You are on page 1of 144

TÜRK EDEBİYATI KLASiKLERİ- 25

T[IIU\ 1·111 1\lrAII

Aı.ı ııır
SHAIIAT.JllllNAII

UYARlAMAYA KAYNAK AliNAN il/t,IIN 1 'l'll

RAUı' BI'.V K0T01'11ANI·,I, h lANIIIII


ııı4 lı H•1HI

©TÜRKİYE İŞ BANKASI KOI.TOH YA\' INI AlU, !"ı •ı


Serti fik a No: 40077

EDITOK
A LKANİNAL

GÖRSEl YÖNETMEN
BİROL BAYRA M

REDAKSİYON
HACER ER

GRAFiK TASARlM UYGULAMA


TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI

I. BASlM: EKİM 2019, İSTANBUL


ll. BASlM: OCAK 2020, İSTANBUL

ISBN 978-605-295-968-8

BASKI
AYHAN MATBAASI
MAHMUTBEY MAH. 2622. SOK. NO: 6 / 3 I
BAI':CILAR iSTANBUL
Tel: (0212) 445 32 38 Faks: (0212) 445 05 63
Sertifika No: 44871

Bu kitabın tüm yayın hakları saklıdır.


Tanıtım amacıyla, kaynak göstermek şartıyla yapılacak kısa alıntılar dışında
gerek metin, gerek görsel malzeme yayınevinden izin alınmadan hiçbir yolla
çoğaltılamaz, yayımlanamaz ve dağıtılamaz .

TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜ R YAYıNLARI


iSTiKLAL CADDESi, MEŞELiK SOKAK NO: 2/4 BEYOGLU 34433 İSTANBUl.
Tel. (0212) 252 39 91
Faks (0212) 252 3':1 95
www.iskultur.com .tr

GÜNÜMÜZ TÜRKÇESiNE UYA RLAY AN: MEI'HARFT KANili'MIR


1 969'da Karabük Efiani'de doğdu. Ortaiij\rcııiıııiııi \.ıV.I)Iqw (lgıcıııwıı
Okulu'nda tamamladıktan sonra 2014 yılınd:ı Miııı.ır \ııı.ııı (,.,,..ı \.ııı.ııl.ır
Üniversitesi Tarih Biil ü nıii ' ndcıı mezun oldu.
TÜRK EDEBiYATI KLASiKLERİ - 25

Gezi

seyahat jurnali
ALi BEY

Günümüz Türkçesine Uyarlayan: Mefharet Kandemir

TÜRKIYE$ BANKASI

KOltür Yayınları
Sunuş

Tanzimat Dönemi'nin önemli devlet adamlarından Ali


Bey'in Seyahat Jurnali Batılı anlamda ilk seyahat günlükle­
rinden biridir. Döneminin birçok aydını gibi Fransızca bi­
len Ali Bey jurnal tabirini günlük, seyir defteri anlamında
kullanır. Düyfın-ı Umfımiye'dekil görevi sırasında müfettiş
olarak Doğu ve Güneydoğu Anadolu, Suriye ve Irak'ı kap­
sayan bölgeye gönderilmiştir. Görevi bu bölgelerde Osmanlı
Devleti'yle bazı aşiretler arasında tuzla işletmeleri konusun­
da çıkan sorunları çözmektir. Dört yıla varan bu görevden
sonra Hindistan üzerinden geri döner. Seyahat ]urnali bu sı­
rada dolaştığı memleketlerin coğrafi durumunu, demografik
yapısını, yerel adetlerini, inanışlarını ve tuhaftıklarını anlatır.
Ali Bey memuriyetİn yanı sıra edebi faaliyetler de yürüt­
müş, Lehçetü'l-hakayık adında mizahi bir sözlük yazmış,
ancak hasılınası dönemin sansür kurulu tarafından engel­
lenmiştir. Diyojen dergisinin sahibi Teodor Kasap'ın tav­
siyesiyle mizahi yazılar da yazmıştır. Diyojen'deki imzasız
yazılardan özellikle ilk yıllarda çıkanlar Ali Bey'e aittir. Me­
muriyetinden dolayı yazılarında genellikle ya imza kullan­
mamış ya da sadece "Ali" diye imza atmıştır. Yine derginin
başlığında Diyojen'i bir fıçı içinde, karşısında Büyük İsken­
der'le beraber gösteren karİkatürün altındaki "Gölge etme,
başka ihsan istemem" mısraını Türkçeye o kazandırmıştır.

Osmanlı Devleti'nde Tanzimat Dönemi'nde alınan dış borçlara ve bu


borçları ödemek amacıyla oluşturulan kuruma verilen ad.

V
Düyfın-ı Umfımiye'de direktörlük yaptığından Direktör Ali
Bey diye de anılır. Düyfın-ı Umfımiye'den sonra Trabzon va­
liliği yapmıştır.
Seyahat ]urnali'ni günümüz Türkçesine aktarmaya ça­
lışırken Ali Bey'in söyleyişini bozmamak için bugün artık
kullanılmaz olmuş kelimeler dışında değişiklik yapmamaya
çalıştım. Sadece okuma kolaylığı açısından orijinal metinde­
ki Rumi tarihleri Miladi takvime ve ezani saatleri alafranga
saate çevirdim. Ağırlık ölçülerini ve para birimlerini çevir­
medim, çünkü bölgeye göre değişiklik arz etmektedir. Para
birimleri de hakeza, bir mecidiyenin değeri her yerde aynı
değildir. Yer isimlerini anlaşılabileceğini düşündüğümden
olduğu gibi bıraktım: Diyarbekir, Ayıntab gibi. Köy isimle­
rinin bazılarını doğrulama imkanı bulamadım. Metindeki
kimi dipnotlar bana, kimileri yazara aittir; yazara ait olanlar
parantez içinde belirtilmiştir.
Metni sadeleştirmeye çalışırken hem faydalandım hem
de eğlenip şaşırdım. Umarım okuyanlar için de öyle olur.
Mutlaka hatası vardır, affola.

Mefharet Kandemir
Seyahat]urnali

İstanbul'dan Bağdat'a ve Hindistan'a


1885 ila 1888
Bu jurnalin içeriği sadece gözlemlerden oluşmaktadır. Bir
meziyeti varsa o da Irak gibi uzak memleketlerin ve özellik­
le Hindistan şehirlerinden bazılarının buralarca bilinmeyen
durumlarına ve adetlerine dair genel bir fikir vermesinden
ibarettir.
Yolculuk esnasında panorama gibi görülüp geçilen veya
herkesçe bilindiği düşünülen memleketlerin tabii ki yalnız
isimleri anılmakla yetinilmiştir.

Ali Bey
Düyfın-ı Umfımiye Varidat-ı Mahsusa İdaresi tarafından
genel müfettiş olarak Diyarbekir ve Siirt taraflarını teftişle
görevlendirilmiştim. 1885 yılı Ocak ayının on beşinde Per­
şembe günü Lloyd Kum panyasının ı İskenderiye postasına
giden Vesta isimli vapuruna binerek Dersaadet'ten2 hareket
ettim.
Midilli Düyfın-ı Umfımiye Nezareti tarafından görülecek
bazı meseleler bulunduğundan biletimi oraya kadar aldım.
Ertesi Cuma akşamı saat sekiz sularında Midilli'ye vardım.

Midilli

Burası Akdeniz'in en hoş ve gelişmiş adalarındandır. Alıa­


lisi her türlü ticaretle uğraşan çalışkan ve zengin adamlardır.
Kasaba önünde bir liman varsa da büyük gemilerin giriş
çıkışına müsait değildir. Yalnız küçük yelkenli tekneler ba­
rınabilir. Midilli'nin zeytinlikleriyle portakal ve limon bah­
çeleri ve Yere denilen körfezi hakikaten görülmeye değerdir.
Memleketin binaları İstanbul tarzında ve ahşaptır. İskele ve
çarşı tarafındaki sokakları ise pek dardır. Bununla beraber
bir süreden beri nüfusun artışıyla memleket büyüdüğü için
sonradan yapılan mahalleler nispeten muntazamdır.

Lloyd Vapur Kumpanyası, 1 9. yüzyılda Osmanlı topraklarında yolcu ve


eşya taşımacılığı yapmış olan Avusturya merkezli şirket.
İstanbul.

5
A yvalık kasabası

( G örseller eserin 1898 tarihli ilk baskısından alınmıştır.)

Ayvalık

Kiraladığım küçük bir vapurla bir aralık Ayvalık ka­


sabasına gittim. Ayvalık Midilli'nin karşısında ve Edremit
Körfezi'nde Cunda Adası'nın teşkil ettiği boğazın sonunda
bulunan bir kaymakamlık merkezidir.
Kasabanın anlatmaya değer bir şeyini göremedim. Fa­
kat ahalisinin tamamının ticaretle uğraşan, refah ve saadet
içinde yaşayan adamlar olduğunu büyük bir memnuniyetle
gördüm. O gece orada kalıp ertesi gün gayet fena bir havada
yine o küçük vapura binip hata çıka Midilli'ye döndüm.
Midilli'de çok fazla olan servetiyle ünlenmiş Prenses Lu­
zinyan isminde bir İngiliz kadınının yaşadığını duymuştuk.
Liva ı Mutasarrıfı2 Agah Efendi'yle beraber bir gün ziyare­
tine gittik. Adanın gayet güzel bir yerinde inşa ettirdiği evde
yaşıyordu. Ev yazlık tarzında küçük bir şeyse de içi gayet
kullanışlı, mobilyaları ve süslemeleri zarif ve gösterişliydi.
Prenses kırk yaşlarında görünen uzun boylu, gayet düzgün

Osmanlı mülki idaresinde kaza ile vilayet arasında bir derec e, sanc ak.
Osmanlı taşra teşkilatında sanc ak veya livanın mülki amiri için kullanılan
unvan.

6
vücudu ve çok güzel bir kadındı. Abartılarak anlatılan ser­
vetiyle yalnız başına Midilli'de yaşamayı seçmesinin sebe­
bini anlayamadım. Rivayete göre Midilli ahalisinden olup
Londra'dayken Prenses'in katibi olan bir delikanlının vata­
nını çok anlatıp övmesi Prenses'in Midilli'yi görmek isteyip
buraya gelmesine ve Midilli'yi gördükten sonra konumu ve
havasından hoşlanıp yerleşmesine neden olmuş. ı
işlerimi tamamlayarak Şubat'ın beşinde Perşembe akşa­
mı gece yarısı Hıdivıye Kurupanyasının Bahire isimli vapu­
runa binerek İzmir' e gitmek üzere Midilli'dcn hareket ettim.

İzmir

Ertesi cuma günü seher vakti İzmir'e vardık. İzmir'de gö­


revimle ilgili bir iş yoktu. İskenderun hattına işleyen vapur­
lardan birine binrnek üzere buraya gelrniştim. Perşembe gü­
nüne kadar vapur olmadığını aniayıp rıhtım üzerinde limana
nazır Mil Oteli'ne indim, vardığım gün Vali Naşit Paşa ve
diğer hükümet memurlarıyla görüştüm. İzmir'de memurlar­
dan birçok ahbabım ve yerlilerden evvelki seyahatlerimde ta­
nıdığım çokça dostlarım ve tanışiarım vardı. Orada kaldığım
yedi günün her akşam1 bir ziyafette ve davette vakit geçti.
Şubat'ın on üçünde Cuma günü Mesajeri Kumpanyası­
nın Alfe isimli vapuruyla İzmir' den hareket ettim. Vapurun
kumandanı İkas isminde hoşsohbet ve zarif bir kişiydi. Yol­
cu olarak Almanyalı tüccar Simon Hençel ve Kredi Lyone
Bankası'nın müfettişlerinden Rot isminde iki kişiden başka
vap urda kimse yoktu.
Ertesi akşam gece saat sekiz sularında Rodos Adası'na
vardık. İki saat sonra Rodos'tan hareketimizde hava bozma­
ya başlayıp Şubat'ın on altısı Pazartesi gününe kadar fırtına
devam etti. O gün ezandan sonra Mersin'e vardık. Vapur
burada yirmi dört saat duracağından ertesi salı günü karaya
çıkıp Mersin kasabasını gördüm.

Prenses daha sonra vefat etmiştir. (Yazarın notu)

7
Mersin

Mersin, Adana vilayetinin başlıca çıkış kapısıdır. Bugün


Adana ve Mersin arasında mevcut olan demiryolunun o za­
man inşasına yeni başlanmıştı. Sığlık ve limansızlıktan dola­
yı vapurlar memleketten epeyce uzak duruyorlar. Salı gecesi
saat on bir buçuk sularında Mersin'den hareketle Çarşamba
sabahı İskenderun'a vardık.

Mersin liman ve kasabası.

İskenderun

Vapur arkadaşlarımızdan Mösyö Hençel Halep'e gidi­


yordu. Birlikte karaya çıktık. Fakat İskenderun'da hayvan
bulmaya uğraşmak günün yarısını kaybettirdi. Zorunlu ola­
rak o gece orada kalıp ertesi gün seher vakti yola çıkmayı
uygun gördük. Vapur burada da yirmi dört saat bekleye­
cekti, Mısır'a gideceği için vapurda kalan diğer yol arkada­
şımız Mösyö Rot bizimle beraber karaya çıkmıştı. Mösyö
Hençel'in ortaklarından Almanya konsolos vekili Mösyö
Luzinger hepimizi öğle yemeğine davet etti. İskenderun gibi
otel şöyle dursun düzgün bir bakkal dükkanı bile bulunma­
yan yerde nazlanmaya gerek göremeyip Mösyö Luzinger'in
misafirperver davetini teşekkür ederek kabul ettik.

9
Meşhur Halep şehri.

İskenderun limanı önemli ve büyük bir doğal limandır.


Memleket her ne kadar kaymakamlık merkeziyse de civarı
bataklık olduğundan havası kötüdür, bu nedenle şehir büyü­
yememiş, küçük bir kasaba halinde kalmıştır. Bununla bera­
ber birkaç vilayete çıkış kapısı olduğundan ticari önemi vardır.
Mösyö Luzinger'in ikram ettiği öğle yemeğinden sonra
Mösyö Rot'la beraber memleketi görmek üzere dolaşmaya
çıktık. Deniz kenarında düzlük bir yerde yüklerini indirip din­
lenrnekte olan bir deve katarı görerek Mösyö Rot'a, "Hiç de­
veye bindiniz mi?" diye sordum. "Hayır binrnedim, çok arzu
ederim. Deveci müsaade etse de şu devderin birine binsem,"
dedi. Kendisi Türkçe bilmediği için ben tercümanlık ettim.
Türkmen deveci kabul etti ve Mösyö Rot'u yerde yatan se­
merli devderin birine bindirdi. Mösyö Rot gayet kısa boylu
bir adamdı. Karaya çıkarken başına da uzun silindir şapka
giymişti. Bu kıyafette bir Avrupalının deve üzerinde görünüşü
tuhaf bir tezat oluşturduğundan ben gülerek ona bakarken,
deve ayağa kalktığı sırada Mösyö Rot'un şapkasının bir ta­
rafa, kendisinin diğer tarafa yuvarlandığını gördüm. Meğerse
semerin önündeki topaca tutunrnamış. Bulunduğumuz yer
kurnluk olduğu için hiçbir yeri ineinmeden kalktı. Bu kazadan
gözü yılınayıp düşmernek için nasıl tutunması gerektiğini de­
veciden öğrendikten sonra tekrar yatan devderin birine bindi
ve deveci devenin yularından tutarak biraz gezdirdi.
Ondan sonra memlekette görecek şey ve gezecek yer ol­
madığından Mösyö Rot'un daveti üzerine vapura dönerek

lO
akşam yemeğini birlikte yedik. Gece kendisine ve kaptana
veda ettikten sonra İskenderun'a gelerek Düyfın-ı Umfımiye
dairesinde geceyi geçirdim.
Şubat'ın on dokuzu Perşembe günü seher vakti beygirle­
re binerek Mösyö Hençel'le beraber İskenderun'dan hareket
ettik ve öğle vakti Bilan'a vardık. Orada ka lıvaltı ettikten
sonra yolumuza devam ederek akşamüstü Kırıkhan dedikle­
ri yere geldik. Gece yol mühendisi Markoviç isminde birinin
barakasında misafir olduk. İskenderun'la Halep arasındaki
şose yol henüz yapılıyordu. İskenderun'dan buraya kadarı
tamamlanmış olduğundan gayet rahat geldik.
Şubat'ın yirmisi Cuma sabahı Kırıkhan'dan hareketle
Amik Ovası'nı geçtik. Buradan ileri şose olmadığı için rnek­
karecil bizi kestirme yollardan götürüyordu . Büyük kısmı
bataklık olan Amik Ovası'nı çok zorlukla geçtik. Devamın­
da taşlık yerlere düştük. Suralardan bin zahmetle geçerek
gece saat sekiz buçukta Termanin köyünde bir evde misafir
olduk. Şubat'ın yirmi biri Cumartesi sabahı Termanin'den
kalkarak altı saatte Halep'e geldik.

Halep

Yol arkadaşım Mösyö Hençel'den ayrılarak benim için


hazırlanmış olan boş bir eve indim ve yol yorgunluğunu

Yük taşıyan hay van, araba ve bunların sahipleri için kullanılan tab ir.

ll
H a lep'r e bostan dola bı.

H alep'te kadim kale.

çıkarmak üzere bir hamama gi ttim. Hamamın kubbeleri


zeminle aynı hizada ve binası mahzen gibi yer altındaydı.
Sebebini sordum. "Halep civarında orman olmadığından
odun kıymetlidir. Memleketin süprüntülerini toplayıp kül­
hanlarda yakarak hamamları ısıtırlar. Tabii ki böyle çerçöple
istenen sıcaklık sağlanamadığından hamamların binasını yer
altında yapmaya mecbur kalınmış, " cevabını verdiler.
Ertesi gün Vali Cemi! Paşa'yla görüştüm. Kendileri de kar­
şılık olarak bana ziyarete geldi, birkaç defa evinde yemeğe da­
vet ederek pek çok iltifat etti ve ikramlarda bulundu. Bilindiği

12
H alep'te bir Bedevi kızı.

üzere Halep şehri, vilayet merkezi ve yüz yirmi bin nüfuslu


büyük bir memlekettir. Çöldeki Arap aşiretleri ihtiyaçlarını te­
darik etmeye Halep'e çokça gelip gittiklerinden dolayı memle­
ket büyük bir Arap panayın halindedir. İçinden Kuveyk Nehri
geçer. Evleri kagir ve muntazamdır. Sokakları dar olduğu gibi
yakın vakte kadar kaldırımları da yokken Vali Cemi! Paşa
sayesinde pek çok sokağa kaldırım yapılmıştır. Çarşısı kagir
kemerli, oldukça büyük ve bakımlıdır. Şehri çevreleyen sur
yıkılıp harap olmuşsa da memleketin ortasında gayet yüksek
ve uzunlamasına, tepe üzerinde bir iç kalesi vardır. Halep'e

13
gelirken uzaktan en evvel bu kale ile içinde Emeviler zama­
nında yapılmış bir cami-i şerifin dört köşeli yüksek minaresi
görünür. Halep'te çok sayıda meşhur cami ile büyük peygam­
berleı; ulu kişiler ve geçmiş hükümdarlardan bazılarının ka­
birleri vardır. Halep ahatisi anadilleri olan Arapçayla beraber
Türkçe de konuşurlar. Zengini ve itibartı tüccarının çokluğu
kadar zarif kumaşları ve nefis tatlıları meşhurdur.

Cubill 1

Yirmi yedi Şubat Cuma günü Halep Düyfın-ı Umfuni­


ye Nazırı İsmet Bey'le beraber hayvaniara binerek çölde beş
altı saatlik mesafedeki Cubfıl memleketine gittik. Cubfıl bir
Arap köyüdür. Köy kadınlarının dudaklarını dakkaladıkla­
rından2 dolayı gayet ürkütücü ve çirkin bir görüntü oluş­
turmalarından başka dikkat çekecek bir şey yoktur. İki gece
orada kalıp tuzlayı inceledikten sonra Halep'e döndük.
Halep'in bu tarafı tamamen ekili ve bakımlıydı. Arap­
ların tarlaları ufak parçalardan oluşmuş ve sınırlı olmayıp
göz alabildiği kadar mesafe tek bir tarla gibi ekilidir. B u tar­
lalarda beş altı saatlik mesafeye kadar sabanla çekilen hat
bir baştan öbür başa dümdüzdür. Böyle büyük bir mesafede
saban hattının hiçbir eğrilik olmadan böyle dümdüz olması
hakikaten dikkat çekici ve hayret vericiydi. Meğer tarlalar
sürüleceği vakit birinci saban hattını çekmek sanatıyla geçi­
nen adamlar varmış. Bu hat çekildikten sonra artık tarlanın
sahibi onu takip ederek sabanını sürermiş.
Bir çadırla yolculukta gerekli olacak bazı şeyleri aldıktan
sonra lazım gelenlerle vedataşarak Mart'ın beşinde Perşem­
be günü sabah erkenden yola çıktım. Yanımda bir uşakla iki
zaptiye vardı. Akşamüzeri Kilis yolu üzerinde Kelcibrin adlı
köye gelerek köy civarında çadır kurup geceyi geçirdikten
sonra ertesi Cuma günü öğle vakti Kilis'e vardık.

H alep vilay etinde bugün E l-Bab adıy la bilinen kaza merkezi bir kasaba.
ı Dakkalamak " dövme y apmak" anlamında kullanılan bir söz.

14
Kilis

Kilis, Halep'e bağlı ve vilayet merkezine on saat uzak­


lıkta bir kaymakamlık merkezidir. Yirmi bine yakın nüfu­
sunun çoğu İslam, küçük bir kısmı Rum, Ermeni, Katolik,
Protestan ve Yahudi olup hepsi Türkçe konuşur. İndiğim
hanın odaları o der�ce toz toprak içindeydi ki iki saat kadar
temizletmedikçe eşyamızı indiremedik. Pencere camların­
daki tozlara gelen giden yolculardan bazıları parmaklarıy­
la yazı yazmışlardı. Bunlardan biri yazdığı manasız beytin
altına 1878 tarihini atmıştı. Kasabayı gezdim. Yeri güzelse
de anınaya değer bir şey göremedim. Ertesi sabah erkence
Kilis'ten hareket ederek on iki saatte Ayıntab'al geldik.

Ayıntab

Ayıntab Kilis'e oranla daha büyük ve Halep'e yirmi dört


saat uzaklıkta bir kasabadır. Ahatisi Kilis gibi çeşitli ve dil­
leri Türkçedir. Burada Amerikalıların büyük ve mükemmel
okulları vardır. Halep'ten tuttuğumuz kiralık hayvanlar çok
cılızdı. Şu iki günlük yolda bize epeyce zahmet vermişler­
di. Burada onları değiştirerek ertesi Pazar günü öğle vakti
Ayıntab'dan hareket ettik. Akşamı Keferbostan isminde bir
Türkmen köyünde geeeledik ve daha ertesi gün Nizip'ten ge­
çerek ikindi vakti Birecik'e geldik.

Birecik

Birecik, Fırat Nehri'nin sol yakasında kurulmuş, Urfa


Sancağı'na bağlı on bin nüfuslu bir kaymakamlık merke­
zidir. Nizip'ten geçtikten sonra çıkılan bir tepeden Fırat'la
Birecik görünür. Bu tepeden hafif bir yokuşla Fırat'a kadar

G aziantep.

15
bir buçuk saatlik mesafedir. Aşağı doğru inerken sol tarafta
Belkıs şehrinin haralıesi vardır. Bu harabeden gayet güzel ve
büyük mozaik işlenmiş taşlar çıkarıp Birecik'te evlerin avlu­
Ianna döşüyorlar. Birecik'in toprağı tebeşir gibi beyaz oldu­
ğundan uzaktan kireçhane haralıesi zannedilir. Fırat sahiline
gelerek hayvanlarmuzdan indiğimizi görünce Birecik'ten altı
düz, şekli acayip, büyük bir kayık geldi. Dört yolcu ve bir
mekkareciyle altı hayvandan ibaret olan kafilemizi alarak
karşı yakaya geçirdi. Memleketin Fırat üzerine nazır ve yük­
sek binalarından biri Düyfın-ı Umfımiye dairesiymiş, oraya
indim ve kasabayı gezdim. Zaptiyelerimizden İbrahim On­
başı'nın yolda gelirken Birecik'i tarif için kullandığı " Hişa
efendimizden eli boş bir memleket" sözüne gerçekten uy­
gunmuş!
On Mart salı sabahı Birecik'ten hareketle o akşamı Kanlı
Afşar köyünde ve ertesi Çarşamba akşamı Tetriş köyünde ve
daha ertesi Perşembe akşamı Mişmiş köyünde geceleyerek
on üç Mart 18851 Cuma günü ikindi vakti Siverek'e vardık.
Birecik'ten beri şu üç dört günlük mesafede hiçbir orman
ve ağaçlık bulunmaması dikkat çekiciydi. Yol üzerinde rast­
ladığımız tek tük ağacın dallarında birçok sıtma bağı göre­
rek sebebini zaptiyeden sordum. "Ağaç bulunan yerlerde
mezar var derler, Kürtlerin de mezar ziyaretine rağbetleri
çoktur. Belki orada bir şehit gömülüdür diye ziyaret yeri gibi
dua eder ve yardım isterler, " dedi. Gerçi bu bölgedeki ağaç
kıtlığı düşünülürse altında kimse gömülü olmasa bile Kürt­
lerin yalnız ağaçlara kutsal bir şey gözüyle bakmaya hakları
vardır. Yine de sanırım bu sıtma bağları hayvaniara gölgelik
olan şu bir iki ağacı kaza baltasından kurtarmak için ziyaret
yeri zannedilsin diye çobanların akıl ettikleri bir tedbir ve
hile olsa gerektir. Vaktiyle İstanbul'un eski sokaklarının köşe
olan yerlerinde birer mezar taşı bulunduğu gibi.
Siverek'e kadar gördüğüm ve kaldığım köylerin hep­
si Kürt köyleridir. Gündüz kalıvaltı için indiğim köylerden

Rwni takvime göre yılbaşı, 1 Mart 1 301.

16
Curnuş isminde bir köyün kahvehanesinde köyün imaını
Hayber'in Fethi menkıbesi okumakta ve başına toplanmış
olan köyün ağaları dinlemekteydi. Ağatarla biraz sohbet
ettim. Doksan yaşında bir ağanın üç karısı varken o hafta
içinde on sekiz yaşında bir kız daha aldığını yeri gelip anlat­
maları beni hayrete düşürdü.

Siverek

Siverek, Diyarbekir'e sonradan katılmış bir kaymakam­


lık merkezi ve orta halli bir kasabadır. Ahalisi Kürt ve fakat
medenidir. Türkçe konuşurken kendilerine özgü tuhaf tabir­
ler kullanırlar. Mesela bu fakide sohbet sırasında içlerinden
birinin, "Viranşehir'de bir biraderim vardır, İbrahim Ağa
tabir olunur, " demesi gibi. Çıkanya gitti "dışarı gitti " , bir
kıytık " biraz", adamın yazığı gelir " insanın acıyacağı gelir",
nakil gelem "nakledeyim" gibi tabirler çoktur.
Siverekiiierin hanedan takımı hükümet işlerinde çalışır­
lar. Tahsil ve terbiyeleri memleketin durumuyla uygundur.
Bu bölgede güzel Arap atları bulunduğu gibi Siverekliler ara­
sında da iyi biniciler vardır.
Ertesi günü Siverek'ten hareketle akşamı meşhur Karaca­
dağ'ın eteğinde Karabahçe adlı köyde Karaca Ağa isminde
birinin evine indik. Karacadağ kış mevsiminde gayet soğuk
ve çok karlı bir yerdir. Ağanın evi buna göre yapılmış, pen­
ceresiz, karanlık yer odalarından ibaretti. Bize bir kuzu kes­
tirip ikram etti. Ertesi gün hizmetçilerine vermek istediğim
bahşişi fazla bularak, "Ben acizane buranın ağası ve haneda­
nıyım. Misafire ettiğim ikramın ücretini bahşiş olarak adam­
larıma kabul ettiremem. Ben de bir gün İstanbul'a gelirsem
beni misafir edip ağırlarsınız," diye reddetti. Oradan veda
edip ayrılarak ikindi vakti Diyarbekir'e vardık ve Düyun-ı
Umumiye Dairesi'ne yerleştim.
Diyarbekir

Diğer adı Amed olan Diyarbekir, Dicle'nin sağ yakasın­


da, gayet yüksek duvarlı bir kalenin içinde, nüfusu yirmi bin­
den fazla büyük bir şehirdir. Tarihteki yeri, coğrafi özellikleri
vesairesi bilindiği ve kayıtlı olduğu için bu jurnalde onlardan
bahsetmedik. Dicle Nehri memleketin önünden akar. Mem­
leketin zemini yüksek olduğundan kaleden Dicle'ye kadar
yokuş aşağı bahçeler dedikleri ormanlar vardır. Ahalisinin
çoğunluğu İslam ve bir kısmı Ermeni ve Keldani'dir. Hepsi
Türkçe ve Kürtçe ve bazen Arapça konuşurlar. Şehrin evleri
kara taştan yapılmış muntazam binalardır. Yazları çok sıcak
olduğu için ahali damlarda yatar. Evlerin damları düz top­
rak veya tuğla döşelidir. Hanedan ve ahalisinden pek çok
edebiyatçılar ve zarif, terbiyesi ve tahsili mükemmel kişiler
vardır. Bu cümleden olarak Said Paşa'nın kaleminin kuvveti,
edebiyata ve tarihe dair eserleri malumdur. Bununla beraber
Diyarbekir ahalisinin müzevirlikle meşhur olması üzücüdür.
Gariptir ki yine kendi aralarında "Diyarbekir'in evleri, kö­
pekleri ve ahalisinin kalpleri karadır" diye meşhur bir söz
vardır. Gerçekten de sokak köpeklerinin hemen hepsi siyah­
tır. Diyarbekir'in garip hallerinden biri de okkanınl beş yüz
dirhem2 olmasıdır. Dört yüz dirhemlik okka da kullanılır,
ama ahalinin çoğunlukla kullandığı kıyye "karataş " deni­
len beş yüz dirhemlik kıyyedir. Memleketin akrebi, çıbanı

ı Kıyye adıyla da anılan 1 2 8 2 gramlık bir ağırlık ölçüsü birimi.


2 Yaklaşık 3 ,2 gramlık bir ağırlık ölçüsü birimi.

18
ve tanesi kırk elli kıyye ağırlığında gayet büyük ve lezzetli
karpuzu meşhurdur. Bu çıban Allah'ın hikmeti olarak Ha­
lep'ten başlayarak Urfa, Diyarbekir ve oradan Dicle boyu
aşağı inerek Musul, Bağdat ve Basra'ya kadar bir hat üze­
rinde bulunan memleketlere özgü gibidir. Siirt ve Bitlis'te bu­
lunmaz. Daha garibi Dicle boyu iki sahilde bulunan köylerin
bazısında olur, bazısında olmaz. Yerli ve yabancı yolcular bu
konuda her türlü şeyi denemişler ve araştırmışlarsa da neden
ortaya çıktığı henüz anlaşılamamıştır. (Bağdat seyahatimizin
hikayesi sırasında bu çıban daha ayrıntılı anlatılacaktır. )
Diyarbekir'de vilayet teşkili sırasında ilk vali olan İsmail
Hakkı Paşa, memleketin tamamen kale içinde bulunmasının
şehrin büyümesine engel olacağını düşünmüş, kale dışında
mahalleler oluşturarak şehrin büyümesini sağlar diye Rum
Kapısı dışında bir çeyreklik mesafede bir hükümet konağıyla
bir de kışla yaptırmış. Ancak ahali kale dışına rağbet etme­
diği gibi bu devlet dairelerinde işi olanların şehir dışındaki
hükümet dairesine gidip gelmeleri zor oluyor diye yakındık­
larından hükümet bir müddet sonra yine şehir içindeki eski
yerine taşınmış. Şehir dışındaki yeni hükümet konağıyla kışla
o vakitten beri boş kalarak bugün yıkılınaya yüz tutmuştur. ı
Yine Rum Kapısı dışında Dicle'ye nazır yüksecik bir yer­
de o zaman yapılmış olan memleket bahçesi de harap bir
haldeydi. Bununla beraber konumu ve özellikle karşısında,
nehrin diğer tarafındaki Kıtırbıl köyü ve çevresinin görü-

B u binalar sonradan padişahın em riyle t am ir edilerek A sakir- i Şahane için


kışla ve depo olarak kullanılm ışt ır. (Yazar ın nor u)

19
nüşü pek ferahlatıcı ve güzel olduğu için yine ara sıra ahali
oraya ve Mardin Kapısı dışındaki köşklere gezintiye çıkar.
Diyarbekirlilerin ileri gelenleri ve hanedanıyla hükümet
işlerinde çalışanları İstanbullular gibi giyinirler. Tüccar, es­
naf ve ahali iç donu, entari ve cübbe giyip Müslümanlar bi­
rer yazma veyahut abanİ ve Hıristiyanlar birer siyah mendil
sarar. Alafrangalaşmış olan Hıristiyan gençleri iç donu ve
entarinin üzerine cübbeye yerine birer ceket giyrnek modası­
nı çıkarmışlar ki epeyce tuhaf ve göze çirkin görünür.
Diyarbekir'e varışıının ertesi günü Vilayet Valisi Samih
Paşa'yla görüştüm. Kendileri de karşılık olarak beni ziyaret
etti ve bir iki defa yemeğe davet ederek iltifat buyurdu. Ora­
da kaldığım on gün zarfında görüştüğüm kişilerden Belediye
Başkanı Fettah Efendi, hanedandan Feyzullah Efendi, Süley­
man Efendi, Hayali Efendi ve Hacı Bekir Efendi'yle Telgraf
Müfettişi Galiyar Efendi tarafından gönül alıcı bir misafir­
perverlik gördüm.
Diyarbekir'den Siirt'e kara yolundan gitmektense Dicle
üzerinde Siirt'in iskelesi sayılan Avte köyüne kelekle nchir­
den gitmenin daha uygun olacağının söylenınesi üzerine
Mart'ın yirmi altısında Perşembe günü özel olarak hazırla­
nıp getirilen keleğe binerek Diyarbekir'den hareket ettim.
Kelek keçi tulumlarından yapılmış bir tür saldır. Bunun ve
nehir üzerinde seyahatin ayrıntıları Bağdat'a seyahatimizin
hikayesi sırasında anlatılacaktır. Mart'ın yirmi dokuzunda
Pazar sabahı saat sekiz buçukta Avte köyüne yanaştık. Siirt
Düyfın-ı Umfımiye müfettişiyle bazı memurlar karşılamaya
gelmişlerdi. Getirdikleri hayvaniara binerek saat onda Av­
te'den hareket ettik. Ve bir süre Bühtan Suyu boyunca git­
tikten sonra gayet sarp ve dik bir yokuştan tepeye çıkarak
Siirt' e dört saatte vardık. Memleketin dışında bazı hükümet
memurlarıyla birçok kişi karşılamaya geldi. Karşılayanlar
arasında on on beş kadar kör dilencinin bir yerde toplanıp
Muharremcilerl gibi hep bir ağızd a n ilahi okumaları gari-

Eskiden Muharrem ayında kapı kapı dolaşı p ilahiler o kuyarak dile nen
k işiler. G oygoyc u da denirdi.

20
bime gitti. Siirt'in zengin tüccarlarından Şemas biraderlerin
evinde bizi misafir ettiler. İki gün orada misafirlikten sonra
bir ev kiralayarak yerleştim. Bitlis Valisi Fikri Paşa ili dolaştı­
ğı için Siirt'teydi. Gerek kendisiyle ve gerek Liva Mutasarrıfı
Süleyman Paşa'yla karşılıklı ziyaretlerde bulunduk.

Sürt

Siirt orta halli bir mutasarrıflık merkezidir. Ahatisi tama­


men Kürt ise de Arapça da konuşurlar. Fakat çoğu Türk­
çe bilmez. Kıyafetleri Van ahası cinsinden, çeşitli renklerde
dokunmuş ince bir kumaştan elifıl biçimi yapılmış şalvar­
la uzun tüylü siyah abadan yapılma bir saltadan2 ve Kürt
sarığından ibarettir. Bellerinde birer hançer taşırlar. Evleri
alçıdan yapılmış binalardır. Yaz mevsiminde Siirt Diyar­
bekir'den daha sıcak olur. Damlarda yattıkları için evlerin
üzeri topraktır. Oda kapılarıyla pencereleri gayet küçük ol­
duğundan insan kapıdan girerken iki kat eğilrnek zorunda
kalır. Yeni yapılan binaların tarz ve şekli iyileştirilmişse de
yine pek çoğu eski tarzda kale gibi yapılmaktadır. Memleke­
tin içinde dört beş cami-i şerif vardır. Lakin alçıdan yapılmış
adi binalardır. Buradaki garipliklerden biri de minarderin
hepsinin kıbleye doğru eğimli ve eğri olmasıdır.
Memleketin içi ne kadar kasvetliyse dışı da o kadar hoş
ve gönül alıcıdır. Bir yanda etrafı dağlada çevrili geniş bir
ova ve diğer yanda birçok bağdan sonra göz alabildiği kadar
Botan bölgesinin engebeli ova ve yayiaları görünür. Kirala­
yıp yerleştiğim ev eski tarzda yapılmıştı. İçinde on beş gün
kadar oturabildimse de havaların açılmasıyla sıkıntı verme­
ye başladı. Şehrin bir kenarında, Ayn-Salib Suyu civarında
harman yeri dedikleri yüksek ve manzarası güzel bir yere
çadırlar kurup çıktım. Ayn-Salib Suyu memlekette içmeye

Kalça kı smı daha geniş olan bir tür şalvar.


Yakası z, iliksiz, kollan bol bir tü r kı sa c eket.

21
en uygun güzel bir sudur. Siirt'te de Diyarbekir gibi soktuğu
insanı öldüren akrepler vardır. Ancak hazirandan evvel orta­
ya çıkmaz. Mevsim gereği bu bakımdan güvende olarak bir
süre çadırda yatıp kalktım.
Siirt'in garip hallerinden biri olarak minare dilenciliği
gördüm. Şöyle ki: Elbise veya toplu bir para veyahut bir baş
inek gibi büyük bir şey dilenrnek isteyen fakir, bir minareye
çıkarak sabahtan akşama kadar, "Yarabbi! Bana falan şeyi
veı; " diye günlerce bağırıp dua ediyor ve bazısının da iste­
ğinin hayır sahipleri tarafından karşılandığı oluyor. Bir de
Siirt'te bir ev inşa edilirken arnelenin alçı dökmesi tuhaftır.
Ellerinde sapları iki arşın uzunluğunda tokmaklar olan beş
altı kişi sıraya dizilip alçıyı önlerine koyarak evvela birincisi,
üçüncüsü ve beşincisi tokmaklarını kaldırıyorlar. Onlar indi­
rirken ikincisi, dördüncüsü ve altıncısı tokmaklarını kaldırı­
yorlar. Şöyle ki altı tokmaktan birer atlayarak üçü kaldırılıp
üçü indirildiğİnden tokmakların devridaim eden bir hareket
oluşturması göze hoş görünüyor. Tokmakçılar bu işi görür­
ken şarkı da söylüyorlar, ama ahenkleri ve sesleri dinlenir
gibi değil.
Bu yörede inek, öküz ve dana benzeri hayvanları nakli­
ye işlerinde kullanıyorlar. Fakat bunların sırtına beygir gibi
semer konmayıp tahıl, kömür vesaire heybe şeklinde çifte
gözlü çuvallarla hayvaniara yükleniyor.
Siirt dahilinde birçok tuzla vardır. Bu tuzlalar kuyular­
dan oluştuğu için mevsiminde kovalada su çekilerek bamya
veyahut pirinç tarlaları gibi ocak ocak yapılmış havuzlara
dökülür ve sıcaklar basınca bu havuzlarda su katılaşarak
tuz olur. Bunları görmek üzere Nisan içinde Siirt'e sonra­
dan katılan Şirvan Kaymakamlığının merkezi olan Küfre'ye
ve Zirki, Salha, Hozyaı; Gurguı; Melfan köylerine ve Sason
kaymakamlığının merkezi olan Hata'ya giderek beş on gün
dolaştıktan sonra Garzan bölgesinden dolaşıp Mayıs'ın ye­
disinde Perşembe günü Siirt'e döndüm. Şu dolaştığım yer­
lerin güzelliği tarif edilir gibi değildir. Ağaçları ve nehirleri
bol, toprağı verimli ve havası hoş olduğu kadar ahalisi de

22
çalışkan, değerli ve misafirperver adamlardır ve başlıca yiyip
içtikleri kuzu kebabıyla ayrandır.
Kürt kadınları ev işlerini gördükten sonra tarlalarda ko­
calarıyla beraber çalışırlar ve erkeklerinden çok iş görürler.
Bu kadınlar tesertüre dikkat etmezler. Bununla beraber ırz
ve namuslarını korumak çok önemlidir. Bir delikanlı bir kı­
zın ırzına saldırırsa ikisini birden öldürürlermiş. Delikanlı
kızı kaçırıp derhal başka bir köyde nikah etmedikçe.
Marifetname sahibi İbrahim Hakkı Hazretleri'yle mür­
şidi Şeyh İsmail Fakirullah ve Şeyh Memduh Fakimilah ve
Şeyh Mücahit gibi büyük velilerin türbeleri Siirt'in doğu­
sundaki Tillo köyündedir. Bir aralık gidip ziyaret ettim ve
İbrahim Hakkı Hazretleri'nin türbedarı Kadiri şeyhlerinden
Şeyh Hamza Efendi tarafından birçok ikram görüp ağırlan­
dım. Hozyar köyünde de Veysel Karani Hazretleri'nin ma­
kamı diye bir ziyaret yeri vardır.
Kürtler türbe ziyaretine çok düşkündürler. Hatta her
türbenin senede üç gün veyahut bir hafta ziyaret mevsimi
vardır. O günlerde sabahları erkekler ve ikindi vakti kadın­
lar türbeyi ziyaret ederler ve türbe civarında toplanıp tekke
dervişleri gibi zikir ve tehliJl ettikten sonra yumurta tokuş­
turmaları buradaki garipliklerden biridir.
Garzan bölgesinde, Zok köyünde o çevrenin en etkili
eşrafından Fettah Paşa isminde biriyle Siirt'te görüşmüştük.
Tuzlaları dolaştığım sırada oğlu Seyfeddin Bey'i Melfan
köyüne kadar gönderip özel olarak evine davet ettiğinden
davetine uydum. Fakat bir süredir gelirinin kesitdiğini ve
yokluk içinde olduğunu duymuştum. Kendisine yük olma­
mak üzere adamlarımızia hayvanlanmızı başka yerde bı­
rakmamı hanedanlığa yakışmaz diye kabul etmedi. Hepsini
konağına getirtti. Halbuki hayvanların yediği arpa ve sama­
nı komşularından ödünç almış olduğunu sonradan öğrendi­
ğİrnde çok etkilendim ve üzüldüm.

"La ilahe illallah" sözün ü söy leme.

23
Fettah Paşa seksen yaşına varmış olduğu halde vücudu­
nun kuvvetinden ve zekasından bir şey kaybetmemişti. Ga­
yet hoşsohbet ve nüktedandı.
Yine Garzan bölgesinde, Cumani köyünde Hacı Hamo
Ağa isminde bir kişiye misafir olduk. Hamo Ağa Kürt ağa­
larının akıllı olanlarından, çifti çubuğu yerinde, servet sahibi
biriydi. Hasan Ağa isminde gayet yetenekli ve babasının iş­
lerini iyi idare eden bir de oğlu vardı. Misafirperverlikleriyle
bizi minnettar eylediler. Siirt'te görevimle ilgili işlerin çoklu­
ğu sebebiyle iki buçuk aydan fazla kalmaya mecbur oldum.
Bu sürede padişah hazretlerinin mutlu doğum gününe tesa­
düf edince Siirt'te daha önce görülmemiş şekilde çadırlarımı­
zı donatarak Diyarbekir' den özel olarak getirtilen fişekleele
şehrayin yaptık.
Haziran'ın yedisinde Pazar günü Bitlis'e gitmek üzere Si­
irt'ten hareket ettim ve Geçit adlı yerde geceledim. Siirt'le
Bitlis'in arası gayet hoş derelerle dağlık ve ormanlıktır. Ertesi
gün öğleden sonra Bitlis'e bir saat uzaklıkta Deliklitaş'a var­
dığımda eski ahbaplarımdan olup karşılamaya gelen Adiiye
Müfettişi Salih Efendil ve Vilayet Mektupçusu Tahir Bey'le2
görüştüm. Biraz ileride Vilayet Valisi Fikri Paşa tarafından
karşılamaya gönderilen oğluyla şehrin ileri gelenleri ve me­
murlardan birçok kişiyle görüştüm. Şehir civarında kurulup
hazırlanmış olan çadırda biraz dinlendikten sonra saat dört­
te Bitlis'e girdik. Doğruca hükümet konağına giderek Vali
Paşa'yla görüştüm. Daha sonra Salih Efendi kendi oturduğu
ev civarında manzarası güzel bir tepecikte özel olarak kur­
durduğu çadıriara bizi yerleştirip misafir etti.

Bitlis

Bitlis birçok derelerle tepelerin toplandığı noktada kurul­


muş bir şehirdir. Kırk bin kadar nüfusu vardır. Dereler mü-

ı Musul valiliğinden ayrılan Salih Paşa'dır. (Yazarın notu)


ı Bu da Musul valiliğinden ayrılan T ahir Paşa'dır. (Yazarın notu)

24
nasebetiyle elbette her tarafından sular akar. Evleri bahçeler
ve ağaçlıklar içinde, dağınık bir haldedir. Bu evlerin bahçe­
leriyle ağaçlıklarının güzelliğinden başka, mevcut beş dere­
nin şehir dışındaki yaraklarına ve kaynaklarına doğru gayet
güzel ormanlar ve mesireler vardır. Hele Altın Gırbal Deresi
ve Sefer Bey Bahçesi adlı yerle Avık ve Hamsi mahallelerinin
konumları pek güzel ve görülmeye değerdir. Evlerin bina­
sı sabun kalıbı gibi muntazam yontma taşlardandır, ancak
mimarlık sanatından mahrumdur. Burada kış çok olduğun­
dan damlarda kiremit yerine toprak döşelidir. Odaların ta­
vanları da tahta kaplı değildir. Yekpare kavak ağaçlarından
kirişler görünür. Gerek buranın, gerek Siirt ve Diyarbekir'in
evlerinin damlarına döşenmiş olan toprak, kış mevsiminde
yağmuru ve karı yedikten sonra bahar mevsiminin sıcak­
lığıyla çatiayıp bozulduğundan her sene babarda loğ adını
verdikleri silindir şeklinde bir taşla damların topraklarını
düzeltirler. Onun için her evin damında bir loğ bulunur ve
loğcu diye bir kısım insanlar bu hizmeti yerine getirmekle
geçinir. Şehrin yanında çadır şeklinde gayet yüksek, üzerin­
de ağaç ve bitki bulunmayan bir dağ vardır. Vaktiyle Bitlis'i
yöneten hanlar düşman askerini gözetlernek üzere bu dağın
tepesinde bugün kalıntıları var olan bir kalenin içine bek­
çi yerleştirdikleri için ismi Dideban'dır. Memleketin içinde
hanlar zamanında yapılmış Şerefiye isminde sanatkar işi bir
cami-i şerifle daha eski zamandan kalma bir de kale vardır.
Bitlis'te Deliklitaş'a doğru inşasına başlanmış olan şose
yolun şehir içindeki kısmı yirmi otuz metre yükseklikte bir
tepenin ereğinden dere boyu gider. Bu tepe memleket içinde­
ki tepelerden biri olup üzerinde bir de mahalle vardır. Dere
boyu yolun genişletilmesi için bu tepe yukandan aşağı ke­
silip tıraşlandığı sırada yolun bir yanında duvar gibi kalan
kesilmiş yerde iki tabaka halinde mezarlar ortaya çıkmıştır.
Bu mezarların bir tabakası tepenin yüzeyinden on metre
kadar aşağıda toprağın içinde, diğeri birinci tabakadan beş
altı metre daha aşağıdadır. Görünüşe göre geçmiş asırlarda
memleketin mezarlığının orası olduğu ve jeolojik olaylardan

25
dolayı birinci devrio mezarlığının toprak altında kaldığı gibi
ikinci devirde de aynı durumun gerçekleştiği anlaşılıyor. An­
cak iki devrio mezarlıklarının aynı yere rastlaması tuhaftır.
Bitlis'te Şeyh Mehmet Efendi isminde ulu bir kişinin zi­
yaretine gitmiştim. Kürtlerin şeyhlere gösterdikleri hürmet
ve itibarıo derecesini burada gördüm. Ziyarete gelenler evin
kapısından girerken ellerini kavuşturup yere bakarak tam
bir tevazuyla boyun eğip merdivenden çıktıktan sonra Şeyh
Efendi'nin odasına gelince yerlere kapanarak yanına varı­
yorlar ve ellerini ayaklarını öperek karşısında el pençe divan
duruyorlar.
Adiiye Müfettişi Salih Efendi Harput ve Diyarbekir vi­
layetleri Adiiye Müfettişliği'ne atandığı için, Bitlis'e varı­
şımdan bir hafta sonra Muş yoluyla gitmek üzere hareket
edecekti. Hareketinden bir gün evvel misafir olduğum çadır­
ları boşaltıp Bitlis eşrafından Menteşoğlu Ali Ağazade Yu­
suf Ağa'nın evini kiralayarak eşyaını oraya taşıdıktan sonra
ertesi günü, yani Haziran'ın on beşinci gününe rastlayan
1886 1 senesi Ramazan-ı şerifinin ikisinde Pazartesi günü
hem kendisini uğurlamak, hem de Muş taraflarını görmek
üzere Vilayet Mektupçusu Tahir Bey'le beraber yola çıktık.
O gün hava muhalefeti sebebiyle Bitlis'ten pek uzak gideme­
yip bir iki saat uzaklıktaki Kahıri köyünde havanın sakinleş­
mesini beklerneye mecbur olduk. Sonra oradan Başhan adlı
yere gelerek çadır kurup gece kaldık.
Salih Efendi ailesiyle beraber seyahat ettiğinden yavaş
gitmekteydi. Kendisiyle orada vedataşarak Tahir Bey'le be­
raber seher vakti Başhan'dan hareket ettik. On dört saat yol
giderek ezan vakti Muş'a bir çeyrek mesafesi olan Telekko­
vank isminde bir Ermeni köyüne vardık. Ramazan günü
böyle vakitsizce şehre girmernek için bu köyde çadır kurup
yattık. Tahir Bey, Muş Mutasarrıfı Salih Paşa'nın kardeşiydi.
Kendisi benimle köyde kalmayıp şehre gitti. Ben de ertesi
Çarşamba günü Muş'a gittim ve o akşam Mutasarrıf Pa-

Özgün metindesehven 1302 [1886] yazılmış. 1301 [1885] olmalı.

26
şa'da iftar edip yemek yedikten sonra gece yine Telekkovank
köyüne dönüp çadırda yattım.

Muş

Muş şehri yirmi beş bin kadar nüfuslu, ovaya bakan,


önemli sayılabilecek bir kasabadır. Evleri İstanbul tarzında
binalardır. Muş Ovası'nın uzunluğu Başhan'dan sonra Rab­
ve denilen boğazdan başlayarak atlı gidişi on beş saatten
fazla sürer. Gayet büyük ve geniş bir ovadır, sık sık Kürt ve
Ermeni köyleriyle dolu ve mamurdur. Bu ovaya Çukur Ova
da denir. Meşhur Karasu'nun kaynağı da buradadır. Muş
kasabasının karşısındaki ovada birkaç köy vardır ki ahalisi
nispeten medeni olduklarından erkeklerinin pek çoğu bizim
kıyafettedir. Kadınları da alafranga fistan giyerler.
Perşembe sabahı Bitlis' e dönmek üzere Tahir Bey'le bera­
ber Telekkovank'tan hareket ettik. Yolda Hasköy adlı köy­
de Salih Efendi'ye rastladık. Van Gölü'yle Nemrut Dağı'nı
görmek için ovanın sol tarafına gitmek lazım geldiğinden
bir hayli büyük ve marnur Ermeni köylerinden geçerek yatsı
vakti Erun köyü civarına geldik. Gecenin karanlığından köy
görünmüyordu. Sağ tarafta ışıklar görerek hayvanlarımızı o
tarafa çevirdikse de pirinç tarlalarının bataklıkianna düşüp
yolu kaybettik. Nihayet büyük zorluklarla bir hayli hendek­
ten ve bataklıktan geçerek ışık bulunan yere geldik.
Meğer burası Erun köyü değilmiş. Görünen ışıklar bir­
takım göçerlerin çadırlarının önünde yaktıkları ateşlermiş.
Fakat çadırlarda bir can yoktu. Sebebini zaptiyeden sordum.
"Göçerlerin çok vergi borçları vardır. Uzaktan bizi gördü­
ler. Tahsil memurları zannedip saklandılar. Bunlar her vakit
böyle yaparlar, lakin kadınları buradadır, " diyerek arama­
ya başladı ve gerçekten çadırların arkasında gizlenmiş olan
kadınları buldu. Erun köyünü bunlardan sorduk. "İşte şu
tarafta bir çeyreklik mesafededir, " diye karanlıkta göreme­
diğimiz bir yönü elleriyle gösterdiler. Bu işaret köyü bulma-

27
ya yeterli değildi. Özellikle gelirken birçok batağa düşerek
yolu kaybetmiştik. Erkeklerinden birinin mutlaka bizimle
beraber gelip köyü göstermesi gerektiğini söyledik. Erkek­
lerinin hayvanlarıyla beraber yaylada bulundukları cevabını
verdilerse de zaptiye bu cevapla yetinmedi. "Öyleyse sizler­
den birinin önümüze düşerek yolu göstermesi gerekir, " diye
kadının birini hayvanının önüne kattı. Diğer kadınlar bunu
görünce feryada başladılar. Onların feryadı üzerine saklan­
mış olan heriflerin biri meydana çıkmaya mecbur oldu ve
önümüze düşerek bizi Erun köyüne götürdü. O gece orada
yatıp ertesi cuma günü Büryan köyünden geçerek Nemrut
Dağı'nın tepesine çıktık.

Nemrut Dağı

Nemrut Dağı'nın vaktiyle bir yanardağ olduğunu göste­


rir birçok işaret görülebiliyordu. Zirvesinde krater denilen
ağzı, gayet büyük ve korkunç bir kuyu şeklinde, otuz kırk
metre çukurda büyük bir göl gibi içi suyla doluydu. Kraterin
ağzı çepeçevre tahminen on dakikada dolaşılabilir. Dağdan
inerek ikindi vakti Van Gölü'nün kenarındaki Tatvan ismin­
de bir Ermeni köyüne geldik ve gölün kenarına çadır kurup
gece kaldık.

Van Gölü

Van Gölü büyük bir denizdir. Karşı yakadan Van dağları


hayal gibi duman içinde görünmekteydi. Köylülerden balık
istedik. " Bu gölde balık çıkmaz, biz de balık tutmak bilme­
yiz, " cevabını vermeleri bizi şaşırttı. Köyün girişinde demir
üzerinde bir yelken kayığı duruyordu. Kayığın dümeni bu­
lunmaması dikkatimi çekti. Nasıl seyrüsefer ettiğini sordum.
Rüzgar kayığın gideceği yöne eserse o zaman yelken açıp
gittiği cevabını vermeleri daha da şaşırtıcıydı. Gölün suyu

28
salep katılmış gibi cıvık bir s udur. Sahilleri tamamıyla sünger
taşıyla doluydu. Nemrut Dağı'nın öte tarafında ve gölün sol
tarafında Ahlat kasabası görünüyordu. Bu kasabanın ha­
vasının güzelliği meşhur olduğundan Bitlis ahalisinin iyice
yaşar takımı yazları buraya gelirlermiş.
O gece Tatvan'da şiddetli yağmur ve rüzgarla bir fırtına
çıktı. Çadırlarımızın iplerini ve kazıklarını sökerek başımıza
yıktı ve bütün gece bizi rahatsız etti. Ertesi gün Tatvan'dan
doğruca Bitlis'e dönmek üzere yola çıktık ve öğle vakti vardık.
*

Siirt'ten Bitlis'e gelirken ve bu kere Bitlis'ten Muş'a gider­


ken pek çok yerlerde büyük ve kagir han harabeleri gördüm.
Bu hanlar bugün hala ayaktalar ve haraplıkları terk edilmiş
olmalarından ibarettir, az bir tamide işe yarayabilirler. Bu
hanlada yine bu çevrede görülen birçok çeşme harabelerinin
beylerbeyilerden Hüsrev Paşa'nın eserlerinden ve hayratın­
dan olduğu söyleniyor. (Allah kendisine rahmet eylesin. )
*

Ağustos'un birinde Cumartesi akşamı Bitlis'ten hare­


ket ederek Pazartesi sabahı Siirt'e döndüm. Bitlis'in dağlar
içinde ve zemini yüksek bir yerde bulunmasından dola­
yı temmuz ve ağustosta bile havası tatlı ve serindi. Siirt'te
ise tersine havayı sıcak buldum. Havanın sıcaklığının şid­
deti çadırda kalmaya müsait değildi. O gece Siirt Düyun-ı
Umfımiye Müdürü Ahmet Nedim Efendi'nin evinde misafir
olarak, yörede adet olduğu üzere damda yattım. Ertesi Salı
günü Siirt'teki işleri sonuçlandırıp gece Diyarbekir'e gitmek
üzere yola çıktım. Hava sıcaklığının yüksekliği gündüz se­
yahate engeldi. Geceleri gidip gündüzleri istirahatle, Sartan,
Hop, Belidar, Sinan, Bismil ve Holan köylerinden geçerek
dört günde, yani sekiz Ağustos Cumartesi sabahı saat dokuz
buçukta Diyarbekir'e geldim.
Diyarbekir'de on gün kadar kaldıktan sonra 1885 se­
nesi Ağustos'unun on yedisinde Pazartesi günü Diyarbekir
Düyfın-ı Umumiye Müfettişi Mihran Efendi'yle birlikte
Mardin yoluyla çöle gitmek üzere hareket ettik. Bu seya-

29
hatten maksadımız çölde Araplar ve aşiretler elinde bulu­
nan Bevare tuzlasının güvenlik altına alınmasının çaresini
bulmaktı. Mardin'e gidecek olan vilayetin başmühendisi
Mösyö Fore, kızı ve papa hazretlerinin bu bölgeye bakan
vekili Monsenyör Altınayer'le birlikte yola çıktık. O gece
Akpınar'a geldik. Ertesi sabah Hanik köyüne varıp akşa­
ma kadar istirahatten sonra akşamüzeri Hanik'ten kalktık
ve dört saat kadar yol giderek gece Şeyhan Suyu kenarında
çadır kurup yattık. Gündüzleri hava o derecede sıcaktı ki
Hanik köyünden geçen küçük bir ırmağın üzerine ve bü­
yücek bir ağacın gölgesi altına çadırımı kurmuşken suyun
serinliği ve ağacın gölgesi havanın hararerini değiştiremedi.
Nefes alamıyordum. Ertesi Çarşamba sabahı saat dokuzu
çeyrek geçe Mardin'e kavuştuk.

Mardin

Mardin kasabası Diyarbekir tarafından çöle ulaşan dağ­


ların sonunda ve tepede çöle nazır uzunlamasına ve on beş
bine yakın nüfusu olan bir mutasarrıflık merkezidir. Diyar­
bekir tarafından gelirken basit bir yokuş gibi ovalada çok
sayıda bağ ve bahçelerinin görünüşü pek hoştur. Çöl tarafıy­
sa duvar gibi kayalardan ibaret bir uçurumdur. Kasabadan
çöl göz alabildiği kadar dümdüz görünür. Çölün Mardin ta­
rafı birtakım köylerin ekili arazisiyle mamurdur. Ahalisinin
lisanı Arapça ise de çoğu Türkçe de konuşurlar. Aşiretlerden
başka sancak dahilindeki kasabaların ve köylerin ahatisi ta­
mamen Kürt'tür.
Vardığımız gün Mardin ileri gelenlerinden Süleyman Pa­
şazade Davut Bey'in evinde biraz dinlendikten ve memleke­
ti gezdikten sonra akşamüzeri hayvanianınıza binerek çöle
hareket ettik. O gece bir Kürt köyünde kaldık. Ertesi günü
sabahleyin Kiki isminde büyükçe bir köyde biraz dinlendik­
ten sonra öğle vakti çölde Şammar aşireti şeyhi Faris'in ça­
dırlarının olduğu yere vardık.

30
Şammar Aşireti

Şammar iki nehir arasında dolaşarak yaşayan göçebe


bir aşirettir. Toplam nüfusu otuz bin kadar tahmin ediliyor.
El-Cerbe, ez-Zeydan ve el-Ömer isimleriyle üç gruba bölün­
müş olup Bağdat ve Musul vilayetleriyle Zor sancağına bağ­
lıdırlar. Bu grupların şeyhleri birbirinin kardeşi veya kardeş
çocuklarıdır. Bu nedenle aralarında husumet yoktur. Daimi
düşmanları olan ve Fırat'ın öte tarafında, Halep ve Şam ci­
varında bulunan Anaze aşiretinin saldırılarına karşı daima
müttefiktirler. Anaze aşireti ise Şammar'ın iki üç katı nüfusa
sahip büyük bir aşirettir. Şammarlılar kış mevsiminde Bağ­
dat civarında ve daha aşağılarda bulunurlar, fakat Fırat'ın
öbür yakasına geçemezler. Yazları da Musul, Urfa ve Mar­
din taraflarına çıkarlar. Arap atlarının en güzelleri bu aşİre­
tİn hayvanlarıdır. Çok sayıda koyun ve develeri olduğundan
civar şehirlere yapağı, tereyağı, at ve koyun götürüp satarlar.
İhtiyaç duydukları giysi ve erzakı alarak yine çöle çekilirler.
Ondan başka alışveriş için bunların bulundukları yerlere da­
ima pek çok tüccar gidip gelir.
Görmeye gittiğimiz Faris on bin kişilik Şamarlı bir gru­
bun reisidir. Birkaç adıyla oğlu Mehmet'i bizi karşılamaya
göndermişti. Yanına vardığımızda bizi çadırına aldı ve orta­
da süslenmiş bir deve eğerinden hazırlanmış bir yere oturttu.
Arapların çadırları siyah kıl çuval cinsindendir. Faris'in ken­
di çadırı abartısız elli altmış arşınl uzunluğunda, yirmi beş
otuz arşın genişliğinde ve çok direkli, gayet büyük, tente gibi
eteksiz bir çadırdı. Güneş ne taraftan gelirse iplerini çekerek
çadırı o tarafa yatırıyorlar. Ailesine özel harem dairesi olmak
üzere bir kenan perdeyle ayrılmıştı. Çadırın içinde bir yanda
aşiretin reisieri ve beyleri sayılan elli altmış kadar Arap, rüt­
belerine göre sırayla oturmaktaydı. Bir yanda birçok zenci
Arap kölelerin kimisi demirden yapılmış büyük kepçe şek­
linde bir kahve tavasıyla yanmakta olan ateşin üzerinde kah-

Yaklaşık 75,8 cm. uzunluğunda bir uzunluk ölçüsü birimi.

31
ve kavurmakta, kimisi kepçenin kavurduğu kahveyi hemen
değirmende dövmekte ve kimisi de taze dövülmüş kahveyi
derhal uzun burunlu ibrik şeklindeki cezvelerde pişirip zarf­
sızl büyük Kütahya fincanlarının dibine bir yudum kadar
koyarak oradakilere ikram etmekteydi. Bize de bu kahve­
den verdiler. Usulü bilmediğim için kahvenin azlığına şaşa­
rak bir yudumda bitirip fincanı Arap köleye iade ettimse de
tekrar bir yudum kahve daha koyup verdi. Onu da içtim.
Yine o miktar kahve koydu. Baktım ki böylelikle ibrikteki
kahvenin hepsini bana içirecek. Onuncu defasında fincanı
iade etmedim elimde tuttum. Lakin Arap köle gitmeyip kar­
şımda duruyor, hal ve tavrıyla bana "Şu ibriği bitirmedikçe
buradan gitmem" diyor gibi geliyordu. Nihayet kölenin şer­
rinden yanımda bulunan Şeyh Faris'e sığınarak o korkunç
kahve ibriğini baştından def edebildim.
Faris'in çadırında bulunduğumuz sürede adamlarımız
bizim çadırı bir kenara kurmuşlardı. Biraz dinleornek için
yerimize geldik. Hava o derecede sıcak ve güneş o derecede
etkiliydi ki adi bezden yapılmış olan çadırımız Arapların kıl
çadırları gibi güneşin sıcaklığına dayanamadığından nefes
alınarnıyordu. Termometreye baktım. Elli derece sıcaklık
görünce adeta ürktüm. Bir kova su getirtip mendilimi ısia­
tarak başıma koysam da mendil beş on saniyede kupkuru
kesiliyordu. Yarım saat sonra Şeyh Faris bizi yemeğe davet
etti. Büyük bir memnuniyetle daveti kabul ederek kıl çadırın
gölgesine sığınınaya koştum.
Araplarda oturup kalkarak saygı göstermek olmadı­
ğından evvelce gördüğüm altmış kadar Arap reis yerlerin­
de oturup nargilelerini içmekte ve hepsi birden kavga eder
gibi yüksek sesle sohbet etmekteydiler. Yalnız Şeyh Faris
bizi karşılayarak evvelki oturduğumuz yere oturttu. Sonra
dört Arap köle önümüze gayet büyük bir lenger2 getirdi.
Bu lenger ağzına kadar pilavla doluydu ve üzerine kebap

Zarf: Sıcak kahve veya çay gibi şeyleri rahat içebilmek için fincanın içine
oturtulduğu tahta, maden, gümüş veya altından kap.
Lenger: Büyük, yayvan, kenarları geniş bakır yemek kabı.

32
edilmiş bir karaca konulmuştu. Lenger gelince Şeyh Faris
yerinden kalkıp yalnız bendenize ve arkadaşım Milıran
Efendi'ye "Bismillah" diye fengeri göstererek kendisi kar­
şıınııda ayakta durdu. Lengerin büyüklüğüne, yemeğin
çokluğuna ve sonra Milıran Efendi'yle birbirimizin yüzüne
baktık. Hayretimizden fengere elimiz varmadı. Hele şeybin
karşıınııda divan durması büsbütün bize şaşkınlık verdi.
Her ne kadar Faris'in bizimle birlikte yemesini rica ettimse
de kabul etmeyip, "Bizde adet böyledir, " dedi. Nihayet yal­
nız başımıza boğazımızdan geçmeyeceğini söyleyip ısrar et­
memiz üzerine oturan Araplara işaret ederek, "İbn-i falan,
İbn-i filan, " diye yedi sekiz kişiyi çağırdı. Onlar bizimle be­
raber fengerin etrafına diziidiler ve "hamse mübarek! " l pi­
lava giriştiler. Şeyh Faris yemek yediğimiz müddetçe ayakta
durdu. Bu yedi sekiz Arap'la beraber pilavdan ve kebaptan
haylice yiyerek çekildiğİrniz halde tengere henüz el vurulma­
mış gibiydi. Biz kalktıktan sonra Şeyh Faris reisierden sekiz
on kişiyi daha isimleriyle çağırıp sofraya oturttu. Velhasıl
sırayla, sekizer onar, Arapların hepsi o lengerdekileri yedi­
ler. Karacanın kırıntısıyla biraz pilav döküntüsü kalmıştı.
Bir kenarda durmakta olan sekiz on yaşlarında beş altı tane
çıplak köle çocuk Faris'in işareti üzerine maymun gibi fen­
gerin içine atılarak pilav kırıntılarıyla kemikleri yağma edip
bitirdiler.
Yemekten sonra Faris yanımıza gelip oturdu ve bize
ikram için bir deve kesrnek istiyorduysa da belki deve ye­
meye alışmamışızdır diye karaca ikram edildiğinden dolayı
kusurunun affını rica etti. İkram ve ağırlamasına teşekkür
ettik ve tuzla işini görüştükten sonra akşamüzeri kendisiyle
vedataşıp oradan ayrıldık. Bir saat kadar gittikten sonra ar­
kamızdan Şeyh Faris'in oğlu Mehmet geldi ve hediye olarak
bize bir tay getirdi. Arap şeyhlerine hediye götürmek adettir.
Mardin'den hareket etmezden evvel on üç lira kıymetinde
bir tüfek satın alarak Faris'e hediye etmiştim. Bu tay ona

" Beş parmağa bereket" anlamında Arapça bir söz.

33
karşılık olduğundan memnuniyetle kabul ettim ve yedeğimi­
ze alarak yolumuza devam ettik.
Ağustos'un yirmi ikisinde Cumartesi günü Mardin'den
hareketle ertesi Pazar günü Diyarbekir'e geldik. Hava gayet
sıcaktı. Şehirde kalmak mümkün olamadığından Diyarbe­
kir'in karşısında, yani Dicle'nin sol yakasında Kavs adlı yer­
de Hayali Efendi'nin köşkü önünde çadır kurdum.
*

Harput ve Diyarbekir Adiiye Müfettişliğine atanmasın­


dan dolayı Bitlis'te kendisinden ayrıldığımız Salih Efendi Ey­
lül'ün birinde Diyarbekir'e geldi. Ailesini Harput'ta bırakıp
yalnız gelmiş olduğu için Kavs'ta yanımıza çadır kurarak
bize arkadaş oldu.
Çadırlarımız Dicle kıyısına yakın boş bir tarlada kurul­
muştu. Yatak çadırımı bu tarlada bulunan büyük bir çınar
ağacının altına kurdurmuştum. Ağacın gölgesi gündüzleri
güneşin ısısından çadırı bir dereceye kadar koruyordu. Bir
gün adet üzere öğle yemeğinden sonra biraz uyku uyumak
için yatağıının üstüne uzandığım sırada baş yastığıının ha­
reket etmekte olduğunu hissederek yerimden kalktım ve
yastığıını kaldırdım. Bir de ne göreyim? Büyük bir yılan çö­
reklenmiş yatıyor! Elimdeki yastığı yılanın üstüne fırlatarak
çadırdan dışarı kaçtım. Yılan süzülüp kaçtı ve çınar ağacının
kökündeki bir deliğe girdi. Bunu görünce artık orada kim
durur! Hemen çadırlarımızı toplayıp Hayali Efendi'nin köş­
küne sığınarak bir süre orada kaldık.
*

Bu civarda görevli olduğum işleri tamamlayıp Dersa­


adet'e dönmek üzereyken Düyfın-ı Umfımiye İdaresince
Bağdat'a kadar gitmemize lüzum görüldü. Yolculukta lazım
olanları almaya giriştim. Dicle üzerinden nehir yoluyla git­
mek için gereken keleğin yapılmasını sipariş ettim. Şammar
Şeyhi Paris'in verdiği tayı Dersaadet'e götürmek isterdim.
Bağdat seyahati buna engel olduğundan Diyarbekir Valisi
Samih Paşa'ya takdim ettim. Kendileri de karşılık olarak
bize üç odalı direksiz bir çadır hediye etti.

34
Diyarbekir'den Bağdat'a

Dicle Nehri

Dicle Nehri'nin bir kısmı Diyarbekir'e yirmi dört saat


mesafede, doğu tarafındaki Biçar Dağı'ndan gelen ve bir kıs­
mı da Ergani'nin Keydan köyünden doğan nehirlerden olu­
şur. Diyarbekir'den sonra Bitlis ve Siirt dağlarından geçen
Dicle'ye d ökülen Batman, Bühtan (veyahut Botan) ve Rıd­
van nehirleriyle Hakkari dağlarından akan birtakım küçük
nehirler, Zap ve Diyala büyük nehirleri eklendiğinden aşağı
doğru gittikçe Dicle büyür. Basra'daki Kurne adlı yerde Fırat
Nehri'yle birleşir, artık oradan aşağı Basra Körfezi'ne kadar
oluşan büyük nehre Şattü'l-Arap denilir.
Dicle'nin suyu gayet hafif ve lezzetlidir. Fakat Basra'da
meydana gelen med cezir nedeniyle Şattü'l-Arap'a deniz
suyu karıştığından Kurne'den aşağı tabii ki içimi ve lezzeti
bozulur. Dicle'nin kaynaklarından Basra Körfezi'ne kadar
uzunluğu bin iki yüz kırk kilometre hesap ve kabul edilir.

Kelek

Bağdat'a gitmek üzere sipariş ettiğim kelek 1885 senesi


Eylül'ünün on dördü Pazartesi günü hazır olmuştu.
Diyarbekir'den aşağı Bağdat'a doğru Dicle Nehri üzerin­
de seyahat edenlerin bildiği üzere kelek denilen şey, keçi tu­
lumlarından yapılmış bir tür saldır. Tulumları nefesle şişirip
yan yana bağladıktan sonra üzerine bahçıvan sırığı dedik­
leri ağaçlardan birer arşın arayla sağlı sollu kirişler koya­
rak onun üstüne de ince çubuklar dizip kare şeklinde bir sal
teşkil ederler ki ismi kelektir. Bu ketekierin büyüklüğü nehir
suyunun azlığına çokluğuna göre olur. Mesela bahar mevsi­
minde suların çokluğu nedeniyle iki-üç yüz tulumluğa kadar
kelek yaparlar. Diyarbekir'den Musul'a kadar Dicle Nehri

35
bundan büyük keleği taşıyamaz. Fakat Musul'dan aşağı ne­
bir genişleyip büyüdüğünden sekiz yüz ve bin tulumluğa ka­
dar kelek yapılıyor. Bu kelekler suların çok zamanında hayli
yük kaldırırlar. Bununla beraber tulumlar ancak bir karış
kadar suya batar. Adi sallar gibi çok su çekmez. Suların az
olduğu mevsimde bile yüz elli tulumluk bir kelek bin beş yüz
iki bin kıyye kadar yük taşıyabilir.
Keleğin daha önce tarif ettiğimiz şekilde yapılmasına ba­
karak üzerinde insan oturup durabilir halde değilse de genel­
l ik l e tüccar malı taşıdıkları için yolcular mal denklerinin ve
tahıl çuvallarının üstünde yatıp kalkarlar. Fakat özel olarak
kelek yaptıran yolcular kelek ücretinin dışında birkaç yüz
kuruş harcayarak keleğin üzerine gündüzün sıcaklığından,
gecenin rutubet ve sağuğundan korunabilecekleri ve içinde
barınacakları kadar bir tente yaptırırlar. Bu tente, altı düz
tahta döşeli bir tür çardaktan ibarettir, üzeri ve etrafı kaba
Kürt k ilimleriyle örtülerek korunaklı bir oda şeklinde olur.
Bir de kelek her vakit su üzerinde görülür ve hazır bulu­
nur taşıtlardan değildir. Yolcu ve eşya çıktığında özel sipa riş
üzerine yapılır. Bunun da iki sebebi vardır. Biri tulumlar su
üzerinde uzun zaman duramaz. Çünkü su kesiminden yuka­
rı kalan kısmı havanın ve güneşin etkisine dayanamaz çatlar.
Bu nedenle her zaman sulayıp bakmak ister. Diğeri de kelek
yalnız suyun akıntısıyla akıp gider olduğu için gittiği yerden
dönemez. Gideceği yere vardığında bozularak ağaçları satılır
ve tulumları karadan geri götürülür. İşte bu iki sebepten do­
layı yolcu ve eşya çıkıp da özel olarak ısmarlanmadıkça ke­
lekçiler hazır kelek bulundurmazlar. Hatta Diyarbekir gibi
büyük bir şehrin önünden akan Dicle'nin bir yakasından
diğer yakasına geçebilmek için bile kelek bulunmaz. Gelip
geçenler su müsaitse yaya ve hayvanlı olarak geçit yerlerin­
den ve değilse Diyarbekir'den yarım saat uzak bir yerdeki
kagir köprüden geçmeye mecburdurlar.
Keleğin iki küreği vardır. Fakat bu kürekler keleği yürüt­
mek için değildir. Boyna palasıl gibi dümen yerine kullanılır.

Sandalı kıçtan yürüten kısa kürek, boyana.

36
Bağdat'a kadar seyahat mevsim sebebiyle yirmi günden
fazla süreceği için böyle uzun zaman adi bir tente içinde ba­
rınmak zordu. Bu nedenle keleğin üzerine koyulmak üzere
camlı ve çerçeveli üç penceresi, bir kapısı, içinde helası ve
kileri olan ve ara sıra gezinti için merdivenle üzerine çıkılsın
diye üstü düz ve etrafı parmaklıklı, tahtadan güzel bir oda
yaptırdım.
Yaptırdığım kelek yüz elli tulumluktu. Odanın kapladığı
yerin dışında ancak iki kelekçinin manevralarıyla bir uşağın
barınabilmesine yetecek kadar yer kaldı. İki sandık ve üç
çadırdan ibaret olan eşyamızı yüklerneye ve özellikle mut­
fak açmaya imkan olmadığını görünce açıkta kalan eşya ve
adamlarırnızı kara yoluyla Hasankeyf' e kadar gönderip ora­
da başka bir kelek daha yaptırmayı düşündüm. Çünkü kara
yoluyla iki günlük mesafesi olan Hasankeyf'e suların azlığı
sebebiyle kelek ancak altı günde varacaktı. Bu nedenle bizim
varışırnıza kadar Hasankeyf'te bir kelek yapılıp hazırlanabi­
lirdi. Bu yola karar vererek mutfak gereçleriyle aşçıyı keleğın
bir köşesine sıkıştırıp eşyayı bırakarak oradaki ahbaplara ve
dığerlerine veda ettikten sonra Kavs'tan keleğe yol verdik.
Beş dakika ileride Kırklar Tepesi denilen burnu döner dön­
mez şiddetle esen kıble rüzgarı keleğin ilerlemesine engel
oldu. Burnun karşısında Acem Gölü dedikleri yerde durma­
ya mecbur olduk. Veda ettiğimiz kişiler keleğin durduğunu
görünce yanımıza geldiler, bozmuş olan havanın açılmasını
bekleyerek iki gün kalmayı, eşya ve aşhane için burada bir
kelek daha yaptırıp birlikte alıp götürmeyi tavsiye ettiler. Bu
yol gerçekten uygun ve akla yakın olduğundan kabul ettim,
diğer keleğin yapılmasına kadar artık karaya çıkınayıp kele­
ğin içinde kaldım.
Ismarladığımız yüz tulumluk diğer kelek ancak Eylül'ün
on sekizi Cuma günü hazır olabildi. Cumartesi ise Kurban
Bayramı'ydı. Artık bir gece daha kalarak bayram günü dini
gerekleri yerine getirdikten sonra akşamüzeri Acem Gölü'n­
den hareket ettik. Yolumuzun üzerinde ve Diyarbekir'e bir
buçuk saat mesafede bulunan Çaruki köyüne çıkıp oradan

38
hayvanla Diyarbekir'e dönmek üzere Müfettiş Milıran Efen­
di bize kelek arkadaşlığı etti. Rüzgarın muhalefetinden dola­
yı Çarukl'ye ancak üç saatte gelebildik. Milıran Efendi veda
ederek gece Diyarbekir'e döndü. Biz de orada kaldık. Yol
için aldığımız ispermeçet mumları Acem Gölü'nde durduğu­
muz birkaç gün zarfında kullanılıp azalmıştı. Sekiz on deste
kadar mumun karadan yetiştirilmesini Milıran Efendi'den
rica ettim. Çaruki köyünden şafakla beraber hareketle ikin­
di vakti bir hayli yol kat ettik zannederken sipariş ettiğimiz
mumları taşıyan adam yolda keleğe yetişerek üç saatte Di­
yarbekir'den geldiğini söyleyince "az gittik uz gittik, dere
tepe dümdüz gittik, bir de arkamıza baktık ki bir arpa boyu
yol gitmişiz" tekerlernesi batınma geldi. Akşamüzeri Arzu­
oğlu köyüyle Hücceti köyü yanında bir kumsalda kalıp ge­
ceyi geçirdik.
Ertesi günü saat yedi buçuk sularında Hilvan köyü önüne
geldik, bu köy Diyarbekir'e dört saat mesafededir. Hatta Si­
irt'ten kara yoluyla dönerken bir gece orada kalmıştım. Saat
dört buçuk sularında Diyarbekir'e sekiz saat mesafesi olan
Bismil köyüne varabildik. Bu köyün ahalisi Türkmen'dir ve
devecilikle meşhurdurlar. Bismil ve Tezekli köylerini biraz
daha ileri geçerek boş bir yerde mola verip geceyi geçirdik.
Kelek geçerken suyun azlığından dolayı nehir balıkları
kaçacak yer bulamayıp kendilerini keleğin üstüne atıyorlar­
dı. Oltasız ve zahmetsiz ayağımıza gelen kefal balıklarıyla
ara sıra kalıvaltı ederdik.
Ertesi Salı günü, Eylül'ün yirmi ikinci ve Diyarbekir'den
hareketimizin dördüncü günüydü. Saat dokuzda Buca­
lı köyü önüne geldik. Babarda Siirt'in iskelesi sayılan Avte
köyüne nehirden giderken Diyarbekir'den bindiğimiz kele­
ğe saat on ikide yol verdiğimiz halde akşamı, yani yedi saat
sonra bu köye varmıştık. İşte bu yedi saatlik mesafeyi bu
defa ilamaşallah ı dört günde kat edebildik. O gece saat sekiz

Alay veyasitem yollu "sonu gelmeyecek kadar uzun bir vakitte" anlamın­
da bir söz.

39
buçuk sularında Batman Suyu'na yakın Zivi isminde ve sağ
yakada bir köyün önünde kaldık. Ayın on dördü ve hava
durgun olduğundan mehtap güzeldi. Odanın üstüne çıkıp
mehtaba karşı akşam yemeği yedim.
Diyarbekir'den aşağı Dicle'ye dökülen küçük nehirler
çoksa da bu mevsimde pek çoğu kurumaktadır. Bunlardan
sürekli akan ve önemlice olanlarından biri Batman Suyu'dur.
Bu su Bitlis vilayetincieki Kulp dağlarından gelip Diyarbe­
kir'le Siirt arasındaki Beşiri bölgesinden geçerek Dicle'ye
dökülür.
Eylül'ün yirmi üçü Çarşamba sabahı Zivi köyünden
hareketimizde kelekçi Mehmet, Batman Suyu'nun ağzına
yaklaştığımızı ve bu noktada önemli bir "kapı "dan geçe­
ceğimizi haber verdi. Kapı tabiri manasından da anlaşıla­
cağı üzere geçit demek oluyor. Nehirlerde geçit ise suyun
az zamanında nehrin yatağında taşlık ve tepe olan yerler
meydana çıkıp da en çukur kalan ve suyun aktığı yerlere
deniyor. Bu geçitler gayet dar olmalarının yanında zemini
yokuş veya uçurumlu olanlarının suyu şiddetli bir akımıyla
çağlayanlar gibi yüksekten düşerek şelale teşkil eder. Bazen
suyun yatağında büyük kayalar ada gibi meydana çıkar,
bunların arasından eğri büğrü dolaşarak geçmek lazım ge­
lir. Kısacası bu mevsimde kelekle Dicle üzerinde seyahatin
başlıca tehlikelerinden biri bu kapılardır. Gerçekten de
birkaç dakika sonra bir çağlayan sesi gelmeye başladı. Ke­
lekçiler etrafta meydana çıkan kayaların arasından güzelce
geçebilmek üzere manevralar yaptılar. Tam kapı mahalline
gelince kelek barikulade bir süratle suyun akımısına kapıldı
ve dehşet verici biçimde şelalelerden geçtiyse de o şiddetle
suyun mecrasını takip edemedi. Bir kayaya çarpacak dur­
du. Büyük zorluklarla keleği yüzdürebildik. Bu sırada bir­
çok tulum zedelendi. Bir kenara çekilip hasarımızı tamire
başladık. Bu tamir beş saat kadar sürdü.
Durduğumuz yer Midyat dağları silsilesinin Dicle'ye eriş­
tiği noktaydı. Bu dağların nehir boyunu takip eden kısmı
duvar gibi düz, gayet yüksek ve tebeşir gibi beyaz bir tür kes-

40
me kayadandır. Burada dikkate değer ve gayet acayip bir şey
gözüme çarptı. Şöyle ki: Zeminden otuz kırk metre yüksek­
likteki kayaların içinde oyulmuş, adeta odaları, pencereleri
ve bir kattan diğer kata çıkmak için merdivenleri olan bir­
çok insan meskeni vardı. Bunlar bugün yalnız karta! yuvası
olabilir. Yoksa insan o yüksekliğe çıkıp da yerleşemez. Zira
gerek aşağıdan ve gerek yukarıdan hiçbir yolu izi yoktur.
Adeta düz duvarın içine oyulmuş kuş yuvaları halindedir.
Bir aralık arazideki değişimlerle bu dağların bir tarafını su­
lar alıp götürmüş ve bu nedenle kaya içlerindeki bu evlerin
yarısı ve giriş çıkışları yıkılıp mahvolarak yalnız kalıntıları
kalmıştır.
Dicle'nin suyu azaldığı vakit iki kıyısında kalan kumluk
yerlere ve nehrin orta yerlerinde oluşan adaların üzerine çev­
re köyterin ahatisi tarafından bostan ekilir. Bu kumluklar
tabii ki bitek ve verimlidir. Keleği tamir için durduğumuz
yerdeki bostanların sahipleri veya bekçileri olan Kürtler bir
hayli zaman orada kaldığımızı görünce şayet geeelemeye
mecbur oluruz da kavun karpuz çalarız korkusuyla yanımı­
za gelip, "Burası taşlık yerdir, gece kalacak olursanız bel­
ki hava bozar keleğiniz yine hasar görür, daha ileride gece
barınmaya elverişli bir yer vardır. Oraya kadar gitseniz iyi
edersiniz," diye iyilik yapar görünerek hoşnutsuzluklarını
belli edecek şekilde soğuk davrandılar. Zaten tamiratımız
akşamdan evvel bitti. Oradan hareket ettik. Bir saat kadar
gider gitmez gayet şiddetli bir rüzgar çıktı, hava bulutlar be­
lirip bir fırtına başladı. Bulunduğumuz noktada keleği kıyı­
ya bağlayarak kalmaya ve geceyi orada geçirmeye mecbur
olduk. Fırtına bütün gece devam etti. Durduğumuz yer ıs­
sız ve boş bir ağaçlık kenarıydı. Rüzgarın şiddetinden ağaç
dallarında oluşan gürültüyle baykuşların ürkütücü sesleri
ve üzerimizden süratle akıp geçen kara bulutların görünüşü
gayet müthişti. Uyanık olduğum halde bir korkulu rüya gö­
rüyorum zannediyordum.
Ertesi gün hava sakinleşti. Seher vakti olduğumuz yerden
hareketle yolumuza devam ettik. İki tarafımız yüksek duvar

41
gibi dağlıktı. Bir aralık bir kaya dibinde on beş yirmi kadar
göçerle karşılaştık. Bir hayli zaman boş yerlerden geçtikten
sonra insan yüzü görmek ve insan sesi işitmek hoşa gidiyor.
Hayduda bile rastlasak güler yüzle karşılanacak.
Biraz daha gittikten sonra öğle vakti bir kenara yanaşıp
yemek yerken boş ve yerleşilmemiş zannettiğimiz bir kaya­
lığın arasından birkaç Kürt'le bir koyun sürüsü ortaya çıktı.
Meğer o kayalık altı haneli Kureyşa isminde Defter-i Haka­
ni'del kayıtlı bir köymüş. Kayaların içinde gayet yüksek ve
insan gezemez yerlerde kartal yuvası gibi görünen delikler
köyün evleriymiş. Nevalemizden et tükenmişti. Bu köylüler­
den bir koyun satın almak istedik. Kabul ettiler. Fakat meci­
diyeyi on dokuz kuruş hesabıyla alacaklarını bildirdiler. Bu­
nunla da yetinmeyip koyunu yüz yirmi kuruştan aşağı ver­
mediler. Issız dağlarda ve kaya içlerinde yaşayan şu adamla­
rın bu yolda medenilere özgü ince alışveriş dolandırıcılığının
da ellerinden geldiğine baktım da şaşırdım ve hakikaten zeki
ve kabiliyedi yaratıklar olduklarına ben de ikna oldum.
Yemekten sonra keleğe yol verdik. Yarım saat ileride
tepenin birinde bir harabe göründü. Kelekçi Mehmet'ten
sordum. " Buna Elo Dino Kalesi derler. Elo Dino (Alaeddin
demek olacak) meşhur bir haydutmuş. Bunun bir köşkü
de Cizre civarında Dicle kenarındadır. Bu haydut vaktiyle
köşkünden Dicle'nin öbür yakasına bir zincir gerip, gelen
geçen kelekleri durdurup yüküne göre birer baç2 alınaclıkça
salıvermezmiş. Hayli vakit uğraşılmışsa da hakkından geli­
nememiş. Nihayet Cizre müsellimi3 bir keleğe çarşaflı kadın
kıyafetinde kırk kadar silahlı adam koyup Elo Dino'nun
köşkü önünden geçirmiş. Haydut diğerleri gibi bu keleği de
durdurarak baç istediğinde kelekte esir cariyeden başka mal
olmadığı ve isterse içlerinden birini seçip alması cevabı veril­
miş, birini seçmek için Elo Dino keleğin içine girince silahlı
adamlar tutup bağlamışlar ve Diyarbekir'de kazığa vurul-

Tapu kadastro defteri.


ı Haraç, zorla alınan para.
.ı Sancak yöneticisinin atadığı kaymakam veya bucak müdürü.

42
muş, böylece o bölge şerrioden kurtulmuş, " dedi. El-uhdetü
ale'r-ravi. l Fakat Cizre müselliminin haydudu tutmak için
kadın kıyafetinde silahlı adam göndermesi çaresine kelek­
çi Mehmet'in hayran olarak ağzının sularının aktığı aniatış
tarzından ve hikayenin gidişatından anlaşılıyordu.
Saat iki buçuk sularında sağ yakada Mirdese isminde
bir köyün önünden geçtik. Bu köyde bağdan bahçeden eser
yoktu. Muhtemelen dağın öbür tarafında ekili arazileri var­
dır. Kelekçi Mehmet, köy içinde iki katlı ve pencereleri camlı
muntazamca bir ev göstererek, " Köyün ağası Abdi Ağa'nın
evidir, " dedi. Bu Abdi Ağa oralarda nüfuzlu ve zengin bir
adammış. Ne fayda ki zevk sahibi değil. Zira gerek evinin
çevresinde ve gerek bütün köy içinde gölge edecek bir tek
ağaç yoktu. Abdi Ağa zengin adam ve köyün sahibi, ama
"dünyada bir dikili ağacım yok " diye yemin etse yemini bo­
zulmuş olmaz.
Bir saat ileride ve sol tarafta Şikeftan isminde büyükçe
bir köy daha göründü. Bu köyler Hasankeyf'in öncüleriydi.
Daha önce söz edilen Midyat dağlarının silsilesi bu mevkide
son buldu. Üç saat kadar daha etrafta birkaç köy görerek
yol gidip akşam ezanından sonra Hasankeyf'e vardık.
Memleket görünmezden evvel nehrin iki yakasında ekili
tarlalar ve bazı ağaçlıklar görülüyordu. Hava gayet durgun
ve yumuşaktı, güneşin batışından sonra bir ağaçlık arasında
ay doğmakta ve meradan dönen bir sürü koyun ineeli kalın­
lı çıngırak seslerine uyarak melemekte ve uzaktan yine bir
kapı çağlayanının ınınitısı tabiatın bu ahengine katılmak­
taydı. Akşam vakitlerine özgü şaşkınlık haliyle bu hoş gö­
rüntüye daldım. Birdenbire keleğin altüst olması ve o sırada
zaptiye Ömer Onbaşı'nın ahenksiz sesiyle feryadı bu şairane
duyguları bozdu. Meğerse ınınltısını işittiğim çağlayana gel­
mişiz. Kapıdan geçerken şelalenin yüksekliği keleği şiddetle
sarstığı gibi Ömer Onbaşı'yı da tepeden tırnağa kadar ıslatıp
sırsıklam etmiş.

"Vebali rivayet edene aittir" anlamında Arapça birsöz.

43
Hasankeyf

Gerçek ismi Hısn-ı Keyfa olan Hasankeyf, Mardin San­


cağı'na bağlı Midyat Kazası'nın altı köylü bir nahiyesidir.
Vaktiyle Hasankeyf'in büyük ve marnur olduğu bugün görü­
len kalıntılardan anlaşılıyor. Nehrin iki kıyısı birtakım bina
kalıntılanyla doludur. İki cami-i şerif harabesiyle minarele­
rinin ve büyük bir köprü yıkıntısıyla birkaç türbe binasının
sahip olduğu mimari sanat hakikaten dikkat çekicidir. Hele
dört ayağının içine birtakım oda ve köşkler yapılmış olan
köprü görülmeye değerdir. Hasankeyf bugün birer yer oda­
sındanı ibaret altmış yetmiş evin olduğu bir köydür. Akrebi
bir sokuşta insanı öldürmekle meşhur olduğu gibi kıyyesi de
aln yüz kırk dirhemdir.
Keteğimizi bir kenara çekip gece yattık ve ertesi cuma sa­
bahı hareket etmezden evvel biraz azık ve zahire almak için
çarşı ve pazar sorduksa da öyle şey olmadığından bir tane
soğan bile bulmayı başaramadık. Nihayet muhtarla hükü­
metin katibi imdadımıza yetişerek bize bir kıyye sade yağ
bulabildiler ki okkanın altı yüz kırk dirhem olduğunu bun­
dan aniayıp öğrendik ve saat sekiz sularında Hasankeyf'ten
hareket ettik.
Ara sıra şiddetli rüzgarlar çıkarak yolumuza engel ol­
maktaysa da yine devamla birçok taşlık, tehlikeli kapılardan
geçip saat dörtte Şebi köyü önüne, beş buçukta Handuk kö­
yüne ve akşam saat sekiz sulannda Bileka köyüne gelerek
orada durduk ve ertesi gün saat sekiz sularında Avte köyüne
vardık. Bu köy daha önce anlatılmış olduğu üzere Siirt'in
iskelesidir. Siirt Düyfın-ı Umfımiye Müdürü Ahmet Nedim
Efendi'yle Müfettiş Dimitriyadis Efendi görüşmek için Av­
te'de bu fakiri beklemekteymişler. Elbette o gün yolumuza
devam etmeyip gecesi de orada kaldık. Avte köyünün konu­
mu gayet güzeldir. Arka tarafında Bühtan dağlarıyla nehir
boyu birtakım ağaçlıklar zümrüt gibi pek hoş görünür.

Tabanı zeminle bir olan oda.

44
Eylül'ün yirmi yedisi Pazar sabahı müdür ve müfettiş
efendilere veda ederek Avte'den kalkıp biraz ileride bulunan
Bühtan Nehri'nin Dicle'ye katıldığı yerden geçtik. Bühtan
Suyu bu bölgenin önemlice nchirierinden olduğu için Dic­
le'ye eklendiğinde suları ve akıntıyı artırdığından bundan
sonra kelek nispeten hızlı gitmeye başladı. Bühtan Nehri'nin
ağzında yarımada şeklinde bir burun üzerinde Til isminde
bir Hıristiyan köyü vardır. Bu köyün önünde nehir boyu gö­
rülen büyük duvar harabelerinden anlaşıldığına göre orası
eskiden bir kaleymiş.
Biraz daha ileride Muhine isminde bir köy civarında Kür­
tün biri, " Filanın keleği bu mudur? " diye adım ve sanımla
açıkça hitap etmesi üzerine "Niçin sordun ? " diye sorumuza
"Çelik köyü ağası Ali Ağa teşrifinizi bekliyor, ileriye koşup
kendisine haber vereceğim," cevabını vermesi şaşırmamıza
neden oldu. Zira oralarda Ali isminde tanıdığım hiç kimse
yoktu.
Daha ileride Dicle'nin sol yakasında bir caddeyle han gö­
ründü. Bu cadde Bühtan bölgesiyle Siirt arasındaki yol olup
o yere Şeble denilirmiş. Ondan sonra saat on sularında neh­
rin sağ yakasında bulunan Çelik köyüne vardık ve kalıvaltı
etmek üzere bir kenara yanaştık.
Bizi beklediği haber verilen Ali Ağa keleğe geldi ve bizi
evine davet etti. Kendisi uzun boylu, yirmi beş yaşlarında
genç bir adamdı. Arkasında kırmızı ipekli pamukludan bir
entari üzerinde kılaptanlı bir maşlah ve başında üzerine ke­
fiye sarılı bir fes vardı. Birkaç sene önce Kürdistan tarafı­
na memur olan ısiahat komiserleri tarafından Dersaadet'e
gönderilen Kürt beyleri arasında bu Ali Ağa da İstanbul'a
gönderilmiş ve fakat bir kelime Türkçe öğrenmeksizin va­
tanına geri dönmüş. Dersaadet'te kaldığı zamanda İstan­
bullulardan gurbetçilere iyi muamele görmüş olduğu için
oradan gelen geçen İstanbullu yolcuları karşılayıp ikram ve
izzet göstermekteymiş. Ali Ağa'nın hemşerilerim hakkındaki
minnettarlık hislerine teşekkür ederek evine kadar gitmek­
ten aifedilmeyi istedim, kelek içinde kahvaltımızı etmeye

45
müsaade etmesini rica ettim ve kendisini de bizimle beraber
yemeğe alıkoydum.
Sohbet esnasında oraların durumunu sordurnsa da idari
ve siyasi olarak bilinmesi lazım gelen şeylerden habersiz ol­
duğunu anladım. O civarda Bühtan tarafında tiftik keçileri
görmüştüm. Bunların öneminden ve çoğalmasına gayret et­
meleri gereğinden bahsederek bazı nasihatlerde bulundum.
Çelik köyü Midyat tarafından Bühtan bölgesine giden
yolun geçit yeridir. Yolcuları nehrin bir yakasından diğer ya­
kasına taşımak için köyün önünde on beş yirmi tulumdan
yapılmış küçük bir kelek duruyordu. O ara ortaya çıkan
birkaç yolcu bu kelekle karşı yakaya taşındı ve beygirler de
suda yüzdürülerek geçiriidiyse de bunlarla beraber bulunan
dört baş merkep diğer hayvanlarla birlikte sürüye katılına­
yıp bu tarafta bırakıldı. Merkebin suda yüzmediği bilinir.
" Gel de eşeği sudan geçir" atasözü batınma gelerek bun­
ların nasıl geçirileceğini bekliyordum. Yolcuları karşı yakaya
bıraktıktan sonra geri dönen kelekçiler bu merkepleri döve
döve bin zorlukla suya soktular ve ayakları sudan kesilmez­
den evvel yularlarını kasarak başlarını keleğin kenarına sı­
kıca sabitlediler. Şöyle ki merkeplerin çeneleri keleğin üze­
rinde, gövdeleri suyun içindeydi. Bu şekilde keleğe yol verip
çeke çeke karşı yakaya geçirdiler. Şu hale baktım da eşeği
sudan geçirmenin zor olduğunu bildiren atasözünü gerçeğe
uygun buldum.
Bühtan Nehri'nin ağzındaki Til köyünde gördüğüm ha­
rabe kalıntılar hakkında bilgisi olup olmadığını Ali Ağa'ya
sordum. " Hazreti Süleyman zamanında cinler tarafından
yapılmış bir kaleymiş," cevabını verdi. İstanbul'da görülen
eski binalara hangi asırdan kalmış olursa olsun halk ara­
sında " Ceneviz zamanından kalma " denildiği gibi besbelli
buralarda da eski eseriere cinlerin ve perilerin eseri deniyor!
Çelik köyünün etrafında kubbeli birkaç türbe vardı. Ali
Ağa'nın atalarından bazılarının mezarlarıymış. Daha önce
yeri gelip anlatıldığı üzere Kürtlerin türbe ziyaretine düşkün­
lükleri çok fazladır. Her nerede kubbeli bir türbe ve heybet-

46
li bir mezar görseler bilhassa durup dua ederler ve etrafına
birçok sıtma bağları bağlarlar. Orada gömülü olan kimdir,
asla sormazlar.
Saat on birde Ali Ağa'ya veda ederek Çelik köyünden
kalktık Hareket edeceğimiz vakit Ali Ağa büyük bir balık
hediye etti, teşekkür ederek kabul ettik. Bu köyden aşağı
Dicle boyu iki taraftan zümrüt gibi yeşil ve marnur dağlada
çevriliydi. Bu dağlar bazen iki taraftan kıyıya kadar yaklaşıp
duvar şeklini alır ve bazen birer dirsekle birbirinden uzakla­
şarak kıyıdan uzayıp nehre doğru birer hafif etek salıverirdi.
Etek dediğimiz bu düzlüklerde üçer beşer haneli birçok köy
vardı.
Bühtan bölgesinin Kürtleri gayet uysal ve çalışkandırlar.
Kıyafetleri de diğer Kürtlere benzemez. Başlarına keçeden
yapılmış uzun ve sivri bir külalı ve arkalarma gayet uzun
yenli gömlek giyerler. İşleri olmadığı vakit bu gömlekterin
yenleri yere kadar sürünür. Bir işle meşgulken yenlerinin iki
ucunu birbirine düğümleyip enselerine atarlar.
Saat beş sularında sol tarafta kıyıda küçük bir bina gö­
ründü ve peşinden kükürt kokusu aldık. Meğer kaplıcayrnış.
Vakit akşam olduğundan geeelernek üzere oraya yanaştık.
Karaya çıkıp hamarnı gözden geçirdim. Bağcı kulübesi gibi
adi taş duvardan yapılmış kare şeklinde bir bina olup or­
tasında sıcak madensuyu dolu bir havuz vardı. Kapısı açık
olduğu için hamamlıktan çok yolculara han ve hayvania­
rına ahır olarak kullanıldığı pisliğinden anlaşılıyordu. Ke­
lekçi Mehmet hamam önünde durmamızdan faydalanarak
hamama girdi. Kokudan (kelekçinin değil kükürt kokusun­
dan) orada duramayacağımızı aniayıp Mehmet kaplıcadan
çıkar çıkmaz keleğimizi on dakika kadar ileriye sürerek bir
uygun noktada kaldık.
Burada nehrin sağ yakası duvar gibi yüksek kayalıksa da
her tarafından yüzlerce kaynaktan sular aktığı için kayalar
tamamen yeşil otlar ve sarmaşıklarla örtülüydü. Bu kayalı­
ğın bir köşesinde görünen bir bina harabesinin ne olduğunu
kelekçi Mehmet'e sordum. " Şu kayaların yüksekliğini, kay-

47
nakların duvar gibi dik ve sarp yerlerde olduğunu ve sula­
rın Dicle'den başka bir yere akmadığını görüyorsunuz. Eğer
Cenabıhak bu kaynaklardan kullarının yararlanmasını iste­
seydi basit yerlerde yaratırdı. Herifin biri Allah'ın iradesine
karşı gelerek işte şu gördüğünüz yere bundan bir iki sene
önce bir değirmen yaptı. Altı ay geçmeden ve masrafını çı­
karmadan bir yıldırım düştü. Değirmeni harap ve kendisini
telef etti, " dedi. Mehmet'in ciddi bir tavır ve edayla bu yolda
filozof gibi fikirlerini açıklaması görülecek bir şeydi.
Eylül'ün yirmi sekizi Pazartesi günü sabahleyin oradan
hareket ettik. Nehrin sağ tarafı üç çeyreklik mesafeye kadar
daha önce tarif olunduğu üzere çeşitli yüksekliklerde binler­
ce su kaynakğından oluşan selsebillerle doluydu. Dicle'nin
taşması ve yükselmesinde bu kaynakların büyük kısmı su
içinde kalacağından Mehmet'in dediği gibi gerçekten insan­
ların bunlardan faydalanabilmesi zordu. Daha ileri doğru iki
kıyının dağları birbirine yaklaşıp nehir darlaşmaya başladı.
Bir saat sonra Girdap denilen yere vardık. Burada Dicle'nin
ortasında suyun yüzeyiyle beraber ada gibi büyük bir kaya
göründü. Bu kaya, nehrin büyük kısmını tutarak iki yanın­
dan birer dar geçit bırakmış ve bu nedenle suyun akıntısı şid­
detlenmiş olduğundan, üzerimize doğru koşup gelen dehşetli
bir canavar gibi görünüyordu. Kelekçiler her ne kadar taşa
dokunmadan geçmek üzere manevra ettilerse de akıntının
şiddetine direnmek mümkün olamadı. Kayanın bir köşesine
çarparak keleğin beş on tulumu söndü ve bir tanesi de ka­
yanın üstünde kaldı. Bundan yirmi otuz sene önce Bağdat'a
nehirden bazı askeri mühimmat gönderildiği sırada kelekle­
rin biri bu taşa çarpınca nehre bir top düşmüş ve o vakitten
beri de bu kayaya Toptaşı derlermiş.
Gerçekten tehlikeli bir geçitti. Biz de az kaldı top yoluna
gidecektik. Bir tulum fedasıyla ucuz kurtulduk. Bu havali­
ye Kerh-i Divan diyorlar. Bu dağ araları o kadar dolambaç
yerierdi ki sık sık dolaşılan burunlar nehirde küçük küçük
havuzlar teşkil ediyordu. Her sekiz on dakikada bir dirsek
dönüp kendimizi yeni bir havuz içinde buluyorduk.

48
Saat on buçuk sularında kelekçi Mehmet daha önce
hikayesi anlatılan Alaeddin'in köşkü önüne geldiğimizi bil­
dirdi. Gerçekten nehrin sağ tarafında sahilden birkaç arşın
yükseklikte bir kayanın üstünde dört köşe kagir bir bina
göründü. Bugün çatısı çökmüştü, fakat dört duvarı ayaktay­
dı. Ortasındaki büyük ve iki yanındakiler küçük ve üzerieri
kemerli, nehre bakan üç penceresi vardı. Konumuna ve Dic­
le'nin o noktada fazlaca darlaşmasına bakılırsa gerçekten bu
köşkün haydutluğu kendisine eğlence edinmiş birinin mes­
keni olduğu ve kelekçinin hikayesinin pek de yabana atıla­
cak hayallerden olmadığı anlaşılıyordu.
Buradan aşağı yüksek dağlar nehirden uzaklaşmaya baş­
ladı ve iki tarafta düz ve ferahlatıcı arazi göründü. Saat dört
sularında Bühtan'ın meşhur Fındık köyünün önünden geç­
tik. Yeri gayet güzel ve ağaçlıklı bir köydür. Binaları kagirken
bir aralık yıkılmış ve ondan sonra ahali eski binaları tamir
etmeyip adi evler yaparak yerleşmişlerdir. Yıkık bir kale ka­
lıntısı da vardır. Bir yakadan diğer yakaya gidip gelmek için
Fırat Nehri'nde gördüğümüz şekilde ağaçtan yapılmış, altı
düz, mavna gibi bir de kayık vardı. Buradan sonra Dicle'nin
yüzü büyücek bir nehir şeklini almaya ve tehlikeli kapılar
hacalar azalmaya başladı. Biraz ilerde Dicle'nin geçit yeri sa­
yılan Mansuriye köyü önünden geçerek güneşin batışından
sonra saat yedide nehrin sağ tarafındaki Cizre'ye vardık.

Cizre

Cizre'nin gerçek ismi Cezire-i ibn-i Ömer'dir. Mardin'e


bağlı kaza merkezidir. Cezirel deyiminin sebebi de Dicle'nin
kabardığı zamanlar kalesinin hendeklerine su girip memle­
ket bir ada şeklinde kaldığı içindir. Kalesi Cengizoğulları ya­
pısıymış. Kasaba tamamen kale içindedir. Ahalisi Mardinli­
ler gibi Arap ve Kürt lisanlarıyla konuşurlarsa da Kürt lisanı

Ada.

49
daha baskındır. Kasabadan karşı yakaya gidip gelmek için
duba üzerine yapılmış bir ahşap köprü vardır. Eylül'ün yir­
mi dokuzunda Salı günü orada kalıp keleğimizi tamir ettik.
Azık ve zahiremizin eksiğini tamamladık.
Ertesi Çarşamba sabahı gök gürleyip şimşek çakmakta
ve yağmur yağmaktaydıysa da keleğin yoluna engel olacak
rüzgar olmadığı için havanın bozmasına bakınayıp Cizre'den
hareket ettik. Yarım saat ilerde nehrin sol yakasında ağaç­
lık içinde görünüşü gayet güzel Hasırdelan isminde bir köy­
le biraz daha ileride Bafi isminde büyük ve kagir bir köprü
harabesi önünden geçerek dört saat kadar yağmur altında
yol alabildik. Ancak korktuğumuz şiddetli rüzgar çıkarak
yağmur bulutlarını dağıtıp keleğin yoluna engel oldu. Bir ça­
kıllık kenarda durduk. Çakıllık, keleğin tulumları için zararlı
bir yer olduğundan yedekte çekerek ilerlemek istedikse de
kıyının her tarafı yedek çekmeye uygun olmadığından bu­
lunduğumuz yerde durmaya mecbur olduk. Hava ise gittikçe
şiddettenerek kasım fırtınaları halini aldı. Aşağı tarafa doğru
uzaktan görünmekte olan meşhur Cudi Dağı'na bakarak ak­
şarnladık. Rüzgar ise gece yarısına kadar devam etti.
Şu medeniyet zamanında yelken gemisiyle seyahat etme­
yi hatırımıza bile getirmeyiz. Halbuki yelken gemisi keleğe
bakarak vapur gibidir. Rüzgar gidişine engel olmaz. Kelek
ise tersine rüzgarla yerinden kımıldanamıyor. Buna " yel
üfürdü" fayda etmiyor, yalnız "su götürdü " lazım!
Ertesi Perşembe günü havanın durgunluğundan faydala­
narak biraz yol alabilmek üzere şafaktan evvel hareket ettik.
Cizre'de görüştüğüm kişilerden ve yerli hanedamndan Mah­
mut Efendi yolumuzun üzerinde Dicle kenarında Reyhani
adlı köyde meşhur ve muntazam bir bahçesi olduğundan
bahsederek geçerken biraz uğrayıp gezmemizi rica etmiş,
kendisi Salı günü kara yoluyla oraya giderek bizi bekleye­
ceğini söylemişti. Halbuki rüzgarın muhalefeti bizi iki gün
Cizre'yle Reyhani k Öyü arasında süründürdü. Artık hava­
nın müsaadesini öldürmernek üzere bahçe sefasından vaz­
geçmeyi hayırlı gördüm. Bahçe hareket ettiğimiz noktadan

so
yarım saat ilerideydi, ama daha sabaha bir buçuk saat vardı.
Öyle vakitsiz misafirlik olmayacağı için durmayıp yolumuza
devam ettik. Kelekçi Mehmet'in ifadesine göre bu bahçenin
benzeri dünyada yokmuş ve meyveleri İstanbul'da bile bu­
lunmazmış. Hatta kabuksuz ve çekirdeksiz şeftaliler olur­
muş! Allah sahibine bağışlasın. Ne yapalım? O nadir mey­
veler kısmetimizde yokmuş.
Üç saat ileride nehrin geçit sayılan bir yerinde Miran aşi­
retinin yayladan çöle geçişlerine rastladık. Kadın erkek, ço­
luk çocuk sekiz on bin nüfusun çeşitli hayvanlarla Dicle'nin
bir yakasından diğer yakasına geçişi hakikaten seyretmeye
değer bir şeydi. Bir kısmı öte yakaya geçmiş ve diğer kısmı
henüz beri yakada toplanmış beklemekte ve birtakımı da ara
yerde nehrin geçit verdiği bir iki yerinden insan ve hayvan
katadarıyla bir kıyıdan diğer kıyıya zincir çekilmiş gibi kol
kol akıp geçmekteydi. Keleğimiz bunların arasından geçerek
yoluna devam etti.
Birkaç saat daha gittikten sonra Dicle'nin sol tarafında
Cizre'ye bağlı Peşhabur isminde büyücek bir köyün önüne
geldik. Bu köy nahiye merkeziymiş. Mardin'den Musul'a
giden yol buradan geçiyor. Tatarl ve yolcuları bir kıyıdan
diğer kıyıya geçirmek üzere Fındık köyü önünde gördüğü­
müz türden bir de kayık vardı. Köyün evleri oldukça büyük
ve kagir olup ahalisinin refah ve servet sahibi olduğunu gös­
teriyordu. Havanın müsaadesinden yararlanarak gece saat
yediye kadar gittik ve çöle sınır olan dağlardan Karaçak ve
Botma dağlarının arasına rastlayan bir noktada durup ge­
celedik.
Ertesi sabah saat dörtte hareketle saat on buçuk suların­
da sağ tarafta bir Arap köyü önünden geçerken o civarda
konaklayan bir bölük Nizarniye Ordusu2 askerinden biri
yüzerek kcleğimize kadar geldi ve Musul'da bir subaya ve­
rilmek üzere bize bir mektup verdi.

Atlı postacı.
2 Asakir·i Nizamiye, Tanzimat Dönemi'nde Fransa ve Prusya orduları örnek
alınarak kurulan Osmanlı kara kuvvetleri.

51
Bu mahalden aşağı artık sağlı sollu iki yakada ufak te­
fek Arap ve Yezidi köyleri vardır. Arapların meskenleri siyah
kıl çadırla "sarife" dedikleri hasırdan yapma kulübelerden
ibarettir. O gece Botma Dağı yakınında bir Arap köyünün
önünde kaldık. Köyün bostanlarından biraz kavun karpuz
satın almak istedikse de henüz olmamış diye sahipleri satma­
dı. Karşı yakadaki bostanlardan bir Arap çocuğu nehre iki
kavun bırakıp kendisi yüzerek ve kavunları göğsüyle iterek
keleğe getirdi. Salıiden hammış. Çocuğa beş on para bahşiş
verip kavunlardan vazgeçtik.
Ekim'in üçü Cumartesi sabahı şafakla beraber olduğu­
muz yerden kalktık. Saat sekiz sularında Botma Dağı'nın
nehre bakan ve yüksek bir yerinde türbe gibi görünen kub­
beli bir binanın Bilal-i Habeşi (r.a. ) Hazrederi'nin makamı
olduğu kelekçi Mehmet tarafından haber verildi. Uzaklığı
ve yüksekliği ziyaretine müsait değildi. Bir saat sonra yine
rüzgarın uygun olmayışından dolayı Babıniyet isminde bir
köyün önünde durmaya mecbur olduk. Bu köy kagir bina­
ları olan büyücek bir Türkmen köyüydü. Ahalisinden Hay­
dar oğlu Zeynel Ağa isminde seksen yaşını geçmiş bir ihtiyar
sohbet için yanımıza geldi ve oraların durumuna dair bize
şu bilgileri verdi: "Buradan Musul'a karadan kırk sekiz sa­
attir. Bu civarda Babıniyet'ten başka Türkmen köyü yoktur.
Cizre'den buraya kadar birkaç Arap köyünden başka yetmiş
kadar Yezidi köyü vardır. Bilal-i Habeşi Hazretleri'nin ma­
kamı denilen yerden her sene güz mevsiminde bir top sesi
gelir. Topun şiddetinden bütün köyün evleri sarsılır. Topun
sesinden başka dumanı da görülür. Tecrübemize göre bu
duman hangi tarafa yönelik olursa o sene o tarafta bereket­
sizlik veyahut bir hastalık olur. Top sesi ve dumanı çıkan
yerde, kaya içinde bir delik olduğu görülmüştür. Topun atıl­
masından sonra gidilip incelenince deliğin ağzı siyahlanmış
görünür ve barut kokusu duyulur. "
Zeynel Ağa'nın şu garip hikayesini dinledikten sonra
kendisiyle vedalaşıp saat ikide oradan hareket ettikse de
Babıniyet'ten aşağı nehrin yatağı çok fazla taşlık ve kapılar

52
zor geçilirdi. Bir yandan da rüzgar şiddetlendi. D ura kalka
nihayet bir saat kadar ilerleyebildik ve akşam olduğundan
bulunduğumuz noktada geceledik. Biz ise bütün gün yol al­
dıktan sonra gece Eski Musul dedikleri yerin alt taraflarında
kalarak ertesi gün Musul'a girebileceğimizi hesap ve tahmin
ediyorduk. Halbuki durduğumuz yerden Eski Musul'a daha
beş saat istermiş. Artık yeni Musul'a hak eriştire! Doğrusu
bu mevsimde kelek seyahati güzel şeymiş!
Ertesi sabahı saat beş sularında hareket ettiğimizi . yattı­
ğı m yerden hissettimse de tembellik edip kalkmadım. Beş
dakika geçer geçmez yatağımdan odanın tavanına kadar
fırlayıp yine yatağıma düştüm. Meğer bir kapıdan geçiyor­
muşuz, ama bu kapıdan geçmek değil yardan uçmaktı. Yine
suyun yüzüne birkaç tulum saçtık. Kelekçinin biri yüzerek
gitti topladı. Saat on bire doğru Eski Musul denilen bir Arap
köyünün önüne geldik. Bu Eski Musul, Hazreti Ömer'in
(r.a.) halifeliği zamanında imar edilmiş olan Hadise adlı
şehirdir. Sağlam ve korunaklı, fakat terk edilmiş bir kalesi
vardır. Nehir boyu eski şehrin harabeleri görünüyorsa da bu
harabeler adi duvar yıkıntılarından ibarettir.
Saat üç sularında sol yakada iki süvarİ gördük. Bunlar
keleğe seslendiler ve Musul'dan karşılamaya gönderildik­
lerini ve iki günden beri oralarda dolaşıp bizi beklemekte
olduklarını bildirdiler. Burası karaya çıkmaya uygun ol­
madığından kendilerine geri dönmelerini bildirdik, biz de
kelekle yolumuza devam ettik. Bir saat ilerde sol yakada
temeli tamamıyla suyun içinde üçgen şeklinde bir bina ka­
lıntısı göründü. Bugünkü durumunun temel duvarı üzerine
bir sıra diziimiş taşlardan oluşmasına bakılırsa yapılırken
bırakılmış bir binaya benzer. Taşlar ikişer arşınlık küpler
halinde gayet büyük ve beyaz mermer olup kolaylıkla taşı­
nır şeyler değildi. Bu kalıntının ne olduğunu ve ne zaman­
dan kaldığını öğrenemedim. Biraz daha ileriediğimiz sırada
ortalığı fena bir koku sardı. Yine kükürtlü bir madensuyu
kaynağına yaklaştığımız anlaşıldı. Daha sonra bir kenarda
durup geeeledik ve bütün gece kükürt kokusundan rahatsız

53
olduk. Eski Musul'dan beri nehir boyu sık sık Arap köyle­
riyle mamurdur.
Ekim'in beşi Pazartesi sabahı şafaktan evvel keleğe yol
verip sağ yakada kükürtlü su kaynağının bulunduğu Hu­
meydat köyünün ve saat yedi sularında sol yakada Kara­
koyun isminde ve adeta kasaba tarzında büyükçe bir köyün
önünden geçtik. Biraz daha ilerde yine sol kolda Reşidiye
dedikleri yerde bir iki çadır göründü. Musul Düylın-ı Umu­
miye müdürünün bizi karşılamak için oraya gelmiş olduğu
haber verildiğinden yanaşıp karaya çıktık. Çadırlar Musul
Redif Binbaşısı Süleymaniyeli İsmail Bey'inmiş. Bizi karşıla­
yıp çadırında kahve ve şerhetle ağırladı. Oradan keleği Mu­
sul'a gönderip biz de Müdür Efendi'yle beraber hayvaniara
binerek karadan yola çıktık ve iki saatte Musul'a vardık.

Musul

Elli bine yakın nüfuslu ve vilayet merkezi olan Musul şeh­


ri, Dicle Nehri'nin sağ yakasındadır ve memleketin büyük
bölümü kale içindedir. Kalenin nehir üzerine açılan kapısının
önünde bir yakadan diğer yakaya duba üzerinde bir ahşap
köprü vardır. Musul'a gelen ketekler köprüye yanaşır ve ne­
hir yolcularıyla kara yolcuları bu köprüden geçerek şehre gi­
rerler. Şehre girilince gayet kalabalık bir meydancık görülür
ki memleketin çarşısı ve pazar yeridir. En büyük dükkanlar
kahvehanelerdir. Ve her zaman tıklım tıklım doludur. Şehir
tarafındaki kale duvarının üzeri bile boydan boya kahveha­
nedir. Çarşı dükkaniarı yalnız dükkan sahibinin sığahileceği
kadar bedesten dolabıl gibi küçük ve içlerindeki mallar ve­
saire o oranda azdır. O küçük dükkaniarda satılan eşyadan
çok dükkancıların başlarına sardıkları oldukça büyük abanİ
sarıklar insanın gözüne çarpar. Hele bazı dükkanın içindeki
eşyaya oranla sahibinin sarığı elbette daha kıymetlidir.

Mücevher, antika vb. kıymetli eşyanınsattidığı bedesten denilen üstü kapa­


lı çarşılardaki küçük dükkan.

54
Şehrin kapısından bu pazar yerine girer girmez halkın gü­
rültüsüne, itiş kakışma ve sesleri ayyuka çıkareasma bağrışa­
rak elleriyle kollarıyla yaptıkları hareket ve işaretiere bakıp
birbirleriyle dövüşüyorlar zannettim. Bunların arasından
geçip gitmekte tereddüt ederek yanımda bulunan Düyun-ı
Umumiye müdürüne, "Kavganın içine girmesek," dedim.
Müdür Efendi tebessümle bu gürültünün kavga olmadığını,
birbirleriyle sohbet ve alışveriş ettiklerini bildirdi.
Musul köprüsünün karşı yakaya eriştiği noktadan ilerde,
karada büyük ve yüksek bir kagir köprü daha vardı. Karada
böyle sağlam ve muntazam bir köprü bulunmasının sebebini
sordum. Sular yükseldiği zaman karşı yakada görünen düzlük
su altında kalarak gidiş geliş zorlaştığı için Narnık Paşa'nın
Bağdat valiliği sırasında inşa edilmiş olduğunu öğrendim.
Hükümet konağı şehrin dışında ve alt başında, Dicle üze­
rinde büyük ve ahşap bir binadır. Hükümet dairelerini ve
memurlarını tamamen aldıktan sonra fazla kalan kısmı va­
lilerin harem dairesidir. Bu konak İnce Bayraktaroğlu Meh­
met Paşa zamanında kapı altı ı ceraiminden [ceremelerin­
den] yapılmış. Çevresinde de Asakir-i Şahane kışiası vardır.
Musul'a vardığımda doğruca hükümet konağına giderek
Vali Tahsin Paşa'yla görüştüm. Hükümet memurlarından
Merkez Mutasarrıfı Harndi ve Mektupçu Muhtar beyler,
Defterdar Nazif Efendi, Adiiye Müfettişi Hafız Rüştü Efen­
di, Bidayet Mahkemesi Ceza Reisi Naci Efendi eski ahbap­
larımdan oldukları için hepsiyle birden orada buluştuğuma
memnun oldum. Vali Paşa bu fakiri öğle yemeğine alıkoydu.
Hükümet konağından çıkıp Kumandan Paşa'yla da de gö­
rüştükten sonra memleketle hükümet konağının arasındaki
açıklıkta ve nehir kenarında çadırlarımı kurup yerleştim.

Kapıaltı hasılatı, Tanzimat'tan evvel eyaler valileriyle sancak beylerinin


aldıkları hasılatın bazılarına verilen addır. "Tayyarat" da denilen bu hası­
lat tahsiliye, cinayet erbabından alınan cereme, voyvodolarla Kürt aşiret­
leri ümerasının verdikleri maktu vergi ve mutat hediyelerden ve müteferrik
rüsumdan ibaretti. (Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve
Terimleri Sözlüğü II, s. 167, MEB, 1993.)

55
Keleklerimiz Diyarbekir'den Musul'a kadar tutulmuş ve
bu nedenle burada işleri bitmişti. Bizi Bağdat'a kadar götür­
mek üzere on liraya başka iki kelek sipariş ettim. Diyarbe­
kir'de yaptırmış olduğum oda kendi ınalım olduğundan yeni
ketekierin birisine konmak üzere kara ya çıkarttım.
Musul'a varışıının ertesi günü hamama gittim. Adi kara
taştan ve karasakızdan ı yapılmış bir hamamdı. Zaten ay­
dınlık alacak tepe camları çok az olduğundan içerisi zindan
gibi karanlık ve teliakları kır sakallı Araplardı. Hamamın
içindeki iki küçük kurnayı benden evvel gelenler zapt etmiş
olduklarından tellak bir kova içinde su getirerek başımı yı­
kamaya ve vücudumu da başım gibi sabunladıktan sonra
bazen açık elleriyle " şap" ve bazen yumruklarıyla "güm "
diye vurarak Arap havası usulünde sırtımda darbuka çal­
maya başladı. Layıkıyla yıkanmanın mümkün olmadığını
aniayıp hemen birkaç tas su dökündüm çıktım. Soğuklukta
kurulandığım sırada bir nargileyle kahve istedim. Hamam­
cılar şaşkınlıkla birbirinin yüzüne baktılar ve nargileyle kah­
ve yerine yanıma bir ocak yelpazesi getirip koydular. Meğer
Musullular hamamdan çıkar çıkmaz Dicle üzerindeki yük­
sek kahvehanelere giderek nargile ve kahvelerini orada içer­
lermiş. Harnarnda müşterilere ocak yelpazesinden başka bir
şey vermiyorlar.
Hamamdan çıktıktan sonra memleketi gezdim ve Ca­
mi-i Kebir Şeyhi Mehmet Efendi isminde tanınmış bir ki­
şiyle görüştüm. Zarif ve mübarek bir adamd ı . Şehrin evleri
tuğladandır. İçlerinde kapı ve pencere söveleri mermerden
yapılmış düzgün ve sağlam binalar bulunur. Musul ahalisi­
nin zengin takımı fes üzerine ince abanİ sarık sarar ve boy

Zift.

56
Musul şehrinin bir kısım ile ahşap köprünün tamamı ve
taşköprünün bir. kısmının manzarası.

kürkü veya cübbe ve şalvar giyer. Orta sınıf başlarına sarı


ipek kefiye sarıp arkalarma maşlah giyer. Aşağı takım pa­
muk ipliğinden maviyle beyaz veya kırmızıyla beyaz renkte
satrançtı dokuma mendil ve ageP kullanır. Arapların cim2
harfini kef3 gibi telaffuz ettikleri bilinirse de bu bölgenin
ahatisi kef ve kaf4 harflerini cim gibi telaffuz ediyorlar. Me­
sela karyeye5 "carye", kebir6 yerine "cebir" ve bakir keli­
mesine " bacir" diyorlar.
Çadırımıza döndüğümüzde Vali Paşa ziyaretimize geldi ve
fakiri beraber alıp akşam yemeğine konağına götürdü. Ertesi
Çarşamba günü Merkez Mutasarrıfı Harndi Bey'le beraber
hayvaniara binip Musul'un karşı yakasındaki meşhur Ninova
harabesiyle o civarda gömülü olan Yunus (a.s.) Hazretleri'nin
mezar-ı şeriflerini ziyarete gittik. Büyük Ninova harabesinin
eski eserleri araştıranlar tarafından açılmış bir kısmında mer­
merden bir bina avlusunun duvarlarındaki barölyef denilen
kabartma şeklinde kazılı resimlerle bir kapı önünde yine mer­
merden iki aslan vardı. Ondan başka görecek bir şey yoktu.
Harabe çok geniş olup büyük kısmında araştırma ve kazı
yapılmamıştır. Hazreti Yunus'un (a.s. ) türbeleri Ninova hara­
besinin karşısındaki Baura isminde bir köydeydi. Ziyaretten
sonra şehre döndük. Memleket içinde büyük peygamber­
lerden Şit, Danyal ve Cercis (a.s.) Hazretleri'nin mezarlarını
ziyaret ettik. Ertesi gün Musul'dan hareketim kararlaştırıldı­
ğından bu ziyaretlerden sonra hükümet konağına giderek Vali

Erkek başörtüsünün üstüne başın etrafına gelmek üzere geçirilen kumaş­


tan hurma çeınb er.
2 Osmanlı alfab esinin altınc ı harfi, "c" .
.1 Osmanlı alfab esinin yirmi beşinc i harfi, " k, g, ğ, n" .
Osmanlı alfab esinin yirmi dördünc ü harfi, " k" .
Köy.
Büyük.

57
Paşa'yla veda töreni yapıldı. Süleymaniye mutasarrıflığından
ayrılarak Dersaadet'e dönmek üzere o gün Musul'a gelmiş
olan Kevakibizade Ataullah Efendi'ylel tanıştım.
Ekim'in sekizi Perşembe günü saat dokuz sularında fa­
kiri uğurlamaya gelen ahbaplarla vedalaştıktan sonra yeni
keleklerle Musul'dan hareket ettik. Bu ketekler de yine yüz
ellişer tulumluydu, ama tulumlar tam şişirilmiş olduğu için
evvelki keleklerin iki katı büyüktü. Bağdat'ta kereste bulun­
madığından bu havaliden gönderilir. Bu nedenle kelekçileri­
miz Bağdat seyahatinden faydalanarak biraz kereste götü­
rüp satmak üzere keleklerin üstüne çalı çırpı yerine düzgün
tahtalar döşemişlerdi.
Musul'dan açıldıktan sonra hükümet konağının alt ta­
rafında bir adet hurma ağacı göründü. Arabistan'a özgü
olan bu tatlı meyveli zarif ağaç bu havalide bol değildir. Mu­
sul' dan aşağı iki kıyı birçok Arap sarife ve çadırlarıyla dolu
ve şenliklidir. Arap köylerinden başka ara sıra binaları kagir
büyük köyler vardır. Buralarda nehir boyu görülen bostan­
larda kavun karpuzdan ziyade bal kabağı görünüşünde ga­
yet büyük helvacı kabağı olur. Ondan başka çok miktarda
acur yetiştiriyorlar. Acurlar mübalağasız asma kabağı bü­
yüklüğünde oluyor.
*

Arapların tarlalarını sulamak için nehir boyu yaptıkla­


rı ve kullandıkları su dolapları tarif etmeye değerdir. Şöyle
ki: Kıyıda nehrin yatağından başlayarak bazen yarım daire
ve bazen kule gibi daire şeklinde tuğladan bir kuyu yapar­
lar. Yüksekliği zeminin yüzeyinden bir miktar yüksektir. Bu
kuyu duvarının karada bulunan kısmında, yani arkasında
toprağı kazıp sekiz on arşın boyunda hafif bir yokuş oluş­
tururlar. Bu yokuşun üst başı kuyunun yüksekliği bizasında
olup alt başı toprağın içine doğru iner. Kule şeklinde olan
kuyunun ağzına kiriş şeklinde bir ağaç koyarak bu ağaca
sulanacak arazinin genişliğine ve miktarına göre birden beşe

Bu kişi bugün Bağdat valisidir. (Yazarın notu)

58
altıya kadar makaralar takarlar. Bu makaraların her birine
dana ve inek tulumundan büyük kırbalar asılıdır. Her kırha­
nın ipini birer öküz veyahut beygir çeker. Yani ipin ucu hay­
vana bağlı olduğundan hayvan yokuşun üst başına çıkınca
kırba suya inip dolar ve hayvan yokuşun alt başına indiğin­
de kırba yukarı çıkıp suyu boşaltır. (Araplar arasında ekili
arazi miktarının su dolaptannda bulunan kırbalara göre he­
sap edilmesi adettir. Mesela, "Tarlası şu kadar bekreliktir, "
derler. Bekre kelimesininse makara demek olduğu malum­
dur. ) Su çekilirken bu makaralar adeta gemilerin makaraları
veyahut kuş cıvıltısı gibi ince ve süratli bir ses çıkarır ve garip
biçimde hepsinin sesi ve ahengi birdir.
*

Musul'un üst tarafında olup daha önce bahsedilen Hu­


meydat köyündeki kükürt kaynağının kokusu her zaman
batı rüzgarıyla Musul'a kadar geldiği gibi alt taraftaki Ha­
mam-ı Ali veyahut Hamamü'I-Alil denilen kaplıcanın kü­
kürt kokusu da doğu rüzgarıyla gelir. Bu nedenle Musul'da
daima kükürt kokusu eksik değildir. Saat iki sularında işte
bu Hamam-ı Ali'nin önünden geçtik. Binası Bühtan bölge­
sinde gördüğümüz kaplıcanın aynıydı. Fakat her sene hazi­
randa bu hamama eteaftan birkaç bin kişi getirmiş. Halbu­
ki hamamın binasından başka etrafında hiçbir bina yoktu.
Bunca nüfus çadır altında barınmaya ve azıklarını birlikte
getirmeye mecbur olduklarından hastaların sudan bekledik­
leri faydayı çadır altlarında kuru ekmek yiyerek çektikleri
sefalete feda ettikleri anlaşılıyor.
Akşamüstü Nernrut Köprüsü denilen yere geldik. Bu
köprünün gövdesi olmayıp nehrin bir yakasından diğer ya­
kasına kadar su içinde görülen bir duvar temelinden ibaret­
tir ki vaktiyle araziyi sulamak için suyu yükseltmek üzere
yapılmış bir setin yıkıntısı olduğu anlaşılıyor. Mevsim gereği
suların azlığından bir arşın yüksekliğinde şelale oluşturuyor­
du. Tehlikesizce geçilir bir yerinden taşiara sürterek geçtik ve
yarım saat ilerde bir kenarda durup geceledik. O gece şiddet­
Iice bir sıtma beni rahatsız etti.

59
Ertesi sabah erkence hareket edip iki saat ilerde Avine
dedikleri yere geldik, burada da Nemrut Köprüsü gibi bir
şelale vardı. Bu şelale diğerinden daha önemli ve tehlikeli
olduğundan keleği bir kenara yanaştırdılar ve eşyanın bir
kısmıyla beni karaya çıkardılar. Akşamki sıtma tekrar ettiği
için yürümeye gücüm olmadığından kelekçinin biri beni sır­
tına alıp şelaleden öteye, keleğin yanaşacağı yere götürdü.
Gerçekten geçit yeri pek yüksekti. Ketekler suyun içine girer­
cesine alt üst olarak geçtiler. Bu sırada bir şişe madensuyuyla
aşçının ocak üzerinde bıraktığı bir et tenceresi nehre düştü.
Hamdolsun başka ziyanımız olmadı.
Saat on birde sol yakada Zap Suyu'nun nehre döküldü­
ğü yerden, üç buçuk sularında sağ tarafta Sultan Abdullah
dedikleri köyün önünden ve saat beşte Menkübe isminde
ve güneş battıktan sonra da Ceber isminde büyükçe iki kö­
yün önünden geçtik. Sultan Abdullah meşhur velilerdenmiş.
Türbesi köyün yüksek bir yerinde görünüyordu. Nehir boyu
bu köylerden başka sık sık Arap sarife ve çadırlarıyla ve bir­
çok kükürtlü madensuyu kaynaklarıyla doluydu. O akşam
günbatımının peşinden ay hilal biçiminde göründü, ertesi
Cumartesi günü bin üç yüz üç hicri' senesinin muharremi­
nin birinci günüydü. l Akşam yemeği için durmadık. Mutfak
keleği bize yaklaşıp yemeğimizi verdi, hem yemek yiyip hem
de yolumuza devam ettik ve gece saat dokuzda bir kenara
yanaşıp kaldık.
Ertesi gün erkence hareketle iki kıyı boyu birçok Arap
köylerinin önünden akıp giderek saat üç buçukta Musul'a
bağlı ve sağ yakadaki Şerkat Kalesi denilen bir nahiye mer­
kezine geldik. Bu kale han şeklinde dört köşe bir binadır.
İçinde bir miktar asker vardı. Ardından Hanuka isminde
büyücek bir köyün önünden geçtik. Ondan sonra önemli bir
şey görerneden gece saat ona kadar gittik.
Ertesi Pazar günü saat dokuz sularında Aşağı Zap Su­
yu'nun Dicle'ye katıldığı yerden geçtik. Kerkük içindeki

10 Ekim 1885.

60
Altınköprü kazasından geçtiği için bu suyun bir ismi de
Altınköprü Suyu'dur. Bir saat ilerde Hemrin Dağı görün­
dü. Bu dağın silsilesi nehrin sağ tarafından başlayarak bir
iki saatlik mesafeden sonra sol tarafa geçip Hanekin civa­
rında Kale-i Zeynan denilen yerden itibaren İran sınırını
teşkil eder. Amınare bizasında İran sınırından içeri girerek
Huzistan bölgesinde Şattü'l-Camus adlı bataklıkta son bu­
lur. Hemrin Dağı'nın sol tarafındaki kısmının başlangıcına
Makhul Dağı derler.
Saat on iki sularında dağın yamacında Cabbar Kalesi
isminde bir harabe göründü. Daha ilerde nehir kenarında
birkaç köylü Arap, bizim keleği görür görmez feryat ve fi­
gana başladılar. Ne istediklerini sordum. Şammar aşiretin­
den adamların bir gün evvel köylerini basıp soyduklarından
bahsederek, şikayetçi olup yardım istediklerini anladım. Bi­
çare şikayetçitere bu konuda yardım edebilmek gücümüzün
üstünde bir şey olduğu için kendilerine hükümete başvurma­
larını tavsiye ederek yolumuza devam ettik.
Buradan aşağı kıyı boyu birçok katran ve neft kaynakları
vardır. Suyun yüzü adeta yağlanmış gibiydi. Bir müddetten
beri sol tarafa geçmiş olan Hemrin Dağı kıyıdan uzaklaşma­
ya başladı. Nehrin iki tarafı basit ve ince yapraklı çamlık gibi
bir tür çalılıktı. Arap köyleri de azaldı. Ara sıra çalılıkların
içinde yaban domuzları görünüyordu. Gece saat ona kadar
gittik. Çalılıklardan yakacak toplayan Arapların akşamdan
sonra kıyı boyu yakmakta oldukları ateşler suya aksederek
Boğaziçi'nin ateş balıkçılarını andırıyordu. Gece bir kenarda
kaldık. Buralarda çakal pek çok olduğundan bunların sa­
baha kadar "Aaaay" diye bağırmaları bize uyku uyutmadı.
Ertesi sabah hareket etme zamanı geldiği halde ketekie­
rin hareket etmediğine şaşırarak odadan dışarı çıkıp durma
nedenimizi öğrenmek istedim. Meğer orada odun kesen
Araplardan kelekçilerimiz bir iki hemşeri bulup sabah keyfi
sohbete dalmışlar. Ses çıkarılınasa hiç hareket etmek arzu­
sunda değillerdi. Kendilerine bir zılgıt vererek yerlerinden
kaldırdım ve saat yediye doğru hareket edebildik.

61
Bir saat kadar ilerde ve Tikrit'e dört saat uzaklıkta olan
bir yerde nehrin suyu çekildiğinden karaya oturup kalmış
bir vapur göründü. Böyle boş yerlerde medeniyet işareti olan
vapurun görülmesi doğrusu hoşuma gitti. Dicle üzerinde
yalnız Basra'dan Bağdat'a kadar vapurlar işlediği bilinirse
de böyle Musul civarına kadar vapur geldiğini bilmezdim.
Acaba hangi kumpanya malıdır, Nehir İdaresi vapurların­
dan mıdır diye düşünmekteyken vapur keleğimizi görünce
bandırasını çektiğinden İngilizlerin bir beylik gemisi olduğu
anlaşıldı. Tam vapurun bizasma yaklaştığımızda kaptanı bir
çifte kürekli sandala binerek yanımıza geldi. Hal hatır ve ha­
ber sorup sohbete başladı. Adamcağız postasız ve telgrafsız
boş bir yerde kalarak dünyanın durumundan vaktinde ha­
berdar olamadığı için geçen keleklere böyle yanaşarak haber
soruyordu. Bizse yirmi günden fazla nehir üzerindeydik ve­
recek taze haberimiz yoktu.
Karşılık olarak kendisine sorular sorarak vapurun Ko­
met isminde Hindistan Donanması'na mensup ve İngiltere
devletinin Bağdat Genel Konsolosu'nun maiyetinde gö­
revli bir stasyoner olduğunu, ilkbaharda suların yüksel­
mesinden faydalanarak Bağdat'tan hareketle gemicilere
idrnan ve talim için oraya kadar gelmişlerse de birdenbire
suların çekilmesinden dolayı vapurun oturup kaldığını ve
suların yükselme zamanı vapur yüzmeye başlayınca Bağ­
dat'a döneceğini öğrendim. Kaptan kır sakallı ve kırmızı
yüzlü, bünyesi kuvvetli ve dayanıklı bir adamdı. Besbelli
işsiz güçsüz beş buçuk ay bu şekilde çölde hava değişikliği
ve dinleornek kendisine yaramıştı. İngilizce ve Almancadan
başka dil bilmiyordu. Kendisiyle vedalaştıktan sonra yolu­
muza devam ettik.
Yanımızda hiç deniz ve deniz taşıtı görmemiş Diyarbekir­
li bir katipte bir de hizmetçi vardı. Ben kaptanla sohbet eder­
ken vapura hayretle bakmaktaydılar. Kaptandan ayrıldıktan
sonra bunlar etrafıını alıp sorguya başladılar: Bu vapur ney­
le yürür? Ateşi neresinde yanar? Karnarası hangisidir? Arka­
sındaki keskin tahta (dümen) nedir? Sandal kadar mı gider?

62
Akıntı yukarı suyu nasıl çıkabilir? Sorularına bir saat cevap
vererek vakit geçirdim.
O aralık sağ tarafta yüksecik bir yerde türbe şeklinde bir
bina göründü. İmam Kerim Türbesi diye bilinen bir ziyaret
yeriymiş. Aşağı doğru yine Arap köyleri görülmeye başladıy­
sa da Musul civarı gibi sık değildi. Bu köylerin tarlalarında
dandan başka ekin olmadığına bakarak ahalisinin serçeden
korkar takımdan olmadıkları anlaşılıyor. Bununla beraber
her tarlada çalıdan yapılmış yüksecik birer çardak var. Üzer­
lerinde birer Arap ayakta durarak sabahtan akşama kadar
kuşları ürkütüp kovuyor. Canlı korkuluk!

Sa'du Mağarası

Tikrit'e bir saat kala sağ kolda mağara gibi bir yer gö­
ründü ve hemen zaptiye tüfeğine, kelekçiler çakmaklı köh­
ne tabancalarına sarılıp silah atacak gibi davrandılar. " Ne
var?" diye sordum. Zaptiye, " Buraya Sa' du Mağarası derler,
lanetli bir yerdir. Sa' du bir kötü cindir ve bu mağarada otu­
rur. Yolcular geçerken silah atmayacak olurlarsa mutlaka
başlarına bir felaket gelir," dedi. " Barutun icadından evvel
yolcular ne yapardı ? Böyle münasebetsiz fikirden vazgeçin.
Boş yere barut ve kurşun harcamayın. Özellikle kurşunun
çölde birine tesadüf etme ihtimali vardır, " diyerek bunlara
silah atmayı yasakladım. Yarım saat geçer geçmez çöl tara­
fında hava birdenbire karardı. Rüzgar kasırga gibi çölden
öyle toz kaldırmıştı ki baktıkça dehşet veriyordu. Kenara
dar varabildim. Bora başladı. Hiç böyle şiddetli bora görme­
dim. Kelekçiler keleği sahile bağlar bağlamaz maşlahlarını
başlarına çekip yüzüstü yere yattılar ve bora geçineeye kadar
başlarını kaldırmadılar. Bu hal yirmi dakika kadar devam
ettikten sonra hava açıldı. Fakat rüzgarın şiddetinden ne­
birde oluşan dalgalar keleği sudan bir metre kadar karaya
çıkarıp çakılların üstüne oturtmuş ve çölden gelen kumlar
yerde yatan kelekçileri adeta toprağa gömülmüş gibi örtmüş

63
ve odaının içini doldurmuştu. Büyük zorluklarla keleği suya
indirdik ve bir saat kadar dolan kumları temizlemekle uğraş­
tık. Yüzümü yıkarken sakalımdan bıyığımdan adeta çamur
akıyordu. Yanımız sıra gelmekte olan bir zahire keleği par­
çalanıp yirmi çuvaldan fazla buğday nehre gitti.
Kendimize çekidüzen verdikten sonra yolumuza de­
vam sırasında zaptiyeyle kelekçiler çekişmeye başladılar ve
kavganın ucunu bize ulaştırdılar. Meğerse bu dehşetli bora
Sa'du'nun başının altından çıkmış. Çünkü silah atılmasına
müsaade etmemişiını
Gerçekten şu boranın tam Sa'du Mağarası'nı geçer geçmez
ortaya çıkması kelekçilerle zaptiyenin inancını kuvvetlendire­
cek garip tesadüflerdendi. Artık heriflere ne söylesem, ne delil
göstersem fayda etmeyecek ve bundan böyle zan ve inançla­
rına asla zarar gelmeyecek. Dikkate değer olan şurası ki bu
olayı her gittiğimiz yerde anlatarak kendileri gibi Sa'du'ya
inananların fikirlerini kuvvetlendirecekler ve daha garibi şu
ki beni de şahit gösterecekler!. . Bunlara, "Yanımız sıra gelen
buğday keleği mağaraya silah atmıştı. Niçin paralanıp bizden
fazla zarar gördü? " diye savunmak istedimse de kelekçilerin
biri, "O kelek de bizim kötülüğümüze uğradı," diye sertçe ce­
vap vererek keleğin hasarından dolayı adeta manevi sorumlu­
luk altında bulunduğumu anlattı. Azıcık daha konuşsam za­
hire keleğinin hasarını karşılamak zorunda olduğumu iddiaya
kalkışacak! Kabahadi gibi boynumu büküp sustum.

Tikrit

Saat beşe doğru Tikrit'e vardık. Tikrit, Irak'ın en eski ve


tarihçe meşhur şehirlerindendir. Bugün Bağdat vilayetine
bağlı Samarra kazasında bir küçük nahiye merkezidir. Mem­
leket bir sırt üzerinde ve evleri kerpiçtendir. Yanında harap
bir kaleyle birkaç hurma ağacı görünüyordu. Halkının çoğu
Kerkük ve Erbil taraflarından gelmiş oldukları için Türkçe
konuşurlar. Reji memuru keteğimize geldi görüştü. Ondan

64
başka memur yüzü görmedik. Galiba bunun da gelişi tütün
araştırması içindi, ama cesaret edemeyip gelişine adi ziyaret
görünüşü verdi. Orada durduğumuz sırada hizmetkarları­
mızdan Diyarbekirli Ohan, bir aralık çay pişirirken ispirto
lambasını devirdi. Az kaldı keleği tutuşturacaktı. Kelekçiler­
le zaptiye bu kazayı da Sa'du'ya yorarlar diye korkumdan
Ohan'ı şiddetle azarlayarak ağız patırtısıyla heriflerin fikir
belirtmelerine meydan vermedim.
Gece saat on birde Tikrit'ten hareket ettik. Ertesi Çar­
şamba günü saat altı sularında sol tarafta Dfır köyünün
önünden geçtik. Köyde bir iki kubbeli binayla bir ınİnareli
cami görünüyordu. Bu kubbeli binaların biri Muhammed
ei-Dfır ibn-i Seyyid Kazım Hazretleri'nin türbesi ve köyün
Dfır ismiyle isimlendirilmiş olması da bundan dolayıymış.
Köyün kenarında sekiz on hurma ağacından oluşan bir or­
mancık vardı. Bir hurma ağacı Musul'da ve bir iki tanesini
dün Tikrit'te görmüştüm. Bugün de burada topluca bir or­
man halinde görerek gayet göz alıcı buldum.

Sarnarra1

Yarım saat ileride ve sol yakada Eski Bağdat denilen ve


Abbasi halifeleri zamanında gelişen Samarra'nın harabele­
ri görünmeye başladı. Buradan Samarra'ya kadar sekiz on
saatlik mesafe, nehir boyu ve içerilere doğru çöl tamamen
harabeyle doludur. Bu harabelerden Eski Bağdat'ın büyük­
lüğüne ve dört milyona yakın nüfusu olduğuna dair tarihin
verdiği bilginin doğruluğu anlaşılıyor. Biraz ileride ayakta
kalmış büyük duvarlar göründü. Harabeterin hepsi adi sarı
toprak tuğladandır. Mermer ve başka tür taştan ve özellik­
le mimari sanatından iz bulunmaması Abbasi halifelerinin
zihnimdeki kudretli ve büyük şöhretini küçülttü. Birkaç saat
evvel Samarra'ya yaklaştığımız kelekçiler tarafından haber

2007 yı lında UNESCO Dünya Mirası Sit A lanı kabul edilmiştir.

65
verildiği sırada zihnimde hazırladığım şairane hayaller bu
harabeterin görünmesiyle birlikte sabun köpüğü gibi sönüp
kayboldu.
Samarra'ya yakın bir yerde ve sağ tarafta Kale-i Aşık is­
minde bir kale kalıntısı ve sol yakada Kasr-ı Maşuka isminde
üçgen şeklinde bir köşk kalıntısı vardı. Bunlar zaman içinde
yolcuların dilinde birtakım hikayelere neden olmuştur. Şöy­
le ki: Emirlerden birinin kızına derebeyinin biri aşık olmuş,
fakat evlilik ümidi kesildiğinde kızın oturduğu köşke karşı
nehrin karşı yakasında bir kale yaparak oradan hasımlığa
kalkışmış. Bir rivayette de seçkinlerden birinin gözde cari­
yelerinden birine bir fakirin gönlünü kaptırmasından dolayı
cariyenin oturduğu kasrıo karşısına sözü edilen kale yapılıp
cesur aşık oraya konulmuş.
Saat dörtte Samarra'ya vardık. Samarra her ne kadar
kaymakamlık merkeziyse de bir iki yüz haneli bir köyden
ibarettir. Ticaret, sanat ve hatta ziraat gibi şeylerden mah­
rumdur. Orada defnedilmiş olan İmam Ali el-Hadi ve oğlu
Hasan el-Askeri Hazretleri'yle İmam Ali ei-Hadi'nin kız kar­
deşi Halime Harun'un ve Hasan el-Askeri'nin eşi Nergis Ha­
run'un türbeleri Şiilerce en büyük ziyaret yerlerinden olduğu
için her sene çok sayıda ziyaretçi gelip gider. Bu nedenle Sa­
marra ahalisi hancı tavuğu gibi yolcuların artıklarıyla geçi­
nir. Hatta kelekten çıktığımız sırada birtakım esnaf dükkan
ve terazilerini bırakarak önümüze koşup el açtılar.
İmamların gömülü oldukları türbe olağanüstü süslü ol­
duğundan öyle bir köy içinde garip bir tezat oluşturuyor­
du. Türbenin binası büyücek bir cami kadardır. Kubbesinin
üzeri kurşun yerine tamamen altın kaplama tuğladır. Birkaç
saatlik mesafeden güneş gibi parlak görünür. İçi Hint ve İran
işi en zarif ve güzel mimarlık sanatıyla o derece süslenmiş ve
işlenmiştir ki görene hayret verir. Türbenin civarında yine o
büyüklükte bir cami vardır. Bunun da kubbesiyle beraber dış
duvarları çeşitli renklerle rengarenk çini dediğimiz kaşlden ı

Iran'ın Kaş şehrinde yapılan bir tür çini.

66
yapılmıştır. İçinde İmam Mehdi'nin saklandığı ve kayboldu­
ğu kuyu vardır.
Ziyaretten sonra kasaba dışına çıkarak Abbasi halifele­
rinden Mu'tasım Billah'ın yaptırdığı Cuma Camii'ninl ha­
rabesini gezdim. Bu cami mübalağasız yirmi bin kişi alabile­
cek büyüklüktedir. Üzeri açık olarak yapılmış dört duvardır.
Duvarları da daha önce tarif ettiğimiz tarzda tuğladandır ve
bugün ayaktadır. Cami-i şerifin yakınında on beş yirmi met­
re kadar yükseklikte kelle şekeri biçiminde ve şerefesiz bir de
minaresi vardır. Bunun üzerine çıkmak için merdiven yerine
minarenin dışına sarmal bir yol yapılmıştır.
Samarra'da bulunduğum sürede kazanın kaymakamıyla
tahrirat katibi bu fakire eşlik ve rehberlik ettiler. Akşamüstü
ezan vakti yemekten sonra Samarra'dan hareket ettik. Bu­
radan aşağı nehrin yüzü Bağdat'a bostan ve zahire taşıyan
keleklerle doluydu. Bütün gece durmayıp yolumuza devam
ettik.
Ertesi Çarşamba sabahı Han-ı Mızrakhi dedikleri yerin
bizasma geldiğimizi haber verdiler ama burası haritada gös­
terilmediğİnden bulunduğumuz noktayı tahmin ve hesap
edemedim. Saat iki sularında Şatt-ı Edham suyunun ağzına
gelip olduğumuz yeri haritada buldum ve Samarra'dan beri
epeyce yol aldığımızı anladım.
Nehir boyu iki kıyıda daha önce tarif ettiğimiz Arap
köyleriyle su dotapiarı sıkiaşmaya başladı. Bu köylerden
birtakım kadınlarla çocuklar, satmak üzere başlarına bir
kap içinde süt ve yoğurt alıp suda yüzerek ve bazısı bir keçi
tulumunu şişirip at gibi üzerine bindikten sonra ayaklarını
kürek gibi kullanarak keteğimize geliyorlardı. Arap çocuk­
ları çoğunlukla bostan keleklerine musaHat oluyorlar. Bun­
lardan kurtulmak için keteklerden bazen silah, bazen taş
atıyorlardı. Yukarılarda rastladığımız bostan keteklerinde
çakıltaşı yığını görerek safra almışlar zannederdim. Meğer
bu taşlar keleğe musaHat olan Arap çocuklarını korkutmak

Samarra Ulu Cami.

67
için savunma silahıymış. Ancak çocuklar silaha, taşa kulak
asmıyorlar kelekten bir kabak olsun aşırınaclıkça arkasını
bırakmıyorlar.
Rüzgar çıktığı için o gün Şatt-ı Edham'dan pek uzağa gi­
demeyerek ezan vakti bir kenarda durduk. Bammetreden ve
günbatımının gösterdiği belirtilerden rüzgarın devam edece­
ğini aniayıp kelekçilere haber verdimse de bu kehanete iti­
mat etmediler. Gece keleğe yol verdiler. Fakat rüzgarın deva­
mı tahmin gücümüzü kelekçilere tasdik ettirdi ve falcılıktan
anladığıma kesinlikle inanarak içlerinden biri fal baktırmak
arzusunu bile açıkladı. Bulunduğumuz nokta Bağdat'ın Ha­
sıl bölgesiydi. Gece mehtap gayet hoştu, ama rüzgar odadan
dışarı başımızı çıkarmaya ve kelekçiye fal açıp biraz eğlen­
meye engel oldu.
Ertesi Perşembe sabahı ben daha uykudayken kelek hare­
ket etmişti. Saat altı buçuk sularında akşamdan beri devam
eden rüzgarın şiddetine direnmeye çalışan kelekçilerin şama­
tasıyla gözümü açar açmaz yorganımın üstünde bir fındık
faresinin sıçrayıp gezdiğini görerek şaşırdım. Uğursuzun gir­
mediği delik yok. Saat yedi buçukta Samarra'yla Bağdat'ın
ortası sayılan ve nehrin sol tarafında bulunan Sindiye köyü­
nün önüne kadar gelebildikse de rüzgarın şiddeti nedeniyle
daha ileri gidemeyeceğimizi aniayıp orada durmaya mecbur
olduk. İşte bu noktada Bağdat'ın meşhur hurma ormanla­
rı başladı. Bu ormanları seyredecek rüzgarın sakinleşmesini
beklerken kelekçilerden biri, "Rüzgar akşama doğru dursa
bile ancak Pazar gecesi veyahut sabahı Bağdat'a varabiliriz.
Halbuki Sindiye köyünden Bağdat'a karadan on bir saatlik
mesafedir. Eğer isterseniz kara yoluyla gidebilirsiniz," deyin­
ce gerçekten bu köyden beygirler alarak karadan gitmeyi
ve o geceyi yol üzerindeki köyterin birinde geçirerek ertesi
Cuma sabahı Bağdat'a girmeyi hayırlı gördüm. Zaptiyeyle
uşağın birini ve bir de gerek gece yolda ve gerek Bağdat'a
vardığımızda derhal lazım olabilecek eşyayı beraber alarak
Sindiye köyüne çıktım. Köyde ücretlerini peşin alınaclıkça
hayvanları çıkarıp göstermediler. Mecburen paralarını ver-

68
dim. Bir de ne göreyim ? Eğersiz palansız zayıf iki dolap
beygiriyle iki merkepmiş! Bereket versin keleklerimiz henüz
hareket etmemişti. Eşyalar arasında bulunan hayvan takım­
larını çıkartarak artık hayvanların zayıflığına bakınayıp saat
on bir buçukta Sindiye'den hareket ettim.
Köyden açıldıktan sonra nehrin sağ tarafında ve kıyıdan
epeyce uzak bir yerde kubbeli bir bina göründü. Şeyh Cü­
neyd'in türbesiymiş. Ziyarete giden delileri iyileştirme özel­
liği olduğunu söylediler. Bu özellikte bir türbenin böyle çöl
ortasında ve medeniyetten uzak bir yerde bulunmasından
üzüntü duyulur!
Akşam ezanı vakti Cedide köyüne geldik ve bir han avlu­
sunda çadır kurup geceyi geçirdik. Bütün gece rüzgarın şid­
detiyle beraber hava öyle soğuktu ki tarif edemem. Bağdat
gibi sıcak bir iklimde ve özellikle ekim başında böyle soğuk
garip şeydi. Ertesi, Ekim'in on altısı Çuma sabahı şafaktan
evvel zaptiyeyle uşağın nezle başlangıcı olarak sık sık ak­
sırmalarından uyandım. Derhal bir ateş yaktırıp biraz ısın­
dıktan sonra Cedide köyünden saat beş buçukta yola çıktık
ve üç saat kadar birbirine geçmiş derecede yakın ve hurma
ormanlarıyla çevrili köylerden geçerek gittik. Saat dokuza
doğru Bağdat şehrine bir saat mesafesi olan ve nehrin sağ ta­
rafında bulunan İmam Musa el-Kazım Hazretleri'nin türbe
ve cami-i şerifinin dört adet minaresiyle biraz ilerde sol taraf­
ta Bağdat şehrinin camilerinin kubbe ve minareleri hurma
ağaçlarının arasından görünmeye başladı.
*

Bu seyahatnamenin Diyarbekir bölümünde bir parça


açıklandığı üzere Bağdat'a gidenler mutlaka bir çıban çı­
karırlar. Bu çıbana ortaya çıktığı memleketin ismiyle Halep
çıbanı, Diyarbekir çıbanı, Bağdat çıbanı denildiği gibi Bağ­
dat'ta bir ismi de hurma çıbanıdır. Altı aydan bir seneye ka­
dar devam eder. Hurma çıbanı erkek ve dişi olarak iki çeşit­
tir. Erkek olanı bir veyahut iki ve fakat büyücek olur. Dişisi
adi kan çıbanları gibi küçük ve fakat çok sayıda olur. Küçük
çocukların tabii ki derileri nazenin olduğu için yüzlerinde

69
çıkar. Bu nedenle Bağdatlıların veya çocuklukta Bağdat'ta
bulunmuş olanların çoğunun yüzlerinde çıbanın bıraktığı iz
görülür. Bu çıban büyüklerio tabii ki yüzlerinin derileri kalın
olduğu için pek de yüzlerine musaHat olmayıp ellerinde ve
ayaklarında çıkarsa da bazen burnun ucu, ağzın kenan ve
alnın ortası gibi münasebetsiz yerlerde baş gösterdiği olur.
Başka çıbanlar gibi bu hurma çıbanının şiddetli ağrısı sızısı
olmaz. Çıktığı yerde evvela bir kaşınma hissedilir ve kaşı­
nan yerin derisi beyaz, ince soğan zarı gibi kat kat açılmaya
başlayıp nihayet bir yara halini alır. Bu yarayı her gün bir iki
defa yıkayıp temiz tutmaktan başka iyileştirecek hiçbir ilacı
yoktur. Bilinen süresini tamamlayana kadar devam eden iğ­
renç bir şeydir. Bu nedenle yüzde ve göze görünür bir yerde
çıkmasını elbette insan arzu etmez.
Bağdat' a giden bir yolcu Bağdat şehri ni ilk defa uzaktan
gördüğü anda vücudunun hangi uzvunu hareket ettirirse çı­
banın orada çıktığı güya denenmiş! Cedide'den hareketimiz­
den sonra bu rivayet batınma geldi. Kah alayla ve kah ina­
nacak gibi tereddüt ve şüpheyle istemsizce organiarımdan
zararsız farz ettiğim sol kolumu çıban korkusuyla hareket
ettirmeye başladım! Üç buçuk saat o derecede hareket et­
tirmişim ki Bağdat'ı gördükten sonra vazgeçmek istediğim
halde tik olmuş gibi o gün akşama kadar ara sıra sol kolum
hareket etti durdu ve iki ay sonra çıkardığım çıbansa sağ
baldırımda zuhur etti!

Azamiye

Saat onda nehrin sol yakasındaki Azamiye kasabasına


vardık. İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri burada gö­
mülü olduğu için kasabanın ismi Azamiye'dir. Azamiye'ye
Dicle kenanndan geldiğimiz için nehir üzerindeki köprünün,
hurma ağaçları arasından İmam-ı Azam Hazretleri'nin türbe
ve cami-i şerifleriyle sol yakada İmam Musa el-Kazım Haz­
retleri'nin daha önce anlattığımız türbe ve cami-i şerifleri-

70
nin kubbe ve minarelerinin görünüşü fevkalade göz alıcıydı.
Azamiye'ye girip cami-i şerif önündeki meydana vardığım­
da hayvandan inerek tozumu toprağıını temizleyecek, bir
türbeyi ziyaret etmek ve cuma namazını kılmak için abdest
alacak bir yer aradım. Meydana bakan kapısı açık bir bina
görüp içindeki ve pencerelerinin önündeki kalabalıktan
han veya kahvehane zannederek içeri girdim. Meğer burası
İmam-ı Azam Hazretleri'nin türbedarı ve mütevellisi Nu­
man Efendi'nin eviymiş. Kendisi gayet saygıdeğer, cömert
ve kapısı daima açık olduğundan içerdeki kalabalık cuma
nedeniyle türbeyi ziyarete gelen ahbaplarıymış. Ağaları bu
fakiri kapıdan karşılayıp yukarı çıkardılar. Bulunduğum ye­
rin neresi olduğunu henüz anlamadığım halde abdest alacak
bir yer sordum. Kara sakallı ve başı imameli güleç ve nazik
bir kişi yanıma gelerek, "Namaza daha vakit var. Galiba
yoldan geliyorsunuz. Biraz İstirahat buyurunuz, daha sonra
abdest alırsınız, camiye de hep birlikte gideriz, " deyince bu­
rasının han veya kahvehane olmadığını anladım. Mahcubi­
yetle özür dileyerek kim olduğunu ve nerede bulunduğumu
sorduğumda kendisinin Türbedar Nurnan Efendi olduğunu
ve evinde bulunduğumu söyledi, kahve ve nargile ikramın­
dan sonra üstümü başımı temizlemek ve abdest almak üze­
re beni başka bir odaya götürdü ve ardından hizmetçileri
önüme bir tepsiyle mükemmel bir yemek getirdiler. Doğrusu
bu kişinin şu gariban dostluğuna ve cömertliğine hayran ve
minnettar oldum. Zira benim kim olduğumu bilmediği ve
nereden gelip nereye gittiğiınİ henüz sorup anlamadığı halde
sadece bir misafir diye değer verip ağırlamıştı. Öğle ezanı
ok undu. Camiye gidip cuma yı kıldıktan sonra Nurnan Efen­
di türbenin kapısını açtı. Diğer ziyaretçilerle İmam-ı Azam
Hazretleri'nin mübarek mezarını ziyaret edebildim.
Bir ınİnareli olan bu cami gayet ferah ve büyüktür. Soka­
ğa ve meydana bakan iki tarafında yüksek demir parmak­
lıklada çevrili büyücek bir avlusu ve bu avlunun iki büyük
kapısı vardır. Türbe caminin bitişiğinde ve kapısı caminin
içindedir.

71
Eski ahbaplarımdan ve Bağdat eski valisi Necip Paşa
merhumun soyundan olup bir süredir kişisel işlerini düzen­
lemek için Bağdat'ta bulunan Necip Bey o aralık karşıma
çıkarak bugün buraya varışımı tahmin ve hesap edip karşı­
lamaya geldiğini söyledi. Kendisiyle birlikte bulunan Bağdat
Düyun-ı Umfımiye Nazırı Behçet Bey'le bizi görüştürdü. Şu
iltifat ve gönül alışa minnet duyduğumu söyleyerek ve Nu­
man Efendi'ye özel teşekkürlerimi tekrarlayıp veda ettikten
sonra Necip ve Behçet beylerle bir arabaya binip yarım saatte
Bağdat'a vardık. O gece Behçet Bey'in evinde misafir oldum.

Bağdat

Zevra ve Darü'l-islam isimleri verilen Bağdat şehrinin


büyük kısmı nehrin sol yakasında kale içindedir. Küçük bir
kısmı da nehrin sağ tarafındadır. Ara yerde dubalar üzerinde
yapılmış bir ahşap köprü iki kıyıyı birbirine bağlar. Şehrin
sol yakadaki büyük kısmına Ressafe ve sağ yakadaki kısmı­
na Kerh derler. Ressafe'de iki belediye dairesi vardır. Kerh
üçüncü belediye dairesi sayılır. Bağdat'ın kalesi memleketin
büyümesine engel oluyor diye bundan yirmi beş otuz sene
önce yıkılmış ve bugün kalenin temelleriyle burç şeklinde bir
iki kapısı kalmıştır.
Diyarbekir kalesi memleketin büyümesine engel oluyor
diye vaktiyle kale dışına bir hükümet konağı yapılmışken
memleket yine eski halinde kalmış ve sonradan hükümet
dairesinin eski yerine taşınmış olduğu daha önce yeri gelip
anlatılmıştı. Bağdat kalesinin de yıktınlmasından beri otuz
sene geçtiği halde bu çare şehrin büyümesine hizmet etme­
diği gibi halk arasında aşiretlerin eski zamanlardaki gibi ko­
laylıkla memlekete saidıracakları korkusunu yerleştirmiştir.
Gerçi bu korkuya bugün yer yoksa da nehrin kabardığı za­
manlarda şehrin arka tarafını istila eden suların memlekete
girmesine önceleri kale engelken bunun yıktınlmasından do­
layı bu tehlikeye bir kapı açılmıştır. Bir memleketin büyüme-

72
si ahalisinin çoğalmasına ve ahalinin çoğalması da ticaret ve
zanaatın varlığına bağlıdır. Bu servet sebeplerine sahip olan
bir şehir mutlaka büyür ve kale içinde bulunması büyümesi­
ne asla engel olmaz.
Bağdat'a nehir yoluyla gelinirken şehrin Ressafe denilen
büyük kısmında ve nehir üzerinde evvela İran Şahı Nasred­
din Şah merhumun 1870 tarihinde Bağdat'a seyahatleri sıra­
sında kalması için özel olarak yapılmış olan Necibiye Kasrı,
ikincisi Mekteb-i Sanayi, üçüncüsü hükümet konağıyla Mü­
şiriyetl dairesi, dördüncüsü askeri kışla, beşincisi askeri lise
ve peşi sıra iki kıyıyı birbirine bağlayan köprü ve köprünün
alt tarafında gümrük dairesiyle Basra ve Bağdat arasında
gidip gelen Osmanlı Nehir idaresi ve Linç dedikleri İngiliz
kurupanyasının vapurları ve daha aşağı doğru birtakım ya­
lılarla kahvehaneler görülür. Nehrin sol yakasında ve Kerh
denilen kısmında evvela bir mahalle ve peşinden hükümet
konağının karşısına rastlayan Gureba Hastanesi'nin2 büyük
binaları, tersane dairesi ve köprüden aşağı hurmalıklar için­
de mahalleler görünür.
Nehir boyu şehir yedi kilometre kadardır. Memleketin
alt ve üst tarafları iki kıyı boyu saatlerce devam eden hurma
bahçeleridir. Bu hurmalıklardan başka şehrin çevresinde ve
içinde birçok portakal bahçesi de vardır. Limon ve portakal
ağaçları çiçek açtığı zaman bahçelerin arasından geçerken
gayet hoş bir çiçek kokusu insanın içini açar.
Bağdat'a benim geldiğim gibi Azamiye'den kara yoluy­
la gelinirken hurmalıklar arasından geçen yoldan gidilip
memlekete İmam-ı Azam kapısından girilir, bu kapı yıkılan
kalenin parçasıdır. Kapıdan içeri girilince iki taraflı sırayla
birçok kahvehaneden sonra Meydan-ı Şarki denilen yere
gelinir. Burada evvela göze çarpan kubbe ve minaresi ren-

Askeri komutanlık.
ı Bu binanın büyüklüğünden ve içinde hiçbir zaman on beş yirmiden fazla
hasta bulunmadığından dolayı sonradan, yani Mustafa Asım Paşa'nın
valiliğisırasında İmam-ı Azam Kapısı dışına bir belediye hasranesi yapıla­
rak adı geçen Gureba Hastanesi okula çevrilmiştir. (Yazarın notu)

73
garenk kaşiden yapılmış büyük ve zarif Ahmet Paşa Cami-i
şerifiyle sağ tarafta Tophane Dairesi'nin kapısıdır. Ondan
sonra şehrin çarşı ve mahallelerine girilir. Yukarıda sayılan
yönetim binaları vesaireden yalnız hükümet konağıyla Mü­
şiriyet Dairesi eski ahşap bina olup diğerleri tuğladan yapıl­
mış kagirdir.
Bağdat şehrinin nüfusu yüz bin civarındadır. Çoğunluğu
İslam ve altı bin hane kadarı Yahudi ve bir kısmı da Keldani
ve Katolik'tir. Bunlardan başka Bağdat'ta yerleşip kalmayı
tercih etmiş tüccar ve kısa süreliğine gelip giden ziyaret­
çi olarak haylice İranlı vardır. Ahalinin sınıf ve mezhebine
göre elbise ve kıyafetleri birbirinden farklıdır. Mesela eşraf
ve hanedanın kendi geliriyle geçinenleri entari, cübbe ve
maşlah giyerler, bazısının başında sarık, bazısında fes var­
dır, hükümet işlerinde çalışanları İstanbullular gibi setre ve
pantolon giyerler. İkinci sınıf halk yine bunlar gibi entari ve
maşlah giymekle beraber başlarına sarı ipek kefiye sararlar.
Arnele takımı ise yalnız çetaridenl entariyle beyaz ve mavi
veya kırmızı satranç dokunmuş iplikten kefiye kullanırlar.
Bağdat'ta entarinin ismi zıbındır. Yahudiler keza zıbın ve
maşlah giyederse de başlarına Kandilli yazması gibi beyaz
bez üzerine yazmadan sarık sararlar. Hıristiyanlar zıbın ve
maşlahla başlarına fes giyerler. İslam kadınları sokakta ke­
narları kılaptandan2 veya ipekten su işlenmiş zemini düz
çarşaf ve siyah kıldan dokunmuş peçe ve koncu yüksek sarı
çedikle pabuç kullanırlar. Yahudi kadınları lacivert ve beyaz
ince satrançlı dokunmuş ve kenan sarı telden bir su işlenmiş
çarşaf ve siyah kıldan peçeyle yalnız sarı pabuç kullanırlar.
Hıristiyan kadınları İslam kadınları gibi çarşaf kullanırlarsa
da yüzleri bazen açık ve bazen peçe yerine siyah gaz3 veya
tülden ince bir mendille örtülüdür. Ayaklarına çoğunlukla
potin ve galoş giyerler.

Bir ipek ve üç pamuk ipliğinden yol yol dokunan makbul bir kumaş çeşidi.
Pamuk ipliği veya ipek üzerine çok ince gümüş, altın, bakır vb. tellerin
sarılmasıyla yapılan iplik ve bu iplikle dokunmuş kumaş.
Gazyağmasokularak boyası sabitleştirilmiş olan bez.

74
Bütün ahalinin kullandığı dil Arapçadır. İçlerinde Türk­
çe konuşanlar da çoktur. Fakat Arapçalarına çokça yabancı
kelime karışmıştır. Mesela yavaş, dert, hoş, çarık gibi Türk­
çe ve Farsça kelimelerden başka İngilizce kadeh demek olan
glas kelimesi bile kullanılır. Türkçe kelimelerden türetmeler
yaparak " meçmer" çamurlu, "vemçerek" çürük, " viçaliş "
çalışır derler.
Bağdat'ın evleri sarı renkli tuğladan yapılmış binalardır.
Memlekette kireç olmadığından duvarları karasakız ve kül­
den oluşan bir harçla yaparlar, horasanI ve kireçli harç gibi
sağlam ve dayanıklı olur. Yalnız oda içierinin duvarlarını sı­
vamak için lazım olan kireç Fırat Nehri üzerindeki Hit adlı
yerden gelir. Bununla birlikte bu tarz harçla yapılanlar zen­
ginlerin evleridir. Diğerleri adi çamur harçla inşa edilmekte­
dir ki kışın şiddetli yağmurlarından her sene birçok duvar
yıkılır. Evlerin şekli İstanbul'da bildiğimiz tarzda değildir. Bi­
nalar dört köşe bir avlunun iki yahut üç tarafında ve bazen
dört tarafını çevirmiş olarak bu avluya bakar. Yer katında
sıcakta oturmak için serdablar2 olduğundan binanın odaları
ikinci kat sayılır. Bu odaların önünde çepeçevre bir gezin­
ti vardır, ismine tarama derler. Evlerin üçüncü katı yoktur.
Sandık odası yerine kullanılmak üzere odaların arasında ve
kefeşkan isminde yüklük gibi birer küçük asma oda bulunur.
Yaz geceleri damlarda yanldığından damların üzeri toprak
veya tuğla döşelidir. Evlerde akan su olmayıp kuyular vardır.
Fakat içmek için suyu nehirden sakalar getirir. Ondan başka
birinci belediye dairesinde bir su makinesi vardır, bazı ma­
hallelere borulada nehir suyu verir.
Bağdat'ın sokakları tamamen kaldırımsızdır. Kurak ha­
vada tozdan ve yağınurda çamurdan geçilmez. Kaldırım
yapılamaması memlekette taş bulunmamasından dolayıdır.
Hatta hamamların kurnalarıyla döşemesi taşsızlıktan dolayı
karasakızdan yapılmıştır. Mezarlara bile tuğladan sanduka

Kiremir ve tuğla tozlarının kireç vesuyla karıştırılmasından elde edilen bir


harç türü.
Sıcak yörelerde çoksıcak günlerde barınılan yeraltı odası.

75
şeklinde birer kümbet inşa ederler. Musul'da ve Hit'te taş
varsa da oralardan Bağdat'a taş getirerek sokaklara kaldı­
rım yapmak hatıra gelmemektedir. Sokakların yağlı ve siyah
toprağı yağmur yağınca gayet clVlk bir çamur olur ki insan
ve hayvan mutlaka kayar düşer.
Memlekette lağım olmadığı için gerek evlerde ve gerek
sokaklarda lağım yerine " bellua" dedikleri kuyular bulunur.
Eğer yağmur fazla yağarsa bellualar dolar, sokaklar göl ha­
line gelir. Bir de belluaların ağızlarına birer delikli tuğla ko­
yarlar, elbette taş kadar dayanarnayıp az vakitte kırılır veya
ağızları genişler. Bu nedenle yayan ve atlı gelip geçenler için
çok tehlikelidir.
Bağdat'ta su taşıyan sakalar da sokakların zarar ve ra­
hatsızlık veren şeylerindendir. Bu sakaların keçi tulumundan
birer büyük kırbaları ile birer merkepleri vardır. Memleketin
nehir kenarında biten "şeria" dedikleri sokaklarının ağzında
bu kırbaları nehirden doldurup merkebin üzerine koyarlar.
Merkeplerin bildiğimiz şekilde sernerieri ve ipleri yoktur. Sa­
kalar merkeplerin yanı sıra kırbayı tutarak yürürler. Mem­
leketteyse bir iki caddeden başka sokakların tamamı bir atlı
bile geçemez derecede dardır. Bu nedenle bu dar sokaklarda
sakaların çamurlu ve ıslak kırbaları, halkın üstüne başına
sürtünüp kirletir. Ondan başka kırbaların çoğu delik deşik
olduğundan insan bunlara sürtünmese bile deliklerinden fıs­
kiye gibi fışkıran suyla ıslanır.
Sokakların darlığından dolayı Bağdat'ta araba kullanıl­
maz. Herkesin gücüne göre evinde birkaç hayvanı bulunur.
Kirayla tutmak için at ve beygir yoktur. Kira hayvanları ta­
mamen beyaz merkeplerdir. Bunları yürütmek için merkep­
çiler değnek ve kamçı kullanmazlar. Yalnız merkeplerin ardı
sıra koşarak "Hey! " diye hırlarlar. Merkepler bu hırıltıyı
işittikçe kamçılanmıştan fazla yürürler. Sokakların kaldırım­
sızlığından dolayı hayvanların ayaklarının sesi işitilmediği
için halkı haberdar etmek üzere merkeplerin boğazlarında
çıngıraklar asılı olduğu gibi merkepçiler de "Balek! " diye
feryat ederler.

76
Bağdat'ta ağır yükleri taşıma işi de bu merkeplere mah­
sustur. Ondan başka Revanduz ve Kerkük ahalisinden
harnallık eden Kürtler vardır. Gerek merkeplerin ve gerek
hamalların sernerieri ipsiz sapsız düz bir şeydir. Denk bağlı
ticari eşyayı birer tane merkebin üstüne yerleştirerek saka
kırbaları gibi bir yanından ve eğer yük büyükse iki yanın­
dan adamlar tutup götürürler. Hamalların çoğunda semer
yerine birer çul veya maşlah vardır. Taşıyacakları şeyi bunun
içine koyup bohça yapar, başlarına bağlayarak arkalarma
asarlar. Bu hamalların başlarındaki kuvvet hayret vericidir.
Elli altmış kıyye ağırlığındaki yükleri bu şekilde götürürler.
Harnallar başlarına birer kalpak ve arkalarma Acem setresi
biçiminde dizlerine kadar abadan bir şey giyerler. Donları
ve ayakkabıları yoktur. Bazen sokak başlarında uzanıp ya­
tarlar. Meşin renginde kirli bacaklarının görünüşü sokaktan
gelip geçenler için hayli çirkin ve iğrenç bir manzaradır. Yu­
karıda sözü edilen sakalar da bu kıyafettedirler. Hele don­
suzluk yalnız harnaltarla sakalara mahsus değildir. Ahalinin
aşağı takımı da don giymez.
Nehir üzerinde bir yakadan diğer yakaya ve sahil boyu
köylere gidip gelmek üzere kfıfe yahut küfe isminde tekne
gibi yuvarlak bir tür kayık vardır. Bu küfeler tıpkı çamaşır
sepeti biçiminde hurma dallarından yapılarak üzerieri ziftle­
nir. Yuvarlak olduğundan başı kıçı yoktur. Bir veya iki küfe­
ci ellerinde kürek gibi birer tahta parçasıyla suyu iki tarafa
iterek küfeyi yürütürler. Vapurlarta tersanenin filikalarından
başka nehir üzerinde ahalinin sandal ve kayık yerine kullan­
dıkları yalnız bu küfelerdir.
Bağdat'ın Kerh kısmından İmam Musa el-Kazım Haz­
retleri'nin gömülü bulundukları Kazımiye kasabasına kadar
altı kilometrelik mesafede bir tramvay hattı vardır. Bu hat
yirmi beş sene önce hisseli bir şirket teşkiliyle yapılmış ve bu­
gün işlemektedir. İranlı ziyaretçiterin ziyaret mevsimlerinde
büyük gelir getirir.
Bağdat'ın eski tarzda yapılmış dükkaniarı sokağın zemi­
ninden haylice yüksek olduğundan her dükkanın önünde
tavana bağlı bir zincirle ucunda bir halka vardır, dükkan sa­
hipleri bu halkayı tutarak inip çıkarlar. Bakkal, manav gibi
esnaf sattıkları malı övmek için dükkaniarında daima gazel
tarzında şeyler okuyarak müşteri davet ederler.
Diyarbekir'de kıyyenin beş yüz dirhem ve Hasankeyf'te
altı yüz kırk dirhem olduğunu görmüştük. Nehir boyu aşağı
doğru indikçe kıyye büyümekteydi. Bağdat'ta bir kıyyeyi bin
dirhem bulduk. Tam kıyyeye "kıyye" ve dörtte bir kıyeye
"vukıyye" derler. Dört yüz dirhemlik kıyyenin adı İstanbul
kıyyesidir.
Bağdat'ın ölçüleri ve ölçekleri değişiktir. Malın cins ve tü­
rüne göre ölçüsü değişir. Akçe hesapları da tuhaftır. Bir on­
luk meteliğe " kuruş" ve yirmilik meteliğe "kameri " ve kırk
paraya "erba kuruş" derler. Memlekete yeni gelen bir yolcu
tabii ki on paraya kuruş dediklerini bilemeyeceği için eşya­
nın değerini ilk anda çok yüksek zanneder. Hatta bu yanlış­
lıktan yaralanarak hizmetçimizin biri bir iki aylık mutfak
masrafını bizden dört kat olarak almıştır.
Bağdat'ın mahallelerinde İstanbul gibi ayrıca bekçiler
yoktur. Belediye tarafından geceleri sokaklarda yakılan fe­
nerleri temizleyip yakma işini yapanlar bekçilik hizmetini de
yerine getirirler. Bu bekçiler çok sayıda olduklarından her
sokağın başında ve birbirinin sesini İşitecek mesafede oturup
uyku uyumadıklarının anlaşılması için ara sıra "Ya Allah! "
diye bağınrlar.
Eskicilik burada da Yahudilere özgüdür. Şu farkla ki
Bağdat'ın Yahudileri, "Eskiler alayım! " yerine " Bey' ! " l diye
bağırırlar.
Her yerde olduğu gibi bu memlekette de pek çok sokak
köpeği vardır. Bu köpekler sıcaklarda ölü gibi sokağın orta­
sına seriJip yatarlar. Sokaklardan geçerken saka merkeple­
rine çarpmamak ve köpeklere basmamak için insan doğru
yürüyemez. Bu zavallı hayvanların Bağdat'ta halleri pek pe­
rişan ve acıklıdır. İstanbul'da hiç olmazsa eski mahallelerde

Bey' (A r. ) Satmak, satış.

78
köşe başlarında birer yalakla su bulunur. Bağdat'ta öyle şey
yoktur. Sıcaktan ve susuzluktan telef olurlar. Kahvelerden
dökülen nargile sularına kemik yağması gibi hücum ederler.
Bazı sokaklar belediye tarafından sakalara sulattınldığı için
o sokakların köpekleri bundan faydalanırlar, ama Bağdat'ın
köpeklerinde de sınır kavgası olduğundan sulanmayan so­
kakların köpekleri bundan mahrumdurlar.
Bağdat'ta yazları pek çok leylek bulunur. Bu hayvan her
yerde olduğu gibi yazları gelip kışları daha sıcak yerlere gi­
der. Bunların gelme zamanında beş, on, yirmisi birden ge­
çerken çocuklar "Vak! " diye bir ağızdan bağırmaya başlar­
lar. "Vak"ın yere düşmek anlamında olduğu malumdur. Bu
feryadı işitince leylekler dengelerini kaybeder ve içlerinden
birkaçı mutlaka yere düşer ki hakikaten gariptir.
Bağdat'ın akrebiyle zenbur dedikleri eşekanlarının birbi­
rinden farkı yoktur. İkisinin de soktuğu yer yirmi dört saat
pek şiddetli acı verir. Fakat tehlikeli değildir.
Adi tütün bu sıcak memleketlerde kuruyup barut gibi
sertleştiği için içilmez ve zaten ekilip biçilmez. Buralarda
Süleymaniye ve Kerkük taraflarında yetişen ve "şagur" de­
nilen bir çeşit tütün kullanılır. Ahali tütünden çok nargile
içer. Hatta kadınlar genellikle nargile kullanırlar. Birbirini
ziyarete, hamama ve bir mesireye giderlerken nargilelerini
beraber taşırlar. Nargile lülelerini bile sokaklarda Arap ka­
dınları satar. Nargile hindistancevizinden yapılmış "galyan"
dedikleri türdendir.
*

Bağdat'a vardığırnın ilk gecesini daha önce sözü edildiği


gibi Behçet Bey'in evinde geçirdikten sonra ertesi, Ekim'in
on yedinci günü şehrin alt başında, Şark Kapısı tarafında,
hurma ve portakal bahçeleri içinde Rezuk Abud adlı kişinin
boş köşkünü kiralayarak oraya taşındım. Daha sonra Vila­
yet Valisi Takiyüddin Paşa ve Altıncı Ordu Müşiri Hidayet
Paşa ve Merkez Mutasarrıfı Nazım Beyl ve diğer memur-

Van eski valisi Nazım Paşa'dır. {Yazarın notu )

79
larla görüştüm. Takiyüddin Paşa bilgili, erdemli, çok zeki ve
açık sözlü bir ihtiyar ve Hidayet Paşa gayet çalışkan, vatan­
sever ve gayretli bir müşirdir.
Vali Paşa memleketin üst başındaki daha önce sözü edi­
len Necibiye kasrında oturuyordu. Oraya gitmek için top­
haneden geçerken tophanenin kapısı önünde özel olarak ya­
pılmış ve etrafı top biçiminde ayaklara bağlı zincirlerle par­
maklık çevrilmiş yarım arşın yüksekliğinde bir set üzerinde
eski tunç toplardan bir top gördüm. Bu top, cennetmekan
Sultan IV. Murat'ın Bağdat'ı fethi sırasında kullandığı kuşat­
ma toplarındanmış. Ancak etrafındaki parmaklık şeklinde
koyulmuş zincirin üzerinde birçok sıtma bağları bulunması
dikkatimi çekti. Yanımda bulunan kişiye sebebini sordum.
Halkın bu topu kutsal sayarak ziyaretine gelip dilek diledik­
lerini ve hatta bazı kadınların yeni doğan çocuklarını buraya
getirerek topun ağzından içeri sokup etrafını tavaf ederek
uzun ömürlü olması için dua ettiklerini bildirdi!
*

Bağdat'ta bir müddet ikamet mecburiyetinde olanlar


mutlaka binecek bir hayvana muhtaçtır. Bu nedenle ben de
bir at almak istediğim halde güzel denecek bir Arap atı bul­
mak mümkün olmadı. Gerçi ahaliden güzel at sahibi olmak­
la tanınmış olanların ahırlarında asil ve fakat çirkin birtakım
kısraktarla birkaç at ve tay bulunursa da Bağdat'ın büyüklü­
ğüne ve şöhretine oranla hiç hükmündedir. Bu hayvan kıtlı­
ğının sebebini sordum:
" Güzel at bulunmamasına Hindistan'a hayvan sevk ve
ihraemın yasaklanması sebep olmuştur. Çünkü vaktiyle bu
ticaretle uğraşan birtakım zengin cambazlar vardı. Bunların
Kerh tarafında çok sayıda ve büyük ahırları olup her sene
Şammar aşiretinin getirdiği yüzlerce hayvanı satın alarak o
ahırlarda muhafaza ve terbiye ederlerdi. Memlekette at al­
mak isteyenler bu ahırlara giderek beğendiklerini seçip alır­
lar ve hayvan satmak isteyenler de yine bu ahır sahiplerine
satarlardı. Kısaca Bağdat'ın Kerh tarafı büyük bir at pazarı
idi. Hindistan'a hayvan ihraemın yasaklanması bu zengin

80
cambazların işlerini yalnız memleket içinde alım satımla sı­
nırladı. Bu ise idarelerine yeterli olmadığından ellerindeki
hayvanları sattıktan sonra artık Şammarlılardan hayvan
satın almaz oldular. Şammarlılar da yetiştirdikleri at ve tay­
ları kolaylıkla satabilecekleri bir pazar bulamadıklarından
bir daha Bağdat'a fazla hayvan getirmediler. Hele bir riva­
yere göre aşiretler içinde doğan hayvanların Araplar yalnız
dişilerini saklayıp erkeklerini öldürmeye başlamışlarmış.
Gerçekten bedeviler asil olan kısraklarından iki fayda bek­
lerler. Biri bu kısrakların günlerce dörtnal gitmeye dayanıklı
olması ve diğeri bunlardan doğan tayları satıp kazanç sağ­
lamasıdır. Kısraklarından başka at beslemezler. Tayları sara­
ınayınca beslemek külfetinden kurtulmak için öldürdükleri
rivayeti doğru olsa gerektir. Bununla beraber bu yasak, hay­
van ihraç edilmemesi maksadına hizmet ediyor mu? Hayır.
Yine bazı adamlar çöllere gidip Araplarda bulabildikleri at
ve tayları yok pahasına alarak İran sınırından geçirdikten
sonra Muhammere'den vapurlara bindirerek Hindistan'a
götürmektedirler. Şu halden anlaşılacağı üzere memleket bu
meselede üç türlü zarara uğruyor. Birincisi Arapların evvelki
gibi cins hayvan yetiştirmeye özen gösterınemesi ve ikincisi
Kerh'in büyük ve meşhur at pazarında yapılan alışverişin
bitmesi yüzünden bir sınıf halkın geçim sıkıntısına düşmesi
ve üçüncüsü hükümetin topladığı büyük miktardaki vergi­
nin kaybolmasıdır. "
Hayvanı aldım ve bir aralık Kerh tarafındaki kullanıl­
mayan ahırları gidip görünce büyüklük ve çokluklarına ba­
karak gerçekten şu yasakla önemli bir alışveriş vergisine de
zarar getirilmiş olduğunu anladım. Sonradan Hindistan'a
hayvan nakli için bazı kayıt ve şartlada izin verilmişse de
zengin cambazlar o zaman ahırlarını dağıtmış ve sermaye­
lerini başka ticari işlere yatırmış olduklarından o önemli at
pazarını yeniden canlandırmak epeyce vakit gerektirecektir.
Güzel at almaktan ümidi keserek bir yağız Aneze atı bul­
dum aldım. Aneze hayvanları da gayet güzeldir. Fakat küçük
olurlar.

81
Kazımiye

Ekim'in on dokuzu Pazartesi günü, Muharrem ayının


onuydu. İranlıların İmam Musa el-Kazım Hazretleri'nin
türbesinin avlusunda yaptıkları matemi görmek üzere bazı
kişilerle beraber Kazımiye kasabasına gittik. İmam Hazret­
leri'nin mübarek mezarları caminin içindedir. Hem türbe
hem de cami olan bu büyük binayla dört adet minaresi çok
geniş, dikdörtgen ve mermer döşeli bir avlunun ortasında
olup Arap ve Acem mimarisine sahiptir, içi dışı olağanüs­
tü süslenmiştir. Avlunun dört tarafı ziyaretçiler, hizmetliler
vesairenin kalmaları için ayrılmış odalada çevrilidir. Tür­
benin yüksek ve büyük olan orta kubbesinin üzeri ve mi­
narelerin tepeleri altın kaplamalı tuğladandır. Bu kubbenin
dört tarafı küçük kubbeler ve çok sayıda ince direkler üze­
rinde saçaktır. Gerek direkler ve gerek saçakların tavamy la
kubbelerin içi nice bin ince tahta ve ayna parçalarıyla işlen­
miştir. Minare şerefelerinin üzerinde çepeçevre ince ve işle­
meli direklerle saçak vardır. O gece Kazımiye kasabasında
kalarak matemi seyrettik. Tören ve matem ayİnine katılan
Şii mezhebinden Araplada kadınlarının çokluğu şaşılacak
derecedeydi.
*

Bağdat'ta meşhur ziyaret yeri olarak Şeyh Abdülkadir


Geylani Hazretleri'nin yıkık kale içinde, mahallelerin dışın­
da Şeyh Ömer Sühreverdi, karşı yakada Şeyh Maruf-ı Kerhi
Hazretleri'nin ve bunlardan başka İmam Ahmed Hanbeli
ve Şeyh Şebeli ve Sırri-i Sakati ve Seyyid ebu'I-Hasan Ali
gibi birçok büyük velinin ve Harun Reşid'in eşi Sitti Zü­
beyde'nin türbeleri vardır. Bu ziyaretgahların en süslü ve
mamuru Şeyh Abdülkadir Geylani Hazretleri'nin mezarı ve
cami-i şerifleridir. Pek çok vakıfları ve gelirlerinden başka
Hintli ve Buharalı ziyaretçiler tarafından çok fazla para ve
hediye getirilir.

82
İkbalü'd-Devle

Hindistan prenslerinden olup, elli seneden beri Bağdat'a


göç ederek yerleşmiş olan meşhur İkbalü'd-Devle'yi görmek
Bağdat seyahati ayrıntısından olduğu için bir gün Merkez
Mutasarrıfı Nazım Bey ve Defterdar Hasan Rıza Efendi'yle
beraber bu kişinin nehir üzerinde ve Şark Kapısı civarındaki
yalısına giderek kendisiyle görüştüm. Yetmiş yaşını geçmiş
bir ihtiyardı. Bununla beraber düşünce gücü yerinde, gayet
hoşsohbet ve şakacıydı. Servetinin sınırı ve derecesi bilinme­
diği, mahzende sandıklar dolusu nakit para ve mücevhera­
tından başka, İngiltere bankasında yirmi beş milyon lirası
olduğu halde cimriliğinin ve alçaklığının derecesi de serveti
gibi tarif edilemezdi. Zira elli seneden beri kendisine ikinci
vatan saydığı Bağdat'ta hayır ve iyiliğe dair bir akçe harca­
dığını bilen yoktur. Halbuki sahip olduğu çok sayıda mülkü
yüzünden şunu bunu cezalandırmak kastıyla açtığı dava­
lardan dolayı avukatlara, şuna buna birçok para ve hediye
vermesine cimriliği engel olmazdı. Özellikle bir mirasyedinin
dalkavuğuna edebileceği uygunsuz teklifler gibi bir münase­
betsizlik yaptırmak için üç beş yüz lira birden harcadığı çok
olurdu. Evi çok sayıda cariyeyle dolu olup hiçbirini soka­
ğa çıkarmaz ve hiç kimsenin haremiyle görüştürmezdi. Bir
müddet sonra ben daha Bağdat'tayken varis bırakmadan
vefat etti. Kendisi İngiliz tebaasından olduğundan tabii ki
terekesine İngiliz Konsolosluğu el koydu.

Bağdat'a Bağlı Bazı Yerler ve Etrafı

1885 senesi Kasım'ının yirmi dokuzu Pazar günü Kerbe­


la'ya gitmek üzere Bağdat'tan hareket ettim. Kerh tarafında
bir saat ileride Har dedikleri yerde taşkın zamanları bir su
ortaya çıkıp nehre akar. Bu suyun üzerinde dubadan bir kü-

83
çük köprü vardır, belediye tarafından bir mültezimel verilir.
Mültezim de geçen yolculardan tarifesine göre bir geçiş üc­
reti alır. Taşkın mevsimi olmaması nedeniyle dere kurumuş
ve köprünün dubaları bir kenara çekilmişti. Tabii ki dere­
nin kurumuş olan yatağından geçtik. Öbür tarafta bulunan
mültezimin adamları yanımıza gelip köprü parası istediler.
Derenin susuzluğundan dolayı yerinden kaldırılmış olan bir
köprünün üzerinden geçmeyen yolculardan köprü parası
alınması garipliklerden biriydi.
Üç saat ilerde Azad Han isminde bir han harabesine
ve bir saat sonra Mahmudiye nahiyesi merkezine vararak,
biraz dinlenip kalıvaltı ettikten sonra üç saat daha ilerde
İskenderiye Ham'na gelip gece orada kaldık. Yolda basit
ve boş olan zeminin bazı yerlerinde büyücek göl gibi sular
görünmekte ve hatta gölün ortasında yüksek yerlerin ada
gibi suda yansıdığı görülmekteydi. Meğer bu görünen göller,
çöllere özgü serap denilen ışık yansımalarından ibaretmiş.
Yaklaştıkça hayal gibi yok oldular.
Bu mevsim çöl yoluyla hacdan dönüş zamanı olduğu için
yol üzerinde ve hanlarda Arap, Acem, Kürt, Tatar, Hintli ve
Buharalı çeşitli milletlerden oluşan çok sayıda hacı kafileleri­
ne rastlamaktaydık. Bu hacılar yolda giderken her kafilenin
reisi veyahut şeyhi tarafından verilen işaret üzerine beş on
dakikada bir yüksek sesle bir ağızdan salavat getirmektey­
diler.
O gece bizimle beraber İskenderiye Ham'nda kalmış
olan birtakım kara papaklı hacıların garip bir tarzda namaz
kılmakta olduklarını gözlemledim. Şöyle ki: Hanın avlusu­
nun ortasında bir setin üzerinde akşam namazı kıtarken el­
lerini iki yanlarına sallayıvererek etrafa bakmakta ve hatta
su taşıyan sakaya kırbasını falan yere boşaltmasını elleriyle
işaret etmek veya arkadaşlarından birine yer göstermek gibi
işaretler yapmaktaydılar. Böyle etrafına bakarak ve işaret
ederek dünya işleriyle meşgul olanların henüz namaza baş-

--- ··--- -- -· · -

Bir devlet gelirinin toplanması işini götürü olarak üzerine alan kişi.

84
lamadıklarını zannediyordum. Ardından rüku ve secdeye
vardıklarını görünce namazda olduklarını anladım.

Müseyyib

Ertesi günü seher vakti İskenderiye Ham'ndan hareketle


iki saatte Müseyyib'e vardık. Müseyyib, Kerbela Sancağı­
na bağlı ve Fırat üzerinde bir nahiye merkezidir. Memleket
Fırat'ın sol yakasındaysa da karşı tarafta da bir mahallesi
ve iki sahil arasında benzerleri gibi duba üzerinde yapılmış
ahşap köprüsü vardır. Fırat üzerinde ağaçtan yapılmış çeşitli
büyüklüklerde ve yelken, kürek kullanan kayıklar görülür.
Bu kayıkların büyüklerine "tarrade" ve küçüklerine " saki­
ye" derler. Bağdat'taki küfelerden Fırat Nehri'nde de bulu­
nursa da azdır. Fırat'ın iki salıili Dicle gibi birtakım köyler
ve hurmalıklada mamurdur. Bağdat'la Müseyyib arasında­
ki çölde yalnız Har ve Mahmudiye'yle Müseyyib'in etrafı
ekilidir, geri kalan arazi boştur. Nehirler arasındaki bu boş
arazilerin vaktiyle her tarafının ekili olduğu kalıntıları du­
ran ve görülebilen büyük kanallardan anlaşılıyor. Bu kanal­
lar bugün kumla dolup terk edilmiştir. Müseyyib'de biraz
dinlendikten sonra köprüden karşı yakaya geçerek üç saat
ilerde bir han harabesinde kalıvaltı ettik ve iki saat daha yol
giderek beş saatte Kerbela'ya vardık.

Kerbela

Kerbela halkının tamamı Şii mezhebindendir ve büyük


bir kısmı İranlıdır. Bunlardan başka her sene İran'dan çok
sayıda ziyaretçi gelir gider. On beş yirmi sene önce memle­
ketin genişletilmesine girişilmiş, eski malıailelerin dışına so­
kakları geniş ve muntazam bir mahalle kurulmuş, hükümet
konağı bu yeni mahallenin sonuna yapılmıştır. Eski malıai­
lelerin sokakları çok dar olduğu gibi evlerinin sokağa bakan

85
penceresi yoktur. Memleketin çarşısı kagir kemerli ve esna­
fın çoğu İranlıdır. Adi kahvehanelerden başka şehrin mey­
danında bazı kimseler tuğladan birer kahve ocağı inşa ede­
rek açıkta kahve ve çay satarlar. Eski mahalle sokaklarının
darlığından başka temizlikten yoksuniuğu üzülerek görülür
ve leş kokusundan geçilmez. Kerbela'ya Hüseyniye isminde
büyük bir kanalla Fırat'tan su gelir ve mevsimine göre bu
kanalda büyük kayıklar işler. Kerbela'nın bu tarafında ara­
zi ekili ve marnurdur ve kanal boyu hurmalıkları bir buçuk
saat kadar devam eder.
Varışımızın ertesi Salı günü şehirlerin reisi ve peygamber­
lerin en büyüğünün tarunu İmam Hüseyin (r.a. ) Hazretle­
ri'yle İmam Abbas (r.a. ) Hazretleri'nin türbelerini ziyaret et­
tik. İmam Hüseyin (r.a.) Hazretleri'nin türbeleri İmam Musa
el-Kazım Hazretleri'nin daha önce tarif edilen türbelerinin
aynısıysa da ondan daha mükemmeldir. Mesela kapıları ta­
mamen altın ve gümüş kaplamadır, üzerlerinde kabartma
Kuran ayetleri yazılı kitabeler ve gümüş çivilerin başların­
da Yemen akiki ve diğer değerli taşlar vardır. Türbe içinde
çok büyük ve mükemmel avizeler, kubbenin etrafında altın
ve gümüş levhalara yazılmış ağıtlar asılıdır. Duvarların bir
kısmı yeşim denilen taştan ve zemini renkli mermerdendir.
Mezarın üzerinde altın ve gümüşten yapılmış kubbeli bir
kafes olup, içindeki sanduka siyah örtülüdür. Kafesin bir
kapısı olduğundan kilitdan ı Seyyid Cevat Efendi hatırlı zi­
yaretçilere bu kapıyı açarak birlikte sandukanın yanına girip
dua eder. Seyyid Cevat Efendi bu fakire de hürmet ve saygı
göstererek o yolda ziyaret şerefine erişmeme aracılık etti ve
matem günlerinde kafesle sandukanın üzerine konması adet
olan siyah örtüden uğur olarak bir parça hediye etti. Tür­
benin kubbesiyle minarelerinin alemlerinde her zaman birer
siyah sancak asılıdır. Türbe içinde birçok hoca vaaz verir, zi­
yaretçilerin kimisi yüksek sesle ağıt okur, kimisi ağlar ve fer­
yat eder. Gerçi ziyaret sırasında ciğer yakan Kerbela olayını

Türbenin anahtarını taşıyan görevli.

86
hatıriayıp da etkilenip üzülmernek kabil değildir. Türbenin
avlusu dediğimiz yerde birtakım kehribar, akik ve neceftaşı
satıcıları ve tespihçi sergileri vardır. Birçok Arap kadını da
hurma yaprağından yapılmış hasır yelpazeler satar.
Şiilerin Kerbela'ya çok sayıda cenaze getirip defnettikleri
bilinir. Bu nedenle avlunun dört tarafındaki odaların pek ço­
ğunda Hint ve İran prenslerinin mezarları vardır. İnsanların
cenazeleri kıl çuval sarılı tabutlar içinde gelir ve avlunun al­
tında mağaralar olduğundan bu cenazeler evvela türbe içine
getirilerek mezar-ı şerifin etrafında dolaştırıldıktan sonra o
mağaralara koyulurmuş. Mağaralar her ne kadar geniş ve
büyükse de her sene getirilen cenazelerin fazlalığından dola­
yı üç beş senede bir kere boşaltılması gerekirmiş. Çıkarılan
kemikler odun yerine külhanlarda yakılmak üzere hamam­
cılar tarafından satın alınırmış.
İmam Abbas (r.a.) Hazretleri'nin türbesi diğerlerinin şek­
lindeyse de altın ve gümüşle işlenmiş olmayıp, çeşitli çiçek
resimleriyle süslü ve renkli k:1şi denilen İran işi tuğladandır.
Aralık ayının ikisi Çarşamba sabahı, sokakta bir gürültü
işiterek uyandım. Misafir olduğum evin sokağa bakan pen­
ceresi yoktu, fakat balkon gibi bir yere açılır kapısı vardı.
Kapıyı açarak sokağa baktım. Kırk elli kadar Bedevi Arap
ellerinde tüfek, kılıç ve kalkanla mefailün failün vezninde bir
cümleyi tekrar ederek ve jimnastik adımı tarzında durduk­
ları yerde sıçrar gibi yürüyerek gitmekteydiler. Önlerinde
hayvan üzerinde eli mızraklı bir de şeyhleri vardı. Bu şeyh
bazen atın başını çekip durdukça Araplar da duruyorlardı,
fakat durdukları sürece kah ileriye kah geriye doğru hare­
ket ederek, sıçrayıp söyledikleri cümlenin usul ve ahengini
bozmuyorlardı. Bunlar geçip gittikten sonra başka Arap bö­
lükleri aynı tarzda sıçrayıp bağırarak takım takım geçtiler.
Bu gösterinin ne olduğunu ve bu Arapların böyle bölük bö­
lük nereden gelip nereye gittiklerini ev sahibinden sordum.
"Meşhur Arap kahramanlarından H ür adlı kişinin şehir ci­
varındaki türbesinin bugün ziyaret günüdür. Etraftaki Arap
kabileleri böyle takım takım ziyaretine giderler. Arapların

87
söyledikleri cümle şeyhlerinin şöhretini anlatır veya övgü ve
yüceltmedir. Bu şekilde şeyhlerinin şöhret ve övgüsünü söy­
leyerek sıçrarnalarına Araplar arasında 'huse' denir. Şenlik,
ziyaret ve düğün gibi şeylerde bu şekilde sevinçlerini ilan et­
mek adetlerinin gereğidir, " dedi.

Rezzaze ve Şefasiye

O gün saat on bir sıralarında hükümetten dört zaptiye ve


Düyfın-ı Umfımiye İdaresinden birkaç kolcu alarak Şamiye
çölündeki Şefasiye tuzlasını görmek üzere Kerbela'dan hare­
ket ettim. Üç buçuk saat ilerde Rezzaze isminde, kamıştan
yapılmış yüz kadar haneli bir Arap köyüne geldik. Burası
Aneze aşireti şeyhlerinden Fehd adlı kişinin çiftliği ve yaşadığı
evdir. Kendisine yüce hükümetimiz tarafından beylik unvanı
verilmiştir. Fehd Bey Berrü'ş-Şaml taraflarındaymış. Macit
isminde bir vekili bizi karşılayarak o gece orada misafir etti.
Bedevi kabilelerinin birer şeyhi bulunduğu gibi, her ka­
bile çok sayıda bölüklere bölünmüş olup her fırkanın da
"acid " diye isimlendirilen birer reisi vardır. Şelfe dedikleri
kısa mızrağı kullanabilenler acid olur.
Bedeviler arasında protokol yoktur. Şeyhlerini sadece ken­
di isimleriyle "Filan" diye çağırırlar. Yalnız saygı ifadesi olmak
üzere "Ya mahfuz" diye hitap ederler. Ve şeyhleri Araplardan
birini çağırdığında o Arap "Avnek" diye cevap verir.
Müntefik aşiretinin Arapları cim harfini ya2 gibi telaf­
fuz ederler. Bunlar yok anlamına gelen "la" olumsuz edatını
asla kullanmazlar. Hiçbir şey için yok demeyip "sen sağ ol "
veyahut "ömrün uzun olsun" gibi tabirlerle yok manasını
ifade ederler.
*

Rezzaze'de akşamüzeri etrafı seyrederek dinlenmektey­


ken köyün dışında birkaç Arap'ın bir devenin ardı sıra koş-

ı Suriye.
2 Osmanlı alfabesinin otuz dördüncü harfi, "y".

88
makta ve deveye yaklaştıkça ellerindeki değnekleele başına
vurmakta olduklarını görüp Macit'ten sebebini sordum.
" Bu deve hac olmuş," cevabını verdi. Hac olmanın tarifini
rica ettim. "Deve hac olunca bulunduğu yeri ve arkadaşları­
nı terk ederek kaçar ve başka bir kafileye katılır. Bağlamakla
zapt olunmaz. İşte böyle başına vura vura sersem ederler.
Artık gidemez," dedi. Hacı devesini bilirdim. Deve hacısını
da burada öğrendim!
Gece içinde yattığını kamış sarifenin tavanından yüzüme
gözüme pamuk gibi bir tür ince tozla su damlaları dökül­
mekteydi. Uyku uyumak mümkün olamadı. Şafaktan çok
evvel kalkıp yolumuza gitmek üzere arkadaşlarımı uyandır­
dım. Zaptiyelerimiz Şefasiye'nin yolunu bilmezlermiş. Yolu
göstermek üzere köyden Nisab isminde bir Arap verdiler.
Macit'le akşamdan tuz kaçakçılarına dair konuştuğu­
muz sırada kendi aşiretinin böyle meşru olmayan işlerde
bulunmadığını ve hatta Şefasiye tuzlasının nerede olduğunu
bilmediklerini söylemişti. Daha garibi iddiasını ispat etmek
için bize yediediği yemekiere tuz koymamışken, ertesi gün
yanımıza verdiği Arap'a Şefasiye yolunu kendisinin tarif edip
göstermesi doğrusu Arapların yaradılıştan gelen zekalarıyla
kıyas kabul etmez bir çelişkiden ve adeta ahmaklıktandı.
Rezzaze'den hareket ettik. Rehberimiz olan Nisab altmış
beş yaşında uzun boylu ve seyrek sakallı bir Arap'tı. Yaya
olarak önümüze düştü. Ortalık henüz ağarmamıştı, hava şid­
detli soğuk ve rutubetliydi. Şefasiye tuzlası büyük bir göl ol­
duğundan oradan çıkan duman karanlığa eklenince on adım
iterisi görünmez olduğu halde Nisab yolu şaşırmadı. Üç saat
bu halde gittik. Sonra güneş doğdu ve duman yavaş yavaş
yükselip bir çeyrek ilerde tuzla, büyük bir deniz gibi göründü.
Tuzlayı inceledikten sonra saat on bir buçukta oradan
hareketle üç saatte Rezzaze'ye ve bir saat dinlendikten sonra
ezan vakti Kerbela'ya döndüm.
*

İmam Hüseyin (r.a.) Hazretleri'nin türbesine Hint ve


İran'dan çok miktarda kıymetli eşya ve mücevherat hediye

89
edildiği ve gönderildiği bilinir. Bunlar türbe içindeki hazine
odasında saklanmaktadır. Dört Aralık Cuma günü Bağdat'a
dönüş için Kerbela'dan hareket etmezden evvel hazinenin
görülmesi mümkünse göstermesini rica için Kilitdar Seyyid
Cevat Efendi'ye haber gönderdim. Kabul edince saat onda
Seyyid Cevat Efendi'nin türbenin avlusundaki odasına git­
tim. Önüme düşerek evvela avludaki odalardan birinin
kapısını açıp, " İşte burada seecadeler saklanır, " dedi. İçeri
girdiruse de oda karanlık olduğundan seecadderin top top
raflarda durduğunu tahminle anladım. Fakat bir şey göre­
medim. Oradan çıkıp türbenin içine girdik. Burada da bü­
yük anahtarlada ve zorlukla bir kapı açarak bir karanlık
odanın daha içine girdik. Bir kenarda iki büyük tahta sandık
duruyordu. " İşte bunlar tamamen altın ve gümüş ve mücev­
herada doludur. Üzerieri de Bağdat evkaf muhasebecisiyle
benim tarafıından ortaklaşa mühürlüdür," dedi. Diğer açık
bir sandık daha göstererek, " Bunda da bazı sırma işlemeli ve
altın alemli bayrak ve diğer süslü giysilerle kafesin perdeleri
vardır, " diye önemsiz birkaç parça şey gösterince istemsizce
gülmeye başladım. Bense göreceğim güzel şeylerin anlatma­
ya değer olanlarını kaydetmek ve belirtmek için elime bir
defterle bir kurşunkalem almıştım. Güya sandıkların yerin­
de olup olmadığını kontrole gelmişim gibi adamcağız zah­
met edip bana birkaç kapalı sandık gösteriyordu!
Bu vesileyle türbeyi bir daha ziyaret şerefine kavuştuktan
sonra Hazreti İmam'ın çadır yerini de ziyaret edip, Seyyid
Cevat Efendi'ye veda ederek saat on birde Kerbela'dan hare­
ket ve dörtte Müseyyib'in karşı yakasında bulunan Bektaşi
tekkesine inip gece orada konakladım. Ertesi sabah saat altı­
da hareketle on iki saatte Bağdat'a vardım.

Tak-ı Kisra

Selman-i Pak (r.a.) Hazretleri'nin türbe-i şerifleriyle meş­


hur Tak-ı Kisra, yani eskiden Sasani krallarının yönetim

90
merkezi olan Medain haralıesi Bağdat'tan altı saat aşağı
Dicle üzerindedir. Görüp ziyaret etmek üzere iki arkadaşla
Aralık on dokuz Cumartesi akşamı Linç Kumpanyası'nın
Basra'ya giden bir vapuruna binerek gece saat dokuzda Bağ­
dat'tan hareket ettik. Mevsim gereği Dicle'nin suları azdı.
Bir buçuk saat kadar yol gittikten sonra Garare denilen ye­
rin önünde vapur kuma oturdu.
Bir arızaya uğramaksızın doğru gidilse Tak-ı Kisra'ya
gece saat üçte varılacaktı. Saat beşte sabah olduğu için iki
saat kadar boş çölde karanlıkta ve ayazda beklemek gerek­
tiğinden yolda ne kadar geeikiise o kadar işimize gelecek ve
hatta vapurda biraz uyku kestirrnek bile mümkün olacak­
tı. Bu nedenle vapurun oturmasına memnun oldum. Lakin
vapuru kurtarmak için etrafa attıkları demirlerle zincirlerin
ve tayfaların gürültüsünden gözümü kapamak mümkün ol­
madı. Bir saat sonra kumdan kurtulduk ve saat dörtte Tak-ı
Kisra önüne geldik. Buraya vapur uğramazken kaptanın
bilhassa durup bizi karaya çıkaracağını vaat etmesi üzeri­
ne vapura binmiştik. Kendisi gayet nazik ve saygıdeğer bir
adamdı. Birçok izzet ve ikramda bulunmanın yanı sıra vaadi
gereği Tak-ı Kisra'nın önünde durdu ve filikasıyla bizi kara­
ya çıkardı.
Dicle'nin sol yakasında bulunan bu yer her ne kadar boş
çölden ibaretse de nahiye merkezi olduğundan bir de müdür
bulundurulmaktadır. Sabaha daha iki saat vakit olmasının
yanı sıra rüzgar sertçe esmekteydi. Biraz ileride görünen mü­
dür konağına kadar gidip kapıyı açtırarak orada barındık
ve güneşin doğuşundan sonra Selman-i Pak Hazretleri'nin
türbesiyle Kisra köşkünü ziyaret ettik.
Türbe adi ve harap bir kulübeden ibaretti. Kisra köşkü
tuğladan yapılmış gayet büyük bir binadır. Ortasında yet­
miş beş ayak yüksekliğinde ve kırk ayak genişliğinde bir tak
vardır, dört saatlik mesafeden görünür. Duvarların sandal
dedikleri rayihalı ağaçtan yapılmış hatılları bugün abanoz
halini almıştır. Hazreti Peygamber'in uğurlu doğumu sıra­
sında çatlamış olan yeri durur ve görülebilir. Bu köşkün

91
etrafında Medain harabelerinin kalıntıları vardı. Harabeler
arasında mozaik işledikleri küçük ve renkli taş parçaları
buldum.
Tak-ı Kisra'dan kara yoluyla dönmek üzere Bağdat'tan
hareketimiz sırasında hayvanlarımızla kahvaltımızı ısmar­
lamıştık. Saat dokuzda geldiler. Yemekten sonra yarımda
hareket ettik. İki buçuk saat ilerde Dicle'ye dökülen büyük
nehirlerden Diyale Nehri'ni kayıklada geçip güneş batarken
Bağdat'a vardık.
*

Sıcak memleketlerde ve özellikle Bağdat'ta günbatımı


gayet hoş ve seyre değerdir. Akşamüstü saat dörtten beş
buçuğa kadar bir buçuk saat boyunca batı ufuklarında bin
türlü renk ve gönül çelen şekiller ortaya çıkar. Ufukta görü­
nen hurma ağaçları, çeşitli renklerde atlas kumaş halini alan
gökyüzü üzerine nakış işlemiş zannedilir. Günbatımından
sonra ufkun ışıkları kuzey ışıkları gibi bütün gökyüzüne tatlı
bir renk verir.

Fehame

Bağdat'ta tanışıp pek çok ağırlama ve iltifatını gördü­


ğüm Kazım Paşa, Bağdat'ın üst tarafında, iki saat mesafe­
deki Fehame adlı yerde bir çiftliğe sahiptir. Ara sıra oraya
giderek birkaç hafta kalır. Abbaplanndan bazılarıyla bu fa­
kiri Fehame'ye davet ettiği için Ocak ayının sekizi günü ilk
defa olarak gittim ve iki gece kalıp döndüm. Aşar 1 Nazırı
Aziz Efendi, Defterdar Hasan Rıza Efendi, Mektupçu Rafet
Bey, Hille eski mutasarrıfı Reşit Paşa, Hacip, Behçet, Aziz
beyler ve Binbaşı Raif Efendi'yle sandık eski emini Abdul­
lah Efendi oradaydılar. Geçirdiğimiz tatlı zamanın hatırası­
nı hep anacağım.

Ta rım ürünlerinden alınan onda hir oranındaki ayni vergi.

92
Hille

1886 senesi Mart'ının on üçü Cumartesi günül Hille'ye


doğru Bağdat'tan hareket ettim. Hille yolu Kerbela'ya gider­
ken geçtiğim Müseyyib yoluysa da Müseyyib'e varmadan
İskenderiye Ham'ndan sol tarafa ayrılır.
Akşam İskenderiye Ham'na varıp gece yine orada kal­
dım. Bu defa yattığım odada yarasa kuşları doluydu. Sekiz
on tanesi birden odanın içinde dolaşıp yüzüme gözüme
çarprnaya başladılar. Bunları odadan dışarı kovalayıp girip
çıktıkları delikiere gazete ve bez parçaları tıkayıncaya ka­
dar başıma hal geldi. Yarasa belasına son verdikten sonra
yattımsa da bu bölge mart başında mayıs gibi sıcak olduğu
için birtakım zararlılar ve haşerat ayaklandığından binanın
içinden kurbağa ve yılan sesleri gelmeye ve duvarlarda çeşit
çeşit siyah böcekler gezmeye başladı. Sözün kısası Nuh'un
gemisine benzeyen bu odada uyku uyumak mümkün ol­
madı. Ertesi gün oradan hareketle üç saat gittikten sonra
yol üzerinde çadır altında kalıvaltı edip iki saat daha ilerde
Malıavit Ham'nda kalarak biraz dinlendim. İskenderiye Ha­
nı'ndan Malıavit Ham'na kadar beş ve Malıavit'den Hille'ye
kadar da üç saatlik yoldur.
Bir müdürlük merkezi olan Mahavil yoldan bir saat içer­
de sol tarafta kalır. Malıavit Ham'ndan Hille'ye giderken
Babil harabesi yolun sağ tarafındadır. Hille'ye girmezden
evvel bu harabeyi görmek üzere o tarafa yöneldimse de eki­
li araziyi sulayan arklardan geçmek mümkün olmadı. Yine
yola dönerek ikindiden sonra Hille'ye vardım.
Hille, Fırat Nehri üzerinde önemli bir mutasarrıflıktır.
Hille şehri2 nehrin iki sahiline bölünmüş olduğundan ara
yerde benzerleri gibi ahşap köprü vardır. Birkaç seneden beri
Fırat'ın suyunun üst tarafta, yani Müseyyib'in biraz aşağı­
sında Hindiye ve Kfıfe taraflarına giden kanala yönderek

Rumi takviıne göre yılbaşı, 1 Mart 1 302.


Önceleri mutasarrıflık ınerkeziyse de sonradan Divaniye kasabası merkez
yapılmıştır. (Yazarın notu)

93
yatağını değiştirmesinden dolayı Hille'nin önünden geçen
asıl yatağında pek az su kaldığından pek çok hurmalık kuru­
maya yüz tutmuş, ahali göç girişiminde bulunmuşken suyu
eski yatağına çevirmek için devlet tarafından altmış bin lira
harcanarak bir set inşasına girişilmiştir.

Babil

Hille'ye varışıının ertesi günü saat on ikide liva muhase­


becisi Süleyman Efendi'yle birlikte Babil harabesini gezme­
ye gittik. Bu büyük harabenin büyük tuğlalardan yapılmış
bir iki duvarı bugün ayaktadır. Çevre köyler ve kasabalarda
yapılan binalar bu harabeden çıkarılan tuğlalada yapılmak­
tadır. Harabe arasında bir iki çeşit kum ve taş kırıntıların­
dan karıştırılıp dondurulmuş dörtgen şeklinde bina taşları
ve kırmızı somakiden bir aslan heykeli vardı. Ondan başka
meydanda bir şey görernedik
Oradan çıkıp harabe civarında ve Fırat üzerinde Bernun
isminde bir köyde Hille eşrafından Ali Çelebi adlı kişinin
bahçesinde biraz dinlenip yemek yedikten sonra bir sakiye­
ye binerek bir buçuk saatte Hille'ye geldik. Fırat boyu iki
kıyıda büyücek ve marnur köyler vardır ve hatta Tevaric ve
Cimcime ismindeki köyler bir kasaba gibi büyüktür.

Kifl ve Kôfe

Mart'ın on altısı Salı günü Hille'den Necef-i Eşref zi­


yaretine hareket ederek beş saatte Zülkifl Aleyhisselam'ın
türbesinin bulunmasından dolayı Kifl olarak isimlendirilen
köye geldim. Kifl küçük bir köyse de Zülkifl Aleyhisselam'ın
türbesi Yahudilerin büyük bir ziyaretgahıdır. Bağdat Musevi
cemaatinin zenginlerinden olup, sahibi olduğu çok miktar­
da araziyi ekip biçmekle uğraştığı için burada yaşayan Salih
Danyal Efendi'nin evinde bir saat kadar dinlendim. Türbey-

94
le Hızır Aleyhisselam'ın makamını ve Araplardan kalma bir
cami harabesini ziyaret ettikten sonra mavna büyüklüğünde
bir tarradeye binerek Kfıfe'ye gitmek üzere Kifl' den hareket
ettim. Kifl köyü asıl suyun geçtiği kanaldan uzaksa da daha
önce anlatıldığı üzere Fırat'ın suyu Hindiye tarafına doğru
mecra değiştirdiğinden dolayı buradan geçen kanala sığma­
yıp etrafını istila etmişti. Bu nedenle Kifl'le KGfe arasında
adeta büyük kollar ve adalar meydana gelmiştir. Akımının
şiddeti dolayısıyla bir buçuk saatte Kfıfe'ye vardık. Suyun
yüzü Necef-i Eşref ziyaretine giden kadın erkek birçok Arap
ziyaretçiyi taşıyan kayıklada doluydu.
Klıfe bugün birkaç dükkanla beş on kamış haneli bir
hurmalıktan ibarettir. Necef-i Eşref'in iskelesi olduğundan
orada ziyaretçiler için daima birkaç hayvan bulunur.
İskeleden bir çeyrek ilerde ashab-ı kirarndan bazılarının
mezarlarıyla İmam Ali keremullahu veehel (r.a.) Hazretle­
ri'nin mutlu evini ve Hazreti Fatıma'nın (r.a. ) ekmek pişir­
diği fırın ve İmam Hasan ve İmam Hüseyin (r.a.) Hazret­
leri'nin eğitim gördükleri okul gibi kalımıların ve mübarek
yerlerin bulunduğu malıali ziyaretten sonra bir buçuk saatte
Necef-i Eşref'e vardım.

Necef

Memleket büyükçe ve suda çevrili olup dışarıdan Hazre­


ri Ali keremullahu veebenin meşhedinin2 altın kubbesi görü­
nür. Kerbela'ya bağlı kaymakamlık merkezidir.
Kfıfe'yle Necef arasındaki çölün mesafesi kısa olduğu
halde vaktiyle Arapların ziyaretçilere saldırmalarından do­
layı her on dakikalık mesafeye birer kule yapılarak asker
yerleştirilmiş. Bugün asayiş ve emniyet tam olduğu için ora­
lardan asker kaldırılmış ve kuleler yıkılınaya yüz tuttnuştur.
Memleketin dışı boş çöldür. Zemini yüksek olduğu için Fı-

"Allah yüzünü şerefli kıls ın" anlarnındaki bu söz Hz. Ali'nin adı anıl­
dığında söylenir.
2 Şehit düşülen yer.

95
rat'tan yararlanmak mümkün olamadığından ziraat ve çift­
çilik yapılamamaktadır. Kale içinde sadece evler ve başka
binalar olup bağ ve bahçe yoktur.
O gece Düyiln-ı Umfuniye memuru Abbas Efendi'nin
evinde kaldım ve ertesi Çarşamba günü sabahtan Hazreti
İmam'ın meşhedini ziyaret ettim. Türbe ve avlu İmam Hüse­
yin (r.a.) Hazretleri'nin türbesinin biçim ve tarzında olmakla
beraber dış duvarlarının üzerinde mineli levhalar vardır. Tür­
benin iç kısmında pencerelerden birinin içinde İran şahların­
dan Muhammed Şah Kaçar'la eşi gömülüdür. Bu mezarların
üstüne yekpare balgami taşlar konmuştur ve bu taşların üzeri
kabartma resim ve yazılada sanatlı surette nakışlıdır. Kerbela
gibi Necef'e de İran'dan cenaze getirilip defnedilir. Türbe ve
avlunun içi ve memleketin her tarafı Arap ziyaretçilerle do­
luydu. Çarşı ve pazarı biraz dolaştım ve avludaki sergilerden
bir iki neceftaşı tespih satın aldığım sırada bu taşın madeni­
nin burada olmayıp Hindistan'dan geldiğini öğrendim. Daha
sonra öğle yemeği yiyip Kfıfe'ye indim.
Salih Danyal Efendi beni almak üzere kendi tarcadesi­
ni Kfıfe'ye göndereceğini vaat etmişti. İskeledeki kayıklar
arasında muntazamca bir tarrade görerek mavi renginden
Danyal Efendi'nin kayığı olduğunu aniayıp bindim ve akşa­
müstü Kifl'e vardım. Danyal Efendi bizi evinde misafir etti
ve Zülkifl Aleyhisselam'ın vakfının yöneticisi Hacı Zarb adlı
kişiyi yemeğe davet ederek ikramda bulundu. Ertesi Perşem­
be günü Kifl'den hareketle beş saatte Hille'ye vardım, biraz
dinlenip kalıvaltı ettikten sonra akşamı Mahavil Ham'na ge­
lerek gece orada kaldım ve ertesi Cuma günü Mahavil'den
doğruca Bağdat'a döndüm.
Bağdat'ta kaldığım sürede yerlilerden görüştüğüm kişiler
arasında Nakibüleşraf Kaymakamıl Seyyid Selman ve bira-

ll. Bayezid devrinde kurulan nakibüleşraflık müessesesinin başlıca görev­


leri, Osmanlı coğrafyasında yaşayan seyyid ve şerifleri siyadet defterine
kaydetmek, mensup oldukları soya yakışır bir şekilde yaşamalarını
sağlamak, onlara sağlanan ayrıcalıklardan faydalanmak isteyen sahte sey­
yidleri ayırmaktı. Zamanla taşrada seyyid ve şeriflerin işlerini takip etmek
için nakibüleşraf kaymakamı adı verilen görevliler tayin edilmişti.

96
derleri Abdurrahman Efendilerle Cemilzade Mehmet Efendi
ve biraderi Mustafa Efendi ve oğlu İsa Efendi ve Haydariza­
de Derviş Efendi, Bağdat Müftüsü Zehavi Mehmet Efendi,
Alusizade Şakir Efendi, Paçacızade Abdurrahman Efendi,
Rebiizade Mehmet Bey, Basra eski mutasarrıfı Süleyman
Bey, Baban hanedamndan Hüseyin Bey, Defterizade İsmail
Efendi ve daha başka pek çok kişi tarafından gösterilen ilti­
fat ve muhabbete minnettarlık ve şükran duyuyorum.
Dersaadetli, merhum Gözlüklü Reşit Paşa'nın Bağdat
valiliği zamanından beri Irak bölgesinde çeşitli hizmetlerde
bulunarak Bağdat'ta kalmış olan Basra eski mutasarrıfı Yah­
ya Nüzhet Efendi, elinde doğduğum bir baba dostu oldu­
ğundan kendisiyle tanışıp görüşmüş olmaktan çok memnun
oldum.

Bağdat'ta Ziraat, Ticaret ve Zanaat

Arap arazisi birtakım mukataalara ı bölünmüş olup her


mukataanın özel adıyla anılan birer büyük kanalı vardıı:
Kanaldan araziyi sulamak için birçok küçük nehir çıkar. Bu
nehirlere "hark" derler.
Daha önce yeri gelip anlatıldığı üzere çöl ün her tarafında
kumla dolmuş pek çok kanal vardır. Bu kanalların kazılıp
açılması ve mukataaların iman işleri hükümet tarafından
açık artırınayla isteyene satılıp ihale olunmaktadır. Ancak
mukataaları bayındır hale getirmek işçi ve insana muhtaç
ve bağlı olup, Irak topraklarının genişliğine oranla nüfusu
çok azdır.
Bugün marnur olan mukataalar ve arazi birkaç zengi­
nin malıdır. Fellahlar bu zenginlerin arazisinde ücret olarak
mahsulün az bir kısmı karşılığında çiftçi olarak çalışırlar.

Kelime anlamı kesişmek, birbirinden kesilmek demek olan mukataa


taşıdığı farklı anlamlarla birlikte ekonomik bir terim olarak devlete ait
bir gelirin yıllık peşin para karşılığında kiralanınasını ifade eder. Burada
kiralanmak üzere bölünmüş arazi kastediliyor.

97
Çiftçilerin ellerine geçen şey ölmeyecek kadar bile geçimleri­
ne yeterli olmadığından fazla bir şey kazanarak toprak satın
alıp da içinde yaşadıkları mülke cidden bağlanamıyorlar.
Zaten hizmetinde bulundukları ağaların toprağında çadır
veya sarife dedikleri hasırdan yapılma evlerde yaşadıkların­
dan başları sıkışınca çadır ve sarifelerini toplayıp kolaylıkla
şuraya buraya dağılıyorlar. Bu nedenle Irak bölgesinde nüfus
artışı şu halle mümkün değildir.
Toprağın verimine gelince bir buğday tanesinden seksen
doksan tane alınır. Hal böyleyken dışarı zahire sevk ederek
ticaret yapan yok gibidir.
Diyarbekir ve Musul vilayetleri de dışarıyla zahire tica­
retinden yoksundur. Bu memleketlerde zahire ticareti fazla
mahsulü ambara koyarak civarda bir yerde kıtlık çıktığında
oraya gönderip kıymetinin birkaç katına satınakla sınırlıdır.
Gerçi Diyarbekir'le Musul'un denize uzaklığına bakarak
zahire ticaretini civar memleketlerin ihtiyacıyla sınırlarna­
larına diyecek yoksa da Bağdat ve Basra deniz taşımacılı­
ğından yararlanan vilayetlerden olmasına rağmen toprağın
şu verimliliğinden ve memleketin ihracata uygun durumda
olmasından yararlanılmaması doğrusu üzücüdür. Basra'nın
başlıca mahsulü hurmadır. Bu yüzden memlekete yıllık yüz
elli bin liradan fazla akçe girdiği halde hurma ihracatı bile
yabancı tüccarlar tarafından yapılır. Eğer Avrupa ve Ame­
rika'dan özel vapurlar gelip de hurma almasalar yerli ahali
malını satmanın yolunu bilemeyerek çürütür.
Irak'ın tarım ürünleri ara sıra çekirge belasına uğrar.
Çekirge ortaya çıktığında hükümet toplatmakta kusur et­
memekteyse de bunun tamamen imhası bıraktığı tohumları
yok etmeye bağlı olup, tohum bıraktığı yerleri bulmak ise
çölün genişliği yüzünden imkan dışıdır. Bununla beraber çe­
kirge afetine uğrayan senelerin mahsulü bile ahalinin ihtiya­
cına yeter de artar.
Vaktiyle Dicle ve Fırat arasındaki Mezopotamya denilen
arazi tamamen ekiliyken bu nehirler kabardığında sular ara­
ziyi sulamak için kanallara gidermiş. Bugün nehirlerden su

98
alan kanallar pek az olduğu için sular tabii ki yataklarına
sığmayıp taşmakta ve aşağılara doğru pek çok göller ve ba­
taklıklar meydana getirmektedir.
Bu su baskınlarının sahildeki köy ve kasabalara ve özel­
likle Bağdat şehrine her sene büyük zarar ve hasarı oluyor.
Bağdat'ın sudan korunması sahil boyu inşa edilmiş olan set­
Ierin dayanıklılığına bağlıdır, ama bu setler toprak yığıntısın­
dan ibaret olduğu için her sene güçlendirilmesi için büyük
miktarlarda paralar harcanır. Öyleyken yine su fazla taşınca
setleri yıkar veya setlerden ileri uzak bir noktadan çölü basıp
arka taraftan memleketi kuşatır.
Suların maddi olarak verdiği şu hasarı halk sağlığı için
de büyük bir tehlike takip etmektedir. Şöyle ki: Baskından
sonra suyun çekildiği arazide balık ve kurbağa gibi birçok
hayvan kaldığından bunlar tabii ki telef olarak güneş ısısının
etkisiyle kokuşmakta ve her zaman sıtmaya yol açmaktan
başka, bazen veba ve kolera gibi bulaşıcı hastalıkların orta­
ya çıkmasına sebep olmaktadır.
Su baskınlarının ekiniere faydası yalnız araziyi sulama­
sından ibaret olmayıp asıl tarlalara bıraktığı "dehle" denilen
çamurundadır. Şöyle ki ziraat zamanı çiftçiler gayet hafif ve
küçük bir sabanla toprağı biraz hareketlendirerek tohum sa­
çarlar. Tohumlar adeta toprağın yüzünde durur gibidir. Su
baskının getirdiği delıle tohumların üzerini örter.
Irak'ın tarım ürünlerinden kavun, karpuz, pancar, hıyar,
kabak, bamya, şalgam ve fasulye gibi şeyler pek büyük ve
bol olur ve bataklıkların çokluğu yüzünden büyük miktarda
pirinç yetiştirilir.
Bağdat'ın zanaatı başlıca dokumacılıkla sınırlı gibidir. Bu
yüzden pek çok kişi geçimini dokumacılıktan sağlar ve birta­
kım tacir Hicaz'a ve başka memleketlere Bağdat dokumala­
rını göndererek ticaret yapar. Bu dokumalar ipek çarşaf, kefi­
ye, aba, cicim, abani ve iplik alacasıdır. Bununla beraber ipek
ve pamuk Hindistan'dan gelmese çulhalarınl elleri böğründe

El tezgahında bez dokuyan, dokumacı.

99
kalır. Dokuma tüketiminin çokluğuna ve önemine bakarak
iplik fabrikalarına şiddetle ihtiyaç varken böyle bir fabrika
kurmaya kimse tarafından teşebbüs edilmemesi eleştirilmeye
değerdir. Zira bu gibi ihtiyaçlar için önemli şirketler teşkiline
gücü yetecek Bağdat'ta hayli sermaye sahibi vardır. Özellikle
bu fabrikaların çok kazanç getireceğine Şüphe istemez. Çün­
kü ipek ve pamuk gibi gerekli olan hammaddeyi yetiştirmeye
Irak'ın iklimi ve toprağının çok müsait olmasından başka Sa­
lahiye ve Hit taraflarında büyük kömür madenieri de vardır.
Ne çare ki bizde her şey görenek olduğundan görülmemiş bir
şeyin kurulmasına kimse girişrnek istemez.
Bağdat dokumalarının en güzellerinden olan çatma ve
Horasan kadifesi döşemelikler artık yapılmaz hale gelmiş­
tir. Vaktiyle bu şeyleri üreten ve satanlara mahsus olan ham
görmeye gittim. Hanın yüz kadar oda ve dükkanından topu
sekiz on tanesi açık ve geri kalanı kapalıydı. Bu açık olan
dükkaniarda da çatma ve kadifeden eser yoktu. Bir iki tane­
sinde iplikten yapılmış döşemelik bulabildim. Diğerlerinde
ise Hint ve Çin kumaşları satılıyordu. "Çatma ve kadife ya­
pan kimse yok mudur? " diye sordum, "Şimdi böyle şeyler
yapılmaz. Bugün çatma ve kadife yapabilen bir kişi hayat­
tadır, ama yaşlı olduğu için dükkanını ve tezgahını kapadı,
evinde oturmaktadır, " dediler. Doğrusu çok üzüldüm.
Dokumacılıktan başka deri ve sahtiyan üretimi, saraçlık,
kuyumculuk ve demircilik gibi Osmanlı memleketlerinin her
tarafında bulunan zanaat burada da varsa da diğer yerlerde
görülenlerden farklı değildir. At ticareti daha önce anlatıldı.
Koyun ve inek gibi hayvanlar boldur. Koyunlar senenin her
mevsiminde yavrular.
Meyve ürünlerine gelince en başiısı hurmadır. Hurma­
nın altmıştan fazla çeşidi vardır. Bazı çeşitleri kurutulup da
saklanamaz. Tazeyken yenir ve tüketilir. Bu tür hurmalar ve
örnek olarak hastavi ve sükkeri ve malıtum denilen cinsleri
olağanüstü hoş ve dayanıksızdır. Portakal ve limon çokça
olursa da mevsimi geçtikten sonra bulunmaz. Üzüm yok gi­
bidir. Bağdat'a bağlı Horasan kazasındaki Halis bölgesinde

100
parmak üzümü cinsinden, görünüşü gayet güzel ve taneleri
büyük Dese'l-Anz isminde bir üzüm olur, ama suyu ve lez­
zeti yoktur. Horasan kazası Bağdat'ın meyve bahçesi sayılır.
Yine bu kazaya bağlı Şehrihan nahiyesinde çıkan nar benzeri
görülmemiş denecek kadar büyük ve lezzetlidir.

Bağdat'a Özgü Haller ve Adeder

Bağdat'ta kışları yağmur yağar, kar yağmaz. Fakat ola­


ğandışı olarak on beş yirmi senede bir kere kar yağdığı da
olurmuş. 1887 senesi Ocak ayının yirmi altısı Çarşamba sa­
bahı iki saat kadar kuşbaşı kar yağdı ve Dicle Nehri Diyar­
bekir'den Cizre'ye kadar dondu.
Bağdat'ın ilkbalıarı mart demektir. Nisanda birdenbire
sıcaklar basar. Nisanın ortasına doğru otuz sekiz dereceye
kadar sıcaklık olur. Yaz geceleri bina altında yatmak kabil ol­
madığı gibi gündüzleri de bina içinde oturulamaz. Sabahları
saat dokuza ona kadar odaların önündeki "tarama " denilen
gezinti yeriyle evin avlusunun gölge olan tarafında açıkta
ve öğleden ikincliye kadar evlerin yer katındaki serdahiar­
da oturulur. İkindiden sonra yine açıkta gölge olan yerler­
de barınılır ve akşamüstü damlara çıkılıp gece orada yatılır.
Gündüzleri serdahiarın içini ve evin avlusunu ve taramaları
mütemadiyen kovalada sularlar ve serdahiarın pencereleriy­
le tarama direklerinin arasına " ağul" korlar. Ağul, hurma
dallarından yapılmış iki parça çerçevenin arasına koyulan
devedikeni türünden bir otun ismidir. Bu çerçeveler paravan
veya tahta perde gibi rüzgar esen tarafa konulduğundan su­
landıkça bundan geçen rüzgarın sıcaklığı kaybolur. Ağullar­
dan başka serdahiarda havanın cereyanı için " badgir" deni­
len ocaklar ve tavana asılı "panka " denilen büyük yelpazeler
vardır. Serdabın dışında bir hizmetçi bu yelpazeye bağlı olan
ipin ucunu çekerek hareket ettirir. Bir de hurma yaprakların­
dan yapılmış hasır yelpazeler boldur. Ziyarete gelen kişilere
kahve ve sigaradan önce birer yelpaze verilir.

101
Bağdat'ta suyu gayet serin tutan bir tür topraktan testi
ve bardak yaparlar. Testilere "tunke" ve bardakiara "şer­
be" denir. Bunlar gündüzleri serdahiarda "zenbur" dedik­
leri çukurlara ve akşamdan sonra damlarda duvarların
üstüne konur, zenbur da rutubetin ve damda akşamdan
sonra esen serin rüzgarın etkisiyle suyu buz gibi soğutur.
D icle'nin suyu süzgeç taşlarından geçirildikten sonra çok
lezzetli ve hafif bir sudur. Bir de belediyenin idaresindeki
vapur makinesiyle işletilen bir buz fabrikası vardır, yaptığı
buz sıcaklık kırk sekiz elli dereceye vardığı zamanlarda ve
özellikle yaz ramazanlarında Bağdat'ta bulunanlara doğru­
su taze hayat verir.
Geceleri damlarda karyolalarda açıkta yatılır. İlkbahar­
da Dicle'ye yakın olan bahçeler arasında bulunan evlerde
sinek ve böcek gibi çeşitli başereler damlarda fenerierin ışı­
ğına milyonlada hücum ederek insanı rahatsız ederler. Bu
nedenle bu başeratın çıktığı ve devam ettiği sürece yemeği
günbatımından önce yemek, fenerierin aydınlığından uzak
oturmak ve karyolalara cibinlik koymak mecburiyeti var­
dır. Yazın sıcağı bu hayvanları yaşatmadığından sıcaklar ar­
tınca telef olurlar. Ondan sonra damlarda oturup yatmak
hoş olur. Zira geceleri daima serin rüzgar esmekle beraber
gökyüzünde yıldızların ve özellikle mehtabın ve damlarda
yanan fenerierin görünüşü çok güzeldir. Gündüzleri sıcaktan
çekilen sıkıntı unutulur.
Vaktiyle Politika Müdüriyetiyle iki sene kadar Bağdat'ta
bulunmuş olan Müze-i Hümayun Müdürü Harndi Beye­
fendil Bağdat'ın sıcağını tarif için, "Bu memlekette yazları
rafadan yumurta yenemez. Çünkü yumurta tavuktan çıkar
çıkmaz hazırlop olur," der. Gerçekten Bağdat'ta yazları dai­
mi surette kırk dörtten kırk sekiz dereceye kadar sıcak olur.
Temmuz içinde elli dereceye kadar çıktığı da görülmüştür.
Bununla beraber yaz mevsiminde asla rutubet olmadığından

Meşhur ressam Osman Harndi Bey 1 869 yılında Vali Mithat Paşa'nın
teklifini kabul edip iki yıl süreyle Bağdat'ta Vilayet Yabancı İşleri Müdürü
olarak çalışmıştır.

1 02
hiç rahatsızlık vermez. Hamam sıcağı otuz altı dereceyken
insanı bunaltır ki sebebi rutubettir.
Bağdat'ın akrebi haziranda çıkıp ekime kadar bulunur.
Bu hayvan gündüzleri görünmez. Yalnız karanlık basınca
meydana çıkar. Evlerin serdablarıyla avlularında ve sokak­
larda gezer ve bazen odalara girer. Damlarda görünmesi pek
nadirdir. Üzeri toprak döşeli damlarda bazen çıkarsa da tuğ­
la döşeli olan damlarda yoktur. Bu hayvan şaşılacak şekilde,
adi beyaz tahtadan yapılmış kerevetlere asla çıkmaz. Gece­
leri sokaklarda toprak üstünde yatan bekçilerin akrepten
korkmamaları şaşırtıcıdır. Besbelli bu adamların derileri ve
ayaklarının nasırları tahta gibi sertleşmiş oluğu için ya akrep
sokamıyor veya kendileri akrebin soktuğunu hissetmiyor.
Bağdat'ın düğün törenleri de garip adetlerindendir. Avam
düğünlerinde gelinin yüzyazısı ı gününden bir gün önce gü­
veyinin evine çeyizi taşınır. Taşınan eşyaların önünde kalaylı
bakırdan büyük bir su güğümü gider. Arap kadınları evleri­
nin ihtiyacı olan suyu nehirden bakır güğürnlerle kendileri
taşıdıkları için bu güğüm çeyizin önemli parçalarından sayı­
lır. Ertesi Perşembe günü yirmi otuz kadar kadın, gelini orta­
larına alıp yayan yürüyerek güveyinin evine giderler. Yolda
giderken iki kadın gelinin koltuklarına girer ve bir kız çocuk
gelinin önünde bir ayna tutarak ters yürür. Gelin hem yürür
hem de mütemadiyen bu ayna ya bakar. En önde iki kişi baş­
larında bürümcüğe sarılı birer küçük çekmece götürür. Bu
çekmeeelerin çeyizle gönderilmeyip gelinle birlikte gitmesi
para ve ziynet çekmeeeleri olduğu içinmiş.
Zengin takımının gelinleri bu şekilde sokaklarda gezdi­
rilmez. Güveyinin evine götürüldükten sonra orada yüzle­
ri yazılır. Bunun sebebi de memlekette gelini taşımak için
araba bulunmamasıdır. ( Bağdat'a vardığımda Azamiye
kasabasından şehre kadar arabayla geldiğim daha önce
anlatılmıştı. Bu araba bir tane ve omnibüs tarzında olup

Düğünden önce gelinin makyaj yapılarak, teller, pullar yapıştınlarak yüzü­


nün süslenmesi.

103
Azamiye'yle Bağdat arasında ziyaretçileri taşımak için bir
araba şirketi kurulmak üzere Hidayet Paşa tarafından ör­
nek olarak getirtilmiştir. Memlekette ondan başka kira
arabası yoktur. ) Fakat tersine güveyiler alayla gece sokak­
larda gezdirilir. Bu alaya "zeffe " derler; bir, bazen iki takım
çalgı, davul, zurna ve rakkaselerle birçok fanus, fener ve
meşalelerden ve özellikle eski usulde mumlarla donatılmış
tablalardan oluşur.
Hıristiyan düğünleri de tuhaftır. Gelin alınacağı gece
güveyi takımı gelinin evinde toplanır, iki taraf şarkı ve bes­
telerle opera tarzında konuşur, pazarlık ederler ve gelini gö­
türürler.
Bağdat'ta birkaç türlü saz ve çalgı bulunur. Birincisi ava­
mm rağbet ettiği davul ve zurnadır. Bayramlarda veya bir
zeffe alayı sokaklarda dolaşırken bu davul zurnacılar me­
murların ve hanedandan tanınmış kişilerin evlerinin önünde
durup " Çevre yanım bağ olsun, filan ağa sağ olsun" diye
Türkçe bir beyti tekrar tekrar söyleyerek bahşiş isterler. İkin­
cisi santur, rebap ve dümbük, yani darbukadan oluşan ince
sazdır. Lakin söyleyenierin seslerinin çok fena olmasından
başka, haykırır gibi bağırırlar. Üçüncüsü de Yahudi cemaa­
tinin fakir çocuklardan teşkil etmiş oldukları bir bando mı­
zıkadır.
Bağdat'ta sıcak mevsimde cenazeleri gece defnederler.
Henüz evlenmemiş gençlerle bakirlerin cenazelerinin önün­
de def ve kudüm çalarlar ve kadınlar kabristana kadar gi­
derler. Cenaze çıkan evlerde kadınlar arasında bir hafta
hatim töreni yapılır. Bu tören ücretle tutulan birtakım ağ­
layıcı kadınların vefat eden adamın övgüsünü ilahi tarzında
okuyup feryat etmelerinden ve toplanan komşu kadınlarının
göğüslerine vurarak " helhele" dedikleri "Lülülülü! " diye
bağırmalarından ibarettir. Ağlayıcı kadınlar ilahileri vakit
vakit okuduklarından arada kahve, şerbet ve nargiteler içilir
ve gülerek eğlenerek sohbet edilir. Her sene Ramazan-ı şeri­
fin birinci gecesi o sene içinde cenazesi olanların evlerinde bu
matem töreni yapılır.

104
Saferl ayının son çarşambası bütün Bağdat ahalisinin
tatil ve şenlik günüdür. İsmine Çember Suri2 derler. O gün
hükümet dairelerinde bile yerlilerden kimse bulunmaz. İs­
lam ve Hıristiyan, herkes şehir dışına ve balıçelere çıkıp yiyip
içerler. Buna Çember Suri diye manasız bir isim takılmış ol­
masının sebebini anlayamadım ve her kime sordurnsa man­
tıklı bir cevap alamadım.
Bağdat'ta palikarya tarzında baldırı çıplaklara " Ebu
Casım" derler. K harfinin c gibi telaffuz edildiğine bakarak
Ebu Kasım'dan galat olduğu anlaşılıyorsa da bu ismin pali­
karya geçinen tosunlara verilmesinin sebebi de Çember Suri
gibi bilinmez.
İran'dan gelen ziyaretçiler arasında birtakun doktorlar­
la fal bakıcılar vardır. Falcılar " Kavval! 3 Fettah-ı fal! " 4 diye
bağırıp gezerler. Bunların bir zararı olmadığı için mesleklerini
yapmalarına diyecek yoksa da doktor geçinen cahillerin, sırt­
larında bazı ilaçlar olan birer çekmeceyle "El hekim! " diye ba­
ğırarak sokaklarda dolaşmalarına izin verilmesine şaşırdım.

Hindistan Yoluyla Dersaadet'e Dönüş

Düyfın-ı Umfımiye'deki memuriyetimin sona erdiril­


mesinden sonra bir süre Bağdat'ta kalarak Mustafa Asım
Paşa'nın valiliği sırasında belediye dairelerinin işlerine bak­
mak, tramvayla emniyet sandığının hesaplarını görmek ve
kapanmaya yüz tutan Mekteb-i Sanayii iyileştirip canlan­
dırmak gibi valilik tarafından verilen bazı geçici görevlerle
vakit geçirmekteyken hükümetten emir ve harcırah verilerek
Dersaadet'e çağırıldım. Mevsimden dolayı deniz yoluyla git­
mek kara yoluna tercih edilir göründü. Zira Eylül'den son-

Hicri takvimin ikinci ayı.


Pek çok Doğu kültüründe kutlanan Çarşamba Suri'nden ses değişimi
yoluyla "Çember Suri"ne dönüşmüş olmalı.
Anlatan.
4 Fal açan.

105
ra bu bölgede şiddetli yağmurlar yağar. Bu nedenle Halep'e
kadar Fırat boyu yirmi yirmi beş günlük mesafede geceleri
çadır altında yatarak kara yolculuğu etmek kolay bir şey de­
ğildir. Deniz yoluysa tersine bu mevsimde pek rahattır. Çün­
kü Hint Denizi'nde yazları haziran başından eylüle kadar
"brasat" dedikleri şiddetli rüzgarlar eserek büyük fırtınalar
çıkarsa da eylülden sonra brasat son bulur ve bütün kış de­
niz gayet hoş ve sakin olur.
Eşyaını açık artırınayla satarak adamlarıma izin verip
1888 senesi Ekim'inin on dokuzu Cuma sabahı Linç Kum­
panyasının bir vapuruna binerek Basra'ya gitmek üzere Bağ­
dat'tan hareket ettim. Arazi-i Seniyye'del geçici bir memuri­
yede Bağdat'a gelip o aralık işini tamamlayarak Dersaadet'e
dönmek üzere olan kurmay yarbaylardan Arif Bey de bu
yolu tercih ettiğinden bir hemşeri yol arkadaşı denk gelme­
sine memnun oldum.
Bağdat'ta tam üç seneye varan ikametim sırasında pek
çok kişinin sevgi ve ilgisini kazandığım için bu fakide veda
için eşraf, ayan ve memurlardan vapura gelen kişilerin çok­
luğundan doğrusu gurur duydum.
Dicle suyunun bu mevsimde azlığından dolayı vapur pek
çok yerde otura kalka akşama kadar ancak Ayvan-ı Kisra
önüne gelebildik. Orada geeeledik Ertesi gün Aziziye önü­
ne kadar gidebildik. Daha ertesi günü vapur bir kumluğa
oturdu. Akşama kadar kurtarınayla uğraşıldığından Bagile
adlı yerden ileri gidemedik. Dördüncü gün altı saat kadar sığ
bir yeri geçmeye savaştıktan sonra artık hiçbir yerde durup
oturmaksızın saat dört sıralarında Kutü'I-Amare'ye geldik.
Burası Bağdat'a bağlı bir kaymakamlık merkezidir. Ezandan
sonra Kutü'I-Amare'den hareket ettik. Ertesi akşam Basra'ya
bağlı mutasarrıflık merkezi olan Arnare'ye uğradık ve daha
ertesi Ekim'in yirmi dördüncü ve Bağdat'tan hareketimizin
altıncı günü öğle vakti Fırat'la Dicle'nin birleştiği Kurne adlı
yere gelerek ezandan sonra Basra'ya vardık.

Saltanat sahibine ait topraklar.

1 06
Basra

Daha önce yeri gelip anlatıldığı üzere Fırat'la Dicle'nin


birleştiği Kurne'den itibaren Fars Denizi denilen Basra Kör­
fezi'ne kadar nehir gereği gibi büyür ve ismi Şattü'l-Arap'tır.
Şattü'l-Arap'ta gelgit olur. Gelgit her gün iki defa olursa da
ay başlarıyla dolunayda, yani her on beş günde bir fazlaca
olduğundan büyük deniz vapurlarının Basra'ya kadar gelip
gıtmelerine müsaittir. Onun için büyük vapurlar Basra'dan
yalnız on beş günde bir hareket ederler. Biz Basra'ya gelirken
deniz çekilmişti. Nehrin üzerinde birtakım adalada balık av­
lamaya mahsus kamıştan yapılmış ağıHar meydandayken
yarım saat zarfında su yükselip hepsı kayboldu ve nehir ade­
ta deniz şeklini aldı.
Basra şehri Şattü'I-Arap'ın kıyısında değildir. Bir çeyrek
kadar içerde ve sağ taraftadır. Şattü'l-Arap üzerinde gümrük
ve denizcilik daireleriyle tüccar mağazaları, vapur acentelerı
ve konsolosluklar vardır. Buraya Aşar derler. Gümrük daı­
resinin önünden içeriye doğru Basra şehrine kadar bir kanal
gider ve iki tarafında bazı binalar ve bahçeler vardır. Bu ka­
naldan balıçelere birçok arklar ayrılır. Gelgit tabii ki kanalda
da hükmünü yürütse de Fırat Nehri'nde gördüğüm sakiye
türünden kayıkların gidiş gelişine engel değildir. Bu kayık­
lara burada " belem" derler ve Fırat'takilere göre düzgünce­
dır. İçlerinde döşeme ve üzerlerinde tente bulunur. Basralılar
zevk sahibi olduklarından güzel havalarda kadın erkek be­
lemlere dolarak bütün gece sabaha kadar çalgı ve çiganeyle
nehirde gezip eğlenirler.
Hurma hasadı zamanında Basra'dan doğruca Süveyş'e
giden yük vapurları bulunursa da düzenli olarak işleyen va­
purlar yoktur. Düzenli posta Britiş İndiya adlı İngiliz kum­
panyasının her on beş günde bir Basra'dan Hindistan'a
işleyen vapurlarına mahsustur. Bu nedenle Hindistan'a ve
oradan Akdeniz'e giden vapurlardan biriyle Süveyş'e gitmek
zorundaydım. Basra'ya varışımızın ertesi günü Bağdat'tan
geldiğimiz vapurun kaptanı Mösyö Klemens'in aracılığıy-

107
la Britiş İndiya Kumpanyası'nın acentesine giderek üç gün
sonra Purulya isminde bir vapurun Bombay'a gitmek üzere
Basra'dan hareket edeceğini öğrendim. Basra'dan Bombay'a
yemek dahil iki yüz rupiye, yani on beş lira bedeli olan birin­
ci kamara biletini yine Mösyö Klemens'in sayesinde altmış
yedi rupiye noksanına, yüz otuz üç rupiyeye aldım.
Basra Valisi Ferik Şaban Paşa, Aşar'da bir yalıda ikamet
ediyordu. Basra'dan hareket edeceğimiz güne kadar üç gün
bizi evinde misafir etti. Havasının kötülüğüyle meşhur olan
Basra'ya göre Aşar'ın havası güzelse de nasılsa ahali tara­
fından henüz rağbet edilmediğinden daha önce sözü edilen
dairelerle tüccar mağazaları, acenteler ve konsolosluklardan
başka burada evler çok azdır.
Basra'da bulunduğum üç gün zarfında şehri gezdim. Her
ne kadar vilayet merkeziyse de on bin kadar nüfuslu, sıca­
ğı ve rutubeti fazla, sokakları ve binaları düzensiz, küçük
bir memlekettir. Fakat çok miktarda hurmalıkları vardır,
bu yüzden önemli ticaret meydana gelmektedir. Memleke­
tin havasının kötülüğüyle rutubetinden dolayı yaz geceleri
Bağdat gibi evlerin damlarında açıkta yatılamaz. Sıtması da
meşhurdur.
Uroman kıyılarından Basra'ya çok sayıda yelkenli gemi
gelir. Bu gemilerin şekli eski resimlerde görü len kalyonlar
gibidir. Bunların sekizer onar çifte büyük sandalları vardır
ve küreklerinin ucu berber aynası gibi yuvarlaktır. Kürek çe­
kerken tayfalarından biri mütemadiyen Arapça gayet güzel
ve etkileyici bir gazel okur.

Basra Körfezi

Ekim'in yirmi yedisi Cumartesi günü sabah erkenden


Purulya vapuruyla Basra'dan hareket ettik. İki saat aşağı­
da İran'ın Karun Nehri'nin Şattü'l-Arap'a döküldüğü yer­
deki Muhammere'ye yaklaştığımızda sahilden iki top atıldı.
Posta vapurları gelirken ahaliyi haberdar etmek üzere bu

109
şekilde top atmak orada adetmiş. Muhammere'de vapur
üç saat kadar yük aldıktan sonra hareket ettik. Beş saatte
Şattü'l-Arap'ın sonundaki Fav adlı yerin önünden geçerek
denize çıktık.
Fav, Şattü'l-Arap'ın ağzında sağ tarafta boş ve basit bir
kumluktan ibaretse de nehrin girişine hakim olduğundan
orada birtakım önemli istihkamlar ve bir de telgrafhane ya­
pılmıştır. Fav'dan sonra sağ tarafta Kuveyt limanı vardır, ge­
miler için önemli ve büyük bir sığınaktır. Daha iterisi birçok
adaları olan Bahreyn Körfezi'dir. Necd bölgesinin Ac i r ve
Katif iskeleleri bu körfezdedir.
Saat üç buçuğa doğru nehrin sarı renkli sularından kur­
tularak güzel havayla denizde yolumuza devam ettik. Hava
gayet sıcak olduğu için gece karnarada yatılamıyordu. Yatak­
larımızı güverte kaportaların üzerinde serdiler. Açıkta yattık.

Bender Buşehr

Ekim'in yirmi sekizi Pazar sabahı sol tarafta İran kıyıla­


rının dağları göründü. Saat yedide Bender Buşehr'e geldik.
Memleket yüksek dağların . eteğinde ve denize doğru çık­
mış yarımada gibi bir yerdedir. Yapurumuz sahilden epeyce
uzakta demir attı.
Burada İran Devleti'nin bir beylik vapurunu gördük.
Yük vapurlan şeklinde iki direkli bir saç vapur, ismi de Per­
sepolis'tir.
Şehri gezmek üzere Arif Bey'le beraber karaya çıktık.
Bender Buşehr sokaklan dar ve eğri büğrü, küçük bir mem­
leketse de İran'ın tarım ürünlerinin ve ürettiği malların ih­
raç edildiği başlıca iskele ve çıkış kapısıdır. Çarşı pazarında
güzel üzüm, ayva ve nar gibi Şiraz'dan gelen meyvelerden
başka anlatılınaya değer bir şey yoktu.
Yapura dönmek için sandata binrnek üzereyken karşımı­
za bir adam çıkarak bizden sekiz tümen pasaport parası is­
tedi. Pasaportlanmızı gösterdikse de tanımadı. İran tezkeresi

1 10
almamız gerektiğini söyleyerek o kadar para istemekte ısrar
ettiğinden memleketin tezkere memurunu bulup da meram
anlatmaya mecbur olduk. Tezkere memuru Hacı Mehmed
İbrahim Han isminde ve aklı başında bir adamdı. İskele me­
murunun bu münasebetsizliğinden dolayı özür dileyerek bize
çay ve nargile ikram etti. Şayet vapurun uğrayacağı diğer İran
memleketlerine de çıkacak olursak yine böyle bir muameleye
uğramamamız için elimize açık bir mektup verdi. Kendisine
minnet ve teşekkürlerimizi ifade ederek vapura döndük.
Yapurumuz ertesi gün Bender Buşehr'de akşama kadar
yük aldıktan sonra ezan vakti oradan hareket etti ve bir saat
ileride İngilizlerin İran sularında görevli olan donanmasının
bulunduğu yerde durup bahriye komutanlarından Breken­
böri isminde bir kişiyi alarak yine yoluna devam etti. Bu
kişi Maskat limanında bulunan Turkuaz isminde bir İngiliz
savaş gemisinin kumandanıymış. Birkaç lisan bilir, kibar ve
nazik tavırlı bir adamdı. Kendisiyle Maskat'a kadar vapur
arkadaşlığı ettik ve Maskat'la civardaki Arapların durumu­
na dair bu fakire bazı faydalı bilgiler verdi.

Lince

Ekim'in otuzu Salı günü hiçbir yere uğramaksızın yolu­


muza devam ettik. Sol tarafımızda mütemadiyen İran kıyı­
larının dağları görünmekteydi. Şeyh Şemel isminde bir ada­
nın önünden geçtik. Daha ertesi Çarşamba sabahı saat altı
buçukta İran'ın Lince adlı şehrine geldik. Uzaktan büyük ve
güzel bir memleket gibi görünüyordu. Karaya çıktım. Bura­
sının da Bender Buşehr gibi sıradan, küçük bir harabe şehir
olduğunu gördüm.
Lince'nin kadınları siyah çarşafla örtündükleri gibi şaşı­
lacak şey olarak yüzlerine balolarda kadınların kullandıkları
"lev" denilen siyah kadife maskenin aynısı yüzlük takıyor­
lar. Acaba bu türden maskeyi bunlar Avrupalılardan mı al­
mış ? Yoksa bu yüzlük Avrupa'ya buradan mı gitmiş ?

lll
Bender Abbas

Saat on buçukta Lince'den hareketle ertesi sabah erken­


ce yine İran'ın Bender Abbas adlı şehri önünde durduk. Bu
memleket de diğerlerinin aynıydı. Fakat burada Hindis­
tan'ın Banyan dedikleri putperestlerinden pek çok tüccar
olup, kendilerine mahsus bir çarşıda alışveriş yapıyorlardı.
Şehri dolaştıktan sonra vapura dönerken iskele başında
yine tezkere sorarak sekiz tümen isteme münasebetsizliği ol­
duysa da Bender Buşehr tezkere memurunun vermiş olduğu
açık mektup işimize yaradı. Zorluk çıkmadan kurtulduk.
Pasaport denilen şeyin bir yolcu karaya çıkarken aranılınası
lazım geldiği halde buralarda memlekete girenlerden sorui­
mayıp da vapura dönüşleri sırasında aranılınası gariptir.
Saat on bir buçukta Bender Abbas'tan hareket ettik. Bi­
raz ileride üç yüz sene önce ezici güç ve kuvvetleriyle bu böl­
geyi tehdit ve zapt eden Portekiziiierin ticaret merkezi olan
meşhur Hürmüz Adası'nın önünden geçtik. Bu ada Basra
Körfezi'nin boğazını teşkil eder, ondan sonra Umman Deni­
zi'ne çıkılır. Bugün boştur ve yerleşim yoktur. Hürmüz Bağa­
zı'nda Res-i Müsendem ismindeki burundan ilerisi Umman
bölgesine ait büyücek bir koydur. Koyun içinde birçok ufak
tefek ada vardır. Buralarda inci avlanır. Boğazdan Umman
Denizi'ne çıkınca artık sol taraftaki sahil kaybolup sağ ta­
rafta Arabistan kıyıları görünmeye başladı. Ertesi, Kasım'ın
ikisi Cuma günü öğle vakti Maskat'a vardık.

Maskat

Maskat şehri kale içinde ve deniz kenarındaysa da iki ta­


rafı sahil boyu yüksek ve sarp kayalarla çevrilidir. Bu kaya­
ların üzerinde Portekiziiierin istila zamanından kalma istih­
kamlar görünür. Maskat'ta ticaret tamamen daha önce söz
ettiğimiz Banyan dedikleri Hint putperestlerinin elindedir.
Maskat, çöl Araplarının pazar yeri olduğundan içerilerden

112
pek çok Arap gelip alışveriş ederler. Bu Araplar daima silahlı
gezer. Silahları da birer düz kılıçla birer tüfek ve birer de eğri
hançerden ibarettir. Şehrin sokakları gayet dar, eğri büğrü,
evleri ve dükkaniarı düzensizdir. Arka tarafında bir miktar
düzlükten sonra dağlada ağaçlık ve yeşillik vardır.
Maskat Emiri Faysal bin Türki'nin ikametgahı sahilde
üç katlı büyücek bir evdir ve damının üzerine düz kırmızı
bir sancak çekilmiştir. Yine sahil boyu yabancı tüccarların ve
Amerika konsolasunun muntazam binaları vardır.
Memleketin en önemli ürünü ve ihracatı hurmadır. Hel­
vası da meşhur olduğundan teneke kutular içinde büyük
miktarda helva ihracan oluyor. Böyle şöhret kazanmış helva
elbette iyi bir şeydir diye alıp yedim. Adeta gaziler helvası
türünden tezzetsiz bir şey olduğunu görerek şaşırdım. Mas­
kat hurması siyah renkte ve çok lezzetlidir. Bozulmaksızın
Amerika'ya kadar taşınabilir. Emirin !imanda biri Sultani ve
diğeri Selam adında iki vapuru duruyordu.
*

Bender Buşehr'den beri birlikte seyahat ettiğimiz Mösyö


Brekenböri'nin daveti üzerine Maskat'a vardığımız gün Arif
Bey'le beraber Turkuaz korvetini gidip gezdik. Maskat'ta
ticaret yapan Hintiiierin fazlalığı nedeniyle Arapların saldı­
rılarından korumak için Hindistan dananınasından ara sıra
böyle bir beylik gemi gelerek bir müddet burada dururmuş.
Vapurumuza dönerek akşam yemeği yedikten sonra gece
Mösyö Brekenböri bir filika gönderip tekrar bizi gemisine
davet etti, kalkıp gittik. Geminin içi bayraklar ve dışı fener­
Ieric donanmış ve güverte üzerinde bir tiyatro sahnesi kurul­
muştu. Aspiran dedikleri birtakım genç ve tüysüz teğmenler
kadın kıyafetine girerek ve erkek rollerini de diğer subaylar
yaparak mükemmel iki komedya oynadılar ve mızıkayla bir
de konser verdiler. Ardından kumandanın salonunda kurul­
muş yirmi kişilik bir sofrada yiyecekler ve nefis içeceklerle
supe, ı yani gece yemeği yedik. Komedya oynayan subaylar

"Akşam yemeği" anlamında Ingilizce birsöz, supper.

113
tiyatro kıyafetleriyle sofraya oturdular. Salonun düzeni, ay­
dınlatması ve yemekierin nefisliğiyle müziğin tatlılığı Umman
Denizi'nde Maskat kayalarının önünde bulunduğumuzu bize
unutturdu. Böyle yerlerde bu gibi medeniyet işaretlerine rast­
lamak doğrusu hoşa gidiyor. Özellikle Maskat gibi medeni
olmayan bir memlekette tiyatro ve konser izleyip en nadir ve
zarif yiyecekler ve içeceklerle supe etmek hatır ve hayale gelir
şeylerden olmadığı gibi emsali de daha önce olmasa gerektir.
*

Ertesi gün tekrar şehre çıkarak biraz dolaştığım sırada


emirin evinin açık duran kapısından içeri bakmaktayken ka­
pıcılık eden bir Arap, "Avluda vahşi hayvanlar vardır, gör­
mek isterseniz buyurunuz, " diye davet etti ve ben kapıdan
içeri girince kapıyı kapadı. Etrafıma bakarak ne göreyim?
Avlunun bir köşesinde bağsız, zincirsiz bir dişi aslan yatı­
yor ve gözlerini üzerime dikerek korkunç korkunç bakıyor!
Hayvanı görür görmez kapıya doğru fırladımsa da Arap bir
eliyle kapıyı tutup diğer elini " Bahşiş" diye uzattı. Arap'ın
yüzüne birkaç para atarak kapıyı açtırıp kendimi sokağa
attım ve kapının karşısındaki dükkan sahiplerinin bana ba­
karak gülümsemelerinden bu yolda bahşiş verenlerin birin­
cisinin ben olmadığımı da anladım.
*

Yapura dönüşümde Turkuaz'ın subayları ziyaretimize


geldiler. Birlikte öğle yemeği yedik ve yemekten sonra Ku­
mandan Brekenböri de gelince hepsiyle vedataştık ve saat
dörtte Hindistan'ın Sind bölgesinin en önemli şehri olan Ka­
raçi'ye doğru Maskat'tan hareket ettik. İki gün iki gece kara
görünmeksizin Hint Denizi'ni karşı yakaya geçip Kasım'ın
altısında Salı günü sabah erkenden Karaçİ timanına girdik.

Karaçi

Karaçİ'nin limanı gayet büyük ve önemlidir. Vapurun


durduğu noktadan bir yelkenli kayıkla bir çeyrekte gümrü-

114
ğe yakın büyük iskeleye çıktık. Şehir iskeleden uzaktır. İskele
sayılan rıhtımın büyüklüğü ve çeşitli noktalarında birçok
vapurun yük alıp vermeleri ve demiryolu katarlarının geliş
gidişi görülmeye değerdi. Karaçİ günden güne büyümekte ve
genişiernekte olduğundan iskeleyle şehir arasında yeni yapıl­
mış büyük ve yüksek binaları ve gayet geniş ve muntazam
caddeleri olan bir yeni mahalleden geçerek arabayla yarım
saatte şehre vardık. Şehir yeni mahalleden daha muntazam­
dı. Büyük bir kısmında evler yazlık tarzında, hepsi bahçeler
içinde ve birbirinden aralıklı olduğundan iki yüz bin nüfusu
olan bu memleket bir iki kat daha fazla nüfusu varmış gibi
geniş görünüyordu.
Osmanlı Devleti'nin fahri konsolosluğunu yapmakta
olan Karaçİ ileri gelenlerinden Hasan Ali Babadır adlı kişinin
evine gittik. Ali Babadır bize pek çok ikramda bulunup ağır­
ladıktan sonra akşam yemeğine davet etti. Yol arkadaşım
Arif Bey'le beraber memleketin görülmeye değer yerlerini ve
özellikle Banyanların büyük tapınaklarını gezip dolaştıktan
sonra saat dört sularında tekrar Hasan Ali Babadır'la bu­
luştuk. Bizi arabasına alarak memleketin bahçesine ve ken­
di yardım ve gayretiyle meydana getirilmiş olan büyük bir
İslam medresesine götürüp gezdirdi. Evinde mükemmel bir
yemekten sonra gece yine kendi arabasıyla ve oğullarından
birinin eşliğinde iskeleye gönderdi. Hasan Ali Babadır'ın
evinden iskeleye kadar yarım saat devam eden o güzel ve
geniş caddelerin gaz lambalarıyla iskelede yük indirip yük­
leyen vapurların elektrik ışıkları şehrayin gibi memleketi ay­
dınlatmıştı. İskeleden bir filikaya binerek vapurumuza gelip
gece !imanda yattık.

Fırtına

Kasım'ın yedisi Çarşamba günü bizimle görüşmek için


vapura gelen Hasan Ali Babadır'la vedalaştıktan sonra öğle
vakti limandan hareket ettik. Karaçi'den Bombay'a vapurla

115
kırk sekiz saattir. Limandan çıkar çıkmaz başlamış olan fır­
tına gittikçe şiddetlenerek gece o dereceye geldi ki vapurda
yemek yemek şöyle dursun dağlar gibi kalkıp da vapurun
üzerine dökülen dalgalardan güvertede durabilmek ve yarım
metre yüksekliğinde dolmuş olan sudan karnaraya gidip de
yatabilmek imkan dışıydı. Bir maşlaha sarınıp karnaranın
merdiven ayaklarının üzerinde parmaklığa tutunarak otur­
dum kaldım. Merdiven başı köşk gibi korunaklı bir yerdiyse
de vapura dökülen dalgalar bu köşkün kapısından içeri hü­
cum ettikçe duş gibi üzeri mden ve başımdan geçerek aşağıya
akmaktaydı. Karnarama girmiş olan suyun içinde yol san­
dığırnın yüzdüğünü olduğum yerden görüyordum. Yapurda
Basra ve Muhammere'den yüklenmiş yüz kadar at vardı.
Şiddetli dalgaların bu biçare hayvanlardan ara sıra bir iki­
sini alıp denize götürdüğünü merdivenin penceresinden gör­
dükçe dalgalar merdiven köşkünü de benimle beraber alıp
götürecek diye olağanüstü bir korku içindeydim.
Kamaradaki yatakların başuçlarında mantardan yapıl­
ma birer can kurtaran gömleği asılıydı. " Denize düşen yıla­
na sarılır" diye bu gömlek lerden bir tanesini giyrnek istedi­
ğim halde kamaradaki suların içinde yuvarlanıp boğulmak
tehlikesi o gömleği almaya mani olduğundan büsbütün ha­
yattan ümidimi kestim. Vapur batarsa mantar gömlekle de­
nizin üstünde kalanları Hint Denizi gibi büyük bir denizde
acaba kim görüp de kurtaracaktı ! Öyle dehşetli ve ümitsiz
bir hal içinde burasını akıl edecek ve batınma getirecek ha­
lim yoktu.
O gece ve ertesi Perşembe günüyle gecesi bu halde geç­
ti. Daha ertesi Cuma günü şiddetli bir yağmur gelip havayı
ve denizin dalgalarını biraz değiştirip sakinleştirdiyse de yine
vapur içerisinde yürümek ve hareket etmek mümkün değildi.
Bu fırtınayla gece yarısından önce Bombay limanının fener­
leri göründü ve bir saat sonra !imanın ağzında bekleyen bir
vapurun rehberliğiyle içeri girebildik. Bugün öğle vakti Bom­
bay'a varacakken fırtınadan dolayı kırk sekiz saatlik mesa­
feyi altmış saatte kat etmiş olduk. Bu mevsimde Hint Deni-

1 16
zi'nde böyle şiddetli bir fırtınanın çıkışı ve özellikle tam rfız-ı
kasıma 1 rastlaması olağandışı ve şaşırtıcıydı. (İçinde sekiz
yüz yolcuyla Karaçi'den hareket eden bir vapurun bu fırtına­
da batıp kaybolduğu sonradan Bombay'da haber alınmıştır. )

Bomhay şehrinde hir meydan.

Bombay

Bombay limanının ağzı dar olduğu halde içerisi gayet


gen iş ve uzunlamasına bir göl gibidir. Bu gölün ortasında
büyücek bir iki ada vardır. Lİmanın ağzını işaret eden fe­
ner, saniyede bir göz gibi açılır kapanır beyaz renktedir. Fa­
kat vapurlar içeri girerken rengini değiştirerek kırmızı olur.
Bombay şehri limana girilince sol tarafta denize doğru çık­
mış yarımada gibi bir burundan itibaren liman boyunca bir
s ı rt üzerindedir. Limanın sağ tarafında köyler vardır.
------- -----

Halk a ra sı nd a kışın başlangıcı sayılan 8 Kasım günü başlayıp 6 Mayıs'a


( Hıdırcl lez) kadar devam eden ve rarihl kayıtlarda rlız-ı k a s ını şeklinde
geı;cn dönem.

117
Gece vapurdan bir filikaya binerek Apolobender is­
mindeki iskeleye çıkıp iskeleden on dakika ileride ve yine
o isimde bir otele indim. Fırtınanın neden olduğu üç gün­
lük heyecanla uykusuzluktan karnıının açlığına bakınayıp
hemen yattım ve ertesi günü öğle vaktine kadar uyudum.
Yol arkadaşım Arif Bey Atebat-ı Aliyye'yil ziyaretten dö­
nen Hintlilerden vapurda dostluk kurmuş olduğu bir kişi­
nin evinde misafir oldu. Öğleden sonra Osmanlı Devleti'nin
Bombay Başkonsolosu İsmail Bey'in Malabarbil denilen ve
Bombay'ın bir çeşit sayfiyesi sayılan yerdeki evine giderek
kendisiyle görüştüm.
Bombay'dan Akdeniz'e giden vapur eksik değilse de
çektiğim fırtınanın dehşetiyle artık olur olmaz vapura binip
de Hint Denizi'ni bir kıtadan öbür kıtaya geçmeye cesaret
edemedim. Özellikle buraya kadar gelip de Hindistan'ın gö­
rülmeye değer şeylerini görmeksizin ve usul ve adetlerini an­
lamadan gitmek makul değildi. Peninsular Kumpanyası'nın
bir hafta sonra hareket edeceği söylenen büyük bir vapuru­
nu bekleyip Bombay'da kalmayı tercih ettim.
Yapurda fırtına esnasında su içinde kalmış olan sandığı­
mı açarak rutubet çeken eşyayı kurutmak içın oteldeki oda­
ma serdiğim sırada Başkansalos İsmail Bey'in rehber ve ter­
cüman gibi hizmette bulunmak üzere tavsiye etmiş olduğu
Bağdatlı (ismini hatırlayamadığım) bir adam bu eşya arasın­
da bulunan ipekli bir İran seecadesini görüp, " Burada İngi­
lizler bu seecadeye hayli para verirler, eğer satmak isterseniz
bazılarına göstereyim," dedi. Seccadeyi dört liraya almıştım.
Tercümanın kırk elli liraya doğru satılabileceğini söylemesi­
ne tamalı ederek kendisine teslim ettim. Seccade şurada bu­
rada dolaşarak Bombay'dan hareket edeceğim güne kadar
dönmedi ve hareket günümde "kayboldu" cevabı alındı!
Davaya kavgaya vakit yok. İsmail Bey de bu işten pek fazla
malıcup olduğu için ses çıkarmamaya mecbur oldum, ama
doğrusu bu dolandıncılığın acısını hala unutamadım.
*

Necef, Kerbela ve Kazımiye'de Şiilerce ziyaret edilen yerler.

118
Bombay şehri bugün yüz bin nüfuslu büyük bir kenttir.
Çeşitli kısırnlara bölünmüş olan ahalisi İslam, Parsi, Ban­
yan ve Hindu'dur. Bunlardan başka bir grup da Portekiz­
liler vardır.

İslam

Müslümanlar çeşitli İslam mezheplerindendirler. Kıyafet­


leri birer beyaz don ve gömlekle üzerinde sıkma biçiminde
birer yelekten ve başlannda birer takke veya sanktan ibaret­
tir. Zenginlerin giydikleri yelekierin önleriyle takkeleri sırma
dokuma kumaştandır. Evleri dar sokaklarda dörder beşer kat
ve birbirine bitişik yapılmış ahşap binalardır. Bir evde bazen
birkaç aile birden ikamet eder. Bu evlerin alt katının sokak
tarafı direk üstünde ve kısmen içeri doğru çekilmiş olduğun­
dan kapılarının önlerinde birer set gibi açıklık ve her katta
boydan boya balkonlar vardır. Müslümanlar büyük küçük
her tür ticarette bulunur ve esnaflık ederler. Birkaç cami ve
mescitleri olup, bunlardan bazıları büyücek ve sanatlıdır.

Parsiler

Parsiler bundan üç buçuk dört asır önce İran'dan göç


ederek bu bölgeye gelmiş olan ateşperestlerdir. Tapınakla­
rındaki ateşten başka güneşe de taparlar. Her akşam günba­
tımı vakti deniz kıyısına inerek güneşe karşı secde ederler ve
deniz suyuyla yüzlerini yıkarlar. Tapınaklanndaki ateş güya
göç ettikleri zaman İran'da terk ettikleri tapınaktan alıp hiç
söndüerneden birlikte getirdikleri ateşmiş. Ölülerini mezara
gömmezler. Daha önce sözü edilen Malabarbil adlı yerdeki
tapınaklarının bahçesinde daire şeklinde ve çatısız kulelerio
içine cenazelerini bırakıp karta! kuşlarına yedirirler. Özel­
likle gidip gördüm. Kulelerio üzerinde birçok karta! durur.
Mezarcılar cenazeyi içeri bırakıp çekildikleri anda kartaHar

119
Bombay'da Parsilerin kartallara yedirmek üzere ölülerini koydukları kale.

kulenin içine hücum ederek birkaç dakikada işlerini bitirip


yine yerlerine çıkarlar. Ardından mezarcılar kemikleri topla­
yıp yakarak külünü akrabaları isterse verirler ve istemezse
ya denize atarlar veya havaya savururlar.
Bombay'ın en zengin bankerieri Parsilerdir. Bankatarla
sarraflık işleri bunların elindedir. Mahalle ve evleri tama­
mıyla Avrupa tarzında ve bahçeler içindedir. Kıyafetleri de
Avrupalılar gibiyse de başlarına siyah rugandan uzunca kal­
pak giyerler. Bu kalpak siperliksiz silindir şapkaya benzer.
Simaları beyaz ve İranlılara benzer. Gayet zeki ve çalışkan­
dırlar. Çocuklarını Londra'ya kadar gönderip eğittİk leri için
hükü met dairelerinin hemen hepsinde onlar çalışı rlar.

B anyanlar

Banyanlar çeşitli şek illerdeki putlara ibadet eden putpe­


restlerdir. Büyük tapınaklarından başka mahallelerde dük­
kan gibi sokağa açık birçok küçük tapınakları vardır. Ge­
celeri bu tapınakları aydın l ata rak kadınlar bir tarafta ve er-

121
Bombay'da iş göremez hayvaniara mahsus Pincarapol adlı yer.

kekler diğer tarafta oturup içlerinden bazısı ayağa kalkarak


armoniflüt denilen el piyanosu çalarak şarkı söyler. Putlar
gayet çirkin şekilde ve çoğu hayvan biçimindedir. Banyanla­
rın hepsi boyayla alınlarının ortasına bazen fındık büyüklü­
ğünde kırmızı ve bazen iki üç elif şeklinde sarı ve beyaz renk­
lerde birer işaret koyarlar, bunlar mensup oldukları değişik
mezhepleri gösteren işaretlermiş. Tenlerinin rengi esmerdir.
Bunlar bürümcük çarşaf cinsinden, ayaklarına kadar uzun
ve geniş bir gömlek giyerler. Gömleğin ön eteğini bacakla­
rının arasından arka tarafa alarak kuşaklarına iliştirmekle
örtünüp artık başka don giymezler. Arkalarında birer sıkma
yelek vardır. Bazen yeleğin üstüne beyaz veya kırmızı renkte
harmanİ gibi bir kumaşa sarınırlar. Başlarında Frenk kadın­
larının kullandıkları kaput denilen şapka biçiminde gayet
küçük üçgen veya yuvarlak kırmızı renkte birer şapka var­
dır. Bazısı da sarık sarar.
Banyanlar sabahleyin evlerinde çıktıklarında yol üze­
rinde bir ineğİn sidiğiyle yüzlerini yıkarnaclıkça mağaza ve
dükkaniarını açıp da sanat ve ticaretlerine başlamazlar. Bu
nedenle her sabah Banyan mahallelerinin sokaklarında boy­
nuzları kırmızı renge boyalı inekler gezdirirler ve bu inekle­
rio etrafında işemelerini bekleyen birçok adam dolaşır.

122
Bombay'dan Sanyanların cenazelerini yaktıklan yer.

Sanyanlar reenkarnasyona inandıklarından ölenlerin


mutlaka bir hayvan vücudunda ve kutsal kişilerin inek
şeklinde tekrar dünyaya geldikleri inancındadırlar. İnek ve
öküzlere hürmetlerinin sebebi buymuş. Sakat olan hayvan­
Iara mahsus Pincarapol isminde Bombay'da bir hayvanevi
vardır ki yaşlı ve iş göremez hayvanları sahipleri buraya bı­
rakır ve doğal yoldan ölümlerine kadar bakılırlar.
Sanyanlar her tür ticaretle meşguldürler. Ya bancı mem­
leketlere gidip de ticaret yapan putperestler bunlardır. Tica­
ret için diğer memleketlere ve uzak yerlere gitmek isteyen
Sanyanlar memleketlerinden çıkarken Brahman dedikleri
papazlarının yanına giderek ne miktar para kazanmak ni­
yetiyle çıktıklarını bildirip özel bir deftere kaydettirirlermiş.
O miktar parayı kazanroadıkça vataniarına dönemezlermiş.
Karılarını da birlikte götüremiyorlarrnış. Şayet yoklukları
uzar da döndüklerinde karılarını birkaç çocuk dünyaya ge­
tirmiş bulurlarsa bunları kabule ve kendi eviadı tanımaya
mecburlarmış.
Sanyanlar ölülerini tabuta koymayıp düz bir tahta üzeri­
ne yatırırlar ve üzerine tülden bir örtü örterek dört kişi omuz­
larına alıp götürür. Bunların mezarlıkları yoktur. Bir günde
ölenleri özel bir yerde toplayıp gece yakarlar. Brahmanların-

1 23
dan aldığım bir izin belgesiyle bir gece Sanyanların cenaze
yakmalarını görmeye gittim. Dört tarafı duvarla çevrili bir
avlu içerisinde birkaç odun kümesi yapıp cenazeleri bunla­
rın aralarına yatırdıktan ve üzerlerine biraz petrol döktükten
sonra ateş veriyorlar. Ardından mezarcılar ellerine darbuka
türünden birer defle (gemi demirlerinin zincirleri gibi ses çı­
karan) ziller alarak ateş sönünceye kadar çalıyorlar. Cenaze­
terin yakılması sırasında akraba ve yakınlarından kimse bu­
lunmuyor. Yalnız birkaç mezarcı bu hizmeti yerine getiriyor.
Avlu içerisinde yanan cenazeterin mavi renkli alevlerinden
başka ortalığı aydınlatacak fener ve kandil yoktur. Tenleri
kahverenginde ve elbiseleri kırmızı renkte olan mezarcıların
iğrenç kokulu bu mavi alevler içinde zebani gibi görünüşleri
ve çaldıkları def ve zillerin müthiş sesleri doğrusu tüylerimi
ürpertti. Odun kümeleriyle cenazeler tamamen kül olduktan
sonra insan kafalarının tüfek atılır gibi patlamaya başlaması
büsbütün hayret ve korkumu artırdı. O gece siniderim tuttu.
Sabaha kadar uyku uyuyamadım.
Bundan elli sene önce Sanyaniardan vefat edenlerin ha­
yattaki karılarını da birlikte yakmak adetleri gereğiyken İn­
gilizlerin şiddetle yasaklaması üzerine bu vahşilikten vazgeç­
ınişlerse de tutucular ve özellikle Brahmanlar bu yasaktan
asla memnun değilmiş. Bugün İngiliz memurları bulunma­
yan köylerde ve ücra yerlerde kocası ölen kadınları yine giz­
lice yaktıkları rivayet edilir.
Sanyanların tanrı derecesinde kutsal bir sınıf Brahman­
ları daha vardır ki bunların tapınaklarda bir hizmeti yok­
tur. Yalnız kendi aleminde güzel yaşayan adamlardır. Zen­
ginlerin keselerinden istedikleri kadar para alıp harcamak
ve diledikleri evlere girerek arzu ettikleri kadınlarla düşüp
kalkmak gibi şaşırtıcı ayrıcalık ve yetkilere sahiptirler. O
kadınların kocaları bundan tedirgin olmadıkları gibi böyle
bir şerefe erişmelerinden dolayı mahalleleri içinde kendileri­
ne gıpta eden konu komşuya karşı övünürler ve Brahmanın
yakınlaşmasından peyda olan çocuk Brahman olarak aynı
hukuk ve ayrıcalığı kazanırmış!

1 24
Hindular

Hindu denilen cins kahverenginde ve saçları zenci saçı


gibi kıvırcık olup, Banyanlar gibi putlara taparlar ve ölüle­
rini yakarlar. Bunların elbiseleri edep yerlerini örtrnek üzere
bacaklarının arasından geçirip bellerine bağladıkları bir bez
parçasından ibarettir. Kadınlarının elbisesi de edep yerlerini
örtecek kadar gayet kısa ve kırmızı renkte bir donla memele­
rini örtecek derecede kolsuz bir yelektir. Bu nedenle kollarıyla
hacakları ve belleri açıktır. Hindular çiftçi ve arnele takımın­
dan olduklarından ağır ve aşağı sayılan işleri yaparak geçinir­
ler. Duvarcılık ve harnallık Hindu kadıniarına özgü gibidir.

Portekizliler

Portekiziiierin bu bölgeyi istila ettikleri zamandan kalma


Hindistan'da birtakım Portekizliler vardır, bunlar bildiğimiz
Portekizliler renginde ve Avrupalılar kıyaferinde olarak hiz­
metçilik, berberlik, otellerde sofracılık ve vapurlarda karna­
ratluk ederler.
***

Gerek Parsi ve gerek Banyan kadınlarının elbiseleri bir


tarzdadır. Bunlardan bir kısmı güzel Hint kumaşlarından
yapılmış şalvar ve üzerine dizlerine kadar ince bir gömlek ve
gömleğin üzerine bazen kısa bir hırka giyerler ve genellikle
sol omuzları dışarıda kalarak sağ omuzlarından atılıp belle­
rini örten güzel bir kumaşa bürünürler. Birtakımı da şalvarla
ince gömlekten sonra memelerinin altına kadar kısa ve gö­
ğüsleri açık kolsuz bir yelek giyer. Ayakları çıplaktır ve ince
gömlekleri bellerinin görülmesine mani değildir. Ayaklarının
başparmaklarına birer yüzük ve aynak yerlerine halhal ve
pazılarına, yani kollarının omuzlarına yakın kısmına bilezik
takarlar. Bazen de şeffaf ince tüllere bürünürler.
Bombay'da fazlaca araba varsa da yerliterin çoğu ve
özellikle zenginler tahtırevanlarla gezer. Bu tahtırevanları ön

1 25
ve arka taraflarına takılan birer sırıkla iki kişi omuzlarına
alıp götürür. Yatay uzunlukta ve dikey az yükseklikte camlı
bir kutuya benzer. İçinde bulunan adam uzanıp yatar gibi
oturmaya mecburdur. Avam takımı çifte öküz koşulu iki te­
kerlekli adi araba kullanırlar.
Şehrin eski kısmı sahilden uzakça ve yüksektedir. Ora­
dan sahile doğru İngilizler tarafından yapılan yeni mahal­
lelerde gayet geniş sokaklada meydanlar ve pek büyük ve
muntazam binalar vardır. Bu sokaklardaki ağaçlar o iklime
özgü gayet zarif ve naclide ağaçlardır. Hükümet dairelerinin
binalarının büyüklüğü şaşırtıcıdır. Kısaca büyük demiryolu
garının büyük binasıyla mimarisi elbette Avrupa'da gördü­
ğüm gadardan üstündü. İdari binalardan başka yeni ma­
hallelerde yapılan konaklar ve oteller yine o ölçüde yük­
sek ve muntazamdır. Avrupa eşya ve malları satan pek çok
mağaza bulunduğu gibi birtakım da Çin malları satan ma­
ğazaları vardır, bunlarda satılan eşya fiyatının Dersaadet'e
göre düşünülemeyecek kadar ucuz olması dikkat çekici ve
şaşırtıcıydı.
İngilizin yaptığı Furut Market adlı pazar yerinde sebze ve
meyveyle ilgili az bulunur, benzeri olmayan şeyler görülür.
Kısaca muzun pembe, sarı ve beyaz renkte çeşitli türleri ol­
duğunu orada gördüm. Amba isminde ve elma büyüklüğün­
de gayet büyük çekirdekli Hindistan'a özgü bir çeşit meyve
vardır ki tazesi pek hoş ve lezzetli olduğu gibi turşusu da pek
nefis olur. Bu sebze ve meyve pazarının yanında kuş, papa­
ğan ve maymun gibi hayvaniara mahsus bir pazar yeri daha
vardır. Burada rengi ve şekli görülmemiş zarif ve gönül çalıcı
kuşların ve papağanların her türlüsü satılır. Bu iki pazar yeri
yeni mahallelerin sonundadır. Ondan sonra eski mahallelere
girilir. Burada Hindistan ürünleri ve dokumalarının her tür­
lüsü görülür. Gümüş ve altın eşya gayet sanatlı biçimde imal
edilir ve garipliklerden biri olarak terazinin bir gözüne altın
ve gümüş eşya, diğer gözüne para konulup o şekilde tartılıp
satılır, yani gümüş ürünler gümüş parayla ve altın ürünler
altın parayla tartılıp madeni pahasına satılır. Halbuki ayarca

126
farkları pek azdır. İşçiliğiyle ticaretinin nereden çıktığına bir
türlü akıl erdiremedim.
Bombay'da Victorya Garden ısminde bir de hayvanat
bahçesi vardır. Gidip gezdim ve bu iklime özgü birtakım
vahşi hayvanlarla yılan türlerini gördüm.
Bir de şerbetli ve Fransızcada şarmörl dedikleri adarnlar
bu memlekette pek çoktur. Bunlar bir sepet içinde çeşitli tür
ve büyüklükte yılanlar gezdirip halka seyrettirerek birtakım
sanat ve oyunlar yaparlar ki hakikaten müthiş ve harikula­
dedir.
Vaktiyle Bağdat'tan Bombay'a göç etmiş olan Davud Sa­
son isminde bir Yahudi'nin eseri olarak Bombay'da birçok
iplik ve kumaş fabrikaları vardır. Davud Sason burada böyle
pek çok bayındırlık eseri meydana getirmiş olduğu için İngil­
tere devleti tarafından bu hizmeti takdir olunarak büyük bir
heykeli müzeye koyulmuş ve kendisine Sir unvanı verilmiştir.
Çocukları ve onun soyundan gelenler bugün Bombay'ın en
zengin ve saygın kişileridir.
Bombay'da kagir ve muntazam tiyatro görmedim. Mev­
cut olan bir iki tiyatronun adi barakadan olmasına şaşır­
dımsa da ikiimin sıcaklığının halkın bina içinde saatlerce
kapanıp kalmasına müsait olmamasından kaynaklandığını
anladım. Bu tiyatrolarda Parsi dilinde milli oyunlar icra edi­
yorlar. Sahne ve perdeleriyle oyunları sahneleyişleri ( besbelli
İngilizlerden örnek almışlar) tıpkı Avrupa tiyatroları tarzın­
dadır.
Memlekette askeri bandodan başka orkestra yoktur.
Hintiiierin milli sazları bizim ince saz türünden tambur ve
kemanla def yerine kullanılan bir tür darbukadan ibarettir.
Bunlardan başka Avrupa'dan gelme armoniflüt kullanırlar.
Müziklerinin perdesi, ahengi, makamı ve şarkı söyleme bi­
çimleri tamamıyla Türkistan ve İran usulündedir.
Banyanlardan rakkaseler de vardır. Bunlar çalgıcıların
çaldıkları şarkıları söyleyerek raks ederler. Çengilerin elle-

" Büyücü" anlamında Fransızca birsöz, charmeur.

127
Puna'da fillere çektirilen top bataryaları.

rindeki zillere karşılık ayaklarına ufak çıngıraklardan oluşan


birer halhal takarlar, okudukları şarkıların anlamını açıkla­
mak üzere elleriyle işaretler yaparlar. Ayaklarını yere vur­
dukça çıngıraklardan çıkan sesleri sazın usulüne uydururlar.
Hindistan ahalisinin yemekleri gayet baharatlı ve biberli
şeylerdir. Lakin ikamet ettiğim otelde Avrupa yemekleri ye­
mekteydim. Arif Bey'in misafir olduğu Hintlinin ahbapla­
rından ve Bombay'ın zengin Müslümanlarından bir kişinin
daveti üzerine evinde yediğim yemekierin lezzetiyle beraber
iki gün kadar çektiediği mide rahatsızlığını unutamam.
Hintiiierin misafirlere kahve ve çayla beraber bir ikram­
ları daha vardır. Şöyle ki bir asma yaprağının içine birkaç
çeşit baharatla biraz kireç koyup muska şeklinde büktükten
sonra açılmaması için yaprağın kenarını bir karanfil tane­
siyle çivilerler ve bunu ağızlarında bir müddet sakız gibi
çiğnedikten sonra çıkarıp atarlar. Ev sahibi bunun malze­
melerinin bulunduğu bir tepsiyi önüme sürdüyse de becere­
mediğimi görünce kendi eliyle hazırlayıp verdi. Fakat gerek
içinde kireç bulunmasından ve gerek ev sahibinin elleriyle
vıcık vıcık uğraşarak hazırlamasından iğrenerek ağzıma
alamadım bu nedenle ne lezzette ve nasıl şey olduğunu öğ­
renemedim.
Bu memlekette gendevler şehrin bir mahallesinde büyük
bir cadde boyu sırayla birer kat dükkan şeklinde binalardır.
Bu binaların önlerinde peykeler vardır. Geceleri fahişeler bu
peykelerde sandalyeler üstünde oturup cilve yaparak ve ge-

1 28
lene geçene laf atarak meraıniarını anlatırlar. İçlerinde her
ırk ve milletten kadınlar vardır. Hatta Arabistan'dan gelme
birçok Yahudi kadınları bulunur.
Bombay'da şehir dışında develer görülür. Karaçi'de de
görmüştüm. Şimendifer olmayan yerlerden yük taşırlar.
Bombay'a beş saat mesafedeki Puna adlı yer İngiliz askerle­
rinin ikametgahı ve Bombay zenginlerinin sayfiyesidir. Bura­
da filler top arabası çekme hizmetinde kullanılıyorlar.

Bombay 'dan Süveyş'e

Kasım'ın on altısında Cuma akşamı Peninsular Kum­


panyası'nın Arkadi isminde büyük bir vapuruna binerek
saat beş buçukta Bombay'dan hareket ettik. Süveyş'e kadar
yemek dahil dört yüz rupiye, yani üç bin küsur kuruş bilet
parası verdim. Peninsular Kumpanyası ayrıca lıklı bir İngi­
liz şirketidir. Vapurlarının çoğunda İngiliz bah riye subayları
kumandanlık eder. Böyle bahriye subayları n ı n kumandası
altında bulunan vapurlara mavi renkli beylik sancak çekilir.
Arkadi altı bin beş yüz defter tonilatosu, yani on üç bin toni­
laroluk ve bin beş yüz beygir kuvvetinde yüz tayfalı ve dört
direkli büyük bir vapurdu.

Bombay'dan bindiğim Arkadi vapuru.

1 29
İçi tamamen elektrik ışığıyla aydınlatılıyor. Birinci ka­
mara vapurun ortasında ve ikinci kamara kıç tarafındadır.
Salonlarda her türlü çiçekler ve adeta ağaçlada düzenlenmiş
bahçe ve şadırvanlar, vapurun içinde bir hastane, bir pas­
tane, bazı gerekli malzemelerin sarıldığı dükkanlar ve çok
sayıda hamam, bir buz makinesi ve bir ibadethane vardı.
Bombay'dan Aden'e kadar bin altı yüz altmış iki mildir.
Bu mesafeyi gökyüzü ve denizden başka bir şey görmeksi­
zin, hamdolsun gayet durgun ve tatlı bir havayla dört buçuk
günde kat ederek Kasım'ın yirmi birinde Çarşamba sabahı
erkence Aden'e vardık. İngiliz yolculardan biri Bombay'dan
hareketimizin ikinci günü vefat ettiğinden vapurun tapına­
ğında dini tören yapılarak cesedi denize bırakıldı. Ondan
başka keder verecek bir şey olmadı.
Yapurda bulunan dört yüzü aşkın yolcudan yalnız Arif
Bey'le bu fakir Osmanlı ve biri Portekizli ve geri kalanla­
rın hepsi İngiliz'di. Bunca halkın içinde bir İngiliz'den başka
Fransızca bilen bulunmaması şaşırtıcıydı. Ara sıra onunla
sohbet ederek, kalan vaktimizi kadın erkek yolcuların gü­
vene üzerinde jimnastik yapmak, top oynamak ve piyano
çalmak gibi eğlencelerini seyrederek geçirmekteydik.

Aden

Aden kıyıları ağaçsız, bitkisiz, dağlık ve taşlıktır. Denizi


sığ olduğundan vapurlar sahilden uzakta durur. Memleket
denizden görünmez. Bir saat içeridedir. Bir kayığa binerek
karaya çıktım. Buradaki binalar vapur acenteleri ile aktarma
yapacak yolcular için bir iki otel, birkaç mağaza ve kömür
depolarından ibarettir.
Aden ve çevresinde Allah'ın hikmetiyle yedi senede bir
yağmur yağdığından su kıtlığı vardır. Bu nedenle Aden'de
gayet büyük, sağlam su samıçiarı ve yağmur sularını top­
layıp doldurmak için dağ aralarında birtakım kanallada
suyolları inşa edilmiştir, büyüklük ve sağlamlık açısından
örneği görülmemiş güzellikte eserlerdir.

130
i\dl'n 'dl' su hawderi.

Burada kayıkçılık eden Araplar, Soma l i ded i k leri si ya h


renkli Berber ahalisindendir. D enize i l i k tc ve ge l e n geçen

yolcuları bir şekilde dolandırmakta ço k beccri k l i d i rlcr. Va­


purdan karaya gidip gelmek için pazarlık ettiği m kayıkçılar
Aden iskelesinden va pura dönerken denizin orta s ı n d a d u rup
kararlaştırdığımız ücretin iki mislini alınaclı kça vapura ya­
naşmadılar.
Bunlardan sekizer onar yaşında çırçıplak çocuklar me­
kik şeklinde, yekpare ağaçtan oyma, küreksiz birer küçük
sandala binerek vapurun yanına gelip dilencilik ederler ve
vapurdan yolcuların kasten denize attıkları parayı balık gibi
suya dalarak denizin dibinden bulup çıkarırlar.
Aden'den hareketle Kızıldeniz'e doğru yola devam ettik
ve öğleden sonra Aden'le Yemen'in arasında Ubuh adlı yer­
le karşısında girişi Babü'l-Mendeb'e bakan Perim Adası'nın
önünden geçerek Kızıldeniz'e girdik. Sağ tarafta Yemen böl­
gesinin yüksek dağları ve sol tarafta Afrika kıyıları görünü­
yordu . Aden'den hareket ettiğimizde esmeye başlayan lodos

131
rüzgarı gittikçe şiddetlenerek o gece ve ertesi gün vapurumu­
zu salladıysa da daha ertesi Cuma günü poyraza dönüp ince
yağmurlu sakin bir havayla Kasım'ın yirmi beşinde Pazar
sabahı, yani Aden'den hareketimizden dört buçuk gün son­
ra Süveyş'e vardık. Bombay'la Süveyş'in arası üç bin küsur
deniz milidir. Diğer vapurlarta on üç günde kat edilen bu
mesafeyi bindiğimiz Arkadi dokuz günde kat etti.

Süveyş

Süveyş vaktiyle mühimce bir memleketken kanalın açıl­


masından beri eski önemini kaybetmiştir. Vapurun durduğu
yerden filikayla memleketin iskelesine bir saatte geldik. Şi­
mendifer biletimizi aldıktan ve bir tokantada kalıvaltı ettik­
ten sonra şehri dolaştık Pisliğiyle hamalların ve yolculara
musaHat olan rehber, tercüman gibi heriflerin bahşiş diye
çıkardıkları rezaletten ve şimendifer memurlarının yolcuları
aşağılayan birtakım miskin ve terbiyesiz adamlar olmasın­
dan başka dikkate değer bir şey göremedik.
Öğle vakti katar hareket etti. Sırtımdaki yazlık elbiseyi
değiştirmeye vakit bulamadığımdan Mısır'a varıncaya ka­
dar soğuğun şiddetli etkisinden çok rahatsız oldum. Mısır
sıcak iklimli sayılırken bu mevsimde bu derecede soğuk ol­
masına hayret ettim. Rutubetin etkisiyle vagonun bir köşe­
sine çekilip yatmaktayken beş altı durak sonra vardığımız
Zegazig istasyonunda birtakım Arap kadınların vagonların
etrafında dolaşarak "Yusuf Efendi ! " diye bağırmaları dikka­
timi çekti. Böyle birçok Arap kadınının vagonlarda aradığı
Yusuf Efendi kim ola diye başımı kaldırıp pencereden bak­
tım. Meğer mandalina satıyorlarmış. Mısır'da mandalinanın
isminin Yusuf Efendi olduğunu anladım.
Akşamüstü, yani sekiz saatte Kahire'ye vardık ve Özbe­
kiye Bahçesi civarında Otel Doryan'a indik. Sabaha kadar
gök gürültüsü ve şimşekle yağmur yağdığından tabii ki o
gece bir yere çıkamayıp otelde dinlendim.

1 32
Kahire

Ertesi gün çarşıya çıkarak giysi olarak gerekli şeyleri te­


darik ettikten sonra Mısır Fevkalade Komiseri Gazi Ahmet
Muhtar Paşa Hazretleri'nin ziyaretlerine gittim. Bu fakiri
öğle yemeğine alıkoydular. Daha sonra eski dostlarımdan
İran Konsolosu Hacı Mirza Necef Ali Han'la görüştüm. Ne­
cef Ali Han, otelden eşyamızı getirterek beni ve arkadaşım
Arif Bey'i evinde misafir etti. O gün birlikte Cezire mesiresini
ve Mısır'ın meşhur Bulak Matbaası'nı gidip gördüm. Ertesi
Salı günü şehrin sonunda ve yüksek bir yerdeki Mehmed Ali
ve Sitti Zeynep camilerini ve ardından halk kütüphanesiyle
müzeyi ve memleketin daha başka yerlerini ve mahalleleri­
ni gezip dolaştık Ertesi Çarşamba günü meşhur Ezher Ca­
mii'yle Sultan Hasan cami-i şerifini ziyaret ettim.
Mısır'ın yeni mahallelerinde tamamıyla Avrupa şehirleri
tarzında muntazam caddeler, yüksek binalar ve güzel ko­
naklar olduğu kadar eski halde kalan mahallelerde de dar
ve çamurlu sokaklar görülür. Şu kadar ki bu sokaklarda
bulunan binalar eski tarzda "muşarabi" denilen kafesler­
le süslü ve güzel evlerdir. Mehmed Ali Camii iki minareli,
gayet muntazam ve mermerden yapılmış büyük bir cami-i
şeriftir. Yerinin yüksekliğinden dolayı caminin avlusundan
bütün memleketle çöl, piramitler ve Nil görünür. Diğer eski
eserlerden olarak bir iki cami-i şerifiyle şehir dışında bulu­
nan birkaç türbe Arapların en güzel mimari eserlerindendir.
Kütüphaneyle müzede doğrusu en kıymetli, en güzel kitap­
lar ve eski eserler vardır. Ezher Camii bina ve mimari olarak
önemli değilse de Mısır ulemasının eğitim gördükleri en bü­
yük medresedir. Bu cami-i şerifte birçok hoca ve öğretmen
efendilerle birkaç yüz öğrenci vardır. Şaşılacak bir şey olarak
burada ders veren efendilerin anlattıkları dersleri yazmak
için öğrenciler kağıt veyahut arduvaz denilen siyah taştan
yazı tahtalarının yerine adi teneke parçaları kullanıyorlar.

1 33
İskenderiye

Kasım'ın yirmi dokuzunda Perşembe sabahı saat dokuz­


da Kahice'den hareket ed.en şimendifer katarıyla öğleden bir
saat sonra İskenderiye'ye geldik. Mehmed Ali Paşa'nın bü­
yük heykelinin dikili olduğu meydanla etrafındaki binalar ve
mahalleler tamamıyla Avrupa tarzındadır. İskenderiye'deki
Mahkeme-i Muhtelitel üyelerinden ve Mısır idarecilerinden
olup kendisiyle tanışıklığım ve eski hukukum bulunan Vasıf
Azmi Paşa'nın ziyaretine gittim ve daveti üzerine öğle ve ak­
şam yemeklerini evinde yedim.
Ertesi Cuma günü Rusya Kumpanyasının Rusya ismin­
deki vapuruna binerek akşamüzeri İskenderiye'den hareket
ettik. O gece ve ertesi gün güzel havayla yolumuza devam
ederek Aralık ayının ikisinde Pazar günü öğle vakti Sakız
Adası'na uğrayıp akşamüzeri ezandan sonra İzmir timanına
vardık. Vakit müsait olmadığından vapur pratika2 alamadı­
ğı için o gece vapurda yattık.
Ertesi sabah şiddetli bir yağmurla vapurdan çıkıp o va­
kit vilayet valisi bulunan Hüseyin Rıza Paşa Hazretleri'nin
ziyaretlerine gittim. Kendileri eşyaını vapurdan getirterek bu
fakiri birkaç gün devlethanelerinde misafir ettiler. Yol arka­
daşım Arif Bey geldiğimiz vapurla Dersaadet'e gittiğinden
İzmir'de kendisinden ayrıldım.
Rıza Paşa Hazretleri İzmir'de kaldığım süre boyunca
gösterdikleri misafirperverliğe ilaveten Aralık ayının sekizin­
de Cumartesi günü Hıdiviye Kumpanyası'nın Şarkiye adlı
vapuruna binerek Dersaadet'e gitmek üzere İzmir'den ha­
reket ettiğim sırada bu fakiri iskeleye kadar geçirmekle de
onurlandırdılar ve minnettar bıraktılar.
1888 senesi Aralık ayının onunda Pazartesi günü sabah
erkenden Dersaadet'e varıp dört senedir hasret kaldığım an­
neme kavuştum.

Yabancılara ve azınlıklara bakan mahkeme.


Sağlık kontrolü yapıldıktansonra gemide hastalık olmadığına dair verilen
belge.

1 34
TüRK EDEBİYA11 KLASiKLERİ DiZİSİ

ı. KUYRUKlUYilDIZ AlTI N DA BiR iZDiVAÇ


Hüseyin Rahmi Gürpınar

2. MÜ REBBiYE
Hüseyin Rahmi Gürpınar

3. EFSUNCU BABA
Hüseyin Rahmi Gürpınar

4. INTIBAH
Namık Kemal

5. ŞAiR EVlENMESi
Sinasi

6. VATAN YAHUT SlliSTRE


Namık Kemal

7. KÜÇÜK ŞEYlER
Samipaşazade Sezai

8. FElATUN BEY ilE RAKIM EFENDi


Ahmet Mithat Efendi

9. TAASSU K-1 TAlAT VE FiTNAT -TAlAT VE FiTNAT'I N ASKI ­


Semsellin Sami

1 0. MAi VE SiYAH

Halil Ziya Usaklıgil

l l . REFET
Fatma Aliye

1 2 . TU RFANDA Ml YOKSA TURFA Ml?

Mizancı Murat

135
1 3 . ÖMER'iN ÇOCUKLU�U

Muallim Naci

1 4. DOlAPTAN TEMASA

Ahmet Mithat Efendi

1 5 . G U LYABANi

Hüseyin Rahmi Gürpınar

1 6. SALON KÖŞELERiNDE

Safveli Ziya

1 7. FAlAKA

Ahmet Rasim

1 8 . A'MAK-1 HAYAL - HAVALi N DERiNLiKLERi ­

Filibeli Ahmet Hilmi

1 9. ŞEYTANKAYA Tl LSlMI

Ahmet Mithat Efendi

20. ÇiNGENE

Ahmet Mithat Efendi

2 1 . SERGÜZEST

Samipasozade Sezai

2 2 . ZEHRA

Nabizade Nôzım

2 3 . GENÇ KIZ KALBi

Mehmet Rauf

24. BiZE GÖRE -VE BiR SEYAHATiN NOTlARl­

Ahmet Haşim

1 36
25. SEYAHAT JU RNAli

Ali Bey

26. GÖN Ü l BiR YEl DE(jiRME N i D i R SEVDA Ö(jÜTÜ R

Hüseyin Rahmi Gürpınar

27. HAZAN BÜlBÜLÜ

Hüseyin Rahmi Gürpınar

2 8 . ASK-I MEMNU

Halil Ziya Usoklıgil

29. KÜRK MANTOlU MADONNA

Sabahattin Ali

30. lEVAYiH-i HAYAT - HAYATTAN SAHN ElER ­

Fotmo Aliye

31 . iÇiMiZDEKi ŞEYTAN
Sabahattin Ali

3 2 . KUYUCAKU YUSUF

Sabahattin Ali

137
T Ü R K E D E B İ Y A T I K L A S İ K L E R İ - 25
Tanzimat D ö n e m i 'nde değ i ş m eye başlayan m izah anlayı ş ı n ı n seçki n ve
d i kkate değer kalemlerinden A l i Bey'in D ü y O n - ı U m O m iye m ü fettişi o larak
1 88 5 - 1 888 y ı l la r ı aras ı nda ç ı kt ı ğ ı seyahatin g ü neesi olan Seyahat Jurnali
görd ü ğ ü yerl e r i n coğraf i , demografi k ve k ü ltürel özel l i k l e r i n i aktaran
ö n e m l i bir tan ı k l ı kt ı r . Kendis i n i n , "Bu j u rn a l i n içeriği sadece gözlem l e rden
oluşma ktad ı r . B i r meziyeti varsa o da I ra k gibi uzak m e m l e ketlerin
ve öze l l ikle H i n d istan şeh i rl e r i n d e n baz ı la rı n ı n b u ralarca b i l i n meyen
d u ru m l a r ı n a ve adetlerine dair g e n e l bir f i k i r vermes i n d e n i ba rett i r , " d iye
tan ıtt ı ğ ı Seyahat Jurnali e lbette m iz a h i v u rgudan çok da uzak d eğ i l d i r .

Ali Bey (Direktöı·) ( 1 34·6- 1 899)


Yaşad ı ğ ı d ö n e mde "Osma n l ı ların Moliere'i"
ol arak tan ı n a n A l i Bey ista n b u l 'da doğd u .
Öğren i m i n e özel dersler alarak başlad ı .
R ü ştiyeyi b i t i rd i kten sonra y i n e özel
d e rslerle tari h , coğ rafya, felsefe, astro n o m i ,
ki mya, e ko n o m i , yöneti m b i l i m i , h u k u k v e
m atematik b i l g i s i n i gel işt i rd i . Arapça, Farsça
ve Fran s ı zca öğ rend i .
M e ktub1-i S a d r - ı A l i Odas ı ' n d a çal ı şmaya
başlayan Ali Bey, 1 876'da m utasarr r f olarak
m ü l k i g ö reve atand ı , 1 884- 1 8 8 8 y ı l l a r ı nda
DüyQ n - ı U m Q m iye'de m üfett i ş o larak çal ı şt ı .
D a h a s o n ra E l a z ı ğ v e Trabzon val i l i klerinde
b u l u n d u . Edebi faa l i yeti idari m a k a m l arca hoş karş ı l a n m ay ı p azied i l e n A l i
B e y tekrar DüyQ n - ı U m O m iye 'ye d ö n d ü , 1 895 y ı l ı nda d i rektö r l ü ğ e ata n d ı
v e hayat ı n ı n son u n a dek bu g ö revi s ü rd ü rd ü .
A l i Bey edebiyatla u ğ raşmaya g e n ç l i k y ı l l a r ı n d a Yeni O s m an l ı lar'la
yak ı n l ı ğ ı n ı s ü r d ü r ü rken başlad ı . Bat ı l ı ö r n e k l e re uyg u n b i r tiyatro n u n
g e l i ş mesi i ç i n oyu n l a r yazd ı ve Fran s ı z yazarlardan b i rçok oyun uyarlad ı .
Teodor Kasap ' ı n ç ı ka rd ı ğ ı Diyojen d e rg i s i n d e yayı mlanan m izah yaz ı la r ı n ı
sadece "Al i " ad ı y l a i mzalad ı . Oiyojen kapat ı l d ı ktan son ra Çmg1raklt Tatar
ve Hayal derg i l e r i n d e yazmaya devam ett i . T ü r k edebiyat ı n d a m izah
söz l ü ğ ü t ü r ü n ü n i l k örneği olan Lehçetü 'l-hakay1k, üç perdel i k k o m i k
opereti Letafet, b i r m i z a h h i kayesi olan Seyyareler ve Seyahat Jurnali en
ö n e m l i eserleri aras ı ndad ı r. A l i Bey ' i n seçme eserlerine T ü r k Edebiyat ı
Klasikleri D i z i m izde yer vermeyi s ü rd ü receğ i z .

1 1 1 1 1 1 11 11 1 1
9 786052 959688 1 0 TL

You might also like