Professional Documents
Culture Documents
Aı.ı ııır
SHAIIAT.JllllNAII
EDITOK
A LKANİNAL
GÖRSEl YÖNETMEN
BİROL BAYRA M
REDAKSİYON
HACER ER
ISBN 978-605-295-968-8
BASKI
AYHAN MATBAASI
MAHMUTBEY MAH. 2622. SOK. NO: 6 / 3 I
BAI':CILAR iSTANBUL
Tel: (0212) 445 32 38 Faks: (0212) 445 05 63
Sertifika No: 44871
Gezi
seyahat jurnali
ALi BEY
TÜRKIYE$ BANKASI
KOltür Yayınları
Sunuş
V
Düyfın-ı Umfımiye'de direktörlük yaptığından Direktör Ali
Bey diye de anılır. Düyfın-ı Umfımiye'den sonra Trabzon va
liliği yapmıştır.
Seyahat ]urnali'ni günümüz Türkçesine aktarmaya ça
lışırken Ali Bey'in söyleyişini bozmamak için bugün artık
kullanılmaz olmuş kelimeler dışında değişiklik yapmamaya
çalıştım. Sadece okuma kolaylığı açısından orijinal metinde
ki Rumi tarihleri Miladi takvime ve ezani saatleri alafranga
saate çevirdim. Ağırlık ölçülerini ve para birimlerini çevir
medim, çünkü bölgeye göre değişiklik arz etmektedir. Para
birimleri de hakeza, bir mecidiyenin değeri her yerde aynı
değildir. Yer isimlerini anlaşılabileceğini düşündüğümden
olduğu gibi bıraktım: Diyarbekir, Ayıntab gibi. Köy isimle
rinin bazılarını doğrulama imkanı bulamadım. Metindeki
kimi dipnotlar bana, kimileri yazara aittir; yazara ait olanlar
parantez içinde belirtilmiştir.
Metni sadeleştirmeye çalışırken hem faydalandım hem
de eğlenip şaşırdım. Umarım okuyanlar için de öyle olur.
Mutlaka hatası vardır, affola.
Mefharet Kandemir
Seyahat]urnali
Ali Bey
Düyfın-ı Umfımiye Varidat-ı Mahsusa İdaresi tarafından
genel müfettiş olarak Diyarbekir ve Siirt taraflarını teftişle
görevlendirilmiştim. 1885 yılı Ocak ayının on beşinde Per
şembe günü Lloyd Kum panyasının ı İskenderiye postasına
giden Vesta isimli vapuruna binerek Dersaadet'ten2 hareket
ettim.
Midilli Düyfın-ı Umfımiye Nezareti tarafından görülecek
bazı meseleler bulunduğundan biletimi oraya kadar aldım.
Ertesi Cuma akşamı saat sekiz sularında Midilli'ye vardım.
Midilli
5
A yvalık kasabası
Ayvalık
Osmanlı mülki idaresinde kaza ile vilayet arasında bir derec e, sanc ak.
Osmanlı taşra teşkilatında sanc ak veya livanın mülki amiri için kullanılan
unvan.
6
vücudu ve çok güzel bir kadındı. Abartılarak anlatılan ser
vetiyle yalnız başına Midilli'de yaşamayı seçmesinin sebe
bini anlayamadım. Rivayete göre Midilli ahalisinden olup
Londra'dayken Prenses'in katibi olan bir delikanlının vata
nını çok anlatıp övmesi Prenses'in Midilli'yi görmek isteyip
buraya gelmesine ve Midilli'yi gördükten sonra konumu ve
havasından hoşlanıp yerleşmesine neden olmuş. ı
işlerimi tamamlayarak Şubat'ın beşinde Perşembe akşa
mı gece yarısı Hıdivıye Kurupanyasının Bahire isimli vapu
runa binerek İzmir' e gitmek üzere Midilli'dcn hareket ettim.
İzmir
7
Mersin
İskenderun
9
Meşhur Halep şehri.
lO
akşam yemeğini birlikte yedik. Gece kendisine ve kaptana
veda ettikten sonra İskenderun'a gelerek Düyfın-ı Umfımiye
dairesinde geceyi geçirdim.
Şubat'ın on dokuzu Perşembe günü seher vakti beygirle
re binerek Mösyö Hençel'le beraber İskenderun'dan hareket
ettik ve öğle vakti Bilan'a vardık. Orada ka lıvaltı ettikten
sonra yolumuza devam ederek akşamüstü Kırıkhan dedikle
ri yere geldik. Gece yol mühendisi Markoviç isminde birinin
barakasında misafir olduk. İskenderun'la Halep arasındaki
şose yol henüz yapılıyordu. İskenderun'dan buraya kadarı
tamamlanmış olduğundan gayet rahat geldik.
Şubat'ın yirmisi Cuma sabahı Kırıkhan'dan hareketle
Amik Ovası'nı geçtik. Buradan ileri şose olmadığı için rnek
karecil bizi kestirme yollardan götürüyordu . Büyük kısmı
bataklık olan Amik Ovası'nı çok zorlukla geçtik. Devamın
da taşlık yerlere düştük. Suralardan bin zahmetle geçerek
gece saat sekiz buçukta Termanin köyünde bir evde misafir
olduk. Şubat'ın yirmi biri Cumartesi sabahı Termanin'den
kalkarak altı saatte Halep'e geldik.
Halep
Yük taşıyan hay van, araba ve bunların sahipleri için kullanılan tab ir.
ll
H a lep'r e bostan dola bı.
12
H alep'te bir Bedevi kızı.
13
gelirken uzaktan en evvel bu kale ile içinde Emeviler zama
nında yapılmış bir cami-i şerifin dört köşeli yüksek minaresi
görünür. Halep'te çok sayıda meşhur cami ile büyük peygam
berleı; ulu kişiler ve geçmiş hükümdarlardan bazılarının ka
birleri vardır. Halep ahatisi anadilleri olan Arapçayla beraber
Türkçe de konuşurlar. Zengini ve itibartı tüccarının çokluğu
kadar zarif kumaşları ve nefis tatlıları meşhurdur.
Cubill 1
H alep vilay etinde bugün E l-Bab adıy la bilinen kaza merkezi bir kasaba.
ı Dakkalamak " dövme y apmak" anlamında kullanılan bir söz.
14
Kilis
Ayıntab
Birecik
G aziantep.
15
bir buçuk saatlik mesafedir. Aşağı doğru inerken sol tarafta
Belkıs şehrinin haralıesi vardır. Bu harabeden gayet güzel ve
büyük mozaik işlenmiş taşlar çıkarıp Birecik'te evlerin avlu
Ianna döşüyorlar. Birecik'in toprağı tebeşir gibi beyaz oldu
ğundan uzaktan kireçhane haralıesi zannedilir. Fırat sahiline
gelerek hayvanlarmuzdan indiğimizi görünce Birecik'ten altı
düz, şekli acayip, büyük bir kayık geldi. Dört yolcu ve bir
mekkareciyle altı hayvandan ibaret olan kafilemizi alarak
karşı yakaya geçirdi. Memleketin Fırat üzerine nazır ve yük
sek binalarından biri Düyfın-ı Umfımiye dairesiymiş, oraya
indim ve kasabayı gezdim. Zaptiyelerimizden İbrahim On
başı'nın yolda gelirken Birecik'i tarif için kullandığı " Hişa
efendimizden eli boş bir memleket" sözüne gerçekten uy
gunmuş!
On Mart salı sabahı Birecik'ten hareketle o akşamı Kanlı
Afşar köyünde ve ertesi Çarşamba akşamı Tetriş köyünde ve
daha ertesi Perşembe akşamı Mişmiş köyünde geceleyerek
on üç Mart 18851 Cuma günü ikindi vakti Siverek'e vardık.
Birecik'ten beri şu üç dört günlük mesafede hiçbir orman
ve ağaçlık bulunmaması dikkat çekiciydi. Yol üzerinde rast
ladığımız tek tük ağacın dallarında birçok sıtma bağı göre
rek sebebini zaptiyeden sordum. "Ağaç bulunan yerlerde
mezar var derler, Kürtlerin de mezar ziyaretine rağbetleri
çoktur. Belki orada bir şehit gömülüdür diye ziyaret yeri gibi
dua eder ve yardım isterler, " dedi. Gerçi bu bölgedeki ağaç
kıtlığı düşünülürse altında kimse gömülü olmasa bile Kürt
lerin yalnız ağaçlara kutsal bir şey gözüyle bakmaya hakları
vardır. Yine de sanırım bu sıtma bağları hayvaniara gölgelik
olan şu bir iki ağacı kaza baltasından kurtarmak için ziyaret
yeri zannedilsin diye çobanların akıl ettikleri bir tedbir ve
hile olsa gerektir. Vaktiyle İstanbul'un eski sokaklarının köşe
olan yerlerinde birer mezar taşı bulunduğu gibi.
Siverek'e kadar gördüğüm ve kaldığım köylerin hep
si Kürt köyleridir. Gündüz kalıvaltı için indiğim köylerden
16
Curnuş isminde bir köyün kahvehanesinde köyün imaını
Hayber'in Fethi menkıbesi okumakta ve başına toplanmış
olan köyün ağaları dinlemekteydi. Ağatarla biraz sohbet
ettim. Doksan yaşında bir ağanın üç karısı varken o hafta
içinde on sekiz yaşında bir kız daha aldığını yeri gelip anlat
maları beni hayrete düşürdü.
Siverek
18
ve tanesi kırk elli kıyye ağırlığında gayet büyük ve lezzetli
karpuzu meşhurdur. Bu çıban Allah'ın hikmeti olarak Ha
lep'ten başlayarak Urfa, Diyarbekir ve oradan Dicle boyu
aşağı inerek Musul, Bağdat ve Basra'ya kadar bir hat üze
rinde bulunan memleketlere özgü gibidir. Siirt ve Bitlis'te bu
lunmaz. Daha garibi Dicle boyu iki sahilde bulunan köylerin
bazısında olur, bazısında olmaz. Yerli ve yabancı yolcular bu
konuda her türlü şeyi denemişler ve araştırmışlarsa da neden
ortaya çıktığı henüz anlaşılamamıştır. (Bağdat seyahatimizin
hikayesi sırasında bu çıban daha ayrıntılı anlatılacaktır. )
Diyarbekir'de vilayet teşkili sırasında ilk vali olan İsmail
Hakkı Paşa, memleketin tamamen kale içinde bulunmasının
şehrin büyümesine engel olacağını düşünmüş, kale dışında
mahalleler oluşturarak şehrin büyümesini sağlar diye Rum
Kapısı dışında bir çeyreklik mesafede bir hükümet konağıyla
bir de kışla yaptırmış. Ancak ahali kale dışına rağbet etme
diği gibi bu devlet dairelerinde işi olanların şehir dışındaki
hükümet dairesine gidip gelmeleri zor oluyor diye yakındık
larından hükümet bir müddet sonra yine şehir içindeki eski
yerine taşınmış. Şehir dışındaki yeni hükümet konağıyla kışla
o vakitten beri boş kalarak bugün yıkılınaya yüz tutmuştur. ı
Yine Rum Kapısı dışında Dicle'ye nazır yüksecik bir yer
de o zaman yapılmış olan memleket bahçesi de harap bir
haldeydi. Bununla beraber konumu ve özellikle karşısında,
nehrin diğer tarafındaki Kıtırbıl köyü ve çevresinin görü-
19
nüşü pek ferahlatıcı ve güzel olduğu için yine ara sıra ahali
oraya ve Mardin Kapısı dışındaki köşklere gezintiye çıkar.
Diyarbekirlilerin ileri gelenleri ve hanedanıyla hükümet
işlerinde çalışanları İstanbullular gibi giyinirler. Tüccar, es
naf ve ahali iç donu, entari ve cübbe giyip Müslümanlar bi
rer yazma veyahut abanİ ve Hıristiyanlar birer siyah mendil
sarar. Alafrangalaşmış olan Hıristiyan gençleri iç donu ve
entarinin üzerine cübbeye yerine birer ceket giyrnek modası
nı çıkarmışlar ki epeyce tuhaf ve göze çirkin görünür.
Diyarbekir'e varışıının ertesi günü Vilayet Valisi Samih
Paşa'yla görüştüm. Kendileri de karşılık olarak beni ziyaret
etti ve bir iki defa yemeğe davet ederek iltifat buyurdu. Ora
da kaldığım on gün zarfında görüştüğüm kişilerden Belediye
Başkanı Fettah Efendi, hanedandan Feyzullah Efendi, Süley
man Efendi, Hayali Efendi ve Hacı Bekir Efendi'yle Telgraf
Müfettişi Galiyar Efendi tarafından gönül alıcı bir misafir
perverlik gördüm.
Diyarbekir'den Siirt'e kara yolundan gitmektense Dicle
üzerinde Siirt'in iskelesi sayılan Avte köyüne kelekle nchir
den gitmenin daha uygun olacağının söylenınesi üzerine
Mart'ın yirmi altısında Perşembe günü özel olarak hazırla
nıp getirilen keleğe binerek Diyarbekir'den hareket ettim.
Kelek keçi tulumlarından yapılmış bir tür saldır. Bunun ve
nehir üzerinde seyahatin ayrıntıları Bağdat'a seyahatimizin
hikayesi sırasında anlatılacaktır. Mart'ın yirmi dokuzunda
Pazar sabahı saat sekiz buçukta Avte köyüne yanaştık. Siirt
Düyfın-ı Umfımiye müfettişiyle bazı memurlar karşılamaya
gelmişlerdi. Getirdikleri hayvaniara binerek saat onda Av
te'den hareket ettik. Ve bir süre Bühtan Suyu boyunca git
tikten sonra gayet sarp ve dik bir yokuştan tepeye çıkarak
Siirt' e dört saatte vardık. Memleketin dışında bazı hükümet
memurlarıyla birçok kişi karşılamaya geldi. Karşılayanlar
arasında on on beş kadar kör dilencinin bir yerde toplanıp
Muharremcilerl gibi hep bir ağızd a n ilahi okumaları gari-
Eskiden Muharrem ayında kapı kapı dolaşı p ilahiler o kuyarak dile nen
k işiler. G oygoyc u da denirdi.
20
bime gitti. Siirt'in zengin tüccarlarından Şemas biraderlerin
evinde bizi misafir ettiler. İki gün orada misafirlikten sonra
bir ev kiralayarak yerleştim. Bitlis Valisi Fikri Paşa ili dolaştı
ğı için Siirt'teydi. Gerek kendisiyle ve gerek Liva Mutasarrıfı
Süleyman Paşa'yla karşılıklı ziyaretlerde bulunduk.
Sürt
21
en uygun güzel bir sudur. Siirt'te de Diyarbekir gibi soktuğu
insanı öldüren akrepler vardır. Ancak hazirandan evvel orta
ya çıkmaz. Mevsim gereği bu bakımdan güvende olarak bir
süre çadırda yatıp kalktım.
Siirt'in garip hallerinden biri olarak minare dilenciliği
gördüm. Şöyle ki: Elbise veya toplu bir para veyahut bir baş
inek gibi büyük bir şey dilenrnek isteyen fakir, bir minareye
çıkarak sabahtan akşama kadar, "Yarabbi! Bana falan şeyi
veı; " diye günlerce bağırıp dua ediyor ve bazısının da iste
ğinin hayır sahipleri tarafından karşılandığı oluyor. Bir de
Siirt'te bir ev inşa edilirken arnelenin alçı dökmesi tuhaftır.
Ellerinde sapları iki arşın uzunluğunda tokmaklar olan beş
altı kişi sıraya dizilip alçıyı önlerine koyarak evvela birincisi,
üçüncüsü ve beşincisi tokmaklarını kaldırıyorlar. Onlar indi
rirken ikincisi, dördüncüsü ve altıncısı tokmaklarını kaldırı
yorlar. Şöyle ki altı tokmaktan birer atlayarak üçü kaldırılıp
üçü indirildiğİnden tokmakların devridaim eden bir hareket
oluşturması göze hoş görünüyor. Tokmakçılar bu işi görür
ken şarkı da söylüyorlar, ama ahenkleri ve sesleri dinlenir
gibi değil.
Bu yörede inek, öküz ve dana benzeri hayvanları nakli
ye işlerinde kullanıyorlar. Fakat bunların sırtına beygir gibi
semer konmayıp tahıl, kömür vesaire heybe şeklinde çifte
gözlü çuvallarla hayvaniara yükleniyor.
Siirt dahilinde birçok tuzla vardır. Bu tuzlalar kuyular
dan oluştuğu için mevsiminde kovalada su çekilerek bamya
veyahut pirinç tarlaları gibi ocak ocak yapılmış havuzlara
dökülür ve sıcaklar basınca bu havuzlarda su katılaşarak
tuz olur. Bunları görmek üzere Nisan içinde Siirt'e sonra
dan katılan Şirvan Kaymakamlığının merkezi olan Küfre'ye
ve Zirki, Salha, Hozyaı; Gurguı; Melfan köylerine ve Sason
kaymakamlığının merkezi olan Hata'ya giderek beş on gün
dolaştıktan sonra Garzan bölgesinden dolaşıp Mayıs'ın ye
disinde Perşembe günü Siirt'e döndüm. Şu dolaştığım yer
lerin güzelliği tarif edilir gibi değildir. Ağaçları ve nehirleri
bol, toprağı verimli ve havası hoş olduğu kadar ahalisi de
22
çalışkan, değerli ve misafirperver adamlardır ve başlıca yiyip
içtikleri kuzu kebabıyla ayrandır.
Kürt kadınları ev işlerini gördükten sonra tarlalarda ko
calarıyla beraber çalışırlar ve erkeklerinden çok iş görürler.
Bu kadınlar tesertüre dikkat etmezler. Bununla beraber ırz
ve namuslarını korumak çok önemlidir. Bir delikanlı bir kı
zın ırzına saldırırsa ikisini birden öldürürlermiş. Delikanlı
kızı kaçırıp derhal başka bir köyde nikah etmedikçe.
Marifetname sahibi İbrahim Hakkı Hazretleri'yle mür
şidi Şeyh İsmail Fakirullah ve Şeyh Memduh Fakimilah ve
Şeyh Mücahit gibi büyük velilerin türbeleri Siirt'in doğu
sundaki Tillo köyündedir. Bir aralık gidip ziyaret ettim ve
İbrahim Hakkı Hazretleri'nin türbedarı Kadiri şeyhlerinden
Şeyh Hamza Efendi tarafından birçok ikram görüp ağırlan
dım. Hozyar köyünde de Veysel Karani Hazretleri'nin ma
kamı diye bir ziyaret yeri vardır.
Kürtler türbe ziyaretine çok düşkündürler. Hatta her
türbenin senede üç gün veyahut bir hafta ziyaret mevsimi
vardır. O günlerde sabahları erkekler ve ikindi vakti kadın
lar türbeyi ziyaret ederler ve türbe civarında toplanıp tekke
dervişleri gibi zikir ve tehliJl ettikten sonra yumurta tokuş
turmaları buradaki garipliklerden biridir.
Garzan bölgesinde, Zok köyünde o çevrenin en etkili
eşrafından Fettah Paşa isminde biriyle Siirt'te görüşmüştük.
Tuzlaları dolaştığım sırada oğlu Seyfeddin Bey'i Melfan
köyüne kadar gönderip özel olarak evine davet ettiğinden
davetine uydum. Fakat bir süredir gelirinin kesitdiğini ve
yokluk içinde olduğunu duymuştum. Kendisine yük olma
mak üzere adamlarımızia hayvanlanmızı başka yerde bı
rakmamı hanedanlığa yakışmaz diye kabul etmedi. Hepsini
konağına getirtti. Halbuki hayvanların yediği arpa ve sama
nı komşularından ödünç almış olduğunu sonradan öğrendi
ğİrnde çok etkilendim ve üzüldüm.
23
Fettah Paşa seksen yaşına varmış olduğu halde vücudu
nun kuvvetinden ve zekasından bir şey kaybetmemişti. Ga
yet hoşsohbet ve nüktedandı.
Yine Garzan bölgesinde, Cumani köyünde Hacı Hamo
Ağa isminde bir kişiye misafir olduk. Hamo Ağa Kürt ağa
larının akıllı olanlarından, çifti çubuğu yerinde, servet sahibi
biriydi. Hasan Ağa isminde gayet yetenekli ve babasının iş
lerini iyi idare eden bir de oğlu vardı. Misafirperverlikleriyle
bizi minnettar eylediler. Siirt'te görevimle ilgili işlerin çoklu
ğu sebebiyle iki buçuk aydan fazla kalmaya mecbur oldum.
Bu sürede padişah hazretlerinin mutlu doğum gününe tesa
düf edince Siirt'te daha önce görülmemiş şekilde çadırlarımı
zı donatarak Diyarbekir' den özel olarak getirtilen fişekleele
şehrayin yaptık.
Haziran'ın yedisinde Pazar günü Bitlis'e gitmek üzere Si
irt'ten hareket ettim ve Geçit adlı yerde geceledim. Siirt'le
Bitlis'in arası gayet hoş derelerle dağlık ve ormanlıktır. Ertesi
gün öğleden sonra Bitlis'e bir saat uzaklıkta Deliklitaş'a var
dığımda eski ahbaplarımdan olup karşılamaya gelen Adiiye
Müfettişi Salih Efendil ve Vilayet Mektupçusu Tahir Bey'le2
görüştüm. Biraz ileride Vilayet Valisi Fikri Paşa tarafından
karşılamaya gönderilen oğluyla şehrin ileri gelenleri ve me
murlardan birçok kişiyle görüştüm. Şehir civarında kurulup
hazırlanmış olan çadırda biraz dinlendikten sonra saat dört
te Bitlis'e girdik. Doğruca hükümet konağına giderek Vali
Paşa'yla görüştüm. Daha sonra Salih Efendi kendi oturduğu
ev civarında manzarası güzel bir tepecikte özel olarak kur
durduğu çadıriara bizi yerleştirip misafir etti.
Bitlis
24
nasebetiyle elbette her tarafından sular akar. Evleri bahçeler
ve ağaçlıklar içinde, dağınık bir haldedir. Bu evlerin bahçe
leriyle ağaçlıklarının güzelliğinden başka, mevcut beş dere
nin şehir dışındaki yaraklarına ve kaynaklarına doğru gayet
güzel ormanlar ve mesireler vardır. Hele Altın Gırbal Deresi
ve Sefer Bey Bahçesi adlı yerle Avık ve Hamsi mahallelerinin
konumları pek güzel ve görülmeye değerdir. Evlerin bina
sı sabun kalıbı gibi muntazam yontma taşlardandır, ancak
mimarlık sanatından mahrumdur. Burada kış çok olduğun
dan damlarda kiremit yerine toprak döşelidir. Odaların ta
vanları da tahta kaplı değildir. Yekpare kavak ağaçlarından
kirişler görünür. Gerek buranın, gerek Siirt ve Diyarbekir'in
evlerinin damlarına döşenmiş olan toprak, kış mevsiminde
yağmuru ve karı yedikten sonra bahar mevsiminin sıcak
lığıyla çatiayıp bozulduğundan her sene babarda loğ adını
verdikleri silindir şeklinde bir taşla damların topraklarını
düzeltirler. Onun için her evin damında bir loğ bulunur ve
loğcu diye bir kısım insanlar bu hizmeti yerine getirmekle
geçinir. Şehrin yanında çadır şeklinde gayet yüksek, üzerin
de ağaç ve bitki bulunmayan bir dağ vardır. Vaktiyle Bitlis'i
yöneten hanlar düşman askerini gözetlernek üzere bu dağın
tepesinde bugün kalıntıları var olan bir kalenin içine bek
çi yerleştirdikleri için ismi Dideban'dır. Memleketin içinde
hanlar zamanında yapılmış Şerefiye isminde sanatkar işi bir
cami-i şerifle daha eski zamandan kalma bir de kale vardır.
Bitlis'te Deliklitaş'a doğru inşasına başlanmış olan şose
yolun şehir içindeki kısmı yirmi otuz metre yükseklikte bir
tepenin ereğinden dere boyu gider. Bu tepe memleket içinde
ki tepelerden biri olup üzerinde bir de mahalle vardır. Dere
boyu yolun genişletilmesi için bu tepe yukandan aşağı ke
silip tıraşlandığı sırada yolun bir yanında duvar gibi kalan
kesilmiş yerde iki tabaka halinde mezarlar ortaya çıkmıştır.
Bu mezarların bir tabakası tepenin yüzeyinden on metre
kadar aşağıda toprağın içinde, diğeri birinci tabakadan beş
altı metre daha aşağıdadır. Görünüşe göre geçmiş asırlarda
memleketin mezarlığının orası olduğu ve jeolojik olaylardan
25
dolayı birinci devrio mezarlığının toprak altında kaldığı gibi
ikinci devirde de aynı durumun gerçekleştiği anlaşılıyor. An
cak iki devrio mezarlıklarının aynı yere rastlaması tuhaftır.
Bitlis'te Şeyh Mehmet Efendi isminde ulu bir kişinin zi
yaretine gitmiştim. Kürtlerin şeyhlere gösterdikleri hürmet
ve itibarıo derecesini burada gördüm. Ziyarete gelenler evin
kapısından girerken ellerini kavuşturup yere bakarak tam
bir tevazuyla boyun eğip merdivenden çıktıktan sonra Şeyh
Efendi'nin odasına gelince yerlere kapanarak yanına varı
yorlar ve ellerini ayaklarını öperek karşısında el pençe divan
duruyorlar.
Adiiye Müfettişi Salih Efendi Harput ve Diyarbekir vi
layetleri Adiiye Müfettişliği'ne atandığı için, Bitlis'e varı
şımdan bir hafta sonra Muş yoluyla gitmek üzere hareket
edecekti. Hareketinden bir gün evvel misafir olduğum çadır
ları boşaltıp Bitlis eşrafından Menteşoğlu Ali Ağazade Yu
suf Ağa'nın evini kiralayarak eşyaını oraya taşıdıktan sonra
ertesi günü, yani Haziran'ın on beşinci gününe rastlayan
1886 1 senesi Ramazan-ı şerifinin ikisinde Pazartesi günü
hem kendisini uğurlamak, hem de Muş taraflarını görmek
üzere Vilayet Mektupçusu Tahir Bey'le beraber yola çıktık.
O gün hava muhalefeti sebebiyle Bitlis'ten pek uzak gideme
yip bir iki saat uzaklıktaki Kahıri köyünde havanın sakinleş
mesini beklerneye mecbur olduk. Sonra oradan Başhan adlı
yere gelerek çadır kurup gece kaldık.
Salih Efendi ailesiyle beraber seyahat ettiğinden yavaş
gitmekteydi. Kendisiyle orada vedataşarak Tahir Bey'le be
raber seher vakti Başhan'dan hareket ettik. On dört saat yol
giderek ezan vakti Muş'a bir çeyrek mesafesi olan Telekko
vank isminde bir Ermeni köyüne vardık. Ramazan günü
böyle vakitsizce şehre girmernek için bu köyde çadır kurup
yattık. Tahir Bey, Muş Mutasarrıfı Salih Paşa'nın kardeşiydi.
Kendisi benimle köyde kalmayıp şehre gitti. Ben de ertesi
Çarşamba günü Muş'a gittim ve o akşam Mutasarrıf Pa-
26
şa'da iftar edip yemek yedikten sonra gece yine Telekkovank
köyüne dönüp çadırda yattım.
Muş
27
ya yeterli değildi. Özellikle gelirken birçok batağa düşerek
yolu kaybetmiştik. Erkeklerinden birinin mutlaka bizimle
beraber gelip köyü göstermesi gerektiğini söyledik. Erkek
lerinin hayvanlarıyla beraber yaylada bulundukları cevabını
verdilerse de zaptiye bu cevapla yetinmedi. "Öyleyse sizler
den birinin önümüze düşerek yolu göstermesi gerekir, " diye
kadının birini hayvanının önüne kattı. Diğer kadınlar bunu
görünce feryada başladılar. Onların feryadı üzerine saklan
mış olan heriflerin biri meydana çıkmaya mecbur oldu ve
önümüze düşerek bizi Erun köyüne götürdü. O gece orada
yatıp ertesi cuma günü Büryan köyünden geçerek Nemrut
Dağı'nın tepesine çıktık.
Nemrut Dağı
Van Gölü
28
salep katılmış gibi cıvık bir s udur. Sahilleri tamamıyla sünger
taşıyla doluydu. Nemrut Dağı'nın öte tarafında ve gölün sol
tarafında Ahlat kasabası görünüyordu. Bu kasabanın ha
vasının güzelliği meşhur olduğundan Bitlis ahalisinin iyice
yaşar takımı yazları buraya gelirlermiş.
O gece Tatvan'da şiddetli yağmur ve rüzgarla bir fırtına
çıktı. Çadırlarımızın iplerini ve kazıklarını sökerek başımıza
yıktı ve bütün gece bizi rahatsız etti. Ertesi gün Tatvan'dan
doğruca Bitlis'e dönmek üzere yola çıktık ve öğle vakti vardık.
*
29
hatten maksadımız çölde Araplar ve aşiretler elinde bulu
nan Bevare tuzlasının güvenlik altına alınmasının çaresini
bulmaktı. Mardin'e gidecek olan vilayetin başmühendisi
Mösyö Fore, kızı ve papa hazretlerinin bu bölgeye bakan
vekili Monsenyör Altınayer'le birlikte yola çıktık. O gece
Akpınar'a geldik. Ertesi sabah Hanik köyüne varıp akşa
ma kadar istirahatten sonra akşamüzeri Hanik'ten kalktık
ve dört saat kadar yol giderek gece Şeyhan Suyu kenarında
çadır kurup yattık. Gündüzleri hava o derecede sıcaktı ki
Hanik köyünden geçen küçük bir ırmağın üzerine ve bü
yücek bir ağacın gölgesi altına çadırımı kurmuşken suyun
serinliği ve ağacın gölgesi havanın hararerini değiştiremedi.
Nefes alamıyordum. Ertesi Çarşamba sabahı saat dokuzu
çeyrek geçe Mardin'e kavuştuk.
Mardin
30
Şammar Aşireti
31
ve kavurmakta, kimisi kepçenin kavurduğu kahveyi hemen
değirmende dövmekte ve kimisi de taze dövülmüş kahveyi
derhal uzun burunlu ibrik şeklindeki cezvelerde pişirip zarf
sızl büyük Kütahya fincanlarının dibine bir yudum kadar
koyarak oradakilere ikram etmekteydi. Bize de bu kahve
den verdiler. Usulü bilmediğim için kahvenin azlığına şaşa
rak bir yudumda bitirip fincanı Arap köleye iade ettimse de
tekrar bir yudum kahve daha koyup verdi. Onu da içtim.
Yine o miktar kahve koydu. Baktım ki böylelikle ibrikteki
kahvenin hepsini bana içirecek. Onuncu defasında fincanı
iade etmedim elimde tuttum. Lakin Arap köle gitmeyip kar
şımda duruyor, hal ve tavrıyla bana "Şu ibriği bitirmedikçe
buradan gitmem" diyor gibi geliyordu. Nihayet kölenin şer
rinden yanımda bulunan Şeyh Faris'e sığınarak o korkunç
kahve ibriğini baştından def edebildim.
Faris'in çadırında bulunduğumuz sürede adamlarımız
bizim çadırı bir kenara kurmuşlardı. Biraz dinleornek için
yerimize geldik. Hava o derecede sıcak ve güneş o derecede
etkiliydi ki adi bezden yapılmış olan çadırımız Arapların kıl
çadırları gibi güneşin sıcaklığına dayanamadığından nefes
alınarnıyordu. Termometreye baktım. Elli derece sıcaklık
görünce adeta ürktüm. Bir kova su getirtip mendilimi ısia
tarak başıma koysam da mendil beş on saniyede kupkuru
kesiliyordu. Yarım saat sonra Şeyh Faris bizi yemeğe davet
etti. Büyük bir memnuniyetle daveti kabul ederek kıl çadırın
gölgesine sığınınaya koştum.
Araplarda oturup kalkarak saygı göstermek olmadı
ğından evvelce gördüğüm altmış kadar Arap reis yerlerin
de oturup nargilelerini içmekte ve hepsi birden kavga eder
gibi yüksek sesle sohbet etmekteydiler. Yalnız Şeyh Faris
bizi karşılayarak evvelki oturduğumuz yere oturttu. Sonra
dört Arap köle önümüze gayet büyük bir lenger2 getirdi.
Bu lenger ağzına kadar pilavla doluydu ve üzerine kebap
Zarf: Sıcak kahve veya çay gibi şeyleri rahat içebilmek için fincanın içine
oturtulduğu tahta, maden, gümüş veya altından kap.
Lenger: Büyük, yayvan, kenarları geniş bakır yemek kabı.
32
edilmiş bir karaca konulmuştu. Lenger gelince Şeyh Faris
yerinden kalkıp yalnız bendenize ve arkadaşım Milıran
Efendi'ye "Bismillah" diye fengeri göstererek kendisi kar
şıınııda ayakta durdu. Lengerin büyüklüğüne, yemeğin
çokluğuna ve sonra Milıran Efendi'yle birbirimizin yüzüne
baktık. Hayretimizden fengere elimiz varmadı. Hele şeybin
karşıınııda divan durması büsbütün bize şaşkınlık verdi.
Her ne kadar Faris'in bizimle birlikte yemesini rica ettimse
de kabul etmeyip, "Bizde adet böyledir, " dedi. Nihayet yal
nız başımıza boğazımızdan geçmeyeceğini söyleyip ısrar et
memiz üzerine oturan Araplara işaret ederek, "İbn-i falan,
İbn-i filan, " diye yedi sekiz kişiyi çağırdı. Onlar bizimle be
raber fengerin etrafına diziidiler ve "hamse mübarek! " l pi
lava giriştiler. Şeyh Faris yemek yediğimiz müddetçe ayakta
durdu. Bu yedi sekiz Arap'la beraber pilavdan ve kebaptan
haylice yiyerek çekildiğİrniz halde tengere henüz el vurulma
mış gibiydi. Biz kalktıktan sonra Şeyh Faris reisierden sekiz
on kişiyi daha isimleriyle çağırıp sofraya oturttu. Velhasıl
sırayla, sekizer onar, Arapların hepsi o lengerdekileri yedi
ler. Karacanın kırıntısıyla biraz pilav döküntüsü kalmıştı.
Bir kenarda durmakta olan sekiz on yaşlarında beş altı tane
çıplak köle çocuk Faris'in işareti üzerine maymun gibi fen
gerin içine atılarak pilav kırıntılarıyla kemikleri yağma edip
bitirdiler.
Yemekten sonra Faris yanımıza gelip oturdu ve bize
ikram için bir deve kesrnek istiyorduysa da belki deve ye
meye alışmamışızdır diye karaca ikram edildiğinden dolayı
kusurunun affını rica etti. İkram ve ağırlamasına teşekkür
ettik ve tuzla işini görüştükten sonra akşamüzeri kendisiyle
vedataşıp oradan ayrıldık. Bir saat kadar gittikten sonra ar
kamızdan Şeyh Faris'in oğlu Mehmet geldi ve hediye olarak
bize bir tay getirdi. Arap şeyhlerine hediye götürmek adettir.
Mardin'den hareket etmezden evvel on üç lira kıymetinde
bir tüfek satın alarak Faris'e hediye etmiştim. Bu tay ona
33
karşılık olduğundan memnuniyetle kabul ettim ve yedeğimi
ze alarak yolumuza devam ettik.
Ağustos'un yirmi ikisinde Cumartesi günü Mardin'den
hareketle ertesi Pazar günü Diyarbekir'e geldik. Hava gayet
sıcaktı. Şehirde kalmak mümkün olamadığından Diyarbe
kir'in karşısında, yani Dicle'nin sol yakasında Kavs adlı yer
de Hayali Efendi'nin köşkü önünde çadır kurdum.
*
34
Diyarbekir'den Bağdat'a
Dicle Nehri
Kelek
35
bundan büyük keleği taşıyamaz. Fakat Musul'dan aşağı ne
bir genişleyip büyüdüğünden sekiz yüz ve bin tulumluğa ka
dar kelek yapılıyor. Bu kelekler suların çok zamanında hayli
yük kaldırırlar. Bununla beraber tulumlar ancak bir karış
kadar suya batar. Adi sallar gibi çok su çekmez. Suların az
olduğu mevsimde bile yüz elli tulumluk bir kelek bin beş yüz
iki bin kıyye kadar yük taşıyabilir.
Keleğin daha önce tarif ettiğimiz şekilde yapılmasına ba
karak üzerinde insan oturup durabilir halde değilse de genel
l ik l e tüccar malı taşıdıkları için yolcular mal denklerinin ve
tahıl çuvallarının üstünde yatıp kalkarlar. Fakat özel olarak
kelek yaptıran yolcular kelek ücretinin dışında birkaç yüz
kuruş harcayarak keleğin üzerine gündüzün sıcaklığından,
gecenin rutubet ve sağuğundan korunabilecekleri ve içinde
barınacakları kadar bir tente yaptırırlar. Bu tente, altı düz
tahta döşeli bir tür çardaktan ibarettir, üzeri ve etrafı kaba
Kürt k ilimleriyle örtülerek korunaklı bir oda şeklinde olur.
Bir de kelek her vakit su üzerinde görülür ve hazır bulu
nur taşıtlardan değildir. Yolcu ve eşya çıktığında özel sipa riş
üzerine yapılır. Bunun da iki sebebi vardır. Biri tulumlar su
üzerinde uzun zaman duramaz. Çünkü su kesiminden yuka
rı kalan kısmı havanın ve güneşin etkisine dayanamaz çatlar.
Bu nedenle her zaman sulayıp bakmak ister. Diğeri de kelek
yalnız suyun akıntısıyla akıp gider olduğu için gittiği yerden
dönemez. Gideceği yere vardığında bozularak ağaçları satılır
ve tulumları karadan geri götürülür. İşte bu iki sebepten do
layı yolcu ve eşya çıkıp da özel olarak ısmarlanmadıkça ke
lekçiler hazır kelek bulundurmazlar. Hatta Diyarbekir gibi
büyük bir şehrin önünden akan Dicle'nin bir yakasından
diğer yakasına geçebilmek için bile kelek bulunmaz. Gelip
geçenler su müsaitse yaya ve hayvanlı olarak geçit yerlerin
den ve değilse Diyarbekir'den yarım saat uzak bir yerdeki
kagir köprüden geçmeye mecburdurlar.
Keleğin iki küreği vardır. Fakat bu kürekler keleği yürüt
mek için değildir. Boyna palasıl gibi dümen yerine kullanılır.
36
Bağdat'a kadar seyahat mevsim sebebiyle yirmi günden
fazla süreceği için böyle uzun zaman adi bir tente içinde ba
rınmak zordu. Bu nedenle keleğin üzerine koyulmak üzere
camlı ve çerçeveli üç penceresi, bir kapısı, içinde helası ve
kileri olan ve ara sıra gezinti için merdivenle üzerine çıkılsın
diye üstü düz ve etrafı parmaklıklı, tahtadan güzel bir oda
yaptırdım.
Yaptırdığım kelek yüz elli tulumluktu. Odanın kapladığı
yerin dışında ancak iki kelekçinin manevralarıyla bir uşağın
barınabilmesine yetecek kadar yer kaldı. İki sandık ve üç
çadırdan ibaret olan eşyamızı yüklerneye ve özellikle mut
fak açmaya imkan olmadığını görünce açıkta kalan eşya ve
adamlarırnızı kara yoluyla Hasankeyf' e kadar gönderip ora
da başka bir kelek daha yaptırmayı düşündüm. Çünkü kara
yoluyla iki günlük mesafesi olan Hasankeyf'e suların azlığı
sebebiyle kelek ancak altı günde varacaktı. Bu nedenle bizim
varışırnıza kadar Hasankeyf'te bir kelek yapılıp hazırlanabi
lirdi. Bu yola karar vererek mutfak gereçleriyle aşçıyı keleğın
bir köşesine sıkıştırıp eşyayı bırakarak oradaki ahbaplara ve
dığerlerine veda ettikten sonra Kavs'tan keleğe yol verdik.
Beş dakika ileride Kırklar Tepesi denilen burnu döner dön
mez şiddetle esen kıble rüzgarı keleğin ilerlemesine engel
oldu. Burnun karşısında Acem Gölü dedikleri yerde durma
ya mecbur olduk. Veda ettiğimiz kişiler keleğin durduğunu
görünce yanımıza geldiler, bozmuş olan havanın açılmasını
bekleyerek iki gün kalmayı, eşya ve aşhane için burada bir
kelek daha yaptırıp birlikte alıp götürmeyi tavsiye ettiler. Bu
yol gerçekten uygun ve akla yakın olduğundan kabul ettim,
diğer keleğin yapılmasına kadar artık karaya çıkınayıp kele
ğin içinde kaldım.
Ismarladığımız yüz tulumluk diğer kelek ancak Eylül'ün
on sekizi Cuma günü hazır olabildi. Cumartesi ise Kurban
Bayramı'ydı. Artık bir gece daha kalarak bayram günü dini
gerekleri yerine getirdikten sonra akşamüzeri Acem Gölü'n
den hareket ettik. Yolumuzun üzerinde ve Diyarbekir'e bir
buçuk saat mesafede bulunan Çaruki köyüne çıkıp oradan
38
hayvanla Diyarbekir'e dönmek üzere Müfettiş Milıran Efen
di bize kelek arkadaşlığı etti. Rüzgarın muhalefetinden dola
yı Çarukl'ye ancak üç saatte gelebildik. Milıran Efendi veda
ederek gece Diyarbekir'e döndü. Biz de orada kaldık. Yol
için aldığımız ispermeçet mumları Acem Gölü'nde durduğu
muz birkaç gün zarfında kullanılıp azalmıştı. Sekiz on deste
kadar mumun karadan yetiştirilmesini Milıran Efendi'den
rica ettim. Çaruki köyünden şafakla beraber hareketle ikin
di vakti bir hayli yol kat ettik zannederken sipariş ettiğimiz
mumları taşıyan adam yolda keleğe yetişerek üç saatte Di
yarbekir'den geldiğini söyleyince "az gittik uz gittik, dere
tepe dümdüz gittik, bir de arkamıza baktık ki bir arpa boyu
yol gitmişiz" tekerlernesi batınma geldi. Akşamüzeri Arzu
oğlu köyüyle Hücceti köyü yanında bir kumsalda kalıp ge
ceyi geçirdik.
Ertesi günü saat yedi buçuk sularında Hilvan köyü önüne
geldik, bu köy Diyarbekir'e dört saat mesafededir. Hatta Si
irt'ten kara yoluyla dönerken bir gece orada kalmıştım. Saat
dört buçuk sularında Diyarbekir'e sekiz saat mesafesi olan
Bismil köyüne varabildik. Bu köyün ahalisi Türkmen'dir ve
devecilikle meşhurdurlar. Bismil ve Tezekli köylerini biraz
daha ileri geçerek boş bir yerde mola verip geceyi geçirdik.
Kelek geçerken suyun azlığından dolayı nehir balıkları
kaçacak yer bulamayıp kendilerini keleğin üstüne atıyorlar
dı. Oltasız ve zahmetsiz ayağımıza gelen kefal balıklarıyla
ara sıra kalıvaltı ederdik.
Ertesi Salı günü, Eylül'ün yirmi ikinci ve Diyarbekir'den
hareketimizin dördüncü günüydü. Saat dokuzda Buca
lı köyü önüne geldik. Babarda Siirt'in iskelesi sayılan Avte
köyüne nehirden giderken Diyarbekir'den bindiğimiz kele
ğe saat on ikide yol verdiğimiz halde akşamı, yani yedi saat
sonra bu köye varmıştık. İşte bu yedi saatlik mesafeyi bu
defa ilamaşallah ı dört günde kat edebildik. O gece saat sekiz
Alay veyasitem yollu "sonu gelmeyecek kadar uzun bir vakitte" anlamın
da bir söz.
39
buçuk sularında Batman Suyu'na yakın Zivi isminde ve sağ
yakada bir köyün önünde kaldık. Ayın on dördü ve hava
durgun olduğundan mehtap güzeldi. Odanın üstüne çıkıp
mehtaba karşı akşam yemeği yedim.
Diyarbekir'den aşağı Dicle'ye dökülen küçük nehirler
çoksa da bu mevsimde pek çoğu kurumaktadır. Bunlardan
sürekli akan ve önemlice olanlarından biri Batman Suyu'dur.
Bu su Bitlis vilayetincieki Kulp dağlarından gelip Diyarbe
kir'le Siirt arasındaki Beşiri bölgesinden geçerek Dicle'ye
dökülür.
Eylül'ün yirmi üçü Çarşamba sabahı Zivi köyünden
hareketimizde kelekçi Mehmet, Batman Suyu'nun ağzına
yaklaştığımızı ve bu noktada önemli bir "kapı "dan geçe
ceğimizi haber verdi. Kapı tabiri manasından da anlaşıla
cağı üzere geçit demek oluyor. Nehirlerde geçit ise suyun
az zamanında nehrin yatağında taşlık ve tepe olan yerler
meydana çıkıp da en çukur kalan ve suyun aktığı yerlere
deniyor. Bu geçitler gayet dar olmalarının yanında zemini
yokuş veya uçurumlu olanlarının suyu şiddetli bir akımıyla
çağlayanlar gibi yüksekten düşerek şelale teşkil eder. Bazen
suyun yatağında büyük kayalar ada gibi meydana çıkar,
bunların arasından eğri büğrü dolaşarak geçmek lazım ge
lir. Kısacası bu mevsimde kelekle Dicle üzerinde seyahatin
başlıca tehlikelerinden biri bu kapılardır. Gerçekten de
birkaç dakika sonra bir çağlayan sesi gelmeye başladı. Ke
lekçiler etrafta meydana çıkan kayaların arasından güzelce
geçebilmek üzere manevralar yaptılar. Tam kapı mahalline
gelince kelek barikulade bir süratle suyun akımısına kapıldı
ve dehşet verici biçimde şelalelerden geçtiyse de o şiddetle
suyun mecrasını takip edemedi. Bir kayaya çarpacak dur
du. Büyük zorluklarla keleği yüzdürebildik. Bu sırada bir
çok tulum zedelendi. Bir kenara çekilip hasarımızı tamire
başladık. Bu tamir beş saat kadar sürdü.
Durduğumuz yer Midyat dağları silsilesinin Dicle'ye eriş
tiği noktaydı. Bu dağların nehir boyunu takip eden kısmı
duvar gibi düz, gayet yüksek ve tebeşir gibi beyaz bir tür kes-
40
me kayadandır. Burada dikkate değer ve gayet acayip bir şey
gözüme çarptı. Şöyle ki: Zeminden otuz kırk metre yüksek
likteki kayaların içinde oyulmuş, adeta odaları, pencereleri
ve bir kattan diğer kata çıkmak için merdivenleri olan bir
çok insan meskeni vardı. Bunlar bugün yalnız karta! yuvası
olabilir. Yoksa insan o yüksekliğe çıkıp da yerleşemez. Zira
gerek aşağıdan ve gerek yukarıdan hiçbir yolu izi yoktur.
Adeta düz duvarın içine oyulmuş kuş yuvaları halindedir.
Bir aralık arazideki değişimlerle bu dağların bir tarafını su
lar alıp götürmüş ve bu nedenle kaya içlerindeki bu evlerin
yarısı ve giriş çıkışları yıkılıp mahvolarak yalnız kalıntıları
kalmıştır.
Dicle'nin suyu azaldığı vakit iki kıyısında kalan kumluk
yerlere ve nehrin orta yerlerinde oluşan adaların üzerine çev
re köyterin ahatisi tarafından bostan ekilir. Bu kumluklar
tabii ki bitek ve verimlidir. Keleği tamir için durduğumuz
yerdeki bostanların sahipleri veya bekçileri olan Kürtler bir
hayli zaman orada kaldığımızı görünce şayet geeelemeye
mecbur oluruz da kavun karpuz çalarız korkusuyla yanımı
za gelip, "Burası taşlık yerdir, gece kalacak olursanız bel
ki hava bozar keleğiniz yine hasar görür, daha ileride gece
barınmaya elverişli bir yer vardır. Oraya kadar gitseniz iyi
edersiniz," diye iyilik yapar görünerek hoşnutsuzluklarını
belli edecek şekilde soğuk davrandılar. Zaten tamiratımız
akşamdan evvel bitti. Oradan hareket ettik. Bir saat kadar
gider gitmez gayet şiddetli bir rüzgar çıktı, hava bulutlar be
lirip bir fırtına başladı. Bulunduğumuz noktada keleği kıyı
ya bağlayarak kalmaya ve geceyi orada geçirmeye mecbur
olduk. Fırtına bütün gece devam etti. Durduğumuz yer ıs
sız ve boş bir ağaçlık kenarıydı. Rüzgarın şiddetinden ağaç
dallarında oluşan gürültüyle baykuşların ürkütücü sesleri
ve üzerimizden süratle akıp geçen kara bulutların görünüşü
gayet müthişti. Uyanık olduğum halde bir korkulu rüya gö
rüyorum zannediyordum.
Ertesi gün hava sakinleşti. Seher vakti olduğumuz yerden
hareketle yolumuza devam ettik. İki tarafımız yüksek duvar
41
gibi dağlıktı. Bir aralık bir kaya dibinde on beş yirmi kadar
göçerle karşılaştık. Bir hayli zaman boş yerlerden geçtikten
sonra insan yüzü görmek ve insan sesi işitmek hoşa gidiyor.
Hayduda bile rastlasak güler yüzle karşılanacak.
Biraz daha gittikten sonra öğle vakti bir kenara yanaşıp
yemek yerken boş ve yerleşilmemiş zannettiğimiz bir kaya
lığın arasından birkaç Kürt'le bir koyun sürüsü ortaya çıktı.
Meğer o kayalık altı haneli Kureyşa isminde Defter-i Haka
ni'del kayıtlı bir köymüş. Kayaların içinde gayet yüksek ve
insan gezemez yerlerde kartal yuvası gibi görünen delikler
köyün evleriymiş. Nevalemizden et tükenmişti. Bu köylüler
den bir koyun satın almak istedik. Kabul ettiler. Fakat meci
diyeyi on dokuz kuruş hesabıyla alacaklarını bildirdiler. Bu
nunla da yetinmeyip koyunu yüz yirmi kuruştan aşağı ver
mediler. Issız dağlarda ve kaya içlerinde yaşayan şu adamla
rın bu yolda medenilere özgü ince alışveriş dolandırıcılığının
da ellerinden geldiğine baktım da şaşırdım ve hakikaten zeki
ve kabiliyedi yaratıklar olduklarına ben de ikna oldum.
Yemekten sonra keleğe yol verdik. Yarım saat ileride
tepenin birinde bir harabe göründü. Kelekçi Mehmet'ten
sordum. " Buna Elo Dino Kalesi derler. Elo Dino (Alaeddin
demek olacak) meşhur bir haydutmuş. Bunun bir köşkü
de Cizre civarında Dicle kenarındadır. Bu haydut vaktiyle
köşkünden Dicle'nin öbür yakasına bir zincir gerip, gelen
geçen kelekleri durdurup yüküne göre birer baç2 alınaclıkça
salıvermezmiş. Hayli vakit uğraşılmışsa da hakkından geli
nememiş. Nihayet Cizre müsellimi3 bir keleğe çarşaflı kadın
kıyafetinde kırk kadar silahlı adam koyup Elo Dino'nun
köşkü önünden geçirmiş. Haydut diğerleri gibi bu keleği de
durdurarak baç istediğinde kelekte esir cariyeden başka mal
olmadığı ve isterse içlerinden birini seçip alması cevabı veril
miş, birini seçmek için Elo Dino keleğin içine girince silahlı
adamlar tutup bağlamışlar ve Diyarbekir'de kazığa vurul-
42
muş, böylece o bölge şerrioden kurtulmuş, " dedi. El-uhdetü
ale'r-ravi. l Fakat Cizre müselliminin haydudu tutmak için
kadın kıyafetinde silahlı adam göndermesi çaresine kelek
çi Mehmet'in hayran olarak ağzının sularının aktığı aniatış
tarzından ve hikayenin gidişatından anlaşılıyordu.
Saat iki buçuk sularında sağ yakada Mirdese isminde
bir köyün önünden geçtik. Bu köyde bağdan bahçeden eser
yoktu. Muhtemelen dağın öbür tarafında ekili arazileri var
dır. Kelekçi Mehmet, köy içinde iki katlı ve pencereleri camlı
muntazamca bir ev göstererek, " Köyün ağası Abdi Ağa'nın
evidir, " dedi. Bu Abdi Ağa oralarda nüfuzlu ve zengin bir
adammış. Ne fayda ki zevk sahibi değil. Zira gerek evinin
çevresinde ve gerek bütün köy içinde gölge edecek bir tek
ağaç yoktu. Abdi Ağa zengin adam ve köyün sahibi, ama
"dünyada bir dikili ağacım yok " diye yemin etse yemini bo
zulmuş olmaz.
Bir saat ileride ve sol tarafta Şikeftan isminde büyükçe
bir köy daha göründü. Bu köyler Hasankeyf'in öncüleriydi.
Daha önce söz edilen Midyat dağlarının silsilesi bu mevkide
son buldu. Üç saat kadar daha etrafta birkaç köy görerek
yol gidip akşam ezanından sonra Hasankeyf'e vardık.
Memleket görünmezden evvel nehrin iki yakasında ekili
tarlalar ve bazı ağaçlıklar görülüyordu. Hava gayet durgun
ve yumuşaktı, güneşin batışından sonra bir ağaçlık arasında
ay doğmakta ve meradan dönen bir sürü koyun ineeli kalın
lı çıngırak seslerine uyarak melemekte ve uzaktan yine bir
kapı çağlayanının ınınitısı tabiatın bu ahengine katılmak
taydı. Akşam vakitlerine özgü şaşkınlık haliyle bu hoş gö
rüntüye daldım. Birdenbire keleğin altüst olması ve o sırada
zaptiye Ömer Onbaşı'nın ahenksiz sesiyle feryadı bu şairane
duyguları bozdu. Meğerse ınınltısını işittiğim çağlayana gel
mişiz. Kapıdan geçerken şelalenin yüksekliği keleği şiddetle
sarstığı gibi Ömer Onbaşı'yı da tepeden tırnağa kadar ıslatıp
sırsıklam etmiş.
43
Hasankeyf
44
Eylül'ün yirmi yedisi Pazar sabahı müdür ve müfettiş
efendilere veda ederek Avte'den kalkıp biraz ileride bulunan
Bühtan Nehri'nin Dicle'ye katıldığı yerden geçtik. Bühtan
Suyu bu bölgenin önemlice nchirierinden olduğu için Dic
le'ye eklendiğinde suları ve akıntıyı artırdığından bundan
sonra kelek nispeten hızlı gitmeye başladı. Bühtan Nehri'nin
ağzında yarımada şeklinde bir burun üzerinde Til isminde
bir Hıristiyan köyü vardır. Bu köyün önünde nehir boyu gö
rülen büyük duvar harabelerinden anlaşıldığına göre orası
eskiden bir kaleymiş.
Biraz daha ileride Muhine isminde bir köy civarında Kür
tün biri, " Filanın keleği bu mudur? " diye adım ve sanımla
açıkça hitap etmesi üzerine "Niçin sordun ? " diye sorumuza
"Çelik köyü ağası Ali Ağa teşrifinizi bekliyor, ileriye koşup
kendisine haber vereceğim," cevabını vermesi şaşırmamıza
neden oldu. Zira oralarda Ali isminde tanıdığım hiç kimse
yoktu.
Daha ileride Dicle'nin sol yakasında bir caddeyle han gö
ründü. Bu cadde Bühtan bölgesiyle Siirt arasındaki yol olup
o yere Şeble denilirmiş. Ondan sonra saat on sularında neh
rin sağ yakasında bulunan Çelik köyüne vardık ve kalıvaltı
etmek üzere bir kenara yanaştık.
Bizi beklediği haber verilen Ali Ağa keleğe geldi ve bizi
evine davet etti. Kendisi uzun boylu, yirmi beş yaşlarında
genç bir adamdı. Arkasında kırmızı ipekli pamukludan bir
entari üzerinde kılaptanlı bir maşlah ve başında üzerine ke
fiye sarılı bir fes vardı. Birkaç sene önce Kürdistan tarafı
na memur olan ısiahat komiserleri tarafından Dersaadet'e
gönderilen Kürt beyleri arasında bu Ali Ağa da İstanbul'a
gönderilmiş ve fakat bir kelime Türkçe öğrenmeksizin va
tanına geri dönmüş. Dersaadet'te kaldığı zamanda İstan
bullulardan gurbetçilere iyi muamele görmüş olduğu için
oradan gelen geçen İstanbullu yolcuları karşılayıp ikram ve
izzet göstermekteymiş. Ali Ağa'nın hemşerilerim hakkındaki
minnettarlık hislerine teşekkür ederek evine kadar gitmek
ten aifedilmeyi istedim, kelek içinde kahvaltımızı etmeye
45
müsaade etmesini rica ettim ve kendisini de bizimle beraber
yemeğe alıkoydum.
Sohbet esnasında oraların durumunu sordurnsa da idari
ve siyasi olarak bilinmesi lazım gelen şeylerden habersiz ol
duğunu anladım. O civarda Bühtan tarafında tiftik keçileri
görmüştüm. Bunların öneminden ve çoğalmasına gayret et
meleri gereğinden bahsederek bazı nasihatlerde bulundum.
Çelik köyü Midyat tarafından Bühtan bölgesine giden
yolun geçit yeridir. Yolcuları nehrin bir yakasından diğer ya
kasına taşımak için köyün önünde on beş yirmi tulumdan
yapılmış küçük bir kelek duruyordu. O ara ortaya çıkan
birkaç yolcu bu kelekle karşı yakaya taşındı ve beygirler de
suda yüzdürülerek geçiriidiyse de bunlarla beraber bulunan
dört baş merkep diğer hayvanlarla birlikte sürüye katılına
yıp bu tarafta bırakıldı. Merkebin suda yüzmediği bilinir.
" Gel de eşeği sudan geçir" atasözü batınma gelerek bun
ların nasıl geçirileceğini bekliyordum. Yolcuları karşı yakaya
bıraktıktan sonra geri dönen kelekçiler bu merkepleri döve
döve bin zorlukla suya soktular ve ayakları sudan kesilmez
den evvel yularlarını kasarak başlarını keleğin kenarına sı
kıca sabitlediler. Şöyle ki merkeplerin çeneleri keleğin üze
rinde, gövdeleri suyun içindeydi. Bu şekilde keleğe yol verip
çeke çeke karşı yakaya geçirdiler. Şu hale baktım da eşeği
sudan geçirmenin zor olduğunu bildiren atasözünü gerçeğe
uygun buldum.
Bühtan Nehri'nin ağzındaki Til köyünde gördüğüm ha
rabe kalıntılar hakkında bilgisi olup olmadığını Ali Ağa'ya
sordum. " Hazreti Süleyman zamanında cinler tarafından
yapılmış bir kaleymiş," cevabını verdi. İstanbul'da görülen
eski binalara hangi asırdan kalmış olursa olsun halk ara
sında " Ceneviz zamanından kalma " denildiği gibi besbelli
buralarda da eski eseriere cinlerin ve perilerin eseri deniyor!
Çelik köyünün etrafında kubbeli birkaç türbe vardı. Ali
Ağa'nın atalarından bazılarının mezarlarıymış. Daha önce
yeri gelip anlatıldığı üzere Kürtlerin türbe ziyaretine düşkün
lükleri çok fazladır. Her nerede kubbeli bir türbe ve heybet-
46
li bir mezar görseler bilhassa durup dua ederler ve etrafına
birçok sıtma bağları bağlarlar. Orada gömülü olan kimdir,
asla sormazlar.
Saat on birde Ali Ağa'ya veda ederek Çelik köyünden
kalktık Hareket edeceğimiz vakit Ali Ağa büyük bir balık
hediye etti, teşekkür ederek kabul ettik. Bu köyden aşağı
Dicle boyu iki taraftan zümrüt gibi yeşil ve marnur dağlada
çevriliydi. Bu dağlar bazen iki taraftan kıyıya kadar yaklaşıp
duvar şeklini alır ve bazen birer dirsekle birbirinden uzakla
şarak kıyıdan uzayıp nehre doğru birer hafif etek salıverirdi.
Etek dediğimiz bu düzlüklerde üçer beşer haneli birçok köy
vardı.
Bühtan bölgesinin Kürtleri gayet uysal ve çalışkandırlar.
Kıyafetleri de diğer Kürtlere benzemez. Başlarına keçeden
yapılmış uzun ve sivri bir külalı ve arkalarma gayet uzun
yenli gömlek giyerler. İşleri olmadığı vakit bu gömlekterin
yenleri yere kadar sürünür. Bir işle meşgulken yenlerinin iki
ucunu birbirine düğümleyip enselerine atarlar.
Saat beş sularında sol tarafta kıyıda küçük bir bina gö
ründü ve peşinden kükürt kokusu aldık. Meğer kaplıcayrnış.
Vakit akşam olduğundan geeelernek üzere oraya yanaştık.
Karaya çıkıp hamarnı gözden geçirdim. Bağcı kulübesi gibi
adi taş duvardan yapılmış kare şeklinde bir bina olup or
tasında sıcak madensuyu dolu bir havuz vardı. Kapısı açık
olduğu için hamamlıktan çok yolculara han ve hayvania
rına ahır olarak kullanıldığı pisliğinden anlaşılıyordu. Ke
lekçi Mehmet hamam önünde durmamızdan faydalanarak
hamama girdi. Kokudan (kelekçinin değil kükürt kokusun
dan) orada duramayacağımızı aniayıp Mehmet kaplıcadan
çıkar çıkmaz keleğimizi on dakika kadar ileriye sürerek bir
uygun noktada kaldık.
Burada nehrin sağ yakası duvar gibi yüksek kayalıksa da
her tarafından yüzlerce kaynaktan sular aktığı için kayalar
tamamen yeşil otlar ve sarmaşıklarla örtülüydü. Bu kayalı
ğın bir köşesinde görünen bir bina harabesinin ne olduğunu
kelekçi Mehmet'e sordum. " Şu kayaların yüksekliğini, kay-
47
nakların duvar gibi dik ve sarp yerlerde olduğunu ve sula
rın Dicle'den başka bir yere akmadığını görüyorsunuz. Eğer
Cenabıhak bu kaynaklardan kullarının yararlanmasını iste
seydi basit yerlerde yaratırdı. Herifin biri Allah'ın iradesine
karşı gelerek işte şu gördüğünüz yere bundan bir iki sene
önce bir değirmen yaptı. Altı ay geçmeden ve masrafını çı
karmadan bir yıldırım düştü. Değirmeni harap ve kendisini
telef etti, " dedi. Mehmet'in ciddi bir tavır ve edayla bu yolda
filozof gibi fikirlerini açıklaması görülecek bir şeydi.
Eylül'ün yirmi sekizi Pazartesi günü sabahleyin oradan
hareket ettik. Nehrin sağ tarafı üç çeyreklik mesafeye kadar
daha önce tarif olunduğu üzere çeşitli yüksekliklerde binler
ce su kaynakğından oluşan selsebillerle doluydu. Dicle'nin
taşması ve yükselmesinde bu kaynakların büyük kısmı su
içinde kalacağından Mehmet'in dediği gibi gerçekten insan
ların bunlardan faydalanabilmesi zordu. Daha ileri doğru iki
kıyının dağları birbirine yaklaşıp nehir darlaşmaya başladı.
Bir saat sonra Girdap denilen yere vardık. Burada Dicle'nin
ortasında suyun yüzeyiyle beraber ada gibi büyük bir kaya
göründü. Bu kaya, nehrin büyük kısmını tutarak iki yanın
dan birer dar geçit bırakmış ve bu nedenle suyun akıntısı şid
detlenmiş olduğundan, üzerimize doğru koşup gelen dehşetli
bir canavar gibi görünüyordu. Kelekçiler her ne kadar taşa
dokunmadan geçmek üzere manevra ettilerse de akıntının
şiddetine direnmek mümkün olamadı. Kayanın bir köşesine
çarparak keleğin beş on tulumu söndü ve bir tanesi de ka
yanın üstünde kaldı. Bundan yirmi otuz sene önce Bağdat'a
nehirden bazı askeri mühimmat gönderildiği sırada kelekle
rin biri bu taşa çarpınca nehre bir top düşmüş ve o vakitten
beri de bu kayaya Toptaşı derlermiş.
Gerçekten tehlikeli bir geçitti. Biz de az kaldı top yoluna
gidecektik. Bir tulum fedasıyla ucuz kurtulduk. Bu havali
ye Kerh-i Divan diyorlar. Bu dağ araları o kadar dolambaç
yerierdi ki sık sık dolaşılan burunlar nehirde küçük küçük
havuzlar teşkil ediyordu. Her sekiz on dakikada bir dirsek
dönüp kendimizi yeni bir havuz içinde buluyorduk.
48
Saat on buçuk sularında kelekçi Mehmet daha önce
hikayesi anlatılan Alaeddin'in köşkü önüne geldiğimizi bil
dirdi. Gerçekten nehrin sağ tarafında sahilden birkaç arşın
yükseklikte bir kayanın üstünde dört köşe kagir bir bina
göründü. Bugün çatısı çökmüştü, fakat dört duvarı ayaktay
dı. Ortasındaki büyük ve iki yanındakiler küçük ve üzerieri
kemerli, nehre bakan üç penceresi vardı. Konumuna ve Dic
le'nin o noktada fazlaca darlaşmasına bakılırsa gerçekten bu
köşkün haydutluğu kendisine eğlence edinmiş birinin mes
keni olduğu ve kelekçinin hikayesinin pek de yabana atıla
cak hayallerden olmadığı anlaşılıyordu.
Buradan aşağı yüksek dağlar nehirden uzaklaşmaya baş
ladı ve iki tarafta düz ve ferahlatıcı arazi göründü. Saat dört
sularında Bühtan'ın meşhur Fındık köyünün önünden geç
tik. Yeri gayet güzel ve ağaçlıklı bir köydür. Binaları kagirken
bir aralık yıkılmış ve ondan sonra ahali eski binaları tamir
etmeyip adi evler yaparak yerleşmişlerdir. Yıkık bir kale ka
lıntısı da vardır. Bir yakadan diğer yakaya gidip gelmek için
Fırat Nehri'nde gördüğümüz şekilde ağaçtan yapılmış, altı
düz, mavna gibi bir de kayık vardı. Buradan sonra Dicle'nin
yüzü büyücek bir nehir şeklini almaya ve tehlikeli kapılar
hacalar azalmaya başladı. Biraz ilerde Dicle'nin geçit yeri sa
yılan Mansuriye köyü önünden geçerek güneşin batışından
sonra saat yedide nehrin sağ tarafındaki Cizre'ye vardık.
Cizre
Ada.
49
daha baskındır. Kasabadan karşı yakaya gidip gelmek için
duba üzerine yapılmış bir ahşap köprü vardır. Eylül'ün yir
mi dokuzunda Salı günü orada kalıp keleğimizi tamir ettik.
Azık ve zahiremizin eksiğini tamamladık.
Ertesi Çarşamba sabahı gök gürleyip şimşek çakmakta
ve yağmur yağmaktaydıysa da keleğin yoluna engel olacak
rüzgar olmadığı için havanın bozmasına bakınayıp Cizre'den
hareket ettik. Yarım saat ilerde nehrin sol yakasında ağaç
lık içinde görünüşü gayet güzel Hasırdelan isminde bir köy
le biraz daha ileride Bafi isminde büyük ve kagir bir köprü
harabesi önünden geçerek dört saat kadar yağmur altında
yol alabildik. Ancak korktuğumuz şiddetli rüzgar çıkarak
yağmur bulutlarını dağıtıp keleğin yoluna engel oldu. Bir ça
kıllık kenarda durduk. Çakıllık, keleğin tulumları için zararlı
bir yer olduğundan yedekte çekerek ilerlemek istedikse de
kıyının her tarafı yedek çekmeye uygun olmadığından bu
lunduğumuz yerde durmaya mecbur olduk. Hava ise gittikçe
şiddettenerek kasım fırtınaları halini aldı. Aşağı tarafa doğru
uzaktan görünmekte olan meşhur Cudi Dağı'na bakarak ak
şarnladık. Rüzgar ise gece yarısına kadar devam etti.
Şu medeniyet zamanında yelken gemisiyle seyahat etme
yi hatırımıza bile getirmeyiz. Halbuki yelken gemisi keleğe
bakarak vapur gibidir. Rüzgar gidişine engel olmaz. Kelek
ise tersine rüzgarla yerinden kımıldanamıyor. Buna " yel
üfürdü" fayda etmiyor, yalnız "su götürdü " lazım!
Ertesi Perşembe günü havanın durgunluğundan faydala
narak biraz yol alabilmek üzere şafaktan evvel hareket ettik.
Cizre'de görüştüğüm kişilerden ve yerli hanedamndan Mah
mut Efendi yolumuzun üzerinde Dicle kenarında Reyhani
adlı köyde meşhur ve muntazam bir bahçesi olduğundan
bahsederek geçerken biraz uğrayıp gezmemizi rica etmiş,
kendisi Salı günü kara yoluyla oraya giderek bizi bekleye
ceğini söylemişti. Halbuki rüzgarın muhalefeti bizi iki gün
Cizre'yle Reyhani k Öyü arasında süründürdü. Artık hava
nın müsaadesini öldürmernek üzere bahçe sefasından vaz
geçmeyi hayırlı gördüm. Bahçe hareket ettiğimiz noktadan
so
yarım saat ilerideydi, ama daha sabaha bir buçuk saat vardı.
Öyle vakitsiz misafirlik olmayacağı için durmayıp yolumuza
devam ettik. Kelekçi Mehmet'in ifadesine göre bu bahçenin
benzeri dünyada yokmuş ve meyveleri İstanbul'da bile bu
lunmazmış. Hatta kabuksuz ve çekirdeksiz şeftaliler olur
muş! Allah sahibine bağışlasın. Ne yapalım? O nadir mey
veler kısmetimizde yokmuş.
Üç saat ileride nehrin geçit sayılan bir yerinde Miran aşi
retinin yayladan çöle geçişlerine rastladık. Kadın erkek, ço
luk çocuk sekiz on bin nüfusun çeşitli hayvanlarla Dicle'nin
bir yakasından diğer yakasına geçişi hakikaten seyretmeye
değer bir şeydi. Bir kısmı öte yakaya geçmiş ve diğer kısmı
henüz beri yakada toplanmış beklemekte ve birtakımı da ara
yerde nehrin geçit verdiği bir iki yerinden insan ve hayvan
katadarıyla bir kıyıdan diğer kıyıya zincir çekilmiş gibi kol
kol akıp geçmekteydi. Keleğimiz bunların arasından geçerek
yoluna devam etti.
Birkaç saat daha gittikten sonra Dicle'nin sol tarafında
Cizre'ye bağlı Peşhabur isminde büyücek bir köyün önüne
geldik. Bu köy nahiye merkeziymiş. Mardin'den Musul'a
giden yol buradan geçiyor. Tatarl ve yolcuları bir kıyıdan
diğer kıyıya geçirmek üzere Fındık köyü önünde gördüğü
müz türden bir de kayık vardı. Köyün evleri oldukça büyük
ve kagir olup ahalisinin refah ve servet sahibi olduğunu gös
teriyordu. Havanın müsaadesinden yararlanarak gece saat
yediye kadar gittik ve çöle sınır olan dağlardan Karaçak ve
Botma dağlarının arasına rastlayan bir noktada durup ge
celedik.
Ertesi sabah saat dörtte hareketle saat on buçuk suların
da sağ tarafta bir Arap köyü önünden geçerken o civarda
konaklayan bir bölük Nizarniye Ordusu2 askerinden biri
yüzerek kcleğimize kadar geldi ve Musul'da bir subaya ve
rilmek üzere bize bir mektup verdi.
Atlı postacı.
2 Asakir·i Nizamiye, Tanzimat Dönemi'nde Fransa ve Prusya orduları örnek
alınarak kurulan Osmanlı kara kuvvetleri.
51
Bu mahalden aşağı artık sağlı sollu iki yakada ufak te
fek Arap ve Yezidi köyleri vardır. Arapların meskenleri siyah
kıl çadırla "sarife" dedikleri hasırdan yapma kulübelerden
ibarettir. O gece Botma Dağı yakınında bir Arap köyünün
önünde kaldık. Köyün bostanlarından biraz kavun karpuz
satın almak istedikse de henüz olmamış diye sahipleri satma
dı. Karşı yakadaki bostanlardan bir Arap çocuğu nehre iki
kavun bırakıp kendisi yüzerek ve kavunları göğsüyle iterek
keleğe getirdi. Salıiden hammış. Çocuğa beş on para bahşiş
verip kavunlardan vazgeçtik.
Ekim'in üçü Cumartesi sabahı şafakla beraber olduğu
muz yerden kalktık. Saat sekiz sularında Botma Dağı'nın
nehre bakan ve yüksek bir yerinde türbe gibi görünen kub
beli bir binanın Bilal-i Habeşi (r.a. ) Hazrederi'nin makamı
olduğu kelekçi Mehmet tarafından haber verildi. Uzaklığı
ve yüksekliği ziyaretine müsait değildi. Bir saat sonra yine
rüzgarın uygun olmayışından dolayı Babıniyet isminde bir
köyün önünde durmaya mecbur olduk. Bu köy kagir bina
ları olan büyücek bir Türkmen köyüydü. Ahalisinden Hay
dar oğlu Zeynel Ağa isminde seksen yaşını geçmiş bir ihtiyar
sohbet için yanımıza geldi ve oraların durumuna dair bize
şu bilgileri verdi: "Buradan Musul'a karadan kırk sekiz sa
attir. Bu civarda Babıniyet'ten başka Türkmen köyü yoktur.
Cizre'den buraya kadar birkaç Arap köyünden başka yetmiş
kadar Yezidi köyü vardır. Bilal-i Habeşi Hazretleri'nin ma
kamı denilen yerden her sene güz mevsiminde bir top sesi
gelir. Topun şiddetinden bütün köyün evleri sarsılır. Topun
sesinden başka dumanı da görülür. Tecrübemize göre bu
duman hangi tarafa yönelik olursa o sene o tarafta bereket
sizlik veyahut bir hastalık olur. Top sesi ve dumanı çıkan
yerde, kaya içinde bir delik olduğu görülmüştür. Topun atıl
masından sonra gidilip incelenince deliğin ağzı siyahlanmış
görünür ve barut kokusu duyulur. "
Zeynel Ağa'nın şu garip hikayesini dinledikten sonra
kendisiyle vedalaşıp saat ikide oradan hareket ettikse de
Babıniyet'ten aşağı nehrin yatağı çok fazla taşlık ve kapılar
52
zor geçilirdi. Bir yandan da rüzgar şiddetlendi. D ura kalka
nihayet bir saat kadar ilerleyebildik ve akşam olduğundan
bulunduğumuz noktada geceledik. Biz ise bütün gün yol al
dıktan sonra gece Eski Musul dedikleri yerin alt taraflarında
kalarak ertesi gün Musul'a girebileceğimizi hesap ve tahmin
ediyorduk. Halbuki durduğumuz yerden Eski Musul'a daha
beş saat istermiş. Artık yeni Musul'a hak eriştire! Doğrusu
bu mevsimde kelek seyahati güzel şeymiş!
Ertesi sabahı saat beş sularında hareket ettiğimizi . yattı
ğı m yerden hissettimse de tembellik edip kalkmadım. Beş
dakika geçer geçmez yatağımdan odanın tavanına kadar
fırlayıp yine yatağıma düştüm. Meğer bir kapıdan geçiyor
muşuz, ama bu kapıdan geçmek değil yardan uçmaktı. Yine
suyun yüzüne birkaç tulum saçtık. Kelekçinin biri yüzerek
gitti topladı. Saat on bire doğru Eski Musul denilen bir Arap
köyünün önüne geldik. Bu Eski Musul, Hazreti Ömer'in
(r.a.) halifeliği zamanında imar edilmiş olan Hadise adlı
şehirdir. Sağlam ve korunaklı, fakat terk edilmiş bir kalesi
vardır. Nehir boyu eski şehrin harabeleri görünüyorsa da bu
harabeler adi duvar yıkıntılarından ibarettir.
Saat üç sularında sol yakada iki süvarİ gördük. Bunlar
keleğe seslendiler ve Musul'dan karşılamaya gönderildik
lerini ve iki günden beri oralarda dolaşıp bizi beklemekte
olduklarını bildirdiler. Burası karaya çıkmaya uygun ol
madığından kendilerine geri dönmelerini bildirdik, biz de
kelekle yolumuza devam ettik. Bir saat ilerde sol yakada
temeli tamamıyla suyun içinde üçgen şeklinde bir bina ka
lıntısı göründü. Bugünkü durumunun temel duvarı üzerine
bir sıra diziimiş taşlardan oluşmasına bakılırsa yapılırken
bırakılmış bir binaya benzer. Taşlar ikişer arşınlık küpler
halinde gayet büyük ve beyaz mermer olup kolaylıkla taşı
nır şeyler değildi. Bu kalıntının ne olduğunu ve ne zaman
dan kaldığını öğrenemedim. Biraz daha ileriediğimiz sırada
ortalığı fena bir koku sardı. Yine kükürtlü bir madensuyu
kaynağına yaklaştığımız anlaşıldı. Daha sonra bir kenarda
durup geeeledik ve bütün gece kükürt kokusundan rahatsız
53
olduk. Eski Musul'dan beri nehir boyu sık sık Arap köyle
riyle mamurdur.
Ekim'in beşi Pazartesi sabahı şafaktan evvel keleğe yol
verip sağ yakada kükürtlü su kaynağının bulunduğu Hu
meydat köyünün ve saat yedi sularında sol yakada Kara
koyun isminde ve adeta kasaba tarzında büyükçe bir köyün
önünden geçtik. Biraz daha ilerde yine sol kolda Reşidiye
dedikleri yerde bir iki çadır göründü. Musul Düylın-ı Umu
miye müdürünün bizi karşılamak için oraya gelmiş olduğu
haber verildiğinden yanaşıp karaya çıktık. Çadırlar Musul
Redif Binbaşısı Süleymaniyeli İsmail Bey'inmiş. Bizi karşıla
yıp çadırında kahve ve şerhetle ağırladı. Oradan keleği Mu
sul'a gönderip biz de Müdür Efendi'yle beraber hayvaniara
binerek karadan yola çıktık ve iki saatte Musul'a vardık.
Musul
54
Şehrin kapısından bu pazar yerine girer girmez halkın gü
rültüsüne, itiş kakışma ve sesleri ayyuka çıkareasma bağrışa
rak elleriyle kollarıyla yaptıkları hareket ve işaretiere bakıp
birbirleriyle dövüşüyorlar zannettim. Bunların arasından
geçip gitmekte tereddüt ederek yanımda bulunan Düyun-ı
Umumiye müdürüne, "Kavganın içine girmesek," dedim.
Müdür Efendi tebessümle bu gürültünün kavga olmadığını,
birbirleriyle sohbet ve alışveriş ettiklerini bildirdi.
Musul köprüsünün karşı yakaya eriştiği noktadan ilerde,
karada büyük ve yüksek bir kagir köprü daha vardı. Karada
böyle sağlam ve muntazam bir köprü bulunmasının sebebini
sordum. Sular yükseldiği zaman karşı yakada görünen düzlük
su altında kalarak gidiş geliş zorlaştığı için Narnık Paşa'nın
Bağdat valiliği sırasında inşa edilmiş olduğunu öğrendim.
Hükümet konağı şehrin dışında ve alt başında, Dicle üze
rinde büyük ve ahşap bir binadır. Hükümet dairelerini ve
memurlarını tamamen aldıktan sonra fazla kalan kısmı va
lilerin harem dairesidir. Bu konak İnce Bayraktaroğlu Meh
met Paşa zamanında kapı altı ı ceraiminden [ceremelerin
den] yapılmış. Çevresinde de Asakir-i Şahane kışiası vardır.
Musul'a vardığımda doğruca hükümet konağına giderek
Vali Tahsin Paşa'yla görüştüm. Hükümet memurlarından
Merkez Mutasarrıfı Harndi ve Mektupçu Muhtar beyler,
Defterdar Nazif Efendi, Adiiye Müfettişi Hafız Rüştü Efen
di, Bidayet Mahkemesi Ceza Reisi Naci Efendi eski ahbap
larımdan oldukları için hepsiyle birden orada buluştuğuma
memnun oldum. Vali Paşa bu fakiri öğle yemeğine alıkoydu.
Hükümet konağından çıkıp Kumandan Paşa'yla da de gö
rüştükten sonra memleketle hükümet konağının arasındaki
açıklıkta ve nehir kenarında çadırlarımı kurup yerleştim.
55
Keleklerimiz Diyarbekir'den Musul'a kadar tutulmuş ve
bu nedenle burada işleri bitmişti. Bizi Bağdat'a kadar götür
mek üzere on liraya başka iki kelek sipariş ettim. Diyarbe
kir'de yaptırmış olduğum oda kendi ınalım olduğundan yeni
ketekierin birisine konmak üzere kara ya çıkarttım.
Musul'a varışıının ertesi günü hamama gittim. Adi kara
taştan ve karasakızdan ı yapılmış bir hamamdı. Zaten ay
dınlık alacak tepe camları çok az olduğundan içerisi zindan
gibi karanlık ve teliakları kır sakallı Araplardı. Hamamın
içindeki iki küçük kurnayı benden evvel gelenler zapt etmiş
olduklarından tellak bir kova içinde su getirerek başımı yı
kamaya ve vücudumu da başım gibi sabunladıktan sonra
bazen açık elleriyle " şap" ve bazen yumruklarıyla "güm "
diye vurarak Arap havası usulünde sırtımda darbuka çal
maya başladı. Layıkıyla yıkanmanın mümkün olmadığını
aniayıp hemen birkaç tas su dökündüm çıktım. Soğuklukta
kurulandığım sırada bir nargileyle kahve istedim. Hamam
cılar şaşkınlıkla birbirinin yüzüne baktılar ve nargileyle kah
ve yerine yanıma bir ocak yelpazesi getirip koydular. Meğer
Musullular hamamdan çıkar çıkmaz Dicle üzerindeki yük
sek kahvehanelere giderek nargile ve kahvelerini orada içer
lermiş. Harnarnda müşterilere ocak yelpazesinden başka bir
şey vermiyorlar.
Hamamdan çıktıktan sonra memleketi gezdim ve Ca
mi-i Kebir Şeyhi Mehmet Efendi isminde tanınmış bir ki
şiyle görüştüm. Zarif ve mübarek bir adamd ı . Şehrin evleri
tuğladandır. İçlerinde kapı ve pencere söveleri mermerden
yapılmış düzgün ve sağlam binalar bulunur. Musul ahalisi
nin zengin takımı fes üzerine ince abanİ sarık sarar ve boy
Zift.
56
Musul şehrinin bir kısım ile ahşap köprünün tamamı ve
taşköprünün bir. kısmının manzarası.
57
Paşa'yla veda töreni yapıldı. Süleymaniye mutasarrıflığından
ayrılarak Dersaadet'e dönmek üzere o gün Musul'a gelmiş
olan Kevakibizade Ataullah Efendi'ylel tanıştım.
Ekim'in sekizi Perşembe günü saat dokuz sularında fa
kiri uğurlamaya gelen ahbaplarla vedalaştıktan sonra yeni
keleklerle Musul'dan hareket ettik. Bu ketekler de yine yüz
ellişer tulumluydu, ama tulumlar tam şişirilmiş olduğu için
evvelki keleklerin iki katı büyüktü. Bağdat'ta kereste bulun
madığından bu havaliden gönderilir. Bu nedenle kelekçileri
miz Bağdat seyahatinden faydalanarak biraz kereste götü
rüp satmak üzere keleklerin üstüne çalı çırpı yerine düzgün
tahtalar döşemişlerdi.
Musul'dan açıldıktan sonra hükümet konağının alt ta
rafında bir adet hurma ağacı göründü. Arabistan'a özgü
olan bu tatlı meyveli zarif ağaç bu havalide bol değildir. Mu
sul' dan aşağı iki kıyı birçok Arap sarife ve çadırlarıyla dolu
ve şenliklidir. Arap köylerinden başka ara sıra binaları kagir
büyük köyler vardır. Buralarda nehir boyu görülen bostan
larda kavun karpuzdan ziyade bal kabağı görünüşünde ga
yet büyük helvacı kabağı olur. Ondan başka çok miktarda
acur yetiştiriyorlar. Acurlar mübalağasız asma kabağı bü
yüklüğünde oluyor.
*
58
altıya kadar makaralar takarlar. Bu makaraların her birine
dana ve inek tulumundan büyük kırbalar asılıdır. Her kırha
nın ipini birer öküz veyahut beygir çeker. Yani ipin ucu hay
vana bağlı olduğundan hayvan yokuşun üst başına çıkınca
kırba suya inip dolar ve hayvan yokuşun alt başına indiğin
de kırba yukarı çıkıp suyu boşaltır. (Araplar arasında ekili
arazi miktarının su dolaptannda bulunan kırbalara göre he
sap edilmesi adettir. Mesela, "Tarlası şu kadar bekreliktir, "
derler. Bekre kelimesininse makara demek olduğu malum
dur. ) Su çekilirken bu makaralar adeta gemilerin makaraları
veyahut kuş cıvıltısı gibi ince ve süratli bir ses çıkarır ve garip
biçimde hepsinin sesi ve ahengi birdir.
*
59
Ertesi sabah erkence hareket edip iki saat ilerde Avine
dedikleri yere geldik, burada da Nemrut Köprüsü gibi bir
şelale vardı. Bu şelale diğerinden daha önemli ve tehlikeli
olduğundan keleği bir kenara yanaştırdılar ve eşyanın bir
kısmıyla beni karaya çıkardılar. Akşamki sıtma tekrar ettiği
için yürümeye gücüm olmadığından kelekçinin biri beni sır
tına alıp şelaleden öteye, keleğin yanaşacağı yere götürdü.
Gerçekten geçit yeri pek yüksekti. Ketekler suyun içine girer
cesine alt üst olarak geçtiler. Bu sırada bir şişe madensuyuyla
aşçının ocak üzerinde bıraktığı bir et tenceresi nehre düştü.
Hamdolsun başka ziyanımız olmadı.
Saat on birde sol yakada Zap Suyu'nun nehre döküldü
ğü yerden, üç buçuk sularında sağ tarafta Sultan Abdullah
dedikleri köyün önünden ve saat beşte Menkübe isminde
ve güneş battıktan sonra da Ceber isminde büyükçe iki kö
yün önünden geçtik. Sultan Abdullah meşhur velilerdenmiş.
Türbesi köyün yüksek bir yerinde görünüyordu. Nehir boyu
bu köylerden başka sık sık Arap sarife ve çadırlarıyla ve bir
çok kükürtlü madensuyu kaynaklarıyla doluydu. O akşam
günbatımının peşinden ay hilal biçiminde göründü, ertesi
Cumartesi günü bin üç yüz üç hicri' senesinin muharremi
nin birinci günüydü. l Akşam yemeği için durmadık. Mutfak
keleği bize yaklaşıp yemeğimizi verdi, hem yemek yiyip hem
de yolumuza devam ettik ve gece saat dokuzda bir kenara
yanaşıp kaldık.
Ertesi gün erkence hareketle iki kıyı boyu birçok Arap
köylerinin önünden akıp giderek saat üç buçukta Musul'a
bağlı ve sağ yakadaki Şerkat Kalesi denilen bir nahiye mer
kezine geldik. Bu kale han şeklinde dört köşe bir binadır.
İçinde bir miktar asker vardı. Ardından Hanuka isminde
büyücek bir köyün önünden geçtik. Ondan sonra önemli bir
şey görerneden gece saat ona kadar gittik.
Ertesi Pazar günü saat dokuz sularında Aşağı Zap Su
yu'nun Dicle'ye katıldığı yerden geçtik. Kerkük içindeki
10 Ekim 1885.
60
Altınköprü kazasından geçtiği için bu suyun bir ismi de
Altınköprü Suyu'dur. Bir saat ilerde Hemrin Dağı görün
dü. Bu dağın silsilesi nehrin sağ tarafından başlayarak bir
iki saatlik mesafeden sonra sol tarafa geçip Hanekin civa
rında Kale-i Zeynan denilen yerden itibaren İran sınırını
teşkil eder. Amınare bizasında İran sınırından içeri girerek
Huzistan bölgesinde Şattü'l-Camus adlı bataklıkta son bu
lur. Hemrin Dağı'nın sol tarafındaki kısmının başlangıcına
Makhul Dağı derler.
Saat on iki sularında dağın yamacında Cabbar Kalesi
isminde bir harabe göründü. Daha ilerde nehir kenarında
birkaç köylü Arap, bizim keleği görür görmez feryat ve fi
gana başladılar. Ne istediklerini sordum. Şammar aşiretin
den adamların bir gün evvel köylerini basıp soyduklarından
bahsederek, şikayetçi olup yardım istediklerini anladım. Bi
çare şikayetçitere bu konuda yardım edebilmek gücümüzün
üstünde bir şey olduğu için kendilerine hükümete başvurma
larını tavsiye ederek yolumuza devam ettik.
Buradan aşağı kıyı boyu birçok katran ve neft kaynakları
vardır. Suyun yüzü adeta yağlanmış gibiydi. Bir müddetten
beri sol tarafa geçmiş olan Hemrin Dağı kıyıdan uzaklaşma
ya başladı. Nehrin iki tarafı basit ve ince yapraklı çamlık gibi
bir tür çalılıktı. Arap köyleri de azaldı. Ara sıra çalılıkların
içinde yaban domuzları görünüyordu. Gece saat ona kadar
gittik. Çalılıklardan yakacak toplayan Arapların akşamdan
sonra kıyı boyu yakmakta oldukları ateşler suya aksederek
Boğaziçi'nin ateş balıkçılarını andırıyordu. Gece bir kenarda
kaldık. Buralarda çakal pek çok olduğundan bunların sa
baha kadar "Aaaay" diye bağırmaları bize uyku uyutmadı.
Ertesi sabah hareket etme zamanı geldiği halde ketekie
rin hareket etmediğine şaşırarak odadan dışarı çıkıp durma
nedenimizi öğrenmek istedim. Meğer orada odun kesen
Araplardan kelekçilerimiz bir iki hemşeri bulup sabah keyfi
sohbete dalmışlar. Ses çıkarılınasa hiç hareket etmek arzu
sunda değillerdi. Kendilerine bir zılgıt vererek yerlerinden
kaldırdım ve saat yediye doğru hareket edebildik.
61
Bir saat kadar ilerde ve Tikrit'e dört saat uzaklıkta olan
bir yerde nehrin suyu çekildiğinden karaya oturup kalmış
bir vapur göründü. Böyle boş yerlerde medeniyet işareti olan
vapurun görülmesi doğrusu hoşuma gitti. Dicle üzerinde
yalnız Basra'dan Bağdat'a kadar vapurlar işlediği bilinirse
de böyle Musul civarına kadar vapur geldiğini bilmezdim.
Acaba hangi kumpanya malıdır, Nehir İdaresi vapurların
dan mıdır diye düşünmekteyken vapur keleğimizi görünce
bandırasını çektiğinden İngilizlerin bir beylik gemisi olduğu
anlaşıldı. Tam vapurun bizasma yaklaştığımızda kaptanı bir
çifte kürekli sandala binerek yanımıza geldi. Hal hatır ve ha
ber sorup sohbete başladı. Adamcağız postasız ve telgrafsız
boş bir yerde kalarak dünyanın durumundan vaktinde ha
berdar olamadığı için geçen keleklere böyle yanaşarak haber
soruyordu. Bizse yirmi günden fazla nehir üzerindeydik ve
recek taze haberimiz yoktu.
Karşılık olarak kendisine sorular sorarak vapurun Ko
met isminde Hindistan Donanması'na mensup ve İngiltere
devletinin Bağdat Genel Konsolosu'nun maiyetinde gö
revli bir stasyoner olduğunu, ilkbaharda suların yüksel
mesinden faydalanarak Bağdat'tan hareketle gemicilere
idrnan ve talim için oraya kadar gelmişlerse de birdenbire
suların çekilmesinden dolayı vapurun oturup kaldığını ve
suların yükselme zamanı vapur yüzmeye başlayınca Bağ
dat'a döneceğini öğrendim. Kaptan kır sakallı ve kırmızı
yüzlü, bünyesi kuvvetli ve dayanıklı bir adamdı. Besbelli
işsiz güçsüz beş buçuk ay bu şekilde çölde hava değişikliği
ve dinleornek kendisine yaramıştı. İngilizce ve Almancadan
başka dil bilmiyordu. Kendisiyle vedalaştıktan sonra yolu
muza devam ettik.
Yanımızda hiç deniz ve deniz taşıtı görmemiş Diyarbekir
li bir katipte bir de hizmetçi vardı. Ben kaptanla sohbet eder
ken vapura hayretle bakmaktaydılar. Kaptandan ayrıldıktan
sonra bunlar etrafıını alıp sorguya başladılar: Bu vapur ney
le yürür? Ateşi neresinde yanar? Karnarası hangisidir? Arka
sındaki keskin tahta (dümen) nedir? Sandal kadar mı gider?
62
Akıntı yukarı suyu nasıl çıkabilir? Sorularına bir saat cevap
vererek vakit geçirdim.
O aralık sağ tarafta yüksecik bir yerde türbe şeklinde bir
bina göründü. İmam Kerim Türbesi diye bilinen bir ziyaret
yeriymiş. Aşağı doğru yine Arap köyleri görülmeye başladıy
sa da Musul civarı gibi sık değildi. Bu köylerin tarlalarında
dandan başka ekin olmadığına bakarak ahalisinin serçeden
korkar takımdan olmadıkları anlaşılıyor. Bununla beraber
her tarlada çalıdan yapılmış yüksecik birer çardak var. Üzer
lerinde birer Arap ayakta durarak sabahtan akşama kadar
kuşları ürkütüp kovuyor. Canlı korkuluk!
Sa'du Mağarası
Tikrit'e bir saat kala sağ kolda mağara gibi bir yer gö
ründü ve hemen zaptiye tüfeğine, kelekçiler çakmaklı köh
ne tabancalarına sarılıp silah atacak gibi davrandılar. " Ne
var?" diye sordum. Zaptiye, " Buraya Sa' du Mağarası derler,
lanetli bir yerdir. Sa' du bir kötü cindir ve bu mağarada otu
rur. Yolcular geçerken silah atmayacak olurlarsa mutlaka
başlarına bir felaket gelir," dedi. " Barutun icadından evvel
yolcular ne yapardı ? Böyle münasebetsiz fikirden vazgeçin.
Boş yere barut ve kurşun harcamayın. Özellikle kurşunun
çölde birine tesadüf etme ihtimali vardır, " diyerek bunlara
silah atmayı yasakladım. Yarım saat geçer geçmez çöl tara
fında hava birdenbire karardı. Rüzgar kasırga gibi çölden
öyle toz kaldırmıştı ki baktıkça dehşet veriyordu. Kenara
dar varabildim. Bora başladı. Hiç böyle şiddetli bora görme
dim. Kelekçiler keleği sahile bağlar bağlamaz maşlahlarını
başlarına çekip yüzüstü yere yattılar ve bora geçineeye kadar
başlarını kaldırmadılar. Bu hal yirmi dakika kadar devam
ettikten sonra hava açıldı. Fakat rüzgarın şiddetinden ne
birde oluşan dalgalar keleği sudan bir metre kadar karaya
çıkarıp çakılların üstüne oturtmuş ve çölden gelen kumlar
yerde yatan kelekçileri adeta toprağa gömülmüş gibi örtmüş
63
ve odaının içini doldurmuştu. Büyük zorluklarla keleği suya
indirdik ve bir saat kadar dolan kumları temizlemekle uğraş
tık. Yüzümü yıkarken sakalımdan bıyığımdan adeta çamur
akıyordu. Yanımız sıra gelmekte olan bir zahire keleği par
çalanıp yirmi çuvaldan fazla buğday nehre gitti.
Kendimize çekidüzen verdikten sonra yolumuza de
vam sırasında zaptiyeyle kelekçiler çekişmeye başladılar ve
kavganın ucunu bize ulaştırdılar. Meğerse bu dehşetli bora
Sa'du'nun başının altından çıkmış. Çünkü silah atılmasına
müsaade etmemişiını
Gerçekten şu boranın tam Sa'du Mağarası'nı geçer geçmez
ortaya çıkması kelekçilerle zaptiyenin inancını kuvvetlendire
cek garip tesadüflerdendi. Artık heriflere ne söylesem, ne delil
göstersem fayda etmeyecek ve bundan böyle zan ve inançla
rına asla zarar gelmeyecek. Dikkate değer olan şurası ki bu
olayı her gittiğimiz yerde anlatarak kendileri gibi Sa'du'ya
inananların fikirlerini kuvvetlendirecekler ve daha garibi şu
ki beni de şahit gösterecekler!. . Bunlara, "Yanımız sıra gelen
buğday keleği mağaraya silah atmıştı. Niçin paralanıp bizden
fazla zarar gördü? " diye savunmak istedimse de kelekçilerin
biri, "O kelek de bizim kötülüğümüze uğradı," diye sertçe ce
vap vererek keleğin hasarından dolayı adeta manevi sorumlu
luk altında bulunduğumu anlattı. Azıcık daha konuşsam za
hire keleğinin hasarını karşılamak zorunda olduğumu iddiaya
kalkışacak! Kabahadi gibi boynumu büküp sustum.
Tikrit
64
başka memur yüzü görmedik. Galiba bunun da gelişi tütün
araştırması içindi, ama cesaret edemeyip gelişine adi ziyaret
görünüşü verdi. Orada durduğumuz sırada hizmetkarları
mızdan Diyarbekirli Ohan, bir aralık çay pişirirken ispirto
lambasını devirdi. Az kaldı keleği tutuşturacaktı. Kelekçiler
le zaptiye bu kazayı da Sa'du'ya yorarlar diye korkumdan
Ohan'ı şiddetle azarlayarak ağız patırtısıyla heriflerin fikir
belirtmelerine meydan vermedim.
Gece saat on birde Tikrit'ten hareket ettik. Ertesi Çar
şamba günü saat altı sularında sol tarafta Dfır köyünün
önünden geçtik. Köyde bir iki kubbeli binayla bir ınİnareli
cami görünüyordu. Bu kubbeli binaların biri Muhammed
ei-Dfır ibn-i Seyyid Kazım Hazretleri'nin türbesi ve köyün
Dfır ismiyle isimlendirilmiş olması da bundan dolayıymış.
Köyün kenarında sekiz on hurma ağacından oluşan bir or
mancık vardı. Bir hurma ağacı Musul'da ve bir iki tanesini
dün Tikrit'te görmüştüm. Bugün de burada topluca bir or
man halinde görerek gayet göz alıcı buldum.
Sarnarra1
65
verildiği sırada zihnimde hazırladığım şairane hayaller bu
harabeterin görünmesiyle birlikte sabun köpüğü gibi sönüp
kayboldu.
Samarra'ya yakın bir yerde ve sağ tarafta Kale-i Aşık is
minde bir kale kalıntısı ve sol yakada Kasr-ı Maşuka isminde
üçgen şeklinde bir köşk kalıntısı vardı. Bunlar zaman içinde
yolcuların dilinde birtakım hikayelere neden olmuştur. Şöy
le ki: Emirlerden birinin kızına derebeyinin biri aşık olmuş,
fakat evlilik ümidi kesildiğinde kızın oturduğu köşke karşı
nehrin karşı yakasında bir kale yaparak oradan hasımlığa
kalkışmış. Bir rivayette de seçkinlerden birinin gözde cari
yelerinden birine bir fakirin gönlünü kaptırmasından dolayı
cariyenin oturduğu kasrıo karşısına sözü edilen kale yapılıp
cesur aşık oraya konulmuş.
Saat dörtte Samarra'ya vardık. Samarra her ne kadar
kaymakamlık merkeziyse de bir iki yüz haneli bir köyden
ibarettir. Ticaret, sanat ve hatta ziraat gibi şeylerden mah
rumdur. Orada defnedilmiş olan İmam Ali el-Hadi ve oğlu
Hasan el-Askeri Hazretleri'yle İmam Ali ei-Hadi'nin kız kar
deşi Halime Harun'un ve Hasan el-Askeri'nin eşi Nergis Ha
run'un türbeleri Şiilerce en büyük ziyaret yerlerinden olduğu
için her sene çok sayıda ziyaretçi gelip gider. Bu nedenle Sa
marra ahalisi hancı tavuğu gibi yolcuların artıklarıyla geçi
nir. Hatta kelekten çıktığımız sırada birtakım esnaf dükkan
ve terazilerini bırakarak önümüze koşup el açtılar.
İmamların gömülü oldukları türbe olağanüstü süslü ol
duğundan öyle bir köy içinde garip bir tezat oluşturuyor
du. Türbenin binası büyücek bir cami kadardır. Kubbesinin
üzeri kurşun yerine tamamen altın kaplama tuğladır. Birkaç
saatlik mesafeden güneş gibi parlak görünür. İçi Hint ve İran
işi en zarif ve güzel mimarlık sanatıyla o derece süslenmiş ve
işlenmiştir ki görene hayret verir. Türbenin civarında yine o
büyüklükte bir cami vardır. Bunun da kubbesiyle beraber dış
duvarları çeşitli renklerle rengarenk çini dediğimiz kaşlden ı
66
yapılmıştır. İçinde İmam Mehdi'nin saklandığı ve kayboldu
ğu kuyu vardır.
Ziyaretten sonra kasaba dışına çıkarak Abbasi halifele
rinden Mu'tasım Billah'ın yaptırdığı Cuma Camii'ninl ha
rabesini gezdim. Bu cami mübalağasız yirmi bin kişi alabile
cek büyüklüktedir. Üzeri açık olarak yapılmış dört duvardır.
Duvarları da daha önce tarif ettiğimiz tarzda tuğladandır ve
bugün ayaktadır. Cami-i şerifin yakınında on beş yirmi met
re kadar yükseklikte kelle şekeri biçiminde ve şerefesiz bir de
minaresi vardır. Bunun üzerine çıkmak için merdiven yerine
minarenin dışına sarmal bir yol yapılmıştır.
Samarra'da bulunduğum sürede kazanın kaymakamıyla
tahrirat katibi bu fakire eşlik ve rehberlik ettiler. Akşamüstü
ezan vakti yemekten sonra Samarra'dan hareket ettik. Bu
radan aşağı nehrin yüzü Bağdat'a bostan ve zahire taşıyan
keleklerle doluydu. Bütün gece durmayıp yolumuza devam
ettik.
Ertesi Çarşamba sabahı Han-ı Mızrakhi dedikleri yerin
bizasma geldiğimizi haber verdiler ama burası haritada gös
terilmediğİnden bulunduğumuz noktayı tahmin ve hesap
edemedim. Saat iki sularında Şatt-ı Edham suyunun ağzına
gelip olduğumuz yeri haritada buldum ve Samarra'dan beri
epeyce yol aldığımızı anladım.
Nehir boyu iki kıyıda daha önce tarif ettiğimiz Arap
köyleriyle su dotapiarı sıkiaşmaya başladı. Bu köylerden
birtakım kadınlarla çocuklar, satmak üzere başlarına bir
kap içinde süt ve yoğurt alıp suda yüzerek ve bazısı bir keçi
tulumunu şişirip at gibi üzerine bindikten sonra ayaklarını
kürek gibi kullanarak keteğimize geliyorlardı. Arap çocuk
ları çoğunlukla bostan keleklerine musaHat oluyorlar. Bun
lardan kurtulmak için keteklerden bazen silah, bazen taş
atıyorlardı. Yukarılarda rastladığımız bostan keteklerinde
çakıltaşı yığını görerek safra almışlar zannederdim. Meğer
bu taşlar keleğe musaHat olan Arap çocuklarını korkutmak
67
için savunma silahıymış. Ancak çocuklar silaha, taşa kulak
asmıyorlar kelekten bir kabak olsun aşırınaclıkça arkasını
bırakmıyorlar.
Rüzgar çıktığı için o gün Şatt-ı Edham'dan pek uzağa gi
demeyerek ezan vakti bir kenarda durduk. Bammetreden ve
günbatımının gösterdiği belirtilerden rüzgarın devam edece
ğini aniayıp kelekçilere haber verdimse de bu kehanete iti
mat etmediler. Gece keleğe yol verdiler. Fakat rüzgarın deva
mı tahmin gücümüzü kelekçilere tasdik ettirdi ve falcılıktan
anladığıma kesinlikle inanarak içlerinden biri fal baktırmak
arzusunu bile açıkladı. Bulunduğumuz nokta Bağdat'ın Ha
sıl bölgesiydi. Gece mehtap gayet hoştu, ama rüzgar odadan
dışarı başımızı çıkarmaya ve kelekçiye fal açıp biraz eğlen
meye engel oldu.
Ertesi Perşembe sabahı ben daha uykudayken kelek hare
ket etmişti. Saat altı buçuk sularında akşamdan beri devam
eden rüzgarın şiddetine direnmeye çalışan kelekçilerin şama
tasıyla gözümü açar açmaz yorganımın üstünde bir fındık
faresinin sıçrayıp gezdiğini görerek şaşırdım. Uğursuzun gir
mediği delik yok. Saat yedi buçukta Samarra'yla Bağdat'ın
ortası sayılan ve nehrin sol tarafında bulunan Sindiye köyü
nün önüne kadar gelebildikse de rüzgarın şiddeti nedeniyle
daha ileri gidemeyeceğimizi aniayıp orada durmaya mecbur
olduk. İşte bu noktada Bağdat'ın meşhur hurma ormanla
rı başladı. Bu ormanları seyredecek rüzgarın sakinleşmesini
beklerken kelekçilerden biri, "Rüzgar akşama doğru dursa
bile ancak Pazar gecesi veyahut sabahı Bağdat'a varabiliriz.
Halbuki Sindiye köyünden Bağdat'a karadan on bir saatlik
mesafedir. Eğer isterseniz kara yoluyla gidebilirsiniz," deyin
ce gerçekten bu köyden beygirler alarak karadan gitmeyi
ve o geceyi yol üzerindeki köyterin birinde geçirerek ertesi
Cuma sabahı Bağdat'a girmeyi hayırlı gördüm. Zaptiyeyle
uşağın birini ve bir de gerek gece yolda ve gerek Bağdat'a
vardığımızda derhal lazım olabilecek eşyayı beraber alarak
Sindiye köyüne çıktım. Köyde ücretlerini peşin alınaclıkça
hayvanları çıkarıp göstermediler. Mecburen paralarını ver-
68
dim. Bir de ne göreyim ? Eğersiz palansız zayıf iki dolap
beygiriyle iki merkepmiş! Bereket versin keleklerimiz henüz
hareket etmemişti. Eşyalar arasında bulunan hayvan takım
larını çıkartarak artık hayvanların zayıflığına bakınayıp saat
on bir buçukta Sindiye'den hareket ettim.
Köyden açıldıktan sonra nehrin sağ tarafında ve kıyıdan
epeyce uzak bir yerde kubbeli bir bina göründü. Şeyh Cü
neyd'in türbesiymiş. Ziyarete giden delileri iyileştirme özel
liği olduğunu söylediler. Bu özellikte bir türbenin böyle çöl
ortasında ve medeniyetten uzak bir yerde bulunmasından
üzüntü duyulur!
Akşam ezanı vakti Cedide köyüne geldik ve bir han avlu
sunda çadır kurup geceyi geçirdik. Bütün gece rüzgarın şid
detiyle beraber hava öyle soğuktu ki tarif edemem. Bağdat
gibi sıcak bir iklimde ve özellikle ekim başında böyle soğuk
garip şeydi. Ertesi, Ekim'in on altısı Çuma sabahı şafaktan
evvel zaptiyeyle uşağın nezle başlangıcı olarak sık sık ak
sırmalarından uyandım. Derhal bir ateş yaktırıp biraz ısın
dıktan sonra Cedide köyünden saat beş buçukta yola çıktık
ve üç saat kadar birbirine geçmiş derecede yakın ve hurma
ormanlarıyla çevrili köylerden geçerek gittik. Saat dokuza
doğru Bağdat şehrine bir saat mesafesi olan ve nehrin sağ ta
rafında bulunan İmam Musa el-Kazım Hazretleri'nin türbe
ve cami-i şerifinin dört adet minaresiyle biraz ilerde sol taraf
ta Bağdat şehrinin camilerinin kubbe ve minareleri hurma
ağaçlarının arasından görünmeye başladı.
*
69
çıkar. Bu nedenle Bağdatlıların veya çocuklukta Bağdat'ta
bulunmuş olanların çoğunun yüzlerinde çıbanın bıraktığı iz
görülür. Bu çıban büyüklerio tabii ki yüzlerinin derileri kalın
olduğu için pek de yüzlerine musaHat olmayıp ellerinde ve
ayaklarında çıkarsa da bazen burnun ucu, ağzın kenan ve
alnın ortası gibi münasebetsiz yerlerde baş gösterdiği olur.
Başka çıbanlar gibi bu hurma çıbanının şiddetli ağrısı sızısı
olmaz. Çıktığı yerde evvela bir kaşınma hissedilir ve kaşı
nan yerin derisi beyaz, ince soğan zarı gibi kat kat açılmaya
başlayıp nihayet bir yara halini alır. Bu yarayı her gün bir iki
defa yıkayıp temiz tutmaktan başka iyileştirecek hiçbir ilacı
yoktur. Bilinen süresini tamamlayana kadar devam eden iğ
renç bir şeydir. Bu nedenle yüzde ve göze görünür bir yerde
çıkmasını elbette insan arzu etmez.
Bağdat' a giden bir yolcu Bağdat şehri ni ilk defa uzaktan
gördüğü anda vücudunun hangi uzvunu hareket ettirirse çı
banın orada çıktığı güya denenmiş! Cedide'den hareketimiz
den sonra bu rivayet batınma geldi. Kah alayla ve kah ina
nacak gibi tereddüt ve şüpheyle istemsizce organiarımdan
zararsız farz ettiğim sol kolumu çıban korkusuyla hareket
ettirmeye başladım! Üç buçuk saat o derecede hareket et
tirmişim ki Bağdat'ı gördükten sonra vazgeçmek istediğim
halde tik olmuş gibi o gün akşama kadar ara sıra sol kolum
hareket etti durdu ve iki ay sonra çıkardığım çıbansa sağ
baldırımda zuhur etti!
Azamiye
70
nin kubbe ve minarelerinin görünüşü fevkalade göz alıcıydı.
Azamiye'ye girip cami-i şerif önündeki meydana vardığım
da hayvandan inerek tozumu toprağıını temizleyecek, bir
türbeyi ziyaret etmek ve cuma namazını kılmak için abdest
alacak bir yer aradım. Meydana bakan kapısı açık bir bina
görüp içindeki ve pencerelerinin önündeki kalabalıktan
han veya kahvehane zannederek içeri girdim. Meğer burası
İmam-ı Azam Hazretleri'nin türbedarı ve mütevellisi Nu
man Efendi'nin eviymiş. Kendisi gayet saygıdeğer, cömert
ve kapısı daima açık olduğundan içerdeki kalabalık cuma
nedeniyle türbeyi ziyarete gelen ahbaplarıymış. Ağaları bu
fakiri kapıdan karşılayıp yukarı çıkardılar. Bulunduğum ye
rin neresi olduğunu henüz anlamadığım halde abdest alacak
bir yer sordum. Kara sakallı ve başı imameli güleç ve nazik
bir kişi yanıma gelerek, "Namaza daha vakit var. Galiba
yoldan geliyorsunuz. Biraz İstirahat buyurunuz, daha sonra
abdest alırsınız, camiye de hep birlikte gideriz, " deyince bu
rasının han veya kahvehane olmadığını anladım. Mahcubi
yetle özür dileyerek kim olduğunu ve nerede bulunduğumu
sorduğumda kendisinin Türbedar Nurnan Efendi olduğunu
ve evinde bulunduğumu söyledi, kahve ve nargile ikramın
dan sonra üstümü başımı temizlemek ve abdest almak üze
re beni başka bir odaya götürdü ve ardından hizmetçileri
önüme bir tepsiyle mükemmel bir yemek getirdiler. Doğrusu
bu kişinin şu gariban dostluğuna ve cömertliğine hayran ve
minnettar oldum. Zira benim kim olduğumu bilmediği ve
nereden gelip nereye gittiğiınİ henüz sorup anlamadığı halde
sadece bir misafir diye değer verip ağırlamıştı. Öğle ezanı
ok undu. Camiye gidip cuma yı kıldıktan sonra Nurnan Efen
di türbenin kapısını açtı. Diğer ziyaretçilerle İmam-ı Azam
Hazretleri'nin mübarek mezarını ziyaret edebildim.
Bir ınİnareli olan bu cami gayet ferah ve büyüktür. Soka
ğa ve meydana bakan iki tarafında yüksek demir parmak
lıklada çevrili büyücek bir avlusu ve bu avlunun iki büyük
kapısı vardır. Türbe caminin bitişiğinde ve kapısı caminin
içindedir.
71
Eski ahbaplarımdan ve Bağdat eski valisi Necip Paşa
merhumun soyundan olup bir süredir kişisel işlerini düzen
lemek için Bağdat'ta bulunan Necip Bey o aralık karşıma
çıkarak bugün buraya varışımı tahmin ve hesap edip karşı
lamaya geldiğini söyledi. Kendisiyle birlikte bulunan Bağdat
Düyun-ı Umfımiye Nazırı Behçet Bey'le bizi görüştürdü. Şu
iltifat ve gönül alışa minnet duyduğumu söyleyerek ve Nu
man Efendi'ye özel teşekkürlerimi tekrarlayıp veda ettikten
sonra Necip ve Behçet beylerle bir arabaya binip yarım saatte
Bağdat'a vardık. O gece Behçet Bey'in evinde misafir oldum.
Bağdat
72
si ahalisinin çoğalmasına ve ahalinin çoğalması da ticaret ve
zanaatın varlığına bağlıdır. Bu servet sebeplerine sahip olan
bir şehir mutlaka büyür ve kale içinde bulunması büyümesi
ne asla engel olmaz.
Bağdat'a nehir yoluyla gelinirken şehrin Ressafe denilen
büyük kısmında ve nehir üzerinde evvela İran Şahı Nasred
din Şah merhumun 1870 tarihinde Bağdat'a seyahatleri sıra
sında kalması için özel olarak yapılmış olan Necibiye Kasrı,
ikincisi Mekteb-i Sanayi, üçüncüsü hükümet konağıyla Mü
şiriyetl dairesi, dördüncüsü askeri kışla, beşincisi askeri lise
ve peşi sıra iki kıyıyı birbirine bağlayan köprü ve köprünün
alt tarafında gümrük dairesiyle Basra ve Bağdat arasında
gidip gelen Osmanlı Nehir idaresi ve Linç dedikleri İngiliz
kurupanyasının vapurları ve daha aşağı doğru birtakım ya
lılarla kahvehaneler görülür. Nehrin sol yakasında ve Kerh
denilen kısmında evvela bir mahalle ve peşinden hükümet
konağının karşısına rastlayan Gureba Hastanesi'nin2 büyük
binaları, tersane dairesi ve köprüden aşağı hurmalıklar için
de mahalleler görünür.
Nehir boyu şehir yedi kilometre kadardır. Memleketin
alt ve üst tarafları iki kıyı boyu saatlerce devam eden hurma
bahçeleridir. Bu hurmalıklardan başka şehrin çevresinde ve
içinde birçok portakal bahçesi de vardır. Limon ve portakal
ağaçları çiçek açtığı zaman bahçelerin arasından geçerken
gayet hoş bir çiçek kokusu insanın içini açar.
Bağdat'a benim geldiğim gibi Azamiye'den kara yoluy
la gelinirken hurmalıklar arasından geçen yoldan gidilip
memlekete İmam-ı Azam kapısından girilir, bu kapı yıkılan
kalenin parçasıdır. Kapıdan içeri girilince iki taraflı sırayla
birçok kahvehaneden sonra Meydan-ı Şarki denilen yere
gelinir. Burada evvela göze çarpan kubbe ve minaresi ren-
Askeri komutanlık.
ı Bu binanın büyüklüğünden ve içinde hiçbir zaman on beş yirmiden fazla
hasta bulunmadığından dolayı sonradan, yani Mustafa Asım Paşa'nın
valiliğisırasında İmam-ı Azam Kapısı dışına bir belediye hasranesi yapıla
rak adı geçen Gureba Hastanesi okula çevrilmiştir. (Yazarın notu)
73
garenk kaşiden yapılmış büyük ve zarif Ahmet Paşa Cami-i
şerifiyle sağ tarafta Tophane Dairesi'nin kapısıdır. Ondan
sonra şehrin çarşı ve mahallelerine girilir. Yukarıda sayılan
yönetim binaları vesaireden yalnız hükümet konağıyla Mü
şiriyet Dairesi eski ahşap bina olup diğerleri tuğladan yapıl
mış kagirdir.
Bağdat şehrinin nüfusu yüz bin civarındadır. Çoğunluğu
İslam ve altı bin hane kadarı Yahudi ve bir kısmı da Keldani
ve Katolik'tir. Bunlardan başka Bağdat'ta yerleşip kalmayı
tercih etmiş tüccar ve kısa süreliğine gelip giden ziyaret
çi olarak haylice İranlı vardır. Ahalinin sınıf ve mezhebine
göre elbise ve kıyafetleri birbirinden farklıdır. Mesela eşraf
ve hanedanın kendi geliriyle geçinenleri entari, cübbe ve
maşlah giyerler, bazısının başında sarık, bazısında fes var
dır, hükümet işlerinde çalışanları İstanbullular gibi setre ve
pantolon giyerler. İkinci sınıf halk yine bunlar gibi entari ve
maşlah giymekle beraber başlarına sarı ipek kefiye sararlar.
Arnele takımı ise yalnız çetaridenl entariyle beyaz ve mavi
veya kırmızı satranç dokunmuş iplikten kefiye kullanırlar.
Bağdat'ta entarinin ismi zıbındır. Yahudiler keza zıbın ve
maşlah giyederse de başlarına Kandilli yazması gibi beyaz
bez üzerine yazmadan sarık sararlar. Hıristiyanlar zıbın ve
maşlahla başlarına fes giyerler. İslam kadınları sokakta ke
narları kılaptandan2 veya ipekten su işlenmiş zemini düz
çarşaf ve siyah kıldan dokunmuş peçe ve koncu yüksek sarı
çedikle pabuç kullanırlar. Yahudi kadınları lacivert ve beyaz
ince satrançlı dokunmuş ve kenan sarı telden bir su işlenmiş
çarşaf ve siyah kıldan peçeyle yalnız sarı pabuç kullanırlar.
Hıristiyan kadınları İslam kadınları gibi çarşaf kullanırlarsa
da yüzleri bazen açık ve bazen peçe yerine siyah gaz3 veya
tülden ince bir mendille örtülüdür. Ayaklarına çoğunlukla
potin ve galoş giyerler.
Bir ipek ve üç pamuk ipliğinden yol yol dokunan makbul bir kumaş çeşidi.
Pamuk ipliği veya ipek üzerine çok ince gümüş, altın, bakır vb. tellerin
sarılmasıyla yapılan iplik ve bu iplikle dokunmuş kumaş.
Gazyağmasokularak boyası sabitleştirilmiş olan bez.
74
Bütün ahalinin kullandığı dil Arapçadır. İçlerinde Türk
çe konuşanlar da çoktur. Fakat Arapçalarına çokça yabancı
kelime karışmıştır. Mesela yavaş, dert, hoş, çarık gibi Türk
çe ve Farsça kelimelerden başka İngilizce kadeh demek olan
glas kelimesi bile kullanılır. Türkçe kelimelerden türetmeler
yaparak " meçmer" çamurlu, "vemçerek" çürük, " viçaliş "
çalışır derler.
Bağdat'ın evleri sarı renkli tuğladan yapılmış binalardır.
Memlekette kireç olmadığından duvarları karasakız ve kül
den oluşan bir harçla yaparlar, horasanI ve kireçli harç gibi
sağlam ve dayanıklı olur. Yalnız oda içierinin duvarlarını sı
vamak için lazım olan kireç Fırat Nehri üzerindeki Hit adlı
yerden gelir. Bununla birlikte bu tarz harçla yapılanlar zen
ginlerin evleridir. Diğerleri adi çamur harçla inşa edilmekte
dir ki kışın şiddetli yağmurlarından her sene birçok duvar
yıkılır. Evlerin şekli İstanbul'da bildiğimiz tarzda değildir. Bi
nalar dört köşe bir avlunun iki yahut üç tarafında ve bazen
dört tarafını çevirmiş olarak bu avluya bakar. Yer katında
sıcakta oturmak için serdablar2 olduğundan binanın odaları
ikinci kat sayılır. Bu odaların önünde çepeçevre bir gezin
ti vardır, ismine tarama derler. Evlerin üçüncü katı yoktur.
Sandık odası yerine kullanılmak üzere odaların arasında ve
kefeşkan isminde yüklük gibi birer küçük asma oda bulunur.
Yaz geceleri damlarda yanldığından damların üzeri toprak
veya tuğla döşelidir. Evlerde akan su olmayıp kuyular vardır.
Fakat içmek için suyu nehirden sakalar getirir. Ondan başka
birinci belediye dairesinde bir su makinesi vardır, bazı ma
hallelere borulada nehir suyu verir.
Bağdat'ın sokakları tamamen kaldırımsızdır. Kurak ha
vada tozdan ve yağınurda çamurdan geçilmez. Kaldırım
yapılamaması memlekette taş bulunmamasından dolayıdır.
Hatta hamamların kurnalarıyla döşemesi taşsızlıktan dolayı
karasakızdan yapılmıştır. Mezarlara bile tuğladan sanduka
75
şeklinde birer kümbet inşa ederler. Musul'da ve Hit'te taş
varsa da oralardan Bağdat'a taş getirerek sokaklara kaldı
rım yapmak hatıra gelmemektedir. Sokakların yağlı ve siyah
toprağı yağmur yağınca gayet clVlk bir çamur olur ki insan
ve hayvan mutlaka kayar düşer.
Memlekette lağım olmadığı için gerek evlerde ve gerek
sokaklarda lağım yerine " bellua" dedikleri kuyular bulunur.
Eğer yağmur fazla yağarsa bellualar dolar, sokaklar göl ha
line gelir. Bir de belluaların ağızlarına birer delikli tuğla ko
yarlar, elbette taş kadar dayanarnayıp az vakitte kırılır veya
ağızları genişler. Bu nedenle yayan ve atlı gelip geçenler için
çok tehlikelidir.
Bağdat'ta su taşıyan sakalar da sokakların zarar ve ra
hatsızlık veren şeylerindendir. Bu sakaların keçi tulumundan
birer büyük kırbaları ile birer merkepleri vardır. Memleketin
nehir kenarında biten "şeria" dedikleri sokaklarının ağzında
bu kırbaları nehirden doldurup merkebin üzerine koyarlar.
Merkeplerin bildiğimiz şekilde sernerieri ve ipleri yoktur. Sa
kalar merkeplerin yanı sıra kırbayı tutarak yürürler. Mem
leketteyse bir iki caddeden başka sokakların tamamı bir atlı
bile geçemez derecede dardır. Bu nedenle bu dar sokaklarda
sakaların çamurlu ve ıslak kırbaları, halkın üstüne başına
sürtünüp kirletir. Ondan başka kırbaların çoğu delik deşik
olduğundan insan bunlara sürtünmese bile deliklerinden fıs
kiye gibi fışkıran suyla ıslanır.
Sokakların darlığından dolayı Bağdat'ta araba kullanıl
maz. Herkesin gücüne göre evinde birkaç hayvanı bulunur.
Kirayla tutmak için at ve beygir yoktur. Kira hayvanları ta
mamen beyaz merkeplerdir. Bunları yürütmek için merkep
çiler değnek ve kamçı kullanmazlar. Yalnız merkeplerin ardı
sıra koşarak "Hey! " diye hırlarlar. Merkepler bu hırıltıyı
işittikçe kamçılanmıştan fazla yürürler. Sokakların kaldırım
sızlığından dolayı hayvanların ayaklarının sesi işitilmediği
için halkı haberdar etmek üzere merkeplerin boğazlarında
çıngıraklar asılı olduğu gibi merkepçiler de "Balek! " diye
feryat ederler.
76
Bağdat'ta ağır yükleri taşıma işi de bu merkeplere mah
sustur. Ondan başka Revanduz ve Kerkük ahalisinden
harnallık eden Kürtler vardır. Gerek merkeplerin ve gerek
hamalların sernerieri ipsiz sapsız düz bir şeydir. Denk bağlı
ticari eşyayı birer tane merkebin üstüne yerleştirerek saka
kırbaları gibi bir yanından ve eğer yük büyükse iki yanın
dan adamlar tutup götürürler. Hamalların çoğunda semer
yerine birer çul veya maşlah vardır. Taşıyacakları şeyi bunun
içine koyup bohça yapar, başlarına bağlayarak arkalarma
asarlar. Bu hamalların başlarındaki kuvvet hayret vericidir.
Elli altmış kıyye ağırlığındaki yükleri bu şekilde götürürler.
Harnallar başlarına birer kalpak ve arkalarma Acem setresi
biçiminde dizlerine kadar abadan bir şey giyerler. Donları
ve ayakkabıları yoktur. Bazen sokak başlarında uzanıp ya
tarlar. Meşin renginde kirli bacaklarının görünüşü sokaktan
gelip geçenler için hayli çirkin ve iğrenç bir manzaradır. Yu
karıda sözü edilen sakalar da bu kıyafettedirler. Hele don
suzluk yalnız harnaltarla sakalara mahsus değildir. Ahalinin
aşağı takımı da don giymez.
Nehir üzerinde bir yakadan diğer yakaya ve sahil boyu
köylere gidip gelmek üzere kfıfe yahut küfe isminde tekne
gibi yuvarlak bir tür kayık vardır. Bu küfeler tıpkı çamaşır
sepeti biçiminde hurma dallarından yapılarak üzerieri ziftle
nir. Yuvarlak olduğundan başı kıçı yoktur. Bir veya iki küfe
ci ellerinde kürek gibi birer tahta parçasıyla suyu iki tarafa
iterek küfeyi yürütürler. Vapurlarta tersanenin filikalarından
başka nehir üzerinde ahalinin sandal ve kayık yerine kullan
dıkları yalnız bu küfelerdir.
Bağdat'ın Kerh kısmından İmam Musa el-Kazım Haz
retleri'nin gömülü bulundukları Kazımiye kasabasına kadar
altı kilometrelik mesafede bir tramvay hattı vardır. Bu hat
yirmi beş sene önce hisseli bir şirket teşkiliyle yapılmış ve bu
gün işlemektedir. İranlı ziyaretçiterin ziyaret mevsimlerinde
büyük gelir getirir.
Bağdat'ın eski tarzda yapılmış dükkaniarı sokağın zemi
ninden haylice yüksek olduğundan her dükkanın önünde
tavana bağlı bir zincirle ucunda bir halka vardır, dükkan sa
hipleri bu halkayı tutarak inip çıkarlar. Bakkal, manav gibi
esnaf sattıkları malı övmek için dükkaniarında daima gazel
tarzında şeyler okuyarak müşteri davet ederler.
Diyarbekir'de kıyyenin beş yüz dirhem ve Hasankeyf'te
altı yüz kırk dirhem olduğunu görmüştük. Nehir boyu aşağı
doğru indikçe kıyye büyümekteydi. Bağdat'ta bir kıyyeyi bin
dirhem bulduk. Tam kıyyeye "kıyye" ve dörtte bir kıyeye
"vukıyye" derler. Dört yüz dirhemlik kıyyenin adı İstanbul
kıyyesidir.
Bağdat'ın ölçüleri ve ölçekleri değişiktir. Malın cins ve tü
rüne göre ölçüsü değişir. Akçe hesapları da tuhaftır. Bir on
luk meteliğe " kuruş" ve yirmilik meteliğe "kameri " ve kırk
paraya "erba kuruş" derler. Memlekete yeni gelen bir yolcu
tabii ki on paraya kuruş dediklerini bilemeyeceği için eşya
nın değerini ilk anda çok yüksek zanneder. Hatta bu yanlış
lıktan yaralanarak hizmetçimizin biri bir iki aylık mutfak
masrafını bizden dört kat olarak almıştır.
Bağdat'ın mahallelerinde İstanbul gibi ayrıca bekçiler
yoktur. Belediye tarafından geceleri sokaklarda yakılan fe
nerleri temizleyip yakma işini yapanlar bekçilik hizmetini de
yerine getirirler. Bu bekçiler çok sayıda olduklarından her
sokağın başında ve birbirinin sesini İşitecek mesafede oturup
uyku uyumadıklarının anlaşılması için ara sıra "Ya Allah! "
diye bağınrlar.
Eskicilik burada da Yahudilere özgüdür. Şu farkla ki
Bağdat'ın Yahudileri, "Eskiler alayım! " yerine " Bey' ! " l diye
bağırırlar.
Her yerde olduğu gibi bu memlekette de pek çok sokak
köpeği vardır. Bu köpekler sıcaklarda ölü gibi sokağın orta
sına seriJip yatarlar. Sokaklardan geçerken saka merkeple
rine çarpmamak ve köpeklere basmamak için insan doğru
yürüyemez. Bu zavallı hayvanların Bağdat'ta halleri pek pe
rişan ve acıklıdır. İstanbul'da hiç olmazsa eski mahallelerde
78
köşe başlarında birer yalakla su bulunur. Bağdat'ta öyle şey
yoktur. Sıcaktan ve susuzluktan telef olurlar. Kahvelerden
dökülen nargile sularına kemik yağması gibi hücum ederler.
Bazı sokaklar belediye tarafından sakalara sulattınldığı için
o sokakların köpekleri bundan faydalanırlar, ama Bağdat'ın
köpeklerinde de sınır kavgası olduğundan sulanmayan so
kakların köpekleri bundan mahrumdurlar.
Bağdat'ta yazları pek çok leylek bulunur. Bu hayvan her
yerde olduğu gibi yazları gelip kışları daha sıcak yerlere gi
der. Bunların gelme zamanında beş, on, yirmisi birden ge
çerken çocuklar "Vak! " diye bir ağızdan bağırmaya başlar
lar. "Vak"ın yere düşmek anlamında olduğu malumdur. Bu
feryadı işitince leylekler dengelerini kaybeder ve içlerinden
birkaçı mutlaka yere düşer ki hakikaten gariptir.
Bağdat'ın akrebiyle zenbur dedikleri eşekanlarının birbi
rinden farkı yoktur. İkisinin de soktuğu yer yirmi dört saat
pek şiddetli acı verir. Fakat tehlikeli değildir.
Adi tütün bu sıcak memleketlerde kuruyup barut gibi
sertleştiği için içilmez ve zaten ekilip biçilmez. Buralarda
Süleymaniye ve Kerkük taraflarında yetişen ve "şagur" de
nilen bir çeşit tütün kullanılır. Ahali tütünden çok nargile
içer. Hatta kadınlar genellikle nargile kullanırlar. Birbirini
ziyarete, hamama ve bir mesireye giderlerken nargilelerini
beraber taşırlar. Nargile lülelerini bile sokaklarda Arap ka
dınları satar. Nargile hindistancevizinden yapılmış "galyan"
dedikleri türdendir.
*
79
larla görüştüm. Takiyüddin Paşa bilgili, erdemli, çok zeki ve
açık sözlü bir ihtiyar ve Hidayet Paşa gayet çalışkan, vatan
sever ve gayretli bir müşirdir.
Vali Paşa memleketin üst başındaki daha önce sözü edi
len Necibiye kasrında oturuyordu. Oraya gitmek için top
haneden geçerken tophanenin kapısı önünde özel olarak ya
pılmış ve etrafı top biçiminde ayaklara bağlı zincirlerle par
maklık çevrilmiş yarım arşın yüksekliğinde bir set üzerinde
eski tunç toplardan bir top gördüm. Bu top, cennetmekan
Sultan IV. Murat'ın Bağdat'ı fethi sırasında kullandığı kuşat
ma toplarındanmış. Ancak etrafındaki parmaklık şeklinde
koyulmuş zincirin üzerinde birçok sıtma bağları bulunması
dikkatimi çekti. Yanımda bulunan kişiye sebebini sordum.
Halkın bu topu kutsal sayarak ziyaretine gelip dilek diledik
lerini ve hatta bazı kadınların yeni doğan çocuklarını buraya
getirerek topun ağzından içeri sokup etrafını tavaf ederek
uzun ömürlü olması için dua ettiklerini bildirdi!
*
80
cambazların işlerini yalnız memleket içinde alım satımla sı
nırladı. Bu ise idarelerine yeterli olmadığından ellerindeki
hayvanları sattıktan sonra artık Şammarlılardan hayvan
satın almaz oldular. Şammarlılar da yetiştirdikleri at ve tay
ları kolaylıkla satabilecekleri bir pazar bulamadıklarından
bir daha Bağdat'a fazla hayvan getirmediler. Hele bir riva
yere göre aşiretler içinde doğan hayvanların Araplar yalnız
dişilerini saklayıp erkeklerini öldürmeye başlamışlarmış.
Gerçekten bedeviler asil olan kısraklarından iki fayda bek
lerler. Biri bu kısrakların günlerce dörtnal gitmeye dayanıklı
olması ve diğeri bunlardan doğan tayları satıp kazanç sağ
lamasıdır. Kısraklarından başka at beslemezler. Tayları sara
ınayınca beslemek külfetinden kurtulmak için öldürdükleri
rivayeti doğru olsa gerektir. Bununla beraber bu yasak, hay
van ihraç edilmemesi maksadına hizmet ediyor mu? Hayır.
Yine bazı adamlar çöllere gidip Araplarda bulabildikleri at
ve tayları yok pahasına alarak İran sınırından geçirdikten
sonra Muhammere'den vapurlara bindirerek Hindistan'a
götürmektedirler. Şu halden anlaşılacağı üzere memleket bu
meselede üç türlü zarara uğruyor. Birincisi Arapların evvelki
gibi cins hayvan yetiştirmeye özen gösterınemesi ve ikincisi
Kerh'in büyük ve meşhur at pazarında yapılan alışverişin
bitmesi yüzünden bir sınıf halkın geçim sıkıntısına düşmesi
ve üçüncüsü hükümetin topladığı büyük miktardaki vergi
nin kaybolmasıdır. "
Hayvanı aldım ve bir aralık Kerh tarafındaki kullanıl
mayan ahırları gidip görünce büyüklük ve çokluklarına ba
karak gerçekten şu yasakla önemli bir alışveriş vergisine de
zarar getirilmiş olduğunu anladım. Sonradan Hindistan'a
hayvan nakli için bazı kayıt ve şartlada izin verilmişse de
zengin cambazlar o zaman ahırlarını dağıtmış ve sermaye
lerini başka ticari işlere yatırmış olduklarından o önemli at
pazarını yeniden canlandırmak epeyce vakit gerektirecektir.
Güzel at almaktan ümidi keserek bir yağız Aneze atı bul
dum aldım. Aneze hayvanları da gayet güzeldir. Fakat küçük
olurlar.
81
Kazımiye
82
İkbalü'd-Devle
83
çük köprü vardır, belediye tarafından bir mültezimel verilir.
Mültezim de geçen yolculardan tarifesine göre bir geçiş üc
reti alır. Taşkın mevsimi olmaması nedeniyle dere kurumuş
ve köprünün dubaları bir kenara çekilmişti. Tabii ki dere
nin kurumuş olan yatağından geçtik. Öbür tarafta bulunan
mültezimin adamları yanımıza gelip köprü parası istediler.
Derenin susuzluğundan dolayı yerinden kaldırılmış olan bir
köprünün üzerinden geçmeyen yolculardan köprü parası
alınması garipliklerden biriydi.
Üç saat ilerde Azad Han isminde bir han harabesine
ve bir saat sonra Mahmudiye nahiyesi merkezine vararak,
biraz dinlenip kalıvaltı ettikten sonra üç saat daha ilerde
İskenderiye Ham'na gelip gece orada kaldık. Yolda basit
ve boş olan zeminin bazı yerlerinde büyücek göl gibi sular
görünmekte ve hatta gölün ortasında yüksek yerlerin ada
gibi suda yansıdığı görülmekteydi. Meğer bu görünen göller,
çöllere özgü serap denilen ışık yansımalarından ibaretmiş.
Yaklaştıkça hayal gibi yok oldular.
Bu mevsim çöl yoluyla hacdan dönüş zamanı olduğu için
yol üzerinde ve hanlarda Arap, Acem, Kürt, Tatar, Hintli ve
Buharalı çeşitli milletlerden oluşan çok sayıda hacı kafileleri
ne rastlamaktaydık. Bu hacılar yolda giderken her kafilenin
reisi veyahut şeyhi tarafından verilen işaret üzerine beş on
dakikada bir yüksek sesle bir ağızdan salavat getirmektey
diler.
O gece bizimle beraber İskenderiye Ham'nda kalmış
olan birtakım kara papaklı hacıların garip bir tarzda namaz
kılmakta olduklarını gözlemledim. Şöyle ki: Hanın avlusu
nun ortasında bir setin üzerinde akşam namazı kıtarken el
lerini iki yanlarına sallayıvererek etrafa bakmakta ve hatta
su taşıyan sakaya kırbasını falan yere boşaltmasını elleriyle
işaret etmek veya arkadaşlarından birine yer göstermek gibi
işaretler yapmaktaydılar. Böyle etrafına bakarak ve işaret
ederek dünya işleriyle meşgul olanların henüz namaza baş-
--- ··--- -- -· · -
Bir devlet gelirinin toplanması işini götürü olarak üzerine alan kişi.
84
lamadıklarını zannediyordum. Ardından rüku ve secdeye
vardıklarını görünce namazda olduklarını anladım.
Müseyyib
Kerbela
85
penceresi yoktur. Memleketin çarşısı kagir kemerli ve esna
fın çoğu İranlıdır. Adi kahvehanelerden başka şehrin mey
danında bazı kimseler tuğladan birer kahve ocağı inşa ede
rek açıkta kahve ve çay satarlar. Eski mahalle sokaklarının
darlığından başka temizlikten yoksuniuğu üzülerek görülür
ve leş kokusundan geçilmez. Kerbela'ya Hüseyniye isminde
büyük bir kanalla Fırat'tan su gelir ve mevsimine göre bu
kanalda büyük kayıklar işler. Kerbela'nın bu tarafında ara
zi ekili ve marnurdur ve kanal boyu hurmalıkları bir buçuk
saat kadar devam eder.
Varışımızın ertesi Salı günü şehirlerin reisi ve peygamber
lerin en büyüğünün tarunu İmam Hüseyin (r.a. ) Hazretle
ri'yle İmam Abbas (r.a. ) Hazretleri'nin türbelerini ziyaret et
tik. İmam Hüseyin (r.a.) Hazretleri'nin türbeleri İmam Musa
el-Kazım Hazretleri'nin daha önce tarif edilen türbelerinin
aynısıysa da ondan daha mükemmeldir. Mesela kapıları ta
mamen altın ve gümüş kaplamadır, üzerlerinde kabartma
Kuran ayetleri yazılı kitabeler ve gümüş çivilerin başların
da Yemen akiki ve diğer değerli taşlar vardır. Türbe içinde
çok büyük ve mükemmel avizeler, kubbenin etrafında altın
ve gümüş levhalara yazılmış ağıtlar asılıdır. Duvarların bir
kısmı yeşim denilen taştan ve zemini renkli mermerdendir.
Mezarın üzerinde altın ve gümüşten yapılmış kubbeli bir
kafes olup, içindeki sanduka siyah örtülüdür. Kafesin bir
kapısı olduğundan kilitdan ı Seyyid Cevat Efendi hatırlı zi
yaretçilere bu kapıyı açarak birlikte sandukanın yanına girip
dua eder. Seyyid Cevat Efendi bu fakire de hürmet ve saygı
göstererek o yolda ziyaret şerefine erişmeme aracılık etti ve
matem günlerinde kafesle sandukanın üzerine konması adet
olan siyah örtüden uğur olarak bir parça hediye etti. Tür
benin kubbesiyle minarelerinin alemlerinde her zaman birer
siyah sancak asılıdır. Türbe içinde birçok hoca vaaz verir, zi
yaretçilerin kimisi yüksek sesle ağıt okur, kimisi ağlar ve fer
yat eder. Gerçi ziyaret sırasında ciğer yakan Kerbela olayını
86
hatıriayıp da etkilenip üzülmernek kabil değildir. Türbenin
avlusu dediğimiz yerde birtakım kehribar, akik ve neceftaşı
satıcıları ve tespihçi sergileri vardır. Birçok Arap kadını da
hurma yaprağından yapılmış hasır yelpazeler satar.
Şiilerin Kerbela'ya çok sayıda cenaze getirip defnettikleri
bilinir. Bu nedenle avlunun dört tarafındaki odaların pek ço
ğunda Hint ve İran prenslerinin mezarları vardır. İnsanların
cenazeleri kıl çuval sarılı tabutlar içinde gelir ve avlunun al
tında mağaralar olduğundan bu cenazeler evvela türbe içine
getirilerek mezar-ı şerifin etrafında dolaştırıldıktan sonra o
mağaralara koyulurmuş. Mağaralar her ne kadar geniş ve
büyükse de her sene getirilen cenazelerin fazlalığından dola
yı üç beş senede bir kere boşaltılması gerekirmiş. Çıkarılan
kemikler odun yerine külhanlarda yakılmak üzere hamam
cılar tarafından satın alınırmış.
İmam Abbas (r.a.) Hazretleri'nin türbesi diğerlerinin şek
lindeyse de altın ve gümüşle işlenmiş olmayıp, çeşitli çiçek
resimleriyle süslü ve renkli k:1şi denilen İran işi tuğladandır.
Aralık ayının ikisi Çarşamba sabahı, sokakta bir gürültü
işiterek uyandım. Misafir olduğum evin sokağa bakan pen
ceresi yoktu, fakat balkon gibi bir yere açılır kapısı vardı.
Kapıyı açarak sokağa baktım. Kırk elli kadar Bedevi Arap
ellerinde tüfek, kılıç ve kalkanla mefailün failün vezninde bir
cümleyi tekrar ederek ve jimnastik adımı tarzında durduk
ları yerde sıçrar gibi yürüyerek gitmekteydiler. Önlerinde
hayvan üzerinde eli mızraklı bir de şeyhleri vardı. Bu şeyh
bazen atın başını çekip durdukça Araplar da duruyorlardı,
fakat durdukları sürece kah ileriye kah geriye doğru hare
ket ederek, sıçrayıp söyledikleri cümlenin usul ve ahengini
bozmuyorlardı. Bunlar geçip gittikten sonra başka Arap bö
lükleri aynı tarzda sıçrayıp bağırarak takım takım geçtiler.
Bu gösterinin ne olduğunu ve bu Arapların böyle bölük bö
lük nereden gelip nereye gittiklerini ev sahibinden sordum.
"Meşhur Arap kahramanlarından H ür adlı kişinin şehir ci
varındaki türbesinin bugün ziyaret günüdür. Etraftaki Arap
kabileleri böyle takım takım ziyaretine giderler. Arapların
87
söyledikleri cümle şeyhlerinin şöhretini anlatır veya övgü ve
yüceltmedir. Bu şekilde şeyhlerinin şöhret ve övgüsünü söy
leyerek sıçrarnalarına Araplar arasında 'huse' denir. Şenlik,
ziyaret ve düğün gibi şeylerde bu şekilde sevinçlerini ilan et
mek adetlerinin gereğidir, " dedi.
Rezzaze ve Şefasiye
ı Suriye.
2 Osmanlı alfabesinin otuz dördüncü harfi, "y".
88
makta ve deveye yaklaştıkça ellerindeki değnekleele başına
vurmakta olduklarını görüp Macit'ten sebebini sordum.
" Bu deve hac olmuş," cevabını verdi. Hac olmanın tarifini
rica ettim. "Deve hac olunca bulunduğu yeri ve arkadaşları
nı terk ederek kaçar ve başka bir kafileye katılır. Bağlamakla
zapt olunmaz. İşte böyle başına vura vura sersem ederler.
Artık gidemez," dedi. Hacı devesini bilirdim. Deve hacısını
da burada öğrendim!
Gece içinde yattığını kamış sarifenin tavanından yüzüme
gözüme pamuk gibi bir tür ince tozla su damlaları dökül
mekteydi. Uyku uyumak mümkün olamadı. Şafaktan çok
evvel kalkıp yolumuza gitmek üzere arkadaşlarımı uyandır
dım. Zaptiyelerimiz Şefasiye'nin yolunu bilmezlermiş. Yolu
göstermek üzere köyden Nisab isminde bir Arap verdiler.
Macit'le akşamdan tuz kaçakçılarına dair konuştuğu
muz sırada kendi aşiretinin böyle meşru olmayan işlerde
bulunmadığını ve hatta Şefasiye tuzlasının nerede olduğunu
bilmediklerini söylemişti. Daha garibi iddiasını ispat etmek
için bize yediediği yemekiere tuz koymamışken, ertesi gün
yanımıza verdiği Arap'a Şefasiye yolunu kendisinin tarif edip
göstermesi doğrusu Arapların yaradılıştan gelen zekalarıyla
kıyas kabul etmez bir çelişkiden ve adeta ahmaklıktandı.
Rezzaze'den hareket ettik. Rehberimiz olan Nisab altmış
beş yaşında uzun boylu ve seyrek sakallı bir Arap'tı. Yaya
olarak önümüze düştü. Ortalık henüz ağarmamıştı, hava şid
detli soğuk ve rutubetliydi. Şefasiye tuzlası büyük bir göl ol
duğundan oradan çıkan duman karanlığa eklenince on adım
iterisi görünmez olduğu halde Nisab yolu şaşırmadı. Üç saat
bu halde gittik. Sonra güneş doğdu ve duman yavaş yavaş
yükselip bir çeyrek ilerde tuzla, büyük bir deniz gibi göründü.
Tuzlayı inceledikten sonra saat on bir buçukta oradan
hareketle üç saatte Rezzaze'ye ve bir saat dinlendikten sonra
ezan vakti Kerbela'ya döndüm.
*
89
edildiği ve gönderildiği bilinir. Bunlar türbe içindeki hazine
odasında saklanmaktadır. Dört Aralık Cuma günü Bağdat'a
dönüş için Kerbela'dan hareket etmezden evvel hazinenin
görülmesi mümkünse göstermesini rica için Kilitdar Seyyid
Cevat Efendi'ye haber gönderdim. Kabul edince saat onda
Seyyid Cevat Efendi'nin türbenin avlusundaki odasına git
tim. Önüme düşerek evvela avludaki odalardan birinin
kapısını açıp, " İşte burada seecadeler saklanır, " dedi. İçeri
girdiruse de oda karanlık olduğundan seecadderin top top
raflarda durduğunu tahminle anladım. Fakat bir şey göre
medim. Oradan çıkıp türbenin içine girdik. Burada da bü
yük anahtarlada ve zorlukla bir kapı açarak bir karanlık
odanın daha içine girdik. Bir kenarda iki büyük tahta sandık
duruyordu. " İşte bunlar tamamen altın ve gümüş ve mücev
herada doludur. Üzerieri de Bağdat evkaf muhasebecisiyle
benim tarafıından ortaklaşa mühürlüdür," dedi. Diğer açık
bir sandık daha göstererek, " Bunda da bazı sırma işlemeli ve
altın alemli bayrak ve diğer süslü giysilerle kafesin perdeleri
vardır, " diye önemsiz birkaç parça şey gösterince istemsizce
gülmeye başladım. Bense göreceğim güzel şeylerin anlatma
ya değer olanlarını kaydetmek ve belirtmek için elime bir
defterle bir kurşunkalem almıştım. Güya sandıkların yerin
de olup olmadığını kontrole gelmişim gibi adamcağız zah
met edip bana birkaç kapalı sandık gösteriyordu!
Bu vesileyle türbeyi bir daha ziyaret şerefine kavuştuktan
sonra Hazreti İmam'ın çadır yerini de ziyaret edip, Seyyid
Cevat Efendi'ye veda ederek saat on birde Kerbela'dan hare
ket ve dörtte Müseyyib'in karşı yakasında bulunan Bektaşi
tekkesine inip gece orada konakladım. Ertesi sabah saat altı
da hareketle on iki saatte Bağdat'a vardım.
Tak-ı Kisra
90
merkezi olan Medain haralıesi Bağdat'tan altı saat aşağı
Dicle üzerindedir. Görüp ziyaret etmek üzere iki arkadaşla
Aralık on dokuz Cumartesi akşamı Linç Kumpanyası'nın
Basra'ya giden bir vapuruna binerek gece saat dokuzda Bağ
dat'tan hareket ettik. Mevsim gereği Dicle'nin suları azdı.
Bir buçuk saat kadar yol gittikten sonra Garare denilen ye
rin önünde vapur kuma oturdu.
Bir arızaya uğramaksızın doğru gidilse Tak-ı Kisra'ya
gece saat üçte varılacaktı. Saat beşte sabah olduğu için iki
saat kadar boş çölde karanlıkta ve ayazda beklemek gerek
tiğinden yolda ne kadar geeikiise o kadar işimize gelecek ve
hatta vapurda biraz uyku kestirrnek bile mümkün olacak
tı. Bu nedenle vapurun oturmasına memnun oldum. Lakin
vapuru kurtarmak için etrafa attıkları demirlerle zincirlerin
ve tayfaların gürültüsünden gözümü kapamak mümkün ol
madı. Bir saat sonra kumdan kurtulduk ve saat dörtte Tak-ı
Kisra önüne geldik. Buraya vapur uğramazken kaptanın
bilhassa durup bizi karaya çıkaracağını vaat etmesi üzeri
ne vapura binmiştik. Kendisi gayet nazik ve saygıdeğer bir
adamdı. Birçok izzet ve ikramda bulunmanın yanı sıra vaadi
gereği Tak-ı Kisra'nın önünde durdu ve filikasıyla bizi kara
ya çıkardı.
Dicle'nin sol yakasında bulunan bu yer her ne kadar boş
çölden ibaretse de nahiye merkezi olduğundan bir de müdür
bulundurulmaktadır. Sabaha daha iki saat vakit olmasının
yanı sıra rüzgar sertçe esmekteydi. Biraz ileride görünen mü
dür konağına kadar gidip kapıyı açtırarak orada barındık
ve güneşin doğuşundan sonra Selman-i Pak Hazretleri'nin
türbesiyle Kisra köşkünü ziyaret ettik.
Türbe adi ve harap bir kulübeden ibaretti. Kisra köşkü
tuğladan yapılmış gayet büyük bir binadır. Ortasında yet
miş beş ayak yüksekliğinde ve kırk ayak genişliğinde bir tak
vardır, dört saatlik mesafeden görünür. Duvarların sandal
dedikleri rayihalı ağaçtan yapılmış hatılları bugün abanoz
halini almıştır. Hazreti Peygamber'in uğurlu doğumu sıra
sında çatlamış olan yeri durur ve görülebilir. Bu köşkün
91
etrafında Medain harabelerinin kalıntıları vardı. Harabeler
arasında mozaik işledikleri küçük ve renkli taş parçaları
buldum.
Tak-ı Kisra'dan kara yoluyla dönmek üzere Bağdat'tan
hareketimiz sırasında hayvanlarımızla kahvaltımızı ısmar
lamıştık. Saat dokuzda geldiler. Yemekten sonra yarımda
hareket ettik. İki buçuk saat ilerde Dicle'ye dökülen büyük
nehirlerden Diyale Nehri'ni kayıklada geçip güneş batarken
Bağdat'a vardık.
*
Fehame
92
Hille
93
yatağını değiştirmesinden dolayı Hille'nin önünden geçen
asıl yatağında pek az su kaldığından pek çok hurmalık kuru
maya yüz tutmuş, ahali göç girişiminde bulunmuşken suyu
eski yatağına çevirmek için devlet tarafından altmış bin lira
harcanarak bir set inşasına girişilmiştir.
Babil
Kifl ve Kôfe
94
le Hızır Aleyhisselam'ın makamını ve Araplardan kalma bir
cami harabesini ziyaret ettikten sonra mavna büyüklüğünde
bir tarradeye binerek Kfıfe'ye gitmek üzere Kifl' den hareket
ettim. Kifl köyü asıl suyun geçtiği kanaldan uzaksa da daha
önce anlatıldığı üzere Fırat'ın suyu Hindiye tarafına doğru
mecra değiştirdiğinden dolayı buradan geçen kanala sığma
yıp etrafını istila etmişti. Bu nedenle Kifl'le KGfe arasında
adeta büyük kollar ve adalar meydana gelmiştir. Akımının
şiddeti dolayısıyla bir buçuk saatte Kfıfe'ye vardık. Suyun
yüzü Necef-i Eşref ziyaretine giden kadın erkek birçok Arap
ziyaretçiyi taşıyan kayıklada doluydu.
Klıfe bugün birkaç dükkanla beş on kamış haneli bir
hurmalıktan ibarettir. Necef-i Eşref'in iskelesi olduğundan
orada ziyaretçiler için daima birkaç hayvan bulunur.
İskeleden bir çeyrek ilerde ashab-ı kirarndan bazılarının
mezarlarıyla İmam Ali keremullahu veehel (r.a.) Hazretle
ri'nin mutlu evini ve Hazreti Fatıma'nın (r.a. ) ekmek pişir
diği fırın ve İmam Hasan ve İmam Hüseyin (r.a.) Hazret
leri'nin eğitim gördükleri okul gibi kalımıların ve mübarek
yerlerin bulunduğu malıali ziyaretten sonra bir buçuk saatte
Necef-i Eşref'e vardım.
Necef
"Allah yüzünü şerefli kıls ın" anlarnındaki bu söz Hz. Ali'nin adı anıl
dığında söylenir.
2 Şehit düşülen yer.
95
rat'tan yararlanmak mümkün olamadığından ziraat ve çift
çilik yapılamamaktadır. Kale içinde sadece evler ve başka
binalar olup bağ ve bahçe yoktur.
O gece Düyiln-ı Umfuniye memuru Abbas Efendi'nin
evinde kaldım ve ertesi Çarşamba günü sabahtan Hazreti
İmam'ın meşhedini ziyaret ettim. Türbe ve avlu İmam Hüse
yin (r.a.) Hazretleri'nin türbesinin biçim ve tarzında olmakla
beraber dış duvarlarının üzerinde mineli levhalar vardır. Tür
benin iç kısmında pencerelerden birinin içinde İran şahların
dan Muhammed Şah Kaçar'la eşi gömülüdür. Bu mezarların
üstüne yekpare balgami taşlar konmuştur ve bu taşların üzeri
kabartma resim ve yazılada sanatlı surette nakışlıdır. Kerbela
gibi Necef'e de İran'dan cenaze getirilip defnedilir. Türbe ve
avlunun içi ve memleketin her tarafı Arap ziyaretçilerle do
luydu. Çarşı ve pazarı biraz dolaştım ve avludaki sergilerden
bir iki neceftaşı tespih satın aldığım sırada bu taşın madeni
nin burada olmayıp Hindistan'dan geldiğini öğrendim. Daha
sonra öğle yemeği yiyip Kfıfe'ye indim.
Salih Danyal Efendi beni almak üzere kendi tarcadesi
ni Kfıfe'ye göndereceğini vaat etmişti. İskeledeki kayıklar
arasında muntazamca bir tarrade görerek mavi renginden
Danyal Efendi'nin kayığı olduğunu aniayıp bindim ve akşa
müstü Kifl'e vardım. Danyal Efendi bizi evinde misafir etti
ve Zülkifl Aleyhisselam'ın vakfının yöneticisi Hacı Zarb adlı
kişiyi yemeğe davet ederek ikramda bulundu. Ertesi Perşem
be günü Kifl'den hareketle beş saatte Hille'ye vardım, biraz
dinlenip kalıvaltı ettikten sonra akşamı Mahavil Ham'na ge
lerek gece orada kaldım ve ertesi Cuma günü Mahavil'den
doğruca Bağdat'a döndüm.
Bağdat'ta kaldığım sürede yerlilerden görüştüğüm kişiler
arasında Nakibüleşraf Kaymakamıl Seyyid Selman ve bira-
96
derleri Abdurrahman Efendilerle Cemilzade Mehmet Efendi
ve biraderi Mustafa Efendi ve oğlu İsa Efendi ve Haydariza
de Derviş Efendi, Bağdat Müftüsü Zehavi Mehmet Efendi,
Alusizade Şakir Efendi, Paçacızade Abdurrahman Efendi,
Rebiizade Mehmet Bey, Basra eski mutasarrıfı Süleyman
Bey, Baban hanedamndan Hüseyin Bey, Defterizade İsmail
Efendi ve daha başka pek çok kişi tarafından gösterilen ilti
fat ve muhabbete minnettarlık ve şükran duyuyorum.
Dersaadetli, merhum Gözlüklü Reşit Paşa'nın Bağdat
valiliği zamanından beri Irak bölgesinde çeşitli hizmetlerde
bulunarak Bağdat'ta kalmış olan Basra eski mutasarrıfı Yah
ya Nüzhet Efendi, elinde doğduğum bir baba dostu oldu
ğundan kendisiyle tanışıp görüşmüş olmaktan çok memnun
oldum.
97
Çiftçilerin ellerine geçen şey ölmeyecek kadar bile geçimleri
ne yeterli olmadığından fazla bir şey kazanarak toprak satın
alıp da içinde yaşadıkları mülke cidden bağlanamıyorlar.
Zaten hizmetinde bulundukları ağaların toprağında çadır
veya sarife dedikleri hasırdan yapılma evlerde yaşadıkların
dan başları sıkışınca çadır ve sarifelerini toplayıp kolaylıkla
şuraya buraya dağılıyorlar. Bu nedenle Irak bölgesinde nüfus
artışı şu halle mümkün değildir.
Toprağın verimine gelince bir buğday tanesinden seksen
doksan tane alınır. Hal böyleyken dışarı zahire sevk ederek
ticaret yapan yok gibidir.
Diyarbekir ve Musul vilayetleri de dışarıyla zahire tica
retinden yoksundur. Bu memleketlerde zahire ticareti fazla
mahsulü ambara koyarak civarda bir yerde kıtlık çıktığında
oraya gönderip kıymetinin birkaç katına satınakla sınırlıdır.
Gerçi Diyarbekir'le Musul'un denize uzaklığına bakarak
zahire ticaretini civar memleketlerin ihtiyacıyla sınırlarna
larına diyecek yoksa da Bağdat ve Basra deniz taşımacılı
ğından yararlanan vilayetlerden olmasına rağmen toprağın
şu verimliliğinden ve memleketin ihracata uygun durumda
olmasından yararlanılmaması doğrusu üzücüdür. Basra'nın
başlıca mahsulü hurmadır. Bu yüzden memlekete yıllık yüz
elli bin liradan fazla akçe girdiği halde hurma ihracatı bile
yabancı tüccarlar tarafından yapılır. Eğer Avrupa ve Ame
rika'dan özel vapurlar gelip de hurma almasalar yerli ahali
malını satmanın yolunu bilemeyerek çürütür.
Irak'ın tarım ürünleri ara sıra çekirge belasına uğrar.
Çekirge ortaya çıktığında hükümet toplatmakta kusur et
memekteyse de bunun tamamen imhası bıraktığı tohumları
yok etmeye bağlı olup, tohum bıraktığı yerleri bulmak ise
çölün genişliği yüzünden imkan dışıdır. Bununla beraber çe
kirge afetine uğrayan senelerin mahsulü bile ahalinin ihtiya
cına yeter de artar.
Vaktiyle Dicle ve Fırat arasındaki Mezopotamya denilen
arazi tamamen ekiliyken bu nehirler kabardığında sular ara
ziyi sulamak için kanallara gidermiş. Bugün nehirlerden su
98
alan kanallar pek az olduğu için sular tabii ki yataklarına
sığmayıp taşmakta ve aşağılara doğru pek çok göller ve ba
taklıklar meydana getirmektedir.
Bu su baskınlarının sahildeki köy ve kasabalara ve özel
likle Bağdat şehrine her sene büyük zarar ve hasarı oluyor.
Bağdat'ın sudan korunması sahil boyu inşa edilmiş olan set
Ierin dayanıklılığına bağlıdır, ama bu setler toprak yığıntısın
dan ibaret olduğu için her sene güçlendirilmesi için büyük
miktarlarda paralar harcanır. Öyleyken yine su fazla taşınca
setleri yıkar veya setlerden ileri uzak bir noktadan çölü basıp
arka taraftan memleketi kuşatır.
Suların maddi olarak verdiği şu hasarı halk sağlığı için
de büyük bir tehlike takip etmektedir. Şöyle ki: Baskından
sonra suyun çekildiği arazide balık ve kurbağa gibi birçok
hayvan kaldığından bunlar tabii ki telef olarak güneş ısısının
etkisiyle kokuşmakta ve her zaman sıtmaya yol açmaktan
başka, bazen veba ve kolera gibi bulaşıcı hastalıkların orta
ya çıkmasına sebep olmaktadır.
Su baskınlarının ekiniere faydası yalnız araziyi sulama
sından ibaret olmayıp asıl tarlalara bıraktığı "dehle" denilen
çamurundadır. Şöyle ki ziraat zamanı çiftçiler gayet hafif ve
küçük bir sabanla toprağı biraz hareketlendirerek tohum sa
çarlar. Tohumlar adeta toprağın yüzünde durur gibidir. Su
baskının getirdiği delıle tohumların üzerini örter.
Irak'ın tarım ürünlerinden kavun, karpuz, pancar, hıyar,
kabak, bamya, şalgam ve fasulye gibi şeyler pek büyük ve
bol olur ve bataklıkların çokluğu yüzünden büyük miktarda
pirinç yetiştirilir.
Bağdat'ın zanaatı başlıca dokumacılıkla sınırlı gibidir. Bu
yüzden pek çok kişi geçimini dokumacılıktan sağlar ve birta
kım tacir Hicaz'a ve başka memleketlere Bağdat dokumala
rını göndererek ticaret yapar. Bu dokumalar ipek çarşaf, kefi
ye, aba, cicim, abani ve iplik alacasıdır. Bununla beraber ipek
ve pamuk Hindistan'dan gelmese çulhalarınl elleri böğründe
99
kalır. Dokuma tüketiminin çokluğuna ve önemine bakarak
iplik fabrikalarına şiddetle ihtiyaç varken böyle bir fabrika
kurmaya kimse tarafından teşebbüs edilmemesi eleştirilmeye
değerdir. Zira bu gibi ihtiyaçlar için önemli şirketler teşkiline
gücü yetecek Bağdat'ta hayli sermaye sahibi vardır. Özellikle
bu fabrikaların çok kazanç getireceğine Şüphe istemez. Çün
kü ipek ve pamuk gibi gerekli olan hammaddeyi yetiştirmeye
Irak'ın iklimi ve toprağının çok müsait olmasından başka Sa
lahiye ve Hit taraflarında büyük kömür madenieri de vardır.
Ne çare ki bizde her şey görenek olduğundan görülmemiş bir
şeyin kurulmasına kimse girişrnek istemez.
Bağdat dokumalarının en güzellerinden olan çatma ve
Horasan kadifesi döşemelikler artık yapılmaz hale gelmiş
tir. Vaktiyle bu şeyleri üreten ve satanlara mahsus olan ham
görmeye gittim. Hanın yüz kadar oda ve dükkanından topu
sekiz on tanesi açık ve geri kalanı kapalıydı. Bu açık olan
dükkaniarda da çatma ve kadifeden eser yoktu. Bir iki tane
sinde iplikten yapılmış döşemelik bulabildim. Diğerlerinde
ise Hint ve Çin kumaşları satılıyordu. "Çatma ve kadife ya
pan kimse yok mudur? " diye sordum, "Şimdi böyle şeyler
yapılmaz. Bugün çatma ve kadife yapabilen bir kişi hayat
tadır, ama yaşlı olduğu için dükkanını ve tezgahını kapadı,
evinde oturmaktadır, " dediler. Doğrusu çok üzüldüm.
Dokumacılıktan başka deri ve sahtiyan üretimi, saraçlık,
kuyumculuk ve demircilik gibi Osmanlı memleketlerinin her
tarafında bulunan zanaat burada da varsa da diğer yerlerde
görülenlerden farklı değildir. At ticareti daha önce anlatıldı.
Koyun ve inek gibi hayvanlar boldur. Koyunlar senenin her
mevsiminde yavrular.
Meyve ürünlerine gelince en başiısı hurmadır. Hurma
nın altmıştan fazla çeşidi vardır. Bazı çeşitleri kurutulup da
saklanamaz. Tazeyken yenir ve tüketilir. Bu tür hurmalar ve
örnek olarak hastavi ve sükkeri ve malıtum denilen cinsleri
olağanüstü hoş ve dayanıksızdır. Portakal ve limon çokça
olursa da mevsimi geçtikten sonra bulunmaz. Üzüm yok gi
bidir. Bağdat'a bağlı Horasan kazasındaki Halis bölgesinde
100
parmak üzümü cinsinden, görünüşü gayet güzel ve taneleri
büyük Dese'l-Anz isminde bir üzüm olur, ama suyu ve lez
zeti yoktur. Horasan kazası Bağdat'ın meyve bahçesi sayılır.
Yine bu kazaya bağlı Şehrihan nahiyesinde çıkan nar benzeri
görülmemiş denecek kadar büyük ve lezzetlidir.
101
Bağdat'ta suyu gayet serin tutan bir tür topraktan testi
ve bardak yaparlar. Testilere "tunke" ve bardakiara "şer
be" denir. Bunlar gündüzleri serdahiarda "zenbur" dedik
leri çukurlara ve akşamdan sonra damlarda duvarların
üstüne konur, zenbur da rutubetin ve damda akşamdan
sonra esen serin rüzgarın etkisiyle suyu buz gibi soğutur.
D icle'nin suyu süzgeç taşlarından geçirildikten sonra çok
lezzetli ve hafif bir sudur. Bir de belediyenin idaresindeki
vapur makinesiyle işletilen bir buz fabrikası vardır, yaptığı
buz sıcaklık kırk sekiz elli dereceye vardığı zamanlarda ve
özellikle yaz ramazanlarında Bağdat'ta bulunanlara doğru
su taze hayat verir.
Geceleri damlarda karyolalarda açıkta yatılır. İlkbahar
da Dicle'ye yakın olan bahçeler arasında bulunan evlerde
sinek ve böcek gibi çeşitli başereler damlarda fenerierin ışı
ğına milyonlada hücum ederek insanı rahatsız ederler. Bu
nedenle bu başeratın çıktığı ve devam ettiği sürece yemeği
günbatımından önce yemek, fenerierin aydınlığından uzak
oturmak ve karyolalara cibinlik koymak mecburiyeti var
dır. Yazın sıcağı bu hayvanları yaşatmadığından sıcaklar ar
tınca telef olurlar. Ondan sonra damlarda oturup yatmak
hoş olur. Zira geceleri daima serin rüzgar esmekle beraber
gökyüzünde yıldızların ve özellikle mehtabın ve damlarda
yanan fenerierin görünüşü çok güzeldir. Gündüzleri sıcaktan
çekilen sıkıntı unutulur.
Vaktiyle Politika Müdüriyetiyle iki sene kadar Bağdat'ta
bulunmuş olan Müze-i Hümayun Müdürü Harndi Beye
fendil Bağdat'ın sıcağını tarif için, "Bu memlekette yazları
rafadan yumurta yenemez. Çünkü yumurta tavuktan çıkar
çıkmaz hazırlop olur," der. Gerçekten Bağdat'ta yazları dai
mi surette kırk dörtten kırk sekiz dereceye kadar sıcak olur.
Temmuz içinde elli dereceye kadar çıktığı da görülmüştür.
Bununla beraber yaz mevsiminde asla rutubet olmadığından
Meşhur ressam Osman Harndi Bey 1 869 yılında Vali Mithat Paşa'nın
teklifini kabul edip iki yıl süreyle Bağdat'ta Vilayet Yabancı İşleri Müdürü
olarak çalışmıştır.
1 02
hiç rahatsızlık vermez. Hamam sıcağı otuz altı dereceyken
insanı bunaltır ki sebebi rutubettir.
Bağdat'ın akrebi haziranda çıkıp ekime kadar bulunur.
Bu hayvan gündüzleri görünmez. Yalnız karanlık basınca
meydana çıkar. Evlerin serdablarıyla avlularında ve sokak
larda gezer ve bazen odalara girer. Damlarda görünmesi pek
nadirdir. Üzeri toprak döşeli damlarda bazen çıkarsa da tuğ
la döşeli olan damlarda yoktur. Bu hayvan şaşılacak şekilde,
adi beyaz tahtadan yapılmış kerevetlere asla çıkmaz. Gece
leri sokaklarda toprak üstünde yatan bekçilerin akrepten
korkmamaları şaşırtıcıdır. Besbelli bu adamların derileri ve
ayaklarının nasırları tahta gibi sertleşmiş oluğu için ya akrep
sokamıyor veya kendileri akrebin soktuğunu hissetmiyor.
Bağdat'ın düğün törenleri de garip adetlerindendir. Avam
düğünlerinde gelinin yüzyazısı ı gününden bir gün önce gü
veyinin evine çeyizi taşınır. Taşınan eşyaların önünde kalaylı
bakırdan büyük bir su güğümü gider. Arap kadınları evleri
nin ihtiyacı olan suyu nehirden bakır güğürnlerle kendileri
taşıdıkları için bu güğüm çeyizin önemli parçalarından sayı
lır. Ertesi Perşembe günü yirmi otuz kadar kadın, gelini orta
larına alıp yayan yürüyerek güveyinin evine giderler. Yolda
giderken iki kadın gelinin koltuklarına girer ve bir kız çocuk
gelinin önünde bir ayna tutarak ters yürür. Gelin hem yürür
hem de mütemadiyen bu ayna ya bakar. En önde iki kişi baş
larında bürümcüğe sarılı birer küçük çekmece götürür. Bu
çekmeeelerin çeyizle gönderilmeyip gelinle birlikte gitmesi
para ve ziynet çekmeeeleri olduğu içinmiş.
Zengin takımının gelinleri bu şekilde sokaklarda gezdi
rilmez. Güveyinin evine götürüldükten sonra orada yüzle
ri yazılır. Bunun sebebi de memlekette gelini taşımak için
araba bulunmamasıdır. ( Bağdat'a vardığımda Azamiye
kasabasından şehre kadar arabayla geldiğim daha önce
anlatılmıştı. Bu araba bir tane ve omnibüs tarzında olup
103
Azamiye'yle Bağdat arasında ziyaretçileri taşımak için bir
araba şirketi kurulmak üzere Hidayet Paşa tarafından ör
nek olarak getirtilmiştir. Memlekette ondan başka kira
arabası yoktur. ) Fakat tersine güveyiler alayla gece sokak
larda gezdirilir. Bu alaya "zeffe " derler; bir, bazen iki takım
çalgı, davul, zurna ve rakkaselerle birçok fanus, fener ve
meşalelerden ve özellikle eski usulde mumlarla donatılmış
tablalardan oluşur.
Hıristiyan düğünleri de tuhaftır. Gelin alınacağı gece
güveyi takımı gelinin evinde toplanır, iki taraf şarkı ve bes
telerle opera tarzında konuşur, pazarlık ederler ve gelini gö
türürler.
Bağdat'ta birkaç türlü saz ve çalgı bulunur. Birincisi ava
mm rağbet ettiği davul ve zurnadır. Bayramlarda veya bir
zeffe alayı sokaklarda dolaşırken bu davul zurnacılar me
murların ve hanedandan tanınmış kişilerin evlerinin önünde
durup " Çevre yanım bağ olsun, filan ağa sağ olsun" diye
Türkçe bir beyti tekrar tekrar söyleyerek bahşiş isterler. İkin
cisi santur, rebap ve dümbük, yani darbukadan oluşan ince
sazdır. Lakin söyleyenierin seslerinin çok fena olmasından
başka, haykırır gibi bağırırlar. Üçüncüsü de Yahudi cemaa
tinin fakir çocuklardan teşkil etmiş oldukları bir bando mı
zıkadır.
Bağdat'ta sıcak mevsimde cenazeleri gece defnederler.
Henüz evlenmemiş gençlerle bakirlerin cenazelerinin önün
de def ve kudüm çalarlar ve kadınlar kabristana kadar gi
derler. Cenaze çıkan evlerde kadınlar arasında bir hafta
hatim töreni yapılır. Bu tören ücretle tutulan birtakım ağ
layıcı kadınların vefat eden adamın övgüsünü ilahi tarzında
okuyup feryat etmelerinden ve toplanan komşu kadınlarının
göğüslerine vurarak " helhele" dedikleri "Lülülülü! " diye
bağırmalarından ibarettir. Ağlayıcı kadınlar ilahileri vakit
vakit okuduklarından arada kahve, şerbet ve nargiteler içilir
ve gülerek eğlenerek sohbet edilir. Her sene Ramazan-ı şeri
fin birinci gecesi o sene içinde cenazesi olanların evlerinde bu
matem töreni yapılır.
104
Saferl ayının son çarşambası bütün Bağdat ahalisinin
tatil ve şenlik günüdür. İsmine Çember Suri2 derler. O gün
hükümet dairelerinde bile yerlilerden kimse bulunmaz. İs
lam ve Hıristiyan, herkes şehir dışına ve balıçelere çıkıp yiyip
içerler. Buna Çember Suri diye manasız bir isim takılmış ol
masının sebebini anlayamadım ve her kime sordurnsa man
tıklı bir cevap alamadım.
Bağdat'ta palikarya tarzında baldırı çıplaklara " Ebu
Casım" derler. K harfinin c gibi telaffuz edildiğine bakarak
Ebu Kasım'dan galat olduğu anlaşılıyorsa da bu ismin pali
karya geçinen tosunlara verilmesinin sebebi de Çember Suri
gibi bilinmez.
İran'dan gelen ziyaretçiler arasında birtakun doktorlar
la fal bakıcılar vardır. Falcılar " Kavval! 3 Fettah-ı fal! " 4 diye
bağırıp gezerler. Bunların bir zararı olmadığı için mesleklerini
yapmalarına diyecek yoksa da doktor geçinen cahillerin, sırt
larında bazı ilaçlar olan birer çekmeceyle "El hekim! " diye ba
ğırarak sokaklarda dolaşmalarına izin verilmesine şaşırdım.
105
ra bu bölgede şiddetli yağmurlar yağar. Bu nedenle Halep'e
kadar Fırat boyu yirmi yirmi beş günlük mesafede geceleri
çadır altında yatarak kara yolculuğu etmek kolay bir şey de
ğildir. Deniz yoluysa tersine bu mevsimde pek rahattır. Çün
kü Hint Denizi'nde yazları haziran başından eylüle kadar
"brasat" dedikleri şiddetli rüzgarlar eserek büyük fırtınalar
çıkarsa da eylülden sonra brasat son bulur ve bütün kış de
niz gayet hoş ve sakin olur.
Eşyaını açık artırınayla satarak adamlarıma izin verip
1888 senesi Ekim'inin on dokuzu Cuma sabahı Linç Kum
panyasının bir vapuruna binerek Basra'ya gitmek üzere Bağ
dat'tan hareket ettim. Arazi-i Seniyye'del geçici bir memuri
yede Bağdat'a gelip o aralık işini tamamlayarak Dersaadet'e
dönmek üzere olan kurmay yarbaylardan Arif Bey de bu
yolu tercih ettiğinden bir hemşeri yol arkadaşı denk gelme
sine memnun oldum.
Bağdat'ta tam üç seneye varan ikametim sırasında pek
çok kişinin sevgi ve ilgisini kazandığım için bu fakide veda
için eşraf, ayan ve memurlardan vapura gelen kişilerin çok
luğundan doğrusu gurur duydum.
Dicle suyunun bu mevsimde azlığından dolayı vapur pek
çok yerde otura kalka akşama kadar ancak Ayvan-ı Kisra
önüne gelebildik. Orada geeeledik Ertesi gün Aziziye önü
ne kadar gidebildik. Daha ertesi günü vapur bir kumluğa
oturdu. Akşama kadar kurtarınayla uğraşıldığından Bagile
adlı yerden ileri gidemedik. Dördüncü gün altı saat kadar sığ
bir yeri geçmeye savaştıktan sonra artık hiçbir yerde durup
oturmaksızın saat dört sıralarında Kutü'I-Amare'ye geldik.
Burası Bağdat'a bağlı bir kaymakamlık merkezidir. Ezandan
sonra Kutü'I-Amare'den hareket ettik. Ertesi akşam Basra'ya
bağlı mutasarrıflık merkezi olan Arnare'ye uğradık ve daha
ertesi Ekim'in yirmi dördüncü ve Bağdat'tan hareketimizin
altıncı günü öğle vakti Fırat'la Dicle'nin birleştiği Kurne adlı
yere gelerek ezandan sonra Basra'ya vardık.
1 06
Basra
107
la Britiş İndiya Kumpanyası'nın acentesine giderek üç gün
sonra Purulya isminde bir vapurun Bombay'a gitmek üzere
Basra'dan hareket edeceğini öğrendim. Basra'dan Bombay'a
yemek dahil iki yüz rupiye, yani on beş lira bedeli olan birin
ci kamara biletini yine Mösyö Klemens'in sayesinde altmış
yedi rupiye noksanına, yüz otuz üç rupiyeye aldım.
Basra Valisi Ferik Şaban Paşa, Aşar'da bir yalıda ikamet
ediyordu. Basra'dan hareket edeceğimiz güne kadar üç gün
bizi evinde misafir etti. Havasının kötülüğüyle meşhur olan
Basra'ya göre Aşar'ın havası güzelse de nasılsa ahali tara
fından henüz rağbet edilmediğinden daha önce sözü edilen
dairelerle tüccar mağazaları, acenteler ve konsolosluklardan
başka burada evler çok azdır.
Basra'da bulunduğum üç gün zarfında şehri gezdim. Her
ne kadar vilayet merkeziyse de on bin kadar nüfuslu, sıca
ğı ve rutubeti fazla, sokakları ve binaları düzensiz, küçük
bir memlekettir. Fakat çok miktarda hurmalıkları vardır,
bu yüzden önemli ticaret meydana gelmektedir. Memleke
tin havasının kötülüğüyle rutubetinden dolayı yaz geceleri
Bağdat gibi evlerin damlarında açıkta yatılamaz. Sıtması da
meşhurdur.
Uroman kıyılarından Basra'ya çok sayıda yelkenli gemi
gelir. Bu gemilerin şekli eski resimlerde görü len kalyonlar
gibidir. Bunların sekizer onar çifte büyük sandalları vardır
ve küreklerinin ucu berber aynası gibi yuvarlaktır. Kürek çe
kerken tayfalarından biri mütemadiyen Arapça gayet güzel
ve etkileyici bir gazel okur.
Basra Körfezi
109
şekilde top atmak orada adetmiş. Muhammere'de vapur
üç saat kadar yük aldıktan sonra hareket ettik. Beş saatte
Şattü'l-Arap'ın sonundaki Fav adlı yerin önünden geçerek
denize çıktık.
Fav, Şattü'l-Arap'ın ağzında sağ tarafta boş ve basit bir
kumluktan ibaretse de nehrin girişine hakim olduğundan
orada birtakım önemli istihkamlar ve bir de telgrafhane ya
pılmıştır. Fav'dan sonra sağ tarafta Kuveyt limanı vardır, ge
miler için önemli ve büyük bir sığınaktır. Daha iterisi birçok
adaları olan Bahreyn Körfezi'dir. Necd bölgesinin Ac i r ve
Katif iskeleleri bu körfezdedir.
Saat üç buçuğa doğru nehrin sarı renkli sularından kur
tularak güzel havayla denizde yolumuza devam ettik. Hava
gayet sıcak olduğu için gece karnarada yatılamıyordu. Yatak
larımızı güverte kaportaların üzerinde serdiler. Açıkta yattık.
Bender Buşehr
1 10
almamız gerektiğini söyleyerek o kadar para istemekte ısrar
ettiğinden memleketin tezkere memurunu bulup da meram
anlatmaya mecbur olduk. Tezkere memuru Hacı Mehmed
İbrahim Han isminde ve aklı başında bir adamdı. İskele me
murunun bu münasebetsizliğinden dolayı özür dileyerek bize
çay ve nargile ikram etti. Şayet vapurun uğrayacağı diğer İran
memleketlerine de çıkacak olursak yine böyle bir muameleye
uğramamamız için elimize açık bir mektup verdi. Kendisine
minnet ve teşekkürlerimizi ifade ederek vapura döndük.
Yapurumuz ertesi gün Bender Buşehr'de akşama kadar
yük aldıktan sonra ezan vakti oradan hareket etti ve bir saat
ileride İngilizlerin İran sularında görevli olan donanmasının
bulunduğu yerde durup bahriye komutanlarından Breken
böri isminde bir kişiyi alarak yine yoluna devam etti. Bu
kişi Maskat limanında bulunan Turkuaz isminde bir İngiliz
savaş gemisinin kumandanıymış. Birkaç lisan bilir, kibar ve
nazik tavırlı bir adamdı. Kendisiyle Maskat'a kadar vapur
arkadaşlığı ettik ve Maskat'la civardaki Arapların durumu
na dair bu fakire bazı faydalı bilgiler verdi.
Lince
lll
Bender Abbas
Maskat
112
pek çok Arap gelip alışveriş ederler. Bu Araplar daima silahlı
gezer. Silahları da birer düz kılıçla birer tüfek ve birer de eğri
hançerden ibarettir. Şehrin sokakları gayet dar, eğri büğrü,
evleri ve dükkaniarı düzensizdir. Arka tarafında bir miktar
düzlükten sonra dağlada ağaçlık ve yeşillik vardır.
Maskat Emiri Faysal bin Türki'nin ikametgahı sahilde
üç katlı büyücek bir evdir ve damının üzerine düz kırmızı
bir sancak çekilmiştir. Yine sahil boyu yabancı tüccarların ve
Amerika konsolasunun muntazam binaları vardır.
Memleketin en önemli ürünü ve ihracatı hurmadır. Hel
vası da meşhur olduğundan teneke kutular içinde büyük
miktarda helva ihracan oluyor. Böyle şöhret kazanmış helva
elbette iyi bir şeydir diye alıp yedim. Adeta gaziler helvası
türünden tezzetsiz bir şey olduğunu görerek şaşırdım. Mas
kat hurması siyah renkte ve çok lezzetlidir. Bozulmaksızın
Amerika'ya kadar taşınabilir. Emirin !imanda biri Sultani ve
diğeri Selam adında iki vapuru duruyordu.
*
113
tiyatro kıyafetleriyle sofraya oturdular. Salonun düzeni, ay
dınlatması ve yemekierin nefisliğiyle müziğin tatlılığı Umman
Denizi'nde Maskat kayalarının önünde bulunduğumuzu bize
unutturdu. Böyle yerlerde bu gibi medeniyet işaretlerine rast
lamak doğrusu hoşa gidiyor. Özellikle Maskat gibi medeni
olmayan bir memlekette tiyatro ve konser izleyip en nadir ve
zarif yiyecekler ve içeceklerle supe etmek hatır ve hayale gelir
şeylerden olmadığı gibi emsali de daha önce olmasa gerektir.
*
Karaçi
114
ğe yakın büyük iskeleye çıktık. Şehir iskeleden uzaktır. İskele
sayılan rıhtımın büyüklüğü ve çeşitli noktalarında birçok
vapurun yük alıp vermeleri ve demiryolu katarlarının geliş
gidişi görülmeye değerdi. Karaçİ günden güne büyümekte ve
genişiernekte olduğundan iskeleyle şehir arasında yeni yapıl
mış büyük ve yüksek binaları ve gayet geniş ve muntazam
caddeleri olan bir yeni mahalleden geçerek arabayla yarım
saatte şehre vardık. Şehir yeni mahalleden daha muntazam
dı. Büyük bir kısmında evler yazlık tarzında, hepsi bahçeler
içinde ve birbirinden aralıklı olduğundan iki yüz bin nüfusu
olan bu memleket bir iki kat daha fazla nüfusu varmış gibi
geniş görünüyordu.
Osmanlı Devleti'nin fahri konsolosluğunu yapmakta
olan Karaçİ ileri gelenlerinden Hasan Ali Babadır adlı kişinin
evine gittik. Ali Babadır bize pek çok ikramda bulunup ağır
ladıktan sonra akşam yemeğine davet etti. Yol arkadaşım
Arif Bey'le beraber memleketin görülmeye değer yerlerini ve
özellikle Banyanların büyük tapınaklarını gezip dolaştıktan
sonra saat dört sularında tekrar Hasan Ali Babadır'la bu
luştuk. Bizi arabasına alarak memleketin bahçesine ve ken
di yardım ve gayretiyle meydana getirilmiş olan büyük bir
İslam medresesine götürüp gezdirdi. Evinde mükemmel bir
yemekten sonra gece yine kendi arabasıyla ve oğullarından
birinin eşliğinde iskeleye gönderdi. Hasan Ali Babadır'ın
evinden iskeleye kadar yarım saat devam eden o güzel ve
geniş caddelerin gaz lambalarıyla iskelede yük indirip yük
leyen vapurların elektrik ışıkları şehrayin gibi memleketi ay
dınlatmıştı. İskeleden bir filikaya binerek vapurumuza gelip
gece !imanda yattık.
Fırtına
115
kırk sekiz saattir. Limandan çıkar çıkmaz başlamış olan fır
tına gittikçe şiddetlenerek gece o dereceye geldi ki vapurda
yemek yemek şöyle dursun dağlar gibi kalkıp da vapurun
üzerine dökülen dalgalardan güvertede durabilmek ve yarım
metre yüksekliğinde dolmuş olan sudan karnaraya gidip de
yatabilmek imkan dışıydı. Bir maşlaha sarınıp karnaranın
merdiven ayaklarının üzerinde parmaklığa tutunarak otur
dum kaldım. Merdiven başı köşk gibi korunaklı bir yerdiyse
de vapura dökülen dalgalar bu köşkün kapısından içeri hü
cum ettikçe duş gibi üzeri mden ve başımdan geçerek aşağıya
akmaktaydı. Karnarama girmiş olan suyun içinde yol san
dığırnın yüzdüğünü olduğum yerden görüyordum. Yapurda
Basra ve Muhammere'den yüklenmiş yüz kadar at vardı.
Şiddetli dalgaların bu biçare hayvanlardan ara sıra bir iki
sini alıp denize götürdüğünü merdivenin penceresinden gör
dükçe dalgalar merdiven köşkünü de benimle beraber alıp
götürecek diye olağanüstü bir korku içindeydim.
Kamaradaki yatakların başuçlarında mantardan yapıl
ma birer can kurtaran gömleği asılıydı. " Denize düşen yıla
na sarılır" diye bu gömlek lerden bir tanesini giyrnek istedi
ğim halde kamaradaki suların içinde yuvarlanıp boğulmak
tehlikesi o gömleği almaya mani olduğundan büsbütün ha
yattan ümidimi kestim. Vapur batarsa mantar gömlekle de
nizin üstünde kalanları Hint Denizi gibi büyük bir denizde
acaba kim görüp de kurtaracaktı ! Öyle dehşetli ve ümitsiz
bir hal içinde burasını akıl edecek ve batınma getirecek ha
lim yoktu.
O gece ve ertesi Perşembe günüyle gecesi bu halde geç
ti. Daha ertesi Cuma günü şiddetli bir yağmur gelip havayı
ve denizin dalgalarını biraz değiştirip sakinleştirdiyse de yine
vapur içerisinde yürümek ve hareket etmek mümkün değildi.
Bu fırtınayla gece yarısından önce Bombay limanının fener
leri göründü ve bir saat sonra !imanın ağzında bekleyen bir
vapurun rehberliğiyle içeri girebildik. Bugün öğle vakti Bom
bay'a varacakken fırtınadan dolayı kırk sekiz saatlik mesa
feyi altmış saatte kat etmiş olduk. Bu mevsimde Hint Deni-
1 16
zi'nde böyle şiddetli bir fırtınanın çıkışı ve özellikle tam rfız-ı
kasıma 1 rastlaması olağandışı ve şaşırtıcıydı. (İçinde sekiz
yüz yolcuyla Karaçi'den hareket eden bir vapurun bu fırtına
da batıp kaybolduğu sonradan Bombay'da haber alınmıştır. )
Bombay
117
Gece vapurdan bir filikaya binerek Apolobender is
mindeki iskeleye çıkıp iskeleden on dakika ileride ve yine
o isimde bir otele indim. Fırtınanın neden olduğu üç gün
lük heyecanla uykusuzluktan karnıının açlığına bakınayıp
hemen yattım ve ertesi günü öğle vaktine kadar uyudum.
Yol arkadaşım Arif Bey Atebat-ı Aliyye'yil ziyaretten dö
nen Hintlilerden vapurda dostluk kurmuş olduğu bir kişi
nin evinde misafir oldu. Öğleden sonra Osmanlı Devleti'nin
Bombay Başkonsolosu İsmail Bey'in Malabarbil denilen ve
Bombay'ın bir çeşit sayfiyesi sayılan yerdeki evine giderek
kendisiyle görüştüm.
Bombay'dan Akdeniz'e giden vapur eksik değilse de
çektiğim fırtınanın dehşetiyle artık olur olmaz vapura binip
de Hint Denizi'ni bir kıtadan öbür kıtaya geçmeye cesaret
edemedim. Özellikle buraya kadar gelip de Hindistan'ın gö
rülmeye değer şeylerini görmeksizin ve usul ve adetlerini an
lamadan gitmek makul değildi. Peninsular Kumpanyası'nın
bir hafta sonra hareket edeceği söylenen büyük bir vapuru
nu bekleyip Bombay'da kalmayı tercih ettim.
Yapurda fırtına esnasında su içinde kalmış olan sandığı
mı açarak rutubet çeken eşyayı kurutmak içın oteldeki oda
ma serdiğim sırada Başkansalos İsmail Bey'in rehber ve ter
cüman gibi hizmette bulunmak üzere tavsiye etmiş olduğu
Bağdatlı (ismini hatırlayamadığım) bir adam bu eşya arasın
da bulunan ipekli bir İran seecadesini görüp, " Burada İngi
lizler bu seecadeye hayli para verirler, eğer satmak isterseniz
bazılarına göstereyim," dedi. Seccadeyi dört liraya almıştım.
Tercümanın kırk elli liraya doğru satılabileceğini söylemesi
ne tamalı ederek kendisine teslim ettim. Seccade şurada bu
rada dolaşarak Bombay'dan hareket edeceğim güne kadar
dönmedi ve hareket günümde "kayboldu" cevabı alındı!
Davaya kavgaya vakit yok. İsmail Bey de bu işten pek fazla
malıcup olduğu için ses çıkarmamaya mecbur oldum, ama
doğrusu bu dolandıncılığın acısını hala unutamadım.
*
118
Bombay şehri bugün yüz bin nüfuslu büyük bir kenttir.
Çeşitli kısırnlara bölünmüş olan ahalisi İslam, Parsi, Ban
yan ve Hindu'dur. Bunlardan başka bir grup da Portekiz
liler vardır.
İslam
Parsiler
119
Bombay'da Parsilerin kartallara yedirmek üzere ölülerini koydukları kale.
B anyanlar
121
Bombay'da iş göremez hayvaniara mahsus Pincarapol adlı yer.
122
Bombay'dan Sanyanların cenazelerini yaktıklan yer.
1 23
dan aldığım bir izin belgesiyle bir gece Sanyanların cenaze
yakmalarını görmeye gittim. Dört tarafı duvarla çevrili bir
avlu içerisinde birkaç odun kümesi yapıp cenazeleri bunla
rın aralarına yatırdıktan ve üzerlerine biraz petrol döktükten
sonra ateş veriyorlar. Ardından mezarcılar ellerine darbuka
türünden birer defle (gemi demirlerinin zincirleri gibi ses çı
karan) ziller alarak ateş sönünceye kadar çalıyorlar. Cenaze
terin yakılması sırasında akraba ve yakınlarından kimse bu
lunmuyor. Yalnız birkaç mezarcı bu hizmeti yerine getiriyor.
Avlu içerisinde yanan cenazeterin mavi renkli alevlerinden
başka ortalığı aydınlatacak fener ve kandil yoktur. Tenleri
kahverenginde ve elbiseleri kırmızı renkte olan mezarcıların
iğrenç kokulu bu mavi alevler içinde zebani gibi görünüşleri
ve çaldıkları def ve zillerin müthiş sesleri doğrusu tüylerimi
ürpertti. Odun kümeleriyle cenazeler tamamen kül olduktan
sonra insan kafalarının tüfek atılır gibi patlamaya başlaması
büsbütün hayret ve korkumu artırdı. O gece siniderim tuttu.
Sabaha kadar uyku uyuyamadım.
Bundan elli sene önce Sanyaniardan vefat edenlerin ha
yattaki karılarını da birlikte yakmak adetleri gereğiyken İn
gilizlerin şiddetle yasaklaması üzerine bu vahşilikten vazgeç
ınişlerse de tutucular ve özellikle Brahmanlar bu yasaktan
asla memnun değilmiş. Bugün İngiliz memurları bulunma
yan köylerde ve ücra yerlerde kocası ölen kadınları yine giz
lice yaktıkları rivayet edilir.
Sanyanların tanrı derecesinde kutsal bir sınıf Brahman
ları daha vardır ki bunların tapınaklarda bir hizmeti yok
tur. Yalnız kendi aleminde güzel yaşayan adamlardır. Zen
ginlerin keselerinden istedikleri kadar para alıp harcamak
ve diledikleri evlere girerek arzu ettikleri kadınlarla düşüp
kalkmak gibi şaşırtıcı ayrıcalık ve yetkilere sahiptirler. O
kadınların kocaları bundan tedirgin olmadıkları gibi böyle
bir şerefe erişmelerinden dolayı mahalleleri içinde kendileri
ne gıpta eden konu komşuya karşı övünürler ve Brahmanın
yakınlaşmasından peyda olan çocuk Brahman olarak aynı
hukuk ve ayrıcalığı kazanırmış!
1 24
Hindular
Portekizliler
1 25
ve arka taraflarına takılan birer sırıkla iki kişi omuzlarına
alıp götürür. Yatay uzunlukta ve dikey az yükseklikte camlı
bir kutuya benzer. İçinde bulunan adam uzanıp yatar gibi
oturmaya mecburdur. Avam takımı çifte öküz koşulu iki te
kerlekli adi araba kullanırlar.
Şehrin eski kısmı sahilden uzakça ve yüksektedir. Ora
dan sahile doğru İngilizler tarafından yapılan yeni mahal
lelerde gayet geniş sokaklada meydanlar ve pek büyük ve
muntazam binalar vardır. Bu sokaklardaki ağaçlar o iklime
özgü gayet zarif ve naclide ağaçlardır. Hükümet dairelerinin
binalarının büyüklüğü şaşırtıcıdır. Kısaca büyük demiryolu
garının büyük binasıyla mimarisi elbette Avrupa'da gördü
ğüm gadardan üstündü. İdari binalardan başka yeni ma
hallelerde yapılan konaklar ve oteller yine o ölçüde yük
sek ve muntazamdır. Avrupa eşya ve malları satan pek çok
mağaza bulunduğu gibi birtakım da Çin malları satan ma
ğazaları vardır, bunlarda satılan eşya fiyatının Dersaadet'e
göre düşünülemeyecek kadar ucuz olması dikkat çekici ve
şaşırtıcıydı.
İngilizin yaptığı Furut Market adlı pazar yerinde sebze ve
meyveyle ilgili az bulunur, benzeri olmayan şeyler görülür.
Kısaca muzun pembe, sarı ve beyaz renkte çeşitli türleri ol
duğunu orada gördüm. Amba isminde ve elma büyüklüğün
de gayet büyük çekirdekli Hindistan'a özgü bir çeşit meyve
vardır ki tazesi pek hoş ve lezzetli olduğu gibi turşusu da pek
nefis olur. Bu sebze ve meyve pazarının yanında kuş, papa
ğan ve maymun gibi hayvaniara mahsus bir pazar yeri daha
vardır. Burada rengi ve şekli görülmemiş zarif ve gönül çalıcı
kuşların ve papağanların her türlüsü satılır. Bu iki pazar yeri
yeni mahallelerin sonundadır. Ondan sonra eski mahallelere
girilir. Burada Hindistan ürünleri ve dokumalarının her tür
lüsü görülür. Gümüş ve altın eşya gayet sanatlı biçimde imal
edilir ve garipliklerden biri olarak terazinin bir gözüne altın
ve gümüş eşya, diğer gözüne para konulup o şekilde tartılıp
satılır, yani gümüş ürünler gümüş parayla ve altın ürünler
altın parayla tartılıp madeni pahasına satılır. Halbuki ayarca
126
farkları pek azdır. İşçiliğiyle ticaretinin nereden çıktığına bir
türlü akıl erdiremedim.
Bombay'da Victorya Garden ısminde bir de hayvanat
bahçesi vardır. Gidip gezdim ve bu iklime özgü birtakım
vahşi hayvanlarla yılan türlerini gördüm.
Bir de şerbetli ve Fransızcada şarmörl dedikleri adarnlar
bu memlekette pek çoktur. Bunlar bir sepet içinde çeşitli tür
ve büyüklükte yılanlar gezdirip halka seyrettirerek birtakım
sanat ve oyunlar yaparlar ki hakikaten müthiş ve harikula
dedir.
Vaktiyle Bağdat'tan Bombay'a göç etmiş olan Davud Sa
son isminde bir Yahudi'nin eseri olarak Bombay'da birçok
iplik ve kumaş fabrikaları vardır. Davud Sason burada böyle
pek çok bayındırlık eseri meydana getirmiş olduğu için İngil
tere devleti tarafından bu hizmeti takdir olunarak büyük bir
heykeli müzeye koyulmuş ve kendisine Sir unvanı verilmiştir.
Çocukları ve onun soyundan gelenler bugün Bombay'ın en
zengin ve saygın kişileridir.
Bombay'da kagir ve muntazam tiyatro görmedim. Mev
cut olan bir iki tiyatronun adi barakadan olmasına şaşır
dımsa da ikiimin sıcaklığının halkın bina içinde saatlerce
kapanıp kalmasına müsait olmamasından kaynaklandığını
anladım. Bu tiyatrolarda Parsi dilinde milli oyunlar icra edi
yorlar. Sahne ve perdeleriyle oyunları sahneleyişleri ( besbelli
İngilizlerden örnek almışlar) tıpkı Avrupa tiyatroları tarzın
dadır.
Memlekette askeri bandodan başka orkestra yoktur.
Hintiiierin milli sazları bizim ince saz türünden tambur ve
kemanla def yerine kullanılan bir tür darbukadan ibarettir.
Bunlardan başka Avrupa'dan gelme armoniflüt kullanırlar.
Müziklerinin perdesi, ahengi, makamı ve şarkı söyleme bi
çimleri tamamıyla Türkistan ve İran usulündedir.
Banyanlardan rakkaseler de vardır. Bunlar çalgıcıların
çaldıkları şarkıları söyleyerek raks ederler. Çengilerin elle-
127
Puna'da fillere çektirilen top bataryaları.
1 28
lene geçene laf atarak meraıniarını anlatırlar. İçlerinde her
ırk ve milletten kadınlar vardır. Hatta Arabistan'dan gelme
birçok Yahudi kadınları bulunur.
Bombay'da şehir dışında develer görülür. Karaçi'de de
görmüştüm. Şimendifer olmayan yerlerden yük taşırlar.
Bombay'a beş saat mesafedeki Puna adlı yer İngiliz askerle
rinin ikametgahı ve Bombay zenginlerinin sayfiyesidir. Bura
da filler top arabası çekme hizmetinde kullanılıyorlar.
1 29
İçi tamamen elektrik ışığıyla aydınlatılıyor. Birinci ka
mara vapurun ortasında ve ikinci kamara kıç tarafındadır.
Salonlarda her türlü çiçekler ve adeta ağaçlada düzenlenmiş
bahçe ve şadırvanlar, vapurun içinde bir hastane, bir pas
tane, bazı gerekli malzemelerin sarıldığı dükkanlar ve çok
sayıda hamam, bir buz makinesi ve bir ibadethane vardı.
Bombay'dan Aden'e kadar bin altı yüz altmış iki mildir.
Bu mesafeyi gökyüzü ve denizden başka bir şey görmeksi
zin, hamdolsun gayet durgun ve tatlı bir havayla dört buçuk
günde kat ederek Kasım'ın yirmi birinde Çarşamba sabahı
erkence Aden'e vardık. İngiliz yolculardan biri Bombay'dan
hareketimizin ikinci günü vefat ettiğinden vapurun tapına
ğında dini tören yapılarak cesedi denize bırakıldı. Ondan
başka keder verecek bir şey olmadı.
Yapurda bulunan dört yüzü aşkın yolcudan yalnız Arif
Bey'le bu fakir Osmanlı ve biri Portekizli ve geri kalanla
rın hepsi İngiliz'di. Bunca halkın içinde bir İngiliz'den başka
Fransızca bilen bulunmaması şaşırtıcıydı. Ara sıra onunla
sohbet ederek, kalan vaktimizi kadın erkek yolcuların gü
vene üzerinde jimnastik yapmak, top oynamak ve piyano
çalmak gibi eğlencelerini seyrederek geçirmekteydik.
Aden
130
i\dl'n 'dl' su hawderi.
131
rüzgarı gittikçe şiddetlenerek o gece ve ertesi gün vapurumu
zu salladıysa da daha ertesi Cuma günü poyraza dönüp ince
yağmurlu sakin bir havayla Kasım'ın yirmi beşinde Pazar
sabahı, yani Aden'den hareketimizden dört buçuk gün son
ra Süveyş'e vardık. Bombay'la Süveyş'in arası üç bin küsur
deniz milidir. Diğer vapurlarta on üç günde kat edilen bu
mesafeyi bindiğimiz Arkadi dokuz günde kat etti.
Süveyş
1 32
Kahire
1 33
İskenderiye
1 34
TüRK EDEBİYA11 KLASiKLERİ DiZİSİ
2. MÜ REBBiYE
Hüseyin Rahmi Gürpınar
3. EFSUNCU BABA
Hüseyin Rahmi Gürpınar
4. INTIBAH
Namık Kemal
5. ŞAiR EVlENMESi
Sinasi
7. KÜÇÜK ŞEYlER
Samipaşazade Sezai
1 0. MAi VE SiYAH
l l . REFET
Fatma Aliye
Mizancı Murat
135
1 3 . ÖMER'iN ÇOCUKLU�U
Muallim Naci
1 4. DOlAPTAN TEMASA
1 5 . G U LYABANi
1 6. SALON KÖŞELERiNDE
Safveli Ziya
1 7. FAlAKA
Ahmet Rasim
1 9. ŞEYTANKAYA Tl LSlMI
20. ÇiNGENE
2 1 . SERGÜZEST
Samipasozade Sezai
2 2 . ZEHRA
Nabizade Nôzım
Mehmet Rauf
Ahmet Haşim
1 36
25. SEYAHAT JU RNAli
Ali Bey
2 8 . ASK-I MEMNU
Sabahattin Ali
Fotmo Aliye
31 . iÇiMiZDEKi ŞEYTAN
Sabahattin Ali
3 2 . KUYUCAKU YUSUF
Sabahattin Ali
137
T Ü R K E D E B İ Y A T I K L A S İ K L E R İ - 25
Tanzimat D ö n e m i 'nde değ i ş m eye başlayan m izah anlayı ş ı n ı n seçki n ve
d i kkate değer kalemlerinden A l i Bey'in D ü y O n - ı U m O m iye m ü fettişi o larak
1 88 5 - 1 888 y ı l la r ı aras ı nda ç ı kt ı ğ ı seyahatin g ü neesi olan Seyahat Jurnali
görd ü ğ ü yerl e r i n coğraf i , demografi k ve k ü ltürel özel l i k l e r i n i aktaran
ö n e m l i bir tan ı k l ı kt ı r . Kendis i n i n , "Bu j u rn a l i n içeriği sadece gözlem l e rden
oluşma ktad ı r . B i r meziyeti varsa o da I ra k gibi uzak m e m l e ketlerin
ve öze l l ikle H i n d istan şeh i rl e r i n d e n baz ı la rı n ı n b u ralarca b i l i n meyen
d u ru m l a r ı n a ve adetlerine dair g e n e l bir f i k i r vermes i n d e n i ba rett i r , " d iye
tan ıtt ı ğ ı Seyahat Jurnali e lbette m iz a h i v u rgudan çok da uzak d eğ i l d i r .
1 1 1 1 1 1 11 11 1 1
9 786052 959688 1 0 TL