You are on page 1of 294

Aramizda Kâlsin

Tanri Var

John C. Lennox

Çevirmenler
Reşit Şahin - Sare Levin Atalay
U F U K YAYINLARI /ARAMIZDA KALSIN TANRI VAR

Copyright © Ufuk Yayınları, 2012


Bu eserin tüm yayın hakları Yaran Yayıncılık Tic. Ltd. A.Ş’ye aittir. Eserde
yer alan metin ve resimlerin Yaran Yayıncılık Tic. Ltd. A.Ş’nin önceden yazılı izni
olmaksızın elektronik, mekanik, fotokopi ya da herhangi bir kayıt sistemi
ile çoğaltılması, yayımlanması ve depolanması yasaktır.

Kitabın Orijinal İsmi1.


G od’s U n dertaker: H as S cience B u ried God?, Lion Hudson, 2009
©2007 John Lennox
Editör
Onur ATALAY

Görsel Tasarım
Ali BIYIKLI

ISBN
9 7 8 -6 0 5 -5 3 1 4 -3 0 -9

Yayın Numarası
147

Basım Tarihi
Ekim 2 0 1 2

Basım Yeri
Pasifik Ofset Yay. San. Tie. A.Ş.
Güvercin Cad. No: 3/1 Baha İş Merkezi
A Blok Haramidere / İSTANBUL 3 4 3 1 0
Tel: (0212) 412 17 0 0 Faks: (0212) 4 2 2 11 51

Ufuk Yayınları
Rasim Paşa Mah. Rıhtım Cad. Derya İş Merkezi
A Blok No: 2 8 /3 9 -4 8 , Kadıköy / İSTANBUL
Tel: (0216) 4 4 9 49 09 Fak: (0216) 4 4 9 49 11
www.ufukyayinlari.com
İÇİNDEKİLER

Önsöz....................................................................................................................................... 7
Dünya Görüşleri S a v a şı....................................................................................................... 19
Bilimin Kapsamı ve Sınırları............................. 41
İndirgeme, İndirgeme, İndirgeme....................................................................................... 63
Tasarlanan Evren.................................................................................................... 79
Tasarlanan Biyosfer ...........................................................................................................105
Evrimin Tabiatı ve Kapsam ı............................................................................................... 135
Hayatın Kökeni ...................................................................................................................167
Genetik Kod ve Kökeni............................................... 185
Bilgi Meselesi...................................................................................................................... 203
Maymun Makine................................................................................................................. 223
Bilginin Kaynağı............................................................. 239
Tabiatı Bozmak? David Hume’un Mirası..........................................................................263
Sonsöz: Aldın Değil Bilimin Ötesinde.............................................................................. 281
Sonnotlar............................................................................................................................. 285
İndeks...................................................................................................................................297
Ö n sö z

Tüm burılann anlamı ne?


Richard Feynman

eden hiçbir şey değil de bir şeyler var? Özellikle, evren ni­
çin var? Nereden geldi ve eğer gideceği bir yer varsa, n e­
reye gidiyor?
Evren ardında hiçbir şey olmayan nihai gerçekliğin ta kendisi mi,
yoksa ‘ötesinde’ bir hakikat mi saklı? Biz de Richard Feynman gibi:
“Tüm bunların anlamı ne?” diye sormalı mıyız? Ya da Bertrand Russell
“evren işte burada ve hepsi bu” derken haklı mıydı?
Bu sorular hala önemlerinden bir şey kaybetmiş değiller. Bilginin en
yüksek zirvelerine tırmanma azminin teşvik ettiği bilim adamları, daha
şimdiden bizlere yaşadığımız evrenin doğası hakkında son derece çarpı­
cı bilgiler kazandırmış bulunuyorlar. Hubble teleskopu, atmosferin üze­
rindeki yörüngesinden inanılmayacak büyüklükteki ölçeklerde iş görüp,
bize uzak göklerin hayret verici görüntülerini iletmekte. Bunun yanı sıra,
akıl almaz küçüklükteki ölçeklerde iş gören tarama tünelleme mikrosko­
bu aracılığıyla insanoğlu, canlı dünyasının moleküler biyolojideki olağa­
nüstü kompleksliğini keşfedebiliyor. Bu içinde, bilgice yoğun makro mo­
lekülleri ve onların mikro minyatür protein fabrikalarını barındıran bir
dünyadır. Sözü geçen protein fabrikalarının karmaşıklığı ve hassaslığı
ile karşılaştırıldığında gelişmiş insan teknolojisi bile oldukça kaba kalır.
8 A ramizda K alsin T anri V ar

Biz ve engin galaktik güzelliği ve hassas biyolojik karmaşıklığıyla


evren Richard Dawlcins’in önderliğini yaptığı “Yeni A teistlerin iddia
ettiği gibi, muhakemesiz bir takım kuvvetlerin etkisiyle başıboş bir şe­
kilde hareket eden akılsız madde ve enerjinin ürünlerinden başka bir
şey değil miyiz? En nihayetinde insan hayatı, atomların bir araya ge­
lişlerinden (pek ihtimal dâhilinde olmayan, ama şans eseri oluşan) bir
tanesi midir? Uzayın hadsiz boşluğunda dağılmış bulunan milyarlarca
galaksinin içinde bir spiral galaksinin kollarında ayırt edilemeyecek
kadar küçük bir yıldızın yörüngesinde dönen küçücük bir gezegende
yaşadığımızı bildiğimiz halde, gene de özel varlıklar olabilir miyiz?
Hatta bazıları der ki, tıpkı doğanın temel kuvvetlerinin şiddeti ve
gözlemlenebilir uzay-zaman boyutlarının sayısı gibi evrenin sahip ol­
duğu bu belirli temel özellikler, kâinatın başlangıcında işleyen tesadüfi
etkilerin bir sonucu olduğundan; çok farklı yapılarda başka kâinatlar
da elbette ki var olabilirler. Neden evrenimiz ebediyen birbirinden ay­
rışmış çok sayıda paralel evrenler dizisinden biri olmasın ki? Bu du­
rumda insanın nihai bir anlamı olmasını iddia etmek saçma değil mi?
Böyle bir ‘çoklu evren’de insanın değeri tamamen hiçe inmiş olmaz mı?
Bu durum karşısında, modern bilimin ilk dönemlerinden söz et­
mek; mesela Bacon, Galileo, Kepler, Newton ve Clerk Maxwell gibi bi­
lim adamlarının, kâinatın Yaratıcı bir Tanrı’nın tasarısı olduğuna inan­
dıklarından bahsetmek; entelektüel bir nostaljiden başka bir anlam
ifade etmez. Yeni Ateistlerin bizi iknaya çalıştığı anlatıya göre bilim;
herkesi ve her şeyi kuşatıcı açıklamalarıyla Tanrı’yı köşeye sıkıştırmış,
onu öldürmüş ve sonra da onu gömerek bu tür ilkel anlayışlardan kur­
tulup yoluna devam etmiştir. Buna göre Tanrı’nın anlamı kozmik bir
‘Cheshire kedisi’nin gülümsemesinden öte bir şey değildir artık. Tan­
rı, Schrödinger’in kedisinin aksine, hem ölü hem canlı, hayaletimsi
bir süperpozisyon değildir; o kesinlikle ölmüştür. Böyle düşünenlere
göre ayrıca Tanrı ölüm döşeğindeyken anlaşılmıştır İd Tann’yı yeniden
diriltmek yönündeki her çaba muhtemelen bilimin gelişimini sekteye
Ö nsöz 9

uğratacaktır ve artık, doğanın sadece ortada var olan olduğu, ötesinin


olmadığı görüşüne sahip natüralizm bir başına hüküm sürmektedir.
Peter Atkins bilimin ortaya çıkış tarihinde dini bir unsurun varlığını
kabul ederken; bu yukarıda bahsi geçen görüşü karakteristik bir gay­
retle şöyle savunuyor: “Herkese açık ve yeniden üretilebilen bilginin
üzerine inşa edilen bir inanç sistemi olarak bilim, dinden doğmuştur.
Bir kelebeğe dönüşmek için ise, içinden çıktığı kozasını yırtıp atmıştır.
Bilimin, varlığı her yönüyle ele alamayacağını varsaymak için de bir ge­
rekçe yoktur. Fiziksel evrenin veya tecrübe evreninin bilim tarafından
asla aydınlatılm ayacak bir karanlık köşesi olduğu ümidine ancak din­
darlar (l<i içlerinde önyargılılar kadar, yeterince bilgi sahibi olmayanlar
da bulunur) kendilerini kaptırırlar. Oysaki bilim, şimdiye dek herhangi
bir engelle karşılaşmadı ve indirgemeciliğin başarısız olacağı zanmnın
ardındaki tek gerekçe, dindarların zihnindeki korku ile bilim adamları­
nın karamsarlığıdır.”1
2006 yılında California La Jolla da Saik Biyolojik Bilimler Enstitü-
sü’nde bir konferansta ‘İnancın ötesinde: bilim, din, akıl ve yaşam
mücadelesi’ teması tartışıldı. Nobel ödüllü Steven Weinberg bilim dini
ortadan kaldırmalı mı sorusuna gönderme yaparak: “Dünyanın uzun
süren din kâbusundan uyanmaya ihtiyacı var. Biz bilim adamları dinin
elini zayıflatmak için elimizden gelen her şeyi yapmalıyız ki bu aslında
medeniyetimize yapabileceğimiz en büyük katkı olacaktır” dedi. Hiç de
şaşılmayacak bir şekilde Richard Dawkins daha da ileri giderek: “Bey­
nimizin dine saygı göstermemiz yönünde yıkanmasından bana artık
gına geldi” diyecekti.
Benzer ifadeleri çoğaltmak mümkün. Ama bu gerçekten de doğru
mu? Bütün dindarlar, hatta onlardan bazılan Nobel ödüllü bilim ada­
mı oldukları halde, önyargılı ve yeterince bilgilendirilmemiş yaftasıyla
yaftalanmalı mı? Onlar geçekten bütün ümitlerini, bilimin asla aydın­
latamadığı evrenin karanlık bir noktası olduğu anlayışına mı bağlamış
bulunuyorlar?
10 A ramizda K alsin T anri V ar

Yaratıcı’ya olan inançları sayesinde daha ileri düzeyde bilim yap­


ma gayreti taşımış pek çok bilim adamının varlığı bu iddiaların adilce
olmadığının delilidir. Bilimin öncülerine göre de, evrenin bilim tarafın­
dan aydınlatılan karanlık köşeleri, Tanrı’nm daha iyi bilinmesini sağ­
lamıştır.
Peki ya canlılar dünyası (biyosfer)? Onun o girift karmaşıklığının ar­
dındaki düzenlilik, Peter Atkins’in müttefiki olan Richard Dawkins’in
iddia ettiği gibi sadece görünüşte midir? Akıl dediğimiz şey, gerçekten
de evrenin temel maddelerine dair tabiat kanunlarının sınırlan içinde
tesadüfen ve bilinçsizce vuku bulan doğa olayları neticesinde ortaya
çıkmış olabilir mi? Akıl-beden ilişkisine dair problemleri, sözde başı­
boş ve bilinçsiz süreçlerin meydana getirdiği bilinçsiz bedende ‘ortaya
çıkan’ akıllı bilincin çözeceğine mi inanmalıyız?
Neyse ki artık genel eğilim, bu tarz natüralist hikâyelerin sorgulan­
ması yönünde. İnsanlar artık şu soruları soruyorlar: Gerçekten natüra-
lizm bilimin zorunlu bir neticesi midir? Yoksa natüralizm bilimin zo­
runlu kıldığı bir şey olmaktan çok, bilime yamanmış bir felsefe midir?
Hatta dahası, natüralizm, dini inanca benzer bir inanç mıdır? Bu tarz
sorular soran birisine, kulak kabartmak yerine, bursunu kesmek, ya­
ni bir bakıma eskiden kâfirlere yapılan muameleye benzer şekilde onu
yok etmek mi gerekir? Yeni Ateistlere göre evet.
Aristo “başarılı olabilmek için doğru sorular sorulmalıdır” sözüyle
ünlüdür. Bazı sorular risklidir, onları cevaplamaya yeltenmek ise daha
da çok risk içerir. Bu tarz riskler bilimin ruhuyla da içeriğiyle de çatış­
maz. Tarihsel bir perspektiften bakıldığında bu, kendi içinde tezat bir
durum da değildir. Mesela, Ortaçağ’da bilim, harekete geçecek enerjiyi
bulmak için öncelikle, kendini Aristocu felsefenin belirli kalıplarından
kurtarmak zorunda değil miydi? Nitekim asırlarca hükmünü süren
Aristo öğretisine göre Ay ve ay üstü alemler mükemmeldi, mükemmel
harekette ancak dairevi olabilirdi. Gezegenler ve yıldızlar böylesi mü­
kemmel dairevi bir yörüngede hareket ederlerdi. Ay altı alemlerde ise
Ö nsöz 11

hareket lineer ve kusurluydu. Durum böyleyken Galileo geldi, telesko­


puyla Ay’ın kraterlerinin düzensiz köşelerini gördü. Kâinat dile geldi
ve Aristo’nun a priori (deneyle doğrulanmamış teorik bilgi -çev.) olan
mükemmellik konseptinin bir kısmını yok etti.
Fakat Galileo’ya göre de “evrenin unsurları arasındaki mükemmel
uyumun devam edebilmesi için kütlelerin dairevi hareket etmeleri ge­
rekiyordu.”2 Yani yörüngeler yine olmalıydı. Bu problemin çözümü de
Kepler’e kaldı. Kepler’in selefi olan Prag ulusal matematikçisi Tycho Bra-
he, Mars’ın yörüngesine ilişkin hassas ve doğrudan gözlemler yapmıştı.
Analizini bu gözlemlere dayanarak temellendiren Kepler cesaretle, astro­
nomik gözlemlerin kanıt olarak; gezegen hareketlerinin dairesel olması
gerektiğini iddia eden teoriden daha değerli olduklarını savundu. Gerisi­
ni zaten tarih yazıyor. Kepler öncelikle çığır açan bir önermede buluna­
rak, gezegenlerin bir odağında Güneş’in bulunduğu gene “mükemmel”
eliptik yörüngeler etrafında döndüğünü söyledi. Daha sonra bu çığır
açıcı görüşün ayrıntıları, Newton’un kütle çekim kanunları vasıtasıyla
tamamen aydınlatıldı ve tüm bu süreç şaşırtıcı derecede kısa ve zarif bir
formülle özetlendi. Kepler, bilimi yüzyıllardır sınırlayan bu yetersiz fel­
sefenin elinden kurtarmak suretiyle onu sonsuza dek değiştirdi. Böylesi
özgürleştirici adımların bundan sonra bir daha asla atılmayacağını sa­
vunmak, sanırım biraz fazla iddialı bir tutum olur.
Bu bilhassa Atkins ve Dawkins gibi bilim adamları tarafından hesa­
ba katılması gereken bir durumdur. Evet, Newton, Kepler ve Galileo’dan
beri bilim gittikçe artan bir hızla gelişmektedir. Bazılarına göre, bilimle
adeta iç içe geçmiş natüralist felsefenin artık yetersiz kaldığına dair bir
kanıt yoktur. Hatta onlara göre natüralizm bilimi daha da ileri götürme­
ye hizmet etmektedir. Böylece artık bilim, geçmişte kendisini sıklıkla
engelleyen mitolojik hurafelere takılmadan ilerleyebilmektedir.
Onlara göre natüralizm bilimsel metodu en üstün metot olarak gö­
rür ve bilimi asla sınırlamaz. Bu onun en büyük erdemidir ve tanım ge­
reği natüralizm bilimle tamamıyla uyumlu tek felsefedir.
1 2 A ramizda K alsin T anri V ar

Fakat durum gerçekten de bu mudur? Galileo Aristocu felsefeyi,


kâinatın nasıl olmak zorunda olduğunu a priori bildiren dar çerçeve­
sinden dolayı, bilimsel açıdan kısıtlayıcı buldu. Oysaki ne Galileo ne
Newton ne de o zamanda bilimin ani sıçrayışına katkı yapan tanınmış
büyük bilim adamları, bir Yaratıcı Tanrı’ya inanmayı, bilimin gelişimi
için engelleyici buluyorlardı. Hatta tam aksine onlar, Tanrı inancını,
bilimsel gelişmeyi teşvik eden bir şey olarak gördüler. Gerçekten de on­
ların imanı, onların bilimsel araştırmaları için başlıca motivasyon kay­
nağı olmuştu. Durum bu iken, bazı çağdaş yazarların ateizm konusun­
daki ısrarcı tavırları, bir takım soruları da gündeme taşıyor: Ateizmin
entelektüel açıdan savunulabilir tek fikir olduğundan nasıl bu kadar
eminler? Bilim gerçekten onu bu derecede onaylayacak kadar ateizmin
yakın bir dostu mudur?
Hiç de değil diyor, iman etmeden önce yıllardır entelektüel ateiz­
min bayraktarlığım yapmış seçkin İngiliz filozofu Anthony Flew. Flew
BBC’ye verdiği röportajında3 “üstün bir aklın” varlığının, hayatın men­
şei ve tabiatın karmaşıklığı ile alakalı getirilebilecek eldeki tek iyi açık­
lama olduğunu söylemekten de geri durmuyor artık.

Akıllı tasanm tartışması

Bu derece etkili bir düşünür olan Flew’in bu iddiası zaten ateşli olan
‘akıllı tasarım’ tartışmalarına yeni bir boyut kattı. ‘Akıllı tasarım’ tar­
tışmalarının meydana çıkardığı tansiyonun bir sebebi; bu terimin son
zamanlarda bir çok insanın kulağında kripto-yaratılışçı, bilim karşıtı,
özellikle de evrimsel biyoloji düşmanı bir hareket tınısı bırakıyor ol­
ması. Bu, terimin manasında örtük anlam kaymaları olduğu ve bunun
neticesinde ciddi tartışmanın sahneden çekilmesi tehlikesinin baş gös­
terdiği anlamına geliyor.
‘Akıllı tasarım’ tabiri, tuhaf bir tabir olması hasebiyle de, dikkatleri
üzerine çekti. Tuhaf zira tasarım zaten bir aklın varlığını gerekli kılıyor,
bu açıdan ‘akıllı’ kelimesinin kullanımı lüzumsuzlaşıyor. Hâlbuki biz
Ö nsöz 13

“akıllı tasarım” yerine sadece “tasarım” ya da “akıllı sebep” ifadelerini


koysaydık, düşünce tarihinde zaten büyük önem arz eden bir kavramı
konuşuyor olacaktık. Gerçekten de evrenin arkasında akıllı bir sebebin
olduğunu ifade eden bu kavram, en azından, din ve felsefe kadar eskidir.
Akıllı tasarımın gizli-yaratılışçılık olup olmadığı sorusuna değinme­
den önce ‘yaratılışçılıld teriminin kendi anlamını göz önünde tutarak
diğer bir potansiyel yanlış anlamadan kaçınmalıyız. Evet yaratılışçılı-
ğın anlamı da değişti. Önceleri ‘yaratılışçılık’ basitçe bir Yaratıcı’nın var
olduğu inancına işaret ederdi. Artık ‘yaratılışçılık’ kavramı sadece bir
Tanrı’ya inanışın ifadesinden ziyade, bir yığın farklı düşünceye adan-
mışlığı da ifade ediyor. Bu düşüncelerden genellikle en öne çıkarılanı,
Tevrat’taki yaratılışla ilgili bölümün özel bir yorumuna (yani Dünya’nm
sadece birkaç bin yıllık ömre sahip olduğuna) inananların fikirleridir.
Yaratılışçılık ya da yaratılışçı kavramının anlamındaki bu kayma
çok talihsiz üç sonuç doğurdu. Öncelikle, bu anlam kayması tartışmayı
kutuplaştırdı ve kâinatın arkasında bir akıllı sebebin var olduğu anlayı­
şını kökten reddedenler için, ona inananları hedef tahtası haline getir­
di. İkinci olarak, ICitab-ı Mukaddes ayetlerini nihai otorite olarak gören
Hıristiyan âlimleri arasında bile, yaratılış kıssasının yorumu hakkında
çok farklı görüşlerin olduğu gerçeğini göz ardı etti. Son olarak anlam
kayması, ‘akıllı tasarım’ teriminin kullanılmasının orijinal gayesi olan
düzenin farkına varmak ile tasarımcıyı tanımak arasındaki çok önemli
ayrımın yapılmasını engelledi.
Bu üçü farklı meselelerdir. Bunlardan İkincisi aslen ilahiyatın alanına
girer ve çoğunluk bunun bilimin sahası dışında olduğu görüşündedir. Ay­
rımı yapmak, birinci soruya cevap arayışında bilimin yardımcı olabilme
ihtimalinin önünü açmak açısından önemlidir. Bu ayrımı yapamayanlar-
ca ‘akıllı tasarım’, ‘gizli-yaratılışçılık’m bir yeniden sunumu olmakla suç-
lanagelmiştir. Bu ise birbirinden çok farklı olan bu iki meselenin İlcisinin
de anlaşılmasını engellediği için büyük bir talihsizliktir. Ayrıca ‘akıllı ta­
sarım’ terimi orijinal manasıyla değerlendirildiğinde; çokça tekrarlanan
14 A ramizda K alsin T anri V ar

‘akıllı tasarım’ın bilim olup olmadığı sorusu da anlamsızlaşacaktır. Me­


sela şu sorulan sorduğumuzu düşünelim: Teizm (Tann’nın varlığına ve
onun insanlara bir din gönderdiğine inanmak -çev.) bilim midir? Ateizm
bilim midir? Birçok insan buna hayır yanıü verecektir. Fakat eğer soruyu
sorduğumuz o kişilere biz geçekte, teizmi (ya da ateizmi) destekleyecek
bilimsel bir delilin olup olmadığıyla ilgileniyoruz diyecek olsak, durum
değişir ve onlardan aşağı yukarı şöyle bir cevap alırız: Neden başta öyle
sormadın ki?
(Akıllı) tasarımın bilim olup olmadığı sorusu “tasarım anlayışını
destekleyen bir bilimsel delil var mıdır?” olarak yeniden yorumlanırsa
bu anlamlı bir soru olur. Elbette soru bu şekilde yorumlanmak ve de
Dover mahkemesinde yapılan “Akıllı Tasarım ilginç bir teolojik argü­
mandır fakat bilim değildir”4 gibisinden yanlış hükümlerden kaçınılıp
‘akıllı tasarım’, uygun tarzda izah edilmelidir.
Gerçekten, Expelled (Nisan 2008) filmini seyrettiğimizde Richard
Dawkins’in bizzat kendisinin de, bilimsel olarak hayatın kaynağının
sadece doğal süreçlerin bir yansıması mı yoksa dışsal bir akıllı kayna­
ğın müdahalesinin bir sonucu mu olduğu sorusunun araştırılabileceği-
ni kabullendiğini görürüz.
Tanınmış bir ateist ve felsefe profesörü olan New York’tan Thomas
Nagel “Public Education and Intelligent Design”5 adlı büyüleyici ma­
kalesinde şöyle yazıyor: “Tanrı’nın amacı ve niyeti, eğer bir tanrı varsa
ve tabiat onun iradesi ise, bir bilimsel teorinin ya da bilimsel bir araş­
tırmanın muhtemel konularından biri değildir. Fakat bu, doğal düzen
içinde sebepleri idare eden kural koyucu bir gücün varlığına dair lehte
ve aleyhte bilimsel bir delil olmadığını da göstermez.”6
Thomas Nagel, Michael Behe’nin (Behe Dover mahkemesinde dinle­
nen bir şahitti) Edge o f Evolution gibi kitaplarına dayanarak yaptığı oku­
malar neticesinde: “Akıllı Tasarım burada açıklandığı şekliyle, büyük
çaplı bir delil saptırmasına dayanmıyor ve içinde iflah olmaz tutarsız­
lıklar barındırmıyor.” kanaatine varacaktı.7 Nagel’in değerli yorumuna
Ö nsöz 1 5

göre akıllı tasarım, ampirik delile karşı değildir. Hıristiyanlıkta ise am­
pirik delile karşı bir körlük oluşmuştur ve Nagel’e göre akıllı tasarım bu
noktada, bugünkü anlamıyla yaratılışçılıktan ayrılmaktadır.8
Profesör Nagel ayrıca “Çok uzun zamandır, hayatın menşei ve geli­
şiminin sadece geleneksel evrim teorisinin anlattığından ibaret olduğu
iddiasına kuşkuyla yaklaşıyorum”9 diyor ve sonrasında, bu iddialara
“literatürde delil bulmak çok zor” diye ekliyor. Ona göre standart ev­
rimsel mekanizmaların sağladığı “mevcut deliller” bugün hala, tüm
yaşamın evrimini açıklamak bir yana, böyle bir açıklamanın “yanına
dahi yaklaşamıyor.”10
Hâlbuki biz biliyoruz ki şimdilerde, Peter Atkins, Richard Dawkins
ve Daniel Dennett gibi yazarlar, ateizm için güçlü bilimsel deliller oldu­
ğunu iddia edip duruyorlar. İlginç bir husus, onlann, sonuç itibariyle
Tnefafizikselıolan bu duruşlarını desteklemek için bilimi amaçlarına
alet etmekten kaçınmamaları. Bu durumda onlar, alternatif bir duruşu,
yani teistik tasarımı savunanların, bilimsel delillerle tezlerini destek­
lemelerine nasıl karşı çıkabiliyorlar, anlamak mümkün değil. Elbette
ki bazıları bu soruya, alternatif bir pozisyonun zaten var olmadığı ce­
vabını vereceklerdir. Yine de ben, bunu söylemeden önce iki tarafı da
dinlemek gerektiği kanısındayım.
Akıllı tasarımın bilim olup olmadığını değerlendirmenin diğer bir
yolu da bu hipotezin bilimsel açıdan test edilebilir hipotezler arasına
girip giremeyeceğini saptamaktır. Hipotezi böylesi bir teste tabi tutma­
nın mümkün olduğu iki temel alana, yani kâinatın akli olarak anlaşıla­
bilirliği ve kâinatın başlangıcı konularına ileride değineceğiz.
Akıllı tasarım terimi için diğer bir zorluk da bazı insanların zihninde
‘tasarım’ kelimesinin yaygın bir şekilde; Newton’un saat benzeri kâinat
düşüncesiyle ilişkilendirilmesidir. Newtoridan sonra Einstein, bili­
mi bu anlayışın ötelerine taşımıştı. Akıllı tasarım, bazı insanlara ise,
Paley ve onun 19. yüzyıl tasarım argümanını hatırlatıyor ki bu anlayış
zamanında David Hume tarafından sorgulanmıştı. Dolayısıyla bu son
16 A ramizda K alsin T anri V ar

meseleye önyargıyla bakmadan, belki de daha önce değindiğim gibi


akıllı tasarım yerine akıllı sebep ya da akıllı başlangıçtan bahsetmek
daha uygun olabilir.
Bu kitapta, birçok ülkede katıldığım konferans, seminer ve tartışma­
lar sırasında geliştirdiğim argümanları bir araya getirmeye gayret ettim.
Bu ortamlarda benimle beraber bulunanlar, fikirlerimi kağıda dökmem
için çok ısrar ettiler. Bu çalışmayla amacım, konuyu, ilerde yapılacak
araştırma ve tartışmalarda temel teşkil edecek bir forma sokmaktır. Ki­
tap, bu amaca uygun olarak kasten kısa tutulmuştur. Sonrasında yapı­
lacak çok işin olduğunu bilmekle birlikte, bu ilk adımın acilen atılması
gerektiği kanaati bende hâsıl oldu. Kitabı yazmamda soru, yorum ve
eleştirileriyle bana katkı sağlayan herkese minnettarım. Tabii İd mevcut
tüm kusurlar sadece bana aittir.
Kitapta güncel tartışmalardan kendi anladığımı ortaya koyacağım.
Bu tartışmanın en ön safındaki bilim adamları ve düşünürlerin gerçek­
te ne söylediklerini daha iyi resmetmek için sık sık onlardan alıntılar
yapacağım. Bu tarzda alıntı yapmanın tehlike içerdiğinin farkındayım.
Bağlamından kopararak alıntılamak bazen, alıntı yapılan kişiye karşı
bir haksızlığa yol açabilmekte, hatta gerçeği tahrife neden olabilmekte.
Umuyorum ki bu tarz bir tehlikenin önüne geçmek için yeterince çaba
sarf etmişimdir.
Gerçeklikten bahsettim diye bazı post-modern fikirli okuyucular,
lütfen kitabı okumayı bırakmasınlar. Şahsen, “gerçek” diye bir şeyin
olmadığını iddia edenlerin, benim bu iddialarının “gerçek” olduğuna
inanmamı beklemelerini tuhaf bulduğumu itiraf etmeliyim. Belki de
ben onları yanlış anlıyorumdur, fakat gerek benimle konuşurken, ge­
rekse de kitaplarını kaleme alırken, “gerçek diye bir şey yoktur” hük­
münden, kendi iddialarını muaf tutuyor görünüyorlar. Neticede, onla­
rın da bir geçeğe inandıkları anlaşılıyor.
Her halükarda bilim adamları bir gerçeklik iddiasına bel bağlamış­
lardır. Yoksa neden bilim yapma zahmetine katlansınlar ki? Ben de
Ö nsöz 1 7

zaten kategorik olarak gerçeğe inandığım için, alıntıladığım yazarların


sürçülisanlarını kullanmaktansa, (hiçbirimiz böylesi talihsizliklerden
dolayı suçlananlayız) onların genel pozisyonları ile uyumlu olduğunu
düşündüğüm ifadelerini kullandım. Sanırım sonuçta başarılı olup ol­
madığımın da takdirini okuyucuya bırakmalıyım.
Peki, ya önyargı? Kimse ondan kaçamaz; ne yazar ne de okuyucu.
Kâinatın ve yaşamın bize sorgulattığı, soru, cevap ve kısmi cevaplardan
oluşan bir dünya görüşümüz var ki, bu noktada hepimiz ön yargılıyız.
Dünya görüşümüz çok keskin formüle edilmemiş olabilir, hatta onun far­
kında bile olmayabiliriz, ama o her şeye rağmen yine de oradadır. Dünya
görüşümüz elbette ki tecrübe ve derin düşünceyle şekillenir. Hatta kesin
bir delil karşısında değişebilir veya en azından değişmelidir.
Bu kitaptaki ana mesele temelde bir dünya görüşü sorgulamasıdır:
İki dünya görüşünden (teizm ve ateizm) hangisi bilimle daha uyumlu­
dur? Cevabını aradığımız soru bu. Bakalım deliller bizi nereye götüre­
cek.
D ünya G örüşler İ S avaşi

Bilim ve din asla banşhrılamaz.


Peter Atkins

Bilimsel çalışmalanm... imanımı arttırdı.


Sir Ghillean Prance

Birileri sana bir şeyin doğru olduğunu söylediğinde, neden ona


şunu sormuyorsun: ‘Bu konuda ne tür bir kanıtın var?’ Eğer sa ­
na iyi bir yanıt veremezse, umarım bundan sonra söyleyecekleri
sözlere inanmadan önce daha dikkatli düşünürsün.
Richard Dawkins

Tanrı’nın tabutundaki son çivi mi?

er yeni bilimsel gelişmenin Tanrı’nm tabutuna çakılan bir


çivi olduğu anlayışı, belirli çevrelerde yaygın bir görüştür.
, Hatta bu söylemi, bazı etkili bilim adamlarının da pompa­
ladığını itiraf etmek gerekir. Mesela Oxford’dan kimya profesörü Peter
Atkins şöyle yazıyor: “İnsanlık kabul etmelidir ki bilim, kozmik bir ga­
yeye inanmanın gerekçesini ortadan kaldırmıştır ve bu gayeye inancın
artıkları sadece hislerden kaynaklanıyor.”11 Oysa bilimin bunu nasıl
yaptığı hiç de açık değil; İd zaten bilimin kendisinin kozmik bir gaye
ile ilgili sorularla ilgilenmediği geleneksel olarak kabul edilmiştir. Açık
olan şey, Atkins’in Tanrı’ya imanı bir çırpıda hislere indirgediğidir. Hem
20 A ramizda K alsin T anri V ar

de sıradan bir hisse bile değil, bilime düşman olan bir hisse. Elbette bu
konuda Atkins yalnız değil. Richard Dawkins bir adım daha ileri gider.
Ona göre Tanrı’ya iman, yok edilmesi gereken bir kötülüktür. Dawkins
şöyle der: “AIDS, deli dana hastalığı ve benzeri birçok hastalık ile ala­
kalı felaket tellallığı yapmak moda halini aldı. Oysa bence dünyanın en
büyük şerlerinden biri imandır. Çiçek hastalığıyla kıyaslanabilecek bir
bela; fakat yok edilmesi çok daha zor. Tüm dinlerin en temel kusuru,
imandır, yani herhangi bir kanıta dayanmayan inançlardır.”12
Kısa süre önce Dawkins’in iman hakkmdaki görüşleri kısmi bir de­
ğişikliğe uğradı. Artık onu bir bela olarak değil, bir yanılgı olarak tarif
ediyor. Tanrı Yanılgısı13 adlı kitabında, Zen ve M otosiklet Bakım ı Sanatı
adlı kitabın yazarı Robert Pirsig’den alıntı yaparak: “Bir insamn heze­
yanının adı cinnettir. Ama birçok insanın hezeyanının adı dindir” di­
yen Dawkins’e göre gene de din sadece bir yanılgı değil aynı zamanda
zararlı da bir yanılgı.
Bu tarz görüşler, din ve bilim alanında ileri sürülen fikirler yelpa­
zesinde en uç noktalardır ve bu tarz düşüncenin yaygın olduğunu söy­
lemek hata olur. Birçok ateist de, bu ve benzeri görüşlerin ihtiva ettiği
saldırganlıktan, baskıcı hatta totaliter havadan rahatsız olacaklardır. Bu­
nunla birlikte, her zaman olduğu gibi, medyada en fazla ilgi uyandıran­
lar da bu tarz uç görüşlerdir ve insanlar medyada karşılaştıkları bu tarz
görüşlerin eüdsi altında kalmaktan kurtulamazlar. Bunlan görmezlikten
gelmek akıllıca bir seçenek değildir. Onlan ciddiye almak zorundayız.
Dawkins “bilimsel inanç insanlar tarafından test edilebilen bir delil
içerir, oysaki dinsel inançlar bir delile dayanmaz, üstelik onlar bunu
bir övünç vesilesi kabul ederler” der.14 Bu sözlerden de anlaşıldığı gibi
onun Tanrı düşmanlığı aslında bu yanlış anlayıştan kaynaklanmakta­
dır. Başka bir deyişle o bütün dini inanışları kör inanç zannetmektedir.
Eğer öyle olsaydı, gerçekten de inanç “çiçek hastalığı” ile beraber kate-
gorize edilmeyi hak ederdi. Oysaki biz de Dawkins’e şu soruyu sorabili­
riz: i inancın delile dayanmadığı fikrinin delili nedir?” s
D ünya G örüşleri S avaşi 2 1

Elbette maalesef hiçbir delile dayanmadan inanan, bilim karşıtı ve


gerici insanlar yok değil. Belki Richard Dawkins, bir talihsizlik sonucu
bunlarla çok fazla karşılaşmış da olabilir. Fakat bu durum, hâkim çizgi­
nin, inanç ve delilin bir arada olması gerekliliğini savunduğu gerçeğini
değiştiremez, Evet, gerçekten de inanç delile dayanmalıdır ve tabii İd de­
lilin yokluğu bir övünç vesilesi değildir. Yuhanna, İsa’nın şöyle dediğini
yazar: “İman edesin diye bunlar yazılmıştır.”15Aziz Paul, modern bilimin
birçok öncüsünün söylediği gibi, tabiatın bizzat kendisinin Tann’nın
varlığı için bir delü olduğunu dile getirir: “Var edilip yaratılan her şey
O’nun gaybi sıfatlarını (ezeli kudreti ve ulûhiyetini) açıkça göstermekte­
dir. Dolaysıyla artık onların inanmamak için bir özrü yoktur.”16
Tıpkı bilimde olduğu gibi imanda da akıl ve delil bir bütün oluştu­
rurlar. Yani aslında Dawkins’in ‘kör inanç’ olarak tarif ettiği şeyin tam
aksi bir durum söz konusu. Onun bu çelişkinin farkına varmıyor olması
şaşılacak bir şey doğrusu. Bu durum acaba onun kendi kör inancının
bir sonucu olabilir mi?
Dawkins’in nev-i şahsına münhasır bu inanç yorumunun kendisi
aslında, onun iğrenç diye nitelendirdiği, delilsiz inanca çarpıcı bir ör­
nektir. Onun inancın zevki diye nitelendirdiği, kanıttan bağımsız olma
durumu, bizzat kendisinin iddialarında bulunan bir özelliktir. Doğru­
su bu olağanüstü bir tutarsızlık örneği değil de nedir? Maalesef, imanı
‘kör inanç’ ile eşitlerken neden hiçbir delil sunmadığını bulmak hiç de
zor değil. Böyle bir delil yok da ondan. Dawkins’in iman tarifine ben­
zer bir iman anlayışını savunan ciddi bir ilahiyat âlimi ya da düşünü­
rü olmadığını tespit etmek için öyle uzun boylu araştırmaya da gerek
yok. Francis Collins, “Dawkins’in tanımladığı inanca sahip olan biri,
ne tarihte geçen samimi müminlerin arasında, ne de tanıdığım kişisel
dostlarım arasında yer almaktadır.” der.17
Yeni Ateistlerin, bütün inançları kör inanç diye reddetmelerinden
dolayı, Collins’in bu vurgusu, onların itibarını ciddi bir şekilde zedeler.
John Haught’un dediği gibi: “Bir beyaz karga bütün kargaların siyah
22 A ramizda K alsin T anri V ar

olmadığını gösteımek için yeterlidir. Buna binaen Yeni Ateistlerin ba­


sit inanç tarifini fiilen reddeden sayısız inanç sahibinin varlığı, onların
dindar nüfusun belirli bir kısmına karşı yaptıkları eleştirilerin kabul
edilebilirliğini sorgulamak açısından yeterlidir.”18
Alister McGrath da,19 Dawkins’in pozisyonuyla ilgili yakın zamanda
yaptığı değerlendirmede, Dawkins’in önemli ilahiyat düşünürlerinin
fikirlerini özümseyemediğini vurgular. Aslında Dawkins’in yanılgısını
anlamak için, onun kendi önerisine uymak yeterli: “Birileri sana bir
şeyin doğru olduğunu söylediğinde, neden ona şunu sormuyorsun:
‘Bu konuda ne tür bir kanıtın var?’ Eğer sana iyi bir yanıt veremezler­
se, umarım bundan sonra söyleyecekleri sözlere inanmadan önce daha
dikkatli düşünürsün”20 Biri Dawkins’in bu özlü sözüne uyarak, artık
onun söylediği hiçbir söze inanmazsa, sanırım mazur görülebilir.
Fakat Dawkins, Tanrı inancı hiçbir delile dayanmaz gibi yalan yan­
lış bir anlayışa omuz vermede yalnız değildir. Bu görüş, az çok fark­
lı şekillerde ifade edilse de, bilim topluluğunun bazı üyeleri arasında
hala yaygındır. Mesela sık sık söylenen ‘Tanrı inancı özel alana aittir;
buna karşın bilimsel iddialar kamusal alana aittir.’ sözü, aslında ‘Tanrı
inancı bilimde tecrübe edilen inançlardan farklı bir inançtır’- başka bir
deyişle ‘kör inançtır’ anlamına gelir. Bu konuyu daha detaylı olarak 4.
Bölümde ele alacağız.
Öncelikle bilimsel camianın Tanrı’ya inanıp inanmama durumu hak­
kında biraz bilgi edinelim. Bu konuda yapılan en ilginç anketlerden biri
1996’da Edward Larsen ve Larry Witham tarafından Nature dergisinde
yayınlanmıştır.21 Bu anket 1916 da Profesör Leuba tarafından yapılan
anketin bir tekrarıdır. Leuba’nm yaptığı ankette, (American Men of Sci­
ence yayınının 1910 baskısından rasgele seçilmiş) 1.000 bilim adamına
dualara cevap veren bir Tann’ya ve ölümsüzlüğe inanıp inanmadıkları
soruldu. Dikkat edilirse, bu soru, herhangi bir ilahi varlığa inanma soru­
sundan daha spesifiktir. Yanıt verme oranı % 70 olmuş. Bunlarm %41.8’i
evet, %41.5’i hayır cevabını vermiş ve %16.7’si de agnostik bir duruş
D ünya G örüşler İ S avaşi 2 3

benimsediğini belirtmiştir. 1996’daki ankete katılım oranı ise % 60 olup


katılımcıların %39.6’sı evet %45.5’i hayır cevabını vermiş ve % 14.9ü da
agnostik olduğunu dile getirmiştir.22 Bu istatistilder, basında farklı şekil­
lerde yorumlandı. Bazısı, onları inancın yok edilemezliğine delil olarak
kullandı, bazısı da inançsızlığın devamına. Burada belki de en sürpriz
olan şey, 80 yıl içerisinde bilimsel bilgideki devasa gelişmelere rağmen,
inanan ile inanmayanların oranındaki farkın göreceli olarak çok az de­
ğişmiş olmasıdır. Bu, genel algıyla çelişen bir durumdur.
Benzer bir anket bilimin üst kademelerinde ateist yüzdesinin biraz
daha yüksek olduğunu göstermiştir.23 Maalesef 1916’ya göre bu oranın
değişip değişmediği konusunda kıyaslamak bir istatistiğe sahip de­
ğiliz. Bununla beraber İngiltere’deki Royal Society’nin kurucularının
% 90’ınm Tanrı inancına sahip olduğunu biliyoruz.
Şimdi bu istatistiklerin nasıl yorumlanacağı karmaşık bir mesele­
dir. Örneğin, üst düzey bilim adamlarında ateizmin görece yükseldiğini
açıklarken Larsen, gelir seviyesi yıllık 150,000 doların üstünde olanlar­
da Tann’ya inanma oranının belirgin bir şekilde düştüğünü fark etti.
Üstelik bu çok kazananların inancının düşük olması hali, sadece bilim
camiasına özgü bir durum da değildi.
Bu tarz istatistilder ne anlama gelirse gelsinler, bir şeyi çok açık gös­
termektedirler ki o da: Davvkins’in bilim adamlarının Tanrı’ya inancını
yok etmeye yönelik, totaliter tınılar taşıyan amacını gerçekleştirmesi­
nin ne kadar zor olduğudur. Zaten kendisi de bu zorluğu itiraf etmekten
kaçınmaz.
Üstelik anketlerde inanan bilim adamı oranı yaklaşık % 40 da ol­
sa, bunların içerisinde (geçmişte olduğu gibi bugün de) son derece
önemli bilim insanları da vardır. Mesela Francis Collins (İnsan Genomu
Projesi’nin direktörü), Profesör Bili Phillips (1997 Nobel Fizik Ödüllü),
Sir Brian Heap (Royal Society’nin esld genel başkan yardımcısı), Sir
John Houghton (İngiltere Meteoroloji Ofisi eski Başkanı ve halen hükü­
metler arası İklim Değişimi Projesi’nin Eşbaşkanı ve John Ray Initiative
24 A ramizda K alsin Tanri V ar

on the Enviroment’in Direktörü) gibi değerli bilim adamları, isimleri ilk


akla gelenler arasında sayılabilirler.
İstatistikler her ne kadar ilginç olsa da sorunumuz istatistiklerle hal­
ledilemez. Kesinlikle, en seçkin bilim adamlarının bile Tanrı’ya inandık­
larım itiraf etmeleri, bilim adına Tanrı’ya savaş açan Atkins, Dawkins ve
diğerlerinden oluşan orkestranın rahatsız edici sesini hafifletmez. Hatta j
denilebilir ki, aslında onlar, ortada bir savaş olduğunu bile düşünmüyor­
lar. Onlara göre savaş çoktan kazanıldı, dünyanın sadece Nietzsche’den
beri yankılanan: “Tanrı öldü ve bilim onu defnetti” ilamnı işitmeye ih­
tiyacı var. Mesela Peter Atkins şöyle yazar: “Bilim ve din asla barıştırı-
lamaz. İnsanlık kendi çocuğunun gücünü takdir etmeye başlamalı ve
bütün arabuluculuk teşebbüslerim savuşturmalıdır. Din savaşı kaybetti
ve artık bu yenilgi açıkça ifşa edümeli. Aklın en yüce hazzı olan bilim,
en ufak şeyleri bile teşhis etmek yoluyla, başarıyla sürdürdüğü mevcut
evrensel salahiyeti sonucunda, artık kral olarak kabul edilmelidir.”24 Bu
zaferiyle böbürlenen birinin dilidir. Fakat zafer gerçekten de kazanılmış
mıdır? Hangi din hangi seviyede neyi kaybetti? Bilim gerçekten bir haz
vesilesidir ama sadece bu haz mı aklın yüce hazzıdır? Müzik, sanat, ede­
biyat, sevgi ve hakikatin akılla bir alakası yok mudur? Entelektüel oku­
yuculardan yükselen bu tarz soruların seslerini, işitebiliyorum.
Dahası Tanrı’yla çatışan bilim adamlarının ortaya çıkışı ile bilimin
bizzat Tanrı ile çatışıyor olduğu iddiası birbirinden farklı şeylerdir.
Mesela, bazı müzisyenlerin militan ateist olmaları müziğin kendisinin
Tann’yla savaşta olduğu anlamına mı gelir? Hayır, elbette gelmez. Bu
nokta şöyle de ifade edilebilir: Bilim adamlarının beyanları, bilimin j
beyanatı olmak zorunda değildir. Ayrıca, bilimin prestijinden dolayı
genellikle öyle kabul edilse bile, bu tarz beyanatlar her zaman doğru :
olmak zorunda da değildirler. Mesela, Atkins ve Dawkins tarafından
ileri sürülen başta belirtmiş olduğumuz iddialar bu kabildendir. Onlar
bilimin beyanlan değil aksine kendi şahsi inançlarının ifadesidir. Ger­
çekten de, (her ne kadar daha az toleransa sahip olsa da) Dawkins’in
D ünya G örüşleri S avaşi 2 5

açıkça kökünü kurutmak istediği bu inanç, keskinlik açısından, onun


inancının ifadesiyle temelde pek farklılık arz etmez. Elbette Dawkins ve
Atkins’in ilan ettikleri beyanların bir inancın ifadesi olması, bu ifadele­
rin yanlış olduğu anlamına da gelmez. Fakat onların bilimin yetkili söz­
cüleri olarak kabul edilemeyecekleri anlamına gelir. Araştırılması gere­
ken ve hepsinden önemli olan şey, iddialarının doğru olup olmadığıdır.
Daha fazla ilerlemeden, adil olmak adına, Tann’ya inanan bazı seç­
kin bilim adamlarından da alıntı yapmama izin veriniz. Sir John Hough­
ton şöyle yazıyor: “Bizim bilimimiz Tanrı’nın bilimidir. Bütün bilimsel
serüvenin sorumlusu da O’dur... Evrenin bilimsel tanımında var olan dik­
kat çekici düzen, tutarlılık, güvenilirlikle ve harikulade karmaşüdık hepsi
Tanrı’nın fiillerindeki düzenin, tutarlılığın, güvenirliliğin ve karmaşıklı­
ğın bir yansımasıdır.”25 Kew Gardens’m eski Direktörü Sir Ghillean Pran­
ce ise, inancının ifadesi olarak diyor ki: “Yıllardır Tanrı’ya tüm tabiatın
ardındaki büyük tasarımcı olarak inandım... bilim alanında yaptığım
tüm çalışmalar o zamandan beri sadece imanımı artırmaya yaradı. Ben
Kutsal Kitabı benim temel otorite kaynağım olarak kabul ediyorum.”26
Tekrar belirtecek olursam, elbette ki, burada sıralanan beyanlar
da bilimin beyanları değil, kişisel inancın beyanlarıdır. Ancak dikkat
edilmelidir ki, bunlar inancı destekleyecek sağlam kanıtlara işaretler
içermektedirler. Mesela Sir Ghillean Prance açıkça bilimin kendisinin,
onun imanını arttırdığını söylüyor. Bu noktada, ilginç bir durumla karşı
karşıyayız. Bir taraftan natüralist düşünürler bize, bilim dini saf dışı bı­
rakmıştır derken, diğer taraftan inançlı bilim adamları, bilimin Tanrı’ya
imanlarını arttırdığını söylüyorlar. Üstelik her iki inancı dillendirenler
arasında önde gelen bilim adamları var. Bu ne anlama geliyor? Bu,şu.
iki anlama geliyor. İlk olarak, bilim ile din arasında husumet olduğunu
kabul etmek fazlasıyla basit bir yaklaşımdan başka bir şey değildir. Ve
ayrıca, bilimle ateizm arasında ve bilimle teizm arasında gerçekte ne
tür bir ilişkinin bulunduğu mevzusu araştırmaya değer bir şeydir.
O halde öncelikle bilim tarihine bir göz atalım.
26 Aramizda ICalsin Tanri Var

Bilimin unutulan kökeni

Bütün bilimlerin kalbinde, kâinatın düzenli olduğu kanaati yatar.


Bu derin kanaat olmadan bilimin olması mümkün değildir. Bu neden­
le şunu sormaya hakkımız var: Bu kanaat nereden geliyor? Biyokimya
dalında Nobel ödüllü Melvin Calvin bunun kaynağı hakkında der ki:
“Bu kanaatin kökenini anlamaya çalışırken, bu temel kavramın 2.000
veya 3.000 yıl kadar önce keşfedildiğinin farkına vardım. Batı dünyası­
na ilk kez İbranice olarak ilan edilen bu kavram şudur: Kâinat tek bir
Tanrı tarafından yönetilmektedir. Kainat kendi kurallanna göre kendi
alanlarında hüküm süren tanrıların heveslerinin ürünü değildir. Anla­
şılan o ki modern bilimin tarihsel temelini oluşturan şey, bu tek-tanncı
görüştür.”27
Literatürde genellikle çağdaş bilimin izlerini M.Ö. 6. yüzyıldaki Yu­
nanlılara kadar takip ettiğimizi düşünecek olursak, bu oldukça çarpıcı
bir tespittir. Bu tespit, bilimin gelişmesi için Eski Yunan dünya görü­
şündeki çok-tanrıcı içeriğin boşaltmış olmasının gerekliliğine vurgu
yapar. Bu son noktaya ileride geri döneceğiz. Burada basitçe şunu ifade
etmeye çalışıyorum, her ne kadar Yunanlılar gerçekten şimdi anladığı­
mız tarzda bilim yapma konusunda pek çok şeyde ilk olsalar da, evre­
nin yaratılmış olup Tanrı tarafından idame edildiği görüşü, Yunan dün­
ya görüşünden çok daha eskidir. Üstelik Melvin Calvin’in burada ima
ettiği gibi, bilimin gelişmesinde en büyük katkıyı sağlayan şeyin, yani
evrenin düzenine dair kanaatin de kökeni bu görüşe dayanmaktadır.
Bu, Dawkins’in sözlerini ödünç alarak söylemek gerekirse, Tanrfnm
delilsiz reddine deva sadedinde ‘çatılardan haykırılmasT gereken bir
hakikattir. Çünkü bir kolu ‘kâinatın uzak köşelerine ulaşan’ bu bilimin
dayandığı temelin kendisi güçlü biftteistilq boyuta sahip bulunuyor.
Bu şaşırtıcı gerçeğe, seçkin bilim tarihi uzmanı ve matematikçi
Sir Alfred North Whitehead, Melvin Calvin’den çok daha önce dikkat­
leri çekmişti. Bilgi seviyesi, M.Ö. 3. yüzyılda yaşamış Arşimed’ten bi­
le daha düşük olan 1500’lerin ortaçağ Avrupası’nın, 1700’lerde birden
D ünya G örüşleri S avaşi 2 7

Newton’un ustalık eseri olan Principia M athem atica’sim yazacak sevi­


yeye çıkmasını i'nceleyen Whitehead haklı olarak şu soruyu soracaktı:
“Nispeten bu kadar kısa bir zaman zarfında böylesine bir gelişme nasıl
gerçekleşti?” Sonrasında ise bu soruya şu cevabı verecekti: “Modern bi­
lim, ortaçağda Tann’nın rasyonelliği konusundaki ısrarın neticesinde
ortaya çıkmıştır... Benim açıklamama göre, modern bilimsel teorinin
gelişiminden önce var olan şey, bilimin olabilirliğine dair inançtır ki bu
inanç esasen, ortaçağ teolojisinin bir yan ürünüdür.”28
C. S. Lewis’in, Whitehead’in bu görüşüne getirdiği veciz formül alın-
tılanmayı hak ediyor: “İnsan bir kanun koyucunun varlığına inandığı
için doğada kanun olduğunu varsaydı ve doğada kanunun varlığına
olan inancı onu bilim yapmaya şevketti.” Bundan dolayı, pek çok kim­
se tarafından modern bilimin babası olarak addedilen Francis Bacon
(1561-1626), kendinden emin bir şekilde şunu öğretiyordu: “Tanrı bize
kendini tanıtmak için iki kitap sunmuştur; kâinat kitabı ve Kutsal Ki­
tap. Kim tam anlamıyla yetişmiş olmak istiyorsa bu iki kitaba birlikte
çalışmalıdır.”
Bilimin geçmişteki zirve isimleri bu konuda fikir birliği içindedirler.
Galileo (1564-1642), Kepler (1571-1630), Pascal (1623-62), Boyle (1627-91),
Newton (1642-1727), Faraday (1791-1867), Babbage (1791-1871), Mendel
(1822-84), Pasteur (1822-95), Kelvin (1824-1907) ve Clerk Maxwell (1831-
79) gibi bilim adamlarının hepsi Tanrı’ya inanmaktadırlar. Onların
Tann’ya inanmaları, bilim yapmalarına engel olmamış bilakis bu inanç
onlann ana ilham kaynakları olmuştur. Üstelik onlar, imanlannı ifade
etmekten de utanmıyorlardı. Mesela Galileo’nun sorgulayan zihninin
ardındaki motivasyon kaynağı, onun şu kanaatiydi: “Tanrı insana ‘duy­
gu, akıl/idrak ve zekayı bahşetmiştir’ öyleyse ‘onları atıl bırakmamalı,
kullanarak bilgi edinmeliyiz.” Bir başkası, mesela Johannes Kepler ken­
di motivasyonunu şöyle izah ediyor: “Dış dünyadaki bütün araştırma­
ların ana amacı, Tann’mn bize matematiksel bir dille vahyetmiş olduğu
akli düzeni keşfetmektir. Bu aynı zamanda Tanrı’nın bize yüklediği bir
28 A ramizda K alsin T anri V ar

sorumluluktur.”29 Kepler bu keşfini, şu ünlü sözünde özetler: “Tanrı’nın


mütalaası üzerine tefekkür etmek.”
Oysaki mesela İngiliz biyokimyacı Joseph Needham’ın yazdığına ba­
kılırsa, Cizvitler 18.yy.’da Çinlilere Batı’da devam eden bilimsel devrimi
haber verdiklerinde, Çinlilerin göstermiş olduğu tepkinin bundan çok
farklı olduğunu görüyoruz. 0 zamanın Çinlilerine göre, kâinatın insan
tarafından keşfedilen ya da keşfedilebilen basit kanunlarla yönetiliyor
olması son derece aptalca bir fikirdi. Basitçe onların kültürü bu tarz
kavramları kabule açık değildi.30
Buradaki hassas noktayı takdir etmemek, karışıklığa neden olabi­
lir. Biz, genelde dinin, özelde Hıristiyanlığın, bütün yönleriyle bilimin
hızlı gelişimine katkıda bulunduğunu söylemiyoruz. Biz, kâinatın var­
lığı ve düzeninden sorumlu olan bir Eşsiz Yaratıcı Tanrı anlayışının, bu
gelişimde önemli bir rol oynadığını ileri sürüyoruz. Bilime karşı din­
sel bir karşıtlığın olmadığını ise asla iddia etmiyoruz. T. F. Torrance,31
Whitehead’in düşüncelerini yorumlarken şu noktayı vurgulamakta son
derece haldi; bilimin gelişimi, “modern düşüncelerin emekleme safha-
sındayken bile, Hıristiyan kilisesi tarafından ciddi bir şekilde engellen­
meye çalışılmıştır.” Onun verdiği örneklerden biri de, 1.000 yıl boyunca
Avrupa’da hüküm süren Augustinci teolojidir. Bu teoloji her ne kadar
ortaçağ Avrupa sanatının gelişimine büyük katinda bulunmuşsa da;
onun dünyanın bozuluşunu ve çöküşünü ve insanın kefaret olarak kur­
tuluşunu vazeden eskatolojisi, dikkatleri bu dünyadan semavi âleme
yöneltmiştir. Üstelik kutsal evren kavramı, doğa hakkında sembolik bir
anlayışı netice vermiştir. Sonuç itibariyle bu kutsallaştırılmış kozmolo­
jik bakış açısının, bilimsel gelişmeye olanak verecek şekilde değiştiril­
mesi gerekecektir. Torrance de, bilimsel aklın sıklıkla cesaretini kıran
hususun, Augustine’e kadar dayandırılan, “katı otorite kavramı oldu­
ğunu söyler ki bu anlayış sonuçta, kiliseye karşı ilk itirazların ortaya
çıkışını netice verecektir.”32 Galileo bu açıdan bir örnektir.
Buna rağmen Torrance, Whitehead’in tezini, geneli itibariyle
D ünya G örüşler İ S avaşi 2 9

onaylamaktan geri kalmaz. O şöyle yazar: “Bilimsel teorilerin gelişi­


miyle kilisenin geleneksel düşüncesi arasında ortaya çıkan bu talihsiz
gerginliğe rağmen, uzun yüzyıllar boyunca teolojinin, modern gözleme
dayalı bilimin ortaya çıkmasındaki temel inanç ve eğilimlere kaynak­
lık ettiğini söyleyebiliriz. Bu gelişme ancak, teolojinin yaratıcı Tanrı’ya
olan güveninin ve O’nun yarattığı şeylerin akılla anlaşılabileceğine
olan sarsılmaz inancının neticesinde gerçekleşebilmiştir.”
Oxford’un ilk Bilim ve Din Profesörü John Brooke, Torrance’dan da­
ha temkinli bir tavır takınır: “Geçmişte dini inançlar, bilimsel faaliyetin
hazırlayıcısı olarak hizmet görmüştür. Yaratılış inancı, doğanın akışı­
nın ardındaki düzeni ima ettiği ölçüde, bilimsel keşifle uyumunu sür­
dürmüştür. Bilimin dine olan bu ihtiyacı, ön bir teoloji olmadan, bilim
asla var olamazdı anlamına gelmez. Fakat bilimin temel kavramlarının
sıklıkla, bilimin öncülerinin teolojik ve metafizik inançlarının etkisin­
de geliştikleri anlamına gelir.”33
Oxford’da John Brooke’un halefi olan Peter Harrison, kısa süre önce
önemli bir tartışmanın fitilini ateşledi. Ona göre kutsal metinlerin tefsi­
rinde Protestanlarca takınılan ve ortaçağ sembolik yaklaşımına son veren
tutum, modern bilimin yükselişinde hâlam karakteri oluşturuyordu.34
Evet belki ‘eğer şu olsa ne olurdu’ şeklindeki soruların cevabını
bilmek oldukça zordur. Fakat en azından, Yahudilik, Hıristiyanlık ve
İslam’da ortak olan yaratılış doktrini var olmasaydı, bilimin gelişimi
ciddi anlamda yavaşlardı, denilebilir.
Yaratılış doktrini sadece kâinattaki düzenin gerekliliğinden dolayı
önem arz etmez. Önsözde ima ettiğimiz başka bir sebepten de önem­
lidir. Bilimin gelişebilmesi için düşüncenin, kâinatın nasıl olması ge­
rektiğine dair sabit prensipler içeren ve o zamana kadar kayıtsız şart­
sız hüküm süren Aristocu anlayıştan kurtulması ve kâinatın doğrudan
konuşmasına müsaade eden metodolojiyi sahiplenmesi zorunluydu.
Bakış açısındaki bu temel değişiklik, Yaratıcı’nın kainatı dilediği gi­
bi yaratabileceği, her türlü kainatın imkan dâhilinde olduğu inancı
30 A ramizda K alsin T anri V ar

aracılığıyla daha da kolaylaşmış oldu. Dolaysıyla kâinatın gerçekten


neye benzediği ve nasıl çalıştığını anlayabilmek için gidip bakmaktan
başka alternatif kalmıyordu. Bu, a priori felsefi prensiplerden hareket­
le ve sadece fikir yürüterek kâinatın nasıl çalıştığına dair çıkarsamada
bulunulamayacağı anlamma geliyordu. Bu tastamam, Galileo, Kepler
ve diğerlerinin yaptığı şeydi: Gittiler, baktılar ve bilimde devrim yaptı­
lar. Elbette herkesin bildiği gibi, Galileo, Roma Katolik Kilisesi ile prob­
lemler yaşamışü. Bundan dolayı onun hikâyesine geri dönüp, oradan j
neler öğrenebileceğimize daha detaylı bakmalıyız.

Çatışma miti: Galileo ve Roma Katolik


Kilisesi/ Huxley ve Wilberforce

Bilimin gelişiminde din ile alakalı iki kavramın etkisi biribirinden ;


farklıdır. Bunlar, yaratılış doktrininin etkisi ile dini hayatın (veya dini 1
siyasetin) diğer yönlerinin etkileridir. Böylesi bir ikili ayrıma gidilme­
sinin temel nedeni, kamuoyunda bilimle dinin arasında sürekli bir
savaş olduğu algısını yaratmış tarihteki iki anıtsal anlatıyı daha iyi
kavrayabilmektir.
Bunlar tarihin çok meşhur iki çekişmesiyle ilgilidir İd onlardan bi­
rincisi az önce değindiğimiz Galileo ile Roma Katolik Kilisesi arasında
geçer. İkincisi ise Charles Darvin’in Türlerin Kökeni adlı kitabındaki bir
konu hakkında Huxley ile Wilberforce’un tartışmalarıdır. Bu iki tar­
tışma derinlemesine incelendiğinde, aslında bunlardan hiçbirinin ça­
tışma tezini desteklemediği ortaya çıkar. Evet, bu belki bazılarına çok
şaşırtıcı gelecek ama tarihi vaka bu.
Öncelikle zaten bilinen bir şeyi tekrarlayarak başlayalım:
Galileo’nun ismi, bizim Tanrı’ya inananlar listemizde yer almakta. 0 ne
ateistti ne de agnostik... sadece yaşadığı dönemde yaygın olan Tanrı an­
layışını eleştirmekteydi. Dava Sobel, G alileo’s Daughter35 başlıklı nefis
biyografisinde, Galileo’nun Kutsal KitapTa alay eden bir mürtet oldu­
ğu efsanesinin foyasını meydana çıkardı. O efsanenin aksine Galileo
D ünya G örüşleri S avaşi 3 1

Kutsal Kitab’a ve TanrTya inanan biriydi ve hayatının sonuna kadar da


bu inancını sürdürmüştü. Sonuçta, “tabiatın kanunları matematik di­
liyle Tanrı tarafından yazılmıştır.” ve “insan aklı, Tann’nm en mükem­
mel işlerinden biridir” diye yazan bir kişiden söz ediyoruz.
Buna ek olarak Galileo, dönemin dindar entelektüellerinden büyük
destek görmüştü. Etkili Cizvit eğitim enstitüsü Collegio Romano’nun
astronomları başlangıçta onun astronomi çalışmalarına destek oldu­
lar ve onu çalışmalarından dolayı kutladılar. Galileo’ya başından beri
şiddetle karşı çıkanlar ise, onun Aristo eleştirisine sinirlenen seldiler
filozoflardı.
Vurgulanması gereken şu İd ilk başta bu sorun kilise ile alakalı de­
ğildi. En azından Galileo durumu böyle algıladı. Onun meşhur Grand
Düşes Christina’ya M ektup’unda (1615), kendisine düşman olan aka­
demi profesörlerinin kendisi aleyhinde konuşmak suretiyle kilisedeki
yetkili kişileri etkilemeye çalıştıkları iddiasına yer verilir. Profesörlerin
söz konusu olan meseleleri belliydi: Galileo’nun bilimsel argümanları,
akademiyi istila eden Aristocu anlayışı tehdit ediyordu.
Galileo modern bilimin gelişim ruhuna uygun olarak, evren hakkın-
daki iddialarını, ispata dayalı teorilere yaslamak istiyordu; a p rio ri ka­
bullere veya Aristo’nun otoritesine değil. Böylece teleskopuyla evrene
baktı ve Aristo’nun astronomiye dair bazı spekülasyonlarının yanlış ol­
duğunu fark etti. Galileo önce Aristo’nun “kusursuz Güneş’inin” yüzü­
nü kirleten güneş lekelerini gözlemledi. 1604 yılında ise yine Aristo’nun
“değişmeyen semasT’nın doğruluğunu sorgulamaya sebep olan bir sü-
pernova gördü.
Aristoculuk o zamanlar sadece bilimin nasıl olması gerektiğini be­
lirleyen bir paradigma değildi; egemen dünya görüşüydü. Fakat bu
dünya görüşünün üzerinde çatlaklar oluşmaya başlamıştı. Protestan
Reformasyon’u Roma otoritesine kafa tutuyordu. Dolayısıyla Roma’nın
bakış açısından, dinin güvenliği büyük tehdit altındaydı. Tüm bunlar­
dan dolayı söz konusu dönem çok hassas bir dönemdi. Saldırı altındaki
32 A ramizda K alsin T anri V ar

Roma Katolik Kilisesi, o dönemdeki herkes gibi Aristoculuğa sıla sılaya


bağlanmıştı. Her ne kadar Kutsal Kitab’ın kendisinde Aristo’yu destekle­
meyen ayetler bulunduğu söylentileri (özellikle Cizvitler tarafından) dile
getirilmeye başlanmış olsa da; kilise, Aristo’ya karşı herhangi bir ciddi
itiraza izin verebilecek durumda hissetmiyordu kendisini.
Aristoculuğa şüpheyle yaklaşanların gücü, Galileo’yu, Akademinin
ve Roma Katolik Kilisesinin birlikte oluşturduğu muhalefete karşı des­
teklemeye yeterli gelmiyordu. Üstelik, Galileo’ya muhalefetin sebebi
salt entelektüel veya siyasi de değildi. Kıskançlık ve Galileo’nun diplo­
matik tarafının zayıf olması gibi faktörleri de ilave etmek gerekir. Sıra­
dan insanlara entelektüel güç kazandırmak amacıyla Latince değil de
İtalyanca yayın yapmış olması, o dönemdeki elitleri rahatsız ediyordu.
Galileo, daha sonraları kamunun bilim anlayışı olarak adlandırılacak
olan anlayışa kendini adamıştı.
Galileo’nun bir de, muhaliflerine karşı iğneleyici ve aşağılayı­
cı ifadeler kullanmak gibi bir alışkanlığı vardı. Tüm bunlara ilave­
ten, samimi arkadaşı ve destekleyicisi olan Papa Urban VIII (Maffeo
Berberini)’den gelen resmi talimatı, kendi davasını desteklemek üzere
kullanmadı. İki Büyük Dünya Sistem i h akkın d a D iyaloglar’da ele aldığı
Papanın bu argümanı kısaca şöyleydi: “Madem Tanrı mutlak kudret
sahibidir; o halde dilerse her bir tabii fenomeni çok değişik tarzda
yaratabilir. Dolayısıyla bir kısım tabiat filozofunun mümkün olan
tek çözümü bulduklarını iddia etmeleri cüretkâr bir tavrıdır.” Galileo
Papa’nın bu talimatını itaatkâr bir şekilde kabul etti, fakat kitabında
bu argümanı Simplicio (soytarı) adını verdiği idrakten mahrum bir
karakterin diliyle söyletti. Bu klasik deyişle, kendi bacağına kurşun
sıkmak olarak da nitelenebilir.
Elbette ki onarımı asırlar alacak olan ve herkesin malumu gelişme­
nin, yani Roma Katolik Kilisesi’nin Engizisyon aracılığıyla güç kulla­
narak Galileo’yu susturmasının hiçbir özrü olamaz. Bununla birlikte,
şurası vurgulanmalı ki, popüler inanışın aksine Galileo, asla işkenceye
D ünya G örüşler ! S avaş! 3 3

maruz kalmamıştır ve hayatının son demlerini arkadaşlarına ait son de­


rece lüks bir malikânede ‘ev hapsinde’ geçirmiştir.36
Galileo’nun hikâyesinden çıkarmamız gereken önemli dersler var­
dır. Birinci ders, Kitab-ı Mukaddes’in söylemlerine ciddi bağlılığı
olanların çıkaracağı bir derstir. Şimdilerde Güneş’in ve gezegenlerin
etrahnda döndüğü, kâinatın merkezinde bulunan bir Dünya fileri­
ne inanan birinin varlığını hayal etmek bile zor. İnsanlar Galileo’nun
uğrunda savaştığı Kopernikçi Güneş merkezli görüşü kabul ediyorlar.
Bunu yaparken bu görüşün Kitab-ı Mukaddes ile çatıştığını düşünmü­
yorlar. Kopernik’in yaşadığı çağdan önce neredeyse herkes, Aristo gibi
yerkürenin evrenin fiziksel merkezinde olduğunu düşünüyordu. Onlar
Kitab-ı Mukaddes’in bazı kısımlarım düz anlamıyla okuyarak, bunu gö­
rüşlerine delil olarak kullanmışlardı. Peki, ne oldu da böyle bir fark or­
taya çıktı? Basitçe simdi artık Kitab-ı Mukaddes’e daha sofistike bir göz­
le, nüanslar gözetilerek bakılıyor.37 Mesela, bunu Kitab-ı Mukaddes’in
Güneş’in doğuşuyla ilgili bahsinde görebiliriz. Burada olgusal bir hitap
var (yani Güneş ve gezegenlere ait teoriye başvurmadan, bir gözlemci­
nin ilk bakışta gördüğü şekliyle açıklamada bulunuluyor). Bugünün bi­
lim adamları da mesela günlük sohbetleri içinde Güneş’in doğuşundan
bahsederken aynı şeyi yapıyorlar ve onlann bu anlatanlarının hiç de
Aristocu gericiliği ima ettiği düşünülmüyor. ,■<- <f " , r
Çıkaracağımız en önemli ders, kendi yorumumuzla Kutsal Kitab’ın
gerçekte söylediği şeyin aynı olmayabileceğini kabul eden mütevazı bir
tavır almamız gerektiğidir. Kutsal Kitab’m metni bizim ilk anladığımız
anlamdan çok daha sofistike olabilir ve Kutsal Kitap onu kastetmediği
halde kendi düşüncemizi desteklemek için kullandığımız yorum bizi
tehlikeli bir duruma sokabilir. En azından kendi zamanında Galileo’yu
düşünelim; tarih zamanla onu nasıl da haldi çıkardı.
Son olarak, pek sık değinilmeyen ama mutlaka çıkarılması gereken
başka bir ders de, Galileo’nun kendisidir. Gelileo da Kutsal Kitab’a ina­
nıyordu ve evrenin anlaşılmasına dair daha güzel bir bilimsel yaklaşım
34 A ramizda K alsin T anri V ar

ortaya koyuyordu. 0 sadece bazı kilise mensuplarının gerici tavrına


karşı durmamış38 aynı zamanda kendi devrinde, tıpkı kilise mensuplan
gibi Aristo’nun sadık takipçileri olan sekliler filozofların taassubuna da
direnmişti. Filozoflar ve bilim adamları bugün de, verilerin ışığı karşı­
sında tevazuu elden bırakmamalıdırlar. Hatta o veriler onlara Tanrı’ya
inanan biri aracılığıyla gelmiş olsa bile. Hem zamanımızda hein
Galileo’nun zamanında geçerli olan şey, hâkim bilimsel paradigmayı
eleştirmenin risklerle dolu olduğudur, eleştiriyi yapan her kim olursa
olsun. Netice olarak, ‘Galileo vakasında’ bilimin dinle çatıştığı şeklin­
deki basite kaçan görüşü doğrulayacak hiçbir delil bulunmamaktadır.

Huxley-WUberforce tartışması, Oxford 1860

Bu tartışma 3 Haziran 1860’ta T. H. Huxley (nam-ı diğer Darwin’in


Buldoğu) ile Piskopos Samuel Wilberforce (nam-ı diğer Soapy Sam)
arasında İngiliz Bilim Geliştirme Derneği’nin Oxford’un Doğa Tarihi
Müzesi’nde gerçekleşti. Tartışmanın fitilini ateşleyen John Draper tara­
fından yedi ay önce basılmış olan Türlerin Kökeni adlı kitap ve Darwin’in
Evrim Teorisi hakkında verdiği bir konuşma olmuştu. Bu karşılaşmaya,
işin erbabı bilim adamlarının cahil kilise mensuplarına karşı kazandık­
ları zafer olarak veya bilim ve din arasındaki çatışma olarak sıkça refe­
rans verilir. Oysa bilim tarihçileri göstermişlerdir ki bu tasvirin gerçekle
hiçbir alakası yoktur.39
Öncelikle, Wilberforce cahil biri değildi. Söz konusu tarihi toplan­
tıdan bir ay sonra (Quarterly Review’da) Darwin’in çalışması hakkında
50 sayfalık bir inceleme neşretmişti ki Darwin bu inceleme hakkında
“sıra dışı bir akılcılıkta”, “varsayıma dayalı kısımları zekice seçiyor,
tüm zor meseleleri kolayca ortaya koyuyor. Beni inanılmaz derecede
terletti.” demekteydi. İkinci olarak, Wilberforce asla gerici de değildi.
0 tartışmanın bilim ve din arasında olmaması gerektiğini (fakat bilimin
sahasında bir bilim adamının diğer bir bilim adamına karşı yaptığı bi­
limsel bir tartışma olarak ele alınmasını) savunuyordu. Wilberforce bu
D ünya G örüşleri S avaşi 3 5

niyetini eleştirisinin özet kısmında şöyle ortaya koyuyor: “Biz sadece


bilimsel sahada ilişki kurarak bu görüşe karşı çıktık. Biz bunu bu tarz
argümanların doğru ve yanlışlıklarının sınanması gerektiği kanaatiyle
yaptık. Biz kendisine vahiyle öğretilenle çeliştiğine inandığı için, her­
hangi bir hakikate ya da doğada var olduğu ileri sürülen hakikatlere ve­
ya bunlardan mantıksal olarak çıkartılmış sonuçlara itiraz eden insan­
lara bir yakınlık duymuyoruz. Biz bu tür korkudan kaynaklanan itiraz­
ların, sağlam ve emin bir inançla bağdaşmayacağını düşünüyoruz.”40
Bu güçlü ifadeler çatışma efsanesini kolayca yutmuş olan birçokla­
rına şaşırtıcı gelebilir. Wilberforce gibi biri en azından Galileo ile aynı
keşfedici ruhu taşıdığı için mazur görülmelidir.
Ayrıca Darwin’in teorisine karşı itirazlar sadece kiliseden geliyor
da değildi. O günün en önde gelen anatomisti Bay Richard Owen (ki
Wilberforce’un başvurduğu biridir) tıpkı saygın bilim adamı Lord Kel­
vin gibi Darwin’in teorisine karşı çıkmıştı.
Tartışmanın çağdaş yansıması olarak John Brooke41 başlangıçta
olayın pek de karışıklığa sebep olmadığını vurgulayarak: “İlginçtir İd,
o zamanın Londra’sında, Huxley ile Baş Piskopos arasındaki meşhur
söz düellosundan bahseden bir tek gazete bile yok. Aslında toplantı­
nın hiçbir resmi kaydı da mevcut değil. Toplantıyla ilgili kayıtların çoğu
Huxley’in arkadaşlarının anlatımına dayanır. Huxley’in kendisi orada
yaptığı ince nükteden sonra ‘salondan bastırılamaz bir kahkaha’ ya­
yıldığını yazıyor ve ekliyor ‘sonraki yirmi dört saat boyunca ben ken­
dimi Oxford’un en meşhur kişisi olarak görmeye başladım’. Bununla
birlikte tartışmanın tek taraflı olmaktan uzak olduğunu gösteren pek
çok kanıt var. Bir gazetenin sonradan bildirdiği habere göre, bir süre
önce Darwin’in teorisine inanmaya başlayan bir kişi tartışmayı dinle­
dikten sonra eski düşüncesine geri dönmüştü. Botanikçi Joseph Hooker
şikayetçi bir tonda, Huxley’in ‘dinleyicilerin dikkatini çekecek tarzda
bir şey söylemediğini’, kendi kendine konuşup durduğunu söylüyor.
Wilberforce ise üç gün sonra arkeolog Charles Taylor’a: ‘Zannederim
36 A ramizda K alsin T anri V ar

adamakıllı benzetim onu’ diye yazacak kadar sonuçtan emin. TheAthe-


naeum dergisi tartışmanın üzerine, hem Huxley’i hem de Wilberforce’u
onore eden ‘ikisi de dişine göre bir rakip buldu’ ifadesini kullanıyor.”
Londra’daki Royal Institution’dan tarihçi Frank James, Huxley’in
yaygın bir şekilde galip olarak kabul edilmesinin Wilberforce’un çok
hoşlanılmayan bir kişi olmasından kaynaklanmış olabileceğini söy­
ler. Bu pek çok anlatımda gözden kaçan bir veridir: “Belki Wilberforce
Oxford’ta bu derece hoşlanılmayan birisi olmasaydı Huxley değil o ga­
lip olurdu”.42 İşte Galileo’nun gölgesi!
Dikkatli analiz edildiğine çatışma tezini destekleyen en temel iki di­
reğin de aslında çürük olduğunu gördük. Gerçekten de araştırmalar bu
tezi öylesine zedelemiştir ki, bilim tarihçisi Colin Russell, ulaştığı şu
sonucu açıklamaktan kaçınmaz: “Genel kabul gören bir anlayışa göre
son üç asırda bilim ve din arasındaki ilişki derin ve kalıcı bir husumet
olarak kaydedilmiştir. Oysa bu kabul, tarihsel bir yanlış olmanın da
ötesinde öylesine bir komedi ve saçmalıktır ki; buna bunca süre nasıl
inanılabildiği gerçekten açıklanmaya muhtaç.”43
Çatışma mitinin popüler akılda bu derece derinlemesine yerleşmiş
olması hesaba katıldığında ona başkaca kuvvetlerin tesir etmiş olduğu
açıktır. Gerçekten de böyle kuvvetler vardı. Galileo olayında olduğu gi­
bi iş bir bilimsel teorinin entelektüel değeri meselesi değildi. Bir kere
daha kurumsal güçler kilit bir rol oynamıştı. Huxley o sırada, din adam­
larının ayrıcalıklı konumlarına karşı yeni ortaya çıkan profesyonel bi­
lim adamları sınıfının üstünlüğünü sağlamak amacıyla yürütülen bir
kampanyanın tam göbeğinde yer alıyordu. O gücün kumandasının bi­
lim adamlarının elinde olduğundan emin olmak istiyordu. Profesyonel
bir bilim adamı tarafından benzetilen bir din adamı efsanesi, kampan­
yanın amaçlarına uyuyordu ve bu efsane sonuna kadar istismar edildi.
Bununla birlikte durumun bu anlatılandan çok daha karmaşık oldu­
ğu açıktır. Huxley’in sürdürdüğü kampanyanın temel bir unsurunu Mic­
hael Poole aydınlatmıştır.44 O “Bu mücadelede ‘Tabiat’ kavramını büyük
D ünya G ösü şler î S avaşi 3 7

T harfiyle telaffuz edip somutlaştırdı. Huxley ‘Tabiat Ana’yı şimdiye de­


ğin Tanrı’ya atfedilen niteliklerle donattı. Bu taktik daha sonra hevesli
bir şekilde başkalarınca da taklit edilecekti. Tabiata, var olan tüm fiziksel
varlıkları planlama ve yaratma niteliğini atfetmenin mantıksal tuhaflığı
fark edilmedi. ‘Tabiat Ana’ tıpkı eski çağın doğurgan tanrıçaları gibi yeri­
ne oturmuş şefkatli kollanyla Victoria döneminin bilimsel natüralizmini
kucaklıyordu.” Dolayısıyla bir çatışma efsanesi abartıldı ve sonrasında
bu efsane başka bir savaşta, bu sefer gerçek olan bir savaşta, yani natü-
ralizmle teizm arasındaki savaşta, sonuna kadar istismar edilecekti.

Gerçek çatışma: Natüralizme karşı Teizm

Böylece bu kitapta vurgulamak istediğimiz temel konuya geldik.


Evet bir çatışma var; üstelik gerçek bir çatışma... Fakat bu çatışma asla
bilim ile din arasında değil. i«b •'4 I-'h P- i"1-'- "Jl ' ( “ ■*..
Eğer böyle bir çatışma olsaydı, temel mantık gereği, bütün bilim
adamlarının ateist ve sadece bilim adamı olmayanların imanlı olması
lazım gelirdi İd, önceden de gördüğümüz gibi, durum hiç de böyle de­
ğildir. Hayır, gerçek çatışma birbiriyle taban tabana zıt iki dünya görüşü
arasındadır: Natüralizm ve teizm arasında. Onlar kaçınılmaz bir şekil­
de birbiriyle çatışırlar. /
Anlaşılırlık açısından, natüralizmin materyalizmle ilişkili ama on­
dan bir ölçüde farklı bir kavram olduğuna (gene de bazen bunları bir­
birinden ayırt etmek çok zor olabiliyor) dikkat çekmeliyiz. The Oxford
Companion to Philosophy kitabında bu konu şöyle geçer: “Çeşitli ma­
teryalist filozoflar materyalizmi natüralizme dönüştürmek için ‘mad­
de’ yerine ‘fen bilimi metotlarıyla irdelenebilen her şey’ gibi ifadeleri
kullanmak eğiliminde olsalar bile bu iki bakış açısının aynı olduğunu
söylemek abartı olacaktır.”45 Evet, materyalistler natüralisttirler. Fakat
akıl ve bilincin maddeden ayırt edilmesi gerektiğini söyleyen natüra-
listler de vardır. Onlara göre, akıl ve bilinç zamanla ortaya çıkan feno­
menlerdir; yani maddeye bağlıdırlar, fakat maddeden daha yüksek bir
38 A ramizda K alsin T anri V ar

seviyededirler. Bu yüzden, akıl ve bilinç, kendisinden daha düşük se­


viyede özelliklere sahip olan maddeye indirgenemez. Bazı natüralistler
ise evrenin tamamıyla “aklın hammaddesinden” (mind stuff) oluştuğu­
nu iddia ederler. Bununla birlikte, natüralizm, materyalizmle ortak bir
şekilde, doğaüstücülüğe (supernaturalizm) karşı çıkar. Ona göre “do­
ğanın dünyası bir bütündür. Bu dünya ruhların ve hayaletlerin (insani
ya da ilahi) müdahalelerinden azadedir.’46 Sonuç itibariyle denilebilir
ki, farkları olmakla birlikte, materyalizmin ve natüralizmin her ikisi de
özünde ateisttirler.
Buna ek olarak bir de, materyalizm/natüralizmin far İdi biçimlerinin
de bulunduğunu belirtmeliyiz. Mesela E. 0. Wilson bunlardan ikisini
ayırt etmiş. Birincisi onun tabiriyle politik davranışçılık: “Şimdilerde
etkisini hızla kaybeden Marksist-Leninist devletler tarafından benimse­
nen bu anlayış, beynin bazı refleksler ve ilkel bedensel istekler dışında
tamamıyla boş bir levha olduğunu söyler. Netice olarak aklın kayna­
ğının tamamıyla öğrenmeye dayandığını ve tesadüfi tarihsel süreçler­
le evrimleşerelc oluşan kültürün bir ürünü olduğunu iddia eder. Buna
göre, ‘insan doğası’nın biyolojik bir dayanağı olmadığı için, insanlar
mümkün olan en iyi politik ve ekonomik sistem aracılığıyla (yirminci
yüzyılda çoğunluğu etkisi altına alan komünizm gibi) şekillendirile­
bilir. Uygulamalı siyasette bu inanç defalarca test edilmiş, ekonomik
çöküşün ve bir düzine devlette on milyonlarca insanın ölümünün ar­
dından bu inancın başarı şansı olmadığı kabul edilmiştir.”
İkinci versiyon ise, Wilson’un bilimsel hümanizm diye adlandırdığı
kendi görüşüdür. O’na göre bu dünya görüşü “din ve boş-levha dogması
batağının ateşini düşürür.” O bu görüşü şöyle tanımlar: “Halen dünya
nüfusunun çok küçük bir azınlığı tarafından desteklenen bu görüşe gö­
re insanlık, biyolojik bir âlemde milyonlarca yıl boyunca evrimleşerelc
gelişen bir türdür ve benzersiz bir akla sahiptir. Fakat gene de bu akıl,
karmaşık kalıtsal duyular ve yanlı öğrenme kanalları tarafından güdü-
lenmektedir. İnsan doğası vardır ve kendi kendine teşekkül etmiştir.
D ünya G örüşleri S avaşi 3 9

Bizim türümüzü tanımlayan şey, kalıtsal tepkilerin ve eğilimlerin or­


taklığıdır.” Wilson bu Darwinist bakış açısının “düşünce özgürlüğüyle
birlikte gelen, bireysel tercih yapma yükümlülüğünü empoze ettiğini”
söyler.47
Bu ve diğer görüşlerin çeşitli nüanslarını dikkate alıp incelemek
bu kitabın kapsamını bir hayli aşar. Biz burada hepsinin temel ortak
paydasına yoğunlaşmak istedik. Bu, astronom Cari Sagan’ın televiz­
yon serisi Cosmos’un açılışındaki zarif ifadesi ile şöyle tarif edilebilir:
“Oradaki her şey Kozmos, daha önce de öyleydi ve daha sonra da öyle
olacak.” İşte bu natüralizmin özüdür. Sterling Lamprech’in natüralizm
tarifi daha uzun fakat, yine de kaydetmeye değer. O natüralizmı: “Tüm
varlığı ve var oluşu, her şeyi kapsayan bir doğa sistemi içerisinde ne­
densel faktörlere bağlı olarak ele alan bir felsefi duruş veya deneysel
metot” olarak tarif ediyor.48 Yani kısaca, ‘tabiattan başka bir şey olma­
dığı’ inancı. Bu inanca göre tabiat, kapalı bir sebep ve sonuç sistemidir.
Aşkın ve doğaüstü bir âlem yoktur. Kısacası, “dışarısı” yoktur.
Yaratılış (Genesis) kitabının (Kitab-ı Mukaddes’in ilk bölümü) baş­
langıcındaki ilk kelimelerde açık ifadesini bulan, evrenin teistik yoru­
mu ise, natüralizm ve materyalizmin tam zıddıdır: “Başlangıçta Tanrı
gökleri ve yeri yarattı.”49 Bu ifade evrenin kapalı bir sistem olmayıp
yaratıldığını iddia ediyor. Buna göre evren TanrTnın iradesinin bir eseri
olup onun tarafından yönetilmekte ve varlığı devam ettirilmektedir. Bu
evren niçin var sorusunun cevabıdır. Var; çünkü Tanrı onu var etti.
Elbette bu bir inancın beyanıdır. Tıpkı Sagan’ın ifadesinin de bili­
min değil kendi şahsi inancının beyanı olması gibi. Tekrar etmek gere­
kirse, mesele din ile bilim arasındaki bir çatışmadan kaynaklanmıyor.
Sorun, bilim adamları tarafından kabul edilen çeşitli dünya görüşleri
arasındaki, özellikle de natüralizm ve teizm arasındaki çatışmadan
kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla, aslında bizim bu kitapta cevabını ara­
dığımız soru, bilimin hangi dünya görüşünü desteklediğidir: Natüraliz-
mi mi yoksa teizmi mi?
40 A ramizda K alsin T anri V ar

İki farklı örnek vermek gerekirse; E. O. Wilson bu soruya tereddüt- i


süz, bilimsel hümanizm, “doğa kanunları ve gerçek dünyanın bilgisiyle
beslenen bilimle uyumlu tek dünya görüşüdür” cevabını veriyor. Oysa-
ki kuantum kimyacısı Henry F. Schaeffer IIl’ün cevabı oldukça farklı:
“Bir Yaratıcı olmalı. Başta Big Bang dalgası (1992) ve müteakip bilimsel
buluşlar açıkça Kutsal Kitap’taki yaratılış bölümünün ilk birkaç ayetiyle
örtüşüyorlar ve sonradan yaratılışa işaret ediyorlar”.50
Dünya görüşleriyle bilim arasındaki ilişkiyi ortaya çıkarmak için
şimdi şaşırtıcı derecede zor olan şu soruyu sormalıyız: Bilim tam anla­
mıyla nedir?
BİLİMİN KAPSAMI VE SINIRLARI

Ulaşılabilir her bilgi bilimsel metotla elde edilebilmelidir ve bili­


min keşfedemeyeceği bir şey insanlık tarafından bilinemez.
Bertrand Russell

“Her şey nasıl başladı?”; “Niçin buradayız?”; “Hayatın anlamı


ne?” gibi başlangıç ve sona dair temel bazı sorulara cevap ver­
me yetisine sahip olamaması, bilimin de bir sınırının olduğum
açıkça gösterir.
Sir Peter Medawar

Bilimin evrensel özelliği

uşkusuz bütün bilim dallan evrenseldir. Ben de dâhil çoğu­


muz için bir bilim adamı olmanın önemli bir yönü de; ırk,
ideoloji, din, siyasi tercih ve daha bunun gibi sınırlandırma-
lann ötesinde evrensel çapta gerçek bir cemiyete ait olmamızdır. Bilim
adamları hep beraber, matematiğin gizemi, kuantum mekaniği, ölümcül
hastalıklar, ilginç materyaller, yıldızların konumunu belirleyen teoriler,
enerji üretiminde yeni yöntemler veya proteomikslerin karmaşıklığı hak­
kında kafa yorarken, aralarındaki farklılıklar yok olur gider.
Evrensel bir cemiyet, tam da bu ideali sayesindedir İd, bilimin dı­
şından gelen müdahalelere maruz kalmadan özgür bir şekilde bilimsel
çalışm alarını sürdürebilir. Bundan dolayı bilim adamlarının, metafizik
42 A ramizda K alsin T anei V ar

alandan gelen telkinler karşısında endişelenmeleri hele de Tanrı mese­


lesi gündeme geldiğinde kaşlarını çatmaları anlaşılabilir bir durumdur.
Eğer teolojik ya da dinsel açıdan nötr kahnabilen (ya da kalınması ge­
reken) bir alan varsa o da kuşkusuz bilim değil midir? Evet, genellikle
öyledir. Gerçekten de doğa bilimlerinin o geniş alanının çok büyük bir
bölümü tam da öyledir. Neticede, elementlerin doğası, periyodik tablo,
tabiatın temel sabitlerinin değerleri, DNA’nm yapısı, Kreb çevrimi, New­
ton Kanunları, Einstein Denklemi ve daha nicesinin temelde metafiziksel
bir bağlılıkla hiçbir alakası yoktur. Ama acaba bu her zaman böyle midir?

Bilimin t a n ım ı
Şimdi bu bizi esas sorumuza geri götürüyor: Bilim nedir? Her ne ka­
dar ‘bilimsel’ alctivitenin neleri içerdiğini tarif etmek amacıyla: hipotez,
deney, veri, ispat, modifiye edilmiş hipotez, teori, öngörü, açıklama ve
bunlar gibi bazı ana unsurlar ileri sürülmüş olsa da, popüler algının
aksine üzerinde ittifak edilmiş tek bir bilimsel metot yoktur. Eksiksiz
bir tarif yapmak son derece güçtür. Durumu daha iyi resmetmek açısın­
dan, Michael Ruse’nin yaptığı tanıma bir bakalım. Ruse, bilim “tarifi
gereği, sadece doğal olan, tekrarlanabilir ve dolaysıyla kanunlar tara­
fından yönetilebilir olanla ilgilenir”51 der.
Bu tarif bize mesela, astronomi ile astrolojinin arasının kesinlikle
ayrılması gerektiğini söyler. Fakat eğer bu tarif bir ölçü olarak kulla­
nılırsa, çağdaş kozmolojinin büyük bir kısmının da bilim harici kabul
edilmesi gerekir (ki bu tanımın en belirgin zaafı da budur). Evrenin
menşeini açıklamak için kullanılan standart modelin, eşsiz hadiseler­
den başka bir şeyi tanımlayabildiğim görmek çok zordur (ne de olsa
evrenin başlangıcı, öyle kolayca tekrar edilebilir bir şey değildir). Fakat
kozmologlar doğal olarak, kendi çalışmalarının bilimsel değer taşıma­
dığının söylenmesini kabullenmeyeceklerdir.
Çünkü evrene başka bir açıdan bakmayı olanaklı kılan çıkarsa­
ma (ya da abdüksiyon) metodu da vardır ve bu metot çağdaş bilim
BİLİMİN KAPSAMI VE SINIRLARI 4 3

metodolojisinin en temel unsurlarından biridir. Tekrar eden olaylar


için yaptığımız izahların en doğru izahlar olduğundan emin olabiliyo­
ruz çünkü bu izahların geleceği tahmin edebilme özelliği bulunuyor;
fakat tekrarlanmayan olaylar söz konusu olduğunda da ‘Bu doğa ola­
yının en iyi izahı nedir?’ sorusunu sormak pekâlâ mümkündür. Mantık
şu: Eğer A ise, B muhtemeldir. B’yi gözlemlersek, bu durumda A, B için
yapılacak muhtemel açıklamalardan biri olmaya adaydır. Ama Ruse’un
tanımında bu durum hesaba katılmamış gibi gözüküyor.
Buna rağmen Ruse’un eksik tarifi, bilimin tamamının aynı otorite­
ye sahip olmadığını hatırlatmak açısından aslında faydalı bir amaca
hizmet etmektedir. Tekrarlanan gözlem ve deneye dayalı bilimsel teo­
ri, gözlem ve deneye dayanmayan bilimsel teoriden çok daha güçlü bir
otoriteye sahiptir. Bu hususu hakkıyla takdir edememe ve bu nedenle
gözleme dayalı bilimsel teorinin otoritesini gözleme dayalı olmayan te­
oriye de yansıtma gibi bir tehlike her zaman vardır -b u meseleye daha
sonra tekrar döneceğiz.
Konuyu biraz daha karmaşık hale getireceğiz ama artık ciddi bilim
felsefecilerinin hepsi (ve aslında bilim adamlarının çoğu), bir efsane­
nin varlığında hemfikirdirler. Bu efsane, Aydınlanma idealinde olduğu
gibi, tamamıyla bağımsız, bütün yanlı teorilerden, felsefi, etik ve dinsel
yükümlülüklerden sıyrılarak araştırma yapan ve önyargısız çıkarımlar­
la mutlak doğruyu bulmaya çabalayan tarafsız ve rasyonel bir bilim
insanı olarak resmedilen ‘gözlemci’ efsanesidir. Bu alandaki herkes, bi­
lim adamlarının etkisinde kaldıkları ön kabullerinin yani belirli dünya
görüşlerinin olduğunu bilir. Bu durum zaten, önceki sayfalarda oku­
duğunuz alıntılardan da kolayca anlaşılabilir. Hatta gözlemlerin bizzat
kendileri bile, kaçınılmaz bir şekilde ‘teoriye dayanma’ eğilimimdedir-
ler (ki mesela biz temelde ısı teorisini bilmezsek sıcaklığı ölçemeyiz).
Elementer partiküllerin davranışları gibi atom altı seviyede gözlem
yapan fizikçiler, gözlem sürecinin kendisinin, gözlenende azımsana-
mayacak oranda değişikliklere yol açtığını keşfettiler. Nitekim Nobel
44 A ramizda K alsin T anri V ar

ödüllü Werner Heisenberg şöyle bir çıkarımda bulunacaktı: “Kuantum


teorisinde matematiksel olarak formüle edilen doğa kanunları, artık o
noktadan sonra, elementer partiküllerin kendileri ile değil bizim onlar
hakkında bilgimizle ilgilidirler.”52
Benzer şekilde, bugün halen devam eden güncel ve ateşli tartışma­
lar vardır. Bunlar, bilimin gözlem ve tahmin temelli mi, yoksa problem
ve izah temelli mi olduğu hakkmdaki tartışmalardır. Ve nihayetinde
teorilerimizi oluşturduğumuzdaysa bunlar, sağlayacakları veriler açı­
sından belirsiz olurlar: Mesela sınırlı sayıda noktadan sonsuz sayıda
eğrinin çizilebilmesinde olduğu gibi. Bu nedenle doğası gereği bilim
içerisinde, kaçınılmaz bir surette, bir ölçüde geçiciliği ve belirsizliği ta­
şıyacaktır.
Şunu da hemen ilave edelim ki bilim hakkında bunu söylemek; bir
takım post modern düşünürlerin ileri sürdükleri gibi, bilimin tamamen
sübjektif ve keyfi bir sosyal kurgudan ibaret olduğunu ileri sürmek de­
mek değildir.53 Geneli olmasa bile, birçok bilim adamının ‘eleştirel re­
alist’ olduklarını söylemek herhalde yerinde olacaktır. Yani onlar araş-
tırılabilen objektif bir dünyaya inanırlar. Teorileri ile, mutlak ve nihai
anlamda ‘gerçeği’ ifade etmeseler de, gerçeğe dair giderek sağlamla­
şan bir anlayış oluştururlar. Mesela, Galileo’dan Newton’a ve ondan da
Einstein’a kadar gelişen evren anlayışında olduğu gibi...54
Tekrar Ruse ve onun bilim tarifine dönelim, çünkü bu hususta söy­
lenecek çok şey var. Ruse, bilim sadece ‘doğal’ olanla ilgilenir derken j
neyi kastediyor? Bununla en azından bilimin doğada bulunan şeyleri
incelediğini kastettiği kesindir. Fakat bu tarif aynı zamanda bu tarz şey­
lerin sadece doğal süreçler, kimya ve fizik terimleriyle ifade edilmesi
durumunda bilimsel sayılabileceklerini de ima etmektedir. Gerçekten Hj
bu çok yaygın bir görüştür. Mesela, Ekoloji ve Evrim Profesörü Massimo :
Pigliucci: “Bilimin en temel varsayımı evrenin hiçbir tanrısal varlığa
başvurmaksızın fiziksel terimlerle açıklanabilir olmasıdır.”55 der. Chris­
tian de Düve ise şöyle yazar: “Bilimsel araştırma evrende görülen her
BİLİMİN KAPSAMI VE SINIRLARI 4 5

şeyin doğaüstü bir müdahaleye ihtiyaç duyulmadan doğal terimlerle


açıklanabileceği nosyonuna dayanır. Açıkçası bu nosyon, a priori bir
felsefi tutum ya da bir inanç ikrarı değildir. O bir p ostalad ır (doğru ol­
duğu kabul edilen bir önermedir). Bu sebepten de, eğer rasyonel hiçbir
izah ile açıklanamayan bir durum ortaya çıkarsa, bu nosyondan vazge­
çebileceğimizi kabul etmeliyiz. Fakat pek çok bilim adamı bu farkın bi­
lincine varmak için çaba harcamaz; bunun yerine zımnen, hipotezden
tasdik çıkarırlar. Onlar bilimin izahlarından son derece memnundurlar.
Laplace gibi bir ‘Tanrı hipotezine’ ihtiyaçları yoktur bu yüzden bilimsel
tavrı açıkça ateizmle değilse bile agnostisizmle bir tutarlar.”56
Bu sözler, birçoklarının agnostik ya da ateist bir dünya görüşüne
metafiziksel bağlılıkları ile bilimsel uğraşları arasında pratikte bir ay­
rım yapmadıklarının açık itirafıdır. Yukarıdaki ifadenin alıntıda zekice
bir ima yatmaktadır o da “doğaüstü bir müdahale”nin “rasyonel hiçbir
izah ile açıklanamayan bir durum” ile denk tutulmasıdır. Denklem böy­
le kurgulandığında, ‘doğaüstü’, “rasyonel olmamak” anlamına gelir.
Bu bizim gibi bir teolojik görüşe sahip insanlara tamamen ters gele­
cektir: Çünkü bize göre Yaratıcı bir Tanrı olduğu fileri mantık dışı değil
aksine mantıklı (rasyonel) bir fikirdir. “Rasyonel açıklama” ile “doğal
açıklama”yı bir tutmak, aslında güçlü bir önyargının veya en azından
bir kategorik hatanın varlığını gösterir.
De Düve’ün bakış açısını birçok bilim adamı da paylaşır. Mesela,
Kitzmiller v. Dover Area School (2005) duruşmasında yargıç ‘Akıllı Ta­
sarım’ dinsel bir görüştür bilimsel değil diyerek benzer bir bakış açı­
sını ifade edecektir. Yargıç Jones şunları söylemiştir: “Uzmanlar, 16.
ve 17. yüzyıldaki bilim devrimden beri bilimin, doğa olaylarını izah
etmek için doğal sebepleri araştırmakla sınırlandırıldığını ortaya koy­
muşlardır... Her ne kadar doğaüstü izahlar değerli ve önemli olsalar da
bilimin bir parçası değildirler... Bilimin kendisinin; araştırmayı doğal
dünya hakkında test edilebilir doğal izahlarla sınırlayan bu kararı,
filozoflarca, bazen bilimsel metot olarak da ifade edilen ‘metodolojik
46 A ramizda K alsin T anri V ar

natüralizm’ olarak bilinir. Metodolojik natüralizm, bugün bilim adam­


larından; gözlemleyebildiğimiz, test edilebildiğimiz, tekrar edebildiği­
miz ve kanıtlayabildiğimiz şeylere dayalı olarak etrafımızdaki dünyayı
izah etmelerini bekleyen bilimin ‘temel kuralı’dır.”
Filozof Paul Kurtz, benzer şekilde “Natüralist felsefenin özelliği
onun bilime adanmışlığıdır” der. Gerçekten de, natüralizm en genel
anlamıyla, bilimin yöntemlerinin ve bulgularının felsefi olarak genel­
leştirilmesi şeklinde tanımlanabilir.”57
Bu tarz bir yaklaşımın cazibesi ortadadır. İlk olarak bu yaklaşım,
doğru bilimle, batıl inanç arasında mesela astronomi ile astroloji ya da
kimya ile simya arasında net bir ayrım yapar. Bu aynı zamanda tembel­
liğe kaçan ‘boşlukların tanrısı’ düşüncesinden, yani bazı tabii olaylar
karşısında “bunu anlayamıyorum bu yüzden Tanrı ya da tanrılar yaptı
demekten başka çarem yok” gibi söylemlerden kaçınmamızı da sağlar.
Fakat bu yaklaşımın en az bir tane ciddi sorunu da mevcuttur. Bilim
ve natüralizm arasında bu derece yalanlaşma, öyle bir noktaya gelebilir
ki natüralist düşünme biçimiyle tam uyuşmayan veri, fenomen ya da yo­
rumlar ciddiye alınmayabilir ve hatta şiddetle reddedilebilir. Tabi ki bu
risk ancak, natüralizm bir felsefe olarak doğru değilse ortaya çıkacaktır.

Hangisi daha önce gelir; bilim mi yoksa felsefe m i?

Kurtz’ün böyle bir görüşe sahip olduğu anlaşılıyor. 0 natüralizmi


doğal bilimlerden kaynaklanan bir felsefe olarak tarif eder. Yani bilim
adamı önce evreni inceler, kendi teorilerini formüle eder ve sonra da
bu teorilerin natüralist ya da materyalist felsefeyi gerektirdiğini görür.
Fakat daha önce de değindiğimiz gibi bilimsel ‘tabula rasa’ (boş tah­
ta) resmi, yani doğal dünyayı çalışırken felsefi ön kabullerden arınmış,
tamamen açık fikirli araştırmacı resmi, aslında ciddi bir yanılsamadır.
Bundan dolayı gerçeklerin aslında Kurtz’un iddia ettiğinin tam tersi
olması da mümkündür. Mesela, immünolog George Klein, ateizminin
kesinlikle bilimsel bir dayanağı olmadığını, onun a priori bir inanç
BİLİMİN KAPSAMI VE SINIRLARI 4 7

olduğunu söyler. Kendisinden bir agnostik gibi bahseden arkadaşının


mektubu üzerine şunları yazmıştır: “Ben agnostik değilim, ateistim.
Benim tutumum bilimsel değil inanca dayalı bir tutumdur. Bir Yaratı­
cı olmadığı ve Tanrı’mn yokluğu benim çocukluk imanım ve olgunluk
inancımdır, sarsılmaz ve kutsaldır.”58
Yukarıda geçen sözlerde, Dawkins’le aynı kanaati paylaşan Klein’in
bilim ile inancı birbirinin karşıtı olarak ele alması dikkatimizi çekiyor
ve bu fikre ileride İtiraz edeceğiz.
Benzer bir şekilde, Cari Sagan’ın kitabı için yazdığı eleştiri yazısın­
da genetikçi Richard Lewontin açık ve net ifadelerle kendi materyalist
fikirlerinin a priori olduğunu (baştan doğru kabul edildiğini) söylüyor. 0
sadece kendi materyalist dünya görüşünü bilimsel çalışmalarından edin­
mediğini itiraf etmekle kalmıyor, kendi maddeci görüşlerinin, bilimin
nasıl bir yapıda olması gerektiğine dair kanaatini belirlediğini de kabul
ediyor: “Sağduyuya karşı olan bilimsel iddiaları kabul etmek hususunda
kararlı olmak, doğaüstü olanla bilim arasındaki mücadelenin anlaşılma­
sında kritik bir noktadır. Bilimin bazı kurgulan (kuramlan) saçma gelse
de... bilim camiası ispatlanmamış delilsiz öykülere karşı müsamahalı
davranıyor olsa da, biz nihayetinde bilimin tarafında saf tutmalıyız; çün­
kü biz başından itibaren materyalizme bağlıyız. Fenomenal dünyanın
materyalist izahını yapmaya bizi mecbur eden ne bilim kurumlan ne de
bilimin izlediği metotlardır; aksine bizi buna mecbur eden, bizim mater­
yalist izahlar üreten bir takım konseptler ve araştırma araçları oluştur­
mak için maddi sebeplere a priori bağlılığımızdır; bu izahlar ne kadar
mantık dışı, konuya yabancı olana ne kadar şaşırtıcı gelirse gelsin.”59 60
Bu ifadeler samimi oldukları kadar hayret vericidirler. Üstelik de
Kurtz’un tutumunun tam aksidirler.
Lewontin “bilim ve tabiatüstü” arasında bir çatışma olduğunu söy­
lerken her şeyden önce kendisiyle çelişmekte. Çünkü o, bilimin bizi
materyalizmi benimsemeye zorlamadığını kendisi de itiraf ediyor. Bu
itiraf bizim ileri sürdüğümüz görüşü destekler mahiyette, yani asıl
48 A ramizda K alsin T anri V ar

kavga bilimle Tanrı inancı arasında değil, aslında kavga, materyalist


veya daha geniş anlamıyla natüralist dünya görüşü ile tabiatüstü ya
da teist dünya görüşü arasındadır. Neticede Lewontin’in materyalizme
olan inancı kendisinin de itiraf ettiği gibi onun bilimsel geçmişine değil
daha başka sebeplere dayanmaktadır. Nitekim sözlerinin devamında
bunu görebiliriz: “Materyalizm öylesine mutlaktır ki biz o kapıdan içe­
riye İlahi bir adımın atılmasına asla müsaade edemeyiz.”
Dawkins, Tanrı inancını ortadan kaldırmaya hevesli olduğu kadar
materyalizmdeki bu tür bir ‘kör inanç’ı da yok etmeye hevesli olur muy­
du pek emin değilim ama eğer tutarlılık göstermesi açısından bakacak
olursak, olması gerekirdi. Ne olursa olsun ‘İlahi bir adım’a verilecek
izinle alakalı olarak ‘müsaade etmeyiz’ kelimesiyle tam olarak ne kas­
tedilmektedir? Eğer Lewontin’in dediği gibi bilim bizi materyalist olma­
ya zorlamıyorsa o halde ‘müsaade etmeyiz’ ifadesinden açıkça anlaşı­
lıyor ki, bu söz, bilimin İlahi bir adımın varlığına işaret edemeyeceğini
ifade maksadıyla söylenmemiştir. Bunun yerine söylenmek istenen,
‘biz materyalistler olarak asla İlahi bir adımın içeri girmesine müsaade
edemeyiz’dir.
Evet, elbette ‘materyalistler İlahi bir adıma müsaade etmezler’, bun­
da şaşıracak bir şey yok. Materyalizm hem İlahi bir adımı hem de kapıyı
baştan reddeder. Zira onlar için zaten ‘dışarı’ diye bir yer yoktur. Onlara
göre /“kosmoz denen şey olduğu gibi ortadadır daha önce de öyleydi
sonra da öyle kalacaktır”. Fakat bu reddiye, bir adım ya da kapının var
olup olmadığına dair herhangi bir şey söylemiş olmaz, sadece kanaati
ifade eder. Dolayısıyla Lewontin’in şahsen bunlardan hiçbirine inan­
madığını iddia etmesinden başka bir anlamı yoktur. Nasıl ki bir fizikçi,
sadece görünür spektrumdalci radyasyona duyarlı bir makine tasarlasa
ve bu makineyi, o alanda ne kadar faydalı olursa olsun, yapısı itibariyle
algılayamayacağı bir şeyi mesela X ışınının varlığını test etmek (ya da
reddetmek) için kullansa komik duruma düşer. Burada da benzer bir
durum söz konusudur.
BİLİMİN KAPSAMI VE SINIRLARI 4 9

Elbette, materyalist ya da natüralist varsayımlara kendini adamış bi­


lim adamlarının iyi bilim yapabileceğini reddetmek tıpkı Tann inancı taşı­
yan birinin iyi bilim yapabileceğini reddetmek kadar yanlış olacaktır. Da­
hası, dengeli yaklaşımımızı kaybetmemek için şunu da unutmamalıyız,
ateist ön kabullerle yapılan bilim, teist ön kabullerle yapılan bilimle he­
men hemen aynı sonucu verecektir. Mesela pratikte, bir organizmanın na­
sıl işlediğini bulmaya çalıştığımızda, onun gerçekten tasarlanmış olduğu
varsayımı ile tasarlanmış gibi göründüğü varsayımı arasmda, bulacağımız
sonuca etki eden pek az fark olacaktır. Burada varsayım ister ‘metodolojik
natüralizm’ olsun (bazen ‘metodolojik ateizm’ diye de adlandırılır) ister­
se ‘metodolojik teizm’ olsun, her ildsi de temelde aynı neticeyi verecektir.
Bunun sebebi de gayet basittir, o da söz konusu organizmanın metodolo­
jik olarak her iki durumda da tıpkı tasarlanmış gibi ele alınıyor olmasıdır.
'/ ‘Metodolojik ateizm’ ya da ‘metodolojik natüralizm’ gibi kavramla­
rın tehlikesi onların ateist bir dünya görüşünü destekliyor gibi görü-
lebilmeleri ve bilimin başarısının ateizmle bir alakası olduğu izlenimi
uyandırmalarıdır. Oysaki böyle bir ilişki yoktur. Bu hususu daha net
görebilmek için, sadece literatürde ‘metodolojik ateizm’ yerine ‘meto­
dolojik teizm’ tabiri kullanılsaydı ne olabilirdi bir hayal edin. Bu her
şeyi temelden sarsardı ve bilimin başansında Tann’ya inancın da bir
katkısı olduğu şeklinde bir intiba bırakırdı.
Tüm bunlara rağmen, ilginç bir biçimde, bilimi natüralist terimlerle
tarif etmekte ısrar eden ama Tanrı inancı da taşıyan bilim adamlarının
da var olduğunu görüyoruz. Mesela Ernan McMullin söyle yazıyor: “...
metodolojik natüralizm bizim doğa çalışmamızı kısıtlamaz, o sadece ne
tür bir çalışmanın bilim olarak niteleneceğini belirler. Ancak biri doğa­
ya başka bir şekilde yaklaşırsa (ki çok sayıda farklı yaklaşım mümkün­
dür) metodolojik natüralistin buna itiraz etmek için bir sebebi olamaz.
Bilim adamları bu yolda ilerlemek zorundadır; belirli bir olay ya da olay
türünün doğrudan Tann’mn yaratıcı fiili ile izah edilebileceği iddiası­
nın bilim metodolojisinde yeri yoktur.”61
50 A ramizda K alsin T anri V a r

Lewontin ile McMullin arasında önemli bir fark var. Lewontin İlahi
bir adıma (ya da sürece) hiçbir şekilde tahammül etmez. McMullin’e gö­
re ise İlahi bir adım olabilir ama bilimin bu hususta bir şey söylemesi
doğru olmaz. Ona göre tabiata farklı açılardan yaklaşılabilir, fakat bun­
lar bilimsel değer taşımazlar dolayısıyla da ister istemez bilim kadar
yetkili kabul edilmezler. Ben ise şunu iddia ediyorum; bu sorunun çö­
zümünde ne ‘metodolojik natüralizm’ ne de ‘metodolojik teizm’ ifade­
lerinin bir yararı vardır. Bu yüzden en iyisi, ikisinden de kurtulmaktır.
Fakat faydasız bir terminolojiden kaçınmak işin kolay kısmıdır. İşin
zor olan kısmı ise, hiçbir bilim adamının kendi felsefi görüşünden ka­
çamayacağı gerçeğidir. Bu felsefi görüşlerin daha önce de belirttiğimiz
gibi, eşyanın nasıl çalıştığını incelerken pek de bir etkisi olmaz ama eş­
yanın ilk kez nasıl ortaya çıktığını ya da insan olarak kendimizi algıla­
yışımız üzerinde etkili olan şeyleri anlamaya çalışıyorsak, bu görüşler,
verilecek nihai cevap üzerinde son derece tesirli olacaklardır.

Deliller nereye götürürse hep oraya mı?

Bilimi esasen uygulamalı natüralizm, yani metafiziksel bir öncül (a


priori), olarak tanımlamak yerine, onu, tabii düzeni araştırma ve ku­
ramlaştırma işi olarak anladığımızı ve böylece gerçek bilimin özünde
olan ne ise ona önem verdiğimizi (yani bizi nereye götürürse götürsün
ampirik delili takip etmeye niyetli olduğumuzu) düşünelim. İşte asıl
soru o zaman ortaya çıkıyor: Bizim bazı alanlardaki araştırmalarımız,
dünya görüşümüzle çelişen deliler ortaya koyuyorsa ne olacak?
Kuhn meşhur çalışmasında ileri sürdüğü gibi,62 ampirik delil, kabul
görmüş bilimsel çerçeveyle ya da yine Kuhn’un deyimiyle bir alanda
çalışan çoğu bilim adamının içinde bulunduğu ‘paradigmayla’ çatıştı­
ğında gerilim artar.63t a z ı rahiplerin Galileo teleskopuyla bakmaya iti­
raz etmeleri bu tarz gerilime klasik bir örnektir. Onlar üstün tuttukları
Aristocu paradigmanın yanlış olabileceği ihtimalini kesinlikle kabul
etmedikleri için, fiziksel delillerden çıkan sonuçlar, onlara yüzleşmeye
BİLİMİN KAPSAMI VE SINIRLARI 5 1

cesaret edemeyecekleri kadar ağır gelmişti. Fakat bu tarz bir bağnazlık­


la suçlanabilecekler sadece kilise mensupları değildir. Mesela, 20. yüz­
yılın başlarında, Mendel genetikçileri Marksistlerin gadrine uğramıştır
çünkü Marksistler, Mendel’in kalıtımla ilgili görüşlerinin Marksist fel­
sefeyle bağdaşmadığını düşünüyorlardı bu yüzden Mendelcilerin, de­
lillerin onları götürdüğü yere gitmelerine izin vermediler.
Aristoculuğun yıkılması örneğinde olduğu gibi, kemikleşmiş fikir­
ler, etkili olan paradigmanın yerine geçecek olan yeni paradigmayı des­
tekleyecek delillerin birikmesi sürecini çok uzatabilir. Çünkü genellikle
bir bilimsel paradigma, onunla çelişen bir delil bulunduğunda hemen
çökmez. Yine de bilim tarihinde, nadiren de olsa, ani paradigmatik çö­
küşlere de şahit olunabilir. Mesela, Rutherford atomun çekirdeğini keş­
fedince derhal klasik fiziğin bir dogmasını çökertti ve böylece ani bir
paradigma değişimi gerçekleşti. DNA’nın genetik materyal olarak pro­
teinin yerini alması ise neredeyse bir gecede vuku buldu. Fakat dikkat
edilirse bu örneklerde, rahatsız edici ve ciddi dünya görüşü çatışmaları
devrede değildi. Thomas Nagel’in bu husustaki yorumu kayda değer:
“Elbette ki inanç genellikle iradenin kontrolü altındadır; hatta onun ta­
rafından dayatıldığı da olur. Siyasi ve dini olanlar bunun en açık örnek­
leridir. Fakat saf entelektüel ortamlarda bu esir olmuş zihnin daha da
ustalaştığı göze çarpar. Bunun en güçlü sebebi ise inanca duyulan aç­
lığın kendisidir. Bu durumda olan kişiler onları ilgilendiren bir konuda
herhangi bir süre için bile fikirsiz kalmaya tahammül edemezler. Eğer
ortada hiç zorlanmadan benimseyebilecekleri bir alternatif varsa kendi
fikirlerini kolaylıkla değiştirebilirler ama yargısız (kararsız/yansız) bir
durumda kalmaktan nefret ederler.”64
Özellikle dünya görüşlerinin deliller karşısında sarsıldığı ya da sar­
sılmış göründüğü durumlarda, alternatif açıklamalar rahatlıkla kabul
>v
görmezler. O zaman, delilin gösterdiği yöne gitmek isteyen bir kişiye
karşı inanılmaz bir direnç gösterilir; hatta ona kin beslenir. Ancak güç­
lü bir karakter, akıntıya karşı yüzme ve çevresi tarafından aşağılanma
5 2 ARAMIZDA KALSIN TANRI VAR

riskini göze alabilir. Zorluğuna rağmen bazı etkili entelektüeller, bu­


gün tam olarak bunu yapmaktadırlar. Anthony Flew, ateizmden teiz-
me dönüşüyle ilgili olarak “Benim bütün hayatım Platon ve Sokrat’ın
prensiplerini takip etmekle geçti” diye yazar ve “Deliller seni nereye
götürürse oraya git” diye ekler. Peld ya bu durum insanların “hoşuna
gitmezse?” sorusuna Flew, “İşte bu çok kötü” diye karşılık verecektir.65

Şimdiye kadar olan kısmın özeti

İki aşırı tavırdan kaçınmamız gerektiği anlaşılıyor. Bunlardan ilki


bilimle din arasındaki ilişkiyi sadece çatışmadan ibaret görmek; İkinci­
si ise, bilimin tamamını felsefi ve teolojik açıdan tarafsız zannetmek.66
Burada, ‘tamamı’ kelimesi çok önemlidir, çünkü orantısız davranmak
ve bilimin hepsini felsefi birikimin (varlığın) esiriymiş gibi görmek çok
kolaydır. Tekrarlamakta fayda var, bilimsel sahanın çok büyük bir kıs­
mı, bu çeşit felsefi angajmanların etkisinden uzaktır. Ama tamamının
benzer şekilde bir etkiden uzak olduğu da iddia edilemez. Tüm mesele
de bu zaten.

Bilimsel açıklamanın sınırlan

Bilim açıklar. Birçok insan için bu bilimin gücünün ve cazibesinin


veciz ifadesidir. Bilim daha önce anlayamadığımız şeyleri ve doğayı
anlamamızı ve bu sayede ona hâkim olmamızı sağlar. Bu doğru, fakat
bilim ne kadar/nereye kadar açıklayabilir? Bilimin bir sınırı yok mudur?
Spektrumun materyalist ucundaki bazıları olmadığını düşünü­
yor. Onlara göre gerçeğe giden tek yol bilimdir ve her şeyi, en azından
prensipte, ancak o izah edebilir. Bu görüşün adı ‘bilimciliktir. Peter
Atkins’in kaleminden, bu görüşün klasik ifadesi şudur: “Bilimin, varlı­
ğı her yönüyle ele alamayacağını düşünmek için hiçbir sebep yoktur. ”67
Bu ifade bilimciliğin özetidir.
Atkins’le hemfikir olanlar, Tanrı, din ve dini tecrübe ile ilgili tüm
söylenenleri bilim dışı görürler, dolayısıyla bunlar, bu görüştekilere
BİLİMİN KAPSAMI VE SINIRLARI 5 3

göre objektif olarak doğru değillerdir. Elbette birçok insanda Tanrı


düşüncesi olduğunu kabul ederler, hatta Tanrı inancının duygusal ve
fiziksel etkilerinin olabildiğini, bunların bir kısmının da faydalı olabi­
leceğini de söyleyeceklerdir. Fakat onlara göre Tanrı’yı düşünmek, tipin
Noel Baba’yı, ejderhaları veya ormanın derinliklerinde yaşayan cücele­
ri düşünmek gibi bir şeydir.
Konuyla alakalı olarak Richard Dawkins, Douglas Adams’a ithaf et­
tiği The God. Delusion adlı kitabında onun şu sözlerine yer verir: “İçinde
perilerin yaşadığına inanmadan da, bir bahçenin güzel olduğunu gör­
mek yeterli değil mi? ”
Perileri düşünüyor, onlardan hoşlanıyor ya da korkuyor olmanız,
onlann var olduğu anlamına gelmez. Bahsettiğimiz tarzdaki bilim
adamlan da, insanların Tanrı ya da din hakkında konuşmalarından
rahatsız olmazlar, yeter İd kimse Tanrfnın nesnel bir varlığı olduğunu
ya da dini inancın bilgiye dayanak teşkil edebileceğini savunmasın. Bir
başka deyişle, onlar için din, bilimin sınırlannı ihlal etmediği müddet­
çe, din ve bilim birlikte huzur içinde yaşayabilirler. Çünkü onlara göre
sadece bilim bize objektif olarak neyin doğru olduğunu söyleyebilir ve
sadece bilim bize bilgi sağlayabilir. Uzun lafın kısası, onlar için: Bilim
realiteyle ilgilenir, din ilgilenemez.
Bu varsayım ve iddialar, bazı açılardan öyle tuhaf duruyorlar ki
eleştirmeden geçmek insanın içinden gelmiyor. Mesela, Dawkins’in,
Douglas Adams’tan alıntıladığı sözlere bakalım. Bu sözler meseleyi tüm
çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Çünkü Dawkins için sadece iki alternatif
vardır, bahçenin içinde ya perilerin var olduğuna inanırsın, ya da kim­
senin var olmadığına. Burada Dawkins, yanlış alternatifler önermek gi­
bi bir hataya düşmüştür. Bahçenin altında periler var olmayabilir ama
bu, bahçıvanın veya bahçe sahibinin varlığını reddetmemizi mi gerek­
tirir? Onlar öyle kolayca yok sayılabilirler mi? Gerçekte biliyoruz ki, bü­
tün bahçelerde ikisi de varlardır.
Bir de gerçeği sadece bilim ortaya çıkarır iddiasını ele alalım. Bu
54 A ramizda K alsin T anri V ar

iddia doğru ise eğer üniversiteler ve okullardaki birçok disipline he­


men son verilmesi gerekirdi. Felsefe, edebiyat, sanat ve müzik alanları
bilimin kesin olarak çizilen kapsamı dışında kalır. Bilim bize bir şiirin
kötü bir şiir ya da deha ürünü olup olmadığını nasıl söyleyebilir? Ke­
limelerin uzunluğunu ölçerek ya da onları oluşturan harflerin hangi
sıklıkla yazıldığını tespit ederek mi? Bilimin, bir resmin ustalık eseri ya
da karışık bir renk bulamacı olup olmadığını söyleyebilmesi mümkün
müdür? Tuvalin ya da resmin kimyasal analizini yaparak bu konuda bir
şey söylemek mümkün olmazdı herhalde. Aynı şekilde ahlaki değerle­
rin öğrenilmesi de bilimin alanı dışında kalır. Bilim size, birinin içece­
ğine sitrikinin koyduğunuzda onun öleceğini söyleyebilir. Fakat bilim,
mirasına konmak için büyük annenizin içeceğine sitrikinin koymanın
etik olarak doğru olup olmayacağını söyleyemez.
‘Her halükarda bilgiyi sadece bilim üretebilir’ ifadesi Bertrand Rus-
sell gibi mantıkçıların vurgulamaktan hoşlandıkları gibi, ‘kendisiyle
çelişen’ bir ifadedir. Buna rağmen, şaşırtıcı bir biçimde Russell’m ken­
disi de bir yazısında bu görüşü savunmuştur: “Ulaşılabilir her bilgi bi­
limsel metotla elde edilen bilgidir ve bilimin keşfedemeyeceği bir şeyi
insanlık bilemez”68 Bu ifadenin kendisiyle çelişen bir yapıda olduğunu
anlamak için şu soruyu sormak yeterli: ‘Russell bunu nasıl bilebilir?’
Çünkü bu ifadenin kendisi, kendi başına bilimin bir ifadesi değildir ve
dolayısıyla, Russell’in mantığına göre, bu ifade doğru olsa bile doğru­
luğu bilinemez (buna rağmen Russell onun doğruluğuna inanabilmek-
tedir).

Matilda Teyze’nin keki

Belki bu basit temsil bizi, bilimin bir sınırı olduğuna ilcnaya yardım­
cı olabilir. Farz edelim ki Matilda Teyzem güzel bir kek pişirmiş olsun ve
dünyanın en seçkin bilim adamlarından oluşan bir topluluğa bu keki
analiz etmeleri için vermiş olalım. Ben, bu toplantının başkanı olarak,
onlardan keki açıklamalarını isteyeyim; onlar da üzerinde çalışsınlar.
BİLİMİN KAPSAMI VE SINIRLARI 5 5

Gıda bilimciler bize bu kekteki kalori miktarım ve onun besleyici et­


kisini anlatacaklar; biyokimyacılar kekteki proteinlerin, yağların ve
benzerlerinin yapısı hakkında bilgi verecekler; kimyacılar içerdiği ele­
mentlerden ve aralarındaki bağlardan bahsedecekler; fizikçiler kekteki
temel partikülleri analiz edecekler; matematikçiler de şüphesiz bu par-
tiküllerin davranışını açıklayan zarif formüller önereceklerdir.
Şimdi bu uzmanlardan her birinin kendi disiplinine göre kek hak­
kında yapmış olduğu eksiksiz açıklamalar neticesinde kekin tamamıy­
la izah edilmiş olduğunu söyleyebilir miyiz? Bize kekin nasıl yapıldığı
ve değişik bileşenleri arasındaki ilişkilerin nasıl olduğu konusunda ke­
sin açıklamalar yapıldı fakat ben bu uzman heyete son bir soru daha
sorsam ve desem ki: ‘Kek niçin yapıldı? Ne diyebilirler? Oysaki Matilda
Teyze’nin yüzündeki tebessüm, cevabı bildiğini göstermektedir; çünkü
keki o pişirdi ve bunu bir amaca binaen yaptı. Gerçek şu ki, dünyadaki
bütün gıda mühendisleri, biyokimyacılar, kimyacılar, fizikçiler ve ma­
tematikçiler bu soruya cevap vermekten acizdirler. Bilim adamlarının
kendi disiplinlerinin bu soruya cevap veremeyeceğini ifade etmeleri o
disiplini aşağıladıkları anlamına gelmez. Onların disiplinleri kekin ya­
pısı ve doğası hakkmdaki sorulara cevap verebilir ki bu ‘nasıl’ sorusu-
,nu cevaplamaktır; fakat kekin yapılış amacının ne olduğuna ilişkin ‘ni­
çin’ sorusuna cevap veremez.69 Aslında, bu soruya cevap vermenin tek
yolu, Matilda Teyze’nin bize kekin yapılış sebebini bildirmesidir. Eğer o
bize bu sorunun cevabını açıklamazsa bilimsel analizlerin hiçbiri bizi
bu konuda bilgilendiremeyecektir.
Bertrand Russell’ın mantığını takip edersek, bilim, Matilda
Teyze’nin keki niçin yaptığını asla söyleyemeyeceğinden, keki niçin
yaptığını bilmemiz mümkün değildir. Oysaki bunu bilmenin bir yolu
var. Yapmamız gereken tek şey ona sormak. Doğruya giden tek yolun bi­
lim olduğu iddiası, nihayetinde bilimin kendisine göre bile anlamsızdır.
Nobel ödüllü Sir Peter Medewar A dvice to a Young Scientist adlı muh­
teşem kitabında bu hususa değiniyor: “Bir bilim adamının, kendisinin
56 A ramizda K alsin T anri V ar

ve mesleğinin itibarını lekelemesi için en kestirme yol; (özellikle hiçbir j


türden açıklama istenmediği durumlarda) bilimin tüm sorulara, hatta
sadece ahmak hocaların cevaplandırabileceği ve ancak saf insanların J
sorabileceği türden, soru özelliği bile taşımayan ama ‘soru imiş gibi gö­
züken’ ve bilimsel bir cevabını bulmanın mümkün olmadığı sorulara
dahi cevap verdiğini veya ileride vereceğini ilan etmesidir.” Medewar
1
devamla: “Her şey nasıl başladı?”, “Niçin buradayız?”, “Hayatın anla- t
mı ne?” gibi başlangıç ve sona dair bazı temel sorulara cevap verme
yetisine sahip olamaması bilimin de bir sınırının olduğunu açıkça gös- {
terir” der ve bu tür soruların cevaplarını bulabilmek için din ve düşün­
ce literatürüne başvurmak gerektiğini de ekler.70 Bu noktayı ayrıca, İn- {
san Genomu Projesi’nin Direktörü Francis Collins de vurgular: “Bilim,
‘Evren niçin var oldu?’, ‘İnsanın varlığının anlamı nedir?’, ‘Öldükten f
sonra ne olacak?’ gibi sorulara cevap vermekten acizdir.”71 Kısacası, bir
insanın kendini tutkuyla adamış bir bilim adamı olmasıyla, bilimin her |
soruya (insanın sorabileceği en derin sorular da dâhil) cevap veremeye- j
ceğini kabul etmesi birbiriyle çelişmezler. î
Ayrıca şunu da söylemek adilce olacaktır; yukarıda yer verdiğimiz
alıntıda Russell aşırı bilimselci tarzda ifadeler kullanmış olsa da, başka (
bir yerde koyu bilimciliği desteklemediğini yazar. Fakat kesin bilginin |
de ancak bilime ait olabileceğini düşünmektedir. Bu kulağa bilimcilik
gibi gelse de, aslında o, ilginç soruların pek çoğunun bilimin hâkimiyet I
alanı dışında kaldığını belirtir: “Eğer dünya zihin ve madde diye iki­
ye ayrılmışsa, o zaman madde nedir, zihin nedir? Zihin maddeye mi
tabidir, yoksa kendine ait müstakil bir gücü var mıdır? Evrenin bir bü- (
tünlüğü ya da amacı var mıdır? Ya da bir hedefe doğru gitmekte midir?
Gerçekten doğa kanunları var mı, yoksa bizim doğuştan gelen düzen
sevgimiz yüzünden mi onlara inanıyoruz? İnsan, bir astronoma görün­
düğü gibi küçük ve değersiz bir gezegen üzerinde, saf olmayan su ve
karbondan oluşmuş ve sefil halde sürünen bir yığın mıdır? Yoksa in­
san, Hamlet’in onu gördüğü gibi midir? Daha üstün olan ve daha basit
B İ l İmİn K apsam ] ve S inirlari 5 7

olan başka bir hayat var mıdır ya da bütün yaşam şekilleri boşuna mı­
dır?... Bu gibi soruların cevapları laboratuarda bulunamaz.”72
Bu bahsettiklerimiz aslında Aristo’dan bu yana aşina olduğumuz
şeylerdir. Aristo dört sebep olduğunu görmüştü: Maddi sebep (kekin
yapılmış olduğu maddeler); biçimsel sebep (kekin materyallerin içinde
şekillendiği form); müessir sebep (Aşçı Matilda Teyze’nin pişirme işi);
ve gaye sebep (kekin yapılış gayesi -birinin doğum günü). İşte Aristo’nun
bu dördüncü sebebi, bilimin kapsamı dışında kalan sebeptir.
Austin Farrar der ki: “Her bilim dalı dünyadaki olayların bir yönünü
ele alır ve onun nasıl işlediğini gösterir. Böyle bir alanın dışında kalan
her şey, bilim kapsamının da dışında kalır. Tanrı, evrenin bir parçası ve­
ya (araştırılacak) bir yönü olmadığından, Tanrı hakkında söylenenler,
gerçek manada bilime ait ifadeler olmazlar.”73
Bu sözlerin yanında Peter Atkins’in şu iki ifadesi çok garip kalıyor:
“Bilimin, varlığı her yönüyle ele alamayacağını düşünmek için hiçbir
sebep yoktur.” (yukanda da alıntılamıştık) ve “Anlaşılamaz olan hiçbir
şey mevcut değildir.”74
Atkins’in bilime böyle kadiri mutlak bir yetki atfetmesinin bedeli
çok ağırdır. Zira ona göre: “Bilimin amaca ihtiyacı yoktur... dünyanın
bütün o harika güzelliklerinin, çürümüş maddelerin amaçsızca bir
araya gelmesiyle teşekkül etmiş bir çöp yığınından oluştuğu söylene­
bilir”75 Matilda Teyze’ye, yeğeni Jimmy’nin yaş günü için yaptığı kekin
nihai izahı olarak bu söylenseydi, hatta aslmda onun, Jimmy’nin ve
doğum günü pastasının neden orada olduğunun da nihai izahı olarak
kendisine bu ifade edilseydi acaba Matilda Teyze ne düşünürdü? Belki
bir kibarlık yapılır ve bu durum kendisine “çöp yığını” yerine “ilkel çor­
ba” şeklinde ifade edilirdi.
Bilimin nihai gayenin ne olduğunu bilemeyeceğini ileri sürmek
bir şeydir, gayenin kendisini yok saymak ise bambaşka bir şey... Bu­
na rağmen Atkins mantıksal (aslında pek de mantıklı olmayan) çıka­
rımını kendi materyalizm anlayışına dayanarak yapıyor. Sonuçta bir
58 A ramizda ICalsin T anri V ar

çöp yığınının olması için, ondan önce pislik yapmaya kabiliyetli yara­
tıkların olması gerekmez mi? Canlıların çöpü meydana getirdiğini dü-
şünmektense, çöpün canlıları meydana getirdiğini düşünmek oldukça
garip doğrusu. Eğer bir “çöp yığını” var olsaydı bile (Termodinamiğin
İkinci Yasası akılda tutularak) bu bozunmuş yığın nasıl tersine dönüştü
diye de sormak icap edecekti. Buradaki mantık gerçekten de akıl alır
gibi değil!
Bilimciliği esas tahrip eden şey, bünyesindeki çelişkinin düzeltile­
mez kusurlarıdır. Bilimciliği dışsal bir argümanla çürütmeye gerek yok;
o zaten kendi kendini yıkıyor. Bu yönüyle, geçmişte mantıksal pozitivist
felsefenin kalbinde yer alan doğrulama prensibi ile aym kaderi paylaşı­
yor. Çünkü gerçeğe ancak bilim götürebilir ifadesi bilimden çıkarılmış
bir ifade değildir. Bilimsel değildir, sadece ‘bilim hakkında’ bir ifadedir,
yani meta bilimsel bir ifadedir. Dolaysıyla bilimciliğin temel prensibi
doğru ise, bilimciliği ne olduğunu ifade eden söylem yanlış olmalıdır.
Yani bilimcilik kendi kendini çürütür. Bu yüzden de tutarsızdır.
Dolayısıyla Medawar’ın bilimin sınırlı olduğunu savunması bilimi
küçümsemek değildir. Tam aksine asıl bilim adına abartılı iddialarda
bulunan bilim adamları, bilimi komik bir duruma düşürürler. Böyle
yapmakla onlar, farkına bile varmadan, bilim yapmaktan çıkıp masal
(üstelik tutarsız masallar) yazmaya yönelmiş olurlar.
Matilda Teyze’den ayrılmadan önce onun basit hikâyesinin bir
başka karışıklığı daha gidermeye yardımcı olduğunu söylemeliyiz.
Şunu gördük ki sadece bilimsel akıl yürütmeyle Matilda Teyze’nin
keki niçin yaptığını bilmemiz mümkün değil; onu bize ancak Matil­
da Teyze’nin kendisi söyleyebilir. Ama tabi İd bu, aklın, bu noktadan
sonra işlevsiz ya da atıl olduğu anlamına da gelmez. Tam tersi, Matil­
da Teyze keki niçin (kim için) yaptığını bize söylerken, onun ne söy­
lediğini anlamak için aklımızı kullanmalıyız. Sonra yine onun yaptığı
açıklamanın güvenilirliğini test edebilmek için de akla ihtiyacımız
var. Eğer o keki yeğeni Jimmy için yaptığını söylerse ve biz de onun o
BİLİMİN KAPSAMI VE SINIRLARI 5 9

adla anılan bir yeğeni olmadığını biliyorsak, o açıklamaya şüpheyle


bakarız; şayet gerçekten o isimde bir yeğeni varsa, o zaman Matilda
Teyze’nin izahı bizim için bir anlam ifade edecektir. Yani akıl açıkla­
ma (vahiy) karşıtı değildir. Matilda Teyze’nin keki neden yaptığını bil­
dirmesi, yardım sız bir aklın edinemeyeceği bilgiyi ona sağlamış olur.
Fakat bu bilgiyi kullanma sürecinde akıl kesinlikle aktiftir. Burada
anlatmak istediğim husus, bilim i bilgi kaynağı olarak kullanmadığı­
mız durumlarda, otomatik olarak aklın işlevini yitirdiğini ve delilin
işe yaramaz hale geldiğini zannetmememiz gerektiğidir.
Bu nedenle teistler, kâinatla, Matilda Teyze’nin kekiyle kurduğu
ilişkiye benzer bir ilişki kurmuş Biri’nin var olduğunu ve bu Biri’nin
evrenin neden yaratıldığını açıkladığını ileri sürdüklerinde akıl,
mantık ve delilleri bir kenara itmiş olmuyorlar. Onlar sadece aklın
tek başına cevaplandıramayacağı belli sorular olduğunu ve bunlara
cevap verebilmek için başka bir bilgi kaynağına ihtiyaç olduğunu söy-
4c
lüyorlar. Elbette bu durumda da, Tann’dan gelen açıklamayı (vahyi)
anlamak ve değerlendirebilmek için akıl gerekecektir. Bu meseleyi
özetlemek babında Francis Bacon, Tanrı’nm İki Kitabı olduğundan
bahseder -Tabiat Kitabı ve Kutsal Kitap. Her ikisi için de akıl, mantık
ve delil kullanılır.

Tanrı, gereksiz bir varsayım m ı?

Bilim, fiziki evrenin yapısını inceleme ve evrenin işleyişini sağla­


yan mekanizmaları ortaya çıkarma konusunda son derece başarılıdır.
Bilimsel araştırmalar aynı zamanda birçok dehşet verici hastalığın
ortadan kalkmasını sağlamış ve birçoğunu da yok etme ümidini art­
tırmıştır. Bilimsel araştırmaların başka etkileri de olmuştur: Örneğin,
bilim insanları batıl korkulardan kurtarıp rahatlatmıştır. Mesela, artık
insanlar ay tutulmasını sakinleştirmek zorunda kaldıkları bazı korkunç
iblislerin yaptığını düşünmezler. Tüm bunlar ve daha sayısız diğer şey­
ler için bilime müteşekkiriz.
60 A ramizda K alsin T anri V ar

Gel gelelim bazı çevrelerde bilimin başansı şöyle bir anlayışa da yol

açmaktadır: ‘Madem Tanrı inancını devreye sokmadan evrenin meka- ş
nizmasını anlayabiliyoruz o halde kolayca, başlangıçta evreni tasarla- :
yan ve yaratan bir TanrTnm olmadığı sonucuna ulaşabiliriz.’ Hâlbuki '
bu tarz akıl yürütmede düşülen yaygın bir mantık hatası vardır. Bu ya- I
nılgıyı şöyle örneklemek mümkün: t
ı
Ford marka bir otomobili ele alalım. Dünyanın ilkel kalmış yerlerin-
f
den birinde yaşayan, onu ilk kez gören ve modern mühendislik haklan- I
da hiçbir şey bilmeyen birinin, o aracm motorunun içinde aracı hareket *
ettiren bir tanrının (Bay Ford’un) olduğuna inanması mümkündür. Hat- j
ta aynı adam, motorun içinde bulunan Bay Ford kendisinden hoşnut
olursa aracın güzelce gideceğini, Bay Ford onu sevmez ise aracın gitme- j
yeceğini düşünebilir. Elbette daha sonra mühendislik çalışarak ve aracı ;
parçalarına ayırarak, içinde Bay Ford olmadığını da keşfedebilir. Hatta
arabanın nasıl çalıştığın açıklamak için, Bay Ford’a ihtiyacı olmadığı- J
m anlamak için çok da zeki olmasına bile gerek yoktur. İçten yanmalı
motorların genel prensiplerini anlamak aracın nasıl çalıştığının açık- [
laması için ona yeter. Buraya kadar tamam... Fakat sonradan o kişi, s
motorun çalışma prensiplerinin anlamanın başlangıçta onu tasarlayan I
Bay Ford’un varlığına inanmayı gereksiz hale getirdiğine karar verirse, j
bu çok büyük bir hata olur -felsefi terminolojiyle bir kategori hatası 1
yapmış olur. Mekanizmayı tasarlayan bir Bay Ford olmasaydı, onun an­
lamaya çalışacağı bir şey de olmayacaktı.
Tıpkı bunun gibi evrenin işleyişinin dayandığı genel prensipleri j
bildiğimiz için, evreni tasarlayan, yapan ve idame ettiren Yaratıcı bir ş
Zat’m varlığına inanmanın anlamsız ya da gereksiz olduğunu zannet­
mek de benzer bir kategorik haladır. Raşka bir deyişle, evreni işleten
mekanizmalarla onu var eden ya da idame citireıı sebebi birbirine ka- s|
rıstırmamalıvız.
Burada temel mesele, Atkins ve Dawkins gibilerinin mekanizma ve
(o mekanizmanın) failini birbirinden ayırt etmede başarısız olmalarıdır.
BİLİMİN KAPSAMI VE SINIRLARI 6 1

Felsefi terimlerle konuşacak olursak, onların, “bir fenomeni izah eden


bir mekanizmayı anladığımız için o mekanizmayı kuran bir fail yoktur”
diyerek çok basit bir kategori hatası yaptıklarını söyleyebiliriz.
Isaac Newton evrensel kütle çekim kanununu keşfettiğinde: “Geze­
genlerin hareketlerine dair mekanizmayı keşfettim, bu yüzden o me­
kanizmayı tasarlayan fail bir Tanrı yoktur.” demedi. Tam aksine, o me­
kanizmanın nasıl işlediğini anladığı için onu tasarlayan Tann’ya olan
hayranlığı daha da artmıştı.
Michael Poole, Richard Dawkins76 ile yaptığı meşhur tarüşmada,
konuyu şu şekilde ifade eder: “... Mekanizmaların sebeplerini açıkla­
yan izahlarla insan ya da insanüstü (kutsal) bir failin plan ve amaçla-
nnı bildiren izahlar arasında mantıksal bir çatışma bulunmamaktadır.
Bu bir mantık meselesidir, kişinin Tanrı’ya inanıp inanmamasıyla ilgili
bir sorun değildir.”
Bu mantıksal noktayı tamamen göz ardı edip, Fransız matematikçi
Laplace’in meşhur bir sözü ateizmi desteklemek için sıklıkla istismar
edilir. Napolyon, Laplace’e matematiksel çalışmalarında Tanrı’mn nere­
de yer aldığını sorunca Laplace cevaben, çok doğru bir tespitle: “Efen­
dim, benim bu hipoteze ihtiyacım yok” der. Tabii İd Tanrı, Laplace’m (eş­
yanın nasıl işlediğine dair) matematiksel tarifinde yer almaz, tıpkı Bay
Ford’un içten yanmalı motorun bilimsel tarifinde yer almadığı gibi. Peki,
bu neyi kanıtlamaktadır? Henry Ford’un olmadığını mı? Elbette hayır.
Aynı şekilde, böyle bir argüman Tanrı’nın var olmadığını da göstermez.
Austin Farrer, Laplace olayıyla alakalı şu yorumu yapar: “Tanrı, kuvvet­
lerin işlemesiyle alakalı herhangi bir kanun veya bir kuvvetler topluluğu
değildir İd, fizikte veya astronomide O’nun adı geçsin... Laplace’ı affe­
debiliriz -zira o bilgisizliğine bakarak meraklı bir ldşiye cevap vermiş­
ti, ahmaklığına bakarak aptal bir ldşiye değil. Ciddi bir gözlem olduğu
düşünüldüğünde, onun tespitinin nasıl bu denli çarpıtıldığını anlamak
zordur. Çünkü Laplace ve meslektaşları teolojiyi işlerine karıştırmama­
nın değil, sadece kendi işlerini yapmanın peşindeydiler.”77
Çok doğru. Ama varsayalım ki Napolyon, Laplace’a biraz daha
farklı bir soru sormuş olsaydı: “Sizin matematiksel denklemlerinizde
özetlenen madde ve kütle çekim kuvvetinin ve bu çekim kuvveti ali ııı-
da hareket eden, maddeden oluşmuş cisimlerin yörüngeler çizdiği hu
evren neden mevcut?” Bu durumda, Tanrı’nın varlığının bu soruyla
hiç ilgili olmadığını söylemek çok daha zor olurdu herhalde. Ancak
Laplace’a sorulan soru bu değildi. Dolayısıyla, onun yanıtı da bu so­
runun yanıtı olmayacaktı.
İNDİRGEME, İNDİRGEME, İND İRGEM E...

İneklerin, atların veya aslanların elleri olsaydı ve resim yapabil­


selerdi, atlar tanrıları at şeklinde, inekler inek şeklinde çizerler­
di; tanrıların vücutlarını kendilerininkine benzetirlerdi.
Xenophanes, M.Ö. 500

Ben bilimin izah edemediği şeyleri izah etmeye yarayan bir


“boşlukların tanrısı” olduğunu iddia etmiyorum. Bilimin neden
açıklama yapabildiğini izah etmek için bir Tanrı’nm var olma­
sı gerektiğini öne sürüyorum Id bu bilimin izah ediciliğini inkâr
ettiğim anlamına gelmez. Ben bilimin neden (şeyleri) izah ede­
bildiğini izah etmek için Tann’nın olması gerektiğini söylüyorum.
Richard Swinburne

Boşlukların tanrısı

aplace’m öyküsünden çıkardığımız önemli bir husus daha


var o da bilim ve din konusundaki herhangi bir tartışmanın
eninde sonunda ‘boşlukların tanrısı’ sorununu ortaya çıka­
racak olmasıdır. Bu, bir ilah ya da Tanrı’nın olduğunu ileri sürmenin
entelektüel tembellikten kaynaklandığı düşüncesidir: Yani bir olayı bi­
limsel yoldan izah edemediğimizde cehaletimizi örtmek için Tanrı fik­
rini ortaya atarız demektir. Bu konuyla ilgili ileride daha söyleyecek çok
şeyimiz olacak ama şimdilik şunu vurgulamamız gerekli: Bay Ford, iç­
ten yanmalı motorlann nasıl çalıştığıyla ilgili bilgimizin boşluklarında
64 A ramizda K alsin T anri V ar

değildir. Daha doğrusu, Bay Ford, mekanizmaların sadece işleyişini


bildiren izahların içinde yer almaz. Çünkü Henry Ford bir mekanizma
değildir: 0, ilk kez bu mekanizmanın var olmasından sorumlu öznenin
kendisidir. Dolayısıyla, tüm mekanizma, onun elinden çıktığını göste­
ren işaretler (ki bazısını anlarız bazısını ise anlamayız) taşır.
Aynı şeyi Tanrı için de düşünebiliriz. Is there a God?78 isimli kitabın­
da, felsefeci Richard Swinburne, bilimin daha soyut seviyedeki açıkla­
ma gücünü kullanarak şöyle yazar: “Dikkat ederseniz, ben bilimin izah
edemediği şeyleri izah etmeye yarayan bir ‘boşlukların tanrısı’ olduğu­
nu iddia etmiyorum. Bilimin neden açıklama yapabildiğini izah etmek
için bir Tanrı’nın var olması gerektiğini öne sürüyorum ki bu bilimin
izah ediciliğini inkâr ettiğim anlamına gelmez. Ben bilimin (şeyleri)
neden izah edebildiğini izah etmek için Tanrı’nın olması gerektiğini
söylüyorum...' Bilimin, tabiat âleminin mükemmel derecede düzenli
olduğunu göstermedeki başarısı, o düzenin meydana gelmesi için çok
daha mükemmel bir sebebin olması gerektiğini gösteriyor.” Swinburne,
en iyi açıklamayı bulmak için çıkarım yapıyor ve böylece bilimin izah
edici gücünü açıklamak için en iyi cevabın Tanrı olduğunu gösteriyor.
Burada anlaşılması gereken en önemli nokta, Tanrı’nm bilim e alter­
n atif bir izah olm adığı hususudur. Bu yüzden de 0 , sadece ‘boşlukların
tanrısı’ olarak görülmemelidir. Aksine. 0 , tüm izahların dayandığı te­
mel davanaktır: Bilimsel olsun ya da olmasın, herhangi bir açıklama­
nın yapılabilmesini sağlayan şey O’nun varlığıdır. Bunu vurgulamak
önemli çünkü Richard Dawkins gibi bazı etkili yazarlar, Tanrı’yı bili­
me alternatif bir izah aracı olarak algılama konusunda ısrar ediyorlar
(hâlbuki böyle bir kanaate teolojik düşüncenin hiçbir yerinde rastlan­
maz). Dolayısıyla, Dawkins burada Donkişot gibi yel değirmenlerine
saldırmış oluyor (yani, hiçbir ciddi düşünürün zaten inanmadığı garip
bir Tanrı anlayışını reddediyor). Böylesi bir saldırı, en kibar şekilde ifa­
de etmek gerekirse, entelektüel gelişmişliğin bir göstergesi olarak ka­
bul edilemez.
İ ndİrgem e , İ ndirgeme , İ n dirgem e .. . 65

Evreni tanrılardan arındırmak: Bilimin öncüleri

Bazı bilim adamları tarafından savunulan ‘ateizm bilimi doğru uy­


gulamak için gerekli bir ön kabuldür’ iddiasını daha derinlemesine ve
etraflıca incelemeliyiz. Bu bilim adamlarına göre, herhangi bir seviyede
evrendeki herhangi bir olayı izah amacıyla Tanrı’yı öne sürme teşebbü­
sü bilimin adeta ölüm ilamıdır. Çünkü derler, örneğin bir gök gürültüsü
duyulduğunda, bazı eski kavimler gibi, o sesi meydana getirenin ger­
çekte bir çeşit tanrı olduğunu kabul ettiğimizde, o sesin ardındaki me­
kanizmayı araştırabilme şansımız kalmaz. Onlara göre ancak bir Tanrı
olmadığını kabul edersek doğadaki mekanizmaları gerçekten bilimsel
bir metotla inceleyebilmek için özgür kalabiliriz. Onlar için Tanrı bir
‘bilim durdurucu’dur.
Evet, gerçekten de doğayı özgürce araştırabilmek için tabiat güçleri­
ni tanrılaştırmayı kesinlikle bırakmalıyız (2.500 yıl önce Miletli, Thales,
Anaximander ve Anaximenes gibi eski Yunan filozoflannm düşünce­
de attıkları devrim niteliğinde bir adımdı bu). M.Ö. 700’lerde Homer ve
Hesiod’un yazdıkları cinsten mitolojik açıklamalar onları tatmin etmi­
yordu. Doğal süreçlere dayanarak bazı açıklamalar aradılar ve kayda de­
ğer büimsel başarılar yakaladılar. Thales, bir yılın 365 gün uzunluğunda
olduğunu söylemiş, M.Ö. 585’te Güneş tutulmasını doğru olarak tahmin
etmiş, gölgelerinden piramitlerin yüksekliklerini hesaplayan geometrik
metotlar kullanmış, hatta Dünya ve Ay’ın büyüklüğünü tahmin etmiş ve
büyük ün kazanmıştı. Anaximander ise bir güneş saaü ve hava şartlarına
dayanıldı bir saat icat ederek ilk dünya ve yıldız haritalarını çizdi. Dolayı­
sıyla, bu Miletli filozoflar ilk bilim adamlan arasında sayılırlar.
Şimdiki bağlamda ise en çok ilgi gören filozof Kolophon’lu
(Türkiye’de İzmir yakınında bir yer) Xenophanes’tir (M.Ö. 570-478).
Malta’da bulunan deniz fosilleri üzerindeki çalışmaları ile bilinmesine
rağmen, esasen mitolojik dünya görüşüne karşı takındığı sert tavırla
ün kazanmıştır. Mitolojik dünya görüşündeki tanrılara insanlarda gö­
rülen sıfatların atfedilmesini son derece utanç verici bulur: Tanrılar
66 A ramizda K alsin T anri V ar

(mitolojide) düzenbaz, hırsızdırlar ve zina yaparlar. Xenophanes, aslın­


da bu tanrıların onlara inanan insanların zihinlerinde ürettikleri şeyler
olduğunu düşünüyordu: EtiyopyalIların tanrıları esmer ve yassı buru n-
ludur, TrakyalIlar ise onları mavi gözlü ve kızıl saçlı yapmışlardır. Al; ıy-
cı bir ifadeyle şunları yazar: “İneklerin, atların veya aslanların elleri
olsaydı ve resim yapabilselerdi, atlar tanrıları at şeklinde, inekler inek
şeklinde çizerlerdi; tanrıların vücutlarını kendilerinkine benzetirlerdi.”
Bu yüzden Xenophanes’e göre, bu tanrılar, kendilerine inananların ha­
yal güçleriyle ürettikleri çocuksu kurgulardan başka bir şey değillerdi.
Epikürcülüğe ismini veren etkili Yunan atomcu filozof Epikür de
(Plato’nun ölümünden hemen sonra M.Ö. 341’de doğdu) insanların an­
layışını geliştirmek için tüm yorum ve açıklamaları efsanelerden aı m
dırmayı arzu ediyordu: “Yıldırım birçok şekilde oluşabilir -an cak mitleri
bunların dışında tuttuğunuzdan emin olun! Ve eğer görünen olayları
doğru bir şekilde takip eder ve bunları henüz gözlemlenmemiş şeylerin
işareti olarak anlarsak; mitler dışarıda kalmaya devam edecektir.”79
O zamana kadar yalnızca tanrıların işi olarak anlaşılan doğa olayla­
rını inceleme kararlılığıyla birlikte tanrıların olmadığını savunan fikir­
ler kaçınılmaz olarak evrenin mitolojik izahlarının zamanla silinmesi­
ne ve bilimin ilerlemesine yol açtı.80
Xenophanes çok tanrılı dünya görüşünü eleştiren tek antik düşü­
nür değildi. Daha da önemlisi, ilk düşünür de değildi. Ondan yüzyıllar
önce, muhtemelen Xenophanes’in bilmediği (daha doğrusu, elimizde
bilip bilmediği hakkında fazla bilginin olmadığı) Hz. Musa, insanları
“diğer tanrılara, Güneş’e, Ay’a veya gökyüzündeki yıldızlara ibadet et­
memeleri ve onların önünde eğilmemeleri” hususunda uyarıyordu.81
Örneğin, M.Ö. 600’lerde yaşayan İbrani Peygamber Yeremya, benzer
şekilde tabiaü tanrılaştırmanın, Güneş, Ay ve yıldızlara tapmanın ne
kadar saçma olduğunu duyuruyordu.82
İşte bu noktada kolaylıkla, tanrılardan kurtulma filerinin Tann’dan
kurtulmakla aynı şey olduğu ve bunun da bir gereklilik olduğu gibi bir
İNDİRGEME, İNDİRGEME, İNDİRGEME... 6 7

yanlış çıkarım yapma hatasına düşebiliriz. Hâlbuki gerçek bunun tam


tersidir. Çünkü Hz. Musa ve diğer peygamberler için Güneş, Ay ve yıldız­
lar gibi evrenin çeşitli unsurları karşısında eğilmek anlamsızdır. Ancak,
onlar, kendilerini ve kainatı yaratan Tanrı’ya eğilmemeyi ve ona iman
etmemeyi de aynı şekilde anlamsız buluyorlardı. Ve burada, onların da­
ha önce hiç bilinmeyen çok radikal bir fikir önermediklerine dikkat et­
mek gerek. Onların Yunanlılar gibi evreni tanrılardan arındırmaya ihti­
yaçları yoktu; çünkü zaten onlar hiçbir zaman bu tanrılara inanmamış­
lardı. Onları bu batıl inançtan koruyan şey de yer ve göklerin Yaratıcısı
olan Tek Gerçek Tanrı’ya olan inançlarıydı. Yani, Homer ve Hesiod’un
tasvir ettiği çok tanrılı kâinat, insanoğlunun orijinal dünya görüşü de­
ğildi. Aslında bu izlenim (çok tanrılı evrenin insanoğlunun ilk dünya
görüşü olduğu izlenimi) pek çok bilim ve felsefe kitabının, Yunanlılar­
dan çok uzun zaman önce Musevilerin evrenin putperest yorumlarına
karşı çıkmış olmalarına hiç değinmeyip, eski Yunana atıfla başlaması
ve evrenin ilahsızlaştırılmasına vurgu yapması yüzünden yaygınlık ka­
zandı. Bu da, çok tanrıcılığın aslında muhtemelen Tek Yaratıcı Tann’ya
olan ilk inancın tahrip olmasıyla oluştuğu gerçeğini saklamaya hizmet
etti.83 İşte düzeltilmesi gereken de bu tahribattır, ama iyileştirerek dü­
zeltilmelidir yoksa Yaratıcı’ya olan inancı yok ederek değil. Daha önce
alıntılandığı gibi, bu tam da Melvin Calvin’in vurguladığı noktadır.
Dolayısıyla, Yunanlıların ve Yahudilerin kâinat görüşleri arasında
dipsiz bir uçurum bulunmaktadır. Bunun daha fazla aydınlatılması ge­
rekiyor. Hesiod’un ‘Theogony’ (Tanrıların Yaratılışı) adlı şiirini yorum­
layan Werner Jaeger şunları yazar: “Yunanlıların dünyada yaratılan
Eros’uyla, Yahudilerin Tevrat’ın yaratılış bölümündeki L ogos’unu mu­
kayese edersek bu iki milletin bakış açısındaki büyük farkı görebiliriz.
Logos, dünyanın dışında bulunan ve kendi emriyle dünyayı var eden bir
Yaratıcı Tanrı’nın kudreti veya akli yetisinin vücut bulmasıdır. Yunan
tanrıları ise dünyada bulunurlar; tanrılar Yeryüzünden çıkmış ve Gök­
yüzünden inmişlerdir... onlar (Yunan tanrıları), her şeye varlık veren
68 A ramizda K alsin T anri V ar

ilk kuvvet ve tıpkı kendileri gibi dünyada yaşayan Eros’un muazzam


kudretiyle yaratılmışlardır. Bu nedenle, onlar, zaten doğa kanunu ola­
rak isimlendirebileceğimiz şeylere tabidirler... Hesiod’un fikirleri niha­
yet yerini gerçek felsefî düşüncelere bıraktığında ise gene Kutsal Varlık
dünyada aranmıştır -on u n dışında değil. Oysaki Yaratılış Kitabı’ndan
neşet eden Yahudi-Hıristiyan teolojisinde bunun tam aksidir.”84
Dolayısıyla, çok tanrılı bir kültür tarafından kuşatılmış olmasına
rağmen, Xenophanes’inTekTann’yi, tanrılarla veya tannları reddetme­
yi Tanrı’yı reddetmekle karıştırma hatasına düşmemesi çok manidar­
dır. 0 , tüm kâinata hükmü geçen bir Tek Tanrı’ya inanıyordu ve şöyle
demişti: “Tek bir Tanrı var... 0 ne biçim ne de düşünsel olarak fanilere
benzer... 0 çok ötelerdedir ve tüm varlığı tam bir suhuletle idare eder.”85
13.yy’da yaşayan Thomas Aquinas’m çalışması da bu tartışmayla
yakından alakalıdır. 0 , Tanrı’yı, İlk Sebep (her şeyin nihai sebebi) ola­
rak gördü. Tanrı, doğrudan evrenin var olmasını sağladı ve dolayısıyla
evren O’na bağımlıydı. Buna doğrudan nedensellik ismini verebiliriz.
Fakat sonra Aquinas evrende cereyan eden bir ikinci seviye nedensellik
(bazen ikincil nedensellik olarak da adlandırılır) olduğunu kabul etti.
Bu ikinci seviye nedensellik, birbirine bağlı ve iç içe geçmiş parçalar­
dan oluşmuş geniş bir sistem olan evrenden çıkan sebep sonuç örgüsü­
ne dayanmaktadır. Bu yüzden, ikincil nedenselliğin kanunlar ve meka­
nizmalar cinsinden ifade edilmesi, sebep-sonuç örgüsünü yaratan bir
Yaratıcı’nın var olmadığı anlamına gelmez.
Görüldüğü gibi, evreni yaratan ve onu idame ettiren bir Yaratıcı
Tanrı’ya inanmanın, bilimi sonlandıracağı görüşü, açıkça temelsizdir.
Tam tersine, Tanrı’ya inancın bilimin yükselişinde oynadığı role bakıl­
dığında, bunun, epey garip bir fikir olduğu dahi söylenebilir (çünkü bu
görüş doğru olsaydı, bilimin hiç ortaya çıkmaması gerekirdi). Arabanın
motorunun Bay Ford tarafından dizayn edildiğine inanmak, hiç kimseyi,
motorun bilimsel olarak nasıl çalıştığını incelemekten alıkoymaz (aslın­
da, insanları tersine incelemeye teşvik bile edebilir). Batıl bir inanışla
İNDİRGEME, İNDİRGEME, İNDİRGEME... 6 9

Bay Ford’un motor olduğunu düşünmek ise bilimi öldürürdü, işte bu ay­
rım çok önemlidir. Kilit nokta şudur Tanrıyla, tanrılar arasında b i l f l
bir fark vardır. Yaratıcı Tek Tanrı inancı ile kainatın kendisi otan bir Tanrı
inancı arasında da büyük bir fark vardır. Bu farkları iyi bilen James Clerk
Maxwell Cambridge’deki ünlü Cavendish Fizik Laboratuar’ının kapısının
üzerine şu sözü nakşettirmiştir: “Tanrı’nın eserleri mükemmeldir ve o
eserlerden hoşnut olanlar tarafından dikkatlice tefekkür edilirler.”86
Bilim tarihine baktığımızda, evrenin her bir cüzüne sahip olmadık­
ları ilahi güçler atfeden mitolojik tabiat algısını sorgulama cesareti gös­
teren parlak düşünürlere minnettar olmak için yeterince sebebimiz var.
Bu düşünürlerin önemli bir kısmının, Yaratıcı kavramını reddetmeyip
bilakis tam da Yaratıcı adına bu sorgulamayı yaptıklarını görüyoruz.
Günümüzde ise bazı bilim adamlarının ve filozofların Yaratıcı kavramı­
nı tamamen ortadan kaldırma arzuları, içerisinde gizli bir tehlikeyi de
barındırıyor. Her ne kadar istemeden de olsa onlar, madde ve enerjiye
kesinlikle sahip olamayacakları yaratıcı güçler atfederek aslında evreni
yeniden tanrılarla doldurmuş oluyorlar. Bir tek Yaratıcı Tanrı inancını
zihinlerinden atma çabası onları, çok tannlılığın nihayeti (ya da en uç
noktası) diyebileceğimiz bir anlayışa götürüyor (her bir zerresinin ilahi
özellikleri olduğu bir evren anlayışına).
Yukarıda bilimin sınırlarını tartışırken bilimin cevaplamaya do­
nanımının olmadığı belirli sorular bulunduğunun altını çizmiştik; bu
sorular özellikle de fonksiyondan ziyade gayeyle ilgili olan ‘neden’ so-
rularıydı. Şimdi, bilimin yeterlilik alanına giren soruları cevaplamaya
çalıştığı metoduna dönelim.

İndirgemecililc

Bir şeyleri ‘açıklama’nın amacı, o şeyin tabiatına ve fonksiyonuna iliş­


kin erişilebilir ve anlaşılabilir bir tanımlama yapmaktır. Bunu yapmanın
açık bir yolu, problemi ayrı parçalara veya yönlere ayırmaktır. Böylece
problemi tek tek incelemesi daha kolay olan bileşenlerine ‘indirgersiniz’.
70 A ramizda K alsin T anri V ar

M etodolojik indirgeme olarak bilinen bu yöntem, bilimin normal seyrinin


(ve aslında başka pek çok aktivitenin de) önemli bir parçasıdır ve bu yön­
temin inanılmaz derecede etkili olduğu ispat edilmiştir. >
Bunun dışında bir başka metot da, çok kompleks olgulann tanımlan
m kısa ve zarif denklemlere indirgeyen veya sıkıştıran matematik dilidir.
Mesela Kepler’in, gezegenlerin hareketiyle ilgili Tycho Brahe’nin birçok
gözlemini ele alıp, bu gözlemleri tek bir ifadeye sıkıştırarak, bütün geze­
genler odaklarında Güneş’in bulunduğu elips biçimli yörüngelerde ha­
reket ederler demek suretiyle başardığı şeyi düşünün. Veya Newtoriun,
Kepler’in çalışmasını, kütle çekim kanunu şeldinde daha da sadeleştirip
sıkıştırmasını düşünün. Benzer şekilde, Maxwell, Einstein, Schrödin- ,
1
ger veya Dirac denklemleri, matematiksel indirgemeciliğin zaferinin en
meşhur sembolik örnekleridir. Aynca, tabiatın dört temel gücünü, ma­
tematiksel sadeleştirme yöntemiyle birleştirme arzusu, HŞK (Her Şeyin
Kuramı) için devam eden arayışların da tetikleyicisidir.
Matematiksel sadeleştirmenin eşsiz başarılarıyla şevke gelen bü­
yük matematikçi David Hilbert, matematiğin indirgemeci (özetlemeci)
yaklaşımının, tüm matematiği, en sonunda sınırlı sayıda aksiyomlarla
i.

birlikte sınırlı semboller kümesindeki çıkarsama kuralları topluğuyla


ifade edilene kadar sadeleştirebileceğini düşünmüştü. Aslında bu, göz j
alıcı bir ödül olarak ‘tabandan tepeye’ bir izahla sonlanması açısından f
çok heyecan uyandırıcı bir düşünceydi. Hilbert’in Programı başarılı ol- j
saydı, matematik, bundan böyle, önceden tanımlanmış kurallara göre [
idare edilebilir yazılı işaretler kümesine indirgenebilecekti; ve o işaret- [
lere ‘anlam’ yükleyen uygulamalara herhangi bir dikkat gösterilmese
de bu gerçekleşebilecekti. Daha açık anlatımıyla, herhangi bir sembol
dizisinin doğru veya yanlışlığına genel algoritmik bir süreç sonucu
karar verilecekti. Amaç, o genel karar sürecim bularak Entscheidungs
problemi (hüküm verme problemini) çözmekti.
Tecrübeleri, Hilbert’in ve diğerlerinin, Entscheidung probleminin
çözülebileceğine inanmasını sağlamıştı. Ama bu inançlan yanlış çıktı. I
İNDİRGEME, İNDİRGEME, İNDİRGEME...

1931’de AvusturyalI matematikçi Kurt Gödel ‘On Formally Undecidab-


le Propositions of Principa Mathematica and Related Systems’ adlı bir
makale yayınladı. Makalesi, yalnızca yirmi beş sayfa uzunluğunda olma­
sına rağmen, matematik dünyasında, yankıları hala hissedilecek şekil­
de bir deprem etkisi yaratacaktı. Çünkü Gödel bu makalesiyle aslında,
Hilbert Programı’nın asla gerçekleştirilemeyeceğini ispatlamış oluyordu.
Türünün en iyisinden entelektüel bir başarı örneği sergileyen Gödel, bi­
raz matematik kullanarak hepimizin aşina olduğu aritmetiğin eksik (ye­
tersiz) olduğunu göstermiştir: Sınırlı bir aksiyom kümesinden ve girişim
kurallarından oluşan, sıradan aritmetiği içerecek genişlikteki herhangi
bir sistemde, sisteme ait her zaman doğru; ama aksiyom seti ve girişim
kuralları temelinde ispatlanamayacak ifadeler vardır. Bu sonuç Gödel’in
Birinci Eksiklik Kuramı (First Incompleteness Theorem) olarak bilinir.
Hilbert’in Programı aynı zamanda, matematiğin formal bir sistem
olarak kendi içindeki tutarlılığı ispatlamayı amaçlıyordu. Gödel İkinci
Eksiklik Kuramı’nda, bu umudu da yerle bir etti. Gödel, bu teoreminde,
yeterli derecede kuvvetli formel bir sistemle ispatlanamayacak ifadeler­
den birinin de sistemin kendi tutarlılığı olduğunu gösterecekti. Diğer
bir deyişle, aritmetik tutarlıysa, bu olgu, o aritmetik sisteminde ispat­
lanamayacak şeylerden biridir. Dolayısıyla, aritmetiğin tutarlılığına
ancak, delilleri göz önünde bulundurarak veya daha üst seviye aksi­
yomları kullanarak inanabiliriz. Bu durum şu şekilde de ifade edilebi­
lir: Eğer dini, temeli inanca dayalı bir şey olarak tanımlayacak olursak;
matematik, kendisinin de bir din olduğunu ispat etmiş bir dindir!
İngiltere doğumlu Amerikalı fizikçi ve matematikçi Freeman
Dyson’un günlük dilde söylediği gibi: “Gödel, matematikte bütünün
her zaman parçalarının toplamından daha büyük olduğunu ispat et­
miştir.”87 Dolayısıyla, indirgemeciliğin bir sınırı vardır. Yani, önceden
alıntıladığımız Peter Atkins’in “indirgemeciliğin akim kalacağı zannı
sadece dindarların zihnindeki korku ile bilim adamlarının karamsar­
lığından kaynaklanır” ifadesi, artık biliyoruz ki, tek kelimeyle yanlıştır.
72 A ramizda K alsin T anri V ar

Bilimin içinde indirgemeciliğin sınırları olduğu gerçeğini bilim ta-


rihi açık bir biçimde göstermiştir. Bilim tarihi, basitçe parçalardan öğ­
rendiklerimizi üst üste koyarak elde ettiğimizden daha fazlasının, (o
parçaların oluşturduğu) bütünün kendisinde olabileceğini (ki genelde
böyledir) aidimizin bir köşesinde tutmak suretiyle indirgemedi i k heve­
simizi dengelememizin ne kadar önemli olduğunu öğretmiştir. Bir saa­
tin tüm parçalarını tek tek incelemek, entegre olmuş bir bütün olarak
saatin nasıl çalıştığını kavramanıza yetmez. Suda, suyun bileşiminde
bulunan hidrojen ve oksijeni basitçe analiz ederek görebileceğimizden
çok daha fazlası mevcuttur. Sistemi bir bütün halinde anlamadan tek
tek parçalarını anlamamızın imkânsız olduğu pek çok kompozit sistem
bulunur (mesela, canlı hücreleri).
Metodolojik indirgemeciliğe ek olarak, indirgemeciliğin iki önemli
türü daha vardır: Epistem olojik ve ontolojik indirgemecilik. Epistemo-
lojik indirgemecilik daha yüksek seviyedeki bir olayın alt seviyelerdeki
süreçlerle izah edilebileceğini söyler. Katı epistemolojik indirgemeci
tez şunu savunur: Bu tarz ‘aşağıdan yukarı’ izahlar, açıkta hiçbir eksik
unsur bırakm adan her zaman elde edilebilir. Yani, kimya nihayetinde
fizikle açıklanabilir; biyokimya kimyayla; biyoloji biyokimya ile; psiko­
loji biyoloji ile; sosyoloji beyin bilimi ile; ve teoloji sosyoloji ile izah
edilebilir. Nobel ödüllü molelcüler biyolog Francis Crick’in dediği gibi:
“Aslında, biyolojideki modern gelişimin nihai amacı tüm biyolojiyi fizik
ve kimya ile açıklamaktır.”88
Bu görüşe Richard Dawkins de katılır: “Benim görevim filler gibi
kompleleş şeylerin dünyasım fizikçilerin anladığı veya üzerinde çalıştığı
basit şeylerle açıklamaktır.”89 Fiziğin araştırma konusunun basit şeyler
(kuantum mekaniğini, kuantum elektro dinamiğini ve string teorisini
düşünün) olduğu iddiasının tartışmaya açık olduğunu ve birazdan dö­
neceğimizi belirterek şimdilik bir kenara bırakıyoruz. Böylesi bir indirge­
meciliğin nihai hedefi açık bir şekilde tüm davranışlarımızı (yani sevdiği­
miz, sevmediğimiz şeyleri ve yaşantımızın zihindeki tüm görünümünü)
İNDİRGEME, İNDİRGEME, İNDİRGEME... 7 3

fiziğe indirgemektir. Bu görüş sıklıkla “fizikalizm” (fizikçilik) olarak ad­


landırılır ve materyalizmin koyu bir şeklidir. Ancak bu görüş evrensel
bir dayanak (doğru) oluşturamaz ve bunun makul sebepleri vardır. Kari
Popper’in belirttiği gibi: “İndirgemeciliğin en başarılı olanlarında bile
neredeyse her zaman çözümlenmemiş bir fazlalık kalır.”90
Bilim adamı ve felsefeci Michael Polanyi91 epistemolojik indir­
gemeciliğin her durumda işe yarayacağını beklemenin özünde niye
mantıksız olduğunu görmemize yardımcı oluyor. Polanyi, tuğlayla bir
ofis binası inşa ederken farklı seviyedeki süreçleri düşünmemizi ister.
Her şeyden önce, tuğlaların yapıldığı hammaddeleri toplamak gerekir.
Sonrasında, tuğlaları yapmak için birbirini takip eden daha üst seviye
işlemler bulunur. Tuğlaların örülmesi (tuğlalar ‘kendi kendilerini yapa­
maz’); bina tasarımı (tuğlalar kendi kendilerini ‘monte edemez’ ve bina
kendi tasarımını kendisi yapamaz) ve binanın yapıldığı şehrin planının
yapılması (şehir kendi kendini organize edemez) gibi. Her bir seviyenin
kendi kuralları vardır. Tuğlalann hammaddesinde fizik ve kimyanın
kuralları geçerlidir; tuğla yapma sanatını teknoloji mümkün kılar; du­
varcılar tuğlaları müteahhidin istediği gibi dizer; mimar, müteahhide
gösterir ve mimar da belediye planlayıcıları tarafından kontrol edilir.
Her bir seviye bir üstteki seviye tarafından kontrol edilir. Ama tersi
doğru olmaz. Üst bir seviyenin kanunları, alt seviyedeki kanunlardan
çıkartılamaz (ama elbette üst seviyede ne yapılabileceği, alt seviyelere
bağlıdır). Örneğin, eğer tuğlalar yeterince sağlam değilse, güvenli bir
şekilde inşa edilebilecek binanın yüksekliğinde bir sınır olacaktır.
Veya şu anda tam anlamıyla sizin elinizde olan başka bir örnek ve­
relim. Bu yazıyı okuduğunuz sayfayı düşünün. Bu sayfa, mürekkeple
basılmış bir kâğıttan oluşur (veya önünüzdeki bilgisayar ekranında
noktalar dizisinden de oluşuyor olabilir). Kâğıt ve mürekkebin, fizik
ve kimyasının (veya bilgisayar ekranındaki piksellerin) prensip olarak
bile, sayfadaki harflerin şekillerinin önemine dair asla bir şey söyle­
yemeyeceği gayet açıktır; fakat bunun fizik ve kimyanın bu sorunun
74 A ramizda K alsin T anri V ar

üstesinden gelebilecek kadar ilerlemiş olup olmamasıyla hiçbir ilgisi


yoktur. Bu bilim dallarının gelişmesi için 1.000 sene daha beldesek bi­
le, sonuçta hiçbir değişiklik olmayacaktır çünkü o harflerin şekilleri,
fizik ve kimyanın yapabileceğinden daha üst seviye ve tamamen yeni
bir izah gerektirmektedir. Aslında, tam izah yalnızca dil ve yazarlığın
daha üst seviyedeki kavramlarıyla yani bir insanın mesaj iletmesi sa­
yesinde yapılabilir. Kâğıt ve mürekkep bu mesajın taşıyıcılarıdır, ama
mesaj bunlardan otomatik olarak ortaya çıkmamaktadır. Ayrıca, dile
gelindiğinde, benzer şekilde birbirini izleyen seviyeler vardır. Bir dilde
bulunan kelimeleri o dilin fonetiğinden çıkaramazsınız veya dil bilgisi
kurallarını o dilin kelimelerinden çıkaramazsınız vs...92
İyi bilindiği gibi, genetik materyal olan DNA bilgi taşır. İleride bunu
biraz daha detaylı inceleyeceğiz; ama DNA temelde şudur: Dört harflik
kimyasal bir dil kullanılarak uzun bir şerit üzerine yazılmış harfler di­
zini... Harf dizinleri hücrelerin protein yapmak için kullandığı kodlan­
mış talimatları (bilgileri) içerirler. Ancak bu sıralanışın, baz harflerinin
kimyası ile alakası yoktur.
Yukarıda tarif ettiğimiz her durumda, her biri bir öncekinden daha yu­
karıda olan bir seviye dizisi bulunur. Üst seviyede olan bir şey tamamen
altındaki seviyede olandan türetilemez. Bu durum, bazen üst seviyedeki
olayın alt seviyeden ‘ortaya çıkması’ şeklinde ifade edilir. Maalesef ‘orta­
ya çıkıyor’ ifadesi kolaylıkla yanlış anlaşılabilmekte, hatta üst seviyedeki
özellikler, herhangi bir başka bilgi girdisi veya organizasyon olmadan alt
seviyedeki özelliklerden kendiliğinden oluşur manasmda yanlış kullanı­
labilmektedir. Ancak, bu anlamda kullanım genellikle, bina inşa etme ve
kâğıt üzerine yazı yazma örneklerinde önceden gösterdiğimiz gibi açık
bir şekilde hatalıdır. Enerji ve akıllı bir fiil olmadan bina tuğlalardan or­
taya çıkamayacağı gibi, yazı da kâğıt ve mürekkepten ortaya çıkamaz.
Aynı hataya Dawkins’in kendisi de, Oxford’da halka açık bir kon­
feransında (20 Ocak 1999) verdiği ‘ortaya çılana’ örneğinde düşer. Bu
konferansta Dawkins, ‘kelime işleme’ kapasitesinin, bilgisayarların
J 3 ' -I , 10 y ! İNDİRGEME, İNDİRGEME, İNDİRGEME... 75

‘ortaya çıkan’ bir özelliği olduğunu iddia etti. Evet öyledir de, ancak
akıllıca tasarlanmış Microsoft Word gibi bir yazılım paketine hatırı sa­
yılır miktarda bilgi, girdi olarak konduktan sonra.
İngiliz teolog ve bilim adamı Arthur Peacocke, “fizik ve kimya, mo­
teldiler makinelerin (DNA, RNA ve protein) bilgiyi nasıl taşıdıklarını
gösterseler bile, ‘bilgi’ kavramı ya da mesajın taşınması kavramı hiçbir
şekilde fizik ve kimyanın kavramları cinsinden ifade edilemez...”93 der.
Hem kâğıda yazılan yazıda, hem bilgisayar yazılımında hem de
DNA’da bir ‘mesaj’ kodlanmış olması gerçeğine rağmen, kendini ma­
teryalist felsefeye adamış bilim adamları DNA’nın bilgi taşıma özellik­
lerinin akılsız, şuursuz ve ba şıb o ş süreçler sayesin de maddeden kendili­
ğinden oluştukları konusunda ısrarcıdırlar. Bu ısrarlarının arkasındaki
itici güç açıktır. Çünkü, materyalizmin kabul ettiği gibi var olan yegane
unsurlar madde ve enerji ise, mantıken madde ve enerjinin, DNA dahil
yaşam için gerekli olan tüm kompleks moleküllerin oluşmalarına im­
kan tanıyacak şekilde kendilerini organize edebilecek bir potansiyele
de en başından sahip olmaları gerekir. O bilim adamlarının materyalist
hipotezleri temel alındığında başka hiçbir olasılık makul veya kabule
şayan olmamaktadır. Madde ve enerjinin gerçekten böylesi ‘ortaya çı­
karıcı’ bir kapasiteye sahip olduğunu gösteren bir delilin olup olmadığı
ise tamamen farklı bir konudur ki ileride detaylı bir surette tartışacağız.
Şimdi, epistemolojik indirgemecilikle çok yalandan ilişkili olan
üçüncü tip indirgemeciliği, yani ontolojik indirgemeciliği ete alalım.
Bunun klasik bir örneğini Richard Dawkins verir; ona göre: “Evren ha­
reket eden atomların bütününden başka bir şey değildir, insanoğlu ise
DNA üreten basit bir makine, DNA’nın üremesi de kendi kendine devam
eden bir süreçtir. Bu, her canlı varlığın yegâne yaşam sebebidir.”94
‘Başka bir şey değil’, ‘yegâne’, ‘basit’ kelimeleri ontolojik indirge­
meci düşünce sistemini ete veren anahtar kelimelerdir. Bu kelimeleri
çıkartırsak, genellikte itiraz edemeyeceğimiz şeylerle karşı karşıya ka­
lırız. Evren kesinlikte atomların bütünüdür ve insanoğlu elbette DNA
76 ARAMIZDA KALSIN TANRI V ar

üretir. Her iki ifade de bilimin ifadesidir. Ama başlarına ‘başka bir şey
değil’ sözcüklerini ekleyince bu cümleler bilimin dışına çıkıp materya­
list veya natüralist inancın bir ifadesi haline gelirler. Burada sorulması I
gereken soru ise şudur: Niyeti ele veren bu kelimeler eklenince cüm­
leler hala doğru olmaya devam ediyor mu? Gerçekten evren ve hayat
sadece bundan mı ibaret? Biz de, Francis Crick gibi: “Sevinçleriniz ve
dertleriniz, anılarınız, hırslarınız, kişiliğiniz ve iradeniz gerçekte geniş
bir sinir hücresi ağının ve onlarla bağlantılı moleküllerin davranışın­
dan başka bir şey değildir” mi demeliyiz?95
O zaman, aşk ve korku için ne düşüneceğiz? Onlar da anlamsız birer
nöral (sinirsel) davranış biçimi mi? Veya güzellik, doğruluk, dürüstlük,
sadakat kavramlarına ne mana vereceğiz? Rembrandt’m bir resmi, tu­
val üzerine serpilmiş boya moleküllerinden başka bir şey değil mi yani?
Francis Crick böyle düşünüyor gibi. Bu durumda insan şunu sormadan
edemiyor: Bunun farkına nasıl varacağız? Eğer g erçek kavramının ken­
disi de, “geniş bir sinir hücresi ağının davranışından (behavior) baş­
ka bir şey” değilse, mantıksal olarak, beynimizin sinir hücrelerinden
oluştuğu gerçeğini nasıl bileceğiz? Fraser VVatts’un dikkat çektiği gibi96
Crick de bundan daha fazlası olması gerektiğini fark etmiş görünüyor.
Çünkü o ‘şaşırtıcı’ hipotezini neredeyse masum bir cümle haline getire­
rek radikal bir şekilde değiştiriyor: ‘İnsan, büyük ölçüde geniş bir nöron
popülâsyonunun davranışıdır’97 (italik hale biz getirdik). Fakat böylesi
düzeltilmiş bir hipotez artık şaşırtıcı gelmiyor. Ciddi anlamda düşünür­
sek, Crick’in şaşırtıcı hipotezi şayet doğru olsaydı bile bizi nasıl şaşırta­
caktı? Onu bilip anlamaya nasıl başlayabilirdik? Ve bu durumda, ‘şaşır­
mak’ ne anlama gelecekti? Bu, özünde tutarsız bir savdır.
Bu argümanlar “Darwin’in Şüphesi” olarak bilinen düşüncenin
uzantılarıdır. Darvvin’in ifadesiyle: “O korkunç şüpheyi her zaman ya­
şanın: Daha düşük seviyedeki hayvan zihinlerinden gelişen insan zih­
ninin hükümlerinin herhangi bir değeri var mıdır veya güvenilir midir
diye?”98
İNDİRGEME, İNDİRGEME, ÎNDİRGEME... 7 7

Tıpl<ı bilimciliğe yöneltildiği gibi, ontolojilc indirgemeciliğe de yö­


neltilen en yıkıcı eleştiri onun kendi kendini çüriitmesidir. John Pol-
kinghorne ontolojilc indirgemeciliğin izlediği yolu “nihayetinde inti­
hara giden” sıfatıyla tarif ederek şöyle devam eder: “Eğer Crick’in tezi
doğruysa bile, bunu asla bilemeyiz. Çünkü bu tez, estetiği, güzellik
tecrübemizi, ahlaki değerlerimizi çöpe atmakla ve dini fikirlerimize
beyindeki elektriksel çer çöp demekle kalmaz, aynı zamanda mantığı
da imha eder. Düşüncenin yerini elektro-kimyasal sinirsel olaylar alır.
Sonuçta iki olgunun, mantıklı bir söylem içinde karşılaştırılabilmesi
mümkün olmaz. Ne doğrudurlar ne de yanlış. Yalnızca meydana gelir­
ler... Yani indirgemecinin iddialarının kendisi de bu iddiaların sahibi­
nin beynindeki nöral ağda oluşan bip sesinden başka bir şey değildir.
Mantıklı söylem dünyası, ateşlenen sinapsların manasız laf kalabalığı
içinde eriyip gitmiş olur. Samimi olmak gerekirse, bu doğru olamaz ve
zaten kimse de böyle olduğuna inanmaz.”99
Kesinlikle öyle. Ne kadar karmaşık gözükürse gözüksünler, mantık­
sızlıktan mantık çıkarma teşebbüslerinin hepsinde bariz bir iç çelişki
vardır. Bu çabalar yalın hale getirildiklerinde, hepsinin olağandışı ol­
dukları; tıpkı bir kişinin kendi kendini yukarı kaldırması veya devrida­
im makinesi yapmaya çalışması gibi boş çabalar oldukları görülür...100
Zaten her şey bir yana, ‘zihnimize güvenmemiz için hiçbir sebep yok’
sonucuna götüren ontolojik indirgemeciliği savunanlar, sonuçta kendi
zihinlerini (yani güvenilmez dedikleri bir şeyi) kullanmaları sonucu bu
tezlerini kabul ediyor değiller midir?
T asarlanan E vren

Evrenin mahiyeti ve kökeni üzerinde derin düşünen ve hu husus­


ta yazı yazanların nerdeyse tamamı için evren, kendisinden öte,
fiziksel olmayan, yüce bir kudret ve akıl sahibi olan bir kaynağa
işaret ediyor gibi gözükmektedir. Bilhassa Plato, Aristo, Descar­
tes, Leibniz, Spinoza, Kant, Hegel, Locke ve Berkeley gibi klasik
felsefecilerin neredeyse tamamı, evrenin başlangıcının aşlan
bir gerçeğe dayandığını görmüşlerdir. Her biri bu gerçeğe farklı
açılardan yaklaşıp farklı fikirlere sahip olsalar da, evrenin kendi
kendini açıklayamayacağı ve kendinden öte bir açıklamaya ihti­
yaç duyduğu hususunda ortak kanıda oldukları aşikârdır.
Keith Ward

Astronomi bizi benzersiz bir olaya, hiçten yaratılan bir evrene yön­
lendiriyor. Bu öyle bir evren Mhem hayatın oluşabilmesi için tam ta­
mına uygun şartlan sağlayacak çok hassas bir dengeye sahip hem
de temelinde (‘tabiatüstü’ denilebilecek türden) bir plan yatıyor.
Nobel ödüllü fizikçi, Arno Penzias

Tasarımın delili ne?

on yıllarda bilim bizi sadece şaşırtıcı değil aynı zamanda gi­


zem dolu bir yolculuğa davet ediyor. İnanılmayacak kadar
büyük ölçeklerde kozmoloji ve yine inanılmayacak dere­
cede küçük ölçeklerde temel parçacık fiziği, yaşadığımız evrenin göz
alıcı güzellikteki yapısını giderek daha fazla gözler önüne seriyor. Her
80 A ramizda K alsin T anri V ar

ne kadar, nükleer fizik ya da astronominin bize gösterdiği inanılmaz


küçüklükte ve inanılmaz büyüklükteki ölçekler arasında ortalama bir
konumda olduğumuz söylense de lineer ölçek boyutunda bizler, (koca)
evrende bir toz zerresi hükmünde olan dev bir galaksinin içinde yine
küçücük bir toz zerresi misali belirsiz bir şeyiz. Gerçekten insan nedir?
Ya evren değimiz şey ne? Evren gerçekten bizim evimiz mi; yoksa bizler
tabiat kanunlarına mündemiç potansiyeli anlamsızca tüketen ve mad­
de ile enerjiden gelişigüzel oluşuvermiş kıytırık varlıklar mıyız?
Hiçbirimiz bu sorular karşısında serinkanlılığımızı koruyanlayız.
Evren, serinkanlılığımızı koruyamayacağımız kadar büyüleyici. Bu so­
rulara ilgisiz de kalamayız hatta bu tarz sorulardan kaçamayız da (ne
de olsa hepimiz buradayız ve burada yaşıyoruz). Ye de aklımız, evrenle
aramızdaki ilişkinin mahiyeti hakkında sorular sormakta ısrarcıdır.
Her zaman olduğu gibi bu tarz sorulara karşılık aldığımız cevaplar
çok farklı. Bazı bilim adamları evrende birer yabancı olduğumuzu dü-
şünmekteler. Onlara göre, tıpkı ‘evrenin yüzünde bulunan bir egzama’
misali, bizler evrendeki fiziksel olayları yöneten zorunluluk ve tesadüf
girdabından fırlatılmış gibiyiz. Biyolog George Gaylord Simpson’un de­
yimiyle bizler “bizi hiç hesaba katmayan akılsız ve gayesiz tabii işlem­
lerin bir ürünüyüz.”101
Fakat evrende kendini yabancı gibi hissetmeyenler de var. Fizikçi
Freeman Dyson mesela... 0 bu hususta şöyle yazıyor: “Evrene bakıp
birçok fiziksel ve astronomik olayın bizim faydamıza olacak şekilde bir­
likte çalıştıklarını anladıkça, evren sanki bizim gelişimizi hep bekliyor­
du gibi görünüyor.”102 Başka bir fizikçi Paul Davies de, sadece değersiz
canlı zerreciklerden oluştuğumuza pek ikna olmamış gibidir: “Bizim
bu evrendeki varlığımızın kör talihin bir cilvesi, tarihi bir tesadüf ya
da dev kozmik dramada kazara meydana gelen bir şey olduğuna asla
inanmam. Bizim evrene gelişimizin çok derin bir anlamı olmalı... bu­
raya gelmemiz gerçekten planlanmış.”103 diye yazıyor. Davies açıkça,
evrenin ardında, evren yaratılırken insanın yaratılışını da öngören bir
T asarlanan E vren 8 1

Aklın olduğunu ileri sürmekte. Neden Dyson ve Davies bu tarzda düşü­


nüyorlar?
Gerçekten de evrenin kendisi, biz insanların önemli ve anl amlı ol­
duğunu düşündürecek ipuçları veriyor mu? Evet. Böyle düşünmek için
dayanaklarımız mevcut.

Evrenin akılla anlaşılabilirliği

Her ne kadar bilimsel metodun özü hakkında çok tartışsak da, bi­
limsel metodun oturduğu temele ilişkin soru işareti yoktur. Bu temel,
evrenin akılla anlaşılabilirliğidir. Bu, Albert Einstein’ı hayretler içeri­
11 sinde bırakıp ona şu meşhur yorumu yaptıran şeydir: “Evrenin en anla­
Ş
şılmaz yönü onun anlaşılabilir olmasıdır.”104
Evrenin anlaşılabilirliği kavramının bizzat kendisi, bu anlaşılabilir­
liği fark etme kapasitesine sahip bir aklın varlığını gerektirir. Gerçekten
de, insanın zihinsel süreçlerinin dünya hakkında birtakım bilgiler verme
kapasitesine sahip olduğu ve bu bilgilerin belirli bir dereceye kadar gü­
venilir olduğuna olan inanç, sadece fen bilimlerinin değil her türlü araş­
tırma alanının temel dayanağını oluşturmaktadır. Bu inanış, her türlü
düşüncenin merkezine öylesine yerleşmiştir İd, ilk etapta onun varlığını
varsaymadan geçerliliğini dahi sorgulayanlayız; çünkü bu sorgulama işi
için dahi aklımıza güvenmek zorundayızdır. Bu, bütün entelektüel araş­
tırmaların üzerine inşa edildiği en sarsılmaz ilkedir. Şimdi, teizmin akla
güven ilkesine tutarlı ve mantıklı bir gerekçe sağlayabilirken, natüraliz-
min böyle bir gerekçe sunmakta yetersiz kaldığını göreceğiz.
Akılla anlaşılabilirlik, her çağın düşünürlerinin, evrenin bir Akıl ürü­
nü olması gerektiği hükmüne varmalarını sağlayan en temel fikirlerden
biri olagelmiştir. Filozof Keith Ward bunu şöyle özetler: “Evrenin mahi­
yeti ve kökeni üzerinde derin düşünen ve bu hususta yazı yazanların
nerdeyse tamamı için evren, kendisinden öte, fiziksel olmayan, yüce bir
1
kudret ve akıl sahibi olan bir kaynağa işaret ediyor gibi gözükmektedir.
î i
Bilhassa Plato, Aristo, Descartes, Leibniz, Spinoza, Kant, Hegel, Locke ve
82 A ramizda K alsin T anri V ar

Berkeley gibi klasik felsefecilerin neredeyse tamamı, evrenin başlangıcı­


nın aşkın bir gerçeğe dayandığını görmüşlerdir. Her biri bu gerçeğe farklı
açılardan yaklaşıp farklı fikirlere sahip olsalar da, evrenin kendi kendini
açıklayamayacağı ve kendinden öte bir açıklamaya ihtiyaç duyduğu hu­
susunda ortak kanıda oldukları aşikârdır.”105 Dolayısıyla, evrenin kökeni
ve mahiyetinden yola çıkarak onun kaynağının fizik ötesi bir akıl oldu­
ğunu çıkarsama geleneğinin kökleri çok eskilere dayanır.

Bilimde inancın rolü ve mahiyeti

Albert Einstein için evrenin anlaşılabilirliği gerçekten de hayret ve­


ricidir: “Evrenin anlaşılabilirliğini (böyle bir anlaşılabilirlikten bahset­
meye yetimizin elverdiği ölçüde) sonsuz bir sır ve mucize olarak nitele­
mem size garip geliyor. Evet, a p rio ri olarak, kaotik bir dünya beklemek
gerekirdi. Bu dünyanın akılla hiçbir şekilde anlaşılamaz olması gere­
kirdi... Newton’un kütle çekim teorisindeki gibi bir düzen ise bunun
tam tersi bir durumdur. İnsan bu teorinin aksiyomlarını öne sürse bile,
böyle bir tasarının başarısı, insandan bağımsız dış dünyanın son dere­
ce düzenli olduğu önkoşuluna bağlıdır. Hâlbuki bu a priori olarak, bek­
lenemez. İşte bu, bilgimiz arttıkça sürekli güçlenen bir ‘mucize’ dir.”106
Newton teorisi örneğinin gösterdiği gibi, şaşırtıcı olan sadece evre­
nin akılla anlaşılabilir olduğu gerçeği değil, aynı zamanda bu anlaşıla­
bilirliğin matematiksel yapısıdır. Biz matematiğe öyle alışmışız ki onun
işe yararlılığının aşikâr olduğunu düşünmeden kabul ederiz. Peki,
matematik neden işe yarar? Paul Davies, ‘temel kanun olarak tanım­
ladığımız şeyler matematiksel oldukları için tabiatın temel yasaları da
matematikseldir’ tarzındaki üstünkörü cevaplardan hiç tatmin olma­
yanlardandır. Bu tatminsizliğin en temel sebeplerinden biri, başarıy­
la uygulanabilen matematiksel kanunların çoğunun “gerçek dünyaya
uygulanmadan çok önce kuramsal matematikçiler tarafından soyut eg­
zersizler olarak geliştirilmiş olmalarıdır.” Bu kanunların ilk başta ge­
liştirilmeleri sonraki uygulamalarından tamamen bağımsızdır.107 İnsan
T asarlanan E vren 8 3

aklının saf keşfi olarak görünen pek çok soyut matematiksel kavramın,
sonradan tatbik edildiği sayısız alanla birlikte bilimin farklı dalları için
hayati öneme sahip olduğunun ortaya çıkması ise çok çarpıcıdır.108
Davies bununla alakalı Nobel Fizik Ödüllü Eugene Wigner’in yazmış
olduğu meşhur bir makaleden bahseder, Wigner makalesinde şöyle de­
mektedir: “Matematiğin, doğa bilimlerindeki inanılmaz işe yararlılığı
neredeyse esrarengiz denecek bir şeydir, bunun rasyonel bir açıklaması
yoktur... Bu bir inanç meselesidir...”109 Matematik ve fizik arasındaki
ilişki o kadar derindir ki, buna kör bir tesadüf deyip geçmek çok zordur.
Bu ilişkinin sorgulanamaz olduğunu düşünen Matematik Profesörü Sir
Roger Penrose, onun hakkında şöyle diyor: “Bu MUHTEŞEM teorilerin,
sadece iyi olan fikirlerin varlığını sürdürebilmesine izin veren rastgele
doğal seleksiyon yoluyla ortaya çıktıklarına inanmak benim için zor.
İyi fikirler, rasgele bir şekilde ortaya çıkanlardan geriye kalmış olama­
yacak kadar iyiler. Matematik ve fizik arasındaki bu uyumun alünda
daha derin bir neden olmalı.”110 Bilim kesinlikle, tek başma bu feno­
meni açıklayamaz. Peki neden? John Polkinghorne’a göre: “Bilim fiziki
dünyanın matematiksel anlaşılabilirliğini izah edemez çünkü bunun
böyle oluşu zaten, bilimin kurucu inancının bir parçasıdır.”111
Burada, Wigner ve Polkinghorne gibi önemli iki bilim adamının, dik­
katlerimizi, inancın, bilim içinde oynadığı temel role çekmelerine vurgu
yapmadan geçmemiz doğru olmaz. Evet, inanç... Bu size belki şaşırtıcı
gelebilir; hatta Richard Dawkins ve onun gibiler tarafından son süratle
yayılan, kitabın başında da değinmiş olduğumuz, inancın aslında bir
‘kör inanç’ olup bilimin içinde hiç yeri olmadığı ve onun sadece dini ala­
na ait olduğu gibi bir yanıltmacaya maruz kalan birçokları için şok tesiri
bile yapabilir. Oysa Dawkins yanılmaktadır: Bilimsel çalışmalar, inanç­
tan ayrılamaz. Gödel’in İkinci Teoremi bu hususta da bir delildir: Mate­
matiğin tutarlılığına inanmadan matematik dahi yapamazsınız.
Bundan fazlası da var. Newton’un kütle çekimi kanunundaki ters
kareyi düşünün. Gerek gezegenlerin Güneş etrafında nasıl döndüğünü
84 A ramizda ICalsin T anri V ar

açıklamak, gerek tutulmalar ve benzeri bütün astronomik olayları tah­


min etmek için kullandığımız (daha doğrusu uzmanların kullandıkla­
rı) bu kanuna o kadar alışmışız ki, onun ardında bile saklı bir inanç
boyutunun olduğunu fark etmeyiz. Bugün olanların yarın da olacağı­
na dair inancımızdır söz konusu olan. Bu, Bertrand Russell’m klasik
‘tümevarıma hindi’ hikâyesinde açıkladığı felsefenin meşhur tümeva­
rım problemidir. Hikâyenin kahramanı bir hindidir. Hindi, Noel öncesi
düzenli olarak beslendiği için her gün besleneceğine dair akıl yürütür.
Fakat hindiyi Noel günü büyük bir felaket beklemektedir çünkü tüme­
varımın tehlikeleriyle Noel günü bir anda karşılaşacaktır! Paul Davies
bu hikâyeyi şöyle yorumluyor: “Yaşamınızda Güneş’in her gün doğuyor
olması, yarın da doğacağının garantisi olamaz. Güneş’in yarın doğaca­
ğından (yani doğada gerçekten güvenilir bir düzen olduğundan) emin
olmak tamamen bir inanç meselesidir. Fakat bu inanç, bilimin gelişi­
mi için zorunlu olan bir inançtır.”112 Evrenin akılla anlaşılabilirliğinin
bu yönü, tabiatın tekbiçimliliği prensibine dayandınlır. Bu da bilimsel
inancın vazgeçilmez bir şartıdır.
Yeni Ateistler’in zihinlerine derinlemesine kazınmış olan ve bu
yüzden yazılarında sıklıkla kullandıkları bu iki kanaatin, yani “Bütün
dinsel inançlar kör inançlardır ve bilim içinde inanç barınamaz” tarzın­
daki kanaatin yanlış olduğunu üzerine basa basa vurgulamak zorunda­
yız. Bu hususta John Haught şöyle der: “Her doğru iddia veya hipotezin
geçerlilik kazanma aşamasının bir noktasında bir inanç sıçramasının
olması kaçınılmazdır. Bilimsel araştırmalar da dâhil insanoğlunun an­
lama ve gerçeği bulma adına yapmış olduğu bütün araştırmalarının te­
melinde sarsılmaz bir güven öğesi vardır. Eğer siz, benim bu iddiamdan
şüphe duyuyorsanız, bunun nedeni, şu anda benim iddiamdan tered­
düt ettiğinizi söyleyecek kadar kendi aklınıza güven duyuyor olmanız­
dır. Şüphede dahi olsanız, kendi entelektüel kapasitenize güvenmekten
asla vazgeçemezsiniz. Hatta eleştirel soruları gündeme taşıyor oluşu­
nuzun nedeni gerçeğin araştırmaya değer olduğuna dair inancınızdır.
T asarlanan E vren 8 5

Boş kuruntular veya çılgın hayaller anlam ındaki inanç değil, bu diğer
anlamındaki inanç, tüm hak dinlerin ve bilimin kökenini oluşturur.”113
Haught bu meseleyi gayet veciz bir biçimde toparlıyor: “Bu açıkça gös­
teriyor İd yeni ateist dalganın inancı insan vicdanından söküp atma ça­
baları hem saçmadır hem de başarısız olmaya mahkûmdur.”114
Evrenin neden akılla anlaşılabilir olduğu sorusuna vereceğimiz ce­
vap, aslında bizim bilim adamı olup olmamızla değil de, teist ya da na­
turalist olup olmadığımızla alakalıdır. Elbette teistler, Wigner’in anlaşı­
labilirliğin rasyonel bir izahı yok derken yanıldığım iddia edeceklerdir.
Onun aksine, evrenin anlaşılabilirliğinin, Tanrı’nın nihai rasyonelliğine
dayandığını söyleyeceklerdir: Hem gerçek dünyanın hem de matemati­
ğin kaynağı; evreni ve insan aldım yaratan Tann’mn Hikmet’ine dayan­
maktadır. Bu yüzden, Tanrısal Hikmetin bir yansıması olan insan ak­
imdan çıkmış matematiksel teorilerin, aynı yaratıcı Hikmet tarafından
tasarlanmış olan evrende hazır uygulama alanı bulması şaşırtıcı değildir.
Keith Ward bu görüşü gönülden destekleyerek şöyle yazar: “Fiziksel
partiküllerin kesin matematiksel kurallara süreli bir uyum göstermesi,
bu karşılıklı ilişkiyi ancak zorunlu yolla sağlayan kozmik bir matema­
tikçi var ise mümkün olabilir. Fizik kanunlarının varlığı... bu tarz ka­
nunları formüle eden ve fizik alemini o kanunlara boyun eğdiren bir
Tanrı’nın olduğuna kuvvetle işaret eder.”115
Dolaysıyla teizm, evrenin akılla anlaşılabilirliğini destekleyip an­
lamlı kılarken, daha önce de değindiğimiz gibi, indirgemeci tez onu
baltalayıp anlamsızlaştırarak çürütüyor. Bilimin Tanrı’yı ortadan kal­
dırdığı savının aksine, bilime asli entelektüel gerekçelerini sağlayan
unsurun yaratıcı bir Tanrı olduğu savı çok daha ikna edici gözüküyor.
Newton’un Cambridge’deki kürsüsünün başına geçen ve özellikle teiz-
me karşı hiç sempatisi olmadığı bilinen Stephen Hawking bile bir te­
levizyon programında: “Tanrı kavramını anmadan evrenin başlangıcı
hakkında konuşmak çok zor. Benim evrenin kökeni hakkındaki çalış­
malarım bilimle din arasındaki sınırda bulunuyor ve ben bu sınırın
86 A ramizda K alsin T anri V ar

bilim tarafında durmaya çalışıyorum. Kuvvetle muhtemeldir ki, Tanrı


bilimsel kanunların tarif ettiği tarzda hareket etmemektedir.”116 diye bir
itirafta bulunmuştur.
İşte bu sebepten, evren hakkında bilimsel ve dini düşünce tarzlan
arasında belli bir uyumun olduğunu görmek mümkündür. Ateizm ve
teizm üzerine J. J. C. Smart’la yaptığı tartışmasında J. J. Haldane bilim­
sel ve dinsel yaklaşımın benzer olduğunu ileri sürerek bu noktayı şöyle
açıklamıştı: “Dolayısıyla, bilim, ‘akide gibi’ ön kabullere dayanması
açısından inanca benzer. Bu ön kabuller, evrenin düzeni ve anlaşılabi­
lirliğiyle ilgili olduğu kadar evreni düzenli bir yaratılışın neticesi olarak
kabul eden teist evren anlayışının özüyle de uyum içerisindedir. Üstelik
öyle görünüyor ki, teistler algılanan düzen nasıl mümkün olabilir soru­
sunun üzerine gidip, evrenin varlığına ve tabiatına dair izahlarla bir­
likte en temel tanımları arayarak bilimsel dürtüyü teşvik ediyorlar.”117

Evrenin varlığı

Bilim insanının inancındaki bir diğer temel rükün, evrenin var ol­
duğu ve araştırılmaya hazır olduğu kanaatidir (bu öyle apaçık bir ger­
çektir ki, bunun böyle olduğunu tereddütsüz kabul edebiliriz). Ama ne
yazık l<i felsefenin de en temel problemi şudur: Neden bir evren var?
Neden yokluk değil, bir varlık mevcut?
Elbette bu soruyu hiç sormamamız gerektiğini düşünen bazı bilim
adamları ve felsefeciler de bulunuyor. Onlara göre evrenin varlığı için
bir sebep aramaya gerek yoktur çünkü böyle bir sebep zaten yoktur.
Herhangi bir akıl yürütme zincirinin bir yerden başlaması gerektiği
için bizim de evrenin varlığından başlayabileceğimizi düşünürler. E.
Tryson, Bertrand Russell’ın sözlerini hatırlatarak şöyle der: “Evrenimiz,
zaman zaman gerçekleşen şeylerden sadece bir tanesidir.”118 Fakat ev­
renin öylesine var olduğunu söylemek gibi bir cevap, tıpkı neden el­
malar yere düşer sorusuna, ‘öyle de ondan’, tarzında bir cevap vermek
kadar bilimseldir ancak. Yani Keith Ward’m da ifade ettiği gibi bu “her
T asarlanan E vr S n 8 İ

şeyin bir sebebi olduğunu, ama hepsinden önemli olanın (yani kâinatın
ve tüm varlığın) bir sebebinin olmadığını düşünmek”119 olacaktır İd en
hafif tabiriyle tuhaftır. İnsanın anlamaya karşı olan doyumsuz arzusu
hu soruyu es geçemez.
Bazıları da, evrenin kendi kendini izah ettiğini savunurlar. Mesela
Peter Atkins şuna inanmaktadır: “Zaman-mekân kendi kendine toplan­
ma sürecinde kendi zerreciklerini oluşturur.”120 Atkins, kendi ayakkabı
bağına tutunarak ayağa kalkan bir kişinin yaratacağı çelişkili duruma
referansla bu süreci, “Kozmik Bootstrap (kozmik kendi kendini yük­
seltmek)” diye adlandırır. Buna karşın Keith Ward, “bir sebebin kendisi
henüz ortada yokken bir etki meydana getirmesinin mantıksal olarak
imkânsızlığını” vurgular ve Atkins’in kâinat görüşünde ona verdiği
isimdeki gibi bariz bir çelişkinin olduğunu söyleyerek çok yerinde bir
tespit yapar. Ward neticede özetle: “Tanrı hipotezi ile kozmik bootstrap
(öz-yükseltme) hipotezi arasında bir sürtüşme söz konusu değil. Kendi
ayakkabı bağlarına tutunarak kalkmaya çalışan kişiler ya da bu şekil­
de var olmaya çalışan evrenler ebediyen başarısız olmaya mahkûmdur
diye düşünmekte haklıyız”121 diyor. Ne evrenler ne de Matilda Teyze’nin
keki kendiliğinden oluşan ya da kendini açıklayan şeyler değildir.
Atkins’in “kendiliğinden oluşum” izahı, sadece onun materyalist görü­
şünün bir sonucudur, biliminin değil.
Diğer taraftan Stephen Hawking, bizim Matilda Teyze örneği ile vur­
guladığımız, bilimin neden evrenin var olduğunu yanıtlayamadığı husu­
sunu destekliyor gibi. Hawking şöyle diyor: “Bilim, geleneksel yaklaşımı
olan matematiksel model kurarak, neden tanımlamak için bir evrenin var
olduğu sorusunu cevaplayamaz. Neden evren var olma zahmetine girmiş­
tir? Birleşik teori evrenin kendi kendisini var edebüeceği(ni düşündürte­
cek) kadar ikna edici mi? Ya da evren bir Yaratıcı’ya ihtiyaç duyar mı, eğer
duyarsa O’nun evren üzerinde başka tesiri de var mıdır?”122
Burada Hawldng’in ilk iddiası evrenin kendi kendini oluşturabi­
lir olması değil, onun bir teoriyle var olmasıdır. Bir röportajında Paul
88 A ramizda K alsin T anri V ar

Davies de benzer şeyler söyler: “Hayatın ya da evrenin kökenini illa İd


tabiatüstü bir şeylerle açıklamaya gerek yok. Ben bu tarz ilahi onarıcı
fikirden hiçbir zaman hoşlanmadım. Bütün her şeyi varlığa getirecek
derecede zeki bir matematiksel kanunlar kümesine inanmak bana da­
ha ilham verici geliyor.”123
Davies gibi bir bilim adamının, varlığın nasıl başladığı sorusuna ce­
vabını, hoşlandığımız ya da hoşlanmadığımız şeyler üzerine bina ediyor
olması garip doğrusu. Bu, birinin: “Bahçemin derinliklerinde perilerin
yaşadığını düşünmekten hoşlanıyorum” demesinden daha mantıklı
değildir. Dahası o, burada görülen aklı (bir şahsiyete değil de) materna
tiksel kanunlar kümesine atfediyor ve ilham vericiliklerine dayanarak
onların akıllı olduklarına inanıyor! Bu hüsnükuruntu değildir de nedir?
Bu güvenilmez ‘hoşlanma-hoşlanmama’ argümanım bir kenara bı­
raktıktan sonra, evreni var eden teori ya da kanunlar ile ne kastedilmiş
olabileceğini sorabiliriz. Elbette tabiat olaylarını tarif eden matematik­
sel kanunlardan kurulu teoriler formüle edebileceğimizi düşünürüz ve
bunu çoğu zaman da şaşırtıcı bir kesinlikle, yapabiliriz. Fakat bulmuş
olduğumuz bu kanunlar hiçbir şeye sebep olamazlar. Newton kanun­
ları bir bilardo topunun hareketini tarif edebilir, fakat o topu hareket j
ettiren şey kanunlar değil, ona ıstakayı vuran bilardo oyuncusudur.
Kanunlar bize (harici bir müdahale olmadığı durumda) topun sonraki
hareketinin doğrultusunu belirtir, fakat onların, topu var etmek şöyle
dursun topu hareket ettirmeye bile güçleri yoktur.
William Paley’in124 bir zamanlar söylediği şeyi burada tekrarlamak- t
ta beis yok. Paley çalılıkta bir saat bulup onu yerden alan bir adamdan
bahsetmişti. O adama “saatin m etalik tabiat kanunlarının sonucundan
başka bir şey olmadığı söylenseydi onun şaşırmaması mümkün değildi.
Çünkü herhangi bir kanunu bir şeyin etkili ve amil varlık sebebi olarak !
göstermek dilin çarpıtılarak kullanılmasıdır. Kanun, bir failin varlığını
gerektirir; çünkü kanun sadece o failin takip ettiği bir yoldur: Kanun bir
gücün varlığına işaret eder; çünkü kanun ona göre işleyen bir düzendir.
T asarlanan E vren 8 9

Bu fail olmadan, bu güç olmadan, kanun hiçbir şey yapamaz, hiçbir


şeydir. Fail de güç de kanundan farklı şeylerdir.”125
Çoğumuzun basit aritmetik kanunları tecrübe ettiği bu dünyada, me­
sela “1+1=2” kanunu kendi başına hiçbir şeyi varlığa getirmemiştir. Mese­
la benim banka hesabıma herhangi bir para yatırmamıştır. Bankaya önce
1.000 dolar yatırırsam ve daha sonra buna 1.000 dolar daha koysam, arit­
metik kanunları banka hesabınım nasü 2.000 dolar olduğunu rasyonel
olarak açıklayacaklardır. Fakat eğer ben bankaya hiçbir şey yatırmayıp,
banka hesabımda para oluşturma işini aritmetiğin kanunlarına biralar­
sam, daima parasız kalırım. Katı natüralist dünya görüşünde akıllı mate­
matiksel kanunların kâinatı ve hayatı kendi kendine var ettikleri iddiası
ancak hayal mahsulü olabilir; üstelik de en kötüsünden. Hatta öyle İd
buna bilim-kurgu demek bilimin adını lekelemek olacaktır. Üstüne basa
basa tekrarlamakta beis yok, teoriler ya da kanunlar hiçbir şeyi var ede­
mezler. Bunların yine de bir nevi yaratma kapasitesine sahip oldukları
şeklindeki görüş, inanmak istemeyenler için, Havvking’in yukarıda geçen
son sorusundaki alternatif olasüıktan koruyan umutsuz bir sığınağa ben­
zer (İd sığınaktan başka ne olabileceğini anlamak zordur). Hawking’in
yukarıda geçen son sorusu şuydu: “Yoksa bir Yaratıcı’ya mı ihtiyaç var?”
Modern astronominin babalarından biri olarak görülen, kuasarla-
rın kâşifi, Nobel’in astronomideki muadili Crafood Ödülü sahibi Allan
Sandage’in, yukarıdaki sorunun cevabımn evet olduğundan hiç şüphe­
si yoktur: “Böylesi bir düzenin kaostan çıkmış olmasına ihtimal vermi­
yorum. Düzenleyici bir ilke olmak zorunda... Tanrı bana gizemli gelse
de varlık mucizesinin -yani neden yokluk değil varlık var sorusunun-
mümkün olan tek açıklamasıdır.”126

Kainatın başlangıcı

Evrenin neden var olduğu sorusu, evrenin başlangıcı olup olmadığı


sorusundan mantıksal olarak farklı bir sorudur. Evrenin bir başlangı­
cı olup olmadığı sorusu, düşünce tarihinde her zaman önemli bir yere
90 A ramizda K alsin T anri V ar

sahip olmuştur. Bu soru, nihai hakikatin ne olduğuyla da alakalıdır.


Çünkü eğer evrenin başlangıcı olmasaydı evren, ezeli ve ebedi olmuş
olurdu; bu durumda onun sadece varlığın “kaba gerçeği” olduğu söy­
lenebilirdi. Buna karşın, eğer evrenin başlangıcı varsa, evren ezeli ve
ebedi olamaz, dolayısıyla nihai gerçeklik de olamaz.
Tarih boyunca bu hususta birçok görüş ileri sürülmüştür. Plato ev­
reni önceden var olan ezeli bir maddeye bağladı.127 Aristo Dünya’nın
sonsuz evrenin merkezinde olduğuna inanıyordu. Evrenin sonsuzluğu
temasının farklı bir versiyonu olan Hindu kozmolojisi gibi diğer antik
kozmolojilerde, evrenin hep, tıpkı tabiatın ritmi gibi ama bazen trilyon­
larca yılla ölçülebilen muazzam süreçlerle tekrarlanan sonsuz devirler­
den geçtiği düşünülürdü.
Buna karşın, Eski Yunan’dan çok önce İbraniler, evrenin bir baş­
langıcı olduğuna ve zamanın doğrusal olduğuna inanıyorlardı. Onlara
göre evren yaratılmıştı ve o Yaratıcı da Tann’ydı. Kutsal Kitab’a daya­
nan bu görüş Augustine, İrenaeus, Aquinas gibi önde gelen düşünürler
tarafından da savunuldu. Sonrasında bu düşünce asırlarca entelektüel
camiaya hâkim oldu.
Aquinas’in 13. yy’da Kutsal Kitap ile Aristo’nun felsefesini uzlaştırma
çabası burada dikkate değerdir. Onun görüşüne göre yaratma kavramı,
süreçten çok varlıkla ilgilidir. Augustine’ı takip ederek o, Tanrı’nın za­
manın içinde değil “zamanla birlikte” yarattığını savundu. Bu yüzden,
ona göre yaratılış kısaca evrenin varlığının Tann’ya dayanıyor olmasıy­
dı. Aquinas felsefi açıdan evrenin sonsuz olup olmadığını söylemenin
imkânsız olduğunu düşünüyordu. Ama buna rağmen kendisi ilahi vah­
yin evrenin mutlaka bir başlangıcı olduğunu gösterdiğini kabul etmişti.
Kopernik, Galileo ve Newton’u takip eden modern bilimsel dönemin
büyük bir kısmında evrenin hem zaman hem boyut olarak sonsuz oldu­
ğu fikri tekrar kabul gördü. Daha sonraları 19. yüzyılın ortalarından iti­
baren bu düşünce, artan oranda bir yıpranmaya maruz kalarak egemen
rolünü kaybetmeye yüz tutacaktı. Sonuçta varlığın bir başlangıcı olduğu
T asarlanan E vren 9 1

fikri Çağdaş bilim adamlann çoğunluğunca yeniden benimsendi.'üzak


galaksilerden gelen ışınların kızıla doğru kayması, kozmik mikro dalga
arka fonu ve termodinamik bulguları bilim adamlarının evrenin “Big
Bang” (büyük patlama) diye anılan modelini geliştirmelerini sağladı.

Başlangıç fikrine duyulan antipati

Big Bang modelinin bütün bilim adamlarınca kabul görmediğini pe­


şinen söylemek gerekir. Mesela, kızıla doğru kayışı alternatif yorumlama
gayretleri ve son zamanlarda evrenin genişleme hızının arttığına dair el­
de edilen veriler (bu durum şimdiye kadar bilinmeyen ve kütle çekiminin
tam zıttı istikamette hareket eden bir kuvvet olup olmadığı sorusunu or­
taya çıkarmıştır) teorinin önüne bir takım zorluklar çıkarmıştır.
Fakat asıl ilginç olan husus başkadır. Bazı bilim adamlarının ve
filozofların dünya görüşleri, onların başlangıç düşüncesine antipati
duymalarına sebep olmaktadır. Engels bu hususta zekice bir yorum
yapmıştı zamanında: “Evreni Tanrı mı yarattı yoksa evren ezelden beri
var mıydı? Bu soruya filozofların verdiği cevap onları ikiye böler. Ruhun
tabiattan önce geldiğini iddia edenler en nihayetinde öyle ya da böyle
evrenin bir başlangıcı olduğunu kabullenip idealizm tarafını oluşturur­
lar. Tabiatın önemini önceleyen diğerleri ise materyalizmin çok değişik
ekollerine mensupturlar.”128 Stephen Hawking de buna benzer bir fikir
ileri sürer: “Birçok insan ilahi müdahale düşüncesini çağrıştırdığı için,
zamanın bir başlangıcı olduğu fikrinden pek hoşlanmaz.”129
Sir Arthur Eddington (1882-1944) gibi bazıları ise daha da şaşırtı­
cı bir tavır takınır: “Felsefi olarak Tabiatta mevcut düzenin başlangıcı
kavramı tiksindirici bir şey... Bu düşüncenin bir açığını bulmayı çok
isterdim.”130 Böyle antipati duyan başkaları da var. Mesela 20.yy’ın
ortalarımda Gold, Bondi, Hoyle ve Narlikar gibileri evrenin daima var
olduğunu ileri sürdüler ve kararlı bir şekilde genişlediği bilinen evre­
nin yoğunluğunu koruyabilmesi için maddenin devamlı oluşmakta
olduğunu iddia eden bir dizi kararlı-hal teorileri ortaya attılar. İhtiyaç
92 A ramizda ICalsin T anri V ar

duydukları varlığa geliş hızı inanılmaz derecede yavaştı -m etre küp ba­
şına bir atom için on miyar yıl. Bu da, teorinin gözlem yapılarak test
edilme ihtimalinin olmadığı anlamına geliyordu.
Onları neyin motive ettiği, prestijli haftalık bilim dergisi Nature’ınuı
meşhur bilim yazarı John Gribbin’in dikkatinden kaçmayacaktı. Grib-
bin; Hoyle ve Bondi’nin kararlı-hal teorisini, büyük ölçüde, evrenin
başlangıcı fikrine ve özellikle de bu başlangıçtan kimin ya da neyin so­
rumlu olduğuna dair ortaya atılacak felsefi ve teolojik izahlara duyulan
antipatinin tetiklediğini belirtecekti.
Evrenin başlangıcı fikrini tiksindirici bulan bir diğer bilim adamı da
Nature’ın eski editörü Sir John Maddox’tur. O bir seferinde, başlangıç
fikrini “asla kabul edilemez” diye ifade etmişti; çünkü “dünyamızın bir j
nihai kökeni olduğu” çağrışımını yapan bu fikrin yaratılışçılara, inanç­
larını desteklemeleri için “meşru zemin” vereceğini söylemişti.132 16.
H
yy’da bazı insanlar, Tanrı’ya inancı tehlikeye soktuğu için bilimsel ge­
lişmelere karşı direnmişlerdi; 20. yy’da ise Tanrı’ya inancın akla yatkın­
lığını güçlendirme tehdidinden dolayı bilimsel başlangıç fikrine karşı
çıkılması oldukça ironik bir durumdur.
Maddox’un sözleriyle alakalı değinmemiz gereken bir husus daha
var. Yaratıcı’ya inanan bilim adamlarına sıkça yöneltilen eleştiriler­
den birisi de bu inancın test edilebilir öngörüler üretebileceğimiz bir
evren modelinin olmamasıdır. Fakat Maddox’un yorumu bunun hiç de
doğru olmadığını gösterir. Onun başlangıç düşüncesine antipati duy­
ması, Kutsal Kitap’ta bahsedilen türden bir yaradılış modelinin açıkça
evrenin bir başlangıcı olduğunu öngörmesinden kaynaklanır ve bu tür
bir tasdik Maddox’un hiç hoşuna gitmez. Bununla birlikte, mikrodalga
arkaplan v.b keşiflerle uzay-zaman tekilliğinin kanıtlanması, Kutsal Ki-
tap’taki anlatımları onaylamaktadır. Bu şu manaya gelir: Akıllı tasarım
filerinin herhangi bir test edilebilir öngörü ihtiva etmediği için bilimsel
olmadığı suçlaması haksızdır. Bilimin bizzat kendisi yaratılış hipotezi­
nin test edilebilir olduğunu göstermektedir.
T asarlanan E vren 9 3

Başlangıcın ilk anlan

Öncelikle, başlangıcın ilk anlanna dair tartışmanın ciddi teorik zor­


luklarla kuşatıldığını anlamak önem arz eder. ‘Standart model’ denen
modele göre, başlangıca yakın anlarda evren, inanılmaz derecede yoğun
ve inanılmaz derecede küçüktü. Çok küçük seviyede, atomların ve bile­
şenlerinin davranışlarını tarif etmek için, kuantum teorisi geliştirilmiştir.
Bu yüzden, fizikçiler evrenin var oluşunun ilk lahzasını tartışmak için
kuantum kozmolojisinin tanımlarıyla düşünmemiz gerektiğini savunur­
lar. ‘Lahza’ (split) kelimesi aklın neredeyse algılayamayacağı derecede
küçük, 10'43 (0.000...01 ifadesinde ondalık noktasından sonra toplam 42
sıfır ve ardından 1 gelir) Plank zamanı diye de adlandırılan, bir olayın
ayırt edilebileceği en küçük zaman aralığını ifade eder. Temel düşünce
şudur: Son derece küçük seviyelerde, Heisenberg’in belirsizlik kuramına
göre davranan kaçınılmaz belirsizlikler ve önceden kestirilemeyen olay­
lar vardır. Özünde, bu prensip atomik ya da subatomik partiküllerin mo-
mentumu ya da pozisyonu gibi ölçülebilir niceliklerin değerini belirleme
yetimize bir sınır koyar. Böylece bir belirsizlik unsuru konulmuş olur İd,
buna göre parçacıkların radyoaktif bozunması gibi vuku bulacak belirli
bir kuantum olayının gerçekleşme ihtimalim bulabilsek de asla tam ta­
mına belirleyemeyiz. Parçacığın davranışındaki belirsizlik faktörü asla
kaldırılamaz. Bu tez, bu belirsizliğin evrene bir kuantum vakumunda sa­
lınım şeklinde varlığa çılana imkânı verdiğini iddia eder.133
Bu düşünceyi teorik açıdan inceleyen Hawking ve Hartle, evrenin
ilk anlarının, içinde ‘sanal zaman’134 kavramı da olan bir matematiksel
modelini geliştirdiler. Umulan şuydu: Bu model singülaritelere (tekil­
liklere) duyulan ihtiyacı giderecek ve bilim adamlarını Tanrı sorunuyla
uğraşmaktan kurtaracaktı. Fakat bu mümkün olmadı... Bu tür izahların
son derece spekülatif olmaları bir yana; evrenin kuantum vakumunda­
ki bir şahmından doğduğunu söylemek, köken sorusunu bir adım daha
geriye götürmekten, yani kuantum vakumunun menşeini sordurmak­
tan başka bir işe yaramazdı zaten.
94 A ramizda K alsin T anri V ar

Daha önemlisi, böylesi bir izah, şu soruyu da yanıtsız bırakacaktır:


“Böylesi bir vakumu yöneten kanunların kaynağı nedir?” Gerçek zaman
için Hawking şunu itiraf eder: “Gerçek zamanda, evrenin başlangıcı ve
sonu vardır. Uzay-zaman arasında bir sınır oluşturan singülaritelerde
ise bilimin kanunları işlemez.”135
Bu nedenle, şimdilerde evrenin bir başlangıcı olduğuna dair kay­
da değer bir fikir birlikteliği var.136 Evrenin kendi kendini izah ettiği­
ni savunmaya çalışmanın çelişkisi, evrenin başlangıcı olduğunun
anlaşılmasıyla iyice aşikâr olmuştur. Evreni daha çok tanıdıkça, onu
bir maksada göre tasarlayan bir Yaratıcı Tanrı olduğu hipotezi, neden
buradayız sorusuna en iyi açıklama olarak güç kazanıyor. 1964’te laze­
rin öncülü olan maser ışınını keşfinden dolayı Nobel fizik ödülü alan
Charles Townes şöyle yazıyor: “Bana göre bilimsel açıdan inceleyecek
olursak köken meselesi cevapsız kalır. Bu yüzden, bir miktar dinsel ya
da metafiziksel açıklamalara ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Ben Tan­
rı mefhumuna ve onun varlığına inanıyorum.”137

Evrenin hassas ayan

Kopernik bilimsel düşüncede yaptığı devrimle tanınır. Dünya’mn evre­


nin merkezinde olduğu düşüncesini değiştirerek, Dünya’yı ayrıcalıklı ko­
numundan alaşağı etme sürecini başlatmıştır. Bu süreç, teorisyenlerinin
sonradan ilave edecekleri, Dünya oldukça sıradan bir evrende, oldukça
sıradan bir galaksinin spiral kollarından birinde konuşlanmış sıradan bir
güneşin yörüngesi etrafında dönen oldukça sıradan bir gezegendir şek­
lindeki yaygın görüşle sonuçlanacaktır. Dünya’yı önemsizleştirip gerçek
konumuna yerleştirme çabası bazen Kopernik Prensibi diye de anılır.
Ancak son zamanlarda, farklı araştırma dallan ve bulgulan birle-
şerelc bu prensibin ciddi anlamda sorgulanmasına yol açmıştır. Çünkü
kozmoloji ve modern fizikten tedrici bir biçimde ortaya çıkan kayda de­
ğer bir tablo bize göstermektedir İd, evrenin temel kuvvetleri, evrende
hayatın devamlılığını sağlayabilmek için, anlaşılması güç bir biçimde
T asarlanan E vren 9 5

ve dikkatle dengelenmiş ya da ‘hassasça ayarlanmış’ durumdadır. Son


zamanlardaki araştırmalar göstermiştir İd, karbon atomundaki enerji se­
viyelerinden evrenin genişleme oranına kadar tabiattald temel sabitlerin
neredeyse tamamı, hayatın var olması için tam da gerekli olan değerlere
sahiplerdir. Onlardan birinde meydana gelebilecek en küçük değişim bi­
le, evrende hayatın var olmasını ve hayatın varlığını idamesini imkânsız
kılacaktır. Tüm sabitler tam olması gerektiği değerdedirler ve birçok bi­
lim adamına göre işte bu hassas ayarlann varlığı başlı başına izaha muh­
taçtır. Tabi ki eşyanın tabiaü gereği bizler, hassas ayarlı hesaplamalara
temelinde yatan bazı varsayımların geçerliliği konusunda bilim adamla-
n arasmda her zaman olduğu gibi yaşanan fikir ayrılıklarının ve bazı gö­
rüşlerin zaman içinde değişebileceğinin (İd bilim adamları nihai gerçeği
bulduklarını iddia etmezler) bilincinde olarak varlıkların sadece mevcut
durumundan bahsedebiliriz. Bununla beraber hassas ayarın, tek başına
ciddiye alınması gereken, evrenin önemli bir özelliği olduğu kabul edil­
miştir. Düerseniz bu konudaki bazı örneklere bakalım.
Dünyada hayatın var olması için öncelikle bol miktarda karbon te­
darikine ihtiyaç vardır. Karbon ya üç helyum çekirdeğinin birleşimin­
den oluşturulur ya da helyum ve berilyum çekirdeklerinin birleşimin­
den. Seçkin bir matematikçi ve astronom olan Sir Fred Hoyle, bunun
olabilmesi için, nükleer temel hal enerji seviyelerinin birbiriyle uyumlu
bir şekilde hassasça ayarlanmaları gerektiğini keşfetti. Bu fenomene
‘rezonans’ adı verilir. Eğer sapma herhangi bir yönde %1 oranında dahi
olsa, evrende hayat devam edemez. Hoyle, daha sonraları, hiçbir şe­
yin, ateizmini bu buluşun sarstığı kadar sarsamadığını itiraf edecektir.
“Fiziğin yanında biyoloji ve kimyayla da uğraşan süper bir akıl” varmış
gibi görünen hassas ayarın bu derecesi onu ikna etmeye yeterli oldu ve
ona “tabiatta kör kuvvet diye bir şey yok”138 dedirtti.
Ancak aslında bugün biliyoruz ki, yukarıda verilen örnek dahi, tabi­
attaki diğer parametrelerin hassas ayarlılığıyla kıyaslandığında, onla­
ra nazaran son derece önemsiz kalmaktadır. Mesela teorik fizikçi Paul
96 ARAMIZDA K ALSIN TANRI VAR

Davies; eğer güçlü nükleer kuvvetin, elektromagnetik kuvvete oranın­


da, 1016’da 1 kadar bir farklılık olsaydı hiçbir yıldız oluşamazdı der. Ay­
nı şekilde elektromagnetik kuvvet sabitesinin, çekim kuvvet sabitesine
oranı da benzer bir hassas denge içinde olmalıdır. Orandaki 104°’ta 1
artış sadece küçük yıldızların var olmasını sağlarken, aynı oranda bir
azalma da sadece büyük yıldızların var olmasına olanak verecekti. Ev­
rende büyük ve küçük yıldızlar birlikte bulunmak zorundadır, çünkü
büyük olanlar kendi termonükleer fırınlarında element üretirken, sade­
ce küçük olanlar bir gezegende hayatın devam edebilmesi için yeterin­
ce uzun süre yanabilirler. Davies’in verdiği misale göre, bu keskin bir
nişancının gözlemlenebilir evrende yirmi milyar ışık yılı uzaklıktan bir
bozuk parayı vurması için gereken isabet hassasiyeti demektir.139
Eğer bunu hayal etmek zor geliyorsa astrofizikçi Hugh Ross’un ver­
diği başka bir misal bize yardımcı olabilir.140 Bütün Amerika latasını
bozuk parayla kaplayıp bunu (380.000 km ya da 236.000 mil uzaklık­
taki) aya kadar bir sütun şeklinde yükseltin, aynı şeyi eş büyüklükte­
ki milyar tane kıta için daha yapın. Bir bozuk parayı alın ve kırmızıya
boyadıktan sonra bu milyarlarca sütundan birinin içine koyun. Sonra
da gözü bağlı bir arkadaşınıza onu bulmasını söyleyin. Bulma ihtimali,
buradaki ihtimale (yani 104°’ta l’e) ancak o zaman eşit olacaktır.
Bizler insan tasarımı aletlerin tespit edebileceğinden çok daha has­
sas bir âlemde yaşıyoruz. Gene de kâinat çarşısında hala bizi bekleyen
çarpıcı sürprizler var. Eğer Planck süresi içinde (evrenin başlangıcın­
dan sadece 10'43 saniye sonra) genişleme ve çökme kuvvetlerinin ora­
nında 1055’te 1 kadar küçük bir farklılaşma olsaydı, ya genişleme çok
hızlı olacak ve evrende galaksiler oluşmayacaktı, ya da daha yavaş ge­
nişleme yüzünden sonunda çok hızlı bir çöküş vuku bulacaktı.141
Hassas ayarın yukarıda anlatılan son örneği bile, sıradaki örneğin
gölgesinde kalır. Evrenimiz, entropinin (bir düzensizlik ölçüsü) sürekli
olarak arttığı bir evrendir. Bu gerçek, Termodinamiğin İkinci Yasası’nda
önemli yere sahiptir. Seçkin matematikçi Sir Roger Penrose şöyle yazar:
T asarlanan E vrkn 9 7

“Faz uzayını düşünmeye çalışın... evrenin tam am ında. Bu faz uzayında­


ki her bir nokta, evrenin ortaya çıkma ihtimalinin olduğu farklı bir yolu
temsil etmekte. Bizler (bu faz uzayının bir noktasında duran ve) elinde
bir ‘iğne’ olan Yaratıcı’yı hayal edelim... İğnenin konduğu her farklı po­
zisyon farklı bir evren üretecektir. Şimdi Yaratıcı’nın hedefi için gere­
ken hassasiyet, yaratılacak evrenin entropi seviyesine bağlıdır. Yüksek
entropi seviyesinde bir evreni üretmek bir hayli ‘kolay’ olurdu çünkü
bu durumda iğneyi isabet ettirmek için yeterince geniş hacimde bir faz
uzayı olacaktı. Fakat düşük entropi seviyesinde bir evren başlatabilmek
için -İd böylece gerçekten ikinci bir termodinamik kanunu olabilsin-
Yaratıcı, çok daha küçük hacimli bir faz uzayını hedeflemeliydi. Peki
gerçekten bizim içinde yaşadığımız evrene benzer bir evreni netice ver­
mesi için bu bölge ne kadar küçük olmalıydı?”
Penrose’un yaptığı hesaplar onu kayda değer bir neticeye ulaştır­
mıştır: “Yaratıcı’nın gayesinin” ne kadar hassas olabileceğini göste­
ren bu oran (1010)123’te l’dir, yani l’in arkasında 10123 tane sıfır vardır
ki “bu sayının bizim alışık olduğumuz ondalık düzende yazılması bile
imkânsızdır, çünkü eğer evrendeki her bir partikülün üzerine birer sıfır
konabilseydi partiküllerin tamamı bile bu sayıyı yazmaya yetmeyecek­
ti.”142 Bu akıllara durgunluk verecek bir hassaslıktır.
Bu yüzden, “hassas ayarın” bunun gibi, bir değil birçok çarpıcı ör­
neğiyle karşılaşan Paul Davies’in “tasarım izlenimi yadsınamaz derece­
de kuvvetli”143 demesi pek de şaşırtıcı olmasa gerek.
Şimdiye kadar, daha çok büyük ölçekli kozmolojik seviyedeki hassas
ayarı değerlendirdik. Eğer güneş sistemimizin etrafında ve dünyamızda
gerekli olan özel koşulları da düşünecek olursak, hayatın mümkün ola­
bilmesi için daha başka birçok parametreler dizisinin tam da olmaları
gerektiği gibi olduklarını görürüz. Bunlardan bazılarını hepimiz gayet iyi
biliyoruz. Dünya ile Güneş arasındaki mesafe tam da şimdi olduğu gibi
olmalıdır. Daha yakın olursa su buharlaşacağından ve daha uzak olursa
çok soğuk olacağından hayat mümkün olamaz. Sadece %2 oranındaki
98 A ramizda K alsin T anri V ar

farklılık sonucunda bütün hayat sona erer. Yüzey çekimi ve sıcaklıktaki


yüzde 1 ila 2’lik değişiklikler, dünyada hayat için gerekli olan -gaz karı­
şımı oranını içeren- atmosferin var olabilmesi için de kritik önem taşır.
Gezegenimiz yörüngesinde belli bir hızda gitmelidir: Bu hız daha yavaş
olursa gece ve gündüz arasındaki sıcaklık farla çok daha büyük olur,
daha hızlı olursa rüzgârın hızı bir felakete dönüşür. Listeyi bu şekilde
uzatabiliriz. Hayatın mümkün olabilmesi için var olması gereken benzer
hassas ayarlı parametreleri listeleyen astrofizikçi Hugh Ross144 kabaca
fakat ihtiyatlı olan bir hesaplamayla evrende bizimki gibi bir gezegenin
var olma şansının yaklaşık 103°’da 1 olduğunu bulmuştur.
Guillermo Gonzalez ve Jay W. Richards145 tarafından yalan bir zaman­
da kaleme alman The Privileged Planet adlı kitap, bu konuya çok ilginç
bir perspektiften daha bakmamızı sağladı. Yazarlar, Dünya’nın yerinin,
bilimsel faaliyetlerde bulunmak için fevkalade elverişli olduğuna dikkat­
leri çekti. Onların tezine göre, Dünya, evrenin mümkün olabilecek bütün
mekânları içerisinde yaşanabilirliğin sağlanacağı çok küçük bir alanda
bulunmakla kalmıyor aynı zamanda, “kozmolojiden ve galaktik astrono­
miden yıldız astrofiziğine ve jeofiziğine kadar şaşırtıcı derecede müstes­
na bir ölçüm çeşitliliğini yapmaya da en uygun”146 konumda bulunuyor.
Mesela atmosferimiz saydam değil de yarı şeffaf ya da opale olabilirdi;
yahut, yıldız ışıklarının fazlalığından dolayı uzayın derinliklerini göre­
mediğimiz bir yerde bulunabilirdik. Bazı örnekler ilk bakışta kolaylıkla
anlaşılamayabilir, ama en az diğerleri kadar şaşırtıcıdır. Mesela, Güneş
ve Ay’ın büyüklüğü ve Dünya’dan uzaklıkları, ‘tam güneş tutulması’nın
mümkün olabilmesi için tam da olmaları gereken orandadır. Tam tutul­
ma sırasında, Ay’ın karanlık disld, Güneş’in parlak diskini tas tamam
kapatır ki böylece Güneş’in ‘atmosferi’ olan kromosferin ince çemberi
görülebilir ve bilimsel olarak incelenebilir. Bu olay sonucunda Güneş’in
büyük bir kısmı hakkında bilgi sahibi olmakla kalmıyor aynı zamanda
Einstein’m genel rölativite teorisine göre yerçekiminin ışığın kırılmasına
sebep olduğu tahmininin ön teyidini de yapabiliyoruz. Güneş’in, Ay’ın
T asarlanan E vren 99

ve Dünya’nın konumlan tam da bugünkü gibi olmasaydı, önemli bilim­


sel araştırmalan/teyidleri asla yapamayacaktık
Bu yazarların vardığı sonuç şudur: “Küçük vahamız üzerindeki gök­
yüzüne bakınırken bizler aslında anlamsız bir uçuruma bakmıyoruz;
keşfetme kapasitemizle tam uyumlu olan harika bir arenayı seyredi­
yoruz. Belki de herhangi bir sayı dizisinden çok daha kıymetli eski bir
kozmik işarete bakıyoruz; bu öyle bir işaret ki, hayatı netice vermesi ve
hayal edebildiğimiz her şeyden ölçülemez derecede daha engin, daha
kadim ve daha ihtişamlı bir zekâyı gösterdiğinin keşfedilmesi için ma­
haretle hazırlanmış bir evreni nazara veriyor.”147
‘Başlangıç yankısı’ diye adlandırılan kozmik arka plan mikro dal­
ga radyasyonunu keşfedebilmek için Dünya’nın elverişli uzay plat­
formundan faydalanan Arno Penzias gördüğü kadarıyla bu pozisyo­
nu şöyle özetleyecektir: “Astronomi bize eşsiz bir olayı, yani yokluk­
tan yaratılan evreni gösterir. Öyle bir evren ki, hayatın var olması için
gereken bütün koşulları tam olarak sağlayan çok hassas bir denge
üzerine kurulmuş ve ardında (‘tabiatüstü’ denilebilecek) bir planın
var olduğu bir evren.”148
Şunu belirtelim, şimdiye kadar kullandığımız argümanların hiçbi­
risi, ‘bilim açıklayamıyor öyleyse Tanrı var’ tarzı ‘boşlukların tanrısı’
argümanları değildir. Biz bilimin açıklayamaması dolayısıyla değil, ak­
sine bilimsel açıklamalar sayesinde, bu hassas ayarlardan haberdar ol­
duk. Unutmayalım bizim peşinde olduğumuz cevap, “Bilim neye işaret
ediyor?” sorusunun cevabıdır.

Antropik ilke

Bilim adamlarının, evrenin, hayatın var olmasını ve idamesini des­


tekleyecek tarzda yapılandırıldığına dair anlayışları antropik ilke ola­
rak adlandırılır (Yunanca’da anthropos= insan). Bu ilke en zayıf haliy­
le (zayıf antropik ilke) şöyledir: “Gözlemlenebilir evren gözlemcüerin
varlığına imkân veren yapıdadır.” Antropik ilkenin açık ve net ifadesi,
100 ARAMIZDA KALSIN TANRI V ar

işlerliğe sahip kozmos teorilerinin, gözlemcilerin varlığını da hesaba


katmak zorunda oldukları gerçeğine dikkat çeker.
Bazı bilim adamları ve felsefeciler149 etrafımızdaki evrende görmüş
olduğumuz düzen ve hassas ayara şaşırmamamız gerektiğini savunurlar
çünkü, evren olmasaymış karbon temelli hayat var olmaz ve bizler de has­
sas ayan gözlemlemek için orada bulunamazmışız. Başka bir deyişle ant-
ropik ilkeyi tasarım öngörüsü aleyhinde kullanmaya çalışırlar. Gerçekten
de The God Delusion adlı kitabında Richard Dawkins an tropik ilke ile Tanrı
faktörünün birbirinin alternatifi açıklamalar olduğunu söylüyor.150 Fakat
bunda iki açıdan mantık hatası vardır. Birincisi, Dawkins bize yanlış al­
ternatifler sunmakta, üstelik bu alternatiflerden ilki izah türünden bir şey
bile sayılmaz. Antropik ilkenin tam olarak söylediği, hayatın var olması
için beli başb zorunlu şartların gerçekleşmiş olması gerektiğidir. Fakat bu
zorunlu şartların niçin oluşturulduğunu veya nasıl oluşturulduğunu ve
hayatın nasıl ortaya çücbğını söyleyemez. Dawkins zorunlu şartlann (izah
için) yeterli olduğunu düşünmekle büyük bir hata yapıyor. Çünkü zorunlu
şartlar, hayatın ortaya çıkması için yeterli değildirler. Mesela Oxford’ta en
iyi dereceyi yapabilmek için öncelikle o üniversiteye girmek gerekir. Fakat
her öğrencinin bildiği gibi, o üniversiteye girmek sadece ilk şarttır, derece
için tek başına yeterli değildir. Antropik ilke, hayatın menşeini açıklaya-
maz; ancak böyle bir izaha duyulan ihtiyacı nazara verir.
Felsefeci John Leslie bu hususu dillendirmiştir. Leslie’ye göre,151
antropik ilkeyi, tasarıma karşı kullanmak “karşınızda duran, elli silah­
la size doğru nişan almış eğitimli bir manga ateş ettikten sonra hayatta
kaldığınıza şaşıramamak” gibi bir şeydir. Sonuçta, bu sizin gözlemle­
yebildiğiniz tek sonuçtur. Eğer tek bir mermi bile size isabet etseydi,
ölmüş olacaktınız. Fakat açıklanması gereken bir şey olduğunu hisse­
diyor olabilirsiniz: Neden bütün bu mermiler sizi ıskaladı? Bu kasıtlı bir
planın bir sonucu muydu? Çünkü öldüğünüzü müşahede etmemenize
şaşırmamanızla, hala hayatta kaldığınızı gördüğünüze şaşırmanız ara­
sında bir çelişki yoktur.”152
T asarlanan E vren 1 0 1

Leslie’ye göre, hassas ayar argümanı sonucu en fazla iki olasılıktan


birini tercih etmek zorunda kalırız. Bunlardan birincisi, Tanrı’nın var ol*
masıdır. Bu sonuçtan kaçınmanın tek yolu ise, gene Leslie’ye göre, “çok
sayıda dünya” veya “çoklu evren” (David Deutcsh’un The Fabric o f R ea­
lity^53 adlı kitabında popülerleşmiş) hipotezlerine inanmaktır. Bu hipote­
ze göre, eş zamanlı olarak çok, muhtemelen sonsuz derecede çok, para­
lel evrenler vardır. Bu paralel evrenlerde, teorik olarak mümkün bir şey
(neredeyse her şey) nihayetinde var olacaktır; dolayısıyla da bizimki gibi
bir evrenin varlığı şaşırücı değildir. Bu görüşe, Just Six Numbers154 adlı
kitabında, altı hassas ayarlı sayının, evrenin özelliklerini kontrol eden en
önemli sayılar olduğunu savunan astronom Sir Martin Rees de kahlır.
Deutsch teorisini, kuantum mekaniğinin Hugh Everett IH’e ait yoru­
mu üzerine inşa eder. Bu yorumdaki temel fikir, her kuantum ölçümü
olayının, evreni bir dizi paralel evrenlere ayırdığı varsayımıdır. Böylece
bu paralel evrenlerde, tüm olası sonuçlar gerçekleşir. Everett’in yoru­
mu diğer teorilere göre bazı avantajlara sahip olmasına rağmen birçok
bilim adamı bu teorinin, hipotezleri gereksiz yere çoğaltmamayı vaze­
den Occam ’ın Usturası prensibine hiç uymayan ve tespit edilemeyen
evrenler içeren bir izah getirmekle artık bilimden çıkıp metafiziğin ala­
nına girdiğini düşünürler. Yani bu teorinin içerisinde çok az kanıt ama
çok fazla spekülasyon vardır.
Mesela önde gelen bir kuantum teorisyeni olan John Polkinghome,
çoklu evren yorumunu reddederken şöyle der: “Bu tür spekülasyon­
ların ne olduklarını açıkça ortaya koyalım. Bunlar fizik değil, baştan
aşağı metafiziktir. Bir evrenler topluluğuna inanmayı gerektirecek hiç­
bir bilimsel gerekçe yoktur. Yapıları itibariyle diğer dünyaları bilmemiz
mümkün değildir. Oysaki mevcut duruma eşit derecede entelektüel iti­
bara layık -v e benim fikrime göre çok daha zarif ve daha etraflı- bir
başka olası izah şöyle olurdu: Bu dünya böyledir çünkü Yaratıcı’nın
iradesi böyle olmasını istemiş ve onu böyle yaratılmıştır.”155 Filozof
Richard Swinburne ise: “Evrenimizdeki düzeni açıklamak için, tek bir
102 A ramizda K alsin T anri V ar

Tanrı yerine, trilyon kere trilyon evren olduğunu varsaymak irrasyonel-


liğin zirvesini gösterir” diyecektir.156
Kozmolog Edward Harrison benzer bir tepki verir: “İşte size, Tann’nm
varlığına ait güncellenmiş ve cilalanmış kozmolojik bir kanıt, Paley’in
tasarım argümanı... Evrenin hassas ayarı, tasarıma ait prim a f a d e (aksi
kanıtlanmadıkça doğru sayılan) bir kanıttır. Kendi tercihinizi yapın: Sa­
yısız evren gerektiren kör şans mı yoksa sadece bir tane evren gerektiren
tasarım mı... Çoğu bilim adamı, eğer görüşünü itiraf edecek olsa, reyini
tasarım argümanından yana kullanırdı.”157 Arno Penzias aynı argümanı
tersinden ele alır: “Bazı insanlar bir maksada binaen yaratılmış dünya fik­
rinden rahatsızlık duyarlar. Bu yüzden de maksatla çelişen şeyler bulup,
görmedikleri şeylere ait spekülasyonlar üretmeyi tercih ederler.”158
Yalnız şunu da belirtmek gerekir, Leslie’nin hassas-ayarın, ya tekbir
Tanrı’yı ya da çoklu evrenin varlığını gösterdiğini ileri sürmesi doğru
olsa bile; mantıksal olarak bu iki seçenek birbirini dışlayıcı değildir.
Nihayetinde, paralel evrenler de bir Yaratıcı’nın eseri olabilirler. Ayrıca,
fizik felsefecisi Michael Lockwood’un gözlemlediği gibi, Leslie’nin bu
evren için kurduğu nişan alan manga argümanı, çoklu evren varsayı­
mıyla olumsuzlanamaz. Hassas ayarlamanın gözlemlendiği her türlü
evrende insan şaşırır ve izah etme ihtiyacı hisseder. Ne de olsa bir insa­
nın attığı zarla üst üste on kez altı getirme ihtimali, aynı mekân ve aynı
anda zar atan başka insanların da bulunmasından etkilenmez.
Benzer bir tarzda, Christian de Düve şöyle yazar: “Teori doğru çıksa
dahi, bundan Rees ve Weinberg’in çıkarttığı sonuç, beni Fransızcada ‘ba­
lık boğulması’ diye ifade edilen bir halden dolayı etkilemiştir. Balığı boğ­
mak için okyanuslardaki bütün suyu kullansanız da bu, onun varlığım
güçlendirmekten başka işe yaramaz. Bir İrişi ne kadar çok evren varsayar­
sa saysın, bizimkinin önemi bu sayının büyüklüğüyle azalmayacaktır...
Bana göre en önemli şey, hayatın ve aldın bir şekilde var olması sonucu­
nu doğuran düzenlenmiş birliktir.”159 Dolayısıyla çoldu evren argümanı
dahi, yukanda belirtilen tasarım argümanlarını zayıflatamaz.
T asarlanan E vren 103

İlginç bir şekilde, Martin Rees evrenin hassas ayarlı olmasının te-
izmle uyumlu olduğunu kabul etmekle birlikte gene de çoklu evren
teorisini tercih ettiğini söyler: “Eğer bir kişi ilahi tasarıma inanmıyor,
ama yine de hassas ayarlamanın izah gerektirdiğini düşünüyorsa, fark­
lı bir perspektif daha var. Yalnız bunun çok spekülatif bir perspektif
olduğu hususunda uyarmalıyım. Şu anki bilgi seviyemize göre böyle bir
tercih bir kamburdan farksız olsa da benim tercihim bu perspektiften
yana.”160 Tercih kişisel bir şeydir ve elbette herkesin tercih hakkı vardır;
fakat bu tercihin bizi, çoğumuzun bilim olarak gördüğü sınırların ötesi­
ne taşıdığının da farkında olmak şartıyla.
Çoklu evren teorisinin başka bir versiyonu olan kuantum mekaniği­
nin çoklu dünya yorumuna göre, mantıksal açıdan olası tüm evrenler
vardırlar. Bu teoriyi değerlendiren Nötre Dame Üniversitesi’nden filozof
Alvin Pantinga, eğer tüm olası evrenler varsa o halde Tanrı’mn var ol­
duğu bir evren de olmak zorundadır der; çünkü onun varlığı da man­
tıksal olarak mümkündür. Burada kalmayan Plantinga, Tanrı’nın her
şeye gücü yeten olduğu için her bir evrende var olması gerektiğini iddia
eder, dolayısıyla ona göre sadece bir evren vardır ve o da bu evren olup
Tanrı onu Yaratan (Halik) ve Ayakta Tutan’dır (Kayyum’dur).
Çoklu dünya kavramı, sadece bilimsel değil, mantıksal hatalarla da
maluldür.161 Üstelik ahlaki çelişkilere de yol açar. Eğer mantıksal açı­
dan mümkün evrenlerin hepsi varsa, bu durumda zannedersem benim
olduğum (ya da bir kopyamın olduğu?) bir evren ve benim katil -y a da
çok daha kötü b iri- olduğum bir evren de vardır. Dolayısıyla, bu kavra­
mın ahlaki saçmalığa yol açtığı çok açıktır.
Son olarak, Arno Penzias, teleolojik boyutlu evren anlayışının binler­
ce yıllık bir geçmişe sahip olduğunu hatırlatır: “(Big Bang’le ilgili) elimiz­
deki en iyi verilerin gösterdiği şey, Musa’nın beş kitabı, Zebur ve İncil’den
başka bir kaynağımız olmasaydı öngörebileceğim şeyin aynısıdır.”162
Burada, Penzias’ın ‘öngörmek’ kelimesini kullanma şekline dik­
kat edelim. Bu, yaratılışın teist yorumunun öngörülebilirlik öğesi
104 ARAMIZDA KALSIN TANRI VAR

içermediğine (dolayısıyla bilimsel tarafı olmadığına) dair yaygın kana­


ate karşı çıkan bir başka önemli örnektir. Penzias ve daha pek çok bilim
adamı için, Kitab-ı Mukaddes’in yaratılışla ilgili ilk bölümün başındaki
o muhteşem kelimeler, ne gücünü ne de geçerliliğini yitirmiştir: “İlk
önce Tanrı gökleri ve yeri yarattı.” Bu nedenle, tekrar hatırlamakta fay­
da var: Big Bang fikrinden ilk kez (1931, Nature dergisinde) bahseden
fizikçi ve astronom Georges Lemaitre aynı zamanda bir rahipti.153
Fizikçi ve kozmologların görüşlerinden yeteri kadar bahsettik. Şim­
di artık biyologlara dönelim. Fakat bunu yapmadan önce, kozmolojide
ve fizikte kullandığımız delillerin, standart çağdaş bilimde genel kabul
gören argümanlar olduğunu vurgulamalıyız. Bunlar bilimin temel iddi­
alarına meydan okuyan argümanlar filan değillerdir, hele de yukarıda
bahsettiğimiz “boşlukların tanrısı” türünden yani “bilim bunu açıkla­
yamıyor demek İd Tanrı yapmıştır” diyerek kolaya kaçan argümanlar­
dan değildi hiçbiri. Bu iki sebepten; hassas ayar argümanları çoğu bi­
lim adamının savunmaya hazır olduğu argümanlardır; bizim onlardan
çıkarttığımız sonuçlara katılsalar da katılmasalar da. Bu tür argüman­
lar geçerli bilimsel etkinliğe uygun özelliktedirler.
Biyolojiye gelince durum çok daha farklıdır. Bu disiplinde, Tanrı’dan
tasarımcı bir akıl olarak bahsetmek, hemen göreceğimiz gibi, bu bran­
şın temel direklerinden birini -neo-Darwinci sentezi- tartışmaya açmak
anlamına gelir. Dolayısıyla, fırtınalı sulara henüz girmedik. Okuyucu ne­
den bununla uğraştığımızı merak edebilir. Neden sadece fizik ve kozmo­
lojiden deliller sunup, bilimin Tanrı’yı gösterdiğini anlatıp, rahatımıza
bakmıyoruz? Cevabı bulmak zor değil. Kamuoyu üzerinde nüfuz sahibi
etkili düşünürler, tüm disiplinler arasında en fazla biyolojinin, bilimin
Tanrı inancını gömmesinde etkili olduğunu söyleyip duruyorlar. Dola­
yısıyla biyolojideki argümanları tartışmamak onların gözünde yenilgiyi
baştan kabullenmek izlenimi uyandıracaktır. Bu nedenle onlann argü­
manlarını ciddiye almalı ve fırtınalı denizlere yelken açmalıyız. Artık
sahil-i selamete ulaşıp ulaşamadığımıza okuyucu karar verecek.
T asarlanan B îyosfer

Diyelim ki, yerde bir saat buldum ve bu saatin nasıl olup da


buraya geldiğini araştırmak gerekiyor... daha önce vermiş ol­
duğum cevap gibi, bildiğim kadarıyla saatin ezelden beri orada
olduğunu söyleyemem. Çünkü saati yapan bir usta olmalı: Bir
zanaatkâr... olmalı... ve bu öyle bir zanaatkar olmalı ki, saati as­
lında bizim bulabileceğimiz bir gaye için yapmış; onun yapımına
vakıf olan ve özelliklerini tasarlayan biri olmalı... Saatteki meka­
nizmaya ait her bir işaret, tasarıma ait her bir gösterge, tabiat­
taki olaylarda da vardır. Yalnız bir farkla: Tabiatta olanlar tüm
hesaplamaları aşan çok çok üstün bir seviyededir.
William Paley
i

Evrimsel değişimi yürüten hiçbir hayati kuvvet yoktur. Tanrı hak­


kında her ne düşünürsek düşünelim, onun varlığı tabiatın eser­
lerinde görülmez.
Stephen Jay Gould

Canlılar dünyası mucizesi

eçtiğimiz bölümde, fizik ve kozmoloji sayesinde, evrenin


hassas ayarlı ve akılla anlaşılabilir olduğunu gördüğümü­
zü söylemiştik. Bu durum, birçok kişiyi evrenin insanlar
düşünülerek tasarlandığı sonucuna yöneltmiştir. Yani biz insanların
burada olması bizim adımıza önceden planlanmıştır. Şimdi cansızlar­
dan canlılar dünyasma geçerek biyolojinin de bu izlenimi doğrulayıp
106 A ramizda K alsin T anri V ar

doğrulamadığını sorgulayacağız. İlk bakışta, biyoloji de bizlere her


yerinde ‘tasarım’ imzası taşıyan bir dünya göstererek, bu izlenimi faz­
lasıyla doğrular gibi görünüyor. 1991’de yayımlanan Royal Institution
Christmas Lectu res’da Richard Dawkins şöyle der: “Canlı nesneler... ta­
sarlanmış gibi görünürler; insanda sanki tasarlanmış olduklarına dair
çok güçlü bir izlenim uyandırırlar.”
Aslında, Aristo ve Plato gibi antik dünyanın büyük düşünürleri için
olduğu kadar modern biyologlar için de canlılar dünyası, her zaman
bitmek bilmeyen bir mucize kaynağı olmuştur. Bilim keşfettikçe, mu­
cizeler artar. Güvercinin yön bulma, küçük kuğuların göç etme içgüdü­
sünden, yarasaların yankıya dayalı yer bulma sisteminden, zürafanın
beynindeki kan basıncı kontrol merkezinden, ağaçkakanın boynunda­
ki kaslardan kim etkilenmez ve bunlar her gün uzayan sınırsız listeden
sadece birkaç örnek. Canlılar dünyası, insan aklım aciz bırakan karma­
şıklıkta mekanizmalarla doludur.
Bu nedenle, tabiat hiç şüphesiz çok kuvvetli bir tasarım izlenimi
vermektedir. Richard Dawkins bile biyolojiyi “belirli bir maksatla tasar­
lanmış olduğu izlenimi veren karmaşık varlıkların incelenmesi” olarak
tanımlar.164 Fakat o ve onun gibi bilim adamları için, her şey bu kadarla
sınırlıdır (yani bir tasarım izlenimi, herkesin kabul ettiği tasarıma dair
güçlü bir izlenim, fakat gerçek bir tasarım değil). Francis Crick, biyo­
logları, bu izlenimlerini, onun tahminine göre altta yatan gerçeklikle
karıştırmamaları yönünde uyarır: “Biyologlar sürekli olarak gördülderi
şeylerin tasarlanmadığını, sadece evrildiğini hatırlamalıdırlar.”165
Bu tür yargılar bize şu basit soruyu sorduruyor: Neden? Eğer ördek
gibi görünüyorsa ve ördek gibi yürüyorsa ve ördek gibi ses çıkarıyorsa,
neden ona ördek demeyelim? Neden bu bilim adamları aşikâr olan çı­
karımı yapmaktan uzak durup canlı varlıkların, gerçekten tasarlanmış
oldukları için bu denli tasarlanmış gibi göründüklerini söyleyemiyorlar?
Onlara göre, tasarım görünümü aldatıcıdır; çünkü herhangi bir ak­
lın müdahale etmediği evrim sürecinin, evrende gördüğümüz o zengin
T asarlanan B iyosfer 1© î

karmaşıklığı üretebilmeye yetkin olduğunu düşünürler. Elbette ön ka­


bullerinden dolayı böyle bir görüşü benimsemek zorunda kalmışlardır.
Daniel Dennet, Darwin’s Dangerous Id ea adlı kitabında, bunu şu sözler­
le ifade ediyor: “Darwin, septik bir dünya... Aklın yardımı olmadan Ka­
ostan Tasarım üreten bir mekanizma öneriyordu.” Dennett, Darwin’in
fikrini, Darwin öncesi dünya görüşlerini yok eden bir asit türüne ben­
zetir; bu yeni görüşe göre evrendeki madde, aldın bir ürünü değildir,
aksine evrendeki akıllar maddenin bir ürünüdür. Bu akıllar, amaçsız,
kontrolsüz, muhakemesiz bir sürecin sonuçlarından başka bir şey de­
ğillerdir.!66
Bu muhteşem evrim motorunun kapasitesi karşısında küçük dili­
mizi yutmamız işten bile değildir. Onun kudreti dahilinde (!) olanları
saymak gerekirse: Saf maddeden hayat ve şuur yaratma kuvveti, tabi­
atın muhteşem desenlerini işleyebilme becerisi ve tabiatın bilgi işleme
mekanizmalarım kurabilme yetisi... Richard Dawkins, bunun İlahî bir
Akıl değil, saf materyalist ve başıboş bir mekanizma olduğunu söyler.
Ona göre, doğanın belirli bir amaç için tasarlanmış olduğu düşüncesi
çok çekici gelse de aşkın bir saat ustasına gerek yoktur. 0 şöyle der:
“Doğadaki tek saat ustası, fiziğin kör kuvvetleridir. Fakat bunlar çok
özel bir şekilde konuşlanmışlardır. Gerçek bir saat ustası öngörüde
bulunur: Saatin çarklarını ve yaylarını tasarlar; akıl gözüyle gördüğü
gelecekteki bir amaca göre aralarındaki bağlantıları planlar. Şimdi bili­
yoruz ki, Darwin’in keşfettiği, kör, bilinçsiz, otomatik bir süreç olan do­
ğal seleksiyon, tüm hayatın varlığı ve tasarlanmış gibi görünen yapısını
izah etmektedir. Doğal seleksiyonun aklında herhangi bir amaç yoktur.
Çünkü doğal seleksiyonun aklı da akıl gözü de yoktur. Geleceği planla­
maz. İleri görüşü ve öngörüsü de yoktur. Hatta görme yetisi bile yoktur.
Şayet doğada bir saat ustasının rolünden bahsedilebilirse, o ancak kör
bir saat ustası olabilir.”167 Dawkins, fizik kanunları dışında hiçbir şeyin
gerekmediğini iddia eder (ki bu nokta çok önemli olduğu için ona daha
sonra tekrar döneceğiz).
108 A r a m iz d a K a l s in T an ri V ar

Paley ve saati

Tasarım argümanlarıyla bağlantılı saat ustası metaforunun çok


uzun bir geçmişi vardır. Çicero (M.Ö. 106-43) zekice tasarlanmış maki­
nelere yönelik gözlemlerinden, gezegen ve yıldızların düzenli hareket­
lerine dair çıkarsama yapmıştı: “...mekanizma örnekleri gördüğümüz­
de... bunları bilinçli bir aklın yarattığından şüphe duyuyor muyuz? Gök
cisimlerinin hareketlerini gördüğümüzde... nasıl olur da bunların sa­
dece bir aklın değil, aynı zamanda mükemmel ve İlahî bir aldın eserleri
olduğundan şüphe edebiliyoruz?”168
Çicero, böyle yazmakla, tasarım argümanının, 18. yüzyıl teolog
ve natüralisti William Paley tarafından dile getirilen, en meşhur kla­
sik formülünü yüzyıllar öncesinden öngörüyordu. Paley’in ifadesiy­
le. “Bir çalılıktan geçerken, ayağım bir taşa çarptı ve bana, bu taşın
nasıl buraya geldiği soruldu diyelim. Muhtemelen vereceğim cevap,
aksine bir şeyler bilmeme rağmen taşın ezelden beri orada olduğunu
söylemek olurdu ve bu cevabın ne kadar saçma olduğunu göstermek
pek de kolay olmazdı. Ama diyelim ki, yerde bir saat buldum ve bu
saatin nasıl olup da buraya geldiğini araştırmak gerekiyor... daha ön­
ce vermiş olduğum cevap gibi, bildiğim kadarıyla saatin ezelden beri
orada olduğunu söyleyemem. Çünkü saati yapan bir usta olmalı: Bir
zanaatkâr... olmalı... ve bu öyle bir zanaatkâr olmalı ki, saati aslında
bizim bulabileceğimiz bir gaye için yapmış; onun yapımına vakıf olan
ve özelliklerini tasarlayan biri olmalı... Saatteki mekanizmaya ait her
bir işaret, tasarıma ait her bir gösterge, tabiattaki olaylarda da vardır.
Yalnız bir farkla: Tabiatta olanlar tüm hesaplamaları aşan çok çok üs­
tün bir seviyededir.”169
O halde Paley’in argümanının özü, saatin karmaşıklığı, hedefle­
nen amaca göre uyarlanması ve aşikâr tasarımının, bir saat ustasının
varlığına işaret etmesidir. Peki, çok daha karışık bir biyolojik me­
kanizma, örneğin insan gözü, buna nazaran ne kadar daha akıllı bir
İlahî Tasarımcının varlığını gerektirir? “Tasarımın işaretleri göz ardı
T asarlanan B iyo sfer 1 0 9

edilemeyecek kadar kuvvetlidir. Tasarımın tasarımcısı olmalı. Bu tasa­


rımcı bir zat olmalı. Bu zat, Tanrfdır.”170
Tarih boyunca bilim adamları dâhil pek çok insan, böyle bir argü­
manı gayet makul bulmuşlardı. Cambridge’deki öğrencilik günlerinde,
Darwin de onlardan biriydi. Stephen Jay Gould’a göre, Paley, “gençli­
ğinde Darwin’in entelektüel kahramanıydı.”171 Darwin zaten, Paley’in
eseri hakkında şöyle yazmıştı: “Ondan Öklid’den aldığım kadar zevk
aldım. Bu eserlerin, bir bölümünün bile üzerinde durarak çalışmam;
kendi aidimi eğitmede benim çok az işime yaradığını hissettiğim ve
hâlâ da öyle düşündüğüm Akademik Eğitim’in hatırımda kalan tek fay­
dalı kısmıydı. O zamanlar Paley’in önermelerinden kuşku duymuyor­
dum. Kurduğu uzun ispat dizileri beni öyle ikna etmiş ve büyülemişti ki
onu tamamen güvenilir bulmuştum.”
Ne var İd, tüm bunlar değişecekti. Darwin otobiyografisinde, zorlandı­
ğı noktalara değinir: “Paley’in ortaya koyduğu, doğadaki tasarımla ilgili
eski argüman bir zamanlar bana çok inandırıcı görünüyordu, ancak artık
doğal seleksiyon kanununun keşfedilmesiyle bu argüman geçerliliğini
yitirmiştir. Artık çift kabuklu yumuşakçanın kabuğundaki güzel menteşe­
nin, bir kapı menteşesinin insan tarafından yapılmış olması gibi, akıUı bir
varlık tarafından yapılmış olması gerektiğini söyleyemeyiz.”172
Böylece artık, Paley’e saldırılar start alacaktı. Paley süreç içerisinde
o kadar çok saldırıya uğradı ki bugün pek çok kişi için, sadece Tan­
rı inancını bilimle bir şekilde ilişkilendirip ikna edici kılmaya yönelik
geçmişte yapılmış çalışmaları hatırlatan bir anımsatın olmaktan öteye
geçemez. Oysaki belirli (genellikle de uç) fikirlere sahip seçkinler top­
luluğunun ikonları haline geldikleri için bilim retoriğinin bir parçası
olan şahsiyetlerde görüldüğü üzere, onun hakkındaki gerçeğin kendi­
si, aslında hakkında üretilen mitlerden bile daha ilgi çekicidir. İtiraf
edilmelidir İd Paley, saatçi argümanına ayrıntılar katmak amacıyla
hayvanların belli başlı özelliklerini açıklarken “doğrulanamaz ya da
yanlışlanamaz” hikâyeler anlatma yoluna gittiği, bazı uyarlamalara
110 A ramizda K alsin Tanri V ar

ve hayali yöntemlere çok fazla başvurduğu için haklı eleştirilere ma­


ruz kalmıştır. Mesela, Hint domuzunu (Babyrussa ) tasvir ederken, çe­
nesinden çıkan uzun, kavisli, filinkine benzer dişleri olduğundan ve
ayakta uyurken bu dişleri kullanarak ağaç dallarına tutunup kafasını
desteklediğinden bahseder.173 Ne var ki, bu tür sıra dışı tasvirlerinden
dolayı Paley’in üstünü çizmek hata olur. Belki de bu yüzden, Stephen
Jay Gould, Paley’den bahsederken daha ölçülü bir yorumda bulunur:
“Büyük olasılıkla B abyru ssa’yla alakalı bu hikâyeyi, yanlışlarla dolu
gezgin anlatılarında okumuştu; bundan dolayı, Paley ancak yeterince
şüpheci olmadığı için eleştirilebilir yoksa yalan söylediği için değil.”174
Paley, ayrıca tabiatın iyilikseverliğini fazlaca vurgulayıp, doğadaki
acı, ıstırap ve vahşeti dikkate almamaktan dolayı da eleştirilmiştir. Fakat
Gould bu konuda da şöyle der: “Paley, Panglossvari (iflah olmaz iyimser)
bir mükemmeliyetçi diye göz ardı edilemez. Aksine o, mükemmelliğin
illa iyi tasarımın bir kriteri, hatta zanaatkarlığın İlahî yönünü gösteren
. zorunlu işareti olmak zorunda olmadığını açıkça belirtir.”175 Paley aslın­
da şöyle yazmıştır: “Bir makinenin, nasıl bir tasarıma göre yapıldığım
göstermek için, mükemmel olması gerekli değildir: Hatta cevabı aranan
tek soru, o makinenin bir tasarıma göre yapılıp yapılmadığı sorusu ise,
makinenin mükemmel olması daha da önemsiz bir kalır.”176
Paley’in ‘Doğal Teoloji’ veya diğer ismiyle ‘Fiziksel Teoloji’ olarak
adlandırılan görüşleri, sadece ateistler değil, John Henry Newman gibi
nüfuz sahibi teologlar tarafından da çok farklı bir tarzda tenkide uğra­
mıştır. Bu eleştirmenlere göre: “Fiziksel teoloji, yapısı itibariyle Hıristi­
yanlığı öne çıkaran tek bir kelime söyleyemez; gerçek anlamda Hıristi­
yan olamaz... bu sözde bilim, insanın aklını ele geçirdiği takdirde onu
Hıristiyanlığa karşı kullanmaya meyillidir.”177
Burada iki önemli nokta var. İlkine muhtemelen Paley de katılır­
dı. Paley 500 küsür sayfalık eserinde neredeyse Hıristiyanlıktan hiç
bahsetmez (Hıristiyanlık ilk kez sayfa 529’da geçer). Paley hedefleri­
nin sınırlarını gayet iyi bilmektedir ve Hıristiyanlık akidesinin temel
T asarlanan B İ yo sfer 1 1 1

doktrinlerini, doğrudan tabiattan esinlenerek tesis etmek gibi bir id­


diası yoktur. Ama Tann’nm varlığını en iyi doğal teolojinin kanıtladı­
ğından kesinlikle emin olduğu görülmektedir. Dolayısıyla bu şekilde
Tanrı’nın bazı sıfatlarına dair (örneğin kudret sıfatına dair) bilgi sağla­
nabileceğini iddia eder.178 Bunu kesinlikle Hıristiyanlığın yerini alacak
bir şey olarak da görmüş değildir. Sonuç kısmında şöyle der: “Dünyada
gördüklerimizin ötesinde de bir şeyler olması gerektiğini ispatlamak bir
adımdır. Bir sonraki adım da, tabiatta görünmeyen şeylerin yanında,
üretim, düzen ve destekten sorumlu şuur sahibi bir aklın olması gerek­
tiğini bilmektir. Doğal Teoloji bu konularda bizi aydınlatabilir; ancak
Tann’nın tüm varlığın ilk sebebi olması ya da onun manevi (tabiatüs-
tü) bir idareci olarak nitelikleri ve tasarımıyla alakalı meseleler gibi,
araştırmalarımız sonucunda ulaşamayacağımız birçok meselenin iza­
hını Vahye bırakırız. Hepsi bu kadar da değil; mantığımızın ve olasılık
hesaplarımızın büsbütün sınırlarını aşmasalar da kesinliğin (emniye­
tin) her şeyden önemli olduğu diğer hususlann tam anlamıyla tasdik
edilmesini de Vahye bırakırız. Hakiki bir teist, öncelikle güvenilir bir
kaynaktan İlahi Bilgi’yi almalıdır. Doğal Teoloji’den öğrendiği hiçbir
şey, onun daha fazla bilgi edinme arzusunu veya tevazu ve şükranla
o bilgiyi alma istidadını azaltmayacaktır. Böyle bir kişi nuru arzular ve
o nurdan faydalanır. Yüce Varlığa duyduğu derin manevi hürmet, onu
azami ciddiyetle; sadece tabiattaki araştırmalar yoluyla keşfedilen bil­
gilere değil, aynı zamanda O’ndan geldiğine dair delillere sahip vahiy
sayesinde öğrenilen ilme de yöneltecektir.”179
Durumu daha tuhaf hale getiren şey ise şudur: Newman (aynı maka­
lede180) fiziksel teolojinin Paley’in tarif ettiği ölçüde yararları olduğunu
takdir eder gözükür: “Yine bu bilim, çok belirgin ve farklı bir tarzda,
insan aklının Yüce Varlılc’a atfettiği en temel kavramlardan üçünü, ya­
ni O’nun en temel üç sıfatını, Kudret, İlim ve Rahmet’i gözler önüne
serer.” Bu da zaten özünde, Paley’in en başta kendi tezi için söyledik­
lerinin aynısıdır.
1 1 2 A ramizda K alsin T anri V ar

Peki, neden Newman doğal teolojinin, insanın aklında Hıristiyan­


lığın yerini alacağını düşünmüştür? Kendisi, nedenini şöyle açıklar:
çünkü (doğal teoloji) sadece kanunlardan bahseder, fakat bunların
askıya alındığı anlardan, yani mucizelerden bahsetmez. Hâlbuki muci­
zeler, Vahy’in özüdür. Dolayısıyla Fiziksel Teolojinin Tanrısı çok kolay­
lıkla bir put hâline gelebilir; çünkü Tanrı tümevarımcı akla sabit vazi­
felerle öyle mükemmel, öyle mahir, öyle iyiliksever gelmektedir İd; akıl
uzun süre bu özelliklere bağlandığında, onların bozulamayacak kadar
güzel olduğunu düşünüp, en nihayet Tanrı kavramını öyle daraltacak
ki, O’nun kendi eserini yok etmeye ve bozmaya cesaret edemeyeceği (ki
ben böyle bir ifadeyi kullanmaya cüret edemediğim halde) sonucuna
varacaktır. Böyle bir sonuç ise ikinci kez Tanrı fikrini alçaltmaya (basit­
leştirmeye) ve O’nu sadece eserleriyle tarif etmeye doğru giden adımları
başlatacaktır. Aslında, sadece Kudret, İlim ve Rahmet sahibi bir Varlık,
Panteistin Tanrısı’ndan çok da farklı değildir, hatta onun aynısıdır.”
Ama Paley’e karşı âdil olalım; o hiçbir yerde Tanrı’nın sıfatlarının
bunlardan ibaret olduğunu söylemiyor; sadece bu üç ismin doğrudan
tabiattan çıkartılabileceğini söylüyor. Elbette, doğal teolojinin erişebil­
diklerini aşan yanıtlara sahip soruları sormak önemli ve zaten Paley de
bunu yapmakta hiç tereddüt etmemiştir. 1794’te yayınladığı Evidences
o f Christianity adlı eserinde181 de Kutsal Kitap’ta anlatılan mucizeleri
destekleyen detaylı argümanlar bulunmaktadır ve ilginçtir ki bu argü­
manlar aslında David Hume’nin septik görüşlerine karşı yazılmıştır.
Dolayısıyla, Newman’m korkularına (ya da en azından Paley hakkında
duyduğu korkulara) hak vermek çok güç. Ancak bu kayıkçı kavgasında,
yani (Oxford’dan Katolik) Newman’la (Cambridge’den Protestan) Paley
arasındaki çekişmede, kimin haklı olduğu hususunda emin olamayan
biri de mazur görülebilir.
Bunun cevabı ne şekilde verilirse verilsin, şu çok açıktır ki Paley’e yö­
nelik eleştiriler ve onun tasarım kanıtlarıyla alakalı hafızalara yer eden
imajı yüzünden, bir saatin yapısından onun akıllı bir tasarımcısının
T asarlanan B İ yo sfer 1 1 3

olması gerektiğine yönelik temel çıkarım çoğu zaman göz ardı edilmiş
ve tasarım argümanlarına kuşkuyla bakılagelmiştir. Hâlbuki ona yöne­
lik eleştirilerin birçoğu aslında bu çıkanmla ilgili bile değildi. Üstelik
mesela Bertrand Russell gibi, teizme sempatiyle bakmadığı bilinen bir
kişi bile, Paley’in tasarım kanıtım mantıken oldukça etkileyici bulur:
“Bu teze göre, dünya üzerinde, kör tabiat kuvvetlerinin ürünü olarak
makul bir şekilde açıklanamayan veya bilinçli bir maksadın varlığı ile
açıklanmaları daha makul olan şeyler görürüz. Bu tezin, herhangi bir
biçimsel mantık hatası yoktur; önermeleri gözleme dayanır (ampiriktir)
ve vardığı sonuca, ampirik çıkarsamanın kaidelerine uygun bir şekilde
ulaştığı açıkça görülmektedir. Dolayısıyla, bu tezin kabul edilip edilme­
yeceği sorusu; genel metafizik soruların değil, detaylı değerlendirmele­
rin ilgi alanına girmektedir.”182183
Paley konusuna son vermeden önce, sıkça zikredilen, David
Hume’un tasarım kanıtlarına yönelik önceki hücumlarının, Paley’in
tezini gerçekten çürüttüğü iddiası üzerine kısa bir değerlendirme ya­
palım.184 Hume’un ithamlarından biri bu tür tezlerin (tasarım kanıtı
gibi), her zaman sağlam dayanağı olmayan analojiler üzerine kurul­
maya eğilim gösterdikleridir.185 Hume’un eseri bir tartışma tarzındadır.
Bu tartışmadaki ana karakterlerinden biri Cleanthes’dir ve ona şöyle
denir: “Eğer bir ev görürsek, Cleanthes, hiç kuşkusuz bunun bir mi­
marı veya inşacısı vardır deriz; çünkü gördüğümüz eser, bir sebepten
kaynaklanır. Ancak elbette ki evrenin bir eve bu türden bir benzerlik
gösterdiğini, aynı kesinlikle benzer bir sebebi çıkarsayabileceğimizi ya
da bu analojinin tam ve mükemmel olduğunu asla kabul etmeyeceksin.
Aralarındaki fark öyle çarpıcıdır ki, en fazla yapabileceğin şey, benzer
bir sebebi varsaymak ya da zannetmektir; ama bu savın dünyada nasıl
karşılanacağını düşünmeyi sana bırakıyorum.”186 Pek çok kişiye göre
Hume’un argümanı hâlâ geçerlidir.
Bu argümanın Paley’in argümanını geçersiz kıldığını düşünmek,
acele alınmış bir karara benziyor. Filozof Elliott Sober buna dikkat
114 A ramizda K alsin T anri V ar

çeker: “Tasarım argümanı analoji temelli bir kanıt olsaydı Hume’nin


eleştirisi onu çürütebilirdi. Fakat tasarım argümanının bu şekilde yo­
rumlanması gerektiğine dair bir sebep göremiyorum. Paley’in canlılarla
ilgili argümanı, saatlerin ve canlıların benzer olup olmadığını dikkate
almaksızın tek başına da sağlamdır. Saatten bahsetmesinin nedeni ise
sadece, okuyucuya, canlılarla alakalı kanıtların çok kuvvetli olduğunu
görmelerinde yardımcı olmaktır.”187
Elbette, Paley’in canlılarla alakalı argümanı tek başına sağlam ve
geçerlidir; üstelik Sober’ın söz konusu analojinin zayıf olduğunu söy­
lemekte haklı olmadığı da anlaşılmışta, İd bu bilgiyle beraber argüman
daha da kuvvetlenmektedir. Sober analojinin zayıflığı konusunda ya­
nılmaktadır çünkü Paley’den bu yana, bilimsel gelişmeler göstermiştir
ki, canlılarda ‘moleküler makine’ olarak adlandırılabilecek çok çeşitli
sistemler bulunmaktadır ve bu sistemler arasında moleküler zamanı
hesaplama işlevini gören biyolojik saatler de vardır. Üstelik bu saat­
ler, Paley’in örnek olarak verdiği saatten çok çok daha sofistikedirler.
Aslında ‘makine’ vokabüleri, günümüzde en ileri moleküler biyolojide
yaygın olarak kullanılmaktadır.
Elbette Hume bir gün, bu dünyadaki laboratuarlarda, insan zekâ­
sının biyokimyasal sistemler tasarladığını, proteinler inşa ettiğini ve
büyük olasılıkla çok yakın gelecekte moleküler bileşenlerinden basit
organizmalar inşa edilmesinin mümkün olacağını da öğrenmiş olsaydı
çok şaşırırdı. Böyle bir durum karşısında kalsaydı Hume ne derdi? Ger­
çek şu ki, tasarım kanıtı, Hume’un düşündüğünden çok daha sağlam
çıktı. Biyolojideki son gelişmeler sayesinde Hume’un itirazı temelden
büyük ölçüde sarsılmış oldu ama buna rağmen onun analojilerle ala­
kalı uyarısını akılda tutmakta fayda var.
Hume ayrıca, dünyamızın tasarlandığını çıkarsamalc için, hem ta­
sarlanmış, hem de tasarlanmamış diğer dünyaları gözlemleyerek kıyas­
lama yapmamız gerektiğini de savunmuştur. Buradan anlaşılıyor İd Hu­
me, tasarım karşıtı argümanını, gözlemlenmiş evrenlerdeki örneklem
T asarlanan B İ yo sfer 1 1 5

uzayını temel alan bir tümevarım argümanı şeklinde formüle etmekte­


dir. Dolayısıyla Hume, gözlemleyebildiğimiz tek evrenin bu evren oldu­
ğunu söyleyerek, tasarım argümanının zayıf olduğu sonucuna varmak­
tadır. Fakat Sober’in belirttiği gibi,188 bu itiraz tümevarıma örnekleme
modelinden ihtimal modeline geçince etldsini kaybeder. Bu durumda:
“Gözleminizde iki hipotezin farklı olasılıklar (ihtimaller) taşıdığını sa­
vunabilmeniz için farklı dünyalarda Akıllı Tasarım ve şans süreçlerini
(olaylarını) meydana gelirken gözlemlemeniz gerekmez.”
Buradaki ana fikir çok önemli. Tüm bilimler tümevarıma değiller­
dir çünkü her zaman tekrarlanabilir gözlem veya deney yapma lüksü­
ne sahip olamıyoruz. Mesela Big Bang’i veya hayatın kökeni veya ev­
renin geçmişini tekrarlayanlayız. Peki herhangi bir tarihi olayı? Bunu
da tekrarlamak mümkün değildir. Bu durumda, tarihi olaylarla ilgili
hiçbir şey bilmiyoruz diyebilir miyiz? Eğer Hume’un akıl yürütmesini
takip edersek, tarihi olaylarla ilgili de hiçbir şey bilmiyoruz dememiz
gerekirdi. Oysaki, bu tür durumlarda uygulanabilecek, tarihçilerin iyi
bildiği başka bir metodoloji daha bulunur. Abdülcsiyon yöntemi, yani
en iyi izahı çıkarsama yöntemi. Bu yöntemi 2. Bölümde tarif etmiştik.
Hume’un argümanı abdüksyona hiç değinmez. Oysa belirli bir etkiyi
açıklayan bir argüman, onu açıklamayan argümandan her zaman daha
geçerli kabul edilir.
Tasarım kanıtını, Paley hakkında oluşturulan bilimsel söylemle­
re sarılı negatif imajdan ayırt etmek, önemli ancak bazen çok zordur.
Ancak tasarım argümanının, kimilerince neden ciddiye alınmadığının
bilimsel söylemle ilgili bir nedeni daha vardır. O da, ‘tasarım’ kelimesi
geçtiği anda birçok kişinin hayaline hemen, eski tasarım argümanla­
rında sıklıkla kullanılan saat mekanizmasının gelmesidir. Sonuçta,
‘tasarım’ kelimesi bilinçli veya bilinçsiz Newton’un saat gibi çalışan
evren fikrini çağrıştırır.189 Newton mekaniğinin altın çağında, evrenin
işleyişini, kusursuz çalışan bir saate benzetmek çok cazip geliyordu.
Ancak bu cazibe, özellikle biyolojik bilimlerle uğraşanların nezdinde,
116 A ramizda K alsin Tanri V ar

biyolojik dünyanın pek de bir saate benzememesinden dolayı zamanla


etkisini kaybetti. Hatta deist bir Tanrı görüşünü (daha çok Tann’nın
evreni bir saat gibi kurduktan sonra kendi hâline bıraktığı görüşünü)
desteklemek için de kolaylıkla kullanılabilen bu benzerlik, teologlar
nezdinde de etkisini yitirdi çünkü Kutsal Kitap’a göre Tanrı, evrenin
Yaratıcı’sı ve Kayyumu (ayakta tutanı, sürdürücüsü) olarak sürekli
hareket hâlinde olup evreni her an tekrar var eden bir Tanrı’ydı. Tüm
bunlarla birlikte, bugün artık canlılar dünyasında sınırsız karmaşık­
lıkta saatlerin bulunduğu biliniyor ve bu nedenle bu tür tasarım ar­
gümanlarından kolayca vazgeçilemeyeceği de anlaşılmaya başlanıyor.
Ancak bu argümanları, indirgemeci bir tavırla, evrenin bir saat meka­
nizmasından başka bir şey olmadığı izlenimini vermek için kullanmak
da başka bir hata olur.190 Bu nedenle, fikirlerin yanlış anlaşılmaya
meydan verecek çağrışımlarından kaçınmak için, tasarım argümanla­
rından ziyade, akıllı kökeni çıkarsayan argümanlar üzerine konuşmak
daha iyi olacaktır.
Konuyu özetlemek babından, John Polkinghorne’nin sözlerine yer
verelim: “William Paley’in üzerinden iki yüzyıl geçtikten sonra bugün
doğal teoloji ne durumda? Bu sorunun cevabı kısaca şudur: ‘Sıhhati
gayet yerinde. Geçmişten edindiği tecrübelerle, cebri mantıksal gerek­
lilikten ziyade, ferasete sahip çıkmayı ve bilimle rekabet değil tamam­
layıcılık üzerine kurulu, arkadaşça bir ilişki sürdürmeyi öğrenmiş bu­
lunuyor. ”’191

Evrim, Yaratıcı’ya ihtiyacı ortadan kaldırır mı?

Şimdi asıl konumuza, yani evrimin Yaratıcı’ya ihtiyacı ortadan


kaldırdığına yönelik yaygın görüşe geri dönelim. Felsefi kanaati so­
nucunda materyalist olan Paleontolog Stephen Jay Gould, Darwin’den
şunu öğrendiğimizi söyler: “(Newton’un saat kuran Tanrı’sı zamanın
başlangıcında evreni kurmuş ve kendi halinde çalışmaya bırakmış olsa
da) doğa olaylarına müdahale eden ve onları muhabbetle idare eden
T asarlanan B iyo sfer 1 1 7

ruhani bir varlık yoktur. Evrimsel değişimi yürüten hiçbir hayati kuvvet
yoktur. Tanrı hakkında her ne düşünürsek düşünelim, onun varlığı ta­
biatın eserlerinde görülmez.”192
Gerçekten de The Origin ofS p ecies adlı eser yayınlandıktan kısa bir sü­
re sonra ünlü Amerikalı ateist Robert Green Ingersoll “19.yy’m Darwin’in
asrı” olacağını söyleyerek şöyle yazacaktı: “Darwin’in evrim teorisi, dü­
şünen her akılda, Hıristiyanlığın bıraktığı son izleri de silmiştir.”193
Aynı hususa, 1959’da, Chicago’da düzenlenen Darwin Centennial’da
Sir Julian Huxley de değindi. Huxley, evrim teorisinin sonuçlannı şu şe­
kilde özetledi: “Düşüncenin evrimsel tasarımında artık doğaüstü bir şe­
ye ne ihtiyaç ne de yer kalmıştır. Dünya yaratılmadı, evrildi. Akıl ve ruh,
beyin ve bedenleriyle birlikte biz insanlar da dâhil yeryüzünde yaşayan
hayvanlar ve bitkiler evrildi. Din de...”194 Huxley’in fikirlerinde evrim
Tann’nın yerini almıştı. Huxley, sadece hayatın değil, şuur ve düşünce
gibi daha üst seviye kuvvelerin bile güya saf natüralist izahım veriyordu.
Ateizmin, evrim teorisinin mantıksal bir sonucu olduğu görüşü,
sadece popüler bilim kitaplarında değil üniversite ders kitaplarında
da kendisine yer bulur. Örneğin, California Berkeley, Vertebrate Zoo­
loji Müzesi’nden Monroe Strickberger’m yazdığı ders kitabında şöy­
le bir cümle geçer: “Darwinizm’in, yaratılış alanında Tanrı’nın yerini
almaya çalıştığı endişesi böylece haklı çıktı. İnsanın yaratılmasında
İlahî bir amaç var mıdır sorusuna evrim ‘Hayır’ yanıtını verdi. Evrime
göre, türler ve insanlar tasarım sayesinde değil doğal seleksiyon saye­
sinde adaptasyon sağlamışlardır.”195 Dogulas Futuyma da buna katılır:
“Yönsüz ve gayesiz varyasyonu, kör ve umursamaz doğal seleksiyona
bağlamakla Darwin, hayat sürecinin teolojik ve ilahi izahını lüzumsuz
kılmıştır. Darwin’in evrim teorisi; Marx’m materyalist tarih ve toplum
teorisi ve Freud’un insan davranışlarım pek de kontrol edemediğimiz
etkenlerle izahı ile beraber Batı düşüncesinin büyük kısmının sahne­
lendiği materyalizm ve mekanizm platformunun vazgeçilmez bir daya­
nak noktası olmuştu.”196
118 A ramizda K alsin T anri V ar

Bu yüzden evrim teorisinin, gereksiz ve işe yaramaz diye Tanrı inan­


cını def ettiğine dair yaygın hissiyat şaşırtıcı değildir. Tipik bir örnek
vermek gerekirse, Filozof Roger Scruton böyle düşünme sebebini şu şe­
kilde açıklar: “Ben bilimsel düşünürüm; Daminizm kanıtlarını reddo-
demem -çünkü bana aşikâr bir şekilde doğru görünüyor.”197
Dolayısıyla çok tuhaf bir durumla karşı karşıyayız: Bir tarafta, biyo­
lojik bilginin tabiatından ve varlığından yola çıkarak, bu bilginin akıllı
bir kaynağının olduğunu çıkarsamaya şiddetli ve neredeyse içgüdüsel
bir meylimiz var. Diğer tarafta ise, bir tasarımcının gerekli olmadığına
inandığı için bu meyle şiddetle direnen; başıboş ve akılsız evrim süreci­
nin her şeyi yapabildiğini ve yaptığını söyleyen insanlar mevcut.
Bunun kritik bir mesele olduğunu belirtmeye lüzum yok. Gerçekten
de, evrim teorisinin, insanın anlam arayışı üzerinde deprem etkisi ya­
rattığını söylemek hiç de abartılı olmaz. Hatta bu öyle bir depremdir ki
insan hayatını her açıdan kuşatmıştır. Eğer hayat sadece natüralist sü­
reçlerin sonucuysa, ahlak nedir? 0 da mı evrilmiştir? Eğer öyleyse, doğ­
ru ve yanbş, adalet ve hakikat kavramlarımızın anlamı nedir? William
Provine’a göre “Evrimci biyolojinin yıkıcı varsayımları, dinin varsayım­
larını aşarak insanların çoğunluğu tarabndan kabul gören daha derin
ve yaygın bir inanca da saldırır. Bu inanç, mekanik olmayan düzenle­
yici tasarımların ya da kuvvetlerin, fiziksel evrende, organizmalarda
ve insan ahlakında görünen düzenden bir şekilde sorumlu olduğu
inancıdır.”198 Daniel Dennett evrimin mantıki sonuçlarını henüz gerçek
anlamda dikkate almadığımızı düşünür. Bu yüzden evrimi “Darwin’in
tehlikeli fikri” olarak adlandırır; çünkü bu fikir “çoğu entelektüel savu­
nucusunun henüz kendilerine bile itiraf edemediği bir şiddetle, temel
inançlarımızı sarsmaktadır.”199
Dawkins de bu düşünceye katılır. Darwirile birlikte, düşünce ta­
rihinde çok önemli bir dönüm noktasına ulaştığımızdan hiç şüphesi
yoktur. “Derin sorunlarla karşılaştığımızda, artık batıl inançlara sığın­
mamız gerekmeyecek: Hayatın bir anlamı var mı? Biz neden buradayız?
T asarlanan B iyo sfer 119

İnsan nedir? Bu sorulardan sonuncusunu sorduktan sonra, ünlü zoo­


log G.G. Simpson şöyle bir yorum yapar: ‘Demek istediğim, 1859’dan
i
önce bu soruyu cevaplayabilmek adına sarf edilen onca çaba boşunay-
di; en iyisi bu çabaları tamamen yok saymaktır.’200”
Dawkins’in argümanına göre eğer evrendeki aşikâr tasarımı, evrim
mekanizmaları izah edebilirse akıllı bir köken çıkarsaması hatalı olur.
O, aynı anda hem Tanrı hem evrim olamaz der. Her şey evrimle mey­
dana geldiği için Yaratıcı yoktur, ona göre. Dolayısıyla gene ona göre
evrim ateizmi gerektirir.
Şimdi bu iddianın mantığına bakalım. Açıkça görülüyor İd
Dawkins’in evrimden ateizme çıkarsama argümanı, şu iki iddianın aynı
anda geçerli olmasına dayanır:
1. İddia: Biyolojik evrim, bir Tanrı’nın varlığıyla uyuşamaz.
2. İddia: Biyolojik evrim, hayatın karmaşıklığının tümünden sorum­
ludur.
Bazıları burada tartışılacak bir şey olmadığını düşünür. Onlar için
her iki cümle de doğrudur: İlk cümle neredeyse tartışmasız, İkincisi
ise bilimsel araştırmaların sonucu olarak doğrudur. Ancak iki zıt ger­
çek, olayların bu kadar da basit olamayacağım bizlere gösteriyor. İlk
olarak, birinci iddiayı reddeden ve İkinciyi kabul eden çok sayıda bi­
lim adamı vardır ve bunlar biyoloji alanında da çalışmaktadırlar: Yani
hem Tanrı’ya hem evrime aynı anda inanırlar. İkinci ve daha tartışmalı
gerçek ise, günümüzde ikinci iddianın geçerliliğine ilişkin de bilim sel
soruların sorulmaya başlanmasıdır (ve üstelik bunları sadece Tann’ya
inananlar sormamaktadırlar). Dünyanın önde gelen akademik yayınev-
lerinden çıkan ve giderek artan sayıda yayın bunun bir kanıtıdır.201

Evrim Tanrı’yı dışlar mı?

Tanrı ve biyolojik evrimin karşılıklı olarak dışlayıcı alternatif­


ler olduğu fikri, ilk etapta Tanrı’nın ve evrimin aynı izah kategori­
sine girdiği izlenimi verir. Fakat bu yanlıştır (bunu daha önce zaten
120 A ramizda K alsin T anri V ar

görmüştük). Bir kategori hatası yapılmaktadır. Evrim bir biyolojik me­


kanizma anlamına gelir ama Tanrı’ya inanlar Tanrı’yı, diğer şeylerin
yanında, mekanizmaları tasarlayan ve yaratan bir Zat olarak kabul
ederler. Daha önce, Ford arabanın çalışma mekanizmasını anlamanın
Bay Ford’u yok kabul etmeye bir kanıt oluşturmadığını görmüştük.
Dolayısıyla bir mekanizmanın varlığı o mekanizmayı tasarlayan bir
öznenin olmadığını göstermez.
Buıııı akılda tutarak Dawkins in meşhur kör saat ustası tarifine
lekrar bakalım: “Doğadaki tek saat ustası, fiziğin kör kuvvetleridir...
Darwin’in keşfettiği kör, bilinçsiz, otomatik bir süreç olan doğal selek-
siyon, tüm hayatın varlığını ve tasarlanmış gibi görünen yapısını izah
etmektedir... Şayet doğada bir saat ustasının rolünden bahsedilebilirse,
o ancak kör bir saat ustası olabilir.” Burada beş iddia var bunlardan
ikisi fiziğin kuvvetleriyle, üçü doğal seleksiyon ile ilgili:
1. Fiziğin kuvvetleri doğadaki tek saat ustasıdır.
2. Fiziğin kuvvetleri kördür.
3. Doğal seleksiyon herhangi bir amacı olmayan, kör, otomatik bir
süreçtir.
4. Doğal seleksiyon tüm canlı varlığını izah eder.
5. Doğal seleksiyon tüm hayat fomlarını izah eder.
Elbette, burada kullanılan haliyle ‘doğal seleksiyon’, doğal seleksi-
yonu, mutasyonu, genetik sapmayı vs. içeren neo-Darwinci evrim sen­
tezinin bir kısaltmasıdır.
Bu iddialarda ilk göze çarpan şey, bunların bizi Darwin’i aşan bir
noktaya götürdükleridir. 1. iddiaya göre, Darwin’in ortaya koyduğu do­
ğal seleksiyon fizik kanunlarına indirgenebilir. Hâlbuki Darwin hiçbir
yerde böyle bir iddiada bulunmamıştır. Doğal seleksiyon, tanımı ge­
reği, başlamak için, hayatın (veya kendini üretme özelliğine sahip bir
sistemin) mevcut olduğunu varsayar. Aksi takdirde doğal seleksiyon
asla işe başlayamaz; çünkü ortada, onlar arasında seçim yapacağı bir
şeyler mevcut değildir. Cansızlardan canlılara geçiş olayını, üstün körü
T asarlanan B îyo sfer 121

bir şekilde geçiştirme kurnazlığı aslında çok ciddi bir sorundur ve bu


soruna ileride daha detaylı olarak değineceğim.
İkinci olarak, Dawkins yaratıcı gücü, fiziğin kuvvetlerine atfeder
ve onları şahıslaştırır. Bu güçler, s a a t ustasıdırlar. Şahıslaştırma reto­
riği burada önemli; çünkü bu retorik, incelikle, diğer türlü dayanaksız
olan bir teze sahte bir güvenilirlik kazandırabilir: Çünkü bizler kör bir
kuvvete değil de bir şahsa yaratıcı güçler atfetmeye meyilliyiz. Üstelik
Dawkins’in şahıslaştırdığı güçler kördür. Bu ne anlama gelir?
* Bir açıdan, kuvvetleri veya mekanizmaları ‘kör’ olarak tarif etmenin
tartışılacak bir yanı yoktur. Çoğu kuvvet gerçekten öyledir. Güçlü ve zayıf
nükleer kuvvetler, elektromanyetizma ve kütle çekiminin ne fiziksel ne de
zihinsel anlamda gözleri yoktur. Bunun gibi çoğu mekanizma kördür (me­
sela bir saati, arabayı, CD çalan, bilgisayar sabit diskini düşünün). Aynca
bunlar sadece kör değil, aynı zamanda bilinçsizlerdir. Daha net ifadeyle,
akıl sahibi olmadıklarından bilinçli düşünceden yoksundurlar. Fakat bu
mekanizmaların kendileri her ne kadar kör olsalar da kör olmayan akılla­
rın ürünüdürler; yani akıllıca tasarlanmışlardır. Dahası işlerken rastgele
davranma özelliğine sahip mekanizmalarda bile bu geçerlidir.
Örneğin kendi kendini kuran bir saatin mekanizması kördür, oto­
matiktir ve şansa dayalı süreçlerden etkilenir. Kolun rastgele hareketle­
rinden enerji üreterek kendi kendisini kurar. Fakat buradan yola çıka­
rak bu saatin tasarlanmamış olduğunu savunmak aptallık olur. Aksine,
kendi kendini kuran bir saat sıradan bir saatten daha karmaşıktır ve bu
yüzden tasarımı daha fazla zekâ kullanımını gerektirir.
Mühendislik alanında, bilgisayarda uygulanan genetik algoritmalar
üeri mühendislik optimizasyonu amacıyla çok sık (örneğin olası en iyi
uçak kanadını kurgulamak için) kullanılırlar. Bu evrimsel algoritmik
optimizasyon işleminin kendisinin kör ve otomatik olmasından yola
çıkarak, bunun bir zeka ürünü olmadığını söylemek saçma olur.
Ne yazık ki, Dawldns’i okurken, bu noktayı gözden kaçırmak çok ko­
lay; çünkü evrim sürecini şahıslaştırma taktiği, okuyucuda, Dawkins’in
122 A ramizda K alsin T anri V a r

gerçek bir zatın müdahalesini tartıştığı düşüncesi uyandırır. Hâlbuki o


böyle yapmamaktadır. Aslında hiçbir yerde, bir zatın fail olup olmadığı^
sorusuna değinmemiştir bile. Bu çok zekice bir hiledir.
Şimdi çıkardığımız ders şu: Bu tür bağlamlarda, bilim retoriğine
karşı temkinli olmalıyız. Çünkü varsayılan evrim mekanizmaları genel­
likle ‘kör’, ‘otomatik’, ve ‘maksatsız’ gibi kelimelerle bezenirken; bağ­
lamlardaki muğlâklık yüzünden, akıllı bir failin olup olmadığı sorusu
tartışılmış ve reddedilmiş izlenimi verilir. Ama aslında böyle bir soru
hiç incelenmemektedir bile. Dolayısıyla Dawkins’in terminolojisini kul­
lanan biri bu soruyu cevaplıyor gibi görünse de bu görüntü bir illüzyon­
dan ibarettir.
JJpradpki mantığı fizikçi Sir B M Houahton güzel yakalar; “Nasıl ki
bir saatin parça kırını bir araya getirme sürecini kavıamak, bu süreç ne
kadar otomatik görünürse görüngjp, o saatin ustası olmadığı anlamına
gelmez ise aynı şekilde evrenin veya canlı sistemlerin çalışma meka­
nizmalarından bazılarını anlamak bir tasarımcının varlığını mümkün
olmaktan çıkarmaz.”
Böyle akıl yürüten çok sayıda öncü bilim adamı evrim mekanizma­
sını, Yaratıcı’nın canlı çeşitliliğini meydana getirme yöntemi olarak ka­
bul etmiştir ve etmektedir. Darwin’in destekçileri arasında da bu türden
bilim adamları vardı; mesela Harvard’lı seçkin botanikçi Asa Gray bun­
lardan biriydi. Gray, Darwin’in teorisini İngiltere dışında ilk duyuran ve
onunla her zaman iletişim halinde olan bir Hıristiyan’dı.203
Roman yazarı Charles Kingsley, Darwin’e doğal seleksiyon teorisi
“öyle mükemmel bir Tanrı anlayışı getirdi ki; böylece biz Tann’mn Ken­
disinin, yarattığı boşlukları doldurmak için müdahalede bulunmasının
yanı sıra... kendi kendine gelişme kapasitesine sahip öncül formlar da
yarattığına inanıyoruz.” demiştir. Her ne kadar Kingsley bir bilim ada­
mı olmasa da, Darwin onun sözlerinden öyle etkilenmişti ki, Türlerin
Kökeni eserinin ikinci baskısında, bu sözleri alıntılamıştı. Kingsley’in
“öyle alim bir Tanrı ki, her şeyin kendi kendini yapabilmesini sağlar.”
Tasarlanan B iyo sfer 1 2 3 '

görüşü, Richard Swinburne tarafından tekraren şu şekilde ifade edil­


miştir: “Doğa... bir makine-yapan makinedir... insanlar sadece maki­
ne yapmazlar, ayrıca makine-yapan makineler de yaparlar. Bu yüzden
tıpkı, makine-yapan makinelerden insana çıkarsama yapılabildiği gibi
hayvanları ve bitkileri üreten doğadan elbette doğanın Yaratıcı’sma çı­
karsama yapılabilir.”204
Başka bir deyişle, evrimci bakış açısı, bir bilinçli başlangıca çıkar­
sama yapmayı dışlamaz. Yaptığı tek şey, organizmalardan, bu organiz­
maları meydana getiren süreçlere doğru belki bir seviye daha geriye git­
mek -veya birincil nedenlerden, ikincil nedenlere gitmektir. Hayatında
ilk kez araba görmüş bir adam düşünün. Bu adam ilk önce arabayı doğ­
rudan insanların imal ettiğini sanır ancak daha sonra onu bir fabrika­
da robot kolların, yani insanlar tarafından yapılmış makinelerin imal
ettiğini keşfeder. Bu kişinin, akıl sahibi ilk kaynağa yönelik başlangıç­
taki çıkarsaması yanlış değildir. Onun yanıldığı nokta, bu aklın icraata
geçişinin doğası hakkında sahip olduğu öngörüdür. Başka bir deyişle,
robot kolların çalıştığı fabrikada doğrudan insan etkinliği görülmese
de, hem fabrika hem de onların ürettiği makineler nihayetinde akıllı
insanın tasanmmın bir neticesidir. Y
Erken Darwincilik tartışmalarında öne çıkan T. H. Huxley bile bu
noktanın farkında görünmektedir. Biraz şaşırtıcı gelecek ama Huxley
çağdaşlarına şöyle bir hatırlatmada bulunur: “Evrim kuramının hiç
erişemediği çok geniş bir teleoloji alanı bulunmaktadır. Bununla; ev­
renin ilkel nebulamsı hâlini oluşturan moleküllerdeki kuvvetlerin,
kesin kanunlara göre karşılıklı etkileşimi sonucu dünyanın ortaya çı­
kışını kastediyoruz. Eğer bu doğruysa, mevcut dünyanın potansiyel
olarak bu kozmik buharda bulunduğu da en az bunun kadar kesindir.
Soğuk bir kış günü nefesle çıkan buhar havanın soğukluğu hakkında
nasıl bir karine oluşturuyorsa, bu (ilk kozmik) buhardaki moleküllerin
özelliklerini bilecek güçteki bir akıl sahibi de, aynı kesinlikle, 1869’daki
Britanya’nın nasıl bir faunası olacağım öngörülebilirdi.” Sonuç olarak,
124 A ramizda K alsin T anri V ar

evrim doktrininin “Felsefi bir doktrin olan Teizmle herhangi bir sürtüş­
mesinin olamayacağını” belirtir.205
Dolayısıyla, Huxley bile Tanrı’nın varlığı veya yokluğu sorunu­
nu biyolojinin çözemeyeceğini düşünmekteydi. 1883 yılında Charles
Watts’a yazdığı bir mektupta şöyle der: “Agnostisizm ister antik olsun
ister modern olsun, bilimin özüdür. Agnostisizm kısaca insanın bir şe­
yi bildiğini ya da inandığını iddia etmesi için yeterli bilimsel dayanağı
olmadığında onu bildiğini ya da ona inandığını dile getirmemesidir.
Dolayısıyla agnostisizm yalnızca popüler teolojinin büyük bir kısmını
değil aynı zamanda teoloji karşıtlığının büyük kısmını da bir kenara
biralar.” Hatırlayalım, kendisini tarif edebilmek için ‘agnostik’ terimini
bulan kişi de Huxley’di.206
Huxley’in ‘kozmik buharın’ potansiyeliyle ilgili yorumu, evrim te­
orisinin, karmaşık kanunlara göre işleyen ve tam isabetli maddeler
üreten, çok hassas ayarlanmış bir evrene ihtiyacı olduğunu bize bir
kez daha hatırlatır. Elbette kimya, fizik ve kozmolojinin hassas ayar
argümanları biyolojik evrim teorisinden bağımsızdırlar. Dolayısıyla,
hem evrenin fiziksel seviyede hassas ayarlı olmasından hem de evrim
süreciyle organik hayat üretebilme kapasitesine sahip olmasından kay­
naklanan antropik faydanm, “yaratıcı aldın” varlığına güçlü bir kamt
oluşturduğu kesinlikle savunulabilir.
Bu nedenle böyle bir teist evrim görüşü, Asa Gray ve Richard Owen
gibi Darwin’in zamanından günümüze kadar pek çok bilim adamı ta­
rafından kabul görmüştür. Stephen Jay Gould ileri dönemlerinde, bu
gerçekle ilgili şu yorumu yapar: “Ya meslektaşlarımın yarısı, muazzam
derecede saflar ya da Darwinizm, ateizmle olduğu kadar yaygın dini
inançlarla da tamamen uyum içerisindedir.”207
Örneğin Britanya’da dünyaca meşhur Londra Kew Bahçeleri’nin es­
ki Yöneticisi, Sir Ghillean Prance, Royal Society eski Başkan Yardımcı­
sı, Sir Brian Heap, Cambridge Üniversitesi Jeoloji Profesörü, Bob White,
Cambridge Üniversitesi Paleobiyoloji Profesörü Simon Conway Morris,
T asarlanan B iyo sfer 1 2 5

Londra Üniversitesi Evrim Biyolojisi Profesörü Sam Berry, Cambridge


Faraday Enstitüsü Direktörü Denis Alexander... Bunların her biri seç­
icin çağdaş evrim biyologları olmanın yanı sıra, aynı zamanda Tanrı’ya
inanan (teist) kimselerdir. ABD’de İnsan Genomu Projesi’nin Direktörü
Francis Collins teist evrim yerine Biologos terimini kullanmayı tercih
eder. Bu bilim adamlarının hepsi evrim teorisinden ateizm çıkarma ça­
basına şiddetle karşı çıkmışlardır. Alister McGrath’ın dikkat çektiği gi­
bi: “Darwinizmle ateizm arasında ciddi bir mantıksal boşluk bulunur.
Dawkins bu boşluğu aşmak için, kanıttan ziyade retorik kullanmayı
tercih etmiş görünüyor.”208 Hatta Denis Alexander daha da ileri gide­
rek “Darwin’in Evrim teorisi 1859’da ortaya konulduğundan beri çeşitli
ideolojik amaçlarla kullanılmış olsa da özünde bu teori herhangi bir
dini veya ahlaki anlam taşımaz. Bu tür bir anlam çücaranlar, yanılıyor­
lar” der209 fakat Richard Dawkins gibi kişiler, onlardan tamamen farklı
düşünmektedirler.
f Benzer şekilde, Stephen Jay Gould şöyle der: “Bilim (meşru yöntem-
\ leriyle) Tanrı’nın varlık sorununu çözemez. Onu ne doğrulayabiliriz, ne
de reddedebiliriz. Bizler bilim adamı olarak bu konuda yorum yapama­
yız.”210
Evrimsel biyolojinin teizm veya ateizmi desteklediğinin asla sa-
vunulamayacağmı düşünen bilim adamları, evrimin artık bu amaçla
kullanılmasına ihtiyaç olmadığını söylemekle beraber; bilimin bilim­
din tartışmasına katılabileceğini de reddetmezler. Örneğin teistler
(Tanrı’ya inananlar) daha önce bahsettiğimiz hassas ayar argümanını
desteklerler. Bu açıdan, biyolojik evrimin (ne d erece olursa olsun), has­
sas ayarlanm ış bir evrene ihtiyaç duyduğu gerçeği üzerinde ne k a d a r dur-
sak azdır. Zira evrimin statüsü veya tabiatıyla ilgili hiçbir argüman, bu
kitapta şim diye k a d a r ortaya konan h assa s ayar argümanlarını çürüte-
m em ektedir. Evrimle alakalı tartışmalarm aydınlatmaktan çok hararet
ürettiğini de göz önünde tutarsak, artık durup bir sonuç çıkarmanın
zamanı gelmiş olabilirdi. Gene de ben böyle yapmayacağım ve yoldaki
126 A ramizda K alsin T anei V a r

tehlikelere rağmen, burada nokta koymanın keyfini çıkarmayı neden


istemediğimi birazdan açıklayacağım..

Tasarlanmamış tasarımcılar

Öncelikle şu soruyu cevaplandıralım: Peki öyleyse neden hala evri­


min ateizmi desteklediği inancı bu denli yaygın? Mekanizmanın olma­
sı, akıllı bir failin varlığını dışlamaz argümanının pek çok bilim ada­
mına ikna edici geldiğini; diğerlerini de en azından afallattığını biliyo­
ruz. Tüm bunlara karşın, hatta Huxley ve Gould gibilerinin uyarılarına
rağmen neden bazı bilim adamlan hala evrimin ateizmi gerektirdiğini
savunmakta inat ediyorlar?
Buna örnek olarak, Daniel Dennett’in yaptığı bir açıklamayı alabi­
liriz. Dennett, mekanizmanın varlığının, g en eld e tasarımcının varlığım
mantıken dışlamadığını kabul eder. Ama bununla birlikte, Darwin’in
tasarladığı hususi evrim mekanizmasının tasarımcıya ihtiyaç bırakma­
yan türden bir mekanizma olduğunu savunur. Dennett’a göre, bu evrim
mekanizmasının bir tasarımcıya ihtiyaç duyduğunu düşünmek, onun
gerçekte ne olduğunun tam olarak anlaşılmadığının bir göstergesidir.
Dennett şunu iddia eder: “Otomatik süreçlerin kendileri çoğunlukla
deha eserleridir... Otomatik ulaştırma sistemlerinin ve otomatik kapı­
ların mucitlerinin aptal olmadıklarını biliriz ve onlar üstün zekâlarını,
‘zekice’ şeyler yapabilecek (bunu yaparken de üzerinde düşünmeyecek
ya da bunu otomatik olarak yapabilecek) bir şeyi yaratmada kullanır­
lar.”211Ardından bunun, bazı insanları (yukarıda bahsettiğimiz Charles
Kingsley gibi) nasıl Tanrı’nın yaratma işini, otomatik bir tasarımcı vası­
tasıyla yaptığına inandırdığını söyler. Fakat Dennett burada en önemli
noktanın, Darwin’in bulduğu sürecin (doğal seleksiyon) farklı bir tür­
den olması olduğunu söyler. Ona göre bu süreç, ‘tasarlama’ işini uzun
bir zamana yayıp her aşamada tamamlanan ilerlemeyi muhafaza etme­
siyle farklılaşır. Dolayısıyla, doğal seleksiyon, kendisi tasarlanmadığı
ve herhangi bir hedefi olmadığı halde bir şekilde tasarım yapmaktadır.
T asarlanan B İ yo sfer 127

Sonuçta Dennett, bu süreci “akılsız, maksatsız ve mekanikçe” diye tarif


edecektir.212
İlk bakışta burada kullanılan dilin yine muğlâk olduğunu fark edi­
yoruz. Bununla birlikte, Dennett, Darwinci mekanizmanın akılsız ve
maksatsız olmasıyla, onun arkasında herhangi bir akıl veya sevk edici
bulunmadığını kastettiğini net olarak belirtmektedir. Bu faili olmayan
bir mekanizmadır. Ona göre, “Sev ya da nefret et, bu tür olaylar (DNA)
Darwinci fikrin güç aldığı kaynakları göstermektedirler. Ardında bir
faili olmayan, düşüncesiz, robotumsu ve akılsız küçük moleküler ma­
kine parçacıkları, esas aktördürler ve dolayısıyla evrenin nihai anlamı
ve bilincidirler.”213 Yani Aristo diliyle, Dennett, etkin sebebin (evrimin)
kendisinin, nihai sebebi (İlahî gayeyi) ortadan kaldırdığını iddia eder.
Dennett’in analizi doğru mudur, artık bunu araştırmaya başlayabiliriz.

Sorulmaya cüret edilemeyen soru

Bunun için öncelikle, yukarıda bahsi geçen 2. iddiayı (Biyolojik ev­


rim, hayaün karmaşıklığının tümünden sorumludur iddiası) inceleye­
ceğiz. Bu iddia, evrim mekanizmasının omuzlarına yüklenen ağırlığı
kaldırıp kaldıramadığı sorusunun özetlenmiş halidir. Bilhassa üzerin­
de duracağımız husus, Dawkins’in, ‘doğal seleksiyon sadece hayatın
formunu değil onun varlığını da izah eder’ iddiasının doğru olup olma­
dığı olacak.
Bu soruyu sormak çok tehlikelidir. Hatta o kadar tehlikelidir ki ışık
hızının kararlılığını sorgulamak gibi devrim niteliğinde bir şeye kalkış­
manın sonucu bile; neo-Darwinci sentezin belli başlı özelliklerinin ge­
çerliliğini araştırmaya cüret eden bir insanın başına gelebilecek fırtına­
nın yanında hiç kalır. Gerçekten de bu soru Dawkins’in damarına öyle
fena basmıştır ki, onu bir mutlağa olan inancını ilan etmeye zorlamış-
hr: “Evrime inanmadığını iddia eden bir kişiyle karşılaşhğınızda, onun
mutlak suretle cahil, aptal veya deli (veya pek tercih etmesem de kötü
niyetli) olduğunu söylemeniz yerinde olur.”214 “Evrime inanmadığını
128 A ramizda K alsin Tanri V ar

iddia ed en ” ifadesi bile, Dawkins’in bu konuda, samimiyetle şüphe bes­


leyen bir insanın olabileceğine hiç ihtimal vermediğini göstermektedir.
Bu noktada, devam ederek Dawkins’in dağıttığı Delilik Sertifi­
kasın a talip olup olmamak konusunda bir karar vermek zorundayım.
Neden bu konuda şu ana kadarki argümanlarımızla yetinip, yola de­
vam etmiyoruz? Çünkü yukarıda bahsettiğim sebebin yanı sıra, ko­
nuyla alakalı bu çıkışlardaki öfke dozu beni şaşkına çeviriyor. Neden
tepki bu kadar şiddetli? Dahası şimdiye kadar, halka açık bir seminer­
de saygın bir bilim adamının, neden sadece bu alandaki entelektüel
çalışmalarla alakalı olarak “Evrimi sorgulayamazsınız” diye bağırdı­
ğını duydum? Oysaki bilim adamları, Newton ve Einstein’ı bile sorgu­
lamaya cesaret etmişlerdi. Gerçekten de çoğumuz (bana kalırsa haklı
olarak) bilimin en önemli gelişme yollarından birinin, geleneksel bil­
giyi sorgulamak olduğu inancıyla yetiştik. Tüm bilim dalları ne kadar
köklü olursa olsun düzenli bir şekilde sorgulanmaktan fayda sağlar.
Peki, neden evrimi sorgulamak böylesine bir tabu haline getirildi? Ne­
den bilimin sadece ve sadece bu alanı, sorgulanmaktan korunan bir
yasak bölge ilan edildi?
Önde gelen Çinli paleontolog Jun-Yuan Chen bu sorunla, ABD’yi
ziyaret ettiği 1999 yılında karşılaşacaktı. Chengjiang’da keşfettiği
sıra dışı fosiller onun yaygın evrim görüşünü sorgulamasına sebep
olmuştu. Bilimsel bir tavırla seminerlerinde bu eleştirilerine yer
verdi; fakat çok az karşı cevap alabildi. Tepkilerdeki bu sönüklük
onu şaşırttı. Nihayetinde, mihmandarlarından birine problemin ne
olduğunu sordu. Kendisine ABD’de evrime yönelik bu tür bir eleşti­
rinin bilim adamlarınca hiç de hoş karşılanmadığı söylendi. Bunun
üzerine, Çin’le ABD arasındaki farkın şu olduğunu anladığını veciz
bir şekilde belirtti: “Çin’de biz Darwin’i eleştirebiliriz, ama hüküme­
ti eleştirenleyiz; Amerika’da ise siz hükümeti eleştirebilirsiniz, ama
Darwin’i eleştiremezsiniz.”
Bu yüzden, tehlikeyi göze aldım. Benim için iki katlı tehlike
T asarlanan B İ yo sfer 1 2 9

var; çünkü ben biyolog değil bir matematikçiyim. Bununla birlikte,


Darwin’dcn Dawkins’c, biyologların genellikle insanların kendileri­
ni anlayacak kapasitede olduklarını varsayarak halkın genel anlayış
seviyesine göre yazma nezaketinde bu Iıııımaları beni rahatlatıyor. El­
bette bu da, hiç değilse ortalama zekâya sahip insanlara, kendilerine
sunulan fikirlerden tatmin olmamaları durumunda, eleştirel davran­
ma hakkı verir. Hatta okurların eleştiri getirme cesaretleri, seçkin bir
biyolog olan Lynn Margulis’in neo-Darwinizm hakkında söylediği şu
sözlere benzer şeyler okuduklarında iyice kamçılanmaktadır: “Neo-
Darwinizm şekerli bir abur cubur gibi iştahımızı geçici olarak kese­
rek bizi daha besleyici gıdalardan yoksun bırakmakta; yani entelek­
tüel merakı (ister metabolik, ister biyokimyasal, ister ekolojik isterse
de doğa tarihine ait olsun) gerçek bilgilerden yoksun soyutlamalarla
doyurmaktadır.”215
Fakat cüret edilemeyen soruyu sorma tehlikesine girmeden önce,
Darwin’in zekice gözlemlemiş olduğu gibi, doğal seleksiyonun canlılar
dünyasındaki inanılmaz çeşitlilikte önemli bir rol oynadığını reddet­
mek gibi bir niyetim olmadığını peşinen belirterek, evrime inanan oku­
yucunun kitabı hemen kapatıp bir kenara koymamasını rica ediyorum.
Soracağım sorular, evrimin, omuzlarına yüklenen tüm ağırlığı taşıyıp
taşıyamayacağıyla ilgilidir.
Bununla birlikte, en ufak bir sorgulama çabasımn bile intihardan
farksız olduğunu düşünen pek çok kişi olduğu için ben de doğal olarak
sonumu hazırlamış olabilirim düşüncesiyle kendime yazdığım kısa me­
zar taşı yazımı okuyucuyla paylaşarak başlamak isterim:

B urada John Lennox yatıyor.


Biri neden bu tabutta olduğunu mu soruyor?
Ölüm se b e b i frengiden d e vahim,
Bir inanca karşı geldi: Darwinizm.

Şimdi beni bekleyen mezarım orda dursun; izin verin öncelikle


evrimin sorgulanmasına karşı ortaya çıkan isyan tavrının neden bu
130 A ramizda K alsin T anri V ar

kadar güçlü olduğuna ilişkin düşüncelerimi sizlere anlatayım. Böy-


lece umarım anlamlı bir tartışma için uygun bir zemin oluşturmuş
olurum.
Daha önce kısaca değindiğimiz bir konuyla başlayacağız: Evrim te­
orisinin felsefi varsayımlar ve dünya görüşleriyle, eşsiz olmasa bile sıra
dışı olan ilişkisi ile...

Evrim ve felsefe arasındaki ilişki

Yukarıda alıntılamış olduğumuz ve Strickberger’in itiraf ettiği gi­


bi evrim teorisinin oluşumunda rol oynayan etkenlerden birinin de
Tanrı’yı yok etme arzusu216 olduğunu akılda tutmakla; evrim teorisiyle
metafizik arasında tam olarak ne tür bir ilişki olduğu sorusuna giriş
yapmış oluyoruz. Bu noktada, öncü evrim filozofu Michael Ruse’un be­
lirttiği bir bağlantı göze çarpıyor. Ruse, 1993’de Am erican Association
fo r the A dvancem ent o f Science için yaptığı bir açılış konuşmasında, bir­
çok evrimci için evrim ‘seldiler bir din’ gibidir demişti. Colin Patterson,
bize Popper’ın, bilimsel bir teorinin bile entelektüel bir moda, bir din
alternatifi, kemikleşmiş bir dogma hâline gelebileceğine dair yaptığı
uyarıyı hatırlatır217 ve şunu ekler: “Bu, özellikle de evrim teorisi için ke­
sinlikle geçerli.” Berkeley, California Üniversitesi’nden Phillip Johnson,
bu konuda büyük bir tartışma (ve aynı zamanda üst düzey bir tartışma)
başlatarak şu noktaya dikkat çeker: “Buradaki tehlike, sınırlı amaçlar
için faydalı olan metodolojik bir varsayımın, metafiziksel bir mutlak
oluşturmak için kullanılmasıdır.”218
Beyin içi iletişim ağları konusunda uzman olan araştırmacı Donald
McICay, bunun nasıl olduğunu uzun zaman önce şöyle tarif etmişti: “Bi­
yolojide ‘evrim’ terimi, Tanrı’nın bir alternatifi olarak kullanılmaya baş­
landı. Ve eğer biyolojide böyleyse, neden başka yerlerde de olmasın?
Teknik bir hipotezi ifade eden terim... hızla bir ateist metafiziksel ilke
anlamı taşımaya başladı. Bu ilke, evrenin teolojik yorumunun uyan­
dırdığı ürpertici duygulardan insanı kurtarmış oldu. İlk harfi büyük E
T asarlanan B İ yo sfer 1 3 1

ile yazılan ve haksız yere bilimsel evrim teorisinin (ki bu teori aslında
evrimciliğe [evolutionism] hiçbir gerekçe sağlamaz) prestijine sığınan
‘Evrimcilik’ tüm din-karşıtı felsefeyi ifade eden bir isim hâline geldi.
Bu din karşıtı felsefede, ‘Evrim’, ‘evrendeki asıl kuvvet’ diye, neredeyse
Tanrı’nm yerine ikame edilmiştir.”219
C.S. Lewis bu sorunu daha önceden tespit etmiştir. Bu tespitini ak­
tardığı The Funeral o f a Great Myth başlıklı makalesinde, “biyolojik bir
teorem olan Evrimle, sadece bir efsane olan popüler Evrimciliği kesin
olarak birbirinden ayırmalıyız” der. Lewis bu iddiasını öncelikle kav­
ramların ortaya çıkış sırasına dayandırır: “Eğer popüler evrimcilik (onu
savunanların düşündüğü gibi) gerçekten bir efsane olmayıp, halkın
zihninde bilimsel teoremden çıkan haklı bir entelektüel kanaat olsaydı,
ancak (bilimsel) teorem yaygın bir şekilde tanındıktan sonra ortaya çık­
ması gerekirdi.”220 Fakat tarihi gerçek Lewis’in de belirttiği gibi, hiç de
böyle olmamıştır. Tarihsel olarak, evrimcilik felsefesi, biyolojik evrim
teorisinden çok daha önce ortaya çıkmıştır.
İkinci olarak, Lewis, iddiasını desteklemek için evrimciliğin içeri­
ğiyle alakalı kanıtlar sunar: “Evrimcilik içerik olarak gerçek biyologla­
rın evriminden ayrıdır. Biyolog için, evrim bir hipotezdir. Ortaya atılan
diğer hipotezlerden daha fazla gerçeği açıkladığı için, daha az varsa­
yımla daha fazla gerçeği açıklayabilen yeni bir tez gelinceye kadar ya
da böyle bir tezin yolduğunda kabul edilebilir. En azından pek çok bi­
yologun böyle söyleyeceğini düşünüyorum. Profesör D. M. S. Watson bu
kadar da ileri gitmezdi. Ona göre evrim, ‘Zoologlar tarafından, meyda­
na gelişi gözlemlendiği için ya da... mantıksal olarak tutarlı kanıtlarla
ispatlanabildiği için değil, aksine evrimin mevcut tek alternatifi olan,
‘yaratılış’ düşüncesi onlara inanılır gelmediği için kabul edilir.’ Bu da
demektir ki, ona inanmanın dayanağı, ampirik değil, metafizikseldir.
Yani amatör bir metafizikçinin, yaratılışı inanılmaz bulmasından başka
bir şey değildir. Ama ben böyle düşünmüyorum.” Lewis, bugün yaşa­
saydı ne derdi insan merak ediyor.
132 A ramizda K alsin T anri V ar

Natüralizmin mantıksal sonuçlan: Felsefi bir gereklilik


olarak evrim

Lewis’in gözlemi, bizi doğrudan meselenin kalbine getiriyor. Yuka­


rıda, natüralizmin, biyolojik evrimin bir sonucu olmak zorunda olma­
dığını savunmuştuk (1. iddiayı hatırlayın). Peki, çıkarımı ters çevirir­
sek ne olur? Varsayalım ki, natüralizm doğrudur. Bu durumda, sadece
m antıksal gereklilik açısından bakarsak, bir tür evrimsel mekanizmanın
onu destekleyen herhangi bir kanıttan bağımsız olarak hayatı izah et­
mesi gerektiği sonucu çıkar. Çünkü bunun dışında başka hangi ihtimal
olabilir ki? Örneğin eğer sahip olduğumuz tek şeyin madde/enerji ve fi­
ziğin kuvvetleri olduğu şeklindeki materyalist hipoteze iman etmişsek,
tekbir seçeneğimiz kalır: Bunlar, yani madde/enerji ve tabiat kuvvetleri
birlikte, zaman içinde hayatı meydana getirmişlerdir, yani bir tür ev­
rimle hayat ortaya çıkmıştır.
Natüralist ve materyalist perspektiften, evrimin, felsefi bir zorunlu­
luk olarak görünmesi yeni bir şey değil. Dawkins ve Darwin’den yüzler­
ce, hatta binlerce yıl öncesinden beri bu düşünülüyordu. Antik Yunanlı
materyalist filozof Epiktir, aynen bu mantığı kullanarak, Democritus’un
atom teorisinden bir evrim teorisi çıkarmıştı. Epikürcü teorinin en güç­
lü ifadesi, De Renim Natura (“Şeylerin Doğası Hakkında” veya “Evre­
nin Doğası Hakkında”) isimli Latince şiirde yer alır. Bu şiir, M.Ö. l.yy’ın
ortalarında Romalı şair Lucretius tarafından yazılmıştır. Benjamin Wi­
lder, Lucretius üzerine son yaptığı detaylı çalışmasında, ondan “ilk Dar-
winci” diye bahseder ve Lucretius’un felsefesinin Rönesans’ta yeniden
büyük bir hevesle canlandırıldığını söyler. Ona göre Lucretius, çağdaş
natüralist felsefenin entelektüel kurucusu sayılmalıdır.221
Bu yüzden çağdaş bilim dünyasında sıra dışı bir durum söz konu­
su; bilimin en etkili teorilerinden biri olan biyolojik makro evrim, na­
türalist felsefeyle hemhal olmuş durumdadır, çünkü bu teori doğrudan
natüralist felsefeden türetilebilmektedir (yani herhangi bir kanıta ihti­
yaç bile duymadan, tıpkı Lucretuis’un antik argümanlarının gösterdiği
T asarlanan B İ yo sfer 1 3 3

gibi). Bu durum, sıra dışıdır, çünkü benzeri konumda bir başka bilimsel
teori bulmak çok güçtür. Örneğin Nevvton’un kütle çekim teorisini veya
Einstein’ın görelilik teorisini veya Kuantum Elektrodinamiği Teorisi’ni,
materyalist, natüralist veya teist herhangi bir felsefi ilkeden veya
dünya görüşünden türetmeyi deneyin, boşuna çabalarsınız. Ancak
Lucretius’un veya bunun üzerine düşünen herkesin rahatlıkla görebile­
ceği gibi, evrim söz konusu olduğunda bu, pekala yapılabilir bir şeydir.

Paradigma baskısı

Elbette, bilimsel bir teoriyle bir dünya görüşü arasındaki sıra dışı
yakınlık, bu teorinin doğru veya yanlış olduğunu göstermez. Ancak bu
yakınlık, hâkim natüralist veya materyalist paradigmadan kaynakla­
nan, a priori felsefi bir baskının var olabileceğini gösterir. Bu durum­
da, teorinin tüm yönleriyle; bütün bilimlerin ortak özelliği olan; geniş
kapsamlı, katı, öz-eleştirel bir analize tabi tutulması mümkün olmaya­
bilir.222 Thomas Kuhn, kendisine uymayan her şeyi tamamen göz ardı
eden son derece katı bir kutuya benzer yapılar oluşturan paradigma­
lara karşı bizleri uyarmıştı. Böylesi durumlarda, eğer bir şeyin doğru
olduğu kabul edildiyse, bununla çelişen kanıtlara hiç itibar edilmez ya
-'X,'
da yüzeysel bir incelemeyle ona değersiz damgası vurulur. Bu tehlike­
den kaçınmak için, Richard Feynman, bir teoriye ters düşen kanıtların
daima çok dikkatli bir şekilde değerlendirilmesi gerektiğini vurgular.
Hatta kişi bunun için ekstra çaba harcamalıdır; çünkü insanın en kolay
aldatabileceği kimse yine kendisidir.
Ne yazık ki, Kuhn ve Feynman’ın uyarılarına çoğu zaman aldırış
edilmiyor. Sonuçta, sadece bilim sel delillere d ayan arak evrimin sorgu­
lanması bile bilim adamları için risklerle dolu bir hâl almış bulunuyor.
Çünkü bu, birçoklarının gözünde, felsefi gereklilik yüzünden kesin bir
gerçek olarak kabul ettikleri şeyi sorgulamak anlamına geliyor. Bu yüz­
den, sorgulayan kişi, marjinal (radikal) bir gurubun üyesi olarak yaf­
talanmak riskiyle karşı karşıya kalıyor. Ancak ne gariptir İd bu tavır,
134 A ramizda K alsin T anri V ar

Galileo’nun maruz kaldığı tavrın ta kendisidir. O günün Aristoculuğuy­


la, bugünün natüralizmi arasında göze çarpan bir benzerlik var. Gali­
leo da, Aristo’yu sorgulama tehlikesini göze almıştı ve başına gelenler
hepimizin malumu. Ama hepimiz sonuçta kimin haklı çıktığını da bili­
yoruz. Soru şu: Peki bundan bir ders çıkaracak mıyız? Darwin’in, tıpkı
Kilisenin Aristo’yu koruduğu gibi korunması zaruri midir?
Dawkins’e yoldaşlık eden, genetikçi Richard Lewontin kendinden
emin bir şekilde, evrimin gerçekliğiyle ilgili şunları söyler: “Artık, evri­
min bir teori değil, gerçek olduğunu açıkça belirtmenin zamanı geldi...
Kuşlar, kuş olmayanlardan, insanlar insan olmayanlardan gelmişlerdir.
Doğal hayatı biraz olsun bildiğini iddia eden biri, Dünya’nm yuvarlak
olduğunu ekseni etrafında ve Güneş’in etrafında döndüğünü inkâr
edemediği gibi, bu gerçekleri de inkâr edemez.”223
Lewontin gibi materyalizmi en başından bir gerçek olarak kabul
ederseniz (2. Bölüme bakınız), onun neden böyle bir tepki verdiğini ko­
laylıkla anlayabilirsiniz. Cevap çok basit: Çünkü onun başka seçeneği
yok. Bununla birlikte, bu tepkideki şiddetin, bir parça da ‘evrim’ terimi­
nin tanımındaki muğlâklıktan kaynaklandığını düşünmek için elimiz­
de sebepler mevcut. Şimdi o sebeplere bakalım.
EVRİMİN TABİATI VE KAPSAMI

Biyolojide hiçbir şey evrimin ışığı olmadan anlaşılamaz.


Theodosius Dobzhansky

Büyük evrimsel yenilikler hala iyi anlaşılamamıştır. Şimdiye dek


böyle bir yenilikgözlemlenemediği gibi, bunu gelişmekte olan bir
örneğinin olup olmadığını bile bilmiyoruz. Elimizde buna ilişkin
hiç fosil örneği yok.
Robert Wesson

Evet, sağduyumuzun da söyleyeceği gibi, Darwin teorisi küçük


ölçekte geçerli olabilir ama büyük ölçekte doğru değildir. Tav­
şanlar biraz farklı olan diğer tavşanlardan geliyorlar, ilkel bir
çorba ya da patatesten değil. İlk olarak nerede ortaya çıktıkları
hala cevaplanmamış bir soru olarak öylece ortada duruyor, ev­
rensel çaptaki diğer p ek çok soru gibi.
Sir Fred Hoyle

Evrimin tanımı

imdiye dek evrim terimini hep üzerinde mutabık kalman tek


bir manası varmış gibi kullanıyorduk. Fakat işin aslı hiç de
sandığınız gibi değil. Evrim tartışması, genelde bu terimin
çok farklı tarzlarda ve anlamlarda kullanıldığının farkına varılmaması
yüzünden içinden çıkılmaz bir hale geliyor.
136 ARAMIZDA K ALSIN TANRI VAR

Peki, o zaman evrim nedir? Şimdi size evrim terimiyle kastedilen gö­
rüşlerden bazılarını aktaracağım:

1- D eğişim , Gelişim, Varyasyon:

Burada terim, değişimi sağlayan herhangi bir mekanizma ya da akıl­


lı bir müdahaleyi (veya onun olmadığını) ima etmeksizin sadece mey­
dana gelen değişimi ifade etmek için kullanılmıştır. Bu anlamda mese­
la ‘otomobilin evrimi’nden (elbette otomobilin gelişiminde büyük ölçü­
de akıllı bir müdahale gereklidir) ya da ‘bir kıyı çizgisinin evrimi’nden
(bu halinde ise deniz, rüzgar, flora ve fauna zaman içerisinde kıyıyı
şekillendirmiş olabilir ya da mühendisler erozyondan korunmak için
tedbirler almış olabilirler) bahsedebiliriz. İnsanlar burada kullanıldığı
haliyle ‘hayatın evrimi’nden bahsederlerken hepsi de hayatın ortaya
çıkması ve (her ne yolla olursa olsun) gelişmesini kastederler. Bu şekil­
de kullanıldığı vakit ‘evrim’ terimi tarafsız, zararsız, kendi halindedir;
tartışmaya yol açmaz.

2- M ikro evrim : K om pleksliğin belirlen m iş sınırlan için de varyas­


yon ; m evcu t organ ve yapıların n iceliksel varyasyonu:

Bu tür süreçleri, Darwin Galapagos’un ispinoz türlerinde gözlemle­


mişti (ayrıca Jonathan Weiner’in detaylı çalışmasına da bakılabilir224).
Teorinin bu yönü neredeyse hiç tartışmaya neden olmaz çünkü doğal se-
leksiyonun, mutasyon, genetik sapma ve benzeri etkileri sürekli kayde­
dilmektedir.225Mikro evrimin, tüm dünyada herkesin aşina olduğu klasik
örneği, bakterilerin antibiyotiklere karşı direnç kazanma şeklidir.
Biraz detaya girmek icap ederse, klasik ispinoz gagaları örneğinden
bahsedebiliriz. 1977’de yaşanan kuraldık sırasında bir ispinozun orta­
lama gaga uzunluğunda değişiklikler gözlemlenmiştir. Gene de unut­
mamak lazım gelir ki, 1983 yılı yağmurlarında gaga uzunlukları tersi­
ne dönmüştür. Dolayısıyla bu araştırmanın, düzenli gelişimden (ya da
değişimden) çok doğal seleksiyona bağlı dairesel (döngüsel) değişimi
açıklayan bir örnek olduğunu belirtmek gerekir. İlginç bir biçimde,
EVRİMİN TABİATI VE KAPSAMI 1 3 7

ispinozların gagalarındaki değişimin tersine dönmesi ders kitaplarında


pek bahis konusu olmaz.226
Gene sürekli bir ders kitabından ötekine aktarılan temel araştırma­
lardan biri olan ve evrimin başlıca delillerinden biri olarak gösterilen
bir çalışma da son yıllarda yoğun bir eleştiri bombardımanına tabi tu­
tulmaktadır. Söz konusu çalışma biberli kelebeklerde (Biston Betularia)
rastlanan endüstriyel melanizm (renk koyulaşması) ile alakalıdır. İddi­
aya göre doğal seleksiyon, açık renkli bir kelebek popülâsyonunda bir
kısım koyu renkli varyant ortaya çıkarmıştı. Açık renkli kelebekler kirli
ağaç gövdelerindeki koyu renkli kelebeklere nazaran avcı hayvanlar ta­
rafından daha çabuk fark edildiği için zamanla bu popülasyonda koyu
renkli kelebekler sayıca başlan hale gelmişti. Tabi ki bu kayıt doğruysa
mikro evrimin gene ancak döngüsel değişim açısından bir örneği olabi­
lirdi (bu süreçte yeni türler ortaya çıkmış değildi çünkü iki renkteki ke­
lebek de ilk başta zaten mevcuttu). Dolayısıyla bu bulguya tartışmaya
aslında gerek yok; ama şimdiye kadar mikro evrim örnekleri durmadan
makro evrimi ispatlamak için yeterli kanıtlarmış gibi gösterildikleri için,
biz konuya bir nebze eğilelim. Konu hakkında yazan CambridgeTi ke­
lebek uzmanı Michael Majerus’a göre “biberli kelebeğin esas hikâyesi,
o hikâyeyi meydana getiren parçaların çoğu göz önüne alınırsa yanlış,
kusurlu ya da eksikti.”227 Üstelik biberli kelebeklerin vahşi hayatta ağaç
gövdelerine konarak dinlendiğine dair hiçbir bulgu yoktu. Ders kitapla­
rında kelebekler ağaç gövdesine konmuşken çekilmiş pek çok fotoğraf
ise görünüşe göre sadece kurgudan ibaretti. Tüm bunlara karşın biyo­
log Lynn Margulis Times Higher Educational Supplem ent’de,228 Steve
Jones’un Almost like a w hale229 adlı Darwin’i güncelleştirdiği kitabında
hala biberli kelebek örneğini kullandığını görünce ne kadar şaşırdığını
yazar. Hâlbuki Margulis’a göre Jones’un bu araştırmanın şüpheli oldu­
ğunu bilmemesi mümkün değil. University of Chicago’dan biyolog Jerry
Coyne biberli kelebek hikâyesindeki problemleri anladığında şöyle
yazmıştı: “Bunu keşfettiğim anda hissettiklerim, altı yaşındayken Noel
138 A ram izda K a l s in T a n r i V a r L ■.

arifesinde hediyeleri getirenin Noel Baba değil de babam olduğunu öğ­


rendiğimde yaşadığım hayal kırıklığına benziyor.”230 231

3- M akro evrim :

Bu terim büyük çaplı yeniliklerin, yeni organlar, yeni yapılar, yeni


vücut sistemleri, niteliksel anlamda yeni genetik materyallerin ortaya
çıkmasını; örneğin tek hücreli yapılardan çok hücreli canlıların evrim­
leşmesi gibi yeniliklerin vücut bulmasını ifade etmektedir. Bu nedenle
makro evrim, komplekslilikte göze çarpacak derecede bir artış olma­
sı anlamına gelir. Makro ve mikro evrim arasındaki bu fark, ciddi bir
tartışma konusu olagelmiştir. Çünkü ileride de göreceğimiz gibi tedrici
değişim tezine göre makro evrim sadece, uzun zaman içerisinde mikro
evrimi meydana getiren olaylara dayanarak açıklanabilir.

4- Yapay seleksiy on , m esela bitki ve hayvan ü rem esin de:

Hayvan ve bitki üreticileri titiz bir şekilde, selektif üreme metotla­


rıyla damızlık hayvanlardan koyun ve çok çeşitli güller üretirler. İn- :
sanların kısa süre içerisinde başardığını tabiat uzan bir zaman içinde
yapabildi diyen Darvvin’in de sıkça bahsettiği bu işlem, aslında üstün
derecede akıllı bir müdahaleyi gerektirir; dolayısıyla evrimin b aşıb oş
(kendiliğinden gelişen) işlemlerle meydana geldiğine dair herhangi bir
delil sunmaz.

5- M oleküler evrim :

Doğrusunu söylemek gerekirse bazı bilim adamları, evrimin meyda­


na gelebilmesi için, kendi kendini kopyalayabilen bir genetik maddenin
olması gerektiğini savunurlar. Örneğin Dobzhanslcy’e göre, eğer doğal
seleksiyon mutasyona uğratıcı çoğaltıcılara ihtiyaç duyuyorsa “yaşam
öncesi doğal seleksiyon, kendi içinde çelişkili bir kavramdır. ”232 Fakat gü­
nümüzde ‘moleküler evrim’ terimi yaygın şekilde, canlı hücrelerin cansız
maddelerden türediğini ifade etmek için kullanılmaktadır.233 Kavramın
I

: /‘ EVRİMİN T abîati ve K apsami 1 3 9

bu tarzda kullanılması aslında ‘evrim’ kelimesinin buradaki manasıyla


Darvvinci bir sürece karşılık gelmediği gerçeğini gizlemektedir.
‘Evrim’ terimi elbette bu olayların nasıl meydana geldiği hakkındaki
teorileri de kapsar. Bu teorilerin en bilineni neo-Darwinci sentezdir. Bu
teoriye göre doğal seleksiyon; mutasyon, genetik sapma vb. yollarla olu­
şan varyasyonlara dayanarak işlev görür.
Evrim terimindeki bu anlam bulanıklığı dikkate alınınca, Lewontin’in
ve Dawkins’in suçlamaları daha anlaşılır hale geliyor. ‘Evrimi sorgula­
mak’, onun yukarıdaki 1., 2. ya da 4. maddelerde açıklanan anlamlarını
sorgulamak demek olsa idi sadece, o zaman aptallık ya da cehaletle suç-
lanmak kabul edilebilir bir suçlama olurdu. Yukarıda söylediğimiz gibi
mikro evrimin ve döngüsel değişimin, doğal seleksiyonun işlevini göste­
ren geçerli birer örnek olduğundan kimsenin şüphesi yok.
Bu nedenle, evrim sadece ‘mikro evrim’ olarak yansıtıldığında, iti­
raz edecek bir şey yokmuş gibi gözükür. Örneğin, E. O. Wilson’ın evrim
hakkındaki şu satırlarına göz atalım: “Doğal seleksiyon yoluyla evrim,
cansız fiziksel sistemlerin aksine biyolojik sistemlerin belki de tek doğru
yasasıdır ve son 20-30 yıldır matematiksel bir teoremle desteklenmiştir.
Evrim basit bir şekilde şunu ifade eder, eğer bir organizmanın popülas-
yonundaki bazı özellikler kalıtımsal olarak birden fazla varyantlar taşı­
yorlarsa (mesela bir kuş türünde kırmızı ve mavi göz var diyelim) ve bu
varyantlardan biri gelecek kuşakta diğer varyantlara göre daha fazla yav­
ruda görülüyorsa; popülasyonun bütün kompozisyonu değişmiş ve ev­
rim ortaya çılanıştır. Hatta o popülasyonda (mutasyon ya da göç yoluyla)
yeni genetik varyantlar sürekli ortaya çıkıyorlarsa evrim asla bitmez. Üre­
yen bir popülasyonda kırmızı ve mavi gözlü kuşları düşünün ve kırmızı
gözlü kuşun çevreye daha iyi adapte olduğunu farz edin. O popülasyon
zamanla çoğunlukla ya da tamamen kırmızı gözlü kuşlardan oluşacaktır.
Şimdi ise yeşil gözlü mutantların kırmızı gözlü mutantlara nazaran çev­
reye daha iyi uyum sağladığını farz edin. Sonuç olarak türler yeşil gözlü
olacaktır. Evrim böylece iki küçük adım daha atmış olur.”234
140 A ramizda K alsin Tanri V ar

Buraya kadar itiraz edecek bir şey yok. Fakat bu sözler ancak mikro
evrimin bir tanımı olabilir (aslında ilk popülasyonda hem kırmızı gözlü
hem de mavi gözlü kuşlar mevcut olduğu için Wilson sadece, Darwin’in
ispinozlarıyla alakalı olarak yukarıda bahsettiğimiz ve herkesin muta­
bık olduğu ‘döngüsel değişim’inin tanımını yapmaktadır). Dolayısıyla
Wilson, tanımlanan bu mekanizma, daha kapsamlı bir evrim anlayı­
şında (örneğin ‘kuşlar ilk olarak nerede ortaya çıktı?’ sorusuna cevap
vermek gibi) omuzuna yüklenecek ekstra yüklerin hepsini taşıyabilir
mi taşıyamaz mı sorusunu tamamen es geçmektedir. Buna rağmen
makalesinin bir başka yerinde doğal seleksiyonun o yükü kaldırabile­
ceğini iddia eder. Örneğin, “bütün biyolojik işlemler bu fizyokimyasal
sistemlerin doğal seleksiyona uğrayarak evrim geçirmesi sonucunda
ortaya çıkmıştır”235 ya da yine insanlar “hayvanları meydana getiren
kör kuvvet sayesinde hayvanlardan türemiştir” der.
Wilson’un evrim tanımında ele aldığı seviyedeki doğal seleksiyo-
. nun aslında açıkça ortada olduğuna daha önce de defalarca dikkat
çekilmiştir. Colin Patterson, evrim hakkında yazdığı ders kitabında236
bunu, aşağıda geçen didaktif argümanla ifade eder:
\/ I -bütün canlılar ürerler.
I
i -bütün canlılar kalıtımsal varyantlar gösterirler.
J-kalıtımsal varyantlar üreme üzerinde farklı etkiler gösterirler.
»C ''» | -bu yüzden üreme üzerinde avantajlı olan varyantlar üstün gelir, de­
zavantajlı olanlarsa başarısız olur ve organizmalar değişir.
Sonuç itibariyle, doğal seleksiyon bir popülasyon içerisinde daha
zayıf yavrular üreten neslin sonunda ortadan kalkarak daha güçlünün
gelişme sürecini açıklar.
Patterson bu şekilde formüle edildiğinde doğal seleksiyonun aslın­
da bilimsel bir teori değil apaçık bir gerçek olduğunu iddia eder. Yani,
eğer ilk üç ibareyi kabul edersek dördüncü ibarenin de mantıksal ola­
rak onları takip etmesi gerekir; bu argüman Darwin’in Türlerin Kökeni
adlı kitabında ortaya attığı argümanın benzeridir. Patterson şöyle bir
E vrimin T a b İati v e R apsami 1 4 1

gözlemde bulunur: “Bu argüman doğal bir seleksiyonun olması ge­


rektiğini gösterir ama bunun evrimin tek sebebi olduğu anlamına gel­
mez;237 ayrıca doğal seleksiyon tüm evrimsel değişimi ya da her bir
canlının tek tek özelliklerini açıklamak için genellendiğinde tıpkı Fre-
udyen psikolojisi veya astroloji gibi her şeyi kapsayan bir hal alır.”238
Burada Patterson, tıpkı Freud’un yetişkin davranışlarının çocuklukta
yaşanan travmalardan etkilendiği iddiasının çürütülemez olması gibi
(çev not: yani bilimsel açıdan deneyle test edilememesi ve dolayısıyla
doğru ya da yanlış olduğunun anlaşılamaması gibi) doğal seleksiyo­
nun da Popper’ın yanlışlanabilirlik kriterini taşımadığını söylemiş olu­
yor.239 Patterson böylece bizi, doğal seleksiyon etiketini bu genelleme
mantığıyla her sürece gelişigüzel yapıştırma ve dolayısıyla bu yolla söz
konusu süreçleri açıkladığımızı düşünme tehlikesine karşı uyarıyor.
Patterson’un tanımı kolayca gözden kaçırdığımız bir noktaya par­
mak basıyor; o da doğal seleksiyonun yaratıcı olmadığı gerçeğidir.
Patterson’un da dediği gibi doğal seleksiyon güçlü nesli ortaya çıkaran
bir ‘ayıklama işlemi’dir. Güçlü olan nesil zaten vardır; doğal seleksiyonla
yoktan var edilmiş değildir. Hakikaten ‘seleksiyon’ kelimesinin kendisi
şuna dikkat etmememizi gerektirir: Seleksiyon (seçilim) hâlihazırda olan
şeyler arasında yapılır. Bu son derece önemli bir noktadır çiinkü ‘doğal
seleksiyon’dan çoğunlukla baş harfleri büyültülerek sanki yaraücı bir işle­
mi tarif ediyormuş gibi bahsedilmekte sıklıkla. Klasik neo-Darvinizm’deki
boşlukları doldurmak için evrim ve gelişim biyolojisinin birleştirilmesiyle
oluşturulan ve gittikçe daha tesirli hala gelen EvoDevo (Evrim Genetiği)
teorisi alanında uzman olan Gerd Müller tarafından yapılan açıklamada
da göreceğimiz gibi seleksiyondan yaratıcı bir işlem gibi bahsetmek son
derece yanıltıcıdır. Müllers şöyle der: “Kanonik neo-Darwinci teori yuka­
rıda sıralanan süreçlerden sadece bir kaçım ele alır ki bunlar özellikle bir
popülasyondaki genlerin görülme sıklıkları, popülasyon varyasyonları­
nın ortaya çıkmasına ve sabitleşmesine sebep olan faktörlerdir. Bu teo­
ri, fenotipik (soy türel) seviyede mevcut parçaların modifikasyonlarıyla
142 A ramizda K alsin T anri V ar

ilgilenir ama bu parçaların ne kökenini ne morfolojik organizasyonunu ne


de yeniliklerini açıklama amacı güder. Neo-Darwinci dünyada morfolojik
değişimin itici faktörü doğal seleksiyondur; doğal seleksiyon modifikas­
yonu ve bazı organların yok olmasını açıklayabilir. Fakat seleksiyonun ye­
nilik yaratıcı bir gücü yoktur; var olanı ya eler ya da varlığını sürdürmesini
sağlar. Bu nedenle morfolojik evrimin üretici ve düzenleyici özellikleri
evrim teorisinde mevcut değildir.” (italikler bana ait)240
Müller böylece, mantığımızın ve hatta dilimizin gösterdiği istika­
meti onaylar: Doğal seleksiyon tabiatı gereği bir yenilik yaratamaz.
Söylemeye gerek var mı bilmiyorum ama bu durum, daha önce Ric­
hard Dawkins’in ‘doğal seleksiyon bütün canlıların varlığını ve şeklini
açıklar’ diye cesurca ortaya attığı iddiayla açıkça çelişmektedir. Neo-
Darwinizm’in temel tezi üzerinde böylesine kutuplaşan görüşler de
bizi, bu teorinin bilimsel temelinin sağlamlığını sorgulamaya ve biraz
daha araştırmaya teşvik ediyor.
Şimdi, doğal seleksiyonun etkilediği kalıtsal varyasyonlann, orga­
nizmaların genetik yapılarında meydana gelen rastgele mutasyonlar
olduğu gerçeğini ele alalım. Oysaki Dawkins ve şürekâsı, evrim olayı­
nın rastgele bir süreçten ibaret olmadığını hatırlatma konusunda son
derece hassastırlar. Ne de olsa Dawkins’in kendisi de, insan gözü za­
man içinde tesadüfen gelişmiştir gibi fikirlere itiraz edecek kadar ola­
sılık hesaplamalarından etkilenmiştir. Kendine has üslubuyla şöyle
yazar: “Ezici, dağıtıcı, çarpıcı bir biçimde ortadadır ki Darwinizm ger­
çekten de bir tesadüf teorisi olsaydı asla işe yaramazdı. Bir gözün ya da
hemoglobin molekülünün tamamen tesadüf eseri gelişen karmakarışık
bir yolla, kendi kendine bir yerde toplanamayacağını hesaplamak için
matematikçi ya da fizikçi olmanıza gerek yok.”241 Öyleyse bu durumu
Dawkins nasıl izah etmektedir? Ona göre, evrim tesadüf ve gerekliliğin
birleşmesinden meydana gelen bir süreç olsun diye doğal seleksiyon
rastgele mutasyonları ayıklayan bir yasa gibi işler. Doğal seleksiyo­
nun ihtimaller aralığı içerisinde kendine en hızlı yolu seçtiği söylenir.
EVRİMİN TABİATI VE KAPSAMI 1 4 3

Dolayısıyla buradaki ana fikir; doğal seleksiyonun yasa gibi işleyen


sürecinin jeolojik zaman da dikkate alındığında, olasılıkları makul bir
seviyeye kadar indirmesidir.
Daha basit bir şekilde ifade etmek gerekirse, onun argümanının özü
şudur: Doğal seleksiyon kaynakların sınırlı olduğu bir ortamda güçlü
nesli zayıftan daha avantajlı hale getirir. Böylece fayda veren mutas-
yonun devam etmesini sağlar. Bu mutasyona uğrayan organizmalar
hayatta kalırlar diğerleri ise ortadan kalkarlar. Fakat doğal seleksiyon
mutasyona yol açmaz. Mutasyon tesadüfen oluşur. 0 ortamda mevcut
kaynakların (besinin) miktarı çeşitli parametrelerden birisidir.
Bir matematikçi olarak bana öyle geliyor İd, bu parametrenin art­
masına izin verilmesi durumunda ne olacağını görmek bir hayli ilginç
olurdu. Şimdi sizden bir düşünce deneyi yapmanızı istiyorum. Bir ortam
düşünün, kaynaklar öyle artıyor ki sınırlı şartlar içinde güçlü olsun zayıf
olsun herkese yetecek miktarda yiyecek bulunuyor. Teorik olarak, kay­
naklar arttıkça doğal seleksiyona daha az iş düşecektir, çünkü nesillerin
çoğu hayatını devam ettirebilecektir. Bu durumda neo-Darwinciler ne
diyeceklerdi? Kendi ‘tesadüf’ argümanları gereği, evrimin bu şartlarda
gerçekleşmesinin çok ama çok daha zor olacağını mı söyleyeceklerdi?
Çünkü yiyeceğin herkese yettiği bu yeni şartlar altında, sürecin bütün
yükünü tesadüfün omuzlaması gerekecekti; oysaki neo-Darwinistler bu
seçeneği (yani kör şans seçeneğini) kabul etmediklerini söylüyorlar.
Bu aklıma geldiğinde, aynı şeyi daha önce başka birinin de düşün­
müş olabileceğini biliyordum; öyle de olmuş ve bu beni hiç şaşırtmadı.
Hakikaten daha 1966 yılında İngiliz kimyager R.E.D. Clark aynı gerçeğe
dikkat çekmiş bulunuyor. Clark’m hatırlattığı gibi Darwin saygın bir bo­
tanikçi olan Joseph Hooker’dan 1862’de düşündürücü bir mektup alır.
Mektupta Hooker, doğal seleksiyonun yaratıcı bir süreç olarak aklına
yatmadığını yazmaktadır.242 Fakat Clark, Hooker’ın orijinal mektubu­
nun kayıp olduğunu düşündüğünden, Darwin’in cevabından yola çı­
karak Hooker’ın argümanını yeniden kuracaktır. Aslında Hooker’ın
144 A ramizda K alsin T anri V ar

mektubu kayıp değildi ve mektupta şöyle yazıyordu: “Hala ısrarla


türlerin kökeni konusunda çaprazlamanın (melezlemenin) etkili ol­
madığı görüşündeyim. (Hayvanlarda) Varyasyonun sınırsız olduğunu
düşünüyorum. Şunu unutmamalısın ki onca birbirinden farklı insanı
oluşturan ne melezleme ne de doğal seleksiyondur sadece Varyasyon­
dur (Hooker’m vurgusuyla). Doğal seleksiyon hiç şüphesiz bu süreci
hızlandırmıştır, (diğer bir değişle) onu güçlendirmiştir; ırkların bulun­
dukları, gittikleri veya yaşamlarını sürdürdükleri yerleri, soylarını... vb.
her bir ırkın sayısını düzenlemiştir. Fakat üreme gücü olan bir çift olsa
ve üremeleri için sınırsız bir zaman dilimi olsa ve hiçbiri kaybolmasa;
Doğal Seleksiyona hiçbir rol kalmazdı ve b a n a kalırsa n nesil sonra bir­
birinden tam am en farklı olan öylesine uç fertler var olurdu ki sanki Doğal
Seleksiyon yarısını yok etmiş gibi görünürdü.”
Hooker mektuba devam eder: “Eğer bir kere doğal seleksiyonun
bir değişiklik yaptığını mesela bir özellik yarattığını kabul edersen,
bütün prensibin yerle bir olur. Doğal Seleksiyon varyasyon yaratmak
hususunda, tıpkı bir fiziksel sebep gibi kuvvetsizdir; ‘bir şey benzerini
m eydana getirem ez’ yasası (onun ve) her şeyin temelini oluşturur ve ha­
yatın kendisi kadar esrarengizdir. İşte bu, Lyell ve benim, senin halka
ve bize yeteri kadar kuvvetle iletemediğini düşündüğümüz şeydir: ve
bilim dünyasının önemli kısmının senin prensibine sadık olmamasınm
altında yatan sebep de bu. ‘Bir şey benzerini m eydana getirir’ gibi eski
yanlış prensipleri eleştirerek başlaman gerektiği halde böyle bir baş­
langıç yapmadın. Oysa kitabının ilk bölümü buna ayrılmış olmalıydı
başka bir şeye değil. Fakat senin görüşüne itiraz ederken şimdi farkına
vardığım bir gerçek daha var o da şu, sen sınırsız ve kesintisiz varyas­
yon gerçeklerinin üzerinde düşünmeyi ihmal edip, doğal seleksiyonu
bir şekilde kendine Deus ex m achina (Makinden bir Tanrı) yapmışsın.
Senin sekiz çocuğunun her biri diğerinden tam am en farklı: Birbirine
tam olarak benzeyen hiçbir özellikleri yok. Peki, bu nasıl mümkün olabi­
lir? Sen farklı atalardan kalıtsal yolla gelen farklı özellikleri taşıyorlar
E vrimin T ab İati ve Ka psa m i 1 4 5

dersin -ta m a m - fakat zamanda geriye, daha geriye hatta en geriye


git ve en sonunda farklılıkların kaynağı olan ilk çifte gel, bu durumda
mantıksal olarak senin türüne ait ilk ERKEK VE DİŞİ’nin, senin türle­
rinin aralarında en az benzerlik olan fertlerinin en uç farklılıklarının
hepsini taşıması gerekir ya da bu farklılıkları onlarda doğuştan olan bir
kanunun ortaya çıkarması gerekir.”243
“Bilim dünyasının büyük kısmının Darwin’e sadakatsizlik” göster­
mesini Darwin’in bu argümana değinmemesine yorarken Hooker’ın
yazısının gücü dikkat çekicidir. Darwin bu sözlere (aslında 26 Kasım
1862’den sonra yazılan, ama üzerinde 20 Kasım 1862 tarihi bulunan)
bir mektupla karşılık verir. “Mektubunda şaşkınlıktan küçük dilimi
yuttuğum yer, gördüğümüz her bir faklılığm hiçbir seleksiyon olmadan
ortaya çıkmış olabileceğini söylediğin yerdir. Her zaman ben de aynı
düşünceyi paylaştım ve paylaşıyorum; fakat sen meselenin etrafında
dolaşıp ona tamamen zıt bir yönden ve farklı bir açıdan bakmışsm ve
ben de o şekilde baktığımda hayretler içerisinde kaldım. Hemfîkirim
dediğimde ancak bir koşulla derim, sizin görüşünüze göre şimdiki gibi
her bir canlı türü belli sabit şartlara uyum sağlayarak uzun süre hayatta
kalır ve hayat şartları uzun süreç içerisinde değişir. İkinci olarak daha
da önemlisi, her canlı türü kendi kendim çoğaltabilen hermafrodit can­
lılardır, böylece en ufak varyasyonlar dahi melezlemeyle kaybolmaz.
Fakat akıl böyle sayılarla uğraşabilseydi -b u sonsuz sayıyla uğraş­
mak demektir- sizin konuyu ele alış tarzınız şimdikinden daha çarpıcı
olacaktı; bin tane tohumdan her birinin ürün verdiğini ve sonra o her
ürünün de bin tane verdiğini düşünün. Uzaktaki sabit bir yıldıza doğru
yol alan yerküre, ağzına kadar dolacaktır. Ben köpeklerin, büyük baş
hayvanların, güvercin ya da kümes hayvanlarının türleri düşüncesiyle
bile uğraşamıyorum; burada örneğinizin ne kadar katı olduğunu her­
kes görmeli ve anlamalıdır. Sizin ve Lyell gibi insanların benim doğal
seleksiyonu haddinden fazla tanrılaştırdığımı düşünmesi benim aley­
himde verilmiş peşin hükümdür. Yine de kitabımın her yerinde nasıl
146 A ramizda K alsin T anri V ar

daha güçlü cümleler kullanabilirdim pek bilmiyorum. Başlık, sizin de


belirttiğiniz gibi daha iyi olabilirdi. Hiç kimse, bir ziraatçının seleksi-
yonlarmdan bahsederken iddialı cümleler kurmasına karşı çıkmaz; fa­
kat yine de her hayvan yetiştiricisi seçtiği modifikasyonu kendi üretme­
diğini bilir. Yıllar boyunca adaptasyonu anlamakta zorluk çektim ve bu
benim doğal seleksiyon üzerinde fazlaca ısrarcı olmama sebep oldu ve
öyle düşünmekten başka bir şey elimden gelmiyor. Bu kadar uzattığım
için Tanrı beni affetsin ama, mektubunun merakımı ne kadar celp et­
tiğini ve yeni Kitabımı hazırlarken parlak fikirler bulmak için ne kadar
önemli olduğunu kelimelerle ifade etmem mümkün değil.”244
Darwin, Hooker’m argümanını ortaya koyuş tarzı karşısında şaşkına
dönmüş olsa da neredeyse kabul edeceği kadar kuvvetli olduğunu da ga­
yet iyi anlamıştı. Hooker’m argümanı, günümüz kozmolojisinin çizdiği za­
man sınırları içerisinde gerçekleşmesi mümkün olan makro ya da (mikro)
evrim olasılıklarını ifade etmeyi amaçlayan argümanlarda var olan çok
önemli sorunlan ortaya çıkarmaktadır; bu nedenle de oldukça önemlidir.
Doğal seleksiyonun bir kanun gibi işlediğini iddia eden argüman­
ların önüne çıkan tek engel Hooker’ın argümanı değildir. 10. Bölümde
Hooker’ın argümanından tamamen bağımsız olarak Dawkins ve diğer
bilim adamlarının, doğal seleksiyonun kanuna benzerliğinin görüldü­
ğü yolları canlandırmak için geliştirdikleri senaryoları matematiksel
açıdan inceleyeceğiz ve onların farklı sebeplerden dolayı da son derece
kusurlu olduklarını göreceğiz.
Elbette, Hooker’ın argümanı Darwin’in gözlemlediği türden (mikro
evrim) varyasyon türüne dokunmamaktadır. Bu nedenle şimdi artık mik­
ro evrimin yapabileceklerinin bir sınırı var mıdır sorusunu sorabiliriz.

Evrimin sının

Bazı biyologlar, mikro evrimi ile makro evrim arasında fark gözetme­
mek için direnseler bile bu terimler genellikle türlerin seviyesinin altında
ve üzerinde olan evrimi ayırt etmek için kullanılır; esas tartışma sadece
EVRİMİN TABİATI VE KAPSAMI 1 4 7

bu çizginin nereye çekileceği konusunda çıkmaktadır.245 Bu ayrıma sık


sık karşı çıkanlar olur, çünkü onlara göre evrim kesintisiz bir süreç ola­
rak görülür dolayısıyla makro evrim esasen çok uzun zaman dilimleri
boyunca devam eden mikro evrim işlemlerinin bir sonucudur. İşte bu
Dawkins ve Dennet gibi ‘tedriciciler’in (gradualists) görüşüdür. Bu görüş
bizi, ‘evrim gerçekten kesintisiz bir bütün müdür değil midir’ sorusunu
sormaya iter. Mesela ispinozların gaga uzunluğunda meydana gelen var­
yasyonları ya da bakterilerde antibiyotiklere karşı geliştirilen direnci ak­
la uygun bir şekilde izah edebilen seleksiyon mekanizmaları, ispinoz ve
bakterilerin ilk kez nasıl ortaya çıktığını da izah edebilir mi edemez mi?
Aynı soruyu şu şekilde de sorabiliriz: Evrimin bir sınırı var mıdır?
Makro ve mikro evrim arasındaki farkın önemine ilişkin örnek oluş­
turan bir açıklama Paul Wesson’dan gelmiştir: “Büyük (makro) evrim­
sel yenilikler (inovasyon) iyi anlaşılmamaktadır. Şimdiye dek böyle bir
yenilik gözlemlencmemiştir hatta gelişmekte olan bir örneğinin olup
olmadığını bile bilmiyoruz. Elimizde buna ilişkin hiç fosil örneği mev­
cut değil.”246 Buna karşın mutasyon ve doğal seleksiyonla meydana ge­
len mikro evrim varyasyonları gözlenebilmektedir.
Konuya yabancı olan akıllı biri için burada ciddi bir problem ortaya
çıkar. A. P. Hendry ve M. T. Kinnison bu problemi şöyle dile getiriyor­
lar: “Evrim genellikle iki kategoride düşünülür: mikro evrim ve makro
evrim. İlki açıkça küçük çaplı bir değişimi ifade ederken İkincisi çok
büyük bir değişimi ifade eder. Zorluk, ikisi arasındaki sınırın nerede
olduğuna; ikisinin de (farklı zaman ölçütünde) seyreden aynı süreçleri
temsil edip etmediklerine ve onları ayırmanın (dikotomi) yarar sağlayıp
sağlamayacağına veya doğru olup olmayacağına karar verirken ortaya
çıkar... Makro evrimin ilgilendiği hususlar (büyük morfolojik değişim­
ler veya türleşmeler) mikro evrim mekanizmalarının (mikro mutasyon,
seleksiyon, gen akışı ve genetik ayrılmanın) genel bir sonucu mudur
yoksa mikro evrim farklı nitelikte mekanizmalar mı gerektirir? Bu tartış­
ma epeyce eskiye gider; karmaşık ve bazen de çok hararetli olabilir.”247
148 A ramizda K alsin T anri V ar

Burada kolayca görülebilen bir başka problem de gözlemlenenden


gözlemlenmeyene doğru bir çıkarım yapmanın tehlike doğurabilmesi-
dir. S.F. Gibbert, J.M. Opitz ve R.A. Raff şunu iddia ederler: “Mikro ev­
rim adaptasyonlara bakar İd bu sadece en iyi uyum sağlayanın hayatta
kalm asıdır, en iyi uyum sağlayanın m eydana gelm esi değil. Goodwin’in
(1995) dikkat çektiği gibi ‘türlerin kökeni (yani Darwin’in problemi) ha­
la çözülememiştir’,248 bu bize genetik bilimci Richard Goldschmidt’in
tespitini hatırlatıyor: ‘mikro evrimin gerçekleri makro evrimi anlamaya
yetmez.”249 İnançlı Darwincilerden John Maynard Smith ve E. Szath-
mary benzer bir ifadede bulunurlar: “Evrim silsilelerinin (evrime uğ­
rayan nesillerin) zaman içinde daha kompleks bir hale gelmesi gerek­
tiğini gösteren teorik bir gerekçe olmadığı gibi bunun gerçekleştiğini
gösteren ampirik bir delil de yoktur.”250
Münih Teknik Üniversite’sinden Siegfried Scherer, canlıları belli başlı
çeşitlere göre sınıflandırabileceğimizi söyler. Onun sınıflandırması, tür­
lerin sınıflandırılmasından biraz daha geniş bir sınıflandırmadır. En ba­
sit haliyle bu sınıflama, hibridizasyon (melezleme) yoluyla doğrudan ya
da dolaylı olarak birbirine bağlı olan canlıların toplamı olarak tanımla­
nabilir. Ortaya çıkan hibrid ya da melez canlının kısır olup olmaması, sı­
nıflandırma açısından önem arz etmez.251 Bu tanım, türlerin hem genetik
hem de morfolojik özelliklerini kapsamaktadır ve Scherer’e göre şimdiye
kadar yapılan araştırmalar “(yapay döllenme ve türlerin biçimlenmeleri
hakkındaki araştırmalar da dahil) deneysel olarak gözlemlenebilen mik­
ro evrim alanında karşılaşılan bütün varyasyonların tamamen bu temel
sınıflar içerisinde kaldığını göstermiştir.”252
Bu tür yorumlar biyolog ve filozof olan Paul Erbich’in görüşlerini
destekler mahiyettedir: “Mutasyon-seleksiyon mekanizması (canlıyı)
en optimal hale getirme mekanizmasıdır.”253 Yani hâlihazırda var olan
canlıların seçilerek değişen çevre koşullarına uyum göstermesini sağ­
lar, tıpkı mühendislikte genetik algoritmaların optimizasyonu kolaylaş­
tırması gibi. Ama yepyeni bir şey yaratmaz.
- (y . i EVRİMİN TABİATI VE KAPSAMI 1 4 9

Yaptığı araştırmalarla mutasyon ve doğal seleksiyonun yapabi­


leceklerinin sınırları olduğuna ikna olup neo-Darwinizim’i redde­
den Pierre Grassé, Paris Sorbonne’dan saygın bir biyologdur. Kendisi
Académie Française’in Başkanı ve 28 ciltlik Traité d e Zoologie adlı ki­
tabın editörüdür. Büyük genetikçi Theodosius Dobzhansky, Grassé’ye
büyük bir saygı duyuyordu: “Grassé’ye karşı olabilirsiniz ama onu gör­
mezden gelemezsiniz... Onun canlılar hakkındaki bilgisi ansiklopediler
doldurur.”254 Dobzhansky, Grassé’nin kitabını (L’évolution du vivant)255
“her türlü Darwinizme karşı cepheden taarruz” olarak tanımlar. Bu ki­
tabın amacı “basit, anlaşılır ve açıklanabilir bir doğal olay olduğunu
ı göstererek evrim mitini yok etmek ve evrimin, bilinebilir çok az bir şey
hakkında bir gizem olduğunu göstermektir.”256 Kitabında Grassé şöy­
le bir gözlemde bulunduğunu yazar; meyve sinekleri binlerce neslin
üremesine ve geçirdikleri onca mutasyona rağmen meyve sineği olarak
kalmışlardır. Aslında, genetik havuzda varyasyon kapasitesi, sürecin
| bir hayli başlarında tükenmiş görünüyor, bu genetik homeostazis de­
nen doğal bir olaydır. Burada genetik çeşitliliğin tükenmesi veya kısır­
lığın başlaması yüzünden selekti! bir üremenin aşmayacağı bir engel
ortaya çıkar. Eğer işinde usta olan üreticilerin bile elde edebilecekleri
varyasyon miktarı sınırlıysa, aslında doğal seleksiyonun bundan çok
daha azını gerçekleştirebiliyor olması gerekir. Grassé’nin aslında mikro
evrimin sanıldığı kadar büyük bir açıklayıcılık gücüne sahip olmadığı­
nı iddia etmesi şaşırtıcı değildir.
Yakın zamanda E. coli bakterileri üzerinde yapılan bir araştırma da
bu iddiayı desteklemektedir. Bu araştırmada 25.000 yıl boyunca de­
vam eden E. coli bakteri nesillerinde gerçek anlamda radikal bir de­
ğişiklik gözlenmemiştir.257 Biyokimyager Michael Behe şimdiye kadar
30.000’den fazla E. coli bakteri neslinin üzerinde araştırma yapıldığına
ve bunun bir milyon insan yılma eşit bir süre olduğuna ve sonuçta evri­
min: “çoğunlukla dejenerasyon” ürettiğine dikkat çeker. “Bazı sistem­
lerin bazı marjinal detayları 30.000 kuşak boyunca değişime uğradıysa
150 A samizda K alsin T anki V ak

da bakteriler sürekli olarak genetik miras kalıntılarından kurtuluyorlar


buna RNA yapıtaşlarının bazılarını yapma yeteneği de dâhildir. Görü­
nüşte sofistike ama masraflı moleküler makinelerden kurtulmak bak­
teri enerjisini arttırmaktadır. Buna biraz olsun benzeyen bir sofistike
sistem kurulamamıştır. E. coli örneğinin bize verdiği ders, evrim için bir
şeyi bozmanın yapmaktan daha kolay olmasıdır.”258
Hoyle’un hesaplamalarından çıkarılan sonuçlarla tamamen aynı
doğrultuda olan bu gözlem, Behe’nin, biyolojideki araştırmaların ev­
rimin bir ‘sınırı’ olduğunu gösterdiğini iddia ettiği delillerden biridir.
Evrimin ‘sınırı’ demek doğal seleksiyon ve mutasyonun yapabileceği
şeylerin kısıtlı olması demektir. Behe, mutasyonun genetik kaynağı
anlaşıldığı için bilim adamlarının artık bu sınırı tespit edebilmelerine
yetecek daha derin bilgiye sahip olduklarını söyler. Bu konuyla alakalı
üzerinde ciddi çalışmalar yapılan bir vakadan bahseder: “Muazzam bir
populasyona sahip olması, çoğalma oranı ve genetik hakkındaki bilgi­
miz sayesinde sıtmanın tarihi, Darwin teorisinin en iyi ve tek test vakası
olmuştur.” Behe insanın genomunda sıtmaya karşı bir direnç geliştiren
yüzlerce farklı mutasyonun ortaya çıktığına ve bunun doğal seleksiyon
yoluyla türümüze yayıldığına dikkat çeker. Bu mutasyonlardan, Dar-
winci evrimin en iyi örnekleri olarak bahsedilir fakat deliller aynı za­
manda göstermektedir ki “rastgele mutasyonun etkinliği ciddi biçimde
sınırlıdır.”259 Bu çalışmalar aslında hiç beklenmedik sonuçlar doğur­
muştur: 1) Darwinci süreçler istikrarsız ve büyük oranda kısıtlıdır. 2)
Darwinci yazarlar tarafından genellikle, her iki taraf için de gelişme
sağlayan verimli bir .silahlanma yarışı olarak gösterilen kurban ve ava
(ya da asalak ve onun konakladığı) arasındaki mücadele aslında yıkıcı
bir döngüdür daha çok koşulların daha kötüye gittiği bir siper savaşına
benzer... 3) Tıpkı sendeleyerek bir iki adım attıktan sonra düşen gözü
bağlı bir sarhoş gibi, evrimsel bir gelişim için küçük bir adımdan fazlası
gerektiğinde kör mutasyonun tesadüfen onu bulması kesinlikle olası­
lık dışıdır. Ayrıca 4) Çok büyük sayılardaki sıtma parazitleri üzerinden
E vrimin T a b İati ve K apsan» 151

toplanan veriler, Darwinci'evriminin, son birkaç milyar yıldır yeryü-


zündeki yaşamın tamamındaki sınırlarını kabaca ama kendimizden
emin bir şekilde tahmin etmeye yetmektedir.”260
İki aminoasidin değişmesinden müteşekkil mutasyon yoluyla sıtma
klorokin ilacına karşı direnç kazanmıştır. Bunun gerçekleşme ihtimali
yüz milyar çarpı milyarda birdir (102°’de l’dir); buna rağmen gerçek­
leşmiştir, çünkü bu hastalığın bulaştığı bir insanda muazzam sayıda
(yaklaşık bir trilyon) parazit hücre vardır ve her yıl yaklaşık bir milyar
insana bu hastalık bulaşıyor. Behe bu derece kompleks mutasyon kü­
melerini CCC-kümeleri (klorokin-komplekslik kümeleri) diye adlandı­
rır. Böyle bir mutasyonun çok daha küçük sayıda bir insan nüfusunda
ortaya çıkması için yüz milyon çarpı on milyon yıl beklememiz gerekti­
ğini hesaplamıştır ki, bu da evrenin yaşının yüz binlerce katı uzunlukta
bir zaman demektir.
Buradan yola çıkarak Behe şu sonuca varır, dünya tarihinin her­
hangi bir sahnesinde Darwinci süreç sonucunda çift CCC (bu CCC’den
iki kat daha kompleks olan bir mutasyon kümesidir) meydana gelmesi
beklenemez. “Bu durumda biz çift CCC veya daha kompleks bir mutas-
yonu gerektiren bir yaşam formu bulursak o zaman onun Darwinci sü­
reçle meydana gelmediği sonucuna varırız”261 der. Ardından, hayvanla-
nn vücutlarının oluşmasında etkili olan genetik düzenleyici ağlardan
veya mükemmel kontrol sistemlerinden etkileyici örnekler verip, oysa­
ki “hayat böyle örneklerle dolup taşıyor” diye yazar.262
Behe, ilginç şekilde benzerlik gösteren bir noktaya da değinir: “Tıpkı
19.yy fiziğinin ışığın esir denen maddeyle taşındığını iddia etmesi gibi
modern Darwinizm de rastgele mutasyonun ve doğal seleksiyonun hücre­
nin girift makinesini inşa ettiğini ileri sürer. Fakat bu teorinin doğruluğu­
nu test etmenin mümkün olmaması, onun tahminlerini değerlendirmeye
mani olup yaygın bir spekülasyondan öteye geçememesine yol açar. Öyle
olmasını hiç beklemiyorduk ama esir maddesini arayan Michelson-Mor-
ley deneyinin263 biyolojideki bir benzerini doğarım kendisi, son 50 yılda
1 5 2 A ramizda K alsin T anri V ar

ve acımasız bir biçimde gerçekleştirdi. O deneye M-H (malarya-HIV) de­


neyi diyelim. M-H deneyi, rastgele mutasyonun ve doğal seleksiyonun
tutarlı bir biyolojik makine yapmaya kabiliyeti olup olmadığını dünyanın
dört bir köşesinde araştırdı ama hiçbir şey bulamadı.
“Neden o efsanevi kör saatçiden bir eser yok? Buna verilebilecek en
basit cevap tıpkı esir maddesi gibi kör saatçinin de mevcut olmadığı­
dır.”264

Matematikçiler ne diyorlar?

Matematikçiler, özellikle moleküler biyolojideld büyük çaplı gelişme­


lerden sonra, biyoloji ile daha yalandan ilgilenir oldular. Matematiksel
biyoloji gittikçe büyüyen bir disiplin halini aldı. Bu alandaki en önemli
tartışmalardan biri 1966’da Philadelphia’daki Wistar Institute’da seçkin
biyologlar ve biyolojiyle ilgilenen matematikçiler arasında gerçekleşecek­
ti. Mikro mutasyonlarm birikimiyle tedrici evrimin meydana gelme ola­
sılığının ne olduğunu hesaplama çalışması, matematikçi Stanley Ulam,
biyolog Sir Peter Medawar ile konferansın oturum başkanı C. H. Wadding-
ton arasında geçen çarpıcı bir tartışmayı netice verdi. Ulam, matematiksel
hesaplamalarına göre bir gözün pek çok sayıda küçük mutasyon sonucu
gelişebilmesinin neredeyse imkânsız olduğunu, çünkü bunun gerçekleş­
mesi için yeterli zamanın olmadığını iddia etmişti. Sir Peter Medawar bu­
na cevaben şunları söyledi: “Bence bu konuyu alışıldık bilimsel akıl yü­
rütme yöntemini garip bir şekilde tersine çevirerek ele almışsınız. Gözün
evrimleştiği bir gerçektir ve bu gerçek Waddington’un söylediği gibi, ben­
ce bu formülün (örneğin Ulam’ınkinin) hatalı olduğunu gösterir.” Biyolog
Ernst Mayr bunun üzerine şu yorumda bulunacaktı: “Söylemek istediğim
genel olarak şudur, canlıların hepsinde o kadar çok varyasyon var İd öyle
ya da böyle bu sayıları belirleyerek güvenilir bir sonuç ortaya çıkaracağız.
Evrim olduğunu bilmek işimizi kolaylaştınyor.”265
Bu müthiş tartışma çok aydınlatıcıdır. İspatlamak istenen bir şeyin
doğru olduğunu kabul edip bu ön kabule dayanarak ona karşı getirilen
EVRİMİN TABİATI VE KAPSAMI 1 5 3

bir delile itibar etmemek gerçekten normal bilimsel bir süreci ‘garip bir
şekilde tersine çevirme’ değilse nedir? Dolayısıyla bu tartışma günümüz
biyologlarına şöyle bir gerçeği göstermiştir; ellerinde matematiksel bir
delil mevcut değildir, hatta matematik, onlara evrim hipotezlerinde bir
hatanın olabileceğini ima etmektedir.
Ulam’ın hesaplamaları, bir matematik profesörü ve aynı zamanda
Fransız Bilim Akademisi’nin Parisli bir üyesi olan Marcel-Paul Schüt­
zenberger tarafından da desteklenmiştir. Schützenberger, biyologlar
açısından ‘evrimi çok kolay kabullenmek’ olarak gördüğü şeylere itiraz
etmiş ve Waddington tarafından eleştirilmiştir. Waddington: “Senin
argümanın kısaca hayat özel bir yaratılış sayesinde meydana geldi”
demiş -b u n a karşılık Schützenberger ve diğer pek çok kişi hep bir ağız­
dan “Hayır!” diye bağırmıştır. Bu tartışmadan kolayca iki sonuç çıka­
rılabilir: Birincisi, matematikçiler düşüncelerini bilimden başka hiçbir
şeyin yönlendirmediğini ısrarla vurguluyorlardi; İkincisi, savundukları
tezler bir Yaratıcı olduğu fikriyle uyumluydu -y a da en azından biyolog
meslektaşları öyle düşünüyorlardı.
Astrofizikçi ve matematikçi Sir Fred Hoyle da, yaptığı hesaplamalar
sonucu, mikro evrimden yolan çıkarak makro evrim hakkında tahmin
yürütmenin geçerliliğinden şüphe etmeye başladı: “Darwin teorisinin
genel olarak doğru olamayacağı anlaşıldıkça bir problem hep gündem­
de kaldı çünkü teorinin tamamen yanlış olabileceğini kabul etmek ba­
na çok zor geliyordu. Fikirler sadece gözlemlere dayanırsa, Darwin teo­
risi de tamamen gözleme dayandığı için, belli başlı gözlemler içerisinde
bu teorinin geçerli olması gayet normaldir. Ama bu bir dizi gözlemin
dışında tahminler yürütüldüğü vakit sorunlar ortaya çıkabiliyor. Yani
baş gösteren esas mesele, teorinin nereye kadar geçerli olduğu ve ne­
den belli bir noktadan sonra geçersiz hale geldiğiydi.”266
Fred Hoyle, matematiksel tezlerinden çıkardığı yorumlarda genel­
likle lafım sakınmaz: “Evet, sağduyumuzun da söyleyeceği gibi, Dar­
win teorisi küçük ölçekte geçerli olabilir ama büyük ölçekte doğru
154 A ramizda K alsin T anri V ar

değildir. Tavşanlar biraz farklı olan diğer tavşanlardan geliyorlar, ilkel


bir çorba ya da patatesten değil. İlk olarak nerede ortaya çıktıkları ise
hala cevaplanmamış bir soru olarak öylece duruyor, evrensel çaptaki
diğer pek çok soru gibi.”267
Ardından Hoyle, bizim önceki bölümde yazdığımız 2. iddiayı red­
deder ve hayatın tüm kompleksliğinin evrimle izah edilebilir olduğu
iddiasına inanmadığını beyan eder.

Fosil bulgulan

Mikro evrimin kapsamının dar olduğu kanaati, fosil bulgularında


makro evrime uygun bir delil bulunamamasıyla alakalı Wesson ve di­
ğer bilim adamlarının yaptıkları yorumlarla birlikte daha da güç kazan­
maktadır. Bu pek çok insana şaşırtıcı gelebilir çünkü evrimin en güçlü
delillerinin fosil bulguları olduğuna dair halk arasında yaygın bir ina­
nış vardır. Fakat bu kanaat bilimsel kaynaklara geçen bulgularla uyuş­
maz. Aslında, Darwin’e en başta şiddetle karşı çıkanlar paleantologlar-
dı. Darwin bizzat bu itirazların sebebini açıklamıştır; ara geçiş formla­
rına ait fosiller bulunamamıştır, oysa onun teorisine göre ara formların
fosilleri olmalıdır. Darwin, Türlerin K ökeni’nde şöyle der: “Eskiden yer­
yüzünde mevcut olan ara türlerin sayısı gerçekten muazzam olmalı. 0
zaman neden jeolojik formasyon ve katmanlar böyle ara bağlarla dolu
değil? Jeoloji böyle kademeli bir organik zincir olduğunu ispatlayama-
dı ve bu, belki de benim teorimi çürütebilecek en açık ve güçlü itiraz­
dır.”268 Zoolog Mark Ridley bu durumu şöyle yorumlar: “EVrimleşmiş
tek bir soyun evrimsel değişimini gösteren fosil bulguları neredeyse hiç
yok. Eğer evrim doğruysa türler, ata türlerin değişimiyle ortaya çıkmış­
lardır ve bunu fosillerde görmek isteriz. Fakat görebildiğimiz pek söyle­
nemez. 1859’da Darwin tek bir örnek dahi gösterememişti.”269
Peld, o halde, Darwin’den beri neredeyse bir buçuk asırdır yapılan
onca çahşmanın sonucunda bu örnekler bulunabilmiş midir? Dünya­
daki en zengin fosil koleksiyonlarına ev sahipliği yapan Field Museum
, ta . < -fa ,ı i - f i " ’ n X t, : EVRİMİN TABİATI Ve KAPSAMI 155

o f Natural History’â e görevli Paleantolog David Raup söyle yazıyor:


“Darvvin’derı bu yana 120 yıl geçti ve fosiller halikındaki bilgimiz bir
hayli arttı. Şu an elimizde çeyrek milyon türe ait fosil var, ama durum
pek değişmedi. Evrimi destekleyen bulgular hala şaşırtacak şekilde da­
ğınık ve seyrek; hatta size komik gelecek ama elimizde Darwin’in döne­
mindekinden daha da az sayıda evrimsel geçiş örneği var.”270
Stephen Jay Gould da şöyle yazar: “Fosil kalıntılarındaki geçiş form­
larının son derece seyrek olması paleantolojinin bir meslek sırrı olarak
saklanmakta.”271 Arkadaşı American Museum o f Natural History’den pa­
leantolog Niles Eldredge şunu da ekler: “Bize ne zaman evrimsel bir yeni­
lik takdim edilse, bu takdime gürültülü bir sansasyon eşlik eder. Oysaki
çoğunlukla elimizde, bulunan o fosillerin başka bir yerde evrilip evrilme-
diklerine dair sağlam bir kanıt yoktur. Fakat evrim her daim başka bir yö­
ne gidiyor olamaz. Buna rağmen, evrim hakkında bir şey bulmak isteyen
pek çok ümitsiz paleantoloğu fosiller işte böyle etkilemektedir.”272
Aslında, Eldredge hayret verici bir itirafta da bulunur: “Biz paleanto-
loglar, canlı tarihinin her şey hakkında bilgi verdiğini (tedricen adapte
olma hikâyesini kanıtladığını) söyler dururuz oysaki gerçek öyle değil­
dir.”273 Peki neden? Bir akademik camianın mensuplarını, bildikleri ger­
çeği saklamaya zorlayan şey (baştan kabul edilmez olduğuna iman et­
tikleri bir dünya görüşünü desteletiyor olması değilse başka) ne olabilir?
O zaman, fosiller neyi gösteriyor? Gould şöyle yazıyor: “Pek çok tü­
rün fosil tarihi bilhassa türlerin kademeli bir şekilde evrimleştiği fikriy­
le çelişen iki özellik gösterir:
1. Durgunlu k (stasis): Pek çok tür, yeryüzünde yaşadıkları müddet­
çe doğrusal bir değişim göstermemişlerdir. İlk ortaya çıktıkları
zamanla kayboldukları zamanki fosil kalıntıları hemen hemen
aynıdır; biçimsel değişim genelde çok kısıtlı ve yönsüzdür.
İllid e n ortaya çıkma: Hiçbir bölgede türler atalarının düzenli bir
değişim geçirmesiyle tedrici şekilde ortaya çıkmaz; bir kerede
‘tam teşekküllü’ olarak belirirler.”274 A
156 A ramizda ICalsin T anri V ar

Gould ve Eldredge’in fosil kalıntıları üzerinde yaptıkları çalışmalar­


da rastladıkları kısa süreli ani değişimler ile uzun süreli bir durağan
devreyi gösteren bulgular ‘sıçramak denge’ teorisini geliştirmelerini
sağlamıştır. Bu teorinin temel fikri şudur; uzun süren durgun devirler
belli aralıklarla aniden ortaya çıkan makro evrimsel ‘atlamalar’ ile kesi­
lir. Gould çok satan kitabı Wonderful L ife’da275 böyle bir sıçrayışa en gü­
zel örneği vermiştir. Burada Gould (ortadan kalkan pek çok filumların
yanı sıra) şu an mevcut olan bütün filumların (taksonamik sınıfların)
‘Kambriyen Patlaması’ denilen zamanda nasıl aniden ortaya çıktığını
anlatır. Tabi ki böyle ani bir ‘sıçramaya’ sebep olan nedir sorusu ayrı
bir tartışma konusu olduğu gibi bu durum, mikro evrim süreçlerinin
büyük çapta bir evrimi meydana getirebilecek bir lokomotif görevi gör­
düğünü iddia edenlerin işini daha da zorlaştırmaktadır.
Hem ilginç hem de biraz ironik olacak ama sıçramak denge teorisi
daha biyolojide yer edinmeden çok önce Marxist düşünürler tarafından
. savunulmuştu çünkü bunun diyalektik düşünme metotlarına uydu­
ğunu düşünüyorlardı. Marxistler tez ve anti tez çatıştığı vakit yeni bir
sentezin uzun tedrici aşamalardan geçerek değil de aniden sıçrayarak
ortaya çıkacağını savunular. Bu da dünya görüşlerinin ve ideolojilerin
bilimsel çalışmaları nasıl etkileyebileceğim gösteren güzel bir örnektir.
Cambridge Üniversitesi’nden Simon Conway Morris, Kambriyen
Patlaması’na yaklaşımında Gould’dan daha şüphecidir ama böyle bir
patlama olduğunu da yadsımaz: “Türler arasındaki geçiş formları bu­
gün gözlemlenebilir ve geçmişte var oldukları da düşünülebilir. Fakat
elde edilen sonuç; bir araştırmacının teoride türleri birbirine bağlayan
-yaşayan ve soyu tükenm iş- bütün geçiş formlarını kolayca bulabilece­
ği bir Hayat Ağacını görmesine imkân veren bir resmi tamamlamaktan
çok uzaktadır. Buna karşın biyologlar asıl, organik formların araların­
daki mesafeden ve ara formların olmamasından etkilenmektedirler.”276
Sıçramak denge teorisi John Maynard Smith, Richard Dawkins ve
Daniel Dennet gibi ‘ultra-Darwinciler’in tedrici yaklaşımına tamamen
EVRİMİN TABİATI ve KAPSAMI 1 5 7

ters düşer. Gerçekten de bu iki gurup arasındaki çekişme zamanla ze­


hir zemberek bir üslup takınacaktır. Tedriciciler daha önce de değin­
diğimiz gibi mikro evrimin zaman içerisinde makro evrim haline gel­
diğini iddia ederler. Bu nedenle küçücük evrim adımlarının, çok uzun
devirlerde gayet yavaş bir şekilde birikerek çok büyük yeni bir adımın
atılmasını sağlayacağına inanırlar. Niles Elredge tedricicileri palean-
tolojiden bihaber olmakla suçlar. Onun iddiasına göre tedriciciler ge­
netik bilginin zamanla nasıl değiştiğini anlamaya odaklanmışlardır ve
onlar için “evrim tarihi, mevcut genetik varyasyonlar üzerinde işleyen
doğal seleksiyonun sonucunda meydana gelmiştir.”277 demek kolaydır.
Diğer bir deyişle şu an gözlediklerinden jeolojik zamanda geriye doğru
tahminde bulunurlar. “Bu, benim sahip olduğum paleantolojik bakış
açısına göre hiç de yeterli bir tahmin değildir” der Eldredge ve şöyle de­
vam eder: “Basit tahmin yürütme yöntemi işe yaramaz. Darwin doğal
seleksiyonun mutlaka açık bir işaret bırakacağını söylediğinden beri,
bize hep olması gerektiği öğretilen yavaş ve yönelimli değişimin örnek­
lerini 60’lı yıllarda boş yere aradım durdum... Tam aksine, fosil kalıntı­
larında türler ortaya çıktığında hiç değişime uğramadıklarını gördüm.
Türler tabiatları itibariyle çok katı biçimde değişime dirençliler ve deği­
şimi affetmezler -isterse milyonlarca yıl geçsin.”
Bu düşünceleri Colin Patterson de destekler: “Ben gayet açık ve net
şekilde konuşacağım; elimizde ataya ait veya geçiş formu özelliğinde
olan hiçbir fosil yoktur ki onun üzerinden sağlam bir argüman geliştire-
bilelim.”278 Üstelik Patterson bunu Archaeopteryx (Jura çağında yaşadığı
bilinen ilk kuş) ile bağlantılı olarak söyler; bu kuşun fosil kalıntıları Na­
tural History Müzesi’nde Patterson’un gözetimi altındadır ve bu fosil sık­
lıkla sürüngenlerle kuşlar arasında bir geçiş formu olarak gösterilir. Bu­
radan da anlaşılacağı üzere, “geçiş formu” ve “ara form” arasındaki farla
belirtmek önemlidir. Ara form, belli bir şemadaki sınıflandırma kriterle­
rine göre, bu şemanın A ve B türleri arasına yerleştirilebilir; ama bu sıra­
lama ara formun A’dan geldiği ve B’nin atası olduğu anlamına gelmez.
158 A ramizda K alsin T anri V ar

Bir geçiş formu ise ancak A’dan geldiği ve B’nin atası olduğu takdirde bir
geçiş formu olabilir. Tabi ki bu ilişkiyi kurabilmek için, bir mekanizmanın
bu işlemi gerçekleştirmeye yeterli olduğunun ispatlanması gerekir.
Fosillerin genelde eksik olduğu ve bu eksildiğin de bilhassa yumu­
şak doku ve organların doğal koşullarda kolayca fosilleşememelerinden
kaynaklandığı literatürde sıkça tartışılan bir karşı argümandır. Paleanto-
loglar bunun bilincinde olsalar da onlara göre bütün hikaye sadece fosil­
lerin eksik oluşundan ibaret değildir. Önemli çalışmalardan biri olan On
the Origin o f Phyla’da279 James Valentine şöyle yazar: “(Hayat ağacının)
küçük olanlar gibi büyüle pek çok dalı kriptojeniktir (yani ataların izi sü­
rülüp bulunamaz). Bu boşlukların çoğu kuşkusuz fosillerin eksik olma­
sından kaynaklanır (5. Bölüm); fakat bu durum, bazı familyaların, pek
çok omurgasız türün, bütün omurgasızlar sınıflarının ve bütün metazoa
blumlarının kriptojenik yapışım açıklayan tek sebep olamaz.”
Bu bağlamda önemli bir olaydan bahsetmek gerekir, yumuşak or­
ganlar çok nadiren muhafaza edilmiş olsalar da, Çin’in Chengjiang ya­
lanlarında Prekambrien’den kalma şaşırtıcı sünger embriyoları bulun­
muştur. Deniz palaeobiyolog Paul Chien ve onun iş arkadaşlarına göre
bu bulgular ciddi bir problem teşkil etmektedirler: Eğer Prekambrien
tabaka organizmaların yumuşak dokulu embriyolarını saklayabiliyor-
sa o zaman neden Kambriyen hayvanlarının öncülerine ait fosilleri de
saklamıyor olsun? Yumuşak embriyoların saklanabilmesi, tam olarak
gelişmiş hayvanların daha kolay saklanabileceğini göstermez mi?280
Tabi ki fosillerin yorumlanması genetik faktörler nedeniyle oldukça
karmaşık bir hal alabilir. Genler ve morfoloji (bilhassa Hox genleri) ara­
sındaki bağlantıyı anlamak için yoğun çalışmalar yapılıyor ve görüşler
ortaya konuyor. Mesela Simon Conway Morris’in düşüncesi şöyledir,
yeteri derecede kompleks yapıya sahip hayvanlar geldiğinde, onla­
ra göre oldukça küçük sayılabilen genetik değişimler oldukça büyük
morfolojik değişimleri tetikleyebilir. Fakat bu noktada hemen bir uya­
rıda bulunur: “Çok az kişi canlı formunun gelişiminin genlerde yazılı
E vrimin T a b İati v e K apsami 1 5 9 ;

olduğundan şüphe duyarken, bugün aslında formun genetik koddan


nasıl ortaya çıktığı konusunda neredeyse hiçbir fikrimiz yoktur.”281
Morris’in gözlemleri, bizatihi genetik kodun kökeni sorunun bütün bu
tartışma için ne büyük bir önem taşıdığım vurgulamaya yarar (bu me­
seleyi 8. Bölümde ele alacağız.)
Bu alanda uzman olmayan bizler, fosil kalıntılarından nasıl bir an­
lam çıkarmalıyız? Bahsettiğimiz önde gelen düşünürlerin, bu teorinin
temel özellikleri konusundaki endişelerini halkla paylaşmalan en azın­
dan; günümüzden geçmişe doğru extrapolasyonun (gözlemin ötesinde
tahminde bulunmanın) iddia edildiği gibi makro seviyede neo-Darwin-
ci teoriyi desteklemediği gerçeğine işaret etmektedir.
Bu nedenle önceki tartışmadan açıkça şunu anlıyoruz ki, en azından
makro evrim hiç tartışmasız Lewontin, Dennett ve diğerlerinin onu koy­
dukları kategoriye giriyor değildir. Şimdi elimizde, neden makro evrimin
Dünya’nın Güneş etrafında döndüğü gerçeği ile aynı statüde olmadığı-
| m gösteren iki önemli sebep var. İlk sebep Dünya’nın Güneş etrafında
döndüğü gözlemle kanıtlanmıştır. Oysaki bu, Lewontin’in kuşlar kuş
olmayan canlılardan (kuş olmayan her ne olursa olsun) türemiştir id­
diası için geçerli değildir. Bu süreç hiçbir zaman gözlemlenemez. İkin­
ci olarak Dünya’nın Güneş etrafında döndüğü sadece gözlemlenebilir
değil, tekrar tekrar gözlemlenebilir. Oysa Lewontin’in kuşların kökeni
hakkmdaki iddiası tekrarlanamaz, gözlemlenemez çünkü geçmişte kal­
mıştır. Gözlemlenemez ve tekrarlanamaz bir fenomeni gözlemlenebilir
ve tekrarlanabilir bir fenomenle aynı kategoriye koymak öyle büyük bir
gaftır ki; acaba (daha önce bahsettiğimiz) Lewontin’in kutsal bir işaret
korkusu burada da aklına galip mi geldi veya materyalist ön yargısı bi­
limsel sağduyusunu bastmyor mu diye insan düşünmeden edemiyor.

Genetik yalcınlık -güçlü bir itiraz mı?

Bu noktada, Darvvinci evriminin bir sınırı olduğu fikrine karşı ge­


tirilen en güçlü itirazı dikkate almamak yüzünden eleştirilebiliriz.
160 A ramizda K alsin T anri V ar

Organizmalardan alman bir gurup DNA sekans (dizi) yapılarını kar­


şılaştırmada kullanılan sofistike sayısal teknikler, genomlar arasında
fevkalade bir benzerlik göstermiştir, farklı organizmalara ait uzun DNA
şeritleri neredeyse birebir aynıdır. Fosillerden ve karşılaştırmalı anato­
miden bağımsız devam eden bu araştırma, canlıların genetik açıdan
birbiriyle çok yakından ilişkili olduğunu şüpheye meydan veremeyecek
şekilde ortaya koymaktadır. İşte moleküler biyolojinin bu çarpıcı bul­
gusunun, neo-Darwinci sentezlerin gerçek olabileceğine dair en ezici
delil olduğu iddia edilir.
Fakat eğer bu bölümde şimdiye kadar üzerinde düşündüklerimizde
gerçeklik payı var ise bu iddia gene epey aşırı bir iddiadır. Genetik bir
yakınlığın olduğunu söylemek ayrıdır; mutasyon ve doğal seleksiyo-
nun bu yakınlığın meydana gelmesinde etken tek mekanizma olduğu­
nu iddia etmek apayrı bir şeydir. Behe zaten birinci iddia ile tartışmaya
girmez, fakat mevcut tezlerle birlikte Behe’nin kendi çalışması da gös­
termiştir ki, evrimin bir sınırı olduğu için genetik ilişkinin kökeni m ese­
lesinde seleksivon ve mutasynndcm cnk daha fazlası olması gerekir. Diğer
bir deyişle. noo-Darwinci sentez ona yüklenen genelik ağırlığı taşıya­
maz. Bunun için neo-Dar\viııci sentezden çok daha fazlası gerekir o da
tasarımcı bir Akılın girdiği bilgidir.
Bu konuyu ele almaya başlamadan önce genetik yakınlık hakkında-
ki birkaç noktaya değinmekte fayda var. Kuramsal olarak genetik bağ­
lantı ile alakalı, zoolog Mark Ridley matematikçilerin de yakından bil­
diği çok önemli bir gözlemde bulunur: “Türlerin hiyerarşik bir şekilde,
cinsler, aileler v.b. diye sınıflandırılabilmeleri evrimi gösteren bir delil
değildir. Herhangi bir obje gurubunu, varyasyonları evrimle oluşmuş
olsun ya da olmasın hiyerarşik olarak sınıflandırmak mümkündür.”282
Örneğin arabalar da hiyerarşik olarak gururlandırılabilir. Ayrıca bütün
arabalar, sahip oldukları parçalar bakımından birbirine benzer, çün­
kü o parçalar arabaların calı-.ıbilmesmi sağlayan elzem parçalardır.
Dolayjsıvl.ı birbirlerine benzerler çünkü hepsi ortak bir tasarıma göre
^ l \\t 1 ? ( e . ^ r 5 'v x <■ î ) h ° ' ‘ U '• ‘

■i ÇW e 4 <"1'
T EVRİMİN TABİATI VE KAPSAMI 1 6 1

yapılmışlardır; yoksa birbirlerinden türedikleri için fairb irlelfft'bflft-


yor değillerdir.
Şimdi bu açıdan baktığımızda, DNA sekanslarındald benzerlikler de
mantıken ortak bir tasarımın delili olarak değerlendirilebilinir. Francis
Collins, evrimin sınırı konusunda Behe’den farklı düşünmesine rağmen
şöyle söyler, bizim açımızdan “evrim tesadüfen meydana gelmiş gibi
görünebilir, ama Tanrı’nın açısından sonuç tüm ayrıntılarıyla belirlen­
miştir.”283 Benzer şekilde Cambridgeli evrimci paleobiyolog Simon Con­
way Morris de “kendiliğinden nihai bir hedefi olamayacak natüralist bir
sistem kurduktan sonra bile bir amaca yönelme anlayışından kurtula­
mayan”284 ultra-Darwincilerin yaptıklan indirgemelerden ikna olmaz.
Conway Morris 4. Bölümde tartıştığımız gibi biyolojide de fizikte olduğu
gibi bir hassas ayar olduğunu düşünür ve van Till’in üzerinde ısrarla dur­
duğu bir gerçeği hatırlatır: “Hayatın meydana gelebilmesi için ‘tam kara­
rında’ olması gereken sadece belli başlı parametrelerin sayısal değerleri
değildir. Hayır, ‘tam kararında’ olması gereken evrendeki düzenin idaresi
ve işleyişidir.” Conway Morris şöyle bir sonuca vanr: “Garip bir biçimde
sadece evren değil, bu kitabın başından sonuna kadar ifade ettiğim ha­
yatın çözüm bulma kapasitesi de bu amaca hizmet etmektedir.”285 Sonuç
olarak bu, kör bir saatçinin işine değil de, daha çok keskin görüşlü bir
idarecinin düzenine benziyor.
Daha yalan zamanda çıkan bir kitapta, Conway Morris evrim­
sel yakınlaşma olayına da değinir: “Hakikaten biyokimya ve protein
fonksiyonu ile ilgili bilgimiz artmaya devam ettikçe en azından benim
hayretim de artıyor. Eğer saatçi kör ise, biyolojik alandaki uçsuz bu­
caksız labirentlerde yolunu şaşırmadan bulabilmek için mükemmel
bir yönteme sahip olmalı. Peki, nereye gittiğini bilmiyorsa yolunu na­
sıl buluyor?”286 Conway Morris ardından şaşkınlığını şu sözlerle itiraf
eder: “Sözcükler sürekli şaşkınlık ve hayret bildiren sıfatlarla ağızdan
çıkıyor: P arm ak ısırtan, müthiş, olağanüstü, çarpıcı hatta esrarengiz ve
sersem e çeviren gibi sıfatların hepsi klasik tepkiler halini aldılar. Başka
162 A ramizda K alsin T anri V ar

yerler de belirttiğim gibi, bu tepkiler koyu Darwincilerin ağzından çık­


sa bile bir çeşit tedirginlik hissini de açığa vuruyorlar aslında. Bu ben­
ce, en azından evrimin bir derece yönelimli olduğuna ilişkin bir şüphe
duygusunun göstergesidir, hatta belki de daha uyanık olan bir araştır­
macı için en büyük korkuları olan telosun (amacm) yeniden uyanması
anlamına dahi gelebilir.”
Bu da, evrim paradigması içinde “evrimin genelde düşünüldüğün­
den çok daha az rastlantısal”287 olduğuna dair gittikçe kuvvetlenen bir
deliller silsilesi oluşuyor demektir. Hatta Behe ve diğerlerinin savundu­
ğu gibi eğer evrimin bir sınırı varsa mevcut deliller daha de büyüyerek
gösteriyor ki kılavuz sadece tesadüften (ve buna doğal seleksiyon da
eklenmeli) ibaret değildir.
Genetik yakınlığın, sisteme bir bilgi girişi sonucu meydana geldiği­
ni söyleyerek ‘boşlukların tanrısı’na tekrar geri mi dönüyoruz dersiniz?
Bilimsel açıdan bakıldığında, bu düşünce eğer deliller incelenerek ula­
şılmış bir sonuç ise cevap elbette hayır. Buna ilaveten belki basit bir
düşünce deneyi bu probleme ışık tutabilir. Düşünün ki beş milyon yıl
uzaklıktaki bir gezegende yaşayan bir moleküler biyolog, arkeologların
uzayda başıboş dolaşan küçük bir kaya parçasında gömülü buldukları
21.yy’m başlarından kalma çeşitli buğday türlerine ait DNA yapılarını
analiz ediyor. Bu kaya parçasının milyonlarca yıl önce bir kuyruklu yıl­
dızın çarpması sonucunda yok olan Dünya adındaki bir gezegenden
koptuğunu da bilmiyor.
Bu moleküler biyologun moleküler analizi, DNA’lan çok yakın olan
(hatta uzun DNA şeritleri birbirinin neredeyse aynısı olan) türlerin bir­
birlerine benzediğini gösterecektir, bunun üzerine farklılıkları doğal se-
leksiyona ve rastlantısal mutasyona bağlayacaktır; oysaki bu farklılıklar
hala tam olarak herhangi bir izah metoduyla açıklanamamaktadır. Kısa
bir süre sonra, uzay arkeologları yine boşlukta dolaşan bir kaya parçası
üzerinde bir parça yazı bulurlar ve nihayet (onlara göre) son derece ilkel
olan dilini çözmeyi başarırlar, kaya parçasında şöyle yazıyordun “Smith,
E vrİmin Tabİati ve K apsami 163

daha fazla ürün elde etmek için buğdayın genetik yapısını değiştirdi.” Bu
şifresi çözülmüş metni moleküler biyologa götürüp şöyle derler: “Bu ya­
zı, sizin iki buğday örneğinden birinin başıboş doğal süreçler sonucunda
değil rastlantısal olmayan mutasyonların sonucunda yani kasıtlı olarak
üretildiğini göstermektedir.” Mikrobiyolog “Saçma!” der. “Bu eskiden ya­
şamış ilkel medeniyetin uydurması. Bizim bilimimizin yanında şu dilin
ilkelliğine bak. Bu gerçek bilim değil. Ne olursa olsun benim araştırmam
çok umut vaat ediyor ve bence yalanda tesadüf ve gerekliliğin gözlem­
lerimize gereken izahı getireceğini düşünüyorum. Ben bir ‘boşlukların
Smith’i’ne inanmaya hazır değilim, bu bilimin sonu demektir.”
Ama 21.yy’da yaşayan bizler aslında hikayenin onun zannettiği gibi
olmadığını, yani gerçekten bir “Smith”in var olduğunu biliyoruz. Çün­
kü bugün insan zekâsı, genetiği değiştirilmiş tahıllar üretmektedir.
Bu düşünce deneyinin ilginç tarafı şu gerçeği göstermesidir: B uğda­
yın ikinci bir türünün üretilm esi için s a d e c e tesa d ü f ve gerekliliğin lazım
geldiğinin mantıklı bir şekild e tartışılabileceği bir durum da bile z ek â işin
içine girer. Yani o seviyede artık dışarıdan bir akim m üdahil olam ay aca­
ğını iddia edem eyiz.
Elbette, tabiatüstü bir aklın müdahil olduğuna karar verebilmek
için (gelecek bölümde de göreceğimiz gibi evrimin sınırları ve en önem­
lisi de hayatın kökeni ile ilgili) çok daha fazla delil arayacağız.
Hipotezimiz ne olursa olsun (ister tasarım, ister ortak atadan gelme
hipotezi isterse de ikisinin bir kombinasyonu) hem morfolojik hem de
genetik benzerlikler olması zaten beklenen bir şeydir. Stephen Meyer
ortak atadan gelme hipotezinin metodolojik olarak ortak tasarım tezine
benzediğini ve birinin bilimsel olup olmadığının sorgulanabileceği gibi
diğerinin de sorgulanabileceğim ileri sürer. Örneğin, gözlemleneme-
yen bir Tasarımcı olduğunu varsaymak gözlemlenemeyen makro evrim
adımları olduğunu varsaymaktan daha az bilimsel değildir.288 Şu gayet
açık ve nettir ki ‘boşluklann evrimi’ en az ‘boşlukların tanrısı’ kadar
yaygın bir inanç türüdür.
164 ARAMIZDA KALSIN ÎANRI VaR

Behe hayatın çoğalan kompleksliğini izah etmeye çalışan çeşitli


araştırmalar üzerinde yaptığı incelemeden şöyle bir sonuç çıkarır: “Bir
başka olasılığın daha kuvvetle muhtemel olduğu sonucuna vardım:
Hayatın üzerine kurulduğu mükemmel, ahenkli ve fonksiyonel sis­
temler ancak kasıtlı ve akıllı bir tasarım ürünüdürler.”289 Behe’nin bu
akıl yürütme tarzı ‘boşlukların tanrısı’ mantığına dayanmaz. Tam tersi
ondan çok uzaktır. Behe’nin, rastlantısal mutasyonları kullanan doğal
seleksiyon, canlıların mevcut “bir özelliğinde varyasyonlara” yol açsa
bile gözlemlenebilen varyasyonların sınırlarını da aşan asıl zengin ge­
netik değişiklikleri izah edemez; bunu ancak akıl izah edebilir şeklinde
özetleyebileceğimiz tezi sofistike moleküler biyolojiyi çok iyi anlamaya
dayanır yoksa ondan bihaber olmaktan kaynaklanmaz.
Tanınmış ateist Thomas Nagel’in bile böyle argümanlardan etki­
lenmiş olması hayli ilginçtir. Nagel, evrimci biyologların sürekli, rast­
lantısal mutasyonlann canlılarda gözlemlediğimiz kompleks kimyasal
. sistemleri izah etmeye yeterli olacağını savunduklarını görmüş, fakat
buna rağmen argümanlarında haddinden fazla söz sanatı kullandıkla­
rını ve delillerinin akıllı bir bilgi girişini yok saymaya yeterli olmadığını
anlamıştır.290
Daha önce de belirttiğim gibi evrimin sınırı konusunda Behe’yle
hemfikir olmayan Francis Collins ve Simon Conway Morris gibi önde
gelen biyologlar da var. Ama bu demek değildir ki söz konusu biyo­
loglar nihai natüralist hikâyeyi sorgulamaksızın benimserler. Bilakis,
Francis Collins “Tann’ya olan inancın, esas vurgu isimde yani evrim
kelimesinde kalmak suretiyle, ikincil önceliği belirten bir sıfata indiril­
mesi” yüzünden ‘teistik evrim’ teriminden hiç hoşnut değildir. Ayrıca,
‘yaratılış’, ‘akü’ ve ‘tasarım’ gibi kelimeleri de içeren olası tariflerin bir-
biriyle karışürılmasından çekinerek onları kullanmaz ve onlar yerine
‘BioLogos’ (yani Logos aracılığıyla Bios) teriminde karar kılar. Ben de
hazı terimlerin kullanımının kafa karıştırıcı ya da yanıltıcı olabilece­
ği konusunda onunla hemfikirim çünkü bu terimlere her türlü anlam
EVRİMİN TABİATI ve KAPSAMI 1 6 5

yüldenebilmektedir. Fakat tasarlayan bir zekâ ile ilgili ana fikrin kav­
ranması güç olmasa gerek.
Buraya kadar olan argümanımızı özetlemek gerekirse, evrimsel bi­
yolojiden ateizm sonucu çıkarılabileceği iddiası külliyen yanlıştır. Ön­
celikle, bu mantıksal bir hatadır çünkü bilimden bir dünya görüşü çı­
karamazsınız; ikinci olarak, Darwin’den bu yana bilimdeki ilerlemeler,
tüm canlı varlığı ve çeşitliliğinin, mutasyon ve doğal seleksiyonun kör
saatçisiyle izah edilebileceği inancına destek sağlamaz. Mutasyon se-
leksiyon mekanizmasının faaliyet alanı kısıtlıdır. Öyle görünüyor İd ev­
rimin bir sınırı var yani kör saatçinin yapabilecelderinin bir haddi var.
Dahası, böyle bir sınırın varlığından şüphe duyan tanınmış bilim
adamları arasında bile öyleleri var ki, logos’un müdahalesine bir delil
olarak, kompleks çözümler bulan tabiat olaylannın esrarengiz yetene­
ğini gösterirler.
Moleküler biyoloji sayesinde anladığımız canlıların hayal bile edile­
meyen kompleks yapıları ve düzenleyici mekanizmaları, tasanmcı bir
aldı karakterize etmekte; ya da en azından bu mekanizmaların sonuç
itibariyle dayandıkları hassas dengeli bir fizild evrene işaret etmektedir.
Şimdi hayatın varlığıyla ilgili daha önce farz edilen her şeyi kafa­
mızdan çıkarmak artık daha kolay. Dawkins yazılarında sık sık (özellik­
le The Blind W atchm aker1da) Darwin’in keşfettiği mekanizmayı, sanki o
mekanizma hem hayatı hem de varyasyonları izah ediyormuş gibi an­
latır. Bu tabi İd bir hatadır ve Dawkins de sonunda The God Delusion’da
bunu itiraf edecektir.
Şimdi, hayatın kökeni tartışmasının başlı başına, natüralizme indi­
rilmiş en kuvvetli darbe olduğunu iddia edeceğiz. Hayatm kökeni, sıra­
daki bölümümüzün konusu olacak.
H ayatin K öken İ

Eğer biri size yeryüzünde hayatin 3.45 milyar yıl önce başladığını
bildiğini söylerse ya aptaldır ya da yalanadır. Bunu kimse bilemez.
Stuart Kauffman

İlk üreyen organizmanın evrimiyle ilgili bir natüralist teori geliş­


tirmek için, işe nereden başlayacağımıza bile karar vermek son
derece zor hale geldi.
Anthony Flew

Canlı bir hücrenin kompleks yapısı

\, -<j, u bölümde ilk olarak, canlı bir hücrenin olağanüstü komp-


^ leksliği hakkında biraz fikir sahibi olacağız; ardından hüc­
renin sadece bir özelliği üzerinde duracağız: DNA’in komp­
leks yapısı.
Genetikçi Michael Denton’a göre, canlı ve cansız dünya arasındaki kı­
nlına noktası “tabiatta mevcut bütün zıtlıklar arasında en çarpıcı ve en
önemli olanını ifade eder. Canlı bir hücre ile bir kar ya da kristal tanesi gi­
bi ileri derecede düzenli cansız sistemler arasında bile uçsuz bucaksız ve
dipsiz bir uçurum vardır.”291 Hatta ağırlığı bir gramın trilyonda birinden
bile daha da hafif olan en ufak bakteri hücrelerinin bile “cansız dünya­
da eşi benzeri yoktur. İnsan eliyle yapılmış herhangi bir makineden çok
daha komplikedirler. 100 bin kere milyon atomun bir araya gelmesiyle
168 ARAMIZDA KALSIN TANRI Var

oluşmuş; mükemmel şekilde dizayn edilmiş binlerce girift moleküler


makine içeren gerçek bir mikro minyatür fabrika gibidirler.”292
Üstelik Denton, hücrelerin evrim geçirdiğine dair çok az delil oldu­
ğunu düşünmektedir: “Moleküler biyoloji ayrıca, hücrelerin ana dizay­
nının yeryüzünde bakterilerden tutun memelilere kadar bütün canlı
sistemlerinde birbirinin aynı olduğunu göstermiştir. Bütün organizma­
larda DNA’ların, mRNA’larm ve proteinlerin rolü aynıdır. Ayrıca genetik
kod da bütün hücrelerde esas itibariyle aynı anlama gelir. Bilhassa pro­
tein bileşimli makinelerin bileşken dizaynı, yapısı ve büyüklüğü bütün
hücrelerde aynıdır. İşte bu yüzden, basit biyokimyasal tasarımları açı­
sından cansız sistemler diğer sistemlere göre ilkel ya da geçmişe aitmiş
gibi düşünülemeyeceği gibi, yeryüzündeki inanılmaz çeşitliğe sahip
hücreler arasında da evrimsel bir silsile olduğuna dair gözleme dayalı
en ufacık bir ipucu yoktur. ”293
Bu görüş Nodel ödüllü Jacques Monod tarafından da desteklenir.
. Denton, Monod’dan şöyle bir alıntı yapar: “İlkel bir hücrenin nasıl bir
yapıya sahip olduğuna dair hiçbir fikrimiz yok. Bildiğimiz en basit can­
lı sistemi bakteri hücresidir... İd onun da bütün kimyasal planı diğer
hücrelerinkine benzer. Mesela insan hücreleriyle aynı genetik koda sa­
hiptir ve aynı dönüşüm mekanizmalarını kullanır. Dolayısıyla üzerinde
inceleme yapmak için bulabildiğimiz en basit hücrelerde bile ilkellik
namına hiçbir şey yoktur... gerçek anlamda ilkel yapılara özgü en ufak
bir ipucu dahi bulunamaz.”294
Bu nedenle hücreler de, bir önceki bölümde fosillerle ile ilgili bah­
sedilene benzer bir tür ‘stasis’ (durağanlık) sergilerler.

İndirgenemez komplekslik

ABD’de The National Academy of Sciences’ın Başkanı Bruce Alberts


“biz hep hücreleri küçümsemişiz” der ve şöyle devam eder: “Hücre bü­
tün olarak birbirine kenetli seri üretim hatlarının oluşturduğu, tafsilatlı
bir ağ içeren fabrikaya benzetilebilir, bu seri üretim hatlarının her biri
H ayatin K ökeni 1 6 9

geniş protein makinelerinden meydana gelir... Hücrenin çalışabilmesi­


ni sağlayan bu geniş protein düzeneklerine neden protein makineleri
diyoruz? Çünkü tıplcı makroskopik dünyada işleri yürütebilmek için in­
san eliyle üretilen makineler gibi bu protein düzenekleri de ileri düzey­
de koordine edilmiş hareketli parçalardan oluşmaktadır.”295 296
Bir canlı hücrenin içerisinde o baş döndürücü derecede kompleks
aktivitenin bir görüntüsünü elde etmek bizim için çok zor, çünkü lipit
çeperi içinde 20.000 farklı tipte 100 milyon protein olmasına rağmen
hücre o kadar küçük ki, onlardan ancak bir kaç yüz tanesi yan yana
gelirse bu gördüğünüz ‘i’ harfinin noktasını doldurabilir.
Hücre durmak bilmeyen bir üretim yapar, sahip olduğu mikro-min-
yatür seri üretim hatları protein makinelerinin bitmez tükenmez kotası­
nı meydana getirir. Bu ince ve hassas detaylarla düzenlenmiş moleküler
makineler, tasarımcı bir Aldın savunucusu olan bilim adamları için çok
kuvvetli bir delil oluşturmaktadırlar. Bu bilim adamlarının başmda gelen­
lerden biyokimyan Michael Behe’nin bu tür makineleri ele aldığı kitabı
kritik tartışmalara start vermiştir.297 Verdiği örneklerden biri, bakteri kam­
çısını (bakterinin yüzebilmesine yardımcı olan pervane benzeri bir aleti)
çalıştıran, küçücük, asitle çalışan bir motordur (1973’te keşfedilmiştir).
Bu motor o kadar küçüktür İd, uç uca dizilmiş 35.000 tanesinin toplam
uzunluğu ancak 1 mm (0.04 inç) eder ve içinde bir rotor, bir stator, burçlar
ve bir kumanda milinin de olduğu yaklaşık kırk protein parçası mevcut-
ııır. Behe bu proıein parçalarından bilinin olmaması durumunda, moto­
run tamamen duracağını söyler. Yani, bu motor indirgenemez (derecede.)
komplekstir (“temel fonksiyonu sağlayan, birbiriyle mükemmel şekilde
eşleşmiş, karşılıklı etkileşim halinde olan çeşitli parçalardan oluşmuş ve
bu parçalardan sadece biri kaldırıldığı takdirde işlevini yitiren bir sistem­
dir”298). Bu kavrama basit bir örnek olarak sıradan bir fare kapanını vere­
biliriz. Malumdur İd bir kapanın beş ya da alü parçasından her biri aynı
anda mevcut olmalıdır İd kapan çalışsın. Behe’nin de dikkat çektiği gibi
“ilk sistemde ard arda gelen çok küçük ve yavaş değişimler sonucu (yani
170 A ramizda K alsin Tanri V ar

aynı mekanizmayla çalışmaya devam eden işlevi geliştirerek) indirgene­


mez kompleks bir sistem ortaya çıkmaz. Çünkü indirgenemez kompleks
bir sistemin öncülü işe yaramaz, tek bir parçası dahi eksik olan böyle bir
sistem, yapısı nedeniyle çalışamaz.”
Artık indirgenemez derecede kompleks biyolojik makinelerin evrim
teorisine kuvvetle meydan okuyacağı gayet açık, hatta bunu Darwin
bile önceden anlamış ve şöyle demişti: “Şayet ard arda gelen sayısız,
yavaş ve ufak değişimlerle oluşması mümkün olmayan kompleks bir
organ keşfedilebilirse benim teorim tamamen çökecektir.”299 Dawkins
de bu hususa The Blind W atchm aker’d a300 defalarca değinmiş ve bu
şekilde çalışan bir organizma bulunduğu takdirde “Darwinizme inan­
maktan vazgeçeceğini”301 söylemiştir.
İşte Behe, Darwin’in bu meydan okuyuşuna cevaben (kamçı gibi)
çok sayıda indirgenemez komplekslikte moleküler makine olduğunu
iddia eder. Tanımından da anlaşılabileceği gibi indirgenemez derecede
kompleks herhangi bir sistemi kurmak, evrimin aksini ispatlamak de­
mektir. Bu nedenle (Darwinci, nesilden nesile modifikasyon fikriyle bir
derdi olmadığı görülen) Behe’nin “moleküler evrim bilimsel otoriteden
yoksun” dediğinde büyük bir tartışmanın ateşini fitillemesi beklenme­
dik bir şey değildi.302 O şöyle devam eder: “Bilimsel literatürde (özellik­
le prestijli bültenlerde, uzmanlık bültenlerinde ya da kitaplar arasında)
gerçek bir kompleks biyokimyasal sistemin nasıl evrim geçirdiğini ya
da geçirmiş olabileceğini tarif eden bir yayın yoktur. Böyle bir evrimin
olduğu iddiaları vardır fakat bu iddiaların hiçbiri geçerli deneyler ya da
hesaplamalarla ispatlanmamıştır; silsile kıyaslamaları ve matematik­
sel modelleme dışında moleküler evrim hiçbir zaman kompleks yapı­
ların nasıl meydana geldiğini izah edememiştir. İşin açıkçası Darwinci
moleküler evrim teorisi (bilimsel olarak) hiç yayınlanmamıştır bu ne­
denle de çürümeye terk edilmelidir.”303
Chicago Üniversitesi’nde bir biyokimyager olan James Shapiro
de herhangi bir ana biyokimyasal ya da hücresel sistemin evrimini
H ayatin K ökeni 171
detaylarıyla ortaya koyan Darwinci bir izahın olmadığını; ancak hayal
ürünü spekülasyonlar yapıldığını itiraf eder. Hatta Cavalier-Smith’in,
Behe’yle alakalı yaptığı önemli bir değerlendirme yazısında, Behe’nin
dikkat çektiği husus olan biyokimyasal modellerin bulunmadığı gerçe­
ğinden hiç bahsetmediğini de ekler.
Behe’nin tezine duyduğu sempatiyle tanınan Stephen Jay Gould in­
dirgenemez komplekslik kavramının önemli olduğunun farkındadır:
“Klasik bilim; gezegen hareketleri veya elementlerin periyodik cetveli
gibi çok daha basit sistemleri, nedensellik ilkesinin birkaç hâkim fak­
törüne indirgeyerek başarı sağlamıştır. Fakat indirgenemez kompleks
sistemler (yani biyoloji, insan toplumu ve tarih gibi ilginç fenomenlerin
büyük bir kısmı) o şekilde açıklanamazlar. Yeni felsefelere ve model­
lere ihtiyaç duyarız ve bunlar geleneksel olarak tanımlanmış olan fen
bilimleri ve beşeri bilimlerin ortak çalışmasıyla elde edilmelidirler.”304
İlginçtir ki Gould burada sadece yeni bilimsel metotlardan değil yeni
filozoflardan da bahsetmektedir ve bu, aynı zamanda Behe’nin de ilgi­
lendiği bir konudur.
Behe için neo-Darwinci sentezin zayıf kalmasının ana sebebi, bu
sentezin indirgenemez kompleks sistemlerin kökenini pren sipte bile
açıklayamaması gerçeğidir. Moleküler makine seviyesindeki indirgene­
mez kompleksliğin ancak akıllı bir tasarıma işaret ettiğine şüphe yok­
tur: “Araştırmasını akıldan yoksun sebeplerle sınırlandırmak zorunda
hissetmeyen bir insan için en kestirme sonuç pek çok biyokimyasal sis­
temin tasarlandığıdır. Bu sistemler ne tabiat kanunları tarafından ne de
tesadüf ve zorunluluk tarafından oluşturulmuşlardır, aksine bilinçli bir
şekilde planlanmışlardır. Tasarımcı bu sistemleri tamamlandığında na­
sıl görüneceğini önceden biliyordur ve bu öngörüye göre sistemleri dü­
zenlemiştir. Temel seviyesinde ve en elzem bileşenleriyle yeryüzündeld
hayat ancak akıllı bir faaliyetin eseri olabilir.”305 Buna ek olarak Behe
bu sonuçların, kutsal kitaplardan ya da tutucu dinlerden değil bilim­
sel verilerden elde edilen doğal çıkarımlar olduğunu özellikle vurgular.
172 A ramizda K alsin T anri V ar

Bu sonuçların elde edilmesi için yeni bir mantığın ya da yeni bilimsel


prensiplerin kullanılması gerekmemektedir; biyokimyanın sağladığı
delil akışıyla birlikte normalde tasarım sonucuna ulaşırken izlediğimiz
yöntemi kullanmak yeterlidir. Bu çok geniş kapsamlı bir iddia olduğu
için daha sonra biraz daha ayrıntılı şeklide ele almamız gerekecek.
Ama ilk önce, Behe’nin iddiasını ispatlayıp ispatlayamadığı tartış­
ması hala devam ederken (ve söz konusu iddia doğruysa sonuçlarının
ne olacağı düşünüldüğünde, bu kavga çok uzun süre devam edecek
gibi görünmekte) biz moleküler makinelerin kompleks yapılarının ar­
dında neler olduğuna bir bakalım. Bu bizi hemen hayatın kökeni prob­
lemine götürecektir.
Hayatın kökeniyle alakalı çok çeşitli teoriler vardır. Bunlardan başta
gelen ikisi ‘önce çoğaltıcı (replicator)’ ve ‘önce metabolizma’ senaryo­
larıdır. Richard Dawkins çok satan The Selfish Gene adlı kitabında ilk
senaryoya dikkat çeker: “Öyle bir an geldi ki sıra dışı bir molekül tesa-
. düfen ortaya çıktı. Biz ona Çoğaltıcı diyoruz. Belki de en büyük ya da en
kompleks molekül değildi ama kendisini kopyalayabilen olağanüstü
bir kabiliyete sahipti.”306 İlerleyen sayfalarda, bunun ne kadar düşük
bir ihtimal olduğunu ve Dawkins’in kitabı basıldıktan sonra geçen 30
yıl süresince yapılan araşürmaların ışığında hayatın kökeni hakkında
başka hangi modellerin ortaya çıktığını açıklamaya çalışacağım.

Hayatın yapı taşlan

Kamçı gibi, moleküler makineler proteinlerden yapılmıştır, protein­


ler de canlı sistemlerin yapı taşları olarak adlandırdığımız aminoasit-
lerden meydana gelmiştir. Canlı organizmalarda 20 aminoasit görülür.
Biyolojideki en temel problemlerden biri şu sorudur: Bunlar nasıl orta­
ya çıktılar?
1920’lerde meşhur Rus biyokimyacı A. I. Oparin’ın ortaya attığı id­
diaya göre ilk çağlarda Dünya’nın atmosferi metan, amonyak, hidro­
jen ve su baharından oluşmaktaydı. Hayat, bu atmosfer ve yeryüzünde
H ayatin K öken ! 1 7 3

bulunan kimyasalların arasında, Güneş’ten gelen ultraviyole ışınları ile


yıldırım gibi doğal enerji kaynaklarının yardımıyla meydana gelen kim­
yasal reaksiyonlar sonucunda ortaya çıkmıştı. 1952 yılında 22 yaşındaki
üniversite mezunu Stanley Miller, Oparin’m iddiasını test etmek için
meşhur bir deney yaptı. Laboratuarda yeryüzünün ilk zamanlardaki
atmosferi olduğu düşünülen bileşime benzer yapıda kimyasal bir bile­
şimin içinden elektrik alcımı geçirdi. İki gün sonra Miller aminoasitlerin
%2’sini elde edebildi. Ardından yapılan deneyde canlılık için gerekli
olan 20 aminoasitten ancak bir tanesini tam olarak üretebilecekti.307
Bu tür deneyler hayatın kökeni problemine bir çözüm bulmaya ça­
lıştıkları için büyüle bir heyecanla alkışlandılar. Sanki hayatin yapı taş­
ları doğal ve başıboş süreçlerle son derece kolayca elde edilirmiş gibi
görülüyordu. Fakat artan kimya bilgisinin ortaya çıkardığı güçlükler
neticesinde, bu sevinç çığlıkları zamanla yerlerini derin bir sessizliğe
bırakacaklardı.
Öncelikle jeokimyacıların Dünya’nın ilk atmosferinin bileşenlerine
ilişkin görüş birliği değişmişti. Jeokimyacılar artık ilk atmosferin, Oparin
hipotezince öngörülen kuvvetli atmosferi oluşturmak için gereken ciddi
miktarlarda amonyak, metan ve hidrojeni içermediğini; hatta daha zi­
yade nitrojen, karbondioksit ve su buharından oluştuğunu savladılar.
Ayrıca yüksek miktarda serbest oksijen olduğuna dair ellerinde deliller
de vardı.308 Bu tabi İd resmi tamamen değiştiriyordu, çünkü deneyler­
le de ispatlandığı gibi aminoasitlerin böyle bir atmosferde oluşmasının
imkansızlığına dair teorik ve pratik pek çok sebep mevcuttu. Örneğin
oksijenin olması, kritik öneme sahip biyo-moleküllerin ortaya çıkmasını
engeller hatta var olanların da ayrışmasına yol açardı. Kısacası bugün
sahip olduğumuz deliller, Dünya’nın ilk atmosferinin aslında aminoasit­
lerin oluşumuna engel teşkil edecek bir ortam olduğunu gösteriyor.309
100 aminoasitten oluşan bir protein yapmak istiyoruz diyelim
(bu kısa bir protein olur; çoğu protein bünun üç katı uzunluktadır).
Aminoasitler, birbirlerine aynadaki görüntüleri gibi benzeyen L ve
174 A ramizda K alsin T anri V ar

D izomerleri denen iki kiral formda bulunurlar. Bu iki form prebiyo-


tik (ilkel çorba) ortamı simule eden deneylerde eşit iki sayıda ortaya
çıkar, yani formlardan biri ya da diğerini elde etmek kabaca Vı ihti­
maldir. Fakat doğada bulunan proteinlerin büyük bir kısmı sadece L
formunda bulunur. L formunda 100 aminoasit elde etme olasılığı bu
nedenle (1/2)100’dür, bu da yaklaşık 103°’da 1 ihtimaldir. İkinci aşama­
da aminoasitler birbirine bağlanmalıdır. İşlevsel bir proteinin ona en
uygun olan 3 boyutlu ve kıvrımlı şekli alabilmesi için bütün bağları­
nın belli bir tarzda (yani peptit bağı) olması gerekir. Fakat prebiyo-
tik simülasyonlarında bağların ancak yarısı kadarı peptit bağı olur.
Dolayısıyla bir peptit bağı elde etme olasılığı ’/Vdir ve yine böyle 100
bağı elde etme olasılığı ancak 103°’da 1 kadardır. Bu yüzden tesadüfen
peptit bağlı 100 L-asiti elde etme olasılığı 106°’da 1 olacaktır. Haya­
tın bilinen bütün formlarında moleküllerin kiralitesi ve peptit bağlar
genetik makineler tarafından idame ettirilir. Prebiyotik halde, böyle
. kompleks bilgi işlemci moleküller olmadığı için, kiralite çeşitliliği,
bağlar ve aminoasit zinciri, moleküler işlev için gerekli olan çoğaltı­
labilir kıvrımlı yapıyı elde edemezler.
Elbette kısa bir protein, en basit bir hücreden bile çok daha az kar­
maşık bir yapıya sahiptir (dolayısıyla aslında olasılık değerleri bu oran­
lardan bile çok daha düşük olacaktır). Buna rağmen bu bölümde az
önce elde ettiğimiz küçük olasılıklar bile şaşırtıcı bir şekilde, evrenin
hassas dengesini ele aldığımız bölümde sıraladığımız olasılıklara çok
benzemektedir. Hayatın yapı taşları da (tıpkı evren gibi), bedenimizin
hayat sahibi olmak için son derece hassas bir dengeyle özel olarak ta­
sarlandığını gösteren delillerdir.
Fizikçi Paul Davies, aminoasitlerin peptit zincirlerinin üretiminde
çok ciddi termodinamik problemler olduğuna dikkat çeker. Termodi­
namiğin İkinci Kanunu kapalı sistemlerin dejenere olmaya, yani bilgi,
düzen ve kompleksliği kaybetmeye doğal olarak meyilli olduklarını
yani entropilerinin arttığını söyler. Isı sıcaktan soğuğa doğru hareket
H ayatin K ö k şn î ; i f Ş :

eder, su eğim doğrultusunda akar, arabalar paslanırlar v.b. İldnci ka­


nunun istatistiksel bir özelliği vardır (bu özellik fiziksel sistemlerin bu
‘akışa karşı’ hareketini engellemez ama böylesi bir hareketin olmasına
büyük olasılıkla imkân tanımaz). Davies der ki bu kanunun işleyişine
göre “konsantre bir aminoasit çözeltisinin termodinamik akışa karşı
koyabilmesi ve kendiliğinden bir anda küçük bir polipeptit (aminoa-
sitler zinciri) meydana getirebilmesi için ancak gözlemlenebilen evren
hacminde bir sıvıya sahip olması gerekir.”310
Ayrıca, böyle “rastlanüsal bir moleküler karışım” insanların sandı­
ğından çok daha kısa bir zamanda ortaya çıktığı için zamanla alakalı
da büyük bir problem mevcuttur. Tek hücreli organizmalar çok eski ka­
yalar üzerinde de bulunduğundan dolayı, son tahminlere göre yaklaşık
4.5 milyar yıl önce Dünya oluşmuş ve Dünya oluştuktan kabaca 1 milyar
yıl sonra hayat başlamışür. Bu da hayatın ortaya çıkması için çok kısa
bir zamandır (ama buna rağmen bir şekilde meydana çıkmıştır).

Ana problem: protein yapısının kökeni

Bahsettiğimiz bu zorluklar bile (ki bunlar çok büyüle sorunlardır) on­


ların hepsini fersah fersah aşan en büyük problemin yanında önemsiz
kalırlar. Bu da, aminoasitlerin proteinleri oluşturma yöntemi ile alakalı
problemdir. Çünkü proteinler, sadece bir inorganik asiti, bir alkali ile ka­
rıştırıp elde ettiğimiz su ve tuz gibi oluşmazlar, yani uygun miktarlarda
doğru aminoasitlerin gelişigüzel karışımıyla oluşmazlar. Proteinler uzun
aminoasit molekül zincirlerinden oluşan, belli bir görevi yerine getirme­
ye programlanmış, girift yapılardır ve inşa edilebilmeleri için gereken
ham maddelere sadece enerji verilerek üretilmeleri mümkün değildir.
Paul Davies bu işlemi daha görsel bir biçimde şöyle açıklar: “Sadece
enerji vererek bir proteinin oluşmasını beklemek, bir tuğla yığını altı­
na kurulmuş dinamiti patlattıktan sonra o tuğlalardan bir ev oluşma­
sını beklemeye benzer. Tuğlaların yerden kalkması için gereken enerji
verilebilir, fakat enerjiyi tuğlalara kontrollü ve düzenli bir yöntemle
176 A ramizda K alsin T anri V ar

dağıtmadıkça kaotik bir yığından başka bir şeyin ortaya çıkması ancak
çok çok küçük bir ihtimaldir.”311
Tuğlaları yapmak başka; bir ev ya da fabrika inşasını organize et­
mek bambaşka bir şeydir. Eğer mecbur kalsaydınız bulduğunuz çevre­
ye yayılmış taşları toplayıp onları kullanarak bir ev inşa edebilirdiniz.
Topladığınız taşların şekilleri ve büyüklükleri doğal olaylar tarafından
belirlenmiş olabilir; fakat gene de bir binayı tasarlamak, taşların kendi­
sinde olmayan bir şeyler gerektirecektir. Bu gereklilikler; tasarımcı bir
akıl ve inşa kabiliyetidir. Aynı şey hayatın yapı taşları için de geçerlidir.
Kör tesadüf onları özel bir yöntemle bir araya getirme işini asla yapa­
maz. Organik kimyager ve moleküler biyolog A. G. Cairns-Smith bunu
şöyle ifade eder: “Kör tesadüf... çok kısıtlıdır... doğru harfleri denk geti­
rip böylece kısa kelimeleri kolay elde edebilir, fakat tasarımın derecesi
arttıkça onun da gücü kaybolur. Uzun bekleme devirleri ve büyük mik­
tarlarda madde kaynakları bile anlamsızlaşıverir.”312
Cairns-Smith burada harf ve kelime örneğini kullanıyor ki bu çok
yerinde bir benzetmedir çünkü proteinlere özgü olan en can alıcı özel­
lik onları oluşturan am inoasitlerin, zincirde tam ola ra k bulunmaları g e­
rektiği yerlerde olm alarıdır. Aminoasitleri bir alfabeyi oluşturan 20 harf
olarak düşünün. Bu durumda protein, o alfabeden oluşmuş son derece
uzun bir kelime olur; bu kelimede her bir aminoasit harfi doğru yeri
almalıdır. Yani buradaki kritik nokta, aminoasitlerin zinciri oluşturur­
ken aldıkları düzenin kendisidir; yoksa sadece o zincirde olmaları değil
(tıpkı bir kelimdeki harfler gibi, ifade etmesi istenen anlamı ifade eden
kelimenin oluşması için ya da bir bilgisayar programındaki tuş vuruş­
larının sıralanışı gibi o programın çalışabilmesi için gereken düzene
sahip olmalıdırlar). Tek bir harf yanlış yerde olursa kelime başka bir ke­
lime olur veya anlamsız hale gelir; tıpkı bir bilgisayar programında tek
bir yanlış tuşa dokunmanın programın çalışmasına engel oluşu gibi.
Bu argümanın işaret ettiği gerçek, basit bir olasılık hesabıyla daha
net anlaşılabilir. Çok çeşitli aminoasitlerin arasından 20 aminoasit,
H ayatin K ökeni 1 7 7

protein yapımında kullanılır; yani bu yirmi aminoasitin hepsinin bu­


lunduğu bir havuzumuz olsaydı proteinin belli bir yerinde doğru ami-
noasiti elde etme olasılığı 20’de 1 olurdu. Bu nedenle 100 aminoasiti
doğru sırayla elde etme olasılığı ise (l/20)100’dür, bu da yaklaşık 1013°’a
tekabül eder ve yok denecek kadar ufak bir olasılıktır.313
Üstelik bu daha sadece bir başlangıç (hatta çok iddiasız bir giriş ol­
du). Çünkü bu hesaplamalar sadece tek bir proteinle alakalı. Fakat ha­
yat, bildiğimiz gibi yüz binlerce protein gerektirir ve bu proteinlerin şans
eseri üretilme olasılığı 1040 00°’de 1 ihtimalden azdır. Sir Fred Hoyle, ver­
diği meşhur bir örnekte, hayatın kendiliğinden ortaya çılana ihtimalini,
fırtına esnasında bir hortumun bir hurdalıktan geçmesi neticesinde, Bo­
eing 747 tipi bir uçağın meydana gelmesi ihtimaline benzetir.314
Bu örnek aslında, Cicero’nun M.Ö. 46’da yaptığı bir gözlemin günü­
müze uyarlanmış versiyonudur. Cicero dile benzeyen şeylerin şans eseri
oluşmasında ciddi sorunlar olduğunu çok iyi anlayan Stoacı Balbus’tan
bahseder: “Altın ya da başka bir maddeden, alfabenin 21 harfinin sa­
yısız kopyası yapılsa ve bunların hepsi bir kaba atılsa ve bu kap sal­
lanıp içindekiler yere fırlatılsalar, bunların yan yana dizilip Ennius’un
AnnaVmı yazması mümkün müdür? Tek bir mısrayı oluşturma şansının
olduğundan bile şüpheliyim.”315 Elbette oluşturamaz. Kör tesadüf, ister
natüralist olsunlar ister olmasınlar bilim adamlarının evrensel olarak
kabul edebileceği bir yargı olamayacaktır, ama (aşağıda) hakkında da­
ha fazla konuşmak gereken bir şey müstesna.

Kendiliğinden düzenlenme senaryoları

Bir süredir, hayatın kökeni probleminin, kendiliğinden düzenlenm e


kavramıyla çözülebileceği fikri ilgi görüyor. Örneğin, Ilya Prigogine
ve Isabelle Stengers düzen ve organizasyonun; kaos ve dağınıklıkta
kendiliğinden ortaya çıkabileceğini iddia etmişlerdir.316 Bahsettikleri
kaos, gittikçe dengeden uzaklaşan ve artık doğrusal olmayan bir eği­
lim gösteren termodinamik sistemlerin ortaya çıkardığı kaostur, öyle
178 ARAMIZDA K ALSIN ÎA N R I V a R

l<i dışarıdan sistemin içine giren herhangi bir şey muazzam çapta cid­
di sonuçlara sebebiyet verebilir. Buna verilebilecek en meşhur örnek
‘kelebek etkisi’dir. Dünyanın herhangi bir yerindeki kelebeğin kanat
çırpması, başka bir yerde tropikal bir fırtınaya yol açan olaylar zincirini
tetikleyebilir. Mesela hava gibi sistemler, başlangıçtaki şartların deği­
şimine karşı son derece hassastırlar ve tahmin edilemez bir karaktere
sahip oldukları için kaotik sistemler olarak adlandırılırlar. Prigogine
beklenmedik olaylar zincirinin beklenmedik şekilde meydana gelebi­
leceğini göstermiştir. Bunun güzel bir örneği Rayleigh-Bénard konvek­
siyonudur: Bir sıvı içinde düzgün bir şekilde akan ısı aniden konveksi­
yon akımına dönüşür ve bu akım sıvıyı altıgen bölmelerden oluşan bal
peteği görünümüne sokar, böylece sıvı, Giant’s Causeway’deki (Kuzey
İrlanda’da bir bölge) meşhur kaya oluşumlarına benzer bir hal alır.
Çok sık verilen bir diğer örnek ise Belousov-Zhabotinski tepkimesi­
dir, bu tepkime uzaysal olmaktan çok zamansal simetri kırılması gös­
terir. Mesela; malonik asit, iki katalizör seryum sülfat ve ferroin yardı­
mıyla potasyum bromat ile oksitlenirse bu tepkime ortaya çıkar. Eğer
bu karışım 25 C (77 F) sıcaklıkta saklanırsa ve sürekli karıştırılırsa rengi
aşağı yukarı bir dakikalık aralıklarla sürekli kırmızıdan maviye doğru
değişir,317 böylece tepkime, dikkat çekecek derecede düzenli periyotlar­
la bir çeşit kimyasal saat gibi işler. Bu tepkime hayranlık vericidir ve
son derece basit bir şekilde şöyle tanımlanabilir.
Şimdi A maddesinin B maddesine dönüştüğünü düşünelim. Bunu
grafiksel olarak şöyle ifade edebiliriz:
1. A > > B
Ve bu tepkimeyi ikinci bir tepkimenin takip ettiğini düşünelim bu
tepkimeye de otokatalitik tepkime denir:
2. A+B > > 2B
Burada B katalizör olarak işler çünkü soldaki B’nin her bir molekü­
lü sağda tekrar ortaya çıkar. Fakat başlangıçtakinden çok daha fazla
B vardır böylece tepkime 2’nin hızı ortaya çıkan maddenin miktarına
H ayatin K ökeni 1 7 9

bağlıdır ve sonuçta tepkimeyi hızlandıran pozitif geri besleme döngüsü


oluşur (bu nedenle otokatalitik terimini kullanıyoruz). Şimdi iki tep­
inme daha ekleyerek durumu hem daha karmaşık hem de daha ilginç
hale getireceğiz:
3. B+C > > 2C
4. C > > D
Tepkime 3, daha ileri bir otokatalitik tepkimedir, fakat bu sefer
B’nin miktarının azalmasına yol açar ve bu yüzden 2. tepkimenin aksi
yönde işler. Dördüncü tepkimeyi artık atık madde D’yi üreten tepkime
kabul ederiz. Bu resmi tamamlamak için gereken son bileşenler B’nin
karşısında kırmızıya dönen ve C’nin karşısında maviye dönen bir gös­
tergedir. Şimdi oransal olarak A’mn C’den daha yoğun olmasıyla tepki­
meyi başlatıyoruz. Bu durumda tepkime hızı tepkiyenin yoğunluğuyla
orantılı olduğu için; tepkime 2, başlangıçta tepkime 3’e baskın gelir. Bu
yüzden B’nin yoğunluğu artar ve karışım kırmızıya döner. Fakat oto­
katalitik tepkime 3 sonunda üstün gelir ve B’nin yoğunluğunu azalür
böylece renk maviye döner çünkü C baskın gelmiştir. Fakat şimdi de
tepkime 4 devreye girer ve C’yi yavaş yavaş ortadan kaldırır dolayısıyla
B sonunda bir kez daha baskın gelir ve bir renk değişimi daha olur. En
sonunda A tamamen tükendiğinde işlem durur ya da D sistemi tıkar. 0
halde sisteme daha fazla A verip D’yi ortadan kaldırırsak tepkimeyi de­
vam ettirebiliriz (yani dengeye ulaşmadan sistemi idare edebiliriz).
Sonuç olarak bu sistemlerin her birinde düzen ortaya çıkar ve bazı
bilim adamları bu süreçlerin hayatın nasıl başladığı konusunda bize
bir şekilde fikir verebileceklerini düşünürler.318
Benzer bir yolla Robert Shapiro ve bazı bilim adamları hayatın köke­
ni ile ilgili ‘önce metabolizma’ ya da ‘önce küçük molekül’ senaryosunu
ortaya atmıştır. Bu senaryoda başlangıçta kalıtım için bir mekanizma
yoktur ve bu nedenle DNA ya da RNA gibi bilgi yüklü büyük moleküller
değil onların yerine küçük moleküller vardır. Shapiro “sınırlı bölgeler­
de, bir enerji akımı ile harekete geçen kimyasal döngüler neticesinde
180 A ramizda K alsin T anri V ar

büyük bir düzenin meydana gelmesi”319 olarak tanımladığı ilk hayat


türünden bahseder. Hayatın kökeni konusunda önde gelen uzman­
lardan Leslie Orgel bu tür döngüleri, özellikle Kauffman’ın çalışması­
nı, derinlemesine analiz etmiştir. Orgel kimyasal argümanlarla bu tür
döngülerin son derece mantıksız olduğunu savunur: “Otokatalitik bir
döngü oluşturabilecek katalize edilmiş tepkimeler dizisi, döngünün sü­
rekli olarak işleyebilmesi için gereklidir fakat yeterli değildir. Bununla
birlikte döngüyü kesintiye uğratabilecek yan tepkimelerden kurtulmak
gerekir. Ters sitrik asit döngüsünün her bir tepkimesi için yeterli ölçüde
spesifik mineral katalizörlerinin olması imkansız değildir, fakat aksa­
tıcı yan tepkimeler için katalizörün olmadığı ilkel yeryüzünün tek bir
bölgesinde böyle tam takım katalizörlerin ortaya çılana ihtimali bana
çok uzak görünüyor. Her türlü kompleks otokatalitik döngülerin önün­
deki en büyük engel yeterince etkin olamamaktan ziyade özgüllüğün
olmamasıdır.” der ve şöyle devam eder; ‘İlkel dünyanın herhangi bir
yerinde, ters sitrik asit döngüsünün her bir aşamasını katalizleyen mi­
nerallerin toplandığına ya da döngünün kendini bir metal sülfür yüze­
yinde gizemli bir yolla biçimlendirdiğine neden inanmamız gerekiyor?”
Orgel, kendiliğinden kimyasal oluşum üzerine yaptığı özel bir çalış­
masında da ilginç bir yorumda bulunur: “Ghadiri ve çalışma arkadaşla­
rı... çok dikkatli şekilde dizayn edilmiş ikiden fazla peptit kullanıldığında,
bağlanma tepkimelerinin kendiliğinden ağ oluşturduğunu göstermiştir.
Monomer aminoasitlerden 15mer ve 17mer spesifik peptitlerin prebiyo-
ük sentezi izah edilemediği müddetçe; bu bulgular Kauffman’ın teorisini
destekleyemez. Aksi takdirde, Ghadiri’nin deneyleri, polimere dönüşen
aminoasitlerin kendiliğinden düzenlenmelerini değil, peptitlerin ‘akıllı
tasanmıTm gösterir... Ne bu ihtimaller ne de benim bildiklerim; evrime
yatkın olan, birbirlerine bağlı, kompleks döngüler takımının nasıl ortaya
çıktığını ya da neden durağan olması gerektiğim açıklayamamaktadır.”
Sonuç olarak Orgel şunu çıkarsar: “Deneylerle incelenen prebiyotik
sentez her zaman kompleks karışımların ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Hayatin Kökeni 1 8 1

! Gerektiği kadar sade Monomer girişi olmadan ileri sürülen polimer ço-
j ğaltma planlarının yürümesi imkânsızdır. Bu iki kimya türü arasında-
j ki boşluk kapanmadan hayatın kökeni problemine bir çözüm bulmak
mümkün değildir. Döngüsel olsun ya da olmasın organik tepkime dizi­
lerinin kendiliğinden düzenlenebilmesi yoluyla ortaya çıkan karışımla­
rın basite indirgenmesi çok işe yarayacaktı, eğer basit ‘çoğalan polimer-
| 1er’ bulmayı kolaylaştırmış olsaydı. Fakat genetikçilerin önerdiği çözü-
£
mü destekleyenlerin ya da ‘eğer domuzlar uçabilseydi’ gibi varsayımsal
kimyaya dayanan metabolist senaryoları destekleyenlerin önerilerinin
bu haliyle işe yaraması pek mümkün değildir.”320

Esas problem

Böyle süreçler, eğer kimyacıların ortaya koyduğu tüm olanaksızlık­


lara rağmen meydana gelmiş olsaydılar bile, er ya da geç (bizim son
bölümde bahsettiğimiz) protein yapılarının sergilediği komplekslikle
alakalı çok daha zorlu problemlerle çaresiz yüzleşmek zorunda kalacak­
lardı. Zaten esas can alıcı problem, bir kristalde, bal peteğinde hatta bir
Belousov-Zhabotinski tepkimesinde görülen düzeni meydana getirmek-
le alakalı değildir. Esas problem, bir proteini oluşturan kompleks amino-

I
asit düzeninin meydana getirdiği ve niteliksel açıdan farklı, dil türünden
yapıların ortaya çıkmasıdır. Paul Davies bu farkı açıkça şöyle ifade eder:
“Hayat aslında kendiliğinden oluşumun bir örneği değildir. Hayat ayrın­
tılarıyla önceden belirlenmiş (spesifize olmuş), yani genetik açıdan yöne­
tilen bir organizasyondur. Canlılar DNA’larında (ya da RNA’larında) kod­
lanmış bir genetik yazılımla yönlendirilirler. Oysa konveksiyon hücreleri
kendiliklerinden şekillenirler. Bir konveksiyon hücresi için gen yoktur.
Düzen kaynağı, yazılımda kodlanmamıştır, onun yerine sıvı içindeki
çevre koşullarına bağlıdır... Diğer bir ifadeyle konveksiyon hücresinin
düzeni dışarıdan sağlanır; yani içinde bulunduğu sistemin şartları bu
düzeni oluşturur. Buna karşın canlı hücrenin düzeni dâhili kontrolden
doğar... Kendiliğinden düzenlenme teorisi şimdiye kadar kendiliğinden
182 Aramizda K alsin Tanri Var

biçimlenen ya da kendinin sebebi olan oluşumlardan (ki bunlar en taf­


silatlı cansız örneklerde bile oldukça basit yapılar sergiler); canlıların
son derece kompleks, bilgi temelli genetik oluşumlarına geçişin nasıl
olduğuna dair hiçbir ip ucu sağlayamamıştır.”321
Stephen Meyer meseleyi şu açıdan ele alır: “Kendiliğinden düzen­
lenme teorileri aslında izaha muhtaç olmayan şeyleri izah ediyorlar.
Oysaki asıl izaha muhtaç olan şey, düzenin kaynağı değil... bilginin
kaynağıdır.”322 İşte problemin özünde yatan bu bilgi kavramıdır ve kita­
bımızın geri kalan kısmında da artık bu kavrama odaklanacağız.
Hayatın kökeni konusunda çalışmalar yapan saygın bilim adam­
larından Leslie Orgel ise konuyu şöyle özetler: “İlkel yeryüzündeki or­
ganik maddelerin kökeni konusunda birkaç savunulabilir teori vardır,
fakat bu teorileri destekleyen delillerin hiçbiri ikna edici değildir. Ben­
zer şeldlde çeşitli alternatif senaryolar, prebiyotik organik maddelerden
kendini çoğaltabilen bir varlığın kendiliğinden düzenlenmesini izaha
çalışır ki bu çok iyi formüle edilmiş senaryoların hepsi de şüpheli var­
sayımsal kimyasal sentezlere dayanmaktadırlar.”323
Bu yüzden Orgel, hayatın kökeniyle ilgili önde gelen araştırmacılar­
dan Klaus Dose’un görüşünü yineler. Dose on yıl önce şöyle bir açıkla­
mada bulunmuştu: “Hayatın kökeni konusunda, moleküler ve kimya­
sal evrim sahalarında 30 yıldan daha uzun bir zamandır yapılan deney­
ler, yeryüzünde hayatın kökeni problemine çözüm bulmaktan çok, bu
problemin ne kadar büyük olduğunun daha iyi anlaşılmasını sağladı.
Günümüzde, bu alandaki başlıca teori ve deneyler üzerine yapılan bü­
tün tartışmalar ya bir çıkmaza saplanıyor ya da bilginin yetersiz olduğu
itirafı ile sonuçlanıyor.”324
Mucizelerden hoşlanmadığı bilinen Sir Francis Crick bile konuyla
alakalı şöyle deme mecburiyetini hisseder: “Hayatın başlaması için o
kadar çok koşulun bir araya gelmesi gerekir İd, hayatın kökeni neredey­
se bir mucizedir.”325
Tüm bunlar, Santa Fe Institute’den Stuart Kauffman’m vardığı kanı
Hayatin Köke.vi 1 8 3

ile örtüşüyor: “Eğer biri size yeryüzünde hayatın 3.45 milyar yıl önce
başladığını bildiğini söylerse ya aptaldır ya da yalancıdır. Bunu kimse
bilmiyor.”326 Yakın zamanda Francis Collins benzer bir şey söylemişti:
“Kendiliğinden çoğalabilen organizmalar ilk kez nasıl ortaya çıkmış­
tır? Dürüst olalım, henüz bunu bilmiyoruz. Hatta elimizde, sadece 150
milyon yıllık bir zaman içinde, yeryüzündeki prebiyotik ortamın hayatı
nasıl başlattığını izah etmeye yaklaşan bir hipotez bile yoktur. Bu de­
mek değil ki mantıklı hipotezler ortaya konmadı; kondu ama hayatın
oluşumunu açıklamak için yaptıkları olasılık hesaplan hala imkânsıza
yakın sonuçlar vermeyi sürdürüyor.”327
G e n et İk K od v e K öken İ

Bütün canlılara hayat veren şey, ne ateş, ne ıhlc bir nefes ne de


bir “hayat kıvılcımı”dır. Onların yaşam kaynağı bilgi, kelimeler
ve talimatlardır... Farklı bir milyar karakter hayal edin... Eğer ha­
yatı anlamak istiyorsanız dijital teknolojiyi düşünün.
Richard Dawkins
Modern biyolojide merkezi fikir bilgidir.
John Maynard Smith

Hücredeki bilgi

T ayatm kökenini düşünürken meseleleri daha net bir şekil­


de kavrayabilmemiz için artık protein seviyesinden mole-
» küler seviyeye geçmeliyiz, çünkü btı seviyede proteinden
daha kompleks bir diğer yapı taşı olan DNA molekülünü göreceğiz. Tiim
zamanların en büyük bilimsel keşiflerden biri, bu bilgi yüklü makro mo­
lekülün yapısının ve öneminin anlaşılmasıdır. Çünkü tek mesele canlı bir
hücrenin kendisi değildir. Esas mesele o hücrenin bilgiyle dopdolu olma­
sıdır. Richard Dawkins’e göre: “Bütün canlılara hayat veren şey, ne ateş,
ne ılık bir nefes ne de bir “hayat kıvılcımT’dır. Onların yaşam kaynağı bil­
gi, kelimeler ve talimatlardır... Farklı bir milyar karakter hayal edin... Eğer
hayatı anlamak istiyorsanız dijital teknolojiyi düşünün.”328 329
DNA’nın yüklü olduğu bilgi, hayatın esasını teşkü eder; fakat tabi ki
hayat için DNA’dan fazlası gereklidir. İlk başta DNA’nın kendisinin canlı
6 A r a m iz d a K a l s in T a n r i V a r

olmadığını söyleyelim. Bununla birlikte, Dawkins tüm hayat faaliyetinde


bilginin çok önemli biı 10 I oynadığını söylemekte elbette haklıdır Bilgi
yüklü DNA, hücıe çekiıdeğinde bulunul ve işlevsel oıganizmalaıda pro­
tein yapılabilmesi için gereken talimatları saklar. DNA çocuklarımıza
geçen özellikleri taşıyan bir kalıtım molekülüdür Tıpkı bilgisayarın hard
diski gibi DNA da belli ürünlerin üretilmesi için gereken veri tabanını ve
programı içerir. İnsan vücudundaki 100 trilyon hücreden her 10 tane­
si Britannica Ansiklopedisi’ndeki ciltlerden çok daha fazla bilgiyi içinde
barındırır. Son 20-30 yıl boyunca mikro biyologların (ilk başlarda biraz
tereddütle sonrasında ise büyük bir hevesle), bilgi teknolojisinin dilini ve
metodunu benimsemeye başladıklarını gördük. Bu genetik kodun tabia­
tının ve fonksiyonunun onlara dayattığı bir şeydir. Bu yüzden artık gönül
rahatlığıyla, canlı hücreden bir bilgi işlem makinesi gibi bahsedebiliyo­
ruz, çünkü hücre tam olarak budur; yani bilgi işlem kapasitesine sahip
bir moleküler yapıdır.330 Bu çok heyecan verici fikirsel bir gelişmedir, çün­
kü bu artık, bilgi teorisinin sonuçlarını ve kavramlarını kullanarak biyo­
lojik bilginin nasıl bir yapıya sahip olduğunu keşfedebileceğiz demektir.
Fakat bu konu üzerinde durmadan önce DNA molekülünün neye
benzediği ve nasıl bilgi taşıdığı konusunda kafamızda bir resim oluş­
turmalıyız.

DNA nedir?

Bu harfler (DNA), Deoksiriboz Nükleik Asit’in kısaltılmış halidir.


DNA çok uzun bir moleküldür; bu molekülün çift sarmallı yapısını keş­
feden Crick ve Watson Nobel Ödülü almışlardır. Nükleotit adı verilen
daha basit moleküllerin art arda sıralanmasıyla oluşan uzun bir zincir­
den meydana gelmiş spiral bir merdivene benzer. Spiralin her bir kıvrı­
mını, bunlardan (nükleotitlerden) on tanesi oluşturur. Nükleotitler, bir
oksijen atomunun ayrıldığı bir fosfat gurubuyla (bu yüzden deoksi- ön
eki verilir) beraber riboz adı verilen bir şeker ve bir bazdan müteşek­
kildir. Bazlar, dört adet kimyasaldır bunlar Adenin, Guanin, Sitozin
Genetİk Kod ve Köicenİ 1 8 7

ve Timin olarak adlandırılırlar; ya da kısaltılmış halleriyle A,G,C,T’dir.


Bazlar (yalnız) bir nükleotiti diğerinden ayırırlar. İlk iki baz pürin ve
son ikisi pirimidindirler. Spiral merdivenin basamakları baz çiftlerin­
den oluşur; bir basamağın iki ucunu oluşturan iki baz çifti molekülleri
birbirlerine hidrojen bağlarıyla bağlanırlar. Şöyle bir kural vardır; A her
zaman T ile eşleşir ve C de her zaman G ile eşleşir, yani daima bir pürin
bir pirimidine bağlanır. Bu yüzden çift sarmalın bir dizisi AGGTCCGTA-
ATG... ile başlarsa diğeri de TCCAGGCATTAC... şeklinde başlar. Böylece
iki dizi birbirini tamamlar; yani eğer bir diziyi biliyorsanız diğerini de
çözebilirsiniz. Bunun ne kadar önemli olduğunu şimdi göreceğiz.
Dizilerdeki nükleotitleri belirlemek için onlara örneğin 1,2,3,4 veya
2,3,4,5 gibi rakamlar (veya birbirinden faklı herhangi dört ayrı sembol)
verebiliriz, bu açıdan rastgele bir işaretleme yaparız ve sonra yukarıda
bahsettiğimiz ilk dizinin başlangıcını 133422341143 veya 255733572275
şeklinde bir sırayla elde ederiz. Böylece, her bir DNA molekülüne ona
özgü bir rakam verilmiş olur (ve bu aşağıda da göreceğimiz gibi genel­
likle uzun bir rakamdır) böylece bu rakamdan baz sekansı (dizilimi)
okunabilir.
Dünyadaki herhangi bir dile ait alfabeden bir dizi harf ancak özel
bir dizilişle sıralandığı takdirde bir mesaj ilettir. Biliyoruz ki, DNA’nın
omurgasındaki bazların sekansı da (ya da buna merdiven basamakları­
nın dizilişi de diyebilirsiniz) A,C,G,T harflerinden oluşan dört harfli bir
alfabeyle yazılmış kesin bir mesaj iletmektedir. Bir gen, bu harflerden
oluşan uzun bir dizi olup bir protein için bilgi taşır. Bu yüzden gen,
üpkı bir program gibi o proteini yapmak için düzenlenmiş bir talimat­
lar dizisi olarak yorumlanabilir. Kodlama şekli şöyledir: Üç nükleotit-
ten oluşan ve kodon adı verilen her bir gurup bir aminoasiti kodlar.
Dört nükleotit olduğuna göre, 20 aminoasiti kodlamak için 43 = 64 tane
mümkün üçlü vardır. Bu durumda aynı aminoasit kendisini kodlayan
birden fazla (altıya kadar aslında) farklı üçlüye sahip olabilir. İşte gene­
tik kod kavramının ortaya çıkmasına sebep olan bu kodlamadın
188 A ramizim ICalsin T anri V ar

Bir genom tam bir gen takımından oluşur. Genomlar ya da onları


kodlayan DNA genelde çok uzun olurlar. E. coli bakterisinin DNA’sı
yaklaşık 4 milyon harf uzunluğundadır ve 1.000 sayfalık bir kitap oluş­
turabilir. Bir insan genomu ise 3,5 milyar harf uzunluğundadır ve bir
kütüphaneyi doldurur.331 İşin ilginç yanı, bir insan vücudundaki tekbir
hücrenin içinde sımsıkı sanlı bir şekilde duran DNA’nın gerçek uzun­
luğu yaklaşık 2 metredir. İnsan vücudunda yaklaşık 10 trilyon (=10B)
hücre olduğuna göre tüm DNA’nın toplam uzunluğu akıllara durgunluk
veren bir sayıya ulaşır: 20 trilyon metre.
Kesin olarak söylemek gerekirse, bir organizmadaki DNA’yı biz ge­
nelde genom olarak düşünsek de genom aslında DNA’nın yalnızca bir
bölümünü oluşturur ve bu hakikaten oldukça küçük bir kısmıdır (me­
sela insan DNA’sının ancak %3’dür). DNA’nm kalan %97’lik bölümü,
yani kodlanmayan DNA, ‘çöp DNA’ olarak adlandırılmıştır. Fakat artık
çok iyi anlaşılıyor ki bu kısım, çöp olmak şöyle dursun, sadece genetik
işlemleri düzenlemek, yürütmek ve tekrar programlamakla kalmayıp
DNA’nm transpozon denilen oldukça hareketli bölümlerini de oluştur­
maktadır. Bu bölümler kendilerinin kopyasını üretebilir ve ardından
genomun farklı yerlerine giderler, orada genleri etkisiz hale getirebilir
ve o zamana kadar aktif olmayan genleri harekete geçirirler.332 Kodlan­
mayan DNA ayrıca Alec Jeffreys’in 1986’da adli tıp alanında keşfettiği
genetik parmak izi yönteminde de kullanılmaktadır.

DNA proteinleri nasıl ortaya çıkarır?

DNA, hücrenin çekirdeğinde bulunur ve bir zarla korunur. Bir şeyin


gerçekleşmesi için, mesela hücrenin ‘yaşayabilmesi’ için DNA’nın içer­
diği bilginin sitoplâzmaya taşınması gerekir. Sitoplâzma, çekirdeğin
dışında bulunan hücresel makinenin çalıştığı yerdir (dilerseniz buna
hücrenin fabrika katı da diyebilirsiniz). Bilgi, mesela sitoplâzmada en­
zimlerin ribozom adı verilen moleküler makineler tarafından üretilebil­
mesi için gereklidir. O halde DNA’daki bilgi, bir enzim oluşturmak için
Genetik Kod ve Köken! 1 8 9

ribozomlara nasıl ulaşır? Bu da ribonüldeik asit (RNA) denilen bir diğer


uzun nükleik asit molekülüyle gerçekleşir. Ribonüldeik asit bir özelliği
dışında DNA’ya çok benzer: RNA’da bir Hidroksil (OH) molekülü bulu­
nur fakat genelde çift sarmallı değildir. RNA’da da DNA’daki gibi dört
baz vardır: Bunlardan üçü bizim bildiğimiz A,G ve C’dir, fakat dördüncü
baz farklı olan Urasil’dir (U) bu baz DNA’daki T’nin yerine geçer. İlk ola­
rak DNA’nın içinde, çekirdeği ortadan ikiye bölerek iki sarmalı birbirin­
den ayırır. Sarmalların arasındaki hidrojen bağlarının DNA’nın her bir
j sarmalındaki bazları birbirine bağlayan bağlardan daha zayıf olmalan
j bu işlemi kolaylaştırır. Ardından DNA’nın bir sarmalı bir RNA’ya dönü-
|
j şür, buna mesajcı RNA (mRNA) denir. Sonuç olarak T’nin yerine boy-
1 dan boya U’nun geçtiği bir DNA sarmalım tamamlayan bir RNA sarmalı
■ oluşur. Zaman zaman (aslında seyrek olarak diyelim) kopyalama süre-
| cinde ortaya çıkan hatalar proteinlerde modifikasyona yol açabilirler.
Ardından mRNA çekirdek duvarından sitoplâzmaya doğru hareket eder
ve orada şaşırtıcı bir dönüşüm işlemi gerçekleşir.
mRNA sarmalını bilgisayarın manyetik bandı ve ribozomu da bu
bantta kayıtlı olan bilgiyi kullanarak protein üreten bir makine olarak
j düşünebiliriz. Bunun gerçekleşebilmesi için ribozom mRNA sarmalı bo-
, yunca hareket eder ve bu esnada onda kayıtlı olan bilgiyi okur. mRNA
tıpkı bir bilgisayarın kayıt cihazının manyetik kafası ya da Turing maki­
nesinin tarama kafası gibidir. Bilgisayar gibi kodonları okur, kodonlar
bant üzerinde arka arkaya sıralanmış üçlü karakter guruplarıdır (örne­
ğin AAC UGC UUG... gibi). Ribozomun bir sonraki görevi bu kodonlarla
uyumlu olan aminoasitleri bulmaktır (bu örnekte uyumlu aminoasitler
Asparajin, Sistein ve Lösin’dir). Aminoasitlerin ester bağlarıyla çarpıla-
J ra benzeyen (transfer RNA ya da tRNA denen) moleküllere bağlı ribo-
ı zomun etrafında yüzdükleri görülür. Mesela Asparajin böyle bir mole­
külün bir koluna bağlı olursa kolun diğer ucu AAC kodonuna karşılık
gelen antikodon denen şeye, yani UUG’ye bağlı olur. Ribozom herhan­
gi bir kodonu okuduğunda ona karşılık gelen antikodonu arar ve onu
yakalayıp ona bağlı olan aminoasiti ondan ayırır. Ardından ribozom o
aminoasiti de daha önce bir araya toplananlara bağlar. Böylece yavaş
yavaş yeni bir protein meydana gelir.
Sıradan bir optik mikroskopla değil ancak Atomik Kuvvet Mikros­
kobu ile görülebilen bu minicik mekanizmalar, hayretler içinde bıra­
kacak derecede sofistike bir düzene sahiplerdir; moleküler biyolojiye
ait herhangi bir kitaba bakmak bile bunu anlamaya yetecektir. Öyle
kompleks bir yapıları vardır ki John Maynard Smith ve Eörs Szathmary
gibi evrimci biyologlar bile şöyle bir itirafta bulunmaktan kendilerini
alamamışlardır: “Translasyon makineleri hem o kadar kompleks hem o
kadar evrensel ve bir o kadar da zaruriler ki nasıl meydana geldiklerini
ya da onlar olmadan hayatın nasıl başladığını anlamak gerçekten çok
zor.”333 Yaklaşık 10 yıl sonra mikrobiyolog Cari Woese, insanların bile
üstün zekâlarına rağmen böyle mekanizmalar üretemediklerine dikkat
çeker ve; “sıfırdan yeni bir şey ortaya çıkıyor bunu anlayamıyoruz -işte
bu gelecek biyologların uğraşacağı problemdir’ der.334
Hepsinden önemlisi, DNA’nm, proteinleri meydana getirse de, bir
takım proteinler olmadan kendini kopyalayamadığının anlaşılmasıdır.
DNA kimyası alamnda tanınmış bir uzman olan Robert Shapiro şuna
dikkat çekmiştir, ‘proteinler’ DNA’da kodlanmış olan direktifleri takip
ederek inşa olsalar bile kimyasal olarak DNA’dan oldukça faldı ve büyük
moleküllerdir: “Yukanda bahsi geçen konu, eski bir bilmeceyi hatırlatı­
yor: Hangisi önce gelir? Tavuk mu yumurta mı? DNA, protein inşası için
gereken formülü içerir. Fakat bu bügi, proteinlerin yardımı olmadan kop­
yalanamaz ya da tekrarlanmaz. Hangi büyük molekül önce ortaya çık­
mıştır; proteinler mi (tavuk mu) yoksa DNA mı (yumurta mı)?”335
Shapiro, (olduğu gibi alıntı yaptığımız) bir pasajda şimdi bahse­
dilen problemleri fevkalade etkili bir biçimde aydınlatır: “Bu çıkmaz­
larla karşılaşan pek çok kimyager, RNA hipotezinden sanki yanan bir
binadan kaçar gibi kaçtılar. Kendini kopyalayan molekül tasavvurun­
da hala ısrarcı olan bir gurup ise benzer tehlikelerle sonlanan bir çıkış
Genetik Kod ve Kökenİ 1 9 1

yolu tercih ettiler. Yeniden düzenlenen bu teorilerde daha basit olan


bir çoğaltıcı önce ortaya çıkar ve ‘RNA-öncesi’ dünyada hayatı idame
ettirir. Varyasyonların meydana geldiği ve böylece bazların, şekerin
ya da RNA’nın tüm belkemiğinin yerini daha basit maddelerin aldığı
ve bu maddelerin prebiyotik sentezlere daha açık oldukları ileri sü­
rülmüştür. İlk çoğaltıcı (replikatör) büyük olasılıkla RNA’nın katalitik
kabiliyetlerine de sahiptir. Şimdiye kadar modern biyolojide bu farazi
ilk çoğaltıcı ve katalizörün izine rastlanamadığı için RNA, ilk çoğaltıcı
ortaya çıktıktan bir süre sonra onun bütün fonksiyonlarını devralmış
olmalıdır.”
“Ayrıca, böyle bir çoğaltıcının kim yager yardımı olmaksızın (italik
bana ait)336 kendiliğinden ortaya çıkmasının, nükleotit çorbanın oluşu­
mundan bile daha büyük bir inandırıcılık sorunu vardır. Bütün önerilen
çoğaltıcıların yapı taşlarının birbirine zincirler halinde bağlanmalarını
sağlayan koşullar olduğunu ve bu yapı taşlarıyla zenginleştirilmiş (il­
kel) çorbanın bir şekilde ortaya çıktığını varsayalım. Bu yapı taşlarına,
kusurlu yapı taşlarının oluşturdukları toplulukların da katılmaması
için bir sebep yok, ama eğer bu kusurlu yapı taşları katılsaydı zincirin
çoğaltıcı özelliği bozulacaktı. En basit kusurlu birim bir imha ediciye
dönüşecek ve zincirin uzaması için gereken iki kol yerine bağlanabil­
mek için sadece ‘tek kolu’ olan bir parça var olacaktı.”
“Kayıtsız (nötr) tabiatın, çoğaltıcıyı ve katalitik fonksiyonları mey­
dana getirmek için temel düzgün geometrinin daha uzun zincirleri
yerine, kısa ve bozulmuş zincirler üreterek parçaları rastgele bir araya
getirmeyeceğini varsaymak için geçerli hiçbir neden yoktur. Olasılık
hesapları yapılabilir, fakat ben sıkça kullanılan bir örneği biraz de­
ğiştirerek vermek istiyorum. Bir goril hayal edin; bir kelime işlemciye
bağlı devasa bir klavye başında oturuyor (bu durumda çok uzun kolları
olması gerekli). Bu klavyede sadece İngilizce ve Avrupa dillerinde kul­
lanılan semboller değil bütün dillerden alınmış pek çok ek ve sıradan
bir bilgisayarda bulunan sembollerin hepsinin tuşu olsun. Yukarıda
192 A ramizda K alsin Tanri Var

tanımladığım çoğaltıcının bir kapta kendiliğinden toplanma ihtimali


neyse, gorilin acılı etli fasulye pişirmek için gereken tam tarifi İngilizce
dilinde yazma ihtimali de ancak odur diyebiliriz.337 Scripps Research
Institute’den Gerald F. Joyce ve Saik Institute’den Leslie Orgel da benzer
fikirlere sahip olup, hayatın olmadığı bir yeryüzünde RNA zincirlerinin
kendiliğinden ortaya çıkmasının ‘ancak bir mucize olacağı’ sonucuna
varmışlardır. Ben ise bu sonucun, yukarıda RNA’dan önce ortaya çıktığı
ileri sürülen her şey için de geçerli olduğunu ekleyebilirim.”
Shapiro’nun çıkardığı sonuç net ve aydınlatıcıdır: “DNA, RNA, pro­
teinler ve diğer büyük girift moleküller, hayatın ortaya çıkışında rol oy­
namış olamazlar.” Shapiro’nun alternatif tezine (‘önce metabolizma’)
gelen itirazlar üzerinde daha önce durduğumuzu hatırlatalım.

Genlerdeki her şey bundan mı ibaret?

Burada bir duralım, çünkü DNA ve genetik kod gibi bilgi yüklü bi-
. yomeloküllerin kompleksliğinden bahsettiğimizde, genlerin, insan ol­
manın ne demek olduğuna dair her şeyi anlattığı izlenimi uyanabilir.
Gerçekten de yıllarca moleküler biyologlar, genomu, bir organizmanın
kalıtımsal özelliklerini tamamen açıklayan, Francis Crick’in tabiriyle
‘ana kaide’ olarak kabul etmişlerdi. Bu da ister istemez bir çeşit biode-
terminizmi körüklemiş ve genlerin tek başlarına, sadece hastalıkların
değil, insanların kabiliyetlerinden şiddete eğilimlerine veya obeziteden
matematik zekâya kadar her türlü kişisel farklılığın temel sebebi olarak
kabul edilmelerine yol açmıştı.

Komplekslik hiyerarşisi

Hâlbuki yeni deliller işin aslının hiç de böyle olmadığını ispatlamış­


tır. İnsan genomunda sadece 30.000 ile 40.000 arasında bir gen olduğu
anlaşıldı. Bu pek çok insanı ziyadesiyle şaşırtmıştır (ne de olsa insanın
hücre maldneleri 100.000 civarında farklı protein üretir, bu durumda
onları kodlayacak sayıda gen olması beklenirdi). Mesela insan ve bitki
Genetik Kod ve Kökenî 1 9 3

arasındaki muazzam farklıkları bir yana bırakın; bizim inamlmaz de­


recede karmaşık kalıtsal özelliklerimizin sebebi olduğu düşünülen gen
sayısı bile gerçekten çok azdır. Bu nedenle genetikçi Steve Jones önemli
bir uyanda bulunur: “Bir şempanzenin DNA’sının % 98’i bizimkine ben­
zeyebilir fakat bu onun % 98 insan olduğunu göstermez: Elbette o bir
insan değil, bir şempanzedir. İnsanın bir fare ile ya da bir muzla ortak
genlerinin olması onun yapısı hakkında bir şey ifade eder mi? Bazıları
genlerin bizim gerçekten ne olduğumuzu söyleyeceklerini iddia eder­
ler. Bu görüş son derece mantıksızdır.”338
Örneğin genler (bir organizmanın belli gelişim aşamalarında) dev­
reye sokulabilir ya da devre dışı bırakılabilir. Bu kapatıp açma işlemi­
nin idaresi çoğunlukla ‘promoter’ adı verilen sekansların elindedir, bu
sekanslar genelde genin başladığı noktaya yakın bir yerde bulunur.
Şimdi n genlerine sahip bir organizma düşünelim, bu genlerin her biri,
iki halden birinde, yani açık ya da kapalı veya genetik terminolojiyle,
ifade edilebilir ya da edilmez halde olsun. Bu durumda genler 2n kadar
olası ifade halinde bulunabilirler. Şimdi A ve B organizmaları sırasıyla
32.000 ve 30.000 genli olsunlar. O zaman A genlerinin olası ifade duru-
mu 232 000 ve B genlerinin olası ifade durumu 230-000 olacaktır. Dolayısıy­
la A genleri B’ninldlerden, 22-000 kat daha fazla sayıda ifade halinde bu­
lunabilir. Unutmayalım ki 22000 oldukça büyük bir sayıdır, hatta evreni
oluşturduğu tahmin edilen temel parçacıkların sayısından (bu yaklaşık
1080’dir) bile çok daha fazladır.
Dolayısıyla gen sayısındaki küçük bir fark, organizmanın fenoti-
pinde (gözlemlenebilen özelliklerinde) görülen büyük farklılıkları izah
edebilir. Fakat, bu sadece bir başlangıç, çünkü çok daha kompleks
organizmaları düşündüğümüzde, yukarıdaki gibi genlerin açık ya da
kapalı olması hali üzerinden yapılan bir hesaplama bile çok basit kaça­
caktır. Böyle organizmaların genleri, çok daha çeşitli moleküler maki­
neler kurup onları kontrol edebildikleri için daha ‘zekice’ davranırlar.
Örneğin, bu organizmalann genleri ancak kısmen ifade edilebilirler,
1:94 A ramizda K alsin T anri V ar

yani tamamen açık ya da tamamen kapalı durumda olmayabilirler. Bu


tür kontrol mekanizmaları, bir genin ne kadar açılması gerektiğini be­
lirleme ve böylece hücresel koşullara cevap verme kabiliyetine sahiptir.
Bu nedenle, kendi çaplarında birer minyatür kontrol bilgisayarı gibidir­
ler. Böylece genlerin kapalı ve açık olma dereceleri değişeceği için yu­
karıda yaptığımız hesaplamaların da bir kez daha yenilenmesi gerekir.
Proteinler üzerinde çalışan proteinlerin etkileri konusuyla beraber, ar­
tık hızla yükselen komplekslik basamaklarım tırmanmaya başlıyoruz.
Tabi bu hiyerarşinin en alt basamağını bile anlamanın ne kadar zor ol­
duğunu akılda tutmak lcaydıyla.
Fakat hala komplekslik yolunda anlaşılması gereken çok fazla şey
var. Çünkü bu seviyede artık, büyük bir gen topluluğunun, belli bir özel­
liğin ya da fonksiyonun oluşmasında etkili olabildiği açıkça görülür. Bu
durumda genler bire bir değil de bire çok karşılık gelirler (yani bir özel­
liğe karşılık çok gen). Bunun sebepleri de yavaşça ortaya çıkmaktadır.
City University of New York, Queens College’da, Center for the Biology
of Natural Systems’de yürütülen Critical Genetics Projesi’nin direktörü
tecrübeli bilim adamı Barry Commoner Unravelling the DNA Myth339 ad­
lı bir makalesinde hayat için DNA’dan daha fazla şeyler gerektiği savını
destekleyen üç keşif sıralamıştır.

1- A ltern atif uç birleştirm e (splicing):

Commoner ‘ana dogmanın’nin temel ilkelerinden biri olan Crick’in


sekans hipotezinin (yani tek bir genin nükleotid sekansının tek bir
proteinin aminoasit sekansını kodladığı tezinin) ciddi bir şekilde yeni­
den incelenmesi gerektiğini iddia eder. Çünkü tek bir genin alternatif
uç birleştirme adı verilen bir işlem sayesinde pek çok protein varyantı
meydana getirebileceği ortaya konmuştur. Bu alternatif uç birleştirme
işlemi bir genin nükleotit sekansının mesajcı RNA’ya aktarılması sıra­
sında ortaya çıkabilir. Diğer bir deyişle genlerle proteinler bire karşılık
bir gelmezler. Olay şöyle gerçekleşir, mRNA’nın çeşitli yerlerinde, 150
Genetİk Kod ve Kökenİ 1 9 5

kadar proteinin beş RNA molekülü ile oluşturduğu uç birleştirme guru­


bu olarak bilinen özel bir topluluk meydana gelir. Bu topluluk mRNA’yı
parçalara bölen moleküler bir makine oluştururlar ve bu molelcüler
makinenin ortaya çıkardığı bölümler çok çeşitli düzenlerle tekrar bir­
leşirler. Bazen bazı parçalar çıkabilir ve başka parçalar eklenebilirler.
Bu yüzden yeniden birleşen bu materyal orijinal olanından farklı bir
sekansa sahip olur. Bu şekilde, yani alternatif uç birleştirmenin kes ve
yapıştır yöntemiyle tek bir gen pek çok farklı protein meydana getirir:
Mesela insanların ve civcivlerin iç kulağında öyle bir gen vardır ki 576
varyantta protein meydana getirir.340 Ayrıca meyve sineğinde olan bir
genin 38.016 farklı proteine yol açtığı bilinmektedir.
Commoner, bu keşfin, orijinal bir DNA sekansından gelen genetik
bilginin, proteinin aminoasit sekansında değişmeden kaldığı inancına
ne kadar büyük bir tehdit oluşturabileceğini anlar. Crick genetik bil­
ginin proteinden nükleik asite veyahut proteinden proteine aktarıldığı
“tek bir çeşit hücre keşfedildiği takdirde moleküler biyolojinin bütün
entelektüel temelleri sarsılacaktır” iddiasını dillendirir.341 Bu iddia
tam da burada bahsedilen konuyla alakalıdır. Uç birleştirme işlemiyle
RNA’da yeni genetik bilgi üretilir ve bu işlemde uç birleştirme gurubun­
daki proteinler görev alırlar. Dolayısıyla sadece nükleotid sekansında­
ki talimatların belirlenmesiyle tek bir genin etkilerini tahmin etmek
mümkün değildir. Uç birleştirme işlemi bu talimatlarda değişiklikler
yapıp böylece onların çok çeşitli içerikler kazanabilmelerini sağlar. Ay­
rıca 2002 tarihinde Tokyo Üniversitesi’nde Shin Kwalc uç birleştirmede
ortaya çıkan hataların çoğunlukla, tedavisi olmayan bir sinir sistemi
hastalığı, amiyotrofilc lateral skleroza yol açtığını göstermiştir.
Uç birleştirme işleminin nadiren olduğu düşünülüyordu. Fakat, in­
celenen organizma daha kompleks hale geldikçe alternatif uç birleştir­
me işleminin sıklığının da arttığı gözlemlenmiştir ve insan genlerinin
%75’inin bu işleme tabi olduğu tahmin edilmektedir. Alternatif uç bir­
leştirme işleminin muazzam çapta bilgi eklediği açıkça görülmektedir
196 A ramizda K alsin T anri V ar

dolayısıyla oldukça benzer genlere sahip organizmalar arasında bile


pek çok farklılıkların olması hiç de şaşırtıcı değildir.

2- H ata D üzeltm e:

DNA’nın tam kopyalanması sadece DNA’nın kendisi tarafından ger­


çekleştirilmez. Kopyalama işlemi canlı hücrenin bulunmasına da bağ­
lıdır. Hücredeki normal ortamı içinde DNA kabaca ‘3 milyar nükleotit-
te bir hata’yla kopyalama yapar (bu arada insan genomunun 3 milyar
nükleotit uzunluğunda olduğunu hatırlayalım). Fakat DNA, bir deney
tüpünde tek başına bırakıldığı zaman hata yapma oranı hızla lOO’de l’e
yükselir. DNA halen bir deney tüpündeyken uygun protein sentezleri
eklenince hata yapma oranı 10 milyonda 1 civarına düşer. Son olarak
hataları bulup onları düzelten ‘onarma’ enzimleri eklendiğinde ise en
düşük hata sayısına ulaşılır.342
Dolayısıyla, nükleik asitin kopyalanma işlemi sadece DNA’nın kendi­
sine değil bu tür protein enzimlerinin varlığına da bağlıdır. James Shapi-
ro onarma sistemi hakkında ilginç bir yorumda bulunmuştur: “Hücrele­
rin tesadüfen meydana gelen çeşitli genetik değişimlere karşı kendilerini
her şekilde nasıl muhafaza ettiklerini öğrenince çok şaşırdım; çünkü
geleneksel teoriye göre evrimsel süreç bu genetik değişimlerin sonucu
meydana gelmiştir. Oysaki düzeltici ve onarıcı sistemleri sayesinde canlı
hücreler, kimya ve fiziğin tesadüfi kuvvetlerinin pasif kurbanları olmaz­
lar. Rastgele genetik varyasyonu engellemek için çok zengin kaynaklar
kullanırlar ve onancı sistemlerin işlemlerini düzenleyerek geçmişte mey­
dana gelen sınırlı değişkenliğin dozunu ayarlayabilirler.”343
‘Hangisi önce gelir -tavuk mu yumurta mı?’ sorusuna geri geldik.
Alternatif uç birleştirme olayı ve hata düzeltici mekanizmalar, haya­
tın DNA’ya değil, varlığını sürdürebilmek için DNA’nm hayata ihtiyacı
olduğunu; dolayısıyla hayatın RNA’da ortaya çıkıp, DNA’ya oradan da
hayat sekansına geçtiği görüşünün (RNA-dünya senaryosunun) sor­
gulanması gerektiğini gösterir. Commoner bunu net bir şekilde ifade
G enetik K od ve K öken İ 1 9 7

ediyor: “DNA hayatı yaratmadı; hayat DNA’yı meydana getirdi.” Mil­


ler ve Levine bunu biraz daha açarlar: “Canlı ve cansızlar arasındaki
boşluğu doldurmaya engel olan en büyük problem hala geçerliliğini
koruyor. Bütün canlı hücreler DNA’da depolanmış bilgiyle kontrol edili­
yorlar ve bu bilgi RNA’ya aktarılıp ardından proteinlere dönüşüyor. Bu
çok komplike bir sistemdir (bu sistemi oluşturmak ya da bu sistemin
çalışabilmesi için) bu üç molekülün her biri aynı anda diğer ikisine de
ihtiyaç duyar. Örneğin DNA bilgi taşır fakat bu bilgiyi kullanamaz veya
RNA ve protein olmadan kendini kopyalayamaz.”344
Burada indirgenemez bir sembiyoz (birbirine bağımlı bir yaşam) gö­
rülüyor ve hayatın kökeniyle ilgili basit modeller bu sembiyozu açıklaya-
mıyorlar. Benzer bir başka örneği Saik Institute for Biological Studies’den
Leslie Orgel verir: “Metabolizmanın, genetik bir maddeden bağımsız
olarak ne kadar gelişebileceğine dair ortak bir görüş yoktur. Bildiğimiz
kimyada uzun reaksiyon dizilerinin spontane bir biçimde organize ola­
bilecekleri inancını (ve organize olamayacaklarına dair her sebebi) des­
tekleyen bir prensip olmadığını düşünüyorum. Bir sulu çözeltide veya
bir mineralin yüzeyinde yeterli spesifikliği yakalama problemi o kadar
büyüktür ki tersine sitrik asit döngüsü kadar kompleks olan bir reaksi­
yonlar döngüsünü yakalama şansı yok denecek kadar ufaktır.”345

3- Proteinlerin geom etrisi:

Proteinler meydana geldikten sonra biyokimyasal aktivitede bulu­


nabilmek için katlanarak üç boyutlu geometrik bir şekil alırlar. Daha
önceleri, aminoasit sekansı belirlenir belirlenmez proteinin nasıl doğru
şekli alacağını ‘bildiği’ tahmin edilirdi. Fakat bazı proteinlerin doğru
şekilde katlanabilmeleri için diğer ‘şaperon’ proteinlere ihtiyaç duy­
dukları (aksi halde biyokimyasal açıdan atıl kalacakları) artık biliniyor.
Ayrıca deli dana gibi dejeneratif beyin hastalıklarına yol açan pro­
teinler de vardır (bunlar mesela nükleik asit olmayan prionlardır).
Araştırmalar bir prionun normal bir beyin proteini içine girdiğini ve bu
198 A ramizda K alsin T anri V ar

beyin proteininin üç boyutlu prion yapısına uyum sağlamak için tekrar


katlandığım göstermiştir. Bu işlem yeniden katlanan proteinden başka
yarı bulaşıcı bir prion üretir ve böylece ölümcül bir zincirleme reaksi­
yon oluşturur. Buradaki en sıra dışı ve ilginç olan şey prion ve onun
etkilediği beyin proteinin aynı aminoasit sekansına sahip olmalarma
rağmen birinin tehlikeli ve ‘hastalık bulaştırıcı’ diğerinin ise normal ve
‘sağlıklı’ olmasıdır. Bu da katlanmış bir yapının aminoasit sekansından
kısmen bağımsız olması gerektiğini açıkça gösterir. Bu elbette, prote­
inde bulunan bilgiyi anlamaya çalışırken, proteinin katlanışındaki üç
boyutlu geometriyi dikkate almak gerektiği anlamına da gelir (ki bu,
akıllara durgunluk veren boyutlarda bir problemdir).
Commoner bilim adamlarının bunların büyük bir kısmını bir süredir
bilmelerine rağmen neden ana dogmanın hala varlığını sürdürdüğünü
soracak ve şu cevabı verecektir: “Teori bir yere kadar bilimden çok dine
has bir savunma yöntemiyle eleştiriden korunmuştur: İhtilaflı olmak ya
da sadece teoriyle çelişen bir gerçeği bulmak cezalandırılması gereken
bir günah, hemen aforoza yol açabilecek profesyonel bir sapkınlık gi­
bidir. Bu önyargının büyük bir kısmı kurumsal bir durağanlıktan, yete­
rince titiz olamamaktan kaynaklanabilir ama moleküler genetikçilerin
neden statükodan memnun olduklarının ardında daha sinsi sebepler
vardır: Ana dogma kalıtımın öyle basit bir izahını yapmıştır ki bu çok
tatmin edici ve cazip gelmiştir, dolayısıyla şüphe duymak sanki kutsal
bir şeye saygısızlık yapmak gibi görülmeye başlanmıştır. Fakat ana dog­
ma gerçek olmayacak kadar iyidir.” Artık anlaşılıyor ki, insan olmanın
anlamı, genlerin sağladığı cevaptan çok daha fazlası ile ilişkilidir.

Proteomik

Komplekslik kademelerinin oluşturduğu hiyerarşi genetik kodun


proteinlere çevrilmesiyle sona ermez. Çünkü proteinler çok çeşitli şe­
killerde modifikasyona uğrayabilirler; hatta kesilirler ve mRNA mo­
lekülleri gibi uç uca birleşebilirler. Bu da, proteomik disiplininin (bir
G enetik K od ve K ökeni 1 9 9

hücrede bulunan bütün proteinlerin ve protein varyantlarının tamamı­


na proteom denilir) oluşmasına sebep olmuştur. Proteomun, genom­
dan çok daha karmaşık olan akıl almaz kompleksliğini izah edebilmek
bilimin karşı karşıya kaldığı en büyük entelektüel sorunlardan biridir.

Hücrede bilgi işlem

Kısacası, canlı hücre incelendikçe, hücrenin insan zekasının üret­


tiği en sofistike teknolojik ürünlerden biri olan bilgisayarla çok benzer
özelliklere sahip olduğu daha aşikar hale gelmektedir. Ancak hücrenin
bilgi işlemcisi günümüz bilgisayarlarından çok daha fazlasını yapabi­
lecek kapasitedir. Microsoft’un kurucusu Bill Gates konuyla ilgili şunu
söyler: “DNA bir bilgisayar programı gibidir, fakat bizim yaratabileceği­
miz bir softwareden çok çok ileridir.”346
Matematikçi Douglas Hofstadter, Gödel, Escher, B ach - a n Eternal
Golden Braid347 adlı kitabında şöyle yazar: “Akıl almaz ve karmaşık bi­
çimde birbirine kenetli olan software ve hardware’i anlamak için soru-
labilecek başlıca soru şudur: Bunlar ilk kez nasıl çalışmaya başladılar?
... Basit moleküllerden tam hücrelere nasıl geçildi, bunu hayal etmek
bile neredeyse imkânsız. Hayatın kökeni konusunda çeşitli teoriler var;
ama bu teorilerin hepsi, temel soruların en başında gelen şu soru kar­
şısında çöküyor: Genetik Kod, çevirisini de yapacak olan bütün meka­
nizmalarıyla beraber ilk kez nasıl ortaya çıktı?” Genetik kodun çok eski
çağlara dayandığının düşünülmesi bu soruyu kolaylaştırmaz. Hücre
iletişimi ve biyolojik bilgi transferi konusunda yaptığı keşiflerle dünya
çapında tanınan Werner Loewenstein şöyle der: “Bu genetik veri sözlü­
ğü çok ama çok eskiye gider. İld milyar yıldır en ufacık bir değişikliğe
uğramamıştır; bakterilerden insanlara kadar yeryüzündeki bütün can­
lılar aynı 64 kelimelik kodu kullanırlar.” 348
Bu problemler kümesinden sadece bir tanesini düşünelim; gene­
tik software olan DNA’nm kökenini. Bazen genetik bilginin üretimi­
nin o bilgiyi taşıyan moleküller arasındaki bazı kimyasal yakınlıklar
200 A ramizda K alsin T anri V ar

sayesinde kolaylaştığı söylenir. Fakat bunun böyle olamayacağını gös­


termek son derece kolaydır. Alfabeyi düşünün. İngilizce kurallarına gö­
re q harfinden sonra u harfi gelir. Diğer harfler arasında da böyle bir
yakınlık (bağ) olduğunu düşünün. Bir alfabedeki harfler arasındaki bu
tür bağlar arttıkça çok daha az sayıda kelime yazılabileceği kolayca an­
laşılır. Oysaki dilin zengin bir kelime hâzinesi olması için, harflerin ala­
bildiğine özgürce sıralanabiliyor olması gerekir. Aynı şey DNA için de
geçerlidir. Nükleotit bazlarıyla (A,C,G,T) ilgili en önemli nokta rastgele
sıralanabilmeleridir. Eğer bu bazlar arasında bazı bağlar (yakınlıklar)
olsaydı o zaman bilgi taşıma potansiyelleri büyük ölçüde azalacaktı.
Bazlar, RNA’nm omurgasına güçlü (kovalent) bağlarla bağlıdırlar.
Fakat birbirini tamamlayan iki DNA dizisi bu bağlara göre daha zayıf
olan kimyasal bağlarla bağlıdırlar. Bu bağlara birbirini tamamlayan
bazlar arasındaki hidrojen bağları denir. Michael Polanyi bunun ne an­
lama geldiğini şöyle açıklar: “DNA molekülünün mevcut yapısında baz­
ların bağları onların diğer düzenleri için gereken bağlardan çok daha
kuvvetli olsaydı, bağlan böyle olan bir DNA molekülü bilgi içeremezdi.
DNA’nin koda benzer yapısı, aşırı artık bilgi yüzünden bozulurdu. DNA
konfigürasyonunun kaynağı her ne olursa olsun, onun bir kod göre­
vi görebilmesi için, potansiyel enerji kuvvetlerine göre belirlenmemiş
olması gerekir. DNA konfigürasyonu fiziksel olarak belirsiz olmalıdır,
tıpkı yazdınlan bir sayfadaki kelime dizini gibi.” 349 Bu alıntıda dikkat
edilmesi gereken en önemli kelime ‘fiziksel’dir. Daha önce de gördüğü­
müz gibi mesaj, kâğıt ve kalemin fiziği ve kimyasından çıkarılabilen bir
şey değildir.
Inform ation Theory an d Biology350 adlı etkili kitabın yazan Hubert
Yockey bu görüşe katılır: “Biyolojik organizasyon ya da spesifiklik ile
düzen fikri arasında bir bağlantı kurma çabalarına birer kelime oyu­
nu olarak bakılmalıdır, dikkatlice incelendiklerinde bu hemen fark
edilecektir. Bilgilendirici makro moleküller genetik mesajlan kodlaya­
bilir ve böylece bilgi taşıyabilirler çünkü baz sekansı ya da rezidüler
G enetik K od ve K ökeni 201
fizyo-ldmyasal faktörlerden çok az etkilenirler (veya hiç etkilenmez­
ler).” 351 Dolayısıyla genetik tekst (bilgi) moleküller arasındaki bağların
kimyasından doğmaz.
Kimyasal bağlara dayanarak yapılan izahlar işe yaramıyorsa, ne tür
bir izah getirmek lazım gelir? Burada biyogenezden yani hayatın kö­
keninden bahsettiğimiz için, basitçe Darwinist süreçlere başvurarak
çözüm bulmanın imkânsızlığı da ortada. Darwinci süreçlerin, hayatın
olmadığı bir yerde faaliyet göstermeleri mümkün değildir. Çünkü doğal
seleksiyonun bir şey yapabilmesi için mutasyona uğratabilen bir çoğal­
tıcıya ihtiyacı vardır. Theodosius Dobzhansky’nin meşhur kaidesine
yer vermiştik: “Prebiyotik (yaşam öncesi) evrim kendi içinde çelişkili
bir kavramdır.” Bu kaide, ‘moleküler evrim’ gibi terimleri kullanırken
bizi dikkatli olmaya sevk etmelidir çünkü böyle terimler izah etmeye
çalıştığımız sürecin üstü kapalı bir şekilde bizim kontrolümüz altında
olduğunu ifade edebilir. John Barrow’un da dikkat çektiği gibi James
Clerk Maxwell daha 1873’de, atomların “özellikleri doğal seleksiyonla
biçimlenmeyen ve bu özellikleri hayatın oluşup oluşamayacağını belir­
leyen birbirinin aynı parçacık toplulukları” 352 olduğunu gözlemlemişti.
Tüm bunlara rağmen, hayatın kökeni problemini, sadece şans ve zo­
runluluk kavramlarına dayanan Darwinci argümanlarla çözme çabalan
devam ediyor. Söz konusu çabaları değerlendirebilmek için, tartışmayı
destekleyen diğer matematiksel bulguları da incelemeliyiz.
BİLGİ M ESELESİ

Hayat dijital bilgidir.


Matt Ridley

Hayatın kökeni problemi özünde, biyolojik bilginin kökeni prob­


lemiyle aynıdır.
Bernd-Olaf Küppeıs

Esas işimiz bizi bilginin kaynağına götürecek bir tabiat kanunu,


bir algoritma bulmaktır.
Manfred Eigen

Bir maldne yeni bir bilgi üretmez, sadece var olan bilginin işe
yarar hale dönüşümünü gerçekleştirir.
Leonard Brillouin

Bilgi nedir?

u kitapta, şimdiye kadar bilgi (enformasyon) kelimesini


rahat rahat kullandık. Ama artık bu temel kavramı daha
yakından inceleme vakti geldi.
Günlük dilde bilgi kelimesini genellikle daha önce bilmediğimiz
ama şimdi bildiğimiz bir şeyi ifade etmek için kullanırız (bilgi sahibi
olduk ya da bilgiye ulaştık deriz). Pek çok bilgi aktarma yolu vardır:
Sözcüklerle, düz yazıyla, işret diliyle, şifreli yazılarla, v.b. Bilgiyi ölçme­
ye çalıştığımızda ise problem ortaya çıkar. Yine de bilgi teorisi, önemli
ilerlemeler kaydetmiştir ve bu ilerlemeler, genetik bilgi dediğimiz bilgi
türünde yaptığımız çalışmalar açısından büyük değer taşırlar.
204 ARAMIZDA K alsin Tanri V ar

Şimdi işe, bilginin şüphelerimizi azalttığına dair sezgimizi incelemek­


le başlayalım. Diyelim ki rezervasyon yaptırdığımız küçük bir otele geliyo­
ruz ve otelde sadece 8 oda olduğunu öğreniyoruz. 0 halde, bütün odala­
rın aynı olduğunu ve bize herhangi bir oda teklif edilmediğini varsayarak
bize verilecek odayı bilme ihtimalimiz 8’de l’dir. Bu olasılık, tahminimizin
basit bir ölçüsüdür. Eğer bize 3 numaralı odanın ayrıldığı bilgisi verilir­
se, şüphe ortadan kalkar. Elde ettiğimiz bilgiyi ölçebileceğimiz yollardan
biri de hangi odanın bize verildiğini öğrenmek için en az kaç tane evet/
hayır sorusu sormak zorunda olduğumuzu bulmaktır. Biraz düşünerek
bu sayının 3 olduğunu buluruz. Yani odamızı belirlemek için 3 bit (bilgi
depolama ve haberleşme veya bağlantının en küçük ve temel ünitesi, çev.)
bilgiye ihtiyacımız olduğunu söyleriz; çünkü 3, 8’i elde etmek için 2’nin
üssü olması gereken kuvvettir (yani 8=23) ya da bir başka ifadeyle 3 ,2 ta­
banında 8’in logaritmasıdır (yani 3=log28). Artık bu bilgiden, genel geçer
bir kurala ulaşmak kolaydır, eğer otelde n tane oda varsa, bu durumda bir
odayı belirlemek için ihtiyaç duyulan bilgi miktarı log2n olacaktır.
Şimdi İngilizce dilinde yazılmış bir mesaj düşünelim. Bu dilin keli­
meler ve boşluklardan oluşan cümlelerle yazılan bir dil olduğunu dik­
kate alırsak, kullanacağımız ‘alfabemiz'de 26 harf ve buna ilaveten bir
boşluk, dolayısıyla 27 sembol olması gereklidir. Yani eğer cep telefonu­
muza bir sembolün mesaj olarak gelmesini bekliyorsak, herhangi bir
sembolün (bu harf ya da boşluk olabilir) gelme ihtimali 1/27’dir. Yuka­
rıdaki formülü hatırlarsak, her bir sembol ile eklenecek bilgi adedinin
log227 (=4.76 kabaca) olduğu kolayca bulunabilir. Dolayısıyla m tane
sembol uzunluğunda bir metinle ulaştırılan bilgi de mlog227 (=4.76 kere
m) kadar olacaktır.
Elbette iletilen bilgi miktarı ‘alfabe’nin mevcut genişliğine göre d e­
ğişir. Örneğin, eğer metin mesajımızda harfler ve boşluklarla birlikte
sayılar da olursa o zaman ‘alfabemiz’ 37 sembolden oluşacaktır. Bu
yüzden, alınan her bir sembolün ifade ettiği bilgi miktarı artık log237
(=5.2 kabaca) olur.
B ilgi M e se le si 2 0 5

Tüm bu sayılar içerisinde 2’nin özel bir yeri vardır çünkü bilgisayar­
larda kullanılan ‘alfabe’ 0 ve 1 olmak üzere iki sembolden oluşur. Bu
durumda 2’nin herhangi bir alfabeyi kodlamak için gereken en küçük
sayı olduğu da ortadadır. Örneğin, İngilizcenin 26 harf ve 1 boşluktan
oluştuğunu düşünürsek o zaman en fazla 5 (25=32 > 27) uzunluğunda
olan çift dizin onu (boşlukla beraber) kodlamaya yetecektir: Boşluk
sembolünü 00000 olarak kodlayabilir ve A=00001, B=00010, C=00011,
v.b. diye devam edebiliriz.

Sentaktik (sözdizimsel) ve semantik (anlamsal) bilgi

Şimdi çok önemli bir şeyi anlatacağız fakat ilk başta size biraz kar­
maşık gelebilir. Cep telefonunuza şöyle bir mesajın geldiğini düşünün:
ZXXTRQ NJOPW TRP. Bu mesaj 16 sembol uzunluğundadır. Daha önce­
ki gibi bir hesaplama yaparak bu mesajın 16 log227 bit kadar bir bilgi
içerdiğini görürüz. Fakat siz: “Hayda! Ne mesajı! Ben burada bir mesaj
falan göremiyorum. Bilgi, bu saçma sapan şeyin neresinde?” diyeceksi-
nizdir. Şimdi şu gerçeği anlamaya başlıyoruz: Az önce tartıştığımız tür­
den bilginin aslında ‘anlamla’ hiçbir ilgisi yoktu. İşte anlamla ilişkisi
olmayan bu tarz bilgiye biz, sen taktik bilgi diyoruz.
Günlük deneyimlerimiz açısından bakarsak bu ilk başta sezgiye
aykırı gibi görünebilir; bu yüzden sentaktik bilgiyi daha detaylı olarak
anlatmamız gerekiyor. Diyelim ki cep telefonunuza bir mesaj gönderi­
leceği söylendi. Ayrıca gönderilebilecek dört sembol olduğu (~ # * A )
ve mesajın beş sembol uzunluğunda olacağı da söylendi. Ardından siz
telefonun ekranına baktınız ve şöyle bir şey gördünüz: A A # ~ *. Şimdi
ne kadar bilgi (enformasyon) almış oldunuz? Bunun ne anlama geldi­
ğini bilmiyorsanız hala hiçbir bilgi almadınız demektir. Fakat sentaktik
(sözdizimsel) anlamda bilgi aldınız. Dört tane olası sembol var. Bu sem­
bollerden birini alma olasılığınız yi ve alınan her bir sembol tarafın­
dan sağlanan bilgi miktarı 2 bittir. Bu durumda beş sembolden oluşan
toplam mesaj 10 bittir. Başka türlü ifade edersek: Eğer kaç olası ‘mesaj’
2 0 6 ARAMIZDA Kalsin Tanri Var

(bu beş sembolden oluşan bir dizi) alabileceğinizi sayarsanız bunun 210
olduğunu görürsünüz. Şimdi mesajın ‘ne olduğunu’ biliyorsunuz (ama
‘ne anlama geldiğini’ hala bilmiyorsunuz). Dolayısıyla, bir açıdan da
olsa bilgi edinmiş oldunuz.
Bir kanaldan, mesela sıradan bir telefon hattından, yaptığınız gün­
lük elektronik iletişimi düşünün. Herhangi bir anda çeşitli ‘bilgiler’ o
hat aracılığıyla size ulaşır: Ses iletme, fax iletme, bilgi iletme (her türlü
elektronik sembol akışını sağlama) gibi. Bunların bir kısmı bazı insan­
lar için bilgi taşırken diğerleri için taşımaz (örneğin, Çince konuşan biri
semantik açıdan Çince konuşamayan birine bilgi aktaramaz) ve bir kıs­
mı da gelişigüzel sembollerden oluşan bir dizi olup gelişigüzel oluşan
elektronik efektleri ifade edebilirler ve herhangi bir bilgi taşımazlar.
Bir iletişim mühendisi o kanaldan aktarılanın manasıyla ilgilenmez.
. Mühendis daha çok, kanalın kapasitesi (bir anda kaç sembolün ya da ne
tür sembollerin bu kanal aracılığı ile iletildiği), kanalın güvenilirliği (me­
sela kanaldaki sesler yüzünden bir sembolün yanlışlıkla aktarılma ola­
sılığı), bir hatayı düzeltme olasılığı v.b. konularla uğraşn. Bu tür şeyler
hepimizi etkilemektedir (mesela geniş bant bağlantı imkânının olmadığı
evlerimizde, iletişimin yavaşlığı yüzünden pek çoğumuzun işleri aksar).
Dolayısıyla sentakik bilgiyi ölçmek hiç de önemsiz bir şey değildir
ve bununla ilgili teoriye Shannon Theory o f Inform ation denir çünkü bu
teori Claude Shannon tarafından geliştirilmiştir. Shannon, parazitli bir
iletişim kanalının kapasitesiyle alakalı belli başlı matematiksel değer­
leri bulmuş ve bu matematiksel sonuçlar günümüz toplumunun ba­
ğımlı hale geldiği iletişimin kuramsal temelini oluşturmuştur.
Şimdi meseleyi daha iyi anlamak için bir başka gündelik örneğe ba­
kalım. Bir kütüphaneye giriyorsunuz ve nefroloji ile ilgili bir kitap isti­
yorsunuz. Kütüphane görevlisi belki hayatında nefroloji kelimesini hiç
duymamıştır. Ama bir sembol dizisi olarak nefroloji kelimesi 10 log227
bitlik bilgi taşır ve eğer siz kütüphane görevlisine bu kadar bitlik bilgiyi
verirseniz o da bilgisayarındaki indeks sistemine girecek ve size MedSci
BiLGi M e se l e si 2 0 7

46 koduyla etiketlenmiş raflara bakmanız gerektiğini ve orada üç adet


kitap bulacağınızı söyleyecektir. Bu durumda kütüphane görevlisi için
‘nefiroloji’ sembol dizisi hiçbir semantik (anlamsal) çağrışım yapmasa
da o, sizin işinizi görecektir, çünkü bu bilgiyi indeks sistemine alctar-
|; mak için tıpkı bir iletişim kanalı gibi davranacakta.353
Bu örnekte kütüphane görevlisi nefroloji kelimesini tamamen sen-
*; taktik açıdan görür (ne kelimenin anlamını bilir ne de bilmeyi umur-
jf sar). Onun ihtiyaç duyduğu bilgi sadece kelimeyi meydana getiren harf
dizisidir: O kelimeye alfabeden çıkmış anlamsız bir harf dizisi olarak
j: bakar. Fakat siz bir doktorsanız sizin için nefroloji kelimesinin bir anla-
.

| mı vardır; yani o zaman o size sadece sentaktik değil semantik bilgi de


iletir (‘semantik’ sözcüğü Yunanca olup işaret anlamına gelir dolayısıy­
la semiyotik (gösterge) bilim de işaretler teorisi anlamına gelir).
Semantik bilgiyi (yani anlamı) matematiksel olarak ölçmek ise, çok
f: daha büyük bir problemdir ve şimdiye kadar başarılı bir yöntem bulu-
r
1 namamıştır. Bu da pek şaşırtıcı olmayan bir gerçekle alakalıdır: Bir yazı

I büyük oranda içinde bulunduğu bağlama göre anlam kazanır. Eğer be­
nim cep telefonuma ‘Evet’ yazan bir mesaj geldiğini görürseniz bunun
sorduğum bir soruya cevaben verildiğini tahmin edersiniz ama bu ce­
vabın “Bu geceki maça biletin var mı?” ya da “Benimle evlenir misin?”
sorularından hangisine karşılık gönderildiğini bilemezsiniz. Mesajın
anlamı önceden bağlamının bilgisi olmadan belirlenemez. Diğer bir de­
yişle, herhangi bir miktarda bilginin yorumlanabilmesi için, o bilginin
kendisinden çok daha fazla miktarda bilgiye ihtiyaç vardır.

DNA ve bilgi

Şimdi bu düşüncemizi moleküler biyolojiye uygulayalım. DNA mo-


- lekülünün kimyasal alfabesinde bulunan ‘harflerin’ oluşturduğu diziyi
düşünelim. Bir moleküler biyolog olduğunuzu farz edelim. Bu durum­
da bu harf dizisinin ne ‘anlama’ geldiğini biliyorsunuzdur ve onları
genlere ayırıp, hangi proteinlerin ne için kodlandıkları gibi şeylerden
>08 A ramizda ICalsin T anri V ar

bahsedebilirsiniz. Yani, sizin için bu sembol dizisinin semantik (anlam­


sal) bir tarafı vardır. O durumda DNA sizin için, tıpkı dil gibi spesifize
olan bir kompleksliğe sahiptir; çünkü bir gendeki harflerin düzeni pro­
teindeki aminoasitlerin sekansını belirler.354
Fakat benim için öyle değildir. Ben DNA’ya baktığımda, ACGG-
TCAGGTTCTA... sembollerinin oluşturduğu upuzun ve ‘anlamsız’ di­
zinden başka bir şey göremiyorum. Yine de semboller dizisinin bilgi
miktarım, sentaktik ya da Shannon teorisi açısından biliyor olabilirim.
Aslında bu dizinin anlamını bilemiyor olsam da, bu diziyi doğru şekil­
de oluşturabilmem için bana ne kadar sentaktik bilginin verilmesi ge­
rektiğini hesaplayabilirim. Genetik alfabe dört harften oluşur ve bana
okuduğunuz ya da (bilgisayarla gönderdiğiniz) her bir harf iki bit bilgi
taşır. Dolayısıyla insan genomundaki DNA kabaca 3,5 milyar harf uzun­
luğunda olduğuna göre 7 milyar bit bilgi taşır. Eğer bana bu bilgi veri­
lirse yazdığımın ne ‘anlama’ geldiğini hiç bilmeden DNA’yı yazabilirim.
Genomla ilgili yapılan araştırmaların en önemli tarafı, belli bir ge­
nomda tekrarlayan spesifik kalıpların ya da muhtelif genomlarda ortak
spesifik sekansların aranmasıdır. Şimdi spesifik bir sekans aramamızın
nedeni, semantik sebeplerden de kaynaklanıyor olabilir fakat genom­
daki geniş veri tabanı üzerinden yürütülen mevcut bilgisayar araştır­
maları aslen sentaktik bilgi seviyesinde ilerlemektedir.

Komplekslik

Bu bölümde şimdiye kadar komplekslik kavramından hiç bah­


setmedik. Fakat insan geninin 7 milyar bit bilgi taşıdığını söyledi­
ğimizde, size ne kadar kompleks olduğuna dair bir fikir vermiştir
sanırım. Ama kısmen... Örneğin şu iki elemanlı diziyi düşünelim:
001001001001001001001001... Böylece 6 milyar basamağa ulaşana ka­
dar devam ettiğini farz edelim (ve üçe bölünebilen bir sayı olsun di­
yelim). Şimdiye kadar baktığımız açıdan bakarsak bu dizi 6 milyar bit
bilgi içerir. O halde (neredeyse) insan genomu kadar kompleks olabilir
BİLGİ MESELESİ 2 0 9

mi? Elbette ki hayır. Çünkü ilk başta tekrarlanan bir kalıp olduğunu
görüyoruz (001 rakamlarından oluşan bir üçlü sürekli yineleniyor). Bu
açıdan dizide bulunan bilginin tümü “001 üçlüsünü iki milyar kez tek­
rarla” cümlesi ile sınırlanabilir. Bu mekanik tekrar işlemi matematik­
çilerin algoritma dedikleri (ve bilgisayar programlarının uygulamaları
için tasarladıkları) cinsten bir işlemdir.355 Bu durumda şöyle basit bir
program yazabiliriz: “n için=l’den 2 milyara kadar 001 yaz. Dur.” Şimdi
bu programı yazmak için sadece 42 kez tuşlara dokunmamız yetti ve
eğer 42’yi programın ‘uzunluğu’ olarak kabul edersek bu uzunluk, içer­
diği bilgi miktarı hakkında bize bahsi geçen dizinin 6 milyar rakamdan
oluşan gerçek uzunluğundan çok daha doğru bir fikir verecektir. Aynı
mantıkta bir diğer örnek de şöyledir:
SENİSEVİYORUMSENİSEVİYORUMSENİSEVİYORUM... harf dizisine
bir bakalım ve bu dizinin iki kelimenin, SENİ SEVİYORUM, 2 milyar kez
tekrar edilmesinden oluştuğunu düşünelim. Açıkça görülüyor ki dizide
bulunan bilgi (bu sefer semantik açıdan) zaten ilk iki kelimede bulunu­
yor (bu kelimelerin vurgu yapmak için tekrarlandığı tartışılabilir!). Her
halükarda tam bir sentaktik bilgi “n için=l’den 2 milyara kadar SENİ SE­
VİYORUM yaz. Dur.” programıyla kolayca verilebilir. Bu nedenle (uzun)
tekstin yerine sadece (kısa) programda bulunan sentaktik bilginin bit
sayısına bakarak, metnin içerdiği bilgiyi ölçebiliriz.

Algoritmik bilgi teorisi

Yukarıdaki örneklerden de çıkarılabileceği üzere, algoritmik bilgi


teorisinin temelinde yatan ana fikir (ikili rakamlar, harfler, kelimeler
v.b.) sembol dizinini bir bilgisayar programı ile daha kısa bir alana sı­
kıştırmaktır. Algoritma kelimesi matematikçi Muhammed bin Musa el-
Harezmi’nin adından gelir (bu matematikçi Bağdat’ta 9.yy’da, meşhur
Daru’l-Hikme’de çalışmıştır). Algoritma etkili bir işlemdir, sınırlı sayıda
adımla bir şeyin yapılması yöntemidir. Örneğin, x= [-b± (b2-4ac)]/2a for­
mülü (a, b ve c’nin sayılara tekabül ettiği) ax2+bx+c=0 ikinci dereceden
210 A ramizda R a is in T anri V ar

denklemin köklerini hesaplamak için kestirme bir yol sağlar. Dolayısıy­


la bu formül bir algoritmadır. Benzer şeklide bilgisayar programları da
(software de) bilgisayarın hardware’inin bilgi işlemlerini yapabilmesini
sağlayan algoritmalardır. Genelde bilgisayar programları pek çok algo­
ritma içerebilir, her bir algoritma kendi etkin hesaplama bitini yönetir.
Algoritmik Bilgi Teorisi (AIT) Kolmogorov ve Chaitin tarafından, komp­
leksliği, özellikle spesifik bir sekansın bilgi içeriğini veya kompleksli­
ğini kavrama yöntemi olarak, o sekansı oluşturabilecek algoritmanın
uzunluğu düşünülerek geliştirilmiştir.356
AIT’ye göre, (örneğin X’in ikili bir rakam dizisi veya sıradan bir ra­
kam dizisi ya da bir alfabedeki harf dizisi v.b. olduğu yerde) X’in kapsa­
dığı bilgi X’i üretebilecek en kısa programın H(X) biti büyüklüğündedir.
Şimdi, bir bilgisayar klavyesinde oynayan bir maymunun ikinci bir
dizi oluşturduğunu düşünün: Mtl3(#8HJD[;ELSN29xlTNSP]\@... Ve bu
dizinin de 6 milyar harf uzunluğunda olduğunu hayal edin, yani az ön­
ce düşündüğümüz diziyle aynı uzunlukta. Kolayca görülüyor ki dizin
rastgele olduğu için bunu üretmek için yazılacak herhangi bir program
da diziyle aynı uzunlukta olacakür. Yani bu dizi, önceki örneklerin ak­
sine, algoritmik olarak sıluştınlamaz. Gerçekten de algoritmik olarak
sıkıştırılamamak, rastgele olmanın ne anlama geldiğini açıklamanın
en iyi yöntemidir. Üstelik bu dizi bizim komplekslik kıstasımıza göre
azami derecede komplekstir.
Son olarak üçüncü diziyi de İngilizce kitaplardan oluşan kütüpha­
nenin raflarındaki kitapların ilk 6 milyar harfi olarak kabul edelim. Bu
örnekte küçük bir algoritmik sıkıştırma sağlayabiliriz ama bu dizinin
uzunluğuna göre gene de son derece önemsiz kalacaktır. Yani, bu dizi
de algoritmik olarak en az bir önceki dizi kadar sıkıştırılamaz (dolayı­
sıyla matematik açısından rastgele sayılır). Fakat bu dizinin sahip oldu­
ğu komplekslik, maymunun oluşturduğu dizininkinden daha farklıdır.
Çünkü maymunun meydana getirdiği dizinin bir anlamı yoktur. Buna
karşın bu son dizide semantik bir bilgi de mevcuttur (yani kitaplardaki
B ilgi M e s e l e s i 2 1 1

kelimelerin anlamlarını anlayabiliriz). Aynca bu dizinin bizim için bir


anlam ifade etmesinin bir diğer sebebi de zaten İngilizce biliyor olma­
mızdır; böylece dizide bulunan harflerle kurulan kelimeleri tanırız. Bu
tür bir dizi sadece kompleks değil aynı zamanda spesifize olmuş kom p­
leksliktedir, yani dile bağlı olan türde özel bir kompleksliktir burada
mevzu bahis olan. Spesifize kom plekslik terimini ilk kez Leslie Orgel The
Origins o f Life357 adlı kitabında ve Paul Davies The Fifth Miracle;358 adlı ki­
tabında kullanmıştır; fakat her iki yerde de tam olarak açıklanmamıştır.
Aynı terimi Matematikçi William Dembski The Design Inference: Elimi-
nating Chance Through Small Probabilities359 adlı kitabında hiçbir detayı
atlamadan ele alır.
Artık ilk örneğimizdeki, sıkıştırılmaya son derece müsait olan sem­
bol dizisi ile sonraki iki örneğin sıkıştırüamaz dizileri arasında büyük
farklılıklar olduğunu biliyoruz. Bu dizilerin algoritmik olarak sıkıştırı-
lamaması (tanım gereği); daha basit bazı algoritmik işlemlerin bir so­
nucu olarak “ortaya çıkarılamayacakları” anlamına gelir. Gene de me­
sela, oldukça basit denklemlerden güzel fraktal resimlerin elde edilme­
si mümkündür. Meşhur Mandelbrot seti olarak bilinen girift fraktalin
(detaylarında resmin bütünün göründüğü) kendine benzeşme özelliği
insanlara çok etkileyici gelmektedir; bilgisayarlarda üretilen bu resim­
ler, büyük, pahalı ve bol resimli (masa üstü) kitaplara renk katarlar.
Oysa bu set, kompleks bir değişken olan z’nin f(z)=z+k formunda ol­
dukça basit bir matematiksel fonksiyona dayanır. O halde kompleks bir
fraktal bu basit denklemden ‘ortaya çıkıyor’ diyemez miyiz?
Bir açıdan evet diyebiliriz; yani eğer (bir bilgisayar ekranında) frak­
tal eğriyi çizmek için bu denklemi kullanabileceğimizi düşünürsek evet
sonuçta kompleks bir fraktal ortaya çıkar. Fakat burada gene çok dik­
katli olmamız gerekir. Çünkü eğer bu görüntünün ekranda denklemden
nasıl ‘ortaya çıktığını’ sorarsak Mandelbrot denklemini sadece yazmak­
tan çok daha öte bir şeyler gerektiğini görürüz. Fonksiyonun faklı ite-
rasyonlarının (yinelenme) hesaplanması gerekir; belli bir iterasyonun
2 İ2 A ramizda K alsin T anri V ar

eğrîsi/yörüngesinin belli başb özellikleri (lokal sınırlılık gibi) gösterip


göstermemesine göre ekranda piksellere karşılık gelen renklerin kul­
lanılması gerekir böylece her bir iterasyonda bu özellik olup olmadığı
kontrol edilir. Bu yüzden ‘yeni’ bir resim basit bir denklemden ancak
programlama çalışması ve zekice tasarlanmış hardware gibi çok önem­
li bilgilerin girilmesi sonucunda ortaya çıkabilmektedir. Kısacası gene
‘kendiliğinden’ ortaya çıkamaz.
Daha kolay anlaşılır bir diğer argümanı da Dawkins’in yeni bir şeyin
ortaya çıkışını açıklamak için Oxford’daki bir seminerde kullandığın­
dan bahsetmiştik.360 Dawkins kelime işlem (w ord-processing) kapasi­
tesinin bilgisayarların “yeni bir şey üretme” özelliği olduğunu iddia
etmişti. Evet öyledir ama bu ancak Microsoft Word gibi akıllıca tasar­
lanmış bir software paketinde bulunan bilgi oraya girildikten sonra
öyle olabilir. Bir şey gayet kesindir: Hiçbir kör-saatçi süreci, dijital bir
bilgisayara kelime işlem özelliği kazandıramaz.
İkinci ve üçüncü tür komplekslik arasındaki farkın önemini iyi kav­
rayabilmek için bir başka örnek verelim. Eğer bir sayfanın üzerine mü­
rekkep dökülürse kompleks bir olay ortaya çıkar; şöyle ki mümkün olan
bütün mürekkep lekeleri içinde tam o lekeyi elde etme şansı son derece
küçüktür. Fakat mürekkep lekesinin kompleksliği spesifize olmamıştır.
Diğer taraftan eğer bir kişi o sayfanın üzerine mürekkebi kullanarak bir
mesaj yazarsa spesifize edilmiş bir komplekslik oluşur. Bu durumda bir
an bile düşünmeden mürekkep lekesini tesadüfe ama yazıyı akıllı bir
faile bağlıyoruz öyle değil mi?
Şimdi bu fikirlerin bir kısmını genoma uygulayalım: DNA molekülü
üzerindeki A, C, G ve T’ler herhangi bir yerde bulunabilir ve böylece
esasen algoritmik olarak sıkıştırılamaz ifadeler meydana getirirler, bu
nedenle matematiksel olarak rastgeledirler bunun altını bir kez daha
çiziyoruz. Ama elbette ki bu matematiksel rastlantısallığın DNA dizin­
lerinin tamamen gelişigüzel olduklarını gösterdiğini düşünmemeliyiz.
Aksine DNA molekülündeki bütün olası sekansların ancak çok küçük
BiLGi M e s e l e s i 2 1 3

bir kısmı biyolojik açıdan önemli moleküllerin spesifize olmuş komp­


leksliğini gösterir, tıpkı bir alfabedeki bütün olası harf dizilerinin ya
da herhangi bir dildeki kelimelerin çok küçük bir kısmının o dilde
anlamlı cümlelerin spesifize olmuş kompleksliğini gösterdikleri gibi.
Bu noktayı açmak için bir örnek verelim. Profesör Derek Bickerton tek
bir cümlenin bile nasıl muazzam bir mesele haline gelebileceğini şu
şekilde anlatır: “Hadi gelin on kelimeden oluşan bir cümle kurmaya
gayret edin. Prensipte, bunu yapabilmenin 3.628.800 yolu vardır, fakat
bu alıntının ilk cümlesini kurmak için ancak bir yol doğru ve anlamlı
sonuç verir. Bu da 3.628.799 yolun gramer halamında doğru olmadığı
anlamına gelir.” Ardından Bickerton net bir soru sorar: “Peki bunu na­
sıl öğrendik? Kesinlikle bunu bize ne bir öğretmen ne de ailemiz öğretti.
Bunu öğrenebilmemiz tek bir yolu olabilir o da sanla bir cümlenin nasıl
kurulduğunu gösteren bir formülümüzün olmasıdır ve bu formül öyle
kompleks ve teferruatlı bir formüldür ki on kelimelik bir cümle kurar­
ken düşülebilecek 3.628.799 hatalı yolu otomatik olarak eleyerek doğru
olanı kullanmamızı sağlayabilmektedir. Aynca böyle bir formül sadece
örnek cümleye değil bütün cümlelere uygulanması gerektiği için, her
bir dilde, evrendeki atomlardan daha fazla sayıda gramer halamından
hatalı cümleyi elemektedir.”361 Fakat insanın bu fevkalade enteresan
(aslında konuyla da alakalı) dil yeteneğinin kökeni meselesine girip de
dikkatimizi dağıtmayalım.
Konumuz açısından yukarıdaki örneği akılda tutarak, biyoloji ala­
nındaki sayılarla ilgili bir fikir vermek amacıyla; biyolojik olarak işlev
gören en küçük proteinlerin en az 100 aminoasit içerdiğini dolayısıyla
onlara karşılık gelen DNA moleküllerinin İO130 sekans alternatifi oldu­
ğunu ve bunlardan sadece çok küçük bir kısmının biyolojik değer taşı­
dığını (biyolojik açıdan işlevsel olduğunu) belirtelim. Bu yüzden ola­
sı sekansların tamamı hayal edilemeyecek kadar büyük bir sayıdadır.
Riboz’un özel bir baz tercihi olmadığı için, belli uzunluktaki bütün baz
sekanslarının ortaya çıkma olasılıkları eşit derecededir. Bu gerçek de,
214 A ramizda K alsin T anri V ar

biyolojik açıdan değer taşıyan spesifize olmuş bir sekansın tamamen


rastlantısal bir şekilde ortaya çıkma olasılığının neredeyse yok denecek
kadar az olduğunu açık bir biçimde gösterir.
Hepsi bununla da bitmiyor. Proteinler yüksek ölçüde molelcüler
hassasiyet gösterirler öyle ki yaşayan bir proteindeki tek bir aminoa-
sitin yer değiştirmesi bile feci bir arızaya sebebiyet verebilir.362 Bu ne­
denle hücrenin moleküler biyolojisi bizim daha önce gördüğümüz fizik
ve kozmolojidekine benzer hassasiyete sahip bir hassas ayarı işaret et­
mektedir.
Buradaki can alıcı nokta, işlevsel bir protein için kodlama yapan
DNA sekansı hem o kodlamayı yapabilmek için gerekli olan spesifize
olmuş kompleksliğe sahiptir hem d e sonuç itibariyle algoritmik olarak
sıkıştırılamaz dolayısıyla matematiksel açıdan rastgeledir. Paul Davies
şöyle diyor: “Spesifik rastgelelik; determinist, mekanik ve kanun gibi
işleyen süreçlerin kesin bir sonucu olabilir mi, tıplcı bildik fizik ve kim­
ya kurallarının merhametine kalmış ilkel bir çorba gibi. Hayır, olamaz.
Bilinen hiçbir tabiat kanunu bunu başaramaz.”363 Başka bir yerde şunu
da ekler: “Sonuçta, biyolojik açıdan işe yarayan makro moleküller aynı
anda iki hayati özellik taşırlar: Rastgele olmak ve son derece spesifize
olmak. Kaotik bir süreç ilk özelliği meydana getirebilir ama ikinci özel­
liği elde etmesi imkânsız denecek kadar az bir olasılıktır.”
Davies’in müteakip sözleri ise çok çarpıcıdır: “İlk bakışta bu durum,
genomu, bildik kanunların ve şansm gerçekleştirmesine imkân olmayan
bir nesne gibi gösterir.” Öyledir de. Ardından şöyle bir iddiada bulunur:
“Aynı sistem içinde hem (bilgice zengin) rastgelelik ve hem de ciddi bi­
çimde spesifize olmuş biyolojik işlerliği oluşturabilmek için gereken her
neyse o, varyasyon ve doğal seleksiyonla oluşan Dam inci evrimde mev­
cuttur.”364 Bu son yargıya şaşırmamak elde değil. Asıl ilginç olan hangisi
bilemiyorum? (Darvvinci evrim de dâhil) herhangi bir doğal sürecin bu­
nu sağlayacak bir kapasitesi olmaması mı; yoksa Davies’in argümanın
bu süreçlerin öyle bir kapasitesi olduğuna dair hiçbir delil getirmeden
BiLGi M eselesi 2 1 5

yoluna devam etme arzusu mu? Bütün bir pasaj hayatın kökeni ile ilgili
olduğu akılda tutulursa, Davies şunu da ekleyerek aslına bir önce söy­
lediği ile çelişiyor: “Biyogenez (hayatın kökeni) problemine eğilinirlcen
Darvvinizm, sadece hayatın zaten devam ettiği aşamada (hayat varken)
yarar sağlar. İlk d efa hayatın nasıl başladığını açıklayam az.” (italik be­
nim)365
Peki, şans ve zorunluluk haricinde başka hangi olasılıklar var?
Sherlock Holmes olsaydı herhalde şöyle derdi, eğer şans ve zorunlulu­
ğun birlikte ya da ayrı ayrı biyogenezi meydana getireme kapasiteleri
yoksa, o zaman üçüncü bir faktörün olduğu ihtimalini düşünmek gere­
kir. Üçüncü faktör ise bilgi girişidir (dışarıdan bilgi yüklemesidir).
Verdiğimiz bu örnekten dolayı yoğun tepkiler alabiliriz. Bu örneğin
her ne durumda olursa olsun bilime aykırı olduğu ve esasen ‘boşlukla­
rın tanrısı’ tarzında bir çözümün düşünce tembelliğine yol açacağı gibi
tepkiler dile getirilebilir. Bu tenkitler elbette ciddiye alınmalıdır (ne de
olsa bir teistin düşünce tembelliği yapıp “bunu ben açıklayamıyorum,
öyleyse Tamı yapmış” demesi hiç rastlanılmayan bir husus değildir). Bu
konuda dikkatli olmak lazım gelir. Fakat birinin en ufak bir fileri olmadığı
ya da bir delille ispatlayamadığı bir durum karşısında da, spekülatif ve
yanlışlanamaz bir hikaye oluşturup “evrim böyle yaptı” demesi de aynı
şekilde gayet kolaydır. Gerçekten daha önce de gördüğümüz gibi mater­
yalist bir İtişi, tabi süreçlerin her şeyden sorumlu olduklarını söylemek
zorundadır çünkü onun kitabında geçerli olan başka bir alternatifi yok­
tur. Sonuç olarak ‘boşlukların evrimi’ ile bir sonuca varmak en az ‘boş­
lukların tannsı’ kadar kolaydır. Hatta ‘boşlukların evrimi’ne sığınmanın
‘boşlukların tanrısı’na sığınmaktan daha kolay olduğu da söylenebilir
çünkü ilki İkincisinden çok daha az eleştiri alacaktır.
Bu noktanın akıldan çıkmaması için yaşamın kökeni konusunda
uzman olan bir kişinin sözlerine de yer verelim. Hayatı mümkün lalan
maddenin özellikleri konusunda yaptığı çalışmayla Nobel ödülü kazan­
mış fizikçi Robert Laughlin şöyle demiştir: “Günümüz biyoloji bügisinin
216 ARAMIZDA K ALSIN TANRI V a r

büyük kısmı ideolojiktir. İdeolojik bir düşüncenin en önemli göstergesi


ondan çıkarım yapılamaz ve test edilemez olmasıdır. Ben böyle mantık­
sal açıdan kör uçlu (ya da çıkmaz) teorilere ‘ters teoriler’ diyorum çünkü
gerçek teorilerin tam aksi yönde etki ederler: Düşünmeye sevk etmek
yerine düşünmeyi engellerler. Örneğin Darwin’in çok büyük bir teori
olarak düşündüğü doğal selelcsiyon yoluyla evrim teorisi son zamanlar­
da işte böyle ters teori gibi işlemeye başladı çünkü can sılacı deneysel
yetersizlikleri örtmek ve en çok sorgulanması gereken ya da en azından
yanlış bile olmayan bulguları meşrulaştırmak için kullanılıyor. Protein,
‘kütleler etki yasasına’ karşı mı koyuyor; cevap hazır ‘evrim öyle yaptı’!
Komplike karmakarışık kimyasal reaksiyonlar bir tavuğa mı dönüşüyor;
cevap gene ‘evrim’! İnsan beyni bilgisayarın taklit edemeyeceği mantık­
sal prensiplerle mi çalışıyor. Bunun cevabı da ‘evrim’!”366
Biz kendi argümanımıza dönelim. Düşünce tembelliği ya da ‘boşluk­
ların tanrısı’ tarzı eleştirilerden nasıl kurtulabiliriz? Ne de olsa ilk başta
bu eleştiri gayet haldi görülüyor. Bu sorunun cevabını vermek için yine
soyut matematiğin dünyasına dönelim. Matematikçilerin iyi bildiği bir
husus vardır. Eğer bir varsayım üzerinde uzun yıllar düşünülür (antik
çağlardan beri bilinen, ‘ölçüsüz cetvel ve pergel kullanarak bir açı üç
eşit parçaya bölünebilir’ varsayımı gibi) ama tüm kanıtlama çabaları
başarısız olursa; matematikçiler o varsayımın doğruluğunu ispatlama­
ya çalışmaktan tamamen vazgeçmeseler de en azından yanlışlanabilir
olup olmadığım bulmaya uğraşırlar (açının üç parçaya bölünmesiyle il­
gili konu için de aynı şey geçerlidir). Bunu soyut matematik öğrencileri
iyi bilirler (ya da en azından bilmeliler).
Diğer bir deyişle, matematikçiler bir varsayımın doğruluğunu ispat
edemezlerse; bu çabalarından vazgeçmek ya da aynı doğrultuda inatla
efor sarf etmek zorunda değillerdir: Alternatif olarak (ya da ek olarak)
m atem atik çalışmalarmda o varsayımın yanlış olduğunu ispatlam ak
için uğraş verirler. Şimdi bunun, tam da tartıştığımız problemle bağ­
lantılı olarak, fen bilimleri ve biyoloji bilimlerine tanıtılması gereken
BiLGi M e se le si 2 1 7

bir akıl yürütme şekli olduğunu düşünüyorum. Onu tanıtmalıyız dedim


ama bu pek de doğru bir ifade olmadı. Çünkü bu düşünce sadece bu
kitapta ele alınmıyor (en azından fen bilimlerinde) pek çok kişi bundan
zaten haberdar.
Mesela devridaim makineleri ile ilgili bitmek bilmeyen araştırma­
lardan örnek verebilirim. Her yıl, ilave bir enerji girişinde bulunmak­
sızın harekete devam edecek cihazları icat ederek devridaimin sırrını
çözdüklerini iddia eden insanlar makale yazarlar.367 Fakat böyle ma­
kaleler termodinamiğin temellerini bilen bilim adamları tarafından
ciddiye alınmazlar. Aslında pek çoğu hiç okunmazlar bile. Ama bu,
o makaleleri okumayan bilim adamlarının düşünce tembeli oldukla­
rı ya da yeni argümanları düşünmek istemedikleri anlamına gelmez.
Çünkü bilim adamları enerji korunumu kanununu destekleyen güçlü
deliller olduğuna inanırlar. Bu kanun kısıtlayıcı bir kanundur ve doğ­
rudan devridaim makinelerinin imkânsız olduğunu söyler. Sonuçta da
bilim adamları bilirler İd önerilen devridaim makinelerinin ayrıntıla­
rını inceleseler de her zaman makinenin çalışmaya devam edebilmesi
için dışarıdan enerji verilmesi gerektiğini bulacaklardır. İşte bu bizim
amacımız için bir püf noktası oluşturmaktadır şöyle İd; devridaim ma­
kinelerinin olamayacağını bize söyleyen bilimdir, yoksa bu düşünce
tembelliğinden kaynaklanan bir yargı değildir. Tam aksine bu argü­
manı reddetmek ve devridaim maldnelerini araştırmaya devam etmek,
düşünsel açıdan yanlış olurdu.
Neden aynı mantığı genetik bilgi kökeni sorununa da uygulayama-
yalım? Şimdiye kadar genetik bilginin kökenini natüralist bir yolla açık­
lama çabalarında karşılaşılan tüm sorunlar; entelektüel enerjimizin en
azından bir kısmım, enerji korunumu yasasına benzerlik gösteren bir
bilgi korunumu yasası var mı diye araştırmaya harcamak için yeterli
bir sebep teşldl etmez mi? Böyle bir araştırma akıllı bir dış kaynaktan
gelen bilgiyi kabul etmeyen biyogenez (hayatın başlangıcı) izahlarının
geçerliliğini çürütecek bilim sel bir delile götürebilir bizi.
2 1 8 ARAMIZDA ICalsin Tanri Var

İtiraf etmek gerekirse, böylesi bir kabulün yol açacağı etki, devri­
daim makinelerinin sürekli çalışamayacakları ile alakalı kabulün etki­
lerine nazaran çok daha büyük olacaktır. Çünkü biyogenezin bir bilgi
girişi olmadan tam anlamıyla açıklanamayacağına dair görüşü destek­
leyecek yeterli bilimsel delil varsa, o zaman dikkatler ister istemez bu
bilginin kaynağının ne olduğuna odaklanacaktır. Aslında ikinci konu­
nun tamamen farklı bir konu olduğuna dikkat etmek gerekirse de, zih­
nimizde ikisini birbirinden ayrı tutmak da bir hayli zordur. Oysaki bilgi
kaynağının tanımlanıp tanımlanamayacağı mantıken, dışarıdan bilgi
girişinin gerekli olup olmadığı sorusuyla bağlantılı değildir. Neticede
mesela Mars’a gitsek ve orada ufka doğru uzanan titanyum küp küme­
lerinin oluşturduğu uzun bir dizine rastlasak ve asal sayıda küplerden
oluşan kümelerin 1,2,3,5,7,11,13,17,19... diye giderek artan bir düzenle­
meyle sıralandıklarını görsek hiç tereddüt etmeden bunun akıllı bir fa­
ile ait olduğunu düşünürüz; ardındaki zekanın yapısı hakkında hiçbir
fikrimiz olmasa da. Fakat çok daha kompleks bir şey bulursak (bir DNA
molekülü mesela) o zaman natüralist bilim adamları zannedersem bu­
nun sebebinin şans ya da zorunluluk olduğunu iddia etmek zorunda
kalacaklardır (!)

Bilgi korunmuş mudur?

Sorumuz şimdi şu: Bilginin anlamlı bir şekilde korunduğuna dair


herhangi bir bilimsel delil var mı? Eğer cevap olumlu ise o zaman, (tıpkı
devridaim makinelerini araştırmaktan vazgeçtiğimiz gibi) bilgi-kuram-
sal bir bulgu elde edilemeyen araştırmaları sürdürmekten vazgeçip,
hayatın kökenini araştırmak hususunda harcanan kıymetli vakti heba
olmaktan kurtarabiliriz.
Bu soruya cevap ararken ayrıca, organizmalardan bahsederken,
makineden bahseder tarzda bir dil kullanmaya karşı çıkmanın artık an­
lamsız olduğunu da akılda tutmamız gerekir. Günümüzde, tekrar tekrar
gördüğümüz gibi, makine dili artık moleküler biyolojinin her yerinde
BiLGi M eselesi 2 1 9

sürekli kullanılmaktadır, çünkü en basitinden proteinler, flagellalar,


hücreler v.b moleküler makinedirler. Hatta belki de makineden d ah a
fazlasın a sahiplerdir ama bilgi işlem kabiliyetleri bakımından tam an­
lamıyla dijital işlem makineleridirler.
Biyolojik makineler genelde matematiksel analize ve özellikle de bil-
gi-kuramsal analizlere elverişlidirler. Bu noktada, moleküler makinele­
rin (her ne tür olursa olsun) yeni bir bilgi üretip üretemeyeceği sorusu
akla gelir. Leonard Brillouin, klasik bilgi teorisi alanında yaptığı örnek
çahşmada, cevabın nerede olduğu konusunda hiçbir şüphesi bulunma­
dığım söyler: “Bir makine yeni bir bilgi üretmez, sadece var olan bilginin
işe yarar hale dönüşümünü gerçekleştirir.”368
Yirmi yıl sonra, Nobel ödüllü bilim adamı Peter Medawar şöyle ya­
zacakta: “Mantık yürütme işlemlerinin - s a f zihinsel işlemlerin ya da
bilgisayarda programlanabilen işlem lerin- hiçbiri, yola çıktıkları aksi­
yom, önerme ya da gözlem ifadelerinin içerdiği bilgiyi arttıramazlar.”369
Medawar bu gözlemden, bilginin korunması ile ilgili bir çeşit kanunun
olması gerektiği sonucuna varmış fakat böyle bir kanunu ispatlamak
için herhangi bir çahşmada bulunmayıp sadece okuyucularının “her­
hangi bir söz veya ona benzer bir şeyin bilgi içeriğini çoğaltacak bir
mantıksal işlem bulamayacaklarını” iddia etmekle yetinmiştir. Yine de
ne demek istediğini açıklamak için matematiksel bir örnek vermiştir.
Bu örnekte o, Öklid’in meşhur geometri teoremlerinin sadece “zaten
aksiyom ve postulatlarında olan bilgiyi ayrıntılarıyla açıkladıklanna
ya da açığa çıkardıklarına” dikkat çeker. Ayrıca o gene, Bacon’dan beri
filozofların ve mantıkçıların, tümdengelim yönteminin sadece mevcut
olan bilgiyi açık hale getirdiğini, yeni bir bilgi ya da başka bir şey ürete-
mediğini bildiklerini de ilave eder.
Bir başka ifadeyle Öklid teoremleri aksiyomlarına ve postulatlarına
indirgenebilir, bu durum bize 3. bölümdeki Gödel’in teoreminde ortaya
konan matematiksel redüksiyonun sınırları ile ilgili tartışmayı hatır­
latmaktadır. Gerçekten de 20. yy’ın en büyük matematikçilerinden biri
220 A ramizda K alsin T anri V ar

olarak kabul edilen Gödel bir çeşit bilgi korunumu (yasasının) canlı­
larda da geçerli olduğunu düşünüyordu: “Canlıların komplekslikleri ya
(geldilderi) maddede ya da (onların yapılarını idame ettiren) kanunlar­
da mevcut olmalıdır” der. Özellikle, organları meydana getiren madde­
ler mekanik kanunlarla idare ediliyorlarsa, bu maddeler de canlılarla
aynı kompleks düzene sahip olmalıdırlar.” Gödel’in kendi formülas-
yonu (bir başkasının kaleminden) şöyle devam eder: “Daha genel an­
lamda Gödel biyolojideki mekanizmanın zamanımızın bir peşin yargısı
olduğuna ve bunun çürütüleceğine inanmaktadır. Gödel’in görüşüne
göre bu mekanizma bir matematik teoremine dayanarak yalanlana-
caktır; insan vücudunun jeolojik zamanlar içinde, fizik kanunları sa­
yesinde (ya da benzer bir tabiat kanunuyla) rastgele dağılan elementer
parçacıklardan başlayarak oluşması neredeyse tesadüfen atmosferin
bileşenlerine ayrılması kadar imkânsızdır.”370
Burada çarpıcı olan nokta, Gödel’in, bunun bir gün matematiksel
olarak ispatlanabileceğini (diğer bir deyişle matematikçilerin bilginin
kökeniyle alakak biyolojik problemin çözülmesine muhakkak yardımcı
olacaklarını) ummasıdır. Burada keyif veren bir ironi var. Çünkü tam
da bu problemle alakalı meydana gelen gelişmelere ön ayak olan ki­
şi Gödel’in kendisidir. Algoritmik bilgi teorisini kullanan matematikçi
Gregory Chaitin, Gödel’in algortimaların yeni bir bilgi üretip üreteme-
yecekleri sorunuyla (dolayısıyla hayatın kökeniyle) alakalı ortaya attığı
iddiayı destekleyen kuvvetli deliller tespit etmiştir.
Burada dikkat edilmesi gereken birinci husus, algoritmaların ulaşa­
bilecekleri bir çeşit bilgi limitinin önceden belirlenmiş olmasıdır. Gre­
gory Chaitin yaptığı önemli bir çalışmada, spesifik bir sayı sekansının,
onu üretebilmek için gereken programdan daha ileri seviyede komp­
leks olduğunun ispatlanamayacağım göstermiştir.371
Chaitin’in çalışm ası başka sonuçlar da doğurmuştur. Yaşamın
kökeni konusunda önde gelen araştırmacılardan Bernd-Olaf Küp-
pers onun çalışm asına ilişkin şu ilginç yorumu yapar: “Semantik
BİLGİ MESELESİ 2 2 1

bilgi taşıyan dizinlerde bilgi, öyle indirgenemez şekilde kodlanmıştır


ki daha fazla sıkıştırılamazlar. Böylesi örneklerde, ürettiği anlamlı
dizinlerden daha kısa olan herhangi bir algoritma var olamaz.”372
Küppers bunun elbette bir varsayım olduğuna dikkat çeker, çünkü
ele aldığı Chaitin’in asıl çalışm ası belli bir dizin ve algoritma için o
dizini üretebilecek daha kısa bir algoritma olduğunu ispatlamanın
imkânsız olduğunu gösterir.
Chaitin’in argümanları Turing makinesi kavramına dayanır. Turing
makinesi soyut bir matematiksel kurgu olup adını mucidi olan dahi
matematikçi Alan Turing’den almıştır. Turing, 2. Dünya Savaşı sırasın­
da Britanya’da, Bletchley Park’da çalışmış ve meşhur Enigma kodunu
kıran takıma başkanlık yapmıştır. Chaitin’in çalışmasının hedefi, Tu­
ring makinesinin, kendisine yüklenen bilgiye ya da kendi bilgi yapısına
ait olmayan herhangi bir bilgi üretemeyeceği savını ispatlamaktı.
Bu neden o kadar önemlidir? Çünkü Church-Turing Tezi’ne göre Tu­
ring makinesi (geçmiş, şimdi ya da gelecek) herhangi bir hesap maki­
nesine benzer. Dolayısıyla Turing makinesinin elde ettiği herhangi bir
sonuç, sayısal alana çevrilebilir. Bundan da, hiçbir moleldiler makine­
nin, kendi bilgi yapısına ya da girdisine ait olmayan bir bilgiyi üretme
kapasitesine sahip olmadığı çıkarımı yapılabilir.
Yani tesadüf ve zorunluluğa dayanan tabii süreçler kompleks spesi-
fize olmuş bilgiyi etkili bir şekilde aktarabilseler bile onu üretemezler.
Bu sorunu çözmek için William Dembski, yalan bir geçmişte, determi­
nist olmayan bir ‘bilgi korunumu kanunu’ önermiştir.373
Gelişmekte olan bu sahada hala yapılmayı bekleyen daha zorlu ve
ilginç çalışmalar mevcut. Ama en azından şimdilik bu fikirleri yaşamın
kökeni simülasyonlarında test etme şansımız var. Çünkü bilgi bazı açı­
lardan korunuyorsa, o zaman mantıksal olarak, sadece tabii süreçlerle
‘havadan’ bilgi edinildiği savunulan yaşamın kökeni simülasyonla-
rının iddialarının aksine, o bilginin dışarıdan geldiğini varsaymamız
gerekecektir. Dolayısıyla bu son iddiayı kanıtlayabilirsek en azından
222 A ramizda K alsin T anri V ar

hayatın kökeni için bilgi girişinin şart olduğuna dair akla yatkın bir te­
zimiz olacak.
Bunun ışığında şimdi DNA’nın spesifize olmuş kompleksliğinin do­
ğal süreçler sayesinde ortaya çıkabileceği iddiasındaki simülasyonlarm
en meşhurlarından birini incelemeye çalışacağız: Daktiloda yazı yazan
maymunlar!
M aymun M akİne

Arthur Dent, Ford Prefect’e seslendi: “Ford! Dışarıda, yazdıkla­


rı şu Hamlet metniyle alakalı bizimle konuşmak isteyen sayısız
maymun var.”
Douglas Adams

Bir göz veya hemoglobin molekülünün sadece karmaşık bir şans


eseri kendiliğinden bir araya gelmesi için sonsuz zaman gerekir-
» di, bunu hesaplam ak için matematikçi ya da fizikçi olmaya gerek
yok.
Richard Dawkins

Daktiloda yazı yazan maymunlar

ichard Dawkins, başıboş tabiat olaylarının biyolojik bil-


| ginin kökenini izah edebildiklerini (dolayısıyla tabiatın
dışındaki bir bilgi kaynağına ihtiyaç olmadığım) ileri sü-
j rer. The Blind W atchm aker adlı kitabında bir analoji kullanır. Bu analoji
kaynağını 1860’da Oxford’da T. H. Huxley’in, Wilberforce ile yaptığı bir
tartışmada öne sürdüğü iddia olunan374 argümandan alır. İddiaya gö-
j re Huxley bu argümanda daktiloda rastgele yazı yazan maymunlann
î uzun hayatları, limitsiz kâğıtlan ve bitmeyen enerjileri olduğu takdirde
Shakespeare’in bir şiirini hatta bir kitabını tesadüf eseri yazabilecekle-
rini söylemiştir. Aslında Huxley’in böyle bir şey söyleme ihtimali basit
bir sebepten çok azdır, o da 1874’e kadar piyasada daktilo diye bir şeyin
224 A ramizda K alsin T anei V ar

olmamasıdır.375 Elbette bu, yine de güzel bir hikâyedir, ama ne yazık


İd, bırakın Dünya’nınkini, evrenin mümkün yaş sınırı içinde bile bu
hikâyenin matematiksel açıdan saçma olduğunu göstermek çok kolay­
dır. Saygın matematikçi Gian-Carlo Rota olasılık üzerine yazdığı bir ki­
tabında (öldüğünde kitap henüz bitmemişti) şöyle der: “Şayet maymun
nanosaniyede bir tuşa bassaydı bile, onun Hamlet’i yazması öyle uzun
bir zaman alırdı ki evrenin tahmini yaşı bile onun yanında hiç kalırdı...
Oyun yazmanın pratik yolu bu değildir.”
Bunu hesaplamak zor sayılmaz. Örneğin, Russell Grigg Could Mon-
keys Type the 23rd Psalm?376 adlı makalesinde bir maymunun her saniye
rastgele bir tuşa bastığı takdirde ‘the’ kelimesini yazması için gereken
ortalama sürenin 34.72 saat olduğunu gösterir. Bu durumda Zebur’un
23. bölümü gibi uzun bir şey (toplam 603 harften, mısra numaraların­
dan ve boşluklardan oluşan kısa bir İbranice bölüm) yazması da orta­
lama İO1017 yıl alacaktır. Yapılan son tahminlere göre evrenin yaşı bile
sadece 109’un 4 ila 15 katı yıl arasında bir yerdedir. Bu sonuç Zebur’un
23. bölümünün kesinlikle kompleks bir nesne olduğunu gösterir; çün­
kü Dawkins’in tanımına göre, kompleks nesneler “sırf tesadüf eseri
oluşma şansı son derece ufak olan, önceden tayin edilmiş bir özelliğe”
sahiptirler.377
Maymunların daktilo tuşlarına basışını taklit eden rastgele sayı üre­
tici bir simülatör 1 Temmuz 2003 yılından itibaren bir maymunun sani­
yede bir daktilo tuşuna basarak yazı yazışını test etmektedir. Bu deneye
100 maymunla başlanmış ve bu sayı birkaç günde bir ikiye katlanmıştır
(elbette sınırsız sayıda muz olduğu varsayılır). En son verilere göre, may­
munların Shakespeare’in IV. Henry’sinden peş peşe gelen 24 harf uzun­
luğunda bir yeri yaklaşık İO40 yılda üretebilecekler hesaplanmıştır (evre­
nin yaşının ise sadece İO11 yıldan daha az olduğundan bahsetmiştik).378
Bu tür hesaplamalar, uzunca bir süreden bu yana (aralarında
Davvkins’in de olduğu) pek çok bilim adamını, rastgele olayların tek
başına kompleks bilgi yüldü sistemlerin kökenini izah edemeyeceğine
Maymun Makİne 2 2 5

ikna etmiştir. Dawkins, Isaac Asimov’un bir hemoglobin molekülünün


aminoasitlerden rastgele toplanma olasılığı tahmininden bahseder.379
Böyle bir molekül birbirine sarılı halde dört aminoasit zinciri içerir. Her
bir zincirde 146 aminoasit bulunur ve canlılarda 20 çeşit aminoasit var­
dır. Bu 20 farklı aminoasitin 146 halka uzunluğundaki bir zincirde bir
araya toplamasının 20146, yani İO90 yolu vardır. (Kıyaslamak açısından,
evrende sadece İO70 adet proton vardır).
Okuyuculara Dawkins’in vardığı samimi sonucu hatırlatırız: “Ezici,
dağıtıcı, çarpıcı bir biçimde ortadadır İd Darwinizm gerçekten de bir
tesadüf teorisi olsaydı asla işe yaramazdı. Bir gözün ya da hemoglobin
molekülünün tamamen tesadüf eseri gelişen karmakarışık bir yolla,
kendi kendine bir yerde toplanması için sonsuz zaman gerekeceğini
hesaplamak için matematikçi ya da fizikçi olmanıza bile gerek yok.”380
Sir Fred Hoyle ve astrofizikçi Chandra Wickramasinghe de Dawkins’in
(saf şans süreçlerinin kapasitesiyle ilgili) görüşünü paylaşır: “Evren ne ka­
dar geniş tahayyül edilirse edilsin hayatm rastgele bir başlangıcı olamaz.
Bir maymun ordusu daktilo tuşlarına rastgele vursa da, Shakespeare’in
eserini elde edemezler bunun çok basit bir sebebi vardır; o da gözlem­
lenebilir evrenin tamamı, gereken maymun kalabalığını, daktiloları ve
yanlışlarla dolan kâğıtları atmak için gereken çöp sepetlerini alabilecek
kapasitede değildir. Aynı şey canlılar için de geçerlidir. Hayatm, cansız
bir maddeden kendi kendine ortaya çıkma olasılığı, yanma 40.000 sıfır
koyduğunuz sayıda birdir... Bu, Darwin ve bütün evrim teorisini göme­
cek kadar büyük bir rakamdır. Ne bu Dünya’da ne de başka bir gezegende
‘ilkel çorba’ mevcut değildi ve eğer hayatın başlangıcı tesadüf değilse, o
zaman kasıtlı bir aklın eseri olmalı.”381382

Olasılıksızlık dağına tırmamlabilir mi?

Hayatin bileşenlerinin ‘ilkel çorba’dan çıkma şansının olmadığı ko­


nusunda herkes hemfikir gibi. O zaman böyle bir kompleksliğin mey­
dana gelişini nasıl açıklayacağız? Dawkins şans kökenini çürüten ileri
226 ARAMIZDA K ALSIN TANRI VAR

derecede spesifize olmuş kompleks sistemlerin ortaya çıkışıyla ilgili


problemi “Olasılıksızlığı küçücük hazmı kolay parçalara bölüp, gere­
ken şansı yayıp, O lasılıksızlık Dağı’nın etrafında dolanarak, hafif eğim­
li yamaçlardan, milyon yılda bir adım atıp, yukarı doğru tırmanarak”
çözmeye çalışıyor.383
Dawkins’i o dağa tırmanırken izleyelim ve (yukarıda tarif edilen) bir
hemoglobin molekülünü elde etmenin olanaksızlığını, işlemi küçük
adımlara bölerek azaltamaya çalışalım. Dağın zirvesine çıkmak için di­
yelim ki 1.000 adım atmak gerek ve her bir adımda sadece ve sadece
iki seçenek olduğunu farz edip şartları çok basitleştirelim. Bir seçenek
işlevsel olana diğer seçenek olmayana götürsün; böylece doğal seleksi-
yon işlevsel olmayanı eleyecek ve her bir adım bağımsız olacaktır. Bizi
dağın tepesine çıkaracak en doğru yolu bulma olasılığı nedir? 21000’de
l’dir, bu da 1030°’de 1 demektir. Fakat bu olasılık, hemoglobin molekü­
lünün başta rastgele toplanma olasılığından bile çok daha küçüktür.
Dolayısıyla Dawkins’in önerdiği dağ tırmanışı da, sadece bir açıdan de­
ğil pek çok açıdan olasılık dışıdır.
Cambridge’den Nobel ödüllü fizikçi Brain Josephson, Dawlcins’in bu
dağa tırmanış çalışmasında gizli olan bir diğer varsayımdan bahseder:
“The Blind W atchm aker gibi kitaplarda argümanın bam teli, yaşamın
kökeninden başlayarak insana kadar uzanan, her bir adımı tesadüf
eseri oluşacak kadar küçük olan ve doğal seleksiyonla şekillenen böyle
kesintisiz bir yol var mıdır yoksa yok mudur sorusunda saklıdır. San­
ki böyle bir yolun olması mantıksal bir zorunlulukmuş gibi gösterilir;
aslında öyle mantıksal bir zorunluluk yoktur; ancak evrim konusunda
yapılan yaygın tahminlerde böyle bir yolun olduğu hep varsayılır.”384
İşte şimdiye kadar örnekleri verilen bu olasılıksal imkansızlıktan kur­
tulmanın tek yolu olasılığı artıracak bir yöntem bulmaktır ve The Blind
W atchm aker adlı kitabında Dawkins’in de yaptığı bu olacaktır. Dawkins
hayatın sadece tesadüfi olaylar sonucunda oluşmadığını savunsa da,
ona göre hayat tesadüfen oluşabilecek kadar basit bir şeyden doğmuş
M aymun M ak İne 2 2 7

olmalıdır. Fakat sonra aniden bu süreç, hemoglobini oluşturan bütün


aminoasitlerin karmakarışık bir halden tesadüfen bir moleküle dönüş­
tüğü tek adımlık bir ‘eleme’ süreci değil de, gittikçe çoğalan bir eleme ya
da ‘seleksiyon’385 sürecine dönüşür ve böylece bir eleme işleminin sonu­
cu diğer eleme işlemini besler. Dawkins’e göre bu özellik sürece, kanun
benzeri bir ölçüt getirir böylece sürecin şans ve zorunluluk bileşiminden
oluşması makul hale gelir. Bunu açıklamak için de Huxley’in daktilo­
da yazı yazan maymunlar analojisinin bilgisayar simülasyonlu örneği­
ni verip buna dayalı bir algoritma kullanır.386 Maymunların (yazmayı)
hedeflediği bir cümle düşünür ve Shakespear’in Hamlet adlı eserinden
şu alıntıyı örnek olarak seçer: “Bence gelinciğe benziyor.” Bu cümle (İn­
gilizce orijinalinde çev.) 28 harften oluşuyor (boşluklan da harf olarak
kabul edip alfabenin 26 harf ve bir boşluktan oluştuğunu varsayıyoruz).
Şimdi (hedeflenen cümledeki her bir karaktere denk düşen) 28 maymu­
numuz var diyelim ve bunlar sırayla oturmuş daktilo tuşlarına basıyor­
lar.387 Dolayısıyla her bir maymunun o cümle içinde geçen bir hedef har­
fi var. İlk olarak maymunların daktilo tuşlarına rastgele dokunarak he­
def cümlenin ilk harfini yazma olasılığını hesaplayacağız. Cümlenin ilk
harfini rastgele tutturma olasılığı 27’de l’dir: iki harfi tutturma olasılığı
27x27’de l’dir ve bu böyle devam eder. O halde hedef cümleyi bir seferde
rastgele vuruşlarla tutturma şansı 2728’de l’dir, yani yaklaşık 10/4°’da l’dir
(bu yine hayal edilemeyecek kadar küçük bir olasılık olup trilyon kere
trilyon kere trilyon da birden bile azdır). Diğer bir ifadeyle, hedef cümle
diğer trilyon kere trilyon kere trilyon nokta arasında kalan tek bir nokta­
dır (ve bu öyle bir noktadır İd ancak etkin süreçler sayesinde bulmamız
beklenir).
Şimdi, bu hedefe isabet etme olasılığını, yani n kadar deneme ile
o noktaya varma olasılığını hesaplayalım. Bu en iyi şöyle hesaplana­
bilir. İlk denemeyi düşünün. Maymunların hepsinin yanılma ihtimali
l-l/(228) ve n denemede cümlenin yanlış olma ihtimali [l-l/(2728))]n’dir.
Bu yüzden n denemede doğru cümleyi yazma ihtimali l-[l-l/(2728)]n’dir.
228 A ramizda K alsin T a n k V ar

n’i bir milyar kabul etsek de bu olasılık hala inanılmaz derece ufak ka­
lır (yaklaşık 1031’de 1). Üstelik bu örnek için düşünülen harf dizisinin
uzunluğu memeli hayvanların genom uzunluğu (bu sayı insanda 3 mil­
yardan fazladır) ile kıyaslandığında komik denecek ölçüde ufaktır,
O zaman bu küçücük olasılıkları daha işe yarar oranlara getirmek
için Dawlcins’in sözde bulduğu çözüm nedir? O çözüm şudur: Her sefe­
rinde bir maymun bir tuşa basar, ondan sonra onun yazdığı harf hedef
harfle karşılaştırılır (ki bu pek de rastgele bir işlem sayılmaz). Bu karşı­
laştırma elbette bir mekanizma, bir bilgisayar (ya da matematikçi David
Berlinski’nin önerdiği bir Baş Maymun) tarafından yapılmalıdır. Eğer o
maymun hedef harfi tutturursa karşılaştırma mekanizması o harfi kay­
deder (bu da yine büyük oranda bilinç gerektiren bir işlemdir). Bunun
üzerine maymun durur, işi bitmiştir. Bunun haricinde maymun, hedef
harfi yazana kadar rastgele daktilo tuşlarına basmaya devam eder.
Bu denemenin net sonucu hedef cümlenin çok çabuk yazılmasıdır
'(Dawkins’in asıl simülasyonunda 43 adımda yazılmıştır). Yani tama­
men şansa dayanan bir durumda ancak bir milyar deneme sonunda ka­
baca 1031’de 1 ihtimal olan şey, şimdi sadece 43 denemde ortaya çıkıyor.
Burada akılda tutmamız gereken kritik şey, Dawkins’in modelinde hem
şans (daktiloda yazı yazan maymunlar) hem de zorunluluğun (hedef
cümleyle her bir denemeyi karşılaştıran kanun benzeri algoritma) aynı
anda bulunduğudur. Dawkins’in algoritması, bir çözümün hedef cüm­
leden ne kadar farklı ya da ‘uzak’ olduğunu hesaplayarak o çözümün
‘elverişliliğini’ ölçmektedir.
Şimdi Dawkins’in argümanının merkezine geldik. Bu argümanın
iddiası doğal seleksiyonun (kör, akılsız ve gelişigüzel bir olayın) biyo­
lojik bilgiyi üretme gücü olduğunu göstermekti. Fakat sonuçta ortaya
çıkan hiç de öyle bir şey değildir. Dawkins de bu problemi ne yapıp edip
uzak durduğu iki şeyi ileri sürerek çözmeye çalışır. Dawkins, kitabında
evrimin kör ve hedefsiz olduğunu söyler. O zaman hedef bir cümle ve­
rerek ne demek istemiştir? Hedef bir cümle belli bir amacı ifade eder
M aymun M akine 2 2 9

ve Dawkins’e göre hiç de Darwinci olmayan bir kavramdır. Bu durum­


da kör bir evrim nasıl olur da sadece hedefi görmekle kalmaz aynı za­
manda, bir denemenin hedefe bir önceki denemeden daha yakın olup
olmadığını görmek için onu hedefle karşılaştırabilir? Dawkins evrimin
akılsız olduğunu da söyler. O zaman (biri her denemeyi hedef cümle
ile karşılaştıran diğeri de başarılı bir denemeyi kaydeden) her biri üs­
tün bir zekânın yüklediği bilgi delilleriyle dolu olan iki mekanizmadan
bahsederek ne anlatmak istiyor? Daha da ilginç olanı, bu mekanizma­
ların üretmesi gereken bilgi, görünüşe göre organizmanın bir yerinde
zaten mevcutken (yani hedef cümle baştan belliyken), Dawkins’in o
bilginin nasıl ortaya çıktığını kendi deneyiyle gösterdiğini iddia etmesi.
Bu tam anlamıyla döngüsel bir argümandır.
Ayrıca Dawkins’in mekanizmasını bir evrim algoritmasından ayırt
eden özeliğin bu olduğuna da dikkat etmek gerekir. Mühendislik ve
diğer alanlarda, evrim algoritması, kompleks bir probleme çözüm bul­
mak için mükemmel ve en güvenilir yol olarak bilinir. Örneğin, Rechen-
berg388 kompleks bir sistemin elektrik direncinin rastgele varyasyonla­
rın ard arda uygulanmasıyla minimize edilebileceği bir evrim stratejisi
ortaya koymuştur. Her bir ‘evrim adımı’nda sistem parametreleri gelişi­
güzel değiştirilir ve direnç ölçülür. Eğer bu değişiklik artan bir dirence
yol açarsa eski hale dönülür; eğer azalan bir dirence yol açıyorsa koru­
nur ve diğer adım için başlangıç noktası olarak kullanılır. Böyle bir ev­
rim stratejisi, ölçülebilir bir parametre olduğu ve bunun en uygun hale
getirilmeye çalışıldığını varsayar (örneğin, elektrik direnci azaltılmak
istenebilir). Direnci azaltmayı hedefleyen söz konusu model, tesadüfi
varyasyonla elde edilmesi mümkün olan her hali dener ve sonunda da­
ha önce hiç bilinmeyen en ideal hali üretir.
Dolayısıyla buradaki püf noktası, işlemin başında çözümün bilin-
memesidir. Dawkins’in senaryosunda ise az önce gördüğümüz gibi tam
tersi bir durum söz konusudur (yani çözüm en baştan bilinmektedir).
Görüldüğü üzere, evrimsel algoritmalar işe yarıyor diye Dawkins’in
30 A ramizda K alsin T anri V ar

simülasyonunun da alda yatkın olduğunu savunmanın hiçbir mantığı


yoktur.
Gerçekten de matematikçi David Berlinski, çok tartışılan bir maka­
lesinde oldukça ikna edici bir yorumda bulunur: “Bütün bu deneme...
ancak başarılı bir kendini kandırma örneği olabilir. Hedef bir cümle
mi? Hedefe benzeyen tekrarlar mı? Hata ile başarı arasındaki mesafeyi
ölçen bir bilgisayar ya da bir Baş maymun mu? Şalca gibi. Eğer her şey
kör ise hedef nasıl belirlenebilir ve tesadüfen üretilmiş cümleler ile he­
deflenen arasındaki fark nasıl değerlendirilebilir? Ayrıca bunu yapacak
olan kim? Baş maymun mu? 0 ne işe yarar? Darwinci teorinin canlılar­
dan sildiği kasıtlı tasarım mekanizması, buradaki doğal selelcsiyonun
tanımında açık bir biçimde yeniden ortaya çıkıyor. İşte Freud’un baskı­
lanmış olanın geri çağrılmasıyla kastettiğine güzel bir örnek.”389
Ne tuhaftır İd Dawkins de analojisinin yanıltıcı olduğunu itiraf ede­
cektir, çünkü kümülatif doğal selelcsiyon kesinlikle “bir hedef belirleye­
mez.” Bu hususu dikkate alarak programının üzerinde değişiklik yapı­
labileceğini iddia eder. Şaşırtıcı mı bilinmez ama bu iddia hiçbir zaman
hayata geçirilemeyecektir; çünkü geçirilmesi mümkün değildir. Üste­
lik bu iddia hakikaten doğru olsaydı bile, Dawlcins’in inandığının tam
aksini ispatlardı, çünkü bir programda değişildik yapmak insan eliyle
akıllıca tasarlanmış o şey üzerinde (yani orijinal program üzerinde) da­
ha da fazla zekâ kullanmayı gerektirir. Dawldns’in daha karmaşık olan
biomorf programı da, benzer şekilde akıllıca tasarlanmış bir filtreleme
özelliği taşır (bu, bilgisayar ekranında görülen belli başlı şekilleri üreten
bilgisayar paketi olup bu pakette bilgisayar operatörü şekilleri, güzellik
v.b., özelliklerinden dolayı seçebilir ve bu şekiller biomorf adı verilen
daha kompleks şekiller meydana getirirler). Bu filtreleme prensibini,
hedef cümleyi ve Baş Maymunu ortadan kaldırırsanız, saçma sapan so­
nuçlarla baş başa kalırsınız. O zaman denilebilir İd Dawkins’in analo­
jileri ancak ve ancak, gerçek hayatta varlığını kabul etmediği kaideleri
kendi modelinde uyguladığı takdirde inandırıcı hale gelmektedir.
M aymun M ak İne 2 3 1

Dawkins’in istemeden de olsa aslında göstermiş olduğu şey şudur:


DNA’nm genetik kodu da dahil, dil gibi çok kompleks sistemler, o sis­
temde aranan bilgi önceden oraya konmamışsa izah edilemezler.
Burada neden bahsettiğimizi daha basit tarzda ifade eden bir örnek
de kendinden kurmalı kol saatidir. Böyle bir alet kendini kurabilmek
için el bileği ve kolun rastgele hareketlerinden faydalanır. Peki, bunu
nasıl yapar? Öncelikle akıllı bir saat ustası, ağır çarkın sadece bir yönde
hareket edebilmesine izin veren bir mandal yapar. Bu mandal, bileğin
ve kolun o çarkı harekete sevk edecek hareketlerini isabetlice seçer; bu
arada diğerlerine de engel olur. Mandal akıllı bir tasarım ürünüdür. El­
bette böyle bir mekanizma da Darvvinci olamaz; çünkü Dawkins’e gö­
re kör saatçinin öngörü yeteneği yoktur. Bununla ilgili Berlinski şöyle
der: “Darvvinci mekanizma ne öngörür ne de hatırlar. Ne yön beürler ne
de seçim yapar. Evrim teorisinde kabul edilemeyen ve kesinlikle yasak
olan şey; zamanı gözlemleyebilen ve (tıpkı saatteki mandal gibi) gele­
cekte işe yarayacağı için bir hususu ya da özelliği saklayan kuvvettir.
Böyle bir kuvvet varsa orada Darvvinizm yoktur. Öyleyse, kör bir kuvvet
böyle bir şeyi nasıl bilebilir? Ayrıca gelecekte işe yarayacak şey günü­
müze hangi yolla bildirilir?”

İndirgenemez derecede kompleks makineler

Görüldüğü gibi Davvkins’in analojisinde çok sayıda sorun mevcut.


Sorun özellikle de onun analojisini, Michael Behe’nin tarif ettiği indir­
genemez derecede kompleleş makinelerin ortaya çıkış sürecine uyarla­
dığımızda açığa çıkıyor. Bu problem en iyi şekilde Davvkins analojisinin
Elliott Sober versiyonunda açıklanmıştır. Sober, analojisinde BENCEGE-
LİNCİĞEBENZİYOR şifresi ile açılabilen bir kilit varsayar. Bu şifreli kilit
yan yana dizilmiş disklerden oluşur ve her bir diskte alfabenin 26 harfi
birden olup tek bir harfin görülebileceği büyüklükte bir pencere bulun­
maktadır. Disklerin rastgele çevrildiğini ve bir mekanizmanın pencerede
görünen harf ile hedef şifredeki harf uyuştuğunda o diski durdurduğunu
232 A ramizda K alsin T anri V ar

düşünelim. Diğer dişleler de rastgele dönmeye devam ediyor ve bu işlem


tekrarlanıyor. Yani sistem temelde Dawkins’inl<ine benziyor.
Michael Behe o analojinin “belli bir fonksiyonu hedefleyen doğal se-
leksiyonu örneklemek” amacıyla kullanıldığına dikkat çeker. Peki, yan­
lış şifrenin girildiği bir kilidin ne gibi bir fonksiyonu olabilir? Diskleri bir
süre rastgele çevirdikten sonra BDNUEFEQİKCOĞABFNRİROL gibi (her
iki harften birinin doğru olduğu) bir dizilişle, harflerin yarısını elde et­
tik diyelim. Dawkins’in analojisine göre bu, rastgele harf dizisinde bir
gelişmedir ve bir şekilde kilidi açmamıza yardım edecektir... Ama ger­
çekte, eğer üretken başarınız o kilidin açılmasına bağlıysa bu durumda,
yarısını doğru bilmekle, hiçbir sonuç elde edemezsiniz. İronik olan ise
hem Sober hem de Dawkins’e göre şifreli bir kilit son derece spesifize ol­
muş indirgenemez kompleksliktedir ve böyle sistemlerin neden tedricen
• fonksiyonel hale gelemeyeceğini çok güzel bir şeklide gösterir.390
Şimdi önerilen simülasyonu, Dawkins’in orijinal analojisine, yani
daktiloda yazı yazan maymunlar versiyonuna tatbik edelim. Davvkin’in
önerdiği simülasyon gereğince, seleksiyon, bazı fonksiyonları olan ve
hedefe ilerleyen adımları kaydeder. Bu da analojide anlatılan işlemin
her ara adımında, maymunların daktiloda yazdıklarının anlamlı keli­
meler olmasını gerektirir. Bu şartlarda Dawkins’in simülasyonunun bı­
rakın hedefe ulaşmasını, başlaması bile mümkün değildir. Dolayısıyla
Davvkins’in fikirleri indirgenemez kompleks sistemlerle başa çıkmaya
girişemez bile. “Dawkins-Sober senaryosu rastgele mutasyona dayalı
bir doğal seleksiyona değil, gerçekte onun tam zıttına bir örnek teşkil
etmektedir: İndirgenemez kompleks bir sistemin kuruluşunun, akıllı
bir fail tarafından yönetilmesinin gerekliliğine.”391
İş bununla da kalmıyor. Simülasyonda, kompleksliği meydana
getirenler sanki Dawkins’in maymunlarıymış gibi görünüyor. Öyle mi
gerçekten? Hadi biraz daha hesaplama yapalım. Yukarıdaki ilk senar­
yoda 28 maymunun aynı anda daktiloda yazı yazdığını düşünelim. Bir
maymun seçelim ve soralım: n denemede hedef cümleden ona düşen
M aymun M akîne 2 3 3

harfi tutturma olasılığı nedir? Bunu hesaplamanın en kolay yolu may­


munun herhangi bir denemede doğru harfi tutturamama olasılığının
ne olduğunu düşünmektir. Bu da 27’de 26’dır. Dolayısıyla Bernoulli’nin
Teoremi’ne göre bir denemeden sonra yanlış harf yazma olasılığı orta­
lama 28(26/27)’dir. Bütün doğru harfler kaydedildiği için, aynı işlemi
henüz doğru harfi tutturamamış maymunlardan başlayarak tekrar ede­
riz ve süreç bu şekilde devam eder. İşte küm ülatif seleksiyon u n özü bu-
dur. Bu yolla, n denemeden sonra seçilecek, ortalama 28(26/27)" yanlış
harfimiz olacaktır. Bu sayı 43 denemden sonra 5 olur (yani Dawkins
gayet iyi iş çıkarmıştır). 60 denemeden sonra yanlış harflerin ortalama
sayısı 3 olur ve 100 denemden sonra ise ortalama O’a yaklaşır (tam he­
saplama ile 0.64286).
Burada ne olup bitiyor? Olan şu, biz çözmek için ortaya attığımız asıl
problemi ortadan kaldırmak için akıllıca programlanmış bir plan uygu­
ladık ki bu yapı taşları ya da harfleri oluşturmak değil onları doğru sı­
rayla elde etmekti. Yüzeysel bakıldığında, BENCE GELİNCİĞE BENZİYOR
dizisindeki bütün bilgiyi biz üretmişiz gibi görünüyor. Ama işin aslı öyle
değil. Aslında bütün yaptığımız kısmen rastgele bir yolla zaten bilinen
bir dizini elde etmekten ibaret. Yani aslında yeni hiçbir bilgi üretmedik.
Diğer bir ifadeyle Dawkins, mekanizmasının artan olasılık mekaniz­
ması olduğunu iddia eder. Fakat bu şekilde arttırılan olasılık, gerçekte
kompleksliği azaltıcı bir etki yapar. Çünkü daha önce de gördüğümüz
gibi bir şeyin kompleks olabilmesi için gerçekte onun yerine geçebile­
cek pek çok seçeneğin var olması gerekir. Fakat Dawkins’in algoritma­
sı sadece bir sonuç (yani onun hedef cümlesini) üretir ve bu sonucun
(ortaya çıkma) olasılığı l’dir. Yani işleme eklenen bilgi tam olarak O’dır.
Bu arada şu gerçeğe de dikkat etmek gerekir, doğru basılan tuş kay­
dedilmekte ve asla kaybolmamaktadır; bu da avantajlı mutasyonlann
popülasyonda daima korunduğu varsayımıyla aynı anlama gelir. Fakat
evrimci biyolog Sir Ronald Fisher temel çalışmasında tabiatta hiç de öy­
le olmadığını göstermiştir.392 En yararlı mutasyonlar tesadüfi etkenlerle
1 3 4 ARAMIZDA KALSIN TANRI V a R

ya da sayıca daha baskın olan zararlı mutasyonlarla ortadan kalkar.


Bu Darwin’den beri hâkim olan görüşün değişmesi demektir (eski gö­
rüşe göre doğal seleksiyon, faydalı en ufak varyasyonu bile bulundu­
ğu popülâsyona egemen olana kadar devam ettirirdi). Fisher’ın ortaya
çıkardığı şey, indirgenemez komplekslilik argümanını destekleyen bir
başka delildir (daha önce Behe’nin şifreli kilit örneğiyle açıkladığı gibi:
‘avantajlı’ bir mutasyon ancak çok sayıda diğer avantajlı mutasyonla
eş zamanlı ortaya çıkarsa avantajlı olur) ve bu da daktiloda yazı yazan
maymunların ‘hedef cümlesi’ argümanı ile düşülen kabul edilemez ha­
tayı bir kez daha gösterir.
Dawkins’in analojisinin zayıflığını görmenin bir diğer yolu da, onun
önerdiği “BENCE GELİNCİĞE BENZİYOR” cümlesini, 3 milyar (3 kere 109)
harf uzunluğundaki tam bir insan genomu ile değiştirmektir. İnsan ge­
nomunu oluşturan her bir harf A,C,G, ya da T’den biridir. Dawkins’in se­
naryosuna göre bu durumda 3 milyon maymunun aynı anda daktilo tuş­
larına bastığını hayal etmek zorundayız ve dizinde doğru tutturulan harfi
kaydeden bir mekanizma da var diyelim. Bu durumda bir maymunun
yanlış tuşa basma olasılığı % ’tür. n denemeden sonra yanlış harf sayısı
(3xl09x(3/4))n’dir ve bu oran 80 denemeden sonra l’den daha aşağı düşer.
Yani bir insan genomunu ortalama 80 denemde elde edersiniz.
Şuna da dikkat etmekte fayda var DNA’nın sadece %5 ila °/ol’inin
aktif olarak kullanıldığı tahmin edilmektedir eğer bunu da modelimi­
ze uyarlayıp orijinal dizinin %5’i oranında bir dizin yaparsak o zaman
bütün dizin ortalama 65’ten daha az sayıda deneme ile oluşturulabilir.
Bu ne demek? Dawkins’in modeli, harfleri doğru sırasıyla elde et­
mekle; b a şıb oş bir evrim sürecinin rastgele dizilişlerden kompleksliği
oluşturabileceğini ispatlayan bir simülasyon ortaya koymuş olmuyor.
Çünkü hedef cümle ile denemeleri karşılaştıracak ve onları saklayacak
bir mekanizmanın olduğunu varsayarsanız, zaten baştan asıl proble­
mi kolayca çözmüşsünüz, yani harfleri doğru sırayla elde etmişsiniz
demektir. Sistem bu varsayımla kurulduğu için, yani dizini en baştan
M aymun M akine 2 3 5

bildiğiniz için, hedef ne denli zor olursa olsun çok az sayıda adımla
hedef dizine ulaşabilmeniz mümkün olacaktır.
Önceki bölümde bahsedilen algoritmik bilgi teorisi açısından b a­
kılırsa, Dawkins’in analizinin bam teli tam da burasıdır. Tam olarak
Küppers’in çıkardığı sonuçtan beklediğimiz gibi Dawkins’in makinesi
. başarısızdır, yani Dawkins’in algoritmik makinesinden çıkan sonucun
( içerdiği bilgi de zaten makineye yüklenen ya da onun yapısında var
olan bilginin içindedir. Küpper haklıdır. Çıkan bilgi, girilen ya da maki­
nede var olan bilgidedir.
Dolayısıyla ortada Dawkins’in ispatladığı hiçbir şey yoktur. Filozof
Keith Ward son derece yerinde bir tespit yapar: “Dawkins’in insanları
hayret ve şaşkınlıktan kurtarma stratejisi işe yaramadı, sadece hayretin
yönünü değiştirdi. Artık, hedeflenen kompleks bir sonucun kendiliğin­
den ortaya çıkmasına değil hedeflenen sonucu zaman içinde doğur-
b maya programlı etkin bir kanunun kendiliğinden var olduğuna hayret
I edilmeye başlandı.”393
The Tower o f B abel394 adlı ldtapta Pennock, Dawkins-Sober modelle­
rinin doğal seleksiyon ya da rastgele varyasyonu değil daha çok Idimü-
latı/seleksiyonu örneklemek için tasarlandıklarını iddia ederek durumu
f" toparlamaya çalışır. Fakat bu çözüm önerisi de işe yaramaz çünkü esas
sorun işlemin, bir hedef cümle ile denemeyi karşılaştırmak için bir meka­
nizmaya bağlı olmasıdır. Seleksiyonun kümülatif olmasını sağlayan şey,
yani hedef cümledeki harfleri yazıldıkları anda kaydeden şey, tam olarak
, o mekanizmanın akıllıca tasarlanmış yeteneğidir.395 Dolayısıyla tasarlan-
}
I mış bir mekanizma olmadan kümülatif seleksiyon da var olamaz.
Bu yüzden, yönlendirilmeyen bir doğal seleksiyonun bilgi üretebile­
ceği fikrini makul göstermeye çalışan bir argüman olarak Dawkins-So-
• ber argümanı işe yaramaz. Gene de tüm bu argümanların yaradığı bir iş
j yok değil. Bu argümanlarının yaydığı ışık, akıllı tasarımın kuvvetlenme-
1 sini sağlıyor. Çünkü görüldüğü üzere, biyolojik bilginin kökenini izah
h etmeye çalışan materyalist varsayımlara dayalı en güçlü denemeler
236 A ramizda K alsin T anri V ar

bile, akıllı tasarım mekanizmalarını işin içine katmadan izah yapa­


mıyorlar. Bilgisayar uzmanı Robert Berwick bununla alakalı şöyle bir
yorumda bulunur: “Bütün simüle edilen (ya da temsili) evrim deneyim­
lerimiz (Dawkins’in ilginç organizma şekillerini aktif olarak seçebile­
cek yollar bulana ödüller teklif ettiği biyomorf programlarından, yapay
hayatla ilgili Berlinski’nin de dikkat çektiği tüm işe yaramaz tecrübe­
lere kadar) yapay bir seleksiyon olmadan ya da istediğimiz çözümleri
daha önceden oraya koymadan bir yere varmanın neredeyse imkânsız
olduğunu açıkça göstermektedir.”396 Philip Johnson bu temel problemi
daha yalın bir şekilde ifade eder: “Bilgisayarı rastgele harf seçme prog­
ramıyla ‘bencegelinciğebenziyor’u yazmaya programlamak; yazdır tu­
şuna basıp o hedef cümlenin ilk kez yazıldığı bilgisayar hafızasından
çıktısını almaya nazaran çok daha fazla insan zekâsı gerektirir.”
Daha önce bahsettiğimiz Wistar Konferansı’na katılan saygın mate­
matikçi Marcel-Paul Schützenberger 1996’daki bir röportajında mutas-
yonları dizgi hatasına benzeterek şöyle demişti: “...evrim bu tür dizgi
hatalarının biriktiği bir şey olamaz.”397 Sonrasında Dawkins’in modeli­
ni incelemeye devam etmiş ve onun somut biyolojik gerçeklerle bağını
kopardığına dikkat çekmişti. Çünkü ona göre matematik perspektifin­
den bakıldığında: “Dawkins’in modeli, komplekslik, fonksiyonellik ve
bu ikisinin etkileşiminden oluşan üçlü problem karşısında tamamen
yan yatar.”

Bilgisayar simülasyonlan

Bu bölümde hayatın kökeni de dâhil evrim süreçlerini canlandır­


mak için kurulan bilgisayar simülasyonu çeşitlerinden sadece birisinin
üzerinde durduk. Bu alanda Stuart Kauffman ve arkadaşlarının, Santa
Fe Institute’da çok sayıda başka çalışması da mevcuttur. Bu süreçte, çok
önemli bir şeyi, yani üzerinde durduğumuz simülasyonların üretmesi
gereken bilgiyle zaten önceden donatılmış oldukları gerçeğini, ortaya
koyduk. Bilgisayar programlamanın zekâ gerektiren bir iş olduğuna
M aym un M akİne 2 3 7

dikkat çektik. Bu tür simülasyonları düşünürken onların bir zekâ işi


olduğunu unutmak ya da göz ardı etmek kolaydır; bu nedenle aslında
onların ispatlamayı amaçladıkları şeyin tam tersi için delil oluşturduk­
ları gerçeğini de gözden kaçırmak kolaylaşır.
Steve Fuller bu meseleyi çok iyi kavramıştır; “Kauffman gibilerini ik­
na etmek için bilgisayarda evrimi simüle etmenin kendisi zaten, kutsal
bir yaratıcının varlığım desteklemektedir. Neticede böyle bir bilgisayar
programı açık ve net bir ifadeyle akıllı tasarımın ürünüdür; yani gerçek
anlamda bir kaostan çıkıp kendi kendini organize ederek varlığını de­
vam ettirebilmiş bir şey değildir. Eğer insanlar kendi kendini organize
edebilen karmaşık özellikleri sayesinde bir sonuç üretebilen bilgisayarı
programlayabiliyorlarsa neden Tanrı programlayanlasın? Kısacası ev­
rimciler tabiat tarihinin sadece komplike değil aynı zamanda gerçek
anlamda kompleks olduğunu göstermek için bilgisayarlara daha fazla
sarıldıkça, hayatın başlangıcına alternatif bir izah olarak akıllı tasarım
da daha gür bir sesle tartışılacaktır. Çünkü bu iki pozisyonu birbirin­
den ayırt etmek daha da zorlaşacak ve evrimciler akıllı tasarımcıların
bahçesinde oynar olacaklardır. Elbette evrimcilerin bir diğer seçeneği
de vahşi yaşamda, herhangi bir tasarımın, insanın veya başka bir şeyin
işaretini taşımayan bir von Neumann makinesinin398 varlığını göster­
mek olurdu.”399
BİLGİNİN KAYNAĞI

Önce bit vardı.


Han Christian von Baeyer

Önce söz vardı.


Havari Yuhanna

Bilgi ve tasarım argümanı

v ompleks ve spesifize olmuş bilginin varlığı, hayatın varo­


luş sebebinin akıllı bir kaynak olduğu görüşüne bilimsel
, destek sağlar. Böylece o, gelişigüzel meydana gelen tabii
olaylarla hayatın izah edebileceği fikrini ciddi şekilde sarsar. Burada
akıllı bir kaynağın, sadece analoji yoluyla kurulan bir argüman olmadı­
ğını, DNA’nın yapısına dayanan bir çıkarım olduğunu unutmamak çok
önemlidir. Önemlidir çünkü, geçmişte pek çok klasik dizayn argümanı
analojiden hareketle kurulmuştu. O argümanlarda benzer sonuçlardan
benzer sebeplere ulaşmak şeklinde akıl yürütme yapılırdı bu nedenle
argümanlar genellikle karşılaştınlan iki durum arasındaki benzerlik
ne kadar kuvvetliyse o kadar geçerli sayılırdı. Daha önce gördüğümüz
gibi, David Hume tasarım argümanlarını eleştirirken bu koşulu ele al­
mıştır. Fakat DNA’dan çıkarımla kurulan tasarım argümanları klasik
öncüllerinden çok daha kuvvetlidir bunun sebebini Stephen Meyer şu
sözlerle ifade eder: “DNA, bir insan diline ya da software programına
240 A ramizda K alsin T anri V ar

benzer özelliklerinden dolayı akıllı bir tasarımcı olması gerektiğine işa­


ret etmez. O, zekice tasarlanmış insan ürünü kitapların ve bilgisayar
dillerinin sahip olduğu bir özelliğin aynısına (yani bilgi içeriğine) sahip
olduğu için akıllı bir tasarımcı olması gerektiğini gösterir...”400 Meyer,
bilgi teorisyeni Hubert Yockey tarafından desteklenir: “Biz benzetme
üzerinden akıl yürütmüyoruz; bu nokta çok önemlidir. Sekans hipotezi
(yani genetik kodun temelde bir kitap gibi işlev gördüğü varsayımı) ya­
zılı dile nasıl uygulanıyorsa protein ve genetik tekste de öyle doğrudan
uygulanır; bu nedenle yaklaşım (ya da işlem) matematiksel açıdan ay­
nıdır.”401 Dolayısıyla bir analojiden (benzetmeden) yola çıkarak argü­
man kurmuyoruz, sadece mümkün olan en iyi açıklamayı çıkamıyoruz.
Herhangi bir dedektifin de bildiği gibi gözlemlenen bir sonucu üretme­
ye yol açabileceğini bildiğimiz sebepler, o sonucu; o tür bir sonuç üret­
meye yatkın olduğunu bilmediğimiz veya o tür bir sonuç üretemeyece-
ğini bildiğimiz sebeplerden çok daha iyi izah ederler.
Dembski’nin çalışması The Design In feren ce402 bizim diller, kodlar,
bilgisayarlar, makineler v.b. bilgi yüklü sistemlerle olan deneyimleri­
mizden çıkardığımız tasarım sonucunun tam olarak ne çeşit bir çıka­
rım olduğunu izah etmek için kaleme alınmıştır. Böyle tasarım delilleri
bilimde son derece yaygındır. Bir çakmak taşı üzerinde görülen birkaç
küçük iz, arkeologun ilk insanın elinden çıkan bir şeyle muhatap oldu­
ğunu anlamasına yeter; o çakmak taşı sadece ayrışmış bir kaya parçası
değildir artık. Akıllı bir fail sonucuna varmak; arkeoloji, kriptografi,
bilgisayar bilimi ve adli tıpta rutin olarak yapılagelen bir çıkarsamadır.

Dünya dışı bir zekânın ve işaretlerinin araştırılması

Son yıllarda doğa bilimleri bile, bilhassa Search fo r Extra-Terrestri­


al Intelligence (Dünya dışı Zekâ Araştırması) (SETİ) vasıtasıyla, kendi
tasarım senaryosunu ortaya koymaya hazır hale geldi. (Kuzey Ameri­
ka) Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi, NASA, olur da evrenin bir yerle­
rinde yaşayan akıllı uzaylılardan bir mesaj tespit edebiliriz ümidiyle
BİLGİNİN KAYNAĞI 2 4 1

milyonlarca dolar harcayıp milyonlarca frekansı izleyen radyo teles­


koplar kurmuştur.403
Bazı bilim adamları SETI’ye kuşkuyla baksalar da SETİ, zekâ tespiti­
nin bilimsel açıdan değerinin ne olduğuna dair temel bir problemi gün­
deme getirmiştir. Akıllı bir kaynaktan gelen mesaj bilim sel olarak nasıl
tanınır ve arka planda evrenden gelen rastgele gürültüden nasıl ayırt
edilebilir? Bunu yapabilmenin tek bir yolu olduğu gayet açıktır: Alınan
sinyalleri, önceden açık ve güvenilir zekâ göstergesi olarak kabul edi­
len (tıpkı asal sayıların oluşturduğu uzun bir dizi gibi) ileri derecede
spesifize olmuş örneklerle karşılaştırmak ve ardından bir tasarım olup
olmadığı sonucuna varmak. SETI’de akıllı bir faili kabul etmek doğa
bilimlerinin kabul gören sınırları içinde sayılır. Astronom Cari Sağan
evrenden alınan tek bir mesajın bile bizim dışımızda akıl sahibi varlık­
lar olduğuna ikna olmaya yeterli olacağını düşünmüştür.
Fakat yapılması gereken daha hayati bir gözlem var. Eğer bizim geze­
genimiz dışında akıllı bir fiile dair delil aramaya hazırsak; aynı düşün­
me tarzını gezegenimizde var olana uygulama konusunda neden hala bu
kadar tereddüt içindeyiz? Burada görülen bariz tutarsızlık bizi giriş bö­
lümünde bahsettiğimiz sorunun özüne getiriyor: Akıllı tasarım, bilimsel
evrenin bir parçası mıdır? Bahsettiğimiz bilim adamları adli tıp ve SETI’ın
bilim dünyasına katkılarından dolayı oldukça mutlu görünüyorlar. O hal­
de başka bazı bilim adamları, fizikte (biraz tepki) ya da biyolojide (büyük
bir sansasyon) akıllı bir sebebi destekleyen bilimsel deliller olduğunu id­
dia ettiklerinde neden ortalık karışıyor? Prensipte aralarında hiçbir fark
yok aslında. Yoksa bilimsel metot her yerde farklı mı uygulanmak?
Meseleye böyle yaklaştığımızda sıradaki sorunun şu olacağı gayet
açık: O zaman en küçük canlı organizmada bile var olan inanılmaz çapta­
ki bilgiden çıkarmamız gereken sonuç nedir? Bu bilgi, akıllı bir kaynağın
varkğma dair hassas ayara sahip evren argümanından (yani pek çok fizik­
çiyi, biz insanların bu evrende var olmamızın önceden murad edildiğine
ikna eden bir argümandan) bile daha kuvvetli bir delil sunmuyor mu?
242 âram izda K alsin T anri V ar

Human Genom P roject’in (İnsan Genomu Projesi) tamamlandığı hal­


ka duyurulduğunda, proje direktörü Francis Collins şöyle demişti: “Ön­
ceden sadece Tanrı’nın bildiği kendi kullanma kılavuzumuzu ilk kez
bir nebze de olsa okuyup anlamak bence insana kendini aciz hissetti­
ren ve hayranlık uyandıran bir şey.” Celera Genomics’in genel merkezi
Maryland’de genom haritalaması üzerinde çalışan bilgisayar uzmanı
Gene Myers ise şöyle demişti: “Bizler moleküler seviyede hayranlık ve­
recek şekilde kompleksiz... Henüz kendimizi bile anlayabilmiş değiliz
ki bu çok etkileyici. Hala doğaüstü ve sihirli bir şey var... Beni gerçekten
şaşırtan şey hayatın mimarisi... bu sistem son derece karmaşık. Sanki
tasarlanmış gibi... Orada çok üstün bir zekâ olmalı... Bunu bilime aylcın
görmüyorum. Belki başkaları öyle görebilir ama ben değil.”
Bu türden fikirler önde gelen bazı düşünürlerin görüşlerini değiş­
tirmelerinde etkili oldu. Gözlemci kozmolog Allan Sandage (daha önce
de kendisinden bahsetmiştik), 50 yaşında dine dönüşünü şu sözlerle
ifade ediyor: “Dünya, her bir sistemi ile ve bu sistemlerin aralarındaki
bağlantılar ile, sadece tesadüfe hamledilemeyecek kadar komplekstir.
Her bir organizmada hayatın varlığının tüm o düzeniyle en güzel şe­
kilde oluşturulduğuna ikna oldum.”404 Ayrıca çok yakın bir zamanda
felsefeci Anthony Flew da, 50 yıl boyunca ateist olarak yaşadıktan son­
ra inanmaya başlamasının sebebini, biyologların DNA araştırmalarına
bağlar ve şöyle devam eder: “Bu araştırmalar, hayatın ortaya çıkması
için gereken düzenlemelerdeki olağanüstü komplekslilik nedeniyle bu
işin içinde zekânın olması gerektiğini ispatlamışlardır.”405

Temel nicelik olarak bilgi

Artık, bilgi ve zekânın; evren ve hayatın varlığı için gereken en te­


mel şeyler olduğu; enerji ve maddeyle başlayan başıboş tabiat olayla-
ruım bu sonucu oluşamayacakları ve bilgi ve zekânın ta en başından
beri var oldukları fileri üzerinde durmaya başlıyoruz. Fizikçiler bile
bu türden fikirler üzerinde kafa yormaya başladılar. Paul Davies New
BİLGİNİN KAYNAĞI 2 4 3

Scientist dergisinin başyazısında buna benzer bir fikrini paylaşır: “Bilgi


konseptinin tabiata uygulanışının hızla artması ciddi bir varsayımı or­
taya çıkarıyor. Normalde biz dünyanın basit ve saat gibi çalışan madde
parçalarından oluştuğunu; bilginin ise özel organize olmuş madde hal­
lerine bağlı üretilmiş bir fenomen olduğunu düşünürüz. Belki de işin
aslı tam tersidir: Evren gerçekte brincil (primal) bilginin oyun sahasıdır
ve madde de bu oyunun kompleks bir ikincil tecellisidir.”406 Davies bu
fikrin ilk olarak 1989’da meşhur fizikçi John Archibald Wheeler tarafın­
dan ortaya atıldığını söyler, Wheeler şöyle demiştir: “Yarın, tüm fiziği
bilgi diliyle anlamayı öğrenmiş olacağız.”
New S cien tisfd e407, Hans Christian von Baeyer, Viyana Üniver-
sitesi’nden fizikçi Anton Zeilinger’in çalışması hakkında bir yazı kale­
me almıştı, yazının merak uyandıran başlığı “Başlangıçta bir Bit Vardı”
idi. Zeilinger şöyle bir tez ortaya atmıştı; kuantum mekaniğini anlaya­
bilmek için kuantum mekaniğinin temel sistemleri denilen sistemleri­
ni (bit cinsinden) bilgiyle ilişkilendirerek işe başlanmalıdır. Mesela bir
elektronun dönüşü bir bit bilgi ‘taşır’ (bir dönüşü ölçmekle sadece iki
muhtemel sonuç elde edilir - ‘aşağı’ ya da ‘yukarı’). Zeilinger bu temel
prensibin, kuantum teorisinin üç temel taşma (kuantumlanma, belir-
sizlik/değişkenlik ve kuantum karmaşasına) doğrudan yol açtığı için
geçerli olduğunu iddia eder. Bu tez, yani bilginin temel nicelik olduğu
tasarısı, bizim evreni algılayış şeklimizde köklü değişikliğe yol açar ve
akıllı tasarımın ağırlık kazanmasını sağlar.
Fakat aslında bu hiç de yeni bir fikir değildir. Yüzyıllardır konu­
şulmaktadır. “Önce söz/kelam vardı... bütün her şey ondan yaratıldı”
diye yazar dördüncü İncirin yazarı havari Yuhanna. Sözün Yunancası
Logos’tur, bu kelime Stoacı filozoflar tarafından evrenin dayandığı ras­
yonel bir prensip olarak kullanılmıştır. ‘Söz’ sözcüğünün kendisi emir,
anlam, kod, iletişim (dolayısıyla bilgi; o bilgiyle spesifize olan şeyi ger­
çekleştirebilmek için gereken yaratıcı kuvvet) gibi kavramları çağrıştı­
rır. Bu nedenle Söz kütle enerjisinden çok daha elzem olan bir şeydir.
244 A ramizda K alsin T anri V ar

Pek çokları tarafından son derece rahat bir tavırla inkâr edilebilen
yaratma fiiliyle alakalı Kutsal Kitap tahlillerinin merkezinde, son za­
manlarda doğa bilimlerinin de azami önem verdiği (bilgi konseptinin)
olması bir hayli çarpıcıdır.
Yaratıcı Tanrı Sözü temel düşüncesi İbranice yaratılış kıssalarında
sürekli tekrarlanan “ve Tanrı dedi İd (ışık olsun...)” cümlesinde ifade edi­
lir. Özellikle üzerinde durduğumuz konuyla alakalı bir cümle de şudur:
“İmanla evrenin Tanrı’nın kelimesinden var edildiğini anlanz öyle İd gö­
rünen şeyler gözle görülür şeylerden gelmemişlerdir.”408 Esld Kitab-ı Mu­
kaddes literatüründen yaptığımız bu alıntı, bilginin en temel özelliğine,
yani bilginin görünmez olduğuna dikkat çekmesi açısından çok önemlidir.
Belki bilgiyi taşıyan şeyler rahatça görülebilir (kağıt, yazı, duman işaret­
leri, televizyon ekranları veya DNA gibi) ama bilginin kendisi görülemez.
Bilgi sadece görünmez değildir: Madde dışıdır, öyle değil mi? Şimdi
bu kitabı okuyorsunuz; kitabın üzerinde fotonlar seldyorlar ve gözlerini­
zin aldığı fotonlar elektriksel impulslara dönüşüp beyninize iletiliyorlar.
Düşünün ki bu kitaptan bazı bilgileri bir arkadaşınıza sözlü olarak aktar­
dınız. Ses dalgaları sizin ağzınızdan bilgiyi alıp arkadaşınızın kulağına
götürdü, orada elektriksel impulslara dönüşerek onun beynine aktarıldı.
Arkadaşınız artık önceden sizin beyninizde olan bilgiye sahip fakat siz­
den arkadaşınıza madde cinsinden bir şey aktarılmış değü. Yani kural
olarak, bilgiyi taşıyanlar maddedir am a bilginin kendisi m ad d e değildir.
1961’de Rolf Landauer meşhur bir makale yazmıştı, makalenin baş­
lığı şöyleydi: “Bilgi fizikseldir.”409 Başlık ilk bakışta bizim tartışmakta
olduğumuzun tam tersini söyleyecek gibi görünür. Fakat Landauer’in
kastettiği şey aslında bilginin genellikle fiziksel bir şeyle kodlandığı
böylece bilgiyi taşıyanların fizik kurallarına tabii olduğu ve bu açıdan
bakılırsa bilginin kendisinin onu taşıyanlar aracılığıyla fizik kuralları­
na tabii olduğudur. Bu nedenle bilgiye fiziksel bir şeymiş gibi muamele
edilebilir. Fakat işin doğrusu bu bilginin kendisinin fiziksel bir şey ol­
madığı gerçeğini değiştirmez.
BİLGİNİN KAYNAĞI 2 4 5

O halde her şeyin materyalist açıklamalarını yapma rüyası nedir?


Tamamen madde olan sebepler, madde cinsinden olmayanı, tatmin
edici bir şekilde açıklayabilir mi?

Tann’nın kompleksliği: Kaçınılmaz bir itiraz mı?

Richard Dawkins, komplekslik fikirlerinin aslında onun Tanrı kar­


şıtı görüşünü desteklediğini düşünür. Ona göre “Evreni tasarlamaya
kadir bir Tanrı... O’nun sunduğu farz edilen izahtan çok daha büyük bir
izaha ihtiyacı olan son derece kompleks ve olanak dışı bir varlıktır.”410
Diğer bir ifadeyle Dawkins bunun bir açıklama olmadığını çünkü tanı­
mı gereği Tanrfmn açıklamaya çalışılandan çok daha kompleks (ve bu
nedenle de daha az olası) olduğunu iddia eder. Bu iddiasını da şöyle
açıklar: “DNA/protein makinesini doğaüstü bir Tasarımcıya başvura­
rak açıklamak demek tam olarak hiçbir şey izah etmemek demektir,
çünkü Tasarımcının kökenini izahsız bırakırsın. ‘Tanrı hep vardı’ gibi
bir şey söylemek zorunda kalırsın ve eğer böyle bir tembellik yaparak
kurtulmak istersen ‘DNA hep vardı’ ya da ‘Hayat hep vardı’ demeyi de
tercih edebilir ve bununla yetinebilirsin.”411
Oysaki Dawkins’in bu düşünüş tarzının en ufak bir mantığı dahi
yoktur. İlk olarak, ne DNA ne de hayatın (gerçekten ne de evrenin) hep
var olmadığını, bir başlangıçlarının olduğunu biliyoruz. İşte zaten tam
da bu nedenle bilim adamları onların varlıklarının kökenini açıklama­
ya çalışıyorlar. Bunu bir kenara bıraksak bile, Dawkins’in ‘bilimsel’
demeye değer türden bir açıklamanın ancak basitten karmaşığa doğru
giden bir açıklama olduğuna inanması da, haldanda birkaç söz söylen-
meyi hak ediyor. Onun her şeyi “fizikçilerin anladıkları basit şeyler”
türünden açıklamak gibi bir isteği olduğu anlaşılıyor.
Fizikçileri ve onların bir elmanın düşüşünü açıklamaya çalıştıklarını
düşünelim (İd bu artık sıradan insanların bile zaten bildiği oldukça basit
bir konudur). Fakat, bu konuyu Newton’un yerçekimi kanunuyla açıkla­
mak çoğu insana son derece karmaşık gelir, hele de uzay zaman eğrisi
246 A ramizda K alsin T anri V ar

açısından izafiyet kuramı baz alınarak yapılacak bir açıklama ancak işin
uzmanları tarafından anlaşılabilir. Eğer böyle açıklamaları, açıklamaya
çalıştıkları şeyden daha kompleks olduklarını düşünerek inkar edecek
olsaydık o zaman bilimin çok büyük bir kısmını inkar etmiş olacaktık.
Yine, atomlar canlılardan daha basittirler çünkü canlılar atomlar­
dan yapılmış kompleks yapılardan meydana gelmişlerdir. Ama diğer
yandan atomlar hiç de basit değillerdir, işte bu sebeptendir ki temel
parçacık fiziği ancak yeryüzündeki en zeki insanların bir kısmının uğ­
raşabildiği bir alandır. Evrenin yapısının temel özellikleri daha derinle­
mesine araştırıldıkça çok daha karmaşık hale gelir. Neticede “fizikçile­
rin anladıkları basit şeyler” hiç de basit değillerdir aslında.
İzafiyeti düşünün, kuantum mekaniği ya da en iyisi kuantum elekt­
rodinamiğini düşünün. Basit olmaktan öyle uzaklar ki ancak en üstün
zekâlı insanlar anlayabilirler ve buna rağmen hala çözülmemiş pek çok
sırları mevcut. Öncelikle kuantum mekaniğinin tam olarak neden çalış­
tığını kimse bilmiyor ve hatta Richard Feynman’ın dikkat çekmeyi sev­
diği gibi enerjinin ne olduğunu bile kimse bilmiyor. Şimdi ilginç olan
nokta şu: Richard Dawkins nihai izah olarak Tann’nın fazla kompleks
olduğunu düşünüp itiraz ediyorsa, parçacık fiziği evreninin yapısında­
ki kompleksliğe de itiraz etmesi ve ‘enerji’ gibi kavramlara dayanarak
yapılan nihai izahlarla tatmin olmaması gerekir çünkü onları da gerçek
manada anlayamıyoruz.
Dawkins neyin izah olarak kabul edildiği ile alakalı dar bir görüşe
sahip ve tamamen yanılıyor. Çünkü en başta basit olarak kabul ettiği
şeyler hiç de basit değil ve ikinci olarak da karmaşık fizik teorileri bi­
lim adamlarmca kolay anlaşılır (veya basit) oldukları için değil izah
gücüne sahip oldukları için kabul görürler. İzah gücü bir bilimsel teo­
rinin geçerliliği açısından en az kolay anlaşılır olması kadar önemlidir.
Hatta bazen kolay anlaşılan teoriler gözden düşer çünkü yeterince izah
güçleri yoktur. Bununla birlikte “İzahlar olabildiğince kolay anlaşılır
olmalıdır ama basit değil”412 diyen de Einstein’dır. İzah gücü genelde
BİLGİNİN KAYNAĞI 2 4 7

basit olmaya başlan gelir ki bu gerçeği Dawkins takdir edememiş gibi


görünüyor.
Bu mesele çok önemli olduğu için biraz daha üzerinde duracağız.
Açıklamaya çalıştığınız bir varlıktan daha karmaşık bir varlık olduğu­
nu varsayma işi bilim adamlarının hep yaptıkları bir şeydir. The God
Delusiorı adında 4 00 sayfalık bir kitap okudum. Şimdi benim bu kitap­
tan yola çıkarak, bu kitaptan çok daha karmaşık olan Richard Dawkins
adında bir varlık olduğunu öne sürmem hakikaten izah olarak kabul
edilemez mi?
Aslında geçerli bir izahın, izah edilecek o şeyin kendisinden daha
karmaşık olduğuna ikna olmak için 400 sayfaya bile ihtiyacımız yok.
Örneğin, bir arkeolog düşünün yeni keşfedilmiş bir mağaranın duvarın­
da iki çiziğe işaret ederek: “İnsan zekâsı!” diye bağırır. Eğer Dawkins’in
mantığıyla konuya bakarsak şöyle bir cevap vermeliyiz: “Ah çok komik­
sin! Bu çizikler çok basit. Üstelik sadece iki tane. Mağara duvarındaki
böyle basit iki çiziği açıklamak için insan beyni gibi kompleks bir şeyden
bahsetmek bir açıklama sayılmaz!” Eğer araştırmacı ısrarla bu ‘basit’ çi­
ziklerin Çince karakterler (ren) oluşturduğunu, yani bir insan için semi-
yotik bir yanı olduğunu (bir anlam taşıdığını) söyleseydi ne yapardık?
Yine de o çizikleri insan fiili olarak tanımlamak, “tam olarak bir şey
açıklamıyor” diyerek kendi mantığımızda ısrar eder miydik? Elbette h a­
yır. Araştırmacının akıllı bir fiil olduğu sonucuna varmasını makul gö­
rürdük. O çizikleri, çiziklerin kendisinden çok daha kompleks bir şeyle
izah etmeye çalışmanın, bilimin sonu falan olmadığım da çok iyi bilir­
dik. O çizikler, onları çizen insanların kimlikleri, kültürleri ve zekâları
hakkında çok önemli bir ipucu olabilirler; her ne kadar haklarında her
şeyi bilmemize imkân vermeseler de.
Yeri gelmişken şunu da ifade edelim, arkeologumuz iki çizikle kar­
şılaştığında onun hemen bir zeka ürünü olduğu sonucuna varabili-
yorken; bazı bilim adamlarının 3,5 milyar harflik bir dizinden oluşan
insan genomuyla karşılaştıklarında onun sadece şans ve zorunlulukla
248 A ramizda K alsin Tanri V ar

açıklanabileceğini söylemeleri sizce de şaşırtıcı değil mi? Artık malu­


mumuz olduğu üzere, hem çiziklerin hem de DNA dizininin semiyotik
bir tarafı vardır. DNA dizinine boşuna DNA kodu demiyoruz.
Biz belli yapılar ve düzenlerle karşılaştığımız zaman, onların varlı­
ğını daima kompleks zekalı kaynaklara atfederiz. Bu yapıların kendileri
bizatihi basit olsalar bile öyle özellikler sergilerler ki onları ancak akıllı
bir fiile isnat ederiz. Elbette buna karşılık şöyle bir itiraz getirilebilir;
insan diye bir varlığa aşina olmamızdan ve onun bir şeyleri tasarlama
istidadından dolayı böyle sonuçlara varıyoruz. Fakat elimizde savımı­
zı destekleyebilecek herhangi bir delil yoksa; bu itiraz, akıllı bir fiille
uyumlu denebilecek bir yapı sergileyen şeyi, akıllı olmayan bir kaynağa
bağlamak için yeterli bir sebep teşkil eder mi?
Çok uzak bir gezegeni ziyaret ettiğimizde, artan sırayla 2,3,5,7,11, v.b.
asal sayılarda titanyum küplerden oluşan kümelerin ard arda dizildiği
bir dizin görseydik nasıl bir sonuca ulaşacağımızı hatırlayalım. Bu di­
zini görür görmez akıllı bir fail tarafından yapılmış bir şey olduğunu
düşünürdük, bu failin ne tür bir varlık olduğuna dair hiçbir fikrimiz
olmasa bile. Küp kümeleri bizatihi onları yapan zekâdan çok ‘daha ba­
sittirler fakat bu gerçek yine de en iyi izahı yapabilmek için akıllı bir
kaynağın en makul çıkarım olabileceği sonucuna ulaşmamıza engel
değildir. Biz böylesi bir durumda doğal olarak, ‘aşağı doğru’ tesadüf ve
zorunluluğa inmek yerine ‘yukarı doğru’ akıllı nihai bir sebebe çıkarız.
SETİ projesi de aynı argümana dayandığı için kabul görmüştür. Eğer
(Cari Sagan’m Contact adlı romanında anlattığı gibi) asal sayı dizini ha­
linde bir sinyal alırsak onun akıllı bir kaynaktan geldiğini düşünürüz.
Hatta böyle bir şey gerçekleşirse dünya medyasını bir gecede altüst eder
ve hiçbir bilim adamı böyle bir sayı dizininin, akıllı bir kaynaktan geldi­
ğinin izah sayılmayacağını çünkü bu izahın, sayı dizinini, dizinin ken­
disinden çok daha karmaşık bir şey ile açıklamakla aynı kapıya çıkaca­
ğını söylemeyi aklından bile geçiremez. Hiç şüphesiz bu çok daha fazla
sorun (mesela zekânın tabiatıyla alakalı sorunlar) ortaya çıkaracaktır,
BİLGİNİN KAYNAĞI 2 4 9

fakat hiç olmazsa böylesi bir durumda, dünya harici bir zeka olduğu
kabul görecektir. Dawkins bile (E xpelled adlı filmde) prensipte tasarı­
mın bilim tarafından kabul edilebilecek bir şey olduğu fikrini onayla­
maya başlamış görünüyor.
Ayrıca bu bağlamda şuna da dikkat etmeliyiz, Dawkins çoklu evren hi­
potezinden etkilenmişe benzese de,413 o noktada bir problem olduğunun
farkına varır: “Pek çok evren olduğunu varsaymanın haddinden fazla
lüks olduğu ve bundan kaçınılması gerektiği düşüncesi bana cazip geli­
yor (ve pek çok kişi de bu düşünceyi destekliyor). Çoklu evren gibi uçuk
bir fikri kabul edeceksek o zaman oldu olacak bir Tanrı da var diyelim.”414
Ayrıca, eğer pek çok evren varsa bu evrenlerin de çoğunun son de­
rece kompleks olduğu düşünülebilir ve eğer biz bu çoklu evrenin bir
ürünü isek o zaman Dawkins’in argümanı, yani “her şey daima basitten
karmaşığa doğru gelişir” argümanı da gene yanlış olur.
Buradaki temel husus, bizim her ne anlama gelirse gelsin nihai bir
kompleksliğe hatta genel anlamda bir kompleksliğe izah getirmeye ça-
lışmadığımızdır. Biz sadece tek bir organize olmuş komplekslik (hayat)
örneğini açıklamaya çalışıyoruz ve bunu çok daha kompleks bir şey ile
izah etmek son derece mantıklıdır, h ele d e o şey, delillerin gösterdiği bir
şey ise. Daha önce gördüğümüz gibi deliller şöyledir:
1. Hayat dijital bilgiden oluşan kompleks bir DNA database’i üzeri­
ne kuruludur.
2. Böylesine dile benzer bir kompleksliğin bilinen tek kaynağı an­
cak akıl olabilir.
3. Teorik bilgisayar bilimleri, hedefsiz bir şans ve zorunluluğun,
semiyotik (dile benzer) bir kompleksliği meydana getiremeyece­
ğini göstermektedir.
Eğer maksat en iyi izahı yapabilmek için bilimsel bir çıkarımda bu­
lunmak ise bilim adamlarından bir fenomeni açıklayan izahı, açıkla­
mayana tercih etmeleri beklenirdi. Fakat iş hayatın kökenini değerlen­
dirmeye geldiğinde durum bazıları için hiç de öyle olmuyor. Bu örnekte
250 A ramizda K alsin T anri V a r

baştan kabul edilmiş bir materyalizm yüzünden, tam anlamıyla bilim


karşıtı (yani delilleri takip etmenin yol açacağı sonuçlardan hoşlanma­
dığı için delillerin açıkça götüreceği noktaya varmayı istememe gibi) bir
tavır takınılıyor.
Dawkins, Ekim 2008’de Oxford Natural History Museum’da benimle
yaptığı tartışmada ‘Tanrı’nm kompleksliği argümam’na verdiği önem­
den dolayı deistik bir Tanrı’nın (Yaratıcı’nın) savunulabilecek yanları
olduğunu itiraf ederek (diğer herkes gibi) beni de çok şaşırmıştı. Böyle
bir görüşü kabul etmediğine dikkat çektiği halde bundan bahsetmesi
sürpriz oldu; çünkü onun argümanını deistik bir tanrının varlığı argü­
manından daha etkili bir şekilde hiçbir şey çürütemezdi. Çünkü desitik
bir tanrı, ondan daha basit olan bir şeyin (evrenin) nihai açıklaması
olarak sunulan kompleks bir varlık değil de nedir?
‘Tanrı’nın kompleksliği’ argümanının kağıttan kule kadar bile daya­
nıklı olmadığı ortaya çıktı. Bu argümanı sürekli olarak tekrarlamak onu
kullananların işine yaramadı sadece Ateizm Kralı’nm çıplak olduğuna
dair şüpheleri güçlendirdi.

Tann’yı kim yarattı?

Az önceki konuyla alakalı olarak, Tanrı’nm varlığına bir başka itiraz


noktasını da ele almakta yarar var. Richard Dawkins çok satan kitabı
The God Delusion’d a bundan ana mesele olarak bahseder. Söz konusu
şey eski bir çocuk sorusudur. “Eğer Tanrı evreni yarattıysa Tanrı’yı kim
yarattı?” diye sorar çocuklar ve bu böyle sürüp gider. Dawkins’e göre
bu sorunun tek çıkış yolu ucu bucağı olmayan bu imkânsız yolda geriye
doğru gitmektense Tanrı’nın varlığını inkâr etmektir.415
Gerçekten de Brights’m (Yeni Ateistlerin kendilerine verdikleri bir
isim) en sert yumruğu bu mu? İrlandalI bir arkadaşın şöyle söylediğini
duyar gibiyim: “Bu yine de bir şey ispatlıyor; daha iyi bir argümanları
olsaydı, mutlaka onu savunurlardı.” Bu argümanla karşılaşırsanız, sa­
dece şu soru alalınıza gelsin: Tanrı’yı kim yarattı? Bu soruyu sorduğuna
BİLGİNİN KAYNAĞI 2 5 1

göre soruyu soran kişinin kafasında yaratılmış bir Tanrı imajı vardır.
O zaman (malum kişinin) kitabına The God Delusion adını vermesi de
şaşırtıcı olmaktan çıkar. Çünkü o başlık (Tanrı Yanılgısı) tam da yara­
tılmış bir tanrı neyse odur; yani bir yanılgıdır (tıpkı Dawkins’ten asırlar
önce Xenophanes’in işaret ettiği gibi). Daha aydınlatıcı bir başlık şöyle
olabilirdi herhalde: The Created-God Delusion (Yaratılmış Tanrı Yanıl­
gısı). Tabi o zaman kitap bir kitapçık haline dönüşürdü (ve satışlar da
yerlerde sürünürdü herhalde).
Onun argümanını değerlendirmek için Tanrı ile ne kastettiğini an­
lamalıyız. Dawkins’in argümanı özünde yaratılmış bir tanrıya odaklan­
maktadır. Bizi ikna etmek için bunca uğraşmasına aslında gerek yoktu.
Pek çoğumuz zaten epeyce uzun bir zamandır bize anlatmaya çalıştığı
şeye ikna olmuş durumdayız. Bir Hıristiyan asla Tanrı’nın yaratılmış
olabileceğini akima bile getirmez zaten. Tıpkı bir Müslüman’ın ya da
bir Yahudi’nin de aklına getirmeyeceği gibi. Dawkins’in argümanı, ken­
disinin de itiraf ettiği gibi, mutlak/sonsuz bir Tanrı hakkında bir şey
söyleyemez. O’nunla tamamen ilgisizdir. Dawkins bu iddiasını artık ait
olduğu Celestial Teapots (Kozmik Çaydanlıklar) rafına kaldırmalı.
Evreni yaratan ve idare eden Tann’ya gelince O yaratılmadığı için
zaten ezelidir. ‘Yapılmamıştır’ ve bu yüzden bilimin keşfettiği yasalara
tabi değildir; evreni malum yasalarla yapan O’dur. Aslında, Tanrı ve ev­
ren arasındaki temel farla oluşturan şey işte bu gerçektir. Evren yoktan
varlık bulmuştur ama Tanrı öyle değildir. Antik Yunanlılar bu farkın
bilincindeydiler, Havari Yuhanna da bu farka Incil’in girişinde deği­
nir: ‘Önce Söz/Kelam vardı (yani Söz/Kelam hep vardı)’. Ve Söz Tanrı
ileydi... Her şey onunla yaratıldı (varlık buldu)’ (Yuhanna 1:1-3). Tan­
rı yaratılmamış cinsindendir. Ama evren o cinsten değildir. Evren var
edilmiştir; yaratılmıştır. O’nun tarafından.
Yaratılış terimi ile ne kastettiğimizin hala felsefi ve dini sistemlerin
üzerinde çokça tartıştığı bir temel mesele olduğunu 3. Bölümde görmüş­
tük.
252 A ramizda K alsin T anri V ar

Yunanlıların bu konudaki düşüncesi şu iki madde ile özetlenebilir:


1. Madde hep vardı ve hep var olacak. Madde sonsuzdur (ezeli ve
ebedidir). En basit haliyle şekilsizdir, düzensizdir ve sınırsızdır; yani
kaostur. Fakat sonra bazı tanrılar geldi ve ezeli maddeye düzen getirdi
ve ondan son derece düzenli bir kâinat (kozmos) meydana geldi. İşte bu
sürece Yunanlılar yaratılış adını vermişlerdir.
2. Yaratıcı da, evrende her şeyin Tann’dan zuhur ettiği ebedi bir siste­
min parçasıdır, tıpkı Güneş’ten çıkan ışınlar gibi, yani bir açıdan her şey
Tanrı’dır. Tanrı bir şekilde evrenin maddesinde vardır, maddenin mükem­
mele doğru hareketine ve gelişmesine bizzat müdahil olur.
Şuna dikkat etmişizdir, İyonyalı filozoflardan asırlar önce ortaya çı­
kan, Hıristiyanlık ve İslam ile devam eden kadim İbrani geleneği (vah-
yedilmiş dinler) bu hususta çok farklı bir anlayışı vazeder:
1. Madde sonsuz değildir: Evrenin bir başlangıcı vardır ve bir tek
Tanrı ezelidir ve her şeyin YaraticTsıdır.
2. Tanrı kainattan önce de vardı ve ondan bağımsızdır. Evren Tann’dan
çıkmamıştır. Tanrı onu kendinden değil yoktan yaratmıştır, ama onu ida­
re eder ve önceden belirlediği maksadına varması için yönlendirir.
Bu nedenle Dawkins aslında, Yunanlılar ve onların ‘göklerden yer­
yüzüne inen’ tanrıları inancı ile hesaplaşmaktadır, yani yaratılmış tan­
rılar inancıyla. Aslında Dawkins birinci yüzyılda Atina’da Areopagus’un
felsefe okulunda Havari Paul’u dinleyenlere katılsaydı ondan bir şeyler
öğrenirdi herhalde. Tarihçi Luke, Paul’ün şehri dolaşırken sakinlerinin
Tanrı inancının ne kadar kusurlu olduğunu fark ettiğini (etrafın put­
larla dolu olduğunu, hatta bir tanesinin ‘Bilinmeyen bir Tanrıya’ diye
işaretlendiğini gördüğünü) yazar. Hayallerden medet uman, akıl karşı­
tı bağnaz bir ateist stereotipine hiç uymayan Paul, Yunan düşüncesini
bütün yönleriyle çalışıyor ve Atmalıların saflıklarına (cahilliklerine) en
az Dawkins kadar şaşırıyordu.416 Sınırsız insan hayalinin durmadan
ürettiği tanrılar (yaratılmış tanrılar) hiç de yeni şeyler değildir; onların
eleştirisi de öyle.
BİLGİNİN KAYNAĞI 2 5 3

Ezeli bir şey var nu?

Dawkins’in Yaratıcı’yı ldm yarattı diye sorması onun aslında yaratıl­


mamış ve ezeli olan bir varlığın vücudunu tahayyül etmek konusunda
zihinsel bir problem yaşadığını gösteriyor. Durum böyle ise ortada çok
daha ciddi bir tutarsızlık var demektir. Dünya görüşünün onu, madde
ve enerjinin (ve tabiat kanunlarının) hep var olduğuna (bir kez daha es­
ki Yunanlılarla benzer şekilde) inanmaya zorladığı düşünülebilir. Eğer
öyleyse bir şeyin ezeli olduğuna inanıyor demektir, yani etrafımızı sa­
ran evreni oluşturan maddenin ezeli olduğuna inanabilmektedir.
Eski Komünist ülkelere yaptığım bütün ziyaretlerde demode komü­
nist akademisyenlerin “Tanrı’yı kim yarattı?” diye sıkılıkla sormaları
merakımı celbederdi. Oysa aym insanların maddenin ezeli ve ebedi ol­
duğuna dair inançlarına dikkat çektiğimde, içine düştükleri çıkmaz bir
hayli ilginç olurdu. Sonunda ana meseleyi kesin olarak belirlemeyi ba­
şarabiliyorduk. Onlara göre ezeli ve ebedi olan bilinçsiz bir madde tam
anlamıyla kabul edilebilirdi ama ezeli ve ebedi olan Tanrı kabul edile­
mezdi. Söylediklerinin bir mantığı yoktu. Dawkins’inkinin de mantığı
yok. Ezeli ve ebedi bir enerjiye evet ama ezeli ve ebedi bir Zat’a hayır!
Bu nasıl bir mantık böyle?
Dawkins eski sitil materyalizmle ezeli ve ebedi bir evren kavramı­
nı birleştirsin ya da birleştirmesin kesinlikle evrenin onu yarattığına
inanmak zorundadır; o halde onun sorduğu ‘Yaratıcı’yı kim yarattı?’
sorusunu ona şu şekilde sormaya hakkımız var: Peki senin yaratıcı ka­
bul ettiğin kâinatı kim yarattı? Öyle ya, bize sorduğu soruyu kendisine
sorma hakkımız olmalı değil mi?

Her Şeyin Kuramı?

Dawkins fizikçilerin “Einstein’m hayalini gerçekleştireceklerini ve


her şeyi açıklayan son teoriyi (her şeyin kuramını) bulacaklarım” ümit
ettiğini ifade ederek şöyle devam eder: “Her şeyin kuramının fiziği tat­
min edici bir noktaya getireceğine dair umutluyum, ama bundan sonra
254 ARAMIZDA Kalsin Tanri Var

da fizikte yenilikler olmaya devam edecektir. Tıpkı Darwin’in biyolo­


jinin derin bir problemini çözdükten sonra biyolojide de gelişmelerin
olması gibi. İki teorinin birlikte, evren ve biz de dâhil içindeki her şey
hakkında salt natüralist bir açıklama getireceğine dair umutluyum.”417
Burada yine eğer kasıtlı değilse harika bir ironi var. Her Şeyin Ku­
ramı (HŞK) Dawkins’in de gördüğü gibi fiziğin nihai hedefine ulaştığı
yerdir (fiziğin bittiği yerdir). Bir diğer ifadeyle (HŞK) tanımından da an­
laşıldığı üzere izah yolunun son bulduğu noktadır. Dawkins’in nihai
bir izah olarak Tanrı’ya itiraz ettiğini düşünürsek, kâinatın kökeni ko­
nusunda da nihai bir izah olarak ‘HŞK’yı ileri sürdükleri için fizikçileri
topa tutması gerekirdi. Öyle görünüyor ki ‘HŞK’ araştırması ancak kut­
sal bir kaynağa bağlanma tehlikesi olmadığı müddetçe Dawkins için
işe yarar.
Ayrıca Dawkins’in iyimserliği de temelsizdir. Bazı hoşa gitmeyen ma­
tematiksel gerçekler Kurt Gödel’in meşhur tespitiyle (Gödel’in eksiklik
teoremi) bize HŞK’ya ulaşma hususunda ayak bağı olurlar. Bu ayakbağı,
aşina olduğumuz aritmetik veya daha büyük matematik sistemlerin ken­
di tutarlılıklarını kanıtlayamamaları ve ispatlanamaz önermeler içerme­
leridir (yani aritmetiksel yollardan ne ispatlanabilir ne de ispatlanamaz
olmalandır). Başka bir deyişle basit aritmetiği de içerecek derecede güçlü
herhangi bir sınırlı aksiyomatik sistemin her zaman doğru ama ispatla­
namaz önermeleri olacaktır.418 Matematikçi Nigel Cutland bunun birleşik
bir bilimsel teori için kötü haber olduğunu söyler çünkü böyle bir teori
mutlaka aritmetik içerecektir.419
Yıllarca böyle bir son kuramın hayalini kuran Stephen Hawking
2004 yılında Gödel’in fikrini değiştirmesine yardımcı olduğunu itiraf
etmiştir: “Bazı insanlar sınırlı sayıda prensiple formüle edilebilecek
nihai bir teori yoksa çok büyük bir hayal kırıklığına uğrayacaklardır.
Ben de o guruptan biriydim fakat artık fikrimi değiştirdim. Araştırma-
lanmızın asla bir sonu gelmeyecek ve her zaman yeni bir keşif yapma
dürtüsü var olacaktır. O olmadan asla ilerleyenleyiz. Gödel’in teoremi
BİLGİNİN KAYNAĞI 2 5 5

matematikçilerin daima bir işi olacağını göstermiştir. Bence M kuramı


da fizikçiler için aynı işi görecektir. ”
Artık nihai izah problemine geri dönmeliyiz. Yeni Ateistler en son
izah olarak Tanrı’yı kabul etmezler ama evreni meydana getiren kütle/
enerjinin vücuduna bir izah da getiremezler. Onların materyalizmleri
bir noktada tıkanır: Esasen onların da nihai izah olarak kütle/enerjinin
vücudunu kabul etmeleri gerekir. Mantıksal açıdan bakarsak ya sebep
sonuç zinciri sonsuza dek geriye doğru sarılacak ya da nihai gerçeğin
olduğu bir nokta var kabul edilecek ve orada duracağız. Bilimde (ya da
başka bir yerde) izah, eğer sonsuza doğru geriye gitmekten kaçıyorsa o
zaman hep nihai olarak kabul edilen kesin şeylere varacaktır.
Austin Farrar şöyle diyor: “Sonu gelmez izah arayışı, bir kutsal tatmin­
sizlikmişçesine övülür. Oysaki aslında bu, henüz olgunlaşmamış beyinle­
rin en tipik eğilimidir. ‘Neden şu adam şapka takıyor?’ ‘Çünkü o bir polis’
‘Neden polis’ ‘Çünkü büyüdüğünde polis olmak istemiş’ ‘Neden polis ol­
mak istemiş?’ ‘Çünkü hayatını kazanmak istemiş’ ‘Neden hayatını kazan­
mak istemiş?’ ‘Hayatim devam ettirebilmek için -herkes gibi.’ ‘Neden her­
kes hayatını sürdürmek ister?’ ‘Bırak artık neden demeyi canım ve uyu.’
Evet. Bazen Neden demeyi kesmemiz gerekir. Çünkü öyle bir noktaya
gelirsiniz ki gerçeği sorgulamak artık manasızdır; örneğin neden canlılar
yaşamak isterler sorusunu sormak işe yaramaz.” Bir çocuk bile, sonsuza
dek geriye doğru soru sormanın barındırdığı manasızlığı görebilir.
Farray’m özeti, hedefi tam on ikiden vuruyor: “Bir ateistle inançlı
bir kimse arasındaki farklılık, ‘nihai gerçeği sorgulamak mantıklı mı
değil mi’ sorusuna verdikleri cevaptan ziyade ‘hangi gerçek nihaidir?’
sorusuna verdikleri cevaptan kaynaklanır. Ateistin nihai gerçeği evren­
dir; teistin nihai gerçeği ise Tanrı’dır.”420

Cevabı merakla beklenen soru

O halde cevabı merakla beklenen soru şudur: Bilim bu iki yönden


hangisini gösteriyor (akıldan önce madde mi, maddeden önce akıl mı?).
Bu soruya verilecek cevap her zaman olduğu gibi şu ilkeyi izlemelidir:
256 Aramizda Kalsin Tanri Var

Delili incelemek ve onun nereye götürdüğünü görmek; ama peşin hü­


kümlerimizin bizi etkileyebileceği tehlikesine karşı tetikte olmak...
Biyolog James Shapiro şu soruyu sorar: “Biyoloji ve bilgi (enformas­
yon) bilimi arasında yeni doğan ilişki, evrim fikri açısından nasıl bir
önem taşıyor? Bu ilişki, Yaratılışçı-Darwinci tartışmasının her iki tara­
fındaki aşın tutucuların son derece hırsla tartıştıkları ana meseleye ide­
olojik olarak değil bilimsel açıdan balona yolunu açtı. Lambda profaj
represyonu ve Kerbs döngüsünden; mitotik bölümler (yapılar) ve göze
ve oradan bağışıklık sistemine, taklite ve sosyal organizasyona kadar
mükemmel adaptasyonlar gösteren türlerin kökeninde her hangi bir
yönlendirici akıl etki etmekte midir?”421
Hayatın kökenini konu alan bir ders kitabının422 da yazarlarından
biri olan biyofizikçi Dean Kenyon son yıllarda moleküler biyolojiden ve
hayatın kökeni çalışmalarından hayatın kimyasal detayları hakkında
çok şey öğrenildiğini ve köken konusunda katı bir natüralist açıklama
yapmanın artık çok güç olduğunu söylüyor. Çalışmaları Kenyon’ı, bi­
yolojik bilginin ancak tasarlanmış olabileceği sonucuna götürmüştür:
“Eğer bilim tecrübe üzerine kuruluysa o zaman bilim bize DNA’ya kod­
lanmış olan mesajın akıllı bir kaynaktan gelmesi gerektiğini söyler. 0
ne tür bir akıldır? Bilim tek başına bu soruya cevap veremez; bunu dine
ve metafiziğe bırakmalıdır. Fakat bu bilimi, nerede olurlarsa olsunlar
akıllı bir kaynağı gösteren delilleri kabul etmekten alıkoymamalıdır.”423
Bu yüzden E. 0. Wilson gibi bir insanın kaleminden böyle delille­
ri inkâr ettiğini okumak çok şaşırtıcıdır: “Bilimin kabul gören sınırları
içinde akıllı bir tasarımın varlığını ispatlayan herhangi bir araştırmacıyı
tarih yazacak ve ebedi bir üne nam zet olacaktır. Sonunda bilim ve dini
dogmaların birbiriyle uyum içinde olduğunu ispatlamış olacakür! Nobel
ödülü ve Templeton Ödülü’nün (bu ödül din-bilim arasındaki ahengi
göstermek için yapılan araştırmalara verilmektedir) bir arada verilmesi
bile onu layıkıyla takdir etmeye yetmeyecektir. Her bilim adamı böyle ef­
sanevi bir buluşa imza atmayı ister. Fakat henüz kimse böyle bir buluşun
BİLGİNİN KAYNAĞI 2 5 7

yanına bile yaklaşamamıştır çünkü maalesef tamamen bilimsel denebi­


lecek türden ne bir delil ne bir teori ne de bir kriter kanıtlanmıştır. Sadece
biyoloji ilerledikçe medet umulan bir hatanın yavaş yavaş küçülmesiyle
bıraktığı kalıntılar var.”424 Bu yazılanlar insanı hayrete düşürüyor, çünkü
sırf hayatın kökeni konusunda geçerli olan belli başlı görüşlere meydan
okuduğu için biyoloji konulu önceki bölümlerimizi önemsemese dahi,
bir insan fizik ve kozmolojiden gelen, geçerli bilimi sorgulamayı bırakın
onun bir parçası olan delilleri nasıl göz ardı edebilir? Şimdi Wilson’m
tavrını yaşayan en büyük kozmolog olarak kabul edilen Allan Sanda-
ge’mki ile karşılaştıralım: “Dünya, her bir sistemi ile ve bu sistemlerin
aralarındaki bağlantılar ile, sadece tesadüfe hamledilemeyecek kadar
komplekstir. Her bir organizmada hayatın, tüm o düzeniyle en güzel şe­
kilde var edildiğine ilena oldum. ”425
Ayrıca yaşayan en saygın filozoflardan biri olan ve hayat boyu ate­
ist olarak yaşamış Anthony Flew’u da, ömrünün ahirinde, DNA’daki
kompleksliğin ancak bir Yaratıcı ile açıklanabileceğine inanmaya sevk
edenin hayatın kökeni problemleri üzerine yapılan bilimsel araştırma
bulguları olduğunu hatırlatmak isteriz.426 Wilson bir delil olmadığını
söylerken Sandage ve Flew olduğunu iddia ederler. Görüşlerin ikisinin
de doğru olması mümkün değildir. Zaten şimdiye kadarla incelememiz
de, hangi tarafın haklı olduğunu ortaya koymaktadır.

Yine mi boşlukların tanrısı?

Yeri gelmişken bu bölümde ‘akıllı bir sebep’ çıkarımında bulunmanın


‘boşlukların tanrısı’ kategorisine girmediğini vurgulamak gerekir. Örne­
ğin SETİ programının destekçileri, eğer bilgi yüklü mesajlar alsalardı, bu
mesajları uzaylı bir zekânın gönderdiğini varsayacaklardı ve bu varsa­
yım, bir ‘boşlukların uzaylısı’ varsayımı olarak kabul edilmeyecekti. Eğer
matematiksel analiz ve bilginin teorik analizi benzer ise DNA’da saldı
olan bilgi yüklü mesajların da kaynağında bir alcıl olduğunu varsaymak
gerekmez mi ve o kaynağı ‘boşlukların tanrısı’ diye yaftalamayı mantık
kabul eder mi?
2 5 8 ARAMIZDA K alsin Tanri Var

SETI’yi destekleyen hipotezi (yani akıllı bir kaynaktan aktarılan bir sin­
yalin bilimsel açıdan değerli olduğunu) kabul edersek bilgimizde hala büyüle
bir boşluk olduğunu görebüiriz. Bu bilgi boşluğu, söz konusu zekânın kim­
liğini tanıma seviyesinde ortaya çıkar. Yoksa bu boşluk, öyle bir zekânın var
olduğunu bilimsel açıdan belirleme (tespit etme) ile ilgili değildir. DNA’daki
bilgi ve onun kökenindeki akıl hipotezinde de aynı şey geçerlidir.
Ayrıca daha önce de gördüğümüz gibi bir yazının, akıllı bir yazarın
elinden çıktığım anlamak zor değildir çünkü o yazıyı, kâğıt ve mürekke­
bin sadece fizik ve kimyasına indirgeyerek izah etmek mümkün olmaz.
Bir diğer ifadeyle kâğıt üzerindeki bir yazıyı tam olarak açıklamak is­
tersek; fizik ve kimyanın izah gücünde mutlaka bir boşluk olacaktır. Bu
boşluk, bilgisizlik boşluğu değil, prensipteki boşluktur; yani bilgimizin
yetersiz olmasından kaynaklanan bir boşluk değil bilgimizin sebep oldu­
ğu bir boşluktur. Kısacası bilimsel bir boşluktur. Bu prensipteki boşluğu,
neticede fizik ve kimya açısından izah edilebildikleri gösterilecek olan
‘kötü’ boşluklardan ayırt etmek için ‘iyi boşluk’ olarak adlandırabiliriz.
Filozof Del Ratzsch, kağıt üzerindeki bir yazıyı (veya bir Rembrandt
tablosunu) ters akış (yani bir failin yardımı olmaksızın doğanın üre-
temeyeceği bir fenomen) olarak tasvir eder. Çünkü prensipte bile fizik
ve kimya yazının sergilediği ters akışa bir izah getiremez; sonuçta saf
natüralist izahı reddedip bir yazar olduğunu kabul ederiz.
Şunu sürekli akılda tutmak gerekir, yazıyı açıklamak için akıllı bir fa­
ili kabul etmek ‘boşlukların yazarı’ tuzağına düştüğümüzü göstermez;
aksine akıllı bir faili kabul etmek, daha çok bir yazarı kabul etmemizi
gerektiren boşluğun ne türden bir boşluk olduğunu bildiğimizi gösterir.
Benzer şekilde bu, biyolojik bilginin ne olduğunu bilmektir, yani bir
yandan şans ve zorunluluğun biyolojide ortaya çıkan spesifize olmuş
kompleks bilgi çeşidini üretemeyeceğini düşünürken diğer yandan da
alallı kaynakların bilginin tek bilinen kaynağı olduğunu bilmektir/127
Bilmediklerimiz değil, aksine tüm bu bildiklerimiz, bilgi yüklü DNA’nın
varlığını en iyi izah edebilen şey olarak tasarıma işaret eder.
BİLGİNİN KAYNAĞI 2 5 9

Artık açıktır ki, bazı bilim adamlarının bilgi yüklü biyo-molekül­


lerden bir tasarım sonucu çıkarmamak için direnç göstermeleri, bilim­
sel duyarlılıklarından ziyade, tasarım çıkarımının Tasarımcı’nm olası
kimliğine dair bir takım ipuçları taşımasıyla alakalıdır. Bu yüzden bu
mesele sadece bilimsel değil dünya çapında bir meseledir. Bununla
birlikte bilim adamlarının insan ya da uzaylı yaratıkların fail oldukları
(bilimsel) çıkarımında bulunmaktan son derece mutlu oldukları görü­
lüyor; dolayısıyla problem bizim böyle tasarım çıkarımında bulunmaya
hakkımız olmamasından falan kaynaklanmıyor.
İşte bu noktada bazı insanlar son derece rahatsız olabiliyorlar. Bıra­
kın Tanrı’nm fiillerini, Tanrı’nm kendisini reddettikleri için ateistlerin
rahatsız olması anlaşılabilir. Fakat boşlukların tanrısı düşüncesine sa­
hip olmakla suçlanma kaygısı duyan bazı teologlar da, tabiatı bir nevi
‘fonksiyonel bir bütün’ olarak görüyorlar; yani dünya yaratılmıştır ama
“idaresinde Tanrı’nm her an müdahale etmesini gerektirecek türden
boşluklar yoktur” diyorlar.428 Dolayısıyla bu görüşe sahip olanlar et­
rafımızda gözlemlediğimiz onca kompleksliğin meydana gelmesi için
gereken bütün bilginin evrene ilk yaratılışta önceden yüklendiğini ve o
zamandan beri yenisinin eklenmediğini kabule yanaşıyorlar.
Buna karşın, John Polkinghorne şu konu üzerinde ısrarla durur:
‘Tanrı’nm fiilleri ile ilgili sezgilerimizle fiziki olaylara ilişkin bilgimizi bir-
biriyle irtibatlandırmaktan kaçman bu tarz bir ortayolculuğa teşne olma­
malıyız.” Polkinghorne şöyle düşünmektedir: “Eğer fiziki dünya gerçek­
ten açıksa ve onun içinde yukandan aşağı kasıtlı nedensellik işliyorsa,
tabiatın aşağıdan yukarı izahında da kasıtlı bir nedenselliğe yer açmak
için ‘boşluklar’ olacaktır... Bu anlamıyla bizler özünde ‘boşlukların in­
sanlarıyız’ ve yine bu anlamıyla ‘boşluklann tannsı’na uymayan bir şey
yoktur.” Polkinghorne’a göre Tanrı’nm etkisinin doğası da bilgiseldir.429
Bu son cümleler çok önemli bir konuyu gündeme taşıyor. Şunu
açıkça görebiliriz, eğer Tanrı (bir evren yaratmak gibi) şeyleri doğrudan
yaptıysa o halde kesinlikle enerji gerektiren fiil ya da etkileşimin de
260 A ramizda K ai .sin T anri V ar

failidir. Neticede enerji korunumu kanunu bize enerjinin korunduğunu


söyler. O enerjinin ilk kez nereden geldiğini söylemez (ki bu genellikle
göz ardı edilir). Şimdi (kötü) ‘boşlukların tanrısı’ düşüncesi tuzağına
düşmemek için dikkatli olalım; yine de Alvin Palntinga’nm da dikkat
çektiği gibi mantıken eğer Tanrı dünyadaki her şeyi dolaylı yoldan ya­
pıyor olsaydı bile neticede ilk fiilinde doğrudan faaliyet göstermeliydi
yani bir şeyi doğrudan da yaratmalıydı. Eğer geçmişte Tanrı’nm dün­
yayı yaratmak için doğrudan faaliyette bulunduğunu bir kereye mah­
sus kabul ediyorsak; O’nun gelecekte ya da geçmişte birden fazla fiil­
de bulunmasına neden bir engel olsun ki? Neticede evrenin kanunları
Tanrı’dan bağımsız değillerdir; o kanunlar O’nun evrende inşa ettiği
düzenli olaylann bizim tarafımızdan kodlanmış halleridir. Dolayısıyla
o kanunların, Tann’yı hiç sıra dışı (ya da özel) bir şey yapamasın diye
sınırladığını düşünmek açıkçası epey gülünçtür. Plantinga bu konuyu
şöyle özetler: “Mantıken Tanrı, hayat ya da insan hayatı ya da başka bir
şeyi özel olarak yarattı diye bir sonuca varamaz mıyız?” (Ben böyle bir
sonuca varmalıyız demiyorum: Sadece eğer deliller bu yönde güçlü bir
fikir veriyor ise, İd bence veriyor, varabilm eliyiz diyorum).430
Meselenin düğüm noktası şu: Delillerin bizi götürdüğü yere gitmeye
hazır mıyız? Hatta aynı deliller bizi saf natüralist yorumlardan uzaklaş-
tırsalar bile? Eğer bir Tanrı varsa o zaman iki sonuca ulaşırız. Birincisi,
eğer natüralist ön kabullere göre evreni anlama çalışmalarımız çoğun­
lukla başarılı olurlarsa şaşırmamalıyız;431 bunun sebebi çok basittir:
İster Tanrı’ya inanalım ister inanmayalım tabiat oradadır (biz onu ora­
ya koyduğumuz için değil). İkincisi anlaşılamayan epeyce ‘iyi’ boşluk
bulmamız kuvvetle muhtemeldir ve bu boşluklar gerçekten sadece
natüralist metodoloji kullanılırsa daha da anlaşılmaz hale gelmekte­
dirler. Fakat bizim sıralamamızdan da anlaşılacağı üzere bu boşluklar
büyük öneme sahiplerdir: Evrenin kökeni, onun akıl tarafından anlaşı­
labilmesi, hassas dengesi, hayatın kaynağı, bilincin kaynağı, aklın kay­
nağı ve gerçek kavramı, ahlakın ve maneviyatın kaynakları bunlardan
BİLGİNİN KAYNAĞI 2 6 1

sadece bir kısmıdır. Kitabımızda bunların da ancak bir kaçma mütevazı


bir giriş yapabildik.
Şimdi şunu kuvvetle vurgulamak gerekir: Bir Yaratıcı’yı gösteren
bazı ‘iyi’ boşluklar vardır ama, O’nun varlığını ispatlamak için bilimin
sunabileceği tek delil bunlar değildir. Bunlar ana delile ek delillerdir,
ana delil ise tüm yaratılmış âlemin bir bütün olarak gösterdiği delildir.
Neticede Hıristiyan teolojisi (tıpkı İslam gibi. Çev.) Tanrı’nm ilk olarak
evreni yaratmakla kalmadığını sürekli onu ayakta tutmakta (Kayyum)
ve bütün olayları idare etmekte (Müdebbir) olduğunu vazeder; yani Ev­
ren O’nsuz varlığını sürdüremez.
Materyalistler elbette yöntemleri gereği bir Yaratıcı faaliyetini göste­
ren ‘iyi’ boşluklar olabileceği ihtimalini baştan reddederler.432 Tanrı’ya
inanlar için ise durum farklıdır. En azından Tanrı’nın evrenin varlığının
sebebi olduğuna ve bu yüzden O’nun evrendeki her işin sorumlusu ol­
duğuna inanırlar. Bu durumda, netice itibariyle Tanrı’nın sorumlu ol­
duğu bir evrende ortaya çıktıkları için tabiat olaylarına dolaylı ya da
nihai olarak Tanrı’nm sebep olduğu inancı kabul edilir bir inanç mıdır
veya evrende meydana gelen bu iş ya da olaylar Tanrı’mn doğrudan
müdahalesini gerektirir mi soruları gündeme geliyor.
Daha evvel biyolojinin detaylarının hayatın arkasında bir L ogos’a
işaret ettiğinden bahsetmiştim. O delilin bir kısmı seleksiyon ve mu-
tasyon kapasitesinin sınırlarıyla (yani evrimin sınırı ile) ilgiliydi fa­
kat ana argüman hayatın kökeni ve onun dijital koduna odaklanmış­
tı. Bu bölümde son bir gözlem olarak, saygın Alman filozof Robert
Spaemann’ın433 biyolojiyle ilgili ateist düşüncenin aksaklıklarım ortaya
koymak için verdiği ilginç bir analojiye değineceğiz. Spaemann, müzi­
kolog Helga Thoene’nin çalışmasını örnek verir. Thoene, J. S. Bach’m
Violin Partita in D-minor’ünde dikkat çekici bir ikili kod keşfetmiştir. Al­
fabedeki harflere karşılık gelen434 sayılardan oluşan muntazam bir tas­
lak bu müziğe uyarlandığında şu sözün ortaya çıktığını bulmuştur: Ex
Deo nascimur, in Christo m orim ur,per Spiritum Sanctum reviviscimus,'ns
262 A ramizda K alsin T anri V ar

Elbette Sonata’dan zevk alabilmek için bu gizli yazıyı bilmek gerekmez


(asırlardır insanlar böyle bir mesajın içinde saklı olduğunu bilmeden
bu müziği dinlemişlerdi). Fakat s a d e c e müzikoloji İcriterleri ile değer­
lendirilen bu harika müziğin içine tamamen farklı bir mesajı kodlayan
Bach’ın dehası da yadsınamaz.
Spaemann’a göre Yeni Ateistler ve onların evrimsel biyolojiye karşı
tutumları ile ilgili problem de işte tam da budur: “Evrim sürecini, eğer
isterseniz, tamamen natüralist yollardan tarif edebilirsiniz. Fakat bir
insanda, güzel bir işte ya da güzel bir resimde var olan metni/mesajı an­
cak tamamen farklı bir kod kullanırsanız okuyabilirsiniz.” Spaemann,
Bach örneğinden harekeüe, bir müzikologun, müziğin kendisini tam
anlamıyla açıkladığını, o mesajın ise tamamen şans eseri ortaya çıktı­
ğını ve müziği saf müzik olarak hiçbir mesaj düşünmeden yorumlama­
nın yeterli olacağını söylediğini varsayar. Sizce bu inanılır bir şey olur
muydu? Elbette hayır. Bir an için bile o mesajın onu kodlayan herhangi
biri olmadan şans eseri oluşuverdiğini düşünmezdik. Bilimsel olan da
zaten budur. Eğer isterseniz kendinizi tamamen natüralist bir bilimle
sınırlayabilirsiniz. Ama o zaman ortaya çıkan mesajı açıklama şansını­
zın kalmadığını da kabul etmeniz gerekir. Bu durumdaki bir müzikolog,
müziğin nasıl bestelendiğini açıklayabilir ama metni (Bach’ın yerleştir­
diği mesajı) açıklayamaz ve görmezden gelir. İşte Yeni Ateistler aynen
bu durumdadırlar. Hayatı, iletişimi ve düşünceleriyle zengin bir kurgu­
ya sahip insanda gizlenen ‘metni’ görmezden geliyorlar.
Fakat bu noktada onlar, tabiatm seyrine ‘müdahale edebilen’, yani
tabiat kanunları ile sınırlanmamış bir Tanrı fikrine prensip olarak itiraz
etmek için sabırsızlanacaklardır. Bu itirazın en meşhur örneğini İskoç-
yalı Aydınlanma filozofu David Hume dile getirmişti. Hume, “mucizele­
rin bilimin prensiplerini bozduğunu” düşünürdü.436 Richard Dawkins
ve benzeri bilim adamları, nesiller boyu Hume’a kulak verdiler; bu ne­
denle son olarak Hume’un görüşünü de dikkatlice analiz etmeliyiz.
Tabîati B ozmak?
Davİd H um e ’ un MİRASI

Mucize tabiat kanunlarının ihlalidir; sağlam ve değiştirilemez


bir deneyim bu kanunları oluşturduğu için, mucize aleyhine bir
delil, olgunun doğası gereği, deneyimle elde edilen herhangi bir
argüman kadar geçerlidir.
David Hume

Hume’un ardından gelen nesiller, çok zayıf olan nedensellik ve


tabiat kanunlarını incelemeye yönelerek yanlış yoldan gittiler
çünkü ne tabiat kanunlarını ne de sebep-sonuç ilişkisini kabul
etmek için geçerli bir temelleri yoktu... Hume’un sebep sonuç iliş­
kisi hakkmdaki şüpheci tutumu ve dış dünyaya agnostik yaklaşı­
mı, o çalışmalarını bıraktıktan sonra gözardı edildi.
Anthony Flew

David Hume’un filmlerine giriş

ğer evreni yaratan bir Tanrt varsa, o zaman O’nun özel şey­
iz;: 1er yapabileceğine inanmak elbette zor değil. Gerçekten
. özel durumlarda öyle yapıp yapmadığı ise apayrı bir konu­
dur. Francis Collins düşüncesini tam olarak şöyle ifade eder: “Potansi­
yel olarak mucizevi olayları yorumlamada sağlıklı bir şüpheciliğe sahip
olmak büyük önem taşır yoksa dini perspektifin bütünlüğü ve akla uy­
gunluğundan kuşku duyulabilir. Mucizelerin olabilme ihtimalini katı
264 A ramizda K alsin T anri V ar

materyalizmden daha da hızlı şekilde ortadan kaldıran bir şey var za­
ten, o da, doğal izahları hemen yapılabilen günlük olayların da aslında
mucizevî özellikte olduklarını bilmek.”437
İlk başta mucizeler ve tabiatüstü olaylar arasında ciddi bir fark oldu­
ğunu açıklığa kavuşturmak gerekli. Mucizeler (yani gerçek mucizeler)
tabiatüstü olaylardır fakat bütün tabiatüstü olaylar tam anlamıyla mu­
cize değillerdir. Örneğin, bizatihi evrenin ve onun kanunlarının köke­
ni (oluşumu) tabiatüstü olaylar olsalar da mucizeler sınıfına girmezler
çünkü mucizeler eşyanın bildik normal seyrine uygun olmayan istisnai
olaylardır, dolayısıyla onlardan önce 'eşyanın takip ettiği normal bir
seyrin var olması’ gerekir. Evrenin yaratılışı ve onunla beraber ortaya
çıkan kanunların kendileri ise, ‘eşyanın normal seyrini’ oluşturdukları
için, nadiren bu tarz istisnalar arasına dâhil edilirler.
Burada Richard Dawlcins’in evrenin başlangıcına neyin sebep oldu­
ğunu bilmediğini itiraf ettiğine, fakat kalben, günün birinde evrenin
tamamen natüralist bir izahının mümkün olacağına inandığına (evet
inançtan bahsediyor) dikkat edelim. Oxford’da onunla girdiğimiz tar­
tışmada söylediği gibi evreni izah etmek için büyüye sığınmak zorunda
değil. Fakat tartışmanın ardından yapılan basın toplantısında Melanie
Phillips’den gelen soruya evrenin yoktan bir anda ortaya çıkıverdiği-
ne inandığını söyleyerek cevap vermişti. Phillips de bu izaha “büyü”
demişti. Toplantının ardından da Dawkins’in kendisine, evreni LGM
(little green men küçük yeşil adam lar) ile açıklamanın bir Yaratıcı’yı ka­
bul etmekten daha mantıkh olduğunu söylediğini ifade etmişti. Yani
Dawkins’e göre açıklama ne olursa olsun, yeter ki Tanrı olmasın.
Bilimin, mucizelerin imkânsız olduğunu gösterdiğine dair hâkim
kanaatin oluşmasında en etkili sözlerin genellikle Aydınlanma filozo­
fu İskoç David Hume’a ait olduğu düşünülür (1711-76). Hume septik bir
natüralist filozoftu, meşhur makalesi An Enquiry Concerning Human
Understanding’d e (İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma) şöyle yazar: “Mu­
cize tabiat kanunlarının ihlalidir; sağlam ve değiştirilemez bir deneyim
Davİd Humk’ un MİRASI 2 6 5

bu kanunları oluşturduğu için, mucize aleyhine bir delil, olgunun do­


ğası gereği, deneyimle elde edilen herhangi bir argüman kadar geçer-
lidir__Sıhhatli görünen bir adamın aniden ölmesi bir mucize değildir:
Çünkü böyle bir ölüm diğer ölümlerden bir hayli olağandışı görünse de
sıklıkla olduğu gözlenir. Ama ölü bir adamın hayata dönmesi bir muci­
zedir çünkü buna hiçbir çağ ve yerde asla rastlanmaz. Bu nedenle her
bir mucizeye karşı değişmez bir deneyim olması gerekir, aksi takdirde
söz konusu olay mucize demeye layık olamaz.”438
Bu ifadeler o kadar tesirli olmuştur ki, sırf bu nedenle dahi ince­
lemeye değer. Hume’un burada birbiriyle örtüşen iki argüman ortaya
attığını görüyoruz:

1- Tabiatın değişm ezliği (telcbiçimli oluşu) argüm anı

a) Mucizeler tabiat kanunlarını ihlaldir.


b) Tabiat kanunları ‘sağlam temelli ve değişmez’ deneyimler üzeri­
ne bina edilirler.
c) Bu nedenle mucizelerin aleyhine olan bir argüman deneyimden
elde edilen bir argüman kadar iyidir.

2- D eneyim lerin d eğ işm ezliği (tekbiçim li oluşu) argüm anı

a) Olağandışı, fakat sıkça görülen olaylar mucize değillerdir -m e ­


sela sağlıklı bir insanın aniden ölmesi.
b) Öldükten sonra dirilme bir mucizedir çünkü hiçbir yer ve zaman­
da gözlenmez.
c) Her bir mucizede, o olayın zıddı olan tekbiçimli (değişmez) de­
neyimler vardır; aksi halde ona mucize denmez.
Burada Hume mucizeye örnek olarak, öldükten sonra dirilmeyi seç­
miştir ve bu spesifik örneğin hayatın kökeni gibi konuların tartışıldığı
bir kitapta kullanılmasının uygun düşmediği düşünülebilir. Fakat yine
de bu örnek dikkatleri asıl meseleye çekmektedir. Bütün bilim adamları,
ateist olsunlar ya da olmasınlar, hayatın bir şekilde bir yerden geldiğine
266 A ramizda ICalsin T anri V ar

inanırlar. Pek çoğunun (sadece ateistlerin değil) reddettiği şey bu kay­


nağın doğaüstü bir boyutta yer almasıdır. Ateistler, günün birinde salt
natüralist yorumlarla tatmin edici bir izah yapılacağı inancım korurlar.
Bedenin dirilmesi439 hadisesine gelince ise ateistlerin hepsi bu işe
tabiatüstü bir gücün müdahil olması gerektiğini kabul ederler. Ama
tabiatüstü bir varlığı baştan reddettikleri için diriliş imkânını da red­
dederler. Dolayısıyla onların meselesi eninde sonunda mesela İsa’nm
dirilişi için tabii bir izah bulabileceklerine inanmaları değil; gerçekten
böyle bir dirilişin meydana geldiğine ya da gelmiş olabileceğine zaten
inanmamalarıdır. Bu nedenle Hume’dan aldığımız ilhamla, hayatın kö­
keni yerine yeniden dirilişe bakarak; durmadan natüralist bir izahın bir
gün bulunabileceği itirazıyla peşimiz sıra gelen bu ‘boşlukların tanrısı’
argümanından kurtulabiliriz.
Bu nedenle, bizim tartışmamızda öldükten sonra dirilmeyi bilim­
sel açıdan düşünmek yadırganacak ya da alakasız bir konu değildir.
Bu konu mucizelerin prensipte olabileceğini sorgulamada ana öneme
sahiptir. Hayatın ya da bilincin kökeninden farklı olarak bedenin öl­
dükten sonra dirilmesi herkes tarafından tabiatüstü olaylar cinsinden
kabul edilir.
Bununla birlikte bu meseleyi detaylı bir şekilde ele almak gibi bir
niyetimizin olmadığını da vurgulamak isteriz, aksi halde bu, kitabın iki
katı bir hacme ulaşmasına sebep olacaktır. Bu konunun şu an sadece,
Hume’un argümanlarını sorgularken işimize yarayan kısmına bakmak­
la yetineceğiz.

Tabiatın tekbiçimli olduğu argümanı -ve Hume’un


kendisiyle çelişen pozisyonu

| Hume mucizeleri inkâr eder çünkü mucize tabiatın sabit kanunla­


rına ters düşer. Fakat başka bir yerde tabiatın değişmezliğini de inkâr
eder! Çünkü binlerce yıldır Güneş’in sabahları doğması, onun yarın
da aynı şekilde doğacağından emin olabileceğimiz anlamına gelmez.
"■■'V' -;-ı H l.^ ^ 4Ç DAVİD HUME’UN MİRASI 2 6 7

Eski deneyimlere dayanarak geleceği tahmin edemezsiniz der Hume.440


Şayet bu doğruysa tam olarak ne ifade ettiğine bir bakalım. Hume’un
bütün dünya tarihi boyunca şimdiye kadar hiçbir ölünün mezarından
kalkmadığı konusunda doğru söylediğini varsayalım; o zaman yine
Hume’un argümanına dayanarak ölü bir adamın yarın dirilmeyeceğin­
den emin olamayız. Eğer böyleyse, kimse mucizelerin olmadığını iddia
edemez. Peki şimdi Hume’un tabiat kanunları ve tabiatın tekbiçimli ol­
duğu konusunda ısrarcı tavrına ne oldu? Böylece kendi mantığı dahi,
mucizelerin mümkün olmadığı iddiasının temellerini çürütmüş oluyor.
Aynı argüman gelecek için olduğu gibi aynı şekilde zamanda geriye
doğru gittikçe de geçerli olmalıdır. Örneğin geçen bin yıl boyunca bir
ölünün dirildiğinin görülmediği gerçeği, ondan önce de böyle bir şeyin
olmadığını garanti etmez. Bunu aydınlatabilmek için şu örneği vere­
biliriz: Geçen 300 yıl boyunca yapılan gözlemler istikrarlı bir şekilde
İngiltere Krallarının boynunun vurulmadığını göstermiştir. Eğer bunu
biliyorsanız Kral I. Charles’ın boynunun vurulduğu iddiasıyla karşıla­
şırsanız buna inanmak istemeyebilirsiniz çünkü bu tek olay değişme­
yen geçmişe ters düşmektedir. Ama yanılırsınız! Çünkü o gerçekten
idam edilmişti. Değişmezlik ayrı, mutlak değişmezlik ayrı şeylerdir.
Sürekli tekrarlardan bir sonuç çıkarmak, Hume’un dediği gibi eğer
mümkün değilse, tabiatın değişmezliğini bir kenara bırakın, ‘tabiat
kanunu’ diye bir şeyden bile bahsetmek zaten mümkün olmayacaktır.
Ve eğer tabiatın değişmezliğinden bahsedemeyeceksek, mucizeleri çü­
rütmek için tabiatın değişmez olduğunu bir delil olarak kullanmak da
elbette kendi içinde tutarsız olacaktır. V<
Bu temel tutarsızlığa rağmen Hume, günümüzde Yeni Ateistlerin:
‘Ya mucizelere inanacağız ya da tabiat kanunlarının bilimsel açıklama­
sına’ derken ilham aldıkları en temel isimdir. Onlara göre ikisine birden
inanmak mümkün değildir.
Mesela Richard Dawkins şöyle bir iddiada bulunmuştu: “19. yy eği­
timli bir insanın bakire Meryem’in doğumu gibi mucizelere inandığını
268 ARAMIZDA K alsin T anri V ar

utanmadan itiraf edebildiği son çağdı. Basla altında kaldıkları vakit


pek çok eğitimli Hıristiyan bakire Meryem’in doğumunu ve öldükten
sonra dirilişi inkâr edemeyecek kadar (inançlarına) sadıklardı. Fakat
bu onlara utanç veriyordu çünkü mantıklı düşündüklerinde bunun
saçma olduğunu biliyorlardı ve bu nedenle o sorunun sorulmamasını
tercih ediyorlardı.”441 Bunlara inanmak beni kesinlikle utandırmıyor.
Bu gerçekten Dawkins’in düşündüğü kadar basit olamaz çünkü me­
sela Sir John Polkinghorne, James Watson’dan sonra İnsan Genomu
Projesi’nin direktörlüğünü devralan Francis Collins, Nobel Ödüllü Fi­
zikçi William Phillips gibi oldukça zeki, aydın ve saygın bilim adamlan
Hume’un argümanını çok iyi bildikleri halde açıkça hiç utanmadan ve
saçmaladı İdarini düşünmeden, tabiatüstü olaylara olan imanlarım be­
yan ediyorlar. ^
Bu da açıkça gösteriyor ki prensipte mucizelerin (gerçekliğini veya)
mümkün olduğunu reddetmek bilim adamı kimliğinin olmazsa olmaz
bir parçası değildir. Bu bilim adamlarının Hume’dan neden çekinme­
diklerini görmek için Hume’un mucizelerin “tabiat kanunlarının ihlali”
olduğu görüşüne daha derinlemesine bakalım.

Mucizeler ve tabiat kanunları

Bilimsel kanunlar sadece olayların nasıl olduğunun tarifi değiller­


dir. Belli başlı bir doğa olayını oluşturan temel süreçleri (oluşumları)
algılayışımızdan ortaya çıkarlar. Yani, kanunlar bize bir sistemin onu
oluşturan parçaları arasındaki sebep-sonuç ilişkileri açısından dâhili
mantığını kavrama yetisi kazandırır.
Hume’un pozisyonunda kendisiyle çelişen şaşırtıcı bir unsurla kar­
şılaştığımız yer işte burası. Çünkü Hume bu kanunları formüle eder­
ken o sebep-sonuç ilişkisinin kendisini reddeder! Şöyle söyler: “Bütün
olaylar tamamen birbirinden bağımsız ve ayrıdır. Bir olay diğer bir ola­
yı takip eder; fakat onlar arasında hiçbir bağ göremeyiz. Birbiri ardına
sıralı görünürler ama asla ilintili görülmezler.”442 Ardından Hume bir
D avid H u m e ’ un M İ r a si 2 6 9

bilardo topunun duran diğer topa çarptığını gören bir kişiyi örnek verir.
Hume’a göre bu kişi ikinci topun hareket etmeye başladığını görür ama
böyle bir şeyi ilk kez gördüğünde: “O olayın diğeriyle bağlı olduğunu
söyleyemez, ancak diğeriyle arka arkaya geldiğini görür. Bu türden bir­
kaç olay daha izledikten sonra ancak onların birbiriyle ilintili olduğunu
söyleyebilir. Peki, nasıl bir değişiklik oldu da bu yeni bağlantı fikrinin
oluşmasına sebep oldu? Aslında o kişinin, bu olayların bağlı olduğunu
zihninde kurgulamasından başka bir sebep yoktur ortada ve böylece
biri diğerinin oluşmasına bağlı olarak meydana geldi demek ona çok
daha kolay gelir. Bu yüzden bir nesnenin diğer bir nesneye bağlı olduğu­
nu söylerken aslında s a d e c e aklım ızdan bir bağlantı kurduğumuzu söy ­
lem ek istiyoruz...”
Son cümleyi italik harflerle yazdım çünkü Hume’un açıkça zorunlu
bir ilişkiyi reddettiğini vurgulamak istedim. Bu yüzden Hume modern
bilimin temellerini büyük ölçüde sarsmış oluyor çünkü bilimsel kanun­
lar tam da Hume’un inkâr ettiği şeye dayanmaktadırlar (yani bir siste­
min işleyişinin sebep-sonuca dayalı tariflerine). Örneğin Hume yaşa­
saydı, akciğer kanserinin sigara içmekle ilişkilendirildiği pek çok vaka
olduğunu kabul edecektir fakat bunların arasında nedensel bir ilişki
olduğunu reddedecektir. Eğer bu doğruysa, sigara içmek ve akciğer
kanseri arasında bilimsel alanda kurulu ilişki sarsılacakta. Kabarcık
odasında fizikçilerin gözlemlediği yörüngelerden temel parçacıkların
var olduğu sonucunu çıkarmamıza izin verilmezse atom fiziğinden ge­
riye ne kalacağını düşünün bir de.
Saygın matematikçi ve filozof Sir Alfred North Whitehead hepi­
mizin doğrudan sebep sonuç ilişkisinin farkında olduğumuz pek çok
günlük tecrübe yaşadığımıza dikkat çekerek Hume’un illiyet teorisine
meşhur bir eleştiri getirir: Örneğin karanlık bir odada duran bir insa­
nın ışığı yaktığımız anda refleks olarak gözünü kırpması. O insan ışı­
ğın yanmasının göz kırpmasına sebep olduğunun farkındadır. Araştır­
malar gösteriyor ki ampulden gelen foton akışı göze çarpıyor ve optik
270 ARAMIZDA K alsin Tanri Var

sinirleri harekete geçiriyor ve beynin belli kısımlarını uyarıyor. Bilim


böyle kompleks bir sebep sonuç zinciri olduğunu açıkça gösteriyor.443
Sonuç olarak Hume’un mucizeler hakkmdaki görüşünün ciddi bir
kusurla malul oluşunun iki ana sebebi vardır:
1. Kendisi, tabiatın değişmezliğinin tespit edilemeyeceğini iddia
ettiği için, onu mucizeleri çürütmek için kullanamaz.
2. Zorunlu nedenselliği inkâr ettiği için; tabiatın, mucizeleri
. ' imkânsız hale getiren zorunlu nedensellik ilişkisini bünyesinde
bulunduran kanunlarla tarif edilmesini kabul edemez.
Hume konusunda dünya çapında bir uzman ve eski bir ateist olan
Anthony Flew, meşhur kitabının Hume’la ilgili “yeni yeni farkına var­
dığı gerçekler ışığında” baştan yazılması gerektiğini itiraf ederek onun
hakkmdaki görüşlerini radikal bir şekilde değiştirmişti. Flew’a göre:
“Hume’un ardından gelen nesiller, çok zayıf olan nedensellik ve tabiat
kanunlarını incelemeye yönelerek yanlış yoldan gittiler çünkü ne ta­
biat kanunlarını ne de sebep-sonuç ilişkisini kabul etmek için geçerli
bir temelleri yoktu... Hume’un sebep sonuç ilişkisi hakkmdaki şüpheci
tutumu ve dış dünyaya agnostik yaklaşımı, o çalışmalarını bıraktıktan
sonra gözardı edildi.”444 Hiç kuşkusuz öyle, ama ne ilginçtir ki Chris­
topher Hitchens gibi yazarlar hala, Hume’un “bu konuda son sözü”
söylediğini düşünürler.445 Hitchens ne de olsa bilim adamı değil ve bil­
memesi mazur görülebilir; ama Dawkins’in böyle bir mazereti olamaz.
Dürüst olmak gerekirse mucizeleri tabiat kanunlarının ihlali olarak
görenlerin hepsi Hume gibi bir iddiada bulunmayacaklardır. Bu yüzden
meseleyi çağdaş bilimin perspektifinden de değerlendirmek gerekir.
Son zamanlarda bilim adamları, sebep sonuç ilişkileri üzerine kurulu
oldukları için bilimsel kanunların geçmişte olan şeyleri açıklamaya
yetmediğini düşünüyorlar. Eğer kuantum seviyesinde çalışmıyorsak,
bu tür kanunlar gelecekte ne olacağını öyle kesin tahmin edebilirler ki
örneğin haberleşme uydularının yörüngeleri tam olarak hesaplanabi­
lir, Ay ve Mars’a inmek bu şekilde mümkün olabildi.
D avİd H u m e ’ un M îr a s i 271
Bu yüzden bazı bilim adamlarının, bir Tanrı’nm bu tabiat kanun­
larına aniden müdahale edebilir, onları değiştirebilir, askıya alabilir,
geriye çevirebilir ya da diğer bir deyişle ‘bozabilir’ olması fikrinden
hoşlanmamalarını anlamak mümkündür. Çünkü onlara göre bu, ka­
nunların değişmezliği ilkesiyle çelişmek, dolayısıyla evrenin bilimsel
anlayışının temellerinin altüst olması demektir. Bunun doğal sonucu
olarak da o bilim adamları iki argüman ortaya atar:
Argüman 1: Genel olarak mucizelere inanmak ve özellikle Kutsal
Kitap’taki mucizelere inanmak, ilkel ve bilim öncesi kültürde ortaya
çıkmıştır ki bu kültürde insanlar tabiat kanunlarından bihaberlerdi ve
mucize hikâyelerine inanmaya meyillilerdi.
Hume da bu görüşü mucizelerle ilgili anlatımlar, “cahil ve barbar
kavimler arasında çok fazla görülür”446 diyerek destekler. Fakat ilk
bakışta bu izah makul gibi görünse de mesela Kitab-ı Mukaddes’teki
mucizelere uygulandığında saçma hale gelir. Biraz düşünürsek şunu
görürüz: Bir olayı mucize olarak kabul etmemiz için bir düzenlilik algı­
sı olması gerekir ki o olay bu algıya göre olağandışı sayılsın. Eğer neyin
normal olduğunu bilmiyorsanız bir şeyi anormal olarak algılayamazsı­
nız.
Bu çok uzun zaman önce anlaşılmıştır. Kendi zamanının tıp eğitimi­
ni almış olan, antik tarihçi doktor Luka’nın İsa’nın biyografisine tam da
bu mesele ile başlaması çok enteresandır.447 Zelceriya ve eşi Elizabet’in
yıllarca bir erkek evlat için dua ettiklerini anlatır çünkü Elizabet kısır­
dır. Zelceriya yaşlandığında ona bir melek gelir ve dualarının kabul edil­
diğini eşinin hamile kalıp bir bebek doğuracağını söyler fakat Zelceriya
nazikçe buna inanamadığını belirtir. Buna sebep olarak da artık çok
yaşlandığını ve eşinin bir çocuk doğurmak için çok zayıf düştüğünü
ifade eder. Onun için ve hanımı için artık o zamanda çocuk sahibi ol­
mak onun tabiat kanunu olarak bildiği şeye tamamen ters düşmektedir.
Burada Zekeriya ile ilgili ilginç olan şudur: O bir ateist değildi; tam ter­
sine, Tanrı’ya, meleklere ve duanın kuvvetine tüm kalbiyle inanan bir
272 A ramizda K alsin T anri V ar

peygamberdi. Fakat duasının gerçekleşmesi için tabiat kanunlarına zıt


bir şeyin meydana gelmesi gerektiğinde, kafasında o konuyla alakalı
oluşan şüpheyi izhar etmekten de kaçınmıyordu.
Burada Luka aslında, ilk Hıristiyanların, tabiat kanunlarından bi­
haber oldukları için herhangi bir mucize hikâyesine inanmaya hazır saf
bir topluluk olmadığını ifade ediyor. Bu tür bir mucizeye inanmak onlar
için de çok zordur, tıpkı diğer insanlar için olduğu gibi. Eğer sonuçta
bir mucizenin olduğuna inandıysalar bunun sebebi onlara gösterilen
mucizenin ayan beyan ortada oluşudur. Onlar bu yüzünden inanmak
zorunda kalmışlardır yoksa tabiat kanunlarını bilmediklerinden inan­
mış değillerdir.
Benzer şekilde, öldükten sonra dirilme konusunda da antik dünya­
nın şüpheciliği, günümüz şüpheciliğinden pek de farklı değildi. Tarih­
çi Tom Wright şöyle der: “Antik paganlıkta her türlü teori vardı ama
ne zaman söz dirilmeye gelse verdikleri cevap çok katıydı. ‘Öyle bir şey
olamayacağını biliyoruz’ derlerdi. (Bu cevabı günümüzün şartlarında
vurgulamak önemli. Modern bilim ortaya çıkmadan önce insanların di­
rilmek gibi her türlü tuhaf şeye inandıkları fakat iki yüz yıllık bilimsel
araştırmalar sayesinde artık ölenlerin asla hayata dönmeyeceklerini
bildiğimiz söylenir ya da ima edilir. Bu çok saçmadır. Bugün olduğu
gibi antik dünyada da delil ve sonuç çok yaygındı ve yaygın olarak kul­
lanılmaktaydı.) ”448
O halde Hıristiyanlığın bilimden önce saf ve cahil bir dünyada doğ­
duğunu düşünmek gerçeklere ters düşecektedir. Antik dünyada yaşa­
yan insanlar da ölü bedenlerin mezarlardan kalkmayacağına dair ta­
biat kanununu en az bizim kadar iyi bilirlerdi. Mucizeler, o toplumlar
cahil oldukları veya yeterince şüpheci olmadıkları için değil, reddedile­
meyecek denli açık oldukları için ikna edici olmuşlardır.
Argüman 2: Şimdi artık tabiat kanunlarını biliyoruz ve bu yüzden
mucizelere inanmak imkânsız.
Mucizelerin tabiat kanunlarının ‘ihlali’ olduğu argümanında başka
David H ume ’ un M îra si 2 7 3

bir yanılgı daha vardır; bunu C. S. Lewis şu analoji ile açıklamıştır449:


“Eğer bu hafta masamdaki çekmeceye 1.000 pound koysam, ertesi haf­
ta ona 2.000, ondan sonraki hafta da 1.000 pound daha eklersem arit­
metik kanunlarına göre bir dahaki sefer çekmecemi açtığımda 4.000
pound bulacağımı tahmin ederim. Ama ben bir dahaki sefer çekmeceyi
açtığımda sadece 1.000 pound buldum diyelim, bundan ne anlarım?
Aritmetik kanunlarının ihlal edildiğini mi? Elbette hayır. Bir hırsızın
eyalet kanunlarını çiğnediğini ve 3.000 poundu çekmecemden çaldığı­
nı düşünürüm. Dahası, aritmetik kanunlarının, böyle bir hırsızın varlı­
ğına ya da onun parayı çaldığına inanmamızı imkânsız kıldığını iddia
etmek saçma gelir. Tam tersine, o hırsızın ve fiilinin varlığını ortaya ko­
yan zaten, o kanunların normaldeki işleyişidir.”
Bu örnek bizim ‘kanun’ kelimesinin bilimsel anlamda kullanımıy­
la hukuki anlamda kullanımının aynı olmadığını görmemizi de sağlar
çünkü (hukuki anlamda) genelde kanunun insan fiillerini kısıtladığını
düşünürüz.450 Ama aritmetik kanunlarının bizim hikâyemizdeki hırsızı
kısıtlaması ya da ona baskı yapması hiç de mantıklı değildir. Newton’un
yerçekimi kanunu bana düşen bir elmanın dünyanın merkezine doğru
hareket edeceğini söyler. Ama aynı kanun, başka birinin müdahalesini
ve elmayı düşerken yakalamasını engelleyemez. Diğer bir deyişle ka­
nun, ne olacağını, ancak yürütülen deneyin şartları değişmediği müd­
detçe tahmin edebilir.
Bu nedenle, teistik bir perspektiften bakıldığında tabiat kanunlan
eğer Tanrı müdahale etmezse ne olması gerektiğini tahmin eder; fakat
Tanrı eğer kendi yarattığına müdahale ederse durum tamamen deği­
şir. Tabiat kanunlarının, Tann’nm varlığına ve O’nun evrene müdahale
etme olasılığına inanmayı imkânsız hale getirdiğini ileri sürmek gayet
mantıksızdır. Mesela içten yanmalı motorların çalışma kanunlannı an­
lamak, o arabayı tasarlayan tasarımcının ya da teknisyeninin onun si­
lindir başlığına müdahale edemeyeceğine veya onu kaldıramayacağına
inanmayı gerektirmez. Elbette müdahale edebilirler.
274 A ramizda ICalsin T anri V ar

Bu nedenle, Hume’a katılarak mucizelerin tabiat kanunlarını boz­


duğunu söylemek hatalı ve yanıltıcıdır. Bir kez daha C. S. Lewis bize
çok yardımcı olacak bir açıklama yapıyor: “Eğer Tanrı bir maddeyi ya­
ratır ya da onun bütünlüğünü bozar ya da yönünü değiştirirse o anda
yeni bir koşul yaratmıştır. Bütün tabiat bu yeni koşula ayak uydurur
ve kendi ortamında onu kabul eder ve diğer bütün olaylar da ona göre
ayarlanırlar. Tabiat kendini bütün kanunlara uydurabilir. Eğer Tanrı bir
baldrenin karnında mucizevî bir sperm hücresi yaratırsa bu tabiat ka­
nunlarının bozulduğu anlamına gelmez. Kanunlar gene hemen devreye
girerler. Tabiat buna hazırdır. Hamilelik normal kanunlara göre devam
eder ve 9 ay sonra bir çocuk doğar.”451
Şunu çok iyi anlamakta fayda var: Dindarlar Hume’un ima ettiği
gibi tabiat kanunlarını reddetmezler, tam aksine; tabiat kanunlarım
Yaratıcı’sı tarafından evrende inşa edilen düzenlemelerin (rutin işle­
rin) ve sebep-sonuç ilişkilerinin bir tarifi olarak kabul edip, evrenin o
kanunlara göre normal seyrinde çalıştığına inanmak, imanlarının çok
önemli bir parçasını oluşturur. Zaten mantık olarak eğer evrendeki dü­
zeni bilmiyorsak bir mucize gördüğümüzde onun mucize olduğunu as­
la anlayamayız.

Hume’un deneyimlerin tekbiçimliği argümanı

Herhangi bir kitapta mucizeler normal olaylara aykırı gelişen olay­


lar olarak tanımlanırlar. Eğer mucizeler normal olaylar olsalardı onlara
mucize denmezdi! 0 halde Hume “değişmeyen (tekbiçimli) deneyim” ile
neyi kastediyor? ‘Deneyimler, şu şu şeylerin normalde meydana geldiğini
fakat her ne kadar gözlemlenemeseler de istisnai durumlar olabileceği­
ni gösterir; yani ancak şimdiye kadarla deneyimlerimiz değişmemiştir’
demek ayrıdır. ‘Bu bizim normalde deneyimlediğimiz şeydir, istisnaları
olamaz, her zaman aynı şeyi yaşamamız gerekir’ demek apayrı bir şeydir.
Hume’un ikinci tariften yana olduğu görülüyor. Ona göre mucize
daha önce gözlemlenmemiş bir şeydir, eğer daha önce görülmüş bir şey
D avid H ume ’ un M İ rasi 2 7 5

olsaydı ona mucize diyemezdiniz. Fakat bu gayet keyfi bir ifadedir. Ne­
den şu anda tartışabileceğimiz tek bir mucize olduğu gibi geçmişte ard
arda yaşanmış başka mucizeler de olmasın. Hume’un burada yaptığı
şey ispatlamak istediği şeyi yani geçmişte hiç mucize olmadığını var­
saymaktır; dolayısıyla günümüzde mucize denen bir olayının aleyhine
değişmeyen bir deneyim var olacaktır. Fakat burada Hume’un argüma­
nı ciddi bir sorunla karşılaşıyor. Hume nereden biliyor? Mucizelerin
olmadığını mutlak anlamda bilebilmesi için evrende tüm zamanlarda
ve mekânlarda meydana gelen her bir olayı tek tek görmesi gerekir ki
bu açıkça imkansız bir şeydir. Hume, insanların evrende meydana ge­
len olayların tamamının ancak çok küçücük bir kısmına şahit olabil­
diklerini unutmuş görünüyor. Ayrıca yine insan gözlemlerinin ancak
çok az bir bölümünün kaydedilmiş olduğunu da unutmuş. Bu yüzden
Hume mucizelerin asla gerçekleşmediğini bilemez. Sadece ispatlamak
istediği (yani tabiat tekbiçimli oluşunu ve hiç mucize olmadığını) var­
saymaktadır! Hume bunu baştan doğru kabul etmektedir.
Hume’un döngüsel argümanına karşı getirilebilecek alternatif, mu­
cizelerin meydana gelmiş olma olasılıklarını göz önüne almaktır. Bu ise
felsefi değil tarihsel bir mesele olup şahit ve delile dayanacaktır. Oysald
Hume mucize ya da mucizelerin meydana geldiğine dair geçerli bir ta­
rihsel delil olup olmadığı sorusunu düşünmeye niyetli değildir. Sadece
mucizeler aleyhine olan deneyimlerin “sağlam ve sabit” olduğunu id­
dia ederek söz konusu soruyu baştan inkâr eder. Fakat, tekrar belirte­
lim, tüm mucize anlatılarının yalan olduğunu ispatlamadığı müddetçe
Hume’un iddiası geçerli olmayacaktır. Oysa Hume bunu yapmaya te­
şebbüs dahi etmemiştir. Yeni Ateistler ise bugün hala onu koyun gibi
takip ediyorlar.

Hume’un delil kriterleri ve şahitlerin güvenilirliği

Hume “akıllı bir adam delile göre inanır”452 demiştir. Yani inancının
kuvveti o inancı destekleyen delilin kuvvetine bağlıdır. Bu da demektir
276 A ramizda K alsin T am u V ar

İd akıllı bir adam bir mucize anlatıldığını duyarsa, bir yandan o mucize
lehine diğer yandan da aleyhine olan bütün delilleri tartar ve sonra karar
verir. Hume ayrıca bu işleme yardımcı olacak bir başka kriter daha söyler:
“Hiçbir şahitlik bir mucizenin ispatı için yeterli değüdir, ancak o öyle
bir şahitlik olacak ki onun yalancı şahitlik olması göstermek istediği ger­
çekten daha olağanüstü bir şey olsun. İşte o zaman o şahitlik yeterlidir.
Eğer biri bana ölü bir adamın hayata döndüğünü söylerse hemen kendi
kendime bu insanın kandıran ya da kandırılan olma ihtimali mi yoksa
bahsettiği olayın meydana gelme ihtimali mi daha kuvvetli diye düşünü­
rüm. Bir mucizeyi diğeriyle kıyaslarım ve gördüğüm üstünlüğe göre kara­
rımı veririm ve her zaman daha büyük olan mucizeyi reddederim. Şayet o
kişinin yalancı şahitlik yapması anlattığı olaydan daha olağanüstü bir şey
olsaydı ancak o zaman benim inancımı ya da filerimi etkileyebilirdi.”453
Hume’un burada ne dediğine bir bakalım. Birinin size bir mucize ol­
duğunu söylediğini farz edin. Bunun doğru ya da yalan olduğuna karar
vereceksiniz. Eğer şahit pek de güvenilir değilse onun anlattığına baştan
ihtimal vermezsiniz. Fakat şahidin ahlaki açıdan dürüst biri olduğunu
biliyorsanız iddia ettiği asıl meseleyi tahkik edersiniz. Hume’a göre ise
onun baştan yalan olduğuna inanmanız gereldr. Tek istisnası, onun ya­
lan olduğuna inanmak sizi öyle imkansız bir duruma sokmalıdır İd, onu
açıklamak için ondan daha büyük bir mucizeye muhtaç kalmalısınız.
Hume’un durmaya niyeti yok. Hume bir mucize olup olmadığına ka­
rar verebilmek için, delilin objektif değerlendirmesine bakılmasından
yana değildir. Herhangi bir sınamaya mahal vermeden daha en başta
mucizelere karşı kesin tavır almaktadır! Bir sonraki paragrafta: “Mu­
cizeyi doğrulayan bir şahitlik geçerli bir delil olabilir” diye düşünmeyi
reddeder; çünkü ona göre “şimdiye dek hiçbir mucizevi olay tam bir
delille kanıtlanmamıştır.” O halde Hume’un mantığı şöyle diyor:
1. Tabiat kanunları düzenli olayları tarif eder.
2. Mucizeler eşsiz olaylardır bu yüzden tabiatın normal akışına ters
olup son derece azdır.
D avîd H u m e ’ un MiRASi 2 7 7

3. Düzenli ve tekrarlanan olayların delilleri, her zaman eşsiz ve bir


kereye mahsus olayların delillerinden çok daha fazladır.
4. Akıllı adam delilin kuvvetine göre inancını belirler.
5. Dolayısıyla bir mucizeye mantıklı biri inanamaz.
Diğer bir deyişle Hume ilk başta, delil yeterince kuvvetli olduğu tak­
dirde bir mucizenin meydana gelmesinin teorik olarak mümkün olabi­
leceğini kabul eder gibi görünse de, sonuç itibariyle mantıklı bir insanı
bir mucize gerçekleştiğine dair ikna edebilecek derecede kuvvetli bir
delilin asla olamayacağına en baştan kani olduğu ortaya çıkmaktadır.
Çünkü (ona göre) mantıklı insanlar mucizelerin olmayacağını bilirler!
Dolayısıyla Hume’un bir kez daha iddiasını ispatlamaktansa, kafasın­
daki varsayımı dayattığını söyleyebiliriz.
Anthony Flew, eskiden Hume’un argümanını savunurken, düzenli
ve tekrarlanan bir şeyin delilinin eşsiz ve bir kereye mahsus olan bir
şeyin delilinden her zaman fazla olacağı fikrini (yukarıdaki 3. nokta)
vurgulamıştı.454 Flew “(Sözde) bir mucizenin olduğunu ortaya atan bir
önerme, tekil, özel ve geçmiş zamanlıdır” der ve şöyle bir sonuç çıkarır:
“Bu türden iddialar doğrudan test edilemeyecekleri için onlara ait de­
liller de mantıksal olarak her zaman, genel ve tekrarlanabilir önerme­
lerin delillerine göre çok daha zayıf kalacaklardır.”455
Fakat, mucize sorununu tamamen bir tarafa bırakırsak bile, bu ar­
güman bilime (klasik örnek olan evrenin başlangıcına) ters düşmekte­
dir. Hiç kimsenin şahit olmadığı gerçeğine rağmen bilim adamları Big
Bang’in varlığını, geçmişte bir defaya mahsus meydana gelen bir olay
olarak kabul ederler; yani eğer Flew’un argümanı geçerliyse hiçbir bi­
lim adamı Big Bang’a inanmamalı! Gerçekten de bilim adamları evre­
nin başlangıcının eşsiz ve özel olduğundan bahsetmeye başladıkların­
da, Flew gibi güçlü tekbiçimci fikirlere sahip meslektaşları tarafından
eleştiri bombardmanına tutulmuşlardı. Bu eleştirilere rağmen onları
Big Bang’in makul bir izah olduğuna ikna eden; elde ettikleri veriler
üzerinde yaptıkları çalışmalar olmuştu. Onlar böyle yapmak yerine,
278 ARAMIZDA K ALSIN TANRI V a R

kabul ettikleri tek bir biçime göre gerçekleşmesi mümkün olan ya da


olamayan şeyler üzerine kurulmuş teorik argümanlara saplanıp kalma­
dılar. Bu nedenle, bilim adamlarının bile tabiatın değişmez (tekbiçimli)
oluşundan bahsederlerken aslında mutlak tekbiçimliliği kastetmedik­
lerini anlamak çok önemlidir (hele de Big Bang gibi özel olayların da
olabileceğine inanıyorlarsa). Flew daha sonra eski görüşlerinden vaz­
geçmiş ve hayatın kökeninin tabiatın tek düze olduğuna dayanan na-
türalist izahlarla açıklanamayacağı deliline dayanarak deist olmuştur.
Hume elbette insanların bizzat şahit olmadıkları bazı şeylerin doğ­
ruluğunu kabul ederken zorlanabileceklerinin, ama buna rağmen o
şeyin gerçek olabileceğinin farkındadır. Donun etkilerine dair söylenti­
lere inanmayan Hindistanlı bir Prens’in hikâyesini anlatır.456 Hume’un
burada dikkat çekmek istediği nokta, anlatılanların aslında Prens’in
deneyimlerine tamamen ters düşmemesine rağmen onlarla tam olarak
da uyuşmadığıdır.
Fakat burada bile Hume aslında sağlam bir temele dayanmıyor. Çün­
kü modern bilimde özellikle izafiyet ve kuantum mekaniği teorilerinde
bizim deneyimlerimize tamamen ters gibi görünen ana fikirler vardır.
Hume’un prensiplerine katı bir şekilde uyulmuş olsa, bu fikirlerin de
reddedilmesi gerekirdi İd bu da bilimin ilerleyişini engellerdi! Geçmişte
tekrarlanan bir gözlem ve deneyime aykırı (ters düşen) bir anormallik
yani alışılmadık bir gerçek, başta genellikle mantıksız gelir ama sonun­
da yeni bir bilimsel paradigmanın keşfedilmesine imkân verir. Fakat
buradaki en önemli husus istisnai olan şeyin de gerçek olmasıdır; her
ne kadar eski deneyimlere göre olanaksız görünse de. Akıllı adamlar
özellikle de bilim adamları iseler sadece olasılıklarla değil gerçeklerle
de alakadardırlar (hatta bu gerçekler onların tekbiçimci şablonlarına
uymuyor gibi görünseler bile).
Elbette ben de mucizelerin tabiatları gereği son derece ender vuku
bulduklarını düşünüyorum. Özel bir koşulda bir mucizenin gerçek­
leşmesi ile alakalı kesinlikle çok güçlü bir delil aramalıyız (balanız
D avİd Hume’un M İ rasi 2 7

Hume’un 4. noktasına). Fakat Kutsal Kitap’ta anlatılan türden muci­


zelerin ortaya çıkardığı gerçek problem bu değildir. Esas problem, o
mucizelerin natüralizmin temellerini sarsmalarıdır; tam da bu noktada
natüralizmin Hume’un dünya görüşü olduğu akılda tutulmalıdır. Yani,
Hume natüralizmi bir aksiyom olarak kabul eder. Ona göre tabiat olan
şeylerin tamamıdır, tabiatın dışından, nadiren de olsa onun işleyişine
müdahale edecek hiç kimse ya da hiçbir şey yoktur. Tabiatın tekbi-
çim olduğunu iddia ederken Hume’un kastettiği de budur. Dolayısıyla
Hume’un aksiyomu inançtan (natüralizme imandan) ibaret olup bilim­
sel bir araştırma ürünü değildir.
Buradaki ironi şu: Tabiatın tekdüze olduğuna inanm ak için tatmin
edici bir dayanağın an ca k bir Yaratıcı’ya inanm akla elde edilebildiğini
daha önce görmüştük. Bir Yaratıcı’nm varlığını reddederek ateistler,
kendi fikirlerinin dayanağını bir kenara atmış oluyorlar. C. S. Leıvis’in
Söylediği gibi: “Eğer var olan her şey Tabiat ise, yani birbirine kenetli
akılsız olaylar bütünü ise ve eğer bizim en köklü ve kemikleşmiş fikirle­
rimiz, irrasyonel bir sürecin sadece yan ürünleriyse; o halde bizim uyum
anlayışımızın ve tekbiçimliliğe olan inancımızın, dışımızdaki dünya ile
alakalı herhangi bir gerçeğe dair bilgi vereceğini varsaymak için hiçbir
dayanağımız yoktur. Bizim kanaatlerimiz sadece kendimizle ilgili bir va­
kadır -tıpkı saç rengimiz gibi. Eğer Natüralizm doğru ise, tabiatm tekbi-
çim olduğuna dair kanaatimize güvenmek için geçerli sebebimiz de yok
demektir. Tabiatın tekdüze olduğu kanaatimiz ancak, o kanaat farklı bir
metafizik doğru ise güvenilir olabilir. Gerçekte en temel şey, yani diğer
bütün gerçeklerin kaynağı olan Gerçek, bir parça da olsa bizlere benzi­
yorsa -yani eğer o Akıl sahibi ise ve biz de aidimizi ondan alıyorsak- an­
cak o zaman kanaatlerimiz gerçekten güvenilir olur. Bizim düzensizliğe
yönelik nefretimiz aslında, Tabiat’m ve bizlerin Yaratıcı’sından kaynak­
lanmaktadır.”457
Bu nedenle mucizelerin gerçekleşme olasılığını yok sayıp tabiat ve
onda meydana gelen olayları bilim adına mutlaklaştırmak, her şeyden
280 A ramizda K alsin T anri V ar

önce bilimin rasyonalitesine olan güvenimizin bütün dayanağım orta­


dan kaldıracaktır. Buna mukabil tabiatı, tabiatın Yaratıcı’sı ile birlikte
daha büyük bir gerçeğin parçası olarak kabul etmek, tabiatın düzenli
olduğuna (4. Bölümde de gördüğümüz gibi modern bilimin doğmasına
yol açan bir görüşe) inanmak için bize makul bir gerekçe sağlayacaktır.
Tabi, eğer tabiatın tekdüze (değişmez) kanunlara sahip olduğunu
izah edebilmek için bir Yaratıcı’nın var olduğu kabul edilirse, bu kabul,
kaçınılmaz olarak aynı Yaratıcı’nın tabiatın seyrine müdahale edebile­
ceği ihtimaline de (yani bir mucizenin gerçekleşme olasılığına da) kapı
aralayacaktır. Kendi yarattığı evrene müdahale edemeyen veya buna
cesaret edemeyen veya buna kalkışmaması gereken bir Yaratıcı diye bir
şey olamaz.
Bu nedenle sonuç olarak, mucizelerin gerçekleşme olasılığına pren­
sipte bilimsel açıdan itiraz edilemez. O zaman gerçekleri bulabilmek
için delil aramak amacıyla makul ve açık fikirli bir tavır geliştirilebil­
men ve bu süreç nereye götürürse (hatta baştan doğru kabu l ettiğimiz
görüşlerimizi458 değiştirmeyi gerektirse bile), onu takip etmeye hazır
olmalıyız. Çıkıp bakmadıktan sonra tavan arasında bir fare olup olma­
dığını asla bilemeyiz!
S onsöz: A klin D eğİl Bİ l İmİn Ö tesinde

Bilimin, etrafımda gördüğüm gerçek dünya ile ilgili çizdiği res­


min yetersiz kalışı beni hayrete düşürüyor. Bilim bize gerçekle
alakalı p ek çok bilgi verip, deneyimlerimizi muhteşem ve tutarlı
bir düzene koysa bile bizi çok yakından alakadar eden ve kalbi­
mize dokunan bazı şeyler hakkında delirtici şekilde sessizliğe gö­
mülüyor. Kırmızı ve mavi, acı ve tatlı, fiziksel acı ve fiziksel zevk
ile ilgili tek kelime edemiyor; güzel ve çirkin, iyi ve kötü, Tanrı
ve sonsuzluk ile ilgili hiçbir şey bilmiyor. Bazen bu alanlardaki
sorulara cevap veriyormuş gibi görünse de cevapları genellikle o
kadar aptalca oluyor ki ciddiye bile alamıyorsunuz.
Erwin Schrödinger4®

imdiye kadar şunu ileri sürdük; sorduğumuz soruların ba-


zılarına bilim tam anlamıyla cevap veremese dahi, evrenle
olan ilişkimiz bize belli başlı ipuçları sağlar İd bu ipuçları da
bilimsel yollarla elde edilebilir. Örneğin evrenin akılla anlaşılabilirliği,
hem evrenin hem de bizim zihinlerimizin varlığından sorumlu bir Akıl’ın
varlığına işaret eder. İşte bu nedenle bilimsel çalışma yapmaya, gözlem­
lediğimiz tabiat olaylarını açıklayan o güzel matematik formüllerini keş­
fetmeye kabiliyetimiz var. Sadece bu da değil, artan bilgimiz sayesinde
genel olarak evrenin özel olarak da dünyanın hassas dengesini daha iyi
anladıkça; burada olmamızın bir anlamı olduğuna (burada olmamızın
istendiğine) dair olan inancımız güçlenir. Bu dünya bizim evimizdir.
282 A ramizda K alsin T anri V ar

Eğer evrenin ardında bir Akü var ise ve o Akıl bizim burada olmamı­
zı istediyse sorulması gereken en önemli soru şudur: Neden buradayız?
Varlığın amacı nedir? İşte insanın kalbine en çok tesir eden soru... Evre­
nin bilimsel analizi bize bu cevabı veremez; yani Matilda Teyze’nin keki
neden yaptığım, bilimsel analizle değil, ancak bambaşka bir şey ile açık­
layabiliriz. Kekin bilimsel izahı belki bize onun insan için faydalı oldu­
ğunu söyleyebilir; hatta onun insanların besin ihtiyacına göre hassas bir
şekilde ayarlandığı için onlara özel tasarlanmış bir şey olduğunu da söy­
leyebilir. Diğer bir deyişle bilim kekin ardında bir amaç olduğu sonucuna
dikkat çekebilir; fakat bu amacın tam olarak ne olduğunu söylemekten
acizdir. Bunu kekin içinde aramak çok saçma olur. Bize bunu sadece Ma-
tilde Teyze’nin kendisi anlatabilir. Gerçek bilim bu noktadaki yetersizli­
ği yüzünden utanmamak, sadece böyle sorulara cevap verecek yetilere
sahip olmadığının bilincine varmalıdır. Bu nedenle, evrenin amacımn
ne olduğunu ve bizim burada niye bulunduğumuzu bulmak için, sadece
evreni oluşturan temel bileşenlere (madde, yapı ve süreçlere) bakmak
metodolojik açıdan ciddi bir mantıksal hata olurdu. Nihai cevap ancak,
evrenin dışında olmalıdır; tıpkı Matilda Teyze’nin kelde olan ilişkisi gibi
evrenle de aynı cinsten ilişkisi olan bir Zat’tan gelmelidir bu cevap.
Peki bu cevabı nasıl bulacağız? Evrenin ardında bir Aklın varlığını
bu Akıl’ın bizim bu evrende olmamızı istediğine dair deliller olduğunu
tartıştık. Bizim de aidimiz var. Bu nedenle, bize akıl verilmesinin temel
sebebinin, sadece bu büyüleyici evren evini keşfetmek değil aynı za­
manda bize bu evi veren Zat’ın bizden ne istediğini de anlamak olması,
hiç de mantıksız değildir.
Dahası, biz insanlar zihnimizden geçen düşünceleri ifade edebiliyor
ve onları diğer insanlara aktarabiliyoruz. Bu nedenle bizim Yaratıcı’mız
kendini ifade etmek ve iletişim kurmakta bizden daha az kabiliyetli ol­
mayacaktır haliyle. Bu bizi bir kez daha şu soruya götürüyor: O’nun bi­
zim dünyamızla konuştuğuna dair herhangi bir ciddi ve güvenilir delil
var mı?
S onsöz : A klin D eğ İl BİLİMİN Ö t e s İnde 2 8 3

Antik çağda pek çok kozmoloji, evreni çeşit çeşit tanrılarla doldur­
muşlardı. Bu tanrıların, evrenin ilk çağlarındaki madde kaosundan
ortaya çıktıkları ve böylece evrenin temel öğelerinin birer parçası ol­
dukları düşünülürdü. Bu yüzden bizim sorumuzun cevabı o tanrılarda
olamaz çünkü tanımı gereği biz, evrenden bağımsız olarak var olan bir
Zat’ı arıyoruz.
Yunanlı filozof Aristo, Hareket Etmeyen Hareket Ettirici kavramını
formüle etmişti. Bu kavrama göre O hiç değişmese de başkalarını değişti­
rebilir. Değişim prensibinin onun içinde olması gerektiğinin saçma oldu­
ğunu düşünen Aristo, bu Hareket Etmeyen Hareket Ettiricinin kâinatın
dışında olduğuna inanır. Fakat Aristo’nun Hareket Etmeyen Hareket Etti­
ricisi evrenden o kadar uzak ve soyuttur ki dünya ile konuşmaz.
Oysaki cevap başka bir yerde olabilir. Aristo’dan çok önce Tevrat’ın
Yaratılış Kitabı vardı. Yaratılış Kitabı şu sözlerle başlar: “Tanrı ilk ön­
ce gökleri ve yeri yarattı.”460 Bu cümle, o zamanın diğer mitolojik ev­
ren doğumlarına (kozmogonilere) tamamen ters düşmekteydi (mesela
Babillilerde Tanrılar evreni oluşturan maddelerin bir parçasıdırlar ve
Dünya da bir tanrının parçasıdır). Oysa Tevrat, Yaratıcı bir Tann oldu­
ğunu, bu Tanrı’nın evrenden bağımsız olarak var olduğunu söyler ve
bu düşünce Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’ın temelini oluşturur. Ha­
vari Yuhanna bu gerçeği şöyle anlatır: “Önce Söz/Kelam vardı ve Söz
Tanrı’yla birlikteydi... Onunla her şey yaratıldı; O’nsuz yaratılan hiçbir
şey yoktu. Hayat O’ndaydı ve o hayat insanın ışığıydı.”461
Bu anlatıya yukarıda bahsettiğimiz Polkinghome’nun görüşleri ışı­
ğında daha dikkatli bakmak gerekir. Polkinghorne daha çok ilk yaratı­
lışı düşünse de Tanrı’nın verdiği şeyin ‘bilgisel’ olduğu görüşündedir.
Bilgi kavramının maddeden önce geldiği konusunda Kutsal Kitap’ta
geçen ifadelerin içerdiği anlamlar üzerinde durmuştuk. Bu ifadelerden
daha başka anlamlar da çıkarılabilir. Söz/Kelam, Yunanca’da Logos’tur
ve Yunanlı filozoflar tarafından evreni yöneten rasyonel prensibi ifade
etmek için kullanılırdı. Burada, evreni oluşturan fiziksel unsurlardaki
284 A ramizda K a lsin T anri V ar

ve söze (konuşmaya) benzeyen biyolojik komplekslilikteki hassas den­


geden dolayı, evrenin akılla anlaşılabilirliğini teolojik açıdan izah edi­
yoruz. Evren, kutsal L ogos’un da ait olduğu bir Aklın ürünüdür. Çünkü
evrenin ardında olan şey aslında rasyonel bir prensipten fazlasıdır. O
Tanrı’dır, Yaratıcı’nın kendisidir. Evrenin ardında soyut bir kavram ya
da kör bir fiziksel güç değil Tanrı vardır. Tanrı, Yaratıcı bir Zat’tır. Tıpkı
Matilda Teyze kekin bir parçası olmadığı gibi Tanrı da yarattığı evren­
deki maddenin bir parçası değildir.
Şimdi, evrenin ardındaki nihai gerçek bir Tanrı ise insanın hakikat
arayışı için bu çok daha şümullü anlamlar ifade eder; çünkü O’nu tanı­
mak için, eşyanın sadece bilimsel çalışmasını yapmaktan daha başka
fırsatların (kapıların) da olduğunu ima eder. Bireyler eşyanın yapama­
yacağı şekilde iletişim kurabilirler. Kişiler kendilerini, beyinlerini tara­
yan en sofistike tarayıcıların bile açığa çıkaramayacağı bir şekilde, yani
konuşarak ifade edebilirler ve böylece kendileri hakkında bilgi verebi­
lirler. Bu nedenle sorulması gereken diğer mantıklı soru şu olmalıdır:
Bir Yaratıcı var ise, evrenin yapısını anlayarak O’nu dolaylı yoldan ta-
nıyabilmemiz dışında, 0 da bizimle doğrudan konuşmuş mudur? Ken­
dini anlatmış mıdır? Eğer bir Tanrı var ise ve bizimle konuştuysa bizim
hakikat arayışımız için en önemli şey O’nun bize söyledikleri olacaktır.
Fakat bu başka bir kitabın konusu.
Sonuç olarak şunu ifade etmek isterim, umarım artık açıkça anla­
şılmıştır ki, bilimin TanrTyı reddetmesi diye bir şey söz konusu olama­
yacağı gibi; bilimsel bulgular Tanrı’nm varlığına işaret etmekte hatta
bilimsel çalışmalar ancak O’nun varlığıyla mümkün olmaktadır.
Elbette sadece bilimsel çalışma yapan biz bilim adamları değil he­
pimiz kaçınılmaz biçimde başlangıç noktası olarak kullanacağımız bir
varsayım seçmek zorundayız. İnsan zekâsı sonuç itibariyle varlığını ya
aklı olmayan maddeye, ya da bir Yaratıcı’ya borçludur. Bazı insanların
ikinci yerine birinci varsayımı tercih etme sebeplerinin zekâları olduğu­
nu ileri sürmeleri epey gülünç doğrusu.
SONNOTLAR

1 ‘T he Lim itless Power of Scien ce’ Nature’s Imagination -The Frontiers o f Scientific Vision,, Ed.
John Cornwell, Oxford, Oxford University Press, 1995, s.125.
2
Dialogues Concerning the Two Chief Systems of the World, Çev. S. Drake, Berkeley, 1953.
3
Radyo 4, Haberler, 10 Aralık, 2004.
4 Kitzmiller, 4 0 0 F.Supp. 2d 707,746.
5
Philosophy&Pubiic Affairs, Wiley InterScience, 36. Cilt, 2. B askı, 2008.
6
a.g.e., s.190.
7
a.g.e., ss.196-97.
8 a.g.e., s.196.
9
a.g.e., s.202.
10
a.g.e., s.199.
11
‘Will sicence ever fail?’ New Sceintist, 8 Ağustos 1992, ss.32-35.
12
‘Is science a religion? The Humanist, Ocak/Şubat 1997, ss.26-39.
13
Londra, Ban tam Press, 2006.
14
Daily Telegraph, Scien ce Extra, 11 Eylül, 1989.
15
Yuhanna 20:31
16
Rom alılar 1:20
17
The Language o f God, New York, Free Press, 2006, s.164.
18
God and the New Atheists, Louisville, Westminster John Knox Press, 2 0 0 8 , s.162.
19
Dawkins' God, Oxford, Blackw ell, 2004.
20
A Devil’s Chaplain, Londra, Weidenfeld ve Nicholson, 2003, s.248.
21
2 Nisan 1997,386:435-6.
22
Larry Witham, Where Darwin Meets the Bible, Oxford, Oxford University Press, 2002 s.272.
23
Scientific American, Eylül 1999, ss.88-93.
24
Nature’s Imagination-The Frontiers o f Scientific Vision, Ed. John Cornwell, Oxford, Oxford Uni­
versity Press, 1995, s.132.
25
The Search for God- Can Science Help? Oxford, Lion, 1995 559-
26
God and the Scientists, derleyen Mike Poole, C P O 1997.
27
Chemical Evolution, Oxford, Clarendon Press, 1969, s. 258.
23
Science and the Modern World, Londra, M acm illan, 1925, s. 19.
29
Morris Kline, Mathematics: The Loss of Certainty’As alıntılanm ış, Oxford University Press, New
York, 1980, s.31.
30
‘Science and Society in East and West’, The Great Titration, Londra, Allen ve Unwin, 1969.
31
Theological Science, Edinburg, T & T Clark, 1996, s.57.
32
a.g.e., s.58.
33
John Brooke, Science & Religion: Some Historical Perspectives, Cambridge, Cambridge Univer­
sity Press, 1991, s.19.
34
The Bible, Protestanism and the Rise o f Science,
Cambridge, Cambridge University P ress, 1998.
35
Londra, Fourth Estate, 1999.
36
D aha detaylı bilgi arayan okuyucularım ız, ReconstructingNature’da Galileo hakkm daki harika
bölüm e bkz., John Brooke ve Geoffrey Cantor, Edinburgh, T&T Clark, 1998.
286 ARAMIZDA K ALSIN TANRI V a r

37 G alileo, Toskana Büyük Düşesi Christina’y a yazdığı m eşhut m ektupta (1615) “(Kitab-ı
M ukaddes’te geçen) bu pasajın zahiri anlam ı abın d a başka bir anlam dah a olabileceğini’ fark
edem eyenlere çd aşırken bundan da bahseder.”
38 Şuna da değinm ek gerekir, 1559’da Papa IV. Paul diğer pek çok kitap gibi Kitab ı M ukaddes’in
diğer dillere çevirilerini yasaklayarak, Katolik K ilisesi’nin ilk resmi Yasak Kitaplar Listesi’ni h a ­
zırlam ıştı -b u n a göre kilisenin o zam an han gi tarafta olduğu sorgulanabilir!
39 Bkz. örneğin, The Wilberforce- Huxley Debate: Why Did It Happen?, J.H. Brooke, ‘Science and
Christian B e lie f’, 2001,13,127-41.
40 Bkz. ‘W ilberforce and Huxley, A Legendary En counter’, Lucas J. R., The Historical Journal, 22 (2),
1979, 313-30.
41 Science and Religion-Some Historical Perspectives, Cambridge, Cambridge University Press, 1991, s.71.
42 Bkz. David M Knight ve Matthew D. Eddy, Science and Beliefs: from Natural Philosophy to Natu­
ral Science 1700-1900, Londra, Ashgate, 2005.
43 ‘The Conflict Metaphor and its Social Origins’, Science and Christian Belief, 1 ,3 -2 6 ,1 9 8 9 .
44 Beliefs and Values in Science Education, Buckingham , Open University Press, 1995, s.125.
45 Ed. H onderich, Oxford, Oxford University Press, 1995, s.530.
46 Oxford Companion to Philosophy, s.604.
47 ‘Intelligent Evolution’, Harvard Magazine, Kasim 2005.
48 Power Lam precht Sterling, The M ethaphysics o f Naturalism, New York, Appleton-Century-
Crofts, 1960, s.160.
49 Tekvin 1:1.
50 ‘The Big Bang, Stephen Hawking, and God’, Science: Christian Perspectives for the New Milleni­
um, Addison Texas ve Norcross, Georgia, CLM ve RZ1M Yayıncılık, 2003.
51 Darwinism Defended, Reading, Addison-Wesley, 1982, s.322.
52 The Physicist’s Conception of Nature, Londra, H utchinson, 1958, s.15.
53 Bu fikirleri ‘Bilim Savaşları’ denen olaya yol açm ıştır.
54 Bu na rağm en, bilh assa dünya görüşünün daha çok etkili olabileceği bilim dallarında, Steve
W oolgar’m deyimiyle “dünyadaki gerçekleri pasifçe tarif etm ek yerine” n e dereceye kadar “o
dünyanın yapısını aktif bir şekilde form üle ettiklerini y a da kurguladıklarını” düzenli olarak
kontrol edebilm eleri bilim adam ları için çok önemlidir. (Science: The very idea, New York, Ro-
utledge, 1988. İkinci b asla 1993).
55 Darwinism, Design and Public Education, John Angus Campbell ve Stephen C. Meyer, East Lan­
sing, M ichigan State University Press, 2003, s.195.
56 Life Evolving, New York, Oxford University Press, 2002, s.284.
57 Philosophical Essays in Pragmatic Naturalism, Buffalo, New York, Prom etheus Books, 1990 s.12.
58 The Atheist in the Holy City, Cambridge, MA, MIT Press, 1990, s.203.
59 Lewontin’in buradaki açık sözlülüğünü takdir etm em ek elde değil: Çünkü ne bağlı olduğu dün­
ya görüşünden bihaber ne de onu saklam aya çalışıyor.
60 Cari Sagan’ın kitabı The Demon Haunted World: Science as a Candle in the Dark’m bir eleştirisi,
New York Review o f Books, 9 Ocak, 1997.
61 ‘Plantinga’s D efence o f Special Creation’, Christian Scholar’s Review, 1991, s.57.
62 The Structure o f Scientific Revolutions, 2. B asla, University o f Chicago Press, 1970.
63 B ir paradigm anın bir dünya görüşü gibi h er şeyi kapsam ası gerekmez, fakat aynı olm asalar bile
genellikle yalandan ilişkililerdir.
64 M ortal Questions, Cambridge, Cambridge University Press, 1979, s.xi.
65 A ssociated Press,9 Aralık, 2004.
66 Bilim ve din ilişkisi hakkında incelikli ve güncel bir tartışm a için bkz. Mikael Stenm ark, How to
Relate Science and Religion, Grand Rapids, Eerdm ans 2004.
67 Nature's Imagination: the Frontiers o f Scientific Vision, ed. John Cornwell, Oxford, Oxford Uni­
versity Press, 1995, s.125.
68 Religion and Science, Oxford, Oxford University Press, 1970, s.243.
69 Gayeden farklı olarak işlevle ilgili ‘neden’ sorulan genellikle bilim e kaynak olarak görülür.
70 Advice to a Young Scientist, Londra, Harper ve Row, 1979, s.31; ayrıca yazarın The Limits o f Sci­
ence adlı kitabına bkz., Oxford, Oxford University Press, 1984, s.66.
71 The Language o f God, New York, The Free Press, 2006.
72 History o f Western Philosophy, Londra, Routledge, 2000, s.13.
73 A Science of God? Londra, Geoffrey Bles, 1966, s.29.
SONNOTLAR 2 8 7

74
Creation Revisited, Harmondsworth, Penguin, 1994, s.l.
75
a.g.e., 127-28,
76
Science and Religion, Carlisle, Paternoster Periodicals, 1996.
77
A Science o f God, Londra, Geoffrey Bles, 1966, s s .2 9 ,30.
78
Oxford, Oxford University Press, 1996, s. 68.
79
The Epicurus Reader, çev. Brad Inwood ve L.P. Gerson, Indianapolis, H acket, 1 9 94,10.104.
80
Tabiatı tanrılar, iblisler ve ruhlardan tem izlem e işi genellikle evrenin tah n sızlaştınlm ası diye
adlandırılır.
81
Tesniye 17.3.
82
Yeremya 8.2.
83
Bkz., örneğin, Edward G. Newing, ‘Religions of pre-literary societies’, The World’s Religions, ed.
Sir Norman Anderson, Londra, IVP, 4. Baskı, 1975, s.38.
84 The Theology of the Early Greek Philosophers, Oxford, Oxford University Press, 1967, karton ka­
pak, ss. 16-17.
85 Anthony Kenny, A Brief History of Western Philosophy, Oxford, Blackwell, 1998.
86 Mezmurlar 111.2.
87
‘T he Scien tist as Rebel’, Nature’s Imagination-The Frontiers o f Scientific Vision, ed. John Corn-
well, Oxford, Oxford University Press, 1995, s.8.
88 Of Molecules and Man, W ashington, University o f W ashington Press, 1966, s.10.
89 The Blind Watchmaker, Longm an, Londra, 1986, s.15.
90
‘S cientific Reduction and the Essential Incom pleteness o f All Science’, Studies in the Philosophy
o f Biology, Reduciton and Related Problems, ed. F. J. Ayala ve T. Dobzhansky, Londra, M acm il­
lan , 1974.
91
The Tacit Dimension, New York, Doubleday, 1966.
92
Bazıları bu rada hile yaptığım ı düşünebilir. M esela h arflerin semiyotiği Fizik ve kimya ile doğ­
rudan açıklan m asa da benim argüm anım ın geçersiz olduğunu söyleyebilirler, çünkü son u çta o
yazıyı yazan in sanlar fizik ve kim ya ile açıklanabilirler. Fakat bu durum da tam konum uzla a la ­
k alı bir soru ortaya çıkıyor: Gerçekten in sanların böylesine indirgem eci bir açıklam ası m üm kün
müdür?
93 The Experiment of Life, Toronto, University of Toronto Press, 1983, s.54.
94 BBC Christmas Lectures Study Guide, Londra, BBC, 1991.
95 The Astonishing Hypothesis -The Scientific Search for the Soul, Londra, Sim on and Schuster,
1994, s.3.
96 You’re Nothing but a Pack of Neurones, J.of Consciousness Studies, 1, No.2 ,1 9 9 4 , ss.275-79.
97 a.g.e, s.93.
98 Charles Darwin, Letter to William Graham, 3 Temmuz, 1881.
99 One World, Londra, SPC K 1986 s.92.
100
Bu konuya biyogenezi açıklarken tekrar döneceğiz.
101 The Meaning of Evolution, Yale, 1949, s.344.
102
‘Energy in the Universe’, Scientific American, 224,1971, s.50.
103 The Mind of God, Londra, Sim on and Schuster, 1992, s.232.
104 ‘Das Universtaendliche am Universum ist im Grunde, dass wir es versteheri
105 God, Chance and Necessity, Oxford, One Word Pu blications, 1996, s .l.
106
Letters to Solovine, New York, Philosophical Library, 1987 s.131.
107 The Mind o f God, Londra, Sim on and Schuster, 1992, s.150.
108 M esela tam am en soyut matem atiğin bir kurgusu olan bir sayı sistem i, elolctromenyetik dalgala­
rın (ve dolayısıyla elektroniğin) incelenm esinde önem arz eder.
109 E.P. Wigner, ‘The unreason able effectiveness o f m athem atics’’, Communications in Pure and
Applied Mathematics, 13 (1960), ss. 1-14.
110 The Emperor’s New Mind, Vintage, 1991 s.430.
111 Reason and Reality, Londra, SPCK, 1991, s.76.
112 The Mind o f God, a.g.e., s.81.
113
Haught, a.g.e., s.47.
114 Haught, a.g.e., s.48.
115
God, Chance and Necessity, Oxford, One World Pu blication , 1996.
116
ABC Televizyonu 20/20,1989.
117
Atheism and Theism, Oxford, Blackw ell, 1996, s.92.
288 A ramizda K alsin T anri V ar

118 ‘Is the Universe a Vacuum Fluctuation?’ Nature 246,1973, s. 396.


119 a.g.e. s.23.
120 Creation Revisited, Harmondsworth, Penguin, 1994, s.143.
121 a.g.e. s.49.
122 A Brief History of Time. From the Big Bang to Black Holes, Londra, B antam Press, 1988 s. 174.
123 Clive Cookson yazmıştır, ‘Scientists who glimpsed God’, Financial Times, 29 Nisan, 1995, s.20.
124 5. Bölüm de hakkında daha fazla şey söyleyeceğiz.
125 W illiam Palley, Natural Theology, 1802, a.g.e. s.7.
126 New York Times, 12 Mart, 1991, s.B9.
127 bkz. The Timaeus.
128 Friedrich Engels, Ludwig Feuerbach, New York, International Publishers, 1974, s.21.
129 A Brief History o f Time. From the Big Bang to Black Holes, Londra, Bantam Press, 1988, s.46.
130 ‘The End o f th e World: From the Standpoint o f M athem atical Physics’, Nature 127 (1931), s. 450.
131 Nature, 259,1976.
132 Nature, 3 4 0 ,1 9 8 9 , s. 425.
133 ‘Kuantum vakumu’ terimi fizik term inolojisine yabancı birini yanıltabilir. ‘Vakum’ terim i daha
ziyade orada h içbir şey kalm adığı ifade etm ek am acıyla kullanılır. Bir kuantum a lan ı için fizik­
çilerin kullandığı kuantum vakum u ise yerinde veya en düşük en erji halindeki kuantum alan ı
için kullandır. B u da tabi ki ‘hiçbir şey’ değildir.
134 Modellerindeki uzay-zaman geometrisinde uzay boyutlarına benzer şekilde kabul edilen iki “za­
man” boyutu bulunduğu için, bu meseleyi açıklayabilmek am acıyla kompleks sayriar kullanırlar.
135 a.ge. s.139.
136 Son zam anlarda Cambridge’den Neil Turok, evrenimizin başlan gıcın daki Big B an g ’in pek çok
Big Ban g ’den sad ece biri olduğunu iddia ederek, standart m odele karşı çıkm ıştır. Onun bu gö­
rüşü uzay-zaman sonsuzluğuna bir geri dönüşü ifade eder. Bu tartışm a henüz bitm em iştir!
137 Making Waves, Am erican Physical Society, 1995.
138 Annual Reviews o f Astronomy and Astrophysics, 2 0 ,1 9 8 2 , s.16.
139 God and the New Physics, Londra, J. M. Dent and Son s, 1983.
140 The Creator and the Cosmos, Colorado Springs, Navpress 1995 s.117.
141 Bkz. A.H. Guth, ‘Inflationary Universe’, Physical Review D, 23,1981, s.348.
142 The Emperor’s New Mind, Oxford, Oxford University Press, 1989, s.344.
143 The Cosmic Blueprint, New York, Sim on and Schuster, 1988, s.203.
144 a.g.e. s s .138-39.
145 W ashington DC, Regnery, 2004.
146 a.g.e. s.xiii.
147 a.g.e. s.335.
148 Cosmos, Bios and Theos, editörler Margenau ve Varghese, La Salle, IL., Open Court, 1992, s.83.
149 Örneğin Borrow and Tipler, The Anthropic Cosmological Principle, Oxford University Press,
1988, s.566.
150 The God Delusion, a.g.e., s.164.
131 Universes, Londra, Routledge, 1989, s.14.
152 Ayrıca, A. McGRath, The Foundations o f Dialogue in Science and Religion’daki tartışm aya bkz.,
Blackw ell, Oxford, 1998, s.114 ff.
153 Londra, Penguin, 1997.
154 Londra, W eidenfeld and N icholson, 1999.
155 One World, Londra, SPCK, 1986 s.80.
156 Is There a God? Oxford, Oxford University Press, 1995 s.68.
157 E. Harrison, Masks o f the Universe, New York, M acm illan, 1985 ss .2 5 2 ,263.
158 Denis Brian, Genius Talk, New York, Plenum , 1995.
159 de Duve, Life Evolving, a.g.e., s.299.
160 Our Cosmic Habitat, Londra: Phoenix, 2003, s.164.
161 Tüm bu alan da gayet kapsam lı ve derinlem esine bir araştırm a için bkz., Rodney Holder, The
Multiverse, God and Everthing, Ashgate Press, 2008.
162 Malcom Browne, New York Times, ‘Clues to the Universe’s Origin Expected’, 12 Mart, 1978, s .l.
163 Lem aitre bu o rijin al fikrine ‘ilkel atom hipotezi’ demektedir.
164 The Blind Watchmaker, Longm ans, Londra, 1986, s.l.
165 ‘Lessons from Biology’, Natural History, cilt 97,1988, s 3 6 .
SONNOTLAR 2 8 9

166
Fakat şu n a dikkat etm ek gerek, D ennet bu n u bilimsel bir keşif değil bir fikir olarak doğru şek il­
de tanımlar.
167
a.g.e., s. 14.
168
The Nature o f the Gods, çev. H.C.P. McGregor, Penguin, Londra, 1972, s.163.
169
Natural Theology; or Evidences o f the Existence and Attributes o f the Deity, 18. b ask ı., Edinburg,
Lackington, Allen and Co., ve Jam es Saw ers, 1818, ss. 12-14.
170
a.g.e., s .473.
171
The Structure o f Evolutionary Theory, Cambridge, MA, Harvard University Press, 2002, s.230.
172
Ed. Nora Barlow, The autobiography o f Charles Darwin, 1809• 1882: with original omissions res­
tored., New York, W. W. N orton, 1969, s.87.
173
Paley, a.g.e., s.270-71.
174
Gould, a.g.e., s. 264.
175
Gould, a.g.e., s.266.
176
Paley,a.g.e., s 5.
177
The Idea o f a University, Londra, Longman’s Green, 1907, s.454.
178
Bunun, tam olarak Aziz Paul’u n (1:19-20) R om alılar’a yazdığı mektup’ta söylediklerinin aynısı
olduğuna dikkat çekelim .
179
a.g.e., 542-43.
180
a.g.e., s.450.
181
Paley’in Evidences o f Christianity, 20.yy’a kadar Cambridge Üniversitesi’n e giriş için şart olan
b ir kitaptı ve b u da gösteriyor İd Stephen Jay Gould’un belirttiği gibi Paley’in ‘entelektüel a ç ı­
dan tem bel biri olduğu söylenem ez’ (Gould, a.g.e, s.265). Şunu n da unutulm am ası gerekir ki
Paley öyle b asit b ir m atem atikçi de değildi. Cambridge’de (Christ’s College’de dah a sonradan
Darwin’in çalışacağ ı odalarda çalışm ıştır) ve b ilh assa Newton’un kütle çekim yasasının ters
kare yasasın dan dolayı sabit olduğunu ilk söyleyendir.
182
Russell, ayrıca tasan m argüm anın Tann’n ın tüm sıfatlarını gösterm ede nasıl yetersiz kaldığına
da dikkat çekmektedir.
183 History o f Western Philosophy, a.g.e., s.570.
184
Daha önce bahsettiğim iz gibi, Paley Hume’un ne yazdığını gayet iyi biliyordu.
185
David Hume, An Enquiry Concerning Human Understanding, 1748: ed. J.C. Gaskin, Oxford, Ox­
ford University Press, 1998.
186
a.g.e., s.46.
187
E.Sober, Philosophy o f Biology, Boulder, Colorado, Westview Press, 1993, s.34.
168
Debating Design, editörler W illiam Dembski ve M ichael Ruse, Cambridge, Cambridge University
Press, 2004, s.107.
189 M uhtem elen Newman’in tepkisinin sorum lusu olan şey de buydu?
190
Canlı organizm aların m akineden farksız olduklarını söyleyen indirgeyici bilim adam ları vardır.
Bu takdirde onların tasarım argüm anının orijinal m ekanik versiyonuna itiraz etm em eleri ge­
rektiği söylenebilir.
191 ‘W here is Natural Theology today?’ Science and Christian Belief 18 (2), 2006.
192
Darwin’s Legacy, ed. Charles L. Hamrum, New York, Harper& Row Publishers, 1983, s.6-7.
193 The Works o f Robert G. Ingersoll, 2. cilt, Dresden, 1901, s.357.
194
Evolution after Darwin, ed. Sol Tax, Chicago, University of Chicago Press, 1960.
195 Evolution, 2. baskı, Sudbury, Jon es and Bartlett, 1996, s.62.
196
Evolutionary Biology, 2. baskı, Sunderland MA, Sinauer, 1986, s.3.
197
The Times, Londra, Aralık 1997.
198
Evolution and the Foundation of Ethics, MBL Science, Marine Biological Laboratory, Woods Ho­
le, MS, (3) 1, 25-29.
199 Darwin’s Dangerous Idea, Londra, Penguin, 1996, s.18.
200
The Selfish Gene, Oxford, Oxford University Press, 1976, s.l.
201
Bkz., örneğin, Intelligent Design Creationism and its Critics, ed. Pennock, MIT Press, ETC.
202
The Search for God-Can Science help? Oxford, Lion Publishing Pic, 1995, s.54.
203
Bkz. David N. Livingstone, Darwin’s Forgotten Defenders, Edinburg, Scottish Academic Press, 1987.
204 The Existence o f God, Oxford, Oxford University Press, 1991, s.135-36.
205
The Academy 1, 1869,13-14.
206 Agnostik kelim esinin Latince kökeninin ‘ignoram us’ olduğu konusuyla alakalı ayrıntıya girm e­
yeceğiz.
2 9 0 A r a m iz d a K ALSIN T a n r i V a r

207 im p ea c h in g a Self-appointed Judge’, Scientific American, 267, n o .l, 1992,118-21.


208 Dawkins’ God, Oxford, Blackw ell, 2005, s.81.
209 Rebuilding the Matrix, Oxford, Lion Publishing, 2001, s.291.
210 im p ea c h in g a self-appointed judge’, a.g.e.
211 a.g.e., s.67.
212 a.g.e., s.76.
213
Darwin’s Dangerous Idea, Londra, Penguin, 1996, s.203.
214
‘Put Your Money on Evolution’, The New York Times Review o f Books, 9 Nisan 1989, s34-35.
215 Lynn Margulis ve Dorian Sagan, Acquiring Genomes: A Theory o f the Origins o f Species, New
York, B asic Books, 2002.
216
Yeri gelm işken şunu vurgulam ak isterim , bir teorinin oluşturulm a sebebinin n e olduğu ile o
teorinin doğru ya da yanlış m ı olduğu sorunu ayrı şeylerdir - bu konuya dah a son ra değini­
lecek. Bu rada bir önceki soruyu düşünerek bir sonraki soruya olan cevabı p eşinen vermeye
çalışm ıyoruz. Kompleks bir ilişkiyi açıklığa kavuşturmaya uğraşıyoruz.
217
Evolution, 2. ed., Londra, Natural History M useum, 1999, s.120.
218
Objections Sustained, Downers Grove, Illinois, Inter-Varsity Press, 1998, s.73.
219
The Clockwork Image, Londra, Inter Varsity Press, 1974, s.52.
220
Christian Reflections, Londra, Geoffrey Bles, 1976, s.82-93.
221
Moral Darwinism, Downers Grove, IVP, 2002.
222
H atta bazen hileli bir yolla bu ilişkinin m antığı tersine çevrilir ki böylece natüralizm e evrim den
çıkarım yapılır, ‘bilim (yani evrim) natüralist dünya görüşünü destekliyor’ dem eye getirilir İd
bu daha da ciddi bir aldatmacadır.
223
Science on Trial’da Futuyma bahsetm iştir, Sunderland MA, Sinauer, 1995, s.161.
224
The Beak o f the Finch, Londra, Cape, 1994.
225
Bu elbette Richard Dawkins’in ‘T ann ya da evrim, am a İlcisi birden olam az’ dikotom isinin son
derece b asit olduğu anlam ına gelir. Mikro-evrim süreçlerinin m eydana geldikleri herkes tara­
fından kabul görmektedir yani teist görüşe göre T ann ’nın yarattığı dünya tabii seleksiyon sü­
reçlerinin de bir rol oynadığı dünyadır.
226
Evrim teorisini örnekleyen ispinoz gagası hikâyesinin önem i ve bu nun kitaplarda an latılış şek­
lin in detaylı bir incelem esini biyolog Jonathan Wells’in kitabınd a (Icons o f Evolution, Regnery,
W ashington, 2 0 0 0 ,8.bölüm ) bulabilirsiniz.
227
Melanism-Evolution in Action, Oxford, Oxford University Press, 1998, s.171.
228
27 Kasim, 2000.
229
Londra, Anchor, 2 0 00, s.93.
230
‘Not b lack and w hite’, Nature 396 (1998), ss.35-36.
231
Biberli kelebeklerin detaylı incelem esi yine W ells’de (a.g.e) bulunabilir, yine Kettlewells’in
biberli kelebekler üzerindeki orijinal incelem esiyle alakalı hikayede geçen kişilerin dram atik
öyküleri Judith Hooper’in Of moths and men: intrigue, tragedy and the peppered moth, adh e s e ­
rinde çarpıcı bir şekilde anlatılm ıştır, Londra, Fourth Estate, 2002.
232
The Origins ofPrebiological Systems and of Their Molecular Matrices, S.W. Fox (ed.), New York,
Academ ic Press, 1965, s.310.
233
Örneğin, Evolution hakkindaki tem el ders kitabı, Peter Skelton (ed.), Addison Wesley, Harlow,
İngiltere, 1993, s.854.
234
‘Intelligent Evolution’, Harvard Magazine, Kasim 2005.
235
W ilson bu sistem lerin n e olduklarını belirtm em iştir.
236
Evolution, 2.baskı, Londra, Natural History Museum, 1995, s.118.
237
Patterson kitabının önsözünde, aynı atadan gelm e açısın dan evrim e in an sa da artık evri­
m in tam bir izah olduğundan em in olm adığını söyler. A slında Darwin de öyle. The Origin of
Species'ın ilk baskısın da Darwin: ‘Doğal seleksiyonun, m odifikasyonun an a, am a tek aracı o l­
m adığına em inim ’ der.
238 a.g.e. s.vü.
239 Aslında, Popper’ın kendisi, evrim teorisine ‘bir metafizik araştırm a programı’ diyecek kadar
ileri gider.
240
Müller, G.B. ‘Homology: The Evolution o f M orphological Organization’, Müller G.B. ve Newman
S.A. (editörler), Origination o f Organismal Form. Beyond the Gene in Developmental and Evoluti­
onary Biology, Harvard, MIT Press, Vienna Series in Theoretical Biology, 2003, s.51.
241 Climbing Mount Improbable, New York, Norton, 1996, s.67.
SONNOTLAR 2 9 1

242
R.E.D. Clark, Darwin Before and After, Chicago, Noody Press, 1967, s.88-89.
243
Letter 3831, CUL DAR 101:77-78, 61-62.
244
Letter 3834, CUL DAR 115:172
245 Bkz. Örneğin, Evolution, Ed. Peter Skelton, Harlow, Addison Wesley, 1993.
246
Beyond Natural Selection Cambridge, MIT Press, 1991 s.206.
247
A.P. Hendry ve M X Kinnison, An introduction to m icroevolution: rate, pattern, process, G ene-
tica 112-113,2001,1-8.
248
Resynthesizing Evolutionary and Developmental Biology, D evelopm ental Biology, 173, 1996,
s 3 6 l.
249 The Material Basis o f Evolution, Yale University Press, 1940, s.8.
250
‘The Major Evolutionary Transition^’, Nature 374,1995, s.227-32.
251 Evolution-£m kritisches Lehrbuch, G iessen, Weyel Biologie, Weyel Lehrm ittelverlag, 1998 s.34.
252
a.g.e, s.46, çevirisini b e n yaptım.
253
Zufall, Stuttgart, Kohlhammer, 1988, s.217, çevirisini ben yaptım.
254
‘Darwinian or “Oriented Evolution”?’, Evolution, 29 Haziran 1975,376-78.
255
Paris, Albin M ichel, 1973, s.130.
256
a.g.e
257 D. Pap adop oulosve ark., Proceedings o f the National Academy o f Science o f the USA, 1999 (96),
3807.
258 The Edge of Evolution: the search for the limits o f Darwinism, New York, Free Press, 2007, s.16.
259
a.g.e s.13.
260
a.g.e s.19.
261
a.g.e s.63.
262
a.g.e s.195.
263 1887’de Albert M ichelson ve Edward Morley eterin varlığını tesp it edebilm ek için klasik bir d e­
ney yaptılar.
264
a.g.e s.164.
265 Mathematical Challenges to the Neo-Darwinian Interpretation o f Evolution, edtörler, P.S. Moor­
head ve M.M. Kaplan, Philadelphia, W istar Institute Press, 1967 s s .2 9 ,30.
266 The Mathematics of Evolution, W eston Pu blications, Cardiff, University College Cardiff Press,
1987, s.7.
267 a.g.e s.9.
268
World’s Classics Edition, Oxford, Oxford University Press, 1996, s.227.
269 The Problems of Evolution, Oxford, Oxford University Press, 1985, s .ll.
270 Conflicts Between Darwin and Palaeontology, Field Museum o f Natural History Bu lletin, Ocak
1979, s.25.
271 Natural History 86,1977.
Evolution’s Erratic Pace,
272 Time Frames: The Evolution o f Punctuated Equilibria, Princeton, Princeton University Press,
1985, ss.144-45.
273
a.g.e
274 Bkz. The Episodic Nature o f Evolutionary Change in The Panda’s Thumb, New York, W.W. Norton,
1985.
275
New York, Norton, 1989.
276
The Crucible o f Creation, Oxford, Oxford University Press, 1998, s.4.
277 Reinventing Darwin, New York, Phoenix, 1996, s 3 .
278 Pervical Davis ve D ean H. Kenyon, Of Pandas and People’da bahsetm iştir, D allas, Haughton
Publishing Co., 1989, s.106.
279 Chicago, University of Chicago Press 2 0 0 4 , s3 5 .
280 Paul Chien, J.Y. Chen, C.W. Li ve Frederick Leung, ‘SEM Observation o f Precam brian Sponge
Em bryos from Sou thern China Revealing, U ltrastructures including Yolk G ranules, Secretion,
G ranules, Cytoskeleton ve Nuclei’, Kuzey Amerika Plean toloji Kongresi’n e sunulm uş tebliğ,
University o f California, Berkeley, 26 Haziran-1 Temmuz, 2001.
281
a.g.e, s.8.
282 New Scientist, 9 0 ,1 9 8 1 ,
ss.830-32.
283
‘T he Language o f God’, a.g.e., s.205.
284
Life’s Solution, Cambridge, CUP, 2003, s.314-15.
285 a.g.e, s.327.
292 A ramizda K alsin T anri Var

286 The Deep Structure of Biology, Ed. Sim on Conway Morris Ed., West Conshohocken, Templeton
Foundation Press, 2008, s.46.
287
a.g.e. ss. 4 9 ,5 0 .
288
‘The M ethodological Equivalence of Design and D escent’, The Creation Hypothesis, Ed. J.P. Mo­
reland, Downers Grove, Inter-Varsity Press 1994, ss. 67-112.
289
a.g.e s.166.
290
Philosophy &Public Affairs, Wiley Inter Science, Cilt. 36, (2), 20, 2008, s.199.
291
Evolution-a Theory in Crisis, Bethesda Maryland, Adler SiAdler, 1986, s.249-50.
292
a.g.e s.250.
293
a.g.e s.250.
294
Chance and Necessity, Londra, Collins, 1972, s.134.
295
‘The Cell as a Collection o f Protein M achines’, Cell 92 ,1 9 9 8 , s.291.
296
Bir hücrenin içinde neler olup bittiğinin canlı bir tasviri için bkz., Bill Baryson, A Short History
of Nearly Everything, Londra, Black Swan, 2004, BÖİ.24.
297
Darwin’s Black Box, New York, Sim on and Schuster, 1996.
298
a.g.e s.39.
299
The Origin o f Species, 6. Baskı, 1988, New York, New York University Press, s.154.
300
a.g.e, 91.
301
Bazılarının Darwin’in teorisinin Popper’m yöntemiyle y an lışlanam ayacağını iddia ettiklerini
göz önü ne alm alı: Darwin’in indirgenemez kom plekslik konsepti tam aksini gösterir,
302
ö r. Bkz., Intelligent Design Creationism and its Critics, ed. Robert T. Pennock, Cambridge, MA,
MIT Press, 2001.
303
a.g.e s.186.
304
İncelem e, Mark C. Taylor, “T he M oment of Complexity: Emerging Newtwork Culture’ The Lon­
don Review of Books, cilt.24, n o .4 ,22 Şubat, 2002, s.5.
305
a.g.e s.193.
306
Oxford, OUP, 1989, s.15.
307
Bu tür deneylerden elde edilebilecek olan am ino asrilerin tam bir listesi, Hayatın Kökeni s o ­
runuyla alakalı detaylı bir tartışm a için The Mystery o f Life’s Origin’e bkz., Charles B. Thaxton,
W alter L. Bradley ve Roger L. Olsen, Lewis ve Stanley, Dallas, 1992, s 3 8 .
308
bkz. ör. Thaxton ve ark. a.g.e ss.73-94.
309
Miller-Urey deneyinin son zam anlardaki literatürde nasıl yanlış aktarıldığını görm ek için bkz.
Icons o f Evolution, Jonathan Wells (Regnery, W ashington, 2000).
310
The Fifth Miracle, Londra, Allen Lane, Penguin Press, 1998, s.60.
311
a.g.e s.61.
312
The Life Puzzle, Edinburg, Oliver and Boyd, 1971, s.95.
313
Bir proteinin am inoasit zincirinin bazı yerlerinde, mümkün olan birden Hazla am inoasit yer a la ­
bileceği ve hesaplam anın da bu durum göz önüne alarak modifiye edilm esi gereküği bilinir. Bi­
yokimyam Reidhaar-Olson ve Sauer bu hesaplam aları yapmış ve olasılığın m uhtem elen 1065’te
1 ihtim ale yükseleceğini tahm in etm işler ki bu da onlara göre ‘imkânsız denecek kadar ufak bir
ihtim al’dir (Proteins: Structure, Function and Genetics, 1, 1990, ss.306-316). Elbette eğer L-asitlerin
ve peptit bağlam ım da gerekli olduğunu h esaba katarsak olasılık 10125’te 1’e kadar düşer.
314
The Intelligent Universe, Londra, M ichael Joseph, 1983, s.19.
315
De Natura Deorum, çev. H. Rackham , Cambridge, MA, Harvard University Press, 1933.
316
Order out o f Chaos, Londra, Fon tan a, 1985.
317
Diğer karışım lar farklı renk değişiklikleri gösterir. M esela ferroinin yerini siilflrik asit alırsa ka­
rışım yeşil renkten renksiz bir to n a doğru değişim gösterir.
318
Yeni bir izahat için bkz. M ichael Lockwood, The Labyrinth o f Time, Oxford, Oxford University
Press, 2005, S.261.
319
‘A sim pler origin for life’, Scientific American, 25 Haziran 2007, ss. 24-31.
320
‘The im plausibility o f m etabolic cycles on the prebioüc earth’, PLos Biology, Tl O cak 2 0 0 8 ,6 (1):
e l8 .
321
The Fifth Miracle, a.g.e, s.122, italik yazara ait.
322
The Return o f the God Hypothesis, S eattle, Discovery Institu te Center for the Renew al o f Science
and Culture, 1998, s.37.
323
‘The Origin o f Life: A Review o f Facts and Speculations’, Trends in Biochemical Science, 231 9 9 8 ,
s. 491-500.
SONNOTLAR 2 9 3

324 ‘The Origin of life: More Questions than Answers’, Interdisciplinary Science Reviews, 1998,13, s 3 4 8 .
325 Life Itself, New York, Sim on and Schuster, 1981, s.88.
326 At Home in the Universe, Londra, Viking, 1995, s.31.
327 The Language of God, a.g.e, s.90.
328 The Blind Watchmaker, a.g.e, s.112.
329 Aristo’nun izleri! Aristo yaşayan bir organizm anın sadece maddi sebeplerle açıklanam ayacağı­
n ı görmüştür: Organizmayı oluşturan m addeler, onu n kom pleksliliğini izah edemez. Aristo’ya
göre organizm anın eidos ya da ‘form’ dediği b ir şeye ihtiyacı vardır. Kelim enin kendisinin de
ifade ettiği gibi maddeye form veren en-form-asyondur.
330 Ne gariptir İd, Aydınlanma genel itibariyle, bilh assa biyolojik kontekste m akine gibi bir evren
fikrini reddetmiştir. Şimdi ise enform asyon teknolojisinin dili, m oleküler biyolojide zorunlu
olarak kullanılm aktadır.
331 İn san genom undan sanki sadece bir tan e varm ış gibi konuşuyoruz. Fakat elb ette öyle değil
-g e n e tik parm ak izi, her in san genom unun benzersiz olduğu gerçeğine dayanmaktadır. Bu
durumda şunu söylem ek doğru olabilir, eğer ben DNA’mı bir başkasm ınki ile karşılaştırırsam
% 9 9 .9’unun benzer olduğu görülür. Farklılıklar kısm en tek bir nükleitod polimorfizm (genellik­
le SNPler veya Snipler olarak adlandırılan) birikim inde bu lunacaktır ve bu da DNA kopyalan­
m ası sürecinde tek bir nükleotidin yanlış kopyalanm asından kaynaklanır.
332 Encode araştırm asının in san genom unun h ed eflenen % T lik kısm ında yürütülen ve ‘genom un
tam am en kopyalanabilir olduğuna dair ikna edici bir delil’ sağlayan dolayısıyla da çok az ‘çöp’
DNA olduğu an laşılacak olan örnek projenin Nature dergisinde basılm ış bir raporu (447, 891-
9 1 6 ,1 4 Haziran 2007).
333 The Major Transitions in Evolution, Oxford ve New York, Freem an, 1995, s.81; ayrıca bkz. Nature
374, 227-32,1995.
334 W hitfield’dan alıntı, ‘Born in a watery com m une’, Nature, 427, 674-76.
335 a.g.e s.26ff.
336 İtalik yapılan söz, basılı halin de ortadan kaybolmuştur. Bir tasarım belirtisi gizlendi m i diye
in san m erak ediyor.
337 Bu anolojiyi 10. Bölüm de dah a detaylı in celem ek için fırsatım ız olacak.
338 The Language o f the Genes, yenilenm iş baskı, Londra, Harper Collins, 200 0 , s.35.
335 Harper’s Magazine, Şubat 2002.
340 D.L. Black, ‘Splicing in the inner ear: a fam iliar tu ne, bu t w hat are the instrum ents?’ Neuron, 20
(2), 1998,165-68.
341 ‘T he Central Dogma o f M olecular Biology’, Nature 227,1970,561-63, bkz. s.563.
342 O nanm m ekanizm alarının bundan bile dah a sofistike olabileceğine dair bir delü vardır. Nature
dergisinde (434, 2005 s .505) Robert Pruitt adi su teresi (Arabidopsis th alian a)’m n belli g en e­
tik m utantlarm m , kendi ebevynlerinden başk a norm al atalarından da bir şekilde genetik bilgi
alan norm al bireyler üretebileceğini yazmıştır. M endel genetiğinin m antığına aykm olduğu
için bunun im kânsız olm ası gerekir. Pruitt ise d ah a önceki nesillerden alın an RNA kalıplarının,
m utant genlerinin DNA onarım ında kullanılm ış olabilceğin i ve bunun o n lan eski ataların ın
stan dartların a getirm iş olabileceğini ileri sürmüştür.
343 A Third Way, a.g.e s 3 3 .
344 Kenneth R Miller ve Joseph Levine, Biology: The Living Science, Upper Saddle River NJ, Prentice
H all, 1998, s.406-407.
345 ‘The origin o f life - a review o f facts and sp ecu latio ns’, Trends in Biochemical Science, 23,1998,
491-95.
346 The Road Ahead, Boulder, Blue Penguin, 1996, s.228.
347 Londra, Penguin, 1979, s.548.
348 7y,e Touchstone o f Life, Londra, Penguin Books, 2 0 0 0 , s.64.
349 ‘Life’s Irreducible Structure’, Science, 1 6 0 ,1 9 6 8 , s.1309.
350 Cambridge, Cambridge University Press, 1992.
351 H. Yockey, ‘A C alculation of the Probability o f Spontaneous Biogenesis by Inform ation Theory’,
/. Theor Biology SI (3), 7 Ağustos 1977, ss377-98.
352 ‘The Selective Chemist’, Fitness o f the Cosmos for Life: Biochemistry and Fine-Tuning adh k on fe­
rans için hazırlanm ış tebliğ, Harvard University, Ekim 11-12,2003.
353 Bu her seferinde ‘Scrabble’da (bir kelim e oyunu) kelim em iz gerçekten İngilizcede var mı yok
mu diye sözlüğü açıp bakm ak gibidir.
294 ARAMIZDA KALSIN TANRI VAR

354 İnsan genom u üzerinde yapılan son çalışm alar m eselen in bundan çok dah a karm aşık olduğu­
nu göstermektedir.
355 Bu önem li mevzuda son derece keyif verici bir tartışm a David B erlin ski’nin The Advent o f the
Algorithm (New York, Harcourt In c. 2000) adlı kitabınd a mevcut.
356
Tem elde istatistiki bir özellikte olan Sh an n on bilgi kuram ının aksine.
357
New York, Wiley, 1973.
358
a.g.e
359
Cambridge, Cambridge University Press, 1998.
360
2 0 O cak 1999.
361
Derek Bickerton, Language and Species, Chicago, University o f Chicago Press, 1990, ss.57-58.
362
Bu bağlam da bkz. D.D. Axe, ‘Extrem e functional sensivity to conservative am ino acid changes
on enzym e exteriors’, Journal o f Molecular Biology, 301,585-96.
363
The Fifth Miracle, a.g.e, s.88.
364
In Many Worlds, Ed. Steven Dick, Philadelphia ve Londra, The Templeton Press, 2 0 0 0 , s.21.
365
a.g.e ss. 21-22.
366
A Different Universe: Reinventing Physics from the Bottom Down, New York, Basic Books, 2005
s.168-69.
367
Bir internet araştırm ası yapılırsa görüleceği gibi aynı konuyla alak alı b aşk a çalışm alar da var­
dır.
368
Science and Information Theory, 2.Baskı, New York, Academ ic Press, 1962.
369
‘Limits o f Scien ce’, a.g.e s.79.
370
Hao W ang’m m akalesi için, bkz. Nature’s Imagination -The Frontiers o f Scientific Vision, Ed.
John Cornwell, Oxford, Oxford University Press, 1995, s.173.
371
‘Complexity and Gödel’s Incom pleteness Theorem’, ACMSIGACTNews, No.9, Nisan 1971,11-12.
372
‘Der Sem an tisch e Aspekt von Inform ation und sein e Evolutionsbiologische Bedeutung’, Nova
Acta Leopoldina, NF 72, N r.294,195-219,1996.
373
‘Intelligent Design as a Theory o f Inform ation’, Perspectives on Science and Christian Faith, 49,
3,1997, ss. 180-90. Ayrıca bkz. No Free Lunch, Lanham , Rowman and Littlefield, 2002.
374
Sir Jam es Jeans, The Mysterious Universe, New York, M acm illan, 1930, s.4 Jean s referans vermi­
yor.
375
Yine de kesin olan şu İd Eddington bu analojiyi kullanm ıştır ama, bir kabın her tarafın a dağıtı­
lan bir gazın kendiliğinden o kabın bir tarafında toplanm a olasılığının ne kadar düşük olduğu­
nu vurgulam ak için kullanm ıştır: “Parm aklarım ı bir daktilo tuşları üzerinde gezdirsem oluştur­
duğum uzun sözcük dizisi anlaşılabilir bir cüm le oluşturabilir. Bir maymun ordusu daktilolara
yüklense British Museum’daki tüm kitapları yazabilirlerdi. Bu olasılık bir kap içerisindeki m o­
leküllerin bir tarafta toplanm ası olasılığından kesinlikle yüksektir.” (Arthur S. Eddington, The
Nature o f the Physical World, Gifford Lectures, 1927, New York, M acm illan, 1929, s.72.)
376
Interchange 50,1 9 9 3 , ss. 25-31.
377
a.g.e s.9.
378
Bu sim ülatöre http://user.tninet.se/ecf599g/aardasnails/java/Monkey/webpages/index.html
adresinden ulaşılabilir.
379
a.g.e s.45.
380
The Blind Watchmaker, New York, Norton, 1986, s.9.
381
Evolution From Space, Sim on and Schuster, New York, 1984, s.176.
382
Ayrıca Cosmic Life Force adlı kitaplarının son bölüm üne bakınız, Dent, Londra, 1988.
383
a.g.e s.68.
384
‘Letter to the Editor’, The Independent, Londra, 12 Ocak, 1997.
385
Şunu h atırlatalım , hayatın kökeninden bahsetm ekteyiz dolayısıyla kelim eleri çok dikkatli seç­
m ek gerekir - b u m utasyona uğratan çoğaltıcılar var demek değildir.
386
Oldukça ironik am a, tasarım sonucu çıkaranların an aloji kullanm asını kınayan Dawkins, kendi
aynı şekilde analojileri tasarım delilini çürütmek için kullanırken çok mutlu.
387
Dawkins’in orijinal versiyonunda sadece bir maymun vardı fakat bu biraz farklı halini kafada
canlandırm ak daha kolay olabilir.
388
Ingo Rechenberg, Evolutionsstrategie ’94, Stuttgart, From m ann Holzboog, 1994.
389
‘The D eniable Darwin’, Commentary, Haziran, 1996, ss.19-29.
390
Behe, a.g.e, s.22l.
391
a.g.e S.221.
SONNOTLAR 2 9 5

392 The Genetical Theory o f Natural Selection, 2. Yenilenmiş baskı, New York, Dover, 1958.
393 God, Chance and Necessity, Oxford, One World Pu blications, 1996, s.108.
394 Cambridge MA, MIT Press, 1999, s.259ff.
395 Biyolojide bir m utasyon diğer pek çok m utasyonla birlikte m eydana gelerek yepyeni kompleks
(ya da bilgi yüklü) bir ürün oluşturursa faydalı olabilir.
396 Robert Berwick, ‘Respond’, The Boston Review, Şubat/Mart 1995, s.37.
397 ‘The M iracle o f Darwinism’, Origins and Design, cilt.17, No.2 B ah ar 1996, ss.10-15.
398 Bilgisayar bilim inin tem elleri de dahil pek çok sah ada çığır açan katkılarda bulunan Johann
von Neumann 1949’da kendi kendini üreten m akineler yapılm asını önerm işti.
399 Steve Fuller, Science Vs. Religion, Cambridge, Polity, 2007, s.89.
400 Stephen Meyer, ‘DNA and Other Things’, First Things, Nisan 2000.
401 ‘Self-O rganization, Origin o f Life Scen arios and Inform ation Theory’, Journal o/Theor. Biol 91,
1981, s.13-31.
402 Cambridge, Cambridge University Press, 1998.
403 Evrende bazı akıllı varlıklar olduğunu gösteren en önem li delillerden birinin de henüz bizim le
iletişim e geçm em iş olm aları olduğu espirisine burada yer vermeden duramadım.
404 ‘A Scien tist Reflects on Religious B e lief’, Truth 1,1985, s.54.
405 Associated Press Report, 9 Aralık, 2004.
406 3 0 Ocak 1999, s 3 .
407 17 Şu b at, 2001.
408 Tevrat 11:3.
409 Physics Today, Mayıs 1961, s.23.
410 The God Delusion, a.g.e s.147.
411 The Blind Watchmaker, a.g.e, s.141.
412 Bir diğer Önemli kıstas tutarlılıktır - b u hem m an tıksal tutarlılık hem de delille tu tarlılıktır..
413 The God Delusion, a.g.e s.l69ff.
414 4. Bölüm de çoklu evren konusundaki tartışm aya bkz.
415 The God Delusion, a.g.e s.136.
416 Elçilerin İşleri, 17:29.
417 Edge adlı online dergiye katla
418 Bu konulara harika bir giriş, Raymond Sm ullyan’ın Forever Undecided- a puzzle guide to Gödel
adlı kitabında bulunabilir, Oxford University Press, 1988.
419 Science and Christian Belief 3 (1), 35-55, Nisan 1991.
420 Farrer, A Science o f God, a.g.e s.33-34.
421 ‘A Third Way’, Boston Review, Şubat/Mart 1997, s.33.
422 Biochemical Predestination, D.H. Kenyon ve G .Steinm an, New York, McGraw-Hill, 1969.
423 Of Pandas and People: The Central Question of Biological Origins, P.Davis ve D.H. Kenyon, D al­
las, Texas, Haüghton Publishing Co., 1989, s.7.
424 ’Intelligent Evolution’, Harvard Magazine, Kasim 2005.
425 ‘A Scientist Reflects on Christian B e lie f’, Truth 1,1985, s.54.
426 BBC Radio 4 Röportaj, 10 A ralık 2004.
427 Bkz. 8. Bölüm.
428 Bkz. örneğin, H.J. van Till, ‘W hen Faith and Reason Co-operate’, Christian Scholar’s Review, 21,
1991, s.42.
429 ‘The Laws o f Nature and the Laws o f Physics’ Quantum Cosmology and the Laws of Nature:
Scientific Perspectives on Divine Action, Editörler: Robert John Russell, Nancey Murphy ve C.J.
Isham , 2. Baskı, Vatikan ve Berkeley, The V atican Observatory and The Center for Theology and
Natural Sciences, 1999, s,438.
430 ‘Should M ethodological Naturalism Constrain S cien ce’, Christian Perspectives for the New
Millenium, Editörler: Scott B Luley, Paul Copan ve Stan W W allace, Addison Texas, CLM/RZIM
Publ., 2003.
431 D aha önce söylediğim gibi kâin atın kanunlarını ve işleyişini araştırırken, çoğu zam an gerçek­
ten bir tasarım olduğunu kabul etm ek ya da sadece tasarım varm ış gibi göründüğünü varsay­
m ak arasında çok az bir fark vardır.
432 Tıpkı hâkim bilim sel akım lardan h assas ayar ya da incelik gibi argüm anlara da itiraz ed ebile­
cekleri gibi.
433 Robert Spaem ann, Das unsterbliche Gerucht: Die Frage nach Gott und die Taeuschung der
296 A ramizda Kalsin Tanri Var

Moderne, Stuttgart, Klett-Cotta, 2007, s.63.


434 Robert Spaem ann, Fantastische Annahmen. Röportaj, Wirtshaftswoche 07.08.2008. Bir çocuğun
basit bir harf/numara kodu kullanarak bir duvara ‘Numarası 467 olan kızı seviyorum’ yazmış
olabileceği klasik antik dünyadaki gem atria’ya (İbrani ebcedi) benzer. Meşhur İncil örneği 666
num arasıdır.
435 Tanrı’da doğduk, Mesih’te öldük, Kutsal Ruh ile hayat bulduk.
436 The God Delusion, s.78.
437 The Language o f God, a.g.e, ss.51-52.
438 Bkz. 'An Enquiry Concerning Human Understanding’ ile A letter from a Gentlem an to his friend
in Edinburgh’ ve Hume’un A bstract o f a Treatise on Human Nature’, Indiana, Haclcett Pu blis­
hing Co, 1993,10.1 ss.76-77.
439 ‘Yeniden dirilme’n in Yunancadaki karşılığı ‘anastasis’ olup ‘yeniden ayağa kalkm ak’ demektir.
Dolayısıyla bu kelim e sadece ruh ya da benliğin hayata dönm esi değil bedenin dirilm esi an la ­
m ına gelir.
440 An Enquiry Concerning Human Understanding, 4.1, s.15. Bu ‘İndüksiyon Problem i’ adlı soruna
bir örnektir.
441 The God Delusion, s.187.
442 a.g.e, 7.2.S.49.
443 Process and Reality, M acm illan, Londra, 1929.
444 Anthony Flew, There is a god, New York, Harper One, 2007, ss.57-58.
445 God is not Great, Londra, Atlantic Books, 2007, s.141.
446 a.g.e, s.79.
447 Luka 1:5-25.
448 Jam es Gregory Konferansı, University o f Durham, 2007.
449 C. S. Lewis, Miracles, a.g.e, s.62.
450 Bununla ilgili olarak W ittgenstein sözleri hatırlanabilir: “M odernitenin büyük bir aldatm acası
tabiat kanunlarının evreni açıkladığıdır. Tabiat kanunları evreni tarif eder, düzeni ta rif eder.
Ama hiçbir şey açıklam az.”
451 Miracles, a.g.e s.63.
452 a.g.e,, s.73.
453 a.g.e s.77.
454 The Encyclopedia ofPhilosophy’deki ‘M iracles’ adlı m akalesine bkz., ed. Paul Edwards, M acm il­
lan , New York, 1967, cilt.5, ss 346-53; ve In Defence o f Miracles’daki ‘Neo-Hum ean Arguments
about th e M iraculous’ adh yazısına bkz. R.D. Geivett ve G.R. H aberm as, Apollos, Leicester, İn ­
giltere, 1997, ss.45-57.
455 Encyclopedia ofPhilosophy, a.g.e, s.252.
456 a.g.e s.76.
457 Miracles, s.109.
458 Yani bir duruma uygulam adan önce edindiğimiz fikirler, inançlar ve prensiplerle alakalı seb ep ­
ler.
459 Nature and the Greeks, Cambridge, Cambridge University Press, 1954.
460 Yaratılış 1:1
461 Y uhanna 1:1-4
İ ndeks

A b o ş lu k la r ın ta n r ıs ı 4 6 , 63, 6 4 , 9 9 ,1 0 4 ,
162 -4, 215, 257, 259, 2 6 0 ,2 6 6
A d a m s , D o u g la s 5 3 ,2 2 3
B o y le , R o b e rt 27
a la lli ta s a r im 1 2 ,1 3 ,1 4 ,1 5 ,2 3 5 ,2 3 7
B r a h e , T y c h o 11, 70
A lb e r ts , B ru c e 168
B rillo u in , L e o n a r d 2 0 3 ,2 19
A le x a n d e r , D e n is 125
B ro o k e , J o h n 29
a m in o a s itle r 1 7 4 ,1 7 5 ,1 8 9
A n a x im a n d e r 65 C
A n a x im e n e s 65
C a irn s-S m ith , A . G. 176
an tro p ilc ilk e 9 9 ,1 0 0
C a lv in , M e lv in 26, 67
A q u in a s , T h o m a s 68
C a v a lie r-S m ith , T. 171
A ris to 10, 11, 3 1-4 , 57» 7 9 . 81, 90 , 10 6 ,
C h a itin , G re g o ry 210 , 220, 221
1 2 7 ,1 3 4 , 283
A sim o v , I s a a c 224 C h e n , J. Y. 128

a te iz m 1 2 , 1 5 , 1 7 , 2 5 , 4 9 , 6 5 ,1 2 5 ,1 6 5 C h ie n , P a u l 158

A u g u s tin e 2 8 ,9 0 C h u rc h -T u rin g T e z i 221

A y d m la n m a 4 3 ,2 6 2 ,2 6 4 C ic e ro 177
C le rk M a x w e ll, Ja m es 8 ,2 7 , 6 9 ,2 0 1
B
C o llin s , F ra n c is 21, 2 3 ,5 6 ,1 2 5 ,1 6 1 ,1 6 4 ,

B a c o n , F ra n c is 2 7 ,5 9 183, 242, 263, 268

B a rro w , John 201 C o m m o n e r, B a rr y 1 9 4 - 6 ,1 9 8

B e h e , M ic h a e l 1 4 ,1 4 9 ,1 6 9 ,2 3 1 - 2 C o n w a y , M orris, S im o n 124, 156, 158,

B e lo u s o v -Z h a b o t in s k i 1 7 8 ,1 8 1 1 6 1 ,1 6 4

B e r lin s k i, D a v id 2 2 8 ,2 3 0 C o y n e , Jerry 137

B erry, S a m 125 C ric k , F r a n c is 72, 7 6 -7 , 10 6 , 182, 18 6,


B ic k e rto n , D e r e k 213 1 9 2 ,1 9 4 ,1 9 5
B ig B a n g 4 0 , 9 1 , 1 0 3 - 4 , 1 1 5 ,2 7 7 - 8 C u tla n d , N ig e l 254
B o n d i, H e rm a n n 9 1 ,9 2 ç o k lu e v r e n 8 ,1 0 1 - 3 ,2 4 9
2 9 8 ARAMIZDA K ALSIN TANRI V a r

D F e y n m a n , R ic h a rd 7 ,1 3 3 , 246
F le w , A n th o n y 1 2 ,5 2 ,1 6 7 ,2 4 2 ,2 5 7 ,2 6 3 ,
D a r w in iz m 1 1 7 - 8 ,1 2 4 ,1 2 9 ,1 4 2 ,1 5 1 , 215,
2 7 0 ,2 7 7
225, 231
f o s il 135, 1 4 7 . 1 5 4 -9
D a v ie s, P a u l 80, 82, 8 4 , 87, 95, 9 7 ,1 7 4 ,
1 7 5 ,1 8 1 , 2 1 1 ,2 1 4 , 242 G

D a w k in s , R ic h a r d 8 - 1 0 ,1 4 - 5 ,1 9 - 2 1 , 53,
G a lile o 8, 11, 12, 27, 28, 30 -6 , 4 4 , 50,
6 4 . 72, 75, 83, 10 0 , 10 6 -7, 125,
9 0 ,1 3 4
142, 156, 172, 18 5 , 223, 245,-7,
G a y lo r d S im p s o n , G e o rg e 80
2 5 0 ,2 6 2 ,2 6 4 ,2 6 7
g e n e t ik a lg o r itm a la r 121
d e D u v e , C h r isita n 4 4 ,1 0 2
g e n o m 1 8 8 ,2 2 8 ,2 4 2
D e m b s k i, W illia m 211, 221
G o ld s c h m id t, R ic h a rd 148
D e n n e tt, D a n ie l 1 5 ,1 1 8 ,1 2 6
G o n z a le z , G u ille rm o 98
D e n to n , M ic h a e l 167
G ö d e l, K u rt 71, 254
D e sc a r te s, R e n e 79, 81
G ra s se , P ie rre 149
D e u ts c h , D a v id 101
G ray, A s a 12 2 ,12 4
d e v r id a im 7 7 ,2 1 7 ,2 1 8
G rib b in , John 92
D N A 4 2 ,5 1 ,7 4 , 7 5 ,1 2 7 ,1 6 0 -2 ,1 6 7 -8 ,1 7 9 ,
18 1, 185-200, 207-8, 212-4, 218, H
222, 230, 234, 239, 242, 244-5,
H a ld a n e , J. J 86
248 -9,256-8
H a rriso n , E d w a rd 102
D o b z h a n s k y 1 3 5 ,1 3 8 ,1 4 9 , 201
H a rriso n , P e te r 29
D o s e , K la u s 182
h a s s a s a y a r 1 0 1 ,1 0 4 ,1 2 4 - 5 ,1 6 1
D ra p er, Joh n 34
H a u g h t, John 21, 8 4 , 85
D y s o n , F re e m a n 71, 80
H a w k in g , S te p h e n 85, 87, 8 9 , 9 1-4 , 254

E H e a p , B ria n 2 3 ,1 2 4
H e g e l 7 9 ,8 1
E d d in g to n , A r th u r 91 H e ise n b e rg , W e rn e r 4 4 , 93
E d g e o f E v o lu tio n 14 H er Ş e y in K u ra m ı (H ŞK) 7 0 ,2 5 3 -4
E ig e n , M a n fre d 203 H e sio d 65, 67-8
E in s te in , A lb e r t 8 1, 82 H ıris tiy a n lık 2 9 ,1 1 0 , 252, 283
E ld re d g e , N ile s 155 H ilb e rt, D a v id 70-1
e l-H a re z m i 209 H o fsta d te r, D o u g la s 199
E n g e ls 91 H o m e r 65, 67
E n t s c h e id u n g s p r o b le m i 70 H o o k e r, J o se p h 3 5 ,1 4 3 - 6
E p ik iir 6 6 ,1 3 2 H o u g h to n , Jo h n 2 3 ,2 5 ,1 2 2
E v e re tt, H u g h 101 H o y le , F re d 9 1-2 , 9 5 , 135. 150 , 153-4 ,
1 7 7 .2 2 5
F
H u m e , D a v id 1 5 ,1 1 2 - 5 , 239, 262-279
F a ra d a y , M ic h a e l 2 7 ,1 2 5 H u x le y , T.H . 30 , 3 4 - 6 , 117 , 123-4, 126,
Farrar, A u s tin 5 7 ,2 5 5 223, 227
İ ndeks 2 9 9

L e ib n iz 79 , 81
h ü c re 151, 167, 16 9 , 18 6, 18 8, 192, 195»
199 L e s lie , Jo h n 1 0 0 -2 ,1 8 0 -2 ,1 9 2 ,1 9 7 , 211
L e u b a , P r o fe s so r 22
I L e w is , C. S. 2 7 ,1 3 1 -2 ,2 7 2 -3 ,2 7 9
L e w o n tin , R ic h a rd 4 7 - 9 ,1 3 4 ,1 3 9 , 159
in a n ç 9 , 10 , 20-2, 25, 27, 29, 38 , 4 5 '6 >
L o c k e 79, 81
4 8 ,5 1 , 81, 8 3 - 5 ,1 1 8 ,1 6 3
in d ir g e m e c ilik 72 L o c k w o o d , M ic h a e l 102

İ s la m 2 9 ,2 5 2 ,2 6 1 ,2 8 3 L o e w e n s te in , W ern e r 199
L o g o s 6 7 ,1 6 4 ,1 6 5 , 243, 261, 283, 284
J L u c re tiu s 13 2 ,13 3

Jaeger, W ern e r 67 M
Jam es, F r a n k 36
Jo h n so n , P h illip 130 M a d d o x , J o h n 92

Jo n es, S te v e 1 3 7 ,1 9 3 , m a k r o e v r im 132, 138, 1 4 6 -7 , 157, 159,

J o se p h so n , B ria n 226 I 163


M a r g u lis, L y n n 12 9 ,1 3 7
К M ayr, E rn st 152

K a n t, I m m a n u e l 79 , 81 M cG ra th , A lis te r 2 2 ,12 5

K a u ffm a n , S tu a rt 1 6 7 ,1 8 0 ,1 8 3 , 236-7 M c M u llin , E rn a n 4 9 ,5 0

K e lv in 2 7 ,3 5 M e d a w a r, P e te r 4 1 ,5 8 ,1 5 2 ,2 1 9

K e n y o n , D e a n 256 M e n d e l 27, 51

K e p le r, J o h a n n e s 8 ,1 1 , 27, 30, 70 M ey er, S te p h e n 1 6 3 ,1 8 2 ,2 3 9 ,2 4 0

K in g s le y , C h a rle s 12 2 ,12 6 M ic h e ls o n - M o r le y d e n e y i 151

K le in , G e o rg e 4 6 , 47 m ik r o e v r im 1 3 7 - 9 ,1 4 6 - 8 ,1 5 6

K o lm o g o r o v 210 M ille r, S t a n le y 1 7 3 ,1 9 7

k o m p le k s lik 1 5 1 ,1 6 8 ,1 7 1 ,1 9 4 ,2 0 8 ,2 1 0 , m o le k ü le r e v r im 1 3 8 ,1 7 0 ,2 0 1

2 1 1 -2 ,2 3 6 ,2 4 5 ,2 4 9 M o n o d , J a c q u e s 168

K o p e r n ik , N ic h o la s 3 3 ,9 0 , 94 M u s a 6 6 , 6 7 ,1 0 3 ,2 0 9
K o p e r n ik P r e n s ib i 94
N
‘ k ö r in a n ç ’ 2 1 ,8 3
k u a n tu m m e k a n iğ i 4 1, 246, 278 N A S A 240
K u h n , T h o m a s 5 0 ,1 3 3 N a tü r a liz m 9 ,3 7 ,2 7 9
K u rtz, P a u l 4 6 , 47 N e e d h a m , Jo se p h 28
K ü p p e rs, B e r n d -O la f 203, 220-1, 235 N e w to n , I s a a c 61
K w a k , S h in 195 N ie tz s c h e 24

L O

L a n d a u e r, R o lf 244 O p a rin , A . I. 172


L a p la c e 45, 61-3 O rg e l, L e s lie 1 8 0 ,1 8 2 ,1 9 2 ,1 9 7 » 211
L a rs e n , E d w a rd 2 2 ,2 3 O w e n , R ic h a r d 3 5 ,1 2 4
L a u g h lin , R o b e rt 215 Ô k lid 1 0 9 ,2 1 9
300 ARAMIZDA KALSIN TANRI V ar

P S c h ü tz e n b e r g e r , M a r c e l-P a u l 15 3 ,2 3 6
SE T I 240, 2 41, 248, 257
P a le y , W illia m 15, 88, 102, 10 5, 108,
S h a n n o n , C la u d e 206
10 9 -116
S h a p iro , Jam es 1 7 0 ,1 9 6 , 256
P a s c a l, B la is e 27
S h a p iro , R o b e rt 1 7 9 ,1 9 0
P a tt e r s o n , C o lin 1 3 0 ,1 4 0 - 1 ,1 5 7
S m a r t, J. J. C. 86
P e a c o c k e , A r t h u r 75
S o b e l, D a v a 30
P e n n o c k , R o b e rt 235
S te n g e r s , I s a b e lle 177
P e n r o s e , R o g e r 8 3 ,9 6 ,9 7
S w in b u r n e , R ic h a rd 6 3 - 4 ,1 0 1 ,1 2 3
P e n z ia s , A r n o 7 9 ,9 9 ,1 0 2 - 4
P h illip s , W illia m 2 3 ,2 6 4 , 268 T

P ig liu c c i, M a s sim o 44
t a s a r ım 12-5, 92, 9 7 ,1 0 0 ,1 0 2 ,1 0 6 ,1 0 8 ,
P irsig , R o b e rt 20
1 1 2 - 7 ,1 2 7 ,1 6 3 - 4 ,1 7 2 , 230-1, 235.
P la n tin g a , A lv in 103, 260
237. 239 -41. 259
P la to 6 6 ,7 9 , 8 1 ,9 0 ,1 0 6
T aylo r, C h a rle s 35
P o la n y i, M ic h a e l 73, 200 te iz m 17, 2 5 ,3 7 ,3 9 , 49, 50 , 8 5 -6 ,12 5
P o lk in g h o r n e , Joh n 77, 83, 10 1, 116 , T h a le s 65
2 5 9 ,2 6 8 ,2 8 3 T o rr a n c e , T. F. 28
P o o le , M ic h a e l 3 6 ,6 1 T o w n e s , C h a r le s 94
P o p p e r , K a rl 7 3 ,1 3 0 ,1 4 1 T u rin g m a k in e s i 221
P r a n c e , G h ille a n 1 9 ,2 5 ,1 2 4
P r ig o g in e , I ly a 1 7 7 ,1 7 8
U
P r o te o m ik 198 U la m , S t a n le y 152

R V
R a u p , D a v id 155 v a h iy 5 9 ,1 1 1
R a y le ig h - B é n a r d k o n v e k s iy o n u 178 V a le n t in e , Jam es 158
R e e s, M a rtin 101-3 v o n B a e y e r, C h r is tia n 2 3 9 ,2 4 3
R id le y , M a r k 1 5 4 ,1 6 0
R o ss , H u g h 96
W
R u se , M ic h a e l 4 2 ,1 3 0
W a d d in g to n , C .H . 1 5 2 ,15 3
R u s s e ll, B e r tra n d 7, 4 1, 5 4 , 55, 84 , 86, W a rd , K e ith 7 9 ,8 1 ,8 5 - 7 ,2 3 5
113 W a ts o n , Jam es
R u s s e ll, C o lin 36 268
R u th e r fo rd , E rn e st 51 W e in b e rg , S te v e n 9
W e s so n , P a u l 147
S
W h e e le r, J.A. 243
S a g a n , C arl 3 9 ,4 7 ,2 4 1 ,2 4 8 W h ite h e a d , A lfr e d N o rth 2 6 ,2 6 9
S a n d a g e , A lla n 8 9 ,2 4 2 ,2 5 7 W ig n e r, E u g e n e 83
S c h a e ffe r , H e n r y F. 40 W ik e r, B e n ja m in 132
S ch e re r, S ie g fr ie d 148 W ilb e rfo rc e , S a m u e l 34
İn d e k s 301

W ilso n , E.O. 3 8 -9 ,1 3 9 , 256 z


W ista r 152, 236
Z e ilin g e r, A n to n 243
W ith a m , L a rry 22

X e n o p h a n e s 63, 65-6, 68, 251

Y a h u d ilik 29, 283


Y a ra tıc ı 8 ,1 2 , 28 -9, 45, 4 7, 60 , 67-9, 87,
89, 90 , 92, 9 4 , 97, 101-2, 116 ,
1 1 9 ,1 2 2 ,1 5 3 , 2 4 4 , 250, 252, 257,
261, 279, 280, 283-4
Y a ra tılış 29, 39, 6 8 , 251, 283
Y a r a tılış ç ılık 13
Y e n i A te is tle r 8, 84, 262, 275
Y e re m y a 66
Yoclcey, H u b e rt 200, 240
BJ1.I.M \ I PIN l.RİNİN İLK KİTABI

Bilim-felsefe-din ilişkisini, kaliteli


la n ı fa n a İ İ K iif s i? i ve okunmaya değer bir tarzda
I ' ele alan eserlere ihtiyacımız var.
Bu kitap işte bu iş için biçilmiş
| kaftan. Yazar fizik, biyoloji, felsefe
gibi alanlarda çalışan önemli ve
I etkili akademisyenlerle yap tığ ı;
1 görüşmeler sonucu bu kitabı ha- ;
. zırlamış. Üstelik konu; herkesin
| rahatlıkla anlayabileceği, keyifli
bir sohbet havasında aktarılıyor.
I Bu konu ender olarak böylesine
sürükleyici, renkli ve eğlenceli bir
. üslupla sunulmuştu. Modern bili-
I min evren ve canlılar hakkında sa­
hip olduğu verilerin tektanrılı din-
I lerin inançlarıyla ne kadar uyumlu
olduğunu anlatan bu kitap, eşsiz
i bir katkı olarak nitelendirilmeyi
I hak ediyor.

I Hepimizin biyoloji dersinde gör­


düğümüz, evrim le ilgili o çizim-
| lerin gerçekle alakası var mı, yok
• mu? Hayatın cansız maddelerden
türemesi, bilimsel olarak müm- i
| kün mü? Kainatta sıradan bir sa-
manyolunun sıradan bir güneş i
I sistemindeki sıradan bir gezege-:
ninde yaşayan sıradan bir tür mü- i
. yüz, yoksa her şey akıl almaz dere-;
| cede sıra dışı mı? Vücudumuzda
dolaşan biyolojik makinelere bir
I açıklama getirilebiliyor mu? Şuur
Hani Tanrı Ölm üştü?, 2004 yılında
denilen şeyin materyalist bir iza-
Amerika'da yayınlanan ve yayınlanm asıyla
I hı var mı, eğer yoksa 'yapay zeka'
beraber gündem e oturan kitabın Türkçe
I bir fanteziden mi ibaret? Bilim bir
çevirisi. Kitap New York Times'ın en çok
Tanrı'nın varlığı tezini ne oranda
satanlar listesine girm ekle kalm adı, bugün
destekliyor?
halen daha Amerika'da konu hakkında en
çok satan kitaplardan biri olm ayı sürdürü-
i Bu ve benzeri sorulara, en tatmin
^ yor. Kitabı bu denli çekici kılan husus, din
I edici cevapları arıyorsanız ama
= ile bilim in buluşma noktalarını, herkesin
konunun size herkesin anlaya-
.. okuyup anlayabileceği basitlikte sunuyor
| bileceği bir dille aktarılmasını
olm ası. Bunun için bir gazeteci ve Yale
bekliyorsanız, doğru kitabı elinize
mezunu bir hukukçu olan Lee Strobel,
| aldınız demektir.
farklı alanlardan bilim adam larıyla söyleşiler yapıyor. Bu bilim
adam ları, genellikle Akıllı Tasarım akım ının öncü isim leri ve
Doç. Dr. Caner Taslaman
kendileri de çok satan kitapların yazarları.

You might also like