Professional Documents
Culture Documents
MASALLARI
AFA-Binbir Gece Masalları: 16
AFA-Yayınları: 243
ISBN 975-414-187-8
Takım: ISBN 975-414-139-8
Ağustos, 1993
AFA Yayıncılık A.Ş., Babıali Cad. Sıhhiye Apt 19/8 Cağaloğlu- İSTANBUL
�526 39 80
BİNBİRGECE
MASALLARI
Çeviren:
7
miş; ve beyaz ve yalız bağrı, billur gibiymiş ve ateşli ve yiğit bir yüre
ğin korunağı imiş.
,·ı·
1 •ıı
ı'i.
, iı:(l:ı
:.
i
,,l
i':
..,,,
:·; ·i
;,.
8
nu izleyerek şaha "Bu çocuğun bahtı görkemlidir ve yıldızı ona son
suz bir mutluluk sağlamaktadır. Ama yine de bahtında, eğer babası
9
Kahinlerin ve yıldızbilimcilerin bu konuşmasını duyunca, şa
hın gözünün önünde dünya kararmış. Hemen çocuğu huzurundan
uzaklaştırmış. Vezirine, onu ve anasını kendisinin hiç göremeyeceği
uzaklıktaki bir yerde inşa edilecek bir saraya yerleştirmesini buyur
muş. Vezir de duyup itaat ettiğini bildirıniş ve efendisinin buyruğu
nu harfi harfine yerine getirıniş. Ve yıllar yılları izleyerek zaman
geçmiş. Sultanlık bahçesinin güzel sürgün dalı, anasından tam bir
özen görerek, sağlıktan, erdemden ve güzellikten yana yeşerip geliş
ıniş.
Ama, bahtın yazgısı silinemeyeceğinden, genç Şehzade Nurci
han, günün birinde, atına binmiş, ormanda av izliyormuş. Şah Zeyn
ül-Müluk da, aynı gün, geyik avlamak üzere sarayından çıkmış bu
lunuyormuş. Baht, olanca genişliğine karşın, onların bu ormanda
karşılaşmalarını istediğinden, şah oğlunun yanından geçıniş. Ve
onu tanımaksızın, bakışları oğlunun üzerine düşmüş. O anda gözle
rinden görme yetisi yitip gitmiş. Gecqnin karanlık ülkesinin mahku
mu olmuş.
Körlüğünün nedeninin genç atlıya rastlaması olduğunu ve de
bu genç atlının oğlundan başkası olamayacağını anlayınca, ağlaya
rak "Aslında, yavrusuna bakan babanın gözleri daha ışıklı olur.
Ama benimkiler, bahtın takdiriyle, ebediyen kör oldu" deıniş. Bunu
izleyerek çağının en büyük hekimlerini sarayına çağırmış; bu hekim
ler bilgiden yana İbn-i Sina'yı aşıyorlarmış: körlüğünün tedavisi
için onlara danışmış. Hepsi de kendi aralarında danışıp konuştuk
tan sonra şaha, körlüğünün olağan araçlarla iyileşir nitelikte bulun
madığını bildirmeyi kararlaştırmışlar. Ve de "Görüş gücünü yeni
den kazanmanın tek çaresi o denli zorlu ki, onu düşünmemek daha
doğru olur. Çünkü bu çare Çinli genç kızın yetiştirdiği deniz gülü
dür" diye ekleınişler.
10
Ama Dokuz Yüz Elli Beşinci Gett Olunca
Demiş ki:
11
cek kadar ışık sızmaz bir ormana ulaşmış. Ve Nurcihan, sadece par
layan yüzü karanlıkları aydınlatarak, bazı ağaçları yer yer meyve ye
rine sırıtıp gülen ve yere düşen canlı insan başlarıyla, bazı ağaçları
da çatlayıp içlerinden altın gözlü kuşların çıkmasına neden olan top
rak tencerelere benzer meyvelerle donanmış bu ormanda çelikten
bir yürekle ilerliyormuş.
Birdenbire, büyük bir keçi boynuzu ağacının gövdesi üstünde
oturan dağ gibi iri ve yaşlı bir ecinni ile karşı karşıya gelmiş. Selam
vererek onun yanına yanaşmış ve ağzının yakut kutusundan ecinni
nin ruhuna şekerli süt gibi akan tatlı sözler döktürmüş. Soyluluk
bahçesinin bu genç fidanının güzelliğinden etkilenen yaşlı ecinni,
onu yanında dinlenmeye çağırmış. Nurcihan da atından inip heybe
sinden eriyik tereyağ ve undan yapılma kurabiyeler çıkarmış. Dost
luk gösterisi olarak ecinniye sunmuş; o da bunu alıp ağzına götüre
rek ısırmış. Yediği şeyden öylesine memnun olmuş ki, sevinçten sıç
ramış; ve "A.demoğlunun bu gıdası heni, efendimiz Süleyman'ın yü
züğüne taş oluşturan kızıl kükürtü armağan almış kadar hoşnut et
ti. Ve Allah için, öylesine hayran oldum ki, gövdemdeki kılların her
biri yüz bir dile dönüşse ve bu dillerin her biri seni överek ululasa,
duyduğum minneti anlatamazdı. Buna karşılık, benden ne diliyor
san dile; gecikmeksizin yerine getiririm. Yoksa yüreğim raftan düşe
rek param parça olan bir tabağa dönüşür" demiş.
Nurcihan da, bu gönül alıcı sözlerinden dolayı ecinniye teşek
kür etmiş ve ona "Ey ecinnilerin başı ve başlarının tacı, ey bu orman
ların uyanık koruyucusu, madem ki benden bir dilek dilememi iste
din, işte söylüyorum: Beni gecikmeksizin, Çinli genç kızın deniz gü
lünü koparmayı düşlediğim Firuz Şah'ın ülkesine ulaştırmam diliyo
rum" demiş.
Bu sözleri duyan ormanın korucusu ecinni, soğuk bir soluk salı
verip iki eliyle başını dövmüş; ve kendinden geçmiş. Nurcihan da
onu, büyük bir özen göstererek ayıltmaya çalışmış; ama bunun so
nuçsuz kaldığını görerek ağzına tereyağı ve undan yapılmış kurabi-
12
yelerden birini daha sokmuş. Birdenbire ecinninin duyarlılığı yeri
ne gelmiş ve baygınlıktan ayılmış ve kurabiyenin tadıyla genç şehza
denin isteği arasında şaşkın, ona "Efendim, senin sözünü ettiğin ve
sahibi bir Çin sultanı olan deniz gülü, gece gündüz, onun üzerinde
bir kumun bile uçmasına, yağmur damlalarının tac yapraklarına za
rar vermesine ve güneşin, ateşiyle onu incitmesine izin vermeyen
hava ecinnilerinin koruması altındadır. Dolayısıyla, onun bittiği
bahçeye bir kez seni ulaştırsam bile, ona aşık olan bu hava ecinnile
rinin gözetimini nasıl yanıltabileceğimizi bilemem! Gerçekte, bu ko
nudaki şaşkınlığım büyük bir şaşkınlıktır. Ama sen bana çok yararı
dokunan şu harika kurabiyeden bir parça daha ver, hele! Belki de
onun erdemi, zihnime aradığım açıklığı sağlamaya yarar. Çünkü sa
na yaptığım vaadi, seni arzuladığın güle kavuşturarak yerine getir
mem gerek!" demiş.
Şehzade Nurcihan da, söz konusu kurabiyeyi ormanın bakıcısı
na vermekte tereddüt etmemiş; o da kurabiyeyi gırtlağının uçuru
munda yitirdikten sonra, başını düşüncenin kukuletasına gömmüş.
Birdenbire başını kaldırarak ona "Kurabiye etkisini gösterdi. Gel,
kollarıma sığın da birlikte Çin'e uçalım! Çünkü şimdi gülü koruyan
hava ecinnilerinin gözetimini nasıl atlatacağımızı buldum. Bu da,
bu eriyik tereyağ ve undan yapılmış harika şekerli kurabiyelerden
bir tanesini onlara fırlatmaktır" demiş.
Orman ecinnisinin bayılmasıyla epeyce kaygılanmaya başlamış
. olan Şehzade Nurcihan da artık sakinleşmiş ve içi ferahlamış; bahçe
ler gibi yeşenniş, gül goncaları gibi çiçek açmış.
Ve "Bunda bir uygunsuzluk yok!" diye yanıt vermiş.
O zaman ormanın ecinnisi, şehzadeyi sol kolu üzerine yerleştir
miş, sağ koluyla da ademoğlunun başına vurmaması için güneş ışık
larını engelleyerek Çin ülkesine doğru yol almaya başlamış. Ve uçu
şuyla mesafeleri yok ederek, böylece Tanrı'nın sağladığı güven saye
sinde, kazasız belasız Çin ülkelerinin başkentinin üzerine ulaşmış.
Şehzadeyi harika bir bahçenin giriş yerine yavaşça indirmiş. Bu balı-
13
çe, deniz gülünün yaşamını sürdürmekte olduğu bahçeymiş. Ona
"İçeriye rahat bir yürekle gir, bana vereceğin kurabiyeyle ben koru
yucuları oyalayacağım. İşini bitirdikten sonra gelir, seni istediğin ye
re götürmek üzere hazır beklemekte olan beni burada yeniden bu
lursun!" demiş.
Ve yakışıklı Nurcihan, dostu ecinniyi orada bırakarak bahçeye
girmiş. Yöresine bakınınca bu bahçe, yüce cennetten bir parça imiş
çesine, gözlerine lal renkli bir şafak gibi görünmüş...
Demiş ki:
14
kuşlar, harika gülün ve fidanının kaçırılışını derelere, kendi dillerin
ce anlatırken, bitkiyi hırkasının altında saklamış.
Ama, bu güzelim bahçeyi, su kıyısında yükselen ve baştan aşa
ğı Yemen'in kırmızı akiğiyle inşa edilmiş bulunan harika köşkü ziya
ret etmeden terk etmeyi asla düşünmemiş. Köşke doğru yaklaşmış
15
ni seyretmekte olan bir insan gözünden kuşku duymaksızın derin
uykulara dalmış bulunuyormuş. Saçları da darmadağınıkmış; ve
beş çukurla donanmış küçük eli de, kaygısızca alnının üzerinde du
ruyormuş.
Süreyya Yıldızı'nın yedi kandili, dişlerinin ışıklı dizisini göre
rek bulutların örtüsü altında saklanırken, gecenin karanlığı misk
rengindeki saçlarına sığınıyormuş.
Zambak Yüzlü adındaki bu Çinli genç kızın güzelliğinin temaşa
sı Şehzade Nurcihan üzerinde öylesine bir etki yapmış ki, duygudan
yoksun bir hale düşmüş. Ama yeniden ayırt etme yetisini toparla
makta gecikmemiş ve onu büyüleyen genç kızın yanına yaklaşıp iç
çekerek şu dizeleri okumaktan kendini alamamış:
16
Ve gidip kendisini bahçenin kapısında bekleyen ormanın bakı
cısı ecinniyi bulmuş ve ona, kendisini gecikmeksizin Şarkistan'a,
Şah Zeyn ül-Müluk'un ülkesine götürmesini rica etmiş. Ecinni de
"İşitmek itaat etmektir! Ama bana bir kurabiye daha vermeden ol
maz!" diye yanıt vermiş. Nurcihan da ona elindeki son kurabiyeyi
vermiş. Ecinni hemen onu sol koluna almış ve hava yolunu tutarak
onunla birlikte, Şarkistan'a yönelmiş.
Kazasız belasız, ama Şah Zeyn ül-Müluk'un ülkesine gelmiş
ler. Karaya indikleri zaman, ecinni yakışıklı Nurcihan'a "Ey benim
ömrümün ve neşemin sermayesi, senden, sana duyduğum ilginin
bir nişanesini bırakmasızın ayrılmak istemiyorum. Seni düşünerek
sakalımdan kopardığım şu bir tutam kılı al. Bana her ihtiyaç
duyduğunda, bu tüylerden birini yakman yeter! Derhal yanında olu
rum" demiş. Ve böylece konuştuktan sonra, ecinni kendisini besle
miş olan eli öpmüş ve kendi yoluna çekip gitmiş.
Nurcihan'a gelince, konuşma arzusu belirttikten ve şifa sağlaya
cak nesneyi getirdiğini bildirdikten sonra çabucak babasının huzu
runa çıkmış. Ama şahın nezdine ulaşınca, hırkasının altından muci
zevi bitkiyi çıkarıp kendisine sunmuş. Şah kokusu ve güzelliği seyre
denlerin ruhunu saran deniz gülünü gözlerine yaklaştırır yaklaştır
maz gözleri yıldızlar gibi ışıldamış.
O zaman sevinç ve minnettarlığın sınırında, oğlu Nurcihan'ın
alnını öpmüş ve en sıcak sevgi gösterilerinde bulunarak onu bağrı
na basmış. Ülkesinin her yanında, bundan böyle saltanatını küçük
oğlu Nurcihan ile kendisi arasında bölüştürdüğünü ilan ettirmiş.
Tüm bir yıl, zengin fakir bütün uyruklarına neşe ve zevk kapılarının
açık, keder ve hüzün kapılarının ise kapalı bulunduğunu ilan edip
şahane şenlikler yapılması için gerekli buyrukları vermiş.
Bunu izleyerek, artık göz nurunu yitirmek tehlikesinden kur
tulmuş olan babasının sevgilisi olmuş bulunan Nurcihan, solup tü
kenmemesi için deniz gülünü yeniden dikmeyi düşünmüş. Bu mak
satla, sakallarından birini yakarak çağırdığı ormanın ecinnisine baş-
17
vurmuş. Ecinni de ona, bir gecelik bir sürede, harcı sırf altınla karıl
mış ve tabanına değerli taşlar döşenmiş iki mızrak boyu derinlikte
bir havuz kazmış. Nurcihan da, çabucak deniz gülünü bu havuzun
ortasına dikmiş. Ve bu gül, gözler için bir büyülenme ve koku alma
duygusu için bir belsem olmuş...
18
genç ve güzel yüz kadın bulunan bir hükümdar varmış. Ama bunlar
dan hiçbiri ne ondan hamile kalmış ne de bir çocuk doğurmuş. Bun
dan dolayı artık yaşlanmış ve zamanla beli bükülmüş olan Hint Şahı
mahzun ve kederliymiş. Ama sonunda, Güçlüler Güçlüsü Tann'nın
yardımıyla şahın eşlerinin en genci hamile kalmış ve dokuz ay sonra
çok güzel ve görünümü gerçekten periye benzer bir kız çocuğu do
ğurmuş. Anası da, çocuğun erkek olmadığını görerek ve şahın ke
derleneceğinden çekinerek, yeni doğan çocuğun bir erkek olduğu
söylentisini çıkarmış. Ve şahı, bu çocuğu on yıl geçmeden görmeme
si gerektiğine inandırmaları için yıldızbilimcilerle anlaşmış.
Güzelleşerek büyüyen küçük kız, babası şahın sonunda onu gö
rebileceği yaşa ulaşınca, anası ona gerekli uyarılarda bulunarak ken
disine, bir oğlan çocuğu yerine konulmasının nedenlerini açıklamış.
Tanrı'nın incelik ve zekayla donattığı kızcağız da, anasının öğütleri
ni gereğince kavramış ve her koşulda bunlara uymuş ve sanki ger
çekten bir erkek çocuğu gibi giyinmiş ve o yolda hareket ederek sa
rayın içinde dolaşmaya başlamış.
Babası şah, bir erkek çocuk sandığı evladının güzelliğinden her
geçen gün daha fazla zevk duyuyormuş. Oğlan sanılan bu çocuk on
dört yaşına ulaşınca, şah onu, komşu ülkenin şahının kızıyla evlen
dirmeye karar vermiş. Düğün günü kararlaştırılmış. Saptanan gün
gelince, şah oğlunu şahane bir giysiyle donatmış; bir filin sırtına yer
leştirilmiş altın bir tahtırevanda kendi yanına oğlunu da oturtmuş
ve büyük bir mevkip halinde onu evleneceği kızın ülkesine götür
müş. Bu denli cansıkıcı koşullar altında, aslında bir sultan kızı olan
genç şehzade, bir ağlayıp bir gülüyormuş.
Mevkibin sık bir ormanda konakladığı bir gece, genç sultan,
tahtırevandan çıkmış ve ağaçlar altında, sultan kızlarının bile kölesi
olduğu bir ihtiyacını görmek üzere uzak bir yere gitmiş. Orada bir
denbire, bir ağacın altına oturmuş bulunan ve bu ormanın bakıcısı
olan çok yakışıklı bir ecinni ile karşılaşmış. Ecinni de genç kızın gü
zelliğinden gözleri kamaşarak onu incelikle selamlamış ve kendisi-
19
ne kim olduğunu ve nereye gitmekte bulunduğunu sormuş. Kız da,
onun çekici edasına güvenerek en küçük ayrıntısına kadar tüm öy
küsünü kendisine anlatmış; ve bu durumda düğün gecesinde kendi
sine eş olarak seçilmiş bulunan kızın yatağına gireceği sırada ne den
li sıkılacağını açıklamıs.
� . :. -.--... .....
��-;�- -:=,:-. ..
· -:. _.:.,._;; ...
. -���2?.
...
;��:��
:-:-,,;
·�-;_.. .--:_ . ·..:---·
20
çıkmış. Henüz yeni eklemelerine alışık olmadığından beceriksizce
Üzerlerine oturmuş ve duyduğu acıdan bir feıyat koparmış. Ama du
rumu belli etmemek için çabucak kendisini toparlamış; ve sadece
aynı acıyı yeniden duymamak için değil, ama kendisine emanet edi
len bir mala zarar vermemek ve de sahibine iyi durumda iade et
mek için, aynı hareketi bir daha yapmamak üzere dikkat ve özen
göstermiş.
Birkaç gün sonra mevkip nişanlı kızın kentine ulaşmış ve evli
lik şatafatlı bir düğünle kutlanmış. Genç koca, ecinninin incelik gös-
21
doğurmuş. Ve loğusa yatağından kalkınca, kocası ona "Gidip anne
mi ve yakınlarımı görmek üzere artık ülkemize dönmenin zamanı
dır" demiş. Bunu böyle söylemiş ama, gerçekte, daha fazla ertele
meksizin, ormanın ecinnisine bu dokuz aylık hoş geçirilen sürede,
verimli olan ve daha da güzelleşmiş ve gelişmiş olan emaneti kusur
suz ve iyi durumda iade etmek istiyormuş.
Genç karı.sı da ona, işitip itaat ettiği yanıtını vermiş ve yola ko
yulmuşlar. Ve de emanet malın sahibi olan ecinninin oturduğu or
mana ulaşmakta pek gecikmemişler. Onu orada, aynı yerde, görü
lür biçimde yorgun ve karnı irileşmiş bir kadın görünümünde bul
muş. Selamlaşmalardan sonra, sultan ona "Ey ecinnilerin başı ve
başlarının tacı, ben, bana verdiğin emanetle yapmış bulunduğum iş
te başarı sağladım ve arzuladığım şeyi elde ettim. Şimdi de sana
vaadettiğim gibi, irileşıniş ve güzelleşmiş olarak onu sadakatle iade
etmeye ve kendiıninkiıii geri almaya geldim" demiş. Bunu söyleye
rek, taşımakta olduğu emaneti onun eline teslim etmeye kalkışmış.
Ama ecinni ona "Kuşkusuz senin imanın büyük bir iman ve de
dürüstlüğün takdire değer! Ama, ne yazık ki, şimdi artık sana
ödünç verdiğim şeyi geri alma arzusunu duymadığımı ve üzerimde
taşımakta olduğum emaneti de sana iade etmeyi düşünmediğimi bil
dirmek zorundayım. Bu ince bir iştir ve baht da bunu böylece düzen
lemiştir. Çünkü, birbirimizden ayrıldığımızdan bu yana aramızdaki
tüm değiş tokuşu önleyen bir durum ortaya çıktı" diye yanıt vermiş.
Eski genç kız da ona "Ey yüce ecinni, karşılıklı olarak cinselliğimizi
değiş tokuş etmeyi engelleyen bu yeni durum nedir?" diye sormuş.
O da "Bil ki, ey eski genç kız, benimkiyle değiştirerek bana verdiğin
emaneti, dikkatle gözeterek burada beklemekte ve saflığını ve baki
reliğini saklamak için elimden geleni esirgememekte iken, günün bi
rinde, bu yerlerin yönetim görevlisi ecinni ormandan geçerken beni
görmeye geldi. Saçtığım yeni kokudan, bende daha önce tanımadığı
bir cinsiyet bulunduğunu anladı. Bana karşı şiddetli bir aşk duydu
ve karşılıklı olarak bende de aynı duyguları harekete geçirdi. Sonra
22
bilindiği şekliyle benimle birleşti ve emanetin bakirelik mührünü
kopardı. Ben de aynı durumda olan bir kadının uğradığı benzer ko
şullan yaşadım; ve de anladım ki, kadınların duyduğu zevk, erkekle
rinkine bakınca, daha sürekli ve daha incelikli türdendir. Şimdiki
23
Şah da, iki oğluna, kardeşleri Nurcihan'ın önünde bu öyküyü
anlatarak ve "Güçlüler Güçlüsü Yaradan'ın gücü sayesinde imkan
sız hiçbir şey yoktur. Bir genç kızı bir delikanlıya ve bir ecinniyi ha
mile bir kadına çevirebilen Varlık, benim gözümün bir gül aracılığıy
la nura kavuşmasını da aynı şekilde sağlamıştır" diyerek sözünü sür
dürmüş. Böyle konuştuktan sonra, iki büyük oğlunu yanından uzak
laştırmış ve gönül okşayan sözler söyleyerek ve sevecenlik belirtile
ri göstererek genç Nurcihan'ı yanında alıkoymuş. İşte onların duru-
mu böyleymiş.
Deniz gülünün sahibi Çinli genç kız Zambak Yüzlü'ye gelince,
onunki de şöyle: Göğün Koku Saçıcısı, şafağın katuruyia yüklü güne
şin altın tepsisini Doğu'nun penceresine yerleştirince, Sultan Zam
bak Yüzlü, o büyüleyici gözlerini açıp yatağından kalkmış. Saçını ta
rayıp toparlamış ve yavaşça, zarafetle salınarak deniz gülünün bu
lunduğu havuza doğru yönelmiş. Çünkü, her sabah, ilk düşüncesi
deniz gülüymüş ve ilk ziyaret ettiği yer bu göletmiş. Bir kokucu dük
kanının havasım taşıyan ve dallardaki meyveleri rüzgarda sallanan
şerbet şişelerine benzeyen bahçeyi geçmiş. Kimya bakımından gök
cam ve firuze rengindeymiş. Gül bedenli genç kızın her adımında
sanki çiçekler açıyor, urbasının sürüklenişinin yerden kaldırdığı toz
bülbülün gözü için ilaç oluşturuyormuş...
Demiş ki:
24
Böylece havuzun kıyısına ulaşmış ve bakışlarını sevgili gülü
nün bulunduğu yere çevirmiş. Ama onun ne izini görmüş ne de ko
kusunu duymuş. O zaman, kederden kahrolarak hemen pota içinde
ki altın gibi erimeye ve kederin sam yeline kapılan gonca gibi solma
ya yüz tutmuş. Aynı anda, parmağında taşıdığı yüzüğün yabancı bir
yüzük olduğunu ve yıllardan beri sahibi olduğu kendi yüzüğünün or
tadan kaybolduğunu fark ettiğinden felaketi doruğuna ulaşmış.
Ve de uyurken çıplak olduğunu ve bir yabancının gözlerinin ki
şiliğinin büyüleyici gizemini ceza görmeksizin ortadan kaldırmış ol
masını da hatırlayarak bir karmaşıklık okyanusuna dalmış. Yakut
tan yapılma odasına çekilerek bütün gün tek başına ağlayıp dur
muş. Bunu izleyerek, düşüne düşüne akla yatkın fikirler edinmiş;
ve kendi kendine "Kuşkusuz 'İz bırakmayan şeyin kendisini bul
mak mümkün değildir' deyimi yanlıştır. Şayet bir iz bulunmuşsa, o
iz bırakılmış demektir. Ve başkaca 'Yitirilmiş bir şey aranacaksa,
onu bulmak için kendini yitirmek gerekir' deyimi de asla doğru de
ğildir. Zira ben, vallahi, kendi başıma gepegenç ve çok zayıf genç bir
kız olmakla birlikte, şu andan başlayarak, gülümü çalanı aramaya
ve hırsızlığının nedenini anlamaya koyulacağım. Arzusunun gözleri
ni uyuyan bakire bir sultanın üzerine çevirmiş olma küstahlığından
dolayı onu cezalandıracağım" demiş.
Bunu söylemiş ve aynı saatte, savaşçı giysileriyle donanmış kö
le kızlar kendisini izlerken, sabırsızlığın kanatlarını takınarak yola
koyulmuş. Gezisi boyunca, her yerde soruşturup bilgi edinmesinin
sağladığı olanakla sonunda kazasız belasız Şarkistan'a, Nurcihan'ın
babası Şah Zeyn ül-Müluk'un ülkesine ulaşmış. Ülkenin başkenti
ne girince her yanda tam bir yıldır süren şenliklerin donanımlarıyla
karşılaşmış; ve hemen her kapıda musiki aygıtlarının çalındığını du
yup sevinç gösterilerinde bulunulduğunu görmüş. Bu sevincin nede
nini öğrenmeye merak sararak ve her zamanki gibi erkek kıyafetle
rine bürünmüş olarak kentte oturanlar arasında hüküm sürmekte
olan genel sevincin nedenini araştırmış. Ona "Şahımız amaydı; ama
25
oğlu, o harika yakışıklı Nurcihan, sonsuz zorluklara katlanarak so
nunda Çinli genç kızın yetiştirdiği deniz gülünü bulup getirdi. Bu
mucizevi gülün gözlerine dokunmasıyla şah yeniden görmeye başla
dı ve yıldızlar gibi ışıldadı. İşte bu münasebetle şah, tam bir yıl sü
reyle, harcamaları hazineden ödenmek üzere, zevk ve eğlencelerin
sürdürülmesini ve sabahtan akşama kadar durmaksızın her kapı
nın önünde musiki aygıtlarının çalınmasını buyurdu" demişler.
Zambak Yüzlü de, sonunda gülü hakkında kesin bilgiler alma
nın verdiği sevincin son sınırında, yolculuğun yorgunluğunu çıkar
mak üzere gidip nehirde yıkanmakla işe girişmiş. Sonra da, yeniden
erkek giysilerine bürünerek, çarşılar boyunca zarafetle yürüyerek
şahın sarayına doğru yönelmiş. Bu delikanlıya bakanlar kum üzerin
de ayak izlerinin silindiği gibi hayranlıkla tükenmişler. Ve saçları
nın kıvrımları seyredenlerin yüreklerini sarmış.
Böylece bahçeye ulaşmış ve orada, sırf altından yapılma ve de
ğerli gülsuyuyla doldurulmuş havuzun ortasında kendi deniz gülü
nün, önceleri olduğu gibi, açılmış bulunduğunu ve gözler için büyü,
burunlar için koku saçtığını görmüş. Bu karşılaşmadan dolayı son
suz bir sevinç duyduktan sonra, kendi kendine "Şimdi gidip bahçem
deki gülü ve parmağımdaki yüzüğü aşıran küstahı görmek üzere
ağaçların altına saklanayım!" demiş.
Çok geçmeden, gözleri birer esriklik kadehi olan, bakışlarının
tatlı ateşiyle en bilge kişilerin bile aklını başından alan ve her bir
kirpiği bir hançerin kıvrık ağzı gibi parıldayan, siyah miskten yapıl
mış saçlarının kıvrımları Hint sümbülü gibi yürekleri karıştıran, gü
zel ve taze yanakları her bakımdan bakirelerin kadife yanaklarını
aşan bir güzellikte, etkileyici gülüşü mızraklar gibi delici, tavrı soy
lu olduğu kadar hoş, dudağının sol yanındaki beni sanatsal bir yu
varlıkta, billur bir levhaya benzeyen kaygan ve beyaz göğsü sıcak ve
yiğit bir yüreği barındıran delikanlı, gülün bulunduğu havuzun yakı
nına gelmiş. Ve onu gören Zambak Yüzlü, bir çeşit şaşkınlığa düş-
26
müş ve neredeyse aklını yitirir gibi olmuş. Çünkü bu delikanlı tam
da şairin şöylece tanımladığı gibiymiş:
27
İşte ben de, senin baygın gözlerin için aşktan ölmekteyim; tutkunun
ateşi içten de dıştan da beni yiyip bitiriyor. Ah! 'Yürekler anlaşır' 1
diyen atasözü ne kadar yanlıştır. Çünkü ben yanıp tutuşuyorum;
seninse hiçbir şeyden haberin yok. Harika görünümünle beni neden
öldürmekte olduğunu sana sorsam,.acaba yanıtın ne olurdu?
Ama, ey kalem, artık daha fazla yazma! Yeterince aşk acılarına
kapılmışım zaten!
28
Bunu izleyerek Şehzade Nurcihan aşk mektubunu katlamış ve
gözünün mührüyle 1 onu damgalamış; hanımı Zambak Yüzlü'ye yaza
rak anlatamadığı ince şeyleri kendi sesiyle söylemesini tembih ede
rek mektubu genç haberciye vermiş. Gözde de gecikmeksizin on
dan ayrılıp hanımının yanına ulaşmış.
Ve onun baygın nergis gözleriyle oturup beklemekte olduğunu
ve kirpiklerinin her birinin birer çeşmeye dönüşmüş bulunduğunu
görmüş...
29
O zaman bu sevimli kızlar hanımlarını güzelleştirmek için elle
rinden geleni yapmışlar. Saçlarım taramış, saçlarının arasına tarak
lar sokarak seçkin kokularla bedenini kokulandırmışlar; öyle ki, Ta
taristan'ın miskleri onun saçtığı kokular yanında kıskançlıktan bu
har olup uçarmış; şenlik günlerindeki hurma dallan gibi örülmüş,
beline kadar düşen harika saç örgülerini görerek yürekler göğüsler
de raksedermiş. Bunu izleyerek her bir teli, yürekleri avlayan birer
ip olan kırmızı muslinden bir kemeri beline dolamışlar. Sonra da
onu, bedeninin rengini açığa vuran pembe bir tüle sarmışlar ve da
ha koyu renkte, dünya alemi esir etmeyi sağlayan şahane genişlikte
bir şalvar giydirmişler. Saçlarını ayıran çizgiyi, saman yolundaki yıl
dızları şaşkınlığa uğratarak utançtan örtünmelerine neden olacak
parlaklıktaki incilerle süslemişler. Alnına da onu yeni bir ay doğ
muşçasına parlak gösteren, göz kamaştıran bir taç koymuşlar. Ve
onu öylesine güzel ve harika bir hale sokmuşlar ki, her biri, sonun
da, karşısına geçip süslenmiş bir duvarı seyredercesine sakin bir
hayranlıkla onu seyretmiş. Ama o, bütün bu süslerden çok, kendi
güzelliğiyle donanmış bulunuyormuş.
Kız böylece süslendikten sonra, yüreği çarparak, gölgelerin yo
ğunlaştığı bir sırada bahçenin ağaçları altına gelmiş. Nurcihan da
onu görerek yaşadığı duyguların şiddetiyle ilkin bayılmış. Ama,
Zambak Yüzlü'nün saçtığı tatlı soluğun kokusuyla Nurcihan hemen
gözlerini açmış ve sevgilisini seyrederek mutluluğunun doruğunda
ayağa kalkmış. Kendi bakımından, Zambak Yüzlü de, delikanlıyı,
bir tüy inceliği ya da bir nokta kadar bile fark görülmeksizin, yüreği
nin yapracığına kazılan hayaline tam bir uygunluk halinde bulmuş.
Ve ağırbaşlılık peçesini yüzünden kaldırarak o anda sahibi bulundu
ğu her şeyi sevgilisinin gözleri önüne sermiş: dişlerinin incilerini,
gül tac yapraklarından üstün dudaklarının yakutunu, gümüş kolları
nı, gülüşünün ayışığını, yanaklarının altınını, Tataristan'ın miskin
den üstün soluğunun mis kokusunu, gözlerinin bademlerini, saç
buklelerinin siyah amberini, çenesinin elmasını, bakışlarının elmas-
30
larını ve bakire bedeninin otuz altı yumuşak çalımını 1 sergilemiş.
Ve aşk, iki güzel göğüs ve iki genç alın üzerinde bağlarını sıkıştır
mış. O gece, gölgelerin koyuluğunda bu iki güzel genç varlık arasın
da ne olup bittiğini kimse bilmemiş.
31
Şehrazat bu öyküyü anlatıp bitirince susmuş. Kzzkardeşi genç
Dünyazat ''Ablacığım, sözlerin tazeliği içinde ne kadar tatlı, güzel ve
hoş! Ve bu DENİZ GÜLÜ VE ÇİNLİ GENÇ KIZ ÖYKÜSÜ ne ka
dar hayranlık verici! Oh, lütfen, henüz vakit varken bize buna benzer
başka bir öykü daha anlat!" diye haykırmış. Şehrazat da ona gülümse
miş ve "Evet ve de şimdi anlatmak istediğim öykü daha da hayranlık
uyandırıcıdır, küçüğüm! Ama kuşkusuz, efendimiz şah izin verme
dikçe onu anlatamam!" demiş. Şehriyar da "Yoksa benim zevkimden
kuşku mu duymaktasın, ey Şehrazat! Ben acaba senin sözlerin kulak
larıma akmadan ve gözlerim seni görmeden herhangi bir geceyi geçi
rebilir miyim?" demiş. Şehrazat da gülümseyerek teşekkür etmiş ve
"Öyleyse BALLI KÜNEFE VE ESKİCİ'NİN UGURSUZ KARISI'
NIN ÖYKÜSÜ'nü anlatayım!" demiş ve sözünü şöyle sürdürmüş:
1 Diğer kaynaklarda "Eskici Marufve Karısı Fatıma·nın Öyküsü" olarak geçiyor. ( Ç.)
32
kaynayası uğursuz bir karısı varmış. Ama komşuları onu "Sıcak Te
zek" diye anarlarmış; çünkü, gerçekte, kocası eskicinin yüreği üze
rinde dayanılmaz bir yakı ve ona yaklaşanların gözleri için kara bir
bela kesilirmiş. Bu uğursuz karı, erkeğinin iyiliğini ve sabrını kötü
ye kullanır, ona günde bin kez küfreder, hakaretler yağdırırmış; ve
geceleri de asla rahat yüzü göstermezmiş. Bahtsız adam da onun kö
tülüklerinden çekinir ve yaptığı fenalıklardan tir tir titrermiş; çün
kü sakin, akıllı, duyarlı, fakir ve sade koşullarda yaşayan biri olsa
da, ününü korumakta titiz bir adammış. Gürültü ve haykırışlardan
sakınmak için de, tüm kazancını karısının, bu kuru;kötü ve geçim
siz kadının ihtiyacını gidermek için sarf edermiş. Şayet bir talihsiz
lik olur da, o gün yeterince para kazanmamış olursa, karısı, bütün
gece, rahat ve huzur vermeden başının üzerinde korkunç fırtınalar
kopararak kulaklarını haykırışlarla doldururmuş. Böylece geceleri
ni bahtının kitabında yazılı olandan da daha karanlık hale getirir
miş. Bu durum, şairin şu dediklerine de uyarlanabilirmiş:
33
Anıa Dokuz Yüz Altmışıncı Gece Olunca
Demiş ki:
1 Aslında i\lardus'de bir"'once" (30.56 b�Iım) olarak geçiyor. Biz kadın'ın doymazlığını düşüne
rek böyle bir ölçü koyduk.! Ç. ı
34
koru!" diye' dua etmiş. Ama sefil dükkanında epeyce beklediği hal
de, hiç kimse ona herhangi bir iş getirmemiş; öyle ki günün sonun
da eve akşam yemeği için ekmek alacak kadar bile para kazanama
mış. O zaman, yüreği sıkıntılı ve karısına karşı duyduğu korkuyla
dolu dükkanını kapatmış ve kederli bir halde evinin yolunu tutmuş.
Çarşıda yol aldığı sırada, tam da, daha önce pabucunu onardığı
için sahibini tanıdığı künefe ve diğer tatlıları satan bir tatlıcı dükka
nının önünden geçiyormuş. Tatlıcı da Marufu, umutsuzluğa gömül
müş ve sırtı ağır bir kederin yükü altındaymışçasına bükülmüş bir
halde geçerken görmüş. Ve ona "Maruf Usta, neden gözyaşı dökü
yorsun? Derdinin sebebi nedir? Gel, içeri gir de biraz dinlen Ye başı
na ne gibi bir dert geldiğini anlat!" demiş. Maruf da tatlıcının güze
lim camekanına yaklaşmış ve selamlaşmalardan sonra "Acıması bol
Tanrı' dan başka başvurulacak varlık yoktur! Kötü baht peşimi bı
rakmıyor, benden akşam yenecek ekmeği bile esirgiyor" demiş. Tat
lıcı bilgi almakta ısrar edince, Maruf ona karısının isteğini ve o gün
para kazanamadığından dolayı yalnız künefe değil, bir ekmek somu
nu bile almasının imkansız olduğunu bildirmiş.
Tatlıcı Marufun bu sözlerini işitince, babacan bir tavırla gül
müş ve ona "Ey Maruf Usta, sen bana hiç değilse kendisine götür
mek üzere, amcanın kızının kaç dirhem künefe istediğini söyleyebi
lir misin?" demiş. O da "Yüz dirhem ona yeter herhalde!" diye yanıt
vermiş. Tatlıcı da "Bunda bir uygunsuzluk yok. Ben sana yüz dir
hem künefeyi borç olarak veririm, sen de Nasip Dağıtıcı'nın cömert
liği senden yana olduğunda parasını bana ödersin" diye yeniden söz
almış. Ve içinde bal ve tereyağından yapılmış künefenin yüzmekte
olduğu büyük tepsiden pekala yüz dirhemden daha fazla çekebile,
cek büyücek bir parça kesmiş ve bunu, kendisine "Bu iyice tatlılan
dırılmış künefe, şahların sofralarında yenilmeye layık bir tatlıdır.
Şunu da söyleyeyim ki, ben onu arı balı yerine, şeker kamışından çı
karılmış şekerle tatlandırdım; çünkü böyle yapılınca çok daha lez
zetli oluyor" diyerek Marufa teslim etmiş. Ve arı balıyla şeker kamı-
şının şekeri arasındaki aynını bilmeyen zavallı Maruf da "Senin cö
mert ellerinden kabul olunmuştur" diyerek yanıt vermiş. Tatlıcının
· l ı ı· ı
.. i:\\;'·\ iı'ı
:ı ı·,ı
' l ı.
1
,ı• · 1
'\''
i ı'ıii;•i;;'•
ıı l
'I" ı1 . '
\l\ i\t
ı:(\lı!ı
!!: 1.,ıııl,l,1.1,
1 :\ı.1''
',lı
ı.,•·
:, )
'
,,
ı
1
36
bana da teşekkür etme, çünkü ben sadece aracıyım" demiş. Ve Ma
rufa, mübarek tatlıcı, aynı zamanda, taze, pişkin ve mis gibi kokan
bir somunla incir yaprağına sarılmış büyücek bir parça peynir ver
miş. Bütün yaşamı boyunca, bu kadar çok hayırla karşılaşmamış bu
lunan Maruf bu hayırsever tatlıcıya nasıl teşekkür edeceğini bileme
miş; gözlerini göğe kaldırarak kendisine iyilik yapan bu kişiye olan
minnet duygularına şahitlik etmesini Tanrı'dan dileyerek oradan
ayrılmış.
Elleri künefe, güzel ekmek somunu ve beyaz peynir parçasıyla
yüklü olarak evine ulaşmış. İçeri girer girmez, karısı, sert ve tehdit
eden bir sesle "Künefeyi getirdin mi?" diye haykırmış. O da "Tanrı
cömerttir, işte burada!" diye yanıt vermiş. Sonra tatlıcının kendisi
ne ödünç verdiği tabakta tatlı içinde yüzen gevrek künefeyi tüm in
ce güzelliğiyle karısına sunmuş.
Ama uğursuz kadın, daha gözlerini tabağa diker dikmez, kes
kin bir iğrenme feryadı kopararak elleriyle yüzünü örtmüş ve "Tan
rı taşlanası şeytanın belasını versin! Ben sana ballı künefe getirme
ni söylememiş miydim? Sen kulak asmamış, bana kamış şekerinden
yapılma bir şey getirmişsin! Beni kandıracağını ve de bana bunu
yutturacağını mı sandın sen? Ah sefil, sen beni arzuma kavuşturma
yıp öldürmek mi istiyorsun?" demiş. Zavallı Maruf da, bu kez öngör
mekten uzak bulunduğu bütün bu öfkeden yıkılmış, titreyen bir ses
le mazeretler kekeleyerek "Ey iyi kimselerin kızı, bu künefeyi ben
satın almadım; ama Tanrı'nın hayır yapmayı seven bir yürek bağış
ladığı falan tatlıcı durumuma acıyarak bana ödünç olarak sağladı;
ödemek için de herhangi bir süre tanımadı" demiş. Ama o korkunç
cadaloz "Bütün bu söylediklerin laftan ibaret, bunların hiçbirine de
ğer vermiyorum! Al da bu şekerli künefeyi başına çal! Ben, yemem
bunu!" diye haykırmış. Bunları söyleyerek künefe tabağını içindeki
lerle birlikte başına fırlatmış. "Kalk bakalım şimdi pezevenk, git ba
na ballı künefe ara bul!" diye eklemiş. Bu sözleri söylerken kocası
nın çenesine öylesine bir yumruk savurmuş ki, adamın ön dişlerin-
37
den biri kırılmış, dökülen kan sakallarından süzülüp göğsüne ak
mış.
Kansının bu sonuncu saldırısı üzerine, zavallı Maruf, şaşırıp so
nunda sabrı da tükendiğinden cadalozun kafasına hafifçe vuracak ol
muş. Ama karısı onun can havliyle yaptığı bu tehlikesiz hareket yü
zünden iyice kudurarak adamın üzerine atılmış ve elleriyle sakalla
rının tellerini birer birer yolmuş; bir yandan da, alabildiğine bağıra
rak "İmdat, ey Müslümanlar, bu herif beni öldürüyor!" diye haykırı
yormuş...
38
rak "Biz hepimiz her zaman balda tatlılaştırılmış künefe kadar şe
kerli künefe de yeriz; ve onu balda hazırlanmış olandan çok daha iyi
buluruz! Öyleyse, şu zavallı kocanın, senin reva gördüğün bunca kö
tü davranışı ve de dişini kırışını, sakalını yoluşunu hak etmiş olmak
için işlediği suç nerede kalıyor?" diye eklemişler. Ve hep bir ağızdan
onu lanetleyerek kendi yollarına gitmişler.
Onlar gider gitmez felaket cadaloz, bütün bu olaylar olurken,
bir köşede sessiz sedasız beklemekte olan Marufun yanına yaklaş
mış ve ona, öfkeli olduğu kadar kısık bir sesle "Ah! Demek ki komşu
ları bana karşı böyle kışkırtıyorsun, öyle mi? Pekala, ama bekle ba
kalım başına neler gelecek!" demiş. Oradan pek uzakta olmayan bir
yere gidip oturmuş ve kaplansı gözlerle bakarak ona karşı müthiş
planlar kurmaya başlamış.
Maruf da, dayanamayarak yaptığı o yeğni davranıştan pişman
olarak onu nasıl yatıştıracağını bilemiyormuş. Sonunda kırılan taba
ğın parçaları arasında yerlere saçılmış bulunan künefeleri toplama
ya ve onları uygun şekilde düzene koyarak ve utanarak "Allah aşkı
na amcamın kızı, yine de şu künefeden bir parça ye; yarın Allah is
terse, sana bir başkasını getiririm" diyerek kansına sunmuş. Ama
kadın, bunu, ayağının bir vuruşuyla ve "Tatlım al da defol, ey tamir
ci köpeği! Senin tatlıcıların pezevenkliğini yaparak getireceğin şeye
dokunur muyum sanıyorsun? İnşallah, yarın, senin enini boyuna na
sıl katacağımı görürsün!" diyerek reddetmiş.
O zaman talihsiz adam, sonuncu uzlaşma girişiminin de böyle
ce reddedildiğini görünce, bütün gün hiçbir şey yememiş olmasın
dan dolayı, sabahtan beri içini ezen açlığım gidermeyi düşünmüş.
Kendi kendine "Madem ki bu harika künefeyi yemek istemiyor,
ben kendim pekala yerim onu!" demiş. Tabağın önüne oturmuş, bo
ğazını tatlı tatlı okşayan bu lezzetli tatlıyı yemeye koyulmuş. Sonra
da pişkin somuna ve peynir parçasına saldırmış. Tepsinin üstünde
hiçbir şey bırakmamış. Hepsi bu kadar! Karısı da ona, ateş saçan
gözlerle bakıyor ve her lokmayı yuttukça, durmadan "İnşallah boğa-
39
zında kalsın da, boğul!" veya "İnşallah yediklerin zehir zıkkım ol
sun!" ya da bunlara benzer boş sözler söyleyip duruyormuş. Acık
mış Maruf, hiçbir şey söylemeksizin, ciddi ciddi yemeyi sürdürüyor
muş; bu da, sonunda, eşini öfkenin doruğuna çıkarmış ve ansızın
ayağa fırlayıp peri tutkunu gibi, hönkürdeyerek elinin altına ne ge
çerse adamın başına atmaya başlamış, sonra da yatağa gidip sabaha
kadar uyumuş; uykusunda bile küfürler savurmuş.
Maruf da, bu kötü geceden sonra, erken saatte kalkmış; ve ça
bucak giyinerek bahtın o gün kendisine gülmesi umuduyla dükkanı
na gitmiş. Aradan birkaç saat geçince, iki güvenlik görevlisi gelerek
40
5örünce, ona "Şuraya doğru ilerle bakayım! Sen, amcanın kızı, karın
Jlan bu zavallı genç kadına Yüceler Yücesi Tanrı'dan korkmadan
böyle kötü davranmaya ve acımadan kolunu dişini kırmaya utanma
dın mı?" diye haykırmış. Maruf da, duyduğu dehşetten ötürü, yer ya
rılıp içine girmeyi düşünüp şaşkınlıkla başını önüne eğmiş ve sesini
çıkarmamış. Çünkü barışa olan sevgisi ve karısının onurunu ve ünü
nü saklamak arzusu içinde, gerektiğinde komşularını şahit olarak
çağırarak lanetli kadını suçlamak istemiyor, onu itham ederek kötü
lüklerini ortaya saçmaktan kaçınıyormuş. Kadı da, bu susmanın
onun suçluluğunun kanıtı olduğuna inanarak cezayı yerine getiren
leri çağırmış ve onu yere yıkıp tabanlarına yüzer sopa vurmalarını
buyurmuş. Bu hüküm hemen oracıkta, zevkten titreyen alçak karısı
nın önünde yerine getirilmiş.
Maruf da, mahkemeden çıkınca, adeta sürüklenerek zorla yürü
müş. Evine dönmekten ve karısının uğursuz yüzünü görmektense,
bundan böyle kızıl ölümle ölmeyi yeğlediğinden Nil'in kenarında bu
lunan harabe halindeki bir evi mesken tutmuş ve orada, yokluk ve
yoksunluk içinde, ayaklarını ve bacaklarını şişiren darbelerin etki
sinden kurtulmayı beklemiş; en sonunda ayağa kalkabilmiş; ve
Nil'den aşağı seyretmekte olan bir dahabiyeye yolcu olarak binmiş.
Dimyat'a ulaşarak orada bir filikanın yelken onarıcısı olarak görev
almış ve bahtını Bahtların Sahibi'nin ellerine teslim etmiş.
Böylece denizcilikte birkaç hafta geçirdikten sonra, çalıştığı fili
ka korkunç bir fırtınaya kapılmış ve içinde bulunan her şey ve her
kesle denizin dibine boylamış. Herkes denize batıp ölmüş. Maruf
da aynı şekilde denize batmış, ama ölmemiş. Çünkü Yüceler Yücesi
Tanrı onu korumuş ve eline büyük bir direkten kopmuş bir tahta
parçası tutuşturarak boğulmaktan kurtarmış. Buna sımsıkı sarıla
rak ve tehlike kendisini güçlü kıldığından harcadığı olağanüstü ça
balar sayesinde, ata biner gibi üstüne çıkmış. O zaman ayaklarıyla
suyu kürek gibi döverek yol alırken, dalgalar onunla oynuyor ve ba
zen sağa, bazen sola savuruyormuş. Böylece bir gün bir gece denizin
41
dibini boylamadan mücadelesini sürdürmüş. Bunu izleyerek, rüz
garlarve akıntılarla, içinde güzel evlerin yükseldiği bir ülkenin kıyı
sına sürüklenmiş.
42
ve Kahire benim doğduğum ve oturduğum kenttir" diye yanıt ver
miş. Zengin adam da heyecanlı bir sesle "Acaba sana Kahire'nin
hangi mahallesinde oturduğunu sorsam, fazla meraklı sayılır mı
yım?" diye sormuş. O da "Kızıl Sokak'ta, efendim!" diye yanıt ver
miş. O zaman adam "Peki, bu sokakta oturmakta olan kimleri tanı
yorsun? Ve senin mesleğin nedir, kardeşim?" diye sorunca da "Be
nim mesleğim ve işim pabuç tamirciliğidir, efendim; eski pabuçları
tamir ederim. Tanıdığım kişilere gelince, bunlar, kendi türünden sı
radan insanlardır: ama onurlu ve saygın kişilerdir. Adlarını soruyor
san, birkaçını söyleyeyim!" diye yanıt vermiş. Ve Kızıl Sokak'ta otu
ran tanıdığı çeşitli kimselerin adlarını sıralamış. Aralarında bu ko- •.
nuşma geçerken yüzü sevinçten aydınlanan zengin adam "Karde
şim, sen, koku satıcısı Şeyh Ahmet'i tanıyor musun?" diye sormuş.
O da "Tanrı ömrünü uzun etsin! O benim duvarlarımız yan yana
olan komşumdur" diye yanıt vermiş. Öteki "Şimdi kaç çocuğu var?"
diye sorunca da "Adları Mustafa, Muhammet ve Ali olan üç çocuğu
var. Tanrı onları kendisine bağışlasın!" diye yanıt vermiş. "Bu çocuk
lar ne iş görüyorlar?" deyince "Büyüğü olan Mustafa bir medresede
hocadır ve herkesin tanıdığı Kutsal Kitabı ezbere bilen ve onu yedi
değişik tarzda okuyabilen bir bilgindir. İkinci olan Muhammet, ba
bası gibi koku satan bir ecza taciridir. Babası doğan oğlan çocuğu
nun onuruna ona, kendi dükkanının yanında ayrı bir dükkan açtı.
Küçükleri olan Ali'ye gelince, Tanrı onu en seçkin verileriyle don�t
sın! O, benim çocukluk arkadaşımdır; günlerimizi birlikte oynaya
rak, gelip geçene binlerce muziplik yaparak geçirmiştik. Ama gü
nün birinde Nasranileriıı oğlu olan bir Kıpti oğlanla bir halt karıştır
dı; o da gidip ailesine şikayet etti. Dostum Ali de, bu Nasranilerin
öç almasından çekinerek kaçıp gözden kayboldu. Aradan yirmi yılı
aşkın zaman geçtiği halde, onu bir daha gören olmadı. Tanrı onu ko
rusun ve belalardan ve uğursuzluklardan ırak eylesin!" demiş.
Bu sözleri duyan zengin adam, birdenbire kollarını Marufun
kollarına dolamış ve ağlayarak onu bağrına basmış ve de ona "Dost-
43
ları buluşturan Tanrı'ya övgüler olsun! Ben, Kızıl Sokak'ta eczacı
Şeyh Ahmet'in oğlu, senin çocukluk arkadaşın Ali'yim, ey Marufl"
demiş.
44
ğunu, aynı zamanda, alışveriş işinde Ali'nin Tanrı'nın lütfuna uğra
mış bulunduğunu ve onun, tüm Kaytan kentinin en zengin, en ünlü,
en saygın taciri olmuş bulunduğunu da öğrenmiş.
Birbirlerine dertlerini özgürce anlattıktan sonra, zengin tacir
Ali, dostuna "Ey kardeşim Maruf, bil ki, Nasip Dağıtıcı'nın bana ba
ğışladığı servet, Tanrı'nın bana bıraktığı bir emanetten başka bir
şey değildir. Bu emaneti, bir kısmını sana vererek onu verimli kıl
manı sağlamaktan daha iyi nasıl kullanabilirim?" demiş. Ve ona bin
altın dinar içeren bir kese vermekle işe başlamış ve onu görkemli
bir şekilde giydirerek "Yarın sabah benim en güzel katırıma bine
rek çarşıya gelecek ve orada beni en büyük tacirlerin ortasında ko
nuşurken bulacaksın. Ben de, sen gelince, karşılamak üzere ayağa
kalkıp sana doğru ilerleyeceğim; hemen yanına ulaşıp katırının diz
ginini tutacağım ve sana olası tüm saygı ve onur gösterilerinde bulu
nacağım. Benim böyle davranışım, o anda sana karşı büyük bir ilgi
uyandıracak. Ve sana geniş bir dükkan sağlatacak ve bunun malla
doldurulması için her türlü özeni göstereceğim. Bunu izleyerek,
kentin ünlülerini ve .en büyük tacirlerini seninle tanıştıracağım. Ve
işlerin, Tanrı'nın yardımıyla ilerleyecek ve sen, uğursuz amca kızın
dan uzak, refah ve mutluluğun sınırlarına ulaşacaksın" diyerek sözü
nü sürdürmüş. Maruf da dostuna tüm minnettarlığını ifade edecek
yeterince söz bulamadığından eğilip urbasının eteğini öpmek iste
miş; ama gönlü yüce Ali, onu şiddetle engelleyerek Marufu iki gözü
nün arasından öpmüş. Ve onunla, uyku saati gelinceye kadar, geç
miş çocuklukları üstüne, şu veya bu hususlarda konuşmasını sür
dürmüş.
Ertesi gün Maruf, görkemli giysisi içinde, yabancı varlıklı bir ta
cir görünümünde, zengin donanımlı sığırcık renkli harika katırına
binmiş ve saptanan saatte çarşıya gitmiş. Kendisi ile dostu Ali ara
sında, daha önce tasarladıkları sahne tıpkısı tıpkısına geçmiş. Ve
tüm tacirler, özellikle büyük tacir Ali'nin onun elini öpüp katırdan
inmesine yardım ettiğini ve de onun için sağladığı yeni dükkanın ca-
45
mekanı önünde ağırbaşlılık ve ciddiyetle oturduğunu kendi gözleriy
le görünce, yeni gelen kişi hakkında derin bir saygı ve hayranlık
duymuşlar. Ve hepsi gelip alçak sesle konuşarak "Herhalde, dostun
büyük bir tacirdir!" diyerek soruşturmuşlar. Ali de onlara merha
met dolu gözlerle bakmış ve "Ya Allah, büyük bir tacir mi dediniz?
Ama o evrenin en büyük tacirlerinden biridir ve dünyanın her yerin
de ateşin yakıp yıkamayacağı dükkanları ve ambarları vardır. Ben
onun yanında ünsüz bir ayakkabı satıcısından başka bir şey sayıl
mam. Mısır'dan Yemen'e, Hint'den Çin'in uzak uçlarına kadar yer
yüzünün tüm kentlerinde onun ortakları, simsarları ve muhasebeci
leri bulunmaktadır. Onun nasıl bir adam olduğunu, onu daha yakın
dan tanıma fırsatını bulduğunuz zaman anlayacaksınız" diye yanıt
vermiş.
Ve en kesin bir gerçeklik tonuyla en içe işleyen bir söyleyişle
bu güvenceyi aldıktan sonra, tacirler, Maruf hakkında en yüce fikri
edinmişler. Bunu izleyerek, onun yanına yaklaşıp selam verip hoş
gelişler dilemiş ve tebriklerde bulunmuşlar. Birbirleri ardından
onu yemeğe çağırarak onur kazanmak istemişler; o da hoşnut bir ta
vırla gülerek, o sırada dostu Ali'nin konuğu bulunduğu için bu da
vetleri kabul edemeyeceğini söylemiş; ve bağışlanmasını dilemiş.
İlk gelenin kendisini ziyaret etmesi gerekirken, adetlere aykırı oldu
ğu halde, tacirler loncasının başkanı da onu ziyarete gelmiş; ve ona
malların fiyatlan ve ülkenin çeşitli ürünleri hakkında bilgi vermiş.
Sonra da, uzak ülkelerden getirdiği mallarını pazara sürmek üzere
yardıma hazır bulunduğunu söyleyerek ona "Efendim, senin herhal-
de balyalanmış sarı kumaşın vardır; burada sarı kumaşa karşı özel
bir ilgi gösterirler" demiş. Maruf da tereddüt etmeden "Sarı kumaş
-.nı dedin? Kıyamet gibi" demiş. Lonca başkanı yeniden "Ya ceylan
kanı kırmızı kumaş, ondan da bol bol var mı?" diye sorunca Maruf
kendine güvenerek "Ceylan kanı ihtiyaç duyacak herkesi doyuracak
kadar! Çünkü balyalarını bunların en seçkin türleriyle de doludur"
diye yanıt vermiş. Buna benzer bütün sorulara, Maruf daima "Bol
46
bol!'' diye yanıt veriyormuş. O zaman lonca başkanı ona "Efendim,
acaba bize bazı örnekler gösterebilir misin?" diye sormuş. Maruf da
güçlüğe uğrayıp takılmaksızın, alçakgönüllülükle "Kuşku mu var, ta
bii! Kervanını gelir gelmez, hemen!" diye yanıt vermiş. Ve lonca baş
kanı ile toplanan tacirlere, birkaç gün içinde her renkten ve her tür
den mallarla dolu balyalar yüklü bin develik büyük bir kervanın gel
mesini beklediğini söylemiş. Yöresindekiler, bu olağanüstü kerva
nın yakında geleceği haberine çok şaşırıp hayran kalmışlar.
Ama bunu izleyen olayların şahidi oldukları zaman hayranlıkla
rı sınır tanımamış ve tüm tanımlamaların dışında kalmış. Gerçek
ten böylece konuşurlarken ve hayranlık dolu gözlerini kervanın geli
şi haberiyle açmış bulunurlarken, oturdukları yerin sağ yanından
bir dilenci çıkagelmiş ve sırayla herkese avuç açmış. Kimileri ona
bir mangır, kimisi yarım mangır vermiş; büyük bir çoğunluk da hiç
bir şey vermeyerek sadece "Allah versin!" demekle yetinmiş. Ma.ruf
da, dilenci yanına yaklaşınca, kesesinden bir avuç altın dinar çıkara
rak bunları sanki sadece bir mangır veriyormuş gibi sade bir davra
nışla onun eline tutuşturmuş. Tacirler bunu görünce, aralarında et
kili bir sessizlik doğmuş ve kafaları karışmış ve algılamaları bulan
mış. Ve "Ya Allah, bunca cömeıtlik göstermiş olduğuna göre, bu
adam herhalde çok zengin olmalı!" tarzında düşünmüşler. Bu davra
nışıyla Maruf, bir andan ötekine onların nezdinde harika bir zengin
lik ve cömeıtlik ünü ve itibarı kazanmış.
Onun eli açıklığının ve hayranlık uyandıran davranışlarının
ünü, ülkenin şahının kulaklarına da erişmiş; ve hemen vezirini ça
ğırtarak ona "Ey vezir, büyük zenginliklerle donanmış bir kervanın
gelmesi söz konusu; bu kervan harika bir yabancı tacirin mallarını
getiriyormuş. Oysa. ben, şimdiki halde bile oldukça zengin olan çar
şı tacirleri denen düzenbazların bu kervandan kar sağlamalarını is
temiyorum. Bundan, doğrudan doğruya. sultanın olan eşimle ve sul
tan kızımla birlikte benim kar sağlamam daha doğru olacaktır" ele
miş. Öngörülü ve anlayışlı bir'Adem olan vezir de, şaha "Bunda bir
-1-7
uygunsuzluk yok. Ama, ey zamanın şahı, gerekli önlemleri almak
için, kervanın gelişini beklemenin daha uygun olacağını düşünmez
misin?" diye yanıt vermiş. Şah da kızarak ona �Sen deli misin? Ne za
mandan beridir köpekler yalayıp yuttuktan sonra kasaptan et alınır
olmuştur? Sen koş da şu zengin yabancı taciri bir an önce benim ya
nıma getir! Ben de oturup onunla bu konuda anlaşayım!" demiş. Ve
zir de, burnunun iyi koku almasına karşın şahın buyruğunu yerine
getirmek zorunda kalmış.
Maruf şahın huzuruna gelince, iyice belini kırarak yere eğilmiş
ve saygı duruşunda bulunmuş ve şahı incelikle övmüş. Şah onun seç
kin konuşmasına ve imrenilesi tavırlarına şaşıp kalmış ve onun işle
ri ve serveti hakkında çeşitli sorular sormuş. Maruf da, gülerek "Şa
hımız efendimiz, kervan geldiği zaman görüp doyum sağlayacaktır"
demekle yetinmiş. Şah da bütün tacirler gibi onun etkisi altında kal
mış; ve Marufun iş hacminin genişliği hakkında fikir sahibi olmak
üzere, belli büyüklükte ve parlaklıkta en az bin dinar değerinde bir
inciyi ona göstermiş ve ona "Kervanın yükü içinde bu türden inciler
var mı?" diye sormuş. Maruf, inciyi eline almış, pek önemsemeyen
bir tavırla onu inceledikten sonra, değersiz bir eşyaymış gibi onu ye
re fırlatmış ve tüm gücüyle topuk vurarak sakin bir tavırla kırmış.
Şaşıp kalan şah "Sen ne yaptın be Adem? Bin dinarlık bir inciyi ezip
kırdın!" diye haykırmış. Maruf da gülerek "Evet, mutlaka bin dinar
ederdi o inci! Ama benim kervanımdaki yükler arasında bu inciden
çok daha iri ve güzel, torbalar dolusu inci var" diye yanıt vermiş.
Ve şahın şaşkınlığı ve açgözlülüğü, bu konuşmadan sonra daha
da artmış; ve "Kuşkusuz, bu harika adamı kızıma koca olarak seçme
li:.im!" diye düşünmüş ...
49
onurlandırmıştır. Ama hükümdarım, evliliğin kutlanması için, be
nim büyük kervammın gelmesini beklemenin daha doğru olacağım
düşünmüyor musun? Çünkü senin kızın gibi bir sultan kızının başlı
ğı, şu anda yerine getirmem imkanı bulunmayan büyük harcamala
rı gerektirir. Gerçekte, benim, sultan kızının başlığı olarak sana,
hiç değilse, her biri bin altın dinar içeren iki yüz bin kese ödemem
gerekecektir. Dahası, fakirlere ve dilencilere de bin dinarlık bin ke
se altın, düğün gecesi hediye taşıyıcılara da ayrıca bin başka kese ve
şenlikler hazırlanması için de bir diğer bin kese altın dağıtmam ge
rekecek. Bunlardan başka, haremdeki kadınların her birine, yüz iri
inciden oluşmuş gerdanlıklar hediye etmem ve sana ve yengem sul
tana da değer biçilmez miktarda mücevherat ve görkemli eşya arma
ğan etmem gerekir! Oysa, ey zamanın şahı, bütün bunların ancak
kervanın gelişinden sonra yerine getirilmesi uygun düşecektir!" di
ye yanıt vermiş.
Şah da, bu harika sıralamadan iyice gözleri kamaşmış ve ruhu
nun ta içinden, Marufun hakseverlik, duygu inceliği ve ağırbaşlılığı
nı kavramış ve "Yo, vallahi! Düğünün tüm harcamalarını sadece ben
kendi üzerime alacağım. Kızımın başlığına gelince, sen onu, bana,
kervan gelince ödersin. Ama, ben senin kızımla bir an önce evlen
mende kesinlikle ısrar ediyorum. Düğün için gerekli parayı da salta
nat hazinesinden alıp kullanabilirsin. Bu konuda herhangi bir kay
gın olmasın, çünkü bana ait olan her şey sana ait demektir" diye hay
kırmış.
O saat ve o anda veziri çağırıp ona "Git, ey vezir, şeyhülislama
söyle de gelip benimle konuşsun! Çünkü hemen bugün, Emir Maruf
ile kızımın evlilik sözleşmesini hazırlamasını istiyorum" demiş. Şa
hın bu sözlerini duyan vezir, büyük bir sıkıntıyla başını önüne eğ
miş. Şah sabırsızlandığından, yanına yaklaşmış ve sesini alçaltarak
"Ey zamanın şahı, bu adam benim hoşuma gitmedi; tavrı hiç de iyi
şeyler anlatmıyor. Kızını ona vermeden önce, başın için, hiç değilse,
bekle de kervanının gerçekliği hakkında kesin bir kanaat edinelim.
50
Çünkü bugüne kadar, ondan sadece söz üstüne söz işittik! Ama se
nin kızın gibi bir sultan, ey şah, değer bakımından, terazide, bu bi
linmeyen adamın uydurduklarından çok daha ağır çeker" demiş.
Şah, bu sözleri işitince, dünyanın gözünde karardığını görmüş
ve vezire "Ey efendisinden nefret eden iğrenç hain, sen, kendin kı
zımla evlenmeyi arzuladığından böyle konuşuyorsun! Ama o senin
harcın değil! Onun için benim kafamı bulandırıp içimde bu ince ruh
lu, seçkin tavırlı harika zengin adam hakkında kuşku uyandırmak
tan vazgeç! Yoksa, senin bu haince konuşmalarından duyduğum nef
retle enini boyuna katarım" diye haykırmış. Ve de çok hiddetlene
rek "Yoksa, sen, kızımın kucağımda, yaşlanmış ve artık talipler tara
fından aranmaz hale gelmesini ıni istiyorsun? Ben acaba, her bakım
dan mükemmel, cömert ve sevimli ve hiç kuşkusuz kızımı sevecek,
ona harika armağanlar verecek ve en büyüğümüzden en küçüğümü
ze kadar hepimizi zenginleştirecek bir adamı bir daha nerede bulu
rum? Haydi, bas bakalım ve git de bana şeyhülislamı bul!" diye ekle
miş. Vezir de, burnu ayaklarına kadar uzamış olarak oradan ayrıl
mış şeyhülislamı çağırmış; o da hemen saraya gelip şahın huzuruna
çıkmış. Hemen orada evlilik sözleşmesini düzenlemiş.
Ve tüm kent, şahın buyruğu üzerine, süslenip ışıklandırılmış
ve her yanda şenlikler ve eğlencelerden başka şey görülmez olmuş.
Kara ölümü, kızıl ölümü görmüş ve her türden felaketi tatmış olan
Tamirci Maruf denen zavallı da, sarayın avlusunda bir tahta otur
muş; bir yığın meydan soytarısı, dövüşçü, çalgıcı, davulcu, cambaz,
maskara ve neşeli şarlatan da onu, şahı ve sarayın ileri gelenlerini
eğlendirmek için ortaya çıkmış ve tüm beceri ve sanatını göstermiş.
Maruf da bizzat vezir eliyle getirttiği altın dolu keselerden dinarları
çıkararak bütün bu davulcu, oyuncu ve gürültü patırtı koparıcılara
avuç dolusu saçmış. Vezir de, sıkıntıyla içi içini yiyerek, ona dur
maksızın yeni altın torbaları yetiştirme görevi düştüğünden, bir an
bile rahat yüzü görmemiş.
Bütün bu eğenceler, şenlikler ve coşkunluklar üç gün, üç gece
51
sürmüş; dördüncü günün gecesi, düğün ve gerdek gecesi olmuş. Ye
ni gelinin mevkibi, işitilmedik bir görkemle gerçekleştirilmiş. Çün
kü böyle olmasını şah istemiş imiş. Her soylu kadın, cinünden geçer
ken geline armağanlar saçıyor ve nedimeleri de bunları saçıldıkça
topluyorlarmış. Böylece gelin gerdek odasına getirilince, bir köşeye
çekilmiş olan Maruf, kendi kendine "Bela üstüne bela, onun üstüne
yine bela! Ne olacaksa olsun! Bana vız geliyor! Talih böyle takdir et
tiyse, kaçınılmazın önünden kaçmanın yeri yok! Herkes talihini ken
di boynuna asılı olarak taşır! Bunların hepsi, böylece, senin bahtı
nın kitabında yazılıdır, ey eski pabuçların tamircisi, ey karısı tarafın
dan itilip kakılmış, ey Maruf, ey maymun!" diyormuş.
Ve böylece, herkes çekilip gidince ve Maruf ipek cibinliğin altın·
da kaygısızca yatan eşi, genç sultanın karşısına geçince yere otur
muş ve ellerini birbirine vurarak korkunç bir umutsuzluğun pençe
sine düşmüş gibi olmuş. Onun bu durumdc:ı. kalmayı sürdürüp yerin
den kıpırdamadığını gören gehç kız, Laşını cibinlikten çıkarmış...
... Genç kız başını cibinlikten çıkarmış ve Marufa "Ey yüce yü
rekli efendim, neden böyle kendini hüzne kaptırmış, benden uzakta
duruyorsun?" demiş. Maruf, içini çekerek güçlükle "Güçlüler Güçlü
sü Tanrı'dan başka sığınılacak varlık yoktur!" demiş. O da, duygula
narak "Neden böylesi bir ünlemr:le bulundun, efendim? Beni çirkin
ya da biçimsiz mi buluyorsun; yoksa kederlenmenin başka bir nede
ni mi var? Tanrı'nın kutsaması adın üzre ve yören üzre olsun! Ko-
52
nuş ve benden hiçbir şey saklama, ya seydi!" demiş. Maruf da, yeni
den içini çekerek "Bütün bunlar, bil ki, babanın hatasıdır!" diyerek
yanıt vermiş. O da "Neler, yani? Ve babam ne gibi bir hata işledi?"
diye sormuş. O da "Nasıl? Sana karşı ve saraydaki soylu hanımlara
karşı berbat bir elisıkılıkla davrandığımı görmedin mi? Ah! Baban,
evlenmemiz için bir türlü büyük kervanımın gelmesini beklemeye
izin vermemekle büyük suç işledi! Bekleseydi, sana güvercin yumur
tası iriliğinde beş ya da altı diziden oluşmuş inci bir gerdanlık ve
şah kızlarında pek görülmeyen güzellikte giysiler ve şanına uygun
53
lece, kanımca, otu henüz yaşken ateşleyenin yaptığına benzerbir iş
yaptı" demiş. Ama genç kız ona "Allah aşkına, böyle kederlenip dur
ma bu önemsiz şeyler için; ve artık dert etmeyi bırak! İyisi ıni ayağa
kalk, giysilerini çıkar ve yanıma gel de sevişelim! Bu gece yapacağı
mız işle ilgisi olmayan bütün bu armağanlarla ilgili fikirleri ve benze
ri şeyleri bir yana bırak! Kervana ve zenginliklere gelince, bunlarla
ilgilenmem ben! Senden istediğim, ey yiğit kişi, bundan çok daha ba
sit ve ilginçtir! Haydi yüreklen ve savaşım için belini güçlendir!" de
miş. Maruf da "Peki öyleyse, geliyor, geliyorum!" diye yanıtlamış.
Bunları söyleyerek çabucak soyunmuş ve mızrağı ilerde, cibinli
ğin altında yatan sultana doğru ilerlemiş. "Evet, bu benim, Maruf,
Kahire'deki Kızıl Sokağın eski pabuç tamircisi Maruf'! Ben nerede
yim şimdi, neredeyim?" diye düşünerek bu narin sultanın yanına
uzanmış. Ve orada, bacaklar, kollar, kalçalar ve eller birbirine
karışarak dövüş ateşlenıniş. Maruf elini kızın dizlerine koymuş; o
da hemen kalkmış ve onun kucağına oturmuş. Dudalr, kendi dilin
de, öbür dudakla konuşmuş ve çocuğa anasını babasını unutturan
saat gelıniş. Kızı kendine doğru, tüm balını akıtırcasına ve lokmala
rı doğruca yutturarak, bütün gücüyle çekıniş. Ve elini sol koltuk altı
na kaydırmış ve hemen yaşamsal kasları gerilmiş ve yaşamsal varlı
ğını ona doğru yaklaştırmış. Ve sol eliyle sağ kasığının kıvrılan yeri
ni kavramış ve hemen yaylarının tüm kirişleri inildeıniş. O zaman
iki memesinin arasını hedefleıniş; ama nasıl olduysa olmuş, hedef
iki kalçasının arasına yansımış. O zaman sultanın iki ayağım beline
kemer gibi dolamış ve "Haydi, ey öpücükler babası!'' diye haykıra
rak yol ayrımı doğrultusunda dürtmüş. Ve vakit geçirmeksizin, yem
leneceğini yemlemiş; fitili ateşleıniş, iğnenin yurdundan ipliği geçir
miş, yılan balığını çıtırdayan ateşte pişirmiş; gözleri "Parla!'' der
ken; dili "Çene çal!"; dişleri "Isır!" diyormuş. Sağ eli ''kıpırdamış",
sol eli "Soymuş"! alt yanındaki dudakları "Kaydır!" ve burgacı "İnci
ni oynat ey istiridye!" ve "Zevkten esriklen ve sıçra ey ailenin sevgili-
:i4
si!" demiş. 1 Bunu söylerken kale, dört duvarıyla sarsılmış ve bu yi
ğitçe serüven, büyük yırtılmalar olsa da, büyük acılar olmaksızın;
yarıklar olmasa da, kırıklarla; buruşturmaların izi olmasa da ısırma
ların izi kalarak, kısrağa binerken çatırdayan eklemler ve şahane
bir kalça yastığında aşırı özgürlükle şahane yol almalarla tamamlan
mış. Tüm bu davranışlara karşı bir genç kızı bunca dayanıklı yara
tan ve erkeğe gelecek nesilleri sağlama bakımından güçlü bir doğa
veren Tanrı'ya şükürler olsun!
Böylece, kucaklaşmaların, emişmelerin ve emzirmeleıin zevk
leri içinde geçen bir geceden sonra Maruf, genç kızın memnun inilti
leri ve sitemleri kendisine eşlik ederken, hamama gitmek üzere ya
taktan kalkmış. Yıkanıp harika bir giysiyle donanmış ve divana gi
dip emirlerin ve ileri gelenlerin iltifatlarını kabul etmek üzere amca
sı olan karısının babası şahın yanına oturmuş. Kendi iradesiyle, düş
manı olan vezirin aranıp bulunmasına hükmetmiş ve ona, huzurda
bulunan herkese hilat dağıtmasını ve emirlere ve emir eşlerine, sa
ı:ayın ileri gelenlerine ve eşlerine, muhafızlara ve eşlerine; büyük,
küçük, yaşlı ve genç hadımağalarına sayısız bollukta bağışlarda bu
lunmasını söylemiş. Dahası altın dinarla dolu torbalar getirterek,
avuçla kotardığı paraları onu umanlara dağıtmaya başlamış. Böyle
ce, herkes onu kutsayıp sevmiş ve refahı ve uzun ömrü için dua et
miş.
Marufun gündüzleri büyük bağışlar dağıtarak ve geceleıi, ona
delicesine tutulan kansı sultanla keyfince sevişerek geçirdiği yirmi
gün böylece akıp geçmiş. Kervandan hiçbir haber alınmaksızın ge ·
çen bu yirmi gün sonunda Marufun ileri derecedeki israfı ve çılgın
lıkları yüzünden, bir sabah hazinenin bomboş olduğu görülmüş: ve
ı Cinsel ilişkiyle ilı,•ili bütün hu konu�mnlar ve hunları izleyenler. gerek :\fanlıus'te. geı·ckse
Mathers'in çevirisinde zecili 8Özcüklere aı:,�rlık verilerek sıralnnmıştıı·. Bundan dola)ı Türk·
çe çeviride anlamı büsbütün :,,;ıirmemek için zecili çeviri yoluna e,'İdilmemiştir. ı Ç. ı
55
dolapları açan vezir, bunların tümüyle boşalmış olduğunu ve artık
harcayacak hiçbir şey kalmamış bulunduğunu tespit etmiş. O za
man, şaşkınlığın sınırında, ama ruhundaki öfkeyi dizginleyerek şa
hın huzuruna çıkmış ve ona "Tanrı kötü haberleri bizden ırak eyle
sin; ama, şahım, suskunluğumla, sonunda senin haklı sitemlerine
maruz kalmamak için Devlet hazinesinin tam anlamıyla kuruduğu
nu ve damadın Emir Marufun o harika kervanının da boşalan torba
ları doldurmak üzere henüz vasıl olmadığını söylemeliyim" demiş.
Şah da, bu konuşmadan biraz kuşku duymuş ve "Evet, vallahi! Doğ
ru söylüyorsun, bu kervan biraz gecikti. Ama inşallah gelecektir!"
demiş. Vezir de gülerek "Tanrı seni lütuflarıyla donatsın efendim ve
de ömrünü uzatsın! Ama ülkemize emir Maruf geleli beri olmadık fe
laketlere uğradık! Şimdiki durumda, bizim için bir çıkış yolu da gö
remiyorum. Çünkü bir yandan, hazine bomboş, öte yandan, kızın
bu yabancının, bu bilinmeyen kişinin karısı olmuş dmumda. Tanrı
bizi, Kötü'den, Sapık 'tan, Lanetli'den ve Taşlanmış'tan korusun! Bi
zim durumumuz oldukça kötü bir durum!" demiş. Tedirgin olmaya
ve sabrı tükenmeye başlamış olan şah da "Senin konuşmaların beni
yoruyor ve anlama yeteneğim üzerinde baskı yapıyor. Böyle nutuk
çekecek yerde, bana bu durumdan kurtulmanın yollarını göster! Ve
de damadım Emir Marufun bir sahteci ve yalancı olduğunu kanıt
la!" diye yanıt vermiş. Vezir de "Doğru söylüyorsun, şahım! İşte bu
harika bir fikir! Mahkum etmeden önce kanıt göstermek gerek! Böy
lece gerçeğe ulaşmada, bize hiç kimse sultan kızından daha fazla de
ğerli yardımda bulunamaz. Çünkü kocasının sırrına ondan daha faz
la hiç kimse aşina olamamıştır. Bu durumda, onu çağırtın da bizi ayı
racak perdenin ardından kendisini sorguya çekeyim! Böylece bizi il
gilendiren konuda bilgi alayım!" diye yanıt vermiş. Şah da, onu
''Bunda bir uygunsuzluk yok. Ve başım hakkı için söylüyorum. Eğer
damadımın bizi aldattığı oıtaya çıkarsa, onu en kötü ölümle öldürte
ceğim ve en kara ölümü tattıracağım" diye yanıtlamış. Hemen sul
tan kızından toplantı salonunda bulunmasını rica etmiş. Ve onunla
56
veziri arasına bir perde çekmiş; kız da bunun ardında yer almış.
Her şey Marufun yokluğu sırasında düzenlenip söylenmiş ve uygu
lanmış.
Vezir, sorularını tasarlayarak ve düzenini kurarak, şaha hazır
olduğunu bildirmiş. Kendinden yana da, sultan kız, perdenin ardın
dan babasına "İşte karşındayım, babacığım! Benden ne dilemekte
sin?" demiş. Şah da "Vezirle konuşmanı!" diye yanıt vermiş. Kız da
vezire "Pekala vezir, ne istemektesin?" diye sormuş. O da "Sulta
nım, bilesin ki Devlet'in hazinesi kocan Emir Marufun harcamaları
ve israfları sayesinde tümüyle boşalmıştır. Öte yandan, bize sık sık
geleceğinden söz ettiği o akıl almaz kervandan da hiçbir haber alına0
matlı. Böylece, şah baban, bu durumdan tedirgin olarak, ancak se
nin kocan hakkında ne düşündüğünü ve onun durumunun sende ne
gibi bir etki yarattığını ve onunla ilgili olarak seninle geçirdiği şu yir
mi günde, hakkında ne gibi kuşkular duyduğunu açıklayarak bu ko
nuda bizi aydınlatabileceğine hükmetti" demiş.
Vezirin bu söylediklerine, sultan, perdenin ardından "Tanrı am
camın oğlu Emir Marufun üzerinden lütuflarını eksik etmesin!
Onun hakkında ne düşünüyorum, öyle mi? Ama başım üzerine ye
min ederim ki, yeıyüzünde hiçbir reçel çubuğu yoktur ki tatlılıktan,
verdiği zevkten ve tattan yana onunkiyle kıyaslanabilsin! Ben onun
eşi olalı beri şişmanladım, güzelleştim; ve herkes çehremin güzelliği
ne hayran oldu; ben geçerken 'Tanrı seni kötü gözden korusun, kıs
kanç ve hırslılardan sakınsın!' diyorlar. Ah! Amcamın oğlu Maruf,
bir zevk macunudur, o benim neşemdir, ben de onun sevinciyim. Al
lah bizi birbirimize bağışlasın!" demiş.
Şah da, bütün bunları duyarak burnu uzayıp giden vezire dön
müş ve ona "Görüyorsun işte, ben sana damadım Maruf harika bir
adamdır dememiş miydim? Şimdi seni, yersiz kuşkularından ötürü
kazığa kaksam yeridir!" demiş. Ama vezir, perdeden yana dönerek
sultanın kızına "Ya kervan, sultanım, gelmeyen kervan hakkında ne
dersin?" diye sormuş; kız da "Bunun benimle ne ilgisi var? Kervan
57
ister gelsin, ister gelmesin, bununla mutluluğum çoğalır ya da azalır
mı?" diye yanıt vermiş. Vezir de "Peki, hazinenin dolapları boşaldığı
na göre, seni kim besleyecek şimdi? Ve Emir Marufun harcamaları
nı kim karşılayacak?" demiş. Kız da "Allah kerimdir, kullarını terk
etmez" diye yanıt vermiş. Şah da vezire "Kızımın hakkı var. Sus ar
tık" demiş. Sonra sultan kızına "Yine de sen, ey babasının sevgilisi,
amcanın oğlu Emir Maruftan, hangi olası tarihte keITanının gelebi
leceğini öğrenmeye çalış. Sadece harcamalarımı düzenlemek ve ha
zinenin dolaplarını doldurmak üzere yeni vergiler çıkarmam gere
kip gerekmediğini anlamak için bunu bilmek istiyorum" demiş. Sul
tan da "İşittim ve itaat ediyorum! Çocuklar ana babasına itaat etme
li ve onlara saygı göstermelidir. Bugünden tezi yok, Emir Marufa
bunu soracak ve öğreneceklerimi gelip sana bildireceğim" diye ya
nıt vermiş.
Böylece, gece olunca, sultan her zamanki gibi, Maruf un yanın
da çılgınca eğlenip Maruf da onun 3 anında keyfini sürdükten sonra,
1
58
koltuğu altına elini uzatarak ona "Ey gözümün nuru, ey ciğer kö
şem, ey gönlümün çekirdeği ve ruhumun hayatı ve zevki, aşkının
ateşi tümüyle bağrımı sardı. Ve yaşamımı sana feda etmeye ve de
ne olursa olsun, bahtımı seninle paylaşmaya hazırım. Ama, Allah aş
kına amcanın kızından hiçbir şeyi gizleme! Ve lütfen bana söyle de
kalbimde sır olarak saklayayım: hangi nedenle babamla vezirin ko
nuşup durduğu şu büyük kervan hala çıkıp gelmedi?Yoksa bu konu
da senin bir sıkıntın ya da kuşkuların mı var? Bana olanca içtenliğin
le anlat, ben de senin tüm sıkıntılarını uzaklaştırmanın çaresini bu
layım!" demiş. Böylece konuştuktan sonra, onu öpüp bağrına bas
mış ve onun kollarında erimiş. Maruf da ansızın kahkahalarla gül
meye başlamış ve "Sevgilim, bana böylesine basit bir soruyu sor
mak için neden bu kadar çırpınıp duruyorsun? Çünkü ben, hiçbir
zorluk çıkarmaksızın, sana gerçeği söylemeye ve senden hiçbir şey
saklamamaya hazırım" diye yanıt vermiş.
Ve tükrüğünü yutmak için bir an sustuktan sonra, yeniden sö
ze başlayıp "Bil ki gerçekte sevgilim, ben ne tacirim, ne kervan sahi
bi ne de herhangi bir serveti ya da benzer bir belayı elimde bulundu-
ruyorum. Ve de kendi ülkemde, Sıcak Tezek diye anılan yüreğimde
bir yakı, gözlerim üzerinde kara bir döveç olan Fatıma adlı Allah'ın
belası bir kadınla evli bir pabuç tamircisi idim. Onunla başımdan
şöyle ve de şöyle bir serüven geçti" demiş. Ve sultan kıza, Kahire'de
ki karısıyla aralarında geçen tüm öyküyü ve künefe olayından sonra
başına gelenleri anlatmış. Hiçbir şeyi saklamadığı gibi, o andan baş
layarak deniz kazası geçirip çocukluk arkadaşı cömert Ali'ye rastla
masına kadar geçen olayları bir bir anlatmış; hiçbir ayrıntıyı da atla
mamış. Ama onu burada tekrarlamanın hiçbir yararı yok.
Sultanın kızı, Marufun anlattığı bu öyküyü işitince, öylesine
gülmeye başlamış ki, sııtüstü devrilmiş. Maruf da aynı şekilde güle
rek "Bahtın saptayıcısı Tanrı'dır. Sen de benim bahtıma yazılı imiş
sin, hanımım" demiş. O da Marufa ''Kuşkusuz, Maruf. Sen hile yap
makta usta birisin; zekadan, kavrayıştan, incelikteı: ve mutlu etme-
59
den yana seninle hiç kimse kıyaslanamaz. Ama, öykünün ve icat etti
ğin kervan öyküsünün gerçek yüzünü öğrenirlerse, şah babam ve
düşmanın olan vezir ne der acaba? Kuşkusuz seni öldüıtürler; ben
de, kederden, senin yanı başında ölür kalırım. Böyle olunca en iyisi,
şimdilik, sen sarayı terk edersin ve uzak bir ülkeye giderek, benim
her şeyi yoluna koyup açıklanamazı açıklamanın çaresini bulmamı
beklersin" demiş. Ve de "Sen şimdi elimde bulunan şu elli bin dina
rı al, ata bin ve gizli bir yerde yaşamını sürdürmeye bak. Yalnız çe
kildiğin yeri bileyim ki, her gün sana bir haberci yollayıp senden ha
ber alayım. Ve sanırım sevgilim, bugünkü koşullar altında yapacağı
mız en uygun şey budur" diye ekleıniş. Maruf da "Kendiıni sana
emanet ediyorum hanımım ve senin korumana sığınıyorum" diye ya
nıt vermiş. Kansı da onu öpmüş ve gecenin yarısına kadar her za
man onunla yaptıkları şeyi yapmış.
Daha sonra kocasına ayağa kalkıp bir memluk giysisiyle donan
masını söyleıniş; ve ona babasının ahırındaki en iyi atı vermiş. Ma
ruf da şahın bir memluğu gibi kentten çıkmış ve yola koyulmuş.
Ama, sultanın kızına, şaha, vezire ve ortaya çıkmayan kervana gelin
ce şöyle olmuş:
Ertesi gün, er saatte, şah yanında veziri olduğu halde, toplantı
salonuna oturmaya gelmiş. Ve kendisinden, öğrenmesi istenilen şey
hakkında bilgi almak üzere kızını çağırtmış. Ve bir gün önceki gibi,
kızı kendisini erkeklerden ayıran perdenin ardında yer alınca "Ne
var, babacığım?" diye sormuş. Babası da "Pekala kızım, ne öğren
din, bize ne diyeceksin bakalım?" demiş. Kız da "Ne mi söyleyece
ğim babacığımı? Ah! Allah taşlanası kötü şeytanı kahretsin! Ve aynı
şekilde iftiracıların belasını versin ve benim ve kocam Emir Ma
rufun yüzünü karaıtmak istemiş olan katran yüzlü vezirin de yüzü
nü karartsın!" diyerek yanıt vermiş. Şah da "Bu nasıl oluyor? Ve se
bebi nedir?" diye sormuş; kızı da "Nasıl oluyor da, Tanrı aşkına, ka
fana amcamın oğlu hakkında onur kırıcı şeyler yerleştirmek isteyen
bu kötü yürekli adama güveniyorsun?" deıniş. Ve bir an sustuktan
60
sonra, sanki nefretten boğuluyormuş gibi "Bil ki, gerçekte babacı
ğım, yeryü...-ünde Emir Maruf kadar namuslu, dürüst ve doğrucu
kimse yoktur. Tann 1.ı.:.1..1 lütuflarıyla donatsın! İşte senin yanından
ay.rıldığım andan başlayarak şunlar olup bitti: Gece olunca, sevgili
kocam daireme girdiğinde, hizmetimde bulunan hadımağası, gecik
mesi imkansız bir haberi olduğunu söyleyerek bizimle konuşmak is
tedi. Kendisini içeri aldık; elinde bir mektup vardı. Bize, bu mektu
bu ona, zengin giyimli on yabancı memluğun verdiğini, ayrıca bu
kimselerin efendileri Marufu görmeyi dilediklerini söyledi. Kocam
mektubu açıp okudu; sonra bana uzattı; ben de aynı şekilde oku
dum. Mektup, çoktandır sabırsızlıkla beklediğiniz büyük kervanın
başında bulunan kişiden geliyordu. Bu kervanbaşının buyruğu altın
da sefere eşlik etmek üzere, kapıda beklemekte olanlara benzer beş
yüz genç memluk bulunuyormuş; seferde bulundukları sırada, kötü
bir rastlantı sonucu yol kesen yağmacı bir Bedevi güruhuna çatmış
lar. Kervanın gelişinin gecikmesinin birinci nedeni buymuş. Bunlar
üzerinde galibiyet sağladıktan sonra birkaç gün sonra da, geceleyin,
çok daha kalabalık ve iyice silahlanmış bir başka Bedevi güruhunun
saldırısına uğramışlar. Bu çatışma sonunda kervandaki memluklar
dan ellisi öldürülmüş; iki yüz deve ile dört yüz değerli eşya yükü or
tadan yok olmuş.
Kocam bu müthiş haberi alınca, heyecan göstermekten uzak,
gülerek ve kapıda beklemekte olan kölelerden başkaca açıklama
beklemeksizin mektubu yırttı. Ve bana 'Yitip gitmiş olan bu dört
yüz balya ile iki yüz devenin ne önemi var? Olsa olsa kayıp dokuz
yüz bin altın dinardır. Gerçekte, bunun sözünü etmek bana yakış
maz. Ve özellikle sen bununla kafanı yorma, sevgilim! Bu konuda bi
zim için ortaya çıkan tek can sıkıcı şey, kervanın geri kalan bölümü
nün gelişini çabuklaştırmak için benim birkaç gün ortadan kaybol
mak zorunda kalacağımdır' dedi. Ve gülerek ayağa kalktı, beni bağ
rına bastı ve ayrılık gözyaşları dökmekte iken, benden izin aldı. Ye
niden gözyaşlarımı kurutup yüreğimi dinginleştirmemi tavsiye eder-
6]
ken, aşağı indi. Ben de yüreğimin çekirdeğinin gözden kayboluşunu
�
avluya açılan pencereden eğilerek izledim ve ona mektubu getiren
ay kadar güzel on genç memlukla görüştükten sonra sevgilimin bir
ata binerek onların başında, kervana ulaşmak üzere, saraydan çıktı
ğını gördüm" diye eklemiş.
Böyle konuştuktan sonra, çok ağlamış olan birisi gibi, şiddetle
sümkürmüş; ve ansızın öfke dolu bir sesle "Pekala, baba; söyle baka
yım bana, bu durumda sizin, bu katran yüzlü vezirin teşvikiyle bana
önerdiğiniz şekilde kocamla görüşmem uygun düşer miydi? Evet, o
zaman ne olurdu? Kocam bundan böyle beni ciddiye almaz, bana
karşı güvenini yitirir ve de beni sevmezdi; hatta haklı olarak ben
den nefret ederdi! Bütün bunlar senin vezirinin, şu sakallı felaketin
hakaret dolu tahminleri ve haksız şüpheleri yüzünden olacaktı!" di
ye eklemiş. Böylece konuştuktan sonra, sultan kız, perdenin ardın
da ayağa kalkmış, birçok gürültü kopararak ve kızgınlık belirtileri
göstererek çekip gitmiş. Şah da vezire doğru dönmüş ve ona "Ah,
köpoğlu! Gördün mü senin hatan yüzti.nden başımıza ne geldi? Valla
hi! Bilmiyorum, senin enini boyuna katmak için daha ne bekliyo
rum! Ama hadi neyse, sen bir kez daha damadım Maruf hakkında
kuşku göster! Seni ne beklediğini görürsün!" diye haykırmış. Ona
yandan yana kötü bir bakış fırlatmış ve Divan'ı terk etmiş. İşte onla
rın durumu böyleymiş.
Marufa gelince, onunki de şöyle! Sultan kızın babası olan şahın
başkenti olan Kaytan kentini terk ettikten sonra, boş vadilerde saat
lerce at sürmüş; cins atlan sürmeye alışkın olmadığından ve pabuç
tamirciliği ona, böyle şimdiki gib_i şahane bir atlı olacağı hakkında
hiçbir şey vaadetmediğinden, eli ayağı kırılarak büyük bir yorgun
luk duyma)? başlamış. Dahası, bu işin sonunun ne olacağını düşün
mekten kendini alamaması ve sultanın kızına gerçeği söylediğinden
dolayı duyduğu pişmanlık yüzünden de üzülüyormuş. Kendi kendi
ne "İşte şimdi, okşayışları, Kahire'deki o belalı Sıcak Tezek karıyı
unutturacak olan tereyağ yumuşaklığındaki karının kollarında sefa
62
sürecek yerde, yollarda serseri gibi dolaşmak durumuna indirgen
din! ...
63
yerek, kendi durumuna yanmış ve hasret üzerine umutsuz şiirler
okuyarak sıcak gözyaşları dökmüş. Böylece inleyerek aşk acılarını
kendi durumuna benzer hallerde söylenen tumturaklı sözlerle ifade
etmiş. Ve gün doğarken küçük bir köye ulaşmış. Bir tarlada iki ökü
zünü koştuğu sabanıyla çalışmakta olan bir fellah görmüş. Saraydan
ve kentten acele kaçışı sırasında yolculuk için yanına azık almayı
unuttuğundan, açlıktan ve susuzluktan içi kazınıyormuş. "Selam
üzerine olsun, ey şeyh!" diyerek fellaha yaklaşmış. Fellah da "Se
lam, Tanrı'nın rahmeti ve kutsamaları senin de üzerine olsun!" diye
rek selamını iade etmiş. Ve ·'Kuşkusuz, efendim, se!!, sultanın mem
luk.lan arasından bir memluk.sun, değil mi?" diye sormuş. Maruf da
"Evet" diye yanıt vermiş. Fellah "Hoş geldin, ey süt yüzlü; ve lütfen
atından in de benim konukseverliğimi kabul et!" demiş. Onun cö
mert bir kişi olduğunu hemen anlayan Maruf, yakında bulunan fa
kirhaneye bir göz atmış ve açlığını ve susuzluğunu giderecek bir şe
yin orada bulanamayacağını kavramış
Ve fellaha "Kardeşim, ben, senin evinde benim gibi acıkmış bir
konuğa sunabileceğin bir şey görmüyorum. Bu durumda senin çağrı
nı nasıl kabul edebilirim?" demiş. Fellah da "Tanrı'nın nimeti eksik
olmaz; her zaman hazırdır. Sen sadece atından in efendim ve Tann
adına, seni ağırlayıp konuk etmeme izin ver. Köy çok yakındır, ba
caklarımın tüm gücüyle oraya çabucak koşar, açlığını gidermen ve
memnun olman için ne gerekiyorsa alır getiririm! Atının beslenme
si için gerekli saman ve arpayı da sağlamakta kusur etmem!" diye
yanıt vermiş. Maruf, sıkılmış ve bu zavallı adamı rahatsız edip işin
den ayırmak istemediğinden, ona "Ama mademki köy çok yakındır,
kardeşim; ben atımı sürerek oraya çabucak ulaşır ve çarşıdan ken
dim ve atım için ne gerekli ise satın alabilirim" diye yanıt vermiş.
Ama, Tanrı yolundaki bir garibin, kendisine konukseverlik göster
meden gitmesine fellahın doğal cömertliği el vermediğinden, yeni
den söz alarak "Sen hangi çarşıdan söz ediyorsun, efendim? Bizimki
gibi evleri inek tezeğinden yapılmış sefil bir köyde çarşı mı ya da
64
uzaktan yakından çarşıya benzer şey mi olurmuş? Bizim burada alış
verişle ilişkimiz yoktur; ve herkes, elinde bulunanla geçinir gider.
Bundan dolayı beni minnettar etmen ve ruhuma ve yüreğime ferah
lık vermen için senden Tanrı ve kutsadığı Muhammet aşkına evime
inmeni rica ediyorum. Ben çabucak köye gider, gelirim!" demiş. O
zaman Maruf, ona acı ve sıkıntı vermeden bu zavallı fellahın önerisi
ni reddedemeyeceğini anlayarak atından inmiş ve gidip kulübenin
girişindeki kuru tezekler arasında oturmuş. O sırada fellah, köy doğ
rultusunda seğirtip bacaklarını rüzgara vererek uzaklarda gözden
kaybolmakta gecikmemiş.
Onun sağladığı yiyeceklerle geri dönmesini beklerken, Maruf
düşünmeye başlamış ve kendi kendine "Şu fakir kişi için bir sıkıntı
ve tedirginlik nedeni oldum. Ben de sefil bir pabuç tamircisi iken,
tıpkı onun gibiydim. Ama vallahi! Ona işini terk ettirerel-- neden ol
duğum zararı gücümün yettiği kadar gidermek isterim. Ve ilkin, şu
racıkta, onun yerine çalışarak işi sürdüreyim ve böy)ece benim için
yitirdiği zamanı ona kazandırayım!" demiş.
Ve o saat ve o anda ayağı kalkarak şahane memluk giysilerine
bürünmüş olarak, sabanı eline almış ve iki öküzü daha önce belirlen
miş olan iz doğrultusunda ileri sevketmiş. Ama henüz öküzler bir
kaç adım atmışken, sabanın demiri garip bir gürültüyle ansızın da
yatan bir şeye takılarak durmuş. Öküzler de ilerlemeye gayret ede
lim derken, ön ayaklarının üzerine düşüvermişler. Maruf, seslene
rek hayvanları yeniden ayağa kaldırmış ve dayanılan şeyi aşmak
üzere onları kamçılamış. Ama öküzler, boyunduruklarıyla müthiş
bir çekiş gücü harcadıkları halde, saban bir karış bile ilerlememiş;
kıyamet gününü bekler gibi toprağa saplanmış olarak kalmışlar. O
zaman Maruf, işin ne olduğunu incelemeye karar vermiş. Ve topra
ğı kaldırdıktan sonra, sabanın demirinin ucunun, işlenen toprağın
düzeyinde bulunan mermer bir levhanın üzerine iyice saptanmış kı
zıl bakırdan bir halkaya takıldığını görmüş. ...
Maruf merak ederek, bu mermer levhayı kıpırdatıp kaldırmak
65
istemiş ve onu kıpırdatmayı ve yerinden kaldırmayı başarmış. O za
man içeriye doğru bir mağaraya inen mermer basamaklar bulundu
ğunu görmüş. Bu yeraltı mağarası eşkenar dikdörtgen şeklindeki
bir hamam genişliğinde imiş. Maruf da "Bismillah!" diyerek bu ma
ğaraya inmiş ve bunun artlarda gelen dört salondan oluştuğunu gör
müş. Bu salondan ilki yerden tavana kadar yükselen altın paralarla
66
daha iyi koşıı}lar içinde bulunan dördüncüsünde, üzerinde bir li
mondan daha büyük olmayan billur bir çekmece bulunan abanoz
bir kaideden başka bir şey yokmuş.
Maruf bu küçük hazineyi buluşundan ötürü son kertede şaşıp
kalmış ve keyiflenmiş. Ama onu en çok şaşırtan, yeraltındaki büyük
salonda gözüne çarpan küçük billur çekmeceymiş. Böylece, ruhu
nun isterlerine daha fazla dayanamayarak hazinede bulunan tüm
öteki harikalardan daha çok ilgisini çekip aslında ön�msiz gibi du
ran bu çekmeceye uzanmış ve onu eline olarak kapağım açmış. Ora
da: kaşına kırmızı akik takılmış bir altın yüzük olduğunu ve akik
üzerine de ince ve karınca ayaklarına benzer biçimde tılsımlı yazılar
yazılı bulunduğunu görmüş. Maruf, kendiliğinden oluşan bir hare
ketle, bu yüzüğü parmağına geçirmiş ve çevirerek yerli yerine oturt
muş.
Ve birdenbire yüzüğün kaşından "Buyruğun başım üstüne!
Buyruğun nedir? Lütfen beni daha fazla ovuşturma! Emir buyur,
itaat göreceksin! Ne diliyorsan söyle! Söyle yıkayım mı, yapayım
mı? Hangi şah ve sultam öldüreyim; yoksa huzuruna mı getireyim
onları; tüm bir şehri inşa mı edeyim, yoksa bütün bir ülkeyi ortadan
mı kaldırayım? Bir diyarı çiçeklerle mi örteyim, yoksa yakıp yıka
yım mı; bir dağı yerle bir ıni edeyim, bir denizi mi kurutayım? Ko
nuş, dile! Arzunu bildir! Ama lütfen beni böyle sert ovuşturma, efen
dim! Ben, ecinnilerin efendisi; ama geceyle gündüzün yaradanının
buyruğuyla, senin kölenim?" diyen güçlü bir ses duyulmuş. İlkin bu
sesin nereden geldiğini pek kavrayamayan Maruf sonunda parmağı
na taktığı yüzüğün kaşından geldiğini anlamış ve kızıl akiğin içinde
bulunan kişiye seslenerek "Ey Efendimizin yaratığı, sen kimsin?"
demiş. Akikteki ses de "Ben bu yüzüğün kölesi, ecinni Mutluluklar
Babası'yım. Bu yüzüğe sahip olanın buyruklarını körü körüne yeri
ne getiririm. Benim için imkansızlık yoktur. Çünkü ben, yetmiş iki
ifrit, şeytan, aun ve meret kabilesinin en yüce başkanıyım. Ve bu ka
bilelerin her biri, fillerden daha güçlü ve civadan daha kıvrak, gücü-
67
ne dayanılmaz on iki bin yiğitten oluşmuştur. Ama, sana söylediğim
gibi, ben de, kendimce, bu yüzüğün kölesiyim; ve gücüm ne kadar
büyük olsa da, onu taşıyana, anasına itaat eden bir çocuk gibi, itaat
ederim. Bununla birlikte, yüzüğün kaşını bir kez değil de iki kez
ovuşturmak bahtsızlığına uğrarsan, yüzük üzerinde yazılı korkunç
adların ateşi içinde yanar kül olurum. Ve beni dönüşü olmaz şekilde
yitirirsin" diye yanıt vermiş...
"Bununla birlikte, yüzüğün kaşını bir kez değil de, iki kez ovuş
turmak bahtsızlığına uğrarsan, yüzük üzerinde yazılı korkunç adla
rın ateşi içinde yanar kül olurum. Ve beni dönüşü olmaz şekilde yiti
rirsin" diye yanıt vermiş.
Maruf da, bunu işitince, akiğin ifritine "Ey yüce ve güçlü Mutlu
luklar Babası, bil ki söylediklerini belleğimin en güvenilir yerine
yerleştirdim. Ama, başlangıç için, bana, seni bu akiğin içine kimin
hapsettiğini ve seni yüzüğün sahibinin gücüne boyun eğdirdiğini
söyleyebilir misin?" demiş. Ecinni de kaşın içinden "Bil ki, ya seydi,
içinde bulunduğumuz bu yer, şimdi harabe halinde olan ünlü Sütun
lu İrem kentinin kurucusu Ad'ın oğlu Şaddat'ın kadim hazinesidir.
Ve şimdi senin elinde bulunan, senin bulduğun billurun içinde saklı
olup senin bulup çıkardığın yüzük, kesinlikle onun yüzüğüdür" diye
yanıt vermiş.
Kahire'deki Kızıl Sokak'ın eski pabuç tamircisi, şimdi bu yüzü
ğe sahip olmakla Nemrut kartalının ömrüne denk ömür yaşamış yi-
68
ğit ve mağrur Şaddat'ın ardıllarının en doğal mirasçısı sayılan Ma
ruf, gecikmeksizin, yüzüğün kaşındaki harika erdemleri denemek
istemiş. Ve akiğin içinde bulunan ifrite "Ey yüzüğün kölesi, burada
gizlenmiş bulunan defineyi yeraltından çıkarıp yeryüzüne, gün ışığı
na ulaştırabilir misin?" demiş. Mutluluklar Babası'mn sesi "Hiç kuş-
kun olmasın, bu benim için en kolay şeydir!" diye yanıtlamış. Maruf
da ona "Madem ki öyledir, benden sonra gelecek olana izini bile gös
termeyecek şekilde, hiçbir şey bırakmayarak, burada zenginlik ve
servetten yana ne varsa dışarı çıkarmam emrediyorum" demiş. Ses
de "İşittim ve itaat ediyorum" diye yanıtlamış. Sonra "Hey küçük oğ
lanlar" diye haykırmış.
l
/"
,,...
'
·'
-· ,... .,_
;
··-
'-·
( ..
\.
\
70
bitirince, yeniden gittikçe daha fazla hayranlığı artan Marufa saygı
lannı sunmaya gelmişler, sonra geldikleri gibi kaybolmuşlar.
O zaman Maruf, memnunluğun sinınnda, akiğin içindeki ecin
niye dönmüş ve ona "Çok güzel. Şimdi bu hazineleri Suhatan Ülkesi
nin Kaytan kentine taşımak üzere katırlar, katırcılar ve sandıklar
ve devecileriyle birlikte develer istiyorum" demiş. Yüzüğün kaşında
kapalı bulunan köle "Buyruğun olur! Bunun yapılması kadar kolay
şey yoktur" diye yanıt vermiş. Ve büyük bir haykınş koparmış, o an
da katırlar ve katırcılar, develer ve deveciler, sandıklar, sepetler ve
görkemli biçimde giyinmiş altı yüz adet aylar gibi güzel memluk be
lirmiş.1 Ve göz açıp geçinceye kadar süren bir zamanda bunlar, hay
vanlara, daha önce sandık ve sepetlere doldurduklan altın ve ceva
hiri yüklemişler; ve hepsini düzgün bir biçimde dizmişler. Genç
memluklar da güzel atlarına binmiş ve aralıklı olarak kervanı çevre
lemişler.
Eski pabuç tamircisi, o zaman, yüzüğün kölesine "Ey Mutluluk
lar Babası, şimdi senden Suriye'nin, Mısır'ın, Yunanistan'ın, İyon
ya'nın, Hint'in ve Çin'in ipekleri ve değerli kumaşlanyla yüklü bin
hayvan sağlamanı istiyorum" demiş. Ecinni de işitip itaat ettiği yanı
tını vermiş. Hemen, sözü edilen şeyler yüklenmiş bin at ve deve Ma
rufun önünde belirmiş ve kendiliklerinden düzgün bir dizi oluştura
rak ötekiler gibi görkemli giyinmiş ve ata binmiş olan memluklar ta
rafından kervana katılmış. Maruf memnun olmuş ve yüzüğün içinde
saklı ecinniye "Şimdi, yola koyulmadan önce, yemek yemek ister
dim. Benim için şuraya bir ipek çadır kur ve seçkin yemeklerle dolu
tepsiler ve serin içecekler getir" demiş. Bu istekleri hemen oracıkta
yerine getirilmiş.
Maruf, çadıra girmiş ve utm da iyi yürekli fellahın köyden dön
düğü sırada tepsilerin önüne oturmuş. Zavallı, başında ze�inyağlı
1 Mardıus"te bu sayı "Her türden altıyüz adet" olarak ifade edilmiş. Biz Mathers'in verdiği sa
yıya itibar ettik. (Ç.)
71
mercimek dolu çanak, sol kolunun altında esmer ekmek ve soğan
lar, sağ kolunun altında içi at yesin diye bir ölçek yulafla dolu bir tor
ba olduğu halde çıkagelmiş. Ve evinin öndeki akla durgunluk veren
kervanı; kimileri kollarım kavuşturmuş, arkada beklemekte iken,
kimileri de hizmet etmek için çırpınan hizmetkarların yöresini sar
mış olduğu ve içinde Marufun oturmakta bulunduğu ipek çadırı
görmüş. Son kertede heyecanlanarak kendi kendine "Kuşku yok ki,
ben burada yokken, ilkin gördüğüm memluğun sultam buraya ulaş
mış olacak! İki tavuğumu boğazlayıp ineğin yağıyla acele bir yemek
hazırlamayı düşünmeyişim çok hatalı olmuş!" diye düşünmüş. Ve
geç kalmış olmasına karşın bunu yapmaya karar vermiş; ve tutup
boğazlamak ve yağda kızartıp sultana sunmak üzere iki tavuğa doğ
ru yönelmiş...
Demzş ki:
72
da gördüğüm bir fakirse, ben neyim öyleyse?" demiş. Ve ona "Sana
konukseverlik yemeği getirdim efendim, atına da biraz yem! Ama
benim bilmezliğimi bağışla! Senin sultan olduğunu bilseydim, senin
onuruna elimdeki iki tavuğu boğazlayıp onları sana inek yağıyla kı
zartarak sunardım. Ama sefalet insanı kör ediyor ve tüm kavrayışı
nı ortadan kaldırıyor" diye yanıt vermiş. Ve utancın ve şaşkınlığın sı
nırında başını önüne eğmiş. Maruf da, bu sözleri duyunca, bu fella
hınkine benzer, hatta bundan da beter olan eski sefil durumunu ha
tırlayıp ağlamaya başlamış. Bol bol dökülen gözyaşları sakallarının
telleri arasından süzülüp tabakların üzerine düşmüş. Ve de fellaha
"Kardeşim, yüreğini ferah tut, ben sultan değilim, sadece onun da
madıyım. Sultanla aramızda doğan bazı güçlüklerden dolayı sarayı
terk etmiştim. Ama ardımdan bütün bu hizmetkarları ve armağan
ları göndererek, amcam, benimle uzlaşmak istediğini kanıtlamak is
temiş. Bundan dolayı, daha fazla oyalanmadan geldiğim yere dön
mek zorundayım. Beni tanımaksızın o denli iyilik yapmak isteyen
sana gelince, kardeşim; bil ki, kurak bir toprağa tohum savurmuş
değilsin!" demiş.
Ve fellahı sağ yanında oturmaya zorlamış ve ona "Bu tepsilerde
gördüğün tüm bu yiyeceklere karşın, sana Tanrı adına yemin ede
rim ki, ben senin mercimek yemeğini yiyecek ve bu esmer ekmekle
soğandan başka şeye dokunmayacağım" demiş. Hizmetkarlarına da
fellah için görkemli yemekler hazırlamalarım emretmiş; ve kendisi,
çanaktaki mercimekten, esmer ekmekten ve soğanlardan başka bir
şey yememiş. Ve kokusu beynini saran bunca nefis yemeği ve bakış
larını büyüleyen bunca renkliliği gören zavallı fellahın şaşkınlığını
izleyerek içi ferahlamış ve sevinmiş.
Yemek yenilip bitince, hayırlarından dolayı Nasip Dağıtıcı'ya
şükürler edilmiş; Maruf da ayağa kalkıp fellahın elinden tutarak,
onu çadırdan çıkarıp kervanın yanına götürmüş. Ve onu her yükten
ayrı ayrı mallar seçmeye zorladığı gibi, bir çift deve ve bir çift katır
verıniş. Sonra da "Bunlar senin malın olacak kardeşim. Bundan baş-
73
ka, sana içindeki her şeyle birlikte bu çadırı bırakıyorum" demiş.
Ve karşı çıkmalarına ve minnettarlığını ifade etmesine izin vermeye
rek ondan izin almış; ve onu bir kez daha öptükten sonra atına binip
kervanın başına geçmiş; ve şimşekten daha hızlı bir haberciyi, gelişi
ni şaha bildirmek üzere, kente öncü olarak gönderdikten sonra yola
koyulmuş.
Marufun habercisi tam da vezir sultana "Artık kendini kandır
ma, efendim ve sultan kızının, kocasının gidişi hakkındaki sözlerine
inanma! Çünkü başım üzerine yemin ederim ki, Emir Maruf, mev
cut olmayan bir kervanın gelişini çabuklaştırmak için değil, senin
haklı öfkenden çekinerek buradan kaçıp gitti. Yaşamının kutsal gün
leri adına yemin ederim ki, bu adam bir yalancıdan, bir hilebazdan
ve bir sahtekardan başka bir şey değildir" dediği sırada saraya gel
miş. Ve şah, neredeyse bu sözlerini duyarak ona yan yarıya inan
mış, gerekli yanıtı vermek üzere iken, haberci içeri girmiş ve yerle
re kapanarak şahı selamladıktan sonra, ona "Ey zamanın şahı, huzu
runa haberci olarak geldim. Benim hemen ardımdan efendim, güç
lü ve cömert yiğit damadın Marufun gelmekte olduğuna dair hayır
lı haberler getirdim. Kendisi bir kervanın başında bulunduğundan
yüklü bulunan görkemli ağırlık dolayısıyla benim kadar hızlı gele
medi" demiş. Ve böyle konuştuktan sonra, genç memluk, şahın
önünde yeniden yeri öpmüş ve geldiği gibi oradan ayrılmış.
O zaman şah, mutluluğun sınırında, ama vezirine karşı öfke do
lu, ondan yana dönmüş ve kendisine "Allah yüzünü karartsın ve onu
ruhun kadar karanlık yapsın! Ve de damadımın yüceliğine ve güçlü
lüğüne kesin olarak inanasıya kadar gösterdiğin yalancılık ve
ikiyüzlülükten utandırmak için sakalının belasını versin ey hain!"
demiş. Vezir de, şaşkına dönerek ve artık her türlü düşünce ileri
sürmeyi terk ederek, tek bir söz söyleyecek gücü bulmaksızın, efen
disinin ayaklarına kapanmış. Şah onu o durumda bırakmış ve çıkıp
kentin süslenmesi ve bayraklarla donatılması ve de herkesin gidip
74
mevkip halinde damadını karşılamak üzere hazırlanması için emir
vermiş.
Bunu izleyerek kızının dairesine gitmiş ve ona hayırlı haberi
vermiş. Sultan kızı da, kendi kafasından uydurduğunu sandığı bir
kervanın başında kocasının gelişinden söz eden babasını duyunca
şaşkınlığın ve sarsılmanın sınırına ulaşmış. Ne diyeceğini ya da ne
yanıt vereceğini bilememiş ve kocasının sultanla bir kez daha dalga
mı geçtiğini; ya da geceleyin ona bir fakirlik öyküsü anlatarak ger
çek duygularını denemek üzere kendisiyle alay mı ettiğini kendi
kendine sormuş. Ama, ne olursa olsun, kuşkularını ve şaşkınlığım
sadece kendine saklayarak işin ne olabileceğini görmeyi yeğ tut
muş. Ve babasına karşı memnunluk sa�};ıir yüzle görünmekle ye
tinmiş. Şah da onun yanından ayrılarak Marufu karşılamaya gide
cek mevkibin başında yer almaya koyulmuş.
Ama, bu arada, en fazla şaşkınlığa düşen ve allak bullak olan,
kuşkusuz, Marufun servetinin neye dayandığını hiç kimsenin bile
meyeceği kadar bilen eski arkadaşı, o harika tacir Ali olmuş. Ve de
kentin bayraklarla donatıldığını ve şenlik hazırlıklarına başlandığı
nı ve kentin dışına çıkmakta olan şahane mevkibi görünce, gelip ge
çenlere, bütün bunların nedenini sormuş. Kendisine "Nasıl, şahın
damadı Emir Marufun görkemli bir kervanın başında geri dönmek
te olduğunu sen bilmiyor musun?" yanıtını vermişler. Marufun dos
tu ellerini birbirine çarpmış ve kendi kendine "Eskicinin bu hilebaz
lık haberi de ne demek oluyor? Ne zamandan beri pabuç tamiriyle
dostum Maruf bir kervanın sahibi ve sürücüsü olmuş bulunuyor, Al
lah aşkına? Ama Tanrı Güçlüler Güçlüsü'dür ...
75
Ama Dokuz Yüz AJ.tmış Dokuzuncu Gece Olunca
Demiş ki:
76
muş. Ve başlangıç olarak, ilkin altın, mücevherat, inciler ve değerli
taşlarla dolu kasaların getirilmesini ve şahin hazinelerinde boşal
mış bulunan dolapların ve torbaların bunlarla doldurulmasını; son
ra da geri kalan ve değerli kumaşlar ve ipekliler içeren yüklerin ken
disine getirilmesini buyurmuş. Buyrukları noktası noktasına yerine
getirilmiş. O da kendi huzurunda birbiri ardından sandıkları ve yük-
leri açtırın� ve eliaçıklıkla, sarayın ileri gelenlerine ve eşlerine hari
ka kumaşla�,\ncileri ve değerli taşları dağıtmaya ve Divan üyeleri
ne, tanıdığı tacirlere ve de fakir ve düşkünlere büyük bağışlarda bu
lunmaya başlamış. Bunların bir kalburdan süzülen su gibi yitip git
tiklerini gören şahın yalvarıp yakarmalarına karşın, kervanın taşıdı
ğı her şeyi dağıtmadıkça ayağa kalkmamış. Savurduğu en küçük
miktar, bir veya iki avuç dolusu altın, zümrüt, inci ya da yakutmuş.
O bunları dolu ellerle fırlatırken şah, müthiş azap duyuyor ve acı
dan yüzünü buruşturuyor ve her savuruşunu "Yeter oğlum, yeter!
Bize bir şey kalmayacak!" feryadıyla karşılıyormuş. Ama Maruf, gü
lerek, her seferinde "Canın sağ olsun! Korkun olmasın! Çünkü elim
de bitip tükenmez bir varlık var!" yanıtını veriyormuş.
İşler böyle sürüp giderken, vezir gelip şaha hazine dolaplarının
tavana kadar doldurulmuş olduğunu artık orada boş bir yer kalma
dığını bildirmiş. Şah da ona "Pekala. Başka bir salon daha bul, onu
da bir önceki gibi doldur!" demiş. Maruf, ona bakmaksızın "Yapabi
lirsin!" demiş. Ve "Üçüncü ve bir dördüncü salonu bile doldurabilir
sin! Hatta şah karşı koymazsa, sarayın tüm salonlarını benim için
hiçbir değeri olmayan bütün bu şeylerle doldurabilirim!" demiş.
Şah da bütün bunların bir rüyada mı geçmekte olduğunu yoksa uya
nık mı bulunduğunu bilememiş. Şaşkınlığın o denli sınırındaymış.
Vezir de Marufun getirdiği hazinelerle daha bir iki salon doldur
mak üzere oradan ayrılmış.
Marufa gelince, daha önce bildirmiş olduğu her şeyi kanıtla
yan bu ön girişimler tamamlandıktan, hatta fazlasını yaptıktan son
ra, dağıtım toplantısını terk ederek genç karısının yanına gitmiş.
Sultanın kızı da onu görünce, yanına yaklaşmış, gözleri sevinç dolu,
:,tini öpmüş ve ona "Kuşkusuz, ey amcamın oğlu, eski fakirliğinin ve
uğursuz karın Sıcak Tezek Fatıma'nın öyküsünü anlatarak benim
katkımla neşelenmek ve benimle alay etmek ya da sevgimi denetle
mek istedin. Ama Yüceler Yücesi Tanrı'ya şükürler olsun ki, senin
hakkında herhangi bir aykırı davranıştan beni alıkoydu, efendim;
78
yoksa ne yapardım bilmem!" demiş. Maruf da onu öpmüş ve ona ge
rekli yanıtı vermiş ve kendisine göz kamaştıran bir giysi ve her biri
güvercin yumurtası iriliğinde kırk yetim incisinden 1 oluşmuş on dizi
lik bir gerdanlık ve sihirbazların işlediği bilezik ve halhallar vermiş.
Sultanın kızı bütün bu güzel şeyleri görünce büyük bir zevk duymuş
ve"Kuşkusuz, bu güzel giysiyi ve bu süs takılarım sadece şenlik gün
leri için saklayacağım!" diye haykırmış. Maruf da gülerek ona "Sevgi
li, bununla kafanı yorma! Sana her gün y�ni urbalar ve yeni takılar
vereceğim; yeter ki dolaplarında alacak yer bulunsun ve· çekmecele
rin ağzına kadar dolmuş olmasın!" demiş. Bunun üzerine, sabaha ka
dar, her zaman yaptıkları şeyi yapilll§lar.
Sabahleyin henüz cibinlikten çıkmamışlarken, içeri girme izni
isteyen şahın sesin?duy:nıuşlar. Maruf çabucak yataktan kalkıp ona
kapı açmaya koşmuş ve onu alt üst olmuş, yüzü ·sapsarı ve görünü
mü korkunç halde görmüş. İhtiyatla onu içeri almış, divana oturt
muş; kızı da bu beklenmedik ziyaretten ve babasının halinden heye
canlanarak yataktan kalkmış ve çabucak onu yatıştırmak için gülsu
ları serpmiş ve konuşacak hale getirmiş. Sonunda konuşabilen şah,
Marufa "Oğlum, ne yazık ki, sana kötü bir haber getirdim! Başına
gelen felaketten haberin olsun diye onu sana açıklamam gerek!
Ama açıklasam mı, açıklamasam mı?" demiş. Maruf da "Açıklamalı
sın, tabii!" diye yanıt vermiş. Şah "Pekala, bil ki ey oğlum, hizmet
karlarım ve muhafızlarım, şaşkınlığın sınırında, gelip bana, senin
iki bin memluğunun, kervancılarının, develerinin ve katırlarının bu
gece bir anda ortadan yok olduğunu ve kimsenin onları giderken
görmediğini ve hiçbir ayak izinin de bulunamadığını söylediler. Bir
daldan uçan kuş bile bütün bu kervanın yollarımızda bıraktığından
daha fazla iz bırakır. Bu yokoluş senin için çaresiz bir kayıp olduğun
dan, öylesine çarpıldım ki, hala etkisi altındayım" demiş.
1 'Yetim İnci.si lperle orpheline): İstridye oluşurken dış etkilerle bozulmamış. saf ve kusursuz
inci (Ç.)
79
Maruf onun bu sözlerini işitince, ansızın gülmeye başlamış ve
"Ey amca, ruhunu yatıştır. Çünkü kervancılarımın ve hayvanları
mın yitişi, benim için denizdeki bir damla su kadar bile önem taşımı
yor. Çünkü, bugün, yarın, yarından sonra ve daha sonraki günlerde
olacağı gibi, tek bir dilekle, tüm Kaytan kentinin içine sığabilecek
80
Akşam olunca, şah, damadı Maruf ve veziriyle içki sinisinin ba
şında buluşmuş. Bardaklar elden ele dolaşmış. Ve Marufun gırtlağı
dipsiz bir testiye dönüşmüş. Durumu da acınır hale gelmiş. Ve dili
değirmen kanadı gibi dönmeye başlamış...
81
miş. Vezir de, gözleri alev alev yanarak yüzüğü eline almış ve Ma
rufun kendisine tanımladığı gibi başım sürtmüş.
Hemencecik akikten yükselen bir ses "İşte karşındayım! Kar
şındayım işte! Emir buyur, itaat edeyim! Bir kenti harap etmemi mi
bir başkent inşa etmemi mi ya da bir şahı öldürmemi mi istiyor
sun?" demiş. Vezir de "Ey yüzüğün hizmet.kan, bu pezevenk şahı ve
onun damadı Marufu, yoksulluktan ve yoksunluktan ölsünler diye
susuz bir çöle at" demiş. O anda, şah ve Maruf, bir saman çöpü gibi
havaya kaldırılmış ve baştan aşağı korkunç çorak bir çöle götürül
müş; burası kızıl ölümün ve kıraçlığın yerleşmiş olduğu susuzluk ve
açlık çölüymüş. İşte onların durumu böyleymiş.
Vezire gelince, çabucak Divan'ı toplamış ve ileri gelenlere,
emirlere ve soylulara uyrukların mutluluğu ve Devlet'in selameti
için şahla en kötü türden bir sahtekar olan damadı Marufun uzakla
ra sürgün edilmelerinin gerektiğini ve kendisini ülkenin hakimi kıl
dığım açıklamış. Ve de "Dahası, duıumun bu yönde oluştuğunu ve
beni yasal hükümdar olduğumu kabul etmekte kararsızlık gösteren
ler olursa, edindiğim yeni güçle, o anda bunları kızıl ölümün ve su
suzluğun en uzak çölündeki eski efendilerinin ve pezevenk damadı
nın yanlarına göndereceğim" diye eklemiş.
Böylece orada hazır bulunanların hepsine, kendilerine karşın,
sadakat yemini ettirmiş ve işten almak istediklerini işten almış ve
yeniden atamalar yapmış. Sonra da sultanın kızına "Beni kabule ha
zırlan, çünkü sana karşı büyük bir arzu duyuyorum" diye haber yol
lamış. Tıpkı öbürleri gibi, olup biteni öğrenmiş bulunan sultanın kı
zı da, hadımağasıyla, kendisine "Kuşkusuz! Seni memnunlukla ka
bul ederim; ama şu anda, kadınlar ve genç kızlar için doğal bir şey
olan ay halini görmekteyim. Ama tüm kirliliklerden arınınca seni
kabul edeceğim" yanıtım göndermiş. Ama vezir, ona "Ben hiçbir ge
cikme istemiyorum, ne ay hali bilirim ne de yıl hali. Ve de hemen se
ni görmek istiyorum" haberini ulaştırmış. O zaman kız da "Peki öy
leyse, gel, hemen beni bul!" yanıtını yollamış.
82
Olabildiğince şahane bir şekilde giyinmiş, süslenip kokular sü
rünmüş. Ve bir saatlik bir zaman geçtikten sonra, vezir dairesine gi
rince, onu memnun ve sevinçli bir çehreyle karşılayarak kendisine
"Benim için ne büyük bir onurdur! Bu gece ne büyük bir mutluluk
gecesi olacak!" demiş. Ve ona, bu hainin yüreğini çalmayı amaçla
yan gözlerle bakmış. Vezir onun çabucak soyunmasını istediğinden,
83
ye yanıtlamış. Kız "Utanç üzerime olsun! Bu ne onursuzluk! Beni se
ninle birlikte gelen bu adamın gözleri önünde niçin soymak istiyor
sun?" demiş. Vezir de sağına soluna bakınarak "Kimmiş benimle bir
likte gelen kişi? Hani nerede?" diyerek ona yanıt vermiş. Sultan
"Parmağında taşıdığın yüzüğün kaşındaki adam!" demiş. Vezir de
"Vallahi, doğru söylüyorsun. Ben bunu düşünmedim. Ama, ya sitti,
bu bir ademoğlu, bir insan varlığı değil ki! Yüzüğün hizmetkarı olan
bir ifrit bu!" diye yanıt vermiş. Ama korku dolu olan sultanın kızı,
başını yastıkların altında saklayarak "Bir ifrit mi, aman yarabbi!
Ben ifritlerden çok korkarım! Ah, lütfen onu buradan uzaklaştır!
Korkuyor ve utanıyorum ben ondan!" diye haykırmış. Vezir de onu
yatıştırmak ve ondan beklediklerine bir an önce kavuşmak için, yü
züğü parmağından çıkarıp yatağın yastığı altına saklamış. Sonra
kendinden geçmenin sınırında kıza yaklaşmış.
Sultan kız da, onun yaklaşmasına izin vermiş ve ansızın karnı
nın altına öyle şiddetli bir tekme sav urmuş ki, vezir tepetaklak yere
yuvarlanmış. Kız da çabucak yüzüğü eline geçirip kaşını ovuştur
muş ve akiğin ifritine "Hemen şu domuzu yakala, onu sarayın altın
daki zindana at! Sonra, gecikmeksizin, babam kocamı, götürdüğün
çölde bul ve onları sağ salim, incitmeden ve iyi durumda buraya ge
tir!" demiş...
84
Vezir hemen bir çaput toparlanır gibi toparlanıp sarayın zinda
nına atılmış. Çok kısa bir zaman içinde şahla Maruf, şah korkular
içinde, Maruf esrikliğinden yeni ayılmış bir halde sultan kızının oda
sına getirilmiş. Kız onları tanımlanamaz bir sevinçle karşılamış; bu
acele gidiş gelişlerin ikisini de iyice acıktırmış ve susatmış olduğunu
görerek ilkin onlara yiyip içecek bir şeyler vermekle işe girişmiş.
Bu sırada, onlara, başından geçenleri ve haini nasıl hapsettiğini an
latmış. Şah da " Onu vakit geçirmeden kazığa oturtup yakalım!" diye
haykırmış. Maruf da "Bunda bir uygunsuzluk yok!" demiş. Sonra da
karısına doğru dönüp ona "Ama sevgili�, ilkin bana yüzüğümü
ver!" demiş. Sultan kızı "Ah! bunu benden isteme! Mademki onu
elinde tutmayı bilemedin, bundan böyle onu ben saklayacağım, çün
kü yeniden yitireceğinden korkarım" diye yanıt vermiş. O da "Pek
ala! Böylesi doğrudur" demiş.
O zaman sarayın kapısının karşısındaki meydanda kazık hazır
lanmış ve birikmiş olan halkın önünde vezir kazığa oturtulmuş. Ge
reç vezirin içine işlerken, darağacının altında büyük bir ateş hazır
lanmış. Böylece, hain kazığa oturtulup yakılarak öldürülmüş. İşte
onun sonu böyleymiş. Şah da sultanlık gücünü Maruf ile bölüşmüş
ve onu tahtının tek mirasçısı tayin etmiş. Yüzük o günden sonra, ko
casından daha tedbirli ve uyanık olan sultan kızının parmağında kal
mış ve kız onu dikkatle korumuş. Maruf da onun eşliğinde, refahın
ve mutluluğun sınırında yaşamış.
Bir gece, sultan kızla her zamanki işi gördükten sonra ve uyu
mak üzere kendi dairesine çekildiği sırada, ansızın yatağının için
den bir kocakarı fırlamış; elini tehdit savurur bir edayla kaldırarak
onun üzerine atılmış. Maruf ona bakınca ve korkunç çenesini, uzun
dişlerini ve kapkara çirkinliğini görünce, onun kişiliğinde uğursuz
kansı Tezek Fatıma'yı tanımış. Daha bu korkunç gözlemi tamamla
yamadan, darbe üstüne darbe alarak, çınlayan iki tokatla iki dişi ye
niden kırılmış. Kadın ona "Sen nerelerdeydin, ey Allah'ın belası?
Ve bana haber vermeden ve benden izin almadan Kahire'deki evi-
85
mizi terk etmeye nasıl cesaret ettin? Ah! Köpoğlu, şimdi seni yakala
dım!" diye haykırmış. Maruf da, korkunun sınırına ulaşarak ansı
zın, tacı başında, ardında şahane giysilerini sürükleyerek sultan kı
zının dairesine doğru koşmaya başlamış; bir yandan da "İmdat! Aki
ğin ifriti bana yardım et!" diye haykırıyormuş. Ve bir deli gibi sultan
kızın dairesine dalıp ayaklarının ucuna heyecandan baygın düşmüş.
Sultan'ın kızı, Marufa, yüzüne gülsulan dökerek özen gösterip
dururken, korkunç cadaloz; Mısır ülkesinden birlikte getirdiği bir
sopayı tutarak baskın halinde içeri girmiş. Ve "Nerede o ha)'laz, o zi
na çocuğu?" diye haykırmış. Sultan kız da, katran suratı görünce,
akiği ovalayacak zamanı ancak bulmuş ve ifrit Mutluluklar Baba
sı'na ivedi bir buyruk vermiş. Ve o anda, korkunç Fatıma, sanki
kırk elle tutulmuşçasına, yerinden kıpırdayamaz olmuş, içeri girer
ken takındığı tehdit edici durumda donmuş kalmış.
Maruf da duyarlığını yeniden kazanarak eski karısını bu kımıl
tısız durumda görmüş; bir korku feryadı kopararak yeniden baygın
düşmüş. Tanrı'nın bilgelikle donattığı sultan kız da, önünde güçsüz
bir tehdit halinde donup kalmış bulunan kişinin, Marufun pabuç ta
mircisi olduğu yıllarda, Kahire'de ilk eşi olmuş bulunan Fatıma ca
dalozu olduğunu anlamış. Ve Marufu bu uğursuzun olası kötülükle
rinden korumak için, yüzüğü ovuşturup akiğin ifritine yeni bir buy
ruk vermiş. Birdenbire cadaloz kaldırılmış ve bahçeye götürülmüş.
Ve orada büyük bir demir zincirle, tıpkı evcilleştirilemeyen bir ayı
bağlanır gibi, büyük bir keçi boynuzu ağacına bağlanmış. Doğasını
değiştirinceye ya da ölünceye kadar orada kalmış. İşte onun duru
mu böyleymiş. Marufa ve karısı sultan kızına gelince, o zamandan
sonra yetkin zevkler içinde, ruhların ayırıcısı, mutlulukların kahre
dicisi, mezarların inşacısı kaçınılmaz ölüm onlara ulaşıncaya kadar
yıllar boyunca yaşamışlar.
Varlığı sonsuzluk ülkesinde, ölümün de, yaşamın da üzerinde
sürüp giden Tek Ölümsüz'e övgüler olsun!
86
Bunu izleyerek Şehrazat, aynı gece, kendisini henüz yorgunlu
. ğun kuşatmadığını ve şahın da dinlemeye hazır bulunduğunu anlaya
rak "Bilgiye ve TariheAçılan Pencereler"den bakan genç zenginin aşa
ğıdaki öyküsünü anlatmaya başlamış. Demiş ki:
BİLGİYE VE TARİHE
AÇILAN PENCERELER
87
erdeme sahip olmak gerekli değildir. Ama mahlukatın efendisine
kokusu hoş gelen başka bir cömertlik daha vardır; bu da, yavrum,
gönül cömertliğidir. Çünkü ruhunun servetini bilgiden yoksun olan
lara dağıtmak, en övgüye değer davranıştır. Bu türden bir serveti
dağıtmak için yüce bilgilerle ruhu donatmak gereklidir. Bu yolda
vurgulanmış bir ruha sahip olmak için elimizde tek bir yol vardır:
Çok bilgili kişilerin yazılarını okumak ve bu yazılar üzerinde düşün
ce üretmek! Dolayısıyla, ey dostum Abdurrahman'ın oğlu, ruhunu
eğit ve ruh yolunda cömert ol. Benim görüşüm budur, vesselam!" de
miş.
Zengin genç de, şeyhten tamamlayıcı bilgiler vermesini iste
miş. Ama şeyhin ona söyleyecek başka şeyi yokmuş. O da, sıkı sıkı
ya uygulamaya koymak üzere bu nasihatı alarak oradan ayrılmış ve
kendini esinlenmesine terk ederek sahaflar çarşısına yollanmış,
Hristiyan Rumların El-İskenderiye'de Amr İbn el-As'a girişleri sı
rasında yak.tıklan kitap sarrafından arta kalan kitaplara sahip bulu
nanlar da dahil bütün kitap tacirlerini toplamış. Ve onlara, ellerin
de bulunan değerli tüm kitapları evine getirmeleri için talimat ver
miş. Hiçbir pazarlık yapmadan ve karamsarlık göstermeden kendi
lerine dileklerinden fazla ödemede bulunmuş. Ama bu satın alma
lardan tam anlamıyla doyum sağlamamış. Kahire'ye, Şam'a ve Bağ
dat'a; İran'a, Mağrip'e, Hindistan'a, hatta Rum diyarlarına da, bu
ülkelerin en ünlü kitaplarını, asla cimrilik göstermeksizin, satın al
mak üzere özel görevliler göndermiş. Bu görevliler, belli bir sürenin
sonunda, bir biri ardından geri dönmüş ve beraberlerinde değerli el
yazmalarıyla dolu denkler getirmişler. Delikanlı bütün bu kitapları
bu maksatla yaptırdığı şahane bir kitaplıkta sıraya koymuş ve ana
kapısının giriş bölümüne sade sözcükler olarak, mavi ve tezhipli iri
harflerle "Kitap Konağı" ibaresini yazdırmış. Bu iş bitince, delikanlı
çalışmaya koyulmuş.
88
Ama Dokuz Yüz Yetmiş İkinci Gece Olunca
Demiş ki:
89
}erinden hiçbir yarar sağlayamaz. Ama ruhlarının pekiştirilmesi yo
lunda cömertlik gösterenler, göğün gümrah yağmurlarıyla sulanan
bir tepecikte yetişmiş ve meyveleri iki misli üreyen bir bahçeye ben
zer. Oraya yağmur düşmezse, çiy düşer. Ve bunlar cennet bahçesi
ne girerler' demiştir. Bundan dolayı, ey konuklarım, sizi bu akşam
buraya topladım. Çünkü cimriler gibi davranarak bilimin meyveleri
ni kendime saklamak istemediğimden, zeka yolunda hep birlikte yü
rümemiz için, bunlardan benim gibi tatmanızı arzu ediyorum" de
miş ve sonra da "Bakışlarımızı bilgiye ve tarihe açılan pencereden
dışarı çevirerek yöremizi gözlemleyelim! Ve oradan eski yüzlerin ha
rika geçişini izleyelim; böylece, bu geçiş dolayısıyla ruhumuz aydın
lansın ve ışık içinde yetkinliğe doğru yol alsın! Amin!" diyerek ekle
miş. Zengin gencin tüm çağrılıları, elleriyle yüzlerini sıvazlayarak
"Amin!" diyerek yanıt vermişler.
O zaman genç adam sessiz çemberin orta yerine oturmuş ve
"Dostlarım, bu harika şeylerin dağıtımına başlamak için, putperest
lik döneminde yaşayan bizim Arap cetlerimizin, o gerçek çöl Arapla
rının yaşamlarından alınmış; büyük şairleri okuyup yazma bilme
yen, ama ilhamları müthiş bir veriden kaynaklanan; mürekkep ve
kalem kullanmadan ve de engel tanımadan tüm dillerden üstün
olan ve Tanrı'nın kendi sözlerini Barış ve duası en seçkin kutsamala
rı üzerine olası Peygamberine duyurmak üzere aracı kıldığı bizim
şu Arap dilimizi kullanarak anlatacağım bazı öykülerden sağduyu
nuzu yararlandırmaktan daha iyi bir yol bilmiyorum. Amin!" demiş.
Ve çağrılılar yeniden "Amin!" diyerek yanıt vermişler. O da "İşte bu
soyluluk dönemlerinden kalma binbir öyküden biri size!" demiş:
90
ŞAİRDURAİT
91
Bunu okuduktan sonra, Durait'in atlısına bir kargı savurmuş
ve onu vurup öldürerek toprağa bulamış. Sonra sahipsiz kalan atı al
mış ve hatununa saygılı bir selam verdikten sonra, bir sıçrayışta eye
rin üzerine binmiş; ve önceki gibi, telaş ve heyecan duymaksızın yo
la koyulmuş...
İşte seni, özgür ve saldırılmaz bir kadının yoluna çıkaran demir dişli
uğursuz talih karşında! Ey şerefsizin dölü! Onunla senin aranda,
düşman için yasası kargısının demiri olan ve kargısı dileğine boyun
eğen ustan Rabia var.
92
sonundan endişe duyarak, aynı talimatla üçüncü bir atlı yollamış.
Ne olup bittiğini anlamaya giden atlı, iki arkadaşının cansız olarak
yerde yattıklarını görmüş. Ve uzaktan, bir eliyle hatunun devesinin
yularını çekerken, ardında kaygısızca kargısını sürükleyen yabancı
yı yol alırken görmüş. Ve ona doğru "Ey kabilelerin köpeği, elindeki
ni bırak!" diye haykırmış. Ama adam, saldırganına dönüp bakmaya
bile tenezzül etmeden, hatununa "Buradan en yakındaki çadırları
mıza doğru deveyi sür, sevgilim!" demiş. Sonra, ansızın, rakibinin
karşısına dikilmiş ve ona şu dizelerle haykırmış:
93
ne de Durait'i eyerinin üzerinde ve avcunda kargısının kırık sapını
sıkarak beklemiş.
Durait, bir bakışta, Rabia'nın düşkün durumunu kavramış ve
yüce ruhuyla Firasi yiğidine şu sözlerle seslenmiş: "Ey Beni Firas
kabilesinin savaşçılarının babası! Kuşkusuz senin gibi bir adam öl
dürülemez. Bununla birlikte, ülkeleri için çarpışan adamlarım, sen
den kardeşlerinin öcünü almak isteyecekler; sen ise, böyle silahsız,
tek başına ve gepegençsin! Al benim kargımı. Bana gelince, dönüp
yoldaşlarımı seni izleme hırsından alıkoyacağım" demiş. Ve Durait
94
kabilesinin yiğitleriyle kanlı bir çarpışma yaptığı sırada ölmüş. Bu
nun öcünü almak üzere, Firasilerden bir müfreze, Beni Yuşam'a
karşı yeni bir talana girişmiş. Beklenmedik şekilde geceleyin çadır
larının bulunduğu yere saldırıp birçok esir almış, kadın ve mal sağ
layarak epeyce yağma yapmışlar. Esirlerin arasında Yuşamilerin
şeyhi Durait'in kendisi de varmış.
Galiplerin kabilesine ulaştıklarında, adını ve sıfatım. saklamak
için özen gösteren Durait, bütün öbür esirlerle birlikte sıkı bir göze
tim altına alınmış. Ama Firasi kadınları, onun güzel güzüne vurula
rak, önünden, muzaffer ve cilveli tavırlarla tekrar tekrar geçiyorlar
mış. Ve birden bire içlerinden biri "Kara ölüm adına! Senin burada
ne işin var? Ey Firas delikanlıları, çok iyi bir vurgun vurmuşsunuz?
Şu yiğit kimin nesidir, biliyor musunuz?" diye haykırmış. Savaşçıla
rın hepsi koşup gelmiş ve ona bakıp "Bu kişi bizim takımlarımızı
seyreltenlerden biridir"1 demişler. Kadın da "Kuşkusuz! Yiğit bir ki
;1dir bu! Vadi önünde Rabia'ya kargısını armağan eden odur" de
miş. Ve ona koruyuculuk ettiği anlamında başındaki örtüsünü esi
rin üzerine atmış. Ve "Firasoğulları, bu esiri ben korumam altına alı
yorum" diye eklemiş. O zaman onu biraz daha sıkıştırıp esire adını
sormuş. O da "Ben Simma'nın oğlu Durait'im. Ama sen ey hatun,
sen kimsin?" diye sormuş. Kadın da "Ben Gizi el-Tian'ın kızı Ra
ite'yim. Rabia'nin deveyle çekip götürmekte olduğu kişi. Rabia be
nim kocamdı" demiş.
Sonra kabilenin bütün çadırlarının önünde dolaşarak savaşçıla
ra şöyle hitap etmiş: "Firasoğulları, Simma'nın oğlunun, Rabia'ya
uzun ve güzel saplı kargısını verdiği zaman gösterdiği gönül yüceliği
ni hatırlayın. İyiliğe karşı iyilik yapılmalı ve de herkes kendi ektiği
ni biçer. Hele Durait bakımından davranışınızı anlatırken, ağzınız
aşağılama sözleriyle dolmasın! Bağlarını kesin ve bedelini ödeyerek
95
onu esir eden ellerden kurtarın. Yoksa, sizi ölümünüze kadar izleye
rek bir vicdan azabı duyar, sonu gelmez pişmanlık ve kadir bilmez
liklere binek taşı olursunuz" demiş. Farisiler de onu duyunca,
Durait'i esir alan Muharik'e ödenmek üzere aralarında para topla
mışlar. Raite de özgür bırakılan Durait'e rahmetli kocasının silahla
rını vermiş. Durait de kabilesine dönmüş ve bir daha Beni Firas ka
bilesine karşı savaş açmamış.
Yıllar daha da geçip gitmiş. Durait de yaşlanmış, ama daima gü
zel şair ruhuyla donanmış, bir gün Beni Suleymi kabilesinin yerleşti
ği yurdun yakınından geç.iyormuş. O sırada, bu yerleşme yerinde,
harika şiir yeteneğiyle herkesi büyüleyen ve tüm Arabistan'da
El-Hansa lakabıyla tanınmış olan Amr'ın kızı Suleym Tumadir ora
da yaşamaktaymış.
Güzel Suleymili, Durait kabilesinin yöresinden geçtiği sırada
babasının dişi develerinden birini katranla ovuşturuyormuş. Bu yer
soyutlanmış bir mevkide bulunduğundan, sıcak pek çokmuş ve ora
dan hiç kimse geçmemekteymiş. Tumadir de giysilerini çıkarmış,
neredeyse tam anlamıyla soyunuk olarak çalışmaktaymış. Durait
de, gizlenip onun kuşkusunu uyandırmadan kızı seyrediyormuş. Gü
zelliğine hayran kalarak doğaçlamadan şu dizeleri söylemiş:
96
Birbirinden ayn, tatlı kıvrımlı iki kaş, bir bilginin kalemiyle çizilmiş
kusursuz iki çizgi, iki iri ahu gözün üstünde görkemli taçlardır.
Hafif bir pembeliğin tutuşturduğu yanakları, narin bir inci
beyazlığındaki tarla üzerinde yükselen şafaktır.
Madendeki gümüş kadar beyaz bir boyun, bizim fildişi
heykelciklerinize benzer şahane göğüsler üzerinde yükselip
dalgalanır.
Tıkız bir etle oluşmuş sağlıklı ve hoş kol, hiç kemik hissetmeyen
damarların sezilmediği ön kollar; dallardaki hurmaları kıskançlıktan
kızartan parmaklar.
İnce kademelerle kıvrılmış bir şenli� kağıdı gibi, kokular gizleyen
göbek deliğinin yöresinde sıralanmış birbirine yaklaşık ve narin
kıvrımlı hoş karnı.
Sırtı! Narin ve yepelek belinde son bulan sırtının o zarif çizgisi, oh
evet, öyle kırılgandır ki, tüm kutsal güçler o haşmetli art yuvarlarının
üzerinde tutunması için yetmez! Ve işte! O harika kız ayağa kalkar,
ama ağır kalçaları onu oturmaya zorlar; oturur, bu kez iri kalçaları
yayılır, onu ayağa kalkmaya zorlar. Oh! O iki güzel kum tepeciği!
Ve bütün bunlar, iki harika küçük ayaktan yükselen iki güzel demir
mızrak gibi inci uzun, hafiften tüylerle, esmer ayva tüyleriyle
donanmış, papirüs sakı gibi dimdik, düzgün, inciden utku sütunu
üzerine oturmuştur.
Ey kutsallığın zaferi! Nasıl oluyor da bu denli narin iki alt yapı,
üstündeki bunca ağırlığı kaldırabiliyor?
Gidin, dostlarım! Güzel Suleymi Tumadir'i selamlayın, selamlayın
yine soylu güzel ceylanımı benim!
97
ten uzaklaştırılamaz. Ama sana şunu söylemeliyim ki, kızım Tuma
dir'in kafasında kendine özgü fikirler, kendine özgu görüşler var
dır...
98
gel!" demiş. Durait de "Anlaşıldı, ey yiğitler babası!" diye yanıt ver
miş ve kendisi için hazırlanmış çadıra çekilmiş.
Oysa güzel Suleymi, Durait uzaklaşır uzaklaşmaz, hizmetçi kız
lardan birini "Git Durait'i gözetle ve ihtiyaçlarını görmek üzere ça
dırdan uzaklaştığı anı kolla. İdrarının fışkırışına iyi dikkat et ve gü
cünü ve kumda bıraktığı izi gör. Böylece onun hala erkeklik gücüne
sahip olup olmadığını anlarız" demiş.
Hizmetçisi itaat etmiş. Öylesine gayretli imiş ki, birkaç dakika
sonra hanımının yanına dönmüş ve ona basit sözlerle "Bitmiş, bu
adam!" demiş.
Tumadir'in istediği süre dolunca, Durait, yanıt olmak üzere
Amr'ın çadırına geri dönmüş. Amr da onu çadırın erkeklere özgü bö
lümünde bekleterek kızının yanına gitmiş ve "Konuğumuz cevabını
bekliyor Hansa'm, ne karar verdin bakalım?" demiş. Kız da "Kendi
kendime danıştım ve kabilemden ayrılmamaya karar verdim. Çün
kü, Durait gibi, bedeni yıpranmış, bugün yarın baykuş ruhunun son
soluğunu verecek biriyle evlenmek uğruna, güzel ve uzun mızrakla
ra benzeyen genç adamlar olan yeğenlerimden yüz çeviremem! Sa
vaşçılarımızın onuru üzerine yemin ederim ki, bir titrek bacaklının
karısı olacağıma bakire olarak yaşlanmayı yeğ tutarım!" demiş.
Çadırın erkekler bölümünde olan Durait de bu aşağılayıcı yanı
tı işitmiş ve bundan şiddetle etkilenmiş. Ve gururlu bir kişi olduğun
dan, duygularının anlaşılmasını istememiş ve güzel Suleymi'nin ba
basından izin alarak kendi kabilesine dönmüş. Ama bu acımasız kız
dan şu dizeleri düzenleyerek öç almış:
99
Evet, kutsal varlıklar seni, benim gibi bir kocadan sakınsın! Çünkü
ben, ben başka yapıda, başka biriyim!
Gerçekten, benim kim olduğum ve eğer ellerim güçlüyse, bunun,
başka türden ciddi işler görmek için olduğu bilinir.
Yine her yanda bilinir ki, büyük bunalım dönemlerinde, ne ağırlık
beni zincirler ne de çabukluk alıp götürür; çünkü ben, bütünüyle,
öngörü ve bilgeliğe sahibim.
Her yanda bilinir ki, benim kabilemde, bana duyulan saygıdan ötürü,
barındırdığım konuğu hiç kimse sorgıılamaz ve koruman altında
bulunanlar geceleyin tedirginlik duymazlar.
Yine de bilinir ki kuraklık yıllarının açlıkla geçen aylarında, süt
analar süt çocuklarını beslemeyi unuttukları bir sırada, benim
çadırlarını besinlerle ağızlarına kadar dolup taşar, benim ocağım
kaynar.
Sen iyisi mi benim gibi kocaya varmaktan ve benim gibi çocuklar
üretmekten sakın! Sen ey Hansa, kocan olsun diye, kuşkusuz
haklısın da, geceleyin, sürülerin gübrelerine dalan yaba ayaklı, iri
kıyım birini özlemektesin!
Çünkü sevgilim, Durait yaşlı, çok yaşlıdır demişsin! Ama o sana, dün
doğduğunu söylemedi ki!
100
Ağlayın gözlerim, bitip tükenmez yaşlar dökün! Yazık ki, bu
gözyaşlarını döken yitirdiği kardeşine ağlayandır.
Bundan böyle, onunla kardeşi arasında, artık kalkmayacak bir örtü
vardır: mezarının yeni toprağı!
Ey kardeşim, sen, bir gün acılığını herkesin tadacağı o su birikimine
kavuşmak için gittin! 'Ölsem yeridir! Yaşam bir mızrağın ucunda
vızıldayan bir eşek arısından başka bir şey değildir!' diyerek tertemiz
gittin.
Yüreğim hatırlıyor, ey anamın babamın oğlu ve yazın sararan ot gibi
soluyor; kendimi büyük bir üzüntü içine gömüyorum.
Öldü o! O ki, kabilemizin kalkanı, evimizin temeli idi; bir felaket
içre gitti.
Öldü. o! Arslan yüreklilerin örneği idi, feneriydi o! Onlar için dağ
tepelerin de tutuşturulmuş ateşler gibiydi.
Öldü o! Giysileri içinde ışık saçarak değerli atlara binen o yiğit!
Kılıç kayışı uzun, kabilemizin tüyü henüz bitmemiş; yiğitlik, güzellik
timsali genç bir adamdı!
İki eliyle cömertlik saçan, cömertliğin elinin ta kendisi kardeşim!
Yok artık o! Kayalar ve taşlarla örtülü mezarının altında soğuk,
yatıyor.
Hayranlık veren göğüs kayışlı kısrağı Alva'ya 'Ağla, inle, başıboş
koşmalarda! Artık sahibin seni bir daha hiç sürmeyecek!' deyin.
Ey Amr'ın oğlu, savaşın kızıştığı sırada, uzun giysin1 baldırlarına
kadar yükselirken, utku senin yanında dört nal koşardı.
Savaşın alevi, erkekleri beden bedene gelmeye zorlar ve sen
kardeşlerinle birlikte, atlan atlarla çatıştırırken; düşmanı,
şeytanların vampir ve akbabaları dirgeniyle vurması gibi vurur
geçerdin!
Kuşkusuz! Çarpışma · günlerinde yaşamı aşağılardın, yaşamı
aşağılamanın, anıların en büyüğü ve en değerlisi olduğu bilinir.
1 Mardıı.ıs"te "Cette d'armes" diye anılan hu giysi. Petit Larouuse"da "Eskiden zırhlar üzerine
giyilen bir tür urba ya da eteklik" olarak geçiyor (Ç.)
}Ol
Kaç kez dikenli demirden miğferlerle ve örgülü çift zırhla donanmış
çevrintilere atıldın, kasırganın zift renkli dehşet dolu karınlıklarına
aldırmadan!
Bir Rukain gönderine benzercesine güçlü ve tığ gibi, bir altın
bileziğin parlaklığıyla boylu boyunca tüm gençliğinle parıldardın!
Yörende savaşın karmaşıklığı ortasında, ölüm, kan içinde yüzen
harmanisini sürüklerken;
Savaşın kızıl çarkı iki ordugahın en �ğitleri üzerinde dehşetle
dönerken ve sen düşman süvari birlikleri üzerine saldırırken, kaç at
çatlattın, ey kardeşim!
O zaman kıvılcımlar saçan örgülü zırh giysinin eteklerini, ciğerleri
böğründe hoplayıp gunıldayan atının üzerine kaldınrdın!
Kargıları canlandırır, ucu savaşçıların karnına saplanır ve
böbreklerinin dibine kadar işlerken, parıltılarını söndürürdün.
Sen, fırtınanın ortasında, avının üzerine çift silahları olan dişleri ve
pençeleriyle atılan güçlü kaplandın.
Mahzun ya da mutlu ne çok esireyi sürü halinde, yağmurun ilk
damlalarının harekete geçirdiği güzel karaca sürüleri gibi, önünde
sürer giderdin!
Sabahleyin, örtüleri karman çorman, korku ve dehşetten çıldırmış
başıboş dolaşırken, ne çok beyaz kadını kurtardın!
Bizi, korkunç görünümü ya da sadece anlatılması hamile kadınlara
çocuk düşürten ne çok felaketten korudun! Kim bilir ne çok ana,
eğer senin kılıcın :;'t!tişmeseydi, çocuksuz kalacaktı!
Sonra, ey kardeşim, kargaşalık içinde, kargının demiri gibi delici ve
sonsuza kadar aramızda anılıp duracak olan ne çok savaş türkülerini
rahatça söylerdin!
Ah! Amr'ın yüce gönüllü oğlunun ölümünden sonra, yıldızlar
sönsün, güneşin ışınlan görünmez olsun! O bizim güneşimizdi,
bizim yıldızımızdı.
Sen artık yok olduğuna göre, kardeşim, şimdi akşamın alaca
karanlığında, Kuzeyin hazin rüzgarı yankılarla uğuldarken garipleri
kim devşirecek?
Ne yazık ki! Sizi sürüleriyle besleyen, sizi silahıyla koruyan kişiyi, ey
yolcular, çukurunu kazıp toprağa bıraktınız.
102
Çit oluşturan kazıkların ortasındaki korkunç konutuna koydunuz
siz onu. Ve üzerine selamete ulaşsın diye kederli dallar attınız.
Üzerlerinden çoktan yıllar ve günler geçmiş olan cetlerimizin
mezarları arasında yatsın!
Ey kardeşim, Suleymilerin en güzel çocuğu, senin yitişin benim için
dokunaklı bir acıdır! Ve bende karar ve cesaret bırakmamıştır.
Yeni doğmuş torunundan yoksun bırakılan devesi, onun
sevecenliğini yanıltmak isteyenlerin gösterdikleri suretlerin
yöresinde şikayet ve umutsuzluk haykırışları kopararak döner;
Gider, tedirgin, her yerde onu arar ve anısı tazelenince artık
otlaklarda otlamaz olur. Böylece o bile iniltiler koparır ve şaşkın
sıçrar durur.
Ama, beni kahreden kederin hafif bir belirtisini bile göstermiş
olmaz, kardeşim! •
Oh! Senin için döktüğüm gözyaşları hiç kurumayacak! Asla
dinmeyecek hıçkırıklarım! Ağlayın, gözlerim; bitip tükenmez
gözyaşları dökün!
103
lı olmadığını göstermiştir. Çünkü, bir dizenin son iki kelimesinin
yerlerini değiştirerek bu şiirin niteliğini bozmuştur. Ve saygın Ebu
bekir, vezni bozan bu hatalı okuyuşu işitince, yeri değişen iki sözcü
ğün durumunu düzeltmek istemiş, ama dua ve barış üzerine olası
Peygamber, ona "Ne önemi var? Aynı şey değil mi?" demiştir. Ebu
bekir de "Kuşkusuz, ey Tanrı'nın elçisi, Tanrı'nın Kutsal Kuran'ın
da açıkladığı 'Biz Peygamberimize, dize kurma tekniğini öğretme
dik; onun buna ihtiyacı yoktur. Kuran bir öğretidir. Okunması sade
ve anlamı açıktır' şeklindeki sözleri tüm olarak haklı çıkarıyorsun!"
diye yanıt vermiştir. Ama en iyisini Tanrı bilir!
Sonra genç adam dinleyicilerine "İşte size putperestlik dönem
lerindeki Arap cetlerimizin yaşamı üzerine başka bir hayranlık
uyandıran öykü" demiş. Ve de sözünü şöyle sürdürmüş:
ŞAİRFİNT
104
rilen ulak, nezdine gönderildiği kişilere "Bizim kabilemiz, size bin
savaşçı ve yetmiş atlıdan oluşan bir katkı sağlıyor" demiş. Bununla
Fint'in, kendi başına, bin kişilik bir orduya bedel olduğunu anlat
mak istiyormuş.
Sonra, Bekrilerin bünyesindeki tüm kabilelerin katkıları bir
araya gelince, savaş bir kasırga gibi bütün dehşetiyle patlamış. An
cak o zaman, yengin Bekrilerin, onları özgür bırakıp geri çe,;rme
den önce tutsaklarının tepelerindeki perçemlerini kestiklerinden
ötürü, Perçem Kesme Günü ı diye adlandınlarak tüm belleklerde
yer alan bir muharebeye girişilmiş. İşte tam da bu unutulmaz savaş
ta Fint'in kabına sığmaz iki savaşçı olan kızları, günün kahramanla
rı olarak ebedi bir ün kazanmışlar...
105
ve soyunuk, üzerlerinde sadece yeşil renkli bezekleri olduğu halde1
saldırmışlar. Ve o kargaşalıkta, her biri seslerinin olanca gücüyle bi
rer doğmaca savaş türküsü söylemiş; o zamandan beri bu türküler,
ağırlıklı ramel dizemi ve üçüncü telin belirginlik kazandığı bir ton
üzerinden ve tef ağır vurgulamalarla eşlik ederken çalınıp söylen
miştir. 2
İşte ilkin Ufeyre Güneşler'in söylediği türkü:
:\1rıthers '"Yeşil renkli hal hallan ve bilezikleri oldugu halde" ,şeklinde çevirmiş. t Ç. ı
2 .\fardrns. L:çüncü tel deyimi yerine "tetracord"" deyimini: ton yerine "tonique'" deyimini kul
lanmı:,;tıı· ki: hu musiki deyimlerinden tetroı.:ord: Döıt notadan ibaret yarım oktvlık akord
ı Redhousel: lonique: Bir pıırçıının lıestelencliği tonun gamındaki ilk nota anlamına gelmek
tedir. 1 Petit LsrousseJ
106
Ve işte, bir adım bile gerilememek üzere güven sağlamak için
devesinin bacaklarını kesen babası Fint'in yanıbaşında Beni Zim
man sancağını çevreleyenlerin ateşini körüklemek için Huzeyle Ay
lar'ın öfkeyle haykırdığı savaş türküsü de şöyle:
107
ŞAİR MURAKİŞ
Anlatırlar ki, Irak'ta, Hire Şahı Neman'ın adı Fatıma olan bir
kızı varmış. Bu kız ateşli olduğu denli güzelmiş. Genç sultanın pek
güvenilmeyen mizacını bilen Şah Neman da, ırkına bir onursuzluk
ya da uğursuzluk gelmesin diye onu uzaklarda bir saraya kapatmış.
Ve aynı şekilde yine kızının onuru ve de ihtiyatlı olmak için bu sara
yın yöresini gece gündüz silahlı muhafızlarla korumaya gayret göste
riyormuş. Sultan kızının hizmetinde bulunan bir nedimeden başka
hiç kimse Fatıma'nın erdeminin koruyucusu olan bu sığınağın içine
giremezmiş. Aynca, bilgelik ve güvenmezlik gereği olarak, bu koru-
108
yucular, her akşam sultanın kızına hizmet eden genç kızın küçük
ayaklarının izlerini silmek ve böylece ertesi gün, serüven arayan ser
seriler olursa, bunların bırakacağı ayak izlerini görmek üzere, sara
yın yöresinde kumlu toprakları yatıştırıp düz hale getirmek için yer
de sürünen büyük yün harmanilerle dolaşırlarmış.
Böylece, güzel tutsak, her gün, birçok kez, zoraki manastırının
taraçasına çıkar ve orada iç çekerek gelip geçene bakarmış. Günün
birinde, adı İbnat-İclan olan genç hizmetçisinin görünümü güzel bir
gençle görüştüğünü görmüş. Ve sonradan genç kızdan, kızın aşık ol
duğu gencin ünlü Şair Murakiş olduğunu ve kendisinden birçok kez
aşkın zevklerini tattığını öğrenmiş. Gerçekten güzel ve şen şakrak
nedimesi, hanımına şairin güzelliğini ve hayran olunacak saçlarını
öylesine hoş sözlerle övmüş ki, ateşli Fatıma, kendi bakımından
onu tutkuyla görmek ve ondan zevk almak istemiş. Ama ilkin, bir
sultan kızı olmanın ince nezaketiyle soylu bir ailesi bulunup bulun
madığından güven duymak istemiş. Bu da, o günlerde Arap görgü
kurallarına onun gibi yüce soy sopa sahip olanların ne denli dikkat
ettiğinin bir kanıtıymış. Böylece kendinden daha düşük soylu, dola
yısıyla daha az kusur bulucu ve daha az güç beğenisi olan nedimesin
den ayırt ediliyormuş.
Dolayısıyla, bu maksadın sağlanması için, sürgün sultanın ke
sin bir kanıta ihtiyacı varmış. Ve genç kızla şairin kasra sokulması
ihtimali hakkında görüşürken "Dinle! Yarın genç adam seninle bir
likte olunca, ona kokulu ağaçtan yapılma bir misvak I ve yine içine
biraz koku serpeceğin bir buhurdan ver. Bunları verdikten sonra,
koku kendisine bulaşsın diye buhurdanı giysisinin altında tutarak
ayakta durmasını söyle. Misvakın ucunu ağzıyla koparır ya da ko
parmaksızın emmeye başlarsa ya da misvağı almayı reddederse bu,
1 Misvak: Kuzey Afrika'da yetişen dikensiz bir ağacın ucu dövülüp fırça duıumuna getirilen
ve diş temizliğinde kullanılması Müslümanlıkta sünnet olan çubuğu (Türk Dil Kurumu.
Türkçe Sözlük).
109
inceliği olmayan sıradan bir adamdır. Ya da buhurdanı giysisinin al
tına sokar ya da onu almayı reddederse, yine boş bir adam olduğu
anlaşılır. Ve o zaman, ne kadar büyük bir şair olursa olsun, inceliği
bilmeyen bir erkek, sultan kızlarına layık değildir" diyerek sözünü
tamamlamış.
Böylece, ertesi sabah, genç kız, aşığını bulmaya gidince bu de
neyi yapmaktan geri kalmamış. Odanın ortasına yanmış bir buhur
dan bırakmış ve içine koku attıktan sonra, genç adama "Gel de ken
dini kokulandır!" demiş. Ama şair yerinden kıpırdamamış ve "Onu,
sen benim yakınıma getir!" diyerek yanıt vermiş. Genç kız da öyle
yapmış; ama şair buhurdanı asla giysilerinin altına sokmamış ve sa
dece saçlarıyla sakalını kokulandırmakla yetinmiş. Bunu izleyerek
sevgilisinin kendisine uzattığı misvağın ucundan bir parça kesip at
tıktan sonra, ucunu eğilir bükülür bir firça haline getirmiş ve bunun
la dişlerini ovmuş ve diş etlerini kokulandırmış. Bunu yaptıktan
sonra, genç kızla aralarında olacaklar olmuş. Kız, muhafaza altında
bulunan saraya dönünce, küçük kız, kabına sığmaz hanımına dene
yinin sonucunu anlatmış. Fatıma da hemen "Bu soylu Arabı bana ge
tir! Ve de çabuk ol!" demiş.
Ama muhafızlar silahlı sert adamlarmış ve de kulakları kiriştey
rniş. Her sabah, sultanın babası olan Şah Neıpan'ın kahinleri, oraya
gelip kum üzerinde iz bulunup bulunmadığını araştırırlarmış. Ve
de dönüp şaha "Ey zamanın şahı, bu sabah, genç İbnat-İclan'ın
ayak izlerinden başka iz bulamadık!' derlermiş.
Bu durumda sultan kızın kurnaz hizmetçisi, geçerken iz bırak
maksızın şairi hanımının yanına nasıl sokmuş biliyor musunuz? Şöy-
1-.: Hanımının saptadığı gece, genç adamla buluşmuş ve kararsızlık
göstermeksizin onu sırtına almış ve onu olduğu yerde tutmak için
uçlarını önünde düğümlediği bir örtüyle sarmış. Böylece kadın avcı
sını tehlikeye sokmaksızın ve kendini ele vermeksizin sultanın yanı
na getirmiş. Ve şair şah kızının yanında beyaz, tatlı ve sıcacık, kutla-
110
nası bir gece geçirmiş. Şafak vakti, içeri girdiği tarzda, yani genç kı
zın sırtında dışarı çıkmış.
Peki, sabahleyin ne olmuş? Şahın kahinleri, her sabah olduğu
gibi, kum üzerindeki izleri incelemek üzere gelmişler. Sonra da sul
tan kızın babası olan şahın yanına gidip ona "Efendimiz, bu sabah İb
nat-İclan'ın küçük ayaklarının izlerinden başka bir şey görmedik.
Ama bu genç kız, sarayda hatırı sayılır derecede şişmanlamış; çün
kü kumdaki ayak izleri daha derinleşmiş görünüyor" demişler.
Her şey bir süre böyle sürüp gitmiş. İki genç aşık, nedimenin
şairi sırtında taşıyarak saraya sokmasıyla, birbirleriyle sevişerek,
ertesi gün de kahinler genç kızın şişmanlığından söz ederek. Bizzat
şair, mutluluğunu kendi elleriyle yok etmeseymiş, işlerin böylece
sürüp gitmesini engelleyecek hiçbir şey yokmuş.
Yakışıklı Murakiş'in çok sevdiği ve kendisinden asla hiçbir şey
esirgemediği bir dostu varmış. Ona bu garip serüvenini anlatınca,
bu genç dostu, boyu ve davranışlarıyla Murakiş'e benzerliği sayesin
de, gecenin karanlığında, Murakiş'in kendisiymiş gibi yutturula
rak, aynı tarzda Sultan Fatıma'nın nezdine sokulması dileğinde bu
lunmuş. Murakiş de gencin ısrarına dayanamayarak, yeminle vaade
dip bu arzuya boyun eğdiğini bildirmiş. Ve geceleyin genç dostu
genç kızın sırtında onun yerini almış ve sultan kızın yanına sokul
muş.
Karanlıkta, başlaması gereken işe girişilmiş. Ama, birdenbire,
karanlıklara karşın, Fatıma, ustaca, sertliğin yerine yumuşaklık, ya
kıcı bir ateş yerine ılıklık ve cömertlik gösterilecek yerde cimrilik ol
duğunu hissederek değişikliğin farkına varmış. Ve o saat ve o anda,
öfke dolu bir tekmeyle davetsiz misafiri geri iterek yataktan fırla
mış ve nedimesini çağırarak bilinen tarzda onu dışarı götürmesini is
temiş...
lll
Ama Dokuz Yüz Yetmiş Altıncı Gece Olunca
Demiş ki:
112
Sonra genç adam dinleyicilerine "İslam'ın bize henüz ulaşmadı
ğı zamanlarda geçen Kindilerin şahı ile karısı Hint'in şu öyküsünü
de dinleyin!" demiş:
113
Sadi adlı tecrübeli iki casus göndererek onlardan yöreyi tanımaları
nı ve Zeyyat'ın birlikleri hakkında istihbarat edinmelerini istemiş.
114
ötekiler gibi bulunduğu yerde bağdaş kurmuş olan muhafızlardan
birinin yanına yaklaşarak omzuna dokunma cesaretini göstermiş ve
buyruk verir gibi bir edayla, ona "Sen kim oluyorsun?" diye haykır
mış. Muhafız "Ben falaıı oğlu filanım!" diye yanıt vermiş. Sadi de
açık ve kesin bir sesle "Pekala!" demiş. Sonra da gidip kimse ondan
gocunmaksızın reisleri Zeyyat'ın çadırının karşısına oturmuş.
Ve böylece çadırın içinde konuşulmakta olanları duymuş. Ko
nuşan Zeyyat'ın ta kendisiymiş. Yanında da kucaklayıp oynaştığı gü
zel esire Hint varmış. Birçok şeyin yanısıra, aralarında şu konuşma
nın geçtiğine tanık olmuş: Zeyyat'ın sesi "Sence ey Hint, kocan şu
anda seninle böyle haşhaşa tatlı saatler geçirdiğimi bilse, ne yapar
dı, söyle bakayım!" diyormuş. Hint de "Ölümüne, bulunduğun yere
koşup bir kurt gibi dalar, kızıl çadırlarının önüne gelip acı otlar yi
yip kudurmuş bir deve gibi ağzından köpükler saçarak öç almadan
durup dinlenmek bilmezdi" diye yanıt vermiş. Zeyyat da Hint'in bu
sözlerini duyunca, kıskançlığa kapılmış ve esirine "Ah, seni anlıyo
rum; Hucr denen yabani hayvan, senin hoşuna gidiyor, onu seviyor
sun ve beni aşağılamak istiyorsun!" diyerek bir tokat aşketmiş.
Ama Hint olanca sesiyle haykırarak "Sana tanrılarımız Lat ve Uzzat
üzerine yemin ederim ki, hiçbir erkekten kocam Hucr kadar nefret
etmedim. Ama madem ki soruyorsun, neden senden fikrimi gizleye
yim? Gerçekte, ister uyusun, ister uyanık olsun, Hucr kadar uyanık
ve ihtiyatlı adam görmedim hayatımda!" demiş. Zeyyat da ona ''Bu
nasıl oluyor? Açıklasana bana!" diye sormuş. O zaman Hint "Dinle
bak! Hucr, uykunun etkisi altındayken, bir gözünü kapalı tutarken,
öbürünü açık tutar. Bu öylesine doğrudur ki, gecelerden bir gece,
benim yanımda uyumakta iken, örtünün altından birdenbire bir ka
ra yılan çıktı ve doğrudan doğruya onun suratına doğru ilerl'edi.
Hucr da, tam anlamıyla uyurken, içgüdüyle başını çevirdi. Yılan da
eline, açık olan avuç içine doğru kaydı. Hucr da hemen avcunu kapa
dı. O zaman, tedirgin olan yılan uzanan ayaklarına doğru yöneldi.
Ama Hucr, hep uyur halde, bacağını büktü ve ayağını oynattı. Yılan
115
da sarsılarak, ne yana yöneleceğini bilemedi ve Hucr'un yatağının
başucunda dolu olarak bulunmasını benden istediği çanaktaki süte
doğru kaymaya karar verdi. Ve bir kez çanağın üzerine eğilince, sü
tü oburca içti, sonra da kaseye kustu. Ben de, bunu görünce, içim
den sevinerek kendi kendime 'Ne umut edilmez talih! Hucr uyanın
ca, şimdi zehirlenmiş olan bu sütü içecek ve hemen geberecek. Ah!
O zaman bu kurttan kurtulmuş olacağım' dedim. Hucr bir süre son
ra uyandı. Susamış olduğundan süt istedi. Ve kaseyi ellerimden al
dı; ama ilkin içindekini koklamaya özen gösterdi; .:l!erinin titrediği
ni gördüm; kase düştü ve devrildi. Kurtulmuştu. Hangi koşullarda
olursa olsun, o hep böyledir. Her şeyi düşünür, her şeyi önceden se
zinler ve hazırlıksız yakalanmaz" demiş.
Casus Sadi, bu sözleri işittikten sonra Zeyyat ile Hint arasında,
buse ve inilti seslerinden başka bir konuşma duymamış. O zaman
yavaşça yerinden kalkıp gizlice uzaklaşmış. Ve bir kez konaklama
yerinin dışına çıkınca, büyük adımlar atarak yürümüş ve şafaktan
önce efendisi Hucr'un yanına ulaşıp ona tüm görüp işittiklerini an
latmış. Anlattıklarını da "Onları terk ettiğimde, Zeyyat başını
Hint'in dizlerine koymuştu; ve zevkine yanıt veren kölesiyle oynaşı
yordu" diyerek bitirmiş. Hucr, bu sözieri duyunca, içinden hırılda
yan bir soluğun koptuğunu duyarak ayağa kalkmış ...
Demiş ki:
116
koptuğunu duyarak ayağa kalkmış ve yola çıkıp Hudailerin konakla
ma yerine saldırılmasını buyurmuş.
Ve Kindilerin tüm atlı birlikleri yola koyulmuş. Ve Zeyyat'ın
konaklama yerine ansızın saldırmışlar; ve kudurmuşçasına atılıma
girişmişler. Ve Zeyyat'ın Hudaileri çok geçmeden bozguna uğrayıp
117
kaldırarak bilek gücüyle bir an öyle tutmuş; sonra yere çarpıp ke
miklerini ezmiş. Ve başını keserek atının kuyruğuna asmış.
Böylece Zeyyat'dan yana intikamını alınca bu kez Hint'e yöne
lip onu ele geçirmiş. Kolları ve bacaklarından iki ayrı ata bağlaya
rak atlan kamçılamış ve her birini ayrı doğrultulara sevketmiş. Böy
lece kadın, gövdesi kopup parçalanırken, ona "Geber, ey dili alabil
diğine tatlıyken gizli düşünceleri o denli acı olan kadın!" diye haykır
mış.
Bu yabancı intikam öyküsünü anlattıktan sonra, genç adam,
dinleyicilerine "Madem ki, Kutsal İslam'dan önceki dönemden söz
ediyoruz, bize, dua ve barış üzerine olası Peygamberimizin sevgili
eşi Ayşe Anamızın o zamanın kadınlarının görenekleri üzerine anlat
tığı şu öyküyü de dinleyin!" demiş. Ve Ayşe'nin şu öyküsünü anlat
mış:
118
yıf ve kurudur ki, kemiklerinde iliğin zerresi bulunmaz. Sanki yıp
ranmış bir hasırdır!" dedi.
İkinci Yemenli kadın "Benim ki! Aslında onun hakkında tek bir
söz bile etmemem gerek! Çünkü ondan sadece söz etmek bile bana
tiksinti verir. Yola getirilemez bir hayvandır; çünkü ağzımdan ona
yanıt veren bir söz çıksa, beni boşamaya kalkar; eğer susarsam; be
ni, sanki demir bir mızrağın çıplak ucu önünde oynatırcasına itip ka
kıştırır" dedi.
Üçüncüsü "Benim için, benim şirin kocam işte şöyledir: Yemeği
ni yiyip bitirince tabağı dibine kadar yalar; içince suyu son damlası
nı bitirinceye kadar höpürdetir; çömelip bir paket gibi kendi üzeri
ne kapanır ve kendi içine sokulur; ve eğer sizi beslemek üzere bir
hayvan vurursa, en cılızım, en etten yoksun olanını öldürür. Gerisi
ne gelince, hemen hiçbir şey göremezsiniz. Elini bana nasıl olduğu
mu anlamak için bile sürmez" dedi.
Dördüncüsü de "Amcamın oğlu, benden ırak olsun! Gece gün
düz gözlerim ve yüreğim için ağır bir yüktür! Kusurların, çılgınca ve
budalaca davranışların bir hazinesidir. Hiç yoktan size bir kafa vu
rur ya da karnınızı deler ve yırtar; ya size saldırır ya da aynı zaman
da vurur, yaralar; Allah belasını veresice tehlikeli bir kurttur o!" de
di.
Beşincisi ise "Oh, benim kocam! Tihame'nin ı güzel gecelerin
den biıi gibi güzel ve yakışıklıdır; koca bir bulutun yağmuru gibi cö
mert, onurludur ve tam savaşçılarımızın kendisinden çekindiği bir
yiğittir. Ortaya çıktığında görkemli ve amansızdır. Yücedir ve cö
mertliği, herkese açık olan ocağının külünü her zaman bol kılar. Adı
sanı alt alta yazılsa yüce ve onurlu bir sütun oluşturur. Açlığını şö
len gecesinde bile tutacak kadar yetingendir; tehlike gecesinde uyu
yamayacak kadar uyanıktır; konutunu, yolcuları ağırlamak için or-
l 19
talık yerde yaptırmış olacak kadar konukseverdir. Oh, bilseniz ne
kadar yüce ve yakışıklıdır o! Ve ne kadar sevimlidir! Cildi yumuşak
ve hoştur; sizi tatlı tatlı gıdıklayan ipek tüyü bir tavşan yumuşaklı
ğında! Soluğunun tatlı kokusu zambağın güzel kokusu gibidir. Ve
tüm gücü ve kudretinden yararlanarak istediğimce onunla keyfimi
çatarım" dedi.
Ve sonunda altıncı Yemenli kadın hoş bir edayla güldü ve sırası
gelince "Oh! Bana gelince, benim kocam Malik Ebu-Zar'dır, tüm ka
bilemizde tanınmış olan o harika Ebu-Zar! O beni, sıkıntı ve darlık
içinde olan fakir bir aıtenin çocuğu olarak buldu ve güzel renklerle
donanmış çadırına götürdü, kulaklarımı zengin küpelerle, gerdanı
mı güzel ziynetlerle, ellerimi ve topuklarımı da güzel bileziklerle
süsledi; ve cılız kollarımı tombullaştırdı. Eşi olarak beni, içinde dur
maksızın utla söylenen şarkılar duyulan, saplan üzerine dikilmiş gü
zel sahra kargılarının kıvılcımlar saçtığı, her zaman at kişnemeleri
nin işitildiği, geniş ağaçlıklarında t.oplanan dişi develerin homurtula
rı, buğday çiğneyip döven kimselerin gürültüleri ve Wrbitine karı
şan yi'rmi sürünün bağırtıları işitilen konutuna götürdü. Onun nez
dinde, keyfimce konuşurum, beni ne azarlar ne de ayıplar. Yatar-,
�m eğer bana kaba davranmaz, uyursam sabah keyfi yapmama izin
verir. Rahmimi dölledi ve bana bir oğlan evladı sağladı, hem de ne
· . oğlan! Öylesi'!ı.e narin ki, beşiği, ancak hasırın örgüsünden alınmış
bir hasırotu sapı kadar geniş; o kadar terbiyelidir ki, yeni doğmuş
bir oğlak gibi az bir yiyecekle karnı doyar; ve öylesine güzeldir ki,
yün örgüden giysisi içinde yürüyüp salınırken ona bakanların akılla
rını başlarından alır! Bana Ebu-Zar'ın verdiği kıza gelince, ne tatlı
şeydir;! Evet, Ebu-Zar'ın kızı çok zariftir! Bir saç örgüsü gibi sıkı sı
kıya bedenif!l saran üstlüğüyle, giysisini zorlayan hayranlık verici
tombulluğuyla, biçimli ve çıkıntısız karnıyla, giysisinin altındaki na
rin ve dalgalı beliyle, zengin ve kabarık art yuvarlarıyla, tombul kol
larıyla, iri ve canlı gözleriyle, koyu siyah göz bebekleriyle, ince ve ki
bar yay biçimi kaşlarıyla, zengin bir kılıcın ucuna benzer, hafifçe ke-
120
merli burnuyla, güzel ve özdenlikli ağzıyla, nermin ve cömert elleriy
le, içtenlikli ve şakrak neşesiyle, gölge gibi ferahlık veren konuşma
sıyla, ruhu alıp götüren misk gibi kokulu ve ipek kadar yumuşak ne
fesinin soluğuyla kabilenin incisidir o! Ah! Gökler Ebu Zar'ıını koru
sun benim! Ve de Ebu-Zar'ımın oğlunu ve de kızını Ebu-Zar'ın! On
ları benim sevecenliğime ve sevincime bağışlasın!" dedi.
Yemenli altıncı kadın da böyle konuşunca, bana onları dinle
mek zevki bağışlanmış bulunduklarından dolayı kendilerine teşek
kür ettim; ve ben de, sıram gelmiş olmakla, onlara "Kardeşlerim,
Yüceler Yücesi Tanrı, kutsanmış Peygamberi bize bağışlasın! O ba
na, anamın babamın kanından da değerlidir...
121
ten gelmesinler. Çünkü, ey benim sevgili Ayşem, Nasip Dağıtıcı, iyi
likleri görmezlikten gelen kadınları bağışlamasından uzak tutar. Ve
kocasına saygısızca bakanlar, yüzlerine karşı ya da artlarından, onla
ra "Yüzün ne kadar çirkin! Sen ne iğrenç ve kötü bir kişisin!" diyen
ler olursa, Tanrı gözünün birini burup şaşı eder ve bedenini uzatıp
biçimsizleştirir; onu hantal, iğrenç, nefret verici bir pörsük et yığını
na dönüştürür; buruşuk, çökük, sarkık art yuvarlarının üstünde pis
lik içinde oturur hale sokar. Ve kadın, eğer evlilik yatağında ya da
başka yerde kocasına düşmanca davranırsa ya da tatsız sözlerle onu
kızdırırsa ya da keyfini kaçırırsa, Nasip Dağıtıcı, Kıyamet Günü'n
de bunların dilini etten yapılma kirli bir kayışa döndürecek ve yet
miş karış uzatarak ve bu müthiş ve soluk renkli dili suçlunun boynu
na saracak. Ama, ey Ayşe, kocasının sakin yaşamını asla tedirgin et
meyen kadın, kocasından izin almaksızın geceyi asla konutunun dı
şında geçirmeyen, pahalı elbiseler ve değerli örtüler almak gülünç
lüğüne kapılmayan, ellerine ve ayaklarına değerli bilezikler geçir
meyen, inananların bakışlarını çekmeyi asla düşünmeyen ve Tan- •
rı'nın kendisine sağladığı güzellikten hoşnut olan, sözleri tatlı, hayır
işlemede zengin, kocasına karşı gönül okşayıcı ve saygılı, çocukları
na karşı sevecen ve ilgili, komşuları hakkında iyi düşünen ve Tan
rı'nın tüm yaratıkları hakkında iyilik dileyen kadın, oh! Bu kimse,
sevgili Ayşe, peygamberlerle ve Tanrı'nın diğer seçkin kullarıyla
birlikte cennete girecektir!' dedi.
Ben de, heyecanlar içinde 'Ey Tanrı'nın Elçisi, sen benim için
anamın, babamın kanından daha değerlisin!' diye haykırdım."
"Ve şimdi, İslam'ın kutsanmış zamanlarına ulaşmış bulunduğu
muza göre" diye sözünü sürdürmüş genç adam "Bu temiz ve katı za
manların Emir-ül-Mümininleri içinde en temiz ve en katı kişi olan
Halife Ömer ül-Hattap'ın yaşamından bazı alıntılar dinleyin ben
den!" demiş ve şu öyküyü anlatmış:
122
DOGRUYU EGRİDEN AYIRT EDİCİ ÖMER
123
ce, kumaşı eksik geldi. Sonuç olarak, bugüne uygun düşecek bir eş
yası da buhinmadığından, elbisesini tamamlasın diye ben kendi pa
yıma düşen kumaşın bir parçasını kendisine verdim" demiş. Sonra
da yerine oturmuş. O zaman Ömer'i sorguya çeken adam "Tanrı'ya
övgüler olsun! Şimdi, artık sana itaat ederiz, ya Ömer!" demiş.
Ve Ömer, bir başka zaman, Suriye'yi, Mezopotamya'yı, Mısır'ı,
İran'ı, tüm Diyar-ı Rum'u ı zaptedip lrak'ta Basra ve Kiıfe'yi kur
duktan sonra, Medine'ye döndüğünde, on iki parçaya bölünmüş
olan çok eski bir urbayı sırtında taşıyarak camiye ulaştıran merdi
venler üzerinde bütün gün oturur, uyruklarının en düşkününün bi
le şikayetlerini dinler, bir emirden bir deveciye kadar herkese aynı
adaleti gösterirmiş.
Aynı dönemde, Rumların elinde bulanan Kostantiniyye'de hük
metmekte bulunan Kayzer Herakliyos, Arapların emirinin ne gibi
yollar, güç kullanmalar ve hareketlerle hükmetmekte olduğunu
kendi gözleriyle görmesi için bir elçi göndermiş. Elçi Medine'ye
ulaştığında, orada yaşayanlara "Sizin şahınız nerede?" diye sormuş.
Onlar da "Bizim şahımız yoktur, sadece bir emirimiz vardır. Bu da,
Tanrı'nın halifesi Emir-ili-Müminin Ömer İbn-ül Hattap'tır" diye
yanıt vermişler. O da "Kendisi nerededir? Beni onun yanına götü
rün!" deyince "Ya adalet dağıtmakta ya da istirahat etmektedir" di
ye yanıt vermişler. Ve ona caminin yolunu göstermişler.
Kayzer'in elçisi camiye ulaşmış ve Ömer'i, başı doğrudan doğ
ruya mermere dayalı, caminin kızgın basamaklarında, öğle sonrası
güneşinin altında uyurken görmüş. Alnından akmakta olan terler,
başının yöresinde geniş bir su birikintisi oluşturmuş bunuyormuş.
Bunu görünce, Kayzer'in elçisinin yüreğini bir korku bürümüş ve
"İşte bu dilenci konumundaki kişinin önünde tüm yeıyüzünün kral
ları boyun eğiyor ve bu kişi, zamanın ve geniş imparatorluğunun sa-
124
bibi bulunuyor" demekten kendini alamamış. Ve korku içinde öyle
ce ayakta kalmış ve kendi kendine "Bir halk böylesi bir kimse tara
fından yönetilirse, öteki halklar matem giysisine bürünmelidir" de
miş.
125
sak üzerinde yükselen, desen olarak değerli taşlardan çiçeklerle do
nanmış bir çiçek tarhının temsil edildiği bir halı da varmış. Ve Müs
lüman ordusunun komutanı Saat bin Ebu Vakkas, değerli eşyanın
tecimsel değerini biçecek kadar bilgi sahibi olmamasına karşın, böy
lesi bir harikanın ne değeri olabileceğini aşağı yukarı kestirmiş; ve
bunu, Ömer'e bir armağan olarak sunmak üzere, Keyhusrev'in sa
rayının yağmasından kurtarmış. Ama Tanrı onu lütuflarıyla donat.a
sı dürüst halife, Yemen'in fethi sırasında, zaptolunan ülkedeki gani
metler dağıtılırken, kendine bir urba yapımını sağlayacak kadar bi
le pay almak istemediği gibi, şimdi de böylesine bir armağanı kabul
edip etkilerinin halk üzerinde kuşkular uyandıracağı bir şatafatı ka
bullenmeyi göze alamamış. Ve oracıkta, değerli halıyı Medine'de o
zaman maiyetinde bulunan Müslüman reislerin adedi kadar parça
lara ayııtmış. Ve bunlardan hiçbirini kendi üzerine almamış. Oysa,
parçalanmış bile olsa böylesi değerli bir halının da fiyatı, Tanrı'nın
o seçkin lütufları üzerine olası Ali, kendisine düşen parçayı sonra
dan Suriyeli tacirlere yirmi bin gümüş dirhem karşılığı satmış oldu
ğuna göre, epeyce yüksekmiş.
Yine bu İran'ın işgali sırasında, Müslüman savaşçılara karşı bü
yük bir cesaretle karşı koymuş olan satrap Harmuzan, kendi bahtı
üzerine bizzat halifenin karar vereceğine inandıktan sonra teslim ol
maya razı olmuş. Oysa, Ömer Medine'de bulunuyormuş; Harmu
zan da inananlar arasında en yiğitlerinden iki emirin komuta ettiği
bir muhafız takımı eşliğinde bu kente götürülmüş. Medine'ye ulaşı
lınca, bu iki emir İranlı esirlerinin önemi ve rütbesini Ömer'in gözle
rinde canlandırmak için, keyhusrevin sarayında satrapların giyindi
ği altın işlemeli ve ışık saçan tacını giymesini sağlamışlar. Ve böyle
ce soyluluğuna yaraşır alametlerle donanmış olarak İranlı komutan,
halifenin eski bir hasır üzerinde, bir kemerin gölgesinde oturmakta
olduğu caminin merdivenleri önüne getirilmiş. Ömer de, yanına bir
kişinin getirilmekte olduğunu koparılan gürültüden anlayarak göz
lerini kaldırmış ve satrabı önünde, İran şahlarının sarayında giyilen
126
tüm cafcaflı urbalara bürünmüş olarak görmüş. Kendi bakımından
da Harmuzan, Ömer'i görmüş, ama yamalı giysilere bürünmüş ve
bir caminin avlusunda tek başına eski bir hasırda oturmakta olan
bu Arapta, yeni imparatorluğun efendisi olan halifeyi tanımak iste
memiş. Ama Ömer hemen bu esirin kişiliğinde, kaşlarını çatarak
bakmasıyla Arabistan'ın en mağrur kabilelerini uzun zamandan be
ri titreten kibirli satraplardan birinin bulunduğunu anlamış ve
"Kutsanmış İslam'ı, seni ve senin gibileri mahcup etmek için yücel
ten Tanrı'ya övgüler olsun!" diye haykırmış. Ve İranlıyı süslü giysile
rinden soyundurmuş ve sııtına kaba bir çöl giysisi verdirmiş; sonra
da ona "Şimdi layık olduğun şekilde giyinmiş olduğuna göre, tüm
görkemliliğin kendisine ait bulundl'ğu Tanrı'nın elini tanıyacak mı
sın" diye sormuş. Harmuzan da "Kuşkusuz, zahmetsizce onu tanıya
cağım. Çünkü, eğer Tanrı tarafsız davransaydı, geçmişteki tüm ut
kularımızı ve bütün onurlu yaşamımızı gözönünde tutarak, diyorum
ki, bizim sizi yenmemiz gerekirdi. Bu durumda senin sözünü ettiğin
Tanrı, bu kez bizi yendiğinize göre, sizin yanınızda bulunmuş olma
lı!" diye yanıt vermiş. Ömer de, onun boyun eğişini alayla karışık
olarak belirttiği bu sözleri işiterek kaşlarını öylesine bir şiddetle çat
mış ki, İranlı konuşmalarının bir ölüm hükmüyle noktalanmasın
dan korkmuş. Ve de şiddetli bir susuzluk hissetmiş gibi davranarak
su istemiş; ve kendisine sunulan toprak çanağı alarak bakışlarını ha
lifeye dikmiş; ve onu dudaklarına götürmekte kararlı davranır gibi
bir tavır takınmış. Ömer de ona "Neden çekiniyorsun!" diye sor
muş. İranlı komutan "Korkarım ki...
127
Ama Dokuz Yüz Yetmiş Dokuzuncu Gece Olunca
Demiş ki:
128
siz Hristiyanların karmadır. Çünkü halife bir yerde ibadet ederse,
Müslümanlar hemen orayı ele geçirmek isterler. Bundan da siz za
rar görürsünüz" diyerek haykırmış. Ve kutsal Kabe'ye dönerek iba
detini yerine getirdikten sonra, piskoposa "Şimdi bana bir yer gös
ter ki, orada bir cami yaptırayım ve bundan böyle Müslümanlar, si
zinkilerin tapınması için yapılmış yerleri taciz etmeden ibadet için
orada biraraya gelsinler" demiş. Sofronyos da onu Süleyman bin Da
vut'un mabedinin bulunduğu açıklığa getirmiş. Burası İbrahim'in
oğlu Yakup'un da bir zamanlar uyumuş bulunduğu bir mahalmiş.
Ve burada işaret olsun diye konulan taşın yöresi şimdi kentin çöplü
ğü olarak kullanılıyormuş. Yakup'un taşı bu çöplerle kaplı bulundu
ğundan, Ömer işçilere örnek oluşturmak üzere, urbasının eteğini
süprüntüyle doldurmuş ve onu oradan uzaklara fırlatmak üzere taşı
mış. Böylece hala adını taşıyan ve yeryüzünün en güzel camisi olan
mabedin dikileceği yeri hale yola koymuş.
Tanrı'nın en seçkin verileriyle donanası Ömer elinde bir bas
ton taşımak ve birçok yeri delik ya da yamanmış bir urbayla donana
rak Mekke ve Medine'nin çarşı ve sokaklarında dolaşarak alıcıları
aldatan ya da mallarını yüksek fiyatla satan tacirleri azarlamak ya
da bastonuyla cezalandırmak adetindeymiş.
Bir gün, taze süt ve yoğurt satılan çarşıdan geçerken, satmak
üzere önünde birçok süt çanağı bulunan yaşlı bir kadın görmüş.
Epeyce bir zaman onu inceledikten sonra yanına yaklaşmış ve ona
"Ey hatun, bundan böyle benim gözlemlediğim gibi Müslümanları
aldatmaktan kendini sakın ve de sütüne su katmamaya bak!" de
miş. Yaşlı kadın da "İşittim ve itaat ediyorum, ey Emir-ili-Mümi
nin!" diye yanıt vermiş. Ömer de yürüyüp gitmiş. Ama ertesi sabah
yeniden sütçüler çarşısına uğramış ve yaşlı sütçüye yaklaşarak, ona
"Ey kahrolası hatun, ben sana sütüne su katmamam söyleyip seni
ikaz etmemiş miydim?" demiş. Yaşlı kadın da "Ey Emir-ili-Mümi
nin, seni temin ederim ki, artık o işi yapmıyorum" diye cevap ver
miş. Ama, daha bu sözler ağzından çıkmadan, bir genç kızın nefret
129
dolu bir sesle "Nasıl, anacığım! Hileye bir de yalan, yalana da halife
ye saygısızlığı katarak Emir-ül-Mümininin karşısında yalan söyle
meye nasıl cesaret ediyorsun? Tanrı seni affeylesin!" diyen sesi du
yulmuş.
Ömer bu sesi duyarak heyecanla irkilmiş. Ve yaşlı kadına hiç
bir sitemde bulunmamış. Ama kendisinde eşlik eden Abdullah ve
Hacim adlı oğullarına doğru dönerek onlara "İçinizden hanginiz bu
erdemli genç kızla evlenmek istiyor? Öyle umulur ki, Tanrı, bu ço
cuktan kendisi gibi erdemli ardıllar sağlanması için lütuflarının ko
kulu soluğunu esirgemeyecektir" demiş. O zaman Ömer'in büyük
oğlu Hacim "Babacığım, ben evlenirim" diye yanıt vermiş. Ve sütçü
kadının kızıyla Emir-ili-Mümininin oğlu evlenmişler. Ve bu kutsan
mış evlilik olmuş. Çünkü bu evlenmeden doğan bir kız, sonradan
Abd ül-Aziz bin Mervan ile evlenmiş. Ve işte bu sonuncu evlenme
den Emevilerin tahtı üzerine çıkan ve saltanat sırası bakımından se
kizinci halife olan Ömer bin Abd ül-Aziz doğmuştur. Hoşuna gideni
yücelten Tanrı'ya övgüler olsun!
Ömer her zaman "Bir Müslümanın öldürülmesini hiçbir vakit
cezasız bırakmam!" demeyi adet edinmiş imiş. Günün birinde, cami
nin merdivenlerinde adalet dağıtırken, onun önüne henüz buluğa
ermemiş, güzel ve bir genç kızınki gibi parlak yanaklı bir gencin ce
sedini getirmişler. Bu gencin bilinmeyen birinin eliyle öldürüldüğü
nü, cesedini de yol üstüne atılmış olarak bulduklarını söylemişler.
Ömer bilgi edinmiş ve cinayetin ayrıntılarını toparlamak için
gayret göstermiş; ama sonuca ulaşamamış ve caninin izini bulama
mış. Ve araştırmalarının sonuçsuz kalmasından çarpan yüreği üzül
müş. O zaman Yüce Tanrı'ya dönerek "Ya Allah! Ey efendim, bana
imkan ver de caniyi bulayım!" diye dua etmiş. Ve bu duayı tekrarla
yarak söylediği çok kez duyulmuş.
Ertesi yılın başında, ona, öldürülen gencin bulunduğu yerde
rastlanmış, henüz yaşamakta olan yeni doğmuş bir bebek getirmiş
ler. Ömer hemen "Tanrı'ya övgüler olsun! Şimdi kurbanın kanına
130
sahip çıkabilirim. Ve Tanrı dilerse cinayet çözülecektir!" diye hay
kırmış. Ve ayağa kalkıp çocuğu emanet edebileceği bir kadın bula
rak, ona "Bu küçük yetimle sen ilgilen; onun ihtiyaçlan için kaygı
lanma da! Ama yörene kulak vererek bu çocuk hakkında söylene
ceklere dikkat et ve onu alıp götürmemeleri için çocuğu gözünün
önünden ayırmamaya gayret et! Eğer onu öpüp bağrına basan bir
kadına rastlarsan, belli etmeden oturduğu yeri öğren ve bana he
men haber ver!" diyerek bebeği ona teslim etmiş. Sütana da,
Emir-ül-Mümininin sözlerini belleğine kazımış...
131
Ama Dokuz Yüz Sekseninci Gece Olunca
Demiş ki:
132
için seni lütuflarıyla donatsın, ey Emir-ili-Müminin! Şurada biraz
eğlen! Senin niyetini kızıma bildireceğim" demiş. Ve kızı Saliha'nın
yanına gidip halifeyi kabul etmesini istemiş. Ve Ömer içeri sokul
muş.
Genç kadının yanına girince, Ömer, orada bulunanların çekil
mesini istemiş. Onlar da hemen çıkıp halifeyi Saliha ile yalnız, yapa
yalnız bırakmışlar. O zaman Ömer, kılıcını gizlediği yerden çekip çı
kararak genç kadına "Senden bir zamanlar yolda bulunan genç ada
mın öldürülmesi hakkında kesin bilgiler istiyorum. Bu bilgiler sen
de var. Benden gerçeği saklamaya çalışırsan, seninle gerçek arasın
da bu kılıç yer alacak, ey Saliha!" demiş. Kadın da, hiç sıkıntı çekme-
den "Ey Emir-ili-Müminin, sen tam da soruşturduğun olayın ortası
na düştün! Ve ben, Yüceler Yücesi Tann'nın büyüklüğü ve dua ve
barış üzerine olası Peygamber üzerine yemin ederim ki, tümüyle sa-
na gerçeği anlatacağım!" diye yanıt vermiş ve sesini alçaltarak de
miş ki:
"Bil ki, ey Emir-ül-Müminin, her zaman benim yanımda bulu
nan tanıdığım yaşlı bir kadın vardı; ve sokağa çıktığım her vakit ba
na eşlik ederdi. Ve ben onu bir kızın anasını sevdiği gibi severdim.
O da, kendince, bana değgin olan ve beni ilgilendiren her şeye bü
yük bir ilgi ve özen gösterirdi. Uzun zaman da böyle oldu. Ben de
onu saygı ve sevgiyle dinleyip üstüne titredim. Günün birinde, yanı
ma gelip bana 'Kızım, gidip yakınlarıma bir ziyarette bulunmak isti
yorum. Ama, bir kızım var. Ve onun bulunduğu yerde çaresiz bir fe
lakete uğramasından korkuyorum. Bundan dolayı bana, onu sana
getirmeme ve dönüşüme kadar senin yanında kalmasına izin verme-
ni diliyorum' dedi. Kendisine hemen olumlu yanıt verdim. Çıkıp git
ti. Ertesi gün de kızı eve geldi. Bu, hoş görünüşlü, tavrı güzel, uzun
boylu ve alımlı bir genç kızdı. Ona büyük bir sevgi duydum. Ve onu
kendi yattığım odada yatırdım. Bir öğle sonrası, ben uyurken bir
denbire uykumda, üzerime bütün ağırlığıyla abanan ve beni iki ko
luyla sararak kımıltısız bırakan bir erkek tarafından saldırıya uğra-
133
<lığımı ve berbat edildiğimi anladım. Ve onursuzluğa uğrayarak kir
letildikten sonra onun baskısından kurtuldum. Alt üst olarak, bir bı
çak buldum ve şerefsiz saldırgammın karnına sapladım. Onun aslın
da bana eşlik eden genç kızdan başkası olmadığını gördüm. Ben, sa
kalı bıyığı olmayan bir gencin kolaylıkla kendisini bir genç kız ola
rak yutturmasına kanmıştım. Ve onu öldürünce, cesedini kaldırtıp
bulunduğu yere atılması için evden çıkarttım. Tanrı, bu genç adam
la yasadışı ilişkim sonunda benim ana olmamı istemiş. Çocuğu vakti
gelip de doğurunca babası olan delikanlının bulunduğu yolun üzeri
ne koydurdum. Ve işte, ey Emir-fil-Müminin bu iki varlık hakkın
daki gerçek öykü budur. Ben de onu olanca doğruluğuyla anlattım.
Tanrı tanığımdır!"
Ömer "Kuşkusuz, sen bana gerçeği söyledin. Tanrı lütuflarını
üzerine yaysın!" demiş. Ve kızın erdemliliğine ve cesaretine hayran
olmuş; ve hayır işlemede daim olmasını önermiş ve onun için Tan
rı'dan iyilik dilemiş. Sonra da çıkıp gitmiş. Ayrılırken, kızın babası
na "Tanrı kutsamalarını evinin üzerinden eksik etmesin! Kızın �r
demli bir kişi! Tanrı onu kutsasın! Onu yüreklendirdim ve kendisi
ne öğütlerde bulundum" demiş. Saygın Ensari şeyh de "Allah sen
den razı olsun, ey Emir-fil-Müminin! Gönlünün dilediği arzuları ye
rine getirsin ve seni lütuflara boğsun!" diye yanıt vermiş.
Bunu izleyerek zengin genç adam, biraz dinlendikten sonra
"Şimdi size konuyu değiştirmek için, Şarkıcı Mavili Sallame'nin öy
küsünü anlatacağım!" diyerek sözünü sürdürmüş ve demiş ki:
134
ŞARKICI MAVİLİ SALLAME
135
Ama Dokuz Yüz Seksen Birinci Gece Olunca
Demiş ki:
Ey İbn-i Ganem! Hala yaşasa da, ölmüş gibi ardında bıraktığın bir
bahtsız aşığın durumu ne acıdır!
Sen ona içsin diye korkunç acılıkta iki ilaç bırakın: Acı hıyar suyu ve
acı pelin!
Ey kervanı sevkeden Yemenli deveci, kırıp döktün beni, uğursuz
herif.
Hiç görülmedik biçimde yürekleri ayırdın, vahşi manda
görünümünde onları kederlere gömdün!
136
dan seksen bin dirheme sattığım bir çift şahane inciyi ağzımın içine
sokmasaydı vermezdim" diye yanıt vermiş.
Bunu işiten Sallame'nin efendisi, sadece "Çok fila" demiş. Ve
başka hiçbir sözcük eklemeden, ruhunda tutuşan kıskançlık öfkesiy
le Yezit bin Aufun peşine düşmüş ve uygun bir fırsat bulup eline ge
çirince, onu kamçılatarak öldürtmüş.
Mavili'nin Yezit'e bu tek ve uğursuz buseyi vermiş olması sıra
sındaki koşullara gelince, şöyleydi: Bir gün adet edindiğim üzere,
Sallame'ye musiki dersi vermek için İbn-i Ganem'in evine gidiyor
dum. Yolda, Yezit bin Aufa rastladım. Selamlaşmalardan sonra,
ona "Böyle harika giyinmiş nereye gidiyorsun, ya Yezit?" diye sor
dum. Bana "Senin gittiği yere!" diye yanıt verdi. Ona "Çok güzel! Bu
yur öyleyse!" dedim.
İbn-i Ganem'in evine varınca, toplantı salonunda oturduk. Bi
raz sonra, Sallame, turuncu bir üstlük ve gül kırmızısı harika bir kaf
tan giyinmiş olarak göründü.
Göz kamaştıran şarkıcının başı ve ayaklarından yakıp tutuştu
ran bir güneşin doğduğunu sandık. Ardından da ut taşıyan küçük
bir köle kız geliyordu.
Mavili, benim yönetimim altında, kendisine öğrettiğim yeni bir
makamda şarkı söyledi. Sesi, zengin, ağır, derin ve duygulu idi.
Efendisi, belli bir anda, bizden izin isteyerek salondan ayrıldı ve bi
zi yalnız bırakarak yemek hazırlanması için buyruk vermeye gitti.
Yezit de, şarkıcı için ruhunda duyduğu aşkla ona yalvaran gözlerle
yaklaştı. Kız etkilenmiş gibi göründü ve şarkısını kesmeksizin ona
beklediği yanıt dolu gözlerle baktı. Yezit de, bu bakıştan esrikleş
miş, elini koynuna soktu ve cebinden eşi görülmedik bir çift şahane
inci çıkardı ve bir an şarkısını kesen Sallame'ye "Bak, ey Sallame!
Bu iki inciyi altmış bin dirheme bugün satın aldım. Eğer istersen,
senin olacaklar!" dedi. O da "Peki karşılığında seni memnun edecek
ne yapmamı istemektesin?" diye sordu. Yezit "Benim için şarkı söy
lemeni!" yanıtını verdi.
B7
O zaman Sallame, rızasını bildirmek anlamında, elini alnına gö
türdükten sonra, uduna düzen verdi, söz ve musikisi kendisine ait
olan, ağır yeğni bir vurgulamayla ve yüzük parmağı telindeki ses
perdesinden şu şarkıyı okudu:
138
yine de incileri kabul edilen koşullarda elde etmesi gerektiğinden,
esiresine bir işaret yaptı, o da hemen Yezit'in üzerine atıldı ve onu
iki omzundan yakaladı ve olduğu yere yıkıp kıpırtısız bıraktı. Salla
me de, böylece asla yenilgiye uğramamış ve yengi sağlamış bir tavn
vurguladıktan sora, biraz kafası karışık ve alnında terlerle, kendili
ğinden geldi ve Yezit'in dudaklarında hapsolunmuş bulunan harika
incileri, dudaklarıyla değiş tokuş ederek oradan aldı. Ve onları ken
disine mal eder etmez, Sallame, hemen kendini toparlayıp gülerek
Yezit'e "Vallahi, kılıç bağrına saplanmış, her bakımdan yenik du
rumdasın!" dedi. Yezit de çelebi ruhuyla "Vallahi, ey Mavili, sana ye
nik düşmekten hiç kaygılanmam. Dudaklarından toparladığım ne
fis koku yaşadığım sürece ebedi bir ıtır gibi yüreğimde kalacaktır"
diye yanıt verdi. Tanrı Yezit bin Auf dan merhametini esirgemesin!
Aşk kurbanı olarak öldü!
Sonra zengin genç adam "Şimdi de bir Tufeyli öyküsü dinleyin!
Bilirsiniz ki bizim Arap cetlerimiz, kökenini Obur Tufeyli'den alan
bu sözcüğü, kendilerini kendiliklerinden bir şölene davet ederek,
kimseden istemeksizin, yemek ve içkileri yutan kişiler için kullan
maktaydılar. Bunu bilerek dinleyin şimdi!" demiş ve anlatmış:
TUFEYLİ
139
bu Tufeyl, ağzının tadım çok iyi bilen birisi olduğu kadar nükte ya
pan, bilgili, kurnaz, alaycı; ve yerli yerinde söz eden, hazırcevap bi
riymiş. Bundan başka, anasının da zina yaptığına inanılır. O da, ke
sinlikle, asalakların yaşam kurallarım, kısa olduğu kadar uygulana
bilir de olan birkaç temel kurala dayandırırmış. Bunlar şu verilerle
özetlenebilirmiş:
Kendini güzel bir düğün yemeğine davet eden kişi, kararsız bir tavırla
şuraya buraya takılıp kalmamalıdır.
Bu kişi, sağlam bir adımla içeri girip kimseye gözünü dikmeden en iyi
yeri seçmelidir; böylece çağrılılar ve davete katılanlar onun birincil
önemde birisi olduğunu düşünürler.
Eğer evin kapıcısı sert ve zor biriyse, hiçbir gözlemde bulunmasına
izin vermeksizin, onu azarlayıp haddini bildirmelidir.
Bir kez sofraya oturunca, yemeye ve içmeye başlanmalıdır; ve şişin
kendisine değil, kebaba yapışılmalıdır.
Çelikten de keskin parmaklarla, içi doldurulmuş piliç ve ete
saldırılmalıdır.
140
yıp yutucuların babası ve asalakların başlarının tacı olmuş. Onun
yaklaşım tarzı hakkında örnek oluşturacak binlerce olaydan işte bi
risi:
Kentin ileri gelen ünlülerinden biri, birkaç dostunu davet ede
rek onlara harika tarzda hazırlanmış bir balık ziyafeti veriyormuş.
O sırada kapıda Tufeyl'in, kapıcı köleyle bilinen sesiyle konuştuğu
, -ı.ıyulmuş. Çağrılılardan biri "Tanrı bizi bu pisboğazdan korusun!
1
141
kese selam savurmuş. Ve bismillah dedikten sonra, elini tabağa
uzatmış. Ama tabakta kötü görünümlü küçük ve değersiz balıklar
dan başka şey olmadığını görmüş. Çağrılılar kıvırdıkları oyundan
keyifli, ona "Hey, Tufeyl Usta, bu balıklar hakkında ne düşünüyor
sun? Galiba yemeği pek zevkine uygun bulmadın!" demişler. O da
"Benim, epey zaman var ki, balık ailesiyle başım pek hoş değil; ve
onlardan çok çekiniyorum. Çünkü zavallı babam, denizde boğula
rak öldü ve onu balıklar yedi" diye yanıt vermiş. Çağrılılar da ona
"Çok ala, işte şimdi, senin de bu küçük balıklan yiyerek onlardan
babanın intikamını almak için eline güzel bir fırsat geçti" demişler.
Tufeyl de "Hakkınız var. Ama bekleyin!" diye yanıt vermiş ve asalak
gözleri köşeye taşınmış olan iri balıklan içeren tabağı görmüş. Ve
sanki kızartılmış küçük balıklarla ilgili söylenenleri dinliyormuş gi
bi yaparak ansızın "Hey ahbaplar! Biliyor musunuz bu küçük balık
lar bana ne söylüyor?" diye haykırmış. Çağrılılar da "Yo, vallahi! Na
sıl bilebiliriz?" diye yanıt vermişler. Tufeyl de "Pekala! Öyleyse din
leyin bakın: 'Biz, Tanrı rahmet eyleyesi babanın ölümü sırasında
orada değildik. Zaten o zaman yaşamış olacak kadar da yaşlı deği
liz!' diyorlar. Sonra da kulağıma şu sözleri de söylüyorlar: 'Sen git
de köşeye gizlenen şu iri balıkları ye ve intikamım al! Çünkü o za
man rahmetli babanın üzerine atılıp onu yiyenler bunlardır'" de
miş.
Onun bu konuşmasını duyarak çağrılılar ve ev sahibi, Tufeyl'in
burnunun hilelerinin kokusunu aldığını anlamışlar. Bundan dolayı,
gülmekten sırtüstü devrilerek çabucak güzel balıklan Tufeyl'e suna
rak "Ye öyleyse onları! İnşallah boğazında kalır!" demişler.
Sonra genç adam dinleyicilerine "Şimdi de Esire Kader'in Öy
küsünü dinleyin!" demiş ve şu öyküyü anlatmış:
142
ESİRE KADER'İN ÖYKÜSÜ
Demiş ki:
144
Hayzaran celladın bu sözünü duyunca dehşete kapılmış; ve ru
huna korku sinmiş; heyecan kalbini sıkıştırmış ve kırmış. Başını
eğip bir an derin düşüncelere dalmış; Mesrur'a "Git, hemen oğlum
El-Reşit'i bul ve buraya getir!" demiş. Mesrur da işitip itaat ettiği
yanıtını verip ve oradan ayrılmış.
Ve Harun'un dairesine girmiş. Harun o anda soyunuk halde,
yatakta, bacakları da örtü altındaymış. Mesrur, ona, heyecanla
"Tanrı adına ayağa kalk, efendim; hemen benimle birlikte seni çağı
ran annen sultanımın yanına gel!" demiş. El-Reşit de ayağa kalmış
ve çabucak giyinerek Mesrur ile birlikte Sitti Hayzaran'ın dairesine
geçmiş. Ana Sultan, yeğlediği oğlunu görünce, ayağa kalkıp ona doğ
ru koşmuş, kendisine hiçbir şey söylemeksizin onu kucaklamış ve
gizli küçük bir odaya itmiş ve kapısını üzerine kapatmış; o da karşı
çıkmayı ve herhangi bir soru sormayı düşünmemiş.
Bunu yapınca Sitti Hayzaran, evlerinde uyumakta olan emirle
ri ve halife sarayının başlıca kişilerini çağırtmış. Ve hepsini kendi
nezdinde toplamış. Haremin ipek perdesi ardından onlara şu sade
sözlerle hitap ederek "Güçlüler Güçlüsü, Yüceler Yücesi Tanrı adı
na ve de onun kutsanmış peygamberi adına, sizler, oğlum El-Re
şit'in halifeliğin düşmanlarıyla, herhangi bir gizli ya da sapkın mez
hepli Zındık ile anlaşma yaptığını, ilişki ya da bağlantı kurduğunu
ya da oğlum ve efendiniz olan El-Hadi'ye karşı herhangi bir itaatsiz
lik ve isyanda bulunduğunu hiç işittiniz mi?" diye sormuş. Hepsi
ağız birliğiyle "Hayır, asla!" diyerek yanıt vermişler. Hayzaran da,
hemen yeniden söz almış ve "Öyleyse, bilin ki, şu saatte, oğlum
El-Hadi kardeşi El-Reşit'in kellesini istemiş bulunuyor. Acaba ba
na nedenini açıklayabilir misiniz?" demiş. Orada bulunanlar öylesi
ne yıldırımla vurulmuşa dönmüşler ve ürkmüşler ki,"'içlerinden hiç
biri tek bir söz söyleyememiş. Ama Vezir Rabia, ayağa kalkıp Cellat
Mesrur'a "Hemen şu saat ve şu anda halifenin huzuruna çık. Seni
gördüğü zaman 'İşi bitirdin mi?' diye sorarsa; sen ona 'Annen, rah
metli babanın eşi Hayzaran, El-Reşit'in üzerine yürüdüğümü gö-
145
rünce beni tutup itti. Ben de, buyruğunu yerine getirmeksizin huzu
runa geldim' diye yanıt verirsin" demiş. Mesrur da oradan çıkıp hali
fenin yanına gitmiş.
El-Hadi onu görür görmez, kendisine "Pekala! Senden istedi
ğim kelle nerede?" demiş. Mesrur da "Efendim, Sultan Hayzaran
efendimiz, kardeşin El-Reşit üzerine atılırken beni gördü ve dur
durdu; beni itip görevimi yapmamı engelledi" diye yanıt vermiş. Ha
life de, öfkenin sınırında, ayağa kalmış ve İshak ile şarkıcı Kader'e
"Ben dönünceye kadar bulunduğunuz yerde kalın" demiş.
Annesi Hayzaran'ın yanına gitmiş ve bütün emirlerin ve ulu ki
şilerin toplanmış bulunduğunu görmüş. Ana sultan da, onu görerek
ayağa kalmış; onun nezdinde bulunan kişiler de ayağa kalkmışlar.
Halife, annesine doğru dönerek öfkenin boğduğu bir sesle "Ben bir
şeyi isteyip buyurduğumda, sen neden irademe karşı durmakta
sın?" demiş. Hayzaran da "Tanrı beni senin iradelerinin herhangi bi
rine karşı durmaktan korusun! Arıa ben sadece senin ne gibi bir ne
denle oğlum El-Reşit'in ölümünü istediğini bana bildirmeni iste
mekteyim! O senin kardeşin ve kendi kanından olan biridir. O da se
nin gibi babanın sulbünden ruh ve yaşam sağlamıştır" diye haykır
mış. El-Hadi de "Madem ki bilmek istiyorsun, söyleyeyim. Dün ge
ce gördüğüm ve beni korkuya salan bir rüya yüzünden El-Reşit'tetı
kurtulmak istiyorum. Bu rüyada, gerçekten, El-Reşit'in benim yeri
me tahta oturduğunu gördüm. Ve gözde esirem Kader, onun yanın
daydı; o da kızla içip eğleniyordu. Ben, kardeşim bile olsa artık
onun yanımda, bir uğursuzluk, tehlikeli bir rakip gibi yaşayıp dur
masını görmek istemiyorum" diye yanıt vermiş. Hayzaran da ona
"Ey Emir-ül-Müminin, bunlar rüyanın getirdiği hayaller ve saçma
lıklardır; peklik yapıcı yemeklerin neden olduğu kötü düşlerdir. Bir
rüya pek nadir olarak gerçekle ilgilidir" diye yanıt vermiş. Ve orada
bulunanların doğruladığı bir tarzda bu konuşmayı sürdürmüş ve
böylece El-Hadi'yi yatıştırmayı ve korkularım dağıtmayı başarmış.
O zaman El-Reşit'i ortaya çıkarmış ve ona ayaklanmak için hiçbir
146
tasarısı olmadığına ve hiçbir lursı bulunmadığına dair yemin ettir
miş.
Bu açıklamalardan sonra El-Hadi'nin öfkesi yatışmış. Gözdesi
ni İshak ile birlikte bıraktığı köşke dönmüş. Musikişinasa yol ver
miş ve neşelenmek, keyif sürmek ve gecenin ve aşkın tatlı karışımı
na dalmak üzere güzel Kader ile yalnız kalmış. O sırada birdenbire
ayak tabanlarında keskin bir acı duymuş. Ve elini kaşımak üzere sız
layan yere götürüp kaşımış ve birkaç saniyede orada küçük bir şiş
kinlik belirmiş ve bu şişkinlik bir fındık kadar büyümüş; ve dayanıl
maz kaşıntılarla birlikte tahriş olmuş. Yeniden ovuşturmuş; bu kez
bir ceviz kadar büyümüş; ve sonunda patlamış. Ve El-Hadi birden
bire sırtüstü düşerek ölmüş.
Oysa, bunun nedeni, halifenin anlaşmadan sonra kendi yanın
da kaldığı kısa sürede Hayzaran'nın ona içmek için verdiği ve içinde
bahtın hükmü bulunan demirhindi şerbeti imiş. Halifenin ölümünü
ilk olarak işiten kesinlikle Cellat Mesrur olmuş. Ve hemen Ana Sul
tan Hayzaran'ın yanına koşmuş ve ona "Ey halifenin annesi, Tanrı
ömrünü uzatsın! Efendim El-Hadi öldü" demiş. Hayzaran da, ona
"Pekala. Ama ey Mesrur, bu haberi gizli tut; olay ansızın yayılma
sın! Şimdi hemen oğlum El-Reşit'in yanına git ve onu buraya getir!"
demiş. Mesrur, El-Reşit'in yanına gitmiş ve onu yatarken bulmuş;
onu uyandırarak kendisine "Efendim, hanımım hemen seni çağırı
yor" demiş. Harun da, çok şaşırarak "Vallahi! Kardeşim El-Hadi
ona yine benden söz etmiş ve de aklımın köşesinden geçmediği hal
de benim düzenlediğim bir tuzaktan dem vurmuş olacak!" diye hay
kırmış. Ama Mesrur onun sözünü keserek kendisine "Ey Harun,
ayağa kalk ve beni izle! Yüreğini ferah tut, çünkü her şey iyiye git
mektedir ve sen başarı ve sevinçten başka bir şey görmeyeceksin!"
demiş.
Bunun üzerine Harun ayağa kalkıp giyinmiş. Mesrur da he
men onun önünde secdeye varmış ve elleri arasında yeri öperek "Ba
rış üzerine olsun, ey Emir-ili-Müminin, iman hizmetlilerinin ima-
147
mı, yeryüzünde Allah'ın elçisi peygamberin halifesi, Şeriat'ın ve
onun zorunlu kıldıklarının savunucusu!" diye haykırmış. Harun şaş
kınlık ve kararsızlık içinde "Bu sözler ne anlama geliyor, ey Mes
rur? Daha biraz önce bana adımla seslendin. Şimdi de Emir-fil-Mü
minin unvanıyla hitap ediyorsun. Bu birbirine zıt sözleri ve ansızın
dil değiştirmeni neye yormalıyım?" diye sormuş. Mesrur da "Efen
dim, her ömrün ulaşacağı bir yer ve her varlığın son bulacağı bir za
man vardır! Tanrı ömrünü uzatsın, kardeşin öldü...
Demiş ki:
"Efendim, her ömrün ulaşacağı bir yer ve her varlığın son bula
cağı bir zaman vardır! Tanrı ömrünü uzatsın, kardeşin öldü" demiş.
Harun Reşit, artık hiçbir korku ve kaygısı kalmadığı için annesinin
yanına gitmek için acele etmiş ve onun yanına ulaşıp da kadın onu
görünce "Neşe ve mutluluk! Emir-fil-Müminine neşe ve mutluluk
dilerim!" diye haykırmış. Ayağa kalkarak ona halifelik hilatını giy
dirmiş; ve eline saltanat asasını, yüce mührü ve egemenlik alametle
rini teslim etmiş. Ve aynı anda, harem hadımağalarının başı içeri
girmiş ve El-Reşit'e "Efendimiz, bir mutlu haberim var. Esiren Ma
rahil sana bir oğlan doğurdu" demiş. Harun çifte mutluluğun sevin
cini ortaya koymuş ve oğluna El-Memun lakabıyla birlikte Abdul
lah adını vermiş.
El-Hadi'nin ölümünü ve El-Reşit'in tahtına çıkışını Bağdat
halkıgün doğmadan önce öğrenmiş. Harun da egemenlik hazırlıkla
rı :::.�rasında, emirlerin, ünlü kişilerin ve halk topluluğunun sadakat
148
yeminlerini kabul etmiş. Aynı gün, ikisi de Yahya Barmaki'nin oğul
ları olan El-Fadl ile Cafer'i vezirliğe atamış. Ve imparatorluğun
tüm eyalet ve ülkeleri ve Arap olsun olmasın, tüm İslam topluluk
lar, Türkler ve Deylamiler yeni halifenin egemenliğini tanıyıp sada
kat yemini etmişler. O da, saltanatına refah ve görkem içinde başla
mış ve yeni şaşaası ve kudretinin parlaklığı içinde tahtına oturmuş.
El-Hadi'nin kolları arasında can verdiği gözde Kader'e gelin
ce, onun durumu da şöyleymiş: Tahta çıktığı günün gecesinden baş
layarak kadının güzelliğini bilen El-Reşit onu görmek istemiş ve ilk
bakışlarını onun üzerine çevirmiş. Ve ona "Ey Kader, seninle birlik
te Tanrı rahmet eyleyesi kardeşim Hadi'nin oturduğu, eğlendiği ve
dinlendiği köşkü ve bahçeyi ziyaret etmek istiyorum" demiş. Henüz
matem giysileri sırtında olan Kader de başını eğmiş ve "Ben,
Emir-ül-Mümininin itaatkar kölesiyim" diye yanıt vermiş. Ve sır
tından matem giysilerini çıkarmak üzere bir an için oradan ayrıl
mış; ve bunları çıkarıp duruma uygun giysiler ve süslerle donanmış.
Sonra köşke girmiş; orada Harun kendisini yanıbaşına oturtmuş.
Ve gözleri bu çok güzel kadın üzerinde, kendisini onun zarafetine
hayran olmaktan alıkoymayarak orada kalmış; ve duyduğu sevinç-
ten, göğsü alabildiğine ferahlamış ve yüreği genişlemiş. Sonra, Ha
run'un sevdiği şaraplar getirilmiş; ama Kader halifenin kendisine
uzattığı bardaktan içmeyi reddetmiş. O da şaşırarak kendisine "Ne
den reddediyorsun?" diye sormuş. Kadın "Musiki olmadan şarap er
deminin yarısını yitirir. Bundan dolayı, yanımızda İbrahim'in oğlu
hayranlık veren İshak bulunsa ve bize uyumlu bir birliktelik sağla-
sa pek hoşnut olurdum" diye yanıt vermiş. El-Reşit de "Bunda bir
uygunsuzluk yok" diye yanıt vermiş. Hemen Mesrur'u gönderip mu
sikişinası çağırtmış; o da gelmekte gecikmemiş. Ve Halife'nin önün
de yeri öperek saygılarını sunmuş. Ve El-Reşit'in bir işareti üzeri
ne gözdenin karşısına oturmuş.
O andan başlayarak bardak elden ele dolaşmış; ağzına kadar
dolu birçok bardak devirmişler. Ve şarap beyinlerde coşku yaratın-
149
ca, İshak, birdenbire "Keyfince olayları dönüşüme uğratan ve değiş
kenlik ve süreklilik sağlayan Ebedi Varhk'a övgüler olsun!" diye
haykırmış, El-Reşit de ona "Sen böyle söylemekle neyi düşünmekte
sin, ey İbrahim'in oğlu?" diye sormuş. İshak da "Ne yazık ki, ey efen
dim, dün, aynı saatte, kardeşin bu köşkün penceresinden eğilmiş,
gelin gibi bir ayın saçtığı ışık altında, şarkıcıların tatlı ve hafif sesle
rini duyup akıp giden suya bakıyordu. Ve apaçık bir mutluluğu vur
gulayan bir görünüm karşısında bahtından ürkmeye başlamış ve sa
na acı alçalmanın acı şerbetini içirmek istemişti" diye yanıt vermiş.
El-Reşit de "Ey İbrahim'in oğlu, yaratılanların ömrü Talih Kitabı'n
da kayıtlıdır. Süresi gelip bitmese bu yaşam hoşa mı giderdi?" de
miş. Sonra da güzel Kader'e dönmüş ve ona "Ey genç hanım, sen ne
dersin?" demiş. Kader de utunu eline almış; doğaçlamadan bir tak
sim geçmiş; sonra da derinden derine duygulu bir sesle, şu dizeleri
okumuş:
150
Ve bahtsız genç kadının öyküsünü böylece anlattıktan sonra,
genç zengin adam, duygulanan dinleyicilerine "Şimdi de, talihin acı
masız oyunlarının bir başka belirtisi olan Uğursuz Gerdanlık öykü
sünü dinleyin!" demiş.
UGURSUZ GERDANLIK
151
Ama Dokuz Yüz Seksen Beşinci Gece Olunca
Demiş ki:
152
Kendi bakımından, halife beni görünce, yoldaşlarına döndü ve
onlara, sadece onların duyduğunu sandığı bir sesle "İşte çölden gel
miş, tüm kabalığı ve yabaniliği içinde bir Arap! Vallahi! Onu çağırıp
bize katılmasını isteyeceğim; onun sırtından bir parça eğleniriz!" de
di. Ve eliyle bana işaret etti. Yanlarına yaklaşınca, beni çimende, iki
şarkıcı kızın karşısında, yanına oturttu. İşte o zaman, beni tanımak
tan uzak olan ve daha önce hiç görmemiş bulunan halifenin arzusu
üzerine, kızlardan biri utuna düzen verdi ve dokunaklı bir sesle be
nim bestelediğim tek düze bir ezgi okudu. Ama, tüm yeteneğine kar
şın, okurken birkaç küçük hata yaptı ve ezginin birçok kısmını atla
dı. Ben de halifenin patlamaya hazır alaylarını üzerime çekmemek
için kendimi kesinlikle sakınmakla birlikte, şarkıcıya seslenerek
"Hata yapıyorsun, hanımım, hata yapıyorsun!" diye haykırmaktan
kendimi alamadım. Genç kız da, benim seslenişimi duyunca, alaylı
bir gülüşle güldü; halifeye dönerek "Şu deve sürücüsü Bedevi Ara
bın söylediğini işittin mi, ey Emir-fil-Müminin? Bizi hata işlemiş ol
makla itham etmekten çekinmiyor, utanmaz!" dedi. El-Velit de ba
na, aynı zamanda hem alaycı hem de söylediğimi onaylamamış gibi
bakarak "Senin kabilende, ey Bedevi, şarkı söylemeyi ve musiki ge
reçlerinin çalınışını incelikle öğretirler mi?" dedi. Ben de önünde
saygıyla eğilerek ona "Başım üzerine yemin ederim ki hayır, ey
Emir-ül-Müminin. Ama eğer izin verirsen, bu harika şarkıcıya,
tüm sanatına karşın, icrada bir iki hata yaptığını kanıtlarım" diye ya
nıt verdim. El-Velit, sonucu görmek üzere bana izin verince, genç
kıza "İkinci telde bir seyrek koma daha aşağı bas; dördüncü tele de
gevşek bas! Sonra da havanın ağır bölümüne geç! Göreceksin ki, şar
kının vurgulaması daha çok anlam kazanacak ve senin hafifçe atladı
ğın bazı kısımlar kendiliğinden yerine oturacak" dedim.
Genç kız da, bir Bedevi'nin bu tarzda konuştuğunu görmekten
şaşırarak kendisine gösterdiğim şekilde utuna düzen verdi; ve şarkı
sını yeniden söyledi. Bu kez öylesine güzel ve mükemmel okudu ki,
kendisi de heyecanlandığı kadar şaşırdı da. Ve ansızın ayağa kalka-
153
rak "Kabe'nin Sahibi üzerine yemin ederim ki, sen Haşim bin Süley
man'sın!" diye haykırarak ayaklarıma atıldı. Ben de genç kızdan da
ha az heyecanlanmış değildim ve bu yüzden yanıt veremedim. Hali
fe "Sen gerçekten onun sözünü ettiği kişi misin?" diye sordu. Ben
de, yüzümü açarak "Evet, ey Emir-fil-Müminin, ben senin kölen
154
karan Tann'ya övgüler olsun! Bu genç kız, sana, zamanımızın tüm
musikişinaslarından fazla hayrandır; ve bana senin şarkıların ve
bestelerinden başka şey çalıp söylemez!" dedi. Ve de "İsterim ki
bundan böyle benim dostum ve arkadaşım olasın!" diye ekledi. Ben
de ona teşekkür edip elini öptüm.
Sonra, şarkıyı söyleyen genç kız, halifeye doğru dönüp ona "Ey
Emir-ül-Müıninin, bu mutlu an dolayısıyla sana bir şey sormak isti
yorum!" dedi. Halife de "Sorabilirsin!" dedi. Kız "Senden, üstadıma,
saygımı göstermek üzere, minnettarlığımın bir kanıtını sunmama
izin vermeni rica ediyorum" dedi. O da "Kuşkusuz, gerekir doğru
su!" diye yanıt verdi. O zaman sevimli şarkıcı, boynunda taşıdığı ve
kendisine halifenin armağan etıniş bulunduğu görkemli gerdanlığı
çıkardı ve "Bunu ıninnettarlığımın bir verisi olarak kabul et ve beni
bu denli az şey verdiğim için bağışla!" diyerek boynuma taktı. O ger-
. danlık, kesinlikle bugün yeniden gönül yüceliğinle edindiğim bu ger
danlıktı, ey Eınir-ül-Müıninin. Ve de bugün yeniden elime geçmek
üzere, o zaman, bu gerdanlık elimden şu yolda çıkmıştı...
Demiş ki:
155
di. Hemen uzakta bulunan hizmetkarlar koşuşup bir kayık getirdi
ler. Kayığa ilkin halife bindi, sonra da ben. Sıra bana gerdanlığı ar
mağan eden genç kıza gelince, kayığa binmek üzere ayağını uzattı.
Ama kürekçilerden yüzünü sakınmak üzere örtüsüne bürünürken
şaşkınlık gösterdi; ve ayağı kaydı, göle düştü; ve kendisine yardım
ulaşmadan önce, suyun dibini boyladı. Ve yaptığımız tüm araştırma
lara karşın, onu yeniden bulmayı başaramadık. Tanrı ondan merha
metini esirgemesin!
El-Velit'in acısı ve üzüntüsü çok derin oldu, gözyaşları yüzünü
ıslattı. Ben de bu bahtsız genç kız uğruna acı gözyaşları döktüm. Bu
olaydan sonra epeyce bir zaman sesini çıkarmayan halife, bana "Ey
Haşim, acı duymama hafif bir teselli olmak üzere, kısa yaşamında
benim için yaptıklarının bir anısını oluşturmak üzere onun gerdanlı
ğının elimde bulunmasını isterdim. Ama Tanrı, sana armağan ettiği
miz şeyi geri almaktan bizi korusun. Dolayısıyla senden bu gerdanlı
ğı bana satmaya razı olmanı rica ediyorum" dedi. Ben de, hemen
gerdanlığı halifeye verdim, o da kente döndüğümüzde bana otuz bin
gümüş dirhem ödedi ve beni değerli armağanlara boğdu.
Ve işte, ey Emir-ül-Müminin, beni bugün ağlatan neden böyle
dir. Ve hükümranlık gücünü Emevi halifelerinden alarak senin de
muzaffer ardılı olduğun Abbasilere geçiren Yüceler Yücesi Tanrı,
bu gerdanlığı, dolaylı yoldan, soylu atalarından, miras yoluyla sana
aktardı.
Ve El-Reşit, Haşim bin Süleyman'ın bu öyküsünden çok duy
gulanmış ve "Tanrı, layık olanlardan rahmetini esirgemesin!" de
miş. Ve bu genelleştirilmiş cümleyle yenik düşmüş rakip bir sülale
nin üyelerinin adını anmaktan kaçınmış.
Sonra genç adam "Madem ki, musikişinasların ve şarkıcıların
kapısını aşındırıyoruz, şimdi de size, binlercesi arasından tüm za
manların musikişinasları arasında en ünlüsü olan Musullu İshak
bin İbrahim'in bir öyküsünü anlatmak istiyorum" demiş ve şu öykü
yü anlatmış:
156
MUSULLU İSHAK VE YİTİRİLMİŞ ŞARKI 1
1 :\1ardrus. öykünün başlığını "�1usullu İshak ve Yeni Hava" olarak çevirmiş. Biz Mathers"in
kulland ığı başlığı yeğtuttuk. (Ç.)
157
mış olurum?" diye sordum. Bana "Her bakımdan 'Muleyha'mn boy
nunun eşsiz güzelliği! Güzel göğüslü Muleyha'mn!' dizesiyle başla
yan kırk üçüncü şarkı, kuşkusuz!" diye yanıt verdi.
Ve sanki, bu dizenin sadece okunuşu bile onda bir esin sağla
mışçasına, elimden ansızın utu kaptı ve çabucak ufak bir düzen sağ
ladıktan sonra, .harika bir sesle sözü edilen ağır ve dokunaklı ezgiyi
okudu. Ve çok eski olduğu halde yine de yepyeni olan bu şarkıya
bambaşka bir sanat, bir büyü, bir zarafet ve anlatılamaz bir duyar
lık kattı. Onu işitmekle zevkten ürperdim; heyecanın sınırında, ken
dimden geçmiş, gözüm kamaşmıştı. Yeni duyduğum parçaları, ne
kadar karmaşık olurlarsa olsun, aklımda tutmak gibi bir yeteneğim
olduğu halde, Hicazlı şeyhin önünde, bana söylediği ve benim için
yepyeni olan o hoş şarkıyı hemen tekrarlamak istemedim; ona te
şekkür etmekle yetindim. Ben saraydan bu musikiyle esrikleşmiş
olarak çıkarken şeyh de ülkesi Medine'ye dönmek üzere oradan ay
rıldı.
158
da pek önemsemeyen bir kulakla dinlemiş olsam da, yüz kıtalık bü
şarkıyı aklımda tutardım. Ama bu kez belleğimle bu şarkının arası
na içinden geçilemez bir pamuk tabakası girmiş gibiydi; ve tüm hı:
tırlama çabalanma karşın, yüreğimde o denli yer etmiş bulunan şaı
kıyı tekrarlayamadım.
159
yolculuk yapıp Medine'ye giderek Hicazlı şeyhi bulmaya ve bana
bir kez daha büyükbabasının bu şarkısını söylemesini rica etmeye
karar verdim. Bu kararı aldığım sırada Basra'da bulunuyor ve ne
hir kenarında dolaşıyordum. Tam o sırada kapalı ve zengin giysilere
bürünmüş ve yüksek ailelerden gelme oldukları izlenimini veren iki
genç hanım yanıma yaklaştı ve eşeğimin dizginini tutup eşeği durdu
rarak beni selamladı.
Ben de, çok canım sıkılarak ve Hicaz şarkısını düşünmekten
başka bir şey yapmaksızın kesin bir tavırla "Bırakın! Bırakın!" de
dim. Ve eşeğimin dizgin.ini yeniden ele geçirmek istedim. Ama o sı
rada, içlerinden biri yüzündeki peçeyi kaldırmaksızın, ardından ba
na gülümsedi ve "Pekala, ey İshak, ama senin Hicazlı Maabad'ın
'Muleyha'nın boynunun eşsiz güzelliği' dizeleriyle başlayan güzel
şarkısına olan tutkun nerede kaldı, şimdi? Yoksa onu aramak için
dünyayı dolaşmaktan vaz mı geçtin?" dedi. Ve şaşkınlığımı yenme
me fırsat vermeden "Ey İshak, haremin pencere parmaklıklarının
gerisinden halifenin ve El-Fadl'ın huzurunda Hicazlı şeyh şarkı söy
lerken ve o eski musikinin seni sıçrattığı ve yörendeki cansız eşyayı
raksettirdiği sırada seni gördüm. Bir hayranlık içinde idin, ey İs
hak! Ellerinde düzen tutuyor, başını oynatıyor ve tatlı tatlı sallanı
yordun. Sarhoş gibiydin, deli gibiydin" diye ekledi.
Ben de, bu sözleri işitince "Ah! Babam İbrahim'in anısına ant
içerim ki, bu zengin ve güzel şarkı yüzünden şimdi daha da deli gibi
yim. Ya Allah! Onu yeniden, hatalı da olsa, eksik de olsa yeniden
duymak için neler vermezdim! Bu şarkının bir notası için ömrümün
on yılını verirdim! İşte şimdi sen ondan söz ederek, ey tatlı varlık,
pişmanlıklarımın ateşini canlandırdın ve umutsuzluğumun küllen
miş korunu körükledin!" diye haykırdım. Ve de "Bırakın, bırakın be
ni de gideyim! Çabucak hazırlanmam, Hicaz'a gitmek üzere acele
yola koyulmam gerek!." diye ekledim.
Genç kız bu sözleri duyunca, eşeğimin dizginini bırakmaksızın
kahkahalarla güldü ve bana "Ya ben sana 'Muleyha'nin boynunun
160
eşsiz güzelliği' dizeleriyle başlayan Hicaz şarkısını söylesem, yine
de Hicaz'a gitmekte ısrar eder miydin?" dedi. Ben de "Babanın ve
ananın başı için, ey iyi aile kızı, zaten çılgına dönmüş birine daha faz
la işkence etme!" diye yanıt verdim.
Bunun üzerine genç hanım, eşeğimin dizginini boyna elinde tu
tarak harika bir sesle ve daha önce Hicazlının ağzından işitmiş oldu
ğumdan bin kez daha güzel bir usulle ansızın şarkıyı okumaya başla
dı. Bununla birlikte şarkıyı kısık bir sesle okuyordu! Ve ben, coşku
ve mutluluğun sınırında, büyük bir tatlılığın işkence çekmekte olan
ruhumu yatıştırdığını hissettim. Ve hemen eşeğimden atlayarak
genç kadının ayaklarına kapanıp ellerini ve giysisinin eteğini öp
tüm. Ve ona "Hanımım, ben senin yüce gönüllülükle satın alınmış
kölenim. Benim konukseverliğimi kabul etmek ister misin? Sen ba
na Muleyha'nın şarkısını söylersin, ben de sana bütün gün ve bütün
gece şarkı okurum. Evet, bütün gün ve bütün gece!" dedim. Ama ka
dın bana "Ey İshak, senin ne denli huysuz olduğunu ve bestelerin
hakkında nasıl cimri davrandığını biliriz. Evet, biliriz ki, öğrencileri
nin hiçbiri senden kabul görüp asla tek bir şarkını bile öğreneme
mişlerdir. Onların bestelerden öğrendikleri de, senin Aleviye, Vect
el-Kara ve Muharek gibi yabancılar aracılığıyla onlara intikal ettir
diğin şeylerdir. Ama doğrudan doğruya senden, ey çok kıskanç İs
hak, hiç kimse bir şeyler öğrenmemiştir. Madem ki Muleyha'nın
bestesini öğrenmek istemektesin, öyleyse bunca uzatmaya ne hacet
var? Sen iyice belleyesiye kadar onu sana söylerim" diye ekledi. O
zaman "Karşılığında, ben de, ey göklerden inmiş kız, senin için kanı
mı akıtırım. Ama kimsin sen ve de adın nedir?" diye haykırdım...
161
Ama Dokuz Yüz Seksen Sekizinci Gece Olunca
Demiş ki:
Sözleri Ferruh'a ait olan bu sevimli şarkıyı, narin bir havaya uy
durarak Vehibe kendisi bestelemişti. Ve bu şarkıyla benim aklımı
başımdan uçurdu. Ona o kadar yalvardım ki, sonunda, kızkardeşiy
le birlikte benim konutuma gelmeye razı oldu. Bütün bir günü ve ge
ceyi şarkı ve musikiyle geçirdik. Ve ben onda, hiç kuşkusuz, yaşa
mımda benzerini asla işitmediğim, en hayranlık duyulacak şarkıcıyı
buldum. Aşkı ruhumun derinliğine kadar işledi. Sonunda, bana, se
sinin güzelliğini sunduğu gibi etinin lezzetini de tattırdı. Ve Nasip
Dağıtıcı'nın bana bağışladığı mutlu yıllar boyunca yaşamımı süsle
di.
Sonra zengin genç adam "Şimdi de halifenin rakkaseleri üstüne
nükteli bir fıkra!" demiş ve şu öyküyü anlatmış:
162
İKİ RAKKASE
163
Benim getirdiğim rüzgar taze ve yeğnidir ve okşadıklarımın pembe
utancıyla oynarım.
Aşık ağızların busesini gizlemek için içtenlikli bir örtüyüm ben.
Ağzını açıp şarkı söyleyen muganniye ve dizeler okuyan şair için
değerli bir yardımcıyım.
165
Böylece, halifenin yüce gönüllülükle yaptığı teklife "Tanrı
Emir-ül-Mümininin ömrünü uzatsın! Ama kölen Nasip Dağıtıcı'nın
hayırlarıyla donanmıştır. Zengindir ve bir emir gibi hiçbir şeyi nok
san değildir. Gözü toktur, ruhu doygundur, yüreği hoşnuttur. Ve za
ten, şimdi, güneşin huzurunda ve iki ay arasında bulunduğum du
rumda, en kara sefaletler, en katı yoksunluklar içinde de olsam,
kendimi ülkenin en zengin insanı sayardım" demiş.
Halife Abd ül-Malik, bu yanıttan son derecede hoşnut kalmış
ve şairin gözlerinin, dilinin diyemediğini şiddetle ifade etmekte ol
duğunu görerek ona "Ey İbn Ebu Atik! Şurada gördüğün ve benim
henüz bugün Rum Kralı'nın bir armağanı olarak kabul ettiğim iki
genç kız, artık senin yasal malın ve mülJ5-ündür. Ve kendi mülküne
keyfince girebilirsin!" demiş.
Şair de rakkaseleri alıp evine götürmüş.
Ama Abdullah saraya dönünce, halife ona "Ey Abdullah, dos
tun olan bu şair ve musikişinasın yoksunluğu ve sefaleti hakkında
bana duyarlılıkla yaptığın tanımlama gerçekten de abartılıymış.
Çünkü bana tam olarak mutlu bulunduğunu ve kesinlikle hiçbir şe
ye ihtiyacı olmadığını söyledi" demiş. ,Abdullah yüzünün şaşkınlıkla
kaplandığını hissetmiş ve bu sözleri duymakla ne düşüneceğini bile
memiş. Ama halife yeniden söz alarak "Ve de, yemin ederim ki Ab
dullah, Tanrı'nın hiçbir yaratığında görmediğim kadar mutlu du
rumdaydı" demiş. Şair musikişinasın yaptığı abartılı konuşmayı ona
tekrarlamış. Abdullah da, yarı gücengin, yarı şakacı "Başın üzerine
yemin ederim ki, ey Emir-ül-Müminin, sana yalan söylemiş. Hem
de utanmadan yalan söylemiş. Onun keyfi yerindeymiş ha? Mem
nunmuş, öyle mi? Ama, bu adam çok sefildir ve çocuklarını görmek
kirpiklerinde yaşları titretir. İnan ki, bana, ey Emir-ül-Müminin,
tüm ülkede hiç kimse, senin lütuflarının küçük bir kırıntısına bile
onun kadar muhtaç değildir" diye yanıt vermiş. Halife, bu sözleri du
yunca, şair ve musikişinas hakkında ne düşeceğini bilememiş.
Abdullah da, halifenin yanından ayrıldığı andan başlayarak İbn
166
Ebu Atik'in yanına ulaşmak için acele etmiş. Ve onu iki güzel rakka
senin beraberliğinde, birini sağ dizine, öbürünü sol dizine almış, iç
ki dolu bir tepsinin önünde büyük bir keyifle otururken görmüş...
Demiş ki:
167
Şen şakrak, ipince ve zarif genç kızlar! Hayranlık verici ceylanlar,
böğıü narin kısraklar!
Bağı.rlannda güzel yuvarlak göğüsleri yükselir, ışıklı bir gökteki iki
yeşim kupa gibi.
Nasıl olur da şarkı söylemem? Çıplak dağlara bile bu ceylanların bana
içirdikleri içirilseydi, onlar da şarkı söylerlerdi!
168
.t:Sabam öldüğünde, Tanrı onu Rahmetiyle kuşatsın ve ona cen
netinde seçkin bir yer sağlasın, ben henüz annemin kucağında kü
çük bir çocuktum. Bizler fakir kimseler olduğumuzdan ve ben evimi
zin tek desteği olduğumdan, annem bir�z büyüyünce, beni çabucak
mahalledeki bir kuru temizleyicinin yanına çırak verdi. Ve böylece
çocuk yaşta annemle kendimin geçimini sağlayabildim.
Ama Yüceler Yücesi Tanrı, bahtıma kuru temizleyiciliği yazma
mış bulunduğundan, bütün günlerimi boya kazanının başında geçir
meye karar veremiyordum. Çoğu zaman dükkandan kaçıp Tanrı' -
nın en seçkin verileriyle donatası İmam Ebu-Hanife'nin dinsel öğre
tisini izleyen uyanık öğrencileri arasına katılmaya gidiyordum. Ama
benim davranışlarımı denetleyip beni sık sık izleyen annem, bu ka
çışlarımdan dolayı beni şiddetle azarlıyor ve beni saygın üstadı din
leyen topluluğun ortasından çekip çıkarıyordu. Ve beni elimden tu
tup homurdanarak ve döverek sürüklüyor ve zorla kuru temizleyici
nin dükkanında yeniden işe sokuyordu.
Ben de, bu titiz denetlemelere ve anamın hırpalamalarına kar
şın, bilgi edinmek için gayretimi, sabırsızlığımJ ve coşkumu görüp
beni teşvik eden saygın üstadın derslerini düzenli şekilde izlemenın
bir çaresini buluyordum. Öylesine ki, bir gün, annem kuru temizle
yicinin dükkanından kaçışlanmdan öfkeli; ezilip sıkılan ve utanan
öğrencilerinin önünde Ebu Hanife'ye "Ey şeyh, bu çocuğun yitip git
mesinin ve hiçbir geçim kaynağı olmayan bir yetimin serseriliğine
kapılmasının nedeni sensin. Çünkü benim iğimin sağladığı yetersiz
gelirimden başka bir şeyim yok. Bu yetim kendi bakımından bir ka
zanç sağlamazsa yakında açlıktan ölürüz. Ve ölümümüzün sorumlu
luğu kıyamet gününde senden sorulur" diye haykırarak Ebu-Hani
fe'ye şiddetle kafa tuttu. Saygın üstadım bu şiddetli çıkışma karşı
sında sükunetini yitirmeden anama uzlaştırıcı bir sesle ''Ey zavallı,
Tanrı seni lütuflarıyla donatsın! Ama sen git, kaygılanma! Bu yetim
bir gün, burada, fıstık yağıyla hazırlanmış kaymağın hasıyla beslen
meyi öğrenecek" dedi. Anam da, bu yanıtını işiterek saygın imamın
169
fikren bunamış olduğunu düşünerek ve "Allah seni kahretsin! Sen
saçma sapan konuşan bir bunaksın, aklın da gelip gidiyor!" diye son
bir hakaret daha savurarak çekip gitti. Ama ben, İmam'ın bu sözle
rini aklımda tuttum.
Ve Tanrı yüreğime okuma tutkusu koymuş bulunduğundan,
bu tutku her şeye karşı koydu ve sonunda engelleri aşmama fırsat
sağladı. Ve ben, Ebu Hanife'ye sımsıkı bağlandım. Ve Nasip Dağıtı
cı benden bilgiyi ve onun sağladığı yararlan esirgemedi. Öylesine ki
yavaş yavaş rütbem yükseldi ve beni sık sık yemeğini bölüşmeye ça
ğıran Emir-ili-Müminin Harun Reşit'in yakın dostu oldum.
Böylece günün birinde halife ile oturup yemek yemekte iken ye
meğin sonunda, köleler, üstüne dövülmüş fıstık serpilmiş, kokusu
bile bir zevk oluşturan harika bir beyaz kaymağın içinde titreşip
durduğu büyük bir çini tabak getirdiler. Halife benden yana dönüp
bana "Ey Yakup şundan tat. Bu tatlıyı her zamaq bu kıvamda yapa
mazlar. Bugün harika olmuş" dedi Ben de ona "Bu tatlının adı ne,
ey Emir-ili-Müminin; ve görünümü bu kadar hoş ve kokusu bu den
li nefis olarak nasıl hazırlanıyor?" diye sordum. Bana "Bu kaymakla,
balla, nişastayla ve fıstık yağıyla hazırlanmış bir pelüzedir" diye ya
nıt verdi...
170
te bulunmuş olan saygın üstadımın sözlerini hatırladım. Bunu hatır
layınca da gülümsemekten kendimi alıkoyamadım. Halife bana "Se
ni gülümsemeye zorlayan şey nedir, ey Yakup?" dedi. Kendisine "İyi
likten başka bir şey değil, ey Emir-ül-Müminin. Aklımdan çocuklu
ğumun basit bir anısı geçti; buna gülüyorum" diye yanıt verdim. O
zaman bana "Öyleyse onu bana hemen anlat! Eminim ki ondan bir
yarar çıkarırım!" dedi.
Ve ben, halifenin arzusunun doyurmak için bilim öğreniminde
ki başlangıç yıllarımı, Ebu Hanife'nin öğretisini izlemek için göster
diğim titizliği, kuru temizleyici dükkanından kaçtığımı gören ana
mın umutsuzluğunu ve kaymaklı ve fıstık yağlı pelüze hakkında ima
mın kehanetini ona anlattım.
Harun anlattığım öyküye hayran oldu ve "Evet kuşkusuz! Çalış
mak ve bilim edinmek her zaman meyve verir ve beşeri alanda ol
sun dini alanda olsun sağladıkları yararlar pek_ çoktur. Gerçekte,
saygın Ebu Hanife doğru kehanette bulunmuş ve başka insanların
başlarındaki gözlerle göremediklerini ruhunun gözleriyle görmüş.
Tanrı onu merhametiyle ve lütuflarının en kokulularıyla kuşatsın!"
diye fikrini açıkladı. İşte, kaymaklı ve fıstık yağlı pelüze hakkındaki
öykü bu kadar!
Çözümlenmiş hukuksal güçlüğe gelince, o da şöyle: Bir akşam,
kendimi yorgun hissedip erkenden yatağa girdim. Derin bir uykuya
gömülmüştüm ki, kapımın ağır darbelerle vurulduğunu duydum.
Bu gürültüyle çabucak yataktan kalktım; belime yünlü bir peştamal
kuşandım; bizzat kendim kapıyı açmaya gittim. Kapıda Emir-ül
Mümininin sırdaş hadımağası Harzeme'yi görüp onu selamla.dım.
Ama o, beni büyük bir endişeye düşürecek ve hakkımda karanlık
olayların ortaya çıkaracağı önsezisini uyandıracak şekilde bana sela
mımı iade etmek için zaman ayırmaksızın, kesin bir edayla "Çabu
cak halife efendimizin yanına gideceğiz" dedi. Ve ben, tedirginliği
me egemen olmaya gayret ederek ve işin içinde tatsız bir şey varsa
anlamak için "Ey dostum Harzeme, benim gibi hasta bir ihtiyara se-
171
nin daha fazla saygı göstermeni beklerdim. Gece şimdiden epeyce
ilerledi. Bu saatte halifenin sarayında bulunmamı gerektirecek ka
dar önemli bir mesele bulunduğtınu sanmıyorum. Bundan dolayı
senden sabaha kadar beklememi rica ediyorum. O zamana kadar
belki de Emir-ül-Müminin meseleyi unutur ya da fikir değiştirir"
diye yanıt verdim. Ama o bana "Yo vallahi! Bana verilmiş olan emri
yarına kadar erteleyemem!" diye yanıt verdi. Ben de "Bana hiç değil
se, ey Harzeme, halifenin beni niçin çağırdığını söyleyebilir misin?"
diye sordum. Bana "Hizmetkarı Mesrur koşup soluk soluğa bana
geldi ve hiçbir açıklamada bulunmaksızın, benden, seni çabucak
alıp halifenin huzuruna götürmemi istedi" diye yanıt verdi.
O zaman ben, şaşırmanın sınırında, hadımağasına "Ey Harze
me, hiç değilse çabucak yıkanmama ve biraz koku sürünmeme izin
verir misin? Çünkü böylece, eğer önemli bir sorun söz konusu ise,
uygun şekilde hazırlanmış olurum; ve eğer Yüce Tanrı bana, ümit et
tiğim gibi benim için uygunsuz bir durum oluşturmayacak kadar lü
tufkar davranırsa, bu temizlik sağlayan bakımın bana bir zararı do
kunmaz, aksine yararı olur" dedim.
Hadımağası arzuma boyun eğince, yıkanmak, uygun urbalar gi
yinmek ve elimden geldiğince koku sürünmek için yukarı çıktım.
Sonra hadımağasına kavuşmak üzere yeniden aşağı indim; birlikte
hızlı hızlı yürüyerek yola koyulduk ve saraya ulaşınca, kapıda bizi
bekleyen Mesrur'u gördüm. Harzeme de ona, beni işaret ederek "İş
te kadı!" dedi. Mesrur bana "Gel!" dedi. Ben de onu izledim. Ve izle
yip dururken de ona "Ey Mesrur, sen ki benim efendim halifeye na
sıl hizmet ettiğimi ve benim yaşımdaki ve mesleğimdeki birine kar
şı gösterilecek saygıyı ve senin için her zaman duyduğum dostluğu
bilirsin; bundan dolayı, halifenin gecenin bu ilerlemiş saatinde beni
neden çağırttığını söyler misin?" dedim. Mesrur, bana "Ben kendim
de bunu bilmiyorum" diye yanıt verdi. Ben de, her zamakinden da
ha fazla tedirgin, ona "Hiç değilse bana, yanında kim olduğunu söy
leyebilir misin?" diye sordum. Bana "Yanında mabeyinci İsa'dan, bi-
172
tişik odada da mabeyincinin esiresinden başka kimse yok!" diye ya
nıt verdi.
O zaman ben, artık ne olduğunu anlamaya çalışmaktan vazgeçe
rek "Tanrı'ya sığınırım! Güçlüler Güçlüsü olan, her şeyi Bilen Al
lah'tan başka sığınılacak başka varlık yoktur" dedim. Ve her zaman
halifenin yer aldığı odanın önündeki bekleme odasına ulaşınca, yü
rüyüşümün hareketlerini ve adımlarımın sesini duyurdum. Halife,
içeriden seslenerek "Kapıda kim var?" diye haykırdı. Ben de hemen
"HizmetkarınYakup, eyEmin-ül-Müminin!" diye yanıt verdim. Ha
lifenin sesi "İçeri gir!" dedi.
Girdim. Harun'u gördüm, sağ yanında da mabeyincisi İsa duru
yordu. Yerlere kadar eğilerek ilerledim; ve selam vererek yanına
yaklaştım. Selamımı iade ettiğini görmem beni rahatlattı. Sonra gü
lerek bana "Seni tedirgin ettik, sıkıntıya soktuk; belki de korkut
tuk!" dedi. Ben de "Sadece korktum, ey Eınir-ül-Müminin, ben ve
evde bıraktıklarım! Başın üzerine yemin ederim ki, hepimiz alt üst
olduk!" diye yanıt verdim. Halife de, bana iyiyüreklilikle "Otur ba
kalım, yasaların babası!" dedi. Ben de, endişe ve korkularımdan arı
narak usulca oturdum.
Biraz zaman geçtikten sonra, halife, bana "Ey Yakup, seni gece
nin bu saatinde neden buraya çağırdığımızı biliyor musun?" dedi.
Ben de "Bilıniyorum, ey Emir-ül-Müminin!" diye yanıt verdim. Ba
na "Dinle öyleyse!" dedi. Ve mabeyincisi İsa'yı göstererek bana "Se
ni, eyEbuYusuf, yapacağım yemine tanık olman için çağırttım. Ger
çekten, bil ki, şurada gördüğün İsa'nın bir esiresi var. Ben İsa'dan
onu ba!}a bırakmasını istedim; ama benden bağışlanmasını diledi.
O zaman kendisinden onu bana satmasını istedim; ama bunu red
detti. Pekala! Senin önünde, ey Yakup, sen ki yüce kadısın, Yüceler
Yücesi Ulu Tanrı adına yemin ediyorum ki, İsa, şu ya da şu şekilde
esiresini bana terk etmezse, onu, o anda dönüşü olmaksızın, öldürte
ceğim" dedi.
O zaman ben, kendi adıma tam olarak güven sağlayıp İsa'ya
173
doğru dönerek ona "Tanrı, senin kölen olan bu kıza, hangi nitelik ve
erdemleri vermiş bulunuyor ki, sen, onu Emir-ili-Müminine terk
etmek istemiyorsun? Böyle reddetmekİe kendini aşağılanmış bir du
ruma soktuğunu, aşağılandığını ve gözden düştüğünü görmüyor mu
sun?" dedim. İsa da benim uyarılarımdan heyecanlanmış görünmek
sizin bana "Kadı efendimiz, hükmetmede acele davranmak tiksinti
vericidir. Benim hakkımda gözlemlerde bulunmadan önce davranı
şıma yol açan nedeni araştırmalıydııt' dedi. Ben de ona "Öyle olsun!
Ama böylesine bir reddi geçerli kılacak dünyada bir neden var mı
dır, acaba?" dedim. Bana "Evet, kuşkusuz! Biı•yemin, hiçbir durum
da, eğer tam bir rızayla ve tam bir ruh saydamlığıyla açığa vurul
muşsa, boş çıkarılamaz. Bana engel olan neden de, ciddi bir yemi
nin etkisi altında bulunmamdır. Çünkü, sözü edilen genç kıza onu
satmayacağıma ve hiç kimseye bağışlamayacağıma talak-ı selaseyle
ve elimde bulunan erkek dişi tüm kölelerimi azat edeceğim ve de
tüm mallarımı ve servetimi fakirlere ve camilere dağıtacağım vaa
diyle yemin ettim...
Demiş ki:
"... Sözü edilen genç kıza onu satmayacağıma ve hiç kimseye ba
r şlamayacağımı dair yemin ettim" diye yanıt vermiş.
Halife de, bu sözleri duyunca, bana dönüp "Ey Yakup, bu güçlü
ğü çözümlemenin bir çaresi var mı?" dedi. Ben de, tereddüt etme
den "Kesinlikle, ey Emir-ül-Müminin!" diye yanıt verdim. O da ba
na "Bu nasıl olur?" diye sordu. Kendisine "Mesele basit. Yeminini
174
boşa çıkarmamak için İsa, genç kızın, şu arzuladığın esirenin yarısı
nı sana verir, öbür yarısını da sana satar. Ve böylece vicdanıyla ba
rış kurar ve de sana kızı gerçekte ne bağışlamış ne de satmış olur"
dedim.
İsa, bu sözleri duyunca, çok kararsız bir tavırla bana doğru dön
dü ve ''Bu böyle yapılınca, ey yasanın babası, meşru olur mu? Yasa
ca kabul görür mü?" dedi. Ben de "Hiç kuşku yok!" diye yanıt ver
dim. O zaman, elini hemen kaldırıp bana "Pekala, seni tanık tutuyo
rum, ey Kadı Yakup. Böylece vicdanımı tedirginlikten kurtararak
Emir-ili-Müminine esirenin yarısını veriyorum ve yine ona öteki ya
rısı için bütün olarak bana mal olduğu yüz bin gümüş dirheme kızı
satıyorum" dedi. Harun da derhal "Armağanı kabul ediyor, ama
ikinci yarıyı da yüz bin altın dinara satın alıyorum" diye haykırdı.
Ve de "Genç kızı buraya getirsinler!" diye ekledi.
İsa da hemen bekleme odasında esiresini bulmaya gitti. Aynı sı
rada yüz bin altın dinarı içeren keseler getirildi. Biraz sonra genç
kız "Al onu, ey Emir-ül-Müminin. Ve Tanrı, onun yanındayken se
ni kutsamalarıyla örtsün. O senin malın ve mülkündür" diyen efen
disi tarafından içeri sokuldu. Ve mabeyinci yüz bin altın dinarı ala
rak gitti.
O zaman halife benden yana döndü ve kaygılı bir tavırla bana
"Ey Yakup, hala da çözüm bekleyen başka bir mesele var. Ve bu
mesele, bana, çetin görünüyor" dedi. "Ne gibi bir zorluk görüyor
sun, ey Emir-ili-Müminin?" diye sordum. "Bu genç kız, bir başkası
nın esiresi olduğuna göre, bana bağlanmadan önce, belli bir iddet
süresi geçirmelidir. Çünkü ilk efendisinin etkisiyle çocuğa kalmış
olabilir. Oysa ben, hemen bu geceden başlayarak onunla birlikte
olamazsam, sabırsızlıktan karaciğerim patlar, bundan eminim; ve
kuşkusuz ölürüm" dedi.
O zaman ben, bir an düşündükten sonra "Güçlüğün çözülmesi
çok basit, ey Emir-ül-Müminin. Bu yasa esir kadınlar için çıkarıl
mıştır, ama özgür kadınlar için bekleme günleri öngöıülmemiştir.
175
Sen hemen bu esireyi azat et ve özgür bir kadın olarak onunla ev
len!" diye yanıt verdim. El-Reşit, yüzü sevinçten aydınlanmış "Köle
mi azat ettim!" diye haykırdı. Sonra ansızın yeniden tedirginliğe ka
pılarak "Ama bu gecikmiş saatte bizi kim evlendirecek?" diye sordu.
Kendisine "Ben, kendim, ey Emir-ül-Müminin, şu saatte sizi yasal
olarak evlendiririm!" diye yanıt verdim.
176
Sonra, bu miktar para getirilip evlenen eşe teslim edilince çekil
mek üzere hazırlandım. Ama halife başını hizmetkarı Mesrur'a doğ
ru kaldırdı; o da hemen "Emrinize amadeyim, ey Emir-ül-Mümi
nin!" dedi. Harun da ona "KadıYakup'un evine, kendisine verdiği
miz zahmete karşılık olarak iki yüz bin dirhem ve yirmi hilat götür"
dedi. Ben de teşekkürler edip Harun'u sevincin doruğunda bıraka
rak dışarı çıktım. Benimle birlikte eve para ve urbaları da getirdi
ler.
Eve ulaşır ulaşmaz içeri yaşlı bir kadının girip bana "Ey
Ebu-Yusuf, özgürlüğüne kavuşturduğun ve halifeyle evlendirerek
ona Emir-fil-Mümininin eşi unvanını ve mertebesini kazandırdığın
mutlu kişi, beni sana selam ve de mutluluk dileklerini göndermekle
görevlendirdi ve halifenin kendisine teslim ettiği· evlilik mehrinin
yansını kabul etmeni senden rica ediyor. Ve şu an için kendisine
yaptığın iyiliği daha iyi karşılayamadığı için özür diliyor. Ama, bir
gün sana olan minnettarlığını daha iyi karşılayacağını umuyor" de
di. Ve bunu söyledikten sonra, önüme genç kıza ödenen mehrin yarı
sı olan on bin altın dinarı bıraktı; elimi öptü ve yoluna koyuldu.
Ben de, hayırlarından ve ruhumun tedirginliğini sevinç ve
memnunluğa dönüştürdüğünden dolayı Nasip Dağıtıcı'ya şükürler
ettim. Ve yüreğimde, öğretisi şer'i ve medeni hukukun tüm incelik
lerini kavramama yarayan üstadım Ebu Hanife'nin saygın anısını
kutsadım. Tanrı onu veriler ve lütuflarıyla kuşatsın!
Bunu izleyerek zengin genç adam "Şimdi, dostlarım, Çeşme Ba
şındaki Genç Kız'ın öyküsünü dinleyin!" demiş ve şu öyküyü anlat
mış:
177
ÇEŞME BAŞINDAKİ GENÇ KIZ
178
Ama Dokuz Yüz Doksan İkinci Gece Olunc.a
Demiş ki:
179
kusursuz olanların, yabancılara karşı harika davrananların ve ihti
yaç halinde kılıcı en yetkin şekilde kullananların kabilesidir" demiş.
Sonra da "Ama sen, ey atlı, buralı olmadığına göre, senin sülalen ve
soy kütüğün nedir, söylesene!" diye eklemiş. Arap kızının dilinin
kıvraklığına gittikçe daha fazla hayran olan halife, gülerek ona "Aca
ba, tesadüfen de olsa, sevimli yanlarının ötesinde, ey güzel çocuk,
soy kütüğünden de anlar mısın?" demiş. Kız da "Soruma yanıt ver,
görürsün!" demiş. El-Memun da, oyunun havasına kapılarak kendi
kendine "Gerçekten, şimdi, bu Arap kızının benim kökenlerimi bi
lip bilemeyeceğini öğreneceğim!" demiş. Ve "Pekala, ben, Kızıl M:u
dariler sülalesinden gelmekteyim" demiş. Mudarilerin böyle tanım
lanmalarının nedeninin, tüm Mudari kabilelerinin atası Mudar'ın
yaşadığı eski zamanlarda, barındıkları çadırların kızıl renkli deri
den yapılmış olmasından geldiğini çok iyi bilen genç Arap kızı, hali
fenin sözlerini duyunca hiç şaşırmamış; ve ona "Ala, ama sen bana
Mudariler sülalesinin hangi kabilesinden geldiğini söyler misin?"
Halife de "En ünlü, ana babalarından yana en yüce, onurlu ataların
dan yana en büyük, Kızıl Mudariler arasında en çok saygı duyulan
kabilesinden!" diye yanıt vermiş. Kız da "Öyleyse sen, Kinani kabile
sindensin" demiş. El-Memun da, şaşıp kalarak "Doğru! Ben büyük
Beni Kinani kabilesindenim!" diye yanıt vermiş. Kız da gülerek
"Ama Kinanilerin hangi kolundansın?" diye sormuş. Halife de "Oğul
ları kan bakımından en soylu, kökeni bakımından en saf, eliaçıkla
rın en efendileri olan ve kardeşleri arasında en çok çekinilen ve sayı-
· lan kolundan!" diye yanıt vermiş. Kız da "Anlattıklarına göre, bana
öyle geliyor ki, sen Kureyşilerdensin!" demiş. El-Memun da "Söyle
diğin gibi ben Beni Kureyşilerdenim!" diye yanıt vermiş. Bu kez
kız, yeniden söze başlayarak "Ama Kureyşiler pek büyük bir kabile
dir. Sen hangi kesimdensin?" demiş. O da "Üzerlerine kutsama ge
lenlerden!" diye yanıt verince, kız ''Vallahi, sen dua ve barış üzerine
olası Peygamber'jn dedesinin bab�sı Haşim El-Kureyşi'nin ardılla
rındansın!" diye haykırmış. Memun da "Gerçek budur, ben Haşimi-
180
yim" diye yanıt vermiş. Kız "Ama Haşimilerin hangi ailesinden?" di
ye sormuş. Halife de "En yüce mevkide yer alan, Haşimilerin onur
ve utkusunu oluşturan ve yeryüzünde tüm inanç sahiplerinin saydı
ğı aileden!" diye yanıt vermiş. Genç Arap kızı da, bu yanıtı işitince,
birdenbire yere kapanmış ve "Evrenin Efendisi'nin yeryüzündeki
naibi, Emir-ül-Müminin şanlı El-Memun El-Abbasi'ye saygı ve öv
güler olsun!" diye haykırarak El-Memun önünde elleri arasından
toprağı öpmüş.
Halife de şaşıp kalmış ve tanımlanamaz bir sevinçle dolarak
"Kabe'nin sahiplerinin ve en şanlı cetlerimizin erdemleri üzerine ye
min ederim ki, bu harika çocuğun eşim olmasını istiyorum! Benim
bahtıma yazılı olan mai.lann içinde en değerlisidir o" diye haykır
mış...
Demiş ki:
181
bile görülmedik bir görkemde kutlanmış. Düğün gecesi El-Memun,
annesi aracılığıyla güzel çocuğun başından aşağı bir altın kaseye yer
leştirilmiş bin inci tanesi boşaltmış. Ve gerdek odasında kırk mina 1
çeken ve İran'ın bir yıllık gelirinin hasılası karşılığında satın alın
mış muazzam bir akamber meşalesi tutuşturulmuş. Ve El-Memun
Arap eşine tüm yüreği ve tüm coşkusuyla bağlanmış. Kız da ona Ab
bas adını koydukları bir oğlan doğurmuş. Ve halifenin bu eşi, İs
lam'ın en şaşılası, en bilgili ve en övülesi kadınları arasında sayıl
mış.
Ve bu öyküyü anlattıktan sonra, zengin genç adam, kitaplığın
kub):ıesi altına toplanmış olan dinleyenlerine "Size El-Memun'un
yaşamından, ama başka bir konudaki bir öykü daha anlatacağım!"
demiş. Ve de anlatmış:
ISRARIN SAKINCASI
182
run Reşit'in karısı olan Sitti Zübeyde'den başkası değilmiş. Ve dahi
Zübeyde oğlunun acı veren sonunu öğrenince, El-Memun'un intika
mından kaçmak için, ilkin Kutsal Mekke topraklarına sığınmayı dü
şünmüş. Ve uzun süre ne yapacağı konusunda kararsızlık gösterdik
ten sonra, ansızın bahtını onu saltanattan yoksun bırakmış olan ve
uzun süre kendisine mürrü-safi'nin acılığını tattırmış olduğu kişi
nin eline bırakmaya karar vermiş. Ve ona, aşağıdaki mektubu yaz
mış:
183
Ve bil ki, anne, Tann'nın bağışlamasına kavuşmuş olanın sadece
suretini yitirdin! Çünkü benim kişiliğimde, hiç ummadığın kadar
özen gösteren bir oğııla sahi:e.;,in!
Ve dahi barış ve güvenlik seninle olsun! ...
Demiş ki:
184
lar tarafmdan oğlunun öldürülüşünü ve onun işgal ettiği tahta geçişi
mi düşünerek beni lanetleme çabasındasın! Bununla birlikte sade
ce Tanrı bahtımızı yönlendirir!" demiş. Ama Zübeyde "Babanın kut
sal anısı üzerine yemin· ederim ki, hayır ey Eınir-ül-Müminin! Böy
lesi eğilimler benden ırak olsun'." diye yeniden haykırmış. El-Me
mun da ona "Öyleyse, bana bakarak dudakların arasından ne mırıl
dandığını bana söyler misin?" diye sormuş. Ama analığı, konuştuğu
kimseye saygı duyduğundan konuşmak istemeyen biri gibi, başını
eğmiş ve "Emir-ili-Müminin kendisine öğrenmek istediği nedeni
açıklamaktan beni bağışlasın!" diye yanıt vermiş. Ama El-Memun,
öylesine büyük bir meraka kapılmış ki, çok ısrar edip Zübeyde'yi so
rularla sıkıştırmaya başlamış; ve öylesine sıkıştırmış ki, sultan daya
namayıp sonunda "Pekala, işte duy öyleyse! Kendi kendime 'Allah
ısrarın kötülüğünü anlamayan cansıkıcı kişileri utandırsın' diyerek
ısrar etmeyi lanetliyordum" demiş. El-Memun da ona "Ama hangi
öneriyi veya hangi anıyı kınamak için bunu söyledin?" diye sormuş.
Zübeyde de "Madem ki kesinlikle bilmek istiyorsun, söyleyeyim!" di
ye yanıt vermiş. Ve demiş ki:
"Bil ki, ey Emir-ül-Müminin, bir gün baban Emir-ül-Mümi
nin Harun Reşit ile satranç oynarken, oyunu yitirdim. Baban da ce
za olarak beni, sarayın ve bahçemin yöresinde geceleyin çmlçıplak
dolaşmaya zorladı. Ve rica ve yalvarmalarıma karşın, başka bir ceza
kabul etmek istemeyerek söylediğini yerine getirmem için garip bir
inatla ısrar etti. Ben de soyunmak ve beni mahkum ettiği şeyi yap
mak zorunda kaldım. Dolaşmayı tamamladığımda öfkeden deli, üs
telik yorgunluk ve soğuktan yarı ölü gibiydim.
Ama ertesi gün, satrançta kazanma sırası bana geldi. Bu kez
ona, kendi koşullarımı zorlama hakkı bendeydi. Bir an kafamı zorla
yıp onun için en nahoş olabilecek şeyi düşünerek onu, geceyi mut
faktaki esirelerin en çirkini ve kirlisinin kollarında geçirmeye mah
kum ettim. Bu koşullan karşılayan kız, Marahil adlı bir esire oldu
ğundan, yenilginin cezasını çekmesi için hedef olarak onu göster-
185
dim. Ve işin onun tarafından hileye kaçmadan yürümesi için ellerim
le onu esire Marahil'in pis kokulu odasına soktum ve onun yanına
uzanmaya; ve onunla, bütün gece, çoğu zaman ona armağan olarak
sunduğum güzel cariyelerle yaptığı şeyi yapmaya zorladım. Ertesi
gün acınacak haldeydi ve korkunç bir koku saçıyordu.
Şimdi sana, ey Emir-ili-Müminin, kesinlikle söylemeliyim ki,
sen, mutfağın yanındaki odada, babanla bu berbat esirenin al takke
ver külah birlikteliğinden doğdun! Böylece ben bilmeksizin senin
dünyaya gelmenle oğlum El-Emin'in yitişinin ve şu son yıllarda ırkı
mızı kahreden bütün felaketlerin nedeni oldum. Oysa, eğer babanı,
bu esire ile yatmaya zorlamakta o denli ısrar etmeseydim ve o da,
kendi bakımından sana anlattığımı yapmam için öylesine ısrarda bu
lunmasaydı, bütün bunlar olmayacaktı. Ve işte, ey Emir-ili-Mümi
nin, beni ısrara ve haddini bilmemeye karşı lanetler kusturan ne
den budur" demiş.
El-Memun da, bunu işiterek kfu'.'asında uyanan karışıklığı gizle
mek için Zübeyde'den izin istemekte acele etmiş. Ve kendi kendine
"Vallahi, sultanın bana verdiği dersi hak ettim. Israr etmeseydim,
bu nahoş olayın anılmasına yol açmayacaktım!" diyerek çekilmiş.
Ve kubbeli kitaplığın sahibi genç adam, bütün bunları dinleyici
lerine ve çağrılılarına anlattıktan sonra, onlara "Dostlarım, Tanrı, si
zin kulaklarınızla gerçeklerin öğretisi arasında benim aracı olmamı
istemiş olmalı! Ve işte, bir kısım zenginlikler ki, hiçbir külfet ve teh
like olmaksızın kitaplarla düşüp kalkmakla ve incelemenin sağladı
ğı hırsla elde edilmiştir. Bugün için, size bundan uzun boylu söz et
meyeceğim. Ama bir başka sefer, inşallah, atalarımızın bize en de
ğerli miras olarak intikal ettirdiği harikaların bir başka yanını size
açıklarım" demiş.
Ve böylece konu.şarak, orada bulunanların her birine, dikkatle
rini ve bilgi edinmek için gösterdikleri gayreti ödüllendirm':lk üzere
yüz parça altın ve değerli birer kumaş parçası vermiş. Çünkü kendi
kendine "İyi işleri yüreklendirmek ve iyiniyetli kişilerin önünde yo-
186
lu açmak gerek!" diyormuş. Sonra onlara hoş olan hiçbir şeyin unu
tulmadığı harika bir ziyafet çekip kendilerini selametle uzaklaştır
mış. Ama Tanrı en iyi bilendir!
187
CAFER'İN VE BARMAKİLERİN SONU
Demiş ki:
188
vakanüvisler bunu, o sıralarda bile orada seçkin bir aile .konumun
da bulundukları, Horasan'ın Belh kentine bağlarlar. Aşağı yukarı
dua ve barış üzerine olası Peygamberimizin hicretinden yüz yıl son
ra, bu ünlü aile, Emevi Halifeleri döneminde Şam'a yerleşmeye gel
mişler. Ve işte o zaman, Mecusi dininin bir müridi olan bu ailenin
başı gerçek imana dönmüş ve İslam ile içi arınmış ve onurlanmış.
Ve de bu olay tam da Emevilerden Hişam'ın saltanatı zamanında ol
muş.
,.,_ -- --
� ����:.;;�;::;;�: -
'"'-,,.,;.·_
189
bin Barınak olmuş. Ve üçüncü Abbasi olan El-Mehdi'nin saltanatı
sırasında Yahya bin Halit, halifenin seçkin oğlu Harun Reşit'iri eğiti
miyle uğraşmış; aynı Harun, Yahya'nın oğlu El-Fadl'ın doğumun
dan sadece yedi gün sonra doğmuş bulunuyormuş.
Ve de, ağabeyi El-Hadi'nin beklenmedik ölümünden sonra,
Harun Reşit tüm güçlerin sahibi olan halifeliğin alametleriyle dona
nınca; Yahya'yı ve iki oğlunun hükümdarlık gücünü paylaşmak üze
re genç Barmakilerin yanında geçen çocukluğunun anılarına dönme
ye gerek duymamış; gençlik yıllarında Yahya'nın kendisine gösterdi
ği özeni ve onun sağladıgı eğitimi ve bu hizmetkarın tahttaki vera
set hakkını güvenceye alması için, Yahya ile oğullarının, başının ke
silmesini istediği gece ölmüş olan o müthiş El-Hadi'nin tehditlerine
karşı koymak için kendisini yüreklendirmekle tüm sadakatlerini na
sıl kanıtlamış olduğunu hatırlaması yetmiş.
Yahya, gecenin ortasında, Mesrur'un eşliğinde gelerek ve Ha
run Reşit'i uyandırarak kendisine, imparatorluğun sahibi ve yeryü
zünde Tanrı'nın naibi olduğunu bildirdiği zaman, ona hemen büyük
vezir unvanını vermiş; çocukları El-Fadl ve Cafer'i de vezir atamış.
Ve böylece en mutlu koşullar altında saltanat dönemi başlamış.
O zamandan başlayarak Barmaki ailesi o çağın alnında bir süs
ve başına bir taç olmuş. Talih de, lütuflarının en baştan çıkarıcı olan
larını onların üzerine yığmış ve onları en seçkin verileriyle donat
mış. Yahya ve oğulları da parlak yıldızlar, geniş cömertlik okyanus
ları, lütufların coşkun şelalesi, hayır getiren yağmurları olmuşlar.
Dünya onların soluğuyla canlanmış ve imparatorluk, görkemliliğin
en yüce doruğuna ulaşmış. Ve dertlerin sığınağı ve bahtsızların tutu
nacak dalı olmuşlar. Ve şair Ebu Nuvas, yazdığı binlerce keresin
den birinde onlar hakkında şöyle söylemiş:
190
Gerçekten, onlar, bilge vezirler, hayran olunacak yöneticiler,
kamu hazinesini dolduran, sözgen, bilgili, metin danışmanlıkları tu
tarlı, Hatemtay kadar cömert kişiler olmuşlar. Onlar, mutluluk kay
nağı, verimli bulutları sürükleyen hayırlı rüzgarlar imişler. Ve özel
likle onların itibarı sayesinde Harun Reşit'in adı sanı Orta Asya ova
larından kuzey ormanlarının dibine, Mağrip ve Endülüs'ten Çin ve
Tataristan'ın uç sınırlarına kadar çınlayıp durmuş.
Ve işte o sırada, birdenbire, Barmakoğulları, ademoğlunun ula
şacağı en yüce bahttan korkunç bir felaketin uçurumuna atılmışlar
ve Felaketler Dağıtıcı'nın bardağından içmişler. Zamanın ters dönü
şüne ne demeli! Barmak'ın soylu oğulları sadece halifeliğin geniş im
paratorluğunu yöneten vezirler değil, aynı zamanda hükümdarları
nın sofra arkadaşları ve ayrılmaz yoldaşları imişler; özellikle, Ca
fer'in varlığı, El-Reşit'e gözlerinin nurundan daha gerekli, sevgili
bir can yoldaşıymış. El-Reşit'in yüreği ve düşüncesinde öylesine bir
yer tutmuş ki, El-Reşit, günün birinde, içine dostu Cafer'le iki kişi
değil de bir kişiymiş gibi sığınacakları iki kişilik bir cübbe yaptır
mış. Ve Cafer'e karşı, bu hava içinde, sonuncu feci olaya kadar böy
le davranmış.
Oysa, ey ruhumun acısı! İslam göklerini karartan ve göklerden
inen kahredici bir yıldırım gibi tüm yürekleri yakıp yıkan bu ölümü
belirleyen olay şöyle olmuş:
Günün birinde, böylesi günler bizden ırak olsun, El-Reşit Mek
ke'de hac farizesini yerine getirip döndükten sonra, su yoluyla Hi
re'den Anbar Kenti'ne gelmiş. Orada, Fırat kıyılarında El-Umr ad
lı bir kaşanede mola vermiş. Gece, öteki geceler gibi, onu, şenlikler
ve zevkler içinde bulmuş. Ama, bu kez can yoldaşı Cafer yanında de
ğilmiş. Çünkü Cafer birkaç günden beri nehrin yakınlarındaki düz
lükte avlanmaktaymış. Bununla birlikte Harun Reşit'in verileri ve
armağanları onu her yerde izliyormuş. Günün her saatinde, halife
nin habercilerinden herhangi birinin çadırına girdiğini ve halifenin
191-
sevecenliğinin bir nişanesi olarak her birinin, bir öncekinden daha
güzel değerli hediyeler getirdiklerini görüyormuş.
Böylece, o gece de, Tanrı bize böyle geceleri unuttursun, Cafer,
çadırın içinde, El-Reşit'in özel tabibi olan ve El-Reşit'in sevgili Ca
fer'ine eşlik etmesi düşüncesiyle kendisini yoksun bıraktığı Cebrail
Bahtıasfı ile birEkte oturmaktaymış. Aynı şekilde, çadırda, El-Re
şit'in gözde şairi ve sevgili Cafer'i avdan dönüşünde doğaçlamalarıy
la eğlendirsin diye kendini beraberliğinden yoksun bıraktığı ama
Ebu-Zakkar da varmış. Ve de yemek saati imiş. .Ama Ebu-Zakkar,
utu kendisine eşlik ederken, bahtın kararsızlığı üzerine felsefi dize
ler okuyormuş...
Demiş ki:
192
et! Çünkü Emir-ili-Müminin senin başını istiyor" diye yanıt ver
miş.
Bu sözleri fşitince, Cafer ayağa kalkmış ve "Tanrı'dan başka
Tanrı yoktur, Muhammet Tanrı'nın elçisidir! Tanrı'nın ellerinden
çıkıyoruz ve er geç onun ellerine döneceğiz!" demiş. Sonra eski arka
daşı ve dostu, yıllarca her an birlikte bulunduğu başhadımağasına
dönmüş ve ona "Ey Mesrur, böylesi bir emir mümkün değil. Efendi
miz Emir-ili-Müminin bu emri sana sarhoşluk anında vermiş ola
cak. Her zamanki dostum, senden, birlikte yaptığımız gezintiler ve
gece gündüz yaşadığımız ortaklaşa yaşamın anısı uğruna, halifenin
yanına geri dönüp aldanıp aldanmadığını anlamanı rica ediyorum.
Göreceksin ki verilen emri unutmuştur bile!" demiş. Ama Mesrur
"Ya senin başın ya da benimki! Başını elimle götürmedikçe halife
nin yanına dönemem! Dolayısıyla son dileklerini yazıya geçir! Eski
dostluğun hatırı için sana gösterebileceğim tek olası lütuf budur" de
miş. O zaman Cafer "Hepimiz Tanrı'ya emanetiz! Benim yazacak
son dileğim yok. Tanrı benden aldığı ömrü, Emir-ül-Müminin öm
rüne eklesin!" demiş.
Sonra çadırından çıkmış ve Cellat Mesrur'un yere serdiği, üze
rine kafa kesilen deriye diz çökmüş. Ve gözlerini kendi elleriyle bağ
lamış; ve başı kesilmiş. Tanrı ona rahmet eylesin! Bunu izleyerek
Mesrur, halifenin konakladığı yere dönmüş ve elinde bir kalkan üze
rinde bulunan Cafer'in kellesiyle huzura girmiş. El-Reşit de eski
dostunun kellesine bakmış ve ansızın üzerine tükürmüş.
Ama öfkesi ve öcü bununla dinmemiş; Cafer'in başı kesilen göv
desinin Bağdat Köprüsü'nün bir ucuna, kellesinin de öteki ucuna
asılmasını emretmiş; bu ceza, en kötü suçlulara verilen cezalardan
daha alçaltıcı ve yüzkızartıcı bir cezaymış. Aynı şekilde Cafer'den
geri kalanların altı ay süreyle orada kaldıktan sonra tezekler üstün
de yakılıp kenefe atılmasını buyurmuş. Bütün bu emirler yerine ge
tirilmiş.
Ve de, ey acınası sefalet! Katip Amiran, hazinenin hesap defte-
193
rine, bir vakitler "Emir-ül-Mümininin armağan olarak Yahya ül
Barmaki'nin oğlu Vezir Cafer'e verdiği görkemli bir urba için dört
yüz bin altın dinar" yazmışken; bir süre sonra, aynı sayfaya başka
hiçbir ekleme yapmaksızın"Cafer bin Yahya'nın cesedinin yakılma
sı için neft, kamış ve gübre için on gümüş dirhem" yazmış.
İşte, Cafer'in sonu böyle olmuş. El-Reşit'in süt babası Yah
ya'ya ve oğlu, El-Reşit'in süt kardeşi El-Fadl'a gelince, herhangi
bir kamu görevi ve hizmetinde bulunan bin kadar Barmaki ile bir
likte ertesi gün oı:ılar da tutuklanmış. Ve kimisi sınırsız servetleri
zor alımına tabi tutulur ve karıları ve çocukları sığıı:iacak yerlerin
den yoksun ve hiç kimse onlara bakmayı göze almaksızın başıboş do
laşırlarken; işkencede öldürülen Yahya, oğlu El- Fadl ve Yahya'nın
kardeşi Muhammet hariç, kimisi açlıktan ölmüş, kimisi boğularak.
Hepsi darmadağın bir halde kokuşmuş zindanlara atılmış. Allah
hepsine rahmet eyleye! Gözden düşmeleri gerçekten dehşet verici
olmuş.
Ve şimdi, ey zamanın şahı, eğer Barmakilerin gözden düşmele
rinin ve bu yürek parçalayıcı sonlarının nedenini öğrenmeyi diliyor
san, anlatayım!
Günün birinde El-Reşit'in genç kızkardeşi Aliye, Barmaki süla
lesinin kökü kuruduktan birkaç yıl sonra, kendisine iltifat etmekte
olan halifeye "Efendim, Cafer'in ölümünden ve ailesinin yok olma
sından sonra, artık senin sakin ve gerçek anlamda huzur içinde ge
çen bir gününü bile görmüyorum. Acaba hangi nedenle bunlar se
nin gözünden düşmüştü?" diyerek söze girişmiş. Birdenbire içi kara
ran El-Reşit genç sultan kardeşini geri itmiş ve ona "Çocuğum, ha
yatım, bana kalan tek mutluluk! Bu nedeni anlamanın sana ne yara
rı olacak? Eğer bunu gömleğimin bile öğrendiğini bilsem, onu parça
parça ederim!" demiş. Bundan dolayı, tarihçiler ve salname ustaları
bu felaketin nedeni üzerinde uyuşmaktan uzaktırlar. İşte bize onlar
dan kalan bazı yorumlar!
Kimilerine göre Cafer'in ve Barmakilerin övgüleri, bunlardan
194
yararlananların bile dinlerken kulaklarını inciten eliaçıklığı, kendi
lerine karşı dost ve minnettar olanlardan daha çok hırslı kişi ve düş
man kazandırmış; sonunda El-Reşit'te de kuşku uyandırmıştır.
Gerçekten ortada duyulan sadece onların ailesinin utkun oluşu idi;
ailelerinin üyeleri Bağdat Sarayı'nı, ordusunu, yargı yerlerini, eya
letleri ve en yüce mevkileri doldurmuşlardı; ve kentin yöresindeki
en güzel yurtluklar onlara aitti. Saraylarının yöresi dalkavuklar ve
hacet sahipleri tarafından, halifenin konutunu çevreleyenlerden de
fazla sarılmıştı. Ve bir de Cafer'in çadırında, o uğursuz gece birlikte
olduğu El-Reşit'in tabibi Cebrail Bahtıasfı olayı şöyle anlatmakta;
demektedir ki: "Bir gün, o zamanlar Bağdat'ta Kasr ül-Huld denen
sarayda oturan El-Reşit'in dairesine girmiştim. Barmakiler Dicle'-
nin öbür yanında oturuyorlardı ve halifenin sarayı ile onlarınki ara
sında nehrin genişliği kadar mesafe vardı. O gün El-Reşit gözdeleri
nin konutlarının önünde birikmiş olan at topluluğunu ve kapıların
da kaynaşan kalabalığı görünce, benim önümde, sanki kendi kendi
siyle konuşur gibi 'Tanrı Yahya ile oğulları El-Fadl ve Cafer'i ödül
lendirsin! İşlerin tüm sıkıntısını kendi Üzerlerine almışlar ve bana
yöremi seyredecek ve keyfimce yaşayacak zaman bırakmışlar' diyor
du. O gün sadece bunları söyledi. Ama bir başka zaman, yanına çağ
rıldığımda onun artık gözdelerini karşısında görmeyi istememeye
başladığının farkına vardım. Gerçekten, sarayının penceresinden
bakarak ve ilk kez olduğu gibi aynı insan ve at topluluğunun kaynaş
tığını görünce 'Yahya ve oğulları bütün işleri ele geçirmişler; bana
hiçbir şey kalmamış. Aslında halifelik gücünü eyleme sokan onlar!
Bana ancak güçlükle sezilen görüntüsü kalmış' dedi. Bunu, kulakla
rımla duydum. Ve o zamandan başlayarak onların gözden düştükle
rini anladım; sonunda da olanlar oldu" demiştir.
Başka salnameciler de El-Reşit'in gizli hoşnutsuzluğunun,
isimsiz düşmanların haince kaleme aldıkları düzyazı ve şiirlerle kö
rüklendiğini; Cafer'in yaptığı büyük bir tedbirsizliğin ise bu hoşnut
suzluğu arttırdığını yazıyorlar. Bir gün, El-Reşıt, Ali ile Peygam-
195
ber'in kızı Fatıma'dan olmaEs-SeyitYahya bin Abdullah ül-Hüsay
ni adlı bir ardılın gizlice öldürülmesi için Cafer'i görevlendirmiş.
Ama Cafer, acıma ve hoşgörüyle, davranışları El-Reşit tarafından
Abbasi Hanedanının geleceği bakımından tehlikeli sayılan bu Ali
vi 'yi1 kaçırtmış. Ancak Cafer'in bu gönlü yüce eylemi ortalıkta yayıl
mış ve sonuçlarım ağırlaştırmak için eklenen her türlü yorumla bir
likte halifeye duyurulmakta gecikmemiş. Bu durum dolayısıyla
El-Reşit'in duyduğu hınç, öfke bardağını taşıran son damla olmuş.
Cafer'e bu konuda soru yöneltmiş; o da büyük bir açık yüreklilikle,
eylemini itiraf etmiş ve "Ben, efendim Emir-fil-Mümininin onuru
nu ve yüce adını korumak için böyle davrandım!" diye eklemiş.
El-Reşit de yüzü iyice solarak "İyi yapmışsın!" demiş. Ama "Ben se
ni mahvetmezsem, Allah beni kahretsin!" diye mırıldandığı da işitil
miş.
Başka tarihçilere göre, Barmakilerin gözden düşmesinin nede
ni, gelenekçi Müslümanlığın karşısında onların sapık görüşler ileri
sürmesinde aranmalıydı. Gerçekten unutulmamalıdır ki, aileleri, İs
lam'a dönmelerinden önce Belh'de Mecusi dininin gereklerini icra
ediyorlardı. Denilir ki, gözdelerinin doğum yeri olan Horasan'a se
fer yaptıklarında El-Reşit, Yahya ve oğullarının Mecusi mabetleri
ve abidelerinin yakılmaması için ellerinden geleni yaptıklarını fark
etmişti. Ve o zamandan beri, onlar hakkında, Barmakilerin her fır
satta, her türden sapıklara karşı, özellikle de kişisel düşmanları Ca
birilere2 ve öteki ayırımcı ve. reddedilmiş din ve mezheplere bağlı
olanlara gösterdikleri hoşgörüyle artan kuşkular duymuştu. Bu fi
kirleri kabul ettirmek isteyenler, bunları daha önce anlatılanlara da
katıyor veEl-Reşit'in ölümünden hemen sonra Bağdat'ta o güne ka
dar görülmedik ağırlıkta dinsel kargaşalıkların çıktığım ve bunların
nerdeyse geleneksel Müslümanlığa öldürücü bir darbe vuracak gibi
196
olduğunu ileri sürüyorlar. Ama, bütün bu nedenlerin dışında, Bar
makilerin sonlarının en olası nedeni, bize vakanüvis İbn-Hilli
kan'ın ve İbn-ül Atir'in bildirdikleri olmalıdır. Onlar diyorlar ki:
Yahya El-Barmaki'nin oğlu Cafer'in Emir-ül-Mümininin yüre
ğine çok yakın olduğu zamanlarda, Halife, Cafer ile sanki iki kişi de
ğiller de, tek kişiymişler gibi yanyana sarındıkları bir cübbe yaptır
mıştı. Bu içtenlik o denli büyüktü ki, Halife gözdesinden hiç ayrıla
mıyordu. Ve onu her zaman yanında tutmak istiyordu.
Oysa El-Reşit aynı şekilde olağandışı ve derin bir sevecenlikle
kendi kızkardeşi, tüm verilerle donanmış, döneminin en göze çar
pan kadını genç sultan Abbase'yi de seviyormuş. Ve bu sultan, aile
sinin ve hareminin tüm kadınları içinde El-Reşit'in yüreğinde en
değerli yeri tutuyormuş. Ve tıpkı Cafer'in kadına dönüşmüş bir şek
li gibi, onun yanında yaşamaktan başka şey yapmıyormuş. Ve bu iki
dostluk onun mutluluğunu oluşturuyormuş. Ama, aynı zamanda,
ikisinin birden zevklerini paylaşmak için, onları biraraya getirmek
zorunluluğunu da duyuyormuş. Çünkü birinin bulunmayışı, öbürü
nün sağlayacağı büyüyü yok ediyormuş. Ve Cafer ya da Abbase'nin
yanında olmayışı dolayısıyla eksik bir neşe duyuyor ve canı sıkılıyor
muş. İşte bunun için bu iki dostunu biraraya getirmek istiyormuş.
Ama kutsal yasalar çok yakın bir akrabası olmadıkça, kocası olma
yan erkeklerin kadını görmesini ve kadının yüzünü yabancı bir erke
ğe göstermesini yasaklıyormuş. Bu hükümleri görmezliğe gelmek
büyük bir onursuzluk, bir utanç ve kadının namusuna karşı bir ha
reket sayılıyormuş. El-Reşit de, korumakla görevli olduğu yasanın
sıkı bir takipçisi olduğundan, onları yorucu bir zorlamaya ve yakışık
sız bir duruma sokmadan, kendi yanında biraraya getiremiyormuş.
Bundan dolayı kendisini sıkan hoşlanmadığı bu durumu değiş
tirmek isteyerek Cafer'e "Ey Cafer, dostum, benim ancak senin ve
sevgili kızkardeşim Abbase'nin yanında olmaktan gayri gerçek, iç
ten ve.tam bir sevincim yok. Ama sizin durumunuz beni ve sizi sıktı
ğından, seni Abbase ile evlendirmek istiyorum. Böylece, uygunsuz-
197
luğa düşmeden, rezalet ve günah batağına saplanmadan, ikiniz bir
den yanımda buluşabilirsiniz. Ama sizden, bir an bile olsa, benim
bulunmadığım yerde birleşmemenizi ısrarla istiyorum. Çünkü ara
nızda sadece usulen ve görünüşte yasal bir evlenme olmasını düşü
nüyorum. Ama evliliğin ihtiyaçlarını, soylu Abbasoğullarının halife
lik mirasını zarara sokabilecek şekilde yerine getirmenizi istemiyo
rum" demiş. Cafer de efendisinin bu arzusuna boyun eğmiş; ve işi=
tip itaat ettiği yanıtını vermiş. Böylece bu garip koşulu kabul etmesi
gerekmiş. Ve evlenme yasal olarak ilan edilmiş.
Kabul ettiıilen koşullara uygun olarak evli olan çift ancak Hali
fe'nin huzurunda buluşmuşlar ve başkaca bir şey olmamış. Hatta
orada bile bakışları arasıra ancak çatışmış. El-Reşit'e gelince, bu
ikiliye karşı şiddetle duyduğu çifte dostluktan öylesine bir zevk sağ
lamış ki, onların bu durumdan dolayı azap çekebileceklerini aklına
bile getirmemiş. Ama, acaba ne zamandan beri aşk, denetleyicilerin
isteklerine boyun eğmek zorunda Kalmış ki?
Demiş ki:
·,
Ama, acaba ne zamandan beri aşk, denetleyicilerin isteklerine
boyun eğmek zorunda kalmış ki? Ve böylesi bir baskı uygulanınca,
nasıl olur da iki genç ve güzel insan arasında aşk heyecanları ve ar
zuları uyanıp kıpırdamaz?
Ve işte gerçekten, birbirini sevmek ve kendilerini karşılıklı aşk
larının coşkularına kaptırmak hakkına sahip olan bu evli çift, her ge
çen gün daha fazla yüreklerindeki ateşi yoğunlaştıran bu sarhoşluk-
198
tan başları dönerek yakınan insanlar konumuna girmişler. Ve işte
Abbase, bu yasaklanmış evli kadın durumunda, kocasının delisi ol
muş; ve sonunda Cafer'e aşktan yana duyduklarını anlatmış. Ve
onu dairesine çağırarak, gizlice, her türlü sevgi sunuşunda bulun
mak istemiş. Ama Cafer, sadık ve tedbirli bir kişi olduğundan, onun
her türlü isteğine karşı koymuş ve Abbase'nin yanında kalmak iste
memiş. Çünkü El-Reşit'e ettiği yeminin onu alıkoyduğunu düşünü
yormuş. Kaldı ki, başkalarından çok daha iyi olarak, Halife'nin ça
bucak öcünu alacağını biliyormuş.
Abbase Sultan, dilek ve ricalarının yerini bulmadığını görünce,
başka yollara başvurmuş. Genellikle kadınlar böyle yaparlar, ey za
manın şahı! Gerçekten bir oyun düzenleyerek Cafer'in annesi İta
be'ye "Annemiz, gecikmeksizin beni, her gün ona sağladığın şu esi
relerden biri gibi, yasal kocam olan oğlun Cafer'in yanına sokman
gerek!" diye haber yollamış. Zira, her cuma günü, soylu İtabe, sevgi
li oğlu Cafer'e binlercesi arasından seçilmiş dokunulmadık ve alabil
diğine güzel bir bakire esire yollamak adetindeymiş. Cafer de, genç
kıza, kendine şölen çekip iyice şarap içtikten sonra yaklaşırmış.
Ama soylu İtabe, bu iletiyi alınca, Abbase'nin talep ettiği böyle
si bir ihanete kendini kaptırmayı reddetmiş; ve Abbase Sultan'a,
böylesi bir davranışın herkese verebileceği zararları sezinletmiş.
Ama aşık genç zevce, tehdide kadar giden bir sıkıştırmayla ısrar et
miş ve "Bunu reddetmenin sonuçlarını bir düşün, annemiz! Ben ka
rarımı almış bulunuyorum. Ve sana karşın, bana neye mal olursa ol
sun, onu uygulayacağım. Cafer'den ve onun üzerindeki haklarım
dan vazgeçmektense hayatımı yitirmeyi yeğlerim!" diye eklemiş.
Gözü yaşlı İtabe, bu denli ileri gitme karşısında, meselenin ken
di aracılığıyla çözümlenmesinin daha doğru olacağını düşünerek bo
yun eğmiş. Ve gecikmeksizin, oğlu Cafer'e kendisine yakında zara
fet ve çekicilik ve güzellikte eşi bulunmaz bir esire yollayacağını bil
dirmiş. Ve onun tanımlamasını öylesine bir heyecanla yapmış ki, Ca
fer kendisine vaadedilen veriyi merakla beklemeye başlamış. İtabe
199
de oyunu öylesine oynamış ki, Cafer, zevkten çıldırarak daha önce
duymadığı bir sabırsızlıkla geceyi beklemeye koyulmuş. Annesi,
onun istenilen noktaya ulaştığım görerek Abbase'ye "Kendini bu ak
şama hazırla!" diye haber iletmiş.
Abbase de hazırlanmış ve esirelerin yaptığı gibi ziynetler ve
mücevherler takınmış ve gece olunca, onu oğlunun dairesine soka
cak olan Cafer'in annesinin yanına gelmiş.
Şarabın başına vurmasından biraz sersemlemiş olan Cafer, kol
lan arasında bulunan genç esirenin, karısı Abbase olduğunu anlaya
mamış. Çünkü o zamana kadar, Halife'nin yanında, birlikte bulun
dukları sırada, Harun Reşit'in hoşuna gitmeyeceği korkusuyla, asla
karısı Abbase'ye dikkatlice bakmamış bulunuyormuş. O da, kendin
ce, Cafer'in her kaçak bakışında, utanç duyarak başını her zaman
ondan çeviriyormuş. Evlilik gerçekten yerine getirilince ve bölüşül
müş bir aşkın coşkulan içinde bir gece geçirildikten sonra, Abbase
oradan aynlmak üzere ayağa kalkınış ve çekilmeden önce, Cafer'e
"Hükümdarlann kızını nasıl buldun, efendim? Davranışlanyla, alı
nıp satılan esirelerden farklılar mı, acaba?" demiş. Cafer de, şaşıra
rak "Sen bu sözlerinle hangi hükümdar kızlannı kastediyorsun?
Sen onlardan biri misin? Yoksa utkulu savaşlarımızda elde edilen
bir esire mi?" diye sormuş. Kız "Ey Cafer, ben senin esiren, hizmet
çinim; ben, Muhammet'in kutsanmış amcası Abbas'ın soyundan
El-Reşit'in kızkardeşi, Mehdi'nin kızı Abbase'yim!" diye yanıt ver
miş.
Bu sözleri işitince, Cafer, şaşırmanın sanırına ulaşmış ve ansı
zın esriklikten ayılmış ve "Mahvoldun sen, bizi de mahvettin, ey
efendilerimin kızı!" diye haykırmış. Ve çabucak annesi İtabe'nin ya
nına gitmiş ve ona "Anne, anne, beni ucuza sattın!" diye haykırmış.
Yahya'nın gözü yaşlı karısı, evlerinin üzerine büyük bir felaketi çek
memek için bu hileye katılmaya nasıl zorlandığını ona anlatmış. İşte
onlann durumu böyleymiş.
Abbase'ye gelince, hamile kalmış ve bir oğlah doğurmuş; çocu-
200
ğu Riyaş adlı sadık bir hizmetkarın gözetimine ve Berra adlı bir ka
dının yetiştirmesine terk etmiş. Sonra, gösterilen tüm özene karşın,
kuşku duymaksızın, meselenin yayılarak El-Reşit'in de bilgi edine
ceğinden korkarak Cafer'in oğlunu iki hizmetkarın eşliğinde Mek
ke'ye göndermiş.
Cafer'in babası Yahya'nın ayrıcalıkları içinde, El-Reşit'in sa
ray ve hareminin gözetimi ve yönetimi de varmış. Kendisinin gece
nin belli bir saatinden sonra, sarayın giriş kapılarını kilitlemek ve
anahtarları alıp götürmek adeti varmış. Oysa, onun bu titizliği, Hali
fe'nin_ haremi, özellikle Sitti Zübeyde için bir sıkıntı olmuş. O da ye
ğen ve kocası El-Reşit'e gidip saygın Yahya'yı ve yersiz titizliğini la
netleyerek ona bu durumdan acı acı şikayet etmiş. El-Reşit de Yah
ya yanına geldiğinde, kendisine "Baba, Zübeyde'nin senin hakkında
ki bu şikayeti nedir?" diye sormuş. Yahya da "Benden haremdeki gö
revimin noksanlığı bakımından mı şikayetçi acaba, ey Emir-ül-Mü
minin?" diye sormuş. El Reşit gülerek "O değil, baba!" demiş. Yahya
da "Bu durumda benim hakkımda sana söylenene kulak asma, ey
Emir-ili-Müminin!" demiş. O günden başlayarak titizliğini bir kat
daha arttırmış; öyle ki, Sitti Zübeyde, acı ve sitemkar bir edayla
El-Reşit'e yeniden şikayette bulunmuş; o da kendisine "Ey amca
mın kızı, gerçekten süt babam Yahya'yı haremle ilgili herhangi bir
husus için itham etmeye mahal yok. Çünkü Yahya, benim buyrukla
rımı yerine getirmekten başka bir şey yapmıyor ve görevini yerine
getiriyor" demiş. Zübeyde de hiddet göstererek "Yo, vallahi! Görevi
ni yerine getirmekten daha fazlasını yapıyor ve oğlu Cafer'in edep
sizliklerini gizliyor" diye yanıt vermiş. El-Reşit de "Ne gibi edepsiz
lik! Hayrola, ne var?" diye sormuş. O zaman Zübeyde, pek önem ver
miyormuş gibi görünerek Abbase konusunu anlatmış. El-Reşit kay
gılanarak "Bunun kanıtı var mı?" diye sormuş. Zübeyde "Çocuğun
Cafer'den olmasından daha iyi bir kanıt bulunabilir mi?" diye yanıt
vermiş. Halife "Peki, bu çocuk nerede?" diye sorunca, Zübeyde de
"Cetlerimizin beşiği Kutsal Kentte!" diye yanıt vermiş. Halife "Sen-
201
den başkası da bunu biliyor mu?" diye sormuş. Sultan "Hareminde
ve sarayında en basit bir esire de olsa, bunu bilmeyen tek bir kadın
yoktur!" diye yanıt vermiş.
202
se de, Riyaş ile sütanaya derhal bir mektup yollayarak onlara, Mek
ke'yi hemen terk etmelerini ve çocukla birlikte Yemen'e gitmeleri
ni emretmiş; onlar da ivedilikle oradan uzaklaşmışlar.
Halife, Mekke'ye gelmiş. Hemen yakınlarından güvenli birileri
ni çocuğu soruşturup aramakla görevlendirmiş. Bu soruşturma so
nunda olayın gerçekliğini, bir çocuk bulunduğunu ve de sağlıklı ol
duğunu öğrenmiş. Birkaç gün içinde çocuk Yemen'de bulunmuş ve
gizlice Bağdat'a yollanmış. Ve işte, bu hac dönüşünde Halife, Fırat
üzerinde Anbar yakınlarında iken, sözü edilen Cafer ve Barmakiler
le ilgili korkunç emri vermiş. Ve olacak olan olmuş.
Bahtsız Abbase ile oğluna gelince, onun oturduğu dairenin he
men altına kazılan bir çukura diri diri gömülmüşler.
Nihayet, ey bahtıgüzel şah, sana söyleyecek bir şey daha kaldı:
İnanılmaya değer başka vakanüvisler de Cafer'in ve Barmakilerin
böylece gözden düşmelerine neden olacak hiçbir şey yapmadıkları
m ve bu acıklı sonuca uğramalarının nedeninin, bunun, bahtlarında
yazılı olmuş bulunmasında aranması gerektiğini ve onların güç sahi
bi oldukları zamanın geçip gittiğini anlatırlar. Ama en iyisini Tanrı
bilir!
Ve sözü bitirmek için Şamlı ünlü Şair Muhammet'ten bize ka
dar gelen bir öykü. Şair şöyle anlatmış: "Bir gün yıkanmak için bir
hamama girmiştim. Hamamın sahibi bana hizmet etsin diye güçlü
kuvvetli genç bir delikanlıyı görevlendirmişti. Ben de, delikanlı ba
na özen gösterirken, hangi hevesle bilemiyorum, kendi kendime, ya
vaş sesle, benim hayırlı efendim El-Fadl bin Yahya ül-Barmaki'nin
bir oğlunun doğumunu kutlamak için yazdığım bir şarkının dizeleri
ni okuyordum. Birdenbire bana hizmet etmekte olan delikanlı bayı
larak yere yıkıldı. Birkaç dakika sonra, ayılıp ayağa kalktı ve be.ıi
suyun içinde tek başıma bırakarak, yüzü gözyaşlarıyla ıslanmış, he
men kaçıp gitti.
Anlatısının burasında Şehrazat, sabahın belirdiğini görerek ya
vaşça susmuş.
203
Ama Dokuz Yüz Doksan Sekizinci Gece Olunca
Demiş ki:
Ayağa kalktı, beni suyun içinde tek başıma bırakarak, yüzü göz
yaşlanyla ıslanmış, hemen kaçıp gitti.
Ben de, şaşkın bir halde sudan çıktım ve hamam sahibine, yı
kanmam için hizmet görsün diye bir saralıyı görevlendirdiğinden do
layı fena halde çıkıştım. Aına hamamcı, bu genç hizmetkarda bu gü
ne kadar böylesi bir illetin görülmediğine dair yemin etti. Ve söyle
diğini bana kanıtlamak için delikanlıyı benim yanıma getirip ona
'Ne oldu da bu efendi senin hizmetinden bu denli şikayetçi oldu?' di
ye sordu. Bana, içinde bulunduğu karmaşadan kurtulmuş gibi görü
nen delikanlı da başını eğdi; sonra da benden yana dönerek 'Efen
dim, yıkanırken söylediğin o dizelerin yazannı tanıyor musun?' diye
sordll. Kendisine 'Vallahi, ben yazoım onları!' diye yanıt verdim.
Bana 'Öyleyse sen, şair Muhammet ül- Damışki'sin1 . Ve de bu dize
leri El-Fadl ül-Barmaki'nin çocuğunun doğuşunu kutlamak için
besteledin, değil mi?' dedi. Ve ben, öylece şaşıp kalmışken 'Seni din
lerken, yüreğim ansızın sıkıştığı ve heyecandan vurulmuş gibi yere
düştüğüm için bağışla beni, efendim! Ben, işte, senin o denli gör
kemle doğuşuna şarkılar düzdüğün El-Fadl'ın oğluyum' diye ekle
di. Ve yeniden ayaklan mızın ucuna düşerek bayıldı.
O zaman ben, böyle bir bahtsızlık karşısında içim acımayla do
lu ve malik olduğum her şeyi, hatta şair ünümü bile borçlu bulundu
ğum cömert bir hayırseverin oğlunun felakete düşmüş olmasından
üzüntü duyarak çocuğu yeniden ayağa kaldırdım ve onu bağrıma ba
sarak kendisine 'Ey Tanrı kullarının en yüce gönüllüsünün oğlu,
ben yaşlıyım; mirasçım da yok. Benimle gel de, kadı'nın önüne çı-
204
kalım çocuğum; çünkü bir sözleşme yaparak seni evlat edinmek isti
yorum. Böylece öldükten sonra bütün varlığım senin olur' dedim.
Ama Barmaki delikanlı, ağlayarak bana 'Ey iyi kişilerin evladı, Tan
rı kutsamalarını senin üstüne yaysın! Ama ben şu ya da bu yoldan
babam El-Fadl'ın sana vermiş olduğu tek bir meteliği kabullensem
Allah'ın hoşuna gitmez!' diyerek yanıt verdi. Ve bundan sonra, be
nim bütün ısrar ve ricalarım boşuna oldu. Kendisine, babasına kar
şı duyduğum minnettarlığın küçük bir nişanesini bile kabul ettir
mem mümkün olmadı. Gerçekten tertemiz bir kana sahipti, bu soy
lu Barmakilerin çocuğu! Tanrı, çok yüce olan değerlerini ödüllendir
sin!"
Halife Harun Reşit'e gelince, Tanrı'dan başka sadece kendisi
nin bildiği bir hatayı cezalandırıp öcünü aldıktan sonra, herhalde
epeyce doyum sağlamış olarak Bağdat'a dönmüş; ama içine girme
den kentin yambaşından geçip gitmiş. Gerçekten, yıllarca güzelleş
tirmek için emek verdiği bu kentte artık yaşayamaz olmuş ve Rak
ka'ya yerleşerek bir daha Barış Kenti'ne geri dönmemiş. Ve Barma
kilerin bahtsızlıklarım izleyerek Bağdat'ı böylece ansızın terk edişi,
Halife'nin maiyetinden olan şair Abbas bin El-Atnafın aşağıdaki di
zelerle sızlanmasına kesinlikle yol açmıştır:
205
le gelmiş; ve eğer, tesadüfen, saraylılardan birileri birazcık bile Bar
makileri kötüleyecek olsa, El-Reşit onlara nefret ve öfkeyle "Allah
babalarınızın belasını versin! Kötülediğinizi kötülemekten vazge
çin! Ya da gelin onların bıraktığı boşluğu doldurmayı deneyin!" diye
haykırırmış.
Ölünceye kadar kudretini korumuş olmakla birlikte El-Reşit,
artık yöresini pek fazla güvenilmeyen kişilerin sardığını duyumsu
yormuş. Ve her an, hoşnut olmadığı oğullarının kendisini zehirleye
ceğinden korkuyormuş. Kargaşalıkların başladığı ve oraya gittikten
sonra bir daha dönmediği Horasan'a bir sefer açmanın eşiğindey
ken, düşüncelerini bir sırdaş olarak bildirmek üzere seçtiği saraylı
lardan vakanüvis El-Taberi'ye, acı duyarak, kuşkularını ve kederle
rini açıklamış. El Taberi, üzerine ölümün gelmekte olduğu konusun
daki kehanetini yatıştırmaya çalışırken, onu bir kenara çekmiş; ve
adamlarından ve maiyetinden yeterince uzaklaşıp onların yersiz ba
kışlarından kurtulmak için bir ağacu� koyu gölgesine sığındıkların
da urbasını açıp El-Taberi'ye karnını saran ipek bir kuşak göster
miş ve "Şuramda çaresi olmayan derin bir derdim-var. Bu derdi kim
senin bilmediği doğrudur; ama bak, yöremde oğullarım El
Emin ve El-Memun'un yaşamımın ne zaman tükeneceğini gözetle
yen casusları var. Çünkü artık babalarının pek ömrü kalmadığını
anladılar! Ve bu casusları, oğullarım, en güvenilir ve bağlılıklarına
kuşku duyamayacağım kimselerden seçtiler. İlk bakışta başta Mes
rur! Mesrur, benim üstün tuttuğum oğlum Memun'un casusudur.
İşte hekimim Cebrail Bahteasü! O da, oğlum El-Emin'in! Ve geri
kalanlar da böyle sürüp gidiyor" demiş. Ve de "Şimdi, oğullarımın
sa.itanat hırslarının nereye kadar ulaştığını bilmek ister misin? Ba-
,a binilecek bir at göndermeleri emrini vereceğim. Sağlıklı ve kıv
rak bir at gönderecekleri yerde yürüyüşü sarsak ve sanki benim der
dimi arttırmak için hazırlanmış gibi olan takatsız bir at getirecek
ler!" diye eklemiş. Ve gerçekten, El-Reşit, kendisine bir at getiril
mesi buyruğunu verince, tıpkı sırdaşına söylediği gibi bir at getiril-
206
miş önüne. O da, El-Taberi'ye mahzun bir bakış fırlatmış ve kendi
sine yollanan atı boyun eğerek kabullenmiş.
Bu olaydan birkaç hafta sonra, Harun, rüyalarında başının üze
rine bir elin uzandığını görmüş; ve bu el bir avuç kızıl toprak tutu
yormuş; ve bir ses ona "İşte Harun'un kabrinde kullanılması gere
ken bu topraktır!" diye haykırıyormuş. Bir başka ses de ona "Peki,
kabrinin yeri neresi?" diye sorunca; ilk ses "Tus Kenti" diye yanıt ve
riyormuş.
Nitekim birkaç gün geçince, hastalığının ilerlemesi El-Reşit'i
Tus Kenti'nde kalmaya zorlamış. Büyük bir tedirginlik duyarak
Mesrur'u kentin yöresinden bir avuç toprak bulup getirmeye yolla
mış. Başhadımağası, bir saatlik bir zaman geçince, elinde bir avuç
kızıl toprakla geri dönmüş. El_:Reşit "Tanrı'dan başka Tanrı yoktur.
Muhammet de onun elçisidir! İşte rüyam çıktı. Ölüm artık benden
uzak değil!" diye haykırmış.
Gerçekten, artık bir daha Irak'ı görememiş. Çünkü, ertesi gün,
kendisinde bitkinlik duyarak yöresindekilere "İşte korkulan saat
yaklaşıyor. Ben tüm insanlık için imrenilen bir varlıktım. Şimdi ken
disine acınan biri oldum" demiş. Ve orada, Tus'da ölmüş. O sırada
Hicret'in 193'üncü yılının ikinci ayı I olan Cemazi-yel-evvel ayının
üçüncü günüymüş. Harun o sırada kırk yedi yaşındaymış; bu yaşı
da beş ay beş gün aşmış bulunuyormuş. Bize bunu, Ebulfeda böyle
ce bildiriyor. Tanrı kusurlarını bağışlasın ve rahmet eylesin! Çünkü
dinsel inançlarına bağlı bir halife idi.
ı Hicri ayların ikincisi Sefer olduğu halde '.\lardrus. f:emazi-yül eı;vcl anlamında "Djoma<li"
ayını ikinci ay olnrnk belirtmiş. (Ç. ı
207
ŞEHZADE YASEMİN İLE
BADEM SULTAN'IN TATLI ÖYKÜSÜ
208
min de "Ey saygın derviş, dileğini yerine getirmenin imkansızlığı ba
na büyük bir acı veriyor. Çünkü ineklerimi bu sabah sağdım. Ve şu
anda memelerinde senin susuzluğunu giderecek hiçbir şey kalma
dı" diye yanıt vermiş. Derviş de ona "Zamanlamaya aldırma! Yine
de Allah'ın adım anarak yeniden ineklerini sağ! Tanrı'nın kutsama
sı üzerinde olacaktır" demiş. Çekik gözleri nergise benzeyen şehza
de de işitip itaat ettiği yanıtım vermiş ve besmele çekerek en güzel
hayvanın memelerine yapışmış. Ve üzerine kutsama inmiş; kap nia
vimtrak ve köpüklü bir sütle dolmuş.
Derviş o zaman gülerek genç şehzadeye doğru dönmüş ve ona
"Ey ince ruhlu çocuk, verimsiz bir toprağa boşuna ekin ekmedin, sa
na bu olup bitenden daha çok yarar sağlayacak şey yoktur. Gerçek
ten, bil ki, ben sana, şairin sözlerine uygun şekilde verilerin ilki ve
sonuncusu olan aşkın habercisi olarak geliyorum:
Orada hiçbir şey yokken, aşk vardı; ve hiçbir şey bulunmadığı zaman,
aşk kalacaktır. O, ilk ve son var olan şeydir.
O gerçeğin köprüsüdür; ve söylenebilecek her şeyin üstündedir: .
mezarın köşesinde yoldaştır bize!
O ağaca sarılan ve yüreğine nüfuz ederek yeşil yaşamını kemiren
sarmaşıktır!
Bunu izleyerek yaşlı derviş "Evet oğlum, ben senin yüreğin doğ
rultusunda bir aşk habercisi olarak geliyorum. Ama beni, kendim
den başkası buraya yollamadı. Ovalar, çöller geçtim; böylece, bir
gün bir bahçeden geçerken, şöylece görebildiğim pericelik bir genç
kıza yaklaşmaya layık olacak yeterince mükemmel birini arıyor
dum" diye eklemiş. Derviş bir an sustuktan sonra, yeniden söze baş
layarak "Bil ki, ey meltemden de yeğni olan, baban Nücum Şah'ın
ülkesinin sınırdaşı olan bir ülkede rüyalarının delikanlısını, yani se
ni, ey Yasemin, beklemekte olan, soylu bir kandan, yüzü peri gibi,
ayı utandıracak kadar güzel, yetkinlik mahfazasındaki yekta bir inci
209
tazeliğinde bir varlık, bir güzellik yuvası olan bir huri yaşamakta!
Gümüş renkli narin bedeni bir şimşir gibi düzgün ve saç teli inceli
ğinde bir beli olan; bir güneş görünümünde, keklik sekişli biri! Saç
ları sümbül; büyüleyici gözleri İsfahan kılıçlarına benzer; yanakları
Kuran'daki Güzellik ayeti gibi; kaşlarının yayı Kalem suresine ben
zer; bir yakuttan yontulmuşa benzeyen ağzı şaşırtıcı; çenesinde kü
çücük bir elma boyutunda bir çukuru olan; ve onu kem gözden ko
rurcasına yanağını bir ben süsleyen bir kız! Küçücük kulakları ku
lak değil, kibarlığın maden filizleri ve kulaklarında küpe yerine aşık
ların yüreklerini taşıyan; minik bir ceviz gibi burnuna takılı hızına,
dolunayı kendi eliyle kölelik halkasını boyuna geçirmeye zorlayacak
gibi. İki küçük ayağının tabanına gelince, tam anlamıyla harikay
mış. Yüreği ağzı mühürlü bir koku şişesidir ve kafası yüce bir zeka
nın verisiyle donanmıştır. Yürüyünce, kıyamet günündeki gürültü
kopar! Ekber Şah'ın kızıdır, bu kız; ve Badem Sultan diye anılır;
böylesi yaratıkları tanımlayan isimler ne kadar kutludurlar!" de
miş. Ve böylece konuştuktan sonra, yaşlı derviş uzun uzun içini çek
miş; sonra da...
210
miş. Sonra da "Ve şimdi benim sözlerim yüreğin için bir tohum oluş
tursun. Tanrı seni korusun ve bahtında olan o kıza doğru yöneltsin,
vesselam!" demiş. Böylece konuştuktan sonra, derviş, ayağa kalk
mış ve yoluna gitmiş.
Şehzade Yasemin'in yüreği de sırf bu konuşmayı duyarak kana
bulanmış; ve aşkın oku bu yüreğe işlemiş. Ve Leyla'ya tutkun Mec
nun gibi, giysilerini boynundan göbeğine kadar yırtmış; ve yüreği
güzel Badem Sultan'ın saçlarının kıvrımlarına takılmış; hıçkırıklar
kopararak haykırmış; ve sürüsünü terk ederek içmeden sarhoş,
duygulu, sessiz aşkın fırtınasında yok olmuş; bir serseri gibi dolaş
maya başlamış. Çünkü, bilgeliğin kalkanı her tür yaraya karşı koy
sa da, aşk okuna karşı erdemi yoktur. Nasihat ve görüş bildirerek
oluşturulan ilaç, saf bir duyguyla dertlenenin ruhu üzerinde artık et
kili olmaz. İşte Şehzade Yasemin'in durumu böyleymiş.
Badem Sultan'a gelince, onunki de şöyleymiş: Bir gece, babası
nın sarayının taraçasında uyurken, aşk ecinnilerinin yönlendirmiş
bulunduğu bir rüyada, Züleyha'nın aşığından da güzel olan ve çizgi
çizgisine, Şehzade Yasemin'in büyüleyici görünümüne benzeyen bir
genç kendisine gösterilmiş. Bu güzellik görünümü bakire ruhunun
gözleri önünde belirdikçe, o güne kadar kaygısız olan genç kız yüre
ği elinden kayıyor ve delikanlının dolambaçlı saç kıvrımlarının ağı
nın esiri oluyormuş. Rüyanın gülü yüreğine dokunarak uyanmış ve
geceleyin bülbül gibi feryatlar kopararak haykırmış; ve gözyaşlarıy
la yüzünü ıslatmaya başlamış. Hizmetçileri büyük bir heyecan için
de koşuşturmuşlar ve onu görerek "Ya Allah! Hanımımız Badem
Sultan'a gözyaşları döktüren bu felaket de nedir? Uyurken, yüreğin
den ne geçti, acaba? Ne yazık ki, zekasının kuşu uçmuş gibi görünü
yor!" diye haykırmışlar.
Ve ağlayıp inlemeler sabaha kadar sürmüş. Şafak vakti, babası
şahla anası sultan, olup bitenlerden haber almışlar. Yürekleri yana
rak gelip bakınca, o denli güzel olan kızlarının olağandışı bir görü
nümde ve garip bir durumda olduğunu görmüşler. Kız, saçı başı da-
211
ğınık, giysileri düzensiz, yüzü altüst olmuş; bedenindeu habersiz ve
yüreği için dikkat sarf etmez bir haldeymiş. Ve ona sordukları bü
tün sorulara, başım utançla sallayarak ve böylece babasının ve anne
sinin ruhlarına kaygı ve keder yayarak hiç yanıt vermiyormuş.
Bunun üzerine, onu bu durumdan kurtarmak üzere marifetleri
ni göstersinler diye hekimleri ve gövdeden şeytan uğratanları çağır
mışlar; ama hiçbir sonuç alamamışlar, hatta, bunun tam tersi ol
muş. Bu yüzden kan aldırmaya başvurmak zorunda kalmışlar. Ve
kolunu sararak neşter vurmuşlar. Ama o güzelim damardan bir
damla kan bile çıkmamış. O zaman tedavisinden el çekmiş ve onu
iyileştirme ümidini terk etmişler. Ve umutları boşa çıkmış ve he
kimler, kafaları karmakarışık, ayrılıp gitmişler.
Bu üzücü durumda, hiç kimse bu değişmenin nedenini anlayıp
açıklayamadan birkaç gün geçmiş. Yüreği kireç bağlamış güzel Ba
dem Sultan, her zamankinden daha karamsar bir durumdayken,
hizmetçileri onu oyalansın diye bahçeye çıkarmışlar. Ama, orada
gözlerini her yerde dolaştırdığı halde, sevgilisinin yüzünden başka
şey görememiş; güller ona teninin rengini, yaseminler giysilerinin
kokusunu; salınan servi esnek bedenini; nergisler gözlerini sunuyor
larmış.
Ama birdenbire bu bahçenin güzel yeşilliği, solgun yüreğini
canlandırmış; ve ona içirdikleri fıskiyenin suyu, beyninin kuruluğu
nu azaltmış ve kendisiyle yaşıt olan maiyetindeki genç kızlar, hanım
larının yöresinde daire şeklinde oturmuş ve ona, yumuşak bir eday
la ve kaygısız bir vurgulamayla tatlı bir gazel okumaya başlamışlar.
Bunu izleyerek, onu her zamandan çok söylenecekleri kabul et
meye yatkın gören en çok sevdiği nedimesi yanına yaklaşıp, ona "Ey
Badem Sultan hanımımız, birkaç gündür ülkemize, uyumlu sesi, in
sanın aklını başından alan, akan suyu, uçan kırlangıcı durduracak
kadar güzel kaval çalan, soylu Hazaranların ülkesinden bir delikan
lı gelmiş bulunuyor. Bu sultansı gencin, pembe beyaz bir teni olup
adı da Yasemin'miş. Gerçekte zambak ve gül, onun yanında solup
212
tükeniyorlarmış. Çünkü boyu bir servi salınışında, yüzü yeni açmış
bir lale kıvamında, saçları menekşe, yüzü misk gibi kokan, saç kıv
rımları bir karanlık gecenin numunesi imiş; cildi sarı amberden,
kaşları eğik kargılardan, çekik gözleri iki nergisten, güzelim dudak
ları iki fıstıktan oluşmuş bulunuyormuş. Alnına gelince, parlaklığıy
la dolunayı utandırıp yüzünü morartıyormuş. İnci dişli, pembe dilli
güzel ağzından şeker sözler sızıyormuş. Ve böylece, neşeli ve yiğit
görünümüyle, aşıkların gözleri için baştan çıkarıcı bir put gibiymiş"
demiş.
Sonra da, Badem Sultan'ı neşeden şaşırmış bir halde görünce
"Ve bu şahane biçimde kaval çalan genç, sabah meltemi gibi hafif ve
hızlı, dağlan, ovalan aşıp kıyısı olmayan ve kuğunun bile güvenli ol
madığı, sırf görünümü bile onları binlerce su kuşunu ve ördeği kor
kutup başını döndüren nehirlerin sularını geçerek ülkesinden bi
zim ülkemize gelmiş. Buraya ulaşıncaya kadar bu denli güçlüklerin
üstesinden geldiğine göre, bu sonuca ulaşmasının gizli bir nedeni
varmış. Genç bir şehzadeyi böylesine bir deneyime girişmeye aşk
tan başka bir neden zorlayamazmış" diye eklemiş.
Ve böylece konuştuktan sonra, söylediklerinin hanımı üzerin
deki etkisini görmek üzere sultanın genç gözdesi susmuş. Ve birden
bire Şah Ekber'in yakınan kızı, umutlanıp oynayarak iki ayağı üze
rinde doğrulmuş. Ve yüzü içinin ateşiyle aydınlanmış ve tüm esrik
ruhu, adeta gözlerinden fışkırmış. Hiçbir hekimin anlayamadığı
olanca gizemli derdinden ufacık bir iz bile kalmamış; aşktan söz
eden genç bir kızın basit sözleri, onu duman gibi dağıtmış.
Ve ardında gözdesi olduğu halde, bir ceylan kadar kıvrak, ken
di dairelerine girmiş. Neşenin kalemini ve birleşmenin kağıdım eli
ne almış ve aklını alan Şehzade Yasemin'e, ruhunun gözleriyle rüya
da gördüğü mutlu varlığa şu mektubu yazmış:
213
Aşka düşen bülbüle figan ettiren güle selam olsun! Senin
güzelliğinin anıldığını duyunca yüreğim ellerimden kayıp gitti.
Bana rüyada pericelik yüzünü gösterdiğinden beri yüreğimde öyle bir
etki yaptı ki bu yüz; annemi, babamı unuttum, kardeşlerime de
yabancı oldum. İnsan kendine bile yabancı olunca, ailesiyle ne
ilişkisi olabilir?
Senin önünde, güzeller bir şelaleyle sürüklenircesine sökülür gider;
kirpiklerinin oklan bir yandan öbür yana yüreğimi delip geçti.
Oh! Gel bana rüyadaki hoş varlığını göster! Onu artık kafamdaki
gözlerle göreyim! Sen ki, aşk işaretlerini çok iyi anlarsın ve kalpten
kalbe giden gerçek yolu bilirsin!
Ve de bil ki, sen varlığımın suyu ve kilisin! Yatağımın gülleri
dikenlere dönüştü; ve sessizliğin mührü dudaklanmdadır ve artık
kaygısızca dolaşmaktan vazgeçtim...
214
Yüreğimi görünce ne diyeceğim? Buluttur, şimşektir, cıvadır ve kanlı
bir deryadır, bu yürek!
Yokluğun gecesi bitince, trpkı ırmakla kuğunun birleştiği gibi
birleşeceğiz!
Ve genç kız Şehzade Yasemin'in elini öptükten sonra, hanımı
Badem Sultan'ın mektubunu ona vermiş. O da mektubu okumuş ve
neredeyse sevinçten uçacak olmuş. Artık uyuyor mu, uyanık mı bile
mez hale gelmiş. Ruhunda gümbürtüler kopmuş ve yüreği bir fırına
dönmüş. Ve biraz yatıştığı sırada, genç kız ona, hanımına ulaşmanın
yollarım göstermiş ve son talimatları da verdikten sonra geriye dön
müş.
Bildirilen saatte ve uygun anda Şehzade Yasemin, birlik sağla
yan meleğin yol göstermesiyle Badem Sultan'ın bahçesine giden yo
lu tutmuş ve cennetten kopmuş bir parça olan o mevkiye girmeyi ba
şarmış. O anda, güneş batı ufkunda gözden yok oluyor, ay da doğu
nun örtüleri arasından yüzünü gösteriyormuş. Genç erkek de, bir
karaca yürüyüşüyle genç kızın kendisine belirtmiş olduğu ağaca doğ
ru yürümüş ve yaprakları arasında saklanmak üzere bu ağaca çık
mış.
Badem Sultan da, geceleyin, keidik yürüyüşüyle mavilere bü
rünmüş olarak ve elinde bir gül tutarak bahçeye gelmiş. Ve o güze
lim başını söğüt yapraklan gibi titreyerek ağaca doğru kaldırmış.
Heyecan içinde, bu ceylan, dallar arasında beliren yüzün, dolunayın
kendisi mi, yoksa Şehzade Yasemin'in parıldayan yüzü mü olduğu
nu bilmemiş. Ama işte! Sanki arzuyla 'olgunlaşmış ve çiçek gibi ya
da değerli ağırlığıyla daldan kopan bir meyve gibi menekşe saçlı de
likanlı dallar arasından kayıp solup sararan Badem Sultan'ın ayak
lan önüne düşmüş. Kız onun umutla beklediği kişi olduğunu anla
mış ve onu rüyasında gördüğünden çok daha yakışıklı bulmuş. Şeh
zade Yasemin de, kendi bakımından, dervişin kendisini aldatmamış
olduğunu anlamış ve bu ayın, tüm ayların baş tacı olduğunu gör
müş. Ve ikisi de yüreklerinin ince dostluk ve gerçek sevecenlik bağ
larıyla birleştiğini duyumsamışlar. Ve mutlulukları Mecnun ve Ley
la'nınki kadar derin ve iki eski dostunki kadar katıksız olmuş.
Çok tatlı öpüşlerden ve güzelim ruhlarının ferahlamasından
sonra, yetkin aşkın Efendisi'nden, acımasız göğün sevdaları üzerine
216
bela taşları yağdırmamasım ve birleşmelerinin dikişini yırtmaması
nı dilemişler. Bunu izleyerek, ayrılık zehrinden korunmak için, iki
aşık başbaşa düşünmüş ve gecikmeksizin, kızı Badem Sultan'ı çok
seven ve ondan hiçbir şey esirgemeyen Şah Ekber'in bizzat kendisi
ne başvurmaları gerektiğine karar vermişler.
Böyle olunca, sevdiceğini ağaçlar altında bırakarak, yakarıcı
Badem Sultan şah babasını bulmaya gitmiş; ellerini önünde birleşti
rerek ona "Ey iki dünyanın en yüce noktası, kölen senden bir dilek
dilemeye geldi" demiş. Babası da son kertede sevinçli ve ş;ışkınlık
içinde iki kolunu kaldırmış ve sarılarak onu bağrına başmış; ve de
ona "Kuşkusuz1 ey yüreğimin Badem'i, dileğin herhalde çok ivedi
bir hacet olmalı! Baksanl!, gecenin ortasında, yatağından ayrılmak
ta tereddüt etmemiş ve onu yerine getirmem için bana gelmişsin!
Bu dilek ne olursa olsun, ey gözümün nuru, babana güvenerek çe
kinmeden bana açıkla!" demiş. İnce ruhlu Badem Sultan da, birkaç
saniye tereddüt ettikten sonra, başını kaldırmış ve "Babacığım, ge
cenin bu vaktinde gelip gözlerinden uykunu kaçırdığı için kızını ba
ğışla! Ama işte şimdi, nedimelerimle çayırda bir gece gezintisi yap
tıktan sonra, sağlığıma kavuştum. Ve gelip sana öküzlere ve koyun
lara iyi bakılmadığını, ihmal edildiklerini söylemeyi; ve de güvenil
meye değer bir hizmetkara rastlarsam, onu sana takdim etmeyi ve
senin de ona sürülerini gözetmesi için görevlendirebileceğini düşün
düm. Mutlu bir rastlantıyla o anda bu çalışkan ve gayretli kişiye
rastladım. İyiniyetli, her şeye yatkın ve ne zahmetten ne de yorul
maktan yılar bir genç bu! Çünkü tembellik ve vurdumduymazlık on
dan fersah fersah uzak! Böyle olunca bizim öküzlerimize, koyunlan
mıza bakması için onu görevlendir, babacığım!" diyerek seslenmiş.
Şah Ekber, kızının bu konuşmasını duyunca şaşırmanın sınırın
da şaşırmış. Bir an gözleri faltaşı gibi açılmış. Sonra da "Başım üzeri
ne yemin ederim ki, bugüne kadar gece yarısı sürüler için bakıcı tu
tulduğunu hiç duymamıştım. İlk kez başımıza böylesi bir şey geli
yor. Ama, kızım, ansızın şifa bularak yüreğime verdiğin zevk dolayı-
217
sıyla isteğine boyun eğmek ve sözü edilen genci sürülerimizin bakıcı
sı olarak kabul etmekten kolay bir şey yok. Bununla birlikte, ona
bu görevi vermeden önce kendisini kendi gözlerimle görmek istiyo
rum" diye yanıt vermiş.
Babasının bu sözlerini duyar duymaz, Badem Sultan, mutlu Ya
semin'e doğru sevincin kanatlarını kuşanarak koşmuş..Onu elinden
tutarak saraya götürmüş. Ve şaha "İşte babacığım, sopası güçlü ve
yüreği sıvanmış olan o harika çoban!" demiş. Tanrı'nın öngörüsüyle
donattığı Şah Ekber de, kızı Badem'in kendisine takdim ettiği gen
cin, hiç de hayvanları gözetecek türden biri olmadığım anlamış. Ve
ruhunun ta içinden şaşırmış kalmış. Bununla birlikte, kızı Badem'e
. acı vermek istemediğinden bu ayrıntıların önemini ne içinde yoğun
laştırmış ne de ısrarla açıklamış. Sevimli Badem de, onun içinden
geçeni anlayarak hemen heyecana kapılabilecek bir sesle ve iki eli
birbirine bitişik olarak "Dış görünüm babacığım, her zaman iç görü
nümü yansıtmaz! Seni temin ederim ki, bu genç adam, arslanlara ço
banlık edecek kadar güçlüdür" demiş. Ve ister istemez, Badem Sul
tan'ın babası, gözünün bebeği olan sevgili kızını mutlu kılmak için,
elini kendi gözüne kapatarak, gece yarısında, Şehzade Yasemin'i sü
rülerinin çobanı yapmış...
218
tacağzm devamıyla karşılaşıldığında, öykünün bu bölümü nedir ki?"
demiş. Sultan Şehriyar da "Ey Şehrazat, sen ne diyorsun? Ben mi se
ni dinlemekten yorulurum? Oysa sen benim ruhumu eğittin ve yüreği
mi yatıştırdın! Ve ben seninle birlikte olduğumdan beri ülkem kutsan
dı. Bu bakımdan olanca gerçekliğiyle bu hoş öykünün sonunu bize an
latabilirsin; ve de sen kendin yorgun değilsen, bu gece bile sözünü sür
dürebilirsin! Çünkü, gerçekte, Şehzade Yasemin ile Badem Bultan 'ın
başına gelenleri öğrenmeyi çok arzu ediyorum!" demiş. Şehrazat da,
kibarlığı nedeniyle izni kötüye kullanmak istememiş. O gece daha faz
la bir şey söylemeksizin gülüp teşekkür etmiş.
Şah Şehriyar onu yüreğinin üzerine basmış ve ertesi sabaha ka
dar yanzbaşında uyumuş. O zaman kalkmış ve adaletine dayanan işle
ri görmeye gitmiş. Ve o sırada, Şehrazat'ın babası olan vezirin, adeti
gereğince, şahın kadınlarla ilgili yemini nedeniyle, her sabah kızının
ölüme mahkum edildiğini görmeyi bekleyerek kızı için hazırladığı ke
fen koltuğunun altında olduğu halde geldiğini görmüş. Şehriyar, bu
konuda ona hiçbir şey söylemeksizin Adalet Divanı'na başkanlık et
miş. Memur, ileri gelenler ve davacılar içeri girmiş; kararlar vermiş;
kimi memurları atamış, kimilerini görevden almış. Askıda bulunan
işleri bitirmiş ve buyruklar vermiş ve bu böyle gün batıncaya kadar
sürmüş. Şehrazat ile Dünyazat'ın babaları vezir gittikçe daha fazla
şaşırmanın ve zihin karışıklığının sınırına ulaşmış.
Şah Şehriyar'a gelince oturum bitip Divan dağılınca dairelerine,
Şehrazat'zn yanına dönmek için acele etmiş.
219
... Ve Şehzade Yasemin'i sürülerinin çobanı yapmış.
Ve o zamandan başlayarak Yasemin, dış görünüşte onun sürüle
rinin çobanı olmuş; ama aslında aşkla uğraşıp durmuş. Gündüzün
hayvanları, üç veya dört fersah uzaktaki bir çayıra götürür; akşam
olunca da, kavalının sesi aracılığıyla onları toparlar ve şahın ağılları
na sokarmış. Geceleri ise sevgilisi, o şahane gülün, Badem'in eşliğin
de bahçede otururmuş. Onun her zamanki uğraşı böyleymiş.
Ama, en gizli mutluluğun bile, her zaman yasakçıların kıskanç
gözlerinden saklı kalabileceğini kim iddia edebilir? Gerçekten dik
katli Badem, dostuna, ormanda, gerekli yiyecek ve içeceği başkala
rıyla ulaştırmak adetindeymiş. Ama bir gün, aşkın tedbirsiz kıldığı
genç sultan, gizlice, onun tatlı dudaklarına denk lezzette, gümüş
yapraklar üzerine zarafetle dizilmiş şeker, meyve, ceviz ve fındık gi
bi eğlencelikle dolu bir tepsiyi kendi eliyle ona getirmiş. Ve bu şeyle
ri ona sunarken, kendisine "Ey şekerden başka şey yemeyen tatlı
dilli papağan, narin ağzına uygun düşen bu besleyiciler sana lezzet
versin ve hazmı kolay olsun!" demiş. Ve bunu söyledikten sonra, ka
fur gibi gözden yok olmuş.
Ve bu çekirdeksiz beden böylece, kafur gibi gözden yok olunca,
çoban Yasemin, şahın kızının parmaklarıyla hazırlanmış bu eğlence
likleri tatmak için acele etmiş. Tam o sırada kendisine doğru düş
man görünüşlü ve kötü niyetli bir ihtiyar olan ve bütün günlerini
herkese nefret kusmakla geçiren ve musikişinasları saz çalmaktan
ve şarkıcıları şarkı söylemekten men eden sevgilisinin amcasının
yaklaşmakta olduğunu görmüş. Adam, delikanlının yanına ulaşın
ca, güvensizlikle ve tehdit saçan gözlerle ona bakmış, önünde duran
şahın tepsisinin ne münasebetle orada bulunduğunu sormuş. Yase
min de, güvensizlik duymaktan uzak, yaşlı adamın yemek arzusu
duymuş olduğunu sanmış ve bir sonbahar gülü gibi cömert yüreğini
açmış; ve üzeri eğlencelikle dolu olan tüm tepsiyi ona vermiş.
220
Uğursuz ihtiyar, hemen bu tepsiyi alıp bu eğlencelikleri, Ba
dem'in babası ve kendi öz kardeşi olan Ekber'e göstermeye gitmiş.
Ve böylece ona Badem ile Yasemin'in ilişkilerini kanıtlamış.
Şah Ekber de bunu öğrenince, öfkenin sınırına ulaşmış ve kızı
Badem'i çağırtarak ona "Ey ana babasının yüz karası, sen bizim ırkı
mıza utanç getirdin! Bugüne kadar bizim konutumuz kötü otlardan
ve utanç dikenlerinden arınıktı. Ama sen; sen benim üzerime hile
bazlığın çabuk çözülen düğümünü atıp beni bağladın. Ve bana karşı
takındığın munis tavırlarla zekamın lambasını örttün. Acaba hangi
221
sa, onları dövün!' demiştir. Peki ben şimdi, sürülerimin bakıcısı
olan, birlikteliği şah kızlarına uygun düşmeyen bir yabancıyla uy
gunsuz bir oyuna girişen sana nasıl davranayım; ikinizin bedenini
ölüm ateşinde mi yakayım?" demiş. Ve kızının ağladığını görerek
"En iyisi, önümden çekil git! Haremin perdesinin ardına gömül! Ve
benim iznim olmadan oradan çı kma!" diye eklemiş.
Böylece kızı Badem'i cezalandırarak hayvanları nın bakıcısını
da yok etmek için buyruk vermiş. Kentin yakı nı nda, korkunç hay
vanların barınağı olan bir orman varmış. En gözüpek kişiler bile,
sırf bu ormanın adının anılmasıyla korkuya düşer ve donup, saçları
diken diken kalırlarmış. Ve orada, sabah gece gibi görünür, gece de
kıyamet gününün uğursuz belirtisi gibi olurmuş. Ve de orada, baş
ka korkunç şeyler arasında, dört ayaklıları ve kuşları dehşete düşü
ren domuz ile geyik karışımı iki yaratık varmış; bunlar bazen kı rıp
geçirmek üzere kente de geçerlermiş.
Badem Sultan' ın erkek kardeşleri de, şahın buyruğu üzerine,
bahtsız Yasemin'i orada can verip gitmesi için bu felaket mahaline
yollamışlar. Delikanlı da, kendisini bekleyen şeyden kuşkulanmaya
rak öküzleri ve koyunlarını oraya götürmüş. Bu ormanın içine iki
boynuzlu yıldızı ufukta görüldüğü ve gecenin Habeşisi yüzünü kaçı
şa yönlendirdiği zaman girmiş. Ve hayvanları nı keyiflerince otlama
ya terk ederek yere serdiği beyaz bir pöstekinin üzerine oturmuş ve
esriklik kaynağı kavalını eline almış.
İşte tam o sırada iki domuz-geyik kokuyu izleyerek ve şimşek
yüklü bulutları taklit edercesine gürleyerek Yasemin'in bulunduğu
açı klığa gelmişler; ve tatlı bakışlı şehzade onları kavalının sesiyle
karşılamış. Ve çalışının sihriyle kıpırtısız hale sokmuş. Sonra, yavaş
ça, ayağa kalkıp biri sağında, öbürü solunda iki hayvanın eşliğinde
sürüsü de peşlerinden gelirken ormanı terk etmiş. Ve böylece Şah
222
Ekber'in pencerelerinin altına gelmiş. Herkes onu görünce şaşkınlı
ğa düşmüş.
Şehzade Yasemin de, iki domuz-geyiği bir demir kafese soktur
muş ve onları Badem'in babasına gerekli saygıyla sunmuş. Şah da,
bu başarıdan dolayı şaşırmanın sınırında şaşırmış; ve bu yiğitler yi
ğidini mahkum etmekten elini çekmiş.
Ama, sevgili Badem'in erkek kardeşleri bir türlü hınçlarını ala
mayarak kızkardeşlerinin genç adamla birleşmesini önlemek için,
onu, arzusuna karşın, uğursuz amcalarının oğlu olan yeğenleriyle ev
lendirmeyi düşlemişler. Çünkü kendi kendine "Bu çılgın kızın ayağı
nı evlilik bağıyla bağlamak gerek. O zaman anlamsız sevdasını unu
tur" diyorlarmış. Ve vakit geçirmeksizin düğün alayını düzenlemiş
ler; ve çalgıcıları, şarkıcıları, davulcuları ve zurnacıları getirtmişler.
Kıyıcı kardeşleri bu evliliğin merasimini gözetirlerken, üzüntü için
deki Badem de, isteğine karşın, yeni bir gelini belirleyen göz kamaş
tıran giysilerle ve altın ve inci takılarla donanmış olarak altın işleme
li kumaşlarla örtülü bir merasim şiltesine bir ağaççık üzerindeki çi
çek gibi; ama hüzün ve bitkinlik yöresini sarmış, dudaklarında sus
kunluğun mührü, zambak gibi sessiz, bir put gibi kımıltısız oturu
yormuş. Görünümüyle yaşayanlar arasında genç bir ölü gibiymiş ve
yüreği boğazlanan bir horoz gibi çırpınıyor ve ruhu şafağın giysisine
bürünmüş, bağrı kaderin tırnağıyla yırtılmış, köpüren varlığı simsi
yah gözlerle yakında yatak yoldaşı olacak olan içi kof kargayı düşlü
yor-muş. Sanki deıtlerin KafDağı'nın zirvesinde gibiymiş.
Ama tam o sırada, öteki hizmetkarlarla birlikte hanımının dü
ğününde görevlendirilmiş bulunan Şehzade Yasemin, gözlerinin ba
sit bir karşılaşmasıyla, ona, ıstırap dağlarından kurtarıcı bir ümit
sunmuş. Sevgililerin yörede bulunanların en ufak bir fikri olmaksı
zın, sadece bakışlarıyla yirmi şey birden söyleyebileceğini kim bile
bilir ki?
Böylece, gece olup da Badem Sultan, yeni evli gelin olarak ger
dek odasına sokulunca, sadece baht aşıklara mutlu yüzünü göster-
223
miş; ve yüreklerini sekiz kokuyla canlandırmış. Ve güzel Badem, ye
ğeninin biraz sonra gireceği bu odada yalnız bırakıldığı bir andan ya
rarlanarak yavaşça altın işlemeli giysilerinin içinde dışarı çıkıp mut
lu Yasemin'e doğru koşmuş ve bu iki kutsanmış sevgili el ele tutuş
muş ve gül kokulu meltemden daha yeğni, gözden kaybolup kafur gi
bi yok olmuşlar.
O zamandan beri hiç kimse onların izlerini bulamamış ve hiç
kimse onların nereye gittiklerini bilememiş. Çünkü yeryüzünde,
ademoğulları içinde sadece pek az kişi mutluluğa layıktır ve mutlu
luğa giden yolu izler. Ve de mutluluğun gizlendiği eve yaklaşır. Na
sip Dağıtıcı olan sevincin, zekanın ve mutluluğun Sahibi'ne övgüler
olsun!
VE SONUNDA...
224
derinden derine değişmiş ve sevinç ve de yaşam mutluluğuyla dolu
bir ruh kazandım. Ve �y vezirimin mutlanmış kızı, seni bunca seçkin
verilerle donatmış ve ağzını kokulandırmış ve diline sözgenlik bağış
lamış olan Tanrı '.Ya övgüler olsun!" diye haykırmış.
Küçük Dünyazat da, büzülmüş olduğu halının üzerinden büsbü
tün kalkmış ve koşup kızkardeşinin kollarına atılarak "Ey Şehrazat,
kardeşim, sözlerin ne kadar tatlı ve büyüleyici ve lezzetli! Ve eğitici ve
de heyecan verici ve tazelikleri içinde hoş!" diye haykırmış. Şehrazat
da, kızkardeşine doğru eğilmiş ve onu kucaklayarak kulağına sadece
onun anlayabileceği birkaç söz fısıldamış. Genç kız da hemen kafur
gibi ortadan yok olmuş.
Şehrazat birkaç dakika, Şah Şehriyar ile birlikte yalnız kalmış.
Ve şah, memnunluğun sınırında, harika eşini kollarına almaya hazır
lanırken, perdeler açılmış ve Dünyazat, bir sütananın göğsüne asıl
mış ikiz çocuklarla birlikte, en arkadan üçüncü bir çocuk kendisini iz
lerken içeri girmiş. Şehrazat da gülümseyerek onları bağrına bastık
tan sonra Şah Şehriyar'a dönmüş ve üç küçük çocuğu önüne dizmiş
ve gözleri yaşlarla ıslak, ona "Ey zamanın şahı, işte, geçen üç yılda,
Nasip Dağıtıcı'nın benim aracılığımla sana bağışladığı üç çocuk!" d�
mış
Ve Şah Şehriyar tanımlanamaz bir sevince kapılmış ve ruhunun
derinliklerine kadar heyecandan sarsılarak çocuklarını öptüğü sıra
da, Şehrazat "Büyük oğlun şimdi iki yaşını doldurmuş bulunuyor ve
şu ikizler de yakında ele gelecekler. Aüah üçünü de kem gözden esirge
sin!" diyerek sözünü sürdürmüş. Ve de "Gerçekten hatırlayacaksın
ki, ey zamanın şahı, altı yüz yetmiş dokuzuncu gece ile yedi yüzüncü
gece arasında yirmi gün kadar rahatsızlanmıştım. İşte tam o sırada
dünyaya gelişleri, bir yıl önce doğurduğum büyüğünkinden çok beni
yoran bu j,feizleri doğurdum. İlk loğusalığım sırasında pek rahatsız ol
madığım için, o sırada anlatmakta olduğum Bilge Canayakın öyküsü-
22:'i
nü ara vermeden sürdürmüştüm" diye eklemiş ve böylece konuştuk
tan sonra susmuş.
Heyecanın son sınırına ulaşmış bulunan Şah Şehriyar da, bakış
larını annesi ile çocukları arasında dolaştırmış ve tek bir söz bile söy
leyememiş.
O zaman genç Dünyazat yirmi kez çocukları öptükten sonra Şah
Şehriyar'a dönmüş ve ona 'Ve şimdi, ey zamanın şahı, çocukların an
nesi kızkardeşim Şehrazat'ın başını kestirecek ve böylece başka hiç
bir kadının sevemeyeceği ve bir anne yüreğiyle yetiştiremeyeceği üç
şehzadeyi annesiz mi bırakacaksın?" demiş.
Şah Şehriyar da, iki hıçkırık arasında Dünyazat'a "Sen sus baka
yım, küçük hanım ve de rahat dur!" demiş. Sonra heyecanını biraz ya
tıştırmanın üstesinden gelerek Şehrazat'a dönmüş ve ona "Ey Şehra
zat, esirgeyen, bağışlayan Tanrı adına yemin ederim ki, çocuklarımı
zın dünyaya gelmelerinden önce de :,eni seviyordum. Çünkü sen Tan
rı 'nın seni donattığı niteliklerle beni kazanmayı bildin; ve sende kötü
lükten uzak, sofu, temiz, tatlı, tüm düzenbazlıkZardan arınık, her ba
�ımdan lekesiz, saf, narin, sözgen, ağırbaşlı, güleç yüzlü ve bilge bir
kadın bulduğum için seni olanca ruhumla sevdim. Ah.' Tanrı seni kut
sasın; babanı, anneni ve kökenini de kutsasın!" demiş. Ve de "Ey Şeh
razat, seni ilk gördüğüm andan bu yana bin birinci gece olan bu gece,
bizim için gündüzden de aydınlık bir gecedir" diye eklemiş. Ve bunu
söyleyerek ayağa kalkıp onu alnından öpmüş.
Şehrazat da, kocası şahın elini tutup onu dudaklarına, yüreğine
ve alnına götürmüş. Ve "Ey zamanın şahı, senden, benim için artık
kaygılanmasın diye yaşlı veziri çağırtmanz rica ediyorum" demiş.
Şah Şehriyar da, hemen veziri çağırtmış; o da o gecenin kızı için
uğursuz bir gece oldıığu inancıyla Şehrazat'ı düşünerek koltuğunun
altında kefenle gelmiş. Şah Şehriyar, onun onuruna ayaja kalkmış
ııe iki gözünün arasından öperek ona "Ey Şehrazat'ın babası, ey ardıl-
226
Zarı kutsanmış olan vezir, Tanrı senin kızını halkımın selameti için
yaratmış; ve onun araya girmesiyle yüreğime pişmanlık doldu" de
miş. Şehrazat'ın babası da, bunları görüp işiterek sevinçten öylesine
altüst olmuş ki, baygın yere düşmüş. Hemen yöresine doluşmuşlar ve
gülsuyu döküp onu yeniden kendine getirmişler.
Şah Şehriyar hemen kardeşi Semerkant ül-Acem hükümdarı
Şahzaman 'ı getirtmek için ayağına çabuk haberciler yollanmış. Şah
zaman da işitip itaat ettiğini bildirmiş; ve ağabeyinin yanına ulaşmak
için çabucak yola çıkmış; o da, kendisini karşılamak için, şahane bir
mevkibin başında, çarşı ve sokaklarda buhurdanlıklarda inceltilmiş
kafur, sarısabır, Hint miski, Hint sümbülü ve akamber yakılırken;
davullar, zurnalar, klarnet ve fifre/er, ziller ve çalpareler havayı bü
yük şenliklerdeki gibi çınlatırken, süslenip bayraklarla donatılmış
kentin ortasına gelmiş; ve karşılaşmasının coşkusu geçince, masrafla
rın tamamı Devlet hazinesinden ödenen şenlik ve eğlenceler sürmek
te iken, Şah Şehriyar kardeşi Şahzaman 'ı, özellikle halvete alıp vezi
rin kızı Şehrazat ile geçen üç yıl içinde neler olup bittiğini ona anlat
mış; ve Şehrazat'ın güzelliğini, sözgenliğini, kavrayışını, zekasını, saf
lığını, dindarlığını, namusunu, iç temizliğini, ağır başlılığını ve Yara
dan'ın onu donattığı tüm beden ve ruh güzelliklerini anlatmış. Sonra
da "Şimdi o benim yasal eşim ve çocuklarımın annesidir" diye ekle
miş.
Hepsi o kadar! Şahzaman da son derece şaşırmış ve hayranlığın
sınırında hayran olmuş. Sonra Şah Şehriyar "Kardeşim, madem ki
öyledir, ben de evlenmek isterim. Şehrazat'ın kardeşi, adını bilmedi
ğim şu küçük kızı eş edineyim! Böylece aynı ana babadan iki kardeş,
aynı ana babadan olan iki kardeşle evlenmiş oluruz!" demiş. Sonra
da "Bundan böyle iki güvenilir ve namuslu eşe sahip olarak eski fela
ketlerimizi unuturuz. Çünkü söz konusu bu eski felaketler ilkin be
nim başıma gelmekle başladı; sonra da benim yüzümden seni de vur-
227
du. Benimki ortaya çıkmasaydı, sen de kendininkini bilmeyecektin.
Ne yazık ki, kardeşim, bu son üç yıl içinde benim durumum pek fena
bir durum oldu. Çünkü, senin verdiğin örneğe uyarak, ben de, ikimi
zin de uğramış olduğumuz felaket dolayısıyla kadınlardan öç almak
üzere, her gece bakire bir kızla evleniyor, ertesi sabah onu öldürtüyor
dum. Ama şimdi, bana gösterdiğin örneği izlemek ve vezirinin ikinci
kızıyla evlenmek istiyorum" diye eklemiş.
Şah Şehriyar kardeşinin bu sözlerini işitince, zevkten yerinde du
ramaz olmuş. Hemen o saat ve o anda ayağa kalkmış; ve eşi Şehra
zat'ı bulmaya gitmiş; ve kardeşiyle aralarında geçen görüşmeyi ona
anlatmış. Ve de böylece Şahzaman'ın, kızkardeşi Dünyazat ile nişan
lanmak istediğini bildirmiş.
Şehrazat da "Ey zamanın şahı, biz olurumuzu veririz; ama kar
deşin Şahzaman'ın bundan böyle bizimle kalacağını açıkça bildirmesi
koşuluyla. Çünkü ben küçük kızkardeşimden bir saat bile olsa, asla
ayrılamam. Onu ben yetiştirdim. Ben onu terk edemeyeceğim gibi, o
da beni terk edemez. Kardeşin bu koşulu kabul ediyorsa, kızkarde
şim, şu andan başlayarak senin kölendir; yoksa, yanımızdan ayırama
yız" diye yanıt vermiş.
Bunu duyan Şah Şehriyar, Şehrazat'ın yanıtını bildirmek üzere
kardeşini bulmaya gitmiş. Semerkant ül-Acem hükümdarı da "Valla
hi, kardeşim, benim de niyetim kesin olarak buydu. Çünkü ben de, ar
tık senden bir saatçik bile olsa ayrılamam! Semerkant tahtına gelin
ce, Tanrı dilediğini seçip oraya oturtabilir. Çünkü artık ben orada sal
tanat sürmek istemiyorum. Ve buradan başka bir yere gitmeyece
ğim!" diye haykırmış.
Bu sözleri işitince Şah Şehriyar sevincin sınırlarını artık tanıya
maz olmuş; ve "Benim de istediğim buydu. Uzun ayrılıklardan sonra
bizi birleştiren Tanrı 'ya övgüler olsun!" diye yanıt vermiş.
Ve hemen oracıkta, kadı ile şahitler çağırılmış; ve Şahzaman ile
228
Şehrazat 'zn kızkardeşi Dünyazat'zn evlenme sözleşmeleri kaleme alın
mış. Böylece iki erkek kardeş, iki liızkardeşle evlenmiş. Ve işte o za
man eğlence ve ışıklandırmalar doruğuna ulaşmış ve kırk gün, kırk
gece tüm kent halkı hazine hesabına yiyip içmiş ve eğlenmiş. İki er
kek kardeş ile iki kızkardeşe gelince, hamama gitmişler ve gül ve çi
çek sularıyla ve misk kokulu sularla yıkanmışlar. Ve ayakuçlarında
229
Ve de, iki erkek kardeş hamamdan çıkınca, yan yana konmuş
tahtlarına kurulmuşlar; emirlerin, yüce kişilerin eşlerinden oluşmuş
evlilik mevkibi de biri iki tahtın solunda, diğeri sağında iki hareket
siz sıra halinde yer almış. İki kzzkardeş de birbirlerine yaslanarak, ay
dınlık bir gecede iki dolunaya benzer güzellikte içeri girmişler.
O zaman hazır bulunan kadınların en soyluları onlara doğru iler
lemiş. Ve Dünyazat'ı elinden tutmuşlar ve taşıdığı giysileri üzerinden
alıp ona koyu mavi renkli, insanın aklını başından alan saten bir ur
ba giydirmişler. Ve Dünyazat, onun hakkında şairin şu dizelerle yaptı
ğı tanımlamayı hak etmiş.
Kocası Şehzaman ayağa kalkarak onu ilk gören olmak üzere aşa
ğı inmiş. Böylece giyinik gördüğü eşini hayranlıkla seyrettikten sonra
yeniden tahtına çıkmış. Bu da giysilerinin değiştirilmesinin işareti ol
muş. Ve Şehrazat mevkipteki kadınların yardımıyla, kızkardeşine ka
yısı rengi bir urba giydirmiş. Sonra onu öpmüş ve kocasının tahtı
önünden geçirmiş. Böylece, ilk giysisini büründüğü halinden de büyü
leyici, her bakımdan şairin şu dizelerdeki tanımlamasına tam anla
mıyla uymuş:
230
Bir kış gecesinde, yaz gecesinin mehtabı bile senin gelişin kadar
güzel değildir, ey genç kız!
Saçlannın topuklarını döven siyah örgüleri ve alnını saran koyu
renkli alınlık bana şunu söyletir:
'Sen şafağı gecenin kanadıyla karartırsın.'' Ama yine de bana 'Hiç ele
değil! Sadece sıradan bir bulut ayı kapatıyor' diye yanıt verirsin.
Şahzaman da, yine eşi Dünyazat 'ı görmek üzere tahtından aşağı
inmiş ve her bakımdan hayran olmuş. Ve onun güzelliğini görerek
zevk alan ilk kişi olarak yeniden kardeşi Şehriyar'ın tahtının yanında
ki yerine oturmuş. Şehrazat da, genç kızkardeşini öptükten sonra, ka
yısı rengi urbasını çıkarıp onu, nar rengi kadifeden bir giysiye bürü
mü-ş ve böylece onu şairin şu iki kıtada anlattığı güzele benzetmiş:
2:ı l
Şehrazat, iki şahın ve tüm çağrılıların önünde onu ağır adımlar
la dolaştırmış. Yeni evli koca, gelip onu iyice yakından seyretmiş; son
ra da büyülenmiş olarak tahtına çıkmış. Şehrazat da onu uzun uzadı
ya kucaklayıp öpmüş; giysilerini değiştirerek üzerine inciler serpilmiş
altın işlemeli, yeşil satenden bir urba geçirmiş. Giysisinin kıvrımları
nı karşılıklı olarak düzeltmiş ve alnını da hafif bir elmas taçla çevrele
miş. Bir bhank dalı, bir kafuri varlık olan Dünyazat da, sevgili kzz
kardeşinin desteğiyle salonu dolaşmış. Ve ortalığı büyülemiş. Şairin
biri onun hakkında şu dizeleri yazarken, hiç de yalan söylememiş:
Yeşil yapraklcır, ey genç kız, kızıl nar çiçeğini yeşil giysinin seni
sardığı kadar büyüleyici biçimde örtmez.
Ve ben ona 'Bu giysinin, ey genç kız, adı nedir?' dedim. Bana 'Onun
adı falan yok, benim gömleğimdir sadece' dedi.
Ben de 'Ey ciğerimizi delen harika gömlek! Bundan böyle ben seni
Yürek Yarası Gömlek diye adlandırııcağım'' dedim.
2:ı2
zat'ın baba.sı vezir, içeri gi.rmek için ruhsat istemiş; ve hemen içeri
alınmış. Ve iki şah birden, onun onuruna ayağa kalkmışlar; iki kızı
da babalarının elini öpmüş. O da iki damadına uzun ömürler dile
miş. Ve o gün için buyruklarının ne olduğunu sormuş.
Ama onlar kendisine "Babamız, bundan sonra, asla, buyruk
alan değil, buyruk veren olacaksın! Bundan dolayı ortaklaşa bir ka
rarla seni Semerkant ül-Acem Şahı atadık" demişler. Şahzaman da
"Evet, çünkü ben tahttan feragat ediyorum" demiş. Şehriyar da, kar
deşine ''.Ama, şu şartla ki kardeşim, benimle ülkenin yönetimini payla
şacak ve devlet idaresinde bana yardımcı olacaksın! Öyle ki ülkeyi bir
gün ben, bir gün sen sırayla yöneteceğiz" demiş. Şahzaman da "İşit
tim ve itaat ettim" diyerek ağabeyine öneriyi uygun bulduğu yanıtını
vermiş.
O zaman iki kızkardeş babaları vezirin boynuna atılmışlar; o da
kızlarını ve Şehrazat'ın üç çocuğunu öpmüş. Ve hepsine birden seve
cenlikle vedada bulunmuş. Sonra kendi ülkesine gi.tmek üzere, şaha
ne bir mevkibin başında yola çıkmış. Tanrı da ona esenlik sağladığın
dan kazasız belasız Semerkant ül-Acem 'e ulaşmış. Ve Semerkant hal
kı onun gelişiyle memnunluk duymuş. O da halk üzre adaletle hük
metmiş ve şahlar arasında büyük bir şah olmuş. İşte onun durumu
böyle imiş.
Şah Şehriyar'a gelince, çabucak Müslüman ülkelerinin en bece
rikli katiplerini ve en ünlü vakanüvislerini çağırtmış; ve eşi Şehrazat
ile yaşadığı serüveni hiçbir ayrıntıyı atlamadan baştan aşağı yazmala
rını buyurmuş. Onlar da işe koyulup tezhipli harflerle, ne bir eksik,
ne bir fazla tam otuz cilt defter doldurmuşlar. Ve bu hayranlık veren
harika takıma, Binbir Gece Masalları adını vermişler.
Sonra Şah Şehriyar'ın buyruğu üzerine bundan büyük miktarda
suret çıkarmışlar ve kuşaklara öğreti oluştursun diye imparatorlu
ğun dört bucağına bunları yaymışlar. Özgün elyazmasına gelince,
233
onu, hazinede altın bir mahfazanın içine koymuş ve hazine vezirini
onu korumakla görevlendirmişler.
Şah Şehriyar ile karısı Şehrazat Sultan, bu mutlu varlık; ve Şah
zaman ve eşi Dünyazat, o hoş varlık; ve Şehrazat'ın çocukları. üç kü
çük şehzade, yıllar ve yıllar boyunca, bir önceki günden daha mutlu
günleri ve günün çehresinden daha beyaz geceleri mutluluk, zevk ve
neşe içinde, dostları Ayıran, soyların Yıkıcısı ve mezarların Yapıcısı,
Acımasız ve Sakınılmazın gelişine kadar yaşamışlar.
Ve işte adı Binbir Gece Masalları olan içindeki eğitici, akla dur
gunluk verici, inanılmaz, şaşırtan şeylerle ve güzelliklerle dolup ta
şan harika öyküler bunlardır.
Ama Tanrı en büyük varlıktır. Ve bütün bu öykülerin hangisinin
gerçek, hangisinin hayal ürünü olduğunu ancak O bilir. Çünkü O,
her şeyi bilendir!
Ebediliğinde dokunulmaz olarak kalan, olayları istediği yöne
doğrultan ve İradesi üzerinde hiçbir değişmeyi kabul etmeyen, görü
nen ve görünmeyenin sahibi Tek Canlı Varlık'a şükürler olsun ve öv
güler olsun! Ve dua ve barış ve de en seçkin kutsamalar, iki alemin
Yüce Hükümdarı, Elçilerin Sultanı, Evrenin Mücevheri, Efendimiz,
Muhammet üzerine olsun!
SON
234
İçindekiler