Professional Documents
Culture Documents
HAFTA SONU
Bernhard Schlink
�DOGAN
-KITAP
Cuma
ı
Bir kez daha tarlaların üzerinden geçen geniş bir yay çizdi.
Ağır aksak, gevşek adımlarla ve kollarını saliayarak yürüdü.
Annesini New York'tan aramamıştı, geri döndüğünden beri de
henüz aramaınıştı ve annesinin, oğlunun kendisini en son ne
zaman aramış olduğunu hatırlamayacağını bildiği halde suç
luluk hissetti. Annesinin ondan tekrar tekrar daha yüksek ses
le konuşmasını istediği bu telefon ritüelinden nefret ediyordu;
amacı elbette sonrasında vazgeçmek ve pes ederek telefonu
kapatmaktı, böylece sonunda hiçbir şey söylenınemiş olurdu.
Ziyaret ritüelinden nefret ediyordu; annesi ziyaretlerine sevi
niyor, fakat her seferinde hayal kırıklığına uğruyordu, çünkü
Henner'in mesafeliliğini hissediyordu. Ama Henner mesafeli
olmasaydı, onun yanında olmaya ve onun ıstıraplanna, yakın
malarına, suçlamalarına dayanamazdı. Eli ceketinin cebinde
ki telefonuyla oynuyor, bir açıp bir kapatıyor, açıp kapatıyor
du. Hayır, en erken pazar günü arayacaktı.
Saat altıya doğru tekrar konağa, bu kez yan taraftan, mey
ve ağaçlarıyla dolu bir bahçeden, alçak çatısının altında bü
yük bir odun yığını olan küçük bir evin yanından geçerek git
ti. Yan tarafta da bir meşe vardı, bir yıldırım yüzünden küçü
lüp çarpılmıştı. Konağın yanda da bir kapısı bulunuyordu.
Henner ağacın altında durmuş, akşamı seyrederken, Marga
rete kapıyı açtı, ellerini önlüğüne silip, kapının kenarına yas
Iandı ve tıpkı Henner gibi, akşamı seyretti. Kapının yanında
bir çan asılıydı; Margarete birazdan kapıdan ayrılacak, güç
lü, çıplak kollarıyla çanın kısa halatma uzanıp, çanı çalacak
tı. Henner, Margarete'nin kendisini görmüş olduğunu bilmi
yordu. Ta ki Margarete, Henner'in aradaki mesafeye rağmen
onu anlayacağı kadar yüksek sesle ve arkasını dönüp Hen
ner'e bakmadan sorana dek: "Karatavukların düetini duyu
yor musun?" Henner buna dikkat etmemişti, ama şimdi du
yuyordu. Akşam, karatavuklar, kapıda Margarete... Henner
nedenini bilmiyordu, fakat gözleri dolu doluydu.
5
giderdi. Amadeliktc havai bir şeyler vardı, her şeye ama her
şeye açıktı. Yoksa bundan korkuyor muydu? Christiane ha
zırlığı ve sakinliği onun yüzünde, dikkatli gözlerinde, ince
dudaklarıyla büyük ağzında ve belirgin çizgileriyle çenesinde
görüyordu.
"Gözlerini bozacaksın."
Henner kitabı indirdi. "Hayır, bu bize çocukken öğretiimiş
olan yanlış gerçeklerimizden biridir, tıpkı yanıklar için yağ
ve ishal için kömür kullanmak gibi."
"Ne okuyorsun?"
"Bir roman. Bir kadın gazeteciyle bir erkek gazeteci hak
kında, onların rekabeti, aşkı, ayrılığı." Kitabı üzerinde mu
mun durduğu, yatağın yanındaki sandalyeye bırakıp güldü.
"Bu kitabı yazan kadın ve ben bir zamanlar beraberdik, o
benden kitap hakkında konuşmaını istemeden önce, onun be
nim hakkımda yazmış olup olmadığını bilmek istiyorum."
"Yazmış mı?"
"Evet, ama şimdiye kadar bunu benden başka hiç kimse
fark etmemiştir."
Christiane sormadan önce tereddüt etti. "Ayakucuna otu
rabilir miyim? Böylece duvara yaslanabilirim."
Henner evet dereesine başını salladı ve bacaklarını kendi
ne doğru çekti. "Lütfen." Sonra hiçbir şey söylemeden, dik
katle Christiane'ye baktı.
"Onu sadece öylesine söylemedim. Senin neyi bilmek iste
diğini gerçekten bilmiyorum."
Henner ona şüpheli gözlerle baktı. "Christi ane!"
Ama Christiane ona ciddi bir bakışla karşılık verdi. "O za
manlar öyle çok şey oldu ki."
Henner onun söylediklerine inanamıyordu. Christiane o
yazı, kendisinin yaşamış olduğundan bu kadar farklı mı ya
şamıştı? O yaz, kendisi için olduğu gibi, Christiane için de
aşklarının yazı değil miydi?
71
bir ucunu musluğa takıp, diğer ucunu leğenin içine koydu. Ör
tünün altındaki büyük bidona baktı. "Umanm yeterince su
yum vardır, aksi takdirde dışan çıkıp, tulumbayı çalıştırmak
zorundasın." Su leğene dolarken, içine biraz deteıjan koydu.
"Pantolon böyle temizlenecek mi?"
"Hiçbir fıkrim yok. Ben çamaşırlarımı çamaşırhaneye gö
türüyorum." Yere çömeldi ve su köpürene kadar pantolonu
ovalayıp çitiledi. "Biraz yumuşamaya bırakalım mı, ne der
sin?" Doğrulmak istediyse de acı dolu bir sesle tekrar dizleri
nin üzerine çöktü. Henner ona doğru eğilip, kolunu beline do
ladı ve ayağa kalkmasına yardım etti. Tıpkı bir ağaç gibi, di
ye geçti Henner'in aklından, bir ağacı kucaklayıp doğrultur
gibiyim. Margarete nihayet dik durabildiğinde Henner'e gü
lümsedi. "Ağrının sebebi disk. Ona hiç dikkat etmedim. Ceza
olarak yerinden oynadı."
Henner'in kolu ha.la Margarete'nin belinde duruyordu. Ko
lunu çekerken, çekmek için bu kadar uzun süre beklemiş ol
ması onu utandırdı. "Ameliyat edilemiyor mu?"
"Evet, edilebiliyor, ama belki ameliyattan sonra öncesine
nazaran daha kötü olurum." Meraklı gözlerle Henner'e baktı.
"Ne yapacaksın?"
"Neyi ne yapacağım?"
"Jörg'ün sorusunu."
"Ona bunun doğru olmadığını anlatacağım. Ben onu hapis
haneye yollamadım, polise hiçbir şey söylemedim."
"Emin misin?"
Henner kahkahayı salıverdi. "Böyle bir şeyi kesinlikle
unutmam. Evet, o günlerde zaman zaman kendi kendime, bir
gece Jörg kapıma gelir ve benden kendisini polisten saklama
mı isterse ne yaparım, diye sordum. Bu soruya uzun zaman
kesin bir cevap veremedim. Farklı zamanlarda farklı şeyler
düşündüm. Sonunda çelişkili düşünceleri bir kenara bırak
tım ve Jörg'ü bir geceliğine evime kabul etmeye, ertesi sabah
1 00
Jan yol boyunca yürüdü, park etmiş çok sayıda arabanın ya
nından geçti, diğerlerine göre daha eski, beyaz bir Toyota bul
du, camını bir taşla kırdı, arabaya bindi, düz kontak yaparak
çalıştırdı ve sürdü. Burası onun şehriydi, her köşesini bilirdi.
Otobana çıkıp, yoğun trafiğe daldığmda, çantayı açtı ve içine
baktı. Kendisi için çantaya bir Alman pasaportu koymuşlardı;
ayrıca elli Marklardan oluşan bir banknot destesi, kurşunlarıy
la birlikte bir silah ve üzerinde tarih, saat ve bir telefon nurna
rası yazan küçük bir kağıt. . . Ertesi sabah saat yedide telefon et
mesi gerekiyordu; telefon numarasını ezberledi, kağıdı yırtarak
küçücük parç&lara ayırdı ve her bir parçayı teker teker hızla gi
den arabanın camından dışarı atarak, rüzgarda savrulrnaya bı
raktı. Otoban kenarındaki bir dinlenme tesisinde arabayı park
yerinin en sonuna park etti, bir oda kiraladı ve saat altı buçuk
ta uyandmimak istediğini söyledi.
Önündeki hayatı düşündü. Erişmeyi ve eriştiğinde soluk al
mayı umut edebileceği bir hedefi olmayan, kaçış üzerine kuru
lu b1r hayat... Ama sebep, ister uyutulduktan sonra bir daha
uyanarnama korkusunun gücünü artık korkarnayacağı kadar
tüketmiş olması, isterse yeni hayata atılan adımla eski korku
ların tesirlerini yitirmiş olmaları olsun. . . Jan kendini hafifle
miş ve özgür hissediyordu. Nihayet eski hayatının noksanlıkla
rı sona ernıişti. Nihayet özveriyle, kayıtsız şartsız, yalnızca ve
tümüyle mücadelenin içinde yaşıyordu. Özgürdü, hiç kimseye
1 04
da Jan öyle bir hisse kapıldı ki, sanki kadın ve kendisi dans edi
yorlardı; parlak, soğuk ışıkta mükemmel bir dans. Hazzın tarif
siz saflığıydı bu ve yine, tarifsiz bir özgürlük sarhoşluğu!
Uzun süre yatakta kaldılar. Öğleden sonra hızlı trenle banli
yöye gittiler, sanki evlerine gidiyorlarmış gibi sokaklarda elleri
ni kollarını saHaya saHaya yürüdüler ve başkanın villasının
önünden geçtiler. Kadının Jan'a anlatmış olduğu her şey görü
nüyordu; bahçe kapısı ve bahçeyi çevreleyen duvar güvenlik ka
meralarıyla gözetlenmiyordu. ViHa arsasının sonuna geldikle
rinde Jan duvara tırmanarak bahçeye girdi, mazıları siper ala
rak eve doğru süzüldü, giriş kapısının yanındaki zakkurnun ar
kasına saklandı ve beklerneye başladı. Zilin çaldığmı duydu,
başkanın bahçe yolunda eve doğru yürüdüğünü gördü, iki evrak
çantası taşıyan özel şoförü ona eşlik ediyordu, başkanın karısı
nın kapının önüne çıkıp, kocasını karşıladığını, sonra şoförün
içeri girdiğini ve tekrar dışarı çıktığını gördü. Kısa bir sı.ire son
ra zilin tekrar çaldığını duydu ve başkanın karısının yine kapı
nın önüne çıktığını gt:ırdü. Bahçe yolunuan eve doğru gelen ka
dın elinde bir zarf sallıyordu. Kadın zarfı kapının ön:inde teslim
ettiğinde, Jan kar maskesini yüzüne geçirdi, birden fırladı ve
başkanın karısını evin içine itti, ona zorla diz çöktürüp, silahı
kafasına dayadı. Bu sırada bağırıyordu: "Bir saçmalık yapmaya
kalkışmayın, sakın bir saçmalık )'apmaya k::ılkışmayın!" Jan
kadına bajtırıyordu ve mt>rdivenin başında kalakalmış olan,
Jan'ı sakinleştirmek için ellerini havaya kaldıran ve "Sakin
olun, lütfen sakin olun!" diyen kocasına bağırıyordu. Bağlandık
ları sırada ikisi de karşı koymadılar. Kadın ağlamaya başladı,
kocası konuşmaya devam etti. Jan artık dinleyemeyecek hale
geldiğinde, kadının ağzına, az önce kocasının çıkarmış olduğu
atkıyı tıktı. Adam dehşet dolu gözlerle karısının öğürüşüne bak
tı ve konuşmayı kesti. Jan adamı merdivenden yukarı çıkardı.
"Kasa yatak odasında" dedi adam ve .Jan onu yat<ık odasına sü
rükleyip, bir sandalyeye oturttu. "Arkasında . . . "
1 06
nem tek başına yaşıyor, iki haftada bir onu ziyaret ediyorum.
Beni her karşılayışında dudaklanmdan öpüyor ve bunu öyle
bir yap1yor ki . . . Bunl arı sana neden anlatıyorum? Çok mu ko
nuşuyorum? Susmalı mıyım? Hayır mı? Beni öyle beklentili,
öyle ısrarlı, öyle hırslı öpüyor ki . . . Bu bana, kendisine hiç yüz
vermeyen bir adama askıntı olan basit bir kızı haürl atıyor.
"Annemle babamın bedensellikleri . . . Ben küçük bir çocuk
ken, babam bir ya da iki kez benimle birlikte havuza geldi ve
üzerini değiştirmek için kabine giderken beni de yanında gö
türdiı. Babamın çıplaklığı, onun yumuşak ve beyaz eti, koku
su, temiz olmayan iç çamaşırları. . . Bu bana öyle itici gelirdi
ki, vicdan azabı çekerdim. Onun çıplak bedenini daha aonra
hiç görmedim, sadece anneminkini gördüm. Bazen o doktora
giderken, ona eşlik ederdim ve o soyunurdu, burut-Ş buruf?,
sarkık derisini ve çarpık kemiklerini çıplak bırakırdı . Bu da
bana itici gelirdi, ama acıma hissi de duyardım . En kötüsü,
bazen onun evindeyken, bağırsaklarım kontrol edemez ve ka
kasım tutamaz. O zaman yatağını, ya da giysilerini veya
banyonun yerini ve duvarlan pisletir. . . Ne tür ümitsiz hare
ketlerle ortalığa bu kadar bulaştırdığını bilmiyorum. Utandı
ğ·ı için önce hiçbir şey söylemez, ama aonra kokar ve artık giz
lenemeyecek hale gelir ve ben kummuş boklan temizlerim.
Ben sadece samimi ve avutııcu sözler söylerim ve her şey ye
niden tertemiz olana dek pes etmem. Ama içimde tiksinme,
soğukluk ve diş sıkmadan başka hiçbir şey olmaz. Küçük bir
çocukken babamla birlikte soyunma kabinindeyken duydu
ğum vicdan azabını duymam. Dehşete düşerim. Kendi içim
de bulduğum şey, beni dehşete düşürür.
"Hastalarını öldüren hemşirelerin yüzlerindeki ifadeyi bi
lir misin? Hemşireler samimi ve çok ilgilidirler, ama hastala
rı sevdikleri için değil, dişlerini sıktıklan için. Hemşireler so
ğukturlar. Ayrıca zorlanarak verdikleri e mek, sadece sevgiy
le dayanılabilecek kadar büyük oldugu içi n, bir gün artık da-
121
Biz sol projenin neyi yerine getirdiği sorusu üzerine saç saça
baş başa geldik." Andreas'a döndü. "Sen ve ben aynı fikirde
olabiliriz. Konu şu ikisiydi; doğuda insanların söz haklarının
ellerinden alınması ve bağımlı hale getirilmeleri, batıda terö
rizm. Sol proje bu ikisini yerine getirdi. Ama senin söylediğin
şey, Karin . . . Feminizm ve çevre hareketindeki ilerlemeler ne
kadar güzel olursa olsun . . . Çöplerimizi türlerine göre ayır
mamızın ve Hıristiyan-Demokrat bir kadın şansölyemiz ol
masının, sol projeyle hiçbir ilgisi yok."
Jörg, Ulrich'in konuşmasını bitİrınesine müsaade etmek
için kendine hakim olmak zorunda kaldı. "Yine benim aleyhi
me bir şeyler mi dönüyor? Şimdi de sol projeyi mi mahvet
tim? Senin dental laboratuarlarında ve senin avukatlık bü
ronda üzerinde çalışmış olduğun projeyi, değil mi? Siz ne ka
dar kibirli ve . . . " Adi heriflersiniz, dememek için kendini tut
tu, ama onun yerine söyleyecek başka bir şey de bulamadı.
"Sol proje her şeyden önce, insanın devlet zoruna karşı dire
niş gösterebilmesi, onun tarafından gücünün kırılması yeri
ne, devletin gücünü kırabilmesi demektir. Biz bunu göster
dik, açlık grevlerimizle, intiharlanmızla ve . . . "
"Ve cinayetlerinizle ... Devlet zorunun artık hiçbir işe yara
madığını, global çalışan her firma, vergi örlerneyerek gösteri
yor; çünkü vergi ödemek zorunda kaldığı yerde sadece zara
ra uğı·uyor ve kar sağladığı yerde vergi ödemek zorunda kal
mıyor. Bunun için cinayetlere ve teröristlere ihtiyaç yok."
Gerd Schwarz ilgiyle dinliyordu. Şayet Jörg'ü ilk anda ta
nımamışsa, kiminle karşı karşıya olduğunu şimdi fark etmiş
olması gerekmez miydi? Jörg'ün affının yarattığı tantanadan
tamamen habersiz olabilir miydi? Sonra Andreas kendi ken
dine, yeni konuk, eğer bu arada Jörg'ü tanımış olsaydı, bu ko
nuşulanlara istemsizce gülemezdi, dedi . Öyleyse şüphelen
mek için bir neden yok muydu? Aktüel olaylara pek ilgi gös
termeyen zararsız bir sanat tarihçisi miydi?
1 33
"Kavga edecektim."
"Andreas'la kavga edecektin. Ama Andreas geri geldiğinde,
yatağında yatıyor olmalısın. Biz daha fazla olay çıksın iste
miyoruz, bir gün için yeterince olay yaşadık. Henner odana
gitmene yardım edecek. Aspirinin var mı? Yok mu? Ben yat
maya giderken sana getiririm."
İlse kısa bir süre terasta tek başına oturdu. Sonra Henner
geri geldi ve ona Marko'nun yatağa yatar yatmaz uyuduğunu
söyledi; muhtemelen hafif bir beyin sarsıntısı geçirmişti.
Parkın karanlığından terasın aydınlığına geri döndüklerin
de, Andreas ve Margarete de Marko'ya olanları dinlediler.
Andreas pek başarılı olamamıştı. "Ajanslar basın açıklaması
hakkındaki haberi çıkarmışlar. Ama sadece birkaç saat ol
muş. Haberi yayırolayan gazeteler olacak, gerçi o gazetelerde
bir düzeltme ve cevap yazısı çıkmasını sağlayabilirim, ama
yine de hoş olmaz."
"Başka şarabımız var mı?"
"Kapının yanında Ulrich'in Bordeaux şarabı duruyor."
Hala bir şişe vardı, kadehlerini doldurdular ve bir kez da-
ha tokuşturdular. "Lanetin sona ermesine!" dedi Margarete.
Diğerleri, "Lanetin sona ermesine!" diyerek tekrarladılar.
"Ne laneti?" diye sordu Andreas az sonra.
"Jörg'den önceki nesilden Jörg'e ve Jörg'den de oğluna ka
lan bir lanet değil mi? Bana lanet gibi geliyor." Andreas'ın
şüpheli bakışını gördü ve ona gülümsedi. "Biz burada, dışarı
da biraz geri kaldık. Sonbaharda sislerle birlikte evimize bir
de ruhlar geliyor ve yaz gecelerinde seslerini duyuranlar sa
dece kukumav kuşları olmuyor. Üstelik bizim burada cadılar
ve periler de var ve bazen ancak nesiller sonra bizim tarafı
mızdan alınan lanetler var." Ayağa kalktı, diğerleri de onun
la birlikte kalktılar, Andreas ve İlse'yi kucakladı, sonra Hen
ner"e şöyle dedi: "Beni evime götürür müsün?"
16
ayİnlerde vaaz vermek son derece sıradan bir şey haline gel
mişti, sayısız din dersi haftalarında, iş zamanlarında ve boş
zamanlarında, toplantılarda ve kilise meclislerinde tekrarla
ya tekrarlaya ezberlemişti. Ama arkadaşlarına ezberlemiş ol
duklarınm hiçbirini sunamazdı. Her kelime doğru olmak zo
rundaydı. Sadece gerçekten bildiklerini söyleyebilirdi. Ama
ne biliyordu? Şunu biliyordu ki, İlse gibi Marko'ya çelme ta
kıp, onu düşüremezdi; kendinden utandı.
Margarete ile Henner son derece mutlu bir uykuya daldı
lar. Mutluydular, çünkü birbirleriyle ilgili hiçbir şey onları
huzursuz etmiyor, hiçbir şey sinirlendirmiyordu. Gerçi bu,
aşkın ilk günlerinde ve haftalarında olursa görmezden geli
nir, ama ya hiç olmazsa . . . Mutluydular, çünkü birbirleri hak
kında öğrendikleri her şey hoşlarına gidiyordu. Aslında öğ
rendikleri çok değildi; Margarete çevirilerinden, Henner rö
portajlarından bahsetmemişti, birbirlerine ne ailelerinden,
ne de dostlarından, ne en sevdikleri kitaplardan, ne de en
sevdikleri filmlerden söz etmişlerdi. Ancak Henner'in Chris
tiane'ye yardım etmiş olması, Margarete'nin hoşuna gitmişti
ve ardından Margarete'nin Henner'e bakan gözlerindeki şüp
he ve hoşgörü karışımı ifade Henner'in hoşuna gitmişti. Mut
luydular, çünkü birbirlerini koklamaktan, tatmaktan ve his
setmekten çok memnundular. Margarete'nin yatağında çıni
çıplak uzanıp, vücutlarının birbirini arzulayışının, bunu yü
reklerinden bağımsız yapmamalarının ve bunun özel bir ar
zu, özel bir hazine oluşunun tadını çıkardılar. Yağmuru sade
ce açık pencerelerden değil, aynı zamanda üzerlerindeki ça
tıda da duydular. Yağmurdan bir evde uykuya daldılar.
17
çük felaketler ilk kez başına geldikten sonra, bir sonraki şid
detli yağınurda kum torbaları ve brandalarla önlem almaya
çalışmıştı. Çok faydası olmamıştı. Yine de bodrumun suyunu
boşaltmak ve çatı arasını silmek zorunda kalmıştı. Bir gün
Christiane ile konağın etrafına drenaj sistemi inşa ettirecek
ve çatıyı yeniletecek paraları olacaktı. Asla paraları olmasa
da, Margarete'nin urourunda değildi. 1\ıfan sevdiği kırsalın
bir parçasıydı. Bu kırsala duyduğu sevgi Margarete için, on
dan gelene, soğuğa, kavurucu sıcağa, melankoliye, kuraklığa,
tufana teslimiyet göstermeye hazır olmak demekti.
Margarete yan döndü, Henner'le sırt sırta, popo popoya ya
tıyordu. Yan yana yatmanın neden bu kadar huzur verici ol
duğunu kendi kendine açıklayamıyordu, ama öyleydi. Arala
rındaki ilişki nasıl devam edecekti? Henner bazen onun ya
nında, kırsalda ve o bazen Henner'in yanında, şehirde mi ka
lacaktı, arada bir birlikte bir seyahate mi çıkacaklardı? Bu
nun nasıl sürmesini istediğini bile bilmiyordu. Özgürlüğünü
ve yalnızlığını seviyordu. Ama Henner'le biraz yakınlaşmak,
içinde bir beraberlik özlemi uyandırmıştı; oysaki Margarete
bu özlernin hala içinde olduğundan ve uyanınayı beklediğin
den habersizdi. Ama şehre taşınmayacak, bu kırsalı terk et
meyecekti.
Yağmurun şırıltısını dinliyordu. Hatıralar canlanıyordu.
Tarladaki o kulübede geçirdiği gece ... Yedi yaşındayken ev
den kaçmış, kaçarken yağınura yakalanınıştı ve henüz, yağ
murun her şeyi önüne katıp, uzaklara götürüp götürmeyece
ğinden emin değildi. Yaz mevsimi, hasat zamanı . . . Her gün,
ama her gün, uyuşan elleriyle nemli toprağı kazarak patates
leri çıkarmak ve temizlemek zorundaydı. En iyi kız arkada
şının evlendiği cumartesi ve nikah dairesinin girişinin önün
deki büyük ve derin su birikintilerinin üzerine, belediye baş
kanının, gelinle damadın ve konukların içeri girebilmeleri
için konmak zorunda kalan tahtalar. . . Yağmur bir türlü din-
1 66
Şef garson Jan'ı içeri buyur etti, ama ona bir masa değil, bar
da bir yer gösterdi. "Mr. Barnett geldiğinrle, sizi onun yanına
götüreceğim." Jan çantayı vestiyere bıraktı ve oturdu.
Bardaki yerinden de pencereden dışarıyı, şehri, yüksek bina
ları, aralarındaki sokakları, nehri ve köprüleri, nehrin arkasın
daki küçük evlerle örtülü tepeyi, uzaktaki dönme dolabı ve ha
vaalanının kulesini seyretti. Ufukta deniz güneşin altında pırıl
pırıldı. Gökyüzü masmavi ışıldıyordu.
Jan'ın çantayı vestiyere verınesi gerekiyordu. Hepsi buydu.
Lübnar.lı bir tanıdığının ondan rica etmiş olduğu bir iyilik. . . O
da Jan'a daha önce buna benzer iyilikler yapmıştı. "Sabahleyin
'Windows on the World'a girmek isteyen, kulübün üyesi olmak
zorundadır. Sen bunu benden daha iyi yapabilirsin." Lübnanlı
tanıdık gülümsedi. Jan çantayı eliyle tarttı, çanta ağırdı. Lüb
nanlı tanıdık yine gülümsedi. "İçinde ki bomba değil."; "Vestiyer
fişini ne yapacağım?"; "Biz seni arayacağız."
Jan kahve içti. Görevini yerine getirmişti ve artık hesabı
ödeyip, gidebilirdi. Sadece gidişinin dikkat çekmesinden ve bi
rinin ona çantayı getirmesinden kaçınmak zorundaydı.
Pencerenin dışında gördüğü manzara onu gitmekten alıkoy
du. Tüm o evler, tüm o insanlar, tüm o hayatlar. . . Enerji . . . İn
sanlar o enerjiyle bir yerden bir yere yol alıyor, çalışıyor ve in
şa ediyorlar. O enerjiyle dünyaya sahip oluyor, onu biçimiendi
riyor ve üzerinde yaşıyorlar. Güzel şeylere sahip olmak istiyor-
1 75
lar. Bazen yüksek bir binanın tepesini bir mabet gibi ve bir köp
rüyü bir arp gibi inşa ediyorlar ve ölüleri ırmak kenarındaki ye
şil bir bahçeye gömüyorlar. Jan şaşırdı. Her şey doğru görünü
yordu. Ama o tüm bunlardan öylesine uzaktı ki , doğru olanın
bu olduğunu hissetmiyordu. Aklına devierin oyuncaklanyla il
gili masal geldi. Masal kitabındaki resimde dev kız çocuğu bir
sabanı kucağına alıyordu, koşum takımındaki at ve dizgine tu
tunmuş çiftçi sahanın yanında çırpınıyorlardı.
Jan bir su ve bir kahve daha söyledi. Gün boyunca şehirde
kalacak, akşam uçağa binecek ve ertesi sabah Almanya'da ola
caktı. Her seferinde bu baştan çıkancı duyguyu hissediyor, ka
rısının evine gitmek, saklanmak ve gizlice oğullarını görmek is
tiyordu. Üniversiteler tatile girmişti, oğulları evde olmalılardı.
Bu duyguya her seferinde direniyordu. Adresi ve telefon numa
rasını biliyordu. Daha fazla bağlantı kurmaya kalkışmamalıydı.
Gürültüyü, diğer müşteriler kalıvaltı ve sohbet sırasında far
kına varmadan önce duydu. Yüksek, boğuk, küçücük parçalara
ayıran, içine çeken bir gürültü ... Sanki devasa bir kıyma maki
nesi bir binayı tümüyle haznesine çekiyor ve onu küçük parça
lara ayırıyordu. Pencerede şehir eğri duruyordu, masalar ve
sandalyeler kayıyor, tabak çanak yere düşüp kırılıyordu, insan
iar çığlıklar atıyor ve duvarlara, mobilyalara, birbirlerine tutu
nuyorlardı. Jan bar tezgahına sıkıca tutundu. Şehir doğruldu
ve tekrar eğildi, sola, sağa, tekrar sola. Kule birkaç kez sağa so
la sallandı. Sonra durdu.
Bir an için restoran tamamen hareketsiz ve sessizdi. Jan da
kıpırdamadı. Sessizliğin içinde bir telefon çaldığında, diğer her
kesle birlikte kahkahayı salıvermeden önce, soluğunu tuttu.
Kule duruyor, telefonlar çalışıyordu, şehir aydınlıktı ve güneş
parıldıyordu. Ama bu rahatlama sadece bir an sürdü. Masaları
ve sandalyeleri eski düzenlerine sokmak için harekete geçen
garsonlar, dökülmüş olan kahve ve portakal sularını takım el
biselerinden ve tayyörlerinden silmek için peçetelere sarılan
1 76