Professional Documents
Culture Documents
Tanri Var
John C. Lennox
Çevirmenler
Reşit Şahin - Sare Levin Atalay
U F U K YAYINLARI /ARAMIZDA KALSIN TANRI VAR
Görsel Tasarım
Ali BIYIKLI
ISBN
9 7 8 -6 0 5 -5 3 1 4 -3 0 -9
Yayın Numarası
147
Basım Tarihi
Ekim 2 0 1 2
Basım Yeri
Pasifik Ofset Yay. San. Tie. A.Ş.
Güvercin Cad. No: 3/1 Baha İş Merkezi
A Blok Haramidere / İSTANBUL 3 4 3 1 0
Tel: (0212) 412 17 0 0 Faks: (0212) 4 2 2 11 51
Ufuk Yayınları
Rasim Paşa Mah. Rıhtım Cad. Derya İş Merkezi
A Blok No: 2 8 /3 9 -4 8 , Kadıköy / İSTANBUL
Tel: (0216) 4 4 9 49 09 Fak: (0216) 4 4 9 49 11
www.ufukyayinlari.com
İÇİNDEKİLER
Önsöz....................................................................................................................................... 7
Dünya Görüşleri S a v a şı....................................................................................................... 19
Bilimin Kapsamı ve Sınırları............................. 41
İndirgeme, İndirgeme, İndirgeme....................................................................................... 63
Tasarlanan Evren.................................................................................................... 79
Tasarlanan Biyosfer ...........................................................................................................105
Evrimin Tabiatı ve Kapsam ı............................................................................................... 135
Hayatın Kökeni ...................................................................................................................167
Genetik Kod ve Kökeni............................................... 185
Bilgi Meselesi...................................................................................................................... 203
Maymun Makine................................................................................................................. 223
Bilginin Kaynağı............................................................. 239
Tabiatı Bozmak? David Hume’un Mirası..........................................................................263
Sonsöz: Aldın Değil Bilimin Ötesinde.............................................................................. 281
Sonnotlar............................................................................................................................. 285
İndeks...................................................................................................................................297
Ö n sö z
eden hiçbir şey değil de bir şeyler var? Özellikle, evren ni
çin var? Nereden geldi ve eğer gideceği bir yer varsa, n e
reye gidiyor?
Evren ardında hiçbir şey olmayan nihai gerçekliğin ta kendisi mi,
yoksa ‘ötesinde’ bir hakikat mi saklı? Biz de Richard Feynman gibi:
“Tüm bunların anlamı ne?” diye sormalı mıyız? Ya da Bertrand Russell
“evren işte burada ve hepsi bu” derken haklı mıydı?
Bu sorular hala önemlerinden bir şey kaybetmiş değiller. Bilginin en
yüksek zirvelerine tırmanma azminin teşvik ettiği bilim adamları, daha
şimdiden bizlere yaşadığımız evrenin doğası hakkında son derece çarpı
cı bilgiler kazandırmış bulunuyorlar. Hubble teleskopu, atmosferin üze
rindeki yörüngesinden inanılmayacak büyüklükteki ölçeklerde iş görüp,
bize uzak göklerin hayret verici görüntülerini iletmekte. Bunun yanı sıra,
akıl almaz küçüklükteki ölçeklerde iş gören tarama tünelleme mikrosko
bu aracılığıyla insanoğlu, canlı dünyasının moleküler biyolojideki olağa
nüstü kompleksliğini keşfedebiliyor. Bu içinde, bilgice yoğun makro mo
lekülleri ve onların mikro minyatür protein fabrikalarını barındıran bir
dünyadır. Sözü geçen protein fabrikalarının karmaşıklığı ve hassaslığı
ile karşılaştırıldığında gelişmiş insan teknolojisi bile oldukça kaba kalır.
8 A ramizda K alsin T anri V ar
Bu derece etkili bir düşünür olan Flew’in bu iddiası zaten ateşli olan
‘akıllı tasarım’ tartışmalarına yeni bir boyut kattı. ‘Akıllı tasarım’ tar
tışmalarının meydana çıkardığı tansiyonun bir sebebi; bu terimin son
zamanlarda bir çok insanın kulağında kripto-yaratılışçı, bilim karşıtı,
özellikle de evrimsel biyoloji düşmanı bir hareket tınısı bırakıyor ol
ması. Bu, terimin manasında örtük anlam kaymaları olduğu ve bunun
neticesinde ciddi tartışmanın sahneden çekilmesi tehlikesinin baş gös
terdiği anlamına geliyor.
‘Akıllı tasarım’ tabiri, tuhaf bir tabir olması hasebiyle de, dikkatleri
üzerine çekti. Tuhaf zira tasarım zaten bir aklın varlığını gerekli kılıyor,
bu açıdan ‘akıllı’ kelimesinin kullanımı lüzumsuzlaşıyor. Hâlbuki biz
Ö nsöz 13
göre akıllı tasarım, ampirik delile karşı değildir. Hıristiyanlıkta ise am
pirik delile karşı bir körlük oluşmuştur ve Nagel’e göre akıllı tasarım bu
noktada, bugünkü anlamıyla yaratılışçılıktan ayrılmaktadır.8
Profesör Nagel ayrıca “Çok uzun zamandır, hayatın menşei ve geli
şiminin sadece geleneksel evrim teorisinin anlattığından ibaret olduğu
iddiasına kuşkuyla yaklaşıyorum”9 diyor ve sonrasında, bu iddialara
“literatürde delil bulmak çok zor” diye ekliyor. Ona göre standart ev
rimsel mekanizmaların sağladığı “mevcut deliller” bugün hala, tüm
yaşamın evrimini açıklamak bir yana, böyle bir açıklamanın “yanına
dahi yaklaşamıyor.”10
Hâlbuki biz biliyoruz ki şimdilerde, Peter Atkins, Richard Dawkins
ve Daniel Dennett gibi yazarlar, ateizm için güçlü bilimsel deliller oldu
ğunu iddia edip duruyorlar. İlginç bir husus, onlann, sonuç itibariyle
Tnefafizikselıolan bu duruşlarını desteklemek için bilimi amaçlarına
alet etmekten kaçınmamaları. Bu durumda onlar, alternatif bir duruşu,
yani teistik tasarımı savunanların, bilimsel delillerle tezlerini destek
lemelerine nasıl karşı çıkabiliyorlar, anlamak mümkün değil. Elbette
ki bazıları bu soruya, alternatif bir pozisyonun zaten var olmadığı ce
vabını vereceklerdir. Yine de ben, bunu söylemeden önce iki tarafı da
dinlemek gerektiği kanısındayım.
Akıllı tasarımın bilim olup olmadığını değerlendirmenin diğer bir
yolu da bu hipotezin bilimsel açıdan test edilebilir hipotezler arasına
girip giremeyeceğini saptamaktır. Hipotezi böylesi bir teste tabi tutma
nın mümkün olduğu iki temel alana, yani kâinatın akli olarak anlaşıla
bilirliği ve kâinatın başlangıcı konularına ileride değineceğiz.
Akıllı tasarım terimi için diğer bir zorluk da bazı insanların zihninde
‘tasarım’ kelimesinin yaygın bir şekilde; Newton’un saat benzeri kâinat
düşüncesiyle ilişkilendirilmesidir. Newtoridan sonra Einstein, bili
mi bu anlayışın ötelerine taşımıştı. Akıllı tasarım, bazı insanlara ise,
Paley ve onun 19. yüzyıl tasarım argümanını hatırlatıyor ki bu anlayış
zamanında David Hume tarafından sorgulanmıştı. Dolayısıyla bu son
16 A ramizda K alsin T anri V ar
de sıradan bir hisse bile değil, bilime düşman olan bir hisse. Elbette bu
konuda Atkins yalnız değil. Richard Dawkins bir adım daha ileri gider.
Ona göre Tanrı’ya iman, yok edilmesi gereken bir kötülüktür. Dawkins
şöyle der: “AIDS, deli dana hastalığı ve benzeri birçok hastalık ile ala
kalı felaket tellallığı yapmak moda halini aldı. Oysa bence dünyanın en
büyük şerlerinden biri imandır. Çiçek hastalığıyla kıyaslanabilecek bir
bela; fakat yok edilmesi çok daha zor. Tüm dinlerin en temel kusuru,
imandır, yani herhangi bir kanıta dayanmayan inançlardır.”12
Kısa süre önce Dawkins’in iman hakkmdaki görüşleri kısmi bir de
ğişikliğe uğradı. Artık onu bir bela olarak değil, bir yanılgı olarak tarif
ediyor. Tanrı Yanılgısı13 adlı kitabında, Zen ve M otosiklet Bakım ı Sanatı
adlı kitabın yazarı Robert Pirsig’den alıntı yaparak: “Bir insamn heze
yanının adı cinnettir. Ama birçok insanın hezeyanının adı dindir” di
yen Dawkins’e göre gene de din sadece bir yanılgı değil aynı zamanda
zararlı da bir yanılgı.
Bu tarz görüşler, din ve bilim alanında ileri sürülen fikirler yelpa
zesinde en uç noktalardır ve bu tarz düşüncenin yaygın olduğunu söy
lemek hata olur. Birçok ateist de, bu ve benzeri görüşlerin ihtiva ettiği
saldırganlıktan, baskıcı hatta totaliter havadan rahatsız olacaklardır. Bu
nunla birlikte, her zaman olduğu gibi, medyada en fazla ilgi uyandıran
lar da bu tarz uç görüşlerdir ve insanlar medyada karşılaştıkları bu tarz
görüşlerin eüdsi altında kalmaktan kurtulamazlar. Bunlan görmezlikten
gelmek akıllıca bir seçenek değildir. Onlan ciddiye almak zorundayız.
Dawkins “bilimsel inanç insanlar tarafından test edilebilen bir delil
içerir, oysaki dinsel inançlar bir delile dayanmaz, üstelik onlar bunu
bir övünç vesilesi kabul ederler” der.14 Bu sözlerden de anlaşıldığı gibi
onun Tanrı düşmanlığı aslında bu yanlış anlayıştan kaynaklanmakta
dır. Başka bir deyişle o bütün dini inanışları kör inanç zannetmektedir.
Eğer öyle olsaydı, gerçekten de inanç “çiçek hastalığı” ile beraber kate-
gorize edilmeyi hak ederdi. Oysaki biz de Dawkins’e şu soruyu sorabili
riz: i inancın delile dayanmadığı fikrinin delili nedir?” s
D ünya G örüşleri S avaşi 2 1
Bilimin t a n ım ı
Şimdi bu bizi esas sorumuza geri götürüyor: Bilim nedir? Her ne ka
dar ‘bilimsel’ alctivitenin neleri içerdiğini tarif etmek amacıyla: hipotez,
deney, veri, ispat, modifiye edilmiş hipotez, teori, öngörü, açıklama ve
bunlar gibi bazı ana unsurlar ileri sürülmüş olsa da, popüler algının
aksine üzerinde ittifak edilmiş tek bir bilimsel metot yoktur. Eksiksiz
bir tarif yapmak son derece güçtür. Durumu daha iyi resmetmek açısın
dan, Michael Ruse’nin yaptığı tanıma bir bakalım. Ruse, bilim “tarifi
gereği, sadece doğal olan, tekrarlanabilir ve dolaysıyla kanunlar tara
fından yönetilebilir olanla ilgilenir”51 der.
Bu tarif bize mesela, astronomi ile astrolojinin arasının kesinlikle
ayrılması gerektiğini söyler. Fakat eğer bu tarif bir ölçü olarak kulla
nılırsa, çağdaş kozmolojinin büyük bir kısmının da bilim harici kabul
edilmesi gerekir (ki bu tanımın en belirgin zaafı da budur). Evrenin
menşeini açıklamak için kullanılan standart modelin, eşsiz hadiseler
den başka bir şeyi tanımlayabildiğim görmek çok zordur (ne de olsa
evrenin başlangıcı, öyle kolayca tekrar edilebilir bir şey değildir). Fakat
kozmologlar doğal olarak, kendi çalışmalarının bilimsel değer taşıma
dığının söylenmesini kabullenmeyeceklerdir.
Çünkü evrene başka bir açıdan bakmayı olanaklı kılan çıkarsa
ma (ya da abdüksiyon) metodu da vardır ve bu metot çağdaş bilim
BİLİMİN KAPSAMI VE SINIRLARI 4 3
Lewontin ile McMullin arasında önemli bir fark var. Lewontin İlahi
bir adıma (ya da sürece) hiçbir şekilde tahammül etmez. McMullin’e gö
re ise İlahi bir adım olabilir ama bilimin bu hususta bir şey söylemesi
doğru olmaz. Ona göre tabiata farklı açılardan yaklaşılabilir, fakat bun
lar bilimsel değer taşımazlar dolayısıyla da ister istemez bilim kadar
yetkili kabul edilmezler. Ben ise şunu iddia ediyorum; bu sorunun çö
zümünde ne ‘metodolojik natüralizm’ ne de ‘metodolojik teizm’ ifade
lerinin bir yararı vardır. Bu yüzden en iyisi, ikisinden de kurtulmaktır.
Fakat faydasız bir terminolojiden kaçınmak işin kolay kısmıdır. İşin
zor olan kısmı ise, hiçbir bilim adamının kendi felsefi görüşünden ka
çamayacağı gerçeğidir. Bu felsefi görüşlerin daha önce de belirttiğimiz
gibi, eşyanın nasıl çalıştığını incelerken pek de bir etkisi olmaz ama eş
yanın ilk kez nasıl ortaya çıktığını ya da insan olarak kendimizi algıla
yışımız üzerinde etkili olan şeyleri anlamaya çalışıyorsak, bu görüşler,
verilecek nihai cevap üzerinde son derece tesirli olacaklardır.
Belki bu basit temsil bizi, bilimin bir sınırı olduğuna ilcnaya yardım
cı olabilir. Farz edelim ki Matilda Teyzem güzel bir kek pişirmiş olsun ve
dünyanın en seçkin bilim adamlarından oluşan bir topluluğa bu keki
analiz etmeleri için vermiş olalım. Ben, bu toplantının başkanı olarak,
onlardan keki açıklamalarını isteyeyim; onlar da üzerinde çalışsınlar.
BİLİMİN KAPSAMI VE SINIRLARI 5 5
olan başka bir hayat var mıdır ya da bütün yaşam şekilleri boşuna mı
dır?... Bu gibi soruların cevapları laboratuarda bulunamaz.”72
Bu bahsettiklerimiz aslında Aristo’dan bu yana aşina olduğumuz
şeylerdir. Aristo dört sebep olduğunu görmüştü: Maddi sebep (kekin
yapılmış olduğu maddeler); biçimsel sebep (kekin materyallerin içinde
şekillendiği form); müessir sebep (Aşçı Matilda Teyze’nin pişirme işi);
ve gaye sebep (kekin yapılış gayesi -birinin doğum günü). İşte Aristo’nun
bu dördüncü sebebi, bilimin kapsamı dışında kalan sebeptir.
Austin Farrar der ki: “Her bilim dalı dünyadaki olayların bir yönünü
ele alır ve onun nasıl işlediğini gösterir. Böyle bir alanın dışında kalan
her şey, bilim kapsamının da dışında kalır. Tanrı, evrenin bir parçası ve
ya (araştırılacak) bir yönü olmadığından, Tanrı hakkında söylenenler,
gerçek manada bilime ait ifadeler olmazlar.”73
Bu sözlerin yanında Peter Atkins’in şu iki ifadesi çok garip kalıyor:
“Bilimin, varlığı her yönüyle ele alamayacağını düşünmek için hiçbir
sebep yoktur.” (yukanda da alıntılamıştık) ve “Anlaşılamaz olan hiçbir
şey mevcut değildir.”74
Atkins’in bilime böyle kadiri mutlak bir yetki atfetmesinin bedeli
çok ağırdır. Zira ona göre: “Bilimin amaca ihtiyacı yoktur... dünyanın
bütün o harika güzelliklerinin, çürümüş maddelerin amaçsızca bir
araya gelmesiyle teşekkül etmiş bir çöp yığınından oluştuğu söylene
bilir”75 Matilda Teyze’ye, yeğeni Jimmy’nin yaş günü için yaptığı kekin
nihai izahı olarak bu söylenseydi, hatta aslmda onun, Jimmy’nin ve
doğum günü pastasının neden orada olduğunun da nihai izahı olarak
kendisine bu ifade edilseydi acaba Matilda Teyze ne düşünürdü? Belki
bir kibarlık yapılır ve bu durum kendisine “çöp yığını” yerine “ilkel çor
ba” şeklinde ifade edilirdi.
Bilimin nihai gayenin ne olduğunu bilemeyeceğini ileri sürmek
bir şeydir, gayenin kendisini yok saymak ise bambaşka bir şey... Bu
na rağmen Atkins mantıksal (aslında pek de mantıklı olmayan) çıka
rımını kendi materyalizm anlayışına dayanarak yapıyor. Sonuçta bir
58 A ramizda ICalsin T anri V ar
çöp yığınının olması için, ondan önce pislik yapmaya kabiliyetli yara
tıkların olması gerekmez mi? Canlıların çöpü meydana getirdiğini dü-
şünmektense, çöpün canlıları meydana getirdiğini düşünmek oldukça
garip doğrusu. Eğer bir “çöp yığını” var olsaydı bile (Termodinamiğin
İkinci Yasası akılda tutularak) bu bozunmuş yığın nasıl tersine dönüştü
diye de sormak icap edecekti. Buradaki mantık gerçekten de akıl alır
gibi değil!
Bilimciliği esas tahrip eden şey, bünyesindeki çelişkinin düzeltile
mez kusurlarıdır. Bilimciliği dışsal bir argümanla çürütmeye gerek yok;
o zaten kendi kendini yıkıyor. Bu yönüyle, geçmişte mantıksal pozitivist
felsefenin kalbinde yer alan doğrulama prensibi ile aym kaderi paylaşı
yor. Çünkü gerçeğe ancak bilim götürebilir ifadesi bilimden çıkarılmış
bir ifade değildir. Bilimsel değildir, sadece ‘bilim hakkında’ bir ifadedir,
yani meta bilimsel bir ifadedir. Dolaysıyla bilimciliğin temel prensibi
doğru ise, bilimciliği ne olduğunu ifade eden söylem yanlış olmalıdır.
Yani bilimcilik kendi kendini çürütür. Bu yüzden de tutarsızdır.
Dolayısıyla Medawar’ın bilimin sınırlı olduğunu savunması bilimi
küçümsemek değildir. Tam aksine asıl bilim adına abartılı iddialarda
bulunan bilim adamları, bilimi komik bir duruma düşürürler. Böyle
yapmakla onlar, farkına bile varmadan, bilim yapmaktan çıkıp masal
(üstelik tutarsız masallar) yazmaya yönelmiş olurlar.
Matilda Teyze’den ayrılmadan önce onun basit hikâyesinin bir
başka karışıklığı daha gidermeye yardımcı olduğunu söylemeliyiz.
Şunu gördük ki sadece bilimsel akıl yürütmeyle Matilda Teyze’nin
keki niçin yaptığını bilmemiz mümkün değil; onu bize ancak Matil
da Teyze’nin kendisi söyleyebilir. Ama tabi İd bu, aklın, bu noktadan
sonra işlevsiz ya da atıl olduğu anlamına da gelmez. Tam tersi, Matil
da Teyze keki niçin (kim için) yaptığını bize söylerken, onun ne söy
lediğini anlamak için aklımızı kullanmalıyız. Sonra yine onun yaptığı
açıklamanın güvenilirliğini test edebilmek için de akla ihtiyacımız
var. Eğer o keki yeğeni Jimmy için yaptığını söylerse ve biz de onun o
BİLİMİN KAPSAMI VE SINIRLARI 5 9
Gel gelelim bazı çevrelerde bilimin başansı şöyle bir anlayışa da yol
■
açmaktadır: ‘Madem Tanrı inancını devreye sokmadan evrenin meka- ş
nizmasını anlayabiliyoruz o halde kolayca, başlangıçta evreni tasarla- :
yan ve yaratan bir TanrTnm olmadığı sonucuna ulaşabiliriz.’ Hâlbuki '
bu tarz akıl yürütmede düşülen yaygın bir mantık hatası vardır. Bu ya- I
nılgıyı şöyle örneklemek mümkün: t
ı
Ford marka bir otomobili ele alalım. Dünyanın ilkel kalmış yerlerin-
f
den birinde yaşayan, onu ilk kez gören ve modern mühendislik haklan- I
da hiçbir şey bilmeyen birinin, o aracm motorunun içinde aracı hareket *
ettiren bir tanrının (Bay Ford’un) olduğuna inanması mümkündür. Hat- j
ta aynı adam, motorun içinde bulunan Bay Ford kendisinden hoşnut
olursa aracın güzelce gideceğini, Bay Ford onu sevmez ise aracın gitme- j
yeceğini düşünebilir. Elbette daha sonra mühendislik çalışarak ve aracı ;
parçalarına ayırarak, içinde Bay Ford olmadığını da keşfedebilir. Hatta
arabanın nasıl çalıştığın açıklamak için, Bay Ford’a ihtiyacı olmadığı- J
m anlamak için çok da zeki olmasına bile gerek yoktur. İçten yanmalı
motorların genel prensiplerini anlamak aracın nasıl çalıştığının açık- [
laması için ona yeter. Buraya kadar tamam... Fakat sonradan o kişi, s
motorun çalışma prensiplerinin anlamanın başlangıçta onu tasarlayan I
Bay Ford’un varlığına inanmayı gereksiz hale getirdiğine karar verirse, j
bu çok büyük bir hata olur -felsefi terminolojiyle bir kategori hatası 1
yapmış olur. Mekanizmayı tasarlayan bir Bay Ford olmasaydı, onun an
lamaya çalışacağı bir şey de olmayacaktı.
Tıpkı bunun gibi evrenin işleyişinin dayandığı genel prensipleri j
bildiğimiz için, evreni tasarlayan, yapan ve idame ettiren Yaratıcı bir ş
Zat’m varlığına inanmanın anlamsız ya da gereksiz olduğunu zannet
mek de benzer bir kategorik haladır. Raşka bir deyişle, evreni işleten
mekanizmalarla onu var eden ya da idame citireıı sebebi birbirine ka- s|
rıstırmamalıvız.
Burada temel mesele, Atkins ve Dawkins gibilerinin mekanizma ve
(o mekanizmanın) failini birbirinden ayırt etmede başarısız olmalarıdır.
BİLİMİN KAPSAMI VE SINIRLARI 6 1
Boşlukların tanrısı
Bay Ford’un motor olduğunu düşünmek ise bilimi öldürürdü, işte bu ay
rım çok önemlidir. Kilit nokta şudur Tanrıyla, tanrılar arasında b i l f l
bir fark vardır. Yaratıcı Tek Tanrı inancı ile kainatın kendisi otan bir Tanrı
inancı arasında da büyük bir fark vardır. Bu farkları iyi bilen James Clerk
Maxwell Cambridge’deki ünlü Cavendish Fizik Laboratuar’ının kapısının
üzerine şu sözü nakşettirmiştir: “Tanrı’nın eserleri mükemmeldir ve o
eserlerden hoşnut olanlar tarafından dikkatlice tefekkür edilirler.”86
Bilim tarihine baktığımızda, evrenin her bir cüzüne sahip olmadık
ları ilahi güçler atfeden mitolojik tabiat algısını sorgulama cesareti gös
teren parlak düşünürlere minnettar olmak için yeterince sebebimiz var.
Bu düşünürlerin önemli bir kısmının, Yaratıcı kavramını reddetmeyip
bilakis tam da Yaratıcı adına bu sorgulamayı yaptıklarını görüyoruz.
Günümüzde ise bazı bilim adamlarının ve filozofların Yaratıcı kavramı
nı tamamen ortadan kaldırma arzuları, içerisinde gizli bir tehlikeyi de
barındırıyor. Her ne kadar istemeden de olsa onlar, madde ve enerjiye
kesinlikle sahip olamayacakları yaratıcı güçler atfederek aslında evreni
yeniden tanrılarla doldurmuş oluyorlar. Bir tek Yaratıcı Tanrı inancını
zihinlerinden atma çabası onları, çok tannlılığın nihayeti (ya da en uç
noktası) diyebileceğimiz bir anlayışa götürüyor (her bir zerresinin ilahi
özellikleri olduğu bir evren anlayışına).
Yukarıda bilimin sınırlarını tartışırken bilimin cevaplamaya do
nanımının olmadığı belirli sorular bulunduğunun altını çizmiştik; bu
sorular özellikle de fonksiyondan ziyade gayeyle ilgili olan ‘neden’ so-
rularıydı. Şimdi, bilimin yeterlilik alanına giren soruları cevaplamaya
çalıştığı metoduna dönelim.
İndirgemecililc
‘ortaya çıkan’ bir özelliği olduğunu iddia etti. Evet öyledir de, ancak
akıllıca tasarlanmış Microsoft Word gibi bir yazılım paketine hatırı sa
yılır miktarda bilgi, girdi olarak konduktan sonra.
İngiliz teolog ve bilim adamı Arthur Peacocke, “fizik ve kimya, mo
teldiler makinelerin (DNA, RNA ve protein) bilgiyi nasıl taşıdıklarını
gösterseler bile, ‘bilgi’ kavramı ya da mesajın taşınması kavramı hiçbir
şekilde fizik ve kimyanın kavramları cinsinden ifade edilemez...”93 der.
Hem kâğıda yazılan yazıda, hem bilgisayar yazılımında hem de
DNA’da bir ‘mesaj’ kodlanmış olması gerçeğine rağmen, kendini ma
teryalist felsefeye adamış bilim adamları DNA’nın bilgi taşıma özellik
lerinin akılsız, şuursuz ve ba şıb o ş süreçler sayesin de maddeden kendili
ğinden oluştukları konusunda ısrarcıdırlar. Bu ısrarlarının arkasındaki
itici güç açıktır. Çünkü, materyalizmin kabul ettiği gibi var olan yegane
unsurlar madde ve enerji ise, mantıken madde ve enerjinin, DNA dahil
yaşam için gerekli olan tüm kompleks moleküllerin oluşmalarına im
kan tanıyacak şekilde kendilerini organize edebilecek bir potansiyele
de en başından sahip olmaları gerekir. O bilim adamlarının materyalist
hipotezleri temel alındığında başka hiçbir olasılık makul veya kabule
şayan olmamaktadır. Madde ve enerjinin gerçekten böylesi ‘ortaya çı
karıcı’ bir kapasiteye sahip olduğunu gösteren bir delilin olup olmadığı
ise tamamen farklı bir konudur ki ileride detaylı bir surette tartışacağız.
Şimdi, epistemolojik indirgemecilikle çok yalandan ilişkili olan
üçüncü tip indirgemeciliği, yani ontolojik indirgemeciliği ete alalım.
Bunun klasik bir örneğini Richard Dawkins verir; ona göre: “Evren ha
reket eden atomların bütününden başka bir şey değildir, insanoğlu ise
DNA üreten basit bir makine, DNA’nın üremesi de kendi kendine devam
eden bir süreçtir. Bu, her canlı varlığın yegâne yaşam sebebidir.”94
‘Başka bir şey değil’, ‘yegâne’, ‘basit’ kelimeleri ontolojik indirge
meci düşünce sistemini ete veren anahtar kelimelerdir. Bu kelimeleri
çıkartırsak, genellikte itiraz edemeyeceğimiz şeylerle karşı karşıya ka
lırız. Evren kesinlikte atomların bütünüdür ve insanoğlu elbette DNA
76 ARAMIZDA KALSIN TANRI V ar
üretir. Her iki ifade de bilimin ifadesidir. Ama başlarına ‘başka bir şey
değil’ sözcüklerini ekleyince bu cümleler bilimin dışına çıkıp materya
list veya natüralist inancın bir ifadesi haline gelirler. Burada sorulması I
gereken soru ise şudur: Niyeti ele veren bu kelimeler eklenince cüm
leler hala doğru olmaya devam ediyor mu? Gerçekten evren ve hayat
sadece bundan mı ibaret? Biz de, Francis Crick gibi: “Sevinçleriniz ve
dertleriniz, anılarınız, hırslarınız, kişiliğiniz ve iradeniz gerçekte geniş
bir sinir hücresi ağının ve onlarla bağlantılı moleküllerin davranışın
dan başka bir şey değildir” mi demeliyiz?95
O zaman, aşk ve korku için ne düşüneceğiz? Onlar da anlamsız birer
nöral (sinirsel) davranış biçimi mi? Veya güzellik, doğruluk, dürüstlük,
sadakat kavramlarına ne mana vereceğiz? Rembrandt’m bir resmi, tu
val üzerine serpilmiş boya moleküllerinden başka bir şey değil mi yani?
Francis Crick böyle düşünüyor gibi. Bu durumda insan şunu sormadan
edemiyor: Bunun farkına nasıl varacağız? Eğer g erçek kavramının ken
disi de, “geniş bir sinir hücresi ağının davranışından (behavior) baş
ka bir şey” değilse, mantıksal olarak, beynimizin sinir hücrelerinden
oluştuğu gerçeğini nasıl bileceğiz? Fraser VVatts’un dikkat çektiği gibi96
Crick de bundan daha fazlası olması gerektiğini fark etmiş görünüyor.
Çünkü o ‘şaşırtıcı’ hipotezini neredeyse masum bir cümle haline getire
rek radikal bir şekilde değiştiriyor: ‘İnsan, büyük ölçüde geniş bir nöron
popülâsyonunun davranışıdır’97 (italik hale biz getirdik). Fakat böylesi
düzeltilmiş bir hipotez artık şaşırtıcı gelmiyor. Ciddi anlamda düşünür
sek, Crick’in şaşırtıcı hipotezi şayet doğru olsaydı bile bizi nasıl şaşırta
caktı? Onu bilip anlamaya nasıl başlayabilirdik? Ve bu durumda, ‘şaşır
mak’ ne anlama gelecekti? Bu, özünde tutarsız bir savdır.
Bu argümanlar “Darwin’in Şüphesi” olarak bilinen düşüncenin
uzantılarıdır. Darvvin’in ifadesiyle: “O korkunç şüpheyi her zaman ya
şanın: Daha düşük seviyedeki hayvan zihinlerinden gelişen insan zih
ninin hükümlerinin herhangi bir değeri var mıdır veya güvenilir midir
diye?”98
İNDİRGEME, İNDİRGEME, ÎNDİRGEME... 7 7
Astronomi bizi benzersiz bir olaya, hiçten yaratılan bir evrene yön
lendiriyor. Bu öyle bir evren Mhem hayatın oluşabilmesi için tam ta
mına uygun şartlan sağlayacak çok hassas bir dengeye sahip hem
de temelinde (‘tabiatüstü’ denilebilecek türden) bir plan yatıyor.
Nobel ödüllü fizikçi, Arno Penzias
Her ne kadar bilimsel metodun özü hakkında çok tartışsak da, bi
limsel metodun oturduğu temele ilişkin soru işareti yoktur. Bu temel,
evrenin akılla anlaşılabilirliğidir. Bu, Albert Einstein’ı hayretler içeri
11 sinde bırakıp ona şu meşhur yorumu yaptıran şeydir: “Evrenin en anla
Ş
şılmaz yönü onun anlaşılabilir olmasıdır.”104
Evrenin anlaşılabilirliği kavramının bizzat kendisi, bu anlaşılabilir
liği fark etme kapasitesine sahip bir aklın varlığını gerektirir. Gerçekten
de, insanın zihinsel süreçlerinin dünya hakkında birtakım bilgiler verme
kapasitesine sahip olduğu ve bu bilgilerin belirli bir dereceye kadar gü
venilir olduğuna olan inanç, sadece fen bilimlerinin değil her türlü araş
tırma alanının temel dayanağını oluşturmaktadır. Bu inanış, her türlü
düşüncenin merkezine öylesine yerleşmiştir İd, ilk etapta onun varlığını
varsaymadan geçerliliğini dahi sorgulayanlayız; çünkü bu sorgulama işi
için dahi aklımıza güvenmek zorundayızdır. Bu, bütün entelektüel araş
tırmaların üzerine inşa edildiği en sarsılmaz ilkedir. Şimdi, teizmin akla
güven ilkesine tutarlı ve mantıklı bir gerekçe sağlayabilirken, natüraliz-
min böyle bir gerekçe sunmakta yetersiz kaldığını göreceğiz.
Akılla anlaşılabilirlik, her çağın düşünürlerinin, evrenin bir Akıl ürü
nü olması gerektiği hükmüne varmalarını sağlayan en temel fikirlerden
biri olagelmiştir. Filozof Keith Ward bunu şöyle özetler: “Evrenin mahi
yeti ve kökeni üzerinde derin düşünen ve bu hususta yazı yazanların
nerdeyse tamamı için evren, kendisinden öte, fiziksel olmayan, yüce bir
1
kudret ve akıl sahibi olan bir kaynağa işaret ediyor gibi gözükmektedir.
î i
Bilhassa Plato, Aristo, Descartes, Leibniz, Spinoza, Kant, Hegel, Locke ve
82 A ramizda K alsin T anri V ar
aklının saf keşfi olarak görünen pek çok soyut matematiksel kavramın,
sonradan tatbik edildiği sayısız alanla birlikte bilimin farklı dalları için
hayati öneme sahip olduğunun ortaya çıkması ise çok çarpıcıdır.108
Davies bununla alakalı Nobel Fizik Ödüllü Eugene Wigner’in yazmış
olduğu meşhur bir makaleden bahseder, Wigner makalesinde şöyle de
mektedir: “Matematiğin, doğa bilimlerindeki inanılmaz işe yararlılığı
neredeyse esrarengiz denecek bir şeydir, bunun rasyonel bir açıklaması
yoktur... Bu bir inanç meselesidir...”109 Matematik ve fizik arasındaki
ilişki o kadar derindir ki, buna kör bir tesadüf deyip geçmek çok zordur.
Bu ilişkinin sorgulanamaz olduğunu düşünen Matematik Profesörü Sir
Roger Penrose, onun hakkında şöyle diyor: “Bu MUHTEŞEM teorilerin,
sadece iyi olan fikirlerin varlığını sürdürebilmesine izin veren rastgele
doğal seleksiyon yoluyla ortaya çıktıklarına inanmak benim için zor.
İyi fikirler, rasgele bir şekilde ortaya çıkanlardan geriye kalmış olama
yacak kadar iyiler. Matematik ve fizik arasındaki bu uyumun alünda
daha derin bir neden olmalı.”110 Bilim kesinlikle, tek başma bu feno
meni açıklayamaz. Peki neden? John Polkinghorne’a göre: “Bilim fiziki
dünyanın matematiksel anlaşılabilirliğini izah edemez çünkü bunun
böyle oluşu zaten, bilimin kurucu inancının bir parçasıdır.”111
Burada, Wigner ve Polkinghorne gibi önemli iki bilim adamının, dik
katlerimizi, inancın, bilim içinde oynadığı temel role çekmelerine vurgu
yapmadan geçmemiz doğru olmaz. Evet, inanç... Bu size belki şaşırtıcı
gelebilir; hatta Richard Dawkins ve onun gibiler tarafından son süratle
yayılan, kitabın başında da değinmiş olduğumuz, inancın aslında bir
‘kör inanç’ olup bilimin içinde hiç yeri olmadığı ve onun sadece dini ala
na ait olduğu gibi bir yanıltmacaya maruz kalan birçokları için şok tesiri
bile yapabilir. Oysa Dawkins yanılmaktadır: Bilimsel çalışmalar, inanç
tan ayrılamaz. Gödel’in İkinci Teoremi bu hususta da bir delildir: Mate
matiğin tutarlılığına inanmadan matematik dahi yapamazsınız.
Bundan fazlası da var. Newton’un kütle çekimi kanunundaki ters
kareyi düşünün. Gerek gezegenlerin Güneş etrafında nasıl döndüğünü
84 A ramizda ICalsin T anri V ar
Boş kuruntular veya çılgın hayaller anlam ındaki inanç değil, bu diğer
anlamındaki inanç, tüm hak dinlerin ve bilimin kökenini oluşturur.”113
Haught bu meseleyi gayet veciz bir biçimde toparlıyor: “Bu açıkça gös
teriyor İd yeni ateist dalganın inancı insan vicdanından söküp atma ça
baları hem saçmadır hem de başarısız olmaya mahkûmdur.”114
Evrenin neden akılla anlaşılabilir olduğu sorusuna vereceğimiz ce
vap, aslında bizim bilim adamı olup olmamızla değil de, teist ya da na
turalist olup olmadığımızla alakalıdır. Elbette teistler, Wigner’in anlaşı
labilirliğin rasyonel bir izahı yok derken yanıldığım iddia edeceklerdir.
Onun aksine, evrenin anlaşılabilirliğinin, Tanrı’nın nihai rasyonelliğine
dayandığını söyleyeceklerdir: Hem gerçek dünyanın hem de matemati
ğin kaynağı; evreni ve insan aldım yaratan Tann’mn Hikmet’ine dayan
maktadır. Bu yüzden, Tanrısal Hikmetin bir yansıması olan insan ak
imdan çıkmış matematiksel teorilerin, aynı yaratıcı Hikmet tarafından
tasarlanmış olan evrende hazır uygulama alanı bulması şaşırtıcı değildir.
Keith Ward bu görüşü gönülden destekleyerek şöyle yazar: “Fiziksel
partiküllerin kesin matematiksel kurallara süreli bir uyum göstermesi,
bu karşılıklı ilişkiyi ancak zorunlu yolla sağlayan kozmik bir matema
tikçi var ise mümkün olabilir. Fizik kanunlarının varlığı... bu tarz ka
nunları formüle eden ve fizik alemini o kanunlara boyun eğdiren bir
Tanrı’nın olduğuna kuvvetle işaret eder.”115
Dolaysıyla teizm, evrenin akılla anlaşılabilirliğini destekleyip an
lamlı kılarken, daha önce de değindiğimiz gibi, indirgemeci tez onu
baltalayıp anlamsızlaştırarak çürütüyor. Bilimin Tanrı’yı ortadan kal
dırdığı savının aksine, bilime asli entelektüel gerekçelerini sağlayan
unsurun yaratıcı bir Tanrı olduğu savı çok daha ikna edici gözüküyor.
Newton’un Cambridge’deki kürsüsünün başına geçen ve özellikle teiz-
me karşı hiç sempatisi olmadığı bilinen Stephen Hawking bile bir te
levizyon programında: “Tanrı kavramını anmadan evrenin başlangıcı
hakkında konuşmak çok zor. Benim evrenin kökeni hakkındaki çalış
malarım bilimle din arasındaki sınırda bulunuyor ve ben bu sınırın
86 A ramizda K alsin T anri V ar
Evrenin varlığı
Bilim insanının inancındaki bir diğer temel rükün, evrenin var ol
duğu ve araştırılmaya hazır olduğu kanaatidir (bu öyle apaçık bir ger
çektir ki, bunun böyle olduğunu tereddütsüz kabul edebiliriz). Ama ne
yazık l<i felsefenin de en temel problemi şudur: Neden bir evren var?
Neden yokluk değil, bir varlık mevcut?
Elbette bu soruyu hiç sormamamız gerektiğini düşünen bazı bilim
adamları ve felsefeciler de bulunuyor. Onlara göre evrenin varlığı için
bir sebep aramaya gerek yoktur çünkü böyle bir sebep zaten yoktur.
Herhangi bir akıl yürütme zincirinin bir yerden başlaması gerektiği
için bizim de evrenin varlığından başlayabileceğimizi düşünürler. E.
Tryson, Bertrand Russell’ın sözlerini hatırlatarak şöyle der: “Evrenimiz,
zaman zaman gerçekleşen şeylerden sadece bir tanesidir.”118 Fakat ev
renin öylesine var olduğunu söylemek gibi bir cevap, tıpkı neden el
malar yere düşer sorusuna, ‘öyle de ondan’, tarzında bir cevap vermek
kadar bilimseldir ancak. Yani Keith Ward’m da ifade ettiği gibi bu “her
T asarlanan E vr S n 8 İ
şeyin bir sebebi olduğunu, ama hepsinden önemli olanın (yani kâinatın
ve tüm varlığın) bir sebebinin olmadığını düşünmek”119 olacaktır İd en
hafif tabiriyle tuhaftır. İnsanın anlamaya karşı olan doyumsuz arzusu
hu soruyu es geçemez.
Bazıları da, evrenin kendi kendini izah ettiğini savunurlar. Mesela
Peter Atkins şuna inanmaktadır: “Zaman-mekân kendi kendine toplan
ma sürecinde kendi zerreciklerini oluşturur.”120 Atkins, kendi ayakkabı
bağına tutunarak ayağa kalkan bir kişinin yaratacağı çelişkili duruma
referansla bu süreci, “Kozmik Bootstrap (kozmik kendi kendini yük
seltmek)” diye adlandırır. Buna karşın Keith Ward, “bir sebebin kendisi
henüz ortada yokken bir etki meydana getirmesinin mantıksal olarak
imkânsızlığını” vurgular ve Atkins’in kâinat görüşünde ona verdiği
isimdeki gibi bariz bir çelişkinin olduğunu söyleyerek çok yerinde bir
tespit yapar. Ward neticede özetle: “Tanrı hipotezi ile kozmik bootstrap
(öz-yükseltme) hipotezi arasında bir sürtüşme söz konusu değil. Kendi
ayakkabı bağlarına tutunarak kalkmaya çalışan kişiler ya da bu şekil
de var olmaya çalışan evrenler ebediyen başarısız olmaya mahkûmdur
diye düşünmekte haklıyız”121 diyor. Ne evrenler ne de Matilda Teyze’nin
keki kendiliğinden oluşan ya da kendini açıklayan şeyler değildir.
Atkins’in “kendiliğinden oluşum” izahı, sadece onun materyalist görü
şünün bir sonucudur, biliminin değil.
Diğer taraftan Stephen Hawking, bizim Matilda Teyze örneği ile vur
guladığımız, bilimin neden evrenin var olduğunu yanıtlayamadığı husu
sunu destekliyor gibi. Hawking şöyle diyor: “Bilim, geleneksel yaklaşımı
olan matematiksel model kurarak, neden tanımlamak için bir evrenin var
olduğu sorusunu cevaplayamaz. Neden evren var olma zahmetine girmiş
tir? Birleşik teori evrenin kendi kendisini var edebüeceği(ni düşündürte
cek) kadar ikna edici mi? Ya da evren bir Yaratıcı’ya ihtiyaç duyar mı, eğer
duyarsa O’nun evren üzerinde başka tesiri de var mıdır?”122
Burada Hawldng’in ilk iddiası evrenin kendi kendini oluşturabi
lir olması değil, onun bir teoriyle var olmasıdır. Bir röportajında Paul
88 A ramizda K alsin T anri V ar
Kainatın başlangıcı
duydukları varlığa geliş hızı inanılmaz derecede yavaştı -m etre küp ba
şına bir atom için on miyar yıl. Bu da, teorinin gözlem yapılarak test
edilme ihtimalinin olmadığı anlamına geliyordu.
Onları neyin motive ettiği, prestijli haftalık bilim dergisi Nature’ınuı
meşhur bilim yazarı John Gribbin’in dikkatinden kaçmayacaktı. Grib-
bin; Hoyle ve Bondi’nin kararlı-hal teorisini, büyük ölçüde, evrenin
başlangıcı fikrine ve özellikle de bu başlangıçtan kimin ya da neyin so
rumlu olduğuna dair ortaya atılacak felsefi ve teolojik izahlara duyulan
antipatinin tetiklediğini belirtecekti.
Evrenin başlangıcı fikrini tiksindirici bulan bir diğer bilim adamı da
Nature’ın eski editörü Sir John Maddox’tur. O bir seferinde, başlangıç
fikrini “asla kabul edilemez” diye ifade etmişti; çünkü “dünyamızın bir j
nihai kökeni olduğu” çağrışımını yapan bu fikrin yaratılışçılara, inanç
larını desteklemeleri için “meşru zemin” vereceğini söylemişti.132 16.
H
yy’da bazı insanlar, Tanrı’ya inancı tehlikeye soktuğu için bilimsel ge
lişmelere karşı direnmişlerdi; 20. yy’da ise Tanrı’ya inancın akla yatkın
lığını güçlendirme tehdidinden dolayı bilimsel başlangıç fikrine karşı
çıkılması oldukça ironik bir durumdur.
Maddox’un sözleriyle alakalı değinmemiz gereken bir husus daha
var. Yaratıcı’ya inanan bilim adamlarına sıkça yöneltilen eleştiriler
den birisi de bu inancın test edilebilir öngörüler üretebileceğimiz bir
evren modelinin olmamasıdır. Fakat Maddox’un yorumu bunun hiç de
doğru olmadığını gösterir. Onun başlangıç düşüncesine antipati duy
ması, Kutsal Kitap’ta bahsedilen türden bir yaradılış modelinin açıkça
evrenin bir başlangıcı olduğunu öngörmesinden kaynaklanır ve bu tür
bir tasdik Maddox’un hiç hoşuna gitmez. Bununla birlikte, mikrodalga
arkaplan v.b keşiflerle uzay-zaman tekilliğinin kanıtlanması, Kutsal Ki-
tap’taki anlatımları onaylamaktadır. Bu şu manaya gelir: Akıllı tasarım
filerinin herhangi bir test edilebilir öngörü ihtiva etmediği için bilimsel
olmadığı suçlaması haksızdır. Bilimin bizzat kendisi yaratılış hipotezi
nin test edilebilir olduğunu göstermektedir.
T asarlanan E vren 9 3
Antropik ilke
İlginç bir şekilde, Martin Rees evrenin hassas ayarlı olmasının te-
izmle uyumlu olduğunu kabul etmekle birlikte gene de çoklu evren
teorisini tercih ettiğini söyler: “Eğer bir kişi ilahi tasarıma inanmıyor,
ama yine de hassas ayarlamanın izah gerektirdiğini düşünüyorsa, fark
lı bir perspektif daha var. Yalnız bunun çok spekülatif bir perspektif
olduğu hususunda uyarmalıyım. Şu anki bilgi seviyemize göre böyle bir
tercih bir kamburdan farksız olsa da benim tercihim bu perspektiften
yana.”160 Tercih kişisel bir şeydir ve elbette herkesin tercih hakkı vardır;
fakat bu tercihin bizi, çoğumuzun bilim olarak gördüğü sınırların ötesi
ne taşıdığının da farkında olmak şartıyla.
Çoklu evren teorisinin başka bir versiyonu olan kuantum mekaniği
nin çoklu dünya yorumuna göre, mantıksal açıdan olası tüm evrenler
vardırlar. Bu teoriyi değerlendiren Nötre Dame Üniversitesi’nden filozof
Alvin Pantinga, eğer tüm olası evrenler varsa o halde Tanrı’mn var ol
duğu bir evren de olmak zorundadır der; çünkü onun varlığı da man
tıksal olarak mümkündür. Burada kalmayan Plantinga, Tanrı’nın her
şeye gücü yeten olduğu için her bir evrende var olması gerektiğini iddia
eder, dolayısıyla ona göre sadece bir evren vardır ve o da bu evren olup
Tanrı onu Yaratan (Halik) ve Ayakta Tutan’dır (Kayyum’dur).
Çoklu dünya kavramı, sadece bilimsel değil, mantıksal hatalarla da
maluldür.161 Üstelik ahlaki çelişkilere de yol açar. Eğer mantıksal açı
dan mümkün evrenlerin hepsi varsa, bu durumda zannedersem benim
olduğum (ya da bir kopyamın olduğu?) bir evren ve benim katil -y a da
çok daha kötü b iri- olduğum bir evren de vardır. Dolayısıyla, bu kavra
mın ahlaki saçmalığa yol açtığı çok açıktır.
Son olarak, Arno Penzias, teleolojik boyutlu evren anlayışının binler
ce yıllık bir geçmişe sahip olduğunu hatırlatır: “(Big Bang’le ilgili) elimiz
deki en iyi verilerin gösterdiği şey, Musa’nın beş kitabı, Zebur ve İncil’den
başka bir kaynağımız olmasaydı öngörebileceğim şeyin aynısıdır.”162
Burada, Penzias’ın ‘öngörmek’ kelimesini kullanma şekline dik
kat edelim. Bu, yaratılışın teist yorumunun öngörülebilirlik öğesi
104 ARAMIZDA KALSIN TANRI VAR
Paley ve saati
olması gerektiğine yönelik temel çıkarım çoğu zaman göz ardı edilmiş
ve tasarım argümanlarına kuşkuyla bakılagelmiştir. Hâlbuki ona yöne
lik eleştirilerin birçoğu aslında bu çıkanmla ilgili bile değildi. Üstelik
mesela Bertrand Russell gibi, teizme sempatiyle bakmadığı bilinen bir
kişi bile, Paley’in tasarım kanıtım mantıken oldukça etkileyici bulur:
“Bu teze göre, dünya üzerinde, kör tabiat kuvvetlerinin ürünü olarak
makul bir şekilde açıklanamayan veya bilinçli bir maksadın varlığı ile
açıklanmaları daha makul olan şeyler görürüz. Bu tezin, herhangi bir
biçimsel mantık hatası yoktur; önermeleri gözleme dayanır (ampiriktir)
ve vardığı sonuca, ampirik çıkarsamanın kaidelerine uygun bir şekilde
ulaştığı açıkça görülmektedir. Dolayısıyla, bu tezin kabul edilip edilme
yeceği sorusu; genel metafizik soruların değil, detaylı değerlendirmele
rin ilgi alanına girmektedir.”182183
Paley konusuna son vermeden önce, sıkça zikredilen, David
Hume’un tasarım kanıtlarına yönelik önceki hücumlarının, Paley’in
tezini gerçekten çürüttüğü iddiası üzerine kısa bir değerlendirme ya
palım.184 Hume’un ithamlarından biri bu tür tezlerin (tasarım kanıtı
gibi), her zaman sağlam dayanağı olmayan analojiler üzerine kurul
maya eğilim gösterdikleridir.185 Hume’un eseri bir tartışma tarzındadır.
Bu tartışmadaki ana karakterlerinden biri Cleanthes’dir ve ona şöyle
denir: “Eğer bir ev görürsek, Cleanthes, hiç kuşkusuz bunun bir mi
marı veya inşacısı vardır deriz; çünkü gördüğümüz eser, bir sebepten
kaynaklanır. Ancak elbette ki evrenin bir eve bu türden bir benzerlik
gösterdiğini, aynı kesinlikle benzer bir sebebi çıkarsayabileceğimizi ya
da bu analojinin tam ve mükemmel olduğunu asla kabul etmeyeceksin.
Aralarındaki fark öyle çarpıcıdır ki, en fazla yapabileceğin şey, benzer
bir sebebi varsaymak ya da zannetmektir; ama bu savın dünyada nasıl
karşılanacağını düşünmeyi sana bırakıyorum.”186 Pek çok kişiye göre
Hume’un argümanı hâlâ geçerlidir.
Bu argümanın Paley’in argümanını geçersiz kıldığını düşünmek,
acele alınmış bir karara benziyor. Filozof Elliott Sober buna dikkat
114 A ramizda K alsin T anri V ar
ruhani bir varlık yoktur. Evrimsel değişimi yürüten hiçbir hayati kuvvet
yoktur. Tanrı hakkında her ne düşünürsek düşünelim, onun varlığı ta
biatın eserlerinde görülmez.”192
Gerçekten de The Origin ofS p ecies adlı eser yayınlandıktan kısa bir sü
re sonra ünlü Amerikalı ateist Robert Green Ingersoll “19.yy’m Darwin’in
asrı” olacağını söyleyerek şöyle yazacaktı: “Darwin’in evrim teorisi, dü
şünen her akılda, Hıristiyanlığın bıraktığı son izleri de silmiştir.”193
Aynı hususa, 1959’da, Chicago’da düzenlenen Darwin Centennial’da
Sir Julian Huxley de değindi. Huxley, evrim teorisinin sonuçlannı şu şe
kilde özetledi: “Düşüncenin evrimsel tasarımında artık doğaüstü bir şe
ye ne ihtiyaç ne de yer kalmıştır. Dünya yaratılmadı, evrildi. Akıl ve ruh,
beyin ve bedenleriyle birlikte biz insanlar da dâhil yeryüzünde yaşayan
hayvanlar ve bitkiler evrildi. Din de...”194 Huxley’in fikirlerinde evrim
Tann’nın yerini almıştı. Huxley, sadece hayatın değil, şuur ve düşünce
gibi daha üst seviye kuvvelerin bile güya saf natüralist izahım veriyordu.
Ateizmin, evrim teorisinin mantıksal bir sonucu olduğu görüşü,
sadece popüler bilim kitaplarında değil üniversite ders kitaplarında
da kendisine yer bulur. Örneğin, California Berkeley, Vertebrate Zoo
loji Müzesi’nden Monroe Strickberger’m yazdığı ders kitabında şöy
le bir cümle geçer: “Darwinizm’in, yaratılış alanında Tanrı’nın yerini
almaya çalıştığı endişesi böylece haklı çıktı. İnsanın yaratılmasında
İlahî bir amaç var mıdır sorusuna evrim ‘Hayır’ yanıtını verdi. Evrime
göre, türler ve insanlar tasarım sayesinde değil doğal seleksiyon saye
sinde adaptasyon sağlamışlardır.”195 Dogulas Futuyma da buna katılır:
“Yönsüz ve gayesiz varyasyonu, kör ve umursamaz doğal seleksiyona
bağlamakla Darwin, hayat sürecinin teolojik ve ilahi izahını lüzumsuz
kılmıştır. Darwin’in evrim teorisi; Marx’m materyalist tarih ve toplum
teorisi ve Freud’un insan davranışlarım pek de kontrol edemediğimiz
etkenlerle izahı ile beraber Batı düşüncesinin büyük kısmının sahne
lendiği materyalizm ve mekanizm platformunun vazgeçilmez bir daya
nak noktası olmuştu.”196
118 A ramizda K alsin T anri V ar
evrim doktrininin “Felsefi bir doktrin olan Teizmle herhangi bir sürtüş
mesinin olamayacağını” belirtir.205
Dolayısıyla, Huxley bile Tanrı’nın varlığı veya yokluğu sorunu
nu biyolojinin çözemeyeceğini düşünmekteydi. 1883 yılında Charles
Watts’a yazdığı bir mektupta şöyle der: “Agnostisizm ister antik olsun
ister modern olsun, bilimin özüdür. Agnostisizm kısaca insanın bir şe
yi bildiğini ya da inandığını iddia etmesi için yeterli bilimsel dayanağı
olmadığında onu bildiğini ya da ona inandığını dile getirmemesidir.
Dolayısıyla agnostisizm yalnızca popüler teolojinin büyük bir kısmını
değil aynı zamanda teoloji karşıtlığının büyük kısmını da bir kenara
biralar.” Hatırlayalım, kendisini tarif edebilmek için ‘agnostik’ terimini
bulan kişi de Huxley’di.206
Huxley’in ‘kozmik buharın’ potansiyeliyle ilgili yorumu, evrim te
orisinin, karmaşık kanunlara göre işleyen ve tam isabetli maddeler
üreten, çok hassas ayarlanmış bir evrene ihtiyacı olduğunu bize bir
kez daha hatırlatır. Elbette kimya, fizik ve kozmolojinin hassas ayar
argümanları biyolojik evrim teorisinden bağımsızdırlar. Dolayısıyla,
hem evrenin fiziksel seviyede hassas ayarlı olmasından hem de evrim
süreciyle organik hayat üretebilme kapasitesine sahip olmasından kay
naklanan antropik faydanm, “yaratıcı aldın” varlığına güçlü bir kamt
oluşturduğu kesinlikle savunulabilir.
Bu nedenle böyle bir teist evrim görüşü, Asa Gray ve Richard Owen
gibi Darwin’in zamanından günümüze kadar pek çok bilim adamı ta
rafından kabul görmüştür. Stephen Jay Gould ileri dönemlerinde, bu
gerçekle ilgili şu yorumu yapar: “Ya meslektaşlarımın yarısı, muazzam
derecede saflar ya da Darwinizm, ateizmle olduğu kadar yaygın dini
inançlarla da tamamen uyum içerisindedir.”207
Örneğin Britanya’da dünyaca meşhur Londra Kew Bahçeleri’nin es
ki Yöneticisi, Sir Ghillean Prance, Royal Society eski Başkan Yardımcı
sı, Sir Brian Heap, Cambridge Üniversitesi Jeoloji Profesörü, Bob White,
Cambridge Üniversitesi Paleobiyoloji Profesörü Simon Conway Morris,
T asarlanan B iyo sfer 1 2 5
Tasarlanmamış tasarımcılar
ile yazılan ve haksız yere bilimsel evrim teorisinin (ki bu teori aslında
evrimciliğe [evolutionism] hiçbir gerekçe sağlamaz) prestijine sığınan
‘Evrimcilik’ tüm din-karşıtı felsefeyi ifade eden bir isim hâline geldi.
Bu din karşıtı felsefede, ‘Evrim’, ‘evrendeki asıl kuvvet’ diye, neredeyse
Tanrı’nm yerine ikame edilmiştir.”219
C.S. Lewis bu sorunu daha önceden tespit etmiştir. Bu tespitini ak
tardığı The Funeral o f a Great Myth başlıklı makalesinde, “biyolojik bir
teorem olan Evrimle, sadece bir efsane olan popüler Evrimciliği kesin
olarak birbirinden ayırmalıyız” der. Lewis bu iddiasını öncelikle kav
ramların ortaya çıkış sırasına dayandırır: “Eğer popüler evrimcilik (onu
savunanların düşündüğü gibi) gerçekten bir efsane olmayıp, halkın
zihninde bilimsel teoremden çıkan haklı bir entelektüel kanaat olsaydı,
ancak (bilimsel) teorem yaygın bir şekilde tanındıktan sonra ortaya çık
ması gerekirdi.”220 Fakat tarihi gerçek Lewis’in de belirttiği gibi, hiç de
böyle olmamıştır. Tarihsel olarak, evrimcilik felsefesi, biyolojik evrim
teorisinden çok daha önce ortaya çıkmıştır.
İkinci olarak, Lewis, iddiasını desteklemek için evrimciliğin içeri
ğiyle alakalı kanıtlar sunar: “Evrimcilik içerik olarak gerçek biyologla
rın evriminden ayrıdır. Biyolog için, evrim bir hipotezdir. Ortaya atılan
diğer hipotezlerden daha fazla gerçeği açıkladığı için, daha az varsa
yımla daha fazla gerçeği açıklayabilen yeni bir tez gelinceye kadar ya
da böyle bir tezin yolduğunda kabul edilebilir. En azından pek çok bi
yologun böyle söyleyeceğini düşünüyorum. Profesör D. M. S. Watson bu
kadar da ileri gitmezdi. Ona göre evrim, ‘Zoologlar tarafından, meyda
na gelişi gözlemlendiği için ya da... mantıksal olarak tutarlı kanıtlarla
ispatlanabildiği için değil, aksine evrimin mevcut tek alternatifi olan,
‘yaratılış’ düşüncesi onlara inanılır gelmediği için kabul edilir.’ Bu da
demektir ki, ona inanmanın dayanağı, ampirik değil, metafizikseldir.
Yani amatör bir metafizikçinin, yaratılışı inanılmaz bulmasından başka
bir şey değildir. Ama ben böyle düşünmüyorum.” Lewis, bugün yaşa
saydı ne derdi insan merak ediyor.
132 A ramizda K alsin T anri V ar
gibi). Bu durum, sıra dışıdır, çünkü benzeri konumda bir başka bilimsel
teori bulmak çok güçtür. Örneğin Nevvton’un kütle çekim teorisini veya
Einstein’ın görelilik teorisini veya Kuantum Elektrodinamiği Teorisi’ni,
materyalist, natüralist veya teist herhangi bir felsefi ilkeden veya
dünya görüşünden türetmeyi deneyin, boşuna çabalarsınız. Ancak
Lucretius’un veya bunun üzerine düşünen herkesin rahatlıkla görebile
ceği gibi, evrim söz konusu olduğunda bu, pekala yapılabilir bir şeydir.
Paradigma baskısı
Elbette, bilimsel bir teoriyle bir dünya görüşü arasındaki sıra dışı
yakınlık, bu teorinin doğru veya yanlış olduğunu göstermez. Ancak bu
yakınlık, hâkim natüralist veya materyalist paradigmadan kaynakla
nan, a priori felsefi bir baskının var olabileceğini gösterir. Bu durum
da, teorinin tüm yönleriyle; bütün bilimlerin ortak özelliği olan; geniş
kapsamlı, katı, öz-eleştirel bir analize tabi tutulması mümkün olmaya
bilir.222 Thomas Kuhn, kendisine uymayan her şeyi tamamen göz ardı
eden son derece katı bir kutuya benzer yapılar oluşturan paradigma
lara karşı bizleri uyarmıştı. Böylesi durumlarda, eğer bir şeyin doğru
olduğu kabul edildiyse, bununla çelişen kanıtlara hiç itibar edilmez ya
-'X,'
da yüzeysel bir incelemeyle ona değersiz damgası vurulur. Bu tehlike
den kaçınmak için, Richard Feynman, bir teoriye ters düşen kanıtların
daima çok dikkatli bir şekilde değerlendirilmesi gerektiğini vurgular.
Hatta kişi bunun için ekstra çaba harcamalıdır; çünkü insanın en kolay
aldatabileceği kimse yine kendisidir.
Ne yazık ki, Kuhn ve Feynman’ın uyarılarına çoğu zaman aldırış
edilmiyor. Sonuçta, sadece bilim sel delillere d ayan arak evrimin sorgu
lanması bile bilim adamları için risklerle dolu bir hâl almış bulunuyor.
Çünkü bu, birçoklarının gözünde, felsefi gereklilik yüzünden kesin bir
gerçek olarak kabul ettikleri şeyi sorgulamak anlamına geliyor. Bu yüz
den, sorgulayan kişi, marjinal (radikal) bir gurubun üyesi olarak yaf
talanmak riskiyle karşı karşıya kalıyor. Ancak ne gariptir İd bu tavır,
134 A ramizda K alsin T anri V ar
Evrimin tanımı
Peki, o zaman evrim nedir? Şimdi size evrim terimiyle kastedilen gö
rüşlerden bazılarını aktaracağım:
3- M akro evrim :
5- M oleküler evrim :
Buraya kadar itiraz edecek bir şey yok. Fakat bu sözler ancak mikro
evrimin bir tanımı olabilir (aslında ilk popülasyonda hem kırmızı gözlü
hem de mavi gözlü kuşlar mevcut olduğu için Wilson sadece, Darwin’in
ispinozlarıyla alakalı olarak yukarıda bahsettiğimiz ve herkesin muta
bık olduğu ‘döngüsel değişim’inin tanımını yapmaktadır). Dolayısıyla
Wilson, tanımlanan bu mekanizma, daha kapsamlı bir evrim anlayı
şında (örneğin ‘kuşlar ilk olarak nerede ortaya çıktı?’ sorusuna cevap
vermek gibi) omuzuna yüklenecek ekstra yüklerin hepsini taşıyabilir
mi taşıyamaz mı sorusunu tamamen es geçmektedir. Buna rağmen
makalesinin bir başka yerinde doğal seleksiyonun o yükü kaldırabile
ceğini iddia eder. Örneğin, “bütün biyolojik işlemler bu fizyokimyasal
sistemlerin doğal seleksiyona uğrayarak evrim geçirmesi sonucunda
ortaya çıkmıştır”235 ya da yine insanlar “hayvanları meydana getiren
kör kuvvet sayesinde hayvanlardan türemiştir” der.
Wilson’un evrim tanımında ele aldığı seviyedeki doğal seleksiyo-
. nun aslında açıkça ortada olduğuna daha önce de defalarca dikkat
çekilmiştir. Colin Patterson, evrim hakkında yazdığı ders kitabında236
bunu, aşağıda geçen didaktif argümanla ifade eder:
\/ I -bütün canlılar ürerler.
I
i -bütün canlılar kalıtımsal varyantlar gösterirler.
J-kalıtımsal varyantlar üreme üzerinde farklı etkiler gösterirler.
»C ''» | -bu yüzden üreme üzerinde avantajlı olan varyantlar üstün gelir, de
zavantajlı olanlarsa başarısız olur ve organizmalar değişir.
Sonuç itibariyle, doğal seleksiyon bir popülasyon içerisinde daha
zayıf yavrular üreten neslin sonunda ortadan kalkarak daha güçlünün
gelişme sürecini açıklar.
Patterson bu şekilde formüle edildiğinde doğal seleksiyonun aslın
da bilimsel bir teori değil apaçık bir gerçek olduğunu iddia eder. Yani,
eğer ilk üç ibareyi kabul edersek dördüncü ibarenin de mantıksal ola
rak onları takip etmesi gerekir; bu argüman Darwin’in Türlerin Kökeni
adlı kitabında ortaya attığı argümanın benzeridir. Patterson şöyle bir
E vrimin T a b İati v e R apsami 1 4 1
Evrimin sının
Bazı biyologlar, mikro evrimi ile makro evrim arasında fark gözetme
mek için direnseler bile bu terimler genellikle türlerin seviyesinin altında
ve üzerinde olan evrimi ayırt etmek için kullanılır; esas tartışma sadece
EVRİMİN TABİATI VE KAPSAMI 1 4 7
Matematikçiler ne diyorlar?
bir delile itibar etmemek gerçekten normal bilimsel bir süreci ‘garip bir
şekilde tersine çevirme’ değilse nedir? Dolayısıyla bu tartışma günümüz
biyologlarına şöyle bir gerçeği göstermiştir; ellerinde matematiksel bir
delil mevcut değildir, hatta matematik, onlara evrim hipotezlerinde bir
hatanın olabileceğini ima etmektedir.
Ulam’ın hesaplamaları, bir matematik profesörü ve aynı zamanda
Fransız Bilim Akademisi’nin Parisli bir üyesi olan Marcel-Paul Schüt
zenberger tarafından da desteklenmiştir. Schützenberger, biyologlar
açısından ‘evrimi çok kolay kabullenmek’ olarak gördüğü şeylere itiraz
etmiş ve Waddington tarafından eleştirilmiştir. Waddington: “Senin
argümanın kısaca hayat özel bir yaratılış sayesinde meydana geldi”
demiş -b u n a karşılık Schützenberger ve diğer pek çok kişi hep bir ağız
dan “Hayır!” diye bağırmıştır. Bu tartışmadan kolayca iki sonuç çıka
rılabilir: Birincisi, matematikçiler düşüncelerini bilimden başka hiçbir
şeyin yönlendirmediğini ısrarla vurguluyorlardi; İkincisi, savundukları
tezler bir Yaratıcı olduğu fikriyle uyumluydu -y a da en azından biyolog
meslektaşları öyle düşünüyorlardı.
Astrofizikçi ve matematikçi Sir Fred Hoyle da, yaptığı hesaplamalar
sonucu, mikro evrimden yolan çıkarak makro evrim hakkında tahmin
yürütmenin geçerliliğinden şüphe etmeye başladı: “Darwin teorisinin
genel olarak doğru olamayacağı anlaşıldıkça bir problem hep gündem
de kaldı çünkü teorinin tamamen yanlış olabileceğini kabul etmek ba
na çok zor geliyordu. Fikirler sadece gözlemlere dayanırsa, Darwin teo
risi de tamamen gözleme dayandığı için, belli başlı gözlemler içerisinde
bu teorinin geçerli olması gayet normaldir. Ama bu bir dizi gözlemin
dışında tahminler yürütüldüğü vakit sorunlar ortaya çıkabiliyor. Yani
baş gösteren esas mesele, teorinin nereye kadar geçerli olduğu ve ne
den belli bir noktadan sonra geçersiz hale geldiğiydi.”266
Fred Hoyle, matematiksel tezlerinden çıkardığı yorumlarda genel
likle lafım sakınmaz: “Evet, sağduyumuzun da söyleyeceği gibi, Dar
win teorisi küçük ölçekte geçerli olabilir ama büyük ölçekte doğru
154 A ramizda K alsin T anri V ar
Fosil bulgulan
Bir geçiş formu ise ancak A’dan geldiği ve B’nin atası olduğu takdirde bir
geçiş formu olabilir. Tabi ki bu ilişkiyi kurabilmek için, bir mekanizmanın
bu işlemi gerçekleştirmeye yeterli olduğunun ispatlanması gerekir.
Fosillerin genelde eksik olduğu ve bu eksildiğin de bilhassa yumu
şak doku ve organların doğal koşullarda kolayca fosilleşememelerinden
kaynaklandığı literatürde sıkça tartışılan bir karşı argümandır. Paleanto-
loglar bunun bilincinde olsalar da onlara göre bütün hikaye sadece fosil
lerin eksik oluşundan ibaret değildir. Önemli çalışmalardan biri olan On
the Origin o f Phyla’da279 James Valentine şöyle yazar: “(Hayat ağacının)
küçük olanlar gibi büyüle pek çok dalı kriptojeniktir (yani ataların izi sü
rülüp bulunamaz). Bu boşlukların çoğu kuşkusuz fosillerin eksik olma
sından kaynaklanır (5. Bölüm); fakat bu durum, bazı familyaların, pek
çok omurgasız türün, bütün omurgasızlar sınıflarının ve bütün metazoa
blumlarının kriptojenik yapışım açıklayan tek sebep olamaz.”
Bu bağlamda önemli bir olaydan bahsetmek gerekir, yumuşak or
ganlar çok nadiren muhafaza edilmiş olsalar da, Çin’in Chengjiang ya
lanlarında Prekambrien’den kalma şaşırtıcı sünger embriyoları bulun
muştur. Deniz palaeobiyolog Paul Chien ve onun iş arkadaşlarına göre
bu bulgular ciddi bir problem teşkil etmektedirler: Eğer Prekambrien
tabaka organizmaların yumuşak dokulu embriyolarını saklayabiliyor-
sa o zaman neden Kambriyen hayvanlarının öncülerine ait fosilleri de
saklamıyor olsun? Yumuşak embriyoların saklanabilmesi, tam olarak
gelişmiş hayvanların daha kolay saklanabileceğini göstermez mi?280
Tabi ki fosillerin yorumlanması genetik faktörler nedeniyle oldukça
karmaşık bir hal alabilir. Genler ve morfoloji (bilhassa Hox genleri) ara
sındaki bağlantıyı anlamak için yoğun çalışmalar yapılıyor ve görüşler
ortaya konuyor. Mesela Simon Conway Morris’in düşüncesi şöyledir,
yeteri derecede kompleks yapıya sahip hayvanlar geldiğinde, onla
ra göre oldukça küçük sayılabilen genetik değişimler oldukça büyük
morfolojik değişimleri tetikleyebilir. Fakat bu noktada hemen bir uya
rıda bulunur: “Çok az kişi canlı formunun gelişiminin genlerde yazılı
E vrimin T a b İati v e K apsami 1 5 9 ;
■i ÇW e 4 <"1'
T EVRİMİN TABİATI VE KAPSAMI 1 6 1
daha fazla ürün elde etmek için buğdayın genetik yapısını değiştirdi.” Bu
şifresi çözülmüş metni moleküler biyologa götürüp şöyle derler: “Bu ya
zı, sizin iki buğday örneğinden birinin başıboş doğal süreçler sonucunda
değil rastlantısal olmayan mutasyonların sonucunda yani kasıtlı olarak
üretildiğini göstermektedir.” Mikrobiyolog “Saçma!” der. “Bu eskiden ya
şamış ilkel medeniyetin uydurması. Bizim bilimimizin yanında şu dilin
ilkelliğine bak. Bu gerçek bilim değil. Ne olursa olsun benim araştırmam
çok umut vaat ediyor ve bence yalanda tesadüf ve gerekliliğin gözlem
lerimize gereken izahı getireceğini düşünüyorum. Ben bir ‘boşlukların
Smith’i’ne inanmaya hazır değilim, bu bilimin sonu demektir.”
Ama 21.yy’da yaşayan bizler aslında hikayenin onun zannettiği gibi
olmadığını, yani gerçekten bir “Smith”in var olduğunu biliyoruz. Çün
kü bugün insan zekâsı, genetiği değiştirilmiş tahıllar üretmektedir.
Bu düşünce deneyinin ilginç tarafı şu gerçeği göstermesidir: B uğda
yın ikinci bir türünün üretilm esi için s a d e c e tesa d ü f ve gerekliliğin lazım
geldiğinin mantıklı bir şekild e tartışılabileceği bir durum da bile z ek â işin
içine girer. Yani o seviyede artık dışarıdan bir akim m üdahil olam ay aca
ğını iddia edem eyiz.
Elbette, tabiatüstü bir aklın müdahil olduğuna karar verebilmek
için (gelecek bölümde de göreceğimiz gibi evrimin sınırları ve en önem
lisi de hayatın kökeni ile ilgili) çok daha fazla delil arayacağız.
Hipotezimiz ne olursa olsun (ister tasarım, ister ortak atadan gelme
hipotezi isterse de ikisinin bir kombinasyonu) hem morfolojik hem de
genetik benzerlikler olması zaten beklenen bir şeydir. Stephen Meyer
ortak atadan gelme hipotezinin metodolojik olarak ortak tasarım tezine
benzediğini ve birinin bilimsel olup olmadığının sorgulanabileceği gibi
diğerinin de sorgulanabileceğim ileri sürer. Örneğin, gözlemleneme-
yen bir Tasarımcı olduğunu varsaymak gözlemlenemeyen makro evrim
adımları olduğunu varsaymaktan daha az bilimsel değildir.288 Şu gayet
açık ve nettir ki ‘boşluklann evrimi’ en az ‘boşlukların tanrısı’ kadar
yaygın bir inanç türüdür.
164 ARAMIZDA KALSIN ÎANRI VaR
yüldenebilmektedir. Fakat tasarlayan bir zekâ ile ilgili ana fikrin kav
ranması güç olmasa gerek.
Buraya kadar olan argümanımızı özetlemek gerekirse, evrimsel bi
yolojiden ateizm sonucu çıkarılabileceği iddiası külliyen yanlıştır. Ön
celikle, bu mantıksal bir hatadır çünkü bilimden bir dünya görüşü çı
karamazsınız; ikinci olarak, Darwin’den bu yana bilimdeki ilerlemeler,
tüm canlı varlığı ve çeşitliliğinin, mutasyon ve doğal seleksiyonun kör
saatçisiyle izah edilebileceği inancına destek sağlamaz. Mutasyon se-
leksiyon mekanizmasının faaliyet alanı kısıtlıdır. Öyle görünüyor İd ev
rimin bir sınırı var yani kör saatçinin yapabilecelderinin bir haddi var.
Dahası, böyle bir sınırın varlığından şüphe duyan tanınmış bilim
adamları arasında bile öyleleri var ki, logos’un müdahalesine bir delil
olarak, kompleks çözümler bulan tabiat olaylannın esrarengiz yetene
ğini gösterirler.
Moleküler biyoloji sayesinde anladığımız canlıların hayal bile edile
meyen kompleks yapıları ve düzenleyici mekanizmaları, tasanmcı bir
aldı karakterize etmekte; ya da en azından bu mekanizmaların sonuç
itibariyle dayandıkları hassas dengeli bir fizild evrene işaret etmektedir.
Şimdi hayatın varlığıyla ilgili daha önce farz edilen her şeyi kafa
mızdan çıkarmak artık daha kolay. Dawkins yazılarında sık sık (özellik
le The Blind W atchm aker1da) Darwin’in keşfettiği mekanizmayı, sanki o
mekanizma hem hayatı hem de varyasyonları izah ediyormuş gibi an
latır. Bu tabi İd bir hatadır ve Dawkins de sonunda The God Delusion’da
bunu itiraf edecektir.
Şimdi, hayatın kökeni tartışmasının başlı başına, natüralizme indi
rilmiş en kuvvetli darbe olduğunu iddia edeceğiz. Hayatm kökeni, sıra
daki bölümümüzün konusu olacak.
H ayatin K öken İ
Eğer biri size yeryüzünde hayatin 3.45 milyar yıl önce başladığını
bildiğini söylerse ya aptaldır ya da yalanadır. Bunu kimse bilemez.
Stuart Kauffman
İndirgenemez komplekslik
dağıtmadıkça kaotik bir yığından başka bir şeyin ortaya çıkması ancak
çok çok küçük bir ihtimaldir.”311
Tuğlaları yapmak başka; bir ev ya da fabrika inşasını organize et
mek bambaşka bir şeydir. Eğer mecbur kalsaydınız bulduğunuz çevre
ye yayılmış taşları toplayıp onları kullanarak bir ev inşa edebilirdiniz.
Topladığınız taşların şekilleri ve büyüklükleri doğal olaylar tarafından
belirlenmiş olabilir; fakat gene de bir binayı tasarlamak, taşların kendi
sinde olmayan bir şeyler gerektirecektir. Bu gereklilikler; tasarımcı bir
akıl ve inşa kabiliyetidir. Aynı şey hayatın yapı taşları için de geçerlidir.
Kör tesadüf onları özel bir yöntemle bir araya getirme işini asla yapa
maz. Organik kimyager ve moleküler biyolog A. G. Cairns-Smith bunu
şöyle ifade eder: “Kör tesadüf... çok kısıtlıdır... doğru harfleri denk geti
rip böylece kısa kelimeleri kolay elde edebilir, fakat tasarımın derecesi
arttıkça onun da gücü kaybolur. Uzun bekleme devirleri ve büyük mik
tarlarda madde kaynakları bile anlamsızlaşıverir.”312
Cairns-Smith burada harf ve kelime örneğini kullanıyor ki bu çok
yerinde bir benzetmedir çünkü proteinlere özgü olan en can alıcı özel
lik onları oluşturan am inoasitlerin, zincirde tam ola ra k bulunmaları g e
rektiği yerlerde olm alarıdır. Aminoasitleri bir alfabeyi oluşturan 20 harf
olarak düşünün. Bu durumda protein, o alfabeden oluşmuş son derece
uzun bir kelime olur; bu kelimede her bir aminoasit harfi doğru yeri
almalıdır. Yani buradaki kritik nokta, aminoasitlerin zinciri oluşturur
ken aldıkları düzenin kendisidir; yoksa sadece o zincirde olmaları değil
(tıpkı bir kelimdeki harfler gibi, ifade etmesi istenen anlamı ifade eden
kelimenin oluşması için ya da bir bilgisayar programındaki tuş vuruş
larının sıralanışı gibi o programın çalışabilmesi için gereken düzene
sahip olmalıdırlar). Tek bir harf yanlış yerde olursa kelime başka bir ke
lime olur veya anlamsız hale gelir; tıpkı bir bilgisayar programında tek
bir yanlış tuşa dokunmanın programın çalışmasına engel oluşu gibi.
Bu argümanın işaret ettiği gerçek, basit bir olasılık hesabıyla daha
net anlaşılabilir. Çok çeşitli aminoasitlerin arasından 20 aminoasit,
H ayatin K ökeni 1 7 7
l<i dışarıdan sistemin içine giren herhangi bir şey muazzam çapta cid
di sonuçlara sebebiyet verebilir. Buna verilebilecek en meşhur örnek
‘kelebek etkisi’dir. Dünyanın herhangi bir yerindeki kelebeğin kanat
çırpması, başka bir yerde tropikal bir fırtınaya yol açan olaylar zincirini
tetikleyebilir. Mesela hava gibi sistemler, başlangıçtaki şartların deği
şimine karşı son derece hassastırlar ve tahmin edilemez bir karaktere
sahip oldukları için kaotik sistemler olarak adlandırılırlar. Prigogine
beklenmedik olaylar zincirinin beklenmedik şekilde meydana gelebi
leceğini göstermiştir. Bunun güzel bir örneği Rayleigh-Bénard konvek
siyonudur: Bir sıvı içinde düzgün bir şekilde akan ısı aniden konveksi
yon akımına dönüşür ve bu akım sıvıyı altıgen bölmelerden oluşan bal
peteği görünümüne sokar, böylece sıvı, Giant’s Causeway’deki (Kuzey
İrlanda’da bir bölge) meşhur kaya oluşumlarına benzer bir hal alır.
Çok sık verilen bir diğer örnek ise Belousov-Zhabotinski tepkimesi
dir, bu tepkime uzaysal olmaktan çok zamansal simetri kırılması gös
terir. Mesela; malonik asit, iki katalizör seryum sülfat ve ferroin yardı
mıyla potasyum bromat ile oksitlenirse bu tepkime ortaya çıkar. Eğer
bu karışım 25 C (77 F) sıcaklıkta saklanırsa ve sürekli karıştırılırsa rengi
aşağı yukarı bir dakikalık aralıklarla sürekli kırmızıdan maviye doğru
değişir,317 böylece tepkime, dikkat çekecek derecede düzenli periyotlar
la bir çeşit kimyasal saat gibi işler. Bu tepkime hayranlık vericidir ve
son derece basit bir şekilde şöyle tanımlanabilir.
Şimdi A maddesinin B maddesine dönüştüğünü düşünelim. Bunu
grafiksel olarak şöyle ifade edebiliriz:
1. A > > B
Ve bu tepkimeyi ikinci bir tepkimenin takip ettiğini düşünelim bu
tepkimeye de otokatalitik tepkime denir:
2. A+B > > 2B
Burada B katalizör olarak işler çünkü soldaki B’nin her bir molekü
lü sağda tekrar ortaya çıkar. Fakat başlangıçtakinden çok daha fazla
B vardır böylece tepkime 2’nin hızı ortaya çıkan maddenin miktarına
H ayatin K ökeni 1 7 9
! Gerektiği kadar sade Monomer girişi olmadan ileri sürülen polimer ço-
j ğaltma planlarının yürümesi imkânsızdır. Bu iki kimya türü arasında-
j ki boşluk kapanmadan hayatın kökeni problemine bir çözüm bulmak
mümkün değildir. Döngüsel olsun ya da olmasın organik tepkime dizi
lerinin kendiliğinden düzenlenebilmesi yoluyla ortaya çıkan karışımla
rın basite indirgenmesi çok işe yarayacaktı, eğer basit ‘çoğalan polimer-
| 1er’ bulmayı kolaylaştırmış olsaydı. Fakat genetikçilerin önerdiği çözü-
£
mü destekleyenlerin ya da ‘eğer domuzlar uçabilseydi’ gibi varsayımsal
kimyaya dayanan metabolist senaryoları destekleyenlerin önerilerinin
bu haliyle işe yaraması pek mümkün değildir.”320
Esas problem
I
asit düzeninin meydana getirdiği ve niteliksel açıdan farklı, dil türünden
yapıların ortaya çıkmasıdır. Paul Davies bu farkı açıkça şöyle ifade eder:
“Hayat aslında kendiliğinden oluşumun bir örneği değildir. Hayat ayrın
tılarıyla önceden belirlenmiş (spesifize olmuş), yani genetik açıdan yöne
tilen bir organizasyondur. Canlılar DNA’larında (ya da RNA’larında) kod
lanmış bir genetik yazılımla yönlendirilirler. Oysa konveksiyon hücreleri
kendiliklerinden şekillenirler. Bir konveksiyon hücresi için gen yoktur.
Düzen kaynağı, yazılımda kodlanmamıştır, onun yerine sıvı içindeki
çevre koşullarına bağlıdır... Diğer bir ifadeyle konveksiyon hücresinin
düzeni dışarıdan sağlanır; yani içinde bulunduğu sistemin şartları bu
düzeni oluşturur. Buna karşın canlı hücrenin düzeni dâhili kontrolden
doğar... Kendiliğinden düzenlenme teorisi şimdiye kadar kendiliğinden
182 Aramizda K alsin Tanri Var
ile örtüşüyor: “Eğer biri size yeryüzünde hayatın 3.45 milyar yıl önce
başladığını bildiğini söylerse ya aptaldır ya da yalancıdır. Bunu kimse
bilmiyor.”326 Yakın zamanda Francis Collins benzer bir şey söylemişti:
“Kendiliğinden çoğalabilen organizmalar ilk kez nasıl ortaya çıkmış
tır? Dürüst olalım, henüz bunu bilmiyoruz. Hatta elimizde, sadece 150
milyon yıllık bir zaman içinde, yeryüzündeki prebiyotik ortamın hayatı
nasıl başlattığını izah etmeye yaklaşan bir hipotez bile yoktur. Bu de
mek değil ki mantıklı hipotezler ortaya konmadı; kondu ama hayatın
oluşumunu açıklamak için yaptıkları olasılık hesaplan hala imkânsıza
yakın sonuçlar vermeyi sürdürüyor.”327
G e n et İk K od v e K öken İ
Hücredeki bilgi
DNA nedir?
Burada bir duralım, çünkü DNA ve genetik kod gibi bilgi yüklü bi-
. yomeloküllerin kompleksliğinden bahsettiğimizde, genlerin, insan ol
manın ne demek olduğuna dair her şeyi anlattığı izlenimi uyanabilir.
Gerçekten de yıllarca moleküler biyologlar, genomu, bir organizmanın
kalıtımsal özelliklerini tamamen açıklayan, Francis Crick’in tabiriyle
‘ana kaide’ olarak kabul etmişlerdi. Bu da ister istemez bir çeşit biode-
terminizmi körüklemiş ve genlerin tek başlarına, sadece hastalıkların
değil, insanların kabiliyetlerinden şiddete eğilimlerine veya obeziteden
matematik zekâya kadar her türlü kişisel farklılığın temel sebebi olarak
kabul edilmelerine yol açmıştı.
Komplekslik hiyerarşisi
2- H ata D üzeltm e:
Proteomik
Bir maldne yeni bir bilgi üretmez, sadece var olan bilginin işe
yarar hale dönüşümünü gerçekleştirir.
Leonard Brillouin
Bilgi nedir?
Tüm bu sayılar içerisinde 2’nin özel bir yeri vardır çünkü bilgisayar
larda kullanılan ‘alfabe’ 0 ve 1 olmak üzere iki sembolden oluşur. Bu
durumda 2’nin herhangi bir alfabeyi kodlamak için gereken en küçük
sayı olduğu da ortadadır. Örneğin, İngilizcenin 26 harf ve 1 boşluktan
oluştuğunu düşünürsek o zaman en fazla 5 (25=32 > 27) uzunluğunda
olan çift dizin onu (boşlukla beraber) kodlamaya yetecektir: Boşluk
sembolünü 00000 olarak kodlayabilir ve A=00001, B=00010, C=00011,
v.b. diye devam edebiliriz.
Şimdi çok önemli bir şeyi anlatacağız fakat ilk başta size biraz kar
maşık gelebilir. Cep telefonunuza şöyle bir mesajın geldiğini düşünün:
ZXXTRQ NJOPW TRP. Bu mesaj 16 sembol uzunluğundadır. Daha önce
ki gibi bir hesaplama yaparak bu mesajın 16 log227 bit kadar bir bilgi
içerdiğini görürüz. Fakat siz: “Hayda! Ne mesajı! Ben burada bir mesaj
falan göremiyorum. Bilgi, bu saçma sapan şeyin neresinde?” diyeceksi-
nizdir. Şimdi şu gerçeği anlamaya başlıyoruz: Az önce tartıştığımız tür
den bilginin aslında ‘anlamla’ hiçbir ilgisi yoktu. İşte anlamla ilişkisi
olmayan bu tarz bilgiye biz, sen taktik bilgi diyoruz.
Günlük deneyimlerimiz açısından bakarsak bu ilk başta sezgiye
aykırı gibi görünebilir; bu yüzden sentaktik bilgiyi daha detaylı olarak
anlatmamız gerekiyor. Diyelim ki cep telefonunuza bir mesaj gönderi
leceği söylendi. Ayrıca gönderilebilecek dört sembol olduğu (~ # * A )
ve mesajın beş sembol uzunluğunda olacağı da söylendi. Ardından siz
telefonun ekranına baktınız ve şöyle bir şey gördünüz: A A # ~ *. Şimdi
ne kadar bilgi (enformasyon) almış oldunuz? Bunun ne anlama geldi
ğini bilmiyorsanız hala hiçbir bilgi almadınız demektir. Fakat sentaktik
(sözdizimsel) anlamda bilgi aldınız. Dört tane olası sembol var. Bu sem
bollerden birini alma olasılığınız yi ve alınan her bir sembol tarafın
dan sağlanan bilgi miktarı 2 bittir. Bu durumda beş sembolden oluşan
toplam mesaj 10 bittir. Başka türlü ifade edersek: Eğer kaç olası ‘mesaj’
2 0 6 ARAMIZDA Kalsin Tanri Var
(bu beş sembolden oluşan bir dizi) alabileceğinizi sayarsanız bunun 210
olduğunu görürsünüz. Şimdi mesajın ‘ne olduğunu’ biliyorsunuz (ama
‘ne anlama geldiğini’ hala bilmiyorsunuz). Dolayısıyla, bir açıdan da
olsa bilgi edinmiş oldunuz.
Bir kanaldan, mesela sıradan bir telefon hattından, yaptığınız gün
lük elektronik iletişimi düşünün. Herhangi bir anda çeşitli ‘bilgiler’ o
hat aracılığıyla size ulaşır: Ses iletme, fax iletme, bilgi iletme (her türlü
elektronik sembol akışını sağlama) gibi. Bunların bir kısmı bazı insan
lar için bilgi taşırken diğerleri için taşımaz (örneğin, Çince konuşan biri
semantik açıdan Çince konuşamayan birine bilgi aktaramaz) ve bir kıs
mı da gelişigüzel sembollerden oluşan bir dizi olup gelişigüzel oluşan
elektronik efektleri ifade edebilirler ve herhangi bir bilgi taşımazlar.
Bir iletişim mühendisi o kanaldan aktarılanın manasıyla ilgilenmez.
. Mühendis daha çok, kanalın kapasitesi (bir anda kaç sembolün ya da ne
tür sembollerin bu kanal aracılığı ile iletildiği), kanalın güvenilirliği (me
sela kanaldaki sesler yüzünden bir sembolün yanlışlıkla aktarılma ola
sılığı), bir hatayı düzeltme olasılığı v.b. konularla uğraşn. Bu tür şeyler
hepimizi etkilemektedir (mesela geniş bant bağlantı imkânının olmadığı
evlerimizde, iletişimin yavaşlığı yüzünden pek çoğumuzun işleri aksar).
Dolayısıyla sentakik bilgiyi ölçmek hiç de önemsiz bir şey değildir
ve bununla ilgili teoriye Shannon Theory o f Inform ation denir çünkü bu
teori Claude Shannon tarafından geliştirilmiştir. Shannon, parazitli bir
iletişim kanalının kapasitesiyle alakalı belli başlı matematiksel değer
leri bulmuş ve bu matematiksel sonuçlar günümüz toplumunun ba
ğımlı hale geldiği iletişimin kuramsal temelini oluşturmuştur.
Şimdi meseleyi daha iyi anlamak için bir başka gündelik örneğe ba
kalım. Bir kütüphaneye giriyorsunuz ve nefroloji ile ilgili bir kitap isti
yorsunuz. Kütüphane görevlisi belki hayatında nefroloji kelimesini hiç
duymamıştır. Ama bir sembol dizisi olarak nefroloji kelimesi 10 log227
bitlik bilgi taşır ve eğer siz kütüphane görevlisine bu kadar bitlik bilgiyi
verirseniz o da bilgisayarındaki indeks sistemine girecek ve size MedSci
BiLGi M e se l e si 2 0 7
I büyük oranda içinde bulunduğu bağlama göre anlam kazanır. Eğer be
nim cep telefonuma ‘Evet’ yazan bir mesaj geldiğini görürseniz bunun
sorduğum bir soruya cevaben verildiğini tahmin edersiniz ama bu ce
vabın “Bu geceki maça biletin var mı?” ya da “Benimle evlenir misin?”
sorularından hangisine karşılık gönderildiğini bilemezsiniz. Mesajın
anlamı önceden bağlamının bilgisi olmadan belirlenemez. Diğer bir de
yişle, herhangi bir miktarda bilginin yorumlanabilmesi için, o bilginin
kendisinden çok daha fazla miktarda bilgiye ihtiyaç vardır.
DNA ve bilgi
Komplekslik
mi? Elbette ki hayır. Çünkü ilk başta tekrarlanan bir kalıp olduğunu
görüyoruz (001 rakamlarından oluşan bir üçlü sürekli yineleniyor). Bu
açıdan dizide bulunan bilginin tümü “001 üçlüsünü iki milyar kez tek
rarla” cümlesi ile sınırlanabilir. Bu mekanik tekrar işlemi matematik
çilerin algoritma dedikleri (ve bilgisayar programlarının uygulamaları
için tasarladıkları) cinsten bir işlemdir.355 Bu durumda şöyle basit bir
program yazabiliriz: “n için=l’den 2 milyara kadar 001 yaz. Dur.” Şimdi
bu programı yazmak için sadece 42 kez tuşlara dokunmamız yetti ve
eğer 42’yi programın ‘uzunluğu’ olarak kabul edersek bu uzunluk, içer
diği bilgi miktarı hakkında bize bahsi geçen dizinin 6 milyar rakamdan
oluşan gerçek uzunluğundan çok daha doğru bir fikir verecektir. Aynı
mantıkta bir diğer örnek de şöyledir:
SENİSEVİYORUMSENİSEVİYORUMSENİSEVİYORUM... harf dizisine
bir bakalım ve bu dizinin iki kelimenin, SENİ SEVİYORUM, 2 milyar kez
tekrar edilmesinden oluştuğunu düşünelim. Açıkça görülüyor ki dizide
bulunan bilgi (bu sefer semantik açıdan) zaten ilk iki kelimede bulunu
yor (bu kelimelerin vurgu yapmak için tekrarlandığı tartışılabilir!). Her
halükarda tam bir sentaktik bilgi “n için=l’den 2 milyara kadar SENİ SE
VİYORUM yaz. Dur.” programıyla kolayca verilebilir. Bu nedenle (uzun)
tekstin yerine sadece (kısa) programda bulunan sentaktik bilginin bit
sayısına bakarak, metnin içerdiği bilgiyi ölçebiliriz.
yoluna devam etme arzusu mu? Bütün bir pasaj hayatın kökeni ile ilgili
olduğu akılda tutulursa, Davies şunu da ekleyerek aslına bir önce söy
lediği ile çelişiyor: “Biyogenez (hayatın kökeni) problemine eğilinirlcen
Darvvinizm, sadece hayatın zaten devam ettiği aşamada (hayat varken)
yarar sağlar. İlk d efa hayatın nasıl başladığını açıklayam az.” (italik be
nim)365
Peki, şans ve zorunluluk haricinde başka hangi olasılıklar var?
Sherlock Holmes olsaydı herhalde şöyle derdi, eğer şans ve zorunlulu
ğun birlikte ya da ayrı ayrı biyogenezi meydana getireme kapasiteleri
yoksa, o zaman üçüncü bir faktörün olduğu ihtimalini düşünmek gere
kir. Üçüncü faktör ise bilgi girişidir (dışarıdan bilgi yüklemesidir).
Verdiğimiz bu örnekten dolayı yoğun tepkiler alabiliriz. Bu örneğin
her ne durumda olursa olsun bilime aykırı olduğu ve esasen ‘boşlukla
rın tanrısı’ tarzında bir çözümün düşünce tembelliğine yol açacağı gibi
tepkiler dile getirilebilir. Bu tenkitler elbette ciddiye alınmalıdır (ne de
olsa bir teistin düşünce tembelliği yapıp “bunu ben açıklayamıyorum,
öyleyse Tamı yapmış” demesi hiç rastlanılmayan bir husus değildir). Bu
konuda dikkatli olmak lazım gelir. Fakat birinin en ufak bir fileri olmadığı
ya da bir delille ispatlayamadığı bir durum karşısında da, spekülatif ve
yanlışlanamaz bir hikaye oluşturup “evrim böyle yaptı” demesi de aynı
şekilde gayet kolaydır. Gerçekten daha önce de gördüğümüz gibi mater
yalist bir İtişi, tabi süreçlerin her şeyden sorumlu olduklarını söylemek
zorundadır çünkü onun kitabında geçerli olan başka bir alternatifi yok
tur. Sonuç olarak ‘boşlukların evrimi’ ile bir sonuca varmak en az ‘boş
lukların tannsı’ kadar kolaydır. Hatta ‘boşlukların evrimi’ne sığınmanın
‘boşlukların tanrısı’na sığınmaktan daha kolay olduğu da söylenebilir
çünkü ilki İkincisinden çok daha az eleştiri alacaktır.
Bu noktanın akıldan çıkmaması için yaşamın kökeni konusunda
uzman olan bir kişinin sözlerine de yer verelim. Hayatı mümkün lalan
maddenin özellikleri konusunda yaptığı çalışmayla Nobel ödülü kazan
mış fizikçi Robert Laughlin şöyle demiştir: “Günümüz biyoloji bügisinin
216 ARAMIZDA K ALSIN TANRI V a r
İtiraf etmek gerekirse, böylesi bir kabulün yol açacağı etki, devri
daim makinelerinin sürekli çalışamayacakları ile alakalı kabulün etki
lerine nazaran çok daha büyük olacaktır. Çünkü biyogenezin bir bilgi
girişi olmadan tam anlamıyla açıklanamayacağına dair görüşü destek
leyecek yeterli bilimsel delil varsa, o zaman dikkatler ister istemez bu
bilginin kaynağının ne olduğuna odaklanacaktır. Aslında ikinci konu
nun tamamen farklı bir konu olduğuna dikkat etmek gerekirse de, zih
nimizde ikisini birbirinden ayrı tutmak da bir hayli zordur. Oysaki bilgi
kaynağının tanımlanıp tanımlanamayacağı mantıken, dışarıdan bilgi
girişinin gerekli olup olmadığı sorusuyla bağlantılı değildir. Neticede
mesela Mars’a gitsek ve orada ufka doğru uzanan titanyum küp küme
lerinin oluşturduğu uzun bir dizine rastlasak ve asal sayıda küplerden
oluşan kümelerin 1,2,3,5,7,11,13,17,19... diye giderek artan bir düzenle
meyle sıralandıklarını görsek hiç tereddüt etmeden bunun akıllı bir fa
ile ait olduğunu düşünürüz; ardındaki zekanın yapısı hakkında hiçbir
fikrimiz olmasa da. Fakat çok daha kompleks bir şey bulursak (bir DNA
molekülü mesela) o zaman natüralist bilim adamları zannedersem bu
nun sebebinin şans ya da zorunluluk olduğunu iddia etmek zorunda
kalacaklardır (!)
olarak kabul edilen Gödel bir çeşit bilgi korunumu (yasasının) canlı
larda da geçerli olduğunu düşünüyordu: “Canlıların komplekslikleri ya
(geldilderi) maddede ya da (onların yapılarını idame ettiren) kanunlar
da mevcut olmalıdır” der. Özellikle, organları meydana getiren madde
ler mekanik kanunlarla idare ediliyorlarsa, bu maddeler de canlılarla
aynı kompleks düzene sahip olmalıdırlar.” Gödel’in kendi formülas-
yonu (bir başkasının kaleminden) şöyle devam eder: “Daha genel an
lamda Gödel biyolojideki mekanizmanın zamanımızın bir peşin yargısı
olduğuna ve bunun çürütüleceğine inanmaktadır. Gödel’in görüşüne
göre bu mekanizma bir matematik teoremine dayanarak yalanlana-
caktır; insan vücudunun jeolojik zamanlar içinde, fizik kanunları sa
yesinde (ya da benzer bir tabiat kanunuyla) rastgele dağılan elementer
parçacıklardan başlayarak oluşması neredeyse tesadüfen atmosferin
bileşenlerine ayrılması kadar imkânsızdır.”370
Burada çarpıcı olan nokta, Gödel’in, bunun bir gün matematiksel
olarak ispatlanabileceğini (diğer bir deyişle matematikçilerin bilginin
kökeniyle alakak biyolojik problemin çözülmesine muhakkak yardımcı
olacaklarını) ummasıdır. Burada keyif veren bir ironi var. Çünkü tam
da bu problemle alakalı meydana gelen gelişmelere ön ayak olan ki
şi Gödel’in kendisidir. Algoritmik bilgi teorisini kullanan matematikçi
Gregory Chaitin, Gödel’in algortimaların yeni bir bilgi üretip üreteme-
yecekleri sorunuyla (dolayısıyla hayatın kökeniyle) alakalı ortaya attığı
iddiayı destekleyen kuvvetli deliller tespit etmiştir.
Burada dikkat edilmesi gereken birinci husus, algoritmaların ulaşa
bilecekleri bir çeşit bilgi limitinin önceden belirlenmiş olmasıdır. Gre
gory Chaitin yaptığı önemli bir çalışmada, spesifik bir sayı sekansının,
onu üretebilmek için gereken programdan daha ileri seviyede komp
leks olduğunun ispatlanamayacağım göstermiştir.371
Chaitin’in çalışm ası başka sonuçlar da doğurmuştur. Yaşamın
kökeni konusunda önde gelen araştırmacılardan Bernd-Olaf Küp-
pers onun çalışm asına ilişkin şu ilginç yorumu yapar: “Semantik
BİLGİ MESELESİ 2 2 1
hayatın kökeni için bilgi girişinin şart olduğuna dair akla yatkın bir te
zimiz olacak.
Bunun ışığında şimdi DNA’nın spesifize olmuş kompleksliğinin do
ğal süreçler sayesinde ortaya çıkabileceği iddiasındaki simülasyonlarm
en meşhurlarından birini incelemeye çalışacağız: Daktiloda yazı yazan
maymunlar!
M aymun M akİne
n’i bir milyar kabul etsek de bu olasılık hala inanılmaz derece ufak ka
lır (yaklaşık 1031’de 1). Üstelik bu örnek için düşünülen harf dizisinin
uzunluğu memeli hayvanların genom uzunluğu (bu sayı insanda 3 mil
yardan fazladır) ile kıyaslandığında komik denecek ölçüde ufaktır,
O zaman bu küçücük olasılıkları daha işe yarar oranlara getirmek
için Dawlcins’in sözde bulduğu çözüm nedir? O çözüm şudur: Her sefe
rinde bir maymun bir tuşa basar, ondan sonra onun yazdığı harf hedef
harfle karşılaştırılır (ki bu pek de rastgele bir işlem sayılmaz). Bu karşı
laştırma elbette bir mekanizma, bir bilgisayar (ya da matematikçi David
Berlinski’nin önerdiği bir Baş Maymun) tarafından yapılmalıdır. Eğer o
maymun hedef harfi tutturursa karşılaştırma mekanizması o harfi kay
deder (bu da yine büyük oranda bilinç gerektiren bir işlemdir). Bunun
üzerine maymun durur, işi bitmiştir. Bunun haricinde maymun, hedef
harfi yazana kadar rastgele daktilo tuşlarına basmaya devam eder.
Bu denemenin net sonucu hedef cümlenin çok çabuk yazılmasıdır
'(Dawkins’in asıl simülasyonunda 43 adımda yazılmıştır). Yani tama
men şansa dayanan bir durumda ancak bir milyar deneme sonunda ka
baca 1031’de 1 ihtimal olan şey, şimdi sadece 43 denemde ortaya çıkıyor.
Burada akılda tutmamız gereken kritik şey, Dawkins’in modelinde hem
şans (daktiloda yazı yazan maymunlar) hem de zorunluluğun (hedef
cümleyle her bir denemeyi karşılaştıran kanun benzeri algoritma) aynı
anda bulunduğudur. Dawkins’in algoritması, bir çözümün hedef cüm
leden ne kadar farklı ya da ‘uzak’ olduğunu hesaplayarak o çözümün
‘elverişliliğini’ ölçmektedir.
Şimdi Dawkins’in argümanının merkezine geldik. Bu argümanın
iddiası doğal seleksiyonun (kör, akılsız ve gelişigüzel bir olayın) biyo
lojik bilgiyi üretme gücü olduğunu göstermekti. Fakat sonuçta ortaya
çıkan hiç de öyle bir şey değildir. Dawkins de bu problemi ne yapıp edip
uzak durduğu iki şeyi ileri sürerek çözmeye çalışır. Dawkins, kitabında
evrimin kör ve hedefsiz olduğunu söyler. O zaman hedef bir cümle ve
rerek ne demek istemiştir? Hedef bir cümle belli bir amacı ifade eder
M aymun M akine 2 2 9
bildiğiniz için, hedef ne denli zor olursa olsun çok az sayıda adımla
hedef dizine ulaşabilmeniz mümkün olacaktır.
Önceki bölümde bahsedilen algoritmik bilgi teorisi açısından b a
kılırsa, Dawkins’in analizinin bam teli tam da burasıdır. Tam olarak
Küppers’in çıkardığı sonuçtan beklediğimiz gibi Dawkins’in makinesi
. başarısızdır, yani Dawkins’in algoritmik makinesinden çıkan sonucun
( içerdiği bilgi de zaten makineye yüklenen ya da onun yapısında var
olan bilginin içindedir. Küpper haklıdır. Çıkan bilgi, girilen ya da maki
nede var olan bilgidedir.
Dolayısıyla ortada Dawkins’in ispatladığı hiçbir şey yoktur. Filozof
Keith Ward son derece yerinde bir tespit yapar: “Dawkins’in insanları
hayret ve şaşkınlıktan kurtarma stratejisi işe yaramadı, sadece hayretin
yönünü değiştirdi. Artık, hedeflenen kompleks bir sonucun kendiliğin
den ortaya çıkmasına değil hedeflenen sonucu zaman içinde doğur-
b maya programlı etkin bir kanunun kendiliğinden var olduğuna hayret
I edilmeye başlandı.”393
The Tower o f B abel394 adlı ldtapta Pennock, Dawkins-Sober modelle
rinin doğal seleksiyon ya da rastgele varyasyonu değil daha çok Idimü-
latı/seleksiyonu örneklemek için tasarlandıklarını iddia ederek durumu
f" toparlamaya çalışır. Fakat bu çözüm önerisi de işe yaramaz çünkü esas
sorun işlemin, bir hedef cümle ile denemeyi karşılaştırmak için bir meka
nizmaya bağlı olmasıdır. Seleksiyonun kümülatif olmasını sağlayan şey,
yani hedef cümledeki harfleri yazıldıkları anda kaydeden şey, tam olarak
, o mekanizmanın akıllıca tasarlanmış yeteneğidir.395 Dolayısıyla tasarlan-
}
I mış bir mekanizma olmadan kümülatif seleksiyon da var olamaz.
Bu yüzden, yönlendirilmeyen bir doğal seleksiyonun bilgi üretebile
ceği fikrini makul göstermeye çalışan bir argüman olarak Dawkins-So-
• ber argümanı işe yaramaz. Gene de tüm bu argümanların yaradığı bir iş
j yok değil. Bu argümanlarının yaydığı ışık, akıllı tasarımın kuvvetlenme-
1 sini sağlıyor. Çünkü görüldüğü üzere, biyolojik bilginin kökenini izah
h etmeye çalışan materyalist varsayımlara dayalı en güçlü denemeler
236 A ramizda K alsin T anri V ar
Bilgisayar simülasyonlan
Pek çokları tarafından son derece rahat bir tavırla inkâr edilebilen
yaratma fiiliyle alakalı Kutsal Kitap tahlillerinin merkezinde, son za
manlarda doğa bilimlerinin de azami önem verdiği (bilgi konseptinin)
olması bir hayli çarpıcıdır.
Yaratıcı Tanrı Sözü temel düşüncesi İbranice yaratılış kıssalarında
sürekli tekrarlanan “ve Tanrı dedi İd (ışık olsun...)” cümlesinde ifade edi
lir. Özellikle üzerinde durduğumuz konuyla alakalı bir cümle de şudur:
“İmanla evrenin Tanrı’nın kelimesinden var edildiğini anlanz öyle İd gö
rünen şeyler gözle görülür şeylerden gelmemişlerdir.”408 Esld Kitab-ı Mu
kaddes literatüründen yaptığımız bu alıntı, bilginin en temel özelliğine,
yani bilginin görünmez olduğuna dikkat çekmesi açısından çok önemlidir.
Belki bilgiyi taşıyan şeyler rahatça görülebilir (kağıt, yazı, duman işaret
leri, televizyon ekranları veya DNA gibi) ama bilginin kendisi görülemez.
Bilgi sadece görünmez değildir: Madde dışıdır, öyle değil mi? Şimdi
bu kitabı okuyorsunuz; kitabın üzerinde fotonlar seldyorlar ve gözlerini
zin aldığı fotonlar elektriksel impulslara dönüşüp beyninize iletiliyorlar.
Düşünün ki bu kitaptan bazı bilgileri bir arkadaşınıza sözlü olarak aktar
dınız. Ses dalgaları sizin ağzınızdan bilgiyi alıp arkadaşınızın kulağına
götürdü, orada elektriksel impulslara dönüşerek onun beynine aktarıldı.
Arkadaşınız artık önceden sizin beyninizde olan bilgiye sahip fakat siz
den arkadaşınıza madde cinsinden bir şey aktarılmış değü. Yani kural
olarak, bilgiyi taşıyanlar maddedir am a bilginin kendisi m ad d e değildir.
1961’de Rolf Landauer meşhur bir makale yazmıştı, makalenin baş
lığı şöyleydi: “Bilgi fizikseldir.”409 Başlık ilk bakışta bizim tartışmakta
olduğumuzun tam tersini söyleyecek gibi görünür. Fakat Landauer’in
kastettiği şey aslında bilginin genellikle fiziksel bir şeyle kodlandığı
böylece bilgiyi taşıyanların fizik kurallarına tabii olduğu ve bu açıdan
bakılırsa bilginin kendisinin onu taşıyanlar aracılığıyla fizik kuralları
na tabii olduğudur. Bu nedenle bilgiye fiziksel bir şeymiş gibi muamele
edilebilir. Fakat işin doğrusu bu bilginin kendisinin fiziksel bir şey ol
madığı gerçeğini değiştirmez.
BİLGİNİN KAYNAĞI 2 4 5
açısından izafiyet kuramı baz alınarak yapılacak bir açıklama ancak işin
uzmanları tarafından anlaşılabilir. Eğer böyle açıklamaları, açıklamaya
çalıştıkları şeyden daha kompleks olduklarını düşünerek inkar edecek
olsaydık o zaman bilimin çok büyük bir kısmını inkar etmiş olacaktık.
Yine, atomlar canlılardan daha basittirler çünkü canlılar atomlar
dan yapılmış kompleks yapılardan meydana gelmişlerdir. Ama diğer
yandan atomlar hiç de basit değillerdir, işte bu sebeptendir ki temel
parçacık fiziği ancak yeryüzündeki en zeki insanların bir kısmının uğ
raşabildiği bir alandır. Evrenin yapısının temel özellikleri daha derinle
mesine araştırıldıkça çok daha karmaşık hale gelir. Neticede “fizikçile
rin anladıkları basit şeyler” hiç de basit değillerdir aslında.
İzafiyeti düşünün, kuantum mekaniği ya da en iyisi kuantum elekt
rodinamiğini düşünün. Basit olmaktan öyle uzaklar ki ancak en üstün
zekâlı insanlar anlayabilirler ve buna rağmen hala çözülmemiş pek çok
sırları mevcut. Öncelikle kuantum mekaniğinin tam olarak neden çalış
tığını kimse bilmiyor ve hatta Richard Feynman’ın dikkat çekmeyi sev
diği gibi enerjinin ne olduğunu bile kimse bilmiyor. Şimdi ilginç olan
nokta şu: Richard Dawkins nihai izah olarak Tann’nın fazla kompleks
olduğunu düşünüp itiraz ediyorsa, parçacık fiziği evreninin yapısında
ki kompleksliğe de itiraz etmesi ve ‘enerji’ gibi kavramlara dayanarak
yapılan nihai izahlarla tatmin olmaması gerekir çünkü onları da gerçek
manada anlayamıyoruz.
Dawkins neyin izah olarak kabul edildiği ile alakalı dar bir görüşe
sahip ve tamamen yanılıyor. Çünkü en başta basit olarak kabul ettiği
şeyler hiç de basit değil ve ikinci olarak da karmaşık fizik teorileri bi
lim adamlarmca kolay anlaşılır (veya basit) oldukları için değil izah
gücüne sahip oldukları için kabul görürler. İzah gücü bir bilimsel teo
rinin geçerliliği açısından en az kolay anlaşılır olması kadar önemlidir.
Hatta bazen kolay anlaşılan teoriler gözden düşer çünkü yeterince izah
güçleri yoktur. Bununla birlikte “İzahlar olabildiğince kolay anlaşılır
olmalıdır ama basit değil”412 diyen de Einstein’dır. İzah gücü genelde
BİLGİNİN KAYNAĞI 2 4 7
fakat hiç olmazsa böylesi bir durumda, dünya harici bir zeka olduğu
kabul görecektir. Dawkins bile (E xpelled adlı filmde) prensipte tasarı
mın bilim tarafından kabul edilebilecek bir şey olduğu fikrini onayla
maya başlamış görünüyor.
Ayrıca bu bağlamda şuna da dikkat etmeliyiz, Dawkins çoklu evren hi
potezinden etkilenmişe benzese de,413 o noktada bir problem olduğunun
farkına varır: “Pek çok evren olduğunu varsaymanın haddinden fazla
lüks olduğu ve bundan kaçınılması gerektiği düşüncesi bana cazip geli
yor (ve pek çok kişi de bu düşünceyi destekliyor). Çoklu evren gibi uçuk
bir fikri kabul edeceksek o zaman oldu olacak bir Tanrı da var diyelim.”414
Ayrıca, eğer pek çok evren varsa bu evrenlerin de çoğunun son de
rece kompleks olduğu düşünülebilir ve eğer biz bu çoklu evrenin bir
ürünü isek o zaman Dawkins’in argümanı, yani “her şey daima basitten
karmaşığa doğru gelişir” argümanı da gene yanlış olur.
Buradaki temel husus, bizim her ne anlama gelirse gelsin nihai bir
kompleksliğe hatta genel anlamda bir kompleksliğe izah getirmeye ça-
lışmadığımızdır. Biz sadece tek bir organize olmuş komplekslik (hayat)
örneğini açıklamaya çalışıyoruz ve bunu çok daha kompleks bir şey ile
izah etmek son derece mantıklıdır, h ele d e o şey, delillerin gösterdiği bir
şey ise. Daha önce gördüğümüz gibi deliller şöyledir:
1. Hayat dijital bilgiden oluşan kompleks bir DNA database’i üzeri
ne kuruludur.
2. Böylesine dile benzer bir kompleksliğin bilinen tek kaynağı an
cak akıl olabilir.
3. Teorik bilgisayar bilimleri, hedefsiz bir şans ve zorunluluğun,
semiyotik (dile benzer) bir kompleksliği meydana getiremeyece
ğini göstermektedir.
Eğer maksat en iyi izahı yapabilmek için bilimsel bir çıkarımda bu
lunmak ise bilim adamlarından bir fenomeni açıklayan izahı, açıkla
mayana tercih etmeleri beklenirdi. Fakat iş hayatın kökenini değerlen
dirmeye geldiğinde durum bazıları için hiç de öyle olmuyor. Bu örnekte
250 A ramizda K alsin T anri V a r
göre soruyu soran kişinin kafasında yaratılmış bir Tanrı imajı vardır.
O zaman (malum kişinin) kitabına The God Delusion adını vermesi de
şaşırtıcı olmaktan çıkar. Çünkü o başlık (Tanrı Yanılgısı) tam da yara
tılmış bir tanrı neyse odur; yani bir yanılgıdır (tıpkı Dawkins’ten asırlar
önce Xenophanes’in işaret ettiği gibi). Daha aydınlatıcı bir başlık şöyle
olabilirdi herhalde: The Created-God Delusion (Yaratılmış Tanrı Yanıl
gısı). Tabi o zaman kitap bir kitapçık haline dönüşürdü (ve satışlar da
yerlerde sürünürdü herhalde).
Onun argümanını değerlendirmek için Tanrı ile ne kastettiğini an
lamalıyız. Dawkins’in argümanı özünde yaratılmış bir tanrıya odaklan
maktadır. Bizi ikna etmek için bunca uğraşmasına aslında gerek yoktu.
Pek çoğumuz zaten epeyce uzun bir zamandır bize anlatmaya çalıştığı
şeye ikna olmuş durumdayız. Bir Hıristiyan asla Tanrı’nın yaratılmış
olabileceğini akima bile getirmez zaten. Tıpkı bir Müslüman’ın ya da
bir Yahudi’nin de aklına getirmeyeceği gibi. Dawkins’in argümanı, ken
disinin de itiraf ettiği gibi, mutlak/sonsuz bir Tanrı hakkında bir şey
söyleyemez. O’nunla tamamen ilgisizdir. Dawkins bu iddiasını artık ait
olduğu Celestial Teapots (Kozmik Çaydanlıklar) rafına kaldırmalı.
Evreni yaratan ve idare eden Tann’ya gelince O yaratılmadığı için
zaten ezelidir. ‘Yapılmamıştır’ ve bu yüzden bilimin keşfettiği yasalara
tabi değildir; evreni malum yasalarla yapan O’dur. Aslında, Tanrı ve ev
ren arasındaki temel farla oluşturan şey işte bu gerçektir. Evren yoktan
varlık bulmuştur ama Tanrı öyle değildir. Antik Yunanlılar bu farkın
bilincindeydiler, Havari Yuhanna da bu farka Incil’in girişinde deği
nir: ‘Önce Söz/Kelam vardı (yani Söz/Kelam hep vardı)’. Ve Söz Tanrı
ileydi... Her şey onunla yaratıldı (varlık buldu)’ (Yuhanna 1:1-3). Tan
rı yaratılmamış cinsindendir. Ama evren o cinsten değildir. Evren var
edilmiştir; yaratılmıştır. O’nun tarafından.
Yaratılış terimi ile ne kastettiğimizin hala felsefi ve dini sistemlerin
üzerinde çokça tartıştığı bir temel mesele olduğunu 3. Bölümde görmüş
tük.
252 A ramizda K alsin T anri V ar
SETI’yi destekleyen hipotezi (yani akıllı bir kaynaktan aktarılan bir sin
yalin bilimsel açıdan değerli olduğunu) kabul edersek bilgimizde hala büyüle
bir boşluk olduğunu görebüiriz. Bu bilgi boşluğu, söz konusu zekânın kim
liğini tanıma seviyesinde ortaya çıkar. Yoksa bu boşluk, öyle bir zekânın var
olduğunu bilimsel açıdan belirleme (tespit etme) ile ilgili değildir. DNA’daki
bilgi ve onun kökenindeki akıl hipotezinde de aynı şey geçerlidir.
Ayrıca daha önce de gördüğümüz gibi bir yazının, akıllı bir yazarın
elinden çıktığım anlamak zor değildir çünkü o yazıyı, kâğıt ve mürekke
bin sadece fizik ve kimyasına indirgeyerek izah etmek mümkün olmaz.
Bir diğer ifadeyle kâğıt üzerindeki bir yazıyı tam olarak açıklamak is
tersek; fizik ve kimyanın izah gücünde mutlaka bir boşluk olacaktır. Bu
boşluk, bilgisizlik boşluğu değil, prensipteki boşluktur; yani bilgimizin
yetersiz olmasından kaynaklanan bir boşluk değil bilgimizin sebep oldu
ğu bir boşluktur. Kısacası bilimsel bir boşluktur. Bu prensipteki boşluğu,
neticede fizik ve kimya açısından izah edilebildikleri gösterilecek olan
‘kötü’ boşluklardan ayırt etmek için ‘iyi boşluk’ olarak adlandırabiliriz.
Filozof Del Ratzsch, kağıt üzerindeki bir yazıyı (veya bir Rembrandt
tablosunu) ters akış (yani bir failin yardımı olmaksızın doğanın üre-
temeyeceği bir fenomen) olarak tasvir eder. Çünkü prensipte bile fizik
ve kimya yazının sergilediği ters akışa bir izah getiremez; sonuçta saf
natüralist izahı reddedip bir yazar olduğunu kabul ederiz.
Şunu sürekli akılda tutmak gerekir, yazıyı açıklamak için akıllı bir fa
ili kabul etmek ‘boşlukların yazarı’ tuzağına düştüğümüzü göstermez;
aksine akıllı bir faili kabul etmek, daha çok bir yazarı kabul etmemizi
gerektiren boşluğun ne türden bir boşluk olduğunu bildiğimizi gösterir.
Benzer şekilde bu, biyolojik bilginin ne olduğunu bilmektir, yani bir
yandan şans ve zorunluluğun biyolojide ortaya çıkan spesifize olmuş
kompleks bilgi çeşidini üretemeyeceğini düşünürken diğer yandan da
alallı kaynakların bilginin tek bilinen kaynağı olduğunu bilmektir/127
Bilmediklerimiz değil, aksine tüm bu bildiklerimiz, bilgi yüklü DNA’nın
varlığını en iyi izah edebilen şey olarak tasarıma işaret eder.
BİLGİNİN KAYNAĞI 2 5 9
ğer evreni yaratan bir Tanrt varsa, o zaman O’nun özel şey
iz;: 1er yapabileceğine inanmak elbette zor değil. Gerçekten
. özel durumlarda öyle yapıp yapmadığı ise apayrı bir konu
dur. Francis Collins düşüncesini tam olarak şöyle ifade eder: “Potansi
yel olarak mucizevi olayları yorumlamada sağlıklı bir şüpheciliğe sahip
olmak büyük önem taşır yoksa dini perspektifin bütünlüğü ve akla uy
gunluğundan kuşku duyulabilir. Mucizelerin olabilme ihtimalini katı
264 A ramizda K alsin T anri V ar
materyalizmden daha da hızlı şekilde ortadan kaldıran bir şey var za
ten, o da, doğal izahları hemen yapılabilen günlük olayların da aslında
mucizevî özellikte olduklarını bilmek.”437
İlk başta mucizeler ve tabiatüstü olaylar arasında ciddi bir fark oldu
ğunu açıklığa kavuşturmak gerekli. Mucizeler (yani gerçek mucizeler)
tabiatüstü olaylardır fakat bütün tabiatüstü olaylar tam anlamıyla mu
cize değillerdir. Örneğin, bizatihi evrenin ve onun kanunlarının köke
ni (oluşumu) tabiatüstü olaylar olsalar da mucizeler sınıfına girmezler
çünkü mucizeler eşyanın bildik normal seyrine uygun olmayan istisnai
olaylardır, dolayısıyla onlardan önce 'eşyanın takip ettiği normal bir
seyrin var olması’ gerekir. Evrenin yaratılışı ve onunla beraber ortaya
çıkan kanunların kendileri ise, ‘eşyanın normal seyrini’ oluşturdukları
için, nadiren bu tarz istisnalar arasına dâhil edilirler.
Burada Richard Dawlcins’in evrenin başlangıcına neyin sebep oldu
ğunu bilmediğini itiraf ettiğine, fakat kalben, günün birinde evrenin
tamamen natüralist bir izahının mümkün olacağına inandığına (evet
inançtan bahsediyor) dikkat edelim. Oxford’da onunla girdiğimiz tar
tışmada söylediği gibi evreni izah etmek için büyüye sığınmak zorunda
değil. Fakat tartışmanın ardından yapılan basın toplantısında Melanie
Phillips’den gelen soruya evrenin yoktan bir anda ortaya çıkıverdiği-
ne inandığını söyleyerek cevap vermişti. Phillips de bu izaha “büyü”
demişti. Toplantının ardından da Dawkins’in kendisine, evreni LGM
(little green men küçük yeşil adam lar) ile açıklamanın bir Yaratıcı’yı ka
bul etmekten daha mantıkh olduğunu söylediğini ifade etmişti. Yani
Dawkins’e göre açıklama ne olursa olsun, yeter ki Tanrı olmasın.
Bilimin, mucizelerin imkânsız olduğunu gösterdiğine dair hâkim
kanaatin oluşmasında en etkili sözlerin genellikle Aydınlanma filozo
fu İskoç David Hume’a ait olduğu düşünülür (1711-76). Hume septik bir
natüralist filozoftu, meşhur makalesi An Enquiry Concerning Human
Understanding’d e (İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma) şöyle yazar: “Mu
cize tabiat kanunlarının ihlalidir; sağlam ve değiştirilemez bir deneyim
Davİd Humk’ un MİRASI 2 6 5
bilardo topunun duran diğer topa çarptığını gören bir kişiyi örnek verir.
Hume’a göre bu kişi ikinci topun hareket etmeye başladığını görür ama
böyle bir şeyi ilk kez gördüğünde: “O olayın diğeriyle bağlı olduğunu
söyleyemez, ancak diğeriyle arka arkaya geldiğini görür. Bu türden bir
kaç olay daha izledikten sonra ancak onların birbiriyle ilintili olduğunu
söyleyebilir. Peki, nasıl bir değişiklik oldu da bu yeni bağlantı fikrinin
oluşmasına sebep oldu? Aslında o kişinin, bu olayların bağlı olduğunu
zihninde kurgulamasından başka bir sebep yoktur ortada ve böylece
biri diğerinin oluşmasına bağlı olarak meydana geldi demek ona çok
daha kolay gelir. Bu yüzden bir nesnenin diğer bir nesneye bağlı olduğu
nu söylerken aslında s a d e c e aklım ızdan bir bağlantı kurduğumuzu söy
lem ek istiyoruz...”
Son cümleyi italik harflerle yazdım çünkü Hume’un açıkça zorunlu
bir ilişkiyi reddettiğini vurgulamak istedim. Bu yüzden Hume modern
bilimin temellerini büyük ölçüde sarsmış oluyor çünkü bilimsel kanun
lar tam da Hume’un inkâr ettiği şeye dayanmaktadırlar (yani bir siste
min işleyişinin sebep-sonuca dayalı tariflerine). Örneğin Hume yaşa
saydı, akciğer kanserinin sigara içmekle ilişkilendirildiği pek çok vaka
olduğunu kabul edecektir fakat bunların arasında nedensel bir ilişki
olduğunu reddedecektir. Eğer bu doğruysa, sigara içmek ve akciğer
kanseri arasında bilimsel alanda kurulu ilişki sarsılacakta. Kabarcık
odasında fizikçilerin gözlemlediği yörüngelerden temel parçacıkların
var olduğu sonucunu çıkarmamıza izin verilmezse atom fiziğinden ge
riye ne kalacağını düşünün bir de.
Saygın matematikçi ve filozof Sir Alfred North Whitehead hepi
mizin doğrudan sebep sonuç ilişkisinin farkında olduğumuz pek çok
günlük tecrübe yaşadığımıza dikkat çekerek Hume’un illiyet teorisine
meşhur bir eleştiri getirir: Örneğin karanlık bir odada duran bir insa
nın ışığı yaktığımız anda refleks olarak gözünü kırpması. O insan ışı
ğın yanmasının göz kırpmasına sebep olduğunun farkındadır. Araştır
malar gösteriyor ki ampulden gelen foton akışı göze çarpıyor ve optik
270 ARAMIZDA K alsin Tanri Var
olsaydı ona mucize diyemezdiniz. Fakat bu gayet keyfi bir ifadedir. Ne
den şu anda tartışabileceğimiz tek bir mucize olduğu gibi geçmişte ard
arda yaşanmış başka mucizeler de olmasın. Hume’un burada yaptığı
şey ispatlamak istediği şeyi yani geçmişte hiç mucize olmadığını var
saymaktır; dolayısıyla günümüzde mucize denen bir olayının aleyhine
değişmeyen bir deneyim var olacaktır. Fakat burada Hume’un argüma
nı ciddi bir sorunla karşılaşıyor. Hume nereden biliyor? Mucizelerin
olmadığını mutlak anlamda bilebilmesi için evrende tüm zamanlarda
ve mekânlarda meydana gelen her bir olayı tek tek görmesi gerekir ki
bu açıkça imkansız bir şeydir. Hume, insanların evrende meydana ge
len olayların tamamının ancak çok küçücük bir kısmına şahit olabil
diklerini unutmuş görünüyor. Ayrıca yine insan gözlemlerinin ancak
çok az bir bölümünün kaydedilmiş olduğunu da unutmuş. Bu yüzden
Hume mucizelerin asla gerçekleşmediğini bilemez. Sadece ispatlamak
istediği (yani tabiat tekbiçimli oluşunu ve hiç mucize olmadığını) var
saymaktadır! Hume bunu baştan doğru kabul etmektedir.
Hume’un döngüsel argümanına karşı getirilebilecek alternatif, mu
cizelerin meydana gelmiş olma olasılıklarını göz önüne almaktır. Bu ise
felsefi değil tarihsel bir mesele olup şahit ve delile dayanacaktır. Oysald
Hume mucize ya da mucizelerin meydana geldiğine dair geçerli bir ta
rihsel delil olup olmadığı sorusunu düşünmeye niyetli değildir. Sadece
mucizeler aleyhine olan deneyimlerin “sağlam ve sabit” olduğunu id
dia ederek söz konusu soruyu baştan inkâr eder. Fakat, tekrar belirte
lim, tüm mucize anlatılarının yalan olduğunu ispatlamadığı müddetçe
Hume’un iddiası geçerli olmayacaktır. Oysa Hume bunu yapmaya te
şebbüs dahi etmemiştir. Yeni Ateistler ise bugün hala onu koyun gibi
takip ediyorlar.
Hume “akıllı bir adam delile göre inanır”452 demiştir. Yani inancının
kuvveti o inancı destekleyen delilin kuvvetine bağlıdır. Bu da demektir
276 A ramizda K alsin T am u V ar
İd akıllı bir adam bir mucize anlatıldığını duyarsa, bir yandan o mucize
lehine diğer yandan da aleyhine olan bütün delilleri tartar ve sonra karar
verir. Hume ayrıca bu işleme yardımcı olacak bir başka kriter daha söyler:
“Hiçbir şahitlik bir mucizenin ispatı için yeterli değüdir, ancak o öyle
bir şahitlik olacak ki onun yalancı şahitlik olması göstermek istediği ger
çekten daha olağanüstü bir şey olsun. İşte o zaman o şahitlik yeterlidir.
Eğer biri bana ölü bir adamın hayata döndüğünü söylerse hemen kendi
kendime bu insanın kandıran ya da kandırılan olma ihtimali mi yoksa
bahsettiği olayın meydana gelme ihtimali mi daha kuvvetli diye düşünü
rüm. Bir mucizeyi diğeriyle kıyaslarım ve gördüğüm üstünlüğe göre kara
rımı veririm ve her zaman daha büyük olan mucizeyi reddederim. Şayet o
kişinin yalancı şahitlik yapması anlattığı olaydan daha olağanüstü bir şey
olsaydı ancak o zaman benim inancımı ya da filerimi etkileyebilirdi.”453
Hume’un burada ne dediğine bir bakalım. Birinin size bir mucize ol
duğunu söylediğini farz edin. Bunun doğru ya da yalan olduğuna karar
vereceksiniz. Eğer şahit pek de güvenilir değilse onun anlattığına baştan
ihtimal vermezsiniz. Fakat şahidin ahlaki açıdan dürüst biri olduğunu
biliyorsanız iddia ettiği asıl meseleyi tahkik edersiniz. Hume’a göre ise
onun baştan yalan olduğuna inanmanız gereldr. Tek istisnası, onun ya
lan olduğuna inanmak sizi öyle imkansız bir duruma sokmalıdır İd, onu
açıklamak için ondan daha büyük bir mucizeye muhtaç kalmalısınız.
Hume’un durmaya niyeti yok. Hume bir mucize olup olmadığına ka
rar verebilmek için, delilin objektif değerlendirmesine bakılmasından
yana değildir. Herhangi bir sınamaya mahal vermeden daha en başta
mucizelere karşı kesin tavır almaktadır! Bir sonraki paragrafta: “Mu
cizeyi doğrulayan bir şahitlik geçerli bir delil olabilir” diye düşünmeyi
reddeder; çünkü ona göre “şimdiye dek hiçbir mucizevi olay tam bir
delille kanıtlanmamıştır.” O halde Hume’un mantığı şöyle diyor:
1. Tabiat kanunları düzenli olayları tarif eder.
2. Mucizeler eşsiz olaylardır bu yüzden tabiatın normal akışına ters
olup son derece azdır.
D avîd H u m e ’ un MiRASi 2 7 7
Eğer evrenin ardında bir Akü var ise ve o Akıl bizim burada olmamı
zı istediyse sorulması gereken en önemli soru şudur: Neden buradayız?
Varlığın amacı nedir? İşte insanın kalbine en çok tesir eden soru... Evre
nin bilimsel analizi bize bu cevabı veremez; yani Matilda Teyze’nin keki
neden yaptığım, bilimsel analizle değil, ancak bambaşka bir şey ile açık
layabiliriz. Kekin bilimsel izahı belki bize onun insan için faydalı oldu
ğunu söyleyebilir; hatta onun insanların besin ihtiyacına göre hassas bir
şekilde ayarlandığı için onlara özel tasarlanmış bir şey olduğunu da söy
leyebilir. Diğer bir deyişle bilim kekin ardında bir amaç olduğu sonucuna
dikkat çekebilir; fakat bu amacın tam olarak ne olduğunu söylemekten
acizdir. Bunu kekin içinde aramak çok saçma olur. Bize bunu sadece Ma-
tilde Teyze’nin kendisi anlatabilir. Gerçek bilim bu noktadaki yetersizli
ği yüzünden utanmamak, sadece böyle sorulara cevap verecek yetilere
sahip olmadığının bilincine varmalıdır. Bu nedenle, evrenin amacımn
ne olduğunu ve bizim burada niye bulunduğumuzu bulmak için, sadece
evreni oluşturan temel bileşenlere (madde, yapı ve süreçlere) bakmak
metodolojik açıdan ciddi bir mantıksal hata olurdu. Nihai cevap ancak,
evrenin dışında olmalıdır; tıpkı Matilda Teyze’nin kelde olan ilişkisi gibi
evrenle de aynı cinsten ilişkisi olan bir Zat’tan gelmelidir bu cevap.
Peki bu cevabı nasıl bulacağız? Evrenin ardında bir Aklın varlığını
bu Akıl’ın bizim bu evrende olmamızı istediğine dair deliller olduğunu
tartıştık. Bizim de aidimiz var. Bu nedenle, bize akıl verilmesinin temel
sebebinin, sadece bu büyüleyici evren evini keşfetmek değil aynı za
manda bize bu evi veren Zat’ın bizden ne istediğini de anlamak olması,
hiç de mantıksız değildir.
Dahası, biz insanlar zihnimizden geçen düşünceleri ifade edebiliyor
ve onları diğer insanlara aktarabiliyoruz. Bu nedenle bizim Yaratıcı’mız
kendini ifade etmek ve iletişim kurmakta bizden daha az kabiliyetli ol
mayacaktır haliyle. Bu bizi bir kez daha şu soruya götürüyor: O’nun bi
zim dünyamızla konuştuğuna dair herhangi bir ciddi ve güvenilir delil
var mı?
S onsöz : A klin D eğ İl BİLİMİN Ö t e s İnde 2 8 3
Antik çağda pek çok kozmoloji, evreni çeşit çeşit tanrılarla doldur
muşlardı. Bu tanrıların, evrenin ilk çağlarındaki madde kaosundan
ortaya çıktıkları ve böylece evrenin temel öğelerinin birer parçası ol
dukları düşünülürdü. Bu yüzden bizim sorumuzun cevabı o tanrılarda
olamaz çünkü tanımı gereği biz, evrenden bağımsız olarak var olan bir
Zat’ı arıyoruz.
Yunanlı filozof Aristo, Hareket Etmeyen Hareket Ettirici kavramını
formüle etmişti. Bu kavrama göre O hiç değişmese de başkalarını değişti
rebilir. Değişim prensibinin onun içinde olması gerektiğinin saçma oldu
ğunu düşünen Aristo, bu Hareket Etmeyen Hareket Ettiricinin kâinatın
dışında olduğuna inanır. Fakat Aristo’nun Hareket Etmeyen Hareket Etti
ricisi evrenden o kadar uzak ve soyuttur ki dünya ile konuşmaz.
Oysaki cevap başka bir yerde olabilir. Aristo’dan çok önce Tevrat’ın
Yaratılış Kitabı vardı. Yaratılış Kitabı şu sözlerle başlar: “Tanrı ilk ön
ce gökleri ve yeri yarattı.”460 Bu cümle, o zamanın diğer mitolojik ev
ren doğumlarına (kozmogonilere) tamamen ters düşmekteydi (mesela
Babillilerde Tanrılar evreni oluşturan maddelerin bir parçasıdırlar ve
Dünya da bir tanrının parçasıdır). Oysa Tevrat, Yaratıcı bir Tann oldu
ğunu, bu Tanrı’nın evrenden bağımsız olarak var olduğunu söyler ve
bu düşünce Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’ın temelini oluşturur. Ha
vari Yuhanna bu gerçeği şöyle anlatır: “Önce Söz/Kelam vardı ve Söz
Tanrı’yla birlikteydi... Onunla her şey yaratıldı; O’nsuz yaratılan hiçbir
şey yoktu. Hayat O’ndaydı ve o hayat insanın ışığıydı.”461
Bu anlatıya yukarıda bahsettiğimiz Polkinghome’nun görüşleri ışı
ğında daha dikkatli bakmak gerekir. Polkinghorne daha çok ilk yaratı
lışı düşünse de Tanrı’nın verdiği şeyin ‘bilgisel’ olduğu görüşündedir.
Bilgi kavramının maddeden önce geldiği konusunda Kutsal Kitap’ta
geçen ifadelerin içerdiği anlamlar üzerinde durmuştuk. Bu ifadelerden
daha başka anlamlar da çıkarılabilir. Söz/Kelam, Yunanca’da Logos’tur
ve Yunanlı filozoflar tarafından evreni yöneten rasyonel prensibi ifade
etmek için kullanılırdı. Burada, evreni oluşturan fiziksel unsurlardaki
284 A ramizda K a lsin T anri V ar
1 ‘T he Lim itless Power of Scien ce’ Nature’s Imagination -The Frontiers o f Scientific Vision,, Ed.
John Cornwell, Oxford, Oxford University Press, 1995, s.125.
2
Dialogues Concerning the Two Chief Systems of the World, Çev. S. Drake, Berkeley, 1953.
3
Radyo 4, Haberler, 10 Aralık, 2004.
4 Kitzmiller, 4 0 0 F.Supp. 2d 707,746.
5
Philosophy&Pubiic Affairs, Wiley InterScience, 36. Cilt, 2. B askı, 2008.
6
a.g.e., s.190.
7
a.g.e., ss.196-97.
8 a.g.e., s.196.
9
a.g.e., s.202.
10
a.g.e., s.199.
11
‘Will sicence ever fail?’ New Sceintist, 8 Ağustos 1992, ss.32-35.
12
‘Is science a religion? The Humanist, Ocak/Şubat 1997, ss.26-39.
13
Londra, Ban tam Press, 2006.
14
Daily Telegraph, Scien ce Extra, 11 Eylül, 1989.
15
Yuhanna 20:31
16
Rom alılar 1:20
17
The Language o f God, New York, Free Press, 2006, s.164.
18
God and the New Atheists, Louisville, Westminster John Knox Press, 2 0 0 8 , s.162.
19
Dawkins' God, Oxford, Blackw ell, 2004.
20
A Devil’s Chaplain, Londra, Weidenfeld ve Nicholson, 2003, s.248.
21
2 Nisan 1997,386:435-6.
22
Larry Witham, Where Darwin Meets the Bible, Oxford, Oxford University Press, 2002 s.272.
23
Scientific American, Eylül 1999, ss.88-93.
24
Nature’s Imagination-The Frontiers o f Scientific Vision, Ed. John Cornwell, Oxford, Oxford Uni
versity Press, 1995, s.132.
25
The Search for God- Can Science Help? Oxford, Lion, 1995 559-
26
God and the Scientists, derleyen Mike Poole, C P O 1997.
27
Chemical Evolution, Oxford, Clarendon Press, 1969, s. 258.
23
Science and the Modern World, Londra, M acm illan, 1925, s. 19.
29
Morris Kline, Mathematics: The Loss of Certainty’As alıntılanm ış, Oxford University Press, New
York, 1980, s.31.
30
‘Science and Society in East and West’, The Great Titration, Londra, Allen ve Unwin, 1969.
31
Theological Science, Edinburg, T & T Clark, 1996, s.57.
32
a.g.e., s.58.
33
John Brooke, Science & Religion: Some Historical Perspectives, Cambridge, Cambridge Univer
sity Press, 1991, s.19.
34
The Bible, Protestanism and the Rise o f Science,
Cambridge, Cambridge University P ress, 1998.
35
Londra, Fourth Estate, 1999.
36
D aha detaylı bilgi arayan okuyucularım ız, ReconstructingNature’da Galileo hakkm daki harika
bölüm e bkz., John Brooke ve Geoffrey Cantor, Edinburgh, T&T Clark, 1998.
286 ARAMIZDA K ALSIN TANRI V a r
37 G alileo, Toskana Büyük Düşesi Christina’y a yazdığı m eşhut m ektupta (1615) “(Kitab-ı
M ukaddes’te geçen) bu pasajın zahiri anlam ı abın d a başka bir anlam dah a olabileceğini’ fark
edem eyenlere çd aşırken bundan da bahseder.”
38 Şuna da değinm ek gerekir, 1559’da Papa IV. Paul diğer pek çok kitap gibi Kitab ı M ukaddes’in
diğer dillere çevirilerini yasaklayarak, Katolik K ilisesi’nin ilk resmi Yasak Kitaplar Listesi’ni h a
zırlam ıştı -b u n a göre kilisenin o zam an han gi tarafta olduğu sorgulanabilir!
39 Bkz. örneğin, The Wilberforce- Huxley Debate: Why Did It Happen?, J.H. Brooke, ‘Science and
Christian B e lie f’, 2001,13,127-41.
40 Bkz. ‘W ilberforce and Huxley, A Legendary En counter’, Lucas J. R., The Historical Journal, 22 (2),
1979, 313-30.
41 Science and Religion-Some Historical Perspectives, Cambridge, Cambridge University Press, 1991, s.71.
42 Bkz. David M Knight ve Matthew D. Eddy, Science and Beliefs: from Natural Philosophy to Natu
ral Science 1700-1900, Londra, Ashgate, 2005.
43 ‘The Conflict Metaphor and its Social Origins’, Science and Christian Belief, 1 ,3 -2 6 ,1 9 8 9 .
44 Beliefs and Values in Science Education, Buckingham , Open University Press, 1995, s.125.
45 Ed. H onderich, Oxford, Oxford University Press, 1995, s.530.
46 Oxford Companion to Philosophy, s.604.
47 ‘Intelligent Evolution’, Harvard Magazine, Kasim 2005.
48 Power Lam precht Sterling, The M ethaphysics o f Naturalism, New York, Appleton-Century-
Crofts, 1960, s.160.
49 Tekvin 1:1.
50 ‘The Big Bang, Stephen Hawking, and God’, Science: Christian Perspectives for the New Milleni
um, Addison Texas ve Norcross, Georgia, CLM ve RZ1M Yayıncılık, 2003.
51 Darwinism Defended, Reading, Addison-Wesley, 1982, s.322.
52 The Physicist’s Conception of Nature, Londra, H utchinson, 1958, s.15.
53 Bu fikirleri ‘Bilim Savaşları’ denen olaya yol açm ıştır.
54 Bu na rağm en, bilh assa dünya görüşünün daha çok etkili olabileceği bilim dallarında, Steve
W oolgar’m deyimiyle “dünyadaki gerçekleri pasifçe tarif etm ek yerine” n e dereceye kadar “o
dünyanın yapısını aktif bir şekilde form üle ettiklerini y a da kurguladıklarını” düzenli olarak
kontrol edebilm eleri bilim adam ları için çok önemlidir. (Science: The very idea, New York, Ro-
utledge, 1988. İkinci b asla 1993).
55 Darwinism, Design and Public Education, John Angus Campbell ve Stephen C. Meyer, East Lan
sing, M ichigan State University Press, 2003, s.195.
56 Life Evolving, New York, Oxford University Press, 2002, s.284.
57 Philosophical Essays in Pragmatic Naturalism, Buffalo, New York, Prom etheus Books, 1990 s.12.
58 The Atheist in the Holy City, Cambridge, MA, MIT Press, 1990, s.203.
59 Lewontin’in buradaki açık sözlülüğünü takdir etm em ek elde değil: Çünkü ne bağlı olduğu dün
ya görüşünden bihaber ne de onu saklam aya çalışıyor.
60 Cari Sagan’ın kitabı The Demon Haunted World: Science as a Candle in the Dark’m bir eleştirisi,
New York Review o f Books, 9 Ocak, 1997.
61 ‘Plantinga’s D efence o f Special Creation’, Christian Scholar’s Review, 1991, s.57.
62 The Structure o f Scientific Revolutions, 2. B asla, University o f Chicago Press, 1970.
63 B ir paradigm anın bir dünya görüşü gibi h er şeyi kapsam ası gerekmez, fakat aynı olm asalar bile
genellikle yalandan ilişkililerdir.
64 M ortal Questions, Cambridge, Cambridge University Press, 1979, s.xi.
65 A ssociated Press,9 Aralık, 2004.
66 Bilim ve din ilişkisi hakkında incelikli ve güncel bir tartışm a için bkz. Mikael Stenm ark, How to
Relate Science and Religion, Grand Rapids, Eerdm ans 2004.
67 Nature's Imagination: the Frontiers o f Scientific Vision, ed. John Cornwell, Oxford, Oxford Uni
versity Press, 1995, s.125.
68 Religion and Science, Oxford, Oxford University Press, 1970, s.243.
69 Gayeden farklı olarak işlevle ilgili ‘neden’ sorulan genellikle bilim e kaynak olarak görülür.
70 Advice to a Young Scientist, Londra, Harper ve Row, 1979, s.31; ayrıca yazarın The Limits o f Sci
ence adlı kitabına bkz., Oxford, Oxford University Press, 1984, s.66.
71 The Language o f God, New York, The Free Press, 2006.
72 History o f Western Philosophy, Londra, Routledge, 2000, s.13.
73 A Science of God? Londra, Geoffrey Bles, 1966, s.29.
SONNOTLAR 2 8 7
74
Creation Revisited, Harmondsworth, Penguin, 1994, s.l.
75
a.g.e., 127-28,
76
Science and Religion, Carlisle, Paternoster Periodicals, 1996.
77
A Science o f God, Londra, Geoffrey Bles, 1966, s s .2 9 ,30.
78
Oxford, Oxford University Press, 1996, s. 68.
79
The Epicurus Reader, çev. Brad Inwood ve L.P. Gerson, Indianapolis, H acket, 1 9 94,10.104.
80
Tabiatı tanrılar, iblisler ve ruhlardan tem izlem e işi genellikle evrenin tah n sızlaştınlm ası diye
adlandırılır.
81
Tesniye 17.3.
82
Yeremya 8.2.
83
Bkz., örneğin, Edward G. Newing, ‘Religions of pre-literary societies’, The World’s Religions, ed.
Sir Norman Anderson, Londra, IVP, 4. Baskı, 1975, s.38.
84 The Theology of the Early Greek Philosophers, Oxford, Oxford University Press, 1967, karton ka
pak, ss. 16-17.
85 Anthony Kenny, A Brief History of Western Philosophy, Oxford, Blackwell, 1998.
86 Mezmurlar 111.2.
87
‘T he Scien tist as Rebel’, Nature’s Imagination-The Frontiers o f Scientific Vision, ed. John Corn-
well, Oxford, Oxford University Press, 1995, s.8.
88 Of Molecules and Man, W ashington, University o f W ashington Press, 1966, s.10.
89 The Blind Watchmaker, Longm an, Londra, 1986, s.15.
90
‘S cientific Reduction and the Essential Incom pleteness o f All Science’, Studies in the Philosophy
o f Biology, Reduciton and Related Problems, ed. F. J. Ayala ve T. Dobzhansky, Londra, M acm il
lan , 1974.
91
The Tacit Dimension, New York, Doubleday, 1966.
92
Bazıları bu rada hile yaptığım ı düşünebilir. M esela h arflerin semiyotiği Fizik ve kimya ile doğ
rudan açıklan m asa da benim argüm anım ın geçersiz olduğunu söyleyebilirler, çünkü son u çta o
yazıyı yazan in sanlar fizik ve kim ya ile açıklanabilirler. Fakat bu durum da tam konum uzla a la
k alı bir soru ortaya çıkıyor: Gerçekten in sanların böylesine indirgem eci bir açıklam ası m üm kün
müdür?
93 The Experiment of Life, Toronto, University of Toronto Press, 1983, s.54.
94 BBC Christmas Lectures Study Guide, Londra, BBC, 1991.
95 The Astonishing Hypothesis -The Scientific Search for the Soul, Londra, Sim on and Schuster,
1994, s.3.
96 You’re Nothing but a Pack of Neurones, J.of Consciousness Studies, 1, No.2 ,1 9 9 4 , ss.275-79.
97 a.g.e, s.93.
98 Charles Darwin, Letter to William Graham, 3 Temmuz, 1881.
99 One World, Londra, SPC K 1986 s.92.
100
Bu konuya biyogenezi açıklarken tekrar döneceğiz.
101 The Meaning of Evolution, Yale, 1949, s.344.
102
‘Energy in the Universe’, Scientific American, 224,1971, s.50.
103 The Mind of God, Londra, Sim on and Schuster, 1992, s.232.
104 ‘Das Universtaendliche am Universum ist im Grunde, dass wir es versteheri
105 God, Chance and Necessity, Oxford, One Word Pu blications, 1996, s .l.
106
Letters to Solovine, New York, Philosophical Library, 1987 s.131.
107 The Mind o f God, Londra, Sim on and Schuster, 1992, s.150.
108 M esela tam am en soyut matem atiğin bir kurgusu olan bir sayı sistem i, elolctromenyetik dalgala
rın (ve dolayısıyla elektroniğin) incelenm esinde önem arz eder.
109 E.P. Wigner, ‘The unreason able effectiveness o f m athem atics’’, Communications in Pure and
Applied Mathematics, 13 (1960), ss. 1-14.
110 The Emperor’s New Mind, Vintage, 1991 s.430.
111 Reason and Reality, Londra, SPCK, 1991, s.76.
112 The Mind o f God, a.g.e., s.81.
113
Haught, a.g.e., s.47.
114 Haught, a.g.e., s.48.
115
God, Chance and Necessity, Oxford, One World Pu blication , 1996.
116
ABC Televizyonu 20/20,1989.
117
Atheism and Theism, Oxford, Blackw ell, 1996, s.92.
288 A ramizda K alsin T anri V ar
166
Fakat şu n a dikkat etm ek gerek, D ennet bu n u bilimsel bir keşif değil bir fikir olarak doğru şek il
de tanımlar.
167
a.g.e., s. 14.
168
The Nature o f the Gods, çev. H.C.P. McGregor, Penguin, Londra, 1972, s.163.
169
Natural Theology; or Evidences o f the Existence and Attributes o f the Deity, 18. b ask ı., Edinburg,
Lackington, Allen and Co., ve Jam es Saw ers, 1818, ss. 12-14.
170
a.g.e., s .473.
171
The Structure o f Evolutionary Theory, Cambridge, MA, Harvard University Press, 2002, s.230.
172
Ed. Nora Barlow, The autobiography o f Charles Darwin, 1809• 1882: with original omissions res
tored., New York, W. W. N orton, 1969, s.87.
173
Paley, a.g.e., s.270-71.
174
Gould, a.g.e., s. 264.
175
Gould, a.g.e., s.266.
176
Paley,a.g.e., s 5.
177
The Idea o f a University, Londra, Longman’s Green, 1907, s.454.
178
Bunun, tam olarak Aziz Paul’u n (1:19-20) R om alılar’a yazdığı mektup’ta söylediklerinin aynısı
olduğuna dikkat çekelim .
179
a.g.e., 542-43.
180
a.g.e., s.450.
181
Paley’in Evidences o f Christianity, 20.yy’a kadar Cambridge Üniversitesi’n e giriş için şart olan
b ir kitaptı ve b u da gösteriyor İd Stephen Jay Gould’un belirttiği gibi Paley’in ‘entelektüel a ç ı
dan tem bel biri olduğu söylenem ez’ (Gould, a.g.e, s.265). Şunu n da unutulm am ası gerekir ki
Paley öyle b asit b ir m atem atikçi de değildi. Cambridge’de (Christ’s College’de dah a sonradan
Darwin’in çalışacağ ı odalarda çalışm ıştır) ve b ilh assa Newton’un kütle çekim yasasının ters
kare yasasın dan dolayı sabit olduğunu ilk söyleyendir.
182
Russell, ayrıca tasan m argüm anın Tann’n ın tüm sıfatlarını gösterm ede nasıl yetersiz kaldığına
da dikkat çekmektedir.
183 History o f Western Philosophy, a.g.e., s.570.
184
Daha önce bahsettiğim iz gibi, Paley Hume’un ne yazdığını gayet iyi biliyordu.
185
David Hume, An Enquiry Concerning Human Understanding, 1748: ed. J.C. Gaskin, Oxford, Ox
ford University Press, 1998.
186
a.g.e., s.46.
187
E.Sober, Philosophy o f Biology, Boulder, Colorado, Westview Press, 1993, s.34.
168
Debating Design, editörler W illiam Dembski ve M ichael Ruse, Cambridge, Cambridge University
Press, 2004, s.107.
189 M uhtem elen Newman’in tepkisinin sorum lusu olan şey de buydu?
190
Canlı organizm aların m akineden farksız olduklarını söyleyen indirgeyici bilim adam ları vardır.
Bu takdirde onların tasarım argüm anının orijinal m ekanik versiyonuna itiraz etm em eleri ge
rektiği söylenebilir.
191 ‘W here is Natural Theology today?’ Science and Christian Belief 18 (2), 2006.
192
Darwin’s Legacy, ed. Charles L. Hamrum, New York, Harper& Row Publishers, 1983, s.6-7.
193 The Works o f Robert G. Ingersoll, 2. cilt, Dresden, 1901, s.357.
194
Evolution after Darwin, ed. Sol Tax, Chicago, University of Chicago Press, 1960.
195 Evolution, 2. baskı, Sudbury, Jon es and Bartlett, 1996, s.62.
196
Evolutionary Biology, 2. baskı, Sunderland MA, Sinauer, 1986, s.3.
197
The Times, Londra, Aralık 1997.
198
Evolution and the Foundation of Ethics, MBL Science, Marine Biological Laboratory, Woods Ho
le, MS, (3) 1, 25-29.
199 Darwin’s Dangerous Idea, Londra, Penguin, 1996, s.18.
200
The Selfish Gene, Oxford, Oxford University Press, 1976, s.l.
201
Bkz., örneğin, Intelligent Design Creationism and its Critics, ed. Pennock, MIT Press, ETC.
202
The Search for God-Can Science help? Oxford, Lion Publishing Pic, 1995, s.54.
203
Bkz. David N. Livingstone, Darwin’s Forgotten Defenders, Edinburg, Scottish Academic Press, 1987.
204 The Existence o f God, Oxford, Oxford University Press, 1991, s.135-36.
205
The Academy 1, 1869,13-14.
206 Agnostik kelim esinin Latince kökeninin ‘ignoram us’ olduğu konusuyla alakalı ayrıntıya girm e
yeceğiz.
2 9 0 A r a m iz d a K ALSIN T a n r i V a r
242
R.E.D. Clark, Darwin Before and After, Chicago, Noody Press, 1967, s.88-89.
243
Letter 3831, CUL DAR 101:77-78, 61-62.
244
Letter 3834, CUL DAR 115:172
245 Bkz. Örneğin, Evolution, Ed. Peter Skelton, Harlow, Addison Wesley, 1993.
246
Beyond Natural Selection Cambridge, MIT Press, 1991 s.206.
247
A.P. Hendry ve M X Kinnison, An introduction to m icroevolution: rate, pattern, process, G ene-
tica 112-113,2001,1-8.
248
Resynthesizing Evolutionary and Developmental Biology, D evelopm ental Biology, 173, 1996,
s 3 6 l.
249 The Material Basis o f Evolution, Yale University Press, 1940, s.8.
250
‘The Major Evolutionary Transition^’, Nature 374,1995, s.227-32.
251 Evolution-£m kritisches Lehrbuch, G iessen, Weyel Biologie, Weyel Lehrm ittelverlag, 1998 s.34.
252
a.g.e, s.46, çevirisini b e n yaptım.
253
Zufall, Stuttgart, Kohlhammer, 1988, s.217, çevirisini ben yaptım.
254
‘Darwinian or “Oriented Evolution”?’, Evolution, 29 Haziran 1975,376-78.
255
Paris, Albin M ichel, 1973, s.130.
256
a.g.e
257 D. Pap adop oulosve ark., Proceedings o f the National Academy o f Science o f the USA, 1999 (96),
3807.
258 The Edge of Evolution: the search for the limits o f Darwinism, New York, Free Press, 2007, s.16.
259
a.g.e s.13.
260
a.g.e s.19.
261
a.g.e s.63.
262
a.g.e s.195.
263 1887’de Albert M ichelson ve Edward Morley eterin varlığını tesp it edebilm ek için klasik bir d e
ney yaptılar.
264
a.g.e s.164.
265 Mathematical Challenges to the Neo-Darwinian Interpretation o f Evolution, edtörler, P.S. Moor
head ve M.M. Kaplan, Philadelphia, W istar Institute Press, 1967 s s .2 9 ,30.
266 The Mathematics of Evolution, W eston Pu blications, Cardiff, University College Cardiff Press,
1987, s.7.
267 a.g.e s.9.
268
World’s Classics Edition, Oxford, Oxford University Press, 1996, s.227.
269 The Problems of Evolution, Oxford, Oxford University Press, 1985, s .ll.
270 Conflicts Between Darwin and Palaeontology, Field Museum o f Natural History Bu lletin, Ocak
1979, s.25.
271 Natural History 86,1977.
Evolution’s Erratic Pace,
272 Time Frames: The Evolution o f Punctuated Equilibria, Princeton, Princeton University Press,
1985, ss.144-45.
273
a.g.e
274 Bkz. The Episodic Nature o f Evolutionary Change in The Panda’s Thumb, New York, W.W. Norton,
1985.
275
New York, Norton, 1989.
276
The Crucible o f Creation, Oxford, Oxford University Press, 1998, s.4.
277 Reinventing Darwin, New York, Phoenix, 1996, s 3 .
278 Pervical Davis ve D ean H. Kenyon, Of Pandas and People’da bahsetm iştir, D allas, Haughton
Publishing Co., 1989, s.106.
279 Chicago, University of Chicago Press 2 0 0 4 , s3 5 .
280 Paul Chien, J.Y. Chen, C.W. Li ve Frederick Leung, ‘SEM Observation o f Precam brian Sponge
Em bryos from Sou thern China Revealing, U ltrastructures including Yolk G ranules, Secretion,
G ranules, Cytoskeleton ve Nuclei’, Kuzey Amerika Plean toloji Kongresi’n e sunulm uş tebliğ,
University o f California, Berkeley, 26 Haziran-1 Temmuz, 2001.
281
a.g.e, s.8.
282 New Scientist, 9 0 ,1 9 8 1 ,
ss.830-32.
283
‘T he Language o f God’, a.g.e., s.205.
284
Life’s Solution, Cambridge, CUP, 2003, s.314-15.
285 a.g.e, s.327.
292 A ramizda K alsin T anri Var
286 The Deep Structure of Biology, Ed. Sim on Conway Morris Ed., West Conshohocken, Templeton
Foundation Press, 2008, s.46.
287
a.g.e. ss. 4 9 ,5 0 .
288
‘The M ethodological Equivalence of Design and D escent’, The Creation Hypothesis, Ed. J.P. Mo
reland, Downers Grove, Inter-Varsity Press 1994, ss. 67-112.
289
a.g.e s.166.
290
Philosophy &Public Affairs, Wiley Inter Science, Cilt. 36, (2), 20, 2008, s.199.
291
Evolution-a Theory in Crisis, Bethesda Maryland, Adler SiAdler, 1986, s.249-50.
292
a.g.e s.250.
293
a.g.e s.250.
294
Chance and Necessity, Londra, Collins, 1972, s.134.
295
‘The Cell as a Collection o f Protein M achines’, Cell 92 ,1 9 9 8 , s.291.
296
Bir hücrenin içinde neler olup bittiğinin canlı bir tasviri için bkz., Bill Baryson, A Short History
of Nearly Everything, Londra, Black Swan, 2004, BÖİ.24.
297
Darwin’s Black Box, New York, Sim on and Schuster, 1996.
298
a.g.e s.39.
299
The Origin o f Species, 6. Baskı, 1988, New York, New York University Press, s.154.
300
a.g.e, 91.
301
Bazılarının Darwin’in teorisinin Popper’m yöntemiyle y an lışlanam ayacağını iddia ettiklerini
göz önü ne alm alı: Darwin’in indirgenemez kom plekslik konsepti tam aksini gösterir,
302
ö r. Bkz., Intelligent Design Creationism and its Critics, ed. Robert T. Pennock, Cambridge, MA,
MIT Press, 2001.
303
a.g.e s.186.
304
İncelem e, Mark C. Taylor, “T he M oment of Complexity: Emerging Newtwork Culture’ The Lon
don Review of Books, cilt.24, n o .4 ,22 Şubat, 2002, s.5.
305
a.g.e s.193.
306
Oxford, OUP, 1989, s.15.
307
Bu tür deneylerden elde edilebilecek olan am ino asrilerin tam bir listesi, Hayatın Kökeni s o
runuyla alakalı detaylı bir tartışm a için The Mystery o f Life’s Origin’e bkz., Charles B. Thaxton,
W alter L. Bradley ve Roger L. Olsen, Lewis ve Stanley, Dallas, 1992, s 3 8 .
308
bkz. ör. Thaxton ve ark. a.g.e ss.73-94.
309
Miller-Urey deneyinin son zam anlardaki literatürde nasıl yanlış aktarıldığını görm ek için bkz.
Icons o f Evolution, Jonathan Wells (Regnery, W ashington, 2000).
310
The Fifth Miracle, Londra, Allen Lane, Penguin Press, 1998, s.60.
311
a.g.e s.61.
312
The Life Puzzle, Edinburg, Oliver and Boyd, 1971, s.95.
313
Bir proteinin am inoasit zincirinin bazı yerlerinde, mümkün olan birden Hazla am inoasit yer a la
bileceği ve hesaplam anın da bu durum göz önüne alarak modifiye edilm esi gereküği bilinir. Bi
yokimyam Reidhaar-Olson ve Sauer bu hesaplam aları yapmış ve olasılığın m uhtem elen 1065’te
1 ihtim ale yükseleceğini tahm in etm işler ki bu da onlara göre ‘imkânsız denecek kadar ufak bir
ihtim al’dir (Proteins: Structure, Function and Genetics, 1, 1990, ss.306-316). Elbette eğer L-asitlerin
ve peptit bağlam ım da gerekli olduğunu h esaba katarsak olasılık 10125’te 1’e kadar düşer.
314
The Intelligent Universe, Londra, M ichael Joseph, 1983, s.19.
315
De Natura Deorum, çev. H. Rackham , Cambridge, MA, Harvard University Press, 1933.
316
Order out o f Chaos, Londra, Fon tan a, 1985.
317
Diğer karışım lar farklı renk değişiklikleri gösterir. M esela ferroinin yerini siilflrik asit alırsa ka
rışım yeşil renkten renksiz bir to n a doğru değişim gösterir.
318
Yeni bir izahat için bkz. M ichael Lockwood, The Labyrinth o f Time, Oxford, Oxford University
Press, 2005, S.261.
319
‘A sim pler origin for life’, Scientific American, 25 Haziran 2007, ss. 24-31.
320
‘The im plausibility o f m etabolic cycles on the prebioüc earth’, PLos Biology, Tl O cak 2 0 0 8 ,6 (1):
e l8 .
321
The Fifth Miracle, a.g.e, s.122, italik yazara ait.
322
The Return o f the God Hypothesis, S eattle, Discovery Institu te Center for the Renew al o f Science
and Culture, 1998, s.37.
323
‘The Origin o f Life: A Review o f Facts and Speculations’, Trends in Biochemical Science, 231 9 9 8 ,
s. 491-500.
SONNOTLAR 2 9 3
324 ‘The Origin of life: More Questions than Answers’, Interdisciplinary Science Reviews, 1998,13, s 3 4 8 .
325 Life Itself, New York, Sim on and Schuster, 1981, s.88.
326 At Home in the Universe, Londra, Viking, 1995, s.31.
327 The Language of God, a.g.e, s.90.
328 The Blind Watchmaker, a.g.e, s.112.
329 Aristo’nun izleri! Aristo yaşayan bir organizm anın sadece maddi sebeplerle açıklanam ayacağı
n ı görmüştür: Organizmayı oluşturan m addeler, onu n kom pleksliliğini izah edemez. Aristo’ya
göre organizm anın eidos ya da ‘form’ dediği b ir şeye ihtiyacı vardır. Kelim enin kendisinin de
ifade ettiği gibi maddeye form veren en-form-asyondur.
330 Ne gariptir İd, Aydınlanma genel itibariyle, bilh assa biyolojik kontekste m akine gibi bir evren
fikrini reddetmiştir. Şimdi ise enform asyon teknolojisinin dili, m oleküler biyolojide zorunlu
olarak kullanılm aktadır.
331 İn san genom undan sanki sadece bir tan e varm ış gibi konuşuyoruz. Fakat elb ette öyle değil
-g e n e tik parm ak izi, her in san genom unun benzersiz olduğu gerçeğine dayanmaktadır. Bu
durumda şunu söylem ek doğru olabilir, eğer ben DNA’mı bir başkasm ınki ile karşılaştırırsam
% 9 9 .9’unun benzer olduğu görülür. Farklılıklar kısm en tek bir nükleitod polimorfizm (genellik
le SNPler veya Snipler olarak adlandırılan) birikim inde bu lunacaktır ve bu da DNA kopyalan
m ası sürecinde tek bir nükleotidin yanlış kopyalanm asından kaynaklanır.
332 Encode araştırm asının in san genom unun h ed eflenen % T lik kısm ında yürütülen ve ‘genom un
tam am en kopyalanabilir olduğuna dair ikna edici bir delil’ sağlayan dolayısıyla da çok az ‘çöp’
DNA olduğu an laşılacak olan örnek projenin Nature dergisinde basılm ış bir raporu (447, 891-
9 1 6 ,1 4 Haziran 2007).
333 The Major Transitions in Evolution, Oxford ve New York, Freem an, 1995, s.81; ayrıca bkz. Nature
374, 227-32,1995.
334 W hitfield’dan alıntı, ‘Born in a watery com m une’, Nature, 427, 674-76.
335 a.g.e s.26ff.
336 İtalik yapılan söz, basılı halin de ortadan kaybolmuştur. Bir tasarım belirtisi gizlendi m i diye
in san m erak ediyor.
337 Bu anolojiyi 10. Bölüm de dah a detaylı in celem ek için fırsatım ız olacak.
338 The Language o f the Genes, yenilenm iş baskı, Londra, Harper Collins, 200 0 , s.35.
335 Harper’s Magazine, Şubat 2002.
340 D.L. Black, ‘Splicing in the inner ear: a fam iliar tu ne, bu t w hat are the instrum ents?’ Neuron, 20
(2), 1998,165-68.
341 ‘T he Central Dogma o f M olecular Biology’, Nature 227,1970,561-63, bkz. s.563.
342 O nanm m ekanizm alarının bundan bile dah a sofistike olabileceğine dair bir delü vardır. Nature
dergisinde (434, 2005 s .505) Robert Pruitt adi su teresi (Arabidopsis th alian a)’m n belli g en e
tik m utantlarm m , kendi ebevynlerinden başk a norm al atalarından da bir şekilde genetik bilgi
alan norm al bireyler üretebileceğini yazmıştır. M endel genetiğinin m antığına aykm olduğu
için bunun im kânsız olm ası gerekir. Pruitt ise d ah a önceki nesillerden alın an RNA kalıplarının,
m utant genlerinin DNA onarım ında kullanılm ış olabilceğin i ve bunun o n lan eski ataların ın
stan dartların a getirm iş olabileceğini ileri sürmüştür.
343 A Third Way, a.g.e s 3 3 .
344 Kenneth R Miller ve Joseph Levine, Biology: The Living Science, Upper Saddle River NJ, Prentice
H all, 1998, s.406-407.
345 ‘The origin o f life - a review o f facts and sp ecu latio ns’, Trends in Biochemical Science, 23,1998,
491-95.
346 The Road Ahead, Boulder, Blue Penguin, 1996, s.228.
347 Londra, Penguin, 1979, s.548.
348 7y,e Touchstone o f Life, Londra, Penguin Books, 2 0 0 0 , s.64.
349 ‘Life’s Irreducible Structure’, Science, 1 6 0 ,1 9 6 8 , s.1309.
350 Cambridge, Cambridge University Press, 1992.
351 H. Yockey, ‘A C alculation of the Probability o f Spontaneous Biogenesis by Inform ation Theory’,
/. Theor Biology SI (3), 7 Ağustos 1977, ss377-98.
352 ‘The Selective Chemist’, Fitness o f the Cosmos for Life: Biochemistry and Fine-Tuning adh k on fe
rans için hazırlanm ış tebliğ, Harvard University, Ekim 11-12,2003.
353 Bu her seferinde ‘Scrabble’da (bir kelim e oyunu) kelim em iz gerçekten İngilizcede var mı yok
mu diye sözlüğü açıp bakm ak gibidir.
294 ARAMIZDA KALSIN TANRI VAR
354 İnsan genom u üzerinde yapılan son çalışm alar m eselen in bundan çok dah a karm aşık olduğu
nu göstermektedir.
355 Bu önem li mevzuda son derece keyif verici bir tartışm a David B erlin ski’nin The Advent o f the
Algorithm (New York, Harcourt In c. 2000) adlı kitabınd a mevcut.
356
Tem elde istatistiki bir özellikte olan Sh an n on bilgi kuram ının aksine.
357
New York, Wiley, 1973.
358
a.g.e
359
Cambridge, Cambridge University Press, 1998.
360
2 0 O cak 1999.
361
Derek Bickerton, Language and Species, Chicago, University o f Chicago Press, 1990, ss.57-58.
362
Bu bağlam da bkz. D.D. Axe, ‘Extrem e functional sensivity to conservative am ino acid changes
on enzym e exteriors’, Journal o f Molecular Biology, 301,585-96.
363
The Fifth Miracle, a.g.e, s.88.
364
In Many Worlds, Ed. Steven Dick, Philadelphia ve Londra, The Templeton Press, 2 0 0 0 , s.21.
365
a.g.e ss. 21-22.
366
A Different Universe: Reinventing Physics from the Bottom Down, New York, Basic Books, 2005
s.168-69.
367
Bir internet araştırm ası yapılırsa görüleceği gibi aynı konuyla alak alı b aşk a çalışm alar da var
dır.
368
Science and Information Theory, 2.Baskı, New York, Academ ic Press, 1962.
369
‘Limits o f Scien ce’, a.g.e s.79.
370
Hao W ang’m m akalesi için, bkz. Nature’s Imagination -The Frontiers o f Scientific Vision, Ed.
John Cornwell, Oxford, Oxford University Press, 1995, s.173.
371
‘Complexity and Gödel’s Incom pleteness Theorem’, ACMSIGACTNews, No.9, Nisan 1971,11-12.
372
‘Der Sem an tisch e Aspekt von Inform ation und sein e Evolutionsbiologische Bedeutung’, Nova
Acta Leopoldina, NF 72, N r.294,195-219,1996.
373
‘Intelligent Design as a Theory o f Inform ation’, Perspectives on Science and Christian Faith, 49,
3,1997, ss. 180-90. Ayrıca bkz. No Free Lunch, Lanham , Rowman and Littlefield, 2002.
374
Sir Jam es Jeans, The Mysterious Universe, New York, M acm illan, 1930, s.4 Jean s referans vermi
yor.
375
Yine de kesin olan şu İd Eddington bu analojiyi kullanm ıştır ama, bir kabın her tarafın a dağıtı
lan bir gazın kendiliğinden o kabın bir tarafında toplanm a olasılığının ne kadar düşük olduğu
nu vurgulam ak için kullanm ıştır: “Parm aklarım ı bir daktilo tuşları üzerinde gezdirsem oluştur
duğum uzun sözcük dizisi anlaşılabilir bir cüm le oluşturabilir. Bir maymun ordusu daktilolara
yüklense British Museum’daki tüm kitapları yazabilirlerdi. Bu olasılık bir kap içerisindeki m o
leküllerin bir tarafta toplanm ası olasılığından kesinlikle yüksektir.” (Arthur S. Eddington, The
Nature o f the Physical World, Gifford Lectures, 1927, New York, M acm illan, 1929, s.72.)
376
Interchange 50,1 9 9 3 , ss. 25-31.
377
a.g.e s.9.
378
Bu sim ülatöre http://user.tninet.se/ecf599g/aardasnails/java/Monkey/webpages/index.html
adresinden ulaşılabilir.
379
a.g.e s.45.
380
The Blind Watchmaker, New York, Norton, 1986, s.9.
381
Evolution From Space, Sim on and Schuster, New York, 1984, s.176.
382
Ayrıca Cosmic Life Force adlı kitaplarının son bölüm üne bakınız, Dent, Londra, 1988.
383
a.g.e s.68.
384
‘Letter to the Editor’, The Independent, Londra, 12 Ocak, 1997.
385
Şunu h atırlatalım , hayatın kökeninden bahsetm ekteyiz dolayısıyla kelim eleri çok dikkatli seç
m ek gerekir - b u m utasyona uğratan çoğaltıcılar var demek değildir.
386
Oldukça ironik am a, tasarım sonucu çıkaranların an aloji kullanm asını kınayan Dawkins, kendi
aynı şekilde analojileri tasarım delilini çürütmek için kullanırken çok mutlu.
387
Dawkins’in orijinal versiyonunda sadece bir maymun vardı fakat bu biraz farklı halini kafada
canlandırm ak daha kolay olabilir.
388
Ingo Rechenberg, Evolutionsstrategie ’94, Stuttgart, From m ann Holzboog, 1994.
389
‘The D eniable Darwin’, Commentary, Haziran, 1996, ss.19-29.
390
Behe, a.g.e, s.22l.
391
a.g.e S.221.
SONNOTLAR 2 9 5
392 The Genetical Theory o f Natural Selection, 2. Yenilenmiş baskı, New York, Dover, 1958.
393 God, Chance and Necessity, Oxford, One World Pu blications, 1996, s.108.
394 Cambridge MA, MIT Press, 1999, s.259ff.
395 Biyolojide bir m utasyon diğer pek çok m utasyonla birlikte m eydana gelerek yepyeni kompleks
(ya da bilgi yüklü) bir ürün oluşturursa faydalı olabilir.
396 Robert Berwick, ‘Respond’, The Boston Review, Şubat/Mart 1995, s.37.
397 ‘The M iracle o f Darwinism’, Origins and Design, cilt.17, No.2 B ah ar 1996, ss.10-15.
398 Bilgisayar bilim inin tem elleri de dahil pek çok sah ada çığır açan katkılarda bulunan Johann
von Neumann 1949’da kendi kendini üreten m akineler yapılm asını önerm işti.
399 Steve Fuller, Science Vs. Religion, Cambridge, Polity, 2007, s.89.
400 Stephen Meyer, ‘DNA and Other Things’, First Things, Nisan 2000.
401 ‘Self-O rganization, Origin o f Life Scen arios and Inform ation Theory’, Journal o/Theor. Biol 91,
1981, s.13-31.
402 Cambridge, Cambridge University Press, 1998.
403 Evrende bazı akıllı varlıklar olduğunu gösteren en önem li delillerden birinin de henüz bizim le
iletişim e geçm em iş olm aları olduğu espirisine burada yer vermeden duramadım.
404 ‘A Scien tist Reflects on Religious B e lief’, Truth 1,1985, s.54.
405 Associated Press Report, 9 Aralık, 2004.
406 3 0 Ocak 1999, s 3 .
407 17 Şu b at, 2001.
408 Tevrat 11:3.
409 Physics Today, Mayıs 1961, s.23.
410 The God Delusion, a.g.e s.147.
411 The Blind Watchmaker, a.g.e, s.141.
412 Bir diğer Önemli kıstas tutarlılıktır - b u hem m an tıksal tutarlılık hem de delille tu tarlılıktır..
413 The God Delusion, a.g.e s.l69ff.
414 4. Bölüm de çoklu evren konusundaki tartışm aya bkz.
415 The God Delusion, a.g.e s.136.
416 Elçilerin İşleri, 17:29.
417 Edge adlı online dergiye katla
418 Bu konulara harika bir giriş, Raymond Sm ullyan’ın Forever Undecided- a puzzle guide to Gödel
adlı kitabında bulunabilir, Oxford University Press, 1988.
419 Science and Christian Belief 3 (1), 35-55, Nisan 1991.
420 Farrer, A Science o f God, a.g.e s.33-34.
421 ‘A Third Way’, Boston Review, Şubat/Mart 1997, s.33.
422 Biochemical Predestination, D.H. Kenyon ve G .Steinm an, New York, McGraw-Hill, 1969.
423 Of Pandas and People: The Central Question of Biological Origins, P.Davis ve D.H. Kenyon, D al
las, Texas, Haüghton Publishing Co., 1989, s.7.
424 ’Intelligent Evolution’, Harvard Magazine, Kasim 2005.
425 ‘A Scientist Reflects on Christian B e lie f’, Truth 1,1985, s.54.
426 BBC Radio 4 Röportaj, 10 A ralık 2004.
427 Bkz. 8. Bölüm.
428 Bkz. örneğin, H.J. van Till, ‘W hen Faith and Reason Co-operate’, Christian Scholar’s Review, 21,
1991, s.42.
429 ‘The Laws o f Nature and the Laws o f Physics’ Quantum Cosmology and the Laws of Nature:
Scientific Perspectives on Divine Action, Editörler: Robert John Russell, Nancey Murphy ve C.J.
Isham , 2. Baskı, Vatikan ve Berkeley, The V atican Observatory and The Center for Theology and
Natural Sciences, 1999, s,438.
430 ‘Should M ethodological Naturalism Constrain S cien ce’, Christian Perspectives for the New
Millenium, Editörler: Scott B Luley, Paul Copan ve Stan W W allace, Addison Texas, CLM/RZIM
Publ., 2003.
431 D aha önce söylediğim gibi kâin atın kanunlarını ve işleyişini araştırırken, çoğu zam an gerçek
ten bir tasarım olduğunu kabul etm ek ya da sadece tasarım varm ış gibi göründüğünü varsay
m ak arasında çok az bir fark vardır.
432 Tıpkı hâkim bilim sel akım lardan h assas ayar ya da incelik gibi argüm anlara da itiraz ed ebile
cekleri gibi.
433 Robert Spaem ann, Das unsterbliche Gerucht: Die Frage nach Gott und die Taeuschung der
296 A ramizda Kalsin Tanri Var
A b o ş lu k la r ın ta n r ıs ı 4 6 , 63, 6 4 , 9 9 ,1 0 4 ,
162 -4, 215, 257, 259, 2 6 0 ,2 6 6
A d a m s , D o u g la s 5 3 ,2 2 3
B o y le , R o b e rt 27
a la lli ta s a r im 1 2 ,1 3 ,1 4 ,1 5 ,2 3 5 ,2 3 7
B r a h e , T y c h o 11, 70
A lb e r ts , B ru c e 168
B rillo u in , L e o n a r d 2 0 3 ,2 19
A le x a n d e r , D e n is 125
B ro o k e , J o h n 29
a m in o a s itle r 1 7 4 ,1 7 5 ,1 8 9
A n a x im a n d e r 65 C
A n a x im e n e s 65
C a irn s-S m ith , A . G. 176
an tro p ilc ilk e 9 9 ,1 0 0
C a lv in , M e lv in 26, 67
A q u in a s , T h o m a s 68
C a v a lie r-S m ith , T. 171
A ris to 10, 11, 3 1-4 , 57» 7 9 . 81, 90 , 10 6 ,
C h a itin , G re g o ry 210 , 220, 221
1 2 7 ,1 3 4 , 283
A sim o v , I s a a c 224 C h e n , J. Y. 128
a te iz m 1 2 , 1 5 , 1 7 , 2 5 , 4 9 , 6 5 ,1 2 5 ,1 6 5 C h ie n , P a u l 158
A y d m la n m a 4 3 ,2 6 2 ,2 6 4 C ic e ro 177
C le rk M a x w e ll, Ja m es 8 ,2 7 , 6 9 ,2 0 1
B
C o llin s , F ra n c is 21, 2 3 ,5 6 ,1 2 5 ,1 6 1 ,1 6 4 ,
B e lo u s o v -Z h a b o t in s k i 1 7 8 ,1 8 1 1 6 1 ,1 6 4
D F e y n m a n , R ic h a rd 7 ,1 3 3 , 246
F le w , A n th o n y 1 2 ,5 2 ,1 6 7 ,2 4 2 ,2 5 7 ,2 6 3 ,
D a r w in iz m 1 1 7 - 8 ,1 2 4 ,1 2 9 ,1 4 2 ,1 5 1 , 215,
2 7 0 ,2 7 7
225, 231
f o s il 135, 1 4 7 . 1 5 4 -9
D a v ie s, P a u l 80, 82, 8 4 , 87, 95, 9 7 ,1 7 4 ,
1 7 5 ,1 8 1 , 2 1 1 ,2 1 4 , 242 G
D a w k in s , R ic h a r d 8 - 1 0 ,1 4 - 5 ,1 9 - 2 1 , 53,
G a lile o 8, 11, 12, 27, 28, 30 -6 , 4 4 , 50,
6 4 . 72, 75, 83, 10 0 , 10 6 -7, 125,
9 0 ,1 3 4
142, 156, 172, 18 5 , 223, 245,-7,
G a y lo r d S im p s o n , G e o rg e 80
2 5 0 ,2 6 2 ,2 6 4 ,2 6 7
g e n e t ik a lg o r itm a la r 121
d e D u v e , C h r isita n 4 4 ,1 0 2
g e n o m 1 8 8 ,2 2 8 ,2 4 2
D e m b s k i, W illia m 211, 221
G o ld s c h m id t, R ic h a rd 148
D e n n e tt, D a n ie l 1 5 ,1 1 8 ,1 2 6
G o n z a le z , G u ille rm o 98
D e n to n , M ic h a e l 167
G ö d e l, K u rt 71, 254
D e sc a r te s, R e n e 79, 81
G ra s se , P ie rre 149
D e u ts c h , D a v id 101
G ray, A s a 12 2 ,12 4
d e v r id a im 7 7 ,2 1 7 ,2 1 8
G rib b in , John 92
D N A 4 2 ,5 1 ,7 4 , 7 5 ,1 2 7 ,1 6 0 -2 ,1 6 7 -8 ,1 7 9 ,
18 1, 185-200, 207-8, 212-4, 218, H
222, 230, 234, 239, 242, 244-5,
H a ld a n e , J. J 86
248 -9,256-8
H a rriso n , E d w a rd 102
D o b z h a n s k y 1 3 5 ,1 3 8 ,1 4 9 , 201
H a rriso n , P e te r 29
D o s e , K la u s 182
h a s s a s a y a r 1 0 1 ,1 0 4 ,1 2 4 - 5 ,1 6 1
D ra p er, Joh n 34
H a u g h t, John 21, 8 4 , 85
D y s o n , F re e m a n 71, 80
H a w k in g , S te p h e n 85, 87, 8 9 , 9 1-4 , 254
E H e a p , B ria n 2 3 ,1 2 4
H e g e l 7 9 ,8 1
E d d in g to n , A r th u r 91 H e ise n b e rg , W e rn e r 4 4 , 93
E d g e o f E v o lu tio n 14 H er Ş e y in K u ra m ı (H ŞK) 7 0 ,2 5 3 -4
E ig e n , M a n fre d 203 H e sio d 65, 67-8
E in s te in , A lb e r t 8 1, 82 H ıris tiy a n lık 2 9 ,1 1 0 , 252, 283
E ld re d g e , N ile s 155 H ilb e rt, D a v id 70-1
e l-H a re z m i 209 H o fsta d te r, D o u g la s 199
E n g e ls 91 H o m e r 65, 67
E n t s c h e id u n g s p r o b le m i 70 H o o k e r, J o se p h 3 5 ,1 4 3 - 6
E p ik iir 6 6 ,1 3 2 H o u g h to n , Jo h n 2 3 ,2 5 ,1 2 2
E v e re tt, H u g h 101 H o y le , F re d 9 1-2 , 9 5 , 135. 150 , 153-4 ,
1 7 7 .2 2 5
F
H u m e , D a v id 1 5 ,1 1 2 - 5 , 239, 262-279
F a ra d a y , M ic h a e l 2 7 ,1 2 5 H u x le y , T.H . 30 , 3 4 - 6 , 117 , 123-4, 126,
Farrar, A u s tin 5 7 ,2 5 5 223, 227
İ ndeks 2 9 9
L e ib n iz 79 , 81
h ü c re 151, 167, 16 9 , 18 6, 18 8, 192, 195»
199 L e s lie , Jo h n 1 0 0 -2 ,1 8 0 -2 ,1 9 2 ,1 9 7 , 211
L e u b a , P r o fe s so r 22
I L e w is , C. S. 2 7 ,1 3 1 -2 ,2 7 2 -3 ,2 7 9
L e w o n tin , R ic h a rd 4 7 - 9 ,1 3 4 ,1 3 9 , 159
in a n ç 9 , 10 , 20-2, 25, 27, 29, 38 , 4 5 '6 >
L o c k e 79, 81
4 8 ,5 1 , 81, 8 3 - 5 ,1 1 8 ,1 6 3
in d ir g e m e c ilik 72 L o c k w o o d , M ic h a e l 102
İ s la m 2 9 ,2 5 2 ,2 6 1 ,2 8 3 L o e w e n s te in , W ern e r 199
L o g o s 6 7 ,1 6 4 ,1 6 5 , 243, 261, 283, 284
J L u c re tiu s 13 2 ,13 3
Jaeger, W ern e r 67 M
Jam es, F r a n k 36
Jo h n so n , P h illip 130 M a d d o x , J o h n 92
K a n t, I m m a n u e l 79 , 81 M cG ra th , A lis te r 2 2 ,12 5
K e lv in 2 7 ,3 5 M e d a w a r, P e te r 4 1 ,5 8 ,1 5 2 ,2 1 9
K e n y o n , D e a n 256 M e n d e l 27, 51
K le in , G e o rg e 4 6 , 47 m ik r o e v r im 1 3 7 - 9 ,1 4 6 - 8 ,1 5 6
K o lm o g o r o v 210 M ille r, S t a n le y 1 7 3 ,1 9 7
k o m p le k s lik 1 5 1 ,1 6 8 ,1 7 1 ,1 9 4 ,2 0 8 ,2 1 0 , m o le k ü le r e v r im 1 3 8 ,1 7 0 ,2 0 1
2 1 1 -2 ,2 3 6 ,2 4 5 ,2 4 9 M o n o d , J a c q u e s 168
K o p e r n ik , N ic h o la s 3 3 ,9 0 , 94 M u s a 6 6 , 6 7 ,1 0 3 ,2 0 9
K o p e r n ik P r e n s ib i 94
N
‘ k ö r in a n ç ’ 2 1 ,8 3
k u a n tu m m e k a n iğ i 4 1, 246, 278 N A S A 240
K u h n , T h o m a s 5 0 ,1 3 3 N a tü r a liz m 9 ,3 7 ,2 7 9
K u rtz, P a u l 4 6 , 47 N e e d h a m , Jo se p h 28
K ü p p e rs, B e r n d -O la f 203, 220-1, 235 N e w to n , I s a a c 61
K w a k , S h in 195 N ie tz s c h e 24
L O
P S c h ü tz e n b e r g e r , M a r c e l-P a u l 15 3 ,2 3 6
SE T I 240, 2 41, 248, 257
P a le y , W illia m 15, 88, 102, 10 5, 108,
S h a n n o n , C la u d e 206
10 9 -116
S h a p iro , Jam es 1 7 0 ,1 9 6 , 256
P a s c a l, B la is e 27
S h a p iro , R o b e rt 1 7 9 ,1 9 0
P a tt e r s o n , C o lin 1 3 0 ,1 4 0 - 1 ,1 5 7
S m a r t, J. J. C. 86
P e a c o c k e , A r t h u r 75
S o b e l, D a v a 30
P e n n o c k , R o b e rt 235
S te n g e r s , I s a b e lle 177
P e n r o s e , R o g e r 8 3 ,9 6 ,9 7
S w in b u r n e , R ic h a rd 6 3 - 4 ,1 0 1 ,1 2 3
P e n z ia s , A r n o 7 9 ,9 9 ,1 0 2 - 4
P h illip s , W illia m 2 3 ,2 6 4 , 268 T
P ig liu c c i, M a s sim o 44
t a s a r ım 12-5, 92, 9 7 ,1 0 0 ,1 0 2 ,1 0 6 ,1 0 8 ,
P irsig , R o b e rt 20
1 1 2 - 7 ,1 2 7 ,1 6 3 - 4 ,1 7 2 , 230-1, 235.
P la n tin g a , A lv in 103, 260
237. 239 -41. 259
P la to 6 6 ,7 9 , 8 1 ,9 0 ,1 0 6
T aylo r, C h a rle s 35
P o la n y i, M ic h a e l 73, 200 te iz m 17, 2 5 ,3 7 ,3 9 , 49, 50 , 8 5 -6 ,12 5
P o lk in g h o r n e , Joh n 77, 83, 10 1, 116 , T h a le s 65
2 5 9 ,2 6 8 ,2 8 3 T o rr a n c e , T. F. 28
P o o le , M ic h a e l 3 6 ,6 1 T o w n e s , C h a r le s 94
P o p p e r , K a rl 7 3 ,1 3 0 ,1 4 1 T u rin g m a k in e s i 221
P r a n c e , G h ille a n 1 9 ,2 5 ,1 2 4
P r ig o g in e , I ly a 1 7 7 ,1 7 8
U
P r o te o m ik 198 U la m , S t a n le y 152
R V
R a u p , D a v id 155 v a h iy 5 9 ,1 1 1
R a y le ig h - B é n a r d k o n v e k s iy o n u 178 V a le n t in e , Jam es 158
R e e s, M a rtin 101-3 v o n B a e y e r, C h r is tia n 2 3 9 ,2 4 3
R id le y , M a r k 1 5 4 ,1 6 0
R o ss , H u g h 96
W
R u se , M ic h a e l 4 2 ,1 3 0
W a d d in g to n , C .H . 1 5 2 ,15 3
R u s s e ll, B e r tra n d 7, 4 1, 5 4 , 55, 84 , 86, W a rd , K e ith 7 9 ,8 1 ,8 5 - 7 ,2 3 5
113 W a ts o n , Jam es
R u s s e ll, C o lin 36 268
R u th e r fo rd , E rn e st 51 W e in b e rg , S te v e n 9
W e s so n , P a u l 147
S
W h e e le r, J.A. 243
S a g a n , C arl 3 9 ,4 7 ,2 4 1 ,2 4 8 W h ite h e a d , A lfr e d N o rth 2 6 ,2 6 9
S a n d a g e , A lla n 8 9 ,2 4 2 ,2 5 7 W ig n e r, E u g e n e 83
S c h a e ffe r , H e n r y F. 40 W ik e r, B e n ja m in 132
S ch e re r, S ie g fr ie d 148 W ilb e rfo rc e , S a m u e l 34
İn d e k s 301