You are on page 1of 640

Enis Batur

Kırmızı Kedi'den yayımlanan kitapları: Rakım Sıfır, Başka Yollar,


Ziyaretler Kitabı, Mürekkep 'Zaman, Dalgınlık Kursları, Acı Bilgi,
A Cappella, Bekçi, Doğu-Batı Divanı, Tuğralar Perişey, Basit Bir Es*,
Kanat Hareketleri-Neyin Nesisin Sen, İblise Göre İncil, Başkalaşımlar
1-X, Başkalaşımlar X/-XX, Başkalaşımlar XX/-XXX, Yanık Divan, Nigredo
durayazmak, Ada Defterleri, Fetret Notları, Issız Dönme Dolap, Kum
Saatından Harfler, Memnu Mıntıka ve 'Zoo'm Harflerden Hayvanat Bahçesi,
Yumurtalarını Kollamak .


Kırmızı Kedi Yayınevi: 1165
Şehirlerarası: 7

Pasaport Damga/an Yol Günlüga (1987-2006)


Enis Batur

©Enis Batur, 2008


©Kırmızı Kedi Yayınevi, 2019

Yayın Yönetmeni: Enis Batur

Editör: Merve Çay


Kapak Tasanmı: Cüneyt Çomoğlu
Sayfa Tasanmı: Taylan Polat

Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında, yayıncının yazılı izni alınmaksızın, hiçbir
şekilde kopyalanamaz, elektronik veya mekanik yolla çoğaltılamaz, yayımlanamaz ve
dağıtılamaz.

Bu kitabın ilk baskısı Kırmızı Yayınlan tarafından yapılmıştır.


Kırmızı Kedi'de Birinci Basım: Ekim 2019, İstanbul
ISBN: 978-605-298-555-7
Kırmızı Kedi Sertifika No: 40620

Baskı: Optimum Basım


Tevfikbey Mah. Dr. Ali Demir Cad. No: 51/1 34295
Küçükçekmece/İSTANBUL
Tel: 0212 463 71 25 Sertifika No: 41707

Kırmızı Kedi Yayınevi


kirmizikedi@kirmizikedi.com / www.kinnizikedi.c�m
facebook .com: kirmizikediyayinevi / twitter.com: krmzkedikitap
instagram: kirmizikediyayinevi
Ömer Avni Mah. E mektar Sok. No: 18 Gümüşsuyu 34427 İSTANBUL
T: 0212 244 89 82 F: 0212 244 09 48
Enis Batur

PASAPORT
DAMGALARI
YOL GÜNLÜGÜ
(1987-2006)
1

V E N E D I K'T E
G E R G E DAN
19 87
31 Temmuz 1987 -
Belgrad-Zagreb yolunun ortasında yemek molası. 20 saattir yol­
dayım, kafamda fırdöndü bir mekanizma. Yarından korkmadığımı
biliyorum, sorun o değil. ilerlemiyor, olduğum yerde duruyorsam,
nedeni başka: Bir yanım geri dönmek nedir bilmez ya, onu son ti­
tizlikle tartıyorum hfila.
Yüzümdeki maske fazla.
Yarın sabah, Marco Polo'nun şehrine doğru.
Rilke'nin Şehri. Yarıyolda, Trieste ile Venedik arasında, harita­
dan silinmiş bir şato: Duino.

31 Temmuz, Ljubljana­
gece
Yaklaşık beş saat oldu şehre ineli ve hfila yenemedim şaşkınlığı-
mı: Neden daha önce gelmedim buraya? Bir daha ne zaman, nasıl
geleceğim.
"Ölünecek yer" diye gelinebilecek bir yer daha işte. Bruges'den
ve Gand'dan farklı olarak bir ayağı bugünün bile önünde. Özellik­
le gençler fazlasıyla modern - öyle ki bu konumda sıkışmış gibi­
ler.
Ama sıkışmış olan benim: Simsiyah bir bulut gibi sokaktan so­
kağa vurdum kendimi, kanal boyu. Ljubljana'ya bakarken içimde

7
mıh gibi duran kozmik uğultunun yanıbaşında sık sık elimden
kaçırdığım hayat var. Gene de, biliyorum: Kan içinde kalınsa da,
derinliklerden vazgeçilmemeli. Yoksa, uzun da sürse biter gece
ve insan ayılır. Ama o zaman, geri dönülmeyecek kadar gecikil­
miştir.

ı Ağustos, Venedik-
San Marco meydanında, bir kahvede, kafamda vida gibi bir soru:
Gelecek mi?
Ljubljana'dan Venedik'e gelirken, yol boyu kendimi basit, düza­
yak bir cümleye indirmeye çalıştım. Çocuktum daha, genç bile sayıl­
mazdım: İnsanların içinde, dünyanın ortasında kendimi çok güçsüz
buldum. (Daha ilkokulda müthiş merak saldığım gökyüzü bende he­
men, adını Tanrısız kalmış olma korkusu diye koyduğum kozmik bir
korku doğurmuştu - buna çok geçmedi, cemaatten kaynaklanan bir
temel itki eklendi). ı8 yaşımdan beri, devrilmemek için (kısaca öl­
memek, sürünmemek için) iki şeye bağladım kendimi: Bana saltığın
derinliğini yerebilecek şiir ve yalnızlığıma katlanabilmek için bana
sınırsız gelecek: Kadın. Oturup yazabilirsem bir gün, otobiyografi­
min ekseni de bu cümleye dayanacaktır.
Cümle bu kadar açıkken ve vazgeçilmesi elimde olmayan bir
gerçeklik barındırırken, neden onu sorgularım?
Dönünce, iyiden iyiye ağırlık vereceğim günlüğe. Sanıyorum,
biraz da yatağını değiştirmek niyetim: Gönül eğitimim herşeyi
kapladı bir yıldır! Gönül eğitimi bitmez şüphesiz, ama başka şeyle­
ri de istila etmesini engellemek gerekli.
San Marco'nun 200 metre ilerisinde, küçümen bir kanalın üze­
rinde nefis, sessiz bir pansiyon gözüme 9arptı. İnsan 40 yıllık Vene­
dikli olsa bir atışta zor bulur böyle bir yı;;ri ve boş bir odayı. Kadına
"belki sevgilim gelecek bu gece" dedim, olur da Tülin'le karşılaşır­
sak bu geceyi herhalde ayrı geçiremeyiz. Onun için bu şehrin özel
bir anlamı olduğunu biliyorum: Yıllar önce annesiyle gelmiş ilk

8
kez, yalnız gezmiş sokaklarda. Sonra, evliliğinin balayında; gene
yalnız. Gelirse, biribirimizi bulursak, Venedik onun için başka bir
anlam kazanacak. Bana gelince, benim 71 sonrası ilk gelişim - bu
şehir benim hayatımda bir kadınla çakışmıyor.
Bütün öğleden sonrayı, daracık sokaklarla kanallar arasında
dolaşarak geçirdim: Neredeyse boştu Venedik. Oysa San Marco'da,
şimdi, inanılmaz bir kalabalık ve inanılmaz bir patırtı var: Ame­
rikalılar, Japonlar, İspanyollar ve Fransızlar; bir o kadar da İtal­
yanlar! Hfila mı hepsi görmemiş burayı? Ayran budalaları gibi Ba­
silica'ya bakıp her kampana çalışında bağrışıp çağrışıyor insanlar.
Venedik'e kışın, hem de koyu soğukta gelinmeli.
Butor'un "Description de San Marco"sunu; daha doğrusu, biri­
nin derinlemesine bakmayı öğrenmesini düşünüyorum bu insanları
izlerken. Kitaplardan elde edilen birikim şüphesiz yeterli değildir;
ama, ne yaparsınız ki, gereklidir. Onlardan ötekinin derinlik sevda­
sını öğreniriz. Bir de, kendi kendimizde yavaş yavaş derinleşmeyi.
Bütün yüzlere bakmaktan yorulmadım hala: Gelecek mi?
Saçlarını bırakmış mıdır,
topuz mu yapmıştır?

2 Ağustos, Venedik-
Puslu, gri bir sabah. Mori'nin darbeleriyle uyandım: Güzelim
küçük çan sesleri! Sivrisinekler gece kurduğum küçük sinsi tuzağa
düşmüşler: Hemen hepsi kapının yanındaki açık bıraktığım küçük
lambanın etrafındalar!
Bugün biriki yakın gezi tasarlıyorum ya, aklım dün gece yatma­
dan ilk dizelerini düşürdüğüm Opera IV'de: Tarih ve şehirler ve
para - burjuvaziye bir kin armağanı. Düşündüm de dün, San Mar­
co'da bir aşağı bir yukarı yürüyerek: "Nil"in süreğinde tuhaf, meta­
forik bir epik anlayış ile "Opera"ya geldim. Dünyayla hesaplaşırken
bile didaktik kaygım yok benim: Birşey önermiyorum çünkü, öne­
remiyorum: Hazin lirik merceğim!

9
İsterdim ki: Ljubljana'dan Venedik'e (Trieste, Duino) ; oradan
Roma'ya (Floransa, Ravenna, Napoli) ve Sicilya'ya uzanacak bir ay­
lık vaktim ve param olsun.
"C'est ainsi que l'odeur du cafe monte l'escalier" - bir kez daha.
Koyu iki kahve ile açtım günü. Filtresiz Pall Mall'lerim eşliğin­
de. Herkes gibi ben de biliyorum: Günde 4 paket sigara + ı2 kahve
beni sonuma doğru hızlandırıyor. Babama bakıyorum da, ırsi belki
de bu: By-pass ameliyatının üzerinden henüz 6 ay geçti, gene bir
paket sigara içiyor günde.
Dün aklıma fırlayan bir roman fikri, nice durgun bir dö­
nemden sonra kışkırttı beni: Aynı adama hastalıklı bir tutkuy­
la bağlanan iki kadın, aynı psikiyatr ile birbirlerinden habersiz
ilişkiye giriyorlar. Ve adam, ağır ağır öteki adamı çözümlemeye
girişiyor.
Roman, iki kadının açılımıyla bir adamın onlarda tıkanışını çi­
zebilir. Ama kadınların içine girebilir mi bir yazar? Sanabilir, olsa
olsa. Durrell'ı, Nabokov'u düşündüm bu sabah - kanala dayanmış
kahvemi içerken. Zor. Zoru seven biri için de sakıncalı değil!
Adamın aynı adam olduğunu dile getirmemeli romancı. Sezdir­
memeli bile. Okur sezmeli bir tek. Neyi? Aynı adamın iki ayrı kadın
tarafından serimlendiğinde iki ayrı adam olduğunu.
Romanın konusu bu aslında.
(Ya psikanalist - durum, ona kendisini ve temsil ettiği kurumu
sorgulatmaz mı?)

Neden geliniyor Venedik'e? Harikalar Diyarı olduğu için mi?


J
Rialto'da alışveriş, Büyük Kanal'da aşk, eceleri bar ve resto'larda
·

eğlenmek için mi?


İnsanların çoğunda zaman ve kozmos ağrısı olmaması ne tuhaf,
ne rahatlatıcı.

10
Gondollara bakıyorlar, biniyorlar. Çoğu birşey bilmiyor gondol
hakkında, onu büyüteç altına almak için çaba göstermiyorlar.
Belki de olup-biteni anlamadan geçip gidenlere kızmamda, öfke
duymamda gizli bir imrenme payı vardır.
Dibine gittikçe acı çekiliyor.
Ben buraya ondan mı geldim?
Tülin gelmiyor - gelmeyecek mi?

Porte de la Pieti -

13.45
Sabahı Accademia'da ve Grand Canal boyu yürüyerek geçirdim.
Resim şöleni. Onları yalnız gezmek ve içimden konuşuyor duru-
munda kalmak: Gamlı.
Girişteki pollitieco'lar muazzam etkiledi beni. Kimbilir kaçıncı
kez: Sanatta ilerleme yoktur. O yüzler, o el ve parmaklar, elbise kıv­
rımlarına ve ifadelere gizlenmiş ustalık açıkçası bir defa daha şa­
şırttı beni, insanoğlunun hem gerçeğe, hem de kafasındaki gerçeğe
uzanma hırsının sınırı yok.
Venedik okulu bütünlüğünde bir tuhaf tabii: Tintoretto'nun iktidar
portrelerine duyduğum soğukluk resmin dışından geliyor aslında. Ve­
ronese benim ressamım kesinkes değil. öte yandan, özellikle Giovanni
Bellini karşısında dilim tutuldu. Yazık ki tanımıyordum adamı; üzeri­
ne yazılmış herhangi birşey de hatırlamıyorum, benim ayıbımdır.
Giovanni Bellini: Bir erken gerçeküstücü daha. Kıyamet ve Al­
legori. Değirmi, küçük bir aynayla tablonun parçalarından birin­
de ortaya çıkan o değil mi? O olmak. (Velasquez'den az önce - ital­
ya'ya hangi yıl gitmişti Velasquez acaba) .
Arkadan tek tek parçalar: Andrea Mantegna, Pierro della Fran­
cesca (nasıl da heyecanlandım onu görünce) ve Hans Memling'in
dehşet verici olgunluktaki "Genç Adam Portresi"nin hemen ardın­
dan bir tokat daha: Giorgione'nin "Yaşlı Kadın"ı. Bir de "Fırtına"
var Giorgione'den. Daha ne olsun!

11
Bir kez daha gidebilirsem, Bellini'nin Meryem'lerine daha çok
bakmak isterim. Sona kaldığı ve yorgun düştüğüm için doğru dü­
rüst bakamadığım biriki Carpaccio'ya da.
Sahi, bir de Longhi var, 8-ıo parçayla. Alaycı bir gündelik hayat
ressamı. Rezzonico Sarayı'nda bir Gergedan'ı var adamın! Sırf bu­
nun için gidilirdi oraya, ama bir de Buset var Saray'da.
Dün ilk 40 satırını düştüğüm Opera iV için Carpaccio'lar önem-
li. Ne yazık ki param yok yeterince, dia ve repro alamıyorum. Olur­
sa, olabilirse biriki kaset belki.
Dün gece nefis bir barok konser uçup gitti.

Ermiş Zekeriya kilisesi ve onu çevreleyen dapdar sokak-kori­


dorlar ve kanallarda yürüdüm durdum. Pansiyona dönecektim, kı­
yıdan suya bakarken, motorlardan birinde Tülin'e benzeyen birini
görür gibi oldum. Saçlar, duruş, kısa kollu bir elbise, kara gözlükler.
Fırladım, ama yetişemedim motora. ileride iskeleye yanaşıp dur­
du; 'o kadın', uzak bir siluet, gene Tülin'e benzettim: Saptı bir soka­
ğa, arkadan seyirttim, ama labirentte yitip gitti. O muydu acaba?
Bir gün nasıl olsa öğrenirim bunu.
Bir zamanlar da öyle bir anlatı kurmuştum kafamda: Adam, ta­
til kasabasında büyüleyici bir kadınla tanışıyor, birlikte oluyorlar.
istanbul'a dönüşte kadını verdiği telefon numarasından ve adresten
arıyor: Böyle biri yok! Kadının verdiği bilgilerin hiçbirinin doğru ol­
madığını anladığı halde dipsiz bir arayışa dalıyor adam. Sonunda:
Kadını bulamıyor!
Böylesine kesin bir yitiriş biçimi var mıdır, iki kişi de hayattay­
ken? Metaforik anlamıyla, birini yitireÖ}liriz, bunu kabullenebili-
r
riz de. Ya öteki türlü? O daha önce de beni düşündürten kızını yitir-
miş baba toptan yitirmiş olabilir mi umudunu?
Bu durumda ruh sağlığını yitirmez mi insan?

12
*

Opera IV iyice biçimlendi kafamda: "Mahşerin Dört Atlısı".


Nasıl da ilk anda düşünemedim bunu? Atları Neron yaptırtmış,
sonra Trajan Roma'ya getirmiş. Ardından Konstantinopolis'e,
oradan Venedik'e. Arada Napolyon götürüp geçen yüzyılın başına
kadar Arc de Triomphe'a monte ettirmiş. Sonra gene buraya, ikti­
dar koşusu!
Durmadan gidip bakıyorum 'o atlar'a.

3 Ağustos, Fenice -
Dün akşamüstü, San Marco'da otururken önüme dikiliveren ka­
dın: Tülin. ilk defa müthiş heyecanlandım bu anlamda: Elim aya­
ğım biribirine dolaştı, dilim dönmedi bir süre. Sonra Doni'ye gittik
hemen; doludizgin.

6 Ağustos, Accademia -
09.30
Koyu kahve, koyu tütün. Pansiyonu hallettim; İtalya'da olur böy­
le işler: Yalnız kaldığım geceler için tek kişilik para aldı kadın! Böy­
lelikle bugün yarını iyi kötü geçirebileceğim, hatta sergilere bile
gidebileceğim.
Yorucu gün. San Rocco'yu, Tintoretto'nun yaklaşık 40 par­
çadan oluşan çılgın girişimini seyrettim. Yüksek, uğultulu bir
proje. Bir kez daha ısınamadım Tintoretto'ya; ama kendiyle boy
ölçüşmesi büyüleyici. Senda'nın küçük porselen/fayans kolek­
siyonundaki Acem parçaları dudak uçuklatıcıydı buna karşılık:
Yalçın, sade doruklar. Bir de İznik çini tabak vardı aralarında -
en iyilerinden biri sayılmazdı.
Ardından istasyona gidip (Venedik'e yakışmayan bir istasyon),
Trieste'ye gidiş-geliş saatlerini ve fiyatlarını öğrendim. Tren müt­
hiş ucuz italya'da.

13
Sonra: Venedik arşivinin düzenlediği kayıt ve harita sergisi.
Ürpertici bir estetik. Tapu kadastro kayıtlarında bile. İstanbul'da,
evvelki yıl rastladığım XVI. yüzyıl Venedik baskısı kitapları alama­
dığım için ne kadar üzülsem azdır. (Gerçi hayli pahalıydı ve kurt
yeniği doluydu). Bugüne dek topladığım Osmanlı ve yabancı belge­
leri düşündüm de, pekala daha fazlasını yapabilirdim.
Venedik ve Murano haritalarındaki o garip minyatür tadı çok
etkiledi beni. Olağanüstü parşömenlere yazmış scriptor'ların
özeni de: Tek tek kurşun kalemle satırları belirlemiş, son derece
zarif bir yazıyla derkenara, paragraf çıkışlarında majisküller dik­
mişler. İpince inci yazı! Çıkışta açılmış anı defterine Enis+ Tülin
yazdım.
Bitmedi: Ardından Museo Orientale. Bir salon Hind'e ayrılmış
topu topu; geri kalan ıı salonda geçen ve önceki yüzyılın Japon
dünyası: Büyük bir dragon.
Müzenin küçümsenmeyecek bir bölümünü savaşçı eşyaları kap­
lıyor. Akla durgunluk verecek bir titizlikle işlenmiş herşey: Samu­
ray kılıçları, savaşçı kılıkları ve silahları, oklar ve mızraklar, ka­
malar ve miğferler, sele ve mahmuzlar çılgın bir ayrıntı tutkusuyla
işlenmiş. Son raddeye taşınmış bir sadelik öte yandan: Madde ne
olursa olsun, yalınlığın estetiği aranıyor.
Sonra musiki ve yazı dünyası: Araçlarda aynı koyu sadelik.
Genellikle tek renk ve onun bir nüans altında uçuk, tek bir figür,
motif. Mobilyada da, kadınların süslenme eşyasında da, mutfak ta­
kımlarında da değişmiyor bu estetik ekonomi.
Tuhaf birşey: Sayısız Japon var Venedik'te, bir saata yakın gez­
dim müzede, tek bir Allahın kulu gelmedi. Rastlantı mı bu? Yok­
sa, kule kampanasında Mori hareket,etmeye başlar başlamaz vi­
deo-kameralarıyla Basilica'nın önüne ;üşüşen o et kafalılar hiç mi
ilgilenmiyorlar burayla?
Tokyo'da ya da Kyoto'da bile bu kadar zengin malzemeyi sık sık
birarada görmek zor olsa gerektir.

14
Belki de çağdaşlarımızı kendi tarih ve kültürlerinden soğutan
birşey vardır, kimbilir?

7 Ağustos -
10.15
Venedik'te son tam gün ve son gece; bir aksilik olmazsa. Doydum
mu, evet. Dinlendim de, bütün bu yorucu tempoya rağmen. Dinlen­
mek için çoğu zaman kip değiştirmek yeter zaten. Gene de dün ak­
şam, şehrin getto'larına yaptığım o bitmez tükenmez yürüyüş ve hele
dönüş bir parça insafsızcaydı.
San Lazzaro'ya gitmeyi deneyeceğim bugün. Gece de önemli bir
org/keman konseri var. Yağmurlu, serin bir gün. Bundan iyisi can
sağlığı. Yarın yola çıkmadan, sabah g.oo'da açılan Dali sergisini gö­
rebilecek miyim? Eksik kalıversin, diyemiyorum: Bütün heykelleri
sergileniyor çılgının - bir daha nerede çıkar bu fırsat?

San Giorgio Maggiore -

13.45
Sabah turu gene yoğun geçti. Sarp'a yazdığım kartı attıktan son­
ra, şehrin en eski binasının avlusunda oturdum bir süre. Avlu duva­
rında sergilenen parçalardan biri III-IV. yüzyıl tarihli ve Konstan­
tinopolis çıkışlı. Bir süre yüzyüze durduk.
Sonra, Dali'nin bu akşam ıg.oo vernissage'ı yapılacak sergisinin
yerini iyice saptamak için Campo San Salvadore'ye gittim. Akşam
deneyeceğim ama giremem herhalde; sabah hiç değilse vakit yitir­
meyeyim.
Sonra Museo Corner. Önemli birkaç Bizans-Venedik ekolü par­
çasıyla açılıyor müze. Gene de beni en çok saran Felemenkler ve
Ferrara Okulu oldu. Hele Cara Turanın La Pieta'sı: Dehşet verici
bir kopuş. Adam kuzey resminin renk dokusundan da etkilenmiş
ama kendi ifadeye çalışma biçimi benzersiz; erken bir dışavurum­
cu. Sırf bu parçayı Tülin' le görebilseydim. Biriki Brueghel, biriki

15 L
önemli Carpaccio da var müzede. Bir de Osmanlı-Venedik deniz
savaşlarına ilişkin dev panolar. Osmanlı donanmasından ele ge­
çirilmiş bayrak ve flamalarda nefis soyut düzenlemeler görülüyor.
Bizimkiler halı ve kumaş işinde öndeler o dönem. (Kumaş derken;
Fortuny müzesini hfila gezemedim; ama iki dükkan Fortuny atölye­
si ürünleri satıyor! ı6o bin liret, metresi. Birinde elbiseler var, ateş
pahasına. Ama mankenler müthiş: Tahtadan kabaca yontulmuş
gövdelerin ve ayakların üzerinde sakallı Doge kafaları!)
Sikkelere de baktım arada; kudretli Venedik altını! Dün gördü-
ğüm Japon sikkelerinin yanında görmemiş bir yan taşıyorlardı.
Birazdan, olursa. San Lazzaro'ya doğru.
Sonra, olursa, Dali.
Gece, olursa, konser.
Yarın, olursa, yola.

14.00 -
San Lazzaro'da; yağmur çiseliyor.
Lord Byron ı8o gün kalmış adada.
Topluyorum.

18.20 -
Haig's Bar. Venedik'te son bir içki. San Lazzaro'da aldığım ışıkla.
Elyazmaları, minyatürler, kitaplar ve ı5 kadar Ayvazovski. Hepsin­
den önemlisi: "Sessizlik, nefes".

Doni -
23.00
Olağanüstü bir konserin ardından, kafama şehrin gürültüsü ka­
,
rışır korkusuyla, hızla pansiyona döndtµn . Yolda bir an dönüp bu­
lutları delen dolunaya bakıp gülümsedim, Tülin için.
Walraven-Van Lanperck Duo'su. Müthiş bir bis çekti contralto
sonunda: Mozart. Bunun dışında: Vivaldi, Alessandro Grandi ve

16
Stradella. Bir de solo org parçaları: Gabrieli, Benedetto Marcello,
Bach uyarlaması bir Adagio ve Cimarosa'dan garip, ilginç bir "org
için senfoni".
Dinleyicilerin çoğu burada da avanak.
Dönüşte bir şiir; Füssli'nin bir deseninden yola çıkarak: "Suyu
geçerken uyumuştu at ve süvari".
Yarın: Yol.

Ljubljana -
21.00
Akşamüstü, yarım saat Duino'da saygı duruşundan sonra bura­
dayım. Yemek sonrası telefon etmeyi deneyeceğim Tülin'e, sonra
da çıkacağım.
Kanalın suyla sokak arasında kalan küçük bir çıkmasına yapıl­
mış barda, cin tonik içerek Tülin'siz bir 8 Ağustos kutluyorum. Ta­
mı tamına bir yıl olmasına en fazla bir saat kaldı - 'çarpışalı'. Yalnız
mıyım, aslında şimdi yalnız değilim: Karşımdaymışçasına, bulut­
ların arkasında bir yitip bir görünen dolunay kılıyorum onu.
Farklı tatlar paylaşmanın da bir sınırı olduğunu düşünüyorum
ben; eş tatların çokluğu bağlayıcı. Ljubljana'ya birkaç kilometre
kala, dev bir BMW motorun üzerinde, bir çift geçti, Figen geldi aklı­
ma. Sonra vadiye yayılmış üç tepeye baktım; tepelerin eşiğinde çok
küçük köyler vardı ya da yoktu; ama çamların bütün bütüne kap­
ladığı o yabanıl tümülüslerin üstünden, bir baca gibi, bembeyaz,
manastırların ya da kiliselerin kuleleri çıkıyordu. İçime garip bir
ürperti, ama bir o kadar da haz yayıldı ve Tülin'i düşündüm - tıpkı
barok müzik gibi: Uçsuz bucaksız paylaşım vahası. İyi ki Duino'dan
yeni bir Bach (flüt konçertoları) almışım.
Demin şehirde, buraya oturmadan, kanal boyu gidip geldim
gene, ara sokaklara, o güzelim loş koridorlara girdim. Ribja sokağı:
Büyücek bir avludan küçük bir sahanlığa açılan dumanlı bir geçe­
nek. Belli belirsiz çan sesleri geliyordu.

17 L
Bu güz, belki bu kez, ne yapıp edip Viyana-Peşte-Prag yapılmalı.
Hele önce bu yolculuğun doğurduğu deliği tıkayayım da!

9 Ağustos -
14.20
Bir otobüs yolculuğunun faciasından bile hisse çıkabiliyor: Yer­
li-yabancı küçük burjuvazinin dinozor yanını bir kez daha yakın­
dan görüyorum!
Sigara içmediği halde çakmak taşıyan bir Askerlik dersi hocası
yüzbaşı. Kan-koca emekli bir çift; kadın kuru, kavruk; durmadan
sigara içiyor ve topuklu ayakkabının içine erkek çorabı giyiyor. Bir
anneanne-torun; tam arkamdalar ve neredeyse ara vermeden yol­
culuğun bilançosunu çıkartıyorlar, parasal açıdan tabii: Kime ne
hediye almışlar, kaç para gitmiş, Avrupa'da herşey paraylaymış.
Yarı Türkleşmiş bir İspanyol kadını ve dişlerine tel takmış çirkin,
armut kafalı oğlu. Bilgisayara merak salmış, müptezel ve eçhel bir
İzmirli kız. Nantes'lı, Çanakkale'de bir çalışma kampına giden, ti­
caret okulu öğrencisi bir donuk kız; bir İtalyan üçlü, işleri güçleri
Türkiye'de nasıl tereyağından kıl çekilir, onu öğrenmek.
Daha neler.

Niş -
21.30
Dolunay. Yolda o birkaç yüzyıllık ağacın etrafında dolanırken de
(Quercor Reber yazıyordu bir pankartta; Türkçede adı var mıdır?)
aynı duyguyu taşıyordum: Güzel olan, şüphesiz kendi başına bir­
şeydir; ama onunla hangi ortamda, hangi duygu birikimi ve yüküy­
le karşılaştığımız da bağlayıcıdır. Bulutların arasına bir girip bir
çıkan dolunayı bir burada, bir yol kıyıs�,motelinde, insan ve taşıt
trafiğinin içinde (ya da bir yazlık diskotekte, farketmez) görmek
var; bir de sessiz, kimsesiz bir tepede, çevreyi uçsuz bucaksız bir
karanlık perdelerken. Hayır, kara romantizm değil; tersine, kor-

18
kuyla, daha doğrusu ürpermeyle karışık bir taşma duygusu olarak
görüyorum bunu. O zaman, bellek bile terkedebilir geçici olarak,
kişiyi som yalnızlığında.
"iki ucu belirsiz köprünün ortasında kalmışlık" - bu imge beni
tam bir yıl kovaladı. Bir gün yoğun, kısa, düz bir mesel çıkacaktır
ondan.
Yolda Yahya Kemal ve Ahmet Haşim'i düşündüm: Modern şiiri­
miz, aslında İstanbul'a gurbetten düşmüş iki şair ile başlıyor.
Sonra her ikisinin de kadınlarla ilişkilerinin garipliği geldi ak-
lıma.
Oysa hangi şair Kadın'a garip bir üslubun içinden bakmaz ki?
Petrarcamı, Dante mi, Rilke mi, Aragon mu?
Ya ben? Ya ben?
Yetkin maraz.
Cinsellik bile öyle: İnsan ya mutasavvıf olmalı, ya dibine kadar
giderek: Ecinni. İkisinin arasında ne var? Topyekün le charme in­
discret de la bourgeosie. Vasat arayışları kuşatan kemik gibi sert
cemaat kuralları. Bir de "ama ben farklıyım" denmiyor mu - gülü­
yorum.
İnsan otobüse bindi mi, hele böyle uzun bir yolculuk yaptı mı,
daldan dala sıçrıyor durmadan. Daha neler geçti aklımdan. Ama
en çok 'hızlı roman'ı düşündüm: insanları retrospektif, yoğun, li­
rik bir bakışla bir ömür içinde spot'lar halinde çizip bırak, öteki
öyküye sıçra. Sonra, ustaca eklemle herşeyi (örneğin ya hiç tarih
vermeden, ya da çok sık vererek) . Belki de bir otobiyografi yazma
tarzı da budur.

19
Venedik'te Gergedan

Ağustos ayında Venedik, Michel Butor'un 25 yıl önce yayımla­


nan San Marco'nun Betimi'nde, aktardıklarının tıpatıp aynısı bir
turistik panorama arzediyor: Rialto'da kesif alışveriş, meydanda fo­
toğraf makineli ve video-alıcılı Amerikalı ve Japonlar, dondurma,
spagetti, Bellini. Öte yanda hayaletler tabii: Dante, Vivaldi, Rilke,
Çaykovski, Thomas Mann örneğin. Sonra tarih ve kültür daha geri­
de, neredeyse pusuda: Akademi, Saray, Fortuny müzesi, "Türk Evi",
Tintoretto'nun "San Rocco"su, ikon müzesi. Arada, tenha nokta­
larla sıkışık noktaların ortasında: Konserler, açık hava sinemaları,
geceleri Florian'da kahve müziği ve biri bitmeden diğeri başlayan
kültürel cümbüşler.
Temmuz sonunda açılan "Günümüz İtalyan Resminden Kesit­
ler" sergisi (belki de Bellini'ler, Ferrara ressamları ya da Tinto­
retto'lardan sonra) tam bir facia izlerini bıraktı bende. Curcunalı
arayışlar elbette, ama bizi delip geçen bir fırça yok ortada. Neyse ki
"modern"lerin yüz akı birkaç usta üstüste gelince, klasiklerin do­
ğurduğu kompleks biraz olsun hafifledi.
"Matisse ve İtalya", adının sınırlı olqıasına karşın kapsamlı, do­
yurucu bir sergiydi. Büyük, kadın gövde 1ini konu edinen bronz hey­
kellerle gene kadın yüzünü (aynı yüzü değişik evrelerden geçirerek
birkaç basit çizgiye ulaştırmış Matisse) hedef tutan büstler ağırlık
noktalarından ilkini oluşturuyordu. Ama kendi payıma, beni en

20
çok saran, ressamın karakalem portre çalışmaları oldu: Neredey­
se tek, bölünmemiş bir hareketle bütünlenen ifadeler, Matisse'in
yarım yüzyılı aşkın bir süreye yayılan çeşitli İtalya yolculuklarında
yapılmış bu karakalemlerde belirgin birşey varsa, o da, yaşla res­
samın yalınlığa doğru ilerlemesi. Gerçi pek çok sanatçıda görülen
bir özelliktir bu, ama Matisse'de, hele "yapıştırma"larında pek sık
benzeri görülmeyen bir boyut kazanıyor yalınlık: Düpedüz çocuk
saflığına, arı bir çizgiye varıyor ressam: Korkusuz, çünkü masum
bir oyunculuk.
Yeni açılan, retrospektif bir sergi de "Dürer'den Böcklin'e" baş­
lığını taşıyordu: Weimar'ın gravür, desen koleksiyonu. Çekici bir
toplam görünüşte, ufak hinlikler olmasa: Koca koleksiyonda Dürer
de, Böcklin de birer parçaydı topu topu! (Böcklin'in suluboya resmi
"Ölüler Adası"nın bir tür ön çalışmasıydı). Bereket birkaç Füssli,
birkaç da Caspar David Friedrich vardı sergide, değiyordu. Kolek­
siyonun üzerinde durulacak bir yanı da, Goethe'nin desenlerini
içermesi: Hugo'yu önceleyen bir Hugo. Çıkarayak, baba-oğul Bru­
eghel'ler. Ne olursa olsun, sunumuyla düzorantılı olmayan, kof bir
toplam.
"Andy Warhol versus De Chirico" sergisi, alçakgönüllü görünü­
şüne (oldukça küçük bir mekandaydı) ve boyutlarının sınırlılığına
rağmen (her iki ressamdan da dar bir kesit veriyordu) müthiş çar­
pıcı bir girişimdi. Warhol ı982'de bozmuş kafayı. De Chirico'nun
bazı resimleriyle. Önce onların karakalem iskelet-versiyonlarını
çizmiş, aynı boyutları koruyarak. Sonra da İtalyan ressamdan seç­
tiği her bir resmi tek tuvalde çoğaltmış: Bazılarını 4, bazılarını 8
kez, tıpkıbasım ufaltarak yanyana ve üstüste yerleştirmiş yüzeye.
Yukarıdan aşağıya, yanlamasına monokrom kuşaklar katediyor
bu toplam yüzeyi; buluştukları bölgelerde ayrı tonlar egemen olu­
yor tabii; bütünde ise naif, o Warhol'a özgü yarı-pastel renk tadı
var. Sonuç olarak, son derece değişik bir yeniden üretim deneyi :
Hem Warhol'a katıyor, hem De Chirico'ya.

21
Bu küçümen serginin olağanüstü keyif veren bir sürprizi de
vardı: Ayrı bir odada, De Chirico'nun bir İtalyan fotoğrafçının ob­
jektifinden 12 siyah-beyaz portresi: Evinde, atölyesinde, sokakta.
Yaşlı şeytan gülümsemeye çalışmış bir keresinde, tam olmamış:
Eninde sonunda, aşırı ciddi bir çocuğun edasını taşıyor o gülmeye,
gülümsemeye alışmamış adamın ifadesi. Ama Venedik'te asıl sürp­
riz, hem de (neden bilinmez) temmuz ayında gerçeküstücülükten
gına getirdiğine inanan birinin ağustos ayında Dali'nin heykel ret­
rospektifine denk gelmesiydi. Dönüş usulü bir kurnazlıkla berta­
raf ederek açılış gününden bir gece önceki kokteyle sızamamış ol­
saydım, şu satırları yazarak gerekli ukalalıkları yapma fırsatından
mahrum kalacaktım. Çıkışta Haig's Bar'a oturup günlüğüme şunla­
rı yazdım sıcağı sıcağına:
"Nella Terza Dimensione"de Dali'nin bütün heykelleriyle biriki
objesi yer alıyor. Toplam 32 parça. Hepsinde resimlerinin tematik
özellikleri ortaya çıkıyor. Zaten heykel, Dali'de tam anlamıyla bir
yan uğraş. Büyük parçalarının çoğunda bir kabızlık görülüyor as­
lında, hacme heykel küçüldükçe hakim oluyor Dali. "Tek Boynuz­
lu" hariç tabii: Onda adamın erotizme bakışının en net tanımların­
dan biri var: Beynin cinselliği.
Kendi resminin üç boyutlu örnekleri, deja vu duygusu çok ağır
bassa da, önemli: "Zamanın Soylu Yanı" (1975-1984) , "Uzay Venü­
sü" (1977-84) "Belleğin Dayatması" (1980) - bu üçü, bir de nedense
adını ve tarihini koydukları etiket unutulmuş (fırsatı kaçırmadan
orada da, kokteyli ve anlaşılan sergiyi düzenleyen yetkiliyi telaş­
landırdım, çıkıntılık yaparak) nefis, küçümen bir bronz: "At Sır­
tında Zaman" diye vaftiz ettim onu ben; dördü de 'yumuşak saat'
temasını işliyorlar. "Çekmeceli kadıq" temasından birkaç parça, o
bıktırıcı "uzay fili" (dev bir örneği var1sergide), "Meleğin Görümü'',
hep kendi kendinin, kendi resmininvaryasyonları.
1969 tarihli küçük bir parça çok sardı beni: "Yağmurdan Sonra".
Bir başka 'eski tema'lı, porselen olup-olmadığını anlayamadığım

22
pervers biblo: "Aerodinamik ve Histerik Çıplak Kadın" (1934-73).
" Kuş-adam" (1969) çok sevdiğim bir heykel oldu, gene de biraz faz­
la Ernst kokuyordu. (Tıpatıp "Yağmurdan Sonra Avrupa"nın aya­
ğa dikilmiş ürkünç yaratığı). Gene küçük heykellerden " Kuğu-fil"
(1967) ile "Cava Mankeni"ni (1971) titizlikle, büyük ustalıkla işle­
miş- hele sonuncunun bir köşesine iliştirdiği kadınla çocuğun ayrı
yönlere bakışları!
Retrospektifte en çok etkilendiğim iki heykel "Newton'a Arma­
ğan" (1969) ile "Çekmeceler" (1973) oldu (küçük bir Omega elekt­
ronik saat ile takviyeliydi ikinci bronz parça). Her ikisinde de, Da­
li'nin sınırsız özgürlüğü aramış imgeleminin tekrara uğramamış
ifadeleri vardı. Dopdoluydu kısacası, Dali'nin 'bütün üçüncü bo­
yutlular' sergisi.
Venedik'te iki önemli yeni sergi daha var: "Avrupa'da İşkence
Aletleri" başlığını taşıyan ilki, belki de gece gezdiğim için, insanın
sahiden uykusunu kaçıracak türden bir programa dayalı; gene de,
"bağımlı sanat"ı sevenlere tavsiye olunur. İkincisi, Venedik şehir
arşivinde: Şehrin eski haritaları, tapu-kadastro kayıtları ve çeşitli
beledi antlaşma belgelerinden oluşuyor. Elyazmalarındaki estetik
doku, paftalara sinmiş minyatür tadı, kayıtlardaki güzelim istif ile
herhangi bir sanatsal gösterinin verdiği keyif unsurunu içermesi
bir yana, tarihsel açıdan, şehrin Osmanlılarla ilişkisini ortaya ko­
yan özellikleriyle de ayrı bir renk taşıyor.
Bir de San Lazzaro adası var Venedik'te; Ermenilerin kültür
merkezi. Adadaki manastıra ancak 14.00-17.00 arası gidilebiliyor
gerçi, ama gitmeye değer. Eskiden cüzzamlıların sürüldüğü San
Lazzaro'da, bugün yalnızca soylu hastaların kabul edildiği bir akıl
hastanesi var. Manastırın en önemli yanı, dünyanın dört bir yanın­
dan gelen katkılarla, son derece zengin bir elyazması koleksiyonu
oluşturulmuş olması. Büyük kısmı Kahire ve İstanbul'dan sağlan­
mış elyazmaları arasında Hicri 1. yüzyıldan kalma kufi yazılı sure­
ler ve II. Mahmud'a ait olduğu bilinen müthiş bir Kur'an da göze

23
çarpıyor. Küçümsenemeyecek bir resim koleksiyonu adanın kültü­
rel atmosferini tamamlıyor. Beni en çok şaşırtan, bunca tarihi yanı
ağır basan ürünlerin (Kütahya çinileri, otantik bir mumya, Budist
dua levhaları) yanında modern ressamların deneysel nitelikli ya­
pıtlarının da yer alması oldu. Ayvazovski'nin birkaçı İstanbul'u
konu edinen 15-16 yağlı boya tablosunu da anmadan geçecek deği­
lim elbette.
Venedik bir festival işte. Ama bir de, herkesin bildiği bir gele­
neksel festivali var şehrin. 1571 yılında yapılana ilk kez gergedan
getirilmiş: Venedikliler büyük bir şaşkınlıkla bakmışlar ona. Ne­
reden mi biliyorum bunu? Aynı yıl gergedanın resmini yapan il­
ginç 'töre ressamı' Longhi'den. Şimdi öyle değil ama. Sergilerden,
konserlerden yorularak, benim yaptığım gibi, Florian'da bir kahve
molası vereceksiniz, gidip Federico Fellini'nin durmadan biriyle
konuştuğu masanın hemen yanındaki masaya ilişebilirsiniz. San
Marco'daki şaşkın Amerikalılar ve şaşkın Japonlar, hemen önün­
den geçtikleri adamın, sinema tarihinde gergedana en önemli, kilit
rolü veren insan olduğunu bilmezler. Dünya böyledir, ne yaparsı­
nız: O çenesi düşük İtalyan da, yanındaki masada oturup ona bak­
mıyormuş gibi yapmaya çalışan adamın bir gergedanlık peşinde
olduğunu bilmemektedir.

24
1 1

V i YA N A, P R A G, B U D A P E � T E
6 Haziran ı992, Viyana -
Dün akşam indik şehre. Yağmur altında, üç saatı aşkın yürüdük
merkezde. Katedrale kadar yol aldık, içeri girip birkaç org vuruşu
dinledik - müthiş bir heyecan sardı Tülin'i. Hollein'ın katedralin
karşısına diktiği Haas-Haus çok etkileyici bir zıtlık kuruyor. Gra­
ber'e uğrayıp, Altenberg'in yaşadığı, Kaflca ile Max Brod'un kaldığı
otele baktık. Belki oraya geçeceğiz sonra. Cafe Schwarzenberg'de
oturduk bir saat. Bir alay kitap katettim gelmeden, kafamda fırdö­
nüyor Viyana, Prag, Budapeşte sokakları.
Program sıkıntısı çöktü. Ne zaman hangisine gidebileceğiz?
Daha Melk var, sırada.
Birazdan uzun yola -

Viyana'ya geleli daha 24 saat olmadı, ama ana hatlarıyla şehrin


yarısını dolaştık neredeyse!
Bu sabah, tramvayla Ring'in ucuna, Votivkirche'ye dek çıktık
ve ağır ağır indik sonra: Freud parkı, Rathaus, Burgtheater ve
Cafe Landtmann'da konakladık: Kahve ve çilekli turtayla. Sonra
içeri kıvrıldık, St. Peter'den Graben'e, oradan da bir şnitzel attırıp
Haas-Haus'a kahve içmeye. Kartner'i katedip yeniden tramvaya

27
bindik ve Messeplatz'da inip yağmur altında epey yürüyüp otele
döndük.
Bütün kaslarım ağrıyor, sonuç olarak. Yarın Wachau'ya gidiyo­
ruz, Tuna üzerinden. Özellikle manastır ve kitaplığı çekiyor beni.
Ama önce bu gece var: Belki Prater?

8 Haziran -
Şu anda. Tuna üzerinde, Wachau vadisi boyunca yol alıyoruz -
Prinz Eugin teknesinde. Kıyı boyu, hem sağ, hem de sol şeritte küçük,
alımlı, eski kasabaların arasıra deldiği sonsuz bir orman ve tepeler.
Zihnimde, "eski haritaları söküp aldım duvardan" diye başlayacak bir
şiir, Melk'e gidiyoruz: "Bütün bu keşiş hikayelerini ben uydurdum" -
zihnimde eski bir şiirim.

9 Haziran ­
sabah
Oteldeyiz; çok erken uyandığı için 1'iil bir ara-uyku deniyor;
ben, kahvaltı alışkanlığı olmadığı için peşpeşe sigara içerek 'altlık'
yapıyorum. Dışarıda sağanak.
Dünkü Melk gezisi, Viyana'nın kasvetini biraz dağıttı. Sonuç
olarak, ne manastır çok etkileyiciydi, ne de barok şatafatının zevk­
sizliğiyle kilisesi. Asıl büyü atmosferdeydi: Tuna'dan geliş, tepede
siluetiyle bekleyen manastır ve ardında, XVIII. yüzyıl dokusunu
koruyan küçük kent.
Bir de, çok düşük bir yüzdesi gezginlere gösterilen kütüphane.
Elyazmalarına, uzanıp tutamadığım ciltlere neredeyse trans halin­
de baktım.
Bir kitap delisi, onlara dokunmadıkç � doyumsuz kalır. Ama böy­
le bir kütüphane, oraya her gün gelen türden gezginlere daha fazla
i
açılamaz, açılmamalı.
Turla Melk'e gitmek de hata tabii. Wachau başka türlü kate­
dilemez belki, ama Melk'e bir başına gidilmeli. Bach konserleri

28
düzenlenmiş manastırda, küratörü de Eco elbet!
"Gülün Adı", Melk görülmeden anlaşılamaz diyemem, doğru
olmaz. Böyle bir kütüphane, böyle yazmalar görmeden Eco'yu da
Borges'i de anlamak güçleşir. Görmek de yetmeyebilir: Orada yaşa­
mak, onlara ilişkin yaşantı ve düş sahibi olmak gerekir.
Ayakta çalışan, yakaran keşişler.
Melk'e gece sızılmalı.
Gece şehre dönüp, üç saat kadar yürüdük gene. Ayaklarım if­
las etti. Wagner'in posta merkezine gittik, Katedralin etrafında
en iyi şnitzeli yapmakla övünen Figlemüller'de dev bir şnitzel
yedik. Amttof da oturduk, Mozart'ın evinin yanında. Geceyi,
Hotel Sacher'in kahvesinde noktaladık.

ıo Haziran -
Sabah, uzun bir yürüyüş sonrası Tütün Müzesi'ni gezdim. Müt­
hiş bir müze; bir de "Avrupa'da Tütün Kültürü" başlıklı olağanüstü
bir serginin hazırlıkları yeni tamamlanmıştı, bu da işin boyutlarını
büyütmeye yetmişti. Beni, basın konferansı olduğu için, uyduruk
basın kartımla aldılar, yoksa gezemeyecektim müzeyi. Son derece
zengin bir koleksiyon yapmış müzeciler: Porselen, gümüş, mücev­
herli, savatlı kutular; nargileden pipoya, ağızlıktan tütün kesesine
herşey. Resimler, karikatürler, afişler cabası. Doğu bilimi biraz za­
yıftı doğal olarak, Osmanlı da. Gene de epey parça toplanmıştı. Sa­
nat Dünyamız için iyi bir konu olabilir bu. Cafe Central'e oturup bu
satırları yazmadan Esperanto Müzesi'ne girdim: Boş, hüzünlü bir
müze. Gene de çılgın ve hoş bir ütopya ya - hiç değilse.
Yarın Prag'a doğru, trenle yola çıkacağız. Çok yordu Viyana,
Tül'ü de, beni de. Birazdan burada buluşacağız.
Bu yorgunluğun en büyük nedeni istanbul'daki ham, hareketsiz
gündelik hayat. Yeniden akşam yürüyüşlerine çıkmalıyız aslında.
Ama çatlayacak hale dün geldik. Sabah ıo'dan gece 23'e yürü­
dük neredeyse. Tren biletlerini aldık önce: Viyana-Prag-Bratislava.

29
Sonra, Viyana'ya dönüş gecesi için, Kiri Te Kanawa konserine bi­
let. Viyana liedlerini Viyana'da dinlemek iyidir. Schubert'ler ve
Richard Strauss ve başkaları. Bu arada, dönüşte kalacağımız pansi­
yonda yer ayırttım. Graben'in ortasında olacağız böylece: İkimiz de
şehrin yüreğini seviyoruz sonuçta.
Başka neler yaptık dün? Esterhazy mahzeninde oturduk.
Am Hof'ta turladık ve Hundertwasser evine gittik - çılgın hüc­
reler. Geceyi, Cafe Griensteidl'da hafifbir yemekle kapadık.
Bugün Modern Sanatın müzesi ve Freud evi!

ıı Haziran, tren -
Günlerdir dinmiyor yağmur. Sisli Çek ovalarının içinden Prag'a
doğru yol alıyoruz. Aklımda Kafka'dan, Rilke'den, Kundera'dan çok,
elimde kitabı, şiirleri duran Vladimir Holan.
Ne türden sürprizler bekliyor bizi Prag'da, bilmiyoruz. Nerede
kalacağımızı da.
Brno'dan geçtik bir saat önce. Ormanla çepeçevre kuşatılı trenin
geçtiği ovalar. Ama Çekoslovakya, Avusturya'nın sinsi bakımlılığı
ve zenginliğinden sonra hüzünlü bir fakirlik içinde.

12 Haziran -
Yaklaşık 20 saat oldu, büyü-kent Prag'a ineli. Bruges'e elbette
ihanet etmeyi aklımdan geçirmem ama, bugüne dek hiçbir kent
beni böyle çarpmadı diyebilirim; gün ve gece atmosferiyle.
Loş, dar, ürpertici sokaklar. Soluk kesen alanlar. Kunt, dilsiz ku­
leler. Hüzün dolu bina cepheleri. Garip biçimde, şehrin fakirlikten
beslenen bakımsızlığı yakışıyor ona - gurur dokusu veriyor hatta.
'Eski Kent'i neredeyse bütününde arş ınladık. Yahudi Mahallesi­
,
ni gezdik. Dört bir yanda Kafka'nın gözleri. Rilke, daha çok Jugens-
,,

till'in ağır bastığı caddelerde aklıma geldi - Prag, ayrıca, bir Art
Deco / Art Nouveau müzesi. Viyana, enikonu sönük kalıyor yanın­
da. Bu şehre ikidebir dönmek isteyeceğim!

30
13Haziran -
Kendini kolay elevermiyor Prag. Geniş bir alana yayılması bir
yandan, atmosferini kuran alaşımın karmaşası bir başka yandan
çetin ceviz kılıyor onu. Dün de, gün ve gece boyu yürüyüp çözmeye
çalıştık bu tuhaf mayayı. Ele geleceğine sıvışıyor oysa. Kampa'day­
dık sabahtan, ünlü Karlov köprüsünden geçtik. Bir saata yakın Ho­
lan'ın yıllarca kapandığı evi aradım, komik ve yarı-kör bir kitap­
çının tarifinden yola çıkıp. Sonunda buldum evi; gece, yatmadan
önce Holan üzerine konuştuk Tül'le.
Şehrin dillere destan silueti gece iyice ağırlığını koyuyor, ışık­
landırmayla. Bir müze-şehir mi, müzeler şehri Viyana'nın karşısın­
da? Terkedilmiş bir müze belki. Hayalet-müze. Tam karşılamıyor
bütün bunlar, Prag'ın insanın içinde yarattığı uğultuyu. Tarih'in,
simgelediği kat kat yükselen uğursuzluklarından yorgun düşmüş,
toplam kültüründen bıkmış, soğumuş, uzaklaşmış insanlar yaşıyor
burada. Bu gotik define, şu Jugentill zenginliği, şu barok bütünlük
- herşey aslında onca acı çok çekmiş bireylerin unuttuğu, omuz
silktiği, kimbilir belki de yaka silktiği bir cendere kuruyor burada.
Ellerinde olsa, bütün şehri yıkıp, öylece arınıp, kurtulup, bir yeni
kent, yepyeni bir kent yapmazlar mıydı acaba?
Yabancının bakışı, onun gördüklerinden süzdüğü, elde ettiği
ölçü değildir. Bu büyünün marazi gövdesinde yaşar mıydım? Hayır:
Prag'da birkaç yıl yaşasam, kesinkes çökerdim.
Yemek sonrası dün gece, Tül'le durup kahve içtiğimiz Jugens­
till'in en görkemli binalarından birinde, at pisliği kokusu egemen­
di ve kahveyi plastik fincan ve kaşıkla sunan ultra-modern olmaya
hevesli garson kız çiklet çiğniyordu - bunları konuştuk.

13Haziran ­
akşam
Budapeşte biletlerini aldıktan sonra, panoramik bir Prag tu­
runa katıldık. Bu tür turlardan tiksiniyorum ama burada, şehrin

31
yayılımını başka bir yoldan kucaklamak olanaklı değil. Yaşlı ve
sevimli bir rehber şehrin çerçevesini hayli iyi çizen bir güzergah
boyunca ilginç noktalarda konakladı: Havel'in hala oturduğu mü­
tevazı, dökülen bir apartmandan Protestan manastırlarına. Şa­
to'ya çıkıldı. Görkemli bir bütünlük, ne yazık ki turist salgınında.
Bitler olsaydım turistleri imha ederdim, bereket değilim. Nedir
bir turist: Hiçbirşeyin dibine dokunmadan geçen, sancısız bir ayran
budalası. Şüphesiz, azınlıkta kalsalar da, gezgin ruhlulara da rast­
lanabiliyor. Ama has aylaklar, onlar, tekil birer ruhtur. Has aylaklık
için insanın toplumsal konumlarından soyunması gerekir -ben öyle
değilim nicedir: İşim gücüm, bağlamını, çerçevem belli: Acı.
Şatodan manastıra, oradan da Simyacılar Sokağı'na geçtik. Kaf­
ka'nın ıgı6'da çalıştığı bu minyatür evde şimdi ona ait turistik eşya
satılıyor! Hazin hayat, kimseyi rahat bırakmıyor. O sokağı, sokak­
taki evleri gece kimse yokken görmek isterdim. Benim güç bela
sığabileceğim boyutlardaydı 22 numaralı ev. Nasıl iyi anlıyorum o
hücre arzusunu. Kafka'nın yapıtındaki in, mahzen, fare deliği türü
imgeleri aşan bir yanı var oysa evin: Yalnızca gür yeşil koruyu gö­
ren geniş penceresi.
Bir alıştırma konusu daha işte: Prag'ı görmek, biraz ya da bel­
li ölçüde tanımak Kafka'yı, Kundera'yı, Der Golem'i ve daha pek
çok yapıtı, adamı anlamamız konusunda bir ölçüt müdür, değil
midir? "Minör Est-Etika"nın kapsamındaki bu ana soru üzerinde,
Freud'dan çıkarak, dün epey tartıştık Tülin'le - şimdi, bu satırla­
rı yazarken, uyuyor yanımda: Prag'a geldiğimiz gece öldürdüğüm
örümcek yüzünden geceleri uyumuyor çünkü!
Akşamüstü eve döndüğümüzde, dün Kampe'de gördüğümüz
film ekibiyle ("La Peur" diye bir fil� çekiyorlar) karşılaştık: So­
kağı bütünüyle kapatmışlar, yüz-yılb�ı atmosferinde, giysiler ve
otomobiller ile bir sahne hazırlığı var; bir ara, geçip eve girmemizi
engelleyecek oldular hatta. Vazinska sokağı! Nereden bilebilirdim:
Sokağın köşesinde yeralan bir kahvenin müdavimiymiş Kafka! iki

32
gündür önünden geçtiğimiz bir başka bina vardı: Onun çatı katında
geçiyormuş "Başkalaşım": Orada oturmuş da. Bunları, sabah aldı­
ğım küçümen bir kitaptan, " Kafka and Prague"dan öğrendim.
İçeride: Şiir hazırlanıyor sanki.

14 Haziran -
Bugün Prag'da son günümüz. Gece treniyle Budapeşte'ye geçe­
ceğiz. Dün gece öylesine yürüdük ki eski kentte, kendimi yatağa
attım döner dönmez. Karlova'ya gittik, sonra da dolunayın iki ku­
lenin, iki çatının arasından fırladığı köprüye. Prag'ı özleyeceğim.
Kim yazdı bizde Prag'ı? Nazım'ın şiirleri, ilhan Berk bir de, ya­
nılmıyorsam. Dönüşte hem onları, hem de Kafka'dan Kundera'ya
pek çok tanıdık metni, mekanları yeniden gözümde canlandırarak
okuyacağım.
Pek çok şiir uç verdi burada.
Biriki deneme de - Ansiklopedi'm için.

ı6 Haziran -
Dün sabah erken vardık Budapeşte'ye, hoş bir yataklı yolculu­
ğundan sonra. Kentle ilk karşılaşma, istasyon ve çevresinin taşra
çirkinliği nedeniyle sevimsiz oldu. Bir taksi bizi Peşte'nin en güzel
meydanında bıraktı: Bu satırları da oradaki, ilk sabah kahvesini iç­
tiğimiz Gerbeaud'da (kuruluşu: 1858) yazıyorum.
Otelimiz iki adım ileride, Yaci sokağında. Peşte'nin en gözde so­
kağında bir sözümona post-modern bina. Geçen yüzyılın sonunda
yerle bir etmişler bu merkezdeki küçük evleri, "çamur ve toz" dolu
dar sokakları, Türklerden kalan cami ve kapıları. Şimdi havadar ve
'çağdaş' bir merkez -tüketim ekonomisi at koşturuyor dükkanlarda.
Budapeşte'yi Prag'la kıyaslamak elde değil. Besbelli zengin,
yarı-zengin kesimler var burada. Bazı noktalar enikonu bakımlı.
Ama, Tuna'nın konumuna karşın, Buda'nın anıtsal ağırlığına kar­
şın Prag'ın hazin, fukara alımlılığından eser yok.

33
Peşte'de, Prag'ın tersine, kitapçı ve plakçı çok, ilgi de daha yo­
ğun. Vitrinlerde Eco ve Kundera gözüme çarptı, bir de Tolstoy'lar.
Şehir şairlerini yontularla selamlıyor, başka şairleri de: Mayakovs­
ki sokağı.
Bugün bir genel tur yapacağız Tül'le.

17 Haziran -
ônce Peşte'de, sonra Buda yakasında bir panorama-tura katıldık
dün. İki taraf da ayrı nedenlerle yıkılmış: ilki daha çok şehircilik
tasasıyla, ikincisi il. Dünya Savaşı son ve ağır darbe olmak üzere
çeşitli dış saldırılarla. Bir Ady heykelinin önünden geçtik, sızı. Gül
Baba'yı sıyırıp geçtik. Köprüler, bulvarlar, nefis Parlamento Sarayı.
Bugün, Peşte'nin derinliklerinde olacağız.
Üzerimde hfila Prag'ın etkisi. öyle bir etki ki bu, Budapeşte'ye
sızmamı engelliyor. Buna, şehrin "turistik" özellikleri de yol açıyor.
Gene de, Prag'dan önce gelseydim buraya, farklı izlenimlerim olurdu.

ı8 Haziran ­
sabah
Bu öğlen, Budapeşte'den ayrılıyoruz; trenle Viyana'ya, Türki­
ye'ye dönmeden son üç gün.
Dün sabah, metroya binip Şehitler Anıtının orada indik. Kili­
senin, kulelerin etrafında dolanıp hayvanat bahçesinin önünden
Gündal'e girdik: ı894'te kurulmuş, son derece zarif bir cafe-resta­
urant. Kaz ciğeri ve dondurma: Hafif öğlen yemeği. Sonra müzeyi
gezdik: Rembrant'lar, Rubens'ler, Grien, Christus, bol miktarda
El Greco, Velasquez, Cranach. Zengin bir eski Mısır koleksiyonu.
Tekrar metroyla Vaci'ye dönüp plakları taradık. Prag ve Peşte'den

20'yi aşkın CD ve plak aldık- bu yaz y pyeni ezgiler dolduracak Şa­
kayık'taki odaları: Cage, Liszt, Mozart, Bach, Stravinski, vb. Ger­
beaud'da birer kahve içtik, sağanak altında. Macar yemeği ve TV'de
maçlar ile tamamlandı gece.

34
Yoruldum biraz. Tezgahımı özledim. Aklım Prag'da dolduğu
şiirsel hareketlerde. Viyana'ya dönmek gene de iyi, İstanbul önce­
sinde: Budapeşte yüksek voltaj yaratmadı bende. Gelip gördüğüm
tabii iyi oldu. Bir daha gelme isteği duyacağımı sanmam oysa. Bir
kere görülmeli burası, ama bir kere. Prag öyle mi?

ı9 Ha.ziran, Viyana -
Macar sınır subayları ile yaşadığımız çirkin bir dalaş yüzünden
iyice sinirli, dün döndük buraya. Bir haftadır gördüklerimiz; yaşa­
dığımız bazı tatsızlıklar uygarlık ölçülerini özlemeye itti bizi: So­
nuçta, Viyana bu sefer çok iyi geldi!
Önce, şimdi bu satırları yazdığım Cafe Griensteidl'e gelip bir­
şeyler yedik: Damak tadı! Sonra Kiri Te Kanawa konseri: Büyük yı­
kanış. Gece gelip burada yedik gene, dolaşıp yattık.
Viyana'da son iki gün, son iki gece. Her zaman olduğu gibi Tül dön­
me konusunda isteksiz, ben hazır gibiyim. Tezgahım, masam, kağıt­
larım! Altı-yedi şiirin ön hazırlıkları, bir o kadar çıkma ile doldum
bu yolculukta. Dönüşte, bir hafta parantez içinde kalabilsem, her
yolculuğun yarattığı iç hareketler, oluşturduğu hızlı birikimden daha
çok verim çıkarabilirim. Olmadı hiç, olmuyor, olmayacak bu kez de:
Banka, Yayınevi, Remzi, Deko, annemler, Sarp, biriken beklentiler
derken kendimi beni beklemiş bir çukura düşerken buluyorum.
Oysa ne çok kıvılcım toplanıyor.
Bir ateş olsun yakamadan kaybolsunlar diye mi?

20 Ha.ziran -
Viyana'da son gün, yarın öğlen İstanbul'a uçuyoruz. Kaslarımız
kopasıya yürüdük dün gene; uykumu alamadan erken kalktım bu
sabah. Pall Mall'lerim bitmek üzereydi, güç bela bir tütüncü bulup
Player's aldım iki paket. Albertina'nın karşısındaki röprodüksiyon
satan dükkan kartpostal kaynıyordu, bir tane Gerstl bulabildim an­
cak. Büyük minör. "Gülen Adam"dan 3 tane aldım, iki de Dürer.

35
Gerstl'i, 86'da Faris-Viyana sergisinde keşfetmiştim. Geçen haf­
ta, "Alaca Divan"ın 'program'ında yer alan şiiri ateşledi "Schönberg
Ailesi� Ama bu sabah, "Gülen Adam"a bambaşka bir gözle baktığımı
farkettim: Melk şiirine bir eklem.

36
1 1 1

. .

B E R L I N - PA R I S
4 Kasım 1992, Berlin-Wannsee -
Berlin'de dördüncü gün, ne deftere yaklaşabildim, ne de yaklaş­
mayı düşündüm. Öylesine yorulmuşum ki istanbul'da, kağıt-kale­
me uzanmıyor elim.
Tanışıyoruz Berlin'le. ilk gün Düsseldorf üzerinden gelince,
Gültekin bizi havaalanında karşılayamadı, şehirde buluştuk,
Hulki'yi de alıp öyle geldik LCB yurduna. Wannsee son derece
etkileyici bir atmosfer sunuyor. Göl kıyısında küçük bir tepede
bina; önü-arkası güz yaprağı seli; dev ağaçlar. Kleist'la sevgilisi­
nin mezarının iki adım ötesindeyiz. Rivayete göre, LCB binası,
bir Yahudi'nin eski yazlığı. Üç katlı eski bir köşk, içerisi alabil­
diğine işlevli biçimde modernize edilip dönüştürülmüş. Toplantı
ve kahvaltı salonları; odalar bir yazarın aylarca kalabileceği bi­
çimde düşünülüp kotarılmış: Yatak, kütüphane içine gizlenmiş
nefis bir banyo, büyük bir yazı masası, dolaplar, sehpa ve koltuk­
lar, küçük bir buzdolabı ve kahve makinesi! Gerçekten de aylarca
kalınabilir bu odada; Tül hayran kaldı. En önemlisi ortamın ses­
sizliği, dinginliği. Bir güz, bir kış, bir mevsim yeter iyi bir kitabın
tohumu için burada. Üç gün içinde yeni filizler boy attı: "Seferi
Divan"a.
Gültekin büyük konuksever. İki sosyal-demokrat genç, Haluk ve
İlhan da koşturuyorlar. Berlin'i seviyorlar, ama, artık, boğuluyorlar

39
da. Arif Gelen' le karşılaştık, 21 yıl sonra: Eski tüfek, koca kurt epey
yaşlanmış tabii. ilk kılavuzluğu onlar yaptılar Berlin'de.
Geldiğimiz gecenin sabahı, erken saat çıkıp yürüdüm çevrede,
göle indim. Çiğ basmıştı her yanı, müthiş bir renk sıkalası üzerinde
çalışıyor zihin ve imgelem, ossaat: Şiir için sert hazırlıklar.
Toplu bir kahvaltı yaptık: Nazlı, Gülseli, Hulki, Haşan Bülent,
biz; Jürgen, Zafer Şenocak, Gültekin ve öteki Berlinli Türkler. Öğle
sonrası, büyük bulvarların keşfi, gece bir Arjantin yemeği için kaç­
tık Tül'le. Dün sabah, birlikte kente indik ve orada ayrıldık. Önce
Duvar'a gittik; Brandenburg kapısı ve Reichstag. Sonra Doğu Berlin
tarafında birkaç saat, Alexander Platz'a dek yürüdük. Kalan binalar
ve sokaklar hüzün verici, yorgun, bakımsızlar. Ama asıl hüzün ve­
rici olan yıkılan Berlin'in yerini alan yeni kent sahaları: Döblin'in
meydanı artık kişiliksiz bir rüzgar cehennemi.
Bergama Müzesi'ni gezdik öğleden sonra; büyük Dışavurum­
culuk sergisi kapalıydı. Bergama, Priene ve Milet'ten; Babilon­
ya'dan ve Baalbak'ten gelen dev parçalar görkemli bir bütünlük
kurmuş burada. Nazlı ve Gülseli, müze defterine, "bunlar bize ait,
geri verin" diye yazmışlar. Müthiş şaşırdım. Malazgirt savaşından
20 yüzyıl önce yapılmış kentler kime ait olabilir? Doğrusu, benim
de itirazım var Müze'ye, bu tür bir müze anlayışına: "Yer"inden
bunca soyutlanan bir tablo ya da yontu değil ki: Hayatın kendisi.
Çok isteniyorsa, tıpkıbasımları yaptırtılırdı. Ama bir kent hangi
toprağa aitse, orada öylece durmalıdır. Sonsuz gurbet duygusu ile
uğulduyor Bergama tapınağı kadar İştar kapısı ve Asur mezar taş­
ları. "Seferi Divan" için ikinci tohum mu?
1993'te bir de "Müze Sayısı" düzenlemeyi düşünüyorum Sanat
Dünyamız'da- "Büyük Küçük Müzeler � denemesine daha farklı bir
halka eklemlemek adına. ,,
Sonra, dün akşam, 'profesyonel' ortama girildi. Ama daha önce,
başkonsolos bir kokteyl verdi. Acıklı bir akşam, eski politikacı ve
bakanlar da konukmuş burada: Bayülken vb. İnanılmaz kofiukta

40
konuşmalar tabii: Emekli politikacı içi doldurulmuş bir geyiğe ben­
ziyor nedense ve fıkralara geçen avcıları çağrıştırıyor.
ilk gece, LCB'de, K.ahraman-İnal-Batur'undu. Kuru-sıkı ve an­
lamsız bir etkinlik. Üç-beş Alman, yirmi-otuz Türk izleyici önünde
"okuma" yapıldı. Almancada şiirlerimi dinlemek dışında, benim
için korkunç sıkıcı bir seanstı. Zafer ve Eva "Büyükbaba", "Sahaf'
ve "Pasaport"u çevirdilerdi "Gri Divan"dan; "Gönderen"den de iki
deneme: "Mektup Yaz!" ile "Nişan ve Nizam". Cuma günü, HDB Se­
ansı var, "Kerteriz"i orada okurum belki.
Dünkü oturumda, Hasan Bülent'in şiirlerim üzerine yazdığı 5-6
sayfalık 'genel değerlendirme'yi, Almancası okunurken, Türkçesin­
den izledim. Tipik bir satıh bakış, yalnızca ve yalnızca basmakalıp gö­
rüşler. Hasan Bülent iyi bir insan aslında, ama dersini yeterince çalış­
mıyor. Gerçekte kendisini yeterli kılamadığı alanlarda öylesine vakit
ve emek harcıyor ki, sonuçta hiçbir konuda derinleşmesini sağlamıyor
o enerji. Ben şiirlerimi okuduktan sonra, Almancaları okunurken gö­
zucuyla baktım: Büyük bir şaşkınlıkla "Gri Divan"ın sayfalarını karış­
tırıyor gibi geldi bana: Sanki ilk kez sahiden okuyordu okuduklarını.
Buraya çok ciddi biçimde hazırlanıp gelmiş olmam değil mi asıl
komik olan? Kendimle alay etmektense, acıyorum. Daha da komik
kılıyor bu, durumumu.
"Kerteriz"miş!
Ne kerizlik.

5 Kasım -
Zaman çarkı hızlandı sanki. Biraz da Tül etkiliyor beni: Ber­
lin'den ayrılmak istemiyor canım. Ama, daha çok Wannsee'deki
ortam, bu konukevi sardı. Otel ile ev arası keyifli bir köprü. Neyse,
daha 3-4 günümüz var.
Dün, öğlen bir kütüphane kokteyli için Kreuzberg'e gittik: Ber­
lin'de, siyasi isteriyle donanmış bir Türk köyü. Güç bela kurtardık
paçayı oradan, şehrin merkezine dönüp bir Arjantin lokantasında

41
yemek yedik. Sonra Berlinische Galerie'ye gittik. Müzeye girme­
den, birkaç saat nikotinsiz kalacağımızı düşünerek, bahçede birer
sigara yaktık. O sırada, yüz metre kadar ileride, ışıkları yanan, tek
katlı, bir limonluğu andıran küçük yapı gözümüze çarptı. Yaklaş­
tık. Belgesel bir fotoğraf sergisi sandık önce: "Terör Topografyası".
içeride; Nazilere ve Gestapo'ya ilişkin belgeler ve fotoğraflar yer
alıyordu. 'Galeri'nin bir de alt katı vardı, yüzeyin altında bakımsız
bir mahzen. Neden sonra, buranın Gestapo'nun Berlin'deki sahici
işkence merkezi olduğunu kavradık - ürpertiyle hızlanıp çıktık.
öyle sanıyorum ki, kampları gezemezdim.
Berlinische Galerie'de, bir Rickley retrospektifi vardı: 1965-92
retrospektifi. Calder'ın çocuğu, kinetik bir oyuncak dünyası yarat­
mış, geometrik mobil'leriyle. Her boydan uçan kuşlar. Yeni sanat
adına iki-üç salon açık ne yazık ki. Gene de Naum Gabo'lar, biriki
dışavurumcu, El Lissitzski'nin kapakları heyecan vericiydi.
Bir de "Amerika" sergisini gezdik. Mayaların ve Azteklerin ince,
ipince dünyası. Takı dünyasını hfila ezip geçiyorlar: Çeyrek yüzyıl­
dır onların küpe, bilezik ve kolyeleri çoğaltılıyor.
İşte post-modernizm.

6 Kasım -
Müthiş bir performans gösterdik dün. Sabah çıkıp Neue Nati­
onalgalerie'ye gittik: Büyük bir Sandro Chia sergisi, önce. Çarpıcı
bir serüven. 46 doğumlu bir Floransalı. Kataloğunu aldık. Sonra
müze koleksiyonu: Kiefer'den Stella'ya yeniler; Cezanne'dan Bö­
cklin'e 'baba'lar. Doyurucu bir toplam. Kitap aldık epey: Alman
Resmi, 8o'ler; Rainer, Kiefer monografileri; 45 sonrası Amerikan
resmi; Beckmann.
Ardından, "Ekspresyonist Sanat :ı,eo5-37"yi gezdik gidip. Büyük
bir sergiydi, ama yeterince, gerektiğince büyük değildi. Grozs, Dix,
Beckmann, Kirschner, Klee, Nolde, Kokoschka, daha pek çok res­
sam. Tanımadığım yapıtlar da vardı bir hayli.

42
Akşam Wannsee'ye dönüp iki saat dinlendik. Yeniden döndük
merkeze; Savignyplatz'ta dört saat dolaştık, sokak sokak; San Ma­
rino lokantasında nefis bir Akdeniz yemeği yedik.

7 Kasım ­
sabah
Berlin'de son tam gün. Kaba hatlarıyla tanıştığım Şehir, yeniden
gelir, gelebilirsem daha incelebilecek önümde. Önce keşif gerekir,
geniş ölçüde olabildi de bu kez. Yaralı bir kent. Otto Dix'in sargılı
askerlerini çağrıştırıyor. İyileşecek sonunda, sargıların altından
taze, yenilenmiş bir yüz çıkacak. O yüz o kadar ilgilendirmeyebilir
beni. 1920'lerin Berlin'ini kaçırmış olmak, hayıftandırıyor, şim­
di hayalet-sokak ve alanlarla hayalet-bina ve insanlar dolduruyor
kenti. Oysa bu aura da kaybolacak sonunda: Kimsenin aklından
Benjamin'i aramak geçmeyecek bir köşede.
Dün sabah Savigny civarına indik önce. Epey yürüdük. Akşamüs­
tü şehir turu otobüsüne bindik, zayıf ama birkaç gidemediğimiz nok­
taya götürmesi açısından anlamsız da olmayan bir gezi oldu. Gece
HDB'de, 23.3o'a kadar konuştuk, Türk izleyiciler önünde. Kalabalık­
tı, ama genel düzey çok düşüktü. Buradakiler Tiirkiye'de böyle bir et­
kinliğe gelenleri aratacak ölçüde kültürsüz, birikimsiz, hafifler.
Yemek sonrası, Frankfurt'tan gelen Zafer Toker ve Deniz Gök­
türk ile gidip çok güzel bir yemek yedik. Geceyarısı döndük Wan­
nsee'ye.
Yordu Berlin.

8 Kasım ­
sabah
Son sabah Berlin'de. Biraz buruğuz, erken mi oldu dönüş? Yeni­
den gelmek isterim buraya.
Dün çok iyi geçti, çok dolu. Erken indik, Savigny'de yürüdük.
Kadewe'de av hayvanları yedik. Bitpazarı'na gidip gezdik. Dönüp

43
Wannsee'ye dinlendikten sonra yeniden merkeze geçtik. Gautha­
us'da sıkı bir akşam yemeği ve gene uzun bir yürüyüş, özellikle Lu­
dwigplatz etrafında.
Kleist ile Vogel'in ortak mezarını ziyaret ettik Tül'le.
Akşama Paris'te olacağız. Son bir kahvaltıdan sonra, elveda
Wannsee!

ıo Kasım, Paris, Les Deux Magots -


sabah
Bir arkadaşım 'anı toplardı', düpedüz! Herkes bir parça böyle­
dir, biliyorum; ama onunkisi başkaydı sanki: Yaşadığı anı yaşa­
mıyor, onu öncelikle toplamaya çalışıyor gibi gelirdi bana. Hala
görüyorum onu; ama çok yakınında değilim, sezemiyorum şimdi:
Toplayıp toplamadığını. Benim de anı, yaşantı topladığım oldu,
oluyor. Daha çok yolculukta farkına varıyor insan yaşadığı anın:
Onun bilincine varıyor hemen hep, belki bundan toplamaya ça­
lışıyor. Dün gece Procope'da yedik Tülle: ı668'den kalma, Avru­
pa'nın en eski lokanta-kahvesi olması, mönüde "belki Danton ya
da Robespierre'in, belki de Voltaire ya da Rousseau'nun oturduğu
masasındasınız" yazması - bütün bunlar tamamlıyor 'seçkin an'ı.
İnsan, 'bütün anlar böyle olmalı' diye düşünüyor. Sonrası kötü ta­
bii: Bütün anlar seçkin de olsalar, sıradışı da: Ölürken uçacaklar
onlar. Nereden? Zaten buğu halinde yaşadıkları bu tuhaf bellek
deposundan.
Tarih, bireyin küçük tarihinden daha mı farklı? Şu an: Neresin­
deyiz, dünden yarına şeridi akan makaranın?
Berlin; Berlin'in "halleri" besbelli çok etkiledi beni: XIX. yüzyıl;
ı93o'lar; ı945; ıg6ı; ıg8g-go ve şimdi ve maketleriyle yarın.
Hızla, bir başkalaşım metninin ç�ısını çıkardım. Dönüşte üze­
rinde çalışacağım bir metin.
Berlin'de son sabah, öğlene kadar Wannsee'de dolaştık Tül'le.
Kleist ile Henriette Vogel'in mezarını ziyaret ettik, sapa yolları iz-

44
leyip. Berlin bir haftada içimize işledi ya, asıl etkili yanı: Kaybol­
muş olmasıydı.
Paris, yerli yerine oturtuyor herşeyi.
Birkaç film göreceğiz: Herzog, "Europa". Birkaç sergi: Bonnefoy,
Greenaway.
Göz dolduruluyor. İstanbul'da ne kadar az yapılabilen birşey -
bir çağın dışında yaşadığı için.
Dün gece, Tül'e söyledim: Greenaway'i kendime çok yakın on­
dan buluyorum herhalde: Çok yüklüyor yaptığı işi, istifçi. Ben de
öyleyim. Çünkü çok alıyorum, açığım galiba.
Büyük coşkumdan söz etmedim: Dün elime geçti, "Scritti e Sigil­
li". 208 sayfa, güzel basılmış bu kitapla italyancadayım. Aynı dizi­
de, benden önce Seamus Heaney yayınlanmış. Şimdi Gallimard'da.

12 Kasım, Paris, Chez Ruc -


Berlin'in 'yük'ünü yeni yeni hafifletiyorum. Hava soğuk ama
güzel Paris'te: Temiz, pırıl ışıklı. İki film gördük: Önce Herzog'dan
"Cerra Torre", sonra Lars von Trier'dien "Europa". Herzog düşkı­
rıklığına uğrattı beni: Önemli bir izlek (dağa tırmanış), önemli
sayılabilecek bir yan izlek (kendi için/başarı için tırmanmak) ; her
zamanki usta anlatım ve sıradan, hafifbir senaryo. "Europa" daha
iyi bir film, belli belirsiz Greenaway etkisi dışında. Aslında onun
da senaryosu zayıf göründü bana: Atmosferine, anlatım olgunlu­
ğuna oranla. Bu sabah da iki sergi gezdim, Tül'den ayrılıp. Önce,
Louvre'de Greenaway'in düzenlediği bir sergi: Bulutların gürültü­
sü. Bahtım düşkırıklığından açıldı bu ara! Greenaway, son döne­
min bence en sıkı sinema adamı; serginin konusu tek kelimeyle
'.benlik' (uçuş) - oysa ortaya doyurucu bir iş çıkmamış. Ne yazık ki,
biriki hafta içinde açacağı sergisine yetişemiyorum. Oradan, gene
Louvre'daki Bizans koleksiyonu sergisine geçtim. İyi iş bu işte! Do­
yurucu bir bütünlük içinde ikonalar, elyazmaları, sikke ve mücev­
her, kumaş ve tahta oyma arası gezdim. Olağanüstü bir ikiz-simurg

45
figürüne rastladım bir kumaş parçasında. Bir de, Eskişehir köken­
li, işli bir haç: Balkıdı geçti gözümün dibinden.
Aslında, bir sergi düzenleme düşüncesi, bütün yoruculuğuna kar­
şın kurcalıyor beni. Bir küratörlüğüm eksikti! Çok büyük bir İstan­
bul (Fatih belki) sergisi hazırlamak isterdim sözgelimi. Ya da, daha
küçük oylumlu, daha kişisel bir sergi: "Denge", "Korku", "Hokkabaz"
gibi izleklerden biri üzerine.
Dönünce, yayınevine bir "kartpostal üretim işi" önereceğim.
Çeşitli "set"ler: Eski kapaklar; yazar fotoğrafları; elyazmaları; re­
sim, vb.
"Opera" için iki 'yan defter' açacağım.
Tıklım tıklım doluyum.
"Başkalaşımlar" hfila ulaşmadı elime.

14 Kasım, Les Deux Magots -


sabah
Yarın dönüş; akşam İstanbul'da olacağız. İki gündür standart
maratonlarımı çekiyorum Paris sokaklarında. Palais-Royal, St. Ho­
nore, Les Halles, Marais, Place des Vosges. Paris, bana mesafeler
getiriyor her seferinde; hem uzaklaştığım koptuğum; hem başka
pencereler kapılar açtığım, açtığı için. Ne kadar yol alabiliyorum,
sonra, bu geçeneklerde? Bilmiyorum.
Tütün yasağı gene siyasal düşünceye götürdü beni. Bir kahve­
nin vitrin yazısı: "Sigara içilen alan - içmeyenler de girebilir". Si­
gara tutkum bir yana, kural-yasa-sınır üçgeni düşündürüyor beni.
Ve: Birlikte yaşama sorunu. Demokrasiye bağlılığımdan gizli bir
rahatsızlık duydum hep - belli bir saftık dozunu aştığı için. Şimdi,
demokrasiyi barındırdığı zaaflar v� rizikolar için de tek seçenek
saydığımı farkediyorum: Bütün teh�keleri, kendisini yok etmek is­
teyen her eğilimi içleştirme sanatı. Bir kez daha: "Yabancılık"lara
tek mekan. "Opera"ya açılım mı?
Bir alay kitap aldım tabii. Şiir, deneme, felsefe, psikanaliz, bi-

46
lim, anlatı, bol resim kitabı, teori. Dönünce döküm yapacağım.
Bazı kitaplarda aklım kaldı elbette; ama, son yıllarda sık gelebiliyo­
rum, paniği azaltıyor bu.
Gelmek, gelememek: Günlerdir bunu düşünüyorum aslında.
1978-85 arası hiç çıkamadıydım Türkiye dışına: Parasızlık, olanak­
sızlık. Kimbilir ne denli tıkıyordu beni bu - unuttum mu, unutul­
muyor!

47
iV

BELLES ETRANGERE S
1993
7 Mayıs 1993, Montparnasse -
sabah
Paris'te dördüncü sabah. Koşturmakla, sinir bozucu ve yorucu bir
profesyonel koşu içinde geçti son üç gün. Sorbonne'da, Salle Riche­
lieu'deki ilk açılış gecesinden başlayarak, Gombrowicz'in ne kadar bu
tür toplantılar konusunda haklı olduğunu kanıtlayan saatlar katettim.
Şairin maskara hali. Ne umarak gelmiş olabilirim buraya, hayalet bir
yapıtın gölge-yazarı olarak ne anlamı olabilir burada böyle böylece
oluşumun. Söylemek istediklerimin yarısını bile dile getiremedim
Sorbonne'da. Sonraki konuşmalarda da öyle: "Kimim ben, sizi neden
ve nereye kadar ilgilendirir bu?" diyebilmiş olsam da, dinleyicilere.
Bu tedirgin oluşun, duruş'un kaynağı belli öte yandan: Fransız­
cada tek yayımlanan metnim, Anka'daki "Gece Kurda Aittir". Yapıt
olmadı mı, şairin olması gülünçleşiyor. Beaubourg'da Timour Mu­
lı iddine beni sunduğunda, belki de sunum alabildiğine anlamsız
olduğu için, nabzım hepten düştü ya, herhalde bundandı. "Koltuk­
t.a"yı okumam gerekirdi, öyle konuşulmuştu, gecenin ve içimin hali
hana o anda "Maya"yı çağırdı, açıp onu okudum. Dışarıdan da iyi
�örünmüyordum besbelli: Gece sonunda, Claudine "blase" durdu­
ğumu söylemedi mi?
Gene de biraz açıldım: Şiirlerimin Fransızcası okunurken. Büs­
l ıti tün anlamsız olmaktan çıkmıştı varlığım sanki. Çeviriler iyi

51
miydi, hfila bilmiyorum. Özellikle Marie çok iyi okudu şiiri - meğer
yazarmış kadıncağız, dün gece otelde kitabını buldum; imzalamış
iletmiş, oysa sözünü bile etmemişti. (Drieu üzerine iki kitabı daha
vardı künyesinde).
Dün, Karşılaştırmalı Şiir Merkezi'nde, suskuya komşu bir ko­
nuşma. Gece de öyle: Doğu-Batı ikilemine kıpkısa bir katkı. Bugün,
çeviri sorunları üzerinde söz alacağım, "Pasaport"tan yola çıkıp
hazırladığım metinle. Belki de en anlamlı, işlevli oturum olacak bu.
Multitudes'de yaptığım radyo konuşması dışında. Ali Semizoğlu
zeki, kültürlü, doğru bir adam izlenimi bıraktı bende. İyi hazırlan­
mıştı. Şiir üzerinde bir saat, hem de Fransızca, kanımca iyi bir söy­
leşi yaptık - kaseti gönderecek bana.
Toplumsal hareketliliğin yer yer komik, yer yer de ürkütücü özü
bir yana, Belles Etrangeres bir gündem yaratmıyor denemez tabii:
Le Monde'da ve Libe'de, kimi dergilerde geniş yer verildi bize. Et­
kinliklere belli bir ilgi de vardı, herşeye karşın. Program biraz fazla
yüklüydü ilk günler: Konuşmalarla bitmiyordu çünkü iş; fotoğraf
çekimleri, kokteyller, yemekler de ağır geldi.
Görmeyi umduklarımı gördüm: Leslie, Melih Başaran, Ziya
Derlen.
Nefis bir sürpriz: Serge Petit! Öyle özlemiştim ki onu.
Nicole Zand'la buluşacağız yarın akşam. Sonra iki gün "tatil" ve
taşra.
Ekip var bir de! Sık sık gerginleşen ilişkiler. Çoğu tatlı insanlar
aslında, çocuklaşıyorlar da: İnci'yi sevdim, Latife'yi de. Ataol naif
ve temiz bir insan, tıpkı Özdemir gibi. Bilge ve Demir keyifli, ken­
di dünyalarına çekilmiş adamlar. Leyla hanım atak biraz. Nedim,
günah keçisi: Kim ne derse desin, N�dim'i severim ben. Buradaki
"başarı"sı ona antipati beslenmesin€)', yol açıyor gibi geliyor bana.
Organizasyonda bozukluk çok, ama faturanın Nedim'e çıkması
yanlış.

1 52
13 Mayıs, Brüksel -
Yoğun tempo içinde geçiyor Les Belles Etrangeres günleri. Sor­
bonne ve Beaubourg'daki bir hayli törensi ilk iki geceyi, Paris'te biri
'boş', öteki anlamlı iki etkinlik izledi. INALCO'da, Karşılaştırmalı
Şiir Merkezi'nde havanda su dövdük. Buna karşılık, Bibliotheque
Nationale'daki "Düzayak çeviri mi, Yazınsal çeviri mi?" başlıklı
oturum çok nitelikliydi. Timour Muhiddine sundu oturumu; mü­
kemmel bir Fransızcayla Ferda Fidan çeviri sergüzeştini aktardı;
Ali Semizoğlu, Halid Ziya çevirmenin sorunları üzerine güçlü bir
'expose' yaptı; Alain Mascarou, kendisini çeviri yapmaya hangi et­
menlerin yönelttiği üzerinde durdu; ben "Le Passeport"u okudum.
Oturum sonrası tartışma da renkli ve düzenliydi. Bilge, Demir ve
Leyla da izlediler; Nedim de: Bana, çok önemli bir bildiri getirdiği­
mi söyledi ve tebrik etti. Özdemir oturum başladıktan sonra, çekil-
di. Yorgun ve biraz içkiliydi sanırım.
Oturum öncesi Tül'le haşhaşa Cafe Colbert'de oturduk. Sonra­
sında Leslie ve Violain'le kahve içtik. Gece, Çin lokantasında bir
ziyafet çektik kendimize.
Hafta sonu boştuk Paris'te. Kokteyllerden kaçtık tabii. Cumarte­
si, alışverişe çıktık, ayrı ayrı. Bir alay kitap gene: 'Deri' üzerine epey
ilginç kaynak bulup aldım. Nefis bir "Yedi Harikalar Kitabı" daha
buldum - şansım yaver gitti! Gece, Meksikalıda fajitaslarımızı yedik.
Pazar sabahını Porte de Vanves'dan, bitpazarından başlattık.
Encyclopedie'nin "Metiers du Cuir" cildini ve Max Frisch'in gün­
lüğünü yakaladım orada; bir de kül tablası. Sonra uzun bir yürü­
yüşe giriştik: Montparnasse'dan Odeon'a önce; Luxembourg'dan
geçerek. Ağaçlar gene çıldırttı beni. Yemek yedik ve yürüyüşü sür­
dürdük: Pont Neuf, Place Dauphine, Hal'ler, Marais. Hava nefisti.
Place des Vosges'a kadar yürüdük ve bir mola verdik akşamüstü.
Dehii'yla karşılaştık. Ne yazık ki yitiriyoruz o büyülü köşeyi: Büs­
bütün turistik, ciliilı bir yer oluyor. Onca yorgunluğa karşın, gece
yarısına kadar St. Germain'de kaldık.

53
Ertesi sabah yola çıkıldı: Blois'ya. Komik, gereksiz bir kütüpha­
ne söyleşisi yapıldı. Nefis bir yemek verdiler gece, balık lokanta­
sında. Tül'le uzun uzun yürüdük kentte ve şatoyu gezdik. Alımlı bir
ortaçağ kentinin izleri yaşatılıyor Blois'da.
Ertesi gün Poitiers'ya vardık. Gene anlamsız bir 'rencontre',
kent dışında. Şehir turu. Orta ayar bir yemek.
Dün, Brüksel'e geldik. Metropole oteli müthiş. Bir XIX. yüzyıl
afeti. Çok iyi ağırlıyor bizi Belçikalılar. Akşam, sıradışı bir kitabevi
olan Tropismes'de söyleşi yaptık. İlgili, sıcak bir izleyici topluluğu,
anlamlı bir alışveriş. Büyükelçi Yıldırım Keskin burada; yemek
verdi onurumuza. Tropismes'in sahibi, iki tatlı Belçikalı ile ayn ı
masada keyifli bir sohbet tutturduk. Belçikalılardan biri, kendi
deyimiyle 'turco-maniaque'; çok iyi tanıyor Türkiye'yi ve coşkuyla
bakıyor herşeye. Onu, sanıyorum bu gece de göreceğiz. Biraz Phi­
lippe'i çağrıştırdı bana. Hadi Uluengin de uğradı, arada.
Gece, geç vakit, yağmur altında Grande Place'da ve ara sokaklar-
da yürüdük Tül'le.
Bugün Bruges'e götüreceğim sevgilimi.
Sevgili: 7 yıl sonra hfila.
Ve Bruges : ıs yıl sonra.

15 Mayıs, Paris -
Brüksel faslı keyifli ve anlamlı oldu, doğrusu. Otel görkemliydi, et­
kinlikler iyi geçti, güzel yemekler yedik. En önemlisi, Tül'ü Bruges'e
götürebilmiş olmam. üç saatta, yıldırım hızıyla gezdik kenti. Yoğun
bir heyecan sardı Tül'ü. Ben, biraz da ağrılı geçtim, sokaklardan ve
meydanlardan. Her yanı her yanımdan zonkladı Bruges'ün: Zaman,
yaşadığım som yalnızlık anları, Beguinage bahçesinde geçirdiğim
gecenin hayatımı biçimleyişi, yağmqrlar, kanal, beş haftamı payla­
şan kedi ve şiir. Zalim kuyu! Gidip göle baktım gene. Fayton seslerine
kulak verdim. Yeniden döneceğiz Tül'le, buraya. Çünkü dönmeliyiz.
insan, oraya kendisine daha bir yaklaşmak için ara ara gitmeli.

54
Paris'te son 24 saat. Dün kitapçı gezdim biraz. Biraz da bugün
gezeceğim. Sonra, klasik ayrılış töreni hazırlıkları başlayacak. Yo­
ruldum zaten. Masamı özledim. Masamdaki yolculuğum çağırıyor
beni. Bir de, her dönüşteki curcuna olmasa, olmayabilseydi.
Belles Etrangeres'in bendeki izlerini döndüğümde daha iyi de­
ğerlendirebileceğimi sanıyorum. Sanıyorum: Açılımlar olacaksa,
onları da.
48 saattır altı çocukla bir öğretmeni rehin tutan adamı bu sa­
bah avladılar. İçimde bir çınlama. Herkes o anda kahraman oldu:
Başbakan, İçişleri Bakanı, Belediye Başkanı, Emniyet Müdürü,
polis ekibi, en çok da içerideki öğretmen. Adama gelince, o bir 'ca­
navar' tabii: Karşı-kahraman. Ogre. Minotor. Mükemmele yakın
bir senaryo uyguladı. Oysa, mükemmele yakın diye birşey yoktur,
mükemmel vardır. Hata yaptı ve öldürüldü. Bir haftadır eyleminin
işaretlerini veriyormuş, "H. B." imzalı. İnsani bomba. Kendisinde
patladı bomba. Kendisinde patlattı. Kamu yenilir mi hiç?

55
v

PARI S - F L O RA N S A
MILAN O - ROMA
1994
26 Nisan 1994 -
Paris'te üçüncü günün sabahı, Les Deux Magots. Kahvenin için­
de hareket eden görüntüler. Dışarıda çiseliyor. Dün çok açıktı hava,
düpedüz günlük güneşlikti. Gece: Dolunay. Bir ara, geceyarısı, otel
penceresinin karşısına dikildi. Fotoğraf çekmeyi denedim. Doğru
dürüst bir makinem olmalıydı. Olsaydı, bir süre bulutlar üzerinde
çalışırdım. Dün gece, kiremite dönüyordu nedense renk: Bir bakır
eğilimi.
36 saatta yorgun düştü ayaklarım. Lapacılıktan oluyor bu, İs­
tanbul'da hiç hareket etmiyorum. Oysa, ekseni ancak Beaubourg'la
Montparnasse arası açabildik. Gece, Çin Lokantasında yedik. San­
cerre eşliğinde. Ondan önce Coupole'de birer margarita içmiştik,
epey çarptı içki, ikimizi de.
Programda "La Ville" ve Stael sergileri, iki-üç film var. Kitapçı­
lara ufak ufak göz atabildim, bugün dalacağım.
"Yolcu" için uçaktan beri oyalayan bir fikir, sayfa sayıları -bazen
sayfanın merkezine gelecek ölçüde- oynak, yazılar derkenara yerle­
şecek -zaman zaman- ölçüde uçarı olmalı.

27 Nisan -
Gece, uyku-düş bölünüşü, Tanpınar'la boğuştum. Ruh: Sıkışmış
bir fikir.

59
Paris'te iki gündür gri yağmur. İçimdeki ecinni-keşiş kıpırdıyor.
Bazı uzun yola çıkış istekleri. Defter kapatma dürtüleri. Çekirdek
çalışıyor demek ve kopuş, sapış, ayrılış bekliyor. Çizgilerim yordu
beni. Kendimden bitkin düştüm. Belki de Türkiye gerilimlerinden
ve dünyadan. Büyük şiddet lekeleri kuşatıyor.

28 Nisan -
Gece, Işıl aradı, tel§.şlı. Zaten müthiş bir telaş ustası. Bana da bu­
laştırdı içindeki kıpırtıları. İtalya programı bir dinamit sandığına
dönüşüyor gitgide. Centro Montale'deki konuşmadan önce Spagno­
letti'yle öğle yemeği yenecek. Konuşmadan sonraysa Montale'nin
son sevgilisi ("tilki") olan merkez yöneticisinin evinde yemek ye­
necek. "Imago Mundi", 30 milyon liretlik bir karşılığı da olan Gu­
ggenheim-Montale ödüllerine aday olabilirmiş. Bütün bunlar tam
ne demektir bilmiyorum. Anladığım kadarı şu: O gece Roma'da
kalınacak, ertesi sabah Milano'ya doğru yola çıkılacak, ama bu du­
rumda C rocetti'yle filan randevular yatacak. Işıl'ın bir organizas­
yon dehası olduğu herhalde söylenemez, daha iyi örgütlenebilirdi
sanki herşey. Bir olasılık da bu kargaşanın İtalya'dan, İtalyanlıktan
kaynaklanması tabii.
Uykumda, çok iyi iki konuşma yaptım - hem Floransa'da, hem
Roma'da. Oysa oldukça gerginim: Fransızca konuşmam gerekeceği
için. İnsanın başka bir dilde konuşması, hele şiirden ve şiirinden
sözetmesi ne kadar güç.
Bugün "La Ville" sergisine gitmeyi planlıyoruz Tül'le. Sonra
Leslie'yle buluşacağız Les Halles'de.

29 Nisan -
Dün sabah, tıpkı şimdiki ve her gi.lınkü gibi Les Deux Magots'ya
oturup Roma konuşmasının çatısını hazırladım. Sonuç olarak bil­
miyorum bunları mı konuşabilirim, konuşabileceğim, yoksa bam­
başka bir çizgide mi söz alacağım, ama hazırlanmak iyidir.

60
Ardından, Tül'le buluşup Beaubourg'daki Benjamin ve "La Vil­
le" sergilerine gittik, bacaklarımız kopasıya gezdik. Benjamin ser­
gisi, verdiği acılı hüzün bir yana, işime de yaradı, yarayacak. 'Pasaj­
lar'ın elyazmalarının bir bölüğü sergileniyordu, ilk defa gördüm.
Panoramalara baktım, dik dik Horkheimer'in bir fotoğrafına da.
"La Ville" sergisi azman işti. Yüzlerce harita, pafta, kroki bir yanda,
yüzlerce resim bir başka yanda, koşut bir düzende temalar katedili­
yor: Geleceğin kenti, şehir ve kıyamet gibi. Böyle uçuk ve kapsamlı
bir sergi düzenlemek nasıl çekiyor beni, anlatamam.
Öğleden sonra Leslie'yle buluştuk. Canım, 45 yaş depresyonu­
na hazırlanıyor. 'Kimim ben ve ne yaptım, yapıyorum, yapabilece­
ğim?'. Sorular acımasızdır. "Sarnıç"tan ilerlemediği için sıkıntılı.
İlerleyecektir.
Gidip Andre du Bouchet'yi dinledik bir saat. Tek kelime konuşma­
dı, sıkıntı içinde şiirlerini okudu yalnızca. Leslie'nin dediği gibi 'li­
turgique' bir şiir, onu kendime uzak buluyorum. Dupin de oradaydı,
tam önümde oturdu. ikisini de Türkçeye ilk ben çevirmiştim, 78'de.
Tanışabilirdim, istemedim. ıoo kadar dikkatli izleyici vardı, çıkışta
yüzlerine baktım: Şiir kavmi üyeleri her yerde biribirine benziyor.

30 Nisan -
Bu akşam trenle Floransa'ya geçiyoruz. Bir hafta geldi geçti Pa­
ris'te. Tül şimdiden bungun. Kimbilir dönerken ne olacak. Ben yo­
ruluyorum oysa; bir süre sonra doyuyorum da. Yolculuk ritmiyle
daha fazlasını istemiyor canım. Abartılı bir koşturmaca yaşıyoruz
Paris'te, gevşek ve sakin olamıyoruz. Ben tek gelsem olurdum. Bel­
ki biraz kitapçılarda kaçırıyorum ipin ucunu:
Dün, Maison des Ecrivains'deki oturumda iyi değildim. Anlaşı­
lan, hazırlığım yeterli olmamış. Türkiye'de Türkçe konuşurken ha­
zırlandığım kadar hazırlanmıştım. Demek yetmiyor. ikinci turda
açıldım, ama beni rahatlatmaya yetmedi bu. Gerçi Nedim ve Ali de
parlak değildiler, beni ilgilendirmese de bu. Güzin, Melih, Levent,

61
Erol özkoray ve başka tanıdık yüzler vardı konuşmada. Noemi uğ­
radı. Bir Hititolog kadın esir aldı sonra beni, Emilia Masson tam
bir çılgın, gene de ilginç biri. Gece, New Furstemberg'de hep birlik­
te yedik. Ayşe ve Ali sıcak insanlar.
David Bellos bir mektup göndermiş, Maison des Ecrivains'e; be­
nimle temas kurmak ve Perec biyografisini iletmek için çırpınıyor.
Belli ki tatlı bir kaçık.
Şimdi İtalya maratonu başlıyor. Umarım altından kalkarım.

ı Mayıs ­
akşam
Floransa'da, Işıl'ın evindeyiz. Duomo'nun iki adım ötesinde,
yüksek tavanlı tipik bir Toscana evi - kuleden bozma.
Sabah Işıl karşıladı bizi istasyonda. Eve gelip hemen çıktık
dışarı, bir saat dolanıp kahve içtik ve Porte Vecchio'da Mauricio
ile buluştuk. Mauricio Sg'da bir dizi fotoğrafımı çekmişti istan­
bul'da, bu kez de Floransa'da aynı işe soyundu. Birlikte Mario Lu­
zi'nin evine gittik. ihtiyar şık giyinmiş, bekliyordu. Küçük, her
yanı kitaplar ve resimlerle kaplı bir ev. Müthiş ilhan'a benzettim
onu - hem ince uzun oluşu ve yaşıyla (tam So'inde şimdi), hem de
benimle kurduğu şiir babalığı ilişkisi çerçevesinde. Epey fotoğra­
fımızı çekti birlikte, Mauricio. Şiirleri, baktım, pek çok dile çev­
rilmiş durumda: Almancadan Çekçeye, Fransızcadan Lehçeye.
Hayatının sonuna gelmiş bir şair: Kendisine nasıl bakıyordur?
Bu gece birlikte yiyeceğiz Luzi'yle. Yarın beni o sunacak, sonra
da geçen yıl Floransa'da Derrida'yla söyleşen bir adamla söyleşece­
ğiz.
Müthiş bir trafik var burada. Milo de Angelis aradı Milano'dan,

Lizbon'a gidiyormuş yarın, onun içi telefonda hiç değilse konuş­
mak istemiş. Fransa'da ilk kitabı çıkmış, Maison des Ecrivains/St.
Nazaire yayını, baktım epey oylumlu bir kitap. Ardından ilk yayın­
cım Spagnoletti'yle konuştum, öbür gün Roma'da buluşacağız.

62
Akşamüstü gene çıkıp uzun uzun yürüdük kentte. Mauricio beni
durmadan kentin içinden avladı. Ama ondan önce, Toscana'nın bü­
yük gazetelerinden birinden bir gazeteci, Pier Francesco gelip be­
nimle uzun bir söyleşi yaptı. Şaştım açıkçası: Adam kitaplarımı çok
iyi okumuş ve oldukça anlamlı sorular yöneltiyor!

3 Mayıs ­
sabah
Birazdan Roma'ya hareket edeceğiz. Gece boyu yürüyerek Flo­
ransa'yı içimize çektik Tül'le, ama ayaklarım isyan ediyor. Yolun
ortasında düştüğü için, Tül'ün durumu daha iyi değil.
Dün, Institut'deki seans çok etkileyici oldu, benim açımdan.
Dört yanı kitaplarla kaplı yüksek tavanlı bir odada önce Mario
Luzi sundu beni. Ardından Mario Speccio, beni Hölderlin'in ve
Nerval'in süreğine çeken bir buçuk saatlik bir analiz yaptı. " Ima­
go Mundi"yi düpedüz didik didik etmiş, ana temaların arasından
olağanüstü bir ağ kurmuş. Sonra Işıl konuştu ve birkaç sözle, bir
de biraz şiir okuyarak tamamladım geceyi. 25 yıllık şiir hayatımda
ilk kez böyle bir saygı duruşuyla karşılaşıyorum. Nerede? Floran­
sa'da!

5 Mayıs, Paris -
Yorgun, bu sabah vardığımız Paris'te, inanılmaz bir koşuşturma
içinde geçen 'italya'da son 36 saat'ı düşünüyorum.
Roma'ya, saat 14.oo'te vardık ve Via Veneto'daki pansiyona inip
hemen Spagnoletti'ye gittik. Nefis bir evde, benden devamlı "il ma­
estro" diye sözeden karısıyla karşıladı bizi sevimli ve yaşlı ihtiyar.
. Zavallının iki gözü de kör olmak üzereymiş, başka sağlık sorunları
da var. Gene de birkaç yeni kitap daha basabilmiş. Hoş bir dizi, be­
nimkinin de yer aldığı dizi: Rengarenk, yanyana duruyorlar. Vakti­
miz çok dar olduğu için epitopu bir kahve molası verebildik, Spazi­
ani 'ye doğru yola çıktık.

63
Spaziani, 70 yaşlarında, Roma'nın en eski ve lüks mahallesinde
oturuyor. italya'ya gelene kadar adım duymamıştım ama sıradan
biri değil: Şair (şiirlerini Mercure de France biraraya getirmiş yeni,
bakacağım) , yazar, aforizmacı, Fransız edebiyatı hocası (bir sürü
kitap yazmış), çevirmen (özellikle Racine çevirilerinden sözetti) .
ilk bakışta insandan çok ata, kadından çok erkeğe benzetiyorum
onu. Kısa sürede çekicilik kazanıyor oysa. Oturma odasındaki yağ­
lıboya bir tablodan, gençken dehşet güzel bir kadın olduğu anlaşılı­
yor. "Tilki", boşuna Montale'yi bunca etkilememiş. Daha önemlisi,
keskin bir zekası, annemi andıran sert ve yumuşak bir med-ceziri
var. Belli ki beni pek beğendi! Gece ayrılırken de, sarılıp öpmek is­
tedi, düpedüz kucaklaştık sonunda.
Centro Montale, öyle görünüyor ki, ciddiye alınan bir merkez.
Ne yazık ki, organizasyon kargaşası yüzünden, pek az insana be­
nim konuşma yapacağım bildirilebilmişti. Sonuçta, ancak 20-25
kişi geldi oraya, bir kısmı da tanıdık Türklerdi. Nilgün, ihsan Sa­
karya ve Tevfik.
Spaziani, bu yıl içinde Bonnefoy'nın, Zanzotto'nun konuştuğu­
nu söyledi merkezde, başka önemli şairler de gelmişler.
Spaziani'nin sunuşundan sonra, 1957 doğumlu bir eleştirmen,
45 dakikalık bir genel değerlendirme yaptı "Imago Mundi" üzerin­
de. Daha önce de, RAl'da 45 dakikalık bir konuşma yapmış hakkım­
da, eylülde RAİ televizyonu ve radyosu adına beni yeniden Roma'ya
çağırmak istediğini söyledi. Ardından Işıl kısa bir konuşma yaptı
ve İtalya'nın ünlü televizyon oyuncularından biri 5-6 şiirimi okudu.
En sonunda benimle bir söyleşi oldu ve fena geçmedi galiba. Salon­
dan iki-üç soru geldi, onlar da şairlerdendi, zaten biri kitabını im­
zalayıp getirmiş.
Geceyi, Spaziani'nin hoş bir lokantad.a verdiği yemekle tamam­
ladık. Kadınla uzun ve tatlı, sohbet edebildik. Bende derin bir in­
san, sığ bir edebiyatçı izlenimi bıraktı. İhsan da geldi yemeğe.
Saint-Joseph'ten sınıf arkadaşım, şimdi Roma'da konsolos. Spazia-

64
ni, bir ara, 'baştan beri diplomat mıydınız?' diye sordu ona, sonra da,
çok yumuşak biçimde 'kravatınıza domates düşürdünüz' dedi. Kadı­
nın zekası nefisti, ama ihsan da bunu çok iyi göğüsledi doğrusu.
Geceyarısı, sıkı bir Roma turu yaptırdı bize ihsan, arabasıyla.
Israrla Campo dei Foiri'ye gitmek istedim. Bruno'nun heykelinin
önünde bir fotoğrafımı çektirttim.
Sabahın köründe Roma'dan Milano'ya doğru yola çıkarken,
Tül, 'buraya hemen dönmeliyiz' diyordu.

Milano 'Centrale' görkemli bir antoloji parçası. Yalnız istasyon/


gar tarihinin değil, kentin de özel yapılarından biri. Soğuk, zengin,
buyurgan bir şehir Milano - genel havasıyla çelişen bir Babil kili­
sesine, bir Tecimenler Meydanına karşın. Güç gösterisine dönüş­
müş faşist mimari de görünümü etkiliyor. Duomo'nun kapılarına,
o kapılardaki anlatım istifine hayran kaldım. Floransa'da başlayan
o 'kapı metni' kurma tasarısı, ki bir ucu Paris 74'e iniyor, iyice azdı.
Önce Garzanti'ye gittik. Yayın Yönetmeni kapıda karşıladı bizi. Gö­
türüp güzel bir yemek yedirdi, biraz yayınevini ve kita- bevini gezdir­
di. Kibar, alımsız, iri bir yayınevi Garzanti. Mondadori ile birlikte İtal­
ya'nın en büyüklerinden biri. "Bütün büyük İtalyan şairleri, Zanzotto
hariç, bizdedir" diye övünüyor adam haklı olarak: "Yabancılardan ise
ancak Wallace Stevens gibi büyük ve ağır topları basıyoruz" der demez
sıranın geldiğini anlıyor, ona kitabımı yayınladığı için teşekkür ediyo­
rum. İltifat: "Sizin yaşınızda şairimiz ilk kez oluyor, ama kitabınız çok
etkiledi hepimizi" diyor. Luzi ciddi destek vermiş.
Tatlı bir adam. Uzun uzun İtalyan edebiyatından, yayıncılıktan,
Türkiye'den sözediyor ve ayrılıyoruz. Bir daha karşılaşır mıyız, bi­
linmez.
Saat 16.00 dolaylarında Nicolas Crocetti'yle buluşuyoruz ve ge­
ceyarısına kadar süren bir konukseverlik başlıyor.

65
Nicolas hem 80 aydır Poesia'yı çıkarıyor, hem de Valery'den Rit­
sos'a uzanan bir yayıncılığı var. Yaklaşık 55 kitap çevirmiş İtalyan­
caya: Kavafis'ten Elitis'e. Milano'nun ünlü gazetesi "Giornale"de
servis yöneticisi.
Büroları da, evi de Aldo Rossi'nin mimarı olduğu ilginç, tuhaf
bir sosyal konut kompleksinde. Gırtlağına kadar şiir işine batmış.
Gece yemekte bütün serüvenini anlatıyor, başlıbaşına bir roman.
Poesia net 13 bin satıyor! Dünya rekorudur herhalde, bir şiir dergisi
için. Oysa kitapların satışı ortalama 3oo'de seyrediyormuş.
Nicolas, benim şiirlerime düşkün. Ola ki Akdenizliliktendir. Ge­
nellikle çok uzun süre bekliyormuş manüskriler, o kadar başvuru
var. Gösterdi, inanamadım zarfve dosya yığınını görünce: Türkiye'yi
bile fersah fersah solluyor İtalyan şairleri. Kibarca reddetmeye çalı­
şıyormuş, "en az 7 yıl beklersiniz" diyerek, "olsun" diyorlarmış!
Işıl'la birlikte, üçümüz, iki saat "Ağlayan Kadınlar Lahdi"nin
üzerinden gittik. Çok etkilendi. Kasım ya da Aralık sayısında bütü­
nünü basacak şiirin.
Nicolas'dan, İtalya'daki edebiyat ortamıyla ilgili çok ilginç bilgi­
ler aldım, yazacağım bütün bunları, sıcağı sıcağına.
Bizi Garibaldi'den geçirdiler, Nicolas'yla Işıl. Paris'e doğru yola
çıktık. İsviçre'de bir domuz, polis, uyandırdı.

7 Mayıs -
Paris'te son üç gün. Açık, pak bir hava. Patırtıyı atlattığım, ki­
tap alışverişimi geniş ölçüde tamamladığım için epey gevşemiş, ra­
hatlamış durumdayım. Bir tek bugün ı7.oo'de, Ziya'nın hatırı için
Radio France Internationale'la konuşma yapacağım otelde, bir de
Sarp'a birşeyler alacağım. Başıboş gezipme keyfi önemli. Bugün ya
da yarın Stael sergisini gezeceğiz, oyneyorsa Much a Do About No­
thing'i göreceğiz.
Hayli kitap yüklendim gene. İtalya etkisi belirgin: Gadda'lar,
Zanzotto, yeni bir Sereni aldım. Başka? Hesse ve Hughes'dan de-

66
neme toplamları, Holan'dan Jaccottet'ye bir alay şiir kitabı, yayı­
nevinin ısmarladığı kitapları saymıyorum. Kollarım kopacak gene.
Dönüş hep fena yoruyor insanı.
Dün gece Leslie ve Violin ile Sam Kearny'de yedik, oı.3o'a kadar
yürüdük. Olağanüstü yumuşaktı hava.
Zihnim hızlı çalışıyor.
Şiir günleri.

8 Mayıs -
Deli Faris, dün gece başlayan kış bugüne de taştı: Yağmur, ayaz.
Les Dewc Magots'dayım tabii, içerisi tıklım tıklım dolu, çoğu yazı­
yor ya da okuyor. Yarın, geceyarısını geçe İstanbul'da olacağım ya,
zihnim masaya doğru yöneliyor bile. Oysa, en azından ilk hafta ol­
maz bu, yığılanlar engeller. Sonra bayram tatili gelecek: 10 gün. To­
parlanmak için iyi fırsat. Ama yeni evin işleri, taşınma hazırlıkları
da devreye girecek. Yeni ev, yeni düzen önemli.
İyi sayılabilecek bir konuşma yaptım dün, RFİ'ye. Ya bugün
yayımlanacak ya gelecek pazar. Uçucu söz! Yazı mı uçucu değil?
Artık, anlıyorum, daha iyi anlıyorum, Tül'le de konuştuk: Çevril­
dikçe, kitaplarım, şiirlerim başka dillerde çıktıkça, okyanusta su
zerresi, çölde kum tanesi olduğunu somut biçimde görebiliyor in­
san. Bunlar gerçekleşmeden, herşey çok daha soyut: Olduğundan
büyük bir anlam yükleniyor herşeye. Dün kitapçılarda Milo'nun ya
da Seferis'in kitaplarını ararken iyice aydım: Bir avuç insanı ilgi­
lendiriyor herşey. Kayboluşa bir adım var hep. Kitap yayımlanıyor,
ya tükeniyor, ya bir depoda bekliyor ı.000-2.000 nüsha. Nobel alın­
sa da böyle: Seferis'in yeri raflarda küçücük örneğin, "Denemeler"i
hiçbir yerde bulamıyorum!
Hiç mi yararı yok çevrilip yayımlanmanın? Şu var: Bir çem­
berin içeriğine katılıyor şair, dünyanın dar dolaşımda ı.ooo şairi
arasına giriyor. Çemberin dışındaki 100 bin şairin arasından sıyrı­
larak! Dünya haritasına bakılırken, Türkiye'ye dönüldüğünde akla

67
gelecek iki-üç kişiden biriyim şimdi ben. Ne için? Bir festivale ya
da benzeri bir yere çağrı yapmak gerektiğinde isim bulmak için.
Okunmak, kesintisiz okunma çizgisine ulaşmak için daha fazla za­
man, daha fazla dile çevrilmek, daha fazla kitap, daha yerleşik bir
konum gerek. ikinci bir çember kısacası. Şimdi böyle bir ufuk doğ­
du benim açımdan. Ama yol uzun önümde, henüz.
Yaşarsam, uzun yaşarsam belki görürüm. Tabii bu dinamit dolu
dünyada şiire, edebiyata, kültüre hala yer kalmışsa, kalacaksa.

68
VI

ROMA
B RÜKS E L - B RUGES
. .

H E I D E L B E R G - RAUN H E I M
1995
ROMA
1995

29 Nisan 199s, Gran Caffe -


sabah
Roma'ya ineli 24 saat olmadı henüz. Sakin, sorunsuz bir uçuştan
sonra dün öğlene doğru indik havaalanına. Otel bulmakta güçlük
çektik, sonunda kapağı Quattro Fontana'da bir yere atabildik. Gerçek
bahar bu işte; yumuşak, ne ter döktürten, ne ürperten bir ısı düzeyi.
Geçen yıl Roma'yı doğru dürüst görememiştik, Tül de ben de yıllar
önce gördüğümüz bir Roma'nın hayaletini kovalıyoruz sanki- sonuç:
Roma, Avrupa'nın az değişmiş kentlerinden biri, diyebilirim. Tak­
siyle, sonra faytonla, en sonra da yürüyerek çekirdek bölgelerden bi­
rini taradık: Trevi'den İspanyol merdivenlerine, Piazza Navano'dan
Panteon'a, geceyi Piazza Venezia'dan Colosseum'a kadar ağır ağır
katederek tamamladık. Trajan sütununun önünde uzun uzun durup
biraz "Opera"dan sözettik. Bizans'tan, Hadrianus'tan, Hitler'den.
Tarih tuhaf, bu tuhaflığa alışamadan öleceğim belli ki. Aklımda Ba­
rok Divan'a doğru uçuşan imgeler fırdönüyor. Kiremit renkli kent.
Çeşmeler. Cümbüş ve ürkü. Güzel insanlar, güzel yemekler. Dün öğ­
len Panteon'un karşısındaki Agtipa'da yedik, akşam alla Rampa'da.

71
Arada Plaza'nın barında birer margarita içtik. Bu sabah burada çalış­
mayı umuyorum, konuşma hazırlıklarının hfila ortasındayım! Geri­
liyorum böyle durumlarda. Ah, anadilim! Türkçe konuşacak olsay­
dım, çoktan, on kere hazırdım.

30 Nisan -
Gran Caffe pazar günü kapalı. Via del Lavatore'de sakin bir kah­
veye girip yerleştim, anında gençler üşüştü. Ne yapalım, burada,
bu koşullarda çalışacağım. Her koşulda çalışabiliyor, uyuyabiliyor,
yaşayabiliyor olmam Tül'ü şaşırtıyor. İşte dün gece: Otel odasının
içinden geçiyor gibiydi arabalar; deliksiz diyemem ama, oldukça
rahat uyudum ve dinlendim. Daha kötüsünü sık yaşadım, daha iyi­
sini de şüphesiz, kendimi daha iyisine ayarlamadım. Paris'te, hem
de sonbahar-kış arası, bir duvarı "eksik" (üç duvarlı) bir odada bir
hafta yatmış, çalışmıştım sözgelimi.
Dün akşam, dün gece, uzun uzun yürüdük ara sokaklarında Ro­
ma'nın; Tiber kıyısına, Vatikan'a uzandık. Tarih'le böylesine içli dış­
lı, delik deşik kentlerde yaşayanlar o kesite kayıtsızlaşıyorlar. Bir tür
bıkkınlık gelişiyor onlarda. Öte yandan, gelişkin tarih bilinci pek az
insanda yerleşiklik kazanıyor. İstanbul'daki Bizans'a, ilk dönem Os­
manlısına kaç kişi duyarlıdır? Beni ikidebir Tekfur sarayına, Surlara,
Vlaherna'ya, Süleymaniye'ye taşıyan güdü burada yaşıyor olsaydım
değişmeyecekti: Taş, taşta saklanan yitik vakit içimde koyu bir cezbe
hali doğuruyor. Dün Forum'a bakarken ona vardım: Şimdiki zaman
diye birşey gerçekten olamaz. Zaman, mürekkeptir. An'ın ortasında
gelecek de kayıtlı bekler.
Piazza Navano'da, Tre Scalini'de keyifli bir yemek yedik dün.
İtalyan mutfağı da gizli bir define. On.a yavaş yavaş sokulabiliyoruz.
/'
ı Mayıs ­
sabah
işçi Bayramı nedeniyle çoğu yer kapalı, sonunda bir turist kah-

72
vesine mahkum oldum, uzun bir turdan yenik çıkınca. Üç günde
şehrin berduşlarıyla ilişkileri başlattım; bu sabah, dün de karşılaş­
tığım bir kadınla selamlaştık.
Dün geceyi Campo dei Foiri'de kapattık. Tıpkı geçen yılki gibi,
gidip karşısında durdum heykelin. Giordano'yla da selamlaştık. İki
ucu budur bir şehrin: Hayaletleri ve berduşları. Arasını insancıklar
dolduruyor. Vasat İtalyanlar vasat Türkler gibi: Erkeklerin hemen
hepsinde horoz refleksi gelişmiş, kadınlar rüküş ve orta derecede
yağlı - durmadan konuşuyor, yiyor, hareket ediyorlar. Bir de vasat
turistler var, Roma'yı perişan eden. Özellikle merkez, onlarla kay­
nıyor: Tuhaf çantaları, fotoğraf makineleri, yürüyüş ayakkabılarıy­
la Amerikalılar, Japonlar, taşra İtalyanları. Roma gibi yerlere kışın
gelmek en doğrusu.
Dün, öğleden sonrayı, Forum ve Colloseum etrafında geçirdik.
Taşlar, ah o taşlar. Herbirinde görüntüler, sesler saklanıyor. Horati­
us'u sokaklarda ekşi bir ifadeyle gezerken gördüm. Kıyamet sinyal­
lerini kimse almamış. Gece Piazza Popolo'da, Spaziani'nin geçen
yıl bizi götürdüğü "Del Bolognese"de yedik. Villa Borghese bahçele­
rinde yürüdük. Villa Medicis'in önünden geçtik. Balthus'ü buraya
yerleştiren Malraux geldi aklıma. Duvarların arkasından dev tepsi
çamları taşıyordu: Büyük gece şemsiyeleri. Şehrin uğultusunu kırı­
yor mudur o duvarlar?

2 Mayıs ­
Gran Caffe
Bugün akşamüstü yapacağım konuşmanın son provasını yap­
tım biraz önce: Hazır gibiyim. Yabancı dilde konuşma yapma alış­
kanlığım tam oturmuş sayılmaz; alla turca bir kompleksle konuya
yaklaştığımın bilincindeyim: Türkçe konuşurkenki hakimiyetimi
aramamam gerekirken, onu arıyor olmamın başka bir açıklama­
sı olmasa gerek. Gelecek salı Bonnefoy aynı iskemlede konuşacak
ya, onun anadilinde tutturduğu düzeyi hiza sayıyorum. Gülünç bu.

73
Bir kere, yakalamam sözkonusu değil o hizayı. Aramam da anlam­
lı değil: Bonnefoy neden İtalyanca konuşmuyor örneğin? İngilizce
konuşsa kendi düzeyini tutturabilir mi? Sanmıyorum. Ben neden
Türkçe konuşmuyorum burada? Kimse çekemeyeceği, anlama­
yacağı için. Yazdığım 'konuşma metni' daha iyi yazılamaz mıydı
peki? Yazılabilirdi. Ama, sarfettiğim mesainin iki-üç katı gerekir­
di. Başka bir dilde yazmak - "Modernlerin Gecesi"nin Türkçesini
yazarken açacağım yeniden, bu konuyu.
Dün, neredeyse bitirdik Roma'yı. Gündüzden gece-yarısına bü­
yük bir maraton içinde. Alfredo'da yedik gece, tatlı bir ortam. Tiber
boyu yol aldık. Yarın bu saatta uçaktayız.

74
BRÜKSEL-BRUGES
1995

27 Eylül, Brüksel -

sabah
Metropole'ün kahvesinde bir mola. Dünkü toplantının yükü
üzerimden kalkınca hafifledim. Bruges'deki nefis günümüz ve
gecemizden sonra, toplantının gerginliğini üzerimde hissetmeye
başlamıştım.
Bir gün öncesinde, Bruges'den ayrılmadan, Minevater'e ve Be­
ginjhaf'a gittik Tül'le; o sonsuz dinginliği çağrıştıran, simgeleyen
bahçede, bir tek rüzgarın kavakları hışırdattığı, başka hiçbir sesin
duyulmadığı, duvarların çepeçevre kuşattığı, ayırdığı yerde durup
içimdeki yelkovanı akrebi dinlemek istiyordum. Tam da o noktada
oluşmamış mıydı içimdeki başkalaşım: Günden geceye dantel işle­
yen, yakarmak için ara verip yeniden dantellerine dönen o kadın­
lar! Benim yakaracak tanrım kalmamıştı, elime bez ve iplik almaya
o gün yöneldim.
Niçin öyle değil de böyle yaşıyoruz, ama? İnsan kendi çarkına
kilitli değildir, dişlileri pekala kırabilir, kırmanın yolunu yorda­
mını bulmalıdır. Benim bozgunum, hayata yönelik temel başarı­
sızlığım bu demek: Kıramıyorum çarkı da, dişlileri de. Toplumsal

75
hiçbir hırsım kalmadı, bilmem kaç kişi inanır buna. İyi dergiler
çıkarmak, iyi bir yayınevi kurmak istemiştim, doğru. Bunların
iyi-kötü gerçekleştiği söylenebilir. Başka bir toplumsal hedefim,
hevesim, dileğim yok ki. Ne olmak istediğim birşey, ne de yapmak
istediğim birşey.
Yazma serüveni, denilebilir. Oysa, bir iç yolculuktur bu. Top­
lumsal karşılığı bağlayıcı önemde değildir. Kaldı ki, belli ölçülerde
toplumsal karşılığını zaten aldım ben, bunun önemi olmadığını o
yoldan da anlama, sınama olanağım oldu. Neden, peki, kıramıyo­
rum çarkı? Küçük burjuva korkaklığından: Çekilsem, maddi ola­
naksızlıkların beni birkaç yıl içinde çirkin bir ortama, çirkin ko­
şullara muhtaç bırakacağı korkusu ağır basıyor. Yedi yıl bitti Yapı
Kredi'de, sekizinci başladı: Burada bana hep incelik, özen göste­
rildi, bilmem başka hangi işte sağlarlar(dı) bu yumuşak, anlayışlı
zemini? Çekilsem, ancak biriki yıl dayanabilirim alacağım minik
tazminatla - sonra ne yaparım? Güvence, güvenlik tepilmeli diyen
köktenci yanımı; artık sıfıra gitme yaşımı geçtim diyen oportünist,
zayıfyanım hemen sindiriyor, düşününce.
Kafam bütün bu muhasebe kırpıntılarıyla dolu, Bruges'den
Gand'a geçtik. Sevmedim Gand'ı, ama yeterince görme fırsatımız
olduğunu da söyleyemem. Felemenklerin şişinik milliyetçilikleri
iyice sevimsizleşmiş son 20 yılda. Amerikan kültürü hariç, bütün
dünyaya kepenk indirmiş gibiler. Yol levhalarında, trafik işaretle­
rinde bile böyle durum: Tamam, "sortie" yazmak istemeyebilirler,
ama "uitrid'in altında bir de "Exit" yazabilir herhalde. Artık Bruges
ve Gand isimleri hiç geçmiyor: Yalnızca Brugge ve Gent var. İki dilli
bir şehrin tek dilde boğulması doğru mudur?
Brüksel'e dönüşte, gece, ertesi sabahki toplantı için hazırlandım
ve vartayı kazasız belasız atlattım. Çok iy� teknisyenlerden ve sessiz
adamlardan (ben 15 dakika konuştum, Danimarkalı üye tek kelime
etmedi) oluşan bir komisyon. Kıtanın 'yaratıcılık hakları'nı belir­
leyen adamlar. Böyle bir ortama konuk olarak katılmak kıvandırıcı

76
olmuyor; baştan, daha dinamik bir katılım daha anlamlı olurdu.
Gene de, ilk kez Türkiye'den birinin gelmesi pek sevindirdi onla­
rı. İtalyanlar, Portekizliler, Yunanlılar hiç gelmemişler. Fransızlar
hafiften işin dalgasındalar. Almanlar, Hollandalılar ve İngilizler
son derece ciddi ve bilgililer. Bilmem bir daha gelmem gerekir mi?
Ama Türkiye'nin temsil edilmesini sağlamaya çalışacağım.
Dün gece bir Şanghay lokantasında sırı;ı.dan bir yemek yedik.
Tül'üm benden kaptığı nezleyle perişan. Ben, düzeliyor, atlatıyor
gibiyim. Şimdi, Galerie St. Hubert'deki Tropismes'den kitap-CD
alışverişinde sıra.

77
HEİDELBERG-RAUNHEİM 1995

8 Ekim, Heidelberg -
sabah
Karşımda, kentin iki yakasında da yeralan ağaçlarla kaplı tepe­
lerden birkaçı; tepelerin arasına sonbaharın sıcağı, beklenmedik
sıcağı yüzünden inen pamuksu bulutlar: Sabahın bu erken saatını,
pencereyi açtığımda, bir tek uzaktan gelen çan sesleri yırtıyor. Tül,
içeride yıkanıyor. Birazdan kahvaltımızı yapıp otelden ayrılacak,
kentin ara sokaklarına, meydanlarına döneceğiz. Heidelberg'e ilk
gelişim - daha önce gelmeliymişim.
Dün, akşamüstü indik Frankfurt'a; arabayı havaalanında kira­
ladım ve hemen yola koyulup n.00-17.30 gibi burada olduk. Otel
bulmakta zorluk çektik, tıpkı Bruges'de olduğu gibi. İki kez, uzun
uzun, kentin iki yakasında da arabayla ilerledik, son köprülerden
dönüp tekrarladık bu töreni. Gece, eski kentin merkezinde park et­
tim, önce 1592'den kalma bir evde, Ritter'de yemeğimizi yedik: Avcı
çorbası, choucroute, schnitzel, beyaz şarap. Sonra, cumartesi kala­
balığında ağır ağır dolaştık bütün eski ktnti. Alte Brücke'den, gece
aydınlatılan Şato'yu, karanlık tepelerin içinde ışığı yanan tektük
pencereyi seyrettik.

78
Heidelberg, nehir boyu sıralanan eski üniversite binalarıyla
197o'lerin başında bende, kafamın projeler köşesinde yarattığı çağ­
rıyı boşuna yaratmamış. O zamanlar, Heidegger'i, Fink'i, hatta Hus­
serl'i kentin ücra sokaklarında dolaşırken düşünür, Heidelberg'e
okumaya gelenlere imrenirdim. Sokakları dolduran öğrencilere dün
gece baktım da, 73'te Paris'teki öğrenci mahallelerinin bende uyan­
dırdığı düşkırıklığını anımsadım. Gerçekte, gerçeğin düşkırıklığı
yaratması doğaldır: Düşlenen her zaman daha iyi, daha doğrudur,
onun için de bir kentin onu görmeden kafamızda oluşan imgesini
hiçbir zaman yabana atmamak gerekir: O, boşuna değildir.
Bugün, Heidelberg turundan sonra Strasbourg'a.
Bu sabah, bir rüzgargülü şiirinin ilk taslağı. Füruzan'ın kafamda
-bilmeksizin- yaktığı masal lambası ışığını sürdürüyor.

9 Ekim, Strasbourg -
sabah
Oğuz'un masasında, müzik ve kahve ve tütün, sabah keyfi. Oğuz
işte, yavrum; FT ve Hülya, sımsıcak, evde dolanıyorlar küçük adım­
larla. Onları özlemişim; "dost"la yirmidört saatlığına da olsa, bir­
liktelik, güzel. Dün gece nefis bir lokantaya götürdüler bizi: Mai­
son Kammerzell'de, katedralin tam karşısındaki bir masada yedik,
içtik, söyleştik. Oğuz'a, "Okuma Defteri"ni yanımda getirebildiğim
için mutluyum, sanıyorum koca oğlan da öyle. Son derece güzel, sa­
kin, büyük bir evleri var; huzurlu, yemyeşil bir çevrede. Hülya'ya da
bayılıyorum, Oğuz'a tamıtamına uyduğunu görüyorum.
Strasbourg etkileyici bir kent, bir başkent aslında: Almanya ile
Fransa arasında özel bir köprü, Alsace-Lorraine. Dün sabah erken
uyandık Heidelberg'de. Hava inanılmaz ölçüde sıcaktı, mevsim nor­
mallerinin 6-7° üzerinde, güneşli bir gün. Kentte, uzun uzun gezdik
Tül'ümle, birkaç saat yürüdük sokaklarda, küçük meydanlarda. "Ki­
tap Kurdu" adlı dehşet bir sahafa baktık, üç yüzyıllık bir evin altkatın­
da. Filozoflar yolunun üzerine denk gelen dar bir patikadan tepenin,

79
ormanın içinden yukarı çıktık; Şato'nun eteklerinde dolaştık; Eski
Köprü'nün karşısında kahve içtik, Ritter'in karşısında öğle yemeği
yedik; Hegel'in, Jaspers'in oturduğu evlere baktık, Schumann'ın kal­
dığı bir eve de: Terketmek çok güç geldi Heidelberg'i.
Bereket Strasbourg girdi araya, Heidelberg'den sonra Frankfurt
çekilmezdi. Katedralin (ki kapısına hemen çarpı işareti koydum!)
etrafında, Rue des Juifs'de, Rue des Hallebardes'da, Furstenberg'i
çağrıştıran küçük pazar alanlarında gezdik. Oğuz, "tek yön"lü Wal­
ter Benjamin sokağına götürdü. Yemek sonrası Opera'nın içindeki
kafede oturup birer içki içtik ve "La Petite France"a gittik: Stras­
bourg'un mücevher çekirdeği. Putrelli küçük Alsace evleri zanaat
loncaları tarafından selamlanmış burada: Tabakhane loncası, kun­
duracılar loncası vb.
Strasbourg'da birkaç ay, birkaç yıl yaşama olanağı olmalıydı.

ıo Ekim, Raunheim -

sabah
Frankfurt'un yaklaşık 20 km dışında, sevimsiz bir kasabada,
sevimsiz bir oteldeyiz ve burada yedi gece geçireceğiz. Her yıl yi­
nelenen tören: Fuarda geç yer ayırttığımız için şehrin merkezinde
otel bulamıyoruz. Biraz daha dikkatli düşünsem, sözgelimi Heidel­
berg'de kalırdım bu süre içinde.
Dün, Strasbourg'da üç saatlik bir yürüyüş daha yaptıktan sonra
yola çıktık. Aklımda, bir gece önce Oğuz'larla yürürken Place Kle­
ber'de karşılaştığımız clochard. Birilerinden sigara istediğini du­
yunca dönüp yanımdaki açılmamış, yedek Pall Mall paketini ver­
dim ona. "Sizi kırmak istemem ama", dedi son derece muntazam
bir üslupla: " Filtresiz sigara içmiyorun;ı ben". İşte bunun için, hala
ilkeli kalabildikleri için seviyorum bazı,herduşları. Tıpkı "Alterna­
tif Model"de yazdığım gibi: Beleş, avanta değil o adamın aradığı: İh­
tiyacı olan şeyi -para kazanmadığı için- para ödemeden almanın
yolunu arıyor.

80
Akşam vardık Frankfurt'a. Yol kenarına bastıran sis, günbatı­
mının tayfı içinde büyülü bir görünüm alıyordu. Goethe'yi, Hölder­
lin'i, Almanya'nın o sancılı doğa şairlerini, onların içinden geçtiği
ıssız orman yollarını, Heidegger'in yürüyüşünü düşündüm araba­
nın içinde, otobanın üzerinde. Otele yerleştik sonra, çıkıp Frank­
furt'a gittik hemen, Römer'deki Arjantin lokantasında yedik ve bir
tur atıp geldik, yattık.
Bu sabah da günlük güneşlik hava. Şansımıza pırıl pırıl gökyüzü.
Bugün büyük olasılıkla Köln'e, katedrali görmeye gideceğiz. Yarın
Fuar başlıyor.

ıı Ekim ­
sabah
Les DeUJC Magots'da. Dün, aylar sonra, yeniden bir günlüğüne
gelmiş gibi değil de, zaten burada, çoktandır, hep, yaşıyormuşum
gibi. Gece, Meksikalıda yedik tabii. Ama hemen öncesinde, Rue de
Buci'den geçerken, bir baktık: Hôtel de Buci'de koyu restorasyon
çalışması. Yalnızca cephe korunmuş, içi bütünüyle yıkılmış, "bi­
zim oda"ya baktık Tülle, bomboş bir göz gibi duruyordu penceresi.
O anda, yanıbaşımızdan, bir hayret ünlemi yükseldi: Karı-koca ote­
lin sahipleri! Sıcak, tatlı insanlar: Şubattaki açılışa bize de davetiye
göndereceklermiş.
Gece, yemek sonrası, St. Julien-le-Pauvre'a kadar yürüdük, ora­
dan Seine kıyısına, ağır ağır 'Pont des Amants'a indik. La Hune'e
girip birkaç şiir, deneme kitabı aldım: Roubaud'un, Adonis'in,
Hölderlin'in yeni çıkan kitapları. Bir Valery yaşamöyküsü. Bir kız
yanaştı, "şiir kitaplarından anlar mısınız" diye sordu, "maalesef
hayır" dedim.
Daha bütün bir sabah var.

13 Ekim, Raunheim -
sabah

81
Fuarda ilk günüm: Sabah Harper Collins'le, öğleden sonra Galli­
mard'la görüşmelerim çok iyi geçti - Decouvertes dizisini aldık sanı­
yorum. Bugün boş gün. Yarın Seuil ve Princeton'la, öbür gün CNRS
ve Donling'le randevularım var.
Dün fuarda, Avusturya stand'ına gittik, bu yılın onur ülkesi.
Sermet Çifter Kütüphanesinde açtığımız sergilerin daha iyisi: Kra­
us'un ölüm maskesi, Kafka manüskrileri, Musil'in bir sayfası ve pa­
saportu, vb. Katalogda Musil'in ölüm maskesi de var, oysa sergide
yoktu.
Akşamüstü, Aslı'yı da yanımıza alıp gece Heidelberg'e gittik, ye­
meği orada yedik, dönüp yattık, dokuz saat uyumuşum: iliklerim
dinlenmiş. Bugün, bir türlü gidemediğimiz Köln'e gideriz belki.
Seferilik hali: Beş günde tam iki bin kilometre yol teptik Tül'le.
Birikenler var, sonra tortulaşırlar. Gelmeden başladığım, burada da
süren şiir-başkalaşımlar daha da gideceğe benzer. Yan açılımlar da
doğurdu bu dizi: Büyüler, muskalar, büyü kırdırmalar. Durmadan
Divan'la, Opera'yla doluyum. Bir bakıma, St. Nazaire'in getirdiği
koyulaşma sağladı bunu, sanıyorum. Opera için iyi, çok iyi de bu
gelişme, Divan için biraz telaşlıyım: Hiç bitmeyecek, bitirmek hiç
istemeyeceğim bir bütünlük biçimi sarıp sarmalıyor bu kez beni.
85'te Opera'nın benim opus magnum'um olacağını düşünmüştüm.
88'de Divan'a başladığımda, önce tek bir kitaptı, üzerinde çalıştı­
ğım. go'da anladım ikinci bir kitap daha geldiğini. 92'de, üçüncü
kitap hepsini yekpare bir toplam olarak düşünme evresini getirdi.
Şimdi, 95'in sonuna doğru, yekpare toplamın da sancılandığını, bir
dördüncü, belki bir beşinci kitabın da sözkonusu olabileceğini dü­
şünüyorum, iç gelişmeler karşısında. Büyüyen, durmadan büyüyen
bir iş korkutuyor insanı. Oylum, hemerı hemen Berryman'in Dre­
am Songs'una yaklaşıyor. Durmayı de'-eyeceğim, çerçevelemeyi
bilmek gerekir. Her kitabın bir sınırı var mıdır, öte yandan? Ope­
ra'ya baştan koyduğum ı2 kitaplık sınır, vakti geldiğinde çatlamaz
mı acaba?

82
Bu sorular, daha nicesi, Divan'ın kendi kalıbını (benim ona koy­
duğum kalıbı) çatlatma, yatağını genişletme eğilimi bağlamında
epey uğraştıracak beni - belli ki. Bu durumlarda genellikle bir süre
açılımın sığasını görmeye çalışırım. Divan'ın boyutlarını büyük ola­
sılıkla o gelişme biçimleyecektir.

14 Ekim, Raunheim -
Dün sabah Köln'e gittik, akşam döndük. Kenti de, Katedrali de
ilk kez görüyorum. Keskin, yırtıcı bir siluet, Katedral. Girmeden,
nükleer silahlar karşıtı bir kampanyaya imza attım. Girince, Tül
gidip bir mum yaktı, adak adadı. Köln katedrali, tipik bir kardinal
mezarlığı ayrıca: Kilise'nin sinsi, yetkeci kokusu sinmiş dört bir
yana. İnsan, iktidardan uzak tutulmuş olmalarını ister istemez ge­
lişmenin önemli bir adımı olarak görüyor. Köln'ün, 45'te bombala­
nışının ardından çekilmiş birkaç fotoğrafını kartpostal yapmışlar:
Eski yaram nüksetti yeniden. Dönünce, bir kez daha "Viyana"nın
sürgitine, son nükleer denemeler konusunda (ve Nobel Barış ödü­
lü'nden hareketle) Claude Siman / Oe / Le Clezio üçlüsünü kuşa­
tan bir yazı daha yazmak istiyorum - Cogito'ya ya da Cumhuriyet'e.
Bir olasılık da, daha uzun, ama daha derişik bir yol tutturup, yazın
aklıma düşen Priene kaynaklı, Ege uygarlık kalıntıları kaynaklı de­
nemeye bir halka olarak bütün bunları eklemlemek - Heidelberg
yangınında.

15 Ekim, Raunheim -
sabah
Dün, Fuarda: Önce Seuil'le olumlu bir görüşme (Le Goff-Derri­
da, Foucault için anlaştık) , sonra CNRS'le (Akdeniz Kentleri dizisi
için anlaştık), en son da Princeton'la (bazı kitaplara mim koyduk) .
Bugün tur tamamlanıyor, yarın akşam uçağıyla dönüş. Yetti, arttı
bu yolculuk. 2.500 kilometre yol yaptık içeride. Otel hayatı bıktı­
rıyor hemen beni; masamı, evimi, masabaşı işlerimi özlüyorum.

83
Günlüğe, dışarıdayken, her gün kayıt düşmemin bir nedeni de bu
galiba: Hepten soğumamanın yolunu arıyorum. İster istemez yü­
zeysel bir izlenimciliğe dönüştürüyor notları, bu eğilime kapılmak.
Oysa kafamda, derinlemesine gelişen birkaç şey oluyor her seferin­
de. Bu kez de öyle oldu. Ama dönüşte, soğutuyorum o soruları, so­
runları. Biri gelişiyor belki, o da nice sonra. Tortuları saymıyorum.
Örneğin "Goethe Evi"yle ilgili zihnimi delip geçen ışık topları: Bir
haftadır, alt tabakalardan birinde o şiir çalıştı durdu. Sanıyorum,
son, en son bir versiyon daha bekliyor beni istanbul'da. Umarım,
bunca yılın yüküne dayanır o şiirin omurgası: Öylesine yoğunlaştı
ki çekirdeği, yılların içinde, sonunda neredeyse görünmez hale ge­
lecek korkusu ağır basar oldu.
Akşam Maximilian'da birer kadeh Sancerre içtik Tül'le, Max
Beckmann'ın onsekiz yıl yaşadığı evin yanında. Gece Opera'nın ya­
nındaki lokantaya gittik ve günü Cafe Dante'de tamamladık.

16 Ekim, Raunheim -
sabah
Bugün, akşam, dönüş. Her zamanki gibi sıkıldım Frankfurt'tan.
Dün, son randevu sonrası Osman Çutsay ve Zafer Toker ile buluşup
öğlen yemeği yedik. Öğle sonrası Hayvanat Bahçesi'ne gittik, uzun
uzun gergoşları seyrettik. Tül bayıldı onlara. Akşam, bir Meksika
lokantasında yemek yedik.
Osman Çutsay çok ilginç bir adam. Doğru bakışla, yakından
izliyor herşeyi. Şaşırdım ve sevindim: Aydınlık'ta, Cumhuriyet'te
yazma gerekçelerimi tıpatıp kavramış. Böyle insanlar, etik çizginin
pusulası gibiler: Kendini onlarda sınayabiliyorsun. Yalnız, drama­
tik bir adam Osman. Onu sevdim.
Tansu Çiller başaşağı düştü. Curcun•lı günlere doğru dönüyo­
ruz, Türkiye'de. Kimbilir neler çözülecek daha.

84
VI 1

l
I K I AY R A Ç A R A S I

İ S PA N YA G Ü N L Ü G Ü
1 99 6
1
Zürih-Madrid Uçağı
Doğrusu, uçak korkusu İspanya heyecanını hissettirmiyor. is­
tanbul-Zürih arasını sakin uçuş koşulları altında geçirdik; şimdi de
fena gitmiyor yolculuk; gene de kaskatı kesilmekten alıkoyamıyo­
rum kendimi. Tül'ün benden de çok korkuyor olması gerginliğimi
arttırıyor sanıyorum. Oysa son on yıl içinde en az elli kez bindim
uçağa. Bu birşey değiştirmiyor ki: Hfila aklı başında birinin uçağa
binmeyeceğine inanıyorum. Neden korkumuzun üzerine gideriz?
Başka birşey ağır basıyordur.
ı983'ten bu yana iç hazırlık yapıyorum Endülüs için. Firnas'la
başlayan, onunla büyüyen bir tutku oldu Kurtuba-Gırnata-Sevilya
üçgeni. Dönemin tarihini iyi biliyorum, bölgeyi neredeyse avucu­
mun içi gibi tanımayı öğrendim imgelemimde durmadan kurup
çözerek. Bunlara, İspanya İç Savaşının trajik sayfaları, Türkiye
ile iberiya'nın inanılmaz koşutluklar ve ilişkiler içeren hayatları
eklendi. Şimdi beş duyumla gireceğim Endülüs'e. Ama gözümüz­
le görmediğimiz yeri topu topu sanırız. Görmek şarttır: Solumak,
kokuları toplamak, seslere açık kalmak, farklı ısıları aynı uzamda
gövdemize birbir toplamak. iç-yolculukla dış-yolculuğun buluş­
ması gerekir bir yerde. Şüphesiz, her zaman bu kadar uzun süren
bir bekleyiş, bir önhazırlık sözkonusu olmaz. Endülüs konusunda,

87
böyle bakınca, bir de ters orantıdan söz edebilirim: Yeterliliği tartı­
şılır bu sınırın. Bölgede, hiç değilse bir ay kalabilmeliydim.
Bir sonraki aşama: Dönüş. Herşeyin usul usul çökmesi için ken­
diliğinden başlayan bir yeni süreç. Bazı metinler yeniden oturacak­
tır (Lorca, Aragon, Aleixandre, Gongora) , bazı müzikler dinlene­
cektir: Şimdiden topladığım CD'ler.
Hepsinin bireşimidir seyyahlık koşulu.
Yanımda birkaç kitap: Guy Levis Mano'nun çevirisinden Endü­
lüs Arap Şairleri/Şiirleri; Lorca'dan, Sabri Altınel'in çevirdiği En­
dülüs şiirleri; ı945 sonrası İspanyol Şiiri Antolojisi; İber yarımada­
sının ortaçağ tarihi üzerine bir kitap daha.
Şehirler, şiirler, yeniden. Madrid'den Toledo'ya, Sevilya'dan Gır­
nata'ya ve Kurtuba'ya ana duraklar.
Bir de kestiremediğim ara duraklar: Araba kiralayıp yola koyul­
manın sağlayacağı beklenmedik konaklara ulaşma olanağı.
Kendi gezmen yazgımızı biraz olsun biçimlendirmek elimizde­
dir.
[Pere Gimferrer: Soyutlama gücü yüksek bir şiir izlenimi veri­
yor okuduğum parçalar. Körük hareketleri belirgin bir es merdive­
ni. Şiirden şiire insana değen, çarpan kanatlar. Mendoza'yı o "lan­
se" etmiş. Diyordu ki, bir söyleşisinde: "Katalancayı evde öğrendik,
ana dil olarak. Ama okula gider gitmez İspanyolca yazmayı öğret­
tiler bize. Ben, biriki deneme dışında İspanyolcada kaldım. O, Ka­
talancaya döndü. Kendi Katalancasını, kurallarını yarattı". Önemli
bir naşir de Pere Gimferrer: Denemeci ve romancı. Yalnızca şiirleri
var elimde, onlar da ne kadar yeterli ya.]

il
Sabah, Madtjd
Gece 2ı.2o'de indik Barajas havaalamna, yaklaşık bir saat sonra
buradaydık: Palace Hotel, oda numarası 633. Prado'nun tam karşı­
sında otel; ıg ıı-12'de yapılmış, şatafatlı bir yapı; lobisi, barları, lo-

88
kantaları, bugün hafif kitsch'leşmiş görkemli bir yüzyıl başı dekoru
içinde, oda da öyle.
Yerleşip sokağa attık kendimizi. Rüzgarlı, kesici bir soğuk karşı­
ladı dışarıda. Hızlı adımlarla Puerta del Sol'a, oradan Plaza Major'a
yürüdük ve döndük, aşağıda birer kahve ve konyak içip yattık.
Bugün hava güneşli. Odanın perdeleri kalın, Madrid böyle kalın
perdelerin arkasında güneşten korunuyor. Kışın değil tabii: Kışın,
herkes güneşi özler - benim gibi sıcak düşmanları bile.

111
Akşam, 20.20
Günü bir molayla bölerek Madrid'i arşınladık. Önce Akala ve
Gran Via üzerinden Plaza Mayor'a indik ve hafif bir öğlen yemeği
yedik, San Miguel'de gezindik biraz ve Cervantes sokağı üzerinden
otele döndük. Sonra Prado'nun arkasından dolaşarak Atocha istas­
yonuna kadar yürüdük. Etkileyici bir istasyon kompleksi; yeni, ek
binalarının post-modern üslubu uygun düşmüş ana yapıya, saat ku­
lesi de.
Akdenizlilerin ortak özellikleri açısından bakıldığında, İspanyol­
lar da ötekiler kadar geveze, gürültücü, sefa düşkünü insanlar. Yal­
nız, geniş bulvarları ve büyük meydanlarıyla Madrid bu tembelliğe
dikleniyor. Faşizmin izleri hemen görünüyor, mimaride ve şehirci­
likte. Oysa kilise o kadar açık göstermiyor kendini. Kent yenilemiş
kendini, insanlar yenilemiş. Yüzyılın İspanya'sı aslında Türkiye'den
çok daha fazla acı çekmiş bir ülke. Darbe üzerine darbe, pestilini
çıkaran bir iç savaş, onur kırıcı uzunluktaki Franco dönemi. Yirmi
yılda büyük toparlanış. Sosyalistlerin utkusu değil bir tek, onca top­
lumsal soruna karşın özgürlüğüne hak kazanmayı artık herşeyin
üzerinde tutan İspanyol'un utkusu. Gene Mendoza'nın sözlerine ba­
kılacak olursa, "unutmak isteyen, istemiş yeni kuşaklarla" biçimlen­
miş çağdaş kültür. Montalban da, buna yakın bir yaklaşım getiriyor:
"Post-Franco'cu olmadan Post-modern olduk" diyerek. Tıpkı bizim

89
ıg8o sonrası yaptığımız gibi. Yeterince düşünmediğimiz, düşün­
mekten neredeyse korktuğumuz için kaostan, değerler erozyonunun
yarattığı pis sisten çıkamadık, daha fazla batağa saplandık. Seçim
öncesinde, İspanya'nın soru işaretleri 24 Aralık öncesi Türkiye'nin
soru işaretlerini andırıyor. Seçim bizim ortamımızı iyice bulanık
kıldı, bak.alım onların durumu ne olacak?
İspanya tarihi ile Anadolu tarihi kafamda yanyana geliyor iki­
debir. Küçük kimlikler bir öne çıkıyor, bir geri çekiliyor. İspanyol
kim? Basklı, Katalan, Galiçyalı, Endülüslü kendini ne kadar İspan­
yol sayıyor, sayabiliyor? Bizde de öyle değil mi: Kürt, Laz, Trakyalı,
Egeli yöresiyle ülkesi arasında ne ölçüde kimlik kararlılığı taşıyor?
Kalıyor canalıcı bir koşutluk daha: İspanyol'un dinsel mayasıyla
Türk'ünki. İspanya tarihinde, inanılmaz bir rolü var kilisenin, belki
Avrupa'nın hiçbir ülkesinde olmadığı kadar. Çağımızda da. Anado­
lu'da İslam'ın eğrileri farklı. Bir kere İspanya gibi Müslümanların
çok uzun süre egemenliği altında yaşamış olmak.tan, onları ve Ya­
hudileri topluca sürgüne göndermiş olmak.tan kaynaklanan bir gi­
zil suçluluk yok bizde. Olsa olsa Ermenilere Osmanlının, Rumlara
ve Süryanilere karşı Cumhuriyet'in suçundan sözedilebilir, (Kürt­
lere karşı duyacağımız suçluluğun şimdilik gelecek zamanı var bir
tek. Zaten şimdiki zamanı olsaydı, durum çoktan değişirdi) onu da
duyan kim! Benim gibilerin içinde yer aldığı bir azınlık. Bu azınlık
da, yakında yurtdışına zorunlu göçe (ya sev ya terket demiyor mu
adamlar?) sevk edilince, temizlik tamamlanır. Tamamlanır mı?
Yerliler, kendilerine, her zaman yeni düşmanlar, ya-hancılar ya­
ratmanın yolunu bulurlar nasıl olsa.

iV
Madrid t
Dün gece, yeni kentin kuytu bir köşesinde, nefis bir İspanyol
lokantasında yedik: Sacha. Önden sarmısaklı deniz mahsullü bir
çorba içtim, ardından rokforlu bir endive salatası, sonra da bol sar-

90
mısaklı bir yılan balığı yemeği. Şarap da olağanüstüydü.
Bu sabah erken kalktım ve tek başıma çıktım, eski kentteki plak­
çıya gittim ve 20-25 CD aldım: Mozarabe şarkıları, klasik Endülüs
musikisi (İbn Baya, Musica Andalusi; Canto Antigua Espanol, vb.)
Britten, Şostakoviç, Berg, Webern, Monteverdi madrigalleri, vb.
Öğleden sonra Tül'le Prado'ya gittik ve ayaklarımız patlayana
dek gezdik: Velasquez, Goya, Rubens, Bosch, Dürer, El Greco ve öte­
kiler. Patenir'lere bitti Tül, bir de Goya'nın "siyah" dönemine. Ben,
her zamanki gibi, Bosch'un, " L'Enfant Prodigue"inin etrafından
ayrılamadım.
ı974'ten beri kovalayan o "figür'lerle bugün yeniden, "Yolcu"yu
finale hazırlarken yüzyüze gelmemin ardında içgüdüsel bir dürtü
mü var acaba - neden İspanya'ya geldik şu sıralarda?
Prado'da, Bosch'un triptikleri iyi sergilenmiyor. FT'yi uyarmasam
örneğin, panoların arkasında da resimler olduğunu anlayamayacaktı,
haklı olarak. Öte yandan, "l'Enfant Prodigue"in orada durması hoşu­
ma gitmiyor desem yalan olur!
Hava hayli yumuşak Madrid'de, güneş soğuğu kırıyor gün boyu,
insan içeri girmek istemiyor. Araba kiraladım, yarın öğlen (büyük
olasılıkla) Toledo'ya doğru yola çıkıyoruz. Sonra daha da güneye,
Firnas'ın kentine ineceğiz. Güneş bizi izleyecek. Kireç badanalı ev­
lere, dar sokaklara kadar. İspanya'yı, "Endülüs Üç Def'a Kırmızı"yı
dönünce, bu günlük notlarım kılavuz sayarak yazmak istiyorum.
İçimde ağır bir koku, geniş bir renk tayfı birikiyor. Gölgeler hare­
ket ediyor usul usul. Ses sese karışıyor henüz. Ayrışacaktır herşey,
buna zaman tanımak gerekiyor.

v
Gece, Zalacain'da yedik, gerçekten olağanüstü bir şölen. Çok
yoruldum dün, İstanbul'daki gündelik yaşamın büsbütün hareket­
siz, tembel kıldığı bu gövdenin her organı isyan ediyor yolculukta.
Gövdeyi bunca ham bırakmak bir tür kültürsüzlük, bir tür cehalet

91
işareti aslında. Spor ya da jimnastik tutsaklığından, sağlık ya da
gençlik budalalığından söz etmiyorum; pekala kendime uygun bir
çözüm bulabilirdim, hiç değilse sık sık yürüyüş yapmak için ola­
naklar yaratabilirdim. Oysa ben, gövdemi hızla tüketmenin, onu
ölüme bir an önce hazır etmenin yolunu yordamını arar gibiyim.
Madrid'de, bu koşullarda daha fazla hareket edemezdim: Kent
çok büyük, yayınık; dev bulvarlar yürümekle bitecek gibi değil; tek
bir eksene, eski kente ayarlı kaldık dolayısıyla.
Kentle tanışmak değil bu tabii. Böyle kentler için uzun; hem de
çok uzun günler gerekiyor. Biz, üç günde, kentin zengin, gösterişli
tarafının bir bölümünü ancak görebildik. Dönüşteki iki günde an­
cak bu genel görünümü tamamlayabiliriz, tamamlayabilirsek. Ne
orta halli mahallelerle tanışabildik, ne fakir mahallelere uzanabil­
dik, bir kenti anlamak için onun iki ucuna da uzanmak şarttır.
Bütün bunlar gezmenliğin tıkanıklıkları. Gezginin zamanı var­
dır, kendini usul usul yayar, gittiği yere usul usul yayılır.
Ne yapalım ki, Madrid ve Endülüs için hepsi hepsi ıı günümüz
var - hiç yoktan iyidir, demekten ötesi gelmiyor elden.

VI
Sabah, Kurtuba
Dün öğlen çıktık Madrid'den, 400 kilometreyi bazen ı70 km/s
topuklayarak yaklaşık üç buçuk saatte aldım, Toledo'yu dönüşe bı­
rakarak. Mancha'yı, Castilla'yı, Sierra'yı aşarak vardık Kurtuba'ya.
El Conquisdatore otelindeyiz, Al-Mazquit'in tam karşısında.
Önce arabayla eski kentin labirentinde gezdik, sonra otele yerle­
şip Al-Mazquit'e girdik. İnsanın yıllardır fotoğraflarından tanıdığı
bir yapıyı karşısında gördüğünde yaşaqığı duygu karmaşası değiş­
miyor. Beklediğinizi bulamıyor, beklemediğinizi buluyorsunuz.
Gezginin besin kaynağı bu.
Al-Mazquit, büyüleyici bir geometri. Onu geri dönüp VIII. yüz­
yılda, IX. yüzyılda görmek ne kadar isterdim. Avrupa'nın soyutla-

92
ma gücü en yüksek mekansal oluşturumu, taş işçiliği. Yalınlığın
içine gömülmüş çetrefillik. Gerçek, has arabesk altın ortalaması
içinde gelip çarpıyor. O ünlü sütunların yeryüzünden gökyüzüne
yükselmek, tutunmak isteyen örgüsü hangi açıdan bakılsa farklı
bir ağ kuruyor. Bir kez daha büyük, sonsuz hırslı bir örümceğin ta­
sarımıymış izlenimine kapılıyorum.
Şehri alan Hıristiyanlar, tam anlamıyla çözmüşler Cami'nin bü­
yüsünü. Katoliklerin külliyeye her katkısı estetik bir bozgun koy­
muş ortaya. Neden göze alırsın bu yenilgiyi? Neden, hiçbir ayrın­
tı eklenemeyecek, çıkartılmayacak bu tümel yapıya dokunursun?
Döner dönmez, Al-Mazquit ile Ayasofya'yı karşılaştıran bir dene­
me yazma isteği kabarıyor içimde. Ah, kültürlere Erk müdahale
etmeseydi!
Akşamdan geceye Kurtuba sokaklarında, "Duvar" ile
Guadalquivir kıyısı arasında kalan bölgede yürüdük Tül'le. Akdeniz
dokusu garip: Burada, Rum ve Arap, İspanyol ve İtalyan mimarisi­
nin, şehirciliğinin kendine özgü alaşımından anlaşılmaz bir antolo­
ji oluşuyor sanki. Evler temiz, özenli. Hepsinin girişinde fayanslar,
birkaç basamakla çıkılan ve demir kapıyla ayrılan birer avlu yer alı­
yor. Bütün evlerde, sokaklar alabildiğine dar ve yılankavi olmasına
karşın balkonlar egemen. Gece beyaz ışıklarla aydınlatılıyor sokak­
lar, güzelim sokak lambalarıyla. Portakal ağaçları birer şaka gibi di­
ziliyor iki tarafta. Koyu aksanlarla konuşuyor Endülüslüler.
Gece, tipik bir Kurtuba lokantasında yiyoruz; gazpacho içtim
ben. Tül bol sarmısaklı bir et yemeği yedi. Endülüs şarabı hafif, ko­
kusuz. Sonra çıkıp, ıssızlaşan eski Yahudi mahallesinden, La Jude­
ria'dan aşağı doğru yürümeyi sürdürdük. Guadalquivir'in kıyısına
indik yeniden. Roma Köprüsüyle Arap su değirmeni arasında so­
luklandık, Gongora'nın anısına dikilmiş bir taş yazıtın karşısında:
Koyu "yalnızlıklar"ın şairi. Oradan, yeniden içeri yöneldik, "Du­
var" boyu yol aldık, İbn Rüşd'ün ve Seneca'nın yontularını selam­
layıp ara sokaklara daldık, Sinagog'un ve İbn Rüşd adına yapılmış

93
küçük, olağanüstü güzellikteki yeni bir mescitin etrafında dolaşıp
Al-Mazquit'e vardık. Kapıların önünde dakikalarca durup konuş­
tuk Tiil'le: Güzellik ve ölüm üzerine. Bu sabah, önce Alcazar'a, son­
ra Medina Zahara'ya gitmek niyetimiz.

VII
Yirmi dört saat oldu geleli. Kurtuba çıkışında, önce Medina Za­
hara yoluna girdik dün. Pazartesi olduğunu unutmuşuz: Kapalıydı,
dışından izledik yıkıntıları. Yaklaşık iki saatta vardık Sevilla'ya, yol
boyu rüzgar arabayı frenledi sanki. Şehre girince dosdoğru, kılavuz
kitapta kentin çağdaş anıtları arasında anılan otelimize geldik. Al­
fonso XIII : Bir sömürge baroğu, oda numarası 213. Gece, yemeği de
burada yedik, biraz yorgunduk.
Kenti, dün ve bugün, merkezinden yoklama fırsatı oldu. Kated­
rale ve Alkazar'a zaten iki adım mesafedeyiz. Giralda, katedralin
etrafında geliştiği eski gökdelen-minare şehrin en görkemli anıtı.
Sevilya Katedrali çok ünlüdür, biliyorum, ama öylesine eklektik bir
yapısı var ki, çekiyor mu, itiyor mu, anlamak güç.
Alkazar, herşeyiyle çarpıyor: Geometrisi, kufi yazının sonsuz
dolambaçları, pastel çinileri, uçsuz bahçeleri, yeraltı hamam ve ha­
lılarıyla - halılardan birinde, Osmanlılarla Kuzey Afrika'da savaş­
ları konu ediliyordu.
Öylesine iğneyle kuyu kazılmış ki Alkazar(lar)da, sonunda tek
bir motif mi ortaya çıkıyor, öyle denilebilir de.
Sevilya, bana göre değil gerçekte: Bu kadar barok, özellikle mi­
maride, ruhumu perişan ediyor. Ölüm karşısında bir tür çaresiz bü­
yüklenmeyi çağrıştırıyor bana, yüklü süslemecilik. Tek karış olsun
boşluk bırakmama telaşı. Kurtaba'nıp üslubunda da yığma göze
'
çarpıyor, ama boşluklarla terazi aranIIllş hep.
Bu öğlen nefis yedik kentte. Her öğün sopa yiyebilirim burada.
Sopa, çorba demek İspanyolcada.
Bol sarımsak, bol balık.

94
Kurtuba'da çektiğim fotoğraflar yandı, her zamanki sakarlığım,
beceriksizliğim nedeniyle.
Firnas gülümsüyor mudur?
Akşamüstü, dün gece kıyısına inip köprüleri, kuleyi izlediğimiz
Guadalquivir'e, oradan da Santa Cruz'a gideceğiz.

VIII
Endülüs gecesi: Etli mavi.
Endülüs güneşi: Top.
Endülüs sokakları: Çıngıraklı yılan.
Endülüs kadını: Kahve kokusu.
Endülüs yemeği: Sarımsak, bahar, limon.
Şal ve gül - artık turistik bir kitsch.
Zil sesi: Gelmiyor bile.

IX
Sevilya, Gece sonu
Uzun yürüyüş. Guadalquivir boyu, passeo de Cristobal Colon'u
katettik, Triana köprüsünden önce açık havada birer kahve içtik.
Tam karşımızda en ince haliyle: Hilal. (Dün gece gökyüzünde aran­
mıştım) .
Triana'dan, Calle Betis'i izleyerek gerisin geri döndük. Mimari­
siyle, atmosferiyle izmir'i çağrıştırıyor Sevilya'nın bu yakası. İzmir
derken, nasılsa korunabilmiş birkaç sokaktan sözediyorum tabii.
Aslında bütün Akdeniz ülkeleri, Türkiye'deki kültürel erozyonun in­
sanda öfke seline dönüşmesine yol açan bir estetik bütünlük taşımı­
yor mu? Sevilya'da, balkon duvarlarına seramik tabaklar asıyorlar,
her pencerede seramik saksıların içinde çiçekler patlıyor, evlerin
girişlerindeki, dış kapıdan görünen avlular ancak saraylarda rast­
lanacak bir özen içinde: Bitkiler, tertemiz yer karoları, sıcak ışıklar.
Evlerin badanası tazeleniyor, camlar pırıl pırıl. Biz pis, aldırışsız, es­
tetik duygusundan yoksun insanlar haline ne zaman geldik? Neden

95 L
evlerimizi, sokaklarımızı, kentlerimizi yıkılası bir görünüme taşı­
dık? Yalnızca refah sorunu mu bu?
Oradan Santa Cruz'a geçtik, rustik Sevilya. İçaçıcı alanlar, da­
ralan, koridor genişliğine ulaşacak ölçüde daralan sokaklar huzur
veriyor bana. Demin sözünü ettiğim özen burada alçakgönüllü bir
yaşama sanatına dönüyor. İspanyanın koyu Katolik atmosferi bile
Santa Cruz'da folklor kılığına bürünüyor.
Kollarımızı iki yana açamadığımız sokaklardan birinden porta­
kal ağaçlı bir alana çıkıyoruz ki, üç genç Flamenco'ya başlıyorlar.
Son derece içten, sahici, kendileri için yaptıkları küçük bir göste­
ri. Alacakaranlıkta, bir banka oturup hayranlıkla izliyoruz. Lorca
haklı: Duende varsa onu anlar, sezersiniz, neden ne olduğunu söy­
leyemeseniz de.
O hızla, bir Flamenco kulübüne gidiyoruz Tül'le: Salaş, şüphesiz
turistik, ama bir yanıyla da haslığını korumuş, bizim Sulukule aya­
rı bir yer. Üç kadın, bir erkek dansçıyı peşpeşe izliyoruz.
Flamenco: Ellerin ayakların enstrüman kılındığı sanat. Belli
ki koyu konsantrasyon gerektiriyor. Güçlü ritm duygusu, izleyeni
içine hemen çekiyor. Yüzlerdeki ifadelerin abartısına hak veriyor
insan. Flamenco'cuya eşlik edenlerin rol dağılımı ve destekleri ca­
nalıcı önemde.
Ortam beni etkiliyor.
Ama zil, şal değil hfila. Belki, hayır, kesinkes: Gül. Ama nerede?
Kanda mı, bambaşka bir kırmızıda mı?
Endülüs: Büyük bir hareketsizliğin ortasında bekleyen büyük
bir hareket duygusu yaratıyor içimde.
Gövdemin kıpırtı haritasının netleştiğini farkediyorum burada.
Yarın: Sevilya'dan Granada'ya.
Lorca'ya.

x
Öğlen çıktık Granada'dan, Jaen üzerinden akşama doğru Tole-

96
do'ya vardık. Otele yerleşip şehre çıktık, genel bir yürüyüş sonrası,
sıkı bir akşam yemeği yedik: Balık çorbası, Toledo usulü sülün, vb.
Yorgunum, Granada izlenimlerimi yarın yazmayı deneyeceğim.

XI
Kepenkleri açtı bu sabah FT, oluklu kiremitli çatıların arasın­
dan Toledo güneşi gözlerimi doldurdu. Birazdan, öğleden sonrayı
geçirmek üzere sokaklara dalacak, akşamüstü Madrid'e hareket
edeceğiz. Ama, belli mi olur, geceyi burada da geçirebiliriz.
Granada izlenimlerim, dinen heyecanımla birlikte, çökmeye
başlıyor içimde. Kente girdiğimizde, Hotel Alhambra'nın yolunu
bulmakta enikonu güçlük çektiğimiz için birkaç kez aynı turu atıp
yeni mahallelerle tanışma olanağı bulduk. İspanya, Türkiye gibi şe­
hirleşme açısından: Yeni yerleşim bölgeleri, yeni mimari ya eski­
nin çok kötü bir kopyası ya da büsbütün kalıttan kopuk, zevksiz bir
anonim çağdaşlık içinde sözümona. Otel, Granada'ya bir tepeden
hakim, Elhamra'nın hemen komşusu. Karşıda, güneş altında par­
lıyor Sierra Nevada'nın karlı dorukları. Ciddi ayaz var, kara iklimi­
nin güneşli sertliği. Önce çıkıp, kentin ortasına, çekirdekteki eski
Müslüman mahallesinde, Kapalıçarşı'nın küçük modeli Alcaiceria
çarşısında ve alanlarda geziyoruz. Sonra Albaicin'e yürüyoruz, ama
keskin soğuk gezinmemizi engelliyor. Otele yakın, tepedeki bir lo­
kantada nefis bir akşam yemeğiyle ısınıyoruz: Gene balık çorbası,
bol sarımsaklı balık ve etler. Yorgun dönüyoruz otele.
Ertesi sabah, biriki saat Elhamra'ya ayırıp, biriki saat Albai­
cin'de dolaşıp yola koyuluyoruz. Granada'da son sabahı sonra yaz­
mak istiyorum - Toledo bekliyor bizi şimdi.

XII
Yaklaşık bir saat sürdü Toledo'dan burası. Palace Hotel'in tam
Prado'nun karşısındaki bir odasında geçireceğiz son üç günümüzü.
Pazartesi sabah erkenden, gene Zürih üzerinden İstanbul'a uçacağız.

97
Sabah boyunca, tepeden aşağıya, aşağıdan tepeye, Toledo sokak­
larını arşınladık. Bir güney Bruges'ü, kızıl sarı tuğlaları, kiremit­
leriyle eski kent hfila El Greco'nun tablosundaki hatlarını koruyor.
Yıkılan yıkılmıştır elbette, Alcazar'ın büyük bir yangın geçirdiğini
de biliyorum, ama kimse dokuya dokunmayı aklından geçirme­
miş. öylesine dar ki kimi sokaklar, yanyana yürünemiyor. Gene
de görkemi bu atmosferde kalıyor iyi ki! Fakir değilse bile zengin­
leşememiş bir eski kent. Yeni kent zaten Taja'nın ötesinde, burası
ekonomisini gezmenlerden çeviren bir yer olarak kendini koymak
zorunda kalmış.
Toledo büyüsüyle mıhlanıyor belleğe. Arabayla da o daracık da­
marların içinde uzun uzun, ağır ağır dolaştığımız için bütünlüklü
bir perspektif elde etmek kolaylaşıyor. Gece, gelir gelmez sokaklara
fırlamıştık ama, soğuk dışarı çıkıp içeri bakmayı olanaksız kılacak
ölçüde içimize işlemişti.
Öğlen yemeği öncesi ve sonrasında, Katedral'in, küçümen mistik
kiliselerin, El Greco'nun evinin peşisıra yol aldık. Toledo, gerçekten
de İspanya'dan taşan bir şehir: Hem İspanyol, hem de kendisi. Bir
dönem Araplara karşı direnirken de, sonrasında da yarı-özerk bir
konumu olmuş olmasını anlıyorum. Şövalyeler diyarı. Onların gö­
mütleri var mıdır?
Endülüs'le karşılaştırmak istemiyorum gene de Toledo'yu - onu
bir parantez çiçeği sayıyorum. Bir sokağı yağmur, beriki sabun,
öbürü sarmısak kokabilen bir yeryüzü kazası.
Endülüs, içimde çökeliyor yavaşça. Granada'dan kaçarcasına
ayrıldım. Yıllardır bu kadar gerilmemişti içimdeki melankoli teli,
son sabah bir ara kopacak sandım. Albaicin'de kalmak, bir süre sa­
atımı çıkararak yaşamak, hem de hiçbırşey yapmadan, okumadan
yazmadan, müzik dinlemeden, mahall�nin dışına çıkmadan yaşa­
mak istedim. Ekmek, zeytin, zeytinyağı, soğan, portakal yiyerek,
şarap içerek.
Elhamra'da gezerken, kulelerden Sierra Nevada'ya ya da Alba-

98
icin'e bakarken biriken, hazırlanan bir mızrak duygusuydu bu.
Granada'ya, neredeyse yedi yüzyıl tepeden bakan Arapları da aynı
duygu yarımadada onca direnmeye sürüklemiş olabilir miydi? El­
hamra'nın bahçeleri, suları, pencereleri, ancak bir çılgın ordusu­
nun süslemeciliği son noktasına dek bu denli zorlayabileceği kapı,
duvar ve tavanları belli ki bir cennet hizalamasına dayanıyordu.
Kavurucu sıcak ile yakıcı soğuğun birkaç kilometre ve düşük bir ra­
kım ayarıyla birarada durabildiği bu nokta seçilmiş miydi?
Müslümanların, Yahudilerin, Hıristiyanların Granada'da, Kur­
tuba'da, Sevilya'da birlikte yaşamalarından doğan bir düş uzun sü­
remezdi. Benzerine tanık olmuş bir başka yarımadadan gelen biri
olarak düşün Erk tapıncı karşısındaki sınırlılığını, aczini, beyhude
direnişini çok iyi tanıyorum. Düş sonunda erir. Onun eriyiğinden
gene de bir hfile kalır - onu gören görecektir.

XIII

Cumartesi, Madrid
Gece, bütünüyle raslantıyla, şehrin en etkileyici lokantaların­
dan birini keşfettik: Lhardy. Tadında bırakılmış barok bir dekor,
ı859'dan bu yana hizmetteymiş. Kimbilir kimler gelip geçmiştir
masalarından. Granada'da Chiquito'da yemek istediydik, Lorca'nın
2o'li yıllarda müdavimi olduğu bir kafe-restoran: Kapalıydı.
Çocuksu alışkanlık, yolculuklarda herşeyi biriktiririm yıllar­
dır: Biletler, faturalar, otel kağıtları vb. Fotoğraf çekerim. Bütün
küçük burjuva gezmenler yapar bunu, biliyorum. Traji-komik bir
yanı olduğunu da görürüm, anı biriktirmenin: Yaşlanınca anlatılır
o yolculuklar, anılar olduğu gibi ya da değiştirilerek korunur. Tek­
düze gündelik hayattan kopulan bu anlar aracılığıyla hayata farklı
bir anlamsal katsayı yüklenir. Ernst Bloch için bir derkenar okuma
notu işte. Ölüp gidince savrulacağını, silinip gideceğini bildiğimiz
kesitler: Aslında sizden başka kimi ilgilendirir ki o birikim? Kim­
seyi.

99
Yazarlar, sanatçılar için belki biraz daha farklı bir konumdan
söz edilebilir. Gelmeden, Yahya Kemal'in anılarına baktım yeni­
den, İspanya'yla ilgili bir bölüm var mı diye, birşey yoktu. Madrid
ve Endülüs'e giren şiirlerini okudum bir kez daha. Dönüşte, Orhan
Peker'in İspanyol Defteri'ne şimdi başka gözle bakacağımın da bi­
lincindeyim. Varsa, Türk Dili'nin günlük ve anı sayılarından, kay­
naklarından İspanya'ya ilişkin veriler bulur çıkarırım. Öteki, başka
bir zaman ve durumda, buralarda ne yapmış, ne görmüş: Onların
anıları, gözlemleri beni çeker.
Buradan, daha tehlikeli noktalara sıçramayı severim: Lorca'nın
şiirlerini Endülüs'ü tanıdıktan sonra nasıl okuyorum? Tehlikesi
şurada: Lorca'yı anlamak için Endülüs'ü görmek, tanımak, iyi tanı­
mak gerekir mi sorusunun girdaplarına yönelirim ben. Tersini sa­
vunmak ve kestirip atmak kolaydır: Lorca'nın şiirini, tiyatrosunu
milyonlarca okur İspanya'yı, Endülüs'ü görmeden sevmiş, benim­
semiş, yüceltmiştir, böylesi bir bağlantı, tanışıklık hiç mi hiç ge­
rekli değildir. Doğrudur bu tabii, ama öteki kaygıyı hiçe sayamam
ki. Endülüs'ü gördüğüme göre, artık Lorca'yı okuyup anlama açım
değişmemiş midir? Granada'yı, Kurtuba'yı, Guadalquivir'i gözüm­
le görmüş, soluk kesen soluğunu içime çekmiş, atmosferiyle birebir
ilişkiye girmiş olmak benim okur perspektifimi o metinlere göre
yeniden biçimlendirmez mi? Dönmez miyim Lorca'nın yapıtına?
İspanyol şiiriyle daha kestirme bir bağ kurulmaz mı, aramda? Ter­
sini de savunabilirim, tekrarlıyorum: İrlanda'ya gitmeden Yeats'i
elbette okuruz. Dublin'i görmeden elbette Joyce'u okuruz. Ama gör­
mek ek bir boyut taşımaz mı metinle ilişkimize? Tartışılası konu
- "Minör Est-Etika"nın sağ sayfalarına toplu iğneyle iliştiriyorum.
Yahya beyin şiirlerine gelince: Zil çoktan susmuş, şal omuzlar­
dan kayıp yere düşmüş, gülse sosyalj'stlerin yumruğundan fışkı­
ran bir simge. Geçersiz mi kılmaya kalkışıyorum o şiiri, böylece?
Gülünç bir tavır olur bu, demek istediğim: Görmek, tanımak şiir
açısından bir tek önem barındırabilir: "Aura"yı kavrama yolunda

1 00
vazgeçilmez bir adım sağlar, yoksa, şiir kelimelerle yazılıyor - hala,
öteden beri.

XIV
Madrid'i yürüyerek görmek olanaksız. Prado-Plaza Mayor-Gran
Via üçgeninde tutuklu kalmıyor. Bu gece arabayla geniş bir tur at­
mak en doğrusu olacak. Yarın, son günümüz şehirde.
Madridlilerle ilgili seyyah izlenimleri: Çok sigara içiyorlar; az
çalışıyorlar; yabancı dil bilmiyorlar (çat pat bile) ; dilenci sayısı
yüksek; hayli sakallı adam göze çarpıyor, İspanyol erkeği Avru­
pa'nın sakala en düşkün üyesi (Arap kökenlerinin etkisi olmuş
mudur bunda?) ; İspanyol kadını, Akdeniz' in en güzel dişisi değil.
Ne olursa olsun Türklerin pek çok özelliğiyle kesişiyor İspanyol­
larınkiler - bütün bunları dışarıdan, kısa sürede toplanmış göz­
lemler olarak düşüyorum kağıda, doğru olmayabilir de saptadık­
larım.
Bugün iki saati aşkın kitapçı raflarında gezindim. İyi kitaplar,
güzel basılmış kitaplar: Sanat, tarih, edebiyat açısından zengin sa­
yılabilecek bir yelpaze. Şiir bir hayli zayıf göründü bana, ama şiir
kitaplarına daha geniş yer açan, özel basımlar bulunduran kitapçı­
lar da vardır herhalde, asıl onlarda ölçmek gerekir bunu. Nefis bir
kitap ve CD aldım İspanyolca olmasına karşın: Andalucia, Şiir ve
Musiki. Görsel açıdan da keyifli bir kitap.
Nilgün nerelerde oturmuştu acaba? Hangi kahvelere, lokanta­
lara giderdi? İstanbul'a dönünce görüşemez olduk, suç bende tabii,
onu aramam gerekirdi. Daha çok İspanyol mudur Nilgün, yoksa
İtalyan mı? Türk sayılmaz herhalde. Cumhuriyet'e yazarken izli­
yordum işlerini, şimdi hangi gazetede onu bile bilmiyorum. Ama
biliyorum: Fafa'yla ikisi, Madrid'de birlikteyken kulaklarımı çın­
latmışlardı. Ben de uzanıp o iki özel insanı selamlıyorum ta bura­
dan.

1 01
xv
Madrid
Dün gece, arabayla çıkmadan, lobide birer margarita içmek için
oturduk. Birden, bir "otel düğünü" için konuklar gelmeye başladı.
Bir ülkenin insanını, kültürel kimliğini bulmak için düğün ve cena­
ze görmek şart orada, bana kalırsa. Şüphesiz Lorca'nın anlattığı dü­
ğünlerden biri sayılmazdı bu; tam tersine, tipik bir çağdaş Madrid
düğünüydü. Konuklar, özellikle kadınların kılıklarına sinmiş hakiki
rüküşlük kelimeye dökülür gibi değildi. İki zarif kadın geçti oncası­
nın arasından, onlardan biri de yaşlı bir hanımefendiydi. Zevksizlik
konusunda düpedüz biribirileriyle yarıştaydılar; kendimizi tutama­
dık sık sık, kahkahalarla güldük. Sanki bir kıyafet balosuydu.
Sonra çıkıp, ilerlemiş saata karşın tıkış tıkış halini koruyan ge­
niş bulvarları izleyerek büyükçe bir Madrid turu yaptık arabayla.
La Cupole'de nefis bir yemekle tamamladık geceyi: Deniz mahsulü
çorbası ve tavşan, kırmızı hafif bir şarap eşliğinde.
Bugün hesapta, Thyssen-Bornemisza müzesi. La Cuesta de Mo­
yano'daki kitapçılar ve Saray var: Plaza Oriente.
Thyssen-Bornemisza ailesinin sonsuz zenginliğinin arkasında
neler gizleniyordur bilmiyorum; İspanya'ya ıg88'de sattıkları 750
parçalık resim koleksiyonu, anladığım kadarıyla dünyanın en bü­
yük özel koleksiyonu. Daha da önemlisi: Gerçekten etkileyici, iyi
seçilmiş bir toplam. Çağdaşlar çarpıyor düpedüz: Hopper, Baron,
Klee, Picasso, Ernst, Stella, Pollock, Braque, Stael... Beş-altı resmin
önünde kalakaldım. Dönüşte, "P" için bir yazı döşenmek istiyorum
koleksiyon üzerine. Bilmiyorum, Türkiye'de, bu müzeyi kaç kişi
gezmiş olabilir? Belki Ferit gezmiştir.
Moyano'daki kitapçılar kepenk indirmişti, doğrudan Plaza
Oriente'ye gittik, Cafe de Oriente'de 'birer kahve içip Plaza Espa­
na'ya geçtik. Espana binasını uzun uzun seyrettim. Amerika'daki
ağabeyleri New York'ta biraz sırıtıyorlar artık; oysa, Espana Mad­
rid'e tıpatıp uyuyor. Gerisin geri Saray'ın önünden yürüyor, iV. Fe-

1 02
lipe heykelinin önünde duraklıyoruz. O anda, dönünce başlayaca­
ğım denemenin ilk cümleleri biçimleniveriyor. Ağır ağır, eski Müs­
lüman mahallesinin sokaklarını katederek Plaza Mayor'a yaklaşı­
yoruz. Cava San Miguel sokağının iki farklı cephesi kentin keskin
özeti bence: Biri yalın ve has bir kendine özgülük, öbürü rokoko ve
yapay bir özenti.
İspanya yolculuğu yarın sabah erkenden, otelden ayrılıp ha­
vaalanına ulaştığımızda bitecek. Salih Ecer'in armağanı bu siyah
deri kaplı, kalın parşömen kağıdı defterin sonuna yaklaşmıştım
zaten. Seyahat günlüklerinden aslında hoşlanmıyorum. Gene de
tutmadan edemiyorum. Dönüşte, Üzerlerinde sıcağı sıcağına ça­
lışıldığında ortaya büsbütün anlamsız sayılamayacak bir metin
çıkabildiğini de biliyorum. Bu tür günlüklerin envanter yanını
gülünç ama sevimli buluyorum, öte yandan: Gezmenliğin küçük­
lüğüne koşut bir uçarı tadı olabiliyor yazılanların. İnsan budur,
böyledir yolda: Bir sandviç ile Picasso'nun bir tablosu arasındaki
mesafeyi hızla kateder.
"İspanya kuvvetli bir yer", dedi Tülin. Yazmanın her zaman böyle­
sine insafsız bir özelliği olmuştur: Sizin sayfalar doldurup dile getir­
meyi başaramadığınız duyguyu işi gücü yazmak olmayan biri dört söz­
cükle aktarıverir. Fitzgerald, karısının cümlelerini sık sık çalarmış,
yazarken. Ben, Tülin'in cümlelerini alıyorum. Her zaman almaya çok
açık kaldığım için kendimi beğeniyorum çünkü. Ola ki asıl büyüklen­
me budur.

XVI
Barraja
Havaalanı dili diye birşey var. Bütün göstergelerini birleştirip o
karmaşık kitabı okumayı öğrenmek dikkat ister. Butor'un "Reseau
Aerien"i daha çok uçaktan uçağa upuzun bir hava yolculuğunda,
uçağın içinde, gökyüzünde geçiyor - gene de bu bağlamda önemli
bir yapıt. Tabii Hailey'in "Havaalanı" var, tırışka bir kitap olsa bile,

1 03
bir öncülüğü olduğu söylenebilir. Dili sökmek, XX. yüzyılın en ti­
pik kolektif uzamlarından birinde Babil bilgisine yönelmek olacağı
için çekici geliyor bana: Bir nokta ki, bütün çağı içinden seyretmek
elde.
Yolculuk bitti bitiyor, şimdi tortuların saatidir. Onlar çökelir­
ken, hava birden aydınlanır.

Şubat 1996

1 04
Post-scriptum

İspanya'dan döneli oniki gün oldu. Bu süre içinde, Endülüs'ün


üzerimde yarattığı etkinin hafifleyeceğine arttığının farkındayım.
Gündüzleri, sık sık açılan gündüşü ayraçları içre, geceleri uykuy­
la uyanıklık arasındaki köprüyü geçerken kendimi avlıyorum hep,
döneli beri: Guadalquivir'e Roma köprüsünden bakarken, Firnas'ın
peşisira sokaklarda yürürken, Sevilya'da, özellikle de gece sonu
Santa Cruz'da dolaşırken, Gırnata'da, Elhamra'dan Albaicin'in üze­
rine düşen gölgeyi tararken yakalıyorum kendimi.
Aslında, bir yolculuğun ön hazırlıkları kadar, sonrasında yara­
tılan içlidışlılık ilişkisi de onu tamamlamak açısından belirleyici
oluyor: Fotoğraflara uzun uzun bakıyorum, Tül'le oturup anları ve
günleri yad ediyoruz, aldığımız CD'leri bir bir dinliyoruz. Yeniden
dönüp okuyorum şairleri. İbn al-Jatib'den Lorca'ya, İbn Zuhr'dan
Vicente Alexandre'ye ve yaşıtlarıma uzanıyorum. Yahya Kemal'i
bir daha, bir daha okuyorum. Büyük şaşkınlık ve sevinçle Samipa­
şazade Sezai'nin "Gırnata" için ı923'te yazdıklarını keşfediyorum.
Gördüğüm resimler fırdönüyor beynimde, tekrar tekrar Goya'nın
kavgaya tutuşmuş kedilerine, burnunu uzatmış köpeğine, Thys­
sen-Bornemisza'dan mıh gibi aklımda kalan biriki Picasso'ya bak­
mak için aldığım röpro'ları elden geçiriyor, eski Sevilya kartpos­
tallarını masaya yayıyorum. Şimdi sözgelimi, "Canto Antiguo Es­
panol"ün ikinci plağını dinliyorum : Arap Hıristiyan musikisinin,

1 05
içiçe geçen kültürlerin özgünlüğünü kanıtlayan o tuhaf etkileşim
mayası bir serap sanki.
Firnas gülümsüyor. ı983'ten beri beni kovalayan, Opera'ya 'gir­
dikten' sonra yanımdan ayrılmaz olan hayaleti benim içimdeki bir
kavşak değil ki yalnızca: Benim dışımda zaten oluşmuş bir kavşak
olduğunu İspanya yolculuğu bütün açıklığıyla göstermedi mi bana?
O yıl Milliyet'in Ramazan sayfasında, yıllar sonra aynı çalışma­
yı kullanarak hazırladığım Sanat Dünyamız'ın özel sayısında, bir
uygarlığın eğrisinde doruğu belirleyen rastlantı ve kesişmelere yer
açmıştım. Ceylan, Ziriab ve Firnas beni zaman'ın içindeki kaybolu­
şumda tutan, esirgeyen melekler oldular. Bugün içimde iyice yerle­
şen bireşimde bu tutkulu ortakyaşarlığın büyük payı var.
Şüphesiz, somutlamak ve somutlaştırmak, bir ucundan da olsa
gündelik hayatın kimi eksenleriyle tanışıklık kurmak apayrı bir
boyut ekliyor iç seyyahtan koparıp dış seyyaha ekleyerek. Sonun­
da, kazanımlar zaten ayrı bünyede toplanıyorlar. Endülüs şimdi bir
imgeden çok bir gerçeklik halini aldıysa kafamda, bunda artık zey­
tinyağının ve limonun da payı var.
Madrid'den arabayla yola çıkıp, Castilla ve Mancha üzerinden
güneye inerken zihnimde filizlenmeye başlayan, Kurtaba ve Sevil­
ya'da kabataslak güzergahını çizdiğim 'Yolcu'nun son perde metni
için ufak, yeni bir defter açtım ya, orada yüzü, hatları biçimlenen,
böyle bir yolculuğun arkasında, içinde, merkezinde oluşup büyü­
yen fotoğrafın arabı gerçekte. Yolcu uyur, uyanır, yemek yer, me­
rakına ya da yorgunluğuna yenilerek ilerler ya da pinekler, gözleri
parlar ya da sıkılır, bir iz bulur ya da onu yitirir, keşfeder ve ıskalar
- ama, bütün bunların gerisinde bir soyutlama gücü kendini dener.
Hesaplaşma mı, tamıtamına değil belki: Daha çok yüzleşmeden,
karşılaşmadan, iç yolcuyla dış yolcunı.µı karşılaşmasından sözet­
mek gerekir.
Dönüş, dönüş sonrası işte bundan önemlidir. Bitti sandığımız
yolculuğun farklı bir boyutta sürdüğünü, ilerleyişini sürdürdüğünü

J 1 06
bir zaman sonra size imgeleminizde dönen çarklar gösterir. öyle
ki, asıl yolculuğun neden sonra başlayabildiğini görmek, anlamak
gerekebilir.
İspanya'dan, Endülüs'ten usul usul ayrıştırılmayı bekleyen bir
görüntü, ses, renk ve tad istifi mi kalmıştır? Sorular ve sorunlar mı
doğmuştur orada, düğüm düğüm? Coğrafya, dil, iklim, insan doku­
su yepyeni çağrışım alanları mı açmıştır, dümdüz olmasa bile, tek­
düze olmasa bile, olağan seyrimde?
Döneli beri, hemen her gece, birkaç dakikalığına belki, İspanyol
televizyonunu dinliyorum. İspanyolların, iki kelime arasında be­
nim için simgeleşen ezgisi, bir genç kızın "ola"sı ile bir otel görev­
lisinin "adios"ü arasında gerilen sıcak, heyecan verici duygu mer­
diveni bu yolculuğun en sağlam özeti olsa gerek: Anlamı önceleyen
bir tını çavlanı.
Bilmem başka bir dilde daha var mıdır, İspanyolcada soru cüm­
leleri ters bir soru işaretiyle başlıyor, düz bir soru işaretiyle de biti­
yor, bütünleniyor. Dilbilgisi, dilbilim ya da imbilim açısından ba­
kınca çok mantıklı bir çözüm: Okumaya başlayacağımız tümcenin
-hele uzun bir tümce sözkonusuysa- ne tür bir vurgu taşıdığını ön­
ceden kestirmemizi sağlayan bu özellikte tuhaf bir denge estetiği
de buluyorum ben.
İspanya'yı böyle görüyorum diyemez miyim?

Mart 1996

1 07
IŞIKLAR
Gecenin sonuna doğru, üçüncü kattan,
yağmur altında: Plaza de las Cortes.
Meydanın ortasındaki çeşmenin sularını
tarıyor sağanak yağmur. Lambaların
soğuk hastalıklı ışığı parlatıyor asfaltı.
Ve köşedeki trafik lambasının yeşil ışığının,
hayır sarı ışığının, hayır kırmızı ışığının
lekeleri uzuyor ıslak bulvardan pencerenin
camına: Gökyüzünün sonuna doğru
hazırlanırken sabah, içimden bir seyyah
kalkıyor ağır ağır. Kahveyi getiriyor kat
görevlisi. Bavulların hazır olduğunu
görüyor ve neredeyse ses-s iz, 'adios sefıor'
diyor. Yayılan yeşil lekelerde
sapsarı Madrid kan kırmızı.

1 1 08
v1 1 1

ŞIIR PEŞiNDE

R O T T E R D A M - PA R I S
ı998-ı999
12 Haziran 98, Paris -
Saat 10.35, uzunca bir yürüyüşün ardından, St.-Sulpice'den ge­
len çan seslerinin çağrısına uydum(!), Cafe de la Mairie'deyim.
Önümdeki duble kahvenin yanında getirilen şeker paketinin üze­
rinde "le premier cafe est ne iı. Constantinople en ı554" yazıyor.
Dün, THY ile uçmanın avantajı, öğlen geldik Paris'e, bir araba
kiraladım Orly'de, Hotel Madison, oda numarası 26, bir günlüğüne
yerleştik, bugün öğle sonrası Rotterdam'a doğru yola çıkacağız.
Hava tam anlamıyla başıbozuk, güneş açıyor bir, sağanak ini­
yor sonra, gene güneş. Dün gece dalağını yardı ama yağmur, öyle ki
doğru dürüst yürüyemeden otele dönüp yattık. Ama yorgunduk za­
ten: Bir gece önce dört saatlik uyku, ilaç ve içki, yoksa biz bu kadar
çabuk düşer miyiz?
Tül'üm iki uç duygu arası sallandı durdu. Place Maubert'e gelin­
ce makaraları koyverdi gene. Biliyorum, hayatının en mutlu, coş­
kulu yedi ayını geçirdi burada.
Ya kuyruğu dik tutan, sessizce içine atan EB? İçime işliyor
gene Paris, sokaklarda hedefsiz yürümek büyük bir heyecan ya­
ratmaya yetiyor içimde. Yirmi saat oldu geleli, kitapçılara bile
girmedim, dönüşe bırakıyorum o savruluşu.

111
13 Haziran 98, Rotterdam -
Dün, Brüksel üzerinden yaklaşık dört saatta vardık Rotterdam'a,
ama oteli bir buçuk saatta ancak bulabildik. Hotel Grand Central,
oda 202: Bir Bursa istasyon oteli.
Orhan' la Victoria, bizden ı5 dakika sonra geldiler otele, gece çı­
kıp bir Arjantin lokantasında yedik, biraz yürüdük ve yattık.
"Olay" bugün başlayacak.

16 Haziran 98, Rotterdam -


Kırksekiz saat doldu bile. Önceki gün benim okuma günüm olduğu
için biraz gergindim. Birincisi, alışkanlığım yok bu konuda pek; ikin­
cisi, her yerde ilk çıkan, konuşan ben olurum ya hep (nedense), bu­
rada da ilk kurban bendim ve ne yapacağımı tam kestiremiyordum.
Doğrusu, organizasyon da harika sayılmaz: Akşamüstü hepimizi En­
donezya lokantasına götürdüler (yemekler nefisti), öncesinde bana
saat ıg.oo'da prova için tiyatroya gelmemi söylemişlerdi, ama dım­
dızlak kaldık sonunda, güç bela bir taksi bulup tiyatroya ulaşabildim.
Orada bir sürpriz bekliyordu beni: Dick Thomsoon, çevirmenim!
Ona da yanlış bilgi verilmiş, hangi lokantada yemek yediğimiz bildi­
rilmemiş galiba, ortalıkta bırakılmış adamcağız.
Şaşırttı Dick beni, olağanüstü Türkçesiyle. Yalnız Türkçe mi, İn­
gilizce ve Fransızcası da çok iyi, Leyden'deki Türkoloji'de hocaymış
yıllardır. Her yıl geliyormuş Türkiye'ye otuz yıldır, görmediği yeri
kalmamış neredeyse, ama hiç uzun kalmamış. Gene de yetkin bir
Türkçesi var; Adalet'in "Fikrimin İnce Gülü"nün çevirisini bitiri­
yormuş, bir de Ece'nin şiirlerinden çeviri yapmış. "Kolay olmadı
sizi çevirmek" diyor, "çift anlamlı çok sayıda tuzak var şiirleriniz­
de". Sıcak, sevimli, konuşkan biri Dic�, sanıyorum uzun vadeli bir
ahbaplığımız olacak onunla. l
Gece, 2ı.30 civarı "sahne aldık" sdnuçta. Bir Hollandalı sunuşu
yaptı, Tatjana Daan'ın derlediğini bildiğim ortalama verileri sınırlı
zamanda sıralayıverdi: Bir "buysam, buyum" hikayesi işte. Sonra

1 12
"Balkon''u okudum, Dick de felemenkçesini. Devamı bana kaldı;
"Pasaport"tan başlayarak 15 dakikaya ne sığdıysa onu .okudum.
Tutuktum oldukça, gene de "şiirlerini senden iyi okurdum" diyen
Orhan'a katılmıyorum açıkçası: Benim şiirim olabildiğince reto­
rik çabadan yalıtılarak okunmalı, diye düşünüyorum. Arkamdan
Wilma, arkasından Joop çıktı sahneye: ilki tiyatro ve televizyon
oyuncusu ayn ı zamanda, dolayısıyla oynadı da okurken; Joop zaten
gitarla söylüyor şarkı-şiirlerini, Hollanda'nın Bob Dylan'ı sayılıyor.
Eminim, ikisi de çok beğenilmiştir, benim koyu seansımdan sonra.
Joop şirin herif, gecenin bitiminde "Şandık'ı (sic) çok sevdim" diye
yanıma geldi; ertesi sabah İrlandalı şairleri duydum, "Pasaport'tan
söz ediyorlardı, ilgilerini çekmiş belli ki. Geceye işsiz, sessiz bir
"siyasi Kürt" ile iki Türkolog katılmıştı ayrıca, biri Utrecht Üniver­
sitesinde doktora yapmış modern Türk romanı üzerine (Angela'ydı
adı yanılmıyorsam) , sıkı bir tipe benziyordu.
Dün, Rotterdam'dan kaçtık Tül'le. Önce Dodrecht'e gittik, kü­
çümen bir Bruges daha, ı6o8'den kalma bir evi kahveye dönüştür­
müşler ("Crimpert Salın") orada bir kahve molası verdik, yürüdük
epey, arabaya atlayıp Delft'e gittik, öğle sonrasını orada geçirdik!
Delft, Vermeer'in kenti, yoğun atmosferli bir kent - onu "Şeh­
ren'is" için kenara ayırıyorum. Bugün niyetimiz Amsterdam'a kaç­
mak.
Dün, dönüşte, otelde Romanya-Kolombiya maçını izledim. Gece
Poetry'ye uğradık, Arjen Duinken'le sohbet ettim biraz, onu gözüm
tuttu çünkü: Sinirli, sempatik bir adam, elini kolunu zaptedemiyor
konuşurken, belki birkaç şiirini Cevat'ın "Atlas"ı için çeviririm.
Gece, Tül'le haşhaşa, Slhouzelburgplein Restaurant'ta, Brouilly
ve Mahler eşliğinde çok keyifli yedik - derin bir gece kaldı bana,
kazıldı zihnime, biliyorum. (Şimdi Les Murray geldi yanıma, kısa
bir selamlaşmayla yetindi yazdığımı görünce - onu çok tutmadı gö­
züm. Açılışta yaptığı "The Defence of Poetry" başlıklı konuşmasını
gruyere peynirine benzettim, Foucault'nun sözünü anımsıyorum:

113
Gruyere peyniri yapmak için önce elinize bir (kaç) delik alacaksı­
nız!
Poetry Internationale, bende bir "oyun"un önemli sahnelerinden
birini tamamladı sanki. italya'daki ödül töreninin hemen arkasın­
dan gelmiş olması da bu etkinin doğmasına yol açmış olabilir - şu
mahut Fellini filmi konusu. Sanıyorum senaryoyu başkaları yazdı­
ğı, ister istemez "oyuncu" olma durumuna düştüğümüz) için bunca
rahatsızlık duydum, duyuyorum konumumdan - şairin toplumsal
"hal"ini seyretmek, üstüne üstlük o "hal"in içine düşmüş biri olarak
seyretmek durumunda kalmak, rahatsızlığımı biçimlendiriyor.
Les Murray'ın söylevindeki deliklerden biri de buydu kanımca:
Şiir para etmez, para da şiirsel değildir. Robert Graves'in o sözü,
kurduğu denklemin çiğliği nedeniyle öfkelendiriyor beni: "Altın
Meseli'nin denklemine sığmıyorum herhalde: Benim altınım daha
serttir!
Şiir adına hepimiz, bütün şairler gereğinden fazla yakınma için­
deyiz galiba. Tecimdışı kalışını vurguluyoruz ikidebir, tecimiçi mi
kalmasını istiyoruz? Neredeyse yalvaracağız: iletişim ağı geniş­
lesin diye. Yayımlansın, çevrilsin, ün ve para getirsin - bu mudur
yoksa asıl dert? (Şimdi de David Maalouf uğradı yanıma, o da "Pa­
saport"tan çok etkilenmiş, İngilizcesini edinmiş Tiyatro'da dağıtı­
lan booklet'lerden, düşünceyle şiirin içiçe geçişi sarsmış onu - iyi!).
Festival, katılan 30 şair ve çemberdekiler (çevirmenler, yayın­
cılar, şiirsevenler) ile bir dramatik sirk çağrışımı yaptı sonuçta
bende - hayvanlardan biri de benim tabii, diyelim ki gergedan da
dolaşıyor sağda solda. Anlamsız ve amaçsız bulmadım festivali, o
kadar değil. Ama, arka cepheyi dikkatle okumak gerekir, diye dü-
şünüyorum.
,
Şair ne kadar şairdir? Ne kadar boı,ıffon ya da köçek.
Ölçülmeli - tartıya çıkıp.
Öte yandan, festivalden, Gombrowicz'in günlüğünde çizdiği
portreye yakın bir portre çıkarmak mümkün değil. Rotterdam'da

114
bir eşitlik ortamı var: Şairlerin hemen hepsi aynı durumdalar, şu
tek kelime bilmeyen Çinli şair dahil olmak üzere. Felemenk bir ya­
yıncıyla tanıştık geçen gün, beni pek övdü ("kimseye benzemiyor­
sunuz, çok özgün bir şiiriniz var"), gene de hiç gözüm tutmadı ada­
mı - Valente'yi yayımlamış en son, ama destek bulamıyormuş pek
çok projesi için. Bir çevirmen aktardı sonra: Bonnefoy'yı çevirmiş
Felemenkçeye, yayıncı bulamamış.
Bu yazgı birliği önemli aslında. Tecimdışılıkta buluşuluyorsa,
"sıyrılma" tasalarıyla yanıp tutuşulmamalı. Birkaç şair keşfedece­
ğiz burada: Yetmez mi?
Arjen Duinken, Boris Novak, Bernard Heindricks, birkaç kişi
daha. Yetmez mi?
Nuno hfila gelmedi.

ı6'yi ıiye bağlayan gecenin karabasan projesi / saat 03.30-08.45


arası (VI.98.Rotterdam) -
• Bir 'uluslararası yazarlar kolokyum'u; Eco, Kundera, Calvino,
vb. (şairler, denemeciler?) (E.B.?) - ansiklopedik yazarlar, yazı/ n
üzerine bir gece+birkaç gündüz seansı kayda alınıyor; BABİL.
• Bu arada: yemekler, geziler, telefon konuşmaları, kartpostal­
lar, vb.
• Berlin?
[?: Les Murray kadar pis, şişman bir yazarın küp gibi içtikten
sonra gördüğü karabasan.]
• Berlin'de bir otopark; - 5. katından sonra geçilen özel bir ye­
raltı bölümü (1933'te yapılmış ve hep korunmuş), büyük faşist ha­
reketin örgütü yazarların tümünü kaçırıyor mu? (Şoförlerden biri
-Limousine şoförü- ??? bir yazar mı?)
• Otoparkın ve gizli merkezin planları hakkında teknik bilgiler
(mimarı - mühendislik vb.)

115
• Bu gizli bölüm bütün soykırım bilgileri (vb.) ile gelecek tasanlannı
en gelişkin bilgisayarlara yüklemiş - Dr. Mabuse & Co.

17 Haziran 98, Rotterdam -


Tül berbere gitti, ben şairler kahvesindeyim, Les Murray ve Wil­
ma Stockenröm'la birlikte. Kuşlar çılgın gibi ötüyor arkadaki dev
kafesin içinde: Papağanlar ve muhabbet kuşları, nasıl da yorucu­
lar! Ama, demin, müthiş bir sahne yaşandı: Bir görevli, minik bir
fıskiye mekanizmasıyla geldi ve su püskürttü üzerilerine, kafesin
tepesinden: Resmen duş almak için sıraya girdiler!
Dün, Amsterdam'a gittik arabayla, öğle sonrasını orada geçir­
dik. Sert bir merkez: Keşler, kopuklar kol geziyor. Halka halka açı­
lınca biraz gevşiyor kent. Spui meydanında, Atheneaum kitabevi­
,
nin (sıkı bir kitapçı) karşısındaki Luxembourg kahvesinde oturup
yemek yedik Tül'le. Kitabevinin önünde bir tür bakımsız Beckett
volta atıyordu, entelektüel bir berduş sanki, durmadan kendi ken­
dine konuşuyordu. Tül, ikimizi aynı fotoğraf karesinde buluşturdu.
Gece döndük ve aynı yerde, bu kez Pouilly Fume eşliğinde nefis
bir yemek daha yedik.
Sonra: Karabasanlı bir uyku.

18 Haziran 98, Rotterdam -


Bugün, öğleden sonra, "epik şiir" üzerine bir açık oturuma ka­
tılacağım: Les Murray, Craig Raine, Nuno Judice ve birileri daha.
Nuno'yla tanıştık bu sabah, sonunda. Tatlı, sessiz bir adam; ka­
rısı besbelli çok konuşkan. Dört yıllığına Paris'e yerleşmişler, Nuno
kültür ataşesi olmuş. Belçika'da yeni bir kitabı çıkmış, onu getirip
verdi hemen. Belki Paris'te karşılaşırı:z; artık.
Dün, Tül'le müzeye gittik. Birkaç Bpsch'un, Brueghel'in "Babil
Kulesi"nin önünde çakılıp kaldım uztın süre. Özellikle "L'Enfant
Prodigue"in karşısında büyük bir heyecan uyandı içimde - sevgili
otoportrem: "Yolcu"nun içinde değil de kapağında olmalıydı.

116
Gece, Jamie Mc. Kendrick'le konuştuk epey; burada sevdiğim
adamlardan biri oldu. Şiirleri de sıkı, ayrıca.
Ne ki, bıktık festivalden de, Rotterdam'dan da -

18 Haziran 98, his -


Nuno ile konuştuk uzun uzun, bu öğleden sonra. Portekiz'in ya­
zın ortamı Türkiye'ninki. Karısı, "sonunda onu kabul etmek zo­
=

runda kaldılar" dedi.


Birazdan, uzun şiir tartışması için masada yanyana oturacağız.
Bakalım birşey çıkacak mı yarım düzine şairden?

19 Haziran 98, Paris -


Dün akşamüstü, uzun şiirle ilgili açık oturumun sonunda, Tül'e
dedim ki: "Hadi, çıkıp Paris'e gidelim". O anda Nuno ve karısıy­
la, Orhan ve Victoria'yla vedalaştık, otele dönüp hazırlandık ve
ı8.3o'da Rotterdam'dan çıktık. Hollanda yollarındaki aşırı trafiğe
karşın 23.oo'e doğru Paris'e girdik ve Madison'a geldik - oda numa­
rası ı5.
Rotterdam'daki pis havadan sonra Faris bir cennet. Gece bile
çok yumuşaktı hava, Les Deux Magots'un bahçesinde oturduk ge­
ceyarısı. 02.3o'da yıkanıp yattım, sabah erken kalktım, babamla
konuştum. Hava nefis, hatta çok sıcak olacağa benziyor bugün. Sa­
int-Sulpice'deyim, birazdan meydanda Maison de la Poesie'nin dü­
zenlediği (ne şans!) üç günlük şiir pazarı açılacak, onu gezeceğim.
ı3.3o'da Bonaparte'da buluşacağız Tül'le.
Rotterdam'daki son oturum anlamsız geçmedi sonuç olarak. Les
Murray, Craig Raine, H. H. der Bachst, Arjen Duinken, Nuno ve ben
konuşmacıydık - benim sözlerimi Victoria çevirdi, hiçbir kelimeyi
sektirmedi.
Şüphesiz, çok daha soluklu bir oturum gerekir, "uzun şiir" gibi
estetik, etik, teknik yanları çok yakıcı olabilecek bir konuda; gene
de, epey ipucu döküldü ortaya. Öte yandan, konuşmacıların yarısı

117
zayıftı bence; Craig Raine çok iyiydi, Nuno ve ben fena sayılmaz­
dık, yeterince açılamadık tabii.
Dönüşte, bu konuda birşeyler yazmaya niyetliyim, Orhan'a da
önerdim, belki Kitap-lık'ın bir dosyasını ayırabiliriz konuya.

20 Haziran 98, Paris -


Marche de la Poesie'yi gezdim dün, bugün bir kere daha gidece­
ğim. St.-Sulpice meydanının neredeyse tümünü kapsıyor Şiir Pa­
zarı, sanıyorum Fransa'da şiirle ilgili bütün yayın odakları burada:
Yayınevleri, dergiler, zanaatkarlar, şairler, vb. Türkiye'dekinden
daha yoğun bir etkinlik mi, değil: Şiir besbelli her yerde bu kadar. Bu
"fuar"ın Rotterdam'ın üzerine denk düşmesi iyi oldu. Şiir ve Şfilr'in
günümüzdeki yeri hakkında yazmayı düşündüğüm denemenin ısın­
dığını görüyorum.
Bir alay kitap aldım gene, kendimi tutamayıp. Oysa tokum bir
yandan da: Kitap dünyasından bu ara yorgunum; sanırım Rotter­
dam'ın da payı oldu bu doygunlukta. Daha önemlisi, şüphesiz, yayın­
cılıkla uğraşmayı sürdürüyor olmam.

21 Haziran 98, Paris -


Pazar günü Faris başkadır - sakinleşir, çıldırdığı cumartesi gece­
sinin ardından, ama büsbütün ölmez pek çok kent gibi, canlılık kimi
bölgelerine kayar: Marais cıvıl cıvıldır sözgelimi, bit pazarları, Louv­
re ve civarı da öyle. Birazdan çıkar, sokaklara vururuz kendimizi.
Dün, olağandışı bir sıcak vardı, geceyarısına dek sürdü de. Tem­
poyu yavaşlatıyor bu, bir de benim sinirlerimi bozuyor, hiç dayana­
mıyorum sıcağa. Öğlene doğru, Marche de la Poesie'de önce Chris­
tian Bouthemy'yle karşılaştım, oturup birer bira eşliğinde konuş­
tuk: Kitabım en iyi olasılıkla önümü�deki güz yayımlanabilecek
,
- olsun, nasıl olsa özen gösteriyor çeviriye Christian, üzerinde çalı­
şılacak daha, Timour yeni bitirmiş metni kaldı ki. Aynı süre içinde
Fata Morgana'ya birşey hazır edemez miyim? Kimbilir.

1 18
Sonra Fouad el Etr ile biraz söyleştik, parasızlıktan kapatmış La
Delirante'ı - her yerde aynı hikaye: Şiir muhtaç çocuk.

22 Haziran 98, Paris -


İşte bir kere daha dönüş günü geldi çattı: Bu akşam, ıg.15 uçağıy­
la İstanbul'a hareket edeceğiz, herşey yolunda giderse, yerel saatla
23.00 sularında eve gireriz.
Dün gece, büsbütün sıradışıydı Paris'in hali; ancak Devrim'de,
Commune'de, Mayıs 68'de böyle bir mahşer olmuştur diyebilirim:
Müzik Bayramı nedeniyle öyle bir insan seli oluştu ki cadde ve so­
kaklarda, bütün yollar trafiğe kapandı. Her köşede bir orkestra, bir
topluluk; her türden müzik ve dans ve kıpır kıpır insanlar. Yerinde
duramadı Tul, zaman zaman tek başına dans etti çılgınca, büyük
aşkı Paris onu bir bayramla uğurladı. Şanslıymışız bu olaya denk
geldiğimiz için, iyi ki pazara kestirtmemişim biletleri.
Geceyarısını hayli geçe, Place Furstenberg'de, bir banço bir
trompet olağanüstü bir caz duo'sunu dinlerken, "bizim gibi" in­
sanlar sökün etti meydana, arabasıyla geçen yaşlı bir kadın yolun
ortasında durdu ve tempo tutarak dinlemeye başladı müziği, ken­
dimi dolu, dopdolu hissettiğim anlardan birini yaşattı bana, bir kez
daha, Place Furstenberg.

119
IX

B i R Y I L B A Ş I S E FA S I
ı998-ı999
25 Aralık 1998, Paris -
Le Buci'de, kahvede, içimde uçarı duygular, bir başıma oturuyo­
rum. Birazdan otele dönüp Tül'ü ve Samih'leri alıp yeniden çıka­
cağım, herhalde El Chuncho'da yiyeceğiz gece. Dört gündür felaket
hasta, uykusuz, bitkinim. Ateşim çıktı her gece, sonunda Alihan'a
gittim, üç doktor ayrı ayrı evirip çevirdiler beni, bir yığın ilaçla do­
natıp gönderdiler. Kim olsa yıkılırdı benim yerimde, hiçbir bokum
yokmuş gibi çalıştım bir de. Elimi hemen hemen boşaltarak bu sa­
bah uçağa bindim: Paris, yosmam benim!

26 Aralık 98 -
Lydie Arickx'in Couvent des Cordeliers'deki sergisi. Gövdeyle, ka­
dın gövdesiyle ürpertici hesaplaşmalar. Ne yazık ki, baskın bir Rebey­
rolle etkisi var kadının üzerinde. Bir video belgesel yapılmış, izledik
Tül'le, Arickx'in inhiraf durumu enikonu ağır. Etkilendim gene de,
resimlerden, daha da çok heykellerden.
Bugün; sabah Balzar'da, akşam Le Mandarin'de koyu demlen­
meler. Dağlıyor beni Paris, içimdeki yığılmış kötülükleri, "fena"yı
körüklüyor.

28 Aralık 98, Les Deux Magots -


Sonra, bir gün, yılın ilk pazartesiydi, büronun ortalık yerindeki

1 23
'haberleşme panosu' temizlendi; imzasız, gene de kimden geldiği
apaçık bir metin (bir mektup, bir ön mektup, bir yarım mektup
muydu yoksa?) , temize çekilmiş, panoya iliştirilmişti. Okundu,
fısıltılarla duyuruldu, sessizlikle karşılayanlarla yüksek sesle
cümleler kuranlar arasında duvarlara ç arptı ve unutuldu. Aynı
haftanın sonuna doğruydu, cuma günü kalktı o ileti ortadan;
yerini bir cümlelik, bir paragraftık, bir(kaç) sayfalık bir başka
metin aldı. Pazartesi, ikinci Pazartesi, yerini bir üçüncü iletiye
bırakacaktı.
Çarçabuk anlaşıldı ki, hafta başı bir ileti, hafta sonu öncesi bir
başka ileti panoya yerleşecekti. Bir ay mı, bir mevsim mi, bir yıl mı
sürecekti bu şişedeki mektup töreni, belli değildi.
Belli olmayan bir başka şey, panodaki iletilere öteki ellerin bir
replikle katılıp katılmayacağıydı. Kimi, kendi cümlesi ya da parag­
rafıyla (anonim ya da imzalı) ; kimi, iletiyle bağlantısını kurduğu
bir fotoğraf ya da resimle sözü uzatabilirdi/Bir cümle ya da malze­
me, öngörülemeyecek gelişmeler doğurabilirdi.
Panoyu bu kullanıma açan adam büsbütün safdil biri sayılamaz­
dı: Yıllar, ona, her gün saatlarca aynı uzamı paylaştığı insanların
çoğunun ne kadar ciddi, önemli iç ve dış sorunlarla başbaşa yaşa­
dıklarını göstermişti. Mektup yazmak, okumak ancak kendisi gibi
bir hayli tasasız, doldurmakta güçlük çekeceği ölçüde boş vakti bu­
lunan, durmadan çocuksu oyunlar türetip içlerinde kaybolacak ka­
dar hafif(meşrep) davranacak biriki benzerinin işi olabilirdi.
Ama, diyordu kendi kendine, içlerinden hiç değilse biri (hayır,
o değil de öbürü) çıkıp, Saint-Exupery'nin "Kale'sindeki "Bahçı­
van" öyküsündeki gibi, onlarca yıldır karşılaşma olanağı bulama­
dığı kadim dostundan, "bu sabah güll�ri budadım" yazılı bir pusula
aldığında, günlerce düşünüp "bu sab� ben de güllerimi budadım"
yanıtını verecek ölçüde heyecanlı, tutuk, naif davranabilir de.
Bir seferinde değilse bir başka seferinde, diyordu.

1 24
28 Aralık his -
Geç kalktık dün. Benim için iyi oldu: Ateşten, öksürüğün yolaç­
tığı uykusuzluklardan yorgun düşmüş gövdemi bir ölçüde dinlen­
dirdim. Sonra tek başıma çıktım, uzun yürüdüm, bir kahve seansı
yaptım. Öğle sonrası Tül'ü almaya otele gittim, Samihleri de alıp
çıktık, Louvre'a gittik, inanılmaz kuyruğu görüp Fayum portrele­
ri sergisine girmekten zorunlu olarak vazgeçtik, yol ayırdık. Tül'le
Les Halles'de, Au Pere Tranquille'de birer salata ile açlığımızı bas­
tırdık. Ardından Beaubourg'a yöneldik, Cobra sergisini gezdik ve
Place Dauphine üzerinden döndük, Cafe Laurent'de birer içki içip
otelde mola verdik. Gece, Maybury'nin Bacon üzerine filmini gör­
dük: Love is the Devil. İlginç ama başarısız bir film. Relais Odeon'da
yedik sonra, yürüdük epey, Le Mandarin'de birer içkiyle günü ta­
mamladık.
Bu sabah erken çıktım otelden: 7.3o'da Les Deux Magots'ya gel­
dim, iki saattir buradayım, zihnim sisli.

29 Aralık 98, Paris -


Bu sefer günlük tutmak gelmiyor içimden. Zihnim öylesine hın­
cahınç dolu ve katmanlar öylesine içiçe geçmiş durumda ki, yazı bu
koşullarla başedemez gibi geliyor bana. Toplamayı sürdürüyorum
ama- saçmayı da. Bir emme basma tulumbayım sanki. üç-dört gün
yalnız olmalı, kalınmalı, böyle eşiklerde. Büsbütün özgür olsaydım,
belki de kalkar Güney Almanya'ya geçerdim. Bu kış vakti bana iyi
gelirdi Heidelberg & Tübingen & Freiburg & Passau & Kara Orman­
lar yakınında kimi köyler. Ya bir ayım olsaydı elimde, o haritada?
Kalem kağıt ve bol müzik, geceleri bol içki ve sessiz, ayazlı sokaklar
- bir defteri neyle doldururdum?
Her vakit öyle yaşamayı düşlemem ben. Kapı çalınmışsa, bir dö­
nüşüm elektriği çalışmaya başladı demektir içimde. Kendi çarkın­
dan yorgun insan, dönme dolaptan atlamak da isteyebilir - an gelir.
İş bunu, kabin en tepedeyken yapmaya kalkışmamakta.

1 25
Peki bir zihin, imgelem alıştırması değil mi, hepsi hepsi, kafam­
daki o yolculuk?
Yok - o kadar basit değil.

30 Aralık 98 -
Dün, şehir beni nerelere götürdü. Avare yürüdüm saatlarca. Les
Deux Magots'dan başlayarak Cluny'de, Cafe Louis-Philippe'de ko­
nakladım arada. Otele 18.00 dolaylarındaydı, döndüm.
Gece, Samih'leri de alıp Vagenende 19oo'da yedik. Gerilimli ye­
mek. Bereket sonunda sisi dağıttık, Le Mandarin'de birer içki daha
alarak gevşedik.
Bugün kitap alışverişine başlayacağım sanırım.
İçim biraz olsun dinlendi mi?

31 Aralık 98 -
Maraton temposuyla geçen bir günün ardından, bir de yılbaşı
gecesine hazırlık, iyi uyudum bu sabah, çıkıp Cluny'ye geldim.
Dün, Rue de Seine'deki galeriler (Guinan'ın yeni sergisi vardı Lo­
eb'da!) ve Orsay'den sonra kitapçı seanslarımı tamamladım. Bu kez bir
çantayı aşmayacağım, sanırım. Gongora soneleri, Stael'in mektupları,
birkaç kapsamlı sanat kitabı aldım.
Gece, Le Coupe-Chou'da yedik Samih'lerle. Tül'le, birer marga­
rita eşliğinde, Le Mandarin'de noktaladık.
Bu gece, Procope'da şölen!

ı Ocak 99, Cafe Bonaparte -


Bu sabah, hava pırıl pırıl, masmavi bir gökyüzünün üzerinde
güneş hüküm sürüyor - g6'yı 97'ye bağlayan yılbaşı geliyor da aklı­
ma, -14° ile tam bir felaketti. Otelden fıkıp Rue St.-Sulpice'de (eski
'Körler Sokağı') yürürken, kim inanır bilmem, karşıma ilk çıkan
tanıdık yüz, 'ça vs interesse la poesie?'ninki oldu! Yeni yıla tuhaf
başlangıç doğrusu.

1 26
Dün gece özene bezene giyindik ve 2ı.oo gibi, Procope'a gir­
dik. Tül, müthiş alımlıydı. Sabaha kadar coşkusunu, keyfini yitir­
medi. Benim için bunu söylemek güçtü: Besbelli yaşlandım ben,
dört saat süren Procope faslında sıkıldım diyemem tabii, ama son
yarım saatta koptum o eğlenceli ortamdan, pilim bitmişti. Oysa
çıktık ve Concorde'a dek yürüdük ve yürüyerek St.-Germain'e
döndük. Le Mandarin'de noktayı koyduğumuzda saat 04.oo'ü bul­
muştu.
Procope'da yemekler olağanüstüydü, atmosfer de iyiydi - geceya­
rısı Tarkan çalıncaya dek. Berbat bir şakayla açıldı yeni yıl, böylece.
Gene de, en 'başarılı' yılbaşı gecelerinden biri sayabilirim bunu,
genellikle facia tadı kalır(dı) o gecelerden.
Nasıl bir 98 bıraktım arkamda, açıkçası kestiremiyor, ölçemiyo­
rum. Bir sürü yolculuk (Roma, Rotterdam, New York, Paris), olduk­
ça yoğun mesai, buna rağmen verimsiz sayılamayacak bir masabaşı
üretimi, vb.
Açıklaması güç: g8'i sanki gg'u hazırlayan bir yıl olarak algılar
gibiyim - demek ki yeni gelenden ciddi beklentilerim var. Bu, biraz
da Şubat başında sabahlarımı kurtarmış olmama bağlı birşey.
Bir dönemeç arayışının bir noktasına yaklaştım sanki. gg'da,
özellikle şiirde yoğunlaşmak istiyorum.

2 Ocak 99, Cafe Le Sorbon -


İnsafsız ölçüde yürüdük dün, Samih'lerle. Rue de Seine'den
Place Dauphine'e, Chatelet'den Place des Vosges'a, Bastille'den
Saint-Paul'e ve otele! Akşamüstü çöktük ve iki saat kadar uyuduk.
Gece, Tül'le El Chuncho'da yedik, sonra La Vie est Belle'i görme­
ye gittik - felaket bir film. Geceyarısı Les Dewc Magots'da gene
Samih'lerle karşılaştık sonra. Bu sabah geç uyandım. Dönüşe 48
saat kaldı. Garip bir hüzün. Oysa şiir alıştırmaları sürüyor - hem
Fayum portreleri, hem de Okuma Sahneleri. Hüzün, belki de bun­
dandır.

1 27
"Tiyatro perdesi" hakkında bir fenomenoloji denemesi: Tek
perdelik monolog-oyun: Açılma, kapanma, arkası, önü, terzi, ışık,
alkış, dalgalanma, vb.

3 Ocak 99, Le Mandarin -


Paris'te son gün, yarın ıo.oo uçağıyla İstanbul'a dönüyoruz. Son
yıllarda ilk kez Paris bu kadar az heyecan verdi bana, biraz ürktüm
durumdan. Acaba bir heyecan doyumu mu sözkonusu? Tul'ün aşı­
rı coşkusu mu törpülüyor duyguları mı acaba? Tabii, daha gerçekçi
gerekçeler de arayabilirim: Hasta ve yorgun geldim buraya örneğin.
Bilemiyorum. En önemlisi şu olamaz mı: Ben şimdi burada olmak
istemiyordum. İşte altı çizilesi cümle.

1 28
x
. . .. .

ACI BiLGi GUNLERI


. .

L I Z B O N - M A R S I LYA -
P R O V E N C E - PA R I S
1999
24 Mayıs 1999 -
yerel saat: 18.45
Lizbon: Hotel Presidenta, oda numarası 2oı. Kişiliksiz, temiz,
orta karar bir otel. Duş yapıp yattım. Bir çanta dolusu kitap geldi Casa
Pessoa'dan - bizim antoloji de çıkmış bu arada. Yanlış saymadıysam
ı8 şair çağrılı, bunlardan 3-4'ü Portekizli. Tanıdık isimler: Salah Ste­
tie ve Michael Schmidt. Sönük geçeceğe benziyor festival, göreceğiz.

25 Mayıs -
08.50
Sabahın köründe, afyonum patlamamış henüz, önce Charles Si­
mic'le İngilizce, sonra Finli şaire ile Frenkçe, derin muhabbet, oysa
benim Türkçe konuşmaya bile niyetim yok(tu) .
Sabah konuşmamaya alıştım yıllardır. Uyandıktan sonra ilk iki
saat sessiz kalmalıyım. Hemen konuşamıyorum ya, neredeyse he­
men, yazabiliyorum! Pek çok kişinin aklı almaz.
Dün akşam, ıg.oo sularında lobide buluştuk: Bir leylek ordusu.
Önce selamlaşmalar, takdimler, künye değiştokuşları. Ardından,
tabii Portekizliler sıcakkanlılar, hemen kaynaşılıyor - şarabın da
katkısıyla. Yemekte, gerçi iki ayrı grup oluştu ama tam kopulmadı.
Bizim grup: Nuno, Salah Stetie, Arjen ve karısı, Charles Simic, Fin­
li ve Avusturyalı şaireler. Çabuk ısındık ve kaynattık.

1 31
Teketek olmadıkça, derinleşme olanağı görünmedikçe, edebi­
yattan ve benzeri şeylerden sözetmeyi sevmiyorum. Gündelik ko­
nuları yeğliyorum aslında.
iki-üç Portekizli şair eşlik ediyor bize. Onlar iyice şiir budalası.
ikisi de hayli yaşlı üstelik, elemiş olmaları gerekirdi. Elemedikleri
şuradan belli: Çok genç, kendilerinden herhalde 30 yaş ufak kadın­
larla evlilik tazelemişler. Tanrım, beni o duruma düşmekten kur­
tar: Şiir ya da şair hayranı genç bir hanımın körpeliğine kendimi
kaptıracak kadar bön olmayayım bir gün.
Sonra çıktık Tül'le, ana caddelerden birinden (Lizbon'da bö e yl
üç ana cadde var) , Avenida Libertade'den denize kadar ağır ağır in­
dik. Geceyarısı ıssızdı Ticaret Meydanı. Pessoa'nın kahvesi, Mar­
tinho de Arcada'ya sokuldum, duvarlarına dokundum.
Delikdeşik bir uyku. Yeni, acımasız, kendime ve ötekine hoyrat
bir cümle aradım durdum: "Bıraktım, içimden bir Çin Seddi örül­
sün, taşları elimle seçtim".

26 Mayıs -
09.35
Kentle ilk tam 24 saatlik temasın sonrasında bir genel kanı
oluştu imgelemimde. Büyük olasılıkla güvenilmez izlenimlerdir
bunlar, herşey yerli yerine oturunca dönüp gerekli düzeltmeleri
yaparım. Ne zaman yerli yerine oturur herşey? Ne yazık ki: Dö­
nüşte. Kısa, derli-toplu bir Lizbon portresi kurmak istiyorum is­
tanbul'da; hala "Güney" diye vaftiz ettiğim küçümen "Şehren'is"
kitabım var ya yürüyen, orası için. Selanik-Napoli-Ravenna-Ve­
nedik dörtgeniyle Pompeii notları yeralıyor o defterde, bir de
Nice-Lyon ve Bourgogne çıkmaları. Belki bu yaz yeni metinler
eklenir.
Yapılar, insanlar ve sokaklar. Davranışlar, duruşlar. Renkler, ko­
kular, tatlar. Geçmiş ve şimdiki zaman. "Bir kentin dışarıdan görü­
nüşü". Önce bakmak, görmeye ve kulak kesilmeye çalışmak, kısa-

1 32
cası açık kalmak gerekiyor. Lizbon da böyle oturacak. Dün sabah,
Egipto Gonçalves'le oturduk bir saat. Lizbon'u daha çok bir Afrika
kenti olarak görüyor, Arap etkisinden dolayı. Asıl, Porto önemli­
dir, dedi - Portolu tabii. Lizbon, Akdeniz'den birkaç yüz kilometre
uzakta, gene de Akdeniz dokusu egemen.
Öğlen, ilk hamleyi yalnız yaptım. Bir buçuk saatta iki tepeye tır­
mandım, indim. Öğle sonrası Tül'le Duque'ye çıktım gene, yemeği
mütevazı bir dağ ürünleri lokantasında yedik. Akşamüstü Casa Pes­
soa'ya gittik, dört şairi izledik. Gece, Manuela'nın kılavuzluğunda,
York House'a yemeğe gidildi, PEN'in çağrılısı olarak. Gene çok içtim.
Sisten, sonuçta. Ama Tül'ü uyutmamışım - üstüste ikinci gece bu.

27 Mayıs -
06.50
Karga bokunu yemeden sokağa düştüm, bir sabahçı kahvesin­
de günü açıyorum. Dört saat ya uyudum ya uyumadım; üstelik küp
gibi de içmiştim gece, oysa iyi ve diriyim şimdi, kafam zehir zem­
berek çalışıyor.
Kent güç bela uyanıyor burada, bütün güney kentleri gibi. Gece­
yarısı başlayan yağmur hafiften çiseliyor hala. Nem üstüme başıma
yapıştı sanki.
Dün, enikonu yoruldum aslında. Sabah Gulbenkian müzelerini
gezdim. Klasik müzenin koleksiyonu heyecan verici seçkinlikte.
Özellikle Orta-Doğu ve Doğu parçaları Louvre'la boyölçüşecek nite­
likte. Modern Müze, tam tersine, üzücü bir görüntü içinde: Çağdaş
Portekiz resminin özgün, doyurucu bir çizgisi olduğunu söylemek
güç, bütün avant-garde'lardan etkilenmişler de kendilerini pek ko­
yamamışlar. ı935 doğumlu bir kadın ressamın, Paula Rego'nun bir
sergisi var ayrıca: Neşe Erdok ile Bacan arası işler, belli bir gücü var
gerçekte, ama 'sosyal içerik'le bozmuş olması kötü, Manuela'dan
öğrendim sonra, meğer kürtaj referandumunun sonuçlarını pro­
testo ediyormuş. Öyle yapmasa daha iyi olurdu.

1 33
Neyse, öğlen yemeğini bir arasokak aşevinde yedikten sonra
Baixa'ya yürüyüp Martinha da Arcada'da haccın gereğini yerine
getirebildim. Dört bir yanı büyütülmüş Pessoa fotoğraflarıyla dol­
durmuşlar; selamlıyorlar mı sömürüyorlar mı, diye düşünmeden
edemiyorum. Gerçi bundan çok emin olmamalı insan: Kim ne ka­
dar takıyordur bir şiir efsanesini, o da ayrı bir konu.
Kahvede otururken bizim Selfilıattin aklımdaydı, koca Özpala­
bıyıklar, burada yanımda olsun isterdim şu anda, çevremde Pes­
soa'dan heyecan duyacak pek kimse yok zaten. Casa Pessoa'daki
eşyalarına (gözlük, kalem, ağızlıklar) bakarken de aklıma Selo gel­
diydi.
Ardından, Tül'le, 'elevador'a (funiculaire'ın Portekizcesi - bi­
zim 'Tünel'in açık hava versiyonu!) binip Santana'ya çıktık, tepe­
deki küçük fakirhanelerin arasından kenti izledik, arasokaklara
girdik, balkonlar hınca-hınç çamaşır ve çiçek doluydu, ağır ağır
Rua Arco Graça'dan aşağı indik.
Lizbon, yumuşak. İnsanları taciz etmiyor hiç, gereksiz bir ilgiy­
le boğmuyorlar sizi. Berduşlar bile sessiz burada.
Gece, Baixa'da eski bir lokantada ağırlıyor şairleri Manuela.
Çorba, balık, kırmızı şarap, meyve. Biraz Portekiz şiiri kaynatıyo­
ruz. Buradaki şairlerin çoğu 'meslek' arızaları salgılıyor: Başta Sa­
lah Stetie olmak üzere durmadan yayınevi, dergi, festival sorunları
üzerine konuşuyorlar. Thrkiye'de de böyleleri çoğunlukta. Belki de
işin içinde olduğum için dayanılmaz buluyorum o konuşmaları,
beyhude lafız, şiirle filan da hiç ilgisi yok bütün bunların, toplum­
sal statü -sözümona- geyikleri aslında.
Charles Simic böyle değil işte. Keyifle sohbet ediyoruz onunla.
Havadan sudan konuşabiliyoruz sıkı�madan. Arjen de öyle. Dün
geceyarısı çıkıp birlikte yürüdük, Hot,el Lisboa'nın piyanistsiz pi­
yano barında bol bira eşliğinde futbol konuştuk uzun uzun, güldük,
gevşedik.

1 34
Şairlik oyunu çok sıkıcı ve komik. öyle adamlar şiir yazarken
bile kasılıp rol kesiyorlardır gibi geliyor bana. Oysa ayıptır şairlik,
bundan sözetmek ayıptır bence.

28 Mayıs ­
ıı.20
Yoruldum dün. Baixa'nın arka sabahlarından başlayarak, rıhtım
hizasından yukarılara çıkıp arasokaklara vurdum. Öğlen nefis bir
yemek Tül'le: Yengeç, karides, vb. Akşam tavus kuşlarıyla şiir seansı!
Gece, Taje üzerinde bir teknede bol içki eşliğinde yemek. Gece yansı
ağır, mahzun fadolar. 03.oo'ü geçmişti yattım. Sabah Samih'ciğim­
le konuştum. Tenha kabile. Dördüncü mü, beşinci mi cümle: Kendi
araladığım pencereyi kapattım, sonra da içeriden ördüm. Bu odadan
çıkmayacağım.
Pessoa'nın odası, Lizbon metni için çıkış noktası. Argentina'nın
kısık, çatlak, basamaklı sesiyle yaktığı fadoda kapanabilir metin.
Bir acı(lı) mensur şiir.
Bugün, Casa Pessoa'da şiir okuyacağım.
Dönüşe: Bir İçağrılar Kitabı.
Şiir: Yanlış Numara.
Lizbon için: Bir Fernando ve Ofelya hikayesi?
Kuşla çarpışma.
Kilisede mum dikmek: Hikmet toplama.
Arı faaliyetleri.

29 Mayıs ­
ıo.15
Dün, Casa Pessoa'da okuma seansını gerçekleştirdim: Kim, Du­
man, Sonbahar Ayini, Çakallar Kuşatırken, Marsilya'dan Son - çe­
virmenim Helena Barbas ile karşılıklı çift dilden okuduk. Sonra,
Ağlayan Kadınlar'ın tümünü okudu Portekizcesinden, Helena -
ben, ilk parçayı okumakla yetindim, bitirdim. Görev tamamlandı.

1 35
Tabaccaria'nın, benim şiirlerimi de içeren yeni sayısı basıme­
vinden yetişmedi, çıkınca Manuela gönderecek. Helena bir kitaba
doğru yürümek istiyor. Dilerim gerçekleşir bu. "Pasaport"u da çe­
virmiş, öte yandan: İtalyanca, Almanca, İngilizce, Acemce ve Fe­
lemenkçeden sonra altıncı yabancı dili oldu bu. Belki matrak bir
kitap yapılabilir Altıkırkbeş'te.
Gece, "ekip"le Xenu'da (chez nous, demekmiş !) yedik: Charles,
Arjen ve karısı, bize Evelyn ve Finli Helene de katıldı. Noktayı piya­
no-barda koyduk, Tül'le uzun yürüdükten sonra.
Bugün son fasıl. Gece davetinden önce toplu bir okuma seansı
yapacağız - birer şiir. Yarın sabah Paris'e dönüş.

Sızlanıp duruyorum; sorun bir teknik çözüm başarısızlığıyla ilgili


bana kalırsa. İçağrılar Kitabı'yla bu engeli aşmanın yolunu bulmalı­
yım, bulabilirim: Hepten türlerarası bir yazı türüne oturtarak: Me­
sel, kısas, romans, anlatı, metin, çözümleme, seyahat notu, alıştırma
- gene de 'compact' bir akı/ş.
?

29 Mayıs, Av. Liberdate'de bir kahve -

11.50
İnsan ilişkilerini güdükleştiren kişiler mi, toplumlar mı? Top­
lumlar, demek kolayımıza geliyor, payları ayırmayı, ayrıştırmayı
denemeliyiz. Aile, okul diye başlanabilir çözümleme sürecine - bu­
rada sorun, hangi sonucun didikleneceği, yoksa her amatör sosyo­
log aynı kalıpları kullanacaktır.
Kardeş, eş, dost, arkadaş, sevgili, pıetres (öteki kutbu da), ka­
rı-koca, amir-memur, bütün akrabalık konumları ... giderek hem­
şerilik, vatandaşlık. Hangi rol dağılımları, hangi tanım çerçeve­
leri içinde sıkışarak tanımlanmış - beni işte bundan ötesi ilgi-

J 1 36
lendirdi hep. Bir tür sapkı alanı/kapsamı içine sokulan gelişme
biçimleri.
Bir erkek ile bir kadını ele alalım. Sınırlar bellidir: Anne (baba) ,
kız (erkek) kardeş, oğul (kız), eş, sevgili.
Neden, bir erkek ile bir kadının derinlemesine arkadaş, dost
olmaları çok güçtür? Neden, çok seyrek kurulur ve yaşatılabilir, o
türden bir ilişki?
Gerçi, bana sorulacak olursa, bir erkek ile bir başka erkeğin, bir
kadın ile bir başka kadının da derinlemesine, kalıcı, boyutları geliş­
kin ilişkiler gerçekleştirme konusunda ciddi engelleri vardır, olur
- burada da hayli seyrek çıkar karşımıza güçlü, sağlam örnekler.
Rekabet alanları göze çarpar, sınırları biraz da bu belirler.
Erkek-Kadın zincirinde farklı ilişki modelleri düşledim hep. İn­
san, önce yalnızdır şüphesiz. Sonra "eş"leşmek ister. Benim için "eş",
bir toplumsal statü durumu değildir: Aramak, bulmak (rastlamak),
ilişkiyi kurmak ve sürdürmek ( geliştirmek, tabii; alışmak başka)
=

zorlu, özen gerektiren işlerdir.


Gelgelelim, eşlik koşulu öteki'nin kabul görmediği bir zemin
yaratır genellikle. Bir kadın (bir erkek) , eşinin karşı cinsten derin­
lemesine arkadaşlığına hepten kapalıdır, sık sık kendi cinsinden
arkadaşlıklarını da sınırlar.
Peki, bir kişi birden fazla kişiye, farklı içerik ve biçimlerle ya­
kınlık duyamaz mı? Elbette duyar. Quevedo'dan Goethe'ye, oradan
Moravia'ya ilerliyorum: O durum kurcalanmıştır.
En hafifinden dramatik, daha çok da trajik 'son'larla karşılaşılı­
yor orada - seyreğin seyreğidir yaşatılmış üçgen ilişkiler.
Onun için de, üçüncü kişiler yasağın ya da mahremin (gizlinin)
kapsamına girmiştir hep - alçaltılmadığında yaralanmış, örselen­
miş, indirgenmiştir.
Sağlıksız dünyanın sağlıksız bağlantı kuralları.
Bunları ellemek istiyorum, yazıyla: bir kez daha Valery: Biçim
pahalıya malolur. Öyle mi gerçekten de?

1 37
"Karpuz Çekirdeği"ni ve "Daha"yı uzatacak bir metin kurmanın
yolunu yordamını bulamayacak mıyım?

30 Mayıs -
07.50
Lizbon'da son sabah. Küçük çan sesleri. Koyu kahve. Dumanaltı
oda.
Dün, hem içte, hem dışta yoğun geçti. Sabah, sonra da öğle son­
rası ara-sokakları arşınladım; tırmandım, indim. Özel bir fado
atmosferi, insanın telleri kıpırdıyor. Akşamüstü, Belediye Başka­
nını ziyaret ettik, Başkanlık Sarayının nefis kütüphanesinde son
bir okuma yaptık hepimiz, tek tek. Ardından Castelo'ya götürdü
bizi Manuela, otobüsle. Hızla, dört bir yanından şehri taradım ve
kafamdaki panoramik görüntüyü tamamladım. Gece, Casa Pes­
soa'da son yemeğimizi yedik birlikte; insanın içine tuhaf bir keder
duygusu çöküyor, ayrılıyoruz diye. Akşamüstü Paris'te olacağız ya,
Lizbon'dan doğrudan istanbul'a geçmekten daha iyi bu - yumuşak
geçiş.
Dopdolu bir hafta kazıdı Lizbon, hayatıma. Tortu çökünce oku­
rum o şarabı artık.

31 Mayıs -
09.20
Les Deux Magots: Koyu kahve, koyu tütün. Dün, 16.00 suların­
da indik Paris'e, Hotel de Buci, oda 2ı. Hava sıcaktı, güneş bulutsuz
gökyüzünde patlamış, inanması güç oldu: Sabah dehşet bir fırtına
atlatmış Paris, elektrikler kesilmiş üç saat, ağaçların dalları kırıl­
mış, bazı yerleri su basmış!
Önce çıktık ve yürüdük: Rue Galapde, Maubert, Balzar'da kah­
ve molası, Rue Racine, Odeon, Marche St.-Germain. Sonra bir saat
uyuduk otelde ve yemeğe çıktık: Procope. Nesrinle Samih'e kadeh
kaldırdık. Hem Sancerre (beyaz), hem Bordeaux (kırmızı) içtim.

1 38
Gece yürüdük: Rue Mazarine'den Pont des Beaux-Arts'a. Ousma­
ne'ın heykel sergisi gece daha da büyüleyici. Son yılların en etkili
çalışmalarından biri şüphesiz. Bugün, gündüz ve gece, renkli ve si­
yah-beyaz, iki ayrı seans yapmak istiyorum üstünde.
Oradan Place Dauphine'e gittik: "Issız Dönme Dolap"ın başladığı,
bittiği nokta. Dolduğumu, taşacağımı hissettim orada. İstanbul'da,
son altı ayda birikenleri Lizbon günleri, geceleri salladı iyice.
Geceyarısı, Le Mondrian'da, son bir margarita eşliğinde küçük
kanat hışırtılarıma kulak verdim.
Uykumda, ürpertici bir karabasan: Yakından tanıdığım bir üniver­
site hocası güya, yüzü dayımınkine, ikizlerin küçüğününküne benzi­
yor. Geç saatta kapım çalınmış, açıyorum, oturduğum evin karşı kapı­
sı bir hastane/klinik kapısıymış, tel§.şlı bir doktorla tel§.şlı yardımcısı
"gelmeniz gerekiyor hemen" diyorlar, izliyorum onları yarı soyunuk
halde olmama rağmen, doktor aşırı ciddi bir yüzle "sanıyorum sizin
bir yakınınız o" diyor, iyice kaygılanıyorum. Önce oturtuyor beni, bir
bakıma soğukkanlı olmam için rahatlatmaya çalışıyor, ama sonra,
gizli tutulması gereken bir durum sözkonusu olduğunu anlatıyor, ke­
sinlikle duyulmaması sağlanmalı göreceğim şeylerin. Kıvranıyorum.
Beni bir iç odaya alıyor ve yerde yatan iki "parça"yı gösteriyor. Biri,
tek bir bacak, kasıktan ayağa tamam bir bacak. İnsan bacağı, ama
tavuk butu gibi bir dokusu var. öbürü bir baş, daha doğrusu bir yüz
galiba, sanki arkası eksik, o da tavuk derisi gibi sapsarı, tütsülenmiş
izlenimi bırakıyor bende. Tanıyorum gerçekten de yüzü, ama kim ol­
duğunu net bir biçimde tanımlayamıyorum. Birden konuşmaya baş­
lıyor, gözlerini bana dikerek: "İyiyim ben, merak etme" diyor: "Her­
hangi bir acı duymuyorum''. Doktor beni dışarı çekiyor gene, "tıbben
mümkün olmayan bir durumla karşıkarşıyayız" diyor: "Hata yapma­
mak için dokunmuyoruz". Şaşkınlıktan küçük dilimi yutmuş gibiyim,
tek kelime edemiyorum. "Zaten" diye düşünüyorum, "soru sorsam ne
olacak, doktor da birşey anlamış değil ki". Yeniden sıkısıkıya tembih­
leyerek beni geçiriyor kapıya kadar, eve dönüyorum.

139
Bir zaman geçmiş olmalı - herhalde birkaç gün. Doktor uğruyor.
"Hiçbir değişiklik yok durumda. Beyin yok, mide yok, ne beslen­
me gereksinmesi duyuyor, ne bir ağrı belirtisi göze çarpıyor. Bacak
üzerinde çalışmalarımızı sürdüreceğiz, ama yüzü size iade edece­
ğiz. Bana kalırsa, ondan kimseye sözetmeyin. Başınız ağrır kesin­
kes. Nasıl olsa bir beklentisi yok, çalışma odanızda bir çekmecede
tutabilirsiniz onu''. İtiraz edecek gücüm yok, neden bana iade edil­
mesi gerektiğini de anlamış değilim, gene de, çaresiz, kabulleniyo­
rum durumu. Doktorun yardımcısı, bir beze sarmış, özenle tutarak
getiriyor. Alıp odama götürüyorum, masanın üzerine, bezi çıkarıp
koyuyorum. "Biliyor musun" diyor bana dalgın bir ifadeyle bakıp:
"Bu halde akademik çalışmalarımı sürdüremem artık. Gençliğim­
den beri şiir yazmak istemişimdir hep, bana yardımcı olursan baş­
layabilirim".
İyi şiirler yazarsa, diye aklımdan geçiriyorum, onu yokeder, şiir­
leri kendi adımla yayımlarım.

24 Temmuz 1999 -
20.10
Bu sabah ıı.3o'da indik Paris'e; Roissy'den arabayı aldık, bir Ve­
ctra, hışımla şehre indik ve Hotel de Buci'ye kapağı attık: Gene, 21
no'lu oda - anlaşılan yer ayırtmak için aradığımda, boşsa hemen
onu veriyorlar.
Çıkıp biriki saat turladık. Gibert'den bir alay CD aldım (çoğu Bach
olmak üzere), Compagnie'den birkaç kitap: Provence ve Languedoc­
Roussillon kılavuzları, Camus/Noces, Quignard, Giono'dan "Proven­
ce" ve Maurice Sceve. Balzar'da bir mola. Sonra otele çekilip iki saat
uyuduk, gece dört saat ancak uyumu�tuk. Şimdi Mondrian'da Tül'ü
bekliyorum, yemek için Vagenende'dapıasa peyledik. Önemli ayrın­
tı: Bugün bir de 'konuşma kayıt aracı' (Sony) aldım, kaç yıldır niyet­
liydim.

140
*

Yarın Paris'teyiz -şu anda Gaultier geçiyor önümden-, öbür gün


Marsilya'ya doğru yola çıkacağız. Konferansım salı gecesi, çarşam­
ba ve perşembe de Marsilya'da kalacağız. O iki-üç gün içinde, Pro­
vence'da bir konak noktası bulmayı umuyorum - sakin ve alımlı bir
ev ya da otel. Artık Vence mı olur, başka bir yer mi, göreceğiz.
Niyetim dört başı mamur bir seyahatname kurmak değil bu se­
fer - "Güney"e girecek, güney eksenli bir defterin içinde daha çok
bir içyolculuk çatmak istiyorum.

Bir çıkış aralığım var: "Aralık".


Bir ilk nokta: Temmuz 6g'daki Aya Ayak Basış ile tamamladığım
New York kitabından hareket edecek, Roissy'deki Alfred'in öyküsü­
nün etrafında dönüp duracağım.
Bakalım hele.

25 Temmuz, Les Deux M. -

ıo.ıo
Pazar sabahı, yaz tenhalığı, bayılıyorum Paris sokaklarının ılık
sessizliğine. Bir önceki gecenin, üstelik uzun sürmüş bir gecenin
yorgunluğunu üzerinden atmış, yıkanmış, aklanıp paklanıp güneşe
çıkmış, durmuş, bekliyor(lar) .
Rue de Seine'den kıyıya doğru yürüdüm bu sabah. Kapalı oldu­
ğunda La Palette ne güzel! Hele üstkatından taşan çiçekler. Sonra,
Rue Visconti'ye saptım, ağır ağır katettim onu. Balzac'ı ve Racine'i
selamladım. Rue Bonaparte'dan dönüp kahveye geldim. Tül, bir
buçuk saat sonra katılacak bana. Otel yaşamı, tek odada yaşamak
ikimize de gitgide daha güç gelir oldu: Gece o televizyon izlemek

141
istiyor, ben sessizlik; bu sabah, radyoda klasik müzik bulunca ben
sevindim, o "RTL dinleyelim" dedi. Doğal sapma istekleri.
Bu sabahın rekolteleri:
• 24 cm. x 24 cm.'lik alanlara yapıştırma denemeleri: Yazılar) ,
imgeler (görüntüler), nesneler. Bir toplama alanı. Kendi çektiğim
fotoğraflardan da kesitler ve kesikler kullanabilirim burada. Bir
sergi-kitap projesi - belki, sergi için, 240 cm. x 240 cm'ye büyütü­
lebilir o işler.
• Sahteyazı. (Ecriture fausse). Bir şiir mi? Selçuk Demirel' den ge­
len mektuba bir yanıt mı? 6 Ağustos günü yayımlanacak imzasız du­
yurum için kendi kendime mektup ya da yanıt mı?
• Dün, yıllar sonra, yeniden Camus'ye döndüm: "Noces/Ete". Ne
kadar toy metinlermiş meğer. Doğal: 24-25 yaşlarındaymış. "ücra"
için yararı oldu, "Çöl"ün bir bölümünün. Okumayı sürdüreceğim.
İçyolculuk metni için, belki dışyolculuk metninin içine italik
yazıyla, bir sarmal oluşturacak biçimde geçiririm onu, ilk nokta­
lar aydınlandı: Gökokumak, Aya (Uzaya) yolcu çıkış, Mallory (göğe
yaklaşma) , "Göğe Bakma Durağı", Alfred ve havaalanından seyret­
mek.

25 Temmuz -
20.oo
Öğlen buluştuk FT'yle, arabaya atladık ve onu Barbizon'a götür­
düm - tek kelimeyle vuruldu. Bir de sonbaharda görse orayı! 25 yıl
önceydi, Barbizon'a gitmiştim, içimde derin bir yer açmış. Fontai­
nebleau ve Melun üzerinden döndük Paris'e: Hava ağır sıcaktı.
Ufukta "güney" olmasa, pekfila Barbizon'da demir atılırmış.

27 Temmuz, Marsilya -
ı7.45
Passeport Cafe'deyim, aklımda yaklaşık 7 yıl önce, bir sabah oto­
büsten inip İzmir'de oturduğum Pasaport kahvesi - bir ana sekans.

1 42
Öğlen, ekiple La Caravelle'deydik, hemen kaynaştık. Birazdan
gene orada buluşup gece seansının provasını yapacağız. Konuşma­
lar açık havada yapılıyormuş! İlginç de, tepemize yağmur boşan­
mazsa tabii! !

30 Temmuz, Marsilya -

10.00
Meydanda, Pasaport kahvesinin az ötesindeki bir başka kahve­
de, ayrılmadan son notlar.
Birazdan, yarıyarıya belirsiz bir güzergahı izleyerek yola çıkacak,
Marsilya'dan kopacağız: Marsilya, yazmak istediğim bir kent, tıpkı
Lizbon gibi: Yerleşince, soğumadan, belki-
L'Estaque üzerinden hareket edip Vaucluse'e yönelmek niye­
tim. Gece nerede kalırız, bilemiyorum. Yörede ne kadar oyalanı­
rız, onu da. Bugün, yarın, öbür gün. Bölgede ev bulamazsak, ki pek
iyimser değilim bu konuda, hedef Paris olacak - orada ev bulmak
daha kolay olabilir çünkü.
Marsilya'nın keyfi bir yana, etkinlik anlamsız geçmedi: "Les Lan­
gues de la Mediterranee", ufkumu açtı diller konusunda: Suriye, İsrail,
Lübnan, Mısır, Malta ve Monaco'nun dilsel haritası üzerinde enikonu
fikir sahibi oldum, ötekileri izleyemedim. Konuşmam hayli ilgi topla­
dı, dilciler epey etkilendiler belli ki, yazı adamının perspektifine ga­
riptir alışkın değiller. Dün, radyoda uzun bir açık oturuma katıldım:
Cezayirli, Arnavut, Slovenyalı, Kıbrıs Rumu katılımcılar ile. Hepsi aşı­
rı iyimserler, bütün diller yaşamalı/herkes dost ve kardeş olmalı - kan
gövdeyi götürüyor dünyada, derin uykuyu yeğliyorlar.
Bir gün oturup bunları yazmalıyım: Tekdili hedeflemek versus
Babil'i sonuna dek götürmek: İki uç arası denemeler, yanılmalar,
savrulmalar.

30 Temmuz, St. Remy de Provence -

19.40

1 43
Chateau de Roussan'da, otele dönüşmüş, biraz hırpani bir şato­
cuktayız, oda numarası: En üst katta, "mavi oda"! Alımlı bir ortam,
olağanüstü ağaçlar, dev bir arazi, sessizlik - kuşlar ve yapraklarda
oynaşan rüzgar. İki gece kalacaktık aslında, ama odadaki su örüm­
cekleri yüzünden Tül yarın gitmekte ısrarlı davrandı.
Yaklaşık yirmi ulu çınar var, otelin ön bahçesinde, anayola giden
yolda da otuz kadar çınar olmalı. Bunlardan biri için neler vermez­
dim! Koskoca şato, böyle bir atmosfer ve oda fiyatı 75 dolar.
L'Estaque da ölmüş gerçekte - tıpkı Antibes ve St.-Paul gibi. Tek
fark: Burayı turistler değil de rıhtım, gemiler, sanayi çökertmiş. O
havadan eser kalmamış artık.
Yeniden yola koyuluyor ve Salon de Provence'a ulaşıp konak­
lıyoruz bir saat. Keyifli, sıcak bir kasaba. Şimdi Askeri Müze ola­
rak kullanılan eski sarayın tam karşısında, XIII. yüzyıldan kalma
St.-Michel kilisesi. Yalın, mağrur bir yapı, Nostradamus burada
gömülü.
Ardından, St.-Remy'ye geçtik. Önce bir ev bulduk sandık, sonra
anlaşıldı ki başkaları tutmuş! Herhalde Türk olduğumuz için kork­
muştur ev sahibi. Öyle ya, bir çift Türk, iki haftada evinizi ne hale
getirirler(!)
Akşamüstü, bir sokakta keskin incir kokusu. (ilhan, böyle bir
cümle yazınca, onu şiir sanıyor).

31 Temmuz, Ch. de Roussan -

04.35
Uyuyabilirsen uyu. Sıcak, Tül'ün örümcek fobisi yüzünden dur­
madan kıpırdaması ve ışığı açık bırakması, yatağın rahatsızlığı,
gece içkiyi kaçırdığım için içimin kavruluyor olması, bir de: Zihni­
min fırdöndü çalışması. Kalktım işte, �stüste sigara içerek geceye
duman gönderiyorum.
Cavaillon dönüşü aydım ki Sade'ın şatosuna ulaşmaya ramak
kalmış. Bugün deneyeceğim.

1 44
Akşamı birayla şatonun önündeki masalardan birinde, çınarlar­
la meşelerin altında açtım. Çılgın ağustos böceği korosu eşliğinde.
Yürüdüm sonra, bahçeden açıldım, ormanın içine çekildim. Şato­
nun arazisi 8 hektarmış, ne çılgın bir lükstür bu.
Gece, gene açık havada, bir şişe Rhône şarabı eşliğinde yedik.
Çorba, et, kırmızı meyveli turta, nefisti yemek. Sonra bir yürü­
yüş daha ağaçların altında/n. O an, kızıl dolunay çıkageldi ileri­
den, ağaçları ışığıyla deldi, dolaştı, yıkadı. Yaprakların arasına
sokulan ışık da, karanlık da zor tanımlanabilen geçiş renkleri
yaratıyor. Şiir ne zor iş.

ı Ağustos, Paris -

ıo.ıo
Tatilin 8 günü bitti bile, kalan 22 günün ancak 17 ya da 18'i ev
düzeninde geçebilecek - o da, olursa. Dün, öğlene doğru ayrıldık
Chateau de Roussan'dan. Önce, Lacoste'a, Sade'ın şatosuna gittik.
Öğleni Menerbes'de hafif birşeyler yiyerek atlattık, L'Isle-sur-Sor­
gue'a geçtik. Ağır sıcakta biraz dolaştık, dondurma molası verdik,
saat 15'te, Turizm Bürosu açılınca gidip Rene Char'ın evini sor­
dum: Gezilmediği için tam adresini veremediler, şehrin kıyı ma­
hallesi Saint-Antoine'da olduğunu söylemekle yetindiler. Gidip,
kahve-bar-tütüncü olarak çalıştırılan yol noktasındakilere sor­
dum: Yaklaşık ıo kişi, hiçbiri Rene Char'ın adını olsun duymamış.
içlerinden biri belli belirsiz mırıldandı: "O ölmemiş miydi?". Köy­
de zaten 25-30 ev var, hepsine baktım tek tek: Rene, nasıl olsa on­
lardan birinde yaşamıştı!
Saat 16'da otoyola çıktım, Lyon üzerinden saatta 180-200 km
topuklayarak önce Barbizon'a ulaştık. Otellerde hiç yer yok. Haf­
ta sonu olduğu için herhalde. Yarım saat sonra Hotel de Buci'ye
girdik - oda 5ı. Yorgunduk ikimiz de, Les Deux Magots'da omlet,
salata, Sancerre ile nefis bastırdık ve yattık. Tül dinleniyor şim­
di, ben sokaklara düştüm bile. Bugün pazar, emlakçılar kapalı.

1 45
Yarın harekete geçip yer bulmalıyız, yoksa otel yaşamı içinde
boğulacağım.
Zihin hazırlıklarım da bu arada dağıldı, sanırım. Yepyeni şey­
ler dolaşıyor kafamda. "Aralık" projem dallanıp budaklandı epey,
oturunca onda yoğunlaşmakla yetinirim belki. Yanımda neler ge­
tirmedim oysa! New York kitabımın son rötuşlarını yapacaktım
güya. Opera ve Şiir dosyam tabii yanımda. " Elma" dosyası, "Ağrılar
Kitabı" defterim. "Mimarın Düşü" notlarım da.
Bakacak, göreceğiz.

3 Ağustos -
ıo.55 .
Dün Relais St.-Germain'de yer ayırmış olmamız belli ki üzerirlı-
\

deki negatif elektrik yükünü azaltmış, birazdan taşınacağız, ve tez-


gfilumı kurabileceğim ya, keyifliyim bu sabah.
Oysa gece öyle değildim pek. Akşam bir La Hune ziyareti yaptım
ve yaklaşık bir düzine kitap saptadım - çok değil bereket. Ardından
bir margerita seansı yaptım. Tül'le buluştuk, dışarıda yeriz umu­
duyla Place Dauphine'e gittik: Yer yoktu! Banklardan birinde sigara
molası verdik ve birden rüzgar başladı, yaprakları savurdu, sustu.
Aynı, Joris Ivens'in filmindeki gibi. Bugün yarın için çıkış nokta­
sını belirledi böylece. Kalkıp Rue de Seine üzerinden Vagenende'a
gittik. Gece uyuyamadım bir türlü. oı.3o'u geçmişti, kepengi kal­
dırdım, pencereyi açtım, çırılçıplak, yeni başlayan yağmura dur­
dum. Şimdi hava serin, bu hafta böyle gidecekmiş, işte bu benim
açımdan sevindirici. 76 yazını düşündüm de, Rue au Maire'de du­
şun altında dakikalarca otururdum, ne yakıcı sıcaktı. Ağustos'ta
Faris tehlikelidir.
Yarın sabah başlarsam, dönüşe d� topu topu 18 "yazı günü"m
olacak. Geçen yıl New York'ta bile 20 günüm olmuştu - kitabı bi­
tirmiş ama tamamlayamamıştım! Ekler için gerekli yan notlarımla
birlikte onu da buraya getirdim, el atabilecek miyim, sanmam.

146
Büyük olasılıkla şimdilik "Aralık" diye vaftiz ettiğim kitabı da
bitiremeyeceğim burada. Dilediğim gibi başlayabilmek, sürdürüp
ilerlemek bu aşamada çok önemli. Bir tür 'iyileşme' işareti sayaca­
ğım sonucu - kıvam tutarsa. Son yıllarda neden bu denli kıvranır
oldum?
Uyandığımda, bu sabah, istim üzerindeydim. Düzen yok ki otu­
rup yola koyulayım, herşeyi yarın sabaha erteledim. Aklımda, de­
vinim/devinimsizlik kutupları, uçları belirledi sanki. Hem yolda,
yolcuyum; hem de, masada, durgun/durağan olacağım. Yolcu-yazı
tuhaflığı. Düş, düşlem, imge(lem) firarları, seyir, hareket ve onlara
karşı duran bir masa. Pl. Dauphine'deki rüzgar+Mayıs ayında, Liz­
bon sonrası gördüğüm genç adam.
Kitabın çatısı biraz bulanıklaştı. "Aralık"ı ayrı, özerk bir bölüm
olarak mı öngörmeliyim yoksa? "Şehren'is"in içinde, "Fotoğraflı
Kişisel Paris Rehberi"nin yanıbaşında, diğer Güney metinleriyle
birlikte? 86-96 arası yolculuk günlükleri, ara dolgular ve fotoğraf­
larla, ilk bölümü mü oluşturmalı? Bereket o defterleri yanımda
getirmemişim! 96-97'nin Paris Rehberi defteri yanımda yalnızca,
ona bölümler eklemeyi öngörüyordum zaten. Belki büyüteç-bakış­
larla: Impasse des Deınc Anges gibi.
Dün, gene: Anna Karina.

5 Ağustos -
09.15
Dün tam istediğim gibi geçti: sabah 07.oo'de kalktım ve masaya
oturdum, bir önceki gece defterde yaptığım başarılı açılışı aratma­
yan bir tonda ilk bölümü tamamladım. Öğlen çıktım, geniş bir tur at­
tım, ekmek ve su alıp döndüm. Oldukça hafifbir yemek: Peynir ağır­
lıklı. Siesta. İkinci bölüme başladım ve yarıladım. ıg.oo gibi çıktım,
St.-Sulpice civarlarında dolaştım. La Hune'e girip birkaç fotoğraf
kitabı aldım, dönüşte Tül'le karşılaştım, bir kokteyl içtim. Relais'ye
döndük, 2ı.oo'de yemeğe oturduk: Yengeç, karides, sarı biber, muz,

1 47
iki kadeh Sancerre, kahve. Yağmur başladı, sağanağa çevirdi, Tül
TV'de film izledi, ben S. Calle'ın "L'Hotel"ini ve "A Suivre"ini peş­
peşe hızla okudum. Geceyarısı hafifledi yağmur, çıktık ve Les Deux
Magots'ya gittik. Yağmurun yağması ondan iyidir: Bütün turistler
erimişti. Kahvelerimizi içtikten sonra, Rue de l'Abbaye üzerinden
döndük, oı.3o'da yattık. İki saat sonra, düşümde Claude Darreye,
uyandım. Pencereyi açtım, önünde çırılçıplak oturdum ve sigara iç­
tim. Odeon'a doğru dizilen sarı ışıklı lambaların altındaki ıslak kal­
dırımlar parlıyordu. Bu sabah og.oo'da uyandım, Bach dinliyorum:
Wilhelm Kempf'in düzenlediği ve çaldığı koral prelüdleri.

6 Ağustos -
09.40
Bir önceki günün temposunu tekrarladım dün: Öğlene ka&ı.r_ça­
lıştım, hafif bir yemekle sürdürdüm çalışmayı, siesta ve akşamüstü
çıktım: Yürüyüş, Gibert'de kitap avı (aradıklarımı bulamadım!),
akşam içkisi, otelde yemek, Sophie Calle'ın diğer ufarak kitapları,
22.3o'a sinemaya: Sodebergh'in "L'Anglais"si: Sıkıcı, gereksiz(!) bir
film, geceyarısı çifte mola: Magots'da kahve, Horses Tavern'de bira.
Geniş bir tur, St. Sulpice dolaylarında. 02.00 dolaylarında yattım,
iyi uyumuşum.
Doğaldır: İki-üç gündür bütün zihin enerjimi çekip alıyor 'ki­
tap', pek az kaçışa hak tanıyor.
'Kitap' enerjimi alıyor dedim ya, dönüp değineceğim ona.
Nereden çıktı, şimdi, bu 'kitap'?

7 Ağustos -
11.20
Paramparça bir düzen içinde çalışmama karşın, ikinci, uzun
.. f
ve sancılı bölümü bitirdim. Oğlen ,gidip Bonaparte'da bir bardak
Sancerre eşliğinde omlet yedim, Tül'le alışveriş yaptık, bir siesta,
çıktım ve St.-Sulpice'den fotoğrafları aldım. Adamlar hem iyi yıkı-

148
yorlar, hem iyi basıyorlar - makinede. ilk 6-7 karesini New York'ta
çekmiş olduğum bir siyah-beyaz film vardı eski makinemde, onları
basılmış görünce daha iyi anladım bunu, yazık etmişim NY fotola­
rına.
Ardından, tam meydandaydım, saata da baktım, o an (18.41),
fırtına patladı durup dururken. Yağmuru getirdi. Les Dewc Mago­
ts'nun dibinde, kuytu bir yerde masa bulup çöreklendim, yazdım.
Gece epey okudum odada, özellikle de ağaçlar hakkında. Geceyarıs_ı
çıktık Tül'le, Les Dewc Magots'da birer bira içtik, Rue Jacob'tan ge­
çip döndük, yatmamız 03.oo'ü buldu.
Paris'te Ağustos ıssızlığı egemen. Yol çalışmaları için pek çok
sokağı kestiler, trafiğe kapattılar, arabalar da olmayınca, ortayerde
yürümek büyük keyifyaratıyor içimde.
'Kitap'a gelince, yazı yivinden çıktı diyebilirim, asıl heyecan­
lı yolculuk defter sayfalarında gerçekleşiyor. Bu kitapta, yaklaşık
g aylık birikimin yansıları toplanıyor, toplanacak. 98 Aralık'ında
Paris'te başlayan bir sıkıntı, eriyerek ve çiçek açarak oraya akıyor,
arada irinleri de temizleyerek. Üç günde 35 sayfa yazmışım!
Bir Etretat, bir Troyes gezisi planlıyorum. Delaunay sergisini,
Mizoguchi'nin biriki filmini görmeyi planlıyorum.
Ve durmadan, ama hiç durmadan Bach dinliyorum - ne yolcu­
luktur bu!

9 Ağustos ­
oo.50
Vakit geceyarısını geçtiği için 'dün' diyorum: Dün öğlen yola
çıktık Paris'ten, oyalanmadan Etretat'ya gittik, nefis bir öğleden
sonra ve akşam geçirip, 20.oo'de ayrıldık oradan, Rouen üzerinden
22.3o'da Paris'e girdik, Procope'da berbat değilse bile sıradan bir
yemek yedik, Relais'deki odamıza döndük. Yarın sabah birkaç satır
yazarım belki, Etretat'yla ilgili. 25 yıl sonra, onca turizm kirlenme­
sine rağmen iyi geldi.

1 49
ıo Ağustos -
14.55
Defterde ritmi koruyarak yol alıyorum, sekiz günde net 66 sayfa
yazmışım, kitap düzenine geçtiğinde fotoğraflarla birlikte neredey­
se iki katını bulacağına göre, bu hızla, dönüşte elimde koca bir kitap
olacağa benzer! 'Dökülüş'ten genellikle memnunum, ince ayarları
nasıl olsa İstanbul'da yapacağım.
İki gündür yağmur çöktü kentin üstüne, gece gündüz demeden
yağıyor, güneş pek az çıkabildi ortaya, yarınki güneş tutulması şö­
leni için pek içaçıcı değil bu durum. Öyle ya, gökyüzü bunca kapalı
olursa, ne göreceğiz?!
Dün ve bugün, öğlen dışarıda, gece odamızda yedik - odada nefis
şeyler yiyoruz asıl, dışarıdakiler ancak idare ediyor.
Bugün, Anna Karina'yla ilgili bölümü bitirdikten iki gün geçme­
den, Tül'le bir sokakta oyalanıyorduk, Dominique Sanda geçti yanı­
mızdan - bu kadarı fazla oldu doğrusu.
Benj amin'in Marsilya denemelerini okudum; Le Monde de l'E­
ducation'dan üç-dört yazı; Bloch'un "Traces"ına gözattım.
Troyes yolculuğu için içim kıpır kıpır.

14 Ağustos ­
oo.45
Troyes'ya önceki gün gittim, gergin ve biraz da umutsuz bir
bekleyişin ardından (yaklaşık dört saat bekledim: Arada kenti.
Modern Sanat Müzesini de gezerek) frere Claude çıkageldi: Tu­
tuk bir karşılaşma, coşkulu bir görüşme - bir buçuk saatta tabii
biribirimize doyamadık, cuma sabahı Paris'e geliyor, bizim otelde
buluşup günü birlikte geçireceğiz.
Hayatımın önemli 'sefer'lerindep biri, neredeyse bir tür 'hac'
yolculuğu oldu bu. Üç yıldır hazırlanıyordum. Sanırım dönüşte ya­
zacağım kafamdaki girdabsı metni, herhalde burada başladığım ki­
tap için iyi bir final ya da bir başka ki tap için iyi bir start olur.

1 50
İki gündür, dolayısıyla, hafif sarhoş gibiyim. İyi çalıştım gene
de, masabaşında, net go sayfayı geçmişim on gün içinde; sağlam,
oturaklı bir kitap geliyor gibi görünüyor. Siyah-beyaz fotoğraflarda
tutturduğum başarılı çizgi de cabası.
Tül'le yiyor, yürüyor, içiyoruz durmadan. Bu gece Lipp'deydik,
çıkışta Rue du Dragon, Cherche-Midi, Rennes, St.-Sulpice üzerin­
den Cafe Bonaparte'a gidip cilaladık; çok içmişim bu gece.
Gündüz Beaubourg tarafına yürüdüm, Maubert üzerinden.
Mana Lisait'ye uğradım. Dönüşte, Old Navy'de gene Anna Kari­
na'yı gördüm ve gene fotoğrafını çekmeye cesaret edemedim.
Dönüşe yaklaşık sekiz günümüz kaldı, kürkçü dükkanı gözümde
tütmüyor doğrusu - bir tek Samih'i özledim.

ı6 Ağustos -
01.35
Garip bir akış içinde katettik bugünü. Sabah erken kalktım ve
çalıştım; 'kitapla çıkışı tamamladım ve inişi başlattım sonunda,
ama hfila, onu burada bitirip bitiremeyeceğimi kestiremiyorum
işin açığı. İyi gidiyor bana kalırsa; dolu ve anlamlı bir bütünlük sağ­
ladım gibi geliyor; bir de dönüşte, temize çekilince okuyayım da, o
zaman daha iyi anlarım vardığım noktayı.
Öğleni odada yiyerek atlattık; saat 15.00 sularında bir ufak sies­
ta çekip dışarı çıktık, arabayı aldık. Önce Nation tarafına ve Pere
Lachaise'e, ardından XIXeme tarafına gittik. Önemli bir keşif,
Danube metrosunun yukarılarındaki iki-üç yatay sokakla beş-altı
dikey patika-sokak arasındaki omuz omuza vermiş evler oldu -
onları kişisel rehberime almaya karar verdim. Villa Progres, Fra­
ternite, Egalite ve benzeri isimler mahallenin siyasi geçmişine de
ışık tutuyor - kentin ortasında büyülü bir köy. XIXeme'de bir baş­
ka sokağa daha çentik attım, ayrıca: Rue des Solitaires.
Oradan Montmartre'a geçtik ve turistleri görünce hemen ve­
badan kaçtık, Satie'ye bir selam gönderip. Condorde üzerinden

1 51
dönüyorduk ki, Tül'ün isteğini kıramadım, Hôtel Regina'nın ba­
rında demlendik: Margerita ve Bordeaux. Çıkışta, ışıklarıyla gri
gökyüzüne tırmanan dönme dolabım a acı içinde baktım. Ah, be­
nim çarkım!
Gece, Tül 22.oo'ye Almodovar'ın filmini görmeye gitti, ben kal­
dım ve iki saat daha, Bach eşliğinde çalıştım. Sonra buluştuk, Les
Deux Magots'da bir daha demlendik. Rue Bonaparte ve Rue Jacob
yol çalışmaları nedeniyle trafiğe kapalı, yazın pazar gecesinde in
cin top oynuyor sarı ışıklı lambalarının altında, doyumsuz bir yü­
rüyüş çektik ve odamıza döndük. Yarın son hafta başlıyor burada,
biraz curcunalı ve gergin geçecektir, dönüş şimdiden ikimizi de
mahzunlaştırdı zaten: Hayat geçiyor, bu da geçer yahu demekle
olur mu, oluyor mu?

17 Ağustos -
23.20
Bu öğlen radyoda haberlerde duyunca donakaldım: İzmit mei-=
kezli 7.4 şiddetinde bir deprem, 600-ı.ooo arası ölü, onbinlerce ya­
ralı, sonra katlanır bu sayılar bizde, yıkılmış binalar ve köprüler.
Umutsuzca, telefonla iki saat İstanbul'a ulaşmaya çalıştım, nafile.
Akşamüstü Aslı aradı, akşam da Sarp'a ulaşabildim neyse ki, ikisi
de geceyi dışarıda geçirmişler, bu gece de öyle yapacaklar. Türkiye
için tam bir çöküntü bu.
Defterden, kitaptan koptum tabii, salak salak dolaştım sokak­
larda. Bu akşam El Chuncho'da yedik ve odaya döndük.
Cirque de Paris'nin clown'u Francis Schoeller'in eşeği, ona ar­

kasını döndüğünde dil çıkarıyor. (Nanterre'de)

19 Ağustos -
17.20
Brasserie Luxembourg'da kahve molası. Az önce, Pantheon ta­
rafından gelen Jacques Roubaud'yu gördüm, nedense her seferinde

1 52
aynı tipleri (Laurent Terzieff de onların arasında) buluyorum kar­
şımda - Roubaud bu kez pek şık giyinmişti.
Depremin yarattığı etki sürüyor kafamda, uzaktan anlamak el­
bette güç yıkımın etkisini, ama herkesle (Banu, Zeynep, Sarp, Rina,
Neşe, Selçuk) telefonda konuştum neredeyse, belli ki sarsıntının
manevi biçimi daha uzun sürecek.
Üç günümüz kaldı öte yandan, Paris'te; dönünce konuşulacak
bol bol. Tanık olanların durumu farklıdır hep, karşılarındakilere
iletecekleri şeyi ya fazla ya eksik ifade ederler.
Yarın sabah Claude gelecek Troyes'dan, Paris'te konuşacak vak­
timiz olacak diye heyecanlıyım. Otuz yıl sonra buluşmak dile kolay.
Sanıyorum, onun için de sıradışı bir karşılaşma bu: Hangi öğrenci­
sini bu kadar etkilemiştir?
iki gündür güzergah değiştiriyorum yürüyüşlerimde. Dün
Opera-Madeleine-St. Augustin hattındaydım, 1973-74'ü yaşadım
bir bakıma yeniden, biraz hüzünlendim de. Proust'un caddesinde
(98, Bd. Haussmann) , köşelerinde dolandım biraz. Madeleine'de­
ki Village'a da uğradım, ev için bir 'kadim gül kokusu' aldım. Gece
Tex-Mex'te atıştırdık Tül'le, Bonaparte'da kahvemizi içip erken
döndük odamıza, televizyonda bir aşk şarkıları belgeseli izledik
- Brel'den "Ne me quitte pas"yi, Leo'dan "Avec le Temps"ı, Bar­
bara'dan "Ma plus belle histoire d'amour"u dağlanarak dinledik.
Şimdi bir Türk ailesi geçti yanımdan. İşin kötüsü beni tanıdılar
da - adam karısına dönüp "bak" dedi: "Enis Batur bu".

21 Ağustos ­
oı.ıo
Sabah ıo.3o'da geldi frere Claude, günboyu birlikte olduk. Uzun
süredir bu kadar -benim için- anlamlı bir birliktelik geçirmemiş­
tim. Yürüdük, kahvelerde oturduk, yürüdük, öğle yemeği yedik
Rue de Mabillon'da, epey içtik (kırmızı şarap ve kahverengi bira) ,
gene yürüdük: Medard'a dek, oradan Monge'a, Cluny'ye. Gün boyu

1 53
İstanbul'dan, 68'den, okuldan, frere'likten, compagnons de devo­
ir'dan, Quart Monde'culardan, Abbe Pierre'den, Ivan Illitch'ten,
Sceur Emmanuelle'den, Leslie'den, pek çok şeyden konuştuk, güç
ayrıldık biribirimizden: Ne karşılaşma oldu ikimiz için de! Yanın­
da 68'den bir fotoğraf getirmişti bu sefer: Dört öğrencisiyle Kadı­
köy'de, bir Sinematek seansından önce ya da sonra çekilmiş bir
kare: Claude'un yanındaki öğrenci benim.
Gece, Cafe Bonaparte'da oturduk Tul'le. Onu söyledim: Haya­
tımda, bozulan ayarımı yeniden kurmamı sağlayacak derinlikte
pek az insan oldu, çoğu öldü onların. Uzakta da olsa, 30 yıldır onu
görmemiş de olsam, varlığı ve değer sistemiyle frere Claude bun­
dan böyle de bir kutup kalacak benim için.
Yarın son tam günümüz Paris'te. Öbür gün saat ı5.oo gibi ayrı­
lacağız şehirden, uçağımız ı8.5o'de yanılmıyorsam, herşeyyolunda
giderse gece geç vakit evde, yaralı ülkedeyiz.

22 Ağustos ­
ıı.40
Son gün, son sabah, akşam uçağıyla döneceğiz, bavullar hazır,
ben Bonaparte'da kahvedeyim. Tul birazdan ilişir yanıma. Re­
lais'nin sahibiyle söyleştik dün biraz, Türkiye için üzgündü ger­
çekten, binayla ilgili sorular sordum ona, ı650 civarındanmış,
Luxembourg parkının beysoylulara ait olduğu dönemde, uşaklar
ve çalışanlar için yapılmış. Sonra çıktım. Akşam Tul'le döndüğü­
müzde, masamda Gerard Mulot'dan bir paket çukulata ve bir mek­
tup - bir de ince olmadıkları söylenir Fransızların, daha doğrusu
soğuk ve kayıtsız olduklarına dair önyargımız sağlamdır (sanırım
en sağlam yanımız bu), ne çıkarı olacak adamın benden?
Dün, son turlarımı yaptım. Corripagnie'den bir düzine kitap
daha (çoğu şiir), Cluny müzesinin kitabevinde Compagnons de
Route'la ilgili sıkı ve büyük bir kitap bulunca uçtum, bir "Tek-boy­
nuzlu" CD'si daha çıkmış, hemen edindim, kendime bir Lorca, Tül'e

1 54
ve Sarp'a birer yeni CD aldım. (Sarp'ınki Hendrix Woodstock'ta, ı7
yaşıma yolculuk!).
Gece, Balzar'da yedik Tül'le; benim yediklerim nefisti, garson dün�
ya tatlısı bir ortayaşlı, kırdı geçirdi bizi, yanda bir eşcinsel çift vardı,
kötülükleri "konsantre" düpedüz, böyleleri aslında eş değil de leş be­
nim gözümde, etrafa pislik ve melanet saçıyorlar, bizim garsonla da
alay ettiler. Neyse, gene de ağıztadıyla yedik Tül'ümle - yavrum çok
gamlı dönüyoruz diye, akıl sıra çaktırmıyor. Geceyi Bonaparte'da birer
kahveyle noktaladık.
Dönüş günü yolculuğun sefil halkası: Bavullar, taksi, havaalanı,
kitaplar yüzünden fazla kilo sorunu, uçak ah uçak, iniş, eve dönüş.
Ruhum daralıyor. Yarın sabah işte olacağım bir de, işte bunu pek
aklım almıyor!

1 55
XI

B I N Y I L D Ö N Ü M Ü : PA R I S
1999- 2000
31 Aralık 1999 -
12.35
Dün akşamüstü indik Paris'e, bir Peugeot 206 bekliyordu bizi,
şehre indik ve Milenyum şöleninin hazırlıklarını görmek için
önce tur attık: Concorde'dan Arc de Triomphe'a bir düzine dönme
dolap, benimkisi aynı noktadaydı, Tuileries'nin bitiminde: Issız­
lık bitti artık, şimdi mahşer günleri: Ardından Trocadero üzerin­
den 2000-2 yazan ışıklı panosuna Eiffel'in, sonra da St. -Germa­
in'e, otele: Oda numarası ı4, vaftiz ismi Ronsard (patron güller
bırakmış "hoşgeldiniz" notuyla ve sanki soneler yazdığımı bile­
rek bu ismi seçmiş, "umarım yeni bir romana başlarsınız burada"
diye eklemiş) , yanımda: Helene, uçuyor Tül, tabii, neredeyse ta­
kıntı haline getirmişti bu yıldönümünü. Çıktık, iki yürüyüş arası
Les Deux Magots'da yedik, Chablis grandcru eşliğinde.
Belli ki fırtına yaralamış şehri, biraz sönükleşmiş ışıklar. Oda­
mız birinci katta bu kez, inanılmaz bir manzara, penceremizden:
Sanki, Carrefour de L'Odeon'un içinde bir kahveden seyrediyoruz
beşyolağzını. Burada geçirebilirim on günü, hiç çıkmadan, Paris'i
daha çok hangi otel odası bu denli içeri çekebilirdi?
ilk sabah yürüyüşünün sonrasında, Cafe Bonaparte'da, Tül'ü
bekliyorum. Kafamda yeni mısralar hazırlanıyor: Katıksız, siyah
bir mürekkep için soyutlama tonu ağır, akışı ağdalı bir süre için.

1 59
1 0cak 2000 -
Buraya bu tarihi atmanın bir tür heyecan doğurması ne tuhaf.
Gelgelelim öyle: Yıllardır, aylardır, gitgide artan bir ivmeyle tır­
mandırdık, hep birlikte, o heyecanı: Sıradışı bir moment'in tanığı
olma durumu her birimizi ayrıcalıklı kılmaya yetti sanki. Dün, ge­
ceyarısına doğru, Paris'in (bir o kadar da Avrupa'nın, hatta yerkü­
renin) merkezine akan yüzbinlercejnsanın oluşturduğu selde iki
kum tanesi, Tül ve ben, Eiffel'in iliında şöleni beklerken, o sıradı­
şılık koşulunu paylaşıyorduk işte. Doğrusu, cümbüş de cümbüştü
hani, aşağıdan yukarıya tırmanan havai fişek patlamaları, korseli
kızı (bir kere daha Kule'nin dibindeydim!) bir uzay gemisine dö­
nüştürüverdi: Son patlamalarla, gökyüzünden ağan sonsuz ışığın
altında, onunla birlikte geçip giden yüzyılı, binyılı, çağı uğurladık
uzaya, gökyüzünün karanlık dibine doğru.
Kim ne derse desin, unutulmaz bir gece çıktı geldi o dönüm nok­
tasından.
Bugün, aynı hayata her ne kadar döndükse de.

2 0cak 2000 -
Evet, gerçekten de bitti 'gürültü', olağan akışı başladı günlerin.
Başlangıçta bugün dönmeyi kurmuştum kafamda, şöleni burada
geçirip ayrılacaktık Paris'ten, sonra bir hafta daha uzatmayı karar­
laştırdım, iyi ki de öyle yapmışım. Hava hayli yumuşak, yağmur bile
yok, oysa 96 yılbaşında düpedüz donuyorduk. Uzun bir yürüyüş yap­
tık dün: Louvre üzerinden karşıya geçtik, Chez Ruc'de öğlen yeme­
ği yedik, oradan Palais-Royal'e geçtik. Modacıların hazırladığı, bir
çadırda sunulan Noel ağacı tasarımları ilginçti, Sanat ile Zanaat
arasındaki mesafeyi aşmışlardı. Bahçede yürüdük, Passage Col­
bert'i gezip Les Halles üzerinden dÖpüşe geçtik: Place Dauphine,
St.-Germain, Le Mondrian'da bir kahve molası ve otel. Gece, ikinci
bir yürüyüş, Les Deux Magots'da hafif bir akşam yemeği. Bugün ni­
yetimiz Barbizon'a gitmek.

1 60
3 0cak. -
Düşündüğümüzü yaptık, Barbizon'a gittik dün. Yolda, her iki
yönde de akış vardı ama hiç tıkanmadı sayılır trafik, üç çeyrekte,
ulaşılabiliyor oraya - orası: Küçük cennet.
Buna karşılık, cehennemin tam da cennetin ortasında durduğu­
nun kanıtı ormanda karşılaştığımız manzara: 26 Aralık gg'da pat­
lak veren büyük fırtınanın devirdiği koca ağaçlar, ayakta kalabilen­
lerin arasında yatıyorlar hfila. Yaprak kıpırdamıyordu dün, mutlak
bir sessizlik kaplamıştı neredeyse heryeri, insan o anda rüzgarın
uğultusunu, gücünü daha iyi ölçüyor.
Hameau'da güzel bir öğlen yemeği yedik, Brouilly eşliğinde:
Gene yürüdük. Sonra yola koyulduk. Aklımda Doğa ile ölçüşmeler,
suskun, bir saat direksiyon salladım. Gece, Bonaparte'da bir soğan
çorbası, bir salata, kırmızı şarap. Yalnız, alkollü, asabi bir adam,
aynada yüzüyle, en çok da varlığıyla didişir gibi, bir süre kıpırdan­
dı durdu, "iyi seneler!" diyen garsona, yumuşak bir gülümsemeyle
"iyi de, yılın geçmesi gerekir bir de" dedi - "faut-il encore qu'elle
passe". Christophe'u, ı973'ü ı974'e bırakan yılbaşını, sonraki ayları
düşündüm. öyle bir roman kahramanı besledim hep, içimde. Onu
yazmayacağımı artık biliyorum. Belki portresini yazarım bir gün.
Belki - ne çok belki.

Paris'e, Fransa'ya, Avrupa'ya bunca sık gelmemi; kendimi bura­


da iyi, 'evimde' hissetmemi yakınımdakiler bile (birkaç kişi dışın­
da) yadırgıyor, biliyorum. Anlaşılmayacak birşey yok oysa:
31 Aralık ıggg'u ı Ocak 2ooo'e bağlayan bayram gecesinin, su
gibi içilen ve eğlenilen gecenin ardından, ı Ocak sabahı yeniden,
iki yıllık aradan sonra açılan Beabourg müzesini o gün 40 bin kişi
gezmiş. Bir o kadar meraklı da dışarıda kalmış, saatlarca, soğukta,
kuyruk yapmalarına karşın. Aynı gün, 365 günde 365 konferans

1 61
dizisinin ilkinde, François Jacob, bir bilim tarihçisi, salon yeter­
siz kaldığı için dışarıda nümayiş düzenleyenlerin gürültüsü altın­
da konferansını güç bela verebilmiş.
Yeni çıkan kitaplara, dergilere,filmlere, açılan sergilere bakıyo­
rum da: Aradaki fark kapanmaz gibi geliyor.
Dünyayı avucumuzun içine alamayız şüphesiz. Ben, onu bir
ucundan tutmayı sürdürmek için, olanaklarım elverdiği ölçüde, za­
man zaman da olanaklarımı zorlayarak buraya geliyorum. Bunun
için herkesten özür dilerim.

4 0cak. -
Büroyu aradım, Sabri Koz'la konuştum, dün kar yağmış İstan­
bul'a, herşey yolundaymış. Dün gece annemi, Samih'i de aradım.
Yaramaz bir durum yok - niye olsun ki? Annem, babamla dolu
tabii; doğrusu ya, burada ben de birkaç kez ona uzandım: Hayat,
amansız anlamsız.
Bugün yağmur. Havayı iyice yumuşattı bu. Kitapçı seanslarımı
sürdüreceğim öğle sonrası. Dün, La Hune'ü ve Compagnie'yi, Le Mo­
nitor'u ayrıntılı raf taramalarıyla gezdim. Gece, Procope'da yedik,
ağır geldi, sabaha kadar kesik kesik bir uykuda yüzmüşüz ikimiz de.

5 0cak. -
Öğle vakti, güneşli bir gün, Le Mondrian'dayım, koca fincan
dolusu bir duble kahve önümde. Paris'in, içimdeki melankoliyi ha­
rekete geçiren bir özelliği olabilir mi? Ondan çok, gündelik çarkı­
mın kırılması yolaçıyor, içimdeki siyah enerjinin açığa çıkmasına.
Büyük bir psikozu yazı masama gömdüm ben, onu tahtanın tenine
geçirdim. Bunu başaramasaydım, buraya kadar gelemezdim. Kal­
makla iyi mi ettim. Evren erkende'µ gitmekle daha mı iyi yaptı, o

muammayı çözemiyorum.
Dün aldığım kitaplar, CD'ler beni dönüşte oyalayacaklar. Anla­
şılan, böyle vakit kazandım hep. Herşeye açılmaya kalkışarak. De-

1 62
nizdeki ufkumu genişlettikçe, nerede boğulacağıma karar veremez
olacaktım, oldum. Banyodaki iki karış su yeter oysa.
Bugün, Tül'le, Fovizm retrospektifine gideceğiz.

6 0cak -
Kara safranı taşma sınırına kadar tırmandı dün öğle sonra­
sı, sokaklarda avare dolaştım Fauves sergisinin ardından, gece
22.oo'de La Coupole'de Tül ile buluşup içmeye koyulana kadar
sürdü de bu iç çalkantı, Gençken, 3o'larıma gelesiye, Satürn'ün
ciddi bir ağırlığı oldu gündelik hayatımda, 83 depresyonundan
beri azaldı, seyreldi ziyaretleri, bereket öyle oldu: Hızla köpü­
rüyor, bir uca doğru savruluyorum yoksa. Geçen yılbaşında da,
gene Paris'te, gene böyle olmuş, üstelik birkaç gün sürmüştü ge­
rilmem. Bu sabah oldukça iyi olduğuma bakılırsa dünkü 'ziyaret'
kısa kesilmiş. Herşeyin bozlaşması, sıfırlanması korkunç bir hal
çökertiyor insanın üzerine, uzun süreye yayılsa o hal, çöküşü ger­
çekten hazırlayabilir. Kalıyor soru, geriye: Neden, son zamanlar­
da, hep Paris'te, kısa süreliğine geldiğim seferlerde (yazın çok
iyiydim burada, örneğin), harekete geçiyor zifir? İki akış arası es,
bir kısa devre yaratıyor galiba. Bozgun duygusu içimde, derinde
bir yerde hep semiriyor mu acaba? Bana semiriyormuş gibi gel­
miyor aslında, büyüyen ya da küçülen birşey yok "içeride", belki
arada, ördüğüm Çin Seddinde bir delik açmayı başarabildiğim
durum bu.
Neden, gene de, Paris'te? Bu şehir beni oyalamıyor nicedir -
bir gezgini meşgul edecek her özelliğini tanıyorum neredeyse. Öte
yandan, mahşerin merkezi olma niteliği hfila ağır basıyor: Çağımın
insanı bütün karakteristik yanlarıyla karşımda dolaşıyor. Neyse,
bütün bunlar kuru sıkı açıklama çabaları - asıl dert başka: Ölüm
duygusunu bir süreliğine koyacak yer bulamazsan sallanırsın.
" Fauves" sergisi dehşet zenginlikteydi. Matisse, olağanüstü
adam. Büyük resimlerle karşılaştık bir kere daha: Derain'den üç

1 63
parça, Braque'ın L'Estaque dizisi, Kandinsky ve Mondrian'dan iki­
şer sıkı resim, Kupka'lar, Kirschner'ler, Munch'lar ve ötesi.
izlenimcilikten, pointillisme'den Soyuta uzanan on-onbeş yıllık
bir maceradan Kübizm'in, Geometrik soyutlamanın nasıl doğdu­
ğunu bir "ders" gibi gösteriyor sergi. Arkada uçbeyleri: Cezanne,
Van Gogh, Gauguin ve Manet. Sanatın en arı koridorlarından geçiş.
Gece La Coupole'de yedik, bir Les Dewc Magots seansından son­
ra geç yattık.
Şimdi Anna Karina geldi durdu, Le Mondrian'ın tam karşı­
sında, masanın önünde, bir kadın arkadaşıyla konuştu bir süre,
sonra yürüyüşünü sürdürdü. Geçen gün aldığım, biraz karıştırma
olanağını bulduğum bir kitabı dönünce eşeleyeceğim: Le Mythe
de la Passante.
Geçmek. Geçip gitmek. Geçip giderken.
'

7 0cak -
Eiffel üzerine, yılsonu-yılbaşı gecesinden hareketle bir deneme.
Kuşevleri .üzerine bir başkası. .
Minare üzerine bir başkası.
Bu ara, hayırlısı, gene "yerel" konular dürtükler oldu beni. Ger­
çi böyle ayrımlar yapmam ben, tam tersine tepki duyarım öyle ay­
rımlara, ama son beş yıl içinde sanırım çok sık yurtdışı yolculuk
yapmış olmaktan (o sürenin neredeyse bir yılını Türkiye dışında
geçirdim) kaynaklanan bir sınırötesi bakış egemenleşti yazımda,
elim zihnim salvo yapmak istiyor sanki.
Quignard, "ben yazar değilim okurum" diyor bir söyleşide, "bü­
tün yazdıklarımı okurken düşerim kağıda". Laf tabii, ama fena laf
değil. Beni de okumalarım itiyor genellikle. Türkçede okunmaya
.
değer pek az metin çıkıyor karşı:ı�(ız)a. Yaşayanları düşünürsek,
·
bir avuç insan. Dergi ve gazeteler; �n yıl, yirmi yıl öncesine oranla
çok sığ ve mat. Denemenin hele, önünde ciddi bir tehlike duruyor:
Kültür magazinciliği. Herşeyi şişirerek tüketiyor " Radikal iki" gibi

1 64
eklerin yazarları. Ben gazetede yazarken genellikle dikkat ettim,
olmadı kestim hemen. Öbürleri herhalde yaşam çarkını döndürü­
yorlar bu işlerden. Para yazıyı kirletir.
İki gece üç gün kaldı Paris'te. Bugün ve yarın, geceleri, Selçuk'la
buluşacağız. Dün, bir alay kitap daha aldım: La Hune'den, Le Moni­
tor'dan, Cluny müzesinin kitabevinden. Müzeyi gezdim gene, gidip
Julianus'u selamladım. Gece, Vagenende'da yedik 1'ül'le, Les Deux
Magots'da noktayı koyduk.

8 0cak -
Son 24 saata girmek üzereyim. Selçuk, dün Michael'a, "ben yeni
geldim" dedi: "Enis, geçen yüzyıldan beri burada". Bizim gibi, iki­
debir Avrupa'dan Asya'ya; iki köprüden birinden geçenler için bu
geçiş de öylesine bir gariplik oldu. İster istemez Ovidius'u düşün­
düm gene.
İnsafsız yürüyüşlerime bir yenisini ekledim dün: Önce Mau­
bert, sonra ile St. -Louis üzerinden St. -Paul, Marais, Beaubourg, Les
Halles, Passage Vivienne, Tuileries.
Beaubourg'u gezdim, yeni düzenlemelerle epey bir 'açılmış'.
Selçuk' la buluşup Village Voice'a geldik. Bonaparte'da, Les Deux
Magots'da 23.oo'e dek oturduk, lafladık. Oğur Arsal'la karşılaştık,
önce tanıyamadı beni.
Bu sabah annemle, Sarpla konuştum.

9 0cak -
Bonaparte'da, önümde nefis, köpüklü bir 'double cafe', Tül'ün
gelmesini bekliyorum. Uçağın kalkmasına yedi, dolaşmamız için
dört saat kaldı önümüzde. Otelden çıkınca, sevdiğim güzergahlar­
dan birini seçtim: Quatre Yents, Buci, Bourbon le Chateau, Abbaye
üzerinden geldim buraya. Güneşli ayazlı Paris pazarı, yollar hayli
kalabalık: Pazara ya da (ve de) kiliseye gidenler, gezmenler dolup
taşıyor heryerden.

1 65
Tül dehşet gamlı gene. Gece döküldü, damlalarla. Benim bu ken­
te bağlılığımı aşan, maraz dolu bir bağımlılık. Leitmotiv: Benim
evim masam.
Dün gece, Balzar'da, Altun'larla keyifli, güzel bir yemek yedik.
Elvin, koca kız olmuş. Sarp'ı düşündüm. Koca oğlum. Babam ölün­
ce daha mı yakınlaştık?

14 Mart 2000, Les Deux Magots -


10.20
Dün ı8.oo'de indik Roissy'ye, bir Opel Vectra kiraladım, Sa­
mih'lerle Hotel le Clement'a geldik, oda numaramız 534, beşinci
kattan çatıları görüyoruz. Hemen sokağa attım kendimi, gariptir,
buranın oksijeni daha özğür sanki, daha özgürleştirici, kendimi dı­
şarıda çok iyi hissediyorum. lstanbul'da evdeyken böyle oluyorum,
rahim bir duygu, kimse bana burada birşey yapamaz, ilişemez. Pa­
ris'te yaşarken, içeride o duyguyu taşımazdım; buna karşılık, so­
kaktayken evimdeymişçesine rahatım - İstanbul sokakları benim
midyeye dönüşmeme yol açıyor. Özellikle son beş-altı yıl içinde art­
tı bu, ola ki tanınmam rahatsız ediyor beni.
Önce Bonaparte'da, birer Sancerre'le açılışı yaptık. Tül arka­
dan geldi ve Brouilly'sini içti. Ardından El Chuncho'ya gittik, bi­
zim kızılderili girer girmez "üç gün önce oğlun buradaydı" dedi.
Çatlayasıya yedik ve sokaklara döküldük, Les Deux Magots'da
gece kahvesinden sonra Rue des Ciseaux, Rue des Canettes üze­
rinden otele döndük. Kesik kesik, berbat bir uykudan sonra kalk­
tık bu sabah.
Fontenelle'in "Ölülerin Diyalogları"nı anımsatan bir tasarıyla
uyandım. Adnan Benk ile Berna Moran ya da Oktay Rifat ile Metin
Eloğlu arasındaki kısa, yoğun, sert �yleşiler. Olabildiğince gerçek
sorunlara dayanarak. Yaşarken birlbirilerinin yüzüne söyleyeme­
diklerini söyleyecekler.
Söyleşi-denemelerim için ilginç bir uygulama çıkabilir bu kıvıl-

1 66
cımdan, kendi içinde bütünlüklü bir bölüme gidebilirim - sözgeli­
mi 12 söyleşi ile. Neden, her zamanki gibi 12?
Ne bileyim ben.

15 Mart, Cafe le Sorbon -


10.50
iki gün doldu Paris'te, bu bile yetiyor; yetiyor dedimse: İyi ge­
liyor. Dün, sabah bir başıma La Hune'de, öğle sonrası Samih'le
NRF'de ve Belles Lettres'de üç ayrı kitabevi seansı yaptım ve her za­
manki gibi çöktüm! Rue de Rennes'de bir kahveye oturup "durum"u
sorguladık Samih'le: Biri 48, öbürü 55 yaşında iki adam, ömürlerini
kitapların ortasında geçirmişler, hfila neden "böyle"ler? Bilgi Ağa­
cının meyvesinden yemeyecektik! Bir bilme, tanıma açlığı mı bu,
yalnızca? Daha büyük bir kaybolmanın işareti olmalı. Kağıt üzerin­
de eşeleyeceğim konuyu, bir kere daha.
Petrarca'nın "Dostlarıma"sını buldum nihayet "Kesif"te ucunu
gösterdiğim bir niyetin atası. Sanırım, söyleşi-denemelerin bir bö­
lümünü, belki üçte birini yeni mektuplara ayıracağım - ilk mektu­
bu neden Petrarca'ya yazmayayım?!
Öğleni Bonaparte'da, geceyi Pont Louis-Philippe'te geçirdik:
Güzel şaraplar! Yemek sonrası, gece vakti, arabaya atlayıp Defen­
se'dan Eiffel'e, Avenue Foch'dan Montparnasse'a onları gezdirdim.
Le Select'te bir içki molası daha verdik. Dönüşte Rue Jacob, Rue
Bonaparte üzerinden bir yürüyüşle otele döndük. Lazio-Marseille
maçım izledim - nefis futbol.

16 Mart, Cafe de la Mairie -


12.00
Gece içkiyi kaçırdım Vagenende'da: Sonuç, güç uyandım bu
sabah - güç ve geç. Ayrıca çok yoruldum üç gün içinde, gövdem­
den çok şikayetçiyim, bütünüyle lapalaştım hareketsizlikten ; do­
layısıyla, aslında gövdem benden şikayetçi olmalı! Ne yapıp edip

1 67
yaşama biçimimde biraz değişiklik yaratmam gerekiyor: Yürü­
yüş mü olur artık, jimnastik mi, 5o'ye gelmeden hımbıllaşmak
çok yanlış - çözüm bulmalıyım.
Dün öğlen Bonaparte'da Samih'lerle ve Tül'le buluşasıya raf se­
ansı yaptım. Yemek sonrası, bir yürüyüş sonrası Levent Yılmaz
ve Özgüven'le karşılaştım, hemen ardından da La Hune'e girdim.
Gene çok sıkı kitaplar aldım - ve CD'ler. Gece geç saatta Les Deux
Magots'da noktalamadan Odeon'a, Cluny'ye, St. Andre des Arts'a
yürüdük.
Bugün Beaubourg'a. Yarın Barbizon'a.
Zihnimde hızlı hareketler var - göydemin tam tersine, onu iyi
çalışmıyor, işletiyorum. /

17 Mart, Le Mondrian -
11.30
Dün Barbizon'a gittik, Beaubourg bugüne sarktı. Nesrin ve Sa­
mih etkilendiler Barbizon'dan, doğrusu bana da iyi geldi bu paran­
tez: Hafiften kararıyor(d)um.
Nedim'le karşılaştık, Bonaparte'da oturup konuştuk. Seuil'le
yeni romanı için anlaşmış, sevinçliydi. İnsan sevinmez mi? Öte
yandan, Seuil benimle anlaşacak değil ya: Kim doğru dürüst çevi­
recek, ne ticari getirisi olacak?
Gece, L'Arbuci Jazz Club'e gittik. Müzik de, atmosfer de sevim­
sizdi. Galatasaray-Majorca maçını Sarp'ı durmadan telefondan
arayarak izledim, deplasmanda 4-ı götürdük adamları, açıkçası
müthiş bir sonuç.
Gündelik çarkı durdurdu gene Faris; bir kere daha sis bastı içi­
mi. Terazide irili ufaklı ağırlıklar yer değiştirince dengem bozulu­
;
yor hemen. Kolay mı "denge uzman ! olmak?

18 Mart, Le Mondrian -
11.20

1 68
Beşinci günde gerildim işte. Açıklaması hem güç, hem değil:
Olağan akışımdan aynlınca, telleri çekiyor uçlar(ım). İç konuşma­
larımı bölüyor dış konuşmalar. Dün farkettim bunu. Nesrin, Samih,
Tülin konuşuyorlardı, dört kişi olunca daha da konuşuluyor galiba,
bir de dördüncü susuyor ve biraz olsun susulsun istiyorsa, gerilim
başgösteriyor. Yoksa, düşünmemeyi kolaylaştırıyor mu konuşmak?
Her gün, neredeyse her gün kalkıp defterleriyle konuşan, onlara
yazan birisi, akış değişince taşıyor. İçimden sürdürüyorum sözü,
dışarıdan kesiliyor. Bir de, burada, kafamı hıncahınç dolduran
onca "şey"le karşılaşmışım - iyice sessizlik istiyorum.
Dün, bir Librairie Vrin seansı yaptım. İyi kitabevi: Felsefeyle
ve komşu alanlarla ilgili yalnızca Fransızca kitaplar dergiler değil,
öbür ana dillerden (Almanca, İngilizce, İtalyanca, vb.) kitaplar da
orada. Dünyanın dört bir ucunda düşünülüyor. Babil'den e/babil
kuşları taşlar fırlatıyor. Ne yağmurdur!
"Kairos" üzerine bir kitap daha aldım Vrin'den. Bach'ın "Fugue
Sanatı" üzerine aradığım kitabı bu yıl buldum, çünkü yeni çıkmış !
"Acı Bilgi"nin finaline sıkı bir ek çıkacak oradan. Topladığım nek­
tar dönüşte epey yolumu açar artık - oku ve yaz - "what else are you
good for? !", Joyce'un dediği gibi.
Akşamüstü Beaubourg'a, "Zaman, çabuk" sergisine gittik hep
birlikte. Dörtdörtlük bir çalışma. Serginin bütünlüğü parçalarının
toplamından fazlasına yolaçıyor, etki düzleminde. İşte buna küra­
tör marifeti derim ben. Dönüşte, üzerine yazmak isterim.
Gece, Le Grand Colbert'de yedik. Les DeUJC Magots'da noktaladık.
Son iki gün Paris'te - Paris'e kısa yolculuk için ideal süre demek
dört gün. Uzunun sınırı yoktur!

ı9 Mart -
Gözlüğümü odada unutup çıkmışım, malul gibiyim şu anda. Son
günümüz Paris'te, yarın sabah erkenden yola çıkacağız. Güya ta­
til yapıyoruz, inanılmaz ölçüde yorgun düşüyoruz oysa: Yürümek,

1 69
görmek, yemek, içmek, almak - ne çılgınlık. Gövdem açıldı biraz
(ama sırtım tutuk iki gündür) , zihnim aşırı açıldı. Aşırılık dönüşte
işe yarar, yarıyor, biliyorum artık.
Neler topladım? Genellikle yürüyen işlere soluk katacak şeyler.
"Cehennem: Yeryüzü"nün Evren-Cehennem-Zaman kesitleri için;
"Elma" için; söyleşi-denemeler ve Başkalaşımlar için açılımlar ge­
tirecek kaynaklar. Ve tabii: Opera için. Aralık başından, sabahları­
mı kurtardığımdan beri okuma tempom hayli yükseldi gene. Dün
Tül'le konuşuyorduk, zaman zaman beni aklıselime çağırıyor: Sev­
diğim bir işte çalışıyorum, üstelik sabahlarımı kurtardım - daha ne
istenebilir? /

Sokaklara düştüm dün. Annem için. Sarp için birşeyler aldım.


Village Voice'a gittim. Gece El Chuncho'da yedik. Place Dauphine'e
yürüdük. Ciddi ayaz vardı. Gene Les Deux Magots'da noktayı koyduk.
Bugün FT'yi Cluny'ye götüreceğim. Sonra sokaklar.

21 Mart, akşam -
Otelin kahvesinde, önümde bir bira, radyoda Fugain'in "Vous
n'aurez pas le temps"ı, Tül'ü ve Samih'leri bekliyorum. Yıkandım,
bavulu yaptım, sıra onlarda şimdi - ben erken dönmüştüm.
"Vous n'aurez pas le temps": "Zamanınız olmayacak". Tam da,
yeniden aynı şeyi düşünürken: Babam kadar yaşayabilecek miyim?
Ne tuhaf: Belki çok az zamanım kalmış olabilir. İnsanın bu ola­
sılığı bilmesi, onu kabul ediyor olması anlamına gelmiyor. Her va­
kit, zamanımın az olduğu korkusuyla yaşadım, benim hayatımın
galiba motoru oldu bu. Yapabildiklerimi, yaşadıklarımı hız ve yo­
ğunluk belirledi hep. Dramım avantajım oldu sonuçta. Oldu mu?
Bilemiyorum.
Yapmak istediklerim konusunqa uzun vadeli düşünmeyi nasıl
başardım acaba? Belki de ikinci, sinsi bir ölçü daha var içimde.
Samih geldi şimdi. "Devam et" dedi ama, devam edilmez: Yazı
= Yalnızlık.

1 70
x1 1

TUBINGEN, FREIBURG,
S TRASBOURG, BASEL
2000
ı6 Haziran 2000 -

Geceyarısına doğru
Akşamüstü uçağımız Zürih'e indi; arabayı, havaalanından alıp
Konstanz üzerinden Tübingen'e geldik: Domizil oteli, oda numarası
144 Neckar'a bakan iki katlı bir oda, ikinci katta yalnızca çalışma
-

masası var. Gece, yemeği bir İtalyan lokantasında yedik ve ilk yürü­
yüşe çıktık. Dolunay altında Tübingen büyü dolu. Hölderlin'in kıyı­
daki kulesini hemen bulduk, Bursagasse üzerinden Marlet'e kadar
tırmandık. Soluk beyaz lambaların altında daracık merdiven-sokak­
lar soluğumu kesti düpedüz. Sanat Tarihi kürsüsüyle Felsefe Semine­
rini barındıran Üniversite binasının karşısında, Neckar'ın kıyısında
üç-dört dev çınar dikiliyor: Bir tek Hölderlin'i mi, Hegel'i ve Schel­
ling'i de gölgesine oturtmuş sessiz tanıklar bunlar. Kent, gece boyu,
Tübingen Üniversitesi öğrencilerinin ölçülü taşkınlıklarını duyuru­
yor: Yunanlılar, Japonlar, İtalyanlar duydum, Türkler de vardır.
Otelin yan balkonundan (dördüncü kattayız) olağanüstü birkaç
yapı görünüyor. Işıklardan anlıyorum, yaşanıyor içlerinde. Bu ağır
tarihin arasıra farkında mıdırlar? Burada, kaç kişi Hölderlin'in
büyük gölgesiyle yüzleşmeyi aklından geçiriyordur? Kaç kişi, izini
sürmek için Tübingen'e gelmeyi seçiyordur?
Geceyarısını geçe, Neckar kıyısında kesif sessizlik işitiliyor yal­
nızca. Akşam geldiğimizde şakıyan kuşlar uyudular çoktan. Dolu­
nay tırmandıkça tırmanıyor gökyüzünde.

1 73
17 Haziran ­
sabah
• Scardanelli'den mektup. Kime? ölmüş Diotima' ya, Suzette
Gontard'a. Belki son bir mektup - kısa bir süreliğine ışığa - yeni­
den- kavuşan bir akıl. Ya da: Tam-sabuklama.
• 24 "yakın"ının ağzından, bir sinek-gözü-yaşam-öyküsü. Ne
söylüyorlarsa, nasıl söylüyorlarsa, öyle bır�mak. Sıralama ve kur­
gu önemli. Bir 'roman gibi' bile yayımlanabilir. MKA'yı düşündüm
örneğin. Neden olmasın?
• 60 mm. metinler - objektifi, kimi özel çekim projelerim için
(örümcek ağları, taş ve toprak yüzeylerinin dokuları, vb.) alalı bir
yılı geçti. Öyle bir "yazı-objektifi" imgesi, tasarısı dün doğdu zih­
nimde.

17 Haziran, Tiibingen -
gece
Önce 6.15'te, sonra 8'de, sonunda 8.45'te uyanıp, kalktım. Kah­
valtı sonrası, öğle vakti Tül'le buluşmak üzere sokaklara fırladım.
Dizi dizi çınarların arasından Neckar boyu adayı katettim; kaleye
tırmanana kadar eski kentin ara yollarını arşınladım; meydanda
oturduk Tül'le, susuzluğumuzu giderdik, biraz yiyecek ve kartpos­
tal alışverişi yapıp, otelin bahçesinde, nehrin kıyısında yemek ye­
dik. Sabah, bir de, otelin karşı yakasında yürüdüm. Yemek sonrası
Hölderlin'in kulesi. Yöneticilerle tanıştım, çok yakın davrandılar,
bir sürü armağan verdiler. Ardından otele döndük, bir maç izleyip
siesta yaptım. Gece, gene aynı lokantadaydık. Uzun bir yürüyüşün
ardından farkettik ki şehir söndü - otele geldik.
Bugün, Neckar'da bir saat boyunca kayıkla gezdik - kürekleri
hep Tülin çekti. Ne enerji!
·,,
Yarın, Freibourg'a doğru yola çıkacağız.

1 74
ı8 Haziran, Tiibingen -
sabah
Hölderlin'in şiirleriyle 74-75'te Paris'te tanıştım. "Yanlış Şa­
irler"i 76'da yazdım. Çeviri denemelerim 77'den. Aynı dönemde,
başta Heidegger'inki olmak üzere pek çok yorum çalışmasıyla di­
diştim. Sonra, uzaklaştım. İkinci ciddi karşılaşma, 95'te Heidel­
berg'e gittiğimde gerçekleşti. Opera IX'un 250 mısralık bölümü o
yıl çıkageldi. üç ayrı versiyon bekliyor dosyac!a, gelmeden yeni­
den okudum yazdıklarımı da, ilk 60-70 mısra iyi göründü bir tek.
Tübingen, kule ziyareti bakalım bir ivme kazandıracak mı bana?
Şimdilik, tek kısa bir şiirin öğeleri dolaşıyor zihnimde; o da, sanı­
rım Divan V doğrultusunda. Ayrıca, biriki düzyazı parça hazırla­
nıyor zihnimde.
Josiane, dün, Paul Celan'ın 6ı'de yazdığı kule'yle ilgili şiirin Al­
mancasını verdi bana; intiharından üç hafta önce gelmiş buraya,
deftere adını yazmış - deftere hiçbirşey yazmak gelmedi içimden.
Buna karşılık, küçümen bir antologya düşündüm - Hölder­
lin üzerine şiirlerle. Ahmet Cemal, benim zorumla Delilik döne­
mi şiirlerini çevirmişti; acaba, yeni basım için Waiblinger'in ve
Klossowski'nin metinlerini çevirtsem mi? Oruç'un Heidegger çe­
virisi de eklenebilir oraya. Belki başka birkaç parça da. Dönüşte,
Sarp'tan, ilk kütüphanemde kalan mektuplarını istemeliyim ya da
Strasbourg'da kitabı bulmayı denemeliyim.
Tübingen için portre denemesi kuracak ölçüde bir izlenim top­
lamı oluştu kafamda: Eski kenti görmek için 24 saat yetiyor aslın­
da. Kliniklerin sayısı ve geçmişi hayli çarpıcı. Eczanelerden biri­
nin vitrininde gördüğüm 4-5 kare siyah-beyaz fotoğraf da. ı944'te,
bombardıman sonrası çekilen kare bir kere daha Amerikalılara öf­
kelenmeme yol açtı. Hesse'nin çalıştığı kitabevi ve oturduğu evin
fotoğraflarını çektim. Tübingen'le ilgili küçük kitabını da aldım.
Hölderlin'in kulesi için yazmayı düşündüğüm düzyazı par­
ça "Kule"ye ve Montaigne'ın kulesine mi eklemlenecek? Yoksa

1 75
"Kule" mi "Şehren'is"e eklenecek? Kimbilir kaçıncı kez, herşey
içiçe geçiyor gene.
Dışarıda çan sesleri: Saat 09.00.
/
*

Tübingen+Freiburg: Biz Üniversiteyi, hocaları sanmıştık. Üto­


pik bir bilgelik merkezi tasarısı - Boncuk Oyunu, vb. üzre.

ı8 Haziran ­
akşamüstü
Tübingen'den öğle saatlarında ayrıldık, bir süre anayolda git­
tikten sonra saptık ve ormanların arasından süzülen bir arayol
üzerinden Todnau sapağına ulaştık - Freiburg'a 28 km kala. Dağa
yöneldim ve yaklaşık kırk dakika dağa doğru tırmandım arabayla:
Todnauberg karşımdaydı. Yazın ortasında bu dağ köyü epey sessiz.
Ekin biçen köylüler dışında pek kimse görünmüyor şelalerin etra­
fında. Köyün üst bölümüne dek gidip arabayı orada bırakıyorum
- Tülin de kalıyor. Bir başıma, önce patikadan, sonra kesif çalıla­
rın, otların, yaban çiçeklerinin arasından soluk soluğa tepeye tır­
manıyorum. Bütün vadiyi ayağımın altına sermiş bir tahta sıranın
üzerinde dinleniyorum - Heidegger oturmamış olsun bu noktada,
olur mu? Tepenin iki tarafından birer küçük su iniyor aşağıya -
kurşun gibi soğuk o an su, güneşin altında. Sonunda Heidegger'in
kulübesine varıyorum, dört bir yanını dolaşıyorum, arkada bir baş­
ka patikaya açılan kapımsının yanındaki ağacın üzerine biri eliyle
"privat" yazmış - o mu? Kulübe kapalı, pencerelerden bakınca hfila
kullanıldığını anlıyorum: Belki ailesi, torunları geliyordur. Masası,
iskemlesi karşımda. Daha fazla "özel"e sqkulmamak için geri çeki­
liyor, tahta bir sıranın üzerinden vadiye bakıyorum.
Sonra iniş, tek kelime konuşmadan Freiburg'a - Hotel Colombi,
oda numarası ı51, tam parkın karşısında bir pencere.

1 76
19 Haziran ­
sabah
Freiburg beklediğim ölçüde etkilemedi beni. Ne/den bekliyor­
dum? Kimi kentleri birkaç fotoğraf karesinden beslenerek, kimile­
rini onlarla ilgili bir avuç bilgiden hareketle imgelemimde önceden
biçimlendiririm. Freiburg için de böylesi bir ön-imge vardı kafam­
da, gerçek ona pek uymadı.
Eski kenti, tarihi merkezi katettik akşamdan geceye. Meydan­
daki eski doku pek az korunabilmiş, sanırım 44'te büyük yaralar
almış Freiburg. Kilise görkemli, Basel'dekinin kardeşi bence, kızıl
kırmızı taşları, dikey ve yatay büyüklüğü, çörtenleri ve yontuları,
kulesi ve kulecikleri ile sıradan bir yapı değil. Onarım çalışmala­
rı onu bütününde görmeyi engelliyor. Çevresinden başlayarak dar
ve alımlı sokaklar örüyor ağı. Evler, gene Basel'de olduğu gibi, ta­
rihli: ı397, ı460, ı535. Tümü dönüştürülerek yenilenmiş. Üniver­
site binalarının arasında biraz dolaştık. Heidegger'in hayaletinin
eşliğinde. Kütüphanenin yanındaki binanın girişinde iki heykel:
Homeros ve Aristoteles.
Eski kentin hemen bitiminde küçük bir orman bekliyor. Gece
meydanda bir kahvede oturduk Tülin'le; akşamın ışığı yaprakları
bile ayrıştıracak yumuşaklıktaydı, gece düşünce ağaçlar kaynaşıp
tek bir koyu ten kurdular gökyüzünün altında. Koyu ama pürüzsüz
mavi, ormanın siyaha çalan lekesi, kilisenin kızıl siyah arası gidip
gelen cüssesi - hepsi birarada soluk kesiciydi. Aklımda gene ba­
bam, sekiz ay geçti, hfila alışamadım ölümüne - daha çok da hazır­
lıksız yakalanışıma.
Tübingen, Todnauberg, Freiburg, Neckar... Kumbara doluyor,
farkındayım. Yola düşeli iki gün oldu topu topu, algı depom kı­
vıl kıvıl kaynıyor. Tübingen'den Heidelberg'e, Neckar üzerinden
bir yolculuk yapmak, orada bir hafta konaklamak isterdim: Beş
yıldır içimde hazırlananlar bir damara kolayca akar mıydı o za­
man?

1 77
Yolculuk, hem başka zaman dilimlerine, hem öteki'ne (ötekile­
re) doğru, yolcunun kendi içyurdundan çıkıp geri dönmesi: Bu ana
cümleyi açacağım. / ..

20 Haziran ­
sabah
Strasbourg'a geleli hemen hemen 24 saat oldu. Regent Petite
France'ın yeri çok iyi, biraz sevimsiz bir otel, yarı sevimsiz bir oda,
numara 209.
Dün, yolda sıcaktan eriyordum. Yaklaşık 35°'lik bir halvet,
topu topu bir buçuk saatta aldım Freiburg-Strasbourg arasını,
gene de perişan oldum. Otelde iki saat serinledim, korkunç sı­
cağa, sokaklara bıraktım kendimi, benden önce çıkan Tülin'le
karşılaştım, Katedral'e kadar gidip gelesiye bir kere daha eridim.
Gece, Türkiye-Belçika maçını izledim odada, hafif bir yemek eş­
liğinde, çıkıp uzun bir yürüyüş yaptık ve otelin barında noktayı
koyduk.
Geçen sefer sonbahara denk gelmişti Strasbourg yolculuğu, şe­
hir çekici görünmüştü, bu sefer belki sıcağın, belki gezmenlerin
etkisiyle, Petite France'ın ötesi iyi gelmedi bana. Daha bugün ve
yarın buradayız, izlenimim değişebilir.
Şimdilik, Petite France'la sınırlı bir portre denemesi gelişiyor
aklımda - "Şehren'is" için.
Her yaz yolculuğunda böyle oluyor: Tül'le gerginlik içindeyim. Sı­
cak beni olumsuz etkiliyor, otomobilde de, otelde de havalandırma
çalıştırmayınca öfkeyle doluyorum. Sanırım, bu yaz için öngördü­
ğüm yolculukları iptal etmek en doğru çözüm olacak. Sıcağın dışın­
da bir sorun daha var. Todnauberg'de sözgelimi, koşar adım tırmanıp
indim Heidegger'in kulübesinden, olac� iş değil. "Tozan"da kibar­
ca, sessizce üzerinde durduğum yoldaşlık konusuna neşter vurmalı­
yım: Yolcu, aslında, yalnız da olabilmeli. Yoldaşıyla paylaşamadığı,
paylaşamayacağı kesitleri korumak adına.

1 78
Geçiştirilecek sorun değil bu, 'yol kuramı'nın açılması gereken
bir cephesi. İnsan, koşullara ayak uyduracağı durumları saptayabi­
lir; bunlara hiçbir biçimde gözden çıkaramayacağı boyutlarla ilgili
çözümlerini ekler.
Bir seyahatnamenin arkası, öte yandan, ne kadar görünür, gö-
rünmelidir?
Yol yazısı, düz gerçekten pek çok şey eksiltir.
Gerçeğin öbür yakasına enikonu yükleme yapmıştır.
• Strasbourg sokak isimleri çarpıcı: Meslekler, uğraşlar, zanaat
ağır basıyor; lirik isimler azınlıkta kalmıyor; olağanüstü çıkmazlar,
avlu-sokaklar gördüm.
• Petite France'ı kanallar minyatür bir Bruges haline getiriyor.
Köprüler, alt yollar.
• Divan V için mektup-şiir: Kanserli bir kadın antikacı, genç
müşterisine yazıyor: Eşya incelik ister, doğru, ama sınırı olmalı bu
inceliğin: Hayat, birden, dönüyor, eşya başkasına geçecek bir işa­
ret.
• Uzun söyleşi-metin: Şiirsel düzyazı.

21 Haziran ­
sabah
Bd. Saint-Germain'de ağaçları buduyorlar. Evet, bir yan çılgın­
lık, dün kahvaltıda Tül'e "hadi giyin" dedim: "Paris'e gidip kalalım
bir gece". Ne hfile geldiğini kestirmek güç olmasa gerek, bakkala
gitmek için bir saatta hazırlanan kadın on dakika sonra kapının
önündeydi. Tabii bir havalandırma pazarlığı yaptım önceden! Ney­
se, otelden otele dört saatta vardık: Hotel de Buci, oda 53.
Hemen sokağa attım kendimi, uzun yürüdüm St.-Germain so­
kaklarında. La Hune'de tezgahları inceledim, bir alay alınacak ki­
tap saptadım! 20.oo'de Bonaparte'de buluştuk Tül'le, garsonumuz
dehşet nümayişler yaptı. Samih'i aradık, "arkadaşlar bu sizin yap­
tığınıza ibnelik derler! ", onlarla olmak iyi gelirdi.

1 79
Öncesinde, bulvarda yürüyordum, nedense aklımdan Leslie
geçti. Rue Jacob'a saparken karşılaştık! Elberle biribirimizi gör­
mezlikten geldik. Buraya mı varacaktık? Arada kendimi suçluyo­
rum, katılığını için. Arada Leslie'yi, omurgasızlığı için. İkisi de
doğru.
Gece Vagenende'da yedik, açık havanın da etkisiyle çok içtik.
Sıcak, yorgunluk, hamlık (benim durumumda) bu sabah kendimi
halsiz buldum. Evham eksik olmuyor: Kalp damarlarım mı tıka­
nıyor acaba, anında neden tıknefes kalıyorum? Bis: Sigarayı iyice
azaltmalı, yürüyüş yapmalı, kilo vermeliyim. Söylüyorum ya, kıpır­
damıyorum bile. Ciğerlerime, yüreğime dikkat etmeliyim.
Anna Karina'yı, filozofberduşumu gördük. Burası ikinci mahal­
lemiz, yılda 3-4 kez indiğimiz sokaklarında ne yer değiştirse farke­
diyoruz. Gece, "Müzik Bayramı" varmış, yazık ki kaçırıyoruz. g8'de
şansına yakalamıştık.
Cafe de la Mairie'deyim şimdi. Birazdan Tül gelecek, St.-Sulpice
meydanındaki brocante pazarında bir çanta beğendim, yaşgünü
hediyem olarak belki onu alır bana - beğenirse. Ben beğendim.
Deri, eski, çanta ölçeğinde küçültülmüş bir bavul sanki. Bütün çan­
talara, bavullara bayıldım aslında.
Akşam ıg.oo'a dek kalacağız Paris'te. Bugün hava serin nasılsa,
uınarım halvet günleri geride kalmıştır. Yol ayırırız Tül'le, öğle son­
rası: Herkes kendi köşe bucağına.
Herşey yolunda giderse, geceyarısına doğru Strasbourg'a gireriz.

22 Haziran ­
sabah
Strasbourg'da gökyüzü kapalı, ince bir yağmur dövüyor Petite
.
France kanallarının suyunu. Geceyarıs�,girdik kente, Fete de la Mu­
sique nedeniyle bütün kent ayaktaydı. Oysa şimdi, Square des Mou­
lins'de in cin top oynuyor. Öğle vakti gene yola düşeceğiz: Colmar
ve Issenheim üzerinden Basel'e. Yarın ve öbür gün Festival'e dalarız

1 80
artık - modern sanatın en yakın, en uç örneklerine. Aslında, Grü­
nevald'e belki sonra gidilmeliydi.
Dün, Paris'te kaldığım yere dönüyorum. Gidip Tül'le çantamı
aldık önce, şimdi yanımda duruyor. Onu çok sevdim. Sanırım çan­
talarımı yazma zamanım geldi artık: ilkokuldan bugüne. Sihirli
bulutlardır.
Evhamı atlatıp, altı-yedi saatlik maratonuma giriştim: İyi geldi,
açıldım epey. Yürümeli, yürümeliyim! Bakalım istanbul'da nasıl
olacak bu iş? ı4 Temmuz-ı Ağustos arası için, beş günlük Londra
parantezini düşerek gidip Relais St.-Germain'de yer ayırttık. Gi­
bert Jeune'den epey CD aldım: Telemann'ın Orfeos operası, Zim­
mermann ve Bryars, Schubert'ler, vb. Ciddi kırtasiye takviyesi yap­
tım, üç ayrı yerden. Rue Racine'deki bir kitabevinden, Gibert'den
ve La Hune'den sıkı kitaplar aldım. Biraz giyim-kuşam: Çorap, La­
coste'lar, çamaşır - yaz tamamdır. Balzar'da atıştırdım. ı8o kare
siyah-beyaz fotoyu yıkatıp bastırttım: Bu sefer çok iyi gitmiş işler!
Arada, Cafe du Vieux Colombier'de Tül'le rastlaştık. Akşam Bona­
parte'da hafif bir yemek yedik ve 20.00 sularında kentten ayrıldık,
ortalama ı8o km/saat topuklayarak üç buçuk saatta Strasbourg'a
vardık.
Burada Samet beyi, Ragıp'ı, Oğuz'u andım birkaç kez: Alsace'da­
ki elçilerimiz. Başkaları da gelmiştir Strasbourg'a, öğrenci olarak
en azından.
Bir kış verselerdi - Petite France'da sessizce otururdum.

23 Haziran ­
akşam
Strasbourg'dan öğlen çıktık, ıg.oo sularında Basel'e girdik, hay­
rettir fazla kaybolmadan buraya vardık: Radison Sas oteli, numara
223 - temiz, büyük bir oda, kişiliksiz bir otel.
Uzun, ağır aksak bir güzergah çizdim yolda. Önce St. Die'ye doğ­
ru, ormanların ve tepelerin içinden. Ardından Fraize üzerinden

181
--�
Kaysersberg: Bir Alsace mücevheri. Bu olağanüstü kasaba bir kıvıl-
cım-portre hakediyor. Schubert dinleyerek devam ettim. Colmar'a
girdik ve Tül'ü atlı arabayla yarım saat gezdirdim. Petite Venise'den
geçerken eski otelimizi gördük. Acele bir yemek ve Unterlinden'e
sonunda girebildik. 72'de şiirini yazdığım Grünewald'ın karşısın­
da, tam 28 yıl sonra durayazdım. Büyük macera, retable'ın yaşadı­
ğı. Artık ona farklı yaklaşabilirim.
Basel son durak. üç gece buradayız. Yeni sanat, geleceğin sanatı
bakalım yakından nasıl görünecek?

24 Haziran ­
sabah
Bacaklarım, gözlerim perişan. Dün saat ı3.oo'te girdiğimiz
Messe'den n15'te çıktık. Art Unlimited'ı, Basel Art'ın yarısını ge­
zebildik. Bugün ben Musee Tinguely'ye, Panamarenko sergisini
görmeye gideceğim, Basel Art'ın ikinci yarısıyla yayıncılar katını
Pazar günü tamamlarım artık.
Basel Messe, 3ı. kez Sanat'ı ağırlıyor. Dünyanın en güçlü, etkili bi­
lanço sunumu sayılıyor. 250 büyük galeri katılmış bu yıl:
New York'tan Paris'e, Düsseldorf'tan Milano'ya. Frankfurt Ki­
tap Fuarı'nın Görsel Sanatlar versiyonu. Frankfurt'a ilk 87'de git­
miştim, 95'ten sonra arkadaşları yollamayı yeğledim. Belki 2002'de
gene giderim; hfila YKY'deysem ve karar aldığımız gibi stand aça­
caksak. Aslında, burada da bir stand açmalıydık, açmalıyız; dönüş­
te Selçuk'a açacağım konuyu.
Frankfurt'a ısınamadım hiç; kitabın "mal" statüsünde ele alını­
şı beni uzak tutuyor oradan. Basel'de sanat yapıtına "mal" statüsü
yüklenmiyor mu? Ben, sanatçı değiliı:r,ı., yazarım; işin o yönü bun­
dandır çok tedirgin etmiyor beni. Dün, ,eskilerle yeniler arası, özel­
likle en taze yapıtlar (1999-2000) arası dolaşırken, bir kere daha
"hiza" arayışındaydık. Dönüşte adam gibi bir değerlendirme yazısı
kaleme almaya niyetliyim; gezerken notlar aldım. Frankfurt Fua-

1 82
rında, yanılmıyorsam 94'te yazdığım, "GGG"nin postscriptum'u
olarak kullandığım denemenin ikinci perdesini oluşturacak bir
yazı düşünüyorum: 2000 yılında Sanat ola ki 'Yeni Sanat' söyleşi­
me eklemlerim o metni.
Gece, üç yıl önce keşfettiğimiz bir lokantada nefis bir yemekyedik.
Sonrasında, kentin daha önce keşfedemediğimiz sokaklarına
daldık. Üçüncü gelişimiz Basel'e, kendi payıma daha da gelmek,
kalmak isterim: Alımlı, derin şehir. Nehir boyu tırmandık, eski
köprünün ayağıyla Katedral arası loş güzergahı kimbilir kaçıncı
kez katettik. Matematik Enstitüsü'nü içeren tek katlı evin önünden
geçerken bu kez şiirin kıvılcımı çaktı - bakalım yangını gelir mi?
Heuberg sokağını selamlıyorum.
Bu akşamüstü otele döneceğim: Portekiz-Türkiye maçını izle­
mek için! Deliyim ben.

24 Haziran ­
akşamüstü
Bir beş saatlik maraton daha! Öğlen çıktım otelden, taksiye
adayıp Museum Tinguely'ye gittim, yaklaşık iki saat kaldım orada,
olağanüstü "Solituden" yolundan köprüye dek yürüdüm, biraz Mo­
dern Sanat Müzesi'nde gezindikten sonra Katedrale gittim, Kül­
tür Müzesi'ndeki Okyanusya/Afrika/Tütün sergilerini gezdim, bir
zeytinli ekmek aldım, güneş saatçısına uğradım ve otele döndüm.
Şimdi maç saati!
Tinguely-Panamarenko ikilisi öylesine çarptı ki beni, dönüşte
"Makine" denememi açmaya, dört-beş koldan uzatmaya karar ver­
dim; Munari'yi, Calder'ı da işin içine iyice katarak.
"Tütün" sergisi, Viyana'daki müzeden sonra hafif geldi. Bir 'şey'
dışında: Eğilip tek tek her birini kokladığım tütün tomarlarının
kendileri!
Yavrum Tül - bana enfes bir kitap-güneş saati almış. Çantam
yetmiyormuş gibi.

1 83
25 Haziran ­
sabah
Berbat bir oyundan sonra 2-0 yenilerek elendi Türkiye. Maç son­
rası çıktık, hafif yağmurlu bir hava. Boşuboşuna Messe'ye gittik, bu
gece açık olduğunu sanmıştım nedense. Tramvayla kent merkezine
döndük. Die Drei Könige'nin restoranında yer bulamadık, brasse­
rie'de oturduk, Rhein'a bakan tarafında, yemek yedik. Sonra eski
kentin ara sokaklarında yeni keşif noktaları: Basel yavaş yavaş ara­
lanan şehir.
Bugün Messe.
Küçük "piyade defteri"me baktım, g günde 5 şiir, 17 parça nesir
metin için notlar almışım: Toplam 50-60 sayfa arası yazmayı ge­
rektirecek kısa, ama yoğun parçalar. İyi de, ne zaman yazabilirim
onları? Burada tempo elvermedi. Dönüşte, curcuna olanak tanır
mı? Sıcağı sıcağına yazılmalı kimileri. Kimileri zaman içine yayı­
labilir. Ne olursa olsun, sorunlu durum: Atmosfer değişince kalem
kayabilir çoğu için. Bu yaz 30 günü bölerek kullanmak zorunda ka­
lacak oluşum işimi kolaylaştırmayacak doğrusu. Yazı programım
enikonu dolu. Londra'da ve Sicilya'da gene koşturma ağır basacak,
öte yandan. Bir tek Paris'te iyi çalışabilirim, on gün boyunca. Bir
de, Ağustos'ta, istanbul'da kesintisiz çalışabilirim, çalışabilirsem,
iki seyahatname kitabını birden tamamlamak niyetindeyim, zor:
Yaklaşık 200 sayfadan sözediyorum. Araya bir de "Elma"yı sok­
mak istiyorum, olur mu? Bunun dışında, Paris'e gidesiye, iki hafta
içinde tamamlamayı öngördüğüm 60 sayfalık 7 metin var. Bura­
daki notları da eklersem, 15 Eylüle kadar olan 80 gün içinde 400
sayfa yazmaktan dem vuruyorum: Hepten olanaksız.

26 Haziran ­
sabah
Birazdan Basel'den ayrılıyoruz, bugün dönüş günü. Uçağımız
20.35'te Zürih'ten hareket edecek, dolayısıyla 3-4 saatimiz olacak gez-

1 84
mek için Zürih'te, sanırım Basel-Zürih arasını bir buçuk saatta alırız.
Herşey yolunda giderse, geceyarısını bir hayli geçe eve varmış olaca­
ğız - yarın bu yorgunlukla işe başlayacağım: Ne çok şey birikmiştir.
Dün, Messe'de tam 5 saat kaldık. Ayaklarımız düpedüz isyan etti.
Gözler de tabii. Sabah kalktığımda, formlar uçuşuyordu gözümün
dibinde. Belleğe yüklenenleri hesaplayabilseydik! 250 galeride or­
talama 40 yapıt yer alıyorduysa, yaklaşık ıo bin yapıtla karşılaşmış
olmalıyız - her karışa uğradık çünkü, neredeyse.
Tül'le ayrı gezdik dün. Ben, ister istemez fotoğrafçılarda uzun
süre konaklıyor, oyalanıyorum. Georges Rousse'un yeni, Peter Be­
ard'ün eski çalışmaları büyüledi beni örneğin.
Bir de çılgınlık yaptım: Eve, Calder'ın bir H.C. litosuyla Lü­
pertz'in ı75 adet basılmış (no:45) bir başka litosunu Galeri Le­
long'dan (eski Maeght) satın aldım. İkisi ı.800 dolar ediyordu,
adamla sohbetim işe yaradı, ciddi bir indirim de yaptı. Bizim büt­
çemizdeki insanlar için devam etmek güç o işe, ama hali vakti ye­
rinde olan biri kolayca bir lito koleksiyonu kurabilir evinde, hem
de en baba sanatçılarla. Türkiye'de kimsenin adam gibi lito koleksi­
yonu bile yok, şaşılacak şey. Oysa ota boka delice para yatırıyorlar.
Gece halimiz kalmadı, otelde kaldık, maçları izledim, yemeği
odamızda hallettik.
Yol gerginliği bindi üstüme. Gelirken uçak epey salladığı için
belki de.
Basel üç şiir, üç kısa düzyazı parça getirdi.

1 85
x1 1 1

PA R I S - L O N D RA
2000
14 Temmuz 2000 -
Bugün 05.3o'da uyandık, 07.oo'de havaalanındaydık; 09.05 uça­
ğıyla geldik Paris'e, öğlen girdik Relais St. Germain'e, oda numarası
22 -Racine! ilk dört gece buradayız, Londra dönüşü, on geceliğine
mutfaklı odalardan birine geçeceğiz.
Çarçabuk sokağa attık kendimizi. Bugün Bastille'in alınış
günü, ulusal bayram, bütün Fransa'yı ayağa kaldıran, sokağa dö­
ken bir şölen düzenlemişler, kuzeyden güneye inen bir çizgide:
Sokaklarda piknik düzenlenmiş. Rue de Seine'de, Mulot'dan bir­
şeyler alıp masalardan birine çöktük, tamtamlılar geldi sonra,
tam ilkel kavimlerin nabzı, çok imreniyorum bu eğlenmeyi, coş­
mayı bilmelerine!
Pont des Arts'a dek yürüyerek sonsuz piknik masasını izledik,
orada biraz demir alıp oturduk. "Akıl-almaz Piknik" dememişler
boşuna.
Dün, İstanbul'da ısı 47°'ye kadar çıkmıştı, burada tam ı7° - gün­
düz vakti! Bu 30°'lik fark hafif çarptı bile, öksürüğüm arttı hemen.
Cafe Bonaparte'a gidip birer kahve içtik ve otele geldik - uzun
bir siesta için. Yalnız uykusuzluk değil, Xanax'ın etkisini de erit­
mek gerekiyordu.
Birazdan gece şölenine doğru fırlarız dışarı.

1 89
15 Temmuz -
15.40
Bu sabah kötü başlangıç. Geçen sefer pusulasız başlamış, ne güzel
yol almıştım; şimdi, onca önhazırlık boğdu sanırım beni.
Defterin önünde kalakaldıysam, otel odası elverişli koşulları sun­
madığı için bir de: Masa uygun değil, yüksek; ışık, kötü; Tül sigara
dumanına söyleniyor: Sonuç, 08.15 gibi odadan çıkıp Le Mondrian'a
gittim, orası da kafamı açmadı doğrusu.
Öğlen Tül'le buluştum, hafif birşeyler atıştırıp Londra biletle­
rini almaya gittim, seyahat acentasında tam bir saat sıramı bekle­
dim. Gerginim kısacası, Londra dönüşünden biraz umudum var -
şansıma yanıyorum.
Balzar'a geldim oturdum. Champs'da Godard filmleri var - şey­
tan, git hepsini yeniden izle diyor. Şeytan bakalım şeytanı dinler
mi?

16 Temmuz ­
ıı.40
Le Mondrian'a gelip köşedeki masama çöreklendim. Bu ufarak,
yuvarlak masada onbeş yıldır ne çok kelime düştüm kağıda, kimbilir.
Yazı adamı, bir yandan da masalarının, pek çok masanın tarihinde bi­
çimlenir, saklanır. Bu sabah, 8.15 gibi Relais'de, 22 numaralı odadaki,
bunun aynısı masada "Başka Yollar"ın ilk bölümünün ilk bölümünü
tamamladım. O masayı da yıllar sonra anımsar mıyım acaba? Unuttu­
ğum kaç masa kalmıştır arkamda? Paris öncesinden, 70-72 arasından,
Paris'ten, sonrasında Ankara'dan, 83 sonrası İstanbul'dan, kısa süreli­
ğine savrulduğum onca şehirden kaÇ oda, kahve masası?
Çok zor başladım kitaba, sisin k;ı,lınlığından. Tamıtamına hı­
zımı aldım hfila diyemem, kaldı ki. J3ugün yarın Troyes 'sefer'ini
yazmaya koyulunca belki anlarım hangi kıvama oturabileceğini
yazının. Öngördüğüm plana ne kadar oturabileceğini de serseri yol
yazısının. "Kareler"i bilemem ama, sanki "Yapılar" yolda ayrıla-

1 90
cak, kendi bütünlüklerine ilerleyecekler. Öte yandan, "Acı Bilgi"­
nin birkaç parça daha istediğini apaçık görüyorum.
Masalardan açmıştım, gerçekte, şu günlerin en ciddi sıkıntısı
adam gibi masa düzeni kuramayışını, iğreti bir yazma düzeneği
içinde boğuluşum ile ilintili olarak doğdu, gelişti. Londra'dan pek
umudu değilim işin açığı, vuslat son on güne Relais'deki mutfaklı
odaya kalacak gibi.
Dolayısıyla, gün boyu, çantayla dolaşıyorum - Casa Pessoa'dan
hediye edilen o hafif, muşambamsı siyah çanta. Masalarım kadar
çantalarım da bir yazı hak ediyor, ola ki "Yazboz"a yazarım hepsini.
Dün akşamüstü siesta çektim odada, Tül'le Bonaparte'da hafif
yedik ve sinemaya gittik: "Les Destinees Sentimentales", İsabelle
Hupert'e karşın, tek kelimeyle faciaydı, olsa olsa TV dizisi olabilir­
miş. Üstelik üç saat süren bir kahır - neden ömrümüzden eksiltiriz
o süreyi?
Geceyi Les Deux Magots'da birer salata ve şarapla tamamladık.
Bugün pazar boşluğu hüküm sürüyor Paris'te.

16 Temmuz, Cafe Bonaparte -

21.00
Öğle vakti çıktık otelden, Tül'le, dört saata yakın yürümüşüz.
Kendimi dehşet yorgun hissediyorum şu an, üstelik iki saat uyu­
muş olmama karşın, dönüşte. Sanırım biraz kırıklık da var üstüm­
de, gözlerim bulanık görüyor herşeyi. Hava zaten tuhaf, 15-16° do­
laylarında, anlaşılan yazla Londra dönüşü karşılaşabileceğiz.
Rue des Grands Degres'deki La Maison'da yedik bugün öğlen,
epey şarap, sonra Louis-Philippe'te armagnac içtim. Saint-Gervais
kilisesine girdik, bir konser hazırlığı vardı, nasıl yayılıyor notaları
havada, müziğin inanca, imana katkısı büyük.
Rue Vieille du Temple'ı dibine dek yürüdük bu sefer, yeni gale­
ri sokağı burası artık, ama mevsimi beklemek gerek. Oradan Rue
de Bretagne üzerinden Rue Voltadaki eve, Rue au Maire'deki kendi

1 91
evime, Rue de Montmorency'deki Flamel evine uğradık yeniden. Taş­
ları okudum. Passage Moliere'den, Rue de Venise'den Beaubourg'a
geçtik ve bir kahve molası verdik. Sonra Rue Dauphine'den Odeon.

17 Temmuz -
19.oo
Sıkıntının neredeyse tepesine tırmanmış (belki dahası da var­
dır, olabilir), gün boyu huzursuz bir hayvan gibi dolanmış, sonunda
votkanın önündeyim - Le Mondrian'da.
İki yıldır yolculuklarıma eşlik eden bu defterin sayfaları dolmak
üzere; dönüp eski sayfaları karıştırdıkça, yolculuk başlar başlamaz
sıkıntımın kabardığını anlıyorum. (Üzerinde mor bir ceket, Anna
Karina geçiyor önümden, iki adım ötedeki evine gidiyor ve kendisini
gördüğümü, tanıdığımı anlıyor).
Yolculuk, "düzen"imden koptuğum an, kendi düzenine oturası­
ya, yerimden oynatıyor beni. Ya da, tam tersine, aslında olduğum
yere, zorla oluşturulmuş Huzur ekseninin karşısındaki gerçek ye­
rime, huzursuzluğuma yapışmıyor. Kafam, ruhum sancılar içinde
kıvranıyorum. Gelgelelim, bir de şu var: Son yıllarda yola belli be­
lirsiz bir 'proje' ile düşüyorum, onun aksaması beni boğuyor. Biri,
öbürü, ikisi ayrı ayrı, ikisi birden: Dört gündür yükseliyor basınç
ve bugün beynimi delecek boyuta vardı sanki - bereket yarın Lond­
ra'ya geçiyoruz.
"Proje"den ötesi, ayrıca: "Başka Yollar" şimdiden ı5 sayfa iler­
ledi, gerçi nereye gidiyor bilmiyorum ama bir önemi yok ki bunun,
nereye gidiyorsa oraya gidiyor. Kimi tıkızlıkları ikinci yazımda
giderildiğinde belli ki ortaya sıkı bir metin çıkacak. (Bugün masa
üzerine bir bölüm yazdım ya, şimdi �izimin üstünde yazıyorum bu
satırları !).
Tül, Rina'yla buluştu, birazdan gelir. O olunca biraz olsun dü­
zelirim. Samih'le konuştum gündüz, yararı olmadı - İstanbul hfila
yanıyormuş.

1 92
18 Temmuz ­
ıo.30
Defterin sayfaları biribirilerine yapışmış anlaşılan, geri dön­
düm, zaten yerim dar, pintilik etmem doğal!
Birazdan otelden ayrılıp Gare du Nord'a, oradan Eurostar'la Lond­
ra'ya gideceğiz - Manş'ın altından bu ilk geçişimiz olacak. "Hami"m
sayesinde birinci sınıfta gidiyoruz, bu gece gene onun sayesinde
Ritz'te kalacağız, yarın Mayfair'e geçeceğiz - o da iyi bir otel sanırım.
Londra'ya gitmeyeli tam tam sekiz yıl oldu, ikimiz de özlemişiz. Ba­
kalım neler getirecek bu sefer, geçen sefer müthiş bir dişağrısı getir­
mişti!
Dün gece epey içtim, yatmadan içtiğim portakal suyu herşeyi
değiştirdi ama: Gazdan uyuyamadım bir türlü. Saint-Sulpice'de ye­
dik, sokakta bir masada, sonra ara sokaklara daldık, dolaştık. L'Age
d'Homme'un vitrinine yapıştım birara, geçen yıl uzun bir seans yap­
mıştım orada, hem de iyi avlanmıştım, anlaşılan yeni kitaplar çık­
mış, bir seans da dönüşte yaparım artık.
Londra'da da, beş gün içinde, sahaflara ve kitapçılara epey bir
zaman ayıracağım.
Dün, Cafe de la Mairie'de Michael'la karşılaştım - lafladık. ı4
bin kitabı varmış evde, sığamıyormuş. Kim sığabiliyor ki?

18 Temmuz, Londra -

19.00
Ağzımda tek bir üzüm tanesi, günlerdir "masa"ları yazıyorum
ya, çok şık bir otelin odasında, oturma odasında, çok şık bir masa­
dayım şimdi: Ritz London, oda numarası 22ı.
İki dev oda, yan bölmeler, koskoca bir banyo: Tanrım ne lüks.
Zenginlerin servetlerini önemsemesini anlamak gerekir: Böyle
yaşamaya alıştırılıyorlar. Hfila anlayamıyorum oysa, böyle de­
sem bile. İşte bir geceliğine Ritz'teyiz, büyük olasılıkla bir daha
kalamayız bu otelde. Ne eksilir benden? Ne katabilir ki! Bu gece

1 93
burada değil de ufak, temiz bir otelde kalsaydık olduğumuzdan
daha mutlu, kutlu mu olacaktık? Tül için başka ama: O bayılıyor
böyle otellere, burada kalmak mutluluğuna mutluluk katıyor. Onu
da anlamak gerekir. Anlıyorum da, anlaşılan fazla birşey sormu­
yorum. Belki şöyle koyabilirim kendi durumumu: Fazlalığın far­
kındayım, ne ki, onun eksikliğini duymuyorum. Yoksa herkes çok
iyi bir otel odasını, daha az iyi bir otel odasına yeğler.
Green Park'a bakıyor pencereler. Hava yumuşak, pencere açık,
dışarıdan gelen Londra sesleri içeride çaldığım Bach'a karışarak
hoş bir alaşım yaratıyor.
Eurostar yolculuğu da çok keyifli geçti. Uçakta bitmek bilmiyor
aynı süre, oysa trende yemek, içki, tütün, sohbet derken, göz açıp
kapayasıya Waterloo istasyonundaydık.

19 Temmuz, Londra -
08.30
Hava günlük güneşlik, bugün Mayfair'deki otele geçeceğiz. Bi­
razdan kahvaltı tepsilerimiz gelir1 Green Park'a pakan yuvarlak
masaya kuruluruz.
Dün gece, otelden çıkar çıkmaz, tanıdık Londra'ya yöneldik,
insan önce öyle yapıyor galiba: Piccadilly'den Shaftesbury'ye,
oradan Charing Cross'a, Oxford Street'ten gene Mayfair yönüne
geniş bir dış çember çizerek yürüdük. Soho'da ara sokaklara sap­
tık, hava güzel ya pub'lardan sokaklara taşmışlardı. Kitapçıları,
Soho Square'de çınarları ve kayınları selamladım. Duke Street
ile Gilbert Street'in arasında bir yerde sıcak bir İtalyan lokan­
tası seçtik ve keyifli yedik, oradan Berkeley'e yönelip otele dön­
dük, Tül üşüdüğü için daha fazla yürüyemedik. Arte'de gene "İsa
Eboli'de Durdu" oynuyordu, bir kere paha daldım filme, oı.oo'de
TV'yi kestiler!
Kavgasız bir uyku, dinlenmiş gibiyim.

1 94
19 Temmuz -
16.oo
Dört gece geçireceğimiz yeni otelimize taşındık: 47 Park Street,
oda numarası 407! Sevimli, tipik, konforlu bir İngiliz oteli. Mayfa­
ir, ayrıca, Londra'nın keyifli mahallelerinden biri; güzel, şık evler:
Tuğla, kızıl taş, yeşillikler. Odamız henüz hazır değildi öğlen, çıkıp
iki saati aşkın gezindik, çevreden çok uzaklaşmadan. Bugün Ana
Kraliçenin 100. yaşgünü hazırlıkları açısından telaşlı bir koşuştur­
ma var Londra sokaklarında, gerçi 4 Ağustos'a daha iki hafta var,
belki ihtiyar ölebilir de, ama ne gam, tören çalışmaları gündemin
ilk maddesinde - bugünkü Times'ta taçlı şairin ıoo. yaş için 100
mısrası yer aldı; facia tabii.
Brook Street'ten Bond'a kadar yürüdük önce. Arada Lancas­
hire Court'a daldık, dün geceden mimlemiştim. Olağanüstü bir
köşe, kuytuda saklanan bir küçük meydan ve birkaç sokak. Hendel
burada yaşamış ve "Mesih"i bestelemiş, yakında adına bir müze
açılacakmış. Hendrix de barınmış bir süre. Crush'ta bir sandviç
yedim, Tül kahvesini içti. Cumartesi gecesine Therapy'de, avluda
yer ayırttık.
iki kaşmir kravat aldım Royal Arcade'deki bir dükkandan. Müt­
hiş bir kalem/hokka takımı gördüm bir başkasında. Bir çanta içki­
liği armağan ettim Tül'e. Otele dönerken Mount Street'ten St. Geo­
rges bahçesine girdik, çınarların ortasında, kentin uğultusuna sırt
dönmüş bir vaha. Londra üstüne yazacağım kısa portre denemesi
için o bahçeyi, öbür meydanı, sokak tabelfilarını, telefon kabinle­
rini ayırıyorum - bir de Ritz'in lokanta müdürünü: Resepsiyondan
21 Temmuz gecesine yer ayırtırken Türk olduğumuzu anlayıp ya­
nımıza koşan sımsıcak adam: 25 yıldır Ritz'de çalışıyormuş, "bi­
zim otelin pek Türk müşterisi olmaz" diye yakındı. Parasızlıktan
değildir, paraları çoktur bizim sözümona "üst sınıf"takilerin, ol­
mayan: Kültürleri, görgüleri, gustolarıdır.

1 95
20 Temmuz ­
ıı.20
Gece Bloomsbury'deydik, Russell Hotel'in kasvetli lokantasında
berbat, üstelik pahalı bir yemek yedik. Londra'da hem oteller, hem
lokantalar, Paris'e oranla çok tuzlu; ister istemez karşılaştırıyor ve
şaşırıyorum, hatta öfkeleniyorum. Sanırım bunun için, insanlar
otel yerine ev formülünü yeğliyorlar Londra'da - haftalık, on gün­
lük süreler için bile.
Yemek sonrası Bloomsbury'de yürüdük önce; Charlotte Street'te
hafif konakladık; Soho'dan Trafalgar'a, oradan Regent Street'e, Ox­
ford üzerinden otele döndük - iki saatlik bir maraton, enikonu yo­
rulmuşum. Bir bira eşliğinde ekrana boş boş baktım, bu sabah geç
uyandım, kafam kazan gibi.
Bakalım bugün ne yapacağız. Gece, Philip Starck'ın otelinin lo­
kantasında yiyeceğiz: Saint Martin's Lane. Umarım İstanbul'dan
yer ayırttığıma değer.

21 Temmuz -:-:
08.30
ilk hafta bitti bile, yazı makarası çok ağır döndü: "Başka Yollar"a
başladım başlamasına, sanırım iyi de başladım, ama yeterince iler­
leyemedim. 23'ünde geçeceğiz Paris'e, kalacak g net gün, hızlanma­
yı ümit ediyorum.
Sekiz yıl ara vermiş olmak, Londra'yı unutmamızla sonuçlan­
mış, yarıyarıya keşif duygusuyla geziyoruz. Aklı çelen, gövdeyi
yoran bir durum bu. Dün, öğlen biraz Knightsbridge'de dolaştık.
Ardından Soho'ya, Tül'ün boya ve fırçalarını almaya gittik. Ben
de kaligrafi kalemleri, mürekkep kartuşları, lastikli küçük bir
bloknot, fotoğraf sergim(!) için pas�partout görevi görebilecek
koruma kartonları aldım. Tül'ü bir taksiyle otele göndermeden
önce, The Ship pub'ında kahverengi bira ve kırmızı şarap molası
verdik. Sonra, kitapların arasına dalmak için üç saatim kaldı. Cha-

1 96
ring Cross'ta, Ceçil Court'ta, St. Martins Lane'de geçirdim vakti.
Foyles'tan şiir kitapları aldım yalnızca: Muldoon, Craig, Simic,
Cardenal, Gross, Ashbery, Gunn - bende olmayan yeni kitapları.
Muldoon'un iki libretto kitabıyla İrlanda yazını üzerine bir incele­
mesi gözüme çarptı, gitgide ilgimi çekiyor o kaçık. Sahaflara girip
çıktım epey, eski kitap tutkumu yeniden kabartan parçalar gör­
düm, elledim. ilk kütüphanemi yitirince o sevdadan vazgeçmekle
iyi mi yaptım? Biraz çaresizdim açıkçası: Sıfırdan "temel" bir ki­
taplık kurmak çok para istiyor, yaklaşık on bin kitaptan sözediyo­
rum. Sanat kitapları dışında pek bir eksiğim kalmadı aslında, do­
yamadığım antik çağ ve ortaçağ metinleri sayılmazsa, XVI . yüzyıl
sonrasında almam gereken birşey yok gibi.
Charing Cross'un Cambridge Circus sonrası bölümü, Blooms­
bury'nin güneyi, Soho'nun kimi sokakları yanyana geldiğinde, Pa­
ris'te IV-V-VI. bölgelerin Londra'daki karşılığı oluşuyor bende. Ama
oturmak için Mayfair'i ya da Knightsbridge'i yeğlerdim gibi geliyor.
Mayfair'deki kimi sokaklar (Charles Street, Berkeley ya da Mount
Street) yaşama atmosferi açısından çok çekici. Gece, yemek sonrası
uzun bir yürüyüş yaptık Tül'le: Piccadily üzerinden Mayfair'in dibi­
ne, benim her zamanki yengeç stratej imle, doğrusu iyi geldi.
Yemeğe dönersem; Starck'ın oteli besbelli fırlama bir iş, önce
bara tünedik ve birer margarita içtik, uzun ince bacaklı, 40 cm2'lik
masaları bence çok iyi düşünmüş. Asya yemekleri nefisti. Bir şişe
Bourgogne götürdük.

22 Temmuz -
09.30
Londra'da son tam gün, yarın öğlen, gene Eurostar'la Paris'e dö­
neceğiz. Dün öğlen Globe'u kaçırdık (12.oo'de kapanıyormuş gezi
faslı) , akşamüstü Londra Kulesini (noo'de son bilet kesiliyormuş) !
Gerçi kuleyi biliyor tanıyorduk, ama "raven"ları yeniden görmek,
fotoğraflamak çok istiyordum.

1 97
Globe'u içeriden görmek isterdim, her ne kadar dışından gör­
mek, bir de gravürlerini anımsayarak iyi-kötü onu imgelemde ta­
mamlamak olası ama, bir de görmek iyi olurdu. Çok hayıflanmadım
gene de, çünkü sonuçta, sahtesi sözkonusu, bir tılsımı yok yapının o
haliyle. Ardından Tate Modern'e geçtik ve üç saati aşkın orada kal­
dık, beş katı gezince dehşet yorulduk. Çekici bir müzeye dönüşmüş
o eski fabrika, kulesiyle biraz Ziggurat'ları, biraz San Marco'daki
kuleyi, biraz da Sevilya'daki minareli kiliseyi çağrıştırıyor. Girişte­
ki dev mekanı Louise Bourgeois'nın dört dev heykeliyle açılışa ha­
zırlamış olmaları çok iyi fikir: Aşağıda üç bronz merdivenli kule,
arakatta anıtsal örümceklerinden biri. Tül'ün fobisi amma sorun
yarattı!
Koleksiyon elbette zayıf değildi, ama MOMA'daki kadar etki­
leyici olmadı benim için. Bir tek Rothko odasına hayran kaldım:
ı958-g'dan altı-yedi yetkin tablo, çok da iyi aydınlatılmış, daha doğ­
rusu loşlaştırılmış. Beuys odası da iyiydi. 25 yerleştirmenin yer al­
dığı katta oyalandık en çok; istanbul'a dönüşte, Rüzgar Gülü'ne bir
yazı düşerim artık.
Son yıllarda, "Aciz Çağ"ı yazdığım Faris parantezinden beri,
Sanat üzerine enikonu yazdım. "Başkalaşımlar XI-XX"in son dört
parçası. Sanatsal Sahicilik üzerine söyleşi-deneme, Sanat Dün­
yamız yazıları, sergi önsözleri ciddi bir birikim oluşturdu. Tanpı­
nar'dan, Edgü'den sonraki kuşaklarda Sanat üzerine en fazla kafa
patlatan, kalem oynatan edebiyat adamı ben oldum sanırım - Er­
güven'i ayırıyorum, o zaten sanat üzerinde çalışıyor yalnızca.
Yazınsal Denemeler'in IV. ve V. ciltlerini yanyana sürdürüyo­
rum ya, söyleşi-denemelerin konu yelpazesi geniş de, öteki deneme
toplamında Sanat gene ağır basacak .besbelli. Sanırım, çatı çalış­
ması yapma vakti gelmiştir artık; iyi �itap, yazılar yanyana dizilip
yapılmaz. Sözgelimi, tek tek yapıtlar için (Bourgois'nin "örümcek"-
leri gibi) kısa, yoğun metinler kurmak istiyorum, renkli fotokopi­
lerle dosyasını hazırlamalıyım, vb.

1 98
Akşamüstü otele dönerken, taksi penceresinden bir dizi fotoğ­
raf çektim - küçük Londra portremi o eksene oturtmaya niyetliyim
şimdilik.
Gece Ritz'te yedik - güzel tören. Tül pek güzeldi, pek mutluydu:
Güzelliği mutluluk besler.
Mayfair'den, yürüyerek geldik otele, oı.3o'a kadar, o saçma "Si­
nek"i izledim.

22 Temmuz -
2ı.30
Bu gece otelde kaldık, odada, kırmızı şarap eşliğinde hafif birşey­
ler atıştırarak. Londrayordu ikimizi de. Bugün örneğin, sabah erken­
den kalktım ve "Başka Yollar"dan ilerledim epey. Öğlen çıktık, bana
iki ceket aldık, harika Hint yemekleri götürdük, sonra ben ceketleri­
mi otele bırakmak için döndüm ve maratonu başlattım: Burke Street
üzerinden önce Charing Cross'a, ardından Bloomsbury'ye. Orada
aheste dolaştım, bir sonraki sefer için iki otel (Morgan ve Marlbo­
rough) gözüme kestirdim, yarım makara fotoğraf çektim, Museum
Street'teki kitabevlerinde oyalandım - Ulysses başta olmak üzere
alımlı yerler. Bir de "Sosyalist Kitabevi" var köşede. Bir ara, Mount
Gardens'taydım gene bugün: Oradan içime aktı zehir.
Oysa iki gündür aklımda iri bir söylem kitabı: Kendi "ağız"ından
İstanbul: Anlatılan, gazete haberleri, efsaneleri, tarihi ve coğrafya­
sıyla: Bir binbir gün/gece masalı. Onca yılın ardından buna hazır de­
ğil miyim artık? İyi ki 8o'lerde başlamamışım o kitaba, şimdi iyice
pişmiş durumda: İçim, elim.

24 Temmuz, Paris -

07.15
Dün öğlen Waterloo istasyonundan bindik Eurostar trenine, ak­
şamüstü indik Gare du Nord'a, meğer bugün Fransa Bisiklet turu­
nun Faris etabıymış, güç bela Odeon'a ulaştık, her bakımdan pis bir

1 99
taksi şoförüyle hafifdalaşarak - genelleme yapmak istemem ama,
boktan tipler Paris'in taksicileri.
30 numaranın kapısında Du Bellay yazıyor - tam Claude'u ya­
zarken beni St.-Joseph yıllarıma uçuracak bir isim. Odaya yerleş­
tik sayılır, geçen yılki odam daha iyiydi ama. 6ox6o cm'lik bir masa
ayarlamışlar benim için: Şeytan azapta gerek. (Bu lafı ezelden beri
çok severim) .
Gece çıkıp önce Les Deux Magots'ya (gene Umur Talu'yla karşı­
laştık ve çok kısa lafladık) tünedik, sonra Bonaparte'da yedik, geniş
açıyla bir yürüyüş ve gene Les Deux Magots'ya döndük. Hava çok
güzeldi, hatta sıcaktı. Geceyarısına doğru ilk yağmur damlası düş­
tü. Tül kalkmayı önerdi, otele vardığımızda hızlanmıştı yağmur,
ardından müthiş gökgürültüleriyle (biri düpedüz patladı şehirde)
sağanağa dönüştü, bu sabah gri bir gökyüzüyle uyandım erkenden.
Erken uyanmak için, gece Nicholas Roeg'un "Dont Look Now"u­
nu feda ettim, hafif canım sıkıldı doğrusu. Gelgelelim, defterdeki
sıkıntıyı dağıtmanın tek yolu buradan geçiyor. İstanbul'dan ayrılalı
on gün oldu, 47 sayfa yazabilmişim bu süre içinde, oranın düşüklü­
ğü önemli değil: Hfila "Başka Yollar"ın soluk ayarını oturtamadım.
Kısacası, başlayamamaktan doğan sancılarım sürüyor - bilseydim,
bu durumun ayrıntılı bir güncesini tutardım!
Dün, trende, Chatwin'in "Anatomy of Errance"ının ilk üç bölü­
münü okudum: Ne kadar hafif, güzel yazıyor.

25 Temmuz -
08.oo
Chatwin'den sözediyordum, başıma geldi: Londra'daki stüdyosu
o kadar ufakmış ki çalışma masası ol;:ı.rak katlama bir briç masası
almış. Şimdi ben de, 6ox6o cm'lik m31amla, ı ,5xı ,5 m2'yi bulduğu
şüpheli mutfaktayım, koca cüssemle! Sigara ve ışık Tül'ü rahatsız
etmesin sabahın köründe diye (ve üşüdüğüne göre pencere açama­
yacağım için) bu çözümü akıl ettik - ne çözüm!

200
Gerçi, yazmanın bir hapis hali yok değil; o nedenle de bu hücre­
ye yakışıyorum belki. Ama şu sırada en ideal çözüm yolu sayılmaz
bu, sancılarımı hafifletecek mekan mutfak olmasa gerek. Üç gün­
de Ritz ş§.şasından buraya gelmek hoş aslında, her vakit onu söy­
ledim: Lükse alışılmamalı. Öte yandan, neyim eksik burada? Her­
şey tamam gibi. Penceremden Carrefour de l'Odeon'u görüyorum;
dumandan ölmemek için araladım, biraz üşüyorum, ama şortla
oturmak zorunda değilim. CD-çalar yanımda, kahve makinesi kol
uzatma mesafesinde. Daha ne olacaktı?
"Başka Yollar"dan epey ilerledim dün sabah. Hfila bungunum
oysa. Sorunları büyük bu kitabın, farkındayım: Ağır yük, yumak­
laşmış temalar, plazma gibi hareket ediyor yazı, onca saatta sekiz
sayfa ilerleyebildim.
Çıkıp ciddi yiyecek alışverişi yaptık pazardan; mutfak eksikleri
dahil ı.ooo frangı bulmadı harcadığımız para. Hem öğlen, hem ak­
şam evde yedik sonuçta, en ekonomik yol bu. Keyfi cabası: istedi­
ğini istediğin kadar yiyorsun. Küçük şişe şaraplar daha az içmemi
sağlıyor: Chablis, Brouilly, Sancerre. Pencerenin yanında manza­
ralı (!) bir masada, dilediğin müzikle.
Öğle sonra, siestamı Cem ve Samih'in telefonları böldü, devam
edemedim, çıkıp önce Le Moniteur'de, sonra Compagnie'de kısa
birer raf seansı yaptım. Alacağım kitaplar hiç biter mi?! Mimari,
şehircilik, seyahat kitapları etrafında dolaştım. Bugün yarın, Ma­
rais'deki Compagnonnage kitapçılarına yöneleceğim.
Balzar'da mola verdim. Geçen seferki kaçık gene içeridey­
di: Yüksek sesle iç konuşmasını sürdüren 50-55 yaşlarında bir
adam. Sabah, Le Mondrian'daydım, bu sefer de oranın yeni ka­
çığı geldi: Devamlı ellerini oğuşturan, ayakları bacakları zembe­
rek gibi oynayan, 45-5o'lerinde biri, ikisi de temiz giyimli. Cıva­
talar yerinden oynamamış da, çıkmış toptan. Öteden beri mık­
natıslarından çekip kurtaramam kendimi ya, giderek artıyor mu
cazibeleri bilemiyorum. Yoksa, onlar gibi olabilirim korkusu mu

201
ağır basıyor? Benim tellerimi gevşetmeyen Yazı sonunda yenile­
bilir de - çünkü.
Akşam Bonaparte'da buluştuk Tül'le, margarita ve şarap eşliğin­
de durumum hakkında konuştuk. Ona "Acı Bilgi"den pasajlar oku­
dum, sevdi.
Yığılmadan sözettim ya dün, onunla konuşurken hafifledim.
Son yıllarda amma midyeleştim aslında.

26 Temmuz -
07.40
"Başka Yollar" yürüyor, her ne demekse bu. "Acı Bilgi"deki akış, ra­
hatlığı yok elimde de, metinde de, ama bu metin öyle bir akış istemiyor
ki. Dönüşte metni, ağır ağır, yeniden yazmam gerekecek: Yoğunluğu­
nun yolaçacağı bir durum. Neredeyse bir başına küçük bir kitap çıka­
cak gibi görünüyor oradan, hele fotoğraf da kullanırsam; şimdiden 25
kitap sayfasını geçti yazdıklarım, herhalde bir o kadar daha gelecek.
öbür iki metin de bu kadar kan çekecek mi? Aynı yazı yoğunlu­
ğu mu oturacak elime? Evet! İyi ama ne zaman yazabileceğim onla­
rı? İşte bunu bilemiyorum.
"Yol Kitabı"nı şimdilik "Başka Yollar" başlığıyla vaftiz ettim.
"Acı Bilgi"den daha da az benziyor, benzeyecek bir yolculuk kitabı­
na. Birincisi ne kadar teğet durumda kaldıysa Seyahatname proje­
sine, bu da başka bir uçta teğet kalacak. "Yolcu"nun bir tür devamı
mı geliyor: Yaşamöykü denemesine mi gidiyorum usul usul?
Felsefe, etnoloji, gezi kültürü devrede öte yanda. Gizliden gizli­
ye mimari, şehircilik de. Dolayısıyla "Mimarın Düşü"ne, "Yapılar
Kitabı"na bağlanıyor, bağlanacak.
Gerçekten de gerçek bir labirent ö�güsüne döndü iyice, yazım.
Kendi harflerine yapışmış bir örümce�,ten farkım kalmadı.
Dün, Musee Carnavalet'nin ve Musee Sully'nin kitabevlerinde,
özellikle ikincisinde, gene mimari-fotoğraf-seyahat üçgeninde do­
laştım. Almam gereken kitaplar bitmişmiş!

202
Uzun yürüdüm sonuçta. Rue de Seine'den başlayarak, kavisler
çizip Marais'ye, oradan Saint-Paul'e gittim. Yemek öncesi Bona­
parte'da buluştuk Tül'le, gelip odamızda yemek yedik, geç saat çıkıp
yürüdük, Les Deux Magots'da noktaladık.
Uçak korkumu hafife alan dostlarım, dünkü Concorde kazasını
nasıl karşıladılar acaba? Duyunca afalladım ve karardım. Televiz­
yonda "benim" kazadan da sözedildi dün - Paris'in gördüğü en büyük
kaza: 360 ölü. Benim gibi onların arasına gönderilecek olsaydınız,
hanginiz korkmazdı uçaktan?

27 Temmuz -
09.15
Bir hafta kaldı, eğer Selçuk bu yılki tatilimi ikiye bölmeseydi
(ki işine gelmediği için "ben böyle birşey demedim" dedi sonra­
dan), üç haftaya yakın bir süre olacaktı önümde, en azından 18
gün. Bu hızla, kalan bir haftada 35-50 sayfa arası yazabilirsem iyi­
dir; öbür türlü yaklaşık 120 sayfa çıkarabilirdim. Oturmuş, masa
başında İskoç muhasebesi yapıyor değilim. Fark, sayfa sayısıyla
ilintili sayılmamalı, görülmemeli: "Başka Yollar"ın, konsantras­
yon kaybı olmaksızın, hemen hemen bitirilmesi anlamına gele­
cekti bu.
Oysa şimdi, üç-dört günlük bir çalışmayla, herşey yolunda gi­
derse, Troyes seferini bitirebilirim ancak - üç bölümden yalnızca
ilkini - ikinciye başlayabilir miyim hiç değilse, kalan üç gün için­
de? Ondan bile emin olamam.
Dün, Compagnie'den epey kitap aldım. Hepsi, birinci derece­
den, yazdıklarımla bağlantılı kitaplar: Opera, günlük, seyahatna­
me, Başkalaşımlar, içbükeylerle. Dünyanın her bir ucunda, pek
çok dilde, bir yanımla paralellik taşıyan insanlar var - doğal. Ken­
di aralarındaki etkileşimlerini de görüyorum zamanla: Sözgelimi
Quignard, Daniel Klebaner'den ne çok etkilenmiş! Görülmüş, ya­
zılmış mıdır?

203
Balzar molalarında notlar da aldım. Gerçi "Başka Yollar" pek zi­
hin kaçamaklarına izin vermedi ama, tek tük kıvılcımlar çıkageli­
yor gene de, arada. Özellikle de kıpkısa tasarıları.
Gece Louis-Philippe'te yedik Tül'le. Çıkışta yağmur patladı,
çarçabuk uzaklaştı. Köprüde durduk, saat 22.30 sularında Doğu'da
hava tam kararmamıştı, Batı'daysa bulutların da hışmıyla kalın bir
karanlık belirmişti. Lambaların ışığında, bu havada, nasıl güzel,
alımlı, çarpıcı Paris. Heloise ile Abelard'ın evinin önünden geçerek
içeri saptık, rue des Colombes, rue de l'Enfer, Notre-Dame'ın önün­
de cirit atan fareler, Place Dauphine, Rue Dauphine, Ancienne Rue
Contre-Escafpe, Buci - Chai de l'Abbaye'de noktaladık.
Gene uyandım gece ortası, kalkıp bir sigara tüttürdüm, göz­
lerim kapalı. Karabasanı anımsadım: Dar mutfakta Tül'ün eli
elektrikti fırının kızmış üst parçasına yapışıyor, büyük bir par­
ça kalıyor orada, anında bayılıyor, elini buzdolabının buzluğuna
koyuyorum, hemen ambulans çağırıyorum, iğne yapılıyor, dok­
tor bir daha resim yapamayacağını söylüyor, "bütün suç bende"
diye düşünüyorum.
Sonra aynı karabasanı kendime uyguluyorum: Sağ etimi, yazı
etimi kaybetmek.

28 Temmuz -
09.30
Panik azaldı, ama kahverengi birayı hfila atamadım! Böbrek­
lerimde dilerim birşey yoktur. Gövde arızaları çok, sanırım aşırı
ürkütüyor beni: Diş, kas, ciğer, göz - ziyaretleri birikti. Ne yapıyo­
rum: Kaçıyorum.
Gece Tül sinemaya gitti, ben odada çorba, jambon, peynir sefa­
sı yaptım. Le Goff okudum. "Başka Yollar" artık oturdu; ilk metni
f
burada bitirebilirsem, ki iyi olur, dönüşte ince çalışmalarını halle-
derim. Öbür iki metni yazmak için bir çözüm: Sicilya'yı gelecek yıla
bırakmak, Aralık ayında üç hafta Paris'e gelmek. Tül bayıldı o fikre.

204
Gece Les Denıc Magots'da buluştuk. öncesinde, posta için Mic­
hael'a bırakacağım kitapları hazırlarken gördüm: Epey kitap almı­
şım gene! Labirent büyüyor işte.
Rue Jacob, Rue de L'Echaude üzerinden döndük.
Geçen gün Saint-Paul'de Annie Girardot'yu gördüm. "Rocco"­
nun o alımlı kadını tam bir haminneye dönüşmüş, akıl alır iş değil.

29 Temmuz -
08.30
Hava çok dengesiz Paris'te: Geceyarısı otele döndüğümüzde
dehşet bir sağanak başladı dışarıda, bu sabah (pencere aralık) hayli
serin belli ki, oysa dün öğle sonrası bayağı sıcaktı. Günler doluyor:
Dört gece, beş günümüz var. Sonuçta kötü geçmedi, geçmiyor bu ta­
til; gene de birşeyi eksikti sanki, ama nesi bilmiyorum. Masa başın­
da çok sancılandım. Gerçi metin düze çıktı, 5ı. sayfadayım, herhalde
bitiririm kalan günlerimde: Son bölüme dayandım. Yanılmıyorsam,
bugüne dek yazdığım en uzun yekparça (yekpare) metin oldu bu. Ba­
kalım öbür üç metin de bu sayıda sayfa mı olacak? Memnunum orta­
ya çıkandan, ikinci yazımda iyice oturaklı olacağa benziyor: Yoğun,
dramatik bir metin. Deneme mi, anlatı mı? Yanıt yok.
Dün, sabahtan 14.3o'a kadar masada kaldım. Elif'i aradım, iki
sözcük için sözlük yardımı istedim, sevindi deli kız. Münevver'le.
Cem İleri'yle konuştum, Samih Londra'daydı. işler yolunda gibi.
Dönüşüme yığıyorlardır sorunları!
Kitapları Michael'a bıraktım. Onları bagaj fazlası korkusuyla ya­
nımda götüremiyor olmak endişelendiriyor beni. Postaya güvene­
miyorum. İnternet alışverişinde sorunlar sürüyor: Üç haftayı geçti
sözgelimi, "Casa Malaparte"yle ilgili o yeni kitabı ısmarlayalı, hfila
gelmemiş - gelecek mi? Burada bulduğum kitapların birçoğunu ora­
da bulamayacağım kesin.
Tül'le 15.3o'da Le Mondrian'da buluştuk, Musee de l'Art Mo­
derne'deki toplu sergiyi görmeye gittik: "işte - Voila'. Boltanski &

205
Şrk. Tekrar ve istif, arşiv ve bellek, toplama ve biriktirme, ayrıştırma
ve sınıflandırma: Tül, "tam senlik işler" dedi - benim bir biçimde za­
ten yaptığım, sergilemediğim işler: Bu, çok önemli işte. Birkaç fotoğ­
rafçı düzgün çalışmalar katmış sergiye. Beckett'in filmine baktım.
Epey Jonas Mekas vardı.
Sonra St. Germain'e döndük. Gece, açık havada, Chai de l'Abba­
ye'de keyifli yedik, içkiyi kaçırdım hafif.

29 Temmuz -
20.45
Gece odada yiyeceğiz - bir Meksika ziyafeti hazırlıyoruz Tül'le.
Bu sabah, "Başka Yollar"ın ilk, aslında bağımsız bölümüne nokta
koydum. Yarın Chartres'a gidiyoruz, nokta koyup koymadığıma on­
dan sonra karar vermem daha akıllıca olur. Metni, Claude'la karşı­
laşmamızın bir adım öncesinde durdurdum, ola ki bir devam bölümü
gerekebilir. Toplam 55 sayfa oldu.
Böylece, nihayet, biraz gevşedim. Araba kiraladım, ufarak bir
Opel. Bitmez bir yürüyüş yaptım sonra: Gibert'den birkaç CD alıp
Balzar'a oturdum, çilekli turta ve kahve. Sorbonne'u yalayarak
Pantheon'a gittim - tam 30 yıl sonra ve aslında: Sarkis'in işini gör­
mek için. Fena numara değildi: Mavi ışıklar, kubbenin içini dola­
şan neon imzalar - Pantheon'un ünlü sakinleri. Orada, o korkunç
yapının dibinde nasıl sakin olunabilirse.
Maubert'e indim ağır ağır. Square Viviani'deki heykel otomobil­
lerin fotolarını çektim Cogito'ya yarar diye. Rue Maitre Albert'den
(Quart Monde gene kapalıydı), Bievre'den geçtim ve Louis-Phil­
lippe'teki dükkanlardan üç şişe mürekkep aldım: Mavi, şarap kır­
mızısı, gece mavisi. Quai de l'Hotel qe Ville'deki Compagnonnage
kitabevinde epey oyalandım. Pont-Nı;ıuften Rue Seguier'ye, oradan
Passage St.-Andre'den otele - bitmişim.
50 kare fotoğraf çektim Paris kılavuzum için.
İki filtre aldım.

206
Annemle konuştum.
vb.

31 Temmuz -
10.10
Dünün yorgunluğu, gece aç karnına Les Dewc Magots'da içtiğim
cin tonikler, dokuz saat uyumuşum, biraz aptallaşmışım. İyi de
oldu, güya tatildeyim, dinleneceğime harcıyorum. Bugün pazarte­
si, perşembe işbaşı yapmış olacağım; sorunlar yumağına dalaca­
ğım yeniden. Benim tatilim bu: Yolculuk rutinimi kırıyor, ülkeden,
işten, çevreden uzaklaşıp onlardan dinlenmiş oluyorum.
Chartres'a gittik. Sıkı bir şehir, Katedrali gerçekten ürpertici bir
taş anıtı. Ne işçilik! Olağanüstü bir konumu var ayrıca. Etrafından
güç koptum.
Arabayı eski Chartres'ın başladığı yerde park ettim. Eure kıyısında
nefis bir lokantanın yanıbaşına: Le Moulin. İyi ki oradayemişiz, sonra
anladık: En iyi restoranlarından biri kentin.
Sonra yürüyüş başladı: Herhalde beş saat sürmüştür, bir kısa
kahve molası dışında sokaklar, bahçeler evler arasında salyangoz
üslubuyla ilerledik. Chartres'da da biriki ay geçirilebilir.
Eure kıyısındaki bir "roman" kilisesinde Pataphysique sergisi
vardı, firsatı kaçırmadık. Jarry'ye, Queneau'ya çılgın, şen selamlar.
ıg.3o'da, gelişimizden sekiz saat sonra ayrıldık Chartres'dan,
geliş-dönüş yolu vadide, batan güneş altında Katedral'in görünüşü
görkemliydi.
Yolda Rambouillet'ye girdik, Chateau civarında oturup bir kah­
ve içtik. Sonra St. -Germain-en-Laye'e saptım, Le Pecq'e dek otomo­
bille dolaştırdım Tül'ü. Çok değişmiş oraları, ı975'ten bu yana lüks
dev apartmanlarla dolmuş.
Chartres'dan küçük alışveriş: Bir cam kağıt ağırlığı, labirent; iki
ufak XIX. yüzyıl sonundan vitray parçası.
Yaklaşık ıoo kare fotoğraf.

207
İki buçuk gün kaldı Paris'te - son günlerin hüznü çökmeye baş­
ladı. Asıl gerginlik Tülin'de, bu durumlarda birlikte yolculuk duvar­
larına çarpıyoruz. Dün de öyle oldu - bakalım bu yolculuk anlaş­
mazlıkları nereye varacak?

ı Ağustos 2000 -

19 suları
Relais St. Germain, Joachim du Bellay odası. Yarın akşam bu sa­
atlarda uçaktayız bir aksilik çıkmazsa; aksilik çıkmazsa geceyarısı
İstanbul'da, "ev"de olacağız.
Bugün, dünün bungunluğuyla dolu, sıcaktan perişan, önce bir
açıkhava sergisi gezdim: La Terre vue d'en haut (yoksa: du ciel mi?).
Vaktim olursa, birşeyler yazmak isterim dönüşte: "Güzel" hakkın­
da. Sonra kitapçı seansları yaptım, iyi kitaplar avladım giderayak.
İki kahve molası verdim topu topu, beş saatta; gidip son fotoğrafları
aldım; otele döndüm ve yıkandım.
Bu sabah Selçuk aradı, pek neşeliydi, sesi bana da iyi geldi. Tam
o anda hesap yapıyordum: Evi satsam, Ege-Marmara dolaylarında,
Doğa'ya yakın bir yere biriki yıllığına çekilsem. Selçuk'a durumu
çaktırmadım tabii.
Ben artık yorgun bir adamım.

208
XIV

.. .

" E L M A" G U N L E R I

PA R I S
2 0 0 0 - 2 0 0 1
1
8 Aralık 2000, 19.40 -
Cafe Le Sorbon'dayım, bir saat sonra Tül'le bulaşacağız.
Öğlen vardık Paris'e, Hotel Clement'de ayırttığımız 104 numa­
ralı odayla sorunlar yaşandı, iki günlüğüne başka odadayız - yol­
culuk huzursuzlukları dolayısıyla erken başladı, umarım ciddi bir
tatsızlık doğmaz sonunda.
Çıkıp hemen Boulevard'a attık kendimizi, önce La Hune'e bak­
tık: Kitabımı yoklamaya! Kızılderili dansı yaparak Cafe Bonaparte'a
gittik sonra, ardından altyapı alışverişini tamamlayıp otele dön­
dük, iki buçuk saat uyumuşum - tam ortasında Samih'in telefonuy­
la uyandım. Olsun, iyi geldi ya!
Gelir gelmez RİF radyosuna yakalandım, yarın sabah burada
kayıt yapılacak. Öğlen Timor'la bulaşacağız, saat ı6.oo'da da Bibli­
otheque Buffon'da, kitap etrafında beni ele alacaklar - herhalde bir
avuç göçmen önünde. Belki Ayşe Erdem ya da Ulaş da gelir.
Faris, beş ay aradan sonra göğüs kafesimi açtı. Umarım, pas tut­
muş bacaklarımı da açar!

il

9 Aralık, ıo.oo -
Güneşli ama serin bir sabah, Cafe Bonaparte'ın tenha terasın­
dayım, ayağımın dibinde iki serçe dolaşıyor.

21 1
Sabahın köründe kalkıp, Goethe'nin Meteoroloji kitabına dal­
dım. "Başka Yollar"ın ilkinde kuşları işlemiştim; ikinci bölümde
bulutları, üçüncüde dağları, dördüncüde taşları araya dokuyaca­
ğım - bir olasılık: Üçüncü ve dördüncü metnin birleşmesi. Benim
için önemli duraklar bunlar. Kitap kolay tamamlanmayacak her­
halde, ama 20oı'de üzerinde kalmak istiyorum hep. Deneme-An­
latı-Yaşamöyküsü kalıbını genişletecek, açacak bir bütün olacağı­
nı, bu yaz burada yazdığım ilk bölüme bakarak söyleyebiliyorum.
"Acı Bilgi"den çok farklı bir perspektif, bir yazı akışı sözkonusu
"Başka Yollar"da; yaşamöyküsel kesitlemenin eşliğinde. Yolcu­
luğun fiziğini geri iten, metafiziğini iyice öne çeken bir kitap ge­
lecek oradan. Ah, biriki yılı yalnızca masamda kalarak geçirebil­
seydim! Yakınmadan olmuyor, nasıl olsun? Üç hafta, bilemediğin
dört hafta yoğunlaşabiliyorum her yıl, herşeyden uzaklaşıp. Elim
boş dönmüyorum gerçi, ama, sözgelimi " Başka Yollar"ı bütünle­
mek için yetersiz bir süre bu: ilk bölümü Temmuz'da, üç haftada
bitirebildim Paris'te - yaklaşık 60 sayfa. Çatısı kurulmuş öbür üç
metin ı50 sayfa demektir, bu sefer bir bölüm daha yazabilirsem,
kitabı ancak yarılamış olacağım. Fotoğraflar kullanacağım gene,
her bölüm ıoo sayfaya tırmanacağı için, ayrı ayrı kitaplaştırıla­
bilirler de.
"Elma"ya hiç girişmesem, burada? Bu durumda iki bölüm bir­
den bitirmem sözkonusu olabilir. Gelgelelim, bu kez de girişmez­
sem "Elma"ya, geridönüşsüz uz�aşabilirim ondan, açıkçası kor­
kutuyor beni o olasılık: Halil beyi nasıl teikederim, onca iz sürme­
den sonra?!
Öte yandan, Haddad'ın kitabı, "Acı Bilgi"vari bir anlatıdan
beni uzaklaştırabilir de - yeniden, bi.r Başkalaşım metniyle ye­
tinme yoluna gidebilirim. Bu içsıkış,nıaların, gelip bu üç haf­
talık Faris parantezine sıkışması acı değil mi? Koşullarından
yakınmayacaksın - bu düstur giderek geçersiz oldu, oluyor ha­
yatımda.

212
Yaklaşık ıoo saatlik bir yazı mesaisi öngördüm Faris için. Açıla­
bilirsem ı50 sayfa demektir bu; açılamazsam yarıyarıya iner verim
- yazın açılamamıştım örneğin. Bütün bunlar boş laf öte yandan:
Pazartesi sabahı tezgahta belirir işin cephesi, başka yerde değil.
Bir saat sonra radyoda, altı saat sonra Buffon Kütüphanesi'nde
konuşacağım - tedirginim. Yabancı dilde, oysa, son sekiz-on yıl
içinde az buz konuşmadım. Gene de, alışkanlık oluştu diyemem.
Hele şiir üzerine konuşmak, öylesine güç ki.
Dün gece, Tül'le önce Le Mondrian'da birşeyler içtik. Ardından,
nefis bir Bordeaux eşliğinde El Chuncho'da yedik, Samih'i aradık.
Les Deux Magots faslından sonra yattık. Dinlendim sayılır.
Rue de Buci'den geçerken, gece, Leslie'yi gördüm gene. Eskiden
bu kadar buralara gelmezdi sanki. Bizi görmedi. Bugün gelir mi?
Elbette gelmez.

111
10 Aralık, 11.00 -
Le Mondrian'da. Bu sabah, nihayet 104'e taşınabildik ve "hüc­
re"mde düzeni kurdum.
Hücre: 7 ya da 8 m2'lik bir oda yavrusu; tek kişilik bir yatak, bir
dolap girintisi, araya bakan bir pencere, 5ox80 cm'lik bir masa bo­
zuntusu, bir iskemle bozuntusu, bir sehpa bozuntusu.
Olsun: Sevdim hücreyi. Yaklaşık üç haftamı, yaklaşık 250 saa­
timi geçireceğim o odacığı çarçabuk benimsedim. Tül'ün odasıyla
arasında bir iç kapı var, banyo orada. En zoru kahve düzenini oluş­
turmak olacak: Bu iş için yer yok!
Dün sabah RİF konuşmasını Cafe Le Sorbon'un üst katında yaptım.
Ardından, Timour'la Balzar'da yemek yedik. Sonra Tül geldi, birlikte
Jardin des Plantes içinden yürüyerek Bibliotheque Buffon'a gittik.
70 kişilik bir izleyici topluluğu önünde EB seansı yapıldı. Bizim
Ulaş'ı (pazartesi öğlen buluşacağız) ve Sedef Ecer'i saymazsak, hiç
tanıdık yoktu. Fena geçmedi söyleşi, ama ne anlamı vardı, ayrı.

213
iV
11 Aralık, 09.00 -
Hücrede, masada. Kesik kesik bir uykunun ardından, 8.3o'da
uyandım, yatakta ilk sigaramı içtim (nicedir yapmadığım birşey),
kahvemi yaptım, ilk notlarımı aldım.
Dün sabah, kahvede yazı motorunu ısıttım. Tül'le buluştuk öğ­
len, hafif bir yemeğin ardından Luxembourg'un içinden Mont­
parnasse'a yürüdük ve La Coupole'de mola verdik. Rue de Rennes'i
katettik. St.-Sulpice yakınlarında ayrıldık ve ben otele geldim.
Dehşet yorulmuştum: Bacaklarım, ayaklarım gene pas tutmuş
durumda, açılmaları vakit isteyecek. Yarım saat siesta yaptım ve
masaya oturup çalıştım - iyi başlangıç: " Başka Yollar"ın hem il.
hem de III. bölümüne girdim, bakalım hangisi ne kadar hızlana­
cak yolda. Epey okudum da dün, yana notlar düştüm.
Gece Çin lokantasına gittik. Les Deux Magots'da noktalamadan
önce Rue du Cherche Midi'ye yürüdük, Rue du Dragon üzerinden
döndük. Bugün öğlen Ulaş'la buluşacağım. Yarın evlenme yıldönü­
mümüz: ıo yıl bitiyor. Öncesini de sayarsak 14. yılın içindeyiz.

12 Aralık, 08.45 -
Dün sabah da "Elma"ya giriş yaptım; yazdıklarımı bir bakıma
unutup, sıfırdan başladım. Bilmiyorum, bulduğum çözüm yolu
doğru olan mı?
Böylelikle, elimde üç başlangıç metni oluşmuş oldu! Niyetim,
bunlardan hiç değilse birini burada tamamlamak, öteki ikisinden
yol almak. Bugün yarın biraz topuklamayı deneyeceğim: Gerçek açıl­
mayı sağlamış saymıyorum kendimi.
,
Öğlen Ulaş'la buluştum. Beş saat h,j.rlikte gezdik, konuştuk, yü­
rüdük: Place des Vosges'a kadar. Sanırım iyi gelmiştir ona - üç ayda
gurbet sancıları tırmanır.
Akşamüstü bir siesta çektim. Tül'le çıkıp bir içki içtik, ardından

214
"Les Blessures Assassines"i görmeye gittik. Temiz, etkileyici film.
Lacan'dan, Genet'den, Chabrol'dan sonra (bir de çok eski versiyon
var galiba) Papin kardeşlerin öyküsüne girişmek zaten yürek ister
ya, ortaya bir de iyi iş çıkmış. Bir çeşitleme daha gösterimde olmalı
şu sıralar, onu da izlemek istiyorum.
Kurmaca-Gerçek ilişkisi açısından çok sarsıcı bir örnek olay bu.
Cem'le ortaklaşa yazmayı tasarladığımız kitabın eksenini buraya
oturtabilirsek, ilginç bir kitap doğurabiliriz.
Film çıkışı Les Deux Magots'da foie gras + Chablis faslı çektim.
Yemek saatını geceyarısına sıçratmak iyi fikir değilmiş: Yatakta
kıvrandım epey.
Sıcaktan da olabilir: Berbat uyuyorum burada.
Bugün yıldönümümüz: La Perouse'da yer ayırttım.
Selçuk aramış dün, birazdan telefon edeceğim: Umarım bir tat­
sızlık sözkonusu değildir.

VI

12 Aralık, 18.oo -
Le Mondrian'da Tül'ü bekliyorum. Sabah Selçuk'u aradım,
Ece'yle Hürriyet'in yaptığı bir söyleşide karşılaştığı nankörlüğe öf­
kelenmiş. Haklı. Ece böyledir, kendisine yardım eli uzatmış herkesi
hiçesaymış, birçoğuna kötülük yapmıştır.
Sonuçta, uzun bir telefon maratonu yaşandı, gene de konsant­
rasyonum bozulmadı: İyi çalıştım bugün, "Başka Yollar II"yi sür­
dürdüm.
Tül'e bir çift küpe aldım ıo. evlilik yıldönümümüz için.
Gece La Perouse'dayız.

VII
13 Aralık, 17.45 -
La Perouse'daki yemek çok iyi geçti, bir ara, kısa süre fenalaş­
mama karşın. Bir ece gibiydi gene Tül, bense modern bir Halil bey

215
olarak hissettim bir ara kendimi! Şüphesiz benzerlikten çok, kafa­
mın içinde fırdönüşünün payı geçerli bu eğretilemenin doğuşunda.
Sonuçta, bu sabah, yaklaşık dört saat "Elma" üzerinde çalıştım.
İyi de, doğru yönde mi ilerliyorum - bunu hala kestiremiyorum!
Buna karşılık, "Başka Yollar"ın il. bölümündeki gelişimden eni­
konu memnunum: Sanırım, ilkinden de sıkı bir iş çıkacak ortaya.
"Başka Yollar", benim açımdan önemli bir kitap olmaya aday. "Acı
Bilgi" ile "Yolcu" arasında bir yer tutacağa benziyor.
Baştan düşündüğüm çatıyla sınırlı kalacak mı, ondan da emin
değilim artık. üç ya da dört parça düşünmüştüm bu yıl başlarken.
Her bölüm, fotoğraflarıyla birlikte, yaklaşık. 80-90 sayfa arası tu­
tacağa benziyor - şimdilik, her bölümü ayrı, özerk bir kitap, ya da
ikişerlik kitaplar olarak öngörmek daha uygun bir seçim olarak gö­
rünüyor bana. Ucu gideceği yere kadar açık bırakmak.
Ne getirir bu? Düpedüz bir otobiyografi denemesi! Ne denilece­
ğini tahmin etmek güç değil: "Acı Bilgi" ne kadar romansa, "Başka
Yollar" o kadar otobiyografi!
Çok aldırıyorum ya!

Öğlen Balzar'da yedim, Gibert'de bir seans yaptım: Seferis, ge­


nişletilmiş bir "Coplas", Jouve'un "Poemes de la Folie - Hölderlin"
versiyonu, Stetie'den bir deneme kitabı aldım.
Kitabımı Gibert'de de orta yerde gördüm.

vııı
14 Aralık, ıo.oo -
Sayıları kabaca veriyorum: Son altı yd içinde yaklaşık 400 günü
yurtdışında, evden uzakta geçirmişim; bu süre içinde toplam 2.700
sayfayı bulmuş yazdıklarım - "ev ortalaması"nın neredeyse üç katı.
Tam on kitap, sıfırdan burada yazılmış; pek çok parçayı saymıyorum.

21 6
Bu verimliliğin "yer"le bağlantısı gene de pek sınırlı. Asıl etmen:
Zaman. Sabahtan geceye, geceden sabaha, zihnim kesintisiz biçimde
yazıya ayarlı - istanbul'dan uzaklaştığımda. Toroslarda yaylaya çık­
sam, Karadeniz kıyısında uygun bir evde kalsam birşey değişmezdi
üretim açısından; o kanıdayım.
Hayattan koparılmış, yalnızca kendim için alıkoyulabilmiş za­
manlar. "izin"le masabaşına oturuyor olmakta kahredici bir yan
olmadığını kim söyleyebilir?
"Yer"in büyük önemi yok bana kalırsa, dedim ya. Buna karşılık,
"yer değiştirme"nin etkisi, olumlu etkisi oluyor: Ufuk, eski ufkun
handikaplarını, yükünü taşımıyor, insana bindirmiyor.
Geçen gün Yaşar Kemal, önümde oturmuş, "kalan vakti"ni
hesaplıyordu. Tam bilemiyor doğum tarihini aslında, yaklaşık 75
yaşında olduğunu tahmin ediyor. "Çok yazmayı istediğim daha
on kitap var Enis", dedi bir ara. İçim parçalandı. Otuz yıldır bir
yazar hayatı sürdürüyor üstelik - hala yazılabileceklere doyma­
mış.
Duygularımı, Barthes'ın yarım kalmış "Yazı Kitabı"nın yeni or­
taya çıkan parçalarına iliştiriyorum. Kendi durumuma bakakalıyo­
rum sonra.
"Başka Yollar il" iyi ilerliyor gibi. "Elma"da sis koşulları sürü­
yor, defterde ilerlememe karşın. Dün çok sıkı çalıştım.
Gece, Tül'le Claude Ventura'nın belgesel filmini görmeye gittik:
"En Quete des Sreurs Papin". Böylelikle, çember bütünlendi. Dönü­
şe bir hazırlık bu, besbelli.
Levent aradı, Tanzanya'dan dönmüş.

IX
15 Aralık, 09.00 -
Dün, yağmur altındaki bir saatlık yürüyüşüm bir yana, pek kapalı
geçti. Öğlen 13.oo'e kadar hücremde, öğle sonrası iki saat kadar Cafe
Bonaparte'da, "Elma"dan yol aldım, Halil bey bölümünün sonuna

217 L
yaklaştım. Ortaya hünsa bir metin çıkıyor - bakalım nereye gidecek,
yerleşecek, bütünlüğümde?
Akşamüstü Levent'le buluştuk, gece Tül'le beni Rue des St.-Pe­
res'de tatlı bir İtalyan lokantasına davet etti, pazar günü de Bonne­
foy ile karısını yemeğe götüreceğiz.
Levent, "Acı Bilgi"yi pek beğenmemiş, olabilir. Ana itirazı: Kita­
bı ortadan bölünmüş görüyor, ı50. sayfasından sonra düpedüz bir
gezi metnine dönüştüğünü düşünüyor. Konuşurken haklı olarak
çekiniyor benden: Kitabın yazarıyım, yaralanabilirim. Belki yazıl­
sa daha iyi olur, böyle durumlarda. Ben bütün okuma eleştirilerine
açık biriyim: Yaralanmam, katılırım ya da katılmam karşımdaki­
nin görüşlerine, ama can kulağıyla dinler, dikkatle okurum.
"Acı Bilgi"nin ortadan ikiye bölünebileceğini ben sanmıyorum.
Kitabın bir tür gezi metni taşıdığı, anlatı tarafının ağır basmadı­
ğı kanısında olanlar haklı olabilirler - sonunda, onu seyahatna­
me'min bir parçası olarak sınıflandırabilirim. Gene de, altbaşlığını
korurum.
"Acı Bilgi"nin tam yerini kestirmek için en az beş-altı yıl, bu dö­
nem içinde tamamlamayı umduğum, iki ayrı kolda, altı-yedi kitabı
beklemem gerekecek.
Bir yanda "Elma", "Kravat", "Kırmızı Eşek", "Mimarın Düşü";
öte yanda "Şehren'is", "Başka Yollar", "Yanlamasına Seyahatname"
ve ötesi: Bakalım pergel ve çeper açarken, nerelere gideceğim?
Yazma yalnızlığı gitgide beni okurumun kutbundan uzaklaştırı­
yor. Geniş, büyük bir ağ kuruyorum, pek az kişinin bütüne bakacak
hali vakti var, güzergahı benden net kim görebilir?
x
16 Aralık, 11.20 -
Bu sabah kafam öylesine dolu ki, şe�eri fincan yerine kül tab­
lasına atmışım. Çok iyi çalıştım bir haftada. Hem "Elma"da, hem
de "Başka Yollar II"de önemli kavşaklara gelip dayandım. Bugün ve
yarın çok önemli, hücrede: "Elma"nın ikinci bölümünün finalini,

J 218
"Başka Yollar II"nin üçte birlik kısmının dönüş parçasını hakkıyla
yazabilirsem, yola daha rahat devam edebileceğime inanıyorum.
Yazın, burada, "Başka Yollar I"i yazarken nasıl kıvranmıştım!
"Başka Yollar II"de görece rahat ilerlememi, orada formülü iyi-kö­
tü oturtmam sağladı, bunu görebiliyorum. Aslında, ilk günlerde
"Başka Yollar III"e de başladım; ama, bile isteye sürdürmedim onu,
üçe bölünmek zorlayacaktı beni, almaşık düzenle iki metinde yol
almak buna karşılık iyi geliyor: Birinde öbürünü dinlendiriyorum
bir bakıma.
"Elma"da ikinci bölümü bitirmek üzereyim ya, tıkızlığımı tam
yenmiş sayılmam doğrusu. Bilmiyorum bitirebilecek miyim kitabı
burada (buna karşılık, "Başka Yollar II"yi bitirebileceğimi sanıyo­
rum) , bitirsem bitirmesem, dönüşte yoğun bir işleme dönemi iste­
yeceğinin farkındayım. Gerçi 2001'de çıksın istiyorum "Elma", ama
bir acelem de yok. Kaldı ki, 2001 güzüne çıkacaksa, önümde yeterli
vakit olacaktır "işleme" çalışmaları açısından. "Başka Yollar"ın ya­
yın biçimi konusunda, ikinci ve üçüncü metinleri bitirmeden karar
vermem güç: Tek tek mi, topluca mı? Bakacağız, göreceğiz.
Ne olursa olsun: Üç hafta yerine üç ayım olsaydı, çok daha sıkı
örülebilirdi yazı. Öyle mi acaba?
Dün öğleden sonra Rue de Medicis üzerinden dolaştım biraz,
gece Hint lokantasında, - Gandhi'de yedik. Maubert'e, Pantheon'a
yürüdük, Odeon üzerinden Les Deux Magots'ya geldik, yedikleri­
mizi gene de sindiremedik!
Erotik kitaplar arasında dolaştım dün.

XI
16 Aralık, 21.10 -
Tül sinemaya gitti, ben Les Deux Magots molasının ardından ote­
le gidip yıkanacak, biraz çalışıp 23.30 gibi Mouffetard'da olacağım.
Bugün öğleden sonra, gene Orsay'deydim. Gitmişken, Ma­
net'nin "ölüdoğalar"ını da gezdim, nefis bir limon, nefis bir

219
kuşkonmaz soyutlamasını çentikleyip Courbet'ye yöneldim.
Şansıma, geçici olarak üç tablo yanyana, karşıkarşıyaydı: Yan­
gın, Gömü Töreni, Atölye. Onlara da, "Uyku"ya ve "DBY"ye de,
"Dalga"ya da dakikalarca tek tek baktım, tabii daha önce göreme­
diğim ayrıntılar gördüm.
Rue de Beaune'da ve çevresinde dolandım biraz. Galerie Mae­
ght'a uğradım ve iki kitap aldım. Akşamüstü Tül'le buluştuk.
Bonaparte'da, ardından bir siesta çektim.
Samih arayıp bilmukabele mesaj bırakmış.

XII
17 Aralık, 19.40 -
Bu sabah gene çok iyi çalıştım; "Elma"nın ikinci bölümünü hak­
kıyla (sanırım) bitirip, o hızla üçüncü bölüme daldım. Açılım böy­
le sürerse, Paris'te noktayı koyamasam bile, dönüşe pek az birşey
bırakırım gibi geliyor bana. Bunun sonucunda, iki gündür "Başka
Yollar II"yi savsakladım doğal olarak, ama orada da motorum soğu­
muş sayılmaz.
Öğle sonrası, geç saat Bonaparte'da birşeyler yedikten sonra, bir
maraton yürüyüş yaptık Tül'le. Palais-Royal'e gittik. Hadımsı sesiy­
le bir eşcinsel berduşumsu, yanık ezgiler söylüyordu - gene fena ol­
dum: Bir kısa film kahramanı. Colbert'e gittik (salı gecesi için yer
de ayırttık bu arada) , nefis bir romlu baba yedim. Samih'i nihayet
buldum ve keyifli sohbetimizi yaptık.
Bu gece, birazdan Bonnefoy'larla La Mediterranee'de yiyeceğiz.

XIII
18 Aralık, 20.30 -
Otelde, yemek öncesi 45 dakika k�stirdim. Dün de öyle yapmış­
tım, Bonnefoy'yla yemek öncesinde, yemekte bir hayli içmeme
karşın, gece 02.30 gibi güç bela uyuyabildim. Saat ayarımı iyi yapa­
mıyorum kısacası.

220
Dün gece Bonnefoy'ları bıraktıktan sonra, Levent'i de alıp Les
Deux Magots'ya gittik. Gençlik işte, durmadan yayıncılıktan söze­
diyor Levent. Belki tek nedeni bu değil ama: İşi gücü az yanılmıyor­
sam, tezini de savsaklıyor, başka bir ilgi odağı kuramıyor. Bunun
tek çıkarı nesir çalışmaktır, her vakit söyledim: Denemeye ya da
kurama, anlatıya ya da estetiğe - nereyeyse oraya yönelmezsen, za­
rarlı uğraşlar edinirsin! ilhan Berk, ki "şiir neden yetmiyor sana?"
diye sorardı ikidebir, resim yapmaya girişmedi mi sonunda?
Bu sabah, defterde iyi gitti işler gene. 14.oo'e kadar kahve ve si­
garayla beslenerek yazdım. Ardından gidip Balzar'da açlığımı bas­
tırdım. Banu'yla konuştum, Selçuk'la da - Bonnefoy'yı davet edelim
diye tutturdu. Kitabım bitirmiş. Mahir Öztaş uğramış, "Acı Bilgi"yi
okuyormuş, tabii "bunun roman neresinde?" diyormuş. Mahir gibi
yazmaktansa -
"Acı Bilgi", şimdi "Elma", sonra belki "Kırmızı Eşek" belki "Kra­
vat", anlatı-denemelerim tepki toplamayı sürdürecek. "Böyle şiir
olmaz, böyle roman olmaz" diyenler hep haklıdırlar. Onlar haklı
olmaya, ben de yazmaya devam etmeliyiz.
Yarım düzine CD aldım bugün: Biber, Ravel, Schubert, Mozart,
Gesualdo - bu haftanın arınmaları.
Sonra Compagnie'den alışveriş: Zanzotto, Roubaud'dan "Poe­
sie" (bunun neresi yaşamöykü) , Jonke'den "Webern'in ölümü",
Majrouh'un "Ego-Monstre"u (şehit bir Afgan şairi), Barthes, vb.
Bonnefoy'nın dün gece "belki bir daha basılmıştır" dediği Os­
sendowski gerçekten de yeniden yeni basılmış! Sevinecektir bu
rastlantıya koca şair.
Bir de "Le Chef d'ceuvre" üzerine kolektif bir kitap çıkmış yeni:
Diyorum ya, Frenkler beni takip ediyorlar diye!
Ya tersi olsaydı? "Frenhoferolmak"tan dolayı Allah bilir suçlar­
lardı Türkiye'de. Ah, böyledir insancıklar.
Şimdi Tül'le çıkarız. O sinemaya gider, ben sokaklara vururum.
Geceyarısı buluşuruz.

221
XIV

20 Aralık, ı6.ıo -
Cafe La Rotonde'da, oldukça geç bir saat, açlığımı bastırdım. Sa­
bahtan beri kahve ve sigara ile doldurmuştum içimi. Birazdan Lib­
rairie Tchann'a gideceğim.
"Elma"nın son bölümüne geldim dayandım. üç-dört günlük sıkı
çalışmayla bitirebilirim kitabı - umuyorum. Ortaya çıkanın tam
niteliğini o zaman oturur okur, anlarım. Şüphesiz, dönüşte, ince
ayar çalışmaları devreye girecek daha.
Bitirir bitirmez, bıraktığım yerden "Başka Yollar II"ye devam
etmek niyetim. İki hafta daha Paris'teyim, biriki gün çalışamaya­
bilirim de. Gene de ilerleyebilirim orada da.
Bırakılsa, bu tempo ne kadar sürerdi? Dört-beş ay sürerdi gibi
geliyor bana. Hemen "Başka Yollar III"e, "Mimarın Düşü"ne, içi-,
çe, girişirdim. Sonra "Kravat"a, "Kırmızı Eşeğin Öyküsü"ne yöne­
lirdim. Araya başka metinler girerdi. Sözgelimi, nicedir dilimin
ucunda gezinen uzun, yaklaşık 70 parçalık bir bütün olarak öngör­
düğüm düzyazı şiir.
Bu hesap boşuna, öte yandan: İki haftam var, hepsi bu.
Gece Grand Colbert'deydik, yemekler bizi düşkırıklığına uğrattı.
Orayı bundan böyle kahve olarak görmek gerekecek.
Bugün biraz Montparnasse havası almış olacağım!

xv
21 Aralık, 15.20 -
ı ı , Quai St. -Michel'in köşesindeki kahvedeydim. "Ev"imiz temiz­
lendi, pırıl pırıl oldu, Tül'e söz vermiştim, geldim fotoğraflarını çek­
tim. Aslında bize ait olan hali eski, kil'.li görünümüdür, bunu unut-
mamak gerekir. /'
Bu sabah da istim üzerindeydim, sonuçta "Elma"yı bitirdim!
Kim inanır ayrı, tam ı o gün sürdü kitabı bitirmem, sanırım yak­
laşık 40 saatta son noktaya varmışım.

222
Dün onu söylüyordum Tül'e: Bu sonuç, "Elma" gibi bir kitabı
on günde yazabilmem, istanbul'daki çevremdekileri çok şaşırtı­
yor. Oysa benim de burada şaşırdığım insanlar var: işte Jacqu­
es Roubaud, nasıl yazabiliyor yazdıklarını, aklım almıyor. Ama
şaşırmanın kime ne yararı olabilir, olmuyor: Atı alan Üsküdar'ı
geçiyor.
"Elma" bitti dediysem, ince ayarları üzerinde çalışacağım elbette
- 2001 güzüne kadar vakit ayıracağım o işe, işlemlere.
Önümde, bir bu kadar zaman var, istanbul'a dönesiye. Herhalde,
başlayıp dörtte birini yazdığım "Başka Yollar II"ye döner, onu sür­
dürürüm. Bakarsın, o da biter burada - çifte mutlulukla dönerim
karabasan ortamına.
"iblise Göre incil"in yeni basımı, "Rabia Hatun", Kitap-lık'ın
yeni sayısı basımevinden gelmiş. Sevinemedim.
Giyinip çıktım. Rue Hautefeuille'de fotoğraf çektim, inşaat­
tan bir işçiyle sohbet ettim ve biraz açıldım: Biz çalışıyoruz onlar
kazansın diye, dedi, uzaktaki takımelbiseli bir hıyarı göstererek.
Oradan Gluny'ye geçtim, bahçesinde epey dolaştım, kitaplığa girip
"hasta eşek" minyatürünü aradım, bulamadım.
Bir sandviç, bir portakal suyu ile öğle yemeğini kapatıyorum.

Yastık... vb. -
Alihan'la Yaşam, Sağlık, Felsefe,
Tıp üzerine Söyleşiler

XVI

23 Aralık, 09.20 -
Türk hücumu başladı Paris'e, uzun bayram tatili nedeniyle: Fe­
rit'i gördüm! önce, uzaktan; Levent'le buluşacaktık akşam, yemek
sonrası bizi geçiriyordu ki, Les Deux Magots'dan koşarak.

223
Ayşe Erdem çıkageldi, yanında Zeynep Ögel - sohbete koyulduk
oturup. Çıkışta Ömer Uluç ve Ali Akay'a tosladık.
Dün çamaşır günümüzdü! Gidip Avis'ten otomobil ayırttım,
ancak salıya bulabildim. Hava çok soğudu, ancak kesik kesik yürü­
yebiliyorum, sık mola veriyorum kahvelerde, defterim yanımda:
Başka Yollar il ilerliyor - Nesir Paris Rehberi de. 60 kare fotoğraf
çektim. Çoğu zor gece çekimleri - bakalım olacaklar mı?
Kitapçı taramalarımı sürdürüyorum. İyi avlarla döneceğim
gene: Şiir, felsefe, filoloji, tarih, sanat. Birkaç anlatı. Buradan bes­
leniyorum sonuçta.
Levent'le oturup biraz Edebiyat üzre söyleştik Bonaparte'da. Son
ı5 yıl içinde zar attığım yedi-sekiz kişiden biri oldu: Cem Akaş, İs­
hak, Levent Şentürk, Cem ileri, Nuri Sağlam, Murat Yalçın, Hakan
Toker, Hamdi Koç... ile birlikte.
Tablo umutsuz görünüyor genelde. Vasatlık egemen. 25 yıl önce
Vüsat, Bilge, Ece, Cemal, Nermi bey ve birkaç yazar daha vardı önü­
müzde, bize ışık tutan: Oğuz Atay, Salah Birsel, vb.
Şimdi 50 yaş dolayından biriki yazı adamı zor çıkıyor: Levent'e
kalırsa bir tek ben, bana kalırsa Hulki de çok önemli. Sonra? Orhan
mı, Selim mi, Nedim mi? Murathan, A. Altan mı? Bunlar "başarı"
ve "satış" endeksli isimler, yaşı 35'in altındakiler, hele ki yeni baş­
layanlar için denektaşı başka şeydir: Sorunları için anahtar ararlar.
Kendi arayışını esas almış örnekler önemlidir bir tek. Kaç kişi sa­
yabiliyoruz? Ben M. Taner, Şavkar gibi iyi şairleri, Lfile ya da Tarık
gibi biriki uçuğu da katıyorum pusula listesine; Orhan Koçak ve
Oğuz gibi birkaç yazı soruşturmacısını da katınca ortaya on isim
güç bela çıkıyor. 35'in altından üç-dört isim de eklenince panorama
tamamlanıyor - kısır panorama!

xvıı
24 Aralık, 10.30 -
Hareket nasıl da iyi geliyor gövdeme, düpedüz açılıyorum. Ka-

224
famsa, hem yazarak boşalıyor, hem de toplayarak doluyor. İyi kitap­
lar aldım gene. Dün, "eşek"le ilgili iki yeni kitap çıkmış, onları aldım
örneğin. Bir Acem minyatüründen kırmızı bir eşek çıkmaz mı! Ger­
çi metinde kırmızı deniyor da, minyatürde kahverengi görünüyor,
ama olsun. Rue de l'Echaude'deki, Paris'in en küçük kitabevinden,
Librairie des Pres'den çok şirin, sıkı kitaplar avladım; sahibi Jacques
Mogenet'yle sohbeti koyulaştırdık. Küçük yayıncıların hizmetinde
kitabevi, olarak tanımlıyor kendini vitrininde, öyle.
Ardından Tül aradı Cluny'den, onunla buluştum, birlikte Lou­
is-Philippe'e yürüdük, defter ve mürekkep (sepya!) aldım oradan,
bir Meksika barında margarita içtik. Dönüşte, Montagne Ste.-Ge­
nevieve'deki bir Tibet lokantasına girdik, nefis yedik doğrusu. içki­
yi kaçırmışız yalnız. Sinemaya gitmeye yanaşmadım. Sevres-Baby­
lone'a yürüdük, oradan Flore'da kahve molası vermek üzere bulvara
geçtik. Geceyarısı kitapçı sefası: La Hune'den bellediğim birkaç ki­
tabı daha aldım. Noktayı Cafe Bonaparte'da koyduk. Yatmadan bir
saat yeni aldığım kitaplarla tanıştım.
Bugün pazar. Dün budala Galatasaray kendi sahasında 2-ı yenil­
miş, Sarp'tan mesaj.

XVIII
25 Aralık, 09.15 -
Gene uzun yürüyüşlü bir gün bıraktık arkamızda: Tül'le önce Sa­
int-Paul'e, ardından Bastille'e, rue de Lappe'a gittik. Noel nedeniyle
çok tenha, sessiz şehir, Village St.-Paul kapalıydı sözgelimi. Gece,
Tül sinemaya gitti, ben otelde kalıp yıkandım ve siestayaptım önce;
sonra, 22.00 sularında çıktık ve Notre Dame'a gitmeden Les Dewc
Magots'da hafif yedik. Hava çok yumuşaktı, bugünden başlayarak
ısı düşecekmiş iyice. Maubert, Rue des Ecoles, Odeon üzerinden
döndük. Fotokopileri okumayı sürdürdüm geç saata kadar.
"Başka Yollar II"yi yarıladım gibi. Dün, Tül sinemadayken
"Başka Yollar I"i okudum biraz: ilk metin, ikinciden daha mı

225
sıkıydı? Gerçi her ikisi de elden geçecek ama, ikinci üzerinde
daha fazla çalışmam gerekecek gibi geliyor bana şu aşamada.

xıx
26 Aralık, 08.40 -
Dinlenme günümüz oldu dün. Bereket buna zorlandık da: Hava
dehşet soğudu, aralıksız bir yağış, şehir tatildeydi ayrıca: Her yer
kapalıydı. Gündüz pek az yürüdük, Bonaparte'a attık kendimizi.
İkindi üzeri otele döndük sonuçta. Tül'le tembellik ettik, hoşluk
yaptık. Arada çalıştım tabii! "Başka Yollar il" 40. sayfasına dayan­
dı, Paris Rehberinden de ilerledim. Gece, bir Japon lokantasınday­
dık, Rue Dauphine'de. Bana kalırsa berbattı yemekler. Les Dewc
Magots'ya gittik ardından, birşeyler okuduk. İn cin top oynuyor so­
kaklarda. Bu ayaz sürecekmiş daha.
Bugün araba kiralıyorum. Hedefler: Mallarme'nin mezarı,
Mogent ve Provins. Bir gün de yalnız çıkacağa benzerim.

xx

27 Aralık, 11.30 -
Paris'ten koptuk dün öğleden sonra. Anayoldan, yoğun trafik
içinde Melun'e indik, oradan tali yola geçtim ve Seine kıyısını iz­
ledim. Kalın sis altında önce Bois le Roi'ye, ardından Samois'ya,
sonra da Samoreau üzerinden Valvins'e, Mallarme'nin kır evine
ulaştık. Yarım saat kadar kaldık, küçük bir müzeye dönüştürülmüş
evde, bahçede ve Seine kıyısında, Mallarme'yi fotoğraflarda gördü­
ğüm yerde, fotoğraf çektim.
Valvins'den, oyalanmadan Provins'e döndürdüm rotayı. Sis
ve yağmur, etrafı görmemizi enikonu güçleştiriyordu. Akşa­
müstü Provins'e vardığımızda hava bj.itünüyle kararmıştı. Biraz
'basseville'de dolaştık, sonra ortaçağ kentine tırmandık. Her yer
karanlık ve ıssız olduğu için Tül biraz ürktü gene, iki başına yü­
rümenin eksileri de oluyor, demiştim: Provins'i doğru dürüst gö-

226
remedim, Mallarme'nin mezarını da ziyaret edemedim sonuçta
- can sağlığı.
ıg.30 dolaylarında döndük Paris'e. La Coupole'de güzel ama ağır
bir yemek yedik. Hazır altımızda araba, Tül'e uzun Paris turu attır­
dım: Concorde üzerinden, ışıklar içinde yüzen Champs-Elysees,
oradan sisin içinde dev bir hayalet: Eiffel.
Gece, Bonaparte'da birer kahvenin ardından sessiz sokaklarda
güzel bir yürüyüş yaptık: Dragon, Sevres, Saint-Sulpice. Sonra an­
ladık ki Tül, kocaman çantasını kahvede unutmuş. Tel§.şla oraya
koştuk, bereket garson kapıda karşıladı bizi - elinde çantayla.
Geceyarısı Les Dewc Magots'ya geçtik; bir İrish coffee içtim bu
kez. Tül bana Magots fincanı armağan etti.
Dönünce, sabah gelen Kitap-lık dergisini, Rabia Hatun kitabı­
nı ve "iblis"in yeni basımını inceledim biraz. Ve Axelos'tan gelmiş
mektubu.
02.30 dolaylarında yattığım ve içkili ve yorgun olduğum için geç
kalktım.

XXI

28 Aralık, 11.30 -
iki gündür uyuyamıyoruz geceleri, dün 03.45 dolaylarındaydı
son sigaramı söndürüp kendimi uyumaya zorladım düpedüz. Hem
yemekten, hem içkiden oluyor bu: Üç haftadır her gece içiyorum
sonuç olarak - İstanbul'da bu kadar içkiyi dört ayda ancak içerim.
Gece Çin lokantasına, Montparnasse'a gittik; giderken ve döner­
ken, ayaza karşın yürüdük. Les Dewc Magots'da kapanış, arada bir
küçük La Hune seansı yaparak, son alacaklarımı çentikledim ka­
famda!
Sabah 09.3o'da kalktım ve sigaramı yaktım. Bitirince gene yat­
tım, uykumu alamamışım besbelli. Bir buçuk saat daha uyudum.
Bugün niyetim, araya soktuğum, öbür sabah başladığım "Mallar­
me'nin Odası"nı bitirmek - bitirebilirsem.

227
Bağımsız mı bırakırım onu, yoksa "Başka Yollar III"e mi eklem­
lerim? "Başka Yollar il", farklı bir yazı tekniğine dayandı, "I"e göre.
"III"de belki kutulu, belki içe gömülecek ayrı metinler düşünüyo­
rum: Hölderlin'in "Kule"si için de.
Öte yandan, üçte ikisini yazdığım "II"de iki gündür hız kestim,
yoruldum mu, ertelemeye mi niyetim var finali, bilmiyorum. Bir
gayret burada bitirsem daha doğru olacak(tı) sanki. Beş ya da altı
sabah kaldı Paris'te, ne kadar çalışabileceğim bakalım.
Gibert'de gene iyi avlandım dün. Levent'e külçe bir çanta hazır­
ladım, daha da kitap arttı. Onları da Zeynep'e ve Cem'lere yükleye­
bilirsem (niyetim onları yarın gece yemeğe götürmek) , son kalan­
lara da elim gidebilecek!
Gene o doyumsuzluk, doyamama konusuna dönmek istemiyo­
rum. Bir kitaplığın sonsuzluğu, onu tamamlama isteğiyle çelişir;
ne ki, kapatılan her gedik rahim duyguyu arttırır da. Sonunda, bir
gün, ı.ooo kitaba, belki daha azına inmek, nice hedeftir!
Çevremdeki her yaşıtım çoktan kapattı bu açlık sayfasını,_!'a­
ris'e gelseler, üç-beş kitapla yetinirler, benim gibi yüzer yüzer iler­
lemeyi sürdürmüyorlar epeydir.
Yayınevine gerekiyor, açıklaması bilmem ne kadar doğru. Yarı­
sından fazlasını kendim için, kitaplığım için aldığımı domuz gibi
biliyorum.

XXII

29 Aralık, 09.50 -
Üç hafta doldu, beş-altı gün kaldı. Yoruldum yol halinden, dün
bunu hissettim. Gene kimyam bozuldu aslında, yazdıklarım yormuş
olabilir, onlardan yorgun düşmüş olapilirim.
Arabaya atlayıp kuzeye geçtim, öğ� sonrası: Le Pare Monceau'ya,
St. Lazare'a, Rue de Rome'a gittim; yürüdüm, fotoğraf çektim. Akşa­
müstü döndüm, Bonaparte'e oturdum, Murat Gülsoy ile Nazlı gözük­
tüler kapıdan, bir "merhaba"yla yetinip yollarına gittiler.

228
Fotoğrafçıdan 100 kare siyah-beyaz, 100 kare renkliyi aldım, so-
nuçlar çok iyi - gitgide öğreniyorum bu işi!
Akşam otelde kaldım, Tul gene sinemaya gitti.
Gece Les Deux Magots.
Geleli beri tek saniye TV seyretmedim, pek gazete de görmedim.
Bu gece, olursa. Cem ile Fatma'yı, Ayşe Erdem ile Cem'i, Balzar'a
yemeğe götüreceğiz.
Kimyamı Mallarme ziyaretleri mi bozdu? 56 yaşında ölmüş sev­
gili şairim, bir sürü manasız adam 8o'ine, go'ına varmıştır.
Gövdemi hor kullandım. 30 yıl içinde çok şey yaptım. Yapmak
istediğim daha çok şey var sırada. Bu can o kadarını taşır mı aca­
ba?

XXIII
30 Aralık, 10.45 -
Sabah, "Başka Yollar II"den biraz daha ilerledim, finali, o pek
öyle yazmak isteğiyle tutuştuğumu söyleyemeyeceğim "babamın
ölümü" sayfalarını sanki erteleme isteğiyle, ağırdan mı alıyorum,
yoksa Paris'teki yazı maratonu, üç haftada ı6o sayfa mı yordu beni?
Öğlen Flore'da buluştum çocuklarla, yaklaşık üç saat gezdik on­
larla, Louis-Philippe'te yemek yedik. Gece de buluşacağımız için
Cluny'de koptum onlardan, bir Gibert faslı daha çektim ve eksik­
leri tamamladım.
Bir yıl yeter bana aldıklarım. Acaba? ! Yeni kitaplarla tanışır­
ken başkalarına gönderirler, kütüphane bundan büyür. Thomas
Mann'ın "Journal de Dr. Faustus"unu okuyorum büyük bir iştah­
la, işte oradan çentiklenmiş bir yazar: " Kara Örümcek"iyle Got­
thelf.
Tul' le bir çamaşır seansı daha yaptık. Yavrum pek hüzünlüydü,
dönüş yaklaştığı için. İşin açığı bana yetti bu uzun Paris sefası, evi­
mi ve odalarımı özledim - herhalde şu 5-6 m2'lik hücrede boğulma­
ya başladım.

229
Gece Balzar'daki yemek keyifli geçti. Çocuklardan ayrılınca, ka­
panış faslı için Les Deux Magots'ya yürüdük. Ciddi ayaz çöktü şeh­
re. Bugün yarın daha da düşecekmiş ısı - zaten sıfır ile eksi arası
oynuyor.
03'ü buldu uyumam. Thomas Mann'ın kitabı sürükledi biraz da.
7o'inde ne zihinsel enerji adamda. Gövdesi perişan oysa, hastalık­
tan ameliyata koşuyor, gene de yazı sekmemiş. Tam tersine, en iyi
sayfalarını acı içinde kıvranarak yazdığını aktarıyor.
Roman, "küçük roman" hakkında yazdıkları çok ilgimi çekti.
Okuyarak, çalışarak hazırlanması da.
Öte yandan, günlüğün önsözünde Palmier'nin çizdiği Los An­
geles'taki Alman entelektüel göçmenler cemaatının içyüzü ibretlik
bir manzara oluşturuyor, Mann'ın günlüğü de teyid ediyor durumu:
Haset, kin, itiş-kakış bu durumda da eksik olmamış.
Türkiye'de yaşanan çekişme ve rekabet ucubelikleri doğal öyley­
se. Kişi kendini olabildiğince yalıtamaz mı bu lekeleyici cümbüş­
ten? Çok güç açıkçası: Oklar geliyor, arkadan ve önden, soldan ve
sağdan itiliyorsunuz, tuzaklar gırla, İsa gibi öbür yanağınızı uzata­
cağınıza, tırnaklarınızı ve dilinizi sivriltmek tek korunma Üsl:Q,bu­
nu oluşturuyor.
Hele benim gibi "olay yeri"nin ortasında, merkezinde duruyor­
sanız. Kaçmak, kaçınmak ne kelime, hedefin göbeğindesiniz.
Yıllardır söyledim durdum kendime: Büsbütün kurtuluşu yok­
tur bunun, hafifletmek sözkonusu olabilir: Çekilecek, geri duracak,
görünmeyecek, pek göstermeyeceksiniz.
Bunları söylüyorum ve on yıldır ülkenin en büyük kültür şirketi­
nin başındayım, bu süre içinde elliden fazla kitap yayımlandı üze­
rinde adımla.
Bakarsak, az bile bana fırlatılı;m.lar. Gerçi Thomas Mann, yak­
laşık olarak, bir yazarın düşmansız kalamayacağı kanısında, ama
nerede nasıl durulduğu da bağlayıcı o konuda.

230
XXIV
30 Aralık, his 18.oo -
-

Cafe Bonaparte'daki, Balzar'daki, hatta Les Dewc Magots'daki


garsonlar neden seviyor beni, Tülin'i? Çünkü onlara 'garson ano­
nimliği' içinden yaklaşmıyoruz hiç, arkadaşlık ediyor, şakalaşıyor,
hal hatır soruyoruz. Onlar da, pek az müşteriye gösterdikleri yakın­
lığı gösteriyorlar bize (görüyoruz bunu) , hiçbir zaman sululaşma­
yacak ölçüde meslek bilincine sahipler ayrıca.
Bugün Tül'ü arabayla Sennelier'ye götürdüm, boya alışverişine.
O yüzelli yıllık dükkanda çalışan insanlar da çok sıcak, içten, sabır­
lılar. Bu terbiyeyi özlüyorum.
Tül'ün işlerini halledip onu bıraktıktan sonra Grand Palais'ye
"Vision du Futur" sergisine gittim, aylardır açık olmasına karşın,
yılbaşından bir gün önce tıkabasa doluydu salonlar. Bayram tatili
vesilesiyle Paris'e akan binlerce Türk'ten kaçı bu sergiyi gezecek­
tir? İşleri güçleri sonsuz bir açlıkla çaput alışverişi yapmak olan,
başka hiçbir derdi tasası yeşermemiş o insanları sevmiyorum.
"Vision du Futur" belki olağanüstü bir sergi değildi, ama başka
hiçbir yerde görmediğim, göremeyeceğim parçalarla karşılaştım.
Onlar uğruna, çaresiz, kataloğu çıkışta satın aldım, belki dönüşte
bir "rüzgargülü" metni yazarım.
Hava çok soğuk, dudaklarım çatlayacak neredeyse. Paris aşığı
Tül bile geceleri uzun yürüyüşten kaçınıyor.
"Başka Yollar II"de, düpedüz ayak sürmeye başladım, oysa bir
gayretle son noktayı burada pekfila koyabilirdim. 47. sayfadayım,
yaklaşık on-oniki sayfa daha yol var metnin sonuna.
ilk on sayfasını gene burada yazıp kestiğim "Başka Yollar III" bir
sonraki bayrama, Mart ayındaki dokuz günlük boşluğa mı sızacak?
İyi ki o tatiller var.

:xxv

31 Aralık, 20.10 -

231
Geldik bir yılın sonuna daha. Yılın son satırları bunlar, verimli­
ce geçti 2000 yılı, dönüşte nasıl olsa ciddi bir muhasebe yaparım!
20oı'in daha da verimli geçmesini istemez miyim, isterim: 50 yaşı­
na girmeme bir buçuk yıl kaldı - önemli kavşak noktası.
Tül epey kırıklık içinde, dışarda müthiş ayaz, uzun yürüyemi­
yoruz. Gerçi onu otelde bırakıp iki saatlik uzun bir tur gerçekleş­
tirdim bugün, ama kesmedi. Akşamüstü Bonaparte'da buluşacak­
tık, baktım Cem'ler ve Zeynep de beni görmeye uğramışlar, biraz
sohbet ettik. Sonra Les Deux Magots'ya geçtik Tül'le. Soğukta her­
kes kahvelere doluşuyor, içerisi lüks bir istasyonun bekleme salo­
nunu çağrıştırdı bende. Oradan Hotel Lutetia'ya yürüdük, Ernest
Bar'da birer içkiyle geceyi başlattık. Dönüş yolunda telefonum
çaldı: Bodrum'dan Samih arıyordu, kardeşimle yeni yıllaştık böy­
lece. Belki bir de Sarp' la konuşuruz geceyarısına doğru.
Şimdi çıkıp El Chuncho'ya yemeğe gideceğiz. Ardından arabayı
alıp 31 Aralık gecesi Paris'inde, tıpkı geçen yıl yaptığımız gibi se­
rüvene atılacağız. Eiffel'in dibinde ışık şöleni vardır, Concorde'da
da - ama yayaya kapalı olabilir yollar.
Hadi hayırlısı -

XXVI
ı Ocak 2001, 14.30 -
İyi geçti yılbaşı gecesi: 03.3o'da yattım, sekiz saat uyumuşum,
onca yemeğe ve içkiye karşın.
Dün gece başlayan ısrarlı yağmur sürüyor dışarıda, bugün zor
geçecek demektir. Bir Bonaparte çekeriz şimdi, sonra belki arabay­
la turlarız. Yıkanırım akşamüstü, biraz uyurum, geceye yağmur bi­
ter mi?
Dün, Meksikalıda yedik gene. .Af abaya atlayıp, Trocadero'daki
mahşere katıldık. Nasıl yer bulduk; nasıl çıkabildik oradan, ben bi­
lirim. Ama araba olmasa düpedüz yanmıştık.
Dönüş de kolay olmadı. Yağmur herkesi arabaya zorlamış tı her-

232
halde, bir de insan gibi kullansalar! Bonaparte'da tamamladık yıl­
başını. Yatmadan, bir bölüm daha okudum Mann'ın günlüğünden.
Sabah, " Kum Saatı"nın son, yeni yılın ilk içbükeyini, ilk harfle-
rini yazdım. Sarp'tan mesaj dinledim.
Çıkacağız birazdan.
Paris'te iki tam günümüz bile kalmadı.
İyidir: Yoruldum, evi özledim.
Ama bir de sorunlar var orada: iş, annem, vb.
Hayat.

XXVI I

2 Ocak 2001,11.00 -
Külçe gibi uyumuşum dün gece: oo.3o'da yattım, ıo.3o'da an­
cak uyanabildim. Paris'teyken uyumak, bu kadar uyumak genel­
likle vicdan azabına yol açardı bende, artık açmıyor. Birincisi, bu
yıl da toplam 45 gün kalmış oldum Paris'te, her yıl buna yakın bir
ortalama tutturuyoruz. ikincisi, sözümona "tatil"deyim, oysa her
gün beş saattan az kalmıyorum masabaşında, her gün kilomet­
relerce yürüyorum. Ne zaman dinlenecek bu gövde, bu zihin, bu
ruh?
" Kum Saatından Harfier"in son içbükeylerinden biri, belki de
sonuncusu olacak parçada yazdığım, iki-üç yıl içinde gerçekleşe­
cek sanırım: Önemli bir kavşağa varmış olacağım, bu süre içinde
tamamlanacaklarla.
Kimilerine göre haşmetli bir bozgun, kimilerine göre bir cins
"kült yazı", herşey iki ucun arasına toplanır zaten.
Öte yandan, denklemin ters dönmeye başlayacağı noktaya da yak­
laştığını biliyorum: Zihnim, birikimim, deneyimim en olgun çağına
geçerken, gövdem gerisayıma girişecek: Rahatsızlıklar, yorgunluk­
lar, hastalıklar takvimimin işlemeye koyulacağını bilmek ürpertici.
50-65 yaş arasını nasıl geçireceğini, geçirip geçiremeyeceğini
bilebilseydi insan!

233
Bu onbeş yıla, masabaşında yoğunlaşacağım birkaç büyük pro­
jeyle yayılmak isterim.
Şiir, deneme, anlatı; Edebiyat, Düşünce, Yaratı.
Birkaç magnum iş - Kitab.

XXVIII
3 Ocak 2001, 09.15 -
Dönüş gününe geldik çattık işte. Toplam 27 gün, neredeyse bir
ay kalmış olduk bu sefer: Faris'e fazlasıyla alıştıran bir süre. İnsan
burada yaşadığı duygusuna kapılmaya başlıyor, süre uzadığında;
kopması zorlaşıyor. Öte yandan, aynı hikaye, ben düzenimi iyice
özlemiş oluyorum: Odamı, evimi. Dönüyoruz diye biraz buruğum
kısacası; birazdan fazla istekliyim. Tul'ün durumu böyle değil: Bı­
raksam, hep ağlayacak gibi. Faris bir şölen yeri, bir kronik lunapark
onun gözünde: Oluşmuş her ritüele aşırı duygularla bağlı. Ben, kendi
ritüellerimin her seferinde kesilmesinden, bir vakit geçince yeniden
başlamasından, hem de bıraktığım yerden, ayrı bir keyif alıyorum.
Bir de, tuz biber: Dönüşün sefaleti. Bavullar, otelden ayrılış, tak­
si, havaalanları, vb. Dahası: Uçak korkusu! Dün gece uykumda o
hikayeyle boğuştum gene! İstanbul'a inene dek sürer bu karabasan.
Sonra eve girilir: Herşey çarkta aynı düzeni tutturur.
Olanak olsa, karayolunu yeğlerdim açıkçası: Ama iki g�ce üç
gün + üç gümrük demektir bu. Hele Yunan gümrüğü! Bir hızlı tren
yapılacaktır günü geldiğinde: İstanbul-Faris arasını 15 saatta ala­
cak bir tren ne kadar iyi gelirdi şimdi!

Dün, son yoklamalar günüydü bir bakıma. üç-dört kişi için hedi­
ye aldıktan sonra, Gibert'in plakçısından, Compagnie'den son alış­
verişlerimi yaptım. Balzar'da, Le Sorlym'da, Bonaparte'da ayrı ayrı
molalar verdim. Gece çok içtim, Vagenende'de güzel ama gamlı bir
yemek yedik Tul'le. Biraz yürüdük ve Les Dewc Magots'da son kahve­
lerimizi içtik, dönüp yattık.

234
xv

. .

E S C L I M O N T- PARI S
2 0 0 1
3 Mart 2001 -
sabah
Dün gece, gecikmeli biçimde, geceyarısına doğru Esclimont'a
vardık - oda numarası 27. Bu sabah ilk uzun yürüyüş sırasında
çevreyi yerli yerine oturtabildim: Etrafı su dolu hendeklerle çev­
rili, çift kuleli küçük bir şato; yakın çevresine dört-beş alımlı ek
yapı sıralanmış; bir zamanlar muhafızların yaşadığı bina şimdi
konser salonu. Esclimont Şatosu, I. François'nın sadık yardımcı­
sı La Rochefoucauld'ya ve ailesine ait. Sanırım XV. yüzyıldan bu
yana. Bugünkü hali, XVIII. yüzyıla iniyor. Bizim odanın pencere­
lerinin tam karşısında küçük bir göl, ördekleri ve kuğularıyla. Sa­
bah, bir kunduz gördüm. Gece gelirken karşılaştığımız çok sayıda
tavşan (yol yakınındaki tarlalarda cirit atıyorlardı), Tül'ü heye­
canlandırdı. Bugün yarın, bisikletle gezmeyi düşlüyoruz, şatonun
azman arazisinde ve yakın çevre köylerinde. Tülin, her bakımdan
çok yoruldu son biriki ay içinde; "Saplantı Çekirdeği" müthiş
enerji söküp aldı ondan; dinlenecektir burada. Ben, özellikle son
haftalarda zihnen çok tükendiğimi hissediyorum, böyle bir uzak­
laşma bana da iyi gelecek herhalde. Sessizliği bir tek kuşlar, ör­
dekler bozuyordu bu sabah, nasıl özlüyorum dinginliği. Yıllardır
yakınıyorum, Doğa'nın uzağına itilmiş hayatımdan. Oysa tatille­
rimde bile büyük kente, Paris'e kaçmayı yeğliyorum. Gerçi bunda

237
Tül'ün isteği, istekleri yönlendirici oluyor çoğu kez ama, ben de
Paris'e sığınmaktan zevk aldığımı yadsıyamam.
Oniki gün, bu seferki tatil. Doğrusu, biraz ağırdan almak istiyo­
rum yazı konusunu, son iki ay içinde iyi çalışamamaktan tedirgin
olmama karşın. Şiir defterimi getirdim yanımda, bir de "Başka Yol­
lar 11-III" defterimi, aheste tempoya bırakacağım kendimi.
Bu gece, bir Bach-Mozart konseri var şatoda: Klavsen ve flüt. Önce
kokteyl, ardından konser, sonra da mum ışığında yemek. Şato ten­
haydı dün, anlaşılan epey konuğu olacak bu gece. Hava soğuk, yağmur
yağması iyi, yarın güneş görünecekmiş.

4 Mart ­
erken
Sabahın köründe dikildim, güneşin doğuşunu izledim pence­
reden, ilk sigaramdan sonra kahve istedim aşağıdan, dışarıda yağ­
mur çiseliyor hafif hafif.
Hem öğlen, hem gece epey şarap içmeme; öğle sonrası uzun bir
bisiklet turu yapmama karşın, belki akşamüstü yatıp uyuduğum
için, bu sabah basbayağı dinlenmiş kalktım. Bir budalalık yapıp ku­
laklığımı evde unutmuşum, Paris'te yenisini alana dek müzik din­
leyemeyeceğim. Böyle bir durumda, musikiye bağlılığım bağımlılı­
ğım iyice su yüzüne vuruyor; dün geceki konser bile hafifletmiyor
şimdi, kulağımın açlığını. Radyoda France Musique'i bulamadım,
bulabilirsem biraz sakinleşirim!
Tül uyuyor. Çok iyi geldi burası ona. 24 saat içinde ruhumuzu yıkadı
aslında, Esclimont. Gündüz, geceyarısı, ağaçların ortasında �ken
arındık düpedüz. Sevgili memleketim, neden bu olanakları sunmuyor
insana? Bunda bizim beceriksizliğimizin ve kurduğum(uz) çarkın
payı yok değil: Her haftasonunu eve, masama çivilenerek geçiriyo­
rum. Biraz olsun gevşemeliyim, sanıruh birazdan fazla. Son yıllarda,
şair gibi değil de yazı işçisi olarak yaşar gibiyim. Bundan sözettik dün
gece, konser sonrası yemekte. Çok doğru gözlemleri var Tül'ün. "Acı

238
Bilgi" ile "Saplantı Çekirdeği"ni, sonuçları ve özü bakımından, çakış­
tırdı: Gürül gürül bir kaynak göze çarpıyor arkada, diyor; sonuç daha
yetkin, arındırılmış olmalıydı. Katılıyorum ona. işte ağır ama yerinde
bir eleştiri. Bir koşturma içindeyiz sanki, son zamanlarda. Oturtmayı
öğrenmiştik oysa, yeniden o özene dönmeliyiz. "Yaz-boz"u üstüste iki
kez erteledim gerçi, ama bundan fazlası gerek. Şiirde acele etmedim
hiç, tam anlamıyla hazır bulmadan hiçbir kitabımı yayınlamadım.
Gevşeme nesirde demek. Abartılı olsa bile, gevşeme.
Zihnimde birkaç uç birden çalışıyor şimdi. Ola ki muhasebe me­
tinleri. Dlvan'ın V. kitabı için anaşiirin ekseni oluşuyor, yanılmıyor­
sam: Bir "Şiir Sanatı" denemesi, sonunda adımın yeralacağı tek şiir
o olmalı, V. kitabın mektup-şiirlerinde.
ikinci uç, gerçekte "ikinci Prova". Herhalde "e-groups" yol açtı
bu açılıma. g6'da, Paris'te başlayıp bıraktığım metine bu yıl döne­
bilirim. "ilk Prova" beni buraya, bugüne kadar getiren bir içerik
taşıyordu; ikincisi, beni yaşlılığıma kadar götürebilmeli. O zaman,
tabii yaşlanırsam, bir "Son Prova" yazarım.
Üçüncü uç, gerçekte, Lirikler iV. cildiyle ilgili filizlerle yeni bir
toplam arasında salınıyor şimdilik. Arı soyutlama alıştırmaları. Bir
yanı "Yeni Meseller"e de gidebilir.
Bu tatili kendimi dinlemeye ayıracağım belli.
Dışarıda bir yağıyor, bir bekliyor - yağmur.
Kuğular, ördekler ilkyazı hepimizden önce seziyorlar.

4 Mart ­
akşam
Çok erken dikilmiştim ya sabah, birden açıldım kağıtta, V. kitabın
anaşiiri açılıverdi önümde, hep böyle olmaz mı bu iş, başladım başla­
masına ama, bir olasılık yolda tıkanmamdır, anaşiir ana.korku.
=

Sonuçta, ilerlerken olacaklara bağlı tabii, soluk ayarı dilediğim


gibi oturursa, belki de V. kitabı oluşturacak yekpare bir şiir çıkabi­
lir "durum"dan.

239
"Durum": Erken mi, tamam mı, bir kavşakta sıkışıp kalmam.
Gerçi kaldığım yok pek, daha çok sıkıştığım söylenebilir: Buradan
sapmam gerek, ama buraya mı, yoksa şuraya mı, dörtyönağzı sisli.
Biliyorum, bir anda gelinmemiştir o noktaya, bir anda veri­
lemez, verilemeyecektir sapma kararı, seçim vakit ve dikkat is­
ter. 2001-2002 arası, 50 yaş dönemecinde kavrulacağını bir süre.
Elimde, "geçiş" sırasında tamamlanması sözkonusu "iş"ler var.
Hepten yol ve yön değiştirecek değilim, kaldı ki, pusulamın çok
titiz, gözlerimin çok keskin olması şart.
Öğlene kadar masabaşında kaldım. Önce çıkıp yürüdük Tül'le.
Arabaya atladık sonra ve Chartres'a gittik - yaklaşık sekiz aylık bir
aradan sonra. Katedrale girdik gene, Peguy'in yürüyerek Paris'ten
geldiğini bu sefer öğrendim. Bir kahve molasının ardından Main­
tenon'a gittik ve yemek yedik. Şatoyu gezip döndük. Upuzun bir yü­
rüyüş yaptık ormanın içinde. Ağaçlar üzerinde fotoğraf çalışması
yaptım. Uyuduk ve dinlendik.
Yarın Paris'e geçeceğiz.
Esclimont ilaç gibi geldi.

5 Mart ­
sabah
Üç tam gün bile olmadı Esclimont'a, La Rochefoucauld'nun dip­
siz arazisinin ortasına geleli, nasıl dinlendi, toparladı: Ruhum ve
aklım. İnsanı kendisine bitiştiriveriyor bu koşullar: Ağaçlar, kuş­
lar, sessizlik, dinginlik. Oysa şatoda kalma, daha doğrusu 'ağırlan­
ma' biçimi hiç hoş değil: Vampir gibi etrafımızdalar, derdi gücü 'ne
kadar harcamaları sağlanabilir' sorusu olan görevliler. Bu tatsız
atmosfere karşın, imbikten geçmiş gibiyim. İki saat son�Paris'te
olacağız, bakalım g-ıo gün nasıl geç�ek.
Asıl sorun, her defasında bir biÇimde oluşan bu derişmeyi dö­
ner dönmez elimden kaçırıyor oluşum, işyerinde yükümü hafif­
letmeyi başaramayan benim; dersimle, forumla, dergilere akıt-

240
tığım vakitle kendim hazırlıyorum dağılışımı. Dönüş takvimimi
düşününce ürperiyorum: ı5'inde Yönetim Kurulu, ı6'sında der­
sim, 17'sinde annem, ıg'unda Yayın Kurulu, uzayıp giden bir lis­
te. Cogito'ya, Posta Kutusu'na birer acil yazı bekliyor olacak dö­
nüşüme. Geceyarısı Kitapları, "Smokinli Berduş", "Kırkpare"nin
yeni basımı, NTV Radyoda yedeklerim azalmıştır. Kendimi kime
şikayet edeyim? Unutuyordum: Tül'ün açılışı 22'sinde! Mart uçup
gidecek böylece. Yaz tatiline kadar tezgahtakiler: "Yazboz'', "Kum
Saati", "Pasaport Damgaları". Arada, iki proje kitabı (Rönesans ve
Şiir sanatı), Gütenberg'in yeni basımı için çalışmalıyım. Bu yazı
Opera'ya, Divan'a, Başka Yollar'a, Yeni liriklere, Kırmızı Eşek öy­
küsüne, " Elma"nın rötuşlarına ayırmayı düşünüyorum. Bilmem
ne kadarını kıvırabilirim? Aslında saat ayarımı değiştirmem en
doğrusu. işe oı.3o'da gider oldum son zamanlarda, bunu oturtma­
lıyım bir kere. Kalkma ve yatma saatimi geri almalıyım: oı.oo'de
yatıp 08.oo'de uyansam çok şey değişir. Encore un peu d'efforts!
Paris'te çalışma düzeni kurmakta güçlük çekeceğim belli. Önce
Relais St.-Sulpice'de, sonra Lutetia'da, sanırım küçük odalarda ka­
lacağımıza göre kendime kahve köşeleri ayarlamalıyım: Mondrian,
Balzar, Le Sorbon'un üst katı, vb. Levent'ten dolayı epey görüşme
trafiği de olacak bu sefer: Actes Sud'le kontrat olasılığı var, Galli­
mard'la yemek, Fuar, Timour'la görüşme, Selçuk, daha ne olsun!

6 Mart ­
sabah
Paris'e geleli 20 saat oldu. Öğlen vakti, şatodan ayrılmadan önce
yarım saatlığına bir golf arabası kiraladım; Tül, büyük bir coşkuyla
direksiyonuna geçti o pilli(!) arabanın, bütün çevreyi son bir kez
sıkı ayazda gezdik, ağaçları ve hayvanları (ördek, kuğu, sincap,
karga, yaban hindisi, vb.) selamladık. Chartres üzerinden geldik
Paris'e, Relais St.-Sulpice'e yerleştik: Oda numarası n ilk dört ge­
ceyi burada geçirip Lutetia'ya geçeceğiz son beş gece için. Tuhaf bir

241
oda: Kendi küçük de, uzun bir koridoru var, masayı oraya kurdum,
pekfila çalışılabilir bir ortam, kahvemi banyoda hazırlıyorum!
Gelir gelmez sokağa attık kendimizi. Dudağım kanadığı için
önce eczaneye uğradık ve pansuman yaptırdık. Çıkışta filozofber­
duşumu gördüm. Cafe Bonaparte'de coşkuyla karşılandık. Ali Akay
göründü az sonra, kız arkadaşı Paris'te yaşadığı için sık sık burada
oluyor. Sonra, ı9.3o'da buluşmak üzere yol ayırdık Tül'le, CD-pla­
yer'ım için kulaklık aradım ve bulamamayı başardım. Gece, El
Chuncho'daydık. Le Mondrian'da kahvelerimizi içtik ve François
Ozon'un "Sous le Sable"nı izledik - fena film sayılmazdı. Les Deux
Magots'da bitirdik geceyi. Yorulmuşum.
Faris, nedense çok tenhaydı dün. Hava soğuk ama öldürücü sa­
yılmaz. Başta La Hune olmak üzere birkaç kitapçıyı kolaçan ettim,
iki ayda neler çıkmış gene! "Le Sarcophage" kalmamış La Hune'de,
bir daha getirtmeyecekler mi acaba? Komşu kitabevinde, rafa gir­
mişim neyse ki.
ilk 108 kareyi yıkansın/basılsın diye fotoğrafçıma verdim - yıl­
lardır aynı yerle çalışıyorum, bakalım ağaç fotolarını nasıl çıkacak?
V. Divan, yekpare kitap, yaklaşık 800-ı.ooo dizelik bir boyuta
doğru açıldı, saçılıyor. Bakalım nasıl bir metin örgüsü oluşacak?
Garip komşuluk ağları sürüyor: Divan'ın "motor" şiirleri (Pasaport,
Goethe Evi, Digenis gibi) bir yanda, "ilk Prova" ve "Frenhoferolmak"
öte yanda, bir kez daha monologa giriyorum, girdim besbelli. Şimdi­
den belli olan birşey daha: Dönüşte, baştan uca yeniden, yazmam ge­
rekecek onu, şu aşamada pürüzlere aldırmadan gidiyorum yolumda.
Geçen ay İstanbul'da çıkan kısa söyleşi-metin, "Gölge" üzerine
olan, VII. Divan için doğru notayı getirdi gibi geliyor bana, bilmem
yanılıyor muyum? Oyun-metinler, �ahne için durum şiirleri düşü­
nüyorum baştan, 8g'dan beri - "Sefire" gibi. Yanyana dural'ıilecek-
/
ler mi?
Ama asıl açıklık kazanan: Şiir mevsiminin açıldığı. Bakalım ne
kadar sürecek, sürecek mi?

242
Şimdi biriktirme zamanı - defterlerde, kağıtlarda.

7 Mart ­
sabah
Zorunluluklardan, özellikle 'boş günlerim'e denk gelenlerden
düpedüz nefret ediyorum. Bu öğlen, Galimard'ın "ikinci adamı" ile
yemek yiyecek, bir dizi editörlüğü konusunu görüşeceğiz - tabii Le­
vent tanıştıracak bizi.
Oysa ben, masabaşında kalmayı, en önemlisi kafamı bölmeme­
yi yeğlerdim. Dün sabah 'açılıyor' teşhisini getirdiğim uzun şiirin,
hep böyle bir anda olur, yanlış yola gittiğini anladım. Önce başka
bir deftere, irili ufaklı değişikliklerle "temiz"e çektim, o da işe yara­
madı: Belli ki yanlış başlamış, yanlış gidiyor. Bıraktım öylece, dışa­
rı çıktım. Güneşli, pırıl pırıl bir gün. Ağır ağır yürüdüm Odeon so­
kaklarında, Luxembourg'da aradığım kulaklığı buldum, Compag­
nie'ye uğradım, Balzar'da hafif birşeyler yedim. Sonra şiir notları
çıkageldi. Kalkıp Gibert'in plakçısına girdim ve birkaç CD aldım:
Biber, Marin Marais, St. Colombe, vb. Otele dönüp yarım saat kes­
tirdim. Akşama doğru yeniden masaya oturdum ve aynı şiire bu kez
sıfırdan başladım. Bu sefer daha doğru bir ton yakaladım sanırım,
ama 800-ı.ooo dizelik blok bir şiire değil de 200-250 dizelik 'motor
şiir'e yöneliyorum - öyle görünüyor.
Gece Lipp'de yedik Tül'le. Anouk Aimee oradaydı. Güzel ama
ağır bir yemek oldu. Dışarı çıktık ki: Sağanak yağmur. Tül, sinema­
ya sürükledi beni. O, "Le Chocolat"ya girdi, ben "Hannibal"a - ber­
bat bir film, tabii film denilebilirse. Les Deux Magots seansından
sonra otele dönüp yattık, çok kötü uyudum. Bugün gene yağmur.

8 Mart ­
sabah
Gece iyi uyumuşum, bu sabah yüzüm gözüm şiş uyandım, kendi­
me tam gelemedim hfila.

243
Dün, sabahtan iyi çalıştım gene; hem Üst Divan şiirinden ilerle­
dim, hem 'Dehe Çeşitlemeleri'ni sürdürdüm öğlen, Rue de Bac'da
Levent'le buluşup Gallimard'a gittik, Thereza Cremsci'yle tanış­
tım, öğle yemeğini bir 'hotel litteraire'in lokantasında yedik. Şık,
zarif bir kadın Thereza, ama tam bir iş insanı - biraz zalim yayıncı,
dolayısıyla satış başarısına endeksli bir bakışaçısı var. Uzun uzun
yayıncılık ve edebiyat üzerine konuştuk, belli ki beni tarttı, sonra
da gözü tuttu: "Du Monde Entier" dizisi için yaklaşık beş yılda yak­
laşık sekiz kitap hazırlamamı bekliyor, başka önerilerime de açık.
Şimdilik yarı-organik bir ilişki, ama Gallimard'a bir ucundan gir­
mek demektir bu.
Levent, Arles'a gidiyor bugün, pazartesi "Acı Bilgi" kontratıyla
gelmesi büyük olasılık. Sonra ne olur, sıra hangisine (nerede) gelir
bilemiyorum ama, orta vadede, bir kitap da Gallimard'a önerilebi­
lir gibi geliyor bana - anlaşılan Bruno Roy haklıymış, onun öngörü­
süydü bu.
Öte yandan, gelişmeleri çok önemsememeyi sürdürüyorum, ger­
çekten. Hfila derdim gücüm masabaşı, tezgah. Ben dilediğimi diledi­
ğim gibi yazayım da, gerisi sonuçta vız gelir.
Öğle sonrası Levent'le Bonaparte'da oturduk, kaçınılmaz,
YKY'yi otopsiye yatırdık. Benim tasam kendi halim, Levent'inki
yayıncılığın Türkiye'deki geleceği. Doğal fark 48 yaşımdayım, 32
yaşında. Yükümü nasıl hafifietebilirim, onu düşünüyorum; yetki
ve sorumluluk alanını nasıl genişletir, onu düşünüyor.
YKY'deki geleceğimi göremiyorum. Yok, anlamında söylemiyo­
rum - sahiden de hiçbirşey görünmüyor. üç ayım mı, beş yılım mı
kalmıştır, daha az ya da çok mu?
Soğukkanlı olmalı, yumuşak geçişle kalıcı ve gevşek bir konuma
oturtmalıyım oradaki varlık biçimimi Hep bunu söylüyorum, hiç

başarılı olamıyorum. Onüç yıl içinde tgide bağımlılığı artan bir
çocuğa benzediyse şirket, hata benim. Birşeyler yapmalıyım diye­
miyorum artık, hiçbirşey yapamıyorum. Bakalım hele.

244
Levent'in bulduğu, Rue de Seine'deki evi gidip gördük Tül' le, be­
ğenmedik. Ev kiralamayı başaramayacağız besbelli.
Bonaparte'da yedik gece. Arabayla gezdik uzun bir güzergah çi­
zip: Bastille, Concorde, Eiffel, vb. Place Vendöme'da durup, Ritz'in
barında birer içki içtik. Galatasaray-Milan maçını, cep telefonundan
Sarp'la takip ettim, bir üst tura çıktığımız için elbette keyifliyim.

g Mart ­
sabah
Tırısta bir gün daha - Paris'te. Hafif yürüyüşler, sık kahve mola­
sı, kitapçı seansları. Hava yumuşak, sokaklar nedense tenha.
Akşam Tül sinemaya gitti, ben bir saat kadar uyudum, biraz da
çalıştım. Rue de Dauphine'de şirin, küçük bir lokantada yedik. Les
Dewc Magots'da kapanış. Bugün Lutetia'ya geçeceğiz.
Şiir Sanatı şiiri bitti sanıyorum, bitmiyor. Kıvamı yer yer kaçırı­
yorum elden, dönüşte nasıl olsa bir perdah çalışmasına girişeceğim
gerçi, ama ilk (bu sefer üçüncü) atım önemlidir. Birşey kesin: V. ki­
tabın ana.şiiri bu.
Maurice Sceve çeşitlemelerim de iyi gitti, şimdiden onbir parça
var elimde. Çeşitleme sözün gelişi: Motto'yu ya da 'embleme'i çıkış
noktası yapıyorum genellikle, bir de on dizelik düzenden sapmıyo­
rum. "Delie" şüphesiz büyük yapıt, gene de Gongora kadar dağla­
madı hiçbir zaman beni.
"Lirikler"in yeni kitabı, belli ki bir öncekinin süreğinde iler­
liyor hala. Alıştırma notlarıma bakıyorum, daha derişik bir ya­
zının olanaklarını aradığımı, soruşturduğumu görüyorum. Eski
kalıplara yeni içerikler - Şiir' in klasik tasası. Bir tür boyölçüşme
de var sanırım, işin içinde.
"Seyrek Fırsat" dosyası, nicedir kalın bir ucube, masamda beni
bekliyor. "Kum Saatı"nı kapatınca, içbükeyleri iki yoldan sürdür­
meyi düşündüm: "Seyrek Fırsat"ı şiirin, şiirimin sorunlarına,
"Moğol Elması"nı okumalarıma ayırmak. Uygulamaya bir türlü

245
girişemedim, kararın etrafında dönmekle yetindim. "Issız Dönme
Dolap"tan sonra da bir süre böyle oyalanmıştım.
"Seyrek Fırsat"a çizdiğim yörünge farklı aslında. "Seyrüsefer
Defteri"nin gelişmiş bir modeli dolaşıyor kafamda: Hem "Ars Po­
etica" metinleri, hem yürüyen, kitaplar için notlar, hem de başka
şairler üzerine notlar. Yaklaşık bir yayılma süresi olacak tabii: Ope­
ra'nın 2., Liriklerin 4., Divan'ın yeni kitapları boyunca - örneğin.
Dört-beş yıllık bir dönem demeye gelir bu.
Önümdeki beş yıl zaten çok önemli; bir evreyi bu sefer ta­
mamlayacağımı düşünüyorum: ıggo'da başlayan dönemi. Nesir­
de de bazı hedeflere erişeceğim sanırım. Nedir ki beş yıl? Bazan
çok uzun, hazan çok kısa bir zaman dilimi.

Akşam -
Hotel Lutetia, oda numarası ııı. Bugüne dek Paris'te kaldığımız
en şık otel bu herhalde. ıgıo'un sonunda açılmış, il. Dünya Savaşı iş­
galinde Nazilerin karargahı olmuş, kısacası görmüş geçirmiş. Geniş,
iyi döşenmiş bir apartman dairesi gibi odamız - Tül uçuyor tabii. Beş
gece kalacağız burada, Paris'i bir kere de lüksüyle tanıyarak.
Bugün Passy'ye, Balzac Evi'ne gittim, epey oyalandım orada, fo­
toğraf çektim - ama ışık çok kötüydü, içerideki çekimlerden pek
umutlu değilim. Çıkışta, Rue d'Ankara'ya indim, elçilik yapısının
fotoğrafını bile çektirmedi salak polisler. Sonra makasları açtım,
Bir-Hakeim köprüsünden Eiffel'e geçip, yağmur altında biraz daha
fotoğraf çektim. Ağır ağır otele kadar yürüdüm sonuçta, bacaklarım
düpedüz iflas etti. Yarım saat yattık Tülle, şimdi yemeğe çıkacağız.
Daha önce, otelin ikramı şampanyayı patlattık!

ıo Mart -
gece
Bugün götürüp arabayı bıraktım; Paris'te çok işime yaramıyor
araba, yürümeyi yeğliyorum. Louvre-Carrousel'de dolaştım yarım

246
saat, sonra Palais Royal'e gittim. Passage Vivienne'in yarısı kapa­
lıydı, kalan yarısında dolaştım, bir kahve molasının ardından, sol
yakaya geçtim. Librairie Champion'da yarım saat oyalandım, Sel­
çuk Demirel'i aradım sonra, Hasan Cemal'le Flore'da buluşacak­
mış, ben de bir saathğına onlara katıldım. Tül'le buluşup otele gel­
dik, gece çıkacağız.
Üç buçuk günümüz, dört gecemiz kaldı Paris'te. Bana yetti bile
bu gezi, daha iki ay önce buradaydık, çok özlememiştim. Biriki ki­
tapçı seansı, birkaç buluşma: Pazartesi öğlen Selçuk'la buluşaca­
ğız, birer fasıl da Timour'la ve Levent'le olacak. Yarın Beineix'in
filmine gideceğiz - belki bir sergi daha görürüm, belki görmem:
malum, Sanat'tan gına geldi!
Sabah, "Balzac Evi"ni yazdım.

ıı Mart ­
öğle sonrası
Ağızları alkol kokanlardan, ağzı ağız kokandan, geceden kalma
kokandan hiç hoşlanmıyorum. Bir insandan uzak durmam için ye­
terli neden.
Pazar tembelliğine yakışır bir Paris sabahı. Gece Vagenende'da
yedik dün, nefis bir Medoc içmiştim, benim yatmam 02.15'i geçti.
Tül televizyona takılmayı sürdürdü (ilginç bir Gainsbourg progra­
mı vardı), sonuçta ıı.oo'de uyandık. Ağır ağır kahvaltı yaptık bir­
likte - hayatımızda hiç yeri olmayan bir tören bu, ne yazık ki.
Geçen yıl Basel'de, Celan'dan Gisele'e bir mektup-şiir yazmış­
tım. Kim inanır: Dün, iki büyük cilt halinde yayımlandı yazışma­
ları. Herhalde almam o dev ciltleri, neden alayım, biraz merak
etsem, ediyor olsam da, Ti.ilin'e anlattım şiirin hikayesini, oradan
açıldık ve ilişkimiz hakkında uzun konuştuk. Sonra "Acı Bilgi"ye
sıçradı Ti.ilin, görüşlerini, şüphelerini, soru işaretlerini aktar­
dı. Kıymetli gözlemler benim açımdan. " Ben edebiyatı" ile ilgi­
li düşündükleri ayrıca önemli. Tam anlayamadığım şeyler oldu

247
sözlerinde, daha doğrusu o çok iyi anlatamadı derdini. Keşke bu
kadar çok yazmasaydım da, beni bu kadar az okumak durumun­
da kalmasaydı! Tartımlı, akıllı, yaratıcılık sorunlarını ta içinden
bilen biri Tülin, bana daha fazla ışık tutabilirdi. Gelgelelim, bana
yetişmek mümkün değil - kaldı ki, yayımlananlar yetmez anla­
mak için kovaladığım bütünlüğü, tezgahtakileri de tanımak, on­
lara sokulmak gerekir, olacak iş değil kısacası.
"Acı Bilgi"de herkes sorunlar buldu. Buldularsa, düşünmek tek yol.
Düşünmek, ille de bütün söylenenleri doğru bulmayı şart koşmuyor
tabii, yargıları tartmalı insan, kendi gözüyle sınırlı kalmamalı bu aşa­
mada. Ne ki, genel sorun bence aynı: Kitabın alt- başlığı! Orada, "yol­
culuk metni" yada "izlenimler kitabı" yazsaydı, kimse diklenecek bir­
şey bulamazdı gibi geliyor bana. Bakalım "Elma"dan sonra ne olacak?
14.oo'de otelden tek başıma çıktım, Rue de Grenelle'e gittim,
Musee Maillot'daki "la Verite Nue" sergisini görmeye. Çok sıkı bir
dörtlü: Gerstl, Kokoschka, Schiele, Boeckl. Boğucu sayıda resim yok­
tu, belki bundan çok doyurucu geldi sergi, dönüp bir kere daha baştan
aldım. Gerstl'den ilk defa bu kadar tabloyu birarada gördüm ve tabii,
heyecanlandım. Hepsini tanıyordum gerçi, kitaplardan; ama, birebir
görmek bambaşka. Amansız bir karar, 25'inde intihara sapmak. Ha­
yat nasıl ağır gelmiş demek. Gene de, Celan gibi, daha ileri bir yaşta o
kararı almak daha kesin bir tavır, gerçeklik gibi görünüyor bana.
Schiele'nin gücüne bir kez daha hayran kaldım. Bu ölçüde popü­
ler olması, kılınması bile rahatsız etmiyor - resimlerin, desenlerin
karşısındayken. O da kısa kesmiş hayatını, keşke Kokoschka kadar
yaşasaymış.
Boeckl'ın otopsi tablosunun önünde dehşet ve hayranlıkla kal­
dım - onu, "Başka Yollar"ın sonuna doğru geliyorum ama, kullana­
bilirim de orada.
Çıkışta, Rue du Bac'ı katettim. Pazar ıssızlığında bana iyice çeki­
ci, alımlı göründü orası. Square La Rochefoucauld'ya girdim, garip
rastlantı, şatodan bir hafta sonra ayaklarımın beni o kuytu avluya sü-

248
rüklemesi, Chateau-briand'ın evine doğru ilerledim sonra - öldüğü
ev. Karşıdaki parkta, gitgide yeşile çalan taş büstüne uzaktan baktım.
Ne tuhaf bir yazar, benim gözümdeki Chateau-briand: Derin, oku­
naksız bir yazı.
Bonaparte'dayım, birazdan Tül gelecek; nereye yürüsek?

12 Mart ­
sabah
Akşam, Le Select'te oturmuş kahve içiyorduk Tül' le, birden baş­
ladım:
Montparnasse'da, bulvarın üzerinde, her biri 5-6 salon içeren
5-6 "sinema kompleksi" var - saymadım ama, otuzun üzerinde
salonun herbirinde ayrı bir film oynuyor. Öğlenden geceyarısına,
ikişer saat arayla yeni seanslar başlıyor; bulvardan geçen yüzlerce
insan önce dolduruyorlar salonları, sonra boşaltıp caddeye dökü­
lüyorlar, Barthes'ın deyişiyle bir tür hipnoz halinde yürüyerek bir
kahveye, lokantaya ya da evlerine gidiyorlar.
Max Frisch'in, "Acı Bilgi"ye aldığım kısa metni "Neden Hikaye
Anlatma Gereksinmesi Duyuyoruz"u bir de bu yakada eşelemek ge­
rekiyor: Neden her gün, milyonlarca insan, yeryüzünde, hikaye iz­
leme gereksinmesiyle sinema salonlarına tıkışıyor, ekran karşısına
mıhlanıyorlar?
XX. yüzyılda, romandan çok sinema, insanların hikaye dünya­
sına girme, orada sık sık oyalanma isteğine karşılık vermiştir. Mil­
yonlarca salonun, ekranın yarattığı hipnoz halinin bütünü Hayat'ın
kaçta kaçını kaplıyordur, araştırmaya değer.
İnsan, kendi hikayesinden neden çıkmak, sapmak, kopmak is­
ter? Kurulmuş, birileri tarafından kendisi gibiler için yaratılmış
onca hikaye apayrı bir hayatın karmaşık akışını nasıl oluşturuyor­
dur acaba?
Sonra çıkıp Jean-Jacques Beineix'in filminin haftada tek seans
oynadığı Lucernake'e gittik: "Mortel Transfer". Büyük bir film, bir

249
başyapıt değildi izlediğimiz; ama sağlam sinemaydı, herşeyden önce
tecimdışı bir yapıttı, Beineix onun için seyrek film üretebiliyor ya.
"Mortel Transfer", gerçekte bir ruhçözüm okuması. Bir sürü
gerçekdışı olayın arasından psikanalizi sorguluyor yönetmen. İyi
çözüm yolunu bulmuş: Polisiyenin enigma yapısıyla analizinki
arasında yeralan somut koşutlukları işliyor film boyunca - tıpkı
Poe'nun Dupin'ini okuyan Lacan. Tuzaklara düşmüyor Beineix:
Ruhçözümün ipliğini pazara çıkartmak, onu küçümsemek gibi bir
tasası da yok; ters yönde, bir büyütmeye, yüceltmeye de yönelmi­
yor: Dengenin zor sağlanacağı bir işin altından başarıyla kalkmış.
Bonaparte'a kadar film hakkında, psikanaliz üzerinde konuşa­
rak yürüdük Tül' le; orada da, şarap ve peynir eşliğinde, konuşmayı
sürdürdük.
Sabahtan geceye, pek az çiftin diyalog derinliği açısından otur­
tabildiği bir söyleşi kurmuş olduk böylece.

Günlüklerime serpilmiş proje/fikir/taslak kapsamındaki çık­


maları cımbızla ayıklayacak olsam, sanırım anlamsız bulunmaya­
cak küçük bir kitap çıkardı ortaya.
Günlük tutmamak için pek çok gerekçe bulunabilir, tutmak için
belki daha az gerekçe vardır elde, ama şu bile yetebilir pekfila, bir
günlüğün tutulması için.
Bu sabah ilk versiyonu çıkan yedinci tel şiiri, bu haliyle günışı­
ğına çıkaramayacağıma göre 'ilk versiyon' makUI adlandırma, bü­
tün bir kitap çatısını çağırdı bende hemen: Çeşitli 'teknik', oldukça
'teknik' ayrıntılar, meslekiçi "ölçü"ler�en hareket edecek bir dizi
şiir - alan sınırlaması yapmaksızın:
Çatı kiremitlerinin dizilişine; bisiklet tekerleği yapımına; Ja­
pon uçurtmasına; ekmek, bal, zeytinyağı üretimine ilişkin teknik­
ler, anekdotlar, vb.

250
Ya da gazete haberleri: Keman için ölen adam (yıllardır o eski
gazete kesiğini yanımda taşıyorum) , "kayıp ilanları" (çantamdaki
gibi) -
Bütün bunlar bir "şey" gösteriyor sanki: Minör üstüne bir kitap
çatmak istiyorum.
İstemekse - aklım ve gönlüm, istiyorlar.
"L'Art du Peu".

Belki bir defter mantığı içinde çalışmalı. Ara notlar, kısa sap­
tamalar, terim arayışları içinden. Sonunda, sonuçta, iki ayrı kitap
versiyonuna varmak için: Önce, yalnızca "ürün"ler; sonra, defterin
bütünü - olduğu gibi.
işte bu sabahın rekoltesi.

13 Mart ­
sabah
Son otuz saat Paris'te, iyi geldi bu kopuş kafama, ruhuma. Biri
uzun oniki şiir, notlar, bir nesir parça ile rekolte de çok fena sayıl­
maz - ağırdan almış olmama karşın. Bugün öğlen Timour'la bulu­
şacağım, gece belki GS maçına giderim (dün Lipp'te Faruk Süren'le
karşılaştım ve Le Monde'daki Hagi yazısını okumasını salık ver­
dim), belki kalır otelde izlerim. Tül giderayak nezle oluyor ya da
oldu, ona bakmak gerekebilir.
Dün öğlen Lipp'te Selçuk Demirel'le buluştuk ve keyifli yedik,
sohbet ettik. Aradığım için mutlu oldu, oysa onu seviyorum ve cid­
diye alıyorum. Sarp'la konuştum ve istediği CD'yi almaya Gibert'e
gittim, bu arada Holliger'in yeni operası da nihayet çıkmış, onu da
aldım, Balzar'a oturdum. Ömer Kükner aradı o anda, gelişmeler var
belli ki: Naci Sığın bizim yönetim kuruluna katılmış, Selçuk tepki­
liymiş, bakalım tepkisinin boyutu ne?

251
La Hune'den bir düzine kadar kitap aldım, bu sefer anormal
yüklenmedim, hayrettir. Gece, Lutetia'nın barında Arles'dan gelen
Levent'le buluştuk, "Acı Bilgi"yi Actes Sud 2002 sonunda basacak­
mış, iyidir. "Artist"ler geçidi halinde bar: Derrida oradaymış ben
gelmeden önce, ardından Lambert Wilson, sonra da perişan bir kı­
lık kıyafet içinde isabelle Adjani - Tül farketti, ben tanıyamazdım.
Üçümüz restoranda yedik gece - yemek parlak değildi, ama Nu­
its Saint-Georges iyiydi!
Levent, epeydir konuşmadığı kadar, şiirlerim ve nesirlerim hak­
kında fikir yürüttü. Dinlemek, 30 yaşında bir takipçinin aynasına
nasıl yansıdığımı görmek yararlı geliyor bana. Görüşlerini paylaş­
mak şart değil öte yandan.
Seyahatnamem bile kafa karıştırıyor sonuçta! Levent'in "Ame­
rika Büyük Bir Şaka" eleştirisi, ötekilerden ayrılıyor: Sözdizimini
çok düzayak bulmuş ve şaşırmış, dahası düşkırıklığı yaşamış. Son­
ra, "Acı Bilgi"yi okuyunca, yargıları hakkında biraz şüphe duymuş
- hoş, onun da yapısal özelliklerinden tedirgin olduğunu anımsı­
yorum.
"Pasaport Damgaları", ola ki kafaları iyice karıştıracak. Arkadan
gelecek olanlar da. Yazmak, kurmak nasıl da yalnızlaştırıcı ve aynı
anda kalabalıklaştırıcı. Her okuyan yeniden yazıyor da. Ama bu
işin gerçekliği başka bir boyutta aranamaz ki.
Levent, bir de, şiirlerimde düzyazımın geri çekildiğini düşünü­
yor. Bir gizli eleştiri daha, sanırım. Ya da, gizli övgü mü? Fazla deş­
medim. Tezgahtakileri düşündüm bir an.
Ah şiirler, yazılar, işler güçler! İnsanı her yerde izler: izleri.
Salyangoz yazı.

14 Mart ­
sabah
Dün gece ciddi bir tehlike atlattım. Uzun kararsızlıkların sonun­
da, ıg.30 sularında, PSG-GS maçını izlemek üzere Pare des Princes'e

252
gittim. Taksi, beni GS taraftarlarının giriş bölümünde bıraktı. Bir saat
oyalandım orada, bilet bulamadım, gişeler kapalıydı. Umudu keserek,
stadyum boyu yürüdüm, tam öbür uçta, PSG tribünlerinin bulunduğu
bölümün girişinde karaborsa bilet satılıyordu, dayanamadım aldım
bir tane, girip Parisli taraftarların ortasındaki yerime çaktırmadan
yerleştim. Ali Sami Yen atmosferine çok yabancı bir ortam sayılmazdı
Pare des Princes'inki, ilk yarı 2-0 yenilgimizle bitti, devre arasında da
herhangi bir anormal gelişme gözüme çarpmadı.
Ne olduysa, ikinci yarının başlangıç düdüğüyle birlikte oldu.
Karşıda, GS tribünlerinde büyük bir hareketlenme oldu önce, kü­
fürleşmeler ve birşeyler fırlatma ile bitebilirdi, bitmedi: Akınlar
halinde, PSG'nin kuduz taraftarları bizim kuduzlara doğru yöne­
lince, düpedüz meydan muharebesi patlak verdi. Bir biçimde de­
şifre edilmekten ve linç konusu olmaktan enikonu korktum açık­
çası, bir yandan da büyüyordu olaylar, sonunda sıkışan seyirciler
kanlar içinde sahaya atladılar ve maç ister istemez durdu. Bu geliş­
me, yoğunlaşmayı hepten tribünlere çekti, daha da arttı gerilim ve
"çarpışma"nın boyutları, karşılıklı saldırıların amansız bir üslup
aldığını gözlerimle gördüm. Bereket paniğe kapılmadan akıl yü­
rütebildim ve ailelerin topluca, çocuklarını falan toplayarak stad­
dan ayrıldıklarını gördüm, çaktırmadan aralarına karışıp Pare des
Princes'i terkettim. Şansım yaver gitti ve bir taksi çevirdim yoldan,
Tül'ü aradım, Bonaparte'da buluştuk; o arada Sarp aradı İstan­
bul'dan, karşılıklı haberleşerek kabus geceyi tamamladık.
Rastlantı bu ya, dün La Hune'de, David le Breton'un "riziko"yu
konu edindiği bir kitabını bulmuş, almıştım. Sabah Levent Yılmaz
aradı telaşla, maça gideceğimi biliyordu, 5o'yi aşkın ciddi yaralı
varmış, GS tribünlerinde olsaydım, ola ki ben de yaralanacak.tını .
İnsan, rizikolu saydığı bir yolculuğa çıktığında, tehlike oranının
arttığı bir ortama geçtiğinde iyi-kötü hazırlıklıdır, belli ölçülerde
önlem alır en azından. Benim durumum pek öyle sayılmazdı dün.
Paris'te ilk kez bir maça gidiyordum gerçi, ama biri turu geçmiş,

253
öteki elenmiş iki takımın maçında gerilim yükselmez nasıl olsa
varsayımıyla, akıl yürütmeden harekete geçmiş olduğum ortada.
Hayatında pek çok varta atlatmış insanların, komik sayılabile­
cek koşullarda büyük tehlikelerle karşılaştığı, hatta trajik bir sonla
yüzyüze geldiği bilmediğim şey değil öte yandan: Tramvay kazasın­
da ölen Verhaeren, karşıdan karşıya geçerken kamyonetin çarp­
ması sonucu beyin kanamasından giden Barthes aklıma ilk gelen
örnekler.
Linç ortamı bambaşka. Sivas olaylarını, yaşadığımız sürece
unutamayacağız hiçbirimiz. Pekala, her edebiyatçı kadar, benim
de orada olma olasılığım az değildi. Kabus ötesi o yolculuk üze­
rine ağır bir belgesel, dramatik bir film yapılmalıydı hiç değilse.
Yeterince etkili, kalıcı bir tanıklık metni çıktığını bile söyleye­
meyiz ne yazık ki. Linç, panik, korkunç bekleyiş, amansız son:
Madımak'ı belki, dışarıdan bir göz, soğuk ve yıkıcı bir anlatımla
vermeliydi. Vermeli.
Türkiye tarihinin yazılamamış böyle büyük, kanırtıcı sahneleri
az değildir. Yaşımın elverdiklerini düşünüyorum da, her tarafım
ürperiyor: ıg6o-8o arasının idamları, Kızıldere olayları, Bahçe­
lievler katliamı, Madımak olayı, Hizbullah infazları ve ötesi: Ne
tablodur. Yolculuğun uç bölgesinde yer tutan, kişisel ya da kolektif,
böyle vahşet sahnelerini unutmayı yeğliyor toplumlar; tam tersi­
ne, ayrıntılı biçimde ikide bir anımsatma mekanizması işletilmeli
bu irili ufaklı Shoah provaları için. İnsan'ın yılgı gizilgücüne ışık
tutulmalı durmadan: Bakın, yol nelerden geçmiş, nerelerden geçe­
bilir.
Kitlenin kabarma güdüsü ve teknikleri üzerinde düşünüldüğü­
nü biliyoruz. Ortega y Gasset'ten Can�tti'ye, Raul Hilberg'e pek çok
ana çalışma, yorum bekliyor arkada. l
Büyük hayvanın hareket üslubu karmaşık.

254
Dönüş çarkı çalışmaya başladı. Bir saat sonra inip otelle hesabı
keseceğim. Son turlarımız için yaklaşık dört saat olacak önümüz­
de. Uçağımız ı8.55'te. Herşey yolunda giderse geceyarısı eve girmiş
oluruz,
Ev = Rahim.
Vaktidir.

255
XVI

L O D E V E - PA R İ S
2 o o 1
19 Temmuz 2001, Cafe Bonaparte -
20.10
Rue Bernard-Palissy'de ağır ağır yürürken, o kısa sokaktaki her
bireyi yukarıdan aşağıya süzdüm, ı920'lerde Muhittin Sebati'nin
kaldığı otel bu yapılardan biri olabilir - ama hangisi, elbette çıka­
ramadım.
Cafe Bonaparte'da, önümde bir fincan limonlu çay, Tül'ü bekli­
yorum. Bu sabah 06.3o'da çıktık evden, 09.05 uçağıyla Paris'e gel­
dik, ayırttığım Laguna'yı alıp Hotel Madison'a kapağı attık - oda 26.
Ah, bu ayrıntılar ne önemlidir. Rue Bernard-Palissy'deki otelin
yerini belki Hillairet'de ya da başka bir kaynakta bulabilirim, peki
hangi odada birkaç yılını geçirdiğini nereden öğreneceğim? Öğ­
rensem ne mi olacak - bu kez de hangi pencere olduğunu merak
edeceğim. Neden? En çok bunu anlamak için uğraşıyorum sanırım.
İstanbul'da 33°'ydi hava, burada ı6°, gelir gelmez afalladı göv­
dem, limonlu çayı ondan içiyorum. Yoksa açılışı bir bardak Graves
ile yapmıştım. Büyük olasılıkla geceyi de kırmızı şarapla kapatırız.
Kitapçılara göz attım, oysa iki yeni CD alarak çıktım birinden:
Tereza Berganza ve bir "Furori" seçkisi - bu kadar rastlantı olur ar­
tık: "Başka Yollar III" o anlatının üstüne gelişecek.
Bu küçük Moleskin defter yolculuk günlükleri için fena değil
ama bir önceki defterim sanki daha elverişliydi. Kağıt sırtveriyor

259
bir kere. Bakalım, yanımda getirdiğim ortaboy Moleskin'e içim ısı­
nacak mı?
Yarın öğlen Clermont-Ferrand'a doğru yola çıkacağız.
Önce bu gece, yarın sabah tabii.
Bugün, otelden çıkıp, tek başıma ilk yürüyüşümü yaptığımda,
fena oldum: Rue Jacob'un ortasında içim daraldı, kimyam döndü:
Dört ayda nasıl özlemişim bu sokakları, bu kokuyu, bu sesleri.
Tensel bir ilişki, Paris'le yaşanan. Organizmayı kuşatıyor, içeri,
en içeri giriyor.

Paris için: Au Caid, 1875


Madison, 1925
Hachette, 1825
Pont-Neufa bakan yalnız+yaşlı kadın -

20 Temmuz 2001, Les Deux Magots -


Sabah, erken saat, gözlerimi yüzlere alıştırıyorum.
Her yüzün akrabaları, hısımları olmuş sanki, geçip giden hayatta.
Her yüzün benzerleri var. Bir de, "tıpkı"ları olduğu durumlar çıkıyor
arada bir karşıma, ürperiyorum, ürpertiyor.
"ücra"da, bu durumun öteki ucunu aradım; daha bitmedi metin,
aramayı sürdüreceğim: Yüzümün ortalaması nedir? Bir merkezi
var mıdır? Ona yaklaşma, ondan uzaklaşma sınırlarım nelerdir?
Baktığım kadar bakılıyorum da herhalde. Herkes değilse bile
biri, birileri ama hiç değilse biri, şu kahve salonunda, benim gibi,
gözleriyle yüzlere alışırken, benim yüzümün üstünde oyalanıyor
olabilir.
Place Furstenberg'de, Delacroix atölyesinde, "Medee Furieuse"
sergileniyormuş - 30 Temmuz'a dek. Bir rastlantı daha işte ! "üc­
ra"da, Quignard'ın "Le Sexe et l'Effroi"da Medea'nın bakışlarına

260
ayırdığı sayfalara değinmiştim. Dün aldığım CD'den sonra bu ser­
ginin afişi, bu rastlantıların mantığı konusunda beni kurcalamaya
başladı, bir kez daha.
Nedir sahi, bu koşullarda, olup bitenin anlamı? Kim yanyana,
önüme diziyor olabilir aradıklarımı? Ya da, ben nasıl buluyorum
bulduklarımı?
Bulmak, apayrı birşey.
Bir edim mi acaba?
Bir hal mi?

La Montagne/Cezanne, Balthus, Turan Erol, Dıranas.


Dışarıdaki tentelerin üzerinde serçeler hareket ediyor. Güneş
bulutları deldiğinde, akasya yapraklarının silueti düşüyor kirli be­
yaz perdenin üzerine. Sonra çekiliyor yapraklar, serçelerin hare­
ketleri sürüp gidiyor. Bu gölge oyunu yazın her gün tekrar ediyor.

21 Temmuz 2001, Lodeve -

19.45
Son 32 saat bir karabasan gibi geçti: Gece 02.oo'de Montpel­
lier'de, 14 saat otomobil kullandıktan sonra perişan yattım, ama
bu birşey değilmiş: Sabah, Tül'ün korkunç yüz ifadesiyle uyan­
dım: Karnında tuhaf biriki iç şişlik, hemen aklımıza kötü düşün­
celer üşüştü. Şimdi Lodeve'deyiz, oysa aklımız hep orada - uma­
rım boşuna telaşlanıyoruzdur. Bunu nasıl anlayacağız? işte so­
run. İstanbul'da olsaydık, kolaydı iş: Alır bir randevu hastaneye
gidersin. Bir ay uzağız İstanbul'dan, bir ay beklenir mi? Aklıma
gelen iki iyi olasılık var: Fıtık ve regl öncesi şişmiş miyomlar. Za­
man böyle durumlarda iyi kullanılmalı, belki buradaki kliniğe
gideriz. -

261
22 Temmuz 2001, Lodeve -

09.30
Dün gece törenle başlandı: "Gece Açılıyor". Place du Marche'de
büyük bir kalabalık, oturuldu; her şair kendi dilinden bir parça oku­
du, sonra çevirisi sunuldu. Ben, "AKL"nin XVII. parçasını seçtim.
3o'un üstünde şair katılıyor festivale. Lorand Gaspar, görebil­
diğim kadarıyla, en ünlüleri. Festival bağlamındaki ikilemim hfila
sürüyor: işlevsel, hoş şölensi bir yanı da var, ilkel kavimleri çağrış­
tıran; profesyonel bir şarlatanlığı öne çıkaran bir yanı da. Sanırım,
biraz da şairin duruşuna, karakterine bağlı bu. Lodeve'e daha önce
ilhan Berk ve Özdemir katılmıştı - buyurun yerleştirin onları, son­
ra da tabloya beni ekleyin: Kimbilir ne çıkar o matematikten?
Lodeve küçük, şirin gözüken, gece kasveti ortaya çıkan bir
kasaba. Bir portresini yazacağım, ayrılmadan. Yolda üç ayrı ko­
naklama yaptık, gelmeden: Moulins (sevimli bir kasaba) , Cler­
mont-Ferrand (sevimsiz bir kent), bugün yeniden ziyaret ede­
ceğimiz Montpellier (havalı bir kent) . Sete'e de uğradık gerçi,
ama geceydi, çok yorgundum, ilk izlenimimin berbat olmasını
belki o koşullar açıklıyordur.
Festival programım sıkışık: Yarın sabah "solo okuma"m var, öğle
sonrası bir "debat"ya katılıyorum; bir gün boş, sonra "AKL" üstüne
seansım olacak. 27'si sabahı ayrılacağız Lodeve'den.
Tiil'ün kabusu biraz hafifledi. Yarın ultrason çektirtmeyi dene­
yeceğiz.

23 Temmuz 2001, Lodeve -

09.15
Dün öğlen çıktık Lodeve'den, geceyarısı dönüp yattık; yorgun­
dum, hemen sızmışım, bu sabah ge:p.e yorgun kalktım, anlaşılan
dolu geçmiş uykum.
Birazdan kalkıp iskemlemden, giyineceğim: Saat ıı.oo'de oku­
ma seansım var, oysa o saatta konuşmaya, iki çift söz söylemeye bile

262
alışkın değilim ben. 'Olay' Katedralde gerçekleşecekmiş, Bernard
Mazo sunacak şairi. Kaçıncı kez: Kimim ben, hikayesi.
Hesaplamadım tam ama, yaklaşık 500-600 kilometre yol katet­
tik dün. Üstüne üstlük sorunlu bir rally yolu gibiydi: Daralma ve
tıkanmalar, dağlar ve küçük köy yolları, arasıra 180 km'ye vurabil­
diğim kısa otoban parçaları.
Öğlen Rodez'deydik, yemeği orada yedik. Aklımda tabii Arta­
ud. Hava müthiş sıcak olduğu için herhalde, sokaklar ıssızdı. Biraz
"Vieux Rodez"de yürüdük, Katedrale girdik (nasıl serindi o hava­
da), sonra yola devam ettik. Nefis bir köyde konakladık (Salle?) ,
cavlanın altına sokuldum orada - düpedüz tansık: Dere, tepelerden
inip bir yandan aşağı fışkırıyor. Olağanüstü evler, çatılar, kulecik­
ler. Bir Zanaat Müzesi.
Oradan Conques'a geçtik. Gördüğüm en etkileyici kasabalardan
biri: Mont St. Michel ile St. Faul-de-Vence arası bir yer. Enikonu
kalabalıktı sokaklar. Bu sıcakta yüzlerce ziyaretçi gelmiş. Bir bölü­
ğünün kahvede televizyon seyretmeleri ilginçti doğrusu.
Soulages'ın vitrayları çarptı beni. Kilise de çok güzeldi doğrusu
- taşın, taşların utkusu. Bir keşiş Bach çalıyordu orgda. Epey fo­
toğraf çektim. Conques'ı daha yazacağım. Asıl büyük vurgunu ki­
lisenin anakapısını yarımay kateden "meraklı melek" figürleriyle
karşılaşınca yedim. Artık bu kadar olur: Nereye gitsem gelip izlek­
lerim buluyor beni.
Dönüşte, hiç durmaksızın Montpellier'ye kadar direksiyon sal­
ladım. Gece, yemeği tarihi bölgedeki meydanlardan birinde yedik.
Berbattı herşey! Montpellier güzel, şık bir kent; ama yayınık, keş­
fetmesi herhalde vakit ister.
Yeniden gelmek ister miyim Languedoc-Roussillon'a: Hayır!
Conques hariç.

263
"Pasaport Damgaları" - böyle vaftiz ettiğim Yolculuk Günlük­
lerimi, acaba Şehir Portrelerini ayırıp, kutu-kitap mı yapmalıyım?

24 Temmuz 2001, Lodeve -


10.30
Dün; sabah bir, öğle sonrası bir başka 'etkinlik' bizi Lodeve'e ki­
litledi - bugün Nice tarafına doğru yola çıkacağız, belki gece oralar­
da kalırız.
Sabah, St. Fulcran Katedralinde "solo Enis Batur" seansım
vardı; Bernard Mazo sundu beni, AKL'yi okudum, Fransızcası­
nı Marsilya'dan gelen bir oyuncu hakkını vererek okudu; soruları
yanıtladım. Akşamüstü, üç Lübnanlı şairle "Diagonales Mediter­
raneennes" faslı için masaya oturduk - Cour Fleury'de. İyi fikir,
kötü uygulama. "Gece Kurda Aittir"den parçalarla, Fransızcasıyla
geçiştirdim, biriki soruyu yanıtlayıp kaçtım.
Ama günün olayı, Tül'ün hekimlerinden birine telefonla ulaş­
mış olmamızdı: Telaşlanacak birşey olmadığını öğrenince tonlar­
ca yük kalktı üzerimizden, çiçek gibi açıldı yavrum. Öğle ve akşam
yemeklerini La Paix'de yedik. Büroya telefon edip Banu'yla, Kük­
ner'le konuştum, rastlantı bu ya, Selçuk da oradaymış.
Geceyi, Pazar Meydanında geçirdik. Ay, tırnaklarını atmaya
başlamıştı - buğulu bir hilfil. Yıldız kaydı bir ara, uzun yangınını
ardında birkaç saniye sürükleyerek.
Nefis bir "Şiir Pazarı" açıldı - bütün güzel küçük yayıncılar bu­
rada. Fata Morgana'da heyecanla karşılandım, Bruno uğrayacak­
mış perşembe gibi.
Geceyarısı, uzun ve dar Grand Rue'de yürüdük, çarpıcı köşeler­
de oyalandık: Kapılar, bir eski kitapçı, biı; galeri...
En sonunda otomobille turladık ve ot�le dönüp televizyonda il­
ginç bir "özel yaşam" temalı program izleyip uyuduk.
Yediklerim içtiklerimden mi, gene karabasanlar içinden geç­
tim.

264
24 Temmuz 2001, Nice -

19.00
Öğle vakti yola çıktık Lodeve'den; yaklaşık dört saatta Montpel­
lier, Nimes, Aix, Cannes üzerinden şehire geldik ve Hotel Negres­
co'ya yerleştik - oda 218.
Akdeniz'e, Promenade des Anglais üzerinden açılan bir anıt-o­
tel bu: Oda penceremizden masmavi iki uca doğru uzanıyor deniz.
Bu gece ve yarın kalacağız burada; Vallauris'e, Vence'a, en önem­
lisi Roquebrune-Cap'taki Le Corbusier Cabanon'una gitmek niye­
timiz.
İyi fikirmiş - Lodeve epey kasvet çöktürdüydü üzerimize. Dö­
nüşte bir gecemiz kalacak orada, 27'si akşamı, herşey yolunda gi­
derse Paris'teki odamda olacağım.

25 Temmuz 2001, Nice -

11.15
Negresco'da ilk sabah. Dün öğrendim: Oteli Romanyalı bir
hancı açmış 1913'te; Belle Epoque'un ünlü mimarı, Hollanda
asıllı Edouard Niermans çizmiş yapıyı. Dünya Savaşında hasta­
neye dönüştürülmüş otel, savaşın bitiminde müflis durumday­
mış Henri Negresco: 1920'de, 52 yaşında Paris'te ölmüş. Otel ve
Adam - iki Divan kahramanı.
Gece kıyıda yedik: Sancerre eşliğinde balık çorbası ve deniz
mahsullü ravioli. Akdeniz'e paralel yürüdük, oturduk, koklaştık.
Sonra da otelin balkonlu penceresinin karşısında koyu ufka baktık
uzun uzun.
Sabaha karşı, gene karabasanla uyandım. Dönendim durdum,
uyuyamadım. Önceki yıl Marsilya'daki gibi zehirlenmiş olabilece­
ğimden korktum bir an. Kalkıp bir sigara içtim.
Üstüste iki gecedir, kabaran zihnim uyandırıyor aslında beni.
Dün, arsa üzerine dev orkestra kompleksi fikriyle dikilmiştim, bu
gece "Kara Kutu" imgesi dikmiş olmalı gövdemi-kafamı.

265
iki hafta önceydi, İstanbul'da işlemeye koyuldu o imge: Şairin
kara kutusunun aranması - bir otobiyografik süreç. Bu sefer daha
geniş bir zemine oturdu: Kişinin (kendimin) kara kutusuna doğru,
bir dublör-shrink eşliğinde kör seyahat.
Belki: Acı Bilgi - Aynanın Öteki Yanı.
İşin tuhafı: Şu satırları, Negresco'daki aynalı otel masasında ya­
zıyor olmam.
Bir aynalı masa: Olsa olsa bu iş için yaptırılabilir, kullanılabilir.
Soru: Hangi ayna kara kutunun içini gösterir( di)?

25 Temmuz 2001, his -


19.00
Bugünü tam bir tatil atmosferinde geçirdik: Geç uyandık sa­
bah, odada ağır ağır kahvaltı yaptık, ardından Neptune plajına
indik, iki yıl aradan sonra denize bıraktım kendimi ve bu sefer
yüzdüm! Akdeniz tuzlu, sıcak. Epey kaldık kumsalda, ı5.oo sula­
rında birşeyler yedik. Ardından, günlerdir aklımdan çıkmayan işi
yaptım: Uçtum!
Evet, bir tür uçuştu bu: Deniz motoruna bağlı bir paraşüte yer­
leştirdiler beni, deniz yüzeyinden 20-30 metre yüksekliğe kadar
tırmandım boşlukta, birkaç dakika, birkaç kilometre boyunca hız­
la uçtum, havanın içinden süzüldüm. Olağanüstü bir duygu, içor­
ganlarım kasıldı ilk başta, sonra saldım kendimi, uçmaya tam an­
lamıyla bıraktım.
Abbas bin Fi mas, ı.300 yıl önce, bu kadarını bile yaşayamamıştı
herhalde; ben, teknoloji sayesinde ona yaklaştım, dokundum bile.
Bugün Vallauris'i ziyaret edeceğiz.

26 Temmuz 2001, Nice -

11.30
Birazdan ayrılıyoruz Akdeniz'den. Aklımız ruhumuz hazır de­
ğil oysa ayrılışa. İki gün daha kalmalı, kalabilmeliydik. Roquebru-

266
ne-Cap-Martin'e, Le Corbusier'ye gidemediğim için böylece kendi­
mi suçlamazdım da.
Le Cabanon, sandığımdan da uzaktaymış. Dün akşam önce Val­
lauris'e gittik ve düşkırıklığı yaşadık. Ardından Monaco'ya gittik ve
dağ yollarının Tül'ü ne kadar gerdiğini bir kez daha gördüm. Bir ara
Roquebrune'e sapacaktım, bundan vazgeçtim: Sanırım oraya yüz­
lerce helezonla varabilecektik, bir de dönüşü hesaplayınca unut­
tum o işi.
Biraz rıhtımda gezip Promenade des Anglais'ye döndük, yemek
yedik. Gene Karabasanlar uyandırdı beni-alkol!
Şimdi, son gün için, Lodeve'e.

27 Temmuz 2001, Lodeve -

09.30
Dönüş günü geldi çattı. Dün, son seansım vardı, Place de la Re­
publique'de, Şiir Pazarı'nın bir köşesinde: Bir saat boyunca, Ge­
rard Mauce beni AKL'den hareketle konuşturdu.
Herkes Fransızcamın çok iyi olduğunu söylüyor, oysa bir yaban­
cı dil ne kadar iyi bilinebilirse o kadar konuşabiliyorum Fransızca­
yı: Yetersiz. Hele konu şiirse, şiirinizse, ne acz!
Gece, Le Sommelier'de nefis bir yemek yedik Tül'le, baş- başa.
Zaten, hemen hemen karışmadım bu sefer, şair topluluğuna; Rot­
terdam'daki, Lizbon'daki gibi.
Lodeve festivali daha çok ikincil minör şairleri topluyor besbelli:
En iyileri Lorand Gaspar olan bir ordu. Böyle ortamlarda, şair ko­
numlarını rahatlıkla saptama olanağı doğuyor. Ana kategoride bok­
tan şairleri görüyoruz: Manzumeciler. İkinci büyük kategori: Minör
şairler - temiz, durgun işlerin sahipleri. Kendi arasında ikiye ayrılan
meczılbine geliyor sonra sıra: öyle olanlar (gerçek arızalılar) ve öyle
olmayı oynayanlar. Bir de, tabii iyi şairler var: Pek görünmeyen, düz­
gün giyinmiş, bir köşede duran bir avuç has şiir adamı. Döküm, yerel
boyutta da, evrensel boyutta da pek değişmiyor aslında.

267
Lodeve festivali bana göre değilmiş kısacası. Küpe olsun: Bir
daha, katılımcı listesini ve programı incelemeden, hoşluk olsun
diye kabul etmemeliyim bu tür çağrıları.
Akşamüstü biraz fotoğraf çektim Lodeve'de.
Gece bir yürüyüş daha yaptık, son.
Bugün saatlarca direksiyon sallayacağım. Nihayet Faris!

28 Temmuz 2001, Paris -

08.00
Hotel element, 104 - bir yıllık bir aradan sonra, 5 m•'lik hüc­
remde, 50 x 60 cm'lik masamdayım. Üç hafta boyunca, burada,
her sabah, elimde kalem, ayini sürdüreceğim. Lodeve kafamı
İstanbul'dan temizledi belki, ama onu farklı bir yönde yordu
da. Özellikle de otomobil kullanmaktan yorgunum: Bir hafta­
da 2.500 km yol teptim. Buna, aşırı sıcak ve nem altında, klima
kullanmaksızın, şoförlük yaptığımı eklemek gerekir. Hele dün:
Lodeve'den ıı.2o'de çıktık, öylesine kalabalıktı ki yollar, 16.3o'da
hala Lyon'dan çıkamamıştık. Paris'e gene de 2ı.oo'de girebildim,
zaman zaman 200 km/saat topuklayarak. Hızla yerleştim odaya.
Çıkıp Les Deux Magots'da birşeyler yedik, Sancerre eşliğinde.
Yorgunluğun üstüne fazla geldi içki, oo.3o'da düpedüz düştüm ve
gene iyi uyuyamadım : Bir haftadır iyi uyuyamıyorum.
Sonuç: Hazır değilim masabaşı için. Her zaman hazır olurdum.
Bugün, belki ısınma turuyla geçer, geçebilir. üç haftada, yaklaşık
100-150 sayfa arası yazmayı umuyorum.
Oysa şimdi, açılamayacakmışım gibi geliyor.

17- 15
Hemen toparladım! Sabah, bir süre, motor ısıtmak için Lodeve
metninden ilerledim. Tül daha uyanmamıştı, defterimi yanıma

268
alarak çıktım ve kısa bir yürüyüşün ardından Les Deux Magots'ya
oturdum, baştan uca "Başka Yollar II"yi okudum ve III. bölümün
geçen yıl yazdığım ilk sayfalarını. Açıldım ve odaya döndüm, ka­
lem yola koyuldu bile - hem de, peşpeşe iki mensur parça ile: "Si­
yah Süt" ve "Kurander". Yoğunluk beni memnun etti, "Başka Yol­
lar III" için iyi-kötü hazır gibiyim, elim başka yollara sıçramazsa
tabii.
Strauss'tan liedler dinliyorum. Öğlen Bonaparte'da atıştırdık ve
biraz altyapı alışverişi yaptık.
Tül'ün sancıları var.

29 Temmuz 2001 -
09.00
Dün akşam, Le Mondrian'da başladım gelip geçenlerin yüzleri­
ne bakmaya, gece boyu kendimi alamadım, bakmayı sürdürdüm.
Tanrım ne hatlar, ifadeler! Ne tuhaf gövdeler, yürüyüş üslupları,
tikler! Bir de, duyduğum diller, aksanlar ekleniyor o tabloya - tam
Babil, Faris ; yazın ortasında.
Pek çok yabancı, gezmen tabii. Yılda kaç milyon konuk geliyor­
dur buraya bilmiyorum, herbirinin kafasında ortak ve kişisel bek­
lentiler, coşkular kaynıyordur. Ne kadarı ilk kez geliyordur Paris'e,
ne kadarı tiryakileşmiştir, belli ölçülerde? Kaçı Paris'in hastasıdır?
Tanıma eşikleri, tanışma boyutları hakkında fikir sahibi olmak is­
terdim.
Tül'le, ı9.3o'da buluştuk, Pont Louis-Philippe üzerinden bah­
çeli lokantamızda yemeğe gittik. Yemek sonunda, yan masadaki
anne-kız ile uzun bir sohbete daldık. Elizabeth ve Jacqueline! Tatlı
insanlardı, yarım saatta herşeyi açtılar, anlattılar sanki. Herşey de­
diğimiz nedir ki oysa.
Sonra, Maubert ve Cluny, Rue Racine ve Odeon üzerinden
döndük. Hafif bir esinti yer yer sıcağı çözüyordu. Les Deux
Magots'nun taraçasına çöktük; Tül dondurma, ben buzlu bir

269
kokteyl ısmarladım. Yan masada önce dört kişilik çok tuhaf bir
grup vardı, ardından onlardan da tuhaf biri geldi, tek başına
oturdu. Bir süre sonra, bir tür cep ajandasını çıkarıp açtı. Aynı
Robert Walser! Tıkabasa doldurulmuş sayfalara hfila birşeyler
ekleme çabasındaydı kalemiyle. Arkamızda oturan iki kadına eş­
lik eden geveze herif dayanamadı, sordu: Ne yazıyorsunuz öyle,
oraya? Adam, tüketimlerini not ettiğini söyleyerek başladı söze,
vidaları gevşemiş söylemini dur duraksız götürdü: Buzdolabının
her gün harcadığı elektriği de not ediyor, önceki yılki harcama­
nın bedeliyle karşılaştırıyormuş.
Şehrin sayısız kaymışından biri. Yıllardır dinmeyen bir heye­
can ile gözlemliyorum onları; öteki, 'düzgün' insanlardan çok daha
çekici, manalı bir söz yumağı oluşuyor içlerinde.
Tül şaşırıyor: Nasıl oluyor da, Les Deux Magots'ya gelip oturu­
yor, kahvesini içip gidiyor, her nasılsa hayatını sürdürüyor?
Küçümsenmeyecek bir nüfus. Tül, Paris'in özellikleri arasında,
bu tür som yalnızların, kaçık ve yarı kaçıkların rahat yaşamaları­
nı sağlamasını sayıyor. Doğru. Öteki-Doğru da yabana atılmamalı
bence: Onları bu hale bu kentin çarklarının yarattığı, hiç değilse
desteklediği arızalar mantığı getirmiyor mu?
Geceyi, önce La Hune'e bir göz atarak (İdil Biret de oradaydı - sa­
bah, kahvede de rastlamıştım kocasıyla ona) , sonra bir otele dönüş
yürüyüşüyle tamamlıyoruz: Rue Dragon, Rue Bernard-Palissy üze­
rinden: Bu sefer de Tül'le, Sebati'nin otelinin olası yerini arayarak.
Cumartesi gecesi, tatile kaçan onca Parisliye karşın, çok kalaba­
lık şehir. Geceyarısını geçe, masalarını sokaklara atmış lokantalar
hfila tıklım tıklım dolu. Ne çok seviyorlar yemeyi içmeyi. istan­
bul'da da böyle durum. Büyük, azman �enderin huyu suyu benze-
şiyor. 1,

Yo Yo Ma dinliyorum bu sabah: "Bar�que il".


Viyolonsel uçuruyor beni.

270
30 Temmuz 2001 -
09.15
Geceyarısı uyandım, sigara içip, su içip yattım: Birazı, içkiden
ve sindiremeden yattığım yemekten, birazı sıcaktan ve nemden:
Dün gece hiç esinti de yoktu.
İstanbul'daki yaşantıma göre nasıl da farklı Paris'te herşey. Bir
saat erken kalkıyorum burada, masaya oturuyorum. Beş saat kalı­
yorum ilk seansta, çıkıp birşeyler yiyor, yürüyorum - dün örneğin,
Bonaparte'da bir omlet yedim, Tül'le buluşup Pont des Arts'a git­
tik. Öğle sonrası bir saate yakın siesta, sonra iki saatlik bir seans
daha. Geceyi, Les Deınc Magots'da şarap ile açtık, ardından yeni
açılan bir lokantayı denedik: Carrefour de l'Odeon'daki, eskiden
Alsace yemekleriyle ve choucroute'uyla ünlü lokantanın yerini
alan "Les Editeurs"! Kaldırımdaki masalardan birinde, gene şarap
eşliğinde gayet iyi yedik doğrusu. Sonraki yürüyüş yetmedi bes­
belli: Sevres-Babylone'a kadar gittik (gece tenhaydı sokaklar, ama
"ça vous interesse la Poesie?", elinde çantası, hazırdı). Bir kez daha
Les Deınc Magots'ya konduk ve serinletici birşeyler içtik, Rue de
l'Abbaye üzerinden otele geldik, yetmemiş işte o yürüyüş - ikimiz
de doğru dürüst uyuyamadığımıza göre. İstanbul'da geç yatıyorum,
yemek ile uyku arasına beş saat giriyor; Paris'te yemekten geç kal­
kıyor, yatağa erken giriyorum - hata bu.
Dün, yedi saatta çok iyi verim aldım, bilmem tempo böyle sü­
rebilir mi? ı7 sayfa ilerlemişim defterlerimde, üstelik biri mensur
beş şiir sökmüşüm içeriden. Olağan düzenimde, neredeyse iki haf­
tada alıyorum aynı yolu, durum çok iyiyse, diyelim bir haftada. Ay­
rıca, kopuş olmuyor günden güne geçerken, olsa olsa yavaşladığım
günler oluyor. üç haftada, bu tempoyla 200 net sayfaya ulaşırım,
evde beş ayda alabiliyorum o yolu.
Neden, sabahlarımı kendime ayırabilmeme karşın, bu ritmin
hiç değilse yarısına ulaşamıyorum acaba? Bu soruyu durma­
dan tartıyorum, 95'te St. Nazaire'e gidişimden bu yana, orada,

271
Bordeaux'da, 96-97 Paris'inde, New-York'ta, son üç yılda gene
Paris'te, biri altı aylık, altısı-yedisi üç hafta bir aylık sürelerde
bir düzine kitap bitirdim.
istanbul'da kuruyorum sanki, açılamıyorum. özlü metinlerden
çok dolgu metinlerle oyalanıyorum. Bilinçaltımda her önemli tasa­
rımı gerçekleştirme işini kesintisiz tatil dönemine ayırma eğilimi
mi ağır basıyor?
Her seferinde bu muhasebelere dalıyor, bir sonuç almadan dönü­
yorum eve. Oradaki düzenimde onarıma gidemiyorum. Sorun fizik­
sel olamaz, şu 5 m"lik hücrede nasıl iyi çalışabiliyorum, öyleyse?
İki yıldır arttı galiba, o yoğunlaşamama sorunu. Genel bir du­
rum sözkonusu olsaydı, burada her seferinde, bir oturuşta patlaya­
mazdım. Son üç yılda "Acı Bilginnin, "Elma"nın, " Başka Yollar"ın
dışında epey şiir de çıktı Paris'te.
Demek ki arıza İstanbul'daki kumanda filetinde. Tamam, günlük
kesintiler çok net ve sert; dış işlere fazla vakit ayırıyorum (gaze­
te-dergi yazıları) masamda - ama ondan ötesi geçerli, bu yoğunla­
şamamada. Belki sistemdir, gözden geçirilmesi gereken.
Şimdi umudum yeni evde: Orada çift çalışma odası düzenini
doğru biçimde kurarsam, belki ayar düzelmesi gerçekleşir. Gerçi o
ev de zaman çekecek ilk aylarda, bu yılı besbelli haklayacak kadar,
olsun, sonuçta düze taşısın da beni.
Daha iyi olduğum için mi "mutlu" ediyor Paris beni - tersi mi?
Ne farkeder?

31 Temmuz 2001 -
08.30
Gece: Aynı program: En çok sıcağ�n, biraz da şarabın etkisiyle
sonra uyandım, pencereyi ardına kad,ar açtım, bir sigara içtikten
sonra öylece bırakıp yattım, nasıl olsa hava serinleyecekse farkeder
'kapatırım dedim kendi kendime, ne sı � ki sabaha kadar serinle-
medi oda. \

272
Gene de, bu hücrede beni toplayan, küçüklüğünde beni toparla­
yan bir özellik var: İyi çalışabiliyorum olmamı bir de buna bağlıyo­
rum. Yazımın yıldan yıla yayılması, baştan beri, işliğimin de geniş­
lemesine, içinde önce yayılmama, sonra da kaybolacak hale gelme­
me yol açtı. Yeni evde daha da genişleyeceğim, iki koca mekanda
- belki arka taraçanın kapattırdığım, uzaktan denizi görebileceğim
bölümünü buradaki hücre mantığına göre düzenlerim.
istanbul'da da çok sıcak, nemliymiş hava. Dün durmadı telefo­
num: Selçuk, Ayfer, Güven, Paris'ten Levent - Cem de, T'ül'ün ce­
binden aramış, onunla bugün konuşabileceğim. Yayınevi havadisi:
İskender kopmuş YKY'den, buna karşılık Turgut-Tomris Uyar ko­
nusu olumluya bağlanmış. İyice düşman olmuştur iskender bana,
son kitaplarını beğenmeyip geri çevirdiğim için. Biliyorum nice­
dir: Geçinme şartları ile görüşleri paralel oynar, iktidara uzaktan
haset ve gıpta karışımı bakanlar işin düşmanlık cephesinin nasıl
geliştiğini bilmezler, böyledir. Zaman bana bütün bunlara aldırma­
mayı öğretti.
Dün de iyi çalıştım. "Başka Yollar"ın üçüncü bölümü nihayet,
ıo. sayfasından sonra açılmaya başladı. Kitap bittiğinde sıkı bir
perdah çalışmasına girişeceğimin farkındayım: Kendi sözlükçe­
min tutsağı olmamalı, tiklerimde temizlik yapmalıyım. Benim
açımdan önemli bir aşama "Başka Yollar" - hem anlatı ekseninde
bir evreyi temsil ediyor, hem yaşamöyküsel "corpus"ün ciddi bir
kolu. O kitabı hakkıyla parlatırsam, ikinci kitap için kararımı daha
kolay verebilirim: "Kulübe"yi o çizgiye mi ayıracağım? "Acı Bilgi"­
nin sürgitinde bir roman denemesine mi yöneleceğim? Yoksa, özel
(ve iri), yekpare bir Başkalaşım cildine mi yürüyeceğim? "Kulübe"­
yi bu koldan koparma yönüne saparsam, ikinci cilt için seçeneğim
var elde: ı970-72 Ankara'sından ı973-74 Paris'ine giden süreyi kap­
sayan bir odaklaşma sözkonusu olacak orada.
Öğlen çıkıp Balzar'a gittim dün. Açlığımı bastırdım. Bir süre
Compagnie'de kitapların arasında dolaştım, sonra Gibert'in

273
plakçısına daldım ve on kadar CD aldım: Ste.-Colombe fils, Mo­
zart, Gurdjieff-Hartmann'lar, Matthias Pintscher, Telemann, Ma­
rais, Battista ve Bruckner.
Sonra yürüyüş yaptım, gölgeleri seçerek, otele dönüp siesta çek­
tim 45 dakika, kalktım ve biraz daha çalıştım.
Akşam, Tül'le Arlequin'e gittik: Nanni Manfredi'den "Oğulun
Odası". Zarif, temiz, düzeyli bir melodram. Bir kere Woody Al­
len'in boğucu shrink mavallarına yeğlerim. Tema, gene de fazla
iç parçalayıcı geldi bana - Sanat, soyutlama dozu artsın ister. İs­
temez mi?
Gece, Les Dewc Magots'da salata ve Sancerre'le geçti. Dışarıda
oturmak ferahlatmıyor insanı, sıcak gelip yapışıyor. Benim bildi­
ğim Paris bir yolunu bulur, serinler, serinletir - gecikmeden!
Geceyarısına doğru La Hune'e girip üç kitap aldım: Starobins­
ki'nin sonunda, "Trois Fureurs"ünü edindim, bazı kitaplardan ka­
çamazsınız.
Yarın gece, Claudio ile Levent'e yemeğe çağrılıyız.
Yeni şiirler var.

1 Ağustos 2001 -
10.00
Geç yattık, erken kalkamadım, saati kurmuş olmama karşın.
Susturdum onu ve dönüp uyudum. Her gece içimde mi yoruyor, dün
geceki filmin bitiş saati mı etkiledi, Altah bilir.
Gene karabasanlar tabii. Neyin işareti olabilir bütün bunlar?
Kendi yatağımdan uzaklaşmış olmamın mı? Daha çok, sindirim
bozukluğum var, onun. Kan işiyordum gece, hatta plazmavari koyu
parçalar - hayırdır.
Sabah iyi çalıştım dün. "Başka Yoll�r" ilerliyor, şiirler ve men­
sur parçalar devam ediyor. "Su için Koro Çalışması"na başladım.
Ötekiler geri duruyor, geride duruyorlar, belki de öylece direnecek­
ler: Gerisin geri. "Opera" için hazır gibiydi oysa içim. Gerçekçi ola-

274
mıyorum: Atağa geçebilmem üç haftaya değil, en az üç aya gerek­
sinme duyuyor.
Çamaşır günü yaptık, öğlen birşeyler atıştırıp. 180 kare fotoğ­
rafı aldım, gene birkaç kare kalırsa kalır. Dün gece, 2ı.oo suları,
makinem yakınımda olmadığı için hayıflandım: Yaz gecesi ışığı
müthiş Paris'te. Biraz bulutlanıyor galiba hava, bu fırsatı yeniden
yakalayamazsam üzülürüm.
Akşam Levent'le buluştuk Bonaparte'da, lafladık, iyi geldi. Sa­
bah Selçuk ve Cem aramışlardı. Bugünlerde Ali Teoman ve Arma­
ğan, sonra da Timour'la buluşacağız. Daha can yakıcısı: g Ağus­
tos'taki buluşmamız Leslie'yle. Bakalım gerçekleşecek mi?
Gece, Patrick Chereau'nun filmini izlemeye Champo'ya gittik:
"intimacy". Manfredi'nin melosunun tersine bir tür kara film. Hiç
de fena sayılmazdı. Hanif Kureishi'den yola çıkmış, tek satırını
okumadığım bir yazar.
Bu sabah daha fazla yazmak istemiyorum - buraya.

2 Ağustos 2001 -
09.00
Yeni eve bir CD-kitaplığı yaptırtıyorum, marangoz Salim'e.
Bugüne dek, gene ona yaptırttığını çekmece kutularda duruyordu
CD'lerim; belli bir kullanım pratikliği vardı bunun; ama sonunda
yer bulamaz oldum kutulara, sağda solda sürünür oldu bazıları. Ki­
taplığın bir yararı da, elimdekileri topluca görmek olacak; aslında
bir envantere de gereksinme duyuyorum ya, dehşet üşeniyorum
bunu yapmaya. Belki Banu'dan yardım alabilirim o konuda.
Elimde ne var, şundan önemli: Kimi bestecilerden eksiklerimi
öyle giderebilirim ancak. Yabana atılamayacak sayıda bestecinin
hemen herşeyi var bende: kantatları hariç bütün Bach; Vivaldi, Te­
lemann, Albinoni; Ravel, Satie, Debussy; Schonberg, Berg, Webern,
Stravinski; Mahler, Britten; Gesualdo, Monteverdi, Marin Marais,
Ste-Colombe; Bryars, Steve Reich, Boulez - neredeyse eksiksizler.

275
Buna karşılık: Mozart, Beethoven, Brahms, Schubert, Schu­
mann, Wagner, Liszt, Şostakoviç, çağdaşların önemli bir bölümün­
den eksiklerim var. Olabilir, olacaktır da: Benim eksiksiz bir musiki
kütüphanesi kurmak gibi bir amacım hiç olmadı.
Gene de, birşey varsa elde, onun görünür bir düzeninin olması
da yararlı. Kitaplarım daha iyi durumda, yeni evde daha da iyi bir
düzen içinde olacaklarını umuyorum.
Ya oradaki eksiklerim? Birazı pahalılıktan, birazı çokluktan
ciddi eksiğim bir tek Sanat alanında galiba: Afrika, Amerika, Ok­
yanusya sanatları, Heykel ve Fotoğraf, Yeni Sanat, Müze kitap ve
CD-romları - yaklaşık ıoo kitapla büyük ölçüde boşluğu kapatırım
aslında, ama bu 5 bin dolar demektir. Akıllıca ve sistemli hareket
edersem iki-üç yılda tamamlanır o eksikler.
Yüzdeyüz kitaplığa ne kaldı?!
Dün gece, Claudia-Levent ikilisinin evine yemeğe çağrılıydık,
doğrusu çok iyi ağırladılar bizi: Yemekler nefisti, Levent delisi ben
seviyorum diye servet harcayıp Nuits-St-Georges almış, şarapların
şarabı. Sonuçta ölçüyü kaçırdık, gene zor geçti gece, özellikle Tül
sefil durumda bu sabahyhlfyatıyor bir kalkıyor.
Sıkı çift olmuş bizimkiler belli ki, önümüzdeki ay evleniyor­
lar. Bölünmüş bir hayatları olacak: Paris, İtalya, Türkiye. Avan­
taj da, dezavantaj da doğurabilecek bir parçalanmışlık, onlara
kalmış.
Fena çalıştım denilemez, dün de. "Başka Yollar"ı, burada bu sefer
bitirebilmeyi istiyorum. Üzerinde çalışmam gerekecek epey, biraz
dinlendirdikten sonra. Yayımlama konusunda herhangi bir acelem
yok zaten, elim dolu: Kum Saatı, Elma, Pasaport Damgaları, Paris
Kitabı ve başka şeyler var sırada.
Sıcak dalgası uzaklaşacak galiba. Dpn geceyarısı Les Dewc Ma­
gots'nun taraçasındaydık, bayağı serinlemişti hava. Serinlerse,
uzun yürüyüşlerime başlayabilirim de - özledim.
Hafta sonuna otomobille Meudon, olursa Auvers-sur-Oise pro-

276
jem var, Auvers'de meğer bir absent müzesi açılmış! Kimbilir, çok­
tandır oradaydı belki de.
Burak'la, Hikmet'le, Sarp'la konuştum dün. Evde işler yürüyor
anlaşılan, taraça duvarlarını kırım işleri tamamlanmış. Ne çok ya­
pılacak şey var daha.
GS bir üst tura çıkmış. Ama ite kaka gidiyorlar, göründüğü ka­
darıyla.

3 Ağustos 2001 -
09.00
Yağmur geldi dün ve sıcağı kesti, hafifletti. Gene bir şortla otu­
ruyorum masada, ama sıcaktan çekmiyorum hiç değilse. Öğlen
çıkıp yürüdük biraz Tül' le, kesik kesik yağan, arada hızlanan yağ­
mur altında pek keyifliydik. Onu tütüncüm Au Caid'e götürdüm,
bayıldı. Cafe le Sorbon'da kahvelerimizi içtik. Tenhaydı kahve ;
okullar kapalı, Ağustos tatili kenti boşalttı, bize bıraktı; kahvede­
ki genç-yaşlı, kadın-erkek herkes, ama herkes birşey okuyordu.
Kitap, gazete, kitap. Dikkat edince, bu zaten sahip olduğunuz bilgi
bir kez daha şaşırtıyor insanı. Bizimkiler boş oturur bu durumda,
ya bir yere bakar, ya düşünür. Düşünür ya, acep ne düşünür, nere­
ye varır? Okusa arada bir daha iyi düşünmez mi? Evden, yanında
okunacak birşeyle çıkmayı refleks haline nasıl getirir? Kıraat kav­
ramını biz geliştirmişiz oysa, hanelerde biz kıraat eylemez olmu­
şuz. Kahvelerde çalıştığım dönemlerde, çantamdan kitap-defter
çıkardığımda şaşırır, hepten egzantrik birini görmüş gibi bakar­
lardı bana. Şimdi pek az gider oldum kahveye pastaneye - kimse
birşey okumuyor gene, girişe bazılarında koyulan dergilere bile el
uzatmıyorlar. Bir de şu var tabii: Bizde her yerde müzik ya da rad­
yo çalışıyor, burada tıs yok.
Sonra ayrıldık Tül'le. Bir dizi Divan şiiri için kartpostal eşindim
önce. Rue Racine'e geçtim ve Le Moniteur'e uğradım, iyi kitaplar av­
ladım. Otele dönüp bir siesta çektim, bir buçuk saat daha çalıştım,

277
Tül'le çıkıp Saint-Andredes Arts'daki sinemaya, en yeni Godard'ı
görmeye gittik, daha vaktimiz vardı, biraz sokakları arşınladık.
"Eloge de l'Amour"u sevdim. Yarıyarıya siyah-beyaz, yarıyarıya
boyalı renkli bir "divagation". Tül çok geveze buldu filmi, ama Go­
dard her vakit geveze olmuştur, bu sinemasının belirgin karakteri­
dir bir bakıma.
Sinema yaparken, yaparak, sinema üstünde düşünmeyi sürdü­
rüyor. İmge, kurgu, öykü üstünde de. Ele eldiven gibi uyan plastik
dili gene pürüzsüz bence: Açılan, hareketleriyle kamera bir organı
oldu her filmde.
Bir kez daha etik, politik bir film "Eloge de l'Amour" - bir dünya
okuması.
Çıkışta acıkmıştım, Lipp'i seçtim, yürüdük. Bordeaux eşliğinde
iyi yedim. Tül hafifyemeyi seçti. Yemek sonrası bulvarın öbür yönü­
ne, Bac'a doğru yürüdük, Akinolu meydanına daldık çıktık, Rue de
l'Universite-Rue Jacob-Rue St-Benoit üzerinden Bonaparte'a ulaşıp
geceyi orada noktaladık.
Yatmadan biraz Viollet-le-Duc karıştırdım. "Başka Yollar"a ko­
nuk gelecek ya, iki satır için olsa bile, ilişkimi ısıttım.

4 Ağustos 2001 -
08.50
Üç haftanın biri tamamlandı, geride kaldı bile. İyi çalıştım, iyi
yürüyemedim, güzel yedik içtik, iyi filmler gördük.
Sabaha karşı, yarı uykuda yarı düşte, Calvino ile Bilge'yi karşı­
laştırırken buldum kendimi; uyandım, ışığı yakmadan bir sigara
tüttürdüm ("cigara" sözcüğü bize hangi kanaldan geldiydi acaba?),
o karşılaşmayı sürdürdüm.
Calvino'nun otobiyografik metinler�ni içeren, ölümünden son­
ra eşinin yayımladığı, yanılmıyorsam geçen yıl günışığına çıkan
kitabını okuyalı birkaç ay oldu. Oradaki söyleşilerden birinde çok
açık biçimde anlatıyordu serüvenini: italya'da hemen öne çıkışı,

278
4o'ına varmadan yabancı dillere çevrilişini, çok geçmeden birkaç
ana dil üzerinden dünya çapında tanınışım. Türkçeye de çabuk gel­
miştir. Bilge öyle mi? Kendi ülkesinde bile ıo bin sınırını geçemedi
yazdıkları, biriki kitabı biriki dile çevrildi ve kayboldu.
Sorun şurada: Bu sonuç olağan mı? Değil bence. Bilge'yi ola ki
biraz kayırıyorumdur, biraz ama, fazla değil: Calvino'dan çok mu
farklı olmalıydı koşulları? Hayır. Edebiyatın gelişiminin hfila bu
denli Avrupa merkezli olması, kalması; hfila beş anadile kilitleni­
yor olması, son yıllarda katedilen mesafeye karşın: Üzücü.
Bir de tazeliğe, güncelliğe yatırım çok ağır basıyor, olması ge­
rekenden hayli fazla. İhsan Oktay, Ahmet Altan, "Benim Adım
Kırmızı" ve "Acı Bilgi" çarçabuk çevriliyor örneğin. Yeni, taze kan
istiyor piyasa vampiri. Ayrıca, bir yazarın yaşıyor olması, konumu
ve insan ilişkileri bir biçimde daha etkili olmasını sağlıyor galiba.
Sabah sabah, uçları açık bir zihin alıştırması. Yol/cu hali bu alış­
tırmaların hızını kesiyor genellikle. Bir de: Ben, sanırım. Edebiyat
üzerinde çok düşünüyorum - bilmem daha azı elimde midir?
Dün, tempo düştü masada, dışarıda epey oyalandım - ısı dü­
şünce sokağa atar oluyorum kendimi. Öğle sonrası Luxembourg
dolaylarında yürüdüm; akşamüstü ve akşam mahallede kaldım;
gece, gene Lipp'deydik Tül'le, sonra Pont des Arts'a, Place Daup­
hine'e gittik, oturduk. Dolunay bulutları yırtıp geldi. Geceyi Les
Deux Magots'da noktaladık.
Yatmadan, Faris metinlerini hızla katettim. Bir bütünlük yok
kaygısı çöktü üzerime, oysa izlenimci metinler bunlar. Bilinenleri
tekrarlamak, öznel prizmada kalmak iddiası önümü az biraz tıka­
mıyor mu? Paris'le ilgili yüzlerce kitap çıkıyor her yıl, onların ara­
sında yitip gidecek birşey çıkarmanın ne anlamı olabilir - bu kaygı
da cabası.
Bütünlükse, bütünlük kitap kuruluş aşamasına gelince denetle­
nebilir. Bölümlemeler, sıralamalar aşamasında. Bir de fotoğraf ko­
nusu var: Bu kez, her yıl milyonlarca fotoğrafının çekildiği bir kent.

279
Onların arasından kendini koyan bir açı bulmak sıkı fotoğrafçılar
için bile çok kolay iş değil, nerede benim gibi bir amatörün yeri?
Ama iş başka: Bakışaçısı sorunu, herşeyden önce. Tabii bunu az
sayıda görüntüyle sağlamak daha akıllıca.
Dün zor ışıklarda çalıştım, bakarsın bir kare yakalarım.
Biriki seans daha planlıyorum.
Bugün gene Levent'le buluşacağız, yarın Meudon gezisi var he­
sapta.
Selçuk aradı, Semih Gümüş'ün çuvaldız-yazısı çıkmış Adam'da,
çok öfkelenmiş bizimki, çok yaralanmış. tık kitapta can yanar, son­
ra alışılır.

5 Ağustos 2001 -
09.00
Akşam, bir içki içmek için tek başıma Le Rempart'a oturdum;
Luxembourg bahçesindeki müthiş bir caz-band konserinin patır­
tısı geliyordu. Oturur oturmaz, elimdeki defteri kalemliği yanım­
da iskemleye yerleştirirken farkettim: Hemen yanımdaki masada,
Slav ya da İskandinav tipli biri, defterini açmış denklemlerle bo­
ğuşuyordu. Yanındaki masada biri daha: Sanırım, öğrenci ödevleri
okuyan bir hoca, akademisyen-Fransız. Üçüncü defter benimkisi
oldu: "Başka Yollar III"ü okumaya, ufak onarımlar yapmaya koyul­
dum. Bir dördüncü bizi dışarıdan seyredecek olsaydı ...
Günü birkaç kez ikiye böldüm dün, böylece daha genişledi her­
şey sanki. Sabah erken kalktım ve 14.oo'e kadar odadan çıkma­
dım, ama o sürenin ortasına geldi bir siesta çöreklendi. Thierry
Paquot'nun "L'Art de la Sieste"ini okuyorum arada: Şirin, hem
okunaklı hem havai bir deneme, onda� öğle saatlarının "daimon"-
larına değgiiı epey ipucu çıktı, bir de <;; aillois'ya gözatmak istiyo­
rum, "Les Demons du Midi"yi Fata Morgana yayımlamış.
Sonra Levent'le buluşmak ve birşeyler atıştırmak için Cafe Bo­
naparte'e gittim, bir ara Tül de katıldı bize. Kaçınılmaz, gene yayın-

280
cılık konuştuk Levent'le, edebiyata yöneldiğimde gerisin geri çeki­
yor beni öbür konuya doğru, bir dönem ben de öyle miydim acaba?
Sanmıyorum : Yayıncılığımı merkezime pek sokmak istemedim,
en azından Gergedan'dan sonra. Belki YKY'nin ilk yıllarında biraz
ağır basmıştır o heves, gelgelelim yazının önüne hiç geçmemiştir.
Benim yayıncılığım en çok Eliot'unkine benziyor galiba: Mesafeli.
Levent'ten ayrılınca, iki saatlik bir yürüyüşe girdim. Cluny bah­
çesine, Maubert'den Rue des Ecoles'a, Mouffetard'dan labirentsi so­
kak arşınlamalarıyla Pantheon'a, oradan Medicis'e. Avlulara daldım
çıktım. Cumartesi kalabalığına karıştım.
Otele uğradım bir ara, annemle konuştum, Bodrum'a gidiyor­
muş neyse ki. Besbelli çok sıcak İstanbul. Burada bitti gibi sıcaklar,
geceleri iyice serinledi üstelik - gene de pencere açık yatıyorum.
Tül'le, birer kırmızı eşliğinde Bonaparte'da açtık geceyi. Sonra
Çin lokantasında, bol sarımsaklı bir şölene daldık. 23.00 dolayla­
rı arabaya atladık, onun bayıldığı Faris turlarındaIJ. birini yaptık:
Concorde, Champs-Elysees, Trocadero ve Eiffel, St.-Augustin üze­
rinden Vilkers, Pigalle, St.-Martin, Nation, Bastille, Notre-Dame
.
üzerinden Rue St.-Jacques, Souffiot ve Mabillon.
Geceyarısı noktasını Les Deux Mogots'da koyduk. Yatmadan,
bugünkü Meudon ve -olursa- Auvers-sur-Oise gezilerimiz için ha­
ritada önhazırlık yaptım.
Pazar çanları, kulaklığımdaki Gavin Bryars'ı ("Jesus Blood ne­
ver failed me yet") delip geçiyor şimdi. "Hommages" ile diziyi ta­
mamladım sanırım. Başka yeni CD'ler de geldi: Şostakoviç'in bale
suitlerini nihayet buldum; Brückner'in ı. Senfonisini, Zimmer­
mann'ın konçertolarını, Xenakis'in "La Legende d'Eer"ini aldım.
Dünün canalıcı alıştırma konusu: Ben fotoğraf çekmiyorum,
şimdilik birşeylerin fotoğraflarını çekiyorum. Bir gün fotoğraf çe­
kecek, çekebilecek düzeye, görgüye, bilgiye, en önemlisi: "Bakış"a
gelebilir miyim?
Bilemem.

281
5 Ağustos 2001 -
23.30
Sabahları yazıyordum günlüğe, bu sefer gece geleceğim tuttu.
Birincisi, ilk kez bu saatta odaya döndüm, geldiğimden beri; ikinci­
si, dopdolu bir gün geçirdik, ı3.oo-2ı.oo arası Paris dışında, ile de
France'daydık.
Önce Meudon'agittik - Boulogne, İssy-les-Moulineaux üzerinden.
Bir genel tur yaptık ve mezarlığı görünce durup içeri daldık. Hiçbir
görevli yoktu ortalıkta, dolayısıyla, epey dolaşmama karşın Celine'in
mezarını bulamadım. Ama ne mezarlar gördüm! Kaan'ın fotoğrafla­
rından hareketle, mezarlık fotoları üzerine kurduğum metnin ilk g
parçasını yazmıştım, o metne yandan destek verecek kesitler açıldı
zihnimde. Sanki Kaan'a misilleme, ben de birkaç kare çektim bura­
da. Ermeni, Rus, Yahudi mezarları, taşları, haçları başlıbaşına yollar
açtı imgelemimde, hele o sessiz, kunt Fransız mezarları.
Şehre dönüşte, Celine'in oturduğu evi gösterdim Tül'e, içimden
o huysuz adamı sevgiyle selamladım, ruhuna fısıldadım sanki: Az
kaldı, çıkmak üzere, sonunda, Gecenin Dibine Yolculuk!
Sonra Rodin'in atölyesine, hayatının son dönemini geçirdiği,
bir köşesinde öldüğü evine gittik. Ihlamur ağaçlarının dizildiği
yoldan geçip, büyük bir bahçeye serpilmiş eve, atölyeye ulaştık. Ye­
mek odası ve takımı, yatak odası ve masası duruyor öylece. Onlarca
yapıtın alçı modelleri, topladığı antika heykelcikler de. Bir hayvan
- yaratıcı. Tıpkı durmadan etraflarında döndüğü Hugo ve Balzac
gibi. Ne çalışma, ne kendini veriş, ne akış!
Rodin üzerine nicedir bir başkalaşım metni kurmak istiyorum;
hazır buradayken, yeniden asıl müzeye de gidebilirim bugünlerde.
Ama o alçı model çalışmaları, o olağanüstü alıştırmalar, Cehen­
nem Kapısıyla Balzac arası, sanki bir şiir�, bir dizi-şiiri de ateşleyebilir.
Meudon'dan ağır ağır ayrıldık, ara yollardan Pontoise'a kadar
gittik, arada Versailles'de birer salata ve şarapla açlığımızı bastır­
dık. ile de France'ın yeşilliği öldürecek beni.

282
Auvers-sur-Oise'a 17.00 sularında vardık. Önce Auberge Ra­
voux'ya, Van Gogh'un son odasına, öldüğü odaya gittik ve ikimiz
de burularak, Tül ayrıca öfkelenerek, kendimizi dışarı attık. Müt­
hiş yaralayıcı bir durum, sefalet içinde yaşayıp ölen birinin sırtın­
dan böyle yağ çıkarılması. Geleceğim o konuya, bir biçimde, bir
yerde. Ama Van Gogh'un odası ikimizin de imgelemini tırmala­
dı kesinkes. Tül, son gecenin filmini yapmak isterdim, dedi, bir
kahveye oturduğumuzda. Ben, son günlerini yazmak isterdim.
Olmadı, "Oda"yı o oda ile bitirebilirim - hele herşey bir otursun
da, zaman içinde.
Auvers-sur-Oise çok güzel bir kasaba. Kedilerine bayıldım. Ki­
lisesi, şatosu, iki müzesi, çılgın kitapçısı (La Caverne des Livres)
görülmeye değer. Küçük, Vlaminck'in bir tablosuna konu olduğu
belirtilen istasyonu da.
İçimiz koparak ayrıldık Auvers-sur-Oise'dan - ince bir yağmur
altında, L'Isle Adam'a vardığımızda bir an kesildi yağmur, Oise kı­
yısında durup arabadan inmiştik, sonra sel oldu yağdı birden.
L'Isle Adam şık, zengin bir kasaba, dehşet güzellikte evleri var.
Paris'e dönerken yağmur sürdü gitti hep. Sahi, yolda Le Pocq'e
girdik bir de, St-Germain-en-Laye'in zengin ikizi, Monte Kris­
to'nun şatosuna uğradık.
Otele girdik ve çıktık hemen. Les Deux Magots'da birşeyler atış­
tırdık, ikişer kadeh şarap eşliğinde.
Dönerken yeniden başladı yağmur. Dolu, kanatlı, gebe bir gün
geride kaldı.
Hayat geçip gidiyor işte. Veriyor, alıyor.

6 Ağustos 2001 -
09.00
istanbul'da masamda, anlaşılan tezgahtakilerin varlığı bo­
ğuyor beni son yıllarda. ilk bunalım, g6'da başgösterdiydi - o,
bir çekmeceyi çekince pek çok çekmecenin aynı anda açılması

283
hikayesi. Çok ürktüm. Ya, bir çekmeceyi çektiğimde bütün çek­
meceler açılmaya başlarsa, diye, yakında bir gün. Nasrettin Hoca
olayı yüzünden kendimi geri çekmiştim, bir bakıma gönüllü ola­
rak kızaktaydım, Plaza'da. Arasıra Burhan'la ve Selçuk'la görü­
şüyordum orada, onun dışında yapayalnızdım her gün - bir de
sahi, Hasan Ersel'le buluşup konuşuyorduk. Samih'le haftada bir
biraraya geliyorduk, bir öğle yemeğinde. Telefonlar durmuyordu
gerçi gene, bir telesekreter takarak bertaraf etmiştim onları.
Başlangıçta iyi gelmişti bu çekiliş. Ama zamanla, bunalımın
da çökmesiyle, işim zorlaştı - kafamda. Bir tür 'sabbatical' yapma
fikri öyle doğdu gelişti. Malum altı aylık Paris parantezi o kavşakta
açılmasaydı, bilmem ne olurdu halim.
Paris'de açtım, açıldım. ı.500 sayfayı aşmıştır yazdıklarım, bi­
tirdiğim kitaplar, bütünlükler. Birkaç yıl idare ettim, aylık çıkışla­
rımda, her yıl gene koyu çalışarak, sonucu yıla yaymayı, dağıtmayı
denedim.
Bir aylığına İstanbul'dan ayrıldığımda, yanımda seçip getirdik­
lerim dışında, tezgahtan uzanan, beni sıkıştıran başka birşey bu­
lunmuyor. Gelmeden, yedeklemem gerekenleri hazırlayıp bırakı­
yorum orada - "Okuma Lambası" gibi ben yokken çıkacak şeyleri.
Dolayısıyla kafamda ve yanımda biriki dosyayla geliyorum Paris'e.
Bu sefer örneğin, ağırlıklı olarak Şiir ve "Başka Yollar" üzerinde
yoğunlaşmaya, Seyahatname'ye bazı ekler yapmaya niyetli olarak
geldim. Tutmazsa korkusuyla hesaplar, gene "yedek"lerim vardı:
Opera dosyası, Sanat Hikayeleri/Tarihleri notları, Sebati öyküsü­
nün ön notları.
Genellikle tutuyor hesap. On günde 25 parça şiir çıktı; "Başka
Yollar"ın son bölümünü bir haftada yarıladım; beş-altı kısa ek yaz­
dım Seyahatname için; bu deftere fJi.inlük izlenimlerimi düştüm.
Hesapta olmayan üç parça mensur getirdi ilk hafta; bir de, yedek­
lerden "Mezarlık Fotoları"ndan yol aldım, ilk g günde 108 sayfa.
Kalacağım sürenin yarısı dolduğunda, yeni filizler başgöster-

284
meye başlıyor burada da. Yanımda gerisin geri birşey yapamadan
götüreceğim, büyük tezgaha eklenecek, bir bölüğü de öylece kala­
cak, kalakalacak fikirler, tasarılar.
Sonuçta, hem döküyorum Paris'te, hem de yeniden toplamaya
koyuluyorum - bir eşiği atlayınca. Bereket döktüklerimin sağladığı
gevşeme, toplananların yolaçtığı baskıyı aşıyor.
İstanbul için, özellikle de yeni ev üzerinden, yeni çözümler ara­
yacağım bu kış.
Bir de, kitap sayısında bir azaltmaya gitmek istiyorum, belli bir
vadede. Dağılacağıma toplanmak - birkaç iri projede.
Öte yandan, Opera gibi iri projeler bile o sonucu doğurmadı, bi­
liyorum.
Hayat bu: Çarpışma.

7 Ağustos 2001 -
09.20
Dün sabah İstanbul'dan gelen, ardından da yayıneviyle yapmak
durumunda kaldığım telefon görüşmeleri deldi tezgahı, zihnimi.
Ondan sonra da düşünüyorum, istanbul'da neden buradaki kadar
verimli olamıyorum diye. Rahat bırakılıyor mu insan, bir biçimde
sızıyor dışarıdan içeriye, sızmaması gerekenler.
Sonuçta daraldım, yazdıklarımdan uzaklaştım, kendimi dışarı
attım. Tül'le hafif birşeyler yedik, gevşemek için şarap içtim, ar­
dından da kalkıp yıkanmaya, arınmaya Gibert Jeune'ün dev labi­
rentine gittim.
Doğa bölümünde Dağ ve Eşek kitaplarına, Edebiyat bölümünde
bazı yazarların (Jourdan, Broch, Quignard, Gracq) aradığım kitap­
larına, Klasiklerde Ovidius ve Vergilius hakkında yeni bir yayın
olup olmadığına, Psikanalizde biriki temaya (Furor ve Acedia) ,
Mistikte Dağ ermişlerine göz attım, on-oniki kadar kitapla sigara­
sızlıktan ölmüş, kapağı çıkıp Le Sorbon'a attım: "Un double cafe,
svp".

285
Siestamı da bozdu bu gelişmeler, uzandım uyuyamadım.
Geceyi Bonaparte'da içerek başlattık (bir saat kadar Haldun
Dostoğlu'yla sohbet ederek), Lipp'de içerek tamamladık, Tül'e fazla
geldi içtikleri, ben sünger gibi emdim galiba alkolü.
Çıkışta gene Font des Arts'a gittik, hava enikonu serinledi ar­
tık. Rue Guenegaud, Rue de Bud üstünden Les Deux Magots'ya
geldik, son kahveleri içtik. Otele dönerken bulutları yardı gotik
dolunay.
Massignon'un agnostiklikten müminliğe geçiş güncelerini oku­
dum ve yattım.
iki saat sonra, her geceki gibi karabasanımla uyandım.
Bir ailet gece vakti bir yerlerden, birlikte tatillerini geçirdikle­
ri dostlarının yanına, motellerine dönerken, ıssız yolda karanlıkta
yürüyen, sırt çantalı uyku tulumlu üç genç kız görüyorlar. İtiş ka­
kış, onları da alıp motele geliyorlar. Şirin, terbiyeli kızlar. Motele
varmalarından bir süre sonra, uzun ve tatlı bir sohbetin ardından
silahlarını çıkarıp oradaki herkesi avlamaya, öldürmeye başlıyor­
lar. Uyandığımda, tabii sıra bana gelmek üzereydi!
içki ve gaz büyük baskı oluşturuyor midede. Çıplak ve pencere
aralık yatıyorum. Elbette Füssli'nin fodul iblisi çöreklenecek üstü­
me!
Bu sabah: Bruckner'in ı . Senfonisi. "Helgoland"de var bu CD'de.
Dün, Tibaldi'nin trio sonatlarıyla tanıştım ve pek sevdim onları.
Gülay'la konuşup "Mürekkep balığı" başlıklı kısa denememi
fakslattım; onu sürdüren daha iyi, daha iyi olacağa benzer bir par­
çaya başladım dün.
Ne bunlar? Deneme mi, anlatı mı? Şimdilik "mensur" diyerek
çıkıyorum işin içinden. Onları sürd�rmek, açmak istiyorum. Her
neyseler. Yazmaktan zevk alıyorum yJJ.,
!
ne olduklarından bana ne,
kime ne?
Deli bir yağmur başladı kuşluk vakti, hfila sürüyor.

286
8 Ağustos 2001 -
09.30
Nasıl da tıkabasa geçti gün, dün! Sabah erken kalktım ve masa­
başında iyi çalıştım. Öğlen çıktım ve Le Sorbon'da hafif birşeyler ye­
dim. Müzelerin salı kapandığını gene unutmuşum, Cluny'ye gireme­
dim ve kendime öfkelendim. Compagnie kitabevinde avlandım bir
saatı aşkın, az öz parçayla ayrıldım. Ağır tempoyla, yağmur altında
yılan hareketleriyle sokaklara girdim çıktım, sağanak çöktükçe kah­
velerde konakladım, Maubert'de ya da Cardinal-Lemoine'da, ufak
ufak ıı parçalık bir dizi kıvılcım-şiir çıktı küçümen defterimde.
Tempoyu yükseltmeden Isle-St.-Louis'ye daldım, vitrinlere kon­
dum, ara.sokaklardan geçtim, truffe'ler aldım Flore'dan Tül için, Ma­
itre Albert'in, Colbert'in, Bı1cherie'nin içinde avare gezdim.
Sonra otele geldim. Ertesi gün (bugün) 15. çarpışma yıldönümü­
müz, Tül hediyeler almış bana, sevgilim!
Gece, Çin lokantasında yedik ve içkiyi kaçırdık biraz. O sinema­
dan vazgeçti bu nedenle, ben Depardon'u görmeye gittim.
Film sonrası gelip topladım onu otelden, sızıp kendine gelmişti.
Tenhaydı heryer, Les Dewc Magots'ya gidip kahve eşliğinde bir el­
malı turta yedik.
Bugün kutlama günü. Arkamızda kalan onbeş yıl nasıl da koyu­
laştırdı ilişkimizi. Zorlu teklerin zorlu çifti olduk. Daha doğrusu:
Zor teklerin.
5o'li yaşlarımıza, 35'den başlayıp geldik. Çetin anlardan geçtik.
İnsan, en çok yatırımının sonucu. Bedel ödüyorsa, yatırım zayıflı­
ğından. Ama rastlantının, şansın hiç mi payı yok - işte 8 Ağustos 1986!

9 Ağustos 2001 -
07.00
Dün günü geceyi birlikte geçirdik Tül'le.
Sabah çalıştım tabii; öğlen Bonaparte'da yedik ve Sevres-Baby­
lone'a gittik, bu kez benim armağanımı almaya. Çıkışta bir kahvede

287
oturdum, Tül'ü beklerken: "Ça vous interesse la Poesie" geçti önüm­
den, temiz giyinmiş, elinde çantası, yüzünde çok yorgun bir ifade. Tül
gelince, kimbilir kaçıncı defa onu konuştuk: Bu nasıl hayattır. Açık­
lanması, anlatılması çok güç. Yıllardır böyle, bir "iş" yapılabilirmiş
gibi, bu "iş"i yapıyor o adam. Bir benzerini ne duydum, ne gördüm.
Cherche-Midi üzerinden Tirnekova'ya gittik sonra, eve ufak te­
fek aldık: Alessi'den bir sinek avlama fileti örneğin, Starck yapmış.
Böyle nesneler, gündelik yaşamımıza serin bölgeler açar - açıyor.
Dün de Tül, buradan iki küçük, kumaştan yapılmış olağanüstü gü­
zellikte eşek getirmişti bana. Dilerim, gergedan koleksiyonumdan
sonra, bir de eşek koleksiyonuna girişmem!
Akşamüstü, çeyrek saat siesta çektim. Kalkıp yıkandım. Sarp'la
konuştum. Bonaparte'da birer şarapla (Graves!) açtık geceyi. Son­
ra, La Mediterranee'ye gittik. Gaspacho ve Bouillebaise, Pouilly
Fume eşliğinde, tabii nasıl şiştim.
Servandoni'den geçtik dönüşte. Yeni açılan, daha doğrusu yeni­
den açılan Luxembourg otelini gezdirdi bize sevimli Kolombiyalı
gece bekçisi.
Servandoni, sanırım Paris'te en sevdiğim on sokak arasındadır.
Bonaparte'da kahveyle bitirdik.
Bugün Balzar'da olacağım ı4.oo'te, bakalım orada olacak mı
Leslie!

10 Ağustos 2001 -
08.40
Leslie'den, 23.3o'da St.-Germain metrosunun önünde ayrıldık ­
tam g saat birlikte olmuşuz dün: Ne hasret!
Arayı, altı yıllık sessizliği doldurmak, aşmak kolay mı, değil.
Bereket, büyük dostlukların en sağla,m göstergesi bu: İnsan, bı­
raktığı noktadan, o an başlıyor. o so'yi aştı geçen yıl, ben so'ye
dayandım bu yıl, gençliğimizden beri (1963'ten önce, ı975'ten
sonra) çok şeyi paylaşmış olmanın rahatlığıyla, son " kayıp za-

288
marn" ("quel gachis" ! , dedi bir ara, dalıp) doldurmaya koyulduk
Balzar'da, üç saat kaldık orada, ardından Palais-Royal'e gidip bir
kahveye çöreklendik açık havada. Yürüyerek konuşarak döndük
St.-Germain'e, Bonaparte'da Tülin'i bulduk ve oturduk, Lipp'e
birlikte yemeğe gittik ve açıldıkça açıldık. Daha buluşacağız ta­
bii.
En eski dostlar: Leslie, Oğuz, Aydın, Yavuz, Ahmet, Ert, Affan ...
biriyle koptuk on yıldır, ikisiyle görüşemez olduk (biz ayrılmadık,
hayatlarımız uzaklaştı), ötekilerle devam ediyoruz - tek bir dost
katıldı hayatıma son on yılda: Samih. Bir de genç dostlarım var,
yerleri ayrı. Topu topu iki kadın dostum oldu, aşk sonrası dost kal­
mayı yalnızca onlarla başardık: Fafa ve Nilgün, yeterince görüşe­
miyoruz, benden kaynaklanan bir seyreklik.
Hepsinin varlığı, yaşanan hayatın üç anlamlı bilançosundan biri.
Kişi, dostsuz kalmışsa, en büyük gerekçesi kendindedir.
Leslie'yi ondan gözden çıkaramazdım. Tabii kimse dolduramaz­
dı yerini, biribirimizi yaraladık belki, ama açılan yaradan daha bü­
yük olan şey: Biribirimize ihtiyacımız.

18.20
İyi çalıştım sabah, çıkıp klasik Cluny Müzesi ve Gibert Jeune se­
anslarımı yaptım, epey kitapla otele döndüm.
Yolda, içme suyu almak için uğradığım Magrepli bakkalda dev
kirazlar görünce dayanamadım aldım, gelip birkaçını yıkadım ve
yedim: Neredeyse erik büyüklüğündeki bu kirazlar Kanada'dan ge­
liyormuş - bakkal da şaşkındı. Tatları nefis, daha önemlisi bir bon­
file yemişe dönüyor insan üç dört tanesini yedi mi.
Çoğunluk nüfusu çiftçilikle uğraşan bir ülkede yaşıyor, doğru
dürüst hiçbirşey üretemiyoruz.
Buraya geldiğimde, en çok haset duyduğum konulardan biri ha­
line geliyor bu. Öyle ya, insan kitabı CD'yi, internet aracılığıyla bile
sipariş edebiliyor, kiraza nasıl erişecek?

289
Sorun kiraz sorunu değil. Dünyanın iki büyük mutfağından biri
bizimkiydi, öldürdük. ikincisi onlarınkiydi, koruyorlar. Çin de
öyle.
Fransa'da kendimden geçiyorum: Bir fırının önünde durduğum
an. O ekmeklerin yanına ayrıca birşey gerekmez.
Geldiğimden beri, pazardan dut, çilek, dağ çileği, böğürtlen alı­
yorum durmadan.
Bisküvi, çukulata, peynir, şarap - onlara hiç gelmiyorum.
En acısı bunların pahalı olmaması. Fransa'da pahalı şey çok, lo­
kantaya gidilmiyorsa: Yiyecek ucuz.
Kıtlıktan çıkmış gibiyim. Utanıyorum kendimden önce, ayıp­
lıyorum halimi. Sonra öfkeleniyorum: Türkiye'yi bu duruma geti­
renlere.

ıı Ağustos 2001 -
09.15
istanbul'dan ayrılalı 23 gün oldu. iki haftadır Paris'teyiz, bir
üçüncü hafta kaldı.
ilk iki haftada, 45 sayfası şiir olmak üzere toplam ı70 sayfayı
aşmışım; istanbul'da yaklaşık dört ayda bu verime ulaşıyorum. Üs­
telik "boş" sayfa yok, burada yazdıklarımda. Pek çok tohum attım,
ayrıca.
Durmadan müzik dinledim, hiç televizyonu görmedim. Çok de­
ğilse bile çeşitli yedim, benim ölçülerime göre çok içtim. Dün geç,
çok da yedim ama! El Chuncho'da. Kabusla kalktım 03.4o'da, bir
sigara içip yattım. Gece votka, şarap, konyak, üç kahve, bol su iç­
miştim.
Kalan haftada hız keseceğe benze.rim: Böyle bir tempo (günde ı2
sayfalık ortalama) normal değil.
ıg8g'da yaptığım büyük ayarı düşünüyorum: Günlük masabaşı
süremi de, verimimi de o kavşakta katlamıştım. Bir ayarlama dene­
mesine daha hazırlanıyor gibiyim.

290
Aslında yoğunlaşmamla ilgili sorunları çözüp çözemeyece­
ğime bağlı birşey bu. Zamanın miktarı değil de kullanım biçimi
sakat sanırım. Çoğu yaşama üslubuyla ilgili ayrıntılar. Toplumsal
meraklarım (siyasetten futbola, genel kültürden gündelik haya­
ta) dağıtıyor beni. Türkiye doğal bağlamını tabii, kayıtsız kalmak
bir yana, mesafeli durmayı da başaramıyor, batıyorum. 23 gündür
gazete okumuyor, haber dinlemiyorum. Tek iletişim bağlantım,
zorunlu olarak (iş ve annem) günde 5 saat açık bıraktığım telefon
- günde iki üç kez aranıyorum, üç günde bir (annemi, Sarp'ı, işi)
arıyorum.
Ondan, zihnim bir tür limonlukta burada, herşeyden soyutlana­
rak çalışıyor, yazıma da yansıyan bir durum.
Geç yattık gece, og.oo'a doğru ancak kalkabildim.

12 Ağustos 2001 -
09.10
Dinlenmek de, ne'den dinlenmek? Bir aylık iznimin ilk g günü­
nü, bir anlamda 'boş vites'te geçirdim: Güney'de gezerek. Festival­
de, topu topu 3 saatım etkinliklerde geçti - "iş"ten sayılırsa.
Sonra Paris ve koyu sabah mesaileri. Günlük masabaşı ortala­
mam 4,5 saat yanılmıyorsam. İstanbul'da bu süre, sabahları 3 saatı
geçemiyor; ayrıca, bu dönemlerdeki kadar yoğun, koyu bir çalışma
biçimim olmuyor. Bilmem, her gün böyle çalışabilir mi insan?
Çevremdekiler bu tatil anlayışını yadırgıyorlar, "bunun neresi
tatil?" sorusu çıkagelmekte gecikmiyor. İzinlerini onlar nasıl kulla­
nıyorlar, peki? Çoğu zihnini de tatile çıkarıyor galiba: Tırısta biriki
kitap okuyorlarsa ne fila (onu da yapmayanlar az değil), "çalışma"dan
kesinkes uzak durmayı yeğliyorlar.
Hiçbir durumda böyle tatil yapamam gibi geliyor bana. Yılın ı ı
ayı bir işte çalışmıyor olsam bile. Bilemedin, o durumda, tatilde
daha az düzenli çalışır, daha uçarı hareket ederdim. Şimdiki du­
rumda, sabah mesailerimde bir keşiş düzeni olduğu söylenebilir.

291
Benim dinlenme anlayışım, dün de yazdığım gibi, esasen bağ­
lamımdan ve kimi alışkanlıklarımdan kopmakla bağlantılı en
çok. Kafam o anlamda ciddi tatil yapıyor. Gövdem, istanbul'daki­
ne oranla çok daha hareketli, ama orada yorulduğu zaten söylene­
mez ki!
Dün işte, çalışıp çıktım: ı3.oo suları. Saint-Sulpice'deki Le Pro­
cope kitabevine gittim, ziyadesiyle kutlu oldum o ziyaretten! Son­
ra, Luxembourg ile Rue Madame arası bölünerek, usul usul Mont­
parnasse'a geçtim ve Le Procope'da hafif bir yemek yedim: Sıcak
keçipeynirli salata ve bir kadeh Sancerre. Kahvemi içerken, "L'Ad­
versaire"in ilk bölümünü okudum - amma hikaye!
Bir ara, müşterilerden biri yanıma geldi: "Affedersiniz, rahatsız
ediyorum, siz Tahar Ben Jelloun musunuz?". Kahkahayı bastım:
"Hayır, ama tasalanmayın, ilk kez başıma gelmiyor bu''. Oysa, bana
sorulursa, ciddi benzerlik yok adamla aramızda. Orada kesip gide­
bilirdi, ayakta bir çeyrek saat konuştu benimle, tatlı sohbetti doğ­
rusu.
Çıkışta Raspail'a yöneldim, Belles Lettres kitabevi seansımı
yaptım, dört sıkı kitapla çıktım oradan da. Ardından Rue de Ren­
nes ve otelde Tül'le buluştuk. Bir saat siestamı yaptım, geceye güç
topladım. Bonaparte'da bir içki faslı sonrası Monoprix'ye gittik.
Tütün kokusu mumu, iki kutu "sables", ayakkabı parlatıcı sünger,
su alıp otele bıraktık. Gene hafif bir yemek - Odeon'daki yeni açı­
lan "Les Editeurs"de: Deniz mahsullü tagliatelle yedim, Bordea­
ux eşliğinde. Hava olağanüstüydü dün: Hem gündüz, hem gece,
dışarıda oturduk hep. Yemek sonrası Rue Monsieur le Prince'den
Pantheon'a, oradan Montagne-Ste. -Genevieve'e geçtik, açık havada
bir masada kahvelerimizi içip tatlı �onuştuk. Ardından mahalle­
mize daldık: Bievre, Maitre Albert, �ubert, Galende, St.-Severin,
Parcheminerie, Serpente ... Onu farkettim: Bulvara, kalabalık içine
çıktığımda dehşet hızlı yürümeye başlıyorum, buna karşılık sokak­
larda ağırdan alıyorum.

292
Bonaparte'da son mola. Ali Teoman aradı dün, pazartesi buluşa­
cağız. Bugün müze, sergi turum var.
Gece yatmadan Celan okudum.
İşte benim tatilden muradım.

13 Ağustos 2001 -
00.35
Nefis bir pazar geçirdik Tul'le. Sabah, tabii, masamın hakkını
verdim. Öğlen çıktık otelden, önce Palais-Royal'e gittik ve heykel ser­
gisini dikkatle gezdik - fotoğraflarını da çektim. Chez Ruc'de yedik
sonra: Gaspacho, Hint usulü tandır tavuk, beyaz şarap, profiterol.
Carrousel'deki dükkanları gezdik, özellikle Nature'de, yeni evin ta­
raçaları için hoş ayrıntılar peyledim: Rüzgar gülü gibi. Oradan Tuile­
ries'ye çıktık ve bir uçtan ötekine yürüdük: Jeu de Paume'deki Chilli­
da sergisiydi hedef. İyi parçalar vardı, özellikle görmek istediklerim
de, ama beni doyurmadı bütünlük, daha fazla yapıt görmeyi umuyor­
dum. Çıkışta Concorde'dan Quai Anatole France'a geçtik, Bouwen'in
evlerine baktık, Quai d'Orsay yakınlarında, yanında Belkıs, Stefan
Yerasimos'la karşılaştık ve ayaküstü bir Osmanlı yemek kitabının
yayınını bağladık. Apollinaire'in öldüğü evin önünden Bonaparte'a
geldik, birer kahve içtik. Tul sinemaya gitti, ben otele dönüp uyu­
dum ve dinlendim. Uyanınca Sarp'ı aradım, tatsız maç sonuçlarını
aldım. Çıkıp biraz daha yürüdüm, Bonaparte'da bir Bloody Mary iç­
tim. Tul'le buluşunca, Rue de Dragon'a gittik ve Giono'nun otelinin
kapandığını farkettik - umarım hepten değildir.
Gece, bir şişe Pouilly Fume eşliğinde ben bir salata, Tul peynir,
Les Deux Magots'da yedik.
Geceyarısı çıt çıkmıyordu Rue Jacob'da.
Bu akşam, bu gece, durmadan ışığı izledim gökyüzünde.

14 Ağustos 2001 -
09.00

293
Ali ve Dilek Teoman ile buluştum dün, üç saatı aşkın söyleştik
Bonaparte'da.
Seviyorum Ali'yi, benden genç yazarlar arasında kendime yakın
bulduğum, iyi işler çıkaracağını umduğum birkaç kişiden biri. Mi­
mari formasyonu, yabancı dil bilgisi önemli avantajları - yararlana­
bilirse. Paris hakkında konuştuk biraz, sekiz yıl önce uzunca (iki yıl)
kalmış, yaşamış burada. Yargıları var, düşüncelerinden çok. Okuma­
yı bilmediği izlenimine kapıldım, şehri. Önce sevmek, bağlanmak
mı gerekir acaba?
Sonra ayrıldım onlardan, 70 kare fotoğrafı daha topladım
St.-Sulpice'deki dükkanımdan, sevindim: Van Gogh odasında çek­
tiğim üç poz iyi çıkmış. Muji'den biraz kırtasiye aldım, otele dön­
düm.
Akşam Tül'le Bonaparte'da izledik: Şu maviyi başka hiçbir şe­
hirde bulamadım. Yaklaşık bir saat süren bir geceye geçiş, akşamı
bütünleyiş.
Procope'da yedik. Istakoz, Sancerre, profiteroles. Brezilyalı gar­
son tatlı, hüzün vericiydi - babasını tanımamış.
Rue Dauphine'den Rue de Nevers'e oradan Pont des Arts'a geç­
tik, tahta sırada Le Vert Galant'a karşı, ışık şöleni içinde oturduk
epey ve alkolün Amerikan edebiyatı üzerindeki etkisi, bizdeki eşik­
leri üzerinde lafladık.
Rue de Seine üzerinden, geceyi bitirmek için Les Deux
Magots'ya geldik. Nasıl tenha Paris, Ağustos ortasında. Şehri bize
bırakıp gidiyorlar ya, ondan seviyorum yazı burada.
Bu gece için Vagenende'da yer ayırttım - Violin ve Leslie'yle bir­
likte olacağız. Yeniden Leslie'ye kavuşma kararım içimi aydınlattı.
Samih uzaklaşıyor mu benden, bu arada? Nice'den aradıydım
onu, neredeyse kısa kesti. Bir dah31,da aramadı, İstanbul'a dön­
dükten sonra bile. Garipsiyorum bu davranışını, öküzün altında
buzağı yoksa (ki niye olsun?), eskisi kadar yakınlık, özlem duy­
madığına hüküm vereceğim. Öyleyse, işin kötüsü, yapılabilecek

294
birşey yoktur - isteğe bağlıdır dostluk, zorla olacak değil ki. Oysa
benden de yalnız Samih, neredeyse başka dostu yok. Herşeyden
biraz firar etme eğilimi gördüm hep onda, ola ki şimdi de benden
tatile çıkmak istemiştir. Can yakıcı olur bu, benim açımdan; ba­
şarısızlık haneme yazarım öyle bir sonucu. Tek umudum, bu ara
kendinde bir "fugue" yaşıyor olması: Tekne filan derken.
Gene de, aramaması, beni bu arada çok meşgı11 etti.

15 Ağustos 2001 -
10.10
Çan sesleri geliyor St.-Sulpice'den: Bugün dini bayram. Sanırım
her yer tatil, ben de kendime izin verdim bu sabah, saati 9.3o'a kur­
dum - gece 02.oo'ye geliyordu yattığımızda, yüklüydük ayrıca.
Leslie'yi tabii çok özlemiştim, doyamadım da ona; dün onu an­
ladım: Violin'i de özlemişim. Ne kadar yalın, derin, güzel bir kadın
- soyu tükenmiş bir klasik aslında.
Görünüşte dereden tepeden konuştuk, Vagenende'daki dört saat
süren yemekte; dipte, hayatın pek çok yönüne uzandık. Açılan her
konuda yüksek bir düzey tutturabilen ender insanlardan, ikisi de:
Yaşlılardan, İtalya'dan, yolculuklardan, tiyatrodan, pek çok şeyden
sözettik dün gece: Kiminle, kimlerle bu kadar sıcak, zengin bir söy­
leşi kurma olanağı bulabiliyoruz - "ev"de?
Öğleden sonra bir ara onu düşündüm: Leslie ve Oğuz'la, bizi
ayıran şehirler nedeniyle, gönlümüzce görüşemiyoruz. Her va­
kit böyle oldu, olacak. Arada yazışmalıydık. O iş galiba bana
bağlı biraz: Yazarsam, yazarlar. Oysa en kalabalık, yüklü hayat
benimkisi.
Çamaşıra gittik öğlen, Tül'le. Cafe de la Mairie'de beklerken,
birşeyler yedik. Ardından birlikte Gibert'e, onun CD'lerini almaya
uğradık, ben de eliboş çıkmadım: Richter/Britten ikilisinin çaldı­
ğı Schubert'ler ve Satie'nin nicedir peşinde olduğum "İnspirations
İnsolites" leri.

295
Selçuk aradı. Hürriyet aldım. Türkiye, dışarıdan bakıldığında,
iyice umudunu kesiyor insanın.

16 Ağustos 2001 -
08.45
Gün boyu sürdü ağır, nemli, baskıcı sıcak; yürürken düpedüz ıs­
landım, üstümden başımdan fışkırıyordu ter; gece, Les Editeurs'ün
kaldırıma attığı masalardan birinde birşeyler yiyorduk Tül'le, ilk
iri damlaların sesi geldi önce, üstümüzdeki tenteden, sonra bar­
daktan boşandı ve birkaç dakika içinde sel götürdü ortalığı: Şehrin
üstünden büyük bir yük kalktı. Bu sabah, bakıyorum, nihayet serin
hava geliyor penceremden - Yaz, Paris'ten ayrılmış olabilir artık.
Dönüşe 60 saat kaldı, yaklaşık. Ne çabuk geçti gene, günler! Dün
sabah, farkında olmaksızın hız kesmişim masabaşında; bugün ya­
rın da böyle tırısta gider, bu seferin son sayfalarını dökerim.
Öğlen, Tül'le yol ayırdık önce. Rue de Toumon faslından sonra
Saint-Severin'le Solitaire'e gittim, nihayet bahçeyi açmışlar, benim
Kamboçyalı tam bir ruh, oradaydı, bir saata yakın oyalandım içeri­
de ve dışarıda, epey fotoğraf çektim. Cafe Petit Pont'da oturup bir
sandviç yedim. Oradan Marais'ye geçtim, Tül'ü aradım telefonla,
Beaubourg'un önünden, meğer üç metre arkamdaymış! Biraz otur­
duk, şehrin tek esintili köşesinde, o bir derginin sorularını yanıt­
lamak üzere Bonaparte'a gitti, ben Beaubourg'a daldım ve tam üç
buçuk saat kaldım.
Müzenin yeni kazanımlarının sergilendiği 4. katta yok yoktu.
Daha kapıdan, Xavier Veilhan'ın dev kırmızı gergedanıyla karşılanı­
yor insan: Ne hoş bir şok, anlatılamaz. Düne kadar, kafamda, benim
"Kırmızı Eşek" ile bağlantısını kuramamış olmam şaşırtıcı. Etrafın­
dan bir türlü kopamadım.
4. kat son derece doyurucu, besleyici, hatta taşırıcıydı. Pek çok
etkileyici yeni yapıt, iyi seçildiklerinde, günümüz sanatının nasıl da
güçlü olduğunu kanıtlıyor -dönünce, bu durumla ilgili bir deneme

296
yazabilirim Sanat Dünyamız'a; ya da söyleşi-deneme'mi o minval ta­
mamlayabilirim. Galiba kendi metnimin önemini iyi kavrayamadım!
4. kattan, özellikle, çentiklediğim yapıtlar oldu: Bir üçlü, örne­
ğin, üç odaya yanyana koyulmuş üç yapıt: Beuys'un "Plight"ı (85),
Sarkis'in "I love My Lulu"su (84) , Boltanski'nin "Reserve"i (90-99).
Onları, ilerideki başka bir odada, dördüncü istifleme tamamladı:
Giuseppe Penone'nin "Peaux de Feuilles"ü (2000).
Beni, yazacaklarım bağlamında, en fazla ilgilendiren işler ise:
Dubuffet'nin "Kış Bahçesi", Ettore Sottsass'ın "Göçebe-Evler" ta­
sarımı, Andre Bruyere'in gerçekleşmemiş "New York için yumur­
ta-bina"sı oldu.
Bir sigara molasının ardından, "Hitchcock ve Sanat" sergisi­
ne girdim. İşte küratörlük çalışması diye ben buna derim. öyle
gak-gukla olmuyor bu iş: Ne çalışma, ne arayış, ne olağanüstü kur­
gu. Hitchcock'un perde arkasını öyle derinlemesine açmışlar ki,
adamın sinemasını yeniden keşfediyor insan, kesinkes ulaşamadı­
ğı boyutlarına tırmanıyor.
Kısa bir kahve-sigara molası daha alt katta ve girişteki Raymond
Hains retrospektifi: Tatlı, oyuncu!, kendi özellikleri olan bir yapıt.
Dev kibrit çalışmalarını tanıyordum bir tek, tabii yazı bozuşturma­
ları ve şiirle işbirliği de dikkatimi çekti.
Son, kitabevine girdim ve moralim çökerek çıktım oradan, pek
az şey aldım - hangibiri?
Neredeyse mecalsiz kalmıştım; gene de, çaresiz, yürümeye ko­
yuldum: Rivoli, Pont Neuf, Dauphine üzerinden, bitkin ve terden
sırılsıklam, Bonaparte'a geldim, Tül'ün oturduğu masaya düpedüz
kendimi attım.
Gece, yağmur sonrası, yavrumun başına tatsız bir kaza geldi.
Koşarak otele dönerken, ıslak zeminde kaydı az önümde, yetişip
tutamadım: Hem kuyruksokumunu, hem de başını vurdu, Resmen
ödüm patladı. Otelde on-beş dakika kıvrandı ve hemen aklına Faris
gelerek "Çıkalım! " dedi - bu kadın çılgın, şehrin yumurcağı!

297
Gidip Les Deux Magots'ya çöktük. Yağmur herkesi evine kovala-
mıştı. O tenhalıkta iyice doyumsuz oluyor Paris.
İki gün kaldı ama. Çaresiz, dönülüyor.
Bir kere daha, uzun gelmeliyiz. üç ay gelinebilse örneğin!
Harman ola.

17 Ağustos 2001 -
09.50
İşte son 24 saata gelip dayandık. Koşuşturma başlıyor, biriki
gün kaldığında, sona bırakılan işlere yetişmeye çalışılıyor. Bir de,
Tül'ün düşüşü yüzünden, endişeli bir gün geçirdik ve geceyarısı o
konuda neyse ki hafifledik.
Sabah Selçuk'la tatlı bir sohbetimiz oldu, ardından Levent aradı,
dönmüşler, ama görüşecek vakit yok. Öğlen çıktım ve bir "iş" yap­
tım! Rue de Seine'den Pont des Arts'a, St .Germain l'Auxerrois'dan
Louvre'a "ses kaydı" gerçekleştirerek yürüdüm. Carrousel'den ala­
caklarımı aldım: Ev için şirin parçalar: Nature'den rüzgargülü, ter­
mometre, yağmur sonrası kokusu, vb.
Dönüş için bir heyecan kaynağı yeni ev. Ama bir de kabus, bekli­
yor bizi: Tül'ün artık ertelenemeyeceğini kendisinin de kabul ettiği
ameliyatı.
Gün boyu, ara ara buluştuk onunla, ara sıra yolları ayırdık.
Cafe de la Mairie'de, Mondrian'da kahve içtik, yürüdük.
Bavul yapma faslı başlayacak bugün. Her zamanki gibi, aşırı ki­
loyla varacağız havaalanına. Eve ulaşana kadar olan bölümden dü­
pedüz nefret ediyorum: Roissy, uçak, Yeşilköy.

18 Ağustos 2001 -
08.50 !
işte bitti, bitiyor: ı6.oo'da taksiye binip ayrılacağız Paris'ten. Bir
ay daha geçti hayatımızdan; iyi, dopdolu geçen bir ay, Paris bir kere
daha böyle ağırladı bizi. Bir daha ne zaman, Aralıkta Ocakta mı?

298
"Acı Bilgi", daha doğrusu "Amer Savoir" çıktığında - Ferda tamam­
lamış çeviriyi, yanılmıyorsam.
Dün, bütün gün ve gece epey hüzünlü, Tül'le buluşup ayrılarak,
serseri mayın gezdik şehirde, son rötuşları tamamladık. Hava deh­
şet güzeldi. Patenlilerin coşkulu cuma dansını, bir caz piyanistini,
meydandan her an geçen delibozuk ama şirin tipleri izledik. Belki
de ilk defa, 50 yaşında olduğumu, gençliğin büsbütün arkamda kal­
dığını hissettim bir ara. Yokuşun tepesindeyiz artık, bundan sonra­
sı ağır ya da hızlı iniş, dilerim ağır ve anlamlı olur ikimiz için de. Bir
'yaz krizi' geçiriyor sayılmam şimdilik; ama bir dönemeçte olduğu­
mun farkındayım. Hepimiz farkındayız. Farkındalık seçimlerimi­
zi, hareketlerimizi, yaşama biçimimizi bakalım nasıl etkileyecek?
Paris'le ilişkim, ilişkimiz başka bir boyut kazanacak mı?
Yolculuk içre yolculuk - leitmotiv. Yolcu, ya şimdi neresindesin
kendinin?

299
XVI 1

PAR I S , i L KYA Z
2 0 0 2
3 Mart 2002, Paris -

19.00
iki ay geçmedi Paris'ten ayrılalı, burnumda tüttüğünü, tütmüş
olduğunu, bugün öğlen Hotel Clement'a varıp, bavulları 104'e taşı­
yınca anladım: ikinci ev öylesine yaklaşmış ki, Mussolini'nin ka­
rısına metresi için "o ikinci kadın" dediğinde "ikinci, çok yakın"
yanıtını alışındaki gibi bir durum hasıl olmuş içimde. Bu küçük
oda, bu hücre, son birkaç yılda bende biriktirdikleri, benden söküp
aldıkları, kağıda deftere döktükleri ile, anlatılması güç bir coğraf­
ya birimine döndü, dönüştü hayatımda: Uzakta, hem çok yakında,
boşluğa asılı duran, bekleyen bir oda - belki bunu yazmalıyım: Şe­
hirde bir nokta.
Hemen fırladık sokağa. Yumuşak bir soğuk: 5-6° dolaylarında,
güneşli hava. Gidip baktık ve kabullenmesi güç olanla yüzleştik: El
Chuncho sahiden de kapanm fş'"!Thı•1e ortak yaşamımızdan eksilen
canalıcı bir folklor işte.
Ardından, Rue de Buci üzerinden La Hune'e yürüdük: Amer Sa­
voir artık vitrinde değil, ama içeride iyi bir yerde, önlerde duruyor
hfila - iyidir! Bu duygu bir süre heyecanlandıracak beni; sonra, ge­
risinin gelmesini, öteki kitaplarımın ağır ağır yayımlanmasını, raf­
larda yanyana toplanmalarını seyredeceğim belki, bu iş böyle sürer
ve ben sağlıklı kalırsam tabii, bakarsın 75'ime gelirim ve herşey

303
yolunda gider, kitapçı raflarında iyi-kötü, umarım sağlam, kalıcı
bir serüvenim olur - istemez miyim, tabii isterim.
Ne(ler) gerektirir bu durum? Biraz şans işidir, biraz değildir,
yaşarken o sonucu görmek. Hakettiğine inanmak yetmez, hakeden
pek çok şair, yazar ya gözüyle görememiştir bu sonucu, ya da göre­
meyecektir bir türlü - çok şeyin biraraya gelmesi demektir çünkü.
Benimkisi iyi başlangıç oldu: Onbeş ay içinde dört kitabım birden
çıktı, hem de hayli saygın bir format içinde, önümdeki birkaç yıl
içinde üç-dört kitabım daha çıkacağa benziyor burada, umarım
herşey yolunda gider de, şu hücrede geçen ömrüm karşılığını söker
alır.
La Hune'den Cafe Bonaparte'a geçip şarap eşliğinde birşeyler
yedik, St.-Sulpice'de yürüyüp otele döndük - üç saat uyumuşum,
gecenin eksik kalan uykusunu, Xanax'ı ve şarabı attım böylece.
Şimdi çıkıp sokaklara dalarım yeniden.

3 Mart 2002, his -

23.50
Gece, önce yalnız çıkıp yürüdüm Odeon'da, Rue des Ecoles'da,
Compagnie kitabevinin vitrininde Amer Savoir'ı görünce hem
şaşırdım, hem sevindim. Şaşılası şey: Kitabın adını mı, kapağını
mı bu denli çekici buldular acaba, kolay değil çünkü onca kitabın
arasından vitrine çıkmak. Sonra Cluny'den Seine kıyısına, oradan
Cafe Bonaparte'a geldim, bir kahve içtim ve Tül' le buluştuk, bir tur
da birlikte yapıp, dönüşte Les Deux Magots'da, Chablis Premier
Cru eşliğinde birer salata yedik, odaya döndük.
Tezgahı kurdum tabii, hemen. Yarın sabahki çıkış hazırlıkla­
rım tamam gibi. Yeni biriki mensur ile ısınacağım herhalde. Sonra,
"Elma" için bir Suite-Sürgit metnine giterim belki.
Sarp'la konuştum, bizimkiler 2-0 yenilmeyi başarmışlar İz­
mir'de !

304
4 Mart 2002 -
20.oo
Bu sabah erken kalktım, uyuma zorluğu çektiğim gecenin ardın­
dan, 'kurulmuş' gibi oturdum masaya ve yazmaya koyuldum - bu
ne biçim iştir!
Öğlen bıraktım kağıdı kalemi ve Tul'le çıktık otelden, Balzar'da
hafif atıştırdık; sonra küçük bir alışveriş pazardan, paketi otele ko­
yup yolları ayırdık: O, Rue des Abbesses'e gitti, ben uzun bir yürü­
yüşe giriştim, ama ameliyat nedeniyle dikkat ettim hareketlerime:
St.-Sulpice meydanında, güneşe karşı bir tahta sıraya oturup dinlen­
dim, Montparnasse'a gittim ve Le Select'de kahvemi içtim, kitapçı­
larda çok oyalanmadım, her seferinde Amer Savoir'ı gördüm ve pek
sevindim, hele PUF'te, vitrindeydi: Tul'le savaş çığlıkları attık!
Rue de Rennes'i boydan boya, tırısta arşınladım gene de, yorul­
dum. Hava öyle güzeldi ki, otele ayak sürüyerek döndüm ve iki saat
uyudum.
Şimdi, büyük olasılıkla Lipp'te yemek içmek üzere çıkacağız -
gövdem zayıf düştü, beslenmeliyim.
Levent aradı bu sabah, yarın Ecoles'deki dersine çağırdı - sabah
ıı.oo'de, akşam nasıl olsa buluşacağız ama.

6 Mart 2002 -
09.10
Akşam, Art et Litterature kitabevindeki 'etkinlik' oldukça ma­
nasız, ama bir o kadar şirin geçti. Bizimkiler oradaydı, gönlümü ok­
şadılar: Nedim, Kornet, Selçuk, Ferda; bir düzine kadar Fransız, üç
gazeteci - yaşlıca bir kadın, RFI'da, bir saat önce "Amer Savoir" üze­
rine program yapmış! Vitrinde büyük bir fotoğrafımın yanına öteki
kitaplarımı da koymuşlardı. Gece, Montparnasse'da bir lokantada,
ı2 kişilik bir masada yenildi içildi, epey eğlenildi - oysa ben durgun­
dum: Kimbilir neden. Gece Tul'le, Bonaparte'da kapadık, kahveleri­
mizi eski garsonumuz Alain ısmarladı, şimdi Buci'de çalışan.

305
Sabah, iyi çalıştım masada, Wilhelm Tell hikayesinin üçte ikisi­
ni düştüm kağıda - sanırım onu, üçüncü basımdan sonra "Elma"ya
ekleyeceğim bir post-scriptum olarak. Ama, belli mi olur, küçük,
tek seferlik bir ayrı-basım da yapabilirim, ilk aşamada.
Öğlen, Le Sorbon'da yedim. Gibert'den biraz alışveriş yaptım:
'Melek' metnim için iyi bir kitap buldum orada, başka ilginç kitap­
lar da.
Yarın, gereksiz yoğunlukta bir program bekliyor beni: ıo.3o'da
Actes Sud'de, ıı.oo'de France Culture'de olacağım (canlı yayın de­
ğilmiş meğer) , ı3.oo'de Timour'la buluşacağız la Rotonde'da, ı4.oo'
de L'islam Mediterrannee'de söyleşi var, ı8.3o'da asıl hikaye: Mai­
son de L'Amerique Latine'de, Bonnefoy ve Manguel'le.
Bonnefoy'nın önünde Amer Savoir etrafında konuşmak tedir­
gin ediyor beni. Yeterince hazırlıklı değilim. Levent de çok heye­
canlı işin kötüsü. Neyse ki, Manguel çok rahatlatıcı biri.
Bugün biraz not alacağım.
Yazarlığın bu yönlerinden hiçbir zaman hoşlanmadım.
Sylviane Agacinski'den kitapla ilgili bir mektup, Martine Sil-
ber'den sıcak küçük bir not geldi - Actes Sud aracılığıyla.
7 Mart 2002 -
09.oo
Bütün sabahı otel odasında konuşma metnimi hazırlayarak ge­
çirdim, dün; yetmedi, öğle yemeği sonrası, üç saata yakın Les Deux
Magots'da çalıştım, sonunda metin ortaya çıktı ve bir ölçüde rahat­
ladım. Bir ölçüde diyorum, hfila biraz huzursuzum -bugünü bir at­
latıp rahatlasaI?- neme gerek benim, bu ııosyal yazar yaşantısı, bu
tür işler 'best-seller'larımızın uğraşı olmalı. Bir yandan da, devamı
gelsin istiyorum olayın, o zaman iyı-kötü bir satış çizgisi tutturmak
gerekiyor, dolayısıyla biraz çaba, aQa.rtmayalım.
Akşam yıkandım, Tül' le önce Çin lokantasında yemek yedik
(ve epey sindirim zorluğu çektim) , ardından Costa-Gavras'ın
"Amen"ini izlemeye gittik: Vasat film, her zamanki gibi. Kuyruk-

306
ta, Suna ve Ara Güler'le karşılaşmaz mıyız! Hoş sürpriz. Çıkışta,
Chai de l'Abbaye'de kadeh tokuşturduk. Yatmamız 02.oo'yi buldu,
güç uyandım bu sabah, afyonum patlamadan radyoya varmış ola­
cağım.

8 Mart 2002 -
ıı.15
Hem yazarlık yaşamımın, hem de 30 yıllık Paris yaşantımın en
yoğun günlerinden biri oldu 7 Mart 2002 -bu kadarını doğrusu bek­
lemiyordum.
Gün, Liberation'da Marc Semo'nun "Amer Savoir" üzerine sürp­
riz yazısıyla başladı. Büyükçe, davetkar bir okuma önerisi: Türk
Rondosu. Fransa'da, pek az kitabın böyle selamlandığı olur, ilk çı­
kışında.
Actes Sud'de Clotilde'le buluşup France Culture'e gittik: ı2 Nisan­
da, ı5.oo'de yayımlanacak konuşmamız. Çok izlenen, ünlü bir prog­
rammış Camet Nomade; Colette Fellous, tatlı bir Akdenizli, kitapla­
rını Gallimard yayımlıyormuş, "Acı Bilgi"ye tek kelimeyle vurulmuş,
"Oda" kavramı etrafında yarım saatı aşkın söyleştik, biribirimizden
karşılıklı memnun kaldık, benden, arada "Mektup" göndermemi is­
tedi Camet Nomade'a - öyle bir köşesi varmış, "telif de ödüyorum"
dedi.
Oradan, Montparnasse'a geçtim. La Rotonde'da Timour'la buluş­
tuk. "Dense"la ilgili küçük bir haber çıkmış Quinzaine Litteraire'in
Mart sayısında, bir de France Inter'de, internet sayfasında kısa bir
tanıtma notu yeralmış, onları verdi. Ayrıca, Europe'un "L'Ardeur de
Poeme" sayısı çıkmış. Jean-Baptiste Para göndermiş bir nüsha - "Le
Clochard en Smoking" ile. Gelecek sayı Nazım'la ilgiliymiş, orada
da, Noemi çalışıyor anlaşılan, bir dergiye şiir çevirileri göndermiş.
Timour, L'Atelier yayınlarının yöneticisinin benimle görüşmek
istediğini, bir şiir kitabımı yayımlamak için yanıp tutuştuğunu
söyledi - sanırım buluşacağız kadınla. Villa-Quieger de, Re adası

307
şiirini istemiş Timour'dan - meğer Timour çaktırmadan Gri Di­
van'ı çevirmeye koyulmuş, yarısını tamamlamış bile.
Çıkıp, Ecole Pratique'e gittik - malum, Gilles Veinstein'ın se­
minerinin konuğu olacaktım, ı4.oo-ı6.oo arası. Beklediğimden iyi
geçti etkinlik, oldukça dolu bir salonda; Pierre Packet'nin gelme­
sine çok sevindim ayrıca, ilk kez karşılaştık böylece. Arap, İranlı,
Çinli araştırmacılar ve çevirmenler vardı, üç de Türk: Babur Kuzu­
cuoğlu, Bozarslan ve Bozdemir. İyi bir söyleşi ve okuma seansı oldu.
Otele dönüp 45 dakika uzandım arada.
Asıl şölen geceydi, çoğunluğunu Türklerin doldurmasına karşın:
Tiraje, Güzin, Nilüfer Göle, Tuğrul Artunkal, Kornet, Selçuk Demi­
rel, Ferda, Leslie ve Violaine, büyükelçi Solmaz bey ve Filiz Akın,
Claudine ve Veronique, Pialloux ve başkaları: Tanımadık yüzler.
Levent yaptı açılış konuşmasını, övgü dolu sözlerle, Yves Bon­
nefoy yolculuk-düş teması arasında nefis bir tirad çekti. Alberto,
her zamanki gibi çok sıcak, yakın, içten bir yaklaşım kurdu. Be­
nim konuşmam da fena sayılmazdı, salondakileri etkiledim sanı­
rım. Bir-iki soru ve yanıt, seansı kapadık, küçük bir kokteyl yapıldı
önce, kaynaşıldı, o arada epey kitap imzaladım.
Michel Deguy'in gelmesi beni çok sevindirdi, olağanüs­
tü bir sıcaklık içindeydi, "Spleen"i imzalayıp getirmiş yanında.
Maurice Hollander'le, Magazine Litteraire'den bir kadınla sohbet
ettik uzun uzun, pek bayılmış "Amer Savoir"a. Büyükelçi, pazartesi
öğlene Rue d'Ankara'ya yemeğe çağırdı.
Yemeğe geçildi, Maison de l'Amerique Latine'in görkemli salon­
larından birinde, dehşet bir kültür merkezi zaten, yöneticisini de
sevdim.
Yemekte, solumda Tül, sağımda Actes Sud'ün temsilcisi kadın,
karşımda Bonnefoy ve Leslie, hoş konuşuldu. Bir ara 'sakal'a geldi
konu, içimden gülümsedim.
Actes Sud'ün Arles'daki yöneticilerinden biri beni merkeze da­
vet etti. Artık bir yazarları olarak bakıyorlar bana, şimdiden "El-

308
ma"nın peşindeler, büyük olasılıkla 2003'te o da çıkar bu gidişle,
belki sıra "Başka Yollar"a gelir. Yanılmıyorsam, Fransa'da çok iyi
başlayan bu maceranın öyle sürmesi için yol açık şimdi.
Çıkışta, çekirdek grup (Leslie'ler, Selçuk'larve Levent) Flore'a gi­
dip şamata yaptık. Sonra da, Tul'le haşhaşa, Bonaparte'da kapanışı
yaptık. Bu sabah uyudum, dinlendim.
Patrick Deville aramış, umarım görüşürüz.

9 Mart 2002 -
10.30
Bu sabah da geç uyandım, iliklerim dinlenmiş, iyi oldu. Neresin­
den baksam, topu topu 15 gün oldu ameliyat olalı, bir de üstüne Paris
trafiği, yoruluyorum: Dün gece, otele dönerken, geç saata kadar açık
kalan Tunuslu manava uğradığımızda o bile farketti yorgunluğumu.
Dün, Patrick'le buluştuk sonuç olarak. Bonaparte'da bir saat
sohbet ettik. "Dönüş" metnini gene istedi, hfila yollamamıştım,
dönüşte yollayacağım. Temmuz ortası gelirsek bu yaz, gidip birkaç
gün St.-Nazaire'deki evde kalabileceğiz - fena fikir değil doğrusu.
Village Voice'a uğradım, Odile ve Michael'la epey lafladım. La
Hune'den alışveriş yaptım. Tul'ü aradım ve buluştuk. Odeon'da,
Actes Sud yöneticilerinden Bertrand'la karşılaştık, ayaküstü laf­
ladık. Sonra uzun yürüyüşümüzü yaptık: Maubert, Bievre, ile
St.-Louis, Rue des Barres. Matais'de birer akşam içkisi içmeye ka­
rar vermiştik ki, Sarkis'le karşılaştık ve eşiyle biraz sohbet ettik.
Oradan, gerisin geri yürüdük, Balzar'ın yanındaki Tex-Mex'te ber­
bat bir yemek yedik ve Les Deux Magots'da geceyi tamamladık.

ıo Mart 2002 -
09.30
Gene dayanamadım, epey kitap topladım! Hfila bir-iki seans
planlıyorum ayrıca. Bitmez bir susuzluk bu, bitmek bilmez %100
Kütüphane düşü.

309
Akşamüstü Levent'le buluştuk, durum değerlendirmesi yaptık.
Biraz ayaklarım yere bastı sonuçta, gerekir bu. Ama, ikimiz de aynı
fikirdeyiz: Fransa'da bir yıl içinde çok iyi bir başlangıç yapmış ol­
dum, ilk kitaplar ve yankılarıyla. Bana, burada sağlam bir yer oluş­
turabilmem için en az beş, aslında on yıl gerekecek. Bu tablo, öteki
diller için de anlamlı bir geçiş kapısıdır.
Şu aşamada, Fata Morgana ve Actes Sud'de yola devam edi­
leceği belli gibi. L'Esprit des Peninsules, salı günü görüşeceğim
L'Atelier gibi pencereler de devreye girdi. En önemlisi çeviri sa­
yısının artması ve iyi seçim yapılması - hem metinler ve çeviri­
ler açısından, hem de yayın noktaları açısından. Elimin altında
iyi dergiler de var, aslında.
Dönüşte, İngilizce ve İtalyanca için de biraz vakit ayırmalıyım -
hazır dosyalar için. Almancada da çaba gerek.
Sorun şu ki: Yazmaya gömülünce, enikonu kopuyorum bu bağ­
lantılardan.
İki tasarı ile dopdoluyum işte, bu aralar. Elim bunca doluyken,
yeni dosyalara açılmayı sürdürmem belli ki benim kaçınamayaca­
ğım bir eğilim, bir eğinim türü.
Birincisi, bir Siyah Kalem okuması. Bütünüyle öznel yoruma da­
yalı bir görsel kitap düşünüyorum.
İkincisi: Bir Melek kitabı. Burada da, yazılanları hiçe saymayan,
ama şahsi bakışı ve aşırı yorumu ön plana çekecek bir tasarı biçim­
lendi kafamda. Bir anlatı-deneme mi, sıkı bir Başkalaşım metni mi
- gene bilemiyorum.
Ah, kesintisiz bir altı ayım olabilseydi!
En doğrusu, başka bir yaşama biçimine ge,çiş arayışını seçmek
bu kavşakta - gözüm yemiyor mu? ,
Bir işyerinde çalışmadan, dışar}dan işler yaparak, ayda ı.500-
2.000 dolar kazanamaz mıyım? Çök, pek çok güç geliyor bana. Ya­
yıncılık, danışmanlık, üniversite hocalığı üçgeninde toplam bir çö­
züm bulunamaz mıydı?

31 0
Tül'le, durmadan bunları kurcalıyoruz. Ona bir resim satışı ka­
pısı açılsa.
Gece Vagenende'daydık.
Yatmadan epey okudum.

ıı Mart 2002 -
ıo.ıo
Sabah iyi çalıştım dün, Wilhelm Tell'in XV. parçasına geldim;
anlaşılan son biriki parçayı İstanbul'da tamamlamam en doğrusu
olacak.
Pazar günleri zaten iyi hissetmez kendini Tül, dün iyice düşük­
tü atmosferi; dolayısıyla birlikte gezdik hep, sanırım gevşetti onu
biraz bu.
Önce, Square Henri Galli'ye gittik taksiyle: Bastille'den kalma
otantik temel taşları görmeye - küçük bir parkın içinde duruyorlar,
taksicilerin bile bu meydancıktan, oradaki taşlardan haberi yoktu:
Oradan Saint-Paul sokaklarına vurduk, Village St.-Paul'deki dükkfuı­
laragirdik çıktık. Place des Vosges'da çimenlerin üzerine yattık. Gün­
lük güneşlik olduğu için hava, Marais mahşer gibiydi. Güç bela Rue
des Francs Bourgeois'yı katettik, bir kahvede mola verip Place Daup­
hine'e geçtik, gene yürüyerek otele döndük, kitapları yüklenip Village
Voice'a, Michael'a götürdüm. Yeni şiir kitaplarını topladım orada da.
Postayla gönderecek hepsini Michael.
Bonaparte'da birer içki içtik akşamı açarken. Önce Balzar'ı
denedik yemek için, tıkabasa doluydu, Odeon'a dönüp Horse's Ta­
vern'e çöktük. Sonra uzun bir yürüyüş daha: Rue du Dragon, Sev­
res-Babylone, Cherche-Midi, St.-Sulpice ve otel.
Bir saat kadar okudum yatmadan.
Gene uzun, derin uyumuşum, iliklerimi dinlendiriyorum.
Sarp' la konuştum.
Bu öğlen, elçiliğe yemeğe gidiyoruz - içimiz sıkılarak. Yarın son
gün, L'Atelier yayınevinin sahibiyle buluşacağım.

31 1
Dolmakalemlerimde sorunlar var, biraz takviye yapacağım; bir
de, dönüşte, sıkı temizlik.

12 Mart 2002 -
08.15
Son tam güne geldik çattık bir kez daha: Yarın akşamüstü bine­
ceğiz uçağa.
Pek hareketli, verimli bir yolculuk oldu bu sefer. Yıllardır
gelir, insanlardan kaçar, uzak durur, döneriz, buna alışmışız.
"Amer Savoir"ın çıkışı bu denklemi tersyiiz etti, dün de elçilikte,
bir bakıma benim için verilen yemeğe katıldık; Nilüfer, Ethem
Eldem, Kornet, Nora, Levent, elçi ve 'maiyet'i ve Filiz Akın, ma­
nasız ve saçma iki saat geçirdik sonuçta. Hava çok güzeldi oysa.
Dönüşte, Tül'ün kağıtlarını almaya Sennelier'ye uğradık, dört
tabaka Velin d'Arches da kendime aldım. Sonra yolları ayırdık,
ben Gibert'den biraz daha avlandım, ama aradığım kitapları
bulamadım gene de. Compagnie'de, Atelier'nin şiir kitapları­
na baktım, bugün kadınla buluşacağım için. Şimdilik kafamda,
1973-86 arasından bir seçme var: Bilge'nin çevirdiği "Requiem",
Noemi'nin çevirdiği "Soyutlama Alıştırmaları", Nedim'in çevi­
risiyle " La Nuit Appartient au Loup" - Divan çevirilerini başka
bir kitap için ayrı tutmak istiyorum. Öte yandan, Actes Sud'ün
antolojisini de düşünmeliyim.
Gece, Levent bizi Gobelins'de nefis bir 'Cantal' bölgesi lokanta­
sında ağırladı. Dönüşte, Mouffetard üzerinden yiirüdük, hafif hafif
çiseleyen yağmurda olağanüstü çekiciydi Paris sokakları. Geceyarı­
sını, Tül'le haşhaşa, Bonaparte'da tamamladık.

13 Mart 2002 -
08.50
Ben mi herşeyi biribirine karıştırmaya başladım bilemiyorum,
dünkü buluşmam meğer Atelier'in sahibiyle değil, L'İnventaire'in

312
sahibesi Brigitte Oury-Vial ileymiş! Timour bana ötekinden sö­
zettiydi, ben de buluşacağım kişinin o olduğunu sandım; Brigitte,
7'sinde Ecole Pratique'deki seminere katılanlardanmış, Gilles'in
tavsiyesi üzerine: Benden 50 sayfalık bir 'nesir' istiyor! Bir buçuk
saat konuştuk, ona yazacağım, orta vadeli bir proje bu: Ne vere­
bilirim, kim çevirebilir sorusu önemli. Alman, Afgan, Rus, İranlı,
Fransız yazarlar basıyor Brigitte: 1993'ten bu yana 50 kadar kitap
çıkarmış, oldukça şık işler. Gün ola.
Biraz alışveriş yaptım dün: Gömlek, t-shirt, çorap. Gibert' de, La
Hune'de, Compagnie'da seanslarım oldu. Sabah erken çıktım, Les
Deux Magots'ya gittim, bir atımda "Kış Masalı"nı yazdım: "Abdal
Düşü"nün sürgitine. Günlerdir dolaşan bir düzyazı şiir daha - 'Ti­
maios' genişliyor ufak ufak.
Cem Akaş aramış, onunla konuştum; Banu'yla da. Herşey yo­
lunda giderse, geceyarısı evdeyiz. Yarın sergi açıhşı, öbür gün
ders, gelecek hafta TV çekimleri, biriken işler ve yazışmalar, sı­
raya giren insanlar ve randevular bekliyor beni. İşin iş. Ama asıl,
"ev" in rötuşları, son işlemleri yakacak günleri.
Dün gece Lipp'te yedik Tül'le - büyük keyifte. Biz kalkarken, Gü­
ler Sabancı ile N. Göle başbaşa yemeğe geldiler, bereket onlara gö­
rünmeden sıvışabildik. Chai de l'Abbaye'de kahvelerimizi içerken
de, yanında genç bir adam, Anna Karina geldi.
Yorgundum, iyi uyumuşum.
Bugün, havaalanına gitmeden, biriki saatimiz olur Paris'te: Hü­
zünleniriz artık.

27 Nisan 2002 -

14.15
İki saat oldu Paris'e ineli, yeni adresimiz: 53ter, Quai des Gran­
ds Augustins. Seine'in tam karşısında, iki odalı, mutfaklı banyolu
bir 'apart otel': İdeal konut bizim için, gelgelelim otellerden pa­
halı, hele bizim Le Clement'ın handiyse üç katı fiyatı. Lokanta

31 3
masrafından epey düşürür buna karşılık, hele uzun bir süre için
kalınırsa - 'ev'de yemek de cabası.
Hücremden sonra, oldukça şımartıcı ayrıca: Masam 7oxı20 do­
laylarında, odanın müzik seti bile var. Mutfak da tam teşekküllü -
birazdan alışverişe çıkarız Buci'de.
Bu sefer davetliyiz nasıl olsa, oteli Sorbonne tayfası ödeyeceği
için aldırmıyorum. Ama bu yaz, biz üç hafta kalmaya kalkışsak kim
ödeyecek?
Gene de çelmiyor değil aklımı. Turkcell bir kitap daha ısmarla-
yacağa benziyor bana - belki onu burada çiğneriz!
Hava ılık, ama kapalı.
Yarın güneş açacak sanırım.
Şimdi çıkma vaktidir. Sonra dinleniriz biraz. Gece, açıksa, El
Chuncho'da yeriz. Yarın tezgfilıı açarım. 7 gün 7 gündür.

28 Nisan 2002 -
08.35
Tül haklı galiba: Sabah uçağıyla gelmek gün kazandırıyor düşün­
cem tartışılır. Evet, dün, öğle vakti Paris'teydik; ama, üç buçuk sa­
atlik uyku, uçak korkusu, korkuyu yenmek için Xanax almış olmak,
vb. - bir noktadan sonra herşey ters dönüyor. Yerleşip çıktık işte
dün, önce Bonaparte'da peynir-şarap, ardından pazar alışverişi, dö­
nüşte, noo sularında yattım ve üç saat uyudum, kafam şişmiş bi­
çimde kalktım, El Chuncho'da yiyebilecek kadar aç değildim, gidip
Bonaparte'a çöktük gene, ben bir omlet ve iki bardak Pouilly Fume,
Tül bir salata ve iki kadeh St.-Nicolas ile geçiştirdik. Saint-Michel'e
kadar, gerisin geri yürüdük, Les Deux Magots'da birer kahve ve Rue
de Seine üzerinden otele dönüş. oı.oo'qe yattım ve delik deşik bir
uykunun ardından 07.30 gibi uyandım: �afam hala kazan gibi.
Demek ki: Öğle sonrası uçağıyla gelmek daha mantıklı bir karar
olacak. Hiç değilse, ertesi güne de sersem gibi başlanmaz.
Şu anda olduğum gibi yani.

314
29 Nisan 2002 -
09.15
Pek keyifli bir pazar günü geçirdik Thl'le, istanbul'da başarama­
dığımız şey. Belki yeni evde, taraçamızda!
Sabahtan öğlene çalıştım tabii. Burada, kurulmuş gibi oturuyo­
rum masaya. Sıkı bir mensur parça ile açılışı yaptım, ardından bir
çırpıda, üç aydır kafamda fırdönen finalini yazdım 'Başka Yollar'ın
- bu kez içime sindi. Bütün bir yaz var önümde daha, ince ayarlar
için, ama, sonunda, sonuçta, 'iyi' bir kitap bitirdiğim. Her şair kendi
Malte'sini yazmalı derdim; benimkisi bu mu? Devamı gelecek mi?
Hfila bilemiyorum.
Öğlen, odada yedik keyifle: Peynir, jambon, yoğurt, meyve. Çıkıp
Seine kıyısından yürüdük. Maitre Albert ıı'de bir kahve molasının
ardından Monge'da, Mouffetard çevresinde, Pantheon'da gezindik
ağır ağır, parkta oturduk ve güldük oynadık, Le Ronsard'da çay mola­
sı vermeden bir manif'e göz attık - asıl ı Mayıs'a katılmak iyi olacak,
74'ten bu: yana seçim haftasına ilk denk geliŞim, üstelik sonucu belli
olsa da dramatik bir kavşak. Fransızların kendilerine kırgınlıkları il­
ginç geliyor bana: Beş seçmenden birinin aşırı sağı yeğlemiş olması,
bizimle aynı durumu paylaşmaları anlamına geliyor.
Le Ronsard'dan çıkınca Odeon, Dauphine üzerinden Quai
des Grands Augustins'e döndük, iki saat kadar yattık, dinlendik.
Gece, acıkmıştık, uzun bir aradan sonra nihayet El Chuncho'da
fajitasların önüne oturmadan Sarp'ı aradım ve GS'nin şampi­
yonluk tezahüratını telefondan dinledim (benim deli oğlum Ko­
caeli'ne maça gitmiş meğer) , Samih'le konuştuk, yemek sonrası,
Pedro Almadovar'ın son filmine, "Parle avec Elle"e gittik: Hafif
ama derin bir film. Özgün bir yönetmen, Tul bayılıyor işlerine,
ben de seviyorum. Geç saat Bonaparte'da koyduk noktayı. Pen­
ceremizden öyle güzel bir görünüm çıkıyor ki karşımıza, dalıp
gidiyoruz Seine'in sularına, bir türlü yatmak gelmiyor insanın
içinden.

315
Bugün, France Culture'de, beşer dakikadan iki kez "Amer Sa­
voir"dan parçalar okuyacak iki tiyatro oyuncusu - ilkini kaçırdım,
belki bunu yakalarım.

30 Nisan 2002 -
08.50
Dün sabah yakaladık France Culture'deki okuma seansını; tuhaf
bir duygu, anlatsam anlatılmaz, kelimelerimin burada böyle dolaş­
ması, hem de kelimelerin benimkiler olmayışı, anlatsam anlatıl­
maz.
Sabah, fena çalışmadım gene: Peşpeşe mensurlar, Paris kitabım
için yeni parçalar, notlar. Öğlen, Tül'le Bonaparte'da yedik ve Mo­
noprix'den alışveriş yaptık. Sonra ayrıldık. Ben, biraz kırtasiye ve
çiçek aldım, üstüste telefonum çaldı Rue de l'Abbaye'deki kitapçı­
da, çıktım, önce Banu'yla, ardından da Burak'la konuştum. Hava
delişmendi gün boyu. Güçlü bir rüzgar hakim oldu, bir yağdırdı, bir
güneşi getirdi, tam kararsız bahar günü. Paketleri bırakmaya Quai
des Grands Augustins'e dönerken gene telefon: Bu kez Selçuk, ne­
şesi yerinde, yarın Milano'ya gidiyor.
Ellerim boşalınca hafifledim, yürüdüm. Gibert'de uzun bir seans
yaptım, çok baktım az (beş kitap) aldım. "Amer Savoir"ın hfila orta
yerde duruyor olması beni sevindirdi. La Hune'de de raflardaydı. Rue
Racine'den, güneşli yağmurun altında ağır ağır Odeon'a yürüdüm,
Les Editeurs'de, sokağa karşı bir 'çift-kahve' içtim, gelene geçene
baktım, Saint-Sulpice tarafına yöneldim kalkınca, Muji'den biraz
daha kırt aldım, Tül aradı, odada buluştuk. Yarım saat kestirdim ve
akşam yemeği için çıktık: Lipp'te, Procope'da yer bulamayınca Va­
genende'da karar kıldık: Bir düzine s�müklü böcek, dil balığı (belle
meuniere) yedim Chablis eşliğinde, tereyağ ve sarımsak ağır gelince
limon dondurmasıyla kapanışı yaptım.
Dönüşte, otelde, Seine'e karşı bir buçuk saat, pek az konuşarak
oturduk.

316
Kesik kesik uyudum gene. Yatağımdan, yeme içme düzenim­
den, hareket alışkanlıklarımdan uzaklaşınca böyle oluyor.
Bu sabah: Schubert çalıyor Britten.

ı Mayıs 2002 -
10.30
Düşünüyorum da, yıllardır Mayıs ayında Paris'te olmamışım,
bunu anlıyorum - en son, yanılmıyorsam, 87'deydi. Bugün ı Mayıs,
oldukça sıradışı bir Emek Bayramı yaşayacak şehir: Hem Le Pen'ci­
lerin yürüyüşü olacak, hem de Le Pen karşıtları onbinler halinde
karşı atağa geçecek. Polis kaynıyor Paris'te, dolayısıyla; çok sıkı ön­
lemler alınmış durumda, umarım çatışma olmaz.
Dün aheste geçti. İyi çalıştım sabah; gene... Öğle sonrası, Ali
Akay'larla Bonaparte'da buluşmak üzere yol ayırdık Tül'le. Place
Dauphine, ile de la Cite, ile St-Louis, Louis-Philippe hattında oyalan­
dım, fotoğraflar çektim, kağıtlar ve zarflar aldım, 'Zarf' projem için
- şu Zanaat tutkusu peşimi bırakmayacak! Compagnonage kitabevi­
ne gittim, çevrede dolaştım. Akşama doğru, Rue Galande üzerinden
Citadines'e geldim, biraz dinlendim, biraz çalıştım, notlar aldım.
Gece, Lipp'te yedik. Seza ve Ali'yi de alarak. Perşembe akşa­
mı kokteyl varmış Palais de Tokyo'da, bizim etkinliğin açılışında.
Bizden konuşma istenmiyormuş 'L'Essai sur l'Art'da - çok tasaydı
ya! Ama, 'karşılaşma'dan anladıkları buysa, beyhude girişimmiş.
Ali'ye benim hakkımda bir 'stand' yapıldığını söylemiş Jacques Se­
rano. Faydası neymiş, anlarız.
İnce, yumuşak yağmur altında yürüdük Tül'le, geceyarısı. Pen­
cerenin karşısına oturdu o, ben masada, çakırkeyf, Deleuze oku­
dum epey.
oı.3o'da yattık, ama ben en az bir buçuk saat uyuyamadım; bil­
mem yemek mi ağır geldi?
Emek Bayramı - kendimi elbette bir emekçi, bir kafa emekçi­
si sayıyorum; Türkiye'nin tembel ve ekşi solcuları bu cümlemle

317
karşılaşsalar yağıp esmeye koyulur! Paris'teki odasında 1 Mayıs
günü afralanan finans-kapitalin uşağı diye girişirler. Çoğu asa­
laktır oysa, bir sözde ideolojinin sırtından gezinerek ayakta kalır,
önlerine çıkar ilk fırsatta 'sıyrılırlar'.
Ben otuz yıldır aynı çarkı döndürüyorum: Günde üç saat yazıyor,
üç saat okuyor, yedi saat yayın-kültür üretimi için ter döküyorum.
Kaçı benim kadar emekçidir?

ı Mayıs 2002 -
23.45
Bugün, 14.00 gibi çıktık odadan, dokuz saat sonra döndük -
ayaklarım isyan ediyor şu an.
Birşeyler atıştırıp önce, Republique'de düzenlenen manif'e katıl­
dık; her yılkinden çok farklı bir hava oldu bu sefer, solcular ve sağ­
cılar, komünistler ve çevreciler, yerliler, göçmenler ve yabancılar
(ve gezmenler) elele, Le Pen'e karşı yürüdüler bugün, coşku içinde.
Sanırım 400 bin kişi ırkçılığa, yabancı düşmanlığına ünlemle yanıt
verdiler. Tül, büyük heyecan içindeydi; bir buçuk saat sonra sıkıl­
dım ben, Place des Vosges'a vardığımızda ondan ayrılıp bir başıma
Marais sokaklarında, Les Halles çevresinde dolandım, 18.00 dolay­
larında St.-Germain'e dönüp Bonaparte'a tünedim. Bir saat sonra
bana ilişti Tül, gidip El Chuncho'da yedik, gene yollara düşüp Val de
Grace'agittik, Rue St-Jacques üzerinden geri döndük ve odaya çıktık.
Radyoda yumuşak bir müzik.
Sabah iyi çalıştım - dört günde 35 sayfa yazmışım: Doğal ortala­
mam Paris'te.
Gitmeden, "Wilhelm Tell"in 'yatık' parçalarını bitirmeyi umu­
yorum.

3 Mayıs 2002 -

ıo.ıo ·

Koşturdum dün. Sabah gene iyi geçti masada; hem Paris Kita-

318
bı'na yeni parçalar geldi (bu sabah da "Spleen"i yazdım), hem W.
Tell'in yatık parçalarının üçte birini, hem de dilediğim kıvamda
tamamladım. Biraz alışveriş yaptım öğle sonrası: Kitap, CD, Hol­
lington'dan yelek ve gömlek, eve etain eşyalar. Yeni ev, yıllar sonra,
gene eşya tutkusu doğurdu - şu ölümlü dünyada!
Akşam, Palais de Tokyo'yagittik: 'L'Essai sur l'Art etkinliği düşkı­
rıklığı yarattı bende: Hayli dermeçatma bir girişim, parasızlıktandır.
Bir masada, yanyana, kitaplarımı görmek hiçbir heyecan doğurmadı
içimde, tam tersine hüzünlendim. Levent Yılmaz gelmişti buluşma­
ya, biraz Çek ve Leh masalarına göz attık. Seza ve Ali'yle karşılaştık,
çıkıp hep birlikte Bastille'e gittik, bir Tayland lokantasında (Mavi
Fil) zehir gibi acı yemekler yedik, ardından Tül tutturdu, bir Latin
bardiskoteğe kapağı attık - korkunç bir güıiiltü ortasında dans eden­
lere baktıkça 17-22 yaş arası dönemime gittim - kim inanır DJ'lik
yaptığıma bugün? İyi ki çok oyalanmamışım oralarda.
02.oo'yi geçe yatabildik - sonuçta.
Gene de, sabahın köıiinde dikilmeme engel olmadı bu. İki tam
günümüz kaldı.

4 Mayıs 2002 -
00.45
Bu gece erken döndük odaya; hem Tül'ün kırıklığı var, hem gün­
lerin yorgunluğu bindi. Gerçi, çok yoruldum diyemem ben, tam
tersine, yüıiidüğüm için dinlendim, açıldım demeliyim. Bugün son
tam günümüz; hesapta Orsay var - Mondrian'ı görmek istiyorum
çok. Biriki küçük hediye faslı dışında, boşa aldım o vitesi: Bu gece
son alışverişimi La Hune'den yaptım, toplam 40-50 kitabı bulmu­
şumdur gene!
Yaklaşık 55 sayfa ile dönüyorum İstanbul'a. Öngördüğüm gibi,
yatık metinlerini bitiremedim W. Tell'in, ama ilk 6 parçayla tonu
oturttum, bu önemli. Paris Kitabı'na yeni bir bölüm, kısa mensur­
lar cabası. Bir haftada ancak bu kadar olur.

31 9
4 Mayıs 2002 -
22.15
Gene şifayı kaptı Tül (bana da bulaştı bulaşacak) , erken döndük
odaya - iyi de oldu, çok yoruldum bugün.
Öğle üzeri çıkıp Orsay'a yürüdüm, boşuna gitmişim, belki bin
kişi bekliyordu kuyrukta! Söylenerek, hayıflanarak yürüdüm
gene, önce: Gallimard'ın Raspail'daki kitabevine, oradan Bona­
parte'a: Tül'le buluştuk, paketlerle Citadines'e döndüm ve tekrar
çıktım: Beaubourg yönüne doğru. Sırasıyla, Galerie de France'da­
ki 2002 rekoltesi Panamarenko sergisini, Templon'daki Frank
Stella'yi gezip Beaubourg'a geçtim, makul bir kuyruğu savuşturup
"Gerçeküstücü Devrim" sergisine daldım. Burun kıvırıyordum
handiyse, öylesine gelmiştim, iyi ki gelmişim - yazacağım dönüş­
te, düşündüklerimi.
Çıkışta, gene yürüyerek, Rue des Ecoles'a vardım ama, ayakla­
rım, bacak kaslarım iflas ediyordu. Cafe le Sorbon'da, Godard'dan
çıkacak Tül'ü bekledim, perişan halde geldi yavrucuk. Neyse ki,
Balzar'da iyi bir yemek yedik, biraz toparladı.
Sekiz gün oldu geleli. Nasıl dolu geçiyor zaman burada. Özellikle
de, ruhun ve kafatasının dibinde, İstanbul'da ağırlaşır çark, ağırlaş­
tırır.

5 Mayıs 2002 -
08.40
Bugün dönüş günü. Bir saattir, pencereden Seine'e ve Quai des
Orfevres'e bakıyorum. Serin, sessiz bir Mayıs sabahı, bir pazar
günü, güç bela uyanıyor Paris, aşağıdan koşarak geçen tek tük Ame­
rikalı gezmenle. Oysa yanıltıcı bir görünüm bu: Haftalardır ilk tur
sonuçlarıyla gerilmiş Parisliler, bugün ikinci tur oylarını verecek­
ler. Le Pen'in alacağı oy oranı yalnız bnları değil, bizim gibi yaban­
cıları da endişelendiriyordur - kesin sonucu geceyarısı ya da yarın,
İstanbul'da öğreniriz.

320
L'Essai sur l'Art etkinliği bir yana, iyi geçti Faris yolculuğu; ve­
rimli, keyifli. Bir de, giderayak hastalanmasaydı Tül - şimdi, bir
hafta boyunca saatli bomba gibi gezecektir, umarım beni de yatağa
düşürmez.
Öğlene doğru boşaltacağız odayı. ı6.oo'ya kadar dolaşırız, ye­
mek yeriz. Hava berbat gerçi, ama son tur önemlidir
Yarın büyük yayın kurulu var. Akşam-lık kapıya dayandı artık.
Herşey yığılmıştır şimdiden. Her dönüşte, bir hafta toparlamaya
ayırmak gerekiyor, Paris'i siliverir o curcuna.
Şimdi uçak korkusu gündemde !

321
XVI 1 1

. .

PA R I S / S A I NT- N A Z A I R E
YA Z
2002
27 Temmuz 2002, Paris -

08.30
Yerleşme ritüeli. Bavulumu onbeş dakikada yapıyor, otele var­
dığımda içindekileri beş dakikada dolaba yerleştiriyorum. Yazı
çantam öyle mi? Yaklaşık bir ay sürdü " içindekiler"in hazırlığı,
düpedüz bir "dizin" de yapıyorum kaldı ki, her seferinde ; açılma­
sı ve yerleştirilmesi yarım saat sürüyor, ama "hücre"nin darlığı
nedeniyle, dilediğimce bir düzen kurabildiğimi söyleyemem. 35
günlük 'yazı izni' (!) için yanımda beş küçük, altı 'normal' defter
getirdim ve yedekleri (dört defter daha) , ayrıca sekiz dolu dosya
var. Tam on kitap, altı dolmakalem, oniki CD (yenilerini alacağı­
mı bildiğim için), sekiz karton sigara ve biraz 'yan donanım'. Bu
sabah kalktım ve ufarak masamda eşyaya göz attım, dokundum,
yer yoklaması yaptım, ilk kahve öncesi, başlangıç hazırlıkları.
Zazie yerli yerinde duruyor - avludaki minyatür bahçede ya­
pılmış olabilecek manasız bir dekor değişimine kurban gitmemiş.
Otel koridorlarında tek değişiklik: Halılar ve duvar kağıtları yeni­
lenmiş. Dün akşam, ı8.3o'da indik havaalanına, bir Peugeot 604
kiralamıştım, otele kapağı atıp çıktık ve Selim Badur'la karşılaştık!
La Hune'e iki dakika göz attım ve ilk Bonaparte seansını yaptık. Ar­
dından kısa bir yürüyüş ve St.-Sulpice'de bira molası. 00.30 suların­
da yataktaydık.

325
Taşınmanın yorgunluğu, öğlen içkisinin ve uçak korkusununki
derken, dün gece gövdem mecalsizdi. Bu sefer biraz da tatil yapma­
lıyız aslında: Siesta, yürüyüş, sağa sola kaçamaklar. Nedir tam bil­
miyorum aslında ama, günün akışında bir tür değişiklik yapmaya
gereksinim duyuyorum sanki.
Yeni evin bir hafta içinde oturacak düzeni, özellikle de taraçalar
keyif anlayışımı etkileyecek - şimdiden belli.
Sanırım, Paris için de benzeri bir değişim arıyorum.

28 Temmuz 2002 -
08.45
Anlaşılan bizimle birlikte sıcaklar da gelip oturdu Paris'e:
Dün ağır, bereket İstanbul'daki kadar yapışkan olmayan bir hava
hüküm sürdü gündüz ve gece; bugün de 30 dereceyi tutturacak
sanırım. Gerçi hücremde ortam son derece iyi; güneş odaya hiç
girmediği için kavrulmuyorum burada, ama rutubet fena değil
doğrusu.
Pencereyi açıyorum kalkar kalkmaz. Kahvemi hazırlarken siga­
ramı tüttürüyor, kalemi elime alıp sabah notlarımı kağıda düşüyo­
rum. Karşımdaki pencereyle benimkisi arasındaki mesafe yaklaşık
dört metre olmalı. Otelin benim kadar erken kalkan müşterisi pek
olmaz genellikle; bu sefer karşıda genç bir Amerikalı çift var, onla­
rın da pencereleri açık, sabah duşlarını yapıyorlar sırayla ve giyini­
yorlar, bütün bunlar hayli gürültücü biçimde oluyor, çok da konuşu­
yorlar. Benim yadırgadığım, bu saatta bunca hareket ve bunca laf.
Onların yadırgadığı nedir? Sabahı sessiz, elde kalem başlatmam
değil elbette: Üstüste sigara tüttürmem.
Dün öğlen, Les Deux Magots'da atıştırmak için beklerken de
böyle oldu: Yanımda oturan iki bı;ı:yan bana sigara içiyorum diye
biraz acımayla baktılar. Oysa, bu havada, en az benim kadar çabuk
ölmelerine yolaçacak yağlı, ağır birşeyler yiyorlardı ve durumları
görünüşlerinden belliydi. Konuşulsa, hep öyle olur "iyi ama" der-

326
ler: "Bizim yediklerimiz yalnızca bize zararlı, sizin içtiğiniz si­
garanın dumanı bir tek sizde kalmıyor". Konuşulmuyor bereket.
Yoksa, "en doğrusu sigara içilebilen bölgeye oturmamak", demek
zorunda kalacağım - bu filmi sık görürüm de.
Öğle yemeği hafifgeçti sonuçta. Altyapı alışverişi yaptık Monop­
rix'den ve Marche Buci'den. Bir saat kadar siesta çektik Tül'le - bir
yandan da dinlenmemiz gerek: Özellikle son bir ay epey yorulduk.
Gece, yürüyerek Louis-Philippe'e gittik. Sıcak ve kalabalık. Lo­
kantalar tıkış tıkış dolu. Chez Julien'de bekledik ve Rue des Barres'a
atılan bir masada, St. -Gervais'ye karşı, Sancerre eşliğinde yemeğimi­
zi yedik. Ağır ağır, Bievre-Maubert-Odeon üzerinden St.-Germain'e
döndük. Geceyarısı olmuş olmasına karşın hafiflememişti hava.
oı.oo'i az geçe yattık.
İkimizi de ilginç biçimde etkiledi dün, hava koşulları: Yaklaşık
iki saat görme bulanıklığı çektik. Bir tür alerji belki de. tık kez ba­
şımıza geliyor. Gece içilen şarabın etkisi de eklendi, bu sabah kırık
dökük uyandım. Oysa vitamin de alıyorum bu ara!
Tezgahta, ilk gün çıkışı fena olmadı doğrusu. İki mensur parçay­
la başladım, Eskişehir metninin giriş bölümünü yazdım, ardından
da, altı yıl aradan sonra, "Kravat"a döndüm ve üçüncü bölüme gi­
riştim: Kitabın ansiklopedik bölümü olacak bu - ama bir tür gün­
lük biçiminde.
Kıvam iyi mi peki? Kendi içinde fena sayılmaz, ama dün oku­
dum, W. Tell hikayemdeki kıvamdan uzaktayım. Şüphesiz her me­
tin farklı bir ton ve üsluba dayalı gelişecek, ama o "İkinci Elma"
kitabı pek içaçıcı görünüyor şimdi bana.
Bugün pazar. Dünkü kalabalık azalır. Umarım. Belki arabayla
geniş bir tur atarız. Ağustos tatilcileri yakında şehri boşaltır. Ger­
çi biz de, ı ya da 2 Ağustos'ta St.-Nazaire'e doğru yola koyulacağız
ya.
Bu dört-beş gün, Paris'te, tezgahtaki açılım açısından önemli.

327
29 Temmuz 2002 -
09.15
İstanbul'un sıcağından kurtulmayı hesap ederken, Paris'inkine
düştüm: Tıpkı 76 yazında, 87 Mayıs'ında olduğu gibi yakıcı, sert bir
çöl havası. İki gündür sürüyor, soluk aldırmıyor, yürütmüyor, dün
gece 23.00 sularında ince bir rüzgar başladı, bakalım bugüne kalıcı
olacak mı?
Bu durum neyse ki benim güneş girmeyen hücremi hiç etkile­
miyor. Düpedüz vaha burası, hele iki odanın pencereleri ve arakapı
açıksa, neredeyse kış hüküm sürüyor içeride. Sonuçta, onca içkiye
karşın iyi uyuyabiliyorum gece; sabah, iyi çalışabiliyorum. Böyle
bir cennet bilmem nerede bulabilirdim başka - hurra 104 numara!
Dışarıdaki hava koşulları kadar İstanbul'daki son dönem yorgun­
luğu da ilk günlerin belirleyicisi oldu. Dün sabah 8.3o'dan ı3.oo'e ka­
dar çalıştım ve bir saat uyudum; öğle yemeğinde, Bonaparte'da birer
salata yedik ve arabaya atladık: Önce Tolbiac'ta, ardından Vincen­
nes ve St. Mande'de gezmeye çalıştık. Çalıştık ama olmadı: Binlerce
otomobilin ortasında tıkanmış bir musluk gibi kalakaldı bizimkisi.
Akşamüstü mahalleye döndük ve 20.oo'ye kadar gene uyuduk. Her­
halde iliklerimiz dinleniyor. Kaldı ki, unutmamalı, "tatil"deyiz: Din­
lenmek, en doğal gereksinmemiz. Özelikle Tül kendini çok yorgun
hissediyordu, bu maraton uykularla toparlanacaktır.
Gece, Les Editeurs'de, Sancerre eşliğinde kötü bir yemek ye­
dik - geçici garsonlar bir felaket. Sonra, rue de Seine üzerinden
kıyıya indik. Pont des Arts'da büyük cümbüş : Piknik yapanlar, da­
vul çalanlar, gençler, yaşlılar, yerliler, yabancılar. Aşağı inip, bir
peniche-bar'da demlendik. işte orada o an başladı rüzgar. Geceyarı­
sını Les Dewc Magots'da dondurmalar ve buzlu sularla tamamladık.
Aklım, düğümlerle dolu. "Ada"yaı-,nasıl gireceğimi daha çöze­
medim, ilk notalar çok önemli. Eskişehir metninde de bir açılım
bekliyorum. Bir tek, " Kravat" iyi açılmışa benziyor, bu hızı ko­
rursam, kitabı bu kez bitirebilirim sanıyorum.

328
Başlamak ve bitirmek. Son iki-üç Faris seferinden "ikinci Pro­
va"da, "W. Tell"de yaşadıklarım ortada: İyi başladım, bitiremeyince
sarkıttım, gene yanımdalar: Bakalım gerisin geri dönecekler mi,
oldukları gibi, yoksa ilerleme, 'finiş' sözkonusu olabilecek mi?
"Kravat"a gelince: O, beş buçuk yıldır bekliyor!

30 Temmuz 2002 -
07.45
Ağır sıcak, bugünden başlayarak azalacakmış, İyi olur. üç gün­
dür Paris'in tadını almamı engelliyor hava; sözgelimi, söyle gön­
lümce yürüyemedim daha - gündüz ayrı bir dert, gece ayrı bir yük
(şarap yüzünden).
"Kravat"tan enikonu ilerledim üç günde. Yol açık görünüyor. Es­
kişehir metni de yatağını buldu gibi. Hfila 'Ada' metninin açılışını
yapamadım, ama kötü başlamaktansa hiç başlamamak yeğdir. Ye­
di-sekiz mensur çıktı o arada; pek memnunum o toplamın gidişin­
den, gitgide biçimlenir oldu "kasa"sı.
Bugün salı, ayın 3o'u; kuramsal olarak öbür gün yola düşeriz
St.-Nazaire'e doğru, olmadı ayın 2'sinde. Yaklaşık bir hafta kal­
mayı öngörüyoruz orada, biraz ev yaşantısı tadacağız gene, biraz
da ufarak günübirlik turlar kuruyorum kafamda - Bretagne kıyı­
larında. Paris'e döndüğümüzde, önümüzde üç hafta daha kalmış
olacak.
Dün, Tül'le pek az ayrıldık. Öğlen le Sorbon'da atıştırdık ve Gi­
bert'den plak avladık: Schubert, Boccherini, Carpentier, Clementi,
Foix elyazması (anonim bir XVIII. yüzyıl viyola antologyası), bir
Miserere antologyası, keşişlerden bir chant Gregorien, Liszt'ten
"Etudes d'execution transcendantes", Bartoli'den Vivaldi albümü,
Bassani'nin "Le Monte Deluza"sı ve Bartok, Geza Anda-Fricsay iki­
lisinden - çoğu yeni kayıtlar, baskılar.
Öğle sonrası, uzun bir Sennelier seansı yaptık: Tül'ün, St. Na­
zaire altyapısı: Yavrum, orada çalışmak için can atıyor.

329
Akşamüstü bir yarı-siesta yaptım. Dergiler aldım. Gece, Mabil­
lon'da geçen yıl açılan Bergamote'da yedik - Sancerre'le gene, epey
kafayı bulduk.
La Hune'de bir yarım saat - Biely'nin "Glos-sala-lia"sını görünce
dayanamayıp aldım hemen.
Les Deux Magots'da ılık bir gece sonu.
Her zamanki hikaye.

31 Temmuz 2002 -
08.45
Yapacağını yaptı Paris, beni mutlu, Tül'ü mutsuz etti: Dün ak­
şamdan beri sürüyor yağmur, dolayısıyla hayli yumuşadı hava.
Gece onu dinledim. Az da olsa yürüdük Tül'le, yağmur altında. Ko­
kular bile değişti.
İyi çalıştım sabah; bana öyle geliyor ki, daha da açıldı Eskişehir
metni, ikinci kitap da üç parçadan mı oluşur, bilemem; ama, yol
düşüncesine ve yan temaya (kuş, bulut, dağ) dayanan çatı oynadı
şimdi: Yan temaya bir konu ağırlığını koydu bu sefer ("fotoğraf") ,
herhalde aynı minval sürdürürüm gerisini.
'Ada' sorununu çözemedim hala. Şiirsel bir düzyazıya, kurma­
ca-gerçek teğetinde mi gireceğim; yoksa, Sezai amca üzerinden
otobiyografiyi mi açmalıyım? Keşke bugün yarın, oturtabilsey­
dim bunu kafamda: Saint-Nazaire'de metne soluklanabilir, yola
çıkabilirdim. Şimdilik zor görünüyor bu.
Hava hafiflemeye başlayınca yürümeye de başladım! Ama
önce, dehşet acıkmıştım, Tül'le Mezza Luna'ya çöktük, Rue de
Buci'de. Nefis bir sarımsaklı ekmek eşliğinde salatamı yedim,
bir 'roze' içtim, yetmedi, bir de sarmısaklı-zeytinyağlı spagetti
patlattım. Sonra ayrıldık. Ev için aksesuar baktım Rue Jacob'da,
Furstenberg'de: Yılların ardından yeni ev, yeni odalarım hevesi­
mi kabartı gene. St. Andre-des-Arts'dan geçerken, bir vitrinde,
yıllardır aradığım, umut kestiğim iki kitabı yanyana gördüm ve

330
uçtum: Lamorisse'in "Crin Blanc"ıyla "Bim-Le Petit Ane"ı - iki­
sinin de özgün baskısı, 5o'şer Euro'ya! Bir de fotoğrafçı keşfettim
orada: Gilles Ehrmann. Çılgın ve biraz gecikmiş bir rastlantı: Gö­
rev Yoldaşları üzerine bir fotoğraf çalışması. Adam tam kankar­
deşim: Ne yazık ki satılık olmayan, galeri yöneticisi kadının zar
zor gözatmama izin verdiği "Les İnspires et leurs demeures"ü edi­
nemezsem yanarım: Facteur Cheval ve birkaç akrabası üzerinde
çalışmış kaç zaman önce. Yalın, oyuncaksız, dümdüz fotoğraflar
çekiyor - sadece konusunun tutkunu.
Bir kahve molasının ardından gene yola düştüm, Rue Haute­
feuille'de bir genç kız yol sordu, her defasında başıma gelir bu,
Odeon'un yerini bilmeyen bir Fransız, oysa şaşıracak ne var, baş­
kente ilk gelişi olabilir o taşralının - Faris kitabına bir çentik.
Rue de Medicis'e tırmanmadan Compagnie'de bir seans yaptım,
bereket yeni çok fazla birşey yok bu aralar, Odeon üzerinden otele
dönüp siesta çektim.
Gece, Bonaparte'da, Pouilly Fume eşliğinde hafifyedik Tül'le: O,
salata; ben, peynir tabağı. La Hune'e, L'Ecume des Jours'a girdik;
kalın resim kitapları aldık yavruma. Besbelli kilo sorunu olacak dö­
nüşte.

ı Ağustos 2002 -
oı.ıo
Yarın (bugün) St.-Nazaire'e doğru yola. çıkıyoruz - ı3.oo do­
laylarında. Patrick'le konuştum, herşey yolunda gözüküyor, evde
temizlik yapılıyormuş. Christian yanındaydı, konuştuğumuzda;
umarım, geceleri içki maratonuyla kabusa dönüştürmez.
Bir hafta kalmayı öngörüyoruz St.-Nazaire'de. Bir yeniden-dönüş
fükayesi bu kez - "ev"de kalacağımıza göre. Çetrefil duygular içre.
Bu sabah, doludizgin Eskişehir metninde ilerledim, üçte biri
tamamlandı ve çehresi iyi-kötü oturdu. Belli bir aşamaya gelesiye,
hep zorluyor o parçalar, sonra açılım başlıyor.

331
Bir de, "Ada" gibi başlangıç öncesi kök söktürenler oluyor - bugün
de, öğle sonrası ve gece kafamda evirip çevirip durdum onu; sanki
biraz ışık görünür oldu. Emin değilim ama.
Öğlen, Gafe de la Mairie'de yedik, sonra yolları ayırdık. Epey
yürüdüm, bir Hürriyet alıp Buci kahvesine çöktüm, Alain'le selam­
laşıp. Türkiye aynı: Kaynıyor. Anlaşılan, hiç çıkamayacağız düze,
düzlüğe.
Gibert'e gidip epey raf taradım, birkaç avla çıkıp Balzar'da Tül'le
buluştum. Otele döndük sonra, bir yarım-siesta yaptım.
Akşam, Carrefourde l'Odeon'daatıştırdık, osinemayagitti, ben so­
kaklaravurdum kendimi, Sevrestarafınadoğru. Les Deınc Magots'da
geceyarısı noktaladık.
Uyku bastırdı.

ı Ağustos 2002, Saint-Nazaire,


geceyansına doğru
ı3.3o'da çıktık Paris'ten, tam dört saat aldı St.-Nazaire'e varma­
mız; şehre girer girmez Building'in yolunu tuttuk ve Anne-Lise'le
Patrick'in bizi beklediği büroya ulaştık. Eşyalarımızı yukarı çıkar­
dık ve kabaca yerleştirdik; ardından Patrick ve çocuklarıyla La
Passerelle'de buluştuk ve şarap eşliğinde söyleştik. Sonra ayrıldık
onlardan, geçen Aralık'ta, kitabım çıktığında geldiğimiz Au Bon
Accueil'de sıkı ama dehşet sıkıcı bir yemek yedik Tül'le başbaşa:
Kasvetli taşra atmosferi doldurdu içimizi, bu işçi şehrinde burjuva­
zi daraltıyor insanı. Çıkışta, Rue de la Republique üzerinden dön­
dük eve - in cin top oynuyordu sokaklarda. Kesin değil gerçi ama,
bir hafta kalmak niyetimiz.

2 Ağustos 2002 -
09.52
Yatağın rahatsız oluşundan mı, ağır nem ortamından mı, sabah
05.15 dolaylarında uyandım, ses çıkarmaksızın çalışma odasına

332
geçtim, kuşluk vakti ışığının doldurmaya koyulduğu, parça bulut­
ların simsiyah lekelerinin ağır ağır hareket ettiği ufkuna karşı pen­
ceremin, oturdum. Sonra yeniden döndüm yatağa ve kırık dökük
bir uyku tutturdum, saatı duydum bir ara, aldırmadım, ardından
Tül'ün kalktığını anladım ve ona katıldım. Karşılıklı birer kahve
içtik ve herşeyi daha iyi görebilmek için dün akşam başladığım
işi bitirdim, camları sildim, birden parladı sanki ev. Benim tezga­
hım geceden hazırdı. Tül de bu sabah önhazırlıklarını tamamladı,
gören de uzun kalacağız sanır, olsun, hayat her gün kıymetlidir -
bütünü öyle görmemeye yatkın olsak bile. Öğlen, küçük alışverişe
çıkacağız.

a.g. 15.40 suları -


Öğlen çıkıp, şehir merkezine gittik, yaz vakti, aynı kış vakti ol­
duğu gibi bir hayli tenha - anacadde bile. Dolu dört iskemleden
üçünde Türk ve Kürt işçiler oturuyor, konuşuyorlar handiyse. Bir
masaya ilişip hafif bir öğle yemeği yiyoruz önce. Sonra, 'ev' için
alışveriş yapıyoruz: Ekmek ve şarap, peynir ve zeytin, yoğurt, jam­
bon, sıkma kan portakalı suyu, bisküvi, salata, hazır çorba ve hazır
salata, kibrit, kokulu mum, peçete, kürdan, iki kutu konserve (ra­
violi ve chili con carne). Hava güzel: Güneşli, esintili, serin. Dönüş
yolunda, okyanusa yöneliyoruz; kıyı boyunca alımlı çalımlı küçük,
bahçeli evler, koyda sallanan yelkenliler, kayıklar. Ve martı çığlık­
ları. Saint-Nazaire'de, iki seferinde de kıştı (Şubat, Aralık), ilk kez
yaz ortası kalıyoruz - şehri yüzünden, sırtından tanımak zamanlar
ister, iki yanını, dört bir yanını keşfetmek: Mevsimler.

a. g. 17.50 -
Bir köprü töreni -
� arkada, Avrupa'nın en uzun köprülerinden Mindin, önde Sa­
int-Nazaire'in bir sonucu'na, Le Petit Maroc adacığına geçişi sağla­
yan küçümen, inip-kalkan köprücük kemiği;

333
bir ses çıkarıyor önce, ı7.49, uyarıyor; iki yakada, aynı anda, ge­
çişi engelleyecek mekanizmaları devreye sokuyor: Hem taşıtları,
hem yayaları beklemeye zorlayacak parantez açılmak üzere;
suyun iki yanında (hazan birinde), ufarak teknelerde sıra: öbür­
leri beklerken bunlar geçecek - yedi dakikalık bir kesinti, beş daki­
kalık bir açılış.
95'te, onuncu kat penceresinin önünden bir karaltı geçmeye
başladıydı, kalkıp bakmıştım: Uzun, yüksek bir tanker 'içeri' alı­
nıyordu.
Şehrin yaşantısında gündelik, sıradan bir uygulama, şehrin ya­
bancısı için bir lunapark gösterisi.
Büyük zamanları küçük zamanlar hazırlar.

3 Ağustos, 2002 -
07.52
Sahiden de dürtüklenmişçesine uyandım bu sabaha karşı, 06.00
sularında; kalktım, üstüste birkaç kare fotoğraf çektim, yüzümü
gözümü yıkadım, kahvemi yaptım, ilk sigaramı tüttürdüm, birkaç
kare fotoğraf daha çektim, bir haftadır durmadan dinlediğim Boc­
cherini'ye döndüm, gündoğarken mürekkep ilerliyordu bu geniş
defter zemininde.
Güneş iyiden iyiye yükseldi şimdi, Mindin'in üzerinden, bütün
koyu ışığa boğdu, bulutları kovaladı; gün inişli çıkışlı geçecekmiş,
dün gece dinledim haberlerde: Güneş, yağmur, bulutlar ve yeniden
güneş, Atlantik kıyısında bir yaz günü nasıl geçerse öyle - buraya
neden, nasıl denize girmek, güneşlenmek amacıyla gelenler olabi­
liyor anlamıyorum: Saint-Nazaire'den kuzey kıyılarına, deniz kıyı­
larını dolduran geniş yaz nüfusu neden.güneye inmeyi yeğlemiyor
acaba? l
Bugün değilse (Tül de istim üzerinde çünkü, dün dört parça sıkı
iş çıkardı içeride) yarın kıyıdan biraz güneye doğru sokulmayı de­
neyeceğiz, hesapta - bakalım.

334
a. g. 10.53 -
Güneş doğdu ve ben yeniden döndüm yatağa, bir buçuk saat
önce bir daha uyandım odayı dolduran güneşle, şiirle dopdolu kalk­
tım, iki küçük deftere doğru savruldu mısralarını.
Dün, akşama doğru, evden çıktık Tül'le, önce Atlantik yakası­
na yürüdük, sert bir rüzgar karşıladı bizi; oradan, gerisin geri, Le
Petit Maroc'a döndük, iki tarafa da bakarak oyalandık, o üç sıra-i­
ki sokakta, mütevazı iki katlı balıkçı evlerinin arasında dolandık.
Bu gece konser var ilerideki hangarda: Modern bir Breton müziği
uyarlaması. Ardından, denizaltı üssüne yöneldik: Aralık ayında­
ki gelişimizde, sabah erken uyanıp otelden buraya inmiştim; Tül
ilk kez görüyor 95 sonrası değişimlerini: Dokuz-on sinematik bir
'kompleks', dük.kanlar, barlar, üç-dört yepyeni, henüz (hfila) boş
apartman: Saint-Nazaire, kaçınılmaz, kendini yeniliyor, önceki
halini bilen biri için karmaşık duygular uyandıran durum.
Dönüşte, gözüm, Building'ın çatı katına, demek ıı. kata yuvasını
kurmuş mimarın dairesine takılıyor - bazı mimarlar kuştur zaten.
Başbaşa, evde nefis, alçakgönüllü bir yemek yiyoruz sonra.

a. g. 15.37 -
Öğlene doğru çıktık evden, Saint-Nazaire'in deniz kıyısındaki
köyüne gittik: Saint-Marc sur mer. Meğer "Bay Hulot'nun Tati­
li"nin bir bölümü burada çekilmiş, hem Tati'ye duyduğum sev­
giden, hem de alçakgönüllü güzelliğinden, düpedüz vuruldum
oraya. Kayalarda kırılıyor Atlantik'in dalgaları, ağaçların altına
çekilmiş alımlı evlerin önü arkası bahçeli, onlardan birinde her
yıl bir-iki ayımı, kışın ve yazın ayrı ayrı, nasıl geçirmek isterdim.
Kıyı otelinin levhasını (Hotel de la Plage) görünce anımsadım:
� r yıl Edebiyat kolokyumları düzenleniyor burada. Ocak ayında
ka�anıyormuş yalnızca. Neden bilmem, hırçın bir kış kitabı için
uygun göründü bana otel. Biraz yürüdük köy merkezinde Tül'le;
aslında tepelere doğru tırmanan bir kasaba bu, arada görkemli

335
villalar da göze çarpıyor. Sade Breton estetiğine bayılıyorum, gü­
ney estetiğiyle başım hoş olmadı hiç - Ege hariç, adalara gelince
işin çehresi değişir.
Saint-Marc sur mer, ağızda özel bir tadın karşılığı: Denize so­
kulmuş dağ çileği.

4 Ağustos -
09.47
ikimiz de çok iyi çalıştık dün, gün boyu; üstelik, öğlen ara ver­
mek zorunda kalmamıza karşın: Tül'ün eksik renkleri, mutfağın
eksik malzemeleri için şehre uzandık, arabayı merkeze bırakıp
önce Bernard'ın dükkanına gittik, biraz söyleştik, eksiğini fazlasını
yüklendi Tül, tıpkı kırtasiye dükkanlarında benim kendimi denet­
leyememem gibi, o da, istanbul'da erişemediğini burada görünce,
hafif sapıtıyor. Saint-Marc sur mer dönüşü yoğun tempoyla işbaşı
yaptık ikimiz de. Ben bir saat siestamı yaptım gene, onun dışında
kopmadım masadan. Tül hiç ara vermedi - 20.30 dolaylarında bı­
raktık fırçayı, kalemi; tezgahlarda humma dolaşıyor.
Gece, evde yiyemeyecek kadar yorgun, biraz da açık havanın çağ­
rısı, çıktık ve okyanusun karşısındaki L'An II'de yedik: Bottin gour­
mand damgalı, balık ağırlıklı yeni bir lokanta. Doğrusu müthişti ye­
mekleri: Bir balık çorbası içtim önden, ünlü "La Godaille de St.-Na­
zaire"i seçtim ardından: Beş tür balık, böcekler, sebzeler - olağanüs­
tü bir karma. Tül, keçi peynirlerine gömüldü, bir de saumon-lotte
karışımı seçti: Pouilly-Fume eşliğinde. Geceyi çilek ve kahveyle ta­
mamladık.
Sonuçta, uyumakta zorluk çektim.

a.g. 12.52 -
/
Benden geç yatıyor Tül, benden geç kalkıyor, yıllardır böyle bu.
Sabah uyandım, ritüeli tekrarladım. İki saat sonra kalktı o da, içe­
rideki yuvarlak masada oturduk, sohbet tutturduk. Resmin ölümü,

336
resmin ölümünün olanaksızlığı üzre. Çağdaş sanatın terörist bir
boyutu var bana kalırsa, kendi varoluşunu ötekinin yokoluşuna sı­
kısıkıya bağlaması tuhaf. Yeni işleriyle yeni sanat yeni bir yol açtı
şüphesiz; 'kötü olsun da benden olsun' tuzağına düşülmemeli o cep­
hede. Pek çok 'kötü resim' yapıldığı da doğru, ama onları ayıklamayı
kolaylaştıran ciddi bir eleştirel bakış oturmuş nicedir. Bizim yaka­
da, farklı tonlar içinde gelişti çarpışma: Yazar'ın, Yapıt'ın, Şiir' in ya
da Roman'ın ölümünün tartışılmasında pek az payı vardı Erostra­
tos'luğun: İşte Blanchot'nun, Barthes'ın, Foucault'nun metinleri.
Biraz "defter" konusunu açmaya yeltendim, o konuda konuş­
mak istemedi Tül, anlıyorum: Bu bağlamda biribirimize benzemi­
yoruz hiç. Bir işe başladığımda, herşeyi görmeye kalkışırım ben; o
görmeyi değil, bakmayı yadsıyor - ikisi de olabilir, oluyor da.
Balkonda oturup güneşlendik sonra.

5 Ağustos 2002 -
07.39 -
Bu sabah gene güneşle uyandım - ama bütün gövdemi ıslatmış
nemden ve 'iyi çalışan' bir sivrisinekten dolayı, Tül neredeyse uyu­
yamamış, şimdi bir daha deneyecek.
Çalışma temposunu yükseltti dün, olağanüstü bir toparlanmay­
la beş-altı iş çıkardı bile, bir de nefis soyutlamalar yapıyor kağıt ta­
bakların ortasında: Sim bir yol bu, bence.
Ben bir 'cin şiiri'nden gönlümce ilerledim, bir tür korkusuzluk­
la ve Eskişehir metnini sürdürdüm, yarıladım: Paris'te 27 Temmuz
sabahı başladığım "464"ü, herşey yolunda giderse, dönüşte Paris'te
bitirebilirim, umuyorum.
Saint-Nazaire bir de "Bulut Defteri" getirdi, küçümen lirikler,
kalırlar mı, kalırsa kaçı kalır, uçar giderler mi - bilinmez.
Uzun bir çemberi tamamlayarak yürüdüm dün öğle sonrası, iki
saatta 50 kare fotoğraf daha çektim: Saint-Nazaire soyutlamaları
ve somutlamaları.

337
Gece gene yürüyüşe çıktık, Atlantik kıyısı boyu. Orada bir küçük
kahve-restoranda atıştırdık.
Sonra balkon sefası.
Ve Arte'de bir MM belgeseli.

a.g. 08.32 -
Liman görüntüleri başka hiçbirşeye benzemiyor. Dün akşamüstü,
elimde makinam, ayrıntılara yaklaştım: Tuhaf biçimler, çarpıcı renk
katmanları. Madde, böyle bakınca, çağırıcı.
Pek çok fotoğrafçıyı çekiyor limanlar, fabrikalar, vinçler, demir
çelik, hurdalar. Hem içindeler dünyamızın, hem de kenardalar.
Çevremizi, ortamımızı yumuşatıyoruz: Bitkiler, dekorlar, kumaş
ve cam, pastel renklerle. Doğadan çok farklı iş alanları, özellikle de
sanayi bölgeleri, kendilerine özgü, gerçekte sıkısıkıya işlevlerine
kilitli bir estetik bütünlükleri var.
Gece yürüyüşünde, Ti.il'le, iyice çekilmiş denizin, ilerleyen ka­
ranlıkla daha da koyulaşan altında buluştu bakışlarımız: Tedirgin
edici bir güzellik çıkıyor aşağıdan - kayalara geçmiş siyah yosunla­
rın arasından su ve tuz parlıyor arasıra.
Sonra, bir gece önce bizi büyüleyen Georges Ville-bois Mareuil so­
kağına bir kaçamak yapıyorum: Bambaşka kurallar çalışıyor orada.

a.g. 21.22 -
Kalktım, yattım, kalktım yattım gün boyu, iyi çalıştım, hem Bu­
lut Defteri, hem Cin Şiiri diye geçici olarak vaftiz ettiğim şiir def­
terlerinde yol aldım, Eskişehir'den iyice ilerledim.
Akşamüstü alışverişe çıktık. Sonrasında, Mindin köprüsün­
den geçtik (tam bu noktada başımı kaldırdım ve akşamın son
ışıkları düpedüz çıldırttı beni, ye;rimden kalktım, makinam­
da ve yanımda artık yalnız siyah�beyazlar olduğu için çaresiz
bir düzine daha fotoğraf çektim ve kaldığım yere döndüm) ,
Saint-Brevin les Pins'e gidip dolaştık. Gerçekten de kıyı boyu bir

338
çam ormanının içine yerleşmişler, olağanüstü evler, bize olağa­
nüstü görünen sıradan Bretagne evleri, gördüğümüz çirkinlikler
herşeyi abartmamıza yolaçtığı için dehşet şanssızız, aslında acı­
nası bir haldeyiz.
Şimdi yemek, şarap, keyif vakti.
Evde olmama keyfi.

6 Ağustos 2002 -
11.20
Gece yemek masasında, sonra da, uzun uzun balkonda söyleşe­
rek, müzik dinleyip susarak oturduk, baktık, ara vermeden baktık:
Building bir bakış durağı, bazı yerlere koyulan, bozuk parayla çalı­
şan dürbünler gibi.
Sabah çok erken dikilmedim bu sefer, herhalde dün iyi çalış­
tığım için ağırdan aldım, bir saat sonra Tül kalktı ve katıldı bana,
karşılıklı kahvelerimizi içtik, resimleri hakkında konuştuk.
Selçuk'u aradım, yarım saata yakın tatlı gevezelik ettik, güldük
ve birilerini sarakaya aldık, ardından Anne-Lise aradı, perşembe
öğlen yemeği için sözleştik.
Bugün öğle sonrası, Noirmoutier adasına gitmeye niyetliyim -
bir başıma: Tül'ün işleri var. Bense kafamı masadan kaldırmak is­
tiyorum biraz. İstanbul'dan ayrılalı tam on gün oldu, yaklaşık ı40
sayfa yazmışım, ne sökülüş, üç aylık görece bir kuraklığın ardından.

a.g. 20.20 -
Bugün gerçekten de bir telefon günü oldu. Selçuk'la konuştuk­
tan az sonra Christian Bouthemy aradı, yarın gece buluşmaya karar
verdik. Gerçi Aralık ayında da görüşmüştük ama tuhaf bir biçimde
özlüyorum o yorucu adamı - gene küp gibi içilecek demektir.
Kapattım, yarım saat sonra telefon çaldı: Timour'du arayan,
Paris'teki otelden birşey söylememişler, rastlantı bu ya, iş için
Anne-Lise'i aramış ve burada olduğumu öğrenmiş. "Sahaf"ı

339
çevirmiş geçenlerde, 'Actes Sud'ün antolojisi için devam edeyim
mi?' diye sordu, ben de 'evet' dedim: 'Son dönem şiirlerinin üstüne
gidersen sevinirim'. Anlaşılan, "Kanat Hareketleri" epey zorlamış
onu, gene de birkaç parça deneyecek.
Bitmedi: Ayfer Tunç mesaj bırakmış: Alberto Manguel beni arı­
yormuş, konu önemli ya da acil galiba, arayacağım tabii.
Tülin tabak boyamaları sürdürüyor. Hafifsiyor ama her biri hai­
ku vuruculuğunda nefis soyutlamalar getiriyor.

a.g. 20.50 -
Beauvoir sur mer'den Le Gois yolunu denemek için saptım ve
birkaç kilometre sonra gözlerim yuvalarından fırladı, okuyunca:
Maison de l'Ane. Hemen durdum ve arka bahçesine park ettim,
3,50 euro'ya gezilen bir eşek cenneti gerçekten de! Şu sıralarda, be­
nim gözümde dünyanın en önemli müzesi bu: Saymadım tam ama,
sekiz-on ayrı türden otuz kadar eşekle başbaşa kaldım dakikalarca,
başlarını okşadım, sırtlarını okşadım, tanrım nasıl da sokulganlar,
seslendim herbirine, konuştum. Bir eşeğin, eşeklerin yanındaysa­
nız, ne denli manasız ve çirkin olduğunu insanların kavramamak
olanaksız. Farklı yörelerden beyaz, benekli, uzun tüylü, çok uzun
kulaklı olanları; eşek, sıpa, katır, 'bardot', bodur eşek, düpedüz do­
muza benzeyen bir Asya tipi eşek - ne güzellik.
ıgg6'da kurmuş burayı o sevimli adam. Bir kulübe, bir kapa­
lı ahır, çitlerle bölünmüş geniş bir alan. Bir video-kaset, iki kü­
çümen kitap ("Conseils pour conduire un ane en randonnee" ve
"L'Ane en Culotte - ile de Re" (sic!), sıpa sütünden bir sabun (sağ­
lığa pek yararlıymış) alınca bir de afiş armağan etti. Bir bayram
günü geride kaldı.

7 Ağustos 2002 -
10.27
Gece balkona kurduk gene sofrayı: Choucroute, bayıldığım

340
'dikenli tel' salatası (bir tür bizde bulunmayan kıvırcık) , Pouilly
-Fume; FT, bir de peynirlerine çöktü.
Mum ışığında, henüz ince ayarını yapmadığım, hatta bitirip
bitirmediğimi kestiremediğim, dahası ne kadarını koruyacağıma
da karar verme aşamasına gelmediğim 'yanıt'ı okudum Tül'e, yük­
sek ve kırık sesle. iki noktaya itirazı nedeniyle uzun bir tartışmaya
girdik ardından. Midye gibi kapandım gene: Sıcak bir şiiri, metni
kimseye okumamalısınız, yoldaşınıza bile: Soğuduktan, oturttuk­
tan sonra yapın o işi, ille de yapacaksanız.
23.30 dolaylarında sıkı giyinip yürüyüşe çıktık, hayli serindi
hava. Denizaltının yanına gittik önce, Le Petit Maroc'a vurduk ar­
dından. Tül çok çalıştı dün, dört resim birden çıkardı, yüzünden
okunuyordu yorgunluğu.
Atlantik kıyısına bir uzanıp eve döndük, yattık.

a.g. 15.48 -
Boyaları eksildiği için, durdurulması olanaksız bir enerjiyle ça­
lışmayı sürdüren Tül'ü öğleye doğru şehir merkezine götürdüm;
postaneye gittim, Cafü Magellan'da oturdum, bugün Rue de la
Paix'de açılan seyyar ve geçici bitpazarına daldık, altı değişik İs­
tanbul kartpostalı seçip aldım, Tül de iki şirin mavi bardak. Magel­
lan'da atıştırıp eve dönerken Le Petit Maroc'a da uğradık. Bir saat
siestayaptım, uyurken Sarp aramış.
Kalkınca ulaştım ona, uzun ve tatlı konuştuk, keşke burada ol­
saydı da birlikte sağa sola kaçabilseydik. Ama yoğun iş temposunda
bu aralar, iki televizyon kanalının arasında bölünmüş halde.
Hikmet ve Levent de aradılar bugün.
Bitpazarı hüzün çökertti ruhuma: Çoğu fakir insanlar, değersiz
pek çok eskiyi nafile satmaya uğraşarak, iki kuruş çıkarmak için
orada bekleşmeleri içimden biriki tel koparttı.
Aklımın öteki yarısında, şehir çıkışı dün gördüğüm dev, kasvetli
fabrika ölüsü. Neredeyse rollerball'u çağıran bir iskelet.

341
8. vııı. 2002 -
11.15
Dün gece, Christian'la dolu, yumuşak bir gece geçirdik, sıcak bir
bistrot'da; üçer bardak şarap, birer kadeh şampanya, dayanamadı
bir de vodka içirdi bana, ama kendini tutmayı başardı. İçerdeki,
bara tünemiş Saint-Nazaire'lilerle sohbet ederek tamamladık fas­
lı, Christian'ı satmak zorunda kaldığı (boşandığı için) ve yakında
ayrılacağı Dolmen'deki evine bırakıp Building'e döndük, eve gir­
meden deniz fenerinin yanına dek yürüdük, okyanusun seslerini
dinledik, ışıkları tek tek taradık, dönüşte biraz balkon sefası yapıp
yattık.
Bugün 'özel' gün, çarpışmamızın ı6. yıldönümü - gece haşhaşa
kadeh kaldırırız artık: İlişkimizin ikimize de yeni, yepyeni geliyor
olması bir utku işareti.
Güneş suları tarıyor şimdi.

a.g. 19.30 -
ôğlen, Anne-Lise ile buluştuk büroda, sonra inip Skipper'de
yemek yedik, doğrusu iyi sohbet ettik onunla, çıkışta meet'in yeni
sayısını verdi, bir de, bende kalmamıştı, beş nüsha "Dense". Yuka­
rı geldi ve şaşkınlıkla Tül'ün "rekoltesi"ne baktı, bir de benimkini
görse: Saint-Nazaire'de yüz sayfayı bulmuşumdur bir haftada.
Öğle sonrası, Tül'ü şehirde bıraktım ve Trignac'a gittim, "ölü
fabrika"ya ulaşmam çok zor olmadı, iyi ki takmışım kafayı: En az
Rollerball kadar ıssız ve çekici bir kütle, ondaki keder memesinin
yerini bunda kaygı memesi alıyor - sanıyorum, gece karanlığın­
da kimsenin yanına yaklaşamayacağı o canavarı renkli, siyah-be­
yaz ve panoramik çektim dışından v� içinden: Kafamda gotik bir
metin. l
Tül, karşıdaki kahvede şimdi. Denizaltının, fenerin yanında tas­
laklar yapmıştır, yarın öbür gün yeni resimlere girişir.
Anlaşılan, ev de uygun durumda, birkaç gün daha buradayız.

342
9 Ağustos 2002 -
09.55
Yorulmuşuz dün, gece çıkmadık, serin ve yağmurluydu dışarı­
sı, gene de balkona kurduk sofrayı, sımsıkı giyindik ve sarhoş edici
ışık oyunlarının arasında oturduk, yedik, içtik.
Karşıda, bu gece başlayacak ve haftasonu boyu sürecek Latin ez­
gileri etkinlikleri için hazırlıklar yağmur altında sürdürüldü. Ça­
dırlar hazır artık, hangarlara müzik düzeni kuruldu, bu gece iner,
aralarında dolaşırız belki.
Belki - çünkü Patrick gitmeden, cuma gecesi yemeğe çıkmamızı
önermişti; tekneyle denize açıldı bir arkadaşıyla, çok yorgun dön­
mezse buluşabiliriz de.
Yağmuru özlemişim. Yağmursuz bir hayat çekilmezdi.
Gecenin dibine doğru uyanıp pencereye baktım: Simsiyahtı
gökyüzü.
Issız gökyüzü.
Sabah: Bulutlarla çarpışıyor güneş. Görünüşe bakılırsa işi zor
bugün de.

ıo Ağustos 2002 -
08.45
Bu kadar kalmayı ikimiz de öngörmüyorduk doğrusu: Bugün onun­
cu günümüz, anlaşılan yarın da kalıp öbür gün geçeceğiz Paris'e. Böy­
lelikle, neredeyse bir yarım-burs süresi daha kalmış olacağız sevgili
Saint-Nazaire'de: Tül, şimdiden 2o'yi aşkın resim bitirdi, olağanüstü
bulduğum 'tabak'lan saymazsak. Ben de verimli oldum: Bu dönüş def­
teri dışında, Eskişehir metnini hemen hemen tamamladım, bir dizi
şiir, bir orta boy şiir, altı-yedi mensur çıktı, yaklaşık 130 sayfa ile döne­
ceğim Paris'e, iki haftası doldu tatilimizin, ama daha üç haftamız var.
Samih'ciğimle konuştum dün, Bodrum'dan; pazartesi işe başlı­
yormuş, iki haftalık izin bittiği için içi sıkılmıştı. Haftasonları gene
Ayvalık'a kaçabilir neyse ki. "Özledim yahu'', dedi - ben de yahu!

343
Patrick'le ve Florence'la buluştuk akşam. La Passerelle'de ge­
vezelik ettik. Gece birlikte yemekteyiz, galiba 'ev'in yöneticisi de
katılacak bize.
Bir saat Rue de la Republique'de çıktım, dolaştım. Gece balkon
sefası. Bugün sanki az daha sıcak olacak hava.

ıı Ağustos 2002 -
10.50
Gece, "ev"in idari yöneticisi Patrick Bonnetve eşi Therese'in da­
vetlisi olarak, Deville ve oğluyla birlikte, Le Croisic'e yemeğe gittik.
Önce eve çıktılar ve büyük şaşkınlıkla Tül'ün "sergisi"ni gezdiler,
bütün duvarları hemen hemen kaplamıştı. Birer kadeh Chablis ik­
ram ettik onlara, sonra yola düştük, o korkunç rüküş La Baule'ün
içinden gerçek dünya güzeli balıkçı kasabası Le Croisic'e geldik -
onu ayırıyorum bu defterden, yarın yola çıkınca önce oraya gidece­
ğiz, öğle yemeği yiyecek ve doyasıya gezeceğiz.
Bonnet'ler bizi Grand Hôtel de l'Ocean'da ağırladılar - la côte
sauvage'da, gerçekten de vahşi kıyının üstünde kurulu lokantasın­
da dehşet bir yemek yedik: Istakoz çorbası, kalkan ve yeşil limonlu
sufle - hayatımda böyle sufle yemedim.
Bonnet'ler Nantes'li; sekiz yıl Saint-Nazaire'de oturmuşlar, şim­
di Paris'e geçiyorlar: Suez'de yöneticilik yapıyor. Zeki ve esprili bir
adam. Yeni evliyken, Butor'un romanı yüzünden trenle İtalya'ya
gitmişler. Biraz Gracq üstüne konuştuk onunla.
Çok geç yattık sonuçta - her anlamda bir parça esrik.
Şimdi grinin grisi şehir, ufuk, sular - sanki gidiyoruz diye gamlı.

a.g. 24.00 -
Bugün hoyrat, coşkulu, _s aldırgan. rkırılgan ve sertti St.-Na­
,
zaire: Sisle başladı güne, yağmur ve rüzgarla sürdürdü, akşam
açtı, açıldı, griden maviye döndü, gece: Soğuk ve berrak, derin ve
göz kamaştırıcı sürüyor, hava koşulları suları da çığırından çıkar-

344
dı, yükseldi Loire da okyanus da, cüsseli dalgalar dövdü fenerin
kıranını.
Büyük bir gemi ve tekne trafiği yaşandı. Havuza iri bir Kıbrıs
Rum tankeri geldi. Yelkenliler cirit attı karşımızda. Bir transatlan­
tiğin yeri değiştirildi.
Florence, Patrick ve Pierre uğradılar sonra. Bir saat kadar otur­
duk evde, çıkıp L'An II'ye yemeğe gittik, uzun uzun mezarlıklar
hakkında konuştuk.
Sonra vedalaştık çıkışta.
Yarın da buradayız. Salı sabahı uyanıp hazırlanacak, öğlen Le
Croisic'e gideceğiz ardından Paris'e dönüş.

12 Ağustos 2002 -

11-45
Hava koşulları insan bünyesini birebir etkiliyor: Depresif kalk­
tım bugün. Karanlık sürüyordu ilk uyandığımda, uykumu almış
olmama karşın kalkmadım, yeniden uyumaya zorladım kendimi,
sonunda, 07.00 sularında dikildim.
Dışarı çıktım iki saat sonra: Bu kadar kalacağımızı öngörmedi­
ğim için sigaram bittiydi, eve alınacakları da hesaba katarak şehir
merkezine gittim.
Selçuk aradı o sırada, neşesi ve formu yerindeydi, beni güldür­
meyi ve depresyonumu hafifletmeyi başardı: "Güven Turan'ın kita­
bı neden basılamıyor? Çünkü her matbaada Enis Batur basıyorlar".
İstanbul bugün 37 ° olacakmış, burada ıg0'de nasıl da mutluyum.
Nefis bir ekmek, nefis bir Medoc, hazır salata aldım çarşıdan.
Bir bölge bisküvisi: "Le Batzien au beurre". Olağanüstü, halis tere­
yağlı, büyük yuvarlak bir parça, geçen gece Le Croisic'e giderken
içinden geçtiğimiz Batz sur Mer yapımı. Yolda küçük bisküvi atöl­
yeleri görmüş, aklım onlarda kalmışti. Ne tad!
Zanaat, uğraşların en soylusu.

345
13 Ağustos 2002 -
08.10
Gerçekten de gidiş günü geldi çattı işte, bir kez daha.
Çocukluğumda, geçici olarak gittiğimiz, iki haftalığına, iki ay-
lığına bulunduğumuz yerlerden, özellikle yazlıktan, kışlıktan ayrı­
lırken içimden birşey kopardı. Zamanla uzaklaştırdım kendimi sı­
zılı kopuş duygusundan, kendimi ayrılmaya alıştırdım - sanki bun­
dandı, bir ara, uzun bir ara, herşeyden ayrılır olduydum çarçabuk,
bütün bunlar geçti sanıyordum, ama bugün Saint-Nazaire'den yola
çıkıyorum ya, gene kederliyim. Bu duyguyu Tul'ün hali tavrı hort­
lattı bana kalırsa: Denilebilir ki etinden et kopuyor St. Nazaire'den
ayrılıyoruz diye.
Bütün günü yoğun çalışma içinde geçirdik dün de : Onüç gün
içinde 41 resim yaptı Tul, ben 160 sayfa yazmışım -aynı evde bir
Picasso, bir de Balzac "tempo"su, verimi, ne delilik.
iki kısa çıkış yaptım, Burak'la ve Selçuk'la konuştum, öğlen ve
gece balkonda yemek sefası yaptık.
Bugün öğlen ayrılacağız "ev"den. Önce Le Croisic'e ve bir kah­
ve içimi oturmaya Guerande'a gireceğiz; akşamüstü çıkarsak yola
2ı.oo-22.oo arası Paris'e gireriz.
Ave Saint-Nazaire!

14 Ağustos 2002, Paris -


08.12
Dün gece 2ı.oo'de girdik Paris'e; yeniden yerleştik otele, çıkıp
Les Deux Magots'da şarap eşliğinde birer salata yedik, oo.3o'da yat­
tık; çok yorulmuştuk. İyi uyuyamadım oysa, enayilik ettim ve pen-
cere açık yattım, ondandır. .
Bir hafta kalmayı öngörmüştüm, 13 g;µn kaldık Saint-Nazaire'de.
Gariptir, İstanbul'dan geldiğimde hep coşkuyla girdiğim hücrem
bu kez deli gömleği gibi geldi bana: Çok küçük (ki zaten öyle) , çok
sıkışık (öyle) . 160 sayfa yazdım orada, açıldım iyice, herhalde bu

346
nedenle olsa gerek, mekanda dağılmak gereği doğdu biraz, oysa ye­
rim yok, idare, edeceğim. Belki arasıra dışarı çıkıp çalışmayı dene­
rim - öğle sonları.
Paris'te, ilk altı günde yoğunlaştığım "Kravat"a, St.-Nazaire'de
dokunmadım, ona döneceğim; bir. "Plati"de yola koyuldum ve ilk
XII parçayı yazdım, sürdürmeye çalışacağın; iki. "Wilhelm Tell"i
bitirebilecek miyim bakalım; üç. Yan defterleri (bunu, Mensurlar'ı,
Paris'i) ayırıyorum; şiirleri de - onlar biraz keyfe keder giderler;
dört. Üç küçük yan tasarı var; beş: 6-7 Eylül, Fabrika ölüsü. Yapış­
tırma defteri - belki yönelirim belki yönelmem. Sürpriz parçalar
çıkagelebilir, altı.
Bugün çamaşır, temizleyici, fotoğrafçı günü olur. Arabanın beş
günü var daha. BHV'ye, Nature'e gideceğiz FT'yle. Başta Tali olmak
üzere biriki film var hesapta. Kitapçı seansları. Ola ki bir Royau­
mont gezisi.
Dün, çok erken dikildim Saint-Naz·aire'de. Çıkıp bir ara Le
Petit Maroc'daki Bar de la Marine'e oturdum, iki yapayalnız,
sarhoş denizciyle konuştum - trajik hikayeler. Öğlen ayrıldık
evden, güç bela koparak gene. Öngördüğüm gibi Le C roisic'e gi­
derken, yolda zanaatkar bir bisküviciden, atölye işi Breton kura­
biyeleri aldık.
Batz sur Mer'e daldık sonra, çeyrek saat dolaştık, iki saat kaldık
Le Croisic'de; yemek yedik, dolaştık. La Côte Sauvage'dan geçtik
ağır ağır, deniz kıyısındaki o şato-otele uğradık; olağanüstü konu­
mu var, bir hafta geçirebiliriz orada, ileride.
Bretagne'ı keşfetmek daha zaman istiyor. Çok yoğun bir bölge.
Nedim'den, Yourcenar Evi için destek istedim. Bir-iki-üç aylık se­
çenekler varmış. Olursa, o seferde Normandiya çıkarması da yapı­
labilir! Fougeres'e, Dinard'a, Rotheneufe - çentikler.
Fransa güzel ülke. Paris ayrı, taşralar apayrı.
Hayat kısa.

347
15 Ağustos 2002 -
09.55
Saat 07.oo'de T'ül'ün krampıyla uyandım, her yıl iki-üç kez olur
bu, geçirene kadar epey uğraşınca uykum gitti, dikildim ve sigara
içtim, gene yattım, yazı saatım bugün kaymış oldu; olsun.
Çamaşır günüydü dün. Fotoğrafları da verdim image Service'e,
cumaya hazır olacak paket - 400 kareyi aşmış olmalıyım bu sefer.
"Ağustos Defteri"nde, T'ül'ün sergi çalışmalarında kullanılacak bir
kısmı; "Fabrika ölüsü" ve hurda çekimleri bir projeye yürüyecek -
gerisi anı olur. Sonuçlar nasıl bakalım? Makinanın pili en canalıcı
çekimde zayıftadıydı, umarım rezil bir durum çıkmaz ortaya. En
çok da, atılabilir Kodak'la yaptığım panoramik çekimleri bekliyo­
rum heyecanla. O Hasselblad panoramiği param vardı, almalıydım
vaktiyle, şimdi param yok! Asıl gönlümde yatan Rolleiftex kare for­
mata geçmek şu sıralar. Hayırlısı, diyelim.
Öğlen, St.-Sulpice yakınlarında geçen yıl açılan Seraphin'de yedik
- nefisti. Siesta sonrası uzun bir yürüyüş yaptım. La Hune'e girdim
ve "Dense"ı ön rafta görünce çocuk gibi sevindim. Tükenen nüshalar
yerine yenileri istemişler demek. La Hune bana çok iyi davranıyor!
Her ne demekse bu. Yeni yazarım ya burada, sahip çıkan kitabevini
sahip çıkmayandan hemen ayırabiliyorum. Sözgelimi L'Ecume des
Jours'da Türk edebiyatı hiç yok gibi, oysa koskoca kitabevi.
Akşam önce Bonaparte'da bir cin fizz götürdüm. Gece iki San­
cerre daha. Paris'te böyle oluyor, her gece içiyorum. Şimdi taraçalı
eve geçtik ya, yazları daha çok içilecek demektir.
Yemek (birer salata) sonrası, T'ül'le pek keyifli yürüdük; Vis­
conti, Rue de Seine, Pont des Arts, Seine "plage'i (bu yıl bir de bu
çıktı ortaya) , Place Dauphine (film çekimi vardı), Rue Dauphine ve
cit
Buci. Oturup Chai de l'Abbaye'de don .ırma yedik.
oı.oo'i geçmişti, yattık. · '

Gene Selçuk aradı dün. Türkiye havadisleri içkapatıcı - siyasal


platformda.

348
16 Ağustos 2002 -
07.50
istediğim saatta yattım (ama uyuma güçlüğü çektim), istediğim
saatta (uykumu almış olarak) kalktım.
Dün öğlen, Chai de l'Abbaye'de yedik, ama yemek mi dayak mı
anlayamadık - herkese kötü davranan bir garson, sonunda Fransız
müşterinin hışmına uğradı. Tam da Faris kitabının "garson" bölü­
münü yazmaya hazırlanırken iyi geldi!
Birlikte biraz yürüyüp ayrıldık Tül'le; o, Beaubourg'daki sergi­
lere gitti, ben avareliğe, Rue Galande üzerinden Maubert'e gittim,
dini bayramdı ya dün, Ave Maria'cılar yürüyüş yaptılar: Genç yaşlı,
kadın erkek (ve homo), çocuk ve sakat, zenci beyaz 300 kişi şarkı­
larla geçtiler meydandan.
Rue des Ecoles, Rue Racine, Odeon üzerinden ağır ağır, kitapçı
vitrinlerini, Hollington'u, ev eşyası dükkanlarını inceleyerek yü­
rüdüm ve 18.00 sularında otele vardım; başarısız bir siesta girişi­
mi sonrasında kitap okudum, 20.00 dolaylarında Tül'le buluştuk,
akşam yemeği için gene Seraphin'e gittik, bu kez gaspacho sonrası
ördek yedim, Sancerre eşliğinde. Geceyi Les Dem: Magots'da yeşil
limon dondurmasıyla sürdürdük. Müthiş tipleri izledik. Yıkanıp
yattım. Bugün BHV günü.
Burak ve Selçuk aradı. Sonra Fatma: Alberto aramış gene, ara­
yacağım, havadis varmış: Berlin'de bir edebiyat festivaline çağrı­
lıyormuşum galiba. Almanlar hiç tanımıyorlar beni. Onları birin­
ci dereceden ilgilendiren Goethe şiirim ve yazım bile, çevrilmiş
olmalarına karşın, yayımlanmadı. Bir avuç şiirim çıktı, onları da
kimse görmemiştir.
Masada hafif tekledim, tekliyorum. "Kravat" yürüyor, ama Pla­
ti'de biraz kayboldum: Ya başlamam gerektiği gibi başlamadım, ya
da yeni bir kalıba doğru yüzüyorum - şu belli: Ara vereceğim, biri­
ki parça sonra, yazmaya. Paris'te başladığım ve sonrasında bir türlü
tamamlayamadığım iki metne, "ikinci Prova" ile "Wilhelm Tell"e

349
katılacak o da. Böyle başka işler de var tezgahta. "Soulages Söyleşisi"
ve "Sanatsal Sahicilik" üzerine. Yeniden motoru ısıtmakta güçlük çe­
kiyorum. 02 Güz-03 Kış programına yükleyeceğim çoğunu. Ama "Wil­
helm Tell" öncelik taşıyor, burada bir daha girişmeyi denerim belki.

ı7 Ağustos 2002 -
09.30
İyi çalıştım sabah: "Kravat", mensurlar, "Josiane", Plati. Tele­
fonlarla delerek: Selçuk, Cem. Şirkette nakit sıkıntısı başgöster­
di; ilk kez, onbeş yıldır, hedef tutturamayacağız galiba; oysa, krize
karşın iyi sonuç alabilmiştik geçen yıl, demek bu yıla yansıdı so­
nuçlar: Artık kitap alamıyor mu insanlar?
Öğlen, Nicolas'da yedik ve BHV'ye gittik: Ev için İstanbul'da
bulunamayan malzemeye bakmaya. Ve gerildik orada, gerildim.
Sorulsa: Tül melek, ben cinnet kuşu. Öyle değil ama: Bütün ra­
hatsızlığı, yükü, sorumluluğu ben yükleniyorum yolculuklarda,
o rahatından en ufak ödün vermiyor: Biletten arabaya, bütçe
kotarmaktan otele, bagaj taşımaktan para harcama sorumlulu­
ğuna ve hesaplara, daracık bir hücreye kapanmaktan sabah yüz
yıkamak için dışarı çıkmaya, klima sorununa, uzun liste. Yılda
tek "izin" kullanabildiğim, kendimi yazı sancılarına kaptırabil­
diğim dönemde fazla uzun bir gündelik hayat listesi.
Fotoğrafları aldım. "iş" için olanlar fena olmamış sonuçta:
St.-Nazaire Defteri ve Fabrika kalıntıları sağlam kareler vermiş,
panoramiklerde de durum çok kötü sayılmaz.
Üç saat odaya kapandım ve karanlıkta oturdum. Sanki geceye
hazırlanıyormuşum: Bergman'ın "Kurtların Saatı"nı gidip gör­
düm: Kötü ama derin, sarsıcı bir film . .
Gece Les Deux Magots'da karşılaş�k
/
Tül'le, birer (ikişer) bira
içtik yatmadan.
Üç hafta bitti, iki hafta kaldı dönüşe. Yarın belki Royaumont'a
gidilir. Salı, geri veriyorum otomobili.

350
18 Ağustos 2002 -
09.20
Bugün pazar. Paris'te, "izin"de pek birşey değiştiremiyor bu be­
nim için: Çalışacağım gene, sabah; öğle sonrası, herhalde Royau­
mont'a gideriz; gece, belki Playtime'ı görmeye. Demek ki çok şey
değişiyormuş! istanbul'da, yıllardır evde pinekliyoruz - benim yü­
zümden: Hiçbir yere çıkmak, gitmek istemiyor canım, trafik öylesi­
ne bezdirici ki. Eskiden çıkardık.
Hava 32° olmasına karşın, dün sabah iyi çalıştım ("hüc­
re" serin). Öğleden sonra, üç saatlık bir maraton çektim:
Louvre, Palais-Royal, Les Halles ve Dauphine. Gece, Le Petit
Zinc'deydik, içme rekorumu kırdım. Ondan olsa gerek, kafam ka­
lın bir bulutun içindeymiş gibi uyandım. Koyu kahvelerim ayıltıyor
beni.
Le Petit Zinc gecesi tatlı ve hüzünlü geçti. Müdavim bir çifti
var kaldırımın, orada: Puce ve Gigue, şarkılarıyla, duruşlarında­
ki alçakgönüllükle insanı hüzünlendiriyor ikili. Tül, gözyaşlarını
tutamadı. Ben, ıo euro verdim "kasa"ya, şaşırdı Puce, ayrılamadı
etrafımızdan, yan masadaki hoş bir Belçikalıya birlikte fotoğrafla­
rımızı çektirtti, numerique makinasıyla.
Cleppe-Henri'yle tanıştık böylece. Geçen hafta İstanbul'da,
Adana'daymış iş için, sık gelirmiş Türkiye'ye, Taksim'de bir otelde
kalır, Pendik'teki bir fabrikayla çalışırmış - adresimi aldı, ben de
onunkini.
Bu arada, tatlı garson kızın sevgilisinin Mersinli olduğu anlaşıl­
dı. öbür masadaki sıcakkanlı Fransızlarla da halvet olundu.
İyi bir geceydi kısacası. La Hune'e girdik ardından, yürüdük, Les
Deux Magots'ya oturduk - terasta Gainsbourg'un kızını gördü Tül.
Rue de l'Abbaye üzerinden döndük otele.
Gündüz Palais-Royal'da geçirdiğim bir saat kafama yeniden, im­
bikten geçercesine damladı - kısa biriki metin yazacağım bugün,
Paris kitabım için.

351
19 Ağustos 2002 -
08.15
Sabahtan çalıştım dün, ama biraz düşük bir verimle. Çıkmak
istedi canım, belki ondan; çıktım ve pazara gittim, Buci'ye: Alışve­
riş yaptım hafif bir öğlen yemeği için, Tülin'e de birşeyler aldım ve
döndüm - otel odasında yenilebiliyor pekala, daha sık neden yap­
mayız ki bu işi?
Öğle sonrası, kararlaştırdığım üzere, otomobile atlayıp Royau­
mont'a, Abbaye Royal'i görmeye gittik. Kolay olmadı yolu bulmam,
ama değdi doğrusu: Dehşet bir yapı, bir bahçe. Dev bir manastır
kompleksinin kültür vakfına dönüşmüş olması çelişkili duygulara,
düşüncelere yolaçıyor bende. Konserler, şenlikler düzenlenmese,
yalnızca 'konak' olarak kullanılsa daha kolay anlayabilirim: Çekil­
me fiili bir tek keşişlere bırakılamaz, şairin, sanatçının çekilebile­
ceği, arasıra uzaklaşabileceği yerler olmalı(ydı) , Royaumont dört­
dörtlük mekan.
Pek az kişi bilir, Royaumont şiir etkinlikleriyle içiçe bir projeyi
bizim Salih Ecer getirdiydi g7'de: Başkanı olmamı istediler yanaş­
madım, Samih'i önerdim, o da yanaşmadı, ama üç-dört yıl boyunca
etkinliğin sponsorluğunu üstlendik. Bir sürü şairimiz buraya gel­
di böylece (Onat, Cevat, vb.), karşılığında gelenlerin masraflarını
üstlendik. Sonra harcamalarda ipin ucunun kaçırıldığını gördüm,
doğru dürüst hesap da verilmedi, ben Kuveyt şeyhi değilim sonuç­
ta, kestim yardımı ve Cevat küstü! Ne o, telefonuna çıkmamışım
- doğru değil bu. Bana kalırsa, profesyonel yaklaşım zayıftı o proje­
de, ahbap çavuş kollamaları öne çıktıydı. Biriki kitap da yayımlandı
Royaumont'da: Onat'ın, Cevat'ın, belki Salih'in de, onları göreme­
dim.
Çeviri etkinliği için değil de, gelip b�r ay kalmak için Royaumont
ideal nokta, benim türümden biri açisından. Pek çok kişi sıkıntı­
dan kavrulur, bilirim; mutlu olurum ben, tam tersine! Sessiz, kendi
kendinle kalabileceğin, uzak bir nokta: Ne isi.erdim daha?

352
Royaumont dönüşü, yolda ani ve şiddetli bir fırtına, sel boşanı­
yor gökten, güç bela gelebildik Paris'e. Yağmur burada da sürdü. Çı­
kıp Les Editeurs'de şarap içtik Tül'le, sonra döndük otele ve 20.3o'a
dek uyuduk. Gece, Mezza Luna'da yedik, hem de açık havada! İtal­
yan mutfağını özlemişiz ikimiz de. Geniş bir çember çizerek yürü­
dük yemek sonrası: Rue de Medicis'te, Le Rempart'da kahve molası
verdik. Biraz "Kravat"tan sözettim. Arada kısa, küçük "rapor"lar
dışında susuyorum gene, tezgah konusunda. Bana öyle geliyor ki
kimse. Tül bile uzun dinlemek istemez. Eskiden konuşurdum oysa.
Şimdi anlamsız geliyor, kafamdaki şeyleri anlatmak. İyi değil ki içe
bunca kapanmak.
300 sayfayı geçtim hücrede. Eskişehir metnini, 'insert'ler dı­
şında bitirdim: "Kravat"tan epey yolaldım; "Plati"den onbeş ön
parça ilerledim; yaklaşık iki düzine mensurlardan, onbeş kadar
da Faris parçalarından yazdım; "Ağustos Defteri / St. -Nazaire his,
ter" fotoğrafları da düşünürsek fena olmadı; sıkı bir ortaboy şiir,
"yanıt", yirmi ufak şiirden oluşan "Bulut Defteri" cabası. Daha
ne isteyebilirim: Yılın ilk yedi ayındaki verimden fazlası çıktı 24
günde.
Gene de memnun değilim, çünkü miktar sorunu değil bu. Çalış­
maktan, üretmekten fazlası sözkonusu son zamanlarda: Sıkıntım,
bir içdönemin kapanması, bir başkasının başlaması ile bağlantılı.
Büyük gövdenin denetimi güç iş. Bitirmem gereken bazı parçaları
önümdeki iki-üç yılda bitirebilirsem, daha açık seçik görebilece­
ğim önümü. Öte yandan, so'yi geçtim artık; vaktim daralıyor! Otuz
yılda geldim buraya, önümde daha ne kadar süre var, hikayesi. Bü­
yük bir iç hareket gerekiyor bence; ciddi bir dönüşüm geçirmeye
hazır olmak. Ondandır sıkışık, bungunum.
Cuma Alberto'yla konuştum, dün Uli Schreiber aramış Ber­
lin'den. Bekleniyorum, ama gidemem herhalde: Beş haftalık izin­
den sonra, bir hafta da Berlin için isteyemem Selçuk'tan: Olur dese
bile olmaz.

353
öte yandan, katıldıklarım gösterdi: Pek bana göre sayılmaz bu
festivaller. Sevmiyorum orada yaşananları, kendimi de sevmiyo­
rum öyle yerlerde: Ne işin var burada senin sorusu çöküyor içime.
Ve yolculuk yorgunuyum. Otellerden, bavullardan, uçak korku­
sundan, başka şeylerden biraz bıktım açıkçası.
On gün sonra YKY'de ı4. yılım tamamlanıyor. Tam otuz yıl önce
burada, Paris'te başladım çalışmaya - yarım gün mesaiyle.
Bir de işyerlerinden yorgunum. Ama yapabileceğim hiçbirşey
yok: Çalışmayı sürdürmek zorundayım. İyi işler yaptım, pek çok
kitap yazdım, bunlar bana yarın için hiçbir garanti sağlamadı.
Yazıktır.

20 Ağustos 2002 -
09.30
Gece başlayan yağmur sürüyor. Gerçi dün de böyle başlamıştı
gün, öğlene doğru güneş çıktı ve gün boyu sıcak hüküm sürdü. İs­
tanbul'u da sel götürmüş - Ayfer'Je, Selçuk'la konuştum.
/
Sabah çalışıyordum masada; birden aydım: Arabayı geri ver-
mem gerekiyordu! Yarım saat içinde giyindim, çıktım, Louvre'a
götürüp teslim ettim. Yürüyerek döndüm oradan, iyi geldi. Her sa­
bah hücreye kapanmaktandır, anladım ki epey içim daralmış, öğle
sonrası kahvede, açık havada çalışmayı denemeye karar verdim.
Otele dönüşte, Tül'le konuşuyorduk, telefon çaldı: Gene Uli
Schreiber, Berlin'e 2ı'inde gelemez miyim? Kibarca reddetmem
iyi oldu, aslında pekala gidebilirdim de, ama fırsatın üstüne atla­
yan yazar portresi bana yaraşmaz, 'gelecek yıl, önceden haberim
olursa' Berlin Edebiyat Festivaline katılmak isteyebileceğimi Tül,
olağanüstü İngilizcesiyle adama aktardı - İngilizce nasıl konuşu-
lurmuş görsünler! ·,

Ardından Tül Palais-Royal'e yollandı, ben Cafe Le Rostand'a


çöreklendim, biraz çalıştımsa da, gürültü, özellikle de trafik
gürültüsü ağzımın tadını kaçırdı. Biraz yürüdüm, Place de la

354
Sorbonne'da oyalandım, Compagnie'ye girdim, otele dönüş­
te Ecole de Medecine sokağında tuhaf bir hareketlilik gözüme
çarptı, meğer 68 Mayısıyla ilgili bir film sahnesi için aynı dekor
kuruluyormuş, hızla gidip fotoğraf makinamı alıp birkaç kare
çektim, baktım 'filozof' oturuyor, başını elleri arası almış, onu
da çektim. Paris kitabım için çok değerli iki parçayı ateşledi bu
sahne.
Yarım saat siesta yaptım. Tül geldi ve akşam içkisi için çıkmak
üzereyken oda telefonu çaldı: Leslie! Öylesine uğramış, burada
olduğumuzu öğrenmiş, coşkuyla buluştuk aşağıda, önce Les Deux
Magots'da birer şarap içtik, arkadan Mezza Luna'ya yemeğe git­
tik ve sohbet ettik. O eve döndü, bizse geceyi kapatmadan Bona­
parte'da oturduk.
Dört aylığına, bir fabrikada çevirmenlik yapıyormuş Leslie,
Gemlik'ten gelen bir grup Türk ustasına. Tam mesai yapıyor. Haf­
tasonu bir gece, Violain de katılacak, çıkacağız. MM çevirisini biti­
rip teslim etmiş - "kirlenmiş hissediyordum kendimi, tam o sırada
"Papirüs, Tüy, Mürekkep"i gönderdin, okudum ve arındım". Koca
oğlan! Bu sözüyle o da beni yıkamış oldu.
Maggiore gölüne gitmiş, çok etkilenmiş. Alexis Hırvatistan'da,
Violain İrlanda'da kısa tatil yapmışlar, onlar da öyle. Avrupa'da ya­
şamanın avantajlarından biri: Alçakgönüllü bütçelerle yapılabili­
yor bu yolculuklar.
6-7 Eylül olaylarından açtım biraz. Leslie, önemli bir anekdot
aktardı: 6 Eylül gecesi, kuduz saldırganlar Zenoviç apartmanını
yakmaya gelmişler, Kayserili kapıcı Mustafa geçit vermemiş.

21 Ağustos 2002 -
08.45
Yağmur şehri teslim aldı dün, bu sabah da olanca gücüyle sürü­
yor. Her yeri sel götürüyor bu yaz; gene Paris hafif atlatıyor - şim­
dilik.

355
Annemle konuştum, burnunda tüttüğüm belli, benim dışımda
herkesten çarçabuk sıkılıyor. Dayım, zorlayarak denize sokmuş
onu birkaç kez, iyi yapmış.
Yıkanıp çıktım dün, herhalde ondan, burnum hafif harekete
geçti gece, bu sabah da değişmemiş durum, umarım nezle derdi
açmam başıma. Yıkanıp çıktım, bir de açıkta oturdum, Le Mond­
rian'da, yağmur altında yürüdüm; ondandır. Tül'le buluşup birer
kahve içtik, Gibert'de alışveriş yaptık (Depardon DVD'si aldım, pek
pahalıydı + iki Mozart operası) , sonra kitapçı faslına geçtim: Saer,
Sabato, Saramago, Ledoux, Gleize, iki Unamuno, Le Monstre dans
l'Art, Daumier, Klein, Guide des iles gracques, vb.
Yarım siesta yaptım sonra. Hafif bir akşam yemeği (omlet, sa­
lata, iki kadeh St.-Emilion) yedik Les Deux Magots'da, gidip L'Ar­
naque'da Tati'yi seyrettik: Playtime, büyük şölen. Truffaut'nun coş­
kuya kapılıp uzun bir mektup döşenmesini anlıyorum. Benzersiz,
yüzdeyüz özgün bir sinema şiiri. Nasıl ıskalandığını, nedenlerini
araştırmak gerekir - bu toplumu anlamak için. Acaba, gelecekleri­
nin eleştiriliyor olduğunu mu anlamış, sezmişlerdi?
Film çıkışı Bonaparte'a gittik, üÇer kadeh Sancerre· (ve peynir)
eşliğinde konuştuk uzun uzun. Yan masaya, iki yıl önce benimle bir
radyo röportajı yapan Bike geldi, bir Amerikalıyla, bir aydır istan­
bul'daymış, sıcaktan ve nemden yılmış, yeni dönmüş buraya. Yıl­
lardır Paris'te, ama geçicilik statüsünü yenememiş, zor koşullarda
sürdürüyor yaşamını. Kolay değildir Paris'te düzen kurmak.
Dolunay yaklaşıyor.
Gece otele dönerken bir ara bulutları dağıtmayı başarmıştı.

22 Ağustos 2002 -
00.40 /
Bugün bir garip geçti, bir tür dağılma içinde. Sabah erken kalk­
tım, ama ıı.oo sularında kendimi yorgun, daha doğrusu biraz kırık
hissettim ve yeniden yattım - iki saat daha uyumuşum.

356
Sonuçta, yarı aptal bir halde çıktım otelden; acıkmıştım da, ama
nereye oturacağıma bir türlü karar veremedim, gene Bonaparte'a
gidip bir 'croque madame' yedim, sıkma limon-portakal karışımı
eşliğinde.
Rue des Beaux-Arts'da, Cartier-Bresson sergisini gezdim ve Bist­
rot Mazarin'de oturup birşeyler karaladım defterime. Rue Guene­
gaud'daki galerilere, özellikle de Afrika işlerine ağzımın suyu aka­
rak bakındım, Musee de la Monnaie'nin dükkanında oyalandım.
Oradan Place Dauphine'e geçtim ve La Caveau du Palais'de cuma
gecesi için dört kişilik bir masa ayırttım. Sonra çiçekçilere: Tohum
seçtim beş-altı cins, iki mikroskopik kaktüs aldım, ardından da Sa­
maritaine'in fotoğraf bölümüne uzandım. Aradığım makinayı bul­
dum: Bir Pentax panoramik - Tül, bana armağan arıyordu, bu da
oldu böylece ! Pek memnunum yeni makinamdan.
Otelde buluştuk ve yemeğe Lipp'e gittik. Keyifli bir yemek oldu
gene; Saint-Estephe eşliğinde. Bir geniş tur atıp, 23.3o'da Les Deux
Magots taraçasına konduk. Dolunay bulutların altından güç bela
bir görünebildi.
Bugün, uzunca bir seans yaptım La Hune'de; gerçi hiçbirşey al­
madan çıktım ama, bir sonraki sefere, Sanat bölümünde epey kitap
peyledim - ne olacak bilmem bu işin sonu, gene koca bir çanta do­
luverdi!
Akşam, Leslie'yle konuştuk telefonda - cuma gecesi için kesin­
leştirdik buluşmayı.
Şimdi uyku saatı.

23 Ağustos 2002 -
08.50
Günün önemli bir bölümünü Jardin des Plantes'da geçirdim. İyi
ki iki hafta Saint-Nazaire'de kaldık bu sefer, yoksa beş hafta Faris
fazla gelecekmiş. Doğaya uzak kalmak zorluyor beni gitgide; istan­
bul'da da pek birşey yapamıyoruz o konuda. Şimdi taraçalarıma

357
güveniyorum biraz, ama orman kurmayı düşlemiyorum tabii. So­
nuç olarak, Paris'teki üç haftayı da Bretagne'da geçirmeyi yeğler­
dim, diyebilirim.
"Kravat" finişe geçti. Biraz çabayla son noktayı koyabilirim bu­
rada. "Wilhelm Tell"e de öyle. Çalışma ritmimde bir düşüş yok ama
yoruluyorum artık.
Jardin des Plantes'da önce mineralogie müzesini ve Theodore
Monod sergisini, ardından Evrim Galerisini gezdim dün. Evren
ve Hayat hakkında çıldırtıcı anakaynaklar. Quartz blokları önünde
şiir harekete geçti. Nedir ki lirik bir şiir? Yarı işlenmiş ham quartz.
Tam işlemek hata. Hiç işlenmesin, olmaz.
Perec'i selamlayarak Rue de Linne'den, Verlaine'i selamlaya­
rak Mouffetard'dan geçtim. Bir kahve molası verdim. Sonra, Mon­
tagne St.-Genevieve, Rue de l'Anneau. Birkaç kare yeni makinam­
la çektim. Tülin'le Les Deınc Magots'da buluştuk - sevgilim. Deniz
kitabevinde beğendiğim barometreyi armağan almış bana. Ben
de yıllardır aradığı bir CD'yi bulmuştum. Dün sıkı bir koklaşma
günüydü.
Gece Lipp'te yedik. O Cyrano kılıklı garson genç gülüp geçirdi
bizi. Salata, balık, şarap, romlu baba tatlısı, kahve - ne olsun.
Bir saat kadar La Hune'de dolaştım. Bonaparte'da birer kahve
içtik - son iki yıldır rastlar olduğumuz, şirin ve marazi görünümlü,
kuzeyli çağrışımı yaratan adam bu kez oraya demir atmıştı: Oku­
duğu kitapları eski büyük zarflarla kaplıyor, durmadan bir deftere
notlar alıyor - besbelli kaçık bir yazı insanı. Benim daha çok hüc­
remde yaptığımı o daha çok kahve köşesinde yapıyor. Yapayalnız.
Hiç konuşurken duymadım onu.
Dolunay patlamıştı. Gene Saint-Sl,llpice meydanına gidip tahta
sıralardan birine, çeşmenin karşısın� oturduk. Hava serinlemişti
bayağı, ama insanın içinden yatmaya gitmek gelmiyor bir türlü.
Bu gece Violaine ve Leslie'yleyiz.

358
24 Ağustos 2002 -
09.15
Gece Leslie'lerle yedik Place Dauphine'de, keyifli yemekti. Bir ara
"Kagemusha"nın kesintisiz versiyonundan sözettim, Leslie olağa­
nüstü Japon taklidi yapar, boğuluyordum gülerken. Chai de l'Abba­
ye'de, Tül'le haşhaşa geceyi tamamladığımızda saat oı.3o'a geliyor­
du ve sokaklar nasıl kalabalıktı. Karabasanlı bir geceden sonra geç
uyandım bu sabah. Kafamda bütün gün "Kravat"la gezmiştim dün,
oysa uyanana dek "üçgen ilişki" kitabıyla didiştim: İki erkeğin ara­
sında bölünen bir kadın, versiyonu bu defa. Kaç yıldır iki versiyon
arasında bocalıyorum. Nedense, Mehmet Taner girdi düşüme.
Evet, finiş hazırlıklarıyla birlikte, dün bütün güne "Kravat"ın
gölgesi düştü. Gibert'e gittim ve aradığım şeyi buldum: Alexei Sos­
sinsky'nin "Düğümler"i: Bir Matematik Kuramının Tekvini. Gidip
bir kahveye çöktüm ve iki saat içinde bana gerekeni çektim aldım
kitaptan. İş şimdi, iki düğüm felsefesinden finali çıkarmama kaldı.
Söylemesi kolay, yapması (yazması) değil. Sekiz yazı günüm kaldı:
Hem "Kravat"ı, hem "W. Tell"i bitirmek için. İkisini de bitirememe
olasılığım çok yüksek, "W. Tell"in yatık yazılarına Mart'ta, burada
başlamıştım, o gün bugün şişip kaldı metin. "Kravat"ta da aynı şey
olabilir. Başlayıp bitenler (Acı Bilgi, Elma, Başka Yollar) iyi de baş­
layıp bitiremediklerim az değil Paris'te: "İkinci Prova", "Sanatsal
Sahicilik Söyleşisi" gibi. Sorun, İstanbul tezgahındaki ayarlarda.
Soluk gerekiyor şimdi. Bir onbeş gün daha belki. Belki o kadar
bile değil - ne kadarsa o kadar. Ama yok işte, sekiz tam gün var. Ol­
mazsa olmaz: Ne yapalım?
Dün sabah, Saramago'nun "ile İnconnue"sünü okudum, benim
Plati metni için açılım getiren bir masal. Demek, bir ay daha gerek­
liymiş! Burada, bu hücrede değil ama: Saint-Nazaire'deki gibi daha
geniş bir evde, daha gevşek bir kent-doğa karışımı mekanda. Bahçe
olmalı. Sessiz yürüyüşler. Paris son derece yorucu böyle bir yoğun­
laşma döneminde.

359
Bir haftadır müziğe ara vermiştim. Nasıl özlemişim. Gece yatma­
dan Boccherini'yi dinledim yeniden, uçacağım sandım.

a. g. ıı.oo -
"Playtime"ı, Jacques Tati'nin başyapıtı saydığı, bütün yatırı­
mını yaptığı filminin kesintisiz versiyonunu görmeye gittiğimde,
aklımda Roland Barthes'ın "bir yapıtın neyi yaralamış olduğunun"
bilinmesi gerektiği yargısı dolaşıyordu: Günümüz izleyicisinin
"Playtime"ı nasıl karşıladığını bilmiyorum (sıkı bir basın ve yayın
desteği almış olması dışında) , ıg67'de hoş karşılanmamış - bazı
anayapıtlar (yoksa tümü mü?) yaratıcılarına ağır bedeller getirir,
"Playtime" da Tati'nin sinemacı yaşamının büyük hüsranı olmuş.
Herkesin kendine göre bir açıklaması olur, benimkisi şöyle: Top­
lum, özellikle de okumuşlar toplumu, geçmişinin ve şimdiki zama­
nının eleştirisine açıktır, hele belli bir kültür düzeyine erişilmişse;
buna karşılık, yakın geleceğinin şimdiden ağır biçimde eleştirilmesi­
ne, üstelik doğru öngörüler eşliğinde bunun yapılmasına hazır olmu­
yor insanlar -bana kalırsa, "Playtime", ıg67'de bu bakışaçısı nedeniy­
le benimsenememiş.

25 Ağustos 2002 -
10.50
Son haftaya girdik işte; bu 'sefer' in beşte dördü bitti, beşte biri
kaldı. Dönüş psikolojisi başladı bile, Tül hüzünlü her zamanki gibi,
ben 'vaktidir' diyorum hep: Başka çare olmadığı için. Aynı hikaye:
Kederlenmenin yararı yok, bir; otel yaşamı yordu, iki. Bu durumda
evimi özlüyorum, kolay mı 5 m•'lik bir karanlık hücrede günlerce
kalmak? Kaldı ki, Faris yaşantısı da.yorucu ayrıca, şu koşullarda:
Her öğleden sonra, her gece dışarıdayız; düzen elverse çıkmak zo-
,
runda kalmayız ille de.
"Kravat"taki sıkışma, son bölüm öncesi durmama yol açtı. Koyu
bir final parçasına hazırlanıyor kafam, bilinmez ya, burada şimdi

360
girişmem doğru olmaz gibi geliyor bana, içinde olduğum aşamada.
Dün de, dışarı çıktım ama kafamda fırdönen kravat kuyruklarıyla
dolaştım sokaklarda! Gece, biraz Tül'e açıldım, ama henüz bir sa­
tırını okumadığı bir metin etrafında diyalog geliştirmeyi bekleye­
mezdik fazla. Sonuçta, cinayetten değil de cesetten vazgeçtim. Eski
bölümlerde epey değişiklik yapmam gerekecek, örneğin cenaze
faslında. AHS'nin 'kaybolması" her bakımdan daha makı11 görün­
dü bana. "Acı Bilgi", "Elma", hatta "W. Teli" ile tematik açıdan daha
organik bir bağlantı ipi bu: Kitaplar, bir de biribirilerine düğümle­
nebilirler böylece.
Dün öğlen Bonaparte'da, rose Sancerre eşliğinde baconlı yu­
murta yedim. Pont des Arts'a yürüdüm, Samaritaine'in taraçasına
çıktım, Sennelier'ye uğradım Tül'ün kağıt rulosu için, Rue Jacob
üstünden otele geldim, bir siesta çektik Tül'le ve akşam yemeği için
Montagne Ste.-Genevieve'e yürüdük. Nefisti ortam, yemekler de
fena değildi. Gürcü sandım restorandakileri, İranlıymışlar. Uzun
yürüdük sonra, geceyarısı bütün lokanta masaları hfila tıkabasa do­
luydu. Les Dewc Magots'dan sonra dönüp yattık.
Bu sabah Plati'den yolaldım.

26 Ağustos 2002 -
08.50
Kafam epey puslu olsa da, keyifli geçiyor.sayılır günler. Portes
de Vanves'a, bitpazarına gitmeyi düşünmüştük dün, olmadı: Geç
çıktık otelden, Bonaparte'da birer salata yedik, ardından da metro­
ya bindik, yıllardır yalnızca yürüyorum Paris'te, iyi oldu, Denfert­
Rochereau'da indik.
Catacombes'a gidecektim, ama yeraltı biraz fazla geldi, hava
güzeldi, Tül'le yürümeyi yeğledim: rue Daguerre'den başlayıp ağır
ağır Montparnasse'a kadar süzüldük, iki saatlık yürüyüşün sonun­
da, Edgar Quinet üzerinden gelip La Coupole'a çöktük, bir 'choco­
lat chaud' götürdüm her zamanki gibi. Oradan, yürüyerek gene,

361
mahalleye döndük ve bir 45 dakika siesta çektim. Sarp'tan maç
sonuçları aldım (haftasonu için Bodrum'daydı) , gece Lipp'te ka­
rar kıldık ve dış tarafta yedik. Bir yürüyüş daha: Raspail, Grenel­
le, Dragon - Bonaparte'da birer kahve, 00.30 gibi oteldeydik, kötü
uyudum bu gece de, kabuslar içinde.
"Wilhelm Tell"in finaline giriştim dün. 400 sayfa yormuş beni,
bir tür doyum duygusu içindeyim. Yoksa onu da, "Kravat"ı da bitire­
bilirdim, bitirebilirim tutturduğum ritm ile.
Son günlere bırakıyorum kimi koşuşturmaları. Annem, Sarp ve
başkaları için ufarak hediyeler. Kendim için bir-iki şey; FT'ye ve
bana biraz malzeme (kağıt, defter) ; son kitapçı turları; yeni ev için
aksesuar... Dönüş sevimsizlikleri.
Görmek istediğim bir film, vb.
Bugün telefon görüşmeleri olur istanbul'la. Son güne Levent ya
da Timour takılabilir.
Geçiverir son hafta, hep öyledir.

27 Ağustos 2002 -
09.30
Gece uyuyamadım. 19.3o'da bir siesta yapınca doğal sonuç:
02.3o'du son dikilip sigara içtiğimde, sabaha kadar delikdeşik git­
tim, 7'de uyandım, kalkmadım, yeniden uyudum: Bugüne de böyle
başlamış olalım.
"Wilhelm Tell"in finalinde hızlandım dün, ritm sürerse bugün
yarın son noktayı koyabilirim. İyi de olur açıkçası: Hem Fuara ye­
tişir, hem de çeviri için bir an önce Ferda'ya ulaştırılır. "Kravat"ın
son bölümünü İstanbul'a bırakmakta kararlıyım; şimdi girişirsem
el mahkum yarıda kalır, o durumda y.eniden kızışmak daha da zor
oluyor. /
Güz tezgahında, yarımları bütünlemek niyetim: ikinci Prova,
Sanatsal Sahicilik, Patates, Soulages söyleşisi gibi. Ama belli mi
olur?! Plati ağırlığını koyabilir, yeni yarımlardan. Cumhuriyet ya-

362
zılarına dönmek konusunda isteksizim; kafamda yeni bir dizi var
'ama' (Turkiye'de tanınmayan sıkı yabancı şairler, yazarlar) . Önce
ev ve çalışma mekanı düzeni: Biriki ay sürebilir oturması.
Banu aradı dün, izinden dönmüş ve yarım gün sürmüş masam­
da birikenleri benim bakabileceğim hale getirmesi: Kimbilir ne
yığındır. Michel Deguy uğrayıp not bırakmış, çok üzüldüm karşıla­
şamadığımıza. Son dönemde, Alberto ve Patrick'ten sonra üçüncü
yabancı yazar arkadaşım o, biribirimize iyi ısındık. Belki yenileri
de olacak: Mace gibi. Bir yenilik, hayatımda bu.
Öğlen La Duree'de yedik Tul'le. Yemeğin sonunda birer frambu­
azlı ve çikolatalı tartı paylaştık, müthiş tatlar. Serseri mayın dolaşıp
küçük alışveriş saptamaları yaptım bugüne yarına, Hollington'dan
bir yelek, bir de gömlek aldım. Chai de l'Abbaye molasında Hürriyet
okudum ve içim karardı: 35 gündür buradayız. Tek parmak ilerlen­
medi orada.
Gece Bonaparte'da uzun, sancılı konuştuk Tul'le - oı.oo'e kadar.
Sis çöktü gece Paris'e - yakışıyor.

28 Ağustos 2002 -
10.15
"izin" süresince, tam bir aydır, deli gibi çalıştım: Günde orta­
lama 6 saat masadaydım. Bu sabah, kalan son dört-beş gün için,
"tatil"e başladım! Dokuz saat uyumuşum gece, iliklerim dinlenmiş.
Hem nedir ki dinlenmek? İki-üç gün bö_yle uyur insan, gövde ve
zihin hantallaşır. "Çalışmak yorar" felsefesi şık; "çalışmak dinlen­
dirir" daha paradoksal: Günde 13 sayfa yazdım, ortalama; istan­
bul'da, bu yıl, ilk 7 ayda ortalama, ı.5 sayfaya düşmüştü: Dinleniyor
muydum? Hayır. Paris'in yoruculuğu başka: Her gün çıkmak ve
yürümek, dolaşmak, avarelik etmek iyi; her gece çıkmak, zorunda
olmak, iyi değil. Ondandır: "Ev"in kendisinden çok "ev" yaşantısı­
nı özlüyorum. Saint-Nazaire'de kalıyor olsaydık, şimdi dönüş tarihi
geliyor diye üzülürdüm; burada öyle olmuyor - "vaktidir" diyorum.

363
Dün, "Wilhelm Tell"i bitirdim. Belki de bu sonuç beni gevşet­
miştir. Yazmam gereken altı üstü ı2 sayfaydı, üç gün yoğunlaşmam
kolay olmadı: Metni üstüste okudum, dosya üzerinde saatlarca ça­
lıştım. Temize çekilince son ayarları yaparım ya, bu sefer hazıra ya­
kın kitap, belki biriki pürüzü vardır. Bu finalin "Kravat"ın finalini
öncelemesi gerekiyordu ayrıca, o açıdan da rahatladım.
Öğleni Les Denıc Magots'da geçiştirdim: Karışık sandviç, do­
mates suyu, kahve. Hediye işinin yarısını halledebildim. Felak.et
bir yağmur çöktü Paris'e, bugün yarın da sürecekmiş galiba. Ben,
ki öyle şey yapmam, resepsiyondan şemsiye aldım. Ona rağmen
pantolon paçalarını sırılsıklam olmuştu, dönüşte. Uzun mesafe ka­
tettim ama: St.-Germain'den Pantheon'a, oradan Edgar Quinet'ye,
Rue de Rennes üstünden otele. Tül'e Arches kağıt rulosu aradım.
Annemin eczane işini bugün bitirebileceğim.
Gece, Vesuvio'da yedik. Bordeanıc eşliğinde kızarmış kalamar ve
karides, sarımsaklı makarna ağır geldi - zeytinyağı yüzünden. Tül,
benim iki katım yedi neredeyse. Büyük bir tur yaptık sonra: Raspail,
Rue du Bac, Cherche-Midi, Bonaparte. Tam otele döndük, gene
başladı sağanak.
Sevres-Babylone'da, tek başına, dikiliyordu "ça vous interesse la
Poesie?" - içim parçalandı.
Sarpla konuştum: Fener' in Şampiyonlar Liginden eleme turun­
da uçması ne kadar üzücü!

29 Ağustos 2002 -
09.30
Hep böyle olur: Dönüş günü yaklaşırken pergelleri iyice açıyo­
rum, dün de toplam 5 saat yürüdüm, küçük bir kahve molası dışın­
da. Cherche-Midi boyunca, Montpaı.tıasse'da, mezarlıkta, Rue de
Rennes ve Saint-Placide'de, Bac'da ve Varenne'de. ı8.3o'da Tül'le
karşılaştık ve Cafe de la Mairie'ye çöktük. Les Denıc Magots'daki
öğle yemeğinden sonra ayrılmıştık. Akşam Meksikalıda yedik ve

364
sinemaya, "L'Adversaire"i görmeye gittik, çıkışta Bonaparte'da de­
mirledik oı.3o'a kadar. El Chuncho'da yemek çok zevkli, sonra sin­
dirmek ayrı bir fasıl!
Paris kitabım için son çentikleri mi atıyorum? Böyle kitaplar,
bir karar almadıkça bitmez; artık bitireyim, diyorum. Altı yıldır
tezgahta, bütün parçaları burada yazdım; son biriki bölümü, kitabi
özellikleri nedeniyle İstanbul'a bırakıyorum. Yazmak ayrı, oturt­
mak ayrı: Yaklaşık altı ay çalışmam gerekir bütün üstünde, kafam­
da, New York kitabındaki gibi, aprescoup kısa ekler var. Bir de fo­
toğraflar tabii: Birkaç alıntı dışında kendi çektiklerimi kullanmak
istiyorum, doğal olarak. Dün de iki kutu fotoğraf çektim, birkaç
kare önemli, umarım iyi çıkmışlardır.
"L'Adversaire'', kitabı tanıdığım için belki, çok sarsmadı beni.
Düzgün iş çıkarmış Nicole Garcia. Benim gönlümden çok karmaşık
bir belgesel geçiyor. Ama onun ticari şansı sıfır olur. Bir gün 'bel­
gesel' bir kitap yazmak isterim. Hele böyle çetrefil bir "fait-divers"
seçersem, coşturur beni onu yazmak.
Son üç gün Paris'te.

30 Ağustos 2002 -

ıo.15
Dinlenmeye devam. Bugün de dokuz saata yakın uyumuşum,
hem yorgunluğun, hem şarabın etkisiyle. Tezgahta artık tırıstayım,
kafam dönüşe ayarlandı bile. Dün, Cluny'ye gittim, akşamüstü Le­
vent Yılmaz'la buluştum ve gene yayın hikayeleri konuşuldu, Tül si­
nemaya gittiği için 2ı.oo'e kadar iki saat dolaştım sokaklarda, Sama­
ritaine'den bir duffie aldım. Bu seferki gri - 20 yılda üçüncüsü (ikinci
koyu lacivert, birinci açık kahveydi). Sonra Les Editeurs'e oturup bir
Sancerre söyledim, sinema çıkışı Tül katıldı, gidip bir başka İtalyan
lokantasında, açık hava masalarından birine yerleştik. Bugüne dek
hiç bu kadar İtalyanlara rağbet etmemiştik, iyi oldu açıkçası. Geceyi
her zamanki gibi Bonaparte'de noktaladık.

365
Cluny dışında üç ufak kitapçı seansı daha yaptım dün: Le Moni­
teur, Gibert, La Hune, Eylül bombardımanı başladı bile. Ama baş­
döndürücü birşeye gözüm çarpmadı henüz.

31 Ağustos 2002 -
10.00
Son tam güne geldik çattık; yarın pazar, herşey öngörüldüğü gibi
giderse, 19.00 uçağıyla ayrılacak, geceyarısı İstanbul'a ineceğiz her
zamanki gibi. Dönüş hazırlıkları, toparlanmak, son koşuşturmalar,
son avarelikler, gerginlik bekliyor bizi.
Ama, söylemesi ayıp, çok iyi geçti bu tatil. Tam bir balayıy­
dı bir kere, Tül'le, dehşet koklaştık! İkimiz de iyi çalıştık ayrıca:
Yaklaşık 40 resimle dönüyor o, bense 440 sayfayı buldum: Gi­
derayak, hem "Ziyaretçi"yi bitirdiğim, hem de "Plati"nin uzun
girişini tamamladığım için keyifliyim. Şansımıza havalar olduk­
ça iyi geçti, açıkta oturduk geceleri bile - gene de, 15 günlük Sa­
int-Nazaire parantezi olmasaydı, bu kadar parlak geçmeyebilir­
di günler.
Demek, bir bütün ayı Paris'te geçirmemek, olabilirse, en az iki
hafta doğaya yakın bir ev kiralamak en doğru çözüm.
Öğlen birlikte yedik dün, ev için ufarak teferek aldık dünya ko­
miği bir dükkandan. Yeni ev epey cilalanmış olacak böylece, akse­
suar açısından. Dönüşte, halledilmesi gereken iki-üç ana parça var:
Perde, bitkiler, taraça mobilyası. Onları alınca beş parasız kalaca­
ğız, oysa eksikler bitmeyecek! Gelecek bir miktar para daha var, sa­
nıyorum, onunla son noktayı koyarız artık.
Öğle sonrası ben maratona giriştim: Saint-Michel, ile St.-Lou­
is üzerinden önce Louis-Phillippe'e, oradan Marais'ye, Dauphine
üzerinden Bonaparte'a tam dört saatyürüdüm. Tül'le buluştuk kah­
vede, lafladık, gelip bir yarım saat sfesta çektim.
Gece, yer ayırttırmıştık, Closerie des Lilas'da yedik. Hoş ortam,
hoş yemekler: Kalkan, foie gras, Sancerre, meyveli turta.

366
Gene uzun bir turla, bütün Cherche-Midi'yi katederek mahal­
leye döndük. Les Deux Magots'da finali getirdik. Bir Türk grubu
vardı yan masalardan birinde: Şımarık, terbiyesiz, görgüsüz ko­
nuşmalarını kimse duymuyor sanmaları, belki de kayıtsız olma­
ları, üzücü. Neden böyleler acaba: Afra tafra, kültürsüzlük, herşey
bir arada? Televizyonu, gazeteleri, gündelik hayat tavırları da öyle
değil mi öte yandan?
Yıllardır kenarda durmaktan sözediyorum, oysa ne yapılsa boş:
Bir biçimde bulaşıyorlar. Köylümüz böyle değildir. Kentlimiz de.
Gelgeldim azınlıktalar: Çoğunluk, nerede oturursa otursun, kötü
kasabalı. Kalın insanlar diyarı. Kendimi yabancı hissetmem doğal
bu durumda, üstelik Tül kadar yabancı hissetmiyorum da ben, sır­
tımı dönemiyorum Türkiye'ye örneğin.
Gene de farkındayım: Olanaklar elverse, çok sık uzaklaşırdım.

ı Eylül 2002, Pazar -


10.00
Gidiş günü. İtiraf etmesem bile biraz hüzünlü, uçak ve gerisi ne­
deniyle oldukça gergin, delikdeşik bir uykunun ardından kalktım
- Tül de doğru dürüst uyuyamamış.
03.3o'da kalkıp, hücremde bir sigara tüttürdüm, 'gelen' bir şiir­
le: "Kapı". Büyük olasılıkla, en azından bu haliyle yaşayamayacak
bir şiir: "Dün gece uykumun kapısı çalındı". Çalınmanın iki anla­
mına dayanan, önce bir sarhoşun çaldığı kapı nedeniyle uyanış,
sonra o sarhoşun kendi olduğunu kavrayış - kapısı artık olmayan,
boşlukta yüzer bir odada.
Sıkı kesit, kunt imge. Bir şiiri ayağa kaldırmaya yetmez ki bun­
lar: İyi yazılmış olması gerekir. İyi yazılmadı. Dönüşte ikinci bir
versiyon denerim. Olmazsa olmaz ama.
Sonra da, adam gibi uyudum diyemem. Hidayetle, büyükan­
nemle uğraştım durdum. "Dik İz"e bir tür "insert" gibi girebilirim;
ikinci kitap, belki kutu-metinler getirir. Gerçi, ilk kitapta da, ilk

367
yazım sonrası sözkonusu olmuştu bu türden parçalar, ama onları
gövdede eritmeyi yeğlemiştim. Bu kez, birer ikişer kutu-metin dü­
şünebilirim de.
En çok da annemle boğuştum uykumda. Eski düzenin yitip git­
miş olması çok acı: Yaşlı ve yalnız bir anne, düşkünleşse bile sahip
çıkılamayacağını, uzaktan yardım göreceğini biliyor.
Dün, son avareliklerle geçti. Neyse ki, hediye metliye faslı bitti,
epey tuzluya mal olarak.
Bavulları hazırladık kabaca. Bonaparte'da atıştırdık. Ben Raspa­
il, Cherche-Midi, Dragon, Dauphine, Jacob, sevgili sokaklarımda
amaçsız gezindim. Tül' le buluştuk. Gece Vagenende'de yedik. Hava
soğuduğu için, fazla yürüyemedik. Epey içtik.
İşte böyle Paris - bakalım bir daha ne zamana?

368
XIX

KO RS I KA - LE CR O I S I C ­
PARI S
2002
16 Kasım 2002, Bastia -
09.15
Tepe ile deniz arası, yağmurlu sabah, gri gökyüzü, dün gece geç
saat geldiğimiz Korsika, bu sabah böyle uyandırıyor. Bu kadarıyla,
birden, ona ısınıyor içim.
Ostello oteli, 211 numaralı oda. Tül uyandı ama inmedi aşağıya,
ona kahve götürdüm. Rahatsız bir taşra oteli, ama benim gözüm­
de sıcak bir ortam, sevimsiz astsubay gazinosu dekorasyonuna
karşın. Arte Mare ekibi, iki kadın iki erkek karşıladılar bizi ha­
vaalanında, anında kaynaşıldı. Ötekiler bu öğlen geliyorlar, pazar
gelen Nedim ve Zühal hariç. Ötekiler: Güzin, Timour, Belkıs ve
Stefan ve bir sürpriz: Nami!
Tıkabasa etkinlikle doldurulmuş program. Bu kötü. Üç kilo süt
sağmadan bırakmayacaklar besbelli.

17 Kasım 2002, Bastia -


09.45
Dün geceyi başka bir otelde geçirdik: Hotel Pietracap, oda nu­
marası 405. Tül'ün çok mutlu olmadığını sezdi Bernard'la Miche­
le, burayı önerdiler: Denizi yarı-yarıya tepelik konumundan kar­
şısına alan, bahçesi zeytin ağaçları, serviler ve narenciyeyle dolu,
begonvillerin ve sarmaşıkların kuşattığı nefis bir otel. Bernard

371
ilginç biri, hiçbirşeye üşenmiyor, bizi o otelden buraya taşıdığı
yetmiyormuş gibi havaalanına araba kiralamaya da götürdü, üs­
telik Arte Mare için ayırtılmış bir Fiat'ı "armağan" etti. Otomo­
biliyle bize geniş bir Bastia turu attırdı, tepedeki kasabalardan
birine kadar tırmandık.
Sabahtan bir rehberle buluştum ben: İsabelle, bir sanat tarih­
çisi, Terra Nova'yı karış karış gezdirirken, Korsika tarihinin arka
sayfalarına da inmekten geri durmadı. Öğlen, "Eski Liman"da ye­
dik ekiple birlikte, öteki konuklar akşam geleceği için başbaşaydık,
bu da kaynaşmayı arttırdı. 'Öteki Bernard', festivalin asıl yönetici­
si, kısa sürede bu kadar içli dışlı olunca, "işte" dedi, "iki İsveçliy­
le böyle olmazdı". Yemekte yanımda, François Michel ile Jacques
Thiers vardı, şiirlerimi Korsikacaya aktaran iki şair; epey konuşul­
du. Gece aynı lokantada kalabalık bir masa oluştu: Yerasimos'lar,
Güzin, Timour, Mehmet Basutcu ve başkaları. Geç saat Tül'le kaçıp
Terra Nova sokaklarında yürüdük.

18 Kasım 2002, Bastia -

ıo.oo
Dün yoğun geçti. Öğle üzeri bitpazarına gittik, Tül bir kahve fin­
canı aldı. Açık havada yedik: Korsika şarküterisi, şarabı, otlu pey­
nirli canelloni. Sonra arabaya atlayıp Cap Corse seferine çıktık: Er­
balunga'da, Sisco'da; Seneka kulesinde, Pino'da kısa konakladık ve
binbir virajdan geçerek, karanlık basarken şehre döndük. Yemek,
tiyatro kulisinde bir açık büfeydi. Timour ve Kenneth Brown'la laf­
ladık, yemeğin ardından Zühal'le Nedim'i de alarak Cafe des Pal­
miers'ye gittik. Geceyarısı Tül'le haşhaşa eski rıhtıma doğru yürü­
dük ve yağmur başlayınca otele döndük. Yaklaşık iki saat oturdum
balkonda, geç yattım, geç kalktım. Y,fl.ğmurlu hava sürüyor, bir kuş
korosu ötüyor balkonun yanıbaşında. Bu akşamüstü şiir seansım
var, yarın sabah bir oturumum. Arada kalan boş vakitlerde biraz
daha Terra Nova'ya sokulmak istiyorum.

372
19 Kasım 2002, Bastia -
08.50
Program aksadı, bugün hem ıı.oo'de (Nedim'le) , hem ı8.oo'de
(Durazzo ve Thiers ile) sahne alacağım bu nedenle.
Geç çıktık otelden, dün. Terra Nova'ya gittik ve Chez Vincent'da
yedik öğlen. Yaklaşık üç saat eski şehrin ara sokaklarını arşınladık
ve aşağıda, Baruthane'de "Village Coste"u keşfettik: Bir başka Fac­
teur Cheval vakası. Rene Mattei! Gözyaşlarımı güç bela tuttum bu
çılgın girişim karşısında - Facteur'den en önemli farkı, Mattei'yi
yaşarken görmüş olmak, bir ikiz -
Akşamüstü Tiyatro'daydık. "Takım"la lafladık biraz. Belkıs'ın
kuklalarını çok sevdim. Birşey yazma isteği uyandırdılar bende; ola
ki, Mattei'in hemen ardından onları görmüş olmam da bu duygu­
yu kabartmış olabilir içimde: Büyük Sanat'a karşı Minör Sanat'ı mı
yücelteceğim bir noktadan sonra? Bilemiyorum.
Gece, gene koptuk herkesten. Tül'le, tepeden aşağı yürüdük.
Eski Rıhtım'da şarap içtik. Sonra, gerisin geri, Bahçe'nin yanın­
dan yukarılara tırmandık, gene Chez Vincent'a girip birşeyler ye­
dik. 23.oo'e doğru Ostello'da bütün ekiple buluştuk. Önce Duraz­
zo'yla ve bir Korsikalı yayıncıyla sohbet ettik, sonra Nedim'lerle.
Thiers beni Printemps des Poetes'e davet ediyor Mart ayında, bu
yıl biraz zor olur, belki 2004'e erteleriz. Geç döndük, yattık gene.
Delikdeşik uyudum.

20 Kasım 2002 -
09.45
İki saat sonra ayrılıyoruz Bastia'dan. Mart 2003 için gene çağrı
yaptılar ama, büyük olasılıkla bu kadar çabuk dönmeyiz Korsika'ya.
Geldiğimiz iyi oldu, dün dışında keyif de aldık - o kadar!
Dün, aşırı trafik beni yordu. Sabah ıı.oo'de Nedim'le çapraz
bir konuşma yaptık, aynı masada. Öğlen Le Caveau du Marin'de
yenildi gene, Bernard pazara kadar kalıp jüri üyesi olmamı

373
istedi, programı bahane edip sıyrıldım. Öğle sonrası bir gazeteci
tam bir saat konuşturdu beni. Akşamüstü, Durazzo ve Thiers'le
şiir seansından önce Bastia Kütüphanesini ziyaret ettik. Gece
yemeğe 24.oo'te oturduk, dönüp yatmamız 02.oo'yi buldu. Gü­
zin Dino, Marie-jo, Nedim'ler, Nami Başer aynı masayı paylaş­
tık. 'Aksak' topluluğundan bir kız Paris'teki öğrencilerimden
mektup getirmiş: Murat, Ulaş, Ali beni bekliyorlar!
Bugün, herşey yolunda giderse, ı4.oo sularında Orly'den ara­
bayla, le Croisic'e doğru yola çıkacağız.
Yanımda Korsika notları: üç parçalı, çok gözlü, fotoğraflı bir kü­
çük 'blok'.

21 Kasım 2002, Le Croisic -


09.15
Bir dizi aksilik yaşandı dün: Bastia-Paris uçağı geç kalktı, Or­
ly'de otomobil bulamıyorduk az daha (ayırtmış olmamıza karşın),
sonuçta herşey halloldu, gereksiz büyüklükte bir Saab ayarladık ve
ıg.30 sularında hedefe ulaştık: Le Fort de L'Ocean oteli, oda 7.
Fırtına koptu gece, buraya yaraşır hava koşulları atmosferi
doruğuna taşıdı: Karanlıkta tek ışık Okyanus'un kuduz köpükle­
ri. Çıkıp, Ağustos ayında yediğimiz lokantaya gittik, olağanüstü
bir Sancerre ("Monts Damnes") eşliğinde olağanüstü bir yemek
yedik: Istakoz çorbası, coquilles St. Jacques Provençales, limon
suflesi, peynir.
Bir ara öylesine coştu ki fırtına, sanırım hayatımda karşılaştı­
ğım en "gür" yağmur sahnesinin karşısında düpedüz afalladım -
insan, kendini açık denizde çaresiz bir teknedeymiş gibi görüyor
böyle bir durumda.
Dönüşte, arabayı çok ağır sürdüm ye farları kapattım. Gecenin
çekirdeğinde, hepten ıssız bırakılmış; terkedilmiş izlenimi yaratan
Yabanıl Kıyı'nın bittiği yerden başka bir ıssızlık, Okyanus'un mah­
şeri başlıyordu. Ne yazılabilir gördükleriniz, ne filme fotoğrafa

374
sığabilir - yaşadığınızı indirgemek zorundasınız aktaracaksanız.
Belki, işte, şiir - şiir, yarıyorsa, buna yarıyordur.
Sabah, görece bir sakinlik var havada. Rüzgar, dağlar gibi dalga­
lar enikonu çekilmiş olmalı açığa, kıyıya dinmiş bir öfkenin kırın­
tıları kalmış.
Bir de kuşlar - çığlık çığlığa.
Teknolojiye kızıp duruyoruz yeri geldiğinde; oysa, şu mevsimde
burada, onsuz yapılamazdı. Şimdi bir fanilayla oturuyorum, Tül'ün
aşırı ısıttığı odada; kahvemi yaptım, küçük elektrikli ısıtıcı saye­
sinde; kulaklığımda Bassani'nin "La Morte Delusa"sı, pencereden
öfkesini bir süreliğine bekleten Okyanus'u seyrediyorum.

22 Kasım 2002, Le Croisic -

10.45
Yabanıl Kıyı'da, Perili Otel'de, ikinci gece de fırtına sesleri eşli­
ğinde geçti, sabah öyle başladı. Gerçi, ara dere güneş yırtıyor bulut­
ları, ama uzun sürmüyor o sahne, gökyüzünde gri, denizde gri-yeşil
tonları egemen, hırçın dalgalar kabarmış durumda, kayalar köpük
içinde.
Dün öğlen çıkıp yürüdük birkaç yüz metre, kayalıklara sokul­
duk, rüzgar ve yağmur ilerlememizi engelledi. Bu mevsimde kalan
yok burada, hemen bütün evler kepenklerini sıkı sıkıya kapatmış.
Kıyı şeridindeki 'kiralık' levhalı ev, beynimi kemiriyor onu gör­
düğümden beri. Yüzyıl başından kalma bir tür kule-ev bu, tam anla­
mıyla gotik bir 'külliye': Taş duvarlarla çevrili bir bahçenin önünde,
kabaran Okyanus'a nazır, çörtenli koyu bir leke. Yetmiyormuş gibi,
arka tarafta, aynı bahçede, bir bunker duruyor. İki kütle biribirile­
rini tamamlıyorlar. Üçüncü bir öğe, en arkada, girişlerden birinde:
Küçük kuleli taş bir yapı daha, sanki bir kuzey şapeli. İn cin yok içe­
ride, her yer mühürlü gibi. Levhadaki telefon numarasını çevire­
cek olsam nasıl bir ses çıkabilir karşıma? Bu ev, bu bütünlük beni
kovalayacak besbelli.

375
Öğle sonrası, otelin müştemilatında sıcak bir kütüphane oda­
sında çalıştım bir buçuk saat kadar, Tül yıkanırken. Sonra çıktık
ve Saint-Nazaire'e gittik, bir saat kadar sokaklarda dolaştım ve bir
kahvede Tül' le buluştuk, sonra Anne-Lise ve Patrick'le görüşmeye
gittik. Yeni gelen İngiliz yazarı ile bizi yemeğe götürdüler. Eğlen­
dik, hüzünlendik, Le Petit Maroc'da yürüdüm ayaz altında, dönüşte
Tül'ü götürdüm arabayla, yavrum koptu orada.

22 Kasım 2002 -
23.15
Bugün epey yol teptik Tülle. Önce Batzsur Mer'deki bisküviciye
uğradık, oradan Guerande'a gittik ve eski şehrin merkezinde hafif
bir öğle yemeği yedik, Breton dükkanlarından ev için ufak tefek
alışveriş yaptık. Ardından yola koyulduk ve bir sürprizle karşılaş­
tık: La ·Roche-Bernard. Yaklaşık yarım saat, yağmur ve gökkuşağı
altında sokaklarda dolaşıp bu kez Vannes'a yöneldik, bir saatı aşkın
da orada keyif çattıktan sonra St.-Nazaire'e gittik ve L'An II'de ak­
şam yemeğimizi yedik, Le Croisic'e uzandık ve otele döndük.
Şimdi, yeniden fırtına zamanı - bu uğultulu tepede.

23 Kasım 2002, Le Croisic -


10.20
Telefonlarla delindi dün: Banu verdi haberi, Karamehmet geri
alıyormuş bankalarını, Hikmet'le üstüste, üç kez Selçuk'la konuş­
tum, gelişmelerin anlamını tam anlayamadım. Kaldı ki, beni ilgi­
lendiren YKKSY elbette, gerisi vız gelir tırıs gider; sonuçta, en iyi
patron işime karışmayan patrondur, Karamehmet bundan işime
geliyor, onbeş yılda iki defa konuştuk, pnümü hiç tıkamadı, diledi­
ğimi yaptım, tabii Burhan sayesinde. l
Le Croisic'de çalışmaya koyulmayı umuyordum, olmadı. Ok­
yanus'tan mı, içimdeki koyuluktan mı, kurduğum küçük masa­
da yoğunlaşamadım. Bakalım Paris'te açılabilecek miyim, o da

376
kesin değil. Onüç günüm olacak önümde, her zamanki ritmimi
korursam yaklaşık 130 sayfa düşebilirim kağıda. Önceliği " Kra­
vat"ın finaline ve ' istasyon' metnine vermek niyetim ; onları
halletsem yeter aslında. Paris programı yüklü ayrıca: Sergiler,
filmler, görüşmeler, vb.
Bugün küçük Bretagne turu, bir de kısa bisiklet turu var hesapta
- göreceğiz.

24 Kasım 2002, Le Croisic -


09.50
Okyanus'un karşısında son sabah, öğle sonrası Paris'e doğru
yola çıkacağız. Dün gece en deli olanıydı, fırtına sabaha dek patla­
dı, dörtbir yanımızı dövdü; şimdiyse, geleli beri en sakin görünü­
münde, sanki gidiyoruz diye mahzun.
23 Kasım 2002 hayatımızın en dolu, anlamlı, zengin günlerin­
den biri olarak belleğimize kazındı. Schubert eşliğinde iyi çalış­
tım sabah. Dışarı çıkıp, kayalıklardan denize doğru sıçrayarak
ilerledim, dalgalarla haşır neşir oldum, birkaç balıkçıya sessizce
eşlik ederek; sonra gerisin geri döndüm ve bisikleti aldım, kasa­
baya kadar gidip döndüm, yolda sık sık saptım, durdum, fotoğraf
çektim. Ardından, Tül'le yola koyulduk, önce Batzsur-Mer'e, de­
niz tarafına uzandık ve kıyıda yürüdük. Kasabanın en görkemli
evi, bahçesinde kulesi, dev tepsi çamları, beni uzun süre oyaladı.
Oradan, 'hedef'e yöneldik: La Briere: sularla kaplı, adacıklarla
dolu bir bölge. Bretagne köylerinin, kulübe mimarisinin anıtsal
örneklerini barındıran ile de Fedrun'e ulaştık ve ağır ağır o ola­
ğanüstü dingin ortamda dolaştık, ördeklerle söyleşti Tül, tam bir
masal havasıydı. St.-Joachim'de kahve molası verdikten sonra La
Chapelle des Marais ve Herbignac üzerinden gene Guerande'a
ulaştık ve geceyi orada karşıladık. Tuz, yosun likörü, bal likörü
edindik; Vannes'dan alıp içtiğimiz siyah kahve likörünün, elma
ve şeftali likörlerinin sarhoş edici etkisiyle. Bir kahvede oturduk,

377
Guerande kilisesindeki ayini birkaç dakika izledik ve L'Ocean'a
gittik, müthiş bir akşam yemeği daha - balıkçı salatası, yengeç
çorbası, tuzda pişmiş balık, limonlu sufle, Sancerre ...
Okyanus delirmişti, yemek boyunca Tül'le Tanrı, inanç, Batıl.
Agnostiklik ve Mistisizm üzerine söyleşmiş olmamızın da yarattı -
ğı bir içkarmaşa, suda intiharlar hakkında konuştuklarımız, çılgın
dalgalara doğru yürüdük - kendimizi bıraksak sanki suların karan­
lığına açılacaktık.
Dönüş yolunda gene farları söndürdüm. Perili Ev, akıl sır ermez
büyüsüyle bir kabartma gibi dikildi karşımıza. Otele varınca, son
gece selamlaşması için biriki dakikalığına kayalardan Okyanus'a
baktık, biribirimize dolanarak. İçeri girdiğimiz, odamıza vardığı­
mız an infilak etti hava, dünyanın en ağır yağmurlarından biri bo­
şandı.

25 Kasım 2002, Paris -


07.30
Sabahı Le Fort de l'Ocean'da geçirdik dün, ı3.30 sularında yola
koyulduk, bir yemek molası dışında topukladım ve ı8.15'te Paris'e
girdik - Hôtel element, 428 numara, çünkü aşağıdaki odalarda
onarım var!
Bu seferki oda, 104'ün aynısı, belki biraz daha büyük, ama ufak
tefek farklılıklar mutsuz ediyor insanı: Bir prizin eksikliği, lam­
banın masaya mesafesi, kapı gıcırtıları gibi - işte bu sabah: Tül'ün
uykusunu seslerimle delmek zorunda kaldım, kahve suyu için
akrobasi yaptım, ışıktan mutsuzum. Çalışma düzeninde ayrıntılar
önemlidir. Ama büyütmem ben, malum, çarçabuk uyum sağlarım.
Önemse, asıl önem kafada, içerideki derişmede, bakalım herşey
yolunda mı, onüç günün hikayesini gtj!"eceğiz.
Dışarıda deliksiz yağmur. Meteo'ya bakılırsa yumuşak, ama yer
yer yağışlı bir hafta bekliyor bizi. Gece biraz üşüdük gerçi, Bona­
parte faslı sonrası yürürken, ama 4-5°'nin altında değildi hava. İki

378
buçuk ay yetmiş Paris'in burnumuzda tütmesine, 'ikinci şehir' ko­
lay unutturmuyor kendini. _

Yoksa, masam daha mı küçük?


Sanıyorum öyle: 5ox70 değil de 4ox60 olabilir bu camlı masa -
olsun, idare ediyor işte!
Bugün Levent Yılmaz'ın "savunma"sı var; dehşet isteksizim,
oysa uğramak zorundayım. En büyük handikap da bütün tanı­
dıkları çağırmış olması: Paris'te 'sosyal yaşam'ı pek sevmiyo­
rum. Bu sefer öğrencilerimi görecek, Leslie'yle, Timour'la, belki
Selçuk'la buluşacağım hesapta, umarım başka sürprizlerle kar­
şılaşmam.
Sarp'la konuştum, GS ı-o yenilmiş gene, bu yıl tadımız olmaya­
cak anlaşılan.

26 Kasım 2002 -
08.45
Paris 'ufak' yer: Dün önce Sar�is'le karşılaştım, cuma günü Pas­
sage de Retz'e bir "iş"ini görmeye çağırdı; sonra: İsabelle Adjani'yi
gördüm (bu kez oldukça şıktı) ; akşam, Bonaparte'da, karşı masada
Brochier oturuyordu. Tabii bütün bunlar, Saint-Germain'de kaldı­
ğımız için oluyor, Convention'da kimseyi görmezdim örneğin. Ha,
gece de Oğur'u gördük La Hune'de!
İyi çalıştım sabah, bu onüç gün için bilmem ölçü olur mu? Bu
sabah da sürerse açılım: Olur. Gene de çok sıkışık sayılmaz içim,
yazmayı öngördüklerimi yazmazsam bunalmam, duygusu ağır ba­
sıyor. Emin miyim peki, değilim! istanbul'da tezgah tam oturmadı
hfila, ama yerleşmekse yerleştim gibi. Yılbaşına kadar ince ayar sü­
rer, tam verim alamam herhalde.
Öğlen Les Deux Magots'da yedim bir başıma, 'pasif çalışma'yı
sürdürdüm. Yürüdüm sonra, ufak ihtiyaç alışverişi yaptım. La Hu­
ne'e daldım ve epey yeni, ilginç kitapla karşılaştım. Bir siesta çek­
tim akşamüstü, çıktım ve Tul'le Bonaparte'da buluştum. Yağmur-

379
luydu dün hava, gündüz; gece yumuşadı, bu sabah günlük güneşlik
uyandım erkenden: Dördüncü kattayız ya, hücre ışık alıyor!
Gece, Lipp'te yedik, Saint-Estephe ve Sancerre eşliğinde, tatlı
derin konuştuk bu kez. Çıkışta La Hune'e daldık gene. Les Deux
Magots'da kahveyle çemberi çizdik. Dün gece iyi uyudum, önceki
gecenin tersine - ama oda çok sıcak, hafif bunaltıyor.
Bugün Levent'in 'savunma'sı. Ne garip durum: Bir 'tez' yazıyor­
sunuz, onu bir de savunmanız isteniyor.

27 Kasım 2002 -
12.15
Sabah saatı duymama karşın uyumuşum, biraz da akşamki içki­
nin etkisiyle belki. Bu vakit cimriliği hayatımın küçük dramı olagel­
di hep, şimdi güya 'yazı izninde'yim ya (kendi kendime koyduğum
bir tanı/m), bu sabahı çarçur ettiğim duygusu çörekleniyor içimde.
On-üç günlük Paris faslını, Korsika ve Le Croisic'i bir tür 'boş zaman'
sayarak, yazmaya ayırmıştım kafamda; gelgelelim, dünya rahat bı­
rakmıyor pek: Annem, Banu, Ömer, alarmcı, öğrencilerimle telefon
konuşmaları delip geçti ayrıca sabahı, dün Levent'in savunması için
Ecole'a gittiğimde, Türkiye'de bir ay içinde görmeyeceğim sayıda
Türk ve tanıdık gördüm neredeyse: Leslie'yi ve Selçuk'u saymazsam,
içimi açtıklarını söyleyemem: Nilüfer Göle'den öğrencim Güneş'e,
Sylvie'den Marie-jo'ya onlarca tanıdık. İşin yarısında Selçuk'la bir
kahveye kaçtık, pusu dağıttık.
Bu gece Murat-Ulaş-Ali üçlüsünü, sevgili öğrencilerimi yeme­
ğe götüreceğim. Cuma önce Sarkis'le, sonra Timour'la buluşaca­
ğız. Selçuk'larla, Leslie'yle, Levent'le yemek fasıllarımız olacak.
Güzin, Yerasimos'lar, Nedim'ler de çıkmak, çağırmak istediler -
kaçacağız çaresiz. Bu kez aşırı bir,!Sosyalleşme oluyor Paris'te, hiç
,
hayırlı değil bu.
Gene de iyi çalıştım dün. Sözgelimi "Kravat" için iyi bir final
başlangıcı yaptım galiba. Gece, İtalyanlarda yedik Tül'le, uzun bir

380
yürüyüşten sonra Les Deux Magots'ya oturduk, otelde fotoğrafla­
rımı inceledik - artık 'klasik' fotoğraf çekmeyi öğrendim sanırım.
Levent'in savunması. Beni çelişik düşüncelere sürükledi o 'etkin­
lik'. Ecole, okulların en sıkılarından biri. Jüride oldukça önemli ta­
rihçiler, kültür tarihçileri vardı. 'Oyun' yanı beni kurcaladı gene de.
Bir gün oturup birşeyler yazarım belki.
İyi bir sunuş yaptı Levent. Jüridekilerin soruları haşin oldu. Cid­
diyetleri çekici. Gösteriş boyutları yok mu acaba? Sıkıştırdılar bizim
oğlanı, yordular. Yanıtlarında yeterince hakim görünmedi bana.
Onlar hangi dereceyle "doktor" yaparlar ben bilemem tabii, oyum
"orta-iyi" olurdu. Levent'e bunu söyleyebilir miyim, herhalde söyle­
yemem, doğru olmaz.
Tül'üm, yavrum, dün bana nefis bir kalem çantası almış, bir de
minyatür masamda şu an karşımda duran minyatür bir saksıda
minyatür, cimcime bir çiçek.
İçim içime sığmadı onları görünce.
Nazar boncuğu: Onaltı yıl sonraki bir çift için.

28 Kasım 2002 -
09.00
Çamaşır günüydü dün. Kurutma öncesi Seraphin'de yedik, ola­
ğanüstü bir 'endive' çorbası içtim orada. St. Andre des Arts'dan Gi­
bert'e yürüdüm ve bir buçuk saatlik bir seans yaptım: Raflar gene
tıkabasa dolu geldi. La Chair est triste! Rue Racine, Monsieur le
Prince üzerinden döndüm. Havanın çok erken kararması canımı
sıkıyor.
ı8.oo'de Murat-Ulaş-Ali üçlüsüyle Bonaparte'da buluştum. Coş­
kuyla, 24.oo'te ayrıldık. El Chuncho'ya yemeğe götürdük Tül'le on­
ları, Chai de l'Abbaye'de oturduk sonra. Uçarı konuştuk. Ah, genç­
lik - la chair... !
Biribirilerine benzemiyorlar. İyi bir dayanışma var aralarında, o
maddi kısıtlılıkta zorunlu da bu. Yeterince yalnız kalamıyorlar ama.

381
Ali, biraz kayıp, kaybolmaya aday; yaratıcı bölgeye en yakın olanları o.
Ulaş ve Murat akademik serüvende kararlı gözüküyorlar. Alıştı bura­
ya Ulaş, üç-dört yıl içinde doktorasını tamamlayabilir de. Murat'ın işi
daha zor, ama iradesi zayıf değil. Bir ara, benim etkimden söz ettiler,
gene ürperdim.
İmre Kertezs'in küçümen ıggı-95 günlüğünü okudum gece:
Dopdolu metin. Öteki kitapları hfila çekici görünmüyor bana. Ka­
iros'un ıg. sayısını aldım dün: Meğer Platon'da çok önemliymiş
"örgü" eğretilemesi - buyurun. "Elma" için bir post-scriptum daha
mı gelecek yoksa?
Bugün yağmur.
Levent aramış dün.

29 Kasım 2002 -

09.15
Gene de ilerledim "Kravat"ın finalinden. Dilediğim yaklaşımı
kurdum gibi geliyor bana, kağıt üzerinde, dokuz çalışma günüm
daha var burada, son noktayı koyabilecek miyim - son ayar çalış­
masını elbette İstanbul'a bırakarak? Olursa, yeni yıldan başlaya­
rak, bir değişim düşünüyorum çalışmamda: ilk altı ay içinde bir
hazırlık defteri tutacağım. "Kırmızı Eşek", "Melekler", "Opera",
"Kulübe" için. Günlük defterimi de değiştirmeye karar verdim,
dün Gibert'de, o iş için çifte kavrulmuş iki çizgili defter buldum.
Başka defterler, yeni iki kesik uç dolmakalem ve bir sürü ıvır zıvır
aldım dayanamayıp. Oysa yıllar yılı yetecek malzemem var!
Çıkışta Le Sorbon'a oturdum, açlığımı bastırmak için. Tam kal­
kıyordum ki içeri Nedim girdi, geçerken görmüş beni. Yarım saat
gevezelik ettik.
Odeon'dan geçerek Levent' le ))uluşmaya. Bonaparte'a doğru yü­
rüyordum, telefonum çaldı: Cem Ak.aş, canım! Bir yeni doktorla bir
doktor adayı arası kalınca düşündüm: Yeni edebiyatçı kuşağı böyle
doktoralılar çıkarıyor, hayır mıdır? Levent Tarih, Cem Siyaset Bi-

382
limi, Elif Şafak da benzer konuda yapıyorlar doktoralarını. Katıyor
mudur, katacak mıdır, söküp alacak mıdır? Ömer Aygün'ü de unut­
mayalım, o da Felsefe-Dil doktorası yapıyor ABD'de. Şimdiden ölç­
mesi zor. Bizim kuşaktan Nedim'den başkası gelmiyor aklıma. Bazı
doktorlar sonradan edebiyata geldiler: Adnan Onart, Ahmet İnam,
Oruç. Onları ne kadar edebiyatçı sayabiliriz?
Cem, 'sen yokken burası pek durgun' dedi. Öyledir, doğrudur:
Bende hareketi yaratan bir enerji oldu hep. Hem işte, hem ötesinde
gündem yaratır zihnim, neredeyse her gün.
Levent yol ayrımında epeydir. Üç nokta (Faris, İtalya, Türkiye)
arasında, üç iş (Yazı, Akademi, Yayın) arasında parçalanmaktan,
para ve mekan sıkıştırmalarından hayli yorgun. Zordur ama, karar
vermek şarttır. 34'üne geldi, farklı bir düzen isteyecek, onu nasıl
sağlayacak, nelerden vazgeçerek? Ağzının tadını kaçırırım genel­
likle, dün tuttum kendimi, her durumda güç bir dönem başlayan,
onun için.
"Elma"nın, bu arada, en iyi niyetle bir yıl sonra çıkabileceğini
anlıyorum; sırada dört kitap var çünkü. Sabırsız mıyım, galiba:
Sonbahara çıkabilirdi pekfila. Bugün, Timour'la buluşacağız.
Gece, bir başıma Lipp'de yedim.

30 Kasım 2002 -
09.10
Tül nezle oldu, neredeyse yatak döşek! Geri dönüp, günlüğüm­
den, on yolculuktan yedisinde ikimizden birini mikrobun denk
düşürdüğünü görürüz sanırım. Gece, arabayla gezdirdim onu; gele­
neksel geniş turu attık, Champs-Elysees ve Eiffel'de ışık şöleni yeni
başladı.
Timour'la buluştuk, Marais'de. Daha önce Mona Lisait'de bir
seans yaptım, bir daha dönmek üzere birkaç kitaba çentik attım.
Meğer "Sarnıç" üzerinde çalışmayı sürdürmüş bu arada, Dlvan'dan
da birkaç şiir çevirmiş. Son bir gözden geçirme daha yapacak bana

383
vermeden, ama pek umutlu değilim. Noemi de, "Su, Tüyün Üzerin­
de Bekler" metinlerinin çevirisini bitirmek üzereymiş. Esra'nın
yaptıkları da eklenince, ortaya birşeyler çıkar mı?
Timour'un yanında, Larousse'un yeni çıkardığı tek büyük cilt­
lik Litteratures Mondiales sözlüğü vardı, içeride yer alan 26 Türk
yazarından biri benim, sevindim. Kısa, özlü bir madde. Bu sözlüğe
girmiş olmak, özellikle çeşit ülkeler açısından, yayın düzleminde,
önemli bir referans.
Timour'la biraz dereden tepeden, ama genellikle dolu bir konuş­
ma geçiyor aramızda. Ondan pek çok şey öğreniyorum. Johann Stra­
uss'tan söz etti örneğin dün, Osmanlı minörleri üzerinde çalışan bir
kaçık, gelecek yıl Türkiye'de olacakmış. Bir de, Paris'teki ı5-20 kişilik
bir 'kaymışlar' topluluğunu anlattı: Çoğu yüksek öğrenim görmekle
birlikte tam tutunamamış, daha doğrusu hiç tutunamamış, Türki­
ye'ye dönmeyen, burada kayboluş içinde yaşamayı yeğleyen insan­
lar. Birikisini ben de tanıdım (bizim Demirbulak, Oğur Arsel, Deha,
Ziya Derlen, vb.) ; ilki hariç, yetenekli ve ilginç adamlar. öyküleri ya­
zılabilmeli. Ressamlar arasında da, buraya mıhlanmış ve Türkiye'de
bir isim yapsa bile, Faris sokaklarının erittiği örnekler vardı. Sonra,
İbrahim Denker ne oldu örneğin? Garip, acılı konu; yurtdışında şa­
kulden inhiraf Türkler.

1 Aralık 2002 -
10.45
Gece geç ve içkili yattım, sabah geç ve güç, ama fazlasıyla din­
lenmiş uyandım. Tül hümkürmekten bedbin, tam bir sefalet geti­
riyor şu nezle.
Madeleine'e götürdüm dün onu, evlilik yıldönümümüz için
.
beğendiği saatı aldık, biraz keyipendi böylece. Le Village Royal'e
oturduk, kahve molasında. Faubourg St-Honore'de gözü dönmüş
bir alışveriş kalabalığı, çoğu Japonlar, insanı insan doğduğuna
pişman edecek haldeydiler. Paris'teki çılgın tüketiciliğin bir iz-

384
düşümü de istanbul'da yaşanıyor her vakit. Genellikle, haksız
kazancın eritildiği butikler imparatorluğu. Benim üç ay çalışarak
kazandığım parayı üç saatta harcıyorlar. İçim kabarıyor.
Gece, Çinlide yiyorduk ki, S. ve çirkin bakışlı bir kadın peydah­
landılar. Yapışıyorlar da. Zor sıyırdık paçayı. Cumartesi günü ve
gecesi, Faris çıldırıyor düpedüz. Bütün banliyö şehre akıyor. Bu se­
fer onu düşündüm: Faris kitabımda coşku ve güzelleme ağır bası­
yor galiba. Hem doğal, seviyorum burayı, aşkla; hem de değil: Şeh­
rin gerçeği çift kutuplu. 2003 yazında bitirmeyi öngörüyorum ya
kitabı, son genel ayarı yaparken, bunu da gözönünde tutmalıyım.
iki haftadan biri bitti bile. Altı tam gün kaldı. Ve pek birşey ya­
pamadım. Bu hafta toparlanmalıyım.
"Kravat" bitti bitiyor. Herşeyi yuttu masada. Pek birşey yazama­
dım, onun dışında. Olsun; hayırlı bir final çıksın da. Buraya kadarı
iyi gitti.
Sabah sabah, "Modern Dünya Edebiyatı Antolojisi"ni düşün­
düm yatakta. Büyük boy, görsel donanımlı, genişletilmiş bir basım
hazırlayabilirim bu yıl. Edebiyata hep bölünerek bakılıyor bizde,
tümel bakış açısından tek çalışma sayılabilir benim antolojim -
son yıllarda.
Öte yandan, 15 yıl geçmiş neredeyse, aradan. Değer mi? Değme­
sine değer de, elim değer mi?!

2 Aralık 2002 -

oo.ıo
"Kravat"ı bitirdim! Garip durum: "Acı Bilgi"yi de, "Elma"yı (ve
"Bir Varmış Bir Okmuş"u) da, "Kravat"ı da Paris'te yazmış oldum
böylelikle.
Bu seferki, biliyorum, 'daha bir roman' sayılacak. Şüphesiz
öyle de. Gene de, benim gözümde, romandan öte bir kitap daha
çıktı ortaya. Şimdi sırada "Kırmızı Eşek" ve "Melekler" var, bi­
rine iki yıldır, öbürüne on aydır hazırlanıyorum. Belki ikisini

385
yanyana, birarada yazmayı düşünebilirim. Ne zaman? Önümüz­
deki yaz, Paris'te! Herşey yolunda giderse, bu yaz bir aydan fazla
kalabilirim burada. Umuyorum. Hiç değilse 45 güne çıkartabilir­
sem süreyi, iyi iş çıkartmamı da sağlar bu.
Altı-yedi ay boyunca 'hazırlık defteri' tutma fikrine iyice ısın­
dım bu arada - "Opera" için en azından şart bu.
"Kravat"tan, sonuçta, memnun kaldım. Bir ayar okuması yapa­
rak ufak onarımları, eksikleri halledeceğim dönüşte. Yılbaşı gibi,
yayına hazır olur herhalde, 2003'ün belki de ilk kitabı o olur.
Bugün hava ve Tül, ikisi de, fena nezleydiler! Otelde kaldım ben
de, bir ara bir saatlığına çıktım, Cafe de Buci'de oturdum, yağmur
altında dolaştım.
Gece, Balzar'daydık önce. Sonra, Les Deınc: Magots'da S. ve arka­
daşlarıyla karşılaştık. Tanrım, ne korkunç insanlar bu burjuvalar,
onlardan uzak dura dura nasıl olduklarını unutuyorum!
Geceyarısı, Kaspar Hauser'le didiştim: Feuerbach ve Dolto üze­
rinden. Hayırlısı.

3 Aralık 2002 -
09.10
Tül'ün nezlesi biraz hafifledi, işin kötüsü göğsüne iniyor galiba.
Çıktı dün, ne yapsın, daha fazla da kapalı kalınamıyor Paris'te, bir
otel odasında.
Sabah, 'Tren' metnime başladım - "istasyon"un ayna yazısını
oluşturacak bir alfabetik düzen içinde. Ayfer, Doğan Kardeş'e ayrı­
ca kitap yapmamı istiyor, hem görsel kullanımı zenginleştirerek,
hem de bir antoloji kurarak açacağım çatıyı. "Başkalaşımlar XXI­
XXX "un sondan bir önceki ana pıı.rçası bu, sonuncusu "Saray" ola­
cak büyük olasılıkla. 2003 yazı pyogramımda o cilt, hatta yılsonu
için yayın programımda da. Bakalım hele.
Gallimard'ın Raspail'daki kitabevinde de bulamadım aradık­
larımı. İyi kitabevi değil orası, büyüklüğüne karşın derbeder ve

386
takipsiz. Şiir bölümünün zayıflığı şiire yayınevinin verdiği değeri
mi gösteriyor acaba? Dağlarca, Chene'den çıkacaktı, Ahmet Soysal
çevirisiyle, çıkmış. Şık kitap, ama onun yeri Gallimard-Poesie ol­
malıydı, Velter bir taşkafa ama: Oktay Rifat'ı da yayımlamadı.
Öğle yemeği için Tül'le Chai de l'Abbaye'de buluştuk. Arka ma­
sadaki iki 'koyu' Ermeni laf attılar, derin ve tatlı bir sohbete daldık,
uzun uzun. Devletler insanlara yazık ediyor. Belli ki Türklere karşı
kin ve öfkeyle dolular, nasıl olmasınlar. Oysa konuşunca nasıl deği­
şiverdiler.
Oradan, Gibert'e, CD alışverişine gittik, Mozart eksiklerimi gider­
dim biraz; Weiss'lar aldım, Pergolesi'den Sully'ye pek çok CD, bir de
son Herzog DVD'sini. Yol ayırdık. Bir saatı aşkın Compagnie'deydim;
NRP'nin "Du Secret" sayısı, Botho Strauss, üç fotolu kitap: Mace, Your­
cenarlı bir yol kitabı, Herve Guibert.
Gece, Rue de Seine'deki İtalyan brasserie'sinde yedik, Pinot
Nero eşliğinde. Yürüyüşü kısa kestik. "Locomotive Symphony"yi
dinledim yatmadan, birkaç Korsika 'polyphonie'si. "Du Secret"den
epey ilerledim.
Fotoğraf üzerine yazdıklarımı, bir kere de bağımsız bir çerçeve
içinde düşünmeliyim, dönüşümde. Bu sefer de yeni parçalar çıktı,
gene 'öykülü'ler var aralarında. O konuda acele etmemeliyim.

4 Aralık 2002 -
09.00
Günlük güneşlikti dün Paris, özlemişiz! Geleli beri gri, yağ­
mur, içim açıldı. Uzun uzun yürüdüm sokaklarda, yumuşaktı
soğuk bile, Luxembourg'daki açık hava Hugo sergisini gezdim
("Helas, Hugo ! " konusunda ne kadar da haklı Gide), Ronsard'da,
ardından da Le Souffiot'de oturdum, Pantheon'dan Rue des Eco­
les'a indim, orada da oyalandım epey, Hollington'dan alışverişi­
mi tamamladım, otele dönüp dinlendim. Gece, Le Petit Zinc'de
berbat bir yemek yedik Tül'le, biraz dolaşıp Bonaparte'a oturduk;

387
yanımıza, cıvataları bütünüyle gevşemiş bir kadın düştü, insan
yaralanıyor, etkileniyor durumdan. Zaten Josiane da ortalıkta
yok, ölmüş olabilir korkusuyla berduşlara soramıyorum. Tül'ü
otele bıraktım ve geniş bir daire çizdim geceyarısı: Seine'e kadar
indim Grands Augustin'den, Dauphine üzerinden döndüm, tem­
polu yürüyüş bulutlarımı biraz dağıttı. Odada Pergolesi dinleyin­
ce gene bastılar - öyle yattım.
Bir şiir: "Cluny'den Yastık".
Tren Kitabı'ndan ilerledim.
Son üç-dört güne girdik. Bugün arabayı Porte Mail lot'ya bırakıp Be­
aubourg'a gitmek niyetim. Yarın Bayram başlıyor, annemi aramalıyım.
Cumartesi gecesi geç saat evde oluruz, umarım.
Evi, yeni evi daha bir özledim.

5 Aralık 2002 -
09.00
Kredi kartı sorunları dünkü planımı altüst etti. Bu yolculuklar
ekonomik dengemizi yokediyor, birkaç ay toparlanamıyoruz, sonra
yenisi geliyor! Bir süre ara verelim diyoruz, o da olmuyor; Korsika
hikayesindeki gibi, bir çağrı alınca kuyruk sallıyoruz hemen.
Beaubourg bugüne kaydı kısacası. Kaldı ki yağmur göz açtırmı­
yor dünden beri, en doğrusu kapalı mekana kapağı atmak. Dün ak­
şamüstü başladı yağmur, pek ara vermedi. Öncesinde, Porte Mail­
lot'dan Champs-Elysees'ye geçip yürüdüm, Avenue Montaigne'e ka­
dar. Sonra Tül'le Chai de l'Abbaye'de atıştırdık. Çıkışta far kettim ki,
vestiyere astığım paltomun koluna kahve dökmüşler, haydi temiz­
leyiciye. Bu havada paltosuz kaldım üstelik. Öğle sonrası Gibert'den
uzun bir seans yaptım, üç küçük kitapla çıkmayı başardım: Yerim
ve param yok, fazla kilo sorununy- çok! Dönüş sıkıntısı erkenden
başladı.
Gece, Le Mondrian'da birer içki içip El Chuncho'ya gömüldük.
Chili con came, fajitas, Tacama şarabı. Tam bir şölendi. Ayrıca, ya-

388
rım restoran fiyatına. Yağmur iyice hızlanmıştı çıkışta, Bonapar­
te'a kapağı zor attık.
O kafayla Seneca okumayı sürdürdüm, Yourcenar'la ilgili kitabı
bitirdim.
Yazar portreleri kitabı gördüm Gibert'de. Beckett'inki, büyük bir
çöp torbasının üstüne oturmuş haliyleydi. Başka sıkı işler de vardı.
Benimkisi belki bu hücrede, bu minyatür masada çekilmeli.
Bereket istanbul'da, iki büyük odamla, sultan sayılırım. Her ho­
roz kendi çöplüğünde!
Gelgelelim, bu hücrede, benzerlerinde neler yazmadım son dört
yılda!

6 Aralık 2002 -
09.15
Gece Vagenende'da görünüşte hafif yemiş olmama karşın (yen­
geç ve St.-Jacques kabukluları), sindirim güçlüğü çektim; sanırım,
her gün (her gece) şarap yüklenmek yordu beni; safra kesesi ameli­
yatından bu yana bir ölçüde zorluk çekiyorum ve şişkinlikten şika­
yetçiyim; beş-altı kilo kadar da fazlam var öte yandan.
Son tam güne girerken ancak geleneksel Paris ritmimi tuttura­
bilmiş olmam da tuhaf. Dün, sabahtan çalıştım ve Tren metnimi
yarıladım. Öğlen çıktım, Maubert'e, Ile St-Louis'ye, St.-Paul üze­
rinden Marais'ye yürüdüm. üç saatı aşkın Beaubourg'da kaldım.
Beckmann sergisiyle Barthes sergisi arası, notlarımı almak için
verdiğim kahve molasını saymazsam, hep ayaktaydım. Üst kattan,
akşam vakti, ne olağanüstü görünüm, Paris'inki. Dönüşte de hızlı
adımlarla yürüdüm otele kadar. Tül'e müthiş bir zencefil parçası
buldum, mübarek sanki doğal yontu! Arada, güç bela anneme ula­
şabildim telefonla. Yemek sonrası. Tül hemen Bonaparte'a geçmek
istedi, ayaz nedeniyle, ben yarım saat kadar, hızlı adımlarla bir da­
ire çizdim. La Hune'e dışarıdan baktım ve felaket edasıyla beyaz
gömlekli Bernard Henri-Levy'yi gördüm.

389
Yatmadan, baştan uca, Rilke'nin Rodin'e mektuplarını okudum.
Barthes sergisi, olağanüstü iyi düzenlenmişti. il. Yeni sergisi ta­

sarıma ışık tuttu o yanıyla. Bir asistanla çalışmalıyım o sergi için.


Belki kütüphane salonu açısından bir model-sergiye varılabilir de.

7 Aralık 2002 -
09.25
İşte bir yolculuğun daha, kimbilir kaçıncı, sonuna geldik; 'Pasa­
port Damgaları'na yeni sayfalar ekleyerek. Günlük defterimi ayda
dört-beş kez açıyorum istanbul'da, her günün kaydını tutmayı ak­
lımdan geçirmiyorum; yolculukta tersine, hemen her güne defterde
başlıyorum, belki de ileride, nasıl geçtiğini anımsamak için not edi­
yorumdur herşeyi. Ama yılbaşında, yeni defterlerle birlikte yeni bir
yazı arayacağım, 'Pasaport Damgaları'mı da etkileyebilir o durum -
etkiler mi?
Şehirde yedi saatımiz kaldı; birazdan tek başıma çıkar, dolanı­
rım son kez sokaklarda; bavul işini bitirince Tül de katılır bana,
herhalde Bonaparte'de öğlen atıştırırız. ı6.15'te taksi gelir: Hava­
alanı, tatsız koşuşturma, ıg.oo'da uçak, gecikme yoksa yerel saat­
la 23.30 dolaylarında İstanbul'a iner, geceyarısını geçe eve gireriz.
Uçak korkusu, fazla kilo sorunları ve benzerleri gerginlikleriyle
birleşince artıyor. Bir ışınlanma olanağı olmalıydı. Yüzyıl, iki yüz­
yıl sonra nasıl yapılacak yolculuklar?
Hüzün de var tabii, işin içinde. Paris'ten hiçbir zaman bıkarak
ayrılamıyor insan. Evet evi, düzenimi özlüyorum, ama burada 'be­
lirli', sınırlı bir süreliğine bulunduğumu bildiğim için. Yoksa...
Geniş daireler çizdim dün. Müthiş bir ayaz hakimdi şehre. Gene
de uzun yürüdüm, birkaç son güne bırakılan izi hallederek. iki defa
buluştuk Tül'le. Öğlen Le Sorbon'cta atıştırdım, gece Lipp'teydik.
Tül'ü kahveye yolladım, gene geniş bir daire çizdim: Gece, soğuk,
ıssız ara sokaklar (ah Visconti, Jacob, vb.!), içimden teller koptu.
Kabuslar gördüm.

390
xx

PARI S -BASEL
. .

SAINT MORITZ - S I L S MARIA


2003
7 Haziran 2003, Paris -
Akşama doğru indik şehre, sakin bir uçuşun ardından; ikimiz
de bol içki ve xanax yüklendiğimiz için geceyarısına varmadan çök­
tük.
Sekiz gün kalacağız Paris'te; İsviçre'ye geçmeden önce. Biriki
önemli sergi, biriki iyi film, yeni kitaplar - daha canalıcısı: Sokak­
lar, kahveler, ötesi. Sabahları çalışacağım bu kısa süreye karşın.
Altı aylık verimsizlik döneminin ardından, zihnim tıkabasa dolu,
birkaç çıkış birden yapmayı tasarlıyorum. Otobiyografinin ikinci
kitabının ana hatları iyice ortaya çıktı gibi. Dönüşte üç hafta istan­
bul'da kalıp 35 günlüğüne buraya gelmek niyetimiz. Bana öyle geli­
yor ki, bu yaz bitiririm kitabı.
Bonaparte'da yedik, içtik. Sonra Seine kıyısına indik, dönüşte
Les Deux Magots'da limonlu dondurma yedim, Tül bir kadeh şam­
panya içti.

S Haziran -
13.40
Dün Paris'e vardığımızda sıcak, hayli sıcaktı hava, gece yatana
dek de hafiflemedi sıcaklık; bu sabah oysa, güneş çekip gitmiş, göğü
bulutlar kaplamış, birazdan çıkacağız Tül'le, dışarıda yağmur yağı­
yor!

393
Erken kalktım sabah, banyo ve kahve sorunlarını binbir güçlük­
le çözdükten sonra masaya oturdum, Mahler'in 7. senfonisi eşliğin­
de yazmaya başladım! Ağır bir başlangıç şüphesiz, ama ilk 'notala­
ra bakılırsa, bundan sonrası daha kolay akacağa benziyor.
'Başka Yollar'ın ikinci kitabının ikinci bölümüne (belki ikinci
kitabın ilk parçası olur), Nurettin dayının sonuyla girdim, oradan
Tütün ve Savaşa açıldım. Çerçeve açık seçik çıktı ortaya, onca za­
man üstünde oyalandığım için. Peşisıra gelecek iki bölüm daha eni­
konu aydınlandı kafamda. Birinde Zenon üzerinden, Marguerite
Yourcenar'a doğru gerçekleştirilememiş bir yolculuk ana izleğim
olacak; öbüründe, deliyazıya yaklaşmak istiyorum: İsviçre yolcu­
luğunu eksene alarak Nietzsche-Wölfli-Walser üçgenine yönelece­
ğim.
"464"ü de katarsam, bu ikinci kitap otobiyografi yazımının farklı
cephelerini, "a la recherche du Temps evolu" çekirdeğini konu edi­
necek gibi. Şimdilik Yarıyolda diye vaftiz ediyorum bu cildi; yolda
kimbilir neler olur.

9 Haziran -
Öğlen Les Dewc Magots'da hafifbirşeyleryedik Tül'le, sonra bul­
var üzerinden Maubert'e dek yürüdük, Bievre'den geçip bir kahve­
de oturduk. Dönüşte, St.-Juken'in bahçesinden eve, St.-Andre des
Arts üzerinden otele dönüp dinlendik. Gece, Lipp'de tumturaklı
yedik bu kez, çıkışta Dragon, Cherche-Midi, Assas, St.-Sulpice ve
Odeon: Les Editeurs'de birşeyler içip yeniden otele geldik. Hava
biraz serinledi, keyifle yürünüyor sokaklarda, ama özellikle ben,
iyice lapalaşmışım. Bu yaz biraz daha tempolu yürüyüş yapmalı,
eski günlerime dönmenin yolunu pulmalıyım. Bir de, daha az iç­
meliyim. Paris'te her gün bir şişe ş'1"ap içiyorum, bu akşam absent
likörü devirdim yemek öncesi, enikonu uçtum. Geçen yüzyılda ab­
sentin mücrim olabilmiş olmasını anlıyorum.

394
9 Haziran 2003 -
23.50
Erken döndük otele, gene dayanamayıp içkinin ölçüsünü kaçır­
dık çünkü. Kaldı ki, Tül de benim kadar hantallaşmış sanki, biraz
yürüdük mü dönüp dinlenmeye çekiliyoruz.
Bu sabah, otobiyografinin V. bölümünü bırakıp VI. bölüme, Ze­
non'un öyküsüne başladım ve bir o kadar ilerledim. Kıvamı bile­
mem, iki girişte de tam oturmamış olabilir henüz, gelgelelim çer­
çeve enikonu oturmuş durumda, bunu söyleyebilirim - henüz tek
satır yazmadığım halde, VII. bölüm için de geçerli bu. İsviçre yolcu­
luğu biraz, daha uzun sürmeliydi, şimdi hayıflanıyorum.
Bugün, öğlen çıkıp küçük alışverişimizi yaptık Monoprix'den. Ak­
şam üzeri Saint-Sulpice'deki eski eşya fuarına gittik, bir XV. yüzyıl
duvar karosu aldık, ile de France yapımı, altı likör kadehi, XIX. yüzyıl
ürünü - bu ara ikimiz de farklı likörlerin peşinden gidiyoruz. Mon­
tagne Ste.-Genevieve'e, oradan Quai Conti'ye yürüdük ve Korsika lo­
kantasına çöktük: 12 sümüklüböcek, kuzu eti, yeşil limon dondurma­
sı, Sancerre. Bonaparte'da margaritayla noktayı koydum.

ıo Haziran -
09.20
Hotel Clement'ı, her zaman kaldığımız Hotel de Buci onarım­
dan geçmezden önce iyice düşkünleştiği sırada, 94, ya da 95 olma­
lı. Tül keşfettiydi. Arada başka otel odalarında kaldığımız oldu son
yıllarda, ama Clement'ı evimiz gibi görür olduk. Özellikle de 104
numarayı. Şehre indiğimizde, çarçabuk yerleşiyor, düzenimizi ku­
ruyoruz burada. Benim, avluya açılan hücrede tezgahımı oluştur­
mam çeyrek saatı bulmuyor bile. İstanbul'daki çalışma odalarımda
gövdemi kuşatan sonsuz parça sanırım bir tür baskı oluşturuyor
üzerimde, bir biçimde dikkatimi çeliyor herşey. Hücrede ister is­
temez minimalistim: Ne zorunluysa, o kadarıyla yetiniyorum. Dö­
nüşe doğru, Paris'ten topladık.lanın adım atmayı zorlaştırıyor ya,

395
başlarda, çalışmaya koyulduğum sırada yan yüklerim hafif. Belki
de, Paris konaklamalarında aşırı verimli oluşumda bunun da bir
payı var. Asıl, kafamdaki yoğunlaşma belirleyici tabii: Aklımı çe­
len, dikkatimi dağıtan herşeyin uzağındayım.
Sanırım bundan, son sıralarda küçük kare bir masa saplantısı
belirdi bende. Büyük masa topluyor bir biçimde; masalarımdan bi­
rini çıplaklaştıracaktım İstanbul'da, başaramadım.
Öte yandan, iş küçük kare masayla bitmiyor. Düzenimle oyna­
malıyım. Daha erken kalkmak, çalışma saatlarımı geceye kaydır­
mak türünden bir değişiklik gerekiyor bana.
Dün gece kabuslar içre uyanıp, ışığı yakmaksızın sigaramı tüttü­
rürken bunları düşündüm. Sigara sayısı arttı elbette, 12-15 arasına
çıktım son on günde, dönüşte bir hamle daha yapmazsam eski gün­
lerdeki tempoma dönmekten korkuyorum.
Bu sabah yağmur damlaları dövüyor avluyu. Hava raporunu din­
lemedik, bilmem geçici mi? Grev felç edecekmiş bugün Fransa'yı.
Bir ara Basel biletlerini almalıyım.
İki gündür yapışık geziyoruz Tül'le, derin, koklaşmalar eşliğin­
de. Paris mi kabartıyor teni, tenleri, yoksa gündelik yaşamın hay­
huyundan uzaklaşmak mı?
Dün, Bekçi'nin sürgitine yeni kıpkısa parçalar çıkageldi.

ıı Haziran -
10.20
Geç yattık, geç uyandım bu sabah, özellikle de alkolün etkisiyle
epey uyumuş, dinlenmişim. Dün nihayet, klasik plakçı ve kitapçı
seanslarıma başladım, başta Per Norgard'ınkiler olmak üzere on
kadar CD. Üç saatayakın Compagni� ve Gibert'de dolaştıktan sonra
topu topu dört kitapla otele döndülJl, ama kırk kadarına da çentik
attım - çoğunu dönüşte ısmarlayacağım, taşımaktan bıktım artık.
Arada Le Sorbon'a oturup, Marble Memo defterciğine peşpeşe ta­
sarı notları düştüm: Aylakgezerlik nasıl çalıştırıyor saksıyı. Akşamı

396
otelde, Misopogon'u okumaya koyuldum - 'sakal meseli' eksikti bir,
şimdi onunla da boğuşuyorum. "Sır"la ilgili olarak da çarklar hızlan­
dı kafamda, bu yaz programa onu da almalı mıyım? "Bir Varmış Bir
Okmuş" dizisinden sımsıkı bir kitapçık daha çıkagelebilir.
Gece, Tül'le El Chuncho'ya gittik (arada Samih'çiğim aradı,
hava koşulları nedeniyle tekneyi Bodrum'a götürme işini ertele­
miş) ; yemekler biraz bozulmuş sanki, açıkçası üzüldük. Yemek
sonrası niyetimiz Lars von Trier'in Dogville'ini görmekti, meğer
uzun filmmiş, yetişemedik. Tam Cafe Bonaparte'a oturmuştuk ki,
ileriden Zuhal ve Nedim el salladılar, birlikte Les Dewı: Magots'da
iki saat oturup sohbet ettik. Berlin'de Nedim, burslu olarak; ama
St.-Malo'daki Etonnants Voyageurs etkinliğinden yeni gelmişler,
gerçekten de bir tür 'etonnant voyageur' Nedim, yazarın işadamı
olarak portresi gibi, oradan oraya koşturuyor sürekli. Onu gördük­
çe daha iyi anlıyorum: Kesinkes profesyonel bir yazar olamazdım
ben, böyle işlere gelemezdim. Bir bedeli oluyor bunun şüphesiz,
gelgelelim içerideki bedeli de var. Otobiyografik bir metin üzerin­
de çalışıyormuş Berlin'de, Nedim: Çocukluğu, babası, Balıkesir
günleri, Paris, vb. Başka Yollar'ı duymamış, görmemiş. "Fotoğraflı
bir kitap olacak" dedi: Evet, fotoğraflı olabilir kitap.
Sonra, Tül'le haşhaşa, Les Editeurs'e gittik. Önümüzden Cathe­
rine Deneuve geçti bir ara.
Basel biletlerini aldım. Beş buçuk saat sürüyormuş tren yolculu­
ğu. İsviçre günleri çok sıkışık geçeceğe benzer.
Bugün Louvre'u, Leonardo sergisini deneyeceğim.

ı2 Haziran -
08.50
Louvre girişimi nasılsa başarılı oldu dün: A:z. sayıda Japon ve
Amerikalı vardı piramidin girişinde(!), aşağıda zaten bir 'laissez
passer' bekliyordu beni: Huşu içinde gezdim Leonardo'nun defter­
leri ve karalamaları arasında - sıkı sergiydi !

397
Çıkışta birşeyler atıştırdım oracıkta, Caroussel'deki dükkanlara
girip çıktım, müzenin kitabevinde biraz avlandım, hava çok sıcak­
tı, ter içinde rive gauche'a yürüdüm, bereket gölgeli yerler serindi.
Rue de Seine'deki, Beaux-Arts'deki galerileri de kolaçan et­
tim. Dört ayrı galeride dört Cardenas sergisi birden vardı: Yon­
tular ağırlıktaydı, birinde de kağıt işleri sergileniyordu. İlginç
bir adam: Bard. Temiz, iddiasız işler: Jean-Baptiste Secheret'nin
monotype'leri. Onları sevdim. Adamın bir de eşek gravürü sergi­
leniyordu: Au Hazard Balthazar (sic), d'apres Zurbaran (sic).
Tül'le buluştuk otelde, yıkandım ve siesta yapmakken niyetim
açıldım, çıktım, gene Tül'le buluştuk, hava nefisti akşam ve gece,
önce Les Deux Magots'da çene çaldık ve Chablis'ler devirdik, sonra
Vagenende'da yedik, Sancerre eşliğinde.
Yemek sonrası Place Dauphine'e gittik, Pont des Arts'dan geçip.
Şaşılası ölçüde kalabalıktı her vakit tenha olan meydan: Bütün lo­
kantalar tıkabasa doluydu dışarıda, gençler "boule" oynuyordu or­
tada. Sıralardan birine uzanıp, o saatta bile kararmayan gökyüzü­
ne baktık ağaçların arasından, Cafe Bonaparte'a oturduk dönüşte,
Tagh geldi ve kırdı geçirdi gene herkesi.
İki arada küçük bir La Hune faslı yaptım dün, iki şiir kitabı
(Bonnefoy ve Jaccottet'nin yeni ürünleri), bir Capri kitapçığı, Tül
için "Femmes Extremes" vb. aldım. Peylediğim 8-ıo kitap daha var,
gerisini dönüşte ısmarlayacağım.
Sabah, iyi çalıştım gene. Yeni kitabın iki bölümünden de eşit
miktar yol almış durumdayım şimdi, hemen hemen ilk çeyrekleri
tamamlandı gibi. Bu 'açılış' devam açısından önemli. Büyük olası­
lıkla, yazın onların üzerinde odaklaşacağım: İsviçre yolculuğunda
dördüncü parçanın eksenini de o�rtmayı umuyorum.
Da: Yazın sigaralı mı sigarasız flı olacağım? Çalışacak mıyım,
kararacak mıyım?
İşte muamma bu.

398
13 Haziran ­
ıo.ıo
Neredeyse haftası doldu Paris'e gelişimizin; burada nasıl hızlı
geçiyor günler!
Öte yandan, bir o kadar da yoğun geçiyor zaman. Bölünmeyen
akış hep büyük derişme yaratıyor içimde. Bu seferi, üstelik, bir yazı
kesiti olarak almadım; ilk hafta, altı aylık aradan sonra, bir tür has­
ret giderme olacaktı, öyle de oldu; ikinci hafta, İsviçre'de, tam bir ko­
şuşturma içinde geçecek herhalde.
Dinlendim, dinleniyoruz kısacası; Tul de, ben de. İki yenik sa­
vaştan (yaklaşık 15 sigara tüketiyorum günde), işyerinden, ülkenin
curcunasından, insanlardan; pek ayrılmıyoruz biribirimizden: tık
kez dün, biraz ayrı kaldık.
Sabah, Leonardo yazıma başladım, üçte ikisini bitirdim. Doğal
olarak otobiyografiye ara verdim. Aslında, iki bölümde de iyi sayı­
labilecek çıkışlar yaptım sayılır - temmuz/ağustos faslı için sağlam
bir önhazırlık oldu.
Europa'ya bir kere daha eğildiğim iyi oldu: Bu kez acemi yanları
dikkatimi çeldi. Gene de sıkı film, sonuçta, anlatım edası yüksek.
Tiyatro kitapları: Jan Fabre, Saralı Kane, Eisler, Max Frisch'in
'Biyografi: Ben i, Handke'nin Gaspar'ı, Heiner Müller, Bernhard'ın
'

kıpkısa oyunları...
Bir Divan cildimi oyun-şiirlere ayırma konusu hfila sıcaklığını
koruyor mu? Emin değilim. Buna karşılık, " Kırmızı Eşeğin ôykü­
sü"nün geniş gövdesinde, bir gece ateş önünde, açık havada yapı­
lacak kalabalık nüfuslu konuşma beni yeniden "tiyatroman" nite­
lemesine yaklaştırır oldu. Yetmiyormuş gibi, Sır'ın bir oyun versi­
yonu filizlendi kafamda - sürgiti için düşündüğüm üstmetinleri de
işin içine katarak.
Aslında, bütün bu eğilimlerin ne kadarı Tiyatro'yla ilgili ya da
sınırlı, tam da kestiremiyorum şu aşamada. Europa'ya ondan git­
tim sanırım, Bergman'ın son filmini yeniden görmek için ondan

399
çırpınıyorum, Alain Resnais'nin Gece ve Sis DVD'sini ondan edin­
dim: Kafamdaki açılımlarda "sahne" kadar "ekran" da pay tutu­
yor gibi. Kravat'da da ikilem yaşamıştım bir noktada: Senaryoya
yürüyemez miydim?
DVD'nin getirdiği yan olanaklar, benim gibi metinle üstmetini
içiçe sokmaya bayılan biri açısından çok zengin. Tiyatro, söyle­
şi-denemelerim ve "diyalog"larım aracılığıyla konuşmayı, konuş­
maları öne çeker oldu.
Melekler kitabımı da, karşılıklı konuşma esasına dayamıyor
muyum, baştan beri?
Son on yılda, Erasmus'ta il Tasso'ya, Leopardi'den Rousseau'ya
pek çok diyaloğa dayalı bütünlüğe göz attım; sanırım derslerim, se­
miner ve oturumlarını, TV için gerçekleştirdiğim "sözel deneme"-
ler, yoğun biçimde Sokrates yoluna ilgi duymamı doğurdu.
Bu 'mevki'de dolaşacağım epey, besbelli.
Kimbilir nereye varmak üzre.

14 Haziran -
09.50
Geç yattık, geç uyandım ; bu kez dinlenmiyorum Paris'te, bir:
Vakit dar olduğu için; iki: Son aylarda çok dinlendim İstanbul'da!
Dinlenmiyorum diyorsam, aşırı bir yorgunluk da sözkonusu değil:
Bacak kaslarım hala açılmadığı için, iki saat ayakta kalmak, iki-üç
saat yürümek yetiyor dökülmeme. Bu böyle sürmez, sürmemeli; İs­
tanbul yaşamıma biraz hareket katmalıyım.
Sabah, Leonardo denememi bitirdim, biraz Başka Yollar VI'ya
devam ettim. Öğlen, Tül'le, Boul'mich'de yedik: Croque-monsieur a
l'ancienne, domates suyu. Ayrıldık orada: Ben Cluny'ye gittim, biraz
kitapçı dolaştım, geleneksel Hollin�n alışverişimi yaptım (iki ye­
lek, bir yazlık-güzlük ceket), otelde buluşup koklaştık, küçük bir sies­
tanın ardından gene çıktım: iki kitapçı seansı daha yaptım. Les Deux
Mogots'da geceyi başlattık. Dolunay bulutlarla saklambaç oynuyordu.

400
Yemeği La Mediterrannee'de yedik: Gaspacho, levrek, pan dispagna,
sancerre. Servandoni üzerinden St.-Sulpice, Rue de Seine üzerinden
önceki gece gibi Place Dauphine: Sıralara yanyana uzandık. Rue de
Nevers'den geçerken bir başına yürüyen kör bir kadınla karşılaştık:
Bir de sıkıntılarımızdan şikayet ederiz. Cafe Bonaparte'a oturduğu­
muzda geceyarısını hayli geçmişti ve sokaklar dehşet kalabalıktı.
Marble Memo defterine epey kişisel proje notunun yanında, bu
yolculukta, bir haftada, bir sürü yayın ve sergi fikri düştüm. Görü­
nüşte tatildeyim, ama şirket yararına da dönmeyi sürdürüyor çark­
larını, İsviçre'den de epey kıvılcım çıkacaktır. Uzun yaz parante­
zinde böyle olmuyor genellikle: Kafam kendime çalışıyor hep.
Bir ara onu düşündüm dün: Nicedir 'çekirdek okur'umla sınırla­
nır oldu kitaplarımın satışı: Başka Yollar goo'e ulaşamadı; Kravat
ı.ooo'lik ilk baskıyı tüketemedi bile. Abdal Düşü'nün 5oo'lük ilk
baskısı bir haftada bitti ama, 5oo'lük ikinci baskının tükenmesi ay­
lara yayılır büyük olasılıkla. Bekçi de daha fazla satmış olamaz. Dört
kitap, üç bin nüsha. Ortalama 750 adet. 750 okur mu demek bu, ha­
yır: Dördünü birden alanlar, üçünü alanlar, ikisini ve birini alanlar
ayrıştırılırsa yaklaşık ı.500 okurdan sözedilebilir. Daha fazla olma­
lıydı - Nedim'in kitapları beş bini aşıyormuş örneğin. Şu var: Bütün
kitapları benim biriki yılda yayımladığım kitap sayısı kadar.
Ortalama ı.500 yerine 5.000, 10.000 okur ne değiştirirdi? Bir
kere, yazar geliriyle yaşama olanağı doğabilirdi; ikincisi, Türki­
ye'de okur düzeyi değişmiş olurdu. Daha ne beklenir?
Durum bu değil ama. Bilmek ve kabullenmek gerekir. Öte yan­
dan, az okunan çok tanınan bir edebiyat adamı olmam daha da dra­
matik bir unsur: Biriki kitabımı edinen, gazetelerden dergilerden
biraz yazdıklarımı izleyen okur sayısı herhalde ıo binin üzerinde­
dir. Beni "tanır"lar. Gelgelelim, benimle ilgili özün farkında kesin­
kes değildirler. Ona bir tek 'çekirdek okur' yaklaşır, sokulur.
Ya asıl öz? Bir avuç insanı tasalandırır.
Orada bütün şairler, yazarlar eşit.

401
Amer Savoir, belli başlı kitapçılarda şimdilik rafta kalmayı başa­
rıyor; Le Sarcophage ile Dense'a, hiçbir yerde rastlamıyorum artık.
Yayın dünyasında "raf ömrü" kavramı yıllardır Demokles kılıcı
gibi. Süreklilik (kitap çıkarma açısından), kalıcılık önemli elbette,
ama bu da yetmiyor hazan: Max Frisch'in bir kitabını arıyordum,
büyük kitabevlerinden birine baktım: Hiçbir kitabı yoktu! Şüphe­
siz kaybolmaz Max Frisch, kaybolacak değildir; yeni yeni ortaya
çıkan bir yazarın raf ömrü kıldan ince köprü oysa.
Üç Türk yazarı kalıcı oldu bugüne dek, Fransa'daki kitapçılar­
da; Yaşar, Nedim, Orhan. Yeniden Nazım katıldı onlara, uzun bir
aradan sonra (böyle aralar da olur bazı şairler, yazarlar için) . Kim­
ler çevrilmişti: Orhan Kemal, Kemal Tahir, Sait Faik, Çetin Altan,
Latife Tekin, Bilge Karasu, Yusuf Atılgan, Sabahattin Ali, Tanpı­
nar, Melih Cevdet, Abidin Dino, İlhan Berk, Dağlarca, İnci Aral,
vb. - birine bir kitabevinde zor rastlayabilir ilgili okur. Bereket
Fnac tipi kuruluşlar sanal raf ortamı yarattılar; Le Sarcophage'a
öyle ulaşılabiliyor örneğin.
Sonrası, benim açımdan enikonu belirsiz. Açılım da olabilir,
tıkanma da. Şairlerin işi güç işin açığı: Kitapların sürekliliği­
ne şans tanımıyor pek yayın ortamı, "garanti" yapıtlar (Kavafis,
Montale gibi) dışında, italya'da iyi başlangıç yaptıydım, arkası ke­
sildi işte (en çok da Işıl koptuğu için). iran'da ve Fransa'da durum
daha iyi görünüyor. Buradaki çıkışım doğru oldu: Fata Morgana ve
Actes Sud en sağlam odaklar arasında. Bruno Roy, 2004'te üçüncü
kitabımı yayımlayacak, Actes Sud'le Elma ve Başka Yollar'ın kont­
ratları imzalandı. Biriki yayıncıya ulaşma şansım var: L'Esprit
des Peninsules sözgelimi. Sınırlı atanda yardımlarını alabilirim
Timour'un, Alberto'nun, Yaşar'ın. Tam bir sis şimdilik.
Bekleyeceğiz, göreceğiz.

402
15 Haziran ­
oo.50
Yarın son günümüz Paris'te, öbür gün sabah 09.45'te kalkacak
Basel'e trenimiz, oradan arabayı alıp, Zürih üzerinden Sankt-Mo­
ritz'e ineceğiz. Yolları tanımıyorum Zürih sonrasında, Alplere so­
kulacağımıza göre dar ve tünellerle kesilen bir güzergah bekliyor
olmalı bizi, Tül'ün panik atakları hortlamaz umarım.
Bugün sersem sepelek dolaştım, Compagnie'den son alışveriş­
lerimi yaptım: Peter Szendy'nin müzik denemeleri, bir Coplas der­
lemesi, bir Frisch, Pierre Lorry'nin Alchimie et Mystique en terre
d'İslam'ı, Les Secrets de la MusiqueAncienne başlıklı bir kitap ("Sır"
projesi için), Emile Blanchard'dan Les Araignees, iki derleme: La
Tour de Babel ve Voyage dans le Systeme Solaire. Sonunda, kitap
çantamı ağzına kadar doldurmuş oldum - 30 kitabı da İstanbul'dan
ısmarlayacağın.
Öğleni Le Sorbon'da sandviçle geçiştirdim. Epey yürüdüm
St.-Germain sokaklarında. Bir değişiklik olmazsa, üç-dört hafta
sonra 35 günlüğüne gene geleceğiz. Bir ev ayarlayabilseydik (Quai
des Augustins'de tam bize göre kiralık, mobilyalı, Seine'e bakan bir
üç odalı gördük örneğin) , pek mutlu olurdum: 104 numarada, daha
doğrusu otel odasında beş hafta çok boğucu geçiyor bir noktadan
sonra.
Gece, Rue de Buci'de, sokağa atılmış masalardan birinde üç saat
oturduk, yemek yedik Tül'le - deniz mahsulleri ve Sancerre. Farklı
bir yaşama biçimi sorununu bu kez o gündeme getirdi. Ne konuşsak
boşuna: Çalışma yaşamının forsası olmaktan kurtulabilecek mi­
yim? Bankada 25 bin dolarım var; bu ay sonu emekli oluyorum, 15
bin dolar kadar tazminat geçecektir elime, eder 40 bin dolar. 20 bin
dolar da FT'nin resimden gelen parasını eklersek: 60. İki emekli
maaşı ayda 600 dolar eder, faizden ne alınır? Yazdıklarımdan elime
geçen üç kuruşu da ekleyelim, yeter mi? Züğürt hesapları galiba.

403
ı6 Haziran ­
oo.05
Son gece. Yann sabah, Gare de L'Est'den 0945'te kalkıyor trenimiz.
Altı gün, altı gece İsviçre'de kalıp, herşeyyolundagiderse bir sonraki pa­
zar gecesi Zürih'ten İstanbul'a hareket edeceğiz.
Bugün, metroyla Bastille'e gittik. Oradan Marais'ye, Marais'den
Mabillon'a maraton çektik, demek ki bir hafta gerekiyor bacakları­
mın açılması için. Eski, atmosferli bir kahvede mola verdik Vieille
Temple'da: iki yalnız müşteri, derinden (radyodan) gelen bir piya­
no sesi, içim doldu o an.
Akşam otelde bir siesta, ardından yemeye içmeye Les Deux Ma­
gots'ya çöktük üç saat. Bir ara Michel Deguy'yi gördüm, seslenme­
ye üşendim. Oysa ne hoş insan. Geçen gün rastladığım Vargas Llo­
sa'nın tersine.
Şimdi Sils-Maria, Basel, Bern, Wölfli, Klee zamanı.
İsviçre'de günlük notlar dışında yazabileceğimi sanmıyorum.
Kafam, gitmeyi görmeyi umduğum mekanlarla dolu. Basel fuarı,
tıkabasa çağdaş sanatla dolduracak bizi. Benim için, Leonardo'dan
sonra, ilginç bir deneyim olacak bu seferki karşılaşmalar.

17 Haziran 2003, Sankt-Moritz -

10.30
Dün, Paris'ten 09.45'te kalkan tren 15.ıo'da Basel'e vardı, bir
saat sonra kontağı çevirdim: Küçük, tıkız motorlu bir otomatik
Mercedes, dağ yollarında özellikle beni tıknefes bıraktı.
Tren yolculuğu keyifli geçti. Uçakta olsaydık ne biçim gerilim
yaşardık. Üstelik, trenle beş saatta gidilen bir mesafeye otelden
Avis'e en az dört saat harcayacaktık; .fiyat yarıyarıya, ayrıca.
Basel'den 16.00 gibi çıktık yola, yl>ğun trafik ve yol çalışmaları,
Zürih üzerinden Chun'a kadar ağır aksak ilerlememize yolaçtı. Zü­
rih gölü boyunca, gözüm ikide-bir manzaraya kaydı; kim ne derse
desin İsviçre'ye zaman ayırmak gerekiyor.

404
Chun'dan sonra çetinleşti yollar: Uzun tüneller, binbir viraj
Tül'ü perişan etti, kesinkes pişman olmuştu ki Sankt-Moritz'e var­
dık; düpedüz dili tutuldu görünüm karşısında: Bu mevsimde bile
dorukları karlı yalçın dağların ortasında bir göl ve etrafında ola­
ğandışı şıklıkta bir dağ kasabası. Yer ayırttığımız otel bir felaketti,
onu pas geçip Carlton'a geldik, aynı fiyata (mevsim indirimi) müt­
hiş manzaralı bir oda tuttuk: 208 numaradayız iki geceliğine. Işıkla
değişiyor her an dağlar, üzerilerine tırmanmış çamlar, geceyarısı
ışıkları söndürdük, dorukların arkasında çakan peşpeşe şimşekle­
rin aydınlattığı gökyüzünü, bulutlarını seyrettik.
Yemek de dehşet, otelde. Hayatımda böyle gazpacho yememiş­
tim. Sancerre eşliğinde bayağı kafayı bulduk, sonra arabayla bir tur
yaptık, sokaklarda in cin top oynuyordu, dönüşte, otelin yanından
açılan bir promenade patikasına saptık, tahta bir sırada oturduk,
büyük ve siyah dağ kütlesinin karşısında ürperdik.
Tül' le belki ayrı gezeceğiz bu öğleden sonra. Ben, buraya asıl gel­
me amacımın peşine takılacak, Sils-Maria'da Nietzsche'nin evine
gideceğim. Sabah, aklıma Oruç geldi tabii. Sonra da Can Alkor. Bu
hac seferi kaç kişiyi ilgilendirir?

ı8 Haziran ­
ı8.ıo
Otelde, dağa ve göle karşı, pencerenin önünde, dışarıdan gelen
serin havanın dolaştığı odada Tül'ü beklerken, bir şişe Sancerre aç­
tırttım, Nietzsche'ye, Dionysos'a kadeh kaldırıyorum.
Kimler geçmemiş ki buradan: Thomas Mann, Hesse, Kraus,
Adorno, Rilke, Cocteau, Benjamin, Musil, Proust, Wagner, vb.
Sankt-Moritz ile Sils arası, bugün dört saat yollardaydım: Bu
dağlar, göller insanı ekseninden çıkarır.
Öğle vakti Sils-Maria'daydım. Nietzsche Evi'nin 15.oo'te açıldı­
ğını görünce, evin arkasından yukarı tırmanan, 'bizimki'nin yürü­
yüş yoluna saptım: Yolcu ve Gölgesi!

405
Sonra evde, kaçamak üç-dört kare fotoğrafını çektim odanın,
özellikle delilik dönemi fotoğraflarının, iki ölüm maskesinin ve sö­
zümona 'Vasiyet'inin önünde boğazım düğümlendi.
Sils-Maria'ya en çok yazları gelirmiş, bu mevsimde ı879-ı888
-

arası. Son yolculuğuna, Torino'ya, buradan çıkmış. Daha sonra


Weimar'a, Röcken'e gidecek olan gövdesiymiş, aklı özgür kalmış.
Akşamüstü, göl kenarında Tül'le buluştuk. Tavşanlara baktık,
çiçek topladı bana, biraz yürüdük.
Burada, hem içim açılıyor, hem de daralıyor. 'İki kişiyim ben" -

19 Haziran ­
ıı.20
Bir saat sonra Sankt-Moritz'ten ayrılacağız. Dönüş yoluna sap­
madan, bir defa daha Sils-Maria'ya uğrayıp Tül'e Nietzsche-Evi'ni
göstermek istiyorum. Sonra, ver elini Basel - dört gece.
Gece, erken saattan başlayarak içki komasına doğru doludizgin
ilerledik. Vieille prune, Sancerre, vb. Berbat uyuduk ikimiz de, sa­
baha karşı kalkıp pencereyi açtık, dağa durduk konuşmadan. Hiç
değilse bu gece ara verebilsek, içkiye.
Geceyansı, yemekten sonra, gölün kıyısına inip, mutlak karanlı­
ğına çekilmiş dağın karşısında yürüdük. Yollar alacakaranlıktı. Buna
karşılık, sessiz değildi dağ, tam tersine, yukarıdan aşağı gürüldeyerek
inen ve gölü besleyen kar sularının büyük şarkısı dövüyordu havayı. Ya­
maca bir kulübe kurmak ve herşeyden kopmak: Düşlerin en sağlıklısı.
Sils-Maria'dan Oruç'u aramış, bulamayınca mesaj bırakmış­
tım. Akşama doğru telefonum çaldı; heyecanlıydı, "Selam söyledin
mi?" diye sordu - evet, bir selam ondan, bir selam Can'dan bırak­
tım. Ama ziyaret defterine "Enis Batur, İstanbul" diye yazmakla
yetindim - Paul Celan'dan 42 yıl sonrlJ':
Sils'de beni asıl şaşırtan Cocteau;nun her yıl eve gelip önünde
diz çöktüğünü ve bir avuç kar yediğini öğrenmek oldu; bir şiirini,
bir mektubunu oracıkta okudum.

406
Sankt-Moritz'te mevsim iki hafta sonra açılıyormuş. Burası,
mevsim boyu (yaz ve kış) herhalde çekilmez olur: Şıklık yarıştırı­
lıyordur. Bir daha gelirsem, Sils-Maria'daki Edelweiss'ta kalmak
isterim: Hoş bir otel, Nietzsche hazan yemeklerini orada yermiş.
Büyük şehir. Sanat Fuarı sallar şimdi bizi. Tut ve karşılaştır,
hikayesi.
Umarım, Bern'de Klee'leri, Lozan'da Wölfl.i'leri görebilirim.

20 Haziran, Basel -
20.45
Yirmidört saat oldu Basel'e gireli; şehrin göbeğinde, dehşet kas­
vetli bir otelin dehşet kitsch odasındayız; 302 numara. Fotoğrafları­
nı çektim odanın, bir gün zevksizlik üzerine yeni birşey yazma iste­
ği duyarsam, gördüğüm seçkin örnekler arasında yerini bulacaktır.
İşin ilginci, şu andaki bütün müşterilerinin Basel Sanat Fuarı için
gelmiş olmaları: Hayat, Sanat'ın fersah fersah ötesinde bir seyir tut­
turuyor burada da.
Bugün, fuarda birinci binayı gezdik; düşündüklerimi daha son­
ra yazacağım: ikinci binayı da gezip İstanbul'a dönünce. Yarın, bir
başıma Bern'e ve Lozan'a yola çıkacağım büyük olasılıkla. Zaman
içinde (de) yolculuklar.
Dün öğlen Sankt-Moritz'ten çıkar çıkmaz (ki dağın önünden
zor koptuk) Sils-Maria'ya gittik. Öğlen yemeğini Edelweiss otelde,
Nietzsche gibi(l), yedik. Odaları sorduk, haftalık fiyatlarla dairele­
ri makCıl ama mevsimliğine doluydu. üç saata yakın dolaştık çevre­
de, sonra yola koyulduk, Zürih'e gelince göl kıyısına indim, Jung'un
kulesini bulamadım, Thomas Mann'ın öldüğü ve gömüldüğü nok­
tadan geçtik. Gece, otel yüzünden berbat geçti, biraz da -gene- iç­
kiyi kaçırdığımız için.
Basel, Sankt-Moritz'ten sonra oldukça canlı. Geceleri, daha çok
da gençler sokaklarda. Bir de "sanatseverler" var ki, giyim-kuşanı­
lan uzaktan sesleniyor insana.

407
Şimdi, ikinci gece için sokaklara vururuz. Ya Safran'da, ya da
Drei Könige'de yeriz, sanıyorum.

21 Haziran ­
ıo.45
Günleri biribirine karıştırır oldum, aklım zihnim öylesine şim­
diki zamandan kopuk, özellikle de son 24 saattır. Basel'de son günü­
müz ve gecemiz, yarın öğlen Zürih'e hareket edecek, gece uçağıyla
İstanbul'a yola çıkacağız. Bugün, elbette Messe'de geçecek.
Dün, erken düştüm yola. 09.30 dolaylarında otomobile atla­
dım, ıı.oo gibi Bern'e ulaştım, Kunst Museum'u bulmakta zorlan­
madım, eski Bern'e tepeden bakmakla yetindim, başka bir bahara
artık, müzeye daldım. Şansıma, Klee bölümünün yanısıra, bir de
sergi vardı: "Faul Klee, ı933" - bir yılın rekoltesi tam bir güzergfilı
dersiydi. Toplamda, çıplak gözle, 2oo'e yakın "iş" görmüş olmalı­
yım dün: Desen, resim, defter, vb.
Öğle yemeğini, müzenin kahvesinde geçiştirdim. Kitabevinden,
bütün melek desenlerini topladım yanılmıyorsam (sergide dördü­
nü görebildim), keyiften uçtum doğrusu. Müzeye gelirken, inşası
2005'te tamamlanacak olan yeni Faul Klee Merkezi'nin yanından
geçtiydim rastlantıyla, müzede bir oda ayrılmış tamıtamına: Renzo
Fiano sıkı iş çıkarıyor besbelli, hele ı40 metrelik bir sergi koridoru
düşünmüş ki, dehşet.
Bern'de, Kunstmuseum inanılmaz ölçüde tenha ve sessizdi.
Klee'ye ayrılan bölümlerde gezinirken bir tapınak ortamında hisset­
tim kendimi. Zorlu, içedönük, işe dönük bir hayat - yazık ki erken
ölmüş. Bunu söylemek ne kadar doğru bilmiyorum: Benim gözüm­
de(n), XX. yüzyılın en derin sanatçısı Klee.
Öğleyi epey geçe ayrıldım Bern'd�, dosdoğru Lozan'a yöneldim,
yolda oyalanmaksızın - böylece Biel'i de bir başka bahara bırakmış
oldum. Tek hayıflandığım, Bern müzesindeki Wölfli'lerin sergidışı
bırakılmış olmaları oldu.

408
14.30 dolaylarında vardım Lozan'a, küçük bir kayboluş sonrası
Beaulieu'deki Collection de l'Art Brut'ü buldum, iki saat ·kadar kal­
dım dört katlı binada, üstümü siyah bir bulut kapladı sanki, bir kez
daha dönmek isterim oraya.
Dubuffet'nin olağanüstü sezgisi ve girişimi olmasaydı bütün
bunlar biraraya getirilebilecek miydi acaba? Nerede ve nasıl?
Gördüklerim beni dağladı. XIX. yüzyıldan ve XX. yüzyıldan çiz­
gidışı bir kesit. Akıl fakirleri, deliler ve handikaplılar dünyası. Her
sanatçı, sanat tarihçisi ve eleştirmeni, her sanat meraklısı, hiç de­
ğilse bir kez yüzleşmeli onlarla. Amma eşikler! Tul'ün benimle ge­
lememesine yazıklandım açıkçası, kalıp Messe'de sinirlerini bozdu
aynı gün, sonuçta!
Wölfli, elbette ayrı bir heyecandı benim açımdan, ilk kez karşı
karşıya geldim yaptıklarıyla. Çok küçük ölçekte bir görüşme ama,
en azından o yetkin "paravan"ına elimle dokunabildim.
Başka 'keşif'ler de oldu, topluca döneceğim onlara - özellikle
birikisine.
Biraz 'malzeme' topladım L'Art Brut müzesinden, yeterli örnek
yok ellerinde. Belki, internetten başka izlere ulaşabilirim dönüşte.
Lozan'dan akşamüstü ayrılınca, Leman gölü kıyısından ağır ağır
süzülerek Montreux'ye, Nabokov'un son kentlerinden birine kadar
ilerledim; La Tour de Peilz'de, Courbet'nin öldüğü göl kıyısı kö­
yünde oyalandım bir tek, bilmem adını taşıyan sokakta mıydı evi?
Halil beyle onu buluşturduğum sahne yeniden açılıverdi gözümün
dibinde.
Dönüş yolunda, La Gruyere'e saptım, o görkemli peynir köyü­
ne küçük bir hac için daldım ve Artun'u düşündüm. Şatoda şölen
hazırlıkları vardı ve ortaçağ giysili kadınlar erkekler cirit atıyordu
etrafta. Oturup gruyereli croı1te yedim serin, bir köşede. Dünyanın
en güzel vadilerinden biri La Gruyere.
Basel'e, 20.00 sularında girebildim, yol çalışmaları trafiği delirt­
mişti. Gece, Münsterplatz'ta, katedralin karşısına oturup Chablis

409
eşliğinde yedik Tül'le. Günbatımında, iyice ürpertici bir boyut alı­
yor kilisenin kızıl taşları. Erasmus'un huzursuz ruhu, sonunda,
burada, huzur bulmuş olabilir mi? Ruh varsa, olsaydı, olabilseydi,
huzursuzluğunu evrenin göıiinmez yanına da alır götüıiirdü.
Tül, fuarın kendisinde yarattığı tecimsel mide bulantısını anlat­
tı dün gece. Anlıyor ve hak veriyorum ona. Frankfurt fuarına sekiz
yıldır gitmeyiş, Türkiye'deki fuarlara katılmayış nedenim farklı mı?
Pis(letilmiş) bir dünya. Yazıyı, sanatı arınma yolu sayarken biz.
Çok yoruldum dün, gece hızlı içtim, yatınca, sabaha kadar tünel­
lerden geçtim, kafamda herşey içice geçmiş, direksiyon salladım.
İşte kuracağım metnin iskeleti, omurgası bu. Leonardo'dan,
Klee'den, Wölfli'den birer sayfayı, belki Walser'den, Nietzsche'den
birer sayfa (Testamentum) ekleyerek yanyana sunmak: Aklın eşik­
lerine, ötesine doğru bir gece yolculuğu.
Bir de, o aklıma takıldı: Neden, çoğu, tren/ray/lokomotif düşkü­
nüydü acaba?

rn rn rn
Leonardo Klee Wölfli

rn rn R. Welser Nietzsche

Basel-Biel-Bern-Sils Maria (Torino)-Lozan


Tüneller
Tren, Ray, Lokomotif
Yazı-Çi�i-Ezgi
üçg�i
Alternatif Dünya-Evren-Hayat
tasarımları
Akıl/Delilik eşikleri

410
otuzbir çekmek
Uykuda yeniden yapılan, öteki cephesi gerçekleştirilen bir
yolculuğun etapları - Delilik, herkes gibi beni de korkutmuş,
çekmiş, itip kakmıştır öteden beri.
"Bir Zaman an gelir, bütün öteki Zamanları soğurur,
içlerinden geçer, geçebilir."

21 Haziran -
23.25
Yarın yola çıkacağız ya, erken döndük otele, gene Münsterp­
latz'ta, açık havada yedikten sonra. Bugün, 'en uzun gün', günbatı­
mından geceye sarkan vakit genişti enikonu.
Sabahtan, Basel Sanat Müzesi'ne gittim ben: Holbein'ler, Cra­
nach'lar, sonra Böcklin; sıkı bir izlenimcilik sergisinde nefis Ce­
zanne, Gauguin, Van Gogh ve Renoir'lar, bir Dışavurumcu baskı
sergisi, vb. Öğle sonrası Messe'deydik. Dört saat gezdik salonlarda,
insan düpedüz sanat kusacak hale geliyor gerçekten de. Tülin'in
çarpıldığı Koons yontusu ve Clemente portresi çok sıkıydı. Gene
fotoğraflara ve minör işlere ayırdım en çok vakti. Çağdaş Sanat'a
gelince, fütüristik bir bitpazarı izlenimi yaratıyor genel görünüm,
tabii iyi işler de var, ama çoğu koftirik oyunbazlıklar, oyuncuklar,
oyuncaklar: Süzgeçten kaçı geçecektir ki, Zaman içinde?
Kertezs'ten sigara paketi büyüklüğünde bir fotoğraf: Mondri-
an'ın iki gözlüğü ve piposu, 1927.
Dubuffet'den, 1950: Miss Araignee.
Birkaç Yves Klein.
Gregory Crewdson'dan 12'lik bir dijital foto dizisi: Dream Hou-
se, 2002.
Ve bir Panamarenko: Moteur magnetique pour "L'ile Volante".
Basel Sanat Müzesinden;
Bir Honore Daumier, La Vieillesse de Don Quichotte, 1855-56;
bir Renoir: Gabrielle, 1910;

41 1
bir Rouault: Paul Verlaine portresi, 1931-9;
Kokoschka'nın "La Fiancee du Vent"ı, 1913;
dehşet bir Rothko: No 1 (1964), siyah dikdörtgen üzerine siyah
kare;
ve Nolde'ler, Klee'ler.
Bir haftada birkaç bin yapıt görmek: Sağlıksızlığın ta kendisi.

22 Haziran 2003 -
10.15
'Bu şehirde doğdum ben,
bu sokaklardan döndüm evime... '

Dün geceyarısı, Münsterplatz dönüşü dilime yapışan kelime­


lerle 06.3o'da uyandım sabah, yeniden yatağa dönmeden kalkıp bir
sigara tüttürdüm: Herşey yeniden dizildi kafamda.

41 2
XXI

B R E TA G N E - PA R I S
2003
14 Temmuz 2003 -
09.00
Ah şu 'başlama' töreni. Başlamak şöyle: Bu yazki "iznim" yakla­
şık 45 gün sürecek ya, ona göre düzenlendi herşey: Kalma, gezme,
yazma programı. Beş gece Clement'de, on gece Saint-Malo'daki Ma­
noir'da, kalan bir ay Quai des Grands Augustins'deki evde. 17-18 kilo
malzemeyle çıktım yola: Dosyalarım, defterlerim, yedi-sekiz kitap,
CD'lerim ve çalışma aksesuarlarım. Üç ayrı mekanda, üç ayrı ma­
sada "cereyan" edecek "olay", ilk beş sabah için bu tanıdık masada­
yım, sonrasında koşulları göreceğiz.
08.2o'de dikildim bu sabah, daha önce 05.15'te bir kez daha kalk­
tım, ama bir sigara tüttürüp yattım - dün içkiyi kaçırdığım için
büyük olasılıkla. Tezgah dünden hazır, Tül erken kalktı, karşılıklı
kahve içtik, yeniden uyumayı deneyecek şimdi, günlerdir öylesine
yoruldu ki, ruhu ve gövdesi saatlarca dinlenmeye gereksinim duyu­
yor olmalı aslında.
Dün öğlen başladım içmeye, uçakta da viski içtim, xanax aldım,
gece Vagenende'da Sancerre'i devirince düpedüz sızdım otelde. Sa­
kin geçti yolculuk, hava hayli sıcak Paris'te (30° dolaylarında) , gece
23.00 sularında serinledi bir parça, oda zaten güneş almıyor hiç, o
açıdan zorlanmadım. Şehir pek kalabalık, pazar geceleri bu denli
mahşer olmazdı örneğin, ama gezmenler ağır basıyor, Parislilerin

415
bir bölüğü tatile çıkmıştır, asıl Ağustos'ta, biz eve geçtiğimizde iyi­
ce tenhalaşacaktır ortalık.
Uçakta Catherine Deneuve vardı. Sade, doğal, en ufak Diva pozu
olmayan bir efsane-kadın. Benim repertuvarımda, herşeyden önce
Tristana. Tabii yaşlandı, ne farkeder ki: Alımlılığı birikmiş bir kere.
Fransa'nın modern tanrıçalarından biri.

15 Temmuz ­
oo.45
Yorgun argın döndük otele, son bir saatı Seine üstündeki penic­
he-barlardan birinde oturarak, bir saata yakın da Ponts des Arts'da,
ı4 Temmuz şenliğini boş yere bekleyen bir kalabalıkla birlikte - so­
nuçta birkaç havai fişekten ve çatapattan başka birşey olmadı, se­
vimli bir Fransızın teşhisi doğru çıktı: L'arnaque!
Sabah iyi çalıştım, Lale ile Ladan yazısından epey ilerledim:
"Gövde'm" için önemli bir parça, ama kalemim yeterince açık de­
ğildi sanki. Yarın (bugün) bitirmeye çalışacağım metni gene de:
Sonra, dönüşte üzerinden geçerim.
Burada yazma tempom yüksek oluyor ya genellikle, eve dönünce
her metin üzerinde yeniden yoğun biçimde çalışacağımı biliyorum;
o nedenle de, ton ya da eda doğruysa, pürüzler üzerinde pek oyalan­
mıyorum. Kaldı ki, tam ısındığımda, aksaklık oranı iyice düşüyor.
Banu, düzeltmem için, "iki Kapıdan Üçüncüsü"nü faksla gön­
dermiş, iyi bir metin; gelgelelim, daha geniş zamanım olsaydı açar­
dım yazdıklarımı, başka boyutlara doğru - bu haliyle fazla (mı?)
özlü olmuş (acaba?).
Bruno Roy'dan e-posta gelmiş, onu da iletmiş Banu: "Abdal Dü­
şü"nün iki bölümünü beğenmiş, benimsemiş, "gizem"i sanki ağır
bulmuş biraz, Fransızca versiyona y�pacağı hafif rötuşlarla soru-
ı
nu çözeceğini yazmış. Sevindim buna doğrusu; bu durumda, Fata
Morgana'dan bir kitabım daha çıkacak demektir. Ya Actes Sud'de­
kiler ne olacak? Ben iyimser değilim açıkçası, o konuda, göreceğiz.

41 6
Öğlen Les Deux Magots'da birer salata yedik. Hava çok sıcaktı,
gene de gölgeleri seçerek epey yürüdük, Les Editeurs'e çöktük bir
ara, "Filozof" civardaydı, ruh hali parlak değildi. Akşamüstü bir
siesta faslı yapıldı, gece Mezza Luna'daydık, roze şarap eşliğinde.
Bugün az içki, çok sigarayla geçti. Frene o yönde de basmalıyım.

16 Temmuz -
08.30
Paris'te otuz yıldır gördüğüm en sıcak havalardan biri gerçek­
leşti dün; 34°'nin üstüne çıktı ısı, gerçekten de kavurucu bir soluk
çarpıyordu yürürken insanın yüzüne. Böyle havalara ı976 yazında
denk geldiğimi anımsıyorum: Doğru dürüst güneş girmeyen Rue
au Maire'deki stüdyoda, çıldırmamak için dakikalarca soğuk duşun
altında oturduğumu bilirim. Bir de ıg8g Mayısı kalmış aklımda:
Tek bir gün, dehşet bunaltıcıydı sıcak.
Bereket, öylesine korunaklı ki "hücre"m, hiçbir baskı hisset­
meksizin, dörtnala çalıştım sabah. Öğlen Tül'le çıktık, Flore'da
hafif atıştırdık, gölgelerden yürüdük ve bir çift yazlık, hafif ayak­
kabı aldık bana. Sonra Gibert'e gittik ve Wolfgang Rihm'in "Wölfii­
Iieder"ini buldum nihayet - bazı şeyleri uzaktan edinemiyorsunuz.
O kadar çaresiz kalmıştım ki, bestecinin kendisine, Karlsruhe'ye
faks çekmiştim!
Çıkışta Le Sorbon'da dondurma yedik, nafile: Anında buharla­
şıyordu serinlik. Bir kitapçı seansı yapmam gerekiyordu "Zenan"
için, göze alamadım ve otele dönüp yattım ı6.oo sularında, bir bu­
çuk saat uyumuşum. Gece, hava hareketlendi: Bulutlar ve şimşek­
ler kapladı gökyüzünü. Açıkta, Çin lokantasında başladığımızda
patladı: Bardaktan boşanan yağmur enikonu dağıttı sıkıntıyı ama
bu defa da yapışkan nem çöktü ortalığa. Yemek sonrası St.-Sulpice
meydanında oturup koklaştık. La Hune'de bir mini-seans yaptık ve
Cafe Bonaparte'a çöreklendik. Garsonları değiştiğinden beri tadı
tuzu kalmadı pek oranın. Gene de kahve olarak kaldığına da şükür:

41 7
Cluny'ciğim berbat bir pizzacı oldu ya. 00.30 gibi döndük otele, güç
uyudum, sık sık uyandım, ama dinlenmiş gibiyim bir biçimde, her­
halde dünkü öğle uykusu sayesinde.
İki günde enikonu açıldı tezgah: Lale ile Ladan'ın Masalı biraz
fazla uzadı sanki, daha da uzayacağa benziyor. "Zenon"dan ilerli­
yorum ufak ufak. Yeni üçlü için bu sabah karanlıkta ilk sigaramı
tüttürürken başlık buldum: "Mürekkep Zaman". Bir de tütün zarar­
lıdır diyorlar.
Asıl sürpriz: Bir dizi-şiire açıldım dün, ilk üç parça fena çıkmadı
sanki. Gerçi yaşı ilerlerken insan şiir beğenmez oluyor kolay kolay
ya, bakalım hele.
Bretagne faslı için ikimiz de heyecanlıyız. Tiil'ü içsıkıntısından
biraz olsun uzak tutacaktır o yolculuk. İşin kötüsü, birşey çıkmasa
bile ameliyat geçirmek zorunda kalabilir. Yetmiyormuş gibi, bir de
karpal tünel derdi var başında, çalışmasını bile engelleyebilecek
bir kol arızası. Bir yandan da, iki kez nefis desenlerle çıkageldi dün,
yan odadan!
Bütün bunlar sıkı bir depresyona yataklık ediyor tabii. Gövde­
lerimiz, 5o'yi aşınca, üstüste tekler oldu. Ölüm düşüncesi teoriden
praxis'e adımlar atıyor sanki. Yaşlandığını görmek, hissetmek ayrı
bir tasa. İki cephede birden çarpışmaya hangimiz hazırdı ki?

17 Temmuz 2003 -

oo.ıo
Günlüğüme sabah gelirdim, bu sefer nedense geceleri yazıyo­
rum, belki daha az içkili ve erken döndüğümüz için otele.
Gün bungun geçti, sanırım elektrikli havadandır: Yoğun sıca­
ğın ardından patlayan küçük fırtınalar ve aradere ziyaret eden
sağanak yağış atmosferi gerdi iyice. Soriµçta delik deşik uyudum,
uykumu aldığımı sanarak kalktım, gene yattım, sabahtan doğru
dürüst çalışamadım. Öğleni gene Flore'da savuşturduktan sonra
emlakçıya uğradık ve yarın 14.00 için sözleştik (bugün meşgul-

418
dü), otele döndüm ve gene çalışamadım, yarım saat daha kestir­
dim, ancak akşama doğru açılabildim. Hal.a otomat gibi çalışabi­
leceğimi düşünmemde yanlışlık, arasıra böyle kilitlenmemden
doğal ne var. Gelgelelim, 'yazı iznim'in sınırı belli ya, tam verim
almak istiyorum. Bilmek, öğrenmek gerekir: Olmayınca olmu­
yor. Üç günde yaklaşık 30 sayfa yazmışım üstelik, daha ne isti­
yorum!?
Geceyi Les Dewc Magots'da Sancerre'le başlattık, Rue de Bu­
ci'deki İtalyan lokantasında yedikten sonra, yağmurun dinmesini
bekleyip Visconti üzerinden Cafe Bonaparte'a geldik. Dehşet çılgın
bir 'cazband' otobüs durağında çalıyordu, polisler gelip susturdu­
lar, onları yuhalayan koroya katıldık - şu polisler!
Dilerim, yarına biraz yumuşarım.

18 Temmuz 2003 -
00.20
Yarın öğle vakti, Bretagne'a doğru yola çıkacağız: Rennes üzerin­
den Saint-Malo yaklaşık 400 km olmalı. Onüç gece kalacağız orada
ya, ola ki bir geceyi Saint-Nazaire'e ayırmamız gerekecek. Gezmek
dolaşmak ikimize de iyi gelir zaten, ama bu sefer, Tül açısından ol­
dukça önemli. Bugün, ağustosu geçireceğimiz evi görmeye gittik.
Seine'e bakan gerçekten çok büyük bir salon (Paris ölçülerine göre) ,
tavanda ve arada kirişler, eskimiş ama zevkli mobilyalar. İki yatak
odası da Rue Seguier tarafında, dolayısıyla oldukça sessiz, içimiz
ısındı doğrusu.
Leslie aradı sabahtan, dönüşte görüşeceğiz artık, ağustosta bu­
radaymış o da. Küçük bir Gibert seansı yaptım, dönüşte Cafe de la
Mairie'de oturdum. Gece Lipp'deydik, açık bölümünde. Bir otomo­
bil durdu, içinden Juliette Greco indi, büsbütün muşmulaya dön­
müş yüzü, sanırım 85'inde olmalı. Sonra biraz yürüdük; Dragon,
Cherche-Midi, Rue de Rennes. Flore'a otururken Kari Lagerfeld'le
karşılaştık. Nedense yorgunum bugün.

419
ıs Temmuz 2003, Saint-Malo -

20.15
Öğlen çıktık Paris'ten, ama anayol girişini bulabilmek için tam
bir saat harcadım; sonuçta, ı3.3o'da doğru yönü kestirdik ve hare­
ket ettik: Üç molada bir saat geçirdiğimize, şehre ı8.15'te vardığı­
mıza göre, dönüşte de öğle vakti çıkabiliriz. Bu arada, ilk kez 'milli'
oldum yurtdışı trafiğinde, ıoo km'yle sınırlı yolda ı48'le radara en­
selendim: Polisler çok nazik, lakin fatura ağır: go euro! Böyle ceza­
ya elbette dikkatli olunur.
Rennes'den sonrası yeni bir panoramaydı benim için, en azın­
dan ı974'ten bu yana (bir Cherbourg yolculuğu) bu şeritten geçtiği­
mi anımsamıyorum.
Manoir Cunningham, Saint-Servan'da; bizim katın bir cep­
hesinden denizi ve Saint-Malo intromuros'u, öbür cephesinden
denizi ve Dinard'ı görüyoruz. Çift üçgen odadayız burada, biribi­
rine açılan, yerden tavana düpedüz üçgen oluşturan odalar rahat
ve sevimli. Geniş bir yazı masasının yerini değiştirerek hemen
tezgahı kurdum. Arkamda bir küçük mutfak ve buzdolabı. Hafif
tempoda çalışmaya niyetliyim bu iki hafta boyunca, biraz geze­
ceğiz bölgede. Usul usul küçük, kişisel bir Bretagne kitabı kuru­
yorum kafamın bir ucunda, bakalım bu seferden neler toplana­
cak?
Araba, bir Citroen Picasso, dizel ama güçlü. Bizi taşıyacak oraya
buraya.
Havalar enikonu sıcak öte yandan; bugün yolda basbayağı kavrul­
dum. Yarın gene sıcak olacakmış. Oysa Bretagne'ın yazı nedir ki?

19 Temmuz 2003 -
09.15 l
ilk gece biraz kesik kesik ama yumuşak geçti. Tül yıkanırken çı­
kıp Saint-Servan'in kıyılarında baştan uca yürüdüm ve Le Solidor
kulesine komşu birkaç lokantayı ve kahveyi çentikledim. Akşam

420
yemeğini L'Atre'da yedik, yemeklerden çok gökyüzünü istila eden
renklerden büyülenerek. Denizin kokusu muhteşem. İkimiz de öz­
lemişiz onu.
Yemek sonrası Saint-Malo intromuros'a gittik, kör bir noktaya
park ettim arabayı, geç saatta da hareketli bir anadamar üzerinde
biraz dolaşıp ilk keşfi tamamladık. Geceyarısı şeytan dürtmüş gibi
dikilip pencerelerden birini açtım, dumanı havaya gönderdim, or­
talıkta çıt çıkmıyordu.
Bu sabah enikonu bulutlu gökyüzü, pencere küçük geliyor, zayıf
bir ışık düşüyor masama.

20 Temmuz 2003 -
09.10
Son derece keyifti bir gün geçirdik dün. Erken uyandım sabah,
bulutlar güneşi örtmüş (bu sabah tam tersi: Günlük güneşlik) , öğ­
lene dek çalıştım ve Bretagne kitabının yeni bölümünün ilk parça­
larında yanılmıyorsam iyi bir kıvam tutturdum. Öğlen çıkıp Port
des Sablons'a indik, Le Ponton'da, koya nazır, roze şarap eşliğinde
keçi peyniri, midye, dondurma yedik. Ardından Alet'e tırmandık;
ağaçlıklı tepe geniş çapta kampçılara ayrılmış: Alçakgönüllü büt­
çeli çiftler, aileler, gruplar için bütün altyapı hazır, çadır kurmuş,
şemsiye açmış, çamaşır kurutuyor, yemek pişirip bulaşıklarını yı­
kıyorlar. Otele/ restorana verecek paraları yok diye tatil hakkın­
dan yoksun kalmıyor kimse. Karavanlı ya da arabalılar, araların­
da yabancılar da gözüme çarptı. Kumsal iki adım ötelerinde. Koca
ağaçların gölgelerinden yararlanıyorlar.
Tepenin açık denize sokulan kısmında çok sayıda bunkere rast­
ladım, doğal: Savaşın stratejik noktalarıymış bunlar. Bir köşe şe­
hitlere ayrılmış, 18 yaşında düşen bir çocuğun ailesi taze çiçekler
bırakmış - yaşasaydı 76'sında olacaktı. Sonra Tour Solidor'a doğru
inişe geçtik. Evlerin bahçelerinden düpedüz fışkınyor çiçekler. Ke­
lebekler, arılar inip kalkıyor rengarenk kütlelere.

421
Saint-Pierre kilisesinin ve Galya-Roma kalıntılarının arasın­
dan süzülüp deniz kıyısına ulaştık. Suların çekildiği saat. Tül coş­
kuyla katetti ıslak alanı. Gidip suya değdik oracıkta. Yarım saat
oyalandık, otomobile adayıp Intromuros'a gittik. Kalenin dibinde
güç bela park yeri bulabildim ve şehre vurduk. Gezmenler istila et­
miş sokakları, Saint-Servan'ın sükunetinin yanında bu patırtı çok
yoruyor insanı, bir yandan da hoşluklarla karşılaşılıyor: Chatea­
ubriand'ın doğduğu evin yanındaki otelin taraçasında serinliyor­
duk, yirmi kişilik bir İngiliz topluluğu geldi, çoğu yaşlılık eşiğinde
adamlar, besbelli bir popüler koronun üyeleri, neşe içinde şarkılar
söylediler, şamata yaptılar, çok sempatik ve canayakın tipler, bun­
lar savaşı desteklemiş olamazlar işte.
Saint-Malo bombardımanından nasılsa kurtulmuş olağanüstü
bir kesitte, sessiz, yürüdük: Cour de la Houssaye ve civarı. Ah, bir
de kışın gelebilsek, buralara.
Dönüşte biraz alışveriş yaptık, sonra siesta. Tül'ün bir de beli tu­
tuldu bu ara, benim de sağ kolumda kaslarım gerildi, üçüncü kata
bavulları taşırken.
Gece Dinard'ageçtik. Sıradışı manzara, sıradışı koylar ve kumsal­
lar, biraz görgüsüz bir tatil kasabası, Hotel Printanier'nin lokantası­
na kurulduk, Sancerre'e gömüldük, deniz mahsulleri yedim, balığı
paylaştık Tül' le, yavrumun keyfi yarıyarıya yerindeydi. Geceyarısına
yaklaşırken döndük, kumsala baktık, sular yükselmiş ve her karışı
kaplamış, gökyüzünde yıldız sağanağı, serin bir rüzgar, ruh dinleni­
yor ve geriliyor aynı anda, garip biçimde. Uyumamız oı.oo'i buldu.
Bu sabah 07.30 dolaylarında kalktı Tül, sonra gene yattı, uyuyor, ben
08.45'e kadar kaldım yatakta, baktım güneş patladı, kalktım, kahve­
mi koydum, sigaramı yaktım, günü açpm.
Bugün biraz kumsala ineriz, san�yorum. Öğle sonrası, rotayı
Saint-Malo'nun kıyı şeridine, Rotheheuf'e, Cancal'a çevirmeye ni­
yetliyim. Büyük olasılıkla, uzaktan, Mont Saint-Michel'i de görebi­
liriz. Ama günlerden pazar, trafiği unutmamalı, bakalım hele.

422
21 Temmuz 2003 -
09.30
Biraz geç kalktım bu sabah, gece biraz geç yattığımız için. ilk
haftayı bitirdik bile, dün; ama tatilin en iyi gününü geçirdik diye­
bilirim: öylesine keyifli, doluyduk Tül'le. Sabah iyi çalıştım gene,
küçük Bretagne kitabım rayına oturdu artık, şimdilik üçlü metin­
lerle ilerliyorum.
ı4.oo'e doğru motoru çalıştırdım. Ağır ağır Saint-Malo kıyı şe­
ridinden geçtik: O bölgede gevşiyor kent, tam bir tatil beldesi görü­
nümü kazanıyor kıyı otelleri ve şık evleriyle. Şeridin en ucunda ye­
ralıyor Rotheneuf. Birkaç yıl öncesinde çentiklediğimden bu yana
karşılaşma anını heyecanla beklemiştim Abbe Foure'nin dünyasıy­
la: Mutlak bir çılgınlık anıtı. Renkli, siyah-beyaz, panoramik çok
sayıda fotoğrafını çektim yontulu kayaların, ayağımın altında do­
laşan üç sırnaşık İtalyan kızına karşın. Sıkı bir lokanta gördük ka­
yaların yanıbaşında, ama saat ilerlediği için servisi durdurmuştu,
çaresiz arabaya yöneldik. O sırada seslendi arkamdan, genç garson:
"Monsieur!" Yeleği unutmuşum: Bütün tatil paramız, kredi kartı
ve benzeri şeylerim içcebindeydi! İşte bu Torino tatsızlığından baş­
ka birşey olurdu: Yapabileceğim ne vardı orada, burada salaklığıma
yanabilirdim. Sonuçta, Rotheneuf'deki bir kafede öğle yemeği yiye­
bildik gene de.
Oradan Cancale'a hareket ettik. Yolda gene polis çevirdi, olağan
kontrolmüş, ağzım yandığı için yavaş gidiyordum zaten. Le Port
de la Houle'a indik, Cancale kayalığının karşısına. Uzaktan Mont
St.-Michel görünüyordu. İstiridye 'tarlaları', sular çekildiği için
ortadaydı, Tül sarhoş gibi aralarında dolaştı. Sevimli balıkçı köyü,
Cancale, kıyı şeridinde. Pazar olduğu için insanlar üşüşmüştü ya­
zık ki.
Aynı yoldan St.-Servan'a döndük ve iki saata yakın dinlendik.
Televizyonda sıkı bir Altman filmini izlemeye koyulduk, kalktı­
ğımızda (yanılmıyorsam "Gordon Park"tı adı), ama saat 22.oo'ye

423
geliyordu ve acıkmıştık. Çıkıp günbatımına durduk önce. Sonra
Alet'e yürüdük ve gene L'Atre'a oturduk: Balık çorbası, deniz mah­
sulleri, Sancerre.
Yemek sonrası yürüyüşü olağanüstüydü. Solidor kıyısında, yu­
karıda St.-Pierre kalıntılarında dolandık, gökkubbeyi inceledik,
rüzgarda konser veren sarmaşığa durup kulak verdik, ardından
Cunningham bara oturup margarita ve şampanya içtik. Tül, deni­
ze indi. Kısa bir yürüyüş daha yapıp döndük otele, içimizi bulutlar
kapladı.

22 Temmuz 2003 -

Geceyarısı
Gün gene dopdolu geçti, yeni döndük otele, tam on saattır so­
kaklardaydım, yorulmuşum.
Sabah, aynı tempoyla Bretagne kitabımdan ilerledim. Onu dü­
şündüm bir ara: Bir gün, yolculuk metinlerime eşlik eden açık
mektupların peşpeşe, ayrı bir kitapta ayrı bir basımı yapılmalı:
Farklı toplamların içinde özerk bir bütün de oluşturuyorlar artık,
yanılmıyorsam.
Selçuk aradı, tatlı mavra yaptık. Sonra Banu, tatile çıkamamış,
neyse ki Ahmet taşı atmış. Orçun birşey göndermek istiyormuş
bana. Ayrıca, telefonda Samih'ten mesaj buldum, Ayvalık'tan, rakı
sofrasından aramış.
ı3.30 gibi tek başıma çıktım. Alet'de, Solidor'da fotoğraf çektim
epey. Saint-Servan'ın ara sokaklarında olağanüstü taş evler keşfet­
tim. Kıyı yollarında gidip geldim. Bir buçuk saat sonra Tül katıldı
bana, bir kafede hafif atıştırdık, biraz da birlikte yürüdük çevrede,
sonra ver elini Intramuros. Çok güç park yeri bulabildim, demek
sorun haftasonuyla sınırlı değil, yazın böyle oluyor olmalı. Azimli
sıçan meselesi, sonunda yer bulundu. Saat ı8.oo'de buluşmak üzere
ayrıldık. Cour de la Houssaye'de, Şairler evinin sokağında, Rue du
Chat Qui Danse'da fotoğraf seansı yaptıktan sonra Chateaubriand

424
evine döndüm ve kahveye kuruldum. Tül geldiğinde yağmur çisele­
meye başlamıştı. O kadarla kalmadı, deli bir sağanağa dönüştü az
sonra, ortalığı arındırdı. 45 dakika daha yürüdük ve 20.00 gibi Cha­
teaubriand'da yemeğe çöktük, açıkçası fazla yedik bu gece, öğlenin
acısını çıkartırcasına. Saat 22.oo'de çıkıp kaleye tırmandık ve kart­
postal güzelliğindeki günbatımını izledik. Ardından kumsala inip
kayalıklara dek yürüdük, ışık gerçekten göz kamaştırıcıydı.
Dönüşte, Saint-Servan mendireğine gittik. Gece, o noktadan
başka bir şölen getirdi, güç koptuk - sessizlikten. Alet'e gidip bir
yürüyüş daha yaptıktan sonra otele vardık.
Bu gece hava çok nemli. Yediklerimizi doğru dürüst sindireme­
dik. Bakalım nasıl bir uyku bekliyor bizi?

23 Temmuz 2003 -
09.00
Bugün oldukça serin bir hava hüküm süreceğe benziyor; 07.00
dolaylarında Tül'ün krampıyla uyandım, bacağına masaj yaparken
ürperdiğimi hissettim (tabii çıplak yattığım için), sonra battaniye­
ye sarıldım ama titremem bir süre geçmedi, kafam boş durmadı o
sırada, bir fotoroman kurmaya yöneldi: Tarık ile Çiğdem'in hikaye­
si - belki oturup 'senaryo'yu yazarım buradayken, çekimler İstan­
bul'a kalır!
Dün de serin girdik sabaha, öğlen Quai Solidor'daki küçük bit­
pazarını (gördüğüm en küçük seyyar pazardr) gezmeden krepçide
yemiştik, çıkışta sağanak koptu birden, on dakika sürdü ya, yetti.
Bir düzine kartpostal aldım oradan. Çoğu Rotheneuf, Abbe Foure
amma meraklıymış fotoğraf çektirtmeye meğer, birkaç tane de eski
Saint-Servan görünümü, birinde, belli belirsiz, bizim manoir da gö­
züküyor. Birikisi gelen yağmur nedeniyle sinirli, ötekiler yumuşak,
şirin insanlardı bitpazarında. Kendine özgü bir meslek dalı.
Akşamüstü Tül gezintiyi sürdürme kararı aldı, ben odaya çekilip
bir buçuk saat kadar uyudum: Her zamankinden erken kalkmış ve

425
iyi çalışmıştım sabahtan: İki şiir daha geldi katıldı kervana, Bre­
tagne kitabıysa iyice biçimini aldı sanırım. Saint-Nazaire yolculu­
ğu biraz delecek tezgahı belki, ama o sayede birkaç noktaya gidebi­
leceğimi de umuyorum: Pont Aven, Lorient, Quimper.
Gece, tası tarağı toplayarak arabaya atladık, ver elini Dinan.
Topladığım önbilgiler sıkı bir kasabayla karşılaşacağınızı gösteri­
yordu; bu kadarını beklemiyordum: Bugüne dek Fransa'da gördük­
lerimin açık ara en etkileyicisi.
Bir saatı aşkın, şaşkınlıktan şaşkınlığa, meydanlarda, sokak­
larda yürüdük: Jerzual sokağı boşuna nam salmamış, Bretagne
kitabımda ona ayrı bir bölüm açacağım. Fotoğraf makinamı alma­
dıydım, iki kez gitme olanağı varsa insanın böyle bir yere, daha da
iyi oluyor. Besbelli yeniden döneceğiz Dinan'a, tadı damağımızda
kaldı.
La Mere Pourcel'de yedik gece. XV-XVI. yüzyıl arasından kalan
üç katlı, görkemli bir tacir evi; 1926'dan bu yana restoran olarak
işletiliyormuş. Tam anlamıyla dehşetengiz bir mutfak, aşçıbaşını
kutlamak gerekir. Öte yandan, istim üzerinde neşeliydik, Tül'ü gül­
me krizine boğdum, gözlerinden yaşlar boşanırken az daha tıkanı­
yordu.
Bir geniş tur daha yapıp ayrıldık Dinan'dan. Dün şemsiyesini
kaybetmişti Tül, bugün de kazağını düşürmüş yürürken.
Saint-Servan'a geceyarısını geçe döndük ve mendireğe gittik. O
büyük sessizlik, o büyük orkestra (deniz) , o büyük panorama (gök­
yüzü) çıldırtır insanı. Şimdi çıkan güneş de.

23 Temmuz 2003 -
13.20
Yazma, çalışma tempomu, özellikle de tatildeki halimi şakayla
ağzına dolayan bfr tek Selçuk var, ötekiler, Samih ve Ekrem bile, ge­
nelde tatlı tatlı kaş çatıyorlar durumuma: Yahu "izin"desin, neden
böyle yapıyorsun?

426
Şöyle bir bakalım, 'böyle' yaptığım 'ne'ymiş?:
Sabah erken kalktığım doğru: Ortalama 08.3o'da masadayım.
Ortalama kalkış saatım, masadan: ı3.30. Günde beş saat çalışıyo­
rum demek ki. Ortalama yatma saatım: 00.30-oı.oo arası, her gün
olmasa bile, bu süreye bir saat da siesta süresi eklersem, yedi bu­
çuk-sekiz saat kadar uyuyorum. Ne eder: Onüç saat. Ne kalır: On­
bir saat. Günde onbir saatı yaşamaya ayırmak az mı, tatilde? Yiyor,
içiyor, geziyor, dolaşıyoruz - hele otelde kalıyorsak, en az on saat
sokaklarda oluyoruz, daha ne olsun?
Sorun, anladığım kadarıyla "egemen tatil biçimi "ne uymayan
üslubumda. Tatile genellikle yazın çıkıyoruz, çalıştığımız için
(yoksa ben baharları yeğlerdim) . Yazın ne yapılır? Deniz kıyısı­
na gidilir. Yüzülür, güneşlenilir, tembellik yapılır, akşamları volta
atılır, geceleri içilir. Ben bu keyif anlayışına kısmen kapalıyım.
Bir kere sıcakla başım hoş değil, onun için güneyden uzak dur­
mayı seçiyorum yıllardır; ikincisi, eskisi gibi denize girme me­
raklısı hiç değilim artık, onun yerine başka keyifler, yani keşifler
koymayı yeğliyorum. Üçüncüsü, deniz kıyısı yaşantısının ancak
sakin versiyonu beni ilgilendirebilir: Bunu yaz aylarında sağla­
mak çok güçleşti artık. Dördüncüsü, en önemlisi: Tatil zamanı de­
mek, benim gözümde kesinkes hiçbirşey yapmama hakkına sahip
olmak değil. Herhalde delirirdim. Kaldı ki, duyuyorum: Tatilden
dönmüşler, ya biraz sıkılmışlar, ya da boş geçen günler nedeniy­
le vicdanları sızlıyor. Hiç değilse 'çılgınlar gibi eğlendik', 'sonsuz
bir tembellik içindeydim, nasıl iyi geldi bilemezsin' diyene rastla­
sam: Çevremdekilerin çoğu "eh işte" diyorlar dönüşte, bense hem
tıkabasa dolmuş, hem boşalmış geliyorum gittiğim yerlerden. Ar­
şın burada.
Burhan Karaçam aradı bu sabah, burada olduğumu tabii bilmi­
yormuş, "dönüşünde bir görüşelim" dedi: "Sana danışacağım bir­
şeyler var".

427
24 Temmuz 2003 -
08.30
Dün bıraktığım yerden devam ediyorum. Bayılıyorum Ara'nın
lafına: "Yahu Enis, bu Türkler deli, yazın en sıcak yerlere gidiyor­
lar". Şimdikiler böyle, eskiden yaylalara çıkarlarmış, İstanbul'daki­
ler İstanbul kıyılarına inermiş. Gelgelelim, güneye, 40°'ye hücum
eden bir tek Türkler değil: Her yaz milyonlarca gezmen bunu yapı­
yor. Haberlerde ETA'nın bombaladığı otellerin bulunduğu İspanyol
kıyı kasabalarının görüntülerine rastladım dün, kumsalın bittiği
yerde gökdelenler başlıyordu. Mayolu kalabalığa gelince, adam başı
ı m•'lik yerleri yok kumsalda. Restoranlar, barlar, kafeler balık isti­
fi dolu. Adım başı hoparlörlerden müzik püskürtülüyor üstlerine.
Çocuklar, güneşlenenlerin üstünde bağıra çağıra top oynuyor. Sıcak
ve nem, geceyarısına kadar üstlerinde, yapış yapış bir hava. Yazlık
evleri olanlar belki bir derece daha iyi durumdalar, orada da akraba,
arkadaş derdi bitmiyor, yalnız kalmak sosyopatların işi. Kaldı ki,
yazlıklar da şimdi içiçe, komşu geğirse ne yediğini anlayacaksınız.
Buna tatil deniyor. İki kez "tatil köyü"ne gittik Tül'le, ağzımızın
payını aldık: Gürültü her yerde şart bir kere, çekilecek sakin köşe
asla bırakmıyorlar. "Etkinlik"lerle bozmuşlar kafalarını: Hiçbirine
katılmasanız, birkaçını izlemek zorunda bırakılıyorsunuz. Yemek
vakti izdiham yaşanıyor açık büfelerde, kusana kadar yiyenlere ba­
karak kusacak oluyorsunuz. Keşfedilesi sakin yerler hala var, diyen­
ler, ertesi yaz keşfettikleri yeri keşfettiklerini keşfetmekte gecikmi­
yor. Anlaşılan, adam gibi yaz tatili yapmak için zengin olmak zorun­
lu - onlar adam gibi tatil yapmaktan ne anlıyorlar, bilmiyorum.
Çalışmıyor olsaydım, dediğim gibi, martta nisanda, ekimde ka­
sımda tatile çıkardım, ayrıca ekono�ik durumum zaten o seçime
zorlardı. Çalışıyorum, işlerin hafifl.�diği temmuz ağustosta tatile
çıkıyorum, çalıştığım için para kazanıyorum, uzağa gitme olanağım
var, her yıl öyle yapıyorum. Kalabalıktan, gürültüden uzağa. İçim,
iliğim dinleniyor, üretimim artıyor, sakin bir ortamın tadını çıka-

428
rıyorum; "çift" olarak da, başkalarından olabildiğince soyutlanmış,
biribirimize her zamankinden fazla sokulmuş yaşayabiliyoruz bu
durumda. "Ayar" kendimize kalmış: Dün burada, Saint-Servan'da
kaldık, sokaklarda dolaştık, gece sakin bir yerde yedik, geceyarısı
yağmur hızlandı, Cunningam's Bar'da içki içtik, huzur içinde yattık.
Bugün Saint-Nazaire'e doğru yola çıkacak, geceyi orada geçirip Pont
Aven üstünden döneceğiz.

25 Temmuz 2003, Saint-Nazaire -

ıo.ıo
Au Bon Acceuil, 26 numaradayız; 2000 yılı Aralık ayında kalmış­
tık bu otelde, "Dense"ın çıkışı için geldiğimizde. Tül'ün St.-Nazai­
re resimlerini bırakmak ve sergi için fotoğraf çekme gereksinme­
si nedeniyle buradayız ama fotoğraflık havadan eser ara: Yağmur,
rüzgar, gri gökyüzü, kıştan farkı yok bugün hava durumunun. Gece,
tükettiğimiz içki oranıyla (bol şarap, bol votka) ilgili olarak param­
parça bir uykunun ardından, ağzım pas içinde kalktım bu sabah.
Saint-Malo'dan oı.3o'da çıktık yola, iki buçuk saatta vardık bu­
raya. Yolda, benzinsiz kalmak üzereyken hangi yola sapacağız diye
kavgaya tutuştuk Tül'le, akşam çubuk tüttürene kadar surat astık.
Saat 20.oo'de Skipper'de buluştuk Patrick'le, bir saat sonra tam
"Christian'dan haber var mı?" diye sormuştum ki, iti an çomağı eli­
ne al durumu hasıl oldu, gecenin gidişatını da açıkçası onun bize
katılması belirledi.
Geceyarısına dek tatlı konuşuldu, sağdan soldan dem vuruldu,
sonra büroya çıktık Patrick'le, bana Fata Morgana'dan gelen, içinde
benim de yeraldığım albümü verdi. Biraz iş konuştuk: 2004'te çı­
kacak İstanbul sayısı. Kasım ayında da bir kolokyuma katılacağım
büyük olasılıkla, Tül'ün resimleri ise bu kasımda sergilenecek.
Ayrılınca, Tül'le Le Petit Maroc'daki kahveye oturduk. Burada,
"ev"de kalmıyor olmak bizi derin bir hüzüne garkediyor, şimdi Çek
bir şair kalıyormuş.

429
Bugün öğlen buradayız ya, sonra Batı kıyısında hedeflerimiz
var: Lorient, Pont Aven, belki Quimper. Hadi hayırlısı.

26 Temmuz 2003, St.-Servan -


09.00
Eyvah: Bir buçuk gün, bir gece ayrı kaldık buradan, dönünce öz­
lediğimizi farkettik! Manoir'ı, odalarımızı, en çok da sokakları, at­
mosferi. Bir yere böylesine alışmak, onu arayacağınız; ona dönmek
isteyeceğiniz anlamına gelir; yeni yerleri isteme şansını azaltır bu.
İşte Saint-Nazaire, garip biçimde hayatımıza çivilenmedi mi?
Bir şiir getirdi Saint-Nazaire, bir şiir daha: "Sabaha karşı". Öğ­
len ayrıldık Au Bon Accueil'den, Skipper'e gittik. Hava azmıştı tam
anlamıyla, yaz ortası bir fırtına koptu, rüzgar savuruyordu yürür­
ken. Bu kez, sergi çalışması için Tül'ün fotoğraf seansı yapması ge­
rekiyordu, bir saatı aşkın, çeşitli açılar üzerinde oyalandı o havada.
Yemeği Skipper'de yedik, yola çıkmadan gidip bütünlenmek üzere
olan Queen Mary II'ye bir baktık. Patrick o konuda çok ilginç bir
kitap hazırlıyor, geniş bir ekiple; son derece pahalı bir selamlama
yayını çıkaracak.
Berbat hava koşullarında yola koyulduk sonuçta. tık bir saat
yağmur ve rüzgar altında, Vannes yönünde ilerledik, sonra yavaş
yavaş açtı hava, sıcak bastı bir ara, Lorient'a saptım, ama hem aşı­
rı kalabalıktı yollar, hem de yanlış noktadan daldık kente, merke­
ze değil de rıhtıma yönelmeliydim. Pont Aven'den çalmamak için
oyalanmadık orada, Quimperle'ye kadar topukladım gene, oradan,
anayoldan ayrıldık ve takılmadan hedefe ulaştık.
Pont Aven ilk bakışta çarpıyor insanı. Ne yazık ki çekirge sürü­
leri merkezi doldurmuştu hemen hemen, sözümona Gauguin'in
peşindeler, oysa hepsi dükkanlara üşüşüyorlar. Güç bela park yeri
bulduk. Tam değirmenlerin dibinde. Aralarına karıştık ve resmen
itile kakıla çevrede dolaştık. Gauguin'in kaldığı, çetesiyle buluştu­
ğu ev de, bazı başka eski yapılar da korunmuş tabii, o zamandan bu

430
zamana büyük değişiklik yaşamış Pont Aven, gene de. Sekiz kilo­
metre kadar Okyanus'un berisinde, teknelerin cirit attığı bir nehir
yatağının iki kıyısına yayılmış. Rıhtımın etrafındaki gür ağaçlıklı,
fışkıran çiçekli iki tepeye serpilmiş evlerle ücretli bir cennet görü­
nümü taşıyor hfila - etkilenmemek elde değil.
Dönüş yolunda, genellikle 'route nationale'leri kullandım, be­
reket tenhaydı güzergahımız, Saint-Malo'yu iki buçuk saatta aldık.
Le Ponton'da yedik, Dinard'da tam bir havai fişek cümbüşü yaşanı­
yordu, Solidor rıhtımındaki parklardan birinde oturduk, yorulmu­
şum, dönüp yattık.
Dinlenmiş kalktım bu sabah. Beş gece daha Manoir'dayız, St.
Brieve ve civarı, Fougeres ve Vitre, bir kez daha Dinard, herhalde
yeniden Saint-Malo yaparız bu süre içinde. Bilmem Rennes'e gider
miyiz?
Şiirleri saymazsak, biriki küçük bağımsız parça dışında Bretag­
ne kitabım üzerinde yoğunlaştım burada; otobiyografiyi, Wölfli
metnini, ötekileri Paris'e bıraktım. 31 Temmuz'da dönüp eve yerle­
şeceğiz kısmetse, 30 Ağustos'a dek bir ay vaktim olacak doludizgin
çalışmak için. Bakalım, öngördüğümün ne kadarını gerçekleştire­
bileceğim.
Hava dehşet kapalı bugün. Oda pencereleri küçük olduğu için
ışık sıkıntısı çekiyorum biraz.

27 Temmuz 2003 -

ıo.oo
İçkiyi kaçırdık dün gece, her zamankinin iki katını devirerek
döndük otele; bu sabah 07.5o'de kalktım, baktım olmayacak, ilk si­
garadan sonra devrilip yeniden yattım, 09.45'te uyanmışım. Oysa
Tül'e, daha dün gece, Paris'te saatları biraz kaydırmak, daha erken
kalkmak istediğimi anlatıyordum - orada da bu tempoda içmeyi
sürdürürsek, zor açıkçası. Bereket evde kalacağız bu sefer, içki aya­
rını denetlemeyi başarabilirim, diye umuyorum.

431
Yolcu hali, yazı ritmini etkiliyor. Durmadan hareket eden gövde
zihni de sürüklüyor kendisiyle, oysa yazı yolculuğu temelde hare­
ketsizliğin ortasında en sıkı hareket halinin yakalanması. Onun
için Saint-Malo parantezinde Bretagne kitabım üzerinde yoğun­
laşmayı yeğledim, tabii hesapta daha küçük bir metin varken,
şimdiden 45 sayfaya dayanmış durumdayım, herhalde 63 sayfayı
(7xg) bulurum dönesiye. Fotoğraflarla ıoo sayfayı geçer o bölüm;
öncekilerle birlikte 200 sayfalık bir Bretagne kitabı ortaya çıkacak
demektir: 2001 Aralık, 2002 Ağustos, 2003 Temmuz, bir de 2002
Kasım var: Toplam bir ayı bulan bir sürede gezilmiş, yazılmış.
St-Nazaire'deki gecenin bir saatında, Christian hafif dokundur­
du: Protestan duruş dolayısıyla. Dinsel, yaşamsal alanla ilgili değil o
saptama, yazı ve iş çerçevesiyle sınırlı, biliyorum. Gerçekten de Pro­
testan bir içdisiplin anlayışıylayaşıyorum otuz yıldır. Her sabah aynı
uzun ayin. Yazı çekilse hayatımdan düşerim herhalde. Onun yerine
kendi kendime birşey koymadıkça, işten ayrılsam ekonomik olarak
düşerim; hoş ilk defa, çalışmadan bir yıl dayanabileceğim bir biri­
kimim var artık. Bir işyerine bağlanmaksızın, kimi parçabaşı işler
ve cüzi telif gelirlerimle o süreyi uzatmak da mümkün olur. Arada
Tül'ün satışlarından da gelir elde ediyoruz ayrıca: Söyleniyor ama,
bu yılki satışıyla bir buçuk yıl idare edilebilirdi.
Gelgelelim, Protestan tavır, iş yaşamımda da belli ölçüde etki­
li oluyor: Düzeni, çekidüzeni, programı kollar, birlikte çalıştığım
insanların iyi-kötü ayak uydurmasını beklerim. Başka türlü nasıl
yönetilir ki bir işyeri?
Yazı ve iş böyle bir anlayışa dayanınca, hayatın gerisi de serkeşçe
yaşanmıyor elbette. Ama, serseri mayın karar ve davranışlara açık
kapı bırakan bir üsluptan yoksun �eğiliz Tül ve ben. Öte yandan,
Tül'ün de kendi çekidüzen anlayışı yabana atılamaz: Sergi çalışma­
larında farklı da olsa ciddi bir disipline dayanıyor, örneğin. Evdeki
titizliği malum. Kısacası, uygun çift yaşamını sağlayan ortaklıklar
sözkonusu, yoksa yürür müydü ilişki?

432
Dün çamaşır günü yaptık. Gene gerilim yaşandı ve akşama doğ­
ru koklaşıldı! Cunningham's Bar'dan L'Atre'a, oradan Le Ponton'a
amma içtik. Ama asıl mutluluk, çepeçevre Alet tepesindeki yürü­
yüşteydi. Tanrım o ne renkler, ne ufuk, ne ışık ve bulut cilveleri.
Geceyi Solidor koyunda, ayazın altında oturarak bütünledik: Sa­
int-Servan olağanüstü bir yer.

28 Temmuz 2003 -
08.00
Gece oo.3o'da yatınca sabah 07.3o'da kalktım: Paris'te böyle yap­
malı, bir de biraz daha az içmeliyim, dün gece Sancerre'in ucunu
kaçırdım gene.
İyi yol katettik dün. Öğlen, 02.oo'ye doğru çıktık, Saint-Servan'a
girdiğimizde 2ı.3o'du, demek yedi buçuk saat dolaşmışız. Kıyıdan,
kuzeyin ucuna dek gidip döndük. Saint-Brieve'i pas geçtim önce,
Plouha'ydı asıl hedefim, Kermaria'ya ulaştık ve bir saat kadar kal­
dık kilisede, ama önce Binic'de yemek molası verdik, şirin bir rıh­
tım kasabası, eski usUl hardallı midye yedim roze eşliğinde.
Bölge, Breton'luğun koyulaştığının göstergeleriyle dolu. Bayrak­
lar, dilin kullanımı, mimari, herşey kuzey damgalı orada. izlandalı­
lar, İrlandalılar yerleşmiş on yüzyıl önce adalara ve kıyılara, Kelt kül­
türü yeni bir alaşım yaratmış. Büyük falezler iniyor denize, dimdik.
Plouha'daki kilise hepten sıradışı bir nokta. XIII-XV. yüzyıllar
arası genişlemiş, olağanüstü Ölüm Dansı freskoları ile adını duyur­
muş; bir papaz az kalsın mahvediyormuş yapıyı, ayaklanan köylü­
ler durdurmuşlar o salak megolamanı. Tahta heykeller de cabası.
Matisse'in Dans'ıyla koşutluğu hemen kuran Tül kendinden geçti
Plouha'da, "iyileştirici"liğiyle nam salmış meğer Kermaria, aklım­
la bir yaşayayım, iki mum dikti oracıkta, deftere aynı dileği yazmı­
şım meğer: Geldik, yeniden geleceğiz!
Plouha'dan Paimpol'a geçtik; bir mola da orada verdik. Önce eski
kentte yürüdük, ardından birer kahve içtik rıhtım kahvelerinden

433
birinde, yeniden yola koyulduk, Brehat adasının tam karşısına di­
kilmek üzere uca indik arabayla. Etrafı binbir kayayla çevrili pa­
ramparça bir ada Brehat, saat başı tekneler kalkıyor, ne yazık ki
gecikmiştik, kumsalda dolaşmakla yetindik.
Dönüş yolunda, Saint-Brieve'e dek durmadım. Şehre girince
merkeze yönelip De Gaulle meydanında park ettim, biraz yürüdük
önce, eski evleri gördük, ortalık Türk lokantası kaynıyordu (Antal­
ya, Bosphore, Döner Kebab... ), sonra arabayla vadinin dibine indik:
Sevimsiz bir kent izlenimi bıraktı Saint-Brieve, ikimizde de.
Gece Le Ponton'a çöreklendik: Balık çorbası, karides, salata,
peynir. Saint-Servan'daki en sevimli kahve-lokanta-bar karışımı
yer orası galiba.
Dışarıda renkler olağanüstüydü. Tül'ü iç mahallelerde dolaştır­
dım biraz. Bugün ne yapacağız, bilmiyorum; Saint-Malo mu, Fou­
geres mi, yeniden Dinan mı!

29 Temmuz 2003 -
09.30
Saint-Servan'da son iki buçuk gün. Şimdiden hüzün çöktü
Tül'e ; burukluk bende de yok değil aslında, ama yol yorgunuyum,
her gün kilometrelerce gidip gelmekten; Paris'e dönüp başka bir
ritme geçmek iyi gelecek bana, nasıl olsa 'ev hayatı' Tül'ü de se­
vindiriyor.
Hava büsbütün kapalı, gri bu sabah; değişmez gibi görünüyor
şimdi ya, Bretagne'da belli olmuyor; iki saat sonra bulut örtüsü yır­
tılabilir de.
Dün, buna karşılık, günlük güneşlikti. Yer yer sıcak fazla geldi
bana. Öğlen Le Cancalais'ye otur�uk; sandviç, salata yedik. Cem'i
aradım, düğün hazırlıkları ilerliy9rmuş, "konuşmanı yazdın mı?"
diye oldukça ciddi, sordu. Gerçekten de kafamda bir konuşma ma­
keti kurdum gibi, senaryoya bir katkı. Cem'den, internet ve basın­
dan, hem Lale ile Ladan, hem de Uday ile Kusey bağlantılı kaynak

434
taraması yaptırtmasını rica ettim. Hayrettir, Selçuk'tan ses çık­
mıyor on gündür.
Öğle sonrası, ikinci kez Dinan'a gittik. Şehre, bu kez rıhtım yo­
lundan girdim ve La Rance kıyısına arabayı bıraktım. Bir motor
kiraladım orada ve direksiyonu birkaç dakika içinde panik duygu­
sunu yenen Tül'e bıraktım; büyük keyif içinde nehirde, ağaçların
tepelere tırmandığı derin vadide bir saata yakın gezdik. Ardından,
Jarzual'a yöneldik. Rue du Vieux Port'un girişindeki küçük zana­
atkar Breton fırınına takıldı gözlerimiz ve içeri daldık: O kurabi­
yelerin, pastaların tadını anlatamam, tam anlamıyla insanı sarhoş
eden, çok hafif şeyler. Ağır ağır tırmanırken fotoğraf çekmeye ko­
yuldum; hem siyah-beyaz, hem renkli yaklaşık elli kare. Vali Ko­
nağı'nı gezdik sözümona, bütün odaları kapatmışlar neredeyse, alt
ve üst salonlar açıktı bir tek - ne merdivendi ama. Tül, bir dükkan­
da kolluklar buldu ve aldı, yukarıdan kartpostallar edindim, Mere
Pourcel'de kahve molası öncesi çepeçevre bir kez daha dolaştım
kent merkezinde.
Sonra "iniş"e geçtik, niyetim dönmekti St.-Servan'a, ama "Kor­
sanlar"ı görünce, Bottin Gourmand damgalı, dayanamayıp otur­
duk: Coquilles St.-Jacques, buğulama balık, Sancerre - yoğun bir
yemek oldu gene. La Rance kıyısı çok çekici, iki-üç gece kalınmalı
orada.
Yanlış yöne saptım dönüşte, boşuboşuna Rennes'e kadar gittik.
St.-Servan'da ışıklar büyüleyiciydi, ayaza karşın Solidor'da yürü­
dük, Cunningham's'da birer margaritayla geceyi kapadık, derin ve
çok uyumuşum.

30 Temmuz 2003 -
09.15
Saint-Servan'da son tam günümüz, yarın öğlen Paris'e doğru yola
çıkacağız. İki hafta hem yoğun, hem çabuk geçti, geçiverdi; şim­
diden keder kapladı içimizi; çok alımlı yer gördük bu yolculukta,

435
hiçbiri St.-Servan'ın yerini tutmadı, 'iyi ki burada kalmışız' düşün­
cesi bir an olsun sarsılmadı içimizde; arayacağız burayı, şehri de,
Manoir'ı da, ola ki yeniden kalmak için fırsat kollayacağız. Sonuç­
ta, bugün kıpırdamamaya karar verdik, bir bakıma izler daha kalı­
cılaşsın diye. Bir de yorulduk hareketten, ikimiz de; gerçi Paris'te
statik bir düzen, ev yaşantısı bekliyor bizi, ama bu kadar yol yetti
diyebilirim.
Dün de öyle geçti. Altı saatlık bir maraton. Mont St.-Michel,
Fougeres, gece sonu Saint-Malo 'promenade'ı, en sonunda da bir
Solidor yürüyüşü, Le Cancalais'de birer yolluk, yatmamız oı.oo'i
buldu - sızıp kalmışım, öyle ki saatı duymadım, og.oo'da kendili­
ğinden kalktım.
Yedi buçuk yıl olmuş Mont St.-Michel'e geleli. Bir şubat ayıydı,
ayaz hüküm sürüyordu, ama ıssızdı, görkemliydi, dün bir cehennem
azabı yaşadık: Düzineyle gezmen otobüsü, yüzlerce otomobil ve ka­
ravan, dar sokaklarda balık istifi, neredeyse nefes alınmıyordu, kısa
kestik ziyareti ve handiyse kaçtık. Istakoz gibi Mont St.-Michel, dı­
şından bakıldığında içinin hali kestirilemiyor. Bisküviciler, hediye­
lik dükkanları saldırıya uğramış, herkes biribirini çiğniyor. Bir ara
La Croix Blanche'da kahve molası verdik, Samih'i aradım, buradayız
diye imrenmemesini söyledim, umarım bir başka sefer (kışın) bir­
likte geliriz tepeye. Ayvalık'talar, izni başlamış bizimkinin, deniz­
den yeni dönmüş, mutlu ve keyifti, Nesrin uyukluyormuş biraz, Sabi­
ha hanım Be!cçi'yi okuyormuş, mahut bölüme gelince şaşırmış tabii.
Can havliyle çıktık oradan, Fougeres yönüne saptık. Koyu gri bir
hava çöktü üstümüze, arada yağmur bir göründü bir çekildi, kente
varınca Cafe de Paris'te bir ihtiyaç molası verme yanlışına düştük.
Şato meğer ıg.oo'da ziyaretçilere kapa!lıyormuş. Çaresiz, çepeçev­
re dolaştık. Saint-Sulpice kilisesi etraf1nda oyalandık, eski sokak­
lara, evlere gözattık. iki saat sonra Saint-Servan'daydık, alıştık ar­
tık, Le Ponton'da yiyoruz hep, iyi yemek, sıcak insanlar, yumuşak
atmosfer. Yemek sonrası Tül'ü Saint-Malo yaya yoluna götürdüm.

436
Thermes Marins'den öbür uca, olağanüstü yalı evlerine imrenerek
yürüdük, kabaran denizi dinledik. Küçük bir kıyı oteli saptadık:
Alba, güneyde olsa, gece de değişmez bu, promenade çok kalabalık
olurdu, Saint-Malo'da basbayağı tenhaydı ortalık. Herkes evine,
otel odasına çekilmiş, günün yorgunluğunu atıyorlar herhalde. Yalı
evleri, içeri dalan sokaklardakiler ciddi bir varsıllığın işareti: Bu
kıyıda dar, hatta orta gelirli fazla aile yaşamıyordur. Ama denizin,
okyanusun sesi her dinleyene ulaşıyor.
Bir telefon günüydü dün. Ayfer'le, Hikmet'le, Levent'le, Gü­
lay'la konuştum sabah. Ardından Selçuk aradı neşe içinde, kita­
bını hazırlıyor harıl harıl. Öğle vakti gene çaldı telefon, sürpriz:
Philippe arıyor, İstanbul'daymış hfila, ısrarla Provence'daki evine
çağırıyor bizi. Aydınlar, Figen'ler epey gezmişler besbelli: Uçhisar,
Konya, Ege faslı. Ertuğrul'lara uğramışlar, Gökova'ya; Tansu, Gece­
yazısı'ndaki "Dal, Budak"agetirmiş sözü, biri yüksek sesle okumuş,
birikisi dinlerken gözyaşlarını tutamamış, "Dante'yle karşılaştırı­
yorlardı seni" dedi Philippe, daha neler, gene de iyi geldi şiirimin
benden uzakta yaşamını sürdürmesi.
O faslı aktarmadım Tül'e. Ama, özellikle 'geniş aile' kavramı
üzerinde konuşunca, konu gene benim 'kalabalığım'a geldi dayan­
dı. İşyerinde onbeş yıl tamamlandı, sıcak ilişkiler doğuran bir or­
tam, bunun böyle olmasında hem benim, hem ötekilerin payı var.
Sorunlarımızı olabildiğince paylaşıyor, biribirimize destek oluyo­
ruz; dolayısıyla yalnızca bir iş yeri, yalnızca profesyonel ilişkiler
zemini değil orası.
Tabii, benim 'geniş aile'min başka önemli üyeleri de var: Yakın
takipçilerim, yazı arkadaşlarım, öğrencilerim, kimi okurlarım,
kimi gençler. Görüşüyor, yazışıyor, biribirimizi besliyoruz. Karşı­
lıklı. Bretagne kitabımdaki mektuplara da sızan diyalog ufukları.
Tül'ün etrafında da, bu kadar olmasa bile, insanları var. Benim
ailemin genişliği ve söyleşi yoğunluğu Yazı'nın iletişim cephesiyle
de ilgili - Resim öyle mi?

437
31 Temmuz 2003 -
08.40
Bazan nasıl da doğrulanıyor basmakalıp: Zaman çok çabuk geç­
ti! İki haftamızı düpedüz yuttu Bretagne, dört saat sonra yola ko­
yulmuş olacağız Paris'e doğru.
Günü Saint-Servan'da geçirdik dün. Gerçi zaten yorulmuştum
otomobil sefasından, ama bir de Saint-Servan'ı iyice içimize çek­
mek istedik, serseri mayın gibi sokaklarda dolaştık deli rüzgara
aldırmadan, öğlen Creperie Solidor'daydık, öğle sonrası Cafe de
Theatre'a çöreklendik, gece Le Ponton'da, hele o rıhtım bar-lokan­
tasını pek sevdik, yedik, içtik, konuştuk geç saata kadar, Tour Soli­
dor kıyısında bir banka oturduk, denizi dinledik.
Kimi rötuşları bir yana, Bretagne kitabımı tamamladım gibi.
Yetmiş sayfa metin, on etli resimaltı, fotoğraflar basılınca onların
kaç tanesini seçip kullanacağım bakalım. Paris'te, bir süre geçince
yeniden okurum metni, asıl yargım o zaman belli olur, gene de şim­
diden sıkı bir yol çalışması yaptım kanısına varıyorum.
Manoir Cunningham kışın kapanıyormuş, marta kadar. Hayıf­
landık; yılbaşı için on gün Fransa'ya gelirsek (ki İtalya'ya da gide­
biliriz, belli olmaz), üç-dört gün buralara çıkabilirdik Paris'ten.
Gelirsek, belki Saint-Malo'daki Alba'da kalırız.
Bugünün 'taşınma' faslı can sıkıyor. Üç bavul, iki ağır çanta üç
kat indirilecek, arabaya yerleştirilecek; Paris'te bir fasıl daha, Rue
Seguier'de yaşanacak. Umarım ev konusunda herhangi bir sürpriz­
le karşılaşmayız bu saattan sonra. Hesapça, saat ı7.30 dolaylarında
ulaşırız Paris'e, ay sonu trafiği azizlik çıkarmazsa. Kabaca yerleşilir
bu gece, yarın yeni masamda başlarım sabaha.
Saint-Servan'da rüzgar dinmiş bu.sabah, gökyüzü dünün tersi­
ne külliyen gri. Dün, masamın karşısı,ndaki pencereden gördüğüm
manzaranın (gri çatılar, ağaçlar, uzak.ta bir çan kulesi ve gökyüzü)
desenini çizdi Tül, onu kitabımda kullanmak istiyorum - yaklaşık
yetmiş-seksen saatım geçti şu pencerenin önünde.

438
Ave Saint-Servan!
Yeniden görüşmek üzere.

ı Ağustos 2003, Paris, Quai des Augustins -

08.00
Salonun dibindeki masaya tezgahımı kurdum dün akşam, "ev"e
girer girmez; bu sabah oldukça erkenciyim, iyi uyudum, yol yor­
gunluğunu atmış gibiyim, kahvemi hazırladım ve önce pencere­
lerin karşısındaki kanepeye oturdum, Seine kıyısından geçen ilk
sakinleri izledim. Hava günlük güneşlik; sabah ı 7°, öğle sonrası
29°'ye ulaşacakmış bugün; yarın ve öbür gün daha da artacak sıcak­
lar. Neyse ki hissedilmiyor evde o ısı, yalnızca salonun cephe kısmı
güneş alıyor, çalışacağım bölüme sokulması olanaksız. Ses oranı
hayli yüksek buna karşılık, Clement'daki hücremin sessizliğin­
den sonra hele: Yirmidört saat yoğun trafiği oluyor quai'lerin; ama
Quai Saint-Michel'den bildiğimiz tanıdığımız durum bu, Quai des
Augustins'de tek fark, şimdi yaz vakti olması: Çift pencere koruyor
da, açınca uğultu evi dolduruyor. Yatak odaları arkada; ikisi de, evin
giriş kapısı tarafında, Rue Seguier'ye bakıyor, evet tam adresimiz
bu, bir ay boyunca: ı, Rue Seguier, v•m•.
Faris ölçülerine göre oldukça büyük bir salon, 57 m2'ymiş. Tava­
nı baştan uca dar aralıklı kirişler katediyor, eski, kurt yenikli, eğri
büğrü damarlar. İki bölüme de on kirişle ayrılıyor salon. Önde iki
büyük kanepe, üç eski deri koltuk, şömine, kütüphane ve televiz­
yon, kısacası oturma bölümü. Duvarlarda Miro ve Leger litografile­
ri. Üç geniş pencere de Seine üzerinden geniş bir panoramaya açı­
lıyor: Pont-Neuf, Place Dauphine, Adliye Sarayı, Notre-Dame, ka­
famızı uzatınca eski evimizi görebiliyoruz. Yemek masası arkada;
bu büyük cam masanın her noktaya bakan köşesinde çalışacağım,
öteki yarısında yemek yenilecek. Yandaki iki büyük pencere Rue
Seguier'ye bakıyor; karşı köşede, her vakit ilgimizi çekmiş o çok
eski 'hotel particulier'de kimse oturmuyor şimdi, baktım içeride

439
ustalar çalışıyor, besbelli ciddi bir onarımdan geçiyor. Petek camlı
bir kapı salonu evin öbür yarısından koparıyor. Hemen yanıbaşım­
daki duvarda iri bir Etrüsk mozayiği (bir geyikli parça), arkamda
bir Kandinsky litosu var. Arkada iki yatak odası, iki ayrı banyo,
mutfak upuzun, dönemeçli bir koridora açılıyorlar. Yemek masası
ve kanepeler dışında bütün mobilyalar antika salonda. Yatak odala­
rının hali pek iyi değil buna karşılık. Birinci kattayız ve sanıyorum
tek basık tavanlı kat burası. Ondört posta kutusu gördüm girişte,
henüz kimseyle karşılaşmadım. Kaldı ki, bu mevsimde Parislilerin
çoğu tatildedir.
2003 Ağustos'unu böyle bir ortamda geçireceğiz işte. İyi çalışabile­
ceğimi sanıyorum, düzene bakarak. Ama, Tül'ün de çalışabilmesi için
birşeyler yapmamız gerekecek. Bugün büyük alışverişe çıkarız. Yaşa­
ma düzeni hızlı oturur, ne de olsa herşeyin 8.şinasıyız. Heryere yakın
bir noktada olmak da iyi, bütün gereksinmelerimizi yürüme mesafe­
sinde giderebiliriz. Bir ay, nasıl bakıldığına bağlı, hem uzundur, hem
şıpınişi erir gider. Yoğun yaşama biraz da elimizde olan şeydir.
Geride kalan onsekiz günü bir tatil atmosferinde geçirdik.
Gezdik, dolaştık, denize girmesek bile havasından yararlandık,
kafalar yıkandı epeyce. Saint-Servan'ın sükunetinden sonra, dün
akşamüzeri Paris'e girince, aslında bu şehrin, en tenha durumun­
da (bugün büyük tatilin ikinci kısmı başlıyor yerliler için) bile ne
kadar gürültülü, yorucu olduğunu daha iyi anladık. Bereket otelde
değiliz bu sefer, sokaklara mahkum olmamak önemli: Evde yiye­
cek, evde oturacak, keyfekeder dışarı çıkacağız, otel odası bunalt­
tığı için değil.
Geçen onsekiz günde gene de fena çalışmadım, yaklaşık ı40 say­
fa çıkarmışım. Paris programı daha yoğun ve yüklü ama ilk gün­
lerde belli olur verimin nitelik çıta,.c; ı. "Mürekkep Zamanı", Wölfti
metnimi, Paris kitabımın son bölümünü, "Patates"i ve "Sanatsal
Sahicilik üzerine Söyleşi-Deneme"yi, "Gövde'm"in büyükçe bir
bölümünü tamamlamayı umuyorum. Yanımda başka dosyalar da

440
getirdim: " Plati", "Gödel, Bach, Escher söyleşisi", "Sır" gibi. Onlara
ne kadar girebilirim, bilmiyorum açıkçası. Dokuz parça şiir çıktı
geleli beri, devamı gelir mi - onu da. Hesapta olmayanlar?
Dün gece yerleşince, ev tamtakır, dışarı çıktık ve Mezza Luna'da
yedik. Tül çok yorgundu. Les Deux Magots sefasından sonra biraz
yürüyüp eve döndük, bir Chabrol'un sonunu izledik ve yattık. Biraz
önce bir kalktı ve rutubet nedeniyle uyuyamadığını söyledi, benim
rutubete karşı özel bir duyarlılığım yok, gece birşey anlamadıydım.

2 Ağustos 2003 -
08.45
Geç yattım, iyi uyudum, iyi uyanamadım bu sabah, belki gene
yatarım sonra. Dün erken kalktım, iyi uyanmıştım görünüşte, bir
öğlen, bir de akşam siesta yapmak zorunda kaldım, Bretagne'dan
sonra Paris'in havası kötü geldi galiba.
Dahası, bir 'faux depart' oldu dünkü: Verimli çalışamadım ne­
dense. Bakalım ne zaman, nasıl toparlanabileceğim? Bütün sabahı
masamda geçirdim oysa, demek başka bir sıkıntı sözkonusu, bir tür
yoğunlaşma güçlüğü belki de.
Öğleni Le Gentilhommiere'de geçiştirdik. 14.oo'te temizlikçi
kadınla, Lara'yla buluşuldu. Ardından büyük alışverişe gittik ve alt­
yapı gereksinmelerinin ilk yarısını tamamladık, bugün Monoprix
faslı olur, öteki yarıyı hallederiz. Bir biçimde düzeni kurup yerleş­
tik ama. Geceyi evde geçirdik işte, gördük ki, otel yaşantısıyla kı­
yaslanamaz bu sefa: Kıpırdayacak yeriniz olmadığı için kendinizi
sokağa atacağınıza, yayılıyorsunuz. Keyifli, hafif bir yemek yedik
örneğin: Ben, füme j ambon, az peynir, limonlu ve zeytinli bir roka
salatası, yoğurt yedim yalnızca, Sancerre eşliğinde.
Gece, Arte'de bir Adorno belgeseli izledik. Cogito'nun özel sayısı
basımevinden gelmiş olmalı; ne rastlantı. Hüzün verici bir film­
di. Horkheimer'e bu denli bağ(ım)lı, kadınlara bu kadar düşkün
olduğunu bilmiyordum - kaldı ki yapıtını iyi-kötü tanıyorum da,

441
yaşamöyküsünün ayrıntılarına hiç girmemiştim - ne de olsa, Ben­
jamin kadar kişiliğine yakınlık duymamıştım hiçbir vakit. Yanım­
da, üstelik EstetikKuram'dan bir bölümün fotokopisiyle gelmiştim;
aslında, İstanbul'da yeniden okuduğum, 'güzel' kavramıyla ilintili
bölüme "Sanatsal Sahicilik" için gereksinim var, ondan getirdiy­
dim. Belgeselde, bol bol konuştu Adorno; meğer televizyona sık
çıkarmış. Derslerinden çekimler de vardı. Habermas anlaşılan ka­
tılmak istememiş, malum kırgınlık hikayesi, görünüyordu da, ta­
nıklık yapmadı. Safranski, Kluge, Horkheimer anılarını aktardılar.
Kluge, Adorno'nun ölümünü bir filmin sonunu çeker gibi anlattı,
nefisti: İsviçre'de, dağda yürüyüştelermiş son sıkıntı geldiğinde,
dönünce bakacağım: Tam neredeymişler. Gretel'in sonu daha da
hazindi, intihar girişimi ve sonrası.
Onları uykuma taşıdım.

3 Ağustos 2003 -
09.30
Üçüncü sabahımda gene davul gibi kalktım, anlayamıyorum.
Ev yaşantısı, İstanbul'daki saat düzenini dayatacağa benziyor: Dün
gece, saat oı.3o'da Le Gentilhommiere'de oturuyorduk hfila, yat­
mam 02.oo'yi buldu, sabah ancak 09.15'te uyanabildim, üstelik ka­
zan gibi bir kafayla. Sorun ne? Sıcak desem (hava 30°'nin üstünde
seyredecekmiş perşembeye kadar), değil: Ev oldukça serin, ayrıca
gece rüzgar vardı dışarıda, neredeyse üşüyecektim. Nem olabilir
mi, olabilir, içkiyi de çok azalttım Paris'te. Neyse ne, toparlanamı­
yorum bir türlü, Clement'daki hücremdeki kafa hazırlığım, dingin­
liğim yok şimdilik, burada.
Sabah, dört saatta dört sayfa ilerlemişim "Zenon"dan. Metnin
32. sayfasına dayandım, bugün yarın/Amnesia" ile koşut yazıma
girişeceğim, tematik kesişme bölgesi bunu gerektiriyor şu aşama­
da. Bir şiir daha geldi: "Adorno'nun Ölümü", sanırım yeni cilde de­
ğil de "Ağırlaştırıcı Sebepler Divanı"na alacağım onu...

442
Öğlen, çıkıp Quai'de hafif birşeyler atıştırdık ve alışverişin
ikinci kısmını tamamlamak uzere, gölgeleri izleyerek, Saint-Ger­
main tarafına yürüdük. Önce kırtasiye eksiklerim: İki Lamy ka­
ligrafi kalemi, çini mürekkebi; bir gri pastel, üç küçümen defter,
çizi'lerim için (geceyarısı işe koyuldum bile) . Sonra Tül'ün ka­
ğıtları ve araç gereç takviyesi, Sennelier'den. En sona Monop­
rix: Mum, havlu, vb. Kollarım kopuyordu dönerken. İki gündür
Hürriyet alıyorum, Şark Cephesinde Yeni Birşey Yok - Ertuğrul,
7. Uyum Paketi'ni devrim sayıyor yazısında. Galatasaray gene
dökülüyor, son hazırlık maçında İnter'e 3-0 yenilmiş, ligin başla­
masına beş gün kaldı, hfila oyun kurucu yok, gol sıkıntısı ve yeme
kolaylığı ortada.
Akşamüstü koklaştık, duş yapıp yattım, bir buçuk saat uyumu­
şum. Geç vakit çıkana dek evdeydik, işte bu çok keyifli. Epey oku­
dum, notlar aldım, hafif yedim (çorba, salata, meyve).
24.oo'ü geçiyordu çıktığımızda. Place Dauphine'e gidip her za­
manki gibi sıramıza oturduk. Ortalık polis kaynıyordu gene, dehşet
huzursuz ediyor bu beni. Cumartesi gecesi kalabalıktı sokaklar, üs­
telik yarıyarıya boşaldı Faris, bize kaldı.
Bugün pazar: Tül'ün en sevmediği gün.

4 Ağustos 2003 -
09.15
Kırık dökük kalktım sabah, aslında dünden bazı emareler vardı:
Sinüzitim boşalıyor, burnumun içi yanıyor, buna boğaz tahrişi de ek­
lenmişe benziyor. Bu havada olacağı belliydi! Faris kazık attı bana:
Isı 35° dolaylarında, cumartesi-pazar 29°'ye inene dek yakacak her­
yeri. Tek teselli evin serin olması; ama, özellikle geceleri o da pes
edeceğe benziyor, dün gece enikonu bunaldım sözgelimi: Pencere
açık, esinti tık.
Dün, ayrıca, aşırı çalışmayla normal verimi alabildiğim için de
düşünceliyim. İki saatlik öğle yemeği ve siesta faslı dışında, 09.00-

443
ıg.oo arası sıkı çalıştım ve bunaldım - üstelik performans da, dedi­
ğim gibi, olağanüstü sayılmazdı:
"Mürekkep Zaman" çok ağır ilerliyor. "Amnesia" ile "Zenon"u
koşut yazıma nihayet oturttum galiba: Bu, önemli gelişme işte.
Gelgelelim, "Başka Yollar"daki kadar tempolu yazamıyorum; ger­
çi, onda da, başlangıçta ağır ilerlemiştim, ama açılmıştım, burada
vites değiştiremiyorum bir türlü, iyi haber: Dün bir yeni şiir daha
çıktı. Geleli beri, üç haftada yani, onikinci parça, Wölfti'ye de baş­
ladım, epey kıvrandıktan sonra - hayırlısı!
Akşam, Tül'le çıktık. Dün tezgahını kurdu ve ilk dört deseni çı­
kardı, bence okkalı işler. "Karpal tünel soyutlamaları", vaftiz ettim
bile. Gel gör ki, hemen ağrıları arttı kolunda. Bir biçimde tiroid so­
runlarından sözetmemeyi başarıyoruz ya, bu düşünmediği anlamı­
na gelmiyor elbette. Marie Trintignant olayı çok sarstı onu, kendi
tasasından biraz olsun uzaklaştırdı.
Uzun bir yürüyüş yaptık. Önce, Seine kıyısında birer margarita
içtik, bir peniche-bar'da. Sonra ile Saint-Louis içinden süzüldük,
Louis-Philippe'deki açık hava lokantasında yemeğe oturduk. Ye­
mek sonrası Pont des Arts'a gittik ve Paris'i seyrettik: Hilalli, Eif­
fel şölenli, yumuşak bir geceydi. Tül doyamıyor yıllardır, Pont des
Arts'dan bakmaya. Bense, on dakika geçince sıkılmaya başlıyorum.
Kötü şey bıkmak.
Su alıp eve döndük. Satıcı Giritliydi, ayrılırken (ikimizi aramız­
da konuşurken duymuştu) , Türkçe "iyi akşamlar" dedi.
Dönüşte, Tül, Marie Trintignant'lı filmi izledi, ben okumaya
çöktüm: Freud & Co.

5 Ağustos 2003 -
09.00 f·
35° sıcakta köpek gibi nezle olmayı başardım! Bana kalırsa zaten
sıcak yüzünden oldu bu, ama, Paris'te çok sık nezleye yakalandığım
da unutulmamalı. Bütün günü 'paçavra' halinde geçirdim, bu sa-

444
hah da daha parlak bir durumda olduğumu söyleyemem. Üstelik,
hızla gırtlağıma indi mikrop: Kafam bütün evi kaplıyor sanki.
Aslında, öğlene kadar kararsızdı herşey, sonra indirdi birden.
Sıkı çalıştım gene de, özellikle "Amnesia"da tempo tutturdum. Akşa­
müstüne doğru iyice bunaldım, alışverişe çıktık Tül'le, bir mola ver­
dik Chai de l'Abbaye'de. Ben döndüm sonra, bir yattım bir kalktım
ve çalıştım, gece 03.oo'e kadar böyle hacıyatmaz halindeydim. Tül
zaten eczacı gibidir, takviyeler yaptı ilaç çantasına, "söz dinlersem"
çabuk diriltir beni. Tabii kendi de illete yakalanmazsa. Buradayken
en büyük korkusu oluyor nezle, doğrusu ben de bayılmıyorum, ama
ne yapalım yani, olan olmuş işte. O araştırır, hayıflanır, şundan mı
bundan mı oldu diye, onun için de yüzlerce önlem alarak geçirir gün­
lerini. Bende koyveren bir yan oldu hep.
Gece Arte'de iyi bir film vardı, izleyemedim. "Aile Sırları" prog­
ramına baktım biraz, "Sır" nedeniyle ilgimi çeken bir konu. Anla­
dım ki, her sır sahibi bir noktadan sonra (yirmi, otuz yıl) bir kitap
patlatmış. Demek başlıbaşına, ola ki çok eski olmayan bir itiraf
edebiyatı daha doğmuş - sıradan insanlar eliyle. "Sıradan'ı kü­
çümseyerek kullanmıyorum, kitapla yazıyla pek az ilgisi olmuş,
her meslek ve uğraştan kişiler bunlar, büyük dramlarını yazarak
hafifletiyorlar. Bir kadın vardı sözgelimi, ünlü "Lyon Kasabı"nın
kızı olduğunu yirmi yıl saklamış, sonunda bir kitap yazmış, şimdi
de ekranda.
Bir "giz"in biyografisi. Ya da: "Giz" eksenli yaşam-öyküleri. Ha­
yatlarının yazılabilecek tek şeyi o giz aslında.
Yazar, yaşamöyküsüne giriştiğinde, yaşamının her köşesine sin­
diğini düşündüğü bir gizin peşine düşüyor. Öyle toplumsal bağlam­
da ilgileri üstünde toplayacak türden bir giz değil ama bu - herkesin
hayatında olabileceklerin, işi yazmak olan biri tarafından kaleme
alınmış olmasında püf noktası.
De Quincey, Genet, Guyotat değilse tabii yazar.

445
6 Ağustos 2003 -
10.30
Bu Paris'in yaptığına eşek şakası denir: Dün 38° olan hava bu­
gün 40°'yi aşacakmış! 1947'den bu yana en yüksek sıcaklıklara
sahne oluyor Ağustos ayı, Fransa'da; işin garibi, Paris'in başı çek­
mesi. Dün, bütün günü nezle nedeniyle dökülerek geçirdim, ama
asıl facia gece faslıydı: 03.oo'te, 05.3o'da terler içinde uyandım, her
yerimden (özellikle başımdan) fışkırıyordu namert, kalktım tabii,
pencereyi açıp her seferinde sigaramı tüttürdüm önünde, biraz
ferahlayıp yeniden yattım, güneşle birlikte uyuyabildim, gene de
dünkü halimden daha iyi uyandım ıo.oo sularında, sonra çökebi­
lirim, o ayrı.
Sonuçta pek çalışamadım da, iki sayfa güç bela ilerledim "Am­
nesia"dan. Temizlikçi kız Lara, 14.oo'te gelince, çıktık Tül'le, gölge­
lerden yürüdük, fotoğrafçıya gidip onbeş ruloyu ve panoramikleri
bıraktım. Les Dewc: Magots'da bir oturduk ve döndük. Ardından ça­
maşırları kurutmaya götürdük. Yetmiyormuş gibi, gece de çıkma­
yı önerdim, Tül'ün bunaldığını görerek. Mezza Luna'da yedik. Yan
masadaki tatlı ve yalnız bir yaşlı Fransız bey çok konuştu, yordu
ikimizi de: Derdi gücü Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girmesi! Chi­
rac'ın devre arkadaşı bir "conseiller d'etat� Sonra biraz yürüdük,
Rue Jacob üstünden eve dönmeden bir Le Gentilhommiere sefası
yaptık, bu sefer Cafe Bonaparte'ın yerini o aldı!
Rastlantı bu ya, Michel Piccoli'nin alzheimerli bir babayı oyna­
dığı filmin sonunu izledim. Ardından, Tül'le, bir dizi kısa filmin ilk
üçünü. Sanırım o devam etti, ben yattım.
40°'yle bugün doruk noktası yaşanacağına göre, en azından geç
saata kadar evden çıkmayacağım demektir. Umarım çökmem ve
g,
çalışmaya dönerim. Nezle sürüyor, a rlığı azalır gibi. Emin ola­
mazsınız bu durumda. Yüksek sıcaklık daha da sürecekmiş: Yarın
ve öbür gün 36°'ye inmesine sevinilebilir mi? 30°'nin altına inmesi
için duacı olacağım!

446
Annemi aradım dün. On gündür aynı halde o da: Feci öksürüyor,
nezle, tansiyonu oynak. Asıl şikayeti yalnızlık. 82 yaşında inatçı bir
Arnavut kadını, yanına yardımcı alacağına bana vicdan azabı çekti­
riyor burada. En sevdiği soru: Ne zaman döneceksiniz?

6 Ağustos 2003 -
15.00
Önceki gün onu söylüyordu Tül: İkimizinki bir tür kaçıklık ol­
malı. Paris'te, 40°'nin altında, tatildeyiz güya, çalışıyoruz durma­
dan. Demin baktım, o yeni bir dizinin peşinde, duvarda kalın ka­
ğıtlar üstünde lekelerini sıralıyor; ben, iki adım berisinde, masada,
'yazılar'a biraz ara verdim, 'çiziler'i sürdürüyorum: "Gogli Defter­
leri" diye vaftiz ettiğim küçük desen defterlerinde. "Gogli", Tülin' in
çocukken, okuma taklidi yaptığında tekrarladığı bir sözmüş: Gogli,
gogli, gogli. Ben de, masada, Tülin'e öykünüyorum çizerken, bir tür
gogli yapıyorum işte. Sonuç olarak, bugün yazdıklarımdan fazlası­
nı verdi bana çizdiklerim, çiziktirdiklerim: Bayağı hafifledim!
Ne olursa olsun, bir tür kaçaklık.

7 Ağustos 2003 -
20.00
Sıcak herşeyi tersyüz etmeyi başardı. Hiç uyuyamadım dün
gece, sabah 06.3o'a kadar kah ter banyosu yaparak(!), kah pence­
renin içine oturup sigara içerek göz kırpmadan ayaktaydım. Böy­
le bir sıcakla, 35 yıl kadar önce İzmir, Alsancak'ta karşılaştığımı
anımsıyorum. Sabahla birlikte uykusuzluktan sızdım ve öğlene
doğru sırılsıklam kalktım. Tül de hemen hemen hiç uyumamıştı.
Hafif bir kahvaltı sonrası arabayı alıp BHV'ye gittim: Sabah 400
vantilatör gelmiş ve bir saat içinde tükenmiş! iki saat boyunca
bütün Paris'i dolaştım, Lafayette'e bile gittim, tek bir vantilatör
bulamadım. Bu gece ne olacak? Sözüm ona ı-2 derece düşmüş
sıcaklık, biraz esinti var, ama çöl rüzgarı gibi dolaşıyor insanın

447
vücudunda. Arada klimalı dükkanlarda rahatlıyor insan ama o da
tehlikeli, çıkar çıkmaz tepetaklak oluyor gövde ısısı. Zaten yeni
atlattım nezleyi, hortlaması için her koşul hazır, en azından buzlu
içeceklere gömülmeden edemiyorum.
Akşamüstü Tül'le Les Dewc: Magots'ta buluşmadan önce fotoğ­
rafları almaya gittim: Sonuçlar çok iyi! Bretagne kitabım açısından
önemli bu.
Sonra biraz alışveriş yaptık ve eve dönüp uzandık.
Birazdan çıkarız.
Yarın çarpışmamızın 17. yılı doluyor!

8 Ağustos 2003 -

ıı.oo
Bölük pörçük de olsa, 02.00 sonrası uyuyabildim dün gece. Ter
içindeydim gene, ama dışarıda bir esinti vardı ve arasıra ziyaret
ediyordu evi, buna da şükür, uykusuzluk üç gündür, sıcakla birlik­
te, düpedüz dövdü beni. Tezgahta, doğal olarak hayli düştü verim,
nezle darbesi de eklenince: " Mürekkep Zaman"dan 23 sayfa daha
ilerledim, iki iyi şiir çıktı, biraz "Gövde'm", biraz da "Paris" kita­
bımın final bölümünden yol alabildim. En azından bir hafta sıcak
geçecekmiş önümüzdeki günlerde, ama önceki gün saat 16.00 sula­
rındaki ölçüme (43° 7) bugüne dek hiç rastlanmamış Paris'te - şu
şansa bak!
Gece, hava bunalttığı için dışarıda, açıkta yiyoruz gene; oysa
evde kalmaya nasıl da hevesliyiz ikimiz de. Dün, 2ı.oo gibi çıktık,
Rue de Seine'de bir masada pek keyifliydik, hafif esinti eşliğinde.
Sonra Cafe Bonaparte'a gittik ve dönüşte iyice arttı esinti, ama eve
girince halvet karşıladı bizi, açık bıraktığımız pencerelere karşın.
Durmadan, kırba gibi sıvı içiyoruz t�bii, sabahtan akşama. Utan­
madan deniz kıyısına inenlerle alay ediyorum bir de: Onlar denize
girip serinliyorlar hiç değilse, çoğunun kaldığı yerde klima oluyor
ayrıca: Asıl alay edilesi hale gelen benim bu yaz.

448
Annem, beş günlüğüne hastaneye yattı. Dün konuştum, sesi
dökülüyor hfila, ciğerlerinde bir miktar su toplanmış. Yakınında
olsam neye yarar ayrı, ama aklım ister istemez onunla meşgul bu­
radayken.
Ayfer ve Serhat aradılar dün. Gerçekten de sorun oluyor benim
uzun tatilim, telefonla yönetim diye birşey yok sonuçta. ı Eylüle
dek idare edecekler, çare var mı?
Bugün 8 Ağustos - kutlu günümüz.

9 Ağustos 2003 -

ıı.oo
Hayrettir, şöyle ya da böyle uyuyabildim dün gece. Hava sıcaklı­
ğında bir "düşüş"(!) yaşandığı için mi (30°) , yoksa herşeye alışılı­
yor mu, bilemiyorum.
Öyle mükemmel bir uyku değil tabii: oı.3o'a doğru yattım,
geçici bir hava akımı sayesinde bir saat kadar uyumuşum, sonra
sırılsıklam uyandım, buzdolabından portakal suyu, masamdan
sigara alıp penceremin içine kuruldum. Gece geç vakit ne çok
sarhoşu var Paris'in, düpedüz naralar atıyorlar bir de. Bir süre
sonra yatağa değil de (o kıpırdamıyor çünkü) döşeği yetinden oy­
natıp açık pencereye biraz daha yaklaştırdım, kırık dökük sabahı
ettim.
Herşeye karşın, fena çalışmadım dün. Bu sıcaklar en azından
ı5'ine dek sürecekmiş, ister istemez verim üzerinde ciddi etkisi
oluyor bunun, ne yapalım, sızlanmanın işe yaradığını hiç görme­
dim. "Zenon" ve "Amnesia" ikilisinden, geleli beri 40 sayfa ilerle­
mişim. Tamamlamak için bir o kadar daha yazmam gerek - anlaşı­
lan ilk hedef bu kalmalı. Diyorum ya, dün Plati'nin motorunu ısıt­
tım akşamüzeri, bu sabah ikinci bölüme daldım! Wölfli de kenarda
bekliyor, hazır, aleste. Günler neye gebe bakalım: Bir sürü metni
bitirmek için yanımda getirip, yenilerinin üstüne giderek, doğrusu
harika bir yöntem uygulamış oluyorum!

449
Yazı işi böyle ama: Akıl yürütmeyle olmuyor, istek ağır basıyor,
çağrı öne çıkıyor.
Bu arada, Paris kitabım, sözümona bitecekti, büyüdükçe büyü­
yor kafamda, güç bela zaptediyorum -en doğrusu, ileride genişle­
mesine izin verecek biçiminde karar kılmak.
Dün, öğle sonrasını evde geçirdik. Akşamüstü, önce bir çamaşır
kurutma, sonra bir mutfak alışverişi faslı, 2ı.oo gibi evden kutla­
maya çıkabildik. Berbat bir İtalyan lokantasında (öyle olduğunu
bilmiyorduk elbette) berbat bir yemek bile tadımızı kaçırmadı
ama: Koklaşıp durduk - onyedi yıl sonra böyle olmak: Pek az çiftin
utkusudur.
Ben atlattım gibi nezleyi, bronşlarımda hfila dolaşan öksürüğü
saymazsak. Sıra Tül de galiba, kırık dökük bir halde dolaşıyor iki
gündür. Tam zıt kutuptayız hava konusunda: Ben sıcaktan, o klima­
lı kuranderli ortamlardan perişan.
Ah şu Paris'in eşek şakası.

10 Ağustos 2003 -

10.15
Bir haftadır kaçıncı kez uykusuz bir gece ı4.oo dolaylarında
-

güya uyuyabildim, üç kez daha kalkıp dolandım evde: Sıcak, nem,


gürültü: Quai des Augustins doğrusu yaramadı bana. Tül'e de. Evet,
ev yaşantısı oyalıyor onu, enikonu çalıştı üstelik, neredeyse küçük
ve sağlam bir desen sergisiyle dönecek buradan, ama Hotel Cle­
ment'daki kadar rahat ettiğini sanmıyorum evde. İşin açığı, bunu
Ağustos'un ilk on günü için söylüyorum, hava koşulları değişirse
başka, ben de Clement'da daha rahat edecektim sanırım. Bir kere
uyuyabilecektim, vantilatör sayesi�de! Evin şimdilik tek avantajı
öğle yemeği için çıkmak zorunda k�mayışımız, geceleri hep dışa­
rıdayız çünkü.
İyi uyumuştum ya dün, sıkı çalıştım. Nicelik onu göstermiyor
ama, "Amnesia"nın üçte ikisi bitti ve bana kalırsa güçlü bir yazı

450
oluştu. Belki, ilk basımını tek başına yapmalıyım: Fotoğraflarıyla
5-6 formalık bir kitap olur Cem'in dizisinde. Ama bunu sonra dü­
şünürüm. "Mürekkep Zaman"ı burada tamamlamak istiyorum.
Yirmi çalışma günüm var önümde. Tempomu sıcak yüzünden (de)
yükseltemeyeceğimi görüyorum. Büyük olasılıkla, bir de Faris ki­
tabımın finalini hakkıyla yazabileceğim, o kadar. Ne Wölfl.i, ne
de Plati konusunda iyimserim; ilkinde iyi, ikincisinin ikinci bö­
lümünde gene "yanlış" çıkış yaptım - gibi geliyor bana. "Patates"
için hala bir umudum var. "Sanatsal Sahicilik": Hayli şüpheliyim.
Kendimi daha fazla sıkıştırmak istemiyorum: Dün, siestayı da dü­
şersem, dokuz saat kalmışım masada, bundan ötesi can sağlığı.
Sonuçta, 20.30 sularında bunaldım. Tül dışarı çıkmıştı akşa­
müstü, ama çıkmaya dünden razı, giyinip sokağa attık kendimizi.
Yaprak kıpırdamıyordu. Bistrot Nazarin'e gittik ve keyifli bir ye­
mek yedik. Gelgelelim, bile göre hata yaptım ve bir düzine sümüklü
böcek yedim, o sarımsak taşkınlığı sabaha dek susattı beni.
Yemek sonrası Les Deux Magots'daydık. Yaz tenhalığına karşın
ortalık sirk gibi aslında. Ne tipler, kıyafetler, hal tavır, bu kadar 'ex­
centrique' birarada, ancak St.-Germain'de bulunabilir.
İki pencere ardına kadar açık yatıyorum geceleri. Gene de serin­
lemiyor oda. Sabaha karşı önce bir sarhoş dayandı kapıya ve eğilip
baktım (bizim zili çalmıştı), bütün zillere basıyor. Ne istiyor aca­
ba? Bir sigara yakıp yatağa oturdum (Tül içerki odada pencereleri
sıkısıkıya kapayarak uyuyor), herifin biri, üstelik cin gibi, borudan
benim pencereye kadar tırmanmaz mı? İyi ki uyanıktım, yoksa ne
yaşardık kimbilir? Bunu Tül'e ancak dönüşte söyleyebilirim (söy­
ler miyim bilinmez), yoksa bu havada öldüm demektir, pencereleri
ördürtmeye bile kalkabilir! Peki, ikinci herifin tasası neydi acaba,
yatacak yer mi arıyordu, başka bir bela mı? Beni görür görmez vın­
ladı tabii.
Büyük kent böyle işte. Hele cumartesi gecesi. İpini koparan ban­
liyöden iner, şişenin dibini görünce ne yapacağına şaşırır.

451
İkimiz de, bu yazdan ortak bir ders çıkarıyoruz: Gelecek sefer,
Bretagne'da bir ev bulmamız en doğru karar olacak. Paris'e güz/
kış/ilkyaz, canlıyken, 7-10 gün gelmek hala çok çekici. Ama yaz
vakti Bretagne çok iyi çözüm. Saint-Servan nasıl sakindi. Doğaya
ve Tarihe sokularak geçirdiğimiz o iki hafta kazılıp kaldı bize.
Hava koşulları sürüp gidiyor. Sözümona 31°'ye inecekti ısı, he­
nüz bir düşüş belirtisi yok. 31°'ye bel bağlayacağım söylense kesin­
kes inanmazdım - oluyor işte.

ıı Ağustos 2003 -
09.15
Sabah 05.oo'te uyandım ki: Yağmur! Hava tahminlerinde bah­
si geçmiyordu hazretin, daha doğrusu çarşamba günü için geçici
bir yağıştan sözedilmişti, ama işe yarayacak yağmurlardan değil
bu: Dehşet bir nem çökmesine yol açtı, o kadar. Bugün 37° bek­
leniyor. Yarın 34°. Öbür gün 31° ve hafta sonu 30°. Buna razıyım!
Olacaksa tabii. Meteorologların konuşmalarından, işin içinden
çıkamadıklarını anlıyorum.
Ne olursa olsun, sıcaktan bıktım, inanılmaz yordu beni.- Nezle­
yi atlatınca buzlu içeceklere döndüm, ikide bir soğuk duş yapıyo­
rum, işe yaramıyor. Yapılacak şey, klimanın çalıştığı bir kahveye
çökmek, o zaman da yavrumu yapayalnız bırakmak iyi gelmeyecek
bana, çaresiz huysuz ama sessiz bir hayvan gibi gün boyu evde do­
laşıyorum. Gece, 2ı.oo sonrası çıkıyoruz, serinlediğimiz söylene­
mez, ancak hafif bir esinti.
Dün, annemle uzun bir konuşmayla güne başladım. Zavallı hasta­
nede, neyse ki özenle bakılıyor, İpek ve Çeçolar uğruyorlar, telefonla
aranıyor, ama benimle konuşmak aşıl ona iyi gelen, farkındayım.
Akşama dek, küçük kesintiler bif yana. Tül de ben de gevşetme­
den çalıştık. Hesapta olmayan, kısa bir deneme çıktı dün: "Gıya­
bında Hayat Hikayesi". Onun dışında "Amnesia" üzerinde kaldım,
niyetim bu hafta o metni bitirip "Zenon"a dönmek.

452
Geceye yaklaşırken Sarp'ı aradım üstüste, kesinkes düşüreme­
dim. Sonra telefon çaldı: Sarp, hem de Küba'dan aramıyor mu? İyi
geziyor kerata, babasına çekmiş, üstelik zorlu hedefler seçiyor. Fo­
toğraf da çekmiş oralarda, bugün İstanbul'a geç vakit dönmüş olacak.
Tül'le çıkıp Les Editeurs'de yedik. Ben kapanmaktan ve sıcaktan
bunalmış olmasam, o evde kalıp yemeyi yeğliyor. Havalar yumuşar­
sa öyle yaparız. Geç saatlara kadar açık kalan Mağripli bakkaldan su
ve benzeri birkaç acil ihtiyacı karşılayıp eve döndük, "Seri Katiller"
hakkında bir belgeseli izleyip yattık. Üç seferli bir uykuya rağmen
dinlenmiş sayılırım. Nasıl olsa kalan açığı bir siestayla kapatırım.
Bugün Banu işe dönmüş olmalı, birazdan arar, hem maç sonuç­
larını, hem başka haberleri toplarım ondan, işte güneş tırmandı
bile!

12 Ağustos 2003 -
09.20
Bu yaz Paris, beni bir termometre takipçisi haline getirdi: Dün 37°
idi, bugün 34°'ye inmesi umuluyor, bu üç derece bile birşeydir! Geç
(02.00) yatmaya, geç (09.00) kalkmaya devam. Dün akşam 18-2ı.oo
arası dışarı çıktık yalnızca, o da ihtiyaç molası için, ikimiz de hep
evdeydik, çalıştık. Kendi payıma bunalmış durumdayım; hava "nor­
mal"e dönse, gece oo.3o'da yatıp 07.3o'da kalkar, ı4.30 gibi kalemi bı­
rakır çıkardım - planlarım tersyüz oldu. Jeu de Paume, Orsay (Gau­
guin için, yeniden), Louvre (Bizans ve Osmanlı için, yeniden) var
hesapta, bakalım halim olacak mı? Leslie'yi bile arayamadım hfila.
Banu'yla konuştum, pek haber yok oralardan. Maçlar başladı,
GS galip ama gene iş yok galiba bizimkilerde. Yaz durgunluğu ege­
men, dün aldığım Hürriyet'in Avrupa baskısında da görünüyor bu.
Dün, biz çıktığımızda DHL'ciler uğrayıp not bırakmışlar, herhalde
"Mazruf'un son çıkışını gönderdi Ilgın.
iki gecedir, biri Arte'den, iki röportaj izleyerek tamamlıyo­
ruz faslı. " Breton olmayı seçmek", olanağım olsa yapabileceğim

453
birşeyi, çoğu pek olanağı olmadan (ama genç yaşta) başarmış,
Bretagne'ı yurt edinmiş yabancıları konu ediniyordu: Macar, Ni­
jeryalı, İskoç, vb. Bir de Parisli vardı tabii!
Bretagne'a yerleşmek - bu yaştan sonra yeni bir hayat ve iş dü­
zeni kuramayacağıma göre, varını yoğunu satıp savıp oraya gitmek
anlamına gelir, İstanbul'da küçük bir göz edinip. Bilmem kalkışıla­
bilir iş midir?
Öteki röportaj , erkek kardeş-kızkardeş 'aşk'ları ve 'nefret'le­
ri üzerineydi. Mireille Dumas'nın her zaman ilgiyle izlediğimiz,
Tül'ün müdavimi olduğu, düzeyli program.
Ablamı düşünerek, doğaldır, izledim bütün programı. Bizimki­
si, işte, sıradan bir aile dramı. Sırfbunun için yazıklanmak gerekir.

13 Ağustos 2003 -
08.15
istanbul'dan ayrılalı tam bir ay oldu; en iyi olasılıkla bu haftaso­
nu dönmemiz gerekecekti, iyi ki devreye girdi Selçuk ve iki hafta
daha kazandırdı bana. Dün uzun konuştuk onunla, aklı fikri "Ku(r)
şun Lezzeti"nde. g Eylül'de çıkacak kitap hem 'olay' olsun istiyor
(gibi geliyor bana) , hem de hukuki yönden biraz çekiniyor (gibi ge­
liyor bana) . İrfan'la da bir gerilim mi olmuş ne, işte bu kötü olur,
araya girmenin bedeli çıkmaz umarım. Yayınevinde herşey ölü
noktada besbelli, çarkın dönmesi için benim dönmem bekleniyor,
bu da Selçuk'a, her zamanki gibi "sen olmayınca herşey neredeyse
duruyor" deme şansını tanıyor.
Dün, masada tırısa geçtim, arada bir gün hafifletiyorum kendi­
mi; yalnızca, Faris kitabı için uzunca bir parça yazmakla yetindim.
Biraz da "Patates" için ısındım. H�va dehşet sıcaktı gene, 37°'nin
altına düşmedi dün de, sözümona pugünden başlayarak bir ısı dü­
şüklüğü yaşanacak ve hafta sonuna 30° dolaylarında girilecek -
doğrusu inanamaz oldum. Sonuç olarak, bir tek masayayansımıyor
durumun yükü, hiçbirşey yapmak gelmiyor insanın içinden.

454
Tül'le, temizlikçi Lara gelince, 16.oo'da çıkıp Senelier'ye, kağıt al­
maya gidip dönene dek bir posta eridim öğle sonrası. Yol ayırdık ve Gi­
bert'e gittim ben, gelgelelim klima yetersiz olduğu için fazla kalama­
dım orada da, kaldı ki genel bir isteksizlik de var içimde, birkaç nokta­
ya sersem sepelek bakıp çıktım ve bir dondurma yiyerek eve döndüm.
Gece, yeniden çıktık Tül'le; önce Bonaparte'da birer içki içtik, sonra
Les Deux Magots'da birer salata yiyerek uzun oturduk. Oldukça ten­
haydı ortalık. Gene de tam bir insan sirki: Neler giyiyorlar, ne renklere
bürünüyorlar, ne biçimlere, anlatılmaz: Bir kamera koyup bir saat çe­
kim yapılsa tam bir Tati filmi çıkar. Dönüşte, Tül akıletti, kafaya koyu­
lan buz torbalarından aldık bir eczaneden, dehşet rahatlatıyor insanı,
her eve lazımlardan. Arte'de, 02.oo'ye dek bir polar izledik, daha çok
sohbet ederek. Güç uyudum, erken dikildim, tam uykumu alamamış
durumdayım. Şurası gerçek ki, ilk kez serince bir hava akımı dolaşıyor
salonda şimdi, ama güneş yükselince kalır mı, sanmam.
Banu, Va-Nu'nun aradığım Yassıada röportajını bulmuş, cuma­
ya dek elimde olur umuyorum.

14 Ağustos 2003 -
09.00
Galiba atlattık! On gündür ilk kez dün gece bunalmadan sokak­
taydık; Rue Montfaucon'da açıkta tatlı bir esinti altında yemek ye­
dik; Saint-Sulpice'de, havuzun etrafındaki tahta sıralardan birinde
keyifte oturduk; eve döndük ve oı.3o'da yatana dek açık pencereden
serin hava aktı. Evin içi henüz tam hafiflemiş ki, 03.oo'e doğru nem
çöktü üstüme, kalkıp açık pencere önünde sigaramı içtim, öyle bı­
rakıp yattım, hemen hemen deliksiz uyumuşum.
Hesapça bugün 31°'ye, haftasonu 28°'ye inecek ısı - kalan onaltı
günü çıldırmadan geçireceğiz anlamına gelir bu; tabii, cehennem
geri dönmezse!
Epey telefon görüşmesi yaptım: Annem, Banu, Cem, Ilgın,
Ömer. Anlaşılan, cehennem Türkiye'yi vuruyormuş, zavallılar

455
İstanbul'un rutubetinde soluk alamaz hale gelirler, aynı sıcaklık
aynı üslupla tepelerine oturursa. Asıl tasam annem, yeni düzeldi
zaten, bugün hastaneden eve çıkacak. Sıcaklardan dolayı Paris'te
ı8o'den fazla yaşlı insan öldü, su yitirdiklerini anlayamıyorlarmış.
Bir de yalnız olmamaları, yardım almaları gerek - yaşlılık, gitgide
zihnimi kurcalar oldu, annem nedeniyle. Baba tarafımda bilinme­
yen birşey, yaşlılık. En uzun yaşayan babam oldu, en ufak düşkün­
lük belirtisi görmedim onda. Anne tarafı farklı: iskender dayı ve
Fikriye teyze go'ı buldular, ikisi de bunadı ve hemşireye muhtaç
kaldılar. Annemi korkutan bu. O korkuyla kendine çok iyi bakıyor
aslında, ama nereye kadar? Şimdi 82'sinde, bu yıl geçen yıla oranla
epey fark var gibi geliyor bana.
"Amnesia"yı bitirdim. Sıra "Zenon"da. Onu da hayırlısıyla bura­
da bu sefer bitirebilirsem. Mürekkep Zaman iyi-kötü tamamlanmış
olacak. Tabii ince ayar için daha çok çalışmam gerekecek: Başka
Yollar'da da öyle oldu ya.
Faris, ecekent'in son bölümünde de epey ilerledim: Sekiz kısa,
iki uzun parçayla. Üç ya da dört uzun, birkaç kısa parça daha öngö­
rüyorum: Eiffel, Pont-Neuf, Haller gibi. Kitabın geri kalanını hazır
edip bıraktım İstanbul'da, fotoğrafları bile ayırdım, tarattırdım -
en geç Kasım ayına çıkmış olacaktır, umuyorum.
"Zenon" dışında, temposuna kavuşan Plati'yi, kafamda yeniden
ısınan Patates'i bitirebilirsem mutlu kapatacağım şu yazı parante­
zini. Hfila Wölfli üstünde çalışmayı sürdürüyorum, hfila girişmiyo­
rum ama.
Mazrufgeçti elime, okudum, biriki onarım yaptım, baskıya gir­
mek için dönüşümü beklemeyi yeğliyor Cem Mumcu, Ilgın'la ko­
nuşmamdan onu anladım.
Galatasaray CSK'yı 3-0 hakladı, geqe heyecanla Ömer arayıp bil­
dirdi sonucu - Sarp'tan nedense ses çıkmadı.
Dün, müthiş güzel bir gün daha geçirdik Tül'le: Neredeyse haş­
haşa çalıştık (çok sıkılaştı büyük desenleri) , koklaştık durmadan,

456
çıkıp dolaştık: Ruh, Zihin, Ten pek az çiftte, onyedi yıl sonra böyle
yürür - nazara dikkat!

15 Ağustos 2003 -
10.15
İki haftadır ilk deliksiz uyku: 02.oo'de yattım, 09.5o'de iliklerim
dinlenmiş uyandım. Uyku çok önemli, dengelerin dengesi. 30°'nin
altına düştü artık ısı, geceleri enikonu serin oluyor ayrıca, dün ne­
redeyse üşüyecektim! Öte yandan, öylesine ısrarlı ve kalıcı görünü­
yordu ki sıcaklık, hiç gitmeyecekmiş duygusu yaratmıştı. Bilanço
çok ağır: Sağlık Bakanı 3.000 ölü verdiklerini bildirdi, düpedüz bir
savaş gibi. Olan zavallı yaşlılara oldu.
Bu iklim garabetinin bir dizi yan sonucu da var: Kuraklık, üre­
tim düşüklüğü, yangınlar, enerji sıkıntısı. Bütün Avrupa etkilendi,
ama en ağır bedeli Fransa ödemişe benziyor. Şansa bak ki, son ı8 yı­
lın en soğuk kışına g6'da Paris'te denk gelmiştik, bu da son 56 yılın
en sıcak yazıydı, ona da toslamayı başardık. Bunun kadar olmasa
da, kavurucu 76 yazında da Paris'teydim - yoksa bende mi bir uğur­
suzluk var?!
Sıcaklar İstanbul'a doğru kayacakmış. Le Monde'a göre bugün
orada 32° gerçekleşecek, nemle birlikte düşünülürse az değildir,
ama fazlası olursa ne olur Allah bilir.
Dün Ayfer'le, İrfan'la, Banu ve Ilgın'la, gece de Samih'le konuş­
tum. Herşey tırısta besbelli. Ayfer biraz memleket havadisleri ver­
di: İsmet Özel yeni bir 'show' başlatmış, İslami kesimin bir kesimi­
ne yükleniyormuş peygamber edasıyla. Engin Ardıç bir 'mea culpa'
yazısı yazmış. İşte entelektüel yaşamımızın yaz bereketi. İrfan'ın
keyfi yerindeydi, kitaplara biraz hareket gelmiş. Samih'in izni bit­
miş meğer, İstanbul'daydı, bu hafta sonu Nesrin'i getirmeye Ayva­
lık'a gidecekmiş. Çok özleşmişiz, epey laf da birikti hani.
"Amnesia"yı bitirince, "Zenon"a döneceğime, dün Wölfli metni­
ne giriştim! Startı burada vermek bir bakıma doğru karar: Bunca

457
ısınmışken. Onbeş günde ne kadar ilerlerim, ilerler miyim tökezler
miyim, o da işin öbür cephesi. 'Bir onbeş günüm daha olsaydı' diye­
cek değilim: Bu işin sonu yoktur.
Tül'le öyle mutlu ve kutlu bir ay bıraktık ki arkamızda, ikidebir
konuyu oraya getiriyor: Ben çalışmıyor olsam ... İyi de, güzelim, ben
çalışmak zorundayım daha; beş yıl mı, on yıl mı, kimbilir? En doğ­
rusu bardağın dolu tarafına bakmak: YKY'de hiç değilse iyi, çok iyi
koşullarda çalışıyorum, bir şans bu, unutmamak gerek, işimin zor
ya da ağır tarafları olabilir, '73'ten bu yana çalışıyor olmamın bıktı­
rıcılığı da eklenebilir, gene de, nesnel açıdan bakıldığında şikayetin
dozu yüksek tutulmamalı. Ha, pek az kişide bu oylumda, bu derin­
lik takibinde bir 'yazı projesi' olduğu da doğru, keşke onun daha öz­
gür şartları yaratılabilseydi - ayrı.
Dün akşamüstü, tezgaha ara verip çıktık ve Bonaparte'da birer
kadeh içtik, alışveriş yapıp (bol su, portakal suyu, yoğurt, hafif yi­
yecekler) eve geldik. Yemekten sonra, 23.30 gibi "kalk" dedim Tül'e,
gene sokaklara döküldük, Les Deux Magots'da tatlı gevezelik ettik.
Bunları konuştuk.

16 Ağustos 2003 -
10.00
İkinci uzun uyku seansı: 02.45'te bir posta uyandım (Tül daha
uyuyamamıştı) bir sigara içtim gerçi ama, sonuçta geceyarısını
geçe yattım, dokuz saat uyumuşum. Kafam hafif kazan. Isı normale
dönünce, hayat da normale dönmeye başladı: Dün, ı6.oo'da evden
çıktık, 23.3o'da geldik. Carroussel'e doğru yola çıktık: Pont-Neuf
ve Auxenrois'de oyalandık. Louvre'da mola verdik, başta Nature
olmak üzere çeşitli dükkanlara daldJk, akşam yemeğini Le Petit
Zinc'de yedik: "Kırmızı tepsi" ve Sanqerre.
Sabahtan fena çalışmadım: Wölfti metnimin ilk bölümünü ta­
mamladım. İyi bir başlangıç, gerisini İstanbul'a da bırakabilirim
artık, ama belki, Walser'i kuşatacak ikinci bölüme de girişebilirim

458
burada. "Kütüphane"yle ilgili Başkalaşım parçasına bir ek daha
geldi ayrıca.
Başkalaşımlar'ın III. cildini 2004'te tamamlamaya niyetliyim.
Sekiz parça hazır, geri kalan iki parça ile küçük köprü-metinler
için epey önhazırlığım var. Bu arada, söyleşi-denemelerin "bü­
yük boy" olanları için hala kararsızım: Başkalaşımlar iV mü,
farklı bir toplam mı? Mantık ilk çözüme götürüyor beni, ama ne­
dense, emin olamıyorum bir türlü.
Neler var o depoda? Patates, Sanatsal Sahicilik, Gödel-Bach­
Escher, kısa da olsalar Hezarfen ve ikono-klazma söyleşi-deneme­
leri. Sekiz parça daha. Gerçi tamamlanmaları için enikonu masa­
başı çalışması istiyorlar ya, şu kalan iki haftayı, "Zenan" bir yana
üstlerinde kalarak geçirmek niyetindeyim.
"Zenan" için tatsız bir engel çıktı: Kırk gün önce Bibliotheque
Nationale'dan istediğim "La Mort Conduit L'Attelage" fotokopisi
hala elime geçmedi. Oysa Sara Yontan bir kart göndermiş ıo Tem­
muz civarında, 'ilgili bölüme talimat verdim' diye - işin kötüsü,
o da, ilgili bölüm de tatilde anlaşılan. Daha önce akıl etmeliydim
bunu, esgeçmişim, bedeli tam istim üstündeyken çıkıverdi.

ı7 Ağustos 2003 -
09.00
Üçte ikisi bitti "iznin", üçte biri kalınca günler hızla erimeye mi
başladılar? Dün ve bugün biraz çabuk, çalakalem geçtiyse (ya da bu
izlenimi yarattıysa), sokaklara döküldüğümüz için: ı6.oo'da çıktık
ve 23.oo'te döndük: Yorgun, içkili. El Chuncho'da yediğimiz için
şişkin. Erken yattık, ben erken ve uykumu almış kalktım, Tül uyu­
yor henüz, iyi uyuyamamış olabilir de.
Wölfii'den ilerlemeyi sürdürdüm, oysa onu kenara bırakıp 'Ze­
non-Plati-Patates' üçlüsüne eğilmeliydim. Üzerlerinde yoğunlaşır­
sam, kalan sürede tamamlayabilirim onları, ama yapım bu, rahat du­
ramıyorum, beni ne çekerse oraya gidiyorum - tam bir yazı orospusu.

459
Bereket, aradığım kitapları bulamadım! Binswanger'in ib­
sen'le ilgili kitabıyla Praz'ın " Pacte avec le Serpent"ı (3 cilt) .
Compagnie, La Hune, Gibert işe yaramadı. Koskoca kitabevleri
kalıyor, biri benim gibi eşinmeye başladığında. Öte yandan, War­
burg'un kütüphane için söylediği büyük kitabevleri için de geçer­
li: Aramadığınızı buluyorsunuz. Dün, işte: Biswanger'i ararken,
Savinio'nun, hayrettir varlığını bilmediğim "ibsen'in Yaşamı"yla
karşılaştım - tam aradığım kitap! "Zenon" için biçilmiş kaftan
bir yaklaşım. Philippe Lejeune'ün haberi olmuş mudur o kitap­
tan, sanmıyorum. Ayrıca, Lej eune'ün bütün kitaplarına baktım
tek tek, hiçbirini almak gelmedi içimden, çünkü çok Fransız!
Gene de, bulunsunlar diye, belki iki tanesini ısmarlarım dönüşte
- belki.
Kuramcıların böyle zaafları oluyor (Barthes ve Genette 'açık'
kalmış olanlar) : Kendi edebiyatları ve dilleriyle kısıtlı çalışma ala­
nı ufuklarını daraltıyor bence - Lejeune'e bir 'açık mektup' mu yaz­
malı? Bir dizi 'açık mektup'a mı yönelmeli?
Binswanger için Rue des Ecoles'ün öbür ucundaki Psy kitabevi­
ne de gittim, oradan hfila umudum var, yarın açacaklarmış. 19.3o'da
Tül'le buluşasıya Odeon'da dolaştım: Paris'i özlemişim! Şaka bir
yana, sıcak bizi eve kilitlediği için şehirden her zamanki nektarı
toplayamadık ikimiz de, sokaklara biraz daha vakit ayırmalıyız.
Yarın Leslie'yi de aramak, onunla buluşup laflamak istiyorum: Öz­
ledim.
Tül'ün niyeti bugün tezgahı kapatmak. Başlıbaşına bir sergi ha­
zırlamış oldu burada, 20'yi aşkın büyük, ondan fazla küçük desen­
le: Karpal tünel kılıfı!

18 Ağustos 2003 -
10.30
Günler sonra nihayet yağmur. Dün gece dışarıdaydık ve ağır bir
hava hüküm sürüyordu, belliydi yağışın geleceği. Aynı nedenle iyi

460
uyuyamadım gece; yatmadan yıkandığım için cildim kurumuş ya
da içeri sinekler sızmış, deli gibi kaşınarak 07.oo'de dikildim, salo­
na geçip bir sigara tüttürdüm, sonra orada uyumuşum. Vaktinde,
vaktince kalkamadım; birazı da dünün yorgunluğundan olabilir:
Yaklaşık dokuz saat kaldım masada, "Zenon"u finale doğru taşı­
dım, anlaşılan Mürekkep Zaman'ı dönmeden bitireceğim.
Tülin de beş saat aralıksız çalıştı yanıbaşımda, yedi büyük boy
renkli desen yaptı. 20.3o'da çıktık evden, Les Deux Magots'da hafif
yedik, ikişer kadeh şarap eşliğinde. Rue de Dragon'dan Sevres-Ba­
bylone'a geçtik, kul yoktu sokakta: "Ça vous interesse la Poesie?"
hariç, içim çok kötü oldu onu öyle görünce: Bu kadar yalnızlık var
mıdır, olmalı mıdır, bu kadar terkedilişi kim, neden hak edebilir?
Özgür olması iyi; bir hastanede, tımarhanede rahat bırakılmazdı
şüphesiz - ama, hiç değilse benzerleriyle yalnızlığı azalmaz mıydı?
Bilemiyorum, belki Paris kitabımın sonuna bir yalnızlık parçası
ekleyerek, daha da dibe yönelmeyi deneyebilirim.
Cherche-Midi, Rennes, Rue du Four, Quatre-Vents, Rue de
l'Eperonne: Biraz televizyona baktık yatmadan.
Onyedi yılımız doldu Tül'le ya, gerçekten böyle ilişki azdır: Otuz
günü aştık burada, ne kimseyi gördük, ne biribirimizden ayrıldık.
Üstelik yalnızlıklarına ayrı ayrı bunca bağlı iki insan.
Dünkü halimiz ortada: Aynı salonda deliler gibi saatlarca çalı­
şabildik. Koklaşmalar, yürüyüşler, yemekler, tartışmalar, geziler
içinde geçti bir ay. Dönünce benim iş hayatım kadar, toplumsal ha­
yatlarımız da bu symbiosis'i kıracak. Bir gün belki, hep böyle yaşa­
maya hak kazanır, uzaklara gider yerleşiriz. Kendi ülkemde buna
izin vermek istemez ortam, içeri sızmanın yolunu bulur, sıkılığı,
çözmeye davranır: Toplumsal çiftin ne de olsa bir tarifi var, bizim­
kisi "heresie" kapsamınagiren bir ilişki biçimi.
Gerisayım başladı gibi, içimde: Bugün dahil oniki gün kaldı. Bi­
riki müze, biriki kitabevi, biriki alışveriş ve hediye seansı dışında
Leslie'yi görmek istiyorum bir tek.

461
19 Ağustos 2003 -
09.00
Uykumu almış gibi erkenden dikildim ama, beş saat bile uyu- ya­
madığıma göre yeniden yatarım herhalde. Kafam bozuk zemberek
gibi çalışıyor oysa, bu sabah; 'Miras Bırakılmış Kütüphane' başlık­
lı kaçık bir roman projesiyle başladım güne: Sahibi hakkında pek
kısıtlı bilgiye erişebildiği birinden, anlatıcıya, son derece değerli,
labirentimsi (konu ve dil dağılımı açısından), 35-40 bin kitaplık
bir kütüphane 'miras' kalıyor: Kitaplar, dergiler, herbirinin Üzer­
lerinde ve arkalarına yapıştırılmış kağıtlarda okuma notları, top­
lanmış ve dosyalanmış konu-malzemeler (elyazması, kartpostal,
röprodüksiyon, vb.) ; fişler çıkarmayı ve bir genel tanıtım raporu
yazmaya (kamuya açmadan önce) karar veriyor - bir kuyuya düşüş
hikayesi. Bir kütüphane, bir insanın öyküsünü ortaya çıkarabilir
mi? Bir ülkeye (diyara, beldeye) benzetilebilir mi?
Patates de final evresine geldi dün. Dönmemize on gün kala,
herşey yolunda giderse, "Zenon"u ve onu, Plati'yi ve "Sanatsal Sa­
hicilik" söyleşi-denemesini bitirebilirim, halindeyim hfila. 300
sayfayı aşmış durumdayım, ıoo sayfa daha çıkarsam kalan gün­
lerde, büyük bir rahatlama ile gireceğim yeni vampir iş mevsimine
şüphesiz, ince ayarlar birkaç ay alır en azından, bitirdiğim metin­
ler üzerinde; ama, çalışma temposu buna uygun, İstanbul'da; elyaz­
maları temize çekilince, ağır ağır kurcalarım yazdıklarımı, ayıklar,
temizler, hazırlarım. Gelecek yaza, gelecek "izin"e dek üzerinde ka­
lacağım, ufak tefekler dışında birkaç kitap var: Lirikler'in IV. cildi,
Başkalaşımlar 3. cildi, "Görsel Okumalar" kitabı, "Okuma Lamba­
sı", "Gövde'm" ve "Wölfli" kitabı. Önümdeki yıllar, bir evre'nin ta­
mamlanması açısından çok öneml�: Tabii hayat "izin" verirse asıl:
Sağlık, ruh dengesi, çevrel sorunl31, vb. Bir de, bu sabahki türden
yeni, çılgın projelere gömülmezseı'n!
ı6.3o'da masadan ayrıldım dün. Çıktım, yürüdüm, kitapçı se­
ansları yaptım, gene yürüdüm, ıg.oo sularında, Chai de l'Abbaye'de

462
Tül'le buluştum. Bonaparte'a gidip birer içki içtik önce. Eve döner­
ken onu ayarttım, elimizdekileri bıraktık, Quai des Orfevres'deki,
yedi yıl önce yemek yediğimiz 'Au Rendez-Vous des Camionneurs'e
gittik. Haller döneminde, mal bırakmaya taşradan Paris'e gelen
kamyoncuların buluşma yeriymiş meğer, kırk yıl öncesinde. Place
Dauphine ile Seine arasında hoş ve sakin bir ortam. Güzel yeniyor
ayrıca. Şarabı da devirince, açık havada, biraz kafayı buldum. Ola­
ğanüstü yumuşak bir hava vardı dün gece: Yılın en hoş günü seçtim
ı8 Ağustos'u. En korkunç gününden yaklaşık on gün sonra.
Yemek sonrası, Place Dauphine'deki tahta sıramıza sırtüstü,
yanyana uzandık. Bir film sahnesini, sanırım Duras'ın 7o'lerdeki
filmlerinden bir sekansı çağrıştırıyordu herşey: Kamera ağaçların
yapraklarının arasından gökyüzüne sabitlenmiş, meydanın sarı
ışıkları yapraklarda balkıyor, La Caveau du Palais'nin kaldırımda­
ki masalarındaki konuşmalar işitiliyor (ama o açı nedeniyle kimse
görünmüyor), Tül'le derin konuşuyor ve arada susuyoruz. Yılın en
güzel gününün en güzel anları.
Dönüşte, Mireille Dumas'nın programını izledik: Erken ve ko­
lay gelen ün karşısında ne yapılır?
Ne yapılacak: Sarhoş olunur.
Kendi durumumu düşündüm. Ünlü biri sayılmam ben, 70 mil­
yon nüfuslu bir ülkede 70 bin kişi tanır adımı, yüzümü, demek ki
'tanınan' biri olduğumu söylemek daha doğru olur. Yazdıklarımı
kabataslak on bin kişi bilir, kalan tanışıklık televizyondan, gazete­
lerden gelir. 4o'ımdan sonra gerçekleşti bu yaygınlık, bir patlama
da yaşamadım. Bana sorulursa, daha az tanınmam daha mantıklı
olurdu, hatalar yaptım. Büyük hatalar sayılmaz gene de bunlar, ge­
nelde dikkatli davrandım; herşeyden önemlisi, dileseydim basba­
yağı ünlü olabilirdim (dilesem hfila da olabilirim) , saçmalamamayı
başardım.
Yurtdışında, on yıl önce hiç tanınmıyordum, şimdi çok az ta­
nınıyorum: Birkaç ülkede, dilde, oldukça dar, kısıtlı bir çevrede.

463
Kitapların devamı gelirse, ağır ağır, orada da daha fazla tanınırım
herhalde. Ama, hiçbir vakit ünlü biri haline gelmem.
İyidir bu denge. Hep onu söyledim: Dozunda bir alkış, çabanın
getirisi biraz saygınlık iyi gelir, bunlar olmadığında kişi kendisine
ve dünyaya gereksiz yere ekşileşiyor.

20 Ağustos 2003 -
09.30
Annemle bir telefon konuşması sinirlerimi altüst etmeye yetti;
geceyarısı bir kere daha aradım, biraz hafifledim neyse ki. Yaşlılığı,
yalnızlığı çok zor taşıyor annem. Huysuzluğu etrafında bir boşluk
oluşmasına yolaçtığı için benden aşırı bir beklenti içinde. Otuzbeş
gün içinde hiç değilse on kere aradım onu Fransa'dan, gene de ya­
ranılmıyor. Kızdığım kadar acıyorum da: insan, yaşlılığına hazır­
lanmalı. Babam iyi şartlar bıraktı ona: Evi, düzenli geliri, her türlü
sağlık bakımı var; ben, boşluklarını dolduruyorum - yetinmiyor.
Birlikte yaşayamazdık; kaldı ki bağımsızlığına çok düşkün biri; bu
durumda bundan fazlası olamazdı.
Ben zaten sinirliydim. Temizlikçi günü, masayı bölüyor. Çama­
şıra gidildi. Alışveriş için geciktik, bugüne sarktı; evde kalmak is­
tiyordum gece, yemeğe çıkmak zorunda kaldık, vb. "Patates"i bitir­
dim, "Zenon"u bitirmek üzereyim, ama kafam çok hızlı çalışıyor,
bir sürü şey okuyorum bir yandan da, açılım içindeyim, oysa dönüş
yaklaşıyor. Şükretmek zorundayım, 'bunu da elde edemeyenler
var' diye; gelgelelim, bir sürü adam ve kadın tanıyorum yazı dünya­
sında, Türkiye'de: Bütün zaman ellerinde. Benimkisi küçük zaman
hırsızlıkları: 45 gün oradan, ıo gün şuradan.
Şu ara Sanat/Yaratma ikilisi üzerinde yoğunlaşmak isterdim.
Warburg okulundan Didi-Hubermaıı'a. Sorunlarım, o alanda­
ki fikirlerim, olanak kısıtları nedeniyle, sonunda biriki çıkışla
yetinmemle sonuçlanan bir boğulmaya götürüyor beni. Ayrıksı
konulara daldığım, burada bile aradığım şeylere ulaşma zorluğu

464
çekmemden belli. Türkiye'de kaynak bulmak mucize işi. Kütüp­
haneler, çevremdekilerin kitaplıkları genellikle, yetersiz kalıyor.
Herkesin benden birşeyler istemesinden belli. Diskoteğim, filmo­
tekim de aynı durumda; ı.ooo'i aşkın CD'im var, gene de yeterli
olmanın çok ötesinde elimdekiler. Hala, ilk kütüphanemi, arşivi­
mi yitirdiğime yanıyorum: 9-10 bin kitap, dergi koleksiyonu, arşiv
uçup gitti, topu topu 500-600 kitap kurtarabildim oradan, dolayı­
sıyla bugünkü 10-12 bin parçalık kitaplık ikiye katlanabilecekken
olmadı. En büyük oksijen alanım orası, kimseye anlatamıyorsun
bunu: Daha ne istiyorsun, diyorlar.
Les Editeurs'de yedik dün gece. Piliç tandır yüzünden sabaha
dek kabuslar içinde yüzdüm.

21 Ağustos 2003 -
09.50
Erkence (oı.oo) yattım ama sivrisinekler (yoksa başka bir
haşere mi?) uyutmadı beni bir türlü, bu sabah da erken kalka­
madım. Yavaş yavaş 'tatil'e çıkıyorum zaten, "izin"in sonuna
yaklaşırken! Dün, "Zenon"u bitirince kalemi bıraktım örneğin,
devam etmedim. Önce gıda alışverişine Buci'ye gittik Tül' le, evde
yedik ve birlikte yeniden sokağa çıktık: Les H alles'de, Montor­
geuil'de keyifle dolaştık, Passage du Cerf'de oyalandık. Ardından
yollan ayırdık, ben Beaubourg tarafındaki kitapçılara yöneldim;
ama, öncesinde Passage Moliere'de, Rue Quincanpoix'da ava­
relik yaptım. Dumezil'in Naissances d'Archanges'ını yerde ara­
maktan umudumu kesmiştim, gökte buldum ve uçtum: Biriki
yıldır peşinde olduğum bir kitap. Mona Lisait'ye gidecektim ki,
iki ay önce Tül'le bir başka kitapçıda bana merhaba diyen Türk­
le karşılaştım. Kahve içmeye davet etti beni, iyi ki kırmamışım:
İsmail Bayramoğlu (İnönü'nün kardeşiymiş) dehşet bir seyyar
kitapsever çıktı. Müzayede üzerinden satış yapıyor, en iyi müş­
terisi Ömer Koç, elinde XVI. yüzyıldan başlayan, Osmanlı-Türk-

465
İstanbul çerçeveli, iki-üç bin kitaplık bir hazine var. Kuzgun­
cuk'ta küçük bir ev almış, oraya yığıyor malı, ama Paris'te otu­
ruyor. Pek tatlı bir sohbet kurduk, istanbul'da kitaplığını ziyaret
edeceğim. Bu arada, kütüphane romanı tasarıma zihnimde yeni
çentikler çizildi - bir o eksikti!
Ondan ayrılıp Mana Lisait'ye girdim. Wölfli'nin ı976 Amerika
sergisinin zengin, işime hayli yarayacak kataloğunu bulunca ateş
dansı yapacaktım neredeyse! Malzeme açısından pek az eksiğim
kaldı artık, ama metnin burada yazdığım ilk ı6 sayfası olayın ağır
boyutunu bana göstermeye yetti. Bu bir dizi yeni 'başkalaşım', iV.
cildin çehresini enikonu belirledi: Bir Varmış, Bir Okmuş'tan Pla­
ti'ye, Patates'e, söyleşi-denemelerle gelişecek bir toplam: Kendim­
le, kendimdeki ötekiyle, ötekiyle söyleşiler.
Gece, Tül nefis bir yemek hazırladı, evdeydik. Maç izledim, iki
ay aradan sonra, futbolu özlemişim.
Leslie'yle konuştum, bugün-yarın buluşacağız. Güzin hanım
ayağını burkmuş, onunla ilgileniyormuş - böyledir Leslie.
Masada son bir toparlanma gerek: Paris'in son parçaları ve Plati
için. Gerisi kalsa da olur.

22 Ağustos 2003 -
10.15
Gündüz unuttuğum, aklımdan çıkardığım sivrisinekler, gece
uyutmuyor beni - bu sabah da güneşin doğuşuna tanık olmamı sağ­
ladılar!
Sabah iyi çalıştım dün; önce Paris, ecekent in giriş metnine
'

(dönmeden bitirmem gereken birkaç parça daha var) , sonra Pla­


ti'ye döndüm ve ilerledim. Öğle som.ası Tül alışverişe çıktı, ben
serseri mayın yürüyüşe: Epey yol tept,im, bacaklarım yoruldu, bu
arada Gallimard'ın kitabevine uğradım ve Prinzhorn'un kitabını
buldum, ondan önce de, St.-Andre des Arts'daki bir kitabevinde
Praz'ın ilk cildini bulmuştum. Sonuçta, bu sefer bir tek Roazen'in

466
kitabına ulaşamamış olacağım, 71'den beri bir daha basılmamış -
ama daha Vrin'e bakmadım.
Wölfii hikayesi beni düşündüğümden, öngördüğümden daha
çok derine çekti. Üstelik, yaklaşık 1988'den, ilk "Şakülden İnhiraf"
konferansımdan beri o alanın içinde yüzüyor olmama karşın. Dö­
nüşte metnin soğumasından, çok geniş bir süreye yayılmasından
korkuyorum. Ki bir başlangıç yaptım çünkü, o kıvamı devamında
da koruyabilmek için ısı kaybına uğramamak gerekir. İstanbul'daki
hay-huy, çalışma ritmi, öteki dosyalar koyulaşmamın başlıca en­
gelleri. Gene, 'bir ayım daha olsaydı' sorununa geleceğim ve gene
aynı şeyi söyleyeceğim: Bunun sonu yok.
Oysa tam öyle değil. Bir tür 'sabbatical' gerekiyor aslında bana -
bir yıllık bir ara. Olağanüstü yol alırdım. En verimli dönemlerimi
işyeri mesaisi ve işin yoğunluğu götürüyor; sonra çekileceksin, bu
sefer-sağlık ya da yorgunluk engeli çıkacak, endişem bu.
Akşam, Tül'le Les Deux Magots'da buluştuk. Birer içki içip El
Chuncho'ya gittik: Yerken iyi de, sonra intikamı ağır Meksika mut­
fağının. Yemek sonrası, 22.oo'ye doğru Pont Saint-Michel üstünde
günbatımının olağanüstü tablosunun karşısında dakikalarca kal­
dık. Ardından Rue de Bievre'e gittik, Place Maubert'de kahve mola­
sı verdik, eve döndük, Arte'de ağır bir İngiliz polisiyesi izledik.
Otelde kalınca hiç televizyon görmezken, evde her gece biriki
saat bakıyorum; bereket çok kötü şeyler değil izlediklerimiz, ayrıca
kafamı boşaltıyorlar.
Dün buluşamadık Leslie'yle, herhalde bugün olur artık.

23 Ağustos 2003 -

ıo.oo
Leslie'yle buluşabildim nihayet, burnumda tütüyordu. 16.15'
de Le Sorbon'da biraraya geldik, üç saat kadar haşhaşa konuştuk
(bir ara, rastlantı, Alexis göründü), dereden tepeden aradaki boş­
luğu doldurduk. Oradan, yılankavi yürüyüşle Les Deux Magots'ya,

467
Tül'ü bulmaya geldik, gece Rue de Seine'de hep birlikte yedik ve onu
Odeon'dan uğurlayıp eve döndük: Biraz içkili, biraz yorgun, sonuç­
ta sivrisinekler yüzünden salonda uyudum bu kez, ama dinlenmiş
kalktım ya, yerin önemi yok pek.
Leslie'yle seans kesmedi, bir kere daha buluşmak isterdim. Bre­
tagne'dan sözettik uzun uzun. Son üç kitabımı çok sevmiş belli ki:
Kravat'ı eğlenerek. Bekçi'yi öğrenerek ve usta işi bularak,AbdalDü­
şü'nü sarsılarak okumuş - nasıl iyi geliyor söyledikleri. Benim için
denek taşı Leslie: Her kelimeyi seçerek kullandığı için. Bir gece,
Abdal Düşü'nü yüksek sesle Violaine'e okumuş: Türkçe bilmese de,
"ses"i anlasın diye. O sahneyi gözümün önüne getiriyorum, böyle
okunmanın, bu bilgiye sahip olmanın yazı'nın gerçekleşme süre­
cine büyük katkısı var: Özeni sonuna kadar korumasına yolaçıyor
masadakinin.
Duru ve derin bulmuş Leslie, iki kitabı da. Açıkçası, ben de öyle
buluyorum! Leslie'ye onu söyledim: Abdal Düşü tarzı kitapları otur­
dum diye yazamazsın, gelmişlerse gelmişlerdir, çağırmakla olmaz.
Nesir ondan farklı: Hazırlığın tamamsa, oturunca, bir biçimde yaz­
maya başlıyorsun. Aynı kıvam hep tutmayabilir belki, gene de ulaş­
tığın ortalama düzeyi genellikle korursun. Arada, diyelim onyıldan
onyıla, düzeyde bir yükselme sağladığını farkettiğin olur: Bekçi'de
bunu hissettim örneğin, birikim ve deneyim açısından o kısa me­
tinlerdeki olgunluk derecesini daha önce ele geçiremezdim.
Son iki-üç yıl içinde yazmış olduğum kitaplarda genellikle bir
yükseliş olduğu kanısındayım: Kravat ve Elma'da değil belki, on­
lar yeni bir kol getiriyor, belki Kırmış Eşek'Ie, Melekler Kitabı'yla
oturacaktır üslup-içerik olgunlaşması. Buna karşılık, Acı Bilgi'den
Başka Yollar'a giden çizgide düzyazı,da, Kanat Hareketleri'ndenAb­
dal Düşü'ne şiirde derişme eğrisi hafla kalırsa yükseldi.
Merdivendeyken hep uyanık, eleştirel kalınmalı. Arada, böyle,
kendini beğenme hakkını kullanabilir insan - Leske'den olduğu
gibi, destek de gelmişse.

468
24 Ağustos 2003 -

ıı.oo
Son haftaya iyice tırısta girdim anlaşılan: Dün pek çalışmadım,
bu sabah geç kalktım (sinek ilacını nihayet aldığım için derin uyu­
dum), bugün pazar (oysa tatilde deliye her gün pazar) , niyetimiz,
FT'yle birlikte Marais'ye, Musee Carnavalet'ye gitmek - gece de Le
Calife'de yemeğe niyetliyiz.
Dün Louvre'a gittim bu arada. Kendimi Orta-Doğu bölümleriyle
sınırlamama karşın, çıkışta tersyüz olmaktan kurtulamadım: Göz,
beyin, bu kadarına hiçbir zaman hazır olamaz. Cafe Bonaparte'da
buluşana dek biraz yürüyüp zihnimi gevşetmeye çalıştım, nafile.
Oradan Pont des Arts'a gidip birer kadeh şarap içtik bir bar-peni­
che'de, hava olağanüstü güzeldi gene. Eve döndük ve bir tavuk zi­
yafeti çektik kendimize, Sancerre eşliğinde. Sarp'tan tatsız haberi
aldım: 2-2 berabere kalmışız, anlaşılan kabus başlıyor gene. Geç
saata kadar televizyonda berbat şeyler izledik, onlar işte insanın
zihnindekileri dağıtmayı başarıyor.
Louvre'da, en geniş vakti ister istemez İslam Sanatları salonla­
rına ayırdım. Elimizin altında ciddi bir yayın olmalıydı Türkiye'de,
yok; Faris, Londra, Berlin, New York ve başka büyük müze-kentle­
re saçılmış, hiç değilse Osmanlı yapıtlarını kuşatacak bir katalog.
Louvre'de Osmanlı sanatının doruk örneklerinden bazılarının kar­
şısında, belleğime kazımak istercesine, uzun uzun kaldım: Özellik­
le çini bölümlerinde. Tabii, bir genel görünüm çıkıyor ortaya ve ta­
bii çok yetersiz kalıyor bütün çerçevesinde: Mısır'dan sayıca bol ör­
nek, Kurtuba'dan daha az ürün var ellerinde. Tabaklar, halılar, uça­
rı cam işleri, lüleler, olağanüstü birkaç cilt, üç mezar taşı (biri XVI.
yüzyıldan) , yazı araçları, müthiş kapılar: Dağılım fena değil. Irak,
İran, Suriye kaynaklı eşyalar zengin, buna karşılık Balkanlar'dan
hiçbirşey derlenmemiş. Koleksiyonda yeni parçalar az değildi
(belirtiyorlar çünkü) , Kebsaos'tan gelenleri örneğin. Louvre'un
eski koleksiyonlarının tarihi biliniyor: Biz biliyor muyuz onları?

469
Sözgelimi 'Beşiktaş' koleksiyonu nedir? Dönüşte bakacağım: Sanat
tarihçilerimiz, 80 yıldır hangi çalışmaları yapmışlar, Louvre'daki
ve öteki müzelerdeki Osmanlı 'define'leriyle ilgili?
Sonrasında, İran, Mısır ve Mezopotamya, milad öncesi dev
parçalara yöneldim ve tıkabasa dolu vitrinlere çakılıp kaldım:
3.500-4.000 yıllık bir uygarlıktan kalan bu görkemli izler karşı­
sında insanın zaman anlayışı nasıl güdük kalıyor. Geçmişi bir
ziyaret alanı kılmış olmamızda şaşılası birşey yok belki; gelgele­
lim, bunu yaparken dehşet cahiliz: 1. Darius'un sarayından çıkan
anıtsal büyüklükteki parçaların bulunduğu salonda kendimi bit
gibi hissetmemde bu bilgisizliğin de ciddi payı oldu. Günümü­
zün sanatıyla, çağımın sanat yapıtları ve sorunlarıyla ilgilenme
yoğunluğumun yanında geçmişe ayırdığım vakit çok cılız. Öte
yandan, herşeye yetişilemeyeceğini de bilmiyor değilim. Belki,
nicedir aklımda dolaşan bir fikir, başta Anadolu Medeniyetleri ve
Arkeoloji Müzesi olmak üzere, birkaç müzeyi kapsayan bütünüy­
le öznel bir deneme kitabı kurma projesi yavaş yavaş gündemime
oturmalı. Ben o kitabı, gerçekte, Seyahatname'nin bir cildi olarak
düşündüydüm, Ankara'ya son gidişlerimden birinde. Zamanlara
yolculuklar. Yoğunlaşmanın yolu girişmekten geçer, Arkeoloji
Müzesi'nden başlamalıyım belki.

25 Ağustos 2003 -
09.45
Uyku tutmadı bir türlü gece. 03.00 dolaylarında bir şiir ile son
defa kalktım, kaçta uyuyabildim bilemiyorum, gene de dinlenmiş
gibiyim bu sabah.
Nefis bir pazar günü geçirdik Tül'le; ister istemez, dönüşte, bu­
günleri arayacağız, İstanbul'daki akıf.mız bu kadarına izin vermi­
yor nedense.
Güne Eiffel metniyle başladım, sanırım iyi bir parça çıktı Fa­
ris, ecekent için. Artık kitabın sonuna dayanmış durumdayım: Biri

470
uzunca üç-dört metin daha öngörüyorum hepsi hepsi. Doyurucu
bir bütünlük oluştu yanılmıyorsam: Türkçede, Paris üzerine bu ka­
dar 'dolu' bir kitap yazılmadı sanırım, ama benim ölçüm bu değil
doğal olarak: Kitabım, başta Fransızcada olmak üzere başka dillere
de çevrilsin, özellikle Parisliler (yerli-yabancı) tarafından okunsun
ister(d)im. Olur mu? Kimbilir.
Akşamüstü Marais'ye gittik. Musee Carnavelet'de son rötuşları
yaptım kafamda, son uzunca parça için - kitabın önüne ya da sonu­
na koyacağım onu. Hava son derece yumuşaktı. İle Saint-Louis'den
hızlı adımlarla geçtik. Marais sokaklarında epey dolaştık; hem
Yahudi bölgesinde, hem eşcinsellerin kurtarılmış bölgesinde. Les
Mots a la Bouche'da bir Cernuda buldum, Variations sur un theme
Mexicain g8'de Corti'den çıkmış, nasılsa ıskalamışım, gördüğüm
kadarıyla Ocnos çizgisinde bir toplam.
Au jardin de Paris'te bir mola verdik: Geçen sefer keşfettiğimiz
eski, şirin bir kahve. Ardından dolaşmayı sürdürdük Marais'de.
Oradan L'Hôtel de Ville'e geçtik, Paris'in kurtuluş törenleri için ya­
pılan bir provayı izledik çeyrek saat, açık havada. Cite üzerinden
Place Dauphine'e yürüdük - bir mola daha, bank üzerinde. Hafif
rüzgar başladığı için Le Calife yemeğini bugüne yarına erteledik.
Sonunda, El Chuncho'ya gittik, belki de fajitas yüzünden uyuyama­
mışımdır. Gece biraz televizyon karşısında oyalandık, ben Faris a
travers les agefdan iki-üç bölüm daha okudum, birkaç ayrıntının
peşinde giderken büyük bir lokmayla karşılaştım: La Danse Ma­
cabre'sle ilgili dört-beş sayfa çok işime yarayacak ileride.
Tül, sabahtan Rue de Buci'ye gitmişti. Pazarları bunu adet edin-
di: Çiçek almış, nefis yiyecekler yüklenmiş, mükellefbir ziyafetti.
İstanbul'da pazarları birşey yapmalı, gerçekten de.
Son beş gün.
Dönüş sorunları da uykumu kaçırdı dün gece, nedense hep geri­
liyorum böyle.

471
26 Ağustos 2003 -
09.30
Deliksiz değilse bile iyi uyudum sayılır dün gece, önceki gecenin
tersine - dinlenmişim. Son dört gün için tezgahta sakinim artık:
Paris kitabının son biriki parçasıyla. Plati'nin orta bölümü bekliyor
beni, sanırım Bulwer'ın hikayesiyle birlikte ara vereceğim çalışma­
ya, son bölümü İstanbul'a bırakacağım. Bu sefer zor, durmadan yan
okumalar gerektiren dosyalarla geldim Paris'e, yazma hızımı biraz
da bu etmen belirledi.
Dün öğlen, evde birşey kalmamıştı, çıkıp Le Gentilhommiere'de
atıştırdık: Yumurta, domates salatası, roze şarap. Öğle sonrası
Cluny'ye gittim yeniden, içerisi şaşılacak derecede sıcaktı. Ora­
dan Place de la Sorbonne'a, Vrin kitabevine geçtim, aradıklarımı
bulamadım, Hollington'dan bir ceket, bir yelek aldım kendime. Sa­
muelian hfila kapalı, İspanyol kitabevi ve de Boccard da, oysa Bi­
zans'la ilgili çentiklediğim kitaplar vardı - bir başka bahara. Tül'le
Mondrian'da buluşmadan önce iki defter aldım, bitenlerin yerine.
Marche de Buci'den son ciddi alışverişimizi yaptık, bizimkisi gene
hüzünlendi. Ben dönüşe enikonu hazır sayılırım oysa.
Gece, nihayet Le Calife'i yakaladık. Olağanüstü bir gece oldu:
Seine'in iki ucuna doğru gidip gelirken aklımız yemeklerden çok
dışarıdaydı. Eiffel'de gene ışık şöleni vardı, bu demir kütlenin hfila
heyecan doğurabilmesi garip - gelgelelim öyle. Eiffel'den sonra
bana yabancı, yeni ve görgüsüz, dipsiz bir Paris başlıyor. Tabii bü­
yük bir lüks ortamı. Oradakileri Paris'te yaşıyor saymıyorum ben.
Son günlere biraz telaş artar hep. Birkaç hediye alınacak. Jeu de
Paume, Orsay, Maillol seferleri var hesapta. Şu sokaktan bir daha
geçmeliyim duygusu silinmez bir . türlü. Son kitabevi turları. Son
yemekler. Hele uzun bir süre kalınpıışsa, kopuş haftası iyice ağrılı
sızılı geçiyor.
Dönüş belası çöküyor bir de. Son günün eziyetini hiç hafiflete­
medim bugüne dek. Arabalı olsak böyle olmazdı: Uçak faslı her yö-

472
nüyle itici. Öte yandan kolay geçen bir ameliyat gibi, geceyarısı eve
giriyorsunuz.
Evi özlemişim ayrıca.

27 Ağustos 2003 -
10.45
Bretagne'dan Paris'e geleli beri ilk kez dün gece deliksiz bir uyku
uyudum; günün yorgunluğu mu, 45 gündür zorladığım beyniminki
mi artık Allah bilir. Son üç günde yazacağım birkaç sayfa beni ger­
miyor, Paris kitabım hemen hemen bitti, Plati'yi burada tamamla­
yamayacağımı anladım, içim rahat.
Öğlen ve akşam evde yedik dün. 14.3o'da çıktım evden, dört bu­
çuk saata yakın sokaklardaydım. Önce Orsay'a, sonra Maillol'a git­
tim (kapalıydı Basquiat sergisi), arada Rue de Bac'a, Maeght'a git­
tim, Calder sergisini gezdim. Bazı sokakların (Verneuil örneğin)
görmediğim uçlarına sokuldum. Boulevard St.-Germaine'e dön­
düm ve Lipp'de bir mola verdim. Laf söyletmem Lipp'e: Bir Perrier
istedim, küçük bir buz kovası ve bir tabağa dizilmiş limon dilimleri
tepside, öyle geldi garson: "Hizmet terbiyesi" bu işte. Aynı şey Les
Deux Magots'da yaşanır, bloody mary ısmarlayıp sonucu seyrede­
bilirsiniz.
Hediye faslını iyi-kötü tamamladım. En çok annem ve Selçuk
zorluyor beni her seferinde, ikisini de memnun etmek güçtür.
Yolda Bruno Cremer'i gördüm, gövdelerimizin iriliği benziyor,
kendi halinde yürüyordu o da. Akşam, birer içkinin önünde Les
Deux Magots'da buluştuk Tül'le, sonra çamaşır kurutmaya gittik.
Yemek sonrası, de Musset-Sand ilişkisini konu edinen sıradan bir
film izledik, o tür romanse biyografik kesitlere illet oluyorum za­
ten.
Durumumu görmek için küçük çantamı hazırladım. Parlak hal­
de değiliz kilo açısından. Şimdiden gözümde büyüyor dönüş sefale­
ti. Eve girince rahatlarım ancak.

473
Selçuk aradı dün. Ekşi Sözlük'te hakkında yazılanlar üzerine
konuştuk. Katıla katıla güldüm ama, telefonu kapatınca, bu konuş­
mayla zihnen istanbul'a döndüğümü kavradım, dibe vurmadıysam
bile enikonu çöktüm. Bu bağlam sorunu on yıldır tırmalıyor beni.
Yaşadığım çekilmeler olmasa o denli etkilenmezdim belki. Her
uzun ayrılışta kendimi öylesine ayraç içine alıyor ve içyolculuğuma
kesintisiz gömülüyorum ki, dönüş günleri gelirken canım acıyor.
'Böyle tatil olur mu?! ' diyenler yanılıyorlar: Asıl böyle olmalı tatil,
insan çevresinden dinlenmeli; Ülke, ev, ortam, iş, herşeyden uzak­
ta, bir süreliğine koparak.
Zorluk, geri giderken tabii. Özellikle ilk günler çetin mi çetin ge­
çiyor. Hazırlıksa, hazır değilim işte.
Bu 45 günde tamamladıklarım dönüşte epey hafifletecek beni
tezgahta. Bitirdiğim dört kitap (Bretagne, Paris, Mürekkep Zaman,
Patates) üzerinde ağır ağır son işlemleri yaparım artık - beni bir tek
Paris sıkıştıracak, çünkü güz aylarına planladım onu; ama burada
yazdığım son 50 sayfa dışında kitabı iyi-kötü hazır etmiş durumday­
dım, en geç ekim ortası baskıya girecek hale getiririm. Buna karşılık,
Plati'den de çok soğumak istemiyorum, üçte ikisi yazılmış bir kitap
sürüncemeye bırakıldığında yeniden ısınması güç oluyor açıkçası.
Buradan, yeni tasarılarla dönüyorum öte yandan. Wöifii'yle il­
gili küçük kitap, yazdığım iki bölüm onu gösterdi, ciddi bir açılım
alanına yürümemi sağladı, sağlayacak. Sayfalar dolusu okudum
tatilde: Wölfli, Nietzsche, Walser, Warburg, Nijinsky, Prinzhorn,
Thevot ve ötesi. Temel bir metin çıkacak bu tasarıdan, ton da onu
kanıtlıyor. Ne zaman?!
İkinci önemli tasarı, çatı notlarını çıkarmakla yetindiğim 'Mi­
ras Bırakılmış Kütüphane' hikayes�. Karar vermiş değilim, Baş­
kalaşımların üçüncü cildi için hazırJadığım kütüphane metninin
parçalarını da o kitaba aktarabilirim. Bu hikayeyi şu aşamada Acı
Bilgi'nin bir devamı, bir tür devamı gibi görüyorum; gene de, her­
şey yazmaya koyulunca açıklık kazanacaktır. Merkezinde hem kü-

474
tüphane fikrini, hem kitap kavramının uçlarını tutacak bir kurma­
ca-deneme alaşımı, heyecanlandırıyor beni.
Dönüşte, Ağırlaştırıcı Sebepler Divanı'nı da yayına hazır edece­
ğim, burada çıkan son parçaları ekleyerek. Yedi yıl ara girdi, iV. ki­
tap ile V. arasına, geçen yıl VI. kitaba da başladım 'sanırım'. "Oyun­
lar"la örülü bir Divan cildi daha kafamda ya nicedir, "Sefire"den
beri, yeni notlar aldım gene; bir de tuhaf bir ara-metin yazdım bu
sefer: Çiğdem ile Tarık'ın hikayesi. Bütün bunları genişçe bir za­
mana yaymak en doğrusu.

28 Ağustos 2003 -
10.30
Dinlenmeye devam. Tezgahı hemen hemen kapadım dün, Paris
kitabının sonsözünü de tamamlayarak. Avare dolaştım gün boyu,
ama önce, postane işlemleriyle uğraştım, üç koliyle onbeş kilo kita­
bı İstanbul'a gönderdim, buna rağmen kitap çantama sığamadım,
üstelik resmen külçe ağırlığında şimdi.
Bir Gibert seansı daha yaptım tabii, kolileri postalayınca! Kü­ _

tüphane'yle ilgili üç kalın kitap; "Ortaçağda Ölüm" temalı, Ölüm


Dansı'na dolaylı sokulan bir inceleme; Haçlı Seferleri ile ilgili çok
önemli bir kitabın ikinci cildi (eski bir yayın, yazık ki ilk cildini bu­
lamadım), vb.
Plouha'da ateşlenen Ölüm Dansı projesi, bir bakıma, Ağlayan
Kadınlar LaJıdi'nin yolunda bir şiir getirebilir. Başka figürler kul­
lanmayı düşünüyorum şu aşamada, bazı çağdaş simgeler. Bugün
son bir plak seansı yapacağım, Tarrantella'nın içinde yeraldığı sıkı
birkaç CD saptadım Rue Crebillon'da, belki Gibert'den de Saint-Sa­
ens alırım bir tane.
Kütüphane projesi kafamda serpilip duruyor. Denge çok önemli
o işte. İnandırıcı bir kitaplık olmalı bir kere; kitapları seçerken çok
fazla bibliophilie'ye kaçmamalıyım. Bir özdeşleşme eğilimi baştan
kurulmamalı, olsa olsa son bölümde öyle bir yönseme sözkonusu

475
olabilir. Bütün o kitapları 'bir tek kitap' yazma niyetiyle topluyor
olması önemli adamın: Hangi kitap? Nasıl bir kitap? Herşeyi netli­
ğe kavuşturmalıyım baştan, kafamda, boşa kürek çekmemek için.
Bunları düşünerek dolaşıp durdum sokaklarda. Bir gravürcüde
Bulwer ailesinin İskoçya'daki mfilikane-şato'sunun izini sürdüm,
yakın bir örnek buldum. İsmail'den yardım isteyeceğim o konuda.
Bonaparte'da buluştuk FT'yle. Sonra, Frederic Sautonla Rue de
la Bucherie'nin kesiştiği nefis küçük meydana yemek yemeğe git­
tik. Tatsız ve gerilimli bir tartışma doğdu yemeğin sonuna doğru,
inanç ve mistisizm konusunda.
Gece, müthiş bir komik izledik ekranda. Adını çıkaramıyorum
adamın (Laurent birşey) , yıllardır güldüğüm o adamın kimliğini
neden öğrenemiyorum acaba? Herkesi taklit edebiliyor. Ne türden
bir yetenektir bu, hep anlamaya çalıştım, çıkaramadım.
Son iki gün.

29 Ağustos 2003 -
08.00
Dün gece sonbahar başladı. Olur mu öyle şey, bir saat içinde
mevsim atlanır mı, oluyor işte: Şimşekler, gök delinmişçesine
yağan yağmur, bu sabah da devam ediyor yağış, ısı 21°'ye düştü
bir anda - korkunç bir yaz silindi gitti, yağmuru hem de nasıl öz­
lemişim. Tiil'le ışıkları söndürüp onu izledik bir süre, birkaç kare
siyah-beyaz fotoğraf çektim.
Dün, son alışverişi tamamladım: Selçuk için ı641 Londra bas­
kısı sıkı bir gravürlü kitap buldum sonunda, Gibert'den ve Crebil­
lon'dan CD'lerimi aldım, Hollington'a uğradım, sonra herşeyi eve
bırakıp Jeu de Paume'a gittim: La Cle des Champs sergisine - dü­
şünüyorum da, Cem uyarmış olmasıı. bu sergiyi kaçırabilir, dönüşte
dövünür dururdum. Olacak iş mi bu?
Tek kelimeyle nefes kesici bir sergiydi. Alt katta Saint-Anne
hastanesi koleksiyonundan dudak uçuklatıcı parçalar, üst kat bir

476
Brezilyalı deliye ayrılmış: Bispo do Rosario büyük sanatçı. Notlar
alarak gezdim salonlarda, içim parçalandı bir yandan, bir yandan
hayrete kapıldım "iş"leri gördükçe. Çıkışta, müze kitaplığından
hem iki kataloğu edindim, hem de üç sıkı yayın daha buldum.
Hazirandan beri, yani Wölfli üzerinde iyice yoğunlaşmamla
birlikte, çember iyice merkezden uzaklaştı ve kapsadığı daire bü­
yüdü. Önemli bir başlangıç yaptım, burada, Wölfli metni için: ilk
16 sayfadan belli olan, "Şakı1lden İnhiraf"ın ikinci bölümünün de
iyi-kötü biçim aldığı. Bu sergi ufuk çizgime son noktayı koydu di­
yebilirim. Şimdi, ilk fırsatta, herşeyi elden geçirerek iki çerçeveyi
netleştireceğim, netleştirebileceğimi umuyorum. Bu yıl ders ver­
memeye niyetliyim, öyle karar aldım, yoksa konu kesinlikle 'Deli­
lik ve Yaratıcı Dürtü' olurdu herhalde.
Öte yandan, biraz korkutuyor beni bu gelişme ve genişleme.
Yeniden Sebastien Brandt'a, Foucault'ya ve ötesine açılacağım
demektir. İşin başı 1982'ye, Deliliğin Tarihi'nin ilk bölümünü Na­
suh'la birlikte çevirmeye girişmemize iniyor. Sonra 1988: "Şakı11-
den İnhiraf" konferansım. Neredeyse yirmi yıl dolmuş.
İkinci sorun, "bizim" delilerimiz. Kaynaklar pek cılız. Elimde
maden var: Neyzen dosyaları. Onu tam nereye oturtacağımı bile­
miyorum hfila. Bunun dışında, bir tek Aktedron Fikret'le Irgat üs­
tünde durabilirim - 'sanatsal ifade' açısından - belki. Arif Verimli
ile bir görüşürüm.
'Yazı izni' bir de yeni gebelikler getiriyor. Birilerini bitirirken
ötekilere açılma mekanizması boş durmuyor. Dün, temizlikçi ka­
dını beklerken, bir oturuşta Claude Riehl'in Arno Schmitt biyog­
rafisini okudum: Büyük boy 40 sayfalık sımsıkı bir metin. Son
bölümde hüzünlendim: Yarıda kalan büyük projeler hikayesi. Hep
onu söyledim ya: Bir insanı yapabildikleriyle tartmak yanlıştır, bir
de tasarlamış olduklarını ölçmek gerekir. 65'inde ölmüş Schmitt.
Daha önce de ölebilirdi (altı-yedi yıl önce geçirdiği kalp krizinde
örneğin). Daha sonra da ölebilirdi ama: İki büyük romanı bitirerek.

477
Yaşadığı ve yazdığı kadar demek boş laf benim için. Türkiye'de, be­
nim ısrarımla hazırlanan Kitap-lık profili dışında hiç tanınmıyor
Schmitt, doğal: Biz kolay lokmalarla yetinen ülkeyiz. Onunla aram­
da bazı ciddi ortaklıklar sezdim, Riehl'in metnini okuyunca.
Asıl sancı belli şu aşamada: Tezgaha bakarken, ne kadar vaktin
olduğunu bilememek. Bir yaştan sonra iyice ağırlığını duyuruyor o
sorun. iki ucu farklı değnek benimkisi: Burada kendime iyi baktım
diye düşünüyorum, bir kefede: Sağlıklı beslenerek. Sonra sigara ve
kahve tüketimimi düşünüyorum: Çivi çakmışım! Zaten yazgıcıyım
bu konuda: Hangi sorunun hangi kavşakta beklediğini bilemezsin.
Yolun kesilene dek devam edeceksin.
Akşam, Tül'le Les Deux Magots'ya oturduk önce. Bol votkalı bir
Bloody Mary ile açtım geceyi. Ardından El Chuncho'da hem chili
con carne, hem fajitas yedik, bol soğan ve acı, bir şişe Bordeaux
eşliğinde. Son noktayı Bonaparte'da, Perrier ile koydum. Dolana
dolana döndük eve. Televizyon karşısında bir Perrier daha - bu
sabah bakıyorum da hala sindirememişim yediklerimi. Sağlıklı
beslenme dedikse !
Hava iyice karardı kalktığımdan beri. Bütün gün yağacak yağ­
mur son günü güçleştirecek. Gülü seven dikenini sevmeyebilir, de­
miş miydim, hem de nasıl demiştim.

30 Ağustos 2003 -
09.00
ı6.oo'da bir taksi bizi alıp Roissy'ye götürecek. 47 günlük tatil,
bir aylık Faris faslı bitti böylece. İnsanın içine ağır, garip bir hüzün
çöküyor, aynı Ferre'nin şarkısındaki gibi: Avec le Temps. Yaşanan
iyi dönemlerin bir yandan da hayatımızdan eksilen bir zaman dili­
mi olması, özellikle yaş 5o'yi geçtikten sonra, külçe halinde oturu­
yor içimize: Bardağın boş tarafı durmadan büyüyor. Dolu tarafıyla
avunmakta gitgide güçlük çeker oluyoruz: Daha kaç vaha kalmış
olabilir önümüzde?

478
Avara kasnak dolaştım dün, akşam Tiil'le buluşana dek. Rue de
Seine'den Quai Conti'ye, oradan Rue des Saint-Peres üzerinden
Sevres'e, sonra Saint-Sulpice civarına, arasıra bastıran yağmur
altında yürüdüm. Bonaparte'a oturup şarap-peynir faslı yaptım.
Gece, Vagenende'da 'son yemek' için köşe masadaydık. İstanbul'da
neden böyle yaşayamadığımızı kimbilir kaçıncı kez masaya yatır­
dık: iş, çevre, ülke ortamı, sürüklenme, neyse ne, bu koyuluk gün­
delik akışta korunamıyor.
Dün gece Josiane'ı gördük nihayet! Yaz boyu ortada yoktu. Nere­
de olduğunu sordum: "Nanterre'de" dedi. Sıcaklarda ne yapmıştı?
"C'etait terrible" demekle yetindi. Sigara paketinin üzerine üç euro
bıraktım. İçimiz rahatladı onu sağ salim görünce: Josiane mucizesi
nedense önemli bir işaret ikimiz için de.
Perche lo fai. Faris sonbaharından İstanbul sıcağına gidiyoruz
yedi-sekiz saat sonra. Herşey tıkırında gider umarım, geceyarısı
eve gireriz. Çıkar odalarıma, taraçadan İstanbul'a bakarım önce.
Yatağımı özledim. Yarının pazar olması çok iyi: İşe hemen gitmek
sarsıyor beni, bir gün de olsa araya giren, uyum sağlama açısından
kar kardır.
Birazdan Tül uyanır.

479
XXI 1

PARI S - L O N D RA
NISAN
2004
15 Nisan 2004 -

geceyansı
Yedi buçuk ay aradan sonra, bu akşamüstü indik Paris'e, gelip
Clement'daki oda+hücremize yerleştik: 104 numara sanki bir dev­
re mülk oldu bizim için. Yol gerginliği ile doluyduk ikimiz de bu sa­
bah, boşunaymış: Kolay, düzgün bir uçuş oldu. Ondört gecenin ikisi
Londra'da geçecek, oniki gün Paris özlemi için fena değildir.
104 numaradaki düzene öylesine alışmışız ki, yerleşmemiz hiç
vakit almıyor. Yarım saat sürmedi herşeyi oturtmak. Çıkıp Mo­
noprix'den alışveriş yaptık: Kahve, portakal suyu, bisküvi, kağıt
mendil, vb. Cafe Bonaparte'da bir mola verdik ve her zamanki gibi
candan karşılandık. Sonra yeniden çıktık, biraz yürüdük, Les Deux
Magots'da, Sancerre eşliğinde birer salata yedik. La Hune'de ilk
temas: Onbeş dakika. Klee'nin Bauhaus notlarını gördüm hemen.
Daha neler göreceğim kimbilir, ama şimdi sıkıntı dönemi, kendimi
tutmayı öğrenmeliyim.
Bu sabah, gazetelerde ayrılış haberim: Cumhuriyet, Zaman, Ak­
şam - onbeş yılı iki cümlede geçiştirmeleri doğal. Radikal'de Tar­
han Erdem'in yazısı: "YKY'de Ne Oluyor?". Dengeli, iyi bir yazı. Sa­
bah'ta beklenmedik bir selam: Haşmet Babaoğlu'ndan sıcak, övgü
dolu bir ses. Yarın öbür gün, herhalde Hürriyet'te, başka yerlerde
biriki nida daha çıkar, asıl söz uğultusu küçük topluluklarda olur.

483
Aydın aradı, Nilüfer aradı, Mehmet Duru aradı sabah, çıkmadan.
Bir gün öncesinde Ahmet Oktay, Oruç, Hakkı, Yaşar, başkaları -
Füruzan uğradı. Çocuklar perişandılar tek kelimeyle, en çok da Ek­
rem. Samih'le konuştuk. Sonuçta Cem, Ayfer, Hikmet dışındakileri
orada bırakıp bürodan çıktım: Bir daha dönmem herhalde o bina­
ya, yıllarımı geçirdiğim odaya.
Tül'le durmadan konuştuk, konuşuyoruz üç gündür. Bu seferki
kopuşum her zamanki duyguları doğurmuyor. Öncekilerde genç
ve öfkeliydim bir kere. Daha önemlisi, buradan büyük bir proje­
yi gerçekleştirmiş olmanın doyumuyla ayrıldım. Paris'ten döneli
tam yedi yıl oldu; bu zaman dilimi içinde çok yoğun çalıştım, üret­
tim. Şimdi tam tanımlayamadığım bir ruh hali içindeyim. Eskisi
gibi travmatik bir dönüm noktası değil bu. Bir tür boşluğa düşer
miyim? Enayilik olur: Yeni bir işe başlayana dek tezgahta arı ol­
malıyım. O açıdan, bu Paris yolculuğu çok iyi bir fırsat. Dönüşte
de, yepyeni bir çalışma düzeni kuracağım evde. Buna koşut olarak
yeni bir yaşama düzeni de. Nasıl? Bakacak, göreceğiz.
Bir de, 2004 içinde, başvurmak üzere çeşitli yurtdışı bursları
yoklamak istiyorum. Üç aylık, altı aylık, olabilirse yıllık birtakım
'fellowship'likleri denemeliyim. Bugüne dek yaptıklarım çeşitli ka­
pılar açabilir bana. YKY'den kopuş, belki de başka bir yaşama biçi­
mine geçmemi sağlayabilir.
Paris'te, kimbilir kaçıncı kez, bir dönemeci yaşamak, yeni bir
merdiven inşa etmek için bulunuyorum duygusu çöktü içime.
Hadi!

16 Nisan -
20.30
Paris'te bile huzur vermiyor pi�ikler. Bugün, Cem aradı, önce
hal hatır sormaya, sonra meşum haberi vermeye: Onun ve Ayfer' in
tazminatlarını ödememeye karar vermiş alçaklar. Benim şirketten
alacaklarımın da ciddi bir miktarını ödemeye niyetleri yok sanı-

484
rım. Hadi beni hedef almalarını bir dereceye kadar anlayabilirim,
ya YKY'ye onca emek vermiş iki genç insanı nasıl eli boş yollayabi­
liyorlar? Hangi yüzle yarın yüzüne bakacaklar çalışanlarının? Tam
tersine, hak vereceklerdir yapılan uygulamaya. Nefret ediyorum
Reich'ın "küçük adam"larından.
Oysa, müthiş güzel bir hava vardı bugün Paris'te: Ilık bahar gü­
neşi apaydınlık kılmıştı her yanı, birden kararttılar içimi.
Sabah kalkıp masaya oturmuş, fena sayılmayacak bir istimle
yola koyulmuştum. Kafamı ruhumu altüst eden haberlerden sonra
bilmem devam edebilir miyim? İyi ki uzaktayım, Paris oyalıyor hiç
değilse aklımı.
Bonaparte'da birer omletyedik öğlen, Tül'le. Pek ayrılmadık biri­
birimizden gün boyu. Sokaklarımızı arşınladık. Odeon'da, Flore'da
kahve molaları verdik. Epey yürüdüğümüz için yorgun düşüp otele
döndük, o içeride uyuyor, ben yıkanıp kısa bir siesta yaptım. Biraz­
dan yemeğe çıkarız.

17 Nisan -
11.50
Dün gece Seraphin'de yedik Tül'le. Uzun uzun insan ilişkileri,
iktidar sorunları üzerinde konuştuk. iktidarda olmaktan, kalmak­
tan nicedir yorgunum, götürdüğünün getirdiğinden fazlalaştığı bir
an vardır. Kafamdaki tek sorun, hayat çarkını nasıl döndüreceğim.
Zor bir konumdayım artık: Bana her türlü iş teklif edilemez, ben
her işi kabul edemem - iyice zorda kalmadıkça. Aynı cümleyi kuru­
yorum hep: Bekleyecek, göreceğim.

ıS Nisan -
11.15
Anladığım kadarıyla Paris'te Paris'i yaşayamayacağım bu se­
fer, doğal bu, istanbul'da olanların orada sıkışıp kalmaları, bana
uzanmamaları beklenemez. Öte yandan, tekrarlıyorum, inanılmaz

485
ölçüde iyi denk geldi bu yolculuk: Orada ne kadar kaçar, kaçınabi­
lirdim insanlardan. Basından, burada enikonu korunup uzak kala­
bildim sonuçta.
Dün, Cem' in üstüste telefonları, faksı ile sürdü Ayfer' le başlayan
bağlantı, gece Ayfer'lerde toplanacaklardı, arayacaktım aslında,
ama sinemaya gittik, çıkışta geç olmuştu. Arada annemi aradım,
kendi köşesinden kol çıkıyor yavrum, sıkı manevi destek veriyor.
Genç olmadığımı, gençlerin hareketlerini izleyerek daha iyi
anlıyorum. Sağlıklı öfkeleri, sağa sola hücumları, benim yaşımda
birşeyi biliyorsun: Olup bitmiştir herşey, en iyisi çekilip susmaktır.
Neyse ne. Benim yaşamımda uzun sürmüş bir dönem kapan­
dı. Cem'in dün gönderdiği yazı, o kendine özgü alay dolu edasıyla
bir dolu şey söylüyor, bana doğru ve haklı gelen şeyler, ama nesnel
olamayacağım bir konu bu, sonuç olarak duygularıma iyi geldiğini
söyleyebilirim. İyimser bir gelecek projeksiyonu var orada: ileride
yeniden büyük bir projenin başına getirilmem sözkonusu olur mu?
İnsanları rahatsız ettiğimi unutuyor Cem. Kendilerine güvenen
birileri ancak böyle bir öneri getirebilir bana, onlar nerededir, var
mıdırlar?
Paris'te düşündüğüm şeylere bak. Sokaklara düştüğümde uzak­
laşıyorum konudan, ama bugün hava yağmurlu, oldukça soğuk ve
kasvetli, bakalım ne yapacağız. Yarın, Londra'ya geçiyoruz. İki
gece kalınacak. Sonra, belki biraz hafiflemiş (nasıl önemli bu, asıl
önemli olan o) , Paris'e geçeriz yeniden - 29'undaki dönüşe dek.

ıS Nisan -
23.15
El Chuncho'da yedik bu gece, karnım şişti iyice, üstüne Les Deux
Magots'da kahvelerimizi içerken bir de ;tarte tatin' götürünce ziya­
fet tamamlandı. Dün gece yeni açılan bir Çin lokantasını denedik­
ti, berbattı yemekler, öğlenleri de hafifgeçiştirdiğimiz için bu gece
ipin ucunu kaçırıverdik.

486
Samih'le konuştum arada. "Oranın keyfini çıkarmaya bakın"
dedi. "Buraya dönünce tadınız nasıl olsa kaçacak". Doğru da, orada
tadımızın kaçmaması için biraz önlem almayı düşünüyorum. Dur­
madan bu hikayeyle uğraşılmaz sonuçta, sayfayı çevirmek gerekir
bir noktada.
Dün, Julianos'u yeniden okumaya koyuldum ve yarıladım: "Mi­
sopogon" (Sakal Düşmanı!). Ne sıkı metin! ı.700 yaşına gelmiş bir
metnin hala heyecan uyandırması yazının bir büyüsü değilse ne­
dir?
Gece, Eric Rohmer'in taze filmini gördük: Triple Agent.
Tam anlamıyla bir örümcek ağı. Sinema buysa, ki bu, ötekilere
başka bir isim bulmak doğru olur. Edebiyatta da gidilmesi gereken
ayrım bu. Rohmer, gerçek ile sır arasındaki ilişkiye görülmedik bir
yaklaşım getirmiş.
"Uykunun İçinde"ye başladım: Kendi fotoğraflarımdan hare­
ketle kurduğum bir düş anlatısı tasarısı - iki yıldır defteri bekliyor­
du.
Yarın Londra.

20 Nisan, Londra -

08.30
Keyifli bir yolculuktan sonra, dün öğleden sonra vardık Lond­
ra'ya. Eurostar her bakımdan ideal: Uçak korkusu yok (Tül'ün tünel
korkusu da var tabii!), havaalanı dövüşleri yok, daha ne olsun. The
Pelham Hotel'deyiz, 105 ve 106 numaralar, sigara hikayesi yüzünden
iki ayrı oda tutmak zorunda kaldık. Şirin bir otel, gelgelelim odaları
çok kasvetli. Bereket hava günlük güneşlik, şansımız varmış.
Otele yerleşip yollara düştük dün, çılgın gibi yürüdük. Bütün
Knightbridge'i katettik, Hyde Park Corner'dan Mayfaire'e daldık,
Oxford Street'e dek tırmandık, sonunda yorgun düştük ve Lancas­
hire Court'ta bir bara çöktük: Dante's. Gece, hoş bir yemek yedik bu
yakınlarda.

487
Londra, her seferinde, tarifi kolay olmayan bir duygu alaşımı ya­
ratıyor içimde. Burada bir süre yaşamak isterdim doğrusu, bir süre
de Cambridge'de ya da Canterbury'de kalmak isterdim, havasına
suyuna nüfuz etmeme başka türlü izin vermeyeceği açık. İngilizle­
ri sevmeme duygumu belki böyle yenebilirim ayrıca: Saçma birşey
İngilizleri sevmemek, bütün genellemeler kadar saçma ve yanlış
bu, biliyorum. Gene de, pek az Devlet (Almanya bile değil) vatan­
daşlarına uzaklık duyulmasına bunca yol açmıştır tarihten bugüne,
diyebiliyorum hala. "Plati"yi yazarken bir kez daha 'ada edebiyatı'
üzerinde düşünme fırsatım oldu, ama bu ada başka, bir benzeri ol­
mamış Tarih sahnesinde: Öteki adalar kurbandır hep, buysa cellat­
lığı elden bırakmamış -siyaseten.
Demin telefonum çaldı: "Enis bey kardeşim, iyi şeyler yapa­
nın başına Türkiye'de bu gelir" - Yalçın Küçük. Ne yalan, iyi geldi
sesi, sözü. Karamehmet'in YKY'yi yaşatacağı kanısında, herhalde
Ömer'in iyimser laflarım dinledi beni aramadan önce! Karameh­
met bankasının kontrolünü bile elinde tutamıyor, şirketi nasıl ya­
şatsın. Operasyonun hareket noktasının ne olduğunu anlamanın
tek yolu var, o da Hürriyet gazetesi okumak: Bu konuda satır haber
yeralmadı gazetede, AKP'nin BDDK'sından çekindikleri ortada.

21 Nisan -
23.45
Akşamüstü günlük güneşlikti Faris, şimdi gökgürültülü yağ­
murlu, yarın da böyle geçecekmiş. Bu bahar havasını seviyorum,
gidip gelmeleri seviyorum. İşsiz kalmanın bir yararı da bu ola­
cak önümüzdeki günlerde : Atmosfer hareketlerini daha düzenli
izleyebileceğim evden, taraçalardan. Çok fazla 'sosyal' olmaya
niyetim yok aslında: Haftada birik;, gün görüşmeye çalışacağım
insanlarla, gerisinde sıkıdüzen içinde yürüteceğim tezgahtaki
işleri. Kaldı ki yardımcım olmayacak bundan böyle, yıllardır on­
lara yaptırdıklarını üstüme kalacak. Ola ki arasıra birilerinden

488
yardım alabilirim, ama asıl işi üstlenmek zorundayım gündelik
yaşamda. Bir ritm bulacağım herhalde: Biraz yürüyüş, evin alış­
verişleri, arasıra Tül'le sinemaya, konsere, vb. Bakalım hele.
Gece Lipp'de nefis yedik. Günlerdir adam gibi yememiştim, iyi
geldi. Saint-Estephe içtim. Sonra Cafe Bonaparte'a çöktük, biraz
yürüyüp. Birileri yaklaştı masaya, meğer İbrahim Şakar'ın kızkar­
deşi Esin'miş, kucaklaştık yıllar sonra.
Geçen gün de, Chai de l'Abbaye'de zarif bir adam yaklaştı masa­
ya, YKY konusunda çok güzel şeyler söyledi.
Paris'e ne çok Türk geliyor aslında.

22 Nisan ­
oo.05
Sabah, Vermeer denemesine giriştim. Öğlen, Tülle Le Sor­
bon'da buluşmaya giderken Fatih Özgüven ile karşılaştım: " Ba­
kıyorum işten kurtulunca soluğu burada almışsın". Başka tek söz
yok tabii. Bu iş böyle kapandı diye sevinenlerin nüfusunu ölçmek
zor. Banu'yla konuştum, İsmail peşimdeymiş, işte gerçekten üzü­
lecek bir avuç insandan biri. Korsika'dan kitaplarım hfila gelme­
miş.
Epey yürüdüm ı6.3o'a kadar. Rue Galande üzerinden Bievre'e,
oradan Medicis'e. Bir sürü kitapçıya girdim çıktım. Bereket pek
az kitap çeliyor aklımı. Gibert'de CD'lere baktığımda da. Sonuçta,
Jordi Javall'in yeni Marin Marais'siyle yetindim. Akşamüstü bir
siesta çektim. La Hune'e gidip bir saat daha tarama yaptım. Tül'le
Bonaparte'da buluşup liifladık, ardından da Rue de Buci'deki İtal­
yan lokantasına gittik. Gece Les Deux Magots'da noktalandı - güzel
konuştuk arada, güzel ve derin.
Sigarayı 45'den 3o'a indirdim. Zyban eşliğinde.

23 Nisan -
12.oo

489
Ayfer'den haberler: Ferit müthiş bir kampanya yürüterek 48
yazardan imza toplamış ve 8 gazeteye göndermiş. Kimin ne olduğu
bu durumlarda ortaya çıkar; Ferit, beni baştan beri yanıltmadı ki­
şiliğiyle, dörtdörtlük bir tutarlılık.
İmza atmakla yetinmeyip sıkı yan metinler gönderenler olmuş:
Artun, Sadık, M. Taner, Celfil Şengör ve başkaları, dökümü dönüşte
göreceğim. Adalet imzalamamış, tersi olsaydı şaşırırdım. Yiğit ve
Vüs'at O. Bener imzalamamış, dönüşte "çok üzüldüm" yazacağım
Vüs'at beye. Yiğit, Serhat'ın arkadaşı, doğaldır. Mıdır?
Timour'u aradım, ulaşamadım, mesaj bıraktım: Paskalya için
gitmiştir bir yerlere.
Selçuk Demirel'le buluşuyoruz yarın. O da oldukça ilgisiz, ha­
bersiz, dolayısıyla duyarsızdı. Oysa Güzin, ta Paris'ten imza yolla­
mış Ferit'e.
Tahsin beyin "Vatandaş"ı yayımlanmış - çok sevindim.

24 Nisan ­
ıı.oo
Meksikalı da ağır ve içkili yemiş olmaktan mı, günlerin fiziksel
ve ruhsal yorgunluğundan mı: Dün gece, oı.30 dolaylarında yattım,
güç bela uyku tutturdum ama 03.15 dolaylarında kalktım, iki "min­
yatür" yazdım, 05.oo'i geçe yeniden yattım ve 1ı.oo gibi uyandım
- neredeyse dinlenmekten yorulmuşum.
"Özgür" kalmak, gerçi -şimdilik- gergin bir özgürlük duru­
munda olmak, bu yolculukta, tezgahı gevşek tutmama yol açtı:
ıo günde yaklaşık 25 sayfa yazmışım, aslında Londra'yı düşerek
7 günde demeliydim. Sıkıştırmıyorum kendimi, hem içim daral­
dığı için, hem de önümde aylar sürec�k bir işsizlik dönemi bekle­
diği için. Bu hafta böyle geçer, dönüş� en az bir on gün böyle ge­
çer, gerçekçi olarak Mayıs ortasından önce sakinleşip yeni düzen
kurmam beklenemez. Endişem, maddi belirsizliklerin ve öteki
etmenlerin bu işsizlik dönemini bana zehir etmesi. Oysa, kaç za-

490
mandır "bir üç ayım olsa", "altı ay boş kalsam" diye siftinip duran
benim!
Tazminatım ödenirse, bir parça rahatlayacağımı tahmin ediyo­
rum. İçimden bir ses, yarısını güç bela ödeyeceklerini söylüyor. Altı
ay ancak idare edebiliriz. Ah, bir "uzun burs" bulabilsem: Altı aylık,
bir yıllık olanlardan. Sanırım, psikolojik olarak enikonu rahatlatır­
dı o gelişme beni, çünkü maddi açıdan ferahlatırdı.
İşin bir ucu bu: 'Boş' zaman çıkmış ortaya, gelgelelim güvence­
sizlik duygusu masabaşını derin etkiliyor. Daha önce, işsizlik dö­
nemlerinde, 1984-85 ve 1987-88 bunu yaşadım ben. Gerçi, tam "sı­
fır noktası"nda kalıyordum hep, şimdi bir süreliğine, kısa da olsa,
"güvence"m var; ama, 32-33'ümde değilim artık, 52'yi devirdim,
koşullar çok farklı. Ya hiç iş bulamazsam?
İşin öteki ucu şu: Ya hemen yeni bir iş bulursam?! 'Boş' vakit hiç
kullanılmamış, ya da birkaç aylık 'boş' vakit kötüye kullanılmış olacak.
Buyurun!
Aslında, bu 'dönüm noktası'nı doğru değerlendirmek, aklıba­
şında kararlar almak için fırsat saymak gerekir. Kopuş, yeni bir
düzene geçişi hazırlayamaz mı, buna bakmalıyız. Tül'le birlikte.
Forsa düzenine girmeden nasıl yan gelir sağlanabilir, sağlanabilir
mi, araştırılmalı. Bütün bunlar için paniksiz olmak, sağlam biçim­
de akıl yürütecek derlenmeyi toplanmayı yapmak önemli: Hayat'ı
yeniden toparlayarak tutma çabası, diyelim buna.
Sorun, ölçüm-tartım işlerinde soğukkanlı ve akılcı olmak ya, bu
çerçevede enikonu başarısız biri olduğumu unutmuyorum!
Öte yandan, koskoca şair-yazarın, Türkiye'nin kültür yaşamı
için bunca çaba harcamış birinin haline bakalım: Acınası portre.
En çok sinirlendiğim de, tuzu kuru sayılmamız. Bırak sıkıntıda ol­
mayı, pek çok kişinin bizi zengin sandığını biliyorum. Tepelerine
çöksün zenginlik.
Paris'te, bunları düşünüyorum hep. Neyse ki burada, sıcak
olay yerinin uzağındayım, birçok şeyi hafif atlatmamı sağladı bu.

491
Dönüşe, ortam iyice süt liman hale gelmiş olur; 48 yazarın çıkışı
da sönüp gitmeye yazgılı bir iyi niyet çabasıdır sonuçta - hafıfsedi­
ğimden değil, tam tersine gönendiriyor o tavır beni. Ama artık ko­
nunun kapandığını bilmek gerekir: Bir defter kapandı. Son sayfası
çirkin olsa da, içi güzel dolduruldu.
Paris'te başka şeyler de yapıyorum tabii. Dün öğlen, Tül'le Les
Deux Magots'da birer omlet yedik, Pouillyve Givry eşliğinde. Sevres
-Babylone'a dek, yolda dalga geçerek, birlikte yürüdük. Orada yol­
ları ayırdık, ben Les Belles-Lettres'e gittim. Bir buçuk saatı aşkın
ayrıntılı raf taraması yaptım. Neler çıkmış gene! Nazianze'nin şi­
irleri, yeni Petrarca'lar, vb. Kitap hiç almayacaktım bu sefer, da­
yanamadım iki şiir kitabına uzandım: Maurice Sceve'in farklı bir
eleştirel basım "Deliensi ve yeni bir Gongora soneleri çevirisi: Olur
muydu almamak, olmazdı!
Akşamüstü yavrumla otelde buluştuk: Arnys'den çok şık bir yakasız
gömlek almış bana! Çıkıp alyansını almaya gittik. Yürüdük ve El Chun­
cho'ya attık kapağı. Bayağı kafayı da bulduk.
Bonaparte'da tamamladık geceyi. Yalnız müdavimlerden biriyle
selamlaştım, öyle mutluu bir ifade yerleşti ki gözlerine, kötü oldum.
Hayat işte böyle. Elimizdekilerin kıymetini bilmeliyiz. YKY'ymiş,
hikaye! Tül ve ben, Resim ve Yazı, birkaç dost, daha ne olabilirdi -
gerçekten de?
Le Point'dan arayan adam, bütün konuşmamızdan iki cümleyi
söküp koymuş yazısına. Geçen sefer de böyle yapmıştı. Bir daha ko­
nuşmayacağım o herifle, kaldı ki adını bile hatırlamıyorum. Gaze­
teci, dünyanın her yerinde aynı zerzevat türü.
Bugün Gibert de olacağım.
Sonra Bonaparte'da Selçuk' la.

25 Nisan -
12.30
Berbat, kesik kesik bir uyku, arada kalktım da, sonuç: Geç uyan-

492
dım. Gece yemekleri yüklü ve içkili geçiyor ya, birazı bundan. Dö­
nünce sıkı düzene gireceğim. İstanbul'da, yaklaşık 5 kilo vermeli,
30-35 sigaradan ıo-ı5'e inmeye çalışmalıyım - sağlık bu kadar hor
kullanılabilir.
Bir Gibert Jeune seansı çektim dün, not defterime kitap başlık­
ları düşerek. Bir İtalyan Gölleri Rehberi, bir Risset, bir Ungaretti
risalesi aldım dayanamayıp. Sahi, üç hafta sonra İtalya faslı var.
Oradan dönüşe işte gürültü patırtı tam bitmiş olur.
Gece, Vagenende'da yedik Tül'le - keyifliydik. Uzun bir yürüyüş
yaptık sonra: Maubertüzerindenile St. -Louis'yeve Louis-Philippe'e.
Gece Bonaparte'da noktayı koyduk. Yürüyüş sırasında Deha'yla
karşılaştık, ı8 yıl geçmiş aradan, çok değişmişiz besbelli: Dış görü­
nüş olarak.
Bugünün programı: Beaubourg, Marais.

26 Nisan -
09.00
Son üç güne girdik, dördüncüsünde, Perşembe akşamı dönüş
için uçakta olacağız - kısmetse.
'Özel' bir Paris oldu bu kez. Yedi aydır gelmemiştik ama gelira­
yak yaşanan kopuş, yolculuğa ister istemez mührünü vurdu. Gece
geç saat, otelin bilgisayarından internete bağlandım, meğer ne kolay
hikayeymiş (! - benim kuşağım hfila uyum sağlayamadı o işe), hem
e-postaları, hem forumdaki mesajları okudum: Küçük cemaat baya­
ğı hüzünlü ve öfkeli, olup bitenlerden. Eskiden böyle bir ortam yok­
tu, çekirdek-çevrenin tepkilerini bilemezdik; şimdi, üstelik yazılı
biçimde, uçuşuyor dile getirdikleri - ne yalan, iyi geldi okuduklarım.
Bir tek. Armağan hafif şaşırttı beni: Sağduyululuk, aşırı kaçtığında
farklı bir duruşa yol açabiliyor, bunu ona yazacağım.
Bayağı yorulduk dün. Tül ve ben. Öğlen çıktık ve Cluny parkında
bir süre şaşkınlıkla ağaçlara, bitkilere eğildik. Montagne Ste.-Ge­
nevieve üstünden Cafe Souffiot'ya gittik ve bu kez oturaklıca bir

493
öğle yemeği yedik. Sonra maraton: ile St.-Louis, Marais sokakları
ve Beaubourg. Birlikte Penon sergisini, tek başıma Miro retrospek­
tifini gezdim. ıg.oo sularında otele vardığımızda gövdelerimiz pes
etmişti. O saatta yattık çaresiz, 2ı.oo gibi çıkıp Les Deux Magots'da
bu kez hafifyedik: Salata, şarap. Hava olağanüstü güzeldi dün, gece
de. Saint-Sulpice meydanında oturduk ve koklaştık. Geceyarısı,
Tül Rhumerie'ye caz dinlemeye oturduğunda ben İnternet'teydim.
02.00 gibi yattık. Ama uyku tutmadı. Tül, sanırım Fassbinder'in bir
filmini izliyordu, dehşetle NSP ile AKP yükselişi arasındaki ben­
zerliklere takılarak bir tirad çekti. 'Demokrasidir, birşey olmaz'
yaklaşımı elbette aymazlık; gelgelelim, hiçbirimiz, Türkiye'deki
gidişatın yaşamı olanaksız kılacağını düşünmüyoruz hfila. Mesaj­
lardan birinde, forumda, "önce TÜBİTAK ve Şehir Tiyatroları, son­
ra YKY, bakalım sıra kime gelecek" diyordu. Abartı mı, gerçekçilik
mi? Oturup enine boyuna konuşulmalı, düşünülmeli. Çevremde
pek çok kişi, olayın böyle bir boyutta okunmasını 'işin büyütülme­
si' olarak görecektir - oysa değil.
Timour aramış, bilmem görüşebilecek miyiz?
Leslie'yi arayabilecek miyim?
Bu akşam Patrick'le buluşuyoruz, Tül'ün resimlerini getiriyor,
gece birlikte yiyeceğiz sanırım.
Bugün, hesapta, Grand Palais var - 'Hokkabaz için bir PS' yazma­
ya niyetliyken, görmem gereken bir "Sanatta Palyaço" izlekli sergi.
Sarp' la konuştum gece: Fener, ne yazık ki şampiyon gibi artık.

27 Nisan ­
ıo.oo
Amma hareketli geçti dün, san,ki İstanbul'daydım. Öte yandan,
iyi ki Paris'teydim, beni oyalayaqak pek çok şey var burada. Ne
olursa olsun, YKY olayı merkezde kaldı, bir süre daha böyle olacağı,
kalacağı belli - dönüşte de. Birşeyin bitmesi için onun bıktırasıya
konuşulması şart mıdır?

494
Selçuk, Sarp, Banu, Hikmet derken, Doğan'ın yazısı, Adalet'in
"açıklama"sı, Cumhuriyet'in yarım sayfası elime ulaştı. Ferit, Ay­
fer, imza veren, görüş veren arkadaşlar, yazarlar iyi iş çıkardılar
açıkçası. "Politika kültürü ele geçirdi"nin ağır basması da çok iyi.
Doğan açık, dört-dörtlük bir yazı çekmiş, idarei maslahattan eser
yok. Konuştum onunla, teşekkür ettim; o arada Ayşe Arman'ın rö­
portaj isteğini iletti, elbette reddettim, mecbur bırakılmadıkça ko­
nuşmayacağımı bilmeliler. Adalet'in "açıklama"sı var sahi, bir de:
Tam bir kepazelik belgesi, ama onun encamı, bu değil midir? Ne
kin, ne öfkedir, bir cephenin sözcüsü aslında - oradan başka sesler
de gelecektir.
Öğlen, Le Gentilhommiere'de yedik Tül'le. Hava olağanüstü gü­
zeldi, erken düşmüş bir yaz günü. Sonra, Grand Palais'ye gittim, La
Grande Parade sergisine - dopdolu, insanın içini dışına taşıran bir
çalışma. Çıkınca yürümeye koyuldum. Champs-Elysees boyunca
parkın içinden ilerledim. Bir ara durup Ekrem'i aradım, sesimin
ona iyi geleceğini bildiğim için, istifa edememiş olması çok rahat­
sız ediyor onu, farkındayım, sesim sanırım iyi geldi ona. Boulevard
Saint-Germain'i başından ortasına hızlı bir yürüyüşle katettim,
Chai de l'Abbaye'e çöktüm ki Tül aradı vb. geldi, yavrum bir çift
ayakkabı almış bana. Şimdi işsiz kaldım ya, birşey alamam kolay
kolay kendime, kitap-C D bile.
ıg.oo'da Patrick aradı ve Tül'ün St.-Nazaire)le sergilenen resim­
lerini getirdi. Önce Nicolas'ya oturduk, şarap {çmeye. Olayı anlaün­
ca dehşet şaşırdı ve üzüldü. "Burada, bir yayıncı ıs yıl sonra işinden
ayrılınca büyük para alır" dedi ya, gülümsemekle yetindim. Bizi bir
İtalyan lokantasına götürdü, Timour da gelecekmiş, üstelik benim
MEET'in yeni sayısında yeralacak şiirlerimin çevirileriyle, o da çok
şaşırdı tabii: "Bir dönemin sonu" - yerli yabancı herkesin bunu söy­
lemesi ilginç. Düşündürücü de. Bir dönem bitmiş demekse, nasıl bir
dönem başlayacaktır acaba? Timour yanında başka bir dergi getir­
miş. Noemi, meğer "Su, Tüyün Üzerinde Bekler"i çevirmiş, baktım

495
çok da fena değil. Bu kadar işe sarılacağı aklıma gelmezdi doğrusu,
Tahsin bey örneğin, "Vatandaş"ın çevirisinden çok memnun kalmış.
Timour, Noemi'nin benimle barışmanın yollarını aradığını söyledi
- arada, "Fayum Portreleri"ni çevirmiş. Timour da "Gri Dlvan"dan
epey ilerledi. Sonunda bir kitap çıkabilir bütün bunlardan. Gün ola.
Biraz "sejour" işlerini görüştük. Kolay değil tabii. Çoğu kısa sü­
reli ve sefil burslar, anladığım kadarıyla. Bana gereken, Berlin tipi
bir burs, o da çok güç görünüyor şimdilik - belki ileride.
Geceyi bir caz kulübünde tamamlamak istedik, kapalıymış. Ça­
resiz Bonaparte'a çöktük. Kasım'daki Meeting üzerinde konuştuk
epey, döner dönmez yazmalıyım metnimi.
İyi uyumuşum. Çünkü yorgundu zihnim ve gövdem.
Son iki gün.

27 Nisan -
22.oo
Oteldeyiz ama daha akşam yemeği yemedik, Tül içeride
Colette'le ilgili bir film izliyor çünkü! Ben uzun bir La Hune sean­
sından eliboş, defterim notlu döndüm: Uzun süre bütçem olma­
yabilir bu işlere, kendimi alıştırmalıyım.
Bugün, tazminat işi aydınlığa çıktı. Yalnızca emeklilikten do­
ğan, yedi ay önce doğan hakkımı alabiliyorum - onu vermemek
zaten ellerinde değil. Onun dışında tek kuruş almayacağımı öğ­
rendim bugün, Levent'ten. Onbeş yıl sonra böyle uğurlanmak
doğrusu insanın içinde sevgi uyandırmıyor.
Neyse, o defteri de kapatalım. Adamları mahkemeye bile verme­
yeceğim, nasıl olsa güçlüler kazanıyor her yerde.
İsmail aradı, canım, Manchester'pan buraya beni teselli etmeye
gelecekti, bıraksam. Hep söyledim: !tasların hasıdır o.
Serseri mayın dolaştım bugün. Tül birşeyler daha aldı bana. Bir
pantolon da kendim aldım nasılsa - yazı çıkarırız artık. Kışlıktan
yana birkaç yıl daha idare ederim zaten.

496
Akşam, Les Deux Magots'da Sancerre. Çıkarız birazdan.

28 Nisan -
20.oo
Son tam gün de bitti bitiyor, yarın ı8.3o'da uçağımız, şehirden
ı5.oo sularında ayrılırız herhalde; herşey yolunda giderse geceya­
rısına doğru evimize girmiş oluruz. İstanbul'da küçük bir curcuna
bekliyor beni.
Dün gece El Chuncho'da tıkabasa yedik, gene de çok fena uyuma­
dım, bir küçük kesinti dışında. Öğlen birlikte çıktık Tül'le, onun pla­
nına uyarak Palais-Royal'e gittik, dolaştık epey, Passage Vivienne'e
uğradık, sonra bahçede yemek yedik. Hava hfila yumuşak, bu akşa­
müstü biraz serinlemiş olsa bile.
Sonra ayrıldık Tül'le, Carroussel'deki Nature dükkanında oya­
landım epey, yürüyerek rive gauche'a geçtim, Chai de l'Abbaye'de
bir portakal suyu içip dinlendim. Ardından Cluny'ye, Compagnie
ve Gibert'e sırayla uğrayıp göz banyosu yaptım, Tül için iki Colette
alıp otele geldim. Birazdan akşam yemeği için çıkacağız.
Bugün, bir de, Rebeyrolle sergisi gezdim Galerie Claude Ber­
nard'da.
Banu aradı gözyaşları içinde, ben de fena oldum, ona "ihtiyaç"
duymayacağını söylemiş Ali ihsan. Bu arada, basımevindeki iki ki­
tabım da durdurulmuş, Ömer tarafından. Bu işler böyledir, elin bu­
laştı mı battıkça batarsın. Yönetim kurulu toplantısı yapıldı bugün,
kimbilir ne "karar"lar çıkmıştır! Kalan arkadaşlar düşünsün artık.

497
XXI 1 1

R O MA - PARMA - S I E NA
26 Mayıs '04, Roma -

10.30
Villa Medici'nin iki adım berisinde, Hassler'in arka bahçesin­
de, ortancaların ortasında birbaşıma, oturuyorum. Ağaçların yap­
rakları arasına yerleşmiş kuşların seslerini saymazsam, pürüzsüz
bir sabah - tıpkı gökyüzü gibi: Bu sabah uyanıp perdeleri araladım,
sonra ilk sigaramı tüttürmek için balkona çıktım, tek bir bulut par­
çası yoktu gökyüzünde, önümdeki geniş panoramanın tam ortasın­
da San Pietro'nun kubbesi yükseliyordu, dumanım havaya karışır­
ken Roma'yı düşündüm.
Dün gece geç saat, birer margarita eşliğinde, gene bu bahçede,
Tülin'le birlikte. Roma üzerine konuştuğumuz için belki de. Bilmi­
yorum, uykuma taşımış olabilir miyim o konuşma parçalarını ya
da akşama doğru, sonra da Alla Rampa'da yemek yerken, yemek
sonrası gördüklerimi, pek çok şey biraraya gelmiş olmalı, yıllar yılı
Roma'ya her gelişimde bende birikenler, yaklaşık altı yıl önce Hass­
ler'de kaldığımızda yaşadıklarımız, herşey değilse bile pek çok şey
biraraya gelmiş olmalı.
Elimin altındaki biraz hırpalanmış, kimbilir kaç yolculukla
bana eşlik etmiş katlanır Roma haritasının, ı: 15.ooo ölçekli gez­
men haritasının bir tarafında Colosseum, öteki tarafında Piazza
di Spagna'dan yukarı tırmanan basamakları dolduran insanlar ve

501
Trinita tepesinden bir kesit görünüyor: Bu sabah çıktığım balkon
o karenin içinde, yukarıdan bakıldığında, her ırktan ve yaştan tür­
deşlerim akıyor oradan, gerçek bir akarsu gibi, bir zerre ötekini iz­
liyor. Kendi farkımı aradığımdan, bir tür endişeyle kendime ayrı­
calıklı bir statü aramaya kalkıştığımdan değil, pekfila biliyorum ki
o zerrelerden biriyim hepsi hepsi, ama nasıl belli bir anda belli bir
açıdan fotoğraf çekmek üzere olan kişi biriciklik koşulunu yaşıyor­
sa ve kimse onunla bu koşulu paylaşma durumunda olamazsa, ben
de balkondan baktığım, bakarken belli bir düşüncenin peşisıra ava­
re bir akışa imgelemimi bıraktığım kesitin içinde yapayalnızım.
Orada, iki Roma'dan birinde, öbüründen yeni kopup gelmiş, iki
şehri biribirine yaklaştıran bir renk midir, yokluyorum.
Dileyen ikisini karşıkarşıya, yanyana getirir, içiçe üstüste geçi­
rir, yabana atılamayacak sayıda ortaklık bulabilir; evden Yeşilköy'e
hep sahil yolundan giderim, yol boyu surlardan gözümü ayırmam
hiç, Leonardo da Vinci havaalanından Roma'ya gelirken Caracalla
hamamlarının, Palatino'nun yanından dolaşırken de taşın, tuğla­
nın üzerindedir bakışlarım, biri erirken öteki büyümüş, birinden
ötekine ne çok öge sıçramış, önce renk oysa.
Ayasofya'nın özgün rengini tamtamına bilemeyiz. Mabeyinci
Pavlos'un dilindeki şifadan tartacak donanımdan yoksunum; gel­
gelelim, Latince'nin renk sözlükçesiyle Yunanca'nınki hepten ör­
tüşebilir mi, bir dille bir başka dilin ayırtılan çakışabilir mi, buna
inanmak bana güç değil, olanaksız görünüyor - bir şiirin çevrilme­
si, onun bambaşka, yeniden yazılması ya, renkler farklı mı?
Nedir şu, sözgelimi: Terracota mı, Mars kahverengisi mi, al kızıl
mı, kiremit mi, hangi kiremit, nerenin kiremiti, toprağı, kili?
Gören de birilerinin bana Ayasofyş.'nın ilk renginin olduğu gibi
Roma'dan sıçradığı bilgisini, görüşüni}dayattığını, benim de diren­
diğimi, bu yakın hısımlıktaki benzerliğin sakladığı, içinde mahfuz
tuttuğu farka ısrarla dikkat çektiğimi sanacak. Kimsenin bana bir­
şey söylediği, söyleyeceği yok Hassler'in ıssızlığını koruyan arka

502
bahçesinde, bu mayıs sabahı; milyonlarca kişinin sokaklarında
dolaştığı, evlerinde yaşadığı Roma'da, en azından bu sabah, ma­
hut renk konusunun bir başkasının daha tasası olabileceği oldukça
şüpheli açıkçası.
Kaldı ki, ben bile, benzerliklerin benzerlikler arasında aranma­
sına yatkın biri sayılmam: Dün akşam, Tülin'le Orsolino'ya saptık
bir ara; Roma'da oturmak, yaşamak isteyeceğim köşelerden biri,
elbette, her zamanki gibi bir çıkmaz sokak, aklım, hemen Peri Çık­
mazı'na sıçradı gitti, iki sokağı karşılaştırın, başka bir ortak yönle­
rini bulamazsınız.
Ama renk.

27 Mayıs, '04, Roma -

10.30
Çoğu gündüz, beş saatı aşkın yürümüş olmalıyım şehrin çekirde­
ğinde. Çocukluğumda geldiğim Roma'dan hiçbir iz kalmamış belle­
ğimde - nasıl kalsın, iki yılımı geçirdiğim Napoli'den bile bana kalan
hepsi hepsi buğulu bir imge. Yetişkin halimle, ilk kez ı974'te geldim
Roma'ya, o gün bugün, tam otuz yıl geçmiş aradan, her yolum düştü­
ğünde, malum her yol bir biçimde Roma'ya düşermiş uzak bir geç­
mişte, şehrin benim için, pek çok gezgin açısından geçerli olduğunu
sandığım iki ayrı çekirdeği oldu: Biri, eski Roma'nın katmanlarını
içeren kesittedir ve Trajanus sütunu nedense tıpasıdır imgelemim­
de, çekip çıkarılacak olsa yerinden toprak herşeyi içine çekip yuta­
caktır, böyle düşünüp algıladım öteden beri, imparatorluğun mer­
kezini; ötekisi bir meydanın ortayerinde dikilen bir heykel: Benim
için orada başlar ve biter ikinci Roma: Sabahın ilk saatıyla gecenin
sonuncusu uçlarıdır.
Bütün bunların kendi hikayenizle bağlantısı dolaysız, hiç şüp­
he yok; Roma gibi yüksek efsunlu şehirlerin yabancısına sunduğu
çok sayıda odak olduğu tartışılmaz - buna karşılık, kimin hangisini
neden seçtiği, mıknatısına kapıldığı, her hikayenin özel kalıbında

503
gizli. içtakvimimde Roma'ya en geniş zamanlardan birini, ondan
kovulmuş, püskürtülmüş. Karadeniz kıyısındaki bir noktada, ken­
disine seçilen bir yeryüzü cehenneminde yıllarını şehrinin sesini,
kokusunu, evet rengini özleyerek geçirmiş Ovidius'a ayırdığımı
bilen biliyor. Oysa, şehrin geniş zamanlarına saçılmış nice sayfa­
yı nice tutkununun, uzaktan 'buraya ölünecek yer' diye gelenlerin
doldurduğu ortada. Keats'in "Hıristiyan olmayanlar mezarlığı"na
gömülmezden önce, kısa ama yoğun yaşamının son iki yılını geçir­
diği evde, son gecesini geçirdiği odada, yanındaki duvarda son mas­
kesinin durduğu tek kişilik yatağının başucunda dikilmiş, büyük
bir kataloğun içinde yerini almış 'geçip giden'lerini düşünüyorum
Roma'nın. Hepsi tek bir yüzde, gövdede buluşmak üzere eriyorlar
o an: Her yol bu şehre çıkar mı bilmiyorum, benim yolum hep aynı
meydana çıkıyor sonunda.
Sabah pazar açılmış, satıcıların alıcıların yekvücı1d bir uğultu
oluşturdukları meydana artıklar kalmış, bir çöp kamyonu ve bir te­
mizlik aracı parke taşları daireler kurarak temizliyorlar. Campo dei
Fiori'ye, heykelin sırtından göründüğü bir açıdan girdik, bir süre
temizlik çalışmalarını izlemek durumundayız: Tülin ve ben, bir kö­
şede dikiliyoruz. Yoldaşımın aklından geçirdiklerini, o konuşmaya
koyulmadıkça kestiremem; benimkinden otuz yıldır Opera'nın ko­
van uğultusunu andırsın istediğim, ı Şubat 1600 gününe saplanmış
bölümünün içinde dönen, dönenen kelimeler geçiyor hep, bütün
sorun onları tutmak, tutabilmek değilse nedir?
Soran olmuştur, olacaktır daha, kendinizi Giordano Bruno'yla ya
da Abbas bin Firnas'la, başka bir uçta Halil Şerif Paşa ya da Celan'la
özdeşleştirdiğiniz anlar, dönemler oldu mu? Ah, nasıl söylenebilir
ki şu: İnsan en büyük çabayı kendisiyle özdeşleşip özdeşleşmediği­
ni anlayabilmek için harcamaya hazırdır, gene de iş bu yürekliliği
göstermeye geldiğinde ricat borusunun sesi çıkagelir.
Heykellerin kıpırdadığı, gençliğimde başlayan bir tür sanrılı ta­
kınak olarak tanımlanabilir sanıyorum. Onları görmüşümdür. Pek

504
azını işittim buna karşılık. Bruno fısıldıyor bana yıllardır. Başkala­
rından, herkesten mi emin değilim, esirgenmiş sesler bunlar. Fısıl­
tı dediğimiz bir sestir gerçekte, onu Anlam'a, anlam parçacıklarına
çeviren, bir eklem mantığını yaratan benim. Sesin özüne, tözüne
gelince; tabii çıtırtı ağır basıyor orada, alev dillerinin dolaştığı çalı
çırpı dal odun - od konuşan. Ya üzerindeki kukuletalı giysinin ku­
maşından, deriden, etten, çok sonra kemikten gelen sesler?
Ses, öyleyse kokuda. Şubat sabahı burada toplanan kalabalık,
karşıtlardan olduğu kadar yandaşlardan da oluşuyordu. Sesi ve ko­
kuyu ortak sıfatlarla algılamış mıydılar?

29 Mayıs '04 -

ıı.oo
İki gün Roma'da, ilk iki gün Parma'da, göz açıp kapayana geçti.
Doyamadık Roma'ya, özellikle de Tül'ün heyecanı beni sevindirdi;
yıllardır, "burada yaşamak, hiç değilse birkaç ay yaşamak istiyo­
rum" dedikçe, bu duygumu isteğimi paylaşmazdı. İtalya, sanırım
Torino'da g6'da yaşadığımız tatsız olay sonrası onda bir korku kay­
nağına dönüştüydü, belki şimdi onu atlatır, atlatabilir.
Roma'da Hassler'de kaldık, son gece çatısında yemek yedik.
Ertesi öğlen arabaya atladık, uzun bir serüven oldu: Floransa ya­
kınlarında bir kaza bizi bir buçuk saat yola çiviledi, geceye doğru
girdik Parma'ya, Hotel Stendhal'deki odamıza yerleştik bir duş
yapıp, geç saat tayfayla bir lokantada buluştuk: Bonnefoy yalnız
gelmiş, bu kez çok sıcak ve sevimliydi; Derek Walcott tam bir kab­
zımal, Nobel kasıntısı bir tip, karısıysa Gönül Çapan'ı andırıyor;
Dominique Grandmont, Nasos, Ursula, Suzanna, Fabio ve öteki­
ler gecikmeden kaynaştık. On yılı geçmiş olmalı, Nicola Crocet­
ti'yle buluştuk, yeniden Poesia'da olacağım yakında. Doğru mu
bilmiyorum, Garzanti'nin kitabımın yeni basımını yaptığını söy­
ledi Nicola. Fabio, Cenovalı iyi bir yayıncının peşimde olduğunu
söyledi, Bonnefoy'dan Deguy'e pek çok şairi basmış.

505
Dün gece ilk seansımı yaptım Teatro Farnese'de. Muhteşem bir
mekan. Enikonu kalabalık bir izleyici topluluğu önünde sanırım ra­
hattım. Pazar günü ikinci bir seansta başka şiirlerimi okumam ge­
rekecek. Elizabetta 'oynayarak' okuyor, tiyatrocular böyledir. Par­
ma, biraz da şiir festivalinin düşündürdükleri imgelemimi ateşledi
galiba, 'olay öncesi' halime kavuştum sanki, umarım İstanbul'a dö­
nüşte yeniden çukura düşürülmem.
ironik bir şiir festivali şiiri var dilimin ucunda. Bir de, bir oyun­
cu için monolog, belki Divan Vl'nın akışını etkileyecek bir düşünce.
Parma küçük oysa etkileyici bir şehir. Hem İtalyan, hem değil:
Orta Avrupalılığı ağır basıyor, özellikle de XIX. yüzyıl tabakasın­
da. ı944'te Amerikalılar bombalamış şehri, başta Teatro Farnese
olmak üzere pek çok Rönesans yapısı çökmüş ya da ciddi zarar gör­
müş. Gece, Duomo meydanı, loş ışığı altında, mühür gibi. Tül'le, De
Chirico'nun resimlerinden sözettik orada.
Bugün cumartesi. Şehir pazarının içinden geçtim ve bütün ka­
dınların nasıl tüketmeye tutsak kılındıklarına tanık oldum: İki
tanesi tekerlekli iskemleleriyle gelmişti. Birazdan Tül'le, Duomo
meydanında buluşacağız; bugün festivalden uzak durma günümüz
- başarabilirsek. Yarın gene dönecek çarklar. Mario Luzi gelecek
Floransa'dan. öbür gün öğlen ayrılacağız Parma'dan, istikamet:
Siena, Toscana. Bizi orada beş gevşek gün bekliyor. Cumartesi Ro­
ma'ya, oradan İstanbul'a.

30 Mayıs, Parma -
ıı.oo
Bilmiyorum 'net' süre olarak ne kadar yürümüşüzdür Tül'le,
ama beş-altı saatı aşkın yürümüş olm,alıyız diye düşünüyorum:
Öğlen çıktık otelden, geceyarısı hfila D\1-omo'nun önündeydik; iki
yemek molası, bir saatlık ara mola otelde, onun dışında, tüm Par­
ma'yı katettik neredeyse. Dolayısıyla, Farnese'deki seansları esgeç­
tim dün, sonuç olarak kimse -görevliler dışında- her seansı izliyor

50&
denemez. Sözgelimi, Derek Walcott'u yalnızca lokantada görüyo­
rum, Dominique durmadan kaçıyor, Bonnefoy sık sık çekiliyor.
Bugün, Farnese'deki ilk seansta yaklaşık on şiir okuyacağım, bir de
Mario Luzi'yi selamlayacağız, herhalde gece de birlikte olunacaktır
- malum yarın, herkes kendi yoluna.
Parma'yı avcumuzun içi gibi diyemem elbette, ama enikonu ta­
nıdık şu birkaç gün içinde. Hoş, 'görmeden olmaz' şehirlerinden
biri Kuzey italya'nın. Çevresini tanıyamadık, süre yetersizdi. Duo­
mo meydanı, Vaftizhane, Farnese Tiyatrosu ve Parco Ducale yeter
Parma'yı esgeçmemek için.
Samih'le konuştuk gece. "Kukumav gibi Nesrinle haşhaşa ye­
mekteyiz" dedi ve fotoğrafları sordu. Çok değil, iki rulo çektim Par­
ma'da. Gerisi Toscana'ya kalacak. Siyah-beyaza elim gitmedi bura­
da, renk öylesine bağlayıcı.

31 Mayıs, Panna -
10.15
iki saat sonra ayrılmış olacağız Hotel Stendhal 227'den ve Par­
ma'dan, birden çok ısındığımı, alıştığımı anladım şehre, hafif içim
sızladı. Böyle durumlarda "yeter" duygusuyla ayrılmak en iyisi;
yoksa, hüzün duygusu ağır basıyor yerine, bir kopuş gerçekliği bini­
yor ayrılış eylemine. Parma: Birkaç ay yaşanacak yer.
Sonuç olarak, dün, etkinlik programı ağır bastı, ı6.oo sonrası; öğ­
len, Teatro Due'de sohbet konuşmam varmış, onu ıskalamış oldum.
Gelgelelim, sonrası yoğun geçti yeterince: Bir fotoğraf çekimi, bir
belgesel için kamera önünde söyleşi, Rai Tre için bir uzunca çekim -
ardından okuma seansım, epey alkış topladı şiirlerim. Elisabetta da
çok iyi okudu açıkçası. Sonra, Mario Luzi için bir özel seans yapıldı.
Bizim ihtiyarı çok iyi buldum, tam go'ında, amagece oı.3o'a kadar bi­
zimle kaldı, çok da tezahürat yaptı Tülin'e ve bana. Yemeğe geç gidil­
di; tam kaynaşırken ayrılıyoruz, bu işler böyle: Suzanna, Alexandra,
Nicola, Walcott ve Harrison ve Parma ekibi tatlı yedik, konuştuk,

507
vedalaştık. Belki ileride bir daha... Nicola, Poesia için hatırlatmasını
yaptı. Fabio, Cenovalı yayıncıyla yazıştıracak beni, vb.
Geceyarısı, meydanda son turumuzu yaptık Tül'le.
Bu sabah Şavkar aradı İngiltere'den.

ı Haziran '04, Siena -

10.00
"Bu sabah kuş sesleriyle uyandım".
Gerçekten de öyle oldu: Siena'nın az dışındaki oteli bile isteye
seçmişti Tül, bu kadar denk düşebilirdi: Pencerenin ufkunda Sie­
na'nın kuleli silueti, arada tarlalar ve sıraserviler, olağanüstü bah­
çeleriyle otel, bir vakitler Siena'lı bir zenginin yazlığıymış, kışın bir
sarayda yaşıyormuş şehirde, onu büsbütün lüks bir otel yapmışlar,
fiyatları gördüm, yakıcıydı. Öte yandan, kaldığımız yer şehri istila
eden gezmen güruhunun uzağında, hayli sessiz bir nokta: Belli ki
dinleneceğiz burada, özellikle kafaca. Bu kez, festivalin de katkısıy­
la, iyice koptum İstanbul'dan ve sorunlarımdan, bana en çok gere­
ken şeydi bu.
Öğlen ayrıldık Parma'dan, dün. Bologna-Floransa üzerinden
geçtik Toscana'ya. Siena yolu beklediğimden iyi çıktı. Yaklaşık üç
buçuk saat sürdü yolculuk, yemek molası dahil. Demek, dönüşte de
Roma'ya akşamüstü varabileceğiz.
Biribirine geçen iki odada kalıyoruz, Park Hotel Siena'da, oda
numarası 222. Kuyulu bir avluya açılıyor pencerelerimiz. Akşam,
şehre gittik ve çok güç park yeri bulabildik. Duomo meydanına dek
yürüdük ve Siena'nın büyüsüyle ilk temasımız oluştu. Bir ara yağ­
mur bastırdı. Due Areki adında küçük bir lokanta seçti Tül, nefis
yedik, sıcak atmosferinde. Bir bar ve bir bahçe yürüyüşü sonrası
yattık - sabah 07.3o'da dikildim, Tül ha}a odada.

2 Haziran '04, Siena -

ıı.oo

508
Bu sabah da kuş sesleriyle.
Neredeyse daha önce: 04.45 sularıydı dikildim, bir kazak giy­
dim, şapkamı taktım -o saatta hayli serin hava-, pencereyi açıp
dinlemeye başladım: Yeryüzünün en sıradışı korolarından biri. İki
gündür çevrede sık sık gördüğümüz sarı gagalı siyah kuş orkestra
şefi. Duvarlardan birinin üstündeki yuvarlak taşa tünüyor ve bütün
ovayı hakimiyeti altına alıyor sanki. Geniş ova çınlıyor öte yandan:
Binlerce kuş karşılıyor sabahı, ya da tam tersi: Uğurluyorlar geceyi.
Bir saat kaldım pencerede. Hava bulutluydu dün, bugün de öyle
olacak besbelli, arasıra güneş delip geçse de - gri mavi bir pus, bir
yarı-sis halinde başlıyor sabah, kuş sesleri ve ısrarlı bir horoz dışın­
da tek bir yabancı ses yok o saatta.
Assisi'li Francesco'yu düşündüm sabahın köründe. (Aslında ne
derin söz 'sabahın körü') . Hemen hemen aynı anda, son yıllarda
hep olduğu gibi: Messiaen'ı da. Ermiş Francesco, Toscanalıydı, bu
sesleri duymuş olmalı. Ya Messiaen, nerede dinliyor, derliyordu
kuş seslerini? Uzaklara gittiğini biliyorum, Toscana'ya gelmiş, bazı
kuşlara dikkat kesilmiş miydi? Dönünce bakacağım.
06.oo'yi geçe yatağa döndüm sonuçta, güç bela tutturabildim uy­
kumu, Siena'dan sahnelere başkaları karıştı yanılmıyorsam.
Dün, epey oyalandık burada, öğlen geç saat birer sandviç yedik
otelde, 16.00 dolaylarında Siena'ya gittik ve 23.3o'da döndük, bah­
çede dolaştık, barda birer margarita içip yattık; yorulmuştuk.
Siena'ya girmek bir dert. Otomobili stadyumun park yerine bı­
raktım. Şehir kabuklu bir soğan gibi, düpedüz labirent yapısında
kurulmuş. Santa Domenica'dan girdik, Duomo üzerinden Piazza del
Campo'ya varasıya sayısız turist gördük, pek azı şehirle ve yapılarıy­
la, sokaklarıyla ilgili, çoğu vitrinlere yapışıyor ikidebir. Bu olağanüs­
tü atmosferi inanılmaz ölçüde zedeliyor durum; herşeyden bir anda
soğuyor insan.
Campo'da bir mola verdik. Bütün şehri damgalayan tuğla doku­
su orada patlıyor artık. Bereket yazın ortasında değil başındayız,

509
yoksa adım atılamazdı burada - ne olacak işin sonu? Torunlarımı­
za güzelim şehirleri görebildiğimizi anlatacağız, şaşkınlık ve kıs­
kançlıkla dinleyecekler, çünkü o şehirlere kitle halinde girmek için
bile üç-dört yıl öncesinden rezervasyon yapmak gerekiyor olacak.
Kimbilir, çoğu 1V belgesellerini izleyerek yolculuk gereksinmele­
rini karşılamayı mı yeğleyecek?
Siena'da, 2004 yılında, işte bunları düşünüyorum. Siena'da Sie­
na'ya sokulmak çok güç şimdi.

3 Haziran '04, Siena -

11.15
Bütün saatları ters çevirdik burada. Günü bütünüyle keyfe göre
düzenlemek, alışılmadık kararlara götürüyor insanı: Kahvaltı
sonrası uzun bir yürüyüş yaptık dün, ağaçların arasında, Toscana
villalarına bakıp içgeçirerek: Çoğu eski, yıpranmış evler, ama ne
bahçeler, ağaçlar, kameriyeler: Taşla tuğlanın üstün anlaşması. İki
saat kadar yürüdükten sonra arabaya adadık ve Siena'ya gittik, öğle
yemeğini nefis bir trattoria'da yedik, şaraplarımızı devirdik. So­
kaklarda yürüdük gene, ilk gün ele avuca sığmaz gibi görünen pek
çok şehir gibi Siena da çözüm anahtarını teslim ediyor bir süre son­
ra - geriye ayrıntılar kalıyor tabii, bir şehri asıl 'gerçek' kılan un­
surlar: Onları böyle, bu sürede tanıyamazsınız, akıllı gezgini şapşal
gezmenden ayıran bilgi.
Siena'dan dönünce bir siesta çektik ve akşam inmeden gene yü­
rüyüşe çıktık, çiçeklerin ve kuşların arasında sarhoş dolaşmamız
komik kentli tavr işte. Sonra avluda birer margarita, günbatımı­
nı izlemeden. Biz Siena'nın ters yönünde Batıya bakarken, dehşet
bir dolunay şehrin üstünden çıktı ve çiftekavrulmuş, doldu içimiz.
Bağların arasına daldık bir ara. Gece, od;ıya bruschetta ve peynir ile
Chianti classico getirttik, ışıkları söndürüp açık pencerelerimizden
Siena'yı, bulutları dağıtan dolunayı, yağmur öncüsü, elektrik yük­
lü katman bulutu izledik ve tam geceyarısıydı, yattık. Saat 04.oo'e

510
doğru bir gökgürültüsü zinciri uyandırdı bizi, kopan sağanaktan
sıçrayan dev damlalarn altında ıslanarak kuşluk vaktini bekledik.
"Bizim kuş" 05.10 dolaylarında işe koyulduğunda Tül hfila ayaktay­
dı, yattığım yerden o konseri dinleyerek uyudum ve şiddetli güneşin
etkisiyle ıo.2o'de uyanıp kalktım - şimdi tütün ve kahve saatı.
Yılların içinde pek az böyle günümüz oldu. Çevremde bu tarz bir
yaşamı tatilde olsun deneyen kimse yok gibi. Biz, büyük şehirlerde
geçirdik çoğu yazı, Bretagne fasılları bile tam anlamıyla doğanın
içinde geçmedi; ötekiler, hemen hep, yazlıklara (ya da kışın, dağ
merkezlerine) gittiler, gidiyorlar - şehir yaşamının alternatifi değil
bunların hiçbiri. Gövdenin bütün saatlarının sıfırlanacağı, yapay
seslerin en aza indirgeneceği, ağaçların ve bitkilerin, hayvanların
ve insanların en ham, en has hallerine yakın olacakları bir yaşama
biçiminden sözediyorum. Burada, Siena'nın iki-üç kilometre öte­
sindeki bir otelde bunu böylece yaşadık şüphesiz diyemem, onu öy­
lece gördük yalnızca; yaşamak başka şey, bambaşka koşullar ister.
'Uygar yaşam' diye adlandırdığımız, modern zamanların çer­
çevesini çizdiği 'stil', bir noktadan, belki bir yaştan, belki bir bi­
rikimden ya da erişme evresinden sonra, duyarlı ve akıllı bireyi
isyana sürüklüyor 150 yıldır. Son Romantiklerden bu yana. Herke­
sin firarı kendine. Gelgelelim, önceleri bir avuç bireyin sıkıntısı
olan kopuş isteğini şimdi kalabalıklar da paylaşıyor. Toscana'yı,
hem Floransa'nın, hem Siena'nın kırlıkları olan Chianti'leri önce
yazarlar ve sanatçılar keşfetmiş, 'çekilmek' için, oysa şimdi, on­
binlerce anglo-sakson ve yüzbinlerce mevsimlik gezmen kaynıyor
ovalarda, tepelerde. Kaçanlardan nasıl kaçıp kurtulacağız? En çok
bunun için, yıllarca yazın Paris'te kalmayı yeğledim: Kaçanlardan
boşalan şehirde.
İstanbul'daki tezgahta 'inziva metinleri' bekliyor beni: "Sokra­
tes'in Penceresi", "Mekik", "Sır", "Kulübe", başkaları. İnsanın zihni­
ni, ruhunu işgfil eden ana tasalar nasıl da çaktırmadan, farklı gibi
görünen konuların aortuna taşıyor onu, şimdi daha iyi anlıyorum.

51 1
Günbatımını izlerken dün, Tül'e onu söyledim: O koşulu, du­
rumu, getirdiği duyguları, taşıdığı estetiği küçümsemeye alışmış,
hatta küçümsemeyi bile unutmuş pek çok kişinin Şiir'le, Resim'le,
Musiki'yle uğraşması hem hazin, hem gülünç. Dar ve mesleki bir
toplumsal bağlamın içinde itişip kakışanlarla aynı "iş"i yaptığımı­
zı aklımdan bile geçirmiyorum. Neden uzak, mesafeli durduğumu
anlamıyor çoğu, bir tür burnubüyüklüğe, kibire bağlıyorlar büyük
olasılıkla - oysa aynı "cins"ten değiliz, hepsi bu. Sorun, aynı ortamı
paylaşıyor olmamızdan kaynaklanıyor aslında: Onlar gibi (iyi-kö­
tü) yaşıyorsan, neye dayanarak onlardan biri olmadığına bel bağ­
lıyor, inanıyorsun? Geri durabildiğin kadar geri durman, yazdıkla­
rın ve yaptıkların yeter mi farkı doğrulamaya?
Siena'da düşünüyorum. istanbul'a dönüşümüze üç günden az bir
süre kaldı.
Siena, yeni bir dizi şiir getirdi - kalırlar mı, bilmem.

4 Haziran '04, Siena -

ıı.oo
Annem yaşlı, hasta (şimdi zona), çetin, haftada üç kez arıyorum
yurtdışından bile, gelgelelim o bitmez tükenmez öfkesiyle benim
ruh halimi de tersyüz ediyor; kafasını benim iş olayına takmış du­
rumda, duyan asıl mağdurun kendisi olduğunu sanacak. Şu İtalya
parantezi nasıl iyi geldi oysa, enikonu hafifletti içimi. Ama çevre
rahat vermiyor, dönünce yeniden kurumuş boku kazıyacaklardır,
kendimi teslim etmemeliyim o akışa, yalnızca ileriye bakmanın
yolunu bulup dayatmalıyım. Ya içeride, peki? Bir buçuk ay oldu
olay patlak vereli, bir hesaplaşmaya girmedim duygularımla, ilk iki
hafta hariç, orada da tevekkülü yeğledim genellikle. öfkelensem,
kabarıp taşsam, irin kussam sağlığııp için daha yararlı olabilirdi;
gelgelelim, zorla yapamazdım bütün bunları, babam kadar olmasa
bile, bozgunu sessizlikle geçirmeyi yeğliyorum. Bozgun diyorsam,
elbette duygusal düzlemde; yoksa, onbeş yıllık bir utku dönemi ar-

512
kanıdaki, dostumun düşmanımın teslim ettiği bir gerçek. Sanırım,
öfkesizliğimin asıl nedeni de bu.
Çok hoş bir gün daha geçirdik dün. San Gimignano'ya gittik ve
öğlen yemeği sonrası meydanlarda, sokaklarda yarı sarhoş dolaş­
tık. Sahiden de bir Toscana mücevheri San Gimignano, Avrupa'da
eşdeğeri azdır. Dönüş yolunda Montereggioni'ye girip kısa konak­
ladık, Dante'nin peşi sıra. Gece, Siena'daydık gene, şehrin tipik
lokantalarından birinde, yanılmıyorsam il Campanile, sıkı bir ye­
mek yedik ve Duomo'ya gittik. Dönünce bir yürüyüşe daha çıktık
ve yüzlerce ateş böceğiyle karşılaşınca şaşırıp kaldık: Tül 5, ben
17 yaşımdan beri ateş böceğiyle karşılaşmamışız hiç: Bu ne tuhaf
hayat kılıfıdır, kendimizi içine soktuğumuz. Odaya girince ışıkla­
rı söndürüp iki pencereye tünemeyi savsaklamıyoruz yavrumla,
Şakayık'taki balkonda, Fırın sokaktaki pencerede, son iki yıldır da
taraçamızda adet haline getirdiğimiz gibi. Dün gece, dolunay hü­
kümrandı gökyüzünde: Siena'nın üstünde dev bir lamba.
Siena'da son 24 saata girmenin hüznü çöktü ikimize de. Yarın
öğlen Roma'ya doğru direksiyon sallamaya koyulacağım. İtalya,
bizi daha çok çağıracak. Özellikle de Toscana, Chianti.
Odanın penceresine dayalı yazı masasında oturduğumda, Siena
bir siluet. Beş gün boyunca, hiç abartmadan söylüyorum, handiy­
se günün ve gecenin her saatında, bile isteye düzensiz kılınmış bir
gündelik tempo ve delik deşik edilmiş bir uyku akışı içinden ona
durmadan baktım: Güneşin altında kavrulmuş, pusun ortasında
yanyanya silik, sağanak altında buğulu, şimşeklerin ışığında ger­
gin, dolduğunda ürkek ve kaçamak, birden fazla yüz ifadesi takındı
o kesit ve kesitten taşan çan kuleleri, Siena uzaktan açıklı koyulu
yeşillerin arasında kızıl kırmızı bir leke.
Yaklaşınca da öyle. Kale duvarları, üstüste binmiş evlerin cep­
helerini kaynaştıran tümel bir cephe, kiremitler, biri dışında bütün
tapınaklar ve kuleler, şehri yekpare bir renk çizgisine oturtuyor -
biri: Mermerlerin Duomo'su!

51 3
Şehir, meydanının etrafında dönüyor halkalarıyla, ağır ağır ha­
reket eden bir Saturna. Çok kent gezdim gördüm, bir noktasından
ötekine böylesine sert rakım denklemleri kuranına rastlamadım.
Bir soğanın içinde yürüme duygusu kaplıyor Siena'da insanı: Bü­
tün sokaklar cücüğe iniyor, ondan kaçıyor merkezkaç kuvvetle.
Mermer ve Taş, Kilisenin erk simgesiymiş, tuğla kentlilerin gücü
- ikisinin durmadan çarpışmasından yılmış Zaman, artık gezgin­
lerin, yabancıların kurallarına boyun eğen yaşlı, yorgun bir soytarı
taşıyor üstünde.

5 Haziran '04, Siena -


10.15
İşte geldi çat son sabah. Yolun bundan sonrası daha çok tedir­
ginlik tabii: Önce Roma'ya, sonra havalanma, sonra İstanbul'a -
gerginliklerden gerginlik beğen.
Olağanüstü iyi geldi bu 10-12 günlük İtalya faslı. Parma, beni
yeniden şair kimliğime oturttu sanki, herşeyi kenara iterek. Sie­
na ise ruhumu dinlendirdi (Tül'ünkini de), şiire yeni geçenekler
açtı. Dün, öğle sularındaydı, upuzun bir yürüyüşe çıktık. Görkemli
arazileri, koruları, zeytinlikleri ile biraz eskimiş Toscana 'villa'la­
rı, şimdi bu kelimenin nasıl başıboş ve görgüsüz kullanıldığının
suskun, hafif mağrur tanıkları. Yanıbaşlarında, alçakgönüllü ev­
ler ama çiçekleri, küçümen bahçeleri ya da bağları ile eksiksiz bir
yaşama üslubu geliştirmeyi bilmişler. Birkaçının penceresinden
Bush(!) Roma'yı ziyaret ettiği için 'protesto' bayrağı sarkıyordu.
Her tepeyi, bir sonraki tepeye açılan derin, mümbit bir vadi izliyor
Toscana'da; araya serpiştirilmiş bir çiftlik, birkaç su, serviler, kü­
çük bir göl, sonra gene bağlar, zeytinlikler, dar toprak yollar. Güzer­
gahımız üstünde küçük bir köy kili�sine rastladık, çevresindeki
uzun duvardan şüphelenip arkasına dolandım: Ürpertici güzellikte
avuçiçi kadar bir mezarlık. Nasıl bakımlı, belli ki ölenlerin yakın­
ları yakındalar; büyük şehirde ölüleriniz bile uzaklaşıyor. Yol boyu

514
gördüğümüz ağaçların, bitkilerin, çiçeklerin dökümünü yapmak
elde değil. Burada fazla bir yardım beklemiyor doğa, San Gimigna­
no'da dev bir kulenin üstüne, en yükseklere fütursuzca tırmandığı­
nı gördüm çiçeklerin.
Akşamüstü, yarım, saat bile sürmeyen bir siestanın ardından,
Siena'ya gittik. Kendimizi öylesine doğaya teslim ettik ki Tosca­
na'da, ilk kez Tarih ve Kültür bunca geri itildi gündelik yaşamımız­
da: Duomo'nun içini gezmeyi beşinci günün son saatına bıraktığı­
mızı o an fark ettim. Gırtlağına kadar doldurulmuş bir katedral bu,
benim gibi San Gimignano'daki San Bartolo kilisesini, o küçümen
ve yapyalın XII. yüzyıl yapısını açık ara yeğleyen biri için handiy­
se böğürtücü bir şişinme süslemeciliği. Gelgelelim, üç unsur var
ki Duomo'da, onları sanat tarihinin doruğuna koyarım hemen: Si­
yah-beyaz mermer kolonlar; zemini dolduran mermer resimler ve
kütüphanede sergilenen XIV. yüzyıl yazmalar. Sahiden de görkemli
işler bunlar, Siena'nın ve çevresinin Ortaçağda ve Rönesans döne­
minde oynadığı birinci rolü gösteriyorlar.
Sonrasında, ben gidip il Campo'da, kuleye nazır bir açık hava
barında margaritamı içmeye koyuldum, Tül dükkanlara bir göz at­
maya gitti. Bir saata yakın, tek başıma, güvercinler ve gezmenler
arasında koşutluk kuran bir felsefe, bir kuram geliştirdim! O sırada
yaralanmış bir güvercine (kuyruk kısmı bütünüyle kopmuştu) ilişti
gözüm: Öteki güvercinler hiç ilgilenmedi onlarla, çocuklu bir aile
ayaklarının altından kovalamak için uğraştı onunla, bense ağlaya­
cak oldum. Bir de insanları neden sevmediğimi sorarlar.
Gece, gene il Campanile'de, gene çok sıkı bir Toscana mutfağı
ziyafeti çektik Tül'le. Yemek sonrası güç koptuk Siena sokakların­
dan. Döndük ve kısa bir yürüyüşün ardından odaya çıkıp pencere
önüne demirledik, mehtap seyrettik.
Bu sabah, 04.15'te kuşumun sesiyle uyandım.
Şimdi etrafımda beyaz, bembeyaz bir kelebek dolaşıyor. Siena:
İçime mıhlanan beş gün.

515
XXIV

BABIL MUTLULUKLARI
2004
16 Kasım '04, Yeşil.köy -
Havaalanında, Paris uçağının kalkmasına bir saat kala, lokanta­
dayım. Topu topu iki haftalığına yola düşüyoruz ve en az beş günü
Les Bonheurs de Babel etkinliğinin hayhuyu içinde geçireceğim,
ama, kafam uzun bir yazı molasının arayışı içine düşmüş durumda,
fırdönen düşüncelerin ortasındayım.
Yaklaşık on ay önce ilk 'beliriş'ini yaşadığım bir proje zonkluyor
kafamda: Danyal Peygamber'in ve Ahid metninin etrafında dönen
bir yorum kitabı. Bir ucu Mazdaklara da açılan pencerenin önün­
deyim. Birkaç gün boyunca, yeniden, Kumran yazmalarının içinde
dolaştım, bilmem tam neyin hazırlığı yürüyor kafamda.

17 Kasım 2004, Paris -


08.25
Yedi aylık aradan sonra, 104 numarada, hücremdeyim. Tül er­
kenden uyandı ve sokağa çıktı; dünden beri coşkulu görüyorum
onu, yeniden, umarım sürer bu. Dün akşam geldik Paris'e, kimbi­
lir kaç yıldır ikinci evimiz gibi baktığımız şu minyatür otel oda­
sına yerleşip düzen kurmamız yarım saat bile sürmüyor, sokağa
fırladık. İstanbul'daki pastırma yazı havasından sonra bayağı so­
ğuk görünüyor burası, gündüz daha yumuşak geçecektir. Önce
Monoprix'ye gidip küçük altyapı alışverişi yaptık: Kahve, bisküvi,

519
vb. Biraz yürüdük ve Cafe Bonaparte'da demirledik, geceyi şarap
(Medoc ben, Brouilly Tül) ve peynirle geçiştirdik. Arada, on daki­
kalığına La Hune'e kaçtım ve yeni çıkan kitaplara hızla göz atmakla
yetindim. Ne yazık ki çok dar bir bütçem var bu kez, geçen sefer de
hemen hemen hiçbirşey almamıştım, işsiz kalma psikolojisiyle.
Bir özelliğimi beğeniyorum: Onbeş gün boyunca İstanbul Mo­
dern işine gırtlağıma kadar battıktan sonra, eskisi gibi, tek hare­
ketle fermuarı çektim zihnimde, cumartesiden başlayarak kendi
sorunlarıma yekpare biçimde döndüm. üç gündür, bir yıl önce har­
manlanıp geri çekilen Danyal Peygamber projemle didişiyorum.
Bir kez daha, çok dikkatli bakışla, Ahit'teki metni adım adım oku­
dum. Ardından Kurman elyazmalarının konuyla ilgili bölümlerine
daldım - biraz da yan okuma yaparak. Hfila iki olasılık arasında
kararsızım: Abdal Düşü'nün sürgiti mi geliyor, yoksa bütünüyle
özgür (ve özgün) , sız tipi bir okuma denemesine mi girişeceğim
girişeceksem, belli değil aslında. Buradayken, Procure'de ve Belles
Lettres'de biraz daha kaynakları eşeleyeceğim; oradan çıkacak so­
nuç ufuk çizgimi belirgin kılacaktır, umudunu taşıyorum. (Yoksa,
üçüncü olasılık: Opera mı?! - kurduğum çatıyı çatlatarak?).
Bugün, St. Nazaire yolculuğu için araba kiralama işini çözme­
liyim. Les Bonheurs de Babel parantezi, tıpkı Parma festivali gibi,
yazar kılığına daha da döndürecektir beni; malum, İstanbul'da, 'iş
kavgası' galebe çalıyor hep.
Son gün, bir gayret, Cem ileri'nin de yardımını alarak bazı dü­
ğümleri çözdüm neyse ki: Gösteri ve Milliyet Sanat'ın yazılarıyla
Banu'ya iletilecek dosyaları hazırladım; Le Poete Travaille'a şiir
yolladım, Sel'in işlerini hallettim. Dönüşte Mürekkep Zaman ya­
yımlanmış olacak, Geceyazısı 6'yı devreye sokacağım. Ama asıl
hengame herşeyi bastıracak Aralık'tıı.: İstanbul Modern'in açılış
curcunası.
Gün ola.

520
18 Kasım -
08.50
ilk günü Tülin tam bir Paris sarhoşu olarak geçirdi: 7'de sokağa
attı kendini, gece dönesiye hiç durmadı. Bense, tam tersine, klasik
Paris günlerimden birini geçirdim, hep buradaymışçasına: 8'de
kalktım, hücre masama oturdum, öğlene doğru (belki her zaman­
kinden biraz erken) giyindim ve çıktım, St.-Sulpice'deki Avis'ten
araba kiraladım, uzun bir yürüyüşten sonra Tül'le buluştuk ve Les
Dewı: Magots'da omlet yedik şarap eşliğinde, Rue de Buci'de dört
günlüğüne açılan geçici pazardaki çadırlardan karamel likörü ve
bal aldık, sonra yolları ayırdık.
İki uzun kitapçı seansı yaptım dün. Önce Procure'e gittim ve Kut­
sal Kitaplar bölümünde iki saata yakın kurcaladım herşeyi. İçbükey
kitaplarımdan birini Dinler Tarihi okumalarına ayırmaya gide ni­
yetlenmiştim; Danyal Peygamber projesi o uyuklayan niyeti yeni­
den tetikledi sanki, birkaç eksiğimi tamamladım: Henoch'un kitabı,
Apokrif İnciller, Kurman örgüt talimnamesi, biriki Daniel yorumu
(filoloji çalışmaları), vb.
Ardından Compagnie'ye gittim. Yeni çıkanları kolaçan ettim
daha çok. St.-Nazaire dönüşü bir haftam olacak: Gibert, La Hune,
Belles Lettres fasılları için. Bütçem fakir oysa. Büyükçe bölümünü
saptamakla yetineceğim herhalde. Onları, yavaş yavaş, Fnac yo­
luyla edinirim artık. Görünürde iki sergi (Beaubourg ve Herzog),
iki film var (Herzog ve "36, Quai des Orfevres") izlemek istediğim.
24'ünden sonra Samih'ler de katılacak bize.
Biraz giyim-kuşam eksiğim de var, ayrıca: Bir ayakkabı, biriki ka­
zak gibi. Son zamanlarda hiçbirşey almaz olmuştum.
Gece, El Chuncho'daydık. Keyifli yedik içtik doğrusu. Ağır ol­
makla birlikte. Hava enikonu soğudu geç saatta, genişçe bir tur yap­
tık gene de, Sevres-Babylon üzerinden. Noktayı şarap ve çilekli kir
ile Chai de l'Abbaye'de koyduk.

521
İlk günün rekoltesi Filozof ve Ça y est oldu! Akbar Ali'yle tanış­
mamızı küçük bir PS notuyla yazacağım ayrıca: Ecekent, ola ki böy­
le ilerler bundan böyle.
Patrick aradı, otele iner inmez bir gazete söyleşisi için masaya
oturacağım anlaşılan. Sonrasında da besbelli nefes aldırmayacak­
lar bana.
Courtellemont kitabı hfila çıkmamış. Bleu Autour'da bir tekle­
me mi var acaba?

23 Kasım '04, Paris -


08.50
Dün sabah erken dikildik ve hazırlandık St.-Nazaire'de; sabah
kahvaltısında Yang Lian, Aslı ve Patrick'le kaynattık, sonra Song
Lin de katıldı bize, 10.30 dolaylarında otelden ayrılıp yola koyul­
duk. Üç-dört kısa mola verdim yolda, şehre gecikmeden ulaştık,
Tül'ün Chateau d'Eau'daki bir işini halledip 104 numaraya yeniden
yerleştik. Besbelli yormuş ikimizi de, St.-Nazaire günleri; hem et­
kinliklerden ve yemekten içmekten (daha çok da içmekten) , hem
de Au Bon Acceuil'de kalıyor olmaktan: Rahatsız ve sevimsiz bir
otelde rahatsız ve sevimsiz bir odada. Ve bana kalırsa: üç dilin ara­
sında dolaşmaktan.
Gece Lipp'de yedik. Hoş fasıl oldu doğrusu. Salade de laitue, chou­
chroute, mille feuilles benim tercihlerim oldu; salade de mache,
crottin de chevre Tül'ünki: Croze Hermitage içtik.
Sonra bir yürüyüş: Saint-Peres, Cherchemidi, Rennes üzerin­
den Cafe Bonaparte.
24.00 gibi yattık. İki kez delindi uykum, kalkıp sigara tüttürdüm.
St.-Nazaire günleri için tuttuğum notları açacağım şimdi.
'

522
BABEL MUTLULUKLARI

Saint-Nazaire Günleri, 18-21 Kasım 2004


1
ı8 Kasım akşamı, yoldaöngördüğümden fazla oyalandığım için geç
vardık Saint-Nazaire'deki otele - Au Bon Acceuil, ı2 numara, yanılmı­
yorsam üçüncü gelişimiz bu otele. Lobide Aslı Erdoğan'la karşılaştık,
hastalanmış, ateşi çıkmış, sonraki günleri daha çok otel odasında geçi­
receği belliydi. Gecikmenin yararı oldu: Yerel radyocudan kurtulduk.
Yemek Le Skipper'deydi. La Matricule des Anges'ın yöneticisi Thierry
Guichard'la yan yanaydım masada, dehşet gırgır bir adam. Amer Sa­
voir'la ilgili çok iyi bir yazı çıkmıştı o dergide. Patrick'in keyfi yerin­
deydi; MEET çalışanlarıyla da tanışmış olduk.

il
ıg'u sabahı anladım ki, gece Tül'ü uyutmamışım. Yol, içki, yastık
derken bir horlama orkestrasına dönüşüveriyorum anlaşılan!
Öğlen, yemek öncesi, tam iki saat, canlı yayın France Cultu­
re'deydik: Tout Arrive programında. Marc Voinchet bugüne dek
tanıdığım en başarılı radyo programcısıydı. İyi hazırlanmış olma­
nın dışında, von Karajan gibiydi yuvarlak masada. Actes Sud'den

523
Elma'nın prova baskısını almış (böylelikle, sayesinde ben de gör­
müş oldum kitabın o halini), sık sık soru yöneltti bana: Özellikle
de dillerarası yolculuk konusunda. Masanın öteki konukları: Lisa
Brensen ('numaracı' izlenimi bıraktı bende) , Spajmai Zariab (çok
zarif bir Afgan yazarı), Hans Christoph Buch (edebiyata yeniden
savaş röportajını sokan bir Alman) ve Patrick Deville'di. Kanlı canlı
bir yayın oldu bence, pek havanda su dövülmedi. Sonuç, anatemayı
doğruladı ayrıca: Babil Mutluluğu!
Ardından, tek boş günüm bu olduğu için, Tül'le sıvıştık: Sa­
int-Nazaire'de birşeyler atıştırıp otomobile atladık. ilk hedef: Gue­
rande. Ne yazık ki o küçücük mücevherin ortasında, tam da mey­
danda belediye kazılara girişmişti; biraz huzurumuz kaçtı, ama so­
kaklara dalmaktan geri durmadık. Birkaç likör aldık gene. Kahvede
bir 'cognac aux amandes' içtim.
Oradan Le Croisic'e geçtik. İki yıl önce, Korsika'dan geldiğimiz
seferki gibi aynı, in cin top oynuyordu limanda da, La Côte Sau­
vage'da da, tek farkla: Hava enikonu yumuşaktı. Gece, yemek terci­
hi belliydi: L'Ocean. Olağanüstü bir yemek oldu bu defa da: Pavurya
çorbası, St. -Jacques kabukluları, yeşil limonlu sufle ve başka yerde
bulamadığımız o müthiş Sancerre: Les Monts Damnes. Çıkıp biraz
yürüdük La Côte Sauvage boyu.

111
20 Kasım günü, öğle yemeği çok kalabalıktı, bir bakıma tam
kaynaşmanın sağlandığı andı. Sol yanımda iki Oulipocu, Marcel
Benabou ve Paul Fournel; karşımda genç Arjantinli yazar Edo­
ardo Berti ile efsane çevirmen Hoepffner, sağımda Buch ve Em -
manuel Carrere, daldan dala atladık, sanırım Tülin de pek keyif
aldı sohbetlerden. Marcel ve Paul, ta:ı,ı Edi'yle Büdü, her saniye
bir espri patlatıyorlar, gereğinde (Queneau konuşurken örneğin)
çok da derin ve ince olabiliyorlar. Edoardo'yu sevdim, iki kez daha
haşhaşa konuşma fırsatımız oldu. Ama asıl etkileyici kişi Ber-

524
nard'dı benim gözümde : ı8o'e yakın kitap çevirmiş bugüne dek ve
ne kitaplar!
Öğle sonrası, Türk Edebiyatı masası toplandı! Timour yönetimi
üstlenmişti, bir yandan da Aslı'nın sözlerini çeviriyordu. Nedim'le
birlikte çok iyi bir duo oluşturduğumuz söylendi: Biribirimizi çiğ­
nemeden takıldık durmadan, tatlı bir gerilim hattı kurduk, ne de
olsa tam 30 yıllık arkadaşız. Aslı da, küçük ekşilikler yapmakla bir­
likte, oldukça iyiydi bana kalırsa.
Akşamüstü, Nantes Radyosundan Michel Sourget'yle 45 daki­
kalık bir yürüyüş-söyleşi yaptık. Bela diye bakıyordum, bugüne dek
benimle gerçekleştirilmiş en dolu, anlamlı söyleşilerden biri olaca­
ğı doğrusu aklıma gelmemişti. Ne yazık ki uçup gidecek bir söyleşi
işte.
Laure Bataillon ödül töreninin ardından, Timour'u da alıp grup­
tan kaçtık, Le Skipper'de üçümüz yemeğe oturduk. Keyifli geçti ye­
mek. Timour tam bir bilgi kaynağı, neler olup bitiyorsa haberdar.
Tahsin bey Cognac'taymış bu arada, belki Paris'te buluşacağız.
Geceyarısı, ötekilere katıldık. Nedim formundaydı, çok tatlı
anekdotlarla süsledi geceyi.

iV
Son gün, 2ı'i, gene bir yuvarlak masa toplantısındaydım, galiba
en fazla işe koşulan ben oldum. Thierry'nın başarılı yönetiminde
Yang Lian, Lisa ve ben, 'Doğu-Batı Düşleri' çerçevesinde söyleştik.
Bu arada, salonun genellikle dolu olduğunu söylemeliyim; kitap
imzalatanlar da vardı, demek ki hepten seyirci değildi dinleyiciler.
Bernard ve Aslı'yla uzunca konuştuk. Yang Lian'la da. Bir ara
Edoardo katıldı.
Son yemeği Le Patio'da yedik. Song Lin de oradaydı. MEET iyi
çalışmış: Dergi de, özel kitap da şık olmuştu. Bir denemem, dört şi­
irim bu vesile yayımlanmış oldu. 500 euro telif ödediler onlar için,
bunu Türkiye'de bir kitabımdan alabiliyorum ancak.

525
v
Yirmibeş yılı aşkın bir süredir kendi ülkemde ve dilimde, on yılı
aşkın bir süredir yurtdışında, yabancı dillerde, yüzlerce etkinliğe
katıldım. Bir bölüğü anlamlı ve işlevsel olmuştur bunların, bir bö­
lüğüyse beyhude girişimlerdir, kimseye katkısı olmaz, olmamıştır.
Başlangıçta ne olursa olsun bir heyecan doğurur insanda, kolektifbir
etkinliğe katılmak; sonrasında, gecikmeden, soğukkanlı ve tartımlı
bir değerlendirme yapmak en sağlıklı tavır olur. Yurtdışı etkinlikleri
yerel olanlardan uzun uzadıya farklı değildir özünde; bunu, yurtdışı­
naçıkıp yurttaşlarına dönüşte caka satanları düşünerek söylüyorum.
Yabancı şair ve yazarlarla tanışıklıklarını övünerek aktaranları da
anlamadım hiçbir zaman: Tahsin Yücel ile Martin Amis arasındaki
tek fark, biriyle tanışma olanağımızın daha az olmasıdır - hepsi bu.
Şüphesiz, yapıtlarının yabancı dile çevrilmesi, usul usul tanı­
nır olması kayıtsız bırakmaz şairi, yazarı. Başka okur cemaatlarına
açılmaktan haz duyarak, o cemaatın içinde yabancı hemcinslerinin
yeralmasını önemsemek de anlaşılır işlerdendir. Şişinmemek kay­
dıyla: Bu olanağın doğması, doğmuş olması sizin yeteneğinize bağlı
değildir yalnızca, en az bir o kadar da şansa, ilişkilere kalmıştır bu­
nun gerçekleşmesi.
Bütün bunları varsayarak, bir etkinlik hakkında sonsözü söyle­
mek daha doğru olur. Bu yıl ikincisi düzenlenen "meeting"in başlı­
ğı çekiciydi: "Babil Mutlulukları". Çinli, Arjantinli, Alman, Fransız,
Güney Afrikalı, Yunanlı, Türk yazarlar biraraya geldik. Kimileriyle
arkadaşlığımı tazeledim, kimileriyle yalnızca tanışmış oldum, ki­
mileriyle de tanıştım ve kaynaştık. Bir sonraki rastlaşmaya dek,
birikisiyle yazışır, telefonlaşırız belki de. On yıl içinde Milo'yla,
Nuno'yla, Bonnefoy'yle, Manguel'le, Patrick'le ve Christian'la, Ar­
jen'le, Deguy'le, Derrida'yla ahbap oldu�, oysa yüzlercesiyle tanış­
tım, tanıştık. Karşılıklı, biribirimizden birşeyler öğrendik.
"Babil Mutlulukları"nı, buncası arasında, en anlamlı ve işlevsel
olanlarından biri diye sayabilirim şimdiden.

526
24 Kasım, Paris -

09.35
Bu sabah kendime tembellik hattı açtım, tam dokuz saat uyumu­
şum. Gece, Cafe Bonaparte'a çöktüğümüzde, Tül'le yaşlanıyor oluşu­
muz üzerinde konuşuyorduk: Eskiden, çok değil altı-yedi yıl önce, bu
kadar yorulmazdık. Tempolu yürüyüş, tempolu şarap hal bırakmıyor
artık, yemek bile fazla geliyor. Demek beş yıl, on yıl sonra bugün ya­
pabildiklerimizi de yapamayacak, belki de yolculuk ritmimizi değiş­
tireceğiz.
Telefon günüydü dün. Ahmet Oktay'la konuştum, "iyi" olduğu­
nu söyledi, ama öylesine dayanıklı ki buna pek inanamadım, duru­
mun gerçek cephesini dönünce öğrenebileceğim. Samih'i aradım,
bugün geliyorlar, şimdi uçakta olmalılar, İstanbul'a kar inmiş. Cem
ileri'yi aradım sonra, Müze'de yoğun belirsizlik sürüyor anlaşılan,
dönüşüme küçük odam hazır olacakmış. Saliha hanım peşimdey­
miş acil bir sorun için, anlaşıldı: Ed Foster geliyormuş bu hafta.
Talisman kontrat imzalayacakmış benimle, çeviriler de hemen he­
men bitmiş. Çok sevindim açıkçası, aylardır çıt çıkmadığı için pro­
jenin rafa kalktığını sanıyordum. Oysa paranoyaya kapılmam ge­
rekmezdi, kitabı zaten 2005 güzüne planlıyordu Talisman. Saliha,
Mel' in de yardımıyla Abdal Düşü'nü tamamladığın, Clifford'ın da
harıl harıl çalıştığını söyledi, eşiyle birlikte bu hafta, Boğaziçi'nde,
"Enis Batur Çevirmek" başlıklı bir sunum yapacaklarmış ayrıca.
Amerika'da, hem de oylumlu bir 'Seçme Şiirler' çıkacak olma­
sı beni heyecanlandırıyor açıkçası. Doyurucu bir bütünlük yerala­
cak kitapta: AKL, Divan'dan geniş bir yelpaze, Abdal Düşü, vb. Ben
de eldeğmemiş bir Ars Poetica denemesi yazmaya söz verdiydim,
oturup yazarım dönüşte. Böylelikle, İtalyanca ve Acemceden son­
ra, İngilizcede de görünür hale gelmiş olacak şiirim. Fransızcada
hfila bu sonuca yaklaşmanın uzağındayım, üstelik çevrilen onca ki­
tabıma karşın. Fata Morgana üçüncüyü basarsa (ki durumunun iyi
olmadığını duydum) , yavaş yavaş, o da beş-altı yıl sonrası için, iyi

527
bir seçmeye hazırlık yapılabilir. Yapılabilirse. Almancada bile daha
anlamlı bir malzeme oluşmuş durumda.
Telaşa gerek yok, öte yandan: 2ooo'li yıllara iyi girdim yurtdı­
şında, peşpeşe yayımlandı kitaplarım, pek çok dergide göründüm
farklı parçalarla, ikinci halkada ilerliyorum usul usul. Elma, Başka
Yollar, İstanbul, Talisman kitabı sırada. Hareket sürecek daha. Be­
nim gibi ticari şansı olmayan bir edebiyat adamı için hiç de fena
sayılmaz bu durum.
İrfan'la da konuştum. Mürekkep Zaman baskıya girmek üzere,
dönüşüme çıkmış olacaktır. Bakalım nasıl karşılanacak? Görülmesi
gerektiği kadar görünecek mi? Yani hiçe yakın?
Dün öğlen de Mondrian'da yedim. Epeyyürüdüm ve uzunca bir La
Hune faslı çektim. Bir sürü ilginç kitap peyledim tabii. Öğle sonrası
Tül' le Les Halles'a gittik, Montorgueil'de mola verdik, olağanüstü bir
yaşama dinamiği var o sokakta, bir köşesinde altı ay kalmak ister­
dim. Zaten hep bunu konuşuyoruz burada: Bir kez daha altı aylığına,
bir yıllığına buralara gelme fikri fırdönüyor kafamızda.
Gece, Rue de Buci'de yeni açılan bir 'brasserie'deydik. Çıkıp
Pont des Arts'a yürüdük sonra.

25 Kasım ­
ıo.35
Dün başgösteren kırıklık, öksürük gece oturmuş gövdeme, so­
nuçta tam anlamıyla kırık-dökük kalktım bu sabah, zaten uykum
da bölünmüştü.
Öğlen Nesrin ve Samih'le Bonaparte'da buluştuk; koca oğlanın
yaşgünüydü, 6o'ını idrak ettiği için epey hüzünlü, Paris'e üç yıl sonra
geldiği için alabildiğine heyecanlı, gün boyu, gece boyu bir taşkın, bir
durgundu. Bu gece de 30. evlilik yıldön4mleri, birlikte çifte bayram­
larını kutlamış olacağız.
Yemek sonrası, uzun yürüdük. Luxembourg parkını katet­
tik, sonbahar, güneşli havada, dehşet bir ışık yelpazesi açıyor. La

528
Coupole'de mola verdik, 'chocolat'larımızı içerek. Tül bir koşu
gidip boya ve terebentin aldı: Yeniden yeni hazırlıklar. Rue de
Rennes üzerinden mahalleye döndük, Tül Arzu Başaran'la buluş­
maya gitti, ben kumruları bırakıp dinlenmeye çekildim. Gece, Arzu
da katıldı bize. El Chuncho'daydık. Gene Bonaparte'da içtik kahve­
leri, herkes yorgundu, odalarımıza döndük.
özlemişim Samih'leri.

26 Kasım -
09.50
Öksürük ve iltihap bütün göğsümü kapladı, gırtlağım yırtılı­
yor, kafam kalın bir bulutun içinde, kısacası gene berbat durum­
dayım. Paris'e her gelişimde neredeyse, yaz kış fark etmiyor, bu
hale geliyorum, bir hikmeti değilse de bir açıklaması olmalı. Belli
ki çarpıyor buranın havası beni. Ciddi ayazda taban tepmenin,
sıcak kitabevinden buz sokağa terleyerek çıkmanın sonucu bu.
Dikkat etmiyor muyum, ediyorum, anlaşılan yeterince dikkat et­
miyorum.
Dün, iki saat çıktım topu topu, gündüz boyunca; otel odasında kfilı
yattım, kfilı oturdum. Gece, Vagenende'da yemeğe gittik ama, orada
da, ne yediğimi bildim, ne konuştuğumu (daha doğrusu sustuğumu).
Bereket Nesrin antibiyotik getirmiş yanında, geceyarısı içip yatınca
bu sabah daha diri kalktım. Toparlanmam biriki gün ister sanıyorum.
Sevindirici gelişme: İstanbul'dan ayrılalı beri yarıyarıya azaldı sigara
tüketimim: Ola ki Davidoff Magnum'dandır, tok tutuyor namussuz.
Selçuk aradı, yanında tosun Tuğrul vardı, ikisiyle de mavra yap­
tım. Handan aradı, Oya hanım bir başlık için yardım rica ediyor­
muş. Cem'le konuştum, ortam felaket orada, Aralık sonuna kadar
böyle gidecektir bence.

27 Kasım -
09.15

529
ikinci antibiyotik, biraz daha iyiyim bu sabah. Göğsüm hfila dolu
ama, sinüzitim yarıyarıya azmış durumda. Gerekeni yapıp yatmıyor,
dinlenmiyorum; dün, bütün gün sokaklardaydım. Bu halde bile sa­
bah mesaimi savsaklamıyorum. Görüyorum ki, 'fesupanallah' diyor
Samih: Paris'te çalışılır mı? Hele hastayken. Her koşulda sürdürme­
li insan, yazı ayinini. ı974'te burada başladım ve böyle başladım işe,
yoksa Hayat yazdıklarımı yazmama izin vermezdi. Birlikte yaşadı­
ğım kadınları, çevremdeki insanları, hatta işyerindekileri alıştırdım
bir biçimde, bu duruma. Zorluklar, zorlamalar karşısında eğilip bü­
külmedim. İçimdeki istek (mi demeli ona?) bunca güçlü olmasaydı,
otuz yıldır götüremez, bir noktada çatlardım. 53'ümde, 6o'ındaki
Samih'e bakıyorum üç gündür, bu gözle: 7 yıl sonra, herşey yolunda
giderse, sağlığım bozulmazsa, 'Samih gibi' olabilirim: Onu ayakta,
oldukça diri, melekelerini yitirmemiş bir halde gördüğüm için söy­
lüyorum bunu. 7 yıl. Yapıt açısından önemli çünkü. Paris'ten İstan­
bul'a ıgg7'de, tam 7 yıl önce dönmüştük ve benim açımdan oldukça
verimli geçti, 2004'e dek gelen çizgide günlerim. 2011 sonuna dek,
iyi çalışabilirsem, 'son dönem'e gönlü rahat girebilirim. Tezgahta­
ki manzara, şimdilik sayıları 25'i geçen 'work in progress' kitaplar,
beni bekleyen evre'nin çerçevesinin 'anlamlı' olduğunu düşündü­
rüyor. Çevrede hiçbir edebiyatçının bunca dolu bir 'proje' üzerinde
yoğunlaşmadığını biliyorum. Çoğunun kafasında bir, bilemedin iki
kitap tasarısı ya var, ya yok. Bir 'yapıt kurma' tasasını epeydir boş­
vermişler, piyasadaki varlıklarını sürdürebilmelerini sağlayacak bi­
çimde 'yeni kitap'ları üzerinde kalıyorlar. Kurduğum, geliştirdiğim
bütünlüğün bir benzerine rastlamadım Türkiye'de, nicedir. Yazacak­
larını merak ettiğim pek az yazar var bizde. Benden kaynaklanmı­
yor bu, onlardan kaynaklanıyor. Ashbery'nin, Roubaud'nun, Botho
Strauss'un, Zanzotto'nun, Quignard'ırv1 Saer'in, Manguel'in, Noote­
boom'un, başkalarının yeni işlerini sahici bir ilgiyle bekliyorum çünkü.
Dün öğlen Le Mondrian'da yedik hep birlikte, yürüyerek Bea­
ubourg'a gittik, yolda Flore en isle'de mola vererek grog au rhum

530
ve çikolata ile takviyelendim. Sons et Lumieres sergisi Tül'e göre
çok başarılı, Samih'e göre çok zayıf, bana kalırsa fena değildi. He­
yecan verici yapıtlarla, çalışmalarla karşılaştım: Richter, Cage,
Fluxus, Klee, Kandinsky, Schönberg ve ötesi. Modernliğin ve mo­
dernlik sonrasının dengeli bir karması. Kendi payıma, hem ses,
hem renk bağlamında daha fazla açılım beklerdim - özellikle gü­
rültü alanında.
Gece, Le Mandarin'de, Tayland-Çin karışımı güzel bir yemek ye­
dik.

28 Kasım ­
ıo.oo
Antibiyotik öksürüğü, iltihabı azalttı göğsümde, buna karşılık
nezle durumu sürüyor. Hava yumuşaktı dün, bense aşırı giyinerek
çıkmıştım dışarı, korkudan; kapalı mekanlarda kan ter içinde kal­
dım her seferinde, onun için de, örneğin Gibert Jeune seansını kısa
kesmek zorunda kaldım. Buna karşılık, gece 02.oo'ye kadar sokak­
lardaydım, işte bu çok akıllıca bir iş değildi, bu sabah geç kalktım
neyse, biraz dinlenmiş oldum, bugün Chartres'a gideceğiz hep bir­
likte, daha tırısta gün olabilir.
Dün öğlen gidip otomobil kiraladık Samih'le. Öğlen Bonaparte'da
hafifyedik ve ikimiz bir kitapçı faslına giriştik. Librairie des Pres'ye
uğradık, küçük ama sıkı birkaç kitap avladım. Giderayak adama
sordum: "Size, Türkiye'de yayımlanan bir kitapta sizden, kitabevi­
nizden sözedildiğini söyleyen oldu mu?". Adam heyecanla fırladı
yerinden: "O siz misiniz?! ". Paris, Ecekent'i çekip çıkardı önünde­
ki bir raftan. Ben de pek keyiflendim, Samih adamın fotoğraflarını
çekti. Oradan Gibert'e geçtik; Gracq'ın iki gezi kitabım, Flaubert'ın
nihayet "Bir Yazar Yaşamı" mektuplarını ve yeni çıkmış bir Elytis'i
aldım. Cafe le Sorbon'da bir kahve molası verdik Samih'le, sonra
yolları ayırdık, bir kaligrafi kalemi ve iki bloknotla kırtasiye faslın
tamamladım, aslında biraz da kağıt gereksinmem vardı ya neyse.

531
Gece, Le Coupe-Chou'da yer ayırtmıştık. Tam bir saat sürdü
park yeri bulmam: Cumartesi gecesi cinnet haline bürünüyor Pa­
ris. Geceyarsı da yarım saat Samih' le dolandık, dönüşte.
Yemek gene de tatlı geçti. Olağanüstü bir atmosferi var o lo­
kantanın. Otomobille gezdirdim milleti, Bastille'den Champs-Ely­
sees'ye, pek sevindiler.
iki tam günümüz kaldı. Enikonu yorulduğumu görüyorum. Dör­
dümüz de yorgunuz aslında. En çok benim yorgun olmam gerekir
ayrıca: Etkinlikler, araba faslı, hastalık derken. Asıl sorun, dönüşte
de nefes alamayacak halde olmam: Müze'de panik günleri, basın
toplantıları, vb.; TRT çekimleri; kitabımın çıkması ve Gece-yazı­
sı... Daha ne olsun.

29 Kasım '04 -
09.30
işte bir yolculuğun daha son tam gününe dayandık. Dönmeye
istekli diyemem tabii, ama Tülin bile yorgun bu sefer. Olanak ol­
saydı da, üç gün dinlenebilseydim İstanbul'da, herşeyi yerli yerine
oturttuktan sonra harekete geçebilecek durumda olsaydım keşke.
Bugün son yoklamaları yapacağız, dağılarak. Gece, yemekte buluş­
mak üzere. Becerebilirsem, Actes Sud'e uğramaya niyetliyim. Kim­
seyi tanımıyorum Clotilde dışında, umarım oradadır. Elma'nın çı­
kış tarihini kesin olarak öğrenmem, yapılmışsa kapağını görmem,
bir yetkili çıkarsa karşıma Acı Bilgi'nin rakamlarına ulaşmam iyi
olur(du) . Biriki saat Didem, Erhun, Murat'a ayırmak da istiyorum.
Leslie'yi göremedim. Selçuk'u arayamadım. Samih'ler burada ol­
masaydı belki görüşebilirdim onlarla, bundan emin değilim ama.
Paris alıp götürüyor insanı. Yetmiyormuş gibi sabahları hücre ma­
samdan vazgeçemiyorum. Dün gece, Slı.mih bir ara, "kamçılıyor
insanı Paris" dedi: "Çalışma isteği kabarıyor". Beni de kışkırtır bu­
rada gördüklerim, gelgelelim çalışmaya zaten devam ediyorumdur.
Bu kez tempo düşüktü masada: Altı düzyazı parça, bir küçük şiir, şu

532
deftere yazdıklarım - sekiz dokuz günde otuz küsur sayfa. 2004 ve­
rimi son on yılın en düşüklerinden kaldı ki: Hayatımızın sorunları
ağır bastı. Olur böyle şeyler, 2005'te toparlamaya çalışırım.
Chartres'daydık dün. ı2.oo'de çıktık şehirden, ı3.45'te Le Mou­
lin'de yemeğe oturduk. Nefis ama ağır bir öğlenyemeği oldu. Kated­
rale tırmandık, yarı karanlıkta gezindik içinde ve etrafında, taşlara
iman tazeledim! Parça buçuk başlanmış temizliğe. Simsiyah taş, iş
bitince, taze et gibi çıkıyor karşımıza. Bırakılsa olmaz, biliyorum;
böyle olunca da Zaman silinip gidiyor ama. Biraz şehrin sokakla­
rında dolaştık, Halde açılmış bir eskici pazarını gezdik, ağır ağır
nehre doğru indik, Paris'e dönerken biriki dakika önce tersdön­
müş, farları yanan bir araba gördük, koşuşturan insanlar vardı,
içim fena oldu, Tül de fena etkilendi. Muazzam tıkalıydı Paris giri­
şi: On kilometreyi bir saatta güç bela aşabildik. Mahut pazar dönüş­
leri: Herifler haftasonunu kırlık evlerinde geçiriyorlar.
Gece Bonaparte'daydık gene. Şişmiş mideler yüzünden herkes
salatasına yumuldu, ben de peynir-şarap uygulamasına yöneldim:
Cantal, Emmental, St.-Emilion. Sonra yüründü: St.-Benoit, Jacob,
Seine, Mazarine üzerinden otele kadar.
Yatmadan, Elytis'in, 2004 basımı, "Vingt-Quatre Heures Pour
Toujours"unu okudum: 24 parçalık bir düzyazı şiir, sanki Abdal
Düşü! ı992'de yayımlanmış Yunancası. Besbelli aynı değilse bile
yakın rakımlarda dolaşıyormuşuz ihtiyar kurt ile. Esra Fransızca­
ya, Saliha İngilizceye çevirdi ilk bölümü - bakalım ne zamana okur
önüne çıkışları.

30 Kasım '04 -
09.45
Otelden ayrılmaya iki, uçağa binmeye dokuz saat var. Yetti, dol­
dum, yoruldum, dönebilirim. Hiç mi hüzün yok, olmaz mı: Doğru­
su, bu kışı, önümüzdeki baharı Paris'te geçirmek, bir altı ay daha
burada olmak isterdim.

533
Dün, hoş ve sürprizli geçti. Sabah çıktığımda Kundera'yla kar­
şılaştım: Rue du Four'da bir apartmanın kapısı açıldı ve o çıktı.
Arabayı daha önce teslim etmiştim, hızlı bir yürüyüşle Actes Sud'e
girdim ve ilk karşılaştığım kişiden Clotilde'in artık orada çalışma­
dığını öğrendim. Bana Miriam bakıyormuş: Afrika kökenli, çok
tatlı, yumuşak bir kadın; son derece sıcak ve konuksever davrandı.
Kitap 15 Aralık'ta basımevinden geliyormuş, 3 Ocak günü piyasaya
çıkacakmış. Kapak taslağın gördüm ve hiç beğenmedim, çok baya­
ğı bir yaklaşım: Bir elma çiziminin içinde L'Origine'in 'merkez'i,
kıpkırmızı bir fon. Miriam kaygılarımı tasarımcıya iletecek, tabii
değişiklik yapacak vakit kalmışsa. On-beş dakika kaldım yayıne­
vinde, Miriam'la yazışacağız.
Sonrasında, St.-Michel'de bir kahve molası, bir Gibert seansı,
Tül'le buluştuk öğlen, paçası yapılan pantolonumu alırken telefo­
num çaldı: Oğuz! Brüksel'den yarım günlüğüne Paris'e gelmiş, aklına
beni aramak düşmüş, Paris'te olduğumu anlayınca afalladı, ne yazık
ki görüşecek kadar vakti kalmamıştı, trene binmesine bir saat vardı.
Serseri mayın dolaştım bir süre, Tül için bir 12 Aralık hediyesi
aldım, yarım saat siesta, öğrencilerimle 18.oo'de Caf Bonaparte'da
buluşmadan önce bir La Hune faslı, dün iyi avlandım, giderayak,
küçük çantam doldu.
Bonaparte'a Murat, Didem, Erhun'un yanısıra Türk sevgilileriy­
le Orhan ve Ulaş da geldiler. Hakkı geceleyin Tübingen'den geliyor­
muş. Onlarla birlikteyken, tuhaf bir gurur duygusu kaplıyor içimi,
farkındayım, belki yeniden hocalığa dönerim. 20.00 sularında ku­
caklaşarak ayrıldık.
Gece, Samih'lerle Vagenende'daydık. Onlar da bugün dönüyor­
lar, ama THY ile, yolları öğlen yemeği sonrası ayıracağız. Keyifli bir
yemek, kahve faslı öncesi gene La Hune, yatmamız 02.oo'yi buldu.
Terslik olmazsa geceyarısı evdeyiz.
Yarın, İstanbul Modern'de basın toplantısı hikayesi bekliyor
beni.

534
xxv

E L M A L I T U RTA

PA R I S - A L S A C E
2005
2 Nisan 2005, Paris -
Tamıtamına dört ay geçmiş aradan, nedendir bilmem bu ara çok
uzun geldi bu sefer, dehşet özlemişim Paris'i, 104 numarayı, hücre­
yi. Yaklaşık on dakika sürüyor yerleşmem, tezgahı kurmam: Giysiler
küçümen dolaba, ufarak masamın üstünde dosyalar, defter ve kalem­
ler, CD-player ve kül tablası, hakem saatı, biriki ilaç ve vitamin, cep
telefonu, sehpada kitaplar, küçük çantanın üstünde su ısıtıcı. Başka
birşey gerekmiyor aslında, oysa evde öyle mi: Tıkabasa dolu iki oda,
iki çalışma masası, adım atacak yer yok. Sanırım şu keşiş düzeninde
asıl sır: Yoğunlaşmayı sağlıyor azın azı ya da sınırlı olmazsa olmazlar.
Dört-beş gece Paris'teyiz önce. Sonra yola düşeceğiz: Lozere,
Bdarieux, Macon, Strasbourg, Perigord. Son dört-beş gün gece Pa­
ris'te olacağız. Yüklü bir program bekliyor beni: Pazartesi bir söyle­
şi. Salı belki Actes Sud'e, Bedarieux'de bir, Strasbourg'da iki seans,
film hikayesi için Gervais'yle buluşma, üşenmezsem Patrick Ray­
naud, bunlar var şimdilik.
Sokağa fırlama vakti!

4 Nisan '05 -
08.30
Paris'e ineli 37 saat olmuş: Bir tam gün, iki gece. Sarhoş gibi
dolaşıyoruz önce, sokaklarda: Cumartesi gecesi, Pazar bütün öğle

537
sonrası yaptığımız gibi. Kaslar gerilmedi bu sefer, sık mola verdiği­
miz için. Şimdilik.
tık iş, iki kitapçıya göz attık Tül'le: Çıkalı dört ay oldu, "La
Pomme" gözler önünde. Pek keyiflendik. Rue Dragon üzerinden
geniş bir çember çizip Les Deux Magots'da atıştırdık: Crottin cha­
ud, Pouily Fume. Sonra bir uzun yürüyüş daha ve Cafe Bonapar­
te. Günün (bir gece önce doğru dürüst uyuyamamıştım ayrıca) ve
yolculuğun yorgunluğu, 24.00 sularında otele dönüp yattık.
Sabah erken kalktım ve kurulmuş gibi yazmaya koyuldum: Ne
iştir bu! Tıpkı iki yıl önce, gene burada, Lfile ile Ladan'ın Mesel(es)
i'nin devamın yazıyorum. Bu kez daha kısa bir metin çıkacak orta­
ya. "Gövde'm"in, ıg8g'dan bu yana süren, sürünceme ritmi içinde
ilerleyen o kitabı bu yıl bitirmek için son bir hazırlık yapmıştım
gelmeden. Oysa bu kimbilir kaçıncı fotofiniş hazırlığı! Gerçi hiçbir
kitabımı aceleye getirmedim bugüne dek, ne zaman bitecekseler o
zaman bittiler; gelgelelim, bazıları çok ağırdan almıştır, bu da on­
lardan biri oldu besbelli.
ı2.oo sularında çıktık otelden. Rue de Seine üzerinden Pont des
Arts'a gittik, Seine kıyısından yürüdük, hem Quai des Grands Au­
gustins'deki, hem de Quai St.-Michel'deki evlerimize baktık. Ara­
da, Le Gentilhommiere'de hafif bir öğle yemeği yedik. Bordeaux
eşliğinde. Hava olağanüstü Paris'te: Pırıl pırıl gökyüzü, günlük gü­
neşlik, yaklaşık ı8°. Sonrası belli olmaz tabii, ama galiba kışlıkları
fazla tutmuş olabilirim.
Yemek sonrası: La Huchette, Square Viviani, St. Julien. Parkta
konakladık bir süre, herkes sokağa atmış kendini. Tam bir Fellini
kahramanına rastladık orada: Cüceden az uzun, geniş gövdeli, yaşlı
ve şişedibi gözlüklü bir rahibe ortaya saçılmış gazete sayfalarını tek
tek, eğile büküle topladı ve çöp ten�esine yerleştirdi, dehşet bir
kısa film. Ardından Rue Galande, Colbert, Rue de Bievre. Orada,
kuytu bahçede ikinci mola. Biri kurt köpeğiyle, iki yarı berduş, sı­
ralara uzanmış uyuyorlardı. Sıkı bir serçe korosunu dinledik uzun

538
uzun. Montagne Ste.-Genevieve'e tırmandık ve Rue Descartes'a
geçtik: Orada, "Paris, Ecekent"e bir çentik: Sokağın girişindeki bir
evin cephesinde Alechinsky'nin dev mavi ağaç "estamp"ına Bonne­
foy'un şiiri eşlik ediyor - eskiden boştu o duvar.
Üçüncü molayı Mouffetard meydanında verdik, çay ve turta
eşliğinde. İğne atsan yere düşmez. Tagh geldi ve 'performans'ını
gerçekleştirdi. Ara sokaklardan devam ettik: Voltaire'ın Ansiklo­
pedi'yi yönlendirdiği evin, Peguy'inkinin önünden Rue Malebran­
che'ın dibine dek, Souffiot'ya, sonra da Medicis'e geçtik, herkes se­
reserpe güneşe durmuş kahvelerde, Le Rempart'da örneğin tek boş
sandalye görmedim. Rue de l'Odeon, Quatre-Vents, Mulot'nun için­
de büyük bir kalabalık, tereyağ kokusunu duyunca "şerefsizler!"
diye bir nutuk tutturdum. Tül yerlere yattı gülmekten. Yavrum,
taşkın mutluluk içinde, son ayların kasvetinden sonra. Dönüp ote­
le bir saat uyuduk.
Gece, El Chuncho'da, pişman olma pahasına, Bordeaux eşliğinde
fajitas yedik, ki pişman da olduk sonuçta, her zamanki gibi! Sinemı:�
ya gittik sonra: "L'Antipode", iki iyi komedyenle berbat bir senaryo­
dan berbat bir film nasıl yapılır konusunda doğrusu okkalı dersti.
Noktayı Bonaparte'de koyduk. Pazar gecesi tenhalığı çökmüştü her
yere. Bu nefis havada otele girmek ağırına gidiyor insanın.
Bugün araba kiralamalıyım. Bir de gazete randevum var. Hayırlısı.
Bir ara, "La Pomme" üzerinden "durum" hakkında konuştuk
Tül'le. Yazarla ressamın koşulları biribirine benzemiyor temelde.
Kitap piyasası yabancılara hayli açık, resim piyasasında çok zorlu
bir süreç egemen. Gerçi, ilkinde de yazındışı epey etmen devrede:
Şans, rastlantı, ilişkiler, vb. haketmediğimi söylemiyorum şüp­
hesiz, hakettiğime inanıyorum, ama hak sırası diye bir kavram
yok bu dünyada. Fransa'da Yaşar Kemal, Nedim Gürsel ve Orhan
Pamuk'tan sonra en çok kitabı çıkan ben oldum yanılmıyorsam:
2ooo'den bu yana beş kitabım çıktı, üç kitap da (en azından) yol­
da, yayıncılarımda. Yayıncılarımdan memnunum, özellikle Fata

539
Morgana'dan ve Actes Sud'den. Kitaplarım bir de Jose Corti'de, Ga­
lilee türü yayıncılarda, Gallimard'ın Le Promeneur gibi küçük dizi­
lerinde çıksın isterdim ayrıca, şımarıklık sayılmazsa.
Buna karşılık, yayın sıralamasını ben yapmış değilim. Bana kal­
sa, Doğu-Batı Divanı'ndan Kanat Hareketleri'ne, Koma Provaları
ve Abdal Düşü, Başkalaşımlar'dan ve Ansiklopedi'den kapsamlı
seçmelere öncelik tanırdım. Her yerde romana öncelik tanıyorlar
oysa. "Acı Bilgi" ve "Elma" nasıl da ilgi gördüler örneğin. Benim
seçtiklerimin ticari boyutu hemen hemen hiç yok. Bu da işin bir
başka yönü.
Doğru başlangıç 1talya'da gerçekleşti, hem de 1992'den başla­
yarak. İki büyük şiir seçkisiyle, Scritti e Sigilli ve Imago Mundi,
yabancı okurun önüne çıktım. Poesia dergisinde üç kez yeraldım.
Neye yaradı? Fransa'da aldığım yankının üçte birini toplamamı­
şımdır; SibillaAleramo ödülüne, katıldığım onca toplantıya karşın.
Şimdi Amerika'da da hazırlanıyor aynı başlangıç: Sıkı, geniş bir şiir
seçkisiyle yola koyulacağım orada da - aynı oranda iz bırakacağım
herhalde. Almanya'da da benzeri bir hazırlık sözkonusu.
Garip biçimde, gene de, asıl olması gerekenin bu olduğuna ina­
nıyorum. Şair, varlığını temsil edebilecek bir seçkiyle ortaya çıka­
rılmalı önce. Gerisi çok ağır gelebilir.
Tersi duruma bakıyorum: Fransa'da daha hızlı, profesyonel, ya­
yınık bir ilgi topluyor yazdıklarım. Oysa kuşatma yanlış -benim
açımdan- bir sıralamayla gerçekleşiyor. Bunu söylerken, önümü
göremediğimi eklemeliyim. Devamı gelecek mi, yoksa bir kopuş,
uzun bir ara mı devreye girecek, bilemiyorum doğal olarak. Beş ki­
taptan on kitaba yürürsem, nasıl bir konumum olacak Fransızca­
da? Şimdiden bilemem bunları.
Sonuçta, hep onu düşündüm, yazdı,klarımın çeşitli yabancı dil­
lerde yaratacağı toplam varlık biçimi beni elbette ilgilendiriyor. Ti­
cari boyutu bunca düşük bir yapıtın belli bir dağılım doğurması az
birşey değil çünkü. Maddi bir kazanımım olsaydı (ki oldukça düşük

540
düzeyde oluyor) memnun olmaz mıydım, olurdum tabii, gelgelelim
asıl beklentim, tartışılmaz biçimde manevi cephede bana bu kitap­
ların sağladığı doyum.
Tülin'in resimlerinin de aynı karşılığı hakettiğine inanıyorum.
Ressamın dramı, piyasanın dişli engelleri: Orada maddi zemin çok
bağlayıcı. Tuttuğunda ciddi getirisi sözkonusu oluyor, en çok bun­
dan tıkanıyor yollar. Beni yayımlayan yayıncı, kitabım tutmadı­
ğında ölmüyor. Plastik Sanatlar'da yatırım ölçütleri, riziko payları
alabildiğine farklı.
Öte yandan, bizden sonrakiler başka koşullarda yetiştiler, hazır­
landılar, bunu görmek ve kabul etmek gerekir. Tül de, ben de, yıllar
yılı, açılmayı aklımızdan geçirmeden yaptık yapmak istediklerimi­
zi; bırakın dış dünyayı, kendi ülkemizde bile yeterince ilgi görmü­
yorduk. Benim yurtdışında ilk kitabım çıktığında, 4o'ımı bulmuş­
tum, bir kaza olarak görüyordum İtalya'da yayımlanmış olmamı,
ola ki ikinci bir kaza daha görürüm yaşarken umudu doğmuştu - o
kadar. Onüç yılda onbir kitap oldu, yarıyolda yedi-sekiz kitap daha
var. Yarın ne olur, kim bilebilir?

5 Nisan '05 -
08.00
Öğlen çıktım otelden, gidip araba konusunu çözdüm bir çırpıda.
Kasımda geldiğimizde de, daha öncesinde de, aynı adamla karşıla­
şıyorum. St. -Sulpice'deki Avis'te: 40-45 yaşlarında biri Alain; yeral­
tında boktan bir büroda, sevimsiz bir iş yapıyor sonuçta: Durmadan
müşteri geliyor ve durmadan telefon çalıyor burada. İnanılmaz şey:
Olağanüstü bir yumuşaklık içinde, yüzünden mutluluk ifadesi ek­
silmeksizin, iki dakikada bitiriyor işlemleri. İnsanın aklına "yoksa
salak mı?" sorusunu getiriyor bu durum; tam tersine, son derece
zeki de: Görür görmez "dört-beş ay oldu mu?" diye sordu bana!
Düpedüz bir sorun halini aldı Alain'in duruşu bende! Hiçbir yer­
de böyle birine rastlamadım son yıllarda. Hele hizmet sektöründe.

541
Bok görmüş gibi bakıyorlar müşteriye, en hafifinden suratsızlar,
çoğu zaman kötü davranıyorlar ayrıca. Merak ediyorum doğrusu:
Ben mi iyi günlerine denk geliyorum, hep mi böyle? Eğer ikincisi
geçerliyse: Nasıl oluyor bu? Birilerinin ona madalya vermesi gere­
kir diye düşünüyorum ve son derece ciddiyim bu konuda.
Sonra çıktım, La Procure'e gittim, açıkçası sırf "La Pomme" var
mı diye bakmaya - sonuçta, dinsel yayınlara ağırlık veren, o türden
kişilerin yönettiği bir kitabevi; gerçi bir ayrımcılık yaptıklarını
görmedim ama, ne de olsa kapağında vagina resmi yeralan bir ki­
tap sözkonusu! Üç nüsha vardı üstelik. Öğle sonrası Gibert Jeune
ve Compagnie'deydim, orada da gördüm "La Pomme"u, ayrıca
"Amer Savoir"la yanyanaydı iki kitabevinde de. Böylece denetim
tamamlandı bir bakıma. Besbelli iyi dağıtılmış kitap, Actes Sud
güçlü yayınevi.
Gelgelelim, Türk edebiyatının hali içler acısı raflarda. Nedim'in
iki-üç, Yaşar ve Orhan'ın biriki kitabının yanında, benimkilerin dı-
şında kaza kurşunu bir kitap ya oluyor, ya olmuyor: Nazım, Dağlar­
ca, ihsan Oktay Anar. Sözgelimi Tahsin bey'in Vatandaş'ı taze bir
kitap oysa, hiçbir rafta göremedim onu. Yerimiz bile net değil çoğu
zaman: Sık sık Orta-Doğu bölümünde, hazan Balkan yazarlarıyla
yanyanayız. Kısacası, hfila bir varlığımız oluşmamış Fransızcada.
Yılların içinde pek çok yazarımızın kitapları çevrildi: Kemal Tahir,
Orhan Kemal, Yusuf Atılgan, Bilge Karasu, Çetin Altan, Sabahattin
Ali, Tanpınar, başkaları: Hiçbiri görünmüyor kitapçılarda, çünkü
bir süreklilik sağlanamadı. Şu anda beş-altı yazardan ibaret, raflar­
daki yeri Türk edebiyatının: Nazım, Yaşar, Nedim, Orhan, ihsan
Oktay ve ben. Gerisi gelmezse, artacağına eksilir de. Sanırım gele­
cektir ama.
Ön yoklamalarımı yaptım bu arad". Yeni bir Pessoa, yeni bir
Çelıov ("Defterler"), Atlantis'le ilgili üç kitap (özellikle Vidal­
Nacquet) ilk çentiklediklerim oldu. Umberto Eco'nun yeni romanı
çıkmış: Bir foto-roman bu, gülümseyerek karıştırdım kitabı.

542
Botho Strauss'un ve Strindberg'in birer oyunu aklımı çeldi. Bir­
kaç yıldır, oyunları kolaçan etmemin nedeni belli: Bir dizi kısalı
uzunlu oyun fikri dönüyor kafamda - Divan için mi, bağımsız bir iş
mi, hfila ikilemdeyim.
öte yandan, dün sabah yazmaya koyulduğum kısa bir metin, kaç
zamandır etrafında dolaştığım bir seyahatname cildinin rotası­
nı, formunu, çerçevesini, hatta ana izleğini birdenbire aydınlattı!
"Yolgeçen Notları" çizgisinde bir başlık altında, hiçbir coğrafya or­
taklığı kaygısı gütmeyen 'yolculuk enstantaneleri'ni peşpeşe geti­
receğim bir tespih mantığı oluştu kafamda. Bir bakıma Şehren'is'in
devamı bu.
Öğlen Flore'da yedik Tül'le. Ne yapsam sevemiyorum orayı.
ı6.oo sularında, bir Alsace gazetesinden benimle röportaj yapmaya
geldiler. Fotoğrafçı doğma büyüme Paris'li, nerede çekim yapalım
diye sordu bana, Cour de Rohan'ı önerdiğimde boş gözlerle baktılar
ikisi de, sonra da Levent Yılmaz Faris, ecekent'in Fransızcada ya­
yımlanmasını anlamsız bulur!
Röportaj için Chai de l'Abbaye'e götürdüm onları, orayı da ilk kez
görüyorlarmış meğer! Tabii Türkiye ağırlıklı bir söyleşi oldu, zaten
Strasbourg'daki tartışma da aynı temaya kilitlenecek. Konuşurken,
açıldıkça açıldım, bakalım ne kadarına yer verecek gazete.
Akşam, Les Deux Magots'da buluştuk Tül'le. Margarita ile açtım
geceyi. Yağmur hafiften başladı o arada. Le Pre aux Clercs'de karar
kıldık yemek için, hoş bir gece geçirdik orada. Sonrasında, yağmu­
ra karşın Rue de l'Universite'den Sebastien Bottin'e dek yürüdük,
Boulevard St. -Germain tarafına döndüğümüzde sağanak başladı ve
iliklerimize dek ıslanmamıza karşın keyif içinde yürüdük, kahve
molası sonrası otele döndük. Yatmadan Plati dosyasını karıştırdım
biraz. 05.30 gibi dikildim önce, yeniden yattım, iki saat kadar ımız­
ganıp kalktım. Belki öğlene doğru bir saat daha yatarım.
İyi sergiler var: BN'de Sartre, Orsay'de Neo izlenimcilik, Beau­
bourg'da sıkı çağdaşlar...

543
Kötü filmler var!
Strasbourg sonrası için bir kararsızlık içine düştük ikimiz de.
Perigord sevdasından vazgeçip Paris'e mi dönsek? En geç yarın ka­
rar vermeliyiz.
Dönersek buraya, hem Leslie'ye, Selçuk'a, hem Hakkı'lara za­
man kalır.
Yoksa zor gene.

6 Nisan '05 -
09.10
Yoruldum dün. İyi uyumamıştım bir kere. Ardından uzun bir
Orsay seansı yaptım. Bunu bir FNAC, bir de Odeon-Photo faslı izle­
di. Gece Lipp'i seçtik Tül'le, Ste.-Estephe eşliğinde 'choucroute' ye­
dim. Uzun bir yürüyüş daha. Noktayı bu kez Flore'da koyduk. Yarın
yola çıkacağız, ama hfila dönüş tarihimizi bilmiyoruz.
FNAC'tan Seinfeld ve Coluche DVD'leri aldım. Asıl vakti, yeni
teknoloji ürünlerini yoklayarak geçirdim orada. Hızlı gelişen,
uyum sağlama çabası pek göstermediğim için bir biçimde anlaşıl­
mazlaşan bir dünya. Bilgisayarı yeterince sökebilmiş değilim, ses
ve görüntü alanındaki dijital gelişmelere yabancıyım, araç-gereç­
lere şaşkınlıkla bakıyorum. Tek hevesim var kaldı ki: Sıkı bir vi­
deo-kamera almak, o da elden düşme araba fiyatına, yaklaşık 6-7
bin euro! Bu gidişle daha ucuz bir alıcıyla, bir dijital el kamerasıy­
la yetineceğim, başlangıç için. Odeon-Photo'da da aynı duygularla
gezindim: Dijital aygıtlar hiç ilgimi çekmiyor fotoğraf alanında,
gözüm ikinci (belki üçüncü dördüncü) el Bolex'lere, ı6 mm'lere
takılıyor, ı969-7o'den kalma, giderilememiş bir sevda. Bunu bir
gün otobiyografiye yazabilirim: Kimi filmlerimi neden nasıl çe-
kemedim. t
Her Paris'e gelişimde, kırtasiyecilere ciddi zaman ayırıyorum.
Pek çok şey Türkiye'de de bulunur oldu son zamanlarda: Kalemden,
defterden, mürekkepten yana eskisi gibi açgözlü davranmam ge-

544
rekmiyor artık. Öte yandan, "çizi"ler nedeniyle aradığım özel sa­
yılabilecek, bazıları ucuz bazıları pahalı malzemeye ancak burada
ulaşabiliyorum. Bu sefer de nefis şeyler buldum: Mika defter, kağıt
ve tahta parçalar, çocuk gibi sevinçliyim.
Nelerde kalıyor aklım, Paris'te? Öncelikle yiyecek içecekte:
Hangi birini götüreceksin? Şarap, peynir, çorba, kırmızı meyve­
ler... Sonra çiçekler ve bitkiler: Nasıl götüreceksin? En sonra: Ev
aksesuvarları, pahalı olmayanlar çok ağır.
Gene de, elbette, beni burada asıl çelen: Kitapçılar, müzeler,
galeriler, ses ve görüntü kayıtları. Taşınabilir olanlarına bütçe ye­
tişmiyor, taşınamaz olanları (sergiler!) Türkiye'ye gelmiyor. Dün­
yayla temas açlığım hfila azalmadı, dinmedi. Dün Orsay'da, bir defa
daha bunu hissettim:
"Seurat'dan Klee'ye Neo-Empresyonistler" sergisi bereket çok
çekici gelmedi bana. Seurat'yı ayırırsak, bir de son salonu, çoğu mi­
nör, Seurat'nın gövdesi altında ezilmiş işler. Dikkat ettim, izleyici­
lerin yaş ortalaması oldukça yüksekti: 'Eskiden Sanat ne güzeldi'
hikayesi. Son salonda birkaç önemli parça yanyana getirilmişti:
Kandinsky'ler, Van Gogh, Klee.
İki küçük ek sergi daha önemli göründü bana: Seurat'nın ve
çağdaşlarının sımsıkı desen çalışmaları ve "Atölyeden" baş­
lıklı bir dizi ı850-ıgıo arası fotoğraf toplama. Çoğu anonimdi.
Gerôme'dan kalma bir Oryantalist fotoğraf koleksiyonu bizim açı­
mızdan ilginç olabilir, Pera Müzesi için Samih'e çentikleyeceğim.
iki tane Daumier fotoğrafı vardı, Quai d'Anjou'daki atölyesinden,
bir yakınımı görmüş gibi sıcak duygularla inceledim onları.
Sonra, beşinci kata yöneldim dosdoğru: 30-47 arası bölmeler için
uzun, blok bir metin yazmak isterdim, birkaç aylığına Paris'te kalıyor
olsaydım - Aciz Çağ için bir post-scriptum. Cezanne, Monet, Manet,
Degas, Gauguin, Rousseau, Matisse, Van Gogh ve Toulouse-Lautrec.
O dönemin edebiyatına bakıyorum: Baudelaire, Mallarme, Rimbaud,
Lautreamont, Flaubert ve başkaları. Rodin'i, Debussy'yi, Nadar'ı,

545
Daumier'yi düşünüyorum. Yalnızca XIX. yüzyıl Fransa'sı bile o yüz­
yılın büyüklüğünü, yoğunluğunu göstermeye yetiyor.
"44 Numara" besbelli beni kesmemiş! Gauguin'in üzerine yeni­
den gitmek için dayanılmaz bir istek duydum dün. Doğru biçimi,
bağlamı, edayı bulmak kaydıyla. Belki şiirle metin arası bir "şey".
Ufak ama canalıcı çentikler attım defterime, çıkışta, bir kahve-
ye oturup:
- Valery'den iki küçük büst: Degas ve Mallarme!
- Bir gençlik dönemi yapıtı Cezanne'ın: Madeleine'in Acısı.
- Cezanne+Velasquez: Cüce'ye ek.
- Manet'nin "limon"u.
- Bitmiş, bitmemiş XII otoportre: Cezanne, Gauguin, Van Gogh
ve ötesi.
- Whistler'in "Anne" tablosundan başlayarak, otobiyografim
için Anne portrelerinin bir taraması.
Vb.
üç saatlik bir müze seansından dolup taşarak çıkıyor insan.
Çıkışta birkaç kartpostal, iki-üç ufarak kitap (Manet'den "Be-
nim Hikayem", Saura'dan "Klee, son nokta", Le Goff-Soulages söy­
leşisi, "Gauguin Tahiti'de" albümü) aldım, gişenin tam yanındaydı
"La Pomme"lar, laf aramızda heyecanlandım.

7 Nisan ­
oo.45
Bozuk kimyalı günlerden biri daha geride kaldı. Bugün neden bo­
zuldu peki kimyam? Bilemiyorum tam, belki Matisse'in Luxembourg
Müzesindeki sergisinden çok dolmuş, sarsılmış çıktım, ondandır.
Daha önce de yazmıştım, 'böyle' sergileri yeğlediğimi. Zaman­
la (1941-54), birkaç ana temayla sınIFh, küçük ama yoğun bütün­
lükler beni derinden etkiliyor. Matisse\n son dönemi bu. Çok iyi
bir seçme yapılmış. Desenler, olağanüstü illüstrasyon çalışmaları
(Ronsard, Portekizli Rahibe, vb) , portreler (başta Aragon), sıkı bir

546
dostluk epopesi (Rouveyre ile), yağlıboyalar ve muazzam kesme ya­
pıştırmalar. Yirmilik bir ağaç dizisi (desenler) , iki okkalı iş (St.-Do­
minique ve Zumla) , yazıp çizdiği Ronsard'lar uçurdu beni. Duvar­
larda birkaç canalıcı saptaması, yaşlılığın güzel yaşanabildiğinin
örnekleriydi. Acı çekmiş, yalnızlık içinde yüzmüş, sonra kutlu ol­
muş, ailesi ve yakınlarıyla içice kalmış, her anını Sanat'ına vermiş
müthiş bir adam Mafisse.
Serseri mayın dolaştım sokaklarda sonra. Burhan Karaçam ara­
dı, pek sevindim, Vatan'daki söyleşimi okumuş. Hikmet'le, irfan'la
konuştum. Akşamüstü Tül'le buluştuk, birer kadeh şarap içtik Le
Mondrian'da. Ardından "Nürnberg'den Nürnberg'e"ye gittik ('88) .
Gece, Rue de Seine'deki Peres et Filles'de yedik. St.-Sulpice'e yürü­
dük, döndük.
Sabah yol hazırlıkları. En az yedi-sekiz saat sürecek ilk etap. He­
defim Lozere. Yarın Bedarieux'ye geçeceğiz.

ıo Nisan '05, Macon -

10.40
Macon'da, Hotel de Bellevuedezia, 43 numaralı oda. 'Bellevue'
sözün gelişi (dünyada kaç 'Bellevue' oteli vardır acaba - bizde de
'Belvü Palas'lar vardı, hfila var mıdır, kalmış mıdır?) , nehre bakı­
yoruz ya, ne görüyoruz, o ayrı. Çok yorgunduk, deli gibi uyumuşuz,
iliklerim dinlenmiş olarak kalktık bu sabah. Ve kötü haberi öğren­
dik: Otel kapalıymış bu gece ( ! ) , başka bir yere geçmek zorundayız.
Bilemiyorum nasıl yapacağız, ne yapacağız.
Paris'ten 7'si öğlen çıktık, 19.30 sularında La Malene'deydik,
yaklaşık 8 saat direksiyon sallamıştım. Dün, Bedarieux'den (ki La
Malene'den oraya iki-üç saat yol almıştık) buraya da 8 saatta geldik,
demek üç günde 20 saat otomobil kullanmışım - yorgunluk ondan.
Bugün, dolayısıyla, Dijon yakınlarında bir şatoda kalmaya karar
verdik - Tül'ü uçurmak, benim bütçemi yıkmak için. Can sağolsun,
sonuçta Bedarieux'dan aldığım para burada eriyiversin!

547
La Malene'i ayrıca yazacağım, küçük hayatımın keyifli gezileri­
nin arasına girdi o çıldırtıcı yer, özellikle de hayalet kasaba Haute­
rives.
Bedarieux'de, 'Je vis ma vie' (Hayatımı Yaşıyorum) adında bir
'konuk evi'nde kaldık, iki eşcinsel Hollandalının işlettiği bir cen­
net-mekan. 6 bin m2'lik bir arazinin, müthiş ağaçların ve hayatım­
da gördüğüm en arı sulu derelerden birinin ortasında yeralan, de­
ğirmenden bozma bir stüdyo-ev. Gece, La Forge'da güzel bir yemek
yedik: Biz, Nedim, Şeyhmus Dağtekin, başta Jean-Claude olmak
üzere Bedarieux tayfası. Konuşma çok fena geçmedi, on kadar da
kitap imzaladım.
Yolda çentiklediğim yerleri göremedim.
Dün gece, L'Amandier'de yedik Macon'da: Sıkı bir Bottin Gour­
mand lokanta, Terres Noires'dan bir Bourgogne beyazı içtim. Tul
de kırmızı bir Macon içti. Her yer Türk lokantası dolu Macon'da:
Küçük, kasvetli bir taşra kenti.

ıı Nisan '05, Pouilly en Awırois -

09.30
Chailly şatosu, 5 no'lu oda. Dün, öğlen apar topar çıktık Ma­
con'dan, iki saat sonra Pouilly en Auxois'daydık; erken vardığımız iyi
oldu buraya, tadını doyasıya çıkardık herşeyin. Olağanüstü bir Bour­
gogne şatosu bu; bir Japon satın almış yıkım halinde, ayağa kaldır­
mış, büyük arazisini ne yazık ki golf sahasına dönüştürmüş. Lokan­
tasında müthiş bir yemek yedik gece, Bourgogne şarapları eşliğinde.
Şatonun çevresi, konumu bir o kadar etkileyici. 30-40 hanelik
bir köyün ucunda. Alçakgönüllü evler, insanlar, yürürken hepsi
selamlıyorlar insanı. Küçük bir dere katediyor köyü, taze ot kokusu
başdöndürüyor. Şatonun komşusu bir,,eve tutuldum: Üç katlı, ge­
niş bahçeli, bol ağaçlı, derenin kıyısında, ayrıca kuleli ve ahırlı bir
konut, işte bize gereken bu: Dingin bir köyde, taş duvarla çevrili,
hiçbir lüksü olmayan bir ev. Gece geç saat yürüyüşe çıktık yeniden,

548
ilkyaz ayazına karşın, gökyüzünü büyük yıldız nüfusu kaplamıştı -
kokular kadar başdöndürücü bir görünüm.
Bu sabah nasılsa güneş. Strasbourg'a doğru yola çıkacağız öğlen,
onun eşliğinde. üç gece kalacağız hesapça. Bu dinginlikten sonra
bir sürü etkinliğe katılmak zorunda olmam acı ve insafsız durum.

12 Nisan '05, Strasbourg -


08.40
Sabahın köründe, Strasbourg'un küçük bir meydanında, kalaba­
lık bir kahvede, tütün ve koyu kahveyle günü açıyorum - 'benim gibi'
insanlar: Bir grup orta-yaşlı Strasbourg'lu, okuryazar kişiler besbelli,
tümü sigara ve kahve içiyorlar! Tiilin otelde, hfila yatakta; asıl benim
yatakta olmam gerekirdi: 'Yoğun işgünü' geçireceğim bugün burada:
Açık oturum, imza, gece Sümbül'le kocasına yemeğe çağrılıyız, burada
elçi olduklarını bilmiyordum, yolda telefonla yakaladı beni Sümbül.
Gece, Ragıp'ı da göreceğim, ama önce programı öğrensem iyi olacak.
Dün öğlen ayrıldık şatodan. Çevreyi dolaştık, yola düştük sonra,
Dijon'da başarısız bir mola (yemek bile yiyemedik) , Colmar'da bir
saatı aşkın kaldık, yeniden etkilenerek, geceye doğru Strasbourg'a
girdik: Place de la Cathedrale'deki Hotel Cathedrale'deyiz üç gece­
liğine, oda numarası ı6, pencereden Kammerzell'e ve Katedrale ba­
kıyoruz. Place Geterburg'da nefis bir yemek yedik dün gece, önce;
sonra, uzun yürüdük: Strasbourg'u sanki unutmuşuz ikimiz de,
düpedüz büyülü kentmiş. Aklımdaydı Oğuz, düşüme de taşımışım.
Hava oldukça soğuk.

13 Nisan '05, Strasbourg -


09.05
İki sabahtır bu kahveye geliyorum: Rue du Vieil Hôpital'den giri­
len küçük ve sessiz meydandaki Le Roi et Son Fou! Öyle sanıyorum
ki, Kral ve Soytarısı, Strasbourg'da yaşıyor olsam sık geleceğim
kahvelerden biri olurdu.

549
Gün gerçekten de yoğun geçti. Alsace ekibiyle Dostena tanıştırdı
beni, Tül'le ikimizi öğlen Chez Yvonne'da ağırladılar, hoş yemekti
açıkçası: Kaz yumurtası ve 'civciv' yedim orada: Dostena tatlı, yu­
muşak bir Bulgar göçmeni, şiir yazıyormuş. Benden önce 'efsane'm
gelmiş buraya, birkaç kitabım dolaşıyor ortada; Le Sarcophage da­
hil. Sonuçta, akşam, ağır entelektüel-yazar figürüyle sunuldum tı­
kabasa dolu salona.
Uzun süredir ilk kez gergindim, bu kadar büyük bir dinleyici
topluluğu karşısında Fransızca konuştuğum için. Bugün de sürüyor
gerginliğim: ilk kez TV'de konuşacağım Fransa'da, FR3'ya 40 da­
kika konuk olacağım ı2.20-13.oo arası. Öğle sonrası randevularım
var ayrıca.
Gecenin büyük sürprizi: Oğuz çıkageldi birden, şansa bak ki
Brüksel'den bir toplantıya inmiş Strasbourg'a. Başka hoş sürpriz­
ler de oldu: Alain Servantie ve Frere Pierre'irt kızkardeşi yanında
St.Joseph'in ı965 yılı Palmares'iyle gelmiş!

14 Nisan '05 Str. -

10.30
Bu sabahı da Le Roi et Son Fou'da açtım, sonra otele dönüp Tül'le
kahvaltı yapıp yeniden çıktım, şimdi Petite France'da bir kahvede,
açık havada oturuyorum. Birazdan yola koyulacağız, sonuçta 'Şa­
rap Yolu'nda ilerlemeye karar verdik, Alsace'da kalıp. Güzergahtaki
küçük otelleri yoklayacağız, olmazsa, ortayerde, Colmar'da demir
atarız. iki önemli nokta, Colmar ve Kaysersberger dışında, tanıma­
dığımız bir yol bu, küçük mücevherlerden oluşuyor.
Dün gece, Sümbül ve eşinin yemeğindeydik. Nefis bir 'residen­
ce'da yaşıyorlar, güzel bir yemek verdiler bizim için, Faruk'la karısı
Dilek de katıldı, ne yazık ki Ragıp'ı göreı:nedim, İstanbul'daymış !
TV çekimi iptal olunca dehşet rahatladım dün. Dergi söyleşisini
yaptım. Öğrencilerle buluşup sohbet ettim.
Strasbourg dopdolu geçti.

550
15 Nisan, Colmar -

10.50
Dün öğlen Strasbourg'da, La Petite France'da yemek yedikten
sonra ayrıldık şehirden, bu sabah Colmar'da, La Petite Venise'de­
ki Le Marechal otelinde (oda numarası: 21, Beethoven!), kahve ve
sigara, önbahçede tütüyorum. Dokuz buçuk saat uyumuşum, ilikle­
rim dinlenmiş. Tül ha.la yukarıda, odada, sanıyorum o da iyi uyuya­
bildi ve dinlendi.
Sonuçta, La Route du Vin'de 70-80 kilometreyi, ağır ağır, 5-6 sa­
atta katettik dün. Önce Obernai'de konakladık bir süre: Tipik bir Al­
sace kasabası. Son derece özgün evler gördük orada, tuhaf bir kale,
dahası bir sinagog ve Yahudi mezarlığı, herhalde büyük kayıplar
olmuştur 60 yıl önce. Oradan, Mont Sainte-Odile'e tırmandık, or­
manla kaplı bir tepeye kurulmuş manastır, otobüsler dolusu hacıyla
karşılaştık. Odile kör doğmuş, vaftiz töreninde gözleri açılmışmış.
Sıradışı kaya duvarlar var manastırın eteklerinde Pagan dönemin­
den. En son Selestat'ya gittik. Kentten çok anıtları büyüleyiciydi.
XII. yüzyıldan kalma Ste. Foy kilisesine bayıldım, içeride bir çocuk
lahdinin meleklerle bezeli kapağına takılıp kaldım. St. Georges da
özel bir gotik kilise, kızıl taşta bir mağrurluk var: Strasbourg'dan
Basel'e, katedrallere mührünü vuran o renk nereden geliyor acaba!
Colmar'da kalmak en doğrusu oldu sanının, yoldaki oteller içimize
sinmedi, turizm kokusu çok ağırdı. Gece, Le Fer Rouge'da, balayı ye­
meklerimizden birini yedik ve yorgun olmamıza karşın önce eski şeh­
rin sokaklarında, sonra da küçük Venedik'te serseri mayın dolaştık.
Bugün de kalacağız Colmar'da. Yarın için kararsızız, belki de Pa­
ris'e döneriz artık.

16 Nisan '05, Colmar -

09.20
'Siyah Dağlar Meydanı'nda bir kahvedeyim bu sabah; otelde­
ki tütün sorunu yüzünden. Odada yasak yok ama, iki yıl oldu Tül

551
sigara içmeyi bırakalı, artık her yerde sorun var benim için, sık
sık ne yapacağımı şaşırıyorum. Bu arada, yaklaşık yılbaşından
beri ortalama bir pakete indim ben de; ikinci bir hamle yapıp ya­
rım pakete inmem gerekiyor.
Zor geçti dün gece: 00.30 dolaylarında yattık, 04.00 sularında
delindi ikimizin de uykusu: Oda çok sıcaktı! Otel yaşantısı bir yaş­
tan sonra iyice güçleşiyor; öte yandan, iki haftada yedi otel değiştir­
menin yorgunluğu cabası. Neyse ki, son hafta için yarın Paris'e, Le
Clement'a geçiyoruz - orada evdeki kadar olmasa bile rahatız. Ama
bir hafta dolduğunda evi özleme eşiğine varmış olurum, biliyorum.
Colmar'da epey yorgunluk attık sonuçta. İki gündür otomobil
kullanmıyor, yola düşme telaşı yaşamıyorum bir kere. Şehri eniko­
nu tanıdığımız için koşuşturma da yaşamıyoruz. İnsan hazan yeni
yerler görmek, hazan da eskiden tanımış olduğu yerlerle tanışıklı­
ğını tazelemek, geliştirmek istiyor.
Colmar'a ilk gelişimiz sekiz yıl öncesine denk geliyor. Sonrasın­
da üç-dört kez daha uğradık buraya; ama, yanılmıyorsam üçüncü
kalışımız şehirde. Alımlı, derin kasaba Colmar. Gelgelelim, mücev­
her sayısının çokluğuna karşın, derlitoplu oluşu keşfin bütünlen­
mesini kolaylaştırıyor. "Şehren'is" için geniş portreyi hak ediyor
Colmar.

16 Nisan, Colmar -

20.05
Bugün, Colmar'dan çıkıp, bağ yolları arasından, Türklerin otur­
duğu Bann'da yarım saat mola vererek tepelere tırmandık ve hedefe
vardık: Strutofkampı, Nanz.
Bütün yolculuğu simsiyah bulutu içine alan ve boğan bir kesit
oluştu birden, orada: Bu küçük, ama gaz g<ialı kampta kaç bin kişinin
öldürüldüğünü bilmiyorum henüz - ama nedir ki ölümün nüfusu?
Tülin, büyük bir isyan içinde, kusma raddesine geldi işkence
odalarının önünde: Bıraksam Almanya'yı bile haritadan silecek.

552
Şimdi birşey yapmak istemiyorum ben - belki sonra.
Önceki gece iyi, uzun uyuduk. Öğlen Petite Venise'in kanalla­
rından birinin üzerinde yemek yedik; gece, gene sekiz yıl aradan
sonra Bartholdi'de, çok hoştu atmosfer de, yemekler de. Biraz iç­
kiyi kaçırdım sanırım: Önce Brussells Cafe'de bir kahverengi bira
içtim (Abbaye de Leffe), sonra bir kadeh Muscat, sonra yarım şişe
St.-Emilion; uykumu bu da bölmüş olabilir.
Gün ve gece boyu sokakları arşınladık. Dominicain kilisesini
gezdim, "Güllü Meryem"e baktım uzun uzun. Sonra Katedral'in ka­
pısını kuşatan figürlere. Tek tek evlere: ı319-1562 arası yapılmış bir
düzine anıt-ev. Kuğular, ördekler, kuşlar cabası.

17 Nisan '05, Colmar -

09.40
Altı Siyah Dağ meydanında, Colmar'da son sabah; öğlen Paris'e
dönüş. Yoğun yağmur, radyoda Brassens.
Dün akşam, kamp dönüşü Eski Gümrük Kahvesi'ne oturduk
önce; gece, Chez Henri'de yedik ve çok içtik, bir bakıma sızdık so­
nunda. Otele dönerken, küçük Venedik'teki yeni doğum yapmış,
bebeklerini bir ağaç gövdesine sanki kapanarak hayata hazırlayan
dişi ördeği yokladık - iki gündür izliyorduk onu. Bu arada, kanal­
daki kuğu çiftini uyurken gördük, kalakaldık: İnanılmaz iki heykel
gibiydiler, başlarını gövdelerinin içine gömmüşlerdi.
Colmar: Bir daha kimbilir ne zaman?

18 Nisan '05, Paris -

09.30
Yoruldum açıkçası: On gün içinde üç bin kilometre yol aldım
direksiyon başında, dün de yaklaşık sekiz saat araba kullandım,
bu sabah dokuz saat uyumuş olmama karşın, iskemlede sallanı­
yorum hala. Altı günlük Alsace serüveni dopdolu geçti, kafam­
da fırdönen bir metin iyice biçim aldı dün yolda, öğlen çıktık

553
Colmar'dan, Strasbourg-Metz-Reims üzerinden gelirken Verdun'e
girdik ve yarım saat savaş alanında, yitip gitmiş Fleurie köyünün
hayalet gövdesi içinde dolaştık, Paris girişi dehşet tıkalıydı, 20.00
sularında otele yerleştik. Flore'da hafif yedik, pek az yürüdük, dö­
nüp yattık. Paris'te hava yağmurlu olacak gibi gözüküyor, dün sa­
bah Colmar'da, sağanak altında yaptım son yürüyüşümü, ilikleri­
me dek ıslandım. Biriki şiiri ateşledi Colmar. Hayırlısı.
Dönüşe hazır olması gereken üç metin: P için bir kedi-sanat de­
nemesi, Alkım'a Eiffel ve Kamp. Oysa aklım, sıcağı sıcağına Alsace
metnine gidiyor. Oğuz'a, Avrupa'ya, ötesine giden bir mektup.
Bakalım.

19 Nisan, Paris -

09.00
Yoldan dönüşün özel tatsızlıklarından biri, uzun yolculuklar­
da; çamaşır faslını İstanbul'a bırakamıyorsunuz. Her seferinde
gerginlik çıkar, dün de öyle oldu, iki buçuk saata mal olan temizlik
seansında. Sabah iyi çalıştım oysa, Alsace metni depar aldı. Nere­
ye doğru? İşte bunu bilemiyorum. Hfila Seyahatname'nin parçası
olarak görmek istiyorum onu, ama otobiyografinin bir parçasına da
dönüşme eğilimi görüyorum tonunda, edasında.
Dört gecemiz kaldı Paris'te, neye kime yetişeceğiz bakalım. Bi­
zim çocuklar çoktan sıraya girdiler, Maxime Gervais'yle buluşmalı,
Seuil'e uğramalıyım, bir İsviçre radyosu peşimde. Belli ki Leslie'yi,
Selçuk'u arayamayacağım gene.
Dün öğleni Le Sorbon'da savuşturdum. Compagnie'de rafları do­
laştım biraz. Fazla kitap alamayacağım bu kez de, bütçem yok gibi,
ama alacağımı da almalıyım! Gece La Vagenende'daydık, sıkı bir
yemek yedik bol şarap eşliğinde, mahut 'steak tartar'ı da denedik
sonunda, içimizde ukte kalmasın! Yorgunluk, içki, 24.oo'e doğru
döndük otele, erken yattık. Adet oldu Paris'te, belki içkiden, kabus­
larla uyanıp bir sigara tüttürüyorum karanlıkta. Dün gece ismet

554
Özel'le araba kullandık, bira içiyordu İsmet, benim eski model bir
spor arabam varmış.

20 Nisan '05 -
09.20
Dönüş yaklaşınca bilançonun ağır tarafı dank ediyor: Bu yolcu­
luğun ciddi bir mali maddiyeti oldu. Bir yıldır güç bela geçiniyoruz,
parça buçuklarla; ek harcama telef ediyor bütçemizi. Eskiden aylık­
tan artanları savururduk böyle sefalarda, şimdi birikimden yedik;
bu türden bir yolculuk daha yapabilir miyiz bilmem, birikim ancak
kısa yolculukların ekstralarını karşılayabilir bu yıl, sonra o da yok.
Sırada üç 'sefer' var: Saraybosna, Kartacena, Andorra. Elden gel­
diğince çağrı süreleriyle kısıtlanacak programlar uygulamalıyız
bundan böyle. Öte yandan, baktım, Alkım bu ay para yatırmamış
galiba hesabıma; eğer öyleyse ve bilemediğim bir açıklaması yok­
sa, ilişkimi keseceğim tabii, bu da bir gedik açacak hane bütçesin­
de. Zaten TRT işi de tatile girecek yazın, önümüzdeki güz yeni bir
gelir kapısı gerekecek, belki Bahçeşehir'in önerisini değerlendirir
ya da Aydın savsaklamazsa, Bilgi'ye başlarım. Hele bir dönelim de,
bunları salim kafayla değerlendiririm; ama dün gece uykum kaçtı.
Tül'le dertleştik hafiften.
Sabahtan Actes Sud'e gittim, Miriam'la görüşmeye. Durum genel
olarak iyi: Dört kısa (ama çok iyi) okuma nota daha yayımlanmış bu
arada, çeşitli dergi ve gazetelerde, biriki yazı daha çıkabilirmiş aylık
dergilerde. Bir olasılık, yarın Suisse Romande radyosunda programa
çıkacağım, Canal +'ün bir kanalı da bir saatlığına konuk etmek is­
tiyormuş beni ama, buna sanırım zaman kalmadı. Miriam, Levent
Yılmaz'ın Actes Sud'den ayrıldığını, kendi yayınevini kurmak üzere
olduğunu söyledi; duymuştum bu haberi gerçi, ama bir netlik yok or­
tada. Benim açımdan soru işaretli bir gelişme bu; Miriam pek birşey
bilmiyor işin geleceği hakkında, ona yönetim benim bir kitabımın
daha çıkacağını söylemiş, hepsi bu. Diziyi kapatıyorlar mı? Benimle

555
ilişkileri Başka Yollar çıkınca bitecek mi? Sürecekse, nasıl sürecek?
Hem Bertrand Py'ye, hem Alberto'ya yazacağım bu vesileyle.
Özellikle "La Pomme"un oldukça sıcak karşılanışının ardından,
Fransa'da yolumun biraz daha açık olacağına inanıyorum. Gelgele­
lim, burada çetin bir ilişki ağı var ve ben bunun oldukça dışında,
uzağındayım. Pek çok yazar, bir noktadan sonra kayboluyor raflar­
dan. Geri döndükleri de oluyor. İyi-kötü süreklilik sağlayanlar var.
Bir dildeki yazgısını kendi belirleyemez yazar; Orhan gibi başarılı
bir ticari çizgi tutturanlarda bile gün geliyor düşme yaşanıyor. Ya­
şayacak, göreceğiz; yaşarsak.
Seuil'e uğradım ve yarın sabaha randevulaştım. Sel için. Çocuk­
larla akşamüstü buluşacağız. Maxime'i aramalıyım, vb.
Dün, gün boyu avare dolaştık; Tül'le kah ayrılıp, kah buluşarak.
Uzun, doyurucu bir Belles Lettres seansı yaptım ve sıkı birkaç kitap
avladım. Procure'e yeniden gittim. Daha bitmedi turlarım.
Sarp aradı, güzel oğlumu görmeyeli çok oldu. Samih'le konuş­
muştum. Siyah-beyazları aldım; renkli faslını İstanbul'a bıraktım.

21 Nisan '05 -
08.50
Rue des Abbesses, Places des Abbesses: Dün, arabayı geri ver­
meden, Tül'le bir tur yapmaya çıktık ve kuzeyde öğle yemeğini
atlatmaya karar verdik. O sokağı, Rue Le Picq'i, çevreyi ikimiz
de çok seviyoruz, özellikle insan dokusunu - neden, peki yapışıp
kaldık yıllardır, aynı mahallede? Birazı alışkanlıktan, birazı Cle­
ment'da hayli rahat olmamızdan. Oysa Saint-Germain'in pek tadı
tuzu kalmadı son yıllarda, turizm ve alışveriş çökertti mahalleyi.
İyi bir otel bulup taşınmalıyız artık. Ama kolay değiştirilmiyor
alışkanlıklar. ı

Öğle sonrası yolları ayırdık. Sırayla L'Age d'Homme'u, Com­


pagnie'yi, Cluny'nin kitapçısını tavaf ettim. Gece Çin lokantasına
gittik, orada "tam ne yaptığımı" sordu Tül, yıllardır, bunca saat,

556
kitapçılarda. Bu seferler benim en heyecan verici yolculuklarım:
Çünkü hiçbir şehrin sokakları, kitapçıların rafları gibi durmadan
yeni keşif noktalarıyla beklemez sizi. Kitap Evi'nde açılacağım ora­
ya da. O kitap aslında bir aşk romanı olmalı.
Bu defa kimleri, neleri keşfettim örneğin? En güçlü rastlantı
Konstantin Leontiev oldu: İstanbul'da ve Edirne'de de yaşamış bir
XIX. yüzyıl Rus yazarı, düşünce adamı. Bizde tanındığını sanmı­
yorum, Rusya'da bile biraz unutulmuş, şimdi yeniden günışığına
çıkıyor. İkinci önemli keşfim Mikael Photios: Bir IX. yüzyıl Bizans
yazarı, Borges'in atalarından biri. Üçüncüsü, bilinen, ama benim
tanımadığım bir çağdaş Macar yazarı: Peter Esterhazy besbelli de­
lifişek biri. Ayrıca, ayıplanası bir gecikmeyle Martin Scriblerus'la
karşılaştım: Swift, Pope ve arkadaşlarının yarattığı bir Reşit İm­
rahor. Hadi ben ıskalamışım, çevrede de kimseden duymadım o
olağanüstü çılgınlığı, asıl buna şaşırıyorum.
Sonrası, tanıdığım yazarların tanımadığım kitapları daha çok.
Sözgelimi, Botho Strauss'un da, tıpkı Quignard gibi, 'içbükeyler'i
andıran kitaplar yazdığını fark ettim, "Kopistin Yanılgıları"nı se­
çip aldım şimdilik. Param, yerim olsaydı, bir çanta doldu, bir çanta
daha doldururdum. İki gündür "para" konusuna giriyorum ya, üç
yılı aşkın bir süredir çıktığını yeni öğrendiğim bir derginin, "La
Faute", 38. sayısını aldım: "Para" sayısı! Lejeune ve arkadaşları me­
ğer bir "Yaşamöyküsü Derneği" kurmuşlar, bu dergi de yayın or­
ganlarıymış. Bir saygı duyulası çılgınlık daha işte.

22 Nisan -
09.00
Günleri karıştırmışım gene, nedense Pazar günü döneceğimizi
düşünüyordum, oysa yarınmış uçağımız. Birden Paris ufalıverdi
ufukta, sanki bir deliğin içine düştüm. Bugün ve yarın ı5.3o'a dek
yorarım kendimi artık. O denli yoğun geçti üç hafta, bir biçimde
çabuk da geçti ama.

557
Dün sabah erken çıktım otelden, Seuil'de randevum vardı Sel
için; Martine'in yardımcısı Stephanie'yle. YKY'den hiç ses çıkmı­
yormuş bir yıldır, önce bunu söyledi kızcağız. Sonra Derrida konu­
suna girdik, g7'den beri Küpüş'teymiş yayın hakkı, herhalde çözü­
lür sorun. Barthes'ı ve iki Perec'i bağladık. Saat 15.3o'daydı Radio
Suisse Romane'la randevu, arada La Hune'e, Duriez'e, Gibert'a git­
tim; biraz 'çizi' malzemesi aldım, enikonu zaman ve emek ayırıyo­
rum artık yazı-çizi'lere, farklı malzemelerle tanışıyorum. Bakalım
nereye kadar açılacağım bu işte?
Radyo söyleşisi vasat geçti. Formumda sayılmazdım, ama iyi-kö­
tü idare ettim sanıyorum. Çıkışta Convention'a, 1971 ve 1973'e doğ­
ru yürümek aklımdan geçti bir ara, vazgeçtim. Tül Beaubourg'daydı
dün, yenileri görmek için, ben pas geçtim, doğrusu çekici gelmedi
o tarz işler. Otobüsle Sevres-Babylone'a geldim, "ça vous interes­
se"e baktım: Yoldan geçen bir kadını çevirmiş, şiir okuyordu ona.
15.3o'da çocuklarla buluştuk Bonaparte'da: Erhun, Didem, Orhan,
Ulaş, Ali. Biribirilerini sık göremiyorlarmış, iyi bu. Hakkı Lyon'da,
Murat iş için İstanbul'daymış, Güneş'in selamlarını getirdi Orhan.
Öğrencilerimden neler çıkacağını çok merak ediyorum, ileride.
noo'ye doğru Tül, Ali Akay ve Seza'yla buluştu Bonaparte'da, ya­
rım saat kadar da ben katıldım aralarına, hafif içim karardı. Ali bir
sömestir Berlin'de, Humbold'ta, İngilizce(!?) ders verecekmiş. Na­
sıl oluyor böyle bir iş, aklım almıyor, ama oluyor.
Gece, baş başa, Monteverdi'de yedik yavrumla. Sımsıcak konuş­
tuk, sonra Rue de Grenelle'de güle oynaya yürüdük, son gece 'Küçük
İskemle'de yemek için yer ayırttık.
Bir garip hüzün çöktü üzerime.
Kendi mahşerinde tenha kalmış bir adamın hali benimkisi.

f
23 Nisan '05, Paris -

08.45
Bitti işte, bitti gene: Son, gergin, tedirgin sabaha geldik. Bütün

558
bir h{yat böyle'ğeçiyor aslında; dün annemle konuşuyordum, an­
nem biriki yıldır hayat sonunun elçisi gibi. Yaşamak istiyor oysa,
r
hfm de nasıl, ama gövde yorgun,, sorunlarla dolu.
Sabahtan başlayarak, sokaklarda ve kitapçılarda dolaşmaktan
geceye külçe gibi sarktık ikimiz de. Hava güzeldi, son tam gündü,
insan otelde siestaya kapanmaya bile yanaşamıyor bu durumda.
Önceki gün, bulvarda element ve Claudine'le karşılaşıp sohbet et­
miştim, dünkü rastlantı daha komikti: Balzar'da yiyorduk öğlen,
baktım karşıdan Doğan Kuban ve Celfil Şengör geçiyor. Doğan bey
gene kitapları yüklenmiş. Geçip gittiler önce, ardından yeniden gö­
ründüler, Le Sorbon'a oturdular. Yemek sonrası baskın düzenledim,
büyük tezahürat koptu tabii. Celfil adresimi arıyormuş üç gündür,
'Leçqn l l)augurale'i yayımlanmış, onu gönderecekmiş. Tül birkaç
kare fotoğrafımızı çekti ve ayrıldık yanlarından, Gibert'e CD alma­
ya gittik. Afdından, kitapçı seansları yaptım, birkaç iyi av daha:
Liutprand de Cre�one'dan "Bizans Elçilikleri", bir "Osuruğa Övgü"
(bir bölümü okudum, gözlerimden yaşlar geldi), bir Cem Sultan ki­
tabı (oldukça iyi bir iş), Samih'e yeni Kundera, vb. Rue Descartes,
Rue des Carmes, Jean Beauvais'de bir kahve molası, Odeon'da Tülle
buluştuk, Chez de l'Abbai'de birer kadeh şarapla akşamı karşıladık.
Yemeğe "La Petite Chaise"deydik - Paris'in en eski lokantası olarak
sunuyor kendini, tatlı bir kıvırtma bu. Yürüyüş, Les Deux Magots'da
son mola, Rue Visconti ve Rue de Seine üzerinden otele dönüş. Na-
sıl yattığımızı bilemedik. /
Herşey yolunda giderse, geceyarısı evdeyiz.
İyidir ve vaktidir.

559
XXVI

S A R AY B O S NA G Ü N L E R İ
M AY I S 2 0 0 5

A N D O R RA - BA R C E L O NA
AGUSTOS -EYLÜL 2005
20 Mayıs '05, Saraybosna -
08.10
Dün öğlen vardık şehre; Yiğit ve Vivet de aynı uçaktaydı. Hava­
alanında karşılandık, bir minibüs bizi alçakgönüllü, ama yeni ve
temiz pansiyonumuza getirdi: "Akrep", oda numarası 5. Gece az
uyumuştuk; uçak korkusu, ilaç ve alkol; şehirle ilk tanışma yürü­
yüşü; 18.oo'de başlayan ve 'rol' aldığım ilk etkinlik: Gece açık büfe,
dolayısıyla ayakta kalmak; sonraki yürüyüş ve bol içki, yorulmu­
şum, hemen sızdım. Bu sabah ıo.oo'da bir, öğle sonrası 15.oo'de bir
ikinci oturumum var, sonra epey rahatlayacağım.
Mermi izleriyle delik deşik yapıların arasından geçerek girdik
şehre. Sonra dolaşırken de gördüm aynı yaraları. ilk izlenimi kurmak
için erken ama, eski Bursa'yla Trieste arası bocalıyorum şimdilik.
Patrick, Dostena, Lütfü Özkök, Aslı, Buch, başkaları: Bol tanı­
dıkla kuşatılıyız.
Akşam yemeği sonrası hoş bir bar-kahveyle tanıştırdı bizi Yiğit:
Kak.ahit. Bir Orta-Avrupa ortamına hafif taşra bulutları.

20 Mayıs -
17.45
Gene yorgun, bir mola için döndük pansiyona. Sabah, zorunlu
olarak erken kalktım, saat ıo.oo'da ilk etkinliğim vardı. Yiğit'le

563
kahvaltı edip çıktık, Tül'ü bırakarak. Türk edebiyatı ve kendi ya­
zarlık serüvenimiz hakkında bence oldukça anlamsız bir lafazanlık
hikayesi. Kimin için neden konuşuluyor, belli değil aslında. Bana
kalırsa Bosnalılar bizimle de, edebiyatımızla da ilgili sayılmazlar;
neden ilgi duysunlar öte yandan: Biz onlara özel bir yakınlık içinde
olduk mu, bu açıdan? Ayrıca, Osmanlının mirasını iyi koruyorlar
burada ama, bunu öncelikle Müslüman oldukları için yapıyorlar. Bu
tür etkinliklere soğukluk duymaya başladığımı görüyorum. Karşı­
laşmalar iyidir, denilebilir; iyi de, Boşnak yazarlarıyla değil de eski
Avrupalı tanışlarımızla birlikteyiz hep: Buch, Manguel, Deville gi­
bilerle - yazınsal açıdan daha fazla ortak noktamız, kaygımız var.
Öğleden sonraki seansta bir İspanyol, bir Kübalı, bir Hollandalı, bir
Amerikalı (Hind kökenli) yazarla aynı masada, Avrupa kültürü ve
Yeni Dünya Kültürü hakkında bir diyalog kurduk, bir nebze daha
anlamlı mıydı emin değilim!
Öğlen, Bosna usulü bir kebapçıya götürdü bizi Yiğit, pek hoştu.
Sonra Kütüphane'ye gittik. Dağlanarak dolandım etrafında. Şüphe­
siz kuşatılan ve yok edilmeye çalışılan Saraybosnalılarla kıyaslana­
maz bir Kütüphane, gene de bu vandalizmin özünü kavramak çok
güç. Sonra ara sokaklara vurduk biraz, bütün duvarları delik deşik
olmamış pek az ev çıktı karşımıza. Tablo, yakın geçmişe kazılı oldu­
ğu için, insanın geleceğine ilişkin bütün safdil umutları anında yok
ediyor içimde: Bir defa daha söylemeli: İnsan düzelemez.

22 Mayıs - ·
11.30
'Laf faslı' dün öğleden sonra çıktığım son anlamsız oturumla ta­
mamlandı sonunda; 'iyi', hatta 'bilgece' konuştuğum söylendi her
ne demekse, bana kalırsa isteksizliğim öyle algılanmasına yol açı­
yor.
Üstüste kokteyller, yemekler de oldu tabii. Dün öğlen Tarık Ho­
ciç'in lokantasındaydık, Tarık'la da lafladık; bugün akşam, GS-FB

564
maçını Türkiye Kültür Merkezi'nde izleyeceğiz, müsteşar Hidayet
bey sayesinde, efendi insanlar, iyi de ağırladılar herkesi, Fransız
elçiliğinin tersine. Sina Baydur burada elçi, ama şimdi Ankara'day­
mış, görüşemeyeceğiz.
İki çok önemli gelişme oldu, benim açımdan, Saraybosna'da. Bi­
rincisi, Patrick söyledi, "Elma" prix Bataillon'a aday gösterilen altı
kitap arasına girmiş. Hayli iyi bir gelişme bu: Hem güçlü bir ödül,
hem de sıkı bir maddi karşılığı var. Olursa...
ikincisi, Alberto'yla Actes Sud sorununu etraflıca görüştüm.
Bağlantıyı güçlendirmek için araya gireceğini söyledi. Dahası, ken­
di dizisi için kitap istedi benden! Dehşet sevindim, ona Kravat'ı
önereceğim dönüşte, 'resmi' bir başvuru yaparak. Böylelikle, "Baş­
ka Yollar"dan sonraki adım şimdiden netleşiyor Actes Sud'de. Eh,
dört kitaptan sonra kolay kolay sırtım yere gelmez orada. Kaldı ki,
Timour'a kalırsa, Fransa'daki yolum artık bütünüyle açıkmış. Uma­
rım öyledir. Farklı dillere kapım Actes Sud'den geçecektir, herşey
yolunda gibi.
Bugün, Saraybosna kuşatmasında Boşnakları yöneten ve koru­
yan subayın mihmandarlığında bir gezimiz olacak. Yarın, bütün
gün Mostar'da olacağız. Salı, dönüş. Tülin hafiften de sıkılıyor gibi,
bu seferler zorlaşıyor galiba bizim için.
Dün, bir ara Paul Dumont'la konuştuk. Gerçekten çok tuhaf,
ilginç biri; serüveni karmaşık bir roman kahramanı. Son dö­
nemde, XVIII. yüzyılda istanbul'a gelen İsviçreli saat ustalarının
"dosya"sı üzerinde çalışıyormuş. Ben büyükbabası biliyordum,
Rousseau'nun babası da yıllarca İstanbul'da kalmıştır. Meğer,
anlattıklarının küçük Rousseau üzerinde etkisi olduğu düşünülü­
yormuş. Bir de, Rousseau'nun meyvelerle insanlar arasında sim­
ge bağları kurma eğilimi varmış: Kendisini elma olarak görüyor­
muş! Ve yaşlılığında kadın giysileri giymişmiş!
Dün geceki yemekte, Bloch'un "Principe Esperence"nın çe­
virmeni ile aynı masadaydık. 60 yaşlarında hoş bir kadın. Benim

565
konuşmamı derin ve etkili bulmuş, Platon'a -fiziksel açıdan- ben­
zediğimi söyledi. Sonra da Bloch'la karşılaşmalarını anlattı, büyü­
lenmiş tabii adamdan.
Arada, üstüste yürüyüşlerle, Saraybosna'nın en azından çekir­
değini enikonu tanımış olduk. Dün, yaya yoluna dönüşmüş ana bul­
var üzerindeki bir kahvede yüzlerce yüze baktım, tek bir yüz oluşu­
yor kafamda, böyle yapınca.

24 Mayıs -
08.ıo
Dönüş günü geldi çattı bile. Yoğun program ve koşulların elve­
rişsizliği nedeniyle beş günde üçüncü açışını şu küçük not defte­
rini: Malraux Merkezi, her günü iyi değerlendirdi kendisi ve ka­
tılımcılar için; pansiyonda kuşatılıydım sabahları: Yiğit, Nedim,
Timour ve Ötekiler.
Pazar günü, sabah mavra ve aylaklıkla geçti. 14.oo'te, kuşatma
boyunca Saraybosna'yı koruyan yarı asker yarı sivil güçlere komuta
eden 'general' ile buluştuk ve onun rehberliğinde şehri çepeçevre do­
laşan tepelere çıktık. Orada, Sırp mevzilerini, ağır silahların konum­
larını, keskin nişancıların konumlarını ayrıntılı biçimde anlattı bize.
Alıştığımız 'askerlik anıları'na benzemiyordu söyledikleri: Kesin ta­
rihlerle neler yaşandığı, hangi mahallelerin ve stratejik noktaların
hangi sırayla bombalandıklarını, mermi ve şarapnel yağmuruna tabi
tutulduklarını, bütün bunlar olurken şehirde nasıl yaşandığını din­
ledikçe gördüğümüz yıkıntılar, delik deşik evler enikonu somutlaştı
kafamızda. Görmeden, işitmeden aslında anlaşılamayacak bir ce­
hennem kapanı, 44 ay süren bir kızgın kafes yaşantısı.
Ardından, şehitliğe indik ve orada gruptan koparak yeniden ara
sokaklara daldık, Yiğit'i de alarak. Kütüphaneye gittik bir kez daha.
Bira fabrikasının lokanta-barında bir mola sonrası, maçı izlemeye
Türk Kültür Merkezi'ne yöneldik. FB ı-GS o ile sonuçlandı lig ve gene
karalar bağladığımız bir futbol mevsimi tamamlanmış oldu. Hayat

566
devam ediyor bir biçimde. Saraybosna'da, Bosna Hersek'te de. Bura­
da da lig sürüyor, maçlar coşkuyla izleniyor, takım tutuluyor. Ortalık­
ta görünmez bir duman, bir koku, bir ses hayaleti dolaşırken.
Gelen yabancılar, özellikle de entelektüeller, zaman zaman acı­
masız boyutlar yüklenen meraklarıyla yaraya tuz basıyorlar, yara
yerlerini kanırtıyorlar. Saraybosnalı anlatıyor, anlatılamaz olanı.
Karşısındaki anladığını sanıyor. Oysa, bazı şeyleri, yaşamamış olan­
ların tutması, kavraması, yerliyerine oturtması sözkonusu olamaz.
Pazar gecesi. Malroux Merkezindekilerle çarşıda hoş bir lokan­
tada buluşuldu. Lütfü Özkök de katıldı topluluğa. 83'ünde Lütfü,
ama oldukça diri, eşinin kaybından doğan acıya karşın. Medre­
se'deki sergisi etkileyiciydi.
Dün sabah, saat ıo.3o'da pansiyondan arabayla aldılar bizi: Azra,
Asya, Emir. Mostar'a doğru yola çıkıldı. Vivet de katıldı 'gezi'ye. Sa­
raybosna-Mostar arası yaklaşık ı20 km olmalı. Uzun, derin bir vadi.
Yalçın, sert kayalıkların, dağların arasından akan, bugüne dek gör­
düğüm en temiz nehirlerden biri. Anlatılması, tanımlanması güç bir
yeşil-mavi karışımı. Yol boyu, tarumar olmuş Boşnak köylerinin ara­
sından geçtik. Mezarlıklarından teşhis edebiliyordum köyleri: Müs­
lüman, Hıristiyan, arasına da Musevi mezarlıkları. Binlerce yeni in­
şaat. Kimbilir savaşın bitiminde ne haldeydi buraları. Birkaç büyük
yerleşim yerinde, Çelebili'de ya da Potoci'de farklı değildi durum.
Yarıyolda, Tito'nun ı943-44 gibi, kurnaz biçimde Nazileri yenilgiye
uğrattığı, bir köprüyü bombalayıp yıktirtarak onları enayi gibi kar­
şı kıyıda bıraktığı noktada mola verdik. Köprüyü öylece bırakmışlar
olayın anısına, yanıbaşına bir de müze kondurmuşlar. Azra ve Asya
ile konuşmayı deniyoruz Tito ve Yugoslavya konusunda, besbelli son
dönemde yaşadıkları iyiden iyiye il. Dünya Savaşında olup bitenler­
den, öncesinden ve sonrasından uzaklaştırmış hepsini.
Asıl vurgun Mostar'ın girişinde başlıyor. Şehir, her yanı sargı­
lı bir insan gövdesini andırıyor. Sargı bezleri kan içinde, aradan
görünen etler hala cılk durumda. Büyük bir onarım seferberliğine

567
karşın üstelik. Öyle yapılar var ki, aylarca işkence görmüş, öldük­
ten sonra ırzına geçilmeye devam edilmiş kurbanları andırıyor
halleri. Asya Mostarlı bir aileden geliyor. Savaşın sıcak günlerinde
şehrin durumunu hayal bile edemeyeceğimizi tekrarlıyor ikidebir,
oysa tersini düşünmek zaten elde değil.
Olağanüstü bir Ortaçağ Müslüman kentiymiş Mostar, Türki­
ye'de tek bir örneği (Söğüt, Bursa, Edirne) korunamamış bir doku
sonunda orada da yok edilmiş ve sözümona (tıpkı köprü gibi) yeni­
den yapılmış. Ne yazık ki, bu tıpkıbasım her noktasında sırıtıyor.
Suya yakın bir tepede öğle yemeği yiyiyoruz, geç vakit. Elimizde
olmadan kanırtmayı ara dere sürdürerek. Şehrin komşusu yüksek
bir tepenin doruğunda yükselen dev haç, burada yaşanan karmaşık
tragedyanın, birkaç yüzyıl boyunca burada yaşayacak olan kuşakla­
rı biribirilerine karşı kızışmasını devamlı kılacak çelişkiler yuma­
ğının çiğ işareti gibi duruyor orada, güneşin altında balkıyor.
Hiç konuşmadan dönüyoruz Mostar'dan Saraybosna'ya, gece
düşerken giriyoruz şehre. Pansiyonda üzerimizi değişip çıkıyoruz,
haşhaşa, Tül'le. Nehre doğru inerken, arkadaki tepelerin ardından
ayışığı sökün ediyor. Saraybosna'da son yemeğimizi Bira fabrika­
sında, duvarları XIX. yüzyıl sonu kartpostallarıyla süslü gam dolu
atmosferde yiyoruz, üstüste şarap kadehlerini devirerek, sanki ha­
fiflemenin öylece bir yolu bulunurmuş gibi. Çıkışta, dolunay patla­
mış, gece tenhalaşmış çarşı içi sokakları aydınlatıyor, yeni yıkan­
mış, ıslak taşları parlatarak. Çobanija'ya vardığımızda, pansiyona
girmek istemediğimiz nasıl da belli, bir an duruyoruz, sessiz, içeri­
de bizi ağır, delikdeşik bir uykunun beklediğini bilerek.

31. VIII. '05, Andorra -

09.15 r
Uzun, zorlu bir yolculuktan sonra, ı3.3o'da evden çıktık İstan­
bul'dan, üç saat uçuşla Barcelona'ya, iki buçuk saatlık bir otomobil
seferiyle buraya vardığımızda saat 23.oo'ü geçmişti.

568
Andorra Park Hotel, oda numarası g. Yüksek dağların arasına sı­
ğınmış 'başkent': Alımlı bir doğa kesitinin içindeyiz. Gece, odanın
küçük terasında, serin havada oturdum önce. Güzel bir geç saat ik­
ramının (salata ve şarap) ardından küçük bir yürüyüş için aşağıya
indik, sonra yorgunluk, yattık. Sabah tatsız sürpriz: 07.45'te arka­
daki inşaatın patırtısıyla uyanmak varmış. Gece Maria Angels ara­
dı: Bu sabah ilk 'antrenman' için buluşacağız: Dağa çıkılacakmış!
Bu ciğerlerle mi? Göreceğiz.

ı Eylül -
08.40
Böylesine hızlı bir kaynaşma daha önce yaşamamıştık: 24 saat
dolmadan hemen herkes biribiriyle kırk yıllık arkadaş olduysa,
bunda MariaAngels'in payı yüzdeyüz: Önce sabah gezisi ve öğle ye­
meği, sonra akşam etkinliği ve yemeği boyunca tanışma eşiklerini
inanılmaz bir enerjiyle katettik. Bu sabah bir başka gezi bekliyor
bizi; öğle yemeği sonrası biraz çalışmam gerekiyor: 18.oo'de sahne­
deyim ve nedense gerginim gene, hala yabancı dilde konuşmaktan
tedirginlik duymam tuhafın tuhafı aslında.
Dün sabahki gezi, bir önceki gece, şoförümüz Pedro'nun yol­
ları yutması nedeniyle, bir de karanlıktan tabii, iyi göremediği­
miz Andorra'yı birden önümüzde açıverdi: Görkemli dağların, 3
bin metreye yaklaşan çok sayıda doruğun arasına, özellikle son
20 yıl içinde yayılmış Andorra - yaklaşık 80 bin nüfusuyla. Ön­
cesinde, onursal başkan, yaşlı romancının dediği gibi bir ortaçağ
kasabasıymış burası, bir yanıyla. Herşey açıkça görünüyor kaldı
ki: Bir avuç büyülü eski yapının, sokağın, ufacık meydanın etra­
fında halka halka yeni inşaatlar yürüyor, durdurulmaz bir hırsla.
Daha zengin olmak isteyen Andorra'lıların iştahı sakin yaşamak
isteyen yerlileri ürkütüyor. Müthiş ortaçağ kiliseleri var tepeler­
de ; dün birini ziyaret ettik uzun uzun. Nasılsa kalabilmiş naif
freskoları gözümüzü aldı. Ostino'dan çarçabuk geçtik ne yazık ki,

569
aklım birkaç sokağa mıhlanıp kaldı. Doruklardan birinde, göllerin
hemen altında konakladık sonra, havanın temizliği ürperticiydi.
Otel son derece sevimli. Odanın küçük taraçası ağaçlıklı bir
bahçeye açılıyor. Yemekler dehşet. Konuşmalar besleyici. Dün
gece, fizikçi Marcello Cini dört-dörtlük bir ders verdi herkese,
çaktırmadan. Karısını da çok sevdik. Roma'da yaşıyorlar. Mar­
cello 8o'inde ama hayli dinç. Yahudi ve solcu. Karısı benim gibi
tütün bağımlısı. Andorra'nın en büyük sürprizlerinden biri, be­
nim için, bu vergi indirimi cennetinde, iki yıldır mahrum kaldı­
ğım filtresiz Pall Mall'lerime kavuşmam oldu. Yolda tütün eki­
li tarlaları sevgiyle selamladım, yetinmedim, fotoğraflarını da
çektim.
Büyükada'nın hemen ardından Andorra'ya gelmemiz bir şans:
Denize dağ eklenmiş oldu küçük yazında şu 2005'in.
Dün akşam, Fildişi Sahili'nin eski Milli Eğitim Bakanı, tarihçi
Pierre Kipre'nin seansını dinledim. Gereğinden uzun sürdü, ama
epey eğitici bir panoramasını çıkardı sömürgecilik sorununun. Sa­
londa 20o'ü aşkın oldukça ilgili izleyici görmek beni şaşırttı: Pek
az etkinlikte rastladığım bir topluluk; her yaştan insan gördüm
dinleyiciler arasında. Andorra Yaz Üniversitesi demek ki 22 yaşı­
na boşuna gelmemiş. Genç bir kadınla tanıştırdı bizi Maria Angels,
gece yemeği de o verdi ayrıca: Gençlik, Eğitim ve Kültür Bakanıy­
mış meğer Andorra'nın.
Andorra la Vella, 'eski şehir' anlamına gelirken, birden 'yeni
şehir'e dönüşüvermiş ! Ana cadde dev bir alışveriş merkezi, malum
vergi muafiyeti nedeniyle.
Bir avuç eski ev ayakta güç bela kalmış.
Fettan ara sokaklara daldık Tulin'le. Bir tanesinde, avuçiçi bir
kitapçı vitrinindeki güzelin güzeli kedisiyJe hemen ilgimi çekti: La
Puça! Bazı kelimeler yapışır insana, takip eder: 'Pire'de öyle oldu
galiba. Kedinin de adı pireymiş ayrıca, sonradan öğrendim.

570
2 Eylül -
09.30
Nasıl da yoğun, yorucu bir gündü dün! Ama değer doğrusu: Dolu
ve anlamlı geçti. Sabah erken, iki buçuk saat süren bir geziye katıl­
dım; yazık ki Tülin kalmayı yeğledi. Önce, ı.560 metre yükseklikteki
Sant Joan de Casselles'e uğradık: XII. yüzyıldan kalma bir Roman-ki­
lise, ufak mücevher. Büyüleyici hamlıkta ve modernlikte bir heykel
freskonun karşısında mıhlanıp kaldım. Sanat, o noktadan başlaya­
rak ciddi bir boyutunu yitirmiş duygusu düşüncesi gitgide ağır basar
oluyor içimde. Oradan, Santuari de la Mare de Deu da Maritxell'e
gidildi. Heyecan içinde indim minibüsten ve bunda ne denli haklı
olduğumu kavramakta gecikmedim: Eski tapınağın yakılmasının
ardından, Bofill'in kurduğu yeni kilise kompleksine tek kelimeyle
bayıldım. Katalanlar hem gurur duyuyorlar o deliyle, hem de açıkça
içerliyorlar ona, sert eleştirileri var, biliyorum - kim ne derse desin,
işte sıradışı bir iş çıkarmış burada da, dahasını yapacakmış, iki vadi­
yi dev yaylarla buluşturarak, durdurmuşlar. Bırakın, yapsın!
Oradan, doruğa çıkıldı. Akıllara durgunluk veren açılar, pano­
ramalar. Neyse ki Ordino'ya, sırf ben de göreyim diye indirdi hepi­
mizi Maria .Angels. O sular, ağaçlar çıldırttı beni. Narciso Yepes'in
yaptırttığı bir konser salonu ve çevresindeki bahçe, hemen yanıba­
şındaki eski köy kilisesi etkileyiciydi.
Konuşmam ve devamı fena geçmedi. Genel olarak beğenildi di­
yebilirim.
Gece, yemek sonrasını, haşhaşa terasta geçirdik T'ülin'le.
Yemek boyunca, daha çok benim yabancılıkla ilgili serimlemem
etrafında kaldılar. Pierre Kipre, Fildişi Sahilinden; ama Katalanla­
rın ve İspanyolların da, büyük yakınlık ve koşutluk içinde oldukla­
rını gördüm. Şüphesiz şaşırtıcı değil bu, entelektüeller bağlamında,
hatta doğal da. Koyu, sahici bir diyalog kurulabiliyor onlarla. Ernie
Ucelay-Da Cal, doktorasını Colombia'da yapmış bir Katalan tarihçi;
Barselona Üniversitesinde, tarihi seven ve meslektaşlarının çoğunu

571
memur sayan hoş biri. Kipre, hin ama sıcak bir kara Afrikalı; devlet
adamı deneyimi ağır basıyor onda, tarihçiliği çok derin bir boyuttay­
mış izlenimi bırakmadı bende. Marcello Cini sonradan epistemolo­
jiye ağırlık vermiş bir fizikçi; okkalı bir solcu besbelli. Ünlü, çok ünlü
bir kitabın altında biraz ezilmiş sanki: "Örümcek ve Dokumacı"yı
duymuştum, dönüşte gönderecek bana kitabı. Viı.clav Jamek de aynı
durumda galiba: O da, ıg8g'da çıkan ve Medicis ödülünü alan "Petit
Traite des Merveilles"in ardından pek birşey çıkaramamış; ağırlıklı
olarak çeviri yapıyor şimdi. Gergin, ironik, bir parça 'iki kaş hava­
da' bir tarafı var. Ramirez, sanat tarihçisi ve eleştirmen; Madrid'li.
Yeterince tanıma fırsatı olmadı onu: Geç geldi, erken gitti. Gene
de ısındık biribirimize. Jean Lacoste'u, Benjamin çevirilerinden
dolayı ona kendimi borçlu hissettiğim için tezahüratla karşıladım.
Gelgeldim, hafif renksiz ve soğuk biri. Ne yapalım, olsun, kötü biri
olduğu anlamına gelmez bu, biliyorum. En renkli figür, 88'lik Jose
Luis Sampedro. Romancı ve iktisatçı. Herkes 'baba' gözüyle bakıyor
ona. Hiçbir satırını okumamış olmak beni rahatsız etti.
Maria Angels'i, bugüne dek katıldığım onca etkinlik arasında,
en düzeylisini düzenlemiş olması nedeniyle tebrik ettim. Yalnız
katılımcılar mı, salondaki izleyici de yüksek düzeydeydi.
Yanıma sokulan ortayaşı az geçkin bir Katalan (meğer eski bir
Andorra'lı bakanmış), "Türkiye'ye, iki büyük borcumuz var" dedi:
"İki dev şirketi, İzmir'den göçen iki ayrı Yahudi ailesi kurdu bura­
da, XX. yüzyıl başında: Danon'lar ve Mango'lar". Sınıf arkadaşım
Davit Danon onlarla uzaktan akraba mıydı acaba?
Yuvarlak masa tartışmasında, birarada sahne aldık sonra. Kan­
lı canlı geçti. Sıcağı sıcağına, konuşurken, bir soru üzerine iki ayrı
metafor kurdum; dönüşte açmak isterim: Birincisi; "aynı gemide"
olmak konusunda, "yeni bir gemi inşa edilmeli gelecek için" dedim,
BM bağlamında; o anda aklımdan hem 'Deliler Teknesi' geçti yeni­
den, hem de Blumenberg: "Kazanın Seyircisi" olmak/kalmak. İkin­
cisi; 'enformasyon kirliliği versus gerçek (?) bilgi' denklemi çerçe-

572
vesinde, medyaların yol açtığı kirliliği önlemek adına özel bir filtre
sistemi gerektiğini vurguladım ve bir patafızik filet önerdim: iç göz­
lük. Kafanın içine takılacak bir çift gözlük, açacak olursam. Sonra
da, kendim söyledim, kendim beğendim fikrimi!
Andorra günleri kafamı, zihnimi açtı açıkçası. Verimli geçen
Büyükada sefasının ardından, Ağustos'tan Eylül'e güzel geçiş.
Dün gece ve bu öğleden sonra uzun yürüdük Tülin'le, şehirde.
Biraz alışveriş bile yaptık. Ama en çok Pall Mall'lerim heyecan ver­
di bana!
Annemle konuştum arada. Yavrucuk sıkılıyor tabii hastanede.
Kim sıkılmaz ki?
Yarın öğlen ayrılıyoruz Andorra'dan. Tuhaf bir hüzün çöktü üze­
rimize. Bir araba, Barselona'ya, otelin kapısına dek götürecek bizi.
Doğrusu ya, oteliyle ve nefis yemekleriyle, yeni dostlar kazanarak,
dörtdörtlük ağırlandık burada.
Yeniden dönmek isterim Andorra'ya.

3 Eylül -
09.oo
Gece, uzun ve şölensi yemeğin ardından helfilleşildi: Herkes ya­
rın gidiyor, biz bugün. Arayacağız, anacağız Andorra'yı, insanları;
açıkçası, hiçbir aksilik, çirkinlik kalmayacak galiba aklımda. En­
der olur bu: En azından birkaç ufak leke bırakır günler -bırakmadı.
Bir saata yakın, fısıldaşarak, odanın taraçasında oturduk Tül' le;
her boyutuyla muhasebeyi çıkardık. Geçip giden, ne yapsak bir ke­
der perdesi indiriyor ister istemez. Düşünüyorum da, çocukluğum­
dan beri ayrılışlar damgaladı beni; bir koruma kalkanı kullanmayı
öğrendim: İyi yaşantı, size eklemiş, katılmıştır; onu ileriye doğru,
kendinizle taşıyabilirsiniz artık. İnsan, sahiden de denge susuzu.
Andorra'dan iki ses kalacak: Geceyarısının küçük, neredeyse tene­
kemsi çan sesleri. Geniş kavakların yapraklarında birdenbire dolaş­
maya koyulan rüzgar. Işıklandırılan ağaçlarda, ayrıca, özel bir dans.

573
Bir ışık: Akşamın sonunda, gece kapaklanmadan az önce, dağla-
rın gökyüzünde kabartma gibi çizilen doruklarında dolaşan.
Bir koku: Taze kesilmiş ıslak çimen.
Hareket: Serseri kuşlar.
Yatmadan, Tülin'e, Babil toplantısında kafamda tohumu düşen,
burada iyice filizlenen bir anlatı projesini açtım: Aynı tema (örne­
ğin "yabancılık" cuk oturabilir burada) etrafında bir kolokyuma ka­
tılan 7-8 kişinin (şair, yazar, düşünür, bilimeri, vb.) arka planlarını
da işleyen bir roman denemesi. Biribirilerini tanıyacak, öğrenecek
vakitleri ve olanakları yoktur, olmayacaktır; her bölüm, son gece,
birer monolog kalıbından verilebilir.

3 Eylül, Barselona -

10.10
Dün öğlen, Andorra Park Hotel'in kapısında bekliyordum: Nefis
bir Jaguar göründü, kadın şoför camdan sigarasını fırlatıp önüm­
de durdu: Meğer bizi o götürecekmiş Barcelona'ya! Hem de nasıl
götürdü: Üç saatta katettik bütün Katalanya eksenini, içim kıpır
kıpır oldu camdan izlerken, ben kullanıyor olsaydım o arabayı, ora­
ya buraya sapmaktan, ikidebir durmaktan altı saatta güç bela vara­
bilirdik hedefe. Yolda, yolun kendisi hedef oluyor benim için - ne
yapsam boş.
Bir kere mola verdik, 5 kilometrelik Cadi tünelini aşıp dağları
atlattıktan sonra. Benzinci kahvesini unutamayacağım kolay ko­
lay: Sımsıcak insanlar, gözucuyla gördüğüm iştah açıcı yemekler,
herşeyden önemlisi: Bir eşek fotoğrafını camlayıp çerçeveleyip du­
vara asmışlardı. Katalanya'da kendimi çok iyi hissediyorum; Tülin
de. Birkaç ay kalmak, karış karış dolaşmak ist�rdim bölgeyi.
15.30 sularında kontağı kapattı: HotelrMajestic'in kapısında ve­
dalaştık. Oda numarası 322. Tülin'in sevdiği türden bir otel: Casa
Mila'nın iki adım ötesinde, dörtyol ağzına açılan balkonumuzun
tam karşısında: Casa Battl6.

574
Açtık, hemen sokağa fırladık ve ilk gördüğümüz tapa evinin kal­
dırım masalarından birine çöktük. Gaspacho, zeytin, midye, koyu
Guinness bira. Epey yürüdük. La Rambla'da bir serinleme molası
verdikten sonra otele döndük, hava sıcak ve ağır, bir duş yaptım,
yarım saat uyudum. Gece, iyi bir lokanta avına çıktık ve geçen se­
ferden aklımızda kalan (yer bulamamıştık) , Placa Reial'a dek yürü­
dük. Ne yazık ki aynı manzarayla karşılaştık: Önünde bir kuyruk!
Meydanda başka bir lokantayı denedik ve hayli iyi yedik sonuçta.
Meydan, tam bir "Zoo humaine". Eskiden sirkle gezdirilen insanlar
şimdi büyük şehirlerin meydanlarında başıboş geziyorlar! Şaka bir
yana, bu denli çeşit kolay bulunmaz her yerde: Barselona'nın kata­
loğu çok renkli ve kalın.
Sonrasında, Banys Nous sokağından başlayarak, halka halka 'eski
şehir'e açıldık, iki adımda bir durmak durumunda kalarak. ı462'den
bir hastane yapısı, daracık sokağa sıkışmış, IV. yüzyıldan Roma du­
varları; Ortaçağdan yeniçağa kat kat biribirine eklenerek yükselmiş
ve yayılmış kompleks kompleksler; bazilika, kilise, müzeye dönüş­
türülmüş saray yavruları. Dokuz yıl önce, bütünüyle Gaudi'ye teslim
olmuştuk burada. Bir başka Barcelona'yı bu sefer keşfetmek varmış.
Bugünü, yarını eski şehre ayıracağız. Gene de iki küçük Gaudi sefe­
rimiz olacak: Casa Mila'daki Yıkıntılar Sergisi'ni görmek çok istiyo­
rum; bir de Battl6'yu gezeceğiz - geçen sefer ıskalamıştık onu.
Bir diğer Barcelona'yı, arabayla gelirken hızla ve kabataslak gör­
me fırsatımız oldu: Yeni mahalleler. Araya görkemli, hazan aşırı
şatafatlı XX. yüzyıl başı binaları serpilse de, çoğu yakın dönem­
den, burjuva apartmanları. Tuğlanın öne çıkarıldığı, ortalama es­
tetiği ortalamanın az üstünde (herhalde İstanbulluluk yükseltiyor
o notu!), ferah ve içaçıcı yerleşme birimleri. Burada da seviliyor
taraça. Ama balkonları kötüye kullanıyor Barcelona'lılar, öyle göz­
lemledim; yanılıyor da olabilirim.
İnsan Manzaraları başdöndürücü. İtalya'ya bile fark atıyor tip
çeşitlemesi.

575
Hotel Majestic'le ilgili önemli bir ayrıntı: Giriş kapısının y�mn­
da bir levhaya "Şair Machado son günlerini burada geçirdi" yaz­
mışlar. Hangi son günlerini?! Aklıma Yahya bey, Hamid düştü aynı
anda.
Binalar tarihli genellikle. Mimar künyeleri göze çarpıyor çoğun­
da. Birden hayalperdeme dilsiz İstanbul cepheleri düştü ayın anda.

4 Eylül, B. -
10.40
Epey >'orulmuşuz; geç ve güç uyandık bu sabah. Çok yürüdük ta­
bii; ama yorgunluğun yarısı sıcaktan. Ya sabah erkenden çıkılmalı,
ya akşama yaklaşırken, yoksa sıcak ve nem dayak yemiş gibi yapı­
yor inşam.
Öğle sonrası, eski şehrin ara ve arka sokaklarındaydık gene. Yıl­
lar önce Madrid'de karşılaştığımız düğün sahnesinin bir benzeriyle
de orada karşılaştık: Tanrım ne cümbüşlü giysiler, ne surat galeri­
si! Sonra, denize doğru yöneldik. iki Barcelona yolculuğunda da
varamadığımız, handiyse uzak durduğumuz bir eşik. Barcelona, en
azından bir üçüncü sefer gerektiriyor. Bana kalırsa, Katalonya'nın
izlerini de hesaba katacak, hem Montserrat'yı hem de Costa Bra­
va'yı içerecek iki hafta süreli bir bahar seferi olmalı bu. Daha az sı­
cak, daha az kalabalık.
Dün, akşam yemeği konusunda kanlı bir anlaşmazlık sonucu,
La Rambla'daki Lombardo'da gerçekten de berbat bir yemek yedik.
İyi, keyifli lokantaları yemek sonrası keşfettik! Çağdaş Sanat Mü­
zesi'nin etrafında, halin hemen karşısından başlayarak, üstüste
pek çok atmosferli lokanta ve bar gördük. Bir şehri kendi kendine
aralamayı çok seviyorum, ama bedelleri oluyor bunun. Geceyarı­
sına doğru, Müze'nin iç avlusundaki CE 9ara çöktük. Sıra dışı bir
buluşma gerçekleştirmişler o noktada: Bir bazilika, bir klasik bina,
bir çağdaş yapı eksiksiz bir post-modern ilişki içindelerdi!
Yürüyerek döndük sonrasında.

576
4 Eylül -
18.50
Uçak saatını yanlış biliyormuşum, akşamüstü sanıyordum, sabah
ıı.5o'de kalkacakmış, hem bugünün akışını etkiledi bu (Tül'ün bavul
hazırlaması vakit ister) , hem de yarının: Sabah birşeyler daha yap­
mayı planlıyordum, otelden 09.00 sularında hareket etmemiz ge­
rekecek: Casa Mila'dan şimdi döndüm, otelin barında bir margarita
içiyorum; birazdan iner Tül, çıkarız: Bakalım nerede ne yiyeceğiz?
Bugün Poble Espanyol'a gittik: ı929'da, Evrensel Sergi için İspan­
yolların hazırladığı bir tür maket mimarisi: Yarımadanın her bölge­
sinin tipik yapılarının tıpkı-basımları - sokaklarında. Aynı yıl, iki
adım ötede Mies van der Rohe'nın yaptığı 'Less is more' pavyonunun
yanında belki bir parça kitsch bir girişim ama olsun, bunca zaman
geçince şirin bir turistik köşeye dönüşüvermiş: Öğle yemeğini orada
yemeğe karar verdik ve en doğru kararımız oldu bu: Domates, sarım­
sak, zeytin, ekmek ile başlayıp gazpacho ile devam ettim, kahverengi
bira eşliğinde, meyve salatası ve kahveyle bastırdım. Meydanlardan
yakın olanında bir karnaval gösterisi yapılıyordu, Tül'ü mutlu etti o
komik patırtı. Ortadaki meydanda tam tersi bir hazırlık yapılıyordu:
Besbelli bir autodafe sahnesi.
Dönüşte, Pazar günü olduğu için herhalde, güç bela taksi bula­
bildik.
La Padrere'deki sergi tam benlikti: Yıkıntı estetiği. Ne çok oya­
landım yıllardır, orada. Petersburg'dan, İspanyol koleksiyonla­
rından gelme, hiç tanımadığım epey tablo vardı, XVII-XIX yüzyıl
arasından. Altı Piranesi gravürünün karşısında kaldım en çok,
gene de. Bir anda onu fark ediyor insan, böyle bir durumda: Maki­
nesi olsaydı, Piranesi büyük olasılıkla fotoğraf çekecekti! Bir de ana
soru takıldı kafama: Ne zaman yıkılmaya başladı Roma? Kaçıncı
yüzyılda?
Çıkışta, Gaudi'lerin yıkıntıya dönüşeceği bir çağın bizi bek­
leyip beklemediği sorusuna sıçradım. Bizi derken insanlığı

577
kastediyorum, ben yaşarken bunun olacağını sanmıyorum açık­
çası. Bugünün düzeninde, dengelerinde Katalanya'yı bir savaşın,
bir yıkımın içinde düşünmek çok güç olsa bile, bir yüzyıl sonra
olabilecekleri kestiremeyiz. Sergide, Rossellini'nin Almanya, yıl
sifır'ından ağır bir kesit ile İngiliz uçaklarından çekilmiş bir Al­
man şehri iskeletinin görüntüleri iki ayrı salonda gösteriliyordu.
Pablo Espanyol dönüşü yanından geçtiğimiz, onarım çalışmaları
sürdürülen Barcelona Arena'sının hali ile sergideki pek çok tab­
loda gördüğüm ve belleğimde izi duran Colosseum buluşuverdi.
Colosseum'un doruk döneminde hangi Romalının aklına gelirdi
o dev yapının, gün gelip üzerinde ağaçlar biten bir yıkıma dönü­
şeceği? Biz, hem il. Dünya Savaşı yıkımlarını, hem de ıı Eylül'ü
yaşadık: Biliyoruz ki insan herşeyi yıkabilir: Louvre'u, Ayasof­
ya'yı, La Sagrada Familia'yı.
Öteki kefede çalışanlar güçsüz ama güzeller. Arte'deki bir belge­
selde, bir kadın uzman izlemiştim: Colosseum'un üstündeki canlı
dokuların (ot, bitki, ağaç) yüzyıllar boyu hangi aşamalardan geçti­
ğini araştırıyordu.
Bu insanlar yıkmaz.
Ama ötekiler vardır.

5 Eylül -
08.30
Gece, Graffiti'lerin Barcelona'sında, halin hemen yanında bir
lokantada yedik yemeği, şehrin ne kadar tanıdık, komşu görün­
düğü üzerinde konuşarak. Yürüyerek döndük otele. Kabuslu geçti
gece; herhalde içkilerden. Bulutlar kaplamış gökyüzünü. İçimizi,
dönüş gerilimi.
Ola İstanbul! Adios Barcelona.

578
XXVI I

PAR I S
7 Aralık 2005, Paris -
Bizimkisi kaçıklık: Tül gribi atlatmadan ben yakaladım ve dün,
tam da doruk noktasında uçaktaydık, akşam vakti 104 numaraya
girdik. Bütün sistemim tıkalı: Solunum yolları, kulaklarım; sesim
neredeyse çıkmıyor, öksürük göğsüme oturmuş durumda - neyse
ki dün gece, yatmadan üç günlük antibiyotik faslına başladım ve iyi
geldi biraz, haftasonuna birşeyim kalmaz biraz dikkatli olursam.
Gece, bu halimize ve soğuğa aldırmaksızın sokağa attık kendi­
mizi, çivi çiviyi söker mantığıyla yemeği El Chuncho'da yedik, acı
ve şarap yaradı tabii. Çıkışta, buna karşılık, Cafe Bonaparte'a kadar
zor yürüdüm, sıcak bir süt içip otele döndüm, kesik kesik bir uyku
sonrası dinlenmiş kalktım. Sabah, ıı.oo sularında çıktık Tül'le,
Sevres-Babylone'a birlikte yürüdük ve öğlen Les Dewc Magots'da
buluşmak üzere ayrıldık. Güneş patladı o ara. Geniş bir daire çizip
La Hune'e girdim. Epey yeni kitap gördüm. Kimbilir, perde arka­
sında daha neler çıkmıştır. Ağır ağır keşfederim artık onları, yakla­
şık 20 günümüz var daha.
Telefonum durmadı bu arada: Yaşar Kemal, Yiğit Bener, Ömer
Madra, annem, Doğan'dan ve Alkım'dan telefonlar - kimse bilmi­
yor ki burada olduğumu. Annemle de iki fasıl konuştuk tabii.
ı6.oo gibi otele dönüp bir saat kestirdim.

581
8 Aralık -
09.oo
Bir gün gecikmeyle hücre töreni işlemeye başladı bu sabah, bir de,
bir saatlık kaymayla: og.oo'da uyandım, karanlıkta ilk sigaramı iç­
tim pencereyi aralayarak, çıkıp koridor tuvaletinde yüzümü yıkadım,
kahvemi koydum, bir Haydn yerleştirdim CD-çalara, açılışı yaptım.
Aslında açılışı, dün gece, yemek öncesi oturup kısa bir metinle yap­
mıştım: "Şam'ın kaşığı� Bu, çoğuna görsel bir karenin eşlik ettiği kısa
metinler şimdiden epey bir oyluma kavuştular. iki ayrı koldan yürüyor
gibiler: "Minyatürler" ve "Yapıştırmalar". Tek bir kitabın iki bölümü
de olabilirler ileride, iki farklı toplam kurmayı da yeğleyebilirim - ba­
kalım hele. Onları, "Bekçi"nin devamı gibi görüyorum.
Yılan hikayesine dönen Plati'yi bitirmek istiyorum bu sefer,
burada. Büyükada'da niyetlendiydim, şiir baskını engelledi. Bazı
kitaplar nedense gereğinden fazla yayılıyorlar zamana, tezgahta
oyalanmalarına yolaçan biriki özellikleri oluyor. Yoruyor insanı
böyle gelişmeler, Plati'den de neredeyse bıktım, diyebilirim. Ama
kestirip atamam ben, hakkını vererek bitirmek isterim. Umarım,
dilediğim gibi tamamlarım o küçük kitabı.
Aklımda, Kitap Evi'ne ikinci soluğu vermek var bir de. ilk adım
fena olmadıydı, ikincisinde tökezlemekten korkuyorum. O kitap da
ikinci yılını doldurdu masada, ayrıntılara boğuldum. Aradan "Kü­
tüphane"yi çıkarmam doğru bir karar oldu diye düşünüyorum. O
metnin yeri bu kitap olmamalıydı, Başkalaşımlar'ın üçüncü cildine
yerleştireceğim, Kitap Evi'nde bir köprü atarak oraya. Malum, örgü
tekniği hikayesi.
Bir de, bu sonbahar başladığım, Divan'ın VI. kitabının ana şiiri
olabileceğini düşündüğüm bir ortaboy şiirinin dosyası var yanım­
da. Ve 2003'te Paris'te ilk üç parçasını y,azdığım Devrim Takvimi
şiiri. Bu üç hafta için amma umutluymuşum, biriki dosya daha ge­
tirdim çantada. Neye kısmet neye kader hesabı hep yaparım. Oysa
kısmete kader ilk günden narh damgası vurdu şu grip hikayesiyle!

582
Bütün bu tuhaf, yarı batıl hesaplar, 2005 Aralık'ında iyi hız alıp ro­
tayı bütün 2006'ya yazabilmek uğruna.
Dün gece, FT'yle Çin lokantasında karar kıldık. Sanıyorum,
halimiz acılı yemeklere çağırdığı için. Çorba ve şarap dışında
herşey berbattı aslında, biz gene Montparnasse'daki Çinlimize
dönmeliyiz. Yumuşak bir soğuk hüküm sürüyor şimdilik, hafta­
sonuna ayaz bekleniyormuş. Antibiyotiğin ikinci gününde hayli
düzelmiş gibiyim, ama dikkati elden bırakmaya gelmez, düşüve­
ririm yoksa.
La Hune'ün vitrininin bir bölümü Selçuk'a ayrılmış meğer. Bana
gönderdiği e-postadaki görüntüyü açamamıştım, demek vitrinin
fotoğrafını göndermiş bizim oğlan. Baktım, Türkçe kitapları da ora­
da: İz, Defter, Dolambaç, hepsinde benim de parmağım olduğuna
göre, ben de vitrinde sayılırım! Sevindim Selçuk adına, içim ısındı:
La Hune'ü fetheden bir avuç Türk yazarı, sanatçısı, seviniyoruz işte
- bu kadarı olsun!
Geceyi Flore'da noktaladık, sıcak sütle. Garip bir tenhalık var şe­
hirde, Noel öncesi sessizliği. Bu haliyle daha alımlı Paris; umarım
sergi kuyruklarında tersi manzarayla karşılaşmayız!

9 Aralık -
09.ıo
Antibiyotiğin üçüncü, son günü. Oldukça düzeldiğimi söyle­
yebilirim, kulaklarımın tıkanıklığı sürüyor ve beni hayli rahatsız
ediyor bu. Dün sabah iyi istim tutturmuş, Plati'nin son bölümüne
girişmiştim, nazar değdi, üstüste telefonlarla piç oldu yoğunlaş­
mam. Önce Selçuk, dalga geçiyor ya yıllardır "Türk okurunu EB'den
koruyor, yazmasını engelliyorum" diye, şakası gerçek oldu, mavrası
masada dengemi bozdu. Sonra Hikmet, sonra Turhan Günay, sonra
iki-üç defa Erksan (açmadım), gece otele döndüğümüzde iki me­
saj da buradan: Timour ve Patrice Rörig, ayrı ayrı aramışlar. Otto­
mans'ı her kitapçıda başköşede görüyorum. Kısacası telefonlar gün

583
boyu durmadı. Yaşlı anam olmasa, hiç açmazdım şu laneti, belki
yanıma bile almazdım.
Cumhuriyet Kitap'ta, Akşam-lık'taki yazılarımı açmayı dene­
yeceğim. Sayfama "Pervasız Pertavsız" adını seçtim. Okur, yazar,
yayıncı, kitapsever gözüyle okuma denemeleri kurmak istiyorum;
bir bakıma 'Okuma Lambası'nın süreğine. Milliyet'in, Sabah'ın,
Vatan'ın, Radikal'in kitap ekleri dururken gene Cumhuriyet'i seç­
memin nedenleri var. Bu küçük müdahalelerin vakti ve ortamı çök­
tü üzerime ve üzerimize - duygusu içindeyim.
Hava soğuk ama pek güzeldi dün. Akşamüstü yağan yağmur hem
parlattı şehri, ışıkları çarparak, hem de havayı yumuşattı. 13.00 su­
larında çıktım hücreden, bir saat sonra öğle yemeğinde Tül'le bulu­
şasıya sokaklarımı arşınladım: Mazarine, Seine, Beaux-Arts... Vit­
rinlere çok bakıyorum ilk günler: Galeri, mobilyacı, kırtasiyeci, vb.
Art Deco'dan günümüze eşyanın iyi tadı yıkıyor gözlerimi: Nasıl da
çekici bu çoğu iyi seçilmiş nesneler. Paramız olsaydı, sanırım sıkı
bir ev düzeni kurardım ayıracağım parçalarla. Tül'le zevkimiz ge­
nellikle uyuşuyor kaldı ki. İkimiz de süse yatkın sayılmayız, yalınkat
estetik çekiyor bizi. Benzeşmediğimiz nokta: O minimalisttir eşya
konusunda, ben tam tersine, İngiliz usı11ü istifçiyim. Bereket her gü­
zel şey pahalı değil bugün. Her yolculuktan eve renk katacak küçük,
ucuz detaylar getiriyor, onlarla ısıtıyoruz görme alanımızı. Ne yazık
ki taşıma olanağı çok sınırlı. Dün sözgelimi, bambu bir kütüphane
merdiveni gördük, topu topu 49 euro, ama nasıl götüreceksin? İster
istemez küçük, simgesel nesneler alıp götürmek zorunda kalınıyor.
Bonaparte'da birer salata yedik şarap eşliğinde. Yol ayırdık sonra.
Fürstenberg, Jacob, St. Andre des Arts, Hautefeuille üzerinden Com­
pagnie kitabevine gidip durumu kolaçan ettim. Vaktim var, acele et­
miyorum. Görünenlerin arkasına ağır ağır;inmeden önce en yenileri
kolaçan ediyorum şimdilik. Küçük bir bütçem, çantada küçük bir
yerim var, sağlam atmalıyım adımlarımı! Grip, bir de gövdemin kla­
sik hamlığı, çabuk yorulmama yol açıyor, Cafe le Sorbonne'da sıcak

584
süt eşliğinde konakladım arada. Rue Racine ve Odeon üzerinden,
yağmur altında otele döndüm, Tül'le pazara gidip erzak aldık biraz:
Altı şişe su (taşıması çok güç) , bal, mendil, bisküvi, vb. Bir saat siesta
yaptım. 19.45'e sinemaya gittik: "Joyeux Noel" ilginç bir konu, vasa­
tın altında bir film. Rue de Buci'deki "Pere et Filles"de yedik çıkışta.
Uzun bir yürüyüş sonrası dönüp yattık.

ıo Aralık -
09.20
Bu sefer biraz daha geç (oı.30) yatma, biraz daha geç (09.00)
kalkma eğilimi ağır basar oldu. Herhalde her gün şarap içmeye alı­
şık olmadığım için (Tül alışık) , bir tür sindirim güçlüğü çekiyorum,
uykularım istanbul'daki gibi iyi değil - ayrıca, çok renkli ve karmaka­
rışık düşler görüyorum. Neden acaba, düşlerimi yazmayı bıraktım?
Dün, o hızla. Cumhuriyet Kitap'ta 'başlangıç yazı'mı yazdım.
Döner dönmez başlayacağım nasıl olsa, 2006'nın ilk ekiyle birlikte
görünmek istiyorum. Dönüş sıkışıklığında dilediğim kıvamı tuttu­
ramayabilirdim, iyi oldu. Kısmetse, bugün Plati'ye dönmek, metni
artık, kesinkes, burada bitirmek istiyorum. Arayla bakınca, çok da
fena olmuyor gibi o kitap. Komşuları ivme kazanacak mı yeni yılda:
Mekik, Sokrat'ın Penceresi, Kulübe, Sır?
Öğlen, Tül'e Le Petit Saint-Benoit'yı önerdim; bayıldı oraya.
197o'lerde sık giderdim o aşevine, en son 86'da gittiydim yanılmı­
yorsam, Tül' le birlikte olalı hiç gitmemişim hayrettir. Bu arada pa­
zartesi, evliliğimizin 15. yılı doluyor, özel bir yemek gerektirir bu.
Sonrasında sefere çıktım. Guenenuad üzerinden Place Dauphine
(Noel çamları dikmişler meydana), Saint-Michel üzerinden Gibert
Jeune, ilk seans. Düzen değiştirilmiş, sanki daha işlevsel hale getiril­
miş 'silo', buna biriki kez gidince karar vermek en iyisi. Hfila dağılı­
yorum, üretim karşısında. Herkes (yazar, akademisyen, vb.) nasıl da
çalışıyor. Yayıncılar da. Türkiye bu farkı kapatabilir mi, tembelliği ve
işbilmezliği ile?

585
Akşam, Montparnasse'a yürüdük Tül'le. Le Select'te, sinema
öncesi, hafif ama keyifli yedik. Bir ara, Paris'ten aldığımız tadın
etrafında konuşurken, konu para sorununa dayandı. Neredeyse iki
yıl dolacak işten ayrılalı, rutin gideri karşılayabilecek bir gelir akışı
tablosu kurabildiğimi görüyorum şimdilik, 2006'da da koruyabile­
ceğim aynı düzeni. Gelgelelim, 'ekstra'ya yer bırakmayan bir sonuç
bu, beklenmedik 'ek'ler çıkmazsa (ki çıkabilir de).
Yılda biriki dış yolculuk, yazın Ada'ya ya da Güney'e inmek, bun­
lar için bütçemiz yok, son 'kenar payı'nı da şimdi tüketmiş olacağız.
Bu yaşta, bu birikimde, bunca çalıştıktan sonra (ikimiz de), bunca
enerjimiz varken üstelik, halimiz içler acısı değilse bile üzücü.
Zenginlerin çoğundan daha 'rafine' zevklerimiz oldu hep. Cril­
lon'da kalmaktan, Au Grand Vefour'da yemekten, Old England'dan
giyinmekten, Bendey kiralayıp iki geceliğine Chateau'ya gitmek­
ten, eve bir dizi Piranesi almaktan, dilediğimizce kitap, CD, DVD
alabilmekten doğrusu keyif alırdık. Gelgelelim, hayat tercihlerle
biçimlenir, biliyoruz, zenginlik bize mutluluktan çok sorun ge­
tirirdi, ikimizin de bir 'servet' üzerinde kafa yormak zorunda ol­
maya gönlümüz olmazdı. Öte yandan, Clement'da kalmak, Le Pelit
Saint-Benoit'da yemek, yıllarca aynı duffle- coat'ı giymek, küçük ve
ucuz bir araba kiralayıp gezmek hem de nasıl coşturuyor ikimizi,
fazlasında aklımız kalmıyor. Kaldı ki, geçmişte küçük hovardalık­
larımız oldu da, bize yeter onlar, hiçbir lükse talebimiz yok sonuçta,
tek isteğimiz olması gerektiği kadarına ulaşabilmek, o da iyice zor­
laşıyor, zorlaşacak galiba.
Tamıtamına karamsar mıyım gelecek için? Hayır, değilim.
Gövde ve akıl sağlığı önemli bir tek, onları koruyabildiğimiz süre­
ce, dilediğimize yakın bir yaşama düzeni nasıl olsa kurarız. 54 ya­
şındayım, çok başarılı bir çift ilişkisi yaşırorum, masada ve masa
ötesinde doğru ve düzgün işler yaptım bugüne dek, iyi yaşadım,
Türkiye'de ve yurtdışında kitaplarım az ama öz ilgi topladı, daha ne
isteyebilirim?

586
Gece, Patrice Cheraut'nun, Conrad'ın bir öyküsünden hareket­
le gerçekleştirdiği "Gabrielle"i görmeye gittik Vavin'de. Küçük bir
salonda altı izleyici daha vardı. Sıkı iş, dünyanın her yerinde az
sayıda insanı ilgilendiriyor. Fransa gibi kültür ülkelerinin önemli
farkı, bu azınlığı koruma konusunda direnmelerinden, seçenek­
ler üretmelerinden doğuyor: Şu anda sözgelimi Guy Debord'un,
Herve Guibert'in, Bela Tarr'ın, Philip Garrell'in filmleri için özel
seanslar düzenleyen sinema salonları var. Aynı duyarlılık şiir ki­
tapları ya da avant-garde ürünler için de gösterilmiyor mu?
"Gabrielle" etkileyici bir film. Ağır bir sorun, ağır bir konu için
eşdeğer bir anlatım biçimi yaratmış Cheraut. Acı olan ne? "Her­
kes"in hayatında merkezi yer tutan "ilişki düğümlenmesi"ni olan­
ca derinliği ve inceliğiyle inceleyen, izleyen bir filmin seyrek sa­
yıda izleyici toplaması. Toplumun bireylerini sığlaştıran, ebleh ve
eçhel kılan ne, peki?
Düzen.

ıı Aralık -
16.50
1ı.ı5 matineye, Guy Debord'un filmini görmeye gidince, bugün
akışı değiştirdim. Gece geç yattığım için zaten erken uyanamadım,
bir saat bile masada oturamadan kalkıp Hautefeuille'e gittim. Pazar
sabahı, Debord'un 78'de yaptığı anti-filmi görmek için yaklaşık 25
kişinin sinemaya gideceği çok ülke olmasa gerek: Kesinlikle en kül­
tür tutkunu insanlar burada yaşıyor. Mu? Dün, "Gabrielle" sonrası
tersini yazmamış mıydım? Debord'un filmi 6 kez gösterilse, 150
kişi izlemiş olacak - her gün, her saat büyük ya da küçük ekranda
milyonlar ahmaklar için yapılmış filmleri izlerken ne anlamı ola­
bilir o sayının, bilemiyorum.
Şimdi ekşileşiyorum ama, bu sabah çok mutluydum, sinema­
dan çıktığımda. Son on yıl içinde beni bu denli etkileyen on film
görmemişimdir. Bu tanışma böylesine geç olmamalıydı, bir tek ona

587
hayıflanabilirim. Ya, 2005 Aralık'ında Paris'te olmasaydık, karşıla­
şabilecek miydim Debord'la?
Film çıkışı hemen buluştuk Tül'le, Chai de l'Abbaye'de yedik öğle
yemeğini, Bordeaux eşliğinde. Hava güneşli ve hayli soğuk. Gene
de bir saatı aşkın dolandık sokaklarda. Sonra otele dönüp yıkandım
ben, Tül hfila sokak çocuğu.
Dün de böyleydi hava. Öğle yemeğini, 14.00 sularında Le Ron­
sard'da yedik. Souffiot üzerinden Montagne Ste.-Genevieve, Mau­
bert, Bievre, epey yürüdük. St.-Julien le Pavure onarımda, cephe bö­
lümü temizlenmiş, çok iyi iş çıkarmışlar. St.-Severin'e girdik, oyalan­
dık, akşanı ışığında Bazaine'in vitrayları olağanüstü görünüyordu.
Gece, Lipp'i denedik - beyhude, cumartesileri olanaksız. Va­
genende'de yer bulduk, keyifli yedik. Samih aradı, kısa bir hasret
giderme, yılbaşında görüşebileceğiz ancak, o da Bodrum'a falan
gitmezlerse. Sarp'ı aradım: Beşiktaş'ı, İnönü'de 3-2 yenmişiz, hfila
umut taşımam tuhaf oysa.

12 Aralık -
08.50
Affan'la ortak piyango bileti almışız, büyük ikramiye çıkmış. El
Chuncho yemeğinin sonucu bu: Affan'ı son 25 yılda bir kez gördüm,
o da babam öldüğü günlerde, kimbilir nereden sızdı düşüme?
Bugün evlenme yıldönümümüz, gece yemek için Procope'da yer
ayırttık, bakalım nasıl geçecek günümüz, gecemiz?
Soğuk hava iyiden iyiye oturdu bu arada. Gökyüzü gerçi pırıl
mavi, ama iliklerimize işliyor ayaz, umarım yeniden gribin pen­
çesine düşmez ikimizden birisi. Öte yandan ilk hafta bitti bile;
sergiler ve kitabevi seansları devreye girecek artık, böyle bir hava
kuyrukları da azaltabilir. Kaldı ki, bütün 11ehir Noel derdinde, dük­
kanlar dolup taşıyor, Pazar günleri de, pek kimsenin kültür tasası
olmaz diye çıkarımda bulunuyorum, herhalde yanılıyorum: Turist
tayfası yeter de artar kuyruklar için.

588
İyi çalıştım dün de. "incipit Enstitüsü"ne giriştim, öyle bir açılış
yaptım ki, bıraksam 60-70 sayfalık bir kitaba yürüyebilir; gene de,
o boyuta sürüklenmesem daha doğru olur. Arada, Nisan'daki geli­
şimizdeki gibi "Ecekent"e sürgit kısa parçalar da düşüyorum ka­
ğıda; sistematik bir yöneliş içinde değilim tabii, geldiği kadarıyla
ilerliyorum, dört-beş parçayı geçmeyecek her seferin ekleri, sanki.
ileride bir gün, ikinci kez uzun konaklama yapma umudunu taşıyo­
ruz Tül'le; belki üç ay Paris/üç ay Taşra çözümüne gideriz o zaman,
"Ecekent"e yeni eklerin sayısı artar.
Kısa sürede, iki bini aşkın okura ulaştı o kitap, çok insandan
duydum birlikte buraya geldiklerini - demek benim Paris'im baş­
kalarına da bulaştı. "Amerika Büyük Bir Şaka"nın daha çok okuru
oldu, üç bin beşyüzü buldu beş yılda, yakında dördüncü basımı
sözkonusu Alkım'da. Dönüşümde "Eiffel Albümü" çıkmış olacak,
Paris'e bir PS. Kitaplarım, usul usul YKY'den kopuyor ve içim cız
ediyor. Sıfırdan varoluşuna en fazla katkısı olan insana bunun
yapılmasını seyretti orada kalan 'arkadaş'lar. Düne kadar Kara­
can'ın bana nefretinden korkuyorlardı sözümona, şimdi gerekçe­
leri ne peki? Öte yandan, YKY'yle bütün bağlarımın kopması en
şık çözüm herhalde: Biriki yıl içinde en geç, hepten kurutulmuş,
içi vasat doldurulmuş bit kabuğa dönüşecektir orası, ben canlı
ama küçük organizmalarda yazar olarak varlığımı sürdürmeliyim
bundan böyle - Doğan'a geçmemekle de işin doğrusunu yaptığıma
inanıyorum.

13 Aralık -
08.50
Dün bütün günü yapışık, mutlu ve kutlu geçirdik Tül'le, küçük
bir bayrama dönüştürdük 15. yılı. Öğlen Au Vieux Colombier'dey­
dik, neden daha sık gitmiyoruz oraya bilmem: Hem ortam sıcak,
hem yemekler iyi. (Bonaparte'da herşey öylesine kötü gidiyor ki,
neredeyse hepten kopacağız oradan). Le Bon Marche'ye gittik

589
ardından, benim için bir kaban arıyoruz. Yolda Hakkı (Mısırlıoğlu)
geçti yanımdan, öylesine dalgındı ki iki kere seslendim duymadı.
'Ça vous interesse la Poesie?' iyiden iyiye çökmüş artık, aynı nok­
tada duruyordu: "Bir şiire bir sandviç alınamayacaksa..." diyordu
yanından geçerken, aklım "Mahşerin Dört Atlısı"na gitti. (Josiane
ölmüş olmalı. Filozofu hfila göremedim.). Bir kahve molasının ar­
dından yarım saatlığına ayrıldım FT'den, gidip bir çift inci küpe
aldım ona, bayıldı armağanına. Gece Procope'daydık, üst katta,
pencere yanı güzel bir masada son derece hoş bir kutlama oldu. Altı
yıl olmuş oraya gitmeyeli, özlemişiz. En sonunda bir kadeh de ab­
sent içtim: 68°'lik bir ateş! Çıkışta, ayaza karşın, uzun bir yürüyüş;
Place Dauphine'e dek gittik. Les Deux Magots'da son kahve molası
gecenin. Soğuktan olmalı, gene çok tenhaydı sokaklar.
Sabah, Debord yazımı bitirdim, dolu bir deneme geldi. Masada
iyi işaretler var, kafamda dönüş sonrası için bazı karar taslakları
dolaşıyor. Geceyazısı'nı bir üst düzeye çıkarmanın yolunu araya­
cağım örneğin. Beş-altı heyecanlı genç olsaydı etrafta. Heyecanlı
olanların çoğu yeterince yetenekli değil. Sel'de daha neler yapılabi­
lir, yapılmalı? Alkım'da olanak daha çok, ne ki Başar çok dağılıyor
ve küçük bütçeli işler sarmıyor onu. Dönüşte kimleri toplayabili­
rim? Ne yapılabilir? Meydanı hepten magazine, popülerlik işta­
hına bırakmamanın yolu var mı? Bir "ada" oluşturmak - hfila, 54
yaşında, budala düşlerin peşine takılıyorum işte.
Doğan'ın derdi 4 kişiyi buluşturup fotoğraf çektirmek: EB, Ay­
dın Uğur, Oğuz Demiralp, Ertuğrul ôzkök. Kibarca yan çizdim. 25
yıl önce Ankara'da kafa kafaya vermiş o genç adamlar şimdi nere­
lere geldiler, hikayesi. Geldiler de, iyi mi oldu acaba? Toplumsal
iktidarda olmak, başarı kıstası değil ki, "içeride" ne yazıyor, ona
bakılmalı. Kaldı ki ben iktidarda durll)Uyorum artık, taşındım.
Oğuz'unki zoraki iktidar. öbür ikisi başka. Gene de Aydın'la Ert
tamıtamına aynı kefeye koyulamayabilir mi, bilemiyorum. Bir za­
man sonra, Ert'le olduğu gibi, Aydın' la da selamlaşamayacak duru-

590
ma gelmemizden korkmuyorum desem yalan olur. Bereket Oğuz'da
yarılma sürüyor, Avrupa Birliği genel sekreterinin "iç adam"la iliş­
kisi yok hiç.

14 Aralık -
08.40
Plati'nin son bölümünü de yarıladım nihayet; kesinkes burada
noktalamalıyım o kitabı. Önümde yaklaşık on iki gün var.
Dün, 'seans'ları koyulaştırmaya başladım. Öğlen Le Sorbon'da
hafif yedik Tül'le, geleli beri ilk kez bir öğünü şarapsız geçirdim.
Sonra, birlikte CD avına çıktık: Oğul Bach, baba St-Colombe, Ba­
ch'dan iki kantat toplamı daha, iki yeni Savall kaydı, Holliger'den
çifte Scardanelli dizisi, bir Solesmes keşişleri ölüm ayinleri CD'si.
Belki ikinci bir ava daha çıkarım. Ardından ayrıldık ve Gibert'de ilk
uzun seansımı yaptım: C. Milozs'dan bir şiir kitabı, Valery'nin yeni
çıkmış ı894 defteri, Dürrenmatt'ın minik Havel söylevi, Schön­
berg-Mann yazışmaları, bir Pichette, birkaç kitap daha. Dehşet yo­
ruldum üç saatın sonunda. Otele döndüm ve dinlendim, çok kısa
bir siesta çektim. Akşam, Rue Champollion'daki Haneke filmini
görmeye gittik: "Cache". İyi iş, ama çok iyi değil. Gene de sinema,
hiç değilse. Bellediğimiz böyle iki-üç film daha var. Bir yılda bu ka­
dar iyi film göremiyoruz İstanbul'da, yazıktır.
Gece, çıkışta, on yıldır gitmeyi düşünüp bir türlü gidemediğimiz
fondücüye, Rue de la Parcheminerie, kapak attık. Doğrusu pek par­
lak bir lokanta değilmiş. Bordeaux hariç!
Enikonu soğuktu hava. Ağır ağır, sapa sapa yürüyerek St.-Ger­
main'e döndük, Les Deux Magots'da bir kahve molasının ardından
otele, aşırı sıcak odalarımıza geldik. Paris'te, çeşitli nedenlerle
(erken kalktığım, tüttürdüğüm, pencere açtığım, vb.) ayrı yatı­
yoruz. Dolayısıyla, tam bir keşiş hücresine dönüşüyor şu 5 m•'lik
odacık. İstanbul dönüşünde ev inanılmaz ölçüde büyük görünü­
yor ikimize de.

591
Devamlı böyle yaşanamaz mıydı? Çift yaşamında, en azından
bizimkisinde, olanaksız olurdu bu. İçinde yaşadığımız bir buçuk
oda, küçük banyo-tuvalet, ufak bir mutfak köşesi de olunca, tek
kişi açısından hiç de fena çözüm sayılmaz Paris koşullarında, ne­
redeyse lüks kapsamına girebilir! İstanbul'da bu soy bir düzeni
aklımızdan geçiremiyoruz, çünkü evlerin tümü büyük (iki-üç oda
bir salon) inşa ediliyor. Oysa toplum değişiyor, bekar odalarının
sayısı bekar yaşayanların bindebirine yetmiyor, böyle olunca da
koskoca oğlanlar, kızlar ailelerinin yanında yaşamak zorunda ka­
lıyorlar, 'çıkacak' koşullara ulaşasıya. Benim gibi ailesiyle uzun
yaşamak durumunda kalmamış (yatılı sonrası üç yıl) biri için
havsalaya sığmaz iş. Paris'e gitmeseydim, ne yapıp edip kendime
bir delik yaratırdım herhalde.
Yaş ilerlerken yayılma, genleşme başlıyor. Bugün iki çalışma
odama sığamamaktan şikayetçiyim! Tül'ün ayrı atölyesi var!
Hesapça Dada sergisine gideceğiz bugün.
Daha Melankoli faslı var sırada.

15 Aralık -
09.30
Birikim mi, Beaubourg faslı çok mu yordu dün, sabah güç kalk­
tım. Gerçi 07.00 öncesi bir dikildim, üstüste iki sigara içtim, kori­
dor tuvaletine de gittim, sonra bir daha yattım ama, besbelli yor­
gunluğumu atamamıştım üzerimden.
Hemen hemen bitti Plati! Hemen hemen diyorum, çünkü bir
epilog kurmam gerekebilir; kısa bir tür sonsöz - başa, "Yolcu Sis
Bileti"ne bağlamak için. Yazık ki metnin geri kalanını yanımda
getirmedim, ortaya çıkan bütünlük hakkında sağlıklı yorum ya­
pamıyorum şu aşamada. İyi oldu gibi görünüyor bana, her ne de­
mekse. Zorlu bir hazırlık aşaması var sırada, metni ve görselleri
eşleştirerek seçtiğim hurufat ve sayfa düzeniyle akıtmak - Nahi­
de'cik, Banu'cuk olsaydı kolaydı, şimdi zorlanacağım; umarım,

592
Bulutlara Yontulu Kayalar'daki felaketi tekrarlamam Plati'de. Bir
musibet ...
Dört yıl boyunca oyaladı beni bu küçük kitap. Bir bakıma kötü
bir döneme, dönemece denk gelmesinin de payı oldu tökezleme­
sinde, tıkanmasında. Yoldaşları devreye girdi arada. Onlar da
beklediler epey, bekliyorlar. Sır'ı yarıladım, durdum; bekleme­
nin hazan yararları olur, bu sefer yeni bir açılım doğdu sanırım.
Onu ve Mekik'i 2006 programında öne çekmek niyetim, bunun
uzunboylu yararı olmasa da!
Öğlen, birlikte çıktık otelden. Yemeği Le Gentilhommiere'de
yedik: Tavuk, salata, Bordeaux. Yürüyerek, Notre Dame üzerinden
gittik Beaubourg'a, girmeden Rue de Quincanpoix'yı katettik Tony
Cragg'in desen sergisi yüzünden, bulamadık! Bir kahve molası
sonrası müzedeydik. Bilet kuyruğundaydım, ara kattan bir anırma
sesi yükseldi, hediyelik eşya bölümünden, neden sonra, yukarı çı­
karken gördük: Dört sahici eşek getirilmiş bir "iş" adına, herifçiler
ot yiyor ve durmadan sıçıyorlar! Handiyse, bir sergi süresi ayırdık
tabii onlara. (Bu arada, Pariscope'da "L'Ane Rouge" diye bir tür ta­
verna/gece kulübü gözüme çarptı, canım sıkıldı; acaba Simenon'a
gönderme midir?) .
Sırayla üç sergi: Dada, Big Bang, William Klein.
Dada'yı, ayrıca, yazacağım. Dada'dan sonra Big Bang'e gidin­
ce, çağdaş sanat nasıl da eziliyor, ufalıyor. Bir aciz 'remake' yığını
sanki. Modernlerle (Matisse, Dubuffet, Klein, vb.) diyaloğa sokul­
dukları için çifte kavrulmuş bir acz okunuyor üzerilerinde. Hep di­
yorum, sıkı sanatçılar getirdi çağdaş sanat (Kosuth'u, Boltanski'si,
vb.) , ama iki avuç, geri kalan binlercesi düpedüz süprüntü, onları
Duchamp'la aynı çatı altına toplamak bir tür infaz sehpası kurmak
anlamına geliyor benim gözümde.
Klein sergisi, iyi hazırlanmış bir 'gözden geçirme'ydi. Filmle­
rini oracıkta izlemek elde değil tabii, Arte'de ikisini görmüştüm
bereket, dolayısıyla fotoğraflar ağırlığı tutuyordu. Özgün bakış,

593
çerçeveleme. Son dönemde kareleri iyice büyütüp yağlıboyayla mü­
dahaleler yapmış, tanımıyordum o işlerini. Bir salon şehirlerine
ayrılmıştı; her yerde kalabalığı, hareket halindeki insanları çek­
miş. Moda bölümü etkileyiciydi. Karısını bu yıl kaybetmiş, sergi
girişinde gamlı bir adama satırı vardı.
Çıkışta anladık ki, yorulmuşuz. 70 no'lu otobüsle Rue de Buci'ye
kadar gelince birden unuttuk halimizi, yağmur sonrası, yumuşamış
havada yeniden yürümeye koyulduk! ı8.30 dolaylarında caddeler,
kaldırımlar dehşet kalabalıktı. Lipp'de birer kadeh şarap içtik, bir
crottin de Chavignol eşliğinde. Otele dönüp dinlendik sonra. Evde
kalıyor olsaydık, kesinkes dışarı çıkmayacağımız bir gece olurdu,
işte bundan birikiyor Paris'te yorgunluk, katlanıyor, dokuz günde
yoruldum bile. Uzunca seferler için bir ev çözümü yaratılmalı. Son
yıllarda sayısı artar oldu 'kısa süreliğine mobilyalı kiralık'ların.
Gece, önce Le Flore'a gittik. Ben sebze çorbası, Tül salata seçtik,
şarapları bitirmeden küçük bir fare cirit atmaya başladı ortalıkta,
Tül'ün beti benzi attı tabii, kapağı alelacele dışarı attık, bu defa gi­
dip Chai de l'Abbaye'e çöreklendik, uzun uzun Sanat üstüne konuş­
tuk gene. Kedi falan yok Paris'te ama, eşekli fareli bir gün geçirdik!

16 Aralık -
09.oo
Kalış süremizi hemen hemen yarıladık; bende şimdiden yor­
gunluk işaretleri baş gösterdi, Tülin tam tersi durumda: Paris'te
kaldıkça Paris özlemi artıyor onun. Bugün sıkı yağmur bekleniyor­
muş, dün koyulaştırdığım seansları sürdürürüm herhalde.
Öğlen şirin Le Danton'da yedik. Ben gidip cumartesi öğlene ara­
bayı ayırttırdım, üç gün yeter bize: Bir Barbizon (ve Chartres mı?),
biriki genel Paris turu yaparız herhalde. Şekiz aydır araba kullan­
madığımı fark ettim; erkek çocukları için güçtür bu!
Patrice Rörig'le konuştum, pazartesi öğlen buluşacağız. İr­
fan'ı aradım, morali ve sesi iyi görünüyordu. Cem Erciyes aradı,

594
Perec'in La Disparition'u çevrildi ve arka kapak notunu yazdım
ya, yazı istedi; ona Cumhuriyet Kitap'a başlayacağımı söylemeyi
unuttum!
L'Age d'Homme'da uzun bir fasıl çektim. Gotthelf'ın "Kara
Örümcek"ini nihayet buldum, bir Stockhausen kitabı buldum
(İçinde Adorno'yla söyleşisi var), bir küçük mücevher: Hlebnikov/
Maleviç ikilisinin de buluştuğu sıradışı bir operanın çiftdil livret'si,
ı913. Ve, Wietkewicz'in son, bitiremediği romanı.
Akşamüstü Tül'le buluşup Au Vieux Colombier'de kahve molası
verdiğimizde onu söyledim: İyi yayıncı, ulaşılması güç bir yapıtı,
zorlu ve önemli bir yapıtı, ısrarla takip edendir. Witkacy'ye lehçe
dahil en büyük kapıyı l'Age d'Homme açtı örneğin: İstanbullu bir
okura dek yayılan bir halka işte. Sırf o mu, değil tabii, müthiş bir
pencere dizisi çıkardı karşıma o adam: Biely'yi ve sayısız Slav'ı,
İsviçreliyi, Alman'ı basarak. Witkacy gibi adamlar, şeamet tella­
lı yanlarına karşın, direnç aşılıyorlar benim türümden insanlara.
Ortak yaralarımız var.
Sonra, L'Ecume des Jours'da bir seans daha yaptım. Olağanüs­
tü kitaplar görüyorum, örneğin Voynich elyazması üzerine olanı,
param yetişmiyor, alamıyorum. Daralan bütçem, gerekli pek çok
kitabı gerisin geri rafına yerleştirmeme neden oluyor. Voynich ki­
tabı 55 euro, o parayı yaklaşık beş kitaba veriyorum, ekonomik tar­
tımla. Olmazsa olmazlarla yetiniyorum ayrıca. Dönüşte, biraz Ins­
titut'nün kitaplığını kullanmayı deneyeceğim, bizim Cem Madra
çalışıyor şimdi orada, belki bazı kitapları onlara ısmarlatır, getirtir,
yararlanırım. Quignard'ın L'Ephemere yazıları çıktı sözgelimi, iki
parçası çok önemli Sır açısından, kitabı edinmem şart değil, o yazı­
ların fotokopisi yeterdi bana.
Gece, hiçbir lokantada yer bulamadık gene: Lipp, Allard (bu ge­
ceye yer ayırttık), Les Editeurs, İtalyanlar, saat 2ı.oo'e kalınca her
nokta tıklım tıklım oluyor, sonunda Pere et Filles'e çöktük gene,
nefis bir makarna yedim. Epey bir yürüdük; Rue de Verneuil'den

595
döndük gerisin geri. Bir saat kadar okudum ve yattım: Gould'la,
Duchamp'la söyleşiler. Gould'un bir 'Bunalım Günlüğü' varmış me­
ğer, dün alamadım ama alırım herhalde.
Bir ara Kaufmann'ın "Melekle Savaş"ını karıştırdım, fena bir
metne benzemiyor o. Hızıyla Saint-Sulpice'e gittim, Delacroix'la­
ra uzun uzun baktım, yeni bir kitap daha çıkmış o konuda, içeride
satılıyordu.
Şu an, St.-Sulpice'in çanları.
Yeni hıyar Papa daha fazla kilise istiyormuş. Gözünüz doysun.
Ayrıca, Fransa'da yapılan ve Le Monde'da yeralan son kamuoyu
araştırması, müminlerin sayısının gitgide azaldığını gösteriyor.
Belki bazı kiliselerin SDF'lere yurt yapılması doğru olur.
Filozofu iki kez gördük - nihayet. Alnı yara içindeydi.

17 Aralık -
09.00
Öğlen, Rue Jacob'da yedik Tül'le. Sigara sorunu ayyuka çıktı
artık, her yerde rahatsız oluyor yavrum, otelde, yan odada bile:
Kapının altından duman ve koku sızdığı için. İşimiz çok zorla­
şıyor. Ardından ayrıldık, yürüyerek Mona Lisait'ye gittim ben,
düşkırıklığına uğradım, elim boş çıktım. Oradan Beaubourg'un
kitabevine: Debord'ların birikisine ulaştım, galiba ötekileri de
toplayacağım.
70 no'lu otobüsle döndüm gene. Tül'le Le Mabillon'da buluş­
hık, anlaşılan bu oraya son gidişimiz oldu, gürültülü gençlik at­
mosferi yenmiyor bu saattan sonra. Yavrum, bana o pek sevdiğim
kahverengi kadife üst ceketi armağan etti.
Allard öncesi yarım saatı aşkın siesta çekmemin bedeli ağır
oldu: Gece 03.oo'e dek yattım kalktım dtJrmadan. Yemek nefisti:
Sümüklüböcek, coquilles St.-Jacques sote, Sancerre, hıyar salatası;
kendimden geçtim. Geceyi Les Deux Magots'da, bir çember-yürü­
yüşün ardından noktaladık.

596
Yatmadan, yeni edindiğim, Samsatlı Lukianos'un 40 sayfalık
"Cahil Kitapsever" ini okudum, büyük bir şaşkınlık.la: ı850 yıl önce
yazılmış metinde adam düpedüz Ömer Koç'u anlatıyor. Şaşkınlığı­
mı yer yer kahkahalarla tamamladım.
Bugün arabayı alacağım.

ıS Aralık -
09.30
Paris'te bir Pazar sabahı. Müthiş bir ayaz hüküm sürüyor dışarı­
da, şu saat -3 dolaylarında olmalı ısı, öğle sonrası +3'e dek çıkacak­
mış bir ara.
Arabayı aldım dün, St.-Sulpice'den. Her zamanki güleryüzüyle
karşıladı beni Michel, kitabımı okumuş, metne kapılmış, biriki ar­
kadaşına da okutmuş; işte böyle, burada. Bana küçük, ucuz, dizel
bir Opel verdi, işimizi görür, nasıl olsa çok uzağa gidecek değiliz
bugün. Epey dolaştık dün öğle sonrası: Bastille ve Marais etrafında,
oradan Montmartre'a çıktık, güç bela tek bir park noktası bulduk
Rue Chappe'da. "Ecekent"e eklenebilir ileride, şu 'aforizma'msı:
Geçenlerde karşıma bir arabalık boş park yeri çıktı, arabam olma­
dığı için nasıl hayıflandım.
Önce Le Dürer'de nefis bir yemek yedik ve bol içtik; hem de St.-Ger­
main'in yarı fiyatına. Soğuğa aldırmadan Place des Abbesses'e (abesle
iştigfil ettik kısacası), Rue Lepicq'e, Moulin de la Galette, oradan da te­
peye tırmandık. Turistler olmasa, Paris'in en sıcak mahallelerinden
biri olacakmış Montmartre - yazıktır. Gözlerimle "Au Fin Moka"yı
aradım hep, göremedim.
Akşamı otelde geçirdik. 23.oo'e doğru çıktık, Les Deux Mago­
ts'da salata-peynir-şarap ile atlattık yemeği. Çok dolaşamadık. İki
satır Samih'le konuşabildim, düğüne gidiyorlardı. Dönüşe kayna­
tacak çok şey birikti.
Bugün, gezi günü.
Dönüşe dokuz gün kaldı.

597
19 Aralık -
09.oo
Soğuğa yağmur eklendi, şu anda gök delinmiş gibi yağıyor pen­
ceremin önünde. Yoksa sır, bu kör pencerede mi?! İstanbul'da, he­
men hep taraçaya açılan bölmedeki masamdayım, önümde geniş
bir ufuk, gökyüzü ve küçük de olsa bir Boğaz kesiti var, kuşlar geli­
yor geçiyor, çatılara takılıyor bakışlarım - yoksa, farkında olmaksı­
zın, bir ekran karşısında mıyım? Birden aklıma düşen şu fikir bir
yanıyla da ciddi olabilir pekfila, dönünce gözlemlemeliyim. Gerçi,
Quai St.-Michel'deki pencerem daha da hareketliydi ve onun önün­
deki masamda hayatımın en verimli dönemini geçirdiydim - teori
çöktü bile!
Bu havaya yaraşır: Öğlen Patrice'le buluşuyorum, öğle sonrası
çamaşır faslı yapacağız, belki sonrasında, bir kitapçı seansı daha
yapabilirim.
Dün, çok kötü geçti Barbizon faslı. Yıl boyu güneş vardı üstelik.
Sapağı kaçırınca başladı herşey, Fontainebleau-Melun ekseninde
bir türlü doğru noktayı yakalamadım, bir saatlık mesafeyi iki bu­
çuk saatta aldık, lokantalar kapanmıştı, gerilim tırmanıverdi. Bir
krepçi bulduk, kör gırtlağı bastırdık, o hızla geri döndük Paris'e, ye­
mek sonrasına kadar da sulh çubuğu tüttürmedik. Sonra, Les Deux
Magots, Visconti üstünden bir yürüyüş.
İçimde bir tür isteksizlik. Umarım açılırım. Yann gene Barbi­
zon'a niyetliyiz.
Bakalım.

20 Aralık -
08.oo
Koşuşturma günü oldu dün. Ayrıca, dönüşe bir hafta kaldığı­
na göre, ritm değişecek demektir. Özellikle son birkaç gün iyiden
largoya geçmiştik, burada yaşıyormuşuz gibi. Oysa, hele, Paris'te,
öylesine göreceğimiz (yeniden göreceğimiz) şey ya da yer, öylesi-

598
ne yapılacak iş var ki bizim açımızdan, gün sayısı sınırı olduğun­
da, belli bir temponun altına düşmeye gelmiyor. 'Bir daha kimbi­
lir ne zaman?' sorusu şimdi ağır basıyor, bir ara yılda üç kez Faris
faslı olacağını biliyorduk ve telaşlanmıyorduk, artık geçerli değil
o durum.
Sabahı Selçuk açtı telefonla: "Duydun mu?", İtalya'dan yeni dön­
müş, haberleri almış, öfkeli. Bana çoktan tevekkül çöktü, kendimle
ilgili, bardağın dolu tarafına bakıyorum: Bağımsızlığımı (yarı ba­
ğımsızlığımı) korumamı şans sayıyor, seviniyorum bile. Dönüşte,
biriki hafta daha gündemde kalır konu ve umarım, artık, pour de
bon kapanır, hayat devam eder. Sekiz-dokuz aydır süren çevre so­
ruşturmasının bitecek olması daha da önemli sonuç, öte yandan:
Gerçekten dengemi bozuyordu insanlar. Asıl öfkesi zor dinecek ve
beni yormayı sürdürecek olan annem tabii, yavaş yavaş söndürme­
liyim onun tepkisini de. ıg8o sonrası babama yasak getirildiğinde
de kabarmıştı ve yıllarca oydu babamı! Şimdi sıra bana geldi; ne ki,
hem yaşlandı, hem de izin vermem kronikleştirmesine. Babam as­
lında kendine bir ölçüde yetebiliyordu; ben de o ölçü had safhada:
Masam, tezgahım 24 saat yetiyor. Küçük zevklerim cabası. Tülin'de
'mevki hırsı' sıfır hemen hemen, biraz ekonomik rahatlık kalkı­
yor ortadan, ona da hiç takmıyor kafasını, öteki kadınlarda görü­
len tüketim alışkanlıkları yok, benim üstümde o türden basınç­
lar oluşturmuyor, tam tersine çok hafifletiyor koşulları. Kısacası,
önümdeki tek basınç kaynağı, annemi saymazsam, çark döndürme
sorunları. Bir parça zorlansak da, ilk 20 ay yeni düzeni oturtmama
yetti. 2006'yı da idare edeceğe benzeriz. TRT kesilebilir ikinci ya­
rıda, ama alternatif bulmak için vakit var önümde. işte böyle tablo.
Bir tek 'lüks'ler düşündürüyor bizi: Ada ya da yurtdışı kaçamakla­
rı - olmazsa da olmaz, ne yapalım. Sonuçta, psikolojik çerçevede,
2006'ya 2005'ten daha iyi, gevşek giriyorum, umarım sürer bu.
Öğlen, Le Sorbon'da, Patrice Rörig'le buluştum, iki saat otur­
duk, açıldıkça açıldık. Benden en az bir kitap yayımlamak istiyor.

599
Hem "Kütüphane"yle, hem "Plati"yle ilgilendi çok. Açıkçası beni
saran çözümler, iki kitabı da Actes Sud'e önermezdim örneğin.
Türkiye'de nasıl iki yayınevi (Sel ve Alkım) yetmiyorsa, Fransa'da
da, Actes Sud ve Fata Morgana dışında biriki bağlantı kurmam iyi
olur. Bleu Autour uygun bir yer, ayrıca roman diye tutturmuyor
Patrice, bana denemelerimle ilgilenebilecek böyle şık yayıncılar
gerek.
Cuma günü bir kere daha biraraya geleceğiz Patrice'le. Tam
kalkıyordum Timour geldi, bir on dakika daha kaldım. Yorgun ve
karamsardı bizimki. XXI. Yüzyıl dergisine iki şiirimi çevirip ver­
miş. Neredeyse bir kitaplık çeviri var Timour'un elinde; Noemi'de
de. Çok mutlu değilim sonuçlardan. Yoksa, Amerika'daki gibi bir
"Seçme Şiirler"e yönelebilirdim Fransa'da da (bu arada Saliha hfila
peşimde, haklı kadın, arayamıyorum bir türlü).
Öğle sonrası çamaşır hikayesi kötü geçti gene, bağırsak gibi uza­
dıkça uzadı, günü yedi. İsmail Bayramoğlu'yla randevulaşmıştık
Bonaparte'da, onbeş dakika geçince sinirlendim ve kalkıp gittim,
sonra da haşladım çocuğu, sonra da üzüldüm. Oysa bal gibi haklıy­
dım, gecikmemeliydi.
Gece Lipp'teydik, nihayet! Yanımızda: Adonis! Son derece ke­
yifli geçti yemek. Müthiş yorulmuşuz ikimiz de. Yürüyüşe çıktık
gene de: Rue du Bac, Varenne, Grenelle, Chaise, derken Les Dewc
Magots finali ve otel.
Chouchroute'u sürdüremedim tabii!
Ne çok şarap içiyoruz!
Biraz okudum yatmadan.
Bugün arabanın son günü, öğle vakti yeniden Barbizon'a yola çı­
kacağız hesapça. Gece, biraz Paris'i turlarız herhalde.
t
21 Aralık -
09.oo
Dün, yeniden, Barbizon.

600
Öğle vakti çıktık yola, müthiş bir sis çökmüştü her yere, belki on­
dan bir Salı olmasına karşın sıkışık bir trafik vardı, bir saat sonra La
Boheme'de masaya oturmuştuk. Paris'te kesinkes böyle yenemiyor:
Salata, kaz ciğerli et, profiterol; St. Emilion Grand Gru 2001 herşey
-

olağanüstüydü, atmosfer de.


Asıl şölen sonra başladı: Ormana girdik, milyarlarca yaprağın
serildiği, benzersiz bir güz halısı oluşturduğu patikadan uzun yü­
rüdük. Asırlıkların arasından. Sis başka bir etki yaratıyor insanın
üzerinde. Az da olsa, yürüyüşçülere, at binenlere rastlanıyordu.
Dumanla kaplı ciğerlerim arındı sanki, beynim oksijenle doldu.
Ardından bütün Grande Rue'yü katettik, çay molası verdik. Bi­
ninci kez kır yaşamına gidiş konusunu konuştuk. Nasıl, ne zaman,
nerede bilemiyorum ama, o projenin içtakvimi gerçekten de çalış­
maya koyulmuş durumda içimizde. Başta annem olmak üzere, yakın
çevremdekilerin hepsi açık ya da örtük karşı çıkıyorlar gitme fikri­
mize, ilginçtir. Ya da değildir: Cemaat, ayrılanları, kalkışanları, ni­
yetleneni sevmez pek. En azından bir alternatife, bir başka seçimin
varlığına işaret ettiği için. Çok zor bozulabilen şey: Kurulu düzen.
Atmamız gereken adım belli: Oturduğumuz evi satmak. O para­
nın getirisiyle döner çarkımız, büyük şehir dışında. Bir süre demir
atmadan yaşanabilir: Bir yıl Kaz Dağında, bir yıl Lozere'de ev kira­
layarak sözgelimi. Kesin nokta seçimi sonra yapılır. Bunları konu-
şuyoruz ya nicedir, dün de, Barbizon'da aynı minval üstündeydik.
Pahalı yer Barbizon, bir yıl için 50 bin euro gerekir yaklaşık. Daha
makul seçimler yapılabilir tabii.
Dönüşte, Tül'e Paris turu attırdım. Dehşet trafiğe karşın Boulog­
ne, Eiffel, Champs-Elysees, Concorde, Faubourg St.-Honore, İnva­
lides, Rue de Bac üzerinden döndük. Ne ışık cümbüşüydü! Bir ara
'Büyük Tekerlek'e yanaştık: Kalabalıktı Dönme Dolap! Soğuk vız
geliyor gezmenlere.
Enikonu yorulmuşuz. 22.00 sularında La Hune'e gittim, biri­
ki fotoğraf kitabı (Ehlmann, Sadek) aldım. Tül gelince Les Deux

601
Magots'ya geçtik; o, bir çorba içti, ben domates salatası yedim,
Sancerre eşliğinde.
Ayaz ve yorgunluk uzun yürüyüşlere pay bırakmadı.
Yatmadan biraz okudum.
Öğlen arabayı teslim edeceğim. Altı günümüz kaldı. Melankoli
sergisi başta, yapılacak iş dolu. Kimseyi arayamadan döneceğim
anlaşılan.

22 Aralık -
09.15
Son beş güne girerken bir tür 'tamamdır' duygusu çörekleniyor
içimde, her seferki gibi. Tülin tam tersi duygulara kapılmış, hüzün
sularında yüzerken hem de. Yatağımı, yastığımı, odamı, evimi öz­
lüyorum; İstanbul'u, istanbul'dakileri değil; evim nerede olsa özle­
rim: Paris'te ya da Siena'da.
Gene Danton'daydık öğlen. Oradaki tombul kadın pek sevdi beni,
giderken bir el sallayışı vardı ki! Bonaparte'dan soğumamız farklı çö­
zümler aramaya yöneltti bizi, çok daha iyi oldu. Çıkışta yolları ayır­
dık, Tül Marais'ye gitti, Gibert Jeune bir sahaf bölümü açmış, pek
birşey bulamadım. Cluny'ye gittim, oradan elim boş çıkmadım, bir
Deli Bayramı CD'si daha çıkmış onu aldım, birkaç kitap, özellikle iko­
nalarla ilgili olanı pek alımlı. Bir başka eskicide Allia yayınlarını bul­
dum: Debord'giller. Enikonu daldım o kuyuya, sonuçta. Maisonneu­
ve'e baktım, Thierry ile Ekrern'in Sufilik ve Dans kitabı çıkmış; nasıl
olsa imzalar verir bizimki, almadım. Kısa bir vitrin seansı yaptım. Üç
saatta yoruluverdim, yaşlanıyorum.
Şaka bir yana, gövdem iki buçuk haftada biraz dirilik kazandı,
kaslarım açıldı. Kır evi konusu biraz da bu açıdan önemli; önceki
gün Barbizon'daki yürüyüşü düşündükçe .. ;
Gece, üçüncü kez El Chuncho'daydık. Sonra Place Dauphine'e
dek yürüdük döndük, sanırım -3° dolaylarındaydı ısı, Chai de l'Ab­
baye'de sıcak şarap ve kahveyle noktaladık.

602
Ömer aradı gene, Salı gecesi Açık Radyo çekimi yayımlanmış,
deli oğlan beni gönendirecek şeyler söyledi. Saliha, gene: Düzelti­
ler üzerinde çalışıyorlar harıl harıl Cliffier, o ve Mel; titizlenişi ve
sorumluluk anlayışı Saliha'ya sevgimi ve saygımı arttırıyor: Kalıcı
bir iş çıkacak Selected Poems'de.
Ayfer aradı, bilmiyordu burada olduğumu, YKY işine çok canı sı­
kılmış yavrucuğun, ne de olsa benden çok genç Ayfer, benim gibi (ya
da kadar) serinkanlı karşılamaması doğal olup bitenleri. Herkes pro­
fesyonel olmayı bir biçimde anlar, Ayfer hem de nasıl profesyonel bir
yayın yönetmeniydi, ondandır işin gönül boyutunu ve etik duruşu
hiçe saymadı. Bütün böyle bakan arkadaşlar koptular, ayrıca. Opor­
tünizmle ilerlenir, 'başarı' kazanılır, adam olunduğu görülmemiştir.
Melankoli sergisine dün gidemedik; hal kalmamıştı. Bugüne,
yarına, kısmetse.
ıg86'dan bu yana gittiğim yurtdışı sergilerin bir dökümünü çı­
karmak istiyorum dönüşte - müze gezilerini de ekleyerek. Liste
birşey gösterecek diye düşünüyorum: Nasıl bir çevren çizilmiş o
serüvende. Yüzü aşkın sergi ve müze şu demektir: 200 bini aşkın
yapıtla doğrudan doğruya karşılaşmak! Her sergiden 5 yapıtı adam
gibi görmüş olmak yeter insana.

23 Aralık -
09.15
Dokunup dokunup geçtim defterde ama, bu Paris seferi bir yan­
dan da Guy Debord'a yolculuk haline dönüştü. Sanırım, birkaç haf­
ta daha sürer o yoğunlaşma, İstanbul'da. Dün, eksiklerimi tamam­
lamaya çalıştım Gallimard'ın kitabevinde (iyi bir kitabevi değil as­
lında orası) . Bütün Sinema Yapıtları'na, ulaşamadım bir tek, ama
onun da içindekilerin çoğuna bağımsız baskılarla erişmiş oldum.
Her gece biraz okuyorum Debord'u, portre enikonu oturdu zih­
nimde, bu sabah aydım: Adam ete kemiğe bürünmüş Fakir idris'i
andırıyor yahu! Şüphesiz, Fakir idris gerçekte Debord'dan iki adım

603
ötede, çok daha köktenci bir figür - gelgelelim biri sahici, öbürü
kurmaca denilebilir, emin değilim! Debord, kendisinden kurmaca
bir kişilik örmüş ayrıca. Deşeceğim dönüşte; ola ki, otobiyografinin
o kanlı dönemecini (1982), Ankara'daki ilk dönemeci (72) bir para­
lel okumaya dayandırırım, ya da "Öteki Prova"yı, bir ek ile bütün­
ler, dizi kapsamına alırım. Ah bu tükenmek nedir bilmeyen yapıla­
ma kaygıları, inşaat sancıları, ne marazlı mimarım ben!
Öğlen, Les Deux Magots'daydık dün: Omlet ve şarap. Soma Gal­
limard'a, oradan da Les Belles Lettres'e gittim: Çantam doldu bile,
oysa almam gereken beş-altı kitap daha bekliyor ufukta!
Gece Le Coupe-Chou'daydık. Olağanüstü keyifli geçti, sanki bu
yolculuğun doruğu gibiydi, oysa daha dört günümüz var. Çıkışta,
belki şaraptan, hava yumuşak geldi: Mouffetard'a yürüdük, Cardi­
nal Lemoine, Pantheon, Cujas, St.-Germain üstünden otele dönüp
yattık.
Selçuk aradı dün sabah, Tuğrul ve Güven uğrayacaktı ona, iki­
sini de sevmediğimi farkettim o an, çünkü benim gözümde "öz­
gün" ve "düzgün" değiller. Kaldı ki, onların da bana bayılmadık­
ları kesin! Cumhuriyet'çiler, benim gazeteye de yazmamda ısrar­
lılarmış; Turhan "bu paraya olmaz" demiş bereket. Ondan ötesi,
haftada bir temposu bile benim için düşündürücü, fazlasının altı­
na hiç giremezdim. Haftada iki yazı yılda ıoo yazıyı geçer! Şimdi
bile. Milliyet Sanat-Cey Sanat ve başka parçabaşı yazılar hesaba
katılırsa, yaklaşık 75 yazı sözkonusu, elbette gözüm korkuyor. İç­
bükeylerden biraz yedeğim var, ne kadar rahatlatabilir ki beni?
Hakkı'yla buluşuyoruz öğlen. Öğfencilerim arasından en yakın
kalan o oldu galiba. İyi gidiyor yolunda, nazar değmesin.
Akşamüstü, Patrice uğrayacak oğluyla, kitap getirecek.
Filtresiz Pall Mall'e döndüm iki gündür ve gene bir paketten bir
buçuğa tırmandım: Ne olacak bu işin sonu?
St.-Sulpice'den çan sesleri geliyor şimdi.
Asıl cümbüş yarın.

604
Hiç sevmem Noel'i, yılbaşını, vb. Bayramlarımızı da. Bunlar da
toplulukların kötü alışkanlıkları.

24 Aralık -
09.15
Son üç güne dayandık işte; her bakımdan dönüşe hazır halde­
yim, dün gece yemekte, Tül'le bunu konuştuk: İki hafta otel yaşan­
tısı benim sınırım galiba, yılda iki kez iki hafta Faris yetiyor ayrıca.
Taşrada, kırda, evde kalınıyorsa: Asla! Barbizon'da bir evde bir ay
az gelirdi, yaklaşık üç ay gerektirir orası, hele o orman varken. Bü­
yük kentten büyük kente gelince yoruluyorum düpedüz, beş duyum
aşırı doyum içinde kalıyor. İşin kötüsü, dönüşte sakin bir vakit bek­
lemiyor beni: Annem, Sarp'ın yaşgünü, yılbaşı, üstüste dört çekim,
bayram faslı - onbeş günlük bir curcuna. Birikenler: Sel, Alkım, ye­
tiştirilecek yazılar, İznik Vakfı, vb. Daha ne olsun!
Hakkı'yla Les DeUJ{ Magots'da çöreklendik, yemeğe Tül de ka­
tıldı, sonra haşhaşa bıraktı bizi. Oldukça iyi buldum bizim oğlanı;
ciddi bir ilişki doktoraya giriş, coşkulu da. Ötekilerin de durumu
fena değilmiş meğer. Türkiye'yle hem çok ilgili Hakkı, hem bir ce­
hennem gibi algılıyor ülkeyi. Buna karşılık, örneğin Dada sergisi­
ne gitmemiş: Paris'teyim, nasıl olsa herşey elimin altında duygusu
yanlıştır, hep uyanık kalmak gerekir.
Patrice ve Simon'la da bir saat kaynattık. Biriki ortak projeye söz
kestik gibi. Bakalım hele.
Selçuk aradı: Elma aklanmış nihayet! Bir ayıp geride kaldı böy­
lece, tez elden yeni basıma gidilmeli.
Aslı aradı: Ara'yla yılbaşı hediye kitabı yapmıştık bankaya,
üç-dört yıl önce, yeni birşey yapamıyorlar tabii, bir daha onu ba­
sacaklarmış, izin istiyorlar. Baktım teliften bahis yok, "önce bunu
öğrenelim hele" dedim, yarım saat sonra gene aradı, "ı.500 YTL
öneriyorlar", onayladım elbette; Yapı Kredi'den telif alacağım ak­
lıma gelmezdi doğrusu! Öte yandan, iki sayfa tutmayan yazıya ne

605
çok para veriyorlar, hemen hemen ı.ooo euro, Cumhuriyet'ten beş
ayda alacağım telif bu - versinler deyyuslar. Üzgündü Aslı: Benim
odama bir başkası yerleştiği için. Kimsenin yerine oturmak akıl
karı değildir, insan kendi yerine oturmalıdır, yoksa tepemizden bir
hayalet eksik olmaz böyle durumlarda, onunla uğraşayım derken
gün gelir başınıza çorap örülür. Şüphesiz Raşit'in bir suçu yok olup
bitenlerde, ne yapsın.
Akşam Grand Palais'ye gittik. Melankoli sergisi dehşetti benim
açımdan, biriki parça dışında Tülin'i sarmadı oysa. Çağdaş sanatçı­
nın bir tuhaflığı bu bence, geçmişten, geçmişin dilinden bıkmış, sı­
kılmış, onda eskiyenden dolayı kopmuş.
Elbette, Melankoli'nin bende uzun ve köklü bir geçmişi var. On­
beş yıldan fazla oldu, konunun üzerinde iyice oyalanışım: Sanart'ta
yaptığım konuşma, Sanat Dünyamız'a hazırladığım Melankoli özel
sayısı, Psikiyatri Kurumu'nun çağrılısı olarak sunduğum tebliğ,
hepsinden de çok: Seyrek Fırsat! Yıllardır beni oyalayan o Ars Po­
etica kitabı. Ama, ilk adım için ı975'e, Dürer'den çıkan iblise Göre
İncil'e gitmek şart. Ne serüvendir.
Jean Clair sıkı adam. Sergi biriki önemli eksik dışında olağanüs­
tüydü. Çıkışta, lunapark kısmına girdik ayrıca, serginin yolaçtığı
duyguya bir panzehirdi açıkçası.
Geç vakit bir Tayland lokantasına daldık Rond Point civarında,
vasat yedik. Oradan, Champs-Elysees'yi Concorde'a dek katettik,
hava oldukça yumuşamıştı, Assemblee Nationale üzerinden bul­
vara geçtik, sapıp Rue de l'Universite'yi arşınladık baştan uca, bir
kahve molasının ardından otele döndük.

25 Aralık -
ıo.oo r
02.3o'da, perişan, gün ve gece boyu yürümekten ve ayakta kal­
maktan yıkılmış, yatağa düpedüz düştük. Neyse ki deliksiz uyu­
dum sayılır; sabah, bir ara, tuhaf düş kesitleri delmiş olsa bile uy-

606
kumu; dinlenmişim. Gece yemekte, bir ara Thlin'e "iyi ki bir işte
çalışmıyorum" dedim: "Döner dönmez mesaiye başlamayı iki yıl
içinde düşünemez hale gelmişim". Kaldı ki, son yıllarda, bu konu­
daki yakınmalarını yoğunlaşmıştı. Şimdi bile, görece yoğun bir
programım olacak dönüşte, söylemiyorum. Gene de, mesai düze­
ninin kabusuyla karşılaştırılamaz bu durum, farkındayım.
Gün boyu buluşamadık bir türlü, yavrumla. O, Montparnasse
tarafındaydı, ben Rue des Ecoles'da, öğleni tek başıma geçirdim Le
Sorbon'da. Ardından iki ayrı Gibert seansı yordu beni: Quignard'ın
yeni kitabı, Gould'un güncesi, Bergman'ın "Saraband"ı, Michael
Haydn'ın Requiem'i, Barthes'ın "Birlikte Yaşamak" ders notları,
vb. Aradığım kitaplardan birini, Deonna'nın "Le Symbolisme de
l'Oeil"ünü hiçbir yerde bulamadım; üstelik yeni basımı da yapıl­
mıştı. 1972'de okuduydum o kitabı, bir daha hiç görmedim!
Akşamüstü, Sevres-Babylon'a giderken, Sema-Mehmet Rifat
çiftiyle karşılaştım; neredeyse on yıl oldu görüşmeyeli, uzun süre
bence nedensiz yere küs kalmıştık Mehmet'le, o biraz böyledir za­
ten, üç-dört ay önce telefonla barışmıştık! Anneme ve Sarp'a he­
diyelerini aldım. Bir kahve molası sonrası dönüp bir saat uyudum
otelde, yoksa gece maratonuna dayanamazdım.
Saat 22.oo'de, Montparnasse ıgoo'de masa ayırtmıştım, taksiye
bindiğimizde dışarıda in cin top oynuyordu; malum Noel faslı, her­
kes aile yemeğindeydi. Şık bir yemek oldu: Sümüklüböcek, balık
çorbası, coquilles St.-Jacques, Sancerre ve Bordeaux. iki masa öte­
mizde Sloeterdijk, eşi ve çocuğuyla (tahmin ediyorum) oturuyordu.
Sonra, geceyarısına çeyrek kala çıktık. Önce Montparnasse'dan
Saint-Sulpice'e gittik, baktık insanlar ayine gidiyor, on dakikalığı­
na katıldık. Müminlerin fizyonomisinde ortaklıklar mı oluşuyor?
Oradan, Notre-Dame'a yürüdük, epey bir kalabalık kuyruktaydı ve
dev bir ekrandan naklen yayımlanıyordu tören. ile Saint-Louis'ye
geçerken kuşları dinledik, durup; koroya nispet çekiyorlardı. Hava,
inanılmaz ölçüde temiz ve yumuşaktı. Seine kıyısına indik ve bir

607
ördek çiftini izledik. Neredeyse ıssızdı ada. Bir tek yaşlı bir kadın
çöpleri eşeliyordu o saatta, içimizi yaktı. Maitre Albert'den geçip
bir kahve molası verdik Maubert'de. Dönüş başlamış, sokaklar can­
lanmıştı.

26 Aralık -
09.45
Ve sonunda, sonuncu tam güne gelindi. Gövdem de, ruhum gibi
dönüş hazırlıklarında. Pazardı dün, hava oldukça tırmalayıcıydı,
bir maratona giriştik gene: Rue de Buci, St.-Michel, Notre Dame ve
Au Vieux Paris'de öğle yemeği; sonrasında Marais, St.-Paul, Chate­
let üstünden dönüş. Gece, El Chuncho faslı. Bir kahve ve otel. İna­
nılmaz yorulmuşum.
Bugün, son turlar yapılır. Biriki eksik giderilebilirse giderilir.
Samih aradı dün, "YKY'de olanları duydun mu?" diye sordu elbet­
te, "içim kararıyor, dön de konuşalım".
Konuşacağız işin kötüsü, Samih'le ve Ferit'le, başkalarıyla da.
Nesini konuşacağız? Bilmiyorum. Ocak ayının ortasında durulur
nasıl olsa herşey. Benim içim kararmıyor, öte yandan. Herhalde
tezgahtakilerdendir. Asıl orada işler yürümediğinde kararının.
Dönüşte, evin sorunlarına eğileceğim bir de: Telefon, faks,
CD-player, bilgisayar arızalı örneğin! Masalarımdan birinin ve ki­
taplığın yerini değiştirmek de zor olacak. Sigorta sorunları çözüle­
cek. Bazı yazışmaları aksattım, salladım, ciddi vakit ayırmam ge­
rekecek. Banu'nun yerini dolduramadım bir türlü, kız Bakırköy'de
yaşıyor ve ikinci çocuğunu doğurdu, aksak topal çalışabiliyoruz.
Oysa, en azından Cumhuriyet'le birlikte, daha düzenli ve hızlı bir
işbirliğine gereksinmem olacak. Yeni basımlar var sırada, 2006'da,
kimi üstüste gelecek: Elma, Modernizm S�rüveni, Tuğralar, Yolcu,
vb. - planlamalı, hazırlamalıyım. İki yeni kitap, ilk yarıyıl için: Pla­
ti ve Neyin Nesisin Sen. İki yabancı dilde kitap: Selected Poems ve
Başka Yollar.

608
Sonuçta, dolu bir akış tablosu dikiliyor önümde.
Kendi sağlık sorunlarımı savsaklıyorum. Nereye kadar?
İşte bir yıl sonu muhasebesi. içeride.
Dışarıda bekliyor Paris, ayaz.

27 Aralık -
08.15
Bu sabah önce iki çocuğun gürültüleri, hemen ardından bir di­
lim ekmek yandı diye çalmaya başlayan ve susturulamayan alarm,
erken saat dikilmek durumunda kaldım. Uyuyabilirsen uyu bun­
lardan sonra. Otel iyi hoş da, biraz ucuz etin yahnisi. Ucuzluk da
görece ayrıca, 2006 itibarıyla bizim oda yaklaşık 140 euro'ya çıka­
cak - hücre olmasa pahalı bile sayılabilir.
Dün sabah, üstüste iki şiir. Ah, bir ay gidip Barbizon'da kalabil­
seydik şimdi, kışı şiirlerle sürdürürdüm belki de. Oysa curcunaya
dönüş yazıyor kaderde.
Öğlen Le Sorbon'da hafif yedik Tül'le. Bir süre birlikte dolaştık
ve yol ayırdık sonra. Bir La Hune seansı yaptım, 'cilalamak' için;
beş-altı küçük kitap daha eklendi çıkına. Sonra upuzun yürüdüm,
bir labirentin içinde gezercesine Paris'imde dolaştım ağır ağır. Ak­
şam, yarım saat siesta sonrası Lipp'e yemeğe gittik. Çılgın bir luna
park aracında, en aşağı inip en yukarı çıktık sonra dönüşte, hücre­
de. Geç yatıldı.
Öğlen odadan, 16.oo sularında şehirden, gecikme yoksa lg.oo'da
havaalanından çıkacak, herşey yolunda giderse geceyarısını geçe
eve gireceğiz.
Bir daha ne zaman, nasıl bakalım?

609
XXVI I I

. .

PARI S - BARB I Z O N
2006
ıı Haziran '06 -
10.40
Paris'te, Hotel Recamier 8 numarada, ikinci sabah. Çok yorul­
duk dün, geç uyuduk, çan seslerinden az önce uyandık. St. -Sulpice'e
ve meydana açılıyor odanın penceresi. Clement'da yer bulamadık
ya, sabahları kahveye gitmek durumundayım; dün Les Deux Ma­
gots'daydım, şimdi Cafe de la Mairie'de. Kısa ve dağınık bir yolcu­
luk olacak bu sefer: İki gece Londra, iki gece Barbizon. Yazı seferi
düşünmemek gerekirdi, düşünmem gerekti: Dönmeden Panama­
renko yazımı bitirmeliyim hesapça. Yetmiyormuş, gönlüme yeni
düşen bir metne başladım dün sabah - büyük olasılıkla zamana ya­
yarım, belki Heybeli için öngördüğüm deftere bir giriş olur.
ilk gece, yerel saatla 2ı.oo'i geçe indik Roissy'ye. Erol Özkoray'la
karşılaştık; yarıyarıya Paris'te yaşıyorlarmış ailece. Biraz da TSK'nın
açtığı davalar yüzünden herhalde. Hayli para kazanmıştı, bozbulanık
tanıtım işlerinden; bir pied-a-terre satın almış burada. Les Deux Ma­
gots'da hafifyedik o gece.
Epey yürüdük dün; gün boyu. Öğlen ağır ama güzel bir yemek
yedik Servandoni'deki au Bon Saint-Pourçain'de. Bir La Hune fas­
lı yaptım; hem kendim, hem NTV için bir dolu kitap saptadım. La
Vagenende'daydık gece, yemekleri parlak değildi doğrusu. O an Sa­
mih aradı: Club 29'dalarmış!

613
Ayaklarımız perişan halde.

12 Haziran '06, P -

09.50
Gene Cafe de la Mairie'de. Ağır, okkalı bir sıcak hava hüküm
sürüyor Paris'te; gölgede 30° . Koşullara rağmen epey hareketli­
yiz. Gelgelelim, Tül'ün parmakları yara oldu bile şimdiden! Dün
öğlen, Rue de Seine'de, Des Peres et des Filles'de yedik. Epey bir
dolaştık Pazar tenhalığında. Akşama doğru Balzar'da mola ver­
dik. Gece, gene berbat bir yemek, Au Petit Zinc'de. Üstelik pa­
halıydı da. Günlük ortalamamızı aşıyoruz artık, 400 euro'yu
buluyoruz; bundan böyle daha güç ve masraflı olacak yurtdışı
seferleri. Alışveriş bütçesi eklendiğinde, on günlük bir yolculuk
servet demeye geliyor şimdi. NTV işi çıkmasa bilmem ne yapar­
dık. Oysa, o başlarken öteki bitebilir de! İki ay daha dayanabilme­
liyim Alkım'da, hiç değilse; yılın geri kalanını ekonomik açıdan
dengelemek için gerekli bu. öbür kefede yazı kurtarmak da var
ama. İki uçlu değnek.
Dün bu masada, düpedüz farkına varmadan "Yaşlılık"a başla­
dım! Ben, başka bir metne, "Temaslar"a giriştiğimi sanıyordum!
Belki Heybeli metnimi o eksene oturturum: Adada/n, 'ilişki adala­
rı'na, adacıklarına bakış.
Tanrım, gene ne çok yeni kitap çıkmış! tık göz tespitleri: Zan­
zotto, Gamoneda, Bonnefoy, Meyrink, Tabuchi, Debord ve ötesi. Ve
Savatier: ilk kez Fransızcada kaynak olarak gösteriliyorum!

13 Haziran -
13.27
Şu an yer ve zaman koşulları askıda: l\.1ianş'ın altındaki tünelde­
yiz, bilmem saat ayarını nereye göre yapmalıyız!
Elli dakika sonra Waterloo'da, Londra'da olacağız. İki gün, iki
gece kalınacak bu sefer.

614
Çok sıcaktı dün, Paris'te. öğlen Les Deux Magots'da hafif, gece
Les Editeurs'de ağır yedik. Bir La Hune seansı yaptım uzunca.
Panamarenko yazısına giriştim.
Meğer trende yazılabiliyormuş!

14 Haziran, Londra -

10.00
2, Chesham Street, Diplomat Hotel, Mayfair odası: Sevimli
bir ortam, çevre. üç saatlık bir uçak yolculuğu bitmek bilmiyor
benim için; oysa aynı süre, trende, göz açıp kapayıncaya geçip gi­
diyor. Otele yerleşip sokaklara döküldük.
Chesham Street, Londra'nın güzel üçgenlerinden birinin or­
tayerinde: Belgravia, Chelsea, Brompton. Yukarı gelir grubundan
insanların alımlı evleri sıralanıyor ara sokaklarda. Müthiş park­
lar. Harrods ve Sloane Street'in pahalı dükkanları iki adım ötede.
Kimi otelleri çok çirkin şehrin: Millenium ya da Sheraton, 'demir
perde' çağrışımı yapıyor insanda. Bizim otel şirin ve tipik neyse ki:
ı88o'lerde bir 'master builder'ın elinden çıkmış.
Kızıl tuğlalı yapışık evler, bej-beyaz cepheli yapışık, sıra evler
Londra'nın kasvetli dış mahallelerinin ve kirli tuğlalı işçi evlerinin
tersine, son derece çekici bütünlükler kuruyor. Bazı dar ve kısa so­
kaklar, ufarak 'mew' ve 'closed'lar iyiden iyiye sarıyor Ti.il'ü ve beni.
Dışarıdan bakınca elinin tersiyle iten Londra, az biraz içinden
bakmaya başlandığında, gerçekten de yaşanılası bir şehir. Ömür
yetmez herşeye; yoksa, burada bir yıl, biriki yıl geçirilirdi. Belki,
Oxford ya da Cambridge'de üç ay kalıp tamamlayarak. Ya İskoçya,
Edinburgh? Apayrı hikaye.
Dün akşamüstü, Kinnerton Street'te bir pub gördük: "Turkish
Heads". Sahiden de Osmanlı kafaları dizilmişti dış cephesinde; kü­
çük, komik heykelcikler. Yazık ki tıkabasa doluydu içerisi. İki adım
ötede başka bir pub'a çöreklenip içkimizi ısmarladık, Fransa-İsviç­
re maçının son çeyrek saatını izledik. Sonra, Brezilya-Hırvatistan

615
maçının ilk yarısı - otelde. Kupaya dönüşte yoğunlaşabileceğim an­
cak. Bu kez böyle denk geldi.
Gece, şık bir 'brasserie'deydik: Oriel. Tuhaftır, iki ayrı masada
daha Türkleri duyduk. Çıkışta hava enikonu serinlemiş, hatta soğu­
muştu. Gene de uzun bir tur attık. İki gün önce, Londra'da Haziran
sıcaklık rekoru kırılmış oysa, 32°'yle. Çok sürmüyor tabii: Yağmur
çöktü bile şehre.

16 Haziran, Paris -
09.15
Gidildi, dönüldü. Neyse ki serinlemiş Paris; bugün beklenen en
yüksek ısı 25°. Otele kapağı attık, 4 numara küçük ve karanlık bir
oda.

17 Haziran, Paris -
10.15
Öğle vakti Balzar'da buluştuk. Önce Le Pen çıktı lokantadan,
yanıbaşımızda, yanımızdakilerle konuştu. (Aslında Mussolini'ye
benziyor: Komik, şarlatan çehreli bir faşist). Sonra Charlotte
Rampling geldi: Zarif, süssüz, yaşını iyi taşıyan, alımlı bir kadın.
Gece El Chuncho'daydlk, noktayı her zamanki gibi Les Deux Mago­
ts'da koyduk, artık Bonaparte'a hiç gitmiyoruz - sönen yıldızımız.
(Bu arada, Balzar'da da yemekler pek kötüydü) .
Bütün günü kitapçılarda, ayakta geçirdim: La Dilettante, Gi­
bert, Compagnie, La Hune ve Marche de la Poesie'de. iki kısa mola
dışında. Beş dakika Patrick'le de oturduk. Gergin, sevimsiz ve kı­
lıksızdı bizimkisi.
Epey kitap topladım sonuçta: Zanzotto'dan Schmidt'e. Bu sıkı
parçalar bütün yaz oyalar şimdi beni. Marche'de, Cheyne'in yöne­
ticisi uzun sohbet tutturdu benimle: Ağaç cennetinin ortasında bir
ev-yayınevi, bir tipografi atölyesi, aile ocağı, hoş insanlar. Alterna­
tif yayıncılığı böyle insanlar taşıyorlar.

61 6
Bordeaux kitabı için William Blake & Co. yoklanabilir - bir Bor­
deaux yayınevi. İyi bir yolculuk metinleri seçkisi Actes Sud'e öne­
rilebilir: Nooteboom'dan öyle oylumlu bir cilt çıkmış. Tabii, kitap­
larının satış eğrisi oldukça yüksek onun; benim o çizgiye ulaşmam
bir gün mümkün olur mu, bu yazdıklarımla çok güç. Belki "Kırmızı
Eşek"le ... ölme eşeğim ölme!
Cheyne'e ya da benzeri bir yayıncıya bir şiir kitabı önerilemez
mi? İyi çeviri gerekir. Kim, nasıl yapacak? En uygun aday Leslie,
baktım Esmehan Akyol çevirmiş şimdi de!
"Başka Yollar" bu yıl çıkabilecek mi? "Kütüphane"? Bordeaux,
Paris, Korsika metinleri ve bir alay şiir var elde. Birşeyler olabilir
mi? Hiç uğraşmıyor, zaman ayırmıyorum bu işlere. Ne Timour'u
arıyorum, ne Ferda'yı. Vaktim olduğunda kendimi arıyorum.
Öğlen Recamier'deki oteli boşaltacağız. Akşamüstü alacağım
arabayı, ver elini Barbizon.
Panamarenko metninin ilk beş parçasını yazabildim burada ve
Londra'da; Barbizon'da tamamlamalıyım.
Dönüşte cümbüş bekliyor: Heybeli evi, annem, Alkım, NTV, vb.

18 Haziran, Barbizon -

08.20
Sabahın er saati, koyu kahve ve tütün, otelin bahçesinde bir ba­
şıma oturuyorum; kuşlar, ezgileriyle eşlik ediyor bana. Dün, akşa­
müstü ayrıldık Paris'ten, bir saat sonra buradaydık: La Cle d'Or, 8
numaralı oda.
Hoş, sıcak otel, oda; gece yemeği bu bahçede, gene bu kuş ses­
leriyle yedik: St-Jacques, Sancerre. Hava 22.3o'da ancak geceye
dönüyor. Akşamüstü yalnız, gece Tül' le ormana dek yürüdük. Her
tarafı çiçekler kaplamış Barbizon'da. Asıl ağaçlar ama: Bir gürlük
ki, anlatılamaz. Otelin büyük arka bahçesindekiler yeter. Nasıl
yaşıyoruz, bahçesiz? Bizim taraçalar, bitkiler birden ufalıverdi
gözümde.

61 7
ilk erkenciler, köpekliler. Hayvan beklemez tabii. Tül çok isti­
yor köpek, kedi edinmeyi; oysa geç yatan ve kalkan kendisi. Do­
layısıyla o konuda benim onayımı istiyor, bekliyor. Karşı mı ko­
yuyorum? Tam değil: Hayvan beslemek geridönüşsüz ve zorlu bir
sorumluluk alanı getirir, bütün yaşam düzeninizi denetim altına
alır. Özgür yaşamak, belirsizliğin hüküm sürdüğü zorunluluklar­
la uğraşmamak gerekir: Bu koşulların uzağındayız henüz, diye
düşünüyorum.
Kitapçılarda karıştırdım ikisini de, alamadım: Handke'nin beş
yılı kapsayan bir 'defter'i ve Nooteboom'un onbeş yıla yayılan İspan­
ya gezi metinleri. Almalıydım onları! ikisi de yazı gelirleriyle yaşaya­
bilmelerini sağlayacak ölçüde okura sahipler - pekçok dilde hem de.
Üstelik, bizimkiler gibi okur peşinde profesyonel koşular yapmadan
o sonucu elde etmişler. Calvino gibi. Benim dramım bu oldu, bu ola­
cak besbelli. Hiç değilse Tül resimlerinden bizi kurtaracak geliri sağ­
layabilseydi, o da, gitgide, satış şansını (Türkiye ölçüleriyle) yokeden
bir çizgiye oturttu işini, ikimizden de iş çıkmadı kısacası!
Bunlar, şundan: Olabilseydi, lüks bütçelerle hiç değil, Barbizon
gibi sakin, iç zenginliği yüksek yerlerde her yıl birkaç ay kala bil­
mek isterdim. Heybeli evini alacağız, gelgelelim buçuk bir yaz için.
Epeydir şu "buçuk" kelimesinin etrafında dolaşıyor olmam boşu­
na sayılmaz. Ola ki, bu yaz tutmayı düşündüğüm defteri öyle vaftiz
ederim!
Bir kelime hazan nasıl da cuk oturuyor durumumuza. Arayıp
bulmuş değilim onu, kendisi gelip buldu beni. Aranacak kelimeler­
den biri sayılmaz ayrıca, oradadır (buradadır), bir anda çarpışılır.
Sıradan bir birimken gözünüzde büyüyüverir, neden: Adlandırıl­
mayanı tanımlamıştır.
Buçuk.
Hangi tam'ın yarısı?
Nelerin, yaşamımızda, buçuk statüsünde kalmasına izleyici ka­
lıveriyoruz?

618
Tülin'e buçuk (yarım) ağızla onu söylüyordum dün: Bir yanıyla,
hem de az buz değil, burjuva yaşamına kilitlenişimizin bedelidir bu
yarıyarıyalık sonucu. Sanırım en çok bundan, inziva metinlerine
gidiyor, yazı yoluyla kendimi kurtarmaya (mı?) çalışıyorum.
Azad olmak varken.
Bunu, hem de, birlikte yapabilecekken.
Yerini hayhuy alıyor. Charivari, bir tür. Günler yuvarlanıyor, öyle
olmasına izin veriliyor, en azından katlanılıyor. Küçük burjuvaya özgü
güvensizlik duyguları, küçük konforlara ve ortam alışkanlıklarına
bağlılıklar, annem ve benzeri sığınak-gerekçeler: Yapı Kredi sonrası,
iki yılı geçtik, bağsız bir yaşam biçimi kotarmamı(zı) engelledi. Eldeki
avuçtakiyle yetinerek bir 'model' geliştiremez miydik? Gelecek rizi­
kosu mu gerçek engel, yoksa bambaşka alışkanlıklar, sedler mi?
Barbizon tersyüz etti beni.
Bir kere daha.

19 Haziran, Barbizon -

07.30
Karşı sayfa ıslandı ve sekiz-on satırlık bir bölümün mürekkebi
dağıldı, okunmaz hale geldi: Bazı metinlerin içeriği öyledir zaten -
bozbulanık; bu, oysa, pek öyle değildi!
Lafın gelişi sayılmaz: Olağanüstü bir gün geçirdik dün. Günlük
güneşlik bir sabah, yakıcı bir öğle vakti, bungun sıcak öğle sonrası,
akşamüstü ani bir rüzgar, delibozuk bir yağmur, akşama ve geceye
uzanan bir ferahlama.
İki uzun yürüyüş yaptık ormanın içinde. Önce sabah, yağmur
öncesi. Sonra akşamüstü, yağmur hafiflediğinde. Amansız kokular,
sesler, renkler ortasındaydik. Aklıma Hikmet Birand düştü, dönüş­
te kitaba dönmeli.
Öğlen La Boheme'de yedik, güzel yemeği hemen arkamızdaki
masaya düşen gürültücü bir Türk aile piç etti yarıyarıya. Burada,
Barbizon'da, olacak iş mi?!

619
Yemek sonrası siesta ve gökgürültüleriyle uyandık. Yürüyüş iki­
mizi de sarhoş etti. Otelde çalışan dahil kimse kalmadı, bir tek yarı
kayıp bir Alman yolcu; bu da Tul'de panik yaratmaya yetti, berbat bir
gece geçirdi yavrum, belli ki gözünü kırpmamış, şimdi uyuyor tabii.
Öğlen tıkabasa yemiştik; gece acıkmadık bir türlü, Ermitage açıktı,
bir şarap evi-restoran, yan masadaki tatlı bir Fransız çift ile sohbet
kurarak, şarap-peynir faslı çektik, son noktayı birer kadeh şampan­
yayla koyduk, otele dönmeden ormana dek gittik karanlıkta, in cin
top oynuyordu saat 23.00 sularında Barbizon sokaklarında.
Akşam, uzun bir yürüyüş de arka sokaklarda yaptık: Ne evler,
bahçeler (hazan 'özel ormanlar!), ağaçlar. Bu ne şanstır. Turkiye'de
böyle bir yer yok: Bunca ağaçlı bahçeler, evler, kimde ne arar. Çoğu
bakımlı durumda. En çok, gökdelen boyutundaki ağaçlar büyülüyor
insanı. Tul bütün gün sarhoş gibiydi - gecenin panikli kabusuna
teslim olana dek. Herşeyden nasıl da bir korku kaynağı üretebili­
yor! Sorulsa, bende tuhafbir rahatlık bulduğunu söyleyecektir.
Dün bu deftere yazdıklarımdan habersiz, öğle yemeğinde bir
öneri getirdi: Hayat şartlarımızı ufaltalım, Fırın sokaktaki eve çe­
kilelim, evi kiraya verip gelirinle çarkı döndürelim, ben çalışmaya­
yım! Aslında olur mu, olur. Emekli aylığı, telif gelirleri ile birlikte
alçakgönüllü bir yaşam düzeni kurabiliriz. Ufaltmak gereken bir
tek gider düzeni değil o çözümde: Atölyeyi kapatıp bir depo tutmalı,
kütüphenenin önemlice bir bölümünü de aynı depoya kurmalıyız.
Bulunabilir öyle bir yer: Bir ara sokakta, ucuza kiralanacak bir kü­
çük bodrum katı.
Tülin, Barbizon'un etkisiyle söylemiyor bunlar, sanırım. Son de­
rece ciddi, üzerinde düşünülecek bir öneri. Evin rahatı çok önemli
değil benim için, ufuklu taraçalar, geniş çalışma ortamı şüphesiz
iyi de, özgürlükle değiş-tokuş edilecek bµ- lüks sayılmaz doğrusu.
Dehşet bir hareket özgürlüğü doğar ayrıca. Yolculuk ya da ada faslı
için arasıra belki bağımsız, kısa süreli işler yapılabilir; ek gelir sağ­
lama yolunda.

620
Şapkayı koyup düşünmeli. Harekete geçmek için hazırlanmalı.
Dönüşte, Alkım düğümünü iskender usUlü çözerek başlayabilirim
örneğin; NTV, şimdilik, haftada bir, bir buçuk günü aşmayacak bir
iş gibi görünüyor çünkü. öyle sürebilirse, bir de sürerse tabii, bu
düzen bile korunabilir.
Öğle vakti ayrılacağız Barbizon'dan. Kısa bir Paris turu yapmaya
niyetliyiz: En azından, Cuma günü açılacak olan Quai Branly'deki
müzeyi şöyle bir görmek için.
Uçak ıg.oo'da. Geceyarısı eve girmek için sabırsızlanıyorum
şimdiden: Yol gerginliği çöktü bile çünkü.
Dün, kısa kenarlı, Panamarenko yazısını bitirdim.

621
XXIX

PA R I S - M O N TAU B A N
2006
13 Kasım o6 -
09.45
Beş ay aradan sonra Paris'te, yaklaşık bir yıl sonra Clement'da,
104'te, hücremde, masamda - tuhaf bir rahim duygu, her seferinde
dile getiriyorum da dile taşımayı başaramadığımı görüyorum.
Dün akşam, Batı'ya yönelen uçakta, kalın bir bulut tabakasının
üstünde günbatımı renkleri eşliğinde süzülürken, daha önce de ya­
şamıştım bunu, uzayda, uzak ve yabancı bir gezegene doğru yakla­
şıyormuş izlenimi içinde dakikalar geçti.
Günbatımı renkleri de bir ifade kolaycılığı, dile taşıma başarı-
sızlığı aslında. Pencerenin yanında elimde makinem oturuyor ol­
saydım, en az on kare film çeker, onlar eşliğinde bir sorgulamaya
girişebilirdim: öylesine karmaşık ve etkileyici bir renk çeşitlemesi
(gene dile getirme başarısızlığı işte! ) içinden geçiyorduk ki, bir tür
saat gibi çalışıyordu renkler: Lav püskürtmeye hazır bir volkan ve
krateri kuşatan ateş rengi hale, altta kalın bir koyu gri kütle (bilin­
medik gezegenin yüzeyi) , üstte, kat kat, renk kesitleri: Siyahlar,
açık gri kuşaklar, daha da yukarıda mavi.
Günbatımıyla çarpışmış ressamlar geride kaldı: Bu panoramanın
benzerlerini Caspar David Friedrich'te, Turner'da, Monet'de, başka­
larında görmüştük. Bugün, ancak merhum tarzı bir resmetme an­
layışı, yapışkan pastel bir 'bedii sanatlar' duyarlığı heyecanlanıyor

625
tablonun karşısında ötekiler haklı: "Tablo" zaten karşımızda, çok
istersek fotoğraf makinasının objektifi bizim için saptayabilir onu,
hatta amatör bir alıcıyla birebir filmini de çekebiliriz, bunun artık
sanatı mı olur?
Gariplikse, garip olan, birçoğumuzun karşımıza çıkan şu görün­
tüden etkilenmesi belki de. Duyarlığımızın köhne bölgesinden sö­
kün eden, bastıraınadığımız bir heyecan mı? "Çağdaş sanatçı", uça­
ğın penceresinden bakarken, "Tannın, ne kadar kitsch ve anakro­
nik bir sanat anlayışın var" mı diyordur?
"Güzel", "çok güzel" bir günbatımı hfila etkiliyor beni, önünde
dakikalarca mıhlanıp kalıyorum. Tül de öyle. Saint-Malo'da, bu
yaz Heybeli'de, dün gece uçakta benzeş duygu kabarmaları için­
deydik. Şüphesiz, ne ben oturup bir şiir döktürüyorum, ne o ayağa
kalkıp bir resim patlatıyor, bu "manzara"dan hareketle. Öte yan­
dan, "manzara"ya kayıtsız öküz bakışları fırlatanlardan da değiliz
biz. Bu görünüm karşısında "hiçbirşey hissetmemek" düzeyine
yükselmiş olmaktan övünç payı çıkaracak olanları kütleşmiş sa­
yarım.
"Sanatsal Sahicilik" söyleşi-denemesinin ikinci yansında buna
biraz daha yeraçmalıyım - ilk yarısını dört yıl önce yazdığım o de­
nemeyi önümüzdeki yıl bitirmeyi umuyorum.
Paris'e de eşdeğer bir heyecanla döküldük bu sefer. Neden? Beş
ay önceki seferde, Barbizon faslı dışında gergin ve takıntılıydık bir
kere. Üstüne, yaz boyu travmalar doldurdu zamanımızı. Duygusal
haritamız zayıf düştü: Böyle mi diyeceğim şimdi? Bilemiyorum.
Ölüm duygusu, düşüncesi, gerçekliği Hayat'a bakışı etkiliyor. Top­
lumsal yaşam, Doğa'yla ilişki tazelemeyi anlamlı kılan boyutsuz­
luklarla, kofluklarla dolu. Çevremizde tanık olduğumuz itiş kakış
temasları, rekabet ve hırs güdüleri, kazanµıa yarışı gitgide daha za­
vallı, kirli, komik bir görünüm kazandığı için herşeyi yeniden göz­
den geçirir olduk. Bir tek hayatımız var, onu küçüklüklere teslim
olarak, komşuluk yaparak geçiremezdik, geçiremeyiz.

626
Lipp'de yer bulamayınca Les Deux Magots'da yedik, bir şişe
Mouton Cadet eşliğinde. Depremden adaya, geleceğimiz üzerinde
konuşurken, sözlerimizi yakın geçmiş deldi: Mustafa beyin ölümü,
Samih'in durumu, Ali Teoman'ın ameliyatı ve ikimizi de ürperten,
pimi çekilmeye hazır iç saatli bombalarımız.
Sonra çıkıp uzun yürüdük: Rue de l'Abbaye, Rue de Buci, Passage
St.-Andre, Odeon (geçerken, ışık yanıyordu, Olivier Rollin'i kütüp­
hanesinin önünde gördüm), Rue Toumant, Rue du Four, Cherche­
Midi, Saint-Sulpice.
Bu sabah erken kalkıp aşağıda birlikte kahvaltı yaptık. Gidip
araba kiralamam gerek şimdi.

14 Kasım -
09.30
İkimiz de çok yorulduk dün. Hfila Paris'e doyamayışımız şaşırtı­
cı gerçekte: Sanki birşey kaçıracakmışız gibi davranıyor, sokaklara
dökülüp bitkin düşesiye yürüyoruz. Öğlen Danton'da, akşam Çin­
lide yedik, akşamüstü Bonaparte'da bir kahve molası verdik, onun
dışında ayrı ayn, hep hareket halindeydik.
Gün boyu: Rue Racine, Cluny, Compagnie'de bir seans, St. And­
re des Arts, Rue de Seine, Sevres-Babylone. Araba kiralama işini
aradan çıkarınca bir La Hune seansı. Gece, 1'ül'le, bir L'Ecume des
Jours seansı. Yaklaşık iki düzine kitap ilgimi çekti. Dönüşte NTV,
Kırmızı, Sel ve olursa Mas için saptamalar yapacağım ayrıca.
Tek bir kitap aldım: Alberto'nun yeni çıkan "Geceleyin Kütüpha­
ne"sini. Benimkisi iki yıl önce çıkmamış olsa 'çalıntı' denilebilirdi!
öylesine ortak yanlarımız var. Alberto "mon double" derken haklı
- bir boyutumuz öyle. öbür gün söz bana düştüğünde bundan söze­
deceğim. Ama, asıl önemlisi, kitabımın Fransızcası için Patrick'in
istediği PS'nin konusunu oluşturacak bu koşutluk.
Düşünürken, kafamda hızlı hareketler doğdu. "On Diyalog"u
Başkalaşımlar XXI-XXX 'a içleştirmeyi aklımdan geçirdim

627
sözgelimi. Kitap birden 500 sayfaya fırlar: Hangi yayıncı altına
girebilir o yükün? Doğru çözüm mü, o da ayrı: Dönüşte salim kafa
tartanın yeniden artık. PS'ye gelince, en azından o metin " Kü­
tüphane"ye eklemlenecektir.
Hep olur ya, gene oldu: 24 saat dolmadan Paris zihnimi tetikle­
di, imgelem çarklarını deli tempoyla dönmeye koyuldu. Türkiye'de
neden durgun akıyor sular? Çevrem, çevremdekiler, çevre dışın­
dakiler atalet ve husumet üzre çalışıyor da ondan. Enerjik olması
beklenecek gençler bile kimisiz, heyecansız, tepkisiz.
Oturup konuşuyoruz hep. Üç ay Paris, altı ay Heybeli, üç ay İs­
tanbul düzeni üzre. Şüphesiz ülküsel biçim olurdu, ama nerede
olanaklar? Bütün düzeni elden geçirebilsek olmaz mıydı, olmaz mı
acaba? Yavaş yavaş şekilleniyor sanki bir çözüm yolu. Ama 'yavaş
yavaş'lık yaşta mıyız ki?!
Birazdan Montauban'a doğru hareket edeceğiz. Bu gece ve yarın
gece oradayız. Sonrasında, bir gece Montignac'da kalmaya niyetli­
yiz. Belli mi olur?! Paris'e üç gün kalacak ardından. Quai Branly'ye
gitmek istiyoruz en azından. Timour'la buluşacağım.
Bugün ameliyata girecek Ali.

15 Kasım, Montauban -

ıı.oo
Toulouse'daki büyük meydanın daha ufak boyutlu ama daha
alımlı bir replikası: Place Nationale'de, açık havada oturmuş kah­
vemi içiyorum, sırtımı ve dün gece romatizma ağrısından kıvran­
mamı sağlayan sağ omzumu sıcak güney güneşine döndüm. Biraz­
dan Tülin de bana katılacak.
Sabah kalktım ve hızlı bir kahvaltının ardından yürüyüşe çıktığım­
da, tam da burada, Albertdyla ve koca sem.mli köpeğiyle karşılaştım,
kucaklaştık büyük bir gürültüyle. Öğlen yemeğinde buluşacağız gene.
Gece, sekiz saat süren yolculuktan sonra ulaştık Montauban'a,
yolda sık mola verdim tüttürmek için. Katedral Meydanındaki

628
Mercure otelindeyiz, 224 no'lu odada. İri kasabayla ufak şehir ara­
sında kalakalmış Montauban. Alım çalımı yerinde ama. Atmosfer­
li bir yer. Yemeği sıkı bir lokantada yedik: Les Saveurs d'ingres'de
her yemek görkemliydi. İçtiğimiz Bordeaux da. Bundandır, güç ve
kesintili uyuduk ikimiz de. Gene de dinlenmiş sayılırım. Bu akşam
18.45'te 'sahne alacağım', hafif gerginim her zamanki gibi.
Alberto, onu merkezine alan bu festivale karşın, bir dokun bin
işit, hayli mutsuzdu besbelli, hemen yakındı uzun uzun: Yayıncısı
bırakmış onu, ABD ve İngiltere'de yayıncısız kalmış, yalnızca ti­
cari gözlükle baktıklarını ve kitaplarını istemediklerini söylerken
panikliydi de: Bir süredir, sadece yazdıklarının geliriyle yaşamaya
çalışıyordu, bu yaştan sonra geridönüş zorunluluğu doğarsa onun
için kolay olmayacak. Düşündüm de, Alberto'nun durumuna boşu­
na imreniyormuşum, anladım.
Ali Teoman'ın ameliyatı çok iyi geçmiş ve kısa sürmüş, cerrah
küçük hücreler dışında tümörün tümünü kazıdığını söylemiş. Pa­
toloji sonucu yarın çıkacakmış. Bu bilgi pek hoşuma gitmedi: Cer­
rah anlamaz mı, habis ya da selim kütleyle karşılaştığını?

17 Kasım, Paris -

17.30
Ne yolculuktu ama! Dün öğlen çıktık Montauban'dan, bir Ing­
res Müzesi seansında Alberto'yla müzenin iki kadın yöneticisi­
nin es vermeyen konuşmaları sayesinde bitkin düşmüş biçimde.
Kafamızda soru işaretleri cirit atıyordu şehirden çıktığımızda;
bu halimiz gerisini belirledi sonuçta. Önce Sarlat'ya gittik, öğle
yemeğini orada sıkı bir lokantada yemeği planlayarak. Evdeki he­
sap çarşıya uymadı: Şehre 14.3o'da ulaştık ve bulabildiğimiz tek
açık yerde, Hotel de la Mairie'nin barında vasat altı doyurabildik
kendimizi. Neyse ki, hafif yağmur altında sokaklarda yaptığımız
yürüyüş herşeyi silmeye yetti. İçimizde haz ve hüzün alaşımı, bu
defa, on yıl önceki güzergahımızın çağrısına kapılarak, geceyi

629
Montignac'da geçirmeye karar verip bir otel-şatoda telefonla yer
ayırttık. Önce La Roque-Gageac'a uzandık tabii. Yaklaşırken te­
lefonum çaldı, Orhan Bursalı'ydı arayan, Hamdullah Suphi'yle
ilgili bir ayrıntının peşine takılmış meğer - yanlış yerde, yanlış
adama, yanlış soru!
La Roque-Gageac'ta arabayı nehir kenarına park edip çıktık.
İnsanın belleğinde olağanüstü yanıyla kalan bu köy aslında ola­
ğanüstünün sınırlarını zorluyor, in cin top oynuyordu ve oteller
kapalıydı, yoksa demir atmaya kalkışabilirdik. Sonra hava karar­
maya başladı ve yağmur hızını arttırdı, Montignac'a doğru hareket
ettik. Daracık, bol kavisli yolları unutmuşum. ı8.oo'e doğru vardık
Montignac'a ve orada kriz patlak verdi: Tül, otel-şatonun hafif dağ
başında olduğunu öğrenince tırstı ve rezervasyonu iptal etti, şehir­
deki tek açık otel felaket durumdaydı. Yağmur azmış, kolumun ağ­
rısını da azdırmıştı. Birden Paris'e dönme kararı aldım ve çılgınlık
bu ya, topukladım. Oysa bela bitmemişti henüz: Yanlış yola sapma
alışkanlığım bize en az iki saat daha kaybettirdi! 20.3o'da doğru yola
girdik ve oı.3o'da Paris'e varasıya, çılgın yağmur eşliğinde gittik.
Hotel Bonaparte, 7 no'lu odayı herhalde anımsayamayacağım
ileride: O çirkin, pahalı (149 euro!), üstelik kaloriferi yanmayan
odaya girer girmez soyunup yattım, sızmışım. Bu sabah sevgili
Clement'ımıza, 104'ümüze kavuştuk da keyfimiz yerine geldi. Yı­
kanıp çıktım, Tül'le Cafe Bonaparte'da öğle yemeğinde buluştum,
dönüp gene yatıp dinlendim, gene de hfila tam toparlanamadım.
Ne yolculukmuş ama!
Montauban faslı çok iyi geçti buna karşılık. Alberto'yla epey ko­
nuşacak fırsatımız oldu. Gece, sahnede de iyiydik sanırım. İyi ni­
yetli bir tiyatrocu içine ederek okudu yazdıklarımı ama bizim soh­
betimiz renkli geçti. Salondaki dinleyicil�rin oturaklı insanlar ol­
duğu dikkatimizi çekti. Buna karşılık, pek az genç göze çarpıyordu
aralarında. Edebiyatın, kitabın, derin kültürün işinin bitmek üzere
olduğunu yavaş yavaş kabul etsek iyi olacak herhalde.

630
İkidebir geri çekilmekten, adaya kapanmaktan sözediyoruz ya,
biz öyle yapmasak bile hayat buna zorlayacak zaten.

ı8 Kasım ­
ıo.oo
Ancak toparlayabildim; bu sabah, dokuz saatlık bir uykunun ar­
dından dinlenmiş gibiyim, her ne kadar hafif bir kırıklık hali üze­
rime çöktüyse de dünden iyi durumda sayılırım. Sabah Timour'un
telefonuyla uyandım, bugün ı3.3o'da Le Sorbon'da buluşuyoruz.
Bakalım neden 2007 güzüne kalmış Başka Yollar, daha önemlisi bir
sonraki adım için anlaşabilecek gibi miyiz? Actes Sud ayarında bir
yayınevinde beş yılda üç kitap ritmi elbette iyi; ama, benim koşul­
larımdaki bir yazar için düşük bir ritm bu. Artar mı? Bir yayıncım
daha olmalı bana kalırsa; Bleu Autour'dan sağlam ve güçlü bir ya­
yıncı tabii. Bakalım. Timour'la bir konuşalım da hele.
Dün, tırısta hareket ettim sonuçta, akıllıca iş yaptım. Gece, önce
El Chuncho'da ziyafet çektik kendimize. Sonra, Tülin'i arabayla
gezdirdim; ayazda en doğru karar: Quai Branly, oradan Champs­
Elysees ve Concorde, Madeleine üzerinden Bastille, vb. Paris'te vak­
timiz pek dar bu sefer, iyi geldi bu gezi. Noktayı Les Deux Magots'da
koyduk. Hava gerçekten sıkı soğuk.
Passage St.-Andre des Arts'daki Sainte-Beuve'ün yaşadığı evde
gene iki mobilyalı oda Nisan sonuna dek kiralık. Ayda ı.800 euro.
ıgg6'daki gibi, burada 6 ay daha geçirmek: Ne düş! En az 30 bin euro
ister. Ondan önemlisi: NTV'deki işi bırakamam, annemi bıraka­
mam. Belki ileride bir gün, diyelim.
Yarın Pazar. Niyetimiz Quai Branly'ye gitmek. Bugün ve pazar­
tesi var, kitap seansları için.
Samih ne yapıyor acaba? Belki birazdan ararım.

ı9 Kasım ­
ıı.oo

631
İkimiz de kısmen üşütmeyi başardık, her zamanki gibi! Dışa­
rıda ayaz, içeride halvet, Paris'te; galiba bu yol açıyor gribe, ya da
şehrin mikropları güçlü, bilemiyorum artık.
Timour'la buluştuk dün, Rue des Ecoles'da bir kahveye oturup
'tablo'yu inceledik. Başka Yollar, 2007 Ekiminde ya da 2008 ba­
şında çıkacak Actes Sud'de; sonrası için sormuşlar yayınevinden,
devamında ne gelecek diye. Çeşitli öneriler getirdim. Timour da
sıcak baktı önerilerim«;!, ama, bir biçimde son söz yayıncıların
tabii. İhsan Oktay Anar'dan vazgeçmişler örneğin. Perihan Mağ­
den'i Timour istememiş. Tahsin beyi transfer etmek niyetinde.
Ve Aslı Erdoğan'ı izlemekten yana. Yılda 4 kitapla sınırlamışlar
diziyi. Yan dizilere sıçrayamazsam, en iyi olasılıkla 2009'a bir
kitap daha çıkar Actes Sud'den. Fransa'da bir yayıncı daha gerek
bana. Timour, " Kütüphanenyi de 07 Ekimine bırakmamızı, iki ki­
tapla patırtı çıkarmayı denemeyi makul buluyor. Kaldı ki, şu ön­
söz ve sonsöz hikayesi buna zorlayacaktır Bleu Autour'u. Timour,
bir şiir seçmesi de devreye sokmak istiyor. Göreceğiz. Dönüşte,
önerilerimi somutlaştırmalıyım; özellikle de Ansiklopedi'den bir
seçmeyi.
Öte yandan, Timour'dan ayrılıp yürümeye koyulduğumda, onu
düşünüyordum: Bana ne yahu, bütün bunlardan? Yazacağımı ya­
zarım, dilerlerse çevirmesin, yayımlamasınlar! Bir taraftan yurt­
dışı serüveni sürsün istiyorum şüphesiz; ama, bunun için ölecek
de değilim. Hayatımın akışını etkilemesine izin veremem bu tür­
den kaygıların, profesyonelliğin çarklarına teslim olamam, neyse
yazgısı yaptığım işin, içine, içeri bakarım. Bu yaştan sonra deği­
şemem doğrusu.
Kitap dünyası dörtnala tecime teslim oluyor. Son yirmibeş yıl
içinde azan bir ritmle. Timour, Gallimarq.'deki kepazelikleri aktar­
dı: Zülfü vb. Seuil'de de durum aynı. Varsa yoksa, aslında, Rörig gibi
yayıncılarda iş var. Türkiye'de de. Edebiyat, her yerde, iki avuç insa­
nın tasası. Biz, ola ki, son mohikanlarız.

632
Bir La Hune seansı yaptım. Bir ikinci alışveriş seansı da Com­
pagnie'de olur, pazartesi. Hazirandan bu yana beni çıldırtacak bir
görünüm oluşmamış bereket, kitapçılarda.
Gece, Vagenende'da yedik. Aklımdan çıkmıyor Samih. Sabah
aradım, sesindeki coşku nedense yapay görünüyor bana. Nedense­
si mi var, ayrıca.
Arabayı vermeliyim birazdan.
Son iki gün Paris'te.
Eve dönmek istiyorum - apaçık.
Hatta, olabilse(ydi), Heybeli'ye!

20 Kasım ­
ıo.30
Son gün. Gribin eşiğinden döndüm mü yoksa? illet, çöktüğünde
perişan etmeden gitmez, sanki atlattım bu kez - ama, belli mi olur?
Bir ara onu konuşuyorduk Tül'le: Eskisi gibi değiliz artık, ça­
buk yoruluyoruz Paris'in getirdiği tempodan, evdeki küçük kon­
forumuzu arıyoruz bir hafta dolmadan. Şüphesiz, bunun çoğu otel
yaşantısından kaynaklanıyor: Bir evde kalınıyor olsa, dilediğinde
çıkmazsın, otelde her öğün dışarıda yemek faslı zorunlu bir kere.
Gelgelelim, yaş faktörü de devreye giriyor apaçık.
Ne yaptık dün? Geç kalktık, dinlenmiştik, kahvaltıyı odaya ge­
tirttik. Çıkınca, taksiye atlayıp Quai Branly'ye gittik. Gişe önün­
deki kalabalığı görünce, müzeyi dışarıdan teftiş etmekle yetindik.
Ayaza karşın uzun bir yürüyüş yaptık sonra, Seine boyunca. Yeni­
den taksiye atladık, Beaubourg'a. Le Petit Marcel'de, Bordeaux eşli­
ğinde nefis bir öğle yemeği yedik. Marais sokaklarında epey dolaş­
tık, Pazar günleri dehşet kalabalık oluyor ne yazık ki orası. Üçüncü
taksiyle otele döndük, hava hfila aydınlık olduğu için içeri girmeye
kıyamadık, biraz yürüdük civarda, Chai de l'Abbaye'de demlendik.
Otele dönüp yattık. 20.3o'da yeniden çıktık ve El Chuncho'ya gittik.
Ağır yedik ve içtik. Ardından uzun bir yürüyüş: Quai St.-Augustin,

633
Place Dauphine, Rue de Seine, Bonaparte ve otel. Geceyarısını ge­
çiyordu yattığımızda.
Günlük tempo iyi-kötü bu, işte. Göz ve zihin yoruluyor, mide
yoruluyor, gövde yoruluyor sonuçta. Bir de, her gün sonrakine ar­
tan bir yorgunluk oluyor galiba; bir tür katlanma, birikim belki de.
Ama, diyorum ya, yaş da etkili şimdi.
Quai Branly'ye gelelim. Müzeyi göremediğim için gerçekten de
üzgünüm. Dışarıdan, etkileyici yapı. Eklektiği yücelten üslubuyla,
Jean Nouvel, yalınlığı istiflerle yaymış. Tülin, hemen 'finisyon'la­
rın şaşırtıcı zayıflığına dikkat kesildi; haklıydı. Hemen ardından
Beaubourg'a gidince, daha da göze batıyor o zaaf. Sonuçta, mimarın
işini gerçekleştirecek ekibi de iyi seçmesi gerekir, benden tasar­
laması diyerek işin içinden çıkamaz. Büyük ve önemli bir sergiyi
kaçırmış olduğumuz için daha da hayıflandım. Ama o soğukta, bir
saatı aşkın bekleyemezdik kuyrukta.
Umberto Eco'nun yeni kitabını okuyorum ağır ağır: "A Recu­
lons". 2000-2005 arası gazete ve dergi 'makale'leri. "La Guerre du
Faux"daki soluğu, gücü göremiyorum bu kitapta. Her zamanki zeka
ve espri gösterisi de bir parça sıkıyor artık. Yorumlarında eldeğ­
memiş, özgün bir yan var mı? Bana kalırsa, çağı anıanına yorum­
lama çabasında, zinciri "boşalmış bir bisiklette beyhude ilerleme
inadını çağrıştıran bir yan var. Önemli konu bu. Kitabı sanki Nobel
hazırlığı adına yapmış izlenimine kapıldım, malum ülke ve dünya
sorunlarına sorumluluk üstlenerek bakmak konusunu önemsiyor
ya jüri. Ola ki yanılıyorumdur. Üç boyuttan oluşuyor Eco'nun yazar­
lığı: Bilimsel çizgi, romanesk çizgi, politik-jurnalistik çizgi. Biribi­
rilerini tamamladıkları ortada. Gene de asıl çekirdek ilk boyutta
yeralıyor bence.
Bazı iyi yazarlar nasıl olmuştur da çok qıkunmuştur? Camus'den
başlayarak, Kundera ve Eco'ya gelesiye? İki farklı cepheyi de ken­
dine çekebilen özellikleri-var sanırım. Ne yazık ki, bu durum, kimi
çok okunan kötü (vasat) yazarların da arada iyi sanılmasına yol

634
açtı: Coelho gibi. Bana kalırsa, Paul Auster ve Orhan Pamuk da bu
kategoride yeralıyor: Derinliği olmayan kitaplar yazıyorlar, onun
için de geniş vasat okur kesiminin gözdesiler.
Eco onlardan biri olarak görülemez bence.

21 Kasım -
09.30
Koşuşturma, son kitap ve plak alışverişleri (hfila 'plak' diyo­
rum!), son sabaha her zamanki sefalet duygusuyla varıldı: Bavullar,
taksi, fazla yük sorunu, uçak korkusu - insan nasıl da bir an önce
evine girmek istiyor. Yaklaşık ıo CD ve 40 kitap almış olmalıyım,
epey götürür bu.
Dönüşte, annem dışında, acil sorunum yok, bildiğim kadarıyla.
Gerçi Cumhuriyet'te terliyorum ama, bunu bile dert edinmiyorum.
NTV'de, belki bir toplantı yapılır.
Kış hazırlıklarına ada dönüşü girişmiştim biraz. Kasım sonuna
dek iyi-kötü düzeni hale yola koyarım herhalde. ilk iş üç kitabı ya­
yına hazır etmek: Öteki Prova, Gövde'm, Neyin Nesisin Sen. Hayli
el alacak işler. Aralık da böyle uçar gider. Samih' in yaşgünü, evlilik
yıldönümü, Sarp'ın yaşgünü, yılbaşı derken 2006'yı deviririz. Ola
ki Hulusi'yi toplayıp getirmeyi başarırız arada. Hayat böyle bir dev­
ran işte, hızla kalan vaktimizi yutuyor sonuçta.
Eco'nun, kitabının sonuna koyduğu yarı-ironik ölüm yazısında
ortak pek çok yan gördüm dün. Etrafımızda çember öylesine daraldı
ki son yıllarda, bir tür "tetikte yaşama" sendromu çöktü üzerimize.
Aramızda kaç kişi 25 yıl daha yaşayacağına inanıyordur - yaşıtları­
mız arasında? Ben, ayrıca, 25'imdeyken bile kendime uzun yaşama
hakkı tanımazdım. Neye dayanarak? Belli değil. Şimdi öyle mi oysa:
Ortalık dayanak kaynıyor. En başta hor kullandığım sağlığım.
Gece Lipp'deydik.
Keyifli geçti.
Her yolculuğun son akşam yemeğini önemserim nedense.

635
İçindekiler

1
Ve nedik'te Gergedan 1987 5 ·

il
Viyana, Prag, Budapeşte 1992 25 ·

111
Berlin-Paris 1992 37
·

iV
Belles Etrangeres 1993 49·

v
Paris- Floransa, Milano-Roma 1994 57 ·

VI
Roma- B rüksel-Bruges Heidelberg-Raunheim 1995 6 9
·

VII
İki Ayraç Aras ı-İspanya Günlüğü 1996 85 ·

VIII
Şiir Peşinde-Rotterdam-Paris ı998-1999 1 0 9 ·
IX
B i r Yılbaşı Sefası 1998-1999 · 121

x
Acı B ilgi Günleri-Lizbon-Marsilya-Provence-Paris 1999 129
·

XI
B inyıl Dönümü: Paris 1999-2000 157 ·

XII
Tüb inge n , Freiburg, Strasbourg, Basel 2000 171
·

XIII
Paris- Londra 2000 · 187

XIV
" E l m a" Günleri- Paris 2000-2001 209 ·

xv
Esclimont-Paris 2001 235 ·

XVI
Lodeve -Paris 2001 · 257

XVII
Paris, ilkyaz 2002 · 301

XVI I I
Paris / S aint-Nazaire Yaz 2002 323 ·

XIX
Korsika-Le C roisic-Paris foo2 369 ·
xx
Paris- B asel-Saint Moritz- S ils M aria 2003 3 9 1
·

XXI
Bretagne- Paris 2003 413·

XXII
Paris-Londra Nisan 2004 4 8 1 ·

XXI I I
Roma-Parma- S iena · 499

XXIV
Babil Mutlulukları 2004 5 1 7 ·

xxv
E lmalı Turta- Paris-Alsace 2005 535 ·

XXVI
Saraybosna Günleri Mayıs 2005
Andorra- Barcelona Ağustos-Eylül 2005 · 561

XXVII
Paris 579
·

XXV I I I
Paris-Barbizon 2006 · 611

XXIX
Paris-Mo ntauban 2006 623 ·
Pasaport Damgaları yola düşmenin, yolda olmanın ve kendi içinde
yol almanın kesintisiz izleğinde ilerleyen bir yolculuk günlüğü.
Enis Batur 1 987 ve 2006 arası, yirmi sene boyunca tuttuğu
defterlerini bir araya getirdiği bu kitapta, Berlin, Madrid, Roma,
Saraybosna gibi şehir ziyaretleri yanında, her sene uzun zaman
geçirdiği Paris'te sosyal ve mekansal belleği lirik merceğiyle ve
kalemiyle kağıda döküyor.

Sadece yol izlenimleriyle de kalmıyor Pasaport Damgaları, yirmi


seneyi kapsayan bir yazı seyrüseferinin izi sürülüyor. Tıpkı
"San Marco' da bir aşağı bir yukarı yürüyerek: 'Nil' in süreğinde
tuhaf, metaforik bir epik anlayış ile 'Opera'ya" varması gibi
"İçbükeyler"in, "Başkalaşımlar"ın, "Kravat"ın ve pek çok kitabın
-Ut izdüşümleri okunabiliyor.
m
::c
::a
r-
m
::a
,..
::a
,..
en

f 11THG
0397105
PVP

,i]Jlili
0 kirmizikedi.com


[] /kirmizikediyayinevi
� /krmzkedikitap t ss
� /kirmizikediyayinevi KDVmuafiyeti uygulanmııtır

You might also like