şahın
başkenti olan Kaytan kentini terk ettikten sonra, boş vadilerde saat­
lerce at sürmüş; cins atlan sürmeye alışkın olmadığından ve pabuç
tamirciliği ona, böyle şimdiki gib_i şahane bir atlı olacağı hakkında
hiçbir şey vaadetmediğinden, eli ayağı kırılarak büyük bir yorgun­
luk duyma)? başlamış. Dahası, bu işin sonunun ne olacağını düşün­
mekten kendini alamaması ve sultanın kızına gerçeği söylediğinden
dolayı duyduğu pişmanlık yüzünden de üzülüyormuş. Kendi kendi­
ne "İşte şimdi, okşayışları, Kahire'deki o belalı Sıcak Tezek karıyı
unutturacak olan tereyağ yumuşaklığındaki karının kollarında sefa

62
sürecek yerde, yollarda serseri gibi dolaşmak durumuna indirgen­
din! ...

Anlatısının burasında Şe�razat, sabahın belirdiğini görerek ya­


vaşça susmuş.

·Ama Dokuz Yüz AJ.tmış Al.tıncı Gece Olunca


Demiş ki:

"İşte şimdi, Kahire'deki o belalı Sıcak Tezek karıyı unuttura­


cak olan tereyağ yumuşaklığındaki karının kollarında sefa sürecek
yerde, yollarda serseri gibi dolaşmak durumuna indirgendin!" diyor­
muş. Ve yürekleri ayrılıkla yanmış olan bütün geçmiş aşıkları düşle-

63
yerek, kendi durumuna yanmış ve hasret üzerine umutsuz şiirler
okuyarak sıcak gözyaşları dökmüş. Böylece inleyerek aşk acılarını
kendi durumuna benzer hallerde söylenen tumturaklı sözlerle ifade
etmiş. Ve gün doğarken küçük bir köye ulaşmış. Bir tarlada iki ökü­
zünü koştuğu sabanıyla çalışmakta olan bir fellah görmüş. Saraydan
ve kentten acele kaçışı sırasında yolculuk için yanına azık almayı
unuttuğundan, açlıktan ve susuzluktan içi kazınıyormuş. "Selam
üzerine olsun, ey şeyh!" diyerek fellaha yaklaşmış. Fellah da "Se­
lam, Tanrı'nın rahmeti ve kutsamaları senin de üzerine olsun!" diye­
rek selamını iade etmiş. Ve ·'Kuşkusuz, efendim, se!!, sultanın mem­
luk.lan arasından bir memluk.sun, değil mi?" diye sormuş. Maruf da
"Evet" diye yanıt vermiş. Fellah "Hoş geldin, ey süt yüzlü; ve lütfen
atından in de benim konukseverliğimi kabul et!" demiş. Onun cö­
mert bir kişi olduğunu hemen anlayan Maruf, yakında bulunan fa­
kirhaneye bir göz atmış ve açlığını ve susuzluğunu giderecek bir şe­
yin orada bulanamayacağını kavramış
Ve fellaha "Kardeşim, ben, senin evinde benim gibi acıkmış bir
konuğa sunabileceğin bir şey görmüyorum. Bu durumda senin çağrı­
nı nasıl kabul edebilirim?" demiş. Fellah da "Tanrı'nın nimeti eksik
olmaz; her zaman hazırdır. Sen sadece atından in efendim ve Tann
adına, seni ağırlayıp konuk etmeme izin ver. Köy çok yakındır, ba­
caklarımın tüm gücüyle oraya çabucak koşar, açlığını gidermen ve
memnun olman için ne gerekiyorsa alır getiririm! Atının beslenme­
si için gerekli saman ve arpayı da sağlamakta kusur etmem!" diye
yanıt vermiş. Maruf, sıkılmış ve bu zavallı adamı rahatsız edip işin­
den ayırmak istemediğinden, ona "Ama mademki köy çok yakındır,
kardeşim; ben atımı sürerek oraya çabucak ulaşır ve çarşıdan ken­
dim ve atım için ne gerekli ise satın alabilirim" diye yanıt vermiş.
Ama, Tanrı yolundaki bir garibin, kendisine konukseverlik göster­
meden gitmesine fellahın doğal cömertliği el vermediğinden, yeni­
den söz alarak "Sen hangi çarşıdan söz ediyorsun, efendim? Bizimki
gibi evleri inek tezeğinden yapılmış sefil bir köyde çarşı mı ya da

64
uzaktan yakından çarşıya benzer şey mi olurmuş? Bizim burada alış­
verişle ilişkimiz yoktur; ve herkes, elinde bulunanla geçinir gider.
Bundan dolayı beni minnettar etmen ve ruhuma ve yüreğime ferah­
lık vermen için senden Tanrı ve kutsadığı Muhammet aşkına evime
inmeni rica ediyorum. Ben çabucak köye gider, gelirim!" demiş. O
zaman Maruf, ona acı ve sıkıntı vermeden bu zavallı fellahın önerisi­
ni reddedemeyeceğini anlayarak atından inmiş ve gidip kulübenin
girişindeki kuru tezekler arasında oturmuş. O sırada fellah, köy doğ­
rultusunda seğirtip bacaklarını rüzgara vererek uzaklarda gözden
kaybolmakta gecikmemiş.
Onun sağladığı yiyeceklerle geri dönmesini beklerken, Maruf
düşünmeye başlamış ve kendi kendine "Şu fakir kişi için bir sıkıntı
ve tedirginlik nedeni oldum. Ben de sefil bir pabuç tamircisi iken,
tıpkı onun gibiydim. Ama vallahi! Ona işini terk ettirerel-- neden ol­
duğum zararı gücümün yettiği kadar gidermek isterim. Ve ilkin, şu­
racıkta, onun yerine çalışarak işi sürdüreyim ve böy)ece benim için
yitirdiği zamanı ona kazandırayım!" demiş.
Ve o saat ve o anda ayağı kalkarak şahane memluk giysilerine
bürünmüş olarak, sabanı eline almış ve iki öküzü daha önce belirlen­
miş olan iz doğrultusunda ileri sevketmiş. Ama henüz öküzler bir­
kaç adım atmışken, sabanın demiri garip bir gürültüyle ansızın da­
yatan bir şeye takılarak durmuş. Öküzler de ilerlemeye gayret ede­
lim derken, ön ayaklarının üzerine düşüvermişler. Maruf, seslene­
rek hayvanları yeniden ayağa kaldırmış ve dayanılan şeyi aşmak
üzere onları kamçılamış. Ama öküzler, boyunduruklarıyla müthiş
bir çekiş gücü harcadıkları halde, saban bir karış bile ilerlememiş;
kıyamet gününü bekler gibi toprağa saplanmış olarak kalmışlar. O
zaman Maruf, işin ne olduğunu incelemeye karar vermiş. Ve topra­
ğı kaldırdıktan sonra, sabanın demirinin ucunun, işlenen toprağın
düzeyinde bulunan mermer bir levhanın üzerine iyice saptanmış kı­
zıl bakırdan bir halkaya takıldığını görmüş. ...
Maruf merak ederek, bu mermer levhayı kıpırdatıp kaldırmak

65
istemiş ve onu kıpırdatmayı ve yerinden kaldırmayı başarmış. O za­
man içeriye doğru bir mağaraya inen mermer basamaklar bulundu­
ğunu görmüş. Bu yeraltı mağarası eşkenar dikdörtgen şeklindeki
bir hamam genişliğinde imiş. Maruf da "Bismillah!" diyerek bu ma­
ğaraya inmiş ve bunun artlarda gelen dört salondan oluştuğunu gör­
müş. Bu salondan ilki yerden tavana kadar yükselen altın paralarla

doluymuş; ikincisi de yine yerden tavana kadar inciler, zümrütler


ve mercanlarla doluymuş; üçüncüsü Yemen taşı, yakutlar, firuzeler,
elmaslar ve her renkten değerli taşla doluymuş; ama daha geniş ve

66
daha iyi koşıı}lar içinde bulunan dördüncüsünde, üzerinde bir li­
mondan daha büyük olmayan billur bir çekmece bulunan abanoz
bir kaideden başka bir şey yokmuş.
Maruf bu küçük hazineyi buluşundan ötürü son kertede şaşıp
kalmış ve keyiflenmiş. Ama onu en çok şaşırtan, yeraltındaki büyük
salonda gözüne çarpan küçük billur çekmeceymiş. Böylece, ruhu­
nun isterlerine daha fazla dayanamayarak hazinede bulunan tüm
öteki harikalardan daha çok ilgisini çekip aslında ön�msiz gibi du­
ran bu çekmeceye uzanmış ve onu eline olarak kapağım açmış. Ora­
da: kaşına kırmızı akik takılmış bir altın yüzük olduğunu ve akik
üzerine de ince ve karınca ayaklarına benzer biçimde tılsımlı yazılar
yazılı bulunduğunu görmüş. Maruf, kendiliğinden oluşan bir hare­
ketle, bu yüzüğü parmağına geçirmiş ve çevirerek yerli yerine oturt­
muş.
Ve birdenbire yüzüğün kaşından "Buyruğun başım üstüne!
Buyruğun nedir? Lütfen beni daha fazla ovuşturma! Emir buyur,
itaat göreceksin! Ne diliyorsan söyle! Söyle yıkayım mı, yapayım
mı? Hangi şah ve sultam öldüreyim; yoksa huzuruna mı getireyim
onları; tüm bir şehri inşa mı edeyim, yoksa bütün bir ülkeyi ortadan
mı kaldırayım? Bir diyarı çiçeklerle mi örteyim, yoksa yakıp yıka­
yım mı; bir dağı yerle bir ıni edeyim, bir denizi mi kurutayım? Ko­
nuş, dile! Arzunu bildir! Ama lütfen beni böyle sert ovuşturma, efen­
dim! Ben, ecinnilerin efendisi; ama geceyle gündüzün yaradanının
buyruğuyla, senin kölenim?" diyen güçlü bir ses duyulmuş. İlkin bu
sesin nereden geldiğini pek kavrayamayan Maruf sonunda parmağı­
na taktığı yüzüğün kaşından geldiğini anlamış ve kızıl akiğin içinde
bulunan kişiye seslenerek "Ey Efendimizin yaratığı, sen kimsin?"
demiş. Akikteki ses de "Ben bu yüzüğün kölesi, ecinni Mutluluklar
Babası'yım. Bu yüzüğe sahip olanın buyruklarını körü körüne yeri­
ne getiririm. Benim için imkansızlık yoktur. Çünkü ben, yetmiş iki
ifrit, şeytan, aun ve meret kabilesinin en yüce başkanıyım. Ve bu ka­
bilelerin her biri, fillerden daha güçlü ve civadan daha kıvrak, gücü-

67
ne dayanılmaz on iki bin yiğitten oluşmuştur. Ama, sana söylediğim
gibi, ben de, kendimce, bu yüzüğün kölesiyim; ve gücüm ne kadar
büyük olsa da, onu taşıyana, anasına itaat eden bir çocuk gibi, itaat
ederim. Bununla birlikte, yüzüğün kaşını bir kez değil de iki kez
ovuşturmak bahtsızlığına uğrarsan, yüzük üzerinde yazılı korkunç
adların ateşi içinde yanar kül olurum. Ve beni dönüşü olmaz şekilde
yitirirsin" diye yanıt vermiş...

Anlatısının burasında Şehrazat, sabahın belirdiğini görerek ya­


vaşça susmuş.

Ama Dokuz Yüz Almış Yedinci Gece Olunca


Demiş ki:

"Bununla birlikte, yüzüğün kaşını bir kez değil de, iki kez ovuş­
turmak bahtsızlığına uğrarsan, yüzük üzerinde yazılı korkunç adla­
rın ateşi içinde yanar kül olurum. Ve beni dönüşü olmaz şekilde yiti­
rirsin" diye yanıt vermiş.
Maruf da, bunu işitince, akiğin ifritine "Ey yüce ve güçlü Mutlu­
luklar Babası, bil ki söylediklerini belleğimin en güvenilir yerine
yerleştirdim. Ama, başlangıç için, bana, seni bu akiğin içine kimin
hapsettiğini ve seni yüzüğün sahibinin gücüne boyun eğdirdiğini
söyleyebilir misin?" demiş. Ecinni de kaşın içinden "Bil ki, ya seydi,
içinde bulunduğumuz bu yer, şimdi harabe halinde olan ünlü Sütun­
lu İrem kentinin kurucusu Ad'ın oğlu Şaddat'ın kadim hazinesidir.
Ve şimdi senin elinde bulunan, senin bulduğun billurun içinde saklı
olup senin bulup çıkardığın yüzük, kesinlikle onun yüzüğüdür" diye
yanıt vermiş.
Kahire'deki Kızıl Sokak'ın eski pabuç tamircisi, şimdi bu yüzü­
ğe sahip olmakla Nemrut kartalının ömrüne denk ömür yaşamış yi-

68
ğit ve mağrur Şaddat'ın ardıllarının en doğal mirasçısı sayılan Ma­
ruf, gecikmeksizin, yüzüğün kaşındaki harika erdemleri denemek
istemiş. Ve akiğin içinde bulunan ifrite "Ey yüzüğün kölesi, burada
gizlenmiş bulunan defineyi yeraltından çıkarıp yeryüzüne, gün ışığı­
na ulaştırabilir misin?" demiş. Mutluluklar Babası'mn sesi "Hiç kuş-
kun olmasın, bu benim için en kolay şeydir!" diye yanıtlamış. Maruf
da ona "Madem ki öyledir, benden sonra gelecek olana izini bile gös­
termeyecek şekilde, hiçbir şey bırakmayarak, burada zenginlik ve
servetten yana ne varsa dışarı çıkarmam emrediyorum" demiş. Ses
de "İşittim ve itaat ediyorum" diye yanıtlamış. Sonra "Hey küçük oğ­
lanlar" diye haykırmış.

l
/"
,,...
'
·'

-· ,... .,_
;

··-
'-·

( ..
\.
\

Ve Maruf hemen önünde, başlarında sepetler taşıyan on iki


genç çocuğun belirdiğini görmüş. Bunlar, kendilerine hayran kal­
mış olan Marufun önünde yeri öptükten sonra, ayağa kalkıp göz
açıp kapayasıya kadar geçen bir zamapclaı«'ı·çok sefer yaparak yer
altındaki üç salonda bulunan bütün serveti dışarı taşımışlar. Bu işi

70
bitirince, yeniden gittikçe daha fazla hayranlığı artan Marufa saygı­
lannı sunmaya gelmişler, sonra geldikleri gibi kaybolmuşlar.
O zaman Maruf, memnunluğun sinınnda, akiğin içindeki ecin­
niye dönmüş ve ona "Çok güzel. Şimdi bu hazineleri Suhatan Ülkesi­
nin Kaytan kentine taşımak üzere katırlar, katırcılar ve sandıklar
ve devecileriyle birlikte develer istiyorum" demiş. Yüzüğün kaşında
kapalı bulunan köle "Buyruğun olur! Bunun yapılması kadar kolay
şey yoktur" diye yanıt vermiş. Ve büyük bir haykınş koparmış, o an­
da katırlar ve katırcılar, develer ve deveciler, sandıklar, sepetler ve
görkemli biçimde giyinmiş altı yüz adet aylar gibi güzel memluk be­
lirmiş.1 Ve göz açıp geçinceye kadar süren bir zamanda bunlar, hay­
vanlara, daha önce sandık ve sepetlere doldurduklan altın ve ceva­
hiri yüklemişler; ve hepsini düzgün bir biçimde dizmişler. Genç
memluklar da güzel atlarına binmiş ve aralıklı olarak kervanı çevre­
lemişler.
Eski pabuç tamircisi, o zaman, yüzüğün kölesine "Ey Mutluluk­
lar Babası, şimdi senden Suriye'nin, Mısır'ın, Yunanistan'ın, İyon­
ya'nın, Hint'in ve Çin'in ipekleri ve değerli kumaşlanyla yüklü bin
hayvan sağlamanı istiyorum" demiş. Ecinni de işitip itaat ettiği yanı­
tını vermiş. Hemen, sözü edilen şeyler yüklenmiş bin at ve deve Ma­
rufun önünde belirmiş ve kendiliklerinden düzgün bir dizi oluştura­
rak ötekiler gibi görkemli giyinmiş ve ata binmiş olan memluklar ta­
rafından kervana katılmış. Maruf memnun olmuş ve yüzüğün içinde
saklı ecinniye "Şimdi, yola koyulmadan önce, yemek yemek ister­
dim. Benim için şuraya bir ipek çadır kur ve seçkin yemeklerle dolu
tepsiler ve serin içecekler getir" demiş. Bu istekleri hemen oracıkta
yerine getirilmiş.
Maruf, çadıra girmiş ve utm da iyi yürekli fellahın köyden dön­
düğü sırada tepsilerin önüne oturmuş. Zavallı, başında ze�inyağlı

1 Mardıus"te bu sayı "Her türden altıyüz adet" olarak ifade edilmiş. Biz Mathers'in verdiği sa­
yıya itibar ettik. (Ç.)

71
mercimek dolu çanak, sol kolunun altında esmer ekmek ve soğan­
lar, sağ kolunun altında içi at yesin diye bir ölçek yulafla dolu bir tor­
ba olduğu halde çıkagelmiş. Ve evinin öndeki akla durgunluk veren
kervanı; kimileri kollarım kavuşturmuş, arkada beklemekte iken,
kimileri de hizmet etmek için çırpınan hizmetkarların yöresini sar­
mış olduğu ve içinde Marufun oturmakta bulunduğu ipek çadırı
görmüş. Son kertede heyecanlanarak kendi kendine "Kuşku yok ki,
ben burada yokken, ilkin gördüğüm memluğun sultam buraya ulaş­
mış olacak! İki tavuğumu boğazlayıp ineğin yağıyla acele bir yemek
hazırlamayı düşünmeyişim çok hatalı olmuş!" diye düşünmüş. Ve
geç kalmış olmasına karşın bunu yapmaya karar vermiş; ve tutup
boğazlamak ve yağda kızartıp sultana sunmak üzere iki tavuğa doğ­
ru yönelmiş...

Anlatısının burasında Şehrazat, sabahın belirdiğini görerek ya­


vaşça susmuş.

Ama Dokuz Yüz AUmış Sekizinci Gece Olunca

Demzş ki:

Ve tutup boğazlamak ve yağda kızartıp sultana sunmak üzere


iki tavuğa doğru yönelmiş.
Ama Maruf onu görüp seslenmiş. Ve aynı zamanda kendisine
hizmet edenlere "Onu bana getirin!" demiş. Onlar da koşuşup merci­
mek çanağı, soğanları ve esmer ekmeğiyle ve de yulaf dolu torbasıy­
la fellahı çadıra sokmuşlar. Maruf onun onuruna ayağa kalkmış ve
fellahı kucaklayarak ona "Ey benim sefalet arkadaşım, ne getirdin
bakalım?" demiş. Zavallı fellah bunca önemi olan bir kişi tarafından
böyle sevecenlikle karşılanmasından ve "sefalet arkadaşı" diye anıl­
masından dolayı acayip şekilde şaşırmış. Kendi kendine "Bu karşım-

72
da gördüğüm bir fakirse, ben neyim öyleyse?" demiş. Ve ona "Sana
konukseverlik yemeği getirdim efendim, atına da biraz yem! Ama
benim bilmezliğimi bağışla! Senin sultan olduğunu bilseydim, senin
onuruna elimdeki iki tavuğu boğazlayıp onları sana inek yağıyla kı­
zartarak sunardım. Ama sefalet insanı kör ediyor ve tüm kavrayışı­
nı ortadan kaldırıyor" diye yanıt vermiş. Ve utancın ve şaşkınlığın sı­
nırında başını önüne eğmiş. Maruf da, bu sözleri duyunca, bu fella­
hınkine benzer, hatta bundan da beter olan eski sefil durumunu ha­
tırlayıp ağlamaya başlamış. Bol bol dökülen gözyaşları sakallarının
telleri arasından süzülüp tabakların üzerine düşmüş. Ve de fellaha
"Kardeşim, yüreğini ferah tut, ben sultan değilim, sadece onun da­
madıyım. Sultanla aramızda doğan bazı güçlüklerden dolayı sarayı
terk etmiştim. Ama ardımdan bütün bu hizmetkarları ve armağan­
ları göndererek, amcam, benimle uzlaşmak istediğini kanıtlamak is­
temiş. Bundan dolayı, daha fazla oyalanmadan geldiğim yere dön­
mek zorundayım. Beni tanımaksızın o denli iyilik yapmak isteyen
sana gelince, kardeşim; bil ki, kurak bir toprağa tohum savurmuş
değilsin!" demiş.
Ve fellahı sağ yanında oturmaya zorlamış ve ona "Bu tepsilerde
gördüğün tüm bu yiyeceklere karşın, sana Tanrı adına yemin ede­
rim ki, ben senin mercimek yemeğini yiyecek ve bu esmer ekmekle
soğandan başka şeye dokunmayacağım" demiş. Hizmetkarlarına da
fellah için görkemli yemekler hazırlamalarım emretmiş; ve kendisi,
çanaktaki mercimekten, esmer ekmekten ve soğanlardan başka bir
şey yememiş. Ve kokusu beynini saran bunca nefis yemeği ve bakış­
larını büyüleyen bunca renkliliği gören zavallı fellahın şaşkınlığını
izleyerek içi ferahlamış ve sevinmiş.
Yemek yenilip bitince, hayırlarından dolayı Nasip Dağıtıcı'ya
şükürler edilmiş; Maruf da ayağa kalkıp fellahın elinden tutarak,
onu çadırdan çıkarıp kervanın yanına götürmüş. Ve onu her yükten
ayrı ayrı mallar seçmeye zorladığı gibi, bir çift deve ve bir çift katır
verıniş. Sonra da "Bunlar senin malın olacak kardeşim. Bundan baş-

73
ka, sana içindeki her şeyle birlikte bu çadırı bırakıyorum" demiş.
Ve karşı çıkmalarına ve minnettarlığını ifade etmesine izin vermeye­
rek ondan izin almış; ve onu bir kez daha öptükten sonra atına binip
kervanın başına geçmiş; ve şimşekten daha hızlı bir haberciyi, gelişi­
ni şaha bildirmek üzere, kente öncü olarak gönderdikten sonra yola
koyulmuş.
Marufun habercisi tam da vezir sultana "Artık kendini kandır­
ma, efendim ve sultan kızının, kocasının gidişi hakkındaki sözlerine
inanma! Çünkü başım üzerine yemin ederim ki, Emir Maruf, mev­
cut olmayan bir kervanın gelişini çabuklaştırmak için değil, senin
haklı öfkenden çekinerek buradan kaçıp gitti. Yaşamının kutsal gün­
leri adına yemin ederim ki, bu adam bir yalancıdan, bir hilebazdan
ve bir sahtekardan başka bir şey değildir" dediği sırada saraya gel­
miş. Ve şah, neredeyse bu sözlerini duyarak ona yan yarıya inan­
mış, gerekli yanıtı vermek üzere iken, haberci içeri girmiş ve yerle­
re kapanarak şahı selamladıktan sonra, ona "Ey zamanın şahı, huzu­
runa haberci olarak geldim. Benim hemen ardımdan efendim, güç­
lü ve cömert yiğit damadın Marufun gelmekte olduğuna dair hayır­
lı haberler getirdim. Kendisi bir kervanın başında bulunduğundan
yüklü bulunan görkemli ağırlık dolayısıyla benim kadar hızlı gele­
medi" demiş. Ve böyle konuştuktan sonra, genç memluk, şahın
önünde yeniden yeri öpmüş ve geldiği gibi oradan ayrılmış.
O zaman şah, mutluluğun sınırında, ama vezirine karşı öfke do­
lu, ondan yana dönmüş ve kendisine "Allah yüzünü karartsın ve onu
ruhun kadar karanlık yapsın! Ve de damadımın yüceliğine ve güçlü­
lüğüne kesin olarak inanasıya kadar gösterdiğin yalancılık ve
ikiyüzlülükten utandırmak için sakalının belasını versin ey hain!"
demiş. Vezir de, şaşkına dönerek ve artık her türlü düşünce ileri
sürmeyi terk ederek, tek bir söz söyleyecek gücü bulmaksızın, efen­
disinin ayaklarına kapanmış. Şah onu o durumda bırakmış ve çıkıp
kentin süslenmesi ve bayraklarla donatılması ve de herkesin gidip

74
mevkip halinde damadını karşılamak üzere hazırlanması için emir
vermiş.
Bunu izleyerek kızının dairesine gitmiş ve ona hayırlı haberi
vermiş. Sultan kızı da, kendi kafasından uydurduğunu sandığı bir
kervanın başında kocasının gelişinden söz eden babasını duyunca
şaşkınlığın ve sarsılmanın sınırına ulaşmış. Ne diyeceğini ya da ne
yanıt vereceğini bilememiş ve kocasının sultanla bir kez daha dalga
mı geçtiğini; ya da geceleyin ona bir fakirlik öyküsü anlatarak ger­
çek duygularını denemek üzere kendisiyle alay mı ettiğini kendi
kendine sormuş. Ama, ne olursa olsun, kuşkularını ve şaşkınlığım
sadece kendine saklayarak işin ne olabileceğini görmeyi yeğ tut­
muş. Ve babasına karşı memnunluk sa�};ıir yüzle görünmekle ye­
tinmiş. Şah da onun yanından ayrılarak Marufu karşılamaya gide­
cek mevkibin başında yer almaya koyulmuş.
Ama, bu arada, en fazla şaşkınlığa düşen ve allak bullak olan,
kuşkusuz, Marufun servetinin neye dayandığını hiç kimsenin bile­
meyeceği kadar bilen eski arkadaşı, o harika tacir Ali olmuş. Ve de
kentin bayraklarla donatıldığını ve şenlik hazırlıklarına başlandığı­
nı ve kentin dışına çıkmakta olan şahane mevkibi görünce, gelip ge­
çenlere, bütün bunların nedenini sormuş. Kendisine "Nasıl, şahın
damadı Emir Marufun görkemli bir kervanın başında geri dönmek­
te olduğunu sen bilmiyor musun?" yanıtını vermişler. Marufun dos­
tu ellerini birbirine çarpmış ve kendi kendine "Eskicinin bu hilebaz­
lık haberi de ne demek oluyor? Ne zamandan beri pabuç tamiriyle
dostum Maruf bir kervanın sahibi ve sürücüsü olmuş bulunuyor, Al­
lah aşkına? Ama Tanrı Güçlüler Güçlüsü'dür ...

Anlatısının burasında Şehrazat, sabahın belirdiğini görerek ya­


vaşça susmuş.

75
Ama Dokuz Yüz AJ.tmış Dokuzuncu Gece Olunca
Demiş ki:

Marufun dostu, ellerini birbirine çarpmış ve kendi kendine


"Eskicinin bu hilebazlık haberi de ne demek oluyor? Ne zamandan
beri pabuç tamiriyle dostum Maruf bir kervanın sahibi ve sürücüsü
olmuş bulunuyor, Allah aşkına? Ama Tanrı Güçlüler Güçlüsü'dür!
Onurunu koruması ve herkesin içinde utanca düşmemesi için onu
sakınmış olmasın?" demiş. Ve oracıkta başkaları gibi dikilerek ker­
vanın gelmesini beklemiş.
Çok geçmeden mevkip kente girmiş. Maruf, şahtan bile bin kez
göz kamaştırıcı, şahane ve muzaffer, domuzların safra kesesini kıs­
kançlıktan patlatacak bir edayla baş tarafta at sürerek ilerliyormuş.
Onu da, çevresini harika giysilerle donanmış yakışıklı memlukların
kuşattığı bitip tükenmez kervan izliyormuş. Ve bütün bunlar o den­
li güzel ve akıllara durgunluk verici imiş ki, hiç kimse böylesine bir
şeyi ne duymuş ne de işitmiş bulunduğunu hatırlıyormuş. Tacir Ali
de, aynı şekilde, onu, bu olağandışı durumda görünce, kendi kendi­
ne "Pekala anlaşılıyor işte! Karısı olan sultanın kızıyla birlikte, şah­
la alay etmek için bir şeyler düzenlemişler" demiş. Ve Marufun ya­
nına doğru yaklaşarak, kendisini çevreleyen tüm şatafatlı korunma­
ya karşın, ona ulaşmayı başarmış. Ve ona, sadece kendisinin duyabi­
leceği tarzda "Hoş geldin, ey mutlu düzenbazların şeyhi ve hilebazla­
rın en beceriklisi! Bütün bunlar ne demek oluyor? Ama Allah için,
bu lütuflara ve bu debdebeye layıksın sen, dostum! Memnunluk ve
ferahlık duyarak yoluna devam et! Allah yaşamını uzatsın ve hile­
bazlıklarını daim kılsın!" demiş. Maruf da dostunun sözlerini duya­
rak gülmeye başlamış ve ertesi gün için onunla buluşmayı kararlaş­
tırmış.
Bunun üzerine, Maruf, şahın yanıbaşında saraya ulaşmış ve
tüm utkusuyla büyük toplantı salonunda hazırlanmış bir tahta otur-

76
muş. Ve başlangıç olarak, ilkin altın, mücevherat, inciler ve değerli
taşlarla dolu kasaların getirilmesini ve şahin hazinelerinde boşal­
mış bulunan dolapların ve torbaların bunlarla doldurulmasını; son­
ra da geri kalan ve değerli kumaşlar ve ipekliler içeren yüklerin ken­
disine getirilmesini buyurmuş. Buyrukları noktası noktasına yerine
getirilmiş. O da kendi huzurunda birbiri ardından sandıkları ve yük-
leri açtırın� ve eliaçıklıkla, sarayın ileri gelenlerine ve eşlerine hari­
ka kumaşla�,\ncileri ve değerli taşları dağıtmaya ve Divan üyeleri­
ne, tanıdığı tacirlere ve de fakir ve düşkünlere büyük bağışlarda bu­
lunmaya başlamış. Bunların bir kalburdan süzülen su gibi yitip git­
tiklerini gören şahın yalvarıp yakarmalarına karşın, kervanın taşıdı­
ğı her şeyi dağıtmadıkça ayağa kalkmamış. Savurduğu en küçük
miktar, bir veya iki avuç dolusu altın, zümrüt, inci ya da yakutmuş.
O bunları dolu ellerle fırlatırken şah, müthiş azap duyuyor ve acı­
dan yüzünü buruşturuyor ve her savuruşunu "Yeter oğlum, yeter!
Bize bir şey kalmayacak!" feryadıyla karşılıyormuş. Ama Maruf, gü­
lerek, her seferinde "Canın sağ olsun! Korkun olmasın! Çünkü elim­
de bitip tükenmez bir varlık var!" yanıtını veriyormuş.
İşler böyle sürüp giderken, vezir gelip şaha hazine dolaplarının
tavana kadar doldurulmuş olduğunu artık orada boş bir yer kalma­
dığını bildirmiş. Şah da ona "Pekala. Başka bir salon daha bul, onu
da bir önceki gibi doldur!" demiş. Maruf, ona bakmaksızın "Yapabi­
lirsin!" demiş. Ve "Üçüncü ve bir dördüncü salonu bile doldurabilir­
sin! Hatta şah karşı koymazsa, sarayın tüm salonlarını benim için
hiçbir değeri olmayan bütün bu şeylerle doldurabilirim!" demiş.
Şah da bütün bunların bir rüyada mı geçmekte olduğunu yoksa uya­
nık mı bulunduğunu bilememiş. Şaşkınlığın o denli sınırındaymış.
Vezir de Marufun getirdiği hazinelerle daha bir iki salon doldur­
mak üzere oradan ayrılmış.
Marufa gelince, daha önce bildirmiş olduğu her şeyi kanıtla­
yan bu ön girişimler tamamlandıktan, hatta fazlasını yaptıktan son­
ra, dağıtım toplantısını terk ederek genç karısının yanına gitmiş.
Sultanın kızı da onu görünce, yanına yaklaşmış, gözleri sevinç dolu,
:,tini öpmüş ve ona "Kuşkusuz, ey amcamın oğlu, eski fakirliğinin ve
uğursuz karın Sıcak Tezek Fatıma'nın öyküsünü anlatarak benim
katkımla neşelenmek ve benimle alay etmek ya da sevgimi denetle­
mek istedin. Ama Yüceler Yücesi Tanrı'ya şükürler olsun ki, senin
hakkında herhangi bir aykırı davranıştan beni alıkoydu, efendim;

78
yoksa ne yapardım bilmem!" demiş. Maruf da onu öpmüş ve ona ge­
rekli yanıtı vermiş ve kendisine göz kamaştıran bir giysi ve her biri
güvercin yumurtası iriliğinde kırk yetim incisinden 1 oluşmuş on dizi­
lik bir gerdanlık ve sihirbazların işlediği bilezik ve halhallar vermiş.
Sultanın kızı bütün bu güzel şeyleri görünce büyük bir zevk duymuş
ve"Kuşkusuz, bu güzel giysiyi ve bu süs takılarım sadece şenlik gün­
leri için saklayacağım!" diye haykırmış. Maruf da gülerek ona "Sevgi­
li, bununla kafanı yorma! Sana her gün y�ni urbalar ve yeni takılar
vereceğim; yeter ki dolaplarında alacak yer bulunsun ve· çekmecele­
rin ağzına kadar dolmuş olmasın!" demiş. Bunun üzerine, sabaha ka­
dar, her zaman yaptıkları şeyi yapilll§lar.
Sabahleyin henüz cibinlikten çıkmamışlarken, içeri girme izni
isteyen şahın sesin?duy:nıuşlar. Maruf çabucak yataktan kalkıp ona
kapı açmaya koşmuş ve onu alt üst olmuş, yüzü ·sapsarı ve görünü­
mü korkunç halde görmüş. İhtiyatla onu içeri almış, divana oturt­
muş; kızı da bu beklenmedik ziyaretten ve babasının halinden heye­
canlanarak yataktan kalkmış ve çabucak onu yatıştırmak için gülsu­
ları serpmiş ve konuşacak hale getirmiş. Sonunda konuşabilen şah,
Marufa "Oğlum, ne yazık ki, sana kötü bir haber getirdim! Başına
gelen felaketten haberin olsun diye onu sana açıklamam gerek!
Ama açıklasam mı, açıklamasam mı?" demiş. Maruf da "Açıklamalı­
sın, tabii!" diye yanıt vermiş. Şah "Pekala, bil ki ey oğlum, hizmet­
karlarım ve muhafızlarım, şaşkınlığın sınırında, gelip bana, senin
iki bin memluğunun, kervancılarının, develerinin ve katırlarının bu
gece bir anda ortadan yok olduğunu ve kimsenin onları giderken
görmediğini ve hiçbir ayak izinin de bulunamadığını söylediler. Bir
daldan uçan kuş bile bütün bu kervanın yollarımızda bıraktığından
daha fazla iz bırakır. Bu yokoluş senin için çaresiz bir kayıp olduğun­
dan, öylesine çarpıldım ki, hala etkisi altındayım" demiş.

1 'Yetim İnci.si lperle orpheline): İstridye oluşurken dış etkilerle bozulmamış. saf ve kusursuz
inci (Ç.)

79
Maruf onun bu sözlerini işitince, ansızın gülmeye başlamış ve
"Ey amca, ruhunu yatıştır. Çünkü kervancılarımın ve hayvanları­
mın yitişi, benim için denizdeki bir damla su kadar bile önem taşımı­
yor. Çünkü, bugün, yarın, yarından sonra ve daha sonraki günlerde
olacağı gibi, tek bir dilekle, tüm Kaytan kentinin içine sığabilecek

kadar büyüklükte kervancı ve hayvandan oluşmuş kervanlara sahip


olabilirim. Sen ruhunu yatıştırabilir ve şimdi ikimizin de sabah ha­
mamına girmek üzere kalkmasına izin �erebilir misin!" demiş.

80
Akşam olunca, şah, damadı Maruf ve veziriyle içki sinisinin ba­
şında buluşmuş. Bardaklar elden ele dolaşmış. Ve Marufun gırtlağı
dipsiz bir testiye dönüşmüş. Durumu da acınır hale gelmiş. Ve dili
değirmen kanadı gibi dönmeye başlamış...

Anlatısının burasında Şehrazat, sabahın belirdiğini görerek ya­


vaşça susmuş.

Ama Dokuz Yüz Yetmişinci Gece Olunca


Demiş ki:

Ve Marufun gırtlağı dipsiz bir tepsiye dönmüş. Durumu da acı­


nır bir hale gelmiş. Ve dili değirmen kanadı gibi dönmeye başlamış.
Sağ elini sol elinden ayırt edemez hale gelince, karısının babası olan
şah, ona "Gerçekte, ey damadım, sen bana yaşamının kuşkusuz çok
harika ve olağandışı olan serüvenini hiç anlatmadın. Bu akşam
onun şaşkınlık verici değişimlerini memnunlukla dinlemek ister­
dim" demiş. Maruf da, duyguları karman çorman ve önü arkası be­
lirsiz halde olduğundan, sarhoşluğu içinde, tüm başı esriyenlerde ol­
duğu gibi, övünme duygularına kapılarak şaha ve vezire, fakir bir
pabuç tamircisi olarak Kahire'de uğursuz bir kadınla evlenişinden
başlayarak, zavallı bir fellahın tarlasında bir define ve sihirli bir yü­
zük bulduğu güne kadar başından sonuna kadar tüm öyküsünü an­
latmış. Ama onu burada tekrarlamanın yararı yok.
Şahla vezir de, bu denli şaşırtıcı olacağını hiç ummadıkları bu
öyküyü işitince, avuç içlerini ısırarak birbirlerinin yüzüne bakmış­
lar. Vezir, Marufa "Efendim, bunca harika erdemlere sahip olan şu
yüzüğü biraz gösterir misin?" demiş. Maruf da akıl yoksunu bir deli
gibi parmağından yüzüğü çıkarmış ve "İşte, akiğinde dostum ifrit
Mutluluklar Babası'nın bulunduğu yüzük!" diyer,ek onu vezire ver-

81
miş. Vezir de, gözleri alev alev yanarak yüzüğü eline almış ve Ma­
rufun kendisine tanımladığı gibi başım sürtmüş.
Hemencecik akikten yükselen bir ses "İşte karşındayım! Kar­
şındayım işte! Emir buyur, itaat edeyim! Bir kenti harap etmemi mi
bir başkent inşa etmemi mi ya da bir şahı öldürmemi mi istiyor­
sun?" demiş. Vezir de "Ey yüzüğün hizmet.kan, bu pezevenk şahı ve
onun damadı Marufu, yoksulluktan ve yoksunluktan ölsünler diye
susuz bir çöle at" demiş. O anda, şah ve Maruf, bir saman çöpü gibi
havaya kaldırılmış ve baştan aşağı korkunç çorak bir çöle götürül­
müş; burası kızıl ölümün ve kıraçlığın yerleşmiş olduğu susuzluk ve
açlık çölüymüş. İşte onların durumu böyleymiş.
Vezire gelince, çabucak Divan'ı toplamış ve ileri gelenlere,
emirlere ve soylulara uyrukların mutluluğu ve Devlet'in selameti
için şahla en kötü türden bir sahtekar olan damadı Marufun uzakla­
ra sürgün edilmelerinin gerektiğini ve kendisini ülkenin hakimi kıl­
dığım açıklamış. Ve de "Dahası, duıumun bu yönde oluştuğunu ve
beni yasal hükümdar olduğumu kabul etmekte kararsızlık gösteren­
ler olursa, edindiğim yeni güçle, o anda bunları kızıl ölümün ve su­
suzluğun en uzak çölündeki eski efendilerinin ve pezevenk damadı­
nın yanlarına göndereceğim" diye eklemiş.
Böylece orada hazır bulunanların hepsine, kendilerine karşın,
sadakat yemini ettirmiş ve işten almak istediklerini işten almış ve
yeniden atamalar yapmış. Sonra da sultanın kızına "Beni kabule ha­
zırlan, çünkü sana karşı büyük bir arzu duyuyorum" diye haber yol­
lamış. Tıpkı öbürleri gibi, olup biteni öğrenmiş bulunan sultanın kı­
zı da, hadımağasıyla, kendisine "Kuşkusuz! Seni memnunlukla ka­
bul ederim; ama şu anda, kadınlar ve genç kızlar için doğal bir şey
olan ay halini görmekteyim. Ama tüm kirliliklerden arınınca seni
kabul edeceğim" yanıtım göndermiş. Ama vezir, ona "Ben hiçbir ge­
cikme istemiyorum, ne ay hali bilirim ne de yıl hali. Ve de hemen se­
ni görmek istiyorum" haberini ulaştırmış. O zaman kız da "Peki öy­
leyse, gel, hemen beni bul!" yanıtını yollamış.

82
Olabildiğince şahane bir şekilde giyinmiş, süslenip kokular sü­
rünmüş. Ve bir saatlik bir zaman geçtikten sonra, vezir dairesine gi­
rince, onu memnun ve sevinçli bir çehreyle karşılayarak kendisine
"Benim için ne büyük bir onurdur! Bu gece ne büyük bir mutluluk
gecesi olacak!" demiş. Ve ona, bu hainin yüreğini çalmayı amaçla­
yan gözlerle bakmış. Vezir onun çabucak soyunmasını istediğinden,

o da bunu, bakışları, cilveleri ve benzeri gecikmelere uğratarak yeri­


ne getirmeye başlamış. Birdenbire bir korku feryadı koparıp yüzü­
nü örterek kendini geriye doğru atmış. Şaşırıp kalmış olan vezir ona
"Neyin var, sultanım? Neden böyle korkarak haykırdın ve ansızın
yüzünü örttün?" diye sormuş. Kız da gittikçe daha fazla örtülerine
bürünerek ona "Nasıl? Görmüyor musun, sen?" diye yanıt vermiş.
Vezir de, onu "Yo, vallahi! Ne var ki? Ben bir şey görmüyorum!" di-

83
ye yanıtlamış. Kız "Utanç üzerime olsun! Bu ne onursuzluk! Beni se­
ninle birlikte gelen bu adamın gözleri önünde niçin soymak istiyor­
sun?" demiş. Vezir de sağına soluna bakınarak "Kimmiş benimle bir­
likte gelen kişi? Hani nerede?" diyerek ona yanıt vermiş. Sultan
"Parmağında taşıdığın yüzüğün kaşındaki adam!" demiş. Vezir de
"Vallahi, doğru söylüyorsun. Ben bunu düşünmedim. Ama, ya sitti,
bu bir ademoğlu, bir insan varlığı değil ki! Yüzüğün hizmetkarı olan
bir ifrit bu!" diye yanıt vermiş. Ama korku dolu olan sultanın kızı,
başını yastıkların altında saklayarak "Bir ifrit mi, aman yarabbi!
Ben ifritlerden çok korkarım! Ah, lütfen onu buradan uzaklaştır!
Korkuyor ve utanıyorum ben ondan!" diye haykırmış. Vezir de onu
yatıştırmak ve ondan beklediklerine bir an önce kavuşmak için, yü­
züğü parmağından çıkarıp yatağın yastığı altına saklamış. Sonra
kendinden geçmenin sınırında kıza yaklaşmış.
Sultan kız da, onun yaklaşmasına izin vermiş ve ansızın karnı­
nın altına öyle şiddetli bir tekme sav urmuş ki, vezir tepetaklak yere
yuvarlanmış. Kız da çabucak yüzüğü eline geçirip kaşını ovuştur­
muş ve akiğin ifritine "Hemen şu domuzu yakala, onu sarayın altın­
daki zindana at! Sonra, gecikmeksizin, babam kocamı, götürdüğün
çölde bul ve onları sağ salim, incitmeden ve iyi durumda buraya ge­
tir!" demiş...

Anlatısının burasında Şehrazat, sabahın belirdiğini göre;ek ya­


vaşça susmuş.

Ama Dokuz Yüz Yetmiş Birinci Gece Olunca


Demiş ki:

"Sonra gecikmeksizin babamla kocamı götürdüğün çölde bul ve


onları sağ salim, incitmeden ve iyi durumda buraya getir!" demiş.

84
Vezir hemen bir çaput toparlanır gibi toparlanıp sarayın zinda­
nına atılmış. Çok kısa bir zaman içinde şahla Maruf, şah korkular
içinde, Maruf esrikliğinden yeni ayılmış bir halde sultan kızının oda­
sına getirilmiş. Kız onları tanımlanamaz bir sevinçle karşılamış; bu
acele gidiş gelişlerin ikisini de iyice acıktırmış ve susatmış olduğunu
görerek ilkin onlara yiyip içecek bir şeyler vermekle işe girişmiş.
Bu sırada, onlara, başından geçenleri ve haini nasıl hapsettiğini an­
latmış. Şah da " Onu vakit geçirmeden kazığa oturtup yakalım!" diye
haykırmış. Maruf da "Bunda bir uygunsuzluk yok!" demiş. Sonra da
karısına doğru dönüp ona "Ama sevgili�, ilkin bana yüzüğümü
ver!" demiş. Sultan kızı "Ah! bunu benden isteme! Mademki onu
elinde tutmayı bilemedin, bundan böyle onu ben saklayacağım, çün­
kü yeniden yitireceğinden korkarım" diye yanıt vermiş. O da "Pek­
ala! Böylesi doğrudur" demiş.
O zaman sarayın kapısının karşısındaki meydanda kazık hazır­
lanmış ve birikmiş olan halkın önünde vezir kazığa oturtulmuş. Ge­
reç vezirin içine işlerken, darağacının altında büyük bir ateş hazır­
lanmış. Böylece, hain kazığa oturtulup yakılarak öldürülmüş. İşte
onun sonu böyleymiş. Şah da sultanlık gücünü Maruf ile bölüşmüş
ve onu tahtının tek mirasçısı tayin etmiş. Yüzük o günden sonra, ko­
casından daha tedbirli ve uyanık olan sultan kızının parmağında kal­
mış ve kız onu dikkatle korumuş. Maruf da onun eşliğinde, refahın
ve mutluluğun sınırında yaşamış.
Bir gece, sultan kızla her zamanki işi gördükten sonra ve uyu­
mak üzere kendi dairesine çekildiği sırada, ansızın yatağının için­
den bir kocakarı fırlamış; elini tehdit savurur bir edayla kaldırarak
onun üzerine atılmış. Maruf ona bakınca ve korkunç çenesini, uzun
dişlerini ve kapkara çirkinliğini görünce, onun kişiliğinde uğursuz
kansı Tezek Fatıma'yı tanımış. Daha bu korkunç gözlemi tamamla­
yamadan, darbe üstüne darbe alarak, çınlayan iki tokatla iki dişi ye­
niden kırılmış. Kadın ona "Sen nerelerdeydin, ey Allah'ın belası?
Ve bana haber vermeden ve benden izin almadan Kahire'deki evi-

85
mizi terk etmeye nasıl cesaret ettin? Ah! Köpoğlu, şimdi seni yakala­
dım!" diye haykırmış. Maruf da, korkunun sınırına ulaşarak ansı­
zın, tacı başında, ardında şahane giysilerini sürükleyerek sultan kı­
zının dairesine doğru koşmaya başlamış; bir yandan da "İmdat! Aki­
ğin ifriti bana yardım et!" diye haykırıyormuş. Ve bir deli gibi sultan
kızın dairesine dalıp ayaklarının ucuna heyecandan baygın düşmüş.
Sultan'ın kızı, Marufa, yüzüne gülsulan dökerek özen gösterip
dururken, korkunç cadaloz; Mısır ülkesinden birlikte getirdiği bir
sopayı tutarak baskın halinde içeri girmiş. Ve "Nerede o ha)'laz, o zi­
na çocuğu?" diye haykırmış. Sultan kız da, katran suratı görünce,
akiği ovalayacak zamanı ancak bulmuş ve ifrit Mutluluklar Baba­
sı'na ivedi bir buyruk vermiş. Ve o anda, korkunç Fatıma, sanki
kırk elle tutulmuşçasına, yerinden kıpırdayamaz olmuş, içeri girer­
ken takındığı tehdit edici durumda donmuş kalmış.
Maruf da duyarlığını yeniden kazanarak eski karısını bu kımıl­
tısız durumda görmüş; bir korku feryadı kopararak yeniden baygın
düşmüş. Tanrı'nın bilgelikle donattığı sultan kız da, önünde güçsüz
bir tehdit halinde donup kalmış bulunan kişinin, Marufun pabuç ta­
mircisi olduğu yıllarda, Kahire'de ilk eşi olmuş bulunan Fatıma ca­
dalozu olduğunu anlamış. Ve Marufu bu uğursuzun olası kötülükle­
rinden korumak için, yüzüğü ovuşturup akiğin ifritine yeni bir buy­
ruk vermiş. Birdenbire cadaloz kaldırılmış ve bahçeye götürülmüş.
Ve orada büyük bir demir zincirle, tıpkı evcilleştirilemeyen bir ayı
bağlanır gibi, büyük bir keçi boynuzu ağacına bağlanmış. Doğasını
değiştirinceye ya da ölünceye kadar orada kalmış. İşte onun duru­
mu böyleymiş. Marufa ve karısı sultan kızına gelince, o zamandan
sonra yetkin zevkler içinde, ruhların ayırıcısı, mutlulukların kahre­
dicisi, mezarların inşacısı kaçınılmaz ölüm onlara ulaşıncaya kadar
yıllar boyunca yaşamışlar.
Varlığı sonsuzluk ülkesinde, ölümün de, yaşamın da üzerinde
sürüp giden Tek Ölümsüz'e övgüler olsun!

86
Bunu izleyerek Şehrazat, aynı gece, kendisini henüz yorgunlu­
. ğun kuşatmadığını ve şahın da dinlemeye hazır bulunduğunu anlaya­
rak "Bilgiye ve TariheAçılan Pencereler"den bakan genç zenginin aşa­
ğıdaki öyküsünü anlatmaya başlamış. Demiş ki:

BİLGİYE VE TARİHE
AÇILAN PENCERELER

Anlatırlar ki, El-İskenderiye kentinde, bir zamanlar, babaları­


nın ölümünden sonra, sonsuz servetlere ve sulanabilir topraklar ka­
dar bina olarak inşa edilmiş emlaktan qluşan taşınmaz mallara sa­
hip bir delikanlı varmış. Bu genç, Tanrı'mn kutsamış olduğu bir
saatte doğduğu için, doğru yola dönük bir ruhla donanmış bulunu­
yormuş. Kutsal Kitap'ın sadaka ve cömertlikle ilgili buyruklarım
hiç bilmediğinden, iyilik etmenin en iyi araçlarını da bilmiyormuş.
Bu şaşkınlığı içinde, bu konuda gidip babasının dostu saygın bir şey­
he danışmada bulunmaya karar vermiş. Ve gidip ona kaygılarını ve
tereddütlerini bildirmiş ve ondan görüş bildirmesini istemiş. Şeyh
de bir saatlik bir süre düşündükten sonra, başını kaldırarak ona
"Ey Tanrı'nın rahmetliden lütuflarını esirgemeyesi Abdurrah­
man'ın oğlu, ihtiyacı olanlara eliaçıklıkla altın ve gümüş dağıtmak,
hiç kuşkusuz, Yüceler Yücesi'nin gözünde en övgüye değer bir dav­
ranıştır. Ama böylesi bir davranış, evladım, her zenginin yapabilece­
ği bir şeydir. Ve elde bulunanın fazlasını vermek için çok büyük bir

87
erdeme sahip olmak gerekli değildir. Ama mahlukatın efendisine
kokusu hoş gelen başka bir cömertlik daha vardır; bu da, yavrum,
gönül cömertliğidir. Çünkü ruhunun servetini bilgiden yoksun olan­
lara dağıtmak, en övgüye değer davranıştır. Bu türden bir serveti
dağıtmak için yüce bilgilerle ruhu donatmak gereklidir. Bu yolda
vurgulanmış bir ruha sahip olmak için elimizde tek bir yol vardır:
Çok bilgili kişilerin yazılarını okumak ve bu yazılar üzerinde düşün­
ce üretmek! Dolayısıyla, ey dostum Abdurrahman'ın oğlu, ruhunu
eğit ve ruh yolunda cömert ol. Benim görüşüm budur, vesselam!" de­
miş.
Zengin genç de, şeyhten tamamlayıcı bilgiler vermesini iste­
miş. Ama şeyhin ona söyleyecek başka şeyi yokmuş. O da, sıkı sıkı­
ya uygulamaya koymak üzere bu nasihatı alarak oradan ayrılmış ve
kendini esinlenmesine terk ederek sahaflar çarşısına yollanmış,
Hristiyan Rumların El-İskenderiye'de Amr İbn el-As'a girişleri sı­
rasında yak.tıklan kitap sarrafından arta kalan kitaplara sahip bulu­
nanlar da dahil bütün kitap tacirlerini toplamış. Ve onlara, ellerin­
de bulunan değerli tüm kitapları evine getirmeleri için talimat ver­
miş. Hiçbir pazarlık yapmadan ve karamsarlık göstermeden kendi­
lerine dileklerinden fazla ödemede bulunmuş. Ama bu satın alma­
lardan tam anlamıyla doyum sağlamamış. Kahire'ye, Şam'a ve Bağ­
dat'a; İran'a, Mağrip'e, Hindistan'a, hatta Rum diyarlarına da, bu
ülkelerin en ünlü kitaplarını, asla cimrilik göstermeksizin, satın al­
mak üzere özel görevliler göndermiş. Bu görevliler, belli bir sürenin
sonunda, bir biri ardından geri dönmüş ve beraberlerinde değerli el­
yazmalarıyla dolu denkler getirmişler. Delikanlı bütün bu kitapları
bu maksatla yaptırdığı şahane bir kitaplıkta sıraya koymuş ve ana
kapısının giriş bölümüne sade sözcükler olarak, mavi ve tezhipli iri
harflerle "Kitap Konağı" ibaresini yazdırmış. Bu iş bitince, delikanlı
çalışmaya koyulmuş.

Anlatısının burasında Şehrazat, sabahın belirdiğini görerek ya­


vaşça susmuş.

88
Ama Dokuz Yüz Yetmiş İkinci Gece Olunca

Demiş ki:

Bu iş bitince, delikanlı, çalışmaya ve belli bir usul dairesinde


ağır ağır ve üzerinde düşüne düşüne harika kitaplığındaki kitapları
okumaya başlamış. Ve Tanrı'nın kutsadığı bir günde doğmuş oldu­
ğundan ve adımları başarı ve mutlulukla vurgulandığından, tüm
okuyup not tuttuğu şeyleri mutlu belleğinde saklamış. Dahası, kısa
bir sürede, bilgi ve öğrenimin son sınırına ulaşmış. Kafası, miras yo­
luyla kendisine düşen tüm mallardan çok daha bollukla bu kitapla­
rın verileriyle donanmış. O zaman, bilgelikle, yöresini çeviren her­
kesi edindiği bilgilerin verilerinden yararlandırmayı düşünmüş. Bu
maksatla, Kitap Konağı 'mn kubbesi altına tüm dostlarını, tanıdıkla­
rını, uzak yakın akrabalarını, kölelerini, hatta atbakıcılarını, hatta
kapısına gelmeyi adet edinmiş fukaraları ve dilencileri çağırmış.
Bunların hepsi yiyip içip Nasip Dağıtıcı'ya şükürler ettikten sonra,
zengin delikanlı çağrılarının özenle oluşturduğu çemberin ortasında
ayağa kalkmış ve onlara "Konuklarım! Bu gece hanendeler ve musi­
kişinaslar yerine zeka, topluluğumuza başkanlık edecek! Çünkü bil­
geler 'Konuş ve ruhunda ne varsa boşalt ki, dinleyenin kulağı bun­
larla beslensin! Kim bilgiyi elde etmişse, büyük bir servet edinmiş­
tir. Ve Nasip Dağıtıcı, isteyene bilgiyi verir ve zeka da onun buyru­
ğuyla var olur; ama insanoğulları arasında ancak küçük bir miktarı
ruhsal verilere sahip olur' demiştir. Yüceler Yücesi Tanrı da, barış
ve dua üzerine olası Peygamber'inin ağzından 'Ey iman sahipleri!
Edindiğiniz en iyi şeylerin zekatını verin, çünkü ancak en çok sevdi­
ğiniz şeyin zekatını verdiğiniz zaman yetkinliğe kavuşursunuz; yok­
sa üzerinde pek az toprak bulunan kayalıklarla kaplı tepelere ben­
zer kalırsınız; bu tepelere bir sağanak gelirse, artık ortada çıplak
bir kayadan başka bir şey kalmaz. Benzeri şekilde insanlar da eser-

89
}erinden hiçbir yarar sağlayamaz. Ama ruhlarının pekiştirilmesi yo­
lunda cömertlik gösterenler, göğün gümrah yağmurlarıyla sulanan
bir tepecikte yetişmiş ve meyveleri iki misli üreyen bir bahçeye ben­
zer. Oraya yağmur düşmezse, çiy düşer. Ve bunlar cennet bahçesi­
ne girerler' demiştir. Bundan dolayı, ey konuklarım, sizi bu akşam
buraya topladım. Çünkü cimriler gibi davranarak bilimin meyveleri­
ni kendime saklamak istemediğimden, zeka yolunda hep birlikte yü­
rümemiz için, bunlardan benim gibi tatmanızı arzu ediyorum" de­
miş ve sonra da "Bakışlarımızı bilgiye ve tarihe açılan pencereden
dışarı çevirerek yöremizi gözlemleyelim! Ve oradan eski yüzlerin ha­
rika geçişini izleyelim; böylece, bu geçiş dolayısıyla ruhumuz aydın­
lansın ve ışık içinde yetkinliğe doğru yol alsın! Amin!" diyerek ekle­
miş. Zengin gencin tüm çağrılıları, elleriyle yüzlerini sıvazlayarak
"Amin!" diyerek yanıt vermişler.
O zaman genç adam sessiz çemberin orta yerine oturmuş ve
"Dostlarım, bu harika şeylerin dağıtımına başlamak için, putperest­
lik döneminde yaşayan bizim Arap cetlerimizin, o gerçek çöl Arapla­
rının yaşamlarından alınmış; büyük şairleri okuyup yazma bilme­
yen, ama ilhamları müthiş bir veriden kaynaklanan; mürekkep ve
kalem kullanmadan ve de engel tanımadan tüm dillerden üstün
olan ve Tanrı'nın kendi sözlerini Barış ve duası en seçkin kutsamala­
rı üzerine olası Peygamberine duyurmak üzere aracı kıldığı bizim
şu Arap dilimizi kullanarak anlatacağım bazı öykülerden sağduyu­
nuzu yararlandırmaktan daha iyi bir yol bilmiyorum. Amin!" demiş.
Ve çağrılılar yeniden "Amin!" diyerek yanıt vermişler. O da "İşte bu
soyluluk dönemlerinden kalma binbir öyküden biri size!" demiş:

90
ŞAİRDURAİT

Anlatırlar ki, bir gün, putperestlik döneminde yaşayan Beni


Yuşam kabilesinin şeyhi Simma'nm oğlu, tanınmış bir şair olduğu
kadar yiğit bir savaşçı da olan ve birçok çadırın ve güzelim çayırla­
rın efendisi, Şair Durait, baskında bulunmak üzere, reisleri çölün
en gözüpek savaşçısı Rabia olan rakip Beni-Firas kabilesine doğru
yola çıkmış.
Durait, kabilenin en iyilerinden seçilmiş bir atlılar topluluğu­
nun başında bulunuyormuş. Ve Beni-Firas'a ait düşman bir bölge­
deki bir vadiden ayrılırken, uzaktan, vadinin karşıki ucunda, üzerin­
de bir kadın olan deveyi yürüyerek güden bir adam görmüş. Ve Du­
rait, bu ikiliyi bir an izledikten sonra, atlılarından birine dönmüş ve
ona "Atını sür ve şu adamın üzerine çök!" demiş.
Atlı da yola çıkmış ve ses işitilecek bir mesafeye ulaşınca, ada­
ma "O kadım bırak ve kaçıp yaşamını kurtar!" diye haykırmış. Ve
bu uyarısını üç kez tekrarlanmış. Ama, adam onun yaklaşmasını
beklemiş ve sonra, rahat ve sakin ve de adımlarını çabuklaştırma­
dan, devenin yularım deve üzerindeki kadına atarak dingin bir ses­
le şu şarkıyı okumuş:

Ey hatun, yüreği asla korkuyla çarpmayan, belirgin kalçaları güvenle


yuvarlaklaşmış bir kadının mutlu adımlarıyla ilerle.
Ve bu savaşçının, hiçbir zaman düşmana sırtını çevirmek utancını
tanımamış olan şu Firasinin yapacağı karşılamanın tanığı ol!
Çünkü işte, şimdi, gözlerinle, vuruşumun dehşetinin bir örneğini
göreceksin!

91
Bunu okuduktan sonra, Durait'in atlısına bir kargı savurmuş
ve onu vurup öldürerek toprağa bulamış. Sonra sahipsiz kalan atı al­
mış ve hatununa saygılı bir selam verdikten sonra, bir sıçrayışta eye­
rin üzerine binmiş; ve önceki gibi, telaş ve heyecan duymaksızın yo­
la koyulmuş...

Anlatısının burasında Şehrazat, sabahın belirdiğini görerek ya­


vaşça susmuş.

Ama Dokuz Yüz Yetmiş-Üçüncü Gece Olunca


Demiş ki:

Telaş ve heyecan duymaksızın yola koyulmuş.


Durait'e gelince, habercisinin. yeniden ortaya çıkmadığını gö­
rünce, olup biteni anlamak üzere ikinci bir atlı yollamış. Bu da, ar­
kadaşının yolda cansız yatmakta olduğunu görünce, yolcu Araba, ilk
saldırganın seslendiği şekilde uzaktan ihtarda bulunmuş. Ama
adam sanki hiçbir şey işitmemiş gibi davranmış. Durait'in atlısı mız­
rağım kaldırarak onun üzerine saldırmış. Ama adam, kıpırdamaksı­
zın, yeniden devenin yularım kadına atmış ve ansızın, şu dizeleri
okuyarak atlının üzerine saldır1'1.ış:

İşte seni, özgür ve saldırılmaz bir kadının yoluna çıkaran demir dişli
uğursuz talih karşında! Ey şerefsizin dölü! Onunla senin aranda,
düşman için yasası kargısının demiri olan ve kargısı dileğine boyun
eğen ustan Rabia var.

Ve atlı, karaciğeri kargıyla delinmiş, yere düşerek tırnaklarıyla


toprağı kazımış; ölümü bir anda içmiş. Galip kişi de hiç telaş etme­
den yolunu sürdürmüş. Sabırsızlıktan çatlayan Durait, iki atlısının

92
sonundan endişe duyarak, aynı talimatla üçüncü bir atlı yollamış.
Ne olup bittiğini anlamaya giden atlı, iki arkadaşının cansız olarak
yerde yattıklarını görmüş. Ve uzaktan, bir eliyle hatunun devesinin
yularını çekerken, ardında kaygısızca kargısını sürükleyen yabancı­
yı yol alırken görmüş. Ve ona doğru "Ey kabilelerin köpeği, elindeki­
ni bırak!" diye haykırmış. Ama adam, saldırganına dönüp bakmaya
bile tenezzül etmeden, hatununa "Buradan en yakındaki çadırları­
mıza doğru deveyi sür, sevgilim!" demiş. Sonra, ansızın, rakibinin
karşısına dikilmiş ve ona şu dizelerle haykırmış:

Pıhtılaşmış kanlan içinde debelenen kardeşlerini görmedin mi, ey


gözleri olmayan kafa? Ve Akbabaların Anası'nın soluğunun yüzünü
yaladığını hissetmedin mi?
Sen asık suratlı savaşçıdan eğer böbreklerini karga siyahı kan dolu
bir çanağa dönüştüren şahane bir kargı vuruşunu armağan olarak
almayı beklemiyorsan, ne olacağını sanıyorsun?

Ve bunları söyleyerek kargısını Durait'in atlısına doğru savur­


muş ve tek vuruşta bağrını bir yandan öbür yana delerek onu yere
devirmiş. Ama aynı anda kargı da vuruşun şiddetinden kırılmış. Ve
Rabia, çünkü savaşçı vadilerin ve dar boğazların savaşçısının ta ken-
disiymiş, aıtık kabilesinin çok yakınında olduğunu bildiğinden, düş-
manın kargısını bile almak zahmetine katlanmamış. Tüm silah ola­
rak kargısının kırık sapını elinde tutarak yolunu sürdürmüş.
Bu sırada Durait, atlılarının hiçbirinin geri dönmemesinden
ötürü şaşıp kalmış ve işi anlamak için kendisi yola çıkmış. Ve bir­
denbire arkadaşlarının kum üzerine serili cansız bedenlerini fark et­
miş. Ve ansızın bir kum tepeciğinin üzerinde, düşmanı Rabia'nın ta
kendisinin, elinde kırılmış bir kargının sapı bulunduğu halde, belir-
diğini görmüş. Kendince Rabia da Durait'i tanımış ve son saldırganı­
nın kargısını kendisine mal etmemek tedbirsizliğine hayıflanmış. Yi-

93
ne de Durait'i eyerinin üzerinde ve avcunda kargısının kırık sapını
sıkarak beklemiş.
Durait, bir bakışta, Rabia'nın düşkün durumunu kavramış ve
yüce ruhuyla Firasi yiğidine şu sözlerle seslenmiş: "Ey Beni Firas
kabilesinin savaşçılarının babası! Kuşkusuz senin gibi bir adam öl­
dürülemez. Bununla birlikte, ülkeleri için çarpışan adamlarım, sen­
den kardeşlerinin öcünü almak isteyecekler; sen ise, böyle silahsız,
tek başına ve gepegençsin! Al benim kargımı. Bana gelince, dönüp
yoldaşlarımı seni izleme hırsından alıkoyacağım" demiş. Ve Durait

atım tırısa kaldırmış ve adamlarına "Savaşçı, karısını savunmak zo­


rundaydı. Bundan dolayı üç adamımızı öldürdü; dahası, benim kar­
gımı da kaptı. Aslında sert bir dövüşçüymüş bu. Ona saldırmayı dü­
şünmemeliyiz!" demiş. Ve atının dizginini geri çevirmiş; hepsi de,
hiçbir talanda bulunmaksızın kabilelerine dönmüş.
Aradan yıllar geçmiş. Ve Rabia, tüm yiğit kişiler gibi, Durait'in

94
kabilesinin yiğitleriyle kanlı bir çarpışma yaptığı sırada ölmüş. Bu­
nun öcünü almak üzere, Firasilerden bir müfreze, Beni Yuşam'a
karşı yeni bir talana girişmiş. Beklenmedik şekilde geceleyin çadır­
larının bulunduğu yere saldırıp birçok esir almış, kadın ve mal sağ­
layarak epeyce yağma yapmışlar. Esirlerin arasında Yuşamilerin
şeyhi Durait'in kendisi de varmış.
Galiplerin kabilesine ulaştıklarında, adını ve sıfatım. saklamak
için özen gösteren Durait, bütün öbür esirlerle birlikte sıkı bir göze­
tim altına alınmış. Ama Firasi kadınları, onun güzel güzüne vurula­
rak, önünden, muzaffer ve cilveli tavırlarla tekrar tekrar geçiyorlar­
mış. Ve birden bire içlerinden biri "Kara ölüm adına! Senin burada
ne işin var? Ey Firas delikanlıları, çok iyi bir vurgun vurmuşsunuz?
Şu yiğit kimin nesidir, biliyor musunuz?" diye haykırmış. Savaşçıla­
rın hepsi koşup gelmiş ve ona bakıp "Bu kişi bizim takımlarımızı
seyreltenlerden biridir"1 demişler. Kadın da "Kuşkusuz! Yiğit bir ki­
;1dir bu! Vadi önünde Rabia'ya kargısını armağan eden odur" de­
miş. Ve ona koruyuculuk ettiği anlamında başındaki örtüsünü esi­
rin üzerine atmış. Ve "Firasoğulları, bu esiri ben korumam altına alı­
yorum" diye eklemiş. O zaman onu biraz daha sıkıştırıp esire adını
sormuş. O da "Ben Simma'nın oğlu Durait'im. Ama sen ey hatun,
sen kimsin?" diye sormuş. Kadın da "Ben Gizi el-Tian'ın kızı Ra­
ite'yim. Rabia'nin deveyle çekip götürmekte olduğu kişi. Rabia be­
nim kocamdı" demiş.
Sonra kabilenin bütün çadırlarının önünde dolaşarak savaşçıla­
ra şöyle hitap etmiş: "Firasoğulları, Simma'nın oğlunun, Rabia'ya
uzun ve güzel saplı kargısını verdiği zaman gösterdiği gönül yüceliği­
ni hatırlayın. İyiliğe karşı iyilik yapılmalı ve de herkes kendi ektiği­
ni biçer. Hele Durait bakımından davranışınızı anlatırken, ağzınız
aşağılama sözleriyle dolmasın! Bağlarını kesin ve bedelini ödeyerek

1 "Canımıza okuyanlardan biıidir" anlamına (Ç.)

95
onu esir eden ellerden kurtarın. Yoksa, sizi ölümünüze kadar izleye­
rek bir vicdan azabı duyar, sonu gelmez pişmanlık ve kadir bilmez­
liklere binek taşı olursunuz" demiş. Farisiler de onu duyunca,
Durait'i esir alan Muharik'e ödenmek üzere aralarında para topla­
mışlar. Raite de özgür bırakılan Durait'e rahmetli kocasının silahla­
rını vermiş. Durait de kabilesine dönmüş ve bir daha Beni Firas ka­
bilesine karşı savaş açmamış.
Yıllar daha da geçip gitmiş. Durait de yaşlanmış, ama daima gü­
zel şair ruhuyla donanmış, bir gün Beni Suleymi kabilesinin yerleşti­
ği yurdun yakınından geç.iyormuş. O sırada, bu yerleşme yerinde,
harika şiir yeteneğiyle herkesi büyüleyen ve tüm Arabistan'da
El-Hansa lakabıyla tanınmış olan Amr'ın kızı Suleym Tumadir ora­
da yaşamaktaymış.
Güzel Suleymili, Durait kabilesinin yöresinden geçtiği sırada
babasının dişi develerinden birini katranla ovuşturuyormuş. Bu yer
soyutlanmış bir mevkide bulunduğundan, sıcak pek çokmuş ve ora­
dan hiç kimse geçmemekteymiş. Tumadir de giysilerini çıkarmış,
neredeyse tam anlamıyla soyunuk olarak çalışmaktaymış. Durait
de, gizlenip onun kuşkusunu uyandırmadan kızı seyrediyormuş. Gü­
zelliğine hayran kalarak doğaçlamadan şu dizeleri söylemiş:

Gidin, dostlarım, güzel Suleymi Tumadir'i selamlayın; selamlayın


yine soylu güzel ceylanımı benim! Asla göıülmemiştir benim
kabilemde, önünden de ardından da, dişi develeri tarazlayan kadar
baş döndürücü olan!
Örtü olmayan yerde hile de olmaz. Saf ırktan anlı şanlı esmer kızdır
bu.
Hayranlık verici parlaklıktaki ışıldayan yüzü, bizim altın
heykelciklerimizin yüzü gibi güzeldir: y yüz ki, en soylu küheylanlar
parlak kuyruklarına benzer zengin bir saçla süslenmiştir.
Gümrah, zengin saçlar! Kaygısızca kendi başlarına bırakılmış,
parlayan uzun zincirler halinde dalgalanır: taranıp düzenlenince, bir
çisenin parlattığı üzüm salkımlarına dönüşür.

96
Birbirinden ayn, tatlı kıvrımlı iki kaş, bir bilginin kalemiyle çizilmiş
kusursuz iki çizgi, iki iri ahu gözün üstünde görkemli taçlardır.
Hafif bir pembeliğin tutuşturduğu yanakları, narin bir inci
beyazlığındaki tarla üzerinde yükselen şafaktır.
Madendeki gümüş kadar beyaz bir boyun, bizim fildişi
heykelciklerinize benzer şahane göğüsler üzerinde yükselip
dalgalanır.
Tıkız bir etle oluşmuş sağlıklı ve hoş kol, hiç kemik hissetmeyen
damarların sezilmediği ön kollar; dallardaki hurmaları kıskançlıktan
kızartan parmaklar.
İnce kademelerle kıvrılmış bir şenli� kağıdı gibi, kokular gizleyen
göbek deliğinin yöresinde sıralanmış birbirine yaklaşık ve narin
kıvrımlı hoş karnı.
Sırtı! Narin ve yepelek belinde son bulan sırtının o zarif çizgisi, oh
evet, öyle kırılgandır ki, tüm kutsal güçler o haşmetli art yuvarlarının
üzerinde tutunması için yetmez! Ve işte! O harika kız ayağa kalkar,
ama ağır kalçaları onu oturmaya zorlar; oturur, bu kez iri kalçaları
yayılır, onu ayağa kalkmaya zorlar. Oh! O iki güzel kum tepeciği!
Ve bütün bunlar, iki harika küçük ayaktan yükselen iki güzel demir
mızrak gibi inci uzun, hafiften tüylerle, esmer ayva tüyleriyle
donanmış, papirüs sakı gibi dimdik, düzgün, inciden utku sütunu
üzerine oturmuştur.
Ey kutsallığın zaferi! Nasıl oluyor da bu denli narin iki alt yapı,
üstündeki bunca ağırlığı kaldırabiliyor?
Gidin, dostlarım! Güzel Suleymi Tumadir'i selamlayın, selamlayın
yine soylu güzel ceylanımı benim!

Ve ertesi günden başlayarak soylu Durait, kabilenin ileri gelen­


leriyle birlikte, büyük bir şatafatla, Tumadir'in babasını görmeye
gelmiş ve ondan kızım evlenmek üzere istemiş. Yaşlı Amr, yanıtını
geciktirmeksizin, savaşçı şaire "Sevgili Durait, senin gibi gönlü yüce
bir kişinin önerisi reddedilemez; senin gibi onurlu bir kabile başka­
nının arzuları geri çevrilemez; senin gibi bir küheylanın başı yemlik-

97
ten uzaklaştırılamaz. Ama sana şunu söylemeliyim ki, kızım Tuma­
dir'in kafasında kendine özgü fikirler, kendine özgu görüşler var­
dır...

Anlatısının burasında Şehrazat, sabahın belirdiğini görerek ya­


vaşça susmuş.

Ama Dokuz Yüz Yetmiş Dördüncü Gece Olunca


Demiş ki:

" ... Senin gibi bir küheylanın başı yemlikten uzaklaştırılamaz.


Ama sana şunu söylemeliyim ki, kızım Tumadir'in kafasında kendi­
ne özgü fikirler, kendine özgü görüşler vardır. Bu fikirler ve görüş­
ler başka kadınlarda görülenlere pek benzemez. Ben de o.nu her za­
man istediği gibi davranmakta özgür bıraktım; çünkü benim Han­
sa'm öbür kadınlar gibi değildir. Bu durumda gidip ona senden söz
edeceğim, bunu elimden geldiği kadar seni kollayarak yapacağım,
bunu sana vaadederim; ama onun kendine özgü rızası bakımından
sana söz veremem" demiş. Durait de, yapmak istediği şeyler için
ona teşekkür etmiş; Amr da kızının yanına gitmiş ve ona "Hansa, yi­
ğit bir savaşçı, soylu bir kişi, Beni Yuşamların başkanı, ileri yaşı ve
gönül yüceliğiyle saygın bir adam, adı� savaş türküleri ve güzel di­
zeleriyle de duyurmuş olan Simma'nın oğlu Durait, seninle evlen­
mek isteğiyle çadırıma geldi. Bu, bize onur verecek bir birleşme
olur kızım. Ama, yine de senin kararını etkilemek istemem" demiş.
Tumadir de "Babacığım, bana birkaç gün süre tanı, yanıtlamadan
önce kendimce düşüneyim!" diye cevap vermiş.
Tumadir'in babası da, Durait'in yanına gelmiş ve ona "Kızım
Hansa, kesin bir yanıt vermeden önce bir parça düşünmek istiyor.
Birleşme arzunun yerini bulacağını umarım. Birkaç gün sonra yine

98
gel!" demiş. Durait de "Anlaşıldı, ey yiğitler babası!" diye yanıt ver­
miş ve kendisi için hazırlanmış çadıra çekilmiş.
Oysa güzel Suleymi, Durait uzaklaşır uzaklaşmaz, hizmetçi kız­
lardan birini "Git Durait'i gözetle ve ihtiyaçlarını görmek üzere ça­
dırdan uzaklaştığı anı kolla. İdrarının fışkırışına iyi dikkat et ve gü­
cünü ve kumda bıraktığı izi gör. Böylece onun hala erkeklik gücüne
sahip olup olmadığını anlarız" demiş.
Hizmetçisi itaat etmiş. Öylesine gayretli imiş ki, birkaç dakika
sonra hanımının yanına dönmüş ve ona basit sözlerle "Bitmiş, bu
adam!" demiş.
Tumadir'in istediği süre dolunca, Durait, yanıt olmak üzere
Amr'ın çadırına geri dönmüş. Amr da onu çadırın erkeklere özgü bö­
lümünde bekleterek kızının yanına gitmiş ve "Konuğumuz cevabını
bekliyor Hansa'm, ne karar verdin bakalım?" demiş. Kız da "Kendi
kendime danıştım ve kabilemden ayrılmamaya karar verdim. Çün­
kü, Durait gibi, bedeni yıpranmış, bugün yarın baykuş ruhunun son
soluğunu verecek biriyle evlenmek uğruna, güzel ve uzun mızrakla­
ra benzeyen genç adamlar olan yeğenlerimden yüz çeviremem! Sa­
vaşçılarımızın onuru üzerine yemin ederim ki, bir titrek bacaklının
karısı olacağıma bakire olarak yaşlanmayı yeğ tutarım!" demiş.
Çadırın erkekler bölümünde olan Durait de bu aşağılayıcı yanı­
tı işitmiş ve bundan şiddetle etkilenmiş. Ve gururlu bir kişi olduğun­
dan, duygularının anlaşılmasını istememiş ve güzel Suleymi'nin ba­
basından izin alarak kendi kabilesine dönmüş. Ama bu acımasız kız­
dan şu dizeleri düzenleyerek öç almış:

Durait yaşlı, çok yaşlıdır demişsin, ey sevgili! Sana dün doğduğunu


söylemedi ki!
Evlenmek üzere, ey Hansa, geceleyin sürülerin gübrelerine dalan
yaba ayaklı iri kıyım birini koca olarak özlemektesin; kuşkusuz
hakkın var!

99
Evet, kutsal varlıklar seni, benim gibi bir kocadan sakınsın! Çünkü
ben, ben başka yapıda, başka biriyim!
Gerçekten, benim kim olduğum ve eğer ellerim güçlüyse, bunun,
başka türden ciddi işler görmek için olduğu bilinir.
Yine her yanda bilinir ki, büyük bunalım dönemlerinde, ne ağırlık
beni zincirler ne de çabukluk alıp götürür; çünkü ben, bütünüyle,
öngörü ve bilgeliğe sahibim.
Her yanda bilinir ki, benim kabilemde, bana duyulan saygıdan ötürü,
barındırdığım konuğu hiç kimse sorgıılamaz ve koruman altında
bulunanlar geceleyin tedirginlik duymazlar.
Yine de bilinir ki kuraklık yıllarının açlıkla geçen aylarında, süt
analar süt çocuklarını beslemeyi unuttukları bir sırada, benim
çadırlarını besinlerle ağızlarına kadar dolup taşar, benim ocağım
kaynar.
Sen iyisi mi benim gibi kocaya varmaktan ve benim gibi çocuklar
üretmekten sakın! Sen ey Hansa, kocan olsun diye, kuşkusuz
haklısın da, geceleyin, sürülerin gübrelerine dalan yaba ayaklı, iri
kıyım birini özlemektesin!
Çünkü sevgilim, Durait yaşlı, çok yaşlıdır demişsin! Ama o sana, dün
doğduğunu söylemedi ki!

Bu dizeler kabileler arasında yayıldığı zaman, Tumadir'e, eli


açık, coşkusu eşsiz Durait ile evlenmeyi kabul etmesini öğütleyen­
ler olmuş. Ama kız verdiği karardan dönmemiş.
Olaylar böyle olup giderken, Tumadir'in kardeşi yiğit savaşçı
Muaviye, düşman Beni Mürre kabilesiyle dövüşürlerken, Beni Mür­
re'lerin başkanı ve bu aynı Muaviye tarafından hakarete uğramış
olan güzelim Esma'nın babası Haşim'in eliyle can vermiş. İşte kar­
deşinin bu ölümü üzerine Tumadir, ağır ezgili bir makamda ve yü­
zük parmağı teline dayanan bir vurgulamayla şu mersiyeyi düzenle­
miş:

100
Ağlayın gözlerim, bitip tükenmez yaşlar dökün! Yazık ki, bu
gözyaşlarını döken yitirdiği kardeşine ağlayandır.
Bundan böyle, onunla kardeşi arasında, artık kalkmayacak bir örtü
vardır: mezarının yeni toprağı!
Ey kardeşim, sen, bir gün acılığını herkesin tadacağı o su birikimine
kavuşmak için gittin! 'Ölsem yeridir! Yaşam bir mızrağın ucunda
vızıldayan bir eşek arısından başka bir şey değildir!' diyerek tertemiz
gittin.
Yüreğim hatırlıyor, ey anamın babamın oğlu ve yazın sararan ot gibi
soluyor; kendimi büyük bir üzüntü içine gömüyorum.
Öldü o! O ki, kabilemizin kalkanı, evimizin temeli idi; bir felaket
içre gitti.
Öldü. o! Arslan yüreklilerin örneği idi, feneriydi o! Onlar için dağ
tepelerin de tutuşturulmuş ateşler gibiydi.
Öldü o! Giysileri içinde ışık saçarak değerli atlara binen o yiğit!
Kılıç kayışı uzun, kabilemizin tüyü henüz bitmemiş; yiğitlik, güzellik
timsali genç bir adamdı!
İki eliyle cömertlik saçan, cömertliğin elinin ta kendisi kardeşim!
Yok artık o! Kayalar ve taşlarla örtülü mezarının altında soğuk,
yatıyor.
Hayranlık veren göğüs kayışlı kısrağı Alva'ya 'Ağla, inle, başıboş
koşmalarda! Artık sahibin seni bir daha hiç sürmeyecek!' deyin.
Ey Amr'ın oğlu, savaşın kızıştığı sırada, uzun giysin1 baldırlarına
kadar yükselirken, utku senin yanında dört nal koşardı.
Savaşın alevi, erkekleri beden bedene gelmeye zorlar ve sen
kardeşlerinle birlikte, atlan atlarla çatıştırırken; düşmanı,
şeytanların vampir ve akbabaları dirgeniyle vurması gibi vurur
geçerdin!
Kuşkusuz! Çarpışma · günlerinde yaşamı aşağılardın, yaşamı
aşağılamanın, anıların en büyüğü ve en değerlisi olduğu bilinir.

1 Mardıı.ıs"te "Cette d'armes" diye anılan hu giysi. Petit Larouuse"da "Eskiden zırhlar üzerine
giyilen bir tür urba ya da eteklik" olarak geçiyor (Ç.)

}Ol
Kaç kez dikenli demirden miğferlerle ve örgülü çift zırhla donanmış
çevrintilere atıldın, kasırganın zift renkli dehşet dolu karınlıklarına
aldırmadan!
Bir Rukain gönderine benzercesine güçlü ve tığ gibi, bir altın
bileziğin parlaklığıyla boylu boyunca tüm gençliğinle parıldardın!
Yörende savaşın karmaşıklığı ortasında, ölüm, kan içinde yüzen
harmanisini sürüklerken;
Savaşın kızıl çarkı iki ordugahın en �ğitleri üzerinde dehşetle
dönerken ve sen düşman süvari birlikleri üzerine saldırırken, kaç at
çatlattın, ey kardeşim!
O zaman kıvılcımlar saçan örgülü zırh giysinin eteklerini, ciğerleri
böğründe hoplayıp gunıldayan atının üzerine kaldınrdın!
Kargıları canlandırır, ucu savaşçıların karnına saplanır ve
böbreklerinin dibine kadar işlerken, parıltılarını söndürürdün.
Sen, fırtınanın ortasında, avının üzerine çift silahları olan dişleri ve
pençeleriyle atılan güçlü kaplandın.
Mahzun ya da mutlu ne çok esireyi sürü halinde, yağmurun ilk
damlalarının harekete geçirdiği güzel karaca sürüleri gibi, önünde
sürer giderdin!
Sabahleyin, örtüleri karman çorman, korku ve dehşetten çıldırmış
başıboş dolaşırken, ne çok beyaz kadını kurtardın!
Bizi, korkunç görünümü ya da sadece anlatılması hamile kadınlara
çocuk düşürten ne çok felaketten korudun! Kim bilir ne çok ana,
eğer senin kılıcın :;'t!tişmeseydi, çocuksuz kalacaktı!
Sonra, ey kardeşim, kargaşalık içinde, kargının demiri gibi delici ve
sonsuza kadar aramızda anılıp duracak olan ne çok savaş türkülerini
rahatça söylerdin!
Ah! Amr'ın yüce gönüllü oğlunun ölümünden sonra, yıldızlar
sönsün, güneşin ışınlan görünmez olsun! O bizim güneşimizdi,
bizim yıldızımızdı.
Sen artık yok olduğuna göre, kardeşim, şimdi akşamın alaca
karanlığında, Kuzeyin hazin rüzgarı yankılarla uğuldarken garipleri
kim devşirecek?
Ne yazık ki! Sizi sürüleriyle besleyen, sizi silahıyla koruyan kişiyi, ey
yolcular, çukurunu kazıp toprağa bıraktınız.

102
Çit oluşturan kazıkların ortasındaki korkunç konutuna koydunuz
siz onu. Ve üzerine selamete ulaşsın diye kederli dallar attınız.
Üzerlerinden çoktan yıllar ve günler geçmiş olan cetlerimizin
mezarları arasında yatsın!
Ey kardeşim, Suleymilerin en güzel çocuğu, senin yitişin benim için
dokunaklı bir acıdır! Ve bende karar ve cesaret bırakmamıştır.
Yeni doğmuş torunundan yoksun bırakılan devesi, onun
sevecenliğini yanıltmak isteyenlerin gösterdikleri suretlerin
yöresinde şikayet ve umutsuzluk haykırışları kopararak döner;
Gider, tedirgin, her yerde onu arar ve anısı tazelenince artık
otlaklarda otlamaz olur. Böylece o bile iniltiler koparır ve şaşkın
sıçrar durur.
Ama, beni kahreden kederin hafif bir belirtisini bile göstermiş
olmaz, kardeşim! •
Oh! Senin için döktüğüm gözyaşları hiç kurumayacak! Asla
dinmeyecek hıçkırıklarım! Ağlayın, gözlerim; bitip tükenmez
gözyaşları dökün!

Ve tam da bu mersiyenin okunması dolayısıyla büyük Ukaz Pa­


nayırı'nda toplanmış olan şair Nabigah ül-Dubyani ve öteki şairler,
Arabistan'ın tüm kabilelerinin önünde her yılki gibi şiirlerini okur­
larken, Tumadir el-Hansa'nın erdemi hakkında kendilerine soru
sorulunca, ağız birliğiyle "Şairlikten yana ademoğullannı da, ecinni­
leri de geçmiştir!" diye yanıt vermişler.
Ve Tumadir, Arabistan' da kutsanmış İslam'ın zuhurundan son­
raki yıllara kadar yaşamıştır. Ve barış ve dua üzerine olası Muham­
met'in hicretinin sekizinci yılında, o zamanlar Suleymilerin yüce
başkanı olan oğlu Abbas ile birlikte peygambere biat ettiğini söyle­
meye gelmiş ve İslam'la onurlanmıştır. Peygamber de onu onurlan­
dırarak karşılamış ve şairlere pek değer vermediği halde, onun şiir­
lerinin okunmasından haz duymuştur. Ve onu, şiirsel soluğundan
ve tanınmış olmasından ötürü övmüştür. Dahası, Tumadir'in şiirle­
rinden birini kendisi de tekrarlayarak aruz veznine karşı pek duyar-

103
lı olmadığını göstermiştir. Çünkü, bir dizenin son iki kelimesinin
yerlerini değiştirerek bu şiirin niteliğini bozmuştur. Ve saygın Ebu­
bekir, vezni bozan bu hatalı okuyuşu işitince, yeri değişen iki sözcü­
ğün durumunu düzeltmek istemiş, ama dua ve barış üzerine olası
Peygamber, ona "Ne önemi var? Aynı şey değil mi?" demiştir. Ebu­
bekir de "Kuşkusuz, ey Tanrı'nın elçisi, Tanrı'nın Kutsal Kuran'ın­
da açıkladığı 'Biz Peygamberimize, dize kurma tekniğini öğretme­
dik; onun buna ihtiyacı yoktur. Kuran bir öğretidir. Okunması sade
ve anlamı açıktır' şeklindeki sözleri tüm olarak haklı çıkarıyorsun!"
diye yanıt vermiştir. Ama en iyisini Tanrı bilir!
Sonra genç adam dinleyicilerine "İşte size putperestlik dönem­
lerindeki Arap cetlerimizin yaşamı üzerine başka bir hayranlık
uyandıran öykü" demiş. Ve de sözünü şöyle sürdürmüş:

ŞAİRFİNT

Bize kadar gelen bir öyküde, o zamanlar Rabiaların ilk kökenle­


rinden Büyük Bekriler kabilesinin dallarından biri olan Beni Zim­
man kolunun yüz yaşındaki başkanı Şair Fint'in iki genç kızı var­
mış. Büyüğünün adı Ufeyre Güneşler, küçüğünün Huzeyle Aylar
imiş. O sıralarda, tüm Bekri kabilesi, kalabalık ve güçlü Talabilerle
savaş halinde imiş. Ve Fint, ilerlemiş yaşına karşın, kabilesinin en
tanınmış yiğidi sayıldığından, Bekrilerin savaşmakta olan esas bir­
liklerine katılmak üzere yola çıkan yetmiş kişilik bir atlı birliğin ba­
şında bulunmaya layık görülmüş. İki genç kızı da bu yetmiş kişilik
birliğin içindeymiş. Ve Bekrilerin genel karargahına, Beni Zimman­
ların sağladığı katkının ulaşmakta olduğunu bildirmek üzere gönde-

104
rilen ulak, nezdine gönderildiği kişilere "Bizim kabilemiz, size bin
savaşçı ve yetmiş atlıdan oluşan bir katkı sağlıyor" demiş. Bununla
Fint'in, kendi başına, bin kişilik bir orduya bedel olduğunu anlat­
mak istiyormuş.
Sonra, Bekrilerin bünyesindeki tüm kabilelerin katkıları bir­
araya gelince, savaş bir kasırga gibi bütün dehşetiyle patlamış. An­
cak o zaman, yengin Bekrilerin, onları özgür bırakıp geri çe,;rme­
den önce tutsaklarının tepelerindeki perçemlerini kestiklerinden
ötürü, Perçem Kesme Günü ı diye adlandınlarak tüm belleklerde
yer alan bir muharebeye girişilmiş. İşte tam da bu unutulmaz savaş­
ta Fint'in kabına sığmaz iki savaşçı olan kızları, günün kahramanla­
rı olarak ebedi bir ün kazanmışlar...

Anlatısının burasında Şehrazat, sabahın belirdiğini görerek "ya­


vaşça susmuş.

Ama Dokuz Yüz Yetmiş Beşinci Gece Olunca


Demiş ki:

İşte tam da bu unutulmaz savaşta Fint'in kabına sığmaz iki sa­


vaşçı olan kızları, günün kahramanı olarak ebedi bir ün kazanmış­
lar.
Çünkü savaşın en kızgın bir anında ve başarının sallantıda oldu­
ğu bir sırada, iki genç kız birdenbire bineklerinden yere atlayıp göz
açıp kapayasıya kadar geçen bir sürede soyunmuş, Üzerlerinden giy­
silerini ve örgü zırhlarını atarak çırılçıplak, kolları ileride, biri Bek­
ri ordusunun sağ kanadının ortasına, öteki sol kanadına, titreyerek

ı 11athers'de, Yevm ül-Tahalı'.ık ıÇ.ı

105
ve soyunuk, üzerlerinde sadece yeşil renkli bezekleri olduğu halde1
saldırmışlar. Ve o kargaşalıkta, her biri seslerinin olanca gücüyle bi­
rer doğmaca savaş türküsü söylemiş; o zamandan beri bu türküler,
ağırlıklı ramel dizemi ve üçüncü telin belirginlik kazandığı bir ton
üzerinden ve tef ağır vurgulamalarla eşlik ederken çalınıp söylen­
miştir. 2
İşte ilkin Ufeyre Güneşler'in söylediği türkü:

Düşmana! Düşmana! Düşmana!


Kızıştırın savaşı, Bekri'nin ve Zimman'ın evlatları, kavgayı sıkışık
düzende yapın!
Tepeler atların nalları altında ezilsin.
İlerleyin düşmana doğru, ilerleyin!
Onur! Onur o kimseye ki, bu şafak vakti, kızıl harmaniyeye bürünür!
Haydi yiğitleriml Çökün üzerlerine, biz de sizi dolu kucaklarla
saralım!
Geniş yaralar, kudurganlık halindeki bir deli kadının giysisinin açık
yerlerine benzer şekilde ortaya çıksın!
Biz de size yumuşacık bir yatak hazırlarız!
Ama irkilirseniz, biz de sizden, aşka layık olmayan bir adamdan
kaçar gibi kaçarız!
Öyleyse, ilerleyin, ilerleyin düşmana doğru! İleri, Bekri ve Zimman'ın
evlatlarına onur kazandırın!
Kızıştırın savaşı, kavgayı sıkışık düzende yapın!
Öldürün ve yaşayın ırkımın evlatları! İleri!

:\1rıthers '"Yeşil renkli hal hallan ve bilezikleri oldugu halde" ,şeklinde çevirmiş. t Ç. ı
2 .\fardrns. L:çüncü tel deyimi yerine "tetracord"" deyimini: ton yerine "tonique'" deyimini kul­
lanmı:,;tıı· ki: hu musiki deyimlerinden tetroı.:ord: Döıt notadan ibaret yarım oktvlık akord
ı Redhousel: lonique: Bir pıırçıının lıestelencliği tonun gamındaki ilk nota anlamına gelmek­
tedir. 1 Petit LsrousseJ

106
Ve işte, bir adım bile gerilememek üzere güven sağlamak için
devesinin bacaklarını kesen babası Fint'in yanıbaşında Beni Zim­
man sancağını çevreleyenlerin ateşini körüklemek için Huzeyle Ay­
lar'ın öfkeyle haykırdığı savaş türküsü de şöyle:

Cesaret Zimman evlatları, cesaret soylu Bekriler,


Vurun, vurun keskin kılıçlarınızla!
Düşmanın başına kızıl ölümün binlerce yıldırımını yağdırın!
Hepsini, hepsini boğazlayalım!
Cesan:t, analarınızın, karılarınızın savunucuları!
Bir sabah yıldızının güzel kızlarıyız;
Misk saçımızı kokulandırır, inciler boynumuzu süsler.
Boğazlayın, boğazlayın hepsini! Biz de sizi kollarımızla saralım!
Cesaret, cesaret Rabia'nın yiğit savaşçıları!
İçinizde en yiğit olana bekaretimin çiçeğini feda edeceğim.
Çökün düşmanın üstüne! En yiğit olana Huzeyle Aylar feda olsun!
Boğazlayın, boğazlayın hepsini!
Ama geri çekilen korkakları lanetleriz, biz!
Aşağısamaya eşlik eden dudakların ve yüreğin lanetiyle!
Öyleyse vurun keskin kılıçlarınızla! Kanları ayaklarımız için halı
oluştursun!
Boğazlayın hepsini, keskin kılıçlarınızla vurun! Boğ'.ızlayın hepsini!

Ve bu iki ölüm türküsü duyulunca, yeni bir heyecan Bekrilerin


kanını kaynatmış; hırslı saldırı iki kat hız kazanmış ve utku onlar
için kesin ve mutlak olmuş.
Eski putperestlik çağındaki atalarımız işte böyle dövüşüyorlar­
dı. Ve işte kızları böyle davranıyorlardı! Cehennemin ateşi onlar
için çok kıyıcı olmasın!
Sonra coşan dinleyicilerine genç adam "Şimdi her ikisi de put­
perestlik çağında yaşamış olsan Sultan Fatıma ve Şair Murakiş'in
Serüveni'ni dinleyin!" demiş ve şöyle konuşmuş:

107
ŞAİR MURAKİŞ

Anlatırlar ki, Irak'ta, Hire Şahı Neman'ın adı Fatıma olan bir
kızı varmış. Bu kız ateşli olduğu denli güzelmiş. Genç sultanın pek
güvenilmeyen mizacını bilen Şah Neman da, ırkına bir onursuzluk
ya da uğursuzluk gelmesin diye onu uzaklarda bir saraya kapatmış.
Ve aynı şekilde yine kızının onuru ve de ihtiyatlı olmak için bu sara­
yın yöresini gece gündüz silahlı muhafızlarla korumaya gayret göste­
riyormuş. Sultan kızının hizmetinde bulunan bir nedimeden başka
hiç kimse Fatıma'nın erdeminin koruyucusu olan bu sığınağın içine
giremezmiş. Aynca, bilgelik ve güvenmezlik gereği olarak, bu koru-

108
yucular, her akşam sultanın kızına hizmet eden genç kızın küçük
ayaklarının izlerini silmek ve böylece ertesi gün, serüven arayan ser­
seriler olursa, bunların bırakacağı ayak izlerini görmek üzere, sara­
yın yöresinde kumlu toprakları yatıştırıp düz hale getirmek için yer­
de sürünen büyük yün harmanilerle dolaşırlarmış.
Böylece, güzel tutsak, her gün, birçok kez, zoraki manastırının
taraçasına çıkar ve orada iç çekerek gelip geçene bakarmış. Günün
birinde, adı İbnat-İclan olan genç hizmetçisinin görünümü güzel bir
gençle görüştüğünü görmüş. Ve sonradan genç kızdan, kızın aşık ol­
duğu gencin ünlü Şair Murakiş olduğunu ve kendisinden birçok kez
aşkın zevklerini tattığını öğrenmiş. Gerçekten güzel ve şen şakrak
nedimesi, hanımına şairin güzelliğini ve hayran olunacak saçlarını
öylesine hoş sözlerle övmüş ki, ateşli Fatıma, kendi bakımından
onu tutkuyla görmek ve ondan zevk almak istemiş. Ama ilkin, bir
sultan kızı olmanın ince nezaketiyle soylu bir ailesi bulunup bulun­
madığından güven duymak istemiş. Bu da, o günlerde Arap görgü
kurallarına onun gibi yüce soy sopa sahip olanların ne denli dikkat
ettiğinin bir kanıtıymış. Böylece kendinden daha düşük soylu, dola­
yısıyla daha az kusur bulucu ve daha az güç beğenisi olan nedimesin­
den ayırt ediliyormuş.
Dolayısıyla, bu maksadın sağlanması için, sürgün sultanın ke­
sin bir kanıta ihtiyacı varmış. Ve genç kızla şairin kasra sokulması
ihtimali hakkında görüşürken "Dinle! Yarın genç adam seninle bir­
likte olunca, ona kokulu ağaçtan yapılma bir misvak I ve yine içine
biraz koku serpeceğin bir buhurdan ver. Bunları verdikten sonra,
koku kendisine bulaşsın diye buhurdanı giysisinin altında tutarak
ayakta durmasını söyle. Misvakın ucunu ağzıyla koparır ya da ko­
parmaksızın emmeye başlarsa ya da misvağı almayı reddederse bu,

1 Misvak: Kuzey Afrika'da yetişen dikensiz bir ağacın ucu dövülüp fırça duıumuna getirilen
ve diş temizliğinde kullanılması Müslümanlıkta sünnet olan çubuğu (Türk Dil Kurumu.
Türkçe Sözlük).

109
inceliği olmayan sıradan bir adamdır. Ya da buhurdanı giysisinin al­
tına sokar ya da onu almayı reddederse, yine boş bir adam olduğu
anlaşılır. Ve o zaman, ne kadar büyük bir şair olursa olsun, inceliği
bilmeyen bir erkek, sultan kızlarına layık değildir" diyerek sözünü
tamamlamış.
Böylece, ertesi sabah, genç kız, aşığını bulmaya gidince bu de­
neyi yapmaktan geri kalmamış. Odanın ortasına yanmış bir buhur­
dan bırakmış ve içine koku attıktan sonra, genç adama "Gel de ken­
dini kokulandır!" demiş. Ama şair yerinden kıpırdamamış ve "Onu,
sen benim yakınıma getir!" diyerek yanıt vermiş. Genç kız da öyle
yapmış; ama şair buhurdanı asla giysilerinin altına sokmamış ve sa­
dece saçlarıyla sakalını kokulandırmakla yetinmiş. Bunu izleyerek
sevgilisinin kendisine uzattığı misvağın ucundan bir parça kesip at­
tıktan sonra, ucunu eğilir bükülür bir firça haline getirmiş ve bunun­
la dişlerini ovmuş ve diş etlerini kokulandırmış. Bunu yaptıktan
sonra, genç kızla aralarında olacaklar olmuş. Kız, muhafaza altında
bulunan saraya dönünce, küçük kız, kabına sığmaz hanımına dene­
yinin sonucunu anlatmış. Fatıma da hemen "Bu soylu Arabı bana ge­
tir! Ve de çabuk ol!" demiş.
Ama muhafızlar silahlı sert adamlarmış ve de kulakları kiriştey­
rniş. Her sabah, sultanın babası olan Şah Neıpan'ın kahinleri, oraya
gelip kum üzerinde iz bulunup bulunmadığını araştırırlarmış. Ve
de dönüp şaha "Ey zamanın şahı, bu sabah, genç İbnat-İclan'ın
ayak izlerinden başka iz bulamadık!' derlermiş.
Bu durumda sultan kızın kurnaz hizmetçisi, geçerken iz bırak­
maksızın şairi hanımının yanına nasıl sokmuş biliyor musunuz? Şöy-
1-.: Hanımının saptadığı gece, genç adamla buluşmuş ve kararsızlık
göstermeksizin onu sırtına almış ve onu olduğu yerde tutmak için
uçlarını önünde düğümlediği bir örtüyle sarmış. Böylece kadın avcı­
sını tehlikeye sokmaksızın ve kendini ele vermeksizin sultanın yanı­
na getirmiş. Ve şair şah kızının yanında beyaz, tatlı ve sıcacık, kutla-

110
nası bir gece geçirmiş. Şafak vakti, içeri girdiği tarzda, yani genç kı­
zın sırtında dışarı çıkmış.
Peki, sabahleyin ne olmuş? Şahın kahinleri, her sabah olduğu
gibi, kum üzerindeki izleri incelemek üzere gelmişler. Sonra da sul­
tan kızın babası olan şahın yanına gidip ona "Efendimiz, bu sabah İb­
nat-İclan'ın küçük ayaklarının izlerinden başka bir şey görmedik.
Ama bu genç kız, sarayda hatırı sayılır derecede şişmanlamış; çün­
kü kumdaki ayak izleri daha derinleşmiş görünüyor" demişler.
Her şey bir süre böyle sürüp gitmiş. İki genç aşık, nedimenin
şairi sırtında taşıyarak saraya sokmasıyla, birbirleriyle sevişerek,
ertesi gün de kahinler genç kızın şişmanlığından söz ederek. Bizzat
şair, mutluluğunu kendi elleriyle yok etmeseymiş, işlerin böylece
sürüp gitmesini engelleyecek hiçbir şey yokmuş.
Yakışıklı Murakiş'in çok sevdiği ve kendisinden asla hiçbir şey
esirgemediği bir dostu varmış. Ona bu garip serüvenini anlatınca,
bu genç dostu, boyu ve davranışlarıyla Murakiş'e benzerliği sayesin­
de, gecenin karanlığında, Murakiş'in kendisiymiş gibi yutturula­
rak, aynı tarzda Sultan Fatıma'nın nezdine sokulması dileğinde bu­
lunmuş. Murakiş de gencin ısrarına dayanamayarak, yeminle vaade­
dip bu arzuya boyun eğdiğini bildirmiş. Ve geceleyin genç dostu
genç kızın sırtında onun yerini almış ve sultan kızın yanına sokul­
muş.
Karanlıkta, başlaması gereken işe girişilmiş. Ama, birdenbire,
karanlıklara karşın, Fatıma, ustaca, sertliğin yerine yumuşaklık, ya­
kıcı bir ateş yerine ılıklık ve cömertlik gösterilecek yerde cimrilik ol­
duğunu hissederek değişikliğin farkına varmış. Ve o saat ve o anda,
öfke dolu bir tekmeyle davetsiz misafiri geri iterek yataktan fırla­
mış ve nedimesini çağırarak bilinen tarzda onu dışarı götürmesini is­
temiş...

Anlatısının burasında Şehrazat, sabahın belirdiğini görerek ya­


vaşça susmuş.

lll
Ama Dokuz Yüz Yetmiş Altıncı Gece Olunca

Demiş ki:

... Nedimesini çağırarak bilinen tarzda onu dışarı götürmesini


istemiş.
Ve bu olayı izleyerek, şahın kızı şairi reddetmiş ve ihanetini as­
la bağışlamamış. O da acısını ve pişmanlığını anlatabilmek için şu
kasideyi düzenlemiş:

Elveda güzel Bekri kızı! Ben ayrılsam da mutluluk seninle olsun,


yanıbaşında!
Ne yazık ki, Fatıma'n, nabka 1 dallan gibi zarif bedeniyle, bir
devekuşu gibi uyumlu yürüyüşüyle senin olmayacak artık bir dah a, ey
mutsuz Murak.iş!
Bedeniyle, yürüyüşle ve de küçük bir gölün sulan kadar duru
güzelliğiyle!
Güzelliğiyle ve taze bir tükürüğün ıslattığı. güzel parlak dişleriyle!
O ki, saf bir şebneme benzerdi! Bir gümüş paranın yüzüne benzer
düz ve parlak yanakları, güzel elleri ve bilezikleriyle; ve saçlarının
siyah dalgalarıyla!
O ki, senin gecelerini büyüler ve yüreğini hançerlerdi. Artık elveda!
Her şey yitip gitti.
Bir dost hevesi uğruna, ey gönlü yüce Murakiş, her şeyi yitirdin.
Umutsuzlukla kendini de ye, bitir; dişlerinle on parmağını ısırarak
kopar; güzel bir dostun hevesi yüzünden!
Ne yazık! Her şey yitip gitti, senin gördüğün her şey bir düşten başka
bir şey değildi; düşler de uykunun güzel yanılsamalarıdır ve sana
öın.rün boyunca yasak!

Şair Murakiş aşk yüzünden ölenlerden biri olmuş.

1 Nabka· Yakındoğu'dayetişen bir hünnap türü (Zizyphus spina-Christi)(Meydan Larousse).

112
Sonra genç adam dinleyicilerine "İslam'ın bize henüz ulaşmadı­
ğı zamanlarda geçen Kindilerin şahı ile karısı Hint'in şu öyküsünü
de dinleyin!" demiş:

ŞAH HUCR'UN İNTİKAMI

Eski cetlerimizin anlatılarına dair bize kadar gelen öykülerden


birinde, Kindi kabilelerinin başı ve yiğitlemeler düzenlemekte usta
Şair İmre ül-Kays'ın babası olan Şah Hucr'un, yırtıcılığı ve gözüpek­
liğiyle Araplar arasında çok korkulan bir kişi olduğu bilinir. Hatta
bu kişi, kendi aile üyelerine karşı bile o denli acımasız imiş ki, oğlu
Sultan İmre ül-Kays, şairane dehasına özgür bir açılım sağlamak
için, babasının çadırlarından uzaklara kaçarmış. Çünkü Şah Hucr,
halkın arasında şair sıfatıyla görünmenin, soyluluğuna ve unvanının
yüceliğine aykın olduğunu düşünürmüş.
Böylece, Şah Hucr'un başkaldıran Beni Essat kabilesine karşı
savaşmak üzere sefere çıkıp topraklarından uzaklaştığı bir sırada,
eski düşmanları Hudailer, Zeyyat'ın komutası altında, ansızın ülke-
sini işgal etmiş; ve çapul olarak, pek çok kuru hurma birikimini; at,
deve ve sürü hayvanı ve de Kindi kadın ve genç kızlarını alıp götür­
müşler. Zeyyat'ın esirleri arasında Şah Hucr'ın çok sevdiği bir ka­
dın olan kabilenin incisi Hint de varmış.
Bu olayın haberi ulaşır ulaşmaz, Hucr tüm savaşçıları ile birlik­
te geriye dönmüş ve Hint'i kaçıran düşmanı Zeyyat'a rastlayabilece­
ğini düşündüğü mahale gelmiş. Ve gerçekten Hudailerin konakla­
ma yerinin oldukça yakınında bir yere ulaşmış. Ve oradan Salih ve

113
Sadi adlı tecrübeli iki casus göndererek onlardan yöreyi tanımaları­
nı ve Zeyyat'ın birlikleri hakkında istihbarat edinmelerini istemiş.

Bu iki casus tanınmaksızın konaklama yerine gizlice girmeyi


başarmışlar. Ve düşmanın sayısı ve konaklama yerinin durumu üze­
rine değerli gözlemlerde bulunmuşlar. Her şeyi incelemek üzere
birkaç saat geçirdikten sonra, casus Salih, arkadaşı Sadi'ye "Zey­
yat'ın maksadı ve konaklama yerinin durumu hakkında edindiği­
miz bunca bilgi yeter sanırım. Tanığı olduğumuz konularda Şah
Hucr'a bilgi vermek üzere ben ayrılıyorum" demiş. Ama Sadi "Ben,
daha önemli Vt! daha ayrıntılı bilgiler edinmeksizin ayrılmak iste­
mem!" diye yanıt vermiş. Ve Hudailerin konaklama yerinde tek ba­
şına kalmış.
Gece olunca, Zeyyat'ın adamları, reislerinin çadırının yanına
nöbet tutmaya gelmişler ve şu veya bu mevkide yer almışlar.
Hucr'un casusu olan Sadi de varlığının sezilmesinden korka korka,

114
ötekiler gibi bulunduğu yerde bağdaş kurmuş olan muhafızlardan
birinin yanına yaklaşarak omzuna dokunma cesaretini göstermiş ve
buyruk verir gibi bir edayla, ona "Sen kim oluyorsun?" diye haykır­
mış. Muhafız "Ben falaıı oğlu filanım!" diye yanıt vermiş. Sadi de
açık ve kesin bir sesle "Pekala!" demiş. Sonra da gidip kimse ondan
gocunmaksızın reisleri Zeyyat'ın çadırının karşısına oturmuş.
Ve böylece çadırın içinde konuşulmakta olanları duymuş. Ko­
nuşan Zeyyat'ın ta kendisiymiş. Yanında da kucaklayıp oynaştığı gü­
zel esire Hint varmış. Birçok şeyin yanısıra, aralarında şu konuşma­
nın geçtiğine tanık olmuş: Zeyyat'ın sesi "Sence ey Hint, kocan şu
anda seninle böyle haşhaşa tatlı saatler geçirdiğimi bilse, ne yapar­
dı, söyle bakayım!" diyormuş. Hint de "Ölümüne, bulunduğun yere
koşup bir kurt gibi dalar, kızıl çadırlarının önüne gelip acı otlar yi­
yip kudurmuş bir deve gibi ağzından köpükler saçarak öç almadan
durup dinlenmek bilmezdi" diye yanıt vermiş. Zeyyat da Hint'in bu
sözlerini duyunca, kıskançlığa kapılmış ve esirine "Ah, seni anlıyo­
rum; Hucr denen yabani hayvan, senin hoşuna gidiyor, onu seviyor­
sun ve beni aşağılamak istiyorsun!" diyerek bir tokat aşketmiş.
Ama Hint olanca sesiyle haykırarak "Sana tanrılarımız Lat ve Uzzat
üzerine yemin ederim ki, hiçbir erkekten kocam Hucr kadar nefret
etmedim. Ama madem ki soruyorsun, neden senden fikrimi gizleye­
yim? Gerçekte, ister uyusun, ister uyanık olsun, Hucr kadar uyanık
ve ihtiyatlı adam görmedim hayatımda!" demiş. Zeyyat da ona ''Bu
nasıl oluyor? Açıklasana bana!" diye sormuş. O zaman Hint "Dinle
bak! Hucr, uykunun etkisi altındayken, bir gözünü kapalı tutarken,
öbürünü açık tutar. Bu öylesine doğrudur ki, gecelerden bir gece,
benim yanımda uyumakta iken, örtünün altından birdenbire bir ka­
ra yılan çıktı ve doğrudan doğruya onun suratına doğru ilerl'edi.
Hucr da, tam anlamıyla uyurken, içgüdüyle başını çevirdi. Yılan da
eline, açık olan avuç içine doğru kaydı. Hucr da hemen avcunu kapa­
dı. O zaman, tedirgin olan yılan uzanan ayaklarına doğru yöneldi.
Ama Hucr, hep uyur halde, bacağını büktü ve ayağını oynattı. Yılan

115
da sarsılarak, ne yana yöneleceğini bilemedi ve Hucr'un yatağının
başucunda dolu olarak bulunmasını benden istediği çanaktaki süte
doğru kaymaya karar verdi. Ve bir kez çanağın üzerine eğilince, sü­
tü oburca içti, sonra da kaseye kustu. Ben de, bunu görünce, içim­
den sevinerek kendi kendime 'Ne umut edilmez talih! Hucr uyanın­
ca, şimdi zehirlenmiş olan bu sütü içecek ve hemen geberecek. Ah!
O zaman bu kurttan kurtulmuş olacağım' dedim. Hucr bir süre son­
ra uyandı. Susamış olduğundan süt istedi. Ve kaseyi ellerimden al­
dı; ama ilkin içindekini koklamaya özen gösterdi; .:l!erinin titrediği­
ni gördüm; kase düştü ve devrildi. Kurtulmuştu. Hangi koşullarda
olursa olsun, o hep böyledir. Her şeyi düşünür, her şeyi önceden se­
zinler ve hazırlıksız yakalanmaz" demiş.
Casus Sadi, bu sözleri işittikten sonra Zeyyat ile Hint arasında,
buse ve inilti seslerinden başka bir konuşma duymamış. O zaman
yavaşça yerinden kalkıp gizlice uzaklaşmış. Ve bir kez konaklama
yerinin dışına çıkınca, büyük adımlar atarak yürümüş ve şafaktan
önce efendisi Hucr'un yanına ulaşıp ona tüm görüp işittiklerini an­
latmış. Anlattıklarını da "Onları terk ettiğimde, Zeyyat başını
Hint'in dizlerine koymuştu; ve zevkine yanıt veren kölesiyle oynaşı­
yordu" diyerek bitirmiş. Hucr, bu sözieri duyunca, içinden hırılda­
yan bir soluğun koptuğunu duyarak ayağa kalkmış ...

Anlatısının burasında Şehrazat, sabahın belirdiğini görerek ya­


vaşça susmuş.

Ama Dok uz Yüz Yetmiş Yedinci Gece Ol unca

Demiş ki:

... Ve Hucr, bu sözleri duyunca, içinden hırıldayan bir soluğun

116
koptuğunu duyarak ayağa kalkmış ve yola çıkıp Hudailerin konakla­
ma yerine saldırılmasını buyurmuş.
Ve Kindilerin tüm atlı birlikleri yola koyulmuş. Ve Zeyyat'ın
konaklama yerine ansızın saldırmışlar; ve kudurmuşçasına atılıma
girişmişler. Ve Zeyyat'ın Hudaileri çok geçmeden bozguna uğrayıp

kaçmaya başlamış. Ve konaklama yerleri yağmaya uğrayıp yakıl­


mış. Öldürülen öldürülmüş, geri kalan da öfke rüzgarında uçup git­
miş.
Zeyyat'a gelince, kalabalık arasında, Hucr'un intikamından ka­
çanları toparlayıp yeniden cenge sürüklemek isterken fark edilmiş.
Ve Hucr, homurdanıp böğürerek bir alıcı kuş gibi onun üzerine atıl­
mış ve onu atının üzerinden belini kavrayarak yakalamış ve havaya

117
kaldırarak bilek gücüyle bir an öyle tutmuş; sonra yere çarpıp ke­
miklerini ezmiş. Ve başını keserek atının kuyruğuna asmış.
Böylece Zeyyat'dan yana intikamını alınca bu kez Hint'e yöne­
lip onu ele geçirmiş. Kolları ve bacaklarından iki ayrı ata bağlaya­
rak atlan kamçılamış ve her birini ayrı doğrultulara sevketmiş. Böy­
lece kadın, gövdesi kopup parçalanırken, ona "Geber, ey dili alabil­
diğine tatlıyken gizli düşünceleri o denli acı olan kadın!" diye haykır­
mış.
Bu yabancı intikam öyküsünü anlattıktan sonra, genç adam,
dinleyicilerine "Madem ki, Kutsal İslam'dan önceki dönemden söz
ediyoruz, bize, dua ve barış üzerine olası Peygamberimizin sevgili
eşi Ayşe Anamızın o zamanın kadınlarının görenekleri üzerine anlat­
tığı şu öyküyü de dinleyin!" demiş. Ve Ayşe'nin şu öyküsünü anlat­
mış:

EŞLERİ TARAFINDAN DEGERLENDİRİLEN


KOCALAR

Günlerden bir gün, Yemenli birkaç soylu kadın, evimde toplan­


mış bulunuyorlardı. Kendi aralarında yemin ederek, tüm gerçekli­
ğiyle ve hiçbir şey gizlemeden, iyi ve kötü yanlarıyla kocalarının ne
gibi kimseler olduğunu açıklamayı kararlaştırdılar.
İ lki söz alarak "Benim kocamı mı soruyorsunuz? Çirkin, ulaşıl­
ması güç bir dağ tepesinde bulunan kokuşmuş bir deve etine ben­
zercesine yanına yaklaşılmaz biridir. Böyle olduğu halde o denli za-

118
yıf ve kurudur ki, kemiklerinde iliğin zerresi bulunmaz. Sanki yıp­
ranmış bir hasırdır!" dedi.
İkinci Yemenli kadın "Benim ki! Aslında onun hakkında tek bir
söz bile etmemem gerek! Çünkü ondan sadece söz etmek bile bana
tiksinti verir. Yola getirilemez bir hayvandır; çünkü ağzımdan ona
yanıt veren bir söz çıksa, beni boşamaya kalkar; eğer susarsam; be­
ni, sanki demir bir mızrağın çıplak ucu önünde oynatırcasına itip ka­
kıştırır" dedi.
Üçüncüsü "Benim için, benim şirin kocam işte şöyledir: Yemeği­
ni yiyip bitirince tabağı dibine kadar yalar; içince suyu son damlası­
nı bitirinceye kadar höpürdetir; çömelip bir paket gibi kendi üzeri­
ne kapanır ve kendi içine sokulur; ve eğer sizi beslemek üzere bir
hayvan vurursa, en cılızım, en etten yoksun olanını öldürür. Gerisi­
ne gelince, hemen hiçbir şey göremezsiniz. Elini bana nasıl olduğu­
mu anlamak için bile sürmez" dedi.
Dördüncüsü de "Amcamın oğlu, benden ırak olsun! Gece gün­
düz gözlerim ve yüreğim için ağır bir yüktür! Kusurların, çılgınca ve
budalaca davranışların bir hazinesidir. Hiç yoktan size bir kafa vu­
rur ya da karnınızı deler ve yırtar; ya size saldırır ya da aynı zaman­
da vurur, yaralar; Allah belasını veresice tehlikeli bir kurttur o!" de­
di.
Beşincisi ise "Oh, benim kocam! Tihame'nin ı güzel gecelerin­
den biıi gibi güzel ve yakışıklıdır; koca bir bulutun yağmuru gibi cö­
mert, onurludur ve tam savaşçılarımızın kendisinden çekindiği bir
yiğittir. Ortaya çıktığında görkemli ve amansızdır. Yücedir ve cö­
mertliği, herkese açık olan ocağının külünü her zaman bol kılar. Adı
sanı alt alta yazılsa yüce ve onurlu bir sütun oluşturur. Açlığını şö­
len gecesinde bile tutacak kadar yetingendir; tehlike gecesinde uyu­
yamayacak kadar uyanıktır; konutunu, yolcuları ağırlamak için or-

1 Tihame: Eskiden :\Jekke'ye verilen ad t:\leydan Loussel

l 19
talık yerde yaptırmış olacak kadar konukseverdir. Oh, bilseniz ne
kadar yüce ve yakışıklıdır o! Ve ne kadar sevimlidir! Cildi yumuşak
ve hoştur; sizi tatlı tatlı gıdıklayan ipek tüyü bir tavşan yumuşaklı­
ğında! Soluğunun tatlı kokusu zambağın güzel kokusu gibidir. Ve
tüm gücü ve kudretinden yararlanarak istediğimce onunla keyfimi
çatarım" dedi.
Ve sonunda altıncı Yemenli kadın hoş bir edayla güldü ve sırası
gelince "Oh! Bana gelince, benim kocam Malik Ebu-Zar'dır, tüm ka­
bilemizde tanınmış olan o harika Ebu-Zar! O beni, sıkıntı ve darlık
içinde olan fakir bir aıtenin çocuğu olarak buldu ve güzel renklerle
donanmış çadırına götürdü, kulaklarımı zengin küpelerle, gerdanı­
mı güzel ziynetlerle, ellerimi ve topuklarımı da güzel bileziklerle
süsledi; ve cılız kollarımı tombullaştırdı. Eşi olarak beni, içinde dur­
maksızın utla söylenen şarkılar duyulan, saplan üzerine dikilmiş gü­
zel sahra kargılarının kıvılcımlar saçtığı, her zaman at kişnemeleri­
nin işitildiği, geniş ağaçlıklarında t.oplanan dişi develerin homurtula­
rı, buğday çiğneyip döven kimselerin gürültüleri ve Wrbitine karı­
şan yi'rmi sürünün bağırtıları işitilen konutuna götürdü. Onun nez­
dinde, keyfimce konuşurum, beni ne azarlar ne de ayıplar. Yatar-,
�m eğer bana kaba davranmaz, uyursam sabah keyfi yapmama izin
verir. Rahmimi dölledi ve bana bir oğlan evladı sağladı, hem de ne
· . oğlan! Öylesi'!ı.e narin ki, beşiği, ancak hasırın örgüsünden alınmış
bir hasırotu sapı kadar geniş; o kadar terbiyelidir ki, yeni doğmuş
bir oğlak gibi az bir yiyecekle karnı doyar; ve öylesine güzeldir ki,
yün örgüden giysisi içinde yürüyüp salınırken ona bakanların akılla­
rını başlarından alır! Bana Ebu-Zar'ın verdiği kıza gelince, ne tatlı
şeydir;! Evet, Ebu-Zar'ın kızı çok zariftir! Bir saç örgüsü gibi sıkı sı­
kıya bedenif!l saran üstlüğüyle, giysisini zorlayan hayranlık verici
tombulluğuyla, biçimli ve çıkıntısız karnıyla, giysisinin altındaki na­
rin ve dalgalı beliyle, zengin ve kabarık art yuvarlarıyla, tombul kol­
larıyla, iri ve canlı gözleriyle, koyu siyah göz bebekleriyle, ince ve ki­
bar yay biçimi kaşlarıyla, zengin bir kılıcın ucuna benzer, hafifçe ke-

120
merli burnuyla, güzel ve özdenlikli ağzıyla, nermin ve cömert elleriy­
le, içtenlikli ve şakrak neşesiyle, gölge gibi ferahlık veren konuşma­
sıyla, ruhu alıp götüren misk gibi kokulu ve ipek kadar yumuşak ne­
fesinin soluğuyla kabilenin incisidir o! Ah! Gökler Ebu Zar'ıını koru­
sun benim! Ve de Ebu-Zar'ımın oğlunu ve de kızını Ebu-Zar'ın! On­
ları benim sevecenliğime ve sevincime bağışlasın!" dedi.
Yemenli altıncı kadın da böyle konuşunca, bana onları dinle­
mek zevki bağışlanmış bulunduklarından dolayı kendilerine teşek­
kür ettim; ve ben de, sıram gelmiş olmakla, onlara "Kardeşlerim,
Yüceler Yücesi Tanrı, kutsanmış Peygamberi bize bağışlasın! O ba­
na, anamın babamın kanından da değerlidir...

Anlatısının burasında Şehrazat, sabahın belirdiğini görerek ya­


vaşça susmuş

Ama Dokuz Yüz Yetmiş Sekizinci Gece Olunca


Demiş ki:

"Kardeşlerim, Yüceler Yücesi Tanrı, kutsanmış Peygamberi bi­


ze bağışlasın! O anamın, babamın kanından da değerlidir. Ama kuş­
kusuz, onu gereğince övmek için ağzım yeterince temiz değildir.
Bundan dolayı, bir zamanlar, kadınlar konusunda, sadece onun ba­
na söylediğini tekrarlanmakla yetineceğim. Biz kadınlar, cehennem­
de, ateşin yuttuğu pek çok yakacak maddelerinden biriyiz. Günün
birinde, ahret yolunda bana ışık tutacak bazı öğüt ve görüşler bildir­
mesini kendisinden rica etmiştim. Bana 'Ey Ayşe, benim sevgili Ay­
şem, Müslüman kadınlan kendilerini iyi gözleyip gözetsinler, acıla­
rına katlansınlar, ellerinde bulunana şükretsinler, kocalarına bol
bol çocuk doğursunlar; ve onları hoş tutup kendilerine özen göster­
sinler; ve girişimleri dolayısıyla Tanrı'nın hayırlarını asla bilmezlik-

121
ten gelmesinler. Çünkü, ey benim sevgili Ayşem, Nasip Dağıtıcı, iyi­
likleri görmezlikten gelen kadınları bağışlamasından uzak tutar. Ve
kocasına saygısızca bakanlar, yüzlerine karşı ya da artlarından, onla­
ra "Yüzün ne kadar çirkin! Sen ne iğrenç ve kötü bir kişisin!" diyen­
ler olursa, Tanrı gözünün birini burup şaşı eder ve bedenini uzatıp
biçimsizleştirir; onu hantal, iğrenç, nefret verici bir pörsük et yığını­
na dönüştürür; buruşuk, çökük, sarkık art yuvarlarının üstünde pis­
lik içinde oturur hale sokar. Ve kadın, eğer evlilik yatağında ya da
başka yerde kocasına düşmanca davranırsa ya da tatsız sözlerle onu
kızdırırsa ya da keyfini kaçırırsa, Nasip Dağıtıcı, Kıyamet Günü'n­
de bunların dilini etten yapılma kirli bir kayışa döndürecek ve yet­
miş karış uzatarak ve bu müthiş ve soluk renkli dili suçlunun boynu­
na saracak. Ama, ey Ayşe, kocasının sakin yaşamını asla tedirgin et­
meyen kadın, kocasından izin almaksızın geceyi asla konutunun dı­
şında geçirmeyen, pahalı elbiseler ve değerli örtüler almak gülünç­
lüğüne kapılmayan, ellerine ve ayaklarına değerli bilezikler geçir­
meyen, inananların bakışlarını çekmeyi asla düşünmeyen ve Tan- •
rı'nın kendisine sağladığı güzellikten hoşnut olan, sözleri tatlı, hayır
işlemede zengin, kocasına karşı gönül okşayıcı ve saygılı, çocukları­
na karşı sevecen ve ilgili, komşuları hakkında iyi düşünen ve Tan­
rı'nın tüm yaratıkları hakkında iyilik dileyen kadın, oh! Bu kimse,
sevgili Ayşe, peygamberlerle ve Tanrı'nın diğer seçkin kullarıyla
birlikte cennete girecektir!' dedi.
Ben de, heyecanlar içinde 'Ey Tanrı'nın Elçisi, sen benim için
anamın, babamın kanından daha değerlisin!' diye haykırdım."
"Ve şimdi, İslam'ın kutsanmış zamanlarına ulaşmış bulunduğu­
muza göre" diye sözünü sürdürmüş genç adam "Bu temiz ve katı za­
manların Emir-ül-Mümininleri içinde en temiz ve en katı kişi olan
Halife Ömer ül-Hattap'ın yaşamından bazı alıntılar dinleyin ben­
den!" demiş ve şu öyküyü anlatmış:

122
DOGRUYU EGRİDEN AYIRT EDİCİ ÖMER

Anlatırlar ki, İslam'ın en dürüst ve en çıkar gütmeyen


Emir-ül-Müminin Ömer İbn Hattap, dua ve barış üzerine olası Pey­
gamber'in kendi hakkında verdiği bir hükme itaat etmeyi reddede­
ni kılıcının bir vuruşuyla ikiye böldüğü için El-Faruk ya da Doğru­
yu Eğriden Ayırt Edici diye adlandırılmıştı.
Onun sadeliği ve çıkar gütmezliği o haldeymiş ki, günün birin­
de Yemen padişahlarının hazinelerinin sahibi olduğu sırada, tüm ga­
nimetleri Müslümanlar arasında fark gözetmeksizin dağıtmış. Ve
herkes kendi payı olarak, öteki şeyler arasında Yemen'in çizgili bez­
lerini de eşit biçimde edinmiş. Ömer de, herhangi sıradan bir savaş­
çı gibi, kendi payını almış; ve kendi payına düşen bu Yemen bezin­
den yeni bir mintan yaptırmış; ve bunu giyinerek Medine'de kürsü­
ye çıkmış ve Müslümanları kafirlere karşı yeni bir sefere hazırla­
mak üzere bir söylev vermeye başlamış. Ama orada bulunanlardan
biri ayağa kalkarak ona "Biz sana itaat etmiyoruz!" diye sözünü kes­
miş. Ömer de "Bunun nedeni nedir?" diye sorunca adam "Çünkü Ye­
men'in çizgili bezlerinin dağıtırken ve her bir Müslüman bundan
bir parça edinirken, sen de aynı şekilde pay aldın. Oysa, bu parça,
senin, bugün üzerinde gördüğümüz gibi bir elbise yaptırman için ye­
terli olamazdı. Eğer sen, bizim haberimiz olmadan, bize verdiğin­
den daha büyük bir parça almamışsan, böylesine iri kıyım olduğuna
göre, sana yaraşacak elbiseyi yaptıramazdın" diye yanıt vermiş. O
zaman Ömer, oğlu Abdullah'a dönerek ona "Ey Abdullah, bu ada­
ma sen yanıt ver. Çünkü açıklaması doğru görünüyor" demiş. Abdul­
lah da ayağa kalkarak "Ey Müslümanlar, bilin ki, Emir-ül-Mümi­
nin Ömer, kendine düşen paydan bir mintan yaptırmayı düşünün-

123
ce, kumaşı eksik geldi. Sonuç olarak, bugüne uygun düşecek bir eş­
yası da buhinmadığından, elbisesini tamamlasın diye ben kendi pa­
yıma düşen kumaşın bir parçasını kendisine verdim" demiş. Sonra
da yerine oturmuş. O zaman Ömer'i sorguya çeken adam "Tanrı'ya
övgüler olsun! Şimdi, artık sana itaat ederiz, ya Ömer!" demiş.
Ve Ömer, bir başka zaman, Suriye'yi, Mezopotamya'yı, Mısır'ı,
İran'ı, tüm Diyar-ı Rum'u ı zaptedip lrak'ta Basra ve Kiıfe'yi kur­
duktan sonra, Medine'ye döndüğünde, on iki parçaya bölünmüş
olan çok eski bir urbayı sırtında taşıyarak camiye ulaştıran merdi­
venler üzerinde bütün gün oturur, uyruklarının en düşkününün bi­
le şikayetlerini dinler, bir emirden bir deveciye kadar herkese aynı
adaleti gösterirmiş.
Aynı dönemde, Rumların elinde bulanan Kostantiniyye'de hük­
metmekte bulunan Kayzer Herakliyos, Arapların emirinin ne gibi
yollar, güç kullanmalar ve hareketlerle hükmetmekte olduğunu
kendi gözleriyle görmesi için bir elçi göndermiş. Elçi Medine'ye
ulaştığında, orada yaşayanlara "Sizin şahınız nerede?" diye sormuş.
Onlar da "Bizim şahımız yoktur, sadece bir emirimiz vardır. Bu da,
Tanrı'nın halifesi Emir-ili-Müminin Ömer İbn-ül Hattap'tır" diye
yanıt vermişler. O da "Kendisi nerededir? Beni onun yanına götü­
rün!" deyince "Ya adalet dağıtmakta ya da istirahat etmektedir" di­
ye yanıt vermişler. Ve ona caminin yolunu göstermişler.
Kayzer'in elçisi camiye ulaşmış ve Ömer'i, başı doğrudan doğ­
ruya mermere dayalı, caminin kızgın basamaklarında, öğle sonrası
güneşinin altında uyurken görmüş. Alnından akmakta olan terler,
başının yöresinde geniş bir su birikintisi oluşturmuş bunuyormuş.
Bunu görünce, Kayzer'in elçisinin yüreğini bir korku bürümüş ve
"İşte bu dilenci konumundaki kişinin önünde tüm yeıyüzünün kral­
ları boyun eğiyor ve bu kişi, zamanın ve geniş imparatorluğunun sa-

1 Diyar-ı Rum: Burada Anadolu anlamına (Ç.)

124
bibi bulunuyor" demekten kendini alamamış. Ve korku içinde öyle­
ce ayakta kalmış ve kendi kendine "Bir halk böylesi bir kimse tara­
fından yönetilirse, öteki halklar matem giysisine bürünmelidir" de­
miş.

Ve İran'ın zaptı sırasında, Istahr kentindeki Yezdicerd'in sara­


yından aldığı harika eşya arasında eni boyu altmış arışlık altın bir

125
sak üzerinde yükselen, desen olarak değerli taşlardan çiçeklerle do­
nanmış bir çiçek tarhının temsil edildiği bir halı da varmış. Ve Müs­
lüman ordusunun komutanı Saat bin Ebu Vakkas, değerli eşyanın
tecimsel değerini biçecek kadar bilgi sahibi olmamasına karşın, böy­
lesi bir harikanın ne değeri olabileceğini aşağı yukarı kestirmiş; ve
bunu, Ömer'e bir armağan olarak sunmak üzere, Keyhusrev'in sa­
rayının yağmasından kurtarmış. Ama Tanrı onu lütuflarıyla donat.a­
sı dürüst halife, Yemen'in fethi sırasında, zaptolunan ülkedeki gani­
metler dağıtılırken, kendine bir urba yapımını sağlayacak kadar bi­
le pay almak istemediği gibi, şimdi de böylesine bir armağanı kabul
edip etkilerinin halk üzerinde kuşkular uyandıracağı bir şatafatı ka­
bullenmeyi göze alamamış. Ve oracıkta, değerli halıyı Medine'de o
zaman maiyetinde bulunan Müslüman reislerin adedi kadar parça­
lara ayııtmış. Ve bunlardan hiçbirini kendi üzerine almamış. Oysa,
parçalanmış bile olsa böylesi değerli bir halının da fiyatı, Tanrı'nın
o seçkin lütufları üzerine olası Ali, kendisine düşen parçayı sonra­
dan Suriyeli tacirlere yirmi bin gümüş dirhem karşılığı satmış oldu­
ğuna göre, epeyce yüksekmiş.
Yine bu İran'ın işgali sırasında, Müslüman savaşçılara karşı bü­
yük bir cesaretle karşı koymuş olan satrap Harmuzan, kendi bahtı
üzerine bizzat halifenin karar vereceğine inandıktan sonra teslim ol­
maya razı olmuş. Oysa, Ömer Medine'de bulunuyormuş; Harmu­
zan da inananlar arasında en yiğitlerinden iki emirin komuta ettiği
bir muhafız takımı eşliğinde bu kente götürülmüş. Medine'ye ulaşı­
lınca, bu iki emir İranlı esirlerinin önemi ve rütbesini Ömer'in gözle­
rinde canlandırmak için, keyhusrevin sarayında satrapların giyindi­
ği altın işlemeli ve ışık saçan tacını giymesini sağlamışlar. Ve böyle­
ce soyluluğuna yaraşır alametlerle donanmış olarak İranlı komutan,
halifenin eski bir hasır üzerinde, bir kemerin gölgesinde oturmakta
olduğu caminin merdivenleri önüne getirilmiş. Ömer de, yanına bir
kişinin getirilmekte olduğunu koparılan gürültüden anlayarak göz­
lerini kaldırmış ve satrabı önünde, İran şahlarının sarayında giyilen

126
tüm cafcaflı urbalara bürünmüş olarak görmüş. Kendi bakımından
da Harmuzan, Ömer'i görmüş, ama yamalı giysilere bürünmüş ve
bir caminin avlusunda tek başına eski bir hasırda oturmakta olan
bu Arapta, yeni imparatorluğun efendisi olan halifeyi tanımak iste­
memiş. Ama Ömer hemen bu esirin kişiliğinde, kaşlarını çatarak
bakmasıyla Arabistan'ın en mağrur kabilelerini uzun zamandan be­
ri titreten kibirli satraplardan birinin bulunduğunu anlamış ve
"Kutsanmış İslam'ı, seni ve senin gibileri mahcup etmek için yücel­
ten Tanrı'ya övgüler olsun!" diye haykırmış. Ve İranlıyı süslü giysile­
rinden soyundurmuş ve sııtına kaba bir çöl giysisi verdirmiş; sonra
da ona "Şimdi layık olduğun şekilde giyinmiş olduğuna göre, tüm
görkemliliğin kendisine ait bulundl'ğu Tanrı'nın elini tanıyacak mı­
sın" diye sormuş. Harmuzan da "Kuşkusuz, zahmetsizce onu tanıya­
cağım. Çünkü, eğer Tanrı tarafsız davransaydı, geçmişteki tüm ut­
kularımızı ve bütün onurlu yaşamımızı gözönünde tutarak, diyorum
ki, bizim sizi yenmemiz gerekirdi. Bu durumda senin sözünü ettiğin
Tanrı, bu kez bizi yendiğinize göre, sizin yanınızda bulunmuş olma­
lı!" diye yanıt vermiş. Ömer de, onun boyun eğişini alayla karışık
olarak belirttiği bu sözleri işiterek kaşlarını öylesine bir şiddetle çat­
mış ki, İranlı konuşmalarının bir ölüm hükmüyle noktalanmasın­
dan korkmuş. Ve de şiddetli bir susuzluk hissetmiş gibi davranarak
su istemiş; ve kendisine sunulan toprak çanağı alarak bakışlarını ha­
lifeye dikmiş; ve onu dudaklarına götürmekte kararlı davranır gibi
bir tavır takınmış. Ömer de ona "Neden çekiniyorsun!" diye sor­
muş. İranlı komutan "Korkarım ki...

Anlatısının burasında Şehrazat, sabahın belirdiğini görerek ya­


vaşça susmuş

127
Ama Dokuz Yüz Yetmiş Dokuzuncu Gece Olunca

Demiş ki:

İranlı komutan "Korkanın ki, ölüme şu suyu içecek kadar za­


man bulamadan kavuşacağım!" diye yanıt vermiş. Ama Ömer ona
"Tanrı bizi böyle kuşkulara layık olmaktan sakınsın! Sen bu su du­
daklarına ulaş ıncaya ve susuzluğunu gideresiye kadar güvenlik için­
desin!" demiş. Halifenin bu sözlerini duyan kurnaz İranlı, çanağı ye­
re fırlatmış ve kırmış. Ömer de, kendi sözüyle bağlandığı için, onu
gönlü yücelikle tedirginlikten kurtarmış. Harmuzan da, bu ruh yü­
celiğinden etkilenerek İslam ile onurlanmış. Ve Ömer ona iki bin
dirhemlik bir aylık bağlamış.
Meryem'in oğlu ve Tanrı'nın duası ve barışı üzerine olası efen­
dimiz Muhammet gelmeden önce en büyük peygamber olan İsa'nın
kutsal kenti ve ilk inanç sahiplerirıin ibadet için kıble olarak mabe­
dine doğru yöneldikleri Kudüs'ün alınışı sırasında, halkın başında
bulunan Patrik Sofronyos, kutsal kenti gelip bizzat halifenin temsil
alması koşuluyla teslim olmayı kabul etmişti. Anlaşmadan ve koşul­
lardan haberli olan Ömer, yola koyulmuş. Ve yeryüzünde Allah'ın
halifesi olan ve İslam'ın sancağı önünde kudretli hükümdarlara bo­
yun eğdiren zat, ardında hiçbir koruyucusu ve hiçbir maiyeti olmak­
sızın; birinde hayvan için arpa, ötekinde hurma bulunan iki torba
ve ardında su dolu bir güğüm taşıyan bir deveye binerek Medine'yi
terk etmiş.
Ve sadece ibadet etmek ya da geçerken rastladığı bir kabilede
adalet dağıtmak üzere durarak gece gündüz yol almış; ve böylece
Kudüs'e ulaşmış. Ve anlaşmayı imzalamış. Kentin kapıları da açıl­
mış, Ömer, Hristiyanların kilisesi önüne gelince, namaz saatinin ya­
kın olduğunun farkına varmış; ve Patrik Sofronyos'a inananların bu
görevini nerede yerine getirebileceğini sormuş, Hristiyan da ona ki­
liseyi önermiş. Ama Ömer "Bu kiliseye asla ibadet için girmem. Bu,

128
siz Hristiyanların karmadır. Çünkü halife bir yerde ibadet ederse,
Müslümanlar hemen orayı ele geçirmek isterler. Bundan da siz za­
rar görürsünüz" diyerek haykırmış. Ve kutsal Kabe'ye dönerek iba­
detini yerine getirdikten sonra, piskoposa "Şimdi bana bir yer gös­
ter ki, orada bir cami yaptırayım ve bundan böyle Müslümanlar, si­
zinkilerin tapınması için yapılmış yerleri taciz etmeden ibadet için
orada biraraya gelsinler" demiş. Sofronyos da onu Süleyman bin Da­
vut'un mabedinin bulunduğu açıklığa getirmiş. Burası İbrahim'in
oğlu Yakup'un da bir zamanlar uyumuş bulunduğu bir mahalmiş.
Ve burada işaret olsun diye konulan taşın yöresi şimdi kentin çöplü­
ğü olarak kullanılıyormuş. Yakup'un taşı bu çöplerle kaplı bulundu­
ğundan, Ömer işçilere örnek oluşturmak üzere, urbasının eteğini
süprüntüyle doldurmuş ve onu oradan uzaklara fırlatmak üzere taşı­
mış. Böylece hala adını taşıyan ve yeryüzünün en güzel camisi olan
mabedin dikileceği yeri hale yola koymuş.
Tanrı'nın en seçkin verileriyle donanası Ömer elinde bir bas­
ton taşımak ve birçok yeri delik ya da yamanmış bir urbayla donana­
rak Mekke ve Medine'nin çarşı ve sokaklarında dolaşarak alıcıları
aldatan ya da mallarını yüksek fiyatla satan tacirleri azarlamak ya
da bastonuyla cezalandırmak adetindeymiş.
Bir gün, taze süt ve yoğurt satılan çarşıdan geçerken, satmak
üzere önünde birçok süt çanağı bulunan yaşlı bir kadın görmüş.
Epeyce bir zaman onu inceledikten sonra yanına yaklaşmış ve ona
"Ey hatun, bundan böyle benim gözlemlediğim gibi Müslümanları
aldatmaktan kendini sakın ve de sütüne su katmamaya bak!" de­
miş. Yaşlı kadın da "İşittim ve itaat ediyorum, ey Emir-ili-Mümi­
nin!" diye yanıt vermiş. Ömer de yürüyüp gitmiş. Ama ertesi sabah
yeniden sütçüler çarşısına uğramış ve yaşlı sütçüye yaklaşarak, ona
"Ey kahrolası hatun, ben sana sütüne su katmamam söyleyip seni
ikaz etmemiş miydim?" demiş. Yaşlı kadın da "Ey Emir-ili-Mümi­
nin, seni temin ederim ki, artık o işi yapmıyorum" diye cevap ver­
miş. Ama, daha bu sözler ağzından çıkmadan, bir genç kızın nefret

129
dolu bir sesle "Nasıl, anacığım! Hileye bir de yalan, yalana da halife­
ye saygısızlığı katarak Emir-ül-Mümininin karşısında yalan söyle­
meye nasıl cesaret ediyorsun? Tanrı seni affeylesin!" diyen sesi du­
yulmuş.
Ömer bu sesi duyarak heyecanla irkilmiş. Ve yaşlı kadına hiç­
bir sitemde bulunmamış. Ama kendisinde eşlik eden Abdullah ve
Hacim adlı oğullarına doğru dönerek onlara "İçinizden hanginiz bu
erdemli genç kızla evlenmek istiyor? Öyle umulur ki, Tanrı, bu ço­
cuktan kendisi gibi erdemli ardıllar sağlanması için lütuflarının ko­
kulu soluğunu esirgemeyecektir" demiş. O zaman Ömer'in büyük
oğlu Hacim "Babacığım, ben evlenirim" diye yanıt vermiş. Ve sütçü
kadının kızıyla Emir-ili-Mümininin oğlu evlenmişler. Ve bu kutsan­
mış evlilik olmuş. Çünkü bu evlenmeden doğan bir kız, sonradan
Abd ül-Aziz bin Mervan ile evlenmiş. Ve işte bu sonuncu evlenme­
den Emevilerin tahtı üzerine çıkan ve saltanat sırası bakımından se­
kizinci halife olan Ömer bin Abd ül-Aziz doğmuştur. Hoşuna gideni
yücelten Tanrı'ya övgüler olsun!
Ömer her zaman "Bir Müslümanın öldürülmesini hiçbir vakit
cezasız bırakmam!" demeyi adet edinmiş imiş. Günün birinde, cami­
nin merdivenlerinde adalet dağıtırken, onun önüne henüz buluğa
ermemiş, güzel ve bir genç kızınki gibi parlak yanaklı bir gencin ce­
sedini getirmişler. Bu gencin bilinmeyen birinin eliyle öldürüldüğü­
nü, cesedini de yol üstüne atılmış olarak bulduklarını söylemişler.
Ömer bilgi edinmiş ve cinayetin ayrıntılarını toparlamak için
gayret göstermiş; ama sonuca ulaşamamış ve caninin izini bulama­
mış. Ve araştırmalarının sonuçsuz kalmasından çarpan yüreği üzül­
müş. O zaman Yüce Tanrı'ya dönerek "Ya Allah! Ey efendim, bana
imkan ver de caniyi bulayım!" diye dua etmiş. Ve bu duayı tekrarla­
yarak söylediği çok kez duyulmuş.
Ertesi yılın başında, ona, öldürülen gencin bulunduğu yerde
rastlanmış, henüz yaşamakta olan yeni doğmuş bir bebek getirmiş­
ler. Ömer hemen "Tanrı'ya övgüler olsun! Şimdi kurbanın kanına

130
sahip çıkabilirim. Ve Tanrı dilerse cinayet çözülecektir!" diye hay­
kırmış. Ve ayağa kalkıp çocuğu emanet edebileceği bir kadın bula­
rak, ona "Bu küçük yetimle sen ilgilen; onun ihtiyaçlan için kaygı­
lanma da! Ama yörene kulak vererek bu çocuk hakkında söylene­
ceklere dikkat et ve onu alıp götürmemeleri için çocuğu gözünün
önünden ayırmamaya gayret et! Eğer onu öpüp bağrına basan bir
kadına rastlarsan, belli etmeden oturduğu yeri öğren ve bana he­
men haber ver!" diyerek bebeği ona teslim etmiş. Sütana da,
Emir-ül-Mümininin sözlerini belleğine kazımış...

Anlatısının burasında Şehrazat, sabahın belirdiğini görerek ya­


vaşça susmuş.

131
Ama Dokuz Yüz Sekseninci Gece Olunca

Demiş ki:

Sütana da, Emir-fil-Mümininin sözlerini belleğine kazımış.


O tarihten sonra çocuk gelişerek büyümüş. İki yaşını doldurdu­
ğu zaman, genç bir esire gelerek sütanaya yaklaşmış ve ona "Hanı­
mım benden, sendeki bebeği evine götürmemi rica etti. Çünkü ha­
miledir ve Tann'nın sakınıp kem gözlerden koruyası bu çocuğun
çok güzel olması dolayısıyla, karnında yatan çocuğun ona benzer
şeklinde oluşması için, birkaç dakika ona bakmak istiyor" demiş. Sü­
tana da "Pekala. Çocuğu al, götür; ama ben de birlikte geleceğim" di­
ye yanıt vermiş.
Ve öyle de olmuş. Genç esire de çocukla birlikte hanımının ya­
nına girmiş. Kadın çocuğu görür görmez, ağlayarak üzerine atılmış
ve onu kollarına alarak öpücüklere boğmuş; ve heyecanın sınırında
bağrına basmış. Sütanaya gelince hemen halifenin yanına çıkarak
olup biteni anlatmış. Sonra da "Ve bu kadın, dua ve barış üzerine
olası Peygamberimizi görüp izleyen Ensarilerden Salih'in kızı ak yü­
rekli Saliha'dan başkası değil!" diye eklemiş.
Ömer düşünmüş, sonra ayağa kalkıp kılıcım giysisinin altında
saklayarak belirtilen eve gitmiş. Orada Ensariyi evinin kapısında
otuı:urken bulmuş. Ve selam verdikten sonra, ona "Ey saygın şeyh,
kızın Saliha ne yapıyor?" demiş. Şeyh de "Ey Emir-ül-Müminin, kı­
zım Saliha mı dedin? Tanrı onu ettiği hayırlardan ötürü ödüllendir­
sin! Kızım olanca sofuluğu ve örnek davranışıyla Tanrı'ya ve babası­
na karşı görevlerini gayretle yapması ve dinimizin emrettiği her tür­
lü görevi ve zorunlu kıldığı ibadeti yerine getirmede çaba gösterme­
si ve imanının temizliğiyle herkesçe tanınır" demiş. Ömer de "Çok
ala. Ama ben onunla hayır işlemedeki aşkını çoğaltmak ve övülesi
çabalarım uygulamada gayret vermek için bir görüşme yapmayı çok
isterdim" demiş. Şeyh "Tanrı, kızım hakkında yapmak istediklerin

132
için seni lütuflarıyla donatsın, ey Emir-ili-Müminin! Şurada biraz
eğlen! Senin niyetini kızıma bildireceğim" demiş. Ve kızı Saliha'nın
yanına gidip halifeyi kabul etmesini istemiş. Ve Ömer içeri sokul­
muş.
Genç kadının yanına girince, Ömer, orada bulunanların çekil­
mesini istemiş. Onlar da hemen çıkıp halifeyi Saliha ile yalnız, yapa­
yalnız bırakmışlar. O zaman Ömer, kılıcını gizlediği yerden çekip çı­
kararak genç kadına "Senden bir zamanlar yolda bulunan genç ada­
mın öldürülmesi hakkında kesin bilgiler istiyorum. Bu bilgiler sen­
de var. Benden gerçeği saklamaya çalışırsan, seninle gerçek arasın­
da bu kılıç yer alacak, ey Saliha!" demiş. Kadın da, hiç sıkıntı çekme-
den "Ey Emir-ili-Müminin, sen tam da soruşturduğun olayın ortası­
na düştün! Ve ben, Yüceler Yücesi Tann'nın büyüklüğü ve dua ve
barış üzerine olası Peygamber üzerine yemin ederim ki, tümüyle sa-
na gerçeği anlatacağım!" diye yanıt vermiş ve sesini alçaltarak de­
miş ki:
"Bil ki, ey Emir-ül-Müminin, her zaman benim yanımda bulu­
nan tanıdığım yaşlı bir kadın vardı; ve sokağa çıktığım her vakit ba­
na eşlik ederdi. Ve ben onu bir kızın anasını sevdiği gibi severdim.
O da, kendince, bana değgin olan ve beni ilgilendiren her şeye bü­
yük bir ilgi ve özen gösterirdi. Uzun zaman da böyle oldu. Ben de
onu saygı ve sevgiyle dinleyip üstüne titredim. Günün birinde, yanı­
ma gelip bana 'Kızım, gidip yakınlarıma bir ziyarette bulunmak isti­
yorum. Ama, bir kızım var. Ve onun bulunduğu yerde çaresiz bir fe­
lakete uğramasından korkuyorum. Bundan dolayı bana, onu sana
getirmeme ve dönüşüme kadar senin yanında kalmasına izin verme-
ni diliyorum' dedi. Kendisine hemen olumlu yanıt verdim. Çıkıp git­
ti. Ertesi gün de kızı eve geldi. Bu, hoş görünüşlü, tavrı güzel, uzun
boylu ve alımlı bir genç kızdı. Ona büyük bir sevgi duydum. Ve onu
kendi yattığım odada yatırdım. Bir öğle sonrası, ben uyurken bir­
denbire uykumda, üzerime bütün ağırlığıyla abanan ve beni iki ko­
luyla sararak kımıltısız bırakan bir erkek tarafından saldırıya uğra-

133
<lığımı ve berbat edildiğimi anladım. Ve onursuzluğa uğrayarak kir­
letildikten sonra onun baskısından kurtuldum. Alt üst olarak, bir bı­
çak buldum ve şerefsiz saldırgammın karnına sapladım. Onun aslın­
da bana eşlik eden genç kızdan başkası olmadığını gördüm. Ben, sa­
kalı bıyığı olmayan bir gencin kolaylıkla kendisini bir genç kız ola­
rak yutturmasına kanmıştım. Ve onu öldürünce, cesedini kaldırtıp
bulunduğu yere atılması için evden çıkarttım. Tanrı, bu genç adam­
la yasadışı ilişkim sonunda benim ana olmamı istemiş. Çocuğu vakti
gelip de doğurunca babası olan delikanlının bulunduğu yolun üzeri­
ne koydurdum. Ve işte, ey Emir-fil-Müminin bu iki varlık hakkın­
daki gerçek öykü budur. Ben de onu olanca doğruluğuyla anlattım.
Tanrı tanığımdır!"
Ömer "Kuşkusuz, sen bana gerçeği söyledin. Tanrı lütuflarını
üzerine yaysın!" demiş. Ve kızın erdemliliğine ve cesaretine hayran
olmuş; ve hayır işlemede daim olmasını önermiş ve onun için Tan­
rı'dan iyilik dilemiş. Sonra da çıkıp gitmiş. Ayrılırken, kızın babası­
na "Tanrı kutsamalarını evinin üzerinden eksik etmesin! Kızın �r­
demli bir kişi! Tanrı onu kutsasın! Onu yüreklendirdim ve kendisi­
ne öğütlerde bulundum" demiş. Saygın Ensari şeyh de "Allah sen­
den razı olsun, ey Emir-fil-Müminin! Gönlünün dilediği arzuları ye­
rine getirsin ve seni lütuflara boğsun!" diye yanıt vermiş.
Bunu izleyerek zengin genç adam, biraz dinlendikten sonra
"Şimdi size konuyu değiştirmek için, Şarkıcı Mavili Sallame'nin öy­
küsünü anlatacağım!" diyerek sözünü sürdürmüş ve demiş ki:

134
ŞARKICI MAVİLİ SALLAME

Usta şair, musikişinas ve şarkıcı Muhammet ül-Kiıfevi anlat­


mıştır: Ben, asla, musiki ve şarkı söyleme dersi verdiğim genç kız­
lar ve esireler arasında, Mavili Sallame'den daha güzel, daha canlı,
daha baştan çıkarıcı, daha nükteli ve daha tatlısını görmedim. Ona,
bu esmer kıza, Mavili adını takmamızın nedeni, sanki marifetli bir
katibin ya da bir tezhipçinin kuş teleğinden kalemini dolaştırarak
zarafetle küçük bir ınisk izi bırakırmışçasına çiziktirmesinden oluş­
muş, dudağının üzerinde maviye kaçar tatlı bir bıyık izi bulunmasın­
dandı. Ben ona ders verirken, henüz çok gençti, belirmeye başlayan
kabarmış ve yeğni giysisini itmeye çabalayan ve bağrından uzaklaş­
tıran göğüsleriyle yeni çiçek açmış genç kızdı. Ona bir kez bakmak
insanı kendinden geçiriyor; ruhu karma karışık ediyor, gözleri ka­
maştırıyor ve akla ziyan veriyordu. Ve bir topluluk içinde bulundu­
ğu zaman, bu topluluk Kfıfe'nin en namlı güzellerinden oluşmuş ol­
sa da, bakışlar hep Sallame'nin üzerinde oluyordu; ve sadece görü­
nüvermesi bile "Ah, işte Mavili!" diye haykırılması için yeterdi. Ve
onu tanıyan herkes ve de benim tarafımdan, hiçbir sonuç alınmaksı­
zın çılgınca seviliyordu. Benim öğrencim olmasına karşın, ben,
onun için basit bir nesne, itaatkar bir hizmetkar, eınirlerine bağlı
bir köleydim ve eğer o bir parça insan beyni ve iliği bulmamı istesey­
di, onun için gider, tüm asılmışların beyninden ve evrenin yosun tut­
muş keıniklerinden bile bunları çıkarır ona getirirdim ....

Anlatısının burasında Şehrazat, sabahın belirdiğini görerek ya­


VCl§ça susmuş.

135
Ama Dokuz Yüz Seksen Birinci Gece Olunca

Demiş ki:

... Onun için gider tüm asılmışların beyninden ve evrenin yo­


sun tutmuş kemiklerinden bile bunları çıkarır ona getirirdim.
Ve ben kesin olarak onun anısına, efendisi İbn-i Ganem, onu
da öteki esireleriyle birlikte hacca götürdüğü zaman, musikisi ve
sözleri bana ait olan şu şarkıyı besledim:

Ey İbn-i Ganem! Hala yaşasa da, ölmüş gibi ardında bıraktığın bir
bahtsız aşığın durumu ne acıdır!
Sen ona içsin diye korkunç acılıkta iki ilaç bırakın: Acı hıyar suyu ve
acı pelin!
Ey kervanı sevkeden Yemenli deveci, kırıp döktün beni, uğursuz
herif.
Hiç görülmedik biçimde yürekleri ayırdın, vahşi manda
görünümünde onları kederlere gömdün!

Ama benim aşk kederim ne olursa olsun, bahtım yine de Mavi­


li'nin başka bir aşığınınki, SarrafYezit bin Aufmki kadar kararmış
değildi.
Gerçekten, bir gün, Sallame'nin efendisi onu çağırıp "Ey Mavi­
li, seni tüm umutsuzca sevenlerin içinde, senden gizlice haşhaşa kal­
mak ya da bir buse almak imkanı sağlamış olan var mıdır? Gerçeği
gizlemeden bana söyle!" deyivermiş. Bu beklenmedik soruya, Salla­
me, münasebetsiz tanıkların yanında hoşgörülü bir kaçamağa izin
verdiğine dair efendisinin son günlerde bir haber almış olmasından
korkarak "Hayır, Sarraf Yezit bin Auf dışında, kesinlikle hiç kimse
benden böylesi bir şey� asla elde edememiştir. O da ancak beni şöy­
le bir kez öptü. Kaldı ki, bu buseyi de ona, eğer karşılığında sonra-

136
dan seksen bin dirheme sattığım bir çift şahane inciyi ağzımın içine
sokmasaydı vermezdim" diye yanıt vermiş.
Bunu işiten Sallame'nin efendisi, sadece "Çok fila" demiş. Ve
başka hiçbir sözcük eklemeden, ruhunda tutuşan kıskançlık öfkesiy­
le Yezit bin Aufun peşine düşmüş ve uygun bir fırsat bulup eline ge­
çirince, onu kamçılatarak öldürtmüş.
Mavili'nin Yezit'e bu tek ve uğursuz buseyi vermiş olması sıra­
sındaki koşullara gelince, şöyleydi: Bir gün adet edindiğim üzere,
Sallame'ye musiki dersi vermek için İbn-i Ganem'in evine gidiyor­
dum. Yolda, Yezit bin Aufa rastladım. Selamlaşmalardan sonra,
ona "Böyle harika giyinmiş nereye gidiyorsun, ya Yezit?" diye sor­
dum. Bana "Senin gittiği yere!" diye yanıt verdi. Ona "Çok güzel! Bu­
yur öyleyse!" dedim.
İbn-i Ganem'in evine varınca, toplantı salonunda oturduk. Bi­
raz sonra, Sallame, turuncu bir üstlük ve gül kırmızısı harika bir kaf­
tan giyinmiş olarak göründü.
Göz kamaştıran şarkıcının başı ve ayaklarından yakıp tutuştu­
ran bir güneşin doğduğunu sandık. Ardından da ut taşıyan küçük
bir köle kız geliyordu.
Mavili, benim yönetimim altında, kendisine öğrettiğim yeni bir
makamda şarkı söyledi. Sesi, zengin, ağır, derin ve duygulu idi.
Efendisi, belli bir anda, bizden izin isteyerek salondan ayrıldı ve bi­
zi yalnız bırakarak yemek hazırlanması için buyruk vermeye gitti.
Yezit de, şarkıcı için ruhunda duyduğu aşkla ona yalvaran gözlerle
yaklaştı. Kız etkilenmiş gibi göründü ve şarkısını kesmeksizin ona
beklediği yanıt dolu gözlerle baktı. Yezit de, bu bakıştan esrikleş­
miş, elini koynuna soktu ve cebinden eşi görülmedik bir çift şahane
inci çıkardı ve bir an şarkısını kesen Sallame'ye "Bak, ey Sallame!
Bu iki inciyi altmış bin dirheme bugün satın aldım. Eğer istersen,
senin olacaklar!" dedi. O da "Peki karşılığında seni memnun edecek
ne yapmamı istemektesin?" diye sordu. Yezit "Benim için şarkı söy­
lemeni!" yanıtını verdi.

B7
O zaman Sallame, rızasını bildirmek anlamında, elini alnına gö­
türdükten sonra, uduna düzen verdi, söz ve musikisi kendisine ait
olan, ağır yeğni bir vurgulamayla ve yüzük parmağı telindeki ses
perdesinden şu şarkıyı okudu:

Mavili Sallame yüreğimi, ömrüm boyunca işleyecek bir yarayla


yaraladı.
Dünyanın en usta hekimleri bu yarayı kapatamaz. Çünkü yüreğin
içindeki aşk yarası onulmaz.
Mavili Sallame yüreğimi yaraladı. Ey Müslümanlar imdadıma koşun!

Ve Yezit'e bakarak bu hayran olunası tatlılıktaki şarkıyı oku­


duktan sonra "Pekala, şimdi de bana vereceğin şeyi ver bakalım!" di­
ye ekledi. O da "Kuşkusuz, senin istediğini ben de istiyorum. Ama
dinle bak, ey Mavili! Ben vicdanımı zorlayan bir yemin vererek bilir­
sin, her yemin kutsaldır, bu incileri kendi dudaklarımdan senin du­
daklarına bırakmaya ant içtim" dedi. Yezit'in bu sözlerini duyan Sal­
lame'nin esiresi, öfkelenerek hırsla ayağı kalktı ve aşığa vurmak
üzere elini kaldırdı. Ama ben onun kollarım tuttum. Bu işe karış­
maktan onu engellemek üzere "Sakin ol küçük şey! Bırak onları ken­
di hallerine! Gördüğün gibi onlar pazarlık etmedeler; ve her biri
mümkün olduğu kadar az zararla kar sağlamak istiyor. Sen karış­
ma!" dedim.
Sallame'ye gelince, Yezit'in ileri sürdüğü dileği işiterek güldü.
Ve ansızın karar vererek ona "Peki, öyle olsun! Ver şu incileri bana
kendi uygun gördüğün tarzda!" dedi. Yezit de, bir köpek gibi dizleri
ve elleri üzerinde sürünerek, o harika inciler dudaklarında, ona doğ­
ru yürümeye başladı. Sallame küçük korku çığlıkları atarak, etekle­
rini toplayarak kendince irkiliyor ve Yezit'in dokunuşundan korun­
maya çalışıyordu. Ve başım sağa sola çevirerek, koşup uzaklaşıp ye­
niden soluk soluğa geriye dönerek ve böylece Yezit'in çeşitli girişim­
lerine karşı o da pek çok cilveler yaparak bu işi epeyce uzattı. Ama

138
yine de incileri kabul edilen koşullarda elde etmesi gerektiğinden,
esiresine bir işaret yaptı, o da hemen Yezit'in üzerine atıldı ve onu
iki omzundan yakaladı ve olduğu yere yıkıp kıpırtısız bıraktı. Salla­
me de, böylece asla yenilgiye uğramamış ve yengi sağlamış bir tavn
vurguladıktan sora, biraz kafası karışık ve alnında terlerle, kendili­
ğinden geldi ve Yezit'in dudaklarında hapsolunmuş bulunan harika
incileri, dudaklarıyla değiş tokuş ederek oradan aldı. Ve onları ken­
disine mal eder etmez, Sallame, hemen kendini toparlayıp gülerek
Yezit'e "Vallahi, kılıç bağrına saplanmış, her bakımdan yenik du­
rumdasın!" dedi. Yezit de çelebi ruhuyla "Vallahi, ey Mavili, sana ye­
nik düşmekten hiç kaygılanmam. Dudaklarından toparladığım ne­
fis koku yaşadığım sürece ebedi bir ıtır gibi yüreğimde kalacaktır"
diye yanıt verdi. Tanrı Yezit bin Auf dan merhametini esirgemesin!
Aşk kurbanı olarak öldü!
Sonra zengin genç adam "Şimdi de bir Tufeyli öyküsü dinleyin!
Bilirsiniz ki bizim Arap cetlerimiz, kökenini Obur Tufeyli'den alan
bu sözcüğü, kendilerini kendiliklerinden bir şölene davet ederek,
kimseden istemeksizin, yemek ve içkileri yutan kişiler için kullan­
maktaydılar. Bunu bilerek dinleyin şimdi!" demiş ve anlatmış:

TUFEYLİ

Anlatırlar ki, Emevilerden Emir-ül-müminin Yezit'in oğlu Ve­


lit, güzel yemekler ve hoş kokulu şeylere bayılan, adı da Şenlikçi Tu­
feyl olan ünlü bir oburun birlikteliğinden son derece hoşlanırmış.
Bu zatın adı da, o zamandan bu yana, kendilerini kendi başlarına
düğün ve şölenlere davet eden tüm asalakları nitelemiştir. Kaldı ki,

139
bu Tufeyl, ağzının tadım çok iyi bilen birisi olduğu kadar nükte ya­
pan, bilgili, kurnaz, alaycı; ve yerli yerinde söz eden, hazırcevap bi­
riymiş. Bundan başka, anasının da zina yaptığına inanılır. O da, ke­
sinlikle, asalakların yaşam kurallarım, kısa olduğu kadar uygulana­
bilir de olan birkaç temel kurala dayandırırmış. Bunlar şu verilerle
özetlenebilirmiş:

Kendini güzel bir düğün yemeğine davet eden kişi, kararsız bir tavırla
şuraya buraya takılıp kalmamalıdır.
Bu kişi, sağlam bir adımla içeri girip kimseye gözünü dikmeden en iyi
yeri seçmelidir; böylece çağrılılar ve davete katılanlar onun birincil
önemde birisi olduğunu düşünürler.
Eğer evin kapıcısı sert ve zor biriyse, hiçbir gözlemde bulunmasına
izin vermeksizin, onu azarlayıp haddini bildirmelidir.
Bir kez sofraya oturunca, yemeye ve içmeye başlanmalıdır; ve şişin
kendisine değil, kebaba yapışılmalıdır.
Çelikten de keskin parmaklarla, içi doldurulmuş piliç ve ete
saldırılmalıdır.

Ve işte, Küfe kentinden Tufeyl tarafından konulmuş yetkin bir


yalayıp yutma ustasının yasası buymuş. Gerçekte, Tufeyl, yalayıp
yutucuların babası ve asalakların başlarının tacı olmuş...

Anlatısının burasında Şehrazat, sabahın belirdiğini görerek ya­


vaşça susmuş.

Ama Dokuz Yüz Seksen İkinci Gece Olunca


Demiş ki:

Ve işte, Küfe kentinden Tufeyl tarafından konulmuş yetkin bir


yalayıp yutma ustasının yasası buymuş. Ve gerçekte, Tufeyl, yala-

140
yıp yutucuların babası ve asalakların başlarının tacı olmuş. Onun
yaklaşım tarzı hakkında örnek oluşturacak binlerce olaydan işte bi­
risi:
Kentin ileri gelen ünlülerinden biri, birkaç dostunu davet ede­
rek onlara harika tarzda hazırlanmış bir balık ziyafeti veriyormuş.
O sırada kapıda Tufeyl'in, kapıcı köleyle bilinen sesiyle konuştuğu
, -ı.ıyulmuş. Çağrılılardan biri "Tanrı bizi bu pisboğazdan korusun!
1

Siz hepiniz Tufeyl'in inanılmaz yeteneğini bilirsiniz. Onun dişlerin­


den bu güzel balıklan korumakta acele edelim ve bunları odanın bir
köşesinde güvenceye alalım ve sofrada sadece şu ufak balıkları bıra­
kalım. Küçükleri yiyip yutunca, artık yutacak şey kalmayacağından
çekip gider; biz de iri balıklarla kendimize şölen veririz" demiş. Ve
çabucak, iri balıklar bir köşeye kaldırılmış.
O sırada Tufeyl gülerek ve keyifle dolu olarak içeri girmiş. Her-

141
kese selam savurmuş. Ve bismillah dedikten sonra, elini tabağa
uzatmış. Ama tabakta kötü görünümlü küçük ve değersiz balıklar­
dan başka şey olmadığını görmüş. Çağrılılar kıvırdıkları oyundan
keyifli, ona "Hey, Tufeyl Usta, bu balıklar hakkında ne düşünüyor­
sun? Galiba yemeği pek zevkine uygun bulmadın!" demişler. O da
"Benim, epey zaman var ki, balık ailesiyle başım pek hoş değil; ve
onlardan çok çekiniyorum. Çünkü zavallı babam, denizde boğula­
rak öldü ve onu balıklar yedi" diye yanıt vermiş. Çağrılılar da ona
"Çok ala, işte şimdi, senin de bu küçük balıklan yiyerek onlardan
babanın intikamını almak için eline güzel bir fırsat geçti" demişler.
Tufeyl de "Hakkınız var. Ama bekleyin!" diye yanıt vermiş ve asalak
gözleri köşeye taşınmış olan iri balıklan içeren tabağı görmüş. Ve
sanki kızartılmış küçük balıklarla ilgili söylenenleri dinliyormuş gi­
bi yaparak ansızın "Hey ahbaplar! Biliyor musunuz bu küçük balık­
lar bana ne söylüyor?" diye haykırmış. Çağrılılar da "Yo, vallahi! Na­
sıl bilebiliriz?" diye yanıt vermişler. Tufeyl de "Pekala! Öyleyse din­
leyin bakın: 'Biz, Tanrı rahmet eyleyesi babanın ölümü sırasında
orada değildik. Zaten o zaman yaşamış olacak kadar da yaşlı deği­
liz!' diyorlar. Sonra da kulağıma şu sözleri de söylüyorlar: 'Sen git
de köşeye gizlenen şu iri balıkları ye ve intikamım al! Çünkü o za­
man rahmetli babanın üzerine atılıp onu yiyenler bunlardır'" de­
miş.
Onun bu konuşmasını duyarak çağrılılar ve ev sahibi, Tufeyl'in
burnunun hilelerinin kokusunu aldığını anlamışlar. Bundan dolayı,
gülmekten sırtüstü devrilerek çabucak güzel balıklan Tufeyl'e suna­
rak "Ye öyleyse onları! İnşallah boğazında kalır!" demişler.
Sonra genç adam dinleyicilerine "Şimdi de Esire Kader'in Öy­
küsünü dinleyin!" demiş ve şu öyküyü anlatmış:

142
ESİRE KADER'İN ÖYKÜSÜ

Vakanüvisler ve salname düzenleyiciler anlatırlar ki, üçüncü


Abbasi halifesi Emir-ül-Müminin El-Mehdi ölürken tahtını sevme­
diği, hatta büyük bir nefret duyduğu büyük oğlu El-Hadi'ye bırak­
mış. Bununla birlikte, Hadi'nin ölümü halinde ondan hemen sonra
gelen ardılın, Hadi'nin oğlu değil, üstün tuttuğu küçük oğlu Harun
Reşit olması gerektiğini özellikle belirtmiş.
Ama El-Hadi, Emir-ül-Müminin ilan edilince, kardeşi Harun
Reşit'i gittikçe artan bir kıskançlık ve kuşkuyla gözetlemiş; ve onu
tahta geçme hakkından yoksun kılmak için elinden geleni yapmış.
Ama Harun'un annesi öngörülü ve özverili Hayzaran, oğluna karşı
yönetilen tüm entrikaları bozmaktan geri durmamış. Böylece El Ha­
di ona da kardeşi kadar nefret duymaya başlamış; ve ikisini de aynı
şekilde reddetmiş; ve onları yok etmek için bir fırsat beklemeye ko­
yulmuş.
İşler böylece sürüp giderken, El-Hadi, bir gün bahçelerinde,
sekiz sütunlu ve dört kapısından her biri göğün belli başlı bir nokta­
sına bakan zengin bir köşkte bulunuyor ve ayaklarının dibinde an­
cak kırk günd,m beri sahip olmuş bulunduğu gözde esiresi güzel Ka­
der oturuyormuş. Ve orada musikişinas Musullu İshak bin İbrahim
de varmış. Gözde, o anda, bizzat İshak'ın çaldığı uta eşlik ederek
şarkı söylüyormuş. Halife zevkten coşmuş, sürüklendiği heyecanın
sınırında, ayakları titriyormuş. Dışarıda da ortalık kararıyor ve ay,
ağaçların arasından yükseliyormuş. Birbirini kesen gölgeler arasın­
da su, rüzgar ona tatlı tatlı yanıt verirken fısıldayarak akıyormuş.
Birdenbire, yüzü değişerek kararmış olan halife, kaşlarını çat­
mış. Ve tüm neşesi yok olmuş; ruhundaki duygular, bir mürekkep
hokkasının dibindeki kıtık gibi kararmış. Uzun bir sessizlikten son­
ra, duyulur duyulmaz bir sesle "Herkesin nasibi saptanmıştır. Sade­
ce ebedi olarak yaşayan sağ kalır" demiş. Sonra yeniden uğursuz bir
sessizliğe gömülmüş ve birdenbire, bu sessizliği "Acele bana Cellat
Mesrur'u çağırın!" diye haykırarak bozmuş. Halifelerin öfke ve öçle­
rinin icracısı olan bu Mesrur, tam da El-Reşit'e çocukken lalalık
eden ve onu kollarında ve omuzlarında taşıyan kişiymiş. Hemen
El-Hadi'nin huzuruna ulaşmış; o da, kendisine "Şimdi hemen kar­
deşim El-Reşit'in yanına git ve bana onun kellesini getir" demiş.

Anlatısının burasında Şehrazat, sabahın belirdiğini görerek ya­


vaşça susmuş.

Ama Dokuz Yüz Seksen Üçüncü Gece Olunca

Demiş ki:

Hemen El-Hadi'nin huzuruna ulaşmış; o da, kendisine "Şimdi


hemen kardeşim El-Reşit'in yanına git ve bana onun kellesini ge­
tir!" demiş.
Yetiştirdiği kişinin ölüm hükmü anlamına gelen bu sözleri işi­
ten Mesrur şaşıp kalmış; sanki yıldırımla vurulmuşa dönmüş. Ken­
di kendine "Tanrı'ya bağlıyız bizler ve ona döneriz" diye mırıldan­
mış. Ve sanki esrik biriymiş gibi dışarı çıkmış. Ve heyecanın sınırın­
da, El-Hadi ile Harun Reşit'in anneleri Sultan Hayzaran'ı bulmaya
r,it:ıniş. Sultan onu çılgına dönmüş ve perişan görünce "Ne var, ey
..viesrur? Ne oldu da gecenin böyle geç bir saatinde buraya geldin?
Söyle neyin var?" diye sormuş. Mesrur da "Sultanım, Güçlüler Güç­
lüsü Tanrı'dan başka başvuru yeri ve güçlü varlık yoktur! Efendi­
miz Halife El-Hadi oğlun, bana 'Hemen kardeşim El-Reşit'in yanı­
na git ve bana kellesini getir!' diye emir verdi" diye yanıtlamış.

144
Hayzaran celladın bu sözünü duyunca dehşete kapılmış; ve ru­
huna korku sinmiş; heyecan kalbini sıkıştırmış ve kırmış. Başını
eğip bir an derin düşüncelere dalmış; Mesrur'a "Git, hemen oğlum
El-Reşit'i bul ve buraya getir!" demiş. Mesrur da işitip itaat ettiği
yanıtını verip ve oradan ayrılmış.
Ve Harun'un dairesine girmiş. Harun o anda soyunuk halde,
yatakta, bacakları da örtü altındaymış. Mesrur, ona, heyecanla
"Tanrı adına ayağa kalk, efendim; hemen benimle birlikte seni çağı­
ran annen sultanımın yanına gel!" demiş. El-Reşit de ayağa kalmış
ve çabucak giyinerek Mesrur ile birlikte Sitti Hayzaran'ın dairesine
geçmiş. Ana Sultan, yeğlediği oğlunu görünce, ayağa kalkıp ona doğ­
ru koşmuş, kendisine hiçbir şey söylemeksizin onu kucaklamış ve
gizli küçük bir odaya itmiş ve kapısını üzerine kapatmış; o da karşı
çıkmayı ve herhangi bir soru sormayı düşünmemiş.
Bunu yapınca Sitti Hayzaran, evlerinde uyumakta olan emirle­
ri ve halife sarayının başlıca kişilerini çağırtmış. Ve hepsini kendi
nezdinde toplamış. Haremin ipek perdesi ardından onlara şu sade
sözlerle hitap ederek "Güçlüler Güçlüsü, Yüceler Yücesi Tanrı adı­
na ve de onun kutsanmış peygamberi adına, sizler, oğlum El-Re­
şit'in halifeliğin düşmanlarıyla, herhangi bir gizli ya da sapkın mez­
hepli Zındık ile anlaşma yaptığını, ilişki ya da bağlantı kurduğunu
ya da oğlum ve efendiniz olan El-Hadi'ye karşı herhangi bir itaatsiz­
lik ve isyanda bulunduğunu hiç işittiniz mi?" diye sormuş. Hepsi
ağız birliğiyle "Hayır, asla!" diyerek yanıt vermişler. Hayzaran da,
hemen yeniden söz almış ve "Öyleyse, bilin ki, şu saatte, oğlum
El-Hadi kardeşi El-Reşit'in kellesini istemiş bulunuyor. Acaba ba­
na nedenini açıklayabilir misiniz?" demiş. Orada bulunanlar öylesi­
ne yıldırımla vurulmuşa dönmüşler ve ürkmüşler ki,"'içlerinden hiç­
biri tek bir söz söyleyememiş. Ama Vezir Rabia, ayağa kalkıp Cellat
Mesrur'a "Hemen şu saat ve şu anda halifenin huzuruna çık. Seni
gördüğü zaman 'İşi bitirdin mi?' diye sorarsa; sen ona 'Annen, rah­
metli babanın eşi Hayzaran, El-Reşit'in üzerine yürüdüğümü gö-

145
rünce beni tutup itti. Ben de, buyruğunu yerine getirmeksizin huzu­
runa geldim' diye yanıt verirsin" demiş. Mesrur da oradan çıkıp hali­
fenin yanına gitmiş.
El-Hadi onu görür görmez, kendisine "Pekala! Senden istedi­
ğim kelle nerede?" demiş. Mesrur da "Efendim, Sultan Hayzaran
efendimiz, kardeşin El-Reşit üzerine atılırken beni gördü ve dur­
durdu; beni itip görevimi yapmamı engelledi" diye yanıt vermiş. Ha­
life de, öfkenin sınırında, ayağa kalmış ve İshak ile şarkıcı Kader'e
"Ben dönünceye kadar bulunduğunuz yerde kalın" demiş.
Annesi Hayzaran'ın yanına gitmiş ve bütün emirlerin ve ulu ki­
şilerin toplanmış bulunduğunu görmüş. Ana sultan da, onu görerek
ayağa kalmış; onun nezdinde bulunan kişiler de ayağa kalkmışlar.
Halife, annesine doğru dönerek öfkenin boğduğu bir sesle "Ben bir
şeyi isteyip buyurduğumda, sen neden irademe karşı durmakta­
sın?" demiş. Hayzaran da "Tanrı beni senin iradelerinin herhangi bi­
rine karşı durmaktan korusun! Arıa ben sadece senin ne gibi bir ne­
denle oğlum El-Reşit'in ölümünü istediğini bana bildirmeni iste­
mekteyim! O senin kardeşin ve kendi kanından olan biridir. O da se­
nin gibi babanın sulbünden ruh ve yaşam sağlamıştır" diye haykır­
mış. El-Hadi de "Madem ki bilmek istiyorsun, söyleyeyim. Dün ge­
ce gördüğüm ve beni korkuya salan bir rüya yüzünden El-Reşit'tetı
kurtulmak istiyorum. Bu rüyada, gerçekten, El-Reşit'in benim yeri­
me tahta oturduğunu gördüm. Ve gözde esirem Kader, onun yanın­
daydı; o da kızla içip eğleniyordu. Ben, kardeşim bile olsa artık
onun yanımda, bir uğursuzluk, tehlikeli bir rakip gibi yaşayıp dur­
masını görmek istemiyorum" diye yanıt vermiş. Hayzaran da ona
"Ey Emir-ül-Müminin, bunlar rüyanın getirdiği hayaller ve saçma­
lıklardır; peklik yapıcı yemeklerin neden olduğu kötü düşlerdir. Bir
rüya pek nadir olarak gerçekle ilgilidir" diye yanıt vermiş. Ve orada
bulunanların doğruladığı bir tarzda bu konuşmayı sürdürmüş ve
böylece El-Hadi'yi yatıştırmayı ve korkularım dağıtmayı başarmış.
O zaman El-Reşit'i ortaya çıkarmış ve ona ayaklanmak için hiçbir

146
tasarısı olmadığına ve hiçbir lursı bulunmadığına dair yemin ettir­
miş.
Bu açıklamalardan sonra El-Hadi'nin öfkesi yatışmış. Gözdesi­
ni İshak ile birlikte bıraktığı köşke dönmüş. Musikişinasa yol ver­
miş ve neşelenmek, keyif sürmek ve gecenin ve aşkın tatlı karışımı­
na dalmak üzere güzel Kader ile yalnız kalmış. O sırada birdenbire
ayak tabanlarında keskin bir acı duymuş. Ve elini kaşımak üzere sız­
layan yere götürüp kaşımış ve birkaç saniyede orada küçük bir şiş­
kinlik belirmiş ve bu şişkinlik bir fındık kadar büyümüş; ve dayanıl­
maz kaşıntılarla birlikte tahriş olmuş. Yeniden ovuşturmuş; bu kez
bir ceviz kadar büyümüş; ve sonunda patlamış. Ve El-Hadi birden­
bire sırtüstü düşerek ölmüş.
Oysa, bunun nedeni, halifenin anlaşmadan sonra kendi yanın­
da kaldığı kısa sürede Hayzaran'nın ona içmek için verdiği ve içinde
bahtın hükmü bulunan demirhindi şerbeti imiş. Halifenin ölümünü
ilk olarak işiten kesinlikle Cellat Mesrur olmuş. Ve hemen Ana Sul­
tan Hayzaran'ın yanına koşmuş ve ona "Ey halifenin annesi, Tanrı
ömrünü uzatsın! Efendim El-Hadi öldü" demiş. Hayzaran da, ona
"Pekala. Ama ey Mesrur, bu haberi gizli tut; olay ansızın yayılma­
sın! Şimdi hemen oğlum El-Reşit'in yanına git ve onu buraya getir!"
demiş. Mesrur, El-Reşit'in yanına gitmiş ve onu yatarken bulmuş;
onu uyandırarak kendisine "Efendim, hanımım hemen seni çağırı­
yor" demiş. Harun da, çok şaşırarak "Vallahi! Kardeşim El-Hadi
ona yine benden söz etmiş ve de aklımın köşesinden geçmediği hal­
de benim düzenlediğim bir tuzaktan dem vurmuş olacak!" diye hay­
kırmış. Ama Mesrur onun sözünü keserek kendisine "Ey Harun,
ayağa kalk ve beni izle! Yüreğini ferah tut, çünkü her şey iyiye git­
mektedir ve sen başarı ve sevinçten başka bir şey görmeyeceksin!"
demiş.
Bunun üzerine Harun ayağa kalkıp giyinmiş. Mesrur da he­
men onun önünde secdeye varmış ve elleri arasında yeri öperek "Ba­
rış üzerine olsun, ey Emir-ili-Müminin, iman hizmetlilerinin ima-

147
mı, yeryüzünde Allah'ın elçisi peygamberin halifesi, Şeriat'ın ve
onun zorunlu kıldıklarının savunucusu!" diye haykırmış. Harun şaş­
kınlık ve kararsızlık içinde "Bu sözler ne anlama geliyor, ey Mes­
rur? Daha biraz önce bana adımla seslendin. Şimdi de Emir-fil-Mü­
minin unvanıyla hitap ediyorsun. Bu birbirine zıt sözleri ve ansızın
dil değiştirmeni neye yormalıyım?" diye sormuş. Mesrur da "Efen­
dim, her ömrün ulaşacağı bir yer ve her varlığın son bulacağı bir za­
man vardır! Tanrı ömrünü uzatsın, kardeşin öldü...

Anlatısının burasında Şehrazat, sabahın belirdiğini görerek ya­


vaşça susmuş.

Ama Dokuz Yüz Seksen Dördüncü Gece Olunca

Demiş ki:

"Efendim, her ömrün ulaşacağı bir yer ve her varlığın son bula­
cağı bir zaman vardır! Tanrı ömrünü uzatsın, kardeşin öldü" demiş.
Harun Reşit, artık hiçbir korku ve kaygısı kalmadığı için annesinin
yanına gitmek için acele etmiş ve onun yanına ulaşıp da kadın onu
görünce "Neşe ve mutluluk! Emir-fil-Müminine neşe ve mutluluk
dilerim!" diye haykırmış. Ayağa kalkarak ona halifelik hilatını giy­
dirmiş; ve eline saltanat asasını, yüce mührü ve egemenlik alametle­
rini teslim etmiş. Ve aynı anda, harem hadımağalarının başı içeri
girmiş ve El-Reşit'e "Efendimiz, bir mutlu haberim var. Esiren Ma­
rahil sana bir oğlan doğurdu" demiş. Harun çifte mutluluğun sevin­
cini ortaya koymuş ve oğluna El-Memun lakabıyla birlikte Abdul­
lah adını vermiş.
El-Hadi'nin ölümünü ve El-Reşit'in tahtına çıkışını Bağdat
halkıgün doğmadan önce öğrenmiş. Harun da egemenlik hazırlıkla­
rı :::.�rasında, emirlerin, ünlü kişilerin ve halk topluluğunun sadakat

148
yeminlerini kabul etmiş. Aynı gün, ikisi de Yahya Barmaki'nin oğul­
ları olan El-Fadl ile Cafer'i vezirliğe atamış. Ve imparatorluğun
tüm eyalet ve ülkeleri ve Arap olsun olmasın, tüm İslam topluluk­
lar, Türkler ve Deylamiler yeni halifenin egemenliğini tanıyıp sada­
kat yemini etmişler. O da, saltanatına refah ve görkem içinde başla­
mış ve yeni şaşaası ve kudretinin parlaklığı içinde tahtına oturmuş.
El-Hadi'nin kolları arasında can verdiği gözde Kader'e gelin­
ce, onun durumu da şöyleymiş: Tahta çıktığı günün gecesinden baş­
layarak kadının güzelliğini bilen El-Reşit onu görmek istemiş ve ilk
bakışlarını onun üzerine çevirmiş. Ve ona "Ey Kader, seninle birlik­
te Tanrı rahmet eyleyesi kardeşim Hadi'nin oturduğu, eğlendiği ve
dinlendiği köşkü ve bahçeyi ziyaret etmek istiyorum" demiş. Henüz
matem giysileri sırtında olan Kader de başını eğmiş ve "Ben,
Emir-ül-Mümininin itaatkar kölesiyim" diye yanıt vermiş. Ve sır­
tından matem giysilerini çıkarmak üzere bir an için oradan ayrıl­
mış; ve bunları çıkarıp duruma uygun giysiler ve süslerle donanmış.
Sonra köşke girmiş; orada Harun kendisini yanıbaşına oturtmuş.
Ve gözleri bu çok güzel kadın üzerinde, kendisini onun zarafetine
hayran olmaktan alıkoymayarak orada kalmış; ve duyduğu sevinç-
ten, göğsü alabildiğine ferahlamış ve yüreği genişlemiş. Sonra, Ha­
run'un sevdiği şaraplar getirilmiş; ama Kader halifenin kendisine
uzattığı bardaktan içmeyi reddetmiş. O da şaşırarak kendisine "Ne­
den reddediyorsun?" diye sormuş. Kadın "Musiki olmadan şarap er­
deminin yarısını yitirir. Bundan dolayı, yanımızda İbrahim'in oğlu
hayranlık veren İshak bulunsa ve bize uyumlu bir birliktelik sağla-
sa pek hoşnut olurdum" diye yanıt vermiş. El-Reşit de "Bunda bir
uygunsuzluk yok" diye yanıt vermiş. Hemen Mesrur'u gönderip mu­
sikişinası çağırtmış; o da gelmekte gecikmemiş. Ve Halife'nin önün­
de yeri öperek saygılarını sunmuş. Ve El-Reşit'in bir işareti üzeri­
ne gözdenin karşısına oturmuş.
O andan başlayarak bardak elden ele dolaşmış; ağzına kadar
dolu birçok bardak devirmişler. Ve şarap beyinlerde coşku yaratın-

149
ca, İshak, birdenbire "Keyfince olayları dönüşüme uğratan ve değiş­
kenlik ve süreklilik sağlayan Ebedi Varhk'a övgüler olsun!" diye
haykırmış, El-Reşit de ona "Sen böyle söylemekle neyi düşünmekte­
sin, ey İbrahim'in oğlu?" diye sormuş. İshak da "Ne yazık ki, ey efen­
dim, dün, aynı saatte, kardeşin bu köşkün penceresinden eğilmiş,
gelin gibi bir ayın saçtığı ışık altında, şarkıcıların tatlı ve hafif sesle­
rini duyup akıp giden suya bakıyordu. Ve apaçık bir mutluluğu vur­
gulayan bir görünüm karşısında bahtından ürkmeye başlamış ve sa­
na acı alçalmanın acı şerbetini içirmek istemişti" diye yanıt vermiş.
El-Reşit de "Ey İbrahim'in oğlu, yaratılanların ömrü Talih Kitabı'n­
da kayıtlıdır. Süresi gelip bitmese bu yaşam hoşa mı giderdi?" de­
miş. Sonra da güzel Kader'e dönmüş ve ona "Ey genç hanım, sen ne
dersin?" demiş. Kader de utunu eline almış; doğaçlamadan bir tak­
sim geçmiş; sonra da derinden derine duygulu bir sesle, şu dizeleri
okumuş:

İnsanın yaşamında iki yan vardır: biri saydam, biri bulanık.


Zamanın iki tür günü vardır: güvenli günler ve tehlikeli günler.
Ne zamana gücen ne de yaşama; çünkü en saydam günleri karanlık ve
bulanık günler izler.

Bu dizeleri söyleyip tamamlayınca, El-Hadi'nin gözdesi ansı­


zın gücünü tüketmiş ve bilinçsiz ve hareketsiz, başaşağı yere düş­
müş. Yardımına koşmuşlar ve silkelemişler onu. Ama, Yüceler Yüce­
si'nin bağrına gömülerek çoktan can vermiş bulunuyormuş. İshak
da "Efendim, bu kız rahmetliyi severdi. Ve mezar kazılana kadar sü­
ren bir sevda, sevdadan sayılmaz. Tanrı merhametini El-Ha­
di'den, gözdesinden ve tüm Müslümanlardan esirgemesin!" demiş.
El-Reşit'in gözlerinden bir damla yaş akmış. Ve ölünün bedeni­
ni yıkamalarını ve El-Hadi ile aynı mezara koymalarını buyurmuş.
Ve de "Evet! Tanrı merhametini El-Hadi'nin, gözdesinin ve tüm
Müslümanların üzerine yaysın!" demiş.

150
Ve bahtsız genç kadının öyküsünü böylece anlattıktan sonra,
genç zengin adam, duygulanan dinleyicilerine "Şimdi de, talihin acı­
masız oyunlarının bir başka belirtisi olan Uğursuz Gerdanlık öykü­
sünü dinleyin!" demiş.

UGURSUZ GERDANLIK

Günün birinde Halife Harun Reşit, musikişinas şarkıcı Haşim


bin Süleyman'ın yeteneğinin övüldüğünü duymuş ve onu çağırtmış.
Şarkıcı huzura sokulunca, Harun onu karşısına oturtmuş ve ondan
bestelerinden bazıları kendisine dinletmesini rica etmiş. Haşim de,
üç kıtalık ağır ve dokunaklı bir ezgiyi öylesine sanatla ve güzel bir
sesle okumuş ki, hayranlık ve coşkunun sınırına ulaşan Halife "Hari­
kaydın, ey Süleyman'ın oğlu! Tanrı babanın ruhunu kutsasın!" diye
haykırmış. Ve minnet dolu, boynundan, misk armudu iriliğinde
zümrüt salkımlarıyla donanmış şahane bir gerdanlık çıkartmış ve
şarkıcının boynuna geçirmiş.
Bu mücevheri görünce, memnunluk ve sevinç gösterecek yer­
de, Haşim'in gözleri yaşlarla dolmuş; ve hüzün yüreğine inerek yü­
zünü sarartmış.

Anlatısının burasında Şehrazat, sabahın belirdiğini görerek ya­


vaşça susmuş.

151
Ama Dokuz Yüz Seksen Beşinci Gece Olunca

Demiş ki:

Bu mücevheri görünce, memnunluk ve sevinç gösterecek yer­


de, Haşim'in gözleri yaşlarla dolmuş; ve hüzün yüreğine inerek yü­
zünü sarartmış. Böylesine bir görünümü beklemeyen Harun çok şa­
şırmış ve mücevherin musikişinasın hoşuna gitmediğine inanmış;
ve ona "Bu gözyaşları ve bu hüzün nedendir, ey Haşim? Ve eğer bu
gerdanlık hoşuna gitmediyse, bana ve kendine karşı can sıkıcı bir
sessizliği neden sürdürüyorsun?" diye sormuş. Musikişinas da "Tan­
rı hükümdarların en cömertinin başı üzerinden lütuflarını eksik et­
mesin! Ama, gözyaşlarımı akıtan ve yüreğimi kedere boğan şey se­
nin düşündüğün değil, efendim! Ve eğer bana izin verirsen, ben sa­
na bu gerdanlığın öyküsünü ve ortaya çıkışının neden beni gördü­
ğün hale soktuğunu sana anlatının" diye yanıt vermiş. Harun da
"Kuşkusuz, bu izni sana veriyorum. Çünkü atalarımdan bana kalan
bir gerdanlığın öyküsü son kertede şaşırtıcı olmalıdır; ve bu konuda
benim bilmeyip senin bildiğin şeyi öğrenmek için can atıyorum" di­
ye yanıt vermiş. O zaman şarkıcı musikişinas, anılarını toparlaya­
rak şöyle anlatmış:
Bil ki, ey Emir-fil-Müminin, bu gerdanlıkla ilgili olay, benim
ilk gençlik zamanlanma rastlar. O tarihlerde ben, kökenimin vatanı
ve de doğduğum yer olan Şam kentinde yaşıyordum.
Bir akşam, gurup zamanı, bir gölün kenarında dolaşıyordum;
ve Şam çöllerinin Araplarının, yüzü göz hizasına kadar örten giysile­
rine bürünmüştüm. İşte tam o sırada, her zaman görülmedik şekil­
de, taşıdıkları musiki gereçlerine bakılınca, kuşku duyulmaksızın
şarkıcı oldukları anlaşılan nadir zarafette, üstün nitelikli iki genç kı­
zın eşlik ettiği genç bir adama rastladım. Birdenbire bu gezgin kişi­
de, bizim yörelerde, şu Taberiye gölü kıyısında ceylan avlamaya gel­
miş bulunan, bu isimdeki ikinci kişi olan Halife El-Velit'i tanıdım.

152
Kendi bakımından, halife beni görünce, yoldaşlarına döndü ve
onlara, sadece onların duyduğunu sandığı bir sesle "İşte çölden gel­
miş, tüm kabalığı ve yabaniliği içinde bir Arap! Vallahi! Onu çağırıp
bize katılmasını isteyeceğim; onun sırtından bir parça eğleniriz!" de­
di. Ve eliyle bana işaret etti. Yanlarına yaklaşınca, beni çimende, iki
şarkıcı kızın karşısında, yanına oturttu. İşte o zaman, beni tanımak­
tan uzak olan ve daha önce hiç görmemiş bulunan halifenin arzusu
üzerine, kızlardan biri utuna düzen verdi ve dokunaklı bir sesle be­
nim bestelediğim tek düze bir ezgi okudu. Ama, tüm yeteneğine kar­
şın, okurken birkaç küçük hata yaptı ve ezginin birçok kısmını atla­
dı. Ben de halifenin patlamaya hazır alaylarını üzerime çekmemek
için kendimi kesinlikle sakınmakla birlikte, şarkıcıya seslenerek
"Hata yapıyorsun, hanımım, hata yapıyorsun!" diye haykırmaktan
kendimi alamadım. Genç kız da, benim seslenişimi duyunca, alaylı
bir gülüşle güldü; halifeye dönerek "Şu deve sürücüsü Bedevi Ara­
bın söylediğini işittin mi, ey Emir-fil-Müminin? Bizi hata işlemiş ol­
makla itham etmekten çekinmiyor, utanmaz!" dedi. El-Velit de ba­
na, aynı zamanda hem alaycı hem de söylediğimi onaylamamış gibi
bakarak "Senin kabilende, ey Bedevi, şarkı söylemeyi ve musiki ge­
reçlerinin çalınışını incelikle öğretirler mi?" dedi. Ben de önünde
saygıyla eğilerek ona "Başım üzerine yemin ederim ki hayır, ey
Emir-ül-Müminin. Ama eğer izin verirsen, bu harika şarkıcıya,
tüm sanatına karşın, icrada bir iki hata yaptığını kanıtlarım" diye ya­
nıt verdim. El-Velit, sonucu görmek üzere bana izin verince, genç
kıza "İkinci telde bir seyrek koma daha aşağı bas; dördüncü tele de
gevşek bas! Sonra da havanın ağır bölümüne geç! Göreceksin ki, şar­
kının vurgulaması daha çok anlam kazanacak ve senin hafifçe atladı­
ğın bazı kısımlar kendiliğinden yerine oturacak" dedim.
Genç kız da, bir Bedevi'nin bu tarzda konuştuğunu görmekten
şaşırarak kendisine gösterdiğim şekilde utuna düzen verdi; ve şarkı­
sını yeniden söyledi. Bu kez öylesine güzel ve mükemmel okudu ki,
kendisi de heyecanlandığı kadar şaşırdı da. Ve ansızın ayağa kalka-

153
rak "Kabe'nin Sahibi üzerine yemin ederim ki, sen Haşim bin Süley­
man'sın!" diye haykırarak ayaklarıma atıldı. Ben de genç kızdan da­
ha az heyecanlanmış değildim ve bu yüzden yanıt veremedim. Hali­
fe "Sen gerçekten onun sözünü ettiği kişi misin?" diye sordu. Ben
de, yüzümü açarak "Evet, ey Emir-fil-Müminin, ben senin kölen

Haşim Taberi'yim!" diye yanıt verdim. Halife beni tanıdığından ötü­


rü çok memnun oldu; ve bana "Ey Süleyman'ın oğlu, seni yoluma çı-

154
karan Tann'ya övgüler olsun! Bu genç kız, sana, zamanımızın tüm
musikişinaslarından fazla hayrandır; ve bana senin şarkıların ve
bestelerinden başka şey çalıp söylemez!" dedi. Ve de "İsterim ki
bundan böyle benim dostum ve arkadaşım olasın!" diye ekledi. Ben
de ona teşekkür edip elini öptüm.
Sonra, şarkıyı söyleyen genç kız, halifeye doğru dönüp ona "Ey
Emir-ül-Müıninin, bu mutlu an dolayısıyla sana bir şey sormak isti­
yorum!" dedi. Halife de "Sorabilirsin!" dedi. Kız "Senden, üstadıma,
saygımı göstermek üzere, minnettarlığımın bir kanıtını sunmama
izin vermeni rica ediyorum" dedi. O da "Kuşkusuz, gerekir doğru­
su!" diye yanıt verdi. O zaman sevimli şarkıcı, boynunda taşıdığı ve
kendisine halifenin armağan etıniş bulunduğu görkemli gerdanlığı
çıkardı ve "Bunu ıninnettarlığımın bir verisi olarak kabul et ve beni
bu denli az şey verdiğim için bağışla!" diyerek boynuma taktı. O ger-
. danlık, kesinlikle bugün yeniden gönül yüceliğinle edindiğim bu ger­
danlıktı, ey Eınir-ül-Müıninin. Ve de bugün yeniden elime geçmek
üzere, o zaman, bu gerdanlık elimden şu yolda çıkmıştı...

Anlatısının burasında Şehrazat, sabahın belirdiğini görerek ya­


vaşça susmuş.

Ama Dokuz Yüz Seksen Altıncı Gece Olunca

Demiş ki:

Ve de bugün yeniden elime geçmek üzere, şimdi görünce be­


nim neden ağladığımı da belirleyecek olan bu gerdanlık, o zaman
elimden şu yolda çıkmıştı.
Gerçekten, göl üzerinde, meltem, serinlik vererek eserken, şar­
kı söyleyerek belirli bir süre geçirdikten sonra, El-Velit ayağa kal­
kıp bize "Su üzerinde bir gezinti yapmak üzere kayığa binelim!" de-

155
di. Hemen uzakta bulunan hizmetkarlar koşuşup bir kayık getirdi­
ler. Kayığa ilkin halife bindi, sonra da ben. Sıra bana gerdanlığı ar­
mağan eden genç kıza gelince, kayığa binmek üzere ayağını uzattı.
Ama kürekçilerden yüzünü sakınmak üzere örtüsüne bürünürken
şaşkınlık gösterdi; ve ayağı kaydı, göle düştü; ve kendisine yardım
ulaşmadan önce, suyun dibini boyladı. Ve yaptığımız tüm araştırma­
lara karşın, onu yeniden bulmayı başaramadık. Tanrı ondan merha­
metini esirgemesin!
El-Velit'in acısı ve üzüntüsü çok derin oldu, gözyaşları yüzünü
ıslattı. Ben de bu bahtsız genç kız uğruna acı gözyaşları döktüm. Bu
olaydan sonra epeyce bir zaman sesini çıkarmayan halife, bana "Ey
Haşim, acı duymama hafif bir teselli olmak üzere, kısa yaşamında
benim için yaptıklarının bir anısını oluşturmak üzere onun gerdanlı­
ğının elimde bulunmasını isterdim. Ama Tanrı, sana armağan ettiği­
miz şeyi geri almaktan bizi korusun. Dolayısıyla senden bu gerdanlı­
ğı bana satmaya razı olmanı rica ediyorum" dedi. Ben de, hemen
gerdanlığı halifeye verdim, o da kente döndüğümüzde bana otuz bin
gümüş dirhem ödedi ve beni değerli armağanlara boğdu.
Ve işte, ey Emir-ül-Müminin, beni bugün ağlatan neden böyle­
dir. Ve hükümranlık gücünü Emevi halifelerinden alarak senin de
muzaffer ardılı olduğun Abbasilere geçiren Yüceler Yücesi Tanrı,
bu gerdanlığı, dolaylı yoldan, soylu atalarından, miras yoluyla sana
aktardı.
Ve El-Reşit, Haşim bin Süleyman'ın bu öyküsünden çok duy­
gulanmış ve "Tanrı, layık olanlardan rahmetini esirgemesin!" de­
miş. Ve bu genelleştirilmiş cümleyle yenik düşmüş rakip bir sülale­
nin üyelerinin adını anmaktan kaçınmış.
Sonra genç adam "Madem ki, musikişinasların ve şarkıcıların
kapısını aşındırıyoruz, şimdi de size, binlercesi arasından tüm za­
manların musikişinasları arasında en ünlüsü olan Musullu İshak
bin İbrahim'in bir öyküsünü anlatmak istiyorum" demiş ve şu öykü­
yü anlatmış:

156
MUSULLU İSHAK VE YİTİRİLMİŞ ŞARKI 1

Musikişinas ve şarkıcı Musullu İshak bin İbrahim aracılığıyla


bize kadar ulaşan çeşitli anılardan birinde İshak şunu anlatır:
Bir gün, adetim gereği Emir-ili-Mümininin yanında bulunu­
yordum. Onu, veziri El-Fadl ve yüzünden nur saçan ve dış görünü­
münden soyluluk ve ağırbaşlılık akan Hicazlı bir şeyhle otururken
buldum. Ve iki tarafın selamlaşmasından sonra sezdirmeden Vezir
El-Fadl'a doğru eğilip ona hoşlandığım ve daha önce hiç görmedi­
ğim bu Hicazlı şeyhin adını sordum. Bana "Bu şeyh, ününü duymuş
olduğun Hicazlı şarkıcı, yaşlı şair ve musikişinas Maabad'ın torunu-
- dur" diye yanıt verdi. Gençliğimde çok hayran olduğum bu yaşlı Ma­
abad'ın torununu tanımakla memnun olduğumdan El-Fadl, kulağı­
ma "İyi İshak, gördüğün Hicazlı şeyh, senden hoşlanırsa, sana bü­
yükbabasının tüm bestelerini öğretir, hatta şarkıları da söyler. Gü­
leç yüzlüdür ve güzel bir sesi vardır" dedi.
O zaman ben, adamın tarzını öğrenmek ve gençlik yıllarımda
beni büyülemiş olan şarkıları belleğime nakşetmek için Hicazlıya
elimden geldiğince hoş görünmeye çalıştım; ve çeşitli şeylerden söz
ettikten sonra, ona "Ey pek soylu şeyh, senden rica etsem, büyük ba­
ban Hicaz'ın onuru, ünlü Maabad 'ın kaç adet şarkı bestelediğini ba­
na söyleyebilir misin?" dedim. Bana "Altmış tane. Ne bir eksik, ne
bir fazla!" diye yanıt verdi. Ben de kendisine "Bu altmış şarkıdan,
gerek ölçüsü, gerek öğeleri bakımından senin en çok sevdiğinin han­
gisi olduğunu söylemeni senden rica edersem, sabrını çok mu zorla-

1 :\1ardrus. öykünün başlığını "�1usullu İshak ve Yeni Hava" olarak çevirmiş. Biz Mathers"in
kulland ığı başlığı yeğtuttuk. (Ç.)

157
mış olurum?" diye sordum. Bana "Her bakımdan 'Muleyha'mn boy­
nunun eşsiz güzelliği! Güzel göğüslü Muleyha'mn!' dizesiyle başla­
yan kırk üçüncü şarkı, kuşkusuz!" diye yanıt verdi.
Ve sanki, bu dizenin sadece okunuşu bile onda bir esin sağla­
mışçasına, elimden ansızın utu kaptı ve çabucak ufak bir düzen sağ­
ladıktan sonra, .harika bir sesle sözü edilen ağır ve dokunaklı ezgiyi
okudu. Ve çok eski olduğu halde yine de yepyeni olan bu şarkıya
bambaşka bir sanat, bir büyü, bir zarafet ve anlatılamaz bir duyar­
lık kattı. Onu işitmekle zevkten ürperdim; heyecanın sınırında, ken­
dimden geçmiş, gözüm kamaşmıştı. Yeni duyduğum parçaları, ne
kadar karmaşık olurlarsa olsun, aklımda tutmak gibi bir yeteneğim
olduğu halde, Hicazlı şeyhin önünde, bana söylediği ve benim için
yepyeni olan o hoş şarkıyı hemen tekrarlamak istemedim; ona te­
şekkür etmekle yetindim. Ben saraydan bu musikiyle esrikleşmiş
olarak çıkarken şeyh de ülkesi Medine'ye dönmek üzere oradan ay­
rıldı.

Anlatısının burasında Şehrazat, sabahın belirdiğini görerek ya­


vaşça susmuş.

Ama Dokuz Yüz Seksen Yedinci Gece Olunca


Demiş ki:

Ben saraydan bu musikiyle esrikleşmiş olarak dışarı çıkarken,


şeyh de ülkesi Medine'ye dönmek üzere oradan ayrıldı.
Evime dönünce, duvarda asılı olan utumu aldım, anahtarları
bularak tellerinde düzen tutturdum; ve inceden inceye son düzenle­
melerini yaptım. Ama, hayret değil mi, beni o denli etkileyen Hicaz­
lının musikisini tekrarlamak isteyince ne tek bir notasını ne de han­
gi makamdan söylendiğini hatırlayabildim. Ben ki, olağan koşullar-

158
da pek önemsemeyen bir kulakla dinlemiş olsam da, yüz kıtalık bü
şarkıyı aklımda tutardım. Ama bu kez belleğimle bu şarkının arası
na içinden geçilemez bir pamuk tabakası girmiş gibiydi; ve tüm hı:
tırlama çabalanma karşın, yüreğimde o denli yer etmiş bulunan şaı
kıyı tekrarlayamadım.

O andan başlayarak, gece gündüz, bu musikiyi hatırlamak için


çırpındım, durdum; ama hiçbir sonuç alamadım. Umutsuzluk için­
de utumu ve derslerimi terk ettim; ve Bağdat'ı, sonra Musul'u ve
Basra'yı; sonra da tüm Irak'ı, bu musikiyi ve bu şarkıyı kadın erkek
bütün eski şarkıcılara sorarak baştan aşağı dolaştım, ama hiç kimse
ne o havayı bildi ne de bana onu yeniden nasıl bulacağımın yolunu
gösterecek herhangi bir bilgi verebildi.
O zaman, bütün araştırmalarımın boş olduğunu anlayarak ken­
dimi bu tutkudan kurtarmaya karar verdim; ve çölü aşarak Hicaz'a

159
yolculuk yapıp Medine'ye giderek Hicazlı şeyhi bulmaya ve bana
bir kez daha büyükbabasının bu şarkısını söylemesini rica etmeye
karar verdim. Bu kararı aldığım sırada Basra'da bulunuyor ve ne­
hir kenarında dolaşıyordum. Tam o sırada kapalı ve zengin giysilere
bürünmüş ve yüksek ailelerden gelme oldukları izlenimini veren iki
genç hanım yanıma yaklaştı ve eşeğimin dizginini tutup eşeği durdu­
rarak beni selamladı.
Ben de, çok canım sıkılarak ve Hicaz şarkısını düşünmekten
başka bir şey yapmaksızın kesin bir tavırla "Bırakın! Bırakın!" de­
dim. Ve eşeğimin dizgin.ini yeniden ele geçirmek istedim. Ama o sı­
rada, içlerinden biri yüzündeki peçeyi kaldırmaksızın, ardından ba­
na gülümsedi ve "Pekala, ey İshak, ama senin Hicazlı Maabad'ın
'Muleyha'nın boynunun eşsiz güzelliği' dizeleriyle başlayan güzel
şarkısına olan tutkun nerede kaldı, şimdi? Yoksa onu aramak için
dünyayı dolaşmaktan vaz mı geçtin?" dedi. Ve şaşkınlığımı yenme­
me fırsat vermeden "Ey İshak, haremin pencere parmaklıklarının
gerisinden halifenin ve El-Fadl'ın huzurunda Hicazlı şeyh şarkı söy­
lerken ve o eski musikinin seni sıçrattığı ve yörendeki cansız eşyayı
raksettirdiği sırada seni gördüm. Bir hayranlık içinde idin, ey İs­
hak! Ellerinde düzen tutuyor, başını oynatıyor ve tatlı tatlı sallanı­
yordun. Sarhoş gibiydin, deli gibiydin" diye ekledi.
Ben de, bu sözleri işitince "Ah! Babam İbrahim'in anısına ant
içerim ki, bu zengin ve güzel şarkı yüzünden şimdi daha da deli gibi­
yim. Ya Allah! Onu yeniden, hatalı da olsa, eksik de olsa yeniden
duymak için neler vermezdim! Bu şarkının bir notası için ömrümün
on yılını verirdim! İşte şimdi sen ondan söz ederek, ey tatlı varlık,
pişmanlıklarımın ateşini canlandırdın ve umutsuzluğumun küllen­
miş korunu körükledin!" diye haykırdım. Ve de "Bırakın, bırakın be­
ni de gideyim! Çabucak hazırlanmam, Hicaz'a gitmek üzere acele
yola koyulmam gerek!." diye ekledim.
Genç kız bu sözleri duyunca, eşeğimin dizginini bırakmaksızın
kahkahalarla güldü ve bana "Ya ben sana 'Muleyha'nin boynunun

160
eşsiz güzelliği' dizeleriyle başlayan Hicaz şarkısını söylesem, yine
de Hicaz'a gitmekte ısrar eder miydin?" dedi. Ben de "Babanın ve
ananın başı için, ey iyi aile kızı, zaten çılgına dönmüş birine daha faz­
la işkence etme!" diye yanıt verdim.
Bunun üzerine genç hanım, eşeğimin dizginini boyna elinde tu­
tarak harika bir sesle ve daha önce Hicazlının ağzından işitmiş oldu­
ğumdan bin kez daha güzel bir usulle ansızın şarkıyı okumaya başla­
dı. Bununla birlikte şarkıyı kısık bir sesle okuyordu! Ve ben, coşku
ve mutluluğun sınırında, büyük bir tatlılığın işkence çekmekte olan
ruhumu yatıştırdığını hissettim. Ve hemen eşeğimden atlayarak
genç kadının ayaklarına kapanıp ellerini ve giysisinin eteğini öp­
tüm. Ve ona "Hanımım, ben senin yüce gönüllülükle satın alınmış
kölenim. Benim konukseverliğimi kabul etmek ister misin? Sen ba­
na Muleyha'nın şarkısını söylersin, ben de sana bütün gün ve bütün
gece şarkı okurum. Evet, bütün gün ve bütün gece!" dedim. Ama ka­
dın bana "Ey İshak, senin ne denli huysuz olduğunu ve bestelerin
hakkında nasıl cimri davrandığını biliriz. Evet, biliriz ki, öğrencileri­
nin hiçbiri senden kabul görüp asla tek bir şarkını bile öğreneme­
mişlerdir. Onların bestelerden öğrendikleri de, senin Aleviye, Vect
el-Kara ve Muharek gibi yabancılar aracılığıyla onlara intikal ettir­
diğin şeylerdir. Ama doğrudan doğruya senden, ey çok kıskanç İs­
hak, hiç kimse bir şeyler öğrenmemiştir. Madem ki Muleyha'nın
bestesini öğrenmek istemektesin, öyleyse bunca uzatmaya ne hacet
var? Sen iyice belleyesiye kadar onu sana söylerim" diye ekledi. O
zaman "Karşılığında, ben de, ey göklerden inmiş kız, senin için kanı­
mı akıtırım. Ama kimsin sen ve de adın nedir?" diye haykırdım...

Anlatısının burasında Şehrazat, sabahın belirdiğini görerek ya­


vaşça susmuş

161
Ama Dokuz Yüz Seksen Sekizinci Gece Olunca

Demiş ki:

O zaman "Karşılığında, ben de, ey göklerden inmiş kız, senin


için kanımı akıtırım. Ama kimsin sen ve de adın nedir?" diye haykır­
dım. Bana "Yaprağın kuşa, meltemin yapraklara söylediklerini anla­
yan şarkıcılar arasında sıradan bir şarkıcı. Adım Vehibe'dir. Şairin
o ünlü şarkısı da benim adımı taşır" dedi ve şu şarkıyı okudu:

EyVehibe! Zevkler ve neşeler yalnız senin yanında duyulur.


EyVehibe! Benden başka hiç kimsenin tatmadığı tükürtiğün nasıl da
kokulu idi!
Çöllerde kaynaklar nadir olduğu kadar nadir, sen bana sadece
dudaklannın bardağını sunmaya geldin.
EyVehibe, yaşamında bir kez bile yumurtlamamış horoza öykünme.
Gel konutu kokuya bof.
Bana şekerden de tatlı bir zevk, ışık gibi saydam ve karkafa ve
kandaristen yeğni olan ölümsüzlük iksirini sun!

Sözleri Ferruh'a ait olan bu sevimli şarkıyı, narin bir havaya uy­
durarak Vehibe kendisi bestelemişti. Ve bu şarkıyla benim aklımı
başımdan uçurdu. Ona o kadar yalvardım ki, sonunda, kızkardeşiy­
le birlikte benim konutuma gelmeye razı oldu. Bütün bir günü ve ge­
ceyi şarkı ve musikiyle geçirdik. Ve ben onda, hiç kuşkusuz, yaşa­
mımda benzerini asla işitmediğim, en hayranlık duyulacak şarkıcıyı
buldum. Aşkı ruhumun derinliğine kadar işledi. Sonunda, bana, se­
sinin güzelliğini sunduğu gibi etinin lezzetini de tattırdı. Ve Nasip
Dağıtıcı'nın bana bağışladığı mutlu yıllar boyunca yaşamımı süsle­
di.
Sonra zengin genç adam "Şimdi de halifenin rakkaseleri üstüne
nükteli bir fıkra!" demiş ve şu öyküyü anlatmış:

162
İKİ RAKKASE

Bir zamanlar, Halife Abd ül-Malik bin Mervan'ın saltanatı za­


manında, mesleğinin kendisine sağladığı tüm serveti ve Şam' daki
emirlerin ve zengin kişilerin cömertliğinden elde ettiklerini çılgın
bir israfla harcayan İbn Ebu Atik adlı bir şair ve musikişinas yaşar­
mış.
Ve yine, kazandığı hatırı sayılır paraya karşın bitip tükenmez
bir yoksulluk içindeymiş; ve kalabalık ailesinin yaşamını sağlamak.
için büyük zahmet çekermiş. Çünkü şairin elinde altın ve aşığın yü­
reğinde sabır kalbur içindeki su gibidir.
Oysa şair, halifenin yakınlarından biri olan mabeyinci Abdul­
lah'ın ruh gibi dostuymuş. Daha önce birçok kez. kentin ileri gelen­
lerinin lütuflarını onun üzerine çekmiş bulunan Abdullah bizzat ha­
lifeliğin lütuflarını da sağlamaya karar vermiş. Ve Emir-ül-Mümini­
nin uygun durumda bulunduğu bir sırada Abdullah meseleyi ona
açıp Şam'da ve ülkenin her yerinde çağın en hayran olunacak bir
musikişinası olarak sayılan kişinin yoksulluğundan ve yoksunluğun­
dan dem vurmuş. Abd ül-Malik de "Onu bana yollayabilirsin!" de­
miş.
Abdullah iyi haberi dostuna iletmekte acele etmiş ve ona hali­
feyle olan konuşmasını tekrarlamış; şair de dostuna teşekkür edip
saraya gitmiş. Ve kendisine takdim edildiğinde halifeyi, ayakta du­
ran rakkaseler narin bedenleriyle bhank dalları gibi salınır ve elle­
rindeki hurma yapraklarından yelpazeleri tatlı bir zarafetle oynata­
rak efendilerini serinletmekte iken oracıkta oturur bulmuş. Rakka­
selerden birinin elindeki yelpazenin üzerinde altın ve lacivert taşın­
dan harflerle şunlar yazılıymış:

163
Benim getirdiğim rüzgar taze ve yeğnidir ve okşadıklarımın pembe
utancıyla oynarım.
Aşık ağızların busesini gizlemek için içtenlikli bir örtüyüm ben.
Ağzını açıp şarkı söyleyen muganniye ve dizeler okuyan şair için
değerli bir yardımcıyım.

İkinci rakkasenin yelpazesi üzerinde, yine altın ve lacivert ta­


şından harflerle şu dizeler yazılıymış:

Güzellerin elinde gerçekten hoş bir şeyim; bu yüzden seçeneğim


halife saraylarıdır.
Çünkü zarafet ve incelikle uyum sağlayamayanlar bana dost olarak
sahip bulunmaktan el çekmişlerdir.
Ama, bükülgen bedenli ve güzel bir esire gibi rahat olan delikanlıya
da okşayışlarımı zevkle sunarım.

Şair bu iki harika kıza iyice bakınca gözleri kamaşmış ve derin­


den derine titremiş. Ve ansızın, sefaletini, kederlerini, ailesel yok­
sunluklarını ve acı gerçeği unutmuş. İki seçkin rakkase arasında,
cennet zevklerinin ortasına sürüklendiğini zannetmiş. Onların gü­
zelliği, ona anısı kendisine kalmış tüm gelip geçmiş kadınları, çirkin
ve salak karılar gibi göstermiş.
Halifeye gelince, saygı sunuşlar ve selamlaşmalardan sonra,
şaire "Ey İbn Ebu Atik, Abdullah'ın, güvensiz durumun ve yakınla­
rının içine dalmış olduğu sefalet hakkında bana yaptığı tanımlama­
dan etkilendim. Bu durumda benden ne isteyeceksen isteyebilirsin;
istediğin şey sana o saat ve o anda sağlanacaktır" demiş. Şair de iki
rakkaseyi görmekten duyduğu şaşkınlık içinde halifenin sözlerinin
kapsamını anlayamamış. Zaten anlasa da, para mı yoksa servet mi
istesin, bilemeyecekmiş. Çünkü, o anda kafasını sadece bir fikir iş­
gal ediyormuş: iki rakkasenin güzelliği ve onlara tek başına sahip ol­
mak ve gözleri ve etkileriyle esrikleşmek.

165
Böylece, halifenin yüce gönüllülükle yaptığı teklife "Tanrı
Emir-ül-Mümininin ömrünü uzatsın! Ama kölen Nasip Dağıtıcı'nın
hayırlarıyla donanmıştır. Zengindir ve bir emir gibi hiçbir şeyi nok­
san değildir. Gözü toktur, ruhu doygundur, yüreği hoşnuttur. Ve za­
ten, şimdi, güneşin huzurunda ve iki ay arasında bulunduğum du­
rumda, en kara sefaletler, en katı yoksunluklar içinde de olsam,
kendimi ülkenin en zengin insanı sayardım" demiş.
Halife Abd ül-Malik, bu yanıttan son derecede hoşnut kalmış
ve şairin gözlerinin, dilinin diyemediğini şiddetle ifade etmekte ol­
duğunu görerek ona "Ey İbn Ebu Atik! Şurada gördüğün ve benim
henüz bugün Rum Kralı'nın bir armağanı olarak kabul ettiğim iki
genç kız, artık senin yasal malın ve mülJ5-ündür. Ve kendi mülküne
keyfince girebilirsin!" demiş.
Şair de rakkaseleri alıp evine götürmüş.
Ama Abdullah saraya dönünce, halife ona "Ey Abdullah, dos­
tun olan bu şair ve musikişinasın yoksunluğu ve sefaleti hakkında
bana duyarlılıkla yaptığın tanımlama gerçekten de abartılıymış.
Çünkü bana tam olarak mutlu bulunduğunu ve kesinlikle hiçbir şe­
ye ihtiyacı olmadığını söyledi" demiş. ,Abdullah yüzünün şaşkınlıkla
kaplandığını hissetmiş ve bu sözleri duymakla ne düşüneceğini bile­
memiş. Ama halife yeniden söz alarak "Ve de, yemin ederim ki Ab­
dullah, Tanrı'nın hiçbir yaratığında görmediğim kadar mutlu du­
rumdaydı" demiş. Şair musikişinasın yaptığı abartılı konuşmayı ona
tekrarlamış. Abdullah da, yarı gücengin, yarı şakacı "Başın üzerine
yemin ederim ki, ey Emir-ül-Müminin, sana yalan söylemiş. Hem
de utanmadan yalan söylemiş. Onun keyfi yerindeymiş ha? Mem­
nunmuş, öyle mi? Ama, bu adam çok sefildir ve çocuklarını görmek
kirpiklerinde yaşları titretir. İnan ki, bana, ey Emir-ül-Müminin,
tüm ülkede hiç kimse, senin lütuflarının küçük bir kırıntısına bile
onun kadar muhtaç değildir" diye yanıt vermiş. Halife, bu sözleri du­
yunca, şair ve musikişinas hakkında ne düşeceğini bilememiş.
Abdullah da, halifenin yanından ayrıldığı andan başlayarak İbn

166
Ebu Atik'in yanına ulaşmak için acele etmiş. Ve onu iki güzel rakka­
senin beraberliğinde, birini sağ dizine, öbürünü sol dizine almış, iç­
ki dolu bir tepsinin önünde büyük bir keyifle otururken görmüş...

Anlatısının burasında, Şehrazat, sabahın belirdiğini görerek ya­


vaşça susmuş.

Ama Dokuz Yüz Seksen Dokuzuncu Gece Olunca

Demiş ki:

Ve onu iki güzel rakkasenin beraberliğinde, birini sağ dizine,


diğerini sol dizine almış, içki dolu tepsinin önünde büyük bir keyifle
otururken görmüş. Ve kızgın bir sesle "Halifenin önünde, hakkında
söylediklerimi yalanlayarak ne yapmayı düşünüyordun, ey çılgın?
Benim yüzümü, en karasından bir renge ulaşasıya kadar kara çıkar­
dın!" diyerek onu sorguya çekmiş. Şair de keyfin son sınırına ulaş­
mış olarak "Ah dostum! Birdenbire içine sürüklendiğim durumda
acaba kim yoksulluğunu haykırabilir ve sefaletten dem vururdu?
Öyle yapsaydım, benim yararımı bir yana bırak, en azından bu iki
huriye karşı ayıp olurdu!" diye yanıt vermiş.
Bunu söyleyerek dostuna, içinde miskle ve kafurla kokulandı­
rılmış bir sıvı bulunan koca bir bardak uzatmış ve ona "İç dostum,
şu siyah gözlerin bakışları altında! Siyah gözler benim çılgınlığım­
dır!" demiş. Ve iki harika rakkaseyi göstererek "Bu iki mutlu varlık,
benim malım ve servetimdir. Nasip Dağıtıcı'nın cömertliğini incit­
me pahasına daha fazla ne isteyebilirdim ki?" diye eklemiş.
Abdullah, bunca iç temizliği karşısında gülmeye zorlanırken,
bardağı dudaklarına yaklaştırmış; şair musikişinas da utu eline al­
mış ve parlak bir girizgahla onu canlandırarak şu şarkıyı söylemiş:

167
Şen şakrak, ipince ve zarif genç kızlar! Hayranlık verici ceylanlar,
böğıü narin kısraklar!
Bağı.rlannda güzel yuvarlak göğüsleri yükselir, ışıklı bir gökteki iki
yeşim kupa gibi.
Nasıl olur da şarkı söylemem? Çıplak dağlara bile bu ceylanların bana
içirdikleri içirilseydi, onlar da şarkı söylerlerdi!

Geçmişte olduğu gihi, şair ve musikişinas, bahtına ve Yaradan­


ların Efendisi'ne güvenerek kaygısızca yaşamayı sürdürmüş ve bu
iki rakkase onun kötü günlerinin tesellisi ve tüm yaşamı boyunca
mutluluğu olmuş.
Bunu izleyerek genç adam "Bu akşam, size, Fıstık Yağlı Kay­
mak öyküsünü de anlatacağım" demiş.

FISTIK YAGLI KAYMAK

Harun Reşit'in saltanatı döneminde Bağdat'ın yüce kadısı, za­


manının en bilgin, en derin ve ince fikirli büyük hukukçusu Yakup
Ebu Yusuf imiş. Kendisi İmam Ebu Hanefi'nin öğrencisi ve de en
sevdiği yoldaşı olmuş; ilk olarak aydın bir kafayla, üstadı İmam tara­
fından ortaya konan hayranlık verici öğretiyi yöntemli ve açıklamalı
bir bütünlük içinde toparlayıp düzenlemiş ve yazmış olan da yine oy­
muş. Ve böylece kaleme alınmış bulunan bu öğreti, o tarihten sonra
gelenekçi Hanefi törelerine rehber ve temel oluşturmuş. Bu kadı,
gençliğinin ve mesleğine alçakgönülle başlayışının öyküsünü; özel­
likle Fıstık Yağlı Kaymak öyküsüyle çözülmesi güç bir hukuksal so­
runa ilişkin öyküyü kendisi bize şöyle anlatmış ve demiştir ki:

168
.t:Sabam öldüğünde, Tanrı onu Rahmetiyle kuşatsın ve ona cen­
netinde seçkin bir yer sağlasın, ben henüz annemin kucağında kü­
çük bir çocuktum. Bizler fakir kimseler olduğumuzdan ve ben evimi­
zin tek desteği olduğumdan, annem bir�z büyüyünce, beni çabucak
mahalledeki bir kuru temizleyicinin yanına çırak verdi. Ve böylece
çocuk yaşta annemle kendimin geçimini sağlayabildim.
Ama Yüceler Yücesi Tanrı, bahtıma kuru temizleyiciliği yazma­
mış bulunduğundan, bütün günlerimi boya kazanının başında geçir­
meye karar veremiyordum. Çoğu zaman dükkandan kaçıp Tanrı' -
nın en seçkin verileriyle donatası İmam Ebu-Hanife'nin dinsel öğre­
tisini izleyen uyanık öğrencileri arasına katılmaya gidiyordum. Ama
benim davranışlarımı denetleyip beni sık sık izleyen annem, bu ka­
çışlarımdan dolayı beni şiddetle azarlıyor ve beni saygın üstadı din­
leyen topluluğun ortasından çekip çıkarıyordu. Ve beni elimden tu­
tup homurdanarak ve döverek sürüklüyor ve zorla kuru temizleyici­
nin dükkanında yeniden işe sokuyordu.
Ben de, bu titiz denetlemelere ve anamın hırpalamalarına kar­
şın, bilgi edinmek için gayretimi, sabırsızlığımJ ve coşkumu görüp
beni teşvik eden saygın üstadın derslerini düzenli şekilde izlemenın
bir çaresini buluyordum. Öylesine ki, bir gün, annem kuru temizle­
yicinin dükkanından kaçışlanmdan öfkeli; ezilip sıkılan ve utanan
öğrencilerinin önünde Ebu Hanife'ye "Ey şeyh, bu çocuğun yitip git­
mesinin ve hiçbir geçim kaynağı olmayan bir yetimin serseriliğine
kapılmasının nedeni sensin. Çünkü benim iğimin sağladığı yetersiz
gelirimden başka bir şeyim yok. Bu yetim kendi bakımından bir ka­
zanç sağlamazsa yakında açlıktan ölürüz. Ve ölümümüzün sorumlu­
luğu kıyamet gününde senden sorulur" diye haykırarak Ebu-Hani­
fe'ye şiddetle kafa tuttu. Saygın üstadım bu şiddetli çıkışma karşı­
sında sükunetini yitirmeden anama uzlaştırıcı bir sesle ''Ey zavallı,
Tanrı seni lütuflarıyla donatsın! Ama sen git, kaygılanma! Bu yetim
bir gün, burada, fıstık yağıyla hazırlanmış kaymağın hasıyla beslen­
meyi öğrenecek" dedi. Anam da, bu yanıtını işiterek saygın imamın

169
fikren bunamış olduğunu düşünerek ve "Allah seni kahretsin! Sen
saçma sapan konuşan bir bunaksın, aklın da gelip gidiyor!" diye son
bir hakaret daha savurarak çekip gitti. Ama ben, İmam'ın bu sözle­
rini aklımda tuttum.
Ve Tanrı yüreğime okuma tutkusu koymuş bulunduğundan,
bu tutku her şeye karşı koydu ve sonunda engelleri aşmama fırsat
sağladı. Ve ben, Ebu Hanife'ye sımsıkı bağlandım. Ve Nasip Dağıtı­
cı benden bilgiyi ve onun sağladığı yararlan esirgemedi. Öylesine ki
yavaş yavaş rütbem yükseldi ve beni sık sık yemeğini bölüşmeye ça­
ğıran Emir-ili-Müminin Harun Reşit'in yakın dostu oldum.
Böylece günün birinde halife ile oturup yemek yemekte iken ye­
meğin sonunda, köleler, üstüne dövülmüş fıstık serpilmiş, kokusu
bile bir zevk oluşturan harika bir beyaz kaymağın içinde titreşip
durduğu büyük bir çini tabak getirdiler. Halife benden yana dönüp
bana "Ey Yakup şundan tat. Bu tatlıyı her zamaq bu kıvamda yapa­
mazlar. Bugün harika olmuş" dedi Ben de ona "Bu tatlının adı ne,
ey Emir-ili-Müminin; ve görünümü bu kadar hoş ve kokusu bu den­
li nefis olarak nasıl hazırlanıyor?" diye sordum. Bana "Bu kaymakla,
balla, nişastayla ve fıstık yağıyla hazırlanmış bir pelüzedir" diye ya­
nıt verdi...

Anlatısının burasında Şehra.zat, sabahın belirdiğini görerek ya­


vaşça susmuş.

Ama Dokuz Yüz Doksanıncı Gece Olunca


Demiş ki:

"Bu, kaymakla, balla, nişastayla ve fıstık yağıyla hazırlanmış


bir pelüzedir" diye yanıt verdi.
Ben de, bunu işitince, karşıma çıkan bu tatlı hakkında kehanet-

170
te bulunmuş olan saygın üstadımın sözlerini hatırladım. Bunu hatır­
layınca da gülümsemekten kendimi alıkoyamadım. Halife bana "Se­
ni gülümsemeye zorlayan şey nedir, ey Yakup?" dedi. Kendisine "İyi­
likten başka bir şey değil, ey Emir-ül-Müminin. Aklımdan çocuklu­
ğumun basit bir anısı geçti; buna gülüyorum" diye yanıt verdim. O
zaman bana "Öyleyse onu bana hemen anlat! Eminim ki ondan bir
yarar çıkarırım!" dedi.
Ve ben, halifenin arzusunun doyurmak için bilim öğreniminde­
ki başlangıç yıllarımı, Ebu Hanife'nin öğretisini izlemek için göster­
diğim titizliği, kuru temizleyici dükkanından kaçtığımı gören ana­
mın umutsuzluğunu ve kaymaklı ve fıstık yağlı pelüze hakkında ima­
mın kehanetini ona anlattım.
Harun anlattığım öyküye hayran oldu ve "Evet kuşkusuz! Çalış­
mak ve bilim edinmek her zaman meyve verir ve beşeri alanda ol­
sun dini alanda olsun sağladıkları yararlar pek_ çoktur. Gerçekte,
saygın Ebu Hanife doğru kehanette bulunmuş ve başka insanların
başlarındaki gözlerle göremediklerini ruhunun gözleriyle görmüş.
Tanrı onu merhametiyle ve lütuflarının en kokulularıyla kuşatsın!"
diye fikrini açıkladı. İşte, kaymaklı ve fıstık yağlı pelüze hakkındaki
öykü bu kadar!
Çözümlenmiş hukuksal güçlüğe gelince, o da şöyle: Bir akşam,
kendimi yorgun hissedip erkenden yatağa girdim. Derin bir uykuya
gömülmüştüm ki, kapımın ağır darbelerle vurulduğunu duydum.
Bu gürültüyle çabucak yataktan kalktım; belime yünlü bir peştamal
kuşandım; bizzat kendim kapıyı açmaya gittim. Kapıda Emir-ül­
Mümininin sırdaş hadımağası Harzeme'yi görüp onu selamla.dım.
Ama o, beni büyük bir endişeye düşürecek ve hakkımda karanlık
olayların ortaya çıkaracağı önsezisini uyandıracak şekilde bana sela­
mımı iade etmek için zaman ayırmaksızın, kesin bir edayla "Çabu­
cak halife efendimizin yanına gideceğiz" dedi. Ve ben, tedirginliği­
me egemen olmaya gayret ederek ve işin içinde tatsız bir şey varsa
anlamak için "Ey dostum Harzeme, benim gibi hasta bir ihtiyara se-

171
nin daha fazla saygı göstermeni beklerdim. Gece şimdiden epeyce
ilerledi. Bu saatte halifenin sarayında bulunmamı gerektirecek ka­
dar önemli bir mesele bulunduğtınu sanmıyorum. Bundan dolayı
senden sabaha kadar beklememi rica ediyorum. O zamana kadar
belki de Emir-ül-Müminin meseleyi unutur ya da fikir değiştirir"
diye yanıt verdim. Ama o bana "Yo vallahi! Bana verilmiş olan emri
yarına kadar erteleyemem!" diye yanıt verdi. Ben de "Bana hiç değil­
se, ey Harzeme, halifenin beni niçin çağırdığını söyleyebilir misin?"
diye sordum. Bana "Hizmetkarı Mesrur koşup soluk soluğa bana
geldi ve hiçbir açıklamada bulunmaksızın, benden, seni çabucak
alıp halifenin huzuruna götürmemi istedi" diye yanıt verdi.
O zaman ben, şaşırmanın sınırında, hadımağasına "Ey Harze­
me, hiç değilse çabucak yıkanmama ve biraz koku sürünmeme izin
verir misin? Çünkü böylece, eğer önemli bir sorun söz konusu ise,
uygun şekilde hazırlanmış olurum; ve eğer Yüce Tanrı bana, ümit et­
tiğim gibi benim için uygunsuz bir durum oluşturmayacak kadar lü­
tufkar davranırsa, bu temizlik sağlayan bakımın bana bir zararı do­
kunmaz, aksine yararı olur" dedim.
Hadımağası arzuma boyun eğince, yıkanmak, uygun urbalar gi­
yinmek ve elimden geldiğince koku sürünmek için yukarı çıktım.
Sonra hadımağasına kavuşmak üzere yeniden aşağı indim; birlikte
hızlı hızlı yürüyerek yola koyulduk ve saraya ulaşınca, kapıda bizi
bekleyen Mesrur'u gördüm. Harzeme de ona, beni işaret ederek "İş­
te kadı!" dedi. Mesrur bana "Gel!" dedi. Ben de onu izledim. Ve izle­
yip dururken de ona "Ey Mesrur, sen ki benim efendim halifeye na­
sıl hizmet ettiğimi ve benim yaşımdaki ve mesleğimdeki birine kar­
şı gösterilecek saygıyı ve senin için her zaman duyduğum dostluğu
bilirsin; bundan dolayı, halifenin gecenin bu ilerlemiş saatinde beni
neden çağırttığını söyler misin?" dedim. Mesrur, bana "Ben kendim
de bunu bilmiyorum" diye yanıt verdi. Ben de, her zamakinden da­
ha fazla tedirgin, ona "Hiç değilse bana, yanında kim olduğunu söy­
leyebilir misin?" diye sordum. Bana "Yanında mabeyinci İsa'dan, bi-

172
tişik odada da mabeyincinin esiresinden başka kimse yok!" diye ya­
nıt verdi.
O zaman ben, artık ne olduğunu anlamaya çalışmaktan vazgeçe­
rek "Tanrı'ya sığınırım! Güçlüler Güçlüsü olan, her şeyi Bilen Al­
lah'tan başka sığınılacak başka varlık yoktur" dedim. Ve her zaman
halifenin yer aldığı odanın önündeki bekleme odasına ulaşınca, yü­
rüyüşümün hareketlerini ve adımlarımın sesini duyurdum. Halife,
içeriden seslenerek "Kapıda kim var?" diye haykırdı. Ben de hemen
"HizmetkarınYakup, eyEmin-ül-Müminin!" diye yanıt verdim. Ha­
lifenin sesi "İçeri gir!" dedi.
Girdim. Harun'u gördüm, sağ yanında da mabeyincisi İsa duru­
yordu. Yerlere kadar eğilerek ilerledim; ve selam vererek yanına
yaklaştım. Selamımı iade ettiğini görmem beni rahatlattı. Sonra gü­
lerek bana "Seni tedirgin ettik, sıkıntıya soktuk; belki de korkut­
tuk!" dedi. Ben de "Sadece korktum, ey Eınir-ül-Müminin, ben ve
evde bıraktıklarım! Başın üzerine yemin ederim ki, hepimiz alt üst
olduk!" diye yanıt verdim. Halife de, bana iyiyüreklilikle "Otur ba­
kalım, yasaların babası!" dedi. Ben de, endişe ve korkularımdan arı­
narak usulca oturdum.
Biraz zaman geçtikten sonra, halife, bana "Ey Yakup, seni gece­
nin bu saatinde neden buraya çağırdığımızı biliyor musun?" dedi.
Ben de "Bilıniyorum, ey Emir-ül-Müminin!" diye yanıt verdim. Ba­
na "Dinle öyleyse!" dedi. Ve mabeyincisi İsa'yı göstererek bana "Se­
ni, eyEbuYusuf, yapacağım yemine tanık olman için çağırttım. Ger­
çekten, bil ki, şurada gördüğün İsa'nın bir esiresi var. Ben İsa'dan
onu ba!}a bırakmasını istedim; ama benden bağışlanmasını diledi.
O zaman kendisinden onu bana satmasını istedim; ama bunu red­
detti. Pekala! Senin önünde, ey Yakup, sen ki yüce kadısın, Yüceler
Yücesi Ulu Tanrı adına yemin ediyorum ki, İsa, şu ya da şu şekilde
esiresini bana terk etmezse, onu, o anda dönüşü olmaksızın, öldürte­
ceğim" dedi.
O zaman ben, kendi adıma tam olarak güven sağlayıp İsa'ya

173
doğru dönerek ona "Tanrı, senin kölen olan bu kıza, hangi nitelik ve
erdemleri vermiş bulunuyor ki, sen, onu Emir-ili-Müminine terk
etmek istemiyorsun? Böyle reddetmekİe kendini aşağılanmış bir du­
ruma soktuğunu, aşağılandığını ve gözden düştüğünü görmüyor mu­
sun?" dedim. İsa da benim uyarılarımdan heyecanlanmış görünmek­
sizin bana "Kadı efendimiz, hükmetmede acele davranmak tiksinti
vericidir. Benim hakkımda gözlemlerde bulunmadan önce davranı­
şıma yol açan nedeni araştırmalıydııt' dedi. Ben de ona "Öyle olsun!
Ama böylesine bir reddi geçerli kılacak dünyada bir neden var mı­
dır, acaba?" dedim. Bana "Evet, kuşkusuz! Biı•yemin, hiçbir durum­
da, eğer tam bir rızayla ve tam bir ruh saydamlığıyla açığa vurul­
muşsa, boş çıkarılamaz. Bana engel olan neden de, ciddi bir yemi­
nin etkisi altında bulunmamdır. Çünkü, sözü edilen genç kıza onu
satmayacağıma ve hiç kimseye bağışlamayacağıma talak-ı selaseyle
ve elimde bulunan erkek dişi tüm kölelerimi azat edeceğim ve de
tüm mallarımı ve servetimi fakirlere ve camilere dağıtacağım vaa­
diyle yemin ettim...

Aıılatısznzn burasında Şehrazat, sabahın belirdiğini görerek ya­


vaşça susmuş.

Ama Dokuz Yüz Doksan Birinci Gece Olunca

Demiş ki:

"... Sözü edilen genç kıza onu satmayacağıma ve hiç kimseye ba­
r şlamayacağımı dair yemin ettim" diye yanıt vermiş.
Halife de, bu sözleri duyunca, bana dönüp "Ey Yakup, bu güçlü­
ğü çözümlemenin bir çaresi var mı?" dedi. Ben de, tereddüt etme­
den "Kesinlikle, ey Emir-ül-Müminin!" diye yanıt verdim. O da ba­
na "Bu nasıl olur?" diye sordu. Kendisine "Mesele basit. Yeminini

174
boşa çıkarmamak için İsa, genç kızın, şu arzuladığın esirenin yarısı­
nı sana verir, öbür yarısını da sana satar. Ve böylece vicdanıyla ba­
rış kurar ve de sana kızı gerçekte ne bağışlamış ne de satmış olur"
dedim.
İsa, bu sözleri duyunca, çok kararsız bir tavırla bana doğru dön­
dü ve ''Bu böyle yapılınca, ey yasanın babası, meşru olur mu? Yasa­
ca kabul görür mü?" dedi. Ben de "Hiç kuşku yok!" diye yanıt ver­
dim. O zaman, elini hemen kaldırıp bana "Pekala, seni tanık tutuyo­
rum, ey Kadı Yakup. Böylece vicdanımı tedirginlikten kurtararak
Emir-ili-Müminine esirenin yarısını veriyorum ve yine ona öteki ya­
rısı için bütün olarak bana mal olduğu yüz bin gümüş dirheme kızı
satıyorum" dedi. Harun da derhal "Armağanı kabul ediyor, ama
ikinci yarıyı da yüz bin altın dinara satın alıyorum" diye haykırdı.
Ve de "Genç kızı buraya getirsinler!" diye ekledi.
İsa da hemen bekleme odasında esiresini bulmaya gitti. Aynı sı­
rada yüz bin altın dinarı içeren keseler getirildi. Biraz sonra genç
kız "Al onu, ey Emir-ül-Müminin. Ve Tanrı, onun yanındayken se­
ni kutsamalarıyla örtsün. O senin malın ve mülkündür" diyen efen­
disi tarafından içeri sokuldu. Ve mabeyinci yüz bin altın dinarı ala­
rak gitti.
O zaman halife benden yana döndü ve kaygılı bir tavırla bana
"Ey Yakup, hala da çözüm bekleyen başka bir mesele var. Ve bu
mesele, bana, çetin görünüyor" dedi. "Ne gibi bir zorluk görüyor­
sun, ey Emir-ili-Müminin?" diye sordum. "Bu genç kız, bir başkası­
nın esiresi olduğuna göre, bana bağlanmadan önce, belli bir iddet
süresi geçirmelidir. Çünkü ilk efendisinin etkisiyle çocuğa kalmış
olabilir. Oysa ben, hemen bu geceden başlayarak onunla birlikte
olamazsam, sabırsızlıktan karaciğerim patlar, bundan eminim; ve
kuşkusuz ölürüm" dedi.
O zaman ben, bir an düşündükten sonra "Güçlüğün çözülmesi
çok basit, ey Emir-ül-Müminin. Bu yasa esir kadınlar için çıkarıl­
mıştır, ama özgür kadınlar için bekleme günleri öngöıülmemiştir.

175
Sen hemen bu esireyi azat et ve özgür bir kadın olarak onunla ev­
len!" diye yanıt verdim. El-Reşit, yüzü sevinçten aydınlanmış "Köle­
mi azat ettim!" diye haykırdı. Sonra ansızın yeniden tedirginliğe ka­
pılarak "Ama bu gecikmiş saatte bizi kim evlendirecek?" diye sordu.
Kendisine "Ben, kendim, ey Emir-ül-Müminin, şu saatte sizi yasal
olarak evlendiririm!" diye yanıt verdim.

Ve şahit olarak halifenin iki hizmetkarı olan Mesrur ile Hüse­


(in'i çağırdım. Onların da hazır bulunmasıyla, Tanrı'nın inayetini
sağlayan dua ve ibareleri ve merasim dualarını okudum. Ve Yüce
Tann'ya şükürler ve övgüler sunduktan sonra birleşme sözcükleri­
ni söyledim. Ve adete göre halifenin sözlüsüne, yirmi bin atın dinar
olarak biçtiğim mehrini ödemesi koşulunu da belirttim.

176
Sonra, bu miktar para getirilip evlenen eşe teslim edilince çekil­
mek üzere hazırlandım. Ama halife başını hizmetkarı Mesrur'a doğ­
ru kaldırdı; o da hemen "Emrinize amadeyim, ey Emir-ül-Mümi­
nin!" dedi. Harun da ona "KadıYakup'un evine, kendisine verdiği­
miz zahmete karşılık olarak iki yüz bin dirhem ve yirmi hilat götür"
dedi. Ben de teşekkürler edip Harun'u sevincin doruğunda bıraka­
rak dışarı çıktım. Benimle birlikte eve para ve urbaları da getirdi­
ler.
Eve ulaşır ulaşmaz içeri yaşlı bir kadının girip bana "Ey
Ebu-Yusuf, özgürlüğüne kavuşturduğun ve halifeyle evlendirerek
ona Emir-fil-Mümininin eşi unvanını ve mertebesini kazandırdığın
mutlu kişi, beni sana selam ve de mutluluk dileklerini göndermekle
görevlendirdi ve halifenin kendisine teslim ettiği· evlilik mehrinin
yansını kabul etmeni senden rica ediyor. Ve şu an için kendisine
yaptığın iyiliği daha iyi karşılayamadığı için özür diliyor. Ama, bir
gün sana olan minnettarlığını daha iyi karşılayacağını umuyor" de­
di. Ve bunu söyledikten sonra, önüme genç kıza ödenen mehrin yarı­
sı olan on bin altın dinarı bıraktı; elimi öptü ve yoluna koyuldu.
Ben de, hayırlarından ve ruhumun tedirginliğini sevinç ve
memnunluğa dönüştürdüğünden dolayı Nasip Dağıtıcı'ya şükürler
ettim. Ve yüreğimde, öğretisi şer'i ve medeni hukukun tüm incelik­
lerini kavramama yarayan üstadım Ebu Hanife'nin saygın anısını
kutsadım. Tanrı onu veriler ve lütuflarıyla kuşatsın!
Bunu izleyerek zengin genç adam "Şimdi, dostlarım, Çeşme Ba­
şındaki Genç Kız'ın öyküsünü dinleyin!" demiş ve şu öyküyü anlat­
mış:

177
ÇEŞME BAŞINDAKİ GENÇ KIZ

Halifelik gücünün Harun Reşit'in oğlu El-Memunun eline geç­


mesi, bu imparatorluk içinde bir kutsama oldu. Çünkü, hiçbiriyle kı­
yaslanamayacak şekilde tüm Abbasiler arasında en parlak, en ay­
dın halife olan Memun barış ve adalet yoluyla İslam ülkelerini ve­
rimli kılmış, bilginleri ve sanatçıları })aşarıyla koruyup onurlandır­
mış ve Arap cetlerimize bilim alanında at oynatmıştır. Bitip tüken­
mez uğraşıları ve çalışma ve incelemelerle dolu günlerine karşın eğ­
lenmek, neşelenmek ve şenlik kurmak için zaman ayırmayı biliyor,
musikişinas ve şarkıcılar, onu memnun edenlerin ve ödülleıini alan­
ların önemli bir bölümünü oluşturuyor, eşi ve çocuklarının annesi
yapmak üzere zamanın en zeki, en aydın ve en güzel kadınlarını seç­
meyi biliyormuş. İşte diğer yirmi kadar örnek içinden birisi ki,
El-Memunun bir kadına göz koyup onu nasıl eşi olarak seçtiğini gös­
termektedir:
Gerçekten, günün birinde, El-Memun, ardında atlı maiyeti ol­
duğu halde bir avdan dönerken bir çeşmeye ulaşmış. Orada omzun­
da çeşmeye getirdiği tulumunu doldurmakla uğraşan bir Arap kızı
bulunuyormuş. Bu genç Arap kızının Tanrı'nın lütfuyla edindiği beş
arışlık hoş bir boyu ve mükemmellik kalıbında şekillenmiş bir göğ­
sü varmış; geri kalanıyla da aydınlık bir gecenin dolunayı gibiy­
miş...

Anlatısının burasında Şehrazat, sabahın belirdiğini görerek ya­


vaşça susmuş.

178
Ama Dokuz Yüz Doksan İkinci Gece Olunc.a

Demiş ki:

Ve bu genç Arap kızının Tanrı'nın lütfuyla edindiği beş arışlık


bir boyu, mükemmellik kalıbında şekillenmiş bir göğsü varmış; geri
kalanıyla da aydınlık bir gecenin dolunayı gibiymiş.
Genç kız, bu parlak atlı topluluğunun yaklaştığını görünce, tu­
lumu çabucak omzuna yüklemi� ve oradan çekilmeye başlamış.
Ama acele edeyim derken, tulumunun ağzını iyice sıkıştırmaya va­
kit bulamadığından bağ gevşemiş ve daha birkaç adım atar atmaz
tulumdan sular gürültüler kopararak dökülüvermiş. Genç kız da
evinin bulunduğu yere doğru dönerek "Baba, baba, gel de tulumun
ağzını bağla! Ağız bana oyun oynadı! Ağıza güç yetiştiremiyorum!"
diye haykırmaya başlamış.
Ve babasına seslenen bu haykırışları genç Arap kızı öylesine za­
rif sözler ve öylesine tatlı bir ses vurgulamasıyla koparmış ki, halife,
hayran olup atını durdurmuş. Genç kız babasının geldiğini göreme­
diğinden, ıslanmamak için tulumunu omzundan atarken, halife,
onun yanına yaklaşmış ve o·na ''Ey genç çocuk, sen hangi kabileden­
sin?" diye sormuş; kız da o güzelim sesiyle "Ben, Beni Kilap 1 kabile­
sindenim!" diye yanıt vermiş. Bu Beni Kilap kabilesinin Araplar ara­
sında en soylulardan biri olduğunu bilen El-Memun da, genç kızın
kişiliğini denetlemek için sözcükler üzerinde oynamak istemiş ve
ona "Ey güzel çocuk 'Köpeklerin Oğulları' kabilesinden biri olmak
sende ne gibi fikir uyandırıyor?" diye sormuş. Genç kız da halifeye
alaylı bir tavırla bakarak "Aslında, sen sözcüklerin gerçek anlamını
bilmiyorsun, galiba? Öğren öyleyse, ey yabancı! Benim, çocukların­
dan biri olduğum Beni Kilap kabilesi, cömertliğiyle tanınanların,

.ı Heni Kilap: Kelplerin !Köpeklerin) oi:,'l.ll!arı anlamında !Ç. ı

179
kusursuz olanların, yabancılara karşı harika davrananların ve ihti­
yaç halinde kılıcı en yetkin şekilde kullananların kabilesidir" demiş.
Sonra da "Ama sen, ey atlı, buralı olmadığına göre, senin sülalen ve
soy kütüğün nedir, söylesene!" diye eklemiş. Arap kızının dilinin
kıvraklığına gittikçe daha fazla hayran olan halife, gülerek ona "Aca­
ba, tesadüfen de olsa, sevimli yanlarının ötesinde, ey güzel çocuk,
soy kütüğünden de anlar mısın?" demiş. Kız da "Soruma yanıt ver,
görürsün!" demiş. El-Memun da, oyunun havasına kapılarak kendi
kendine "Gerçekten, şimdi, bu Arap kızının benim kökenlerimi bi­
lip bilemeyeceğini öğreneceğim!" demiş. Ve "Pekala, ben, Kızıl M:u­
dariler sülalesinden gelmekteyim" demiş. Mudarilerin böyle tanım­
lanmalarının nedeninin, tüm Mudari kabilelerinin atası Mudar'ın
yaşadığı eski zamanlarda, barındıkları çadırların kızıl renkli deri­
den yapılmış olmasından geldiğini çok iyi bilen genç Arap kızı, hali­
fenin sözlerini duyunca hiç şaşırmamış; ve ona "Ala, ama sen bana
Mudariler sülalesinin hangi kabilesinden geldiğini söyler misin?"
Halife de "En ünlü, ana babalarından yana en yüce, onurlu ataların­
dan yana en büyük, Kızıl Mudariler arasında en çok saygı duyulan
kabilesinden!" diye yanıt vermiş. Kız da "Öyleyse sen, Kinani kabile­
sindensin" demiş. El-Memun da, şaşıp kalarak "Doğru! Ben büyük
Beni Kinani kabilesindenim!" diye yanıt vermiş. Kız da gülerek
"Ama Kinanilerin hangi kolundansın?" diye sormuş. Halife de "Oğul­
ları kan bakımından en soylu, kökeni bakımından en saf, eliaçıkla­
rın en efendileri olan ve kardeşleri arasında en çok çekinilen ve sayı-
· lan kolundan!" diye yanıt vermiş. Kız da "Anlattıklarına göre, bana
öyle geliyor ki, sen Kureyşilerdensin!" demiş. El-Memun da "Söyle­
diğin gibi ben Beni Kureyşilerdenim!" diye yanıt vermiş. Bu kez
kız, yeniden söze başlayarak "Ama Kureyşiler pek büyük bir kabile­
dir. Sen hangi kesimdensin?" demiş. O da "Üzerlerine kutsama ge­
lenlerden!" diye yanıt verince, kız ''Vallahi, sen dua ve barış üzerine
olası Peygamber'jn dedesinin bab�sı Haşim El-Kureyşi'nin ardılla­
rındansın!" diye haykırmış. Memun da "Gerçek budur, ben Haşimi-

180
yim" diye yanıt vermiş. Kız "Ama Haşimilerin hangi ailesinden?" di­
ye sormuş. Halife de "En yüce mevkide yer alan, Haşimilerin onur
ve utkusunu oluşturan ve yeryüzünde tüm inanç sahiplerinin saydı­
ğı aileden!" diye yanıt vermiş. Genç Arap kızı da, bu yanıtı işitince,
birdenbire yere kapanmış ve "Evrenin Efendisi'nin yeryüzündeki
naibi, Emir-ül-Müminin şanlı El-Memun El-Abbasi'ye saygı ve öv­
güler olsun!" diye haykırarak El-Memun önünde elleri arasından
toprağı öpmüş.
Halife de şaşıp kalmış ve tanımlanamaz bir sevinçle dolarak
"Kabe'nin sahiplerinin ve en şanlı cetlerimizin erdemleri üzerine ye­
min ederim ki, bu harika çocuğun eşim olmasını istiyorum! Benim
bahtıma yazılı olan mai.lann içinde en değerlisidir o" diye haykır­
mış...

Ama anlatısının burasında Şehrazat, sabahın belirdiğini göre­


rek yavaşça susmuş.

Ama Dokuz Yüz Doksan Üçüncü Gece Olunca

Demiş ki:

"Kabe'nin sahiplerinin ve en şanlı cetlerimizin erdemleri üzeri­


ne yemin ederim ki, bu harika çocuğun eşim olmasını istiyorum. Be­
nim bahtıma yazılı malların içinde en değerlisidir o!" diye haykır­
mış.
Ve hemen genç kızın.kabilesinin şeyhinin ta kendisi olan baba­
sı çağırılmış. Ve halife ondan bu harika çocuğu evlenmek üzere iste­
miş; ve onun olurunu alarak kızının başlığı olarak yüz bin altın di­
nar ödemiş ve beş yıl için Hicaz'm tüm vergilerinin gelirini onun
üzerine yazdırmış.
El-Memun'un soylu genç kızla evliliği Harun Reşit zamanında

181
bile görülmedik bir görkemde kutlanmış. Düğün gecesi El-Memun,
annesi aracılığıyla güzel çocuğun başından aşağı bir altın kaseye yer­
leştirilmiş bin inci tanesi boşaltmış. Ve gerdek odasında kırk mina 1
çeken ve İran'ın bir yıllık gelirinin hasılası karşılığında satın alın­
mış muazzam bir akamber meşalesi tutuşturulmuş. Ve El-Memun
Arap eşine tüm yüreği ve tüm coşkusuyla bağlanmış. Kız da ona Ab­
bas adını koydukları bir oğlan doğurmuş. Ve halifenin bu eşi, İs­
lam'ın en şaşılası, en bilgili ve en övülesi kadınları arasında sayıl­
mış.
Ve bu öyküyü anlattıktan sonra, zengin genç adam, kitaplığın
kub):ıesi altına toplanmış olan dinleyenlerine "Size El-Memun'un
yaşamından, ama başka bir konudaki bir öykü daha anlatacağım!"
demiş. Ve de anlatmış:

ISRARIN SAKINCASI

Harun Reşit ile Zübeyde'nin oğlu Halife Muhammet ül-Emin,


bozguna uğrayıp sonra El-Memun ordusunun komutanının buyru­
ğuyla öldürüldüğü vakit; o güne kadar hala El-Emin'i tutmakta
olan eyaletler, çabucak kardeşi El-Reşit ile Marahil adlı bir esire­
nin oğlu olan El-Memun'a biat ettiler. El-Memun da, eski düşman­
larına karşı geniş ölçüde gönül yüceliği göstererek saltanatını yürür­
lüğe soktu. Ve her zaman "Eğer düşmanlar benim yüreğimin olanca
iyiliğini bilse idiler; hepsi gelip suçlarını itiraf ederek bana biat eder­
lerdi" deyip dururmuş.
Oysa, babası El-Reşit'in ve kardeşi El-Emin'in sağlığında
El-Memun'a acı çektiren, tüm sıkıntıların yönetici başı ve eli, Ha-

182
run Reşit'in karısı olan Sitti Zübeyde'den başkası değilmiş. Ve dahi
Zübeyde oğlunun acı veren sonunu öğrenince, El-Memun'un intika­
mından kaçmak için, ilkin Kutsal Mekke topraklarına sığınmayı dü­
şünmüş. Ve uzun süre ne yapacağı konusunda kararsızlık gösterdik­
ten sonra, ansızın bahtını onu saltanattan yoksun bırakmış olan ve
uzun süre kendisine mürrü-safi'nin acılığını tattırmış olduğu kişi­
nin eline bırakmaya karar vermiş. Ve ona, aşağıdaki mektubu yaz­
mış:

Tüm suçlar, ey Emir-ül-Müminin, ne denli büyük de olsalar, senin


gönül yüceliğin karşısında iyice ufalır; ve tüm kusurlar senin
büyüklüğün karşısında basit hatalara dönüşür. Sana bu lütuf
dilekçesini gönderen, değerli bir anıyı hatırlamanı ve onu bugünün
ricacısı hakkında sevecen göstermiş bulunan kişiyi düşünerek
bağışlamanı rica eder.
Eğer benim zayıflığımı ve yoksunluğumu merhametle karşılar,
aslında bağışlanmaya asla layık olmayana karşı bağışlayıcı olursan,
hala yaşamış olsaydı, senin yanında benim için şefaatçi olabilecek
kişinin mizacına göre davranmış olursun! Ey babasının oğlu, babanı
hatırla; ve yüreğini terk edilmiş bir dula kapalı tutma!

Halife El-Memun Zübeyde'nin bu mektubunu okuyunca, yüre­


ği büyük bir merhametle dolmuş ve derinden derine sarsılmış; ve
kardeşi El-Emin'in iç karartıcı bahtına ve de El-Emin'in annesinin
acı durumuna ağlamış. Sonra ayağı kalkıp Zübeyde'ye şöyle bir ya­
nıt vermiş:

Yaratılanlar bahtın hükümlerine karşı bir şey yapamazlar. Gerçekte,


senin el konan yurtluklarını, mallarını ve ters bir bahtın senin
elinden aldığı her şeyi sana iade etmeleri için emir verdim, anne! Ve
şayet bizim aramıza katılmak istersen, ilk durumuna ve uyruklarının
saygı ve sevgisine yeniden kavuşacaksın.

183
Ve bil ki, anne, Tann'nın bağışlamasına kavuşmuş olanın sadece
suretini yitirdin! Çünkü benim kişiliğimde, hiç ummadığın kadar
özen gösteren bir oğııla sahi:e.;,in!
Ve dahi barış ve güvenlik seninle olsun! ...

Anlatısının burasında Şehrazat, sabahın belirdiğini görerek ya­


vaşça susmuş.

Ama Dokuz Yüz Doksan Dördüncü Gece Olunca

Demiş ki:

Ve dahi barış ve güvenlik seninle olsun!

Zübeyde de, gözleri yaş dolu ve tükenmiş, huzuruna gelip onun


aya:ıclarına atıldığı zaman, analığının onuruna ayağa kalkmış ve eli­
ni öperek göğsünde ağlamış. Sonra El-Reşit'in eşi ve Abbasiler so­
yundan sultan olan kadının bütün haklarını geri vermiş ve ona öm­
rünün sonuna kadar sanki onun rahminden çıkmış bir oğul gibi dav­
ranmış. Ama Zübeyde, tüm bu güç kazanma yanılsamalarına kar­
şın, vaktiyle sahip bulunduğu durumu ve El-Emin'in ölümüyle yü­
reğinin duyduğu azabı unutmamış. Ve ölümüne kadar, bağrının de­
rinliğinde, ne denli özenle saklasa da, El-Memun'un kavrayışından
asla kaçmayan bir tür hınç saklamış.
Halife, birçok kez, için için yanan bu düşmanlık karşısında ıstı­
rap çekmiş. Ve hiçbir şeyin avutamadığı birinin sürekli hıncını tüm
yorumlardan çok daha iyi kanıtlayan bir öykü: Günün birinde El-­
Memun, Zübeyde'nin dairesine girdiğinde, ansızın onun, dudakları­
nı kıpırdatarak kendi kendisine bir şeyler mırıldandığını görmüş.
Ve onun böyle dudakları arasından ne mırıldandığını kestiremedi­
ğinden, kendisine "Anne, sanıyorum ki sen sapkın mezhepli İranlı-

184
lar tarafmdan oğlunun öldürülüşünü ve onun işgal ettiği tahta geçişi­
mi düşünerek beni lanetleme çabasındasın! Bununla birlikte sade­
ce Tanrı bahtımızı yönlendirir!" demiş. Ama Zübeyde "Babanın kut­
sal anısı üzerine yemin· ederim ki, hayır ey Eınir-ül-Müminin! Böy­
lesi eğilimler benden ırak olsun'." diye yeniden haykırmış. El-Me­
mun da ona "Öyleyse, bana bakarak dudakların arasından ne mırıl­
dandığını bana söyler misin?" diye sormuş. Ama analığı, konuştuğu
kimseye saygı duyduğundan konuşmak istemeyen biri gibi, başını
eğmiş ve "Emir-ili-Müminin kendisine öğrenmek istediği nedeni
açıklamaktan beni bağışlasın!" diye yanıt vermiş. Ama El-Memun,
öylesine büyük bir meraka kapılmış ki, çok ısrar edip Zübeyde'yi so­
rularla sıkıştırmaya başlamış; ve öylesine sıkıştırmış ki, sultan daya­
namayıp sonunda "Pekala, işte duy öyleyse! Kendi kendime 'Allah
ısrarın kötülüğünü anlamayan cansıkıcı kişileri utandırsın' diyerek
ısrar etmeyi lanetliyordum" demiş. El-Memun da ona "Ama hangi
öneriyi veya hangi anıyı kınamak için bunu söyledin?" diye sormuş.
Zübeyde de "Madem ki kesinlikle bilmek istiyorsun, söyleyeyim!" di­
ye yanıt vermiş. Ve demiş ki:
"Bil ki, ey Emir-ül-Müminin, bir gün baban Emir-ül-Mümi­
nin Harun Reşit ile satranç oynarken, oyunu yitirdim. Baban da ce­
za olarak beni, sarayın ve bahçemin yöresinde geceleyin çmlçıplak
dolaşmaya zorladı. Ve rica ve yalvarmalarıma karşın, başka bir ceza
kabul etmek istemeyerek söylediğini yerine getirmem için garip bir
inatla ısrar etti. Ben de soyunmak ve beni mahkum ettiği şeyi yap­
mak zorunda kaldım. Dolaşmayı tamamladığımda öfkeden deli, üs­
telik yorgunluk ve soğuktan yarı ölü gibiydim.
Ama ertesi gün, satrançta kazanma sırası bana geldi. Bu kez
ona, kendi koşullarımı zorlama hakkı bendeydi. Bir an kafamı zorla­
yıp onun için en nahoş olabilecek şeyi düşünerek onu, geceyi mut­
faktaki esirelerin en çirkini ve kirlisinin kollarında geçirmeye mah­
kum ettim. Bu koşullan karşılayan kız, Marahil adlı bir esire oldu­
ğundan, yenilginin cezasını çekmesi için hedef olarak onu göster-

185
dim. Ve işin onun tarafından hileye kaçmadan yürümesi için ellerim­
le onu esire Marahil'in pis kokulu odasına soktum ve onun yanına
uzanmaya; ve onunla, bütün gece, çoğu zaman ona armağan olarak
sunduğum güzel cariyelerle yaptığı şeyi yapmaya zorladım. Ertesi
gün acınacak haldeydi ve korkunç bir koku saçıyordu.
Şimdi sana, ey Emir-ili-Müminin, kesinlikle söylemeliyim ki,
sen, mutfağın yanındaki odada, babanla bu berbat esirenin al takke
ver külah birlikteliğinden doğdun! Böylece ben bilmeksizin senin
dünyaya gelmenle oğlum El-Emin'in yitişinin ve şu son yıllarda ırkı­
mızı kahreden bütün felaketlerin nedeni oldum. Oysa, eğer babanı,
bu esire ile yatmaya zorlamakta o denli ısrar etmeseydim ve o da,
kendi bakımından sana anlattığımı yapmam için öylesine ısrarda bu­
lunmasaydı, bütün bunlar olmayacaktı. Ve işte, ey Emir-ili-Mümi­
nin, beni ısrara ve haddini bilmemeye karşı lanetler kusturan ne­
den budur" demiş.
El-Memun da, bunu işiterek kfu'.'asında uyanan karışıklığı gizle­
mek için Zübeyde'den izin istemekte acele etmiş. Ve kendi kendine
"Vallahi, sultanın bana verdiği dersi hak ettim. Israr etmeseydim,
bu nahoş olayın anılmasına yol açmayacaktım!" diyerek çekilmiş.
Ve kubbeli kitaplığın sahibi genç adam, bütün bunları dinleyici­
lerine ve çağrılılarına anlattıktan sonra, onlara "Dostlarım, Tanrı, si­
zin kulaklarınızla gerçeklerin öğretisi arasında benim aracı olmamı
istemiş olmalı! Ve işte, bir kısım zenginlikler ki, hiçbir külfet ve teh­
like olmaksızın kitaplarla düşüp kalkmakla ve incelemenin sağladı­
ğı hırsla elde edilmiştir. Bugün için, size bundan uzun boylu söz et­
meyeceğim. Ama bir başka sefer, inşallah, atalarımızın bize en de­
ğerli miras olarak intikal ettirdiği harikaların bir başka yanını size
açıklarım" demiş.
Ve böylece konu.şarak, orada bulunanların her birine, dikkatle­
rini ve bilgi edinmek için gösterdikleri gayreti ödüllendirm':lk üzere
yüz parça altın ve değerli birer kumaş parçası vermiş. Çünkü kendi
kendine "İyi işleri yüreklendirmek ve iyiniyetli kişilerin önünde yo-

186
lu açmak gerek!" diyormuş. Sonra onlara hoş olan hiçbir şeyin unu­
tulmadığı harika bir ziyafet çekip kendilerini selametle uzaklaştır­
mış. Ama Tanrı en iyi bilendir!

Ve Şehrazat, bu hayranlık verici uzun öykü dizisini bitirerek sus­


muş. Şah Şehriyar da ona "Ey Şehrazat, beni ne kadar bilgi sahibi et­
tin.' Ama kuşkusuz, Vezir Cafer'den söz etmeyi unuttun. Ben, epey za­
mandır bana onun hakkında bildiğin her şeyi anlatmanı beklemektey­
dim. Çünkü, gerçekte, bu vezir nitelikleri bakımından şaşırtıcı biçim­
de, benim büyük vezirim olan babana benzemektedir. İşte bundan do­
layı, onun hayranlık uyandırıcı olduğunu sandığım öyküsünün gerçe­
ğini tüm ayrıntılarıyla senden öğrenmek isterdim."' demiş. Ama Şeh­
razat başını eğerek, ona "Tanrı bizden felaket ve uğursuzlukları ırak
eylesin, ey zamanın şahı. Ve Cafer-ül-Bermaki ile tüm ailesinden
merhametini esirgemesin.' Lütfen, beni, sana onun öykusünü anlat­
maktan bağışla! Çünkü o öykü, gözyaşlarıyla doludur. Cafer'in baba­
sı Yahya'nın, kardeşi El-Fadl'ın ve tüm Barmakilerin sonuna ağla­
mayanlara yuf olsun! Kuşkusuz, onların sonu, acıklıdır; mermer bile
onu duysa, erir!" diye yanıt vermiş. Şah Şehriyar da "Ey Şehrazat,
sen yine de onu bana anlat! Tanrı da bizden kötülüğü ve felaketi ırak
eylesin!" demiş.
O zamanlar Şehrazat da demiş ki:

187
CAFER'İN VE BARMAKİLERİN SONU

İşit öyleyse, ey bahtıgüzel şah, Halife Harun Reşit'in saltanatı­


na dört ırmağın yıkayamayacağı kanlı bir leke düşüren gözyaşı dolu
öyküyü:
Zaten, efendim, Vezir Cafer'in Yahya bin Halit bin Barmak'ın
dört oğlundan biri; onun büyük kardeşinin de El-Reşit'in süt karde­
şi El-Fadl olduğunu biliyorsun. Çünkü Yahya'nın ailesini Abbasile­
re bağlayan büyük dostluk ve sınırsız sadakat dolayısıyla El-Re­
şit'in annesi Hayzaran Sultan ile El-Fadl annesi soylu İtabe arasın­
da büyük ve canlı bir sevgi ve çok derin bir sevecenlik olduğundan,
hemen hemen aynı yaşta olan süt bebeklerini, her biri dostunun ço­
cuğuna Tanrı'nın kendi çocuğu için bağışladığı sütten emzirerek de­
ğiş tokuş etmişlerdi. Ve bundan dolayı El-Reşit, ,Yahya'ya her za­
man "baba", El-Fadl'a da "kardeşim" demiştir...

Anlatısının burasında Şehrazat, sabahın belirdiğini görerek ya­


vaşça susmuş

AmaDok_uz Yüz Doksan Beşinci Gece Olunca

Demiş ki:

Ve bundan dolayı El-Reşit, Yahya'ya her zaman, "baba" El-­


Fadl'a da "kardeşim" demiştir.
Barmakilerin kökenine gelince, en ünlü ve en güven uyandıran

188
vakanüvisler bunu, o sıralarda bile orada seçkin bir aile .konumun­
da bulundukları, Horasan'ın Belh kentine bağlarlar. Aşağı yukarı
dua ve barış üzerine olası Peygamberimizin hicretinden yüz yıl son­
ra, bu ünlü aile, Emevi Halifeleri döneminde Şam'a yerleşmeye gel­
mişler. Ve işte o zaman, Mecusi dininin bir müridi olan bu ailenin
başı gerçek imana dönmüş ve İslam ile içi arınmış ve onurlanmış.
Ve de bu olay tam da Emevilerden Hişam'ın saltanatı zamanında ol­
muş.

,.,_ -- --

� ����:.;;�;::;;�: -
'"'-,,.,;.·_

Ama, ancak Abbas Oğullarının halifelik tahtına geçmelerinden


sonra, Barmaki ailesi vezirler heyetine katılmış ve yeryüzünü ışıltı­
larıyla aydınlatmış. Çünkü bu ailenin bağrından kopmuş ilk vezir,
Abbasilerin ilki olan Ebül Abbas üs-Saffa tarafından seçilen Halit

189
bin Barınak olmuş. Ve üçüncü Abbasi olan El-Mehdi'nin saltanatı
sırasında Yahya bin Halit, halifenin seçkin oğlu Harun Reşit'iri eğiti­
miyle uğraşmış; aynı Harun, Yahya'nın oğlu El-Fadl'ın doğumun­
dan sadece yedi gün sonra doğmuş bulunuyormuş.
Ve de, ağabeyi El-Hadi'nin beklenmedik ölümünden sonra,
Harun Reşit tüm güçlerin sahibi olan halifeliğin alametleriyle dona­
nınca; Yahya'yı ve iki oğlunun hükümdarlık gücünü paylaşmak üze­
re genç Barmakilerin yanında geçen çocukluğunun anılarına dönme­
ye gerek duymamış; gençlik yıllarında Yahya'nın kendisine gösterdi­
ği özeni ve onun sağladıgı eğitimi ve bu hizmetkarın tahttaki vera­
set hakkını güvenceye alması için, Yahya ile oğullarının, başının ke­
silmesini istediği gece ölmüş olan o müthiş El-Hadi'nin tehditlerine
karşı koymak için kendisini yüreklendirmekle tüm sadakatlerini na­
sıl kanıtlamış olduğunu hatırlaması yetmiş.
Yahya, gecenin ortasında, Mesrur'un eşliğinde gelerek ve Ha­
run Reşit'i uyandırarak kendisine, imparatorluğun sahibi ve yeryü­
zünde Tanrı'nın naibi olduğunu bildirdiği zaman, ona hemen büyük
vezir unvanını vermiş; çocukları El-Fadl ve Cafer'i de vezir atamış.
Ve böylece en mutlu koşullar altında saltanat dönemi başlamış.
O zamandan başlayarak Barmaki ailesi o çağın alnında bir süs
ve başına bir taç olmuş. Talih de, lütuflarının en baştan çıkarıcı olan­
larını onların üzerine yığmış ve onları en seçkin verileriyle donat­
mış. Yahya ve oğulları da parlak yıldızlar, geniş cömertlik okyanus­
ları, lütufların coşkun şelalesi, hayır getiren yağmurları olmuşlar.
Dünya onların soluğuyla canlanmış ve imparatorluk, görkemliliğin
en yüce doruğuna ulaşmış. Ve dertlerin sığınağı ve bahtsızların tutu­
nacak dalı olmuşlar. Ve şair Ebu Nuvas, yazdığı binlerce keresin­
den birinde onlar hakkında şöyle söylemiş:

Dünya sizi yitireliden beri, ey Barınak.oğulları, yollar, sabahın


şafağında ve akşamın gurup vaktinde yolcularla kaplı değildir artık!

190
Gerçekten, onlar, bilge vezirler, hayran olunacak yöneticiler,
kamu hazinesini dolduran, sözgen, bilgili, metin danışmanlıkları tu­
tarlı, Hatemtay kadar cömert kişiler olmuşlar. Onlar, mutluluk kay­
nağı, verimli bulutları sürükleyen hayırlı rüzgarlar imişler. Ve özel­
likle onların itibarı sayesinde Harun Reşit'in adı sanı Orta Asya ova­
larından kuzey ormanlarının dibine, Mağrip ve Endülüs'ten Çin ve
Tataristan'ın uç sınırlarına kadar çınlayıp durmuş.
Ve işte o sırada, birdenbire, Barmakoğulları, ademoğlunun ula­
şacağı en yüce bahttan korkunç bir felaketin uçurumuna atılmışlar
ve Felaketler Dağıtıcı'nın bardağından içmişler. Zamanın ters dönü­
şüne ne demeli! Barmak'ın soylu oğulları sadece halifeliğin geniş im­
paratorluğunu yöneten vezirler değil, aynı zamanda hükümdarları­
nın sofra arkadaşları ve ayrılmaz yoldaşları imişler; özellikle, Ca­
fer'in varlığı, El-Reşit'e gözlerinin nurundan daha gerekli, sevgili
bir can yoldaşıymış. El-Reşit'in yüreği ve düşüncesinde öylesine bir
yer tutmuş ki, El-Reşit, günün birinde, içine dostu Cafer'le iki kişi
değil de bir kişiymiş gibi sığınacakları iki kişilik bir cübbe yaptır­
mış. Ve Cafer'e karşı, bu hava içinde, sonuncu feci olaya kadar böy­
le davranmış.
Oysa, ey ruhumun acısı! İslam göklerini karartan ve göklerden
inen kahredici bir yıldırım gibi tüm yürekleri yakıp yıkan bu ölümü
belirleyen olay şöyle olmuş:
Günün birinde, böylesi günler bizden ırak olsun, El-Reşit Mek­
ke'de hac farizesini yerine getirip döndükten sonra, su yoluyla Hi­
re'den Anbar Kenti'ne gelmiş. Orada, Fırat kıyılarında El-Umr ad­
lı bir kaşanede mola vermiş. Gece, öteki geceler gibi, onu, şenlikler
ve zevkler içinde bulmuş. Ama, bu kez can yoldaşı Cafer yanında de­
ğilmiş. Çünkü Cafer birkaç günden beri nehrin yakınlarındaki düz­
lükte avlanmaktaymış. Bununla birlikte Harun Reşit'in verileri ve
armağanları onu her yerde izliyormuş. Günün her saatinde, halife­
nin habercilerinden herhangi birinin çadırına girdiğini ve halifenin

191-
sevecenliğinin bir nişanesi olarak her birinin, bir öncekinden daha
güzel değerli hediyeler getirdiklerini görüyormuş.
Böylece, o gece de, Tanrı bize böyle geceleri unuttursun, Cafer,
çadırın içinde, El-Reşit'in özel tabibi olan ve El-Reşit'in sevgili Ca­
fer'ine eşlik etmesi düşüncesiyle kendisini yoksun bıraktığı Cebrail
Bahtıasfı ile birEkte oturmaktaymış. Aynı şekilde, çadırda, El-Re­
şit'in gözde şairi ve sevgili Cafer'i avdan dönüşünde doğaçlamalarıy­
la eğlendirsin diye kendini beraberliğinden yoksun bıraktığı ama
Ebu-Zakkar da varmış. Ve de yemek saati imiş. .Ama Ebu-Zakkar,
utu kendisine eşlik ederken, bahtın kararsızlığı üzerine felsefi dize­
ler okuyormuş...

Anlatısının burasında Şe�razat, sabahın belirdiğini görerek ya­


vaşça susmuş.

AmaDokuz YüzDoksanAftıncı Gece Olunca

Demiş ki:

Ve de yemek saati imiş. .Ama Ebu-Zakkar, utu kendisine eşlik


ederken bahtın kararsızlığı üzerine felsefi dizeler okuyormuş. Tam
o sırada ansızın çadırın giriş yerinde halifenin celladı ve öfkesinin ic­
racısı Mesrur belirmiş. Cafer de, onun öylece, nezaket kurallarını hi­
çe sayarak, huzura kabulünü dilemeden, hatta gelişini bildirmeden
içeri daldığını görünce, yüzü sapsarı olmuş ve hadımağasına "Hoş
gelin, ey Mesrur! Çünkü senin gelişin her zaman yeni bir zevktir.
Ama, kardeşim, ilk kez ziyaretini haber vermek üzere herhangi bir
hizmetkar yollamadan yanımıza geldiğini görmekle şaşırdım" de­
miş. Mesrur da, Cafer'e selam bile vermeksizin "Beni buraya yönel­
ten neden, bu yararsız usul ihtiyaçlarına kapılamayacağım kadar
ağırdır. Ayağa kalk ey Cafer ve son kez tanıkliksözcüklerini telaffuz

192
et! Çünkü Emir-ili-Müminin senin başını istiyor" diye yanıt ver­
miş.
Bu sözleri fşitince, Cafer ayağa kalkmış ve "Tanrı'dan başka
Tanrı yoktur, Muhammet Tanrı'nın elçisidir! Tanrı'nın ellerinden
çıkıyoruz ve er geç onun ellerine döneceğiz!" demiş. Sonra eski arka­
daşı ve dostu, yıllarca her an birlikte bulunduğu başhadımağasına
dönmüş ve ona "Ey Mesrur, böylesi bir emir mümkün değil. Efendi­
miz Emir-ili-Müminin bu emri sana sarhoşluk anında vermiş ola­
cak. Her zamanki dostum, senden, birlikte yaptığımız gezintiler ve
gece gündüz yaşadığımız ortaklaşa yaşamın anısı uğruna, halifenin
yanına geri dönüp aldanıp aldanmadığını anlamanı rica ediyorum.
Göreceksin ki verilen emri unutmuştur bile!" demiş. Ama Mesrur
"Ya senin başın ya da benimki! Başını elimle götürmedikçe halife­
nin yanına dönemem! Dolayısıyla son dileklerini yazıya geçir! Eski
dostluğun hatırı için sana gösterebileceğim tek olası lütuf budur" de­
miş. O zaman Cafer "Hepimiz Tanrı'ya emanetiz! Benim yazacak
son dileğim yok. Tanrı benden aldığı ömrü, Emir-ül-Müminin öm­
rüne eklesin!" demiş.
Sonra çadırından çıkmış ve Cellat Mesrur'un yere serdiği, üze­
rine kafa kesilen deriye diz çökmüş. Ve gözlerini kendi elleriyle bağ­
lamış; ve başı kesilmiş. Tanrı ona rahmet eylesin! Bunu izleyerek
Mesrur, halifenin konakladığı yere dönmüş ve elinde bir kalkan üze­
rinde bulunan Cafer'in kellesiyle huzura girmiş. El-Reşit de eski
dostunun kellesine bakmış ve ansızın üzerine tükürmüş.
Ama öfkesi ve öcü bununla dinmemiş; Cafer'in başı kesilen göv­
desinin Bağdat Köprüsü'nün bir ucuna, kellesinin de öteki ucuna
asılmasını emretmiş; bu ceza, en kötü suçlulara verilen cezalardan
daha alçaltıcı ve yüzkızartıcı bir cezaymış. Aynı şekilde Cafer'den
geri kalanların altı ay süreyle orada kaldıktan sonra tezekler üstün­
de yakılıp kenefe atılmasını buyurmuş. Bütün bu emirler yerine ge­
tirilmiş.
Ve de, ey acınası sefalet! Katip Amiran, hazinenin hesap defte-

193
rine, bir vakitler "Emir-ül-Mümininin armağan olarak Yahya ül­
Barmaki'nin oğlu Vezir Cafer'e verdiği görkemli bir urba için dört
yüz bin altın dinar" yazmışken; bir süre sonra, aynı sayfaya başka
hiçbir ekleme yapmaksızın"Cafer bin Yahya'nın cesedinin yakılma­
sı için neft, kamış ve gübre için on gümüş dirhem" yazmış.
İşte, Cafer'in sonu böyle olmuş. El-Reşit'in süt babası Yah­
ya'ya ve oğlu, El-Reşit'in süt kardeşi El-Fadl'a gelince, herhangi
bir kamu görevi ve hizmetinde bulunan bin kadar Barmaki ile bir­
likte ertesi gün oı:ılar da tutuklanmış. Ve kimisi sınırsız servetleri
zor alımına tabi tutulur ve karıları ve çocukları sığıı:iacak yerlerin­
den yoksun ve hiç kimse onlara bakmayı göze almaksızın başıboş do­
laşırlarken; işkencede öldürülen Yahya, oğlu El- Fadl ve Yahya'nın
kardeşi Muhammet hariç, kimisi açlıktan ölmüş, kimisi boğularak.
Hepsi darmadağın bir halde kokuşmuş zindanlara atılmış. Allah
hepsine rahmet eyleye! Gözden düşmeleri gerçekten dehşet verici
olmuş.
Ve şimdi, ey zamanın şahı, eğer Barmakilerin gözden düşmele­
rinin ve bu yürek parçalayıcı sonlarının nedenini öğrenmeyi diliyor­
san, anlatayım!
Günün birinde El-Reşit'in genç kızkardeşi Aliye, Barmaki süla­
lesinin kökü kuruduktan birkaç yıl sonra, kendisine iltifat etmekte
olan halifeye "Efendim, Cafer'in ölümünden ve ailesinin yok olma­
sından sonra, artık senin sakin ve gerçek anlamda huzur içinde ge­
çen bir gününü bile görmüyorum. Acaba hangi nedenle bunlar se­
nin gözünden düşmüştü?" diyerek söze girişmiş. Birdenbire içi kara­
ran El-Reşit genç sultan kardeşini geri itmiş ve ona "Çocuğum, ha­
yatım, bana kalan tek mutluluk! Bu nedeni anlamanın sana ne yara­
rı olacak? Eğer bunu gömleğimin bile öğrendiğini bilsem, onu parça
parça ederim!" demiş. Bundan dolayı, tarihçiler ve salname ustaları
bu felaketin nedeni üzerinde uyuşmaktan uzaktırlar. İşte bize onlar­
dan kalan bazı yorumlar!
Kimilerine göre Cafer'in ve Barmakilerin övgüleri, bunlardan

194
yararlananların bile dinlerken kulaklarını inciten eliaçıklığı, kendi­
lerine karşı dost ve minnettar olanlardan daha çok hırslı kişi ve düş­
man kazandırmış; sonunda El-Reşit'te de kuşku uyandırmıştır.
Gerçekten ortada duyulan sadece onların ailesinin utkun oluşu idi;
ailelerinin üyeleri Bağdat Sarayı'nı, ordusunu, yargı yerlerini, eya­
letleri ve en yüce mevkileri doldurmuşlardı; ve kentin yöresindeki
en güzel yurtluklar onlara aitti. Saraylarının yöresi dalkavuklar ve
hacet sahipleri tarafından, halifenin konutunu çevreleyenlerden de
fazla sarılmıştı. Ve bir de Cafer'in çadırında, o uğursuz gece birlikte
olduğu El-Reşit'in tabibi Cebrail Bahtıasfı olayı şöyle anlatmakta;
demektedir ki: "Bir gün, o zamanlar Bağdat'ta Kasr ül-Huld denen
sarayda oturan El-Reşit'in dairesine girmiştim. Barmakiler Dicle'-
nin öbür yanında oturuyorlardı ve halifenin sarayı ile onlarınki ara­
sında nehrin genişliği kadar mesafe vardı. O gün El-Reşit gözdeleri­
nin konutlarının önünde birikmiş olan at topluluğunu ve kapıların­
da kaynaşan kalabalığı görünce, benim önümde, sanki kendi kendi­
siyle konuşur gibi 'Tanrı Yahya ile oğulları El-Fadl ve Cafer'i ödül­
lendirsin! İşlerin tüm sıkıntısını kendi Üzerlerine almışlar ve bana
yöremi seyredecek ve keyfimce yaşayacak zaman bırakmışlar' diyor­
du. O gün sadece bunları söyledi. Ama bir başka zaman, yanına çağ­
rıldığımda onun artık gözdelerini karşısında görmeyi istememeye
başladığının farkına vardım. Gerçekten, sarayının penceresinden
bakarak ve ilk kez olduğu gibi aynı insan ve at topluluğunun kaynaş­
tığını görünce 'Yahya ve oğulları bütün işleri ele geçirmişler; bana
hiçbir şey kalmamış. Aslında halifelik gücünü eyleme sokan onlar!
Bana ancak güçlükle sezilen görüntüsü kalmış' dedi. Bunu, kulakla­
rımla duydum. Ve o zamandan başlayarak onların gözden düştükle­
rini anladım; sonunda da olanlar oldu" demiştir.
Başka salnameciler de El-Reşit'in gizli hoşnutsuzluğunun,
isimsiz düşmanların haince kaleme aldıkları düzyazı ve şiirlerle kö­
rüklendiğini; Cafer'in yaptığı büyük bir tedbirsizliğin ise bu hoşnut­
suzluğu arttırdığını yazıyorlar. Bir gün, El-Reşıt, Ali ile Peygam-

195
ber'in kızı Fatıma'dan olmaEs-SeyitYahya bin Abdullah ül-Hüsay­
ni adlı bir ardılın gizlice öldürülmesi için Cafer'i görevlendirmiş.
Ama Cafer, acıma ve hoşgörüyle, davranışları El-Reşit tarafından
Abbasi Hanedanının geleceği bakımından tehlikeli sayılan bu Ali­
vi 'yi1 kaçırtmış. Ancak Cafer'in bu gönlü yüce eylemi ortalıkta yayıl­
mış ve sonuçlarım ağırlaştırmak için eklenen her türlü yorumla bir­
likte halifeye duyurulmakta gecikmemiş. Bu durum dolayısıyla
El-Reşit'in duyduğu hınç, öfke bardağını taşıran son damla olmuş.
Cafer'e bu konuda soru yöneltmiş; o da büyük bir açık yüreklilikle,
eylemini itiraf etmiş ve "Ben, efendim Emir-fil-Mümininin onuru­
nu ve yüce adını korumak için böyle davrandım!" diye eklemiş.
El-Reşit de yüzü iyice solarak "İyi yapmışsın!" demiş. Ama "Ben se­
ni mahvetmezsem, Allah beni kahretsin!" diye mırıldandığı da işitil­
miş.
Başka tarihçilere göre, Barmakilerin gözden düşmesinin nede­
ni, gelenekçi Müslümanlığın karşısında onların sapık görüşler ileri
sürmesinde aranmalıydı. Gerçekten unutulmamalıdır ki, aileleri, İs­
lam'a dönmelerinden önce Belh'de Mecusi dininin gereklerini icra
ediyorlardı. Denilir ki, gözdelerinin doğum yeri olan Horasan'a se­
fer yaptıklarında El-Reşit, Yahya ve oğullarının Mecusi mabetleri
ve abidelerinin yakılmaması için ellerinden geleni yaptıklarını fark
etmişti. Ve o zamandan beri, onlar hakkında, Barmakilerin her fır­
satta, her türden sapıklara karşı, özellikle de kişisel düşmanları Ca­
birilere2 ve öteki ayırımcı ve. reddedilmiş din ve mezheplere bağlı
olanlara gösterdikleri hoşgörüyle artan kuşkular duymuştu. Bu fi­
kirleri kabul ettirmek isteyenler, bunları daha önce anlatılanlara da
katıyor veEl-Reşit'in ölümünden hemen sonra Bağdat'ta o güne ka­
dar görülmedik ağırlıkta dinsel kargaşalıkların çıktığım ve bunların
nerdeyse geleneksel Müslümanlığa öldürücü bir darbe vuracak gibi

ı Alivi: Ali yanlısı. Sonradan dilimizde bu sözcük Alevi"ye dönüşmüştür(Ç.)


2 Cebiriler: Zerdüşt dinine bağlı olanlar (Nouveau Petit Larousse Illustere)

196
olduğunu ileri sürüyorlar. Ama, bütün bu nedenlerin dışında, Bar­
makilerin sonlarının en olası nedeni, bize vakanüvis İbn-Hilli­
kan'ın ve İbn-ül Atir'in bildirdikleri olmalıdır. Onlar diyorlar ki:
Yahya El-Barmaki'nin oğlu Cafer'in Emir-ül-Mümininin yüre­
ğine çok yakın olduğu zamanlarda, Halife, Cafer ile sanki iki kişi de­
ğiller de, tek kişiymişler gibi yanyana sarındıkları bir cübbe yaptır­
mıştı. Bu içtenlik o denli büyüktü ki, Halife gözdesinden hiç ayrıla­
mıyordu. Ve onu her zaman yanında tutmak istiyordu.
Oysa El-Reşit aynı şekilde olağandışı ve derin bir sevecenlikle
kendi kızkardeşi, tüm verilerle donanmış, döneminin en göze çar­
pan kadını genç sultan Abbase'yi de seviyormuş. Ve bu sultan, aile­
sinin ve hareminin tüm kadınları içinde El-Reşit'in yüreğinde en
değerli yeri tutuyormuş. Ve tıpkı Cafer'in kadına dönüşmüş bir şek­
li gibi, onun yanında yaşamaktan başka şey yapmıyormuş. Ve bu iki
dostluk onun mutluluğunu oluşturuyormuş. Ama, aynı zamanda,
ikisinin birden zevklerini paylaşmak için, onları biraraya getirmek
zorunluluğunu da duyuyormuş. Çünkü birinin bulunmayışı, öbürü­
nün sağlayacağı büyüyü yok ediyormuş. Ve Cafer ya da Abbase'nin
yanında olmayışı dolayısıyla eksik bir neşe duyuyor ve canı sıkılıyor­
muş. İşte bunun için bu iki dostunu biraraya getirmek istiyormuş.
Ama kutsal yasalar çok yakın bir akrabası olmadıkça, kocası olma­
yan erkeklerin kadını görmesini ve kadının yüzünü yabancı bir erke­
ğe göstermesini yasaklıyormuş. Bu hükümleri görmezliğe gelmek
büyük bir onursuzluk, bir utanç ve kadının namusuna karşı bir ha­
reket sayılıyormuş. El-Reşit de, korumakla görevli olduğu yasanın
sıkı bir takipçisi olduğundan, onları yorucu bir zorlamaya ve yakışık­
sız bir duruma sokmadan, kendi yanında biraraya getiremiyormuş.
Bundan dolayı kendisini sıkan hoşlanmadığı bu durumu değiş­
tirmek isteyerek Cafer'e "Ey Cafer, dostum, benim ancak senin ve
sevgili kızkardeşim Abbase'nin yanında olmaktan gayri gerçek, iç­
ten ve.tam bir sevincim yok. Ama sizin durumunuz beni ve sizi sıktı­
ğından, seni Abbase ile evlendirmek istiyorum. Böylece, uygunsuz-

197
luğa düşmeden, rezalet ve günah batağına saplanmadan, ikiniz bir­
den yanımda buluşabilirsiniz. Ama sizden, bir an bile olsa, benim
bulunmadığım yerde birleşmemenizi ısrarla istiyorum. Çünkü ara­
nızda sadece usulen ve görünüşte yasal bir evlenme olmasını düşü­
nüyorum. Ama evliliğin ihtiyaçlarını, soylu Abbasoğullarının halife­
lik mirasını zarara sokabilecek şekilde yerine getirmenizi istemiyo­
rum" demiş. Cafer de efendisinin bu arzusuna boyun eğmiş; ve işi=
tip itaat ettiği yanıtını vermiş. Böylece bu garip koşulu kabul etmesi
gerekmiş. Ve evlenme yasal olarak ilan edilmiş.
Kabul ettiıilen koşullara uygun olarak evli olan çift ancak Hali­
fe'nin huzurunda buluşmuşlar ve başkaca bir şey olmamış. Hatta
orada bile bakışları arasıra ancak çatışmış. El-Reşit'e gelince, bu
ikiliye karşı şiddetle duyduğu çifte dostluktan öylesine bir zevk sağ­
lamış ki, onların bu durumdan dolayı azap çekebileceklerini aklına
bile getirmemiş. Ama, acaba ne zamandan beri aşk, denetleyicilerin
isteklerine boyun eğmek zorunda Kalmış ki?

Anlatısının burasında Şehrazat, sabahın belirdiğini görerek ya­


vaşça susmuş.

Ama Dokuz Yüz Doksan Yedinci Gece Olunca

Demiş ki:

·,
Ama, acaba ne zamandan beri aşk, denetleyicilerin isteklerine
boyun eğmek zorunda kalmış ki? Ve böylesi bir baskı uygulanınca,
nasıl olur da iki genç ve güzel insan arasında aşk heyecanları ve ar­
zuları uyanıp kıpırdamaz?
Ve işte gerçekten, birbirini sevmek ve kendilerini karşılıklı aşk­
larının coşkularına kaptırmak hakkına sahip olan bu evli çift, her ge­
çen gün daha fazla yüreklerindeki ateşi yoğunlaştıran bu sarhoşluk-

198
tan başları dönerek yakınan insanlar konumuna girmişler. Ve işte
Abbase, bu yasaklanmış evli kadın durumunda, kocasının delisi ol­
muş; ve sonunda Cafer'e aşktan yana duyduklarını anlatmış. Ve
onu dairesine çağırarak, gizlice, her türlü sevgi sunuşunda bulun­
mak istemiş. Ama Cafer, sadık ve tedbirli bir kişi olduğundan, onun
her türlü isteğine karşı koymuş ve Abbase'nin yanında kalmak iste­
memiş. Çünkü El-Reşit'e ettiği yeminin onu alıkoyduğunu düşünü­
yormuş. Kaldı ki, başkalarından çok daha iyi olarak, Halife'nin ça­
bucak öcünu alacağını biliyormuş.
Abbase Sultan, dilek ve ricalarının yerini bulmadığını görünce,
başka yollara başvurmuş. Genellikle kadınlar böyle yaparlar, ey za­
manın şahı! Gerçekten bir oyun düzenleyerek Cafer'in annesi İta­
be'ye "Annemiz, gecikmeksizin beni, her gün ona sağladığın şu esi­
relerden biri gibi, yasal kocam olan oğlun Cafer'in yanına sokman
gerek!" diye haber yollamış. Zira, her cuma günü, soylu İtabe, sevgi­
li oğlu Cafer'e binlercesi arasından seçilmiş dokunulmadık ve alabil­
diğine güzel bir bakire esire yollamak adetindeymiş. Cafer de, genç
kıza, kendine şölen çekip iyice şarap içtikten sonra yaklaşırmış.
Ama soylu İtabe, bu iletiyi alınca, Abbase'nin talep ettiği böyle­
si bir ihanete kendini kaptırmayı reddetmiş; ve Abbase Sultan'a,
böylesi bir davranışın herkese verebileceği zararları sezinletmiş.
Ama aşık genç zevce, tehdide kadar giden bir sıkıştırmayla ısrar et­
miş ve "Bunu reddetmenin sonuçlarını bir düşün, annemiz! Ben ka­
rarımı almış bulunuyorum. Ve sana karşın, bana neye mal olursa ol­
sun, onu uygulayacağım. Cafer'den ve onun üzerindeki haklarım­
dan vazgeçmektense hayatımı yitirmeyi yeğlerim!" diye eklemiş.
Gözü yaşlı İtabe, bu denli ileri gitme karşısında, meselenin ken­
di aracılığıyla çözümlenmesinin daha doğru olacağını düşünerek bo­
yun eğmiş. Ve gecikmeksizin, oğlu Cafer'e kendisine yakında zara­
fet ve çekicilik ve güzellikte eşi bulunmaz bir esire yollayacağını bil­
dirmiş. Ve onun tanımlamasını öylesine bir heyecanla yapmış ki, Ca­
fer kendisine vaadedilen veriyi merakla beklemeye başlamış. İtabe

199
de oyunu öylesine oynamış ki, Cafer, zevkten çıldırarak daha önce
duymadığı bir sabırsızlıkla geceyi beklemeye koyulmuş. Annesi,
onun istenilen noktaya ulaştığım görerek Abbase'ye "Kendini bu ak­
şama hazırla!" diye haber iletmiş.
Abbase de hazırlanmış ve esirelerin yaptığı gibi ziynetler ve
mücevherler takınmış ve gece olunca, onu oğlunun dairesine soka­
cak olan Cafer'in annesinin yanına gelmiş.
Şarabın başına vurmasından biraz sersemlemiş olan Cafer, kol­
lan arasında bulunan genç esirenin, karısı Abbase olduğunu anlaya­
mamış. Çünkü o zamana kadar, Halife'nin yanında, birlikte bulun­
dukları sırada, Harun Reşit'in hoşuna gitmeyeceği korkusuyla, asla
karısı Abbase'ye dikkatlice bakmamış bulunuyormuş. O da, kendin­
ce, Cafer'in her kaçak bakışında, utanç duyarak başını her zaman
ondan çeviriyormuş. Evlilik gerçekten yerine getirilince ve bölüşül­
müş bir aşkın coşkulan içinde bir gece geçirildikten sonra, Abbase
oradan aynlmak üzere ayağa kalkınış ve çekilmeden önce, Cafer'e
"Hükümdarlann kızını nasıl buldun, efendim? Davranışlanyla, alı­
nıp satılan esirelerden farklılar mı, acaba?" demiş. Cafer de, şaşıra­
rak "Sen bu sözlerinle hangi hükümdar kızlannı kastediyorsun?
Sen onlardan biri misin? Yoksa utkulu savaşlarımızda elde edilen
bir esire mi?" diye sormuş. Kız "Ey Cafer, ben senin esiren, hizmet­
çinim; ben, Muhammet'in kutsanmış amcası Abbas'ın soyundan
El-Reşit'in kızkardeşi, Mehdi'nin kızı Abbase'yim!" diye yanıt ver­
miş.
Bu sözleri işitince, Cafer, şaşırmanın sanırına ulaşmış ve ansı­
zın esriklikten ayılmış ve "Mahvoldun sen, bizi de mahvettin, ey
efendilerimin kızı!" diye haykırmış. Ve çabucak annesi İtabe'nin ya­
nına gitmiş ve ona "Anne, anne, beni ucuza sattın!" diye haykırmış.
Yahya'nın gözü yaşlı karısı, evlerinin üzerine büyük bir felaketi çek­
memek için bu hileye katılmaya nasıl zorlandığını ona anlatmış. İşte
onlann durumu böyleymiş.
Abbase'ye gelince, hamile kalmış ve bir oğlah doğurmuş; çocu-

200
ğu Riyaş adlı sadık bir hizmetkarın gözetimine ve Berra adlı bir ka­
dının yetiştirmesine terk etmiş. Sonra, gösterilen tüm özene karşın,
kuşku duymaksızın, meselenin yayılarak El-Reşit'in de bilgi edine­
ceğinden korkarak Cafer'in oğlunu iki hizmetkarın eşliğinde Mek­
ke'ye göndermiş.
Cafer'in babası Yahya'nın ayrıcalıkları içinde, El-Reşit'in sa­
ray ve hareminin gözetimi ve yönetimi de varmış. Kendisinin gece­
nin belli bir saatinden sonra, sarayın giriş kapılarını kilitlemek ve
anahtarları alıp götürmek adeti varmış. Oysa, onun bu titizliği, Hali­
fe'nin_ haremi, özellikle Sitti Zübeyde için bir sıkıntı olmuş. O da ye­
ğen ve kocası El-Reşit'e gidip saygın Yahya'yı ve yersiz titizliğini la­
netleyerek ona bu durumdan acı acı şikayet etmiş. El-Reşit de Yah­
ya yanına geldiğinde, kendisine "Baba, Zübeyde'nin senin hakkında­
ki bu şikayeti nedir?" diye sormuş. Yahya da "Benden haremdeki gö­
revimin noksanlığı bakımından mı şikayetçi acaba, ey Emir-ül-Mü­
minin?" diye sormuş. El Reşit gülerek "O değil, baba!" demiş. Yahya
da "Bu durumda benim hakkımda sana söylenene kulak asma, ey
Emir-ili-Müminin!" demiş. O günden başlayarak titizliğini bir kat
daha arttırmış; öyle ki, Sitti Zübeyde, acı ve sitemkar bir edayla
El-Reşit'e yeniden şikayette bulunmuş; o da kendisine "Ey amca­
mın kızı, gerçekten süt babam Yahya'yı haremle ilgili herhangi bir
husus için itham etmeye mahal yok. Çünkü Yahya, benim buyrukla­
rımı yerine getirmekten başka bir şey yapmıyor ve görevini yerine
getiriyor" demiş. Zübeyde de hiddet göstererek "Yo, vallahi! Görevi­
ni yerine getirmekten daha fazlasını yapıyor ve oğlu Cafer'in edep­
sizliklerini gizliyor" diye yanıt vermiş. El-Reşit de "Ne gibi edepsiz­
lik! Hayrola, ne var?" diye sormuş. O zaman Zübeyde, pek önem ver­
miyormuş gibi görünerek Abbase konusunu anlatmış. El-Reşit kay­
gılanarak "Bunun kanıtı var mı?" diye sormuş. Zübeyde "Çocuğun
Cafer'den olmasından daha iyi bir kanıt bulunabilir mi?" diye yanıt
vermiş. Halife "Peki, bu çocuk nerede?" diye sorunca, Zübeyde de
"Cetlerimizin beşiği Kutsal Kentte!" diye yanıt vermiş. Halife "Sen-

201
den başkası da bunu biliyor mu?" diye sormuş. Sultan "Hareminde
ve sarayında en basit bir esire de olsa, bunu bilmeyen tek bir kadın
yoktur!" diye yanıt vermiş.

El-Reşit bu konuşmaya tek bir sözcük daha eklememiş. Ama,


bir süre sonra, Mekke'ye hac farizesi için gitmek arzusunu belirt­
miş; ve Cafer'i de yanına alarak yola çıkmış. Oysa, kendince, Abba-

202
se de, Riyaş ile sütanaya derhal bir mektup yollayarak onlara, Mek­
ke'yi hemen terk etmelerini ve çocukla birlikte Yemen'e gitmeleri­
ni emretmiş; onlar da ivedilikle oradan uzaklaşmışlar.
Halife, Mekke'ye gelmiş. Hemen yakınlarından güvenli birileri­
ni çocuğu soruşturup aramakla görevlendirmiş. Bu soruşturma so­
nunda olayın gerçekliğini, bir çocuk bulunduğunu ve de sağlıklı ol­
duğunu öğrenmiş. Birkaç gün içinde çocuk Yemen'de bulunmuş ve
gizlice Bağdat'a yollanmış. Ve işte, bu hac dönüşünde Halife, Fırat
üzerinde Anbar yakınlarında iken, sözü edilen Cafer ve Barmakiler­
le ilgili korkunç emri vermiş. Ve olacak olan olmuş.
Bahtsız Abbase ile oğluna gelince, onun oturduğu dairenin he­
men altına kazılan bir çukura diri diri gömülmüşler.
Nihayet, ey bahtıgüzel şah, sana söyleyecek bir şey daha kaldı:
İnanılmaya değer başka vakanüvisler de Cafer'in ve Barmakilerin
böylece gözden düşmelerine neden olacak hiçbir şey yapmadıkları­
m ve bu acıklı sonuca uğramalarının nedeninin, bunun, bahtlarında
yazılı olmuş bulunmasında aranması gerektiğini ve onların güç sahi­
bi oldukları zamanın geçip gittiğini anlatırlar. Ama en iyisini Tanrı
bilir!
Ve sözü bitirmek için Şamlı ünlü Şair Muhammet'ten bize ka­
dar gelen bir öykü. Şair şöyle anlatmış: "Bir gün yıkanmak için bir
hamama girmiştim. Hamamın sahibi bana hizmet etsin diye güçlü
kuvvetli genç bir delikanlıyı görevlendirmişti. Ben de, delikanlı ba­
na özen gösterirken, hangi hevesle bilemiyorum, kendi kendime, ya­
vaş sesle, benim hayırlı efendim El-Fadl bin Yahya ül-Barmaki'nin
bir oğlunun doğumunu kutlamak için yazdığım bir şarkının dizeleri­
ni okuyordum. Birdenbire bana hizmet etmekte olan delikanlı bayı­
larak yere yıkıldı. Birkaç dakika sonra, ayılıp ayağa kalktı ve be.ıi
suyun içinde tek başıma bırakarak, yüzü gözyaşlarıyla ıslanmış, he­
men kaçıp gitti.
Anlatısının burasında Şehrazat, sabahın belirdiğini görerek ya­
vaşça susmuş.

203
Ama Dokuz Yüz Doksan Sekizinci Gece Olunca

Demiş ki:

Ayağa kalktı, beni suyun içinde tek başıma bırakarak, yüzü göz­
yaşlanyla ıslanmış, hemen kaçıp gitti.
Ben de, şaşkın bir halde sudan çıktım ve hamam sahibine, yı­
kanmam için hizmet görsün diye bir saralıyı görevlendirdiğinden do­
layı fena halde çıkıştım. Aına hamamcı, bu genç hizmetkarda bu gü­
ne kadar böylesi bir illetin görülmediğine dair yemin etti. Ve söyle­
diğini bana kanıtlamak için delikanlıyı benim yanıma getirip ona
'Ne oldu da bu efendi senin hizmetinden bu denli şikayetçi oldu?' di­
ye sordu. Bana, içinde bulunduğu karmaşadan kurtulmuş gibi görü­
nen delikanlı da başını eğdi; sonra da benden yana dönerek 'Efen­
dim, yıkanırken söylediğin o dizelerin yazannı tanıyor musun?' diye
sordll. Kendisine 'Vallahi, ben yazoım onları!' diye yanıt verdim.
Bana 'Öyleyse sen, şair Muhammet ül- Damışki'sin1 . Ve de bu dize­
leri El-Fadl ül-Barmaki'nin çocuğunun doğuşunu kutlamak için
besteledin, değil mi?' dedi. Ve ben, öylece şaşıp kalmışken 'Seni din­
lerken, yüreğim ansızın sıkıştığı ve heyecandan vurulmuş gibi yere
düştüğüm için bağışla beni, efendim! Ben, işte, senin o denli gör­
kemle doğuşuna şarkılar düzdüğün El-Fadl'ın oğluyum' diye ekle­
di. Ve yeniden ayaklan mızın ucuna düşerek bayıldı.
O zaman ben, böyle bir bahtsızlık karşısında içim acımayla do­
lu ve malik olduğum her şeyi, hatta şair ünümü bile borçlu bulundu­
ğum cömert bir hayırseverin oğlunun felakete düşmüş olmasından
üzüntü duyarak çocuğu yeniden ayağa kaldırdım ve onu bağrıma ba­
sarak kendisine 'Ey Tanrı kullarının en yüce gönüllüsünün oğlu,
ben yaşlıyım; mirasçım da yok. Benimle gel de, kadı'nın önüne çı-

1 .\luhammet ül-Damışki: Şamlı Muhammet (Ç. J

204
kalım çocuğum; çünkü bir sözleşme yaparak seni evlat edinmek isti­
yorum. Böylece öldükten sonra bütün varlığım senin olur' dedim.
Ama Barmaki delikanlı, ağlayarak bana 'Ey iyi kişilerin evladı, Tan­
rı kutsamalarını senin üstüne yaysın! Ama ben şu ya da bu yoldan
babam El-Fadl'ın sana vermiş olduğu tek bir meteliği kabullensem
Allah'ın hoşuna gitmez!' diyerek yanıt verdi. Ve bundan sonra, be­
nim bütün ısrar ve ricalarım boşuna oldu. Kendisine, babasına kar­
şı duyduğum minnettarlığın küçük bir nişanesini bile kabul ettir­
mem mümkün olmadı. Gerçekten tertemiz bir kana sahipti, bu soy­
lu Barmakilerin çocuğu! Tanrı, çok yüce olan değerlerini ödüllendir­
sin!"
Halife Harun Reşit'e gelince, Tanrı'dan başka sadece kendisi­
nin bildiği bir hatayı cezalandırıp öcünü aldıktan sonra, herhalde
epeyce doyum sağlamış olarak Bağdat'a dönmüş; ama içine girme­
den kentin yambaşından geçip gitmiş. Gerçekten, yıllarca güzelleş­
tirmek için emek verdiği bu kentte artık yaşayamaz olmuş ve Rak­
ka'ya yerleşerek bir daha Barış Kenti'ne geri dönmemiş. Ve Barma­
kilerin bahtsızlıklarım izleyerek Bağdat'ı böylece ansızın terk edişi,
Halife'nin maiyetinden olan şair Abbas bin El-Atnafın aşağıdaki di­
zelerle sızlanmasına kesinlikle yol açmıştır:

Daha henüz develerimizi çökertmiştik ki, dostlarımız gelişimizi


gidişimizden ayırt etmeden, yeniden yola koyulmamız gerekti.
Ey Bağdat! Dostlarımız bizden haber almaya ve hoş gelişler dilemeye
geldiler, <lönüşümüzde! Ama biz onlara veda ederek yanıt vermek
zorunda kaldık.
Ey Barış Kenti! Doğu'dan Batı'ya senden mutlu, senden zengin ve
senin kadar güzel kent olmadığı çok doğrudur!

Kaldı ki, dostlarının yok oluşundan sonra, artık El-Reşit uyku­


nun tadım da alamaz olmuş; pişmanlık yüreğini kavurmuş; ve Ca­
fer'i yeniden hayata getirmek için bütün saltanatım feda edebilir ha-

205
le gelmiş; ve eğer, tesadüfen, saraylılardan birileri birazcık bile Bar­
makileri kötüleyecek olsa, El-Reşit onlara nefret ve öfkeyle "Allah
babalarınızın belasını versin! Kötülediğinizi kötülemekten vazge­
çin! Ya da gelin onların bıraktığı boşluğu doldurmayı deneyin!" diye
haykırırmış.
Ölünceye kadar kudretini korumuş olmakla birlikte El-Reşit,
artık yöresini pek fazla güvenilmeyen kişilerin sardığını duyumsu­
yormuş. Ve her an, hoşnut olmadığı oğullarının kendisini zehirleye­
ceğinden korkuyormuş. Kargaşalıkların başladığı ve oraya gittikten
sonra bir daha dönmediği Horasan'a bir sefer açmanın eşiğindey­
ken, düşüncelerini bir sırdaş olarak bildirmek üzere seçtiği saraylı­
lardan vakanüvis El-Taberi'ye, acı duyarak, kuşkularını ve kederle­
rini açıklamış. El Taberi, üzerine ölümün gelmekte olduğu konusun­
daki kehanetini yatıştırmaya çalışırken, onu bir kenara çekmiş; ve
adamlarından ve maiyetinden yeterince uzaklaşıp onların yersiz ba­
kışlarından kurtulmak için bir ağacu� koyu gölgesine sığındıkların­
da urbasını açıp El-Taberi'ye karnını saran ipek bir kuşak göster­
miş ve "Şuramda çaresi olmayan derin bir derdim-var. Bu derdi kim­
senin bilmediği doğrudur; ama bak, yöremde oğullarım El­
Emin ve El-Memun'un yaşamımın ne zaman tükeneceğini gözetle­
yen casusları var. Çünkü artık babalarının pek ömrü kalmadığını
anladılar! Ve bu casusları, oğullarım, en güvenilir ve bağlılıklarına
kuşku duyamayacağım kimselerden seçtiler. İlk bakışta başta Mes­
rur! Mesrur, benim üstün tuttuğum oğlum Memun'un casusudur.
İşte hekimim Cebrail Bahteasü! O da, oğlum El-Emin'in! Ve geri
kalanlar da böyle sürüp gidiyor" demiş. Ve de "Şimdi, oğullarımın
sa.itanat hırslarının nereye kadar ulaştığını bilmek ister misin? Ba-
,a binilecek bir at göndermeleri emrini vereceğim. Sağlıklı ve kıv­
rak bir at gönderecekleri yerde yürüyüşü sarsak ve sanki benim der­
dimi arttırmak için hazırlanmış gibi olan takatsız bir at getirecek­
ler!" diye eklemiş. Ve gerçekten, El-Reşit, kendisine bir at getiril­
mesi buyruğunu verince, tıpkı sırdaşına söylediği gibi bir at getiril-

206
miş önüne. O da, El-Taberi'ye mahzun bir bakış fırlatmış ve kendi­
sine yollanan atı boyun eğerek kabullenmiş.
Bu olaydan birkaç hafta sonra, Harun, rüyalarında başının üze­
rine bir elin uzandığını görmüş; ve bu el bir avuç kızıl toprak tutu­
yormuş; ve bir ses ona "İşte Harun'un kabrinde kullanılması gere­
ken bu topraktır!" diye haykırıyormuş. Bir başka ses de ona "Peki,
kabrinin yeri neresi?" diye sorunca; ilk ses "Tus Kenti" diye yanıt ve­
riyormuş.
Nitekim birkaç gün geçince, hastalığının ilerlemesi El-Reşit'i
Tus Kenti'nde kalmaya zorlamış. Büyük bir tedirginlik duyarak
Mesrur'u kentin yöresinden bir avuç toprak bulup getirmeye yolla­
mış. Başhadımağası, bir saatlik bir zaman geçince, elinde bir avuç
kızıl toprakla geri dönmüş. El_:Reşit "Tanrı'dan başka Tanrı yoktur.
Muhammet de onun elçisidir! İşte rüyam çıktı. Ölüm artık benden
uzak değil!" diye haykırmış.
Gerçekten, artık bir daha Irak'ı görememiş. Çünkü, ertesi gün,
kendisinde bitkinlik duyarak yöresindekilere "İşte korkulan saat
yaklaşıyor. Ben tüm insanlık için imrenilen bir varlıktım. Şimdi ken­
disine acınan biri oldum" demiş. Ve orada, Tus'da ölmüş. O sırada
Hicret'in 193'üncü yılının ikinci ayı I olan Cemazi-yel-evvel ayının
üçüncü günüymüş. Harun o sırada kırk yedi yaşındaymış; bu yaşı
da beş ay beş gün aşmış bulunuyormuş. Bize bunu, Ebulfeda böyle­
ce bildiriyor. Tanrı kusurlarını bağışlasın ve rahmet eylesin! Çünkü
dinsel inançlarına bağlı bir halife idi.

Şehrazat, Şah Şehriyar'ın bu öyküden hüzünlendiğini görünce,


ona çabucak ŞEHZADE YASEMİN İLE BADEM SULTAN'IN
TATLI ÖYKÜSÜ'nü anlatmış. Ve demiş ki:

ı Hicri ayların ikincisi Sefer olduğu halde '.\lardrus. f:emazi-yül eı;vcl anlamında "Djoma<li"
ayını ikinci ay olnrnk belirtmiş. (Ç. ı

207
ŞEHZADE YASEMİN İLE
BADEM SULTAN'IN TATLI ÖYKÜSÜ

Anlatırlar ki, ancak övülesi Tanrı en iyisini bilir, Müslüman ül­


kelerden birinde yüreği okyanus kadar geniş, zekası Etlatun'unki­
ne eşit, doğası bilgelerinki gibi ve sanı Feridun'u geçen, yıldızı İs­
kender'in yıldızı gibi olan ve Keyhusrev Anuşirevan'ın mutluluğu­
na sahip yaşlı bir şah varmış. Şahın da, Süreyya Burcu'nun yedi yıl­
dızını andıran parlaklıkta yedi oğlu bulunuyormuş. Ama, bu şehza­
delerin en küçüğü en parlak ve en yakışıklı olanıymış. Yüzü pembe
beyazmış; ve adı da Şehzade Yasemin imiş.
Ve gerçekten, zambak ve gül onun yanında yok olup giderler­
miş. Çünkü selvi gibi bir endamı, yeni açmış lale gibi bir çehresi,
menekşeden saçları, bin karanlık gecenin numunesi misk kokulu
saç bukleleri, sarı amber bir benzi, gergin bir kargıya benzer kaşla­
rı ve bir nergis gibi çekik gözleri varmış; ve güzelim dudakları iki fıs­
tık gibiymiş. Alnına gelince, dolunayın yüzünü utançtan morartacak
kadar parlakmış; inci dişlerle ve gül pembesi bir dille donanmış ağ­
zından şeker kamışının tadını unutturacak tatlı sözler dökülüyor­
muş; bu yapısıyla ve canlı ve yiğit haliyle, aşıkların gözleri için baş­
tan çıkarıcı bir put gibiymiş.
Ylldi kardeşin içinde işte bu Şehzade Yasemin, babası Nücum
.,ah'ın sayısız kocabaş hayvanlarının gözetimiyle görevli olanıymış;
ve eyleştiği yer geniş ıssızlıklar ve çimenliklermiş. Bir gün oturmuş,
kavalını çalarak bu hayvanları gözetirken, kendisine doğru saygın
bir dervişin yaklaştığını görmüş; selamlaşmalardan sonra, derviş on­
dan birazcık süt sağıp kendisine vermesini rica etmiş; Şehzade Yase-

208
min de "Ey saygın derviş, dileğini yerine getirmenin imkansızlığı ba­
na büyük bir acı veriyor. Çünkü ineklerimi bu sabah sağdım. Ve şu
anda memelerinde senin susuzluğunu giderecek hiçbir şey kalma­
dı" diye yanıt vermiş. Derviş de ona "Zamanlamaya aldırma! Yine
de Allah'ın adım anarak yeniden ineklerini sağ! Tanrı'nın kutsama­
sı üzerinde olacaktır" demiş. Çekik gözleri nergise benzeyen şehza­
de de işitip itaat ettiği yanıtım vermiş ve besmele çekerek en güzel
hayvanın memelerine yapışmış. Ve üzerine kutsama inmiş; kap nia­
vimtrak ve köpüklü bir sütle dolmuş.
Derviş o zaman gülerek genç şehzadeye doğru dönmüş ve ona
"Ey ince ruhlu çocuk, verimsiz bir toprağa boşuna ekin ekmedin, sa­
na bu olup bitenden daha çok yarar sağlayacak şey yoktur. Gerçek­
ten, bil ki, ben sana, şairin sözlerine uygun şekilde verilerin ilki ve
sonuncusu olan aşkın habercisi olarak geliyorum:

Orada hiçbir şey yokken, aşk vardı; ve hiçbir şey bulunmadığı zaman,
aşk kalacaktır. O, ilk ve son var olan şeydir.
O gerçeğin köprüsüdür; ve söylenebilecek her şeyin üstündedir: .
mezarın köşesinde yoldaştır bize!
O ağaca sarılan ve yüreğine nüfuz ederek yeşil yaşamını kemiren
sarmaşıktır!

Bunu izleyerek yaşlı derviş "Evet oğlum, ben senin yüreğin doğ­
rultusunda bir aşk habercisi olarak geliyorum. Ama beni, kendim­
den başkası buraya yollamadı. Ovalar, çöller geçtim; böylece, bir
gün bir bahçeden geçerken, şöylece görebildiğim pericelik bir genç
kıza yaklaşmaya layık olacak yeterince mükemmel birini arıyor­
dum" diye eklemiş. Derviş bir an sustuktan sonra, yeniden söze baş­
layarak "Bil ki, ey meltemden de yeğni olan, baban Nücum Şah'ın
ülkesinin sınırdaşı olan bir ülkede rüyalarının delikanlısını, yani se­
ni, ey Yasemin, beklemekte olan, soylu bir kandan, yüzü peri gibi,
ayı utandıracak kadar güzel, yetkinlik mahfazasındaki yekta bir inci

209
tazeliğinde bir varlık, bir güzellik yuvası olan bir huri yaşamakta!
Gümüş renkli narin bedeni bir şimşir gibi düzgün ve saç teli inceli­
ğinde bir beli olan; bir güneş görünümünde, keklik sekişli biri! Saç­
ları sümbül; büyüleyici gözleri İsfahan kılıçlarına benzer; yanakları
Kuran'daki Güzellik ayeti gibi; kaşlarının yayı Kalem suresine ben­
zer; bir yakuttan yontulmuşa benzeyen ağzı şaşırtıcı; çenesinde kü­
çücük bir elma boyutunda bir çukuru olan; ve onu kem gözden ko­
rurcasına yanağını bir ben süsleyen bir kız! Küçücük kulakları ku­
lak değil, kibarlığın maden filizleri ve kulaklarında küpe yerine aşık­
ların yüreklerini taşıyan; minik bir ceviz gibi burnuna takılı hızına,
dolunayı kendi eliyle kölelik halkasını boyuna geçirmeye zorlayacak
gibi. İki küçük ayağının tabanına gelince, tam anlamıyla harikay­
mış. Yüreği ağzı mühürlü bir koku şişesidir ve kafası yüce bir zeka­
nın verisiyle donanmıştır. Yürüyünce, kıyamet günündeki gürültü
kopar! Ekber Şah'ın kızıdır, bu kız; ve Badem Sultan diye anılır;
böylesi yaratıkları tanımlayan isimler ne kadar kutludurlar!" de­
miş. Ve böylece konuştuktan sonra, yaşlı derviş uzun uzun içini çek­
miş; sonra da...

Anlatısının burasında Şehrazat, sabahın belirdiğini görerek ya­


vaşça susmuş.

Ama Dokuz Yüz Doksan Dokuzuncu Gece Olunca


Demiş ki:

Ve böylece konuştuktan sonra, yaşlı derviş uzun uzun içini çek­


miş; sonra da "Ama şunu da söyleyeyim ki, ey sevginin pınarı, aşk­
tan yoksun, ciğeri kederle yanık bu genç kız, yüreğinde bir deıt yü­
kü taşımakta. Bunun nedeni de, bir gece, uyurken gördüğü bir rüya
imiş. Ben de onu bir sümbül gibi üzgün ve deıtli bıraktım" diye ekle-

210
miş. Sonra da "Ve şimdi benim sözlerim yüreğin için bir tohum oluş­
tursun. Tanrı seni korusun ve bahtında olan o kıza doğru yöneltsin,
vesselam!" demiş. Böylece konuştuktan sonra, derviş, ayağa kalk­
mış ve yoluna gitmiş.
Şehzade Yasemin'in yüreği de sırf bu konuşmayı duyarak kana
bulanmış; ve aşkın oku bu yüreğe işlemiş. Ve Leyla'ya tutkun Mec­
nun gibi, giysilerini boynundan göbeğine kadar yırtmış; ve yüreği
güzel Badem Sultan'ın saçlarının kıvrımlarına takılmış; hıçkırıklar
kopararak haykırmış; ve sürüsünü terk ederek içmeden sarhoş,
duygulu, sessiz aşkın fırtınasında yok olmuş; bir serseri gibi dolaş­
maya başlamış. Çünkü, bilgeliğin kalkanı her tür yaraya karşı koy­
sa da, aşk okuna karşı erdemi yoktur. Nasihat ve görüş bildirerek
oluşturulan ilaç, saf bir duyguyla dertlenenin ruhu üzerinde artık et­
kili olmaz. İşte Şehzade Yasemin'in durumu böyleymiş.
Badem Sultan'a gelince, onunki de şöyleymiş: Bir gece, babası­
nın sarayının taraçasında uyurken, aşk ecinnilerinin yönlendirmiş
bulunduğu bir rüyada, Züleyha'nın aşığından da güzel olan ve çizgi
çizgisine, Şehzade Yasemin'in büyüleyici görünümüne benzeyen bir
genç kendisine gösterilmiş. Bu güzellik görünümü bakire ruhunun
gözleri önünde belirdikçe, o güne kadar kaygısız olan genç kız yüre­
ği elinden kayıyor ve delikanlının dolambaçlı saç kıvrımlarının ağı­
nın esiri oluyormuş. Rüyanın gülü yüreğine dokunarak uyanmış ve
geceleyin bülbül gibi feryatlar kopararak haykırmış; ve gözyaşlarıy­
la yüzünü ıslatmaya başlamış. Hizmetçileri büyük bir heyecan için­
de koşuşturmuşlar ve onu görerek "Ya Allah! Hanımımız Badem
Sultan'a gözyaşları döktüren bu felaket de nedir? Uyurken, yüreğin­
den ne geçti, acaba? Ne yazık ki, zekasının kuşu uçmuş gibi görünü­
yor!" diye haykırmışlar.
Ve ağlayıp inlemeler sabaha kadar sürmüş. Şafak vakti, babası
şahla anası sultan, olup bitenlerden haber almışlar. Yürekleri yana­
rak gelip bakınca, o denli güzel olan kızlarının olağandışı bir görü­
nümde ve garip bir durumda olduğunu görmüşler. Kız, saçı başı da-

211
ğınık, giysileri düzensiz, yüzü altüst olmuş; bedenindeu habersiz ve
yüreği için dikkat sarf etmez bir haldeymiş. Ve ona sordukları bü­
tün sorulara, başım utançla sallayarak ve böylece babasının ve anne­
sinin ruhlarına kaygı ve keder yayarak hiç yanıt vermiyormuş.
Bunun üzerine, onu bu durumdan kurtarmak üzere marifetleri­
ni göstersinler diye hekimleri ve gövdeden şeytan uğratanları çağır­
mışlar; ama hiçbir sonuç alamamışlar, hatta, bunun tam tersi ol­
muş. Bu yüzden kan aldırmaya başvurmak zorunda kalmışlar. Ve
kolunu sararak neşter vurmuşlar. Ama o güzelim damardan bir
damla kan bile çıkmamış. O zaman tedavisinden el çekmiş ve onu
iyileştirme ümidini terk etmişler. Ve umutları boşa çıkmış ve he­
kimler, kafaları karmakarışık, ayrılıp gitmişler.
Bu üzücü durumda, hiç kimse bu değişmenin nedenini anlayıp
açıklayamadan birkaç gün geçmiş. Yüreği kireç bağlamış güzel Ba­
dem Sultan, her zamankinden daha karamsar bir durumdayken,
hizmetçileri onu oyalansın diye bahçeye çıkarmışlar. Ama, orada
gözlerini her yerde dolaştırdığı halde, sevgilisinin yüzünden başka
şey görememiş; güller ona teninin rengini, yaseminler giysilerinin
kokusunu; salınan servi esnek bedenini; nergisler gözlerini sunuyor­
larmış.
Ama birdenbire bu bahçenin güzel yeşilliği, solgun yüreğini
canlandırmış; ve ona içirdikleri fıskiyenin suyu, beyninin kuruluğu­
nu azaltmış ve kendisiyle yaşıt olan maiyetindeki genç kızlar, hanım­
larının yöresinde daire şeklinde oturmuş ve ona, yumuşak bir eday­
la ve kaygısız bir vurgulamayla tatlı bir gazel okumaya başlamışlar.
Bunu izleyerek, onu her zamandan çok söylenecekleri kabul et­
meye yatkın gören en çok sevdiği nedimesi yanına yaklaşıp, ona "Ey
Badem Sultan hanımımız, birkaç gündür ülkemize, uyumlu sesi, in­
sanın aklını başından alan, akan suyu, uçan kırlangıcı durduracak
kadar güzel kaval çalan, soylu Hazaranların ülkesinden bir delikan­
lı gelmiş bulunuyor. Bu sultansı gencin, pembe beyaz bir teni olup
adı da Yasemin'miş. Gerçekte zambak ve gül, onun yanında solup

212
tükeniyorlarmış. Çünkü boyu bir servi salınışında, yüzü yeni açmış
bir lale kıvamında, saçları menekşe, yüzü misk gibi kokan, saç kıv­
rımları bir karanlık gecenin numunesi imiş; cildi sarı amberden,
kaşları eğik kargılardan, çekik gözleri iki nergisten, güzelim dudak­
ları iki fıstıktan oluşmuş bulunuyormuş. Alnına gelince, parlaklığıy­
la dolunayı utandırıp yüzünü morartıyormuş. İnci dişli, pembe dilli
güzel ağzından şeker sözler sızıyormuş. Ve böylece, neşeli ve yiğit
görünümüyle, aşıkların gözleri için baştan çıkarıcı bir put gibiymiş"
demiş.
Sonra da, Badem Sultan'ı neşeden şaşırmış bir halde görünce
"Ve bu şahane biçimde kaval çalan genç, sabah meltemi gibi hafif ve
hızlı, dağlan, ovalan aşıp kıyısı olmayan ve kuğunun bile güvenli ol­
madığı, sırf görünümü bile onları binlerce su kuşunu ve ördeği kor­
kutup başını döndüren nehirlerin sularını geçerek ülkesinden bi­
zim ülkemize gelmiş. Buraya ulaşıncaya kadar bu denli güçlüklerin
üstesinden geldiğine göre, bu sonuca ulaşmasının gizli bir nedeni
varmış. Genç bir şehzadeyi böylesine bir deneyime girişmeye aşk­
tan başka bir neden zorlayamazmış" diye eklemiş.
Ve böylece konuştuktan sonra, söylediklerinin hanımı üzerin­
deki etkisini görmek üzere sultanın genç gözdesi susmuş. Ve birden­
bire Şah Ekber'in yakınan kızı, umutlanıp oynayarak iki ayağı üze­
rinde doğrulmuş. Ve yüzü içinin ateşiyle aydınlanmış ve tüm esrik
ruhu, adeta gözlerinden fışkırmış. Hiçbir hekimin anlayamadığı
olanca gizemli derdinden ufacık bir iz bile kalmamış; aşktan söz
eden genç bir kızın basit sözleri, onu duman gibi dağıtmış.
Ve ardında gözdesi olduğu halde, bir ceylan kadar kıvrak, ken­
di dairelerine girmiş. Neşenin kalemini ve birleşmenin kağıdım eli­
ne almış ve aklını alan Şehzade Yasemin'e, ruhunun gözleriyle rüya­
da gördüğü mutlu varlığa şu mektubu yazmış:

Kalem kullanmadan, güzellik bahçesindeki yaratılanlann varlığını


çizmiş olana şükürler olsun!

213
Aşka düşen bülbüle figan ettiren güle selam olsun! Senin
güzelliğinin anıldığını duyunca yüreğim ellerimden kayıp gitti.
Bana rüyada pericelik yüzünü gösterdiğinden beri yüreğimde öyle bir
etki yaptı ki bu yüz; annemi, babamı unuttum, kardeşlerime de
yabancı oldum. İnsan kendine bile yabancı olunca, ailesiyle ne
ilişkisi olabilir?
Senin önünde, güzeller bir şelaleyle sürüklenircesine sökülür gider;
kirpiklerinin oklan bir yandan öbür yana yüreğimi delip geçti.
Oh! Gel bana rüyadaki hoş varlığını göster! Onu artık kafamdaki
gözlerle göreyim! Sen ki, aşk işaretlerini çok iyi anlarsın ve kalpten
kalbe giden gerçek yolu bilirsin!
Ve de bil ki, sen varlığımın suyu ve kilisin! Yatağımın gülleri
dikenlere dönüştü; ve sessizliğin mührü dudaklanmdadır ve artık
kaygısızca dolaşmaktan vazgeçtim...

Anlatısının burasında Şehrazat, sabahın belirdiğini görerek ya­


vaşça susmuş.

Ama Bininci Gece Olunca


Demiş ki:

Sessizliğin mührü dudaklanmdadır ve artık kaygısızca


dolaşmaktan vazgeçtim.

Ve mektubu ikiye katlamış ve arasına saf bir misk tanesi koyup


onu gözdesine vermiş. Genç kız da mektubu alıp dudaklarına ve al­
nına değdirmiş ve yüreğinin üzerine yerleştirmiş; ve bir güvercin gi­
bi, Şehzade Yasemin'in kaval çaldığı yere uçarcasına gitmiş. Onu
orada bir servinin altına oturmuş, kavalı yanı başında, şu kısa gazeli
okurken bulmuş:

214
Yüreğimi görünce ne diyeceğim? Buluttur, şimşektir, cıvadır ve kanlı
bir deryadır, bu yürek!
Yokluğun gecesi bitince, trpkı ırmakla kuğunun birleştiği gibi
birleşeceğiz!
Ve genç kız Şehzade Yasemin'in elini öptükten sonra, hanımı
Badem Sultan'ın mektubunu ona vermiş. O da mektubu okumuş ve
neredeyse sevinçten uçacak olmuş. Artık uyuyor mu, uyanık mı bile­
mez hale gelmiş. Ruhunda gümbürtüler kopmuş ve yüreği bir fırına
dönmüş. Ve biraz yatıştığı sırada, genç kız ona, hanımına ulaşmanın
yollarım göstermiş ve son talimatları da verdikten sonra geriye dön­
müş.
Bildirilen saatte ve uygun anda Şehzade Yasemin, birlik sağla­
yan meleğin yol göstermesiyle Badem Sultan'ın bahçesine giden yo­
lu tutmuş ve cennetten kopmuş bir parça olan o mevkiye girmeyi ba­
şarmış. O anda, güneş batı ufkunda gözden yok oluyor, ay da doğu­
nun örtüleri arasından yüzünü gösteriyormuş. Genç erkek de, bir
karaca yürüyüşüyle genç kızın kendisine belirtmiş olduğu ağaca doğ­
ru yürümüş ve yaprakları arasında saklanmak üzere bu ağaca çık­
mış.
Badem Sultan da, geceleyin, keidik yürüyüşüyle mavilere bü­
rünmüş olarak ve elinde bir gül tutarak bahçeye gelmiş. Ve o güze­
lim başını söğüt yapraklan gibi titreyerek ağaca doğru kaldırmış.
Heyecan içinde, bu ceylan, dallar arasında beliren yüzün, dolunayın
kendisi mi, yoksa Şehzade Yasemin'in parıldayan yüzü mü olduğu­
nu bilmemiş. Ama işte! Sanki arzuyla 'olgunlaşmış ve çiçek gibi ya
da değerli ağırlığıyla daldan kopan bir meyve gibi menekşe saçlı de­
likanlı dallar arasından kayıp solup sararan Badem Sultan'ın ayak­
lan önüne düşmüş. Kız onun umutla beklediği kişi olduğunu anla­
mış ve onu rüyasında gördüğünden çok daha yakışıklı bulmuş. Şeh­
zade Yasemin de, kendi bakımından, dervişin kendisini aldatmamış
olduğunu anlamış ve bu ayın, tüm ayların baş tacı olduğunu gör­
müş. Ve ikisi de yüreklerinin ince dostluk ve gerçek sevecenlik bağ­
larıyla birleştiğini duyumsamışlar. Ve mutlulukları Mecnun ve Ley­
la'nınki kadar derin ve iki eski dostunki kadar katıksız olmuş.
Çok tatlı öpüşlerden ve güzelim ruhlarının ferahlamasından
sonra, yetkin aşkın Efendisi'nden, acımasız göğün sevdaları üzerine

216
bela taşları yağdırmamasım ve birleşmelerinin dikişini yırtmaması­
nı dilemişler. Bunu izleyerek, ayrılık zehrinden korunmak için, iki
aşık başbaşa düşünmüş ve gecikmeksizin, kızı Badem Sultan'ı çok
seven ve ondan hiçbir şey esirgemeyen Şah Ekber'in bizzat kendisi­
ne başvurmaları gerektiğine karar vermişler.
Böyle olunca, sevdiceğini ağaçlar altında bırakarak, yakarıcı
Badem Sultan şah babasını bulmaya gitmiş; ellerini önünde birleşti­
rerek ona "Ey iki dünyanın en yüce noktası, kölen senden bir dilek
dilemeye geldi" demiş. Babası da son kertede sevinçli ve ş;ışkınlık
içinde iki kolunu kaldırmış ve sarılarak onu bağrına başmış; ve de
ona "Kuşkusuz1 ey yüreğimin Badem'i, dileğin herhalde çok ivedi
bir hacet olmalı! Baksanl!, gecenin ortasında, yatağından ayrılmak­
ta tereddüt etmemiş ve onu yerine getirmem için bana gelmişsin!
Bu dilek ne olursa olsun, ey gözümün nuru, babana güvenerek çe­
kinmeden bana açıkla!" demiş. İnce ruhlu Badem Sultan da, birkaç
saniye tereddüt ettikten sonra, başını kaldırmış ve "Babacığım, ge­
cenin bu vaktinde gelip gözlerinden uykunu kaçırdığı için kızını ba­
ğışla! Ama işte şimdi, nedimelerimle çayırda bir gece gezintisi yap­
tıktan sonra, sağlığıma kavuştum. Ve gelip sana öküzlere ve koyun­
lara iyi bakılmadığını, ihmal edildiklerini söylemeyi; ve de güvenil­
meye değer bir hizmetkara rastlarsam, onu sana takdim etmeyi ve
senin de ona sürülerini gözetmesi için görevlendirebileceğini düşün­
düm. Mutlu bir rastlantıyla o anda bu çalışkan ve gayretli kişiye
rastladım. İyiniyetli, her şeye yatkın ve ne zahmetten ne de yorul­
maktan yılar bir genç bu! Çünkü tembellik ve vurdumduymazlık on­
dan fersah fersah uzak! Böyle olunca bizim öküzlerimize, koyunlan­
mıza bakması için onu görevlendir, babacığım!" diyerek seslenmiş.
Şah Ekber, kızının bu konuşmasını duyunca şaşırmanın sınırın­
da şaşırmış. Bir an gözleri faltaşı gibi açılmış. Sonra da "Başım üzeri­
ne yemin ederim ki, bugüne kadar gece yarısı sürüler için bakıcı tu­
tulduğunu hiç duymamıştım. İlk kez başımıza böylesi bir şey geli­
yor. Ama, kızım, ansızın şifa bularak yüreğime verdiğin zevk dolayı-

217
sıyla isteğine boyun eğmek ve sözü edilen genci sürülerimizin bakıcı­
sı olarak kabul etmekten kolay bir şey yok. Bununla birlikte, ona
bu görevi vermeden önce kendisini kendi gözlerimle görmek istiyo­
rum" diye yanıt vermiş.
Babasının bu sözlerini duyar duymaz, Badem Sultan, mutlu Ya­
semin'e doğru sevincin kanatlarını kuşanarak koşmuş..Onu elinden
tutarak saraya götürmüş. Ve şaha "İşte babacığım, sopası güçlü ve
yüreği sıvanmış olan o harika çoban!" demiş. Tanrı'nın öngörüsüyle
donattığı Şah Ekber de, kızı Badem'in kendisine takdim ettiği gen­
cin, hiç de hayvanları gözetecek türden biri olmadığım anlamış. Ve
ruhunun ta içinden şaşırmış kalmış. Bununla birlikte, kızı Badem'e
. acı vermek istemediğinden bu ayrıntıların önemini ne içinde yoğun­
laştırmış ne de ısrarla açıklamış. Sevimli Badem de, onun içinden
geçeni anlayarak hemen heyecana kapılabilecek bir sesle ve iki eli
birbirine bitişik olarak "Dış görünüm babacığım, her zaman iç görü­
nümü yansıtmaz! Seni temin ederim ki, bu genç adam, arslanlara ço­
banlık edecek kadar güçlüdür" demiş. Ve ister istemez, Badem Sul­
tan'ın babası, gözünün bebeği olan sevgili kızını mutlu kılmak için,
elini kendi gözüne kapatarak, gece yarısında, Şehzade Yasemin'i sü­
rülerinin çobanı yapmış...

Anlatısının burasında Şehrazat, sabahın belirdiğini görmüş ve


adeti gereğince yava.şça susmuş.
Her bakımdan arzulanır genç bir kız olmuş bulunan ve günden
güne, geceden geceye daha sevimli, güzel, gelişmiş ve daha anlayışlı,
daha da sessiz ve dikkatli olmuş bulunan genç Dünyazat da, üzerinde
tünediği halıdan yarı yarıya ayağa kalkarak ona "Ey Şehrazat, karde­
şim, sözlerin ne kadar tatlı ve zevkli, ne kadar eğlendirici ve de lezzet­
li!" demiş. Şehrazat da ona gülmüş, onu kucaklayarak kendisine "Ey
sevgilim, ama eğer efendimiz, bu yüce ve zarif davranışlarla donan­
mış şah, beni dinlemekten yorulmayacaksa, gelecek gece size anla-

218
tacağzm devamıyla karşılaşıldığında, öykünün bu bölümü nedir ki?"
demiş. Sultan Şehriyar da "Ey Şehrazat, sen ne diyorsun? Ben mi se­
ni dinlemekten yorulurum? Oysa sen benim ruhumu eğittin ve yüreği­
mi yatıştırdın! Ve ben seninle birlikte olduğumdan beri ülkem kutsan­
dı. Bu bakımdan olanca gerçekliğiyle bu hoş öykünün sonunu bize an­
latabilirsin; ve de sen kendin yorgun değilsen, bu gece bile sözünü sür­
dürebilirsin! Çünkü, gerçekte, Şehzade Yasemin ile Badem Bultan 'ın
başına gelenleri öğrenmeyi çok arzu ediyorum!" demiş. Şehrazat da,
kibarlığı nedeniyle izni kötüye kullanmak istememiş. O gece daha faz­
la bir şey söylemeksizin gülüp teşekkür etmiş.
Şah Şehriyar onu yüreğinin üzerine basmış ve ertesi sabaha ka­
dar yanzbaşında uyumuş. O zaman kalkmış ve adaletine dayanan işle­
ri görmeye gitmiş. Ve o sırada, Şehrazat'ın babası olan vezirin, adeti
gereğince, şahın kadınlarla ilgili yemini nedeniyle, her sabah kızının
ölüme mahkum edildiğini görmeyi bekleyerek kızı için hazırladığı ke­
fen koltuğunun altında olduğu halde geldiğini görmüş. Şehriyar, bu
konuda ona hiçbir şey söylemeksizin Adalet Divanı'na başkanlık et­
miş. Memur, ileri gelenler ve davacılar içeri girmiş; kararlar vermiş;
kimi memurları atamış, kimilerini görevden almış. Askıda bulunan
işleri bitirmiş ve buyruklar vermiş ve bu böyle gün batıncaya kadar
sürmüş. Şehrazat ile Dünyazat'ın babaları vezir gittikçe daha fazla
şaşırmanın ve zihin karışıklığının sınırına ulaşmış.
Şah Şehriyar'a gelince oturum bitip Divan dağılınca dairelerine,
Şehrazat'zn yanına dönmek için acele etmiş.

Ve O Gece Bin Birinci Geceymiş.

Ve Şehriyar, Şehrazat ile her zaman yaptığı şeyi bitirince, genç


Dünyazat, kızkardeşine "Tanrı 'nın lütfu üzerine olsun, kardeşim!"
demiş. Şehrazat da "Tüm dost yüreğimle ve efendimiz olan yüce şaha
bir sunu olarak anlatayım!" demiş ve öyküyü şu sözlerle anlatmış:

219
... Ve Şehzade Yasemin'i sürülerinin çobanı yapmış.
Ve o zamandan başlayarak Yasemin, dış görünüşte onun sürüle­
rinin çobanı olmuş; ama aslında aşkla uğraşıp durmuş. Gündüzün
hayvanları, üç veya dört fersah uzaktaki bir çayıra götürür; akşam
olunca da, kavalının sesi aracılığıyla onları toparlar ve şahın ağılları­
na sokarmış. Geceleri ise sevgilisi, o şahane gülün, Badem'in eşliğin­
de bahçede otururmuş. Onun her zamanki uğraşı böyleymiş.
Ama, en gizli mutluluğun bile, her zaman yasakçıların kıskanç
gözlerinden saklı kalabileceğini kim iddia edebilir? Gerçekten dik­
katli Badem, dostuna, ormanda, gerekli yiyecek ve içeceği başkala­
rıyla ulaştırmak adetindeymiş. Ama bir gün, aşkın tedbirsiz kıldığı
genç sultan, gizlice, onun tatlı dudaklarına denk lezzette, gümüş
yapraklar üzerine zarafetle dizilmiş şeker, meyve, ceviz ve fındık gi­
bi eğlencelikle dolu bir tepsiyi kendi eliyle ona getirmiş. Ve bu şeyle­
ri ona sunarken, kendisine "Ey şekerden başka şey yemeyen tatlı
dilli papağan, narin ağzına uygun düşen bu besleyiciler sana lezzet
versin ve hazmı kolay olsun!" demiş. Ve bunu söyledikten sonra, ka­
fur gibi gözden yok olmuş.
Ve bu çekirdeksiz beden böylece, kafur gibi gözden yok olunca,
çoban Yasemin, şahın kızının parmaklarıyla hazırlanmış bu eğlence­
likleri tatmak için acele etmiş. Tam o sırada kendisine doğru düş­
man görünüşlü ve kötü niyetli bir ihtiyar olan ve bütün günlerini
herkese nefret kusmakla geçiren ve musikişinasları saz çalmaktan
ve şarkıcıları şarkı söylemekten men eden sevgilisinin amcasının
yaklaşmakta olduğunu görmüş. Adam, delikanlının yanına ulaşın­
ca, güvensizlikle ve tehdit saçan gözlerle ona bakmış, önünde duran
şahın tepsisinin ne münasebetle orada bulunduğunu sormuş. Yase­
min de, güvensizlik duymaktan uzak, yaşlı adamın yemek arzusu
duymuş olduğunu sanmış ve bir sonbahar gülü gibi cömert yüreğini
açmış; ve üzeri eğlencelikle dolu olan tüm tepsiyi ona vermiş.

220
Uğursuz ihtiyar, hemen bu tepsiyi alıp bu eğlencelikleri, Ba­
dem'in babası ve kendi öz kardeşi olan Ekber'e göstermeye gitmiş.
Ve böylece ona Badem ile Yasemin'in ilişkilerini kanıtlamış.
Şah Ekber de bunu öğrenince, öfkenin sınırına ulaşmış ve kızı
Badem'i çağırtarak ona "Ey ana babasının yüz karası, sen bizim ırkı­
mıza utanç getirdin! Bugüne kadar bizim konutumuz kötü otlardan
ve utanç dikenlerinden arınıktı. Ama sen; sen benim üzerime hile­
bazlığın çabuk çözülen düğümünü atıp beni bağladın. Ve bana karşı
takındığın munis tavırlarla zekamın lambasını örttün. Acaba hangi

erkek kendini kadınların hilelerinden kurtarabilir? Dua ve barış


üzerine olası kutsanmış Peygamber, onlardan söz ederek 'Ey iman
sahipleri, karılarınızda, kızlarınızda düşmanlarınız var! Onlar akıl­
dan yana, dinsel inançtan yana da kusurludurlar. Onlar çarpık taraf­
tan yaratılmışlardır. Onları azarlayın; ve size itaat etmeyenler olur-

221
sa, onları dövün!' demiştir. Peki ben şimdi, sürülerimin bakıcısı
olan, birlikteliği şah kızlarına uygun düşmeyen bir yabancıyla uy­
gunsuz bir oyuna girişen sana nasıl davranayım; ikinizin bedenini
ölüm ateşinde mi yakayım?" demiş. Ve kızının ağladığını görerek
"En iyisi, önümden çekil git! Haremin perdesinin ardına gömül! Ve
benim iznim olmadan oradan çı kma!" diye eklemiş.
Böylece kızı Badem'i cezalandırarak hayvanları nın bakıcısını
da yok etmek için buyruk vermiş. Kentin yakı nı nda, korkunç hay­
vanların barınağı olan bir orman varmış. En gözüpek kişiler bile,
sırf bu ormanın adının anılmasıyla korkuya düşer ve donup, saçları
diken diken kalırlarmış. Ve orada, sabah gece gibi görünür, gece de
kıyamet gününün uğursuz belirtisi gibi olurmuş. Ve de orada, baş­
ka korkunç şeyler arasında, dört ayaklıları ve kuşları dehşete düşü­
ren domuz ile geyik karışımı iki yaratık varmış; bunlar bazen kı rıp
geçirmek üzere kente de geçerlermiş.
Badem Sultan' ın erkek kardeşleri de, şahın buyruğu üzerine,
bahtsız Yasemin'i orada can verip gitmesi için bu felaket mahaline
yollamışlar. Delikanlı da, kendisini bekleyen şeyden kuşkulanmaya­
rak öküzleri ve koyunlarını oraya götürmüş. Bu ormanın içine iki
boynuzlu yıldızı ufukta görüldüğü ve gecenin Habeşisi yüzünü kaçı­
şa yönlendirdiği zaman girmiş. Ve hayvanları nı keyiflerince otlama­
ya terk ederek yere serdiği beyaz bir pöstekinin üzerine oturmuş ve
esriklik kaynağı kavalını eline almış.
İşte tam o sırada iki domuz-geyik kokuyu izleyerek ve şimşek
yüklü bulutları taklit edercesine gürleyerek Yasemin'in bulunduğu
açı klığa gelmişler; ve tatlı bakışlı şehzade onları kavalının sesiyle
karşılamış. Ve çalışının sihriyle kıpırtısız hale sokmuş. Sonra, yavaş­
ça, ayağa kalkıp biri sağında, öbürü solunda iki hayvanın eşliğinde
sürüsü de peşlerinden gelirken ormanı terk etmiş. Ve böylece Şah

ı İki boynuzlu yıldız: Koç burcunun yıldızları (Ç. ı

222
Ekber'in pencerelerinin altına gelmiş. Herkes onu görünce şaşkınlı­
ğa düşmüş.
Şehzade Yasemin de, iki domuz-geyiği bir demir kafese soktur­
muş ve onları Badem'in babasına gerekli saygıyla sunmuş. Şah da,
bu başarıdan dolayı şaşırmanın sınırında şaşırmış; ve bu yiğitler yi­
ğidini mahkum etmekten elini çekmiş.
Ama, sevgili Badem'in erkek kardeşleri bir türlü hınçlarını ala­
mayarak kızkardeşlerinin genç adamla birleşmesini önlemek için,
onu, arzusuna karşın, uğursuz amcalarının oğlu olan yeğenleriyle ev­
lendirmeyi düşlemişler. Çünkü kendi kendine "Bu çılgın kızın ayağı­
nı evlilik bağıyla bağlamak gerek. O zaman anlamsız sevdasını unu­
tur" diyorlarmış. Ve vakit geçirmeksizin düğün alayını düzenlemiş­
ler; ve çalgıcıları, şarkıcıları, davulcuları ve zurnacıları getirtmişler.
Kıyıcı kardeşleri bu evliliğin merasimini gözetirlerken, üzüntü için­
deki Badem de, isteğine karşın, yeni bir gelini belirleyen göz kamaş­
tıran giysilerle ve altın ve inci takılarla donanmış olarak altın işleme­
li kumaşlarla örtülü bir merasim şiltesine bir ağaççık üzerindeki çi­
çek gibi; ama hüzün ve bitkinlik yöresini sarmış, dudaklarında sus­
kunluğun mührü, zambak gibi sessiz, bir put gibi kımıltısız oturu­
yormuş. Görünümüyle yaşayanlar arasında genç bir ölü gibiymiş ve
yüreği boğazlanan bir horoz gibi çırpınıyor ve ruhu şafağın giysisine
bürünmüş, bağrı kaderin tırnağıyla yırtılmış, köpüren varlığı simsi­
yah gözlerle yakında yatak yoldaşı olacak olan içi kof kargayı düşlü­
yor-muş. Sanki deıtlerin KafDağı'nın zirvesinde gibiymiş.
Ama tam o sırada, öteki hizmetkarlarla birlikte hanımının dü­
ğününde görevlendirilmiş bulunan Şehzade Yasemin, gözlerinin ba­
sit bir karşılaşmasıyla, ona, ıstırap dağlarından kurtarıcı bir ümit
sunmuş. Sevgililerin yörede bulunanların en ufak bir fikri olmaksı­
zın, sadece bakışlarıyla yirmi şey birden söyleyebileceğini kim bile­
bilir ki?
Böylece, gece olup da Badem Sultan, yeni evli gelin olarak ger­
dek odasına sokulunca, sadece baht aşıklara mutlu yüzünü göster-

223
miş; ve yüreklerini sekiz kokuyla canlandırmış. Ve güzel Badem, ye­
ğeninin biraz sonra gireceği bu odada yalnız bırakıldığı bir andan ya­
rarlanarak yavaşça altın işlemeli giysilerinin içinde dışarı çıkıp mut­
lu Yasemin'e doğru koşmuş ve bu iki kutsanmış sevgili el ele tutuş­
muş ve gül kokulu meltemden daha yeğni, gözden kaybolup kafur gi­
bi yok olmuşlar.
O zamandan beri hiç kimse onların izlerini bulamamış ve hiç
kimse onların nereye gittiklerini bilememiş. Çünkü yeryüzünde,
ademoğulları içinde sadece pek az kişi mutluluğa layıktır ve mutlu­
luğa giden yolu izler. Ve de mutluluğun gizlendiği eve yaklaşır. Na­
sip Dağıtıcı olan sevincin, zekanın ve mutluluğun Sahibi'ne övgüler
olsun!

VE SONUNDA...

Ve Şehrazat, bu öyküyü böylece anlattıktan sonra "Ve ey zama­


nın şahı, Şehzade Yasemin ile Badem Sultan 'ın tatlı öyküleri işte böy­
ledir ve onu duyduğum şekliyle anlattım!" demiş; sonra da susmuş.
O zaman Şah Şehriyar "Ey Şehrazat, bu öykü ne harika! Oh! Ne
kadar hayranlık verici! Ey bilge ve güzel konuşan Şehrazat! Beni eğit­
tin ve benden başkalarının başına gelen olayları gözümde canlandzr­
dın; geçmiş zamanlardaki şahların ve halkların söylediklerini ve baş­
larından geçen olağandışı ya da harika veya sadece düşünmeye değer
şeyleri dikkatle izlettin. Ve gerçekte, şu bin bir gecede seni dinleyerek

224
derinden derine değişmiş ve sevinç ve de yaşam mutluluğuyla dolu
bir ruh kazandım. Ve �y vezirimin mutlanmış kızı, seni bunca seçkin
verilerle donatmış ve ağzını kokulandırmış ve diline sözgenlik bağış­
lamış olan Tanrı '.Ya övgüler olsun!" diye haykırmış.
Küçük Dünyazat da, büzülmüş olduğu halının üzerinden büsbü­
tün kalkmış ve koşup kızkardeşinin kollarına atılarak "Ey Şehrazat,
kardeşim, sözlerin ne kadar tatlı ve büyüleyici ve lezzetli! Ve eğitici ve
de heyecan verici ve tazelikleri içinde hoş!" diye haykırmış. Şehrazat
da, kızkardeşine doğru eğilmiş ve onu kucaklayarak kulağına sadece
onun anlayabileceği birkaç söz fısıldamış. Genç kız da hemen kafur
gibi ortadan yok olmuş.
Şehrazat birkaç dakika, Şah Şehriyar ile birlikte yalnız kalmış.
Ve şah, memnunluğun sınırında, harika eşini kollarına almaya hazır­
lanırken, perdeler açılmış ve Dünyazat, bir sütananın göğsüne asıl­
mış ikiz çocuklarla birlikte, en arkadan üçüncü bir çocuk kendisini iz­
lerken içeri girmiş. Şehrazat da gülümseyerek onları bağrına bastık­
tan sonra Şah Şehriyar'a dönmüş ve üç küçük çocuğu önüne dizmiş
ve gözleri yaşlarla ıslak, ona "Ey zamanın şahı, işte, geçen üç yılda,
Nasip Dağıtıcı'nın benim aracılığımla sana bağışladığı üç çocuk!" d�­
mış
Ve Şah Şehriyar tanımlanamaz bir sevince kapılmış ve ruhunun
derinliklerine kadar heyecandan sarsılarak çocuklarını öptüğü sıra­
da, Şehrazat "Büyük oğlun şimdi iki yaşını doldurmuş bulunuyor ve
şu ikizler de yakında ele gelecekler. Aüah üçünü de kem gözden esirge­
sin!" diyerek sözünü sürdürmüş. Ve de "Gerçekten hatırlayacaksın
ki, ey zamanın şahı, altı yüz yetmiş dokuzuncu gece ile yedi yüzüncü
gece arasında yirmi gün kadar rahatsızlanmıştım. İşte tam o sırada
dünyaya gelişleri, bir yıl önce doğurduğum büyüğünkinden çok beni
yoran bu j,feizleri doğurdum. İlk loğusalığım sırasında pek rahatsız ol­
madığım için, o sırada anlatmakta olduğum Bilge Canayakın öyküsü-

22:'i
nü ara vermeden sürdürmüştüm" diye eklemiş ve böylece konuştuk­
tan sonra susmuş.
Heyecanın son sınırına ulaşmış bulunan Şah Şehriyar da, bakış­
larını annesi ile çocukları arasında dolaştırmış ve tek bir söz bile söy­
leyememiş.
O zaman genç Dünyazat yirmi kez çocukları öptükten sonra Şah
Şehriyar'a dönmüş ve ona 'Ve şimdi, ey zamanın şahı, çocukların an­
nesi kızkardeşim Şehrazat'ın başını kestirecek ve böylece başka hiç­
bir kadının sevemeyeceği ve bir anne yüreğiyle yetiştiremeyeceği üç
şehzadeyi annesiz mi bırakacaksın?" demiş.
Şah Şehriyar da, iki hıçkırık arasında Dünyazat'a "Sen sus baka­
yım, küçük hanım ve de rahat dur!" demiş. Sonra heyecanını biraz ya­
tıştırmanın üstesinden gelerek Şehrazat'a dönmüş ve ona "Ey Şehra­
zat, esirgeyen, bağışlayan Tanrı adına yemin ederim ki, çocuklarımı­
zın dünyaya gelmelerinden önce de :,eni seviyordum. Çünkü sen Tan­
rı 'nın seni donattığı niteliklerle beni kazanmayı bildin; ve sende kötü­
lükten uzak, sofu, temiz, tatlı, tüm düzenbazlıkZardan arınık, her ba­
�ımdan lekesiz, saf, narin, sözgen, ağırbaşlı, güleç yüzlü ve bilge bir
kadın bulduğum için seni olanca ruhumla sevdim. Ah.' Tanrı seni kut­
sasın; babanı, anneni ve kökenini de kutsasın!" demiş. Ve de "Ey Şeh­
razat, seni ilk gördüğüm andan bu yana bin birinci gece olan bu gece,
bizim için gündüzden de aydınlık bir gecedir" diye eklemiş. Ve bunu
söyleyerek ayağa kalkıp onu alnından öpmüş.
Şehrazat da, kocası şahın elini tutup onu dudaklarına, yüreğine
ve alnına götürmüş. Ve "Ey zamanın şahı, senden, benim için artık
kaygılanmasın diye yaşlı veziri çağırtmanz rica ediyorum" demiş.
Şah Şehriyar da, hemen veziri çağırtmış; o da o gecenin kızı için
uğursuz bir gece oldıığu inancıyla Şehrazat'ı düşünerek koltuğunun
altında kefenle gelmiş. Şah Şehriyar, onun onuruna ayaja kalkmış
ııe iki gözünün arasından öperek ona "Ey Şehrazat'ın babası, ey ardıl-

226
Zarı kutsanmış olan vezir, Tanrı senin kızını halkımın selameti için
yaratmış; ve onun araya girmesiyle yüreğime pişmanlık doldu" de­
miş. Şehrazat'ın babası da, bunları görüp işiterek sevinçten öylesine
altüst olmuş ki, baygın yere düşmüş. Hemen yöresine doluşmuşlar ve
gülsuyu döküp onu yeniden kendine getirmişler.
Şah Şehriyar hemen kardeşi Semerkant ül-Acem hükümdarı
Şahzaman 'ı getirtmek için ayağına çabuk haberciler yollanmış. Şah­
zaman da işitip itaat ettiğini bildirmiş; ve ağabeyinin yanına ulaşmak
için çabucak yola çıkmış; o da, kendisini karşılamak için, şahane bir
mevkibin başında, çarşı ve sokaklarda buhurdanlıklarda inceltilmiş
kafur, sarısabır, Hint miski, Hint sümbülü ve akamber yakılırken;
davullar, zurnalar, klarnet ve fifre/er, ziller ve çalpareler havayı bü­
yük şenliklerdeki gibi çınlatırken, süslenip bayraklarla donatılmış
kentin ortasına gelmiş; ve karşılaşmasının coşkusu geçince, masrafla­
rın tamamı Devlet hazinesinden ödenen şenlik ve eğlenceler sürmek­
te iken, Şah Şehriyar kardeşi Şahzaman 'ı, özellikle halvete alıp vezi­
rin kızı Şehrazat ile geçen üç yıl içinde neler olup bittiğini ona anlat­
mış; ve Şehrazat'ın güzelliğini, sözgenliğini, kavrayışını, zekasını, saf­
lığını, dindarlığını, namusunu, iç temizliğini, ağır başlılığını ve Yara­
dan'ın onu donattığı tüm beden ve ruh güzelliklerini anlatmış. Sonra
da "Şimdi o benim yasal eşim ve çocuklarımın annesidir" diye ekle­
miş.
Hepsi o kadar! Şahzaman da son derece şaşırmış ve hayranlığın
sınırında hayran olmuş. Sonra Şah Şehriyar "Kardeşim, madem ki
öyledir, ben de evlenmek isterim. Şehrazat'ın kardeşi, adını bilmedi­
ğim şu küçük kızı eş edineyim! Böylece aynı ana babadan iki kardeş,
aynı ana babadan olan iki kardeşle evlenmiş oluruz!" demiş. Sonra
da "Bundan böyle iki güvenilir ve namuslu eşe sahip olarak eski fela­
ketlerimizi unuturuz. Çünkü söz konusu bu eski felaketler ilkin be­
nim başıma gelmekle başladı; sonra da benim yüzümden seni de vur-

227
du. Benimki ortaya çıkmasaydı, sen de kendininkini bilmeyecektin.
Ne yazık ki, kardeşim, bu son üç yıl içinde benim durumum pek fena
bir durum oldu. Çünkü, senin verdiğin örneğe uyarak, ben de, ikimi­
zin de uğramış olduğumuz felaket dolayısıyla kadınlardan öç almak
üzere, her gece bakire bir kızla evleniyor, ertesi sabah onu öldürtüyor­
dum. Ama şimdi, bana gösterdiğin örneği izlemek ve vezirinin ikinci
kızıyla evlenmek istiyorum" diye eklemiş.
Şah Şehriyar kardeşinin bu sözlerini işitince, zevkten yerinde du­
ramaz olmuş. Hemen o saat ve o anda ayağa kalkmış; ve eşi Şehra­
zat'ı bulmaya gitmiş; ve kardeşiyle aralarında geçen görüşmeyi ona
anlatmış. Ve de böylece Şahzaman'ın, kızkardeşi Dünyazat ile nişan­
lanmak istediğini bildirmiş.
Şehrazat da "Ey zamanın şahı, biz olurumuzu veririz; ama kar­
deşin Şahzaman'ın bundan böyle bizimle kalacağını açıkça bildirmesi
koşuluyla. Çünkü ben küçük kızkardeşimden bir saat bile olsa, asla
ayrılamam. Onu ben yetiştirdim. Ben onu terk edemeyeceğim gibi, o
da beni terk edemez. Kardeşin bu koşulu kabul ediyorsa, kızkarde­
şim, şu andan başlayarak senin kölendir; yoksa, yanımızdan ayırama­
yız" diye yanıt vermiş.
Bunu duyan Şah Şehriyar, Şehrazat'ın yanıtını bildirmek üzere
kardeşini bulmaya gitmiş. Semerkant ül-Acem hükümdarı da "Valla­
hi, kardeşim, benim de niyetim kesin olarak buydu. Çünkü ben de, ar­
tık senden bir saatçik bile olsa ayrılamam! Semerkant tahtına gelin­
ce, Tanrı dilediğini seçip oraya oturtabilir. Çünkü artık ben orada sal­
tanat sürmek istemiyorum. Ve buradan başka bir yere gitmeyece­
ğim!" diye haykırmış.
Bu sözleri işitince Şah Şehriyar sevincin sınırlarını artık tanıya­
maz olmuş; ve "Benim de istediğim buydu. Uzun ayrılıklardan sonra
bizi birleştiren Tanrı 'ya övgüler olsun!" diye yanıt vermiş.
Ve hemen oracıkta, kadı ile şahitler çağırılmış; ve Şahzaman ile

228
Şehrazat 'zn kızkardeşi Dünyazat'zn evlenme sözleşmeleri kaleme alın­
mış. Böylece iki erkek kardeş, iki liızkardeşle evlenmiş. Ve işte o za­
man eğlence ve ışıklandırmalar doruğuna ulaşmış ve kırk gün, kırk
gece tüm kent halkı hazine hesabına yiyip içmiş ve eğlenmiş. İki er­
kek kardeş ile iki kızkardeşe gelince, hamama gitmişler ve gül ve çi­
çek sularıyla ve misk kokulu sularla yıkanmışlar. Ve ayakuçlarında

kartal ve sarısabır çubukları yakılmış. Şehrazat da genç kızkardeşi­


nin saçlarını yıkayıp taramış ve incilerle donatmış. Sonra da sırtına
keyhüsrev zamanından kalma, kızıl altınla işlenmiş ve kenarları ken­
di doğal renkleriyle esrik hayvanları ve solgun kuşların suretleriyle
bezenmiş değerli bir urba giydirmiş; boynuna da pericelik bir gerdan­
lık geçirmiş. Ve böylece Dünyazat, kızkardeşinin parmakları altında,
İki Boynuzlu İskender'in eşinin bile olmadığı kadar güzel olmuş.

229
Ve de, iki erkek kardeş hamamdan çıkınca, yan yana konmuş
tahtlarına kurulmuşlar; emirlerin, yüce kişilerin eşlerinden oluşmuş
evlilik mevkibi de biri iki tahtın solunda, diğeri sağında iki hareket­
siz sıra halinde yer almış. İki kzzkardeş de birbirlerine yaslanarak, ay­
dınlık bir gecede iki dolunaya benzer güzellikte içeri girmişler.
O zaman hazır bulunan kadınların en soyluları onlara doğru iler­
lemiş. Ve Dünyazat'ı elinden tutmuşlar ve taşıdığı giysileri üzerinden
alıp ona koyu mavi renkli, insanın aklını başından alan saten bir ur­
ba giydirmişler. Ve Dünyazat, onun hakkında şairin şu dizelerle yaptı­
ğı tanımlamayı hak etmiş.

Koyu mavi bir urbaya bürünmüş yürürken, göğün maviliğinden


kopmuş bir parçayla donanmış sanılır.
Gözleri ünlü kılıçlardır; göz kapaklanndan taşan bakıştan büyüyle
doludur.
Dudak/an an kovan/andır, yanak/an gül tarhlandır ve bedeni
yaşamın taç yapraklanndan örülmüştür.
Belinin inceliğini ve güvenlikle yuvarlanmış kalçalannı görenler,
onu, oynak kum tepeciğine daldmlmış şeker kamışı sakıyla
kanştınrlar.

Kocası Şehzaman ayağa kalkarak onu ilk gören olmak üzere aşa­
ğı inmiş. Böylece giyinik gördüğü eşini hayranlıkla seyrettikten sonra
yeniden tahtına çıkmış. Bu da giysilerinin değiştirilmesinin işareti ol­
muş. Ve Şehrazat mevkipteki kadınların yardımıyla, kızkardeşine ka­
yısı rengi bir urba giydirmiş. Sonra onu öpmüş ve kocasının tahtı
önünden geçirmiş. Böylece, ilk giysisini büründüğü halinden de büyü­
leyici, her bakımdan şairin şu dizelerdeki tanımlamasına tam anla­
mıyla uymuş:

230
Bir kış gecesinde, yaz gecesinin mehtabı bile senin gelişin kadar
güzel değildir, ey genç kız!
Saçlannın topuklarını döven siyah örgüleri ve alnını saran koyu
renkli alınlık bana şunu söyletir:
'Sen şafağı gecenin kanadıyla karartırsın.'' Ama yine de bana 'Hiç ele
değil! Sadece sıradan bir bulut ayı kapatıyor' diye yanıt verirsin.

Şahzaman da, yine eşi Dünyazat 'ı görmek üzere tahtından aşağı
inmiş ve her bakımdan hayran olmuş. Ve onun güzelliğini görerek
zevk alan ilk kişi olarak yeniden kardeşi Şehriyar'ın tahtının yanında­
ki yerine oturmuş. Şehrazat da, genç kızkardeşini öptükten sonra, ka­
yısı rengi urbasını çıkarıp onu, nar rengi kadifeden bir giysiye bürü­
mü-ş ve böylece onu şairin şu iki kıtada anlattığı güzele benzetmiş:

Salınırsın, ey zarafet dolu varlık, nar rengi giysin içinde, ey ceylan


kadar yeğni; göz Juıpcıklarııı, her kıpır.danışında, kiıpikleriııden
ölümcül oklar fırlatır.
Güzellik yıldızı, senin görünümün göklere, yerlere şan verir. Ve senin
gözden yok oluşun evrenin yüzüne karanlıkları yayar.

Ve yeniden, Şehrazat ile nedimeleri ağır ağır yeni gelini salonda


dola:ştzrmışlar. Ve Şahzaman onu görüp hayranlığa düşerken, büyük
kızkardeşi onu boylu boyunca çizgilerle süslemiş limon sarısı bir urba­
ya bürümüş. Ve onu öpüp bağrına basmış. Dünyazat da, tam anlamıy­
la şairin dediği gibi olmuş:

Gecenin sakinliğindeki dolunay gibi bPlirir; büyüleyen bakış/an


yol um uzu aydı ıılalır.
Ama onıın ıözlerinin ateşinde ısınmak için ycıklaşscım iki nöbetçi gibi
dikilen taş kadar katı memeleri beni iter.

2:ı l
Şehrazat, iki şahın ve tüm çağrılıların önünde onu ağır adımlar­
la dolaştırmış. Yeni evli koca, gelip onu iyice yakından seyretmiş; son­
ra da büyülenmiş olarak tahtına çıkmış. Şehrazat da onu uzun uzadı­
ya kucaklayıp öpmüş; giysilerini değiştirerek üzerine inciler serpilmiş
altın işlemeli, yeşil satenden bir urba geçirmiş. Giysisinin kıvrımları­
nı karşılıklı olarak düzeltmiş ve alnını da hafif bir elmas taçla çevrele­
miş. Bir bhank dalı, bir kafuri varlık olan Dünyazat da, sevgili kzz­
kardeşinin desteğiyle salonu dolaşmış. Ve ortalığı büyülemiş. Şairin
biri onun hakkında şu dizeleri yazarken, hiç de yalan söylememiş:

Yeşil yapraklcır, ey genç kız, kızıl nar çiçeğini yeşil giysinin seni
sardığı kadar büyüleyici biçimde örtmez.
Ve ben ona 'Bu giysinin, ey genç kız, adı nedir?' dedim. Bana 'Onun
adı falan yok, benim gömleğimdir sadece' dedi.
Ben de 'Ey ciğerimizi delen harika gömlek! Bundan böyle ben seni
Yürek Yarası Gömlek diye adlandırııcağım'' dedim.

Sonra Şehrazat, kızkardeşinin belini sarmış ve onunla birlikte,


iki sıra halindeki çağrılıların arasından ve şahların önünden geçip iç
dairelere doğru yürümüşler. Şehrazat da onu soyup hazırlamış ve ya­
tağa yatırmış. Ve öğütleyebileceği şeyleri öğütlemiş. Sonra onu ağlaya­
rak öpmüş; çünkü ilk kez ondan bir gececik ayrılıyormuş. Dünyazat
da kızkardeşini aynı şekilde kucaklayarak ağlamış. Ama, ertesi sa­
bah nasıl olsa yeniden buluşacaklarından, acılarına sabırla katlan­
mışlar ve Şehrazat kendi dairelerine çekilmiş.
İki erkek kardeş ve iki kızkardeş için neşe, mutluluk ve beyazlık
,çinde geçen o gece, bin birinci gecenin devamı olmuş. Ve Şah Şehri­
yar'ın uyrukları için yeni bir dönem başlamış. Bu kutsanmış gecenin
sabahında iki erkek kardeş hamamdan çıktıktan sonra, iki mutlu kzz­
kardeşle yeniden buluşup dördü biraraya geldikleri sırada, Şehra-

2:ı2
zat'ın baba.sı vezir, içeri gi.rmek için ruhsat istemiş; ve hemen içeri
alınmış. Ve iki şah birden, onun onuruna ayağa kalkmışlar; iki kızı
da babalarının elini öpmüş. O da iki damadına uzun ömürler dile­
miş. Ve o gün için buyruklarının ne olduğunu sormuş.
Ama onlar kendisine "Babamız, bundan sonra, asla, buyruk
alan değil, buyruk veren olacaksın! Bundan dolayı ortaklaşa bir ka­
rarla seni Semerkant ül-Acem Şahı atadık" demişler. Şahzaman da
"Evet, çünkü ben tahttan feragat ediyorum" demiş. Şehriyar da, kar­
deşine ''.Ama, şu şartla ki kardeşim, benimle ülkenin yönetimini payla­
şacak ve devlet idaresinde bana yardımcı olacaksın! Öyle ki ülkeyi bir
gün ben, bir gün sen sırayla yöneteceğiz" demiş. Şahzaman da "İşit­
tim ve itaat ettim" diyerek ağabeyine öneriyi uygun bulduğu yanıtını
vermiş.
O zaman iki kızkardeş babaları vezirin boynuna atılmışlar; o da
kızlarını ve Şehrazat'ın üç çocuğunu öpmüş. Ve hepsine birden seve­
cenlikle vedada bulunmuş. Sonra kendi ülkesine gi.tmek üzere, şaha­
ne bir mevkibin başında yola çıkmış. Tanrı da ona esenlik sağladığın­
dan kazasız belasız Semerkant ül-Acem 'e ulaşmış. Ve Semerkant hal­
kı onun gelişiyle memnunluk duymuş. O da halk üzre adaletle hük­
metmiş ve şahlar arasında büyük bir şah olmuş. İşte onun durumu
böyle imiş.
Şah Şehriyar'a gelince, çabucak Müslüman ülkelerinin en bece­
rikli katiplerini ve en ünlü vakanüvislerini çağırtmış; ve eşi Şehrazat
ile yaşadığı serüveni hiçbir ayrıntıyı atlamadan baştan aşağı yazmala­
rını buyurmuş. Onlar da işe koyulup tezhipli harflerle, ne bir eksik,
ne bir fazla tam otuz cilt defter doldurmuşlar. Ve bu hayranlık veren
harika takıma, Binbir Gece Masalları adını vermişler.
Sonra Şah Şehriyar'ın buyruğu üzerine bundan büyük miktarda
suret çıkarmışlar ve kuşaklara öğreti oluştursun diye imparatorlu­
ğun dört bucağına bunları yaymışlar. Özgün elyazmasına gelince,

233
onu, hazinede altın bir mahfazanın içine koymuş ve hazine vezirini
onu korumakla görevlendirmişler.
Şah Şehriyar ile karısı Şehrazat Sultan, bu mutlu varlık; ve Şah­
zaman ve eşi Dünyazat, o hoş varlık; ve Şehrazat'ın çocukları. üç kü­
çük şehzade, yıllar ve yıllar boyunca, bir önceki günden daha mutlu
günleri ve günün çehresinden daha beyaz geceleri mutluluk, zevk ve
neşe içinde, dostları Ayıran, soyların Yıkıcısı ve mezarların Yapıcısı,
Acımasız ve Sakınılmazın gelişine kadar yaşamışlar.
Ve işte adı Binbir Gece Masalları olan içindeki eğitici, akla dur­
gunluk verici, inanılmaz, şaşırtan şeylerle ve güzelliklerle dolup ta­
şan harika öyküler bunlardır.
Ama Tanrı en büyük varlıktır. Ve bütün bu öykülerin hangisinin
gerçek, hangisinin hayal ürünü olduğunu ancak O bilir. Çünkü O,
her şeyi bilendir!
Ebediliğinde dokunulmaz olarak kalan, olayları istediği yöne
doğrultan ve İradesi üzerinde hiçbir değişmeyi kabul etmeyen, görü­
nen ve görünmeyenin sahibi Tek Canlı Varlık'a şükürler olsun ve öv­
güler olsun! Ve dua ve barış ve de en seçkin kutsamalar, iki alemin
Yüce Hükümdarı, Elçilerin Sultanı, Evrenin Mücevheri, Efendimiz,
Muhammet üzerine olsun!

Mutlu ve kutlu bir

SON

olsun diye ona yöneliriz.

234
İçindekiler

Deniz Gülü ile Çinli Genç Kızın Öyküsü 7


Ballı Künefe Öyküsü 32
Bilgiye ve Tarihe Açılan Pencereler 87
Şair Durait 91
Şair Fint 104
Şair Murakiş 108
Şah H ucr'un İntikamı 113
Eşleri Tarafından Değerlendirilen Kocalar 118
Doğruyu Eğriden Ayırt Edici Ömer 123
Şarkıcı Mavili Sallame 135
Tufeyli 139
Esire Kader'in Öyküsü 143
Uğursuz Gerdanlık 151
Musullu İshak ve Yitirilmiş Şarkı 157
İki Rakkase 163
Fıstık Yağlı Kaymak 168
Çeşme Başındaki Genç Kız 178
Israrın Sakıncası 182
Cafer'in ve Barmakilerin Sonu 188
Şehzade Yasemin ile Badem Sultan'ın Tatlı Öyküsü 208
Ve Sonunda... 224

You might also like