You are on page 1of 475

Rusça orijinal adı “Padeniye Parija”

(Paris Düşerken) olan bu eser,


“La chute de Paris” adıyla yayınlanan
Fransızca basımından Türkçeye çevrilmiştir.
İlya Ehrenburg

PARİS DÜŞERKEN
Fransızcadan Çeviren

Attilâ Tokatlı

Roman
DOĞA BASIN YAYIN
Dağıtım Ticaret Limited Şirketi
Tarlabaşı Blv. Kamerhatun M ah. Alhatun Sk. No: 25 Beyoğlu / İstanbul
T: 0212 255 25 46 F: 0212 255 25 87
www.evrenselbasim.com - info@evrenselbasim.com

Evrensel Basım Yayın 175


Paris Düşerken: İlya Ehrenburg
Çeviren: Attilâ Tokatlı
Genel Kapak Tasarım: Savaş Çekiç
Kapak Uygulama: Devrim Koçlan

© Evrensel Basım Yayın 2002 - Sertifika No 11015


Birinci Basım Şubat 2002 - İkinci Basım Haziran 2004
Üçüncü Basım Haziran 2010 - Dördüncü Basım Kasım 2012
İLYA GRİGORYEVİÇ EHRENBURG1
Ünlü Sovyet yazarı, gazeteci ve eylem adamı, SSCB 3. ve 4. dönem milletvekili. Kiev’de bir
Yahudi ailesinin oğlu olarak dünyaya geldi. Devrim olaylarına ilgi duyarak 1905-‘07 yıllarında
Bolşevik yeraltı örgütlerinin çalışmalarına katıldı. 1908 yılında tutuklandı. Aynı yıl Fransa’ya iltica
etti. 1910 yılında Paris’te dekadan etkilerin görüldüğü bir şiir kitabı çıktı. 1914-1917 yıllarında
Rusya Sabahı gazetesinin muhabiriydi. 1917 yılı Martında Rusya’ya döndü. 1921 yılından başlayarak
Paris’te yaşamaya başladı ve bu arada Sovyet basınına geniş hizmetlerde bulundu. 1923 yılından
başlayarak da İzvestiya’nın muhabirliğini yaptı. 1930 yılından sonra sürekli olarak SSCB’de yaşadı.
Ehrenburg uzun ve karmaşık bir sanat yolu izlemiştir. Estetik fikirlerindeki çeşitli sallantılar ve
çelişkilerden sonra, sanatta gerçekçiliğin geniş yoluna kavuşan yazar, Büyük Ekim Sosyalist
Devrimi’ni izleyen ilk yıllardaki dünya görüşünü “Rusya Üzerine Yakarışlar” (1918), “Ölüm
Saatine” (1919), “Öngünler, 1915-21 Yılları Şiirleri” (1921), “Düşünceler” (1921), “Yurtdışı
Düşünceleri” (1922) gibi şiir kitaplarında dile getirmiştir. Hayatla sanat arasındaki ilişkiyi saptamak
isteyen ve “yapıcı sanat” anlayışına gelen Ehrenburg’un eserlerinde kapitalist toplumun son derece
sert eleştirisiyle, devrime ve insanlığın geleceğine ilişkin şüphecilik birbiriyle birleşmiş durumdadır
(“Julio Jurenito’nun Olağanüstü Serüvenleri”, 1922; “D.E. Tröstü ya da Avrupa’nın Yokoluş Tarihi”,
1923). Bu dönemdeki bazı eserlerinin temelinde, devrimci gerçekçilik ve hümanizm arasındaki
çelişkiler yatar (“Nikolay Krubov’un Yaşayışı ve Mahvoluşu”, 1923; “Jann Ney’in Aşkı”, 1924).
NEP döneminin sakatlıklarını, “Yağmacı” (1925), “Gideğen Ara Sokak” adlı eserlerinde
anlatmıştır.
“On Üç Pipo” (1923) başlıklı öykü kitabında Ehrenburg gerçek kahramanını, kapitalist toplum
yapısının mahvolmaya mahkûm ettiği basit insanı bulur ve uzlaşmaz sınıfsal çelişkiler üzerine eğilir
(“Komünarcının Piposu” ve ötekiler).
Avrupa ülkelerine yaptığı sayısız geziler, Ehrenburg’un çeşitli gazete yazılarında, politik
hicivlerinde dile getirilmiştir (“Beyaz Kömür ya da Verther’in Gözyaşları”, 1928; “Zamanın Vizesi”,
1931; “Yazılar. İngiltere”, 1931; “İspanya”, 1932, “Benim Paris’im”, 1933; “Uzayan Son”, 1934;
“Avusturya’da İç savaş”, 1934; “Yaşadığımız Günlerin Kronikası”, 1935; “Gecenin Sınırları”, 1936;
“10 Beygir Gücü”, 1929; “Zorunlu Ekmek”, 1933).
Ehrenburg’un 30’lu yıllardaki gazeteciliğinde, iki dünya ve sosyalizmin kaçınılmazlığı temalarını
işlediği görülür. Kapitalist dünyada olup itenleri git gide daha bir bilinçle kavrayan Ehrenburg’un
dünya görüşünün oluşmasında tüm Sovyetler Birliği’ni kapsayan gezisinin büyük rolü olmuştur.
“İkinci Gün” (1934), “Soluk Soluğa” (1935) ve “Yetişkinler İçin Kitap” (1936) gibi eserlerinde
Sovyet gerçeği bütün çıplaklığıyla gözler önüne serilmiştir.
Yiğit İspanyol halkının özgürlük savaşı verdiği 1936-’37 yıllarında İspanya’da ve Hitler
Almanya’sına karşı savaşım verildiği 1939 yılında Paris’te Ehrenburg birçok gazete yazısı, uzun
öykü, şiir, roman yayımladı: “İnsana Ne Gerek” (1937), “Ateşkes İçinde” (1937), “İspanyol
Dayanıklılığı” (1938), “Bağlılık (İspanya-Paris)” (1941). Burjuva hükümeti tarafından Nazilere
satılan Fransız halkının trajedisi, 26 dünya diline çevrilen ünlü “Paris Düşerken” romanında
yansısını buldu (1941-’42, Stalin Ödülü: 1942).
Büyük Anayurt Savaşı’nın ilk yıllarından başlayarak Ehrenburg, savaş muhabiri olarak cephede
bulundu ve Anayurt sevgisiyle, faşizme karşı öfkeyle dolu ateşli yazılar yayımladı. Pravda’nın, Kızıl
Yıldız’ın sayfalarında yeralan bu yazılar, radyolarda, yayımlandı ve dünya dillerine çevrilerek çeşitli
gazetelerde yer aldı. Savaş yıllarında Ehrenburg 1000 dolayında makale yazdı. Bunlardan bir bölümü
“Savaş” adı altında üç cilt halinde yayımlandı (1942-’44). “Savaş Üzerine Şiirler”de aynı yıl
yayımlandı.
Savaş öncesi ve savaş yıllarını kapsayan “Fırtına” adlı romanında (1947, Stalin ödülü: 1948),
tarihi olayların geniş bir tablosu çizilmiş, Sovyet halkının birliği, sıradan insanların yiğitliği ve
Avrupa’da, faşistinden, direniş kahramanlarına kadar çeşitli sosyal gruplardan kişilerin çok boyutlu
karakterleri verilmiştir.
Avrupa ve Amerika’nın savaş sonrası yaşayışını anlatan “Dipten Gelen Dalga” (ya da orijinal
adıyla “Dokuzuncu Dalga” (1951-1952) adlı romanı barış için savaşa adanmıştır. “Fırtına”nın
devamı olan bu roman, kapitalist dünyada ilerici gerici güçlerin birbirlerinden ayrılışları sürecini ele
almıştır. Dinmiş gibi görünen fırtına içten içe kıpırtılarla varlığını sürdürmekte ve okyanusun
ötesinde, yeni fırtınalar yaratma planları tezgâhlanmaktadır. Ancak yeni bir fırtınanın hazırlığını
yapanlar artık rüzgârlara yön verememektedirler. Bu roman, “Paris Düşerken” ve “Fırtına”yla
birlikte dev bir “nehir roman”ı oluşturmakta ve savaş öncesi, savaş ve savaş sonrasının Avrupa,
Sovyetler Birliği ve Amerika’sını en ilginç çizgileriyle gözler önüne sermektedir.
Yazarın anlatısıyla birbirine karışmış iç monologlar ve aforizmalı konuşmalar Ehrenburg’un
üslubunun başlıca özelliğidir. Satirle lirizmi büyük bir başarıyla içiçe verebilen Ehrenburg, sanat
üzerine görüşlerini başlıca olarak “Yazarın Rolü” (1943), “Sanatın Rolü” (1943), “Yazarın
Çalışması Üzerine” (1953) adlı eserlerinde açıklamıştır.
Yazarın “Alandaki Aslan” (1948) adlı, konusunu Fransa’nın savaş sonrası yaşayışından alan bir de
oyunu vardır.
Savaş sonrası yıllarda “Dünya Barış Konseyi” başkan yardımcılığı da yapan Ehrenburg halkların
barış savaşımlarına aktif olarak katılmıştır. Paris, Bröslav, Varşova, Viyana, Helsinki uluslararası
kongrelerinde de konuşmalar yapan Ehrenburg, halkların dostluğunu ve halklararası kültürel
ilişkilerin geliştirilmesinin zorunluluğunu savunmuş ve ABD, Şili, Çin, Hindistan ve Asya-Avrupa ve
Amerika’nın başka birçok ülkesine çeşitli ziyaretlerde bulunmuştur. 1952 yılında, halklararası
dostluğun geliştirilmesi konusunda gösterdiği çabalarından ötürü Lenin ödülüyle onurlandırılmıştır.
Ehrenburg’un eserleri SSCB’nde (1957 yılına göre) 8,8 milyon adet basılmış, 30 dile çevrilmiştir.
BİRİNCİ BÖLÜM

1
André’nin atölyesi ‘Cherche-Midi’ Sokağı’ndaydı. Eski bir sokaktı burası. Sokağı çepeçevre saran
binalar bir kömür yığını gibi simsiyah ve kirliydiler. Evlerin panjurları bile bu karanlığa boyun
eğmişlerdi. Sokak sağlı sollu antikacı dükkânlarıyla doluydu. Bu dükkânlarda ölçülü ve sıkıcı, yaşlı
madamlar, tüysüz sakalsız ihtiyarlar bir yığın eski püsküyü satmaya uğraşırlardı: Messidor stili yazı
masaları, tahtadan oyulmuş tombul tombul melekler, Çin paraları, nar çiçeği renkli kolyeler,
madalyonlar...
Sokağın köşesinde ‘Sigara içen köpek’ (Chien qui fume) yazılı bir tabela, bu tabelanın hemen
altında da bir kahve vardı. İçeride, fox cinsi bir av köpeği, dişlerinin arasında ezdiği bir ağızlıkla
sigara içiyor, müşterileri eğlendiriyordu.
Karşı kaldırımda, biraz ötede ‘Henri ile Joséphine’ lokantası vardı. Bilmeli ki etli kuru fasulyeyi
kimse Joséphine kadar lezzetli yapamaz. Henri, hep mahzene kendisi iner, toz toprak arasından bir
şişe şarap çıkarır, hesabı hep taştan bir yazbozun üzerine yazar, hep neşelidir ve dilini şapırdatarak
karısının yaptığı yemeklere övgüler yağdırır. Yemeğini yiyip çıkan müşteriyi de güler yüzle uğurlar.
Lokantanın yanı başında kunduracının küçücük dükkânı vardır. Altmışını çoktan geçmiş bu ihtiyar
bir yandan pençe yapar, bir yandan da kendi kendine şarkı mırıldanır: Hep aşktandır çektiğim (C’est
ce coquin d’Amour’) Kunduracıyı çiçekçi dükkânı izler, vitrini kasımpatları, şebboylarla doludur.
Sahibesi kupkuru, temiz bir ihtiyardır. Kapısının önüne astığı bir tabelaya her sabah o gün anılacak,
kutlanacak ‘aziz’in adını yazar.
Bu sokakta kaldırımların üzerine tebeşirle yazı yazarlar hep: Örneğin ‘cennet’ yazarlar, ‘İtalya’
yazarlar. Ve bu kaldırımların üzerinde küçük çocuklar kaydırak oynar. Sabahları, bıyıklı satıcı
kadınlar el arabalarını sürükleyerek sokaktan geçerler. Hançerelerinin olanca gücüyle bağırırlar:
“Portakal var! Domates var!”
Sonra sıra eskiciye gelir. Varlığını sokak sakinlerine duyurmak için, nereden bulduğu belli
olmayan uyduruk bir boruyla seslenir. Ona parçalanmış yelekler, leşi çıkmış pamuk yastıklar
getirirler. Akşam üzeri, güneşin batmasına yakın sokak çalgıcıları çıkarlar ortaya. Keman çalarlar,
laterna çalarlar, şarkı söylerler. Çalışları da söyleyişleri de kötüdür: Üst katlardan para atılır onlara.
Ama evlerin içi sessizdir. Biraz loş, entipüften eşyalarla dolu odalardır bunlar. Ve bu odalardaki
bütün eskilere, bir çocuğa bakar gibi özen gösterilir: Koltukların üzerinde örtüler vardır. Büfelerde
kırıkları yapıştırılmış fincanlar, bardaklar görürsünüz. Ev halkından biri üşütüp de aksırmaya başlasa
ona hemen ıhlamur içirirler ya da sıcak şarap verirler, bazen de hardal yakısı hazırlarlar.
Romatizmalı olanlara sızılarını dindirsin diye olmadık ilaçlı sular kaynatılır. Bu semtte kediler ordu
halinde gezerler; evlerin, dükkânların içi, vitrinler hep bu besili ve tombul hayvanlarca işgal
edilmiştir. Sokak asıl güneşin battığı sırada çok güzelleşir. O zaman her şey mavileşir; usta bir
ressamın kalemiyle çizilmiş gibi oluverir.
İşte André’nin atölyesi bu semtte, bu sokakta, bir binanın en üst katındaydı; alabildiğine güzel bir
manzarası vardı. Bina damları, yine damlar, hep damlar. Çalkantılı bir denizi andırırcasına kurulmuş,
tuğlalardan yaratılmış bir okyanus. Ve damların üstünde binaların bacalarından ince ince savrulan
dumanlar. Uzakta, oldukça uzakta da portakal sarısına bürünmüş kargaşalı bir parlaklık halinde Eyfel
Kulesi.
Atölyenin içi çok dardı. İnsan, çevresinde dönemezdi. Oraya buraya gelişigüzel bırakılmış
çerçeveler, boya tüpleri, bir ayağı kırılmış topal iskemleler, yıpranmış ayakkabılar atölyeyi
doldurmuştu. Bütün bu eşyalar sanki oraya konmamış, bir ağaç gibi yerden bitivermişlerdi. Bu haliyle
atölye bazen baharda henüz yeşeren bir koruluğu andırıyordu. Güneş içeriye vurduğunda çoğunlukla
böyle oluyordu. O zaman André farkında olmadan keyiflenir, nasıl olup da bu kadar beceriksizce
söylediğine şaşarak, kendi kendine enayi şarkılar mırıldanırdı. Atölye bazen de solup giden bir orman
kılığına giriverirdi. İçerideki her şey bakır rengine bürünür, koyulaşır, canlılığını yitirirdi. Bu
atölyenin sahibi bir ağaca benzerdi: Uzun, ağır ve sessiz bir adamdı. André sabah erkenden çalışmaya
başlardı. Çoğunlukla damları çizer, natürmort çalışırdı: Papatyaların, lahanaların, şişelerin
resimlerini yapardı. Akşama doğru kocaman piposunu tüttürerek sokaklarda dolaşırdı. Bazen bir
sinemaya girer, Miki’nin soytarılıklarını eğlenerek seyreder, sonra eve döner, uyurdu. Otuz iki
yaşındaydı ama dünyayı ilk delikanlılığını yaşayan bir çocuğun şaşkın gözleriyle seyrediyordu. Daha
şimdiden ondan ‘olgun bir sanatçı’ diye söz ediliyordu. Oysa André kendisini yeni çalışmaya
başlamış bir insan olarak görüyordu.
Vaktinden önce gelmiş bir bahar günüydü; André kasımpatlarını resimliyordu. Kapı çalındığı
zaman doğruldu. Atölyeyi gürültüye boğarak Pierre girdi içeriye. Çok kolay ve bol konuşan bir
adamdı Pierre. O anlatırken André dalgın dalgın gülümsüyor, gözlerini bir türlü tuvalden
ayıramıyordu. Tuvale döktüğü sarı rengin gereğinden fazla kaçtığını yeni fark etmişti.
Pierre, André’nin yanında ufacık kalıyordu; bir kuş gibi hareketliydi. Esmer bir adamdı. Uzun
kolları, kocaman kocaman gözleri, genizden gelen boğuk bir sesi vardı. Boya kaplarının, çerçevelerin
arasında sanki zıplıyor, durmaksızın konuşuyordu.
Pierre inşaat mühendisiydi; tiyatro hastasıydı. Eskiden şiir yazmayı da denemişti. Takma adla bir
kitapçık bile yayımlamıştı. Çok kolay aşık oluyordu; bu yüzden intiharı düşünecek kadar acı
çekiyordu. Ama aslında hayata bağlı bir adamdı. Hayatı, düşkünlüklerine rağmen seviyordu. Çabuk
etki altında kalıyordu, öyle ki dostları onu hiç beklenmedik davranışlara sürükleyebiliyorlardı. Bir
gün kahvenin birinde kralcı bir müzisyen tanımıştı. O sıralar Paris’te Meclis’e karşı büyük antipati
vardı; halk pek çok milletvekilinin Stavisky skandalına karıştığını duymuştu. Pierre hareketin dışında
kalamazdı. Ayaklanma gecesi Concorde Meydanı’na, göstericilerin yanına fırladı. Altı ay sonra
faşizm karşıtı mitingde Pierre yine ön saftaydı. Tribünde sosyalist Viard konuşuyordu. O konuşurken
Pierre müzisyenle sert bir tartışmaya girdi. Militarizm hakkında söylemediğini bırakmadı. Her gün
düzineyle gazeteyi en küçük ayrıntılarına kadar okuyor, hiçbir gösteriyi kaçırmıyor, hepsinde hazır
bulunuyordu.
1935 yılı Fransa için bir dönüm noktası oldu. Faşist ayaklanmasından az önce kurulmuş olan Halk
Cephesi, ülkenin öfkesi, sesi, umuduydu. 14 Temmuzda ve –Solcu yazar Henri Barbusse’ün cenaze
töreninin yapıldığı– 7 Eylül’de bir milyon insan Paris sokaklarını doldurdu. Hepsi de dövüşmek için
yanıp tutuşuyordu. Onlara seçimlerin yakında yapılacağı, her şeyin sandık başında çözümleneceği
söyleniyordu. Onlar sabırsızdılar, yumruklarını sıkıyorlardı. Halk, savaşın bir kabus gibi karşısına
dikildiğini ilk kez bütün gerçeğiyle görmüştü: Almanya ordularını Ren bölgesinin sınırdaki kesimine
sokmuştu, İtalya Trablusgarp’ı boyunduruğu altına almıştı. Fransa, hem çevresindeki ülkelerden hem
de kendi halkından korkan iğrenç adamlar tarafından yönetiliyordu. Bu adamlar kendilerini usta birer
taktikçi olarak görüyorlardı: Siyaset konusunda hiç de saf olmayan İngilizlere yumuşak ve şirin
davranıyorlar, sonra da Roma’yı Londra’ya karşı kışkırtıyorlardı. Bunlar aslında bön adamlardı:
Küçük devletler birbirinin peşi sıra Fransa’ya sırt çeviriyorlardı; Fransa’nın sipsivri ortada kalacağı
gün, gittikçe yaklaşıyordu. Onlar bunun farkında değildiler. Seçimler, ülkenin kaderinden daha çok
ilgilendiriyordu onları. Halk Cephesi’ni bölmek için fırsat kolluyorlardı. Polis müdürleri kararsızları
satın alıyor, ürkekleri korkutuyordu. Her gün yeni yeni faşist kuruluşlar ortaya çıkıyordu. Akşamları
‘iyi aile’ çocukları, başkentin zengin mahallelerinde, “Kahrolsun İngiltere! Yaşasın Mussolini!” diye
bağırarak dolaşıyorlardı. İşçilerin oturduğu kenar mahallelerde iyice yakınlaşmış bir devrimden söz
ediliyordu. Küçük burjuva, iyiden iyiye paniğe kapılmıştı, her şeyden kuşkulanıyordu: İç savaştan,
Alman saldırısından, casuslardan ve siyasi sığınmacılardan, askerlik süresinin uzatılmasından,
grevlerden, sözün kısası her şeyden korkuyordu. Yeni yıl hepsinin gözünde bir ‘dönüm noktası’ önemi
taşıyordu.
Pierre, olayların akışına kendisini kaptırmıştı, sanki bir kışla disiplini içinde yaşıyor gibiydi.
André ile lise sıralarından beri arkadaştılar, ama birbirlerini seyrek görürlerdi. Pierre’in hareketli
bir hayat sürmesine karşılık André bir köşeye çekilmişti; insan içine pek çıkmıyordu. Karşılaştıkları
zaman Pierre, son merak sardığı şeyi ona büyük bir heyecanla anlatırdı; bunlar da sürekli olarak
değişirdi: Bazen yeni bir motor, bazen Breton’un şiirleri, bazen faşizm karşıtı yazarların kongresi.
André dinler, hep gülümserdi. ‘Sigara içen köpek’ kahvesine otururlar, bira ya da vermut içerlerdi.
Sonra ayrılırlardı. Sonra aradan koca bir yıl geçerdi. Birden Pierre, André’nin varlığını
anımsayıverir, atölyeye bir telaşla girerdi. “Bilmiyorsun, dün neler oldu,” diyerek başlardı
anlatmaya.
Bu kez de öyle oldu. Girer girmez sordu:
“Viard’ın söylevini okudun mu? ‘Alman militarizmine rağmen genel bir silahsızlanmaya
gitmeliyiz,’ diyor. Herkes savaştan söz ediyor, herkesin dilinde bu: Olacak mı, olmayacak mı?
Fabrikada, bizim müdür fala baktırdı. Kova burcuna bakarsan savaş olacak. Boğa burcu olmayacak,
diyor. Bu kafasızlık bizi nereye kadar götürecek? Hitler kaçığın biri, bu bir gerçek. Fakat Halk
Cephesi kazanırsa savaş olmayacak. Sen ne diyorsun?”
“Ben? Bir şey bilmiyorum. Düşünmedim.”
Pierre kalktı.
“Nereye gidiyorsun?”
“Kültür Sarayı’na. Bir sürpriz var. Sen de gel. Böyle bir deliğe tıkılıp kalmak da neymiş? Ben
şimdi sık sık gidiyorum oraya. Çok dokunaklı bir şey, insanın yüreği cız ediyor. İşçiler, mühendisler,
senin gibiler geliyor. Hepsi orada. Ben bu işe inanıyorum, hem falsız inanıyorum. Bu inancımı
fabrikanın müdürüne de söyledim, öfkeden kuduracağını bile bile söyledim. Gelecek, adım gibi
biliyorum ki gelecek.”
“Kim gelecek anlamadım ki?”
“Devrim gelecek! Bizde, fabrikada olup bitenleri görseydin, anlardın. Hadi, çıkalım.”
André önündeki tuvale çaresiz gözlerle bakıyordu. Pierre onu sürükleyip götürdü.
Büyük salona girmekte güçlük çektiler. Sigara dumanından göz gözü görmüyordu. Tepedeki avize
sanki bir yağ lekesiydi, parlıyordu. İnsanların yüzleri de bundan farksızdı. Salonda kasketli işçiler
vardı, genç kızlar, memurlar, geniş kenarlı fötr yapkalarıyla ressamlar vardı. Kuşkuculuğuyla ün
salmış bu halk, yeni bir gençlik yaşıyordu şimdi; bu halk artık heyecanlanıyor, sesi kısılıncaya kadar
tartışıyor, konuşuyor, gerilememek için ant içiyordu. Bütün dünyanın tanıdığı, Nobel almış bir bilgin,
eşiğine geldikleri ‘yeni hayat’ üzerine pırıl pırıl dörtlük bir şiir düzmüş olan genç bir işçinin elini
sıkıyordu. Burada ‘Halk Cephesi’ sözü ‘Açıl susam açıl’ sözü gibi tılsımlıydı. Hele Halk Cephesi bir
kazansa, o zaman örneğin toprağı işleyen ırgat fırçayı eline alıp resim yapacak, örneğin bir bahçıvan,
bugünkü önyargılarından silkiniverecek, Picasso’nun resimlerinin tadını çıkaracaktı. Şiirler çağın
dili, sesi oluverecekti. Bilginler ölümsüzlüğün sırrını bulacaklar, tarih boyunca büyük olaylara
tanıklık etmiş olan Seine Nehri, bu kez yeni bir Atina’nın doğuşunu seyredecekti.
André, çevresindekilere bakıyordu. Bir işçi dinliyordu, sanki güzel bir içkiyi içiyormuş gibi hazla
dinliyordu. Birisi esniyordu boyuna, gazeteci olmalıydı bu adam. Salonda çok kadın vardı. Herkes
sigara içiyordu. Kürsüde ufak tefek bir ihtiyar konuşuyordu. Adam ünlü bir fizikçiydi ama André onu
tanımıyordu. Bilgin alçak sesle konuşuyor, arada öksürüyordu. André, adamın konuşmasından bölük
pörçük sözleri duyabiliyordu. “Sosyalist kültür... yeni bir hümanizm...” gibi sözler.
André, böyle toplantılara hiç gelmezdi. Birdenbire, atölyesinde yarım bıraktığı işi geldi aklına;
içine bir eziklik çöktü. Ama bir an bakışları kürsüye kaydı, kendini tutamadı, bağırdı:
“Bak, bak bu Lucien!”
Pierre’in sözünü ettiği ‘sürpriz’ bu olmalıydı. André birden lise sırasındaki Lucien’i anımsadı: “O
bakire kızın öfkesini seviyorum,” diye şiir okuyor, nasıl esrar çektiğini anlatıyordu. Şimdi işçilerle
omuz omuzaydı. Tabii, öyle ya, insan değişiyor.
Lucien hemencecik salondakilerin ilgisini çekmişti. Ateşli konuşuyordu:
“Dünyanın kaderi bombardıman uçakları tarafından çizilecek. Ya da toprağın altında çalışanlar
tarafından, yani Ruhr’daki, Silezya’daki madenciler tarafından çizilecek. Altı yüz milletvekili ne mi
olacaklar? Böceklerle uğraşan bir bilgin, bana bir çeşit mayısböceğinden söz etti. Sinekler,
yumurtalarını bu böceğin bedenine bırakırlarmış. Yumurtalar burada kurt olurmuş, mayısböceği
hareket edermiş ama sonunda ölürmüş. Milletvekilleri de debelenen kurtlardan farksız.”
Lucien, Hitler’den, savaştan, devrimden söz etti. Sustuğu zaman derin bir sessizlik oldu. Sesinin ve
sözlerinin etkisi sürüyordu. Sonra birden bir alkış koptu. Pierre ellerini acıtırcasına alkışlıyordu.
André’nin çok yakınındaki bir işçi gürledi:
“Biz genç Fransa’yız! Biz geleceğin çocuklarıyız!..”
André, sinekleri, savaşı ve Lucien’i unuttu. Bu işçinin resmini yapmayı isterdi.
Kürsüdeki yaşlı bilgin, Lucien’in elini uzun uzun sıkıyor, bir türlü bırakmıyordu. Soluk yüzlü, sıska
ve genç bir adam birdenbire ayağa kalktı: Şık giyinmeye çalışmıştı, ama yoksulluğu belli oluyordu.
“Söz istiyorum!” diye bağırdı.
Başkan, çıngırağını çaldı:
“Adınız?”
“Grinet. Adım size pek bir şey söylemeyecek. Ama az önce konuşan bayın adı başka türlü önemli.
Aldığım bilgiler beni yanıltmıyorsa, bu bayın babası, Paul Tessat, o Stavisky dolandırıcısından
seksen bin frank almıştı. Kuşkusuz bu parayla da..”
Sözlerinin gerisi salondan yükselen gürültü içinde eridi gitti. Grinet, ele geçirdiği bir bastonu silah
gibi havaya kaldırmıştı. Onun yanı başında genç ve iriyarı bir adam bir tabure kapmış, tabureyi lobut
gibi sağa sola sallamaya başlamıştı.
André, çıkış kapısına güçlükle ilerledi. Pierre ona sokakta yetişti.
“André! Bekle bizi. Lucien’le birlikte kahveye gideceğiz.”
“İstemiyorum.”
“Neden istemiyorsun?”
Bu soruyu onlara yetişmiş olan Lucien sormuştu.
“Gidip bir bira içelim. İçeride havasızlıktan boğuluyordum. Konuşmayı zor bitirdim. Zaten bana
sataşacaklarını önceden haber vermişlerdi.”
Pierre gülmeye başladı:
“Bu, onlara güzel bir ders oldu! Ben bu Grinet herifini tanıyorum; 6 Şubat’ta da işbaşındaydı.
Manyak herif, eline bir ustura almış, atlara saldırıyordu o gün. Ondan iyisini seçemezlerdi. Lucien,
sen çok iyiydin. Şimdiden gazetelerin ne yazacağını kestiriyorum. Bir kere, edebiyatçı olarak
ünlüsün. Sonra, düşün, Paul Tessat’ın oğlu bizimle birlikte. Senin için bir dram sayılır bu. Ama
düşün, baba hangi cephede, oğlu hangi cephede? İşte bu yüzden seni susturmak istiyorlardı.
Olağanüstüydün sen. André, sen niye konuşmuyorsun?”
“Vallahi, doğrusunu istersen ne söyleyeceğimi pek bilemiyorum.”
“Hadi, hadi!”
“Biliyor musun, bu işleri çok düşünmeli, iyice ölçmeli. Hele ben. Hani sen kendin söylemiştin ya.
‘Çok geç tepki gösteriyorsun,’ demiştin. İşte bu yüzden...”
Onlarla birlikte genç bir kadın yürüyordu. Başı açık, saçları kıvır kıvırdı. Çevresine şaşarak bakan
bir hali vardı: Gözleri bir uyurgezerinkileri andırıyordu. Sessizce yürüyordu. Birdenbire durdu:
“Anahtar sende mi Lucien? Stüdyoya gitmeden eve uğramak istiyorum da.”
O zaman Lucien, unutkanlığını düzeltmek istercesine:
“Beni bağışlayın,” dedi, “tanıştırmadım sizi, Jeannette Lambert. Tiyatro oyuncusu. Lise
arkadaşlarım: André Corneau, Pierre Dubois.”
Sonra Jeannette’e döndü:
“Önce hep birlikte bir şeyler içelim, sonra seni stüdyoya bırakırım.”
Kahve boştu. Bölmenin gerisinde oranın müdavimleri kâğıt oyunuyorlardı. “Dam bende!” André
birayı büyük yudumlarla içiyordu. Jeannette’e şöyle göz ucuyla baktı, çarpılır gibi oldu: Kızın gözleri
müthişti. Üç adam, eski yıllardan, okul anılarından söz açmayı denediler, ama konuşma bir zaman
sonra ölgünleşti, gitti. Pierre bile susmuştu: Sıcak ve gürültü onları hırpalamıştı.
Orta yaşlı iki adam tezgâha geldiler, içki söylediler. Biri kırk yaşlarında gösteriyordu, başında
tellal kasketi vardı. Yüksek sesle yanındakine söylendi:
“Diyelim ki bir bacağını kestiler. Boktan bir şey olur, değil mi?”
Daha genç olanı karşılık verdi:
“Hayır! Bu, iki kere iki dört eder kuralını doğrular.”
Tellal gitti, plak dolabına para attı. Büyük bir gürültü kapladı ortalığı. Pierre müziğe uyarak
mırıldandı:
“‘Titine’in peşinden koşuyorum.’ Anımsıyor musun? Bu, savaştan sonra herkesin ağzındaydı. O
sıralarda biz boyuna ders hafızlıyorduk. Ne tuhaf! O zamanlar neler söylenmiyordu ki. ‘Sürekli bir
barış’ sözü örneğin. Ya şimdi, duydunuz ya demin: ‘İki kere iki dört eder.’ Gerçekten de bundan basit
ne var? Önce Almanların elinden bol süt veren inekler alınır: Bu birinci perde. Sonra sıra
konferanslara gelir: Ödeyecekler mi? Ödemeyecekler mi? ‘Refah’ ve mutluluk üzerine yasalar
çıkarılır. Oysa benim evimin çevresi köprü altında yatanlarla dolu. İkinci perde: Balık denize
dökülür, kahveyi yakarlar, yeni fabrikadan çıkmış makineler yeniden hurda yığını haline getirilir. Ve
Hitler sahneye çıkar. Haydi, bütün antlaşmaların kıçına birer tekme... Herifler silahlanır, biz
silahlanırız. Herifler daha çok silahlanır. Durur muyuz, biz de tabii. Şimdilik üçüncü perdeyi
oynuyoruz: Dördüncü perdeyi kestirmek çok kolay. Hitler nutuk çeker: ‘Strasbourg ve Lille kentlerini
istiyorum!’ diye. Haydi, hepimize gaz maskeleri ve konserveler dağıtılır. Öyle ya, uygarlığı kim
savunacak? Biz! Birden bu bina üzerinde bir bomba patlar. Artık gerisini söylemek gereksiz. Yalnız,
öyle sanıyorum ki halk bu oyunun böyle oynanmasına izin vermeyecek. Viard’ın konuşmaları herkesi
etkiledi, küçük burjuvaları bile. Seçimlerde, göreceksiniz, solcular çoğunluğu sağlayacak.”
Lucien gülümsedi. André, Pierre’in ne söylediğini dinlememişti gerçi, ama bu gülümseme onun
kanına dokundu. Kendi kendine, “Bu çocuk bir züppe,” dedi. Bir yandan da ona hayranlıkla
bakmaktan kendini alamadı. Lucien yakışıklı adamdı. Gözlerinin yakıcı bir yeşili vardı, saçları bakır
renginde ve kıvır kıvırdı, yüzü kalıplanmış bir mask gibi solgundu. Lucien bu haliyle Ortaçağ
haydudu rolündeki bir aktörü andırıyordu.
“Peki, ya sonra ne olacak?” diyordu. “Viard, halkı şimdi iktidarda olanlardan daha kötü mü
silahlandıracak? Evet, belki böyle olur: Herif gösteriş meraklısının teki çünkü. Oysa söz konusu olan
şey bu değil. Örneğin babam; şimdi sağcı çoğunluğun temsilcisi. Yeniden milletvekili seçilecek, bu
sefer de solcu çoğunluğun temsilcisi olacak. Ve üstelik yaptığı işe inanarak. Çünkü bütün
burjuvalığına rağmen dürüst bir adamdır. Tabii dün nasıl davranıyorsa yarın da öyle davranacak;
onun gibi adamlar değişemezler. Tek çıkış yolu var aslında. Biliyorum, bana vereceğin yanıtı
biliyorum. Ama devrimi halk yapıyorsa, ayaklanmayı da bir örgüt hazırlar. Ayaklanma dediğin şey
bir sanattır. Ne dersin André?”
“Benim için sanat başka bir şeydir: Resim yapmaktır sanat, ağaç yetiştirmektir. Oysa devrim bir
felakettir, o hep insanların kuyruğu iyiden iyiye sıkışmışken patlak verir. Siz her şeyi havada
yakalamak istiyorsunuz, değişiklik olsun diyorsunuz, özleminiz var. Ben hiçbir şey olmasın istiyorum,
öyle seviyorum. İnsan ancak o zaman çevresine bakabilir, çevresini görebilir. Cézanne gibi bütün
ömrünü elmaları seyrederek geçirirse... O nasıl gördüyse... Bana sorarsanız sanat budur.”
Pierre hemen parladı:
“Sen köşende tıkılıp ‘seyretmekte ısrar ettikçe’ söylemesi kolay,” dedi. “Ama seni bir de makineli
tüfek ateşi altında yürümeye zorlasalar; düşünmek için zaman bulabilecek misin? Ne zaman yöntemli
bir düşünür gibi davranacaksın, merak ediyorum?”
André, karşılık vermek istemiyordu. Ama susamadı, konuşmadan edemedi: Jeannette, gözlerini
kocaman kocaman açmış ona bakıyordu. Kızın bakışları altında André değişiyor, kendi kendisi
olmaktan çıkıyordu.
“İkinizi, seni de, Lucien’i de anlamıyorum. Yıldızları alalım, onlar için şiirler yazılır. Kuşkusuz
felsefeyi de etkilerler onlar. Oysa yıldızlı bir gökyüzünü akıl etmeyi düşünen sanatçı kimdir, söyler
misin? Primitiflerden bu yana bütün ressamlar hep neyi gerçekleştirmek için yırtındılar? İnsan
bedenini düzensiz ve çarpık olan, beklenmeyen yönüyle, sıcaklığıyla, mutlak ve somut karakteriyle
çizebilmek için değil miydi onların çabası? Bir manzarayı al, istersen. Bu da insan bedenidir aslında,
değişiklik başka türlü sunulmasındadır: Bir tepenin yuvarlaklığı, yeşilliklerin çeşitliliği, bir bahçe
duvarıyla gökyüzünün kesişmesidir. Siz ‘devrim’ derken bir düşünceyi yansıtıyorsunuz, söz oyunu
yapıyorsunuz. Ama demin orada Lucien’i dinleyenler canlı, dipdiri, hayat dolu insanlardı. Onların
yüzlerini gördüm ben, yüzlerinden sıkıntılarını okudum.”
André sustu. Neden konuşmuştu? Söylenmesi gereken sözler değildi söyledikleri. Bunlar değildi.
Ve kim bilir şu kadının hayatı nasıl? Lucien ne demişti: ‘Tiyatro oyuncusu.’ O muydu tiyatro oyuncusu
olan? Hadi canım sen de. Koca bir çocuk o. Ya da bir çılgın. Asıl oyuncu Lucien. Oyun oynayan o.
Kız ‘Anahtar sen de mi?’ diye sormuştu. Bu, birlikte yaşadıklarını gösterir. André farkında değildi
belki, ama Jeannette’i kıskanıyordu. Bu yüzden de gaf üstüne gaf yapıyordu. Kız konyak söylediği
zaman atılıverdi:
“Hiçbir işe yaramaz bu!” dedi. “En iyisi yürümektir. O zaman unutur insan.”
Kız karşılık vermedi. Ama Lucien alaycı alaycı göz kırptı:
“Şimdi de ahlak dersi mi? Jeannette, geç kalmıyor musun sen?”
Kız başıyla ‘hayır’ işareti yaptı. André, şaşkın, kulaklarına kadar kızardı. Bir sessizlik oldu.
Bölmenin gerisinden kâğıt oynayanların sesleri geliyordu. “Hay Allah, bu kozları nereden
çıkarıyorsun?” Küçük bir çocuk akşam gazetelerini satarak girdi kahveye: “Son baskı! Savaş
başlayacak!”
Jeannette kalkıp plak dolabına gitti. Makineye para attı. O deminki eski ve ünlü fokstrot ezgisi
duyuluncaya kadar bekledi. Sonra André’ye döndü:
“Dans edelim, ister misiniz?” dedi. “Savaştan sonra herkes dans ediyordu. O zaman ufacıktım ben,
anımsıyorum. Öbür insanlardan daha kurnaz olalım. Savaştan önce dans edelim. Sonra hiç olmazsa
pişmanlık çekmeyiz.”
André reddetmeliydi, dans bilmiyordu. Üstelik bu sessiz, komşu dükkânlardaki satıcılarla
kasiyerlerin saatlerce kâğıt oynadıkları, bu yalnızca soğuktan büzülmüş şoförlerle memurların
sığındıkları kahvede, hiç dans eden olmazdı. André’nin yüzü mutluluktan kıpkırmızı oluvermişti;
kocaman eli Jeannette’in sırtına dokunur dokunmaz titreyivermişti. Kasada, oturduğu yerden onları
seyreden patron kadının iyi gözle bakmadığı belliydi. Zaten bu dans çok çok bir dakika sürdü; fazla
değil. Jeannette birdenbire dansı bıraktı, zor duyulan yılgın bir sesle:
“Gitmeliyim, Lucien. Yürüyeceğim,” dedi.
Kız gidince, Pierre sordu:
“Hangi tiyatroda oynuyor?”
“Şimdilik radyoda çalışıyor. Biraz tiyatro, biraz radyo reklamı. Salata yani. Önemsiz bir iş. Çok
yetenekli olduğunu söylüyor, ama bilirsin, bu koşullarda insanın kendine yer yapması çok zor!”
Lucien, arkadaşlarını evine çağırdı.
“Hem içeriz, hem konuşuruz,” dedi.
Pierre hemen kabul etti. André istemedi. Lucien epey üsteledi:
“Gel, yahu! Bir daha ne zaman görürüz birbirimizi. Hele savaş çıkarsa...”
André ayağa kalkmıştı:
“Savaş olmayacak! Ben eve dönüyorum. Bütün bu konuştuklarımızdan sonra biraz yürümeliyim.
Bana kızma, Lucien. Deliğimde yaşıyorum ben. Tıpkı bir porsuk gibi. Ne toplantıları seviyorum, ne
tiyatroyu, ne...”
‘Ne tiyatro oyuncularını’ diyecekti, onu da söyleyecekti, ama söylemedi, omuzlarını silkti, çıktı.
2
André hızlı yürüyordu; kenti bir boydan bir boya yürüyecekti. Yeşil, kırmızı, mor ışıkların
alabildiğine kaynaştığı caddede arabaların kornaları boğulurcasına haykırıyordu. Burada insanlar da
büyük bir kaynaşma içindeydiler: Gezintiye çıkmış olanlar, gazete satıcıları, köşe işportacıları, gece
kulüplerinin tellalları bu kaynaşmanın insanlarıydı. Boğuk sesli genç kızlar her zaman söyledikleri
tatlı ve iyilik dolu sözleri bu gece de tekrarlıyorlardı. Küçük ve sessiz bir ara sokakta bir hoparlör
bar bar bağırıyordu: “Kesinlikle silahlanmak zorundayız...” André bu kargaşalığın içine bulanık ve
karanlık bir suya dalıyormuş gibi girdi. Köprünün üstünde uzun zaman durdu. Aşağıda, suyun içinde
bütün ışıklar yansıyordu. Kim bilir belki de böylece ikinci bir hayat yaşıyorlardı. Seine Nehri
mürekkepten farksızdı. Rüzgâr çıkmıştı. Yağmur hafiften çiseliyordu. André, Jeannette’in gözlerini
düşündü. Ne tuhaf kadındı!
Cherche-Midi Sokağı’nın köşesine gelince, ‘Sigara içen köpek’ kahvesine girdi. Sigara almak
istiyordu. Kahve aydınlık ve gürültülüydü. André gidip oturdu, elma rakısı getirtti. Alkol boğazını
yaktı, ama o hoşnuttu, gülümsüyordu. İçinden çıkılmaz gibi görünen yapışkan düşüncelerden sıyrılmak
istiyordu. Böyle bir duyguyu ilk olarak şimdi tanıyordu, nedenini açıklayamadığı bir şeydi bu. Üst
üste üç küçük kadeh içti. Çıkmak üzereydi ki kuru, sarışın ve geniş pardösülü bir adam onu durdurdu.
“Fransızcayı kötü konuşuyorsam beni bağışlayın,” dedi. “Sizi hemen her gün görüyorum. Yine de
konuşup konuşmamak konusunda uzun süre kararsız kaldım. Sizinle aynı evde oturuyoruz, Madam
Coad’un evinde. Ben üçüncü kattayım. Tablolarınızı sergide gördüm; gerçekten çok çarpıcı. Hele
kenar mahalle peyzajları; o gri tonlar...”
André, kuru bir tavırla sordu:
“Eleştirmen misiniz?”
“Hayır. İhtiyolog. İzin verirseniz kendimi tanıtayım: Brik Nieburg. Lubeckliyim.”
André, şaşkın, adama baktı: Aydınlık ve bön bön bakan gözleri vardı adamın. Gömleğinin yakası
kolalıydı, bıyığı kısa kesilmişti.
“Anlamadım,” dedi.
“Almanım ben...”
“Yok, yok. O değil. Sonu ‘og’la biten bir söz söylediniz, onu anlamadım. Neyle uğraşıyordunuz
siz?”
“Balıklarla.”
Bu da tuhaf geldi André’ye. Kahkahayı koyverdi.
“Ha, balıklar! Şimdi baştan alalım: Fontenay-aux-Roses için yaptığım peyzajları seviyorsunuz,
hele o gri tonlar. Lubeck’te de balıklarla haşır neşirsiniz. Fikrimi sorarsanız, ‘güzel bir salata’ derim.
Otursanıza. Elma rakısı içer miydiniz? Madam Coad’a gelince; görünüşe bakılırsa müthiş bir kaltak.
Siz de galiba böyle mülteci hayatına mahkûm edildiniz?”
“Hayır. Görevli olarak geldim. Balıkçılık Enstitüsü’nde dört aydır incelemeler yapıyoruz. Zaten
yarın Lubeck’e dönüyorum. Hoşunuza gitmedi mi yoksa?”
“Benim için fark etmez. Balıklardan anlamam ki. Balıkların arasında güzelleri, belki iyileri vardır.
Fazlasını bilmem. Bundan sonrası sizin işiniz olmalı. Lubeck hoşunuza gidiyorsa, orada yaşayın,
Paris’i sevdiyseniz, kalın Paris’te.”
İçtiği o tek kadeh rakı Almanı hafiften sarhoş etmeye yetmişti. Aydınlık bakan gözleri
donuklaşmıştı adamın. Bir sigara aldı, ama yakmadı. Uzun süren bir sessizlikten sonra konuştu:
“Hoşa gitmek ya da gitmemekle ilgisi yok. Üstelik Paris’i seviyorum da. Hatta Paris’i anladım da
diyebilirim. Oysa benim söylemek istediğim şey başka: Seçmediğiniz bir yer var. Orada
doğuyorsunuz. Ben Almanya’da doğdum, bu yüzden de Almancayı, Almanya’daki ağaçları, dahası
Almanya’da yapılan sosisleri bile seviyorum. Siz Fransa’da doğduğunuz için...”
“Sanıyorsunuz ki ben Fransa’yı seviyorum? Kim biliyor? Bizde kimse bunu düşünmez. Gerçi
okullarda öğretirler, resmi törenlerde söylerler: ‘Bizim güzel Fransa’mız’ derler ya da ‘Vatan
tehlikede’ derler. Oysa bu sözler bizi esnetir, çok çok güldürür. Bazıları Moskova’daki hayatın daha
güzel olduğunu ileri sürer. Bazıları da örneğin Lubeck’te daha iyi yaşandığını düşünürler. Ama Paris
için kimse böyle şeyler söylemez. Paris’te yalnızca yaşanır. Hepsi bu.”
“Nasıl, yani siz yurdunuzu sevmiyor musunuz?”
“Hiç düşünmedim bunu! Savaş sırasında insanları çok kazıkladılar. Kafalarını yanlış şeylerle
doldurdular. Belki de hiç bu savaştaki kadar kazık atmamışlardır insanlara. Dedem bin sekiz yüz
yetmişte, herkesin, ‘Yaşasın Fransa!’ diye bağırırken bu işi inanarak yaptığını anlatırdı. Ama bu daha
çok düşman süngülerine meydan okumak içindi. O zamanlar Prusyalılar Normandiya’yı ele
geçirmişlerdi. Biraz önce arkadaşlarla birlikteydim. Hepsi iyi çocuklardır. Yalnız felsefeyi biraz
fazla severler. Benim kafama bu düşünceleri onlar yerleştirdi; hep savaştan konuştular bu gece. Tuhaf
çocuklar, ikide bir ‘savaş çıkacak’ deyip duruyorlar.”
“Kuşkunuz olmasın. Ben geçen baharda bekliyordum savaşı. Olmadı. Bize bir yıl süre tanıdılar
demektir. Bizim şansımız yok; önce bir savaş, sonra arkasından bir ikincisi. İkisinin arasında da
paramparça bir hayat. Hiç olmazsa arada Paris’i gördüğüme seviniyorum. Hazır Paris...”
“Hazır Paris?”
“Hazır Paris yıkıntı haline gelmemişken...”
André kalkmıştı.
“Siz de tuhaf adamsınız. Elma rakısına alışık değilsiniz, öte yandan bir sürü korkunç şey
düşünüyorsunuz. Neyse! Sizi balıklarınızla baş başa bırakıyorum. İyi şanslar!”
André’nin kalkıp gidişi nedensiz değildi. Birdenbire Jeannette’i anımsamıştı; sesini duyar gibi
olmuştu, en sıradan sözlere derin bir anlam kazandırdığını sezinliyordu. Kendince tabii. Döner
merdiveni dörder dörder çıktı, radyosuna koştu. Tenor bir ses bir reklam okuyordu: “Baldoflorine
iksiri bütün yarım baş ağrılarına, iç sıkıntısına iyi gelir.”
André bir tabureye oturup alnını avuçlarının arasına aldı. Uzun süre böyle kaldı. Birden yüreği
hopladı: Konuşan sesi tanımıştı. Jeannette’in gözlerini aradı, bulamadı. Karanlıkta yalnızca ‘Leipzig’,
‘Roma’, ‘Paris’ sözcükleri okunuyordu. Ses diyordu ki, ‘Sırrımı ne kadar saklamaya çalışırsam
yüreğimdekini o kadar çabuk ele veririm.’ Sonra iki kez üst üste ‘çocukça şeyler’ sözünü tekrarladı.
Sonra da bas bir ses yükseldi radyodan, emir veriyormuş gibi: ‘Yemeklerden önce martini için!’
dedi. Bu öylesine beklenmeyen bir şeydi ki André kahkahalarla güldü. Şimdi atölyede bir aşağı bir
yukarı dolaşıyor, kendi kendine tekrarlıyordu: “Öyle olsun, martini içeceğim. Yüreğimdekini ele
vereceğim. Çocukça şeyler.”
Oysa radyo çoktan korkutucu sözler etmeye başlamıştı: “Alman Hava Kuvvetleri...” diyordu,
“Birleşmiş Milletler’de kriz...” diyordu. “Hava savunması...” diyordu...
André, açık pencereye yaklaştı. Bu bir mart gecesiydi ve herhalde fırtına Manş kıyılarını çoktan
allak bullak etmiş olmalıydı. Rüzgâr denizden kopup Paris’e kadar sokulmuştu. Evleri sarsıyor
gibiydi. İnsanın dudaklarına tuz tadı getiriyordu. André denizin yanında büyümüştü. Rüzgârın ağacı
direğe döndürdüğü, elma ağaçlarının ölüp gittiği bir dönemde büyümüştü. Nasıl saçma bir gece bu!
‘Yeni bir hümanizma’, mayısböcekleri, ayaklanma, savaş. Bütün bunlar gerçek mi? Alman ne demişti:
“Paris yıkıntı haline gelmeden,” Ya Jeannette? Bir otomobilin altında kalabilir ya da soğuk alıp
yatağa düşebilirdi. Dünyanın bir sırça bardak gibi kırılıp parçalanıvermesi böylesine basitti. Ve bu
falcılar, katı yürekli herifler, birtakım düşüncelerin çevresinde dolanıp duruyorlardı. André, o
fırtınalar ülkesinde, Normandiya’da yalnızca elma ağaçlarını sevebiliyordu. Yalnızca elma ağaçlarını
ve Jeannette’i.
3
Lucien, Pierre’i zengin döşenmiş, ama soğuk bir odaya aldı. Odanın havasından burada kiracıların
sık sık değiştiği, tazılarla ava giden atlıları gösteren gravürlerin, köşede duran rokoko dolabın
kimseyi ilgilendirmediği anlaşılıyordu. Lucien aslında babasının evinde oturuyordu. Bu odayı
Jeannette için kiralamıştı, ama seviyor olmalı ki sık sık “Benim evim,” diyordu. Geniş bir sofanın
üstünde Engels’in kitabıyla rengarenk kumaşlarla süslenmiş büyük bir bebek yan yana duruyorlardı.
Lucien, birkaç şişe çıkardı, içki kokteyli hazırladı. Pierre tiyatrodan söz ediyordu: Hep
Shakespeare’le haşır neşirdi.
Lucien onun sözünü kesti:
“Bütün bunları hiç olmazsa yüzyıl için rafa kaldırmalı. Dün Jeannette şunu okuyordu: ‘Beni belki
karılığa almayabilirsiniz, ama tutsak olmama engel değilsiniz ya.’ Ben de diyorum ki: Miranda
susarsa iyi olur, söz sırası Caliban’dadır.”
Yeni yaktığı sigarayı söndürdü. Ve birden, bu kez başka ve daha basit bir sesle:
“Babamla ilişiğimi kesmem gerekecek,” dedi. “Kolay olmayacak. Ama bugünkü konuşmamdan
sonra... Üstelik yeni kitabım da yakında çıkacak. Seçmek gerekiyor. André gibi insanları
anlamıyorum ben; kumar büyüdüğü zaman insan oyunu terk eder mi?”
“André de bizden. Sen onu tanımıyorsun, belki biraz katıdır, ama sağlam çocuktur. Sözüm seni
güldürecek, bazen herkes bize katılacak, bizim mücadelemizi paylaşacakmış gibi bir duygu uyanıyor
içimde. Şimdi ‘Seine’ fabrikasındayım, orada çalışıyorum. Dessère’le konuştum. Çok ilgi çekici bir
adam! Açıkça söylemeli, o bizden değil, bizim düşmanımız. Biliyorsun, en büyük kapitalistlerden biri
o. 6 Şubat olaylarına kadar ‘Croix du feu’ örgütündekileri destekledi. Yanılmak öylesine kolay ki:
Ben kendimden biliyorum. Bu Dessère çok şeyi anlamış. Baştan kaybedilmiş bir işi savunmayacak
kadar da akıllı. Daha bir yıl geçsin, o da bizim safımıza gelecek, göreceksin. Viard çok güzel söyledi,
‘Biz sosyalistler, bütün Fransızları birleştireceğiz,’ dedi.”
Lucien bebekle oynadı bir süre. Esneyerek:
“Tabii,” dedi. “Yalnız bunu becerebilmek için önce Dessère’i kurşuna dizmek, sonra da Viard’ı
asmak gerekiyor.”
Pierre, neredeyse sıçradı, hızlı adımlarla odada dolaşmaya başladı.
“Ama böyle davranırsak herkes bize sırt çevirir! Bütün insanlar birbirine benzemiyor ki. Farklı
yollardan bizim safımıza geliyorlar. Anla bunu! Bizim fabrikada bir makinist var. İsmi Michaud.
Müthiş bir çocuk. Ne yazık ki fanatik. Onun gözünde Dessère bir kapitalist. Gerisine aldırmıyor.
Komünistler...”
“Komünistlerle Viard arasında seçim yapmak gerekecekse komünistleri seçerim. Onlar daha erkek.
Ama politikayla zehirlediler onları da. ‘Halk Cephesi’ dedikleri şey ne yani? İhtiyar Marianne’ın
triosuna koşulmuş bir trio. Viard, yurttaş Viard, arabaya koşulmuş atlardan sağda olanı. Soldaki de
senin makinist arkadaşın. En sağ uçta da tabii babam var. Böylece hoşgörünün bir zaferi olacak bu
cephe.” Kahkahalarla güldü. “Tarih öğretmenimiz aklıma geliyor, cakalı bir sesle ‘Büyük Devrim,
hoşgörüsüzlük yüzünden kendini yitirdi,’ derdi. O böyle söyleyince Ayı Fredo da ayağa fırlamış,
‘Beni de mahveden hoşgörü, yani kadınlarla erkeklerin hoşgörüldüğü evler!’ diye bağırmıştı. Az
kaldı okuldan atıyorlardı oğlanı, anımsıyor musun?”
Okulda yaptıkları soytarılıkları anlattılar birbirlerine. Lucien sürekli içki dolduruyordu kadehlere.
Pierre durulmuş, sessizleşmişti. Nedenini bilmeden tuttu, Lucien’e aşkını anlattı:
“Mutlaka tanımalısın onu. Hani ‘ayaklanma gerekli,’ diyorsun ya, işte o çıkar, barikatların üzerinde
dövüşe katılır. Babası işçidir. Jaurès’i iyi tanıyormuş, hapiste yatmış. Kız Belleville’de öğretmen.
Bilsen onu nasıl seviyorlar orada. Herkes seviyor; küçükler de seviyor, büyükler de. Her şeyi
değiştirdi orada...”
Lucien gülümsedi.
“Yeni bir kriz mi, yoksa evlenmeye mi karar verdin?”
“Dalga geçme. Çok ciddiyim, hayatımdaki en önemli şey bu. Yalnız aramızda hiçbir şey yok henüz.
Agnès’in haberi bile yok.”
“‘Kadın mistik bir yaratıktır, ama yararlıdır.’ Jules Lalargue böyle söylemiş.”
Pierre’e dokunmuştu bu. Sordu:
“Senin için de böyle mi?”
Devam etmedi. Jeannette girmişti içeriye. Şapkasını, eldivenlerini çıkardı. Bir süre aynanın
önünde dolandı. Sigara yaktı. Sonra sordu:
“Niçin Andrè’yi çağırmadın?”
Lucien irkilmişti. Yine de bir şey söylemedi. Jeannette boş kadehini yerine koyup Pierre’i soru
yağmuruna tutmuştu o arada.
“Sizi eğlendirmek için ne yaptı? Babasından, onun içi temiz bir adam olduğundan söz etti mi?
Herhalde içki içerek size de bir devrim planlamıştır?”
Lucien, ona şaşırarak baktı:
“Sana ne oldu? Niçin böyle alaycısın?”
“Ben mi alay ediyorum? Yoo... Yalnızca canım sıkılıyor.”
Pierre, tedirgin olmuştu. Kalktı:
“Sizi baş başa bırakıyorum ve gidiyorum. Sabah altıda ayakta olmalıyım.
4
Michaud, önündeki makineyi hayranlıkla Pierre’e gösterdi.
“İşte buna makine derler!”
Sonra her zamanki gibi politikadan söz ettiler. Pierre yine her zamanki gibi Viard’ı göklere
çıkarıyordu. Michaud bir şey söylemeden onu dinliyordu. Otuz yaşlarında, iriyarı, sağlam bir adamdı.
Başında kasket vardı; gri gözleri alaycı bir pırıltıyla yanıyordu, sigarası ağzında sönmüştü. Kısa
kollu bir gömlek giymişti; kollarına bir vapur demiri ve kalp dövülmüştü –Michaud, askerliğini
denizci olarak yapmıştı.– Müthiş bir işçiydi, yalnız konuşması çok sert ve zehirliydi, insanın içine
işlerdi. Çalıştığı fabrikada çevresindekilerden çok saygı görürdü; biraz da çekinirlerdi ondan.
Pierre onunla konuşurken insan kendisinden yaşça büyük birine karşı nasıl davranırsa öyle
yapıyordu. Üstelik şimdi Michaud, Viard’ın son konuşması için ne düşünüyor, bunu öğrenmek
istiyordu. O sabırsızlanıyor, Michaud susuyordu.
“Belki de ilkelerde anlaşamıyorsunuz Viard’la?”
“Neden? İlkeler, ‘Halk Cephesi’nin ilkeleri. Zaten iş söz oyununa gelince, kimse Viard’ın
üstesinden gelemez.”
“Yani ona güvenmiyorsunuz?”
“Şimdi, işin resmi yönü Halk Cephesi. Ama açık konuşalım: Viard’a kol saatimi ya da cüzdanımı
teslim ederim, şu giriştiğimiz kavgayı teslim etmem!”
“Sizi anlamıyorum, Michaud. Şu makine ne sizin malınız, ne bizim. ‘Seine’ fabrikasının, yani
Dessère’in malı. Biz de bomba uçakları için motor yaptığımıza göre savaş olsun diye çalışıyoruz
demektir. Siz şu makine için öyle okşayıcı sözler buluyorsunuz ki, insan şaşırıyor. Öte yandan da
ömrünü bizim savunduğumuz ilkeler uğrunda tüketmiş bir adama düşman gözüyle bakıyorsunuz.”
“Bu makine yalnızca Dessère’in malı değil ki. Bu bir araçtır, üstelik değerli bir araçtır. Bugün
bizim malımız değil; belki yarın bizim olacak. Özen göstermek için yeterli değil mi? Bomba
uçaklarına gelince, onların da ne olacağı belli değil. Kime karşı savaşacaklar? Ne zaman ve nasıl?
Oysa Viard söz konusu olduğunda her şey kesinleşiyor. Şimdilik omuz omuza yürüyoruz, o kendi
çıkarını düşünüyor, biz kendi çıkarımızı. Sonra onu ezip geçeceğiz ya da o bizi ezecek. Kim önce
davranacak, bilemiyorum. Yalnız açık olan bir şey var: Gerektiği anda biz onu duvara
mıhlayamazsak, o hepimizi kurşuna dizdirecek. Hem de nasıl! Oo... Ben burada gevezelik ediyorum
ama yapılacak bir sürü işim var.”
Pierre, Agnès’e giderken bu konuşmayı bir bir gözünün önüne getiriyordu. Akşamüstüydü. Her
şeyin belirtilemeyecek bir nitelik kazandığı, aldatıcı oluverdiği bir saatti. Gündüz gözüyle ihtiyar
lekelerin örttüğü eski evler şimdi birer mavi tepe gibi görünüyorlardı. Yaşlılığın ve çilelerin
çirkinleştirdiği, anlamsızca süslenmiş insan yüzleri bu saatte güzelleşiyordu. Sanat, sevimliliğini ve
çekiciliğini dünyamıza bu vakitte ödünç veriyordu. Pierre için Michaud’nun sözleri kahredici, kuru
sözlerdi. Ama belki de Michaud haklıydı. O zaman da her şey anlamını yitirecekti: Yapılan kavga da,
kazanılacak zafer de değersiz olacaktı. Pierre, birden toparlandı: Michaud haksızdı. Buna karar
vermek için Viard’ın hayatına bakmak yeterliydi: Légion d’Honneur bahşişini nasıl geri çevirmişti!
Şovenler tarafından azgın bir kampanyaya kurban edilmek istenen o değil miydi? Böylesine bir
davranışta soytarıca bir danışıklı dövüşe yer yoktu. O adam buna razı olamazdı.
Pierre, Michaud’yu, onun aslında belki düz, ama görünüşte çok dolambaçlı düşünce biçimini
anlamıyordu. Michaud’nun düşüncesini, dağda kayayı oyan bir su kaynağına benzetiyordu. Michaud
zayıflığı ve ezikliği olmayan alaycı bir Parisliydi. Oysa Pierre bir Güneyliydi. Rousillon’da üzüm
bağlarının arasında doğmuştu. Babası Perpignan’da bir basımevinde sayfa bağlardı, işi buydu.
Perpignan’da ortalık o kadar beyaz ve ışık öylesine çiğ, toprak kıpkırmızı ve deniz öylesine mavidir
ki... Pierre gürültülü kahkahaları, birdenbire yapılan jestleri, gürültülü gözyaşlarını, Hugo’nun
şiirlerini, sehpaya giderken bile ateşli konuşmalar yapan Jakobenlerin anısını sever. Yani hayatın dış
görünüşünü, elle tutulur yanını sever. Mavi bir ses bulutunun gerisinde bulvarın iki yanındaki kestane
ağaçları seçiliyordu. Hafif hışırtılarla titreşiyorlardı rüzgârda. Pierre kendi kendine konuşuyordu:
“Yeneceğiz,” diyordu. “Yeneceğiz, çünkü insanlar mutluluğu özlüyor, bir elin sıcaklığını, dostluğu,
hayata güvenmenin tadını arıyorlar.” Yıllarca önce yazdığı bir şiir geldi aklına: “Rüzgâr ve kavga...
Hayatın bize gönderdiği esmer bir ekmek bu.” Agnès’i düşünmeye başladı. Nasıl karşılanacağını çok
merak ediyordu.
Pierre havalarda yaşayan bir adamdı. Bütün duygularını sözlerle şişirir, büyütüverirdi. Bu yüzden
de kızın içe kapanıklığı, sessizliği karşısında eli böğründe kalıyordu. Pierre onsuz yaşayamayacağını
düşünüyordu. Kızı sevdiğini Lucien’e bile söylemişti; bir türlü cesaret edip kendisine
söyleyemiyordu. Sık sık yanına gidiyor, okul üzerine, çocuklar üzerine sorular soruyordu. Sonra,
nasıl oluyorsa oluyor, ikisi de birdenbire susuyorlardı; o zaman yalnızca pencerenin camına tıp tıp
vuran yağmurun gürültüsü duyuluyordu.
Bir gün Agnès’e, Knut Hamsun’un bir romanını anlatmıştı. O an birden cesaretlenip sordu: “Hiç
aşık oldunuz mu?” Gizli bir umut besliyor, kızın “Şimdi evet,” diye yanıtlamasını bekliyordu. Ama
Agnès yan çizmiş, somurtarak, “Eskiden bir aşığım vardı,” demişti. O günden beri Pierre’in içinde
bir de kıskançlık duygusu tomurcuklanmaya başlamıştı. Sanıyordu ki Agnès’in durgunluğu, sessizliği,
yalnızlığı hep o tanımadığı adamın yüzündendir.
Sokak fenerleri yanmaya başlamıştı. Pierre, Belleville Sokağı’nı geçti. Kasap dükkânlarının
vitrinlerinde, mor ışıkların altında domuz kafaları görülüyordu. Onları kâğıttan yapılmış güllerle
süslemişlerdi. Bir sinemanın kapısı önündeki afişte genç bir kız, bir denizcinin ellerini yakalamış,
bırakmıyor, bir yandan da alabildiğine büyük gözyaşlarıyla ağlıyordu. Sokak üzerindeki bir düzine
kahvede kadehler tatlı tatlı tokuşuyor, bilardo masalarında şaşkın toplar gidip geliyordu. Bu saatlerde
sokak hep böyle yapmacıklı ve dokunaklı süsler içinde parıldıyordu. Yolun sağında solunda daracık,
kanallar gibi koyu ve karanlık sokaklar vardı. Buralarda soğan, yağ ve sidik kokuları birbirine
karışıyordu; Araplar yazı-tura oynuyor; yaşlı kadınlar bağrışıyor, kedilerin ve çocukların gürültüsü
de bütün bunların üstüne tuz biber ekiyordu. Kentin en yoksul mahallelerinden biriydi, Belleville.
Yoksulluk burada her türlü romantizmden kurtulmuştu; burada yoksulluk tekrar tekrar yamanmış
giysilerde, bir şeye benzemeyen soğan çorbasında, tekrar tekrar sayılan bozuk paralarda saltanat
sürüyordu. Daha geçenlerde bu bahtsız sokaklardan birinde yeni bir bina yapıldı, dükkân sahipleri ve
memurlar için bir bina. Binanın dairelerini bar bar bağıran zevksiz ve çiğ renklerle boyayıp barok
koltuklarla döşediler; yoksulluğun lüksü yaratıldı böylece. Zengin evlerinde olduğu gibi binanın
yedinci ve son katı hizmetçi odalarıyla doluydu. Oysa küçük dükkâncıların, küçük memurların
kadınları yemeklerini kendileri yapıyorlar, en üst kattaki odalar da parasız ve kimsesiz insanlara
kiralanıyor. Bu odalarda işsiz güçsüz bir veznedar, yaşlı bir masajcı kadın, bahtsız bir işportacı
yaşıyorlar. Bir de Pierre’in gönül verdiği öğretmen kız, Agnès Legendre yaşıyor.
Dar bir yatak, üzerine sürüyle defter yığılmış bir masa, bir lavabo ve iki hasır iskemle. Odanın
bütün eşyası bunlardı. Duvarları çıplaktı, ne fotoğraf, ne gravür, hiçbir şey asılmamıştı. Bir etajerin
üzerinde birkaç ders kitabı, bir sözlük, Flaubert’in ‘Madame Bovary’si ve Louise Michel’in
biyografisi vardı. Tavan penceresinden ay görünüyordu, çevresi dumanlıydı, fon dekoru gibi
duruyordu.
Agnès güzel olmasına güzel değildi. Alnı çıkıntılı ve genişti. Gözleri gri ve miyoptu. Burnu
kalkıktı. Elleri çalışan kadının elleriydi. Onda çalışkanlığın, özverinin, saklı duyguların getirdiği bir
sevimlilik yaşıyordu. Gülümsediği zaman yüzü değişiyor, güzelleşiyor, çocuksu oluveriyordu. Yabani
meyvelerin, sabahları korulukta yaşamanın tadını bilen ve aldatılması kolay bir genç kız kimliğine
giriyordu. Agnès her zaman gülümsemezdi; neşeli olmadığı için değil, yüreğinde derin bir sessizlik
taşıdığı için böyleydi. Alabildiğine çok sevinirse sonunda ağlardı.
Pierre şimdiye kadar Agnès’i hiç böyle kederli görmemişti. Ona Lucien’in yaptığı konuşmayı
anlattı. Kız asık bir suratla karşılık verdi:
“İğrenç!” dedi. “Babasının adını kullanıyorlar!”
Pierre, itiraz etmek istedi, Lucien’in dürüstlüğünden, iki kuşak arasındaki uçurumdan,
propagandanın bazı şeyleri gerektirdiğinden dem vurdu. Agnès’i düşüncesinden vazgeçiremedi.
“Politika alçaklık demek. Bu bir oyun. Bir de erkeklerin öldüğü...”
Pierre kızın bir sanatçıya gönül vermiş olabileceğini düşündü. Karar verdi, o adamı soracaktı.
Nasıl olsa günün birinde öğrenecekti. En iyisi şimdi sormalıydı.
“Hani bir gün bir adamdan söz etmiştiniz,” dedi. “Sevdiğiniz adam. Kimdir, bir şair mi?”
“Hayır, boya tüccarı. Neden soruyorsunuz? Tam sırasını buldunuz siz de. Sanki yeterince dertli
değilmişim gibi.”
“Onu mu düşünüyorsunuz?”
Agnès yanıt vermedi. Bütün miyoplar gibi yumuşak bakan gözleri birden sertleştiler, hatta bir an
için düşman kesildiler. Kuru ve soğuk bir sesle:
“Bugün okuldan çıkarıldığımı öğrendim. Görevime son vermişler. Görüyorsunuz, bu daha tatsız bir
şey.”
“Sizi kovdular yani?”
Pierre isyan etti; bu küçücük oda ona dar geliyordu şimdi. Sesini farkına varmadan öylesine
yükseltmişti ki.
“Kim kovuyor sizi? Nasıl cesaret ettiler? Ama imkansız!..”
Agnès anlattı: Bakanlıktan emir gelmişti. Öğrencilerden birisinin babası, bir boya tüccarı, oğluna
çok kötü bir kompozisyon ödevi yaptırıldığını, bunun bir skandal olduğunu bakanlığa şikayet etmişti.
“Alın, okuyun. Çocuk sekiz yaşında.”
Pierre kâğıdı aldı, yüksek sesle okudu: “Altı tane küçük köpeğimiz vardı. Annem beş tanesini
boğdu. Hepsine yetecek kadar süt bulamazmışız; öyle söyledi. René’nin yakında kız kardeşi
olacakmış. Onların evinde de süt yokmuş. Herhalde René’nin kız kardeşini de boğacaklar. Ben
küçükken evimizde çok süt vardı. Annem diyor ki büyüyünce savaşta öldürürlermiş beni. Top
oynamak ve tahta ata binmek çok hoşuma gidiyor.”
“Çocuklara demiştim ki: ‘Nasıl yaşıyorsanız, anlatın.’ Gelen yanıtların çoğu ilgi çekici. Hepsini
gösteririm birgün. Bakanlıktan gelen yazıda ‘vatan aleyhtarı’ davranışlarım olduğunu yazmışlar.
Bugün müfettiş yanına çağırdı. ‘Öğretim biçiminizi değiştirin, daha hafif bir ceza verilmesi için
uğraşalım,’ dedi. Reddettim bunu.”
“Bir de politika yapışımı doğru bulmuyordunuz!”
“Ama bu politika değil ki, hayatın ta kendisi. Politikayı sevmiyorum ben. Çünkü politikada her şey
lastikli, çektiğin tarafa uzuyor. İyi olanla kötü olanı ayırmak imkansızlaşıyor. Hep konuşuluyor, oysa
adamlar hep aynı.”
“Şimdi ne yapacaksınız?”
“Elimden dikiş geliyor. Atölyeye girip çalışacağım.” Sonra yavaş sesle ekledi:
“Kötü olan şu: İşimi seviyordum. Babam gibi. Küçüktüm, şimdi anımsıyorum da nasıl üzülmüştü
adam. Renault fabrikasında çalışıyordu o zaman. İşçiler greve başlayalı çok olmuştu.
“Hepimiz açtık, annem ağlayıp duruyordu. Babam cesaretini kaybetmedi. Saatini satmıştı, bize
sucuk getiriyordu. O sırada moda olan bir şarkıyı dilinden düşürmezdi. Şarkı senatör olan bir su
aygırını anlatıyordu. Sonunda grevciler yenildiler. Babamı da yeniden işe almadılar; elebaşıydı
çünkü. O kış boyunca hep işsiz oturdu. Ya bir dikiş makinesi ya başka bir şey tamir ederek
ekmeğimizi kazanıyordu. Ama sık sık atölyeye gidiyor, ‘Para vermeyin, bırakın da biraz çalışayım,’
deyip duruyordu. Bize de, dikiş makinesini kastederek, ‘Bundan sıkılıyorum,’ derdi.”
Bir sessizlik oldu. Alt katlardan birinde birisi, piyanoda o sıralar herkesin mırıldandığı bir ezgiyi,
‘Her şey yolunda, Madam la Markiz’ adlı ezgiyi tıngırdatıyordu. Pierre, masanın yanında ayakta
duruyor, masada açık duran bir öğrenci defterine bakıyordu: Çocuk oraya bütün insanların hayal ettiği
bir şey, masmavi bir deniz çizmiş, denizin üstüne de bir yelkenli kondurmuştu. Pierre birden genç kızı
elinden tuttu.
“Agnès!”
Aylardır bir türlü karar verememişti. Hep inandırmak, konuşmak gerektiğini düşünmüştü, ama
bugün birdenbire onu adıyla çağırmıştı. Söyleyecek başka şey bulamamıştı. Agnès anlamıştı bunu. O
da elini uzatıp Pierre’in elini tuttu.
“Bilsen, nasıl mutsuzdum,” dedi Pierre, “cesaretim yoktu söylemeye.”
“Ya ben?.. Sen bana aldırmıyorsun sanıyordum. Öyle geliyordu. Hayatına rastlantı sonucu
girdiğimi, başka bir kadından, başka kadınlardan bana yer kalmadığını düşünüyordum. Niçin beni
ikide bir arayıp yokladığını çözemiyordum ki!..”
Alt kattaki piyano çoktan susmuştu. Herkes uyuyordu. Issız sokaklar da derin bir sessizlik
içindeydi. İnsanlar sinemalara gitmişler, ya gülmüşler ya ağlamışlar, sonra yeniden evlerine
dönmüşlerdi. Son otobüs de geçip gitti. Yalnızca aydede, unutulmuş bir fener gibi gökyüzüne asılı
kalmıştı. Bir de kediler bağrışıp duruyorlardı. Kızın, kendisinden daha önce bir sevgilisi olduğunu
anımsadı Pierre... “Bir boya tüccarı,” dememiş miydi? Kızı Eğitim Bakanlığı’na ihbar eden adam da
boya tüccarıydı... Bu bir rastlantı olabilir miydi? Rastlantı değildi, Pierre’e kalırsa, çocuğun
babasıyla kızın sevgilisi aynı adamdı. Kendince intikam almak istemişti. Herhalde pis herifin
biriydi... Çocuğunu fena dövmüş olmalıydı o yazıyı okuyunca. Pierre gözünün önüne kaytan bıyıklı,
iki dirhem bir çekirdek, zart zurt polis müdürlüğüne gidip onu bunu gammazlayan geri kafalı bir adam
getirdi. Kızın böyle bir adamla yaşamayı göze aldığını düşününce içi ürperdi. Omuzları çökmüştü,
sessizdi.
“Pierre, ne düşünüyorsun?”
“O adamı; boya tüccarını.”
“Beni ihbar edeni mi?”
“Hayır.. Öbürünü... Aşığın olanı...”
“İnandın mı bu masala? Delisin sen! Aklıma ilk gelen şeyi söyledim sen sorunca... O sırada beni
ihbar edeni düşünüyordum. Bu yüzden boya tüccarı dedim.”
“Ya sevgilin? O kimdi?”
“Sen... Senden önce kimse yok...”
Kızı kollarının arasına aldı. Birden yüzünde bir ıslaklık hissetti, baktı: Agnès ağlıyordu.
“Agnès, pişman mısın?”
“Koca budala! Mutluyum.”
5
Pencereleri dar bir avluya bakan uzun bir oda. Çoğu zaman burada sabah bile elektriği yakmak
gerekir. Kocaman masanın üstüne dosyalar, gazete kupürleri, mektuplar yığılmıştır. Bu kâğıt yığınının
arasında hiç umulmadık bir yerde unutulmuş kül tablaları, sigara izmaritleri, eldivenler bulmak
mümkündür. Çünkü odanın sahibi, masasının düzenli olmasından hiç hoşlanmaz. Bu odadaki
eşyaların özelliği yoktur: Ampir stili bir dolap, çelik çubuklardan yapılmış modern bir koltuk,
birbirine uymayan sandalyeler. Duvarda Marquet’den bir peyzaj: Gök yeşili bir su ve bir kayık:
Köşede asılı duran haritada çevresi kırmızı kalemle çizilmiş petrol ve maden kuyuları. İşte Fransa’yı
avucunda tutan belli başlı adamlardan biri, Jules Dessère, bu odada çalışır.
Dessère elli yaşlarındaydı: Yüzünün kırışıkları belirgin olmuşlardı. Kalın kaşlarının altından
keskin bir bakışı vardı. Yanaklarının sarkıklığı, omuzlarındaki çökmüşlük, tenindeki solukluk,
hastalıklı hali, onu zaman zaman olduğundan da yaşlı gösterirdi. Bazen de kırkından fazla
göstermezdi. Genç bir adam kadar canlı görünürdü. O zaman gözlerinde şaşırtıcı bir parlaklık
sezilirdi. Üstüne başına pek bakmaz, çok içer ve piposunu ağzından hiç eksik etmezdi.
Para imparatorluğunun öbür temsilcilerinden farklıydı. Onlar gibi reklamlardan hoşlanmazdı.
Gazetecilerden ve fotoğrafçılardan uzak durur, politik jestler yapmaktan kaçınır, bunların devlet işleri
üzerindeki etkisini küçümserdi. Oysa o desteklemese bir hükümetin bir ay bile iş başında
kalabilmesine olanak yoktu.
Dessère, perde arkasında kalmaktan hoşlanır, bol para ödeyerek kendisine bağladığı insanları
kullanarak yasalar çıkartır, dış politikaya yön verir ve bakanları değiştirirdi.
Dessère’in bütün gücü sayılarda; sayılar arasındaki yakınlıklarda ya da çelişmelerde gizliydi.
Dessère’in gücü, Polonya’da demiryoluna, Amerikan petrolüne, Çin Hindi’ndeki kauçuğa yatırdığı,
uçak fabrikatörlerine verdiği sermayedeydi: Hitler’in azgın, dünyayı savaşla korkutan her
söylevinden sonra keyifli borsa oyunları yapanlar... Almanya’ya sürekli mal veren boksit kralları...
Ayakkabı kralı Baty’yi aşağılamak, ezmek için türlü numaralar yapan ayakkabı tröstü... Kendi
yaptıkları çamaşırı giydirmek koşuluyla zencilere sosyal haklar tanımaya hazır tekstil fabrikatörleri...
Çelik imparatorluğunun uzlaşmak nedir bilmeyen, işçi ücretlerinin düşük kalması için Papa’nın
otoritesini kullanmaya kalkan patronları. Demiryolu ve otobüs şirketleri arasındaki amansız savaş...
Kanada buğdayının daha da zenginleştirdiği un fabrikatörleri... Şovenist oldukları için bıkıp
usanmadan önlem dilenen büyük toprak sahipleri... Çeşitli çıkarların birbirine kenetlenmesi... Bir
insan kalbinin girift ve karışık mekanizmasını andıran bir kargaşalık... Dessère’in gücüne güç katan
şeyler işte bunlardı.
O pamuğun ve çinkonun fiyatını ya da bir bakanın kaça satın alınacağını bilir. Sayılar bir sinek
vızıldaması gibi kafasının içinde döner durur. O yine de karını hesaplamaz. Parayı kullanırken,
elindeki harcı ölçülü kullanan heykeltıraş gibi davranır. Basit bir hayatı vardır. Ailesinden yaşayan
kimse kalmamıştır. Yanında çalışan birinin kazancı bile onu geçindirebilir. Zaten kauçuk olsun, bakır
olsun, onun gözünde soyut kavramlardır. Çevresindekilere “Saygon nerededir?” diye sorduğunu
herkes bilir. Buğdayı yulaftan ayırt edebileceğini sanmak enayilik olur.
Dessère ‘Polytechnique’te okumuş sonra iki yıl boyunca mühendislik yapmıştır. O zamanlar kendi
kendine para uğruna ideallerine ihanet ettiğini söylemiştir. Bu yüzden Pierre ya da öbür mühendisler
‘düşüncelerini nasıl karşılayacak’ diye hastalıklı bir tedirginlik duyar. Ama gururludur. Yanında
çalışanlara sık sık, “Sözlerime aldırmayın. Ben olsa olsa bir amatörüm,” cinsinden şeyler
gevelemesinin nedeni gururlu oluşudur.
Dessère tutkuludur. Tehlikeyi çok sever. Deneme pilotu, dere tepe dolaşan bir gezgin ya da
hükümet darbesi peşinde koşan bir demagog olabilecekken, işadamı olmuştur. Kendi alanında da hep
riskli işleri seçmiştir. Londra ve New York borsalarındaki sürekli iniş çıkışlar, daha dün birbirine
düşman olanların hemen bir önceki dosta karşı birleşivermeleri, bir siyasi konferansın başarısızlığı.
Yani bir hesap yanılgısı yüzünden her şeyin kolayca altüst olabileceği durumlar hep onun zevkine
göre işlerdir.
Böyle bir insanın faşizme, faşizmin felsefesine, hiyerarşi saygısına, serüvenci görüşüne, trajedi
kokan dekoruna gönül verişi olağan sayılmalı. Gerçekte de 6 Şubat olaylarına kadar Dessère, Gamalı
Haç çetesinin elebaşlarına önemli paralar ödemiştir. Ama bunu hükümeti devirmek amacıyla
yapmıştır. İstediği olunca da bir gün öncesine kadar yanından eksik etmediği Breuteuil’e rahatça
“Artık adresimi unutmak inceliğini gösterin,” demiştir. Hemen sola dönmüş, Millet Meclisi’nin sayın
üyelerini telaşlandırıvermiş, Viard’la birleştiği yolunda çıkan söylentilerden bile çekinmemiştir.
Aslında, radikal-sosyalist partiyi kollar. Büyük tüccarlarla yoksul bağcıların, ünlü profesörlerle
okuma-yazma bilmeyen esnafın yan yana geldiği bir ‘orta sınıf’ partisidir bu. Taşra köşelerinde
Danton, Gambetta numarası yapan sözcüleri boldur. Yeryüzünde radikal ölçülerden, herkesten fazla
bu partiyi yönetenler korkar. Durumu ve eğilimleri göz önüne alınırsa, Dessère, ‘orta sınıf’ adamı
değildir. Ama onun bu ehlileşmiş Jakobenlerde sevdiği şey, sabırlı oluşlarının yanı sıra kolay ve
rahat konuşmalarıdır. Dessère ikide birde “Ben kuralları umursamıyorum,” der; yine de politik bir
ideali vardır: O, Fransa’nın çocukluğundan beri tanıyıp alıştığı şekliyle yaşamasını, zenginliklerinin
el değiştirmemesini, yerleşmiş kalıpları; aşkın değil de kıskançlığın yön verdiği dramlarıyla belli bir
aile düzenini ister. Ona sorarsanız miras çevresinde koparılan gürültüyle aile olduğu gibi kalmalı, ev
kadınları tasasız ve parazit yaşamaya devam etmeli, paraca yükünü tutmuş moruklar yine eskisi gibi
balık tutmalı, çiçek yetiştirmeli. Rantiyeler yine o eşi benzeri bulunmayan kokulu bezelyeyi ekmeye
devam etmeli; ömür boyu tek bir balık bile yakalayamadan sürüp giden balık avı, Meclis kantininde
çevrilen dolaplar, ‘Mide için en yararlı aperitif nedir?’ konulu bilimsel tartışmalar, adam kayırmalar,
mason localarının o bilinen dayanışması, politikaya bir aile havası veren hısım akraba tutumlar,
Tanrıdan, tıp biliminden, Fransa’dan ve kendi karısından aynı alaycı hafiflikle söz edebilmek. O
bunların hiçbirine dokunulmasın ister.
Şimdi New York’ta, Melbourne’de bile ün salmış olan bu adamın babası, Angers kentinde
küçücük bir kahve işletirdi. Kahveye seçimlerden önce milletvekili adayları postu sererler,
seçmenleri kazıklamaya uğraşırlardı. Yaşlılar bir köşede toplanır ve birbirlerine geçen yüzyıl içinde
kentin başına gelmiş felaketleri; örneğin sel felaketini, sirkteki kafesinden kaçan aslanın uyandırdığı
korkuyu ve savaşı anlatırlardı. Aşıklar, gaz lambasının ölgün ışığında kucak kucağa otururlar, ateşli
ateşli öpüşürlerdi. Babası savaş sırasında tifüse yakalandı. Jules Dessère’in yükselişini göremeden
öldü gitti.
Milyonları üst üste yığdığı halde Dessère, çocukluğunda edindiği alışkanlıkları bırakamadı:
Yorulunca yaşlı bahçıvanı karşısına alıyor, onunla bir parti kâğıt oynayıp kafasını dinlendiriyor;
yemekte tabağını ekmekle bir güzel sıyırıyordu. Bazen, pazar günleri de kıra çıkardı. Seine ya da
Marne kıyısındaki küçük kahveler, ona çocukluğunu, babasının çalıştırdığı kahveyi anımsatıyordu.
Dessère, buralarda coşar, ceketini fırlatıp atar, kan ter içinde kalmış, yanakları al al olmuş çamaşırcı
kızlarla dans eder dururdu.
Dessère, Paris yakınlarındaki küçük çiftliğinde yaşıyordu. Sabah erkenden horoz sesleriyle birlikte
uyanır, mutfakta domatesli ve peynirli kahvaltısını beyaz şarapla tamamlar, gazeteleri okur, sonra
Paris’e inerdi. Yolda okul öğrencilerine ve köpeklere gülümsemeden edemezdi. Ama çok geçmeden
sayılar her şeyi siler götürürdü. Saat ona kadar, gelen raporları ve telgrafları incelerdi. Sonra sıra
randevulara gelir, bakanlar, diplomatlar, Parisli işadamları birer ikişer onun yanına sökün ederlerdi.
Hepsi onun çağdaş bir dişçi muayenehanesini andıran cafcaflı ve soğuk çalışma odasını iyi bilirlerdi.
Bu sabah iki bankacı ve Romen Konsolosluğu’ndan bir temsilci onu görmeye gelmişlerdi. Pierre,
tedirginliğini saklamak için bir gazete çıkardı, açıp okumaya koyuldu. Öbür adamlar onun buraya
gelişindeki nedenleri merak etmiş olabilirlerdi. Böyle bir olasılığı aklına getirdikçe tedirginliği
artıyordu.
Dessère, ilkin onu kabul etti. Pierre’e yakınlık duyuyordu; genç adamın heyecanlı bir Akdenizli
oluşu, doğru sözlülüğü, hele yoksulluğu bu ilgiyi doğuruyordu. Çok güç geçim koşulları altında
yaşayan bu yetenekli genç adamı gördükçe gençlik yılları aklına gelirdi. Üstelik Dessère, bankacılara
ve diplomatlara böyle davranmakla, birer konuk gibi görülmediklerini anlatmaktan çekinmemişti.
Pierre’i çok iyi karşıladı. O ise şaşkınlık içinde nereden başlamak gerektiğini bilemiyordu.
Karmakarışık cümlelerle Angès’in okuldan kovuluşunu anlattı.
“Onu tanıdığım için böyle konuşmuyorum,” dedi... “Tabii Agnès’in geleceği ile çok ilgilendiğimi
sizden saklayacak değilim. Ama bu yaptıkları müthiş bir haksızlık...”
Dessère gülümsedi:
“Adalet yoktur, dostum... Söz konusu bayanın işine gelince, onu hemen şimdi düzeltiriz.”
Telefonu açtı, numarayı çevirdi.
“Bay Tessat ile görüşeceğim, lütfen. Ben Dessère... Günaydın, dostum. Hanımefendi nasıllar?
Teşekkürler. Senden önemli bir ricada bulunacağım. Sanıyorum ki bugün komisyonda eğitim bakanını
göreceksin. Evet... Evet... Bir bayan öğretmen için.. Agnès Legendre... ‘Vatan aleyhtarlığı’
gerekçesiyle işine son verilmiş... Yok canım... Önemli değil... Ama seçimlerin eşiğinde böyle bir
durum yaratılması hoş değil... Sonra bunlar hep anlayışa göre değişebilen şeyler.. Yarın bakarsın bize
anarşist derler. Belki de hain ilan ediliriz. Çok iyi... Şimdi söyle bakalım, öğle yemeğine bana
gelebilir misin? Konuşacaklarım var. Bir yığın şey soracağım sana... Güzel, saat tam birde seni
alırım.”
Pierre’e döndü:
“Her şey düzeldi... Matmazel Legendre, çocukları istediği gibi yetiştirsin... Onları komünist yapsın
isterse, Tolstoy hayranı ya da vahşi yapsın... Yanılmıyorsam siz evleneceksiniz onunla?”
“Hayır! Yani evet! Bilemiyorum... Nereden anladınız?”
“Bu gece işiniz yoksa, bana gelin. Geceyi kentte geçireceğim, birlikte dolaşırız... Şimdi dışarıda
bekleyen şu üç budalayla görüşmek zorundayım. Bankanın müdürü ve Castellon, Polonyalıların kredi
işi için geldiler. Sanıyorum ki onlara, ‘Baylar, yanlış yapıyorsunuz!’ demek zorunda kalacağım... Bir
kez Danzig herhangi bir Fransızın serçe parmağı kadar bile değerli değil. Sonra Polonyalılar her
şeyin köküne kibrit suyu ekecekler... Dışarıda bekleyen diplomatı gördünüz mü? ‘Petite Entente’
temsilcisi... Bu demektir ki makarnacılar ‘Nègus’yu yuttu. Hiç kuşkunuz olmasın, onlara bir de
Balkanlar’ı bırakacağız. Ne yapalım, barış istiyoruz... Akşama bekliyorum.”
6
Milletvekili Paul Tessat’nın oburluğunu bilen Dessère onu mezbahaların yakınındaki Dagorno
lokantasına götürdü. Lokantanın basit ve iddiasız bir görünüşü vardı ama Paris’in en nefis etlerini, en
güzel şaraplarını insan burada bulabilirdi: Et konusunda geniş bilgileri olan hayvan tüccarları bile
yemeğe gelirlerdi. Patron sık sık eline tebeşiri alır, duvarda asılı duran bir kara tahtaya o gün
mezbahada kesilen hayvan sayısını yazardı. Dagorno, sayılı oburların ve celeplerin, görgüsüzlüğü ile
yemek fiyatlarının yüksek oluşunu ilginç bulan züppelerin buluşma yeriydi. Dessère, yemekleri
titizlikle seçti; istiridye, yılan balığı yahnisi, şaraplı horoz eti ve antrkot söyledi. Tessat aceleciydi,
şef garsonu yanına çağırdı.
“Antrkotun yanında hani her zaman getirdiğiniz sos var ya... O beyinli sos... Sakın unutmayın...”
“Tabii, mösyö...”
Paul Tessat, çok obur, çok iştahlıydı, ama sıska bir adamdı. Uzun ve soluk bir yüzü vardı. Çenesi
çıkıntılı, burnu ince ve uzundu; bir hastanın yüzüydü onunki. Görünüşüyle hareketli adamdı oysa, pek
yerinde duramazdı. Meclis kantininde fısıldaşmalar olur da, sonra kahkahalar duyulursa bu demekti ki
yine elli sekiz yaşındaki Tessat’nın çapkınlık hikâyeleri anlatılıyor. Onun kocalığına ya da babalığına
kusur bulmak zordu. İriyarı karısını da, iki çocuğunu da hayranlık derecesinde severdi: Lucien,
babasını çok tedirgin ederdi. Denise sessiz, kendi halinde ve güzel bir kızdı, öğrenciydi. Zaten babası
da onu herkesten ayırır, hepsinden çok severdi. Tessat insanı şaşırtan bir rahatlıkla metresinin
kucağından aile yuvasına, karısının kollarına geçebiliyordu. Yatak odalarında, baş uçlarında bir haç
asılıydı. Yattıkları karyola bronzdan kabartmalarla süslenmişti. Kabartmalarda ‘sevişenler’
işlenmişti.
Tessat’nın gür ve kulağa hoş gelen bir sesi vardı. En gözde hatipler arasında gösteriliyordu.
Politika hayatına daha yeni atılmıştı; politikacı olmadan önce de ülkenin en ünlü avukatlarından
biriydi. Tessat, aşırı duygusal bir havaya bürünüp mankafa ve açgözlü bir katili işaret eder, “Baylar,
karşınızda hayal gücü geniş ve tedirgin bir insan var,” diye söze girişirdi. Sonunda jüri üyeleri
gürültülü şekilde sümkürerek katil için ‘suçsuz’ yargısına varırlardı.
Batı kesimindeki radikallerin temsilcisi olarak Meclis’e seçilmişti; karşısına rakip diye
demiryolları deposunda kilitçi ustabaşı olan ama kötü konuşan ve seçmeni vaatlerle kandırmayı
beceremeyen bir komünisti çıkarmışlardı. Bir de bir emekli general vardı, “İşlerin düzelmesi için
maden işçilerinin copla dövülmesi şarttır,” diye tutturmuştu. Tessat Meclis’te çok az söz alırdı. İki
kez bakanlık önermişlerdi ama istememişti. Radikal Parti’nin geleceğini aydınlık görmüyor ve
bekliyordu. Meclis koridorlarında onun Radikal Parti’den ayrılıp daha sağda bir gruba katılacağı
söylentisi çıkmıştı.
Milletvekilliği, onun, yeni zenginleşme fırsatları yakalamasına yol açmıştı: Komisyoncuların, iş
takipçilerinin verdiği parayı alır, belli ücretler karşılığında anonim şirketlerin yönetim kurullarına
girer, çeşitli işlere adını satardı.
Örneğin Venezüela’daki madenlerde, Martinik’teki tarım yatırımlarında hisseleri vardı. Açgözlü
olduğu için değil, parayı saymadan yaşamayı sevdiği; karısından, çocuklarından, metreslerinden
hiçbir şeyi esirgeyemediği ve çok borçlandığı için böyleydi.
Tessat, Paris’in bütün kalburüstü insanlarını tanıyordu. Binlerce insana adlarıyla hitap eder,
masasında elçileri ve savcıları ağırlar, gazetecileri armağanlara boğar, seçmenlerinin isteklerini
yerine getirebilmek için gerçekten uğraşırdı. Gün olur bakana gider, bir maliye müfettişinin
ödüllendirilmesini sağlar; gün olur ölmüş bir polisin dul karısına yardım bulur, bazen de fazla ileri
giden bir şantajcının ceza görmemesi için uğraşırdı.
Tessat, istiridyeden iştahlı iştahlı atıştırdıktan sonra şarabından yudumladı, sordu:
“Bugünkü şu öğretmen kız komünist mi?”
“Bilmiyorum. Öyle olsa bile Üçüncü Cumhuriyet için şimdi bir tehlike olacağını sanmıyorum.”
“Umursamıyorsun böyle şeyleri... Şarap nefis doğrusu! Ne diyordum, tehlikeyi yakın görmüyorsun
ama yanılıyorsun... Bana sorarsan seçimler felaketimiz olacak... Radikaller intihara koşuyorlar. Hele
Halk Cephesi kazanırsa onları bir kaşık suda boğacaklar...” Bir istiridyeyi daha mideye indirdi.
“Meclis’teki grupta bile bu cephe hikâyesine itiraz etmediler. Ben onlara karşıyım. Adaylığımı
radikal olarak koyuyorum, ama dostum, korkuyorum.” İstiridyenin üzerine limon sıktı ve kederli
kederli içini çekti. “Tekrar seçmezler diye korkuyorum.”
“Propaganda kampanyasına giriştin mi?”
“İlk toplantı cumartesi... Bu gece gidiyorum.”
“Öyleyse her şey yolunda...”
“Nasıl yani?”
“Çok basit... Halk Cephesi’ni savunacaksın...”
Bu, Tessat’nın kanına dokunmuştu, kürsüde konuşur gibi sesini yükseltti:
“Asla! Seçilmemeyi, perişan olmayı bile göze alırım. İhanet etmem! Bu adamlar Fransa’nın
yeminli düşmanları. Biraz düşün... Blum; sahtekar, adı bile Fransız olmayan bir sülük. Dormoy
düzenbazın biridir. Moch; herif ulaştırmayı iflas ettirmek için yırtınıyor... Monnet, tarım düşmanı
değil mi? Hele Viard! Hele Viard... Hitler’in gözü önünde utanmadan ‘silahsızlanma’ diyor... Viard
ki...”
“Gevezenin biridir... Onu bakan yaparsın, hemen uslanır.”
“Ya komünistler?”
“Fransa bireycilerin ülkesidir; rantiyeler, küçük tüccarlar, çiftçiler çoğunluktadır Fransa’da.
Neden Jean ya da Jacques komünist kesiliyorlar, biliyor musun? Çünkü Jean bir işe altı yüz frank
fazlasıyla empoze edilirken Jacques veteriner okuluna alınmıyor. Komünizm de ortalığı velveleye
vermenin bir başka biçimi.”
Tessat önündeki balığa bakıyor ve susuyordu. Dessère devam etti:
“Komünistler sana güvenebilir mi? Tabii güvenemezler... Ama senin adaylığını desteklerler: Basit
bir savaş hilesi bu. Biz neden enayi olalım? Onlar önce sağcıları, sonra da bizi yutmak için Halk
Cephesi’ni hortlattılar. Kurnazlığa karşı daha kurnaz olmalı: Seçimlerde sağcıları ezmek için onları
kullanırız. Sonra da sessizce onların hesabını görürüz.”
“Şu yılan balığı gerçekten nefis! Jules, söyler misin bana, niçin sağcıları vurmamızı istiyorsun?”
“Yahu, bu işi nasıl olsa yapacaklar... Biz dikleşirsek bize karşı yapacaklar. Politika bir teraziden
farksız; önce sola, sonra sağa, sonra tekrar sola gidiyor... Bunu anlamalısın. Fazla uzağa gitmemesini
istiyorsak önlem alacağız. Biraz düşün. 1924’te zafer solcularındı. Jaurès göklerde gezdi, kızıl
bayraklar dalgalandı. Yalnızca iki yıl sonra radikaller biraz sağa meylettiler, Poincaré iktidara geldi.
1932’de seçimler hiçbir şeyi düzeltmedi; kimse kabine kuramadı. Ama hava yavaş yavaş sağa döndü.
1933’ün sonlarıydı. Her akşam Saint-Germain Bulvarı’nda toplanıp ‘Kahrolsun milletvekilleri!’ diye
bağırıyorlardı. Sağcılar kime kızıyordu? Tabii ki radikallere. Senin adını Stavisky olayına
karıştırmak için neler yaptılar, anımsasana. Sonunda 6 Şubat olaylarına geldik ve kan aktı.
Yabancılar, ‘Tamam,’ diyorlardı. ‘Fransa yeni bir diktatörlüğün eşiğinde.’ Ne oldu sonra? Terazi
birden yön değiştirdi, öbür kefesi ağır bastı. 9 Şubat’ta komünistler işe karıştılar. Bir çözüm yolu
bulmak gerekince ihtiyar Doumergue piyasaya çıktı; her şey yeniden yatıştı. Ama bu gelenek sürüyor;
şimdi daha derin, daha uzun sürecek, bitmeyecek demektir. Halk Cephesi kazanmalı ve kazanacak.
Bizim desteğimizle kazanırsa bir yıl içinde radikaller sağcılara ‘Dur!’ diyecek, her şey hiç olmazsa
üç dört yıl sürecek bir sessizliğe gömülecek. Şarap alır mısın? Mouton-Rotschild şarabı bu.”
“Öyleyse, karşısında olduğum adamların kazanmasına çalışmalıyım sence?”
“Atasözünü biliyorsun; şişe açılmışsa şarabı içmeli. Hatta gerekirse içeceğin şaraba su bile
katacaksın.”
Horozu getirdiler. Bir zaman için Tessat politik dalavereleri unuttu. Kendini yemeklere verdi.
“Biliyor musun,” dedi. “Horoz eti neden burada her yerdekinden güzeldir? Horoz, aslında pek
yenecek şey değil. Ama biz Fransızlar işin tılsımını bulmuşuz. Kırk yıllık horozun taş gibi etinden
nefis bir yemek çıkarıyoruz. Eti şarabın içinde pişiriyoruz. Tavuk eti daha yumuşaktır. Oysa burada
kimse tavuk istemiyor, horozu tercih ediyor. Dagorno’nun özelliği bu. Dagorno’nun patronu ya fazla
alçakgönüllü bir adam ya da çok gururlu. Yok... yok... Sanırım, en doğrusu, lokantacı taktiği
kullanıyor.”
Dessère gülmeye başladı:
“Bu adamı örnek almalısın. Milliyetçi bir radikal olduğun halde biz seni ya alçakgönüllülüğünden
ya da gururundan ötürü koyu bir Halk Cephesi taraftarı diye tanıtacağız.”
“Aslında boşuna konuşuyoruz, dostum. Çünkü yeniden seçilmeyeceğim. Çünkü böyle bir
kampanyayı iyi sonuçlandırmak için iki şey gerekli: Zaman ve para. Bunların ikisi de bende yok.”
“Fransa’ya hizmet edebilmek için yanıp tutuşan adamsın, zaman bulursun. Paraya gelince. O işi de
bana bırak.”
Tessat, Dessère’in kurduğu taktiğin doğruluğuna inanmıyordu. Ama yaptığı öneri iştah açıcıydı.
Yüzü birden aydınlanıverdi. Hemen sonra da toparlanmak gereğini duydu. Bu uzun sürmedi, antrkot
Tessat’ın keyfini artırdı. Şarap getirdiler. Tessat’nın her zaman solgun görünen yüzüne şimdi renk
gelmiş; pembeleşmişti. Güzel şeylerden, örneğin Paulette’ten söz etmek geldi içinden. Vazgeçti;
Dessère’e neşesini göstermek istemiyordu. Ailesi için duyduğu tedirginliği anlatmaya koyuldu:
“Oğlum,” dedi. (Sesinde ağlamak üzere olan bir insanın titrekliği seziliyordu. Şimdi numara mı
yapıyordu, yoksa gerçekten duygulanmış mıydı? Bunu kimse bilemez) “Lucien son bir konuşma
yapmış. Benim durumumla hiç bağdaşmayan bir şey. Artık adım her gazetenin dilinde sakız oluyor.
Onunla konuşmayı denedim. Bana ne dedi biliyor musun? ‘Sınıf mücadelesi, çatışması’ dedi.
Korkunç bir şey. Düşünsene, kendi oğlun sana düşman bir kampta.”
“Tedirgin olmakta haklısın. Ama geçer. Çok tuhaf bir sınıf mücadelesi bu; sen onu beslerken.
Göreceksin o da bir gün milletvekili olacak. O da senin gibi ‘radikal milliyetçi’ olacak! En son
Maxim’de gördüm, yanında nefis bir parça vardı.”
“Lucien, Maxim’de öyle mi? Sersem! Otuz iki yaşına geldi, metelik kazanmıyor. Edebiyat
dergilerine saçmalıklar yazmaktan başka işi yok. Onun gibi biri sonunda ya anarşist olur ya da eşkiya.
İnan bana. Hiçbir ahlaka inancı yok. Denise de olmasa. O beni biraz yatıştırıyor, yüreğime su
serpiyor. Çok çalışkan bir kız. Saçma sapan bir şey okuyor, Roma mimarisi midir nedir? Ama çok
ciddi bir kız. Bu peynirden aldın mı? İyiye benziyor. Ne güzel kokusu var değil mi? Daha on yıl barış
içinde yaşayabilsek! Her şey bir anda yıkılır, gümbürdeyiverir diye korkuyorum. Halk Cephesi
kazanırsa işin sonu savaştır, dostum.”
“Sanmam. Tek başımıza savaşamayız. Almanları korkutmak için İtalyanlara şirin görünüyoruz.
İngilizler Mussolini’yi yıldırmaya çalışırken Hitler’le uzlaşmayı tercih ediyorlar. Sözün kısası taviz
vermek gerekecek.”
“Bu olanaksız. Alsace’ı Almanlara bırakacak bir Fransa bulabilir misin?”
“Neden Alsace olsun? ‘Petite Entente’ toprakları ne güne duruyor? Onları boşuna mı besledik?
Gerekirse yem olarak Çekleri gözden çıkaracağız. Sonra Polonya da var. Barış olması için Polonya
da işimizi görür.”
“Ne kadar zaman için? Beş yıl... bilemedin on yıl.”
“O kadar uzağa gitme. Bugün gerekli olan Fransa’yı ve zenginlikleri korumak.”
“Sen böyle konuşabiliyorsun, çocukların yok. Denise’in, Lucien’in geleceğini düşündükçe dehşete
kapılıyorum ben.”
Laf olsun diye söylenmiş şeyler. Tessat kahvesini yudumlarken gülümsüyordu: Seçim
kampanyasının parası Dessère’in cebinden çıkacaktı. O yeniden milletvekili seçilecekti. Geleceğe
ilişkin düşünceler... Bu, okkalı bir yemeğin üstüne olsa olsa hüzünlenmek hevesinden gelebilirdi.
Dessère ona bakıyordu: Dumanlı gözler, ince, uzun ve terlemiş bir burun, dudaklarında hoşnut bir
gülümseyiş. İçinden Tessat’ya eziyet etmek geldi.
“Çocuklarının geleceğini bilmek istiyorsun. Belki cennette yaşarmış gibi yaşayacaklar: Şaraplı
tavuskuşu eti yiyecekler, uçakla Guadalupa’ta avlanmaya gidecekler. Belki de –bu daha da olası–
savaştan, çalışma kamplarından, zincirden, ölümden başka şey görmeyecekler. Ama umutsuzlanmaya
hakkın yok. Unutma ki Halk Cephesi’nin adayısın. Şaka bir yana, toplantılarda nasıl davranacaksın,
çok merak ediyorum?”
Dessère kahkahalarla güldü. Sonra yaptığı kırıcı şakanın etkisini yumuşatmak amacıyla Tessat’nın
sırtını okşadı:
“Şimdi politikaya boş ver. Şeytan götürsün onu! Dün Paulette’i gördüm. Şanslısın. Çekinmeden
söylüyorum, Paris’in en güzel kadınıdır!”
7
Yemekten sonra Dessère, ‘ La voie nouvelle’ (YeniYol) gazetesinin yönetmeni Joliot’yu yanına
çağırdı. Joliot soluk soluğa, adeta koşarak geldi. Önemli şeyler konuşulacağını hemen anlamıştı.
Joliot karışık ve hareketli bir hayat yaşamıştı. Hakkında defalarca şantaj ya da hakaret suçlarından
kovuşturma açılmış ve her defasında paçayı kurtarmıştı. Bazı devlet adamlarının geçmişiyle ilgili çok
şey bildiği söylenirdi.
Joliot Güneyliydi. Babası Marsilya’da balıkçılık yapar, beyaz kadın ticareti yapanlara yardakçılık
ederek kesesini doldururdu. Joliot batakhane havasında büyümüştü. Ahlakın karşısındaydı, batıl
inançları vardı. Sorgu yargıcından çok kara kediden korkardı.
Paris’e geldiğinde çok gençti. İlkin ufak bir sigorta şirketinde çalışıyordu. Şirket öylesine ufaktı ki
sigorta paralarını ödemediği için ayakta durabiliyordu. Joliot, sonra edebiyatla uğraşmaya başladı.
Soytarı gazetelerde bankacıların, senatörlerin özel hayatları üzerine yazılar yazıyordu. Söyledikleri
için değil söylemedikleri yüzünden iyi kazanıyordu: Susması için para veriyorlardı ona. Joliot o
arada bir borsa gazetesi kurdu. Bir gün gazeteye büyük puntolarla şöyle bir ilan koydu: ‘Birikmiş
paranızı Cezayir Bankası’na yatırın!’ Ertesi günü, bankanın müdürü ona telefon açtı:
“Bu ilan nereden çıktı? Biz böyle bir ilan vermedik?” dedi.
Joliot karşılık verdi:
“Evet, doğru. Ama benim görevim ciddi bankaları okura haber vermektir.”
Müdür sinirliydi:
“Haydi canım, herkes parasını çekiyor!” diye bar bar bağırıyordu.
“Elimden bir şey gelmez,” dedi Joliot. “Önce görevim.”
Müdür bir saat sonra Joliot’ya elli bin frank getirdi. Joliot bir ışık hızıyla para sahibi oldu. ‘La
voie Nouvelle’ çıkmaya başlamıştı. Başlangıçta gazete çok zor günler geçirdi. Bütün yazıları Joliot
kendisi yazıyordu. Basımevinin sahibi, ilk gelen ziyaretçinin yolunu kesiyor, para istiyordu. Daha
sonra bolluk günleri geldi: Tanınmış yazarların yazıları, ortalığı karıştıran röportajlar çıkmaya
başladı. Gazetenin on sayfası ilanlara ayrıldı. Gün oluyor gazete radikalleri destekliyor, gün oluyor,
masonluklarından başlayıp yerin dibine batırıyordu onları. Afrika’ya İtalyan saldırısı başladığı sırada
Joliot Afrikalıdan yanaydı, ona biraz acıyordu. Sonra günün birinde hiç beklenmedik bir yazı çıktı
gazetede. ‘İtalya’nın görevi Afrika’ya uygarlığı götürmektir.’ Yazının başlığı buydu.
Joliot daldan dala konan kuş misali yaşıyordu; sabah kalktığında kendisini gün ortasında neyin
beklediğini bilmeden. Bu bilmem hangi para babasının yaptığı bir yemek çağrısı da olabilirdi, sorgu
yargıcının çağrısı da. Bir dilencinin avucuna düşünmeden yüz frank sıkıştırıyor, ama çalıştırdığı
adamlara para yerine karşılıksız çekler veriyordu. Büyük paralar ödeyerek Matisse’in tablolarını
satın alıyor, öbür yandan karısının aile mirası olan mücevherlerini bit pazarında rehine koyuyor, geri
alıyor, sıkışınca yine rehine koyuyordu. Hastalıklarından biri de ondaki ‘gitar’ tutkusuydu. Gece geç
vakitlerde gitarı eline alıyor, sözüm ona Carmen’i çalıyordu.
Joliot göz kamaştırıcı renkleri severdi. Elbiselerini hep bu renklerden seçiyordu: Sarı ipek gömlek,
mavi kravat, kravat iğnesi olarak da bir altın kertenkele. Şişmanlığına rağmen hareketli ve çevikti.
Sözcükleri İtalyanlar gibi sürçerek aksanlı konuşur; konuşma yozlaşmaya yüz tuttukça onun konuşması
ustalaştırdı.
Dessère’in yanında ilk işi gazetesini şişirerek övmek oldu. (On-on beş bin frank çarpmak niyetiyle
gelmişti.)
“Herkesin aklını kaçırdığı şu ortamda yalnızca biz ilkeleri savunuyoruz. Marksizmin yıkıcı etkisi
üzerine Lebet’nin yazdıklarını okudunuz mu? Ayrıca seçimler için de bir sürprizim var: Fontenoy’a,
Sovyetler Birliği’nin dağılması konulu bir dizi yazı ısmarladım. Bunu sanki Fontenoy,
Moskova’daymış gibi röportaj biçiminde vereceğiz. Onu Varşova’ya kadar gönderdim, masraflarını
da ben çektim. Viard’a karşı da büyük bir koz var elimde: Bir müteahhit, Viard’ın gençken bir
postacının kızını iğfal ettiğine tanıklık edecek. Bu iş benim on bin frangıma patlayacak. Ama tam
seçimler sırasında yapacağı etkiyi düşünün! Bizim Düchene’in kalemi insafsız ve cesur!”
Dessère onun sözünü kesti:
“O kalemi ters çevirmeli. Yeni çıkan dolmakalemlerin uçları çok iyi, ters çeviriyorsun, biraz daha
iri yazıyor, ama gıcırdamıyor. Şimdi, ciddi konuşmalıyız: Gazeten ‘Halk Cephesi’ni desteklemeli.”
Joliot ayağa fırladı. Öylesine heyecanlanmıştı ki güçlükle soluk alıyordu:
“Bu imkansız!” dedi. “Biliyorum, politikada dönüşler olur. Ben kendim defalarca dönüş yaptım.
Ama hiçbir zaman Fransa’ya ihanet etmedim! Duyuyor musunuz Bay Dessère? Hiçbir zaman!”
“Boş ver yahu! Mitingde değiliz, iş konuşuyoruz. Siz iri iri sözler istiyorsunuz; o kolay. Ne
diyorum ben? Halk Cephesi kazanmalı! Fransa’nın çıkarları da böylesini gerektiriyor. Yoksa devrim
gelecek. Delik açıp hava aldırmazsan kazan patlar. Viard postacının kızını bozdu mu bozmadı mı,
bilmiyorum? Ondan da kuşkuluyum. Dahası var; karısıyla bile doğru dürüst yattığını sanmıyorum.
Herif iktidarsızdır çünkü. Ama Viard’a cephe alırsak tehlikeli olur. O zaman aslan gibi kükreyecek.
Oysa herife bir bakanlık verdin mi aslanlığı falan unutur, koyun gibi melemeye başlar.”
“Bu felaketimiz olur. Fransa’yı daha dün inkar edenlere şimdi nasıl teslim edebiliriz?”
“Bir dakika! Burada asıl önemli soruya geldiniz. Ben de sizi bu yüzden görmek istiyordum. Sigara
alıyor musunuz? Gazeteniz, Halk Cephesi’ni destekleyecek, bunu biliyorum. Yeteri kadar deneyimli
ve uzak görüşlüsünüz. Üstelik gazeteye yardım edeceğim.”
“Ama...”
“Şimdi önemli olan şeyi konuşalım. Halk Cephesi’ndekiler milliyetçidir. Faşizmi de sevmezler.
Olağan bir şey. Ama şimdi istim üstünde olduklarını, tehlike yaratabileceklerini unutmamalı. Sizin
gazete barıştan yana olanların yayın organı olmalı: Uluslararasında kardeşlik, Avrupa’nın ekonomik
bütünlüğü, küçük insanları ezdirmemek, annelere gözyaşı döktürmemek! Ne derseniz deyin. Önce
barışı savunacaksınız, her şeye rağmen barış isteyeceksiniz.”
“Bu işte Fransa’nın rolü nedir?”
“Kartaca harabelerine dönmektense sessiz ve rahat bir Monaco olmak yeğdir. Ben Fransa’nın
zaferine inanmıyorum. Bu sürekli kıskançlıktan, bela aramak alışkanlığından bıktık biz. Yorulduk.
Doğa yasası bu. Altmışından sonra kedi gibi aşk arayan yalnızca Tessat var. O işi herkes yapamaz.
Diyeceksiniz ki Fransızlar gözü pek bir ulustur. Doğru. Eskiden ‘Marseillaise’i 2 söyleyerek
Avrupa’yı bir uçtan öbür uca geçmişler. Bunu okullarda ezberletirler. Artık yağ bağladık, rahata
erdik. Tehlikeden korkuyoruz, onu eskisi gibi göze alamıyoruz. Prestij ya da adalet kavramı için
şimdi kim dövüşmeye gider? Laval mi, Maurice Chevalier mi? Siz gider misiniz? Sözün kısası şu:
Erich Maria Remarque, barışçı bir roman daha yazarsa yayın hakkını hemen satın alın. Faturasını da
bana gönderin, parasını ben öderim.”
Joliot, uzun bir süre sustu. Sonra...
“Siz bir dahisiniz,” dedi. “Hayran olmamak elde değil. İşin sonu bizi nereye götürür, pek
bilemiyorum. Ama fikriniz hoşuma gidiyor; barış, her şeyşe rağmen barış! Savaş umacısını yok
etmek!..”
Dessère gülümsedi:
“Savaş endüstrisinde büyük yatırımların olduğunu unutmayın. Bu endüstri yüz binlerce Fransızın
karnını doyuruyor. Savaş endüstrisi hızını keser de yavaşlarsa bize saldırırlar. Şimdi önemli olan –
bakın, tekrar söylüyorum– halktaki coşkunluğu dağıtmak, heyecanı yatıştırmaktır. Silah tüccarları
kimdir, ‘savaş isteyen iki yüz aile’ kimdir, yazın bunları.”
Joliot umursamıyormuş görünmeye çalışarak Dessère’in imzalayıp kendisine uzattığı çeki
cüzdanına yerleştirdi.
“Öyle bir yazı yazacağım ki,” dedi, “ortalık karışacak. ‘Dessère savaş isteyen iki yüz aileye’ karşı
çıkıyor, diyeceğim.”
“Böylesi hem saçma, hem inandırıcı değil. Şöyle yazın, daha iyi. Deyin ki: ‘Dessère de savaş
isteyen iki yüz aile gibi halkı kana boğmak istiyor.’ Bu daha inandırıcı olur.” Gülümseyerek ekledi:
“Hem belki doğrusu da budur.”
Joliot gazeteye telaşla girdi. Sekreterine seslendi hemen:
“Lucie, şu andan itibaren primleri, üç yaz frank, yok yok beş yüz frank artırdım.”
Mutluydu. Çevresindeki herkesin kendisi gibi sevinmesini istiyordu. Akşama kadar durmadan sağa
sola emirler yağdırdı:
“Ünlü solcu yazarlar bulun, getirin bana!”
“Mussolini’nin bir karikatürünü istiyorum!”
“İşçiler üzerine sempatik bir yazı arayın!”
“Birine anılarını yazdırın: Verdun’deki kepazeliği anlatsın!”
“Fontenoy’a söyleyin, boşuna uğraşmasın. Durun. Hiçbir şey söylemeyin, o yazacağını yazsın!
İleride kullanırız.”
Montmartre’a çıkıp yemek yedi. Eve çok geç döndü. Karısını uyandırdı. Bir gece kulübünden
kahverengi güller getirmişti ona; güller yarı yarıya solmuşlardı, sert bir kokuları vardı üstelik. Joliot
karısının kulağına keyifle fısıldadı:
“Dört yüz bin frank toparladım! Nasıl, işimi biliyorum değil mi?”
Sonra ayakkabılarını çıkarıp, pantuflalarını3 giydi ayağına. Koca bir bardak maden suyunu bir
solukta içti. Ve sonra nasıl ve nereden çıktığı bilinmeyen bir keder kapladı içini. Kendi kendine: “Ya
Fransa?” dedi. “Ya Fransa ne olacak? Fransa batıyor, bu işin sonu geldi. Bugün karşıma çıkan o iki
papaz rastlantı olamaz. Felaket haberi yaklaşıyor..”
8
Aynı gece Dessère ve Mühendis Pierre Dubois, Seine Nehri’nin kıyısındalar. Konuşmuyorlar, yan
yana yürüyorlar. Çevrelerindeki her şey ikisine de sessizliği getiriyor. Paris, bütün çekiciliğini veren
duman renginin nüanslarıyla dolu bir geceyi daha yaşıyor. Sularında ölgün ışıklarıyla şileplerin ordan
oraya gezindiği Seine Nehri, kocaman bir taş ormanı gibi yükselen Notre-Dame Kilisesi insana
anlatılması güç bir susma isteği veriyor. Çiçek parkının parmaklıkları gerisinde, baharın gelişiyle
coşmuş yaban hayvanları kafeslerinde çığrışıyorlar, köprünün üstünde hızla gelip geçen
otomobillerin ışıkları bir görünüp bir kayboluyor. Lyon Garı’na doğru uzaklaşıyor. Sonra her şey
yeniden bu nemli ve lacivert sessizliğe gömülüyor.
Evlerin ve ırmağın birbirlerine yakışmışlığı, birbirlerini tamamlayan güzelliği, dar sokakçıkların
birbirinden eski adları bu kentin sır vermeyen bir insan gibi öyle tuhaf tuhaf duruşu ikisini de ayrı
ayrı, birbirine benzemeyen biçimlerde etkiliyor. Dessère, gününü Tessat ile, Joliot ile, rakamlarla,
yalan dolanla tüketip harcadığını biliyor. Yürüdükçe daha bir büzülerek ve sıkıntılı yürüyor. Kentin
bu susmuşluğu onun aklına bir ayrılığı getiriyor. Öyle bir ayrılık ki yolcunun yakınları bavulların
kenarına ilişivermişler, o kopup uzaklaşmak duygusunun yarattığı boşluğu kovmak, uzaklaştırmak için
çare arıyor, bulamıyorlar. Oysa mühendis, gecenin ve taşların bu halinden kendine bir mutluluk
yaratıyor. Ve bunu Agnès’in o anlatılmaz gizli güzelliği karşısında duyduğu mutlulukla karşılaştırıyor.
İkisini birbirlerine çok yakın ve çok dost görüyor. Pardösüsünü açmış, rüzgârı göğsünde kucaklıyor.
Hani bıraksalar şu yan sokakçıklardan birine dalıp çiçek bahçesine ulaşabilir, gün ağarıncaya kadar
kafeslerindeki hayvanlara, sokak fenerlerine Agnès’in akıllılığını, sevimliliğini, iyi yürekliliğini
anlatabilir.
O şimdi kafasında aşkın yanı sıra başka tasaları da evirip çeviriyor. O da başka inananlar gibi, bu
baharın yurdu için önemli bir bahar olduğuna inanıyor. Babasının sosyalist olduğunu unutmuyor.
Annesinin, Viard’ın, Perpignan’daki mitingden sonra onların evinde yemek yiyişini anlattığı günler
hep aklında. Bugün gibi hatırlıyor. Babası bir gün eve kan içinde geliyor: İspanyol Cumhuriyetçisi
Ferrer’i ölümden koparıp alabilmek için saldırmışlar ve jandarma onlara, hepsine vurmuş. O zaman
yedi yaşında Pierre, küçük uykusundan uyanıyor, babasını öyle kanlar içinde görünce ağlıyor. Savaşta
ölüyor babası. Annesine yazmış: “Bunu ödeyecekler,” diyor. “Devrim gelecek!”
Devrim! Sislerin arasından kopup gelen güneş gibi bir söz bu. Pierre’in ve onun kuşağından
olanların hayal ettikleri söz. Onlar ilk savaşın ateşleri arasında ufacık birer çocuktular. Maggi süt
depolarını büyüklerin arasında onlar da ateşlediler. “Berlin’e! Berlin’e!” diye bağırıyorlar,
askerlerin pantolonlarını rüzgâr dalgalandırırken onlar da dalgalanıyorlar, sol kanatlarında Marne’a
asker taşıyan otomobillerin peşinden koşuyorlardı. Onlar savaştan dönen kötürümleri, yaralıları,
gövdeleri sargı bezine sarılmış askerleri gördüler. Yaralıların çevresinde koşuşan ve kocalarını
boşuna arayan dulları gördüler. Babaları, cepheden izinli döndüklerinde onlara insafsız ve
anlaşılmaz bir masalın kahramanları olarak bitleri, pireleri, çamuru, dikenli tellerin arasında kokuşan
cesetleri anlattılar. Yenilmek bilmeyen bir umutla hep “Devrim gelecek!” derlerdi. Gerçeği haykıran
bir gazetenin, L’Auror’un sesi cepheye ulaşınca askerler yer yer ayaklandılar.
Barışı söyleyen çan sesleri duyulunca belki de bu mutluluğun kısa süreceğini sezmiş gibi bütün
insanlar her zamankinden daha çok mutluydular. Ve onlar, Pierre’in yaşıtları, büyüklerin peşinde gece
boyunca sokaklarda dans ettiler. “Biz... Bakmayın bize. Ama siz artık hep iyi günler göreceksiniz,”
deniyordu. Ve askerler, cepheyi yaşayanlar evlerine döndü. Sıcak bir gülümseyiş beklerken
sofralarına yalnızca umursamazlık, yalnızca sahtekarlık konacağını bilselerdi dönerler miydi?
Grevler başladı. Rahatları kaçan burjuvalar bir yaban hayvanı avlamaya koşarcasına devrimin peşine
düştüler. Ve bütün silahlarıyla gelip saldırdılar: İftiralarla, göz yaşartıcı bombalarla, demogojiyle ve
hapishanelerle. Çiftçileri ve tüccarları kışkırtmak için Poincaré onları herkese bir umacı gibi
gösterdi.
Devrim partinin hücrelerine, aldatılmış ve yoksul insanların gittikçe acılaşan düşüncelerine
sığındı. Bazen madencilerin grevinde ya da bir sokak çatışmasında varlığını duyuruyordu. Sonunda
1927’nin kızgın ve yakıcı bir gününde Paris’i bir baştan öbür başa sardı. Cömert ve insan sevgisi
taşıyan bir ulus o gün Sacco ile Vanzetti’nin ölüme mahkûm edilişlerini protesto ediyordu. Kaldırım
taşları kuş gibi havalarda uçuştu o gün; işçinin kanı tekrar aktı Paris sokaklarında.
Yaşamak daha bir zor oluvermiş, gittikçe güçleşmişti. Kriz dokumacının tezgâhını durdurmuş,
sokaklar ve caddeler geceleri çaresizlik içinde gezinenlerle dolup taşmıştı. Sanki barıştan bu yana on
beş yıl geçmemişti. Genç çocuklar, delikanlılar şimdi birbirlerine soruyorlar, “Bu sefer de bizi mi
ölüme gönderecekler?” diyorlardı. Oysa, onlar, Pierre ve onun kuşağındakiler daha başlangıçta
hayatın dışına atılmışlar, çoktan yaşlanmışlardı.
Politika söz konusu olunca Pierre yön bulmakta zorluk çekiyor. Sözlere inanıyor o. Daha iki yıl
önce yanıldığı, yalanı gerçek sandığı için kendisinin olmayan şeyler adına bedavadan ölüme
gidecekti. Andıkça utancından kıpkırmızı kesildiği bir olay bu. O kendi kendine hep, “Ben işçi
çocuğuyum,” diyor. Michaud’dan daha geride olmak istemiyor. Ama şimdi bile kan onu korkutuyor.
Michaud’nun sözlerini kendisiyle uzlaşmaz şeyler olarak görüyor. O devrimi mayıs yağmuru kadar
diri ve kıvançlı görmek istiyor.
Metronun giriş kapısı yanında bir genç kız duruyor. Sinirli hareketlerle kimi zaman kapıya, kimi
zaman oradaki büyük saate bakıyor. Birisini bekliyor olmalı. Yüzü somurtkan bir çocuğun yüzünü
andırıyor:
Dessère Pierre’e soruyor:
“Bir öğretmenle evleniyorsunuz demek?”
Pierre saklamıyor. Dessère’in bunu nasıl olup da bildiğini bile araştırmıyor. Sokağın bütün
ıssızlığını örten o tek sözü yüksek sesle tekrarlıyor bu sefer:
“Agnès” diyor.
Dessère durup genç adama, Pierre’in gözlerine, dudaklarında gezinen mutluluk dolu gülümseyişe
baktı. Sonra okşayan bir sesle:
“Size gıpta ediyorum,” dedi.
“Fakat...”
Pierre soracaktı, ‘Siz neden evlenmiyorsunuz?’ diyecekti. Vazgeçti. Zaten Dessère anlamıştı onun
söylemek istediğini.
“Böyle hikâyeler hep birbirine benzer. Elimde değil, ne yaparsınız? Beni de sevdiler, gözyaşı
döktüler benim için, intihar etmeyi bile düşünenler oldu. Yalnız bir fark var; benden çok, paramı
seviyorlardı. Ne yapabilirdim? Kendimi saklayamazdım; insanı görünmez yapan tılsımlı şapkayı
nereden bulacaktım?”
“Paradan vazgeçebilirsiniz. İşin ucunda bir spekülatör değilsiniz. Mühendissiniz. Para başınıza
böyle bela da olduğuna göre.”
“Para benim için önemlidir. Niçin mi? Çünkü paran varsa hükmedersin. İşin gösterişi beni
ilgilendirmiyor, o başka insanlar için de karar verebilmek var ya, işte işin o yanı ilgilendiriyor beni.
Buna ihtiyacım var mı diye kendime sorup duruyorum. Diyorsunuz ki insanın başına bela oluyor.
Katlanması hoş bir bela bu. Üstelik zehire benziyor. Kokain kadar etkili bir zehir kanına giriyor
insanın.”
Dar ve karanlık bir sokağa girdiler. Bir polis karakolunun giriş kapısında ışıklı bir tabela vardı.
Bir kadın eğilmiş, çöp tenekesini karıştırıyordu. Dessère yeniden konuşmaya başladı:
“Hepimiz zehirlenmiş durumdayız. Belalı bir iş aslında ama kimse vazgeçmeyecek; ne ‘savaş
isteyen iki yüz aile’ ne de yirmi milyon Fransız vazgeçecekler. Dövüşeceğiz. Fransa için mi? Hayır.
Herkes, son nefesine kadar para için dövüşecek. Savaş olacak mı? Hiç sanmıyorum. Devrim için de
aynı şey. Hepimiz kaybetmekten korkuyoruz, ödümüz patlıyor. Bakın, şu kadın örneğin; hiçbir şeyi
yok; korkacak, kaybedecek hiçbir şeyi yok demektir. Onun gibi kaç kişi var? Onun gibi olanları da
korkutacaklar, gerekirse kurşuna dizecekler. Ama buna ihtiyaç duyulacağını sanmıyorum. Bizim
halkımız sopanın tadını almıştır; hem öyle sanıldığı kadar da budala değildir!”
“İnsanları böylesine küçümseyerek nasıl yaşanabilir?” dedi Pierre. “Hepsini aldattılar; doğru.
Artık olup biteni anlamaya başladılar onlar da. Bütün umutları devrimde, başka güvendikleri şey yok
ki. Örneğin sizin fabrikanızda cömert ve yürekli bir yığın insan var. Onlar kaybedecek şeyi olmayan
insanlar değiller ki. Hepsinin işleri, aileleri, yuvaları var. Ama şu pisliğin yok edilmesi için her şeyi
feda ederler. (Pierre eliyle ileride çöp tenekesini karıştıran kadını gösteriyordu) Sanki insan alçıdan
yaratılmış gibi davranıyorlar. Eskiden hayvanları ve tanrıları alçıya döküyorlardı; şimdi insanı o
kalıba dökmeye kalkıyorlar.”
“İnsan alçıda değil. Ciklet o; lime lime olmuş laçka bir kumaş. İşte bu yüzden her şey değiştiği
halde sonra tekrar eski şeklini alıyor. Doğrusunu konuşursak değişen bir şey var mı? Adlar değişiyor,
o kadar. Gerçek değişiklik ölümde. Her şey değişiyor onunla. Ben de ondan korkuyorum. İntihar
edenleri anlamıyorum. Durun, ne yapıyorum? Başka şey söyleyecektim size. Devrim diyordunuz. İşte
asıl ölüm o. Yalnızca benim ölümüm değil, milyonlarca insanın ölümü.”
Sustu, evlerin panjurlarından sokağa yumuşacık bir ışık süzülüyordu. Alt katlarda panjurlar
açılmıştı; evlerin içleri görünüyordu: Yuvarlak bir masanın üstünde sallanıp duran bir lamba vardı,
masanın çevresinde insanlar toplanmıştı; yemek yeniyordu. Aralarında yılgınlığın yerleştiği güzel,
genç bir kadın fark ediliyordu. Dessère yeniden başladı:
“Her şeyin bir anda çöküp mahvolacağını düşündükçe dehşete kapılıyorum. Anıtlar, Notre-Dame,
Louvre Müzesi’ni söylemiyorum. Onlar güzelliğin, sanatın simgesi; bu tamam. Benim kalmasını,
yaşamasını istediğim şey başka: Şu gördüğün evlerin içinde hüküm süren mutluluk ya da mutluluk gibi
görünen şey, bu sessizlik kalmalı. Yeni doğan çocuklara ad verdiğimiz, evlenirken çiçek yağmuruna
tutulduğumuz törenler kalmalı. Hatta dönüşünde acımızı unutmak için şekerleme yediğimiz cenaze
törenleri bile bozulmamalı. Bunların hepsi şimdi var, yaşıyor. Ama hepsi bir anda yok olabilir. Bir
bomba patlarsa, sokakta iki üç el silah atılırsa Hitler’in isterikliği yüzünden burada işçilerin boşuna
sıkılmış yumrukları ya da pis bir rastlantı yüzünden her şey bitebilir. Tabii yüzyıl sonra buna ‘tarihi
uğursuzluk’ adını verirler. Ben burada ayrılıyorum sizden.”
Pierre’e nemli eldivenli elini uzattı. Diri adımlarla rıhtıma doğru uzaklaştı. Gezinti Dessère’i
yormuştu, yersiz itirafları yüzünden kendini azarlıyordu. Aşık bir mühendise insanlığın geleceğine
dair nutuk çekmenin sırası mıydı?
Meydana doğru ilerledi. Caddelerdeki ışıklar güneşli bir gündeki beyazlık kadar parlaktılar.
Vitrinler alabildiğine farklı renkleriyle ışıl ışıldılar, yaşıyorlardı. Binaların cepheleri kabartma
cücelerle, yılanlarla, harflerle süslenmişti: Aperitif reklamları, Fas’a turist çağıran ilanlar ışık
içindeydi. İnsanların başıboş olduklarına, nereye gideceklerini bilemediklerine hükmettirecek kadar
kalabalıktı ortalık. Bu git-gel, bir balığın akvaryum içindeki telaşını andırıyordu. Kiosklarda her
dilden gazeteler asılmıştı. Dessère gazetenin birinde şunları okudu: “Halk Cephesi şart görüyor...
Silahlı bir çatışmadan kaçınmalı...” Sıkıntıyla esnedi. Buradaki hiçbir şeye yabancı değil: Binaların,
hisse senetlerinin göklere çıkarılan aperitiflerin fiyatlarını biliyordu. Her şeyi tanıyordu: Her metre
karesiyle, gazeteleriyle burası onun kontrolündeydi. Kendi krallığının topraklarından geçen ve hiçbir
şeye ihtiyacı olmayan bir adamdı şimdi. Bir saatliğine kukla oluvermiş bir sihirbaz gibiydi. Bütün
bunların yerle bir edilmesini önlemek! Evet, evet ama nasıl da kederliydi şimdi!..
9
O gün Profesör Malet’nin konferansı Poitou’daki Roma mimarisi üzerineydi. Malet böyle
konuşmaları gece yapardı. Giriş serbestti. Öğrencilerin yanı sıra daha yaşlılar da geliyordu onu
dinlemeye: Aralarında mimarlığa meraklı olanlar, kocaman defterleri koltuklarında kendilerini
eğitmeye çalışanlar, barınacak yerleri olmayıp da oraya ısınmak ve uyuklamak için sığınanlar vardı.
Bazıları profesörün her sözüne aşırı bir dikkat gösterirken öbürleri uyuyordu. En arkadaki sırada
yaşlı bir kadın oturmuş, yün örüyordu.
Michaud, profesörün konferanslarına sürekli olarak gelirdi. Çocukluğundan beri mimari onun
hastalığıydı: Sayılar, oranlar, kıyaslamalar, malzemenin kullanılışı... Bunları düşünürken zevk alırdı.
Önce her şey ona açık seçik görünmüştü. Ama sonra o sevdiği koca koca yapıları seyrederken belli
belirsiz anlamaya başlamıştı ki mimari bir motordaki netlikten, ölçüler dengesinden çok farklı bir
şeydi. Mimari onu bir insan yüzü ya da bir orman nasıl heyecan verirse öyle heyecanlandırıyordu.
Michaud mimari tarihini okuyarak bu farklılığın nedenlerini bulacağını düşünüyordu.
Michaud her şeye doymak bilmeyen bir merakla sarılırdı. Oyuncak söküp takan çocuğun hevesiyle
dünyayı seyrediyordu. İlkokuldan ayrıldığı zaman toplama-çıkarma-çarpma-bölme işlemlerinden ve
bir de herkese ezberletilen belli ahlak kurallarından başka şey bilmiyordu. Sonra hayatın okuluna
dalıverdi. Luc Michaud’nun babası şapkacıydı. Savaştan sonra kriz başladı: Kimse artık şapka
giymiyordu. Öyle ki Michaud çıraklığa razı olduğu halde şapkacılık yapamadı. El arabasıyla evlere
süt dağıtıyordu. Daha sonra bir kürkçü dükkanında çalışmaya başladı. Hiç durmadan okuyordu. Fakat
bilgileri eksik ve bölük pörçük kalıyordu. Askerliğini yaptığı torpido botunda Quérieux isimli
desinatörle tanıştı. Bu adamı seçimlerde aday gösterdiler. Quérieux kısa zamanda Michaud’nun
dostluğunu kazandı. Askerlik bitince ikisi de aynı işte, Seine uçak fabrikalarında tekrar birleştiler.
Artık politik ekonomi üzerine yazılmış kitapları okumaya başlamıştı; matematiğin yanı sıra işçi
hareketinin tarihçesini de inceliyordu. Çok iyi bir makinist oldu. Hayatını iyi kazanıyordu. Fakat
içinde tuhaf bir his ona çok eksiği olduğunu, hiçbir şey bilmediğini söylüyor, ve bu duygu ona
huzursuzluk veriyordu. Trene yetişememek korkusu gibi bir şey... Zamanı da azdı üstelik; bugün bir
parti toplantısı, yarın bir miting. Tiyatroları, müzeleri, hep hayalini kurduğu uzak ülkeleri görmek
isterdi aslında.
Sisli kasım gecelerinde kentte başıboş gezmeyi severdi. Hele sıcacık kestaneler insanın avuçlarını
yakarsa... Paris kenti solgun ışıklarıyla uzak yolculuklara hazırlanan bir gemiyi anımsatıyordu ona.
Bir az sonra sanki merdiveni kaldıracaklar ve gemi demir alacaktı.
Bazı geceler sinemaya giderdi. Salonda aşıklar öpüşürken perdede biraz budala bir Amerikalı
kadının yürekler acısı dramı geçerdi. Michaud hep derin derin göğüs geçirirdi. Üç yıl boyunca bir
arkadaşının kızını sevmişti: Alnına kadar perçemli saçıyla Mimi çok sevimliydi. Bu kız için dans
öğrenmişti; ona çiçekler ve şekerlemeler götürürdü, dahası şiir yazmayı bile denemişti. Boşuna
şeyler!.. Mimi bir veznedarla evlendi: Rahata ve sessizliğe susamıştı. Michaud’nun düşünceleri,
yaşadığı karmakarışık hayat kızı korkutmuştu.
Michaud yirmi dokuz yaşındaydı. İriyarı bir adamdı. Kafasının gövdesine oranla daha iri
oluşundan başka kusuru yoktu. Yüzünü kışın bile pembe lekeler kaplardı. Onda hoşa giden şey gri ve
alaycı bakan gözleri, göz kamaştıran beyazlıktaki dişleriydi. Sanki her zaman gülümsüyormuş gibi
görünürdü. Sık sık kollarını yana açarak “Hem de nasıl!” deyişi vardı ki görülmeye değerdi.
Malet’nin konuşmasını dikkatle dinliyor, eski bir deftere boyuna not alıyordu. Yanına çok güzel bir
genç kız oturmuştu. Michaud onu konferans başlamadan önce fark etmişti: Sinema oyuncularındaki
gibi uzun, simsiyah kirpikleri vardı kızın. Ama Michaud bir süre sonra kendini Poitou Katedrali’nin
mimarisine kaptırmış, kızın gelip yanına oturduğunu unutmuştu bile. İşte o arada profesör sütunlarla
ilgili bir deyim kullandı ki Michaud bu sözü anlayamadı. Yavaş sesle genç kıza sordu:
“Nasıl bir süs?” dedi.
“Zikzaklı.”
Konferans bitince kalabalığın dağılmasını beklediler. Michaud genç kızdan özür diledi:
“Profesör konuşurken sizi rahatsız ettim, beni bağışlayın... Öğrencisiniz herhalde... Bu konunun
yabancısıyım. Mekanikten anlarım ben.”
Kız gülümsedi:
“Ben de makinelerin yabancısıyım. Hiç bilmem onları.”
“Mekanik apayrı, özel bir iş. Ama, biliyor musunuz, sanattan anlamamak var ya. Çok sıkıcı...
Üstelik anlamak da zor. Hem de nasıl! Eskiden iki ayrı anlatım şeklini beraber düşünürdüm. Mesela
müzik için öyle yapardım... Dinler, sonra da çözmeye çalışırdım: Aşkı mı anlatıyor, yoksa bir zaferin
hikâyesi ya da denizde kopan bir fırtınayı mı diye kendi kendime sorardım? Oysa ikisi her yönden
ayrı şeyler. Mimari için de böyle. Benden iyi bilirsiniz zaten.”
Birlikte çıktılar dışarıya. İki gündür sürüp giden yağmur ve rüzgâr kentin çehresini değiştirmişti:
Her şey baharın geldiğini müjdeliyordu artık. Ağaçlardaki kestanecikler birdenbire büyümüşlerdi.
Asfalt her zamankinden başka türlü ışıyordu şimdi; kışlık koyu paltolar görünmez olmuş, ortalığı açık
renkli yağmurluklar kaplayıvermiş, kahvelerdeki kalabalık kaldırımlara taşmıştı. Laternacılar piyasa
yapıyorlardı. Satıcı çocuklar henüz tam açmamış çiçekleri satmaya çıkmışlardı çoktan. Çoğunlukla
gençlerin yaşadığı Saint-Michel Bulvarı’ndan bir uğultu yükseliyordu. Gençlik burada birbirine
bağlılık sözü verir, kahve ya da limonata içerken yaklaşan sınavların heyecanını buraya akıtırdı. Işık
içindeki Saint-Michel Bulvarı’nı geçtiler. Saint-Germain Bulvarı’nda hizmetçi kızların yaşadığı
romantik karanlıkta küçük lüks köpekler gezdiriliyor, aşıklar öpüşüyorlar. Saat on olmuş. Michaud
kıza Arenoble’deki buz tepelerine nasıl tırmandığını anlatıyor. Genç kızın gülmesi hoşuna gidiyor,
hep gülsün istiyor.
“Ne güzel, siz hep neşelisiniz,” diyor kıza.
“Ben mi? Her zaman böyle olamıyorum. Evde suratımın asıklığından şikayet ederler hep.
Ağabeyim ‘köstebek’ diyor bana.”
“Hiç benzemiyorsunuz. Küçükken Savoie’de dayımın yanındaydım. Bir köstebek yakalamıştım.
Onu kendimize alıştırdık, epey beceri sahibi oldu. Hayvanları seyretmek zevkli şey. Geçenlerde
karıncalar üzerine yazılmış bir kitap okudum. Nasıl akıllı yaratıklar! Her şeyi düzenlemesini bizden
iyi biliyorlar... Ya yılan balıkları? Dört bir taraftan Sargasse Denizi’ne koşuyorlar. Aşk götürüyor
onları oraya. Beş bin kilometrelik yol gidiyorlar. Önce ırmakların dışına fırlıyorlar. Yolda
yakalıyorlar onları. Aldırmıyorlar bile. Yürek buna derler. Gelin bir de insanların halini görün. (Kıza
az kalsın hemen oracıkta Mimi’nin kendisine nasıl sırt çevirip de bir veznedarı seçtiğini anlatacaktı.
Yapmadı.) Hayat öylesine zengin ve farklı şeylerle dolu... Aksiliğe bakın, ben de mekanikten başka
şey bilmem... Bir de politika...”
“Politikadan bıktım ben... Bizim evde yalnızca politika konuşulur. Babam...”
Denise sustu. Nasıl anlamsız bir iş yapıyordu. Tanımadığı bir adamla neden konuşuyor? O hep
insanlardan kaçardı, şimdi kalkmış makinist olduğunu söyleyen ve hakkında başka şey bilmediği bir
adamla çene yarıştırıyordu. Enayice, çocukça bir iş yapıyordu. Ve yine hissediyordu ki adamla
konuşmayı keserse bu gecenin tadı da kaçacak. Otobüse yetişmesi gerektiğini düşündü. Kuru bir
tavırla:
“Babam milletvekilidir. Belki Tessat ismini duydunuz?”
Michaud kahkahalarla güldü:
“Hem de nasıl!” dedi. “Bu sürpriz oldu işte. Ama bakın, babanızla ilgisi yok konuştuklarımızın.
Babanızla değil sizinle konuşuyorum ben. Onların takımından değilim. Sıkıcıdır onların takımı.
Neyse, boş verin... Başka şeyler konuşalım, daha iyi. Nereye gidiyorsunuz? Yürürüz isterseniz...
Öbür durağa kadar... Gece o kadar keyifli ki.”
Denise kabul etti. Sonra kendi haline bakıp şaşırdı. ‘Sanki neden kabul ettim?’ dedi içinden...
‘Hem sonra içimde neden böyle alışmadığım bir sevinç var?’
Michaud tekrar anlatmaya başlamıştı:
“Politika,” diyordu, “benim için dünyayı yeniden kurmaktır. Kötü olan, gelişigüzel olan çok şey
var yeryüzünde... Sevinçli ve başları dimdik yaşayabileceklerini düşündükçe insanlar adına utanç
duyuyorum. Benim gözümde devrim de mimaridir. Sanatı sevdiğinize göre siz de bunu
hissetmişsinizdir.”
“Komünist misiniz?”
“Tabii, değil mi!”
“Ağabeyim de sizin gibi düşünüyor. İnanmıyorum ona... Sözlere karşı kuşkuluyum ben...”
“Babanız avukat. O yüzden kuşkulu davranıyorsunuz. Ben de öyleyim. Gereğinden fazla güzel
konuşurlarsa korkarım. Bizde böyle değildir; çok farklıdır. Şimdi bir seçim toplantısı var. Yarım
saatliğine uğrarsak siz de bu farkı görürdünüz. Çok yakın, Falgviére Sokağı’nda bir okulda. Hoşunuza
gitmezse ayrılırsınız. Ama zahmetinize değecek, biliyorum. İnsan biraz çevresiyle haşır neşir olmalı.
Ne dersiniz, giriyor musunuz?”
Denise, “Hayır,” dedi ama oraya gireceğini anladı. Her şeyi sonra evde başından düşünmesi
gerektiğini hesaplıyordu. ‘Sonra ortalığı açık seçik görürüm, şimdi keyifliyim ve bu beni doyuruyor,’
diyordu kendi kendine.
Okulun önüne birikmiş olanların çoğu seçim listelerinde kayıtlı değillerdi. Kadınlar vardı orada,
henüz bıyığı terlememiş delikanlılar vardı. Bu, Paris’in tutkulu bir sevgiyle ve okşayarak Halk
Cephesi sözlerini tekrarladığı o baharda yapılan binlerce toplantıdan biriydi. İçerisi müthiş
havasızdı. Erkeklerin çoğu ceketlerini çıkarmışlar, durmadan sigara içiyorlardı. Çoğu kasketliydiler.
Denise oradakilerin yüzlerini büyük bir dikkatle seyrediyor ve görüyordu ki hepsinde yoksunlukların
ve çekilen acıların yarattığı bir acılık yaşıyor. Bir kadın kucağında uyuyakalmış küçük çocuğunu
sallıyordu: Belli ki çocuğu emanet edecek kimsesi yoktu. Bir ihtiyarın gözkapakları şişmiş,
kırmızılaşmıştı. Gözlerinde dokunsan boşalacak bir doluluk seziliyordu. Bu insanlar birbirlerini
tanımıyorlardı; ayrı ayrı evlerden çıkıp gelmişlerdi. Fakat yepyeni bir kardeşlik duygusu hepsini
birleştiriyordu. Kürsüdeki konuşmacı direnme ve haklılık kavramlarını anımsatınca bütün yumruklar
havaya kalktı ve yüzlerce ses onunkine ses verdi. Konuşmacıların hiçbirisi Tessat’ya benzemiyordu.
Kesik kesik konuşuyorlar, sözleri arıyorlardı. Her söz onların ağzında yeni bir anlam kazanıyordu.
Buradaki çehreler yorgundular, ama sık sık umutlu bir gülümseyiş onları aydınlatıyordu. Sanki karşı
tarafın adayları ve seçim sandıkları unutulmuştu. Bu dumanla daha da kararmış salonda derinlerde
gerçekleşen ve gittikçe yaklaşan bir doğumun heyecanı yaşanıyordu. Bir işçi kadının havaya kalkmış
yumruğu, bu kuru ve nasırlı avuçlarında rüzgârı parçalıyormuşçasına titriyordu.
Yarım saat geçti, bir saat geçti, bir buçuk saat geçti aradan: Denise gitmiyordu. Dikkat kesilmiş,
dinliyordu. Duyduklarını tekrarlayabilir miydi? Anlamadığı bir dünyayı, bütün yüreklerin aynı
uğultuyla çarptığı bir dünyayı dinliyor ve seyrediyordu. Çok küçükken Bretagne’da denizi ilk kez
gördüğü zaman da aynı duyguya kapılmıştı.
Geceyarısı toplantı bitti. Denise de toplulukla birlikte Enternasyonal’i söyledi ve en çok buna
şaştı. Sözleri birbirine karıştırıyor, ne söylediğini, neden söylediğini bilmiyordu. İriyarı, orta yaşlı ve
yüzünde bıçak yarası olan bir işçi onlara yaklaştı:
“Michaud,” dedi, “bugün senin fabrikadan dört kişi daha bize katıldı.”
“Charles’a söyle, bildirileri atölyelere göre düzenlersek daha iyi. Panoları sonradan pankartlar
için de kullanabiliriz.”
Sonra Denise’e dönüp sordu:
“Ya sen arkadaş, sen hangi bölgedensin?”
Denise, şaşkın, kızardı. Michaud yanıtladı onun yerine:
“Arkadaş öğrencidir,” dedi.
Denise ‘Demek ki,’ dedi içinden, ‘adam beni de kendilerinden sandı!’ Nedenini pek çıkaramadan
keyiflendi bu işe...
Dışarıya çıktılar. Paris, ılık ve nemli baharı yaşıyordu yine. “Söyleyin bakalım,” dedi Michaud.
“Geldiğinize memnun musunuz?”
“Nasıl söylemeli? Memnun sözü tam karşılığı değil... Şaşırdım, böylesini beklemiyordum.”
“Buna şaşıyorum... Neden biliyor musunuz? Havadan... Böyle bir gecede... En uygun söz herhalde
‘umut’ sözü. Her şeyin hem yerini değiştirmek, hem kendisini değiştirmek gerekiyor.”
“Ağabeyime inanmıyordum. Hani sizin yanınıza gelen işçi var ya. İşte ona inanıyorum. Onunki
gerçek olmalı. Başkaları için bir şey söyleyemem. Zaten bu gördüklerimi iyice düşünmeliyim. İnsan
ilk bakışta her şeyi kavrayamıyor ki..”
Michaud kendisinin ve başkalarının umudunu anlattı ona. Denise şimdi zorluk çekmeye başlamıştı;
bunca söz kalabalığını anlayamıyor, işin içinden çıkamıyordu. Ama genç adamın sesini duymak ona
zevk veriyordu. Ayrılırlarken alaycı gözleriyle bakarak Michaud’ya gülümsedi. Michaud, ne
yapacağını pek bilmiyordu. Ünlü sözünü ağzından kaçırıverdi...
“Hem de nasıl!”
Denise kıkır kıkır güldü:
“Tekrar görüşeceğiz. Profesörün dersinde ya da yine böyle bir toplantı olunca bana yazarsınız,
haber verirsiniz, gelirim. Anlaştık mı?”
Şimdi Denise evindeydi. Koridorda, duvarlarda babasının kazandığı ünlü davaların fotoğrafları
asılıydı. Bunların arasında Tessat’nın cübbesinin içinde, ellerini havaya kaldırdığı sırada çekilmiş
bir resmi de vardı.
Bu ev biraz durgun bir suyu andırıyordu. Loş ve sessizdi. Babası henüz gelmemişti. Herhalde
Paulette’in kollarında Dessère’in kandırıcı sözlerini unutmaya çalışıyordu. Yatak odasında karısı
Tessat’yı bekliyordu. Bayan Tessat hastaydı; nefrite yakalanmıştı. Ölmekten, en çok da cehennemden
korkuyordu. Çok dindar bir kadındı. Buna rağmen kendini hep ev işleriyle, güzel tuvaletlerle,
dedikodularla oyalamıştı. Hastalanınca da kendini birdenbire Tanrının karşısında bulmuştu.
Manastırda geçirdiği çocukluğu aklına geliyordu. Büyük yargıcın önüne çıkacağı günün gittikçe
yaklaştığını hissediyor, her şeyden kendisini sorumlu tutacağına inanıyordu:
Kocasının kiliseye çatan konuşmaları... Kötü kadınlarla düşüp kalkması, Lucien’in ahlakının
düşüklüğü, kiliseye olan saygısızlığı... İnanıyordu ki bunların hepsi ondan sorulacak. Onu kim
kurtaracaktı? Denise mi? Denise niçin susuyor, niçin kiliseye gitmiyordu? Üstelik sorulduğunda yanıt
da vermiyordu. Belki kız da babası gibi düşünüyordu?
“Denise sen misin? Baban döndü sandım da... Buraya gelsene, nereden geliyorsun, ne var?”
“Saint-Michel’de bir kahvede oturdum. Hava çok güzel bu gece.”
Denise aklına ilk gelen yalanı kıvırmıştı. Solcuların toplantısına gittiğini söyleyip de annesini
üzmek istememişti. Bayan Tessat dayanamayıp ağlamaya koyuldu:
“Saint-Michel’de? Nasıl da babasına benzemiş.”
Denise oraya kız arkadaşlarıyla birlikte gittiğini söyleyerek annesini yatıştırmak istedi. Her geceki
gibi ilacını getirdi ona. Ama kadının gözyaşları dinmek bilmiyordu.
Denise kendi odasına geçti. İçinde kimsenin oturmadığı boş bir oda gibiydi burası: Bir yatak, yeşil
örtü kaplı bir masa, masanın üzerinde büyük bir mürekkep hokkası ve bir iskemle. Bütün eşyası
buydu. Bir geceliğine kalınan otel odalarını andırıyordu. Denise yatağa uzanır gibi oturdu; bacaklarını
sallamaya başladı. Şimdiden düşünmek, kapılıp gitmek istemiyordu.
Lucien kapıyı vurdu. Sürrealist şairlerin düzenlediği gece toplantısından dönüyordu.
“Hoş ve tuhaf bir şey düşünmüşler: Düşüncelerin, renklerin ve sözcüklerin cinsiyeti nasıl
bulunacak? Herkes bozguna uğradı; tahmin edersin. Özellikle komünistler çok sinirlendi bu işe...
Freud’un ismini duyunca tüyleri diken diken oluyor. Sen hiç Ortodoks bir komünist mantığını dinledin
mi?
“Hayır.”
Lucien Bali Adası’ndaki bir dansözü anlattı.
“Gauguin’i şimdi anlıyorum. Kadının hayvani bir içgüdüyle yaşadığı belirleniyor.”
“Neden söylüyorsun bana bütün bunları?”
“Çünkü yirmi iki yaşındasın, kızım. On iki yaşında değilsin. Çocuk rolü yeter artık. Annem gibi
olmak istemiyorsan tabii.”
Denise’i kaşları çatılmış görünce de uzlaşmak isteyen bir sesle:
“Kızma, köstebek... Kızma! Seni üzmek istemedim ki.. İyi geceler!”
Yalnız kalınca Denise soyundu, ışığı söndürdü. Uyuyamadı... Duvardaki saat önce ikiyi, iki buçuğu
ve sonra üçü vurdu... Koridorda ayak sesleri duyuldu: Babası gelmişti. ‘Her şey iyi gidiyor, Sayın
Markiz’ şarkısını mırıldanıyordu. Sonra tekrar sessizlik çöktü ortalığa...
Denise’in gözünde bu ev tıpkı bir mezar gibiydi. Okul çağını Bretagne’da bir pansiyonda
geçirmişti. Orada deniz vardı, oynamasını bilen küçük çocuklar vardı. Ve kırmızı çuhadan yapılmış
pantolonlarıyla yengeçlere benzeyen balıkçılar vardı. Fırtına çıkınca ev sallanır, evle birlikte
duvardaki süs tabaklar ve kocaman saat titreşir dururlardı. Onun ufacık yüreği de onlara katılırdı.
Sonra Paris’e dönmüştü. Bu kentte çok sıkılacağını hemen anladı. Hep beraber aynı düz hayatı
yaşamaya koyuldular sonra. Denise babasının kaçamaklarından, Paulette’ten habersiz değildi. Aile
anlaşmış, mutlu görünüşünü sürdürüyordu: Yemek saatlerindeki zorunlu karşılaşmalar bunu
belirliyordu.
Denise eski mimarinin hastasıydı. İnsanların üvey annesi gibi değil, gerçekten, bütün yürekleriyle
inandıkları bir çağ yaşanmıştı. Hangarlara benzeyen basık kiliseler yapmışlardı. Onları yapanlardaki
inanmışlık bugün hâlâ yaşıyor bu binalarda. Denise geçmişe sığınmıştı; Tessat’nın boş gururundan,
annesinin budala sofuluğundan, Lucien’in kısır çırpınmasından uzaktı. Fakat bugün son derece önemli
bir değişiklik olmuştu. Her şeyi başından beri yeniden düşünmeye kararlıydı: Yatağında oraya buraya
dönüyor, “Ne öyleyse?” diye söyleniyordu. Geceki işçi kadının sıkılmış yumruğu, yüzü yaralı işçinin
kendisine ‘arkadaş’ deyişi, Michaud’nun sevimli bir alaycılıkla içi gülen gözleri; bütün hepsi
kafasının içinde inanılmayacak kadar canlı duruyorlardı, baharın kokusuyla, dolaştığı sokakların
sessizliğiyle birleşiyorlardı. Yüreği çarpıyordu. Yeni gün, sabahın ilk ışıklarıyla karanlığı yırtarak
odasına girdi. Denise kulağında “Hem de nasıl!” sözcüğünün yankılandığını duyar gibi oldu.
Gülümsedi ve dudaklarında o gülümseyişle uyuya kaldı.
10
Lucien komünist organı gazetede kitabı üzerine yazılmış eleştiriyi okuyunca fena bozuldu. En fazla
yazının son cümlesi onu yaraladı: “Gereğinden çok ‘devrimci’ olan bazı pasajlar bize kuşku veriyor.”
Kalın kafalılar! Hepsi aynı, birbirlerinden farkları yok. Yeni şeyler söylemeyin onlara, yalnızca yama
yapmayı biliyorlar. Sağcı gazeteler de kitabını alaya almışlardı: Babasını, Tessat’yı çamurlamak için
fırsat geçmişti ellerine. “İşte görün,” diyorlardı, “radikaller çocuklarını nasıl yetiştiriyorlar!” Onu
halkçı bir konuşmacı, yeni Jules Vallès gibi görecekleri yerde birkaç kuru övgü sözüyle
yetinmişlerdi: “Yazar çevresini iyi tanıyor.” Sonunda da ‘kuşkulu olmalıyız’ yargısına varılmıştı.
Lucien güldü: Belki de haklıydılar!.. Ya o ne yapmıştı, partiye girmek istemiş, dostlarına hep parti
disiplininin insanın kendi kendini sınırlamasındaki en uç nokta olduğunu tekrarlayıp durmuştu... O
biraz böyleydi, çabuk alevleniyor, çabuk soğuyordu.
Babasının paralı oluşu yüzünden ekmek parası kazanmak zorunda değildi. Liseden mezun olunca
bir süre yolunu aradı. Tıp fakültesine girdi. Fakat aradan bir yıl geçince hevesi kaçtı. Oradan
uluslararası hukuk öğrenimine atladı. Sonra sinemaya heveslenip rejisör asistanı oldu. Makine
dünyasının çöküşü konulu büyük bir filmin hayalini kurmaya başladı. Ama tutup ona anlamsız bir
komedi filmi verdiler: Hikâyenin kahramanı kadın ikiz olan kocasıyla sevgilisini birbirine
karıştırıyordu. Lucien sinemadan iğrendi; edebiyatçıların devam ettiği kahvelere girip çıkmaya
başladı. Oralarda hayatın küstürdüğü adam olarak boy gösteriyordu.
Gezgin Henri Lagrange’ı tanıdığı zaman yirmi altı yaşındaydı. Lagrange Güney Kutbu’na gidiyordu
o sırada. Lucien yıllardır tehlikeli bir hayatı yaşamaya can atıyordu. Lagrange onu da beraber
götürdü. Orada günlüğüne şunu yazdı: “Bir penguen gördüm, Mistinguette’ye benziyor.
Konservelerden bıktım... Hepsi güzel belki... Ama sıkıcı.” Birkaç sayfa ötede kısa bir not: “Henri
sabaha karşı dörtte öldü.” Lagrange kangren olmuş, Lucien’in kollarında ölmüştü.
Lucien Paris’e gelince eski yaşayışına döndü: Sürrealistlerin sergileri, toplantılar... Fakat sık sık
dostlarıyla başladığı yarenliğin ortasında susuveriyordu; artık onu en çok ölüm düşündürüyordu.
Roman yazmak aklına böyle geldi. ‘Yüz Yüze’ büyük başarı oldu. Açık seçik bir kitap değildi;
bütünlüğü yoktu ve yazar kaprisleriyle doluydu. Ama yer yer sahici bir gerçeklik kazanmıştı.
Roman, buzlar arasında ölen bir adamı, ömrü boyunca her şeyden ve herkesten fazla matematiği ve
dört yaşındaki küçük kızını sevmiş bir adamı anlatıyordu. Lucien birden büyük ün kazandı. Ona
röportaj için geliyor ve soruyorlardı: “Gelecek için ne hazırlıyorsunuz?” diyorlardı. O da ailenin
çöküşü üzerine büyük bir roman hazırladığını söylüyordu. Aslında, hiçbir şey yazmıyordu. Kendisini
suyu sıkılmış bir limon gibi boş ve kuru hissediyordu.
Yıllar geçti. Lucien’in yazarlığı yavaş yavaş unutuldu. Bir an için onun edebiyat alanındaki
başarısından umutlanan babası yeniden söylenmeye başladı: Onu çok müsrif ve çok tembel buluyordu.
Lucien, parasız yaşayamıyor, müthiş para yiyordu: Dostlarını pahalı lokantalara götürüyor, yıllanmış
şaraplar getirtiyor, umursamaz bir tavırla, ‘Şöyle böyle bir şarap,’ diye pozlar takınıyordu; kumar
oynamayı çok seviyordu: Kazanmak ve büyük kazanmak. Ona göre tek kurtuluş yolu buydu. Bütün
kumarhanelerde bu solgun yüzlü, kızıl saçlı, yakışıklı adamı iyi tanırlardı. Bir gecede yirmi bin, otuz
bin frangı gülümseyerek kumara verdiği olurdu. Bir borcu kapatmak için yeni bir borç yapmaya,
faizciden faizciye koşmaya başladı. Onu dört yıl önce kutuplara kaçırtan ve orada da penguen
kılığında karşısına çıkan sıkıntı yine gelmiş bastırmış ve Lucien’i avucunun içine almıştı.
Günün birinde, bir yaz mevsimi turist kalabalığına karışarak Sovyetler Birliği’ne gitti. Bir
rastlantıydı bu: Bir arkadaşıyla Mısır’a gidecekken, hareketlerinden önce kapışmışlar ve Lucien
ayrılmıştı. Moskova’da sekiz gün kaldı. Turistlere müzeleri, eski anıtları gösteriyorlardı orada.
Lucien’i asıl şaşırtan, oradaki insanlar, onların inançları, sıkıntılara katlanırken bile geleceğe
güvenle bakarak yaşamalarıydı. Bir gün metro yapımında çalışan işçilerin arasında ayağına kötü ve
kaba çizmeler giymiş genç bir kız gördü: İnce yüzü sapsarı, bakışı ateşli, duruşu insanı ürküten bir
duruştu. O zaman anladı ki kız metronun üstünde daha büyük bir şeyi kuruyor, yaratıyordu.
Lagrange’ın ölümünden sonra yaptığı şeyi tekrarladı Lucien. Kendi kişiliğine döndü. Paris’e başka
bir insan olarak geldi.
Lautréamont’un yerini Marx aldı. Lucien ömründe ilk kez çevresindekilerin yaşayışı ile ilgileniyor,
onlara kafasını yoruyordu. Yalan, düzenbazlık, sıkıntı her yeri sarmıştı; bunu fark etti. Onun kendi
dramı olarak gördüğü şey, aslında bütün toplumun dramıydı: Lucien için bunu anlamak bir uyanış
oldu. Oturdu, yüzeyde kalmasına karşın burjuva ahlakına, felsefesine ve estetiğine kamçı gibi vuran
bir yergileme yazdı. Babası işkillenmişti; aralarındaki ilişkiyi koparacağını bile söyledi ona. Kültür
Sarayı’na girip çıkan gençler Lucien’in yakında gelecek devrim üzerine söylediklerini zevkle
dinlerlerdi. Lucien, kumara olan düşkünlüğünü çoktan unutmuştu. Şimdi oynadığı oyun hepsinden
daha çekiciydi.
Aradan altı ay geçti. Lucien tekrar kuşkuya düşmüştü. Komünistler de onun gözünde öbür siyasi
partilerden farklı değildiler artık. Günlük yaşayışlarında onlar da konfor peşindeydiler, onlar da
Maurice Chevalier’yi dinlemeye bayılıyorlardı. Lucien, kendini başkalarından hep daha gözü pek ve
akıllı görmeye alışmıştı. Ah, diyordu içinden, bu sefer de budalalık ettim. Fikrince bu oyunu
kazanabilirdi... Ama onun anladığı ve becerebileceği bir oyun değildi.
Hem bu uçarı adam Jeannette’e de kapılmıştı. Kendi durumunu olduğundan başka türlü görmüyor,
alay ederse kendi kendine karşı bu bağlılığını küçültebilirmiş gibi davranıyor, Jeannette’le olan
ilişkisini dostlarına iğneli bir gülümseyiş içinde anlatıyordu. Her şeye karşın, kıza olan sevgisini
yenemedi. Jeannette’in adını söyleyişi bile kızı sevdiğini göstermeye yetiyordu.
Lucien ve Jeannette birbirinden farklı yaradılışta insanlardı. Yalnızca bir ortak yönleri vardı: İkisi
de hayattan darbe yemişlerdi. Jeannette, otuz yaşındaydı. Ama öyle anlar olurdu ki o zaman kendisini
daha yaşlı hissederdi. Lyonlu bir noterin kızıydı. Kent halkının muhafazakarlığı; evdekilerin onun
küçücük kusurlarını bir cinayet gibi görmekteki ısrarlı katılıkları, Jeannette’in çocukluğunu kurutmuş,
yaşanmaz hale getirmişti. Sabahtan akşama paradan başka şey konuşulmayışı (‘İnsan parayı sokağa
atmaz!’), tantanalı evlenme törenlerinin, paralarını moda elbiselere yatıran, sık sık flört değiştiren ya
da (‘Jeannette, sen biraz dışarıya çık!’) kocalarını aldatan kadınların dedidokusuyla avunmak.
Çocukluğu böyle geçmişti.
Çocukluğunda tanıdığı bir adam vardı ki Jeannette onu hep anımsar: Gözündeki beyaz lekesiyle
kuru bir adam. Annesi, babası zengin bir tüccar olduğu için bu adama çok saygı gösterirlerdi.
Karısının dostunu av tüfeğiyle öldürdüğü zaman iş örtbas edildi: Gece vakti evi soymaya gelen bir
hırsızı vurduğunu söylediler. Noterin evinde mobilyalar yaz kış örtülü kalır ve Jeannette’in annesi en
çok kocasının masaya şarap dökmesinden korkardı.
Kendisini pek umursamayan evli bir adamla ilişki kurduğunda Jeannette on sekiz yaşındaydı.
Adam, kızamık çıkardığı zaman onu tedavi eden doktordu. Kızlığını kaybettiğini öğrenince babası
hıncını şöyle kusmuştu: “Senin yerin burası değil, genelevdir.” Doktora gelince... o şöyle bir göğüs
geçirmiş ve yol parası yapsın diye Jeannette’e çıkarıp dört yüz frank vermişti: Jeannette, Paris’e
gidecekti. Gece, trende bu işi neden yaptığını kendi kendine sordu. Gerçekten bilmiyordu. Doktor
açık saçık konuştuğu ve sürekli erkeklik gösterisi yaptığı içindi belki. O uğursuz randevuya gidişinin
nedeni ise o gün annesinin üç saat boyunca, durmadan aşçı kadına vır vır vır söylenmesiydi: “Koyun
eti değil bu görüyorsun. Öyle olsa et olur. Kemikten başka şey yok bunda!”
Jeannette büyük bir mağazaya satıcı olarak girdi. Her sabah işe gözlerinin altı şişmiş geliyordu.
Oradakiler sabahlara kadar seviştiğini sanıyorlardı. Oysa sabahlara kadar okuyordu. Çağdaş
yazarlardan başlamıştı. Sonra Stendhal, Dostoyevski, Shakespeare onu çepeçevre sarıverdiler.
Çevresinde yaşanan tutkulu yaşantılar ona gerçekten yaşanan şeyler değil de birer rol gibi oynanan
şeyler olarak göründüler. O zamana kadar çözemediği, bu yüzden de düşmanca kabul ettiği her şey –
duyguların kısa ömürlü oluşu, davranışların birdenbireliği– artık berraklaşıp kesinleşiyordu.
Deneyim sahibi değildi, hayatın dışında kalıyordu. Yine de okuyup öğrendikleri onu olgunlaştırmıştı,
pek çok şeyi şimdi daha iyi anlıyordu.
Sanat, Jeannette için kendi hayatının içinde yaşadığı ikinci bir hayat olmuştu. Çalıştığı mağazada,
müşteriler gidince dudakları belli belirsiz oynamaya başlardı, o zaman kendi kişiliğinin dışına taşar,
Jeannette olmaktan çıkıverir, ya Racine’in bir kahramanı ya da biraz mızmız ve duygulu bir taşralı kız
olurdu.
Sürekli yemek yediği lokantada Figer’yi tanıdı. Figer genç değildi. Beraber yaşamaya başladılar.
Aralarında belki aşk yoktu, ama sahtekarlık da yoktu. İkisi de yalnız ve mutsuz insanlardı.
Jeannette’in güzelliği Figer’yi etkilemişti. Gerçekten nerede olsa herkes ona bakardı. Yüzündeki
sakin ifadeye karşılık, uçsuz bucaksız gibi duran iri ve yorgun gözleriyle kimi zaman düzeltilmesi
olanaksız bir şeyi öğrenmişçesine şaşkın, kimi zaman da sevdiği için acı çekiyormuş duygusu vererek
bakıyordu.
Figer, Jeannette’in çok özverili ve iyi yürekli bir kız olduğunu kısa zaman sonra anladı. Bu
zayıflıktan tiridi çıkmış, bakımsız adama büyük ilgi gösteriyor, bir çocuk gibi özenle bakıyordu. Oysa
Figer, ondan on dört yaş büyüktü. Kız onu sevmiyordu; başka bir adama aşık olmak da aklının
köşesinden geçmiyordu. Tiyatro oyunlarında ve kitaplarda anlatılan aşkları, kendi hayatına
bulaştırmıyordu. Yani Racine’in kahramanı gibi davranmaktan bıkmıyordu Jeannette.
Figer onu Gymnase Tiyatrosu’na yerleştirdi: Yardımcı rollere çıkıyordu orada. Büyük oyuncu
olmak hevesinde falan değildi. Yalnızca, tiyatronun havasından belirli bir zevk alıyor, hayatına
sevdiği bir değişiklik getirdiği için Figer’ye saygı duyuyordu.
Aradan bir yıl geçmemişti ki Figer onu bırakıp ünlü bir kadın oyuncuyla yaşamaya başladı.
Ayrılacağını söyleyip söylememekte uzun süre kararsız kalmıştı; kızın kendisini suçlayacağını,
ağlayıp feryat edeceğini sanıyordu. Sonunda söyledi. Jeannette onun bu kararını öylesine az umursadı
ki, bundan Figer alındı: “Beni hiç sevmedin,” diye azarladı kızı. Jeannette, “Galiba haklısın,”
demekle yetindi.
Kültür Sarayı’nın forslu adamı Maréchal, Devrimci Tiyatro’yu kurmaya karar verdi o sırada. Ekip
yapması gerekiyordu. Profesyonel oyuncuların hepsi Maréchal’in teklifine yan çizdiler. Yeni
tiyatronun geleceğini parlak görmemişlerdi. Adam, Jeannette’e Kültür Sarayı’nın merdivenlerinde
rastlayınca dikkatle süzdü. Kızı yanına getirtti ve onda büyük dram oyuncusu yetenekleri gördüğünü
söyledi: “Ne gözler var sizde! Ne ses var!” diye tepiniyordu adeta. Maréchal ‘Font-aux-Cabres’ adlı
oyunu sahneye koyacaktı. Başrolü Jeannette’e verdi. Provalarda herkes kızın çok iyi oynadığını
söylüyordu: Gerçekten de temiz yürekliliği ona kazandırıyordu. Ama şanssızdı: Ünlü oyuncu Javogue
çalıştığı Odéon Tiyatrosu’yla çatıştı. O öfkeyle gelip Maréchal’i buldu. Aslında iyi oyuncu değildi.
Yalnızca adı vardı. Maréchal, kadının ünlü oluşundan ötürü on-on iki gazetenin Devrim
Tiyatrosu’ndan söz edeceğini hesapladı. Jeannette’in rolünü ona verdi. Jeannette ses çıkarmadı,
ikinci derecede bir başka rolü kabul etti. Gala gecesi, oyundan sonra minnacık soyunma odasında,
sahnede oynamadığı rolü kendi kendine tekrar etti.
Bir zaman sonra Devrim Tiyartosu dağıldı. Jeannette o yaz mevsiminde iki ay gezginci bir
tiyatroyla dolaştı. Uzun süre ve sıkıntılarla geçen günlerden sonra, Paris radyosuna girdi.
Lucien onu Devrim Tiyatrosu’ndayken prova sırasında tanımıştı. Görür görmez aşık olmuştu
denilebilir. Lucien’in devrim hayalleri kurduğu günlerdi. ‘Font-aux-Cabres’daki sözler bir
ayaklanmanın eşiğinde Paris’in coşkun havasını yansıtıyordu. Lucien’in gazete başlıklarında ve
mitinglerde bir türlü bulamadığı bu hava Jeannette’in varlığı da eklenince daha bir büyüleyici
oluyordu.
Jeannette de onun etkisinde kaldı. Ömründe ilk kez roman kahramanı gibi konuşan bir adamla
karşılaşmıştı. İnsanların alçaklığından ya da arıtıcı güçlerinden söz ettiği zaman yüzünün solukluğu,
saçlarının kızıla çalan pırıltıları ve hareketlerindeki kesinlik savunduğu inançlara uyuyordu. Kız,
Lucien’e inandı. Lucien, onu sevdiğini söyleyince severek olmasa bile isteyerek kendini verdi.
Aralarında aşk doğabilirdi. Fakat kızı bıktırmak için ne gerekiyorsa yaptı. Kızın karşısında
saçmalık ve gösterişten başka şey olamadı. Jeannette de onun bencilliğini hoşgörüyle
karşılayabilecek kadar deneyimli değildi. Her Allahın günü Lucien’in lafazanlığını dinleye dinleye
içine kuşku düştü: Gerçekten seviyor muydu? Oysa Lucien her gün biraz daha fazla bağlanıyordu ona.
Lucien’in ne hissettiğini çözmek zordu. Yoksa o da kendince seviyordu kızı: Nasıl olup da sevdiğine
şaşarak. Deseler ki ‘Jeannette için öleceksin’ saniye durmaz, yapardı. Ama Jeannette’çik kendini ne
zaman hasta ve yalnız hissedip, “Ne olur, bu gece yanımda kal,” dese hemen bir bahane bulur, “Evden
bekliyorlar, telaşlanırlar,” ya da “Annem hasta,” derdi. Rahat uyuyamayacağını düşünür, o yüzden
yapardı.
Jeannette içinden onun da günün birinde Figer gibi kendisini bırakıp gideceğini sanıyordu. Bazen,
‘O yapmadan ben yapsam, ben gitsem,’ diye düşünüyor yine de yapamıyordu. Çekingen
yaradılışlıydı: Onun yapısındaki kadınlar kendiliklerinden gitmezler, erkek onları sürükler. Belki de
Jeannette, Lucien’le mutlu olabileceğine hâlâ inanıyordu. Hani o çevresindeki kadınların yaşadığı
cinsten tadı olmayan, renksiz mutluluğu kuruyordu belki de.
Lucien onu André ve Pierre’le tanıştırdığı geceden beri tekrar görmemişti. Telefonlarına Jeannette
hep, ‘Hastayım,’ yanıtını veriyordu. Bir gün mutlaka konuşmak istediğini söyledi. Sesinin titrekliği
telefonda bile heyecanını ele veriyordu. Lucien, mutlaka André’dir, dedi içinden. Açığa vurmadı;
Jeannette’i gelip ‘stüdyodan alacağını’ söyledi. Birlikte Fouguet’s’de yemek yiyeceklerdi.
Jeannette oraya gitmek istemiyordu. Kendini iyi hissetmediğini, üstelik baş başa konuşmak
istediğini anlattı.
Lucien ısrar etti. Bütün ünlü oyuncular ve yazarlar geceleri Fouguet’s’de toplanırlardı. Lucien
orada herkesin Jeannette’e ısrarlı bir isteklilikle bakışından hoşlanır, bundan bir çeşit gurur duyardı.
Gazetedeki yazıya karşın keyifliydi. İstiridye ve şarap istedi. Jeannette susuyordu. Lucien kitabına
nasıl hakaret edildiğini anlattı ona.
“Görüyor musunuz? Kuşku veriyormuşum onlara!”
Kız karşılık vermedi. Aklının başka yere takıldığı belliydi. Lucien, yavaş yavaş komünistleri de,
çevredekilerin Jeannette’e olan ısrarlı bakışlarını da unuttu: Kıskançlık içini kemiriyordu. Artık
Jeannette’in André’yi sevdiğinden kuşku duymuyordu. Zaten yaklaşmış bir sonucu çabuklaştırmak
istiyordu:
“Pazartesi André’nin sergisi açılıyor. Nefis peyzajlar varmış. İster misin kutlamaya gidelim
seninle?”
“Hayır, istemem.”
Kız, bunu o kadar sade, o kadar umursamayan bir tavırla söyledi ki, Lucien şaşırdı, ‘André
yüzünden değil!’ diye düşündü. Bir şişe pembe şarabı daha yuvarlayınca açıldı; kızışmıştı. Boşuna
tasalandığını sanarak, sabahtan beri kafasını kurcalayan konuya döndü tekrar:
“Aslında neden ‘kuşkulu’ olduklarını biliyorum. Geçenlerde, bir komünistin, ‘L’Humanité’
gazetesinde çalışan birinin evine gittim. Ev, tam küçük burjuva evi: Duvarlarda hep röprodüksiyon
resim asmışlar. Bir de Rodin’in ‘Düşünen Adam’ı var. Karısı yahni getirdi sofraya. Herif tuttu bana
karısının çok iyi yemek yaptığını anlatmaya başladı. Dört çocukları var. Herif, en büyüğüne ders
çalıştırıyor. Gerisini sen düşün! Tamam, bu adam oy verir. Başka şeye de yaramaz. Bu küçük
burjuvalar yok mu?..”
Jeannette çoğunlukla susar, karşısındakini dinlerdi. Bu sefer öyle olmadı:
“Bir insanın ailesi, çocukları olursa bu kötü öyle mi? En fazla istediğim şeydir bu. Hep söyledim
sana da. Bir kadın için mutluluktur. Sen anlamıyorsun ki! Bazen senin de bunu istediğine inanmak
geliyor içimden. ‘Başka türlü konuşuyor ama,’ diyorum. Bu olmazsa yaşanmaz ki Lucien. Yoksa insan
çok yalnız kalıyor, mutsuz oluyor!”
“Her insanın yapısına bağlı. O dönemin anlayışına da tabii. Aile kurmak mı? Beynimi patlatmayı
yeğ tutarım o işi yapmaktansa. Ben başka şey için yaşıyorum, belki de yarın o ideal uğrunda ölüme
gideceğim. Bugün aileyi önemli bulmak gülünçtür. Fakat, sana ne oluyor böyle?”
“Hiç. Hastayım, biliyorsun. Başım dönüyor. Bir bardak su istesene, aspirin içeyim.”
Lucien, suyu getirttikten sonra kaldığı yerden devam etti. Çağımız özveriyi, yalnızlığı, cesareti
gerektiriyordu ona göre. Ailenin mutluluğu ve rahatı için çalışmak bir ihanetti! Jeannette hiç ses
çıkarmadı. Hırsı geçmişti.
Hiç konuşmadan çıktılar. İkisi de susuyordu. Champs-Elysées’den ayrılıp, dar ve karanlık bir
sokağa saptılar. Köşedeki eczanenin önünde Jeannette durdu. Vitrinde yemyeşil ve yusyuvarlak bir
cam vardı. Camın içinde kızın yüzü bir ölününkini andırıyordu. Sakin bir sesle:
“Gebeyim,” dedi. “Bir doktor bulmalı.”
O anda Lucien, sıkıntılı bir acıma duygusuna kapıldı:
“Belki de doktora gerek kalmaz. İstersen...”
‘İstersen evleniriz,’ diyecekti, ama zorla gülümseyerek de olsa Jeannette onu susturdu:
“Hayır,” dedi. “Bana her şeyi anlattın, inandırdın beni: Yaşamak için yanlış bir çağ seçmişiz.”
Lucien ses çıkarmadı. Bu, Jeannette’i daha çok yaraladı. Deminki keyifli görünmeye çalışan tavrını
takınarak:
“Üzülmemelisin,” dedi. “Çocuk senden değil!”
“Nasıl! Nasıl! Bak, bunun hesabını vermelisin!”
“Turnedeyken... Vichy’de... Komşu odada bir aktör vardı, benim kapım da kapalı değildi, kilidi
kırılmıştı. Hepsi bu. Şimdi anladın mı?”
Eliyle işaret edip taksi çevirdi: Lucien bağırdı:
“Bekle, seni götüreyim!”
“Yararı yok. Yalnızlık ve cesaret; tam söylediğin gibi. İyi geceler!”
Lucien o zaman kızın yalan söylediğini anladı. Bir aktör. Kırık bir kilit. Biraz fazla saçmaydı. Ya
André? O gün kahvede Jeannette gözlerini bir an bile André’den ayırmamıştı. André de ondan. Sonra
kız, Andé’yi niçin davet etmediğini sormamış mıydı ona? André’den başka kimse olamazdı bu işte.
Concorde Meydanı yağmurdan sonra bir salonun parkesi gibi parlıyordu. Otomobiller geçip
giderken asfaltın üzerinde sarı ve kırmızı ışıklı izler bırakıyorlardı. Büyük sokak fenerleri, ışıklı
bitkileri anımsatıyorlardı. Tuilleries’den doğru bir bahar, ağaç ve nemli toprak kokusu ortalığa
yayılıyordu. Her şey bir bayram öncesinin hazırlığı içindeydi sanki. Çok kötü makyaj yapmış, iyice
solgun, bitik bir genç kız Lucien’in yanından geçti. Lucien hızlandı. Sonra rıhtımda durdu: Eczanenin
önünde durdukları zaman Jeannette’in kendisine nasıl baktığını anımsadı. Çok eskiden Lagrange de
ona böyle bakmış, “Tartışmayı bırak, kangren oldum,” demişti. Lucien telaşla Jeannette’e koştu.
Jeannette, başı yastığının altında, hüngür hüngür ağlıyordu. Büyük bebek onun yanı başında,
yerdeydi. Jeannette çok kırılmıştı: Nasıl olup da Lucien o anlattığı saçma hikâyeye inanabilmişti?
Jeannette, Lucien’in duygusuzluğuna ve kendi yalnızlığına ağlıyordu. Başka bir şeyin, onu hiçbir
zaman böyle ağlatamayacak bir şeyin acısını da çekiyordu. Bu şiddetli bir sızı gibi böğrüne
saplanıyor, kızın gözlerine, eczanenin önünde, Lucien’i çok korkutan umutsuz ifadeyi veriyordu: Daha
bu sabah Jeannette, Lucien’le birlikte mutlu olabileceğine inanıyordu. Bu düşüşü hiçbir şey
bağışlatamazdı ona.
Lucien gelince Jeannette gözyaşlarını sildi. Yüzünü yeniden pudraladı ve yavaş bir sesle:
“Korkunç bir şey var: Biliyor musun, sevmiyorum seni,” dedi.
11
Profesör Malet’nin zenginliklerini anlata anlata bitiremediği antik kent tanınmaz haldeydi. Eskiden,
ihtiyar aristokratların, papazların kol gezdiği kentte şimdi insanlar oradan oraya telaş içinde gidip
geliyorlardı. Her yerde, ‘Halk Cephesi... Faşizm... Dirlik düzenlik... Savaş...’ sözleri duyuluyordu.
Saygıdeğer aristokratların yanakları gibi sarkık duran eski duvarlarda çeşitli partilerin propaganda
afişleri asılıydı. Sabahtan akşama kadar konuşma yapan adayların çevresinde kalabalıklar
toplanıyordu. Hemen onların yanı başında da eski kiliselerin kapıları önünde papazlar da uçuşup
uçuşup üstlerine başlarına konan kırlangıçlara aldırmaksızın, balıkçıları takdis ediyorlardı.
Milletvekilliği için Paul Tessat’dan başka üç aday vardı. İkisiyle Tessat, dört yıl önce bir kez daha
karşılaşmıştı: Biri meslekten kilitçi ustası olan komünist adayı Didier, öteki de kentin muhafazakar
çevrelerince desteklenen emekli General Grandmaison’du. Onu aynı zamanda aristokrasi ve kilise
destekliyordu. O zaman Tessat, hepsinin hakkından kolayca gelmiş ve seçilmişti. Şimdi kazanacağına
pek güveni yoktu. Dessère verdiği sözü tutmuş, Joliot’nun gazetesi ‘La voie Nouvelle’ Tessat’ya bir
sayısını ayırmıştı. Oradaki üç mahalli gazeteden ikisinin radikaller tarafından satın alınmış olması da
bir avantajdı. Komünistler ise, son yıllarda güçlenmişlerdi. Pek iyi konuşamadığı halde, onların
adayı Didier büyük kalabalıklar topluyordu. Üstelik Tessat’nın karşısında yeni bir rakip daha vardı
şimdi: Bu, Gamalı Haç Örgütü’ne bağlı genç tarım mühendisi Dugard’dı. Ev ev dolaşıyor ve her
gittiği yerde, “İşadamlarının, masonların, Yahudilerin hakimiyetine son vermeliyiz,” diyordu. Tek
fiyatla satış yapan büyük mağazaların ezdiği küçük tüccar ve satıcılar, vergi altında bunalan küçük
esnaf, hayatta yabancılar tarafından kenara itildiğini düşünen okumuşlar, Tessat’nın adının karıştığı
Stavisky olaylarına çok bozulan emekliler bu genç adamı çılgınca alkışlıyorlardı.
Seçim konuşmaları çok gürültülü oluyordu. Müvekkilleriyle boğuşmaya alışkın olan Tessat bile
zaman geliyor, korku duyuyordu. Dugard, rahat bir ifadeyle Stavisky’nin Tessat için imzaladığı çeki
söylüyordu. Her fırsatta tekrarlıyordu hem de. Tessat, o aldığı seksen bin frangı nereye harcadığını
unutmuştu bile. Ama Dugard unutmamıştı. Yumruğunu sertçe masaya indirip, “Bu para, savaş
malüllerine verilecekti!” diye bağırıyordu. Emekli general de Lucien’in kitabından yararlanarak
Tessat’nın ahlaksızlığını ispatlamaya çalışıyordu: “İşte oğlunun babasından öğrendikleri,” diyordu.
Didier Tessat’nın özel hayatıyla ilgili şeyler konuşmuyor, ‘iki yüz aile’den tutturup veryansın
ediyordu. ama Tessat onun böyle konuşmakla kendisini kastettiğini düşünüyordu. Zaten halkın tepkisi
de bunu gösteriyordu.
Didier, ‘Basının namussuzluğu,’ der demez halk, ‘ La voie nouvelle!’ diye bağırmaya başlıyor, ‘iki
yüz aile’ üzerine söylediği sözler de hep ‘Dessère! Dessère!’ temposuyla kesiliyordu.
Tessat, alabildiğine yoruluyor, çok çalışıyordu. Binlerce seçmenle ilgileniyordu. Her seçmene ayrı
ayrı karısının sağlık durumuna, oğlunun okuldaki çalışmasına, kızının ne zaman evleneceğine
varıncaya kadar, her şeyi soruyordu. Kente iki yeni köprü ve bir meydan yaptıracağını söylüyordu.
Seçmenlere iş ve unvan vaat ediyor, Herriot ve Daladier’nin şaraptan burnunun ucu kızarmış
taraftarlarıyla ‘Cumhuriyet’in’ şerefine, ‘Zafer’in’ şerefine kadeh kaldırıyordu. Toplantılarda bitkin
düşünceye kadar konuşuyor, bildiriler yazıyor, basın bültenleri hazırlıyor, karikatürler tasarlıyordu.
Tam on altı gece doğru dürüst uyuyamadı; midesini, Paulette’i ve tatlı öpücüklerini bile unuttu. Büyük
bir kahvenin giriş kapısında ‘Milletvekili adayı Paul Tessat’nın çalışma bürosu’ yazılıydı.
Yardımcılarını orada topluyor, onlara kol saati, dolmakalem, bazen de yüz franklık banknotlar
dağıtıp, gönül alıyordu. Paris’ten iki senatör getirtti. Müzikholde bile kendi reklamını yaptırdı.
Şarkıcı kızlar her gece onun şerefine şu şarkıyı söylüyorlardı:
Kahrolsun mızmızlar, gürültücüler! Panik kahrolsun!
Biz hep ortayı seçelim; politikada bile
Biftek ve aşk serilsin önümüze, başka şey nemize gerek.
Demek ki yaşasın Paul Tessat! Yeniden seçilecek!
Ancak onun sonraya sakladığı büyük koz, Antoine’ın dul karısıydı. Küçük bir memur olan oğlu
zimmet suçuyla on yıla mahkûm olmuştu. Haksız yere mahkûm olmuştu hem. Tessat, davaya yeniden
bakılmasını sağladı. Büyük seçim toplantılarından birinde kadın, halkın karşısında ağladı: “Paul
Tessat... bir azizdir!” dedi.
Oy sayımının yapıldığı gece Tessat zor ayakta duruyordu. Sinirlerini yatıştırabilmek için portakal
çiçeğinden yapılmış şurup içti. Hava çok gergin ve sıkıntılıydı. Pencereye yaklaşıp baktı:
Meydandaki kalabalık seçim sonuçlarını bekliyordu.Tessat, kalabalığın içinde genç bir kız gördü;
biraz kızına, Denise’e benziyordu. Bu pis politikaya atıldığı için kendi kendine söylendi: Dugard’ın
ya da Halk Cephesi’nin kazanması neyi değiştirecekti? Her şey yalan geliyordu! Oysa evinde,
karısının yanında olmayı, Denise’i görmeyi, Paulette’in kollarında bir-iki saat geçirebilmeyi nasıl da
özlemişti! Yaşamak böylesine denir. Konuşmaları, politik tartışmaları gereksiz ve sıkıcı birer
angarya olarak görüyordu.
Seçim sonuçlarını bekleyenler hayal kırıklığına uğradılar. Hiçbir aday seçilmek için gerekli
çoğunluğu sağlayamamıştı. Bir hafta sonra seçimin tekrar yapılması gerekiyordu. Son seçimlere göre
Tessat bu sefer üç bin oy kaybetmişti. Emekli General Grandmaison da geçen seçimdeki oy durumunu
koruyamamıştı. Komünistler epey oy kazanmışlar, sağcı aday Dugard da başa geçmişti.
Seçim sonuçları hakkında çeşitli görüşler vardı. Eğer, deniyordu, general Gamalı Haç örgütü
lehine adaylıktan çekilirse Dugard kazanabilir. Didier, Tessat lehine çekilecek miydi? Ortacılar kime
oy verecekti? Kahvelerde insanlar hep bunu konuşuyorlardı.
Tessat kuşkulu bir huysuzluk içinde esnedi. O sanmıştı ki bugün her şey bitecek ve sabah evine
dönebilecektir. Şimdi daha bir hafta buraya çakılıp kalıyordu. Karısına telgraf çekti: “Seçim tekrar
yapılacak. Perşembeye bir günlüğüne oradayım. Sana ve çocuklara öpücükler.”
Çarşambadan önce her şeyi yeniden düzenlemek fırsatını bulacaktı. Ama daha bir hafta gürültü
patırtıyı göze almak zorundaydı. Komünistler onun lehine oy kullansalar bile seçilmesi yine de
rastlantıya bağlı kalıyordu: O zaman iki tarafın oyları da altı bin civarında ve eşit oluyordu. Kaldı ki
komünistlerin ona oy vermesi biraz hayaldi: Hiç sevmiyorlardı Tessat’yı.
Gece çok önemli bir toplantı yapıldı. Komünistleri radikaller çağırmışlardı. Didier’nin ne
söyleyeceğini çok merak ediyorlardı. Önce Tessat konuştu:
“Hemşerilerim,” dedi, “bana güvendiğiniz için hepinize teşekkür borçluyum. Cumhuriyet’in
çıkarlarını ve barışı savunan, sosyal adalet, din öğretiminin karşısında olan herkesi bana, yani...”
Bir an sustu. Hemen arkasından gürleyen bir sesle:
“Halk Cephesi’nin tek adayına oy vermeye çağırıyorum.”
Sonra söz sırası komünistlerin adayı Didier’ye geldi:
“Komünistler kendilerini satmazlar, kazıklanmazlar! Akılcıdırlar! Aklın, halk bilincinin emrettiği
şekilde davranırlar! Önceki seçimlerde altı yüz oy almıştık. Şimdi iki bin üç yüz yetmiş oy aldık.
Aradaki farkı görüyorsunuz! Biz kuvvetiz. Faşistlerin, Dugard ve Grandmaison’un yolunu kesmeliyiz!
Tessat Halk Cephesi’ne bağlı kalacağına yemin ediyor. Öyleyse Tessat’yı destekleyeceğiz! Fransa
zor ve karanlık saatler yaşıyor: Dışarıdaki tehlike büyüdükçe içerdeki ihanet fırtınası da büyüyor!
Eskiden, Birinci Cumhuriyet’te Normandiyalılar, Bretagnelılar, İngilizlerle Avusturyalılar nasıl
birleştiler? Ve nasıl kralcılar Prusya’yı dost bildiler! Bunu unutmayın! Fransa’yı yalnızca Halk
Cephesi kurtarabilir! Yaşasın Halk Cephesi! Yaşasın Fransa!”
Havaya kalkan yumruklar onu onayladı.
Tessat ayağa kalktı, bir aktör gibi salondakileri selamladı. Sevinmeli miydi, yoksa üzülmeli mi?
Bir türlü çıkaramıyordu. Hem Dugard, hem Didier iğrendiği, sevmediği tiplerdi. Komünistlerin
desteğini alması bir bakıma başarı sayılırdı. Yalnız acaba işçiler onların sözünü dinleyecekler mi?
Bu çok önemliydi. Az önce aralarından bir tanesi onu göstererek, “Şu soytarıya mı oy vereceğiz
yani?” demiş, Tessat’nın keyfini kaçırmıştı. Zaten Didier’nin bütün taraftarları ona oy verseler bile
aralarında Dugard’ın lehine üç yüz-dört yüz oy fark kalıyordu. Ortacılardan oy alması hemen hemen
imkansızlaşmıştı. Komünistlerle açıktan açığa ortaklık etmesi onları kızdıracaktı. Ah! Şu Dessère yok
mu? Yine icat çıkarmıştı onun başına! Bu sefer hangi oyunu oynayıp zenginleşmek istiyordu. Fransa’yı
ezdirerek mi? İşin kötüsü onun aleti olmuştu şimdi.
Toplantının sonunu bile beklemeden oteline döndü. Suratı asılmıştı ve başı müthiş ağrıyordu.
Kapıcı onu karşıladı:
“Bekleme salonunda bir mösyö bekliyor sizi.”
Tessat bıkkınlıkla göğüs geçirdi. Fakat kendisini bekleyen adamı görünce sıkıntısı şaşkınlık
oluverdi: Yardım dilenen bir seçmen beklerken Milletvekili Louis Breuteuil’i karşısında buldu.
Şaşkındı. Bu ziyaretin anlamı ne olabilirdi? Sağcı da olsalar, solcu da olsalar bütün
milletvekilleriyle ahbaplığı vardı. Breuteuil’le de dosttu. Onunla şimdi değil de başka bir zamanda
karşılaşmış olsaydı, kollarını iki yana açıp yapmacıklı bir neşeye bürünecek ve şöyle diyecekti:
“Değerli dostum, nasılsınız? Ya madam?” Ama bugün sanki savaş meydanından dönmüştü. Dugard’ın
tükürürcesine “Ya çek nerede?” deyişi hâlâ gözlerinin önündeydi. Demek o herif gidecek, Boston
Sarayı’nda, Meclis’te Tessat’nın koltuğuna oturacaktı. Keşke Breuteuil gelmeseydi. Öyle iyi olacaktı
ki!
Milletvekilleri Breuteuil’den korkarlardı. Çevresi onu ‘fanatik’ kabul ediyordu. Fizik yapısıyla
eski bir sporcuya benziyordu: Bir seksen beş boyunda, i harfi kadar dik, esmer tenli, beyazlamaya yüz
tutmuş saçları ve ince bıyığı ile tipik bir adamdı. Savaşta yaralar almıştı; sağ elinde iki parmağı
yoktu. Bu eksiklik onda tuhaf durmuyor, görünüşüne uyuyordu. Kuru bir konuşması vardı; kelimeleri
çekiçle vuruyormuş gibi söylerdi. Konuştuğu zaman emir veriyor sanılırdı. Komünist milletvekilleri
kürsüye çıkınca o salonu terk ederdi. “Bu herifleri dinleyemem,” derdi. Hiçbir anonim ortaklıkta
görev almamıştı; spekülasyon da yapmazdı, kendi halinde, basit bir hayatı vardı. Aldığı tazminatın bir
kısmını da propaganda parası yaptığını söylerlerdi. Bütün zamanını ayırdığı tek şey gençliğin askeri
yönden yetiştirilmesiydi. Bölükler kurar, onlara askeri eğitim verir ve iyi aile çocuklarına yağmur
altında geçit töreni yaptırır, askeri şefleri nasıl selamlayacaklarını öğretirdi. Yaşlanmaya yüz
tutmuşken parasız ve çirkin bir kadınla evlenmişti. Beş yaşında, kaprisli, hastalıklı bir oğlu vardı. Bu
çocuğun karşısında çok zayıf kalıyordu nedense.
Tessat öylece eşikte durmuş ona bakıyor, ne söyleyeceğini bilemiyordu. Breuteuil ayağa kalktı:
“Günaydın, Paul. Yüzün sapsarı. Yorgunluktan herhalde.”
“Evet, çok yorgunum. Sen ne arıyorsun burada? Geçerken uğradın galiba.”
“Hayır. Paris’ten geliyorum. Biliyorsun, Dugard adamımdır. Gençtir, budala değildir. Ama ona
yardım etmeli.”
Tessat tedirgin oldu. Breuteuil, Dugard’ın yardımına geliyor. Gelsin; kendi bileceği iş. Ama bu
ziyarete anlayışsızlık denmezse ne denir? Tessat yüzünün solgunluğunu bahane edip kurtulmak istedi:
“Beni bağışlarsın, umarım. Yatmaya çıkıyorum. Çok yorgunum.”
“Biraz bekle, konuşacaklarım var seninle. Yalnız burada olmaz. Odana geleyim.”
Kaldığı odada Tessat kravatını çözdü, ayakkabılarını çıkarıp divana uzandı. Breuteuil kapıyı
tıklatıp girdi içeriye.
“Konuşmayı sonraya bırakalım,” dedi Tessat. “Ayakta duracak halim yok. Seçimlerden sonra
konuşuruz.”
“Olmaz! Şimdi fazla fazla beş dakikanı alacağım. Mutlaka karar vermek zorundayız. Biliyorsun,
Dugard çok şanslı, kazanacak, senden beş-altı yüz oy fazla alacak. Ben bunu istemiyorum.”
“Neden?”
“Dugard akıllı bir genç. Gerçekten yararlı olur. Yalnız Meclis’te esamesi okunmaz çocuğun.
Sorarım; nedir senin yanında? Denenmiş bir politikacısın sen; deneyimin var, konuşmayı hepimizden
iyi bilirsin. Sonra büyük bir ün kazandın, adın var. Seçilmemen ülkenin felaketi olur.”
“Bak, Louis, seni anlamıyorum. Birdenbire bu övgülerin nedeni ne? Dugard beni her gün yerden
yere vuruyor, söylemediğini bırakmıyor. Sen onu destekliyorsun, kanat geriyorsun ona. Sonra bugün
değişiyorsun.”
“Sözlerin ne önemi var? Seçim konuşmalarında söylenmiş şeyler üstelik. Sanki Halk Cephesi’ni
göklere çıkaran sen değilsin! Komünistleri zerre kadar sevmediğini biliyorum ben. Hangimizin daha
çok sevdiğini de merak etmiyorum. Ben Meclis’e girmeni istiyorum. Onlar senin Halk Cephesi’nden
yana olduğuna inansınlar; vız gelir bana. Önemli olan insandır, etiketi değil! Tek bir söz
söyleyeceksin, her şey halledilecek.”
“Bir saat önce Halk Cephesi’nden yana oludğumu, Halk Cephesi’nin desteğini kabul ettiğimi
söyledim. Herkesin önünde açıkladım hem.”
“Olsun. Halka uluorta verilmiş sözlerin önemi yoktur. Tekrar ediyorum; her şey ağzından çıkacak o
tek söze bağlı. Geveze adam değilim, bana güvenebilirsin de. Paul, şunu anlamalısın artık; yurdumuz
için partiler önemli değil şimdi. Milleti kurtarmalıyız! Dugard yerini sana bırakmalı. Seçmenlerini
sana oy vermeye zorlayamaz. Bu olmaz. Adaylıktan vazgeçsin yeter. İki-üç bin oy sana gelecek, o
zaman.”
“Dugard’ın taraftarları bana oy vermezler, Grandmaison’u seçerler.”
“Şu bizim emekli general; bilirim, budalanın biridir, ama dürüst adamdır. Onu da yarın göreceğim.
O da adaylıktan vazgeçecek, vazgeçireceğim. Tek aday olacaksın. Öyle seçileceksin. İşte, gördün mü,
Fransa’yı kurtaracak birliğin simgesi oldun?”
Teklif öyle çekiciydi ki Tessat kendi kendine mırıldandı:
“Simge?.. Sen Paris’ten geliyordun sahi. Nasıl, Paris de burası gibi sıcak mı? Boğulacak gibi
oluyorum burada, sıcağa hiç dayanamıyorum.”
Breuteuil susuyordu. Tessat boşu boşuna kafasındakileri toparlamaya çalıştı. Beceremedi.
Yalnızca tek bir şeyi anlamıştı: Bu sefer de milletvekili seçilecekti. Bir bardak su içti. Alnında
biriken teri kuruladı sonra. Yavaş yavaş kendine geliyordu. Fransa tehlikede, dedi içinden. Düşman
bizi kolluyor. İçeridekiler de Fransa’ya ihanet ediyorlar. Milli birliğin simgesi olacağım. Önemli
olan insandır, etiketi değil!’ Farkında olmadan bazen Breuteuil’in sözlerini, bazen de Didier’ninkileri
tekrarlıyordu. Sonunda, kendisine çok güzel bir hediye verileceğini bilen utangaç bir çocuk gibi
bekleyerek sordu:
“Fakat... Ne yapmam gerekiyor?”
“Yalnızca kabul edeceksin, o kadar.”
“Anlaştık. Reddetmeye hakkım yok zaten.”
Breuteuil onun elini sertçe sıktı:
“Namuslu bir adam olduğunu biliyordum,” dedi. “Artık dinlenmelisin! İyi geceler.”
Tessat uyandığında geç olmuştu. Panjurların aralığından güneş girmişti odaya. Otelden henüz
çıkmıştı ki duvarlarda yeni yapıştırılmış afişler gördü: “Jacques Dugard seçmenlerine teşekkür eder
ve milli bir görevi yerine getirebilmek için adaylıktan çekildiğini bildirir. Yaşasın Fransa!”
Tessat gülümsemekten kendini alamadı. Hatta ilerideki çiçekçi kıza göz bile kırptı. Ona bakınca
Paulette’in boynunu anımsamıştı. Şu anda hayatı güzel buluyordu. Her şey hoşuna gitmeye başlamıştı:
Eski Roma biçemli kiliseler, vitrinlerdeki elektrik süpürgeleri, pazar yerindeki satıcı kadınlar,
örneğin. Çevresinde kim varsa kucaklamak geliyordu içinden. Şimdi Dugard’ı sevimli bir delikanlı
olarak görüyordu. İnsan onunla birlikte yemek yiyebilir, sohbet eder, şakalaşırdı. Toprak sahibi
olmayışına üzüldü; yoksa şu Dugard’a avuç dolusu para kazandırmak onun için öylesine basitti.
Didier de fena adam değildi. Kocaman bıyıklarıyla o da yaşlı, ama kafa dengi bir işçiydi. Kilit
işinden de iyi anlıyordu galiba. Önemli olan insandı, etiketi değil! Tessat duvardaki her afişin önünde
duruyordu. Afişlerin önünde başka insanlar da toplanıyorlar, Dugard’ın açıklamasını tartışıyorlardı
aralarında. O arada bir şoför arabasından fırlayıp afişin yanına geldi. Okudu. Sonra öfkeyle yere
tükürdü.
“Eşoğlu eşek!” dedi.
Bastı gitti sonra. Bu olay bile Tessat’nın keyfini bozamadı. Otuz altı saatliğine Paris’e gitmeye
karar verdi: Bütün bir geceyi Paulette’le beraber geçirecekti. Şekerciye girip Denise için kocaman
bir kutu bonbon yaptırdı. Sonra küçük bir kahveye oturdu. Biraz ötesinde bir adam vardı, vaktin
erkenliğine boşverip şimdiden iki üç kadeh yuvarlamıştı. Gazete kâğıdına sardığı ekmek parçasını
ufalayıp kaldırımdaki serçelere veriyordu. Tessat’ya seslendi:
“Kuşlarla konuşmak, haşır neşir olmak çok zevkli. Her yerde seçim. Orada seçim, burada seçim.
Başka laf yok.”
Tessat sordu:
“Siz kimi tutuyorsunuz?”
“Ben mi? Ben kendimi tutuyorum. Bir de kuşları. Gidip oy vermeyeceğim. Vallahi de
vermeyeceğim, billahi de vermeyeceğim.”
Tessat kahkahayı koyuverdi:
“Haklısınız!” dedi. “Ne içersiniz? Söyleyin. Söyleyin ben ısmarlıyorum.”
Tessat saat dörtte hareket etmişti. Saat beşte Breuteuil, Niort Markizi’ne geldi. Her salı orada
toplanırlardı. Hapı yutmuş oldukları halde etikete hâlâ düşkün eski aristokratlar gelirdi oraya.
Aralarına iki fabrikatörü, arkeoloji enstitisünden bir öğretmeni ve birkaç papazı lûtfen kabul
etmişlerdi. Uşak o gün konuklara açık çay ve küçücük sandviçler tutuyordu. Zaten Markiz’in cimriliği
çevredeki herkesin dilinde dolaşırdı. Oraya gelenler genellikle dedikoduyu severler, ayıp olmasın
diye, beş on dakika dış politika ve biraz da arkeolojik kazılar üzerine konuşurlardı. Kent eski
yapılarıyla ün salmıştı; çevrenin hemen bütün aristokratları da arkeolojiden hoşlanırlardı. Ama o gün
herkes tek bir konu üzerinde konuşuyordu: Seçimler, Grandmaison kendi kendine bir kahraman edası
takınıyor, aklınca oradakilere caka satıyordu. Vırvırcı ve zararsız bir ihtiyardı. Aklı yeni doğmuş bir
çocuğunkinden daha fazla gelişmiş değildi. Bir ayağı hastalıklıydı. Hasta ayağına sürekli olarak
pantufla giyerdi. Öfkelenince hasta ayağını öne doğru sallayarak ‘Hiçbir zaman!’ diye bağırırdı.
Breuteuil, elindeki çay fincanını karıştırdıktan sonra ona doğru eğildi:
“Aziz dostum,” dedi. “Durumu görüyorsunuz, çekilmeniz daha doğru olmaz mı?”
“Hiçbir zaman! Ben Dugard değilim! Biliyorum, Paul Tessat kazanacak. Ama unutmayın ki galip
sayılır bu yolda mağlup!”
“Hemen öfkelenmeyin. Bakın, sizin alacağınız iki bin oy Tessat’yı düşmanlarımızın kucağına atar.
Dürüst adamdır halbuki; yazık olmaz mı?”
Oradakilerden sert bir tepki yükseldi:
“Chautemps’ın arkadaşı o değil miydi? Stavisky olayını unutmayın!”
“O bir masondur!”
“Dessère’in aletidir, ondan para alıyor!”
Grandmaison bar bar bağırıyordu:
“Namuslu öyle mi? Adamın yazdıklarını okumadınz galiba! Dinsizdir! Daha kötüsü sahtekardır!
‘Laik okul’ diye tutturmuş! İşte böyle yapıp her şeyi aralarında paylaşmak istiyor bu haydutlar!”
O zaman Breuteuil, kendisinden umulmayan heyecanlı bir konuşma yaptı:
“Açık konuşalım. Bugün Fransa devrimin eşiğindedir. Halk Cephesi bizi savaşa sürükleyebilir.
Savaşı kazandığımızı kabul etsek bile aslında kaybeden yine biz olacağız. Tessat din öğretimine karşı
olabilir. Ama bugün bunu düşünmek zatürreeye yakalanmış adamın nezleden korkmasına benziyor.
Tessat komünist değildir. Dün gördüm onu. O da benim gibi düşünüyor. Yarın öbür gün Halk Cephesi
iktidarı alacak. Yaylım ateşle duduramıyoruz, hiç olmazsa içeriden dinamitlemeliyiz! Tessat gibi on
kişi olsa bu işi başarırız. Fransa’yı kurtarmak için bırakın Tessat’yı, Almanlarla bile işbirliği
yaparım. Evet, bakın ne söylüyorum? Yarın desinler ki artık devrimi durdurmak imkansızdır! Hemen
‘Çağırın Hitler’i, işi halletsin!’ derim.”
Derin bir sessizlik oldu. Niort Markizi kekeleyerek:
“Ne güzel konuşuyorsunuz, Mösyö Breuteuil? Fakat çok acı. Feci bir şey bu!”
Şeker maşasını yere düşürmüştü.
12
Tessat başarısını evdekilere yemekte anlatmak istiyordu. Önüne sıcacık, henüz buharı tüten bir
yemek gelmişken politikadan söz etmek eskiden beri sevdiği bir alışkanlıktı.
“Durum gerçekten kritikti,” dedi. “Dugard sürekli iftira ediyordu. Hep şu Stavisky olayı. Ha
Lucien, aklımdayken söyleyeyim. Kazandığın başarıyla övünebilirsin; kitabın kapış kapış gidiyor.
Benim yüzümden tabii. Grandmaison her Tanrının günü seçmenlere gösteriyordu kitabı, ‘İşte oğlunu
tanıyın!” diyordu. Bobonne, bu kadar lezzetli ördek yememiştim; nereden aldın? Poitiers’de bir
ıstakoz yedim, Amerikan tarzı pişirmişler. Nefis bir şeydi! Ne diyordum? Komünistler de ondan aşağı
kalmıyorlardı. Makineli tüfek ateşine tuttular beni. ‘Hürriyet, barış!’ Gürültülü bir demagoji sağanağı
yani! Sonuç ne oldu? İlk seçimde kesin çoğunluğu kimse alamadı. Yorgunluktan bitkin düştüm ben. Ya
başımın ağrısı? Denise, neden solgunsun böyle? Poitiers’yi görmelisin sen de. Gelmeliydin benimle.
Çok güzel Roma kiliseleri var orada. Saint Radegonde Kilisesi örneğin. Komünistler adaylıktan
çekilirse seçilme şansım yüzde elli olacaktı; bunu hesapladım. Ama her şeye rağmen yine Didier’ye
oy verecekleri söylentisi dolaşıyordu. Ne yapalım; Lucien’in dostları sevmiyorlar beni. Baktım
çaresi yok. Halk Cephesi’nin adayı olduğumu açıkladım. Hemen alkışladılar. Yumruklar havaya
kalkıverdi. Hiç de sevmem bu jesti. Fakat bu ördek gerçekten nefis! İlk engeli aştım; komünistler beni
desteklemek için karar aldılar. Ne var ki bu iş sağcıların hoşuna gitmedi. Başladılar tepinmeye.
Bütün güçleriyle karşı duracaklar. Şanslarımız eşit olmuştu. Kızıl ile kara hikâyesi.”
Ördeğin budunu zevkine vararak kemirebilmek için sustu. Lucien bu sesizlikten yararlanarak:
“Önemi yok ki,” dedi. “Faşist adayı nasıl olsa yenersin. Bugün ülkedeki hava...”
“Bekle canım. Bundan sonra olanları kırk yıl düşünsen bulamazsın. Ne olsa beğenirsin?
Beklenmedik bir şey. Bobonne, biraz daha salata verir misin? Ya sen? Salata bile yemiyor musun?
Tatsız bir iş şu rejim yapmak! Değişikliği bulamadın? Bak ne oldu? Dugard adaylıktan çekildi. Tek
aday olarak ben kaldım. Milli birlik oldu sözün kısası!”
Lucien kendini tutamadı:
“Sen de kabul ettin, öyle mi?” dedi. “Ne şerefsizlik!”
“Bunda şerefsiz bir taraf bulamıyorum. Yalnızca bütün partiler adaylığımın çevresinde birleştiler.
Gurur duymalıyım böyle oldu diye. Milli birlik olunca şerefsizlik mi sayılacak yani? Senin kilitçi
bozması adayın bile zart zurt ediyordu. İkide birde ‘Fransa! Fransa!’ Başka söz çıkmıyordu ağzından.
Yaşadığımız çağdan geride kalıyorsun, oğlum. Bize yetişemiyorsun!”
Artık ne söylense boş! Sofranın tadı kaçmıştı. Tessat en yakınları tarafından bile anlaşılmadığını
düşünüyordu. Amélie dertli dertli içini çekiyor, Denise onu zaten dinlemiyor; biraz atıştırıyor; daha
çok kucağındaki kediyle oynuyordu. Bu işsiz güçsüz oğlan da yeni bir marifet hazırlıyordu herhalde.
Kahvesini içer içmez Tessat:
“Çalışmaya gidiyorum,” deyip odasına geçti.
(Aslında sofradaki herkes onun uyumaya gittiğini biliyordu. Çalışmak dediği şey buydu.)
Lucien deminki zamansız çıkışı yaptığına pişman oldu. Adamcağızdan tam tavına getirip beş bin
frank isteyecekken tutmuş kalbini kırmıştı. Jeannette’in çocuğunu aldırmak gerekiyordu. Babasından
başka borç isteyebileceği kimsesi yoktu. Adamı öfkelendirmenin sırası mıydı sanki?
Lucien kısa bir an Jeannette’in bakışını gözünün önüne getirdi. Hiç beklemeden girdi babasının
yanına... Bir insan buzlu suya kendini nasıl atarsa Lucien de öyle yaptı:
“Bana beş bin frank gerekli. Hem çok gerekli!” dedi.
Tessat susuyordu. Lucien yeni bir çaba gösterdi:
“Üzmek istemedim seni. Bana kızmamalısın...”
Tessat divanda uzanmıştı. Yüzünde hâlâ deminki öfkenin izlerini taşıyordu. Alnında ter birikmişti.
Küçücük ve cansız bir ölünün solukluğuna bürünmüştü...
“Bu beş bin frank niçin? Yeni bir kitap belası için mi?” dedi.
Lucien yanıt vermedi. Tessat ona baktı, kaçırdı bakışlarını sonra. Oğlu gibi bir insan her şeyi
yapabilirdi! Tessat amca da oğluna benziyordu. Ailede onun isminin geçmesini kimse istemezdi. Bir
veznedarın imzasını taklit ettiği için dört yıla mahkûm olmuştu.
“Hem bana ne,” dedi Tessat... “Al istediğini yap!”
Kalktı, çek imzalayıp oğluna verdi. Lucien çıktı.
Tessat yeniden uzandı. Sinirlerini yatıştırmak için uyumak istiyordu. Ama uyuyamadı. Kafasındaki
tasaları onun uyumasına izin vermemişti. Breuteuil’in geldiği gece üzerine çöken iğrenme duygusu
yine gelmişti. Lucien sanıyordu ki o, Breuteuil’in elinden bu sadakayı hiç acı çekmeden, isteyerek
falan kabul etmişti. Acı çekiyordu. Komünistlerle işbirliğine yanaştığı gün nasıl acı çektiyse şimdi de
öyle acı çekiyordu. Komünistlerle ülkenin geleceğini konuşmak! İğrenç buluyordu bunu. Hayatı nasıl
iğrenç buluyorsa öyle. Meclis’te bile, diyelim ki hükümet güvenoyu alacak; ‘Evet’ ya da ‘Hayır’
diyen birkaç kodamanın tutumuna bağlı değil mi her şey? Yargıçları göz önüne getirin bir de...
Suçlunun kellesi gidecek mi, gitmeyecek mi? Bu bile aslında çok küçük ve basit nedenlere bağlı değil
mi? Örneğin önce Tessat’nın yapacağı savunmanın bir bakkal ya da bir bilmem ne olan jüri üyesini
yumuşatmasına bağlı... Yoksa ne olacak? Sabahın dördünde uyandıracaklar ve ölüme götürecekler...
Piyango denmez mi böylesine? Herkes hissediyor ki Halk Cephesi de başka bir namussuzluktur. Ve
bir yıl bile ayakta kalamayacak... Her şey kokuyor, çürüyor aslında. Her şey devriliyor. Ne yapsın
yani? Bu gece Paulette’e gidecek o. Fakat Paulette de ölecek... Herkes ölecek... Hepimiz...
Her şeyin sonunda düşkünleşeceğini bilmiş olmak sakinleştirdi onu. Derin bir uykuya daldı az
sonra... Çalışma odasını aralıklı ve gürültüsüz bir horultu sesi doldurdu.
Lucien, Denise’e düşüncesini açıkladı:
“Yaptığı iş şerefsizlik. Hem komünistlerle, hem Gamalı Haç örgütüyle ortaklık yapıyor. Bu yaptığı
işte şeref yok... Dürüstlük bile yok!”
“Ben acıyorum ona... Son bir yıldır çok yıprandı, yaşlanıverdi...”
“Şaşılacak bir şey değil... Paulette o yaştaki bir adamı iliklerine kadar boşaltır.”
“Lucien!”
Lucien kız kardeşine baktı; Jeannette’i anımsadı birden. Bu sessiz kadınlar yok mu? Jeannette
sevmiyordu ki kendisini. Ağzıyla söylememiş miydi? Her şey bir yana. Jeannette gibi bir kadın onu,
Lucien’i nasıl sever? Birden Denise’e döndü:
“Bana da acımalısın sen. Babam belki ölecek, kurtulacak... Ben öyle de değil... Ben sürüneceğim!”
Tessat o geceyi iyi geçirdi: Akşam yemeğine Paulette’i Maxim’e götürdü. Huzurlu bir
vurdumduymazlıkla can-can dansı yapan kızları seyretti: Kızların bacakları tempoyla havaya
kalkıyor, tempoyla iniyordu. Hayat buydu onun fikrince. Boyuna şampanya içiyor ve hiç sarhoş
olmuyordu. Gün boyunca kafasına yerleşen düşünceleri sıyırıp atamıyordu bir türlü.
Gece evine döndüğünde saat ikiyi vurdu. Karısı her zamanki gibi yatağa uzanmış, sıcak su
tedavisine koyulmuştu. Onu görünce ağlamaya başladı:
“Geldiğin iyi oldu ki... Çok fenayım ben!”
“Amélie, geçecek. Hepsi düzelecek... Doktor ne söyledi? Yakında geçecek!”
“Hayır, geçmiyor, geçmeyecek! Biliyorum artık; yakında öleceğim!”
“Hadi, hadi saçmalama! Doktoru gördüm: Bu hastalık öldürücü değilmiş ki... Sen bizi, hepimizi
mezara götüreceksin, bak görürsün!”
“Yaşamak istemiyorum zaten. Hiçbir şeye yaramadıktan sonra... Bugün sen geleceksin diye
doğrulur gibi olmuştum... Bak, şimdi eskisinden beter oldum. Ölümden korkmuyorum, Paul. Beni
korkutan daha başka şey... Sen hiçbir şeye inanmıyorsun... Hesap günü gelecek, Paul... Çocukların
önünde söylemek istemedim. Ama sen nasıl komünistlerle omuz omuza olabilirsin? Nasıl yapabilirsin
bunu? Dün gazetede okudum; neler yapıyorlar bilsen! Malaga’da sekiz kiliseyi yakmışlar... Vahşi
herifler! Ve sen, benim kocam, onlarla nasıl işbirliği yapabiliyorsun?”
Tessat soyunup yatağa girdi. Sonra kadını inandırmaya çalışarak:
“Sanıyor musun ki bu beni üzmüyor? Politika pis bir iş. Pazarlık etmek gerekiyor. Ne yapalım
istiyorsun? Ne sen, ne ben kendimiz için istemiyoruz ki parayı... Çocuklar için çalışıyoruz... Daha bu
gece beş bin frank istedi Lucien. O istediği parayı bulamazsa önüne geleni boğazlamaya kalkar.
Yaradılışı bu. Ya Denise? Hiç düşündün mü? O da bir erkeği sevecek günün birinde... Kocasının
eline bakmasını istemem. Gururludur. Hayatta parasız kalırsa çılgına döner. Beni anlamaya çalış,
Amèlie. İçimi dökemezsem... Zaten olacağı kadar küskünüm hayata...”
Kadın alnından öptü onu. Işığı söndürdü. Tessat, sırtüstü yatmıştı. Karanlıkta çevresine bakınıyor,
uyuyamayacağını biliyordu. Yanında karısı hafif hafif inliyordu. “Amélie,” diye fısıldadı. Kadın yanıt
vermedi. Uykusunun arasında inliyor olmalıydı. Tessat gittikçe bunaldığını hissetti: Çok sürmeyecek,
kısa zaman sonra Amélie ölecekti. Kendisi de ölecekti günü gelince... Bir polisi öldüren Laroche’u
getirdi gözünün önüne. Herifin kafasını giyotinle kesmişlerdi. Mevsim sonbahardı. Arago Bulvarı.
Ağaç yaprakları uçuyordu ortalıkta. Güneş kocamandı, kıpkırmızıydı. Laroche bir kadeh rom içmiş,
dilini şaplatmış, “Her şey boku yedi,” demişti. Gürültüsüz ve sessiz bir ölümle öleceğini
sanmışlardı. Oysa giyotine giderken kıyameti koparmıştı. Sürükleyerek götürdüler. Köpek
havlamasını andıran sesler çıkarıyordu. Tessat o sahneyi yeniden yaşar gibi oldu. Ürperdi. Amélie
için iş basitti: O cennete de cehenneme de inanıyordu. Bu inanmışlık onun için bir çıkış yoluydu;
kurtuluştu. Kendisi için çare belki de acı çekmekti. İnsan bilinçli olursa, cehennemin var olmadığını
bilirse... O zaman geriye mezarın soğukluğundan ve kocaman bir boşluktan başka ne kalıyor? Tessat
boğuk bir çığlık kaçırdı ağzından. Karısı uyandı:
“Paul neyin var?”
Ne söyleyeceğini pek bilemeden:
“Kötü bir kabustu!” diyebildi ancak.
13
Joliot’nun hakaretler yağdırdığı, Pierre’in olağanüstü bir saygı beslediği sosyalist Viard dış
görünüşüyle biraz berduş ve dalgın bir profesörü andırıyordu. Her yönüyle on dokuzuncu yüzyılı
anımsatıyordu insana: Geniş kenarlı siyah şapkası ve kelebek gözlüğüyle, psikolojik analize olan
aşırı eğilimi ve cafcaflı konuşması bu havayı uyandırıyordu.
Viard, Châlons’da ‘felaket yılı’ denilen yıl doğmuştu. Prusya askerinin kurşunları beşiğinin
üzerinde uçuşmuştu. Viard’ın babası inanmış bir cumhuriyetçiydi. ‘Küçük Napolyon’a karşı
düzenlenen gösterilere katıldığı için iki yıl hapiste yatmıştı. Marat, Blanqui ve Delescluze’ün
isimlerini, sosyalist devrim üzerine girişilen tartışmaları Auguste Viard henüz çocukken öğrenmiş ve
yaşamıştı.
Viard Paris’te edebiyat fakültesine girmiş, tarih öğrenimine başlamıştı. Politikaya atılmak isterken
sanat onu birdenbire kendi yanına çekivermişti. Belki de hem yaşının hem de yaşadığı devrin icabı
böyle olmuştu. Genç öğrenci, Quartier Latin’deki bir kahvede yaşlı şair Verlaine’e defalarca
rastlamıştı. O sırada Verlaine yaşlılığın ve tükenmek üzere olan bir ömrün sarhoş çırpınışı içinde
telgraf tellerine takılıp ölen göçmen kuşların çığlığına benzeyen nefis dizeler yazıyordu. Viard o ara
pek özelliği olmayan bir şiir kitabı da yayımladı. Gazetelere sergiler hakkında yazılar gönderiyordu:
Bütün hayali sanat eleştirmeni olmaktı. Ama Dreyfus olayı onu şaşkına çevirdi. Yolunu değiştirtti
genç adama. Sosyalist Jaurès’in öğrencisi oldu. Yaradılıştan alçakgönüllüydü. Bu yüzden ne iş
verseler ‘hayır’ demiyor, yapıyordu. Küçük dergilere yazıyor, din adamlarına veriştiriyor, ülkenin
her köşesini dolaşıp militarizmi kötülüyor ve titreyen sesiyle kadınlar için eşit haklar istiyordu. Boş
zamanlarını çok okuyarak değerlendiriyordu. Sanata olan bağlılığı kopmamıştı. Dostları işin içine
hafif alay da karıştırarak ona ad takmışlardı; ‘Atinalı’ diyorlardı. İlk büyük savaştan önce
milletvekili seçildi. O günlerde de evlendi: Karısı bir doktordu. Viard’ı Meclis’te büyük ve önemli
işlerde görevlendirmediler. Çeşitli komisyonlarda çalıştı. Özellikle kültür konularında bilgisini
çevresindekilere kabul ettirmişti. Büyük kongrelere katıldı; Lenin, Bebel, Plekhanov gibi adamları
yakından tanıdı. Kesinlikle inanıyordu ki sosyalistler seçimlerde çoğunluğu alırsa sosyal reformların
hepsi en kısa yoldan gerçekleştirilebilecektir.
O bu hayali kurarken karşısına savaş çıktı. Viard üzerinde büyük etkisi olmuştu savaşın... Onun
kurduğu bütün hayalleri yerle bir etmişti. Buna karşın Zimmerwald Konferansı’na katılmayı kesinlikle
reddetti. “İşçi sınıfı milletin karşısına konulmamalıdır,” diyordu. Ne zaman ‘Kutsal Birlik’ten söz
edilse o hem irkilir, hem duygulanırdı. Kaba haksızlıklara ve sansüre karşı çıkmakla yetiniyordu.
Sonra dünya savaş sonrasının fırtınalı yıllarını yaşadı. Viard Rus devrimini onaylarken
komünistleri de suçladı: “Biz kendi yolumuzu izlemeliyiz,” sözünü tekrarlıyordu sürekli. Savaştan
sonra kan dökülmesine karşı hıncı daha da artmıştı. İnsanlığın barışçı yollarla gelişeceğine
inanıyordu.
Yaşı ilerledikçe kıdem aldı, Sosyalist Parti’nin liderlerinden birisi oldu. Gönlü de yaşlanmıştı. İçi
kurumuştu artık. Karısı ölüp gitmiş; kızları da evlenmişlerdi: Bir resim sergisini andıran evinde
yapayalnız yaşıyordu. Gün geçtikçe daha çok yalnızlık istiyordu. Avallon’da bahçe içinde bir sayfiye
evi vardı. Orada bir sıraya oturup horozların ötüşünü, kurbağaların sesini dinlemeye bayılırdı.
Renoir, kızının bir portresini yapmıştı. Meclis’ten dönünce o resmin önüne oturur; tabloda bir reçel
sıcaklığıyla yaşayan pembeleri hayranlıkla seyrederdi. Hayatının bu sessiz akışının bozulabileceği
kuşkusu artık bütün siyasi yargılarını etkiliyordu. Sağcı karikatüristlerin ağzında kocaman bir bıçakla
resimledikleri bu adam aslında evinde pineklemeyi seven zararsız biriydi. Alışkanlıktan olacak eski
devrim türkülerini tekrarlayıp duruyordu.
Sonra kimseler ummazken bütün hışmıyla denize inermişçesine fırtına geldi. Hayatta aradıkları yeri
bulamayan genç insanlar aşırı partilere gönül verdiler. Şubat ayaklanmasında Viard’ın neredeyse
korkudan ödü patlıyordu. Breuteuil’in taraftarlarından nefret ediyordu: Ülkenin düzenini bozmuşlardı.
Korkusundan Viard Halk Cephesi’nden yana çıktı. Öyle ki komünistlere olan eski düşmanlığını bile
unutmuştu. Avallon’daki evceğizinin, tablolarının, Meclis’teki yerinin kaygısına düşmüştü.
Seçimlerden önceki bir toplantıda komünist sözcülerle birlikte kürsüye çıktı. On binden fazla insan
heyecanla alkışladılar onu. Demokrasiden, ücretli tatilden, ülkenin huzurundan dem vurdu. Doğuştan
konuşmaya yatkınlığı vardı. Halkın tepkisine göre nasıl davranmak gerektiğini iyi biliyordu. Ölgün
sesi sanki değişmiş, canlanıvermişti. Viard, komşu İspanya’dan, Halk Cephesi’nin seçimleri
kazandığı İspanya’dan bahsetti:
“Şimdi,” dedi, “Estramadur köylüleri toprak ağalarından aldıkları toprağı kendileri için ekip
biçiyorlar. Kiliselerdeki din kitapları yerlerini gönye ve dünya haritasına bıraktı. İşçiler ‘hürriyet’i
korumak için ateş etmeyi öğreniyorlar.”
Oradaki bu binlerce insandan yanıt geldi sözlerine:
“Yaşasın Halk Cephesi!”
Yukarıda, galeride Denise ve Michaud yan yana oturmuşlardı. Michaud da kalabalığa katıldı;
bağırıp alkışladı. Sonra gülerek kızın kulağına fısıldadı:
“Benimki herif için değil, İspanyollar için,” dedi.
Viard’ın peşinden komünist Legreux geldi kürsüye. Denise onu tanımıştı; “Ben tanıyorum bu
adamı,” diye söylendi. Geçen günkü toplantıda ona hangi bölgeden olduğunu soran yaralı yüzlü
adamdı.
“Kardeşler,” dedi Legreux... “Seçim sandıklarıyla iş bitmiyor! Halk Cephesi hükümetine
göğüslerimizle siper olmak zorundayız. İş sözle bitmiyor; davranışımızla göstermeliyiz ki her şeye
kararlıyız! Yenmeliyiz kardeşler! Zafer bizim olmalı!”
Viard, Legreux’nun elini sıkınca büyük ve coşkun bir alkış koptu: Sanki geçmiş yüzyıl –öncüleri ve
ütopyacılarıyla– kendilerini feda etmeyi göze alan ve hayatı mutlaka değiştirmek isteyen bu insanları
selamlıyordu.
Denise ve Michaud sokağa çıktılar. Boğucu bir hava vardı. Fırtına yaklaştığını haber veriyordu.
Kahve teraslarında sıcağın halsiz düşürdüğü insanlar bira içiyorlar ve sürekli terlerini
kuruluyorlardı.
Falguière Sokağı’ndaki birlikte gittikleri ilk toplantıdan bu yana sadece altı hafta geçmişti. Denise
ve Michaud eski birer arkadaş gibi davranıyorlardı birbirlerine.
“Viard güzel konuşmasına konuşuyor,” dedi Denise. “Eksik bir yanı var ama.”
“Eksikliği şu: Söylediğine inanmıyor.”
“Bana sorarsan inanıyor ama tam değil. Yarı yarıya inanıyor. Onun durumunu anlıyorum; bende de
oluyor bazen... Tam güvenerek konuştuğum sırada takılırım.”
Sonra gülerek devam etti:
“Yalnız ben onun gibi değilim. O kalabalığın önünde konuşuyor. Benim hoşuma giden Legreux.
Söylediği her şeyi inanarak ve inandırarak söylüyor.”
“Zaten insan nasıl konuşuyorsa öyle davranmalı.”
“Peki, sözlerle davranışları birbirine pekiştirmek istesek... Ne yapmalı?”
“Tam inanırsan olur.”
Gökgürültüsü geldi birden. Ve sonra yağmur sağanak halinde boşandı. Bir mağazanın kepengine
sığındılar. Çok yakındılar birbirlerine. Çevrelerinde yağmurdan, ikide bir çakıp duran şimşekten
başka şey yoktu. Onlar yine de fısıltıyla konuşuyorlardı: Denise kendi hayatını anlatıyordu.
“Çevremi hep sahtekarlık sarmış. Babamı kötülemek istemiyorum. Ayıp olur. Bazen kendimi
mutfakta masa üstünde debelenen bir balık gibi görüyorum. Ama böyle yaşanmaz. Mutlaka bir şey
yapmalıyım. Bana yol gösterin diye söylemiyorum. İçimi döküyorum yalnızca.”
“Bu işin çözüm yolu var ve çok basit.”
“Yok, sizin için basit tabii. Doğuştan böylesiniz. Daha doğrusu çocukluğunuzdan beri böyle
alıştınız. Benim kalıbım başka. Sizinle beraberken farklı olduğumu unutuyorum da toplantılarda iyice
anlıyorum. Sizin gibi olamıyorum ki. Bir söz etmeden önce beş on kere yutkunuyorum. Yoksa
ağabeyime benzerim. Lucien kötü değildir, maymun iştahlıdır yalnızca. Bakarsınız aşık olmuştur, deli
gibi sever. Bakarsınız bir süre sonra aynı kadının adını bile unutur. İnançlarında da böyledir. Oysa
ben... Kafam kalındır benim.”
“Siz Denise, öbür kızlara benzemiyorsunuz. Ne konuşuyorum ben? Ne zaman bu konuyu açsam size,
hep böyle enayice konuşurum. Öyle değil mi? Bırakalım bunu. Yeter saçmaladığım. Demek istiyorum
ki... Yalnız sanmayın ki şey... Hani sizi dinlerken, sizi seyrederken... Bazı şeyleri anlıyorum o zaman.
Sanatta olduğu gibi. Tıpkı öyle. İnsan niçin bunca heyecan çeker? Bulmak için yırtınırdım. Hani şiir
var, şiir var... Ayrı ayrı şeyler. İki üç mısra okursun; unutursun hemen, anımsamazsın bile. Bir böylesi
var. Bir de var ki okur okumaz çarpılırsın, allak bullak oluverirsin. Artık mimarinin sırrını çözdüm
biliyor musunuz? Hem de nasıl? Size baka baka. Profesör kırk yıl uğraşsa beceremezdi.”
Kollarıyla çok tuhaf bir işaret yaptı. Denise gülmedi bu kez.
“Michaud!” dedi. “Bırakalım bunu, isterseniz; bir kenara koyalım. Şimdi başka bir şey var
kafamda. Yaşamayı öğretiyorsunuz bana; konuşmayı, soluk almayı öğretiyorsunuz. Belki o şeyi... Hani
hep söylersiniz siz. Düşünceyle davranışların uyuşmasını. Onu da öğrenirim belki. Bu yağmur da
dinmek bilmedi!”
Fırlayıp yağmur altında koşmaya başladılar. Çevreden onlara şaşkın şaşkın bakıyorlardı.
Sırılsıklam olmuşlardı. Denise’in başı açıktı, gri bir yol elbisesi vardı üzerinde. Yüzüne süzülen
yağmur damlacıklarının getirdiği yeni bir güzellik daha kazanmıştı: Cıvık olmayan, ciddi ve belki de
bir eski zaman güzeliydi. Şimdi, Michaud’nun gözleri her zamankinden daha parlaktı. Hiç
konuşmadan Denise’in evine geldiler. Evinin önünde gülerek ayrıldılar birbirlerinden. Yağmur
devam ediyordu ve nefis bir toprak kokusu sarmıştı ortalığı.
Viard evine girince o geceki aşırı heyecanını boş ve anlamsız bulmaya başladı. Gelecek sarhoş
günlerin utancını duyuyordu şimdi. Niçin böyle konuşmuştu sanki! Yarınki hükümeti sorumluluk altına
sokmuştu. Her sözü tartarak söylemesi gerekirken nasıl konuşmuştu! Bir taşralı tahrikçi gibi
davranarak bakanlık yapılamazdı.
Yaptığı hatayı unutmak istedi. Geniş bir koltuğa oturdu. Karşısındaki duvarda Bonnard’ın bir
tablosu asılı duruyordu: Yeşilliklerin içinde güneş ışınlarıyla bal rengi tonlar vermişti ressam. Yakıcı
bir öğle sıcağının hareketsizliği fışkırıyordu resimden. Viard yine yavaşça o kendi uyuşuk ve
hareketsiz dünyasına, güzel vakit geçirdiği dünyasına dönüyordu şimdi.
Bu durgunluk uşağının gelişiyle dalgalanıyordu. Adam kocaman bir tepsiye yeni gelen mektupları
doldurmuş, Viard’ın önüne koymuştu. Viard eline ilk gelen mektubu açtı. Okur okumaz rengi değişti.
Mektupta daktiloyla şunlar yazılmıştı:
“Fransa’yı yönetmek hevesinden vazgeç. Yoksa hevesin kursağında kalacak! İhtiyar ve pis bir fare
gibi kızartacağız seni? Kahrolsun Halk Cephesi!... Bir Fransız vatanseveri.”
Bu imzasız mektup Viard’ı çok korkuttu. Ölümden değil, yüklendiği sorumluluktan korkuyordu.
Birkaç gün içinde, karar vermek, yönetmek ve belki de cezalandırmak yetkisi kendi eline geçecekti.
Bu işi nasıl becereceğini bilmiyordu. O olayları yorumlamayı, eleştirmeyi öğrenmişti. Hep kendi
köşesinde oturmuştu. Şimdi altmış beş yaşındayken ilk öpüşeceği erkeğin karşısında titreyen genç
kızdan farksızdı. Eskiden her şey ona çok kolay ve basit görünürdü; sanırdı ki seçimlerde çoğunluk
kazanılırsa sosyalizmi uygulamak gün meselesidir. Belki de eskiden bu iş bu kadar basitti gerçekten.
İlk büyük savaştan önce dönüp duran siyaset çarkının içinde insanı daha çabuk, daha kolay
bağışlıyorlardı. Faşist kampları yakılmıyordu. Ya şimdi? Şimdi herifler ‘Seni bir fare gibi
kızartacağız!’ diye mektup gönderiyorlardı. Belliydi ki insanlar kışkırtılacak, tahrik edilecek; sokak
köşelerini birbirlerine siper edip ateş açacaklar. Tıpkı Madrid’de olduğu gibi. Halk Cephesi kanla
boğulacak.
Ya Viard’ın ortakları? Komünistlerin gözünde o bir ‘hain’di. O zaman onlar da kesin karar
isteyecekler, direnecekler, ikide birde halka dönecekler, sokak kalabalıklarını yardıma
çağıracaklardı. Ya radikaller? Tessat’nın gözünde Viard, komünist Legreux ile aynı çetenin adamıydı.
Bunu anlamak için Tessat’nın ‘Marksist’ kelimesini nasıl tükürür gibi, nasıl hınçla ağzında
yuvarladığını bilmek yeterliydi. Viard yalnızdı. Yapayalnızdı. Az önce onu yalnızca Legreux gibi
konuştuğu için alkışlamışlardı. Hükümet etmeye başladığı zaman onu herkesten önce, az önce
alkışlayanlar haklayacaktı.
Bütün bu telaş niye öyleyse? Şunun şurasında kaç yıllık ömrü kaldı ki? Belki beş yıl? Daha da az
belki.
Bonnard’ın resimlerini gönül rahatlığıyla seyredebilir, güzel kitaplar okuyabilir, Avallon’daki
evine, bahçedeki çiçeklerin arasına çekilebilir. Bu belalı işi neden başına sardırdı sanki? Oda da
amma soğuk! Bir makine çabukluğuyla gençliğinde yazdığı şiiri anımsadı Viard:
Çimenler bile kuşkuda şimdi
Allahın belası bir soğuk.
Ya kafamdaki düşüncelerin verdiği yılgınlık bana
Ne demeli, ölüm gelsin mi istemeli?
Bu sıcak mayıs gecesinde, ürpermeye başlamıştı.
“Robert, paltomu getirir misin?”
Uşak, aşçı kadına gülerek:
“Seçim kampanyasının sonuçları,” dedi. “Hepimiz sıcaktan bunalıyoruz. Patron üşüyor.”
14
Pazar gecesi Pierre, Agnès’e:
“Sokağa çıkalım,” dedi. “Seçim sonuçları açıklanacak, öğreniriz.”
Düşündüğü sonucun iyice yaklaşmış olması Pierre’i heyecanlandırıyordu. Farkına bile varmadan
yüksek sesle konuşuyor, telaş ediyordu. Agnès, sokağa çıkmaya hiç niyetli değildi. Başı ağrıyordu.
Üstelik seçim sonuçlarını da merak etmiyordu. Pierre’i kırmamak için ses çıkarmadı.
Kalabalık insan grupları dar ve karanlık sokaklardan kentin merkezine doğru akıyordu. Pierre’i
yerinde zıplatan o heyecan bütün kenti sarmıştı. Sorular, umutlu ve umutsuz sözler, caddelerin
gürültüsüne karışıyor, çevre işçi kasketlerinden görünmez oluyordu. Her gün bulvarları dolduran
burjuvalar ortalıktan kaybolmuşlar; onların yerini işçiler almıştı. Pahalı ve gösterişli kahvelerin
taraçalarında yalnızca yabancı turistler ve fahişeler kalmıştı.
Pierre ve Agnès, bir akşam gazetesinin önünde durdular. Büyük üçgen meydanda toplanmış olan
kalabalık sabırsız sabırsız homurdanıyordu. Birkaç dakika sonra, gazete binasının beyaz ekranında
isimler ve rakamlar çıkmaya başlayacak; Fransa’nın geleceği çizilecekti. Ya sağcılar kazanırsa? Her
cinsten fısıldaşmalar ortalıkta dolaşıyor, dedikodu gazetesi çalışıyordu. Örneğin, “Köylüler, Halk
Cephesi’ni istemiyorlar,” deniyordu, “Bütün taşra faşistlere oy verdi.” Paris’in solcu kenar
mahalleleri bile bu seçimde değişmişlerdi. Beyaz ekranda yalnızca birkaç isim vardı: Paris’in ilk
milletvekileriydiler bunlar. Kalabalık seçim sonuçlarını yazmadığını bile bile akşam gazetelerini
kapışıyordu. Meydan bir fuara dönmüştü. Zaman öldürmek için birisi, ‘Her şey iyiye gidiyor, Sayın
Markiz,’ şarkısını mırıldanıyordu. Hava çok sıcaktı; yakındaki barlar, bira ve limonata içip çıkan
insanlarla dolup boşalıyordu. Birden hoparlörün sesi duyuldu:
“Maurice Thorez. Seçildi...”
Kalabalık, gökgürültüsünü andıran bir tezahürata başladı: Thorez seviliyordu. Sevgi gösterisi,
meydanın bir ucundan öbür ucuna yayıldı. Thorez’in kazanacağı baştan beri biliniyordu. Ama bu ilk
zafer müjdesi umutla bekleyenleri coşturmuştu. Kalabalık ‘Enternasyonal’i söyledi. Meydana açılan
sokaklar bile hınca hınç insanla dolmuştu şimdi. Polisler trafiği açmak için boşuna uğraşıyorlardı.
Seçimleri hangi tarafın kazandığını bilmediklerinden, halkın üstüne pek gitmiyorlar; durumu
geçiştirmeye çalışıyorlardı.
“Pierre Flandin. Seçildi.”
“Kahrolsun faşistler!”
“Hainler sehpaya!”
“Hainler sehpaya!”
“Leon Blum. Seçildi.”
“Yaşasın Halk Cephesi!”
Alkış sesleri ıslıklara ve yuhalamalara karışıyordu. Ama sevinç çığlıkları gittikçe daha sıklaşıyor,
yuhalar yavaş yavaş kayboluyordu. Saat onda, Halk Cephesi’nin çoğunluğu aldığı belli olmuştu. Artık
insanların yüzü gülüyordu. Seçilen sağcı bile gösterişsiz ve gürültüsüz alkışlanıyordu. Halk
Cephesi’nin kolayca kazanması, olağanüstü, tılsımlı bir olaydı sanki: Beş milyon insan bu müthiş
piyangoyu kazanmıştı! Milleti silahlar değil, küçücük propaganda bültenleri kurtarmıştı. Yıllar
boyunca seçim sürekli tekrarlanıp duran yavan bir tören gibi güdük kalmıştı: Yığınla sağcının
arasında bir radikal sosyalistin ya da solcu bir cumhuriyetçinin Meclis’e girmesi hiçbir şeyi
değiştirmiyordu. Ama bu seferki seçim başkaydı. Bu seçim sokakta, fırlatılan kaldırım taşlarıyla, 6
Şubat’ta akan işçi kanıyla, sokak gösterilerindeki kırmızı bayraklarla yaratılmıştı. Bu mayıs
gecesinde halk umutla dalgalanıyordu: Yalnızca bakanlıklar el değiştirmeyecek, herkesin hayatı
değişecekti. Başka meydanlarda ve daha uzakta, Lille’de, sevincinden kıpır kıpır oynayan
Marsilya’da, ağırbaşlı ve düşünceli Lyon’da, okyanus kıyılarında, Alp dağlarının eteklerinde
milyonlarca yürek heyecanla çarpıyordu.
“Auguste Viard. Seçildi...”
Pierre, öylesine bağırdı ki Agnès gülerek kulaklarını tıkadı. Onun başlattığı sevgi gösterisine
başkaları da katıldı. Ama bu kadarı yetersiz göründü Pierre’e.
“Bir komünist seçildiği zaman daha fazla bağırıyorlar,” dedi.
“Paul Tessat. Seçildi...”
Yalnızca birkaç alkış sesi duyuldu bu sefer. Birkaç kişi:
“Yaşasın Halk Cephesi!” diye bağırdı.
“Artık gidelim,” dedi Agnès. “Ayakta duracak halim kalmadı.”
Caddeleri geçip küçük bir kahvenin taraçasına oturdular. Çevredeki masalarda insanlar birbirini
kutluyordu.
“Agnès, bu sonuca nasıl olup da sevinmiyorsun, şaşıyorum?”
“Niye sevinecek mişim? Tessat seçildi diye mi? Evet... O pis herif benim işimle uğraştı, bak, ben
ne yapıyorum; sevinmiyorum o seçildi diye?”
“Tessat, küçücük bir detay. Önemli olan Halk Cephesi’nin kazanması.”
“Bu konuda ne düşündüğümü biliyorsun. O senin ‘küçücük bir detay’ dediğin şey var ya, benim
için hayat o.”
“Tessat mı yani?”
“Hayır. Dürüstlük, doğruluk.”
Pierre, günün olayları içinde yorgun düşmüştü. Tartışmayı sürdürecek ve kazanacak kadar dinç
değildi. Başını sallamakla yetindi ve kendini gelip geçenlerin sevincine teslim etti.
Yandaki masaya askerler oturmuşlardı. İçmişlerdi ve bağıra çağıra konuşuyorlardı:
“Bak şimdi. Bizim Albay nasıl donuna edecek!”
“Hepsi sıkışacaklar kerataların.”
“Sen yarın mı gidiyorsun Strasbourg’a?”
“Öbür sabah. Orada şimdi tam mevsimi. Almanlar gözümüzün önünde hazırlık yapıyor. Topların
namlularını kente çevirdiler.”
Gazete satıcıları bağırarak konuşuyorlardı:
“Son baskı! Halk Cephesi’nin ezici zaferini yazıyoor!”
Agnès sordu:
“Bir arabaya binsek? Hiç iyi değilim.”
Eve geldiklerinde de hemen soyunup yatağa girdi.
“Ne oldu sana,” dedi Pierre. “Üşüttün mü yoksa?”
Agnès hafifçe gülümsedi:
“Yok. Sakın telaşlanma; hasta değilim çünkü. Hâlâ anlamadın mı, koca budala?”
Pierre anlamıştı şimdi. Odanın içinde dolanmaya başladı. “Bu haberi böyle bir günde almak!
Müthiş bir çocuk olacak, göreceksin! Oğlan olacak, biliyorum! Bir şey getireyim sana. Portakal ister
misin?”
Agnès gülmeye başladı.
“İstemem,” dedi. “Gel, otur yanıma. İşte böyle.”
Pierre’i kendine doğru çekti. Sonra gözlerini kocasının gözlerine dikti. Elleriyle de ışığı
maskeledi.
“Tamam,” dedi. “Şimdi baş başayız!”
Kendini çok iyi hissediyor ve gülümsüyordu. Pencereden doğru bir şarkı duydu: ‘Bu son
kavgamızdır!’
Belleville halkı, girintili çıkıntılı sokakçıklardan kederli ve kahırlı evlerine umutla dönüyordu.
Bugün alabildiğine güzel bir hikâyeyi yaşamışlardı. Bu, ne güzel ve enayi bir Amerikalı kadının aşk
macerasına, ne de bir mahalle tiyatrosunun sahnesinde kurulan uydurma bir masala benziyordu. Öyle
bir hikâye ki kahramanı kendileriydiler. Belleville’in mutluluğu için bayrak açmışlar ve
kazanmışlardı. Artık mutlu olacaklar!
“... Bu son kavgamızdır!”
Agnès, birden kahvedeki askerleri anımsadı. Strasbourg’dan bahsedeni pembe yanaklıydı,
gencecikti ve bir çocuk gibi tüysüzdü. Agnès, büyük bir kuşkuya kapıldı. Miyop gözlerindeki ifade
her zamankinden daha kararsız ve kuşkuluydu.
“Söyle, Pierre,” dedi. “Savaş olmayacak değil mi?”
“Olmayacak!”
“Şimdi değil. Ya daha sonra?”
“Ne şimdi, ne daha sonra. Hiç olmayacak!”
15
Halk Cephesi’nin seçimleri alması kalın kafalı ve rahatına düşkün burjuvaları çok korkutmuştu.
Yakında başlayacak grevlerin, kriz ve karışıklığın sözü ediliyordu sürekli. Burjuva başkanlar telaşlı
telaşlı birbirlerine fısıldıyorlardı: “Seçimlerden bu yana hizmetçiler bir küstahlaştı, bir küstahlaştı,
sormayın,” diyorlardı. Küçük tüccar malını saklıyor; yüksek memurlar yeni bakanlar için
küçümseyerek ‘Bir gecenin beyleri’ deyimini kullanıyorlar ve onların vereceği emirlerin
uygulanmayacağını söylüyorlardı. Breuteuil bütün ‘iyi Fransızlar’ı Halk Cephesi’ni protesto için
evlerine bayrak asmaya çağırdı. Bazı evler Fransız bayraklarıyla, bazıları da kırmızı bayraklarla
donanıyor; onlar bile neredeyse birbirleriyle kapışmaya hazırlanıyorlardı. Para piyasasını elinde
tutan çevrelerde eşi görülmedik bir şaşkınlık vardı. Sermayeye bindirilecek ağır vergilerden,
bankaların devletleştirileceğinden söz ediliyordu. Kapitalistler paralarını Amerika’ya kaçırmakta
yarış ediyorlardı.
Yalnızca Dessère çok soğukkanlı ve rahat görünüyordu. Onu tanıyan bir bankacı, “Böyle zamanda
nasıl çalışabiliyorsunuz?” diye sorunca, o şöyle yanıt vermişti: “Dostum, söyler misiniz bana, Leon
Blum’un Sarraut’dan farkı nedir? Ben kalın kafalıyım, aradaki farkı göremiyorum.”
Viard’ın bakan olduğunu öğrenince onunla doğrudan doğruya konuşmak gereğini duydu. Bu
adamların hepsini çocuk ruhlu buluyor; bir budalalık etmelerinden çekiniyordu. Viard’a telefon etti:
“Çok zamandır sizdeki tabloları görmek istiyorum,” dedi.
Seçim öncesi mitinglerde Viard, Dessère’den birkaç kez bahsetmiş; onu halka kendi çıkarı için
ölçü ve sınır tanımayan bir spekülatör olarak tanıtmıştı. Dessère onu arayıp da ziyaret etmek
istediğini söyleyince böbürlendi: “Benden başkasıyla çalışamıyor,” diye düşündü. Dessère’i
suçlayan konuşmalarını çoktan unutmuştu. Her şeyin tadına yeni yeni varan bir dünkü çocuk hırsıyla
yaşamaya başlamıştı Viard. Bakanlık koltuğuna gelip oturuşundan bu yana bir hafta geçmeden,
düşünce tarzı, gülüşü, bacak bacak üstüne atışı bile değişmiş, başkalaşmıştı. Düşünceleri, sözleri,
her şeyi yeni durumuna uygun yeni bir kalıba dökülmüştü.
Dessère hiçbir şeyi unutmuyordu. Yalnız o dalkavukluğu olduğu kadar hakareti de umursamıyordu.
Sözlerin değerini küçümsüyordu. Viard’ı kutladı:
“Dostum,” dedi. “Sizi böyle görmek beni sevindiriyor.”
Resimleri seyrederken, karşılıklı çekingenlikleri silip attılar. Viard onun çok iyi resim bilen bir
adam olduğunu hemen anlamıştı. Mavi çağın Picasso’sundan, Utrillo’dan, Matisse’in çizgilerinden
konuşurken zevk duydular. Modigliani’nin kuşkulu önsezilerle dolu çizgilerini seyrederken Dessère:
“Statik sanatın en uç ve en aşırı durumları anlatabilmesi ne kadar şaşırtıcı!” dedi.
“Ben de eski ustaların, El Greco’nun, Zurbaran’ın bu özelliğini beğenirim,” diye yanıt verdi Viard.
Dessère piposunu son bir kez çekip eline aldı. Viard’ı içtiği gri tütünün dumanıyla çepeçevre
sarmıştı.
“Şimdi,” dedi, “bütün bunları unutmanız gerekecek. Politikayı siz istediğinize göre, yapılacak bir
şey yok. Oysa ben kendimi rastlantının akışına bırakabiliyorum. Örneğin bu sefer sizin üzerinize
oynuyorum, riski göze alabiliyorum. Bakın size bu hakkı tanımazlar. Her sanatın kendi kuralları var
tabii. Politika, büyük ve cafcaflı konuşmak, küçücük işler yapmaktır. Seçimlerde destekledim sizi,
gelecekte de desteklemeye hazırım. Fakat benim gibi düşünen kaç kişi çıkar? Borsa piyasasında
nefret ediyorlar sizden. Wendel bir haydut olduğunuzu söylüyor. Lyon Bankası’ndaki beyler de kasa
hırsızı diye reklam ediyorlar sizi. Yanlış bir adım attınız mı yandınız demektir. Bir kaşık suda
boğmaya kalkarlar. Meclis’te sizi devirmek için komplo kurmaya ihtiyaçları da yok. Paranın değerini
düşürdüler mi oldu demektir. O zaman göreceksiniz, işçiler sizi hemen ortada bırakacaklar.
Rantiyeler de ‘Viard sehpaya!’ diye bağıracak... Şu Braque çok güzel... Heyecan vermiyor ama...
biraz kuru... fakat bu natürmort gerçekten bir nefaset... Braque ne demişti, anımsıyor musunuz?
Ressam heyecanlarını elindeki cetvelle milimi milimine kontrol etmeliymiş! Siz de sosyalist
heyecanları paranın değerindeki gidişle kontrol etmek zorundasınız!”
Viard öfkelenmişti. Hemen yanıt verecekti. Diyecekti ki “Biz sermayenin yurtdışına götürülmesini
yasaklayacağız. Frangın değerini dengede tutacağız. Gerekirse, sizin gibileri de kodese
göndereceğiz.” Ama bu öfkesi kısa sürdü. Bakan olduğunu anımsayıp toparlandı:
“Bize çelme takmamak sizin de çıkarınıza uygun. Hükümetin sürekliliği anlaşmazlığın halli için tek
şans değil midir?”
“Tartışma kaldırmayan bir gerçek bu. Üstelik uluslararası durum için de geçerli. Bu konuda
sanıyorum ki dostumuz Paul Tessat’nın deneyiminden yararlanacaksınız.”
Viard burun kıvırdı: Tessat’yı düşman kabul ediyordu. Dessère onun bu jestini görmediği için
devam etti:
“Barışı bozmayacağınıza inanıyorum. Hitler’in çekilmez bir tip olduğunu biliyorum. Ama savaşa
girmektense taviz vermek daha doğru olur.”
Viard keyiflenmişti. İlkin Dessère’in dış tehlikeyi bahane edip “Silaha sarılmalıyız,” diye
tutturmasından çekinmişti. Şimdi Dessère’in de barıştan yana olduğunu görünce, yüreğine su serpildi.
Uzanıp Dessère’in elini sıktı.
“İnanın, ben iktidarda oldukça macera yok! Fransız köylüsünün Trablusgarplılar ya da Çekler için
telef olmasına fırsat vermeyeceğim!”
Viard bu önemli konuğu uğurladıktan sonra rahat bir soluk aldı. Güç bir sınavda paçayı kurtarmış
okul çocuklarından farksızdı. Dessère tabii ki kendi çıkarlarını savunuyordu. Ama şimdi her şey
açıklığa kavuşmuştu. Viard, işçilerin çıkarı ile, Dessère’inkilerin aynı noktada uzlaştığını anlamıştı.
Dessère inanmış bir barışçıydı. Demek ki Viard yalnızca bir partinin değil, bir sınıfın, koca bir
milletin çıkarlarını savunuyordu.
Sekreteri girdi içeriye. Bir kararnameyi imzaya getirmişti. Breuteuil’in Halk Cephesi’ne karşı
kurduğu örgütte önemli bir görev almış olan bir devlet memurunun yerinden alınması için hazırlanmış
bir yazıydı.
Viard geri çevirdi bunu.
“Herkesi neden ayaklandıralım, kendimize düşman edelim?”
Sonra gülerek devam etti:
“Dostum, kırk milyon insanı yönetmek zor da olsa öğrenmeliyiz. Marx’ın devrinde proletaryanın
koparılacak zincirleri ve kazanılacak bir dünyası vardı. Şimdi, biz her şeyi kaybedebiliriz, sonra bizi
yeniden zincire vururlar.”
Dessère dışarıda yılgın yılgın homurdandı. Her şey çok kolay olmuştu! Pierre’in güvendiği,
inandığı insan bu muydu? Yalnız Pierre değil, milyonlarca başka insan da inanmışlardı. Enayiydi bu
insanlar... ve belki de bu enayilikleri onları kurtaracaktı.
Dessère, bir bankerler toplantısına gidecekken vazgeçti. Viard’ın bu pazarlıkçılığı onu ezmişti.
Uzun Rivoli Sokağı boyunca yürüyordu. Bastille Meydanı’nda yan sokaklardan birine saptı. Orada
bir dans salonunun tabelasını gördü. Düşünmeden daldı içeriye. Unutmak istiyordu.
Akordeoncular, eski fokstrot havalarını severek çalıyorlardı. Salon baştan başa yapma çiçeklerle
donatıldığı için, yapmacıklı ve rahatsızdı.
İşçiler, tayfalar, hizmetçi kızlar dans ediyordu pistte. Dessère, orkestradakilere yeni bir dans
havası için beş frank verdi. Yüzü çilli, iriyarı bir işçi kızı dansa kaldırdı. Kız suratına en ucuz
pudradan sürmüştü, dans ederken gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi oluyordu. Dessère, ona
kiraz ve rakı getirtti.
“Dans etmeyi seviyorsunuz?”
“Çok... Ama her zaman fırsat bulamıyorum ki. Akşamın altısına kadar fabrikada çalışıyorum. Sonra
da eve iş alıp yapıyorum. Kaç para veriyorlar, biliyor musunuz? Beş yüz elli frank. İnsan yaşayabilir
mi bu parayla? Şimdi her şey değişecekmiş, öyle söylüyorlar. Paramızı artırmazlarsa grev
yapacağız... Şimdi madem ki Halk Cephesi var, kimse eskisi gibi yaşamamalı. Doğru değil mi
söylediğim?”
Dessère, piposunun külünü silkeleyip, gür kaşlarını çatarak karşılık verdi:
“Tabii doğru. Her şey değişecek... Eskiden, sarışınlar esmerlerle dans ederdi. Şimdi Viard,
‘Esmerler sarışınlarla dans ettsin,’ diye emir verecek. Hoşça kal, güzel kız! Ben, evime dönüyorum.”
16
Seine uçak fabrikasında grev bir cumartesi günü başladı. Bütün hafta boyunca işçiler, fabrika
yöneticileriyle uzlaşmaya çalışmışlar, fakat sonuç alamamışlardı. Dessère ücretleri artırmayı kabul
etmiş, yalnız işçilerin öbür isteklerine karşı çıkmıştı: Toplusözleşme ve ücretli tatil konusundaki işçi
isteklerini umursamamıştı. Sert ve kesin bir tavırla:
“Tartışmaya girmem bile,” demişti.
Dessère, bazen grevlerin önüne geçilemeyeceğini biliyordu. Kimi zaman işçilerin kazandığı, kimi
zaman da Dessère’in borusunu öttürdüğü birer meydan savaşıydı bu grevler. Yenilen gelecek kez
kazanmak için hemen o günden hazırlanmaya başlıyordu. Grevcilerin istekleri, aslında tek bir amaca
yöneliyordu: Daha az iş saati çalışıp, daha çok para kazanmak. Dessère de onların bu isteğini çok
olağan buluyordu. Onun elinde para kazanacağı, sürekli imkanlar vardı. İşçi ücretlerini
yükseltebilmek için, ellerindeki tek imkandan, grevden yararlanıyorlardı. İşin geri yanı o anın
şartlarına, işçinin direnmesine bağlıydı. Fabrika, üst üste ısmarlanmış büyük işleri yetiştirmek
zorunda kalırsa, Dessère dışarıdaki işsiz kümesini tarayıp kalifiye işçi arıyordu. Bulamazsa,
grevcilere taviz veriyor, onlarla anlaşıyordu. Yok, fabrika tam randıman gerektirmiyorsa ve dışarıdan
kalifiye işçi bulmak mümkünse, o zaman Dessère, grevcilere sonuna kadar kafa tutuyordu. O zaman,
nasıl olsa birinci, bilemedin ikinci haftanın sonunda işçiler açlığın etkisiyle boyun eğecekler, Dessère
de gönlünün dilediği gibi davranacaktı... Yani isterse grevcilere yol verecek; onların yerine yeni işçi
tutacaktı. Dessère, bu sürekli kavgayı hayatın kuralı diye kabul ediyor; grevcilere ne öfkeleniyor ve
ne de sempati duyuyordu.
Halk Cephesi seçimleri almış, bu sonuçta Dessère’in de payı var. O şimdi cephe içindeki
radikallere güveniyor. Yeni bakanlardan bir kısmı, eskiden beri tanıdığı kimseler. Hele Viard’la
görüştükten sonra gönlü huzur içinde: Bu kundakçıyı değiştirip itfaiyeci yapabilir. Ateşli sözler,
konuşmalar, Dessère’i hiç mi hiç tedirgin etmiyor; eğlence fişeklerini, felaket işareti saymak olur bu!
Zaten, grevi ne zamandır bekliyor; işçiler kendileri için elverişli olan durumu kullanmak isteyecekler
elbette! O, ücretleri artırıp yatıştırmaya hazır onları. Ama Michaud’nun açıkça söylediği öbür
istekler? İşte onlara razı gelmiyor Dessère. İşçilerin, kendisine sanki devlet oymuş gibi bakmalarına
içerliyor. O da öbürleri gibi bir işveren oysa! Viard, işçilerin deniz kenarında tatil yapmasını
istiyorsa, kendi bileceği iş... Göndersin hepsini! Parasını da devlete ödetsin! Tutup toplusözleşme
diye bir bela sarmasınlar başına...
“Hayır, Mösyö Michaud!” diyor. “Hayır! Bağımsızlıktan yanayım ben! Fabrikamda çalışmak
isterseniz kalırsınız. Yok istemediniz; gidersiniz. Kendi bileceğiniz bir şey... Ben de istesem sizi
atarım, yahut alıkoyarım. Bu da benim keyfime kalmış!”
Cumartesi günü on sekiz bin işçi fabrikada makinelerin başına gitmedi, dökümhanenin önündeki
büyük avluda toplandı. Legreux hepsine sordu:
“Gerve karşı olanlar elini kaldırsın!”
Aralarında, öbürlerini grevden vazgeçirmek isteyen korkaklar da var. Evde azar işitmekten,
açlıktan, yenik düşmekten korkuyorlar. Ama şimdi el kaldırsalar, korkak ve hödük damgası
yiyeceklerdi. Acılı bir sessizlik kapladı avluyu. Tek bir el bile kalkmadı. Çıkış kapısına doğru
gidiyorlardı ki Michaud’nun gürleyen aydınlık sesi durdurdu hepsini:
“Kardeşler, bir dakika! Bekleyin!”
Oradaki bir kamyonun üstüne çıkmıştı. Elinde bir ses borusu vardı. “Durun!” diye bağırıyordu.
Avlunun dört bir yanından aynı söz yükseldi: “Durun!”
“Kardeşler, şimdi gidersek, yerimize yeni işçi bulurlar. Burada, fabrikada kalmalıyız! Bu gece,
yarın! Gerekirse bir hafta, bir ay! Zafer bizim oluncaya kadar!..”
Önce, şaşkın protesto sesleri yükseldi. Michaud’nun ne demek istediğini henüz kimse anlamamıştı.
“Böyle grev mi olur?”
“Ne yiyip ne içeceğiz?”
“Başımız belaya girer, polis kovar bizi buradan!”
Michaud, hepsini susturdu yeniden:
“Komite hepimizi besleyecek. Sendika para verecek bize. Kimse kovamaz bizi buradan; onların
kolu kısa, bize yetişemezler! Nöbetçiler koyacağız; tahrikçileri aramıza sokmayacağız! Bu fabrikada
yöneticilik taslayanlar evlerine gitsin... Ama artık buraya giremeyecekler. Evet, doğrudur kardeşler!
Kimse şimdiye kadar böyle grev görmedi... Biz göstereceğiz...
Gencecik bir tornacı vardı Michaud’nun arkadaşı: Jeannot. İşte o Jeannot, müdüriyetin bulunduğu
binanın damına tırmanıp kırmızı bayrağı astı oraya.
“İşte bu bayrak yerini buldu!” diye bağırdı.
Bütün ülkeyi allak bullak eden grev böyle başladı. Halk gün boyunca rıhtıma ve fabrikanın
çevresindeki yollara kümelendi. Gaz maskesi takmış, çelik başlıklı üç bin polis grevcilere
saldırmaya hazır bekliyordu. Ama hükümet kararsızdı. Polis, hıncını grevci işçilerin karılarından,
orada burada yakaladığı berduşlardan çıkarıyordu. Gece kadınlar, bütün engelleri aşarak fabrikaya
ulaştılar. Peynir, sosis, vişne, ekmek ve şarap getirmişlerdi. Bazıları ise futbol topu, satranç tahtası,
kitap ve gitarla gelmişti. Jeannot’nun anası da oğluna, kaynamış yumurta ve yastık getirmişti. Jeannot
da öbür işçiler gibi kurdukları engellerin üstündeydi. Anası aşağıdan seslendi:
“Sen kaçırdın mı? Utanmıyon musun? Gel, evinde uyu!”
Jeannot mahcup ve şaşkın; gülüyordu yalnızca.
Fabrikadaki mühendisler arasında Pierre’den başkası grevcilerden yana çıkmamıştı. Bu yüzden
fabrika müdürü Pierre’i çağırmış, “Ayağınızı denk alın! Dönekleri kimse sevmez,” demişti. Pierre’in
tepesi atmıştı adamın sözüne. “Benim babam işçiydi, mösyö!” yanıtını verdi.
Jeannot, Pierre’i aralarında görünce keyfinden yerinde duramaz oldu. Pierre, madem ki
kendilerinden yana çıkmıştı... Kazanacaklardı! Jeannot, on dokuz yaşındaydı. Siperler kazıldığını,
müthiş çarpışmaları ve bayrakları hayal ediyordu. Pierre de ondan farklı değildi. Pierre de çok hayal
kurardı.
Gece, fabrika çevreyle ilişiği kesilmiş bir kampı andırıyordu. Her yere nöbetçiler konmuştu. Pierre
ve Jeannot, büyük kapının önünde devriye dolaşıyorlardı. Pierre, kendini savaştaki bir asker gibi
görüyordu. Sanki düşman biraz sonra saldıracaktı. Jeannot fısıldayarak sordu:
“Ya saldırırlarsa bize? Tabanca var mı yanında?”
“Var,” dedi Pierre... “Yalnız... ateş açmak yasak... Michaud’ya sormak gerek.”
O güne kadar yalnızca komünistlerin ve fabrika işçilerinin tanıdığı Michaud, lider olmuştu.
Herkesin dilinde “Michaud’ya sor... Michaud böyle istedi... Michaud buna karşı...” gibi sözler
dolaşıyordu.
Michaud yorgun değildi; yorulmak nedir bilmiyordu. Akşam çorbası için tencereler, kazanlar
buldurdu. Bir orkestra kurdu... Kentteki grev komitesiyle sürekli işbirliği yapıyor, ‘L’Humanité’
gazetesi için olayla ilgili bültenler yazıp gönderiyordu. Bir yandan, korkakları rahatlatmaya bakıyor,
“Kazanacağız! Hem de nasıl!” diye moral vermeye çalışıyordu onlara. Sık sık fabrikadaki makineleri
dolaşıp kontrol ediyordu. Makinelere bir zarar gelmemesi gerekliydi.
Gece çalgıcılar Enternasyonal’e başladılar. Binlerce işçi onlara katıldı. Şarkı, fabrikanın
duvarlarını, dışarıda bekleyen polisleri, Seine Nehri’ni aşarak, kenar mahallelere ulaştı. Kadınlar
uyumuyor, uzaklardan gelen bu dost şarkıya kulak vererek bekliyorlardı. Sabah ne getirecekti onlara?
Açlığı ve sefaleti mi? Kan mı döktürecekti? Mutluluğu mu verecekti yoksa? Grevciler de uyumuyor
ve bu yaz gecesinde sayıları sonsuza ulaşan yıldızlara bakarak zaferi hayal ediyorlardı.
Bir çatışmadan çekinen hükümet, daha o gece, polisi grev yerinden uzaklaştırdı. Pazar günü, halk
fabrikanın kapılarına serbestçe geldi. Fakat, fabrika, yine de işgal altındaki bir kaleye benziyordu.
İşçinin böyle davranışının nedeni Dessère miydi? Grevcilerin yerine yeni işçi alınır korkusu muydu?
Yoksa, açlığın gölgesi mi? Kazanıncaya kadar direnmek gerekiyordu.
Pazartesi akşamı gazeteleri gören Michaud havalara uçtu: “Onlar da grev yapıyor! Hepsi grev
yapıyor!” diye haykırıyordu.
Heyecandan doğru dürüst konuşamıyordu bile. ‘La voie Nouvelle’ gazetesi “Seine fabrikasında
başlayan basit bir grev, bütün Paris’e yayıldı,” diye yazmıştı. Bütün büyük fabrikalarda grev
başlamış ve on binlerce işçi çalıştıkları yerleri işgal etmişlerdi. Her gece reklam ışıklarıyla donanan
büyük mağazalar grevdeydi. Satıcı kızlar grev yapıyorlar ve dışarıya çıkmıyorlardı. Lokanta ve
kahvelerde garsonlar grevdeydi. En güzeli, bir bakanlığın küçük memurları greve başlamış ve
bakanlığın bürolarına yerleşmişlerdi. Çıkmıyorlardı oradan. Bu umulmadık genişlikte yaygın grevi
Joliot, her zamanki lafazanlığıyla şöyle anlatıyordu gazetesinde: “Halk, kendini zirveye çıkardı,
Paris’in bütün işçi mahalleleri boşaldı. Sokakta kadın ve çocuklardan başka kimse yok.” Ve Joliot
yazısını şairane bir deyişle bitiriyordu: “Savaş yılları geliyor insanın aklına. O zaman da erkekler,
kadınlarından ve çocuklarından uzakta, cephedeydiler.”
Dessère iki günlüğüne çiftliğine kapandı. Grev haberi gelir gelmez, bütün randevularını geri aldı,
telefonu fişinden çıkardı. Ovidius’u okumaya koyuldu. Beklemeye başladı: Fabrikanın, grevciler
tarafından işgali öylesine tutarsız ve kısa ömürlü görünüyordu ki... Sonuç çabuk alınacaktı. Ya
grevcilerin öfkesi geçecek; evlerine dönecekler ya da gerçekten ayaklanacaklardı. Pazartesi günü,
grevin öbür işyerlerine de yayıldığını öğrendi. Ertesi sabah Paris’e döndü. Sabah erkenden otomobili
fabrikanın önündeydi. Orada gözcü olarak bekleyen genç bir işçi yolunu kesti:
“Yabancıların fabrikaya girmesi yasaktır!”
“İyi ya, ben Dessère’im; şirketin yönetim kurulu başkanıyım.”
Genç işçi güldü:
“Sizi tanıyoruz,” dedi. “Fakat mösyö, içeriye girdiniz mi bir daha çıkamazsınız. Ancak...”
“Ancak?”
“Ancak Mösyö Dessère isteklerimize boyun eğerse çıkabilirsiniz.”
Kahkahayı koyverdiler ikisi de. Ama aslında Dessère dışarıya vurmak istemediği bir öfkenin
içindeydi: Ne komedi? Ne biçim hürriyet? Evlerine girmelerine engel olunsa grevci beyler ne
diyeceklerdi? Kızgınlığını gizlemeyi başardı ve deminki umursamaz gülümseyişle...
“Akıllı adamsınız... Yalnız her şeye rağmen beni içeriye bırakmanız gerekecek.”
Gözcü bu konuda haber verebilmek için bir arkadaşını Michaud’nun yanına gönderdi. Ve beş
dakika sonra Dessère’e şu yanıtı verdi:
“Buyrun, girin! İstediğiniz zaman serbestçe çıkabileceksiniz. Yalnız atölyelere girmek yasak...
Taşkınlık yaratılmaması için böyle karar verildi.”
Dessère dostça sırtına vurdu gözcünün:
“Hele şükür!” dedi. “İş çevirmeyi öğrendiniz...”
Dessère müdüriyet binasının boş odalarını bir bir dolaştı. Peşinden oflaya puflaya odacı çocuk
geliyor, yanından bir an bile ayrılmıyordu.
“Kimse yok mu?” diye sordu.
“Cumartesi günü hepsi gittiler. Mösyö Pierre’den başka kimse kalmadı. O sizi çok sayar ama gönlü
işçilerle beraber.”
“Makineleri kontrol ediyor mu?”
“Sizi çok sayar, ama o da grev yapıyor.”
Dessère güldü: Yoksa Pierre de fabrikayı işgal mi etmişti?
“Bana Mösyö Pierre’i çağır,” dedi çocuğa.
Genç adam gelince onu karşısına oturttu; sigara verdi:
“Rahatsız ettim sizi,” dedi. “Özür dilerim. Özel bir şey sormak istiyorum; fabrikayı ele
geçirdiğinize göre, niyetiniz sürekli kalmak mı yoksa geçici mi? Vaktimi ona göre kullanmak
istiyorum.”
“Kimsenin fabrikayı ele geçirdiği falan yok. İşçileri haklı görüyorum.”
“Tuhaf. Siz buna grev mi diyorsunuz? Yok, dostum, bu şiddet kullanmaktır. Kendi çıkarlarım
bozulacak diye paniğe kapıldığımı sanmayın. Fransa için endişeleniyorum. Şiddet şiddetle karşılık
görür de ondan.”
“‘Başka insanların mutluluğu benim için değerlidir,’ demiştiniz. İşte bu insanlar da daha iyi
yaşamak, daha bağımsız ve mutlu olmak istiyorlar. Öyleyse...”
“Ne demiştim size? Ülkenin mutluluğu çok basit, çok önemsiz bir rastlantı yüzünden çökebilir. Zor
dengede duruyoruz, demiştim. Şimdi de uçuruma sürükleniyoruz diyorum.”
“Her şey size bağlı. İsteklerini kabul etseniz hemen boşaltırlar fabrikayı.”
“Pazarlığa yanaşmalıyım diyorsunuz. Eyvallah demeliyim yani. Ben alışmadım buna. Karakterimde
de yoktur. Beklerim daha iyi. Polis çağırmıyorum. Haklarımı gözetmesi için hükümete baskı da
yapmıyorum. Neden? Çünkü oyumu Halk Cephesi’ne verdim. Ya siz ne yapıyorsunuz? Her şeyi
bozuyorsunuz; Viard hükümetine reform yapacak fırsatı vermiyorsunuz.”
“Tam tersine, yardım ediyoruz ona. Halk kitlelerinden kuvvet alabilir şimdi. Viard’ın bizi
destekleyeceğini adım gibi biliyorum.”
Dessère ihtiyar Viard’ı, evindeki tabloları, lüks mobilyaları düşünerek gülümsedi. Uzlaşmaya
hazır bir tavır takındı:
“Eminsiniz demek? Bu daha iyi sizin için. Şansınız açık olsun. Ha, az kalsın unutuyordum; karınız
nasıl? Şimdi artık fabrikanızı terk edebilirim galiba? Hoşça kalın!”
Pierre grev komitesine Dessère’le aralarında geçen konuşmayı anlattı. Sonra Michaud’ya döndü:
“Kırk yıl düşünsem böyle davranacağını aklıma getirmezdim,” dedi.
Michaud bastı kahkahayı:
“Dessère döner, dolaşır, yine Dessère’dir sonunda.”
O gece grev yapan işçileri oyalamak için eğlence düzenlemeye karar verdiler. Michaud bir gün
önceden Kültür Sarayı’na telefon edip yardım istemişti. Marèchal kendi tiyatrosunun oyuncularına
haber saldı. Çoğu dolu olduklarını söyleyip istemediler; Jeannette hemen kabul etti, yeni ameliyattan
kalkmıştı oysa.
Sahne avluya, müdüriyet binalarının önüne kuruldu. Çevre bakımsızlıktan yabanileşmiş yasemin
çiçekleriyle doluydu. Ampuller çepeçevre kandillerle donatılmıştı. Çalgıcılar hazırlığa
başlamışlardı. Çalgılarını akort ediyorlardı. Fabrikanın avlusu bu haliyle bayram günlerindeki kasaba
meydanlarını anımsatıyordu insana.
Programda çok şey vardı. İlkin Maréchal, Rimbaud’nun ‘Le dormeur du val’ şiirini okudu, sözlerin
tılsımı dinleyenleri etkilemişti. Derin bir sessizlik vardı şiir okunurken. Sonra bir şarkıcı kadın
Ravel’den marşlar söyledi; sacdan plakların ve kırmızı bayrakların arasında gülümseyerek tekrar
okudu bazı şarkıları. Amatör bir şarkıcı Maurice Chevalier’nin şarkısını, ‘Paris Daima Paris’tir’i
söyledi. Kalabalık da söylüyordu şarkıyı, herkes gülüyordu: Hayır, Paris eski Paris değil artık! Ve
sonra sıra Jeannette’e geldi.
Jeannette ne zamandır böyle büyük bir fırsat geçirmemişti eline. Mikrofonun önünde ruhsuz sözleri
papağan gibi tekrar ederek geçirdiği uzun hareketsiz aylardan sonra şimdi ilk kez eski gücüne
kavuşmuş hissediyordu kendini. Fenerlerin içinde gözleri pırıl pırıl yanıyordu ve sesi insanı
ağlatacak kadar etkiliydi. O sahnede bir türlü oynayamadığı ‘Font-aux-Cabres’ isimli oyundan bir
monolog okuyordu. Bitirdiği zaman çığlıklarla kesilen bir alkış yağmuru teşekkür etti ona. Pierre
sahnenin yanına koşup seslendi kıza:
“Gelin!”
Kızı nereye ve neden çağırdığını kendisi de bilmiyordu. Jeannette’in gözleriydi belki bunu
yaptıran. Mutlu bir yorgunluk içinde gülüyordu Jeannette.
Pierre gelmişti yanına; elini sevgiyle sıkarak:
“Çok güzel söylediniz! Görüyorsunuz ya, nasıl anlıyorlar sizi. Tiyatro seyircisi değil ki bu. Hepsi
yaşayan insanlar. Çok yazık, Lucien göremedi. İşi vardı herhalde?”
“Bilmem. Görmüyorum ki onu. Biz ayrıldık. Beraber değiliz artık.”
Kısa bir süre Jeannette’in içini keder kapladı; kendi yalnızlığı, yeni yerleştiği otel odasındaki
kimsesizlik, radyo anonslarının sıkıcı monotonluğu geldi aklına. O sırada bir şarkı yükseldi
kalabalıktan; işçiler ‘Biz Genç Öncüleriz’ şarkısını söylüyorlardı. Binlerce kol havaya kalktı;
alabildiğine güzel bir ormanın ağaçları gibi, limandaki gemi direkleri gibi dimdiktiler. Kendi
gözyaşlarına ve çevrenin gürültüsüne kapılmıştı Jeannette; başka şey düşünmedi artık, o da çocuk
yumruğunu kaldırdı havaya. Göğüs geçirdi. Kimseye bakmadan kapıya doğru kayboldu.
Binaların hepsi bütün gece ışık içindeydiler. Michaud nöbetçileri bir bir dolaşıyordu.
17
Aynı gece Jeannette Seine fabrikasında grevcilerin arasında kendi kişiliğini yeniden kazanırken
Lucien, sözde ‘Sanatçılar Kulübü’ olan pis bir batakhanede kumar oynuyor ve on dört bin frank
kaybediyordu. Sıcağın ve oyun hırsının etkisiyle bunalmış kumarcıların çevresinde dolandırıcılar,
tefeciler, fahişeler dolanıyorlardı. Lucien cebinde kalan son bin franklık banknotu da kaybedince
masada oturamadı. Soluk almakta güçlük çekecek kadar bunalmıştı. Açık pencerenin yanına gitti.
Arkasından bir ses duyarak irkildi:
“Yıldızları mı seyrediyorsunuz?”
Lucien yanıt vermedi bu soruya. Pencereden bakınca tam karşısında ‘Umumi Hela’ görülüyor ve
binanın üzerindeki ışıklı yazılarda şu söz okunuyordu: ‘Gülen İnek. Peynirin en iyisi.’ İçini
bulandıran bir eter kokusu geliyordu burnuna. Lucien döndü ve Berger’in yılışık suratı ile burun
buruna geldi: Kumarda kaybedince tutmuş herife bir borç imzalamıştı. Senedin karşılığını isteyecekti
herhalde. Berger saldırgan bir tavırla:
“Babanıza haber vermek gerekecek anlaşılan,” dedi.
O zaman Lucien anladı ki ne zamandır tasarladığı bir şeyi gerçekleştirmek zorundadır: Kaçmak,
uzaklaşmak! Son günlerde bu rahatsızlığı bir ülserlinin midesindeki kanama gibi işlemeye başlamıştı.
Onuru yüzünden kendini yiyip bitiriyordu. Ölümün varlığını çok yakında duyuyordu: Bütün sesler ona
gittikçe boğuklaşarak ulaşıyor, cisimleri çevreleyen ışık siliniyor, ayaklarına yılışık bir eter kokusu
yapışıyordu sanki. Bazı geceler Jeannette sanarak hiç tanımadığı bir kadının peşine takılıyor; kızın
gözleri sık sık karanlığın içinden belirip kendisine bakıyormuş sanarak irkiliyor, tutkulu bir ısrarla
durmadan “Suç bende değil!” sözünü tekrarlıyordu. Sanki Jeannette’in hayali yakasına yapışmış da
onu azarlarmış gibi. Kızın André ile oturduğuna inanıyor ve bu yüzden ressamdan iğreniyordu.
Gitmek kararı göz açıp kapayıncaya kadar yer etti kafasında ve birbenbire bir yükten kurtulduğunu,
rahatladığını anladı: Ölmüş bir aşktan kaçmak, Kültür Sarayı’nın yalın kafalı ve şekilsiz
insanlarından, alacaklılarından, tefecilerden kurtulmak onu iyileştiriyordu.
Ama sınır dışına gitmek için çok, çok para gerekliydi. Lucien şansını deneyecekti, gitmeye karar
vermişti bir kez. Şimdi kumardan medet ummuyordu, elinde babasının yumuşaklağına ve zayıflığına
sığınmaktan başka şey kalmamıştı. Babasını iyice duygulandırabilmek için nasıl davranacağını
düşünüyordu. Çok ince hesaplar yaptığı halde babasının karşısında, bütün tasarladıklarını, nereden
söze gireceğini bile unuttu. Nasıl geldiyse öyle girişti:
“Bahçıvanın köpeği gibi çöreklenmişsin paranın üstüne!”
Tessat bir kuşunkini andıran gözeriyle ona dik dik baktı ve umursamadı.
“Gitmek istiyorum ben. Burada benim yapacağım hiçbir şey yok. Bakarsın Amerika’da bir iş
bulurum. Bunun için para gerekli bana. Hiç olmazsa elli bin frank.”
Tessat esnedi; canı sıkılmıştı. Sonra birdenbire:
“Hadi,” dedi. “Gel birlikte Maxim’e gidelim.”
Orada bir kadınlar kalabalığının ortasına düştüler: Dört bir yan güzel yüzleri, insanı hareketsiz
bırakan bedenleri, şık ve pahalı gece elbiseleriyle pahalı kokular sürünmüş kadınlarla doluydu.
Tessat onların arasında kocaman gözlerinin beyazı pırıl pırıl yanan, güzel yüzlü esmer bir genç kız
gördü. Kızı göstererek Lucien’in kulağına fısıldadı usulca:
“Nefis değil mi?”
Lucien başıyla onayladı babasını. Bu küçücük olay onları birbirine yaklaştırdı; yeniden arkadaş
olmuşlardı. Şampanya böylesi bir yarenlik için havayı hazırlamıştı zaten. Tessat oğlunun isteğini
anımsadı:
“Neden gitmek istiyorsun?” dedi. “Artık her şey senin istediğin gibi gelişiyor. Sanıyorum yakında
devrim de patlak verecek.”
“Hayır, bütün bu gürültü patırtı tek sonuca çıkar; kabinede değişiklik olur. Hepsi bu. Devrim
yapmak için adamlar gerekli. Adam yok ki devrim olsun. Hepsini iyi tanıyorum şimdi. Komünistlere
yanaştığım zaman böyle olacağını bilseydim... Başka şey umut ediyordum ben.”
“Bak sen; ben de seni komünist oldu biliyordum. Tebrikler Lucien!”
“Neden seviniyorsun? Senin çevrenden, komünistlerin becerebileceğinden daha çok tiksiniyorum.
Hiçbir şekilde pazarlığa da yanaşmayacağım!”
Tessat gün boyunca hasetten kavrulmuştu; bunun acısını çıkarmak için bir bardak soda içti. Sonra
tatlı ve inandırıcı olmaya çalışarak:
“Otuz iki yaşındasın ama,” dedi, “hâlâ bir çocuğun mantığı var sende. Ben de anarşisttim, oğlum.
Ve taş çatlasa on sekiz yaşındaydım o zaman. Seninle karşılaştırırsak benimki daha kolay bağışlanır
bir çocukluk.”
“Yani beni suçluyorsun...”
“Yok, seni suçlamıyorum. Tam tersine. Seçimlerden sonra davranışımın ‘şerefsizlik’ olduğunu
söyleyen sen değil misin? Bütün ailenin benim sırtımda olduğunu; anneni, Denise’i ve seni kimin
beslediğini hiç düşündün mü? Böylesi saldırgan oluşunu kime borçlusun?”
Lucien güldü:
“Tabii sana borçluyum,” dedi.
“Sanıyorsun ki bugün içinde yaşadığımız düzeni senden başka sevmeyen kimse yok. Kimsenin
hoşuna gitmiyor aslında. Ama ne teklif ediyorsun bunun yerine? Adım gibi biliyorum; ne gelirse
gelsin bugünkünden daha beter olacak. Sözüme kulak ver; insanın uyumaya alıştığı eski döşek
hapishanedeki yeni döşeğin yanında cennetliktir. ‘Senin çevren şöyle, senin çevren böyle,’ diye
eleştiriyorsun beni. Kendin de aynı çevrenin içinde yaşıyorsun ama. Sosyal eleştiri yazmakta
gerçekten yetenekli çocuksun, fakat sen de içimizden biri olarak yeriyorsun bu düzeni. Komünistler
seni belki alkışlayabilirler. Yalnız dikkat et; hiçbir yakınlık yok aranızda. Bunu sen de biliyorsun
zaten. Bütün iş sonucu bulup çıkarmakta. Bir an önce harekete geçmelisin, tam zamanıdır.”
“Takındığım tavır zaten yeteri kadar belirli.”
“Daha iyi. Bizde bir adamın tuhaflık yaparak işe başlaması hoşa gider; ilk büyük savaş sırasında
Laval de aşırı solcuydu; benimle konuşmak lütfunda bile bulunmazdı. Sen başka ülkelere gitmek
istiyorsun. Fena fikir değil. Yalnız benim param yok. Dessère’in verdiğini de seçimlerde tükettim.
Bir daha elime ne zaman büyük para geçer, kestiremiyorum. Her şeyi olduğu gibi, açıkça söylüyorum.
Bak, başka bir teklif yapabilirim sana. Yazarlar diplomatlıktan, diplomatlığın verdiği rahatlıktan
hoşlanırlar. İşte Claudel, Paul Morand, Jean Giraudoux gözünün önünde. Sen de biliyorsun. Böyle bir
şey istersen, saniyede hallederim.”
“Viard ve Blum’un temsilcisi olmak mı?”
“Neden olmasın? Düşüncelerine ihanet etmiyor ki. İstediğini yazabilirsin. Sonra... En önemlisi
para sıkıntısından bir anda kurtuluyorsun.”
Lucien acı, zehir dolu bir şey gırtlağını yakmış gibi suratını buruşturdu. Çok iğrenç bir şeydi bu!
Hayattaki her şey iğrençti zaten. Suç onun muydu? Devrimin yanında olmak istemişti, onu
anlamamışlardı bile. Jeannette de anlamamıştı. Lagrange ölürken ne demişti: “Lucien, üşüyorum,”
dememiş miydi? Hayat gerçekten çok soğuktu ve onu gerçekten utanmaz olmadıkça aşıp geçemiyordu
insan. Babasından para dileneceğine, kendini durmadan aşağılanmış hissedeceğine... İyisi mi
diplomat olurdu. Lucien toplum içinde önemli bir yere geldiği gün herkesten saygı görecekti.
l’Humanité’nin kitabını yerden yere vuran kalın kafalı eleştirmeni bile ondan saygıyla söz edecekti.
Ama ya mutluluk? Mutluluk yoktu ki zaten. Jeannette, André’nin kollarındaydı.
Lucien o hınçla babasına döndü:
“Tamam,” dedi. “Teklifini kabul ediyorum.”
“Biliyordum kabul edeceğini, çok iyi seziyordum. Benim oğlumsun çünkü! Şimdi daha iyiyim.”
Tessat yüzündeki teri kâğıt peçeteyle sildi, esmer kızı işaret ederek:
“Şu yavruyu masamıza çağıralım mı?” diye sordu.
Ertesi gün Lucien odasından hiç çıkmadı. Baş ağrısından kurtulmak için sürekli aspirin aldı. Boş
gözlerini perdelere dikerek öylece oturdu. Hayattan bıkmıştı. Akşam yemeğinde Tessat karısına
böbürlenerek müjdeyi verdi:
“Annesi, tebrik ederim seni. Oğlun Salamank ikinci konsolosu oldu. İspanya’ya gidecek. Lucien,
sana fırsat işte. Yakından görürsün devrimi. Yabancı ülkedesin, cebinde diplomatik pasaport da var;
daha zevkli olur. Sonra İspanyol kızları da...”
Gözü Denise’e takılınca sustu. Lucien suratsızdı:
“Anlatacaksan çabuk anlat!” dedi.
“Viard’a telefon ettim. O da şirin görünmek istiyor bana. Ne komedi?”
Ertesi sabah Lucien, Opéra’nın önünde André’ye rastladı. Görmezlikten gelip uzaklaşmak istedi.
Ama André durdurdu onu:
“Neler oluyor burada? Herkes grev yapıyor baksana. Anlatır mısın lütfen, nereye varacak bunun
sonu? Sen bilirsin; anlarsın bu işlerden.”
“Ben üç gün sonra İspanya’ya gidiyorum.”
“Sahi mi? Orada da çok şey oluyormuş, gazetede gördüm.”
Lucien ona ikinci konsolos olarak gittiğini söylemedi: Bu hıyara söyleyip de ne olacaktı? Sessizce
elini uzattı. O zaman André sıkılarak sordu:
“Jeannette geliyor mu seninle?”
Lucien şaşkınlığını gizlemekte zorluk çekti. Demek Jeannette onunla beraber değildi. Bir an
sevindi; hele şükür dedi içinden. Sonra tekrar keder bastırdı. Evdeki son geceyi anımsamıştı:
Jeannette, oyuncak bebek, kızın boş gözleri ve yalnızlığı... Avucundaki bir kuş gibi bırakmış
kaçırmıştı mutluluğunu. Kumar gibi: Kâğıdı vaktinde oynamamış, şansını harcamıştı. Dalgın gözlerle
André’ye bakarak mırıldandı:
“Kusurumu bağışla. Başım ağrıyor da. Jeannette’i soruyorsun galiba. Bilmem. Gerçekten
bilmiyorum ki...”
18
Breuteuil beş yaşındaki oğlunun başucundaydı. Çocuk sayıklıyordu; çok ateşlenmiş, yüzü
kıpkırmızı olmuştu. Karısı ağlıyordu. Breuteuil:
“Yeter!” dedi öfkeyle. “Tanrı bize bağışlar belki.”
“Kaç kez söyledim sana, soğuk duşun altına sokma diye. Terliydi zaten, koşmuştu.”
“Yeter! İyileştirmeliyiz bu çocuğu.”
Gece olacaktı neredeyse. Karısı onun dik ve kuru gövdesini siluet olarak görüyordu. Gözyaşları
yanaklarına doğru süzülüyordu.
Breuteuil, Lorraine’de doğmuş, yoksul bir ailenin içinde büyümüştü. Sınır doğduğu kentin on iki
kilometre ötesinden geçiyordu. Daha çocukken, Belford’un işgal edildiği günlerin anılarıyla
beslenmiş, bilmem hangi Alman teğmenin yaptığı eziyet, kaybedilen toprakların acısı onun çocuk
kafasına çakılmıştı. Almanlardan intikam almak gerektiğine inanmıştı. Yeni bir dine inanırcasına hem
de. Büyük savaş sırasında iki kez yaralanmıştı. Metz kentine ilk giren Fransız birliğinde o da vardı.
Halası kentte Fransız bayrağını görünce düşüp bayılmıştı heyecandan. Oysa Breuteuil’de çok az şey
Fransız karakterini taşırdı. Şakadan, aşırı heyecanlardan tiksinir, hiç şarap içmezdi. Temizlik
konusunda manyaklığa varacak kadar titizdi.
Kuru ve ukala bir adamdı. Paris salonlarına yolunu şaşırıp da rastlantıyla gelmiş bir Almana
benzerdi. Tessat gibi oynak ve kurt adamlarla karşılaştığı için politika yumuşatmıştı onu biraz.
Breuteuil aslında Meclis’teki öbür milletvekillerini küçümserdi. Subaylardan, din bilginlerinden,
eski aristokratlardan dostlar edinmişti kendine. Savaştan sonra hemşerisi Poincaré’nin, ‘Fransa’nın
yeniden doğuşu’ formülüne inanmıştı. Oysa yıllar hiçbir değişiklik getirmeden tükenip gidiyordu.
Bugün o çağ bile yitirilmiş bir cennet gibi geliyordu ona. Leon Blum, Pierre Cot ve Viard Fransa’yı
nereye sürüklüyorlardı? İki yıl önce Breuteuil bir hükümet darbesinin kurtuluş yolu olabileceğine
inanmıştı. ‘Mussolini’nin Roma’ya yürüyüşü’ İtalya’yı kurtarmamış mıydı? Hitler gittikçe yayılan
Marksizm yarasını kızgın demirle öldürüyordu. Breuteuil gizli bir örgüt kurdu. Bu örgüte bağlı her
birlikte elli adam vardı. Bunlara ‘Haçlılar’, şeflerine de ‘Şövalye’ deniyordu. Her cins adam
geliyordu Breuteuil’in örgütüne: Serüven heveslileri, gericiler, hayatı kumar olarak görenler, o güne
dek bir baltaya sap olamayıp da dünyaya hınçla bakanlar... Zenginler onu kendilerini korumaya
yarayan bir maşa olarak görüyorlar, küçük esnaf onun sayesinde rahata ereceğini umut ediyordu.
Herkes onu kullanarak avantaj sahibi olmayı kuruyordu kısacası.
‘Haçlılar’ arasında her cinsi vardı. Örneğin Versailles lokantasının şef garsonu hiyerarşi düşkünü
olduğu için katılmıştı örgüte. Onun gözünde hayat şaraplardan, kadehlerden, garsonlarla sarhoşlardan
başka bir şey değildi. Floriot ırkçıydı; Yahudilerin ekmeğine ortak çıktıklarına inanıyor ve bu yüzden
nefret ediyordu onlardan. Breuteuil, Fransa’yı Rothschildlerden ve Yahudi asıllı doktorlardan
temizleyeceğini söylediği için Breuteuil’in peşinden gidiyordu. Büyük un fabrikatörü Bombard’ın
oğlu Fransa’ya eski gücünü ve prestijini kazandırmak, kendisi de büyükelçi olmak istiyordu. İkinci
bürodan zimmet suçundan kovulan Dinet masonların kurbanı olduğunu söylüyor, Millet Meclisi’ni
dağıtıp Heriot’yu asmak istiyordu. Bir hara sahibi olan, elinde kırbaç dolaştırmayı ve melez kızları
seven Grimaud için ‘Haçlı’ örgütüne girmek erkeklik gösterisiydi. Fayans ve porselen satan bir
mağazanın sahibi Godet ise komünistlerin işine ve parasına el koymalarından korkuyor, günün birinde
gelip malını yağma edeceklerini sanıyordu. Geniş omuzlu, kırmızı yüzlü bir adamdı. Her sabah
sürekli jimnastik yaparak gelecekteki kavgalara hazırlıyordu kendini. Aubry metroda memurdu.
Dünya yüzünde görülmemiş çirkinlikte bir yaratıktı. Vaktiyle sevdiği bir genç kızın ona çok eziyet
ettiği söylenirdi. Her şeyden nefret eder, yalnızca Breuteuil’in yanında yüzü gülerdi. Onun dünyayı
düzelteceğine inanırdı. ‘Haçlılar’ın arasında çok sayıda polis vardı. Haçlı birliklerinin varlığını
Emniyet Müdürlüğü de biliyor ve göz yumuyordu. Breuteuil örgütünü kamufle etmek için spor ve
dostluk dernekleri kuruyor, toplantılar düzenliyordu. Bu da para isteyen bir işti. Breuteuil defalarca
büyük kapitalistlere başvurmuş, hep eli boş dönmüştü. Onlara, yalnızca propaganda işlerinden
bahsetmiyor, alacakları parayla silahlanacaklarını da anlatıyordu. Bu dobralığı kapitalistleri
korkutuyordu. Son haftaların olayları Breuteuil’i yine aranan adam yapmıştı. Tröstleri yönetenler üst
üste patlayan grevler karşısında ürkmüşlerdi. Artık hükümete yaptıkları baskı bile istedikleri sonucu
vermiyordu. Şimdi hepsi Breuteuil’den medet umuyorlardı.
Hasta çocuğun başında haç çıkardı Breuteuil. Sonra kalktı ‘L’Amicale des Messinis’ adlı örgüte
gitti. Orada General Picard ile buluşacaktı. Büyük caddelerde bütün dükkânların vitrinleri
aydınlanmıştı. Oralarda bile grevcilerin sloganları yazılıydı. Yazıların çevresine kırmızı kurdeleler
bağlanmıştı. Bazı mağazaların önünde genç kızlar ellerinde bağış kutularıyla bekliyorlardı:
Grevcilerin çocukları için yardım toplanıyordu. Bazı yayalar bunu görünce kaşlarını çatıp adımlarını
sıklaştırıyorlardı. Bazıları kızların elindeki kumbaraya para atıyorlardı. Önünden geçtiği bir genç kız
kendisine kumbarayı uzatınca Breuteuil durdu; sert bir sesle:
“Hanyayı konyayı çalışma kamplarında öğreneceksiniz!” dedi.
General Picard, Breuteuil’i bekliyordu. General altmış yaşlarında, zayıfça, bacakları çarpık bir
süvariydi. Göğsü madalya doluydu. Kendini beğenmiş bir gülüşü vardı. Herkesi küçümserdi:
Daladier’yi, Gamelin’i, İngiltere Kralı’nı ve karısını, tiyatroları, gazeteleri, seçimleri... Ama
Breuteuil’i çok sayardı, onun Fransa’yı ve orduyu kurtarabilecek tek adam olduğuna inanırdı.
Breuteuil sordu:
“Orduda durum nasıl?”
“Bir yığın budala; üstelik hain hepsi. Blum kendilerini saf dışı edecek diye ödleri patlıyor.”
“Askerin morali?”
“Berbat. Komünistler fena çalışıyor. Ordu olsa olsa tarafsız kalır bu durumda. Kolonilerdeki
birlikler için durum farklı tabi. Tunus’taki iki alayı buraya, Vincennes garnizonuna getirmeyi
başardım ben.”
“O iki alaydan başkası bizi desteklemezse bir şey yapamayız. Demek ki hareketi ‘Haçlılar’
yapacak. İki seçenek var şimdi: Ya bize silah vereceksiniz ya da biz verelim diyenler var, onlardan
alacağız.”
“Kim?”
Breuteuil generale baktı ve bozuk bir sesle yanıt verdi:
“Kim verecek? Bu önemli değil; ne verecekler? O önemli. Altmış bin tüfek, dört yüz mitralyöz ve
cephane. Hepsi Düsseldorf’tan gelecek. Kendi programımızın dışında olan bir fedakarlık
yapmayacağız hem. Yani içeride düzeni, dışarıda barışı sağlayacağız.”
Bir an durakladıktan sonra Picard ne düşündüğünü söyledi:
“Fena sayılmaz! Kendi payıma böyle bir iş için otomatik tüfekleri daha uygun görürüm. Ama siz
alın silahları. Ben de depolardan aşırırım, olur.”
“Önce hükümete duyulan güveni sarsmalıyız. Demek ki bölge bölge harekete geçeceğiz. Viard
işçilerin fabrikaları işgalini yasaya uygun göstermek istiyor. Bu işe mutlaka kan karıştırmalıyız.”
İkisinin konuşması uzun sürdü. Ölgün bir ışığın aydınlattığı yan odada Grinet, esnemekten
yorulduğu zamanlar yaptığı gibi tırnaklarını düzelterek Breuteuil’i bekledi. Kültür Sarayı’ndaki
büyük kargaşalığı çıkaran bu adam Breuteuil’e çok sadıktı, körü körüne inanıyordu ona. Kimsesiz,
sipsivri bir adamdı Grinet. Kent kent dolaşarak ortopedi araçları satan, eski ve tersyüz edilmiş
elbisesine uygun bir kravat seçebilmek için saatlerce düşünen, her Tanrının günü kendisini sevecek
güzel kadın avına çıkan isterik bir çığırtkandı. Birinci ‘Haçlı’ birliğinin şefiydi. Girişilecek ilk
saldırı için Breuteuil onu seçmişti.
“Yarından sonra, sabah altıda, ‘Haçlılar’ Seine fabrikasının önünde bulunacaklar. İş aramaya
gelmiş gibi yapacaklar. Bilhassa dikkati çekmemelisiniz. Nöbetçilerle hırlaşın. Onları tahrik edin.
Onlar ateş etmezlerse önce siz ateş edin. Polisin o civarda, yakında olması için her şeyi
hazırlayacağım. Müthiş bir kavga kopmalı, anladın mı? Hıristiyan İşçiler Sendikası’ndan bütün
‘Haçlılar’a sendika kartı alacağım. İşin şeklini kimse bilmemeli. Seni seçtim; çocuğun yok çünkü.”
“Bana güvenin, şef...”
Grinet kalkmıştı, gitmek üzereyken Breuteuil onu durdurdu. Heyecanlı sarıldı.
“Teşekkür ederim,” dedi.
Breuteuil evine döndüğünde vakit geceyarısını geçmiş saat iki olmuştu. Karısı çocuğun durumunu
haber verdi ona:
“Zatürree.”
Breuteuil sabaha kadar hasta oğlunun başında bekledi. Sonra bütün gün çalıştı. Dessère’i görmek
ve ondan fabrikanın işçi aradığını ilan etmesini istiyordu. Bunu başaramadı. Çünkü Dessère kimseyle
görüşmüyor, işçiler tahrik edilmesin istiyordu. Breuteuil polis müdürünü kendi tarafına çekmeyi
başardı. Polisin fabrikanın yakınında rıhtımda beklemesini ve bir çatışma olursa işe karışmasını
kararlaştırdılar. O gece Breuteuil sadık adamı Grinet ile son bir kez daha konuşup hareketi en küçük
ayrıntılarına kadar planladı. Sonra geceyi tekrar çocuğunun başında geçirdi. Doktor hiç umut
kalmadığını söylemişti ama Breuteuil, Tanrıya inanıyordu. Sabaha kadar bir dua mırıldandı durdu.
Güneşli ve güzel bir yaz sabahıydı; kuşlar bahçelerde ötüşüp duruyorlardı. Kentin gürültüsü
onların sesini henüz boğmamıştı. Ara sıra bir sebze kamyonu geçiyordu. Ekmekçi kadınlar ekmeğin
sepetten taşıp insanı keyiflendiren sıcak ve cömert kokusunu evlere taşıyorlardı. Evlerin üst
katlarında camlar ılık ve pembe ışıklarla donanmışlardı.
‘Haçlılar’ teker teker geldiler Javel Köprüsü’ne. Grinet orada yoklama yaptı: Dört tanesi
gelmemişti. Küçük gruplara bölündüler ve farklı yollardan fabrikaya yürüdüler.
Fabrikada grevin on birinci günü sessiz başlamıştı. Ekipler nöbet değişiyor, o gece uyumuş olan
Michaud kalkmış yüzünü sabunlamış, yıkanıyordu. Büyük kapının yanında Jeannot şarkı
mırıldanıyordu. Pierre henüz kalkmıştı. Bir parça ekmeği kemirirken Verlaine’in aklına takılan bir
şiirini düşünüyordu: ‘Sabahın soluk yıldızı, sen gitmeden...’ Güneş yükselmişti. Yaşlı işçilerden
bazıları bozuk bozuk düşünüyorlardı: “Bugün on birinci gün. Ne zaman bitecek?” Kimisi de
hükümetin fabrikayı zor kullanarak boşalttıracağını söylüyor; Michaud gülümseyerek bunun masal
olduğu yanıtını veriyordu.
“Jeannot, Mistinguette nasıl iniyor merdivenden, göster bakalım?”
Jeannot güzel görünmeye çalışan yaşlı bir kokonayı taklit edip pantolonunu bir eteklik gibi büzerek
yangın merdiveninden inmeye başladı. Birden durdu ve haykırdı:
“Kim var orada?”
Kapının önünde adamlar birikmişlerdi.
“Açın!”
“Biz çalışmaya geldik, pis herifler! Boşaltın fabrikayı!”
“Kızıl köpekler!”
Jeannot da lafın altında kalmıyor, sürekli veriştiriyordu: “Sersemler! Faşistler! Gelin... Gelin de
sizi bir güzel ıslatalım!”
Bütün işçiler bağırmaya başladılar; sözler anlaşılmıyordu artık. Hele Grinet iyice azgındı. İşçilere
doğru koşup küfür ediyordu. O anda yüzündeki bütün adaleler birbirine geçiyor, bir saralıdan farkı
kalmıyordu. Michaud oradan oraya gidiyor, arkadaşlarını yatıştırmaya çalışıyordu. Ama boşuna
uğraşıyordu. Faşistlerin azgınlığı işçileri çileden çıkarmıştı.
Michaud zaten günlerden beri bu saldırıyı bekliyordu; kapıların gerisine itfaiyecileri yerleştirmişti.
Fakat önemli olan her türlü çatışmayı önlemekti. Hele Grinet’yi ve peşindeki kırk küsür serseriyi
görünce güldü: Kolaydı bunları susturmak. Öbür işçiler de yatışmıştı. ‘Haçlılar’ yırtınıyorlar, işçiler
ise küfürleri pek umursamadan, hatta dalga geçerek yanıt veriyorlardı. Hele Jeannot, Grinet’yle çok
dalga geçmeye başlamıştı:
“Bakın arkadaşlar, şu ördek müsveddesine bakın! Makarnacıya bakın!” diye bağırıyordu.
Bir el ateş edildi o sırada, Jeannot olduğu yerde sendeledi. Michaud tabancasını çekmiş olan
Pierre’i bileğinden yakaladı. Oradaki kalabalığın uğultusunu bastıran bir sesle haykırdı:
“Ateş etmeyin! Pompaları çalıştırın! Su sıkın!”
İtfaiyeciler oradan oraya kaçan ‘Haçlılar’ı ıslatıyorlardı. Kapının önünde ıslandığına aldırmadan
kuduz bir köpek gibi bağıran Grinet kalmıştı yalnızca. Polisler göründü birden. Onları gören Grinet
bir anda yok oldu.
Michaud, Jeannot’nun üzerine eğilmişti. Jeannot’nun yüzü gülüyordu. Çevresi, üstü başı kan
içindeydi. Bu hayat dolu çocuğun ölümüne inanamıyordu. Doğruldu:
“Onu öldürdüler,” dedi.
Öbürlerine baktı: Belki “Hayır!” derler umuduyla baktı. İşçiler kasketleri ellerinde Jeannot’nun
çevresine toplanmışlardı. Michaud bulanık bir sis tabakasının gerisinden görür gibi, Pierre’in acı
içinde kıvranan yüzünü fark etti.
Grinet nehre doğru kaçtı ve köprünün altına saklandı. Soğuktan ve sıkıntıdan tir tir titriyordu.
Oradaki bir berduş halini beğenmeyip sordu:
“Suya mı düştün yoksa?” dedi.
Grinet berduşun arkasından tükürdü. Uzun süre güneşlenip üstünü başını kuruttu. Böyle sırılsıklam
kente giremeyeceğini biliyordu. Önce berbere gitti. Sakalını kestirdi. Kolonya dökündü üstüne.
Saçlarını düzelttirdi. Makasın tıkırtısını, kokulu bir bahçede ağustosböceklerinin ötüşüne benzetti.
Henüz sersemliğini atamamıştı üzerinden. Bilgi vermek üzere, Breuteuil’in yanına girdiğinde saat on
birdi. Onu çalışma odasına aldılar: Breuteuil duvardaki Haç’ın önünde diz çökmüş dua ediyordu;
çocuğu ölmüştü. Grinet’yi görünce ayağa kalktı:
“Ölen var mı?” dedi.
“Ben içlerinden birini vurdum.”
“Bizden ölen yok mu?”
“Yok. Üstümüze su sıktılar. Biz de dağıldık.”
“Kimse ölmedi demek. İyi halt ettiniz. Her şeye yeniden başlamak gerekiyor.”
Grinet anlamamıştı. Şaşkın şaşkın Breuteuil’e baktı.
“Şövalye olarak ‘Haçlılar’ın hayatından sorumluyum,” dedi.
“Sen Şövalye değil, budala bir hayvansın!”
Breuteuil dönüp haçın önünde tekrar diz çökmüştü. Grinet sessizce çıktı. Dışarıda bir hizmetçi
ağlıyordu. Grinet kadının yanında durdu:
“Patronunuz büyük adam. Bana gelince. Ben galiba hapı yuttum!”
19
Jeannot’nun öldürülmesi olayı basında büyük tepkilere yol açtı. Solcu gazeteler Breuteuil’i
suçladılar ve gizli faşist kuruluşlara karşı sert tedbirler alınmasını istediler. Sağcı gazeteler
Jeannot’yu komünistlerin öldürdüğünü yazdılar. Neden olarak da grevin durdurulmasını Jeannot’nun
istediğini yazdılar. ‘Le Matin’ gazetesi, “Komünistlerin harcadığı talihsiz delikanlı, annesine
tapardı,” gibisinden sözlerle dolu melodram bir yazı yazdı. Yalnızca Joliot’nun gazetesi kanlı olaya
çok az yer ayırmıştı. “Suçlu kim olursa olsun şiddeti lanetliyoruz; bütün Fransızları barış içinde
yaşamaya çağırıyoruz,” diyordu. Şairane sözdü bu, ama hiçbir şey söylemiyordu.
İki gün sonra olay Meclis’e getirildi. Önergeyi Breuteuil vermişti. Karışıklık çıkması beklendiği
için dinleyici locaları hınca hınç dolmuştu. Oturum açılmadan, salonda müthiş bir uğultu vardı:
Milletvekilleri daha şimdiden tartışmaya başlamışlardı. Başkan Herriot, cetveliyle kürsüye sık sık
vuruyor ve bu haliyle öğrencilerine sinirlenen bir öğretmene benziyordu. Sonunda dayanamayıp çanı
çalmaya başladı ve gür sesiyle bağırdı:
“Susun!”
Kısa bir sessizlik oldu. Fakat Breuteuil kürsüye gelirken solcu milletvekillerinin oturduğu taraftan
büyük bir gürültü yükseldi:
“Katil!” diye bağırıyorlardı.
Milletvekilleri sıra kapaklarını vuruyor, büyük bir çatışma çıkmasından korkan idare amirleri
endişeli endişeli dolaşıyorlardı. Herriot çok güçlük çekecekti anlaşılan.
Neden sonra gürültü biraz yatıştı da Breuteuil konuşabildi:
“Bana katil diyenler kim? Günahsız ve saf bir işçiyi kendi elleriyle öldürenler, kanla boğanlar
kimler? Komünistler değil mi?”
Kopan gürültü onun sesini bir anda bastırdı. Breuteuil konuşmaya devam ediyor, fakat sözleri
anlaşılmıyordu. Tek tek kelimeler anlışılıyordu: “Zavallı bir anne... Anarşi hüküm sürerse... Blum’un
başarısızlığı... Suç ortağı Viard...”
Hükümet sıralarında oturan Viard dalgın ve umursamaz bir rahatlık içinde önündeki kâğıda gemi
resimleri çiziyordu. Breuteuil’in ne kendisi, ne söyledikleri korkutmuyordu onu: Meclis çoğunluğuna
beceriksiz bir saldırıydı herifinki. Viard başka şeyi, grevi nasıl durduracağını düşünüyordu. Bazı
radikaller daha şimdiden homurdanmaya başlamışlardı. İşçiler direniyor, patronlar da taviz vermeye
yanaşmıyorlardı. Alkışlar ıslık seslerine karıştı yine: Breuteuil kâğıtları toplayarak kürsüden
iniyordu.
Bir gün önce sosyalistler hükümet adına radikal bir sözcünün konuşmasını uygun görmüşlerdi.
Daha akıllıca olacaktı böylesi. Başkan, Tessat’ya söz verince sosyalistler toplu olarak alkışladılar
onu. Sağcılar susmuştu. Tessat konuşmasına başlayınca sesler kesildi: Jeannot’nun ölümüne ne kadar
çok üzülmeleri gerektiğini anlattı, ülkeyi iç savaşa sürüklemek isteyenleri lanetledi, Verdun’ü
savunanları göklere çıkardı ve Victor Hugo’dan pasajlar okudu. Herkes şaşırmıştı; milletvekilleri
birbirlerine bakıyordu. Tessat birden Viard’dan tarafa döndü:
“Fabrikaların işgaline göz yummakla hükümet şiddet hareketlerini haklı çıkarıyor. Bunu üzülerek
görüyorum. Ve sosyal adalete inanmış bir Halk Cephesi milletvekili olarak burada söylüyorum.”
Öylesine beklenmedik bir şeydi ki Tessat’nın dönekliği, kimse toparlanıp da bir söz edemedi. İlk
ayılan Breuteuil oldu; ayağa fırladı. Hem alkışlıyor, hem “Bravo!” diye bağırıyordu. O zaman bir
gürültü koptu salonda. Bütün sağcılar ve radikallerin yarısı alkışlıyorlardı artık. Herriot bu grubu
yatıştırmak için boşu boşuna uğraştı. Beceremedi tabii: Alkışlayanlar avuçlarını birbirine vururken
yenilgiye duydukları öfkeyi, Halk Cephesi’ne olan düşmanlıklarını, son haftalarda çektikleri korkuyu
kusuyorlardı. Radikallerden yarıya yakın bir kısmını alkışlarken görmek Viard’ı haklı bir endişeye
sürükledi. Şimdi Halk Cephesi’nin geleceği ne olacaktı? Gerçi Tessat sözü dolaştırıp bu sefer de
hükümete güvenmek gerektiğini söylüyordu. Ama herkes gönül almak için böyle davrandığını gayet
iyi anlamıştı.
Tessat’dan sonra kürsüye bir komünist milletvekili geldi. Yüzü mavi çizgilerle kaplı Kuzeyli bir
maden işçisiydi.
“Hükümetin faşist katillere kesin biçimde engel olmasını şart koşuyoruz,” dedi. “Milletvekili
Breuteuil’in gizli ve kirli dolaplar çevirmesine engel olmalıyız...”
Bu söz üzerine sağcılar sataşmaya başladılar ona. Breuteuil salondan çıktı. Ama taraftarları tam bir
saat bağırıp çağırdılar. Sosyalistler olup bitene yabancıymış gibi hareketsiz kalıyorlardı:
Komünistlerin sözlerini pek aşırı bulmuş olmalılardı. Sonunda Herriot şapkasını alıp çıktı; oturum
kapanmıştı.
Milletvekilleri de dinlenmeye avluya çıkan okul çocukları gibi birer birer koridorlara ve büfeye
dağıldılar.
Radikallerin Meclis Grubu toplandı. Bazı milletvekilleri Tessat’nın yaptığı konuşmayı
onaylıyordu; kimisi de “Ülkenin bize bağladığı umut boşa çıktı,” diyor ve Halk Cephesi’nin arasına
ilk anlaşmazlık zehrinin sızdığını, sağcı komploların başarı kazandığını ekliyordu. Tessat boynunu
bükerek karşılık veriyordu: “Halk Cephesi’ni ve partiyi kurtarmak istedim.” Uzun tartışmalardan
sonra radikaller gelecekteki tutumları konusunda sosyalistlerle anlaşmaya karar verdiler. Bu arada
işçilerin fabrikalardan çıkarılmasını uygun karşılayacaklarını da söyleyeceklerdi. Sosyalistler hemen
yanıt vermedi: Viard, Dessère’in ne düşündüğünü öğrenmek istiyordu. Herriot dinleyicileri hayal
kırıklığına uğratan bir teklif yaptı: Breuteuil tarafından verilen önergenin gece oturumunda
tartışılmasını, şimdi ise salgın hayvan hastalıklarıyla ilgili bir yasa tasarısının görüşülmesini istedi.
Bunun üzerine Breuteuil oturduğu yerden bağırdı:
“Radikal beyler korkuyor, Mösyö Viard ise Moskova’dan direktif bekliyor!”
Bir sosyalist fırladığı gibi Breuteuil’in üzerine atıldı. O da sosyaliste saldırınca ortalık karıştı.
İdare amirlerinden biri duvarın köşesine sıkışıp kalmıştı. Başkan çan çalıp duruyordu. Ortalık
yatışınca milletvekilleri büfeye gittiler; susamışlardı. Otuz kadarı oturumu izlemek için salonda
kaldılar. Raportör monoton sesiyle kanun tasarısını okuyadursun, onlar gazetelere göz atıyor ya da
seçmenlerine mektup yazıyorlardı.
Viard, Dessère’i görmeye çok isteksiz gitti. Bir bakan olarak daha düne gelinceye kadar
Breuteuil’in çetesini desteklediği bilinen bir kapitalistin ayağına gidip fikrini almak onuruna
dokunuyordu. Fakat başka çaresi yoktu. Grevler durmak şöyle dursun dalgalar halinde dört bir yana
yayılıyordu. Sanki bütün Fransa grev yapıyordu. Paris’te başlayan hareket ülkenin öbür bölgelerine
sıçramıştı. Otobüsler çalışmıyor, gemiler limanlarda demir atmış, öylece duruyordu. Her gün
beklenmedik, yeni bir grev olayı karşılarına çıkıyordu: Aktörler bir tiyatroyu işgal ediyor, gişeler
kapanıyor, mezarcılar bile çalışmayı reddediyordu. Buna karşılık işverenler de direniyor; hatta
bazıları “bize göre hava hoş. Her şey batsın, daha iyi,” diyorlardı. Ülkede hayat felce uğramıştı.
Dessère kapitalizmin en önemli temsilcisiydi. Onunla anlaşmak, paylaşılacak koz varsa onunla
paylaşmak gerekiyordu.
Dessère merakla sordu:
“Nasılsınız?”
“Teşekkürler. Çok yorgunum.”
“Anlıyorum. Böyle bir grevi yönetmek...”
“Sizin kadar üzülüyoruz biz de. Bu konuyu konuşmaya geldim. Siz ne diyorsunuz? Söyleyin bana.”
“Aziz dostum, siz bir bakansınız. Ben de basit bir işadamı. Emirlerinizi bekliyorum.”
Viard çekip gitmek istedi bir an. Sorumlu kişi olduğunu düşündü ve vazgeçti. Onurunun kırılmış
olmasına göz yumarak şirin görünmeye çalıştı:
“Neden böyle iğneli sözler söylüyorsunuz, anlamıyorum?” dedi.
“Yok, iğneli konuşmuyorum. Kendimi savunuyorum. Siz kendiniz karar verin: Grevcilere karşı sert
davranmanızı istesem ileride diyeceksiniz ki ‘Savaş ve kargaşalık isteyen iki yüz aile ülkeyi cennet
yapmamıza engel oldular.’ Bekliyorum onun için. Belki gerçekten sihirbazlığınız vardır; her şeyi
düzeltirsiniz. Belki de tam tersi olur. O zaman işçiler de hiçbir şeyi değiştirmediğinizi,
değiştiremeyeceğinizi görecekler. Benim sözüm yok; işi zamana bırakıyorum.”
“Nasıl olur? Tessat bugün işçilerin fabrikalardan atılmasını istedi.”
“Dostumuz Tessat hep öyle ateşlidir. Ben beklemeyi uygun görüyorum. Polis önlemleri alınmasına
karşı değilim. Yalnız her şey vaktinde yapılmalı. Marguet’nin tablosunu nasıl buluyorsunuz? Sizinki
kadar güzel değil ama şu yeşiller...”
Dessère konuşmayı ısrarla resim konusuna döküyordu. Oysa Viard resim konuşacak halde değildi.
İzin isteyip ayrıldı.
Ne yapmalı? Dessère karışık bir oyun oynuyor. Hükümet eden çoğunluğu bölmek istiyor açıkça.
Şimdi radikallerin yarısı Tessat’yı destekliyorlar. Öyleyse? Fabrikaları boşalttırmalı mı? O zaman da
işçiler komünistlerin peşinden gidecekler. Bu devrim demektir. Pis bir oyun: İki şekilde de
kazanmıyorsun. Viard uzun süre kıvrandı durdu. Yorgunluğu onu bekleyişe itiyordu. Beklemek...
Çocukluğundan beri sıcak ve yakın bir dost gibiydi. Ömrü boyunca beklememiş miydi Viard?
Seçimlerde kazanacağı günü, uygar ilerleyişin zaferini, büyük ve genel barışı beklemişti. Özel
hayatında da mutluluğu, şan alacağı ve gönül rahatlığıyla dinleneceği günleri beklemişti hep. Dessère
her şeyi zamanın akışına bırakmakta haklıydı. Beklemek gerekiyordu! Herkesin aklı başına gelecekti.
Önemli olan gereksiz davranışlardan kaçınmaktı bugün...
Gece oturumundan önce Viard’a gizli polisin bir raporunu getirdiler. Raporda grevcilerin ikiye
bölünmek üzere oldukları yazılıydı. İşçi çoğunluğu grevin durdurulmasından yanaydı. Seine
fabrikasında uzlaşma taraftarları gittikçe çoğalıyordu. Viard gülümsedi. Grevin kesin bir
başarısızlıkla bitmesi sağcı radikallerin eline büyük bir koz verecekti. Buna engel olmak gerekiyordu.
Ama işin ucunda Dessère bile uzlaşmaya hazır görünüyordu. Pazarlıkla bir anlaşmaya varılabilirdi.
“Zaman bize çalışıyor,” diye mırıldandı.
Geceki oturumda radikaller diş geçiremedi. Hükümet önergeyi Viard’ın ağzından iki yönlü bir
açıklamayla yanıtladı: “Hem işçilerin çıkarlarını savunmak, hem kanunlara saygı gösterilmesini
sağlamak zorundayız,” deniyordu. Sağcılar protesto ettiler. Sosyalistler alkışladı. Radikaller
susuyordu. Tessat oturduğu yerden bağırdı:
“Fabrikaları boşalttırmazsanız halk oyu sizi silip süpürecektir!”
Sıra kapakları vuruldu yeniden... Bol bol bağrıştılar milletvekilleri. Viard’ın yüzüne kederli bir
gülümseyiş gelip yerleşmişti; bıkmıştı Viard...
Tessat günün adamı olmuştu, onu tebrik ediyorlar ve Mirabeau’ya, Lafayette’e, Gambetta’ya
benzetiyorlardı. Gündüz oturumunda yaptığı konuşmanın sarhoşluğu içindeydi daha; onun tadını
çıkarıyordu. Kendini büyük bir halk adamı ve özgürlüğün koruyucusu olarak görüyordu. “Yokuşu
tırmanıyorum,” diyordu.
Evine döndüğünde bitkin fakat mutluydu. Karısı her zamanki gibi yatakta kendisine sıcak su
banyosu yaptırıyordu. Lucien evde yoktu: Paris’teki son zamparalığına çıkmıştı. Tessat başarısını
mutlaka anlatmak istiyordu. Kızının, Denise’in odasına girdi.
Ona Meclis’teki konuşmasını, mimiklerle bir aktör gibi oynayarak, alkışlara varıncaya dek anlattı.
Öylesine dalmıştı ki, Denise’e bakmıyordu bile: Denise allak bullak olmuştu. Son günlerde babası
üzerine çok düşünmüştü. Daha bu kış politikadan hiç anlamadığı günlerde babasının sıkıcı ama
şerefli işler yaptığını düşünürdü. Artık toplantılara gitmeye, gazeteleri başka bir gözle okumaya
başlamıştı. Babasının yemek sofrasındaki konuşmaları dayanılmaz bir işkence olmuştu bu yüzden.
Her geçen gün biraz daha iyi anlıyordu ki babası pis ve pazarlıkçı bir politikacıdır.
Paris’in o günlerdeki havası Denise’i çepeçevre sarmıştı. Michaud’nun Seine fabrikasındaki
grevcilerin başında olduğunu gazetelerden öğrenmişti. Genç adama sonsuz güveni vardı. Zaten grevi
eşitlik uğrunda girişilmiş bir savaş olarak kabul ediyordu. Jeannot’nun öldürüldüğünü okuyunca,
Michaud’nun sözünü anımsadı: Sözler ve davranışlar inançla gerçeklik kazanır, demişti. Denise ne
yapması gerektiğini düşünüyordu. Utangaç bir kızdı. Büyük sözlerden, jestlerden çekiniyordu. Ah!
Geçmişte yaşadığı hayatı şöyle bir silkeleyişle kaldırıp atabilse... Michaud’ya akıl danışmak
istiyordu. Ama şimdi Michaud’nun işi başından aşkın... Babası da kalkmış vır vır ediyor, yaptığını
marifetmiş gibi anlatıyordu ona. Birden susturdu onu:
“Yeter!” dedi.
Tessat şaşkınlıkla baktı kızına: Denise’e ne olmuştu? Denise ayaktaydı. Uzun ve ince görünüyordu.
Sert ve ciddi bir güzelliği vardı. Öfkeli gözlerini babasına dikmişti.
“Neyin var senin?” dedi Tessat.
“Artık dinleyemem seni! Üzülmeni istemiyorum, ama çok kötü şeyler söylüyorsun. Ben de senin
gibiyim belki. Fakat başka türlü yaşamalıyız; kötü bizimki! İşkence bu!”
Odadan çıktı. Tessat, öfkeyle karısının yanına girdi:
“Kızın da senin gibi,” dedi. “Bu sizin illetli dindarlığınız! Cennet... cehennem... şeytan götürsün!”
“Alay etmek kötüdür, Paul.”
“Alay mı ediyorum? Hepiniz çıldırdınız siz. Özgür düşünceli bir adamım ben. Cehenneme giderim
daha iyi.”
Tessat soluğu Paulette’in yanında aldı. Kadın onu yatıştırmak için boş yere uğraştı:
“Benim küçük bebeğim! Sarıl bana!” diyordu.
Kılı bile kıpırdamıyordu Tessat’nın ve söyleniyordu sürekli:
“Hepsini şeytan götürsün.”
20
Jeannot’nun annesi Clémence Duval, geçimsiz görünürdü, ama çok iyi bir kadındı aslında;
romatizmalı elleri, sarılığını yitirip grileşmeye yüz tutmuş saçları, ışıl ışıl yanan gözleriyle,
gençliğinde güzel olduğunu gösteren bir havası vardı. Ev işleri görüyordu. Bekar odalarını derleyip
toplar, yerleri siler süpürür, bazen sökük diker, bazen de çamaşır yıkardı. Hayatını böyle
kazanıyordu. Eskiden daha da güç şartlar altında yaşamıştı. Savaşın bitimine yakın kocası ölmüş,
Clémence kucağında iki çocukla ortada kalmıştı. Bir binanın yedinci katındaki daracık odada, ufacık
sobasıyla büyükannesinden yadigar karyola arasında ne zor günler geçirmişti. Gün olur bir kova
kömür almaya parası olmaz; çocuklar tir tir titrerlerdi. Kimi zaman Jeannot’ya yeni çamaşır, Annette
için ders kitabı almak gerekirdi. Bütün güçlüklere rağmen Clémence, ikisini de yetiştirmiş,
büyütmüştü. Annette bir elektrikçi ile evlenmişti. Lyon’da oturuyordu şimdi. Jeannot da, Seine
fabrikasında çalışıyordu. Büyük bir şanstı bu! İşe ilk gideceği gün Clémence, oğlunun eline bir şişe
şarap tutuşturmuştu. Paris’in kenar mahallelerinde Jeannot yaşındaki genç insanlar iş bulmak
umuduyla bir fabrikadan öbürüne koşarlar ve bütün kapılarda şu yazıyı okurlar: ‘İşçi istemiyoruz.’
Çırak olarak bile alan yoktu onları. Komşu kadınlar hep o yaştaki çocuklarının iş bulamayıp aileye
yük oluşundan dert yanarlardı Clémence’e. Jeannot, ilk maaşını ona getirdiği zaman Clémence
gözlerine inanamamıştı.
Oğlunun, hep girişken ve neşeli oluşu, onu gururlandırırdı. Jeannot’nun alaycılığı, herkese
sataşmayı, kavgayı sevişi Clémence’i tedirgin ederdi. Korktuğu felaket çok çabuk gelmişti başına.
Kaç kez de söylemişti deli oğlana. Jeannot, onun gözünde soytarılık yaparsa bir tokatla
cezalandırılacak bir çocuktu hâlâ! Jeannot, toplantılara gitmeye başlayınca Clémence kuşkulandı.
Yüreği sanki gelecekteki tehlikeyi sezmişti. “Boş ver bunlara sen,” diye oğlanın başının etini yer, onu
korkutup vazgeçirmeye çalışırdı. Jeannot ise, böyle zamanlarda işi hep espriye boğardı. Bu bahar, bir
mayıs günü Jeannot annesinin yanından kırmızı bayrakla geçmişti. Clémence, kiliseye gitmezdi:
Tanrının varlığına erişilemeyeceğini düşünürdü. Ama o gün Jeannot’yu kırmızı bayrakla görünce, haç
çıkardı: Oğlanın başına bir iş gelecek diye korkuyordu.
Sonra, grev patlak vermişti. Onun aklı grevin böylesini almıyordu. Grev dediğin, işi bırakıp evde
beklemekti. Eskiden böyle gürültüsüz olurdu. Fakat, bunlar fabrikaya yerleşmişlerdi. Pisi pisine
yakalanacaklardı. Clémence oğlunu ayıplıyor, eve dönmesini söylüyordu çocuğa: Oğlan dinlemiyordu
ki. Her akşam Jeannot’ya kaynamış yumurta, peynir ve sosis götürüyordu. Para sıkıntısı çektiği için
üzülmüyordu, kendisi için değil, oğlu için endişeleniyordu.
Ve sonunda felaket haberi gelmişti. O günden bu yana Clémence, sanki dilini yutmuştu. Ne
komşuları, ne de Jeannot’nun arkadaşları onun ağzını açıp da söz ettiğini görmediler. Cenaze
götürülürken sessizce ağlıyordu. Onun gerisinde Jeannot’nun halası ve çocukları, daha geride kendi
komşuları vardı. En arkadan Michaud ve Seine işçileri adına bir grup geliyordu.
İşçiler, kesin sonucu alıncaya kadar fabrikayı terk etmemeye karar vermişlerdi. Bu yüzden cenaze
töreni çok sessiz, çok gösterişsiz oldu. Jeannot’yu, kent dışındaki mezarlıklardan birine gömdüler.
Yakıcı ve sıcak bir yaz sabahıydı. Ortalığı çiçek kokuları kaplamıştı. Kuşlar ötüşüyordu. Kimse
konuşmadı, Jeannot’nun arkadaşları, tek tek Clémence’in elini sıkıp başsağlığı dilediler. Orada olayı
anımsatan tek şey, Michaud’nun taşıdığı çelenge sarılmış kırmızı kurdeleydi.
İşçiler cenazeden döndüklerinde torna işçisi Sylvain onlara çıkıştı:
“Kimi söylev veriyor burada!” dedi. “Kimi de tavuk gibi boğazlanıyor.”
Polis, Viard’a doğru bilgi vermişti: Seine fabrikasında durum gerçekten karışıktı. İki haftalık grev,
işçilerden bir kısmını yıldırmıştı. Şimdi işçilerin kadınları yalnızca yiyecek getirmeye gelmiyorlardı
fabrikaya, bol şikayet de getiriyorlardı. Para tükenmiş, bakkal, kasap veresiye mal vermiyorlardı.
Jeannot’nun vurulması grevcileri birkaç saat süren büyük bir öfkeye sürüklemişti; katilleri yakalamak
ve öç almak istiyorlardı. Michaud, güçlükle yatıştırdı onları. Akşam olanca öfkeleri sönmüş, içlerini
yeniden umutsuzluk kaplamıştı. Evdekiler aç, diye düşünüyorlardı. Grev başlayalı kaç gün oldu; onun
hesabını yapıyorlar, “Sonuç ne? Hiç!” gibisinden söyleniyorlardı.
Fabrika yöneticileriyle el altından anlaşanlar vardı aralarında ve bunlar çeşitli söylentiler
çıkarıyorlar; mal ısmarlanmadığı için fabrikanın ocak ayına kadar kapalı duracağını yayıyorlardı.
Polis, güya “Binaları boşaltın yoksa gaz kullanacağız!” demişti.
Durumdan memnun olmayanlar Sylvain’in çevresinde toplanıyorlardı. Sylvain, dengesiz bir
adamdı. Grevin başında, fabrikayı çalıştırmayı ve fabrika yöneticilerinin yerine bir işçi komitesi
seçmeyi teklif etmişti. O zaman dalga geçmişlerdi bu teklifle. Sylvain de öfkeyle, “Öyleyse biz
kaybederiz. Dessère çok kolay bekleyebilir. Ama biz bekleyemeyiz,” demişti. Karısı gelip evde süt
bile alacak para kalmadığını söyleyince Sylvain parlamıştı: “Artık yeter bu meret grevden
çektiğimiz!” İsteri nöbetine yakalanmış gibi konuşuyor ve sesinden ağlamak üzere olduğu
anlaşılıyordu. Çevresine her gün yeni taraftarlar buluyordu. Gizli oylama yapılsa, on sekiz bin işçiden
on bininin grevden vazgeçilmesini isteyeceğini ileri sürüyordu. Michaud ise bu işin bir onur ve şeref
meselesi olduğunu, açık oylama yapılmasını istiyordu. Arkadaşlarının sağlamlığına pek güveni oktu.
Yenilginin yaklaştığını Michaud bile sezinliyordu.
Dessère, fabrikada olup bitenlerden haberliydi. Grevi baltalamak için harekete geçti. Pierre’i
ikinci kez yanına çağırttı:
“Günaydın, heyecanlı dostum! Çok iyi görünüyorsunuz, buraya kapanmak yaramış size... Grev
komitesine tekliflerim var. Siz de komitedeymişsiniz, öyle söylediler bana. Günlük ücretler ve iş
saatleri ile ilgili isteklerinizi kabul ediyorum. Toplusözleşme ve ücretli tatil isteklerinizi
reddediyorum. Onların gerçekleşmesi mucize olur. Siz daha güveniyor musunuz Viard’a? Ama belli
olmaz, bir mucize yaratıverir. Bana gelince... Siz bu grevi durdurmazsanız fabrikayı kapatacağım.”
“Teklifinizin kabul edileceğini sanmıyorum.”
Her zaman heyecanlı ve dostça davranan Pierre bu kez kuru ve soğuktu. Dessère onun düşman gibi
durduğunu sezmişti:
“Neden kızıyorsunuz? Kapitalistim ben. İşçiler de haklı kendilerine göre. Ama siz? Et değilsiniz,
balık değilsiniz. Ve biftek olmak istiyorsunuz. Kanlısından hem de. Hayal bunlar. Toplusözleşmeye
neden ihtiyacınız olsun? Ne kadar yırtınsanız, insanlar değişmeyecek ki; hep aynı onlar.”
“Onlara inanıyorum ben.”
“Hayır. Belki seviyorsunuz. İnanmıyorsunuz ama. En vahşi despotizme sürüklüyorsunuz halkı. Çok
acı şey bu!”
Pierre gidince, Dessère pencereden masmavi duran gökyüzüne, küçük, kırmızı bayrağa,
müdüriyetin önünde devriye gezen delikanlıya baktı ve Pierre’in yerinde olmak istedi. Pierre, saftı,
fakat mutluydu. Bir şeye inanıyordu. İnandığı şey değil, inanması önemliydi. Dessère kendini öksüz
hissediyordu. Her sabah çöl gibi bomboş günler yaşamak için uyanmak!
Pierre, Dessère’in teklifini Michaud’ya bildirdi.
“Sabaha kadar kimseye bir şey söyleme,” dedi Michaud. “Yarın oylama yaparız!”
Pierre de tedbirli davranmak, herkesi tek tek inandırmak gerektiğini düşündü. Hele Sylvain’in bu
tekliften hiç haberi olmamalıydı. İkisi uzun bir süre konuştular. Sonra Michaud, Pierre’e sarıldı;
böylece sözlerini bulamadığı dostluğunu anlatmaya çalışıyordu. Pierre anlamıştı. Öylesine
duygulanmıştı ki, edecek söz bulamadı.
Eskiden Michaud Pierre’e pek fazla güvenmez, kızdığı zaman onun ‘ekmek gibi yumuşak’ olduğunu
söylerdi. Pierre’in sosyalistlere, hele Viard’a olan aşırı güvenine öfkelenirdi. Grev sırasında onu
daha iyi tanımış ve sevmişti. Fabrikanın en iyi mühendislerinden biri, işçilerin safında yer alırsa, bu
onun çıkarcı olmadığını, cesur olduğunu gösterirdi. Zaten günlük hayatta Pierre’i sevmemek
imkansızdı. Onun hayal gücü imkansızı yaratırdı. Michaud herhangi bir proje için “Bunu
beceremeyiz,” dese, hiç tartışmaz, hemen başka bir yol bulmaya çalışırdı. En güç zamanlarda bile
arkadaşlarını güldürür ve rahatlatırdı: Hemen, Marsilya hikâyelerini anlatmaya başlar, sıkışırsa işi
deliliğe vurur, yine güldürürdü onları. Pierre, kendisinden iki yaş büyük olduğu halde Michaud onun
arkasından bakıp, kendi kendine, bu çocuk be!, derdi.
Bazen de anlaşamazlardı. O zaman aralarında bir tartışma başlar; bitmek bilmez, sürüp giderdi. Ya
gördüğü eğitim ya da iyi yürekli ve çabuk kandırılan kişiliği yüzünden Pierre, geçen yüzyılın
fikirlerine takılıp kalmıştı. İnsanları da, çiçekleri olduğu gibi hortumla ıslatıp arıtmak istiyordu. Onun
gözünde bütün insanlara doğruyu anlatırsan inandırabilirdin. Viard’ın, vaaz verircesine konuşmasını,
olgunluğun sonucu kabul ediyordu. Michaud, Viard’ı sevmezdi; Viard, söz konusu edilince çok
saldırgan olurdu. O zaman Pierre, elinden en sevdiği oyuncağı alınmış bir çocuğu andırır; kederli
kederli gülümserdi.
Michaud, şimdi de toplantıda onun konuşmasını istiyordu:
“Dessère’le konuştuklarınızı anlatırsın hepsine. Sen iyi anlatıyorsun. Örneğin ben bir şeyi hemen
anladım: Dessère için de durum parlak sayılmaz.”
“Tamam, doğru. Biliyor musun, grevden önce bile durum parlak değildi. Milyon da olsa, para
paradır. O adamın hayatı da özlenecek bir şey değil. Birlikte gezmeye çıkmıştık; bir gün anlattı bana.
Dessère de eşek gibi çalışıyor işin ucunda; rahatça söyleyebilirim.”
“Sen hep entelektüel mantığı yürütüyorsun. Biliyorum, yenilsek, bizden kopup gitmezsin. Bizimle
aynı sepete girersin. Ama ya kazanırsak? İşte o zaman ne yaparsın bilemiyorum. Bir inanıyorsan on
misli acıyorsun çünkü. Öğrenci bir kız var tanıdığım; genç bir kız. İkinizin farkı yok. O da öyle;
güçsüzlüğü, kuvvetten üstün tutuyor. Şeytan çarpsın anlıyorsam. Neden diyeceksin? Çok güçlü bir kız
kendisi de ondan. Hem de nasıl!”
Dalgın ve sıkılgan; gülümsüyordu. Pierre keyiflendi: Michaud’nun bu meseleyi anlamasına
sevinmişti. Michaud hemen uzaklaşmıştı yanından. Fabrikayı dolaşıyor, durumu anlatıyordu işçilere.
Sylvain, Dessère’in teklifinden haberliydi. Müdüriyetin adamları teklifi ona iletmişlerdi. Sylvain
harekete geçmişti. Vakit kaybetmiyordu. Anlaşma yapılacağı söylentisi avluya, atölyedekilere kadar
ulaşmıştı. Ailelerinin durumuna canları sıkılan, endişelenen işçiler üzerinde büyük etki yapıyordu
tabii. Anlaşma yapılsa bu köpekçe hayat bitiverecekti. Sylvain şöyle söylüyordu hepsine. “Bizden
saklıyorlar; sanki güttükleri politika kendilerine yarıyor da. Çoluk çocuğumuz açlıktan ölsün mü
yani?”
Akşama doğru durum daha da karıştı. Pierre, hepsine Dessère’in oynadığı tehlikeli oyunu
açıklamaya çalıştı. Ama Sylvain’in taraftarları kovdular onu: “Sen karışma, mühendis!” dediler.
“Banka hesabın kabarık, birikmiş paran var!”
Gece saat onda Sylvain’in işçileri toplayacağı haberi geldi: Dessère’in teklifi kabul edilecekti.
Pierre’in umudu kırılmıştı, yenildiklerini düşünüyordu. Böyle düşünen o değildi yalnızca. Michaud,
soğukkanlı ve neşeli görünmeye çalışıyordu. Kendi kendine ‘Bizi bu çıkmazdan bir mucize
kurtarabilir,’ diyordu. Karar vermek gerekiyordu; arkadaşlarının ve belki de Paris’teki bütün
grevlerin geleceği Michaud’nun durumu kurtaracak bir şey bulmasına bağlıydı.
Hava kararırken Legreux’yu kenara çekti:
“Dinle,” dedi. “Bir iki saatliğine gidiyorum. Kimseye söyleme bunu: ‘Kaçtı!’ derler sonra.”
“Nereye gidiyorsun? Komiteye mi?”
Michaud yanıt vermedi.
Clémence, kirli kafesli penceresinin önündeydi; ölü bir ağaç kadar hareketsizdi. Michaud girdi
yanına. Usulca kadının davul gibi şişip kırmızılaşmış elini avucunun içine aldı. Konuşmak istiyor, bir
türlü başlayamıyordu. Yardım istemeye gelmişti bu kadından, fakat Clémence’in çektiği acı, onu da
yakıcı bir bulut gibi kaplamıştı. Önceden hazırladığı bütün sözleri unutmuştu. Karşısında arkadaşının
annesi vardı. Jeannot’yu anlattı; ölümünden birkaç dakika önce nasıl keyifli olduğunu, cesaretini
anlattı. Kesik kesik ateşli anılardı söyledikleri ve şimdiye kadar hiç böylesine güçlük çekmemişti
konuşurken.
Karanlık basmıştı. Clémence yakmadı ışığı; Jeannot bu karanlıkta yeniden yaşıyordu annesinin
hayalinde. Bu odada büyümüştü Jeannot; pencerenin önünde oynamış, okul ödevlerini yapmış ve
sonra annesine arkadaşlarını, katıldığı gösterileri, polislerle nasıl çatıştıklarını bir bir anlatmıştı.
Clémence anlamıştı ki oğlu, o kısacık, ateşli hayatıyla her şeyi dolduruyor. O kısacık hayat varlığını
şimdi bir fabrikada toplanmış insanların yüreğinde sürdürüyor. Jeannot’yu şu yanında duran ve hiç
tanımadığı adama bağlayan şey onu da heyecanla titretiyordu. Belki bu adamı da vuracaklarını
düşündü ve dehşete kapıldı. Bunlar kimseden korkmuyorlardı çünkü!
Michaud sustu; fabrikayı, Legreux ve Pierre’i anımsadı. Ayağa fırladı:
“Yardım edin bize!” dedi.
Hiçbir şey söylemedi Clémence. Kalktı ve adamın peşine takıldı. Grevin ilk gününde olduğu gibi,
fabrikanın avlusunda toplanmışlardı bütün işçiler: Sylvain, Michaud’nun yokluğunu fırsat bilip
hepsini toplamıştı. Onlara, “İşveren, bütün tekliflerimizi kabul ettiği halde grev komitesi bizden
saklıyor,” demiş, kandırmıştı işçileri. Michaud, kalabalığa yaklaştığında oylama başlamak üzereydi.
Her taraftan, “Anlaşmayı kabul edelim,” sözleri duyuluyordu. Ne olup bittiğini tam olarak kestirmek
de zordu. Kollar boyuna havaya kalkıp iniyor, kimse neye oy verdiğini pek bilmiyordu. Bağrışmalar,
küfürler, gürültü: Her şey birbirine karışmıştı.
Michaud, bir kamyonun üzerine fırlamıştı. Oradan bağırdı:
“Bir dakika arkadaşlar!”
Sylvain, araya girip susturmak istedi onu:
“İstemez! Kararımızı verdik biz!”
Michaud susmadı:
“Hepimiz konuşabiliriz, karar verebiliriz. Ama içimizde birisi var ki o susuyor; Jeannot. Unuttunuz
mu Jeannot’yu? Jeannot yanımızda. Bizimle beraber. Şimdi onun yerine annesi konuşacak!”
Müthiş bir sessizlik oldu. Jeannot öleli çok olmamıştı; üstelik annesinin acısı bir sancı gibi onların
üzerinde dolanıyordu. Kır saçları ve ağlamaktan kızarmış gözleriyle kamyonun tepesinde belirdi.
Hiçbir şey söylemedi; yumruğunu sıkarak havaya kaldırdı: Jeannot, böyle yapardı gösterilerde.
Clémence konuşmak istedi; dudaklarını belli belirsiz oynattı. Ses çıkmadı ama. Sıkılmış yumruğu
kalabalığın önünde bir sembol gibiydi. Bütün kollar havaya kalktı. O zaman Michaud arkadaşlarına
seslendi: “Anlaşmak isteyenler kolunu indirsin!” Kimse indirmedi kolunu. Sylvain bile greve devam
ediyordu: Clémence, dik dik bakıyordu ona.
“Burada kalıyorum!” dedi. “Jeannot’nun yerine kalıyorum.”
Michaud’yu bakışlarıyla okşayarak, titrek bir sesle: “Kapıdan uzak dur! Seni de öldürürler!” dedi.
Grevin on beşinci günüydü. O gece bir çocuk kadar keyifliydi Pierre. Bağıra bağıra Michaud’nun
çevresinde dolanıyordu:
“Kazandık! Kazandık!”
Üç gün sonra Dessère, Viard’a telefon etti:
“İşçilerin şartlarını kabul ediyorum; karar verdim. Acele istenen işler aldık. Sonra, bir şey
söyleyeyim mi size... Yenilgiyi kabul etmesini bilirsen kazanırsın. Bunu size öğretmeye kalkışmak
bile saçma. Aziz dostum, siz bunu Napoléon kadar ustaca başarıyorsunuz.”
Bu kaba şakasıyla kendi kendini avutmaya çalışıyordu. Aslında işçilerle uzlaşmak; böyle bir
pazarlığa zorlanmak onuruna dokunuyordu. Pierre, herhalde çok gülecekti kendisine. Fakat her gün bir
buçuk milyon frank para göz göre göre sokağa atılmazdı! Politika da bir oyundu; borsadan farkı yoktu
ki. Şimdi işçiler denize tatile giderken ücretlerini o ödeyecekti. Ama yarın... Yarın belki de çalışma
kamplarına gideceklerdi. Ünlü cambaz Dessère şaşırmaya başlamıştı. Günü gününe uymuyordu artık.
Kalbi de yorulmuştu; içkiyi, kahveyi, sigarayı yasaklamışlardı ona. Doktorları dinlemiyordu ama.
Yürek bu; aşk bulamayınca yerini alacak başka şeyler arıyordu.
Grev başladıktan on dokuz gün sonra, akşam yediye doğru iki taraf anlaşma imzaladılar;
Dessère’in işçilerin ilk isteklerini değiştiren teklifleri önemsizdi. Herkes zaferin kazanıldığını artık
anlamıştı.
Savaş bayrağını Seine fabrikasının işçileri açmıştı; onların kazanması, bütün grevcilerin zaferini
müjdeliyordu. Zaten o gün başka işverenlerin de uzlaşmak istedikleri öğrenilmişti. Joliot, yine
şairane sözler yumurtlamış; “Barış imzalandı. Fransızlar, artık çalışalım! Yaralarımızı sarmak
zorundayız!” diye yazmıştı.
Gece sekize doğru, Seine işçileri bayraklarını katlayıp, düzenli sıralar halinde isteyerek
katlandıkları üç haftalık bir mahkûmiyeti geride bıraktılar. Bir orkestranın peşinde fabrikayı
boşalttılar. Clémence ve Michaud, onların başında yürüyorlardı. Her geçtikleri yerde halk toplanıyor,
sevgi gösterisi yapıyordu onlara. Grevcilerin kadınları, çocukları, işçi semtlerinin halkı,
sendikacılar; hep yollara dökülmüştü. On binlerce insandılar. Yeni bir yaz gecesi usul usul
başlıyordu. Gökyüzü henüz aydınlıktı ama gecenin ilk yıldızları parlamaya başlamıştı. Batan güneşin
altın renkli ışıkları içinde onların maviliği şaşırtıyordu insanı. Halk sokaklara taşmış, kahvelerin
taraçalarını dolduruvermişti. İşçiler alkışlanıyor, işçilere çiçekler atılıyor, içkiler ısmarlanıyordu.
MichaudClémence’in koluna girmişti. Son olaylar yaşlı kadını iyiden iyiye hırpalamıştı. Güçlükle
ayakta duruyordu. Michaud’ya kanı kaynamıştı; bir anne dikkatiyle gözlüyordu Michaud’yu. Biraz
sonra ayrılacaklar ve birbirlerinden kopacaklardı. Michaud, kendi işine dönecek. Jeannot gibi
gösteriden gösteriye koşacaktı, susturuluncaya kadar bağıracak, savaşacaktı. Clémence de artık
bomboş kalan odasına dönecekti. Genç adama döndü birden:
“Neden evlenmiyorsun?” dedi. “Daha iyi değil mi? Sen hep yalnızsın. Günün birinde... vursalar
seni, öldürseler peşinden kim ağlayacak sana? Kötü bu... kötü!”
Michaud, şaşkınlıkla gülümsedi. Ağaçlar beyaz bir fonun üzerine kalemle çizilmiş gibi
siyahlaşıyorlardı şimdi. Mavi bir bulut Seine Nehri’ni örtmüştü. Michaud nereye baksa tanıdık ve
dost bir çehreyi, Denise’in gülümseyen yüzünü görüyordu.
21
André, kendi kendine atölyenin oturulamayacak kadar boğucu olduğunu bahane ederek sehpasını
duvara yasladı ve çıktı. Ne zamandır canı çalışmak bile istemiyordu. André dostlarına –Pierre ve
Lucien’e– politikadan anlamadığını söylerken yalan söylemişti. Dört kocaman ay geçmişti aradan. Ve
çok şey değişmişti onun kafasında. Politika onun atölyesine de davetsiz bir konuk gibi gelmişti. Şimdi
her sabah André, gazeteleri baştan sona okuyor, sokakta insanların ne konuştuklarına kulak veriyordu
ve görüyordu ki grevlerden, parti mücadelelerinden, savaştan başka insanları ilgilendiren şey yoktu.
Paris kentini kaplayan hava onda da, o güne kadar yabancısı olduğu yeni duygular yaratmıştı. Halka
çok bağlı adamdı André. Umudun ve dayanışmanın dışında yaşayamazdı. Bütün bunlar tamam. Ya
resimleri, natürmortları?..
Bir gün tesadüfen, Sovyetler Birliği’nde buğdayın aşılanması konusunda bir yazı okudu. Toprakla
ilgili her şeyi sever, ilgi duyardı. Yazı onun içinde, yüreğinde ve kafasında yaşayan köylüyü yeniden
uyandırdı, küllerinden temizledi. Sonra sokak sokak gezinirken tekrar o yazıyı düşündü ve kendi
kendine ‘Resmin sonu kötü,’ dedi. Öyle ağaçlar vardır ki, aradan yetmiş seksen yıl geçtikten sonra
yeşerirler. Bahçıvan tohumu atarken ağacı göremeyeceğini bilir. Belki oğlu, kim bilir belki de torunu
sahip çıkacaktır o ektiği tohumun ağacına. Bazen bakarsınız ki bir bitkinin hayatındaki iki üç gün koca
bir bölgenin görünüşünü bütünüyle değiştiriverir. Tabii bu, içinde yaşadığımız devirle sıkı sıkıya
ilgilidir. Ressam da böyledir. Sessizliği arar. Onun besini hareketsizliktir. Şekillerin ve renklerin
değişmezliği içinde çizer dünyayı. Kurulmuş hayat düzenlerinin bozulduğu, temelinden sarsıldığı ve
yıkıldığı devirlerde ressam güçsüzdür. Lucien, Kültür Sarayı’ndaki konuşmasında zevksiz bir
devrimci düşünülemeyeceğini söylemişti. Ne enayice bir söz bu! Öyle devirler vardır ki ‘zevksizlik’
insanların mutluluğuna taş koyan pis bir yük oluverir. ’93’te nasıl insanların kellesine mal olan ‘pis
kan’ olduysa öyle... Tarih kişilerinden çok devirleri eski itibarına kavuşturur. Çünkü bir devrin ürünü
Robespierre olmuşsa bir başkasınınki Delacroix olmuştur. Robespierre nasıl David’in resimlerinden
sorumlu tutulamazsa Delacroix da Louis-Philippe gibi aşağılık bir kralın varlığından sorumlu
tutulamaz. Lucien tarihin akışı içinde birer gerçek olarak yaşamış şeyleri mizansen düzeltir gibi
düzeltmek çabasında. Ama o bir sahneye koyucu değil, basit bir figürandır aslında. İnsan henüz zaman
varken, bir atölye sahibiyken başladığı resmi bitirmeli. Boyası da var nasıl olsa. Olmuyor ama.
André çalışmak niyetiyle sehpanın başına geçiyor. Birinci saatin sonunda böyle yürümeyeceğini
anlıyor ve bırakıyor elindekileri.
Hep beklediği bir şey var André’nin: Jeannette. Belli saatlerde radyonun başına geçiyor,
Jeannette’in konuştuğu reklam anonslarında bile güzelliğinden kaybetmeyen sesi ona Laforgue’un
şiirlerini, Pasquin’in akuarelerini anımsatıyor.
Sık sık şu soruyu kendi kendine soruyor: “Neden hep Jeannette?” ‘Aşk’ sözünü anmak istemiyor bir
türlü. Kızı çok az tanıdığını biliyor. Belki de kızla ortak olabileceği, beraberce paylaşabileceği
hiçbir şey olmadığını, bu tutkunun kendi yarattığı bir hayal olduğunu düşünüyor. André, duygularına
sonsuz bir süre için teslim olur, yapısı böyledir. O çok zor bağlanır bir insana, yakınlaşabilmek için
duygularının okşanmasını, kırılıp bozguna uğramasını ister. Lucien’le son karşılaştığında bütün gün
acı içinde kıvranmıştı. Kıza olan bu bağlılığından utanıyordu. Hani Lucien tutup da “Sana ne oluyor?
Ne sorup duruyorsun Jeannette’i?” dese. Jeannette’e duyduğu bu delice yakınlığı bir söküp atabilse
içinden. Yapamıyordu ki... Karanlık basınca soluğu radyonun başında alıyordu.
İnsan böyle bir durumda nasıl çalışır? Çevredeki sokaklarda binalarda kurulmuş iskeleler
bayraklarla donanmıştı. Grev yapan yapı işçilerinin bayraklarıydı bunlar. Radyoda Jeannette bir
şurubun faydalarını sayıp döküyordu. Hava adamakıllı bunaltıcıydı. Gece bile serinlemiyordu hava
bu mevsimde. André çok bitkin görünüyordu.
Temmuz başında Paris’in zengin semtleri boşalmıştı. Eskiden yazlığa gitmek için ay sonu
beklenirdi. Yollardaki trafik kazaları, trenlerin tıka basa dolu oluşu burjuvaların gözünü
korkutuyordu. Ama bu sefer Paris karışmış, burjuvalar işçilerin kenti ele geçireceğini sanarak çok
uzaklara, güneye doğru kaçmışlardı. Hem de vaktinden önce. Plajlarda tren makinistleriyle,
marangozlarla dirsek dirseğe yaşamak korkusu saygıdeğer beylerin uykusunu kaçırıyordu. Gazeteler
kıyı kentlerinin baskına uğradığını yazıyorlardı. Paradan yana şanslı doğanlar çoktan İsviçre’ye,
İtalya’ya gitmişlerdi yazı geçirmeye. Kimse Paris’te kalmak istemiyordu: Bütün burjuvalar 14
Temmuzda, Kurtuluş Bayramı’nda işçilerden korkuyorlardı. Eskiden bu bayramı herkes kutlardı.
Oysa şimdi 14 Temmuzu kutlamak Halk Cephesi’nin zaferini kutlamaktı burjuvaların gözünde.
Başkentte kalmış Breuteuil taraftarları da halk çoğunluğunun sevincini paylaşmamak için
pencerelerinden bayrakları indiriyorlardı.
İşçi semtleri de alabildiğine iyimser bir havaya girmişti. Dessère’in uykularını kaçıran ücretli tatil
heveslileri eski yaşayışlarına dönmüşlerdi bile. Artık bütün konuşmalar, ‘Neresi daha güzel?’ ya da
‘Nerede daha çok balık var?’ gibi soruların çevresinde dolanıyordu. Dessère işçi kahvelerini şöyle
bir gördükten sonra; “Ne tuhaf ülke burası!” demişti. “Herkes devrim beklerken adamlar balığa
çıkıyor!” Hazirandaki fırtınadan sonra temmuz çok anlamsız kalmıştı. Komünistler işverenlerin karşı
saldırıya geçeceklerini, Breuteuil’in komplo hazırladığını söylüyorlardı. Ama onların sözü, turistik
bir yol kılavuzunun, yeni bir bisikletin ya da bir mayonun yanında kolayca unutuluyordu. Ücretli tatil
alanların çoğu ağustosta gidecekti. Şimdilik 14 Temmuza hazırlanıyordu işçiler. 14 Temmuz bazı
Parisliler için askeri geçit töreni, başkaları için gösteri ve sokaklarda dans etmek anlamına geliyordu.
Sokaklar daha 13 Temmuz akşamı balodan geçilmiyordu. Ve tabii, o günlerde boşta kalmış çalgıcı
yoktu Paris’te. Nereye bakılsa çalgı sesleri ıslık seslerine karışmış oluyordu. Meydanlarda
orkestralar için yerler hazırlanmıştı. Boyun damarları şişmiş bakır tenli çalgıcılar iştahla
yudumluyorlardı biralarını. Bütün sokaklar renk renk ampullerle süslenmişti. Masaların o gece dolup
taşacağını bilen kahveler masaya, iskemleye benzer ne buldularsa kaldırıma çıkarmışlardı: Oyun
masaları, yemek masaları birbirine karışmıştı kaldırımlarda.
Hava çok sıcak olduğu için insanlar yazlıktaki gibi soyunup dökünmüşlerdi. Eğlence başlamıştı.
Küçük bebekler annelerinin kucağında ya tepiniyor ya da uyukluyorlardı. Hokkabazlar sokağa
dökülmüştü. Kimi ateşi yutuyor, kimi şapkadan civciv çıkarıyordu. Seyyar satıcılar, kâğıt yelpaze,
çiçek, elma şekeri gibi şeyler satıyorlardı. Çevreye barakalar kurulmuştu: Falcı kadınlar,
piyangoların her çeşidi, nişancılık oyunları; insan ne arasa bulabilirdi. Atlı döner dolaplar, günün
modası uçaklar vızır vızır işliyordu.
Paris’in yüzlerce küçük bölgeye ayrılan, her bölgesinde, sineması, belli başlı sokakları ve
kahramanlarıyla ayrı ayrı dünyaları yaşatan, bu koca kentin taşra kentlerini andıran özellikleri böyle
bir karışıklığın içinde daha iyi beliriyordu. Daha çok gelip geçen yayaların can verdiği kentin
ortasındaki mahalleler şimdi bomboştu. İşçi mahallelerinde de kimse dolaşmıyordu. Orada herkes
birbirini tanır zaten; balolar da aile arasındaki eğlenceye benzer.
André bütün gece kentte dolaştı. Halk bayramlarını severdi o. Bayram günlerinin silik ama içten
havası boşuna giderdi. İnsan yanındaki kızın adını şeker kalıplarına yazabilirse; bunu severdi André.
Akordeonu, laternanın gürültücü ve melankolik sesini severdi. Ama bu gece kendini gerçekten çok
yalnız hissediyordu. Öksüz bir çocuk gibiydi. Hele Bastille Meydanı’na gelince yalnızlığı iyice
bastırdı: Eskiden de yine böyle yakıcı bir yaz gecesi insanlar bir kan deryasının çevresinde tuhaf ve
anlamsız bir dansa başlamışlardı. Binlerce çift dolaşıyordu meydanda. Onları uzaktan gören
çalkantılı bir denize benzetebilirdi. Seine Nehri’ne doğru yürüdü André. Sonra oradan çok sevdiği
bir yere, Contrescarpe Meydanı’na yöneldi. Durmadan yanıp sönen ışıklı levhalarla yeşil yapraklı
kestane ağaçlarının kucak kucağa yaşadıkları bir yerdi burası. Vakit gece yarısını geçmişti. André bir
kahveye oturmuş ılık birasını yudumluyordu. Başını kaldırınca birden biraz ötesinde Jeannette’i
gördü. Kızın yanında başka kadınlar –artist olmalıydılar– vardı. Sevinci öylesine büyük oldu ki
bağırıverdi André. Kısa bir kararsızlıktan sonra yaklaştı Jeannette’e:
“Dans edelim ister misiniz?” dedi.
Kız şaşırdı; gözlerini kocaman kocaman açarak baktı ona. Sonra hiç konuşmadan yan yana
dolandılar bir süre. İkisi de birbirlerini gördükleri için öylesine sevinmişlerdi ki ne yapacaklarını
şaşırıp kasılıp kalmışlardı. André elinin Jeannette’in bedenine sürünüp durduğunu ve kıza iyice
sokulduğunu fark etmemişti. Bulundukları yer çok kalabalıktı. Sık sık başka çiftlere de çarpıyorlardı.
Ama sanki kalabalığın arasına sıkışmamışlar; çok uzaklarda bir tarlaya kaçmışlar, bir çöle
sığınmışlardı.
André gezmeyi teklif etti kıza. Jeannette:
“Arkadaşlarım var yanımda,” dedi. “Ama olsun, söylerim onlara. Beni beklerler.”
İyi aydınlanmamış daracık bir sokaktaydılar. El ele tutuşmuşlardı. Karanlıkta böyle yapar çocuklar,
onların yaptığını yaparlar. Jeannette fabrikadaki geceyi anlatıyordu André’ye:
“Anlamadığım çok şey var. Doğru dürüst gazete okumuyorum bile. İnsan oradakilerin gerçek bir
şeyi yaşadığını hemen seziyor. Nasıl dinliyorlar, bilsen... O kadar dokundu ki bana. Sürekli ağladım
evde. Nedenini bilmeden. Onları öyle gördüğüm için belki de.”
“Şu son günlerde hep dolaştım ben de. Çevremi dinledim. Sonu neye çıkar, bilmiyorum. Fakat
olağanüstü bir şey var hepsinde. Her şey basit ve gerçek. Kaynaklarını seziyor insan. Oysa biz. Biz
başka şeyi düşünürüz; başka insanları belki çok incelikle, zevkle düşünürüz. Hiç bağlanmayız ama...
Üfürülse bütün bağlarımız kopar. Bazı bitkiler vardır; topraktan koptular mı sürüklenir giderler,
nereye gittikleri bilinmez. Bir kapris, bir rastlantı.”
Jeannette durdu ve kederli bir sesle:
“André, bu bitki biziz. İkimiz,” dedi.
Işık içindeki İtalya Meydanı’na çıktılar: Müzik, eğlence fişekleri, kahkahalar. Çok canlıydı burası.
“Beni şaşırtan,” diyordu Jeannette, “kolay kırılması, dağılıp gitmesi.”
“Neyin kolay kırılması?”
“Her şeyin. Çocuk falan değilim artık. Alışmış olmalıyım buna. Alışamadım ki!”
André allak bullak oluvermişti; kendisi ne düşünüyorsa kız aynı şeyleri, tıpatıp aynısını
söylüyordu.
“Nasıl oluyor da düşündüklerimiz bu kadar benziyor?” dedi.
“Sanatçıyız ikimiz de; eminim bundandır. Fabrikada o gece çok iyi anladım böyle olduğunu. Bizi
kendilerinden sayabilirler. Sevebilirler bizi. Ama bir an gelecek biz de kenara itileceğiz.
Anlatamıyorum ki. İnsanların ‘sanat’ kelimesini söyleyişlerine dikkat ettiniz mi hiç? Bazen bir duanın
ilk sözcüğü, çoğunlukla da bir hastalığın adını koyarmış gibi: Veba ya da kolera gibi örneğin.
Yakında aşısını da bulurlarsa hiç şaşmam. André dönmedolaba binsek mi, ne dersiniz?”
Yeşil, sarı, türlü türlü renklerde ve esrarengiz hayvanlar; ejderhalar, o masallarda anlatılan ve
yarısı insan, yarısı at hayvanlar, tek boynuzlu masal canavarları çılgın bir hızla dolabın çevresinde,
dönüyorlar, bir yükselip bir alçalıyorlardı. Devasa bir org durmadan çalıyordu. Mavi bir filin
üzerine yerleştiler. Havadaki boğucu tatsızlık yerini serin serin esen bir rüzgâra bıraktı.
Havalanmışlardı bile.
Sarmaş dolaş indiler dönme dolaptan. Yine susuyorlardı. İnsanın dönüp arkasına bakmaktan,
küçücük bir el hareketi yapmaktan ve konuşmaktan çekindiği sayılı anlardan birini yaşıyor, mutluluğu
dağıtmak istemiyorlardı.
Kendini ilk toparlayan Jeannette oldu. Boğulacak gibiydi. Gitmesi gerekiyordu. Hemen şimdi
gitmeliydi. Felaketi kabullenecekti yoksa. Göz göre göre kabullenecekti. Gelip geçici bir ilgi değildi
André’ye duyduğu. Her an biraz daha ısındığını; bu duyguya daha fazla yakalandığını seziyordu.
Birlikte yaşayamazlardı ikisi; biliyordu. Aynı kumaştan yapılmışlardı. Ne demişti André? O bitki
işte; o topraktan sıyrılınca dolanıp duran diken. André ile yaşamak? Kısa ömürlü ve gizli bir zina
olurdu bu.
“André, gitmeliyim. Beni bekliyorlar,” dedi.
Meydanın karanlık bir köşesinde; bir kestane ağacının yanı başında, yapayalnız lambanın ölgün
ışığında, şefkatle, onu kaybettiğini bilmenin doluluğu içinde öptü André’yi. Bir erkeği öper gibi değil,
çok değerli, çok cici bir armağanı kucaklıyormuş gibi. André çekinerek kollarının arasına aldı kızı.
Jeannette sıyrıldı usulca:
“Hayır,” dedi. “Bu olmasın.”
Nedenini sormadı André. Sessizce rastlaştıkları meydana döndüler yine ve sessizce ayrıldılar.
Arkadaşları takıldılar Jeannette’e: “Esrarengiz bir hayranın galiba?” dediler. Yanıt vermedi; sustu.
Susuzluktan kıvranıyordu; su niyetine acımsı bir şarap içti. Daha çok yükseldi ateşi; şakakları
zonkluyordu. Ve ilerideki org mutsuz biten bir aşkı haykırıyordu. Jeannette daldı birden: Fil de
herhalde böyle anlatıyordu aşkını. Mavi fil. Ne yapmıştı? Bağırmak, bağırmak! Alabildiğine
haykırmak, sesinin çıktığı kadar haykırmak istedi.
“Çok tuhaf!” diyordu. “Ömrü boyunca toprağın altında hapsetmişler onu, metroya kapatmışlar.
Hayır bir madene, daha derinlere, cehenneme gömmüşler. Sonra günün birinde çıkarmışlar oradan.
‘Koşsana,’ demişler, ‘Gülsene! Soluk al bakalım!’ ‘Hayır,’ diye karşılık vermiş. Neden? Koşamaz,
gülemez, soluk alamaz da ondan. Yapamaz! Gerçekten yapamaz!”
“Neden bahsediyorsun? Karşılık veren kim?”
“Kitaptaki peri kızı. Arkadaşın biri. Maréchal üzülme sakın; sen değilsin. Sanatçı değil. Bir bira
tüccarı ya da ben. Ne fark eder?”
“Biraz fazla içtin ondan oldu.”
“Bilmiyorum. Konuşmak istiyorum ama, onu da beceremiyorum işin kötüsü. Maréchal, söylesene,
hiç mutluluğu hayal ettiğin oldu mu senin?”
“Hayır. Kimse düşünmez mutluluğu!”
“Yanlışın var. Ben örneğin; hep düşünüyorum. İnsanlara bakıp bakıp düşünüyorum. Baksana nasıl
koruyorlar mutluluğu. Cam bir kavanozun içine kapatıyorlar; peynir saklar gibi. Ya da pamuk
örtülerin altına gizliyorlar. Ve dans ediyorlar. Durmadan dans ediyorlar. O şiiri hatırlıyor musun?
‘Lizbon yıkıldı. Ve Paris’te dans ediyorlar...’ Zelzele olmuş o zaman. Burada da olur bakarsın. Bir
volkan yeniden lavlarını döker; veba salgını başlayabilir. Bakarsın, gökten bomba yağdırırlar
üstümüze. Ne bileyim? Daha bir sürü şey. Öyle çabuk zedelenen, öyle kolay dağılıp giden bir şey
mutluluk. Soluğunu kesmelisin Maréchal. Korumalısın kendini!”
Gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Gün ağarıyordu. İnsanlar yavaş yavaş evlerine dönüyorlardı.
Yanlarından geçen biri:
“Boş ver şekerim, yarın yine dans ederiz,” diye takıldı.
Gün ışığında insanların yüzü tuhaf ve ‘fantomatik’ derinlikler kazanıyordu. Bomboş meydanda
ezilmiş çiçekler, portakal kabukları, izmaritler, şişe kapakları, kestane fişekleri can çekişiyordu
şimdi.
André atölyesine döndüğünde büyük ve pembe bir güneş ışıklarını evlerin damlarından aşırtıp
içeriye gönderiyordu. Her şey ılıktı, titriyordu. Pencereye oturdu. Keder ağır ağır yerleşiyordu
yüreğine. Her şeyi tekrar yaşıyordu kafasında: Uzakta, bu inanılmaz gecenin karanlıklarında kestane
yapraklarının arasında küçücük bir lamba hâlâ yanıyor. Şu dışardaki güneşe benziyor. Dönmedolap
çok hızlı dönüyor. Zaten her şey delice bir hız içinde sürükleniyor. Hiçbir şeyi göremiyor insan,
anlayamıyor. Fırsat kalmıyor ki buna. Fırtına ve ağaç ayrı ayrı takvimlere göre yaşıyorlar.
Cézanne’ın hep aklına gelen bir sözünü anımsadı André: Doğayı çok dikkatli gözlemek gerektiğini
söylemişti Cézanne. İnsan ancak o zaman gördüklerini ışığın etkisinden, kalıcı olmayan şeylerden
ayıklayıp anlayabiliyordu. Cézanne’ın yaptığı gibi Aix’de, sessiz bir kentte yaşarsa böyle konuşmak
çok olağan, çok basit bir şey oluveriyordu. Sonra o, bizimkine hiç benzemeyen başka bir devri
yaşamıştı. Jeannette, “Bu olmasın,” demişti. Ne olmasın? İstemek mi? Umutlanmak mı? Anlamak mı?
Güneş iyice yükselmişti. Bu kasıp kavuran ışığın altında kent yorgunluktan bitmiş uykuya dalmıştı.
Güneşin ışığı bütün renkleri silmişti. André bir körden farksızdı. Anlamadığı bir dünyayı şaşkın
şaşkın seyrediyordu. İskemlesinde öylece uyuyakaldı. Temmuz güneşi onu çepeçevre sarmıştı.
22
General Picard kahverengi atının üstünde çok gösterişli duruyordu. Tunuslu askerlerin arasında
yaşlı bir ressamın fırçasından çıkmıştı sanki.
Her yılın 14 Temmuzunda askeri geçit töreni yapılırdı. Bu tören çoğunlukla rastlantının hâlâ kentte
tuttuğu burjuvalar, üniforma meraklısı moda uzmanları ve mahalle çocukları tarafından ilgiyle
izlenirdi. Fakat bu yılki seyirciler değişmiş, başkalaşmıştı. Champs Elysées’nin demirbaşları uzakta,
kıyı kentlerinde, kaplıcalardaydılar. Bu şık mahalleye şimdi işçiler girmişlerdi. İnsan nereye baksa
kasketli işçilerle karşılaşıyordu. Yalnızca bazı sokak köşelerinde Bask bereleriyle şık ve kendini
beğenmiş tavırlı genç adamlara rastlanıyordu. Bunlar Breuteuil’in taraftarlarıydı. Onlar “Yaşasın
Ordu!” diye bağırınca işçiler karşılık veriyordu: “Yaşasın Cumhuriyetçi Ordu!” Cumhuriyetin
yetmişinci yaşında bile bu söz bir çeşit meydan okuma anlamına geliyordu. Yer yer kavga çıkıyordu.
Son zamanlarda gazeteler savaş tehlikesinden çok sık bahsetmeye başlamışlardı. Ren Nehri’nin ve
Alp Dağları’nın ötesinde pis bir kaynaşma vardı. Halk törende geçen çelik başlıklı askerlere,
topçulara, havacılara umutla bakıyordu. Askeri bando bıkıp usanmaksızın Lorraine Marşı’nı, Sambre-
et-Meuse’ü tekrarlıyordu. Kaldırımlarda siviller askerlere benzemeye çalışıyorlardı yürürken;
vücutlarını dik tutuyorlardı. Bütün yüzlerde yiğitlik taslayan bir hava okunuyordu. Ordunun halkı
kendine yaklaştıran bir çekiciliği vardı. Her boydan askerler yan yana, seferde nasıl yürünürse öyle
yürüyerek geçiyorlardı. Bütün seyredenler yakınlık duyuyordu onlara.
Bereli genç adamlar Picard’ı çılgınca alkışlıyorlardı. Kalabalıkta onların sesi sokağın gürültüsüne
karışıyordu. Picard küçümseyen bir gülümseyişle bakınıyordu çevresine. Belki de ilk kez
görünüşüyle de kafasının içini doğruluyordu. Bu sevmediği kalabalığın askerleri alkışlaması onuruna
dokunuyordu. Bıraksalar, Tunuslu askerleri nasıl büyük bir keyifle bu heriflerin üzerine
gönderecekti? Onurunu kıran şeyleri görmemek için başını eğmişti. Eski devirlerin şanlı ve güzel
günlerini yaşamış olan Zafer Anıtı şimdi işçi kepazeliğinin eline düşmüş olan bu kentte yabancılık
çekiyor; işçi takımına yakışmıyordu onun fikrince. Ya kendisi? Büyük asker, kahraman General
Picard bu heriflerin ve masonların maskarası değil miydi?
İşçiler Zafer Anıtı’nın yanında toplanmışlardı. Picard tam önlerinden geçerken Michaud olanca
kuvvetiyle bağırdı: “Yaşasın...” Breuteuil’in adamları dayanamadılar bu harekete; işçilere
saldırdılar. Polisler düdük çalmaya başlamışlardı. Atı huysuzlanmaya başladığı halde Picard bir kere
olsun başını çevirip kaldırımdakilere bakmadı. Yüzündeki küçümseyen çizgiler daha belirlendi
yalnızca. İçinden küfür etti onlara: “Orospu çocukları...”
Champs-Elysées iki yıldır faşistlerin merkezi olmuştu. Orada her gün, solcu gazeteleri satan
dağıtıcıları dövüyor, kan revan içinde bırakıyorlardı. Halk Cephesi’ne bağlı olduğundan
kuşkulandıkları işçiler ve Yahudiler aynı şekilde dayak yerlerdi. Kahve taraçalarında pinekleyen şık
beyler, hanımlar sık sık sağcı gençliğin bu çeşit kahramanlıklarını seyrederlerdi.
Ama bugün Champs-Elysées’ye bambaşka mahallelerden bambaşka insanlar gelmişti. Bu kez
öncekilere benzemeyen bir kavga başladı orada. Faşistler cop ve bıçak kullanıyorlardı. Yüzü gözü
kan içinde bir işçi yere yuvarlandı. Michaud etrafını çevirmiş olan faşist çemberini yarıp kurtulmak
istedi. İşte o sırada bıçak darbesine benzeyen bir sızı hissetti sırtında. İngiliz anahtarını kavrayarak
kendisine saldıranlara vurmaya başladı. Polis faşistleri açıktan açığa koruyor, Blum-Viard
hükümetini umursamıyordu bile. Eski bir alışkanlıkla üstleri başları düzgün olmayan işçilere vuruyor,
iyi giyimlilere dokunmuyordu. Arkadaşları Michaud’nun yardımına koştular. Michaud yana çekilerek
kendisini bıçaklamak isteyen bir faşistten korundu. Sonra anahtarıyla vurup devirdi herifi.
Geçit yapan askerler kavgayı seyrediyorlardı.
Faşistleri kovalamışlardı. Rahat bir soluk aldı Michaud. Tatil günleri giydiği ceket bir baştan bir
başa yırtılmıştı. Sırtında yanık lekesini andıran kıpkırmızı bir leke belirmişti. Michaud bu yaranın
ağrısını fark etmemişti henüz. Bir eczaneye götürdüler onu. Herkesi kahkahalarla güldürdü orada:
“Soytarılar!” dedi. “Gösteri var diye süslenmiştim... Bakın, ne yaptılar elbiseme?”
Geçit töreninden sonra General Picard yemeğini aceleyle yedi. Üniformalarını çıkarıp sivil
giyindi. Kent dışına çıktı. Yolda her kavşakta arabasını durdurmak zorunda kaldı. Genç çiftler
caddelerin ortasında bile dans ediyorlardı. İnsanlardaki bu sevinç onu çileden çıkarıyordu. Gözlerini
yumdu: Şu akordeon sesini, şu saksofon gürültüsünü duymamak için çok şeyi gözden çıkarabilirdi.
Breuteuil onu Ferté yakınlarında bir evde bekliyordu. Güzel bir yerdi; sevimliydi bu ev. Komplo
kurmak için değil ama flört etmek, sevişmek için çok uygun bir yerdi. Marne Irmağı’nın yüksek ve
kayalık kıyısına bakıyordu. Taraçadan ırmak, sazlıklar, ineklerin pineklediği yeşil otlaklar
görülüyordu. Salkım çiçekleri kaplamıştı taraçayı. Hoş kokuları insanı güzel bir uykuya çağırıyordu.
Her zamanki soğukluğu içinde Breuteuil son olayların yorumunu yapıyordu:
“Tessat önemli sayıda milletvekili topladı çevresine. Fakat hiçbir şey sonuçlandırılmaz bu
Meclis’te. Asıl işimiz Meclis dışında. Çok yakında İspanyollar harekete geçecekler. Eğer Halk
Cephesi’ni dağıtmayı başarırlarsa sonbahara doğru biz de burada yükleneceğiz.”
Picard Champs-Elysées’deki halk kalabalığını unutamıyordu:
“İyice zehirlemişler halkı,” dedi. “Yüz binlercesini ortadan kaldırmak gerekiyor. Ordunun alacağı
tavrı bilmek zor. Askersiz subay nedir ki? Salak bir romantizm olur böylesi. Hangi güce
güvendiğinizi bilemiyorum.”
“Bunu konuşmak için vakit erken... Düsseldorf’tan gönderilen silahları aldık. Tabii bu işin
garnitürü yalnızca: Başlangıcı. Adamınızın, o albayın gönderdiği ile karşılaştırırsak çok önemli
ama... Şimdi, başka şey konuşalım... Seferberlik planlarını ele geçirip bize vermelisiniz.. Baştaki
beyinsizler hükümet ettikçe her şeye hazır olmalıyız. Savaş patlarsa bizi gafil avlamasınlar!”
Picard ne söyleyeceğini bilemedi. Şimdiye kadar Breuteuil’e kayıtsız şartsız inanmıştı. İlk kez
tereddüt ediyordu: Breuteuil’in bu isteğini kabul etmeli mi? Picard asker soyundan gelen bir insandı.
Askerlikle ilgili her şeyi kutsal bilirdi. Bu, savaş anılarıyla, yaşadığı çevrenin gelenekleriyle, Iéna ve
Ausferlitz’den Marne ve Verdun’e kadar tantanalı isimlerle onun içinde donmuş bir duygu. Ve bu
soğuk adam ilk kez bir çocuk tedirginliği ile yanıt verdi Breuteuil’e:
“Ben, savaş olursa aramızdaki çekişmeler bir yana bırakılacak sanıyordum.”
Breuteuil, sessiz, taraçada gezindi. Sonra gelip generalin önünde durdu:
“Ben de öyle sanıyordum,” dedi. “Umarım ki vatanseverliğimden kuşkunuz yoktur. İkimiz de
cephede, savaşın içindeydik. En iyi arkadaşlarımızı orada kaybettik. Ama inanın ki bugün ortada
millet yok. Bugün yalnızca iktidarı ele geçirmiş bir zümre var karşımızda. Onları devirmek için
Almanlarla bile işbirliği yapacağım. Böyle bir durum yaratmasın diye her gün dua ediyorum Tanrıya.
Değil yapması, söylemesi bile zor bir iş çünkü. Katı yürekli olmak, insanlık dışı davranmakla
mümkün ancak. Ama böyle olacak. Çünkü onların savaşı kazanması devrimin kazanmasıdır.”
“Ya ordu? Ordu ne olacak?”
“Ordu Fransa’yı diriltebilir yeniden... Bunu yapamazsa görevi biter... Hiç olmazsa yüzyıl...”
Picard susuyor, ısrarla uzaktaki tarlalara bakıyordu. Düşünceliydi. İleride göz kamaştıran,
dayanılmaz beyazlıktaki ışıktan herhangi bir şeyi seçip ayırmak mümkün değildi. İçinde, yüreğinin
şurasında bir fırtına kıvrandırıyordu Picard’ı. Bağırmak, sürahiyi yere vurup parça parça etmek,
defolup gitmek istiyordu sonra. Şu taraçayı çepeçevre süsleyen, güzel kokularıyla insana yaşama
sevinci veren çiçekler olmasa...
Champs-Elysées’deki kalabalığı tekrar anımsadı Picard. Ah! O kepaze herifler olmasa... Fransa
onlar mı yahu? Hayır! Öyleyse, haklı Breuteuil. Hitler bile onlardan iyi. Picard konuştu sonunda;
sesini kendisi de tanımadı. Boğuk, ölgün bir sesti:
“Eğer gerçekten doğruyu gördüyseniz... Müthiş bir sorumluluk altına giriyorsunuz. Yanılıyorsanız...
Hayır, bunu düşünmek bile istemem! Emir almaya alışmış bir insanım ben... İşte size şimdi her
şeyimi; hayatımı ve şerefimi teslim ediyorum.”
Breuteuil onu kente bırakabileceğini söyledi, General istemedi. Yalnız kalmak istiyordu artık.
Arabasında gözlerini yumdu ve kendini uykulu bir kabusun kollarına bıraktı. Org gürültüsü vın vın
ötüyordu kafasında. Paris yakınlarında arabasını durdurup beklemek zorunda kaldı: Göstericiler
Bastille Meydanı’ndan dönüyorlardı.
İşçiler bir kahvenin taraçasında oturan askerleri görünce keyifle bağırdılar: “Yaşasın Cumhuriyetçi
Ordu!”
Picard gözlerini açtı; homurdandı ilkin ve şoföre seslendi:
“Başka yoldan gidin... Hangisi olursa... Çabuk yalnız. Acelem var...”
23
Gösteri bütün gün sürdü; bir milyondan fazla Parisli katılıyordu yürüyüşlere. Kalabalık
bitmeyecek sanıyordu insan... Bastille Meydanı’ndan, Cumhuriyet Meydanı’ndan; bütün
meydanlardan ve sokaklardan fışkırıyordu. Tamam, bitti denecekken yeni kalabalıklar çıkıyordu
ortaya.
Gösterilerin keyifli oluşu başka bir hava getiriyordu. Geçen yıl, yine 14 Temmuzda sinirli ve
kavgaya hazır insanlar dolaşıyordu meydanlarda. Bu yıl gösteriler karnaval yürüyüşünü andırıyor ve
hiçbiri kaga çıkarmayı düşünmüyordu. Güçlü olduklarını bilmek rahatlatmıştı hepsini: “Sekiz yüz bin
kişi geçti! Bir milyon!.. Bir buçuk milyon!..” diye sayıya vuruyorlardı kendilerini.
Koca kentin hemen hemen yarısında polise rastlamak mümkün değildi. Polisle işçiler arasında
olayların çıkabileceğini düşünerek polisi kentin pek çok mahallesinden geriye çekmişlerdi. Yürüyüş
düzenini görevli işçiler sağlıyordu. Zaten olay da çıkmadı; ne küfürleşen oldu ne kavga eden.
Ülkenin dört bir yanından işçi temcilcileri gelmişler: Picardie’den gelen madenciler lambaları,
kömürden kapkara olmuş iş elbiseleriyle yürüyüşe katılıyorlar. Güneyli bağcılar kartondan üzüm
salkımları kesip uzun sırıklara asmışlar; Alsacelılar milli giysiler içinde kendi şarkılarını
söylüyorlar. Bretonlar gayda çalarken Savoielılar halk dansları oynuyorlar.
Eski muharipler; küçük arabalarının içinde kötürümler, kılavuzlarının kolunda yürüyen körler,
savaşın perişan ettiği yüz bin insan “Kahrolsun savaş!” parolasını haykırıyorlar.
1871’in Komün savaşçıları en önde yürüyorlar. Sayıları ya yirmi ya otuz; yaşılık hepsini
çökertmiş. Henüz delikanlılık çağlarında Montmartre’ın, Belleville’in dar sokakçıklarında son
barikatı onlar kurmuşlar, özgürlüğün o zaman yenilgi ile biten savaşında son kavgayı onlar yapmışlar.
Artık solgun dudaklarında çocuksu bir gülümseyişle yıllar ve yıllar sonra torunlarının torunları
tarafından kazanılmış bir zaferi kutluyorlar şimdi.
Gençler yepyeni, kırmızı bayraklar taşıyorlar... Bu bayraklar onurlandırıyor onları; rüzgârda
dalgalanan ipek kumaşlar yeni zaferlere çağırıyor hepsini. Henüz yeni ölmüş yazar Gorki’nin
resimleri geçiyor eller üstünde: Bu yabancı çehre hepsine bayrak olmuş.
Sıralar tükenmek bilmiyor; maden işçilerinin peşinde deri işçileri yürüyorlar. Onları yazarlar ve
öğrenciler izliyor... Sonra resmi elbiseleri içinde gaz şirketinin memurları, tiyatro oyuncuları,
itfaiyeciler, hemşireler ve tekrar maden işçileri, tekrar deri işçileri.
Uçsuz bucaksız bir salı andırır Paris: Bütün ülkelerin boğulmak istenen insanlarına kucağını açan
şefkatli bir anne gibidir.
İşte Paris’i yeni bir vatan gibi kucaklamış insanlar geçiyor şimdi; Fransızlarla omuz omuza
yürüyorlar. İki adımda bir bilinmedik bir ülkenin diliyle konuşulmuş sözler duyuluyor. Bayrakların,
flamaların üzerinde yabancı sözler yazılmış. Sicilyalı, Napolili marangozlar; Avusturya kahramanları
bunlar. Avusturya’dan gelmiş terziler, şekerciler... Romanya’daki, Polonya’daki gettolardan kaçıp
gelmiş Yahudiler bunlar da... Kunduracılar, ressamlar, perdahçılar, Şangaylı öğrenciler, Araplar,
zenciler... Şimdi hepsi hep bir ağızdan Enternasyonal’i söylüyorlar.
Şapka işçileri koskocaman bir kasket yapmışlar, taşıyorlar. Fransız işçisinin geleneğinde,
semboldür kasket. O koskoca kasketin altında “İşçi, kasket senin tacındır!” yazısı var.
Çelik işçileri avuçlarında çiçeklerle geçiyorlar. Onların peşinde de çiçekçi kızlar yürüyor. Güleç
yüzlü insanlar hepsi. Gümüşten yapılmış bir çekiç taşıyor onlar da.
Bütün yol boyunca yani Bastille Meydanı’ndan Vincennes kapısına bütün evlerin penceresi açık.
Kırmızı ne varsa asmışlar pencerelere; perdeleri, halıları ve mendilleri. Balkonlarda kırmızı bluzlu
kadınlar duruyor. Fransa toprağının yarattığı bütün kırmızı çiçekleri bulmuşlar. Bütün kırmızılar
Paris’te buluşmuşlar bugün.
Neşeli ve güleç çocuklar kuşlar gibi tünemişler ağaçlara. Ne eğlenceli şeyler seyrediyorlar: Vatan
haini Doriot’nun mankenini yapmışlar örneğin; yakıyorlar. Bir darağacında tombul ve cansız bir
Mussolini sallanıyor, ipe çekmişler onu. Saman yastıklardan yaptıkları Hitler’i her fırsatta
boğazlıyorlar. Upuzun cambaz ayakları takmışlar Flandin’e...
Seine fabrikasının işçilerini alkışlıyor herkes. Bastille Hapishanesi’nin bir maketini yapmış onlar.
Altına da şunu yazmışlar: “Bastille’in nasıl alındığını unutmayın! Alınması gereken başka yerler var,
unutmayın!” Michaud, Legreux ve Pierre en önde yürüyorlar.
Tribünlerde bakanlar, sendika temsilcileri, yazarlar, işçiler, komünistler ve radikaller var.
Blum’un yüzünde melankolik bir gülümseyiş okunuyor. Daladier, ağzının kenarında ısrarlı bir
bükülme, havada tuttuğu yumruğunu hiç indirmiyor yere. Viard “Bu son savaşımızdır,” adlı marşı
mırıldanıyor.
Seine işçileri tribünlerin önünden geçerken bir ses yükseliyor:
“Pierre Dubois! Viard seni tanımak istiyor!”
Genç mühendisi anlatmışlar Viard’a. Sosyalist Parti’nin üyesi olduğunu, son grevlerde çok etkili
çalıştığını söylemişler. Hükümet işlerinden bunalmasına rağmen partideki görevlerini aksatmayan
Viard görmek istemiş onu. Sevgi ile uzatıyor elini Pierre’e:
“Hele şükür!” diyor. “Bizde en küçük devrimci kıvılcımın yaşamadığını söyleyenlere en iyi
yanıtsın sen!”
Öylesine şaşırıyor ki Pierre saçma bir yanıt veriyor:
“Teşekkür ederim.”
“Ben babanı tanıyorum galiba? Perpignanlı değil misin?”
Viard daha dün konuştuğu bir milletvekilini unutabilir; gençliğinde yaşadığı hiçbir şeyi unutmuyor:
Sınıf arkadaşlarını, konferans verdiği kentleri, eski kongrelerin delegelerini unutmuyor.
“Babanla beraber,” diyor, “İspanyol Ferrer’in asılmasını protesto etmek için yürüyüş
hazırlamıştık. Sen pek anımsamazsın bu adamı. O devirde çok uyanıktı ülkemiz! Halkımız büyük bir
halktır! Yardıma çağırmaları boşuna değildir halkımızı. Başka halkların acıları karşısında dayanışma
gösterir de ondan... Hadi, şansın açık olsun!”
Eski günleri anımsayınca duygulanıyor Viard. Yeniden gençleşip Pierre gibi baş eğmeyen biri
oluveriyor. O zaman şu sokakları dolduran göstericileri başka bir gözle görüyor. Sanki kendisi de
aynı kararlı adımlarla düşmana yürüyor. Tarım işçilerini sevinç içinde selamlıyor şapkası ile.
Radikal Milletvekili Piroux, günün gerçeğine çağırıyordu Viard’ı. Piroux’nun Halk Cephesi’ne
olan düşmanlığını bilenler orada ne aradığını merak ediyorlar. “Hangi bakanın halk tarafından daha
çok sevildiğini mi anlamaya geldi,” diyorlar. Şarkı söylemiyor, kimseyi selamlamıyor; bir heykelden
farksız. Milletvekili seçildiği Doğu Pireneler bölgesinden dün gelmiş. Viard’ın yanında duruyor.
Sonra kulağına eğiliyor sosyalist liderin:
“Polis müdürü söyledi; bazı bölgelerde topraklar işgal edilmiş... İspanyollar taklit ediliyor.
Bakıyorum bu gibi hareketleri yönetenler hep dışarıdan gelmiş yabancı unsurlar. Eskiden yabancılar
politik mücadeleye karıştırılmazdı. Şimdi bu ayak takımını komünistler yönetiyor. Endişe verici bir
durum var...”
Viard onun Tessat’nın yakın dostu olduğunu biliyor; hoş tutmaya çalışıyor adamı:
“Hemen bugün Dormoy’a ilgilenmesi için direktif vereceğim,” diyor. “Gayet tabii, yabancıların
politika yapmalarına engel olmalıyız. Saygıdeğer meslektaşım, gönlünüzü hoş tutun, gelenekleri
bozdurmayacağız... Biraz güvenin bize; her şey düzelecek..”
Piroux teşekkür edip uzaklaşıyor. Viard konuşmayı yakından izleyen bir komüniste dönüyor:
“Tessat çetesini susturmazsak ezerler bizi,” diyor.
Viard böyle davranarak politik kurnazlık yaptığını ve zafere yürüdüğünü sanıyor.
Küçücük Laon kentinin temsilcileri geçiyor tribünlerin önünden. Kadife ceketli, dudaklarına
sıkıştırdığı sigarası ile bir ihtiyar ve dört genç işçi hepsi. Üzerinde “Laon faşistlerin kazanmasına
engel olacaktır!” yazısı bulunan bir bayrak taşıyorlar. Viard, Laon’da en fazla üç yüz işçi olduğunu
hesaplıyor ve “Çocuk bunlar!” diyor. Kendi kendine... Belki horumdanıyor, hayıflanıyor belki de...
Kim bilir?
Pierre heyecanlı ve mutlu şimdi. Arkadaşlarına yetişiyor.
Viard’la ne konuştuğunu söylemiyor; her zamanki alaycılığı ile Michaud ‘ağzının tadını kaçıracak’
diye çekiniyor.
Sabahki kavgayı ve parçalanan ceketini çoktan unutmuş Michaud. Sırtı biraz ağrıyor ama keyfi
yerinde: Gösterinin başarılı geçtiğine inanıyor. Yalnız Vincennes kapısına doğru biraz dalgın, biraz
düşünceli oluveriyor. Hava kararmış artık. Sokak lambaları yanmış. Benzin istasyonlarının o bildik
yeşilli, sarılı, kırmızılı levhalarıyla aydınlanmış Paris banliyösü.
“Neden dalgınsın Michaud?”
“Dalgın değilim, terliyorum yalnızca.”
Elinin tersiyle alnında biriken teri siliyor ve birden dönüyor arkadaşına:
“Geçende Blanqui’nin hayatını okudum, imreniyorum adama. Güzel ve basit bir hayat yaşamış.
Barikatların önünde iki üç gün dövüşmüş, ömrünün geri kalan kısmını zindanda geçirmiş... Oturmuş,
gökteki yıldızlar üstüne bile yazı döktürmüş... Bir tek şey önemliymiş eskiden: Ölümü göze almak!
Oysa bugün yaşamak gerekiyor, yenmek gerekiyor... Ne pahasına olursa olsun. Ve bu daha zor... Fakat
gerekli.”
Pierre şaşkın şaşkın dinliyor onu ve birden Michaud’nun kafasında ne denli çetrefil düşünceler
dolaştığını, çok sağlam ve gerçek formüllerin gerisinde alabildiğine tutkulu, çeşitli acıları yüreğinde
taşıyan, ateşli, çimen yaprakları ya da vahşi bir hayvanın tüyleri gibi ateşli ve yırtıcı bir adam
yaşadığını anlayıveriyor.
“Sen büyüdün, Michaud,” diyor. “Bugüne kadar bir arkadaş gözüyle bakıyordum sana... Şimdi
yönetebilirsin insanları; anladım bunu.”
Michaud’nun bütün yanıtı yüzündeki çocuksu bir kırışma. Ve saka kuşunu taklit ederek ıslık
çalmaya başlıyor... Müthiş güzel ıslık çalıyor.
Göstericiler geçiyorlar, tükenmek bilmiyor göstericiler, hep geçiyorlar sokaklardan. Dudaklarında
çok eski bir dost gibi hiç unutulmayan bir marşın sesi var. “Bu son kavgamızdır...”
24
Ertesi sabah Pierre tatile çıktı. Önünde kocaman bir ay boyunca güzel bir sessizlik uzanıyordu.
Turistik afişlerdeki mavili, yaldızlı hareketsizliği andıran bir sessizlik.
Agnès bir hafta öncesinden gitmiş, okyanus sahilinde küçücük bir balıkçı kulübesi kiralamıştı. Ev
Concarneau yakınlarındaydı. Bir kaya parçasının üzerine kurulmuştu; dört köşe bir kutuya benziyordu.
Bembeyazdı. Aşağıdaki sahilde kadınlar masmavi balık ağlarını tamir ediyorlar ve denizde rüzgârla
kabarmış pembe yelkenliler dolaşıyordu. Çok rüzgârlı, denizin kıyıya vurup vurup geri çekildiği,
gece gündüz okyanusun sesiyle çınlayan bir yerdi burası.
Pierre gelince tertemiz, beyaza boyanmış, süslü bir oda buldu karşısında. Her şeyde, odanın her
yerinde; yatakta, perdelerde ve hatta duvarlarda balık kokusu seziliyordu.
Paris’teki olayların heyecanıyla doluydu Pierre. Viard’la yaptığı konuşmayı biraz da övünerek
anlattı karısına. Gösteriyi de anlattı, faşistlerin saldırısını da. Agnès susuyordu. Pierre öfkelendi onun
suskunluğuna. İnandığı şeylerin önemine, doğruluğuna karısının da inanmasını istemek hakkı değil
miydi?
“Bu bile yaşamak için yeterli,” dedi. “Anlamıyor musun?”
“Hayır. Anlamak istemiyorum ayrıca. Bir oyun bu; çocuksu bir oyun değil üstelik, pis bir oyun.
Yalanla dolu... Eski olan hiçbir şeyden vazgeçmek istemiyorlar. Viard da ihanet edecek! Hepsi
birbirine benziyor, görmüyor musun?”
“Biz onları adam edeceğiz.”
“Hayır. Başka şeye dalmışsınız siz: Yeni boya sürüyorsunuz onlara. Böylesi daha kolay... Ne can
sıkıcı şey, Tanrım! Ne sahtekarlık...”
Pierre geldiği gün böyle kavga ettiler. Sonra o kendini dinlenmeye verdi. Üç gün boyunca hiçbir iş
yapmadı, hiçbir şey düşünmedi. Denize girdi, kumda uzandı. Kayalıklara tırmandı. Saatler boyunca
gittikçe yükselen denizi ve dalgaları seyretti. Güney sahilinde çok kalmıştı... Nasıl çekici, nasıl
tadına doyulmaz bir güzellik olduğunu iyi biliyordu. Okyanus çok etkiledi onu. Önce dayanılmaz bir
bunaltının çevreyi sardığını sandı. Sanki doğa müthiş bir felaketin gelmesini bekliyordu. Sonra
denizdeki bu hırçınlığın kendi içindeki tedirginliğe çok benzediğini fark etti. Kocaman ağaçları
toprağa doğru yatıran, ona evin kapısını açtırmayan rüzgâr, nasıl bir şey olduğunu anlayamadığı
rüzgârın gücü bir mutluluk getirdi ona.
Üç gün geçti böyle. Pierre’in yüzü değişmiş, rengi tunçlaşmıştı. Sanki bütün varlığı hava
değiştirmişti. Paris’teyken çok önemli kabul ettiği öyle şeyler vardı ki şimdi bunlar aklına gelince
umursamıyor; gülümsüyordu yalnızca. Buna karşılık tanımadığı, bilmediği şeylerin farkına varıyordu
şimdi. At kestanelerinin görünüşü örneğin. Sonra yosunların kokusu. Ve bir yerden bir başka yere göç
ederken hep aynı yolu izleyen sardinya balıkları.
Gazeteler oraya çok geç ulaşıyordu. Pierre bu yüzden o üç gün içinde yeni bir haber alamadı
Paris’ten. Yanında getirdiği küçük radyoyu çıkardı. Radyo dinleyerek avundu. Borsa haberleri, Çin-
Japon çekişmesi, bir işadamları toplantısında Tessat’nın konuşması... Alışılmamış bir
umursamazlıkla omuz silkti. Çıkıp yengeç avladı.
Agnès şimdi gerçekten mutluydu. Paris’teyken Pierre’in başına bir iş gelebilir korkusuyla tedirgin
oluyor; kocasının olaylar karşısında gösterdiği ilgiyi de kıskanıyordu. Kendi yetiştiği çevre, yaşadığı
zor hayat, aslında, onun Belleville’deki sefalet önünde kardeşçe düşünmesine yol açmalıydı. Ama
genel ve soyut olan her şey Agnès’i irkiltiyordu: Siyasi toplantıların ve gazetelerin dilinden,
programlardan, tartışmalardan hoşlanmıyordu. Bunlara öfkelenir; hepsini politika sayardı. O ancak
tek tek insanların kaderiyle ilgileniyordu.
Örneğin, grevlere ilgi duymamıştı da, Pierre ona ölen çocuğun annesini, Clémence’i anlatınca
dayanamayıp ağlamış, kocası gözyaşlarını görmesin diye de saklanmıştı. Kocasının Halk Cephesi’ne
olan bağlılığını gereksiz bir didişmenin, bir gevezeliğin sonucu sayıyordu. Kendi kendine “İnsan
bunun için ölmez ki!” diyordu. Bunu biraz da pek farkına varmadığı bir bencillikle düşünüyor; ömrü
boyunca ilk kez yakaladığı huzuru birdenbire kaybedivermekten korkuyordu. Gebeliği bu bencilliği
daha da koyulaştırıyordu: Artık iki insanı, çocuğunu ve kendisini savunuyordu Agnès. Kocasının
radyo dinlemeyişi bile sevindiriyordu onu.
Dördüncü günün akşamına doğru bir fırtına patladı. Pierre ve Agnès, sahilde oturmuşlardı.
Birdenbire geldi fırtına. Ve rüzgâr büyük bir kum bulutunu onlara doğru savurdu. İki üç dakika içinde
ortalık karışıverdi. Deniz kabarmıştı. Dalgalar kıyıyı dövmeye başlamıştı. Rüzgâr, evlerin damlarını
uçuracaktı neredeyse. Güçlükle döndüler kulübelerine.
Agnès, pencerenin önünde dikişe oturdu. Hava çoktan kararmıştı ama lambayı yakmadılar:
Kopkoyu morluğunun içinde çok güzel görünüyordu okyanus. Şimdi burada bir istiridye kabuğunun
içinde gibiydiler. İkisi. Ve ikisi de aşkın yumuşacık güzelliğini, yaşatıcı gücünü böyle daha iyi
anlıyorlardı.
Pierre radyoyu açtı. Yeşil göz aydınlandı; denizin gürültüsüne uzun hıçkırıkları ve cızırtılarıyla
morsun gürültüsü de eklendi.
İngilizce konuşan bir kadın sesi: “Borsada aksiyonların değeri yükseliyor... Bugün Royal-Dutch
aksiyonları...”
Caz müziği.
Bir Alman şarkısı: “En güzel sarışın sensin...”
Burası Paris. Ille-de-France verici istasyonu. Maurice Chevalier’yi ‘Paris Daima Paris’tir’
müzikalinde dinleyiniz!
Lux aspiratörlerini tercih ediniz. Şimdi Lux’un sunduğu programı dinleyeceksiniz.
İtalya... Faşist parti sekreterinin konuşması: “Genç lejyonerlere erkekçe yaşamayı gösterecek
eğitim yaptırmalıyız...” Dans müziği.
Fransa bisiklet turu: “Pau-Carcassone etabında Belçikalı Grenier aradaki mesafeyi...”
“Saat ayarı... Üçüncü vuruşta saat on dokuz olacak...”
“Günün olayları... İki bin ölü var...”
Agnès elindeki dikişi bıraktı. Pierre boğacakmış gibi abandı radyoya. Spiker devam etti:
“Barcelona’da askeri birlikler Kolon Oteli’ni topa tuttu; Madrid’de hükümete sadık kalan birlikler,
işçilerle birleşerek Montana garnizonunda yuvalanmış olan asilere saldırdı. Toledo’da yoksul halkın
oturduğu Triana kesiminde sokak savaşları. General Aranda, Oviedo’yu ele geçirdi. Burs’ta kitle
halinde idamlar başladı.” Ve aynı spiker hemen sonra aynı soğuk ve heyecansız sesle haberleri
okumaya devam etti. “Kraliyet bahçesinde açılan gül sergisinde birinciliği kazanan..”
Pierre dışarı fırladı. Dışarıda fırtına iyice azmıştı. Deniz fenerinin ışığı, yükselen dalgaların
arasında kaybolmuştu; zor seçiliyordu. Dalgalar sıra sıra asker kümeleri gibi hışımla saldırıyorlardı
karaya.
Aşağıda titreşen kırmızı ışıklar vardı. Denizin gürültüsü devasa bir sireni düşündürüyordu insana.
Pierre, yeniden kulübeye döndü. Islanmıştı. Agnès kapının eşiğindeydi o girdiği zaman, tatlı bir sesle
kocasına mırıldandı:
“Sabah altıda bir tren var. Yetişirsen akşam Paris’te olursun.”
Ve sarıldı kocasına. Yan yana oturup öylece kaldılar, orada şafağı beklediler. Fırtına hiç durmadan
devam etti.
25
Onbinlerce insan salona girememişler, dışarıda bekleşiyorlardı. Pireneler’in öbür tarafından
silahların konuşması Parislileri uyarmıştı. Aşırı heyecanlı olanlar tribünlerden aşağıya atlamış,
geçitleri tıkamışlar, kürsüye tırmanıyorlardı. Cachin, Badajos katliamını anlatırken sesi titriyordu.
Sokakta Enternasyonal çalınıyordu o sırada... Bazen ağır ağır verilen bir yemin gibi yavaşlıyor, bazen
hızlanıyordu.
Yaşlı bir adam geldi kürsüye. Tıraşlı ve zayıf yüzünde, İspanyollara ve trajik görünüşlerini veren
derin çizgileri taşıyordu. Madrid sendikalarının önde gelen yöneticilerinden biriydi bu adam. Adı
Munez ve mesleği öğretmenlikti. Sesi soluğu kesilmişti salondakilerin: İç savaşın kucağından kopup
gelmiş bir adam vardı karşılarında ve bu adamın konuşmasını bekliyordu hepsi. Fakat aralanmış
dudaklarında belirlenen acıklı bir bekleyişle duruyordu. Munez konuşmuyor, susuyordu. Tribünden
gür sesin haykırışı duyuldu:
“Oğlunu öldürdüler bu adamın!”
O zaman haykırdı İspanyol:
“Silah lazım bize!”
Ve bu çığlık, salonun bir başından öbür başına bir çığ gibi büyüdü, sokağa taştı. Sokaktaki
kalabalık çığlığı daha büyüterek geri verdi salondakilere:
“Silah! Silah!”
Sonra, kendisinin radikal olduğunu söyleyen bir profesör kürsüye çıktı. Hayatı boyunca hep aynı
ısrarla Aude bölgesindeki bağcıları da, Dreyfus’u da, Trablusgarp’ı da savunmuş, hep aynı ısrarla bu
bölgenin şarabına ‘şampanya’ denmesini istemiş bir ihtiyardı bu. Korkusuz ve kimsenin kusur
bulamadığı şövalyeyi anlatmakla başladı gevezeliğe, sonunda da İspanyol cumhuriyetçilerinin
‘manevi’ yönden desteklenmesini istedi.
En son Michaud konuştu kürsüden:
“Bugün, Fransız toprağına bir faşist bombardıman uçağı indi. Mussolini tarafından Franco’ya
yardıma gönderilen uçaklardan biri. Hikâyeyi siz de biliyorsunuz. 54, 57 ve 58. İtalyan uçak filoları.
Hitler, cumhuriyete kasteden asilere tanklar gönderiyor. İspanya’daki cumhuriyetçiler av tüfeği ile
dövüşüyorlar. Biz de Halk Cephesi’nin hükümetine haykırmalıyız! İspanyol cumhuriyetçilerine uçak
verin demeliyiz!”
“İspanyollara uçak!” sözü bir sembol oldu yeniden. Salon tempo ile bağırıyordu. Wagram’da, daha
uzakta bu saatlerde hep tenha olan ve şimdi bir bayram yerini andıran Etoile Meydanı’nda, bu
meydana açılan bütün caddelerde, halk aynı sözü haykırıyordu: “İspanyol cumhuriyetçilerine uçak!”
Bu insan okyanusu kısa bir an için sakinleştiği zaman bile boğuk ve ince bir sesin haykırmaya devam
ettiği görülüyordu. Ve yeniden Paris’in yüreğinden fışkıran bu sözler, kentin gürültüsünü bastırıp her
evin kapısını çalıyor, metronun tünellerine kadar giriyor; oradan kentin yoksul semtlerine koşup
oranın insanlarını uyandırıyordu.
Toplantı bitince Michaud, Pierre’i bir kenara çekti:
“Munez, uçak satın almaya geldi,” dedi. “Sen biliyorsun bu işi; yardım edebilirsin ona.”
Munez, yirmi bombardıman uçağı almak istiyordu. Üç gündür bir bakanlıktan öbürüne gidip
geliyordu; ona dostluk gösterileri yapıp, “Düşünelim bu konuyu,” diyorlardı. Büyük Sanayici Méjeu
ile görüşmüştü. Adam ona sigara tutmuş, sevimli görünmeye çalışarak dinlemişti Munez’i. Sonra da
“Franco ne kadar çabuk kazanırsa o kadar iyi,” demişti.
Michaud, bunları özetledikten sonra ekledi:
“Dessère’e bir söylesen? Ticaret değil mi? Yapmak ister belki.”
Munez, Pierre’le birlikte çıkmıştı sokağa. Durumu anlattı ona:
“Tabanca, tüfek, bıçaktan başka bir şey yok bizimkilerde. Çok gülünç ve tüyler ürpertici bir şey
bu. Köylülerin elinde ağızdan dolma tüfekler var yalnızca. Onlar da kıyametten kalma. On beş gün
içinde her şey belli olacak; ya kazanacağız ya kaybedeceğiz. Hızla ilerliyor bu herifler. Savoialar var
ellerinde, Alman tankları var. Bizim elimizde avucumuzda olan şey de bir düzine posta uçağı. Bomba
atabilmek için delikler açtık uçaklarda. Hepsi hurda zaten. Gördükleri yerde düşürüyor herifler
bunları. Sizin adamlarınıza bir türlü anlatamadım. Oradakiler bizi ezerler, buradakiler sizi daha
kolay ezecekler diyorum; kimse aldırış etmiyor.”
Çevrelerindeki kalabalığın dilinde “İspanyol cumhuriyetçilerine uçak!” sözü acılı bir çığlık gibi
büyüyor ve yayılıyordu. Munez güldü:
“Bu bağıranlar, uçak verirler bize. Ne yaparsınız, bunların da bize verecek uçağı yok.”
Ertesi sabah Pierre erkenden Dessère’i görmeye gitti. Dolambaçlı söz etmedi, dobra dobra söyledi
durumu:
“Grev sırasında yollarımız ayrıydı; siz barikatın bir tarafındaydınız. Ben öbür tarafında. Şimdi
fabrikalarınız tehlikede filan değil, bugün İspanya’da iktidarda komünistler yok: Giral, Azana ve
siyasi ortaklarınız var iktidarda. Bombardıman uçakları gerekli onlara. Ve sizden almak istiyorlar.
Peşin para veriyorlar. Yirmi tane A-68 uçağı alacaklar.”
Dessère güldü:
“‘Peşin para’ sözü hoşuma gitti. Ne yani, Dessère’i parayla kafese koyacağınızı mı sanıyorsunuz?
Méjeu, İspanyolların gelip uçak istediklerini anlattı dün. Hem böbürlenerek ne dedi biliyor musunuz?
‘Tersledim onları. Ben kendi sınıfıma ihanet etmem,’ dedi. Ne yanıt verilir böylesine? Hiç! O da
sizin gibi mantık yürütüyor, Marksist mantığı.”
“Neden Méjeu’ya gitmiyorum da size geliyorum ben? Méjeu, faşistin biri. Oysa siz...”
“Her şeyden önce Fransızım ben. Barışın sağlanması, İspanya’dan daha değerli benim gözümde.”
“Komşu bir ülkeye uçak satmanıza kim engel olur?”
“Enayilik etmeyin! Bugün size yirmi A-68 satsam İtalyanlar yarın kırk Savoia uçağı gönderirler
Franco’ya. Azana’yı, General Franco’ya yeğ tutarım tabii. İspanyollar için yüz bin frank vereceğim
size, yalnız benden aldığınızı kimseye söylemeyeceksiniz. Parayı sevinerek veririm. Uçak satamam
ama. Fransa’nın rahatını tehlikeye düşürmek istemem. Atasözü bile var: ‘Kendi eti insana,
gömleğinden daha yakındır!’”
“Yani adamlar orada ölürken biz seyredeceğiz, öyle mi? Alçaklık bu! Méjeu böyle yapabilir,
tamam. Ya siz? Ne çabuk unuttunuz geçen geceki konuşmamızı? Uçakları satmadığınızı Munez’e nasıl
söyleyeceğim?”
Pierre, odanın içinde dört dönüyor, haykırıyor, masaları yumrukluyordu. Dessère, yorgun ve alaycı
gözlerle onu seyrediyor ve için için hayranlık duyuyordu mühendise. Pierre gitmek isteyince engel
oldu.
“Arjantin için on bir tane A-68 ısmarladılar,” dedi. “Manu isminde biri teslim alacak uçakları.
Fazladan para teklif ederseniz uçakları size bırakır. Görüyorsunuz ya benim kazancım yok bu işte.
Uçakların, cumhuriyetçileri kurtaracağına inanıyorsanız yapın bu işi. Manu kabul eder teklifinizi; ben
söz veriyorum size; kabul edecek. Uçakları böyle alırsanız kimse gürültü koparamaz. Biliyorum ben;
Blum tek bir uçak göndermeyecek dışarıya. Siz de göreceksiniz.”
“Olmaz böyle şey! Viard’la görüşeceğim gerekirse!”
“Onun da ne halt edeceğini göreceğiz. Hayal kuruyorsunuz! Alın, Manu’ya verilecek lisanslar
bunlar. Memnun musunuz şimdi?”
Pierre dalgındı. Onu selamlayıp çıktı. Manu’yu bulması gerekiyordu.
Manu aslında Romanyalı, pasaportuna inanırsanız Honduras vatandaşıydı. Ama çok uzun bir
süredir Paris’te yaşıyor; kendisini de Fransız sayıyordu. Karanlık işlerle uğraşan bir adam. Şans yeni
yeni gülmeye başlamıştı ona; İspanya İç Savaşı onun gibi karanlık işler yapan bir yığın insanı
harekete geçirmişti. Madrid ve Barcelona’dan her Tanrının günü cepleri para dolu insanlar gelip
buluyorlardı onları. Savaş malzemesi almak için geliyorlardı. Bakanlıklar gönderiyordu bu adamları;
sendika temsilcileri, askeri makamlar, gazeteciler, cumhuriyetçiler, komünistler, anarşistler
geliyorlardı. Genellikle birbirlerini tanımıyorlar ve hep aynı komisyonculara başvuruyorlardı.
Herifler hepsini aldatıyor, soyup soğana çeviriyorlardı. Burgos’un adamları da silah satın almaya
geliyordu. Komisyoncular günden güne fiyat yükseltiyorlardı. Kendisine A-68 uçaklarından söz
açılınca Manu, üç misli para istedi.
“Uçakları size verirsem,” dedi, “Buenos-Aires hükümeti ile aram açılır. Sonra benimle iş gören
rahat uyur: Hükümet, uçakların dışarıya çıkmasına engel olmaz. Benim malım sınırı geçer. Lisanslar
bende.”
“Lisanslar bende dostum. Sizde değil!”
Manu düşündü: Karşısında kolayca kazık atabileceği bir İspanyol yoktu. Bir uçak mühendisi vardı.
Üstelik bu adam Dessère’in yakın dostuydu. Uzlaşamazlarsa, Manu’yu harcar, tek başına da uçak
bulup alabilirdi. Böyle bir adam gelmişti karşısına.
“Son sözümü yarın söyleyeceğim size,” dedi Manu.
‘Yarın’. Munez acı acı göğüs geçirdi. Yarın geleli tam bir hafta olacaktı. Madrid’in, cumhuriyetin
geleceği bu uçaklara bağlıydı onun kafasında. Geldiğinden beri her gün aynı gazeteleri yeni haberleri
öğrenmek umuduyla tekrar tekrar alıyor, radyonun başından ayrılmıyordu. Pierre’i telaşla karşıladı.
“Leon hücum etmiş. İki zırhlı oto. İrun’da geriye sürdük herifleri. Asıl büyük tehlike Estramadur
tarafında; Medina’ya yürüyor herifler. Ve Medina... Medina...”
Çevresindekilerin nasıl olup da keyiflenebildiklerini yemek yiyip, gezinti yaptıklarını, tiyatroya
gidebildiklerini Munez’in aklı almıyordu. Paris’in bu umursamazlığı onu kudurtuyordu. Hani Pierre’i
tanımasa, Paris için ağzına geleni söyleyecekti. Pierre de kendisi gibi hep gazetelerin son baskısını
bekleyerek yaşıyordu.
Ertesi gün Manu, uçakları vermeyi kabul etti: Yüzde yirmi fazla para istiyordu ama. Uçaklar,
Toulouse yakınlarındaki bir havaalanında üslenmişlerdi. Munez şifreli bir telgraf çekti Madrid’e,
uçakları aldığını bildirdi. Aynı gece Pierre’le birlikte Toulouse’a hareket edecekti. Son dakikada
elçilik aracılığıyla bir telgraf aldı İspanya’dan: On bir uçağı az bulmuşlar, hiç olmazsa yirmi
bombardıman uçağı daha alınmalıydı. Ayrıca, Dewoitine modeli otuz avcı uçağı istiyorlardı. Fransız
hükümeti yardım etmezse bu kadar uçak bulamayacaklardı tabii: Uçak fabrikaları da faşistlerin ya da
Dessère’in elindeydi. Pierre, Paris’te kalıp Viard’la görüşmek isterdi. Munez sabırsızlanıyordu oysa;
bulduğu on bir uçağı kaybetmekten korkuyordu. Pierre’in Toulouse’a gitmesini, Munez’in de tek
başına Viard’la görüşmesini kararlaştırdılar sonunda.
“Viard’ı tanırım ben,” dedi Munez. “Uluslararası kongrelerde çok karşılaştık.”
Pierre, gardan bir kart postaladı Agnès’e: “Bir haftalığına Toulouse’a gidiyorum,” diye. Bindiği
tren çok kalabalıktı; boğulacak gibi oluyordu insan. Kentte kalmış Parisliler, ağustos sıcağını
görünce, deniz kenarına ya da dağlara kaçmaya başlamışlardı. Gezmekten, denize girmekten,
yelkenlilerle dolaşmaktan başka şey konuşulmuyordu aralarında. Pierre, onların içinde bir yabancı
gibi duruyordu. Elindeki gazeteyi katladı; okumamıştı bile. Munez nasıl yapıyorsa o da öyle kendi
kendine sayıklamaya başladı ‘Medina’ diye. Gidebildiği kadar çabuk gitmesi gerekiyordu. İşe
yarayacağını bilse, trenden atlar bütün gücüyle iterdi treni: Ara istasyonlarda beklemek kudurtuyordu
onu. Birden Viard’ın kendisine dayanışmak gerektiğini söyleyen namuslu ve iyilik dolu çehresi geldi
gözünün önüne. O müthiş sıcağın kucağında, sigara dumanının ve mayo çeşitleri ile Pirene
dağlarından başka şey konuşmayan bir kalabalığın ortasında, yarı uykulu bir düşünceyi evirip
çeviriyordu kafasında: İspanyolları ortada bırakmayacaktı Viard; istediklerini verecekti. Böylece
uyuyup kaldı Pierre.
26
Munez, Viard’ı yıllar sonra tekrar gördüğü zaman geçmişi anımsadı. Basel kentindeki kongre geldi
aklına. Yaşlanmış bir Bebel’in katedralin içindeki konuşmasını, genç kızları taşıyan arabayı, dökülen
gözyaşlarını anımsadı. Sonra, savaşın hemen arkasından Bern’de karşılaşmıştı Viard’la. O zaman,
parça parça olmuş porselen bir bardak gibi duran II. Enternasyonal’i toparlamaya çalışıyorlardı.
Sömürgelerin durumunu, yeni bir savaş olasılığını, savaşın yaralarını nasıl sarmak gerektiğini
görmüşlerdi hep beraber. O zaman Viard’ın saçları koyu kahverengi, sesi gürdü. Tam on altı yıl
geçmişti aradan. Ve Viard yaşlanmıştı. Munez de yaşlanmıştı.
Onu görünce Viard’ın yüreğinde de eski anılar ayaklanmıştı. İki arkadaş gençliklerinin şimdi
unutulmuş, ateşli gölgelerini düşündüler: Plehonov, Jaurés ve Iglesias’ı düşündüler.
Şöyle diyordu Viard:
“Belli bir yaşa gelirse insan, bütün yollar mezara yöneliyor. Nereye baksan mezar taşı
görüyorsun.”
Ve bu ‘mezar’ sözü uyandırdı onu: Munez’in neden kendisini görmeye geldiğini biliyordu.
Sabahtan beri bu karşılaşmaya hazırlamıştı kendini. Munez’i bir partinin ya da bir yabancı hükümetin
resmi temsilcisi olarak mı karşılamalıydı? Hayır; eski bir arkadaştı Munez. Böyle şeyleri unutmaz
Viard. Hele karşısındaki adamın çektiği büyük acıyı bilmezlikten gelemez.
“Acınızı haber verdiler bana,” dedi.
Munez, umursamaz görünmeye çalıştı. Acısını kimse bilmesin istiyordu. Oysa, sevgili oğlunu,
Pépé’yi bütün uykusuz gecelerinde karşısında buluyordu. Bir öğle vakti ölüsünü bulmuşlardı
Pépé’nin. Duvarların, tozun toprağın bembeyaz olduğu bir öğle vakti. İnsanların sıcaktan ve
yorgunluktan bitkin düştükleri bir öğle vakti. Bir samanlıkta yakalamışlardı Pépé’yi, dışarıya çıkarıp
veriştirmişlerdi kurşunu.
Munez derisini soyup, bedeninin içini yüreciğini seyredenler varmış gibi ürperdi; şimdi daha da
keskin bir acı yerleşmişti içine. Susuyordu. Viard konuşmasına devam etti:
“Dostum, anlıyorum sizi. Üç yıl önce karımı kaybettim ben de. Yakınlarını kaybeden insanın
onlarsız yaşaması çok korkunç! Müthiş şey bu! Böyle yaşayıp da süründüğüne yanıyor insan.”
Munez, Viard’ın sözlerinde, kendisini kıran, inciten şeyin ne olduğunu çözememişti daha. Ayağa
kalktı. Bir süre dolaştı odanın içinde ve sonra birdenbire ancak siyasi toplantılarda becerebildiği gür
bir sesle konuşmaya başladı:
“Uçak satın almaya geldim ben. Durumumuzu biliyorsunuz. Siz yardım etmezseniz bizi ezerler.
Halk Cephesi, sosyalizmin son kozudur. Böyle elimiz kolumuz bağlı, düşmana teslim edecek misiniz
bizi? Sosyalistsiniz siz. Ben de bir sosyalist olarak konuşuyorum sizinle. Her şeye rağmen, eski
günlerimizden kalma bazı şeylerin içimizde hâlâ yaşadığına inanıyorum. Evet, oğlumu öldürdükleri
doğrudur. Bunun sözünü bile etmek istemem. Fakat her gün adam öldürüyor bu herifler. Daha bugün
Cordoba’da, insanlarımızı yaylım ateşine tuttular. Hepsi fanatik; Cizvit papazı kimi de. Faslıları
getirdiler yurdumuza. En geri kafalıları getirdiler. Büyücüleriyle beraber. Her tarafa saldırıyor ve her
yeri ateşe veriyorlar. Yoldaş Viard!”
“Elbette ki kalbim sizinle beraber. Ayaklanma başladığı günden bu yana inanın ki gözüme uyku
girmedi. Başınıza gelen felaketi kendi başıma gelmiş kabul ediyorum. Ama bugün bütün bir ülkeden
sorumluyuz biz. Anlayın bunu. Fransa barış istiyor. Asıl dram burada kopuyor zaten. Orta halli
Fransızın gözünde yabancı bir ülkedeki siyasi rejimin ne önemi var?”
“İnsan istemiyoruz ki... Uçak satın bize. Eski anlaşmalarımıza dayanarak savaş malzemesi verin.”
“Bu savaş dışardaki bir düşmanla yapılsaydı, bir saniye bile düşünmezdim. Ama iç savaş denir
sizin yaptığınıza.”
“Yani, ‘meşru’ bir hükümeti, asilere karşı desteklemek yetkisine sahip değilsiniz, öyle mi?”
“Yok yok. Bu değil de... Dünyanın siyasi dengesizliği karıştırıyor her şeyi. Franco’nun arkasında
Hitler var, Mussolini var. Size uçak versek bunun yeni bir dünya savaşına yol açmayacağını nereden
bilebiliriz?”
“Ve bize ihanet etmek daha kolay geliyor!”
“Neden böyle koyuyorsunuz meseleyi? Cumhuriyetçilerin kazanmasını istediğimizi biliyorsunuz siz
de. Ama bizim elimiz kolumuz bağlı. Uçak satamayız size. Doğrudan doğruya uçak fabrikatörleri ile
konuşsanız? Hiçbir tehlikeden çekinmediğimi bilirsiniz. Fakat yine de temkinli davranmak iyi olmaz
mı? Size yardım etmediğimizi açıklayacağız bütün dünyaya. Alın uçakları ve gönderin. Biz kapıyoruz
gözümüzü; görmüyoruz.”
“Ya gerçek durumu bilmiyorsunuz ya da bilmek istemiyorsunuz. Bir haftadır buradayım. Sonuç ne?
Topu topu on bir A-68 uçağı. Hem de ne güçlükle aldık uçakları. Allahtan ki Pierre Dubois’yı
tanıdım. Arkadaşımız.”
“Mühendis mi? Görüyorsunuz ya. Bir de sitem edip duruyorsunuz bize. Çok iyi bir arkadaştır
Dubois; tanırım onu. A-68 çok iyi bir uçak. Daha fazla alın, engel olan mı var size?”
“Satmak istemiyorlar ki.”
“Ne yapabiliriz ki? Bu da onların hakkı.”
“Ordunuzdaki uçaklardan verebilirsiniz.”
“Hava kuvvetlerimiz neden zayıflasın? Hayır dostum, olanaksız bu! Hem radikaller ne diyecek?
Bir düzine uçak yüzünden hükümet düşer sonra. Böylesi sizin için de daha kötü olur. Tekrar
söylüyorum: Ne gönderseniz görmezlikten geleceğiz. Sığınmacılara yardım edebiliriz, örneğin. Sağlık
yardımı yapabiliriz, buğday ve çocuklar için süttozu gönderebiliriz size. Ama savaşı göze alamayız.
Hayır! Hayır!”
‘Hayır’ sözünü iki üç kez üst üste tekrarlayınca rahatladı. Mendiliyle alnında biriken teri sildi.
Zile uzandı.
“Size ne ikram edebilirim?” diye sordu. “Çay? Limonata?”
Munez kalkmıştı.
“Medina düştü,” dedi. “Bunun anlamını biliyor musunuz? Mola’nın emrindeki orduyla bizi
parçalayacaklar demektir. Diplomat değilim ben ve altmış dört yaşındayım. Yoldaş Viard, şimdi
buradan çıkıp gitmek daha uygun düşer. Kalırsam oturup size söylenmesi gereken her şeyi
söylemekten korkuyorum. Bunun için gelmedim oysa; uçaklar için geldim.”
Ve çıktı Munez. Viard kireç gibi olmuştu. Dudakları titriyordu. Görüşme sandığından daha zor
geçmişti. İspanyol cumhuriyetçilerinin yenilgisi kesindi; ufacık bir çocuk bile kolaylıkla anlayabilirdi
bunu. Yirmi uçak sonucu değiştirmeyecekti ki. Önemli olan Fransa’da Halk Cephesi’ni kurtarmaktı.
Küçücük bir dikkatsizlik her şeyi yıkabilirdi. O zaman burada da yığınla Franco heveslisi çıkacaktı
ortaya. Onlara karşı direnmek için kime güvenecek? Leon kasabasındaki üç yüz işçiye mi? “Bunlar
oynatmış hepsi,” dedi Viard. “Uçuruma sürüklüyorlar bizi. Üstelik komünistler değil, bizim
partimizin adamları yapıyor bunu.” İnsan Munez’i anlıyor: Ne demek bir adamın oğlunu göz göre göre
kaybetmesi. Ama ya ötekiler? ‘Cumhuriyetçilere uçak verin,’ diye bağıranlar? Viard’ı lanetleyecekler
şimdi. Oysa kusur arıyor kendinde, bulamıyor. Bütün ilkelere sadık kalarak devleti yönetmek? Olacak
şey mi? Böyle ağır yükün altına girersen eziliyorsun tabii. Hiçbir şeye karışmamaktı en iyisi;
girmemekti böyle işlere. Öbür insanlar gibi bir adam olabilseydi keşke. Bu mutluluğu arıyor Viard:
Öbür insanlardan farksız olmalıydı. Onlar gibi oy verebilmeli, bağırıp çağırabilmeli, sonra
bahçesindeki kameriyeye şöyle bir güzel yerleşmeli, kuşların cıvıltısını dinlemeli o da. Ama işleri de
yönetecek biri gerekmiyor mu? Kendi mesleğinden başka aşağılık meslek yok mu yeryüzünde?
Lağımcılar, kasaplar, cellatlar. Bu kadarcık mı hepsi? Viard acıdı kendine. Öylece, bu acıma
duygusunun altında ezilerek, oturdu kaldı. Sekreteri girdi odaya:
“Sizi telefondan istiyorlar,” dedi. “Tessat görüşmek istiyor. Çok aceleymiş.”
Tessat hemen gelip baş başa görüşmek istiyordu. Kabul etmek zorunda kaldı. Gerçekten tatsız bir
gün geçirmişti Viard.
Tessat her zamanki sırnaşıklığı içindeydi yine. Viard’ın sırtını okşadı gelir gelmez. Sonra da
zehrini kustu:
“Kolla kendini, dostum,” dedi. “İspanya bir tuzaktır. Napoléon bile orada aldı boyunun ölçüsünü.
Ve bin sekiz yüz yetmişte aldı.”
“Ne ilgisi var bizimle?”
“Aradaki ilgiyi göremiyor musun? Kötü öyleyse. Eğer Kızıllara uçak verirseniz savaş çıkar.
Kaçınılmaz sonuçtur savaş. Mussolini’yi bırak bir kenara. Hitler bağışlamaz bunu.”
“Azana ve Giral neden Kızıl oluyorlarmış, anlayamadım? Nasıl oluyor da senden daha Kızıl
oluyorlar sonra?”
“Evet, Azana’dan bahsediyorum ben. Tüfekler kimde? İşçilerin elinde değil mi? Benim ne
düşündüğümün önemi yok zaten. Bütün Avrupa Kızıl biliyor onları. Tekrar söylüyorum; ayağını denk
atmazsan savaş var sonunda.”
“Sana kalsa meşru hükümetle ticari ilişkileri bile kesmemiz gerekecek?”
(Farkına varmadan Viard Munez’in deminki sözlerini tekrarlıyordu.)
“Gereksiz bir vicdan çekişmesi bu. Siyasi yakınlıklarınız yüzünden halkı neredeyse katliama
sürükleyeceksiniz. Ne biçim yöneticilik sizinki? Berlin ve Roma’yı mutlaka ayırmalıyız birbirinden.
Ama siz adamları birbirine yaklaştırmak için ne gerekliyse yapıyorsunuz!”
“Nasıl ayırabilirim onları? Görmüyor musun, İspanya’da nasıl omuz omuza iş çeviriyorlar.”
“Şimdilik görmezlikten gelin. Mussolini’nin kafasına uygun hareket ederseniz İtalya bir gün bir
Latin ülkesi olduğunu anımsayacaktır. Fransa’nın partici fanatiklere ihtiyacı yok artık, diplomatlara
ihtiyacı var. Özellikle bu İspanya meselesinde temkinli olmalısınız. Alba Dükü Londra’da dalga
geçmedi herhalde. İngilizler eski durumun geri gelmesini istiyorlar. Alfons’un kral olması ya da
Franco’nun başa gelmesi küçük bir ayrıntı onların gözünde. Barcelonalı anarşistlerin yerine bir
generalin iktidara gelmesini isterler tabii. Hemen söyleyeyim: Fransa yapayalnız kalıyor. Halk
Cephesi’ni savunduğumu bilirsin.”
“Öyle mi? Fark etmemiştim. Grevler sırasında yaptığın konuşma...”
“Hükümeti kurtardım böylelikle. Senin politikana biraz yüklendim tabii. Başka türlü yapamazdım
ki! Hepsi ayaklanmışlardı sana karşı. Hükümet için güvenoyu istedim ben de. Neler döndüğünü
biliyor musun radikal grupta? Malvy, Marchandeau, Meyer koro halinde tutturmuşlardı, istifa etsin
diye. Grevler çok geride kaldı şimdi. Bugün durum gerçekten tehlikeli. Malvy ateş püskürüyor. Bütün
İspanyol büyüklerinin yakın dostu değil mi o? Auguste, inan ki ben de senin gibi Azana’yı tercih
ederim Franco’ya. Ömrüm boyunca tepeden tırnağa sivil ve demokrat kalmışımdır. Fikrimi soran yok
ki bana. Sana bile sormuyorlar. Soruyorlar mı? Bütün istedikleri bizim işe burnumuzu sokmadan
beklememiz.”
“Onlar burunlarını sokuyor ama.”
“Böyle durumlarda benim sözüm şu: Quod licet hove, non licet Jove. Almanların ve İtalyanların
gözü kara, işin sonuna kadar gidecekler. Savaş istemediğimize göre susmaktan başka yapacak şey var
mı? Madrid hükümetine yüz uçak da gönderseniz durum değişmeyecek ki. Nasıl olsa onlar beş yüz
uçak gönderecekler Franco’ya. Yangına körükle gitmek budalalık olur.”
“Ben barışı korumak için elimden geleni yapacağım.”
“Biliyorum. Fakat düşmanların harekete geçtiler bile. Radikal grupta tam bir şaşkınlık var şimdi.
Malvy senin Fransa’nın çıkarlarıyla alay ettiğini haykırıyor. Sözleri de çok etkili oluyor. Sağcıları
hiç söylemiyorum sana. Breuteuil hem kaçık hem de budalanın biri. Yalnız unutma ki biz pek
benzemeyiz İspanyollara, öncü bir halk sayılırız. Oradaki siyasi rejimi kuramayız ki zaten. Dikkat et,
Breuteuil’in sözüne kulak veren çoktur. Savaşa neden olan bir suçlu olarak sanık iskemlesine
oturtacakmış seni. Dün söyledi. Oyunlarını bozarsın, biliyorum. İnandığım için de barışın en büyük
garantisi olarak savundum seni. İçim rahat etmeli, kesin bir ‘evet’ yanıtı almak isterim senden.”
Tessat sallanarak odanın öbür ucuna gidiyor, oradan tekrar gelip Viard’ın burnunun dibine kadar
sokuluyordu. O kadar yakın duruyordu ki konuşurken çevreye saçtığı tükürükler Viard’ın yüzünü
ıslatıyordu. Viard öylece seyrediyordu onu, gülümsüyordu. Umulmadık bir direnme gösteriyordu.
Munez’in gölgesini her an yanında hissediyordu Viard. Daha bir saat önce kaderin bağladığı onurlu
bir Munez vardı karşısında. Aynı yerde şimdi Tessat kalkmış komedi oynuyordu aklınca. Demin eski
arkadaşıyla yüreksiz ve katı bir diplomat gibi konuşan Viard, Tessat’nın üstü kapalı savurduğu
tehditler karşısında yenilmemek için direniyordu. Diplomatça davranmak gerektiğini bile unutmuştu.
Tessat kesin yanıt isteyince, “Görevimi yapacağım,” diye susturdu onu. Tessat, Viard’dan başka bir
şey koparamadı.
Odada yalnız kalınca tükenmek üzere olan gücünü toplayıp küçük divana uzandı Viard. Bacaklarını
topladı ve ne yapması, nasıl davranması gerektiğini düşünmeye başladı. Başı adamakıllı ağrıyor,
gözü kararıyordu. Nasıl aşağılık, iğrenç bir yaratıktı şu Tessat! Salyalar püskürüyor, herkese çamur
atıyordu. Acaba onu seven kadın var mıydı yeryüzünde? Tessat’yı mutlaka gönderenler vardı ona.
Belki sağcı radikaller göndermişlerdi, belki de Breuteuil. İtalyan Elçiliği’nden de gönderilmiş
olabilirdi. Bu iş gittikçe karışıyordu. Heriflerin çok kararlı oldukları belliydi. Demek ki bunun sonu
savaş. Peki halk ne diyecek o zaman? Viard, o yıllardan beri savaşın suratına tüküren adam, şimdi
tutup milyonlarca insanı ölüme mi gönderecekti? İspanya’da bunca insanın ölmesi yetmiyor mu?
Gözlerini yumdu Viard. Taşların arasında üzerine sineklerin hücum ettiği insan ölüleri,
paramparça edilmiş cesetler gördü karşısında. Ve yıkılmış binalar... Neye karar verecekti: Tessat
“Tek bir uçağın bile cumhuriyetçilere verilmemesi gerekir!” demişti. Yoksa... Radikaller hükümetten
çekilir, basar giderlerdi. Savaşın dehşetini o an için unutmaya çalıştı Viard. Tekrarlaya tekrarlaya
artık ezbere bildiği bir hesabı toparlamaya girişti. İspanyollara yardım konusunda hükümet kaç oy
toplayabilirdi? Hükümet azınlıkta kalacaktı, tabii radikaller sağcılarla işbirliği yapacaklardı o
zaman. Bu bir başlangıç olacaktı. Breuteuil radikallerle hükümet kurmakla yetinmezdi ki... O
diktatörlük heveslisiydi. Yani bir 6 Şubat olayı daha feci sonuçlar yaratacaktı. Grevlerin bunalttığı
esnaf ve çiftçiler Breuteuil’in peşinden gideceklerdi. Sosyalist Parti dağılacak, Viard yüksek
mahkeme önünde suçlu iskemlesine oturtulacaktı. “Savaşı başımıza musallat etmek isteyen herif bu
işte!” diye onu gösterecekti herkese. Tek bir uçağın bile Francocular tarafından düşürülmesi
cumhuriyetçilerin uçakları Viard’dan aldığını ortaya çıkaracaktı. Savcının sesini duyar gibi oldu.
“Viard’ın yardımıyla A-68 bombardıman uçakları...” diye başlayacaktı okumaya. Hayır, böyle işlerde
dalga geçmeye gelmez!
Gecenin onuna kadar kararsızlık içinde bocalayıp durdu, ne yapacağını bilemiyordu ki. Sonunda
başındaki ağrıdan ve umutsuzluktan allak bullak olmuş yüzüyle gizli polis şefini yanına getirdi.
“Mühendis Pierre Dubois’nın on bir tane A-68 bombardıman uçağını Barcelona’ya göndereceğini
haber verdiler bana. Bu yüzden devletler birbirine düşebilir. Uçakların gönderilmesine engel
olmalıyız. Yapabilir miyiz? Ne dersiniz?”
“Tabii yaparız. Uçaklar Seine fabrikasına ait alanlardan birinde olmalı. Ya burada ya da Toulouse
yakınlarındaki alanda. Şimdi gerekli emri gönderiyorum.”
Polis şefi çıkar çıkmaz Viard yeniden divanın üzerine uzandı. Başındaki ağrıyı durdurmak için iki
aspirin içti. Yavaş yavaş üstüne bir ağırlığın çöktüğünü hissediyor, halsizlikten elini bile
kımıldatamıyordu. Midesi sancılanıyor ve ayakları üşüyordu. Hiçbir şey düşünmek istemiyordu:
Artık yapılacak iş kalmamıştı ki beklemekten başka... Bilemediği bir yerden ‘ihanet’ sözü gelip
takıldı kafasına, unutmaya, söküp atmaya çalıştı. Beceremedi ama. Ben kimseye ihanet etmedim,
diyordu kendi kendine. Yer yarılsa cumhuriyetçiler yenilecekti İspanya’da. İki yüz uçağın karşısında
topu topu on bir tanecik uçak ne yapabilir? Cumhuriyetçiler de çocuk! Laon kasabasındaki işçilerden
farkları yok! Halk Cephesi’ni kurtarmıştı ya... Sosyalist Parti’yi kurtarmıştı ya... Barışı kurtarmıştı
ya... Görevini yapmıştı. Daha ne yapsın? Korkan bir çocuğu annesi nasıl yatıştırırsa Viard da kendi
korkularını yenmeye, sindirmeye çalışıyordu böylece. Ama o söz, ‘ihanet’ karanlıklardan fırlayıp
tekrar çıkıyor karşısına, simsiyah ve yapışkan bir balık gibi peşinden geliyordu.
Sınırdaki küçücük Cerbère kasabası aklına geldi birdenbire. Uzun süre kalmıştı orada. Hele bir
seferinde Pierre’in babasıyla birlikteydi... Kasabanın gerideki dağlara yaslanmış evlerini anımsadı.
Balıkçı kayıklarını, üzüm bağlarını ve telaş içindeki tren istasyonunu anımsadı sonra. Hele şarabı?
Ne güzel şaraptı o. Hiç olmazsa onlar, o sınır kasabasındakiler saygıyla anacaklar Viard’ın adını.
Savaş, onların yanı başında çünkü: Tepeyi aşıp tüneli geçersen, yakılıp yıkılmış evler, ağlayan
kadınlar göreceksin. Yok... Savaş olmayacak! Kasabadaki analar, “Viard korudu barışı,” diyecekler,
“Viard korudu çocuklarımızı,” diyecekler... Viard... Viard... ve Viard kendi adını sayıklayarak uyudu
orada.
27
Avazı çıktığı kadar bağırıyordu Pierre:
“Bunu yapamazsınız! Viard’a telefon edeceğim,” diyordu.
Yağmur olanca hızıyla yağıyordu ve onlar bir sokak lambasının altındaydılar. Sel basmış da,
ortalığı sular alıp götürmüştü sanki. Yerde biriken ve kabaran suların içinde başıboş tahta parçaları
geziniyordu. Polis komiserinin üzerindeki yağmurluk sırılsıklam olmuştu.
“Emir Paris’ten geliyor,” dedi. “Bakanın haberi vardır mutlaka.”
Madrid’dekiler uçakları bekliyordu. Radyo, faşistlerin yeni bir saldırıya giriştiklerini demin
söylemişti. Paris’le konuşmak istedi Pierre. Uzun süre telefon başında bekledi. Viard’ın sekreteriyle
görüşebildi ancak. Adamın sesi soğuk ve düzmece bir incelik gösterisiyle yanıt verdi Pierre’e:
“Sayın bakana bilgi vereceğim... Sayın bakan meşgul şimdi... Sayın bakanın, polisin işine
karışacağını sanmıyorum, efendim...” Pierre, bu konuşmanın saçmalığını çabucak anladı, kapattı
telefonu. O şaşkınlığının arasında gerçekten önemli bir şeyi anımsadı: Viard’ın sekreterinin de bir
sosyalist olduğunu.
“İlk trenle Paris’e gidiyorum,” dedi.
Karşılık vermedi komiser. Pierre istasyona yakın küçücük bir kahveye girdi. İçerde soğuk ve
yağışlı havalarda sıcak bir yere sığınanların meydana getirdiği bir kalabalık vardı.
Öylesine dalmıştı ki, ne içeceğini birkaç kez üst üste sormak zorunda kaldılar ona. İşin başında her
şey Madrid çevresinde gelişiyordu. Haritada, Madrid’i çepeçevre saran bir çember ve bu çembere
doğru dört ayrı koldan yürüyen dört ok vardı. Munez, A-68 uçaklarının en geç ertesi sabah
Barcelona’da olacağını haber vermişti cumhuriyetçilere. Bu haber yeniden umutlandırmıştı hepsini.
Uçakları bekliyorlardı. Oysa şimdi her şey bitecekti... Yoksa Viard mıydı bunu?.. Viard’dan bu
kadarcık bile kuşkulandığı için kendi alçaklığına hükmetti sonra. Küçük bir kadeh konyağı dikti.
Sigara içiyordu durmadan. Komşu masada konuşulanlara kulak veriyordu arada: Marie adında bir
kadın komşusunun tavşanlarını zehirlemişti... Yağmurun sesini dinliyor, bazen Agnès’in, şimdi çok
uzağında yaşayan gözlerine dalıyor, bazen de sokak lambasının suyun içindeki hayaliyle uğraşıyordu.
Ama sonunda, aklı fikri hep Viard’a takılıyordu. Kötü ve amansız bir hastalığın başlaması gibi onun
içinde de inatçı kuşkular doğuyordu. Michaud’nun acı mı acı sözlerini hatırlıyor, Munez’in
“Sosyalistler beni nasıl mı karşıladı?” diyerek içini döken acılı çehresini unutamıyordu. Hayır, bütün
bu düşündükleri ısmarlama şeylerdi. Aslında olmayan, kendi kafasından uydurduğu düşüncelerdi.
Belki de hastalanacaktı? Alev alev yanıyordu bedeni. Trenin hareketine iki saat vardı aksi gibi. İlkin
uyuklamayı denedi. Yapamayınca gazetede hayvanların satış fiyatlarını okudu. Bildiği şiirlerden
mısralar getirdi aklına. Sonra tekrar burun buruna geldi Viard’la: Tribündeydi Viard, gülüyordu.
Kırmızı bir bayrağın gölgesindeydi... Peki ne olmuştu öyleyse?.. Ne olmuştu da bir hiç olan, basit bir
memur olan sekreter bile soğuk davranmıştı ona. Ne olmuştu da polis, uçak işini engellemeye
gelmişti? Ve sonra Viard, ilerici Viard, faşistleri niye kovmamıştı da yerlerinde tutmuştu? Demin
komiser, İspanyol hükümetine ‘Kızıl’ damgasını basıvermişti. Üstelik sırnaşık gülüşüyle onları
küçümseyerek söylemişti bunu. Breuteuil’in çetesiydi bu herifler!.. Şimdi, uçakları yollamasına engel
olan komiser hizaya gelecekti gelmesine... Kocaman bir gün kaybedilmişti ama. Orada, İspanya’da
umutla bekleyenler vardı. Ne sıkıntı bu?
Kahve tenhalaşmıştı. Çoğu evlerine gitmişlerdi. Treni bekleyen yolcular kalmıştı kahvede. Onlar
da uyukluyorlardı. Kahvenin, etli göbekli sahibesi de bir köşede sızmıştı. İlerideki masalardan
birinde bir işçi ekmeğini kırmızı şaraba banarak yiyor, bir yandan da yanındaki arkadaşıyla
konuşuyordu. Pierre onlara kulak verdi:
“Bizim geleceğimiz İspanya’dakilere bağlı,” diyordu adam. “Oraya gideceğim. Göreceksin.
Yardım etmeliyiz onlara. Bizi de ezecekler yoksa.”
Kendini aşmak, yüreğinin bütün gücüyle bu adama yaklaşmak, onun elini katıksız bir dostlukla
sıkmak ve “Bravo!” diye haykırmak istedi Pierre. İşçiye gülümsedi. Öbürü gördü bunu ve anladı.
Gözünü ahbapça kırptı.
Pierre, Paris’e varır varmaz bakanlığa gitti. Bakanın meşgul olduğunu söylediler ona. İki saat
bekledi. Başka bekleyenler de vardı orada. Çoğu Legion d’Honneure nişanı peşinde koşan
sosyalistlerdi. Ya da hiç çalışmadan devletten maaş alabilecekleri görevler isteyen sosyalistler. Ufak
tefek bir kadın, sinirli sinirli söyleniyor, “Beni kırmaz, onu çevreyi karıştırdığı günlerden tanırım
ben,” deyip duruyordu. Viard, o kadını, başka bekleyenleri kabul etti yanına. Pierre hep bekledi.
Sonunda “Bakan yemeğe çıktı. Saat üçte gelecek,” dediler ona.
Pierre onu caddedeki bir bankın üzerinde saat üçe kadar bekledi. Çevresinde hayat her zamanki
bildiğimiz akışını sürdürüyordu. Terzi kızlar bir parça ekmek ve bir parça çikolatayla karın
doyuruyorlardı. Bir mağazanın önüne kadınlar üşüşmüştü. Orada sergilenmiş ipekli kumaşları
paylaşamıyorlardı aralarında. Taksi şoförleri eskisi gibi küfürleşmeye devam ediyorlardı. Yaşlı
beyler, hanımlar kuşlara yem atıyor, kılavuzlar İngiliz turistlere kentin zenginliğini tanıtıyordu.
Borsanın son durumu tartışılıyordu. İspanya’yı, Madrid’i hiç kimse anımsamıyordu. Pierre, öyle bir
başına kaldırımdaki banka oturmuş sıkıntılı düşüncelere dalmıştı: Talavera’nın düştüğü gerçek
miydi? Sanki saatin akrebi de yelkovanı da aynı anda durmuşlardı. Sanki Pierre, bütün günü burada,
şu şimdi oturduğu yerde bekleyerek geçirmişti. Oysa saat üç olmamıştı daha.
Viard, yemekten sonra, bakanlığa tekrar geldi. Pierre onu bekliyordu. Bu kez yalnızdı. Viard’ı
kendisinden başka kimse beklemiyordu. Sekreter yanına geldi:
“Sayın bakan affınızı rica ediyor,” dedi. “Çok acele bir işle ilgilenmesi gerekli. Sizinle konuşmak
için beni görevlendirdi.”
O zaman Pierre ona Toulouse’daki komiserin nasıl olup da gelişigüzel bir kararla uçakların
gönderilmesine engel olabildiğini sordu. Sekreter, Pierre’in sözünü kesti:
“Sayın bakan durumu biliyor,” dedi. “Biz sosyalistler, yalansız dolansız konuşabiliriz kendi
aramızda. Çok güç durumdayız. Seçmek zorundayız. İspanyollara yardım edersek her şeyi
kaybedebiliriz. Savaş çıkar. İçeride de faşistler ezer bizi.”
“Madrid’deki Franco’nun bizim Breuteuil’den ne farkı var?”
“Aynı şey olduğunu sanmıyorum. İspanya, Avrupa’nın bir kenarına atılmış, geri kalmış, yarı feodal
ülkesidir. Hangisi daha doğru, söyleyin: Sağlam temellere oturmadan kurulmuş İspanya
Cumhuriyeti’ni korumak mı? Yoksa ileri bir ülkede sosyalizmi yerleştirmek mi? Bu ülke bizim kendi
ülkemiz olursa bir de... Sayın bakan kesin biçimde tarafsız bir politika uygulamaya kararlı.”
Allak bullak oldu Pierre. Son haftalardaki yaşamının katılığı, okyanus kıyısındaki Bröton
köyünden, o denizi kasıp kavuran fırtınadan başlayarak, kaldırımın kenarında bankta oturup Viard’ı
bekleyişine, İspanya’da yaşanan dramın vahşetine aldırmadan kahkahayla gülebilenlerin içinde
uyandırdığı tepkiye varıncaya kadar her şey, hele o uykusuz geçirdiği gece, Viard’a artık
güvenemeyen kafasının bulanıklığı, İspanya’dakilerin onu her an daha fazla tasalandıran ezilmişliği...
Bütün bunların hepsi bir bıçak keskinliği ile haykırdığı sözlerde boşalıverdi:
“Sayın bakan mı?” dedi. “Bir hain o!”
Bu söz öylesine beklenmedik bir şeydi ki, sekreter anlayamadı.
“Pardon, anlayamadım,” dedi.
Ama Pierre, çoktan merdivenlere fırlamış, koşarak inmişti aşağıya. Bakanlıktaki odacılar onun bu
öfkesini sezerek alaycı gözlerle seyrettiler çıkışını. Onu da her gün düzinelerle gelen avantacılardan
biri sanmışlardı.
Kendine gelebilmek için sokaklarda koşuşması boşunaydı. Öyle koşmakla falan geçecek şey
değildi: Acı, öylesine yüreğine çökmüştü ki, bu öfkenin yatışması imkansızdı. Bütün benliğini
çepeçevre saran boşluk duygusu, rahat soluk aldırmıyordu ona. Agnès haklıydı demek! Üzerine,
hayatını ve inançlarını kurduğu şey boş bir hayal, basit insanlara kurulmuş hergelece bir tuzaktan
başka neydi ki?... Her şeyi alıp götürmüşler, soyup soğana çevirmişlerdi bütün benliğini. Daha bir
saat öncesi insanların iyiliğine, arkadaşlığa, uğrunda ölmekten kaçınmayacağı bir amaca inanıyordu.
Munez’in yüzüne nasıl bakacak şimdi? Talavera da elden gitti!..
İspanya’yı aklına getirince toparlanır gibi oldu: Hayır, o uğursuz konuşmadan bu yana değişen bir
şey yoktu. Madrid’dekiler eskiden nasıl dövüşüyorlarsa, şimdi de dövüşüyorlardı. A-68 uçakları
olmadan dövüşüyorlardı hem. Av tüfekleriyle dövüşüyorlardı. İspanya’ya gidecekti Pierre ve
ölecekse orada ölecekti. Böyle bir ölüm, bir kurtuluş yolu olarak mıhlandı kafasına.
Hareket halindeki bir otobüse atladı: Michaud’yu hemen bulmalıydı. Madrid’e gidebilmek için ne
yapmalı? Michaud’dan öğrenecekti bunu.
Daha Pierre ağzını açıp tek kelime bile söylemeden Michaud, her şeyi anladı:
“Uçakları bırakmadılar galiba?”
“Evet. Kim yaptı biliyor musun? Viard. Duydun mu? Viard. Kuduracak gibi oluyorum. Oraya,
İspanya’ya gitmeliyim. Yardım edeceksin bana. Artık Viard’a küfretmek bile gelmiyor içimden.
Konuşmak boşuna zaten...”
Michaud, onun çok acı çektiğini anladı. Usulca elini sıktı arkadaşının. Pencerenin önündeydiler
ikisi de. Aşağıda, sokakta çocuklar birdirbir oynuyorlardı.
“Munez’e üç tane Potez modeli uçak satmak istiyorlar,” dedi Michaud. “Bu uçaklar neyin nesi,
bilmiyor tabii. Uçak işinden anlayan bir sen varsın aramızda. Acı çektiğini biliyorum. Ben belki
giderim İspanya’ya. Sen burada kalacaksın. Sen olmazsan yüzüstü kalır işlerimiz...”
Karşı koyamadı Pierre. Hayır demedi. Yarın sabah havaalanına gidecek, uçakları görecek. Söz
veriyor, burada kalacak. Kurtuluş yolu diye kendine ayırdığı şeyi de kaybetti böylece.
Sokakta çevresini kararsız bakışlarla seyretti. Nereye gitsin? Sorsanız André’yi görmek için kenti
bir baştan öbür başa neden dolaştığını kendisi de söyleyemez. Cherche-Midi Sokağı’ndaki atölyenin
cansızlığına ve terk edilmişliğine neden gittiğini o da bilmiyor.
Altı ay geçmiş aradan. Altı aydır birbirlerinin yüzünü olsun görmemişler. Bu altı ay Pierre’e
düzineyle yıl geçmiş gibi görünüyor. Son görüştüklerinde acemi bir çaylakmış, bunu şimdi anlıyor.
“Ne haber, André? İyi misin?”
André ne yanıt versin? Ne söylesin? Yaz boyunca yaşanan olayların çok sarstığını, çok
değiştirdiğini mi? Yoksa Jeannette’i tekrar bulup tekrar kaybettiğini mi anlatsın?
“Bak, bir natürmorta başladım ama yürümüyor.”
Pierre şaşkın gözlerle bakıyor yine:
“Hiç değişmemişsin. Anımsıyor musun? Nasıl sürüklemiştim seni Kültür Sarayı’na?”
André bu ‘nasıl’ı bir ıslıkla gösterdi ona.
“Biliyor musun, Lucien İspanya’da?” dedi.
“Konsolos olmuş, gazetelerde okudum.”
“Yapma! Oraya dövüşmeye gittiğini sanıyordum ben de...”
Kocaman bir kahkaha savurdu Pierre. Bu André çocuk be! Eski Pierre’den farkı yok. Oturdu.
Viard’ı anlattı ona. Konuşurken sesi gittikçe yükseliyordu. Şimdi burada atölyede duvarlara asılı
duran ne kadar resim varsa hepsi de bu ihanetin üzerine tükürsün isterdi. André susuyordu. Pierre
dayanamayıp sordu ona:
“Sence, bu heriflerin yaptıkları olur şey mi?”
“Tabii.”
“Bunca sahtekarlığı anlamak mümkün müdür yani? Bir keresinde bir İspanyolu kurtarmak istemiş
sözde... Babamla birlikteymiş... Şimdi hepsine, herkese ihanet ediyor. Bunu anlamak mı? İhanete göz
yummak mı?”
“Goya’nın resimlerini anımsasana...”
Pierre, kendisinden geçmişti. Haykırmaya başladı:
“Bu mu senin sanatın! Ne biçim insanlarsınız siz! Sülük gibisiniz, emiyorsunuz her şeyi... Kandan,
mutsuzluktan ve kokmuşluktan bile zevk payı çıkarıyorsunuz kendinize!”
Koşarak çıktı atölyeden. André’ye seslendi giderken:
“Affet beni... Artık başka bir gün uğrarım.”
Kendi kendine öfkelendi André. Onun peşinden merdivenlere geldi. Pierre çoktan gitmişti. Kederli
kederli piposunu tüttürdü. Neden bu kadar ağır konuşmuştu Pierre? O yalnızca “İhaneti anlamak
mümkündür,” demişti. Öyle ya, Viard bu sözünü doğrulamıyor mu? Ya Lucien? Kuş beyinlinin teki
o... Köpeklerin arasında rahat yaşar. Köpekler de ısırır birbirini; güzel ve gereksiz sözlere
heveslenmeden ısırırlar üstelik. Hep böyle olur. Ama Pierre haksızlık etti: André de sevmiyor
ihaneti.
Çok zor günler başlamıştı Pierre için. Fabrikada çalışırken hınçlıydı. Neden yorsun kendini? Bu
motorları o yapıyor. Ama Franco, Breuteuil kalıbında adamlar sahip çıkacaklar bunlara. Üç Potez
uçağı alıp gizlice göndermişlerdi İspanya’ya. Aradan bir ay geçmeden de iki avcı uçağı
kaçırmışlardı. Bütün bu yaptıkları, uçsuz bucaksız bir denize düşen su damlalarına benziyor.
Madrid’den umutsuz telgraflar alıyorlar. Fransız polisi gözünü dört açmış, kimse uçak kaçıramasın
diye bekliyor. Ve Viard’ın temiz yüzü, gazetelerin baş sayfalarından seyrediyor herkesi. Savaşa
girmeyişini marifetmiş gibi göstermeye çalışıyor; “Biz, barışı kurtarıyoruz,” cinsinden iri laflar
ediyor. İspanyol çocuklarına süttozu alınması için açılan kampanyaya beş bin frank bağışladı
geçenlerde. Bütün çocuklar için vermiş parayı; çalımlı çalımlı söyledi bunu. O gün Pierre Agnès’e,
“Çocukları seviyorum. Ama Viard’ın çocuğu olsaydı, boğardım,” dedi.
Her geçen gün Alman yapısı bombalar Madrid’i, Madrid’in evlerini ve sokaklarını biraz daha
dövüyor, biraz daha eziyorlar. Paris’te duvar afişlerinde resimler var: Resimlerde parça parça
edilmiş ya da sakat bırakılmış çocuklar yaşıyor. “O resimleri seyredemem,” diyor Agnès. “İşkence
bu!” Pierre susuyor; çok önce başladı onun işkencesi. Franco, Toledo kentini aldı. Madrid
kapılarında şimdi. Bazı gazeteler faşistleri göklere çıkarıyorlar, öbürleri ise yüzlerce yaralının
faşistler tarafından işkence edilerek öldürüldüğünü yazıyor. “Fransızlığımızın bize çok eskiden
verdiği bilgelik, böyle felaketlerden koruyor bizi.” Bunu Joliot yazdı gazetesinde. Breuteuil’in
taraftarları, Franco Madrid’e girdiği gün eğlence yapacaklar, hazırlanıyorlar şimdi.
Sabırsızlanıyorlar. Cumhuriyetçiler kolay teslim olmuyor İspanya’da.
Pierre, Viard’ın ihanetini herkesin ihaneti sayıyor: Kendisinin, Agnès’in, bütün Fransa’nın ihaneti.
Kovsan da gitmeyen yapışkan bir koku gibi yerleşmiş bu düşünce ona. Paris alışkanlıklarının bir
tekini bile bırakamadığı için Pierre, Paris’ten de iğreniyor: Akşam saatlerinde dolup boşalan
kahveler, eskiden farksız. Hep aynı siyasi tartışmalar yapılıyor, insanlar dolu yine poker ya da briç
oynuyorlar. Müzikholler çıplak baldırlı kızlarıyla dolu yine. Ne bir düdük sesi var, ne bir bomba
patlıyor. Numaradan olsun dökülen tek bir gözyaşı yok.
Okullar açıldı. Çantaları bile yenilendi çocukların. Her yerde bağrışıp duruyorlar. Pierre,
onlardaki bu neşenin fiyatını iyi biliyor: Bunu Madrid kapılarında ölenler ödüyor. Paris bulvarları,
kestane ağaçlarının geciken sararmışlığını seyrediyorlar. Av mevsimi de geldi: Chamboun
Markizi’nin çiftliğine çağırdılar Tessat’yı. Bir kuş vurup kayboldu ortalıktan. Genç bir oda
hizmetçisini de aldı yanına. Bu olayı Meclis koridorlarında konuşuyorlar şimdi. Avı sevmez Tessat,
kan görmekten hoşlanmaz: Barışçıdır!.. Kızgınlıkla soruyor Pierre: “Ot yiyici de olabilir. Neden
olmasın?” diyor.
Yalnızca Michaud teslim olmadı bu pisliğe, kendini koyvermedi. İlk gönüllü birliğini gönderecek
İspanya’ya. Pierre ona olan hayranlığına, biraz da onun gibi olamamaktan gelen sıkıntısını
katıştırıyor. Gerçek bir adam Michaud! “Yenmek daha zor,” demişti ya bir gün. Pierre şimdi anlıyor
onu. Zaferin resmini kanatlı çizerlerdi. Oysa, toz toprakla, kanla örülmüş ağır ve yaralı ayakları var
zaferin.
28
Lucien, yeni mesleğinden, yani diplomatlıktan hoşlanmadı. Gerçekte, mesleğinin gereği olarak
yaptığı işler fazla zamanını almıyordu. Ama Lucien, boş vaktini nasıl değerlendireceğini bilemiyordu.
Rönesans binalarının cafcaflı görüntüsünü, öğrencileri ve yük katırlarını aynı umursamazlıkla
seyrediyordu. Paris’ten, Paris’in kahvelerinden, bu kahvelerin yattığı yatak gibi, ağızlığı gibi alıştığı
saçma sapan tartışmalarından, oralarda yaşanan dramlardan uzaktayken, yalnızlık çekiyor,
yaşayamıyordu. İspanya karıştığı ve olaylar onun üzerine olanca ağırlığıyla bindiği sırada Lucien,
konsolosluktan da, aldığı bütün maaştan da vazgeçmek üzereydi. Biraz yollardaki trafik çizgilerini
andırır Lucien. Hani otomobillerin farı vurunca aydınlanır, sonra yine karanlığa gömülürler ya.
Lucien, biraz böyledir. İspanya olaylarını görünce gerçeği yeniden bulduğuna inandı bu sefer de.
Hükümete karşı girişilen ayaklanma, Lucien’i önce dış görünüşüyle, cilasıyla bağladı kendine.
İnanmış, uzun ve hastalıklı çehreli insanlar inanmamışları öldürüyor, yakıyorlardı. Bazıları
göğüslerinde tuttukları haçı, kendileriyle birlikte bir dostun kucağına atarcasına ölümün kucağına
atıyorlardı. Her yerden biçimsiz yaratıklar fışkırıyordu: İspanya’da karıncalardan daha çok olan
körler, kamburlar ve iyiler. Hepsi. Başörtülü kadınlar makineli tüfeklerle kucak kucağa yaşıyorlar,
kadın yelpazeleri, el bombalarıyla tuhaf bir dostluğu sürdürüyorlardı. Bütün bunlar Lucien’in
hayatında yeni şeylerdi. Bu tumturaklı ve alacalı bulacalı zevksizlik onu etkilemişti.
Falanjistleri yöneten önemli adamlardan biriyle, çelimsiz ve somurtkan bir binbaşı olan José ile
tanıştı. Binbaşı azgın fakat soğuk bir adamdı. Gündüz insan kesiyor, gece dini, fanatik konuşmalar
yapıyordu. Lucien bu adamı tanıdıkça kendi benliğinde gizli kalmış bütün isteklerinin gerçekliğini
anladı. José insanlar arasındaki eşitsizliğin Tanrıdan geldiğini, zekanın, yeteneğin ve iradenin
kitlelere hükmetmesi gerektiğini söylüyordu. O böyle konuştukça Lucien’in aklına Paris’te onurunun
nasıl kırıldığı, ‘Humanité’ gazetesindeki eleştirmenin alayları, Pierre’in ve onun gibilerin tatsız
varlıkları, seçimlerin pis havası, kimselere kabul ettiremediği üstünlüğü geliyordu. Falanjistler, silah
zoruyla baskı yapıyorlardı. José, halk temsilcilerinin düşüncesini hiçe sayan yazılar yazıyordu.
Lucien’in sık sık tekrarladığı bir şey vardı: “Şu köhne dünyamızı bazı adamların gözü pekliği
değiştirebilirdi ancak.” Bu komplo değiştirebilirdi. Bunu söylediği zaman komünistler dalga
geçmişlerdi onunla. ‘Halkın bilinçlendirilmesi, büyük kitlelerin harekete geçirilmesi’ cinsinden
sözler ediyorlar, hep geçmişi, Marx’ı, komünü, demokrasiyi yaşıyorlardı. Müzelik şeyler bunlar!
Marx’ın İnsan Hakları Bildirisi’nden, Ansiklopedistlerden, o insanın doğuştan iyi olduğu saçmalığını
herkese yutturmaya çalışan budala düşünceden geldiğini görmüyordu hiçbiri. Toplum, herhangi bir
evin karesi değildi ki! Toplum bir piramitti. Faşizm, yeni ölçüler, yeni değerler getiriyordu: Fizik
gücün; kitapların değil, spor aşamalarının, araştırmaların ve tartışmaların değil, devlet ve hükümet
kurumlarının silah zoruyla alınmasının; seçimlerin değil, makineli tüfeklerin dünyasını istiyordu.
O soğuk İspanyolun sözünü ettiği bir şey daha vardı ki, Lucien’in kişiliğine çok etkili oluyordu.
Ölümün en büyük değerlerden biri olarak gösterilmesiydi bu. Uzun bir süreden, Henri’nin ölümünden
beri, Lucien hiçliğin önemini; onun genç ve canlı bir insanın bütün davranışlarına olan baskısını
kavramıştı. Bu konu üstüne roman bile yazmıştı. Ya bir zamanlar komünizme duyduğu yakınlık?
Neydi o? O yakınlığı şimdi bilmediği bir neşenin kendisine bulaşması, anlamsız bir debelenme,
gençliğinin körü körüne baş eğdiği bir devre kabul ediyordu. O da José gibi ölümü, yalnızca bir
düşünce konusu değil, mutlak bir değer sayıyordu. Yani, tesadüfen yaşadığımız hayatın düzeltilmesi.
Bu yüzden de hayat kadar ölümün de güvensizlik getirdiğine inanıyordu.
Lucien, bu yeni bağlılığa teslim etti kendini. Binbaşı ondan Paris’e gidip Falanjistlerle Breuteuil
arasında temas kurmasını isteyince hemen kabul etti.
Görevinden çekilmeden önce, ne Paris’e danıştı, ne de elçiliğe. Artık iğreti yüklendiği işini
düşünmek bile zor geliyordu ona. Onuruna dokunuyordu daha doğrusu. Jaca yolundan dönecekti.
Alabildiğine dolambaçlı, virajlarla dolu bir yoldu bu. Arabası kızıl toprağı alev alev yanan dağları,
tepeleri aştı. Tek bir ağaç, tek bir insan yoktu geçtiği yerlerde. Bu dekor Lucien’in düşünceleriyle
akrabalık kurmuştu. Lucien’in ölüme, ateşli ve kızıl saçlı bir kız kardeş gözüyle baktığını biliyordu
sanki.
Yaşadığı İspanyol düşünden sonra Fransız toprağı anlamsız göründü ona. Sessiz, gürültüsüz
otlaklar; vergiler ve ücretli tatil konusunda uzayıp giden konuşmalar. Ülkenin her yerinde ‘refah’
vardı. Daha ilk günden herkesin ağzında şu uğursuz sözü duydu: “Her şey yatışacak. İlk şekline
dönecek.”
Babası,q bağrına bastı onu: Asi bir çocuk değildi artık. Diplomat olarak dönüyordu. (Kendisini
Fransa’ya getiren şeyin nedenlerini babasına söylemeyecek kadar akıllanmıştı şimdi) Tessat,
İspanya’yı sormadı oğluna; Franco’nun kazanacağını biliyordu, gerisi de vız geliyordu zaten. Lucien’i
karşısına oturtup gelecek için tasarladığı şeyleri anlattı: Dışişleri Komisyonu’na başkan seçilmişti.
Şimdi, gizli raporları inceliyordu. Uygun bir zamanda bir konuşma yetecekti ona; tek konuşmayla
devirecekti hükümeti.
Lucien esnedi; eski parlamento soytarılığı hiç değişmemişti!
Breuteuil, insanları konuşarak tavlamayı iyi biliyordu. Grinet cinsinden ‘Haçlılar’la konuşurken
gayet sert, şiddetten yana görünüyor, milletvekillerine karşı yumuşak, hatta gereğinden fazla tatlı
davranıyordu. Lucien’e çok iyi ve kendisiyle eşit tutarak davrandı. Lucien, havalara uçtu keyfinden:
Sonunda onu anlayan bir adam bulmuştu. Nasıl karışıklık çıkarılması gerektiğini konuştular önce.
Franco’nun gerçekleştirdiği ayaklanma örnek olmalıydı. Breuteuil, şimdi para topluyordu; Alcazar’ı
savunan Albay Moscardo’ya törenle som altından bir kılıç armağan edecekti. Breuteuil asıl büyük
tasarısını açtı Lucien’e: Silah ve Borgos’a uçak pilotları gönderilmesi, arada sürekli bağ kurulması –
Barcelona’da çalışan casus şebekesinin bir ucu da Paris’teydi çünkü– falan...
“Ne zaman döneceksiniz?” diye sordu Breuteuil.
“Henüz bilmiyorum.”
Breuteuil kolundan tuttu onu:
“Benden gençsiniz. Fakat, yaşımızla ölçemeyiz hayatı. Nefret nedir? Bunu siz de bilirsiniz. Neden
İspanya’ya döneceksiniz sanki? Her şey burada halledilecek.”
“Komplo mu hazırlıyorsunuz?”
“Evet.”
Breuteuil ona ‘Haçlı’ birliklerini anlattı:
“Büyük bir görev düşecek size,” dedi. “Babanız...”
“Babamla ilişiğim yok benim!”
“Anlıyorum. Babanız Meclis’te bir komisyonun başında şimdi. Benden çok şeyi saklıyorlar. Oysa
siz öğrenebilirsiniz bunları. O zaman oyunumuzu karşımızdakilerin durumunu bilerek oynarız. Tabii,
bu iş Madrid için dövüşmek kadar gösterişli değildir. Ama her şey zamanı gelince yapılmalı.”
Lucien onayladı onun sözünü. Ayrılırken de şunu söyledi:
“Her şeyi neden göze aldığımı biliyor musunuz? Her neslin bir kaderi var. Tarihsel uğursuzluk
denebilir buna. Ölüm, bizim için, insan hücrelerinin yok olması, maddenin amaçsız dönüşmesi ya da
öbür dünyaya geçiş değildir; bireysel bir yaradılıştır ölüm.”
Breuteuil kızıl saçlı genç adama baktı. Kederli sesiyle yanıt verdi:
“Siz haklısınız belki de. Ama ben insanın ölümsüzlüğüne olan inancımdan vazgeçemem. Bir oğlum
öldü...”
Tessat onun diplomatlıktan vazgeçtiğini, bu işi küçümsediğini öğrenince kıyamet koptu. Tepindi.
Ağzına geleni söyledi babası. Neredeyse kavga edeceklerdi. Lucien neden böyle davrandığını
açıklamaya yanaşmıyordu. Bu yetmiyormuş gibi bir de para istedi...
İspanya yavaş yavaş onun gözündeki pırıltısını kaybetti. Breuteuil’in sözünü ettiği komplo da
Lucien’e bir oyun gibi görünüyordu. Ortada ne planlanan bir şey vardı, ne kesin bir tarih
kararlaştırılmıştı. Her sorduğunda Breuteuil “Daha beklemeliyiz,” yanıtını veriyordu. Oysa öbür
tarafta José’nin adamları Madrid kapılarına gelip dayanmışlardı. Lucien babasının bürosunda
gördüğü bütün dosyaları elden geçiriyor, sonra da aldığı notları Breuteuil’e veriyordu. Ama bu iş
zamanının çok azını alıyor; Lucien baba evinin koridorlarında, Breuteuil’ün bekleme salonunda ve
sokakta pis bir sıkıntıyı yaşıyordu.
Vakit öldürebilmek için bütün eğlencelere katılıyor, dans ediyor, yığınla saçmalığı göze alıyor ve
kızlarla flört ediyordu. Büyük sanayici Montigny’nin kızı aşık olmuştu ona. Neşeli, hep gülen, kendi
havasında bir kızdı Joséphine. Lucien’in romantik görünüşü, İspanyol fanatizmi üzerine anlattığı
hikâyeler, sosyetik bir toplantıda tam konuşurken birdenbire susup alaycı alaycı önüne bakışı; bütün
bunlar kızı bağlamıştı ona. Tessat, oğlunun Montigny’nin kızıyla flört ettiğini öğrenince Lucien’in
ikinci konsolosluk görevini boşuna bırakacak kadar enayi olmadığını düşündü.
Joséphine, Lucien’in kendisine olan aşkını ne zaman söyleyeceğini merakla bekliyor, ona tenha
pastanelerde, Boulogne Ormanı’nda randevular veriyordu. Ama Lucien kızın durumunu fark etmemiş
görünüyordu. Sonunda Joséphine dayanamayıp onun eline sarıldı. Aydınlık bir sonbahar günüydü.
Bakır çalığı ve kırmızı renklerin oynaştığı bir yoldaydılar ikisi. Joséphine olanca utangaçlığı ile ona
dönmüştü. Lucien usulca elini çekti: “Açık konuşalım,” dedi. “Hoşuma gidiyorsunuz. Zenginsiniz
üstelik. Ben, kol saatimi rehin bıraktım. Ama size de elimi sürmeyeceğim. Ben neyim biliyor
musunuz? Ben... Arkadaşım José gibi ölümle nişanlıyım ben...”
29
Tessat oğlunun artık Joséphine’le buluşmadığını öğrenince şaşırdı. sBu serseri bir kerecik olsun
düzgün iş yapmayacak, diye geçirdi içinden. O gün beklemediği bir darbe geldi. Roma
Büyükelçisi’nin gönderdiği raporu okurken uyuklamaya başlamıştı ki Denise girdi odasına. Sevindi
Tessat: Kaç zamandır sevgili kızını görmemişti. Karısı, Denise’in rahatsız olduğunu, bugünlerde iyi
görünmediğini söylemişti. Tessat Meclis’teki konuşmasını anlattığı geceden beri kızının kendisine
karşı huysuzluk ettiğini fark ediyordu. Zaten politika yüzünden koca yaz mevsimi zehir olmuştu
onlara. Karısı kaplıcalara gitmek istememiş, Lucien haber bile vermeden geri dönmüştü İspanya’dan.
Ya Denise’e ne buyrulur? Kız gerçekten hastaydı belki de: Yüzü solmuş, gözlerinin altı çökmüştü.
Ona sağlık durumunu soracaktı. Oysa Denise babasına zaman bırakmadı:
“Ben gidiyorum. Artık ayrı yaşayacağım,” dedi.
Hırsla ayağa fırladı Tessat:
“Metres mi oturacaksın?” diye bağırdı.
“Tek başıma oturacağım...”
Tessat kızına baktı şaşkınlıkla. Galiba gerçekten hastaydı bu kız! Kendini tutmaya, yumuşak ve
alaycı görünmeye çalıştı:
“Bu kararın nedenlerini anlatmak istersin herhalde.”
“Geçen geceki konuşmamızdan sonra bunu anlamalıydınız, baba. Başka türlü yapamam. Sana bağlı
yaşamak istemiyorum.”
Tessat patladı:
“Tabii ağabeyin gibi bir herifle metres oturmak işine geliyor!”
“Anlamayacağını biliyordum. Seni affettirecek tek şey de bu galiba. Lucien’i hoş görmek
olanaksızdır. Çünkü o hayatını değiştirebilirdi. Sen her şeyi çok rahat yapıyorsun: Aynı rahatlıkla
rüşvet alıyor, sahtekarları koruyorsun; İspanyolları da aynı rahatlıkla ezmeye kalkıyorsun. Şimdi bana
hakaret ederken bile rahatsın. En iyisi sana hiçbir şey söylememek.”
“Dur, nereye gidiyorsun?”
“Kendi yerime... Bir oda kiraladım.”
“Annenden, yani benden aldığın parayla mı?”
“Hayır. İşe girdim. Çalışıyorum.”
“Ne alıyorsun değerli çalışmaların için?”
“Ayda sekiz yüz frank.”
Tessat gülümsememek için kendini zorladı:
“Beceriksiz! Seni okutmak için yaptığım masrafın karşılığında bunu yapıyorsun bana! Bekle!...”
O şaşkınlık içinde, kızı bir çocuğu kavrar gibi yakalamıştı kolundan. Öfkesi yüreğindeki acıma
duygusunu bastırmıştı. Sersem şey. Bütün bunların hepsi sinir bozukluğundan geliyordu. Bu kızı
evlendirmeli. Kaç kez söyledi bunu karısına.
“Yeter Denise! Git, dinlen biraz, kendine gel. Basit bir ‘nörasteni’ bu sendeki. Gençliğimde ben de
böyle krizler atlattım. Dur!”
Denise çıkmıştı odadan. Peşinden koşup dışarıda yetişti ona. Kızının avucuna para sıkıştırmak
istedi:
“Çılgınsın sen! Al bunu. Rica ediyorum, al... Hatırım için!..”
Denise, parayı almadan gitmişti. Tessat odasına döndü, divana attı kendini ve ağlamaya başladı.
Sonra kendisi de şaştı bu işe: Hiç ağlamış mıydı bugüne kadar?.. Zavallı sersem kız! Ama uzun
sürmez, perişan olur. Ayda sekiz yüz frankla yaşanabilir mi hiç? Bir ay bile dayanamaz, besbelli. Ve
bir çift çorap için ilk önüne gelene teslim eder kendini, ondan sonra da elden ele dolaşır. Bütün
bunlar hep o kahrolası politika yüzünden!... Kimin ne işine yaramış zaten politika?..
Bu bayağılık kokan evi terk edince Denise kendisini rahatlamış hissetti. Arkadaşları tarafından
‘insanlardan kaçar’ diye bellenip ‘köstebek’ adı takılmış olan bu kız, şimdi durmadan gülümsüyordu.
Katlanmak zorunda kaldığı yoksulluk, neşesini yok etmemişti. Büroda homurdanıp durmasıyla ün
salmış olan veznedar, Denise’e seslenmek istediği vakit, alaycı bir tonla “Kuşumuz!” diyordu.
Elektriğin gündüzleri bile açık tutulduğu karanlık yazıhanede Denise, bir yandan, İngiltere’den
gelecek bilmem kaç ton antrasiti bildiren mektupları okuyor, bir yandan da gülümsüyordu hep. Bu
gülümseyiş, küçük bir otelin çatı katında kiralamış olduğu odasına döndüğü zaman da devam
ediyordu. Otelin loş merdiveni, küf ve ucuz pudra kokusuyla doluydu. Kirli duvar kaplamalarıyla
örtülü ufak odada ancak bir tek yataklık yer vardı ama gene de bu oda, güzel görünüyordu Denise’e.
Ve duvarda asılı duran rengi atmış ayna, ilk olarak, neşeyle dolu bir yüz yansıtmaktaydı.
Denise’in kararları yavaş yavaş olgunlaştı. İlk olarak, Michaud’yu tanıdığı o ilkbahar gecesinde
kurtuluşunu hayal meyal sezmişti. Şimdi ise sonbahar yağmurları bütün gece boyunca çatı penceresini
dövmekteydi. Ve Denise’in kendi kendisinin bilincine varıp bir karar verebilmesi için yaz olaylarının
geçmesi, Michaud ile uzun uzun konuşması ve inceden inceye düşünmesi gerekmişti. Ama vardığı
kararın kesinliği ve dönülmezliğini, tuhaf bir şekilde kırışmış alnından ve içten gülümseyişinden
anlamak mümkündü. Uzun bir aradan sonra bir akşam gene Michaud’yu buldu ve ona sadelikle:
“‘Eylemden konuşalım, dedi... Ben de bir şeyler yapmak istiyorum İspanyollar için. Akşamları
boşum.”
Sébastopol Bulvarı’nda yürüyorlardı. Koyu bir sis kaplamıştı ortalığı, Paris sonbaharının ilk
sisiydi bu. Sokak fenerleri sarı bulutların arasında yüzüyor gibiydiler. Hiçbir şey seçilmediğinden,
yoldan geçenler sık sık birbirleriyle toslaşıyorlardı. Kızarmış kestane, kadın parfümü ve yanık
kokusu karışmaktaydı rutubetli havaya. Ve kırmızı harflerle yazılı kelimeler: ‘Frégate’, ‘Tilleul’,
‘Fleurs’, duman demetleri karasında bir an görünüp kayboluyorlardı.
“Telefon etmek istedim size.”
“Telefonum yok artık. Taşındım.”
Her şeyi anlayıp elini sıktı onun. Denise gülmeye koyuldu, reklam harfleri gibi parladı gözleri sisin
içinde.
Komiteye geldiler. Bütün ağızlarda bir tek ad dolaşıyordu: Madrid. Savaş hayalleri gören gençler;
kucağında bebekleriyle, ellerinde avuçlarında ne varsa hepsini Madridli annelere vermek için
getirmiş kadınlar; boyacılar, garsonlar, öğrenciler, yabancılar, herkes hep bu ismi tekrarlıyordu
durmadan. Paris’in huzursuz ama daima uyanık bilinci, bir Madrid haritası ve cumhuriyetin renklerini
taşıyan bir İspanyol bayrağıyla süslü bu iki daracık odaya dolmuştu. Birisi boğuntuyla
mırıldanıyordu: “Madrid kapılarına dayandılar!” Sonra aynı kimse kendini teselli ediyordu:
“Püskürtülecekler ama!” Ve insanlar, paralarını, kollarının gücünü, hayatlarını sunuyordu...
Denise’in her akşam işten sonra komiteye gelmesi kararlaştırıldı. Kızın herkese, sanki öteden beri
böyle hitap edermişçesine ‘Arkadaş’ deyişine bakarak gülümsedi Michaud.
Onu geri götürmek için çıktı. Kestane aldılar. Denise bir yandan, kestaneleri okşayarak üşümüş
parmaklarını ısıtmaya çalışıyor, bir yandan da yeni hayatını anlatıyordu:
“Veznedar, son derece ters bir adam. ‘Gene sizin yüzünüzden kâğıda mürekkep damlattım!’ der
durur ikide birde. Şefe gelince, bir faşist. Alçağın biri. Madrid’in çoktan düştüğü iddiasında.
Geçenlerde beni sinemaya davet etti ve aylığımı artırabileceğini söyledi, tabii istediğini yaparsam.
Yoksa beni işten de attırabilirmiş. Ben de ona bir dostum olduğunu, bu dostumun son derece kıskanç
ve üstelik de çok iyi bir nişancı olduğunu söyledim, hemen yakamı bıraktı.”
Gülüyorlardı şimdi, neşeliydiler. Mutluluğu, el yordamıyla ilerlenebilen bu karanlık sisin içinde
bulmuş gibiydiler.
Sonra Michaud, birdenbire:
“Yarından sonra gidiyorum,” dedi.
“Oraya mı?”
Bir baş hareketiyle ‘evet’ dedi Michaud.
“Döneceksiniz değil mi?”
Susuyordu.
“Biliyorum ki döneceksiniz.”
Yanıt vermedi Michaud: Sonsuz bir keder kaplamıştı içini. Niye her şey durmadan bu kadar kötüye
gidiyordu sanki... Bugüne kadar sık sık görüşmüşler, uzun uzun konuşmuşlardı ama, bir şey vardı asıl
aralarında söylenmesi gereken, o söylenmemişti henüz... Ve şimdi de kalkıp gitmek gerekiyordu...
“Dönmenizi istiyorum, Michaud.”
Eski neşesine yeniden bürünerek yanıt verdi Michaud:
“Tabii döneceğim. Yenmiş olacağız ve ben de döneceğim. İşte o zaman...”
Otelin önündeydiler. Küçük kırmızı ışık güçlükle seziliyordu, kapıda durdular. Sonra her zamanki
gibi, sadelikle ayrıldılar birbirlerinden. Ama Denise ani bir dönüş... Michaud’ya koştu ve
beceriksizce sarılıp yanağından öptü onu. Genç adam kendine geldiği zaman Denise çoktan otele
dalmıştı. Tek başına ve gülümseyerek uzun süre durdu kaldı orada. Yer yer ışık huzmeleriyle delinen
sis, dalgalanır gibiydi.
30
Seine işçilerinin, İspanya’ya giden arkadaşlarını kutlamak üzere toplandıkları akşam, gazeteler,
Londra Komitesi’ndeki Sovyet temsilcisinin bildirisini yayımlamışlardı. Bu birkaç satırlık kısa
telgraf bütün Paris işçilerini heyecanlandırmaya yetmişti. Sokaklarda, metroda, kahvelerde, şimdi
herkes: “Artık İspanyollar yalnız değil!” diyordu.
Michaud ise, kelimenin tam anlamıyla, sevinçten uçmaktaydı. Gidişin verdiği neşeye bir başka
sevinç, hayatını adamış olduğu fikrin zafere ulaştığını görmekten gelen sevinç eklenmişti ve yüreği
çarparak konuştu:
“Uzun zaman bir düş gibiydi bu! Saint-Antoine Mahallesi’nin ‘sansculotte’larına coşkunluğu ilham
eden Babeuf’ün düşü! Ölüme gitmeden önce, yargıçlarına: ‘Bizim devrimimiz, ondan daha büyük ve
daha güzel bir başka devrimin habercisidir!’ demişti Babeuf. ’48’de işçiler, milli muhafızların
kurşunları altında can verirken: ‘Ya iş, ya ölüm!’ diye bağırıyorlardı. Sosyalizm onların gözünde
belirsiz bir düşten, sihirli bir ekmekten, masal yapısı atölyelerden ibaretti. Ve babalar ölürken,
oğullarına: ‘Sosyal devrim gelecek...’ diyorlardı son söz yerine. Adını anmaktan bile kaçınıyor
gibiydiler. Ve onların çocukları kaldırdı Komün bayrağını. O günün Paris’i bugünün Madrid’inden
farksızdı. En iyilerinden on binlercesini kurşuna dizdi Versailleslılar. Ama kurşuna dizilmeyi
bekleyen tutsaklar: ‘Gelecek!’ diye haykırıyorlardı hapishanelerde. Bir düştü, evet. Fourmies
grevcileri bu düş için öldü, bu düş için can verdi Jaurès. Verdun siperlerindeki, Champaigne
siperlerindeki askerlerin kafasında konaklayan hep bu düştü. Ama bu düş artık canlanıp bir bedene
büründü. Hiçbir şey örtemez bu gerçeği, hiç kimse inkar edemez. Ve biz bugün, ileride gerçekleşecek
olan bir şey için değil, bugün gerçekleşmiş duran bir şey için savaşmaya gidiyoruz.”
Blum’la Viard’ın emri üzerine sınırı kapatmışlardı. Buna karşın her gün Pireneler’i yüzlerce
gönüllü aşmaktaydı. Bunların kimisi, ticari temsilci ya da gazeteci olarak trenle gidiyor, kimisi de
dağ patikalarından yaya geçiyordu.
Michaud’yla birlikte sekiz işçi daha vardı giden. Sınırı aşabilmek için gerekli kâğıtları hazırdı.
Michaud, Voie Nouvelle ’in özel muhabiri olarak gidiyordu, Pierre ayarlamıştı bunu. Ayrıca doksan
dört gönüllü de, gizlice Katalonya’ya geçmek üzere Perpignan kentine hareket ediyordu.
Tren akşam sekizde kalkacaktı. Oysa yeraltı garında, çocukları uğurlamak üzere bir alay arkadaş
birikmişti. Birinci ve ikinci mevki vagonların önündeyse birkaç kişi gözükmekteydi. Bir-iki yeni evli
vardı gülüşen. Yaşlı bir adam kapağında çıplak bir kadın resminin boy gösterdiği bir dergi tutuyordu
elinde. Vagonun kapısında bir bayan, elindeki demeti sinirli bir hareketle buruşturuyordu. Dünyanın
dört bir bucağındaki otellerin rengarenk etiketleriyle süslü valizleri taşıyordu hamallar. Güneyde
sonbahar sisleri içinde dinlenmeye giden Parisli hanımlar, tüccarlar, Cezayir’e dönen memurlardı
bunlar. İspanya olaylarını konuşanlar da vardı aralarında: “Üç dört gün içinde Madrid’i alırlar ve her
şey eski sakin haline döner gene...”
Üçüncü mevki vagonların önündeyse her zaman rastlanmayan cinsinden bir kalabalık göze
çarpıyordu. Burada da kırmızı güller ve karanfiller vardı, dumanların arasında küçük bayraklar gibi
duruyorlardı. Giden gönüllülerin dostları, arkadaşları, anaları ve karıları, hep oradaydılar. Alçak
sesle söylenen aşk ve bağlılık sözleri, şarkılar, çığlıklar ve sevinçli bir uğultuyla kesiliyordu: “Şimdi
biraz zor alırlar Madrid’i!” Kalabalığın içinde sıkışıp kalmıştı Denise, ancak memur: “Arabalara!”
diye bağırdığında birinci sıraya kayabildi ve Michaud’yu kolundan yakalayarak fısıldadı:
“Bekleyeceğim.”
Bir düdük sesi çınladı ortalıkta ve rıhtımdaki bütün yumruklar havaya kalktı. Sıkılı yumruklar
belirdi üçüncü mevki vagonların kapısında ve “Ne iğrençlik!” diye haykırdı bir birinci mevki
vagonun yanında duran bayan. Mendilini salladı Denise, sisin arasından doğru Michaud’yu gördü.
“Hem de nasıl!” diye haykırmaktaydı. Gönüllülerden birinin yaşlı anası hıçkırıyordu ve bir savaş
türküsünün yankılandığı tünelin içinde kırmızı ışıklar pırıldıyordu.
Michaud, şu son günlerin faaliyetinden o derece yorulmuştu ki, hemen uyudu. Uykusunun arasında
tekerleklerin gürültüsü tartışmalara karışıyor, gar isimleri çalkalanıyordu kulaklarında. Şafak vakti,
tren Narbonne yakınlarındayken uyandı. Söğütlerle çevrili su birikintilerinin kıyısından geçiyorlardı.
Hareketsiz suyun üzerinde, çok alçaktan kuşlar uçuşmaktaydı. Sonra su, güneş ışığı altında birdenbire
pembeleşti. Ve Michaud, hiçbir şey düşünmeksizin yalnızca Denise’i, onun ılık ellerini, son sözlerini
anıyor ve bu anıyla yaşıyordu. Kederle değil, sınırsız bir huzurla doluydu içi.
İşte deniz! Dümdüz, sakin! Burada her şey, bağlar, Güney güneşi ve balıkçıların ağları, mutluluk
için yaratılmış sanki. Ama bu mutluluğun yanı başında, şu dağların ardında savaş sürüyor. Trende
herkes uyanmış ve kimi zaman mavileşip kimi zaman bir tuğla kırmızısına bürünen bu dağlara dikmiş
gözünü: Öte yandan kader bekliyor.
Yumrukları havada bekleyen İspanyol sınır bekçileri neredeyse bomboş bir trenle karşılaştılar. İlk
harabelerin gölgesinde çocuklar, melankolik ve tasasız Riego Marşı’nı söylüyorlardı ıslıkla.
Altı hafta sonra, Paris Komünü taburundan Teğmen Michaud, yüz kadar Fransızın başında, Madrid
yakınlarındaki yarı yarıya tahrip edilmiş küçük bir köyü savunmaktaydı. Şafak sökmeden bir saat
önce gelmişlerdi köye. Ve çevrelerinde Kastilya dağları taştan bir deniz gibiydi. Bu manzarayla şu
insanlar arasında hiçbir benzerlik yoktu! Yüzleri neşeli, şakaları hareketli ve candandı. Bu aman
vermez ve güzel toprakla bu toprağın ciddi, ağırbaşlı ve gizliden gizliye tutkulu insanlarıyla
bağdaşmalarına olanak yoktu. Şakacı ve hareket dolu bir kentin, Paris’in çocuklarıydı onlar ve
yabancı hissediyorlardı kendilerini burada. Yalnızca, aynı havaya inanmışlık ve İspanyolların
dostluğu hafifletiyordu huzursuzluklarını.
Faşistler, kısa bir topçu ateşinden sonra, saat sabahın yedisinde saldırıya geçtiler. Dört
mitralyözcü öldürüldü. Michaud’yla arkadaşları, bir tümseğin tepesine alelacele kazılmış ve
yeterince derin olmayan siperlerin içine uzanmışlardı ve faşistlerin, taşlık dağ yolları boyunca
sürüklenerek ilerlediklerini görüyorlardı. Mitralyöz ateşiyle durdurdular düşmanı, ama ilk dalganın
ardından bir ikinci dalga geldi.
“El bombaları!” diye emretti Michaud haykırarak.
Bütün bir gün kadar uzun gelen birkaç dakika geçti. Ve saldırı püskürtüldü. Michaud’nun bir
arkadaşı, Tesviyeci Janteuil öğleye doğru öldü. Çok acı çekiyor ve durmadan: “Ona dersin ki...” diye
mırıldanıyordu. Michaud hiçbir şeyin farkında değildi.
Akşama doğru Fransızların nöbetini bir İspanyol taburu aldı. Yüz Fransızdan ancak kırk ikisi sağ
kalmıştı, bunların on yedisi de ambulansla sevk edildiler.
Ateş yaktılar. Şişmiş ayaklarını ısıtıyor ve çorba pişiriyorlardı. Kederli bir ses yükseldi: “Hiçbir
şey yok ki içine koyacak!...” Genellikle yemek sırasında şakalaşırlar ya da şarkı söylerlerdi hep bir
ağızdan. Ama bugün, kazanılmış olan başarıya karşın, kimsenin ağzını bıçak açmıyordu: Tümseğin
üzerinde, taşların ve dikenli otların arasında nice dost bırakmışlardı! Hava soğuktu, buz gibi bir
rüzgâr esiyordu. Üst başları pek de düzgün olmadığından hepsi büzülmek zorunda kalmışlardı.
İçlerinden biri küfretmekteydi durmadan: Küfrederek teselli buluyor ve sakinleşiyordu sanki.
Rüzgâra, çorbaya, faşistlere, savaşa, sözün kısası her şeye öfkeleniyordu...
Oturanlar bırakıp kaçmış olduğu için köy bomboştu. İki-üç evde ışık görülüyordu, o kadar. Yaşlı
bir kadın, karanlığın içinden bir hayalet gibi sıyrılarak ateşe yaklaştı. Siyah elbiseli ve başında siyah
bir örtü taşıyan basit bir köylü kadındı bu. Michaud’ya bir şeyler söyledi ama, anlamadı genç adam:
Birkaç kelimeden başka İspanyolca bilmiyordu. O zaman kadın, bir jambon parçası getirip: “Ye...”
diye işaret etti. Jeannot’nun annesini düşündü Michaud: Bu kadın da Clémence’in bir eşiydi işte...
İçini çekiyordu şimdi. “Bir gün gelip seni de öldürecekler...” diye düşünüyordu kuşkusuz. Ne kadar
küçük ve ne kadar kolay anlaşılır bir şeydi şu dünya!
Yanındaki arkadaşına anlatıyordu Michaud:
“İspanyollar diyor ki: ‘Bizim için savaşıyorsunuz.’ Hayır Paris için savaşıyoruz biz, Fransa için
savaşıyoruz. Ve bugün Janteuil, Paris için can verdi. Bir gün onu görmeye gitmiştim. Montrouge’de
oturuyordu. Küçücük bir meydan düşün ve zemin katında bir kahve...”
Yanıt olarak: “Ah, ne güzeldir bilsen benim köyüm, Paris’im, Paris’imiz!” dedi arkadaşı.
31
Her zamanki hayatını yaşıyordu Paris: Tiyatroların prömiyerleri, meclislerin açılışı, yeni modalar,
iflas eden bir banka, zengin bir Amerikalı kadının ortalığı heyecana boğan kaçırılışı, birkaç yeni
şarkı, birkaç intihar. Tessat hâlâ Blum’u devirebileceğini umuyordu. Oysa Meclis koridorlarında
hükümetin güçlendiği söylentisi dolaşmaktaydı. İspanya savaşına karşı takınılan müdahaleden uzak
tavır, radikalleri, bayağı yatıştırmıştı. Kızıl bayraklar da ortalıkta görünmez olmuştu artık. Dessère
gene kazanmıştı: Halkın sağduyusuna güvenmekte ne kadar haklı olduğunu anlıyordu. Öteki ülkelerde
insanlar birbirini boğazlar, kemerleri sıkıp savaşa hazırlanır, kaleler ve hapishaneler yapar,
politikacı ve generallere alkış tutarken Paris gene, bıkıp usanmaksızın ‘Paris Daima Paris’tir...”
şarkısını söyleyen Maurice Chevalier’yi alkışlıyordu.
Ama bu sakin hayat örtüsü altında mücadele sürüp gitmekteydi. Anaforlar gibi derinden derine
kaynıyordu tutkular. Aileler ikiye parçalanıyordu. Ve bugünlerde, Tessat, aile huzurunu yitirmiş olan
tek insan olmaktan uzaktı. Kahvelerdeki tartışmalar bazen kurşun darbeleriyle, çoğu zaman da sessiz
bir bozuşmayla sona eriyordu. Yabancı isimlerin merkezi üzerinde dönmekteydi her şey. Yakın ama
aynı zamanda alabildiğine uzak bir ülkedeki, İspanya’daki mücadele iki kampa bölmüştü Paris’i. Yaz
boyunca sürüp giden grevlerden öfkeye kapılanlar, malları ellerinden gidecek diye içleri titreyenler,
gösteri yapanlar geçerken perdelerini kapatanlar, haritalarına, faşist orduların ilerleyişini gösteren
sarı kırmızı küçük bayraklar iğneliyorlardı umutla. Ama işçi mahallelerinde oturanlar, aynı haritalara
bakarak: “Madrid dayanıyor işte...” diyorlardı.
Kasım ortasına doğru Breuteuil’i tutan gazeteler bile General Franco kumandasındaki kıtaların
Madrid kapılarında durdurulduğunu teslim etmek zorunda kaldılar. Paris’in kenar mahallelerinde,
Manzanarès Irmağı’nın kıyılarından kopup gelen büyülü sözler dolaşıyordu: “Geçemeyecekler!”
Madridli işçilerin kahramanlıkları hakkında efsaneler anlatılıyor, gönüllü enternasyonal
birliklerinden Roland’dan bahsedilir gibi söz ediliyordu ve her seferinde, demir-çelik ya da tekstil
işçileri: “Bizimkiler de orada! Duval, Jacques, Henri,” diye ekliyordu gururla.
Sabah gazetelerini okuyunca Viard gülümsemişti: Madrid dayanıyordu, üzüm olgunlaşmamıştı
henüz! Bakan olduğundan beri, fikir mücadeleleri, sınıf çatışmaları ve günlük hayatla olan ilişiğini
kesmiş gibiydi. Politika onun için, şuna buna verilen tavizlerden, hükümeti destekleyen milletvekili
sayısının her gün ve bazen her saat yeniden hesaplanmasından, tayinlerden, nişanlardan,
değişikliklerden ibaret kalmıştı. Son derece nazik ve değerli biblolarla dolu daracık bir oda olmuştu
dünya: Şöyle bir kımıldamak, hatta kolunu uzatmak için bile yer yoktu. Ancak şimdi, Madrid’in hep
dayandığını düşününce, Viard bu daracık odadan bir an için kurtulup: “Aslanlar!” diye haykırdı
sevinçle. Ve düşündü: Bizimkilerden de var orada, sosyalist işçiler de var.
Sekreterine:
“Gazeteleri okudunuz mu?” dedi. Breuteuil pek erken davranmıştı zafer şarkıları düzmekte. Ama
onun, en küçük bir tehlike karşısında tavşanlar gibi tabanı yağlayan ‘Haçlılar’ına benzemez işçiler.
Çok geçmeden, soluk aldırmayan çalışmasına yeniden dalmıştı. Ziyaretçileri kabul saatiydi.
Kaçamak yanıtlar vermek, sevimli bir gülümseyişle reddetmek, olanaksız şeyleri vaat etmek
gerekiyordu gene. Önce, 14 Temmuz gösterileri sırasında Viard’ın başının etini yemiş olan
Milletvekili Piroux’yu aldılar içeriye. Şikayete geliyordu tabii:
“Her gün yüzlerce insan, sınırı gizlice aşmakta gene. Franco’yu zora sokmaktayız. Oysa yarın,
memleketin efendisi o olacak. Ve benim seçim bölgemin sakinleri, yöneticileri kim olursa olsun,
İspanya ile iyi ilişkiler konusunda son derece titiz davranıyorlar.”
Canayakın bir gülümseyişle konuştu Viard:
“Kimin galip geleceğini henüz kesinlikle bilmiyoruz aziz meslektaşım. Son haberleri okumadınız
mı yoksa? Şimdilik itiraz edecek hiçbir şeyimiz yok. Gönüllülerin İspanya’ya geçmesini
engelleyeceğimize söz verdik ve sözümüzde de duracağız.”
Piroux gittikten sonra da sekreterine:
“Pyrènés-Orientales Valisi’ne sınır nöbetçilerini takviye etmesi için emir vermek gerekiyor,” dedi.
O gün, ne mutlu ki, hiçbir resmi davet yoktu. Midesini yormuş olan bunca ziyafetten sonra Viard,
bir rafadan yumurtayla biraz ıspanağı zevkle yedi. Gün, iyi geçeceğe benziyordu: Meclis yerine
estetik heyecanlara hazırlamıştı kendini. Uzun zamandan beri, genç ressam André Corneau’nun
tuvallerini görmeye niyetlenmişti. Son salon sergisinde nefis bir peyzajını görmüştü bu ressamın:
Bodur bir kestane ağacı, solda bir atlıkarınca, sağda bir duvarın yanı başında ince bir siluet. Öteki
resimleri de ilgi çekici olmalıydı, çok söz ediliyordu bugünlerde Corneau’dan. Viard, o görmüş
olduğu peyzajı satın almayı koymuştu kafasına. Cimri değildi gerçi, ama parayı har vurup harman
savurmaktan da hoşlanmazdı. Salonda bu peyzaj için üç bin frank istendiğine göre, rahatça iki bine
kapatabilirim, diye düşündü Viard.
Ziyaret kendisine haber verildiğinde André, Pierre’in anlatmış olduklarını anımsadı hemen.
Kaşları çatılmıştı. Şeytan görsün suratını! Atölyeye şöyle bir çekidüzen vermek? Ne münasebet.
Değer mi ki...
Viard, her tuvalin önünde uzun uzun duruyor ve konuşuyordu: “Tonlardaki hafiflik harika doğrusu!
Şu sandalyenin altındaki havayı duymamak mümkün değil. Papatyalar biraz kuru nedense. En iyi
devrindeki Utrillo’yu andırıyor bu peyzaj.” André dinlemiyordu. İlk önce Viard’ı dikkatlice gözden
geçirmiş ve resmini yapmaya değmez, kararına varmıştı. Yüz değil, çamur vardı sanki karşısında.
Piposunu yakmıştı sonra, uysal bir çocuk edasıyla bir yandan tuvalleri indirip kaldırıyor, bir yandan
da üzerine düşen kalın toz tabakalarını silkeliyordu. Satın almak isteyecekti kuşkusuz, resim meraklısı
olduğu belliydi adamın. Bu düşünce, ne sevindirdi ne de üzdü André’yi. Paraya karşı tamamıyla
ilgisizdi, eline geçeni hemen harcar, eline geçmezse sucuk ekmek yiyerek gününü gün ederdi.
Önceleri, eserlerine kıskançlıkla bakmış, hangi ellere geçtiklerini öğrenmek istemişti. Ama, hemen
hemen bütün tuvallerinin resim tüccarları tarafından alındığını aklı kesince, tablolarına, atölyeden
çıkar çıkmaz kaybolan şeyler olarak bakmaya başlamıştı.
“Salonda sergilediğiniz peyzajlarınızdan biri pek hoşuma gitti,” dedi Viard. “Hani şu, ağaçlı
olanı...”
André sessizce, şövalenin üzerindeki tuvali değiştirip bir başkasını koydu. Bütün resimlerinin
içinde en çok bunu seviyordu. Jeannette’le karşılaştığı geceden sonra soluğu İtalya Meydanı’nda
almış ve orada yapmıştı bu resmi. Sisli bir gündü. Bir genç kız birini bekliyordu resimdeki sokak
köşesinde, atlıkarıncanın atları hareketsizdiler.
“Bu peyzajı almak isterim.”
Birdenbire karardı André, piposuyla masayı tıkırdattı önce, sonra da tuvali yerinden indirerek
yüzünü duvara çevirip yere bıraktı.
Viard şaşırmıştı.
“Yoksa satılık değil mi?” diye sordu.
Bir çocuğun umursamazlığıyla, hiç düşünmeden, kelimeleri bile seçmeye gerek görmeden yanıt
verdi André:
“Bu resmin, sizin duvarınızda asılı durmasını istemiyorum. Anlamadınız mı daha? Her şeyin bir
sınırı vardır. Siz, bu resmi seyredeceksiniz, öyle mi? Asla!”
Hakarete uğradığı zaman, bütün yüzü titremeye başlardı Viard’ın. Kelebek gözlüğü, bıyığının
uçları, alt dudağı, çenesi. Terbiyeli bir sesle: “Nasıl isterseniz,” dedi. Sonra da André’ye, sayesinde
duyduğu hazdan ötürü teşekkür ederek, resmi bir edayla çıktı atölyeden. Bir an arkasından baktı
André, “Şaklaban!” diye mırıldandı. Yaşlı kadınların Meryem Ana’ya inanması gibi, Pierre’in de
tutup bu maskaraya inandığını düşünün bir de! İnsanların körlüğünün de bir sınırı yok muydu yoksa?
Hele Pierre gibi mert insanların. André omuzlarını silkti ve Viard’ın gelişiyle kesilen çalışmasına
döndü yeniden. Resim yürümüyordu, ama André de tuvalin önünden ayrılmayı kendine yediremiyordu
bir türlü. Düşüncelere dalıp öfkelenmekten ve kederlenmekten korkuyordu.
Karanlık bastığında, ışığı yakmadan divana uzanıp Jeannette’in sesinin ölü atölyeyi dolduracağı
saati bekledi. Tutkunu olduğu bir uyuşturucu ilaç gibiydi bu ses. Her gün aynı saatte ve nerede olursa
olsun, radyoyu arıyordu gözleri. Ve bugün, kestane ağacıyla tahtadan atlar anılarını canlandırmıştı.
Saatler ağır ağır geçiyordu. Sonunda radyonun yeşil gözü parladı. Bir ses şarkı söyledi, bir keman
gıcırdadı, sonra Jeannette başladı. Deniz dibinden konuştu önce, kabuklu hayvanları, onların bitip
tükenmek bilmez gürültülerini anlattı. Yapay inciler için reklam yapıyordu. Sonra da, André’nin
ismini kapamadığı bir şiirden mısralar okudu:
Ne yazık ki ölüyorum aldatılmış olarak,
Kılıçların şıkırtısı duyulurken gecede...
Keman gıcırtıları ve şarkılar başlamıştı yeniden. André, mekanik bir hareketle düğmeyi çevirdi.
İnce bir kadın sesi, Fransızca olarak başladı: “Burası Madrid. Bugün, Manş savaşçılarıyla
enternasyonal gönüllülerden kurulu kıtalarımız, üniversite sitesine yapılan saldırıları
püskürtmüşlerdir. Bir karşı hücumla, tıp fakültesi binasında kümelenmiş olan faşistleri sürüp
çıkarmış bulunuyoruz. Alman uçakları, kentin kuzey mahallelerine saldırıya kalkmıştır. Ölü ve yaralı
sayısı henüz tespit edilememiştir...” André, pencereden dışarı baktı. Uyumaktaydı eski Cherce-Midi
Sokağı. Antikacılar, şen şakrak ayakkabı tamircisi ve çiçekçi de uyuyordu kuşkusuz. Sigara İçen
Köpek’in müdavimleri de uyumuştu, kediler de. Tek tük gelip geçenler vardı sokakta. Gürültüyle
uzaklaştı bir kamyon. Sonra yeniden sessizlik çöktü ortalığa. Gri evler terk edilmiş gibiydi. Sonsuz
bir kedere boğuldu André. Madrid’i düşündü. Bu kenti hiç görmemişti ama tasarlamak, gözlerinde
canlandırmak istiyordu. Beyaz mı, karanlık renkli mi, gürültülü mü, sakin mi, bilmiyordu. Bir şeyi
biliyor gibiydi yalnız: Geceleri gökyüzünün tutuştuğunu, bir kadının haykırdığını aşağıda. Ve her gece
böyle olduğunu bunun. Ölümden de beterdi bu! Çıldırası geliyordu insanın. Bombalardan ötürü değil,
o tek başına boşlukta asılı çığlıktan ötürü. Ve yardım etmenin olanağı da yoktu. İşte herkes
penceresini kapatmış, yorganını çekmiş uyuyordu şimdi. Rahat olsalar gerekti, çünkü dışarısı soğuk
ve rutubetliydi. Rahat olsalar gerekti; uzakta bir Madrid’de birtakım evler yanıyordu çünkü şu anda.
Rahat olsalar gerekti, evet! Ve bir gök gürültüsü dolduruyordu ortalığı birdenbire. Siyah ve düşman
gece canlanır gibi oluyordu. Bir projektör, güçsüz ve telaşlı, göğü tarıyordu: Bulamıyordu uçağı!
Derken bir çatırtı. Sonra bir çatırtı daha kopuyordu, ardından bir tane daha. Ve yarın, radyoda bir
spiker: “Ölü ve yaralı sayısı henüz tespit edilememiştir,” diyecekti. Ve bir kadın haykıracaktı gecenin
içinde. Jeannette belki. Niçin aldatıyordu onu bu sessizlikle? Niçin hemen uyandırılıp da: Kaç
tarlalara doğru, denize doğru, nereye olursa olsun kaç, demiyorlardı? Niçin aldatıyorlardı böyle
herkesi, ayakkabı tamircisini, kedileri, hepsini? “Ölüyorum,” dememiş miydi Jeannette, “aldatılmış
olarak.” Apaçıktı her şey. Apaçık ve korkunç.
İKİNCİ BÖLÜM

1
Salı, Montignylerin kabul günüydü. Puro dumanlarıyla kaplı geniş çalışma odasında, Breuteuil’le
dostları beyaz Martinik romuyla revnaklandırılmış kahvelerini yudumlayarak politik sorunları
tartışırken, hanımlar da salonda çay içip dedikodu yapmaktaydılar. Montigny’nin kızı Joséphine,
erkeklerin salona geçmesini sabırsızlıkla bekliyordu, her salı evlerine gelen Lucien’den bir türlü
soğuyamamıştı kızcağız.
Halk Cephesi kurulalı neredeyse iki yıl olacaktı. Ve Dessère’in dediği gibi, her şey eski düzenine
çoktan dönmüştü. Viard: “Artık hükümet etmeyi öğrendim,” diye kurumlanıyordu, “ama bundan böyle
göze çarpmamaya gayret etmeli.” İşler iyi gidiyordu. Siparişleri yetiştiremez hale gelmişti fabrikalar.
Mağazalardaki satıcı kızlar, müşteri bolluğuna güç yetiremez olmuşlardı. ‘Kiralık’ ilanları silinmişti
ortadan. İktisatçılar, ekonomik krizin sona erdiğini sevinçle ilan ediyor ve uzun bir refah dönemini
müjdeliyorlardı ağız birliğiyle.
Ama bu yüzeydeki sükunetin altında genel bir hoşnutsuzluk kaynamaktaydı. Haziran grevlerini
unutmamıştı burjuvalar ve çektikleri korku yüzünden, Halk Cephesi’ne diş biliyorlardı. Toplum
hayatındaki bütün pisliğin nedeni, kırk saatlik iş haftası ile ücretli tatil değil miydi? Bunun böyle
olduğuna, yalnızca Montignylerin sofra arkadaşları değil, fikirlerini gazetelerden edinen bir alay fakir
fukara da inanmaktaydı. Küçük dükkân sahibi kadın, müşterilerine sabunun dört metelik daha
pahalılandığını bildirdikten sonra: “Ne yapalım? İşçi beylerimiz tatil yapıyor!” diye eklemeyi
unutmuyordu. “Tembel alayı!” diye homurdanıyordu gelirini açıklarken çiftçiler. Ve onların gözünde
‘tembel’ler, postadaki iki memurla öğretmen ve bir de komşu kasabanın işçileriydi. İşçiler de kendi
yönlerinden öfkelenmekteydiler duruma. Fiyatlar durmadan yükseliyordu ve iki yıl önce söküp
koparmış oldukları ücret artışı sıfıra inmişti. Her gün bir grev atlak vermekteydi. Patronlar anlaşmaya
yanaşmıyordu. Viard Fransızların sağduyusuna çağrılar düzerken faşistler, herkesin gözü önünde,
savaşı birlikleri kurup örgütleniyor ve işçiler soruyorlardı kendi kendilerine: “Bizi kim savunacak?
Polis mi? Polis, bizimle olan eski hesaplarını görmek için küçücük bir fırsat bekliyor!” İspanya’da
savaş devam etmekteydi. Ama Katalonya ile Madrid’in bağlantısı kesilmişti ve işçiler, yürekleri
burkularak: “Cumhuriyetçileri faşistlere teslim ettiler,” diye mırıldanıyorlardı. İhanet, bir küf gibi,
milletin ruhunu kemirmekteydi. Bütün basın, savaş tehlikesinden söz ediyordu. Alman birlikleri
Viyana caddelerinde geçit töreni yaparken, burada olasılıklar hesaplanıyordu: Şimdi sıra kimindi
acaba? İnsanlar bir an için endişeye kapılıyor, kahvelerde enine boyuna tartışıyor, sonra da evlerine
gidip rahat rahat uyuyorlardı. Alışılmadık derecede soğuk olan 1938 baharı Paris’i sakin ama şaşkın,
doygun ama hoşnutsuz bulmuştu sözün kısası.
Breuteuil bu arada birçok teşebbüse birden girişmiş bulunuyordu. Montignylerde karşılaştığı
dostları, onun bu çok yönlü faaliyetinden tamamıyla habersizdiler. Bütün kötülüğün, saçma sapan bir
barışçılıktan ileri geldiğine inanan Breuteuil, bu bir yılı terör faaliyetleri düzenlemeyle geçirmişti. En
ince ve gerçekleştirilmesi hüner isteyen işleri, Grinet’ye veriyordu. Altı askeri uçağı kundaklayan, bir
demiryolu tüneline bomba yerleştiren, hep Grinet’ydi. Kapitalistleri ürkütmek isteyen Breuteuil
Fransız Patronları Genel Konfederasyonu’na ait bir binayı havaya uçurmakla gene Grinet’yi
görevlendirmişti. Bomba, yalnızca binanın cephesini hasara uğratmış ve kapıcıyı öldürmüştü.
Sağcı basın, bütün bu yıkıcı faaliyetlerin suçlusu olarak komünistleri gösteriyordu tabii. Ve Viard,
gazetecilere, kaçamak bir dille: “Bu caniyane girişimlerin kesin içeriği henüz tespit edilmiş
değildir,” diye gevelemekle yetiniyordu. Enerjik önlemler alınmasını isteyen Halk Cephesi
taraftarlarının sıkıştırdığı Viard, onları yatıştırmak için, ‘bir komplo keşfetti.’ Ne Breuteuil’e, ne de
‘Haçlıları’nın silah depolarına ilişilmedi doğal olarak. Polis yalnızca, çeşitli mahzenlerde birkaç
mitralyöz ele geçirdi ve elli kadar ‘haçlı’yı tutukladı. Bu komployu bir çocuk oyuncağı olarak
tanıtmak isteyen Viard’ın verdiği bilgilere uyan basın da, fesatçılara, Ortaçağ kukuletaları
taşıdıklarını ve maske taktıklarını ileri sürerek ‘kukuletalılar’ adını koydu. Meclis’te ise Breuteuil
hükümeti, ‘gerçek vatansever’leri zincire vurmakla suçluyor ve çok geçmeden de tutuklular
salıveriliyordu.
Bu olaydan sonra Breuteuil, taktik değiştirdi. Uluslararası durumdaki kargaşalığın hükümet
çoğunluğunu parçalamak yolunda kendisine yardımcı olacağı umuduyla, bombaları bir yana bırakıp,
parlamento entrikalarına verdi gücünü. “Halk Cephesi Fransa’yı savaşa sürüklüyor!” diye haykıran
afişlerle doldu bütün duvarlar. Ve Breuteuil’in adamları taşraya yayılarak, ‘barışı kurtarmak’ için
köylüleri yardıma çağırdılar. Yeni bir kabine bunalımı, an meselesi halini almıştı. Sosyalistlerle
işbirliği yapmak, radikallerin gözünde hâlâ bir zül teşkil ediyordu. Sermaye üzerinden alınacak
verginin kopartacağı fırtınalar ise, Blum’u bütün tedbirliliğine karşın, devireceğe benzerdi! Ve işte o
zaman, Tessat’nın yıldızı parlayacaktı belki de. Breuteuil, yaşlı avukatın yanından ayrılamaz olmuştu.
Ona, Rouen tarzı ördekli, sülün yahnili ziyafetler çekiyor ve nutuklarını övüyordu durmadan. Tessat
ise, yemekleri bir ahbap ağzıyla değerlendiriyor, ama işin can alıcı noktasında önlemi elden
bırakmıyordu. Hatta Viard’la aralarının son derece iyi olduğunu özellikle belirtmeye özen
göstermekteydi: “Sosyalistler,” diyordu, “halis birer Fransız olduklarını ispat ettiler.” Böylelikle,
yakınlaştığını sezdiği bir zafer için sosyalistlerin oylarını da garantiye almış olacağını
hesaplamaktaydı kuşkusuz. Ama belki de radikallerin sol kanadını ve özellikle de Fouger’yi,
Breuteuil’den daima ‘Hitlerci’ diye söz eden azgın milletvekilini yatıştırmak istiyordu.
Kabineyi devirmek, hiç kuşkusuz ki, bir binayı havaya uçurmaktan çok daha zordu. Ve Breuteuil,
yeni yardımcılar aramak zorunda kaldı. Grinet ile öteki ‘Şövalyeler’ bu ara işsiz kalmaya
mahkûmdular. Breuteuil, Montignylere gelip giden iki itibarlı milletvekilinin, Ducamp’la Grandel’in
dostluğunu kazanmayı başardı. Mizaçları hiç uyuşmayan iki adamdı bunlar. Bir taşra veterinerinin
oğlu olan Ducamp, gençliğini sıkıntı içinde geçirmiş, ama gene de sosyal hareketin dışında kalmıştı.
İdeali, kanaatkar ve mağrur bir Fransa’ydı. Domremyli çoban kızı efsanesi, Chartres ve Reims
katedrallerinin adsız yapıcıları, milletin ayrısız gayrısız bir bütün olarak ele alınışı heyecanlandırırdı
onu. Savaş sırasında pilotluk yapmış, ağır yaralanmış ve iki kez de madalya almıştı. Sonra politikaya
kaptırmıştı kendini ve ‘eksiksiz bir milliyetçilik’ üzerine vaazlar vermeye başlamıştı. Bir dağ ilinden
milletvekili seçilmiş olan Ducamp, Meclis’te aşırı sağcıların arasında yer alıyordu gerçi ama, sık sık
da umulmadık beyanlarda bulunarak komşularını ürkütmekten geri kalmıyordu. Nitekim bir gün aynen
şöyle haykırmıştı kürsüden: “Komün’ün vahşeti bugün yeniden hortlayacak olursa, Paris’i savunmayı,
bir Thiers’in kalleş rolünü oynamaya tercih ederim.” Alçakgönüllü, hatta silik bir adam olan bu
ellilik milletvekilinin telaffuzunda bir tuhaf bozukluk vardı. Heyecanlandığı zaman dili öylesine
dolaşıyordu ki, kendi yakınları bile ne dediğini anlamakta güçlük çekiyorlardı. Meclis’te nadiren bir
söz aldığı halde, meslektaşları arasında hatırı sayılır bir nüfuza sahipti. Namusluluğundan olduğu
kadar bilgisinden ötürü de saygı görüyordu, çünkü Ducamp havacılık konusunda Meclis’in en iyi
uzmanıydı ve Hava Komisyonu’nun da başında bulunuyordu. Halk Cephesi’nin Fransa’yı bozguna
sürüklediğine inandığı için Breuteuil’i tutmaktaydı şimdi ve yeni dostunu ürkütmemeye dikkat eden
Breuteuil’de, onun yanındayken, Almanya ile işbirliğinden katiyen söz açmıyordu.
Ama Ducamp’ın Meclis’te ve askeri çevrede tanınmış olmasına karşılık Grandel bütün Fransa’da
ünlüydü. İnce yüzlü, genç ve yakışıklı bir adam olan Grandel, hafifçe kemerli burnu, mavi ve dalgın
gözleriyle, Saint Just’ün portrelerini anımsamaktaydı. Hayranlık uyandırıcı bir konuşma tarzı vardı ve
hasımları bile onu bir bülbülü dinler gibi, büyülenerek dinlerlerdi. Küçükken bir harika çocuktu:
Akıl durduracak kadar iyi keman çalardı. Barıştan sonraki borsa oyunlarıyla kısa zamanda büyük
servet yapmış olan babası çok geçmeden iflas edince, Grandel kendi ekmeğini kendi kazanmak
zorunda kalmıştı. Masal kahramanlarıyla dolu sosyal eğilimli piyeslerin yanı sıra, ‘yoksulluğun mistik
yanı’ ve ‘kozmik fırtınalar’ hakkında denemeler yazdı. Birkaç yıl önce Sosyalist Parti’ye katılmıştı.
Mitinglerde, konuşmasıyla halkı en fazla coşturan oydu. Ama milletvekili seçildikten sonra,
birdenbire, Blum ve Viard’ın enternasyonalizminden tiksindiğini, kendisinin her şeyden önce bir
Fransız olduğunu ve Marx’a değil de Proudhon’a bağlanan ve de yabancılardan emir almak istemeyen
Fransız işçilerini temsil ettiğini ilan ederek sosyalistlerden ayrılınca, günün kahramanı haline
gelivermişti. Şimdi radikaller, cumhuriyetçi sosyalistler ve demokratlar, kendisine teklif üzerine
teklif yağdırmaktaydılar. Grandel, kendisinin bir ‘bağımsız sosyalist’ olduğunu söylüyordu ve hep
sağcı muhalefetle birlikte oy kullanıyordu. Breuteuil’le arasının çok iyi olmasına karşılık bir alay
düşmanı vardı. Meclis koridorlarında genç milletvekili hakkında hiç de hoş olmayan birtakım
söylentiler almış yürümüştü son zamanlarda. Alman Elçiliği’nden bir ateşeyle sık sık görüştüğü
fısıldanıyordu. Hatta radikal Fouger’nin elinde, Grandel’i zor durumda bırakabilecek birtakım
belgeler bulunduğunu söyleyenler bile vardı. Ama bütün bunlar birer ima olmaktan öteye geçmiyordu.
Grandel ise ince kaşlarını tiksintiyle kaldırmakla yetiniyor ve: “Hem hasmına kara çalmak, hem de
ortalığı bulandırmak,” diyordu. “Eskiden beri bilinen bir tarzdır bu. Zamanı gelince, Fouger’nin bir
Moskova ajanı olduğunu ispat edeceğim.”
Grandel, aşağı yukarı üç yıldan beri, Marie adlı cici bir melez kızla evliydi. Sinek diye ad
takılmıştı kadına. Grandel hep karısıyla gezer ve dostları da onlar için ‘bitişik kardeşler’ deyimini
kullanırdı. Yani Montignylerin konukları arasında Sinek de vardı. Ama hemen hemen hiç konuşmaz,
dalgın bir edayla eski albümleri karıştırırdı. Joséphine, bu kadının kendisi için ciddi bir rakibe
olduğunu seziyordu: Sinek, Lucien’i görür görmez bakışlarını çalışma odasının kapısına doğru
yöneltir ve yüzü heyecanla dolardı.
Breuteuil’in siyasi kampanyasını Montigny beslemekteydi. Buldog suratlı, sert bir adamdı bu ve
Joséphine, baba evinden ayrılabileceği günü iple çekmekteydi. Sürdüğü dudak boyası için değilse de
okuduğu kitap için, saatlerce azarlardı kızını Montigny, dar kafalı bir despottu, Breuteuil’in işçileri
dize getireceğine derin inancı vardı. Gerçi şu son yılki kazancından bir şikayeti yoktu ama, işçilerin
karşısında küçük düşmüş gibi duyuyordu kendisini: “Haftada 40 saat çalışma öyle mi? Namussuz
alayı! Sanki ben sayıyor muyum haftada kaç saat çalıştığımı? Üstelik bütün risk de bana ait: kötü
zamanda zarara uğrayan benim. Onlarsa ücretten başka hiçbir şey düşünmüyor. Maskaralar!”
Dessère’den farklı olarak Montigny, işçileri birer hasım gibi değil de, her şeyi yok etmeye hazır
korkunç böcekler gibi görüyordu. Bunun için de aç gözlülüklerinden, tembelliklerinden söz ederdi
saatlerce.
Nitekim o akşam da, daha hiç kimse ağzını açmaya fırsat bulamadan, işi artık lavabolar için de ayrı
bir lokal istemeye kadar vardıran işçilerin küstahlığından belki yüzüncü kez şikayete koyulmuştu.
“Yakında birer banyo dairesi de isteyecekler, görürsünüz! Bizimkiler denize giderken Almanların
günde yirmi dört saat çalıştığını düşünüyorum da.”
Breuteuil onun öfkeden öksürmeye başlamasını fırsat bilip, Meclis’te çok geçmeden başlayacak
olan mücadeleden söz açtı. Ducamp’ın desteğini sağlamak için de, Alman tehlikesini ileri sürdü:
“Almanların mayısta Çekoslovakya’ya saldıracaklarını sanıyorum. O zamana kadar mutlaka,
gerçekten milli bir hükümet kurmalıyız. Ben kendi payıma, tabii komünistlerin vazgeçmesi şartıyla
Tessat’ya hiçbir itirazda bulunmuyorum.”
Lucien kaşlarını çatmıştı. Breuteuil’in komplodan çok parlamento entrikalarıyla uğraşmaya
koyulduğundan kuşkulanmaktaydı bir süredir. Ama babasının vatan kurtarıcı durumuna getirilmesini
beklemiyordu doğrusu! Şimdiye kadar boşuna zahmete katlanmıştı demek? Esnemesine güçlükle engel
olarak, çabuk bitirseler bari!, diye düşündü. Bir an önce Sinek’i bulmak için can atıyordu.
Breuteuil’i Grandel destekledi:
“En ehven-i şer olanı Tessat’dır. Evet. Ama üstadı, Fouger çetesinin elinden mutlaka kurtarmak
gerekiyor. Dün duyduğuma göre, söz konusu olan sahte belgeyi Fouger, Tessat’ya teslim etmiş. Gidip
hemen kendisiyle görüştüm tabii. ‘Beni neyle suçladıklarını lütfen söyle,’ dedim. Son derece sevimli
davrandı ama en ufak bir açıklamaya bile yanaşmadı. Planları apaçık: Komisyonda şamata koparmak.
Klasik yönteme başvuruyorlar yani: Blum’u kurtarabilmek için yeniden, ortalığı heyecana boğucu bir
haber icat edecekler.”
Ducamp haykırdı:
“Fouger’nin böyle bir alçaklık yapabileceğine ölsem inanmazdım. Temiz bir insan izlenimi
uyandırmıştı bende. Bir Verdun savaşçısı, nasıl olur da siyasi düşmanlarını iftira yoluyla çökertmeye
çalışır! Ama onu susturmak, sizin gibi bir hatip için çocuk oyuncağıdır, Grandel.”
“Beklemek zorunda kalışıma kuduruyorum! Hazırlık yapmak olanağım bile yok: Ellerindeki sahte
belgenin neden bahsettiğini bile bilmiyorum çünkü.”
Breuteuil girdi söze:
“Tessat’dan ben de bu konuda bir açıklama koparmak istedim ama sıyrıldı: Her iki tarafa birden
oynuyor. Ne var ki kendisiyle eski dostuzdur. Seçimlerdeki zaferini bana borçlu işin ucunda. Hem
zaten bu masalların tek kelimesine bile inanmadığına kalıbımı basarım. Ama işte parti disiplinini
bozmak istemiyor, tabii bir de farmasonları, Herriot’yu kızdırmaktan çekiniyor.”
Belli belirsiz gülümsedi Lucien ve birdenbire:
“Babam namuslu adamdır,” dedi. “Fazla gevşektir yalnız.”
Milletvekilleri oy hesabına oturdular. Altmış kadar radikal Blum’un aleyhine dönmüştü. Hükümet
çoğunluğu gün geçtikçe biraz daha erimekteydi ama işlerini sekteye uğratacak kadar yavaş
erimekteydi. Bekleyecek zaman yoktu önlerinde: Almanya bir aya kalmaz faaliyete geçecekti.
“Senatörler bu işi halledecek. Blum’u alaşağı edeceğine yemin etti Caillaux.”
Ducamp homurdandı:
“Tilkinin biridir Caillaux, bozguncudur da üstelik.”
Gelecek hükümetin programını tartışmaya koyuldular. İlk şart: Tessat, komünistlerle ilişkiyi
kesmeli. Südetler meselesinde kararlı, ama aşırılığa kaçmayan bir politika: Her iki taraf için de iyi
bir çıkış yolu bulmak yani. General Franco’yu hemen tanımak gerekiyordu. Ve Laval’i de Roma’ya
yollamak: İş işten geçmeden önce anlaşmalı Mussolini’yle. Basın kontrol altına alınacak. Uçak
sanayisine yeni krediler sağlanmalı. (Ducamp’ın şartıydı bu) Ve haftalık iş süresi 60 saat.
Breuteuil, Montigny’nin hoşuna gitsin diye ekledi:
“Fabrikalar işçilerin işgaline uğradığı takdirde güce başvurulacaktır.”
Ve Montigny gürledi:
“Zehirli gaz paklar onları, zehirli gaz! Sıçanlar gibi tıpkı! Ve davayı da kısa keserek, diye ekleyin.
Terör hareketlerine ölüm cezası. Konfederasyon binasına bomba koyan o sefil yaratığı önünde
sonunda bulacağız herhalde. Giyotin azdır ona.”
Montigny’nin küt suratına baktı bir an Breuteuil: Böyle bir budaladan her şey bekenebilir! Ve acele
bir işi olduğunu bahane ederek izin istedi.
Ötekiler salona geçtiler, Joséphine gözleriyle hep Lucien’i arıyordu ama, o, kendisine bakmıyordu
bir türlü. Gidip Sinek’in yanına oturdu ve Giraudoux’nun son piyesi ‘Troya Savaşı Yapılmayacak’
hakkında bir tartışmaya girişti.
“Adını iyi seçmiş doğrusu: Bütün rahatlamak isteyenler görmeye koşar.” Sinek fısıldadı bu arada:
“Perşembe benimki yok. Kapıyı kendim açacağım.”
Ducamp, aktif bir politika tutturma zamanının geldiğini ispatlıyordu Grandel’e heyecanla:
“İtalya’yla birlikte ya da İtalya’ya karşı olmuş, önemi yok. Artık söz konusu olan, Südetler değil,
Çeklerin Maginot Hattı’dır.”
“Kuşkusuz. Ama Südetlerin de Alman olduğunu unutmayınız. Sonra Hitler, Batı’dan hiçbir istekte
bulunmayacağını beyan etti.”
Ducamp coşmuştu, bağırıyordu şimdi, ama ne dediğini anlamak gerçekten olanaksızdı, kauçuk
çiğniyordu sanki. Grandel gülümseyerek:
“Tamamıyla haklısınız,” diye kapattı.
Joséphine, Lucien’e koridorda yetişti ve bakmadan konuştu aceleyle:
“Başınıza bir iş gelecek olursa, unutmayın ki sizin için her şeye hazırım Lucien.”
Bu sözler Lucien’e dokunmuştu ama, belli etmek istemedi.
“Teşekkür ederim. Ama koridor çok soğuk, üşüteceksiniz.”
Joséphine’in gözleri dolmuştu:
“Nefret ediyorum sizden!”
Şiddetli bir doğu rüzgârı esiyordu dışarıda, pardösüsünün yakasını kaldırdı Lucien. Her şey
tiksinti veriyordu ona artık: Breuteuil de, Joséphine’in o budalaca aşkı da, Sinek de.
Breuteuil, bir metro kontrolörü olan Aubry’yi bulabileceği mahallelerden birine gitmişti. Kinle
dolu ve hayatta hiçbir bağı bulunmayan kavruk bir adamdı Aubry.
“Dinle Aubry, sana ihtiyacım var: Bir haini ortadan kaldıracaksın.”
Aubry büyülenmiş gibiydi: Uzun süredir kahramanlığını gösterebileceği bir fırsat bekliyordu. Bir
tek kez ödev verilmişti kendisine. Buna da ödev demek gerekirse: Wagram Caddesi’nde, bir Huma
satıcısı vahşice yaralamıştı.
“Sizi dinliyorum şef!”
“Şövalye Grinet’yi yok etmek gerekiyor. Ve özellikle de yakalanmamak. Sonra da şunu başucuna
bırakırsın.”
Ve cüzdanından, Komünist Partisi’ne ait bir kart çıkarıp uzattı.
Aubry, heyecandan kekeledi:
“Tamamdır şef!”
Breuteuil evine dönünce, ne o gün gelmiş olan mektupları okudu, ne de karısının sorularını
yanıtladı. İnce dudaklarında hafif bir kıpırtı vardı: Dua ediyordu. Zavallı Grinet! Ama elinden başka
ne gelirdi ki? Bir yazar yeni bir bölüme geçerken beyaz bir kâğıt seçer. Bülbül gibi
konuşturabilirlerdi Grinet’yi rahatça. Namuslu bir adam, evet ama bir aptal: “Şövalyeyim ben.”
Şövalyelerin cennette yeri hazır. Ama Breuteuil gibileri bekleyen akıbeti kimse bilmiyor. Çok
sorumluluk almıştı sırtına ve hepsinin hesabını bir bir vermek gerekecekti günün birinde. Ölüler için
okunan duayı bir kez daha tekrarladıktan sonra karısına dönüp:
“Grinet diye birini tanımıyoruz,” dedi. “Anlaşıldı mı?”
Ellerini önlüğüne sildi kadın (kaymaklı pasta yapıyordu, bayılırdı Breuteuil) ve gözlerini kocasına
çevirerek:
“Canavar!” dedi yırtıcı bir sesle.
Breuteuil yanıt vermedi.
2
Verney Garı’ndan terk edilmiş bir avcı kulübesine uzanan çamurlu patikada ilerlemekteydi Grinet.
Uzun bir soğuk döneminden sonra, güneşin ilk açtığı gündü. Paskalya geldi bile, diye düşündü Grinet.
Ormanın ortasındaki ağaçsız meydana ulaşınca pardösüsünün düğmelerini çözdü: Terlemişti. Sivri
yapraklı inci çiçekleri yeşermekteydi ağaçların altında, bir aya kalmaz Parisliler doldururdu ormanı.
Sakin bir hayat tablosu Grinet’te çoğunlukla bir kin duygusu uyandırırdı, başkalarının kaygısızlığına
haset ederdi farkına varmadan. Ama o gün, güneşin okşayışı ve şu bahar havasının hareketliliği
karşısında yumuşamıştı. Ve buraya inci çiçeği derlemeye gelecek olan genç çiftleri hayal ediyordu
tatlı tatlı.
Bakalım Breuteuil onu bir sefer nereye gönderecekti? İspanya sınırına mı? Britanya’ya mı?
Gençliğinden beri yolculuklara alışmıştı Grinet. Sigara dumanıyla dolu vagonların ağır havası,
aktarma yapılan garların soğuğu ve sıkıntısı, yolcuların birbirlerine hiç değişmeyen tatsız hikâyeler
anlattıkları üçüncü sınıf restoranlarda yenen tabldot yemekler, duvarları kirli, sobasız bir odada, pis
bir yastığın altında geçen geceler yabancısı değildi. Gezmekten hoşlandığı söylenemezdi, ama kendini
yerleşik bir hayatın içinde de pek düşünemiyordu. Eski mesleği, Breuteuil’in ona verdiği nazik
ödevlerin yerine getirilmesini kolaylaştırmaktaydı. Bütün bir hafta ortadan kaybolsa bile, otelci kadın
şaşırmıyordu. Cebinin içi gibi bilirdi Fransa’yı, Grinet. Her yerde bir bildiği, kabareciler arasında
dostları, poliste tanıdıkları vardı. Dört aydır boştu, ama Aubry’nin mektubu onu ne sevindirdi, ne de
canını sıktı. Öteberisiyle bir şişe konyağı kayıtsızlık içinde tıktı valizine, pantolon cebine de
tabancayı yerleştirdi. “Annecy’ye alet götürüyorum,” demişti otelci kadına, sonra da düşünmüştü: Ne
aleti? Protez aleti mi, bomba mı? Amaaan, önemi yok. İki yıl önce ona bir vazgeçilmez oyun, bir
roman kahramanlığı gibi gelen şeyler bugün, dakikası dakikasına ama coşkunluk duymadan yerine
getirdiği bir ödevden farksızdı gözünde.
Güneşle ve kuşların çığlıklarıyla dolu bir nisan gününde Grinet, içinin kaynaştığını duyuyordu.
‘Haçlılar’dan çok Annecy’deki otelcinin kızını, küçük bukleli Loulou’yu düşünmekteydi şimdi. Biraz
da onun için Annecy’ye gidiyorum demişti otelci kadına. Bunu kadına, hiç farkına varmadan,
kendiliğinden söylediğini anımsadı birdenbire. Kelimeler ağzından dökülüvermişti sanki. Her şeyi
bırakıp Loulou’yla evlense ve bir kahve ya da bir otel açsa! Ne mümkün! Tutumlu bir adam değil bir
kez, Breuteuil’den gelen para, üsttü, baştı, Loulou’ya hediyeydi derken eriyip gitmişti çoktan.
Aubry onu beklemekteydi. Aşıkların üzerine isimlerini ve buluşma tarihlerini kazıdıkları yıkık
beyaz duvarlı bir bağ eviydi, av köşkü dedikleri yer. Taştan bir sıraya oturmuş olan Aubry, güneşe,
sırayla bir sağ, bir sol yanını çeviriyordu. O da koyuvermişti kendini baharın güzelliğine. Allah be!
Asit ve sabun kokan metronun boğucu atmosferi içinde altı ay geçirdikten sonra kendini böyle
birdenbire bir derenin kıyısında, yeşeren ağaçların altında, gerçek bir cennette bulmak. Buraya niçin
geldiğini sanki unutmuştu. Öyle ki, Grinet’yi karşısında iki dirhem bir çekirdek ve sinek kaydı tıraş
olmuş görünce dayanamayıp içini çekti. Masal alemi bitiyordu işte! Tokalaştılar.
“Oturalım,” dedi Aubry. “Şövalye Delmasse neredeyse gelir. Haber onda.”
Grinet bir gazete çıkarıp yaydı. Yeni pantolonunu kirletmekten çekiniyordu.
“Hava rutubetli değil, güneş var. Ben de sağlığıma dikkat ederim. İnsan o kadar kolay yakalanıyor
ki nezleye!”
Gümüş pırıltılı dereyi sessizce seyretmeye koyuldular, tatlı bir gevşeklik sarmıştı gene içlerini.
“Şef gelmeyecek mi?”
“Hayır. Hasta sonra. Hem onun yaşında...”
“Kaç yaşında dersin?”
“Altmıştan fazla.”
“İhtiyarladı bayağı. Hele oğlunun ölümünden sonra. İki yıl oldu ama daha dün olmuş gibi
anımsarım. Grevler sırasındaydı. Nasıl ağlıyordu karısı. Kendisini ise dua ederken buldum.”
“Acı bir darbe tabii. Peki sen, sen de evli misin?”
“Hayır, ya sen?”
Aubry’nin korkunç yüzünü kısa bir an için ürkek bir gülümseyiş aydınlattı.
“Henüz değil.”
“Yani evlenmeyi düşünüyorsun. Aslını ararsan en iyisi o. Ben yakında evleniyorum. Annecy’de
rastladım kıza. Babası avukat. Mülkleri de var. Öyle bir istiyorum ki, gidip orada yerleşmeyi. Bir
otel satın alacağım. Bir alay İngiliz var oraya gelen. İngilizlerin parası boldur. Biraz bir şeyler
biriktirmiştim ben de bir zamanlar. Kız gerçekten iyi. Bir şarkı söylüyor görsen!”
Loulou’nun şarkı söylediği falan yoktu ama, Grinet bir kez yalan söylemeye başladı mı
zaptedemezdi kendini. Yalan söylemiyordu, daha doğrusu şimdi. Yüksek sesle hayal kuruyordu. Ve
çevrelerinde bütün orman kuşları çılgın gibi cıvıldamaktaydılar.
Grinet’nin ayakkabılarına takıldı gözü Aubry’nin, son moda portakal rengi iskarpinler. Onun için
evlenmek kolay, diye düşündü acı acı. Ya bana kim dönüp bakar? Belki bir yaşlı orospu! O bile güç
ya.
“Şu, şu şey, Delmasse, yolu şaşırmış olmasın?”
“Gelir, merak etme.”
Gelecek olan kimse yoktu oysa. Aubry’nin planı vardı, o kadar. Ve işini biraz daha sonra, tadına
vara vara görmek istiyordu. İçki şişesini çıkarmıştı Grinet. Bunun üzerine Aubry de, bu yorucu
olacağını tahmin ettiği gün için hazırladığı ekmekle sucuğu çıkardı ortaya. Beklemeden yemeye karar
verdiler. Lastik gibi bir şeydi sucuk! Ama Grinet zevkle çiğniyordu gene de. Gezinti iştahını açmıştı.
“Şerefine!” dedi Aubry, şişeyi dikerek.
Konyak, Grinet’yi iyiden iyiye gevşetmişti. Uyku bastırmıştı ve bir yandan esniyor, bir yandan da
dalgın dalgın dereyi seyrederek:
“Oltayla avlanmaya bayılırım,” diyordu. “Annecy’de nah bu kadar alabalıklar var, görsen!”
Böylece uyuyakaldı. Şapkası kulağının üzerine kaymış, ağzı aralanmıştı. Tiki kaybolunca soluk
yüzü gerginlikten kurtulmuş ve pembeleşmişti güneşten. Çocuksu bir şey vardı bu adamda, karar
veremiyordu Aubry bir türlü. Yalnızlığını düşünmüyordu artık, hayal de kurmuyordu. Kendi kendine
durmadan: Haydi demekteydi. Bir bulantı kaplamıştı içini, biraz önceki gevşekliğin yerini bir yarı
masumluk almıştı şimdi. Yüzünü buruşturdu, pis konyak! Uyuyor işte hergele! Bir otel açacakmış öyle
mi, Victoria ya da Mon Repos adında? Yağma yok arkadaşım! Ama bir de hain değilse? Ya bütün
derdi sakin bir hayat sürmekten ibaretse? Oltayla balık avlamak daha hoştur tabii, tersini düşünen
kim? Ama onun da, Aubry’nin de hakkı değil mi bu? Neden sakin bir hayata hiçbir zaman sahip
olamadı o? Vurmak, boğazlamak. Namussuzlar! Kime yöneldiği belli olmayan bu küfür canlandırdı
Aubry’yi. Kinle doluydu, bir asit tadı vardı boğazında. Kamasını çekti.
İki dakika sonra, ‘Şövalye’ Grinet’nin öldüğüne iyice kanaat getiren Aubry, Breuteuil’in vermiş
olduğu kartı sıranın altına bırakıyordu. Jacques Delmasse adınaydı kart. Ellerini, pardösüsünü,
pantolonunu dikkatlice inceledikten sonra Aubry şoseye döndü. Baharın güzelliği onu büyülemiyordu
artık. İçinde hep o bulantı vardı ve yediği lastik gibi sucuğu hatırlıyordu hep tiksintiyle. Tükürmek
istedi, beceremedi. Kupkuruydu ağzı.
Akşam bastırıyordu. Otobüs durağında bekleyen iki genç kız, Aubry’yi görünce kahkahayı bastılar.
Birisi:
“Güle güle!” diye haykırdı alaylı.
“Orospular!” dedi Aubry hırsla.
Breuteuil’i gece Büyük Harp Mamulleri Federasyonu’nda buldu.
“Tamam.”
Breuteuil, onu divanda yanına oturtup tebrik etti.
“İlk sınavındı bu.”
O zaman Aubry dayanamayıp sordu:
“Gerçekten bir hain miydi?”
Breuteuil kalkmıştı bile.
“Evet,” dedi. “Haydi seni daha fazla tutmayayım.”
Ve uzaklaşan Aubry’nin ardından bakarak düşündü: İşte yok edilmesi gereken biri daha!
Ertesi gün Grinet’nin resmi bütün gazetelerin baş köşesindeydi. Esrarlı bir el tarafından
öldürülmüş olan bu adamın sağcı olduğunu ve 6 Şubat gösterilerine katılmış bulunduğunu bildiriyordu
muhabirler. Bir metelik bile miras bırakmamıştı, yoksuldu. Yani parası için katledilmediği aşikardı
adamın. Komünistler, doğal olarak, Jacques Delmasse’ı tanımadıklarını beyan etmekteydiler ama,
Grinet’yi Katolik Gezgin Satıcılar Sendikası’nda nüfuz sahibi olan siyasi bir hasımdan kurtulmak için
öldürdükleri apaçıktı.
Gazeteleri okumadı Aubry. Esrarengiz Verney Korusu cinayetinden hiç kimseye söz açmadı. Her
zamanki gibi bilet deliyor ve sarsılarak esniyordu. İşten sonra ilk kahveye dalıp bir perno ısmarladı.
Şaşkını büsbütün sersemletir içki. Bir bardak, bir bardak daha.
Kasketli adamlar vardı yan masada. Ne konuştuklarını dinlemek istemiyordu Aubry, ama durmadan
söylenen Grinet ismini işitmek çileden çıkardı onu. Çoktan ölüp gitmişti Grinet, bu hayvanlara de ne
oluyordu!
“İyidir, iyidir! Bir namussuz daha eksildi.”
“Bu tip bir adam faşistlerle olunca, satılmışlığına kalıbımı basarım.”
Aubry birden fırlayıp adamlara yaklaştı ve cakalı bir edayla:
“Palavracılar!” dedi. “Bir otel sahibi olmak istiyordu o. Komünistler öldürdü onu, senin gibi
dilenci kılıklılar öldürdü. Anladın mı rezil?”
Yanıt olarak adamlardan biri kalkıp suratına vurdu. Kırılan bardakların gürültüsü işitildi bir an.
Aubry yerdeydi. Kahve hızla boşaldı. Yaşlı garson, tabaklarla kaşıkları toplamaya koyulmuştu bile.
3
Tessat bir gün önce altmış yaşını kutlamıştı. Aldığı sayısız mektup ve telgraf, hep altmış rakamıyla
doluydu. Altmış küçücük mumla süslü kocaman bir pasta göndermişti genç avukatlar, akşam mumları
ateşledikten sonra uzun bir süre, titrek mavi alevleri seyretmekten kendisini alamamıştı Tessat.
Yürüyegeldiği uzun yolu ve yaklaşan sonu düşünmeye çabalayarak kederlenmek istemiş ama
başaramamıştı. Soyut birtakım düşüncelerdi bunlar hep, aslında Tessat kendini hiçbir zaman bugünkü
kadar genç hissetmemişti. Güzel bir monogram olurdu altmış rakamı, o kadar. Tessat henüz yaşamaya
başlıyordu. Bugün ünlü bir avukattı, ülkenin belli başlı şeflerinden biri olacaktı yarın. Ve işte o
zaman ismi, Temps gazetesinin adliye haberlerini veren beşinci sayfasından birinci sayfaya
atlayacaktı. Aşırılıkların zamanı geçti artık, memleket huzura susadı, Halk Cephesi’nin sıkılı
yumruklarından olduğu kadar Breuteuil’in Roma tarzı selamet yolundan da usandı memleket, dostça
bir el sıkışma istiyor ve bakışlarını umutla Tessat’ya, bu ölçülü politikacıya, eşsiz hatibe, bu ağzının
tadını bilen örnek aile babasına çeviriyor.
Dün, ailevi kaygılarla gölgelenmiş olmasına rağmen çok iyi geçmişti, evet. En iyi profesörlerin
konsültasyonu boşa gitmişti, Madam Tessat’nın iyileşmek için Vittel’e yollanması da boşunaydı.
Hastalık durmadan ilerliyor, krizler her geçen gün biraz daha artıyordu. Dünkü heyecan Amélie’yi
gereğinden çok yormuştu ve akşam Tessat, altmış mumu seyrederek mutlu kılacağı Fransa’yı
düşünürken karısı, ilaç kokularının dalgalandığı yatak odasının yarı karanlığında iniltilerini güçlükle
zaptediyordu.
Tessat’nın tasası bununla da bitmiyordu. Lucien artık yola getirilebilir olmaktan çıkmıştı.
Amélie’nin gözünde hep o eski ‘yavrucak’tı Lucien, ama ‘yavrucak’ neredeyse otuz dördüne
basacaktı. Oğlunun diplomasi kariyerine bağladığı umut çoktan sönüp gitmişti. Aylak oğlan en
sonunda tuhaf bir para kapısı bulmuştu kendine. Joliot’nun gazetesinde at yarışları hakkında tahminler
yapıyordu. Başkalarını hataya sürüklemek için jokeylerle ortak çalıştığı ve kazandığı parayı da Joliot
ile bölüştüğü söyleniyordu. Bir bakanın oğlu böyle mi olmalıydı? Tessat sinirlerinin bozulmasından
ürktüğü için, oğluna bir tek kelime bile söylemez olmuştu. Yemekte ikisi de susuyor ve Lucien ağzını
açtığı zaman, kavga koparmamak için Tessat dikkatle geriliyordu.
Denise, babasını daha da çok kaygılandırmaktaydı. Duygular planında adaletin olmadığını artık
anlamıştı Tessat. Kendisi için korkuyordu Lucien’i düşünürken. Ya oğlu kendisi için bir yüz karası
haline gelirse? Lucien birdenbire ölüverse, Tessat ağlamasına ağlardı ama, içi de rahat ederdi
doğrusu. Denise söz konusu olunca iş değişiyordu. Evi terk etmiş, Gnome fabrikasına paketçi kız
olarak girip babasının adını kirletmiş oluşu, hatta, gizli polis şefinin verdiği bilgilere göre,
fabrikadaki bir hücreye katılması, bütün bunlar Tessat’nın kızının sağlığından duyduğu endişe yanında
hiç kalmaktaydı. Zayıf bir bünyesi vardı Denise’in, ağır işe gelemezdi, sonra o saçma sapan
gösterilerden birinde öldürülebilirdi de. Kızının haberini gizli polis ya da haberleşme işlerinde
uzmanlaşmış bürolar aracılığıyla alıyordu Tessat. Ona mektup da yazmış ama hiçbir yanıt alamamıştı.
Babasını sanki reddetmişti Denise. Bunu her düşünüşünde gözleri dumanlanıyordu. Altmış muma
bakarak Denise’in çocukken kendisine pembe kâğıda yazılmış uyaklı şiirler yolladığını anımsamıştı.
Neredeyse heyecandan sarsılarak ağlamaya koyulacaktı ki, Senato başkanının acele bir mektubunu
getirdiler. Dürüst ve akıllı bir Fransa’nın kurulabilmesi için tek ümidin kendisinde olduğunu
düşünerek gülümsedi Tessat. İnce uzun burnunun üzerini küçük ter damlaları kaplayıverdi bir anda.
Heyecan ve mutluluk duyduğu zaman hep böyle olurdu. Nitekim şimdi de Denise’i çoktan unutmuş ve
bakanlık koltuğuna oturur oturmaz vereceği demeci tasarlamaya başlamıştı.
Ertesi sabah, yeniden gözden geçirmek üzere Prag elçisinin raporunu alıp da, Fouger’nin vermiş
olduğu belgenin kaybolduğunu görünce, ciddi şekilde endişe duydu. Halkoyuna yapılan gürültülü
açıklamalardan hiç hoşlanmadığı için, bu Grandel meselesi zaten canını yeterince sıkmaktaydı. Nazik
bir iştir politika. Güzel nutuklar atmakla bitmez iş, koridor fısıltılarını da hesaba katmak gerekir,
yemek sonu itiraflarını da, nüanslarla imaları da. Hele bu türlü açıklamalar hiç oyuna gelmez. O
Allahın cezası Stavisky hikâyesinde kendi başından da geçmemiş miydi bunun benzeri? Breuteuil
takımının kopardığı gürültüyü daha dünmüş gibi hatırlıyordu. Nasıl da kolayca karıştırmışlardı onun
da adını bu olaya! Komünist oyları olmasa Fouger’nin milletvekili seçilemeyeceğini düşündü. Halk
Cephesi’ni niye bu kadar tuttuğu şimdi anlaşılıyordu üstadın. Ama Grandel’in tam bir fırsatçı
olduğunu anlamak için Tessat’nın kimseye ihtiyacı yoktu. Hayır, hayır: Kolay yutulur lokmalardan
değildi Grandel. O ne hitabet, ya Rabbim! Dinleyicilerini bu derece büyüleyen bir tek Briand’ı
hatırlıyordu. Ama canım, neden ille de ortalık gürültüye boğulsun gene? Fouger daha sonbaharda
söylemişti Tessat’ya Grandel’in Alman casusluk örgütüyle temasta olduğunu. Tessat da ağzını
kapayıvermişti hemen. Bir milletvekili ihanet edecek ha? Haydi canım sen de! ‘İhanet’ kelimesi bile
başka bir dünyanın malıymış gibi geldi ona. Kumar masasında oyun dışı kalmış subaylar ya da Lucien
tipinde aylak herifler, yani çaresizler takımı tutup da bir yabancı devletin hizmetine girse neyse ne!
Bu cinsten zaafları anlamakta hiçbir güçlük çekmiyordu Tessat. Hatta insan, büyük sanayicilerle de
dudak dudağa gelebilir ve birtakım dolandırıcıları bile savunabilirdi gerektiğinde. Tabii, örneğin bir
anonim şirkete tamamıyla yasal bir ortaklıkta bulunmakla bir Stavisky ya da bir Oustric skandalına
karışmak arasındaki farkı da unutmamak şartıyla. Ama ihanet etmek! Victor Hugo’nun mısralarını
anımsamıştı Tessat, Şeytan Adası’nı, hainin kafasında parçalanan kılıcı anımsamıştı ve: “Hayır!”
demişti, “Hayır! Bir milletvekili bunu asla yapamaz!”
Ama üç gün önce Fouger gelip de kendisine o pis kâğıdı teslim edince işler değişivermişti. Tessat,
kâğıda şöyle bir göz attıktan sonra, ileride incelemek niyetiyle, Dışişleri Komisyonu’nun dosyasına
koymuştu. Kissingen ve Baden-Baden maden sularının reklamını yapması karşılığında Grandel’e iki
milyon verildiği açıklanmaktaydı. Ve Tessat homurdanıyordu. Alman kaplıcalarını methederek para
kazanabilir Grandel pekala, bunun ihanetle ne ilgisi var! Buna karşılık Fouger, Grandel’in Alman
sularını nerede ve ne zaman övdüğünü ispatlayarak kendisini temize çıkaramayacağını iddia
ediyordu. Milletvekillerinin özel hayatına bu türlü karışılmasından hoşlanmazdı Tessat. Bunu da
Fouger’nin yüzüne karşı söylemişti ama ne çare ki öteki ısrar ediyordu: “Dışişleri Komisyonu’nun
üyelerine mutlaka ve mutlaka göstermelisin bu mektubu.” Çok tatsız bir durumdu bu. Hele sağcıların
yardımıyla ve solcuların desteğini de kaybetmeksizin Blum’u devirmek söz konusu olduğu şu sırada.
Fouger’nin isteğini reddetmek olanaksızdı; reddettiği takdirde, bütün solcu radikaller yeni hükümet
için kırmızı oy kullanacaklardı besbelli. Evet ama, Tessat tuttu belgeyi komisyona aktardı diyelim, o
zaman da Breuteuil hırçınlaşacak ve sağcıları radikallere yüklenmeye sürükleyecekti. Tabii
radikaller de bir kez daha ve kendilerine rağmen Blum’u kurtarmak zorunda kalacaklardı. İşte bütün
bu olasılıkları hesaplayan Tessat, işi on beş gün kadar uyutmaya karar vermişti; o zamana kadar
kabine bunalımı nasıl olsa patlar, diye düşünüyordu.
Ama kim bu kâğıdı aşırmış olabilirdi ondan? Tessat hayatında ilk kez olarak böyle bir olayla karşı
karşıya kalıyordu. Çalışma masasının bir gözüne bırakmıştı dosyayı, giderken de hep bu gözü
kilitlerdi. Masada bütün kâğıtları yerli yerinde bulmuştu. Yalnızca belge yoktu ortada. Şimdi bunu
Amélie’ye anlatsa, karısı derhal uşağı suçlamaya kalkacaktı.
Meclis’e gelince her şeyi unuttu Tessat. İki veteriner okulu daha açılması hakkında bir proje
inceleniyordu. Salonda ilgili illerin milletvekillerinden başka hiç kimse yoktu. Ötekilerse koridorda
ya da büfede, eli kulağında bekleyen kabine buhranından söz etmekteydiler ve Tessat’nın çevresini
sarıp da sağlığıyla ilgilenmeleri bile, Blum’un günlerinin sayılı olduğunu ispata yetiyordu. Altmış
yaşına bastığı için Tessat’yı tebrik eden Viard, melankolik bir şekilde içini çekerek:
“Altmışıma bastığım zaman bir gün gelip de bakan olacağım aklımdan bile geçmiyordu,” dedi.
“Sen erken başlıyorsun dostum. Haydi hayırlısı!”
“Altmışlık bir bakireyim öyle mi,” dedi Tessat. “Bakire dedim de aklıma geldi.” Ve açık saçık bir
hikâye anlatmaya koyuldu. Viard kızararak uzaklaşmıştı. Tam bu sırada, ortalığı kaplayan sigara
dumanlarının içinden doğru Fouger’nin yüzü belirdi. Milletvekillerinin gözlükleriyle sakalını fark
eder etmez (Fouger, geçen yüzyılın ünlü ‘papaz yiyen’ radikallerine tıpatıp benzemeyi ilke edinmişti
kendisine) kayıp belgeyi anımsadı Tessat. Fouger döndürüp dolaştırmadan girmişti söze:
“Grandel meselesini ne zaman götüreceksin komisyona?”
Kollarını havaya kaldırdı Tessat:
“Acelemiz ne Allah aşkına? Çok iyi düşünmek gerekiyor. Herriot’ya açacağım bu meseleyi. Bugün
her zamankinden daha ihtiyatlı olmalıyız, azizim. Yoksa bütün kararsızlar karşımıza dikilir.”
Fouger, pek öyle kolay kolay kanacağa benzemiyordu
“Niye?” diye atıldı. “Sağcılarla anlaşmamız söz konusu olamaz. Solda ise, bir tek düşmanımız bile
yok bildiğim kadarıyla. Sonra bu iş bir parti meselesi değil ki, devlet meselesi. Devlet anlıyor
musun? Durum meydana çıktığında, Breuteuil namusluysa eğer, Grandel iki kere iki dört, bir Alman
casusu. Paris-Midi’yi okumadın mı yoksa, Berlin’de olup bitenleri? Südetlerdeki karışıklık,
Almanların Strasbourg’a yürümesi için pekala bir neden oluşturabilir! Ve ben böyle bir anda, bir
beşinci kol temsilcisinin aramızda boy göstermesine izin veremem, anlıyor musun?”
“Evet, ama niçin böyle öfkelendiğini anlayamıyorum. İspanya’da değiliz dostum. Bizde insanlar ne
zamandan beri birbirlerini öldürerek işleri halletmeye başladılar acaba? Sakin ol, çok rica ederim.
Senin büyüğünüm, deneyimim de seninkinden fazla. Zamanı gelince kâğıdı ortaya süreceğimden emin
ol ve şimdi de bana izin ver, Daladier’yle görüşmem gerekiyor.”
Tessat bu can sıkıcı milletvekilinden böylece yakayı sıyırmıştı, ama belgenin çalındığı fikri onu bir
daha terk etmeyecekti. Meseleyi gömmek elindeydi kuşkusuz. Fouger’ye, belgesini ekspertize
yolladığını söyleyebilir, sonra da bütün suçu eksperlerin ya da İkinci Şube’nin üzerine atabilirdi
kolayca. İkinci Şube’de durumu kurtaracak dostları da vardı. Kaldı ki, Fouger’ye açıklama yapmak
zorunda da değildi hiç. Belgenin sahte olduğunun anlaşıldığını bildirir, daha da olmazsa, meseleyi
gruba getirip güvenoyuna sunabilirdi. Ne olacaktı yani, Grandel şu ya da bu yemlikten çöpleniyormuş,
pek mi önemliydi şu sırada? Püritenlik elverir! Ciddi politika yapalım biraz da baylar! Gene de
kafası, dönüp dolaşıp o pis kâğıda takılıyordu. Nasıl olup da ortadan kaybolduğunu bir türlü
açıklayamıyordu kendi kendine. Viard’ın ajanları ve hatta, olur mu olur, Denise’in arkadaşları
tarafından gözetlenmediğini kim temin edebilirdi ki ona? Bunu düşününce titredi. Tessat’nın gözünde
komünistler, her şeyi yapabilecek yapıda bir cani sürüsünden başka bir şey değildi. Hatta kendisini
bir tuzağa düşürüp Moskova’ya gizlice göndermeleri bile mümkün. Sakın komünistler olmasın bu
kâğıdı aşıranlar?
Eve dönünce, sakin ve soğukkanlı görünmeye çabalayarak çalışmaya koyuldu. İlk iş olarak,
dosyanın içindekileri bir kez daha dikkatle gözden geçirdi: Mucize bekler gibiydi. Ama heyhat!
Belge, yer yarılmış içine girmişti sanki. Prag elçisinin bir raporunu incelemeye daldı Tessat. Uzun
zamandır, Südetler meselesinde Hitler’le pekala anlaşabilecekleri fikrini savunmaktaydı ve
dostlarına: “Karlsbad,” diyordu, “harika bir ılıca kenti, kabul, ama beni asıl ilgilendiren Karlsbad’ın
ne olacağı değil, Vichy’nin ne olacağıdır.”
Yatak odasından gelen bir inilti üzerine dosyayı bırakıp karısının yanına koştu.
“Ne olur bana kızma,” diye fısıldadı Amélie. “Öyle korkuyorum ki. Yakında ölüp gideceğim.
Lucien ne olacak?”
Tessat, karısının soluk ve kansız yüzüne daldı bir an, sonra da:
“Merak etme, Amélie,” dedi. “İyileşeceksin. Eminim iyileşeceğinden, bütün doktorlar aynı fikirde.
Yakında seninle birlikte Vittel’e gideriz, ister misin? Söz veriyorum.”
Améile, kendisini değil, gerçekten oğlunu, bugüne kadar bütün şefkatiyle bağlandığı Lucien’i
düşünüyordu. Tekrarladı:
“Söyle, Lucien ne olacak?”
“Küçücük bir çocuk değil ki Lucien. Kendini kurtarır elbette. Durup dururken sinirlerini bozman
doğru değil, Amélie.”
Çalışma odasına dönerken odadan çıkmakta olan Lucien’le burun buruna geldi. Ve bir şimşek çaktı
kafasının içinde sanki: Belgeyi kendi oğlu çalmıştı! Son zamanlarda Lucien olur olmaz zamanlarda
çalışma odasına girip çıkar olmamış mıydı? Hem de ne kadar sudan bahanelerle: Yok efendim kibrit
arıyormuş da, akşam gazetesini alacakmış da. Bütün bunları kızara bozara ve kekeleyerek söylemesi
de caba! Evet, evet hiçbir kuşkusu kalmamıştı şu anda: Lucien gibi bir adamın elinden her şey, ama
her şey gelebilirdi.
Tessat, oğlunun odasında aldı soluğu. Masanın üzerinde birtakım at fotoğrafları, bir kadın eldiveni
ve bir tabanca duruyordu. Divana oturdu, yüzündeki terleri eliyle silerek kısık bir sesle konuştu:
“Grandel’in mektubunu sen mi aldın, Lucien?”
Lucien yanıt vermiyordu ve Tessat artık dayanamayıp haykırdı:
“Demek Almanların hizmetindesin!”
Lucien elini kaldırarak babasının üzerine yürüdü ama hemen geriledi ve fısıltı halinde bir söz çıktı
ağzından:
“Sefil!”
Yetmiyormuş gibi, bir de babasına hakarete yelteniyordu rezil! Tessat, kelimeleri güçlükle telaffuz
ederek:
“Derhal bu evi terk et!” diyebildi.
Hızla çalışma odasına döndü. Çok geçmeden, Lucien’in annesiyle vedalaştığını işitti. Amélie
ağlıyordu. Bir an her şey bitmiş gibi geldi Tessat’ya. Bakan olmak neye yarar ki artık? Kızı kendisini
terk etmişti, oğlunu o kovmuştu. Oğlu: Yani bir casus! Başına gelenleri düşünüp kendi kendine acıdı
Tessat, uzun uzun burnunu sildi. Yatak odasında Amélie hâlâ ağlıyordu. Karısının yanına gidip
yatağın kenarına oturdu:
“Bobonne, (Heyecanlandığı zaman böyle hitap ederdi karısına) gördün mü Bobonne, tek başımıza
kaldık işte.”
“Niçin kovdun sanki onu? Gururlu olduğunu bilmezmiş gibi! İmkanı yok dönmez artık bir daha.”
“Adım atmayacak bu eve, adım. Biliyor musun ne yaptığını? Casusluk! Hem de Almanlar
hesabına!”
Karısının cahil ve budala olduğunu bilmez değildi ama, verdiği yanıt şaşırttı Tessat’yı:
“Hep söylemez miydim ben sana politikanın ne kadar pis bir şey olduğunu. Lucien de sana uymuş
işte. Almanlarla anlaşmanın mümkün olduğunu ve Hitler’i Thorez’e tercih ettiğini söyleyen sen değil
miydin?”
“Sus. Bu türlü konuşmana asla tahammülüm yok! Lucien diplomat değil, casus. Aradaki farkı
anlamıyor musun daha?”
Ve dayanamayıp kapıyı çarparak çalışma odasına döndü. “Bir casus. Bir satılmış, sefil!” diye
söylenerek dolaşmaya koyuldu odada. Sonra yorulup bir koltuğa attı kendini. Şimdi öfkelenmeyi bir
yana koyup her şeyi dikkatle hesaplamak gerekiyordu. Eğer Lucien bu belgeyi çalmakla
görevlendirildi ise, demek ki iş ciddiydi. Yani Grandel gerçekten... Evet ama, belge de kayıptı şimdi.
Hırsızlıktan söz açmak demek Lucien’in hapishaneyi boylaması demektir. Yani Amélie’nin de öbür
dünyayı boylaması. Ya kendisi ne kazanacaktı ki bu işten? Casus bir oğulla Fransa kurtarıcısı rolüne
çıkmak! Evet, bir kez bu hırsızlık hikâyesini unutmak lazım. Haydi diyelim ki Fouger’ye verdiği
belgenin sahte bir belge olduğunu da yutturduk. Ama ya Grandel? Millet Meclisi’nin ta içinde bir
casus bulunduğu nerede görülmüş! Elde belgesiz, Fouger’nin iddiasını yaymaya kalksa, sağcıları
kendine düşman etmekten başka neye yarar? Hem biraz da soğukkanlılıkla düşünelim: Grandel
diyelim ki, gerçekten bir Alman ajanı. Ne kötülüğü dokunabilir bunun Fransa’ya? Ordu komisyonunda
değil ki Grandel. Üstelik Almanların binlerce casusu var. Bir fazla ya da bir eksik olmuş, ne çıkar
yani? Hem sonra bu türlü karışık işlerle uğraşmak Tessat’ya değil, İkinci Şube’nin sayın baylarına
düşer! Durumu iyice tarttıktan sonra, bu meseleyi tamamıyla gömmeye karar verdi. Oğlunu evden
uzaklaştırmasını da, Lucien’in dengesiz ve ‘ıslah edilmesi mümkün olmayan’ bir kimse oluşuyla
açıklayacaktı.
Karısının yanına döndü:
“Bu casusluk hikâyesinden hiç kimseye bahsetmek yok, tek kelime bile söyleme. Saçma bir hikâye
bu, öfkemden söyledim. Gitmiş gene borçlanmış, senedi getirdiler. Üstelik bir de hakaret etti bana.
Canın isterse ona ara sıra para gönderebilirsin, ama bu evde yüzünü görmek istemiyorum artık. İyi
geceler!”
Çalışma odasına gidip uzandı. Lambayı söndürmüştü. Gözleri tavana dikili, hayatın kendisini hep
hayal kırıklığına uğratmış olduğunu düşünüyordu şimdi. Ve kafası dönüp dolaşıp Denise’e takılıyordu
hep. Hayatında ilk kez olarak: Kız belki de haklı, dedi kendi kendine. Ölü bir evi, lanetli bir yuvayı
terk etmişti. Neydi, ne olabilirdi ki kızının gözünde? Bir çocuktan farksız olurdu Denise muhakeme
ederken: Nereden anlayacaktı adaletin ne olduğunu. Canileri bile savunduğu olmuştu Tessat’nın,
sabıkalı dolandırıcıların davasını aldığı bile olmuştu: Meslek! Evet ama, Denise için yalnızca bir
yalancı, bulanık bir vicdan. Politikanın ne demek olduğundan da haberi yoktu kızının. Fransa’yı
kurtarmak istemişti Tessat, Fransa’yı kurtarmak için hem Breuteuil’le dost geçinip hem Viard’a kur
yapmaktan başka çıkar yol yoktu. Evet ama, Denise için kirli bir tutumdu bu ve kız isyan etmişti
sonunda. Evet, evet: Hayatı kuşkulu gölgelerle dolu bir babayı, kör amaçlı bir anneyi, casus bir
kardeşi, tabii bırakıp gidecekti günün birinde! Hayata dosdoğru bakan ve inandığından dönmeyen bir
kızdı Denise.
Kızının sert yüzünü görüyor şimdi Tessat. Gevşiyor yavaş yavaş ve aile anıları, birtakım tablolara
ve heykellere karışıyor. Jeanne d’Arc gibi bir kılıç çekmiş Denise. Ama hayır, kılıç değil, kanlı bir
hançer tutuyor elinde. Louise Michel’in karanlık bakışı bürümüş gözlerini ve Tessat mırıldanıyor:
“Kundakçı!” Komünistlerin azılı birer katil olduğunu biliyor Tessat ve kendisini öldürmeye gelen
kızının ruhu için dua ediyor şimdi. Denise ilerliyor hep, yüzü alçıdanmış gibi bembeyaz ve gözlerinin
yerinde iki korkunç delik var. Boğazına sarılıyor işte babasının.
Tessat bir çığlık atmıştı. Amélie uyandırdı onu. Kocası bağırdığı zaman Amélie kalkmış ama gücü
yetmediğinden yere yuvarlanmıştı, sonra da sürüne sürüne kocasının yanına kadar gelmiş ve boynuna
yapışmıştı Tessat’nın.
“Paul! Neyin var, Paul?”
Oldukça uzun bir süre geçmesi gerekti kendine gelebilmesi için.
“Düş gördüm Amélie. Bak, tek başımıza kaldık işte Bobonne.”
Telefon çalıyordu. Tessat sıçradı: Bu saatte kim olabilirdi ki? Sakın Lucien’in başına bir felaket
dolanmasın?
Titreyerek aldı cihazı. On dakika önce Senato’da oylama yapıldığını bildiriyordu Marchandeau.
Blum tam yetki istemiş ve kırk yedi beyaz oya karşı iki yüzden fazla kırmızı oy çıkmıştı!
Heyecandan kekeleyerek karısına döndü Tessat:
“Yarın bakan oluyorum. Yaşasın!”
Amélie’yi sevindirmek, ona güven vermek istiyordu ama sinirleri kendisine ihanet etti: Üstünde
mavi pijamaları, çalışma masasının üzerine oturup ağlamaya başladı. Bir yandan da, ceketinin
koluyla burnunu siliyordu.
4
Senatörler derin bir öfke içinde ve kısık kısık öksürerek Blum’u dinlerken, on beş günü aşkın bir
zamandır grevde olan Seine işçileri de, fabrika müdüriyetinin yanıtını incelemek üzere kentin öteki
ucunda toplanmış bulunuyorlardı. Dessère, işçiler fabrikayı boşaltmadıkça, pazarlığa oturmayı kesin
olarak reddetmişti. Asilane düşüncelerle parlak lafların çağı geçmişti artık. Ama öte yandan, işçiler
de, iki yıl önce kendilerine zaferi kazandırmış olan o önünde durulmaz ateşi yitirmiş görünüyorlardı.
Seine fabrikası, öteki fabrikaları izlemekteydi, o kadar: Grev, bütün savaş sanayisine bulaşmış
durumdaydı. Ama grev yerlerinde artık bayraklar dalgalanmıyor, konserler düzenlenmiyor ve
grevciler, polislerle dalaşmamaya dikkat ediyorlardı. Hayat çekilmez bir hal aldığı için grev
yapılıyordu. Grevin zaferle sonuçlanacağından ise pek kimsenin umudu yoktu.
Michaud yoktu: İspanya’da savaşmaktaydı hâlâ. Arkadaşları, onun hayatta kalıp kalmadığını bile
bilmiyorlardı. Şubat çarpışmaları sırasında Paris Komünü birliğinin ağır kayıplara uğradığını
işitmişlerdi. Pierre gene grevcilerin yanındaydı, ama şu son iki yılın altında ezilip kalmış gibi bir hali
vardı. Şakakları ağarırken yüzüne bir karanlık çökmüştü sanki. O çocuksu ve her an coşmaya hazır
eski Pierre’den ne kadar farklıydı şimdi! Viard’ın ihaneti iyiden iyiye bükmüştü belini. Ama
mücadeleye devam ediyordu. Ve ne çıkar kaygıları, ne Agnès’in miyop gözlerinden taşan kahır, ne de
Doudou’nun artık bir yaşına basmış oluşu, Pierre’in Barcelona ve Kartahena’ya son derece tehlikeli
hava yolculukları yapmasını önleyemiyordu. Hiçbir aldanışa kapılmaksızın, ancak umutsuzluğun
verdiği o acılıkla, savaşmaya devam ediyordu.
Grevi, Legreux yönetmekteydi. Ve nasıl Michaud’nun yiğitliği haziran grevlerinin sembolü haline
gelmiş idiyse, Legreux’nün ağırbaşlı ve suskun kesinliği de, bu bir türlü gelmek bilmeyen bahar
sırasındaki mücadeleye uygun düşmekteydi.
Legreux, müdüriyetin kısa yanıtını bir ölüm sessizliği ortasında okuduktan sonra greve devam
edilmesini önerdi. Ne alkış, ne protesto gösterisi, bir genel bıkkınlık, o kadar.
“Söz almak isteyen var mı?”
Umut kırıcı bir sessizlik ve bu sessizliğin ardında da bir yenilmişlik duygusu var. Tam o sırada
işte, hangarı kaplayan yarı karanlığın dibinden doğru boğuk bir ses yükseldi:
“Ben söz istiyorum.”
Ve ihtiyar Duchéne’in kürsüye ilerlediği görüldü. Eski bir döküm işçisiydi bu, ama uzun zamandan
beri fabrika bekçiliği yapıyordu. Ve artık güçlükle yürümesine rağmen, fabrikadan ayrılmayı
reddetmekteydi: “Evde canım sıkılıyor,” derdi hep ne zaman emekliye ayrılacağı sorulduğunda.
Duchéne’i herkes tanırdı, ezelden beri orada çalışmaktaydı sanki. Mühendisler onun gözlemlerine
özel bir dikkat gösterir ve Dessère, karşılaştığı her yerde onun elini sıkmaktan geri kalmazdı.
“Medar-ı iftiharımız,” derdi onun için. Herkes kulaklarını dikmişti: Ne söyleyecekti acaba Duchéne?
Aklına ne gelirse söyleyen takımından değildi çünkü. Ücretlerin düşüklüğünden, gittikçe artan hayat
pahalılığından söz açmak boşuna. Herkes biliyor artık bunları, 1936’da değiliz ki. Dessère
direndikçe direniyor işte ve evde çocuklar aç. Sözün kısası, hiçbir anlamı kalmamıştı bu grevin
işçilerin gözünde, hiçbir çıkış yolu kalmamıştı. Ve bakalım, hayatı boyunca başından bunca badire
geçmiş olan ihtiyar Duchéne ne söyleyecekti?
Duchéne, kürsüye çıkmış susuyordu. Sonunda ağzını açarak ince sesiyle haykırdı:
“Dünyanın lanetlileri, ayağa kalkın.”
Hepsi de yumruklarını sıkıp sessizce ayağa kalktılar.
“İşte bütün söyleyeceğim bundan ibaret.”
Greve devam kararı alındı. Öteki fabrikalara hitaben yazılacak bildiri üzerinde tartışılıyordu ki,
birisi:
“Legreux komiteye!” diye bağırdı. “Hükümet düşmek üzere deniyor.”
Michaud ile birlikte ilk gelmiş olduğu akşam konuştukları, yüzünde yara izi olan işçiyi hemen
tanıdı Denise. Legreux bir şeyler biliyor mu acaba? Denise, Michaud’dan sık sık mektup almıştı.
Michaud’nun, çarpışmaları, İspanyol dilinin güçlüklerini, bölük yoldaşlarını, köylülerin
kahramanlığını, Aragon toprağının ayazını ya da dayanılmaz sıcağını anlattığı mektuplar. Bazen
cephede alelacele karalanmış küçük kâğıt parçalarıydı bunlar, bazen de bitip tükenmek bilmeyen
nameler. Bazen Denise’le birlikte geçen akşamları hatırlıyor, bazen de askeri harekâttan, Teruel
siperlerinden ve ‘ölüm habercisi’ adını taktıkları avcı uçaklarından söz ediyordu uzun uzun. Ve son
mektubunda, Teruel’in kenar mahallelerini düşmana kaptırmamak için verdikleri dişe diş savaşı
coşkun bir dille tasvir ettikten sonra, kurşun kalemle bir cümlecik eklemişti: “Seni seviyorum, hem de
nasıl.” İşte bu mektubu Denise hep koynunda taşıyor ve durmadan orada olup olmadığını kontrol
ediyordu. Her kelimesini ezberlemişti mektubun, ama gene de okumaktan bıkıp usanmıyordu.
Hayatı, ilk bakışta pek de iç açıcı geçmiyordu: İş, işten sonra toplantı ya da bir kitap ve bir deftere
işlenen isimler ve sütun sütun rakamlar. Ama Denise artık biliyordu ki, bu da savaşın bir parçasıdır
ve bunları yapmakla Michaud’nun yanında, onunla omuz omuza olmaktadır. Bıkkınlık zamanlarında
onu destekleyen şey, Michaud’nun birer asker raporunu andıran ama yer yer, sanki ağzından
kaçmışçasına çocuksu aşk kelimeleriyle süslü mektupları olmuştu. Ve şubattan beri de, bir tek mektup
almamıştı Michaud’dan! Kötü kötü düşüncelerle mücadele etmekteydi hep. “Yaşıyor!” diyordu kendi
kendine ve farkında olmadan Michaud’yu taklit ederek ekliyordu: “Hem de nasıl” Ama duyduğu
endişe de günden güne artmaktaydı. Ve şu anda Legreux’yu görünce derdi depreşmişti birdenbire:
Legreux’nun ne olup bittiğinden pekala haberi olabilirdi.
Toplantıda, hükümet bunalımı söz konusu edildi. Senato, Blum’un istifasını istiyordu. Halk
Cephesi yıkılabilirdi: Radikaller ikiye parçalanmışlardı, Tessat’yı ürkütüp komünistlerle baş başa
kalmaktan korkan sosyalistlerse iki ayrı ağızla konuşmaktaydılar. Paris’te grevler gittikçe daha yaygın
bir hal alıyordu ama, buna karşılık işçilerde o eski ateşten eser kalmamıştı. Ve karşı taraf, köylüleri
işçilere düşman etmeyi başarmıştı. Durum, geçen yıla göre kötüleşmişti sözün kısası.
“Fırsatı kaçırdık,” dedi birisi.
Ancak o zaman bir dirilme görüldü toplantıda: Gerçeğin çizgisine dönüldü. Halk Cephesi’ni
savunmak üzere Paris’i ayağa kaldırmak pekala mümkündü! Blum, istifayı reddettiği takdirde karşı
koyacak kim vardı ki? Breuteuil’in adamları, papaz takımı ve belki polis. Ama ordu, faşistlerin
arkasına takılamazdı. Yeter ki Blum’la Viard, mücadelede direnmeyi kabul etsinler.
Bir çağrı tasarısı hazırlandı. Hükümet çekilmemeliydi. Viard, başta General Picard olmak üzere,
bütün hainleri tutuklattırmalıydı. İspanya’ya yardım etmek şarttı: Sınır kapıları artık açılmalıydı! Bu
son noktayı yazmayabilirlerdi de, ezberlemişlerdi çünkü. O kadar tekrarlamışlardı ki, tıpkı
‘günaydın’ ve ‘iyi akşamlar’ gibi bu kelimeler de anlamlarını yitirmişlerdi artık. Duclos’nun Blum’la,
Legreux’nun da Viard’la gidip görüşmesine karar verdiler: Viard’ın seçimi kazanmasına Legreux
yardım etmemiş miydi? Sonra, bir milletvekili değil de bir işçi göndermek, ayrıca uygun düşüyordu:
Anlasın ki halk konuşmaktadır!
Toplantıyı kapatmadan önce de, grev meselesini incelediler. Dayanmak gerekiyordu! Hükümet
bunalımının sonucu birçok şeyi halledebilirdi. Denise’i, Gnome fabrikasındaki durum üzerinde
sorguya çektiler.
“İşçilerin hepsi de greve son vermek gerektiğini söylüyor,” dedi. “Ama hepsi de biliyor ki, grev
şarttır. Öteki fabrikalar dayandıkça biz de dayanırız.”
Legreux gülümseyerek:
“Bizde de durum aynı!” dedi.
Denise, sokakta yetişti ona:
“İspanya’dan haber var mı? Ya Michaud?”
Heyecanı sesinden belli oluyordu. Legreux ise kararmıştı: Neredeyse üç aydır hiçbir haber
alamamıştı o da. Gene de sakin bir sesle:
“Gayet iyiymiş,” dedi. “Geçenlerde bir arkadaş gelmişti, o görmüş Michaud’yu.”
Sevincini gizleyemedi Denise. Ve fabrika dumanları arasından yükselen bir ilkbahar günü gibi
belli belirsiz bir gülümseyiş de Legreux’nun karanlık yüzünü aydınlattı.
“Yarın sizin fabrikaya uğrayacağım,” dedi. “Çocukları güçlendirmek gerekiyor. Aslında bizim
fabrikada da durum parlak sayılmaz. Bugünkü toplantıda yaşlı bir işçi kurtardı grevi. Enternasyonal’i
söyleyerek. Birbirlerinden utandıkları için dayanıyorlar.”
Denise’ten izin isteyip rıhtımlara doğru yöneldi Legreux. Burada Paris, Paris’e benzemez:
Bembeyaz yeni evler ve fabrikalar. Düdükler, bir limandaymışsınız gibi. Ne kadar tuhaf bir ilkbahar
bu! Nisana gelip dayandık, hâlâ soğuk. Öfkeleniyor tabii insanlar, büzülüyorlar büsbütün. Ve kestane
ağaçları neredeyse çiçek açacak. Yemyeşil dallarıyla, bu keskin kış rüzgârı altında, ne yapacaklarını
şaşırmış gibiler. Denise’in mutlu yüzünü görür gibi oluyor Legreux. Ama ya Michaud’nun başına bir
felaket geldiyse? Allah kahretsin! Delicesine aşık olduğu besbelli kızın. Sevimli kız, evet. Bir
üniversiteli demişti Michaud. Seni seven birisi olmalı bu dünyada. Seni seven varsa için daha
rahattır, derler. Yalan. Daha az rahattır için. Ama gene de güzel şeydir sevilmek: Daha bir derinden
yaşarsın.
Geçmişine doğru ne kadar inerse insin, hep yalnız olmuştu. Legreux. Babasını hiç tanımadı ve
henüz bir kız çocuğu gibi giyinmekteydi annesi öldüğünde. Amcasının eline kaldı: Bir domuz kasabı
ve pinti mi pinti. Domuz kanıyla dolu güğümleri aktarırdı Legreux ona durmadan ve ateşi yakardı ve
yerleri siler, yıkardı. Sonra... Sonra, fabrikaya girmişti işte.
Savaş da tam sırasında gelip çatmıştı hani: Legreux o sıralar Anne-Marie diye bir kıza aşıktı.
Güleç ve kuş gibi cıvıldayan bir genç kız. Hep onu düşünürdü Argonne siperlerinde. Tamamıyla bir
yeraltı savaşıydı savaş, canını dişine takmıştı her iki taraf da. Ve yüzündeki yara izi, o savaştan bir
anıdır. Cepheden döndüğünde, Anne-Marie’nin Amerikalı bir pilotla evlenip gittiğini öğrendi.
Ve kadınlara karşı asık suratlı bir adam olup çıktı Legreux. Sıkıntıyla dolu bir hayat sürüyordu.
Sinema ve zaman zaman da içki. Sonra politikaya sardı. Ve yeniden aşık oldu ve yeniden kaçırdı o
şansı: Margot’ya açılmayı becerememişti bir türlü. Kadınlar tarafından tiksintiyle karşılandığına
inanmıştı. Mücadele dolu bir yaz üstelik: Sacco ve Vanzetti’yi kurtarmaya uğraşıyordu insanlar. Ve
Legreux, mitingden mitinge koşuyordu. Sonbahar gelince de, Margot Dubon’la evlendi. Onunla daha
mutlu olur diye düşündü Legreux. Dubon o yılbaşı gecesi dostlarını çağırmıştı, hiç unutmaz. Kale
duvarlarının altında bir evde oturuyorlardı. Geç vakte kadar konuşup içtiler. Hava almak için
bahçeye çıkmıştı Margot. Ve Legreux giderken seslenip yanına çağırmıştı. Filmlerden söz ediyordu
hep ve sonunda sormuştu: ‘Istırap Adası’nı gördün mü?’ diye. Sustu Legreux, yanıt vermedi. Ve
Margot birdenbire: “Benim asıl sevdiğim sizdiniz,” dedi. Sonra konukların yanına döndü koşarak.
Kendi kendine karşı hırslandı Legreux ve mutluluğa layık olmadığı sonucuna vardı.
Ama niye anımsıyor şimdi bütün bunları? Josette var da ondan. Josette. Bir arkadaşın kızı. Bazen,
kız kendisine sevgiyle bakıyormuş gibi geliyor Legreux’ya. Ama yirmi dört yaşında henüz, o ise kırk
iki. Sonunda dayanamayıp: “Sizin için,” demişti, “haddinden fazla yaşlı bir insanım ben.” Ve
öfkelenmişti Josette. Konuşması gerek aslında onunla bütün bunları, ama erteliyor hep, nedense,
henüz zamanı değil diyor. Ve şimdi, Denise’i gördükten sonra, içindeki yılan kımıldadı gene.
Düşünüyor: Koskoca bir hayat da böyle geçip gitmez ya.
Atkısını boynuna dolamıştı. Ne acayip ilkbahar! Yağmur mu bu yağan, yoksa kar mı? Viard’a
telefon etmeli evet. Blum de düşecek olursa, Dessère’i dize getirmek hepten olanaksızlaşır. Zor
yoluyla atarlar işçileri fabrikalarından. Daha düne kadar, duruma hakim olduğumuzu sanıyorduk, işe
bak! Yarın yalnızca Breuteuil’in dediği olacak. Gereğinden fazla güvendik gücümüze: Çoğunluk
dedik, seçimler dedik, Halk Cephesi, gösteriler. Ve bütün bu sırada ötekiler, temeli çürütüyorlardı.
Fırsatı kaçırdık, evet. Margot’yu kaçırdığım gibi. Of bu ne soğuk!
Legreux, grev komitesinin oturduğu odaya girince çevresini aldılar: Ne haber?
“Üç nokta var. Önce grev. Dayanacağız. Öteki fabrikalarda moral durumu iyi. Gnome’da, her ne
pahasına olursa olsun gerilemeyeceğiz, diyorlar. Delegelerle konuştum. Dessère iyice sıkışık
durumda. Çünkü, zaman yitirmeden uçak imal etmeye girişmesi gerekiyor. Hitler eli kulağında
bekliyor. Dessère’in boğazına kılçık kaçmış durumda, sözün kısası. Siparişler yığılı. İkinci nokta da,
hükümetin durumu. Kabineye hitaben bir çağrı yayımlamaya karar verdi parti: Hükümetin istifa
etmemesini sağlayacağız. Meclis’ten güvenoyu alınmadı mı yani? Senato derseniz, Senato bir
bunaklar topluluğundan başka nedir ki! Bütün bu sakallı üstatların çoktan emekliye ayrılmaları
gerekirdi. Gidip Viard’ı bulacağım, kendisini desteklediğimizi söyleyeceğim ona. İcabında sokağa
bile dökülürüz.”
“Bokun biri Viard.”
“Kabul ama, boktan boka fark vardır. Kaldı ki bizim durumumuz da pek öyle parlak sayılmaz.
Seçmek gerekiyor. Ve yapacağımız seçim de, iki gülden birini seçmek olmayacak elbette. Tessat iş
başına gelse, daha mı iyi olurdu yani?”
“Doğru, evet. Peki ya üçüncüsü?”
“Üçüncüsü?”
“Üç nokta var, dememiş miydin?”
Gülmeye başladı Legreux:
“Tamam tamam,” dedi. “Unutuyordum az kaldı. Üçüncü olarak da, hazır sıvanmışken şu havanın da
bir çaresine bakmalı. İlkbahar dediğin böyle mi olur be arkadaşlar? İnsanla alay etmekten beter bu!”
5
Bir meraklı kalabalığı, sabahın erken saatlerinden itibaren, şık Faubourg Saint-Honoré Sokağı’nda,
Elysée Sarayı’nın önünde birikmeye başlamıştı. Gazeteciler, makinelerini hazır tutuyorlardı. İddiaya
girmeler çoktan başlamıştı: Cumhurbaşkanı kimi görevlendirecekti acaba yeni hükümeti kurmakla?
Civar kahveleri dolduranlar grog içerek tartışıyorlardı. Saat tam dokuzda, parmaklığın önünde lüks
bir araba durdu. Yeni tıraş olmuş ve son derece şık giyinmiş olan Tessat, çevik adımlarla tırmandı
merdivenleri. Bir yandan gazetecilere güler yüzle poz veriyor, bir yandan da kendisini soru
yağmuruna tutan gazetecileri işaret parmağını havada sallayarak şakacıktan tehdit ediyordu:
“Cumhurbaşkanı görüşlerimi öğrenmek istemiş. Ancak bu kadarını söyleyebilirim size.
Tomurcuklar neredeyse çiçek açacak bakın. Aceleye ne gerek var? Sabredin biraz lütfen, sabredin
dostlarım!”
Belgenin ortadan yok olması, Denise’in verdiği endişe, karısının hastalığı: Hepsi unutulup gitmişti
şimdi. Pırıl pırıl bir Tessat vardı ortada ve bir gazeteci: “Altmışını geride bırakmış adamın hali
böyle mi olur?” diye mırıldanmaktan kendini alamadı.
Fotoğrafçılar şimdi de Herriot, Daladier ve Bonnet’nin çevresini sarmışlardı. Milletvekilleriyle
senatörler günlük alışkanlıklarını unutmuş gibiydiler. Aralarından hiçbiri öğle yemeğini zamanında
yemedi. Meclis koridorlarında az rastlanan cinsinden bir hareketlilik göze çarpıyordu. Olaylar
yorumlanıyordu yüksek sesle. Cumhurbaşkanı, Senato başkanına teşekkür ettikten sonra, heyecandan
ağlamıştı. Daladier bu durum karşısında, rakı içmeyi bile unutacaktı neredeyse. Tessat ile Breuteuil
alenen kucaklaşmışlardı. Sözün kısası, Comédie-Française oyuncuları, dansözler, koro kızları ve
bütün güzel kadınlar, nüfuzlu hamilerini alışık oldukları saatte boşuna beklediler: O gün yapacak
başka işleri vardı, milletin temsilcilerinin!
Aynı gün Viard için rastlanmadık bir şekilde sakin geçeceğe benzemekteydi. Gazeteciler, bakan
olduğundan bu yana ilk kez o gün yakasını bıraktılar. Meclise de gitmedi Viard, oyunun dışında
kalmayı tercih etti. Radikallerin yeni bir ihanete hazırlandıklarını daha kışın anlamıştı. Ve şimdi
hiçbir hınç yoktu içinde. Çeşitli ev işlerine kaptırdı kendisini, tablolarını paketleyen işçilere nezaret
etti. Zaman yitirmeden eski evine dönmek istiyordu. Avallon’daki kahyasına, onarımı temmuza kadar
halletmesini yazdı. Sonunda bu yaz, uzun zamandır ilk olarak, tatilin tadını doya doya çıkarabilecekti
işte!
Hükümet bunalımından birkaç gün önce küçük kızı gelmişti. Nancy’de oturuyordu Violette.
Kocasının bir seyahat acentesi vardı orada. Ve babasını alabildiğine kaygılı bulmuştu geldiğinde.
Oyları hesaplıyor, senatörlere atıp tutuyor ve anlaşılmadığından yakınıyordu durmadan. Oysa bugün,
Viard kremayı uzun uzun üfleyerek ve afacan bir çocuk gibi kızına göz kırparak koca bir bardak kahve
içti. Son olayları bilmeyenler, onu zaferi kazanmış sanabilirlerdi.
“Bugünden itibaren bir kuş gibi özgürüm artık. Boétie Sokağı’ndaki sergileri gezeriz birlikte. Son
Derrainler nefis, göreceksin.”
Çalışma odasına geçti. Sekreteri, acele bir iş için beklemekteydi. Chrante-İnférieure Valisi,
kentinde bir su baskını felaketi olduğunu bildirmişti. Kazazedelere yardım için hemen önlem
alınmasını istiyordu. Bir gün önce olsa, böyle bir haber Viard’ı heyecanlandırabilirdi: Siyasi durumu
kurtarmak için doğa felaketleri kadar kolayca faydalanabilecek başka bir şey var mıydı ki! Ama
bugün işte rahatça omuz silkeleyebiliyordu Viard:
“Benden sonra gelecek olan düşünsün,” dedi. “Kim gelecekse gıpta etmiyorum, biliyor musunuz?
Breuteuil’in dostlarındandır Chrante Valisi. Üstelik kent de gerici doludur. Siz mi söylemiştiniz
Chrante’in üzümleri iyidir, diye?”
Ve sekreterinin yanıtını duymadan düşüncelerine daldı. Boz ve sakin ırmağı hayal etti, orada
burada yarı beline kadar sulara batmış ağaçları, kuzgun yuvalarını. Devlet sorumluluğundan kurtulmuş
olan bir Viard’ın gözünde sel felaketi, şiir dolu bir doğa olayından başka bir şey değildi artık. Ama
çok geçmeden, tedirginlik verici bir ziyaretçi gerçeğe döndürdü onu: Legreux gelmişti.
“Parti adına sizi gerilememeye çağırıyorum. Seçimlerde zaferi kazanmış olan Halk Cephesi’dir.
Memleket iradesinin tek temsilcisi de Meclis’tir.”
“Ama Anayasa...”
“Anayasa, Senato oylamalarını hesaba katmak zorunda tutmaz sizi. Örnek mi istiyorsunuz? Senato,
radikal kabineye oy vermediği zaman Léon Bourgeois kılını bile kıpırdatmamıştı. Bir de durumu
görelim şimdi. Sizin gitmeniz demek, faşistlere yolun açılması demektir. Önce Daladier, Bonnet,
Tessat gelecek iş başına. Ardından da Breuteuil.”
“Tehlikeyi bu derece büyütmeyiniz dostum. Halk Cephesi’ni organize eden kim? Daladier. Va hatta
Tessat bile sandığınız kadar korkunç değil. Yanılmıyorsam, sizlerin desteğiyle girdi Meclis’e? Tipik
bir radikal, mütereddit ama namuslu.”
Olduğundan başka türlü görünmeyi beceremezdi Legreux. Ayağa kalktı ve sesini yükselterek
konuştu:
“Bir gün benim önümde, kaderinizin işçi sınıfının kaderine bağlı olduğunu söylemiştiniz. İşçiler
kalmanızı istiyor. Sizi aldatacak değilim. Güttüğünüz politikayı sık sık mahkûm ettik, siz de
biliyorsunuz bunu. Ama bugün polemik yapacak zamanımız yok. Faşistler bütün işçi oluşumlarını yok
etmek istiyorlar. Sizi savunmaya hazırız. Kalmanız gerek. Yarın Senato’nun önünde büyük bir gösteri
yapılacak. Gücün hangi tarafta olduğunu göstereceğiz o tiritlere.”
Belli belirsiz bir gülümseyiş dolaştı Viard’ın yüzünde.
“Bana gösterdiğiniz güvenden ötürü size ve partinize minnettarım,” dedi. “Ama şu anda bütün
bunların artık önemi kalmadı. Blum bu sabah, bütün kabinenin istifasını Cumhurbaşkanı’na sunmuş
bulunuyor.”
Legreux yeniden oturdu. Elini alnına dayamıştı.
“Bütün bu işlerin sonu kötü olacak,” dedi. “Önce işçileri ezecekler. Sonra? Sonra da Avusturya’da
olanlar olacak. Almanlar gelecek yani. İspanya son günlerini yaşıyor. Çekleri de teslim edecekler
Almanlara. Breuteuil herkesle anlaşabilir. Mussolini’yle, Hitler’le. Yeter ki ‘asayiş’ dediği şeyi
kursun.”
Viard, bir baş hareketiyle onayladı onu. Artık solcu bir milletvekilinden başka bir şey değildi.
Duygularını gizlemeye gerek görmüyordu.
“Tamamıyla haklısınız,” dedi. “İspanya’ya karşı iğrenç şekilde davranıldı. Aslını isterseniz, Men-i
Müdahale Komitesi utanç verici bir komediden başka bir şey değildir. İtalyanlar istediklerini
yapıyorlar işte. Karamsarlığınızı ben de paylaşmaktayım.”
Bir an: ‘Suç kimde?’ diye soracak oldu Legreux, ama sustu. Konuşmanın yersizliğini anlamıştı.
Acılı bir jestle kollarını açtı Viard, yapılacak bir şey yok demek istercesine. Ve Legreux onu, bundan
iki yıl önce, bir mitingde kendisini kucaklarken görür gibi oldu. Tekrarladı yalnızca:
“Utanç verici bir komedi. Hoşça kalın! Daha fazla rahatsız etmeyeyim sizi.”
Hafiften de olsa bir kibarlığı var, diye düşündü Viard o gittikten sonra, bitap bir halde
bulunduğumu anladı hiç olmazsa. Ötekiler bunu da anlamak istemiyor, bırakmıyorlar yakasını. Ama
ne söyleyecekti sekreterine, unutmadan.
Bir an sonra sekreter, elinde bloknotu, karşısındaydı.
“Yarın Senato’nun önünde bir gösteri yapılacakmış. Polis müdürüne bu gösterinin yasaklandığını
bildirin. Şantaj yapıyor denilmesini istemiyorum hakkımda. Yenildik ve gidiyoruz:
Parlamentoculuğun kurallarına sonuna kadar uymaktayız.”
Sonra oda uşağını çağırdı.
“Burası çok soğuk oldu,” dedi. “Şömineyi yakın. Bana da pantuflalarımı getirin.”
Kütüklerin çıtırdamasına öteden beri bayılırdı. Ayakkabılarını çıkararak içi kürklü sıcak
pantuflalarını giymişti ve sabahın on birinde, tek başına, özgürlüğünü yudumluyordu şimdi. Herhangi
bir yere gitmek zorunda olmamak! Hep mutluluğa ve sükûna doğru açılıyordu düşünceleri. Legreux
işleri abartıyordu, evet. Bir bilinmezdir Fransa, bir bilinmez. Her on yılda bir can çekişmeye başlar
ama hiçbir zaman ölmez. Bu sefer de öyle olacak, ölmeyecek. Belki de senatörler haklı, kim bilir?
Uluslararası durum ağırlaştıkça ağırlaşıyor. Tessat, Daladier, Sarraut, hatta Laval. Fransa’nın alışık
olduğu ayakkabılar bunlar! Tıpatıp gelirler ona. Halk Cephesi’ne gelince? Durumda bir değişiklik
oluncaya kadar ıskartaya çıkarırız, olur biter.
Violette gelmişti. Sevindi Viard: Şimdi rahat rahat konuşabilirdi kızıyla. Kocasının durumunu
sordu ona, işlerini sordu, aile hayatını.
“Bir erkek çocuk doğurmanı bekledim hep. Şımartacak bir torun istiyorum kendime, ama bir erkek
torun.”
(Öteki kızının iki kız çocuğu olmuştu.)
“Maurice, şimdi sırası değil diyor. Biz Nancy’de, savaş ne zaman kopacak diye bekliyoruz hep.”
Violette, siyasi durumu sormak istiyordu babasına. Maurice: “Baban ne düşünüyor?” diye
sıkıştırıp durmaktaydı onu.
“Şu son iki yıl benim için öylesine güç oldu ki bilemezsin baba. Nancy’de hiç anlamıyorlar seni.
Yanlarında ben varken herkes susuyor tabii ama Maurice ve Jeanne, insanların neler düşündüğünü
hep aktarıyorlardı. Niçin herkes sana kızıyor, anlamıyorum. Kimisi işçilerin dizginlerini iyice
koyuverdiğini ileri sürüyor. Bunu kaç kez kendi kulaklarımla duydum. Hatta kabarede şarkı bile
uydurmuşlar senin için. Kimisine de sorarsan, papaz takımının dizginlerini koyuvermişsin. Daha
şimdi anımsamadığım neler de neler. Herkes şikayetçi. Ağladığım bile oldu zaman zaman.”
Bir küskünlük duygusu kaplamıştı Viard’ı, çenesi ürperiyordu. Ne yanıt verebilirdi kızına? Büyük
adamların daha yaşarken mahkûm edildiğini mi? Kendisinin iki yıl Fransa’yı bir kanlı çatışmadan
esirgemiş olduğunu mu? Bu iri laflar ona bile yersiz göründü. İçini çekerek ateşe yaklaştı.
“Herkes benden nefret ediyor,” dedi, “biliyorum. Annenin ölümünden sonra hayatta kimsem
kalmadı.”
Sonra kalktı ve bin bir özenle, bir bardağa bir ilaçtan yirmi damla damlattı.
“Az kaldı unutuyordum, gördün mü!” dedi. “Metabolizmayı kolaylaştırsın diye, yemekten tam bir
saat önce almak gerekiyor bunu.”
6
Lucien’e niçin bu kadar bağlıydı Sinek? Lucien onu sevmiyordu, yalan da olsa sevdiğini bile
söylemiyordu. Fethedilmiş yeni bir kaleydi onun gözünde, o kadar. Sevimli bir kadındı, bugüne kadar
hiç kimseye teslim olmadığı söyleniyordu üstelik. Ama Lucien şu sıralarda, Jeannette’e duyduğu
sevginin aslında ne kadar derin olduğunu kavramaktaydı. Kıskançlık kemiriyordu içini böyle
zamanlarda, Sinek’i kıskanıyordu. Her randevuyu sabırsızlıkla bekliyor, en küçük bir soğukluğa, en
basit bir uzaklaşmaya katlanamaz oluyordu. Aslında Sinek onun için bir eğlencelikten başka bir şey
değildi. Ve çelişkili bir duygunun itişiyle, kadının artık kendisini sıkmaya başlayan öpücüklerini
yeniden alevlendirmek için, kocasıyla yaşamaya devam edişini yüzüne vuruyordu durup dururken.
Sinek o zaman yaşlara boğuluyor ve: “İstersen hemen terk ederim onu,” diyordu. Lucien’in babasıyla
bozuştuğundan beri oturduğu o kirli otel odasına yerleşmek, gerçek bir mutluluktu gözünde. Onunla
birlikte aç kalmak, çoraplarını yamamak, onun yazılarını gazeteye götürmek... Ne var ki Lucien’in
kıskançlık krizleri pek çabuk geçiyor ve: “Hayır,” diyordu “hayır. Ben unutabilirim seni. Ama o
seviyor.” Ve Sinek daha da çok ağlıyordu. O zaman Lucien bıkkınlıkla kaşlarını çatıyor, Sinek de
kendine hakim olarak şakalar yapmaya ya da Havay türküleri okumaya çalışıyordu.
Küçük bir Bretagne plajında Grandel’le tanıştığından bu yana üç yıl geçmişti. O anda, hemen
hoşuna gitmişti kocasının. Kayalıkların arasında geziniyorlar ve Grandel ona ‘uzay fırtınaları’ndan
söz açıyordu: Yazarlığa henüz başlamıştı daha. Kışın evlendiler. Her ikisi de genç, güzel ve zekiydi.
Sonra Grandel’in şansı açıldı: Milletvekili oldu, para kazandı. Auteuil’de güzel bir apartman
kiraladılar, konuklarla dolup taşıyordu ev, Sinek en iyi terzilerde giyiniyordu. Altında Cadillac’ı
vardı artık ve şoför, arabayı hep, en sevdiği çiçeklerle, Parme menekşeleriyle süslemeyi
unutmuyordu.
Her şey onları mutlu kılmak için yarışa girmiş gibiydi başlangıçta. Ama üç yıllık evlilik hayatından
sonra Sinek, Lucien’le karşılaştı ve ipin ucunu birdenbire kaybetti. Her şeyden önce, Lucien’in dış
görünüşü büyülemişti onu. Grandel de güzeldi, ama soğuk ve duygusuz bir güzellikti bu, bir gravürün
güzelliği daha çok. Lucien ise baştan başa bir ateş gibiydi: Kızıl saçları, gözlerinin o tuhaf pırıltısı,
daha başlarken biten belli belirsiz gülümseyişi, uzun ince elleri... Öyle ki, Sinek onu daha yakından
tanıdığı zaman, o güne kadar Lucien’e benzeyen hiçkimseyle karşılaşmamış olduğunu düşündü. Bir
tek kelimeden alevleniveriyor, sonra da sessiz ve nedensiz bir kedere bırakıveriyordu kendini.
Lucien’in kendi öz benliğiyle bir oyun oynadığını fark etmemiş değildi Sinek, ama Lucien’in bu oyunu
oynarken bile kendi kendine sadık kaldığını, hep o kabalığa varan derecede ters ve kendi kendini
durmadan aşağılayan, en asil davranışlara olduğu kadar en alçakça işlere de hazır bekleyen adam
olarak kaldığını da fark etmişti. Lucien’in ertesi gün ne yapacağı, ötekilerin gözünde tam bir
bilinmezdi. Ama, kendi gözünde de bir bilinmezdi bu. Onun geçirmiş olduğu hayat, çelişkili tutkuları,
ihanetleri, köklü dinsizliği coşturuyordu Sinek’i. Bir küçük sömürge memuruydu Sinek’in babası.
Babasının kaçamaklarından annesinin dualarına, gizlice alınan rüşvetlerden yaşlı hizmetçiye cimrice
ödenen paraya kadar her şeyin ölçülü olduğu saygıdeğer bir aile içinde büyümüştü. Ve kendisine bir
roman kahramanı gibi göründüğü için bağlanmıştı Grandel’e. Ama üç yıllık ortak hayattan sonra
anlamıştı ki, kocası adi bir fırsatçıdan başka bir şey değildir. Bir gün Grandel ona, nüfuzlu bir
milletvekili ile dostluk kurabilmek için kendisini milletvekilinin metresiyle aldattığını itiraf etmemiş
miydi? Bir tek tutkusu vardı kocasının: Kumar. Bir zamanlar, Monte-Carlo ve Biarritz gazinolarından
çıkmaz olmuştu. Ama milletvekili olunca uslanmış gibiydi: Politikanın da bir çeşit rulet olduğunu
söylüyordu Sinek’e. Ve Sinek’in inancı kalmamıştı kocasına, tiksiniyordu ondan, “Sanki beni satın
alıyor,” diyordu Lucien’e. Lucien ise hakaret etmeye koyuluyordu böyle zamanlarda Sinek’e. Hatta
bir gün dövmüştü de. Ama çoğu zaman, alay etmekle yetinirdi: “Orospuları seviyorum ben, onlar hiç
değilse daha namuslu oluyorlar.”
Lucien’in babasıyla bozuşmuş ve bu yarı sefil hayatı kabul etmiş olması, Sinek’in ona olan
bağlılığını daha da artırmaktaydı. Ama Lucien’in Grandel’e kötü söz gelmesini istememesini bir türlü
anlayamıyordu. Aslında, kocasının işleri ilgilendirmiyordu onu, sormuyordu bile. Yalnız bir gün ona
öyle gelmişti ki, Grandel, onun Lucien’le bir ilişkisi olduğunu anlıyor. Ve kocasının elinden her türlü
pisliğin gelebileceğini bildiği için, sevgilisi adına korku duyuyordu. Ama Grandel, Lucien’le örneğin
Montignylerde her karşılaşışında son derece kibar davranıyordu.
Lucien, ailesiyle bozuştuğunu hiç kimseye söylemiyordu. İş Joliot’nun kulağına giderse, kazanç
kaynağı olabilir diye çekinmekteydi. Tessat da kendi yönünden oğluyla ilişkisini kestiği konusunda
susmayı tercih etmişti. Yalnızca Sinek biliyordu bütün olup biteni. Ve Grandel ona Allahın günü
Lucien’den söz eder olmuştu. Hep susuyordu Sinek. Sonunda kocası dayanamayıp: “Aranızın çok iyi
olduğunu biliyorum,” dedi. “Boşuna inkara kalkma, çünkü kıskanmıyorum. İstediğim bir tek şey var
yalnızca: Onu bize davet etmen. Oturup kendisiyle baş başa görüşmem gerek.”
Ve Sinek o günkü randevuya kalbi çarparak geldi. Nasıl anlatmalı Grandel’in teklifini Lucien’e?
Her şey mahvolacak gibi bir duygu içinde. Ama nasılsa Lucien de o gün son derece keyifliydi. Ve
Sinek, seviştiklerinden beri ilk kez, Lucien kendisine sarıldığında yalnızca korku duydu, bir titreyiş
sardı içini, sevgilisinin kollarından kurtularak:
“Seni görmek istiyor,” dedi. “Korkuyorum Lucien, senin için korkuyorum!”
“Haydi canım, Grandel’i Othello ile karıştırıyorsun galiba!”
“Anla beni, ne olur. Kıskançlık değil mesele. Korkunç bir adamdır Grandel, seni ağına düşürmek
istiyor. Onun o kurnaz gülümseyişini bilmez olur muyum hiç! Ne istiyor senden, bir bilsem?”
“Babamla bozuştuğumu bilmiyor herhalde. Onun güvenini kazanmak istiyor olmalı. Fırsatçının biri.
Aman canım, yeter. Gel bakayım.”
Sarıldı Sinek’e. Kadınsa kollarından sıyrılıp damdan düşer gibi sordu:
“Kimdendi mektup?”
Omuzlarını silkti Lucien.
“Saçma sapan bir sahte belge. Bir para hikâyesi. Kielmann imzalı.”
Başını yastığın içine gömdü Sinek. O zaman Lucien onu omuzlarından yakalayıp sarstı:
“Yoksa bildiğin bir şey mi var? Konuş!”
“Öldürecek seni.”
“Konuş, diyorum! Biliyor musun o mektubu?”
“Bilmiyorum, hayır. Ama Kielmann’ı tanıyorum. Allahını seversen kimseye söyleme bu
anlattıklarımı! Öldürecek seni. Luzern’deydik. Grandel bizi bir an için baş başa bırakmıştı.
Odalarımız yan yanaydı zaten. Antipatik bir adam, baston yutmuş gibi. Ensesi tıraşlı. Tuhaf bir
şekilde konuşuyordu Fransızcayı, ‘t’leri hep ‘d’ gibi telafffuz ederek. Tam bir Alman yani. Ama
yalvarırım, tek bir kelimesini bile kaçırma ağzından bunların! Hiç kimseye! Bana ağzımı sıkı tutmamı
tembih etmişti. Müthiş sinirliydi. Oysa bilirsin genellikle ne kadar sakindir Grandel. Yalvarırım
işbirliğine kalkışma onunla.”
Lucien dinlemiyordu artık. Hızla giyindi.
“Çabuk giyin!” diye bağırıyordu bir yandan.
Sinek’se donup kalmış gibiydi. Ellerini öpmeye çalışıyordu sevgilisinin.
“Lucien öfkelenme! Sana yemin ederim ki benim bu işte hiçbir suçum yok!”
Ağlıyordu. Sonra, Lucien’in hoşuna gider ümidiyle süslenmeye koyuldu.
“Davran!” diye haykırdı Lucien, pudra kutusunu ellerinden çekip alarak.
Birlikte çıktılar. Fısıldar gibi konuşuyordu:
“Lucien. Seviyorum seni. Ve korkuyorum.”
Sonra birbenbire gömleğinin düğmelerini iliklememiş olduğunu fark etti ve bir kapıdan içeri daldı.
Çıktığında Lucien çoktan gitmişti. Bir banka oturdu yavaşça. İnsanla doluydu ortalık: Bir otobüs
durağı. Ama o kimseyi görmüyordu. “Tehlike devam ediyor!” diye haykırdı bir gazete satıcısı
kulağına doğru, sıçradı. İsterik bir çığlık atarak ağlamaya koyuldu. Bir kadın yaklaştı yanına ve
şefkatle:
“Sakin olun!” dedi. “Kocam, savaş olmayacak diyor.”
7
Lucien, Breuteuil’in evine geldiğinde saat sekizi gösteriyordu. Hizmetçi onu salona alarak biraz
beklemesini rica etti:
Breuteuil yemek yiyordu.
‘Haçlılar’ın büyük önderi, orta halli bir burjuva hayatı sürmekteydi. Bir piyano duruyordu salonda,
hiç kimsenin açmadığı bir piyano. Kırmızı atlas mobilyalar toz tutmasın diye olacak, örtüyle kaplıydı.
Yuvarlak masanın üzerinde aile albümleri ve bir de büyük bir kitap göze çarpıyordu: Loire Şatoları.
Duvarda ise peyzajlar: Denizde batan güneş ve çiçek açmış bir meyve bahçesi.
Aralık kapıdan yemek odası görünmekteydi. İçinde eski kristallerin pırıldadığı bir büfe. Ve
karısının karşısında, sessizce elma kompostosu içen Breuteuil. Bir çocuk iskemlesi köşede:
İskemlenin hep yerinde kalmasını istemişti karısı. Peçetesini dikkatle katladıktan sonra kalkıp
konuğuna doğru ilerledi Breuteuil.
Lucien’in allak bullak yüzünü görünce kaşlarını çatmıştı. Davet edilmeden ziyaretine
gelinmesinden zaten hoşlanmıyordu. Özür bile dilemedi Lucien, kendinde değildi henüz, Sinek’ten
ayrılalı bir saat bile olmamıştı. Damdan düşer gibi konuştu:
“Mektup sahte değilmiş.”
Breuteuil gülümsedi:
“Kim söyledi? Saygıdeğer babanız mı yoksa?”
“Hayır. Ona inanmazdım. Ama şimdi biliyorum ki Kielmann diye birisi mevcuttur ve Grandel de
onunla temastaydı.”
Breuteuil, yarı karanlığın içinde odayı arşınlıyordu boylu boyunca. Göz ucuyla ona bakıyordu
Lucien. Bir öfke, şaşkınlık ya da hiç değilse bir hayal kırıklığı ifadesi arıyordu. Ama Breuteuil’in
kurumuş, köşeli yüzü ifadesizdi.
“Kim anlattı bunu size?”
“Önemli olan bu değil. Ad veremem, ama eminim.”
Breuteuil elektriği yakmıştı. Ani aydınlığın etkisiyle gözlerini kırpıştırdı Lucien. Breuteuil, eli
iskemlenin arkalığında, hakim bir tavır takınmıştı.
“Size, söylediklerinizi unutmanızı tavsiye ederim. Birtakım eller, sizi kendisine oyuncak etmiş
olmalı. Adını bile veremediğiniz bir kimseden emin olduğunuzu söylüyorsunuz. Bense size,
Grandel’den emin olduğumu söylüyorum.”
Lucien kalkmıştı. İzin almadan çıktı. Karanlık holde şapkasını aradı uzun süre. Sonra birden fikir
değiştirip salona döndü. Breuteuil hep aynı yerde duruyordu. Lucien aniden sakinleşmiş, hatta
düşünceli bir hal almıştı, kelimeleri teker teker telaffuz ederek konuştu:
“Sizinle çalışmaya başlayalı neredeyse bir buçuk yıl oluyor. Bugün düşünüyorum da; siz kör
müsünüz, yoksa bu Kielmann’ı siz de mi tanıyorsunuz, diye bir türlü karar veremiyorum.”
Breuteuil’in atılıp kendisini tokatlamasını ya da hiç değilse: “Sefil!” diye haykırmasını beklemişti.
Ama öteki hareketsizdi.
“Bana hakaret etmek için henüz çok küçüksün,” dedi. “İyi bir öğüt size: Siyasetle uğraşmayın. Sizin
işiniz bu değil. İkinci sınıf bir hırsız olabilirsiniz siz ancak ya da bir pezevenk. Şimdi defolun!”
Yumruklarının kendiliğinden sıkıldığını sezdi Lucien. Ama atılmadı Breuteuil’in üzerine, uslu bir
çocuk gibi çıktı. Ancak dışarıda aklı başına geldi: “Neden vurmadım ona?” diye düşündü. Ama
uğradığı hakareti derhal unuttu. Kendi kendisine karşı sınırsız bir nefret bürümüştü içini. Soğuk
rüzgâra aldırış etmeksizin (mayıs sonu olmasına rağmen kış sürüyordu) sokaklarda dolaştı durdu.
Bir kez daha Lucien, hayatını dayamış olduğu şeyin yıkıldığını görüyordu. Ve biliyordu ki bu kez,
tamir imkanı da yok. Ensesi tıraşlı bir Kielmann için çalışmıştı işte. Tuuhh! Ve Sinek, Grandel’le
yaşıyordu. Kadının kaç kez kocasını terk etmek istediği halde kendisi tarafından caydırıldığını
unutmuştu sanki, bir suç ortağı olarak görüyordu şimdi onu. Belki Sinek de Kielmann’ın metresiydi,
kim bilir! Hep aynı bokun soyu işte! Ve babası haklıydı demek: “Almanların hizmetindesin!” diye
haykırırken. Ve baba evine dönemezdi artık. Kültür Sarayı’ndaki enayilerin arasına da dönemezdi.
Bütün gemileri yakmıştı. Girişebileceği yeni bir şey de yoktu artık. Ve yarın Joliot, babası tarafından
kovulduğunu öğrenince, tek geçim kapısı da kapanmış olacaktı. Niye bölüşmeye devam etsindi yani
Joliot? Breuteuil onu küçük düşürdüğünü sanmıştı, ama doğruyu söylemişti aslında. Hırsızlık da
yapabilirdi yarın, pezevenklik de. Onların politikasından ne farkı var sanki!
Birdenbire afallayıp durakaldı. Şenlik arabaları geliyordu karşıdan doğru üzerine. İpince elbiseler
giyinmiş kızlar, soğuk rüzgârın altında titreşip büzülerek, tek tük gelip geçenlere soluk gülümseyişler
dağıtmaktaydı. Çiğ bir ışığın içinde yüzüyordu her şey ve bu daha da üşütüyordu insanı. Buzları
anımsadı Lucien, Henri’nin ölümünü anımsadı. Alçıdan yapılmış kocaman kuğu kuşları ve biçimsiz
başlıklı, biçimsiz süslenmiş kızlar taşıyan beyaz bir araba geçiyordu şimdi önünden. Nereden
çıkmıştı peki bu karnaval? Evet, evet, güçlükle anımsadı Lucien. Gazetede okumuştu. Paul Tessat,
sevimli Fransız halkını eğlendiriyordu. Yeter artık havalanmış sıkılı yumruklar, kızıl bayraklar, bu
kurutucu politika yeter! Yaşasın sevinç ve yaşasın ticaret! Bütün dünyaya ispatlamak istiyor ki Tessat,
ne devrimden korkar Paris, ne de savaştan. İşte bu karnaval defilesiyle açılıyordu mevsim.
Prömiyerleri, büyük ödülleri, baloları, moda sergileriyle. Davranın İngilizler, Amerikalılar! Getirin
liralarınızla dolarlarınızı! Bütün müzikli kahveler, bütün büyük terziler, bütün parfümcüler ve bütün
orospular sabırsızlıkla bekliyor sizi. Fransa’nın kurtarıcısı Paul Tessat bekliyor ve de! Bir araba
daha geçiyordu işte. İriyarı bir kadın, ellerinde Fransız renklerini taşıyan bir eşarpla elektrikten bir
meşale tutuyordu. Fransa’ydı bu. Ve soğuktan gözleri buğulanmış, dudakları morarmıştı kadının.
Durup bir süre baktı ona Lucien. Sonra da birdenbire, tıpkı bir çocuk gibi, dilini çıkardı.
8
Daha şu son zamanlara kadar, ‘savaş’ kelimesi insanlarda yalnızca eski birtakım anılar
uyandırmaktaydı. Ellisini bulmuş erkekler, yani şu barışsever şarapçı ya da veznedarlar, uzun kış
geceleri boyunca, gençlik fırtınalarına yeniden dalmak istedikleri zaman anıyorlardı savaşı. “Savaş
sırasındaydı...” diye başlarlardı hep anlatmaya. Ve bazıları, bir zamanlar karşılaşmış oldukları
tehlikeleri, dinleyicilerinin gözünde büyütmek amacıyla, ölenlerin hırıltısını ya da mermilerin
gürültüsünü taklit ederlerdi. Bazıları için de savaş, bu bıkkınlık verici karanlık hayatın başında yer
alan büyülü bir serüvenler bütünüydü. Bunlar, siperlerin çamurunu, bitleri ve korkuyu nedense
unutarak, kahramanca başardıkları keşifleri, bol yemekleri ve aşk hikayeleri anlatırdı. Babalarının
gençliğini süsleyen bütün bu kahramanlık ve sefaletlerle doluydu çocukların kulakları. Onların
gözünde savaş, eski faytonlar ya da petrol lambaları gibi çoktan modası geçmiş bir şeydi. Ama bir de
baktılar ki, bu alışmış oldukları kelime, anlam değiştirmekte. Bir önsezi, bir bunaltı oluvermişti
savaş. Geleceğin üzerine atılmış bir örtü oluvermişti. “Savaş olmazsa bu sonbaharda evleniyoruz...”
ya da “Sınavlarımı haziranda vereceğim, tabii savaş olmazsa...” diye konuşuluyordu artık.
Bahar ayları boyunca Südetlerden söz edilmişti hep. O güne kadar Südetlerin varlığından bile
habersiz olanlar, şimdi Çekoslovakya haritasına sıkıntılı bir gerginlik içinde bakmaktaydılar: 1914’ü,
Sırpları ve küçük beyaz yapraklarla genel seferberliği ilan eden boğuk trampet seslerinin doldurduğu
o yakıcı günü hatırlıyorlardı.
Tehlike çanı mayısta çalmıştı, bu sıcak yaz günlerinde insanlar gökyüzünü kapayan beyaz bulutlara
bakmaktan çekinir olmuşlardı. Gene Südetler, hep, hep Südetler! Yolda karşılaşan dostlar, tatili
nerede geçirecekleri sorulduğunda: “Eğer savaş olmazsa...” demekten başka çare bulamıyorlardı.
Ve tatil yaklaşmaktaydı. Parisliler, korkularından yavaş yavaş sıyrılarak, bir balıkçı köyüne mi,
yoksa bir dağ köyüne mi gideceklerini tartışmaya başlamışlardı. Bu Allahın belası Südetler
yüzünden, şu kaynar kazanın içinde kalacak değillerdi ya!
Gerek kendi yıldızına, gerekse Fransa’nın yıldızına sonsuz güveni vardı Tessat’nın: “Ülkemiz,”
demişti, “bir barış vahasıdır!” Ve basınla radyo da ona uyarak, Fransa’da hüküm süren sükûnu, yeni
icat edilmiş bir ilaçtan ya da bir aperitiften söz eder gibi, övmeye koyulmuştu. Nereye gideceksiniz
bu yaz, Amerikalı dostlarımız? Wisbaden’e mi? Haydi canım! SA’larla büyük manevraların ve
toplama kamplarının içine öyle mi?
Karlsbad deseniz, o da Südetlerde. İtalyan hastaneleriyse İspanya’dan gelen yaralılarla dolup
taşıyor, kara gömleklilerin yeni savaş hazırlıkları da cabası! Oysa Fransa’ya bakın, Vichy, Trouville,
Biarritz konuklarını bekliyor. Barış vahaları, diyorum size. Ve Jeannette her akşam radyoda
tekrarlıyordu: “Bir barış vahası. Odalarınızı önceden ayırtınız. Yakut Kıyısı. Lamartine tarafından
terennüm edilen Maconnais’nin güzelliklerini unutmayınız sakın. Unutmayınız o tadına doyum olmaz
beyaz şarabı, içi mantar dolmalı leziz tavuğu.”
Tatile 15 Ağustosta gitti Jeannette. Bomboş sokaklardan geçerek Lyon Garı’na geldi. Bu mevsimde
hep olduğu gibi, ölmüştü sanki kent. Tek tük taşralılar vardı ortalıkta. İngilizlerle dolu bir otokar 4
gördü. Ve fark etti ki, boşalmış haliyle bile Paris gene de canlı ve mutluydu. Kentin dışında sanıyordu
insan kendini. Kahvelerin taraçalarında şişman adamlar, yaka açık oturuyorlardı. Kapıcılar, kapıların
eşiğine oturmuş, örgü örmekteydiler. Dört bir yanı tatlı bir tembellik sarmıştı. Herkes herkese
gülümsüyordu ve taksi şoförü Jeannette’e iyi tatiller dilemeyi bile unutmadı.
Trende gene Südetlerden, Hitler’den, savaştan konuşulmaktaydı. Dinlemiyordu Jeannette. Bütün bu
konuşmalar soyut ve gerçekten kopmuş gibi geliyordu ona. Sonunda, Fleury göründü.
Niçin mi seçmişti bu yalnızca şarap tüccarlarının bildiği, mavi bağlar ortasında kavrulmuş yatan
beyaz köyü? Bu güzel isim, Fleury, onda çocukluk anılarını uyandırmıştı belki.
Uzun bir süredir Paris’ten ayrılmamıştı Jeannette. Açık hava, yeşillik ve sükûn, başını döndürdü
Yeniden doğmuştu sanki. Sabahların tazeliğini tadıyor, tarlalarda koşuyor, tepelerden aşıyordu. Ve
burada her şey sakindi, değişikliğe katlanmayan bir doğallık içindeydi. Çok yıllar önce, daha küçücük
bir kızken, bunlara benzer evleri ve bağları görmemiş değildi Jeannette. Ve kendi kendine: “Bir barış
vahası!” diye tekrarlayıp duruyordu gülerek. Ama bu sefer doğruyu söylemekteydi!
Bağcılar, omçaları kükürtlemekteydiler. Her şey maviydi: İnsanların kılığı, elleri. Ve her bitkiyi
büyük şefkatle inceliyordu insanlar. Bulutsuz göğü memnun bakışlarla seyrediyor ve: “Bu yıl şarap
iyi,” diyorlardı Jeannette’e. Yaşanmış yılların tespihini çekmeye koyulduklarında, anıları hep yaz
mevsimlerine takılıyordu. O yıl çok mu güneşliydi, şarap iyi miydi? Eski şişelerin etiketleri haber
veriyordu mutlu yıllardan, derin bir sessizlikle yüklü ağustos sıcaklarının anısıyla canlanıyordu
bellekler. Öte yandan da salkımlar olgunlaşmaktaydı.
İleride, vadilerin orada ağaçlar vardı. Herkes kendi hayatını sürdürüyordu. Meşeler, karaağaçlar,
dişbudaklar, insanlardan daha yaşlıydı ve insanlar ağaçların gölgesine derin bir saygıyla, yorgunluk
çıkarmaya ve sevişmeye geliyorlardı. Ağaçların altındaki çimenlere oturup yemek yiyor, uyuyor,
koklaşıyorlardı. Hele bu ağaçların içinde bir tanesi vardı ki, Jeannette bayılıyordu: Bulanık sulu
küçük bir derenin kıyısındaki büyük bir dişbudak ağacıydı bu. Yaprakları simsiyah görünüyordu
beyaz göğün üzerinde. Kalın, dik, dayanıklı bir gövdesi vardı ve Jeannette bazen, sükûnu korumak
üzere köyün girişinde böyle dikilmiş olduğunu düşünüyordu ağacın.
Fleury’de bile savaş konuşulmaktaydı. Spikerin sesi, köylülerin büyük bardaklar içinde getirilen
koyu şarabı ağır ağır yudumladıkları kahvenin yarı karanlığında her an patlıyordu. Yabancı ve karık
bir sesti bu. Kentin sesi, Südetlerin. Heinlein adında birisinden söz ediliyordu. Hemen suratı
asılıyordu bağcıların: Savaşın, hiç fark ettirmeden kendilerine yaklaştığını seziyorlardı. Demeye
kalmadan, koca sakallı aydınlık yüzüyle, şenlikçi Eugène çıkıp geliyordu. ‘Avusturyalı’ adını
takmışlardı ona. Neden, belli değil. Aslında civar köylerden birinde doğmuştu. Ve övünerek
anlatmaya koyulurdu hemen: “Bugün tam kırk tane yengeç indirdim mideye.” Ve Heinlein derhal
unutuluyor, ‘Avusturyalı’nın çevresi sarılıyordu. Yengeçleri hangi ırmaktan tuttuğunu soruyorlardı
tabii. Ama maskara yanıt vermiyor, yalnızca gülüyordu. Önem verilen öteki olaylar: Bir işçi bayramı
için şarap satın almaya gelmişlerdi Lyon’dan, bağ çubuğundan yontulma bir tirbuşon satmıştı
turistlere ihtiyar Bauger, bir de kahvecinin keçisi dağa kaçmıştı. Gerçek hayatın örgüsü bunlardı işte,
ama birdenbire gazeteler ve radyo ölülerden söz etmeye başlıyordu. Yaşayanlarsa, bu meseleleri
derinleştirmemeye çabalıyorlardı.
Kendini çevreleyen dünyanın bir parçası halini almıştı Jeannette. Bağcılarla son derece dosttu, ona
sürekli ikramda bulunuluyordu. “Tuhaf bir kız,” diyorlardı onun için kendi aralarında, ‘iyi ve hoş bir
kız’ demekti bu. Paris’i hemen unutmuştu Jeannette. Yalnızlığından, sıkıntılı ve yorucu bir işten başka
ne bırakmıştı ki Paris’te? Şoseden durmaksızın akan, içleri Parisli şık kadınlarla dolu otomobiller,
düşman bir dünyayı anımsatıyordu ona artık. Ve boğuntuyla düşünüyordu: Yakında her şey bitecek.
Ve işte, yakıcı ağustos güneşinin herkesi kahvenin serinliğine doğru ittiği bu düşüncelerden arınmış
sükûn dolu günlerden birinde, Parisli bir adamla tanıştı. Kırda nasıl giyinilirse öyle giyinmişti adam:
Yakası açık bir gömlek, örme keten ayakkabılar. Neşeli havası, kararmış piposu, sarkık yanakları,
alaycı yüzü, dikkatli ve hayat dolu gözleriyle, daha çok Maconlu ya da Dijonlu bir şarap tüccarına
benziyordu. Yanaklarını şişirip dilini şaplatarak, tadına vara vara yudumluyordu şarabını. Kahvede
herkesi uyku basmıştı sıcaktan. Patron kadın horlamaktaydı. Neşeli bir gününde olduğu anlaşılan
pipolu adam, sırasıyla, patronu ve ‘Avusturyalı’yı taklit ederek güldürdü Jeannette’i. Sonra da bir
Marsilya hikâyesi anlattı. Olive’i taklit ediyordu nefis bir şekilde: “Dün Canebière’de Marius’u
gördüm, ‘Hey Marius, günaydın beyim,’ diye bağırmaya koyuldum, ama dönüp bakmadı bile.
Düşünün ki, ne seslendiğim adam Marius’muş, ne de seslenen ben.” Kahkahayı basmıştı Jeannette:
“Çok güzel! Demek ne o oymuş, ne de öteki o.” Ve o kadar gülmüştü ki, patron bir aralık uyanır gibi
olmuş, hafif bir gülümseyişten sonra yeniden dalıp gitmişti.
Bu tanımadığı adam, ne genç ne de güzel olduğu halde, hoşuna gitmişti Jeannette’in. Basitliği,
yumuşak alaycılığı ve halindeki canlılıkla kendine çekmişti adam onu. Bütün tavırların ve bütün
vurguların yalancı olduğu bir dünyadan, aktörlerin dünyasından geliyordu Jeannette. Rahatça
şakalaşarak konuşabildiği bu adam (herhalde bir şarap tüccarıdır, diyordu kendi kendine), nedense
hoşuna gidiyordu. Hava serinleyince birlikte çıktılar ve Jeannette onu, sevgili ağacının altına götürdü.
Otların üzerine atmıştı adam kendini, sonra şapkasını çıkarıp alnında biriken terleri silmişti fularıyla:
“Ne güzel yer burası!” Bunu söyler söylemez de birdenbire hüzünlenmişti. Jeannette de karardı
nedense.
“Kederlendiniz işte. Yanıma yaklaşanları buza çevirmek yeteneği vardır bende: Hani, masallarda
birtakım insanlar vardır, kum altın olur, avuçlarının içinde. Benimle tersi olur bunun: Altın kuma
döner ben dokununca.”
“Anlıyorum evet.”
Jeannette, o kederinin içinde, Paris meydanlarından birinde bir atlıkarıncanın yanında duran bir
başka ağacı, tozlu ve uykulu bir ağacı anımsadı. Mutlu olabilirdim pekala, diye geçirdi içinden. Niye
tepmişti mutluluğu sanki? O da bu adam gibiydi işte: Altına dokunsa kum oluyordu. Yabancıyı bir kat
daha sevdi Jeannette bunları düşününce ve şaşkınlık dolu bir sesle konuştu:
“Birdenbire dost oluverdik, gördünüz mü! Kim olduğunuzu bile bilmiyorum üstelik. Ben aktristim.
Aktristim, ama ünlü bir oyuncu olduğumu sanmayın sakın. Küçük bir aktristim ben, o kadar. Radyoda
çalışırım. Adım Jeannette Lambert, kısaca Jeannette. Siz?”
“Dessère. Fransa’da kuşkusuz yüz bin tane Dessère vardır.”
“Dupontlar gibi tıpkı! Maamafih, ben bir Dessère’den hep söz edildiğini anımsarım. Milyoner bir
Dessère. İlginç bir adammış dendiğine göre ve tabii namussuzun biriymiş. Bütün benzerleri gibi.”
Adam gülümsedi:
“Kuşkusuz! Bu kadar tanışıklık yeter, ama değil mi? Haydi biz de, dostumuz Olive gibi: ‘Ne siz
sizsiniz, ne de ben benim,’ deyip bu bahsi kapayalım. Tamam mı? Üstelik, aktrist olduğunuza göre,
sizin için böylesi daha da kolaydır. Şimdi söyleyin, neler oynarsınız? Masum genç kızları mı? İhanete
uğramış aşık kadınları mı? Yoksa aklı evvel hizmetçileri mi? Marguerite Gautier’yi mi yoksa?”
“Cinzano vermutuyla National yataklarını överim ben. Bir de Fransa’daki huzur ve sükûnu. Tam
bir rezalet görüyorsunuz ya. Bir seferinde sahneye çıkmıştım. Büyük bir roldü. Ama son anda fikir
değiştirip başka birini aldılar benim yerime. Ün, yani para meselesi, biliyorsunuz. Bir rejisör
arkadaşım vardır: Maréchal. Tanımazsınız sanırım. Çok yetenekli bir çocuktur. Hiçbir zaman
gerçekleşemeyecek olan mizansenler hayal eder hep: Parası yok ki. Bir devrimci tiyatro kurdu, ama
artık onun da modası geçti şimdi! Harika bir mizansen düşünmüştü Numance için. Başrolde de ben
oynayacaktım. Bütün bunlar bir düşten farksız, boş verin. Ben gene yapay incilerle en son ishal
ilaçlarını övmeye devam edeceğim anlaşılan. Ya da bunlara benzer bir başka maskaralığı! Ama
tatilin bitimine bu kadar az kalması çok yazık değil mi?”
Karşısındaki adamın ne iş yaptığını bile bilmediğini düşündü gene birdenbire. Nereliydi acaba?
Maconlu? Ya da Parisli? Ürkekçe sordu:
“Siz de tatil için mi geldiniz?”
“Evet. Biraz ileride, Juliénas yolu üzerinde bir ev kiraladım. Ekime kadar burada kalacağım.”
“Ailenizle herhalde?”
Gülmeye başlamıştı adam:
“Ben hep yalnızımdır!” dedi. “Nedendir bilmem. Ben mi insanlardan kaçıyorum, yoksa insanlar mı
benden? Sizinle öyle olmadı ama.”
“Ben de onu söyleyecektim. Ben de yalnız yaşıyorum. Tabii hayatımda yakınlarım olmadı değil.
Ama yanlış söyledim, yakınım olmadı aslında. Hiçbir şey değillerdi benim için, birlikte yaşıyorduk o
kadar. Benim dışımda bir şey. Bir rol oynar gibi hani. Hatta bazen de, yediğiniz yemeğin garnitürü
gibi bir şey. Önemli değil, anlıyorsunuz ya.”
Akşamla birlikte serinlik de basmıştı. Dişbudak ağacı ürpermeye başlamıştı rüzgârın altında.
Kurbağaların sesi geliyordu. Uzaklardan doğru bir sürünün çan sesleri yankılandı ve sustu Jeannette.
Dessère’in yüzü çökmüştü birdenbire, ihtiyarlayıvermişti sanki. Sessiz sessiz köye döndüler.
Ayrılmadan önce, ertesi gün görüşüp görüşemeyeceklerini sordu Dessère ve acı bir sesle ekledi:
“Okullular gibi, ıhlamur ağaçlarının gölgesinde romantik randevular istemeye başladım ben de.”
“Ihlamur değil, dişbudak bu. Hem böyle konuşmayın. Kederlenmeyin de. Yarın görüşürüz.”
Ertesi gün Dessère onun gece kuşu gözlerini andıran gözleri ve kıvırcık saçları olduğunu ve
Fransızcayı Parisli küçük çocuklar gibi konuştuğunu öğrendi. Buna karşılık Jeannette de, Dessère’in
her şeyden nefret ettiğini, Fleuryli genç kızlarla soluğu kesilinceye kadar dans etmeye hazır ve bir
aerodinamik araba sahibi olduğunu, Laforgue’un şiirlerini sevdiğini ama (nedendir anlayamamıştı)
istatistiklerle uğraşıp durduğunu öğrendi.
Ve birkaç gün sonra her ikisi de, randevu saatlerini sabırsızlıkla beklemekte bulunduklarını,
gururlu ve çocuksu tabiatlı insanlar olduklarını, gerçek duygularını itirafa hiçbir zaman
yanaşmadıklarını fark ettiler. Bu onun için, gelişigüzel bir maceradan, bir yaz aşkçığından başka bir
şey değil diye düşünüyordu Jeannette. Dessère ise: “Yaşlı ve çirkin olduğum yetmezmiş gibi, üstelik
bir de tüccarım!” diyordu kendi kendine.
Eylülün ilk günleri çok sıcak geçmişti. Durmadan ellerini ovuşturmaktaydı köylüler. Salkımların
ağırlığı bakar bakmaz belli oluyordu. Bağbozumu başlayacaktı neredeyse. Ama Jeannette
göremeyecekti bağbozumunu. Mutluluğu bir hafta sonra sona eriyordu.
Sondan bir önceki buluşmalarında, Dessère beceriksizce sarılmak istedi ona. Aşk meselesinde bir
okul çocuğundan farksızdı, evet. Kollarından sıyrıldı Jeannette ve yalvaran bir sesle:
“Yapmayın, ne olur,” dedi.
Küçük bir çocuk gibi itaat etmişti Dessère. Korudaki dar patikalardan birinde yürümekteydiler
şimdi ve Jeannette:
“Çilek varmış burada,” diyordu, “yapraklara bakın. Bana kızmadınız ya. Size karşı hiçbir his
duymasam böyle davranmazdım. Ama artık genç bir kız olmaktan çıktım ben. Neden olduğunu
bilmeden, düşünmeden, gelişigüzel teslim etmiştim kendimi bugüne kadar hep. Belki de çok yalnız
olduğum içindi, kim bilir. Ya da hayır demesini beceremediğim için. Ama sizinle durum değişiyor.”
Hiç yanıt vermedi Dessère.
Böyle davrandığı için bütün gece öfkelendi durdu Jeannette kendi kendine. Gene tepmişti mutluluğu
işte. Bu adama karşı duyduğu ilginin gerçek bir sevgi olup olmadığından emin değildi aslında, bazen
ona öyle geliyordu ki Dessère’in sözleri kendi öz düşüncelerinin bir yankısı olduğu için onunla
konuşmaktan bu derece zevk almaktadır. İkisi de bıkkındılar aslında ve yırtıcı oluyorlardı. Yırtıcı,
çünkü şefkatten yoksun. Bomboş duyuyorlardı yüreklerini. İki fukara, sözün kısası. Ne getirebilirlerdi
birbirlerine? Ama şu anda, onu seviyor duygusu vardı içinde Jeannette’in. Ve ormandaki o genç
rahibe davranışından ötürü iyice öfkelendi kendi kendine. Sonra da Dessère’e öfkelendi. Haydi ben
sakındım ama ona ne oluyor sanki, insan ısrar eder biraz! diye düşündü. Ve en sonunda, ertesi gün
onu öpmeye karar vererek uyudu.
Ertesi günkü randevuya Dessère, kent kılığıyla geldi. Yüzünü kaygı bürümüştü. Jeannete’i
dinlemiyordu bile.
“Bir saat sonra Paris’e dönüyorum.”
“İnanmam!” diye haykırdı Jeannette.
Dessère tatlı bir sesle:
“Teşekkür ederim,” diye yanıt verdi.
Sonra da ona küçük bir mavi kâğıt gösterdi: Telgraf almıştı.
“Beni çağırıyorlar,” dedi. “Beklenmedik karışıklıklar var.”
Ve Jeannette çok iyi bildiği birtakım isimleri işitmeye başladı: Hitler, Heinlein, Chamberlain.
Spiker konuşuyordu sanki.
“Savaş mı dediniz? İmkanı yok.”
“Ben de tahmin etmiyorum. Ama barışı korumak gerekiyor. Her ne pahasına olursa olsun korumak.
Buradaki insanların nasıl mutlu yaşadıklarını gördünüz işte. Bu mutluluğu kurtarmak gerekiyor.”
Boğuk bir sesle onayladı Jeannette:
“Haklısınız.”
Bir an sonra da şaşırdı:
“Ama siz. Hiçbir şey anlamıyorum doğrusu. Şu ana kadar kim olduğunuzu bile bilmiyorum. Önce
bir şarap tüccarı sanmıştım sizi. Ama şimdi bir milletvekili ya da bir bakan gibi konuştuğunuzu
görünce...”
Dessère eski neşesini buluverdi:
“Bakan falan değilim, merak etmeyin,” dedi. “Allah saklasın! Ticaret yapıyorum. Daha doğrusu,
hani şu namussuzun biri olan Dessère vardı ya, işte oyum ben. Şimdi artık yüzümü bile görmek
istemezsiniz herhalde bir daha.”
Afallamış bir halde bakıyordu Jeannette, onu ilk olarak görüyor gibiydi. Bir milyoner! Lyonlu
zenginlerin kurumunu anımsamıştı birdenbire. Oysa Dessère burada, köylülerle kadeh tokuşturmakta,
herkes gibi giyinmekte ve bir aktrist parçasıyla günlerini geçirmekteydi. Ve bütün bu anlayamadığı
şeyler, Jeannette’in ona karşı olan zaafını artırmaktaydı. Ama ne yazık ki gidiyordu işte! Dişbudak
ağacının gölgesinde veda ettiler birbirlerine. Jeannette onu öpmek istedi ama vazgeçti sonradan,
başını çevirdi.
“Geceleyin sizi öpmeye karar vermiştim. Ama şimdi, beni milyonlarınıza göz dikti sanırsınız
korkusuyla cesaret edemiyorum.”
Yaşlar belirmişti Dessère’in gözlerinde. Bu haline öfkelenerek mırıldandı:
“Hiç değişmedim gitti.”
Jeannette onu hızla öpüp uzaklaşmıştı. Bir tepeciğin üzerinden haykırdı:
“Telefon numaram: Suffren sıfır sekiz yirmi altı!”
Kaybolmadan önce de dönerek ekledi:
“Güle güle gidin! Paris’te görüşürüz. Tamam mı?”
Hemen kendini toparlamış ve her günkü adam oluvermişti Dessère. Hafif alaycı tonuyla haykırdı:
“Tamam, ama savaş olmaması şartıyla!”
9
Tessat her önüne gelene, Fransa’nın güvenlikte olduğundan o kadar çok söz etmişti ki, sonunda
buna kendisi de inanmıştı. Yanındaki birisi: “Savaş olmadığı takdirde...” diye söze başladığı zaman
hiç çekinmeden: “Savaş olmayacak!” diye kesiyordu adamın sözünü. Muhatapları bunun üzerine,
içleri rahatlamış olarak gülümsüyorlardı. Tessat idi bu ne de olsa: Bir şeyler biliyordu herhalde ki
böyle konuşuyordu! Oysa Tessat’nın hiçbir şey bildiği yoktu. O da birçokları gibi, savaş olacak mı,
olmayacak mı, diye tahminlere dalabilirdi ama yapmıyordu. Emindi o. Ve bu sakin güvenlik duygusu,
açıklanması mümkün olmadığı nispette kesin ve sağlamdı. Sükûnet içinde aperitiflerini yudumlayan
insanların manzarasından, Paulette’in gevezeliğinden, her zamanki parlamento dedikodularından ileri
geliyor olmalıydı bu güven. Tessat’nın gözünde, bu dünyada her şey anlaşılabilir ve meşru idi. Bunca
iyi ayarlanmış bir hayatın istikrarını nasıl tehlikeye atabilirdi Südetler? Ellerinden gelmezdi.
Ama eylül bastırdı. Berlin’den gelen telgraflar çok yakında bir şeyler olacağını haber veriyordu.
İyimser cümleler insanların kaygısını yatıştırmaya yetmez olmuştu artık. Fırtına yaklaştığı sırada
Tessat, bir dostunun Loire kıyılarındaki çiftliğinde dinlenmeye hazırlanıyordu. Kimsenin basına
inandığı yoktu, basın çok az kavrıyordu durumun vehametini. Çoğunluk, gazetecilerin mayısta da
böyle tatsız kehanetlerde bulunduklarını anımsayarak: “Her şey düzelir,” demekteydi. Plajlarda güneş
banyoları, oltayla balık avları, yaz kayaklarıyla tatil devam ediyordu. Ve yazlıkların ılık atmosferi
içinde, gazete havadisleri soyut bir karakter kazanıyor gibiydi. Büyükelçi raporları, banyo ve
gezintileri bulandırmaktan uzak kalmıştı sözün kısası.
Sorumluluktan korkardı Tessat. Bu lanetli günlerde iktidarı ele geçireceğim diye entrika yapmaya,
gürültü koparmaya, ona buna dalkavukluk etmeye değer miydi yani? Geçmişi anımsadıkça içini çeker
olmuştu: Zengin baldızını gık dedirtmeden boğazlamış zavallı bir katili savunmak ne kadar daha
kolaydı! Böyle düşünüyordu gerçi ama, dünyaları verseler bırakmazdı koltuğunu. Ona derin bir
sevinç veren bir yan vardı iktidarda. On yaş gençleşmiş gibiydi, Paulette bile farkına varmış da
söylemişti bunu. Sürekli hareket halindeydi, şevkle yaşıyordu Tessat. Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki,
diyordu kendi kendine hep. Bugüne dek bir alay bakan gelip geçmiş, hepsi unutulmuştur. Ama benim
ismim torunlarımızın torunları tarafından da anılacak. Çünkü Fransa’yı ve barışı kurtarmış olacağım!
Durum günden güne ağırlaşmaktaydı. Faaliyete geçip Almanlara haddini bildirmek gerekiyordu.
Gel gör ki İngilizlerin kıpırdadığı bile yoktu. Ve Fransa ikiye bölünmüş bir haldeydi. Tessat’yı
sıkıştırıp ikna etmeye, ardından sürüklemeye çalışıyordu Flandin, üzgün bir sesle tekrarlıyordu:
“Barış artık bir pamuk ipliğine bağlıdır.” Ve Tessat, bütün kötülüğün Çeklerden geldiğine inanıyordu
o zaman. Demeye kalmadan koca sakalıyla Fouger koşup geliyor ve Clémenceau’nun sözlerini
zikretmeyi de unutmayarak, özgürlükten söz ediyor ve durmadan: “Fransa! Fransa!” diye haykırmaya
koyuluyordu. Ürküyordu birdenbire Tessat ve: “Ne öfkeleniyorsun kuzum?” diyordu. “Çekleri yalnız
bırakmayacağız. Güven bana.” Yakasını bin bir güçlükle sıyırdıktan sonra da içini çekerek
mırıldanıyordu: “Dövüşeceğiz anlaşılan.”
Prag’dan gelen uzun bir telgraf getirmişlerdi. Südetler bugün yarın harekete geçecekler, Alman
kıtaları da ‘kardeşlerimizi koruyoruz’ diye sınırı aşacak. Beneş, Çekoslovakya’nın toprak
bütünlüğünü garanti etmiş olan büyük devletlerin duruma el koymaları gerektiğinde ısrar ediyordu.
Ve Tessat düşünüyordu: Fransa çatlayıp ikiye bölünmek üzereyken Çekleri nasıl kurtarabiliriz? En
küçük bir müdahale olursa, sağcılar ülkede isyan çıkarma tehdidini savuruyorlardı. Daladier, bir
yandan rakısını yudumluyor, bir yandan da: “Fransız köylülerini mezbahaya gönderemem,” diye
haykırıyordu. Lebrun ağlamaktaydı. Denise’inkilerse, grevcileri kışkırttıkları yetmezmiş gibi, bildiri
üstüne bildiri yayımlıyorlardı savaşa çağıran. Sonra gelin de bu işin, en aşağılık bir katili
savunmaktan çok daha güç olduğunu iddia etmeyin!
Breuteuil’in bürosuna girdiğini görünce Tessat’nın canı sıkılmıştı. Gene tatsız bir konuşma,
diyerek burnunu sildi. Südetler belası yetmezmiş gibi, bir de muhalefete şirin görünmek, Breuteuil’i
pohpohlamak gerekiyordu. Ama birdenbire Lucien’i ve çalınan belgeyi anımsadı ve bir kuzgun gagası
gibi havaya dikildi sivri burnu. Yüksekten alarak konuştu:
“Öyle sanıyorum ki, savaşacağız!”
Son derece sükûnetle yanıtladı Breuteuil:
“Asla! Pekala biliyorsun sen de ki savaşın dışında kalmamız şarttır, kalacağız da. Ülkeye bu yolda
güvence vermelisin. Bu panik böyle devam ederse bütün ekonomik hayat altüst olacak. Bugün
borsada...”
“Borsayı bırak şimdi, Südetlerin bu hafta harekete geçeceklerini öğrendim! Her şey önceden
ayarlanmış: Almanlar da hemen sınırı aşıyor. Savaştan kaçınmak olanağı artık kalmadı!”
“Seferberlik ilan ettiğiniz takdirde iç savaş kopacaktır. Fransa’nın yenilmesi kaçınılmazdır çünkü.
Hiç kuşku yok ki Almanya bizim doğal düşmanımız. Ama savaşabilmek için, avantajlı durumda olmak
gerek. Oysa Fransa bugün ikiye bölünmüş durumda. Bazıları, Südetleri bırakmak gerektiği
fikrindeler. Sezar’ın hakkı Sezar’a Hitler’in hakkı Hitler’e verilmeli. Benim grubumun milletvekilleri
aynen böyle düşünmekteler. Taviz verme politikasına karşı duranlar kim, söyle? Komünistler, Halk
Cephesi. Moskova hayranı Fouger. Çekleri ipledikleri bile yok hiçbirinin. Bütün istedikleri,
durumlarını güçlendirmek. Yüz Fransızdan onu taviz verelim diyorsa ancak beş tanesi Beneş’i tutalım
diyor. Ötekilere gelince, çoktan bıkıp usanmışlar bütün bu hikâyeden. Komünistlerle işbirliğine mi
kalkacaksın yoksa?”
“Komünistler, hep konümistler! Ben Çeklerden konuşuyorum, sen...”
“Tamam, Moskova’nın müttefiki değil mi Çekler?”
“Peki biz? Biz kimin müttefikiyiz? Prag ile anlaşmayı imzalayan Cachin değil, Laval. Üstelik de,
dış politika meselelerinde parti değerlendirmeleriyle davranamayız.”
“Tanrıların katında yaşıyormuşuz gibi konuşuyorsun. Fransızların, Barcelona anarşistleri için
ölmek istemediklerini sen kendin söylemedin mi? Dur kaçma, söyledin mi, söylemedin mi? İşte bugün
de aynı Fransızlar, yapay olarak kurulmuş ve üstelik de Kremlin’dekiler tarafından idare edilen bir
devlet için ölmek istemiyor. Dikkat et, Paul, Moskova’nın uçak gemisi gibi bir şey bugün
Çekoslovakya. Hitler’in öfkesini anlaman gerek.”
Breuteuil’in kemikli kuru yüzüne daldı bir an Tessat. Bir düşünce, kafasının içinde dönüp
duruyordu hep: Fouger belgesinin çalındığını biliyor muydu acaba Breuteuil? Sonunda dayanamadı:
“Grandel hakkında ne düşünüyorsun?”
Breuteuil omuzlarını silkmişti.
“Ben sana en önemli şeylerden söz ediyorum, sense tutmuş bir çocukla uğraşıyorsun. Ciddi ol biraz
lütfen!”
Breuteuil gittikten sonra hesaba oturdu: Sağcılar iyice azmış haldeydiler, 240 kırmızı oy demekti
bu. Bir noktada Breuteuil haklıydı: Ülke gerçekten ikiye bölünmüş durumdaydı. Grandel meselesini
ortaya sürse, hemen sustururlar: Elinde belge yok ki. Berlin’e yüklense? Ama ya Hitler bunu
yutmayacak olursa? Tehlikeli bir oyun. ‘Çek Maginot Hattı’ndan söz etmişti General Gamelin üç saat
boyunca. Ama Daladier, meseleyi açıkça, kazanabilir miyiz, kazanamaz mıyız, diye sorduğu zaman,
kaçamak bir yanıtı tercih etmişti: “Ordu hükümetin emirlerini olduğu gibi yerine getirecektir.” İtaat
etmekten kolay ne var, mesele kumanda etmekte.
Tessat, akşam yemeğine çıkmadan önce, eski dostu General Picard’ı çağırttı. Ona sonsuz güveni
vardı. Daima genç ve kaygısız kalmasını bilmiş olan Picard, Fransız ordusunun sarsılmazlığını temsil
ediyordu onun gözünde. Fouger ya da Breuteuil gibi laf kalabalığına boğmadı nitekim Tessat’yı.
Fikirlerini, kaçamaklara sapmadan, soğukkanlılıkla açıkladı:
“Meselenin siyasi yanını bir yana bırakıyorum. Ben bir askerim, beni ilgilendirmez.
Çekoslovakya’nın kaybı, bir muharebe yeri olarak hiç kuşku yok ki bizim için ağır bir darbe
olacaktır. Ama gerçekten korkmamak gerekir. Seferberliği yürütebileceğimizi hiç sanmıyorum.
Memleketin içinde bulunduğu ruh halini biliyorsunuz. ‘Südetler için neden dövüşecek mişim,’ diyor
halk. Büyük savaşı önleyici bir küçük savaş fikrini kimse tutmuyor. Almanya’ya gelince...”
“Çekler zaptedemez mi yani Almanları?”
“Bir hafta dayanabilirlerse çok iyi. Demir ökçe içinde Çekler. Asıl darbe onlara Avusturya
tarafından gelecek. Macarlar harekete geçecek. Polonyalılar da. Bu durumda arkalarını sağlama alan
Almanların hemen dönüp bize saldırmaları işten bile değildir. Maginot Hattı’mız var kuşkusuz.
Ama...”
“Ama?”
“Uçağımız az. Havacılarımız da talimsiz. Uçaksavar donanımımız son derece eksik. Ve İspanya
deneyimi göstermiş bulunuyor ki, uçaksız...”
Tessat sözünü kesti dostunun:
“Kısaca, olanaksız mı demek istiyorsun?”
Picard kibarca gülümsemişti.
“Bir asker için, olanaksız diye bir şey yoktur. Ama her şeyi iyi tartmak gerekiyor. Ezilmektense
Çekoslovakya’yı kaybetmek daha yerinde olmaz mı?”
Picard’ın içeri girdiğini görünce Tessat’nın içi rahatlar gibi olmuştu. Şimdi ise dehşete uğramış
bulunuyordu. Paris’in nasıl yerle bir olacağını anlatıyordu Picard ona. Ve bu durumu Picard bildiğine
göre, Almanlar da herhalde biliyorlardı. Blöf yapmak olanağı bile kalmamıştı yani. Peki ne olacak?
Boyun mu eğeceğiz? Ya Fransa’nın rolü? Prestiji? Kendisini birdenbire aşağılanmış, hakarete
uğramış gibi gördü Tessat: Belçikalı ya da Portekizli bir bakandan ne farkı vardı bu durumda?
Yurtseverlik duyguları kabarıyordu şimdi içinde. Çalışma odasının loşluğunda tek başına oturmuş,
Verdun’ü, savaşta ölen arkadaşlarını ve hiçbir işe yaramayan 1918 zaferini düşünüyordu.
Louvre’deki heykel derin bir anlam taşıyordu, evet: Kanatları vardır, ama başı yoktur zaferin.
Akşam yemeğini Dessère’le yiyecekti. Dessère dostunu son derece leziz yemekler seçerek
keyiflendirmesini bilirdi hep, ama bu akşam öyle olmamıştı. Listeye şöyle bir göz bile atmadı Tessat.
Bir Marsilya lokantasındaydılar. Üzerinde balık kızartılan bağ çubukları ve sarmısak kokusu doluydu
ortalık. Başka bir gününde olsa Tessat, verimli Güney’in eşsiz ürünlerini en coşkun terimlerle
kutlamayı ihmal etmezdi. Ama hâlâ yediği darbenin etkisi altındaydı. Dessère gülümsedi:
“Beyaz şarapla hazırlanmış yengeçleri olup olmadığını sormadın bile bakıyorum. Devlet adamı
olmak buymuş demek!”
Ama Dessère’in kendisi de düşünceliydi. Bir gün içinde yirmi yıl gençleşmek ya da ihtiyarlamak
gibi şaşkınlık verici bir yeteneği vardı bu adamın. Ve Jeannette onu şu andaki hüzünlü ve çökük
haliyle görmüş olsa, dişbudağın gölgesinde kendisini bulmaya gelen romantik aşığı asla tanıyamazdı.
Şu son yıllarda alabildiğine değişmişti Dessère. Aslına bakılırsa Dessère, hiçbir zaman bir şeye
sonuna kadar inanmamıştı. Ama tutkulu bir insandı. Kocaman tröstleri çılgınca bir aceleyle kurup
yıkar, borsada fırtınalar yaratır, eldiven değiştirir gibi bakanları değiştirirdi. Olanca enerjisini bu
donmuş toplumu, bütün konforu, kapalılığı ve küçücük sevinçleriyle, olduğu gibi muhafaza edebilmek
için harcıyordu Dessère. Oysa şu son yılların olayları, grevler, faşist terör, İspanya dramı,
Avusturya’nın Hitler tarafından işgali ve ufukta çok daha büyük acıların boy göstermiş oluşu,
hayatının bütün anlamını sıfıra indirmekteydi. İklimi değişmişti dünyanın. Oltalı balık avcıları, köy
baloları ve sosyal-demokratlarıyla, modası geçmiş taşralı bir Fransa’yı kurtarmayı ummak, mucize
beklemekten farksızdı. Gene çalışmaya devam ediyordu ama, ataletten: İnatçı kumarbazlar gibiydi
Dessère. Hep aynı numaraya oynuyordu ama ruletin bilyesine söz geçirmek mümkün değildi.
Soyluluğun şanındandır: Sorular vardı yanıt verilmesi gereken, Dessère’in her yanıtı bir emir olarak
algılanıyordu.
Nitekim Tessat da bu akşam, beyaz şaraplı yengeçler için gelmemişti. Dessère ona gastronomik
sürprizler hazırlayadursun, Tessat gene de Paris’in nasıl yıkılacağını ve sağcıların oylarını
düşünmekten kendini alamıyordu. Bitkin bir tavırla soruyordu Dessère’e:
“Ne olacak dersin?”
“Boyun eğmek gerekiyor. Breuteuil’i gördün mü?”
“Gördüm. Ateş püskürüyorlar. Beneş onların gözünde bir ‘Bolşevikten başka bir şey değil!”
Gülmeye koyulmuştu Dessère:
“Kuşkusuz!” dedi. “İlk Bolşevik, Azana’ydı. Üçüncü kim olacak, merak ediyorum doğrusu.
Chamberlain mi, sen mi? Harika değil mi? Ama sonuç apaçık: Boyun eğmek gerekiyor. Her şey
değişti, anlıyor musun? Alıştığımız cinsinden namuslu bir savaş bugün artık olanaksız hale gelmiştir.
Her savaş, bir iç savaşa dönüşmeye mahkûmdur bugün. Eskiden yalnızca gizli örgütler, halkın
memnuniyetsizliği ve askerlerin başkaldırması vardı korkulacak. Mutlu günlermiş! Bugünse koca bir
devlet var. Diplomatları ve daha da kötüsü, uçakları olan devlet. Herkes gözlerini Doğu’ya dikmiş
bakıyor, dünyanın en doğal şeyi bu. Ruslar bizimle beraberse, Breuteuil ve adamları bozguncu
kesiliyor. Ruslar üstümüze yürürse, işçiler. Ruslar kıyıda kalıp beklemeyi tercih ederse, bu sefer
herkes bozguncu oluyor. Bizim burjuvalarımız, yenilgiden korktukları kadar da yenmekten
korkuyorlar. Ama her şeyden fazla ürktükleri bir şey var: Moskova’nın güçlenmesi. Sen şimdi gel de,
bu durumda savaş yapmaya kalk! İşçiler Marseillaise’i söylüyormuş, söylerler. Dinleme efendim.
Şarkı başka savaş başka. Boyun eğmek gerekiyor.”
Yengeç dolu tabağının önünde susmuş kalmıştı Tessat. Yüzü her zamankinden daha da soluktu.
Peçetesiyle alnında biriken terleri kurulayarak sıcaktan şikayet etti:
“Çok yorgunum! Ama gene de bir karara varmak gerekiyor. Daladier’yi bilmez değilsin, masayı
yumruklayarak başlıyor bağırmaya: ‘Ben, ben, ben.’ Napoléon sanki! Aslına bakarsan, tembelin biri.
Hiçbir işe yaramaz. Bir de kalkmış blöf yapacak Almanlara. Ya Almanlar, yanıt yerine bir tane
bombardıman uçağı gönderecek olursa? Hava kuvvetlerimizin beş para etmediğini söyledi Picard.
Korkunç bir sorumluluk var benim sırtımda. Prag yanıtımızı bekliyor. Onlara vaat etmemiş miydik
ki...”
“Son olarak Chamberlain’la yemek yedim. Alabildiğine kurnaz bir tüccar. Anasının gözü ama
ağzından da bal akıyor! Dedesinin saatini gösterdi bana, kapağının içine ‘Tutamayacaksan söz
verme,’ diye yazılı. Nefis değil im? Ama bir tüccar için geçerli bir söz. Senin işine yaramaz. Söz
vermiş olan sen değilsin ki, senden öncekiler. Sen olmuş olsaydın bile önemi yoktu. Ticarete
benzemez politika. Politikada namuslu davranmak elde değildir.”
“Ama gene de bir karara varmak gerekiyor.”
“Başkaları bizim yerimize karara varır. Bir saat önce Londra’dan telefon ettiler. Saygıdeğer
Chamberlain, Hitler’le pazarlık etmeye karar vermiş. Tekrar ediyorum: Son derece kurnaz bir ihtiyar.
Üzülmene değmez. Biz bugün bir de bakarsın, bir Alman eyaleti olmuşuz. Valimiz de Breuteuil tabii.
İğrenç, ama yapacak bir şey göremiyorum. Tekrar ediyorum: Boyun eğmek gerekiyor.”
Bunları söylerken kararıp gitmişti Dessère, Tessat ise gülümsemeye başlamıştı. Chamberlain’ın
davranışı müthiş bir rahatlık vermişti ona. Hükümet böylece bütün sorumluluğu üzerinden atmış
oluyordu. İngilizler boyun eğdikleri takdirde Fouger de yelkenleri suya indirecekti. Bu durumda,
sağcılar da solcular da kabineye güvenoyu vermekten başka çıkar yol bulamayacaklardı. Güzel de bir
nutuk atardı Tessat bunun üzerine: “Tarihin bu dramatik anında, milli birlik ihtiyacı...”
Tessat, yengeçler üzerinde susmuş olmasını, dil balığı ile danayı alabildiğine değerlendirerek
ödedi. İştahı açılmıştı birdenbire, ağzını şaplatarak ve zaman zaman da geğirerek yemeye başlamıştı.
Sonunda, karnı iyice doyunca çöktü ve soluk bir gülümseyişle, şaşkın, konuştu:
“Ama sen hiçbir şey yemedin!”
“İştahım yok ki.”
Dessère’in suratının asık olduğunu ancak o zaman fark etti Tessat. Ve güçlü sermayedarın omzunu
sıvazladı babacan bir tavırla:
“İki-üç yıl sonra öcümüzü alırız, merak etme. Şimdi zaman kazanmak gerekiyor. Yemeklere iltifat
etmemekte haksızsın. Kutsal ateşi söndürmemek gerekir. Ben örneğin, çok iyi yedim bu akşam. Bu
kadar iştahım olduğunu bilmezdim. Bir parça da peynir yiyeceğim şimdi.”
Ve durmadan yiyor, yiyordu. Gülümsedi Dessère:
“Halam öldüğü gün, ancak iki ördek yuvarlamıştı bir solukta, sonra da: ‘Ben kederimden ne
yaptığımı biliyor muyum ki!’ demişti.”
Tessat, son derece keyifli olarak döndü evine.
“İçtin mi?” diye sordu Amélie.
“Hayır. Ama iyi bir yemek yedim, çok iyi bir yemek. Sonra da çok iyi haberler aldım. Siyasi
haberler. Anlatamam şimdi, çok karışık, anlamazsın. Ama bir nokta alabildiğine açık: Boyun eğmek
gerekiyor.”
Ve pantolonunu çıkarırken, büyük bir keyifle:
“Boyun eğmek gerekiyor. Boyun eğmek, boyun eğmek,” diye mırıldanıyordu kendi kendine.
10
Sızlanıp duruyordu Joliot: “Ne yapsam boşuna. Bir türlü zayıflayamamıştım ılıcalarda, şimdi ise
en azından beş kilo kaybettim.” Bir askeri karargâh havası hüküm sürmekteydi yazı işlerinde, Joliot
bir başkumandan gibi davranıyordu. Esrarengiz paketler teslim alıyor, daha esrarengiz emirler
veriyordu. Kocaman bir Çekoslovakya haritası asılıydı bürosunda. Gerçekte ise, hiçbir şey anladığı
yoktu olup bitenlerden ve tasalandığı için hayıflanıyordu. La voie Nouvelle’i beslemeye devam eden
Dessère’i gaf yapıp kızdırmaktan korkuyordu. Oysa Dessère’in ağzından doğru dürüst bir bilgi de
alamıyordu. “Hükümeti destekleyin,” diyordu Dessère, o kadar. Desteklemek ama kimi? Bakanlar
arasında anlaşmazlık hüküm sürüyordu. Daladier, Mandel’i sıkıştırmaktaydı. Tessat da Reynaud’nun
kuyusunu kazmakla uğraşıyordu. Ve hepsi de Joliot’nun ötekilere karşı kendilerini tutmasını
istiyorlardı.
Dessère sayesinde La voie Nouvelle en nüfuzlu gazetelerden biri olmuştu. Joliot, hamisine karşı
küçük ihanetlerde bulunmamış değildi: Dışişleri Bakanlığı’nın örtülü ödeneğinden pay aldığı gibi
çeşitli partilerin cömertliğine karşı da duyarsız kalmıyordu. Bazen bu hafifliğine canı sıkılıyordu: Ya
Dessère öğreniverse? Ama bir alay masraf kapısı olduğunu, karısının yeni bir kürk istediğini,
çalıştırdığı adamları doyurmanın mümkün olmadığını ve sonuçta para alıyorsa bile bu parayı
yabancılardan değil de Dessère’in dostlarından, namuslu Fransız yurttaşlarından aldığını, yani hiç
kimseyi aldatmadığını düşünerek yatıştırıyordu kendi kendini. Ama son zamanlarda ipin ucunu iyice
kaçırmıştı elinden. Gelen haberler, hani o insanı kaynar suyun altından çıkarıp buzlu suyun altına
attıkları İskoçya duşlarına benziyordu. Hükümetin niyetini sezmek mümkün değildi. Savaşa mı, yoksa
taviz vermeye mi hazırlanıyor, anlaşılmıyordu bir türlü. “Bunun adına politika değil, kerhane derler,”
diyordu karısına Joliot, sonra ekliyordu: “Tanrı yardım etse de saçmalamasak bari!” Ama
adamlarının yanında hiç renk vermiyor, hükümetin bütün sırlarına vakıfmış gibi bilgiç bir tavır
takınıyordu. Kendisine bir şey sorulduğu zaman da, son derece ciddi bir tonla: “Karmaşık ve çok
yanlı bir politika güdüyoruz,” diyordu.
Ülke şaşkına dönmüştü. Birtakım gazeteler Hitler’in yarından tezi yok Strasbourg’a saldıracağını
yazıyorlardı. Bir başka takım da, Çeklerin Südetlere eziyet ettiğini ve bu durumda Fransa’nın
müdahalede bulunmaya hakkı olmadığını belirtiyordu. On makale okumayagörün, dehşete kapılıp
soruyordunuz kendi kendinize: “Ne anlam çıkıyor bütün bunlardan? Nereye varacak bu işin sonu?”
diye. Ve hayat geçiyordu her zamanki gibi. Bağcılar bağbozumuna, tiyatrolar prömiyerlere, çocuklar
okula hazırlanıyordu. Kilerlerine şeker ve pirinç yığan ev kadınları: “Yeter ki savaş olmasın!” diye
haykırıyorlardı birbirlerine. Ve her zaman da: “Hayır, savaş olmayacak. Çeklerden bize ne!
Marksistlerle Yahudilerden başka hiç kimse savaş istemiyor! Yakında onların da hesabını
göreceğiz,” şeklinde konuşan biri çıkıyordu. Burjuvalar Chamberlain’e aşık olmuşlardı sanki. ‘Barış
meleği’ adını takmışlardı İngiliz Başbakanına. Şairler onun şerefine şiirler döktürüyor, gazeteler ona
armağan gönderme kampanyaları açıyor, Fransız sokaklarına onun ismi veriliyordu. Modern
plajlardan, gazinolardan köşklerden, yaz uykusu kısa kesilmiş zengin mahallelerden Çeklerin üzerine
lanet yağıyordu. Lanetin kaynağı Çeklerdi, Bulgarlardan da beterdi bunlar, Bolşeviktiler canım, ya
vahşi ya Bolşevik. Buna karşılık işçi mahallelerinde Daladier’ye lanet okunuyor, İspanya dramı
anımsanıyor ve: “Yeter verilen tavizler!” deniyordu.
Akşama doğru çok kötü bir haber geldi: Chamberlain’ın ikinci yolculuğu tam başarısızlıkla
sonuçlanmıştı. Kollarını havaya kaldırmaktan başka çare bulamadı Joliot: Yaşlılığına karşın bir
ikinci uçak yolculuğunu göze alan ‘barış meleği’nin kan dökmeden kazandığı büyük zafere tam iki
koca sayfa ayırmıştı. Ve şimdi işler yeniden karışıyordu! Ne yapacağını kestiremeden bürosunda dört
dönüyordu Joliot. Tam o sırada Dessère telefon etti: “Gelin.”
Invalides Mahallesi karanlığa gömülmüştü. Kör inançlarından asla sıyrılamayan Joliot titredi:
Mavi ampuller, ölü lambası gibi geliyordu ona. Ve Dessère’in halini görünce büsbütün artacaktı
tedirginliği. Kurşun rengine bürünmüştü Dessère. Yüzü şişmiş, bakışları sönmüştü. Gözlerinin altında
mor cepçikler belirmişti. Genellikle kâğıttan geçilmeyen çalışma odası bile hüzün içinde yüzüyordu:
Oda çıplaktı, bir bardak suyla baş ağrısına karşı komprimelerden başka bir şey görünmüyordu
ortalıkta. Dessère hemen sadede geldi:
“Durum ciddi. Hiç kimsenin savaş istemediği besbelli ama hepsi blöf yapıyor. Böyle bir durumda
silahlar kendiliğinden patlayabilir! Ben her şeye karşın iyimser olmaya devam ediyorum. Şimdi
dinleyin, dostum! Sizin gazetenizi daha çok aklı başında adamlar okur. Bunlar da Marcel Déat’ya
güvenmiyorlar. Şöhretine biraz halel gelmiş bir adam ne de olsa. Maurice Rostand’ın hicivleri de pek
bir şey söylemiyor bu okurlara. Sözün kısası, bu iş böyle devam edemez. Bir de öteki gazetelerin
kadrosuna bir göz atın. Kerillis, Ducamp, Boussotrot, Fouger, Cachin. Ve siz bunların karşısına,
çıkara çıkara, birtakım sulugöz kadınlarla ahmakları çıkarıyorsunuz.”
Heyecandan soluğu kesilen Joliot, mektuplarla, senetlerle, nazarlıklarla dolu ceplerini sarsılarak
karıştırmaya koyulmuştu: Bir yazı arıyordu. Aldığı parayı nasıl sonuna kadar hak ettiğini gösterecekti
Dessère’e! Sonunda bulduğu ince bir kâğıt parçasını gururla uzattı:
“Buyurun!”
Ünlü bir yazarındı makale. Dessère okudu: “Uşaklık, ölümden hayırlıdır.” Masanın üzerine bıraktı
kâğıdı. Niçin öyle tiksinti dolu bir gülümseyişle buruşuyordu yüzü? Kendisi değil miydi bu fikri
defalarca dile getiren, taviz vermek zorunluğunu savunan, ikinci bir devlet olmaya boyun eğmek
gereğini öneren, uzlaşmaya yanaşmayanlarla alay eden! Ölümden korkan, cenaze törenlerinden kaçan,
şeytandan kaçar gibi, durup durup: “Ölüm olmasın da ne olursa olsun!” diyen? İşte bütün bunlar, şu
ince kâğıdın üzerinde var şimdi. ‘Uşaklık, ölümden hayırlıdır.’ İşitmesi acı veren, tatsız bir sözdü bu.
Uygun düşmüyordu çocukluk anılarına Dessère’in, gururlu ve kararlı gençlerle homurdanıp duran
ihtiyarlara uygun düşmüyordu. Sevdiği türkülere, denizden esen rüzgâra, beğendiği yazarlara da
uygun değildi bu söz. Sessizce geri verdi Dessère makaleyi ve yeniden konuşmaya girmeden önce bir
komprime daha yuttu.
“Viard’ın bir makalesi iyi giderdi. Ya da bir konuşma onunla. İktidardayken yıldızı biraz söndü
gerçi ama, çoğu işçilerin gözünde hâlâ temiz bir adamdır. Taviz politikası öğütleyecek olursa, hiç
kimse çıkıp da onun bunu çıkar kaygısıyla yaptığını iddia edemez. ‘Enternasyonalci pasifistin biri,’
derler olsa olsa. Bu yazıya gelince, fikirler doğru ama ben olsam ‘uşaklık’ kelimesini kullanmazdım.”
Dessère birbenbire Jeannette’i anımsadı, ormandaki küçük patika geldi gözlerinin önüne,
“Yapmayın, ne olur,” diye sızlanan sesini işitir gibi oldu.
“Başka bir kelime seçerdim ben olsam: ‘Alçakgönüllülük,’ derdim ‘uşaklık’ yerine ya da ‘felaket’
derdim.”
Joliot ertesi gün Viard’ın karşısındaydı. Ona zaman geçirmeden ziyaretinin nedenini açıkladı.
Bıkkınlık dolu boğuk bir sesle:
“Biliyorum,” dedi Viard. “Dessère haber vermişti. Bu meseleyi birazdan konuşuruz. Hitler’in
radyoda konuşacağını bilmiyordum, özür dilerim, şimdi onu dinleyeceğiz. Birçok şeyin çözümü bu
konuşmaya bağlı.”
“Almanca anlar mısınız?”
“Tabii. Enternasyonal kongrelerde bütün eski sosyal demokratları dinlemişimdir. Bebel’i,
Liebknecht’i, Kautsky’yi. Bebel’i savaştan hemen önce Basel kentinde konuşurken görür gibi
oluyorum şimdi. O zamanlar başka zamanlardı, bugün gibi değildi. Durum çok ciddi dostum, çok
ciddi! Sosyalistler öteden beri, Weimar Cumhuriyeti’ni idare etmek gerektiğine dikkati çekmişlerdir.
Stresemann’la anlaşmak Hitler’le anlaşmaktan çok daha kolaydı. Ama dinlemediler bizi ve işte sonuç
meydanda! Savaşacak durumda değiliz işte, savaşmamamız gerekiyor. Demokrasiler savaşa gelmez,
savaş öldürür demokrasiyi ya da dejenere eder. Clémenceau neredeyse parlamentoyu kapatıyordu bir
zamanlar. Ya İtalya’da olup bitenler? Ya Kerenski? Savaşa girdiğimiz takdirde devrim önüne
geçilmez hale girecektir. Hayalini kurduğumuz devrim değil ama. Dikta rejimi. Bugün herkes biliyor
artık bunu. Zaferi kazanan biz olsak da aynı şey. Bir general çıkıp iktidarı ele alacak. Fransa’da
namuslu askerler bulunduğunu bilmiyor değilim, şu ihtiyar Pétain örneğin. Ama maceracı subaylar da
yok değil. Son olarak, komisyonun bir toplantısında hazır bulunmuştum. Albay de Gaulle konuştu ve
sözünü de geçirdi. Müthiş kibirli ve kendi değerinden başka hiçbir şeye inanmayan bir adam. Zaman
kaybettiğimizi, bütçeyi yeniden gözden geçirmek ve orduyu motorize etmek gerektiğini ileri
sürüyordu. Daha bir alay şey söyledi. Böyle bir adam, göz açıp kapayıncaya kadar diktatörlüğünü
ilan edebilir yani. Askerleri daima uzakta tutmak düşüncesindeyim ben. Onlara akıl danışmak
saçmadır. Daladier ise....”
Cümlesini bitirmeden radyoya doğru seğirtmişti. Bir uğultu geliyordu radyodan.
“Konuşacak. Ve şimdi bütün dünya, yüreği çarparak, onu bekliyor.”
Joliot’ya hangi dilleri bildiği sorulduğunda, “Fransızca ve Marsilyaca,” yanıtını verirdi
böbürlenerek. Tek kelime Almanca bilmiyordu. Ama gene de, bu kesik ve gümbürtülü söylevi gittikçe
gerilerek dinlemeye koyuldu. Hitler, başlangıçta sakin konuşuyordu. Ama çok geçmeden sesi
boğuklaşarak tehditkar bir tona büründü. Ardından da bir kurt gibi haykırmaya başladı. Söylenenleri
anlamadığı için bir kat daha ürktü Joliot. Kendini fena hissediyordu. Hemen iskemlesinin kolunu
avuçlayıp sıktı: Tahta tutmanın uğursuzluğu defettiğine inancı vardı.
Viard, radyodan dökülen sese asılmış, kimi zaman tasdik makamında başını sallıyor, kimi zaman
da sancısı tutmuş gibi büzülüyordu. Ve işte o zaman da çenesi, burnu, kelebek gözlüğü titremeye
başlıyordu. Viard’ın yüzüne dikmişti Joliot gözlerini, tek kelimesini kavrayamadığı bu konuşmanın
anlamını onun yüz ifadesinden çıkarmak istiyordu. Bazen, kendinden geçmiş bir insan yığınının
haykırışıyla doluveriyordu oda: “Seig heil!” Hemen iskemlesinin koluna yapışıyordu Joliot. Bu, aşağı
yukarı bir saat böyle sürdü. Gök gürültüsü gibi bir şey koptu sonunda. Viard mendilini çıkarıp
alnında biriken terleri kuruladı ve Joliot ürkek bir sesle sordu:
“Ne diyor?”
“Olağanüstü bir söylediği yok. Bütün dediklerini bekliyordum zaten. İşin ucunda ben gene de
iyimserim. Alsace üzerinde hak iddia etmeyeceğini bildirdi bir kez daha. Bizim için önemli olan da
bu.”
“Peki ama Çekler?”
“O meselede Hitler’e laf anlatmak mümkün değil. Ama Batı üzerinde hiçbir talepte bulunmadıkça,
pekala bir anlaşmaya varılabilir fikrindeyim. Sonuç olarak, Prag’ın durumu bizimkine bağlı kalıyor.
Bir anlaşma ışığı belirdi, evet. Şimdi bunu iyice anlatmak gerekli. Makaleyi hemen yazdıracağım.”
Zili çaldı. Saçları bukleli, yüzü bol pudralı bir daktilo kız girdi içeriye. Ve Viard başladı. Odada,
zaman zaman durarak dolaşıyor ve dikte etmekten çok söylev veriyordu. Kendini Meclis kürsüsünde
sanıyor olmalıydı. Sesi heyecandan titriyordu:
“Analar bugün, Gorgon’un donuk bakışlarını titreyerek anımsamaktadır. Seni unutmuş değiliz,
Verdun toprağı! Ve dünya savaşının eski savaşçılarından biri olan Hitler’in de, o insafsız boğuşmanın
kötülüklerini ve zulmünü unutmamış olduğunu belirtmekten sevinç duyuyoruz. Onun tarafından bize
uzatılan eli, biz Fransız demokrasisinin temsilcileri...”
Parmağı havada, susmuş ve düşünmeye başlamıştı.
“Temsilcilerinden sonra nokta mı?” diye sordu daktilo kız. “Hayır, virgül. Hürriyete candan bağlı
bir halkın çocukları, Jaurès’in öğrencileri olarak...”
Bitirdiği zaman, metni yeniden okuduktan sonra imzaladı. Joliot ayrılmak için izin istediği zaman
da:
“Makalenin sonuna ‘copyright by the Agence Atlantic’i eklemeyi unutmayın,” dedi. “Amerikalılar
için bu. Ekmek parasını düşünmek gerekiyor, ne yaparsınız. Ben de eski mesleğime, gazeteciliğe
dönüyorum artık. Meslektaşız sizinle.”
Yalnız kaldığında, söylevi anımsayarak göğüs geçirdi Viard. Bebel ne kadar uzaklarda kalmıştı!
Allahtan ki kabine bunalımı ilkbaharda patlak vermişti. Şu durumun pisliğine bakın! İspanya’dan bin
beter. Başkasının malını fidye diye vermek zorunda kalacaklar. Ayrıca bu Çekler de boyun eğseler
akıllıca davranmış olurlardı: Hemen ezilecekler çünkü. Böyle zamanlarda gazetecilik yapmak kat kat
iyidir. Sorumluluğun olmaz. Sosyalistleri her ne pahasına olursa olsun kabineden atmak istemişti
değil mi radikaller? Çıksınlar bakalım şimdi işin içinden!
Koltuğunda uyukluyordu. Bir kadın sesiyle uyandı: Büyük kızı Louise’di bu. Périgueux’den
alelacele geliyordu. Hıçkırarak sarıldı babasına:
“Dün akşam Gaston’u silah altına aldılar. Uçaksavar topçusuymuş. Halimiz ne olacak şimdi
babacığım?”
Bir zamanlar kızlarına armağan getirince yaptığı gibi, telaşsız ve resmi bir sesle yanıt verdi Viard:
“Söyleyim sana ne olacak. Ama şu ağlamayı bırak lütfen! Her şey yoluna girecek, üzülme. Savaşa
izin vermeyeceğiz, anlıyor musun, izin vermeyeceğiz!
Joliot da evine pek neşeli döndü sayılamazdı: Hiç kuşku yok ki ne yaptığını bilerek bir işe girişir
Dessère. Evet ama mavi ampuller, sonra Hitler’in nutku. Bırrr! Sinirliydi Joliot. Ve bir telaştır
başladı karısında. Hemen pantuflalarını koşturdu, bir bardak mine çiçeği suyu kaynattı.
“Viard bugün bir makale yumurtladı,” dedi Joliot. “Tam üç yüz satır. Portresiyle birlikte birinci
sayfada yayımlanacak. Dessère’in dediği olmuş oluyor işte. Ama ikisinin de halini görseydin! İyimser
olduklarını söylüyorlar hep, ama yüzleri de mezardan taze çıkarılmış ölü yüzünden farksız. Dessère
mutlaka hasta: Bir keyifsizdi ki sorma gitsin! Suratı da allak bullak, belki de kanserdir ha? Ne komedi
olur ama! Gazetenin cenaze namazına buyrun artık.”
İlacını verdikten sonra alçak sesle sordu karısı:
“Savaş olacak mıymış?”
Joliot kahkahayı basmıştı:
“Savaş mı dedin? Delisin sen! Prag’ı hemen verecekler Hitler’e. Bir bağırıyordu ki sorma gitsin.
Bütün nutku dinledim. Azgın bir deli herif! Sapsarı kesilmişti Viard dinlerken. Neden korkarım bilir
misin? Marsilya’yı da vermelerinden Almanlara. İşte o zaman iyice hapı yuttuk demektir!”
11
Bütün gün boyunca Paris’te dolaşıp durmuştu André. Kent heyecan içindeydi. Kulak kabarttığı
bütün konuşmalarda hep aynı gerginlik gizliydi: “Savaş olacak mı, olmayacak mı?” Cherche-Midi
Sokağı’na akşama doğru yorgun argın döndü. Orada da huzur kalmamıştı. “İzin verirsek buraya kadar
gelecekler. Aç kurtlardan farkı yok bunların!” diye haykırıyordu ayakkabı tamircisi. Antikacı
Bolot’nun gri saçlı ve iri göğüslü karısı ise: “Ama söyleyin, bütün bu işle Fransa’nın ne gibi bir
ilişiği olabilir ki! Sonra siz hayatınızda bir tek Çekoslovakyalı gördünüz mü kuzum Allah aşkına!”
diye sızlanmaktaydı. ‘Sigara içen köpek’teki müşterilerden biri: “Ne yapsınlar istiyorsunuz yani?”
diye atıldı. “Sıkışıp kalmış Almanlar. Pazar günleri kahvelerin halini getirin gözlerinizin önüne,
iskemlelerle masalar caddeye nasıl taşar, düşünün: Almanlar da aynı durumda işte. Eşyanın
doğasında olan bir şey bu.” Kahvenin sahibi suratını asmıştı birdenbire: “İskemleler kaldırıma taşar
ama, adama cezayı da yapıştırıverirler,” diye söylendi. Kurşuncu haykırmaya koyulmuştu: “Sıkışıp
kalmış mı dediniz o reziller? Bir de utanmadan Fransızım diye dolaşıyorsunuz değil mi ortada!
Aşağılık faşistin birisiniz siz!” Ve yumruklar konuşmaya başladı.
Çevresine, kendisini çeviren eşyaya bakmak dinlendirmeye yetiyordu André’yi. İhtiyar Bolot’nun
vitrininde neler yoktu ki? İşte Afrika’dan gelme bir put, kutsal organını hiç çekinmeden ve gösterişle
ortaya dökmüştü. Mat bir parıltıyla ışıldıyordu tabaklar: Buz tutmuş kanalları andıran beyaz mavi
karışımıyla Delft çinileri, sıcak ve pembe Rouenlar, horozları ve Bretagnelılarıyla Quimperlé
çinileri, Çin’den getirilmiş fildişi düğmeler... Üzerine “Ya eşitlik ya ölüm!” yazılı ve Frigya
külahıyla süslü enfiye kutuları. Büyük amber kolyeler, Süleyman taşından bilezikler, İran firuzeleri,
Bruges ya da Venedik dantelleri. Mavi incik boncuklar. Pastel kazaklı binicileri, soğuk ve neredeyse
utangaç atlarıyla İngiliz gravürleri... Bir simyacının imbiği gibi esrarengiz, üzeri süslerle dolu bir
nargile. Melekler, akçalar, saç bukleleri, mumdan yapılmış güller. Ne korkunç bir emek yığını yatıyor
bütün bu eşyada!
Bolot’nun yanında sütçü dükkânı var. Büyük ustaların tuvalleri önünde durur gibi hayranlıkla
duruyor peynirlerin önünde André ve kırmızı yuvarlak Hollanda peynirlerine, yapraktan bezeklerle
süslü kaşkavallara, mavi damarlı bir mermere benzeyen rokforlara, altın sarısı ekmeklere, kızıl
kabuğuna kuru üzümler kakılı tomlara, ölümlü bir siyahlığa bürünmüş nölönlere, yeşil yapraklar
üzerine konmuş kuru ve yassı ya da piramit şeklinde ya da ibik yerine bir ardıç dalıyla uzatılmış keçi
peynirlerine bakıyor. Küçük çocukların etleri gibi taze ve beyaz hepsi. Ya da, kiremit kırmızısından
koyu maviye kadar rengarenk.
Sonra likörcü dükkânı geliyor. Dar boğazlı şişeleriyle Bordeaux şarapları: Dinlenerek içilen bir
şaraptır bu, bir iyi aile yaşgünü şarabı ki senatörler değerlendirir ancak, bir de bilgeler. Eski
hanımefendiler gibi gösterişli ve ev havasıyla dolu, göbekli şişeleri var Bourgogne şaraplarının:
Olgunluk çağının şarabı belli. Alsace şaraplarınınsa yeşil ve ince uzun şişeleri de romantik kendileri
gibi: Aşıkların şarabı değil mi! Ve etiketlerin üzerinde, ünü bütün dünyayı tutmuş küçücük ilçelerin
ismi boy gösteriyor: Chambertin, Chablis, Barsac, Beaune, Vouvray, Nuits, Chateauneuf-du-Pape.
Üzeri zamanla toz tutmuş bir konyak şişesi duruyor ortada ki Bolot’nun antikacı vitrininde yer
alabilirdi. Ve André, o şişeye dikerek gözlerini, “Benden daha yaşlı,” diyor kendi kendine.
Ve işte en sevdiği vitrin geliyor. Her geçişinde bir an durup bakmadan edemez André bu pipolara.
Uzunu, kısası, düzü ve Alp dağlarından getirilmiş bir geyik boynuzu gibi eğrisi ve minicikleri ki
züppeler bayılır ve denizcilerin sevdiği cinsten ipirisi, siyahı, kızılı, kahverengisi. Bir gün dükkânın
patronu anlatmıştı: “Ölü funda köklerinden yapılırmış bu pipolar ve köklerin en azından bir elli yıl
toprak altında kalmış olması gerekirmiş, yoksa tütün tadı arama pipoda,” Şu an, ölü köklerden
konuşmak isterdi gene André. Ama patron, heyecandan kekeleyerek soruyor: “Savaş olacak mı
dersiniz?” Ve yavaş yavaş atölyesine döndü André.
Hızla içeri daldı Pierre. Bütün olup biteni anlatmak için yanıp tutuşuyordu. O akşam fabrikada
toplantı olmuştu ve işçiler tetikteydiler. Pierre ne denli yaşlanırsa yaşlansın, o Güneylilere özgü
taşkınlığını yitirmiyordu! Olaylar karşısında her zaman altüst oluyordu, cümlelerini tamamlayamaz
hale giriyor, durmaksızın radyoyu açıp kapıyor ve haykırıyordu:
“Her şeyin bir sınırı vardır! Şimdi gerileyemezler artık: Yer kalmadı çünkü, uçuruma
yuvarlanıyorlar. Bunu bile bile direnmeye yanaşmıyorlar, okudun mu Viard’ın makalesini?
Utanmıyor! Ama işçi sınıfı...”
André sözünü kesti onun:
“Ne kadar hayalperestsin yahu! Ben gene her zamanki gibi hiçbir şey anlamıyorum bütün bu işten.
Sen şimdi savaş olsun istiyorsun öyle mi! Rezil bir iş değil midir oysa savaş? Güzel, yakışıklı
subaylar, bayraklar, duman bulutları şeklinde boy gösterir, ama Versailles Müzesi’nde. Gerçekte
pislik, sefalet. Yaşamak olanağı kalmadı demek. Senin için bir mesele yok! Senin ilkin...”
İşaret parmağını kıvırdı:
“Agnès’in var. İkinci olarak, bir oğlun, üçüncü olarak da, bir idealin. Ama benim için her şey boş,
bomboş!”
“Sanat var ya.”
“Sanat mı? Boş bir kelime Pierre. İklim değişti. Bak, dün babamdan bir mektup aldım. Savaş olup
olmadığını soruyor bana. Elma ağaçları bilmek istiyor. Nitekim ben de bilmek istiyorum kendi
tuvallerim için. Ama kime başvuracağım ben? Sorun bugün halledilse bile, bir-iki yıl sonra yeniden
karşımıza çıkacak. Ve sen tutmuş, sanat var ya diyorsun! Her şeyin olduğu gibi kalması gerekiyor.
Zaman ister bu iş, çok zaman ister. Biraz önce bir pipo gördüm. Bir harika. Tüm damarları yukarı
kısmında. Neden yapılmış biliyor musun? Yüzyıl boyunca toprak altında kalmış bir ölü funda
kökünden. Düşünebiliyor musun, ne demektir bu? Ama bugünkü dönem, grevler ve gösteriler devri.
Kudurmuş gibi haykıran bir Hitler var bugün, Südetler var. Gel de bu şartlar altında klasik resimler
yap bakalım! Rezalet diyorum ya sana, rezalet!”
Bu sefer Pierre değil, André atıldı radyoya doğru ama Pierre durdurdu onu:
“Daha erken. Haberlere yirmi dakika var daha.”
Chamberlain’ın yolculuğu hakkında Roma ya da Washington’da yapılan yorumların onu tamamıyla
ilgisiz bıraktığını, radyodan başka bir şey beklediğini itiraf edemezdi André! Acı ve kararsızlıkla
dolu iki yıldan beri bu tutkuyu içinde taşımaktaydı. Jeannette’i dinliyordu her akşam. Ve hiç
görmemişti onu, ne halde olduğunu bile bilmiyordu. Hep aynı Jeannette vardı hayalinde,
değişmemişti. Ve bu gittikçe biraz daha çıldıran dünyada, değişmemiş olarak kalan tek şeydi
Jeannette.
“Kaçırırız diye korkuyorum. Haberden önce reklamlar var ama uzun sürmüyor.”
Ama radyo sustu, durdu o akşam: Jeannette yoktu. Ve André kötüye yordu bunu.
“Anlaşamadılar!” dedi Pierre’e.
“Bense Daladier’in geriye çark etmesinden korkuyorum.”
Kaygıları farklıydı, korkuları da öyle. Her zamanki program yerine, Jeannette’in sesi yerine,
metronomun kuru ve insafsız vuruşları geliyordu radyodan. Baş ağrısı için birebir. Sonra birden,
ilgisiz bir ses yükseldi:
“A ve B yedek birlikleri.”
İçi rahatlayıvermişti André’nin: Büyük bir yük kalkmıştı sanki üzerinden. Şimdi başkaları
düşüneceklerdi onun yerine.
“Oldu işte! Savaş başlıyor!”
Pierre’in değerlendirmelerini, kanıtlarını kendi kendisiyle çekişmelerini ve itiraflarını
dinlemiyordu bile. Ve hiçbir şey değişmemişti şu çok iyi tanıdığı sokakta: Karşıki küçük balkonda
gene o çiçek saksısı vardı. Işıklı gökyüzünde gene o soluk ve bitkin ay. Bütün şu son devrenin kendisi
için acılı bir moladan başka bir şey olmadığını anlıyordu André. Kırmızı bayrakların sallandığı
haziran günlerinden, atlıkarıncanın dönüp o geceden tut da, metronomun vuruşlarına, pencereden
işitilen tepinmelere, seferberliğe kadar her şey. Hiçbir şey bilmemek artık, hiçbir şey anmamak,
hiçbir şey düşünmemek! Yüreği burkulur gibi oldu bir an: Ya Jeannette? Ama bu hüzün bile gücü
kalmamış bir hüzündü: Devriliyor, dönüyor, kayboluyordu her şey. Pierre’le o da çıktı. Bir kadın
ağlıyordu bir araba kapısının yanında. Ellerinde küçük valizleri, yedekler geçiyordu. Marseillaise’i
söylüyorlardı hep bir ağızdan, sonra da Enternasyonal’i. Ve değerlendirme yapmaya devam ediyordu
Pierre. Mavi ışıklar. Ilık yaz gecesi. “Tam bir aşıklar cenneti,” diye düşündü André ansızın ve o
bayram gecesi Cantrescarpe Meydanı’nı görür gibi oldu yeniden. Işıklar, hep ışıklar.
“Korkarım geç kaldım, metroya bineceğim. Hoşça kal, André!”
Ama gitmiyordu Pierre. ‘Hoşça kal’ sözü her ikisini de şaşırtmıştı. Pierre’e baktı André:
Doudou’nun babası olan mühendis, Dessère’den, sosyalistlerden, savaştan konuşan militan yoktu artık
önünde. O dalgın ve haşarı okul arkadaşı vardı. On iki yaşındayken, kendisine birlikte Grönland’a
gitmeyi teklif etmiş olan arkadaşı.
“Grönland’a gitmek isterdin hep, anımsar mısın?” dedi ona. “Balina avlamak için. Ne matrak değil
mi? Seni de alacaklar şimdi askere. Ve sinekler gibi öldürüleceğiz, izimiz bile kalmayacak.
Verdun’de olduğu gibi. Ama bu kez üstelik, ölüm gökten gelecek. Boş ver gitsin. Bekleyiş bitti ya,
ona bakalım: Yaşanır halden çıkmıştı zaten hayat. Şimdi hiç olmazsa düğüm çözülüyor. Bir mısra
anımsıyorum: ‘Aldatılmış olarak öleceğim üstelik.’ Ama en gülüncü ne biliyor musun? Bundan
epeyce önce bizim kahvede, bir Alman gelip oturmuştu masama. Klasik Alman tipi: Tıraşlı ense,
mavi gözler. Bir göçmen olduğunu sanmıştım ama değilmiş, tam bir Alman sözün kısası. Balıklarla
uğraşıyordu. Benim peyzajlarımı sevdiğini söyledi. Biraz fazla içmişti. Savaşın bir gün gelip
kaçınılmaz biçimde patlayacağını ve Almanların Paris’i yeryüzünden sileceğini iddia ediyordu.
Zavallı adam! Herhalde onu da askere almışlardır şimdi, ona gülüyorum. Ve bir gün belki karşılaşırız
da, rezalete bak! Ama her şeye rağmen mutluyum Pierre. Bir sayfa çevrildi işte. Savaşmış, canı sağ
olsun savaşın!”
Vedalaştılar.
12
Breuteuil güçlükle ayakta durabiliyordu. Günlerce uyumamaktan gözleri kızarmıştı. Ama çelikten
bir yapısı vardı, bir de her ne pahasına olursa olsun bir uzlaşmaya varma iradesi. Almanya ile
anlaşılabilirdi. Moskova Paktı’nı bozmaktı önemli olan. Oysa zaman hızlanmıştı birdenbire. Hitler
daha fazla beklemek istemiyordu. Çaresiz kalmıştı Avrupa, ‘barış meleği’nin uçak yolculukları da
yararsızdı artık. Fransa’da Halk Cephesi’nin son Mohikanları, Almanlara karşı hemen harekete
geçilmesini talep etmekteydiler. Breuteuil, durup dinlenmeksizin makaleler ve risaleler yazıyor,
diplomatlarla konuşuyor, ‘Haçlılar’a direktifler veriyor ve bir yandan da, General Picard vasıtasıyla
genelkurmayı idare ediyordu.
Geceleyin Paris karanlığa gömüldüğünde Breuteuil’in ajanları köşebaşlarını tutuyor ve bazen
imalı, bazen de kışkırtıcı bir tonla konuşmaya başlıyorlardı:
“Çekoslovaklar kendi başlarının çaresine baksın. Hem kimlerin savaş istediğini bilmiyor muyuz
sanki! Yahudi zenginleri istiyor savaşı!”
“Mandel istiyor savaşı. Mandel’in aslı ise, biliyorsunuz Rothschild’dir. Beneş’e satılmışlardan
biri. Yahudilerin servetini savunmak için mi ölecek yani bizim çocuklarımız?”
“Yüz bin uçağı var Almanların. İlk günü yerle bir ederler Paris’i.”
Doğu Garı’nda sürekli bir hareketlilik göze çarpıyordu. Yedeklerle dolu trenler kalkıyordu
durmadan. Gidenlerden bazıları yumruklarını havaya kaldırıp şarkılar söyler ve: “Hiçbirimizin
önlerinde diz çökmeyeceğimizi göstermek gerekir Almanlara!” derken, bazıları da asık suratla:
“Sırası mıydı şimdi! Sonra bizimle ne ilgisi var bütün bu işin!” diye mırıldanıyordu. Ağlayan
kadınlar vardı. Faşistlerin işi işti burada. “Seferberlik,” diyorlardı, “yasadışı bir şekilde ilan
edilmişti. Anlaşmayı ilk bozan Çeklerin kendisi olduğuna göre, bize de ‘ne haliniz varsa görün’
demek düşer.”
İspanya savaşının başlangıcında olduğu gibi, Paris gene iki düşman kampa bölünüvermişti.
Champs-Elysées’de ‘barışçılık’ modaydı. Savaşın korkunçluğu dillerde dolaşıyor, insanlıktan ve
hatta ‘kardeşlik’ten söz açılıyordu. İnsanlar, şaşkınlık verici bir kolaylıkla, yalnızca biraz önce
ağızlarından çıkan sözleri değil, ama tüm geçmişlerini de unutuyorlardı. ‘Yalancı kahramanlar’a karşı
beslenen kin (faşistler, işçilere bu adı takmışlardı) her şeye hakimdi. Bir insan hayatının, gözlerinde
bir sinek kadar bile önem taşımadığı sömürge subayları, şimdi böyle bir kan dökülmesini hiçbir şeyin
mazur gösteremeyeceğini haykırmaktaydılar yemin billah. Daha dün, Mareşal Foch’un adını ağzından
eksik etmeyen ve böbürlenerek ‘yenilmez Fransa’yı öven akademisyenler şimdi, aynı ciddiyetle,
savaşa girmenin olanaksızlığını ispatlamaktaydılar. Almanlar üflese yıkılacaktı, onlara göre Maginot
Hattı. Ve Breuteuil, ilk Fransız birliğinin Metz kentine girişini hayatının en güzel anı diye anlatan
Lorrainli Breuteuil şimdi: “Batı uygarlığımızı Bolşevikler karşısında savunmak söz konusu olduğu
zaman, sınır meseleleri ikinci planda kalır.” diyordu.
Zengin mahalleleri hızla boşalmaktaydı. Gazete haberleriyle telaşa kapılan yazlıkçılar, ılıca
kentlerini bırakarak hemen başkente dönmüşlerdi. Ama seferberlik ilan edilir edilmez, kent karanlığa
gömülünce, burjuvalar Paris’ten kaçmaya başlamışlardı. Ailelerini uzağa gönderiyorlardı. Plajlarda
dağ evleri, bu alışılmamış mevsimde yeniden canlanıyordu. Yapraklar dökülmeye ve Manş
Denizi’nde sonbahar fırtınaları patlamaya başlamıştı bile. Ve zoraki yazlıkçılar hırsla: “Artık bu pis
Çekleri yola getirmenin zamanı geldi canım!” diye söylenerek buz kesmekteydiler (Südetlerden söz
eden yoktu nedense).
Ama halk mahallelerinde başka bir ağız konuşuluyordu. Gerçi orada da savaş hiç kimsenin içini
açmıyordu ama insanlar sessizce yurtlarını savunmaya gidiyorlardı gene de. Herkes biliyordu ki, ülke
bir oldubitti karşısında bırakılmıştır. Ve hiç kimse de böyle yaşamaya devam etmek niyetinde değildi.
‘Saldırgan’ kelimesi, artık soyut anlamlı bir kelime olmaktan çıkmış ve elle dokunulur bir hale
gelmişti. Yedekler çoğu zaman Enternasyonal söylenerek uğurlanıyordu şimdi. Ve geleceğe umutla
bakıyordu insanlar. Faşist düşmanlarla ve onların Fransa’daki dostlarıyla, Breuteuil ve Doriot’nun
adamlarıyla savaşacaklardı. Bazen, 1936 Haziranının ruhu yeniden canlanır gibi oluyordu.
Billancourt’da Chamberlain’ı övmeye yeltenen Aubry bir güzel dayak yemişti. Ve polisler adamı alıp
götürürken küçük bir çocuk: “Savaş başladı!” diye haykırmıştı sevinçle.
“Savaş olmayacaktır,” diyordu Breuteuil. “Olmamalıdır. Çeklerin Moskova ile anlaşmaları var.
Bir başka deyişle, bugün bize teklif edilen şey, komünizm uğruna savaşmamızdır. Uzlaşmaya varmak
gerekiyor. İşlere gerçekçi bir gözle bakalım şimdi. Biz Bolşevizm tarafından kemirilmekteyiz.
İspanya’da milli savaş devam ediyor. İngiltere ise, adasında, yani salgının etkisi dışındadır. Bu
durumda rahatça blöf yapabilir ve liberal fikirlerle oynayabilir İngilizler. Söyleyin, kim savunabilir
Avrupa’yı bugün komünizme karşı etkili bir şekilde? Hitler, yalnız o! Görüyorsunuz ki bugün
müttefiklerimiz düşmanımız, düşmanlarımız da müttefikimiz haline gelmiş durumdadır.”
Fikirlerini, Ducamp’ın yanında ilk kez bütün açıklığıyla dile getirmeye cesaret ediyordu Breuteuil.
Bir polemikle ya da yurtseverlik üzerine uzun bir konuşmayla karşılaşacağını hesaplamıştı. Ama o
sırada Ducamp’ın nasıl bir ruh durumu içinde olduğunu bilmiyordu, karartmanın ilan edildiği günden
beri görmemişti çünkü onu, rastlaşmaktan sıkılmıştı. Oysa şimdi Ducamp, kendikendisini tanıyamaz
bir haldeydi. Hiç de aptal olmayan, yalnızca ağır ve inatçı bir kafaya sahip olan bu adam, bir düşten
uyanır gibiydi şimdi. Onları ‘Büyük Fransa’nın kurucuları olarak gömdüğü için gitmişti bugüne kadar
sağcıların peşinden. Ve gerçeğe dönüyordu: Daha düne kadar kendi dostları da olan Breuteuil’in
dostları bugün, seferberliği sabote ediyor ve kaçaklığı ve ihaneti gösteriyorlardı çıkış yolu olarak!
Peki ya kim Fransa’yı savunmaktaydı? İşçiler. Söylenmesi bile korkunç geliyordu insana ama, işçiler
savunuyordu bugün Fransa’yı! Ducamp için son derece ağır bir darbeydi bu. İşleri olanca açıklığıyla
görmekten kaçıp durmuştu hep. On binlerce insanı kör eden sınıf egoizminin Breuteuil’e yabancı bir
şey olduğunu düşünerek avutmuştu kendi kendini. Bütün şu son haftalar boyunca onu görmeye
uğraşmış ama başaramamıştı bir türlü. Ve kuşku kemiriyordu içini. Genç olsa, savaşa katılıp
rahatlayabilirdi, ama insan elli altısına basınca mümkün müdür bu? Elinden geldiği kadar mücadele
etmeye çalışıyordu, bozguncuların propagandasına karşı. Bundan ötürü bir kenara itilmişti. Bazen,
hoşgörür bir gülümsemeyle: “Sapığın biri,” diyordu onun için. Bazen de dayanamayıp öfkeyle sözünü
kesiyorlardı: “Moskova ağzı bunlar!” Oysa şimdi, kendisini bunca öfkelendiren bütün lafları
Breuteuil’in ağzından işitiyordu işte. Ustası diye kabul ettiği bu adamın ve onunla birlikte bütün
Fransa düşmanlarının maskesini yüzlerinden çekip almak istedi. Ama heyecandan soluğu tıkanıyor ve
telaffuz zorluğu bir çeşit dilsizliğe mahkûm ediyordu onu. Böğürtüyü andıran acılı bir çığlık çıktı
dudaklarından önce, sonunda insana korku verecek kadar yüksek sesle haykırdı:
“Busunuz işte siz! Hitler hayranısınız! Savaşta yaralandınız ve o yara, bir şeref nişanıdır. Ama siz
o şerefe layık değilsiniz!”
Ağlayacak gibi olmuştu. Masanın üzerinde yayılı kâğıtlarını toplayarak hızla terk etti odayı.
Milletvekilleri omuz silktiler. Çılgının biri işte! Bazıları da ona karşı sert davranmamak gerektiğini,
çünkü savaş sırasında kafasından ameliyat olduğunu ileri sürdüler. Bu, Ducamp’ın zihni hayatını
kuşkusuz etkilemiş olmalıydı. Grandel’se bıyık altından gülerek:
“Her ne kadar çılgınca bir iş gibi görünse de bu yaptığı,” dedi, “aslında son derece mantıklı. Dün
kendisini Fouger ile birlikte gördüm. Onu konuşturan yurtseverlikten çok Moskava’nın altınları.”
Breuteuil, zaman geçirmemeyi teklif etti. Ducamp meselesinin tartışmasını daha ileriki rahat
günlere bırakabilirlerdi, şu sırada uluslararası durumla uğraşmak gerekiyordu, çünkü önlerindeki
saatler bile sayılıydı.
“Mussolini’ye yaklaşmalıyız, çünkü bizi Hitler’e o götürecektir. Chamberlain’ın tasarladığı da,
başka bir şey değil. Radikaller, ister istemez, bizim eski programımızın temelini oluşturan dörtlü
paktı yapmak zorunda kalacaklardır.”
Bir bildiri yayımlanması kararlaştırıldı: “Milli Hareket Grubu milletvekilleri, hükümetin barışı
korumak yolunda hiçbir gayretten kaçınmayacağını ve sonuçları memlekete zarar getirecek
girişimlerden dikkatle sakınacağını ümit ederler.”
Toplantı bittiğinde Grandel dostça Breuteuil’e yaklaşarak:
“Doğrusu size hayran oldum!” dedi. “Sizin yerinizde olsam, asla zaptedemezdim kendimi. Savaşta
aldığınız yaradan bu kelimelerle söz etmek... İğrenç bir şey!”
Breuteuil çevresine hızla bir göz atıp salonda hiç kimsenin kalmadığını görünce alçak sesle:
“Aptal yerine konulmaktan hoşlanmam,” dedi. “Ducamp budala manyağın biridir. Size gelince...
Yurtseverliğinizin nereye dayandığı hakkında şimdi kesin bilgi sahibiyim. Ne demek istediğimi
anlıyorsunuz, umarım?”
Grandel, çaresiz bir bakışla gözlerini kırpıştırdı:
“Hayır.”
“Açıklayayım öyleyse. Kielmann isimli bir...”
“Gene mi o sahte belge kuzum!”
“Bir dakika. Kielmann’la temasta olduğunuzdan haberdarım ben.”
Sararmıştı Grandel. Breuteuil’i karşısına almak, onun için felaket demekti. Hiçbir şey yapamadan
susuyordu.
“İtiraz etmiyorsunuz. Bu iyi işte. Ben de kimseye söz etmedim zaten, söz etmeye de niyetim yok.
Ama beni bir budala yerine koymanızı istemem. Sizin Berlin’deki efendileriniz benden yararlanmak
isteyebilirler. Bu onların bileceği iş. Bense kendi payıma, asıl benim onlardan yararlanmakta
olduğum kanısındayım. Kısaca, şu noktayı iyi biliniz ki Bay Grandel, ben Kielmann’a değil, milli
Fransa’ya hizmet etmekteyim.”
Grandel rahatlamıştı. Hatta eski neşesini de bulmuştu yeniden. Yanıt verdi:
“Bütün bunlar, nüans meselesidir, aziz dostum. Bu kadarcık şey için birbirimize girmeye değer
mi?”
Hep aynı kuşkulu telaş hakimdi sokaklara. İnsanlar sürekli bir hareketlilik içinde gidip geliyor,
söylentileri yorumlamak üzere toplanıyor, gazetelerin son baskılarını kapışıyor, vedalaşıyor,
tartışıyor, şarkı söylüyorlardı. Breuteuil’in işi aceleydi. Bir Roma gazetesinin Paris muhabiriyle
randevusu vardı. Gene de yol üzerindeki Saint-German-des-Près Kilisesi’ne girmeden edemedi.
Okunmuş suyla alnını ıslattıktan sonra yandaki mihraba yöneldi. Bir alay mum yanıyordu taştan bir
Meryem Ana’nın çevresinde. Diz çökerek dua etmeye koyuldu. Kocaları ve çocukları için dua eden
kadınlar vardı çevrede.
Kilisenin yarı karanlığından sokağın aydınlığına çıktığı zaman, dayanılmaz gibi göründü güneş,
gözlerini kırpıştırdı ve bir an için kararır gibi oldu her şey. Uykusuz geçen gecelerin sonucu
olmalıydı bu. Gazete satıcılarının çığlıklarıyla doluydu sokak. Breuteuil’in yanı sıra bir de rahip
çıkmıştı kiliseden, üzerinde papaz elbisesiyle. Beyaz önlüğüyle bir korocu çocuk, elindeki küçük çanı
sallayarak onu izlemekteydi. Birisi ölmek üzereydi anlaşılan ve papaz, son dini hizmeti yerine
getirmek için seğirtiyordu. Kilisenin bahçesinde kuşlar çığrışıyordu. Karşıda, Deux Magot
kahvesinin taraçasındaysa Parisliler, yeryüzünde hiçbir şey değişmemişçesine, aperitiflerini
yudumlamaktaydılar.
13
Seine fabrikasındaki toplantı erkenden sona ermişti. Kelimeler hiç kimseye güven vermiyordu
artık. Ülkenin acizler ve hiçbir ihanetten kaçınmayan korkaklar tarafından yönetildiğini herkes
bilmekteydi. Ve savaşa hazırdı işçiler. Ama bu kararda o eski canlılık ve sevinci bulmak mümkün
değildi. Çekoslovakya Elçiliği’ne onları desteklediklerini bildirmek üzere bir temsilci grubu
gönderilecekti.
Nitekim Legreux ile Pierre, ertesi sabah, Champ-de-Mars’tan geçerek elçiliğin yolunu tuttular.
Tanklar vardı sokakta, küçük kızlar çember çeviriyorlardı. Orta yaşlı ve orta halli bir adam şöyle
fikir yürütmekteydi: “Çekoslovak birasının çok iyi olduğunu söylüyorlar. Sevmem ben birayı. Şimdi
açıklayabilir misiniz bana, niçin bu pis hikâyeye karıştığımızı?”
“Fransa’nın çok geçmeden dışlanmış bir durumda kalacağını söylüyordun dün,” dedi Legreux.
“Çok doğru. Ama düşün ki bizler de Fransa’nın içinde dışlanmış bir durumdayız. Hâlâ ‘Halk
Cephesi’ diyoruz ama, olmayan bir şeyden söz etmekteyiz. Ducamp’ı bütün ‘sosyalistler’e tercih
ediyorum, inanır mısın? Hiç olmazsa temiz bir insan. İşçilerin tavrı çok iyi, politik bakımdan
olgunlaşmış durumdalar. Ama ya köylüler? Daladier gerileyecek olsa, öyle sanıyorum ki bayram eder
köylüler.”
Gülümsedi Pierre:
“Köylülere kadar gitmeye gerek yok. Herkesten önce Agnès bayram ederdi ve Agnès bir işçi kızı,
anlaması gerekmez miydi? Ne gezer! Her şeyi birbirine karıştırıyor. Ve her seferinde de: ‘Peki ama
önce böyle konuşmuyordunuz,’ diye yanıt veriyor. Ben sezgilerime güveniyorum azizim. İspanya gibi
tıpkı. Azana’yı görmüştüm Barcelona’da. Bizdeki Sarraut cinsinden bir adam, tipik bir radikal.
İşçileri hapsettiren kim, diyeceksin. Kabul. Ama sorun orada değil ki. Çekler için de aynı şey. İşte
bunu anlamıyor Agnès. Hepsini aynı torbaya koyuyor.”
“Belki de anlıyor da seni cepheye göndermelerinden korkuyordur. Çocuk var ne de olsa.”
İçini çekti Legreux. Yapayalnızdı dünyada. Hiç kimsesi yoktu onu düşünecek. Hava kapalıydı ve
bulutların beyaz ekranı ardından gelen güneş gözlerini acıtıyordu.
“Boyun eğecekler, göreceksin,” diye fısıldadı Pierre. “Bir kısırdöngü bu.”
Şu son haftalar boyunca hep bir bekleyiş içinde yaşamıştı. İspanya bile ikinci plana geçmişti artık.
Chamberlain’in Hitler’i iki ziyareti arasında sanki yıllar vardı şimdi. Çalışmak, düşünmek, uyumak
olanaksız hale gelmişti. Halk Cephesi zamanındaki coşkunluğundan eser kalmamıştı Pierre’in. Hayal
kırıklığından ileri gelen bir acılık duyuyordu, o kadar. Ve yorgundu. Oysa Pierre’in doğasına
aykırıydı bütün bu duygular ve zaman zaman, bir çıkmaza girdim, diyordu kendi kendine. Savaş
malzemesi alımı için birtakım aracılarla son derece nazik pazarlıkları yönettiği oluyordu bazen.
Seyrek ve kısa İspanya yolculuklarından onda, alabildiğine güzel bir düşün bulanık anısını andırır bir
duygu kalmıştı. Düğümün çözülmesini, ayrılığı, savaşı bekliyordu şimdi. Ama içinde taşıdığı küçük
çocuk, kaygısız Roussillon’un hayalperest çocuğu, mutluluğu istemekte devam ediyordu hep. Ve işte
şu anda, açık bir pencereden dökülen piyano sesini duyar duymaz durmuş, gözlerini hazla yumarak
mırıldanmıştı:
“Oh, bu Scherzo! Ne güzel müzik!”
Elçilikte kendilerini, birinci sekreter Vanek kabul etti. İri köylü elleri ve dik bir takım yakanın
içine hapsedilmiş kalın bir boynu olan ağır ve bodur bir adamdı bu.
Birkaç günden beri elçilik, işçilerden kurulu iyi niyet ve dayanışma gruplarının istilasına uğramış
durumdaydı ve her defasında da Vanek yeniden şaşırıyordu. ‘Proletarya dayanışması’ sözlerini her
işitişinde, “Ne oluyoruz acaba?” diye düşünmekten alamıyordu kendini. Çünkü gelip onun elini sıkan,
ona umuttan ve öfkeden söz eden bütün bu insanlar işçiydiler. Ve büyükelçiye: “Doğrusu ben bu işten
hiçbir şey anlamıyorum!” diye itirafta bulunuyordu Vanek.
Filoloji öğrenimini bitirmiş olan ve liberal fikirlere sahip bulunan Vanek, bundan dokuz yıl önce
Moravska Ostrava’da çalışırken, ülkede kargaşa olmuştu. Yeni askeri yasalara karşı gösterilere
girişmişti işçiler. Haklarında kovuşturma açıldığında da Vanek, iddia makamı tanığı olarak
mahkemeye gelmiş ve elebaşılara verilen dört yıl hapis cezası kararını da alkışlayarak karşılamıştı.
Ve bugün Paris’te onu teselli etmeye işçiler geliyordu! Buna karşılık, dost saydığı, kendilerine yemek
ikram ettiği, bir araya gelip de Maginot Hattı, Titulesco’nun nutukları ya da Smetana’nın operaları
hakkında fikir yürütmekten zevk aldığı o hepsi de kültürlü ve sempatik insanlar ortadan
silinivermişlerdi şimdi. Baharda, Tessat’nın bakan olduğunu öğrenince nasıl sevinmişti, ya Rabbi! O
Tessat ki, Mazarik’in jübilesi sırasında: “Bizim Batı uygarlığımızın Avrupa göbeğindeki kalesidir
Çekoslovakya. Çekoslovakya, hümanizm demektir,” diye yazmıştı. Ama bugün Tessat’ya yanaşmanın
olanağı yoktu. Ülkesi için gerçekten acı çekiyordu Vanek. Fransız basınındaki makaleleri okudukça
çileden çıkmaktaydı ve Breuteuil’in bir nutkunda Çekleri ‘barbarlık’la itham ettiğini okuduğu zaman,
elindeki kahve fincanını parçalamıştı öfkeden. Ama Vanek yalnızca manen değil, maddeten de acı
çekmekteydi. Moravya’da sınır yakınındaki küçük bir kentte doğmuştu ve kız kardeşi ile ihtiyar ana-
babası da hâlâ oradaydılar. Her gün tekrarlıyordu kendi kendine: Nasıl olur da Fransızlar bizi terk
edebilir? Bakanlığa gidiyor ve tanıdığı milletvekillerini gözlemeye koyuluyordu. Ama onlar, ya
Vanek’i görmezlikten gelip kaçıyor ya da bir cenaze törenindelermiş gibi içlerini çekmekle
yetiniyorlardı. Durup dinlenmeksizin elçiliği dolduran heyetlerin içinde basın temsilcilerini,
avukatları, profesörleri, radikalleri ve hatta sosyalistleri boşu boşuna bekliyordu Vanek. Hep işçiler
geliyordu, hep işçiler. Ve hep aynı sözleri söylüyorlardı. Vanek bir yandan teşekkürler yağdırıp
kendisine hararetle uzanan elleri sıkarken, bir yandan da dehşete kapılarak: “Gene işçiler!” diyordu
kendi kendine.
Legreux susuyordu, sözü Pierre aldı. Ve taşkın sıcaklık, kullandığı kelimelerin seçilmişliği, hemen
çarptı Vanek’ı. Anladı ki karşısındaki bir işçi, bir komünist değil, kendi çevresinden, kendi
zihniyetine yakın zihniyette bir özgür düşüncelidir.
“Sizi dinlemek bana gerçekten haz veriyor,” dedi. “Özgür düşünceden insanların bizi teselliye
geldiğini gördükçe mutluluk duyuyorum. Yalnızca komünistlerin bizi tuttuğu sanılabilirdi yoksa.”
Sıçramıştı Pierre:
“Ben de komünistim!”
Vanek, kibarlık olsun diye gülümsedi. Balkonun aralık kapısının önündeydiler. Gazete satıcılarının
telaşlı sesleri geliyordu aşağıdan ve Vanek, çiğ ışığın altında gözlerini kırpıştırarak, Tessat’nın
sonunda kendisini kabul edip etmeyeceğini düşünüyordu.
Dışarı çıktıklarında Legreux dayanamadı:
“Dinle Pierre. Belki sırası değil ama, uzun zamandır bunu söylemek istiyorum sana: Niçin partiye
girmiyorsun?”
Bir an sustuktan sonra yanıt verdi Pierre:
“Bilmem. Benim gibi bir adama göre böylesi belki de daha namusludur.”
Sonunda Vanek’i kabul etti Tessat ve her türlü yanıp yakılmaları önlemek amacıyla hemen söze
girişti:
“Küçük devletlerin kaderinin büyüklerinkine bağlı bulunduğunu nasıl anlamazsınız kuzum? Şu anda
savaşı kabul etmek bizim için olanaksız. Ama silahlanmamızı tamamladığımız zaman, size bu
bölgelerin geri verilmesini sağlayacağız. Beklemesini bilmek gerek. Prusyalılar Schleswig’i
zaptettikleri zaman müdahalede bulunamadık, ama yarım yüzyıl sonra Schleswig’in geri verilmesini
biz sağladık. Diplomasinin alfabesidir bu.”
Her zaman son derece ihtiyatlı olan Vanek, alışılmış inceliğini gösteremeyip yanıt vermişti:
“Ama Schleswig’in işgaline ve sonra da Avusturya’nın yenilmesine göz yummakla, Sedan
felaketini hazırlamış olmuyor muydu Fransa?”
“Yetersiz bir benzetme. Çöküş halindeki İkinci İmparatorluk’la gücünün zirvesine erişmiş 1938
Fransa’sını karşılaştırmak mümkün mü! İçiniz rahat olsun: Sedan tekrarlanmayacaktır. Beklemek
gerek. Südetler sorununda Fransa ikiye bölünmüş durumda bugün.”
Vanek susuyordu. Ama kavruk yüzü kızardı birden, alın damarları şişti. Tessat ise, sükûnetini
koruyabilmişti. Dostça bir tavırla Vanek’e, yüzü yüzüne değecekmişçesine yaklaşarak fısıldadı:
“Sizin felaketiniz bizim de felaketimizdir, inanın. Concorde Meydanı’ndaki Strasbourg heykelinin
matem örtüsüyle örtülü olduğu günleri unutmadım ben. Şu anda siz, bir kefaret kurbanı halinde
darağacına yürümektesiniz. En aziz varlığınızı veriyorsunuz barış kurtulsun diye. Fransız kadınları
bunu unutmayacaktır.”
Annesinin siyah bir örtüyle çevrili kuru ve karışık yüzünü görür gibi oldu Vanek, saçma, çocuksu
umut kıpırdandı gene içinde.
“‘Südetler sorununda,’ dediniz. Ama bugün üzerinde anlaşmazlık yaratılan arazinin büyük bir
kısmında Çekler oturmaktadır. Hatta bazı bölgelerde bir tek Alman bile bulunmaz. Ben kendim oralı
olduğum için biliyorum. Hiç olmazsa bu bölgeleri vermemek gerekmez mi?”
Tessat esnedi. Bu konuşma canını sıkmaya başlamıştı artık: “Daladier, bir saat önce Münih’e
uçtuğunu bildirdi bana. Bütün bunlar orada karara bağlanacak ve oradaki temsilciniz de durumdan
haberdar edilecektir kuşkusuz. Yani bizim şimdi burada tutup da coğrafya ile uğraşmamıza değmez.”
Bulutlanıverdi Vanek’in mavi gözleri. Ama çabucak toparladı kendisini ve Tessat’ya teşekkür
ettikten sonra izin isteyip çıktı. Ve düşündü Tessat, ne pis meslek bu benimki!, diye. Katilleri giyotine
yollamak çok daha az acı verici değil mi sanki! Şu Çek aslında nefis bir insan, ama ne kadar çocuk
ruhlu yarabbi! Bizim bütün varımızı yoğumuzu tehlikeye atamayacağımızı nasıl olur da anlamaz
bunlar! Herkese yardım ettiği yetmez mi Fransa’nın, biraz da kendisini gözetmek istiyor şimdi Fransa!
Ve hemen Paulette’e telefon açtı:
“Gelebilir miyim? Gelip yanında dinlenmek, avunmak istiyordum. Hayır, hayır. Haberler iyi, çok
iyi hem. Savaş mavaş yok. Ama ben bir karanlığa büründüm, nedendir bilmem. Verlaine’in dediği
gibi tıpkı: ‘İşin en üzücü yanı da, yüreğimin niçin bu derece burkulduğunu bilmemek.’ Tamam, çok
iyi, fırlıyorum hemen!”
14
Joliot gömleğinin kollarını kıvırmış, oradan oraya dolanıp duruyordu basımevinde. Özel baskı
önceden hazırlanmıştı. Chamberlain’ın çocukluğunu anlatan bir yazıdan dolayı özellikle
böbürleniyordu Joliot. Gelecekteki başbakan, daha henüz dört yaşındayken küçük arkadaşlarını
barıştırırmış da annesi ona büyük adam olacağını söylermiş hep!
“Başlık ne olacak?” diye sordu iş arkadaşlarından biri.” ‘Münih Antlaşması’ mı?”
Yüzünü buruşturdu Joliot:
“Güçsüz kalıyor. Ülkenin ruh durumuna uygun düşen bir şey bulmalı.”
“‘Barışın zaferi’ desek?”
Hayır, o da tam oturmuyordu! Joliot, başını arkaya atıp tek gözünü kısarak bir an düşündükten
sonra mırıldandı:
“‘Fransa’nın zaferi’ ve bütün sayfaya boylu boyunca!”
Daladier Paris’e döner dönmez Zafer Takı’na, Meçhul Asker’in mezarına çelenk koymaya
koşmuştu. Kurumlar, bürolar ve mağazalar kapanmışlardı. Champs Elysées’nin geniş kaldırımları
silme insan kaplıydı. Ve herkes memnundu, sipere gitmek yok diye! Kadınların çokluğu dikkati
çekiyordu. Evler bayrak asmıştı. Bol bol gül ve dalya satıyordu çiçekçiler. Oysa daha bir gün önce,
karanlık sokaklarda yer yer hıçkırıklar ve boğuk şarkılarla kesilen kederli bir uğultudan
geçilmiyordu. Ama işte birdenbire, sanki bir mucizeyle, sevinç taşan bir hareketliliğe bırakmıştı her
şey yerini.
Dessère, Champs-Elysées yakınındaki küçük lokantalardan birinde, köşedeki cimrice aydınlatılmış
bir masada oturmaktaydı. Tek başına kalmak istediği için bu tenha lokantayı seçmişti zaten. Geçen
satıcıdan La voie Neuvelle’i satın aldı ve birinci sayfaya söyle bir göz bile atmaksızın, küçük
puntolarla basılmış olan hırsızlık ve yangın gibi günlük haberleri okumaya koyuldu. Suratı zaten asıktı
ama Fouger’nin yaklaştığını görünce içi büsbütün karardı:
“Sen burada ha?”
“Görüyorsun ya.”
Başka bir zaman olsa, memnun kalırdı Dessère. Ta öteden beri tanırdı Fouger’yi. Polytechnique’te
birlikte okumuşlar ve gene birlikte mühendis olmaya karar vermişlerdi. Sonra Dessère mali
operasyonlara atılmış, Fouger ise tarih ve politikaya kaptırmıştı kendini. Nadiren görürlerdi gerçi
birbirlerini ama, görüştükleri zaman da iki eski dost olarak araya ayak bağı ve iki yüzlülük katmadan
görüşürlerdi. Dessère’e, favorileri olan radikallerin kokuştuğundan, cumhuriyet rejiminin fırsatçı kar
düşkünleri haline geldiklerinden ve Stavisky’nin dostları olduklarından söz açıldığı zaman, “Peki ya
Fouger?” diye karşılardı hep. Bu gür sakallı, eski Fransa’nın tüm erdemlerinin canlı simgesiydi onun
gözünde.
Titiz bir tarihçiydi Fouger. Picardie’deki Jakoben kulüpleriyle kralcı asilerle mücadele hakkındaki
incelemelerine genellikle değer verilirdi. En küçük ayrıntılarına varıncaya dek sevdiği Büyük
İhtilal’in felsefesini olduğu gibi benimsemişti. Yurtseverlikle ahlak bütünlüğünü asla birbirinden
ayırmaz ve dünyanın en doğal sesiyle haykırırdı: “Ülke tehlikede!” diye. Ve gene aynı doğallıkla,
seçmenlerinden birinin yeni doğmuş oğlunu kuçaklayıp havalandırarak: “Ne güzel bir yurttaş!” derdi
mutlu babaya. Jakobenlerin mirasçısı olarak kabul ediyordu kendini Fouger. Geçmiş için beslediği
büyük sevgi körleştirmişti onu. Cumhuriyetin başında daimi bir tehlikenin dolandığına inanmıştı
kesinlikle. Bütün generaller onun gözünde, hükümet darbesi hazırlamakla uğraşmaktaydı. Sokakta bir
papaz görmeyegörsün, tiksintiyle başını çevirirdi hemen. Bütün dünya, onca Fransa’dan ibaretti.
Öteki ülkelerde olup bitenler ilgilendirmezdi onu. Sovyet’i ‘sovye’ Chamberlain’ı ‘Şamberlan’,
Duçe’yi ‘Düs’ diye telaffuz ederdi. Ama yalnızca kelimeler değildi başını gözünü yararak söylediği:
Hırvat ‘Ustaşi’leri onun gözünde ‘Balkan nihilistleri’, Gandi ise ‘Hintli Danton’ olmaktan ileri
gidememişti.
Mesleğine aşık bir hattatın oğlu olarak, çocukluğundan beri bilirdi ki çalışmak mutluluktur. Ve hep
sevdiği şeylerle uğraşmak şansına sahip olmuştu. Çevresinde milyonlarca insanın, sefil bir ücret
karşılığında köpekler gibi çalıştırıldığını ve bundan da nefret ettiğini görmüyordu Fouger. Cömert
ama hayalperestlerin eseri olarak gözüküyordu ona sosyal hareket. Ve sendikacılara kiliseye karşı
tetik durmalarını öğütlerdi hep: “Özellikle de Vatikan’ın dolaplarına dikkat etmelisiniz, dostlarım!”
Herkesin hakkını o arardı. Cepleri bir alay kâğıtla şişkin gezerdi hep. Kirasını ödeyemediği için
evinden atılan dul kadınlardan tutun da Senegallilere ve anarşistlere kadar herkes için yardıma
hazırdı. İnsan ve Yurttaş Hakları Derneği’nin en aktif üyelerinden biriydi. ‘Lutüf dileyici’ diye
çağırırdı onu karısı, alaycı bir şefkatle. Şişman ve sakin bir kadın olan Bayan Fouger, bütün gün
boyunca ev işleriyle uğraşırdı. Abajurlar yapar, tablolar asar, yastıkları nakışlardı. Tatlı tatlı şikayet
ederdi Fouger karısından: “Kabuğundan çıkmayan bir salyangozla evlenmişim.” Oğulları haylazdı.
Hiçbir iş tutamazlar ve ‘hoşgörü’süne sığınarak para çekerlerdi hep babalarından.
Meclis’te radikal gruba mensuptu Fouger, ama Tessat’nın gözünde bir Bolşevikti: “Sol kanatta
radikallerin düşmanı bulunmadığını söylüyor üstat. Peki ya komünistler!” diye haykırır dururdu
Tessat. Fouger bir gün komünistler hakkında: “Hep soyut şeyler konuşurlar, ama hepsi de mükemmel
birer yurtseverdir,” demişti. Elli iki yaşındaydı, ama her şeyiyle geçmişi anımsatırdı. ‘Paris’in en son
arabacısı’ adını takmışlardı kendisine Meclis’te.
Hiç de konuşma arzusu duymuyordu Dessère. Ama kurtulmanın yolu yoktu. Nitekim, Dessère’in
kulis faaliyetinden haberdar olan Fouger sordu:
“Niye gitmedin Champs-Elysées’de şampanya patlatmaya? Bayram etmelisin bugün. Çünkü bu, bir
dereceye kadar senin zaferindir.”
“Nasıl desem? Bu kadar kolayca ve bu kadar gösterişli bir zafer hiç de hoşuma gitmez.”
Dessère’in ne demek istediğini kavrayamayan Fouger öfkelenmişti. Sakalı titredi:
“Hadi canım sen de, Dessère geç! Bütün bunları sen istememişsin gibi! Boşuna inkar etme! Viard
bunağını bile sen harekete geçirmedin mi? Her şeyi biliyorum ben. İftihar edebilirsin!”
“Hayır dostum. Ben bunu istemedim. Ben bir uzlaşma istedim, o kadar. Savaşa hazır olmadığımızı,
savaşamayacağımızı bildiğim için. Ama her şeyden önce, şartlar sandığımızdan çok daha ağır çıktı.
Sonra ve en ciddisi de, ben baştan sona haklı çıktım. Baştan sona, anlıyor musun? Bugünkü durum
gösteriyor ki, bizim ne Maginot Hattı’mız vardır, ne de dayanabilecek silahımız. Yayımız kırılmış
bizim. Champs-Elysées’ye yığılmış kalabalığı görünce buraya sığındım. Diplomatik bir yenilgiyi bir
zafer gibi kutlamak! Uçak alanında görünmekten bile korkuyordu Daladier, çürük yumurtalarla
karşılanacağını sanıyordu çünkü. Ama bak, bir film yıldızı gibi çiçeklerle kutlanıyor. Böyle bir halk
nasıl savunabilir kendini?”
“Halkı suçlamak niye? Sorumlular sizsiniz. Ötekiler kadar sen de sorumlusun, Dessère! İspanya
olayları yeni başladığında aynen söyledim sana. Alçaklığı ve dönekliği birer yurttaşlık fazileti olarak
ilan eden sizler, halkın bu yenilgiyi sevinçle kutlamasına nasıl şaşabilirsiniz? Askeri kaçaklığa teşvik
eden gazeteleri sen besliyorsun, dostum. Fransa’nın düşmanlarını destekleyen de sensin. Sen
istiyorsun ki...”
“Ne istediğimi ben de bilmiyorum,” diye sözünü kesti Dessère. “Kumarda kaybettim. Fransa da
kaybetti kuşkusuz. İstediğime gelince. Dengeyi korumak, genç, aç ve savaşçı ulusların ortasında mutlu
bir Fransa’yı sürdürmek istedim. Başaramadım, gerisinin kıl kadar önemi yok gözümde. Elimden
gelse çeker Tahiti’ye giderim. İşler beni burada tutuyor. Aslını ararsan, işlere de aldırdığım yok.
Ama bırakamam. Nevrasteni, bir şair için normal bir haldir. İlham perileri sinir zayıflığından
hoşlanır çünkü. Ama borsa hoşlanmıyor.”
Hesabı ödedi. Gizli bir güç Champs-Elysées’ye doğru itiyordu onları. Oraya gelince ister istemez
durdular.
Açık bir arabanın içinde Daladier geçmekteydi. Halk çılgınca alkışlıyordu kendisini. Arkadan
Tessat geliyordu: Günün bir kahramanı da o değil miydi? Nasıl olur da bu büyük sevgi gösterisini
yalnız Daladier’ye bırakabilirdi? İnce uzun burnu sağa sola sürekli dalışlar yaparak çevreyi
selamlıyor ve piyesin kilit monoloğunu bitirmiş bir tragedya oyuncusu gibi alçakgönüllü ama gururlu,
gülümsüyordu. Güzel bir kadın bir gül fırlattı kendisine tam o sırada. Ve Tessat çiçeği kapıp göğsüne
bastırdı.
“Neşeli bir tören!” dedi Fouger. “Gömülenin Fransa olduğunu unutmak koşuluyla.”
Beklenmedik bir kahkaha attı Dessère:
“Şu Tessat harika bir adam! Ama gül yerine defne dalları gerekliydi doğrusu!”
Fouger dayanamayıp patladı:
“Şakanın sırası değil, Dessère. Ülke tehlikede. Bir yıl sonra Champs-Elysées’de Almanların böyle
geçit töreni yapmasından korkarım. Ve gene korkarım ki o zaman da onlara çiçek atacak orospular
çıkacaktır!”
“Demek ‘ülke tehlikede?’ İyi adamsındır ama tedavi kabul etmez bir laf ebesisindir Fouger. Ülke
mülke kaldı mı artık ortada?”
15
Duvarlar çok inceydi. Bütün dairelerden dinlenebiliyordu radyo. Ve spikerin sesi, yankılarla
çoğalır gibi.
Pierre, Doudou’nun doğumundan hemen önce gelip yerleşmişti buraya. Alabildiğine büyük bir
binaydı bu. Bir düzine kadar bitişik yapıdan meydana gelme bir bina. Boş bir arsa üzerine belediye
tarafından kurdurulmuştu. Bir zamanlar kale hendeklerinin bulunduğu ve çeşitli otlar arasında fare
kulaklarının da bittiği bir arsa üzerinde. Ve gene bu arsada Pierre, bir zamanlar aşk randevuları
vermiş, sulu sepken mısralar okumuş ve kendilerini ölünceye dek seveceğine dair ant içmişti kızlara.
Şimdi bütün bu çevrede, geceleri binlerce pencerenin birden ışıldadığı koca koca binalar vardı.
Memurlar, teknisyenler, işçiler oturuyordu bu evlerde. Her daire iki küçük odadan oluşuyordu. Ve
bütün dairelerde aynıydı hayat: Sabahleyin erken kalkılır, metroya seğirtilirdi. Kadınlar saat dokuzda
çarşaf silkeleyip halı dövmeye girişirlerdi. Öğleyin okuldan dönerdi çocuklar, üzerlerinde önlükleri
ve ellerinde baştan aşağı mürekkep lekeleri olurdu. Ve bir yağ, soğan, kahve kokusuna bürünürdü
ortalık. Akşama doğru radyoların gürültüsü yükselir, saat yedi buçukta yemeğe oturulur, on birde ise
ışıklar söner ve herkes uyurdu.
Ama şu son günler boyunca, saat on ikiden önce kapanmaz olmuştu radyolar: Kötü haberi
bekliyordu insanlar. Ama işte gene spiker, aynı garantiyi veriyordu halka: Savaş olmayacaktı.
Pierre’le Agnès akşam yemeğindeydiler. Çatalı havada asılı kalmış, dinlemekteydi Pierre. Sonra
bir sıçrayışta kalktı ve peçetesini fırlatıp bir küfür savurdu. Karmakarışık duygularla doluydu Agnès
ve tedirgindi. Savaş olmayacak diye seviniyordu bir yandan. Pierre savaşa gitmeyecek, evler
yıkılmayacak, çocuklar öldürülmeyecek, sakatlar ortalığı doldurmayacak diye seviniyordu. Kocasının
fikirlerini paylaşmıyordu, ama kaderine hep ortaktı, onu da kemiriyordu Pierre’in sıkıntısı.
Ne kadar da az benziyorlardı birbirlerine! Atılgan ve gürültücüydü Pierre, içi neyse dışı da oydu
ve en büyük coşkunluktan en korkunç umutsuzluğa bir anda kayabilirdi. Agnès ise, kapalı denecek
kadar ihtiyatlı, yargılarında kesin ve sürekliydi. Tek ve mutlak gerçeği arardı hep. Pırıl pırıl bir
analığı ve nesnel bir tutkuyu yaşıyordu bütün dostluğuyla.
Zaman zaman fırtınalı, ama kısa çatışmalarla bulanan, bilinç ve iradelerinin dışında birbirleri için
besledikleri sağlam bir duyumun sürekli varlığıyla hemen pekişen bir uyum içinde yaşamaktaydılar.
Her birinin kendi özel hayatı, kendi uğraşları, kendi coşkunlukları vardı. Büyük şevkle bağlıydı
Agnès evine. Onun gözünde bütün çocuklar, narin ve gizemli, bir anda kırılıp kuruyabilen ya da
gelişip çiçek veren birer bitkiydi. Doudou’yu sevdiğim kadar seviyorum hepsini, diyordu kendi
kendine. Yalandı bu: Kıskanç ve kör bir aşkla seviyordu oğlunu. Kelimeleri ilk geveleyişinden, soluk
altın rengi saçlarından müthiş bir gurur duyuyordu. Ve Pierre’e olan aşkı bir yana, hiçbir duygu bu
sevgi kadar güçlü olamazdı. Pierre bilmiyordu karısının kendisine olan aşkını. Agnès bu aşkı kendi
kendisine bile itiraf etmekten sakınıyordu. Genç kızlara özgü bir direnme vardı Agnès’te. Her
sevişmelerinde, sanki ilk sevişmeleriymiş gibi, hafif bir sevinç ve şaşkınlık çığlığı atmadan teslim
etmezdi kendini.
Köşesi temiz ve çıplaktı, dağınıklığı sevmezdi. Pierre’in masasının üzeri ise, bir jeolojik tabakalar
yığını halindeydi: Kazı yapmaya kalksanız, kendisinin bile çoktan unutmuş olduğu neler neler
çıkarmazdınız!
Brune Bulvarı’ndaki bu küçük dairede, okul defterleriyle sınai desenler arasında ve pembe tombul
Doudou’nun yanında pekala mutlu olabilirlerdi. Ama değildiler: Bir şey vardı hayatlarını bulandırıp
karartan. Çoktan anlamıştı bunu Agnès. Bir gün büyük bulvarlar üzerindeki bir kahvede otururken,
askerlerin gelmekte olan savaştan konuşup şakalaştıklarını duyduğu zaman anlamıştı birden. İki yıllık
sürekli bir bekleyiş. Geçici bir şey olarak gözüküyordu onlara yaşadıkları hayat. Bir günlüğüne
kiralanmış bir otel odası gibi. Öyle ki, Agnès bir keresinde: “Bir gün daha bağışlandı bize işte!”
demişti.
Pierre için bütün bunlar, hep aynı mücadeleye, hep aynı fikirlere, umutların ve hayal kırıklıklarının
çalkantısına bağlı şeylerdi. Pierre’in coşkunluk anlarında söylediklerini kavramak için boşuna
çırpınıyordu Agnès. Özellikle şu son haftalar içinde büsbütün yönünü şaşırmış bir hali vardı. İnsanca
bir şeyler olduğunu sezmemiş değildi İspanya savaşında. Bir harabeye dönmüş olan Madrid’in
fotoğraflarını gördüğü zaman birden bir öfkeye kapılmış ve uluslararası savaşçı birliklerinin
kahramanlığına hayran kalmaktan alamamıştı kendini. “Davaları, benim davam olamaz, ama arı bir
dava,” diyordu Pierre’e. Ve onun ağzında bu kelime, ‘arı’ kelimesi, bir itiraftan başka bir şey değildi.
Ama burada, Paris’te ise bütün kavramlar tersine dönüyordu: Diplomasi ve duygular, barışçılık ve
kör bencillik, Enternasyonal ve generaller, her şey, her şey... Ve kendi içine kapanıp susuyordu
Agnès. Gözleri ağlamaktan kızarmış annelerle karşılaşıyordu okulda: Havada dolaşmaktaydı sanki
felaket! Demeye kalmadan, Münih Antlaşması’nı müjdeleyen kısa bildiri: Savaş olmayacaktı!
“Şu an sevinenlerin ne kadar çok olduğunu bilsen Pierre! Ya orada? Oradakilerin başka bir tepki
mi gösterdiklerini sanıyorsun? Bir an için unut şu politikayı ne olur!”
“André gibi düşünüyorsun.”
“Niçin André gibi yalnız? Milyonlarca insan gibi. ‘Dar kafalı, rahatına düşkün burjuva’ adını
yakıştırdığın insanlar gibi senin. Çünkü artık muhakkak ki, senin de saatin çaldı.”
“Anlamıyorum.”
“Başka bir zaman olsa yaşardık, çalışırdık, yetiştirirdik çocuklarımızı olur biterdi. Ve sizler, yani
senin gibi olanlar boyun eğmek zorunda kalırdınız, er geç boyun eğerdiniz de. Kocaman kocaman
kitaplar yazılır, yollar yapılır, serumlar keşfedilirdi. Ama bugün, biz senin gibi insanların iradesi
önünde eğilmek zorundayız. Fikirleri kastetmiyorum, Pierre. Olan şeyden söz ediyorum yalnızca.
Bugün her şey, bir tek şeye bağlı durumda. Müthiş olan da bu zaten.”
Tartışmaya girmedi Pierre, karanlık bir edayla gazeteleri okumaya boyuldu. Daha bu sabah hayatın
ta kendisiydi okuduğu şey ve şimdi bir anda tarih olmuştu. Üzülüyordu Agnès. Hiçbir kesin hal yolu
bulunmamış olduğunu kavrıyordu. Daha ne kadar sürecekti bu erteleme? Bir hafta? Bir ay? Damla
damla nasıl yaşanabilirdi böyle sürgit?
Doudou’ya yaklaştı, rahat rahat uyuyordu oğlan. İnsan uzun, çok uzun yaşamalı, diye düşündü
Agnès. Dişler çıkıyor, sonra dökülüyorlar bak. Ve bunlar daha henüz süt dişleri. Nasıl yaşayacak
Doudou? Bir seferberlikten bir ikinci seferberliğe. Okşamak istedi oğlunu, ama uykusunu bölmekten
çekinip vazgeçti ve okul defterlerini karıştırıp hataları düzeltmeye koyuldu. Sessizlik ağır geliyordu
ona. Radyonun boğuk sesine razıydı şimdi. Ama kapatmışlardı bir kez. Bir hafta? Bir yıl? Dikkatini
toparlamaya, önündeki çocuk cümlelerinin basit anlamını kavramaya çalışıyordu, ama boşuna. Belki
onuncu kez okudu: “Fontenay’daki amcamın tavşanları ve bir danası var.” Ağaçları özledi birden
Agnès, ağılların ılıklığını, yavaş yavaş akıp giden bir hayatı özledi. Öyle bir hayat ki, acelesiz,
beklemesiz, düşüncesiz.
Haftalardan beri süren heyecanlardan, uykusuz gecelerden ve mitinglerden bitkin düşmüş olan
Pierre de uyuyup kalmıştı işte. Tek tük gümüş tellerin pırıldadığı siyah kafası, gazeteye doğru
kaymıştı. Kocasının düzenli soluğu güven verdi Agnès’e. Hayat hiç olmazsa burada yürütüyordu
kanununu. Yüzünü görmüyordu. Ama kalemi yontmak için kalktığı zaman küçük bir çığlık atmaktan
alamadı kendini: Bir ölü yüzüydü bu yüz, kansız, gergin ve donuk.
Karısının çığlığına uyandı Pierre, tembel tembel esnedi ve hemen daldı gene.
16
Seferberlik, bir kurtuluş gibi gözükmüştü Lucien’e: Yazdan beri sefil bir hayat sürmekteydi.
Korktuğuna uğramıştı sonunda. Joliot anlamıştı babasıyla bozuştuğunu ve gazetesindeki at yarışları
sütununu kendi yeğenine aktarmıştı. Zaten Lucien’in kurumlanmasına için için öfkeleniyordu. Oysa
gazete o sıralarda Lucien’in biricik gelir kaynağıydı. Ve açlığı öğrendi Lucien, kirli gömlek
yakalarına alıştı, sigarasız geçirmeye başladı akşamlarını. Borcunu ödemekte hiç de aceleci
davranmayan kiracısına kuşkulu gözlerle bakan otelci meteliğe kurşun attığını anlamasın diye yemek
saatinde dışarı çıkıyor ve kızgın sokaklarda dolanıp duruyordu. Kahve taraçalarında yemek yiyen
insanları görmek, zıvanadan çıkarmaya yetiyordu Lucien’i: Listelere eğilmiş yemek seçiyorlardı.
Tatlı tatlı gülümseyenler vardı, çok ciddi bir iş yaparcasına garsona emir yağdıranlar, telaşlananlar,
nazlananlar vardı. Midesi bulanıyordu yemek kokularından. Şans eseri olarak bir dostuna rastladığı
zaman –bir edebiyat adamı ya da bir kültürevi müdavimi, Breuteuil’in adamlarından biri ya da bir
kumarhane fedaisi oluyordu çoğunlukla bu dost– çarçabuk bir hikâye icat ediyordu: Cüzdanını evde
unutmuş oluyordu örneğin ya da üzerinde Mısır lirası bulunduğunu ve o gün Mısır lirasını
bozdurmaya kalkarsa bilmem ne kadar kayıplı çıkacağını anlatmaya koyuluyordu. Ve yüzsüzce bir
gülümseyişle elli frank çekiyordu adamdan, tabii hemen yiyordu.
Bir gün, annesinden bir mektup aldı. Sağlığının gittikçe bozulduğundan söz açıyordu kadın ve
babasıyla barışması için yalvarıyordu. Zavallı anneciği! Çocukluğunu anımsadı Lucien, kızıla
yakalandığı günleri anımsadı. Kendisi de mutsuzdu işte. Annesinin dediğini yapsa peki? Önüne geleni
soymakla geçen bu serseri hayatından bıkıp usanmıştı çünkü. Ve kadının içler acısı mektubuna yanıt
vermek için kalemi aldı eline. Alır almaz da buruşturup attı kâğıdı. Hayır, hayır, bin kez hayır! Evde
daima temiz bir yatak ve hazır bir sofra bulacaktı, kabul. Ama bunun için küçülmek: Asla! Breuteuil’e
inanmış ve aldanmıştı: Saf, masum bir ruhun hatasıydı ama bu hiç olmazsa. Oysa babası, kelimenin
tam anlamıyla hayasız bir fırsatçıydı. Sıkıntısı da caba! “İnsan çalışmakla başarır her şeyi. Ben
bakanlık mevkiine bir günde mi geldim sanıyorsun!” gibisinden lafları işin yoksa dinle dur artık!
Bazen de Sinek’i hatırlıyordu Lucien, son buluştukları akşamki perişanlığını hatırlıyordu kadının.
Aslında derin bir pişmanlık duyuyordu, ama bunu cesaretle teslim etmek yerine, ‘fazla duygusal’
olduğu için kendi kendine öfkeleniyordu. Defalarca yazmıştı. Sinek, onsuz hayattan nefret ettiğini
söyleyerek kendisini affetmesini yalvarmıştı. Her mektupta acıyla kasılıyordu Lucien’in dudakları ve
yırtıp atıyordu kâğıdı hemen. Zamanla mektupları açmamaya başladı. Yardım etmek elinden
gelmedikten sonra mektupları okumak neye yarar ki? Kendisi de mutsuzdu işte! Ve merhametin yeri
yoktu bu dünyada: Henri ölmemiş miydi, terk etmemiş miydi onu Jeannette ve Breuteuil aşağılık bir
politikacı değil miydi!
Breuteuil’den ayrıldıktan sonra, Lucien politikayla olan ilgisini de toptan kesmiş bulunuyordu.
Gazeteleri bile okumuyordu artık. En az babasının dosyaları, Breuteuil’in evi, o Kielmann denen
herifin hiçbir zaman görmemiş olduğu ensesi kadar usanç verici ve iğrenç geliyordu ona dünyada
olup bitenler. Ve kahvede ya da sokakta, Hitler’den söz edildiğini, savaş ilanının bir an meselesi
olduğunu duyduğu zaman, yalnızca esniyordu, benim tilki pederim, diyordu kendi kendine, gene
Fouger’yi sindirmek istiyor olsa gerek!
Ama günün birinde Lucien de askere alındı. Salmanque’ı gördü yeniden, İspanya’yı kasıp kavuran
savaşı ve izinli Falanjistlerin içki alemlerini gördü. Memnundu.
İki gün sonra da Münih Antlaşması imzalanmıştı ve Lucien alaycı bir acılıkla, gene her zamanki
gibi açıkta kaldık, diye düşündü kendi kendine.
Milyonlarca safdil gibi o da, kentin karartılmasını, Paris sokaklarında kol gezen tankları ve
seferberliği ciddiye almıştı. Oysa şimdi anlıyordu ki, bütün bunları Meclis’teki oylarını
sağlamlaştırmak için babası yapmaktadır! Sıkıntıyla esnedi Lucien. Eski hamam eski tas hikâyesi
yeniden başlıyordu işte: O patırtı, alacağını isteyen asık suratlı otelci ve mağaza vitrinlerinde aniden
karşısına çıkan soluk ve berbat bir surat. Kendi suratı.
Bir keresinde şansı iyice yaver gitmişti. Eski editörü Gautier’ye rastladı Madeleine civarında.
Başka bir gün olsa, Lucien’den bir an önce yakasını kurtarmaktan başka bir şey düşünmezdi Gautier,
ama o gün o da perişandı. Daha o sabah, ölümle pençeleşen üç yaşındaki kızının yatağı başında
hıçkırarak ağlamıştı. Ama ‘La voie Nouvelle’in özel baskısı hayata geri getirmişti onu. Öyle ki artık
Gautier, değil yalnızca Lucien’i, utanmasa gazete satıcısıyla köşedeki polis memurunu bile kucaklayıp
öpmeye girişebilirdi. Nitekim Lucien’in hırpani kıyafeti bile dikkatini çekmekten uzak kaldı. Ayrıca
bu çökük surat, bu uzamış sakal ve bu eskimiş elbise (üniformalarını verecek zaman bulamamışlardı),
böyle tehlike günleri için alabildiğine normaldi.
“Daha hâlâ inanamıyorum kulaklarıma!” diye bağırıyordu Gautier. “Ne büyük, ne mutlu bir sürpriz!
Yarın Colmar’a hareket ediyordum, bir düşünsene! Hem de topçu çavuşu olarak.”
Bir soluk aldıktan sonra sordu:
“Peki ya sen?”
“Ben piyadeyim. İkinci sınıf asker.”
“Peki be adam, cepheye yollanmaktan kurtulmuş olmak hiç mi sevindirmedi seni?”
“Doğrusunu istersen, benim için hepsi bir.”
“Hadi oradan züppe! İddiaya girerim ki bir sinir krizi geçirmektesin!”
Birden anımsadı Lucien: Para! Ve gizemli bir gülümseyişle konuşmaya başladı:
“Sinir krizi değil, ama azizim, gerçekten can sıkıcı bir durumdayım. Bir aktrist kızla birlikte
Trouville’e gitmiştim. Birdenbire askere aldılar beni ve tabii kızı orada bırakmak zorunda kaldım.
Şimdi de gidip almak lazım tabii. Bir izin ayarladım ama, işin budalalığına bak ki, bütün bankalar
kapalı! Yarına kadar da beklemek istemiyorum. Beni bu durumdan kurtarabilirsen gerçekten
sevinirim. Ama seni güç vaziyette bırakacaksa, inan ki asla...”
“Ne münasebet yahu!”
Gautier, hemen portföyünü açmış ve bir binlik banknot çekmişti. Gülümsedi Lucien: Gautier’nin ne
kadar cimri olduğunu bilmez değildi! Bir zamanlar, kitaplarının telif hakkını bile bin bir zorlukla
almıştı bu hergeleden. Ve aynı üstat şimdi tutmuş kendisine bin frank veriyordu! (Çok çok iki yüz
frank ummuştu Lucien.) Gautier:
“Dur bakalım arkadaş!” diye haykırdı. “Öyle kolay kolay bırakmam seni. Kaçta kalkıyor trenin?
Zamanın vardır daha! Bugünün şerefine bir kadeh tokuşturmadan asla olmaz!”
Bir bara girip ikişer kokteyl devirdiler. Tatlı bir sıcaklık sarmıştı Lucien’i. Gautier’den ayrıldıktan
sonra bir taksi çevirip Montparnasse’a yollandı. Büyük lokantalardan birinin birinci katına çıktı.
Holdeki aynanın önünde durup dostça bir selam çaktı kendi kendine: Kılığı bozuk olmuş, sakallı
olmuş ne çıkar, gene de güzel, gene de yakışıklıydı işte! Vestiyerdeki kızın gözlerine bakmak yeterdi
bunu anlamak için.
Prenslere layık cinsinden bir yemek ısmarladı. Aklına estiği gibi davranmaya karar vermişti, bir
şımarık çocuk edası gelmişti sesine. Bir önceki müşteriden artakalmış küçük bir ekmek parçasını
hemen yutacaktı aslında, ama tuttu kendini ve çeşnicibaşıya, doygun ve tembel bir edayla:
“Bir de yer mantarlı bir semiz piliç isterim,” dedi. “Tabii piliç, Bresse pilici olacak.”
Herkes neşeyle yiyip içiyordu çevresinde. Askerlik çağındakiler günün kahramanları pozundaydı:
Cepheden henüz dönmüşçesine bıkkın ve yorgun bir havaya bürünüyorlardı! Üniformasını bile
çıkarmamıştı kimisi, hemen hepsi sakallıydı. Kır hayatını anımsatıyordu halleri. Bile isteye, kaba
taşralı ağzıyla konuşuyor ve her fırsatta küfür savuruyorlardı. Bir alay telaşlı kadın dolanıyordu
çevrelerinde: Haçlı seferine çıkan şövalyelerini yıllar boyunca beklemiş sadık aşık pozundaydı onlar
da! Masalara konmuş pastel renkli küçük abajurlardan, her şeyi güzelleştiren tatlı bir ışık yayılıyordu
ortalığa. Yitirilip yeniden bulunmuş bir cennetten söz ediyordu plaktaki tango. Mantarlar durmadan
patlıyordu. Tokuşturulan şampanya kadehlerinin şıngırtısından geçilmiyordu salon. Barışa içiyorlardı
durmadan, üst üste birkaç şişeyi devirdikten sonra, Joliot’nun coşkun yazısının etkisinde kalıp:
“Zafere!” diye haykırarak kadeh kaldıranlar bile vardı.
Yıllanmış bir şişe Chambertin şarabı içmiş olan Lucien, bönce bir gülümseyişle bakıyordu
çevreye. Kielmann’ı da, otelciyi de, sefil hayatını da unutmuştu şimdi. Ünlü bir yazardı işte yeniden,
sürrealistlerin dostuydu, tanınmış bir avukatın oğlu, güzel bir aktristin sevgilisiydi: Yeni baştan
yaşıyordu.
Olayların ve sarhoşluğun itişiyle zaman kavramından sıyrılan tek insan Lucien değildi. Çevrede
herkes, kara günler zinciri içinde bu akşamın ayrıcalıklı bir yer aldığını sezmekteydi. Nitekim Lucien,
üç yıldan beri rastlaşmamış olduğu tablo tüccarı Guyot’nun yaklaştığını görünce hiç şaşırmadı.
Neşeyle bağırdı Guyot:
“Nerelerdesin birader, hiç görünmüyorsun? Bilmezsin azizim, bir elmas parçası yakaladım ben,
tam bir elmas parçası!”
Sendelemekteydi. Işıklar saçıyordu sanki kırmızı yuvarlak yüzü. Beyaz mumdan, yaprakları kırık
bir kamelya takmıştı ceketinin yakasına. Lucien’i kolundan tutup kendi masasına sürükledi. Pişman
olmamıştı gittiğine: Güzel bir kadın vardı masada. Daha ilk bakışta gözü tuttu kadını: Narin, çok
siyah ve düz saçlı, bir çocuk burnu gibi kalkık küçük burunlu, daima yarım açık kalın dudaklı,
porseleni andıran tirşe rengi gözlüydü. Guyot, ağdalı bir dille tanıştırdı:
“İşte elmas parçası: Jenny! Kendisi ressam. En iyi yazarlarımızdan Lucien Tessat. Babasıyla
karıştırılmaması rica olunur.”
Bir kahkaha attı Lucien:
“Neler söylüyorsun gene! Ben bir yazar, öyle mi! Guyot küçük bir yalan kıvırdı efendim: Benim
spesyalitem hayvancılıktır.”
Gözlerini dikmiş kendisine bakıyordu kadın. Ve parıldayan gözleri yavaş yavaş karanlıklaşmıştı.
“Kitabınızı okudum,” dedi. “Ölüm hakkındaki kitabınızı. Ve sizi bekliyordum ben. Ölüm, Bağdatlı
bahçıvanı bekler gibi.”
İngiliz söyleyişi, çocukça bir eda veriyordu sözlerine. “Hafif içmiş, ama ne güzel kadın!” diye
düşündü Lucien. Masaya ortudu ve kadehine şampanya doldurarak yanıt verdi:
“Ben de bekliyordum sizi. Ama benimki öyle şairane bir bekleyiş değil. Güzel bir kadını
beklemenin bekleyişi. Tanışma faslı bittiğine göre, içelim bari.”
“İçelim. Ama ben viski isterim.”
Kentucky eyaletinin en sıkıcı kentlerinden birinde doğup büyümüştü Jenny. Bir Anglikan tarikatına
mensup olan babası, kontrplak ticaret yapıyordu. Çocukluğundan beri ateşli bir karakteri olmuştu
Jenny’nin. Shelley ve Keats’ın mısralarını coşkunlukla okur, din değiştirip Katolik olmak ister ve
zencilerin ıstırabı üzerine hikâyeler yazardı. Wilson, Avrupa’dan döndüğü zaman, evden kaçıp
başkanı alkışlamaya gitmişti. On altı yaşındaydı o zaman. İki yıl sonra da bir seyyar fotoğrafçıyla
evlendi. Onu Hollywood’a götüreceğini vaat etmişti adam. Çok geçmeden boşandı ama, sinemanın
başkentine gitmeden edemedi: Star olmak istiyordu, sefil ve perişan oldu. “Hele bir çıkıp eğlenelim
önce, sonra bir şeyler düşünürüz güzelim,” diyordu asistanlar. Jenny öfkeyle reddediyordu bu
pazarlığı. Resme tutulmuştu o arada: Peyzajlar yapıyordu aç karnına. Kırmızı bir toprak, kaktüsler,
rengarenk evler, yetenekliydi ama zevksizdi: Doğada cıyak cıyak bağıran ne kadar göz alıcı şey
varsa, onu seviyordu. Birdenbire talihi güldü o sırada: Uçak fabrikatörü Los Angeleslı bir mühendis
aşık oldu kendisine. Onun da hoşuna gitmişti adam ve evlendiler. En koyu sefaletten en büyük lükse
atladı Jenny. Alçakgönüllü, sevimli bir adamdı kocası ev hayatında. Ama Jenny sönük buluyordu
adamı ve, gerçek mutluluğu tatmak benim kaderimde yokmuş demek! diyordu kendi kendine. İki yıl
sonra uçağı parçalanarak öldü adam. İki tüp veronal içti Jenny, yetişip kurtardılar. Bir göle attı
kendini, yetişip çıkardılar. Ve bir yıl boyunca odasından dışarı çıkmadı. Sonra yavaş yavaş alıştı
hayata. Büyük bir servetin tek başına sahibiydi. Müzelerle batakhaneler arasında mekik dokuyarak
bütün Avrupa’yı karış karış dolaştı. ‘Gerçek aşk’ı bulabilmek umuduyla bir alay maceracıyla yaşadı
art arda. Ve bir alay güzel sanatlara devam etti küçük bir okullu kız gibi. Sonunda da Paris’e gelip
Montparnasse’a yerleşti. Hayat tarafından küstürülmüş Amerikalılar vardı burada, viski içip Eski ve
Yeni Dünya’yı hor gören. O da onlar gibi yaptı.
Lucien’den yalnızca bir yaş büyüktü. Ama yanındaki adam, bir delikanlı kadar genç görünüyordu
ona, şimdi. Ve Lucien bir zafer daha kazanmıştı: Bakışlarının ateşli canlılığı, saçlarının darmadağın
kızıllığı ve konuşmasındaki o tutkulu karamsarlık öylesine allak bullak etmişti ki Jenny’yi, ondan
başka hiç kimseyi görmez olmuştu kadın, Guyot’nun gevezeliklerini işitmiyordu bile, dans etmek falan
da istemiyordu artık. Kadındaki bu şiddetli duygulanmanın Lucien de etkisinde kalmıştı. Aşık
olduğunu sandı Jenny’ye.
Bıçağıyla bardağını çınlattı Guyot:
“Bir teklifim var,” dedi. “Lucien piyade. Bense DCA’dayım. Charles hava askeri, Dumont’sa
piyade yüzbaşısı. Yani hepimiz de, örneğin bir ay sonra, Alsace ya da Palatinat tarlalarına
gömülebilirdik. Oysa bugün yaşamaktayız. Ve daha da yaşayacağız. Bizim gerçek zaferimiz işte
burada. Diplomatlarımızın, yazarlarımızın, Paul Valéry’nin, Derrain’in zaferi bu. Şarapçılarımızın,
kunduracılarımızın, kapıcılarımızın zaferi. Kapıcıları küçük görmeyelim lütfen: Hepsi birer barış
meleğidir onların! Kısacası, Fransız zaferlerinin en güzeli şerefine içmeyi teklif ediyorum!”
Jenny alkışlamaya koyulmuştu, sonra Lucien’e dönerek:
“Valéry’yi sevmiyorum,” dedi. “Eluard’ı tercih ederim. Ya siz? Tıpkı Wilson gibi konuştu Guyot.
Hani Fransızlar Wilson’a karşıydı! Sakın bana kızmayın: Hiçbir şey anlamam politikadan. Ama şu
anda mutluyum. Sizin öldürülmüş olabileceğinizi düşünüyorum da içim kararıyor!”
Gülmekten katılıyordu Lucien:
“Ama düşünün ki hiç karşılaşmayabilirdik de,” dedi.
“Hesap!” diye bağırdı Guyot.
Bırakmadı Lucien: Kendisi ödeyecekti. Ve yüz frank bahşiş verdi garsona.
“Sağol komutanım!” dedi Guyot gülümseyerek.
“Ne komutanı: İkinci sınıf asker!” diye haykırdı Lucien.
Sonra da Jenny’nin kulağına eğilip:
“Son yudumu sizin için içiyorum,” diye fısıldadı. “Ölümden kaçan Acem bahçıvanı Bağdat’a
sığınmıştı. Hiçbir zaman görmediği cinsinden, Tanrıçalar gibi güzel bir genç kızla karşılaştı orada.
Ve ölümü yenip kovaladı.”
Ani bir hareketle Lucien’in elini yakalayıp sıktı Jenny.
Çıktılar: Passy’ye kadar eşlik etti kadına. Sakin bir sokakta oturuyordu Jenny. Evin yanı başında
yükselen büyük ağaç, gaz lambasının ışığında belli belirsiz titrer gibiydi. Ayrılmak istedi kadın,
Lucien içeri kadar götürmekte direndi. Jenny şaşırmış ve bir çocuk gibi yalvarmaya başlamıştı şimdi:
“Hayır hayır, gelmeyin ne olur.”
Gerçek aşkı sonunda bulmuş olduğunu sanıyordu çünkü ve her şeyi bir anda kaybedivermekten
korkuyordu. Pardösüsünü çıkarmaksızın rahat bir koltuğa attı kendini Lucien ve gözlerini yumdu.
Yüzünde derin bir yorgunluk dalgalanıyordu. Jenny hemen sakinleşmişti:
“Size bir kahve yapayım, ister misiniz?”
Cezveyi getirdi yanıt beklemeksizin: Altında küçük bir mavi alev titreyen yuvarlak bir cam
bardaktı bu. Gözlerini açtı Lucien:
“Simya,” diye mırıldandı.
Rahatlamıştı. Hiçbir şey istemiyordu artık. Koyu bir şurup gibi tatlı kahve, mutluluğun zirvesi
olarak gözüküyordu ona. Ve Jenny, durmadan konuşuyordu: Öteden beri ürkerdi sessizlikten. Bir alay
macera geçmişti başından ama, gene de bir genç kız kadar deneyimsizdi.
“Her şeyden çok sarı gülleri severim. Çay rengi olanları değil ama, sapsarı olanları.
Montparnasse’taki Bauman çiçekçi dükkânı baştan başa o güllerle doluydu. Nefis bir kokuları var
bilseniz! Beni memnun etmek istiyorsanız, o güllerden getirin.”
Üzerine tatlı bir bitkinlik çökmüştü Lucien’in, sakin sakin yanıt verdi:
“Pek sanmıyorum getirebileceğimi. Dönüş için metro param bile yok çünkü.”
İçinde bulunduğu sefil durumdan utandığı için, bu itiraf kendisini şaşırttı. Kesin niyetlerle gelmişti
buraya. Ama sonra her şey karmakarışık olmuştu. Kahve, Jenny’nin şatafatlı edası, resim, Yunanistan
ve çiçekler üzerindeki konuşmaları. Çok içmişti ve bıkkın hissediyordu kendisini. Ne söylediğinin
bile farkında değildi. Jenny ise, şaka ettiğini sanmıştı: Daha biraz önce bütün hesabı ödeyen o değil
miydi? Gülerek:
“Hemen şimdi istemedim, meraklanmayın,” dedi. “Bütün aleme ziyafet çekmenin sonu budur işte!”
Birden kendine geldi Lucien, bu şakacı sitem dokunmuştu ona:
“Ziyafeti Gautier’nin parasıyla çektim,” dedi. “Böyle fırsatlar her zaman geçmez elime. Genel
olarak bir yüz frank bulabilmek için çırpınırken görürler beni. Ama gül değil, bir parça ekmekle
sucuk almak için. Bunu anlayamazsınız siz. Siz, zengin bir Amerikalısınız. Bense adi bir işsiz. İki ayrı
sınıfa mensubuz.”
Fakirin zengin karşısındaki nefretini duyuyordu Jenny’ye karşı şimdi. Bakmıyordu bile ona,
ağladığını görmüyordu kadının.
Oysa sefaletin ne demek olduğunu Jenny de biliyordu: Hollywood’da geçirdiği yılları unutmamıştı
henüz. Şişmanlamamak için yemek yemediğini söylerdi o zamanlar dostlarına, oysa içi ezilirdi
açlıktan hep. Hemen yan odaya seğirtti ve elinde bir tomar banknotla döndü geriye. Parayı Lucien’in
cebine koymak için uğraşırken:
“Yalvarırım alın!” diyordu. “Rica ediyorum.”
Lucien’in yüzü kindar bir ifadeyle gerilmişti. Avucunda buruşturarak masanın üzerine fırlattı
parayı:
“Bunun için gelmedim buraya.”
Ve kadını omuzlarından yakalayıp acıtıncaya kadar sıktı: Ne bir eğilim, ne de en ufak bir arzu
duyuyordu onun için; para almak amacıyla gelmediğini ispatlamak istiyordu yalnızca. Ve Jenny,
zenginliğini artık affettiğini, ona aşık olduğunu, daha fazla beklemek istemediğini, bekleyemediğini
sandı Lucien’in. Ve hiç duraksamadan, hiçbir acılık duymadan teslim etti kendini. Zümrütten bir
denizin derinliklerine daldı.
Bitkin ama mutlu, uyuyup kalmıştı. Lucien uyumuyordu. Son aylardaki hayatı geçiyordu gözlerinin
önünden. Karar vermesi gerekiyordu, ama neye? Şantajcı gazetelerden birinde çalışmak? Özür
dileyip baba evine dönmek, ya da? Ya da birini soymak? Jenny’ye ilişti gözleri ve şaşırdı: Her şeyi
unutmuştu. Tiksintiyle buruşturdu yüzünü: Alabildiğine hayvani bir doygunluğun ılıklığı yayılıyordu
kadından. Ve nasıl da saftı: Valéry, resim sanatı, sapsarı güller. Kim bilir buna benzer kaç macera
yaşamıştı bu kadın? Birden uyandırmak istedi onu, hakaret edip dövmek istedi. Ama hareketsiz,
uzanmış olarak kaldı gene; odayı gözden geçirdi: Gelişigüzel yerleştirilmiş Louis tarzında
mobilyalar, bir Watteau röprodüksiyonu, içinde zambaklar duran bir vazo. Mobilyalı bir evde
oturuyordu Jenny, bütün bu eşyanın hiçbirisi ona ait değildi. Ama Lucien’in gözünde, bütün bu
adiliğin kopmaz bir parçasıydı kadın. Yeniden baktı ona. Çiğ sabah ışığı, kırışıkları meydana
çıkarmaya başlıyordu yavaş yavaş. Çok ince bir teni vardı gerçi, ama solmaya başlamış bir çiçek gibi
buruşuktu yer yer. Esnedi Lucien, metreslerini saymaya koyuldu. Kafası karıştı yirmi altıncıda: İki
tane Margot tanımıştı ve ikincisini sayıp saymadığından emin değildi. Bir müzik öğretmeninin kızı,
sarışın, yani boyalı saçları olan. Vazgeçti saymaktan: Bayağılıktı bu! Midesi bulanmıştı adeta. Kalkıp
sessizce giyindi. Gitmek üzereydi ki Jenny uyandı. Hâlâ uykulu gözlerle gülümsedi önce, sonra da
telaşlandı birden:
“Giyindin mi hemen? Ama niçin?”
“Gitmek için.”
“Lucien.”
Zoraki bir gülüşle güldü Lucien:
“Guyot, zafer şerefine kadeh kaldırıyordu ya, gerçekte Almanlar kazandı zaferi. Çocuklar bile
bunun böyle olduğunu biliyor artık. Ama insanoğlu içtiği zaman, yalan söylemek zorunda duyar
kendini. Oysa içmekte değiliz artık. Dün Tanrıçalar kadar güzel bir genç kızdın sen. Yanılmıyorsam
öyleydi değil mi? Şimdiyse Amerikalı bir teyze oldun. Geçkince bir teyze. Bana gelince, Bağdat
bahçıvanı falan değilim ben de artık. Basit bir marlouyum. Bunun ne demek olduğunu bilmiyorsun
belki de? Paul Valéry’nin dilinde marlou, pezevenk anlamına gelir.”
Hiçbir şey anlamamıştı Jenny, ağlıyordu yalnızca. Lucien’in bacaklarına sımsıkı sarılmış:
“Bu akşam geleceksin değil mi?” diyordu. “Söz ver bana!”
Bir şeyin kırıldığını duydu içinde, ta derinlerde ve hâlâ tertemiz kalmış bir şeyin: Gururunun.
Masanın üzerinde dağınık duran buruşuk banknotlara baktı: Soluk mor renkli binlik banknotlardı
bunlar. En azından on tane. Parayı cebine koyup, soğuk bir sesle:
“Peki gelirim,” dedi. “Bugün olmaz belki: Yarın ya da yarından sonra.”
Ilık ve pırıl pırıl, muhteşem bir hava. Luksemburg’a kadar yayan yürüdü. Altın ve bakır rengi
toprakları seyrederek ilerliyordu. Yıkılan bir krallığın dört bir yana dağılmış duran hazineleriydi
bunlar. Her günkü görünüşündeydi park. Sabahın erken saatleri olmasına karşın, anneler bebeklerini
arabalarına koyup gelmişlerdi. Yumurcaklar güneşten ısınmış kızıl kumların içinde oynuyor, daha
büyükleriyse ufacık kâğıt gemiler yüzdürüyordu havuzda. Rantiyeler ve emekli memurlar güneşte
ısınarak gazete okuyorlardı. Yeni boyanmış gibi simsiyah karatavuklar uçuşuyordu dalların arasında.
Verlaine’in büstü dikiliverdi birdenbire yoluna. Yaşlı bir vahşi hayvanı andırıyordu kafası.
Mermerin üzerinde siyah, eğik bir yazı vardı: Ağlıyordu Verlaine. Ve Lucien, bir makine gibi
tekrarlıyordu kendi kendine:
“İşte hayat, basit ve sakin.”
Bu basitliği hiçbir zaman tanımayacak, bu sükûneti hiçbir zaman tatmayacak mıydı o? Niçin. İşe
gitmek sabahları, eve gelip yemeğe oturmak, çocuklarla meşgul olmak akşamları ve bu parka gelmek
zaman zaman. Yanı başındaki bir konuşmaya kulak kabarttı:
“Yirmi yıl sürecek bir barış vaat ediyor Chamberlain.”
“Yirmi yıl daha yaşamayı uman kim! Bir on yıl olsa hadi neyse.”
Dönüp baktı: Yetmişinde vardı bunu söyleyen adam. Ve daha on yıl yaşamak istiyordu, hem de
barış içinde! “On yıl daha olsa ne çıkar sanki,” diye mırıldandı Lucien.
Gözlerini kırpıştırarak ona baktı ihtiyar: Öfkelenmişti. Lucien esneyerek doğruldu. Nereye
gideceğine karar veremedi bir an. Sonra birdenbire cebindeki parayı anımsadı. Sakın düş görmüş
olmasın? Cebini yokladı endişeyle. Banknotların hışırtısını işitince rahatlamıştı. Kendine güzel bir
elbise ısmarlamak üzere Pyramides Sokağı’ndaki bir İngiliz terzisine yollandı.
17
Uzun bir bekleyişten sonra sonunda Michaud’dan bir mektup aldı Denise:
Denise sevgilim,
Buraya geldiğimden beri iki kez yazdım sana, ama mektuplarımın sana ulaşmamış olmasından
korkarım. Çünkü birinci mektubumu götüren kamyonun devrilip yandığını öğrendim. İkincisini ise
Sırbistanlı bir arkadaşa emanet etmiştim, duyduğuma göre onu da Cerbere’de tutuklamışlar. Sonra da
bir an bile rahatımız olmadı, nasıl fırsat bulup da yazabilirdim ki? Ama şu anda cephenin on
kilometre gerisinde dinlenmekteyiz. Bu sabah araya araya sonunda bir su bulduk, güzelce yıkandık
hepimiz ve şimdi mutluyuz artık. Bir tek tütünümüz eksik. Bu da gerçekten felaket: Bazen, özellikle
geceleri, müthiş bir sigara içmek arzusuna kapılıyor insan da çıldıracak gibi oluyor! Yani demek
istiyorum ki, bir yolunu bulursan buraya sigara gönder. Tabii herkes için.
Dün gene faşistlerin bir saldırısını püskürttük. Bu on sekizinci ediyor. Ebre Nehri’ni aştığımızdan
beri durmak bilmiyorlar. Hakları da yok değil: Ulaşım yollarının kesilmesinden çekiniyorlar. Bu
Ebre geçidini anlatırım sana bir gün. Irmak son derece hızlı akıyor ve çevrinti var. Ben daha böyle
şey görmedim. Geceydi. Şu İspanyollar ne yiğit insanlar bilsen! Ve ne kadar farklılar buraya ilk
geldiğimiz zamanki hallerinden! O zaman da hepsi mert çocuklardı, ama hiçbir bilgileri yoktu ve
örneğin yemek yemek için –yalnızca yemek için, evet– işgal etmiş olduğumuz mevzileri rahatça
bırakıp gidebiliyorlardı. Akla hayale sığmaz bir kargaşalık içindeydiler. Buna bir de ortalıkta pıtırak
gibi biten casusları eklersen, daha kolay anlarsın durumun fecaatini! Ama şimdi, gerçek anlamında bir
ordu oldular. Mükemmel bir düzenli ordu. Ve hepsi de bir tek fikir için canını vermeye hazır! Flix’in
alınışı sırasında Enternasyonal’i söylemeye başlamıştık, bir de ne duyalım: Solumuzdan doğru
İspanyolca bir koro yükseliyor! Gencecik köylülerdi hepsi.
Bizi buradan sökebilmek için her şeye başvurdu faşistler. Havacılar, –Almanlardı tabii– ırmaktaki
bütün balıkları öldürdü. Daha geçenlerde gidip bakmıştım: Karınları havada sürükleniyorlardı suyun
üzerinde. Ama bizim itfaiyeciler coşkun bir şevk içinde ve bombardımanların altında çalışıyor. Ve
tam yedi hafta boyunca kot 544’ü terk etmedik. Her gün üzerimizdeydi bombardıman uçakları,
‘hindiler’ diyorduk onlara. Tonlarla ölüm saçıyorlardı başımızdan aşağı. Sonra da topçuları işe
girişiyordu. Topumuzun da orada ölüp kaldığımızı sanmış olsalar gerek dün. Oysa hepsi hepsi dört
arkadaş kaybettik. Zavallı Carpinot! Toulouselu bir elektrikçiydi, nefis bir çocuk, hep neşe dolu.
İspanyollar için bir suare düzenlemiştik. Lakmé’nin türküsünü okuyan bir opera şantözünü o kadar
güzel taklit etti ki, kırılıyorduk gülmekten! Gözüpek bir çocuktu aynı zamanda: Bir gün bir gözcülük
dönüşünde, üç İtalyanı tutsak alıp getirmişti tek başına! Gün batarken saldırıya geçtiler. Çok tuhaf bir
manzarası var buranın: Sönmüş yanardağlarıyla ayın yüzeyi dersin. Bir tek ağaç yok ve sanki altını
üstüne getirmişler toprağın. Saldırmadan önce tam iki saat bir cehennem ateşine tuttular bizi. Kaç
bataryaları olduğunu bilmek isterdim doğrusu! Yüz metreye kadar yaklaşsınlar diye bıraktık, sonra da
veryansın ettik makineleri! Bir geri çekiliş çekildiler ki, hem de nasıl! Belçikalı Pelletier işte o
sırada yaralandı ve ben kendine ilk pansumanı yaparken: “Püskürttük değil mi herifleri? Yaşasın!”
diye haykırıyordu avazı çıktığı kadar.
Görüyorsun ki hiç de fena sayılmayız moral olarak. Hepimiz yorgunluktan bitkin haldeyiz tabii. Bir
de söylediğim gibi tütünümüz eksik. Ama önemi yok: Dayanıyoruz. Esas olan da bu zaten. Ve işte
bunun için yürüyemediler Valencia’ya. Çok güçlüler bilsen: Bizim bir uçağımıza karşılık on uçakları
var. Sonra artık çocuklar bile anladı ki, namussuz takımının ‘müdahale etmeme’ politikası da
onlardan yana! Sık sık söz açılıyor Blum ve Viard’dan, küfrettiğimiz bile oluyor ne yalan söylemeli.
Piyadeleri de çok. Ve yalnızca Guadalajara’dakiler gibi makarnacı takımı değil, Faslı ve
Navarralılar da var. Ama gene de dayanacağız sanırım. Ancak şu son günlerde biraz umutsuz görmeye
başladım çocukları. Bu, biraz da sizin hatanız! Gazeteleri elimize almaktan korkar olduk vallahi: Her
gün yeni bir taviz haberi. İspanyollar tepeden bakmaya başladılar bize haberiniz olsun: Ne biçim
halkmışsınız, der gibi. Kendi açılarından hakları var. Ama bundan böyle her şeyin değişeceği
inancındayım: Bundan daha fazla gerilemek olanaksızdır! Kısmi seferberlik ilan edildiğini söyledi
bugün radyo, hemen cesaretlendik. Öyle sanıyorum ki, radikaller bile, bizim burada Fransa için
savaştığımızı teslim etmek zorunda kalacak.
Bu mektubu sana çok iyi bir arkadaş getirecek. Kendisi için elinden geleni yap: Ne ailesi var, ne
memleketi. Hayatımızı uzun uzun anlatır sana, buradaki harekatı da anlatır. Anlatmadıklarını da sen
kendin tahmin et artık. Ne demek istediğimi seziyorsun değil mi? Her şeyi anımsıyorum Denise. O
akşamki ayrılışımız canlanıyor gözümde hep. Hani o sisli akşam. Anlıyorsun ya beni. O duygunun bu
derece kuvvetli olabileceğine asla ihtimal vermezdim ben. Bütün söylemek istediklerimi söylemek
çok güç, hele bir mektupta. Seni yakında göreceğimden eminim, diyeceğim yalnızca. Kucaklıyorum,
sımsıkı kucaklıyorum seni.

Luc Michaud.

Denise aynı akşam şu yanıtı verdi:

Paris, 4 Ekim

Michaud’cuğum,
Mektubun beni nasıl sevindirdi bilemezsin! Bütün şu son günler boyunca senin için gerçekten
endişe ettiğimi saklamaya gerek görmüyorum. Bana destek olan nedir biliyor musun? Senin yıldızına,
senin ve benim yıldızımıza duyduğum belirsiz güven. Mektubunu getiren arkadaş, bana uzun uzun söz
etti senden. En basit ayrıntıların bile benim gözümde en büyük değer taşıdığını hemen anladı. Sevimli
bir adam. Ve cesur.
Lafı döndürüp dolaştırmadan söyleyeceğim Michaud: Sana gıpta ediyorum! Böyle alnı açık, elde
silah mücadele etmek, her an tehlikeye atabilmek hayatını, dostlukları içini ısıtan namuslu ve yiğit
kişilerle çevrili olmak ne büyük mutluluk bilsen! Burada durmadan, İspanya’nın kaderini çok önceden
çizdiğini ve daha fazla direnmenin bir çılgınlıktan başka bir şey olmayacağını söyleyip duruyorlar.
Ama yalan bu! Elinde silah tutabilen tek insan kaldıkça bile henüz hiçbir şey belirmemiş, henüz hiçbir
şey kaybolmamış demektir.
Sana burada olup bitenlerden söz etmek çok ağrıma gidiyor. Alçaklık, döneklik ve yalancılık
içinde boğulmaktayız. Münih Antlaşması’ndan daha birkaç gün öncesine kadar, arkadaşlar sert bir
direnç ummaktaydılar. İnşaat işçileri grev halindeydi Paris’te. Ve Münih’ten dört gün önce de işbaşı
yaptılar: İşte işçilerin yurtseverliği! Ama şimdi anlıyoruz ki bütün bunlar Daladier, babam ve
çevresindekilerin manevrasından başka bir şey değilmiş, halkı nasıl ürkütmeye çalıştıklarını ve nasıl
bir panik havası yarattıklarını görseydin!...
İki günde her şey değişiverdi. Bugün savaşı isteyecek olsalar, tek kimse gitmez arkalarından. Halk
Cephesi’nin çöküşünü alkışlıyorlar, ama asıl çöken Fransa! Sevinç içinde kutluyorlar ‘zafer’
dedikleri şeyi. Balolar, hatta geçit törenleri düzenliyorlar. Dün büyük bulvarlarda gamalı haçlı
Alman bayrakları gördüm. İçi dönüyor insanın! Flandin Hitler’e bir kutlama telgrafı çekmiş. Biraz
önce mektubunu okurken iğrenç bir olayı anımsadım. ‘Lakmé’nin taklidini yapan bir arkadaşından söz
ediyorsun ya, bizim mühendis anlattı: Geçenlerde ‘Lakmé’yi görmüş. Opéra-Comique’te. Şarkıcı kız
bir fazladan cümle eklemiş aryasına: “Chamberlain’i kucaklamak isterdim!” diye ve korkunç
alkışlanmış. Alçaklık ve ahmaklık olursa bu kadar olur artık, öyle değil mi!..
İşçiler köpürüyor yavaş yavaş. Partinin nüfuzu bir hafta içinde arttı. Fabrikada toplantı vardı
bugün. Ek çalışma saatlerini bundan böyle yapmamaya karar verdik. Bizim hücreden geliyordu öneri.
Fransa’da yeterince işsizlik var, dedik, onları çalıştırsınlar! Bizimki bir silah fabrikası olduğu için
bugüne dek çıkarmamıştık sesimizi. Ama bugün açıkça meydana çıktı ki söz konusu olan ulusal
savunma değil, bambaşka bir şeydir. Sağcı gazetelerde şimdiden Ukrayna hakkında yazılar çıkmaya
başladı, harita bile yayımlıyorlar. Şaşmıyorum artık: Almanlarla el ele Sovyetler Birliği’ne karşı bir
haçlı seferi hazırladıkları besbelli! Bugün barışsever geçinen bütün bu namussuz alayı o zaman kuduz
gibi harbe koşacak.
Nitekim partiye karşı kovuşturmalar başladı bile. Söylendiğine göre babam, kapatılmasını istemiş.
Hazır bekliyoruz. Böyle bir durumda hemen yeraltı faaliyetine girişmek üzere mükemmel bir cihaz
kurduk.
Alçaklığın en son noktasını da söyleyeyim sana: Dün Legreux, İspanya’daki uluslararası birliklerde
savaşanları, seferberlik şubelerine başvurmadılar bahanesiyle asker kaçağı ilan etmeyi
düşündüklerini haber verdi. Bundan fazlası da can sağlığı! Asıl kaçaklar, iki yıldan beri cephede
düşmanla göğüs göğüse çarpışanları asker kaçağı ilan edecek!
Bana gelince... ‘Gnome’da çalışıyorum gene. Doğrusunu istersen, yalnızca parti için yaşıyorum
artık. Parti dışında hiçbir şey ilgilendirmiyor beni. Geçen gün bir mühendisle konuşuyordum, kültürlü
bir adam, solcu, yani anarşistlerle Blum arası bir şey. “Gözünüz hiçbir şey görmüyor,” dedi bana.
“Bağnazlığın moda olduğu devirlerde, Engizisyon zamanında doğmalıymışsınız!” Ne kadar ahmakça
bir söz! Eski mimariyi öğrenmek için bunca yıl kaybettiğime içtenlikle üzgünüm oysa ben. Bunun
faydasızlığına inandığım için değil hayır, tam tersine yararına inanıyorum. Güzel şeylerin şu ya da bu
siyasi konjonktürden çok daha sürekli olduğunu gayet iyi biliyorum, kör falan değilim. Ama gene
biliyorum ki, bugün önemli olan, içinde bulunduğumuz siyasi durumdur. Faşizme karşı girişilen
mücadelenin sonucu karar verecek her şeye. Belki bir yüzyıl için. Ve söz konusu olan da yalnızca
bizim bireysel kaderimiz değil, bütün uygarlığın kaderi! Bunun yanında, geriye kalan ne varsa ikinci
plana geçer.
Mektubum sana pek kuru gelecek. Öteki kelimelere olan alışkanlığımı yitirdim artık. Sen
savaştasın: Gerçek ve canlı olan bu işte. Bizlerse burada köstebeğe döndük: Kazıyoruz da kazıyoruz
durmadan.
Biraz da ikimizden konuşalım Michaud’cuğum: Anlamamazlıktan geldiğim şeyler bulunduğunu
sanma sakın. Hep seni beklemekteyim. Dönmüşsün, dönüyormuşsun gibime geliyor bazen: Dolaştığını
görür gibi oluyorum odanın içinde “Hem de nasıl!” diye haykırdığını işitir gibi oluyorum. Hep
seninleyim Michaud, düşüncelerim başka yerdeyken bile. Yerleştin bana. Bir kelime daha söylesem
ağlayacağım bak. Sussam da anla beni!

Senin Denise’in
18
Tessat’nın, halkın alkışlarına karşılık olarak kendisine fırlatılan bir gülü kapıp da göğsüne
bastırdığı günden bu yana bir ay ya geçmiş ya geçmemişti. O tatlı anları çoktan unutmuştu Tessat. Her
yeni gün, yeni yeni kaygılar getiriyordu ona.
Sarhoşluk sonralarının acılığını yaşamaktaydı şimdi ülke. Pırıl pırıl aydınlanmış sokaklar kimseye
sevinç vermiyordu artık. Eylüldeki tehlike çanı çok gerilerde kalmıştı. Ama seferberlik pahalıya mal
olmuştu, ödemek gerekiyordu şimdi. Her gün yeni bir vergi kararnamesi çıkartıyordu hükümet. Ekmek
fiyatları yükselmişti. Otobüse binmek bir lüks halini almıştı. Art arda grevler patlamakta gecikmedi.
Patronlar sert önlemler istiyorlardı. Gazeteler gene, refaha yönelmiş övgülerle doluydu ama,
kimsenin inandığı yoktu buna. Breuteuil’in gizli toplantılarında hararetli bir isyan hazırlığı vardı.
“Yılbaşına varmaz, düzeni kurmuş olacağız,” diyordu Aubry. ‘Çelikten irade’sini haykırıyordu
Daladier isterik sesiyle, herkesten kuşkulanır olmuştu. Son saatlerini yaşar gibiydi hükümet ve Tessat
Meclis koridorlarında mekik dokuyordu.
Bir faşist ayaklanmasına ihtimal vermiyordu Tessat, grevlerden de korkmuyordu. Sokak gösterileri,
parlamenter tartışmaların bir yankısından ibaretti onun gözünde. Tessat’yı asıl ürküten bambaşka bir
noktaydı: Meclis, hükümete olan güvenini geri alabilirdi. Kaç kez söylemişti Daladier’ye: “Bu
herifler belli olmaz, dikkat et: Güvenoyuna gitme sakin!” Ve Viard: “Ülkenin ne düşündüğünden
haberiniz var mı!” diye haykırdığı zaman, Tessat kollarını açarak: “İşin kötüsü,” demişti,
“milletvekillerinin ne düşündüğünden haberim yok!”
Hükümetin sallandığını gördüğü şu son günlerde Breuteuil, bir memuruyla konuşur gibi konuşmaya
başlamıştı Tessat ile: Komünist Partisi’nin kapatılmasını istiyordu. Soğuk soğuk ürpermişti Tessat.
Kolay mıydı koca bir siyasi partiyi kapatmak! Büyük gürültü kopardı!.. İşin aslında sosyalistler
memnun olmaz değillerdi bundan. Ama onların içinde bile yirmi kadar yaygaracı bulunurdu, bu da
yeterdi zaten sol radikalleri sürüklemeye. Ve Tessat o zaman Breuteuil’in kucağına düşmüş olacaktı.
Kim bilir belki de Breuteuil o zaman: “Tessat artık eskidi, Laval’e bıraksın yerini!” diyecekti.
Yakışıklı Grandel, Breuteuil’in koruması altında ağlarını örmeye devam ediyordu. Gittikçe artmıştı
nüfuzu. (Eylülde Fransa’yı fekaketten onun kurtardığını söylüyorlardı) La Flèche’teki yedek
subayların karıları bir yazı takımı armağan etmişlerdi kendisine: Gagasında bir zeytin dalı tutan
mermer bir güvercin konmuştu kâğıtuçurmazın üzerine! Ve saldırgan bir ağızla konuşmaya başlamıştı
Grandel. Bir siyasi toplantıda: “Fransa’yı komünistlerden ve uluslararası plutokrasinin uşaklarından,
yani bütün Tessatlardan temizlemenin zamanı gelmiştir!” diyen o değil miydi? Ah, şimdi nasıl
yanıyordu o namussuz belgeyi çaldırmış olduğuna! O mektup elinde olmuş olsa Grandel’i bir anda
yok edebilir, Breuteuil’i de hemen hizaya getirebilirdi. Peki kim yapmıştı bu alçaklığı Tessat’ya?
Lucien!.. Bunu anımsadıkça büsbütün köpürüyordu. Kendi öz evlatlarının ihanetine uğramış Tessat.
Bir yanda işçileri babasına karşı kışkırtan Denise vardı, bir yanda Grandel’le ortak çalışan Lucien!
Bedbahttı bedbaht!..
Nereye baksa düşmanı vardı. Breuteuil’in kini normaldi, muhalefet üyesiydi o, parlamenter oyun
kurallarına tamamıyla uygun bir kindi bu. Ama radikaller arasında bile onun kuyusunu kazanlar vardı!
Bu hizbin başını çeken de, Fouger idi tabii. Öfkeci Fouger! Kuduruyordu Tessat: Bizim kadar
başkalarının da yaşamaya hakkı yok muydu yani! Fouger’ye karşı en ufak bir entrika olsun çevirmiş
miydi bugüne kadar? Hayır! Hem niye çevirsin? Seçim bölgeleri ayrıydı, meslekleri ayrıydı, çıkarları
ayrıydı. Kitapların adamıydı Fouger, Tessat ise bir aksiyon adamı. Peki öyleyse? Öyleyse niçin
Fouger kalkıp da Tessat’nın yurtseverliğine leke sürmek istiyordu yani! Geçenlerde radikallerin bir
grup toplantısında tutmuş: “Tessat,” demişti, “Münih’i savunuyor. Bu onun hakkıdır, istediğini
savunabilir. Ama söylesin bana: Bir Alman ajanı olan Grandel’i örtmek ve kendisine teslim ettiğim
belgeyi yok etmekle neyi savunmaktadır?” Baktı ki olacak gibi değil, dokunaklı bir nutka girişti
Tessat, Fransa’nın üstün çıkarlarını diplomatik sırların saklanmasına bağlayıp bitirdi. Alkışlanmasına
alkışlandı ama, milletvekillerinden birçoğu da Fouger’in sözlerine kulak kabartmaya başlamışlardı ve
Grandel’le Tessat arasında bir işbirliği söylentisi yayılmaktaydı ortalığa. Küplere biniyordu Tessat,
ama bir türlü açıklayamıyordu kayıp belge meselesini. Nasıl açıklayabilirdi, nasıl anlatabilirdi
Lucien hikâyesini?.. Fouger de bindirdikçe bindiriyordu bu meseleye!
Daladier, Meclis’i feshedip yeni seçimlere gitmeyi teklif edince bütün milletvekilleri telaşlandılar.
Gülünç bir fikirdi bu. Tessat hemen hesaplamıştı: Yeni bir seçim demek, komünistlerle sağcıların bir
kat daha güçlenmesi ve radikallerin de en azından elli sandalye kaybetmesi demekti. Kendi mezarını
kendi kazmak denirdi buna. Ayrıca Meclis, asla kabul etmezdi böyle bir şeyi: Kim intihar etmek ister
ki! İşte bu meselede sağcısı da solcusu da el ele verirdi hükümet önerisine karşı! Durup dururken
niçin tehlikeye atsınlar yani sandalyelerini!.. Daladier ise, seçimleri 1940’ta yapmak bizim için tam
bir felaket olur, diyordu. Kuşkusuz, ama çok vardı daha 1940’a. Şimdilik daha kritik bir mesele
dikiliyordu karşılarına: Milletvekilleri mırın kırın etmeye başlamıştı. Seçmenlerinden çekiniyorlardı.
İşçileri öfkelendirmek istemedikleri için yeni vergilere karşıydılar. Ne yapılabilirdi bu durumda?..
Düşüne düşüne sonunda buldu Tessat: Seçimi iki yıl geriye almak! Bu oltaya takılmayacak balık
yoktu işte: Kim istemezdi iki yıl daha Palais Bourbon’da kalmayı!.. Böyle bir önlem hükümete en az
bir yıl için sağlam bir çoğunluk sağlamaya yeterdi. Peki ya bir yıl sonra ne olacaktı?.. Saçma bir
soru: Neler olup bitmezdi kim bilir bir yıl içinde!..
Yalnız bu Fouger’nin ağzını iyice kapatmak gerekiyordu artık! Ve Tessat, radikal partinin
kongresine güveniyordu bu iş için. En dik kafalıları bile yola getirebileceğini hesaplıyor ve şevkle
hazırlanıyordu kongreye. Ateşli olduğu kadar da ustaca bir konuşma yazdı. Plutarkhos’la
Gambetta’dan söz etti, uçak sanayisinin kusurlarına dokundu. Bir de Marne kahramanlarının anısını
andı en dokunaklı sözlerle. İşin kaba yanını da ihmal etmedi tabii: Taşra komitelerine direktifler
veriyor, kendine yatkın delegelerin yol masraflarını karşılıyor, madalyalar, tatiller vaat ediyordu.
Ve Amélie, “Şu suratını gören olsa korkar! Niçin tüketiyorsun kendini böyle?” dediği zaman da,
gönül okşayıcı bir sesle: “Ne yapayım istiyorsun Bobonne,” diyordu! “Çocuklarımız terk etti bizi
gitti. Tek vefalı dost olarak kala kala yalnızca Fransa kaldı elimde!” Bir yıldan beri alabildiğine
zayıflamıştı Amélie. Çok az yiyor ve hemen hiç uyumuyordu. Ufacık bir hal almıştı. Bir çocuk
derdiniz. Saçları ağarmış bir çocuk. Ve bakamıyordu bile karısına Tessat, görür görmez bir acılık
kaplıyordu içini. Konuşmasını hazırlarken İncil’den bir parça almak istemişti. Job bölümünde takılıp
kaldı. İki sayfa okudu bir solukta: Kendi öz macerasını okur gibiydi. O da nesi var nesi yoksa
kaybetmişti Job gibi, bir geçimsizlik yuvası olup çıkmıştı evi. Çocukları tarafından terk edilmişti,
karısı neredeyse ölecekti ve her önüne gelenin iftirasına uğruyordu işte. Hiç kimse anlamıyordu yalnız
ve mutsuz olduğunu. Job’un Tanrısı vardı hiç olmazsa. Oysa aydın bir kişiydi Tessat ve karısı gibi
kör inançlar içinde yaşamak istemiyordu. Hiçbir avuntu, hiçbir ödül yoktu ölümünden sonra
beklediği. Peki ama kim destek olacaktı kendisine bu durumda?.. Bir an düşündü ve buldu: Bir insan
olmanın bilinci ve gururu destek olacaktı!
Fouger de harıl harıl kongreye hazırlanmaktaydı. Siyasi hemşerilerinden kurulu bir hükümete karşı
Meclis’te saldırıya geçmekten nefret ediyordu, sonuna kadar bağlıydı çünkü partisine, Jacobenlerin
manevi oğullarıydı onun gözünde radikaller, Tessat bir sığıntıdan ibaretti onların arasında. Oysa
kongrede partinin en iyi, en yürekli temsilcileri, cumhuriyeti savunmak için can vermeye hazır
namuslu ve çalışkan taşralılar bir araya gelecekti. Ve Fouger, işte orada ortaya çıkaracaktı
Grandel’in ihanetini, Tessat’nın ikiyüzlülüğünü ve Daladier’nin bundan böyle Condé prensinden
değil, Robespierre’den ilham almasını isteyecekti.
Kürsüden haykırılacak ‘özgürlük’ sözünün bir fırtına koparıp hükümeti devireceğine kesinlikle
inancı vardı Fouger’nin: “Radikaller,” diyecekti, “ya bu utanç verici taviz politikasından kesinlikle
vazgeçerek Fransa’yı zafere ulaştıracak ya da halkın öfkesi önünde silinip gideceklerdir.” ‘Halkın
öfkesi’ sözüyle ne demek istediği sorulduğu zaman da: “Barikatlar, dostluk, barikatlar!..” yanıtını
veriyordu hiç tereddüt etmeden.
Marsilya’da yapılması gerekiyordu kongrenin. Hareketinden bir gün önce Fouger, ‘Devrimci
Araştırmalar Derneği’nin bir toplantısında bulunmuştu. Altüst olmuş bir halde döndü toplantıdan.
Danton’cular bir dizi belgenin doğruluğunu inkar ediyor ve Robespierre’i, Danton duruşmasını ‘el
altından’ düzenlemiş olmakla suçluyorlardı! Fouger sonunda dayanamamış ve namuslu bir tarihçiyi
‘oportünist’ olmakla itham etmişti. Bağırarak girdi eve:
“İnsan kör olursa bu derece olur!”
Ama Danton’un ahlaksızlığı hakkındaki koca konferansı sabırla dinleyen karısı, Fouger susunca:
“Bir de benim derdimi bilsen,” diye sızlandı.
Babacan bir gülüşle güldü Fouger:
“Güveler perdelerini mi yedi gene?”
Tombul karısının, evin temiz ve rahat olmasından başka bir şey düşünmediğini bildiğinden
söylemişti bunu. Ama Marie-Louise öfkeyle:
“Bulutlarda yaşıyorsun sen,” dedi. “Ve her şeyi tek başıma benim yola koymam gerekiyor! Oğlan
bir edepsizlik yapmış. Bir memurun kızıyla. Kızın ailesi Katolik. Kız şimdi çocuk düşürmek için para
istiyor, vermediği takdirde de olup biteni ailesine anlatacağını söylüyormuş.”
Birden öfkelenip bağırmaya başladı Fouger:
“Bu kadarı fazla artık, vallahi fazla! Yo yo!.. Alçaklık bu! Evlenir kızla, hiç anlamam! Ya da
birlikte oturur! Ama çocuk aldırmak asla olmaz!”
“Ya peki evlenmek istemiyorsa oğlun! Sevmediğini söylüyor kızı. Başıma geldi bir kez, hata ettim
işte diyor!”
Bu sözler üzerine oğlu Louis çıkmıştı yan odadan: Yüzü sivilce içinde bir delikanlıydı. Açık mavi
bir ev ceketi vardı üzerinde. Kadın sesini andıran ince bir sesle:
“Nefret ediyorum o kızdan,” diye haykırdı. “Cadalozun biri, üstelik de yobaz! Babası Katolik
olduğu için rezalet çıkarabilir. Hoşgörülüyüm der durursun, bu mu senin hoşgörün?”
Yumuşamadı Fouger:
“Yo yo, asla olmaz,” diye haykırmaya devam ederek dolaşmaya koyuldu salonda.
Sonra birden, odanın boş olduğunu fark etti: Karısıyla oğlu çoktan çıkmışlardı. Sustu ve bir soluk
aldıktan sonra çalışma masasına oturdu: Marsilya konuşmasının tezlerini son bir kez daha gözden
geçirmek istiyordu.
Ayaklarının ucuna basarak girmişti Marie-Louise odaya, çalışmaya dalmış olan kocasına baktı bir
an ve ürkek bir sesle:
“İki bin frankın var mı,” diye sordu. “Louis için istemiyorum, kendim için. Ucuz bir kürk buldum
da.”
Eli böğründe kalmış bir çocuk gibi mırıldandı Fouger:
“Niye daha önce söylemedin bunu? Daha bugün Çek sığınmacıları için üç bin frank verdim. Ayın
yirmisine kadar beklemen gerekecek şimdi.”
Marie-Louise tutumlu bir kadındı aslında. Eski giysilerini mevsim sonlarında indirimli satışlardan
alırdı hep. Masa örtüsü ya da iskemle mi istiyor, en ucuzunu bulmak için mağaza mağaza dolaşmaktan
yılmazdı. Ve hiçbir zaman sitem etmezdi kocasına, eve az para veriyor diye. Ama bu sefer o da
dayanamadı: Kocasının inatçılığı bardağı taşırmıştı artık! Louis’ye ihtiyacı olan iki bin frankı
bulayım diye bu kürk hikâyesini uydurmak için akla karayı seçmişti zaten. Bağırmaya başladı:
“Sanki her gün gırtlağına mı sarılıyorum ben senin para para diye! Sığınmacı takımını beslemek
istiyorsan gayret et de biraz daha fazla kazan!.. Her önüme çıkan: ‘Kocanız milletvekili, hiçbir zaman
parasız kalmazsınız, ne güzel!’ diyor bana. Hizmetçiden beterim ama ben! Dünyanın parasını
kazanıyor bütün öteki milletvekilleri. Merak ediyorum doğrusu o Robespierre’nin kaç para
getirdiğini!”
Zıvanadan çıkmış gibiydi Fouger, tepinmeye başladı:
“Yeter!.. Kes sesini!.. Ne demeye geldiğini biliyor musun bu sözlerin? Benim adım Tessat değil,
anladın mı!.. Dediğin gibi olmaktansa süprüntücülük yaparım daha iyi!”
İçini bir usanç kaplayan Marie-Louise, yenilgiyi kabul edip çıktı odadan. Ve salonda volta atan
oğluna yarından tezi yok gümüş takımlarını rehine koymayı vaat etti. Çeyiziydi o takımlar, evlendiği
günden beri ayrılmamıştı onlardan. Şimdi mutfağa oturmuş, parçaları birer birer sevgiyle okşayarak
kutularına yerleştiriyordu.
Bütün gece boyunca, çalışma odasını arşınladı durdu Fouger. Herkesi suçluyordu: Oğlunu,
Tessat’yı. Robespierre’e iftira eden tarihçiyi ve de kendi kendini: Daha basit, daha temiz, daha
ağırbaşlı olması gerekiyordu. Sonra çabucak elini yüzünü yıkadı, karmakarışık bir hale gelmiş
sakallarını tarayıp istasyona yollandı.
Tessat da o sabah hareket etmek kararındaydı ama, Daladier bakanlar kurulunu aniden toplantıya
çağırmıştı: Marchandeau yasa tasarısına itiraz ediyordu bankalar. Toplantı boyunca sıkıntıdan
esneyen Tessat, Fouger ve dostlarının toparlayabilecekleri oy sayısını hesaplamaya çalıştı.
Valizlerini almak için eve döndüğünde, kendisini bekleyen bir yabancı buldu.
“Hiç zamanım yok,” diye tersledi adamı.
“Son derece önemli bir iş için yalnızca beş dakikanızı rica ediyorum bakan bey,” diyordu adam.
Ama karşısındakini şikayette bulunmak için gelmiş bir memur sanan Tessat’nın laf anlayacak hali
yoktu. Adam bunun üzerine:
“Öyleyse sizi, Marsilya’da rahatsız etmeme izin verin,” dedi.
Ancak o zaman kimliğini sordu adamın. Delege olduğunu ve kongre için geldiğini öğrenince de,
birdenbire güler yüzlü kesilip, yabancıyı çalışma odasına aldı. Delege kartını çıkardı adam:
Haut-Rhin bölgesinden Colmar grubu delegesi Weiss. Tam bir taşralıydı her haliyle: Kolalı yakası,
çizgili pantolonu, yeleğine asılı altın zinciriyle. Alsacelı telaffuzuyla konuşuyordu:
“Colmarlı radikaller Halk Cephesi’ne öteden beri karşı olmuşlardır ve sizi partimizin gerçek
başkanı olarak görüyoruz bakan bey. Fouger’nin kongrede bir konuşma yapmak kararında olduğunu
öğrenince, doğrusu çok öfkelendik ve...”
“Unutmayın ki Fouger, partinin en eski üyelerinden biridir. Ve ne kadar hatalı olursa olsun, kendi
fikirlerini savunmak da hakkı olsa gerektir.”
“Colmar radikalleri, Fouger’nin maskeli bir komünist olduğunu ve Moskova’dan emir aldığını
bilmektedirler. Kiliseye karşı giriştiği aşırı saldırılarla Fouger, Alsace’ın anayurttan kopmasına
çalışmaktadır. Besançon’da bir silah fabrikasını işgal altında tutan grevci işçileri boşaltmak isteyen
polise engel olmuş ve bu hareketiyle milli savunmamızı sabote etmiştir. Almanya’dan kaçan
sığınmacılara tavsiye mektupları vererek, Almanya ile aramızın açılmasına çalışmıştır. Ve son
olarak, küçük bir kızın ırzına geçmekten sanık Larichaud isimli bir tutukluyu rüşvet karşılığında
serbest bıraktırmıştır.”
Kuru ve tekdüze bir sesle konuşuyordu Weiss. Bir ithamname okur gibiydi. Dünyanın
ikiyüzlülüğünü fethetmiş bir çocuğun öfkesi okunuyordu mavi gözlerinde. Larichaud adı geçer geçmez
gülümsemişti Tessat: İyi biliyordu bu hikâyeyi. Larichaud’nun annesinin gözyaşları karşısında
merhamete gelen Fouger, avukata başvurmuş, ama işin aslını öğrenince de: “Böyle adamları
savunmak mı!” diye haykırmıştı, “Bunların kafasını kopartmak azdır bile!” Gene de yakayı kurtarmıştı
Larichaud: Küçük kızın ailesine hatırı sayılır bir rüşvet vermişti annesi; bunun üzerine de aile,
kızlarının bir masuma iftirada bulunduğunu beyan etmişti. Tabii Tessat, bütün bunları Weiss’a
anlatmaktan dikkatle sakındı ve:
“Peki niyetiniz nedir?” diye sormakla yetindi.
“Fouger’nin söz almasına izin vermeyeceğiz.”
“Partimizin geleneğine uymaz ama bu. Düşünce özgürlüğü...”
“Caniler için söz konusu olamaz!”
Bir an sustu Tessat, sonra gülümseyerek:
“Sizleri anlıyorum,” dedi. “Bütün umudumuz siz gençlerdedir. Ama bence bu kadar sertliğe gerek
yok. Yo yo, hareket tarzınızı değiştirmenizi istemiyorum sizden: Böyle bir hak görmem kendimde.
Vicdanınızın sesini dinleyiniz ve ona göre hareket ediniz, derim o kadar. Yeniden görüşürüz
Marsilya’da. Oraya varır varmaz, dostum Billier ile temasa geçin. Altmış yaşındadır ama gene de
gençtir o ve tıpkı sizin gibi düşünür. Kendisinden yardım isteyebilirsiniz.”
Weiss gittikten sonra, hizmetçi kadına valizlerini indirmesini söyledi Tessat: Kendisi de
vedalaşmak üzere Amélie’nin yanına girdi. İpincecik dudaklarını güçlükle kımıldatarak tespih
çekmekteydi karısı. Yatağına uzanmıştı. Alabildiğine soluktu. Tessat, bin bir özenle öptü onu:
“Hoşça kal Bobonne,” dedi. “Çabucak iyileşmeye bak! Bana da şans dile. Bir zafer daha kazanmış
olarak döneceğim, göreceksin. Hele bir ağzını açsın düşmanlarım, bak ne hale girecekler!”
19
Fransa’nın Chicago’su denirdi Marsilya’ya. Limanı, gangsterlerin, beyaz kadın ve beyaz zehir
tüccarlarının, pezevenklerin, kaçakçıların, her renk ve cinsten serserilerin kaynaştığı bir mikrop
yuvasından farksızdı. Revolverden bombardıman uçağına kadar her türlü silah alıcı ve
komisyoncularına, Breuteuil’in ajanlarına, İspanya’nın felaketi sayesinde semirmiş işadamlarına da
orada rastlayabilirdiniz. Sık sık cesetler görülürdü kentte: Gangsterlerin bir haini ya da bir gevezeyi
daha temizledikleri anlaşılırdı. Sıra sıra genelevler diziliydi Vieux-Port’un dar sokaklarında.
Seyyahları, memurları, tüccarları, denizcileri beklerdi yarı çıplak kadınlar. Ve insan kendini tutup da
yoluna devam etmek isterse, başından şapkası çekilip alınarak küfürlerle uğurlanırdı. Seçim
kampanyalarını düzenleyen, grevleri kıran, hafiye ve casusları saklayıp ele verenler de hep bu
takımdı.
Seçim arifesinde birdenbire semirirdi gangsterler. Kendilerine karşı cömertlik etmeyen adayın vay
başına gelene! Kiralık serseriler hatip döver, afiş yırtar, toplantı dağıtırdı. İki çete halindeydiler.
Sokur Lepetit’nin başında bulunduğu birinci çete, belediyeye hizmet ederdi. Daha doğrusu, belediye
meclisinin sosyalist çoğunluğuna. Yakın zamanlara kadar yalnızca esrar ticaretiyle uğraşan Lepetit,
şimdi övünerek: “Ben,” diyordu, “silahsızlanmadan yanayım.” İkinci çete ise Breuteuil’e çalışırdı.
Lebrault vardı başında ve Lebrault, Brezilyalı bir işadamını öldürmekle işe başlamıştı. Bir çeteden
öbürüne durmaksızın transfer ederdi gangsterleri. Ve bu çetelerden birinin yardım ya da himayesi
olmaksızın, Canebiére’de bir kahve açmak da Meclis’e adaylığını koymak kadar tehlikeliydi.
Radikal Parti kongresinin Marsilya’da toplanacağı haberi, gangsterler arasında müthiş bir heyecan
yaratmıştı: Para geliyordu! Nitekim, bütün olasılıkları inceden inceye ölçüp biçen Tessat’nın dostu
Billier, Lebrault’ya başvurdu. Toptancı bir kahve tüccarı olan Billier, namuslu bir adam olarak
tanırdı Lebrault’yu. Herhangi bir taşkınlığı önlemek için hep ona başvurmuştu bugüne kadar. Ve
kongre toplantılarında düzenin sağlanmasını da gene ondan rica etti. Bunun sonucu olarak iki yüz
kadar pezevenk ve kaçakçı, kimisi davetli kimisi de basın temsilcisi olarak giriş kartı aldı.
Fouger’nin, önceden hazırlanmış durumu bozmasını önleyecek bütün önlemler düşünülmüştü.
Büyük salona girdiği zaman şaşkına döndü Fouger! Kongrelerde, orta yaşlı, çoğu sakallı, kalın ve
dik boyunlu taşralıları, dükkâncıları, noterleri, çifçileri, hattatları, gezgin satıcıları, zanaat erbabını,
kısacası dikkati ilk bakışta çekmeyen orta halli Fransa’yı görmeye alışmıştı o. Ama o pek sevdiği
sakallar, sportif yapılı, kalın adaleli, dar alınlı, parlak düz saçlı delikanlıların arasında kaybolup
gitmişti bu sefer. Bunların bazıları davetli olarak orada bulunuyordu: Lebrault’nun askerleriydi
bunlar. Ötekilerse, Tessat’nın siyasi dindaşları tarafından satılık vicdanlılar arasından derlenmiş
seçmelerdi. Delege olarak gelmişlerdi buraya ve kendilerine de ‘genç radikaller’ adını takmışlardı.
Bunların çoğu, daha düne kadar faşist derneklerin müşterileriydiler, çabuk ve kısa yoldan iktidara
gelmek bakış açısıyla büyülenmişlerdi. Evet ama, Breuteuil’le hükümet darbesini beklemek
gerekiyordu. Oysa burada bir bedava seyahat, bir nişan ya da en azından birkaç banknot kazanmak
mümkündü. İşçilere ve Yahudilere ateş püskürüyorlar, ‘otoriter bir cumhuriyet’ talep ediyorlar,
Mussolini’nin ‘realizmi’ne ve Hitler’in ‘cesareti’ne olan hayranlıklarını gürültülü bir coşkunlukla
açıklayarak salonda dolaşıyor, şakalaşıyor, esniyor, boğuşuyorlardı. Bir maç sırasındaki tribünlerden
farksızdı kongre salonu.
Müthiş bir alkış tufanıyla karşılandı Daladier. Sakallılar, genç radikaller ve pezevenkler: ‘Yaşasın
barış!’ diye haykırıyorlardı hep bir ağızdan. Hiç kimse gidip de cephede dövüşmek istemiyordu. Ve
askerlik çağındaki delikanlılar, kendilerini savaştan kurtarmış olan bu dikkafalı, tepeden bakışlı ufak
tefek adamı gönülden alkışlamaktaydılar. Ötekilerse, Fransa’nın kahramanı yurttaş Eduard
Daladier’nin parti yoldaşları olduğunu düşünerek gururlanmaktaydılar. Ve Tessat için için
kudurmaktaydı: Gene Daladier topluyordu işte bütün parsayı! Ama işin ucunda Daladier, bir
simgeden başka bir şey değildi; kavramıyor değildi bunu Tessat. Onu alkışlamakla beni de alkışlamış
oluyorlar, dedi kendi kendine ve o da alkışladı.
Gürüldeyen bir sesle konuşuyordu Daladier. Uzun bir çığlığı andırıyordu konuşması. Bütün zayıf
karakterli insanlar gibi o da, kararlı ve sarsılmaz görünmek istiyordu. Gücünü öne sürmekteydi
durmadan: “Ben dedim!.. Ben istiyorum!.. Ben izin vermeyeceğim!...” Sesinde zaman zaman,
öğrencilerinin maskarası haline gelmiş, ama kaderin kendisini Napoléon rolüne zorladığı zavallı bir
öğretmenin titreyişi seziliyordu. Birden haykırdı: “Teslim olmaktan söz edilmesini yasaklıyorum! Bir
teslim oluş değildi Münih!” Ayaklarının ucuna basarak yükselmiş, başını hafifçe yana eğmiş, iki
parmağını da yeleğinin düğmeleri arasına sokmuştu bunu söylerken: Zaferi kan akıtmadan kazanmış
bir Napoléon sanıyordu belki de gerçekten kendini! Bir alkış tufanı daha koptu salonda. Ortalığa bir
an için köklü bir aldanış havası hakim oldu: Yalnızca Fouger ile değil, aynı zamanda tarihle girişilen
bir tartışmaydı bu.
Daladier, kürsüyü terk ettiğinde, delegeler birdenbire bir dinlenme, bir rahatlama ihtiyacı
duydular. Yerlerinden ayrılıp şakalaşmaya, yüksek sesle konuşmaya başlamışlardı. Boşuna çan
çalıyordu başkan, istediği kadar anlatabilirdi raportör milli savunma meselesini, dinleyen yoktu:
Askeri sorunlar, iliklerine kadar sivil olan bu adamları ilgilendirmiyordu. Barış politikasını
onaylamak, Halk Cephesi’ni gömmek ve ‘tembeller’e karşı köklü önlemler istemek üzere gelmişti
onlar buraya. Ülke savunması mı?.. Komünistlerden başka kim kalmıştı Münih zaferinden sonra
Fransa’yı tehdit edebilecek! Yalnızca iki sakallı bağcı izlemeye ahdetmişti raportörün ağzından
dökülen karışık sayılar ve içinden çıkılmaz terimler çağlayanını. Ve biri ötekisine:
“Anlayamıyorum doğrusu,” diyordu. “Moginot Hattı bizde olduğuna göre rahat rahat uyuyabiliriz
artık. Pahalı olmasına pahalıya mal oldu, kabul. Ama dediği gibi, insan bu parayı bir kez verir.”
Delegeler şimdi dağılmışlardı. Kentin bütün kahve ve barlarını istila etmiş, aperitiflerini içip
yemek yiyor ve küçük gruplar halinde Vieux-Port’a gitmeye hazırlanıyorlardı. Genelev işletmecileri,
kızlar, müzisyenler, pezevenkler ve Lebrault çetesinin avanesinden kurulu bir şeref kıtası, hararetle
beklemekteydi kendilerini orada. ‘Özel mahalle’yi neşeli bir kaynaşmaya boğmuştu kongre haberi. Bu
günü, Amerikan turistlerini getiren büyük vapurları bekler gibi sabırsızlık içinde beklemişlerdi.
Taşra delegelerinin gözünde bu kongre, yalnızca bir yurttaşlık ödevinin yerine getirilmesi değil, aynı
zamanda tadına doyulmaz bir maceraydı: Evlilik zincirinden kurtuluyorlardı beş gün süreyle. Tembel
küçük kasabalarını bekar olarak terk edip Marsilya’ya gelmişlerdi. Zevk ve hareket beldesi
Marsilya’ya!.. Bazı mamaların, bir önlem olarak, evlerinin kapısına üzerinde: ‘Delege beylere
mahsustur’ yazılı levhalar asmasında şaşılacak bir taraf yoktu yani.
Ama kendilerini bir an için aşkın hayali kollarına bırakan bu baylar, politikayı da unutmuyorlardı.
Ve siyasi tartışmalar izliyordu açık saçık hikâyeleri. Hükümete karşı olanların sayısı pek kabarık
değildi. Hadleri derhal bildirilmişti onlara! Bir yandan faşistlerin, bir yandan da Tessat’nın
propagandaları taşrayı derinlemesine kaplamış bulunuyordu. Halk Cephesi’ne karşı iyiden iyiye
kızıştırılmış durumdaydı küçük esnaf takımı: “Faşizme karşı cumhuriyeti savunduğumuzu sanıp
onlarla el ele yürüdük,” diyorlardı. “Ama sattılar bizi. İşçileri şımarttılar, grevcilere meydanı boş
bıraktılar, perişan ettiler ülkeyi!” Ve Münih Antlaşması’nı alkışlıyordu köylüler: “Savaş olursa kim
gidecekti cepheye? Biz tabii. İşçiler gene fabrikalarda kalacak. Külahıma anlat sen onu!” Ve birkaç
kadeh pastis yuvarlayıp bir şişe de şampanya devirdikten sonra iyice azıyorlardı: Yalnız grevcilerle
Thorez’i kurşuna dizilmiş görmek az geliyordu onlara, Jouhaux ve Blum’un da kellesini istiyorlardı!
Coşkun destekleyicileri vardı bu taleplerinin: Pezevenkler. Avaz avaz bağırıyorlardı: “Haklısınız,
topunu gebertmeli!” diye. Ve durumu fırsat bilip delegelere fısıldıyordu kızlar: “Bana ne ikram
edeceksin şekerim?” Ve ‘şekerim’ler de, için için sövüp sayarak, derisinin rengi atmış kocaman
portföyler çıkarıyorlardı ceplerinden.
Kongrenin ikinci günü, kesin karar günü oldu. Fouger, kürsüye çıktığı zaman bir ölüm sessizliği
çöktü salona: Olağanüstü bir şeylerin hazırlanmakta olduğu seziliyordu. Kâğıtlarını önüne serdi
Fouger. Bütün gece çalışmış, delegelerin ruh halini göz önüne alarak, konuşmasının bazı yerlerini
iyiden iyiye yumuşatmıştı. Gönül alıcı bir dille söz edecekti örneğin Daladier’den. Bir değişikliğin
gerçekleşebilmesi için bütün tavizleri vermeye hazırdı. Her şeyden önce önemli olan, kongreye ve
kongre aracılığıyla da bütün memlekete, birtakım hainlerin Fransa’yı uçuruma sürüklemekte olduğunu
ispatlamaktır, diyordu kendi kendine. Bu fikri kabul etmeyebilirdi delegeler, ama Grandel’e yazılmış
ve Tessat tarafından titizlikle saklanan bir mektubun varlığını öğrenince ne diyeceklerdi?
Son derece sakin bir sesle başladı konuşmasına:
“Hasta bir annenin başucunda, evlatların kavgayı bırakması gerekir. Ve bugün Fransa ağır
hastadır.”
Bir haykırış kesti sözünü. İkinci sırada uzun boylu bir adam ayağa fırlamıştı: Weiss’tı bu.
“Bir komünist ajanının burada konuşmasını hoşgöremeyiz.”
Şaşkın bir sesle sordu Fouger:
“Siz kim oluyorsunuz?”
“Colmar delegesi.”
Ve genç radikallerle Lebrault’nun adamları, bir tek parolaya itaat edercesine bağırmaya başladılar:
“Moskova’ya Moskova’ya!”
“Yaşasın Alsace!”
“Kahrolsun komünistler!”
“Haydut herif Larichaud’dan aldığın rüşveti anlat!”
“Besançon’dan bahset!”
“Irz düşmanı!”
“Darağacına! Darağacına!”
Sesini duyurmaya çabalıyordu Fouger ama boşuna, gürültü her şeyi bastırmıştı bir anda. Önce çan
çaldı başkan, sonra masaya vurdu elleriyle. Sonunda usanıp Fouger’ye eğildi:
“Israr etmeseniz belki de daha iyi olacak.”
Fouger’nin taraftarları müthiş öfkelenmişlerdi. Ama sayıca az oldukları gibi, salonda dağınık
durumdaydılar ve Lebrault’nun adamları tarafından ablukaya alınmışlardı. Ağız dalaşmaları yer yer
el hareketlerine dönüşmekteydi. Herriot, somurtkan bir edayla içini çekerek büvete doğru ilerliyordu.
Fouger sonunda çaresiz kalıp kâğıtlarını topladı ve terk etti kürsüyü. Bir sonraki konuşmacıya söz
verdi başkan. Herkes çıkış kapılarına doğruldu. Fouger’nin sesi bir kez daha çınlattı salonu:
“Grandel belgesini Tessat’ya verdiğim zaman.”
Gerisi işitilmedi: Gürültü bir anda ayyuka çıkmıştı yeniden. Başkan toplantıyı tatil etti.
Günün kahramanı Weiss’tı: Herkes gelip onun elini sıkıyor, onu kutluyordu. Tessat’nın direktifiyle
düzenlemeyi hazırlamış olan Marsilya grubu başkanı toptancı tüccar Billier, Lucullus lokantasına
götürdü Weiss’ı. Harika bir yemek düzenlemişti: Marsilya’nın medar-ı iftiharı olan balık çorbası, acı
biberli ve safranlı olarak hazırlanmıştı.
“Acı şeylere bayılırım,” dedi Weiss dalgın bir sesle.
Kentin merkezinden uzakta, hayvanat bahçesinin yanında oturan eski bir dostuna akşam yemeğine
gidiyordu Fouger. Sinirleri yatışsın diye yürümeyi tercih etmişti. Ve kararını vermişti artık: Yarından
tezi yok bir açık mektup yollayacaktı Parti Komitesi’ne ve radikal gazeteler reddettiği takdirde
Humanité’de yayımlatacaktı mektubunu. Kielmann meselesinin örtbas edilmesine göz yummayacaktı,
hayır! O mu yoksa Tessat mı, gerçek yurtseverin kim olduğunu öğrenmeliydi ülke.
Düşüncelerine kapılmış ağır ağır yürürken, iki sportmen yetişti arkasından. Golf pantolon vardı
ayaklarında, üstlerine de kısa birer kırmızı ceket giymişlerdi. Fouger’yi geçip yolunu keserek
durdular. Durumu kavrayamayan Fouger:
“Affedersiniz,” diyerek geçmek istedi.
“Al bakalım şunu namussuz!”
Darbenin etkisi altında kendini kaybedip devrildi. Kimseler yoktu karanlık sokakta. Uzaktan uzağa
bir kedi miyavlıyordu yalnızca. Havada çürümüş yaprak kokusu vardı: Güneyin gecikmeli sonbaharı
da sona ermek üzereydi artık.
Aynı akşam, büyük bir otelin holünde ıhlamurunu yudumlayarak delegelerle sohbet etmekte olan
Tessat, genç sekreterinin kendisine doğru seyirttiğini gördü:
“İki haydut, Fouger’ye saldırmış! Hastaneye kaldırmışlar. Cüzdanının çalınmış olduğunu söylüyor
polis.”
“Korkunç bir şey!” dedi Tessat.
Altüst olmuştu birden. Bir melankoli de çöküverdi üstüne. Acımıştı Fouger’ye. Ya bir beyin
kanamasından gümbürdeyip giderse zavallı? Tek başına, hastanede.
Marchandeau’ya dönerek kederli bir sesle:
“Politika adamı olarak pek bir işe yaramaz ama coşkun ve şevkli insandır,” dedi.
“Bu ne biçim rezalet canım! Ne zaman temizlenecek Marsilya bu gangsterlerden?”
“Zamanı geldi de geçiyor bile. Umarım ki çabucak yakalarlar o haydutları.”
Mendiliyle alnını kurulayarak bardağını itti. Boğucu bir sıcak vardı. O dillere destan
vurdumduymazlığıyla sordu Marchandeau:
“Ne mektubundan bahsediyordu kuzum Allah aşkına? Ve senin ne gibi bir ilgin var o mektupla?”
Omuz silkti Tessat:
“Bilmeyen de Fouger’yi tanımadığını sanır. Ne kadar hayalperest olduğunu unuttun mu Fouger’nin.
Kitapların dünyasında yaşar o, tıpkı Don Kişot gibi. Bir alay belgeyle uğraştığını söylüyordu gene:
Danton’la Grandel’i karıştırmış olmalı. Acıyorum zavallıya.
Tessat’nın konuşma sırası ertesi gündü. Korkacağı hiçbir şey kalmamıştı, ama gene de
heyecanlıydı. Alabildiğine parlak bir konuşma yaptı. Siyaset erbabı olanlar, anlamlı bakışlarla
süzdüler birbirlerini: Tessat formundaydı! Alçakgönüllü ve her türlü çıkar kaygısından uzak bir
edayla yurt sevgisini överken, Lamartine’den birkaç dize döktürdü. Sonra da, yüzyılların alın teri ve
kanıyla sulanmış eski kıtaya, o koca Avrupa’ya sıcak bir selam sarkıttı kürsüden:
“Asya’daki karınca yuvalarının ve Atlantik ötesindeki ilkellerin barbarlığına karşı Avrupa’yı
savunmak zorundayız,” diyordu. “Çeşitli ülkelerde yaşayan insanlar da, tıpkı eski katedrallerin
kurucuları gibi, yepyeni ve daha iyi bir Avrupa’nın yaratılmasına karınca kararınca katılmaktadır.
Almanya’dan ayıran nedir bizi? Bir ırmakla birtakım önyargılar. Avrupa’nın sınırları orada değil,
çok daha uzaklarda, Doğu’da, Hıristiyan ve kahraman Polonya’nın sona erip, yarı Asyalı bir düzenin
başladığı yerlerdedir.”
Genç radikaller tarafından çılgınca alkışlanmıştı bu sözler. Hele Tessat, en saldırgan sesiyle:
“Komünistler, Halk Cephesi anlaşmasına ihanet etmek suretiyle kendilerini milletin dışında
bırakmışlardır!” diye haykırdığı zaman, tezahürat son raddeyi bulmuştu.
Yarım yamalak önlemlerin çağı geçmişti artık, kendisini izleyen delegeler gibi düşünüyordu Tessat
da. Haute-Marne radikalleri tarafından şerefine verilen bir akşam yemeğinde:
“Avrupa’nın iklimi baştan başa değişmiş bulunuyor,” dedi gururla. “Ben bütün kalbimle
gençlerden yanayım beyler. Modası geçmiş formüllere sarılıp kalmak neye yarar ki? Radikaller hep
canlı bir parti olmuşlardır. Breuteuil, kaba kuvvete başvurarak ithal malı bir rejimi getirmek istiyor
bu ülkeye. Hayır, arkadaşlar! Parlamentarizmin yaralarını gene bizler saracağız. Ve gene bizler
kuracağız otoriter cumhuriyeti. Ama bunları yaparken dışarıdan değil, Fransız milletinin dehasından
ve özgürlük aşığı partimizin ölümsüz geleneklerinden ilham alacağız!”
Bir yandan da durmadan atıştırıyordu: Yemekler nefisti doğrusu! Tam o sırada gelip, kentin
merkezinde büyük bir yangın çıktığını haber verdiler. Böyle habersiz gelen felaketlerden hiç
hoşlanmazdı Tessat. Bir yangını ya da bir su baskınını görmeye koşan arkadaşlarından nefret ederdi
çocukken: Doğayı zincirini koparmış bir halde görmek yaralıyordu onu. Ama bugün başkaydı: Ödevi
vardı bugün. Bir bakan sıfatıyla felaket yerine yollanıp çilekeşlere yakınlık göstermesi gerekiyordu.
Bir kibrit kutusu gibi alev almıştı ‘Nouvelles Galéries’ mağazası. Mistral esmekteydi olanca
şiddetiyle ve yangın, en iyi otellerin sıralandığı sokağın karşı tarafına doğru hızla yayılmaktaydı.
Canebiére’i polis kordonu altına almışlardı. Tessat’yı tanıyan polisler selama durdular. Öksürmeye
başladı dumandan. Şişman Herriot çarptı o sırada gözüne, bağırıyordu:
“Ne demek oluyor bu, Allah kahretsin! Bir tek yangın merdiveni yok koskoca kentte! Lyon
itfaiyesini çağırttım. Ama ne zaman yetişebilirler ki!”
Birçok satıcı kızın öldüğü söyleniyordu alevler içinde: Mağazada bir tek yangın merdiveni bile
yoktu. Lebrault’nun adamları çoktan unutmuşlardı kongreyi: Otellere doluşmuş, ellerine geçeni
ceplerine doldurmakla meşguldüler. Öfkeye kapılmış olan halk: “Ne merdiven var, ne de hortum!”
diye homurdanmaktaydı şimdi. Faşistlerin ekmeğine yağ sürecekti bu yangın: “Şu rezalete bak!”
diyeceklerdi. “Kokuşmuş bir rejimde böyle olur işte! Hiç İtalya’da mümkün mü bu?”
Bir an için her şeyi unuttu Tessat: Sessiz bir hayranlığa kaptırmıştı kendini. Büyük binanın
damından, karanlık gökyüzüne doğru yükseliyordu alevler. Havai fişekler gibi, diye düşündü. Hiç de
dehşet verici bir manzara değildi bu, şimdi anlıyordu çocukluk arkadaşlarını! Ama hemen toparlandı
Tessat: Toplumsal bir felaket karşısındaydı, kederli görünmesi gerekiyordu şu anda. Breuteuil yeni
bir saldırıya geçmek için fırsat bilecekti bunu tabii. Yangının tam kongre sırasında çıkması ne pis
rastlantı! Ne mutlu ki radikaller değil, sosyalistler çoğunluktaydı belediye meclisinde! Bir milyonluk
bir kentte bir tek yangın merdiveni bulunmadığını öğrendiği zaman Viard’ın ne diyeceğini düşündü
bir an. Ne derse desin! Bütün bu hikâye Herriot’nun işine yarayacaktı sonunda: Herriot Lyonluydu ve
Lyon’dan geliyordu kurtarıcılar. Satıcı kızları anımsadı birden. Zavallıcıklar, kim bilir ne güzelleri
vardı içlerinde!
İnmiş olduğu otel de zarar görmüştü yangından ve bakanlar için vali konağında yer hazırlamışlardı.
Bagajları oraya taşıdılar. Birçok delege evraklarını kaybetmişti. Tessat ise gururla göğsüne
bastırmaktaydı çantasını: Lucien hikâyesinden beri tedbirli davranıyordu. Ucuz kurtulmuştu doğrusu.
Yalnızca bir diş fırçası ziyan olmuştu. Üzüldü gene de: Çok güzel pırıl pırıl bir şeydi!
Vali konağının salonundaki şömineyi yakmışlardı. Neşeyle çıtırdayan ateşi görünce, Canebière’i
hatırladı Tessat: Güzel bir manzaraydı, neme gerek. Gülümseyerek Daladier’ye döndü:
“Ben pek kayba uğramadım,” dedi. “Topu topu bir diş fırçası.”
Sinirliydi Daladier. Kötüye yoruyordu bu yangını. Tessat ise eski neşesini tamamıyla bulmuştu:
Kongrede kazandığı zaferi yaşıyordu yeniden. Günlük bir olaydı yangın! Bir haftaya kalmaz unutulur
giderdi. Ama Fransa’nın politikası öyle mi ya? Artık uzun bir süre Tessat tayin edecekti bu politikayı.
Yeni bir dönem açılıyordu şimdi: Bir kriz daha patladığı takdirde, ülkenin başına Paul Tessat’nın
geçmesi işten bile değildi!
Rahat bir koltuğa gömülmüş, yummuştu gözlerini. Başbakan olduğu zaman ne yapacağını hayal
ediyordu ki, bir telgraf getirdiler: Karısının aniden ağırlaştığını bildiriyordu aile doktorları.
Gözyaşlarının tuzlu tadını duyar gibi oldu ağzının içinde. Ama kendine hakim olmayı başardı,
Daladier’ye uzatarak mavi kâğıdı:
“Hemen Paris’e dönmem gerekiyor,” dedi. “Zaten yarınki toplantı tamamıyla pratik içerikte. Bu pis
yangının hayra alamet olmadığını söylememiş miydin sen? Haklıymışsın. Yo yo merak etme, kapıp
koyuvermiyorum kendimi. Sakinim bak.”
20
Ağır, iç bayıltıcı zambak kokularının dalgalandığı yarı karanlığın içinde iki kalın mum
yanmaktaydı. Sakindi Amélie’nin yüzü, hatta rahattı: Bütün bedeni acılarından da kurtulmuştu sanki.
Karısının başucuna oturmuştu Tessat ve her şeyin bittiğine inanamıyordu bir türlü. Otuz altı yıl
birlikte yaşamışlardı. Ve hep yanında olmuştu Amélie, hep yanında soluyup inlemişti. Ölüme karşın
canlıydı şimdi. İşte yok artık, diyordu Tessat kendi kendine. Ama bu ‘yokluk’ kelimelerdeydi
yalnızca: Yaşamaya devam ediyordu Amélie. Karısının günbatımı ışığında, çiçekler ve durmadan
titreşen alevler ortasında aydınlanan yüzü, geriye, geçmişe doğru sürüklüyordu onu. Dumanlı bir
uçurumdan yavaş yavaş yükselip belirerek, gençlik çılgınlıkları canlanıyordu hayalinde. Şu anda
bunları anımsamak kötü bir şey, diye düşündü Tessat. Yalnızca Amélie’ye adanmış olmasını istediği
bir hüznün dağılmasını duymak acı veriyordu ona. Uzun zamandır çiçek getirmemişti karısına. Oysa
bir zamanlar çiçeksiz gitmezdi. Hercaimenekşeleri ve manisalalelerini severdi Amélie. Bütün
dikkatini toplayarak, ilk karşılaşmalarını canlandırmak istedi hayalinde yeniden.
Mevsimlerden bahardı. Bir yaz önce diplomasını almıştı Tessat. Quartier Latin’de oturuyor, geniş
kenarlı bej bir şapka giyip papyon kravat takıyor, Jaurès’in nutuklarıyla Rodin’in heykellerine tapıyor
ve her önüne çıkan kızın ardından koşmasına rağmen tek ve sürekli aşka inanıyordu. “Bizlere yeni bir
kan aşılayacak olan güç, proletaryadır!” diye haykırıyordu o çağlarda ve iki absent içtikten sonra
kendinden geçip rastladığı ilk çamaşırcı kıza Rémy de Gourmont’nun dizelerini okuyordu:
Tanrıyı utandıran, kutsal memelerin
Çırılçıplak olmuşlar bir bahar şiiri gibi!
Amélie’ye de okumuştu bu mısraları. Ursuline rahibeleri tarafından yetiştirilmiş olduğu
manastırdan yeni gelmişti o sıralarda Amélie ve bu mısraları işitince allak bullak olup ağlamıştı.
“Bilsen Paul,” diyordu durmadan, başka hiçbir şey söylemiyor ve dantelalı küçük bir mendili
parmakları arasında buruşturuyordu. Bir gün tiyatrodan sonra evine götürmüştü. Oidipus rolündeki
Mounet-Sully’nin kaderin gazabına uğrayıp hayatı lanetleyişini seyretmişlerdi. Küçük pencereleri
koyu mavi perdelerle örtülü atlı arabalar vardı o çağda ve arabacılar pırıl pırıl bir şapka giyerdi.
Boulogne Ormanı’nın karanlık yollarına sapınca sarılıp öpmeye başlamıştı Amélie’yi. Omuzluklu
başlıkları andıran, uzun şeritlerle süslü küçücük bir şapkası vardı. Tessat’yı kollarının arasına almış:
“Ne büyük mutluluk!” diye mırıldanıyordu durmadan, sonra da irkilerek ekliyordu: “Günaha
giriyoruz!” ve bir kat daha güçle sarılıyordu Tessat’ya. Kalın etli dudakları vardı, Paulette’inkiler
gibi.
Kendi kendine öfkelendi Tessat: Bütün bu yarım yamalak anılardan çok daha derin olsa gerekti
çektiği acı! “Öldü... Öldü...” diye tekrarladı kendi kendine. Belki bu kelime dile getirebilirdi
ıstırabını?.. Ama hayır, boş bir kelimeydi o da, boş ve resmi. Kaç kez ilgisizlikle telaffuz etmişti kim
bilir bu kelimeyi başkaları için!.. Adını çağırmak istedi karısının, nasıl olsa duymayacağını
düşünerek vazgeçti. Duymayacak. Mümkün müydü bu?.. Uykusu ne kadar hafif, diye düşündü içinden.
Bundan böyle Amélie’den söz ederken, fiilleri geçmiş zamanda kullanmak gerekecekti. Marsilya’da
olup bitenleri anlatamayacaktı ona, ne Fouger hikâyesini, ne de yangını. Hiç. Hiçbir şeyi
anlatamayacaktı artık. Örgüsü hemen şuracıkta duruyordu: Onun için başladığı bir boyun atkısı yarım
kalmıştı işte. İğneleri, yünü. İlmekleri saymaya koyuldu birdenbire ve uyuyakaldı: Dönüş yolculuğu
boyunca bir saat olsun uyuyamamıştı endişeden.
Denise’in odaya girdiğini işitmedi bile. Haberi gazetelerden okuyunca koşup gelmişti Denise.
Ölünün karşısında şaşırdı birden: Hiç böyle göreceğini düşünmemişti annesini. O kadar anlayışlı bir
ifade vardı ki yüzünde kadının. Onu hiç tanımamışım!, diye düşündü Denise karmakarışık bir halde.
Ve şimdi iş işten geçmişti artık. Babasına baktı. Yeşil yün yumağını dizlerinin üzerine almış,
uyuyordu. Zambaklar vardı odada. Kilisedeki gibi. Katlanılmaz bir hava. Kötü bir düş sanki. Ve
yabancı. Katlanabildiği ve tanıdık tek şey, annesinin eliydi burada. İlk kez eğilip değdirdi
dudaklarını. Ağlıyordu. Her şeyi basitleştiriyordu gözyaşları: Acıyı hafifletmiyor ama yatıştırıyordu.
Sessizce çıktı odadan. İyi bildiği uzun koridoru geçti sessizce. Duvardaki fotoğraflarda babası,
maskaralığa devam etmekteydi.
Bir bayram havası vardı sokakta ve eski bir acılığın kokusu. Yağmur yağmış olmalıydı. Işıklar
kaynaşıyordu asfaltın üzerinde. Mor, siyah ve gümüş renkli ışıklar. Her şey pırıl pırıldı.
Amélie ölürken son dini hizmetler yerine getirilmiş olduğu halde, sivil bir cenaze töreni istemişti
Tessat: Solcuları kızdırmanın alemi yoktu. Hele Marsilya kongresinden sonra. Mezarlık kapısının
çanı çınladı, ardına kadar açıldı bütün kapılar. Cenaze alayı ağır ağır ilerliyordu. Tessat vardı en
önde, onu erkekler, onları da kadınlar izlemekteydi. Gelişigüzel bir olay değildi bir bakan karısının
cenaze töreni, ‘Bütün Paris’ oradaydı nitekim. Yan sokaklarda yüzlerce araba bekliyordu. Aynı
arabaları, pek önemli Meclis toplantıları sırasında Palais-Bourbon civarında ya da gala akşamları
tiyatronun önünde görebilirdiniz ancak. Çeşitli grupların milletvekilleri art arda koşup başsağlığı
dilemişlerdi Tessat’ya. Viard oradaydı, eski tilkilerden Marin de oradaydı, sonra Marchandeau ve
Breuteuil. Tessat’nın yönetim kurulu üyesi olduğu anonim şirketlerin temsilcileri ve avukatları,
savcılar. Rothschild Baronu, Dessère, Méjeu gibi işadamları, Joliot ve Paul Morand’ın çevresinde
çevrelenmiş gazeteciler, tiyatro direktörleri, diplomatlar. Alman elçiliği müsteşarının hazır bulunuşu,
‘nefis bir dostluk gösterisi’ olarak yorumlanmıştı. Çelenkleri bir kamyon taşıyordu. Joliot kocaman
bastonunu havalandırarak: “Fouger mi?” diyordu gazetecilere. “Kendisi düzenlemiştir o dayak
meselesini! Marsilya’yı bilmez değilim ben!..” Sükûnetini koruyabilmişti Tessat, ama sık sık
mendilini çıkarıp üzüntülü bir edayla burnunu siliyordu.
Amélie, Père-Lachaise’e gömüldü. En pahalı mezarlık buydu ve cimrilik etmemişti Tessat. İyi bir
yer seçmiş ve kendisi için de bir yer almıştı. Hayat böyleydi işte, herkes aynı şekilde hareket
ediyordu. Yerin durumu, metre karesi, parası ve daha bir alay ayrıntı söz konusu edilmişti ve Tessat
bunların hiçbirini ölüm fikrine bağlayamamıştı. Parayı verip kontratı imzalamıştı, o kadar. Eli yüzü
düzgün mezarların arasında bir yerleri olmasına dikkat etmişti yalnızca. Sağında bir amiral yatıyordu
Amélie’nin, solunda da bir senatör karısı.
Sık sık geldiği olurdu Tessat’nın mezarlığa: Görevlerinden biri de, bakanlarla milletvekillerini,
son duraklarına kadar uğurlamaktı. Ama şu anda bir ev sahibi gözüyle bakıyordu çevresine ve
şaşırıyordu: Bir kentti burası, başlı başına bir kent! Her sokağın ayrı bir adı vardı ve her evin bir
numarası. Ev değildi tabii bunlar, mezardı. Ama numaralıydılar. Tertemizdi her şey. Ağaçları
buduyordu bahçıvan. Yer olarak biraz sıkışık bir yerdi kuşkusuz. Ama insan da ölürken biraz
kasılmıyor mu! Havadar bir yerdi buna karşılık. Mezarlığı bir kente benzetmek, böylelikle de hayata
ekleyip bağlamak, Tessat’yı rahatlatmıştı.
Açık çukurun önünde tek başına duruyordu şimdi. Oğlunun kızıl saçlarını görür gibi oldu uzakta,
başını çevirdi. Ne kadar Robert Amca’ya benziyordu Lucien!.. Haydudun biriydi o Robert. Bir daha
baktı, ama Lucien çoktan kaybolmuştu bir anıtın arkasında. Ayakları kendiliğinden sürüklemişti
Lucien’i oraya, bir uyurgezer gibi gelmişti annesine veda etmek için. (Eve gitmeye cesaret
edememişti) Ama gümüş dallarla süslü tabutu, mezarcıların bir maskeli alaydaki başlıkları andıran
şapkalarını, Breuteuil’in zayıf solgun yüzünü ve Joliot’nun mavi kravatını görünce anlamıştı ki annesi
burada değildir. Ve çevresine ürkek bakışlar atarak, şanssız bir hırsız gibi kaçtı.
Mezarcının elinde tuttuğu kürek, taze toprakla doluydu. Ve herkes sırayla, resmi bir eda içinde
yaklaşıp bir avuç toprak alarak tabutun üzerine attıktan sonra Tessat’nın elini sıkmaya yöneliyordu.
Kendisi de kaç kez böyle bir parça toprak alıp atmış ve eller sıkmıştı. Ama bugün, bir ayine özgü
bu jestler bütün anlamlarını yitirmişti aniden. İnsanın gözlerini acıtan cinsinden, soğuk ve keskin bir
rüzgâr esiyordu. Gözlerini kırpıştırıyordu Tessat durmadan. Birdenbire bir düşünce takıldı kafasına:
Yoksa beni mi gömmekte bunlar?.. İki yer vardı çünkü önünde. Sendeledi. Bir el aceleyle yetişip
tutmuştu kendisini. Gözlerini kaldırdı: Dormoy’nun sakalı. Bir de utanmadan, adamcağızın benden
nefret ettiğini söylerler!
Tessat, şimdi bütün yüzlere teker teker bakıyor, mevcut milletvekillerini yokluyordu bir çeşit.
Meclis’teki oylamaları anımsattı bu durum ona ve: ‘Yaşıyorum!’ diye düşündü sevinç içinde.
Yorgundu yalnızca.
Akşam Paulette’e gitti. Uzun süre tereddüt etmişti: Karısının anısına karşı saygısızlık olmaz mıydı
bu? Gene de gitti: Sempatiye, şefkate ihtiyacı vardı. Ev bomboş geliyordu ona ve her şey Amélie’yi
anımsatıyordu.
Etine dolgun, güzel bir kadındı Paulette. Pek güçlü olmamakla birlikte alabildiğine hoş bir sesi
vardı ve: Quand le marin revient de guerre, Soul le soleil marocain gibi duygusal şarkılar ya da
asker türküleri söylerdi Variétés Tiyatrosu’nda. Açık saçık şakalardan hiç hoşlanmazdı. Soğukkanlı,
telaşsız bir insandı. Rahat yaşamak için yaratılmış bir hali vardı. Çocuklara, bahçeciliğe, el işlerine
bayılırdı. Aptalca bir rastlantı, bir tuhaf gençlik macerası sonucunda sahne hayatına atılmıştı. Üç
yıldır Tessat’yla birlikteydiler. Bu ilişkiden övünç duyuyordu kadın: Parlak bir avukat, bir
milletvekili, bugüne bugün bir bakan görmeye geliyordu kendisini. O ki ikinci sınıf bir küçük
aktristten başka bir şey değildi! Orta halli bir taşra tüccarının kızıydı Paulette, mektuplarında bol bol
imla hatası yapar ve polis romanları okurdu boş zamanlarında. Tessat’ya karşı saygı doluydu:
Bilmediği yoktu çünkü Tessat’nın, konuşmasının arasına güzel dizeler ve Latince sözler katar ve
komşu evden söz eder gibi anlatırdı Amerika’yı. İyi yürekli bir kadındı, acıyordu da adama: O kadar
işi başından aşkındı ki! Karısı sürekli hastaydı sonra ve çocuklarından yana hiç mi hiç şansı yoktu:
Tessat’nın hoşuna gitmek için elinden geleni ardına koymaz, saçlarını onun istediği gibi kestirir,
kravatlar örer, ona börekler pişirirdi. Ve Tessat da şımartırdı onu. Gerçi, Tessat’nın varlığından bile
habersiz olduğu bir aşığı (Albert isimli bir jokey) vardı ama Paulette’in gözünde bir ihanet değildi
bu. Tessat’ya sadık kaldığı fikrindeydi o gene. Haftada bir gün buluşuyordu jokeyle. Kısraklarından
başka hiçbir şeyde gözü olmayan bir gençti, polis romanlarından da hoşlanmazdı üstelik. Hemen hiç
konuşmazdı Paulette onunla, kravat da örmezdi ona, börek de pişirmezdi. Sessizce ve bir aç kurt gibi
saldırarak öperdi yalnız. Adamdan ayrılırken de ne hüzün duyardı, ne pişmanlık.
Kapı çalındığında, üzeri balıkçıllarla dolu mavi kimonosunu giymiş oturmaktaydı. Koştu: Tessat!
Şaşırdı. Aklının ucundan bile geçirmemişti geleceğini böyle bir günde. Sessizce selam verip odaya
geçti Tessat, oturdu, gömleğinin yakasını çözdü ilkin: İyi hissetmiyordu kendini, boğulur gibiydi. Acı
verici bir merhamet kaplamıştı Paulette’i: Ne söylemesi gerektiğini bir türlü kestiremiyor ve
susuyordu hep. Dayanılmaz bir sessizlikti bu. Önce Tessat konuştu:
“Marsilya’da yangın çıktığı zaman, bunun hayra alamet olmadığını söylemişti Daladier. Ben
aslında inanmam böyle şeylere. Ama işte, insanın bazen aklı karışıveriyor.”
Batıl inançları olan bir kadındı Paulette: Merdivenlerin altından geçmeye korkar ve kırık bir ayna
görse ağlamaya başlardı. Tessat’nın sözleri keyfini kaçırmıştı. Üstün bir güç gerçekten var mıydı
acaba? Ama Tessat çoktan bir başka konuya girmişti:
“En korkuncu da nedir bilir misin? Bu felaketin tam şu sıralarda gelmiş olması. Tamamıyla şaşkın
bir haldeyim, oysa hemen davranmak gerekiyor. Bir genel grev hazırlıyorlar, başarırlarsa müthiş bir
felaket olur. Zaten savaştan ucu ucuna kurtulmuş durumdayız.”
Yıllanmış bir Armagnac şişesi getirdi Paulette. Küçük kadehi avuçlarının arasında ısıttı Tessat,
sonra içti. Yeniden bir hüzün sardı içini, mezarın önündeymiş gibi. Düşünceleri darmadağındı.
“İki yer satın aldım biliyor musun?” dedi damdan düşercesine.
Başını çevirdi Paulette. “Ben de Amélie’ye böyle yapmıştım,” dedi kendi kendine. Ve elini
gömleğinin altına sokup kalbini yokladı. Bedeninin ısısı güven vermişti: Yaşıyordu! Kendi kadehiyle
birlikte Paulette’inkini de doldurdu. Tokuşturdular:
“Sağlığına! Sinirleri yatıştırıcı bir ilaç verdi doktor. Söylediğine göre, hiç acı çekmeden ölmüş.
Ama gene de düşününce korkunç geliyor insana! Aklım ermiyor bir türlü. Onun için kolaydı oysa
mesele: Dindardı çünkü. Cehenneme gitmekten korkardı yalnız. Oysa ben, yalnızca korkuyorum.
Amiral Leperrier’nin yanına gömüldü.”
Gene içtiler. Paulette’in kimonosuna takıldı gözleri:
“Ne gülünç bir gecelik bu böyle! Şu kuşlara bak!”
Sanki o güne kadar hiç görmemişçesine odaya baktı uzun uzun. Bir piyano, duvarlarda kocaman
kocaman imzalı aktör fotoğrafları, bir divan ve rengarenk bir düzine küçük yastık. Armagnac
harikaydı. Gerçekten nefis!
“Nereden buldun bu Armagnac’ı? Dini törenle gömülmeyi arzu ederdi hep. Aslına bakarsan, ben
buna karşı değilim. Ama sosyal mevkiim... Breuteuil’in etekleri zil çalardı tabii papaz takımını
görünce! Ama sol kanadı da hesaba katmak zorundayım ben. O kadar hırçınlaştılar ki şu son günlerde.
Hem sonra, papazlı olmuş papazsız olmuş, umurunda bile değil artık Amélie’nin: Duyamaz ki!
İstediğim kadar sesleneyim, gene duymaz. Ben de zaten bunun için gerek görmedim dini törene.
Paulette yavrucuğum, bir şarkı söyler misin bana. Kederli bir şarkı olsun!”
“Ne kadar kalpsizsin Allahım! Ne kadar kalpsiz.”
21
Kasım ayının bulutları sarı, hardal renginde ve siyah olur. Kenar mahallelerin sıvaları dökülmüş
isli evlerine sular sızmaya başlamıştı gene. Umutsuz bir sonbahardı. İşçilerin elinde, otuz altı yazında
kazanılan şeylerden hiçbiri kalmamıştı. Her yeni kararname, işçilerin hıncıyla birlikte yoksulluklarını
da artırmaktaydı: İş haftası uzatılmış, ek çalışma saatleri tarifesi düşürülmüştü. Zaten cılız ücretleri
yeni yeni vergiler kemirmekteydi. Grevler patlak veriyordu orada burada. Fabrikaları boşaltıyordu
polisler. Grev gözcüleri sanık sandalyelerinde boy gösteriyor ve yargıçlar şiddetle cezalandırıyordu
elebaşlarını. “Kim idare ediyor bu ülkeyi,” diye soruyordu işçiler birbirlerine. Daladier başbakandı.
Daha geçenlerde Bastille Meydanı’nda yumruğunu havalandırarak: “Ben bir fırıncının oğluyum! Bir
halk dostuyum ben!” diye haykırmış olan Daladier. Ve Tessat. Poitiers’de işçi oylarıyla seçilen
Tessat! Hani hiç beklenmedik bir şeyle karşılaşmanın getirdiği bir hayal kırıklığı vardır, işte koca
ülke böyle bir ezikliğin getirdiği yılgınlık içindeydi. Gazetelerin satışı durmadan düşüyor, siyasi
toplantılar gitgide boşalan kimsesiz salonlarda yapılıyordu. İşçilerin toplandığı küçücük kahveler her
zamankinden daha sessizdiler şimdi. Artık kahırlı bir suskunluk içindeki bu insanlar can çekişen
İspanya’yı acılı gözlerle seyrederken, “Sıra bize geliyor!” diyerek homurdanıyorlardı.
Daladier karışıklıktan çok ürküyor ve bu onu illetli bir disiplin merakına, anlamsız bir sertliğe
sürüklüyordu. Fransa’nın nasıl yorgun, nasıl yılgın olduğunu anlamıyordu bir türlü. Ama onun siyasi
düşmanları da gerçeğin dışında yaşıyorlardı. Sendikalar yirmi dört saatlik bir greve karar vermişler
ve grev gününü de çok önceden açıklamışlardı. Tessat öylesine öfkelenmişti ki, bu ona sevgili
karısının, Amélie’nin acısını bile unutturmuştu. Tessat, gücünü kuvvetini toplamış, hayata yeniden
dönmüştü. Ve her şey yeni bir tekrar gibi yeniden başladı: Bütün sokaklarda bütün duvarları
sıkıyönetimi haber veren küçük afişler kapladı. Sıkıyönetim demek demiryolu işçilerinin, savaş
malzemesi yapan fabrikalarda ve kamu hizmetlerinde çalışan işçilerin grev haklarının geri alınması
demekti. Sıkıyönetim onları da bir çeşit asker sayar. Bu işçiler grev yaparsa, hükümet onları asker
kaçağı saymakta ve kaçak gibi cezalandırmakta serbesttir. Sıkıyönetim fikri Tessat’nındı. Yaptığı
kurnazlığı beğenen insanların yılışıklığı ile her yerde ve her fırsatta kasılarak söylüyordu bunu: “Fikir
benim, ben istedim! Önemli olan ilk adımı atmaktı zaten. Şöyle bir bakın çevrenize, sıkıyönetimin
artık olağan bir şey olduğunu herkes biliyor.”
Tessat ile uzun ve özel bir şekilde konuşan Joliot, yazdığı makalede grevin Almanlara yarayacağını
söylüyor ve “Fransızlar, kendinizi Moskova’ya karşı korumak zorundasınız!” diye yazıyordu.
Her yerde bu sefer Dessère’in sözünü dinletemediğini, boyun eğmek zorunda kaldığını
anlatıyorlardı. Büyük sanayicilerin katıldığı bir toplantıda yeni bir uzlaşma teklifi getirmişti: İşçiler
grevden vazgeçerlerse hükümetin de bazı yasa önerilerini gözden geçirmesini istiyordu. Sert bir tepki
gösterdiler ona: “Komünistlerin karşısında geri çekilmek mi? Olmaz!” dediler. Dessère boşuna
çırpınıyor, “Savaş belası tepemizde. Şimdi işçileri kızdırmanın sırası değil!” diye boşuna
uğraşıyordu. Montigny olanca öfkesini kusmuştu hemen: “Komünistlerin hesabını görmenin tam
sırasıdır. Hitler nasıl yaptı? Bırakalım greve gitsinler. En azından fabrikalardaki komünistleri
temizleriz, söker atarız!” diye bağırıp durmuştu.
Viard, koynundan çıkardığı termometreye baktı: Otuz yedi buçuktan biraz fazlaydı ateşi. Grip
yüzünden türlü sorumluluklardan bir süre için uzaklaşmıştı.
Radikallerin izledikleri politika onu aslında tedirgin ediyordu: “Komünistlerin kucağına atıyorlar
işçileri. Bunun sonu bir ayaklanmayla bitecek ve faşizm gelip başımıza bela kesilecek!” diyordu.
Hastalanmadan önce iki ayrı anlama çekilebilecek kadar hünerli bir başyazı döktürmüş ve “İşçileri
her türlü tahrikten korumak bizim ödevimiz olmalıdır. Hükümetin son aldığı önlemlerdeki
anlamsızlığı görenler duruma müdahale etmezler ve elleri kolları bağlı seyrederlerse bu bizi eninde
sonunda Fransa çapında bir felakete götürür,” demişti. Onun bu yazısı ne bir grev çağrısıydı ne de
grevi bir ihanet gibi damgalamak çabasıydı. Ama Viard’ın bazı dostlarının aracılığıyla işçilerden
greve gitmemelerini istediği de biliniyordu.
Orta halli Fransız vatandaşı o günün sabahında evinin perdelerini meraklı bir tedirginlik içinde
açtı. Aslında bu, ne olacağını bilmemek ve kestirememekten doğan bir ürkeklikti. Bir kez daha
tekrarlanan sisli bir sabahtı. Kahvelerin kaldırımları temizleniyordu. Yalnız bu sabahı daha
öncekilerden ayıran bir başka şey vardı: Fabrikaların çevresi miğferli askerlerle doluydu. Tren
istasyonlarının, postanelerin ve bakanlıkların önü devriyelerden geçilmiyor, her otobüste şoförün
yanında bir memur göze çarpıyordu. Sokakların bu tehdit dolu görünüşü insanlara iç savaş sonrası
önlemlerini, zindanları, anlamsız bir karanlığı anımsatıyordu.
Emektar ve yaşlı işçiler karamsardılar, sessizdiler. Grevin başarısız olmasından korkuyorlardı.
Oysa bu yeni başlayan gün, Denise için bir dönüm noktasıydı. Hükümetin fazla dayanamayacağını ve
işçilere boyun eğeceğini düşünüyordu. O zaman bu kaç zamandır süren büyük uğursuzluk, bu utanç
dolu sessizlik bitecek ve Parisli işçiler İspanya’yı, çaresizlik içinde çırpınan ama henüz yaşayan
cumhuriyetçi İspanya’yı kurtarmaya koşacaklardı.
Denise, kendini çok önceden hep bugün için hazırlamaya çalışıyor; yeterli gücü, zekayı ve
kıvraklığı gösterip gösteremeyeceği sorusu kafasının içinde dönüp duruyordu. Kararsızları ve
korkakları utandırmak için Michaud’nun gönderdiği mektubu, o İspanyol cumhuriyetçilerinin nasıl
ümitle ve nasıl inanarak savaştıklarını anlatan mektubu okuyacaktı. Grevcilerin karşısına askerler
getirilirse onlara ‘Kardeşler!” diye haykıracaktı. Kuru gözlerinde inanmışlığın ateşi parlıyordu.
Hepsi, bütün işçiler orada, fabrikadaydılar. Ama kimse işbaşı yapmadı. Dökümhaneden gelenler
orada bazı işçilerin çalıştığını haber verdiler. Bazı işçiler ‘La Jeune garde’ türküsünü söylemeye
koyuldular. Ama bu bir süre sonra acı bir sessizliğin içinde boğuldu. Başmühendis atölyeye girmişti.
Yanında sivil polisleri getirmişti. Aralarında biri, korkulu gözleriyle birlikte tabancasını da işçilere
doğrultmuştu. “Baylar!” dedi başmühendis, “Çalışmak niyetinde değilseniz atölyeyi terk etmenizi rica
ediyorum.” Dört bir yandan protesto sesleri yükseldi. Adam oradakilere aldırmayan umursamaz bir
tavır takınmaya çalışarak omuz silkti ve sonra çıkıp gitti atölyeden. Ama polisler kaldılar. İşçiler
usulca, mırıltı sayılabilecek bir kaynaşma içinde ne yapmaları gerektiğini tartışmaya başladılar.
“Dökümhanede çalışılıyor ama.”
“Bu grevin bize faydası olmaz.”
“Arkadaşlar!” diye bağırdı Denise.
Polisler üzerine çullandılar onun. Dışarıya sürüklediler. Bir tanesi kızı kolundan yakalamış,
büküyor ve canını yakmak istiyordu.
Bazı işçiler işbaşı yaptı. İşbaşı yapmayanlardan bazıları fabrikadan çıktılar. Direnenlerden on-on
beş kadarını polis tutukladı. Yan sokaklardan birine kocaman bir cezaevi arabasını yanaştırmışlardı
zaten. Yakaladıklarını arabaya tıktılar. İşçilerden birinin çatışma sırasında dişleri dökülmüştü.
Denise’nin de üstü başı adamakıllı yırtılmıştı. Ama o yanındaki arkadaşlarına, “Bizimkiler
çıkmayacaklar kalacaklar! Göreceksiniz!” diyordu ve üstüne başına aldırmıyordu bile. Acı çektiği,
tutuklandığı için kendini bir bakıma ödüllendirilmiş kabul ediyordu. Ne başkalarının sıkıntısı, ne
öbür işçilerle beraber tıkıldığı bu hücrenin pisliği ve çirkinliği onu etkilemiyordu. Aldırdığı yoktu
bunlara.
Polisler onu da aradılar: Ağzı alkol kokan mısır püskülü bıyıklı bir polis iri ve kaba eliyle kızın
üstünü ararken yakası açılmadık küfürler ediyordu. Denise’in buna bile aldırdığı yoktu. Dalgın ve
donuk bakışlarını artık hayli uzakta bir yere, greve, grevin yapıldığı fabrikaya dikmişti o.
Kentin öbür başında, Billancourt’da polis Seine fabrikasına saldırmaya hazırlanıyordu. Dessère
fabrikadaki bürosundaydı. Oturduğu yerde bakışlarını tek bir noktaya dikmiş düşünüyordu. Çok
dalgındı. Piposundan bir-iki nefes çekmeyi denedi. Öksürmeye başladı. ‘Anjin dö puatrin olmalı,’
dedi kendi kendine. İlk olarak kendini böyle güçsüz, böyle çaresiz görüyordu. İşadamlarının, büyük
fabrikatörlerin budalalığı şaşkına çevirmişti onu. Bu kör herifler koca ülkeyi hangi uçurumun başına
sürüklediklerinin farkında bile değildiler. İşçileri yumuşatmak, grevi böyle önlemek için Daladier’ye,
Tessat’ya, Frossard’a koşmuştu. Onlara anlatmaya çalışmıştı. Ama hepsi onu yapmacıklı bir
nezaketle dinledikten sonra güçlü birer aslan çalımıyla, “Komünistlerin hesabını görmenin sırasıdır!”
demişlerdi. Büyük fabrikatörler de onun kendileri gibi davranmasını istemişler, tehdit dolu bir tavır
takınarak, “Domuzdan yana mısın, bizden yana mısın?” demişlerdi. Dessère, kendi fabrikalarını
birkaç günlüğüne kapamayı, böylece aşırı ve saçma polis önlemlerine meydan vermemeyi
düşünmüştü. Ama bu niyetini duyan Tessat ayağa fırlamış: “Bu sabotajdır! Hükümetin otoritesi...”
diye bağırmıştı. Yanında çalışan mühendisler de aynı telden çalıyorlar ve “Hükümet komünistlere
haddini bildirmezse kendimiz örgüt kuracağız!” tehdidini savuruyorlardı. Montigny skandal
çıkaracağını söylüyordu. Ve Dessère boyun eğdi onlara. Bir zamanlar her şeyi kendi isteğine göre
düzenleyen güçlü Dessère artık basit bir seyirciydi. Artık yalnızca olayları bekliyor ve kıvranıyordu.
Legreux, önceleri grev başarısızlığa uğrayacak diye korkuyordu: İşçiler bıkmışlardı, güvensizlik
içindeydiler. Ama hükümetin, fabrikatörlerin tehditleri onları iyice öfkelendirdi. Çoğu, “Biz
korkmuyoruz! Ne yapacaklarsa görelim!” demeye başlamışlardı. Bu gerginlik greve karşı olan işçileri
bile susturmuştu. Atölyelerde ve avluda o mavimtırak sabah sisinin ortasında kırmızı bayraklar
görülüyordu. İşçiler hazırdı.
Fabrikanın yönetim bölümünde bütün mühendisler Pierre’in çevresine üşüşmüşlerdi.
Bağırıyorlardı ona:
“Demagogsun sen!”
“Moskova’nın ajanı değil misin!”
Pierre de onlara öfkeyle karşılık veriyordu:
“Siz de faşistsiniz! Hitler’cisiniz!”
Hava öylesine gergindi ki, eğer Dessère, Pierre’i yanına çağırtmamış olsaydı kıyasıya
dövüşeceklerdi orada.
“Haydi, evinize dönün, Pierre. Tehlikeli bir oyuna giriyorsunuz şimdi. Otuz altıda değiliz ki artık.
Bu grevi hükümettekiler istedi. Bu sefer ezerler sizi, hiç bağışlamazlar. Mühendissiniz çünkü. Ben de
savunamam sizi. Ağır basarlar.”
“Benim durumum önemli değil şimdi!”
“İyi yapmıyorsunuz ama. Evlisiniz, karınız, çocuğunuz var. İnançlarınızı bir yana koymalısınız
şimdi. Viard’ın yaşlı soytarı olduğunu siz de gördünüz. Öbürleri de ondan hırlı değildir. Artık herkes
kendi paçasını kurtarmaya bakmalı.”
“Bu sizin için çok önemli. Siz kurtarmalısınız paçanızı. Burada da, Münih’te de kurtarmalısınız.
Ama işiniz hayli zor!”
Sonra Pierre işçilerin safına gitti, onlara katılmaya. Binlerce el coşkunlukla havaya kalktı bir anda:
Mühendis Dubois’yı kendileriyle omuz omuza görmekten doğan bir sevinçti işçilerinki. Bu hepsi de
öfkeli, hepsi de kararlı adamların yakınlığı ve sevgisi Pierre’le beraberdi.
Avludaki işçi kalabalığından ürken polis komiseri Dessère’i buldu:
“Otoritenizi kullansanız?” dedi.
Omuz silkti Dessère.
“Elimden bir şey gelmiyor komiser. Size de fazla ısrar etmemenizi salık veririm.”
“Özür dilerim. Kesin emir aldım. Uğraşmak zorundayım.”
Polisleri gören işçiler ilkin sustular. Çoğu taşları avuçlamış, demir çubukları kavramışlardı. Su
pompaları hazırdı. Legreux giriş kapısında duruyordu.
Kader gibi bir şey yeniden, yani bir kez daha onun duygu hayatını altüst etmeye hazırlanıyordu.
Josette’e sevdiğini henüz söyleyememiş, bu cesareti bulamamıştı. Partinin para işlerini ilgilendiren
bir konuyu konuşmak üzere Josette’in babasını görmeye, evlerine gitmişti. Çıkışta kız sormuştu ona:
“Ne tarafa doğru yürüyeceksiniz?” demişti. Onun Suresnes yönüne gideceğini öğrenince, “Ben de
oraya gideceğim,” diye atılmıştı, “beraber yürürüz değil mi?” Beraber yürümüşler, sonra rıhtım
boyuna geldiklerinde kız ona bakarak, “Yalan söyledim. Suresnes’de işim yoktu ki benim,”
deyivermişti. Nemli, ıslak bir sonbahar gecesiydi. Önce hiç farkına bile varmadan rıhtımı geçip
köprüyü bir baştan öbür başa yürümüşler ve sonra tekrar geri dönmüşlerdi. İşte o zaman, “Bazen hiç
gelmiyorsunuz bize. O zaman üzülüyorum, efkar basıyor,” demişti Josette. “Sahi mi?” Sonra hemen
eklemişti Legreux: “Size göre yaşlı sayılırım ben. Hem...” Ama kız onun dudaklarına sıcak bir
öpücük kondurmuş, susturuvermişti onu. Şimdi grevi yaşıyordu Legreux. Yüreğinde o tutuşmaya hazır
bekleyen ateşi düşünecek vakti yoktu.
Polislerin giriş kapısını parçalayıp da orada Legreux’nun üzerine atılışlarını gördüğünde Pierre
yukarıda, laboratuvar bölümündeydi. Sağlam adamdı Legreux. İyi dayandı bir süre. Sonunda üstüne
gelen polislerin çokluğu yenik düşürdü onu. Pierre koşarak indi avluya. Orada birden gözlerinde çok
acı veren insafsız bir yanma hissetti. Düşmemek için kapıya tutundu. Avluda büyük bir düzensizlik ve
karışıklık vardı. Şaşkın bir ses duyuldu o anda:
“Gaz! Gaz sıkıyorlar üstümüze!”
Dessère penceredeydi. Her şeyi görüyor ve kendi kendine soruyordu: ‘Fransa bu mu?’ Ölesiye
sevdiği Fransa artık yaşamıyordu. O işçilerin patronları düşman olmadan sıkıştırıp değiş tokuş
ettikleri, sonra beraberce kadeh tokuşturdukları, o en ateşli konuşmalardan sonra güzel bir yemeğin
önünde ‘sosyal’ aşırılıkların unutulduğu, çiçeklerin ve şakanın en güzel değerlendirildiği güzel ve
büyük Fransa yaşamıyordu. Anılarda anlatılan, düşlerde yaşanan, kitaplarda okunan Fransa’yı
kurtarabilmek için her şeyi gözden çıkarabilirdi. Ama şimdi bu işçilerin üzerine sıkılan gaz neyin
nesi?.. Dessère de biliyor ki artık ne o ne de bir başkası kendi paçasını kurtarmaktan başka hiçbir işe
yaramaz. Dessère bundan böyle paçasını sıyırmaya çalışacak, pipo içmeyi azaltacak, kendine iyi
bakacak. Jeannette’e telefon edecek önce. Sonra? Sonra çok çok uzaklara Java’ya ya da Şili’ye
gidecek.
Polisler yüz kadar işçiyi daha getirip öbür tutukluların yanına, o pis depo bozması hücreye tıktılar.
Grevcileri ne yapmak gerektiğini onlar da bilmiyordu aslında. Her yarım saatte bir kamyon dolusu
grevci getiriyorlardı ama...
Denise, polislerin konuşmasını, her sözünü büyük bir dikkatle izliyordu. Onların gittikçe kabaran
öfkesine bakılırsa grevin başarıldığına inanmak gerekiyordu. Zaman zaman hücrenin kapısı açılıyor
ve yeni bir işçi grubu içeriye tıkılıyordu. Bir santralcı kız, “Grev olmadı, yürümedi. Polisten
korktular,” diyordu. Son gelenlerin arasında metro işçilerinden birisi de vardı. Yüzü gözü kan
içindeydi adamın. Soluyarak, “Hepsi alçak!” diye homurdanıyordu. Metro işçileri greve
katılmamışlar, çalışmışlardı. Akşama doğru artık herkes gibi Denise de yalnızca büyük fabrikalardaki
işçilerin greve katıldığını, öbür işçilerin oyunbozanlık ettiğini biliyordu. Polisler yeni üç işçiyi
getirip de hücreye tıktıklarında hava kararmıştı. Hücredekiler son durumu onlardan öğrendiler.
“Siene fabrikasında herkes greve katıldı. Kimse çıkmadı. Polis gaz kullandı.”
‘Gaz’ sözü oradakileri ürkütmüştü. Santralcı kız ağlamaya başlamıştı. Denise, bu çaresizliğin
içinde birden dikildi. Dudaklarından bir türkü, inanç dolu bir sesle söylediği için yeni ve ümitli bir
türkü döküldü. Ve bu türkü onun sesine durmadan katılan yeni seslerle büyüyerek genişledi.
Polislerin tehditleri de söndüremedi türküyü. Yandaki hücrelerde, bu küf kokan koridordaki bütün
hücrelerde gittikçe daha büyüyerek, gittikçe daha susturulmaz ve inatlı, cesaretin, öfkenin ve
kardeşliğin bir çığ gibi büyümesine benzeyerek, Sibiryalı mahkûmların türküsüne benzeyerek
genişledi. Bu Seine’deki, Gnome’daki, Renault’daki işçilerin sesiydi.
O gece Daladier radyoda konuştu. Kendi bürosunda, mikrofonun karşısında kimsesiz ve halksızdı.
Sürekli olarak boşluğa bakıyor ve konuşurken alnındaki damarlar şişip kabarıyordu.
“Her şey hükümetin zaferi ile sonuçlandı,” dedi.
Bunca eziklikten sonra, Münih hareketinden sonra işçilere karşı giriştiği kıyım hareketini
süsleyebilmek için ‘zafer’ sözcüğünü nasıl iğrenç bir utanmazlıkla kullanıyordu!
Polis, hücrelerde tutukluların sorgusuna başlamıştı. ‘Denise Tessat’ sözü geçer geçmez komiser
güldü:
“Akraba falan mı?” dedi.
Hiçbir işkence bu kızı ezemez, sindiremezdi. Ama bu adam genç kızın en zayıf, yani ona en çok acı
veren yerine, içindeki tek büyük yaraya dokunmuştu. Denise yanıt vermedi önce. Daha sonra kimliğini
gizlemenin kendisi için daha onur kırıcı bir şey olacağını düşündü:
“Evet. Sizin o sevgili bakanınızın kızıyım ben! Onun bakanlığı önemli değil. Devam edin siz.”
Komiser gözünü kırptı ilkin, arkasından da durumu şefine yetiştirdi tabii. Önemli buldukları için
hemen emniyet müdürüne haber verdiler.
‘Önemli bir iş’ için kendisine telefon ettikleri zaman Tessat yatağında mışıl mışıl uyuyordu. O gün
çok yorulmuştu. Grevin genişlemesinden korktuğu için kabına bir türlü sığmamış, gün boyunca polis
müdürüne telefon üstüne telefon açmış, sekreterinin getirdiği raporları adeta kaparcasına almıştı.
Ancak gecenin geç bir vaktinde grevin durdurulduğuna, ezildiğine inanmış, o zaman rahat soluk alıp
hemen banyoya dalmıştı. Sabahın üçüydü ve Rigoletto’dan bir bölümü mırıldanarak yatağa girmişti.
“Kızınız konusunda önemli bir...” diye uyandırıldığı zaman her şeyi, özellikle artık polis müdürüne
gebe olduğunu anladı. Breuteuil’e haber sızdırmayacaklarını nereden bilebilir? Ya gazeteler için ne
müthiş fırsat bu! Ah çocuk! Ah, deli kız!..
Emniyet Müdürlüğü salonundaki alçıdan cumhuriyet büstünün altında bekliyordu Tessat. Çok
geçmeden kapı açıldı ve Denise’i içeri aldılar. Kızını karşısında görünce bir merhamet dalgası
kaplamıştı içini: Elbisesi yırtılmış, saçları darmadağındı, bütün gece boyunca gözüne hiç uyku
girmediği yüzünün solgunluğundan belli oluyordu. Ve durmadan sağlığının üzerine titrediği, sık sık
kaplıcalara götürdüğü, en iyi profesörlerin sürekli kontrolü altında büyüttüğü kızı, buydu demek!..
Öfkesine hakim olmaya çalıştı Tessat. Okşayıcı, ama gene de hafif titreyen bir sesle:
“Seni serbest bıraktırmak için geldim Denise,” dedi.
Planını hazırlamıştı önceden: Denise’in ayak takımı hakkında bir roman yazmak istediğini ve
fabrikaya bunun için girdiğini söyleyecekti emniyet müdürüne. Böylece kızını alıp bağrına basacaktı
ve öksüz yuva yeniden şenlenecekti böylece. Bak nasıl üzerine titreyecekti zavallı yavrucuğunun!..
“Yani benimle birlikte tutuklu olan bütün herkesi serbest bıraktıracaksınız öyle mi?”
Bu sözler, Denise’in sesindeki kesin eda ve bu hiç beklenmedik ‘siz’ hitabı, başından aşağı bir
kova kaynar su dökülmüş kadar sersemletmişti Tessat’yı. Kendini tutamayıp haykırdı:
“Denise!”
Denise susuyordu. Karşısındaki bu kız, bir yabancıydı sanki: Geçirdiği şu son gün, bir anda bütün
geçmişinden sıyırıp kurtarmıştı onu.
Tessat gürlüyordu şimdi:
“Bu sefilleri serbest bıraktıracağım öyle mi! Ağzından çıkanı kulağın duymuyor galiba?”
“‘Sefil’ dediğiniz kim sizin? Daha dün Almanlar karşısında kaçacak delik arıyordunuz. ‘Hazır
değiliz!’ diyordunuz durmadan. Elinizdeki gazların kimlere karşı kullanılacağı anlaşıldı şimdi: Meğer
hazırmışsınız!”
“Senin tutukluların Almanlara çalışıyor, bilmiyorsan öğren bunu. Dün siz greve başlarken,
İtalyanlar da taleplerini hazırlamaya başlıyorlardı: Nice’le Korsika’yı istiyorlar. İşte grevin ilk
sonucu!”
“Almanlar için çalışan asıl sizsiniz! Kim kapattı uçak fabrikalarını! Sonra, şahsen siz, nasıl
konuşabilirmişsiniz böyle! Fouger ağzını açmak istediği zaman, üzerine gangsterleri saldırtan siz
değil misiniz!”
“Yalan! Adi bir iftira bu! Sana her söylenene inanmak için iyice aptallaşmış olman gerek! Budala!”
Daha uzun bir süre, en yaralayıcı sözleri haykırdı durdu kızın suratına. Sonra da birdenbire sustu.
Neye yarar ki söyledikleri? Normal bir insan değil bu kız, sapık! Kafasına sokulmuş olanları
çıkartamazsın artık. Onu ikna etmeyi bırakıp işi örtbas etmeye bakmalı.
“Boşuna tartışmayalım,” dedi. “Herkesin kendi fikri kendine. Ama beni anlaman gerek. Basın bu
meseleyi ağzına dolayacak olursa, ortak düşmanlarımızın, faşistlerin sevincini getir bir kez gözlerinin
önüne! Breuteuil’i getir.”
“Siz kendinizi Breuteuil’den daha mı iyi sayıyorsunuz yani?”
“Her şeyi döndürüp dolaştırıp politikaya bağlıyorsun sen. Duyguların da yeri vardır insan
hayatında. Ve düşün ki benim kızımsın sen! Zavallı anneciğini anımsa biraz. Ne iyi kadındı!
Yalvarırım eve dön Denise! Annenin aşkı için dön!”
Zaptedemedi kendini Denise:
“Susun,” diye haykırdı. “Sefilin birisiniz siz!”
(Haykırır haykırmaz da pişman olmuştu, acı çektiğini gösteriyordu çünkü bu sözler.)
Kızından hiçbir şey elde edemeksizin döndü Tessat. Emniyet müdürüne baskı yapmaktan başka
çaresi kalmıyordu. Denise’in tutuklanışı ve mahkûm oluşu, basında hasıraltı edildi. Öteki Gnome
işçileriyle bir arada yargılanmıştı o da ve herkes gibi bir ay hapse mahkûm edilmişti. Ve mutluydu:
Adını ağzında gevelemişti mahkeme başkanı, ana-babasının kim olduğunu da sormamıştı. Bunun
babasına nelere mal olduğunu aklının ucundan bile geçirmiyordu.
Şimdi kin bağlamıştı Tessat komünistlere. O güne gelinceye kadar hiç kimseye düşman gözüyle
bakmamıştı. Breuteuil’e ya da Viard’a öfkelendiği olmuyor değildi kuşkusuz. Ama partnerleriydi
bunlar. Fouger’ye, o pis sakallıya bile şerefine leke sürmek istediği halde acımıştı. Ama komünistler,
Denise’i, biricik kızını almışlardı elinden! Sevimli, tatlı bir yavrucaktan, ağzı köpükler saçan bir
kundakçı yapıp çıkarmışlardı! 1793’te giyotinin çevresinde hora tepen kadınlar gibi!.. Bir siyasi parti
falan değildi bu, hayır! İğrenç bir ruh mezbelesiydi!.. Eğer yok edilmezlerse, insanları boğazlayıp
derilerini yüzeceklerinden hiç kuşkunuz olmasın. Bir tahtakurusundan başka bir şey değildi onların
gözünde Tessat. Ama çok şükür, Fransa ayaktaydı henüz! Ve grev de çuvallamıştı işte. Durum gayet
iyiydi. Ve gidip Paulette’in koynunda dinlenebilirdi Tessat.
22
Pierre’in fabrikada kalmasını istemiyor değildi Dessère aslında. Bu meseledeki güçsüzlüğüne
öfkeleniyordu için için. Bakanlar karşısında iki büklüm olsunlar, siz gene bir avuç zırlağın sözüne
kulak asmak zorunda kalın!.. Pierre’den ayrılmak şart olmuştu, evet: Sağcı gazeteler, ‘Kızıl
mühendis’ efsanesini durmadan işliyorlardı.
“Amerika’ya göndereyim sizi,” önerisinde bulundu Dessère. “Aradan bir yıl geçsin, düşünürüz.”
Ama Pierre, bu ‘sadaka’yı hemen reddetmişti.
Büyük kahvelerden birinin taraçasındaydılar, olağanüstü bir soğukluk vardı: Sıfırın altında dört
derece. Pardösülerine sımsıkı sarınmış insanlar bir grog içmeye koşuyordu içeriye. Ve sokak sobaları
ıssız taraçaya güçsüz ışıklarını saçmaktaydılar.
“Pek tabii ki, bana inanmak zorunda değilsiniz,” diye devam etti Dessère. “Ama durum böyle.
Hepimiz bağlıyız: İçinde yaşadığımız ortam, kamuoyu, önyargılar, hep bağlıyor bizi. Eminim ki
işçilerin çoğu grev istemiyordu. Ama boyun eğmek zorunda kaldılar. Nitekim ben de, Sayın Bay
Montigny’nin o pek ince hesaplarını göz önünde tutmak zorundayım! Diyeceksiniz ki faşistin biri?
Hayır. Budala, ahmak bir soyguncudan ibaret benim gözümde. Bir yandan, çok az bombardıman
uçağımız var diye Cot’u suçluyorlar; bir yandan da beni, en iyi mühendislerimizden birinden, sizden
ayrılmaya zorluyorlar. Bombardıman uçağı falan umurlarında bile değil, Fransa’yı da umursadıkları
yok aslında!”
Bir zamanların o güven dolu Pierre’i, şimdi kuru ve kuşkulu bir insan olmuştu. Dessère’in bu
suçlamaları, yapmacık gibi geliyordu ona:
“Onlara niçin öfkeleniyorsunuz ki,” dedi. “Münih’i siz de savunuyordunuz!”
“Silahlı bir barış istiyordum ben. Görüşmeler yapılsın ve bir uzlaşmaya varılsın istiyordum. Ama
onların istedikleri bir tek şey var yalnızca: Mümkün olduğu kadar çabuk Hitler’in hizmetine girmek!
Bütün bu kargaşalık arasında yalnız namussuzlar el ele vermiş, fırsat düşürüp semirmeye bakıyorlar.
Ve namuslu insanların da basireti bağlanmış.”
“Hepsinin değil. Hiç Legreux ile sohbet ettiğiniz oldu mu hayatınız boyunca? Eşek sudan gelinceye
kadar dövdü polisler, şimdi de hastanede. Ve onun gibi düşünüp davranan daha sayısız kimse var.
Binlerce duygu ve düşünce vardır insanda, çoğunlukla dağılır bu duygu ve düşünceler: Sanatı yaratır
insan, konforu yaratır, aile kurar. Niçin komünistlerden söz ettim size? Onlarda dağılma yoktur da
onun için. Her şey bir tek ve aynı amaca yönelmiştir onlarda: Ve buna da basireti bağlanmak değil,
seçilen amaca uzanmak denir.”
“Şu brazerolara bakın. Bir sıcaklık kuruntusu veriyorlar o kadar. Sokağı ısıtmak mümkün olurmuş
gibi!.. Donmak üzereyim biliyor musunuz? Son bir kez daha sormak istiyorum: Gene hayır mı?”
Agnès’in kendisine sitem edeceğini ummuştu Pierre: İşsizlik demek, sefalet demekti. Bir de
Doudou vardı şimdi ortada. Ama Agnès’in ilk sözleri: “İyi etmişsin,” oldu. Politika konusunda
Pierre’le aynı fikirde değildi evet. Ama bağımsızlık ve onur söz konusu olduğu zaman, küçüklüğünde
babasına yaptığı gibi, şimdi de kocasına hayranlık dolu gözlerle bakıyordu.
Üç hafta geçmişti. Daha düne kadar bir hayaletten, ürkütücü ama soyut bir kelime olmaktan öteye
geçmeyen sefalet, şimdi şekillenmiş ve gelip eve yerleşmiş bulunuyordu. Agnès’in aylığı, kirayı ve
doktor masrafını karşılıyordu yalnızca. (Doudou hastaydı) Ve ay sonuna doğru, kelimenin tam
anlamıyla meteliksiz kaldılar. Yoksulluğun ne olduğunu biliyordu ikisi de. Ama sefaletle
tanışıyorlardı şimdi: Yaralayıcı ve küçük düşürücü sefaletle.
Pierre’in başvurmadığı bir tek fabrika kalmadı. Ama İşverenler Genel Konfederasyonu, kara
listeye almıştı ismini. Mekanisyen, hatta basit el işçisi olarak çalışmak istedi. Boşuna: Hangi kapıyı
çaldıysa, suratına kapadılar.
Saatini sattı, sütçünün borcunu ödediler. Sonra kışlık mantosunu eskiciye götürdü Agnès (“çok
büyük bir manto!”), bir hafta için günde bir öğün yemek parası böylece çıktı. Kocasına destek olmaya
çalışıyordu Agnès:
“Bayramda bize prim vereceklermiş!”
Sabahleyin erkenden çıkıyordu Pierre, bütün gün oradan oraya dolaşıyor, en ufak atölyeleri bile
ihmal etmiyor, gazete ilanlarını adeta ezberliyordu. Akşam geç eve döndüğünde de, yolda rastladığı
bir eski arkadaşının yemek ısmarladığını söylüyordu. Kılığı kıyafeti düzgündü Pierre’in, her sabah
düzenli olarak tıraş olurdu. Ve hiç kimse düşünemezdi, saçları ağarmaya yüz tutmuş bu kibar ve
dalgın adamın aslında yiyecek parası peşinde bir kimse olduğunu. Bakkal dükkânlarının önünden
geçerken başını çeviriyordu.
Bir gün bir ilan çarptı gözüne: Kar yağdığı takdirde, sokakları temizlemek üzere adam arıyorlardı.
Sabah beşte orada bulunmak gerekiyordu. Gökyüzüne baktı Pierre: Karardıkça kararmaktaydı.
Nitekim akşama doğru lapa lapa kar yağmaya başladı. Önce eridi yağan kar, ama sonradan tuttu:
Kaldırımlar bembeyazdı şimdi. Sabahın dördünde, Agnès’i uyandırmamak için ayaklarının ucuna
basa basa evden çıktı Pierre. Tir tir titriyordu soğuktan, ama gülümsemekteydi: Karısına sonunda
yirmi, hatta belki de otuz frank götürebilecekti! Beşe çeyrek kala istenilen yerdeydi. Bembeyaz
meydanı ve karanlık yüzlü binanın önünde toplanmış kalabalığı, büyük bir gaz lambası
aydınlatıyordu. Kimler yoktu ki?.. İşsizler, dilenciler, grev yaptı diye işten atılmış Posta İdaresi
memurları, yarı aç bir ressam. Alman göçmenleri, yaşlılar, henüz çocuk denecek yaşta olanlar. Kırk
kişi istemişlerdi ve en azından üç yüz kişiydiler orada! Sabırla bekledi Pierre. Bir ses yükseldi çok
geçmeden:
“Tamam!”
Ve Pierre, evin yolunu tuttu yeniden. Ağır ağır yürüyordu. Bacakları çözülüyor ve midesi
bulanıyordu açlıktan.
Halles’den geçti. Hummalı bir faaliyet içindeydi ortalık: Lokantacılar, kasaplar, sebzeciler,
meyveciler, kamyonların çevresini sarmış, mal kaldırmaktaydılar. Zola’nın tasvir etmiş olduğu bu
doymak bilmeyen ‘karın’dan başka belki de her şey değişmişti Paris’te. Ve bu derisi yüzülmüş nemli
ve yapışkan kümes hayvanları yığınını görünce, çoktan unuttuğunu sandığı romanı hayal meyal
anımsar gibi oldu Pierre: Bir gözü doymaz ve duygusuz tüccarlar aleminin ortasına düşen hapishane
kaçağı, o dalgın ve aç adam canlandı gözlerinde.
Kırmızı ve mor, dayanılmaz bir şekilde taze, kocaman et parçası asılmıştı çengellere. Ne kadar
öküz ve koyun gerekliydi acaba bu obur kenti doyurmak için? Zamanından önce büyümüş azman
ciğerleriyle ne kadar kaz gerekliydi? Ve ne kadar benekli beç tavuğuyla ince parlak boyunlu sülün
gerekliydi kim bilir?
Deniz ürünleri bölümünde, ebonitten yapılmış duygusunu uyandıran koca koca ton balıkları, ince
kalkanlar, uskumrular, mezgitler, yapışkan pisiler, türlü türlü istiridyeler, midyeler ve deniz
kestaneleri sıra sıra olmuştu. Dayanılmaz bir koku yüzüyordu içeride. Tuzdan kıpkırmızı kesilmişti
satıcı kadınların elleri. Mermerlerin üzerinden sular akıyordu.
Sebzeler yer alıyordu biraz daha ileride: Soluk renkli hindibalar, havuçlar, şalgamlar,
kuşkonmazlar, küçük, sevimli sepetlere yerleştirilmiş mantarlar, Rousillon marulları. Bal gibi sapsarı
parçalar halinde Charentes tereyağları geliyordu sonra, peynirler, yumurtalar, ufak tenekelere konmuş
kaymaklar geliyordu. Ve Messina, Yafa portakalları, elmalar, sıcak diyarların keskin soluğunu yayan
olgun muz salkımları, hurmalar, ananaslar...
Satıcı kadınlar, soğuktan uyuşmuş parmaklarını karavananın ateşinde ısıtarak soğan çorbası
yemekteydiler. Serseri dilenciler takımı, yerlere saçılmış patates tanelerine saldırmıştı. İşin erbapları
peynirleri yokluyor, av etlerinin fiyatını soruyorlardı. Mürekkep kokan kâğıtlarını sallayarak gazete
satıcıları koşuşturmaktaydı. Saint-Suctache’tan doğru bir çan sesi geliyordu. Kana bulanmış
önlükleriyle kasaplar, et parçalarını kesmekteydiler. Bostancılar, eski model Citroen’lerinden alabaş
ve pırasa boşaltıyor, sonra da tezgâhın önünde sıralanıp konyaklı kahvelerini yudumlamaya
koyuluyorlardı. Kanı andıran bir kırmızı şarap sızıyordu kaldırıma. Esrarengiz bir havası vardı dev
demetler halinde derlenmiş çiçeklerin: Tonlarla karanfil, şebboy ve gül. Koku saçan yükleriyle koca
trenler geliyordu Nice’ten ve Grasse’tan: Mimozalar, çuhaçiçekleri, yaseminler, inci çiçekleri,
açelyalar, yığın yığındı. Takvimle alay ediyordu Paris: Bütün yıl boyunca bahara bürünmez miydi!..
Nemli tanecikler düşüyordu gökten. Talihliler, yolları temizlemekle meşguldü! Pierre yürüyordu.
Bir robot gibi. Açlığını bile duymuyordu şimdi. İç bulantısı veriyordu ona bütün bu kokular. Ve bu
yiyecek bolluğu karşısında ezilmekteydi: İstenecek, hayal edilecek cinsinden birer besin değildi
bunlar; insana meydan okuyan bir ayrı dünya, bir felsefeydi. Satıcı kadınların, mezgitlerin, terazilerin
ve yağlı cüzdanların dünyası. Ve yüz bin demet çiçek. Vanek’in gözyaşlarından neydi Paris’e, neydi
Katalonya’nın sefaletinden, Legreux’nun ıstırabından, açlığından Pierre’in!... Paris yaşıyordu ya,
yeter!.. Kırk kiloluk bir domuz sucuğunu sırtlamış, Paris daima Paris’tir!.. diye türkü söyleyen kasaba
sorun inanmazsanız! Öyle bir canlılık vardı ki bu hayat çağrısında, bir an etkisine kapılmadan
edemedi Pierre. Sonra, acele bir işi varmışçasına uzaklaştı. Nereye gidilebilir ki? Üşüyordu.
Birdenbire yavaşlayıp gerisingeri döndü, Buci Mahallesi’nin çamurlu dar sokaklarında dolaşmaya
başladı. Hep aynı dört yol ağzına geliyordu. Yassı ve yapışkan balıkların sergi arabalarının üzerinde
can çekiştiği yere.
Islak bir sıranın üzerine oturdu, yerde sürünen bir gazeteye uzandı: “Avrupa yatışıyor... Tessat’nın
söylevi... Barış güvencesi...” Ve birdenbire bütün her şey uyanıverdi çevresinde: Kızartılan
patateslerin kokusu!.. Fokur fokur kaynayan büyük kazanların içinde kızartıyorlardı, kâğıt tabaklara
koyuyorlardı sonra. Ve satıcı kadının sesi yükseliyordu bir fikri sabit gibi: “Sıcaak!.. Sıcakkkk!.. On
meteliğe!..” On metelik: Ne ulaşılmaz bir düş! Bir uyurgezer gibi doğrulmuştu Pierre ve elinde
buruşturmuş olduğu gazeteyi yoldan geçen birine uzatmaktaydı. İşine yetişmeye çalışan bir memurdu
bu, şaşkınlıkla baktı Pierre’e sonra hızlandı. Oturduğu sıraya döndü Pierre ağır adımlarla. Niçin
yapmıştı bunu? Bir uyuşukluk çöktü üzerine yeniden. Otomobil kornaları ve satıcı kadının sesi, çok
uzaklardan geliyordu şimdi.
Bir çift geçti yoldan. Pierre’e baktı genç kız. Ve, kızın yanındaki oğlanın kulağına bir şeyler
fısıldadığını görür gibi oldu Pierre. Kısa ve eğri bacaklı bir yaşlı köpek yaklaştı sonra,
ayakkabılarını kokladı Pierre’in ve kuyruğunu bacaklarının arasına alıp uzaklaştı. Bir hayvanın bile
fark edebileceği kadar perişandı demek.
Evde yeni bir felaket bekliyordu:
“Babam geldi,” diye fısıldadı Agnès.
Başka bir zaman olsa, nasıl da sevinirlerdi!.. Güneybatı Fransa’nın küçük kentlerinden birinde
yaşayan Legendre, uzun zamandan beri kızını ziyaret etmek ve küçük Doudou’yu görmek isterdi.
Bazen mektup aldıkları olurdu ondan. Çocuklara özgü, iri harflerle yazılmış mektuplar.
Agnès sık sık söz ederdi Pierre’e babasından. Legendre, bir zamanlar makinistti. Antimilitarist
propaganda yaptığı için on ay hapis yatmıştı savaştan önce. Beş yıldan beri de, (artık eski gücü
kalmamıştı) fabrikadan ayrılmış ve Dax’ta ufak bir garaj sahibi olan küçük kardeşinin yanına gitmişti.
Araba tamirinde yardım ediyordu kardeşine, boş zamanlarında da bahçeyle uğraşıyordu. Altmış dört
yaşındaydı. Uzun boylu ve hafifçe ağarmış bol saçlı bir adam olarak hayal etmişti Pierre hep
kayınbabasını. Oysa şimdi önünde, kafası yeni doğmuş çocuklarınki gibi incecik bir tüy örtüsüyle
kaplı kupkuru bir ihtiyar vardı.
“Babam geldi!” diye fısıldayan Agnès’in sıkıntısını hemen anlamıştı Pierre: Kızının, bir
mühendisle evli olduğuna göre, bolluk içinde yaşadığını düşünmekteydi tabii adamcağız! Tam da
sırasını seçmişti doğrusu! Gerçeği söylemek, adama acı vermek olacaktı. Evet ama, ya acı ya da
yemek: İkisinden birini vermek zorundaydılar.
Kayınbaba, merakla ve tepeden tırnağa inceliyordu damadı:
“Sağlam ve güzel kunduralarınız var,” dedi.
Eğri bacaklı köpeği, buruşuk gazeteyi ve patatesleri anımsadı Pierre. Daireyi baştan başa dolaştı
Legendre, mutfağa girdi:
“Temiz bir mutfak,” dedi memnuniyetle.
İşi hakkında sorular sordu Pierre’e ve damadının en son model motorlardan söz etmesini
hayranlıkla dinledi. Sonra politikaya gelip dayandılar. İçini çekti Legendre:
“Geri kaldım,” dedi. “Allahın bir ücra yeri Dax. Kardeşime de bilinçli bir eleman denemez.
Düşünün ki, Matin’e abone.”
Münih’in anlamını kavrayamıyordu ve ancak Pierre İspanyollar’dan söz açtığı zaman canlandı.
“Yenecekler,” diye haykırdı. “Göreceksiniz ki yenecekler!”
Sonra konuşma geçmişe döndü. Legendre’in keyfine diyecek yoktu artık. Grevleri ve gösterileri
anlattı: “1916’da, elimizde bayraklarla sokağa inmiştik.” Jaurès’i tanımış olmaktan gurur duyuyordu:
“Toplantılarda konuştuğu zaman, gömleğinin yakasını çıkarırdı hep: O çağda, gömlek yakaları ayrı
takılırdı. Nasıl çırpınırdı görseniz konuşurken! Ve bir de sesi vardı ki!”
Pierre susuyordu: Bu şen şakrak ihtiyarın karşısında kendi güçsüzlüğü daha da bir dokunmaktaydı
ona! Legendre ise bu susuşu bambaşka bir şekilde yorumluyordu: Hoşuna gitmeyen bir şey mi
söylemişti acaba damadına? Sonra... Damadı kendisi gibi bir adam mıydı acaba? Pierre’in tavırları
ürkütmüştü onu: ‘Ne de olsa bir mühendis!...’ diye düşündü. Agnès bambaşka bir dünyada yaşıyordu
şimdi, kendine koca olarak seçtiği adam bir işçi değildi ki. İyice canı sıkılmıştı Legendre’ın
birdenbire:
“Sizi rahatsız ediyorum galiba.” dedi. “Douhet’ye uğrayacaktım zaten.”
Agnès’le Pierre bakıştılar: Ne pahasına olursa olsun alıkoymak lazımdı. Ama yemek saati de gelip
çatmıştı işte. Ne koyacaklardı önüne?.. Çorba vardı yalnızca, o da Doudou’ya ya yeter ya yetmez.
Çıkmak üzere olduklarını, bir yere davetli bulunduklarını söyleseler, inciteceklerdi. Atıldı Agnès:
“Acelen ne canım. Dax’tan hiç söz etmedin bize?”
Hemen anlatmaya koyuldu ihtiyar: Yazın bir alay turist gelmişti, çok iyi para kazanmıştı kardeşi!
Ama şimdi ölü mevsimdi artık. Sonra savaş korkusu sarmıştı ortalığı, eskisi gibi araba yapılmıyordu,
satın alan da yoktu zaten, “Hükümet el koysun diye mi alalım!” diyordu insanlar. Hele kamyonların
durumu büsbütün perişandı. İşsizlik gittikçe biraz daha yayılmaktaydı.
“Paris’te durum nasıl? Çok işsiz var mı?”
“Hem de nasıl! Ve bütün dallarda. Bugün kendi gözlerimle gördüm. Sokaklardaki karları
temizlemek için gelmişlerdi. Bir basım işçisi, bir postacı, bir ressam. Tam iki saat bekledik.”
Birdenbire fark etti kendini ele verdiğini! İhtiyar anlayamazdı, ama Agnès? “Beni mühendis olarak
alıyorlar,” dememiş miydi karısına! Ve Agnès, sefaletle gelen bütün küçülmeleri ilk kez olarak
kavrıyormuşçasına, dehşet içinde bakıyordu Pierre’e. Legendre doğrulmuştu: Her şeyi anlamıştı o da
bir anda. Agnès’in sıkıntısını, Pierre’in isteksizliğini, bomboş mutfağı, her şeyi.
“Ben şu köşeye kadar uzanmak zorundayım,” dedi. “Douhet’ye telefon edeceğim de.”
On beş dakika sonra da elinde bir litre şarap, sardinyalar, kaz ciğeri, peynir ve kahveyle döndü.
Şekeri de unutmamıştı. Bir köşeye çekip azarladı Agnès’i: “Bir de benim kızım olacaksın!” Ve artık
hiçbir soru sormadı. Masaya oturdukları zaman, grevi anlattı ona Pierre: Polislerin gaz kullandığını
söyledi, Dessère’le yaptığı konuşmayı aktardı, kara listeyi açıkladı. Legendre iyice keyiflenmişti:
Pierre de onlardandı işte! Yoksulluğa gelince. Gençtiler daha, dayanabilirlerdi!
Pierre’le kadeh tokuştururken:
“Zafere!” diye bağırdı.
Her şey apaçıktı onun gözünde: Çok geçmeden İspanyollar faşistleri ezeceklerdi. Bütün memlekette
ayağa fırlayacaktı işçiler ve her yerde grevler patlayacak, barikatlar kurulacaktı.
Yiyecek ve şarap bir uyuşukluk vermişti Pierre’e: Isınmıştı ve rahattı. Ama bir hüzün vardı içinde,
gitmek bilmeyen bir keder. Niçindi bu? Oysa yaşlı kuşak? Onlar da bozguna uğramıştı zamanında,
onlar da biliyordu ne demek olduğunu hayal kırıklığının. Peki öyleyse? Öyleyse niçin Pierre’de bu
ihtiyarınki kadar bir inanç, bir sükûnet, bir sevinç yoktu?
Doudou’yu yatırdılar. Edepsizlik etti, uyumak istemedi önce, ama yatağına uzanır uzanmaz sızdı.
Ve Legendre, torununa bakarak fısıldadı:
“Güzel bir hayat yaşayacak görürsünüz. Bizim gibi olmayacak o. Bizler savaştan geçtik. Ben
Champaigne’daydım. Bilseniz ne korkunçtu! Ama artık savaş yok! İşçiler akıllandı artık! Ya
Almanlar. Onlar bir savaşa boyun eğecek mi sanıyorsunuz? Orada da işçiler var! Meydanı boş
bırakırlar mı hiç?”
Erken yatıp sabah beşte kalkmaya alışmıştı Legendre. Donup kalmıştı gözleri işte, cam gibiydiler.
Birkaç dakika savaştı uykuya karşı. Doudou’nun küçük yatağının kenarında oturmuş uyuyakaldı sonra.
Yüzü bir çocuk yüzü gibiydi.
23
Hiçbir zaman o kış olduğu kadar yavaş geçmemişti zaman. Esrarengiz bir sükûnete bürünmüştü
kent. Aralık ayının maviye çalan alacakaranlığı şanlı eski anıtları tuhaf bir şefkatle sarmalıyordu.
Camekanlarda boy gösteren atılgan renkli oyuncaklar ve kestane şekerleri, rahat bir Noel’in geçişine
tanıklık etmekteydi. Gamsız delikanlıların ilham perisi kovaladığı ya da yalnızca taşralı bir kızın
ardına düştüğü görülüyordu gene görülmesine ama kentte genel bir uyuşukluk, bir duygusuzluk
saltanat sürmekteydi.
Her sabah düzenli olarak bakanlar, asi Posta İdaresi ya da demiryolu işçilerine yol veren
kararnameler imzalıyorlardı. Açlık, yüz binlerce işsizin boğazına yapışmaktaydı. Milli savunmadan
söz ediyordu Daladier durmadan, ama silah fabrikalarındaki makineler, başbakanla iddiaya
girmişçesine durup kalmışlardı.
Gözü yaşlı ve memnun okurlarının parasıyla Bayan Chamberlain’e altın bir tuvalet takımı armağan
etmişti Joliot. Ve her önüne çıkana, göbeğini gururla hoplatarak fısıldıyordu: “Hem de som altından!”
Ama Chamberlain Paris’e geldiğinde, garın çevresine yığılmış işçiler tarafından ıslıklanmaktan
kurtulamadı. Son olarak fikrini söylemişti halk. Sonra da bir sessizlik çökmüştü ortalığa. Durmaksızın
işliyordu mahkemeler. Hapishanelerde makinistler, dökmeciler ve perdahçılar el ele vermiş, küçük
şeker kutuları imal etmekteydiler.
Hastaneden alınarak adalet karşısına getirildi Legreux, iki jandarmanın kolunda durabiliyordu
ancak. Ve kendisine söz verildiği zaman:
“Daladier’yi itham ediyorum,” diye başladı.
Daha fazla konuşturtmadı başkan:
“Sanığı götürebilirsiniz.”
Beş dakika sonra da, burnundan gelen bir sesle mırıldanıyordu:
“On iki temmuz kanunu uyarınca... Legreux Jacques... ay hapse.”
Radikallerin grup toplantısında Fouger’nin dostları hükümetin istifasını istemekteydiler. Ve Tessat,
tatlı tatlı gülümseyerek yanıt veriyordu: “Hükümetin istifası mı? Yani savaşa tutuşmamızı istiyorsunuz
kudretli komşumuzla?”
Bir atlasın üzerinde incelemeler yapmakla geçirmişti bütün geceyi. Ve şimdi, birkaç
milletvekiliyle birlikte öğle yemeğini yerken, en can alıcı anda, yani armudun bitip peynirin
getirildiği sırada:
“Almanlar Doğu’ya dönecekler, göreceksiniz,” diyordu. “Orada petrol var çünkü azizim. Ve ne
demektir petrol, bilir misiniz? Yüzyılımızın kanı demektir!”
Von Ribbentrop geldi Paris’e. Bütün sokakları titizlikle boşalttı polis. Ve saygıdeğer konuk, şu akıl
almaz manzarayla karşılaştı: Kıpkırmızı bir kış güneşi altında Concorde Alanı bir çölden farksızdı.
“Bu sefer özellikle hoşuma gitti Paris,” dedi kibarlık edip.
İtalyan birlikleri Barcelona’ya yaklaşıyordu. Milletvekilleri toplanıp, temsilci olarak General
Franco’ya, Senatör Bérard’ı yollamaya karar verdiler. Tessat bu kararı hararetle destekliyordu:
“Yanlış anlaşılmalara bir son vermek gerekir!”
Viard bir mitingde söz almıştı. Çek kadınlarıyla Katalan çocuklarının kara talihi hakkında
dokunaklı şeyler söyledi. Ve işçi sınıfına saldıran iyi yüzlü hükümete veryansın ettikten sonra,
duygusal bir sesle: “Bizim cumhuriyetimiz,” diye haykırdı, “zincire vurulmuş bir Avrupa’da,
özgürlüğün son kalesidir!” Tek tük alkışlar işitildi. Ama demeye kalmadan en ön sırada oturmakta
olan ihtiyar Duchène ayağa fırlayıp: “Kim gider de ölür dersiniz o kale için?” diye bağırdı. “Bana
kalırsa ermişlerle orospulardan başka hiç kimse! Gel gör ki, ermişler çoktan gökyüzüne çekildi,
orospuların da hiç mi hiç ölmeye niyeti yok.”
Seine’in eski gardiyanının bu sözlerini Tessat’ya naklettikleri zaman bir kahkaha savurmuştu:
“Kim ne derse desin, Fransızlar zeki ve nüktedan insanlardır. Ducamp’ın attığı karga çığlıkları
ürkütmez beni: Çek değiliz biz.”
Bununla birlikte, sık sık kederlenir olmuştu son zamanlarda, ne işim vardı sanki bu pisliğin içinde!
diye kızıyordu kendi kendine. Komünistler: “Tessat darağacına!” diye haykırmaktaydılar. Ducamp
bıkıp usanmaksızın Grandel meselesini çıkarıyordu ortaya: “Meclis’te bir Alman casusu var!”
Parlamento komisyonları da seslerini yükseltmeye başlamışlardı. Baskı rejimine son verilmesini
istemekteydiler. Çalışma komisyonu adına Viard, gelip buldu Tessat’yı:
“Daha geçenlerde bir mitingde seni savunayım dedim, hemen sözümü kestiler. Biraz daha ısrar
etsem, belki de linç edeceklerdi. Bardağı taşırdın sanıyorum. Halk asla tutmuyor hükümeti.”
Omuz silkti Tessat:
“Söyler misin kimi tutuyor halk? Seni mi? Flandin’i mi? Yoksa Breuteuil’i mi? Hiçbirinizi! Halkın
kimi tuttuğunu ben sana söyleyeyim istersen: Hitler’i tutuyor! Senin yerini almış olduğuma nasıl
pişmanım bilsen! İnsan bugün muhalefette çok daha rahat ediyor. ‘Baskı rejimine son verin!’ deyip
kapatıyorsunuz işi. Oh! Ben de bilirdim bunu söylemeyi! Yoksa beni vahşi bir hayvan mı sanmaya
başladınız? Baskı rejimine son verilmesini arzu ediyorlarsa, önce bay komünistler kampanyalarına
son versin! Biz barışı sağlamaya çabalıyoruz, onlarsa her şeyi sabote etmekteler. Cephede kıyılmak
üzere on milyon adam göndermektense, on bin kişiyi hapse atmak yeğdir dostum. Onları önleyici
içerikte tutuklamalara başvuruyorum işte!”
Kelebek gözlüğünü çıkarıp mendiliyle silmeye koyulmuştu Viard, yumuşak bakışlı miyop gözlerini
Tessat’ya çevirerek sordu:
“Gerçekten inanıyor musun barışa sen?”
“Yani... Almanların Doğu’ya dönmesi büyük bir olasılık gibi geliyor bana. İşte o zaman, en
azından bir yirmi yıl için kurtulduk demektir. Ama aldanabilirim de. Aslında oynamayı severim ben.
Ama unutmamalı ki bugün artık bir oyuncu durumunda değiliz, oynanan ve dağıtılan kartlar
durumundayız. Pis meslek, Allah kahretsin! İşsizlere nasıl gıpta ediyorum bilsen. Hiçbir şey
düşünmeden yan gelip yatıyorlar köprü altlarında! Yaşamıyoruz biz Auguste; yaşamaya, şöyle bir
kendi kendimizle baş başa kalıp düşünmeye zamanımız yok. Amélie öldüğünde...”
Sesi titriyordu şimdi: Karısının odasındaki o iki mumu, vazolardaki zambakları anımsamıştı. Bir
acıma duygusu doldu Viard’ın içine. Tessat’yı sevmezdi: Bir fırsatçı olarak görürdü onu. Ama şu
anda, kendi benzerini bulmuştu Tessat’da. Aynı kitaplardan beslenmişlerdi, aynı tabloları
sevmekteydiler. Ne yapmışlardı hayatlarını? En verimli, en iyi çağlarını parlamento görüşmeleri ve
oylamalar arasında har vurup harman savurmuştu ikisi de. Tessat’ya yaklaştı ve dostça elini sıktı:
“Seni anlamıyor değilim. Çok, ama çok yalnızım ben de.”
Komisyondaki oylamayı ve Fransa’nın kaderini çoktan unutmuşlardı. Kendilerini derin bir hüzne
kaptırmış iki ihtiyardılar şimdi... Ve şikayete devam ediyordu Viard:
“İnsanın sığınabileceği manastırlar vardı eskiden: Çekilir okurdun, yaradılış üzerinde düşünceye
dalar, çiçek sulardın. Ama şimdi. Şimdi hiçbir sığınak kalmadı artık.”
Tessat hemen toparladı kendini: Bu karanlık düşünceler neye yarar ki? Neşeyle itiraz etti:
“Yok canım o kadar da değil artık! İki gün önce ‘Folies Bergères’e gittim azizim. Kim ne derse
desin, o kızlar yok mu o kızlar, her biri bir içim su! Bale değil tabii yaptıkları, Pavlova yok karşında.
Ama şöyle bir sıçramıyorlar mı, insanın yüreği ağzına geliyor. İşte o zaman anlıyorsun yaşamakta
olduğunu!”
24
Tessat, şimdi sağ kanada dayanmaktaydı. Çetin ceviz Breuteul’in desteğini kazanmaya önem
veriyordu hep. Ama Breuteuil, gün geçtikçe biraz daha laf anlamaz oluyor ve Mandel’in istifasını şart
koşuyordu. Spor kulüplerinin verdiği bir yemekte: “Heyhat!” demişti. “Bir Yahudi, yani Mandel, hâlâ
bakan koltuğunda oturuyor ve Almanya ile aramızı açmak için elinden ne gelirse ardına koymuyor.”
Ve Tessat hemen Mandel’e koşmuştu üzüntüsünü bildirmek üzere. “Elden ne gelir!” demişti.
“Bağnazın biridir Breuteuil, Doğulu bir kafadır. Sonra unutmayın ki Lorraine’de doğmuş. Ama biz
Descartes’çıyızdır azizim, bizim dünya görüşümüz tamamıyla farklıdır.” Mandel’den ayrılınca da
Breuteuil’e seğirtmişti: “Mandel hakkında söylediğiniz şeyler hepten de haksız değil. Kim ne derse
desin, İsrail gene de yabancı bir unsur halinde kalmaktadır.”
Grandel’in gölgesi ürkütüyordu Tessat’yı. Hangi taşı kaldırsan altından o çıkıyor ve sulu sulu
gülümseyerek: “Aziz dostum...” diye başlıyordu konuşmaya. Kendi kendine sorar olmuştu Tessat,
yoksa beni de mi bulaştırmak istiyor pis hikâyelerine? Grandel şimdi Paris salonlarının Tanrısı
olmuştu. Çok beğenilen bir konferans vermişti ‘Ambassadeur’da: “Bolşevizme karşı mücadelede
Germen-Latin alemi.” Aktüaliteler için konferansı filme almışlardı. Hafifçe gülümseyerek ve
önemsemezmiş gibi: “Ukrayna,” demişti, “incelenmeye değer. Mazzeppa’nın bir biyografisini okudum
dün: Çok sürükleyici ve son derece öğretici bir şey!” Tessat kim olduğunu bile bilmiyordu
Mazzeppa’nın. Bildiği bir tek şey vardı şu anda: Grandel’in hiçbir dediğine güvenmemek!
Kielmann’ın mektubunu hatırlıyordu bazen, sonra da kendi kendine: Grandel bakan olmak istiyor,
diyordu. Gözünü aç!
Ama Breuteuil, Grandel’i desteklemeye devam ediyordu gene, hiç kimsenin aklından geçemezdi
aralarının bozuk olduğu. Fouger’nin ağzıyla konuşuyordu Ducamp, “Grandel’e dikkat edin!..” diye
haykırıyordu her gittiği yerde. Ve kendisine: “Elinizde kanıt var mı?” diye sorulduğunda: “Kanıtım
yok ama sezgim var!..” yanıtını vermekteydi. Breuteuil’e selam vermiyordu artık, grubu da terk
etmişti. Korkunç bir kampanya açmıştı sağcılar ona karşı. ‘Delilik’le, ‘intikamcılık’la, ‘Nasyonal-
Bolşevik’ olmakla suçluyorlardı Ducamp’ı. Ama dürüstlüğü su götürmeyen bir adamdı ve sağlam bir
namuslu yurtsever ünü vardı. Güçtü bu şöhreti lekeleyip sarsmak. Nitekim, Breuteuil’in dostlarından
birçoğu bile Ducamp’la görüşmeye devam etmekteydiler. Bir zamanlar çelikten bir disiplinle çalışan
partide, kopmalar, çözülmeler beliriyordu yavaş yavaş.
Ducamp’ın iddialarıyla allak bullak olan General Picard, gelip Breuteuil’i bulmakta gecikmemişti:
“Bilirsiniz ki sizden hiçbir şeyi gizlemem. Ama Grandel, silahlanmamız hakkında bana birtakım
şeyler soruyor. Böyle bir adama nasıl güvenebilirim ki?”
“Anlıyorum. Ama hakkında söylenenleri de biliyorsunuz. 1936’da değiliz artık, Fransa’nın başında
Blum yok. Savaş patladığı takdirde, sorumluları biz olacağız.”
Sinirli hareketlerle, örtünün ucunu buruşturmaktaydı Breuteuil:
“Oyun karışık evet,” dedi. “Ve itiraf ederim, tehlikeli de. Ama tek başımıza yenmemiz olanaksız.
Bir an boş bırakmayagörelim meydanı, karşımıza derhal Halk Cephesi çıkacak! Ben istemez miydim
sanıyorsunuz, başka müttefiklerle iş görmeyi! Düşünün ki Lorraineliyim. Ama ne yazık ki, seçme
hakkımız yok artık. İngilizler Olimpos Dağı’nın tanrıları sanki! Bozuk paradan farkımız yok
gözlerinde: Bütün masrafı bizim Tunus’umuzla, bizim Hindiçini’mizle karşılamak istiyorlar. Sonra
İngiliz parlamentosunda bir tek komünist var. Evet evet, yalnızca bir tek komünist milletvekili. Böyle
bir durumda, bir üçlü pakttan söz etmek zor değildir. Ama bizim durumumuz öyle mi ya! Milli açıdan
bakalım işlere şimdi: Almanlar bizi kullanmak istiyor, bunu anlamak hiç de zor değil. Ama Fransa bir
bütündür, bölünmez bir bütün. Temeli sağlamdır Fransa’nın. Ne olabilir öyleyse bu durumda? Bence
tersi olur: Yani Almanlar bizi değil, biz Almanları kullanmış oluruz. Anlıyor musunuz beni? Savaş
tehlikesi, bizim komünistleri ortadan defetmemizi sağlayacak. Halka barış vaat eden kazanıyor bugün.
Ve Hitler savaş çıkarmaya cesaret edemeyecektir: Küçümsenecek bir güç değil bizim ordumuz. Bunu
benim size söylemem bile saçma: Kendiniz benden çok daha iyi biliyorsunuz.”
“Artık hiçbir şey bilmiyorum inanır mısınız? Ve ordumuzun ani bir darbeyi karşılayamamasından
ürküyorum. Silah durumunu kastetmiyorum hayır. Gerçi o konuda da korkularım var ama...
İspanya’daki askeri ataşeyle görüştüm geçenlerde. Alman hava kuvvetleri hakkında topladığı bilgileri
dinlemeliydiniz! Ama tekrar edeyim, söz konusu olan bu değil. Asıl kötüsü, ordumun morali bozulmuş
durumda. Dövüşmek istemiyor subaylar. Şartlar savaşmayı gerektirdiği zaman da isteyip
istemeyeceklerinden doğrusu endişeliyim! Bir noktaya kadar gerileyebilirsiniz, ama bir yerde durup
direnmek lazım. Bunu başarabilecek miyiz? Hiç bilmiyorum. Canlı bir organizmadır çünkü ordu.”
Dili dolaşıyordu Picard’ın, ordu bir yara gibiydi içinde, ordudan başka bir şeyi yoktu. Breuteuil’e
gelince, planını açıkladıktan sonra rahatlamıştı. Her şeyi söylemişti artık. Grandel’in Kielmann’la
ilişkisini gizlemişti yalnızca. Ama bu, bir detaydı, teknik yanıydı işin. Oyun, tehlikeli bir oyundu
kuşkusuz. Ve Breuteuil defalarca tereddüt etmişti! Yalnızca Tanrıya olan, Tanrının desteğine olan
inancı yardım etmişti ona. Tanrı tarafından Fransa’yı kurtarmak üzere yollanan Domremyli çoban
kızını anımsıyordu hep: Hayır, hayır, çökmeyecekti, çökemezdi Fransa!
Az sonra Breuteuil, kesin bir yalanlama talep etti Tessat’dan:
“Grandel’i çamurlayan söylentiler, Ducamp’dan yayılıyor. Sorumsuzun biri Ducamp. Ve hep şu
sahte belge hikâyesi. Her seferinde de senin adını sokuyorlar işin içine. Bütün bunlara artık kesinlikle
son vermelisin.”
Tessat yanaşmıyordu:
“Sen hiç duydun mu benim bu olayı doğruladığımı? Ama yalanlamaya da niyetli değilim doğrusunu
istersen. Sonra benimle ne ilgisi var bütün bu hikâyenin? Üstelik Grandel’e karşı en ufak bir
sempatim bile yok. Doğrusunu söyleyeyim mi sana? Şu Grandel’e hiç mi hiç güven duymuyorum.”
“Benim hoşuma gittiğini mi sanıyorsun yoksa Grandel’in? Bir maceracıdan, gözü paradan başka
hiçbir şey görmeyen bir fırsatçıdan ibaret! Bir kızım olsa, asla ona vermezdim. Ama kişisel
zevklerimizi tartışma sırası değil şimdi, siyasi bir mesele var önümüzde. Grandel’e karşı açılan
kampanyayı yöneten kim? Fouger ile Ducamp. Onların arkasında komünistler. Halk Cephesi’ni
hortlatmak istiyorlar. Bu takımın savurduğu iftiraları reddetmek demek, planlarını suya düşürmek
demektir.”
“Haklısın. Yalnız ben o mektubun bir sahte belge olduğuna inanmış değilim azizim. Laf aramızda,
bu Grandel, öyle sanıyorum ki pis birtakım işlere burnunu sokmuş durumda.”
“Belki, ama kanıtın var mı?”
“Yok.”
“Gördün mi? Silkip atamayız Grandel’i. Bütün iş, meseleyi ahlaki açıdan değil siyasi açıdan
değerlendirmekte. Eğer susmaya devam edecek olursan, bindirdikçe bindirecekler sana. Hem canım
uzun lafın kısası: Al kendi gözlerinle gör Ducamp’ın son çıkışını.”
Ve Breuteuil, Ducamp’ın imzasını taşıyan ve birtakım sağcı milletvekillerine gönderilen bir
mektup uzattı Tessat’ya: Mektupta yalnızca Grandel’in değil, ‘Kielmann meselesi’ne adı karışmış
bütün şahsiyetlerin maddi geçim kaynakları hakkında bir Meclis araştırması istenmekteydi. Öfkeden
boğulur gibi oldu Tessat:
“Ne büyük bir alçaklık bu Tanrım!” diye haykırdı.
Ve Breuteuil, fazla güçlük çekmeksizin, kısa ama enerjik bir yalanlama imzalattı ona.
Akşam, bitkin bir halde, Paulette’e içini dökmekteydi Tessat:
“Breuteuil, tam bir oldu bitti karşısında bıraktı beni. Şantaj yapıyor bal gibi!.. Allahtan ki bir zafer
daha kazanmış durumdayız: Bütçe komisyonu hükümeti devirmek istiyordu. Fouger’nin bir alay dostu
var komisyonda. Ama benim de bir sürprizim vardı kendilerine: Fransız-Alman ortak bildirisi. Görür
görmez yatıştılar! Art arda ne kadar zafer oldu görüyor musun: Münih, grevin çuvallaması, Bédard’ın
gidişi, bildiri. Eskilerden birinin dediği gibi, böyle bir zafer daha kazandık mı hapı yuttuk demektir!”
“Kim yutacak hapı?”
“Kim olacak, Fransa!”
Politikayla falan uğraşmazdı Paulette, gazetelerde yalnızca cinayet haberleriyle tefrika romanları
okurdu. Ama milliyetçi Fransız geleneği içinde yetiştirilmişti: Jeanne d’Arc, Napoléon, Victor Hugo,
Verdun dendiği zaman içi titrerdi. Şimdi de dehşet içinde bakmaktaydı Tessat’ya. Tessat ise
kahkahalarla gülüyordu.
“Niçin gülüyorsun?”
Tatlı bir sesle yanıt verdi Tessat:
“Ağlamaktan iyidir. Yorgunum yorgun. Benim de dinlenmeye ihtiyacım var. Şaka ediyorum
yavrucuğum, sen üzme kendini. Dünya batar da Fransa gene batmaz!”
25
İspanyol hükümeti, Daladier ve Tessat’nın politikasına etki edebilmek amacıyla, uluslararası
birliklerin yardımından vazgeçmiş bulunuyordu. Paris Komünü taburu, sınır yakınındaki ve Katalonya
köyünde kızağa çekilmiş durumdaydı. Ve sınır kapalıydı savaşçılara. Köylü kadınlar gene her
zamanki gibi ırmakta çamaşır yıkıyor ve solgun kış salataları topluyorlardı. Sakin görünüyordu hayat.
Ama birdenbire, fırtınadan önceki toz bulutları gibi, sığınmacılar akın etmeye başladı.
Barcelona sakinleriydi bunlar: Fas birlikleri kente yaklaşmaktaydılar. Ocaklarını terk ediyordu
köylüler. Şaşkın katırlarını ve keçilerini önlerine katmıştı kimisi, kimisi de hayvanlarını öldürüyordu.
Büfeler ve kümeslerle doluydu at arabaları. Kadınlar bütün pılı pırtılarını yüklemişlerdi. Sonra
askerler gelmeye başladı. Terk edilmiş fişek sandıklarıyla doldu yollar. Topçular, arabalarını
güçlükle çekiyorlardı. Faşist hava kuvvetleri bombalıyordu yolları durmadan. Çocuklar, nasılsa
kurtulmuş oyuncaklarını göğüslerine bastırarak fıçıların içinde saklanıyorlardı.
Mor dağlara doğru bir koşuşmaydı bu: Orada Fransa vardı. Fransa vardı ama, Tessat da
gazetecilere: “Sığınmacıların geçmesine izin veremeyiz,” demişti. “Ben şantajı sevmem. Oysa
komünist baylar bugün merhameti bir şantaj aracı olarak kullanmaktadırlar.” Ve sınır açılmıyordu.
Subaylar, bir direnme hareketi düzenlemeyi denemekteydiler hâlâ. Adamlarının morallerini
destekliyorlar, şaşkın kaçakları ta sınırdan döndürüp getiriyorlardı. Bastırabildikleri el kadar
gazeteler, halkı sükûnete ve çarpışmaya çağırmaktaydı. Hükümet ve kurmay, tamamıyla göçebe bir
hal almıştı; bir sınır köyünden bir başkasına aktarılıyordu her gün. Ambar ve depolarda
underwood’ların kuru çıtırtısı işitilmekteydi. Cumhuriyetin son kentini, Figueras’ı bombalıyordu
İtalyan uçakları. Bir kül yığını olmuştu kentin küçük balkonlarla süslü eski evleri. Yıkıntılar,
sığınmacıların cesetleriyle doluydu.
Cortesler’in son toplantısı yeraltında yapıldı. Üst başları yolculuğun tozuyla kaplı
milletvekillerinin belki bir haftalık sakalı vardı ve gözleri kıpkırmızıydı uykusuzluktan. Negrin
konuştu önce: İspanyol halkının kutsal savaşından, Hitler’le Mussolini’nin barbarlığından, yaralılara
ve kadınlara sınırlarını kapayan Fransa’nın insafsızlığından söz etti. Elleriyle yüzünü örtüyordu
konuşurken hep. Mahzene inen merdivene halı sermişti bir ihtiyar: “Her şeye rağmen,” diyordu,
“bunlar Cortesler’dir.” Ve dışarıda, aralıksız süren bombardımanın altında, alev alev tutuşuyordu
köyler.
Top ateşinin gürültüsü, Fransızların kamp kurmuş olduğu köye ulaştığı zaman:
“İlerliyorlar,” dedi Michaud. “Hem de nasıl!.. Ama canlı olarak geçiremeyecekler bizi ellerine!
Asla! Herkes yerine!”
Hemen faaliyete geçti tabur. Malzemenin nakline yardım ettiler, sonra da bir tank saldırısını
püskürttüler. Yeniden canlanır gibi olmuştu hepsi: Savaş gene başlamıştı. Madrid’in, Teruel’in,
Ebre’nin soluğu kamçılıyordu onları. Karanlığın içinden doğru, zaferin hayali gülümser gibiydi. Ama
geceleyin bir otomobil geldi. Kolu sargılı, yüzü kireç gibi bir yaver:
“Son birlikler de yarın sınırı geçmiş olacak,” diye haykırdı.
Öfkeli bir çığlık attı Michaud: Onun için savaş henüz başlamaktaydı! Fransızlar, yürekleri
paramparça bir halde, kuzeye yöneldiler.
Sınır bölgesi, bir Çingene molasını andırmaktaydı: Fransa’ya kabullerini bekleyen sığınmacılar, iki
haftadan beri orada kamp kurmuşlardı. Son koyunlarını kesip yemekteydiler. Dolapları, arşivleri,
paçavraları, sandıkları, çamaşır dolu denkleri ateşe veriyorlardı. Niye sürükleyip getirmişlerdi sanki
bütün bunları?.. Geceleri zehir gibi bir ayaz çıkıyordu ve ateşlerin çevresinde toplanıp ısınıyordu
kadınlar. Eşeklerin anırdığı işitiliyordu yalnızca ve bir boru sesi yankılanıyordu uzakta.
Askeri otoriteler Daladier’ye, İspanyollar sınırda kendilerini savunmak zorunda kaldıkları
takdirde, çarpışmaların kolayca Fransız arazisine sıçrayabileceğini bildirmişlerdi. Bunun üzerine,
sınırın aralanmasını emretti Daladier. Jandarma ve özellikle Senegalli asker kordonları arasından
geçirilerek içeri alındı gelenler. Tepeden tırnağa aranıyorlar ve yalnızca silahlarına değil, aynı
zamanda hayvanlarına ve eşyalarına da el konuyordu. Jandarmalar, ‘ganimet’ ticaretine başlamışlardı
Perpignan’da: Tabancalar, saatler, yazı makineleri doldurmuştu pazar yerlerini.
Hiç de yenilmiş bir kıta hali yoktu Paris Komünü taburunda. Uygun adım yürüyordu askerler. Önde
sancak ve tüfek omuzda. Yalnızca yüzlerinden okunmaktaydı bozgunun ıstırabı: Bambaşka bir dönüş
hayal etmişti onlar!.. Şimdi ise, bir sürgüne gelir gibi dönüyorlardı. Terk edilmiş silahlarla kaplı ve
bombalarla delik deşik bir İspanya toprağına son bir kez bakarken, çoğu gözyaşlarını zaptedemedi.
Senegalliler tutuyordu yolu ve Fransızların anlamadığı birtakım sözler haykırıyorlardı.
İşte o zaman bir komut verdi Michaud ve Paris Komünü, yağmur ve güneşten rengi atmış eski
bayrağı selamlayarak geçti. Biraz beride duran Fransız askerlerini büyük bir heyecan kaplamıştı. Kar
gibi beyaz dişlerini göstererek saf saf gülüyordu Senegalliler.
Michaud’nun arkadaşı makineli tüfeği kullanan Jules’ün kolundaki pansumanı söküp aldı bir
jandarma:
“Altın mı sakladın oraya?”
Ve henüz kapanmamış olan yarayı görünce basmıştı küfrü. Fransızları ayrı bir kampa sevk ettiler:
“Sonra icabına bakarız. Şimdilik kaçaksınız.” Başkalarını da getirmişlerdi aynı kampa: İspanyollar,
İngilizler, İsveçliler, Sırplar, kucaklarında bebekleriyle kadınlar, Barcelona Üniversitesi
profesörleri, çocuklar, şairler, çobanlar, yaralılar. Gecikenleri dipçik darbeleriyle itelemekteydi
Senegalliler.
Dikenli tellerin arkasında, bir tarlada toplanmış koyunlar gibi duruyordu insanlar. Soğuk bir kuzey
rüzgârı yüzlerine kum serpiyordu. Yağmur yağmaya başlamıştı akşama doğru. Hiçbir barınakları
yoktu. Vaat edilen ekmeği de getirmediler. Azmıştı deniz ve kamp kıyının hemen yakınındaydı. Tek
tük tüfek sesleri işitiliyordu uzaktan.
Tessat’nın dostlarından bir milletvekili, Piroux geldi Paris’ten. Faşistlerin görünmesini gözlemek
üzere bütün gün boyunca gümrükte kaldı. Ve dürbününün ucunda sarı-kırmızı bayrağı seçtiği zaman,
diyecek yoktu sevincine. Bir çeyrek saat sonra da, kartvizitini uzatıyordu İspanyol generaline:
“Kazanmış olduğunuz parlak zaferden ötürü sizi tebrik ederim.”
Alçakgönüllülükle gülümsedi general.
Günler geçiyordu. Açlıktan kıvranmaktaydı tutuklular. Kamptaki küçük kuyunun suyu sidik
kokmaya başlamıştı. Kafesteki hayvanları görmeye gelir gibi, turistler görmeye geliyordu
İspanyolları. Her gece cesetler taşınıyordu: Dizanteri ve soğuk algınlığı, kampta kol gezmekteydi.
Sevimli ve tasasız bir kentti Perpignan: Bademli yumurtalı pastaların pek revaçta olduğu, İspanyol
şaraplarının yudumlandığı, ana meydanlarda askeri bandonun dinlendiği ve Halk Cephesi için oy
kullanıldığı bir kent. Ama şimdi insan avı vardı Perpignan’da: İspanyol sığınmacılarını kovalıyordu
ajanlar. Başı açık gezmeye alışkın İspanyollar, ceplerindeki son paralarla o kış moda olan küçük
şapkalardan satın alıyorlardı hep. Ama boşuna: Kan çanağına dönmüş gözleri, onları hemen ele
veriyordu.
Fransızların birçoğu ambarlarda, şarap mahzenlerinde, kabinelerde, çoban kulübelerinde, hep
İspanyol saklıyorlardı. Gece bastırdığında binlerce fedakar insan sarp dağlara tırmanıyor ve yalnızca
kendilerinin bildiği keçi yollarından sığınmacı getiriyorlardı.
Korkunç bir akşam: Genç bir İspanyolu tokatlamıştı bir jandarma ve delikanlı kendini asarak
intihar etmişti. Genel bir çöküntü vardı kampta. Tayınları gene azaltmışlardı: Adam başına elli gram
ekmek. Kendi payını İspanyol Fernandez’e verdi Michaud. Fernandez, son güne kadar bir istihkâm
taburuna kumanda etmişti. Resim hocasıydı aslında.
“Ne utanç verici durum,” diyordu Michaud. “Senin için daha kolay: Bu iğrençlikten sorumlu
değilsin hiç olmazsa. Ama ben bir Fransızım.”
Fernandez, saf bir edayla:
“Ben daha ilk olarak yurtdışına çıkıyorum,” dedi.
“Bizim gerçek arkadaşlarımızı tanımamış olmana yanarım doğrusu! Seni temin ederim, başka
Fransızlar da var. Ama neredeler? Ve kaç kişiler? Fransa bundan çok farklıydı eskiden. Paris
Komünü idi bizim taburun adı. Ne güzel bir isim değil mi! Şimdikiler gelsin de tümenlerine Münih
tümeni adını taksın bakalım. Olanağı mı var! Bizim bütün felaketimizi yapan nedir biliyor musun? İyi
ve rahat yaşamak! Herkes unuttu 1914 savaşını. ‘Böyle bir felaket bir daha asla başımıza gelmez,
çünkü çok akıllıyız,’ diyorlar şimdi. Zeka insanı felaketten korumaya yetermiş gibi! Yemekler bol,
kadınlar güzel, deniz var, dağlar var, kahveler var adım başında ve her yer bağlık bahçelik. İklim
dersen, ne çok sıcak ne çok soğuk oluyor. İşte bütün bunların sonucu, felaketten ürkmeye başladılar:
Kaybedecek bir alay şeyleri var çünkü. Daha kötüsü, felaketi küçük görmeye başladılar zamanla.
Rusları küçümserlerdi yirmi yıl önce. Daha çocuktum ama dün gibi anımsıyorum: ‘Dünyayı
değiştirmek istiyorlar ama,’ denirdi, ‘kıçlarına giyecek donları bile yok!’ Ve tefe koyarlardı Rusları.
Bugün de İspanyolları küçümsüyorlar: ‘Hani mağrur insanlardı İspanyollar?’ diyorlar. ‘Hani onun
bunun önünde diz çökerek yaşamak istemiyorlardı: Gelip bize sığındılar işte sonunda!’ İğrenç bir
düşünce tarzı bu! Görmüyorlar tehlikeyi. Ve basit duyguları, dostluğu, vefakarlığı değerlendirmesini
bilmiyorlar. Öyle sanıyorum ki bugün Fransa’yı bir tek şey kurtarabilir: Büyük çapta bir insani
felaket!”
Binlerce ve binlerce yıldız parlıyordu üstlerinde ve deniz homurdanmaktaydı: Mart fırtınalarının
zamanı gelmişti artık.
26
Fotoğrafı görünce, gülümsemekten kendini alamadı Joliot: Genç bir aktrist, gaz maskesi takmıştı.
Göğüslerini iyice değerlendirecek derecede dekolte giyinmişti. Ama maskeli kafasıyla bir domuzu
andırıyordu.
“Bu sayının manşeti: Domuz yıldızı,” dedi Joliot sekreterine. “Bugün de karnavalın son günü. İyi
düşüyor.”
Bir zamanlar karnavalın son günü demek, gerçek bir bayram demekti. Bulvarlardaki kalabalığı,
Pierrotlar’ın arkadan ilikli çocuk göğüslüklerini, Arlequinlerin rengarenk kıyafetini, boleroları,
bezekleri, dantelayla süslü siyah kadife kurtları, türlü çeşit konfetileri anımsıyordu Joliot. Zamanla o
büyüsünü kaybetmişti karnaval. Ama son günü hep bir eğlence günü olmaya devam ediyordu. Maskeli
toplulukların saldırılarına uğrardı kahveler, takma burunlu ve takma sakallı çocuklar doldururdu
yolları. Oysa bugün?.. Bugün domuz-maskeler vardı işte!.. Gürültülü bir şekilde içini çekti Joliot.
(Aşırı duygusallığı severdi her fırsatta, dalga geçenlere de: “Paris’te insanlar akıllarıyla yaşar,”
derdi. “Marsilya’da ise duygularıyla!”)
Joliot’nun işleri çok iyi gidiyordu: Büyük paralar almaktaydı örtülü ödenekten. Ve armağanlara
boğmuştu karısını: Gök yakuttan bir kolye, eksperin ağzına bakılırsa bir zamanlar Madam
Récamier’nin kullanmış olduğu bir çekmece, Londra sergisinde birincilik kazanmış bir İskoç köpeği
bunlar arasındaydı. Bir alay parazit besliyordu ayrıca: İşsiz gazeteciler, Marsilyalı şairler, nedendir
bilinmez kendilerine ‘anarşist’ sıfatını layık gören birtakım sahtekarlar. Ve artık kimse onu, iftira
etmek suçundan ötürü mahkemeye veremezdi. Bütün millevtekilleri peşindeydiler. Büyükelçilerle
yemek yiyor ve sekreterine bıkkın bir edayla: “Romanya hakkında tek kelime istemem,” diyordu.
“Macarlar çok daha sempatik ve çok daha cömert insanlar.”
Kazandığı başarılar ihtiyarlamaktan kurtaramamıştı onu. Solgunlaşmıştı üstelik: Yeni satın aldığı
kravat iğnesi bile (yakut gözlü bir zümrüt papağandı bu) güzelleştiremiyordu kendisini.
Koruyucularının akıl almaz dolapları sıkıyordu canını. Yazdıklarımı ben bile anlamaz oldum! diyordu
kendi kendine.
“Kızıl Ordu’nun zayıflığı hakkında bir makale yazın,” buyuruyordu Tessat. “İtalyan askeri ataşesini
de tanık gösterin.” Gösteriyordu Joliot. Ama iki gün ya geçiyor ya geçmiyordu aradan ve Tessat:
“Rusya’nın askeri gücünü parlak bir şekilde belirtin,” diyordu.
Bu sabah gene çağırmıştı:
“Uluslararası durum kritik bir hal aldı yeniden. Bizim için esas olan, sömürgelerle olan
bağlarımızı korumaktır. Orta ve Doğu Avrupa’da olup biten şeyler bizi hiç mi hiç ilgilendirmez.”
“Bay Marcel Déat’nın son derece isabetli bir şekilde belirtmiş olduğu gibi, bizler Danzig için
ölmek istemiyoruz,” diye başladı Joliot ve sağ gözünü kırparak devam etti: “Varşova, Belgrad ve
Bükreş için de ölmek istemiyoruz.” Bitkin bir halde yaslandı koltuğuna. Önemli olan, makaleyi iyi bir
biçimde sunmaktı. ‘Ölmek’ kelimesini iri puntoyla verecek, makalenin altına da domuz maskesinin
fotoğrafını yerleştirecekti.
République’in Yazıişleri Müdürü Gésier ile öğle yemeğindeydiler. Kiraz likörlü krepleri
durmadan atıştırıyordu Gésier, bir yandan da neşeyle anlatıyordu:
“Herkes aklını kaçırdı dostum! Söylendiğine bakılırsa, Chamberlain İtalyanlara Tunus’u teklif
etmiş. Bunu duyan Bonnet de: ‘Malta’yı verseler ya!’ diye gürlemiş. Genelevden beter oldu ortalık!
Daha dün Daladier: ‘Sosyal sigortalardan asla söz etmeyeceksiniz,’ diyordu. Yarın Yahudiler’in
çevirdiği dolaplar üzerine bir başyazı koyuyoruz. Yazan da bir Yahudi, iyi mi? Tam bir genelev,
dedim ya!”
Armagnac içtiler sonra. Gésier’nin kaybedecek vakti yoktu pek. Gitti. Joliot ise o uzun yolu yayan
yürüdü. Canı hava almak istiyordu. Bu Gésier sahtekarı budalanın biriydi. Malta’ymış. Hem Malta’yı
Avrupa’dan saymak da ne oluyor? Wagram Caddesi’ndeydi, Etoile Meydanı’na doğru yürüdü.
Havanın da sağı solu hiç belli olmuyor, günde yüz kez değişiyordu. Güneş yüzünü şöyle birazcık
göstermeyegörsün, kestane ağaçları yeniden çiçekleniyor, kadınlar daha bir güzel ve çekici
oluveriyorlardı. Ama sonra buz gibi keskin bir rüzgâr gelip de bulutları boşaltıyor, yağmur kış
mevsimlerindeki gibi sıkıcı ve tatsız, durmadan yağıyordu. Joliot meydana gelince durdu. ‘Meçhul
Asker Anıtı’nın önündeydi. Sürekli titreyen ölgün meşalesi ve çelenkleriyle bir mezardı bu. Mezarın
üstünde de Zafer Anıtı. Joliot buradan her geçişinde heyecanlanır, sık sık ‘Marseillaise’i söylerdi
ıslıkla. Kendi neslinden olan adamların çoğu gibi o da savaş yıllarını gençliğin ve
vurdumduymazlığın penceresinden seyrederdi. Çavuşun bağırıp çağırmasını, tifoya yakalanıp da iki
ay yatakta tıkılıp kalışını, cephede saldırıdan önceki kabus dolu dakikalarda romlu kahveyi
yudumlayışlarını hep duygulanarak, hep hoşgörü ile düşünerek anardı. Bütün arkadaşları sanki bugün
gibi aklındaydı. Dornier vardı; Deval, o miyop Deval vardı. Ya Clément? Ne keyifli çocuktu.
Ölmüştü ama.
Ya şu Zafer Anıtı’nın altında kimler yatıyor? Clément bile burada belki. Neden olmasın?
Generallerin, irili ufaklı elçilerin getirdikleri çiçek demetleri Clément için belki. Tessat gelip belki
de onun önünde diz çöküyor. Zavallı Clément! Tarağının tırtıllarından ne melodiler bulur çıkarırdı.
Ve küçük bir Marsilyalı kızla evlenmenin hayalini kurardı hep.
Yazdığı makaleyi anımsadı Joliot: “Bizler Danzig için ölmek istemiyoruz!” Ya Clément ne için
ölmüştü? O zaman, “Sizler Fransa için ölüyorsunuz,” demişlerdi onlara. O küçük Marsilyalı kız da
bir başkasıyla evlenmiş olmalıydı. Kim bilir, belki o da ölmüştü? Yirmi beş yıl geçmişti aradan. Az
şey mi bu!
Gazetede her zamanki gergin ve telaşlı hava vardı. Joliot, bu havaya severek girdi: Kendi başına
kalınca düşündükleri ona yılgınlık veriyordu artık. Bakanlıktan bir makale geldi: “İtalya, Yakın-
Doğu’da Batı uygarlığının bir köprüsüdür,” diye yazmışlardı. Matmazel Groingroin birinci sayfa için
bir şeyler karalıyordu. Aşağıda gazete dağıtıcıları bağırıyorlardı: “Beşinci baskı. Yazıyor!.. Ölmek
istemiyoruz!..”
İlk fırsatta çıktı Joliot, kafe-konserin yolunu tuttu. Kaç zamandır ısrarla çağrılıyordu oraya. Yüzü
gözü boyalı genç bir şarkıcı:
Önemli olan yaşamaktır bugün
Umurumuzda mı yarın!
diye söylüyor, salondaki kalabalık, “Umurumuzda mı yarın!” sözünü hep birlikte bağırarak
tekrarlıyordu. Şarkıcıyı gaga burunlu beyaz bir maske ile sahneye gelen bir aktör izledi. Maskesini
gözleri hizasında delmiş. İki kocaman ve kapkara delik açmıştı. Salonda birisi bağırdı:
“Ölüm bu!”
“Haydi be enayi! Bu, Tessat’nın ta kendisi! Burnunu görmüyor musun?”
Tatsız tuzsuz bir programdı. Neredeyse uyuyacaktı Joliot. Evine döndü. Karısı yemek
salonundaydı, gazete okuyordu. Karısı ona işleri hakkında pek soru sormazdı. Onun kafası başka
konularla dolu olurdu genellikle. Terziler, para durumu, kadın modaları gibi. Oysa son günlerde
karısı da şaşkına dönmüştü, gazetelerde yazılanlara bakıp bakıp, “Allahım, neler yazıyor bunlar!”
demeye başlamıştı. O gece kocasına bakıp şöyle bir cesaretlendi:
“Bildiğimi de unuttum.”
Joliot iki yana savurdu kollarını:
“Ben unutmadım mı sanki? Böyle bir oyun tutturmuşlar gidiyor, belki de oynuyormuş gibi numara
yapıyorlar. Eskiden hayrandım bunlara, ‘Ne kurnaz adamlar,’ derdim. Şimdi ne söyleyeceğimi
bilmiyorum. Belki de korkudan çıldırdılar hepsi.”
Karısı onu dikkatle seyrediyordu. Bir mırıltıyla sordu:
“Almanlardan para almayasın sakın? İçim rahat değil. Böyle şeyler için kurşuna dizerler adamı.”
Hemen atıldı Joliot:
“Delisin sen! Düşündüğün şeye bak. Kim verir bu parayı bana Fransızlardan başka? Hükümet
veriyor.”
Ve birdenbire karısının nedenini anlayamadığı bir sesle fısıldadı:
“Paris için ölmek... Zavallı Clément!”
27
“Nasılsınız?”
“Teşekkür ederim. Siz nasılsınız?”
Dessère sözün gerisini bile beklemedi. Yürümeye devam etti. Ve sonra kendi kendine düşündü:
Herkes bu soruya açık açık, dürüst yanıtlar verse ne olurdu? İtirafların sonu gelmez, felaket
haberlerinden ve mutsuzluk dolu yakınmalardan başka şey duymak mümkün olmazdı pek. Ama bu
‘nasılsınız’lar, ‘teşekkür ederim’ler aslında Tessat’nın söylevleri gibi, kilisede okunan dualar ya da
aşıkların birbirlerine ayırdıkları sözler gibi, yuvarlak birer formül değiller miydi? Bizi kurtaran da
biraz bu formüller galiba. Bir gün bile ayakta kalamazdık yoksa.
Aslında Dessère gittikçe çöküyordu. Ama görünüşü kendisini ele vermediği için kimse bunun
farkında değildi. İşleri yine tıkırında gidiyor, eskiden olduğu gibi şimdi de Chicago ve
Liverpool’daki iş çevreleri ondan emir alıyorlardı. Daladier ile takışması, grevden önceki tavrı
geçici zayıflıklar olarak yorumlanıyordu. Montigny’ye bakılırsa Dessère eskisinden farksızdı. Ve
Tessat onun adının geçtiği her yerde başını hayranlıkla sallıyor, sanki, “O ne kurnazdır, dünyayı
parmağında döndürür, Şeytanın ta kendisidir!” demek istiyordu.
Oysa Dessère eskiden nasıl yapıyorsa yine öyle, boşluğa karşı, karşısında var olmayan bir rakibe
karşı oynuyordu. Bütün bu olaylar boş ve anlamsızdı onun gözünde. Geceleri oturup Bizans’ın o çok
uzun süren can çekişmesini anlatan kitaplar okuyor ve gülüyordu. Herkesin bir felakete
koşulduğundan haberi olduğunu ama bunu değiştirmeye kimsenin gücünün yetmediğini daha iyi
anlıyordu.
Tek çare, tek çıkış yolu Münih’ti onun kafasında. Ne pahasına olursa olsun anlaşmak gerekiyordu.
Nasıl? Kiminle anlaşmak? Bir canavarla mı? Ne anlamsızlık bu!
Ellisine kadar Dessère hastalık yüzü görmemişti. Sigarayı elinden eksik etmemiş, içkisiz günü
olmamıştı. Yıllar boyunca hiçbir zaman doğru dürüst uyumayı düşünmemişti. İşte şimdi bütün
bunların acısını çekmeye başlamıştı. Sağlık durumu yüzünden tedirgin oluyor, doktorları büyük bir
dikkatle dinliyor, gelgelelim eskiden edindiği bir alışkanlıkla düzensiz ve yıpratıcı bir şekilde
yaşamaktan kurtulamıyordu. Üstelik şimdi ölümden daha çok korktuğu için eskisinden daha çok
içiyordu. Gece bastırınca, yarış arabasına atlayıp yüzlerce kilometre yol gidiyor, sonra bir küçük
kahveye girip demiryolu nöbetçileriyle bir kadeh şarap tokuşturuyor ve “Ne bok zaman!” diye
söyleniyordu.
Başka birçok insan gibi onu da kurtaran şey düşüncelerindeki, davranışlarında ve gösterdiği
tepkilerdeki durgunluk ve kıpırdamazlıktı. Hep finansman işleriyle ilgileniyordu. İki yeni fabrika
açmış ve Roma ile ticari görüşmelere girmişti. Eski tutkulu hali yoktu artık. Ama bazen gerçek olmasa
bile işleriyle coşkunluk kazandığı ve keyiflendiği oluyordu. Belki de o zamanlar Bizans’ın can
çekişmesini, yakalandığı anjin dö puatrini ve yalnızlığını daha kolay unutabiliyordu.
Onun Jeannette’e koşması, bir çeşit bağlanması da yine bu unutabilmek isteğinden doğuyordu.
Kendisine uzak ve yabancı gelen bu tuhaf kadını sevdiğini hiçbir zaman düşünmemişti, cesaret
edememişti bunu söylemeye. Ama onunla birlikte yaşadığı gecelerden sonra kendini daha çok yalnız
ve kimsesiz hissediyordu. Evine dönerken, kötü, diye düşünüyordu hep. Ne istediğini biraz kendisi de
bilmiyordu.
Sık sık buluşuyordu Jeannette’le. Kentin varoşlarındaki kenarda köşede kalmış ucuz ve tenha
yerlere gidiyorlardı birlikte. Bazen kızı arabasına alıyor, ıslak yollarda hızlı, daha hızlı gitmek isteği
bir tutku gibi içine yerleşince gaza bastıkça basıyor, saatte yüz kırk kilometre hızla uçuyor,
yüreğindeki sıkıntıyı kızla paylaşmaya çalışıyordu. Ayrılırlarken de kızın elini bir törende incelik
göstermek zorundaki biri gibi özenerek öpüyordu. Buluşmalarını olanaksız kılacak bir durum
oluverse, çok önemli bir iş yüzünden büroda kalsa ve buluşmaya gidemese Jeannette’i
düşünmüyordu.
Dessère stüdyoya girdi. Jeannette’i görmeye gelmişti. Şimdiye dek onu hiç mikrofonda konuşurken
görmemiş, böyle bir isteği hep yakışıksız bulmuştu. Jeannette ona hiç borsada ne olup bittiğini
sormazdı ki. Onu, duvarları kırmızı ve kalın bezlerle kaplı bir odaya alıp beklemesini rica ettiler.
Bulunduğu yerden kızın sesini duyabiliyordu. Jeannette bir şiir okuyordu. O da şiiri daha önce bir
yerde duyduğunu anımsar gibiydi:
Acı çekiyorum ama severek despotluğun yüzünden
Öylesine kudretlisin
Aynı gemiyle geçeceğiz Champs-Elysées’den
Yalnız ikimiz, bilmelisin.
Sonra hiçbir şey duyulmaz oldu. Kalın bir bulut gibi keder sarmıştı onu. Jeannette girdi o sırada.
“Çok güzel söylediniz şiiri,” dedi.
Güldü kız:
“Rimel reklamıydı!”
Birlikte çıktılar. İnce bir yağmur çiseliyordu sokakta. Kız sordu:
“Savaş hakkında ne diyorlar?”
(Stüdyodaki konuşmaları anımsamıştı, onları Dessère’in de duymuş olabileceğini düşünmüştü.)
Adam yanıt verdi:
“Müneccim değilim ki ben!”
Onların yanı sıra eski ve üzeri yırtıklarla kaplı peleriniyle bir kadın yürüyordu. Ellerinde bir yığın
paket ve torba taşıyor, yüksek sesle konuşuyordu sürekli: “Parmağımı soktum boğazına, al bakalım
sana! Ne matrak ama,” deyip duruyordu. Dessère, “Bu kadın deli,” diye fısıldadı usulca. Sıkıntılı ve
gergin bir andı bu. Otomobile doğru hızlandılar. Dessère motoru çalıştırmadan önce bir süre dalgın,
direksiyonda bekledi. Sonra hızla çıktılar yola. Yağmurun gözyaşı gibi dağılıp gittiği camların
gerisinde parlayıp kaybolan yeşil kırmızı ışıklar vardı önlerinde. Arabanın farları, karanlıkları delen
birer alettiler sanki, yağmurun gazabına uğramış ağaçları bir bir çekip çıkarıyorlardı geceden.
Dessère kızı kentin dışındaki villasına getirmişti. Gelmek isteyip istemediğini de sormamıştı kıza.
Önce suskundu, pek konuşmuyordu. Neden sonra, bir kocaman şişe konyak çıkarmayı akıl edince
açıldı çenesi:
“Konyak ısıtır sizi,” dedi. “Çok güzel okudunuz şiiri. Tiyatroda oynamalıydınız siz. Anımsıyor
musunuz, bir gün bana size güvenen rejisör para bulamadığı için oyun sahneleyemediğini
söylemiştiniz? Buna çare bulmak kolay.”
Başını salladı kız.
“Yok. Bitti artık. İnsan oynarken ağzından çıkan her söze inanmalı. Bu olmazsa seyirciyi
inandıramazsınız. O zaman o sessizliğin içinde sesiniz kayboldu sanırsınız. Anlamıyor musunuz?
Bittim ben! Bir zamanlar inanıyordum. O zaman bir aktörle beraberdim. O uyurken yanına uzanır ve
Fedra’yı tekrar tekrar okurdum.”
Bahçeye çıktı Jeannette. Yağmurun sürüklediği toprak kokusu yerdeki yaprakların kokusuyla
birleşmişti. İlkbahar acele ediyor, hemen gelmek için soluk soluğa koşuyordu. Bu yağmurun hastalıklı
tıkırtısında bile baharın ayak sesleri vardı. Doymak bilmeyen bir açlıkla ciğerlerine çekiyordu havayı
Jeannette ve içerken, “Üşüteceksiniz!” diye seslenen Dessère’e yanıt vermiyordu. Bu birkaç dakika,
onun için Fleury’de yaşadığı mutluluğa benzeyen kısa ve yeni bir mutluluktu. Şimdi de kendi düşüne
inanıyordu. İçeriye girdiğinde gülümsüyordu, gözlerini kocaman bir şaşkınlıkla açarak Dessère’e
baktı. Dengesi bozulmuştu adamın.
“Hayır,” dedi Jeannette, “üşütmedim kendimi. Ama tükendim, Dessère. Bittim ben!”
Ve adama sarıldı. Nedenini bilmeden, kederli öpücüklerle öptü Dessère’i.
Bu adamla neden birlikte olduğuna kendisi de başından beri şaşmıştı. Aralarındaki ilişki ona türlü
pişmanlıklardan, türlü acılardan başka ne verecekti. Ama bu gece, orada, yalnızca yağmurun sesine
kulak vererek şu mısraları tekrarladı:
Orada, çok sevip ölenler, ağaçların altında,
Her gün göreceğiz onları,
Yiğit erkekler, cesur kadınların kanatlarında,
Türkülerinde hep aşk masalları.
Dans edeceğiz kıyılardaki çiçeklerle beraber,
El ele ve göz göze olacağız.
Ve böyle durmadan dönmek yorarsa sevgimizi,

Yeşillerin gölgesinde duracağız.

Dessère, birden sordu kıza:


“Jeannette, neden böyle kederlisiniz?”
“Keder değil ki benimki. Keder orada, Fleury’de, ağacımızın altında. Ya da şiirlerde. Benimkine
ümitsizlik denir. Yolda rastladığımız deli kadını hatırlıyor musunuz? Siz de tükendiniz, Dessère. Siz
de bitiksiniz. Ve ben görüyorum bunu.”
Böyle konuşurken, bir yandan da gizli ve kaçamak öpücükler konduruyordu adama.
Sabah Paris’e döndüler. Jeannette’i içten içe kemiren bir şey vardı: Neden bütün bunlar diye
soruyordu kendi kendine. Herkes Dessère’i yenilmez ve güçlü biliyordu. Gazeteler ona, ‘Taçsız Kral’
diye ad takmışlardı. Oysa Dessère bir dilenciydi. Yüreği, ruhu bomboştu onun. Dessère kendi
kurtuluşunu ona sığınmakta buluyordu. Komik olan da buydu zaten. O, adamın ezikliği karşısında
duygulanmamış mıydı? Acımamış mıydı adama? Ama aşkı acıdığınız şeylerle kuramazsınız, öyle
yaratamazsınız ki sevgiyi. Ya okuduğu şiirler? Jeannette düşündü ki onlar aslında bir krem ya da
süpürge reklamı için, bazen de unutmak için okunan şeylerdi. Örneğin kendisi hiçbir zaman gerçek bir
artist olamayacağını biliyordu. Keyfi dilerse ‘niye olamıyorum’ diye matem tutabilir ama olamazdı.
Dessère’le de evlenmeyecekti. Adam bunu kendisine teklif ettiğinde gülmüştü Jeannette. ‘Taçsız
Kraliçe’ olmak için mi evlenecekti onunla? Hayır! Adamın kendine göre işleri vardı ve hâlâ bir işçi
gibi işine koşmuyor muydu? Peki, o neden kendisinin, Jeannette’in de bir zavallı olduğunu, tüketilmiş,
bitik bir yaratık olduğunu göremiyor? Kendinden olan ne varsa hepsini Figer için, Lucien için
harcamış, tüketmişti Jeannette. Artık bomboştu. Dün gece şiirler söyleyen de o değildi. Şiirleri
söyleyen Ronsard’dı belki, belki de yağmurdu. O yalnızca onun yanındayken sahtekar değildi ve
kendine acımıyordu. André de onun gibiydi, ona benziyor, alışılmışın içinde yaşıyordu. Söylememiş
miydi André, “rüzgârın önünde oradan oraya yuvarlanan dikenler gibi yaşıyoruz,” dememiş miydi?
Ama ikisi birden ayrı ve birbirinden uzak yönlerde yuvarlanıyorlardı. Böyle yuvarlanan da yalnızca
onlar değildi. Eskiden okumuştu: “Sanat yüzünden zehirlenerek,” diye yazmışlardı bir yerde. Peki
ama nasıl oluyor da o, Jeannette, Andrè’den başka hiç kimseyi ve hiçbir şeyi düşünemiyordu?
André’yi çok seviyordu, ondan böyleydi.
Bu gerçeği kendi kendine karşı ilk olarak kabul ettiği an çekinmeden Dessère’e söyledi:
“Başka bir adamı seviyorum. Ama bu hiçbir şeyi değiştirmeyecek. Onu görmüyorum. Hiç
görmeyeceğim! Yalnızca bilmenizi istiyorum.”
Kuru, katı ve resmi bir tavırla söylemişti bunu. Dessère önce arabayı durdurdu. Sonra kızın elini
tuttu ve öptü.
“Şaşkına çevirdiniz beni,” dedi. “Tiyatrodan vazgeçmeniz gerçekten yazık! Neyse, işin ucunda o
bile önemli değil belki.”
Dessère, onu evine bıraktı. Ayrılırken akşam tekrar buluşmak üzere sözleştiler. Aralarındaki bağ
çok basit bir şeydi. Bunu ikisi de kesinlikle anlamışlardı.
Dessère, bürosunun üzerinde kendisini bekleyen bir telgraf buldu. Telgrafta Alman ordularının
Prag kentine girdikleri yazılıydı. Birden gülmeye, inanılmaz gürültüler çıkararak gülmeye başladı. O
kadar çok güldü ki sonunda dayanılmız bir öksürüğe kaptırdı yakasını. Dolaptan bir şişe içki çıkardı.
Artık doktoru dinlemek, onun tutsağı gibi yaşamak neye yarardı? Daha bir yıl geçsin, o zaman zaten
her şeyin sonu gelecekti. Ya Jeannette? Kız onu değil, bir başkasını seviyordu zaten. İyi ama tuhaf bir
kadındı Jeannette. Yolda gördüğü deli kadının gözlerine benziyordu onun gözleri de. Unutmak denen
şeyi, bu dayanılmaz zorunluğu birlikte yaşayacakları da bir gerçekti.
28
“Orada defalarca gördüm seni. Oranın toprağı kırmızı. Tek bir çalılık bile yok dağlarda. Hava hep
öyle sıcak ki, kalın bir tabaka gibi yayılıyor insanın önünde. Ve birden yanımdasın. Göğsümde
hissediyorum seni ve kucaklıyorum. Denise, bu aşk neden böyle anlatılması güç şey? Neyi söylemek
istediğimi anlayacak mısın?”
Denise yanıt vermedi. Ama daha bir sıkı sarıldı ona:
“Eskiden ölümün çok güç bir şey olduğunu düşünürdüm. Hep böyle söylemezler miydi? Hayır!
Çok basit şey ölüm. Sana nasıl söylesem? Şu yaşadığımız an gibi bir şey. İçinde yaşarken, karşı
karşıya gelmişken anlayamadığın bir şey. Ama korkmadığın bir şey. Kötü ve korkutan şey ne, biliyor
musun? Yenilmek. Yenilmek hasta ediyor insanı, yüreğini kaldırıyor, içinden konuşmak isteğini bile
söküp alıyor. Aslında ölüm tanıdık bir yüz gibi, içinde taşıdığın bir şey.”
“Hapisteyken yatakta kurşunların vızıltısını duyardım. Seni öldüremeyeceklerini biliyordum ama.
Buna inanmak belki budalaca bir iş. Ama biliyordum. Öldüremezlerdi seni. Hep yanındaydım.”
“Denise!”
“Efendim?”
“Hiç.”
Bu, şimdi kaldıkları odanın duvarları kâğıt kaplı; kızıla çalan kasımpatları yaşıyor kâğıtların
üzerinde. Yüz yıldan beri açan ve o günden bu yana hiç solmamış çiçekler. Neden duvara asmışlar şu
bıyıklı generalin resmini? Ya şu şöminenin üstündeki kumbara, şu kırmızı takkeli cüce neyin nesi?
Rastlantının yan yana getirdiği eşyalarla yaşayan bir oda bu. Başkaları burada belki bütün bir ömür
boyu kalıp yaşayabilir, ömür tüketebilirler. Ama ikisi için yalnızca bir mola, bir soluk alma, bir
saatlik mi, bir haftalık mı olduğu bilinmeyen bir bekleyiş burası. Kasımpatları birden solacak kadar
korkusuz olmadıkça önemli de değil. Çevresini biraz da onları, ikisini kıskanmaktan doğan
şaşkınlıkla seyreden bu general bıyığını ısırıyormuş gibi duruyor çerçevenin içinde. O şimdi
unutulmuş kitaplarda yaşıyor. Kime karşı, nasıl ve neden hangi zaferi kazandığı şimdi kimsenin
umurunda değil? Cücenin karnı boş. Porselenden gövdesindeki kumbarasında tek meteliği bile yok.
Burnunu tutup çekseler, nanik yapsalar öfkelenecek hali yok. Kim bilir belki Denise hapishanede, o
beyaz duvarları sıkıntıdan çatlayan ve bazen çatlakların gerisinde bir ağacı, bulutları ve bir Viking’in
çehresini gizleyen hapishanede cüceyi anımsar? O zaman Michaud cephedeki siperinde gözlerini
yummadan bile kızıl renkli bir kasımpatıyı tekrar görecektir. Çiçeği koparmak için elini uzatacak, o
sırada bir kurşun gelecek. Ona sorarsanız bu kurşun kendisine kötülük edemez. Adı kadar iyi biliyor
bunu.
“Michaud! Söyle bana. Sen misin, yanımda mısın?”
Denise onun soluğunu kendi yanağında yaşıyor, duyuyor. Sesini duymak istiyor ama. Ellerini onun
sert, katı saçlarında, alnında dolaştırıyor. Aslında bu da birlikte yaratılan bir mutluluğu doğrulayan
şeydir.
Çılgınlığa özenen iki küçük çocuk gibi fır dönüyorlar odanın içinde.
“Michaud! Deli oldun sen. Aşağıdan ne diyecekler sonra? Hem böyle nasıl çıkacaksın sokağa? Bak
aynada kendine, inanmıyorsun madem.”
Michaud, uysallıkla bakıyor aynaya.
“Ne var?”
“Gözlerinin haline baksana! Görmüyorsun, delisin sen!”
Michaud’nun gitmesi gerekli: Toplantı saat dokuzda. Şimdi biraz ciddi duruyor; kafasını
toparlamaya çalışıyor ya da sözlerini tartıyor olmalı.
“Parti daha güçlendi şimdi. Basit ve ucuz zafer düşkünleri bırakıp gittiler bizi. Onların yerine
yeniler geldi. Hem daha sağlam olanlar bunlar. Neden Viard ölüm edebiyatı yapıyor? Boşlukta
sallanıyorlar da ondan. Artık herkes hükümetleriyle alay ediyor. Bugün otobüste adamın biri
yanındakine sataşıyor, ‘Satılmışın birisin, Daladier’sin sen!’ diyordu. Onları yeneceğiz, Denise! Hem
de nasıl yeneceğiz!”
“Michaud! Sen misin, söyle. ‘Benim’ de!”
“Ben Luc Michaud. Ta kendisiyim. Senin tutuklandığını nerede öğrendim, biliyor musun?
Perpignan’da. Ben öğrendiğimde sen çoktan çıkmıştın ama haberim yoktu, bilmiyordum. Zor
tutuyordum kendimi. Herhangi bir polisi yakasından tutup çevirmek istiyordum. Hangisi olsa fark
etmeyecekti. Senden ötürü gurur da duyuyordum. Denise, müthiş arkadaşlarımız var. Thorez partiyi
kapatmak, dağıtmak istediklerini sanıyor. Tessat’nın politikası bu. Böyle bir şey yaparlarsa biz
hazırız. Yeraltında çalışacağız. Çok sağlam bir temelimiz var bizim. Önemli olan öbür üyelerle
ilişkiyi koparmamak. Saint-Etienne’de görev verdiler bana. Oraya gidiyorum. Oradakileri
örgütleyeceğim.”
“Ne zaman gideceksin?”
“Daha bilmiyorum. Belki yarın, belki cumartesi.”
Pardösüyü giydi sırtına, kasketini de başına yerleştirdi. İşine giden adamın görünüşüydü bu.
Yalnızca gözlerinde hiç kaybolmayan bir mutluluğun parıltıları vardı.
Birlikte çıktılar sokağa. Metroya girdiler. Kalabalık. Uzun ve loş koridorlarda insanlar acele ve
telaş içinde koşuşup duruyorlardı. İçerideki rutubetli sıcağın bunaltıcı bir baskısı vardı. Metro
vagonları dizi dizi geçiyorlardı gürültüyle. Camlarında reklamlar, dizi dizi reklamlar görülüyordu.
Demek ki yarın yeni bir ayrılık başlayacaktı. Kalabalığın gürültüsünden konuşamıyorlardı
beklerken. Ne aşklarından, ne önlerinde onları bekleyen gizli çalışmadan söz edebilirlerdi burada.
İkisi arasında her şey konuşulmadan bilinen, üzerinde tartışmadan aynı şekilde düşünülen şeylerdi.
Denise, Michaud’nun korkusuzluğundan, sevgilerinden ve önlerindeki çetin mücadeleden sonsuz bir
gurur duyuyordu. Ama Michaud daha fazla dayanamayıp onun kulağına eğildi:
“Hem de nasıl,” deyiverdi.
Evet: Hem de nasıl! Artık bu söz ikisinin parolası olacak. Şimdi ikisi çoktan ayrıldılar. Michaud
kaldığı yerden devam ediyor yoluna. İşte karanlıklarda kaybolan bir kırmızı ışık daha yandı söndü.
Denise koridorlarda aceleyle yürüyor. Aşağıya iniyor, yukarıya çıkıyor. Sonra tekrar aşağıya. Karışık
ve kıvrımlı yeraltı geçitlerinin hepsi. Bir telaş, bir gürültü, bir insanların insanları fark etmezliği var
her tarafta. Ve Denise düşünüyor, bu ilk ayrılığa katlandık ikimiz de. Ama sonra? Kim bilir daha kaç
ayrılık yaşanacak, diye soruyor kendine. Koca bir hayatı bekleyerek geçirmek korkunç bir şey, acılı
bir şey olmalı. Çok sonra bir gün, “Haydi, mutlu olun artık!” diyecekler. Çok geç olacak o zaman.
Hayır! Doğru değil bu! Genç onlar. İkisi de. Her şeyi yaratmak için istemek, gerçekten istemek ve
istenilen şeyi yaratmak için uğraşmak gerektiğini biliyorlar. O zaman hiç ayrılmamak, o kadar çok
sevilen, beklenen ve özlenen kurtuluş, mutluluk; hepsi birer gerçek olarak yaşanacak şeyler. Ve
Denise, bütün bunları istiyor. Birden kalabalığın ortasında, metronun iskele yerinde, reklam
yazılarının, otomatik makinelerin ortasında duruyor ve mırıldanıyor: Hem de nasıl!.. Michaud!..
Michaud!..
29
Bir düzen hüküm sürüyor André’nin atölyesinde, tekinsiz bir düzen. Boş şişeler ortalıktan kalkmış.
Eski ayakkabılar, sanki utanç içinde, dolaba saklanmış. Tuvaller duvarlara dayalı. Büyük masanın
üzeri tertemiz. Bir astronomi kitabı ile bir kartpostal var yalnızca. Kartpostal? Rügen’den bir
manzara: Kumullar, oynayan dağlar, Almanya’dan geliyor. Peyzajları sevdiği ve balıklarla ilgilendiği
için André’yi o kadar güldürmüş olan Almandan. Bir tek kelime yazmış karta balık uzmanı:
“Selamlar.” Ama adamla ‘Sigara içen köpek’te karşılaştığı geceyi hemen anımsadı André. “Paris
henüz yıkılmamışken Paris’i görmüş olmaktan son derece mutluyum,” demişti. İki yıldan fazla zaman
geçti aradan: Paris hep Paris işte. Ne var ki André değişti. Ya o Alman? Balıklarıyla uğraşabiliyor
mu acaba gene? Herhalde uğraşıyordur. Sinirleri sağlamdır Almanların!.. Resmi boşladı André:
Atölyede terebentin kokusu yok artık. Palet rafta, pas tutmuş bir ibriğin yanında bekliyor. Kendisini
de afallatıyor bu düzen: Başka birinin evindeymiş gibi, korka korka dolaşıyor atölyesinde: “Siz de mi
gidiyorsunuz?” diye haykırmıştı kapıcı kadın. Gitmiyor hayır! Ölümün yaklaştığını sezen insanların
evlerini düzene koydukları iddia edilir. Oysa André’nin sağlığı da yerindeydi. Küstahça ve inatçı bir
sağlık hem de: Dört kişilik yemek yiyor, bütün gün boyunca dolanıyor yollarda ve yatağa yatar yatmaz
uyuyor. Mekanizmada yürümeyen bir şey var, ama ne?
Yazı kentte geçirmişti. İnsanlar: “Savaş patlayacak savaş!” diye şikayet ede ede tatile gitmişlerdi.
Tıpkı bir yıl önceki gibi. Beklemekten usandı artık André, basının yaygaralarından, sokak
tartışmalarından usandı. Her yerde, ölümden önceki o boğuntulu hal var. Dağılıp parçalanıyor sanki
hayat, ama gene de devam ediyor işte. Sonbahar sergisine davet ediyorlar André’yi. Ne matrak
herifler!..
Altı aylık tüketici bir arayıp taramadan sonra Pierre sonunda, bir dolmakalem fabrikasında iş
bulabildi. André’ye uğramıştı bir gün. “Güçlü olmamız gerek!” diyordu. Ama üzgün gözlerle
bakıyordu çevresine. Ve elleri, ihtiyar bir adamın elleri gibi titriyordu.
André, bir defasında da büyük bulvarlarda Lucien’le karşılaştı. Her yerin hainlerle dolu olduğunu
ve hayatın yalnızca zevk için yaşamaya değdiğini haykırıyordu Lucien. Ama André: “Demek iyi bir
hayat sürüyorsun?” dediği zaman gürledi: “Ne münasebet! Bataklığın ortasındayım!”
Bugün gene alarm verdiler. Sansasyonel manşetlerle dolu gazeteler gene. Ama Südetler değil artık
söz konusu olan: Danzig. Çok ender radyo dinliyor. Bazen de hatırlıyor: Jeannette. Ama çok zaman
önceydi o, bir başka hayatta belki. Yağmurlu bir akşam, morlara bürünmüş şehri seyrederken
dinlemişti André: Firma isimleri izliyordu mısraları.
Biraz daha sık beni ve bir öpücükle
Biraz daha hayat ver.
Kırmayacak olursan gözlerin üzerine yemin ederim ki,
Ve budur en büyük yeminim,
Hiçbir başka macera o sevgili koynundan
Koparıp alamaz beni.
Suratını buruşturdu: Bir rimel reklamıydı bu. Rimel kullanan güzeller rahatça ağlayabilir: Akmaz
çünkü. Ya edilen yeminler? Herkes bozdu yeminini herkes! André de, Jeannette de, herkes!.. Bir tek
canlı insan kalmadı.
Bir robot gibi soruyor Joséphine:
“Ne var ne yok?”
Hemen bir an için fırından dışarı atmış kendini. Yanakları kırmızı kırmızı olmuş ateşten. Ve
antikacı Bolot yanıt veriyor kıza:
“Yaşıyoruz işte.”
Yaşamaya devam ediyor evet, Cherche-Midi Sokağı: Başka ne gelir ki zavallının elinden?.. Her
şey yerli yerinde. İhtiyar kunduracı çok yalnız, hani şu: “Hep aşktandır çektiğim,” türküsünü
söyleyen: Geçenlerde sizlere ömür. Nefritten. Otuz yaşlarında bir başkası aldı yerini. Güzel bir
karısı, iki de çocuğu var. “Bu pençeler var ya,” diyor müşterilerine, “... savaşa kadar idare eder
sizi!”
‘Sigara içen köpek’teki av köpeği, kasıldıkça kasılıyor gene. Dişlerinin arasında hep aynı ağızlık.
André bir gün dayanamayıp: “Tardieu’ye biraz fazla benziyorsun dostum,” demişti. “Sen de
Danzig’den söz etmeye koyulacaksın diye korkuyorum!..”
Bütün kadınları bir örgü merakıdır aldı: Sinirleri yatıştırırmış! André de rıhtımları arşınlarken,
eski bir astronomi kitabı geçirdi eline: Yün örmesini beceremiyor ki André. O gün bugündür de,
yıldızlara yaslanıyor toprağa basar gibi. Ve gerçek toprak, şu bizim dünya, gittikçe biraz daha kayıyor
ayaklarının altından. Bir eğilmeyegörsün kitabın üstüne: Kalkmak bilmiyor artık. Okuduğundan değil:
Birkaç satır okuyup hayale dalıyor. Rakamlar, tablolar, isimler, derken bir de bakıyor, sinirleri
yatışıvermiş.
Çağımızdan iki yüzyıl önceydi: Nicea5 kentinde bir Hipparkos, dünyanın güneşe olan uzaklığını
hesaplamıştı. O zaman da krallıklar vardı kurulup yıkılan. O zaman da tanrılara tapıyor ve dinsizleri
yakıyordu insanlar. Askerler ölüyordu, tunç sesleriyle çınlıyordu ortalık. Ve Hipparkos, yıldızların
kataloğunu hazırlıyordu.
Bir keresinde de Herschel’in kaderine gıpta etti André: Sonbaharda günlerin eşitliği sırasında
gökyüzünü gözleyen bu fakir müzisyenin oğlu, dürbününün camlarını kendi yaparmış! Parası yokmuş
bir teleskop almaya: Ve Uranüs gezegenini keşfetmiş, karşı pencerede bir kız keşfeder gibi.
Avrupa’da devrimler kol geziyor, Napoleón sürgününden tehditler yağdırıyordu. Bir örümcek ağını
örer gibi, koalisyon ve anlaşmaları örüyordu William Pitt. Herschel ise, değişken yıldızlarla
nebulaları keşfetmekteydi.
Pencereye yaklaşıyor André. Gazete satıcıları çağrışmaktadır.
“Roma’nın arabuluculuk yapacağı umulmakta! Moskova anlaşmalarının yankıları! Danzig! Danzig!”
André, sevgili kitabına dönüyor gene. Bir zamanlar Danzig’de yaşardı Hévélius da. Ayın
topoğrafyasını çıkarmaktaydı, yazıyor da yazıyordu durmadan. Ama bütün yazıp çizdiklerini yakıp kül
etti bir koca yangın. Ve Hévélius bir ihtiyardı. Ne gelir ki elimden, diye düşündü: Çalışmaya koyuldu
yeni baştan.
Ben de, ben de ihanet ettim, diyor André kendi kendine. Resme ihanet ettim, bıraktım fırçalarımı.
Paris’te de astronomlar olsa gerektir ve çalışmaya devam ediyor olsalar gerektir şu anda. André’nin
Kültür Sarayı’nda karşılaştığı o ihtiyar fizikçi örneğin?.. Kanserle mücadeleye devamda olsalar
gerektir doktorlar. André’nin babası, soluk renkli ilk elmaları toplamaktadır şimdi. Yoksa kalkıp
babasının oraya mı gitse? Bütün bunlardan sıyrılmak mümkünmüş gibi!.. Canı sıkıldı mı köşedeki
meyhaneye atar kapağı, sert mi sert bir kalvados çeker tezgâhta ve sıcaklığın beyaz buğulara sardığı
şehri bir kez daha yeni baştan katetmeye koyulur.
Hava ateş almış gibiydi. Sabahleyin bir fırtınanın kopacağını söylüyordu herkes. Oysa bulutlar
dağıldı, ama ortalık serinlemedi. Bütün günü atölyede geçirdi André, boğucu bir sıcak vardı. Denkler
hazırlanıyor, sandıklar çivileniyordu zemin katta: Tak tak!.. Tak tak!.. Ve André’nin şakaklarında
yankılanıyordu bu tak taklar. ‘Sigara içen köpek’e inmeye karar verdi akşama doğru: İçinde
çöreklenen kederi, ancak alkol dağıtabilirdi. Sokağa çıkar çıkmaz anladı bir felaketin bastırmış
olduğunu: Darmadağın bir gül yığınının üzerinde ağlamaya koyulmuştu çiçekçi kız.
“Şimdi ne olacak Allahım! Başımıza daha neler gelecek!”
İki kalvados doldurdu kahveci. Biri kendi için. Tokuşturdular:
“Sağlığınıza! Bu sefer şakası makası yok artık, savaş geliyor. Ah namussuz alayı ah!”
Çevrede gene tartışıyorlar:
“Savaş başlamadı henüz. Bu yalnızca seferberlik!”
“Yok canım, bal gibi savaş derler buna! O Hitler namussuzu yok mu, o Hitler!”
“Boş ver! Görürsünüz, anlaşacaklar gene.”
Kasketli bir işçi küçük bir şeker parçası uzatıyor köpeğe:
“Haydi son defa olarak şöyle bir kasıl bakayım oğlum! Niçin anlaştılar geçen sonbaharda:
Korkuyorlardı da ondan. Ruslarla omuz omuza yürümek istemiyorlardı. Şimdi değişti durum.
Dövüşmek istiyorlar şimdi. İşin ucunda Hitler’i tutuyorlar. Ve bize ihanet edecekler, görürsünüz. Kim
gidecek cephelere ölmeye? Bizler!.. Kasıl bakayım güzelim, kasıl biraz! Ben de ikinci sınıf askerim,
iyi mi?”
Dükkânının kapısına bir kâğıt iliştirmiş kunduracı: “Yıllık seferberlik dolayısıyla kapalıdır.”
Savaş çıkacağına inandığından sanmayın sakın: “Ne savaşı?” der sorarsanız. “Geç allasen!
Siparişleri yetiştiremedik de ondan.” Çiçekçi kızsa hep ağlıyor.
Çantalar, valizler taşıyor insanlar gene. Karanlık, mavi ışıklar. Elveda Herschel, elveda yıldızlar!
Haddinden fazla büyük bir valize birkaç gömlekle bir parça sabun yerleştiriyor André. Alabildiğine
ilgisiz. Ve tembel tembel düşünüyor: Gene geçen seferki gibi. Ama bir de bakarsın, bu sefer ciddidir
iş ve dövüşmek gerekir? Daha fazla düşünemiyor bile: Sıkıntı, hep sıkıntı. Yarın Toul’da olacak: Tek
kesin şey, bu işte. Peki sonra? Sonrası kimin umurunda ki!.. Sonrasını da sonra düşünürüz.
Ne bir türkü yükseliyor, ne de bir çığlık: Yemin eden falan da yok. Bir tek insan yok kinini
haykıran, zaferi düşünen de yok. Bir telaştır gidiyor o kadar. Ve çiçekçi kız hep ağlıyor. Hafif bir ışık
dökülür gibi kestanenin dalları arasından: Jeannette’in yıldızı bu! Sızmasıyla sönmesi bir oldu.
Nerede acaba? Yıldız değil hayır, Jeannette. O canlı, o narin ve sımsıcak elli ve bedbaht, kederli
kadın. Çiçekçi kız gibi ağlamaktadır şimdi o da kuşkusuz.
Bir boru sesi yükseliyor bulvardan, yankılanıp sönüyor. Ve kunduracı sarhoş olmuş, haykırıyor:
“Bir iki! Bir iki! Sol yok sağ, sol yok sağ! İstikamet: Mezarlık! Marş marş!”
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

1
Karanlığa dalmış olan kentte yavaş yavaş ilerliyordu Lucien. Tuhaf bir yürüyüşü vardı. Sanki
düşmanıydı da yol, onu yoklar gibiydi ayaklarıyla. Çınarların siyah dalları arasından mavi ampullerin
gizemli ışığı sızmaktaydı. Yağmur çiseliyordu. Ve öfkeliydi Lucien. Savaş olmayacağını sanmıştı
daha düne kadar. Sanmıştı ki babası, yeni bir hükümet krizi hazırlamaktadır. Pis sürpriz!..
Söylendiğine bakılırsa, Maginot Hattı’ndan ateş açmaya başlamışlar bile... Askerlik şubesine
başvurması gerekiyor yarın akşam. Kimin için dövüşecek? Beck için mi? Yoksa, babasının
deyimiyle, ‘insan varlığının onuru’ için mi? Öldürülebilir de, insanoğlu bu... En korkuncu,
siperlerdeki hayat: Onbaşının küfürleri, kırk kilometrelik talim yürüyüşleri... Sefalet, tam sefalet!
Gürültülü bir şekilde esnedi Lucien. Bir kadın sesleniyordu:
“Haydi gel şekerim, gelsene!”
Güldü: Hiç kaçırmazlar fırsatı, ne olur ne olmaz diye mutlaka bir denerler...
Gaz maskeli fahişelerdi bunlar, sokağın köşesini tutmuşlardı.
“Görev başındasınız ha güzeller?”
Bir küfürle yanıtladı kız.
Bir barın storlarından ışık sızıyordu. Girdi. Tıklım tıklımdı salon. Bir yandan içiyor, bir yandan da
bağıra çağıra konuşuyorlardı. Gözlerinden yaşlar süzülen bar sahibesi müşterilerle kadeh
tokuşturmaktaydı.
“Ya sizinki?”
“Bugün gitti.”
Romunu yudumlarken ortalığa ateş saçıyordu bakkal:
“Söyler misiniz bana, ne işimize yarayacak bu savaş? Hangimizin ne işine? Polonyalılarmış...
Bilmem nereme kadar benim Polonyalılar!” Fikir birliği vardı barda:
“Tabii canım. İngilizlerin o kadar hoşuna gidiyorsa, gitsinler kendileri dövüşsünler!”
“Canım bilmeyecek ne var ki bunda: Bir milyon İngiliz lirası sıkıştırmışlardır Tessat’nın avucuna,
olmuş bitmiştir...”
Duymazlıktan geldi Lucien. Hiçbir şey söylemeksizin içiyordu hep. Ama öfkeliydi. Çok kalmadan
çıkıp, vedalaşmak üzere Jenny’ye gitti. Tabii biraz para da alacaktı. Sabahtan akşama içip zil zurna
olmak istiyordu ertesi gün. En az bin frank almalı: Böyle bir günde de her zamanki gündelikle
yetinecek değil ya!..
Jenny, üzgündü ama heyecanla karşıladı onu. Her şey olağanüstü gözüküyordu kadına: Lucien
özgürlüğü savunmaya gidecekti, yerle bir olacaktı Paris, Louvre yıkılacaktı... Sımsıkı sarılmış,
sıktıkça sıkıyordu Lucien’i:
“Bütün dünya katılacak bu savaşa göreceksin... Kalın elbiseler aldım sana.”
İçi kürklü yeleği görünce kendini tutamadı Lucien:
“Yavrucuğum, bu ancak bir subaya yakışır. Bense ikinci sınıf bir asker parçasıyım. Sonra unutma
ki, eylül ayındayız henüz. Ve kış bastırmadan her şey bitmiş olacak.”
“Gaz masken var mı Lucien? Uçakları muhakkak gelip bombalar bugün... Bir maske satın almak
istedim kendime, ama yabancılara vermiyorlardı. Bana bir losyon tavsiye etti eczacı. Gaz hücumu
olursa, mendilime döküp burnumu tıkayacağım. Bak...”
“Sevimli bir şişe. İnsan bilmese, Molyneux parfümü sanır... Kim ne derse desin, lüks hayat gibisi
yoktur işte! Siperdeki tahtakurularının da kibar davranacaklarını umarım!”
Ve ‘Paris daima Paris’tir’i tutturdu. Ama yanlış söylüyordu. Kulaklarını tıkamıştı Jenny. Sonra
birden ciddileşip sordu:
“Korkuyor musun Lucien?”
“Hayır. Tiksiniyorum yalnızca. Her şeyden tiksiniyorum.”
“Ama gerçek bizden yana değil mi?”
Gözlerinden yaş boşanıncaya kadar güldü Lucien. Boşu boşuna dikmemişti barda dört kadeh! Soluk
yüzü pembeleşmişti birden:
“Gerçek mi dedin? Dur, ben sana anlatayım işin aslını.”
Yatağın dantel örtüsünü çekip aldı, omuzlarına atarak sarındı. Jenny’nin şapkasını geçirdi kafasına,
ellerini göğsünde birleştirip, monoton bir sesle okumaya başladı:
“Aziz yavrularım, Kutsal Ruh, Bonnet ile Tessat’ya görünmüş bulunuyor. Şimdi Beck’in imdadına
koşacağız. Kurban edilen zavallı Beck’in. Bu namuslu kişi, Çekoslovakya’nın Teschen kentinde
Hazreti Meryem tarafından ziyaret edilmişti. Daha önce de Bielovejsk Ormanları’nda ve Aziz
Sébastian’ın eşliğinde (Aziz Sébastian’ın dünya adı Mareşal Goering’dir) günahlarını ödemek için
oruç tutmuştu. Şimdi de Belzébuth kalkmış, Danzig’i almak ister Beck’in elinden. Secdeye gelip
tövbekar olun, dinsiz alayı! Kutsal Ruh’u Paul Tessat kurtaracak!.. Amin...”
Olduğu yerde kalakalmıştı Jenny: Kimdi bu, Lucien’in sözünü ettiği Beck? Teschen neredeydi?
Gazete okumaz, siyasetle ilgilenmezdi Jenny. Ama bir derin hüznün dalgalandığını sezmişti Lucien’in
maskaralığının altında. Kahveyi sessizce içtiler. Gene Jenny oldu dayanamayıp lafı açan:
“Özgürlük için savaşacağınız doğru değil demek?”
“Hangi özgürlük için?”
“Ne bileyim ben... Özgürlük için işte... Yani gazetelerde her isteyenin her istediği şeyi yazabilmesi
için.”
Lucien esnedi:
“Daha dün bir Kızıldı Joliot. Bugünse kar gibi beyaz maşallah. Yarın bir de bakarsın yemyeşil
kesilmiş. Ne kepazelik!”
Bir an düşünceye daldı Jenny, sonra da saf saf:
“Öyleyse,” dedi, “devrim yapmak gerek.”
Birden celallendi Lucien: Çekmediği kalmamıştı bu ‘devrim’ kelimesi yüzünden! Kültür sarayı,
makaleleri, kitapları, babasıyla olan tartışmaları... Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, şimdi de ahmak
bir Amerikalı kadın çıkmıştı karşısına ve ‘devrim yapmak gerek!’ diyordu.
“Kendi ülkenizde yapın canınız o kadar çekiyorsa! Dört kez yaptık biz, artık yeter! Hem uzatma da
soyun, uykum var benim.”
Canavar düdüğüyle uyandı. Tir tir titremekteydi Jenny. Sabahlığını bir türlü giyemiyor, geniş
kolların arasında çırpınıp duruyordu. Lucien öteki tarafa dönmüştü yatakta: Ne halleri varsa
görsünler!.. Kalkmaya niyeti yoktu hiç... Mahzene inmeleri için boşuna yalvarıyordu Jenny. Sonunda
kapı vuruldu:
“Aşağı inin!”
“Defolup gidin şuradan!”
“Mahalle sorumlusuyum, aşağı inin!”
Çaresiz indiler. Boğucu bir sıcak vardı mahzende ve sıkış tepiş bir haldeydiler. Pijamalı erkekler,
saçları başları darmadağın yarı çıplak kadınlar. Tıraşını tamamlayamamış birisi vardı ortada:
Mahalle sorumlusu. Bağırıyordu durmadan:
“Susun lütfen! Gaz maskelerinizi hazırlayın!”
Verdiği emir üzerine, ufak tefek yaşlı kapıcı kadın, bilinmeyen bir nedenle duvarlara su sıkmaya
koyulmuştu. Çocuklarını göğsüne bastırmış ağlamaktaydı bir başka kadın. Yan sokağa bomba
düştüğünü söylüyorlardı. Jenny, esrarengiz losyonlu şişeyle bir küçük dantel mendil almıştı eline.
Güzel omuzlu bir kadın dikkatini çekti Lucien’in. İnsanları ite kaka ilerleyip sokuldu kadına. Ama
kadın korkuyla gerilemişti.
“Savaş hali bu bayan, kusura bakmayın,” diye homurdandı Lucien hırçın bir sesle.
Jenny ağlıyordu: Kıskançlıktan, korkudan, bir an sonraki ayrılışın kederinden. Lucien’se esniyordu
hep.
Bir türlü dinlenemedi Lucien. Sabahleyin gözleri uykusuzluktan kapanıyordu ve küfürler savurarak
ayrıldı. Apartmanın girişinde bir kadın öfkeyle haykırmaktaydı: Bir şarapçı dükkânı varmış ve
mahzenini sığınak yapmak üzere elinden almak istiyorlarmış!..
“Gidip bakana çıkacağım, görürsünüz! Sabahtan akşama kadar öter dururlar, Fransa güçlü
olmalıdır diye. Öyleyse niçin tüccarın belini kırmaya kalkıyorlar? Boşaltmıyorum mahzenimi, işittiniz
mi? Ölümü çiğner de girersiniz buraya!”
Yumru yumru şapkasını çıkarıp selama durdu Lucien:
“Bravo bayan! Racine’in büyük kahramanlarını anımsattınız bana. ‘Silaha sarılın yurttaşlar!’ Ne
kepazelik!”
2
Her gece canavar düdükleriyle uyanır olmuştu Parisliler. Bazıları, yıkılmış binalar gördüklerini
iddia ediyordu. Tessat ise gülümsüyordu yalnızca:
“Basit bir önlem. Alman uçakları sınırı aşar aşmaz alarmı veriyoruz. Böylelikle de kente özveri
ruhunu aşılamaktayız.”
Başkentten ayrılmayı tercih edenlerin sayısı gittikçe artmaktaydı. Zengin mahalleleri bomboştu
artık. Buna karşılık olarak da, Normandiya ve Bretagne’daki kaplıca kentleri dolup taşmaktaydı.
Yedek askerler doğuya doğru giderken, sağduyu sahibi burjuvalar batıya yönelmişlerdi.
Ailesini Auvergne’e yollamıştı Montigny:
“İdeal bir yer...” diyordu. “Yüz kilometrelik bir daire çizin, bir tek fabrikaya rastlayamazsınız.”
Çoluk çocuğunun hayatını güvence altına alınca, iyice karmaşık bir başka işe girişti Montigny:
Sermayesini Amerika’ya transfer etmeye koyuldu. Durumdan haberdar olan Ducamp ‘Namert Bir
Fransız’ başlıklı bir makale yazmıştı: Sansür yasakladı yazıyı. Gazetede boş kalan iki sütun da bir
makas deseniyle süslendi. Ducamp’ın saldırılarını kendisine yetiştirdiklerinde, öfkelendi Montigny:
“Şu Danton’a da bakın hele!.. Hırsızlık mı yapıyorum yani ben? Benim malım olan, yalnızca bana ait
olan bir şeyi korumaya çalışıyorum. Ve öyle sanıyorum ki, benim iflasımdan Fransa hiçbir şey
kazanmaz...”
Morvan’daki halasına gitmeye karar vermişti Paulette: Zehirli gazdan korkuyordu. Tessat bunu
öğrenince allak bullak oldu: Böyle kritik bir anda, yumuşacık bir okşayıştan yoksun kalmak!..
“Beni yapayalnız bırakacaksın demek?”
“Ama ben bir kahraman değilim ki Paul.”
“Korkman için hiçbir neden yok. Bir kez uçakları buraya kadar gelemez: Oyunun kuralını
bozamazlar çünkü... Paris’e dokundukları anda biz de Berlin’i bombalayacağız. Onlar zararlı çıkar bu
işten...”
Paulette, hıçkırıklarını tutamıyordu artık:
“Nereden icat ettiniz bu savaşı?”
“Kim?”
Sesi titriyordu Tessat’nın. Haykırdı:
“Nasıl söyleyebilirsin böyle bir şeyi!.. Benim barışı korumaktan başka hiçbir çabam olmadığını en
iyi bilenlerden biri sensin. Ama elimizden ne gelebilir ki başka? Ağaca ilkin onlar tırmandı.”
Hep ağlıyordu Paulette:
“İnsanları öldürmek olur mu hiç!”
“Kimseyi öldürdüğümüz yok bizim. Polonyalılar savaşıyor, biz değil. Bu da onların kendi
bilecekleri bir iş... Danzig, Strasbourg değil ki! Hiç kuşkusuz, tek tük ölen bulunacaktır. Örneğin
Maginot Hattı’nda ve tesadüfen... Ama sen otomobil kazalarında ölenlerin sayısını merak ettin mi
hiç!.. Artık anlamalısın ki sevgili yavrum, bugün her şey değişmiş durumdadır. Eskisi gibi
değerlendiremeyiz işleri. Eski savaşlara benzeyen bir savaş değil bu savaş. Bizim Maginot Hattı’mız
var, onların da Siegfried Hattı... Ve hiç kimse, ne onlar ne biz, anlıyor musun, bir tek kilometre bile
ilerleyemez!.. Karşılıklı bakışıp yumruk sallamakta devam edeceğiz daha bir süre. ‘Etajerin
üzerindeki biblo köpekler gibi...’ derdi Amélie’cik... Polonyalılar aslan gibi savunuyor kendilerini.
Zaten emindim böyle olacağından: Şövalye bir halktır Polonyalılar! Bahara kadar dayanacaklardır,
belki de daha fazla. Bu süre içinde de biz elimizden geldiği kadar silahlanacağız. Silahlanınca da,
Almanlarla anlaşmamız işten bile değildir. Görüyorsun ki, korkman için hiçbir neden yok...”
“Ama bütün bu olup bitenler o kadar korkunç ki! İçimi afakanlar basıyor sokağa çıkınca! Geceleyin
de o canavar düdükleri...”
Bu ağlar haliyle daha çok arzu veriyordu Tessat’ya. Bir kuş kafası kadar küçük başını, genç
kadının göğsüne yasladı:
“Gitme ne olur, cicikom! Bitkin bir haldeyim bak. Ve bilemezsin daha beni bekleyen ne büyük işler
var. Kesin karar günleri olacak önümüzdeki haftalar...”
“Hani bir şey olmayacak demiştin!”
Güldü Tessat:
“Korkak kedi! Tabii hiçbir şey olmayacak... İç meselelerden söz ediyorum ben sana. Gerçi
mecliste çoğunluğu daima sağlayabiliriz. Ama biliyor musun komünistleri temizlemenin ne demek
olduğunu? Bir polis ekibiyle batakhane basmaya benzemez bu iş! Büyük çapta bir kampanya gerekli...
Ancak bir Napoléon kalkabilir altından bu işin... Ama merak etme sen, sonunda onları da
haklayacağız...”
Donup kalmıştı yüz çizgileri. Bir yurttaşlık örneği vermekte olduğunu tasarlıyordu şimdi.... Hiç
kimse bilemezdi Denise’i nasıl sevdiğini! Ama şimdi Fransa’nın düşmanları arasındaydı o ve her
türlü babalık sevgisini söküp götürmüştü yüreğinden Tessat’nın.
Birdenbire güldü:
“Sana çok komik bir şey söyleyeceğim! Bil bakalım yarın ne yapacağım ben? İmkanı yok
bilemezsin, boşuna yorma kafanı: Yarın ben, bir dini ayinde hükümeti temsil edeceğim. Gözlerinin
önüne geliyor muyum diz çökmüş bir halde? Ne komik değil mi!”
Ağlamaya devam etti Paulette.
Çocukluğundan beri kiliseye ayak basmamıştı Tessat. Dinle ilgili ne varsa nefret ederdi. ‘Günlük
kokuyor...’ derdi birisini gülünç duruma düşürmek istediği zaman. Papazlara gelince, ‘kargalar’
sıfatını yakıştırırdı onlara. Amélie kahrolurdu üzüntüden...
Yalnızca kocakarıların kiliseye gittiğini düşünmüştü. Ama dua edenler arasında erkekler ve hatta
askerler olduğunu görünce epey şaşırdı. Gene yarı karanlık, gene mumlar... Amélie’nin tabutunu
anımsadı ve bir hüzün sardı içini yavaş yavaş. Kilise şarkıcılarının tiz sesleri ve koyu mor camlardan
süzülen güneş ışıkları, yitirilmiş cenneti telkin ediyordu sanki... Şimdi anlıyordu Tessat bu dili:
Amélie’yi, çocuklarını, huzurunu, her şeyini almışlardı elinden. Bütün bu ayinler bir önyargıdan
ibaretti kuşkusuz. Ama bazen günlük tasaların dışına çıkmak ve unutmak, hoş olsa gerekti...
Piskoposa baktı: Kırmızı küçük damarlar belirmişti adamın yüzünde, üzgün ama zeki gözleri vardı.
Tasaları olsa gerek onun da... Papayla, kardinallerle, cemaatle iyi geçinmesi lazımdı, öyle ya. Hayat
demek politika demektir! Dört bir yanında mum yakılan bir tabut demektir sonra da...
Küçük çan sesiyle birlikte herkes diz çökmüştü. Bıyık altından gülüyordu Tessat: Tiyatrodaydı
sanki... Ama uysal diz çöküp gene herkesle birlikte doğruldu.
Bitmek de bilmez bu ayinler!.. Ta içinden kopup gelen dayanılmaz bir esneme arzusunu güçlükle
bastırdı. Sonra canlandı birdenbire: Uzun siyah elbiseli bir genç kadın vardı sağında. Geniş yuvarlak
alınlı ve kıpkırmızı ince dudaklı bir kadın... ‘Bronzino’nun portrelerini anımsatıyor ‘Floransalı
olmalı...’ diye düşündü Tessat. Çok ateşli olur bu kadınlar, yapıştılar mı sülük gibi emerler insanı,
bırakmazlar katiyen...
Breuteuil’in sert bakışlarını hissetti üzerinde. Ürperdi ve dudaklarını kımıldattı dua edermiş gibi...
Birtakım avanaklar da, Almanya ile yakınlaşma politikasının şampiyonluğunu yaptığı için,
Breuteuil’in rolünün bittiğini sanıyordu... Ama geleceğin adamı Breuteuil’di Tessat’nın gözünde.
Herkesin Halk Cephesi’ne lanet okuduğu bir çağda, parlamento çoğunluğu sağa kayıyor demektir.
Sonra savaş çıksa bile, sonsuza dek sürecek hali yok ya!.. Hem böyle bir durumda Breuteuil’den
başka kim anlaşabilirdi ki Hitler’le. Breuteuil’i okşayıp idare etmek lazım evet, bağnaz olsun varsın
ne çıkar!
Orgun nameleri Tessat’yı yeniden bir kedere gömmüştü: Diyecek yok doğrusu, çok güzel
çalıyorlardı!.. 1917’de bir ‘Bertha’ obüsü düşmüştü bir kilisenin üzerine ve bir alay insan ölmüştü...
Ya bir bomba da şimdi buraya düşerse? Yok canım, mümkün değil: Başlamaya cesaret edemezler.
Hiç kimse savaş istemiyor ki... Açık konuşmak gerekirse, bu Polonyalılar birer vahşiden farksız. Ve
Almanlar şimdi orada sömürge savaşı yapıyor... Oysa Fransızlara öteden beri değer verirler! Bir
türlü anlaşmamış olmaları ne yazık! İşi Mussolini’ye bıraksalar, pekala anlaştıracaktı işte. Ama
olmadı, acele ettiler... Şimdi de savaş tabii!... Gamelin de düşüne düşüne bir orman harekâtı
bulmuş... Orada maden yatakları var diye manevra üzerine manevra yapıyorlar, bir alay insan yok
yere ölüp gidiyor... Belki Lucien bile öldürülmüştür! Tessat oğlu için merkezde bir görev
uydurabilirdi ama ortaya çıkmadı ki hergele! Şimdi de artık ara ki bulasın!.. Üzücü! Üzücü ama ne
gelir elden... Üstelik şu sırada her şey bir üzücü... Öff bu org da bir türlü susmak bilmedi...
General De Vissé de buradaymış ha! Ne kadar da içten dua ediyor! Oysa Fouger’nin dostu bir
Kızıl, derlerdi adama... Gülünç bir manzara bu: Köylü kadınlar gibi secdeye kapanmış bir ordu
kumandanı! Yoksa gerçekten inanıyor mu üstat, Meryem Ana’nın bekaretine? İnansa da kendi bileceği
bir iş!.. Meryem Ana’nın bekaretine inanmak Fouger gibi biriyle omuz omuza vermekten çok daha
iyidir üstelik!..
Ayin sona ermişti. Kilisenin gölgesinde, pırıl pırıl güneşli sonbahar gününün tadını çıkarıyordu
Tessat. Altın suyuyla yıkanmış gibiydi kestane ağaçları. Champs-Elysées üzerinde, güneş ışınları,
küçük su damlacıkları gibi titremekteydi. Daha da güzelleşmişti sanki kadınlar... Bombardımanlara
karşı bir önlem olarak, kâğıt şeritler yapıştırmışlardı camlara: Ortaya tuhaf tuhaf şekiller çıkmıştı.
Sırıttı Tessat: İşte en son dekorasyon üslubu!
3
Aylardan ekimdi. Aralıksız yağmur yağıyordu. Meclis koridorlarında bağırmaktaydı Tessat:
“Ben hep söylememiş miydim bu Polonyalıların bir aydan fazla dayanamayacağını! Hırsızlardan ve
ayyaşlardan ibaret bir halk, ne olacak!.. Ama hiçbir şey kaybetmiş değiliz henüz. Hatta tam tersine...
Hitler, Doğu’da kazandığı zaferlerle Almanları güzelce uyuttu. Ama Maginot Hattı’nın ne demek
olduğunu şimdi anlayacaklar işte! 14 Temmuz gecesi pırıl pırıl aydınlatılmış sokaklarda dans
edeceğiz, görürsünüz!”
Gökyüzünden bomba yerine bildiriler yağmaya başlamıştı gene. Ve zengin mahalleleri eski
canlılıklarını yavaş yavaş yeniden buluyordu. Montigny çoktan getirmişti ailesini: Allahın dağındaki
bir konakta, yağmur altında çile doldurmak yeterdi artık!.. Ve homurdanıp duruyordu. Montigny’nin
karısı, yiyecek tehditlerine boyun eğemiyordu bir türlü:
“Neler çektiğimi bir Allah bilir, bir de ben! Hükümetin mutfak diye bir derdi yok ki! Akşam
yemeği denen şeyi unuttuk artık: Pazartesi günleri koyun pirzolası satmak yasak, salıları rozbif,
çarşambaları pasta... İnsanla alay eder gibi canım!”
Uzun süre kahve bulamadılar ve Bayan Montigny köpürüyordu hiddetten:
“Corcelett’ye uğradım, yok. Cardama’ya uğradım, yok; yok oğlu yok sözün kısası... Ve bütün
bunlar, hep o Polonyalıların yüzünden! Çaylarından vazgeçiyor mu İngilizler? Ne münasebet! Suç
kimde peki? Daladier’de: Başbakan falan değil, beceriksizin biri!”
Ancak kahve gelince yatıştı Bayan Montigny.
İşler iyi gidiyordu: Ölümün kapıyı tıkırdattığı duyulunca, din değiştirip savurgan olmuştu bütün
cimriler. Lokantalarda boş masa bulmak mesele haline gelmişti. Sipariş yağıyordu modaevlerine.
Asker başlıklarını andıran kadın şapkaları çıkmıştı. Tank-broşlar, İngiliz bayrağıyla süslü pudra
kutuları, üzerlerinde: ‘Fransa’da bir yerde’ yazılı muskalar ve kibritlikler dolduruyordu vitrinleri...
O can sıkıcı N... harfinin yerini, ‘Fransa’da bir yerde’ formülü almıştı şimdi. Gazetelerde sık sık:
“Dün Fransa’da bir yerde General Sikorski, birlikleri teftiş etti...” gibilerden haberler
yayımlanmaktaydı ve pencere altlarını dolduran sokak şarkıcıları da: ‘Fransa’da bir yerde - Anıların
öpücüklerde...’ türküsünü söylüyorlardı.
Askerlerin boş durmaktan sıkıldığı haberi çıkınca, fotoğraflar, futbol topları, iskambil kâğıtları,
domino takımları, polis romanları toplanmaya başlandı onlar için. Sevgili karıları subaylara yün
yelekler, Napoléon konyakları ve başkentin en iyi aşçıları tarafından hazırlanmış konserveler
yolluyorlardı.
Yabancı gazetecilere verilen bir ziyafette Tessat:
“Eskisi gibi yaşamakta devam ettiğimizi söyleyin bütün dünyaya,” dedi. “Topların homurtusuna,
‘Paris daima Paris’tir’ şarkısının güftesiyle yanıt veriyoruz.”
Savaşın bir yığın üzüntü ve yoksunluk getireceği sanılmıştı. Oysa parlak bir şekilde başladı
sonbahar mevsimi: Prömiyerler, sergiler, ziyafetler birbirini kovalıyordu. Ve her yerde görmek
mümkündü Grandel’i. Bir tek resepsiyon yoktu katılmadığı, Paris’in sevgilisi olup çıkmıştı.
Savaşın ilk günlerinde cepheye, ön hatlara gönderilmesini istemişti Grandel: “Dövüşmek isterim
ben de!” demişti. Milletvekilleri itiraz etmişlerdi: “Burada daha faydalı olabilirsiniz.” Grandel’in
halkın gözündeki itibarı o kadar artmıştı ki, Ducamp kayıp belgeyi ima etmek istediğinde, hepsi
öfkelendiler: “Kişisel hikâyelerle milli birliği zedelemeyiniz!”
Grandel, son ana kadar bir uzlaşmaya taraftar olduğunu gizlemiyordu:
“1 Eylül akşamı bile her şeyin henüz hallolabileceği bir aşamadaydık. Kont Ciano ile bir telefon
görüşmesi yapmıştı Bonnet; ve ben, dört başbakan arasında bir toplantı yapılmasında ısrar
ediyordum. Kendi grubumun milletvekilleri de destekliyordu beni. Ama olaylar büyük bir hızla
gelişti... Tarih herkesin sorumluluk payını meydana çıkarmakta herhalde kusur etmeyecektir. Ama
artık tartışmak boşunadır. Madem ki savaş açılmıştır, şimdi bu savaşı kazanmak gerekir...”
Savaş, Grandel’i de geçmişinden kurtarmıştı: Oyun tersine dönmüştü şimdi. Ve dövüşmeye hazırdı
Grandel. “Yenmemiz şart!” dediği zaman, gerçekten saf bir heyecanla titremekteydi sesi.
Milletvekilleri Grandel’in yurtseverliğine hayrandılar. Sanayicilerse, “Kafalı adam!” diyorlardı
onun için. Sosyete hanımlarıysa ağızlarından düşürmüyorlardı onu: Aman ne yakışıklı bir adamdı,
konuştuğunda ağlamak geliyordu insanın içinden, sakin göründüğüne bakmayın siz, sönmez bir ateş
vardı içinde...
Breuteuil bile afallamıştı: Bir uyutmacaya mı kurban olmuştu yoksa? Lucien’in sözlerine inanmıştı
ve ucuz bir romantikten başka bir şey değildi Tessat’nın oğlu. Oysa Grandel’in tutumu, kelimenin tam
anlamıyla kusursuz bir tutumdu...
Breuteuil için savaş, gerçek bir dramdı. Düşüncelerinin sonuna kadar yürümeyi denemiş, ama
başaramamıştı. Savaşı kazanmak şart! diyordu bazen kendi kendine. Ve hemen bıyık altından
gülüyordu: Bu milletvekilleri çetesi iktidarda kaldıkça, kazanmak imkansızdı. Sonra... kazanılacak
zafer ne getirebilirdi Fransa’ya?.. Gerekli olan şey, parlamentoyu dağıtmak ve gevezeleri hapse
tıkmaktı o kadar! Ancak düşmanın ateşinde eriyip yeniden toparlanabilirdi Fransa...
Grandel’in de şakakları ağarmıştı artık, gizli bir melankoli okunuyordu bakışlarında. Onu her
görüşünde, “Benim gibi o da acı çekiyor...” diyordu Breuteuil. Nitekim, bir gün yalnız kaldıklarında
ilkin Breuteuil sıktı Grandel’in elini:
“Geçmişi unutalım.”
Breuteuil’le Grandel’in, bir yıldan fazla zamandır aralarının açık olduğunu hiç kimse bilmiyordu.
Dolayısıyla, barıştıklarından da haberi olmadı kimsenin. Milletvekillerinin ve ülke halkının gözünde
eski birer dosttular ikisi de. Breuteuil’in onu çok önemli bir göreve getirmesini, savaş endüstrisinin
yöneticisi yapmasını çok olağan buluyordu herkes.
Oysa Breuteuil, Grandel’i bu göreve yükseltebilmek için ne aşağılatıcı bir şekilde yalvarmıştı
Tessat’ya. Bugün bile onun direnmesi ihtimalini düşünerek içi eziliyordu. Ama eski hikâyelerle
uğraşacak, zaman kaybedecek halde değildi Tessat. Breuteuil, Lucien’in getirdiği belge hikâyesine
pek inanmıyor, Grandel hakkındaki bu hikâyeyi inandırıcı bulmuyordu. Aslında Grandel’den kuşku
duyanlar Fouger ve Ducamp gibileri değiller miydi? Oysa Fouger radikal gruptan kovulmuştu artık.
Moskova görüşmeleri sırasında Chamberlain’i suçlayan o değil miydi? Neredeyse Paris’le
Londra’nın arasını açacaktı. Ducamp ise ne yaptığını bilmiyor, zırvalıyordu. Kendini yeni bir
Cambetta sanıyordu. Herkes düşman kesilmişti ona. Viard, onun için, “Naftalin kokan bir şovendir,”
dememiş miydi? Breuteuil de hakaret ettiği gerekçesiyle mahkemeye vermişti onu. Yok, gerçekten
Grandel’in bütün düşmanları inanılacak, sözlerine güvenilecek kimseler değillerdi. Bir de gerçekleri
olduğu gibi görmek gerekiyordu. Grandel komünistlerden nefret ederdi. Onların yakınında bulunmuş,
ne mal olduklarını yakından görmüştü. Halkın gözünde Grandel bir solcuydu, insanlığı kemiren yüz
karası iki yüz aileyi açıktan açığa alaya alır, Amerikan oligarşisine karşı çıkan broşürler yazmaktan
çekinmezdi. Oysa, komünistlere karşı gerçek savaşın verileceği alan, savaş endüstrisi değil miydi?
Grandel’i rahat bırakmak, işçileri kodese tıkmasına ses çıkarmamak, çalışma haftasını uzatmasını,
ayrıca da ücretleri düşürmesini seyretmek daha iyiydi. Çizmeyi aşınca yine onun tepesine binmek,
onu harcamak mümkündü. Böylece Tessat ve radikaller hiçbir zaman kirlenmeyeceklerdi.
Daha geçenlerde Breuteuil, Tessat’ya “Dünya yıkılsa o herife kızımı vermem,” demişti Grandel
için. İkisi de bu konuşmayı unutmuşlardı şimdi. Şimdi savaş vardı ve böyle anlarda parti kavgalarının
üstüne çıkmak gerekiyordu:
“Onu seçmeni doğru buluyorum,” dedi Tessat.
Dessère’in dışındaki bütün büyük sanayiciler bu seçimi desteklemişler, Grandel’den yana
olmuşlardı. “Hiç olmazsa Grandel disiplin getirecek. Siperlerin gerisinde anarşi hüküm sürerse nasıl
savaşırız? Ameleler hiçbir fedakarlığa yanaşmıyor. Onları sözle yola getirmek de mümkün değil.
Demir bir yumruk inmeli tepelerine,” diyordu Montigny.
Sanayiciler sendikasının başında Méjeu vardı. O da Grandel’den yanaydı, onu kayırıyordu. Bir gün
Ducamp, Méjeu’nün Almanlara İsviçre yoluyla boksit sattığını söyleyince Méjeu yanıtını yapıştırmış,
“Yalan bu! Ama benim de bir planım var,” demişti. Onun istediği Berlin’e karşı değil Moskova’ya
karşı savaşmaktı. Onun savaş parolası Üçüncü Enternasyonal’in üzerine yürümekti. Tessat söze
karışıp, “ne yazık ki Almanlarla savaşıyoruz,” deyince Méjeu şu çok ilgi çekici yanıtı vermişti:
“Unutmayın ki daha oyunun birinci perdesindeyiz.” Savaşın ilanından sonra da Madrid’e gitmiş ve
söylentilere bakılırsa orada Alman büyükelçisi ile uzun uzun görüşmüştü.
Grandel’in bu görevin başına gelmesini yalnızca Dessère iyi karşılamadı. “Oraya gerekli adam,
konuyu bilen bir teknisyendir. Yoksa entrikacılığı bilinen bir politikacı değil,” dedi. Ama Dessère’in
durumu ve çevre üzerindeki etkisi geçen yıl boyunca önemli sarsıntılar geçirmişti. İş çevrelerinde
onun sonu kötü biten yatırımlara girdiği söyleniyordu. Milletvekilleri ise onun çok yanıldığı
inancındaydılar: Halk Cephesi’ni desteklemiş ve SDN’nin aldığı kararlarla savaşı kontrol
edebileceğini sanmıştı. Breuteuil onun ‘Çevreye toz püskürten bir itfaiyeci’ olduğunu söylüyor,
Tessat bile ona karşı yenilgiye düşmüş bir zavallıya davranıldığı gibi küçümseyen bir tavır
takınıyordu.
Aradan bir ay geçti. Grandel görevinde yorulmayan, durmadan çalışan bir adam pozunda gözüktü.
Her gün Breuteuil’e gelip ona adeta rapor veriyor ve akıl danışıyordu. “Komünistler... bir de
Dessère, Augias’nın ahırındakiler bunlar. Başlamadan önce hepsini, her şeyi temizlemek şart,”
diyordu.
Seine fabrikalarında normal işçi sayısının ancak üçte biri çalışabiliyordu şimdi. Dessère artık her
şeyin gerekli açıklığa kavuşmasını istiyordu. Fötr şapkasını ve bastonunu koluna takarak öfkeyle geldi
Grandel’i görmeye. Konuşurken bastonunu sallıyordu. Onu dinleyen Grandel gülümsüyor, bir yandan
da masasının üstündeki evrakla ilgileniyordu. Aslında o bu manzaranın tadını çıkarıyordu. Daha son
günlere kadar kendisini sevmeyen, kendisine karşı Briand ve Boncour’un adaylığını destekleyen,
onların koruyucu meleği olan Dessère işte şimdi karşısında basit bir iş takipçisi gibi oturuyordu.
Dessère, artık gerçekten bunalmaya başlamıştı. Hastalığının son derece önemli olduğunu biliyor
ama yine de tedavi olmuyor, sürekli içiyordu. Artık özel hayatı da işleri ölçüsünde tatsızdı; o özel
hayatını da umursamıyordu şimdi; Jeannette’le arasındaki ilişki hüzünlü buluşmalarla, acımalarla ve
bunalmaIarla sürüklenip duruyordu. Kent dışındaki villasında geçirdiği yalnız geceler ve ölüm
korkusu. Ölmekten korkuyor, bu korkuyu yenmeye çalışıyor, ama başaramıyordu. Ülkenin bir uçuruma
sürüklendiğini görüyor, kendi çaresizliğinden, eli kolu bağlı oturup bir şey yapamamaktan ötürü acı
çekiyordu. Dün ne kadar güçlü ve sözü dinlenir bir adam durumunda idiyse, bugün o kadar olayların
dışına itilmiş artık sözü yalnızca kabalık olmasın diye dinlenen ama hiç önemsenmeyen adam
durumuna düşmüştü. Eski güzel günlerin bir posası, bir kalıntısı olmuştu. Şimdi herkes Montigny
budalasını ve birkaç milyon uğruna anasını bile satmaktan çekinmeyecek yaradılıştaki Méjeu herifini
dinliyordu. Herkes herkesi dinliyordu ama artık Dessère’i dinleyen, ona aldıran yoktu.
Grandel’e dönüp şunu söyledi:
“Bu istediğiniz malzemeyi kasım ayında nasıl teslim ederim size? Yeterli sayıda işçi yok ki
elimde. Henüz savaş başlamış değil, hiçbir cephede çatışmaya girişmiş değiliz. Oysa bütün usta ve
yetişmiş işçilerimi cepheye sürdüler.”
“Özür dilerim ama, galiba başka çaremiz yok. İşçilere özel davranamayız. Fransa bir tarım
ülkesidir. İşçilere öyle davranırsak köylüler ne diyecekler bize? Yani işçiler çift gündelik alırken
onlar mı ölmeli? Adalet duygusunu küçümseyerek savaş kazanılmaz.”
“Ya kırk yaşındaki işçiler neyin nesi? Onlar da mı cephede, siperlerin içinde? Onlara kışlalarda
cam sildiriyorlar ama.”
“İşçilere özel haklar tanıyamayız.”
“Makinelere, motorlara ihtiyacınız var mı, yok mu? Onu söyleyin siz. Uçaklarınız olmadan nasıl
savaşmak niyetindesiniz, anlamıyorum? Eğer uçak istiyorsanız işçilerimi geri verin bana. Daha dün
Seine fabrikasından iki yüz işçi götürüldü. “
“Veba hastalığını merhemle iyi etmek mümkün değildir. Biz aslında Halk Cephesi’nin
budalalıklarını ödüyoruz şimdi...”
“Halk Cephesi’ni bu konuya neden karıştırıyorsunuz?” derken sanki Grandel’i vurmak istiyormuş
gibi bastonunu havalandırmıştı. “Sonra unutmayın ki, siz de Halk Cephesi’nin oylarıyla meclise
girdiniz...”
“Anımsadığım kadarıyla Bay Dessère, siz de Halk Cephesi’nin zaferi için az para dökmediniz...”
Dessère ona, onun kusursuz hatlı yüzüne, ince kaşlarına, biçimli burnuna, hemen hiç belli olmayan
donuk ve soğuk gülümseyişine baktı. Öfkesi daha da kabardı.
“Her şeyi anımsıyorum... Şeyi de anımsıyorum, Fouger’nin bulduğu sizinle ilgili belgeleri.”
Grandel tepki göstermedi. Yine iğneli gülümseyişiyle devam etti:
“Şimdi savaştayız. Düellonun sırası değil. Üstelik ben artık gitmenizi rica edeceğim.”
Dessère, çıkarken öfkesinden elindeki şapkayı düşürdü. O sırada boğucu bir öksürük yapıştı
yakasına. O anda, Grandel masasındaki bir yazıyı okuyormuş gibi numara yapıyordu.
O gece Grandel’in evinde bir yemek vardı. Davetiyelere bakılırsa bu Askerin Yemeği’ydi. Sinek
evsahibeliği yaptı. Lucien’le darılıp koptuktan sonra uzunca bir süre hasta yatmış ve Alp dağlarında
dinlenmeye gitmişti. Hâlâ güzel bir kadındı ama, biraz vaktinden önce solmuş bir çiçeğin çekiciliğini
taşıyordu üzerinde; bütün tavırlarında hastalığın getirdiği bir yılgınlık ve hüzün okunuyordu.
Herkes gittikten sonra Grandel, üzerindeki smokini çıkardı. Şaşırtıcı beyazlıktaki gömleğinin
üzerinde pantolonunun askıları ince birer şerit gibi görünüyordu. Karısına döndü:
“Albay Moreau, sana kur yaptı galiba. Önemli bir adam. Genelkurmay’da önemli şeflerden biri
olarak karşıma çıkarsa hiç şaşmam.”
Esnedi. Çok yorulmuştu. Pantolonunu özenle katladı.
“Ama biz yeneceğiz sonunda!” dedi birden.
Sinek, kocasının işleriyle ilgilenmezdi. O uğursuz mektup olayını bile düşünmüyordu şimdi.
Lucien’le son karşılaşması yüreğini ve beynini akıtmış, boşaltmıştı sanki. Savaş, bombardımanlar ve
Maginot Hattı için söylenenler, kocasının kariyeri, hepsi küçük bir perdeye yansıyan karışık ve
bulanık resimlerdi. Ama bu kez, kendisinin de sonradan şaşırdığı bir şey yaptı. Sordu:
“Biz kim yani?”
Hemen arkasından hata ettiğini, kötü bir şey yaptığını anlayıp döndü. Grandel sakin bir tavırla
yanıt verdi:
“Biz... Fransızlar.”
Oynamak, yani numara yapmak Grandel’in ruhunda yaşayan bir kavramdı. Bütün yaşamı yeşil
kumar masalarının çevresinde şekillenen mırıltıların, anlaşılmaz ve boğuk seslerin bir özetini
andırırdı. Üst üste budalalıklar yaptığı o aylarda, seksen bin frank kaybedip de kendi yıkımını
yarattığı günlerde de aynı şekilde, yani şimdi nasıl oynuyorsa öyle oynamıştı. Sürüklendiği çıkmazdan
Vernon çekip çıkarmıştı onu. Ama bu ona Kielmann’ı tanımak zorunluluğunu da getirmişti...
Almanlara sırlar vermek... Bütün bunları anımsamak niye? Şimdi güçlü olan kendisi değil mi? “Biz
yeneceğiz sonunda,” derken gerçekte hangi tarafı düşünerek konuştuğunu kendisi de bilmiyordu.
Tekrar söylendi yüksek sesle. Bunu kendi kendisini inandırmak için mi, yoksa karısı için mi böyle
istediğini o da bilmiyordu:
“Ne tuhaf! Bazı budalalar şanstan bile daha kurnaz görünmek istiyorlar. Aynı ata oynuyorlar. Oysa
bu işte de ruletteki gibi davranmak gerekir. Sürekli numara değiştirmek, şansın hangi tarafta olduğunu
koklamak, şansın peşine gitmek kazandırır insana. Önemli olan da budur...”
4
Montigny bile memnun değildi durumdan. “Komünistleri kodese tıkmak başka şey, yaşlı işçileri
kışlalarda pinekletmek başka şey. Elimde işçi yok,” diyordu sürekli. Meclis koridorlarında da en çok
konuşulan konu savaş endüstrisi oluvermişti. Baştan beri kaynayan muhalefet birden boy göstermişti.
Grandel, Dessère’e ‘adalet’ten söz ederken Breuteuil’in sözlerini tekrarlamıştı aslında. Gerçekte
Grandel köylülerden nefret eder, onları hiç sevmezdi. Üstelik ürkerdi onlardan: “Köylüler adam
değildir, boktan yaratıklardır,” der dururdu. Oysa Breuteuil, endüstrinin gelişmesi ve kentlerin
büyümesi yüzünden Fransa’nın felakete sürüklendiğine inanıyordu. Köylerde sinemaların yokluğu,
çalışma şartlarının zorluğu gençleri hep büyük kentlere kaçırıyordu ona sorarsanız. Fransa’da hemen
hemen terk edilmiş sayılabilecek o kadar çok köy vardı ki... Evler birer harebe olur, ahırlar çürür
gider ve o işlenmiş toprak bile vahşileşirdi bir süre sonra. Zaten Halk Cephesi’ymiş, komünizmmiş,
dinsizlikmiş, felaketmiş ne ararsanız bu yüzden bela kesiliyordu ülkenin başına. Breuteuil, savaşın
köylülere eski değerlerini kazandıracağını düşünüyordu. İşte Grandel’e “İşçilere sakın taviz
verilmesin!” emrini bu yüzden vermişti.
Ama yine de taviz verildi işçilere. Ekim sonunda hükümet, savaş endüstrisinde çalışan kırk
yaşındaki işçileri cepheden geri çağırdı.
Legreux de bu işçilerden biriydi. Savaş ilan edilince onu da fabrikadan alıp güneye
göndermişlerdi. Toulouse yakınlarında, artık kullanılmayan küçük ve dar bir demiryolu harabesinin
başındaki bir köprüyü korumakla görevlendirilmişti. Köprünün üstü çoktan yabani otlarla örtülmüş,
demiryolu ise hemen hemen kaybolmuştu. Ama bu bölge askeri savunma bölgeleri arasında
gösterilmişti. Legreux kocaman iki ay boyunca üzerinde benekli ineklerin otladığı bir alanı
seyretmekten başka iş yapmamıştı.
Bu ölü geçen sürede çok şeyler düşünmüştü. Birinci savaşı, gençliğindeki Argonne Ormanı’nı ve
askeri hastaneyi aklına getirmişti önce. Sanki bütün bunları çok eskiden değil de dün yaşamış gibiydi.
Oysa daha dün içinde yaşadığı, seyrettiği ve katıldığı olaylar ona sanki hiç yaşanmamış gibi silik
görünüyorlardı. İki savaş arasında sanki topu topu bir tek gün akıp geçmişti. Birinci savaştan sonra
bütün insanların daha bir akıllandığı düşünülmüştü. Bundan böyle savaşa neden olanların hepsine
hadlerini bildireceklerine inanılıyordu. Kimi Wilson’a güvenmiş kimi de bütün inancını ve umudunu
Lenin’e bağlamıştı. O zaman onlara yirmi yıl sonra bu savaş belasının yeniden sofraya getirileceğini
söyleselerdi insanlar başka türlü davranırdı!..
Josette konusunda sıkılmaya başlamıştı Legreux. Kendisinin mutluluk için hayli şanssız olduğunu
düşünüyordu şimdi. Oysa yazın evlenmeyi kararlaştırmışlar, kendilerine göre bir ev aramaya
başlamışlardı. Ama artık bütün bu hayaller suya düşmüştü. Josette’in babası tutuklanmış, Josette,
Besançon’daki kız kardeşinin yanına gitmişti. Oradan kısa ve kederli mektuplar gönderiyordu. Gece
boyunca, Legreux, Josette’i ve onun yumuşak ve şefkatli davranışlarını düşünüyor, sıkıntıyla
esniyordu.
Fabrikada eski arkadaşlarından hiçbirini bulamadı: Michaud ve Pierre cepheye gönderilmişlerdi.
Akşam, karanlık bastırınca eski günlerin acısını tazelemeye çıktı. Eski arkadaşların toplandıkları
kahvelere gitti. Kapalı duran kütüphanenin dolaylarında sürttü durdu. Montrouge’a, arkasından
Villejuif’e gitti... Tanıdık kimseyi göremedi: Bazıları tutuklanmıştı, bazıları da saklanıyordu.
Legreux, kendini yalnız hissediyordu. Uğraşacağı, kendini vereceği bir işi yoktu. Parti’nin ne
yaptığını bilmiyordu. İşe yaramaz bir körden bile beter olmuştu. Komünistlerin alçak olduğunu,
Rusların Siegfried Hattı’nda savaştıklarını yani Nazilere yardakçılık ettiklerini, Maurice Thorez’in
Almanya’ya sığındığını yazan gazeteleri hınçla savurup atıyordu. Toulouse’da ona L’Humanité’nin
gizlice yayımlandığını, gizlice dağıtıldığını söylemişlerdi. Fakat nasıl edip de bulacaktı gazeteyi?
Bilmiyordu. Fabrikada onun yanında çalışanların hemen hepsi yeni insanlardı. Onu tanımıyorlar ve
belki de bir muhbirdir kuşkusuyla tuhaf tuhaf bakıyorlardı.
Legreux şu ortada kalmış halinden, bu zorunlu hareketsizliğinden ötürü acı çekiyordu. Tam dört gün
geçti böyle. Beşinci gün onu tutukladılar.
Geceyi dar bir hücrede geçirdi. Burada kimi arasan vardı: Siyasi tutukluları, elebaşlarını, Alman
sığınmacıları, Polonyalı Yahudileri, Daladier’nin yiyip içtiği şeylere, Tessat’nın yatıp kalktığı
kadınlara dair türlü hikâyeler anlattıkları için suçlanan insanları, durumdan karamsarlığa kapılıp da
“Artık süt bile içemeyeceğiz,” ya da “On yedi yaşındaki çocukları da askere alacaklar,” gibisinden
yalnızca kendilerinin inandığı sözler eden küçük burjuvaları yakalayıp getirmişlerdi.
Legreux, sabah sabah Komiser Neuville’in önüne, sorguya çıkarıldı. Adam Heriot’yu Daladier’ye
tercih ettiğini söylemekten çekinmiyordu. Bir polis için bu ‘ileri görüşlülük’ bile sayılabilir.
Komiser, Legreux’nün Seine fabrikasındaki işçilerin elebaşlarından biri olduğunu biliyordu. Legreux
günah çıkarsa bu büyük etki yapar, gazetelere de ‘İşte doğru yola gelen biri daha’ diye yazarlardı. O
zaman Tessat da onun ne becerikli bir polis olduğunu anlar, elbet bir ödül düşünürdü. “Bir tövbekar
on günahkara bedeldir,” derdi herhalde. İşte bu kurnazlıkla komiser başlangıçta görülmemiş şekilde
kibar davrandı. Legreux’ya sigara bile tuttu.
“İşin ucunda emir kuluyum ben,” diye başladı... “Memurum. Kendi düşündüğümü söyleyemem.
Ama faşist değilim! Hiç olmazsa bu kadarını bilmenizi isterim. Halk Cephesi’nin başarısına benim
kadar sevinmiş insan da azdır. O günlerde bu cephenin sağlam bir şey olduğuna hepimiz inanmıştık.
Ama dipteki kaypaklığı görememişiz. Hoş, zaten şimdi parti kavgasının da sırası falan değil ya,
neyse... Bütün Fransızlar birleşmeli bugün. Bakın, siz örneğin... Siz komünistsiniz ama Fransızsınız.
Savaşta yara bile aldınız. Sizi nasıl olur da bir hain olarak görebilirim?..”
Legreux ne diyecek, ne söyleyecek diye bekledi bir süre. Ama öbürü oralı değildi pek. Sessizce
kasketiyle oynuyordu. Üzeri dosyalarla dolu masaya bakıyordu.
“Susuyorsunuz... Neden susuyorsunuz?”
“Pek söylenecek bir şey yok da... Sizin de söylediğiniz gibi eskiden komünisttim... Şimdi de
öyleyim.”
“Komünist kalışınızı anlıyorum, saygı da gösteriyorum buna. Çünkü böyle düşünmek için dürüst
nedenleriniz de var. Fakat dostum, inanın ki bu nedenleri fazla önemsemenin sırası değil artık. Çünkü
oyuncak yaptılar bizi. Aldattılar. Vatanseverlik dediler, faşistlerin karşısına sürüklediler sizi. Ama
şimdi ne oldu?.. Maurice Thorez kaçtı, gitti.”
“Yok. O kadar değil! Kaçak bizler değiliz! Kaçak başkaları! Maurice Thorez şimdi nerededir,
bilmiyorum. Ama herhalde sizin gazetelerin yazdığı gibi Almanya’da değil. Sanıyorum ki
L’Humanité’yi yayımlıyor. Sağlam iş yapıyor yani. Kaçaklara gelince, onlar nerede, ben bilirim.
Münih’i unutmadım ben. İspanya’yı da unutmadım! Burada Bonnet Fransa’nın düşmanlarına yardım
ederken bizimkiler İspanya’da faşistlere karşı dövüşüyorlardı. Bunu herkes, sokaktaki çocuklar bile
biliyor. Siz konuşurken şaşıyorum... ‘Faşistler’ diyorsunuz ama elinizdeki coplarla, tabancalarınızla
daima onları korudunuz siz! Ve şimdi onlar, faşistler iktidarda.”
Komiser gülümsedi:
“Kırk üç yaşındasınız, ama genç bir delikanlının heyecanı var sizde. Hayran olmamak elde değil.
Ne yazık ki gerçeği görmemekte inat ediyorsunuz. Partiniz hepinize ihanet etti. Partiniz Almanya’nın
zaferi için çalışıyor.”
“Hiçbir zaman inanmam buna!”
“Peki, ya ne yapmak istiyorlar öyleyse?”
“Partinin direktifleri şimdi nelerdir, bilmiyorum. Ama siz numara yapıyorsunuz: Baksanıza
L’Humanité yasaklanıyor, bütün dürüst adamlar tutuklanıyor. Siz bana çalım atmak istediniz. Fakat
ben çok şeyi tek başıma da anlıyorum. Bugün komünistleri kim kovalıyor? Kim sevmiyor? Daladier,
Tessat, Viard, Breuteuil, Laval gibiler. Çete bunlar. Onların iktidardaki varlığı ve komünist avına
çıkmaları da gösterir ki komünistler değil ihanet eden. Eğer Laval tutup, ‘Bravo komünistlere!” diye
bağırsaydı o zaman düşünürdüm. Ama bugün?”
Neuville sigarasını söndürdü. Zile bastı ve “Götürün!” diye emir verdi.
Legreux’yu başka komünistlerle birlikte bir toplama kampına sürdüler. Noisy-Le-Sec istasyonunda
komünist tutukluları götüren tren bir saat kadar bekledi. Jandarmalar trene kasaba halkından kimseyi
yaklaştırmıyorlar, trendekiler için halka “Bunlar asker kaçağıdır. Cepheden kaçıp da yakayı ele
verdiler,” diyorlardı. Askerler ve kasaba kadınları jandarmaların sözüne kanmışlardı. Vagonlara
hınçlı gözlerle bakmaya başladılar: Alçaklar sizi! Başkaları ölsün, siz keyfinize bakın, öyle mi!
İçlerinden bir ses olanca gücüyle vagonlara doğru bağırdı: “Alçaklar!” O zaman Legreux
Enternasyonal’i söylemeye başladı. İstasyondakiler şaşırmışlardı. Saygı duruşuna geçtiler.
Vagonlardaki insanlar dışarıdakilere bağırıyordu: “Kaçak değiliz işçileriz! Komünistiz!”
Enternasyonal’den sonra hep beraber Marseillaise’i söylediler. Buna istasyonda bekleyen askerler de
katıldı. Jandarmalar onları daha geriye almaya çalışıyorlardı. Legreux vagonun penceresinden
dışarıya sarktı, bağırıyordu:
“Bizim savaşta yara aldım ben. İşte, burada yüzümde. Bunu silemeyecekler. Bir uçak fabrikasında
tutukladılar beni. Tuvalet yıkamaya götürüyorlar bizi. İhanet edenler bellidir. Bonnet, Tessat, Flandin
gibileri ihanet etti Fransa’ya! Biz Fransa’mız için ölmesini biliriz!”
Yumruğunu havaya kaldırdı. Bu havaya kalkan yumruk bu tehdit ve umut dolu yumruk 1936’nın
şimdi unutulan simgesiydi. Gerçekleşmemiş büyük umudun simgesi. Tren yavaş yavaş hareket etti.
İşte o zaman yüzlerce yumruk kalktı havaya: İstasyondaki kadınlar ve askerler trendeki tutukluları
selamlıyorlardı.
5
Önceden hazırlanmış tutuklama listeleri vardı. Bu da yetmiyormuş gibi, gelişigüzel bir ihbar ya da
basit bir kuşku üzerine tutukluyorlardı. Yumruğunuzu sıkmak suçtu, suçtu ıslıkla Enternasyonal’i
söylemek, birisini de duvarında Kremlin’in bir resmi var diye tutuklamışlardı. Polis raporlarını
okuduğunda, kollarını havaya kaldırarak haykırmıştı Tessat:
“Pıtırak gibi her yerden bitiyorlar!”
‘Nevers Amatör Balıkçılar Derneği’, ‘Var İli Satranç Oyuncuları Birliği’, ‘Granoble Dağcılar
Kulübü’ ve daha bunlar gibi niceleri, Komünist Partisi’nin birer şubesi halindeydiler!..
Evet evet... diyordu Tessat kendi kendine. Gerçek bir güç bunlar!.. Şimdi anlıyorum zavallı
Denise’ciğimi nasıl artlarından sürükleyebildiklerini!..
Komünist milletvekillerinin kurşuna dizilmesini istemişti Breuteuil. Tessat ise: “Aman dikkat
dostum!” demişti. “Kurşuna dizilsin dediğiniz kimseler, halkın oyu ile seçilmişlerdir...” İleride
komünistlerin de yararlanabilecekleri kötü bir örnek yaratmaktan korkuyordu... Ayrıca da, tutuklanan
milletvekillerine karşı mesleki bir dayanışma duygusu vardı içinde. Kurtarmak istiyordu onları:
“Üçüncü Enternasyonal’den çekildiğinize dair bir belge imzalayın, milletvekili olarak kalın...”
demişti. Tutukluların bu teklifi reddettiğini öğrenince de zıvanadan çıktı:
“Ne bağnaz herifler! Kendilerini kurtarmak için elimden geleni yaptım işte...”
Fouger’nin hücumlarına göğüs germesi gerekti yeniden. Marsilya’da yediği yumruklar aklını başına
getirmemişti daha üstadın, “Komünistlerin göz hapsinde bulundurulması, ordunun moralini
bozmaktadır,” diyordu. Derhal haykırdı Tessat: “Yani siz de mi Hitler’i destekliyorsunuz?” Meclis
alkışlamaya koyulmuştu ve Fouger ıslıklar arasında indi kürsüden.
Kendisini hiç bu derece hırpaladığını anımsamıyordu Tessat: Günde bir saatçik ya ayırabiliyordu
ya ayıramıyordu Paulette’e! Ve bitkin bir halde kendi kendine soruyordu: Her şeyi yüzüstü bırakıp
çekilse daha mı iyi olurdu acaba? Ne anlamı var bu oyuna devam etmenin? Yaşlandı artık. Yaşayacak
ne kadar zamanı kaldı ki? Neyse ki hemen sıyrılıyordu bu pis düşüncelerden: Clemenceau,
kendisinden çok daha yaşlı olduğu halde, Fransa’yı kurtarmamış mıydı! Clemenceau’nun ardılıydı
Tessat. Şimdiden görür gibi oluyordu büyük meydanları süsleyen boy boy heykellerini. “Tessat
Caddesi... Sokak ismi olarak hiç de fena değil!” dedi bir gün Paulette’e...
Stratejiyle, ekonomiyle, hatta mekanikle bile o uğraşıyordu. Pamuk stokları, en son model
bombardıman uçakları, Venezuela’yla imzalanan ticaret anlaşması... Hep onun sırtındaydı bunlar.
Herkes her şeyi ondan istiyor, ona şikayete koşuyordu. Önceleri yalnız milletvekillerinin ya da
sermaye sahiplerinin dertlerini dinlerken, şimdi askerlerle de uğraşmak zorundaydı. Teknik terimleri
anlamıyor, karşısındaki bu üniformalı adamlara nasıl davranacağını, nasıl konuşacağını, neler vaat
etmek gerektiğini kestiremiyordu bir türlü. “Ordu bir başka alemdir...” diyordu sıkıştıkça ve içinden
ekliyordu: “İkinci sınıf bir alem!”
General De Vissé’nin kendisiyle görüşmek istediğini haber verdiklerinde, Tessat’nın canı
sıkılmadı değil: Söylendiğine göre, bu suratsız ihtiyarla anlaşmak hiç de kolay olmazmış!..
1915’te Chemin-des-Dames’da bir tugaya kumanda ettiği sıralarda kendini göstermişti General De
Vissé. Bacağından yaralandığı halde terk etmemişti görevini... Altmış dört yaşındaydı ama gücünü ve
delikanlı yaratılışını koruyordu. Bir buldoğu andırırdı kocaman kızıl bıyıklı yanık yuvarlak yüzüyle.
İyi ama çabuk parlayıveren bir adamdı. Karısıyla konuşurken birden öfkeleniverir, yaverini haşlardı
durmadan. İki şey vardı hayatta sevdiği: Askerlik ve bahçecilik. Boş zamanlarında bir delikli kovayla
bir makas geçirir eline, gül fidanlarını desteklerine tutturur, ortalıkta aşılanıp budanmadık ağaç
bırakmazdı...
Siyaset hakkında konuşmazdı hiçbir zaman. Şu ya da bu bakan üzerindeki fikri sorulduğunda:
“Ordu büyük bir dilsizdir,” yanıtını verirdi hep. Bazılarına göre kral yanlısıydı General De Vissé ve
Paris kontunun adamlarıyla sıkı temastaydı. Bazıları da (ki bu arada General Picard’da bulunuyordu)
De Vissé’nin komünist değilse bile komünist hayranı olduğunu, Fouger’yi kulaklarını dört açarak
dinlediğini, dolayısıyla da Sovyet Hava Kuvvetleri’ni boş yere övmediğini iddia etmekteydiler.
Tessat onu kilisede dua ederken gördüğünde afallamıştı: “Bir de Fouger’nin dostu derlerdi adama!”
Niçin gelmişti ama? Askerlerin sol gazeteleri okumasını yasaklayan Picard’ı şikayet edecekti
belki? Belki de tam tersine, orduya papaz gönderilmesini isteyecekti? Bilmek zordu.
Tessat rahat bir koltuğa buyur etti Generali ve hemen bir puro kutusu açtı:
“‘Partagas’. Ve yanılmıyorum, taptaze. Korkarım bu yakınlarda bir daha kolay kolay
bulamayacağız bunları: Başka mal yüklü artık şilepler... Beni ziyaret ederek şereflendirmenizi neye
borçluyum aziz Generalim?”
De Vissé uzun uzun hazırlanmıştı bu görüşmeye; yapacağı konuşmanın planını bile çıkarmıştı evde:
Yurtseverlik, son savaştan aldığı dersler ve askerlik ödevleri üzerine küçük bir söylev... Gel gelelim,
her şeyi bir anda unutuvermişti. Öfkeyle dişleyip kopardı puronun ucunu, tükürdü ve damdan
düşercesine konuya girdi:
“Felaket bir durumdayız; baştan başa eksiklerle doluyuz! Tabur başına kaç makineli düştüğünü
biliyor musunuz?.. Hele hava kuvvetlerimizden hiç açmayalım. Çünkü, örneğin benim emrimde,
yalnızca on bombardıman uçağı var, o kadar. Evet evet, yanlış duymadınız: On tane! Ne postalımız
var, ne de battaniyemiz... Kış da bastırmak üzere.”
Üzgün bir tavırla başını sallıyordu durmadan Tessat:
“Bilmez olur muyum hiç, biliyorum. Halk Cephesi’nin mirası bu bize. Ücretli tatil de öyle değil
mi!.. Ama durum pek yakında düzelecek. Amerika’dan satın almaya başlayacağız...”
“Almalı ve bir an önce almalı!”
Koruyucu bir gülümseyiş dolaştı Tessat’nın dudaklarında:
“Ekonomist olmadığınız nasıl da belli! Amerika’dan uçak satın almak bizim için avantajlı değil.
Yedek parçaları getirmek çok daha iyi. Her motorda biraz kazançlı çıkıyoruz böylece. Sonra düşünün
ki, sanayicilerimiz de endişeli. Méjeu tamamıyla cephe almış durumda: Milli endüstriyi sabote
edemezsiniz, diye bar bar bağırıyor. Ama tekrar söyleyeyim: Amerika’dan da bir şeyler satın
alacağız. İtalya’ya bir alay sipariş vermiş bulunuyoruz. 1941 baharında...”
General sözünü kesti:
“Peki, ya 1940 baharında başlayacak olurlarsa?”
“Benden çok daha iyi bilirsiniz ki Maginot Hattı’nı delmek olanaksız.”
“Olanaksız diye bir şey yok. Feda edecekleri adam sayısına bağlı her şey. Hem sonra Maginot
Hattı bizi kuzeyden gelecek saldırılara karşı korumuyor ki...”
“Liège istihkâmlarını nereye koyuyorsunuz peki, Albert Kanalı’nı nereye koyuyorsunuz?
Belçikalılara dokunulduğu takdirde, aslan gibi savaşacaklardır: Şövalye bir halktır Belçikalılar.”
“Belki öyledir, ama başkalarına güvenmek doğru bir hesap değil. Kuzey sınırımızı güçlendirmek
zorundayız.”
“Yıllar isteyen bir iş. Ve şu sırada da bir kuruşu harcarken bile düşünmemiz gerekiyor. Kimin daha
fazla altını varsa, savaşı o kazanacaktır.”
Tessat, acır gibi bakıyordu Generalin yüzüne: Kocaman bir çocuktu işte karşısındaki adam! Ve
kıpkırmızı olmuştu General. Nişanları sallanmaktaydı göğsünün üzerinde.
“Ben askerim...” dedi. “Görevim, itaat etmektir. Ama fikrimi de söylemek zorundayım. Susamam...
General Picard, ağır toplara, ancak 1942’de Siegfried Hattı’nı delmek için ihtiyacımız olacağı
iddiasında. Ama gördünüz Polonya’da neler olup bittiğini. Motorize birliklerini pekala gördünüz
değil mi? Ya burada da cepheyi delecek olurlarsa? Sınırlı bir bölgede örneğin? Ve daha geçenlerde,
tanksavar topları üretimimizin artacak yerde azaldığını öğrendim. Niçin? Çünkü işçiler
fabrikalarından alınıp toplama kamplarına yollandı! Gidip işçileri de gördüm: Çuval örmekle
uğraşıyorlar! Şeker kutusu yapsınlar daha iyi! Grandel’i buldum hemen. ‘1942’den önce imkansız...’
diyor. Diyor ama size haber veriyorum: Uçuruma doğru yol almaktayız! Uzman işçiler...”
Tessat hiddetlenmişti:
“Fouger’yi dinlemişsiniz hep ve haksızsınız. Yalnızca komünistler var kamplarda. Ben sizin
stratejinize karışıyor muyum, siz de politikayı rahat bırakın!”
“Politikanın ne işi var burada? Size toplardan, uçaklardan bahsediyorum ben...”
Ayağa kalkmıştı Tessat, bir-iki adım yürüdü ve bir mahkeme heyeti karşısında konuşur gibi kolunu
uzatarak:
“Kilisede dua ederken gördüm sizi...” dedi. “Şaşırdığımı gizleyemeyeceğim. Ben kendim laik bir
aile içinde yetişmiş olmama rağmen, dine saygı gösteririm ve dindarları anlarım. Şimdi söyleyin
bana: Siz bir Katolik olarak, nasıl olur da komünistleri savunabilirsiniz?”
“Komünistleri savunan da kim? Orduyu emanet ettiler bana, onu savunuyorum yalnızca. Bu işin
dinle bir ilgisi yok ki... Yarın kim hesap verecek? Biz askerler, Almanlardan nefret ederiz. Anlıyor
musunuz bunun ne demek olduğunu? Tamam. Ve Almanlar yarın buraya, Paris’e gelebilirler
ordularıyla... Bu durumda ben, değil komünistleri, elime geçirsem bizzat şeytanı bile fabrikalara
yollarım. Yeter ki silah yapsınlar bana!”
“Boş yere sinirlenmektesiniz Generalim. İçinde bulunduğumuz savaşın özel şartlarını hesaba
katmıyorsunuz hiç... Savaştan çok, bir silahlı barış içinde bulunmaktayız bugün... Gamelin bir alay
insanın hayatını Warndt Ormanı’nda niye kurban etti, bir türlü anlamam. Doğum oranı düşük bir
ülkedir Fransa, bu bakımdan iki kat tutumlu davranmamız gerekir... Parlak jestler çok pahalıya mal
oluyor. Oysa bu savaşın kaderi, başka şekilde tayin edilecek. Bizim tek silahımız, ablukadır! Ve
unutmayın ki, ablukanın masrafını da İngilizler yükleniyor! Almanlar bizi değil, İngilizleri torpilliyor.
Ve İngiltere’nin hissedilir şekilde zayıflamış olarak barış masasına oturması, herkesten önce bizim
işimize yarar. Dev bir pres makinesidir abluka: Bu makinenin vidalarını sıkıştıracağız biz. Ama çok
değil. Çok değil, çünkü Almanları çaresiz bırakmak da hata olur: Asıl o zaman yüklenebilirler
Maginot Hattı’na. Ürkütmek gerekir Almanları, anlaşmaya zorlamak gerekir. Almanya ile neden
savaşmaktayız biz? Uğursuz bir yanlışlık yüzünden yalnızca... Açık konuşmayı severim General, beni
bağışlayın: Askerlerin mümkün olduğunca ortada gözükmemesi gerekiyor bugün. Çünkü bu savaşı
generaller değil, diplomatlar kazanacaktır.”
Daha sonra, bakanla görüşmesini naklederken bar bar bağırıyordu De Vissé:
“Basit bir uşak gibi çıkardı beni odasından: Bizi ilgilendirmezmiş bu savaş! Amerika’dan bir iğne
bile satın almak istemiyorlar: Çok pahalıymış... Burada hiçbir şey yaptıkları yok: Çünkü onlara
bakarsanız, bütün işçiler komünist! Savaşmaya da niyetleri yok üstelik. Ordu... diyorlar... uslu uslu
otursun. Ne istiyorlar peki? Anlayana aşkolsun!..”
O akşam radyoda konuştu Tessat. Hiç sevmiyordu mikrofon karşısında konuşmayı: Ani bir dikkatle
parıldayan ya da bir sevgi halesiyle buğulanan bakışların yokluğu, buz gibi ediyordu içini... Nitekim,
operatörler hazır olduklarını bildirdiklerinde, Tessat ihtiyar odacıyı çağırttı:
“Ben konuşurken karşımda dur Maurice,” dedi. “Yüzünden ilham alacağım.”
Ağzı kulaklarına varan Maurice, gösterilen iskemleye ilişip hareketsizleşti. Ve dudaklarında tatlı
bir gülümseyişle başladı Tessat:
“Rübikon’u aşmış bulunmaktayız! Bizim savaşımız, yirminci yüzyılın haçlı seferleridir. Üstün
ahlaki değerleri, Hıristiyan hümanizmini ve bilinçsiz mekaniğin insani bir hale getirilmesini
savunmak ve korumak amacıyla çektik kılıcımızı. Ve bu kılıç, amansız olmasını da bilir. Düşman
karşısında bir devlet sırrını bile açıklamaktan çekinmiyorum: Fransa gökleri, hiçbir zaman bu derece
üstün nitelikli saldırı tankları taşımadı sırtında. Çelikten zırhımızı daha da güçlendirmek için, gece
gündüz demeden çalışıyoruz. Ve bu çabalarımız, kahraman müttefiklerimiz İngilizler ve okyanus aşırı
büyük demokrasi ülkesi tarafından desteklenmektedir. Ama asıl gücümüzü oluşturan şey, hangi
partiden ve hangi sınıftan olursa olsun bütün insanlarımızı birbirlerine kenetleyen kardeşlik ruhudur,
milli birliğimiz ve yenilmez irademizdir. Fransızlar! Uygarlığın gözü kararmış düşmanını yere
sermeden önce, kılıcımızı kınına koymayacağız!”
Yüzünde donup kalmış bir gülümseyişle iskemlenin ucuna yerleşmiş olan Maurice, kıpırdamaya
bile cesaret edemiyordu: Poz verir gibiydi objektife...
6
Ordu kurmayı, zengin bir Alsacelı sanayicinin konağına yerleşmişti. Kış bahçesi ve bilardo salonu
da olan büyük bir binaydı bu. Subaylar akşamları bilardo partisi yapıyorlardı salonda. Konağın
kütüphanesinde haritalar üzerinde inceleme yapılmaktaydı. Çocuk odası, çalışma bürosu haline
getirilmişti. Underwoodların aralıksız ateşi işitiliyordu bu odadan. Bir Mickey asılıydı duvarda.
Platin saçlı ve uzun mor takma kirpikli sekreter kız Lucie, bu resmin altında çalışıyordu. Generalin
favorisi Binbaşı Leroy’un aynasıydı Lucie.
Ev sahibinin biblolara pek düşkün olduğu hemen anlaşılıyordu. General Lerideau’nun masasında
Piza Kulesi biçiminde bir mürekkep hokkası göze çarpmaktaydı. Ayrıca, Kopenhag porseleninden bir
penguen heykelciğiyle Paris, San Francisco ve Tokyo’daki vakitleri gösteren üç kadranlı bir saat de
vardı... Ve çalışmaya başladığı zaman General, kırarım korkusuyla alıp bir kenara kaldırıyordu
pengueni. Kırıp dökmekten nefret ederdi: Parkenin üzerindeki mürekkep lekesini ya da bir
çimenlikteki asker postallarının izini, doğrudan doğruya kendisine edilmiş bir hakaret gibi ta içinde
duyuyordu.
Bu kişilikte bir kimsenin kendine başka bir meslek seçmiş olması gerektiği sanılır. Ama aile,
babadan oğula askerdi. 1914’te alay kumandanıydı Lerideau. Titiz bir asker olarak sivrilmiş ve
böylece de generalliğe kadar yükselmişti. Üstleriyle olduğu kadar astlarıyla da çok iyi geçinmeyi
beceren bir adamdı. Her zaman en ön safta yer alır, Foch’un bir ardılı olarak gösterirdi kendini.
“Bizim meslekte...” derdi, “esas olan, soğukkanlılıktır, ölçülülüktür.” Hep güler yüzlüydü, sinekkaydı
tıraşlıydı, kolonya kokardı. Kimseyi kırmaz, herkesin hoşuna gitmeye çabalar, bunun için de herkese
güven verirdi. Bir tek şanssızlığı vardı hayatta: Kısa boylu oluşu... Yanında ayakta duran birisi varsa,
asla izin vermezdi fotoğrafçıların resim çekmesine.
Lerideau’nun başarısında inceliğinin büyük bir payı vardı. Aslında milletvekillerinden nefret eder,
ama bir sivil onun yanında politakadan söz açtı mı: “Milletin seçtiklerine güvenirim ben...” derdi.
Breuteuil, Ducamp, Viard, sözün kısası hepsi, Lerideau ile iyi geçinmeye özel bir önem verirdi.
General bu kişilerle, yerine göre, Marne zaferinde 75’lik topların oynadığı rol hakkında ya da klasik
şiirin erdemleri üzerinde uzun uzun sohbet etmekten kaçınmıyordu. Edebiyat delisiydi. Corneille ile
Racine’in lüks baskılarıyla doluydu kitaplığı. Hatta bir zamanlar, galiba otuz yıl kadar önce, Parma
Manastırı’nı askerlik sanatı açısından inceleyen Stendhal’deki bazı yanlışlar hakkında başlıklı bir
makale bile yazmış ve makalesi de bir taşra dergisinde yayımlanmıştı.
Lerideau mesleğini sevmiyor değildi. Bir düzensizlik kaynağı olarak gördüğü savaş canını sıkardı.
Manevralardaki o güzelim mükemmellik, savaş başlar başlamaz ortaya çıkan bin bir terslikle altüst
oluyordu! Bayağı zayıflamış ve ihtiyarlamıştı şu son üç ay içinde. Sancılarından şikayetçiydi.
“Karaciğer,” demişti doktor. Ama Lerideau: “Kaygılanmak hasta etti beni...” diyordu. Her şeyden bir
kaygılanma payı çıkarıyordu kendine: Örneğin cepheyi çok dar buluyor ve emri altındaki birlikleri
nasıl kullanacağını kestiremiyordu. “Benim derdim de bolluktan işte...” diyordu. Açık havada yatıp
kalkıyordu askerler ve kasımda bir grip salgını başgöstermişti. Erlerin kafa tutmasından çekinen
subaylar, talime çıkmaz olmuşlardı. Askerler de sıkıntıdan içkiye vermişlerdi kendilerini. “Gamelin,
Siegfried Hattı’na yüklenmek için bütün ağır topları elinde topluyor...” dendiğinde, Lerideau içini
çekiyor ve: “Benim subaylarımınsa tabancası bile yok işte...” diyordu.
Zaman konusunda son derece titizdi. Sabah altıda herkes kalkmış oluyordu. Albay Moreau günlük
raporları okumakla görevliydi. Gazeteleri taramakla görevli olan Binbaşı Leroy ise, çok geçmeden
sıkılır ve Lucie’in çalıştığı odaya kaçamak bakışlar atmaya koyulurdu. Binbaşı Giset, levazım
subaylarıyla uğraşmaktaydı. Albay Javogue ise, haritalarla. Dazlak ve dalgın bir adam olan Yüzbaşı
Sanjet de Paris’teki gece kulüplerini anımsayıp içlenirdi. Günlük raporu hazırlayan oydu:
“Ziwinger’de iki erimiz yaralandı... Almanlar, 186. alaylarını 36. tümenimizin karşısına
yerleştirdiler... Düşman hava kuvvetleri önceki gün faaliyet göstermemiştir... Thionville’de bir
zührevi hastalıklar dispanseri açılmış bulunmaktadır...” Ve eeneral, pengueni özenle bir kenara alarak
mırıldanırdı: “Bak hele!.. Bak hele sen!...” Çok geçmeden de öğle olurdu zaten ve sofraya geçilirdi.
Strasbourg böreği vardı o gün yemekte. Albay Moreau ilan etti listeyi:
“Bura tanrılarının bize bir lütfu...”
İçini çekti General: Sıkı perhiz vermişti doktor. Sonra da kendi kendini avutmak için:
“En faydalı şey, salatadır...” dedi. “Otçul olup çıkıyor insan zamanla, et falan görmüyor gözü...
Çok doğal bir şey değil mi?”
Bir parça böreği aceleyle yutan Yüzbaşı Sanjet’ye düştü bu soruyu karşılamak:
“Tabii...”
Yemek sohbetinin konusu o gün Hitler’di. Etyemez olduğu söylendi Hitler’in. General afallamıştı:
“Bak hele!... Bak hele sen!.. Tuhaf!.. Çok tuhaf...” dedi bir kaç kez üst üste.
Sonra da Binbaşı Leroy, günlük basını gözden geçirdi:
“Finlandiya, bütün dikkatleri üzerine çekmeye devam ediyor. Rusların ne yapacağı merakla
beklenmekte...”
Canlanmıştı General:
“İlginç bir durum, evet, çok ilginç. Dairesel bir hareketle Botniya Körfezi’ne akmayı
deneyebilirler örneğin. Helsinki’yi İsveç’ten kesip koparmak için... Ya da, Mannerheim Hattı’na
doğrudan doğruya saldırıya kalkışabilirler. Göreceğiz yakında, göreceğiz.”
Onun gözünde Finlandiya savaşı demek, basit bir strateji meselesi demekti. Koca savaşı Paris’teki
çalışma odasında halledebilecekmiş gibi bir tavır takınmıştı... Hüzünle içini çekerek sordu:
“Bizim hakkımızda ne diyor gazeteler?”
“Pek bir şey yok bugün. Epoque’ta iki sütunu sansür kesmiş...”
“İyi etmiş. Ducamp’ın ya da Kerillis’in makalesiydi kuşkusuz. Böyle adamların yazı yazmalarını
yasaklamak gerekir aslında!”
General Picard’ın yakın dostuydu Albay Moreau ve her ikisi de nefret ederlerdi Ducamp’dan...
Nitekim Albay, fırsatı kaçırmadı:
“Paris’ten aldığım habere göre, Ducamp buraya gelmek niyetindeymiş...” dedi. “Bir bu eksikti
işte!..”
General dudaklarını yaladı: Öfkelendiğine işaretti bu.
“Yo, bu olmaz! Böyle sürprizler yapmasın Daladier bize... Kendi korkusunu buradaki herkese
aşılayabilir Ducamp... Kendi kulaklarımla duydum onu: ‘Baharda Almanlar kesin harekâta geçmiş
olacak!’ diye haykırmaktaydı. Bir zamanlar havacıymış, anladık. Ama strateji konusunda tam bir
cahil, burnunun ucunu bile göremez. Ona sorarsanız Maginot Hattı, Aisne ya da Somme ırmakları
üzerindeki istihkâmlardan farklı değil...”
Bir armut seçti General, iyice olgun mu değil mi diye uzun uzun yokladı, sonra bir meyve bıçağı
alıp özenle soydu ve ıslak parmaklarını özenle kuruladı bir peçeteye...
“Bıçak tereyağına girer gibi girdi mi, armut iyi demektir. Tadın bakalım kumandan...”
Sanjet’ye uzatmıştı meyvenin yarısını. Devam etti:
“Ducamp denilen o gevezeye gelince, Albay De Gaulle’ün etkisinde kalıyor. Okudum raporunu...
Gamelin haklı: Vesveselinin biri! Almanların blöf yaptığını anlamak istemiyor bir türlü. Ve her şeyi
birbirine karıştırıyor. Polonya’yı, bir avuç anarşistin düzenli birliklere karşı çarpıştığı İspanya’yı,
bizim cephemizi, her şeyi işte... Genel olarak şunu söyleyebilirim ki, bir insan, askerlik sanatının
klasiklerini incelemek dururken, sansasyonel olaylarla besledi mi kendini, hiçbir işe yaramaz... Bu
De Gaulle de yenilikçi olduğunu sanıyor. Gerçekteyse, kafasında Sedan’la Napoléon’un
savaşlarından başka bir şey bulunmayan bir alaylı. Unutmuş büyük savaştan aldığımız dersleri.
Sanıyor ki, bir zamanlar süvari birliklerinin yaptığı gibi bugün de tanklar koca Avrupa’da oradan
oraya koşabileceklerdir! Oysa yıldırım savaşlarının devri kapandı artık. Uzun süreli kuşatma
savaşlarına dönmüş bulunuyoruz gene. Truva savaşı işte...”
Peçetesini özenle katladıktan sonra halkaya geçirdi ve kalktı. Kahveyi salonda içtiler.
“General Monnet’den bir yazı geldi...” dedi Albay Moreau. “Manevraya benzer bir şeyler yapmak
istiyorlarmış. Askerleri, uçakların pike dalışına alıştırmak için.”
‘Manevra’ kelimesi barış zamanını anımsatmıştı Lerideau’ya. Ama derhal astı suratını: Şu
Monnet’nin bir icadı gene!.. Her şeyi kendi bilir ve herkesten önce sıvanır... Sonradan görmenin
biri!..
Devam ediyordu Albay Moreau:
“Vali bu tasarıya karşı. Çünkü Munster’in ötesindeki arazide yaşayan halk, henüz boşaltılmadı ve
köylüler bu manevraların omçalara zarar vermesinden korkuyor.”
Bir baş işaretiyle onayladı General:
“Valiyle tamamıyla aynı fikirdeyim. Alsacelıları özel olarak kayırmak zorundayız. Gülünç bir
teşebbüs Monnet’ninki... ‘Pike uçuşları!..’ Uçaksavar topları bulunmayan bir cephede, Polonya ya da
İspanya’da olsak, hadi neyse!.. Almanların attığı oltaya takılmak derler buna. En küçük bir söylenti
çıkmayagörsün, hemen bozuluyor moralleri. Bunları aynen iletirsiniz General Monnet’ye... Günlük
talimden başka hiçbir şey istemiyorum... Hem insanları biraz da dinlendirmek gerekmez mi canım...”
Yemekten sonra General ve Yüzbaşı Sanjet, savunma hattına gittiler. Lerideau’nun şoförü, sanayici
Méjeu’nün oğluydu. Babasının yüzü suyu hürmetine ordu kurmayında görevlendirilmiş genç bir
sportmendi bu. Genç Méjeu, otomobile son hızını vermişti ve Lerideau durmaksızın:
“Yavaş olalım dostum...” diyordu. “Acelemiz yok...”
Şoförüyle ahbaplık etmekten hoşlanırdı General: Bölgede olup biten ne varsa haberdardı çünkü
Méjeu.
“Yeni haberler var mı dostum?”
“Tam bir sessizlik generalim. Munster’e gittiğimde noterle konuştum: Eşyasını toparlamak üzere
gelmiş Périgueux’den Rossé davasının Alsacelılar üzerinde çok kötü bir etki bıraktığını söylüyor.”
“Dememiş miydim ben!”
Lerideau, Sanjet’ye dönmüştü:
“Paris’tekilerin gözleri hiçbir şeyi görmez oldu artık. Rossé’nin Alman casusluk örgütüne bağlı
olduğunu kabul etsek bile, bu sorunu ortaya çıkarmanın sırası mıydı yani!.. Siyasi uyuşmazlıkları
büsbütün ciddi bir hale getirmek, sanki neye yarar?”
Gene şoförüne döndü General:
“İlk hatlara uzandınız mı albayla birlikte?”
“Ernestein’a gittik generalim. Yüzbaşı Lesage’ın ağzını bıçak açmıyordu: Askerlerin morali iyi
değilmiş...”
Askerlerin, Yüzbaşı Lesage’ı nasıl taze sığır gübresine buladıklarını anlatacaktı az kalsın, tam
zamanında tuttu kendini: Öfkesinden kudururdu yoksa general. Zavallı yüzbaşının çığlıklarını
anımsayarak gülümsedi Méjeu...
“Çaresiz,” dedi Lerideau. “Sıkılıyor işte insanlar, daha zekice eğlenceler lazım onlara.”
Araba Strasbourg’a giriyordu şimdi. Kentte in cin top oynuyordu. Ağustos sonundan kalma
gazeteler görülüyordu satıcı barakalarının camlarında. Kahve taraçalarında küçük mermer masalarla
örme iskemleler müşteri bekler gibiydi. Kum torbaları yığmışlardı katedralin kapısına.
Meydanlardaki saatlerin her biri ayrı bir zamanı göstermekteydi. Bir mağaza vitrininde açık mor bir
sabahlık gören General, içini çekti derin derin: Sophie’nin de bu renk bir sabahlığı vardı... Bundan
dört yıl önce, bir hekim yüzbaşının kızıyla ikinci evliliğini yapmıştı Lerideau. Yirmi altı yaşındaydı
Sophie. Akıllı, titiz ve kocasına karşı ilgi dolu bir kadındı. Lerideau, çalışmaya oturduğunda, evde
herkes ayaklarının ucuna basarak yürürdü. Ve Sophie, en sevdiği yemeği yapardı kocasının: Sirkeli
zeytinyağı salçalı bir dana başı... ‘Jasmin de Corse’ kokusu sürünürdü hep....
Gözleme yeri, bir akarsu yarığının kıyısında, köknar dallarıyla örtülü bir bahçe çardağının
içindeydi. Dürbüne sarılan Lerideau, bir siperin yanında adamlar gördü. İşte düşman, diye düşündü
ister istemez. Sonra bir levha çarptı gözüne: “Fransızlar! Ortak düşmanımız, İngiltere’dir.” Biraz
arkaya da Hitler’le Jeanne d’Arc’ın resimleri konmuştu yan yana. Yüzünü buruşturdu Lerideau: Tam
bir zevksizlik örneği! Askeri harekât yerine propaganda yapıyorlar üstelik! Savaş mı, yoksa seçim
kampanyası mı belli değil... Biraz ileride kırmızı damlı evler var, incecik bir mavi duman yükseliyor,
bağlar var sonra... Savaş demeye bin şahit ister gerçekten! Kolaylıkla aldanabilir insan, bir manevra
sanabilir bütün bunları... Maviler nehri zorlamaktalar. 1916’da böyle miydi ya! Péronne’u hatırlıyor
Lerideau. Yıkıntılar, molozlar, cesetler... O günler bir daha geri gelmez artık. Piyade pantolonlarıyla
ve türküler söyleyerek başlamıştık savaşa. Şimdi ise Maginot Hattı’mız var.
Islak bir yoldan ilerliyorlardı. Nemli toprak kokuyordu ortalık. Bulanık bir kış güneşi çıkmıştı.
Birden bir müzik işitti General: Schubert... Sophie çalmıştı bir gün bu parçayı...
“Nedir bu kuzum?”
“Hoparlör...” dedi alay komutanı... “Alman propagandasını böylece bastırıyoruz generalim. Kendi
müziğini dinletiyoruz düşmana. Böylece de Almanlara karşı hiçbir kinimiz olmadığını göstermiş
oluyoruz.”
“Güzel bir buluş...” dedi Lerideau.
“Müzik parçalarının arasına Alman dilinde kısa cümleler katmamızı teklif etmişlerdi. 27. tümende
denedik, ama yersiz göründü bana...”
“Haklısınız: Savaşta savaşmak gerek. Politikayı politikacılara bırakmalı... Konser veriyorsunuz
demek bütün gün?”
“Bu sabah, 7’den 7.45’e kadar bir topçu düellosu oldu. Bataryaları...”
“Biliyorum, biliyorum... Kurban verdiniz mi?”
“Üç asker öldü, bir de ağır yaralı çavuş var.”
Bir dakika kadar bir sessizlik olmuştu. Derhal Fransızca konuşan bir ses yükseldi karşı taraftan:
İngilizler makine verir,
Fransızlar canlarını...
27. Tümen karargâhına doğru hareket etti araba. Orada siyasi propaganda yapılıp yapılmadığını
kendi gözleriyle görmek istiyordu Lerideau... Ama çok çabuk unuttu hoparlörleri: Önemli bir haber
vardı... Bir Alman avcı uçağı düşmüştü Ernestein dolaylarında ve ölmüştü pilot. Cebindeki bir
kâğıtta: Teğmen Karl von Schierau ibaresi bulunuyordu.
Gösterişli bir gömme töreni düzenlenmesini emretti Lerideau:
“İşte yerli yerinde bir propaganda size! Böylelikle, düşmana saygı duyduğumuzu göstermiş
olacağız. Albay Moreau temsil edecek beni...”
Bir an daldı, sonra:
“Von Schierau mu dediniz?..” diye sordu. Von... “Asil bir ailenin çocuğu olsa gerek... Almanya’da
büyük bir etki yaratabilir bu tören... Bizzat bulunmaya çalışacağım...”
Daha sonra hastaneyi ziyaret etti General. Hastane olarak kullanılan bir barakalığa girmişti.
Ortadaki iskambil kâğıtlarının üzerine telaşla bir kaput attı askerler.
“Nasılsınız yavrularım, dinleniyor musunuz?”
“Sağol generalim!”
Diyecek başka bir şey bulamayan Lerideau çıkmaya davrandı. Tam kapıya ulaşmıştı ki, bir ses
yükseldi arkasından:
“General Parmak Çocuk!”
Kendisine bu pis adın takıldığını biliyordu General. Paris’te, yolda işitmişti daha önce. Ama
burada, cephede, onunla alaya cesaret edilebileceğini aklından geçirmemişti. Komünistin biri
olmalıydı bu küstah! Dudaklarını yaladı. Yüzbaşı Sanjet ise, içini çekmişti: O akşam üç günlük bir
izin istemeye hazırlanıyordu Generalden... Gel de iste artık!
Döndüler. Lerideau hazmedememişti bir türlü hakareti. Büyük bir ayna vardı girişte. Önünden
geçerken durdu ve Albay Moreau’yu istetti:
“Kepaze bir düzensizlik var 27. tümende. Moral diye de bir şey kalmamış. General Monnet,
askerlerini düzene sokacağı yerde propagandayla uğraşıyor... Hoparlörlerden Almanlara siyasi
kaçakların nutuklarını okuyorlar. Bu siyasi sığınmacılar da Alman komünistleri olsalar gerek.
Başkumandana bir rapor yazacağız sizinle, bir kopyasını da Daladier’ye göndereceğiz.”
İçini çekti Albay: O gün Binbaşı Giset’den son yenilginin rövanşını almayı tasarlamıştı, iki
tavuğuna iddiaya girecekti. Yüzbaşı Sanjet, Leroy’a çoktan uçurmuştu haberi:
“Dudaklarını yalıyor yine bizimki: ‘Parmak Çocuk’ diye bağırdılar arkasından. Ben de yarın
Paris’e gitmek için izin isteyecektim, iyi mi! Hayat değil, kepazelik!”
Saat altıyı vuruyordu. Boşalmıştı büro. Bir tek Lucie kalmıştı çalışan. “Dubois Pierre, çavuş...”
deyip bitirdi o da sonunda yazmayı, kopya kâğıdını dosyaya yerleştirip makinesini örttü ve çevresine
dikkatle bakınarak bir üst kata yollandı. Binbaşı Leroy orada bekliyordu kendisini:
“Kapat gözlerini güzelim ve Venedik’te bir gondolda hayal et kendini.”
7
Sabahtan beri aralıksız yağmur yağıyordu, delinmişti sanki gökyüzü. Pis bir kış yağmuru. Kirli sarı
bir renge bürünmüştü ortalık, havada sonsuz bir hüzün vardı. Ve su içinde kalmış postallarına
bakıyordu Pierre... Sık sık bir noktaya dikerdi gözlerini böyle: Orada bir şey keşfedecekmiş gibi.
Ama hiçbir şey görmezdi. Hiçbir şey düşünmezdi de üstelik. Çevresinde olup bitenler öylesine
bulanıktı ki. Uyumadığına inanmak için, kolunu çimdiklemek ve bağırmak arzusu duyuyordu bazen.
İşin aslında, olup biten bir şey de yoktu: Özetlemek gerekirse, 37. tümenden bir çavuş yağmur altında
ıslanmaktaydı o kadar. Bazen Liszt’in bir rapsodisini dinliyordu bu çavuş, bazen astsubayın
küfürlerini. Ve hem astsubayın küfürleri, hem de Liszt zaman zaman bir topçu ateşiyle delik deşik
olurdu. Ama müthiş bir şey vardı bütün bunların arkasında gizlenen: Düşünmeye cesaret edemiyordu
Pierre.
Sıcak bir ağustos günü gelmişti bu hal ona. Ertesi sabah uyandığında sevinçle gerindi. Kahve
pişiriyordu Agnès, Doudou yerde oynamaktaydı, kırmızı atına çark ettiriyordu durmadan. Oda güneş
içindeydi. Ve hemen anımsamıştı Pierre.
O günden beri de sürekli bir uyuşukluk içinde yaşamıştı. Doğrulamıyordu bir türlü ve susuyordu
hep. Oysa taşkın yaradılışta bir adamdı.
Pierre’in memleketi şu anda sımsıcaktır. Noel gülleri açmaktadır şimdi. Ve uzakta görülen
Canigou’nun kızıl zirvesi ateş saçar gibidir ortalığa. Eskiden Canigou’ya tırmanmıştı bir kez...
Bugün bu yağmurun dineceği yok, anlaşıldı. Yarın da dinmeyecek, öbür gün de. Çok geçmeden, bu
soluk gökyüzünden doğru, hoparlörden çıkmış gibi boğuk bir sesle inlemeye koyulacak sanki
melekler: “Ne mutlu gökyüzünde olana...”
Hareket anına kadar bir mahkûm gibi dolaşıp durmuştu Pierre. Ve kocasının karardıkça karardığını
gören Agnès, bir çıkar yol arıyordu:
“Uzaklara, Amerika’ya gidelim Pierre. Orada çalışırız.”
Başını salladı:
“Yalnızca bizim için değil, herkes için kötü gidiyor işler. Kendi canımı niçin kurtarmaya kalkayım
bu durumda? Geçmişe de geçmiş derler.”
Halk Cephesi devrini kastediyordu bu son sözleriyle.
Bir zamanlar, olaylarda bir payı varmış, kendisi de sorumluymuş gibi geliyordu ona. Viard’ın
dönekliğinden sonra bile, bizimkilere uçak gönderiyorum ya, diyerek avutabilmişti kendini. Şimdi ise,
oduncunun baltayı indirdiği bir ağaç gibiydi. Ortadan kalksa, makinenin işleyişini yavaşlatmaktan bile
aciz küçücük bir çark.
Hareket ettiği gün, birbirlerine girmelerine ramak kalmıştı. Agnès alnını kırıştırarak:
“Siz istediniz bunu,” demişti.
Patlayıverdi Pierre:
“Hayır! Bizim savaşımız değil bu savaş!”
Agnès’in gözünde savaş savaştı: Mermi, çamur, kan ve ölüm. 1939 Eylülünün 1938 Eylülüne
hiçbir şekilde benzemediğini nasıl anlatabilirdi ona? “Politika bunlar, kelime oyunu hep...” diye
bastırıyordu yanıtı. Oysa Pierre’in gözünde bunlar, gerçeğin ta kendisiydi. Yedek askerlerin uygun
adımı başka bir ses veriyordu şimdi. Hiç kimse türkü tutturmuyordu artık. Mahkûmların boyun eğmiş
ifadesi okunuyordu yüzlerde. Ve çıkar yol göremiyordu Pierre.
Şimdi anlıyordu kendisini Michaud’dan ayıran şeyi. Boşu boşuna değildi durmadan tartışmaları.
Kırabilirsin Michaud’yu: Dün Jules nasıl devrilip gittiyse, devrilir gider o da. Ama Michaud’yu
eğemezsin: Beli sağlamdır çünkü, katılır gülmekten, haykırır: “Hem de nasıl,” ama dimdik durur.
Nerede acaba şu anda? Onu görmeyi, bir an olsun konuşmayı öylesine isterdi ki Pierre. Ama hayır,
Michaud’nun hiçbir yardımı dokunamaz ona. “İşin sonrasına bakmak lazım,” diyecektir. “Olayların
diyalektiği bu.”
Pierre tuhaf bir yalnızlık duygusuna kaptırmıştı kendini. Onu çoğunluğu ürkek ve mızmız Bröton
köylülerinden oluşmuş bir birliğe vermişlerdi. Adamların hepsine onu bir anarşist olarak
tanıtmışlardı: Köylülere anlatılanlara bakılırsa İspanya’da kiliseleri ateşe vermiş bir inançsızdı o.
Birliğin başındaki Teğmen Esterelle, Breuteuil’in emrinde çalışmıştı. Şiire tutku derecesinde
hayranlığı vardı. Sefaletin romantizmine ve faşizmin kaynağındaki mistik güce inanıyordu. Bütün bu
emrindeki ter kokan, Fransızcayı kötü konuşan, Aziz Guénolé resimlerindeki hikmete sımsıkı bağlı
insanları küçümsüyordu. Bütün öbür subaylara da onu göstererek, “Dikkat edin bu adama. Böylesi
ensesinden vurur adamı,” demişti. Pierre’in mühendisliğini, L’Atelier’nin ve Eluard’ın şiirlerinin
hayranı olduğunu öğrenince canı pek sıkılmıştı.
Pierre birliğin içindeki tek Parisli ile, Jules ile dostluk kurmuştu. Jules eskiden bir gaz
fabrikasında çalışmıştı. Çok şakacı çocuktu, Pierre’i boyuna güldürürdü: “Surat asmanın sırası mı
şimdi! Neler gördük biz! Bu saatte Maurice Thorez mutlaka bir çare arıyordur bu işe. Sonunda
bulacak. Ben ava çıkıyorum: Burnuma tavuk kokuları geliyor. Ne zamandır iyi bir et yemedim.”
Pierre’i içindeki sıkıntıdan çekip alan oydu: “İyimserim ben. Bütün olayları bir domuzun görüş
açısından düşünelim. Savaştan önce haftanın yedi günü domuz kesilirdi mezbahalarda. Şimdi
pazartesi ve salı günleri domuz eti satmak yasak. Demek ki bu hızla domuzlar, yüzyıl sonra
dokunulmazlık kazanacaklar, göreceksin!..” O böyle konuştuğu zamanlar Pierre sıkıntılarını unuturdu.
Gülerdi. Oysa Jules ölmüştü artık.
Pierre çok kısa mektuplar yazıyordu karısına. Agnès’e ne anlatması gerektiğini bilemiyordu.
Yağmur var diye mi yazsın kıza? Jules’ün sululuklarını mı anlatsın? Jules’ün ölürken kendisine bakıp,
“Yaban turbu var mı?” dediğini mi söylesin? Yoksa Teğmen Esterelle’in Valéry’den şiirler
okuduğunu, ama asker kaputu gördüğü zaman ölesiye korktuğunu mu? Agnès’in mektupları baştan sona
kocasının sağlığı üzerine sorularla ve bir de küçük Doudou’nun yaptığı maskaralıklarla doluydu.
İkisinin de birbirlerine o kadar çok söyleyecek şeyleri vardı ki, ama ikisi de susuyor, bir şey
yazmıyorlardı. Pierre sık sık Agnès’i düşünürdü: Onun yolu uzun ve dümdüz bir yol. Göz kamaştırıcı
parlaklıkta bir temmuz ışığı. Ya kendisi? Kendi önünde hep keçi yolları ve labirentler. Yolunu
şaşırdığını biliyordu Pierre.
Ya bu yağmur? Bitmek bilmez mi bu yağmur? Pierre Toulouse Havaalanı’ndaki yağmurlu geceyi
anımsadı. Nasıl acı çekmişti o gece? Ama şimdi hiçbir şeyin, acının bile sancısını duymuyordu:
Kloroform koklayıp ölmek gibi. Islak bir köpek nasıl kokarsa kaputu öyle kokuyordu şimdi. Ve o bunu
bile önemsiyor. Yaşayan tek şey bu koku, bu yüzden önemsiyor. Bir de bunun ötesinde başka hiçbir
şey olmadığı için. Fonografın sesi... Almanlar eğlencesiz kalmasın diyeymiş. Soytarılar sizi!
Teğmen Esterelle çağırttı Pierre’i:
“Bu kitabı Yüzbaşı Gémier’ye götürün.”
“Olur, teğmenim.”
Kitabı aldı. Teğmen onu aşağılamak, ezmek istiyordu aslında. Bir komünist ancak proleter şairleri
tanır. Öyleyse bu proleter olmayan şairin kitabını taşısın bakalım!
Topçu birliklerinin karahgâh kurdukları çiftlik dört kilometre ötedeydi. Yüzbaşı Gémier de estetti.
Bir sanat meraklısı yani. “Bana okuyacak bir şey gönderin. Sıkıntımı dağıtmak için uyak sözlüğü
hazırlıyorum,” diye yazmıştı.
Pierre bir saçağı siper alıp açtı kitabı: Şiirler. Şairin adına bakmamıştı.
Onu sarhoş edecek mutluluklar çok uzakta
Umudunu kesmiş, yaşıyor, mutsuz bir tuzakta...
Kapattı kitabı. Agnès’in sesini duymuştu sanki. Onu çağıran bir sesti bu. Sonra Agnès ona yaklaşıp
adamın ıslak yanaklarını okşamıştı avuçlarıyla. Alev alev yanan bir el. Yağmur damlacıkları
yanaklarından aşağıya süzülüyordu.
Yoluna devam etti. Yol bağların arasında kıvrım kıvrım dolanıyordu. Kilise sağ taraftaydı. Çan
kulesi yıkılmıştı. Büyük bir obüs çukurunun yanından geçti. Aklından, isabetli bir iş yapmışlar, diye
geçirdi. Tarlalara doğru uzaklaştı.
Miyop ve sıkılgan tavırlı bir adamdı yüzbaşı. Pierre kitabı verdi. Orada, topçu askerleriyle birlikte
sirke gibi keskin şaraptan bir kadeh yuvarladı. Tekrar yola koyuldu. Yağmur da kesilmişti şimdi.
Hoparlörler alışılmışın dışında bir saat öncesinden susmuşlardı. Gürültüsü bütün vadiye yayılan bir
patlama duyuldu ve karşılıksız kaldı. Tekrar sessizlik geldi. Pierre tekleye tekleye anımsamaya
çalıştı: “Onu sarhoş edecek mutluluklar çok uzakta.” Bu gece Agnès’ten mektup alacak. Sonra gece ve
koğuş: Saman kokusu, insanların boğucu ve kızgın solukları, yanında yatan kızıl saçlı delikanlının,
Yves’in horultuları...
Tekrar bir top gürüldemesi. Tekrar bozulan sessizlik. Günde iki kez tekrarlanırdı bu. Ama bu ilk
gürültüye, bu ilk patlamaya hiç alıştıramamıştı kendini. Sanki dünya yıkılırcasına değişiyor,
yırtılıyordu. Bizimkiler şimdi karşılık verir buna, diye geçirdi içinden. Yoldan ayrıldı. Eğilerek yere
yattı. Nasıl ıslak, sırılsıklam bir toprak. Şimdi burada en azından bir saat böyle kakılıp durmak
zoruna gidiyordu. Ama olsun, nasıl olsa akşam okuyacağı bir mektubu var.
İkinci patlamayı önce fark etmedi. Bir an sarsıldığını hisseder gibi oldu, o kadar. Oysa bir obüs
parçası kalbura çevirmişti onu. Yarım saat kadar sonra çevreyi kolaçan eden topçu askerleri buldular
Pierre’i.
Ertesi sabah kendine gelir gibi oldu. Ampulün çiğ ışığı gözlerine kaçınca yeniden kapattı gözlerini.
Yavaş yavaş anımsamaya başlıyordu. Önce kitabı, sonra askerleri, içtiği şarabı ve obüsü. Yaralı
olmalı. Belki de ölmek üzere. Yok... yok... Uyku hali belki onunkisi. Pierre hep sağ tarafına yatarak
uyuduğu için eski bir alışkanlıkla sağ tarafa dönmek istedi. Acı dolu bir çığlık attı. Galiba ölüm
yakınındaydı. Çok önemli bir şeyi unuttuğunu sezinliyor ama unuttuğu şeyi bulup çıkaramıyordu.
Agnès’i görmek istemişti birden. O yüzbaşıya giderken saçağın dibinde karşısına çıktığı gibi o haliyle
tekrar gelmeliydi Agnès. Şimdi onun yüzünün hatlarını bile tam anımsayamıyor, bir türlü
netleştiremiyordu. Kendi kendini inandırmak için, “Agnès!” diye tekrarlıyordu boyuna. Hastabakıcı
kadın yaklaşıp yastığını düzeltti. Bir çizgiyi andıracak kadar uzun yüzlüydü. Kadın onun farkında bile
değildi. Sonra yastığın üstünde canlı ve parlak renkli bir oyuncak gördü Pierre. Parlak yeşil
kıvılcımlar saçan kırmızı bir midye kabuğu. Pierre kumların üzerindeydi. Midyenin kabuğundan
pastalar çıkıyordu. Hayır! Balıktı bunlar. Yok, uzun sakallı bir cüce! Kum çok kuru. Pastanın hamuru
bile tutmuyor ıslak olmadığı için. Bağırdı: “Neden kuru bu?” Hemşire ıslak bir bez koydu onun
alnına. Pierre hiçbir şey duymadı, tekrar kaybetmişti kendini.
Pencerelerden içeriye taşıp gelen bir müzik vardı. Bu, öldürülen Alman pilotunun ölümüne saygı
içindi. General Lerideau nutuk çekiyordu:
“Bir savaşçının cenazesi önünde eğiliriz... vatan sevgisi... görev sevgisi...”
Yağmur yeniden, hem de dünkünden daha şiddetli yağmaya başlamıştı. O bile kaybettiği zamanın
peşinden koşar gibiydi.
Pierre’in umut ettiği gibi Agnès’in mektubu o akşam geldi. Mektup üç gün acılar içinde kıvranarak
bekledi. Sonunda geri gönderdiler mektubu ve üzerine: “Ölmüştür. İadesi.” diye yazdılar.
8
La Voie Nouvelle, beyaz boşluklarla çıkmaya başlamıştı. ‘Anastasia Teyze’nin kendisini mezara
yolcu edeceğinden yakınıyordu Joliot: Her şey yasaktı. Vosges bölgesinde soğukların bastırdığını
yazmak, yasak; İtalyanların Almanya büyükelçisini alkışladıklarını yazmak, gene yasak; Şili
hükümetinin İspanyol sığınmacılarını kabul ettiğini yazmaksa, hepten yasak! Kollarını iki yana açarak
bağırıyordu Joliot:
“Bromürden başka bir şey kalmadı yazacak!”
Cephede karısız oynaşsız canları sıkılmasın diye, askerlerin yemeğine bir parça bromür katıldığı
söylenmekteydi. Hatta Joliot bu konuda bir nakarat bile koymuştu gazeteye:
Hemen geliyorum, bekle Greçen;
Bu sefer bromürsüz geliyorum hem!
Dessère’in durumunun sarsılması üzerine, kendine bir başka koruyucu aramaya koyulmuştu Joliot.
Breuteuil onu Montigny ile tanıştırdı. La Voie Nouvelle ’in daha önce de yön değiştirdiği olmamış
değildi gerçi ama bu sefer Joliot gerçekten üzgündü. Görgü sahibi bir adamdı Dessère, kibarca
bildirirdi şartlarını ve sigara ikram eder gibi doğal bir jestle verirdi çekleri. Oysa Montigny,
karşısında uşağı varmış gibi Joliot’yu azarlıyordu. Yazı işlerine bile sokmaya başlamıştı burnunu. Bir
radikalin ya da bir sosyalistin evlendiğini bildiren masum bir haber çıkmayagörsün gazetede.
Küplere biniyordu Montigny. Dünya alemle de bozuşamazdı ya Joliot! Montigny ile sonsuza dek
yaşamaya ve onu desteklemeye devam edemezdi.
Muhabirlerden biri de bir haberde, Almanları küçümsemek için kullanılan ‘boche’ kelimesini
kaçırmıştı kaleminden. Tepiniyordu Montigny:
“Rezalet bu! İnsanoğlunun en barbar, en hayvani yanlarına hitap etmeye başladınız! Almanya ile
savaş halindeyiz, anladık. Ama bu savaş, şövalyeler arasındaki bir yarışmaya benzer, tarihi bir
dramdır. Ve üstün bir devlet adamıdır Hitler!”
Alman havacısının büyük bir törenle toprağa verilmiş olduğunu öğrenince Joliot’nun nasıl
sevindiği kolayca tahmin edilebilir. Törenin anlatımına ve Lerideau’nun söylevine tam bir sütun
ayırdı gazetede. Ama ertesi gün gene dört dönmekteydi. Yazacak şey kalmamıştı! Sözümona üç aydır
sürüp gelmekteydi savaş, ama savaşı gören kim? Savaş ortada yoktu. Askerler ölmesine ölüyordu,
ama çarpışmaktan değil, gripten. Ve daha bir gün önce mecliste, Ren üzerindeki demiryollarının ortak
kullanımıyla ilgili bir anlaşma yapılacağı bildirilmişti Almanya ile. Allahtan ki milletvekillerinden
birisi, o da tam oylama sırasında, yazın meclise getirilmiş olan bu kanun tasarısının yürürlüğe
konamayacağını, çünkü Ren üzerindeki bütün köprülerin çoktan havaya uçurulduğunu anımsamıştı!
Halk, ‘savaş maskaralığı’ adını takmıştı bu savaşa. “Şu savaş maskaralığı hakkında ne
düşünüyorsunuz kuzum?” diye soruyordu insanlar birbirine. Ve eğlenceli birtakım hikâyeler
anlatılmaya başlıyordu. Ama yazacak hiçbir ciddi şey yoktu.
Düşman kimdi? Bilen yoktu bunu. Bomba yerine bildiriler ve broşürler dökülüyordu Alman
uçaklarından. Ve “Çok güzel basılmış doğrusu...” diyordu insanlar. Stuttgart Radyosu’nun yayınlarını
dinliyorlardı. Fransızdı spiker, Joliot, ‘Stuttgart haini’ adını takmıştı ona. Ama herkesin tanıdığı bir
kişi olup çıkmıştı adam. Milletvekilleri bir araya geldiklerinde, ilk iş olarak şunu soruyorlardı
birbirlerine: “Neler söylemiş gene ‘Stuttgart haini’ bizim gizli oturum hakkında?”
Ve hiç beklenmedik bir anda bir mucize olmuştu. Montigny gece geç saatte çağırttı Joliot’yu. İlk
olarak neşeli, hatta sevimliydi. Juoliot’nun istemiş olduğu meblağı hiç pazarlığa girişmeden verdi.
Sonra da coşkun bir edayla:
“Siyasi yorumları Breuteuil’den isteyin,” dedi. “Ve bulabildiğimiz kadar da kahramanlık hikâyesi
bulup koyun gazeteye. En iyi savaş muhabirlerinizi de hemen yola çıkarın.”
Düşmanın kim olduğunu sonunda saptayabilmişlerdi. Nitekim iki gün sonra da özel muhabirler
Helsinki’ye hareket ettiler.
Tessat, İtalyan büyükelçisine bir yemek verdi. Roma mutfağını, Piemonté şaraplarını, Veronese’in
tablolarını ve Mussolini’nin siyasi dehasını uzun uzadıya övdü yemek sırasında:
“‘Duçe’nin müdahalesine rağmen savaş başladığında ne kadar üzülmüş olduğumu bilemezsiniz! Şu
son aylar benim için gerçek bir kabus halinde geçti. Bütün uygar Avrupalılar için de öyle oldu zaten.
Ama ilk umut ışığı belirmiş bulunuyor işte: Moskova’nın hareket tarzı karşısında dünyanın gösterdiği
tepki, her şeyin henüz kaybolmamış bulunduğunu kanıtlıyor. Bu arada özellikle İtalya’nın takındığı
tavır, benim için büyük bir destek oluşturmaktadır. ‘Benim için diyorum, çünkü ben kendimi bildim
bileli, Latin ülkeler arasında bir ittifak için mücadele ettim. Büyük Roma’nın çocuklarıyız bizler.
Danzig, hatta bütün Polonya, uygarlığının kaderi söz konusu olduğunda ne ifade eder ki! Açık
konuşalım: Bizim ortak düşmanımız, Moskova’dır! Ve bugün Paris’le Roma’nın, ama aynı zamanda
da Berlin’in geleceği, Karelya Körfezi’nde başlayan savaşın sonucuna bağlıdır.”
Herkes canlanmıştı yeniden: ‘Kuzey günleri’ düzenliyordu Bayan Montigny. Ve Sibelius’un
nağmeleriyle aşka gelen sosyete hanımları, Finlandiyalı askerler için yün çoraplar ve kulaklıklar
örüyorlardı bu partilerde. Yalnızca Méjeu, Mannerheim yararına düzenlenen piyango için bir buçuk
milyon frank bağışlamıştı: Çek, Fin mareşalinin kızına büyük bir törenle teslim edildi. Öte yandan,
Marsilyalı gangster Billier ise, Moskova Sokağı’nın Helsingfors Sokağı olarak değiştirilmesini
istemekteydi.
Madeleine Kilisesi’nde, Fin ordularının zaferi için bir ayin yapıldı. Aşk ve şevk ile dua etti
Breuteuil. Kiliseden çıkışta da La Voie Nouvelle ’in idarehanesine gitti ve şaşkına çevirdi Joliot’yu
(oysa şişman gazeteci öyle kolay kolay fallayacak tiplerden değildi):
“Derhal gidip Viard’ı bulun ve Finlandiya hakkında birkaç yazı isteyin kendisinden.”
Oysa Montigny’nin hiç tahammülü yoktu Viard’a. Eski bakanın sözü geçer geçmez haykırmaya
başlıyordu: “İşçilerin gemini elden o koyuverdi, onlara plajlarda yan gelip yatmayı da öğreten odur!”
Tabii Joliot, yeni hamisinin zevklerini göz önünde bulundurmak zorunda olduğundan, pek aramıyordu
Viard’ı. Palais-Bourbon’un yanındaki Marius lokantasında karşılaşmışlardı bir gün, Viard
melankolik bir sesle:
“Unuttunuz artık beni,” diyerek içini çekmişti.
Joliot da feryat etmişti hemen:
“Ne sanıyorsunuz kuzum siz beni? Tanrı değilim ben, Tanrıların sözcüsüyüm yalnızca.
Montigny’nin ne kadar hoyrat bir adam olduğunu bilmez değilsiniz! Dessère’in tökezlemesi tam bir
felaket, yalnız benim için değil, Fransa için de felaket. Şimdi Breuteuil söylüyor, ben yazıyorum. Sağı
solu olmayan yobazın biri, tatlı dil nedir bilmez, zehir gibi laflar eder. Alman kurt köpeğiyle Fransız
horozu karışımı bir şey. Marsilya’da yoktur böyle adam. Kaç kez söyledim kendisine: Peki Viard ne
olacak, diye. Milli birlik dedikleri şey, yalnızca lafta kalıyor, heyhat! Oysa ben size büyük değer
veririm bilmez değilsiniz, sayarım sizi. Daha da önemlisi, severim!”
Acı acı gülmüştü Viard, kenarda bir masaya geçmişti. Doktorun öğütlerine göre yemesi
gerekiyordu, üstünde taşıyordu kendisine yasak olan yiyeceklerin listesini: Kuzu kulağı, domates...
hayır; havuç... evet.
İşte şimdi de Breuteuil, Joliot’u tutmuş Viard’a yolluyordu. Şişman gazeteci öylesine şaşkındı ki,
bütün yol boyunca kendi kendine söylenip durdu: Ne devir yahu! Her şey her gün değişiyordu yeni
baştan. Kime çamur atıp kime gülümseyeceğini haddinse gel de kestir!
Viard şimdi, tablolarıyla kitaplarının arasında tam bir inziva hayatı yaşamaktaydı. Tiksintiyle
seyrediyordu olayların akışını. Kötü bir piyesin zorunlu seyircisi gibi: Kalkıp gitmesi imkansızdı,
oyunsa korkunç sıkıcı... “Bütün bu olup bitenlerde, bir tek fikir kırıntısına bile rastlayamıyorum...”
diyordu. Sonra da, memnun ekliyordu: “Her şeye rağmen şansım varmış! Tam sırasında geçti Tessat
yerime. Çektikleri şarabı içsinler bakalım şimdi!” Viard mecliste, tahmin edilebileceği gibi, hükümet
lehinde oy kullanmaktaydı. Yurtseverliğin gerekleri üzerine iki kez konuşmuştu. Ama, faydasız bir
ezber okurmuş gibi, kuru ve cansız bir sesle konuşuyordu. Yersiz bir kargaşalık gibi görünmekteydi
ona bu ‘savaş maskaralığı.’ Çin’de de adam öldürüyorlardı. Niçin?
Komünistlere karşı zulüm hareketleri başladığında biraz canlanmıştı. Eski hıncı uyanmıştı içinde.
Kendi yenilgisinden komünistleri sorumlu tutuyordu. Fabrikaların işgalini düzenleyenler, küçük
esnafı kızdıranlar, Daladier’yi Breuteuil’in kucağına itenler, hep komünistlerdi. Durmadan
yurtseverlikten söz açarlardı. Münih’e kızmış gibi görünmüşlerdi nitekim. Ama iş savaşmaya gelince,
tereyağından kıl çeker gibi sıyrılmışlardı işin içinden. Ve şimdi de işçiler: “Savaşa karşı olan,
yalnızca komünistler var,” diyordu. Viard bunun usta bir seçim manevrası olduğunu düşünüyordu :
Bir milyon oy kazanılır, diyordu kendi kendine. Ve tabii, komünist milletvekillerinin tutuklanması
teklifini desteklemişti. “Haklı bir önleme ne denebilir,” şeklinde bir beyanat vermişti. Senatör
Cachin’e el sürülmemiş olduğunu işittiği zaman da küplere bindi. Nefret ediyordu Cachin’den. Bir
zamanlar, aynı partinin üyesi olarak, aynı toplantılarda birlikte söz almışlardı. Genç komünistler, bir
başka alemin adamlarıydı Viard’ın gözünde, onlara kızmıyordu. Ama Cachin’i büyük bir hain olarak
görmekteydi: Hem üstün kültürlü bir insan, bir hümanist, bir ünlü demokrat olacaksın; hem de
komünistlerle el ele yürüyeceksin!
Her gün yüzlerce insan tutuklanıyordu. Hatta taşrada yer yer sosyalistlere bile el atmaya
başlamışlardı. Heyecanlandı Viard: “Gericiler gene azdı!” diye düşündü. Tapınaktan ayrılmayan bir
yaşlı papaz gibi, geleneklerin koruyucusu olarak görüyordu kendini. Müdahale etmeyi düşündü ilkin,
ama hemen vazgeçti. Komünistlerin oyununa gelmek olmaz mıydı bu!
Kendi kabuğuna kapandı yeniden. Cézanne’ın küçük bir natürmortunu satın almak şansına ermişti
bu yakınlarda. Lake bir tepsi üzerinde iki elma. Ve tuvalin önüne geçip saatlerce seyrediyordu. Kendi
başlarına iki dünyaydı bu elmalar. Tamamlanmış ve olanca ağırlıklarıyla ortada duran iki dünya.
Tıpkı madde gibi.
Coşkunluk çağını artık geride bıraktığını sanıyordu. Tanımıyordu kendi kendini. Finlandiya
olayları, gençliğine kavuşturdu onu. İki sert konuşma yaptı mecliste. Tıpkı yirmi yıl önce olduğu gibi,
burnunun üzerinde dans etti gene kelebek gözlüğü. Savaş, aniden bir anlam kazanmıştı:
“Komünistler... İşte emperyalizmin gizli ordusu!”
Joliot, Breuteuil’in ondan beklediği şeyi açıkladığında:
“Hay hay dostum, derhal,” dedi. “Yaşlılığıma ve hastalığıma rağmen yapacağım hem de. Doktor
çalışmamı yasakladı. Zayıflar gevşediğinde, göreve koşmak bize düşer. O eski parti kavgalarını
unutmakla iyi etmiş Breuteuil. Şimdi gerçekleştirebiliriz işte kutsal birliği. Hem de öyle lafta değil,
eylem halinde.”
İlk makaleyi hemen yazdırdı. Sesi titriyordu heyecandan.
“Tiksinti duyuyor insan. Von der Goltz’un askerleri, haklı bir dava uğrunda savaşmışlardı. Mareşal
Mannerheim, bir adalet şampiyonudur.”
Sonra da:
“Çok güçlü bir müttefikimiz var,” dedi Joliot’ya: “General kış hazretleri.”
Joliot belirsiz bir jestle:
“Doğrusunu isterseniz, bu Finlandiya’nın nerede bulunduğunu bile doğru dürüst kestiremiyorum,”
diye yanıtladı. “Müthiş bir soğuğun hüküm sürdüğü söyleniyor orada. Gönderdiğimiz askerler
kıkırdayacak demektir, yanılıyor muyum? Ya İtalya’nın tutumu hakkında ne düşünüyorsunuz? Bunu bir
Marsilyalı olarak soruyorum size. Yurtsever biri olarak. Marsilya üzerine yürürler mi dersiniz, ha?”
“Asla! Moskova’nın çevirdiği dolaplara müthiş öfkeleniyorlar. Bizden farkları yok yani. İtalyan
tehlikesi söz konusu değildir artık bizim için.”
Kızı Louise sökün etti ertesi gün. Ve damadının askere alınmış olduğunu öğrendi Viard:
“Korkunç bir düzensizlik gördüğünü yazıyor Gaston. Tanksavar topları mı nedir, işte ondan hiç
yokmuş hele. Askerlerin de postalı yokmuş, moralleri de çok kötüymüş. Öyle ki, askerlerle sohbet
etmeye bile korkuyormuş Gaston. Ne olacak Fransa’nın bu hali baba?”
Dinliyordu ama, dalgındı Viard.
“Akıl almaz bir şey!” dedi. “Bu savaşın doğru dürüst hiçbir sonuç getirmeyeceğini söyledim hep
ben. Bir fikir kırıntısına rastlasam canım yanmayacak. Ama o bile yok. Finlandiya ise, ayrı bir dava.”
Karelya’daki harekâttan, kayakçı savaşçılardan, piyangolardan hararetle söz etmeye koyulmuştu.
Louise kesti:
“Bazen biliyor musun baba, sabahın beşine kadar uyuyamıyorum bir türlü. Kara kara düşünüyorum
hep. Ya Almanlar kazanırsa zaferi?”
“Mümkün.”
O kadar sakin bir tonla söylemişti ki bunu, afalladı Louise:
“Ne dedin baba? Mümkün mü dedin!”
Dudakları titriyordu, ağlamak üzereydi. Kızını yatıştırmak istedi Viard:
“Korkma,” dedi, “Maginot Hattı’mız var ya.”
Gazeteyi getirdiler. Kendi yazısını dikkatle okudu. Kafasını sallıyordu durmadan, onay
makamında... Sonra da fotoğrafa bir göz attı: Bir kar manzarası. Ve ayakta, soğuktan donmuş iki
asker. Sımsıkı yapışıp kalmışlar tüfeklerine. Saldırmak üzereymiş gibi. Jestin canlılığını olduğu gibi
korumuştu soğuk. Üzüldü Viard: ‘Durulma da yok, çıkış yolu da yok,’ dedi kendi kendine.
Louise gitmişti. Yüreği huzur içinde koltuğuna gömülmüş düşünüyordu şimdi. İlk kez kimin yenip
kimin yenileceğini bilmenin kendisini hiç mi hiç ilgilendirmediğini anladı. Yalnızca Finlandiya’da
değil, burada da. Hiçbir şey değişmeyecek. İnsanlar, çırpınıyor, düşüyor, donup ölüyorlar işte. Hayat
bu. Ama o, Viard, her şeyin üzerinde yüzen kendi başına bir dünya. Tablodaki elmalar gibi tıpkı.
Hem artık yetmez mi bunca heyecan, bunca söz, bunca çırpınma! Biraz da dinlenmeli, zamanıdır artık!
La Voie Nouvelle ’in fotomuhabiri bozdu rahatını. Joliot’nun hemşerisi olsa gerek adam.
Gürültücünün, farfaranın biri.
“Rahatsız ettim, bağışlayın! Birinci sütun için portreniz lazım oldu. Finlandiya olaylarıyla birlikte
koyacağız: Özgürlük ve adaletin yorulmaz savaşçısı!”
Gözlüğünü düzeltti Viard ve yüzüne erkekçe bir ifade vermeye çalıştı.
9
Müşterilere elbise götüren bu şirin kızın kendi kızı olabileceğini asla aklından geçiremezdi Tessat:
Dalgalı kısa saçlar, dudaklar kırmızıya boyanmış, aşçıların taktığı cinsten kenarsız bir şapka ve
elinde de koyu renk bir şeritle bağlı bir karton.
Malesherbes Bulvarı’ndaki bir dikimevinde çalışıyordu Denise. Gece elbiseleri dikiyordu işçi
kızlar. Büyük aynalar süslüyordu salonu. Müşteriler gittikçe azalıyor ve patron, işlerin
kötülediğinden yakınıyordu. Ağarmaya yüz tutmuş küçük bıyıkları ve hüzünlü gözleri olan, orta yaşlı
bir adamdı. Vogue’u ya da Jardin des modes’u karıştırır dururdu hep. Yarı karanlığın içinde,
ziyaretçileri andırırdı mankenler. Dikiş makineleri türkü söyler, elektrik ütüleri dans ederdi.
Dayanılmaz bir cızırtısı olurdu ipekli bir kumaşı yoklayan uzun tırnakların. Arka taraftaki bölmede,
topal Eugéne, baskı makinesine bir kâğıt yerleştirmekle meşguldü. Oraya kurmuşlardı gizli
basımevini. Modadan pek bir şey anlamazdı patron. Denise’in zarif bir karton içinde götürdüğü
bildirileri kaleme alırdı.
Denise’in bayramı var bugün, Belleville’e doğru koşuyor. Elinde bir adres. Michaud’yla
buluşacak. Dört aylık bir ayrılıktan sonra ilk buluşmaları bu.
Michaud başlangıçta, yedek deniz eri olarak Brest’e gönderilmişti. Ama künyesi okunup da kimliği
meydana çıkınca, karargâh derhal bir ‘bozguncu’dan kurtulma çarelerini aramaya koyuldu. Nitekim on
beş gün sonra da Michaud’yu, Arras’taki bir piyade alayına sevk ettiler. Görevi kışlada yerleri
silmekti. Tabur Komutanı Fabre, ayyaş ve burnunun dikine giden bir adamdı. Politikadan nefret eder,
üstlerine güvenmez ve: “Hayatta iki güzel şey vardır,” derdi. “Sünepe köpekler ve kaktüsler.” Önce
bir hırsız sanmıştı Michaud’yu. Ama bu ‘suçlu’nun İspanya savaşına katılmış olduğunu öğrendiği
zaman hoşuna gitti ve ‘Don Kişot’ adını taktı Michaud’ya. Sonra da hep yumuşak ve dürüst davrandı.
Nitekim Michaud’ya Paris’e gitmesi için iki günlük izin veren de oydu.
Heyecanlıydı Denise. Epeyce aradıktan sonra buldu dar ve karanlık sokağı. Kapıyı yaşlı bir kadın
açtı. Henüz gelmemişti Michaud.
“Oturun güzel kızım. Kahve yapayım size. Havalar soğuk, üşümüşsünüzdür. Michaud da neredeyse
gelir zaten.”
Ama Michaud gelmiyordu bir türlü. Kadın sordu.
“Benim Jeannot’cuğumu tanır mıydınız? Faşistler tarafından fabrikada vurulup öldü.”
O zaman anımsadı Denise, Michaud’nun Clémence hakkında söylediklerini.
“Demek o sizdiniz?”
Önlüğünün ucuyla gözlerini kuruladı Clémence. Şimdi anlıyordu Denise, bu küçük odanın dilini.
Duvarda, kocaman kulaklı bir delikanlı resmi asılıydı. Kitaplar ve defterler duruyordu küçük masanın
üzerinde. Ve bir kasket. Oğlunun eşyasından ayrılmaya bir türlü gönlü elvermemişti Clémence’ın.
Arkadaşlarıyla ilgilenir, yedirir içirir onları, söküklerini dikerdi. Savaş başladığı zaman, geceler
boyunca ağlamıştı hepsi askere alındı diye! Tanımadığı biri çaldı kasım ayında kapısını:
“Beni Michaud gönderdi,” dedi. “Yarın sabaha kadar burada kalabilir miyim? Arıyorlar da.”
Şimdi evinde hep komünistleri gizlemekteydi. Gelenlere hiçbir şey sormaz, yemeği hazırlar, yatağı
yapardı. Olayları anlatırlardı ona. Kendisine gösterilen güvenden ötürü gurur duyardı.
“Ortalığı bulandırmak, insanları biraz daha uyutmak için, şimdi de Finlandiya’yı icat ettiler,” dedi
Denise’e.
Sonra dikkatle süzdü onu ve gülümseyerek ekledi:
“Çok zaman önce söylemiştim Michaud’ya: Niye yalnızsın diye. Allahtan ki fark etmişsiniz onu.
Ürkeğin biridir. Ama altın gibi bir yüreği var! Müthiş de zeki aynı zamanda. Çok geçmeden Maurice
Thorez gibi olacak, görürsünüz. Ama kadınsız ilerlemek kolay değildir. Jeannot kadınsız değildi, ben
vardım.”
Ve işte Michaud! Ne kadar tuhaf olmuş üniformanın içinde.
“Sen!”
Clémence’la kucaklaştılar. İhtiyar kadın hemen kahve koydu ona.
“Benim işe gitmem lazım. Ben dönmeden önce çıkacak olursanız, kapıyı kapatır, anahtarı da
paspasın altına koyarsınız. Dikkatli ol, Michaud, öldürtme sakın kendini. ‘Savaş mavaş yok ki...’
diyorlar ama insanlar da sapır sapır dökülüp ölüyor bir yandan. Sana ihtiyacımız var daha. Biraz
önce bu genç hanıma, Maurice Thorez gibi olacak diyordum senin için.”
İhtiyar gittikten sonra Denise’i kucaklayıp göğsünde sımsıkı tuttu Michaud:
“Sıkılıp sıkılmadığımı merak ediyorsun değil mi orada? Hem de nasıl!”
Kısa kış günü sona ermek üzereydi işte. Gurup vaktinin mavi ışığı kaplamıştı odayı. Clémence
neredeyse dönecekti artık. Ve birbirlerine söyleyecek daha o kadar çok şeyleri vardı ki!
“Tam bir keşmekeş var cephede. Biz Belçika sınırındayız. Önce siper kazmak istiyorlardı, ama
fikir değiştirdiler. ‘Almanların buraya geleceğini söyleyenler, bozgunculardır!’ diye bağırıyordu
albay, kulaklarımla duydum. Bu ‘bozguncu’ kelimesine de bayılıyorlar bilsen, ağızlarından
düşürdükleri yok maşallah! Ama asıl bozguncu kim? Kendileri tabii. Almanların bizi yıkması için
ellerinden gelen ne varsa yapıyorlar. Ah, bir başka hükümet olsaydı başta, her şey değişiverecekti!
Sonuna kadar dayanırdık o zaman. Neden korkuyorum biliyor musun? Önce bizi ezecekler, sonra da:
‘Hadi kurtarın ülkeyi’ diyecekler. Askerler sorup duruyor: ‘Peki, ya komünistler? Onlar ne diyor bu
işe?’ beyannameleri dağıttığım zaman, balıklama atlıyorlar üzerine. Subaylar, özellikle seçilmiş
sanırsın. Süzme faşist hepsi. Hem de Hitlerci cinsinden. Yalnızca benimki var içlerinde, o da kafasını
kaktüslere takmış bir ayyaş, zavallı. Ötekilere gelince, bütün lafları: ‘Halk Cephesi’nin ceremesini
ödüyoruz. Komünistler bize ihanet etti,’ gibi zırvalardan ibaret. Ve nasıl korkuyorlar askerlerden,
görmelisin. Askerlerse bekliyor. Neyi beklediklerini bilmeksizin bekliyorlar. Barut fıçısı dolmuş
durumda sözün kısası. Bir tek kıvılcım eksik. Ama Paris yürüyecek olursa, ardından onlar da
yürüyeceklerdir.”
“Burada da durum aynı. Fabrikalarda öfkeli bir hava hakim, ama susuyorlar hep. Biraz
kımıldanmaları için Finlandiya olayları gerekti. ‘Finli faşistler için mi uçak yapacağız yani?’ demeye
başladılar şimdi. Grevler başlayabilir. İşte o zaman patlama geliyor demektir.”
Dış haberleri öğrenmek istiyordu Michaud. Moskova’nın ne düşündüğünü bilmek istiyordu. Denise
hepsini anlattı. Michaud birden gülümsemişti:
“Her şeyi de öğrenmişsin!” dedi. “Seni ilk kez bir toplantıya götürdüğüm günü hatırlıyor musun?”
Sevişmeye başladıkları ilk günleri, susuşlarını, ürkekliklerini, şaşkınlıklarını anladılar. Ne elleri
yetiyordu, ne dudakları, ne gözleri... içlerinde büyüyen duyguyu olanca gücüyle aktarmaya. Ve işte
yeniden ayrılacaklardı.
“Bir İngiliz kaptanının macerasını okumuştum gazetede. Genç karısıyla birlikte yeni yılı
kutluyormuş. Tam yemek sırasında bir patlama duyulmuş. Bir Alman denizaltısı! Kaptan hemen
karısının üzerine bir cankurtaran yeleği geçirip güverteye sürüklemiş onu. Kadınsa, kocasının aklını
kaçırdığını sanarak çırpınıyormuş. Atmış karısını suya kaptan ve kurtarmış. Ne korkunç bir
soğukkanlılık değil mi? Ve ne büyük bir sevgi! Bıkıp usanmadan söyleyip tekrarlayarak, gerektiğinde
azarlayarak, güçlü olmaya zorlamalısın sen de beni. Tehlike bakımından demiyorum, beni tehdit eden
hiçbir şey yok şu anda. Ama ayrıldığımız zaman, her seferinde soruyorum kendi kendime: Ya bu kez
kesinse?”
“Bir kurtarma sandalının üzerindeyiz hepimiz. Gemiyi de çoktan batırmış durumdalar. Ama
dayanıyoruz işte. Ve de kıyıya sağ salim ulaşacağız Denise, göreceksin!”
İki sokağın kesiştiği bir köşede ayrıldılar birbirlerinden. Karanlık, geniş ve sessiz iki sokak.
Gecenin içine akan iki ırmak gibi. Michaud, bir tomar beyanname ile L’Humanité’nin son iki sayısını
yerleştirmişti ceketinin iç tarafına. Trenin hareketine daha üç saat vardı. Gara kadar yayan gitti.
Karartılmış haliyle, yepyeni, akıl almaz bir kent olmuştu Paris. Çıplak ağaç dalları uzanıyordu
karanlığın içinden. Evler görünmüyordu. Uzaktaki dağlar gibi hayal meyal seziliyordu. Bir çocuk
kahkahası, “Eldivenim düştü,” diyen bir kadın sesi, bir otobüs düdüğü, bir sigara ateşi... Mavi bir
buhar vardı karanlıkta yüzen. Ve kentin, med-ceziri andıran uğultusu.
Denise’i düşünüyordu Michaud. Aceleyle ve sinirli bir şekilde ayrılışlarını. Acı çektiklerini itiraf
etmekten korkmuştu ikisi de. “Sigaraları cebine koydum,” demişti Denise. Ve Michaud: “İyice örtün,
soğuk alacaksın,” demişti. Ne zaman görecekler bir daha birbirlerini? Görecekler mi?
Irmakları andırır hep bu sokaklar. Elinde bir cep lambası, bir adam ilerliyor. Küçük ışık, bir güneş
gibi parıldıyor karanlığın içinde. Kaldırımları, ağaçları çeviren bodur parmaklıkları, yoldan
geçenlerin ayaklarını aydınlatıyor. Göz kamaştırıcı ışıklar saçan ayaklı fenerlerle aydınlanırdı
eskiden bu sokaklar! Kayboldu işte o küçük ışık. Adam, köşeyi dönmüştü. Ne mutlu olurdu ah! Bir el
lambasının ışığı gibi, o küçük alev gibi taşıyabilseler bu karanlık yıllar boyunca aşklarını!
10
André, Poitiers’ye sevk edilmişti. Alayın Maginot Hattı’na yollanacağı söyleniyordu her gün. Ama
bu söylentiler bir türlü doğrulanmıyordu. Dört ay geçmişti aradan. Ve albay, Niort Markizi’nin
salonundan çıkmaz olmuştu. Yaşlı Grandmaison, Bakü’ye karşı girişilecek harekâtı onunla tartışıyor;
arkeologlar, bombardımanların Poitiers’yi tehdit edip etmediğini öğrenmek için ona başvuruyorlardı.
Subayların hepsi metres tutmuştu. Bütün randevu evlerini ezbere bilen askerlerse, kabarelere
borçluydular. André her akşam ajandasını açıyor ve geçen günü karalıyordu. Arkadaşı Lorier de:
“Bir gün kazandık mı, yoksa kaybettik mi bilmek isterdim doğrusu,” diyordu.
Monoton bir şekilde geçiyordu hayat. Tıpkı bir hapishanede gibi. Talime çıkıyorlar, avluyu
süpürüyorlar ve şalgam çorbası içiyorlardı. Sonra da kente dağılıyordu askerler. Mağazalardaki
satıcı kızlarla ilişki kuruyor, sinemaya gidip eski filmleri bir daha seyrediyor, aperitif içiyorlar,
sonra da dökme sobanın çevresinde toplanıp, oflayıp puflayarak uyuklamaya başlıyorlardı. Yavaş
yavaş gevşeyip yayılan, o endişeli ve kurnaz ifadelerini yavaş yavaş yitiren yüzleri gözlüyordu
André. Ve bir peyzajı anımsatıyordu ona bu yüzler. İnsanla toprak arasındaki benzerliği, çömlekçiyle
kil arasındaki bağı düşünüyordu. Ve bir çalışma arzusu uyanıyordu içinde. Kendi kendiyle alay
ediyordu sonra. Paris’te hiçbir şey yapmadan yan gelip otur, sonra burada resim yapamıyorum diye
sıkıl. Lorier daha o gün: “Bir haftaya kalmaz, yola çıkmış olacağız,” demişti. Büyük duman
kasırgalarını, buzlu safakları, dikenli telleri ve güneşsiz ama gene de eşyaya rengini ve biçimini
kaybettirecek kadar göz kamaştırıcı bu dayanılmaz günlere benzer boş ve soluk ölümü görür gibiydi
André.
Yumuşak başlı, konuşkan bir adam olmuştu. Paris’teyken kendi kafesinde, tuvallerinin ortasında
yaşardı tek başına. Yeni çevresinde ise ötekileri dinliyor, anlatıyor, gülüyor, şakalaşıyordu. Lorier
ile dost olmuştu özellikle. Avignonlu bir müzisyendi Lorier, kahvelerde çalardı. Ve bütün Güneyliler
gibi biraz çocuk, biraz kaygısız, ‘Her şey yolunda güzel markiz’ şarkısını söylerdi. Hemen ardından
da: “Bu savaşı daha yüzyıl sırtımızda taşıyacağız,” derdi ve eklerdi şaka yollu: “Mumdan kol ve
bacaklar sundu albayım Meryam Ana’ya. Yaralanmamak için avans veriyor.”
Bretagnelı Yves ise iç geçirirdi hep: “Toprak burada bir harika! Ve bir sürü keçi var. Bizdeyse
arasan bulunmaz keçi. Kim icat etmiş kuzum bu savaşı?” Her ağacın önünde duruyordu bir
hemşerisine rastlamış gibi. André ona gübreleri ve arpa cinslerini anlatıyordu uzun uzun. Bazen de
Yves geceleri sayıklıyordu: Karısı, çocukları ve evi sıkıyordu canını...
Nivelle askere alınmadan önce, büyük bir şirkette kahve garsonluğu yapıyordu. İki ay hastanede
gözlem altında kalmıştı. Karısı düzenli olarak sardunya getiriyordu ona, Nivelle’e sardunyanın bir
kalp hastalığına yol açtığını, bunun sonucunda çürüğe çıkacağını söylemişlerdi. Ama hayal kırıklığına
uğramıştı. Hastalanmıyordu bir türlü. Kızıyordu. “Niye alıkoyuyorlar sanki beni burada? Ne işlerine
yarıyorum yani? Günde seksen frank kazanıyordum işimdeyken! Çarp otuzla. Kaldı ki şimdi işler
eskisinden çok daha iyiymiş. Café de Paris’in garsonu iki kat daha fazla kazandığını söyledi dün
bana. Bu demektir, ayda iki bin dört yüz çarpı iki... Şimdi anlıyorum neden benimle dalga
geçtiklerini. Elimde olsa, dalga nasıl geçilirmiş gösterirdim ben onlara. Ve kim bilir kaç kişi vardır
Fransa’da benim durumumda olan? En azından üç milyon kişi. Yani, dört bin sekiz yüzü çarp üç
milyonla. (Ucu kemirilmiş bir kurşun kalem çıkarıyordu cebinden.) On dört milyon dört yüz bin eder.
Çarp on ikiyle...”
Muhasebeci Labonne uçaklardan korkuyordu en çok: “Bir kurşunla devrilip ölmek yeğdir,”
diyordu. “Tepeden yemektense darbeyi.” Karısının uzakta, tehlike dışında olduğunu bilmek teselli
ediyordu onu. Ve randevuevlerinden çıkmaz olmuştu: “Nasıl olsa öldürecekler beni. Ama
gebermeden önce hiç olmazsa şöyle bir yaşamış olurum, yalan mı?”
Zayıf, soluk yüzlü bir delikanlı olan Givert ise, şiirler döktürüyordu durmadan. Siyah bir sokaktan
bahsediyordu şiirlerinde hep, bir de sonradan delirmiş bir laternacı...
İşte bütün bu üstadlar bir arada yaşıyor, bir arada hüzünleniyor, bir arada çekiyorlardı kafayı.
Birden bir haber geliyordu: “Yarın hareket emri var!” Ve birbirine giriyordu ortalık. Mektuplar
yazılıyor, kızlar son bir kez kucaklanıyordu. Sonra anlaşılıyordu haberin uydurma olduğu. Ve Yves
bir kez daha iç geçiriyordu: “Neden bütün bu telaş, neye yarar sanki?”
André bir gün:
“Hiç anlamaya, kavramaya çalışma,” demişti Lorier’ye. “Tam bir arapsaçına benziyor hayatımız.
Kiminleyiz? Kime karşıyız? Belli değil ki. Hareket halinde bir kalabalığız gibi geliyor insana, ama
hiç kimse kımıldamıyor. Ne dinleyeceksin laflarını, işin mi yok. Gerçeği söylemiyorlar ki. Kurnazlık
edip bizi uyutuyorlar akılları sıra. Ben resim yaparken böyle olurdu biliyor musun? Bir kırmızı boya
tüpü alıp sıkardım, siyah çıkardı içinden; çinko beyazı alırdım, Prusya mavisi çıkardı. Onlar böyle
işte! Düşünme, boşver.”
Hafif müzik bitip de haberler başlar başlamaz kapatıyorlardı radyoyu. Daladier’nin kültürden yana
olduğunu, cephede hiçbir yeni gelişme kaydedilmediğini ve Almanların on yedi bin tonluk gemi
batırdıklarını dinlemekten bıkmışlardı.
Savaşı unutmuştu kent. Seferberliğin bulandırdığı hayat, birkaç hafta sonra eski halini almıştı
yeniden. Berber Chardonnet, milli piyangodan iki yüz bin frank kazanmıştı. Revue d’archéologie’nin
bir sayısı baştan başa Afganistan’da yapılan kazılara ayrıldı. Niort markizi hayat pahalılığından
şikayetçiydi. Bahçıvanına yol vermek zorunda kalmıştı bu yüzden, şoför aynı zamanda bahçeyle de
uğraşacaktı zaman buldukça. Ama bahçıvan da bu arada boş durmamış ve ayrılırken markizin bir
saatiyle gümüş takımlarını çalmıştı. Kendisini bir randevuevinde tutukladılar. Mahalli gazeteler bu
işe, Uruguay sahillerindeki deniz savaşından çok daha fazla yer ayırmışlardı. Bir de bir sirk gelip
yerleşti kentin ana meydanına. Üç yorgun ve cılız leopar, bir koltuktan öbürüne güçlükle
sıçrıyorlardı.
Ocak ayında albay, Yves’e bir güzel giydirdi.
“Şu halinize bakın da utanın! Askerden çok itfaiyeciye benziyorsunuz.”
Kışlaları baştan aşağı temizlediler. Mavi, kırmızı, beyaz şeritler astılar ana caddeye. Bakan olan
Poitiers milletvekilini bekliyorlardı. Belediye başkanı, hoş geldiniz konuşmasında, eski büyük
adamlara ve özellikle de Clemenceau’ya benzetti Tessat’yı. Başını durmadan sallayarak dinledi
bakan bu konuşmayı, sonra da kendisi söz aldı:
“Benden güvenini esirgememiş olan kenti, bu tarihi günlerde özellikle ziyaret etmek istedim.
Biliyorum ki, Poitiersli delikanlıların yüreklerinde kutsal bir ateş yanmaktadır. Ve kentinizin
koruyucusu Aziz Hilaire’e ilham veren bu ateştir. Bugün Maginot Hattı’nın savunucularını coşturan da
gene bu ateşten başka bir şey değildir. Bugün bir tek düşüncemiz, bir tek kaygımız vardır: Zaferi
kazanmak.”
Tessat aslında, Vienne bölgesinde bir mülk satın almak için gelmişti buraya. Bir zamanlar eline
geçen bütün parayı har vurup harman savururdu. Şimdi ise parasını nereye harcayacağını bilemiyordu
bir türlü. Çok kazanıyordu. Üyesi bulunduğu bütün anonim şirketler her geçen gün biraz daha
semiriyorlardı. Parasının bir kısmını Amerika’ya transfer etmeyi düşündü ama vazgeçti. Neye yarardı
ki bu? Soyut bir rakam haline gelecekti para. Üstelik insana huzur veren cinsinden bir yatırım da
değildi bu. Ne aksiyonlara, ne de dolara inanıyordu artık Tessat. Bir tek sağlam şey vardı: Toprak.
Güzel bir arazi alacak, Paskalya sırasında da Paulette’i getirecekti oraya; çiçekleri arasında savaşı
da, Breuteuil’i de, generalleri de unutacaktı. Daha geçenlerde Laval’le alay etmişti Tessat:
“Auvergneli,” demişti, “ne olacak, cimri işte: Toprak almaktan başka hiçbir şeye aklı ermez!” Şimdi
de kendisi, noterin bürosunda, planları ve fotoğrafları inceliyordu heyecanla. Sonunda bir malikane
beğendi. Cephesi XVIII. Yüzyıl, parkı Petit Trianon tarzındaydı ve bütün konforu vardı.
Pré-des-Daims’a gitti ertesi gün. (Seçtiği yerin ismi buydu) Yün çamaşırlar giymişti içine, iki de
yün yelek geçirmişti üst üste. Kış sertti. Kendi kendine: “Lucien ne yapıyor acaba?” diye soruyordu
sık sık. Ölmüş ve donmuş görüyordu oğlunu düşünde.
“Burası da Finlandiya’dan farklı değil hani,” dedi noter. “Sabah gazetelerini okudunuz mu kuzum?
Alman isimli o Fin mareşali yok mu: Büyük bir kahraman! Zaferden eminim.”
Çıplak bir orman perisi, tunçtan bir kavanoz tutuyordu elinde. Ve kavanozdan, küçük oklar halinde
buz parçaları sarkmıştı. Orman perisi de üşüyordu anlaşılan.
“Ev bir harika,” dedi Tessat. “XV. Louis tarzında silmeli tavanlar ve kalorifer. Bayılıyorum bu
karşıtlığa!”
Akşama doğru kente dönerken, bir zamanlar Denise için şekerleme alıp eve götürdüğünü anımsadı
ve kederlendi birden. Aradan dört yıl geçmişti tam. Savaş olmamış olsa, şimdi yeniden seçmenlerinin
karşısına çıkmış olması gerekecekti. Oysa bugün, milletvekili seçilmekten çok daha büyük kaygıları
vardı Tessat’nın. Ne kadar kolaymış yaşamak o zamanlar! Tek aday olarak o kalmıştı, bütün ötekiler
çekilmişti seçimden. Evde karısı ve çocuklar beklerdi kendisini. Gülümserdi Denise. Lucien bile
sevimli olmaya çalışırdı. Sağ olsaydı da Pré-des-Daims’ı satın aldığını görseydi, kim bilir ne kadar
sevinirdi Amélie’cik! Nasıl da severdi kırları, kümes hayvanlarını, sebzeleri zavallı! Peki bugün,
kime yarayacaktı bu mülk? Kimin içindi? Paulette için mi? Méjeu’nün oğlu cinsinden paralı bir
delikanlı yakalar yakalamaz terk edecek değil miydi kendisini Paulette? Hayır, hayır, hiç kimse için
değil, kendisi için ve yalnız kendisi için satın almıştı bu toprağı. Satın almış olduğu bir başka toprak
parçasını anımsadı birden: Père-Lachaise Mezarlığı’nda, Amélie’nin yanı başındaki toprağı. Bir
karanlık bürüyüverdi içini, ağlamak üzereydi. Niort markizinin o akşam kendi şerefine bir resepsiyon
verdiğini anımsadı neyse ki ve teselli buldu.
“Komşumuz olmanızdan ötürü o kadar mutluyuz ki. Çok iyi ettiniz arazi almak için Poitou’yu
seçmekle.”
Bölgenin bütün asillerinden başka, arkeologlar, askeri erkan ve eski rakibi yaşlı Grandmaison da
vardı salonda. Tessat girdiğinde, bar bar bağırmaktaydı Grandmaison:
“İyi bir ders vermek lazım onlara! İngilizlerin kibarlığını doğrusu anlamıyorum. Karadeniz’e bir
dalsalar her şey olup bitecek.”
Çevresini saran kalabalığın ortasında Tessat, bir yandan açık bir çay yudumluyor, bir yandan da
ciddi bir edayla anlatıyordu:
“Her şey önceden hazırlanmış bir plana göre yürütülmektedir. Almanya’yı bağdaşık bir kitle olarak
görmek hatalıdır. Kış, çok şey öğretti onlara. Von Thyssen’in Almanya’dan kaçışı, benim gözümde
büyük bir askeri zaferden çok daha anlamlı ve önemlidir. Şaşkınlıktan ne yapacağını bilmez durumda
şimdi Reicshwehr. Almanlarla ciddi bir görüşme olasılığı belirmiş durumdadır. Goering gibi bir
adam, bu durumu rahatlıkla değerlendirebilir. Ve hele Hess!”
Seçimdeki rakiplerinin şimdi ne alemde olduğunu sormuştu. Breuteuil’in yandaşı tarım uzmanı
Dugard’ın silah altına alındığını söylediler. Eskiden benzincilik yapıyordu. Komünistlerin adayı
Makinist Didier’ye gelince, Ré Adası’ndaki toplama kampına gönderilmişti. İçini çekti Tessat:
“Korkunç bir şey bu türlü önlemlere başvurmak zorunda kalması insanın. Ama elimizden başka ne
gelir: Düşman, Fransa sınırlarına dayanmış durumda.”
Tessat ertesi gün ayrıldı kentten. Selam duruşunu André’nin taburu yaptı. André, çok işitmişti
Tessat’yı Lucien’den. Ama hiç görmemişti. Şaşırdı: Ufak tefek, kuş gibi bir adam! Son derece ciddi
bir edayla geçti Tessat askerlerin önünden. Eldivenli eliyle, uzun burnunu kuruluyordu arada bir.
Marseillaise ortalığı çınlatmaktaydı.
Törenden sonra askerler Tessat’nın ziyareti üzerinde tartışıyorlardı. Hepsi biliyordu üstadın bir
malikane satın almış olduğunu. Yves gene:
“Ah hergele!” diye iç geçiriyordu. “Bura toprağının kokusunu almış hemen! Üstelik de cimrilik
etmemiş, epey paraya kıymış. Toprak fiyatlarının korkunç yükseldiğini söylüyorlar bu memlekette. Üç
franktan on iki franga çıkmış!”
“Fiyatların yükselmiş oluşu ona dokunmaz ki!” diye homurdandı Nivelle. “Atılan her kurşunda
kazancı var. Benim bir zamanlar her bira bardağından kazandığım gibi. Ama beni buradan serbest
bırakıp işimin başına yollamak, aklından bile geçmez namussuzun!”
“Bembeyaz bir suratı var,” dedi Lorier. “Cenaze töreninden geldiğini sanırsınız. Ama gel gelelim,
‘Zafer bizimdir!’ diye bağırıyor. Bugün sirke gitsek mi dersiniz çocuklar?”
Pudra ve hayvan sidiği kokuyordu sirk. İp cambazı kadının etekliğinde pullar parıldıyordu.
Öksürüğü tutmuştu maymunun. Gök gürültüsünü andıran sesler çıkarıyordu dev bir org. 14 Temmuzu,
atlıkarıncayı, mavi fili anımsadı André. Jeannette nerededir şu anda? En son öksürük şurubunun
yararlarını övmektedir herhalde? Ya da ağlamaktadır. Onun da şansı yok belli! Şansın yalnızca
kendisine sırt çevirmiş olduğunu düşünürdü André eskiden, şimdi biliyordu ki hiç kimsenin şansı
yaver gitmiyor. Lorier haklı, evet: Barışı görmeyecekler. Bir anlaşma imzalansa bile, bir ya da haydi
bilemedin iki yıllık bir süre kazandıracak bu onlara. Sonra bu pislik yeniden başlayacak.
Yves topraktan ayıramıyor aklını:
“Ne bereketli toprak be! Bura köylüleri kurnaz azizim, şeytana külahını ters giydiren takımından.
Hükümete teslim etmemek için, buğdaya darı karıştırmışlar. Hiç kimseye güvenleri yok. Nitekim,
bakın toprak fiyatları nasıl fırladı! Peki ama bütün bu numaraları kim icat etti?”
Işıktan rahatsız olan leoparlar, gözlerini kırpıyor, kulaklarını sarkıtıyorlardı. Hayvan terbiyecisi
çelimsiz bir adamdı. Ahududu rengi bir elbise geçirmişti sırtına ve durmadan kırbacını şaklatıyordu.
“Bu koltuklar da pek rahat değil galiba,” dedi Givert.
Ve org yeniden org homurdanmaya başladı. André ile Lorier çıktılar.
“En korkuncu nedir biliyor musun?” diye yakındı André: “Her yerde bir ilgisizliğin, bir
vurdumduymazlığın hüküm sürmesi. İnsanlar sirke gidiyor, kahveleri dolduruyor. Tessat toprak
alıyor, köylüler buğday gizliyor. ‘Peki yarın ne olacak,’ diyen yok hiç. Öteki savaşta böyle değilmiş.
Belki daha aptalca, ama kuşkusuz çok daha insani imiş durum. ‘Berlin’e!’ diye haykırırlar,
Almanların dükkânlarını başlarına geçirip basarlarmış küfürü. Ve savaşırlarmış. Hem de şevkle,
tutkuyla. Ateş saçıyordu örneğin Clemenceau: ‘Önden, arkadan, içerden, sonuna kadar savunacağız
Paris’i,’ diye haykırıyor. Sonra: ‘Lenin diyor ki...’ diye başlayan bildiriler. Fıkır fıkır kaynayan bir
kazanmış ortalık, sözün kısası. Şimdi ise, iğrenç bir sessizlik var o kadar. Bu leoparlara
benzetiyorum kendimi. ‘Dünyanın en korkunç vahşi hayvanları...’ diyor afiş. Gidip bir de bakıyorsun,
tüyü dökülmüş kedilerden daha acınacak halde zavallılar, kımıldamaya bile halleri yok. Korkuyorum
Lorier!”
Lorier’nin yanıtı hiç beklemeden geldi:
“Ben de.”
11
Askerler dalga geçiyordu Lucien’le:
“Sakın baban olmasın bu üstat? Yahut da bir akraba?”
“Basit bir isim benzerliği...” diyordu Lucien.
Ama gene de engel olamıyordu, soyadının merak ve endişe uyandırmasına. Tedbirli bir adam olan
binbaşı, kör bir kurşuna kurban gitmesi olasılığına karşı, Lucien’i revire hastabakıcı almıştı.
Aslında revir, bir akıl hastanesiydi. Eski bir manastırı hastaneye çevirip doldurmuşlardı içine
delileri. Azılı kaçıkları zaptetmek, hipokondriyakları burunlarından beslemek, Lucien’in görevleri
arasındaydı. Herkesi süngüleyerek öldürmek isteyen bir çavuş vardı örneğin, yatağına sımsıkı
bağlamak zorunda kalmışlardı adamı. Askerlerden biri, Béranne, durmaksızın bağırıyordu: Her şey
ürkütüyordu onu. Fırça, tükrük hokkası, hekim yüzbaşının gözlükleri, her şey... Bir başkası vardı,
çizdiği çıplak asker resimlerine kadın memeleri ekliyordu durmadan. Bir Marsilyalı da tebliğlerdeki
formülü tekrarlıyordu sabahtan akşama kadar: “Kayda değer bir şey yok. Kayda değer bir şey yok.”
Askerlerden biri Lucien’e şu itirafta bulunmuştu:
“Bilerek yapıyorum azizim. Başlangıçta, karaciğerimin beni bu pislikten kurtarmaya yeteceğini
sanmıştım. Limoges’dayken günde tam on beş yumurta yiyordum karaciğerim bozulsun diye. Şimdi
bunu düşündükçe bile midem bulanıyor. Hastalanmadım Allah kahretsin ve tutup cepheye sevk ettiler.
İşte o zaman da düşündüm düşündüm, öküz gibi böğürme usulünü buldum sonunda. Ama kalkıp da
beni ihbar edeyim deme sakın!”
Omuzlarını silkti Lucien:
“Bana ne birader! Devam et böğürmeye.”
Kumar oynayarak zaman geçiriyordu hastabakıcılar. Randevuevlerinin de gedikli müşterileri
arasındaydılar. Manastırın bir zamanlar aziz heykelciklerini barındıran oyuklarında şimdi şişeler
yığılıydı. Lucien’se sobaya adeta yapışıyordu, tek keyfi buydu. “Ateşe tapanları şimdi anlıyorum,”
diyordu kendi kendine. Söner gibi olup da birden parlayan, genişleyen ve kütüğü tüketen alev, sanki
büyülüyordu onu. Ve saçları, bu alevin bir uzantısı gibiydi.
Jenny, Amerika’ya döndüğünü yazmıştı. Kendini haklı göstermek çabasıyla, konsolosun bu konuda
ısrar ettiğini söylüyordu. Paris ya da New York’ta mutlaka birbirlerine kavuşacaklardı, ona kalırsa.
Mektubu sobaya attı Lucien. Jeannette’i sevdiğini ancak şimdi anlıyordu. İnsanın düşmanı zamandır,
derler. Yalan! Kabuğu kaldırıp atar yalnızca zaman; yapay duyguları, yüzeysel sevgileri ortadan
kaldırır. Gerçek duygular hiçbir zaman silinmez. Jeannette için bir yabancı olarak kalmıştı, nasıl ki
Jenny de onun için bir yabancıysa. Ne tuhaf bir oyun: Parçalanmış bir resim gibi tıpkı. Yapıştırıp
yeniden kurmak istiyorsunuz resmi, ama artık parçalar birbirini tutmuyor.
Radyo gürlüyor: “... Bir şey yok.” Ve haykırıyor avazı çıktığı kadar Marsilyalı: “Kayda değer...
Kayda değer...”
Yılbaşı geçtikten sonra, Lucien ön hatlara gönderilmesini talep etti. Ölüme yakın olmanın her şeyi
güzelleştireceğini sanmıştı. Oysa dapdaracık ve sıkıntılı bir hayat buldu orada da. Soğuktu üstelik,
küfürler de daha boldu. Şaşmaz bir dakiklik içinde insanları öldürmeye devam ediyordu obüsler.
Herkes alışmıştı artık ölüme: “Piyango kime vurdu?” diyor ve esniyorlardı.
Lucien burada kendine bir muhatap buldu: Alfred. Uzun boylu, at çeneli, insana kendinden geçmiş
gibi bakan bir Normandiyalıydı bu. Arkeologdu. Büyük Sahra’daki kazıları anlatıyordu Lucien’e:
Batık bir dünyadan kalma kemikler varmış. Buzları, penguenleri düşünüyordu Lucien. Sonra savaştan
konuşuyorlardı. Alfred güven doluydu. Daladier’nin ateşli bir özgürlük taraftarı olduğunu ve zaferden
sonra bütün sanatların Atina ve Rönesans’takini andırır bir gelişme göstereceğini ispatlamaya
çalışıyordu hep. Arkadaşının gözünü açmak çabasına bile katlanmıyordu Lucien. Zaman zaman
sözünü kesmekle yetiniyordu: “Ne mutlu ki tanımıyorsun babamın takımını!...”
Ayakları donanları terhise başladılar. Ulaşılmaz bir düştü bir çift yün çorap bulmak. Finlandiya’ya
asker gönderileceği söylentisi çıktı bu arada.
Hayatın ölüm karşısında pes dediği soğuk bir şubat günü (bembeyaz bir ova ve ovanın üzerinde
alev alev tutuşmuş kırmızı bir güneş gelsin gözlerinizin önüne), bir meclis heyeti müstahkem
mevkileri ziyarete geldi. General Picard eşlik ediyordu milletvekillerine.
Oysa daha yenilerde, Picard’ın Suriye’ye yollanacağı iddia edilmekteydi. ‘İtfaiyeci’ sıfatını
yakıştırmıştı kendi kendine Weygand: Ortadoğu’yu saran yangını söndürmekle görevli hissediyordu
kendini. Picard’sa aynı fikirde değildi:
“Savaşta bir yangın bombası, yangın söndürme hortumundan çok daha yararlıdır,” diyordu.
Sefer planlarını Picard hazırlamıştı. ‘Bakü ordusu’ adını takmıştı Suriye ordusuna. Gelgelelim
Finlandiya olayları onu Kuzeye doğru dönüp bakmak zorunda bıraktı.
“Önemli bir güç göndermemiz gerek Finlandiya’ya,” dedi Tessat’ya. “Almanlarla savaşamayız.
Üstelik savaşmayı istemiyoruz da. Ama askerleri böyle atalet halinde bırakmak tehlikeli olur.
Komünistler boş durmuyor, çalışıyorlar durmadan. Baharda kargaşa başlayacaktır. Ancak
Findandiya’da kazanacağımız kesin bir zafer bizi bu çıkmazdan kurtarabilir.”
Meclis koridorlarında Laponya maden ocaklarından, ‘kil ayaklı dev’den, Roma’nın bu tutuma karşı
duyduğu sempatiden söz ediliyordu hep. Milletvekilleri Maginot Hattı’nın sağlamlığı hakkında fikir
edinmek üzere bizzat gelmiş ve incelemelerde bulunmuşlardı. Bir Kuzey seferini kabul etmeden önce,
bütün kapıların iyice kapalı olup olmadığını anlamak gerekiyordu. İnceleme heyeti, üç radikal, iki
sağcı, bir de sosyalist milletvekilinden kuruluydu. Ve Breuteuil hariç hiçbiri hiçbir şey anlamıyordu
savaş sorunlarından. Haberleri olmaksızın sahneye itilmiş seyirciler gibiydiler: Şapkalarından, sivil
kılıklarından, her şeyden sıkılıyorlardı. Aralarından biri (en şişmanı):
“Kafama bir şeyler düşmesin,” diyerek bir miğfer istedi.
Yerli yersiz sorular soruyor; bir Ortaçağ şatosunu gezen turistler gibi, ‘Ah! Oh!’ sesleri çıkararak
ziyaret ediyorlardı tabyaları. Ağır topları gördükleri zaman korkuyla irkilmişlerdi.
General Picard, Breuteuil’in yanında yürüyordu. Kuzey seferinin olası sonuçları hakkında
konuşmaktaydılar. Keyfi yerindeydi Breuteuil’in:
“Bir dönemeçteyiz,” diyordu. “Sosyalistlerin bu hareketi frenlemesinden ürkmüştüm. Ama Blum
susuyor, Viard ise çarpışmak için yanıp tutuşmakta. Dağ avcılarının sevki bugünlerde meclisten
çıkmış olacak.”
Karakolun önünden geçiyorlardı. Lucien selama durdu. Kıpkırmızı kesilmişti: Ya Breuteuil tanırsa
kendisini? Ama Breuteuil tamamıyla kendi havasına dalmıştı. Askerleri yakından incelemek adeti de
yoktu üstelik.
Birtakım acı anıların hücumuna uğramıştı Lucien. Kafalarının üzerinden kurşunlar vızıldayıp
uçuyormuş gibi iki büklüm ilerleyen milletvekillerini görmek bile neşelendiremedi onu. ‘Utanç
kızarması’nın ne demek olduğunu anlamıştı. Utanç verici bir geçmişi vardı, evet. Nasıl olmuştu da
inanmıştı bu duygusuz adama? Adı gibi biliyordu Breuteuil’le Picard’ın ne hakkında konuştukarını:
Fransa’yı dize getirmek istiyorlardı! 1936’nın öcünü alacaklardı böylece. Suriye’ye, Finlandiya’ya,
daha bilmem nereye göndereceklerdi askerleri... Ve Hitler’e kapıyı ardına kadar açacaklardı!
Grevlere öfkelenen babasının: “Almanların gelmesi bunlardan iyidir!” dediğini anımsadı Lucien.
Hepsi de aynı bokun soyu işte! Ve içlerinde en suçsuz olanı belki de Grandel. Bu arada durmadan
öldürülen insanlar da cabası! Dün Charles’a isabet etti piyango. Bir dağlıydı. Çoban. Fifre çalar.
Niçin öldürdüler onu? Namussuz alayı!
Akşam olmuştu, Alfred’in yanına çöktü Lucien. Ateş yanıyordu ama üşüyorlardı. Bir süre sustular.
Sonra Alfred:
“Milletler Topluluğu tarafından alınan karardan sonra...” diye başladı.
Patlar gibi gürledi Lucien:
“Laf! Boş laf bütün bunlar! İhanetleri, kişisel çıkarları, kindar hesapları gizleyip örtbas etmeye
yarayan laflar. Breuteuil’i gördün işte. Cennete gitmekten başka tasası bulunmayan saygıdeğer bir
adam dersin değil mi? Büyük bir ‘yurtsever’. Lorraine dediğinde ağlayacak sanırsın. Duy bak: Adı
gibi biliyor Breuteuil, Grandel’in Almanya hesabına çalışan bir casus olduğunu. Biliyor ve saklıyor.
Sanıyor musun ki Picard savaşa hazırlanmıştır? Ne münasebet! Faşist hükümet darbesini hazırlıyordu.
Nereden aldılar makinelileri? Düsseldorf’tan. Parayı kim verdi kendilerine? Kielmann isimli bir
Alman. Bu çamurun ortasında sen de tutmuş, Milletler Cemiyeti’nden söz ediyorsun! Charles’ı niçin
öldürdüklerini düşün biraz da.”
‘Haçlılar’ı, Montigny’nin evindeki toplantıları, ihanet örgütünü uzun uzun anlattı Lucien.
Kielmann’ın mektubunu nasıl ele geçirmiş olduğunu söylemedi yalnızca. “Tessat’nın oğluyum,”
demeye karar veremiyordu bir türlü. Dünyanın en utanç verici şeyi gibi görünüyordu bu kendisine.
Alfred perperişan olmuştu, gözlerinin feri tükenmiş gibiydi. “Eğer böyleyse... eğer böyleyse...” diye
tekrarlayıp duruyordu kendi kendine. Sonunda dayanamayıp:
“Eğer böyleyse,” dedi, “bunu haykırmak gerekir. Hükümeti devirmek... kurtarmak Fransa’yı...”
Kötü kötü güldü Lucien:
“Tıpkı Jenny gibisin sen de, anam avradım olsun! Amerikalı bir kızcağız tanımıştım. Birlikte
yaşıyorduk: O, ben ve dolarları. ‘Öyleyse devrim yapmak lazım!’ diyordu o da. Ama artık iş işten
geçti azizim. ’36’da neredeydiniz? O zaman belki olurdu o iş. Şimdi olanaksız. Tahtakurusu gibi
çiğneyecekler bizi, Gauleiter olarak da Breuteuil’i dikecekler başımıza. Ya da her şeyi yerle bir
edecekler, olup bitecek. Seni de, beni de, her şeyi. Aynı anda. Yirmi yüzyıl sonra da bir ‘Dunhill’
çakmağı çıkarırlar kazılardan, bir ‘Messerschmidt’ motoru çıkarırlar ya da asil ruhlu Viard’ın
dangalak kafasını. ‘Ne kadar büyük bir uygarlıkmış!’ deyip içlerini çekerler. Teselli bul hadi: Biz
orada olmayacağız bu yalan söylenirken. Bırrr! Amma soğuk be! Hem sana daha açığını söyleyeyim
mi: Ben bıktım artık bu yaşamdan.”
12
Joliot yeni yılı karısı ve kayınbiraderiyle birlikte kutladı. (Hekim yüzbaşı olan Alfred, üç gün
izinli gelmişti.) Yemeği lokantada yediler. İki şişe de şampanya devirdiler. Pembe ve mavi konfetiler
saçıyordu genç kızlar ortalığa. Alfred ürkek bir sesle: “Kâğıttan bombalar...” diyerek gözlerini
kırpıştırıyordu. Joliot kadeh kaldırdı:
“Zafere içiyorum! Yılbaşını Berlin’de kutlarken görür gibi oluyorum askerlerimizi...”
Batıl inançlı olduğu için, masanın kenarına vurmuştu, yüzünü çevirdi Alfred. İçin için
öfkeleniyordu Joliot’nun kaygısızlığına... Gözleriyle kardeşini okşayan Marie:
“Seni öldürmeye kalkmasınlar da!” diyerek içini çekti.
Joliot açıklamaya koyulmuştu gene:
“Mantıken çürütülmesi mümkün olmayan bir sonuç bu: Yıl sonunda bir Alman topuna karşılık, tam
beş tane ağır topa sahip olacağız.”
“Ben bilmem...” diye karşılık verdi Alfred. “Hiçbir şey anlamıyorum işin o yanından. Bildiğim bir
şey varsa, o da serum sorununun bir türlü hallolamadığı... Ve günün birinde apışıp kalmaktan
korkuyorum. Birinci savaş sırasında tetanostan...”
Joliot sözünü kesti: Hastalık ve ölüm lafına hiç tahammülü yoktu...
Alfred ertesi gün gitmişti. Joliot bir daha düşünmedi bile onu: İyi bir çocuk ama, alabildiğine silik.
Marie ise, sık sık ağlar olmuştu: Öldürülmesinden korkuyordu kardeşinin... Joliot istediği kadar nefes
tüketsin: “Hekimler cephe gerisinde durur hep, en küçük bir tehlikeyle olsun karşılaşmazlar...” diye.
Dinleyen kim? Marie sızlanıyordu hep:
“Ya bir de öldürüleceği tutarsa?”
Joliot gene eskisi gibi hareketli bir hayat yaşıyordu. Finlandiya’daki birtakım yer isimleriyle
doluydu şimdi kafası. Fin adlarının telaffuz güçlüğüne öfkeleniyordu için için. Uyumadan önce,
gökyüzünden buz parçaları gibi sarkan donmuş adamlar görüyordu hep. Bir üşümedir kaplıyordu
içini, bir kat daha sarınıyordu battaniyeye.
Cimri bir adam değildi Joliot: Herkes bu bala bir parmak çalsın isterdi. Nitekim, dostlarından bir
düzine kadarını Finlandiya’ya ve Stockholm’e yolladı. İşini bilir bir Marsilyalı olan yeğeni Marius’e
şu öğüdü vermeyi ihmal etmemişti:
“Bir gala gecesi düzenle hemen. Mannerheim hakkında bir şeyler uydurup anlatırsın. Sonra da
yaparsın bir Fin ‘lotta’sı. Görürsün bak, para nasıl akıyor!”
On beş gün sonra da Marius, tam karşısındaki Joséphine Montigny’ye durmadan göz süzerek,
seçkin bir kalabalık önünde şakımaktaydı:
“Mareşal bir gün bir ağacın altına oturmuştu. İğrenç devrim daha yeni başlamış bulunuyordu o
günlerde. Üstü başı hırpani bir asker, Bolşevik olduğu küstahlığından belli, yaklaştı ve ateş istedi
kendisinden. Bu arada mareşalin bir puro tüttürmekte olduğunu da unutmayalım. Mareşal asil bir
edayla süzdü askeri ve bütün tehlikeyi göze alarak: ‘Sana ateş vermektense...’ dedi... ‘bu puroyu
yanar haliyle yutarım daha iyi!’”
Bayanlar çılgınca alkışlamaya koyuldular. Toplanan para, doğal olarak, ‘lotta’ya değil Marius’ün
cebine girdi.
Joliot, birikmiş borçları hakkında hiçbir zaman ağzını açıp ona tek kelime söylememiş olan
Matbaacı Poirier’ye duyduğu minnettarlığı çoktandır kanıtlamak istiyordu. Bunun için güzel bir de
fırsat çıkmıştı şimdi. Genelkurmay, Finlandiya haritaları istiyordu. Poirier’yi salık verdi Joliot.
Matbaacıya bu işten bahsederken şöyle dedi:
“Aziz dostum, sokakta yürürken dört yüz bin frank bulmuş sayın kendinizi. Ama haritaya bakayım
demeyin sakın: İnsanın aklını başından alan barbar adlarıyla dolu mübarek! Pudasyarvi, örneğin...
Ağzım birdenbire çamurla dolmuş gibi oluyor telaffuz ederken!”
Gazetenin mali durumu iyinin de üstündeydi şimdi. Ama şişman üstat gene de melankolikti. Tuhaf
bir korku vardı içinde, ama kendisi de bilmiyordu neden korktuğunu... Günde iki kez resmi tebliği
getiriyorlardı:
“Kayda değer hiçbir şey yok...”
Paris, gün geçtikçe biraz daha zenginleşiyor ve durmadan eğleniyordu.
“Evlerle otomobillere bakın hele...” diyordu Joliot: “Ekmek peynir gibi satılmaktalar!”
Fin avcı askerlerinin yanı sıra Megéve ve Chamonix’de yapılan kayak yarışlarının fotoğrafları da
yer alıyordu gazetede: Parisli kibar hanımlarla Mannerheim’ın erleri rekabet halindeydiler!
Gelgelelim Joliot, cici kayakçı hanımlara da inanmıyordu, tebliğlere de... Korkunç şeyler olup
bitmekteydi bu dünyada. Soğuklar bütün şiddetiyle devam ediyordu. Hem de ne soğuk! Sevilla’ya kar
yağmıştı, duyulmuş şey değil! Ve güneş çarpmasından yüzlerce insan ölüyordu Arjantin’de...
Türkiye’de deprem üstüne deprem oluyordu. Hayra alamet değildi bütün bunlar! Batıl inançlarına her
zamankinden fazla gömülen Joliot, bir uğur nazarlığı taşır olmuştu üzerinde. Ve geceleri örneğin:
“Bugün gene bir merdiven altından geçtim..” diyordu... “Uğursuzluk gelecek!” Marie: “Alfred’den
gene haber çıkmadı!” diye içini çektiği zaman da, “Alfred şimdi keyif çatıyor...” diyordu. Ama bunu
söylerken, cebindeki nazarlığa dokunmayı da ihmal etmiyordu...
Ruhr Havzası’nın büyük patronu, Baron Von Thyssen geldi Paris’e. Bütün fotoğrafçılar adamın
ardındaydılar. Ama genç kızlardan fırsat bulup da yüzünü gören kim! Baronun köpeğinin bir
fotoğrafını koydu La Voie Nouvelle : Breuteuil’in Alman zenginiyle özel olarak ilgilendiğini
öğrenmemiş değildi tabii!
Ama işler bu kadarla kalmadı: Breuteuil telefonla, Von Thyssen’in kaleme aldığı bir yazı serisinin
gazetede yayımlanmasını istedi.
“Bizim çıkarımıza olacak...” diyordu. “Karşılıklı bir anlayış havası beliriyor...”
Joliot, zaman geçirmeden Hotel Crillon’a koştu. Baron oraya inmişti. Tantanayla döşenmiş bir
salonda epeyce bekledi. Nihayet, bakışları küçümseme dolu bir yaşlı adam ilerledi kendisine doğru.
Sevimli olmaya çabaladı Joliot: Eğildi, büküldü, gülümsedi, özgürlükten, kardeşlikten dem vurdu.
Von Thyssen yanıt olarak, dişlerinin arasından fısıldar gibi:
“Meşgulüm, özür dilerim...” dedi.
Yazılarını verip gitti. Elindeki kartonun kapağını kaldırdı Joliot: “Bu ilkbaharda komünistlere
karşı girişilecek harekâtın planlarını Hitler’le beraber ben hazırladım...” yazılıydı.
Joliot üzgün döndü evine... Karısının ağlamakta olduğunu görünce:
“Alfred için canını sıkma...” dedi. “Savaş mavaş yok, olmayacak da. Şu pis Almanı görmüş olmanı
isterdim: Yeri burası değil, bir toplama kampı... Ve şu anda Tessat’nın yanında bulunuyor. Yarından
itibaren de anılarını yayımlamaya başlıyoruz gazetede. ‘Temas kurulmak üzere...’ diyor Montigny.
Görüyor musun kepazeliği? Ağlayıp durma rica ederim! Hiçbir şey olmaz Alfred’e... Finlandiya’dan
başka yerde savaş falan yapılmıyor ki!”
Ağzının üzerinde sımsıkı tuttuğu küçük mendili çekti karısı ve işitilmeyecek kadar hafif bir sesle:
“Alfred öldürüldü...” dedi.
Masanın üzerinde duran pulsuz sarı zarfı ancak o zaman gördü Joliot.
13
Michaud’nun alayı Le Havre’a nakledilmişti. Michaud önce telaşlandı: Yoksa Finlandiya’ya mı
göndereceklerdi onları?
Michaud’nun gözünde Moskova, hayatın faydasız bir şey olmadığını, mutluluğun boş bir sözden
ibaret bulunmadığını gösteren tek kanıttı. Orada düşünülüp tasarlanan ve gerçekleştirilen her şey
esrarengiz bir kılığa bürünüyordu, ama aynı zamanda çok yakın ve vazgeçilmeyecek kadar kendisiyle
ilgiliydi. Dudaklarında hayranlık dolu bir gülümseyişle dinlerdi radyonun Abhazya’daki limon
ağaçlarından söz etmesini. Moskova metrosunun inşaat hazırlıklarını, kendi evi söz konusuymuş gibi,
dikkatle izliyordu. “Brüksel yarışmasında piyanistlerimiz birinci oldu!” derdi örneğin. Ve bu
‘piyanistlerimiz’ kelimesi, doğal bir sözdü onun ağzında. Bir gün: “Orada çiçekler bile bizimle
birlikte...” demişti Denise’e... “Evet evet çiçekler. Papatyalar, laleler bile...” Sovyetler Birliği
haritasına sığınırdı canından bezdiğinde: Bu bitmek tükenmek bilmeyen ülke, huzur veriyordu ona.
Denise’le son buluştuğunda: “Moskova sergisi nasıl gidiyor?” diye sormuştu. Orada kırk yıl
yaşamışçasına gözlerinde canlandırabiliyordu bu uzak kenti. Ve onun için ölmeye hazırdı. Yalnız da
değildi bu konuda... Bu ortak inançtan gelen bir rahatlık vardı içinde: Aralarında yaşadığı
askerlerden yüzlercesi onun gibi düşünüyordu. Öteki alaylarda da farklı değildi durum... Milyonlarca
insanı birbirine bağlayan gizli bir kardeşlik kurumuydu bu...
Şimdi Le Havre’ın geniş caddelerinde cirit atıyor rüzgâr, tabelaları söküyor, reklam panolarını
deviriyor, sürüklüyor insanları. Limandaki canavar düdükleri haykırıyor hep bir ağızdan. Vinçler
dişlerini gıcırdatmakta. Gece gündüz demeden, devam ediyor çalışma. Ve Kuzeye yollanacak bir
savaş birliğinden söz ediyorlar...
Askerlerin birini bırakıp birini yakalıyor Michaud, bilmiyor hangisinin komünist olduğunu. Ama
bir alay belirti görüyor: Huma’sızlıktan şikayet ediyor işte birisi, bir başkası Viard’ın sözümona asil
tutumuyla dalga geçiyor, birisi de Thorez’den söz ederken, “Maurice’imiz...” diye kaçırdı ağzından...
Michaud fısıldıyor.
“Bizi Rusların üstüne salmak isterlerse, reddetmemiz gerekir. Ve saklayamazlar reddettiğimizi,
böylece de bütün ülke öğrenmiş olur.”
“Bilmem ki... Sonra öteki arkadaşlar ne diyor bu işe? Seçim zamanı oy kullanmaya benzemez
çünkü bu. Kurşuna dizerler adamı..”
Michaud’da hoşlarına giden taraf, çenesinin düşüklüğüyle şen şakrak oluşuydu. Çavuşun tütününü
aşırdığı zaman keyfine diyecek yoktu çocukların. Ama üstlere karşı yapılan küçük hınzırlıklar başka
şeydi, isyan etmek başka şey... Michaud bile bilmiyor askerlerin ne diyeceğini. Anlatıyor, ikna
ediyor; en güzel kelimeleri kullanarak, Rusların savunmakta olduğu büyük Kuzey kentini
canlandırıyor onların gözünde: “Leningrad’da büyük bir ırmak vardır ve saraylarda oturur işçiler,
Lenin bu kentte yaşamıştır...” Cepheden kaçmaya hazır bekleyen hainlere çatıyor sonra bütün
öfkesiyle... Herkese ayrı bir dille konuşuyor, anlayabilecekleri şekilde. Ve acele etmesi lazım:
Hemen ertesi günü harekete zorlayabilirler...
Kumanda ettiği alayın Kuzeye gönderilecek birlikler arasında bulunduğunu öğrendiğinde, Albay
Kérieu’nün uykuları kaçmıştı. Geceleri fal açıyordu. Öfkeli ama zayıf kişilikli bir adamdı.
Cesaretiyle terfi etmişti büyük savaşta, iki nişan kazanmıştı. Ölüme karşı kayıtsızdı. Hayattan
korkardı yalnızca, şeflerinden, politika oyunlarından, ihbarlardan, sokak gösterilerinden korkardı.
Bütün kış boyunca alay Picardie’de konakladı. Siper kazmak gerektiğine karar vermişti Kérieu:
İnsanları böyle eli boş bırakmak da olmazdı ki! Sert bir azar işitti General Picard’dan: “Kim söyledi
size, ortalığa panik saçın diye? Siper de ne demekmiş: Buraya kadar nasıl uzanabilir Almanlar?
Bozguncuların sözüne uydunuz demek...”
Korktu Kérieu: Ne olur ne olmaz! Ordunun içine kadar soktular politikayı... Çalışmaları durdurma
emri verdi: “Siperler yararsızdır. Almanların buraya kadar gelebileceğine ancak bozguncular
inanır...” diyordu emirde.
Bugün gene Finlandiya hakkında konuşuluyor. Askerlerin nasıl bir tavır takınacağını önceden
kestirmek mümkün değil. Ya tutup Ruslarla kaynaşırlarsa? Kim tasarladı bu girişimi Allahaşkına?
Milletlerin ortak atasözüdür: Bir tek düşman hep iki ayrı düşmandan iyidir, derler. Sonra: Nasıl
yenebiliriz biz Rusya’yı? Napoléon bile çuvallayıp kalmamış mıydı orada? Gamelin’in böyle bir işe
alet olmasına imkan yok... Ama Gamelin de bugün aciz durumda: Politikacılar karar veriyor bugün...
Umutsuz bir hareketle önünden itti haritaları. Falı kapalı çıkmıştı gene, iki vale eksikti. Ve altıncı
seferdir ki, hep böyle oluyor! Demek ki bu işin sonu geldi artık!.
Bu sırada Michaud arkadaşlarına:
“Sınırı gördünüz değil mi?” diyordu. “Müstahkem mevki diye bir şey yok. Birlikleri de geri
çekiyorlar. Ruslarla savaşmak için bütün bunlar. Fransa’ya da Hitler’in askerlerini davet edecekler.
Onların anladığı savaş bu işte!”
Ampulün donuk ışığı hafifçe aydınlatıyordu çehrelerini. Yarım yamalak sıvanmış duvarın üzerinde
sarsak gölgeler oynaşmaktaydı. Arkadaşlarının susuşundan bir anlam çıkarmaya uğraşıyordu
Michaud. Ama boşuna: Her biri ayrı bir dünyaydı çocukların... Asnièresli bir tesviyeci vardı,
olasılıkla komünist. Sonra bir köylü... söylediğine bakılırsa güzel bir çiftliğin sahibi. Bir dikiş
makineleri satıcısı, bir hamal, bir kasap çırağı, bir posta idaresi müstahdemi... Bir bilebilse ne
düşündüklerini...
İşin sonu, hiç ummadık bir anda çıkageldi. Picard’ı bekliyorlardı. İki bölük dizdiler. Kérieu ayakta
duruyordu, başını önüne eğmişti, bakamıyordu askerlerine. Aniden arka sıralardan doğru bir ses
yükseldi:
“Nereye götürüyorsunuz bizi?”
Kıpkırmızı kesildi albay, mendiliyle yüzünü kurulayarak sordu:
“Kim o bağıran?”
“Hepimiz!”
Afallamıştı Kérieu. Tehdit savurmaya kalkışmadı, iknaya da girişmedi. Silahlarını aldırdı
askerlerin. Hepsinin savaş mahkemesine sevk edileceği söylenmekteydi. Geceleyin hiç uyumadı
askerler: Çocuklarını, huzur dolu anlarını, aile hayatlarını andılar...
Elebaşıları öğrenmek istediler. Herkes biliyordu elebaşının kim olduğunu: Michaud... Ama
hiçbirinin ağzından bu ad çıkmadı... Mart sağanakları altını üstüne getiriyordu kentin.
Ertesi günü Picard, albaya:
“Üç-dört tanesini kurşuna dizmek gerekecek...” dedi. “İbret olsun diye.”
Kérieu, dayanamayıp haykırmıştı:
“Bunun ne demek olduğunu biliyor musunuz? Hepimizi öldürürler!”
Ama hemen toparladı kendini ve uysal bir edayla başını eğdi. Generalin kendisini savaş
mahkemesine sevk etmesini bekliyordu. Elebaşı oydu sanki...
Picard, sırtı albaya dönük, pencerenin kirli camını tıkırdatıyordu parmaklarıyla. Bir astının içerde
olduğunu unutmuştu çoktan, kendi kendine konuşuyordu: Marne Savaşı... sonra Verdun... Geçmiş
başkaydı... Ya şimdi? Ordu mu denir buna? Bir devşirme güruhu, bir sürü, o kadar! Kaç kez
söylemişti Breuteuil’e “Dikkatli olun... Bütün bunlar bize pahalıya oturabilir...” diye. Bir Kuzey
seferi, hiç kuşkusuz, ordunun moralini düzeltmeye yardımcı olurdu. Gel gör ki radikaller gene
kararsızdılar. Sonra da... bir alay komünist vardı askerler arasında. Bu durumda ne yapılabilir ki?
Subaylarınsa Almanlarla asla savaşacağı yok. Daha başlangıçta kollarını kaldırıp: “Teslim
oluyorum...” demek çok daha namuslu bir iş olurdu. Piyonlara varıncaya kadar henüz bütün taşların
ortada durmasına rağmen, oyun çoktan kaybedilmişti.
Dışarıya bir göz attı. Gazete satıcısının çevresini sarmıştı askerler. Sert bir rüzgâr, yaprakları
kapıp uzun sokak boyunca sürüklüyordu.
“Voie Nouvelle ! Son baskı! Voie Nouvelle ! Helsinki ile Moskova arasında görüşmelerin
başladığını yazıyor!”
14
Haberleri getirdiklerinde, rafadan yumurtasını yemekteydi Tessat. “Barış görüşmeleri...
Stockholm... Finlandiya delegasyonu...” Birbirine karışıyordu kelimeler. Yumurtanın sarısı yeleğine
dökülmüştü. Canı yanmış gibi suratını buruşturdu Tessat. Olanca cesaretini toplayıp Daladier’ye
telefon açtı:
“Gördün mü felaketi?”
Radyoda konuşacağını söyledi Daladier: Kuzey’e gönderilecek birliklerin hazır olduğunu
bildirerek, Finlileri direnmeyi sürdürmeye davet edecekti. Başını salladı Tessat:
“Çok geç aziz dostum! Kimse inanmayacak size. Başka şeyler düşünmek lazım artık.”
‘Küçük milletlerin trajedisi’nden bahsediyordu Daladier. Tessat, hırçın bir sesle sözünü kesti
Başbakanın:
“Gerçekten de bir trajedi, evet. Ve yalnızca Finliler için değil. Ben iyi koku alırım dostum,
güvenebilirsin: Hükümet bir haftaya kalmaz düşecektir.”
Oyların sayısını hesapladı hemen: Çoğunluk karşıdaydı. Adalet diye bir şey kalmadı ki dünyada!
Mannerheim budalasının beceriksizliği dönüp dolaşıp zavallı Tessat’nın başına patlıyordu işte. Finli
mi dedin: Pis vahşiler, ne olacak!
Korktuğu başına geldi: Hükümet azınlıkta kalmıştı. İktidar koltuğuna Reynaud oturuyordu şimdi.
Nefret ederdi Reynaud’dan: Harika çocuk pozlarında yerden bitmenin biri!
Tessat’ya bakanlıkta kalması teklif edildiğinde:
“Düşüneceğim,” dedi. “Dostlarımla bir görüşeyim hele.”
İlk işi koşup Daladier’yi bulmak oldu. Aperitifini almaktaydı eski başkan. Gözlerini devirerek
konuştu:
“Reynaud tam bir felaket! Ama ben sonuna kadar istifa etmemeye karar verdim.”
Başka hiçbir şey çekip çıkaramadı Tessat ve Breuteuil’e başvurmaya karar verdi: Yarının adamı,
Breuteuil! Eğer o, kendisine muhalefete geçmesini öğütleyecek olursa, hemen bakanlıktan ayrılacaktı.
Beklemesini de bilmek gerek hayatta, Allah kahretsin. Medeni cesaret sahibi olmak lazım!
Breuteuil’in çalışma odasında, uzun boylu mavi gözlü bir adamla karşılaştı Tessat.
“Sizinle,” dedi adam. “Marsilya kongresi sırasında tanışmak mutluluğuna ermiştim.”
Hayal meyal anımsıyordu Tessat adamı: Colmar delegesiydi bu, Fouger’yi konuşturmamış olan
genç... Ve Tessat, en sevimli gülümseyişiyle:
“Anımsamaz olur muyum hiç!” diye atıldı. “Daha dünmüş gibi aklımdasınız.”
Weiss çıktığında Breuteuil:
“Radikallerin beni görmeye gelmesine şaşma,” dedi. “Milli birliği gerçekleştirmekteyiz. Weiss
şimdi Grandel’le çalışıyor. İşlerimizin yürüyüş şeklinden genellikle memnunum.”
Breuteuil’in bu keyifli hali iyice afallatmıştı Tessat’yı.
“Bana soracak olursan,” dedi, “bundan daha kötü gidemezdi işler. Çok pis bir oyun oynadı Finliler
bize. Reynaud’ya gelince, öyle bir adam ki her şeyi bekleyebilirsin.”
“Yoksa beni Reynaud’nun kara gözlerine aşık mı sanıyorsun?” diye başladı Breuteuil. “İngilizlere
hayran bir komisyoncu işte: Bizi de dominyonu haline getirmek istiyor. Ama Reynaud kalıcı değildir.
Yaza kadar bile dayanamaz. Bu arada da, Gamelin’i başımızdan defetmek için onu kullanabiliriz: Ne
kazanırsan kardır, demişler. Picard’ı desteklememiz lazım. Sonra unutma ki ayak değneklerinin
üzerinde duruyor bücür ve büyük bir jest yapmadan edemez. İlk sıçrayışta da yuvarlandı demektir.”
“Bana da bakanlık teklif ediyor ama kabul etmek niyetinde değilim.”
“Sakın ha! Hemen kabul et: Milletin üstün çıkarlarını hesaba katmak zorundasın. Sonra, hükümetin
içinde bizden birisinin bulunması şarttır.”
Hiç nazlanmadı Tessat: Madem ki millet böyle istiyor! Reynaud’yla da işbirliği yapacaktı, evet.
Hem biraz da solları memnun etmek gerekmez miydi canım! Sağcılara gelince, çatlasınlar bakalım!
Ağızlarını bile açamazlar, Breuteuil arkasındayken. Kalacak evet, hükümette... Sonra, ne yalan
söylemeli: Bakan olmak, olmamaktan kat kat iyidir! Kat kat şereflidir de! Tessat’nın büyük bir özveri
örneği vererek bu kara günlerde görevden kaçmadığını tarih elbette yazacaktır!
Yeni hükümet üyelerinin listesini eline aldığı zaman haykırdı Joliot:
“Bu kadarı olmaz doğrusu! Pes yani! Otuz bakandan tam on altısı avukat. Hükümet değil baro
sanki! Bir de tutmuşlar buna, ‘savaş hükümeti’ diyorlar.”
Ajans haberlerini getirdiklerinde rengi birden solmuştu:
“Uğursuzluk işaretleri belirdi gene! Etna yeniden ateş püskürmeye başlamış: Herhalde nedensiz
değil. Bizimkiler de Finlandiya’nın kaybına yakınıyorlar. Bense makarnacı takımının Marsilya
üzerine yürümesinden korkarım.”
Matbaacı Poirier, kendisine ısmarlanan haritaları teslim ettiği zaman, Genelkurmay’da bir
şaşkınlık oldu: “Finlandiya haritaları mı? Ne işimize yarayacak bu?” Ama parayı ödediler.
Üç hafta geçti aradan. Bir sabah erkenden, Norveç kıyılarının mayınlandığını öğrendi Joliot.
Hemen Poirier’ye telefon etti.
“Kutlarım azizim. Yeni bir sipariş var size! Reynaud da beyaz ayılar ülkesine gitmek istiyor.
Yakında Norveç haritalarına ihtiyaçları olacaktır. Dediydi dersiniz! Fiyatta ılımlı davranın.”
Montignylerde son derece parlak bir davet verildi. İlk kez Tessat’yı aralarına alıyordu sağcılar:
Breuteuil, Laval, Flandin, Grandel, Méjeu, General Picard... hepsi oradaydı.
Tatili nerede geçirmenin daha tercih edilebilir olduğunu tartışıyordu hanımlar. Picard’ın karısı,
Briançon’u seçmişti:
“İtalyan sınırının burnunun dibinde,” diyordu. “Ama Mussolini’nin asla cesaret edemeyeceğini
söylüyor kocam. Ben de bıktım usandım artık bu pis savaştan, biraz dinlenmeye ihtiyacım var canım.
Görseniz bayılırsınız, öyle şirin, öyle dingin bir yer ki.”
Bayan Méjeu ise, uzun uzun düşünüp taşındıktan sonra sonunda Biarritz’de birkaç hafta geçirmeye
karar vermişti: Okyanusla yüksek sosyeteyi bir arada bulabileceğiniz kaç tane yer var ki!
Nereye gitmeyi tasarladığını sordular Sinek’e.
“İsviçre’ye gideyim istiyor kocam. Ama henüz bilmiyorum.”
O cici İsviçre pansiyonunu, turistlerin kahkahalarını, Kielmann’ın ensesini, ineklerin boynundaki
çanları anımsadı birden. Sonra da Lucien’in son günkü o gergin yüzü geldi gözlerinin önüne.
Açık bir elbise giymiş, omuzlarını pudralamayı da ihmal etmemiş olan Bayan Montigny, ikrama
boğuyordu konuklarını:
“Düşünün ki bugün günlerden salı: Lanetli bir gün! Et yok, pasta yok, içki yok dükkânlarda.
Allahtan ki biz Fransızlar ukala değilizdir! Şu Armagnac’tan mutlaka yudumlamanızı isterim,
saygıdeğer generalim: Ağabeyimin özel mahzenlerinden geliyor. Biraz sıkıntılı görüyorum sizi,
neyiniz var Allahaşkına?”
“Yo yo, gayet iyiyim. Armagnac da nefis doğrusu.”
“Haberler ne alemde?”
“Kötü. Askeri olaylardan söz ediyorum tabii. (İç geçirdi General.) Bergen-Oslo arasındaki
demiryolu hattını koruyabileceklerini iddia ediyorlardı, ama Almanların umurunda bile değil.
Yalnızca uç kuzey bölgesi kaldı ele geçiremedikleri. Durum...”
Generalin yalnızca son sözünü işitmiş olan Tessat hemen atıldı:
“Durum hissedilir derecede düzelmiş bulunuyor, evet. Doğrusunu söylemek gerekirse, ben şahsen
güçlü bir çoğunluk beklemekteydim zaten. Ama meclisin oybirliğiyle bizi iktidara getirmesi doğrusu
beni bile şaşırttı. Ne büyük bir siyasi olgunluk örneği, öyle değil mi? Bundan böyle, bütün Fransa’nın
iradesini dile getiren sadık sözcüler sayılırız. Yanılıyor muyum generalim?”
Picard, sözüne bıraktığı yerden başlayarak Bergen’i ve fiyortları anlatmaya koyuldu, ama hemen
itiraz etti Tessat:
“Canım bunlar basit ayrıntılardan ibaret.”
Picard’a öfkeleniyordu: Bütün askerler gibi, burnunun ucunu bile göremeyecek kadar kördü o da!
Almanların ne işleri vardı o sefil buz diyarında bilinmez ki. Fiyortları görmeye gidenleri, gece yarısı
güneşini hayranlıkla anlatanları, öteden beri birer yarı kaçık olarak bellemişti zaten Tessat. Almanlar,
Norveç’te de oltaya takıldı, diye düşünüyordu. Oh ne ala! Gözden uzak olsunlar biraz, bizimle
uğraşmasınlar da ne yaparlarsa yapsınlar!
“Bu Norveç sorununu ortaya çıkaran İngilizlerdir,” dedi. “Bizim hiçbir katkımız olmadı bu işte. O
kadar ki, Amiral Darlan’ı görseniz, ağzı köpükler saçıyor. ‘İngilizlerin yanında Hitler bir melek!’
diyor.”
Breuteuil sırıtmıştı:
“İngilizler... Onları bir zamanlar Somme’da da görmüştük. Her sabah tıraş olurlardı siperlerin
içinde. Saat beşte de çay içip sandviç yerlerdi. Şimdi göreceğiz tundralarda nasıl davranacaklarını.”
Davetlilerin hayal gücü çalışmaya başlamıştı:
“Morina balığı yer dururlar artık.”
“Zaten bayılırlar da morina balıklarına.”
“İster misin morinalar onları yutsun!”
“Reynaud’nun korkusunu gözlerimde canlandıryorum da!”
“Gerçekten de bizim bücürün durumu pek rahat olmasa gerek.”
“Avustralya hükümeti bile İngilizler nezdinde bizimkinden daha bağımsız durumda vallahi.”
Hükümeti savunmak gereğini duymuştu burada Tessat:
“Hiç kuşku yok ki Reynaud, bir İngiliz hayranı ve bir züppedir. Ama Portes Kontesi’nin son derece
akıllı bir kadın olduğu unutulmasın. Ve ben kontesin dostlarından birinin, Baudouin’in aracılığıyla
hareket etmekteyim.”
Davetlilerden birisi küçük bir kahkaha savurdu:
“Yani kontesin sevgilisi aracılığıyla!”
Tessat işitmezlikten gelerek devam etti:
“Breuteuil ve Laval gibi dostlarımızın kabinede bulunmayışı gerçekten üzüntü verici bir olay. Ama
sizleri gene de temin etmek isterim ki, Norveç sorununda asla bir serüvene sürüklenmeyeceğiz.
Bilirsiniz: Finlandiya’ya yardım konusunda ilk ve en çok ısrar eden ben oldum. Fransa zayıfların
yardımına koşmaktan hiçbir zaman kaçınmamıştır. Bununla birlikte Norveç’in kaderi bizleri hiç mi
hiç ilgilendirmez: İngilizlerle Almanlar arasında bir sorundur bu. Halletsin bakalım Churchill! Bizim
öz topraklarımıza gelince, her türlü sürprize karşı tedbirli durumdayız. Hollanda’dan geçemezler:
Böyle bir girişim karşısında Felemenkliler, derhal açacaklar boşaltım havuzlarını. Bu alandaki
denemeler son derece doyurucu. Belçika’daki müstahkem mevkilere gelince, çekinmeden
söyleyebilirim ki, Maginot Hattı’ndan hiç de aşağı kalmazlar. Gerçi Almanların uçak ve tank alanında
avantajları yok değil. Ama bu üstünlük yetmez. Gerçek bir saldırıya geçebilmek için bizim bir
topumuza karşılık Almanların altı top sahibi olması gerektiğini söylüyor General Lerideau.
Görüldüğü gibi, partiyi şimdiden kaybetmiş durumdalar.”
“Bizim zayıf noktamız, geri hatlar,” dedi Méjeu. “Komünistler gene kımıldamaya başladı bakın. La
Courneuve’deki grev ilk habercidir. İşte dağıttıkları bildiriler.”
“Ne namussuzluk!”
“Milletvekillerini kurşuna dizmemekle hata ettik.”
“Bir de reklamlarını yaptık üstelik. Bugün bütün milletin ağzında Greuze’ün mahkemede yaptığı
konuşma dolaşıyor.”
“O davanın açılması başlı başına bir hataydı zaten. Daladier’ye kaç kez söyledim: Ya, mahkemeye
sevk etmeksizin hapiste alıkoymak gerekiyordu herifleri ya da mahkemeye verince, vatana ihanet
suçlamasında ısrar etmek.”
“Bizi kanunlar bağlıyor,” dedi Tessat içini çekerek. “Jürinin verdiği karara bakın: İki yıldan üç
yıla hapis. Kimi korkutabilirsiniz ki bu cezayla? Reynaud gevşeğin biri. Mandel’e gelince, Hitler’e
karşı korkunç bir kinle dolu. Tehlikeli bir demagog. Komünün sürdürücülerinden biri sanıyor
kendini. Sérol’ün desteğine güveniyorum ben. Gerçi sosyalisttir ama namuslu adamdır. Adalet
Bakanlığı’na getirilmiş olması ne mutluluk! Moskova yarasını kızgın demirle dağlamaktan başka çıkar
yol bulunmadığını açıkça söylüyor.”
Elindeki Armagnac kadehini dikip bitirdi. Aniden bir hüzün sarmıştı içini. Ya Denise de kurşuna
dizilirse! Ama hemen toparladı kendini, işte gene kesin ve erkekçe bir kararlılık duygusuyla doluydu.
Davetliler sözlerini hararetle onayladılar. Tek ayaklı küçük bir yuvarlak masanın yanında ayakta
duruyordu, poz verir gibi bir hali vardı. Bir şeker kaşığı tutuyordu elinde: Devlet gemisinin dümenini
tutuyormuş gibi geldi Tessat’ya.
General Gort hakkında anlattığı hikâyelerle şimdi Picard üzerine çekmişti bütün dikkati.
Joséphine Tessat’ya yaklaştı ve alçak sesle:
“Lucien nerede?” diye sordu.
Gafil avlanmıştı Tessat: Oğluyla ilgili bir soruyla ilk olarak karşılaşıyordu. Düşünmeden bastırdı
yanıtı:
“Kayıp!”
Bu sözün ters yorumlanabileceğini anladı hemen ve ekledi:
“Belki de öldürülmüştür. Zavallı Lucien!”
Sesi titriyordu. Dayanamadı Joséphine, hıçkırmaya başladı. Tessat da gözyaşlarının tuzlu tadını
duyar gibi olmuştu ağzında. Küçük kuş burnunu parmağının ucuyla gizlice kuruladı.
Montigny gelmişti yanına. Ve Tessat toparlanmıştı: Kendini duygulara kaptırmanın sırası değildi!
Güçlü olması gerekiyordu. Clemenceau gibi. Hemen başladı konuşmaya.
“Hitler bir hata daha işledi: Foklarla savaşacak. Bu arada biz, rahatça yaşayıp çalışabiliriz. Yarım
milyon köylüyü terhis etme kararı aldı Daladier. Dönüp topraklarını sürsünler, tohumlasınlar:
Ekmeksiz yaşanmaz ki! Ducamp’la Fouger şom ağızlı kehanet gösterilerine devam ededursun, biz
Fransızların akıllı olduğunu bütün dünyaya kanıtlayacağız aziz dostum.”
Başıyla onaylıyordu Montigny. Sonra gelip Tessat’yı kucakladı. Kalın sesi bütün salonu
inletiyordu şimdi:
“Poitou’da bir arazi aldığınıza çok iyi etmişsiniz. Fransa’nın göbeğidir seçtiğiniz bölge, bütün
sınırlardan uzaktır. Benim Savoie’da bir toprağım var ve doğrusunu isterseniz, içim pek rahat değil.
Kim ne derse desin İtalyanlara güven olmaz. İçgüdüleriyle hareket ederler çünkü. Sizse kaygısızca
uyuyabilirsiniz: Hiç kimse Poitou’ya kadar uzanmaya cesaret etmez. Gerçek bir devlet adamlığının
bütün niteliklerine sahipsiniz azizim. Her zaman söylemişimdir bunu Breuteuil’e.”
15
Méjeu, Daladier’nin yerine Reynaud’nun Başbakan olduğunu öğrendiğinde:
“Bir mayısa kadar yüz seksen bombardıman uçağı teslim etmekle mükelleftim,” dedi Grandel’e.
“Ama şimdi durum değişti. Ek denemeler yapmanın şart olduğunu söyleyin lütfen kendisine.”
Gülümsedi Grandel:
“Sizi anlıyorum. Reynaud serüvencinin biri, gerçek bir savaşa sürükleyebilir bizi. Narvik’e avcı
birlikleri göndermeye ne gerek vardı yani? Ama yakında düşeceğini sanıyorum. Bir yenilgi yeter
bunun için. Almanlar da kendisine bu yenilgiyi tattırmakta kusur etmeyeceklerdir. Dessère’in
kendisini kutladığı söyleniyor. Bundan daha emin bir işaret olamaz: Dessère’in dostluğu kime uğur
getirmiş!”
Daha düne kadar en güçlü adam durumunda olan Dessère, bugün herkesin alay konusuydu.
Karikatürler ondan geçilmiyordu.
“Dessère’e yükleneceksiniz,” buyuruyordu Breuteuil, Joliot’ya. “Enternasyonal bir fırsatçı, bir
hayasız silah tüccarı, gözü paradan başka bir şey görmez bir egoist olduğunu yazın. Aşırı bir savaş
taraftarı dersiniz. Karalayabildiğiniz kadar karalayın, sözün kısası. Sansürden de korkunuz olmasın:
Tessat’nın vaadi var, sansüre göz yumacak.”
Onun ardından da Montigny, Dessère aleyhinde bir kampanya açılması için kesin emir verdi
Joliot’ya. Üstad ağlamaklıydı:
“Hadi diyelim ki insanoğlu siyasi fikirlerini pekala değiştirebilir ve bu da normaldir. Ama
Dessère, en sıkışık anlarımda omuz vermiştir bana. Şimdi bunun ne demek olduğunu anlıyor musunuz?
Eski bir dostu çiğnemeye sürüklüyorlar beni. Üstelik de Dessère namuslu bir adamdır. Gerçi
Marsilyalı değildir ama sever Marsilya’yı. Cassis’deki balıkçılarla dertleşirken görmüştüm onu.
Gerçek bir Fransızdır sözün kısası! Ve ben şimdi bütün bunları bile bile, Dessère’in Amerikalılara
satılmış bir Avusturya Yahudisi olduğunu yazacağım.”
Çok göz önünde bir adamdı Dessère. Ve herkesin, onun tepesi taklak geldiğine inanması için,
hafifçe sendelemesi yetmişti. “Zavallı adam,” diyorlardı, “aniden yuvarlanıverdi.” Oysa Dessère’in
bütün fabrikaları ve aksiyonları, olduğu gibi duruyordu henüz. Ama hiç kimse, işin bu yanını merak
edip de soruşturmuyordu ki. “Yıl sonundaki idare meclisi toplantısına kadar bile dayanamaz,”
diyordu mühendisleri. Emektar bahçıvan bile endişeye kapılmış ve üç-beş aylığının peşin ödenmesini
istemişti.
Gün geçtikçe biraz daha fazla içiyordu Dessère. İnsanlardan kaçıyor, anjin dö puatrin nöbetlerini
gizliyordu Jeannette’den. Yolda bir tanıdığıyla karşılaştığında:
“İzin verin de tanıtayım kendimi,” diyordu şaka yollu. “Bahçıvanının peşin ücret talep ettiği zengin
bir Avusturya Yahudisi!”
Başını çeviriyordu muhatabı o zaman. Yüzüne bakılmaz bir hale gelmişti: Hastalık ve hayal
kırıklıklarıyla altüst olan çizgileri gevşemiş ve sarkmıştı.
Derin ve neredeyse dayanılmaz bir acıma duyuyordu Jeannette onun için. Ve bu duygu, her ikisini
de birbirinin gözünde küçük düşürüyordu. Kaç kez öfkelenmeye, bağırıp çağırmaya çalışmıştı
Dessère’e. Onun da kendisine yükleneceği umuduyla, küstahça sözler etmişti. Ama Dessère her
seferinde boyun eğip, yaşlı bir köpeğinkini andıran dolu gözlerle bakıyordu kendisine. Ve Jeannette,
ona sarılıp öpmekten başka yapacak şey bulamıyordu. Belirsiz, ama dokunaklı sözler dökülüyordu
ağzından... “Jeannette!” diye mırıldanıyordu Dessère: Onun ağzında bu kelime, bir çeşit duaydı.
Jeannette kurtarabilirmiş gibi onu! Kendisini hayata bağlayan tek şeyin bu kız olduğunu seziyordu. Ve
her zamankinden daha çok korkuyordu ölümden. Acısından değil ama ölümün boşluğundan ve
hiçliğinden korkuyordu. Ne iyi ne de kötü hiçbir şey kalmazmış ya insan ölünce. Bu düşünce, avazı
çıktığı kadar bağırmak arzusu veriyordu ona.
Jeannette’i perişan ettiğini düşünerek kendi kendini suçluyordu sık sık. Ayrılmaya karar veriyor,
birkaç hafta dayanıp aramıyor, sonra birdenbire gidip bir gece yarısı uyandırıyordu kızı. Gitmek
değildi bu: Deliler gibi koşuyordu, korku içinde soruyordu otel kapıcısına, “Girebilir miyim?” Eliyle
taramaya koyuluyordu ağarmış saçlarını ve ürkek iri gözlerinden yaşlar boşanıyordu.
1 Mayıs günü Carlton’da Méjeu’ye rastladı. Barın tezgâhındaydılar.
“Rahatsız olduğunuzu işittim,” dedi Méjeu,
“Yoo... Sağlığım çok iyi tam tersine.”
“En önemli şey, insanın sağlığı! Hele şu günlerde... Bugün ayın kaçı biliyor musunuz? 1 Mayıs. Ve
hiç kimsenin umurunda değil. Anımsıyor musunuz geçen 1 Mayıstaki telaşımızı, endişelerimizi?
Grevler, gösteriler bekliyorduk. Bir de bu yılkine bakın: Alelade bir gün işte. Yoksa siz öyle
düşünmüyor musunuz?”
Dessère’in su katılmadık bir Kızıl’ olduğunu o kadar çok söylemişti ki Méjeu, sonunda kendi
uydurmasına kendi de inanmıştı.
“Sakin, evet,” dedi Dessère kayıtsız bir edayla. “Hatta bana kalırsa, haddinden fazla sakin.”
Çiçek satan genç bir kıza yakalandı caddede:
“Şu inci çiçeklerinden almaz mısınız! Yirmi kuruş topu topu. Size uğur getirir.”
Fırlak, sivri dişleri vardı kızın ve kovalanan bir vahşi hayvanın gözleriyle bakıyordu
karşısındakine. Küçük bir demet aldı Dessère: Çan çiçekleri henüz açmamıştı. “Bize uğur
getirecek...” Hadi oradan! Gülümseyişi Méjeu’nün, çiçekçi kızın bakışı, Jeannette’i, kendisini,
herkesi... Tezgâhta ayaktaydı, elinden alınacakmış gibi içiyordu konyağı. Radyo gürüldüyordu:
Dalgalara doğru eğilmek mutluluktur
Ama bu dünyada mutluluk yoktur
Bir hafta sonra Dessère, yolda Jeannette’e rastladı. Onu görmeden geçmişti Jeannette, yürürken
gülümsüyordu. Anladı: O yokken, hayattan daha bir tat alıyordu kızcağız. Koparmak gerekiyordu bu
ilişkiyi!
Jeannette’e defalarca, daha iyi bir yere taşınmasını teklif etmiş, ama kız istememişti. Bonaparte
Sokağı civarındaki o eski küçük otelde kalıyordu gene. Tombul bedenli, yüzü mavi pudrayla dolu otel
sahibesini ve spiral merdiveni gayet iyi biliyordu Dessère. Her basamakta soluk soluğa kalıp
dururdu. Bir kuşku kemirirdi içini hep. İdrar, kozmetik ve yemek kokardı koridor. Jeannette’in odası
uzun ve dardı. Şöminenin üzerinde bir Daphnis, elli yıldan beri sarılır dururdu tunçtan bir Chloe’ye.
Kim yaşamıştı acaba bu odada eskiden? Günün birinde ünlü olmayı uman bir ressam? Folies-
Bergères’deki o takma saçlı rengarenk kravatlı yüzüne bakılmaz güzellerden birine tutulmuş bir
muhasebeci belki? Ya da bir Alman sığınmacı, Fransa’da kalma izni alamadığı için sudan çıkmış
balığa benzeyen o titiz Almanlardan biri? Mannheim’dan bir manzara resimli kartpostalları
seyrederdi herhalde geceleri, sonra da ayakkabılarını çıkarıp odada volta atardı. Hiçbir zaman iyi
havalandırılmayan bu odada ağır bir yalnızlık kokusu vardı.
Sakin bir sesle konuştu Dessère:
“Birbirimizi bir daha görmemeliyiz.”
Önceden hazırlamıştı bu cümleyi. Jeannette’in, “Niçin?” diye sormasından ya da gözlerini
gözlerine dikmesinden korkuyordu. Dayanamayacağını biliyordu çünkü. Ama Jeannette sırtını dönmüş
ve:
“Doğru,” demişti.
İçinden de, artık hiçbir şey yok: Aldanmak olasılığı bile. Böylesi daha iyi! diye düşündü.
Dessère’se, bu kadar sakin kalabildiğine şaşıyordu. Ölümdü çünkü bu, ve ölmekten korkmuyordu
artık.
Tatlı, ılık 1 Mayıs gecesi. Karartılmış kentin üzerinde yıldızlar yanıp sönüyor. Çiçek açmış kestane
ağaçları. Ve kilisenin çalar saati her on beş dakikada bir kusursuz çınlamaktadır.
“Tam bir aşıklar gecesi,” diye güldü Dessère.
Pencerenin yanında, ayakta duruyordu.
“Aşıklar eksik yalnız. Yıldızlar var, ağaçlar var, şiir var o kadar. Görüyorsunuz ki yaşlandık
Dessère.”
“Daha yaşamadınız bile siz. Ben engel oldum hep. Ama bitti artık. Engel olmak istemiyorum artık
size, yaşamak da istemiyorum.”
Kendine rağmen dökülmüştü dudaklarından bu son sözler. Kendi kendine kızdı yakınmış olduğu
için. Şimdi de ona yalvardığını sanacak Jeannette. Oysa Dessère gayet iyi bilir aşkın parayla satın
alınmayacağını. Gözyaşlarıyla da satın alınmaz aşk, onu da bilir.
Dessère’in şaşkınlığını fark etmedi Jeannette.
“Hiçbir yaşama isteği kalmadı içimde,” dedi. “Eskidenmiş o. Ama başaramadım işte. Ya siz?”
“Ben ölümden korkuyorum. Yani... bir türlü anlayamıyorum ölmenin ne demek olduğunu.”
Tam gitmek üzereydi ki, DCA toplarının gürültüsü kapladı birdenbire ortalığı. Durmaksızın
havlayan başıboş bir köpek sürüsü gibiydi bu. Kadifeden gökyüzünü tırmalıyordu projektörler. Alarm
düdükleri de başlamıştı ötmeye. Canlı, hayvani bir yan seziliyordu bu düdüklerin haykırışında.
Jeannette sordu:
“Nedir bu?”
“Başlangıç olsa gerek. Mevsim bahar ne de olsa. Tam aşıklar için bir gece demiştim ya size. Bu
arada Almanların kollarını kavuşturup bekleyeceklerini sanmışlardı. Keyfini yapan yoktu Méjeu’nün.
Her şey ne kadar sakin! deyip duruyordu hep. Zavallılar! Aslında zavallı falan değiller tabii: Hepsi
birer hain. Neyse... Hiçbir şeyi değiştirmez bu, işin ucunda. Söyleyin bana Jeannette: Hiç mi
korkmuyorsunuz ölmekten?”
Kararlı, hatta kuru bir sesle yanıt verdi Jeannette:
“Korkmuyorum.”
Alarm bitmişti. Pencerenin yanında bir koltuğa oturmuştu Dessère. Sabaha kadar kalmak üzere izin
almıştı Jeannette’den. Kuşlar çoktan uyanmış, ötüşüyorlardı. Basit, arı, çocuksu sesler. Yanlamasına
iniyordu güneş ışıkları. Gölgeleri uzatarak. Hava serindi. Sebze yüklü arabalar yollanıyordu şimdi
çarşıya. Bir sütçü kadın geçti. Ve hiçbir şey olmamış gibi geldi Dessère’e: Ne gece alarmı, ne de
kopuşma. Jeannette’e baktı. Uyuyordu. Sakindi yüzü. Ve kayıtsız. Gözleri kapalı olduğu zaman, bütün
öteki kadınlara benziyor, diye düşündü. Ve onun bu düşüncesini fark etmiş gibi uyanıverdi Jeannette.
Dessère’e bakıyordu. Dessère başını çevirdi.
“Günaydın Dessère,” dedi Jeannette neşeli bir sesle.
Yoksa o da mı unutmuştu akşam olup biteni? Açık pencereden, okullu çocukların gülüşü doldurdu
odayı:
“Su aygırı beni derse kaldıracak olursa, ayvayı yedik demektir.”
“Donumun içine saklamıştım problemin çözümünü arkadaş. Dün gece de sinemaya gidip Ölüm
Öpücüğü’nü gördüm bir güzel.”
Çocukların konuşmasını radyonun vızıltısı izledi:
“Üçüncü vuruşta saat, tam yediyi bir dakika geçmiş olacaktır. Şimdi sabah haberlerini veriyoruz.
Sayın dinleyiciler, Alman birlikleri bu akşam Hollanda ve Belçika sınırını aşmış bulunmaktadırlar.”
Jeannette bir çığlık atıp pencereye koşmuştu. Sokakta bir kadın, kolunda sepeti, durmuş radyoyu
dinlemekteydi.
“Almanlar, Hollanda topraklarına paraşütçü kıtaları da indirmişlerdir.”
Sepetini koyuverdi kadın yere. Soluk pembe renkleriyle iri iri çilekler kapladı kaldırımı. Dessère,
Jeannette’e döndü:
“Ne demiştim size dün akşam? Bu, yalnızca başlangıç.”
Sokaktaki gazeteci barakası büyük bir kalabalığın hücumuna uğramıştı işte. İşçiler, dükkâncılar, ev
kadınları itişip kakışıyorlardı. Ayrı bir ses çıkıyordu her kafadan.
“Tıpkı 1914’teki gibi işte! Buraya kadar gelebilirler gene.”
“Yok canım, orada batağa saplanıp kalacaklardır. Farz edelim ki aldılar Hollanda’yı. Peki sonra?
Sonra ne yapacaklar yani? Böylesi bizim için çok daha iyi.”
“Hollandalıların memleketi su altında bırakacağını yazıyordu gazeteler daha dün.”
“Almanlar bal gibi bir paraşütçü birliği indirebilirler azizim. Hem de Paris’in göbeğine!”
“Bir bakmışsın, harp okulunun bahçesine inmişler.”
Dessère ani bir hareketle pencereyi kapattı.
“Hep aldattılar bu insanları!”
Gelip koltuğa oturmuştu gene. Göğsü sıkışıyordu, güçlükle solumaktaydı şimdi. Kolunda ve
omzunda bir ağrı vardı.
“Jeannette, bana bakın! Gözlerinizden ürküyorum ama, gene de bakın. Ve dinleyin. İyi dinleyin
beni! İnsanları ben de aldattım. Ötekilerden daha fazla aldattım belki. Korumak istiyordum çünkü.
Neyi korumak diyeceksiniz, Tessat’yı mı? İşte cezası! Ne olacağımızı bilmiyorum şimdi. Hitler’in
geleceğini biliyorum o kadar ve Fransa’yı koydunsa bul artık! Pierre haklıydı: ‘Bırakın bütün bu
herifleri!’ demişti bana. Ölü gibiyim şimdi. Ama yaşıyorum. Beni değil, Pierre’i öldürdüler. Sizi de
öldürmesinler Jeannette, sizi de öldürmesinler! Haydi Allahaısmarladık! Kim derdi ayrılışımızın
böyle bir güne rastlayacağını. Sanki bir tiyatro. Ama gerçekte çok basit bir şey bu, korkunç.”
Boğuk bir sesle ve kesik kesik konuşuyordu. Kapıya geldiği zaman aniden eğilip Jeannette’in elini
öptü. Ve Dessère’in bütün sevgisini, acısını, umutsuzluğunu dile getiriyordu bu öpüş, bu çökmüş
omuzlar, bu titreyen el.
“Size bir pasaportla gerekli vizeleri bulurum Jeannette. Gidin buradan! Uzağa, Amerika’ya.”
Başıyla bir ‘hayır’ işareti yapmıştı Jeannette. Alabildiğine bıkkındı. Ama birdenbire dayanılmaz
bir acıma dalgası yükseldi içinden: Hollandalılara, pencerenin altında bağırmaya devam edenlere,
Dessère’e... herkese acıyordu. Dessère’e özellikle. Herkes de güçlü bir adam sanır Dessère’i, oysa
Jeannette’den çok daha mutsuz işte: Bir tutsak. Ya da bir kukla. Bir gölge. Ve ilk olarak, ‘sen’ diye
hitap etti ona.
“Üzme kendini! Her şey bitecek. Nasıl biteceğini bilmiyorum ama, bitecek. Dessère... Elveda
sevgilim!”
16
Sapsarı kesilmişti Binbaşı Leroy. Çenesi titriyordu. Kendi kendine konuşur gibiydi. Omuz silkti
Lerideau:
“Anlamıyorum doğrusu! Köprülerle ne ilgisi var bu işin?”
“General Moquet söyledi bana. Telefonda bizzat kendisiyle görüştüm generalim.”
Bu sözleriyle General Moquet savaş mahkemesini boylamayı hak ediyor doğrusu! Düşman şu anda,
ırmağın geçit noktalarından altmış kilometre uzakta bulunuyor. Bir aldatma harekâtından başka bir şey
değil bu yaptıkları, eminim. Eminim, çünkü birliklerimizin büyük bir kısmı, Vervins ve Le Cateau
üzerinden Belçika’ya dalmış bulunuyor. En kötü olasılığı hesaba katarak saldırının doğrudan doğruya
bizi hedef tuttuğunu farz etsek bile, Meuse’e kadar gelebilmeleri için bir ay lazım onlara. Ve bir ay
derken, son derece hızlı bir saldırı ritmiyle ilerlediklerini farz ediyorum ve bizim karşı
saldırılarımızı da hiç hesaba katmıyorum. 7. Ordu neredeyse Anvers’e girecek. Ne demektir size göre
saldırı ya da savunma? Eğer bu bir saldırıysa, köprüleri atalım demek için kara cahil olmak gerekir.
Anladınız mı söylediklerimi? Şu mırıldanmayı da kesin lütfen.”
“Ben...”
“Siz?.. Paris’te geçirmişsiniz siz birinci savaşı! Savaşta ilk kural, soğukkanlılığını korumaktır.
Savaş, şu anda çetin bir aşamaya ulaşmış bulunuyor, doğal bir şey bu. Ama bizler gene de, eskisi gibi
çalışmak zorundayız. Zaferin sırrı buradadır işte. Bu sabahki gazetelerde neler var, söyler misiniz?”
Kendine hakim olmaya çalıştı Leroy:
“Romier, Figaro’da, düşman saldırılarının Namur-Anvers Hattı üzerinde durdurulabileceğini
yazıyor.”
Yeniden titremeye koyulmuştu çenesi. Dayanamadı:
“Sayın generalim. Almanlar altmış değil, kırk kilometre uzakta bulunuyorlar. Marches’i işgal
ettiler.”
“Sanki subay değil, milletvekilisiniz! Bir kere, verdiğiniz bilgiler ne dereceye kadar doğrudur
araştırılmamış. İkinci olarak da, düşmanın önce kuvvetleri Marches’a yaklaşmış olsalar bile bu,
hiçbir şey kanıtlamaz. Çekilebilirsiniz. Albayı gönderin bana.”
Büyük bir harita açtı Lerideau. O her zamanki sarsılmaz haliyle Albay Moreau girmişti:
“Ne güzel bir gün! Şimdi geldim daha. Tankçılara gitmiştim. Harika bir memleket doğrusu:
Küçücük korular, şirin mi şirin tepecikler.”
Kendi düşüncelerine dalmıştı Lerideau:
“Arazi çok engebeli,” dedi. “Bu durumda paniğe kapılmaya gerek yok. Bakın: Mavi kalemle
çizdim cephe hattını. Size gelen bilgilere uygun mu?”
Dev yapılı albayın yanında Lerideau bir cüce gibi kalıyordu. Hiç telaşsız, adeta himaye etmek ister
gibi baktı Generale albay:
“Cephe diye bir şey kalmadı. Marches-Libramont arasını düz bir çizgiyle bağlamışsınız.
Sabahleyin doğruydu bu. Ama şimdi saat, ikindinin dördü.”
“Yani, ilerlemeye devam ediyorlar mı demek istiyorsunuz?”
“Dördüncü vitesle geliyorlar üzerimize.”
Lerideau afallamıştı, gözlerini yumdu bir an. Kalın, mavi gözkapakları vardı. Toparlandı hemen:
“Onlar için felaket olur bu! Cephe gittikçe biraz daha uzamakta demektir. İki yanları da bizim
birliklerimizle dolu. Şimdi bize, düşmanın zayıf noktasını bulmak düşüyor. Bu konuda General
Picard’la görüşmem gerekir. Sizin burada, yanımda bulunmanız iyi oldu albay... Kumandanımız
tamamıyla kendini kaybetmiş durumda. Moquet de öyle. Oysa durumda korkulacak bir yan yok. Sizin
fikriniz?”
“General Picard’ın yedek kıtalarını ortaya süreceğinden kuşkuluyum. Bu savaş hakkında generalin
ne düşündüğünü biliyorsunuz.”
“Evet, ama durum tamamıyla değişmiş bulunuyor. Düşman bugün saldırıya geçti. Biz de bir şeyler
yapmak zorundayız.”
“Artık hiçbir tedbirin fayda vermemesinden korkarım. En azından yedi yüz tankla saldırıya
geçtiler. Bizim savunmamız da son derece zayıf. 47’lik toplarımız için cephanemiz bile yok.”
“Bu bir ayrıntı. Çünkü sıkıştığımız takdirde, sahra toplarımızı da kullanabiliriz tanklarına karşı.
Görüyorum ki siz de kendinizi genel psikoz havasına kaptırmış bulunuyorsunuz. 1914 Ağustosu’nu
anımsamanızı öneririm albay. O zamanki durum, bundan çok daha berbattı. Charleroi’dan Meaux’ya
kadar o alelacele gerilememizi asla unutmayacağım. Topçular toplarını terk edip atlarla kaçıyorlardı.
Ama sonra ne oldu? Aradan on beş gün geçmeden, Aisne Irmağı’na kadar püskürttük Almanları. Sağ
kanadını kapatmayı unutmuştu Von Klück ve bunun cezasını pahalı ödedi. Bugünse sıkışık bir sütun
halinde ilerliyorlar. Çılgınlık bu! Bağlantılarını açıkta bırakıyorlar.”
Strateji kanunları, savaş halinin cilveleri, Fransız topçularının üstün nitelikleri hakkında uzun bir
nutka girişti. Pencerenin yanında ayakta duran albay, düzgün yamaçlı tepeciklere dikmişti gözlerini.
Tarlalar bezenmekteydi işte. Belli belirsiz gülümsüyordu albay. Sonra da, uçaksavarların mevzilerini
gözden geçirmek üzere çekildi. Lerideau yalnız kalınca mendilini çıkarmış ve şakaklarında biriken ter
tanelerini silmişti. Bir süre dalıp gitti. Moreau gibi soğukkanlı bir adamın da morali bozulduğuna
göre, hayra alamet değil bu. Düşmanın inanılmaz bir hızla ilerlediğini de kabul etmek gerekir. Ya
hepten akıllarını kaybetti bu Almanlar ya da korkunç güçlü durumdalar. Düzenli bir askeri harekât
yerine, al sana tam bir karmaşa! Arapsaçından beter! Maginot Hattı’ndayken çok daha rahatlardı, bir
çeşit sürprizlerle karşılaşmak korkusu yoktu hiç olmazsa. Modern savaş dedikleri de bu işte. Hadi
canım! Savaş falan değil, mahalle kavgası derler bunun adına!
Nisan başından itibaren kuvvetlerin toplanmasına girişilmişti. Sedan sektörü sakin bir geri hattı o
zaman. Askerlerin keyfi yerindeydi, kaçak Belçika tütünü de buldular mı hele! Lerideau ise
sıkılıyordu. Emindi Almanların Belçika’ya dalmayacaklarından. “Wilhelm’in hatalarını tekrar
etmeleri için ne sebep var yani?” Norveç’teki harekâtı izliyordu dikkatle. Ve İngilizlerden alıyordu
hıncını.
“Asker falan değil bunlar. Tüccar işte!”
Akşamları albayla satranç oynuyor ya da Sophie’ye uzun mektuplar yazıyordu.
Ve bütün bunlar, Lerideau’nun deyimiyle, ‘geçerli kuralların dışında’ olup bitmişti. Alman
saldırısı, başı boştu onun gözünde. Herkese güven aşılıyordu: “Tuzağın içine atıyorlar kendilerini!”
Ama şimdi. Moreau’nun sözleri onu da sarsmıştı: Belki de durum sandığından daha ciddiydi
gerçekten? Reynaud da tutmuş De Gaulle’ü öne çıkarmak istiyor. Bir cahille bir haris: Ne güzel bir
çift! General Picard küplere biniyor. Haklı. Kendi durumu da pek parlak değil şimdi! Sakin olalım,
sakin olalım! Telaşlanacak bir şey yok henüz. Bir kâğıt çekti haritanın üzerine: Sophie’ye yazacaktı.
“Benim küçük sevgili bülbülüm, senden mektup almayalı neredeyse üç gün olacak. Bu uzun susuş
endişelere boğuyor beni. Sanjet, mide hastalıklarının Paris’te ortalığı kasıp kavurduğunu söyledi.
Salata ve meyveleri çiğ çiğ yemekten sakın güzelim. Ben iyiyim, moralim de yerinde, yalnız şu son
günler çok yorucu oldu. Düşmanın büyük çapta bir harekâta giriştiğini gazetelerden öğrenmişsindir.
Ama soluğu çabuk kesilecek. Bu kesin. Havalar hâlâ güzel gidiyor ve ben gene her gün iki saatlik bir
gezinti yapmaktayım. Dün General Picard’ın yaveri Binbaşı De Graves ziyarete geldi bizi. Çok iyi
bir müzisyen bu genç adam. Bize Grieg çaldı. Kendisini kutladım, ama için için de: ‘Benim
Sophie’ciğimin yanında solda sıfır kalır!’ demekten kendimi alamadım. Eksikliğini nasıl duyuyorum,
bilsen! Sevgili küçücük ellerinin piyanonun tuşları üzerinde martılar gibi uçtuğunu yeniden göreceğim
günleri hayal ediyorum hep. Stendhal yerden göğe haklı, gerçek aşkın...”
Bir patlama Lerideau’yu koltuğundan sıçrattı. Tavandaki sıvaların mektubunu yer yer kirlettiğini
görünce öfkelendi General. Moreau, kapıyı vurmadan girmişti:
“Sığınağa ineceğiz.”
Mahzen serindi. Raflarda, esrarengiz pırıltılar saçan tozlu şişeler sıralanıyordu. Şarap kokuyordu
ortalık. Subaylar esniyor, geriniyorlardı. Moreau, ata biner gibi bir fıçının üzerine yerleşmiş
gülümsemekteydi. General için bir tabure getirdiler. Lerideau’nun suratı asılmıştı gene: Mektubunu
tamamlamaya fırsat vermemişlerdi.
Binbaşı Leroy:
“Bizi hedef alıyorlar,” diye geveledi.
Başıyla onayladı Moreau:
“Enfes bir casusluk örgütleri var. Biz bir yere göçer göçmez hemen haber alıp bombalıyorlar.
Yarın gene yer değiştirmek gerekecek. Ben de yeni gittiğim bir yerde ilk geceleri asla uyuyamam.”
“Çaresiz katlanacaksınız,” dedi Lerideau. “Savaş hali bu, manevra değil ki. Ama insanların da
vahşileştiğini belirtmek lazım. Birinci savaşta hiç kimse dokunmazdı ordugâhlara. Karşılıklı bir saygı
vardı. Şimdi ise tutmuş, adi bir bataryayı arar gibi, bizi bulmaya çalışıyorlar. Şövalyelik ruhu diye
bir şey kalmadı artık! Yapmayacakları yok. Pompée’yi hatırlıyor musunuz albay? Gerçek bir
şaheserdir doğrusu. Hele Pompée’nin ölümüne ağlayan Corneille’nin komplonun varlığını öğrendiği
sahne. Şöyle der César’a:
Ölümüne karar verdiler, yeminliler, hazırlıyorlar;
Pompée’nin kellesinin yanına seninkini de koyacaklar.
İçlerinde benim kölelerim de var; onlardan öğren
Suikastın elebaşlarını, düzen şeklini ve suç ortaklarını.
Hepsini hükmüne terk ediyorum.
Sağlam karakter diye buna derler işte! Ya mısralardaki asalet?..”
Hedef oldukları top ateşi umurunda değildi artık, Corneille okuyordu şimdi Lerideau. Sonunda
sıkılıp sustu, esnemesini güçlükle zaptetti. Binbaşı Leroy, sigara içmek istedi, elleri titriyordu
durmadan. Yüzbaşı Sanjet ise, ıslıkla: ‘Her şey yolunda madam la markiz’i söylemekteydi.
“Susun Allah aşkına!” diye bağırdı Leroy.
“Özür dilerim. Şişeleri, fıçıları, şiiri görünce dayanamıyor insan. Montmartre’da bir gece
kulübünde sanıyor kendisini.”
Bombardıman bittiğinde Lerideau, yarım kalan mektubunu tamamlamak istedi. Ama Moreau
dalmıştı gene içeriye:
“Gösteri devam ediyor,” dedi. “Alman tankları Paliseul’deler.”
General, haritayı inceledikten sonra, odayı arşınlamaya koyulmuştu. Endişeliydi ama, biraz önce
aldanmış olduğunu kabul etmek istemiyordu Moreau’nun yanında.
“Size söylemiştim albay, bunların çılgın olduğunu! Cebi genişletmeyi bile denemiyorlar.”
Bir an sustuktan sonra ekledi:
“Evet... Bu durumda, Nouzon’la Monthermé arasındaki köprüleri havaya uçurmak kaçınılmaz hale
geliyor.”
“Bu sabah bağlantı halindeydik. Ama öyle sanıyorum ki Nouzon’u boşalttılar.”
“Yüzbaşı Senjet’i gönderin bakalım anlamak için. Aynı zamanda da Genelkurmay’a haber verin:
Köprüleri uçuracak olan birlik gecikirse, harekâtı uçaklar tamamlasın.”
Ve nihayet bitirebildi mektubunu:
“... Durum karışıyor. Ama ben gene de seni ay sonundan önce görmek umudunu yitirmiş değilim.
Almanların, bu kadar insan ve yakıt kaybından sonra, mutlaka ilerleyişi durdurmaları gerek. Kendine
iyi bak!”
Sanjet, kahvesinin içine biraz konyak boşaltıp içtikten sonra, Leroy’la vedalaştı:
“Pek tatlı bir gezinti değil bu.”
Bir saat sonra da Binbaşı Leroy, Sanjet ile şoförün, hareket ettikten hemen sonra yolda
öldürüldüklerini haber alıyordu. Demeye kalmadan, bir köylü topluluğu geldi koşarak.
“Almanlar! Almanlar vurdu.”
“Olamaz,” dedi General. “Bizzat gidip göreceğim.”
Sanjet’nin kimlerin saldırısına uğradığı sorusu, bir türlü yanıtlanamadı. Otomobildeki iki cesedi
görünce, asker selamına durmuştu Lerideau. Sakindi.
“Daha ileri gidecek miyiz?” diye sordu Albay Moreau.
“Hayır.”
Generalin kararını bekliyordu hepsi. Lerideau ise arabaya yerleşti ve buyurdu:
“Hiçkimse gitmesin Nouzon’a. General Moquet çocuk değil ya, ne yaptığını bilir elbette.
Köprülere gelince, uçaklara bırakacağız. Ne duruyorsunuz albay? Binsenize yanıma.”
“Geri mi dönüyoruz?”
“Hayır, Rethel’e gideceğiz. Hayatımızı tehlikeye atmaya hakkımız yok. Askerliğin ilk kurallarından
biridir bu.”
Ölü yüzbaşının dudaklarındaki sırıtma ifadesi canlanır gibi oldu gözlerinde, diliyle dudaklarını
yaladı. Sonra da:
“Geri hatlarımız beş para etmez işte!” dedi.
Ağır ağır ilerlemekteydiler, yol tıkalıydı: Arabalar, traktörler, beygirler... Ve hepsi karşıdan doğru
gelmekteydi bunların. Lerideau bir parça yatışmıştı şimdi:
“Açtıkları gediği desteksiz koruyamayacaklarını nihayet anlamışa benziyorlar,” dedi.
Charleroi yakınlarında bağıra çağıra bekleşen askerler durdurmuştu otomobili, Generali görünce
sustular.
“Ne var, ne oluyor?” diye sordu Lerideau.
Arka sıralardan doğru, ürkek bir ses yükseldi:
“Almanlar...”
Ve askerler hep bir ağızdan konuşmaya başladı:
“Ani bir iniş yaptılar.”
“Gar şefini öldürdüler.”
“Paraşütçüler!”
“İki subay daha öldürdüler!”
Lerideau arabanın içinde doğrulmuştu:
“Susun! Nereye gidiyorsunuz?”
Askerlerden yanıt gelmedi. Moreau, sinsi bir alaycı sesle:
“Kaçak oldukları belli...” dedi.
Tam o sırada, havlamayı andıran bir ses yükseldi yerden doğru:
“Bizi burada mı ekip gideceksin yani General?”
Lerideau renk vermedi:
“Susun dedim!”
Kendisine bağırmış olan adama bir göz attı: Yaralı bir askerdi bu. Yattığı yerdeki toprak kana
bulanmıştı çepeçevre.
“Bu askeri ilk yardıma Méjeu...” diye buyurdu Lerideau.
Yaralıyı şoförün yanına yerleştirdiler. Adam susuyordu artık, gözlerini yummuştu.
Durmadan klakson çalıyordu Méjeu, ama boşuna: Sıkışık topluluklar halinde göçebeler
doldurmuştu yolu baştan başa. Çoğu, hayvanlarını önüne katmıştı. Sürülerin arasından geçmek
gerekiyordu sık sık. Köylü arabaları iki sıra halinde ilerliyordu. Sabırsızlanmaya başlamıştı
Lerideau:
“Bu gidişle hiçbir zaman yetişemeyiz!”
Méjeu, otomobili aniden durdurup dışarı kulak verdi. General başını uzattı pencereden:
Bombardıman uçakları vardı gökte. Göçebe köylülerle askerler darmadağın bir şekilde tarlalara
yayılmış ya da küçük koruya sığınmışlardı. Bir adım bile ilerlemek olanaksızdı artık: Köylü arabaları
ve hayvan sürüleriyle doluydu yol. Üçü de arabadan inip araziye daldılar. Albay yüzükoyun yere
uzanmıştı, Méjeu de onu izlemekte gecikmedi. Onları taklit etmek küçüklüğüne düşmemek gerektiğini
düşünmüştü Lerideau: Ayakta kalmış, gökyüzüne bakıyordu. Kısacık boyuna rağmen, bir büyüklük
vardı bu tavırda... Dokuz uçak geliyordu.
“Düzenli uçuyorlar...” dedi General.
Bombalardan biri küçük koruya isabet etmişti. Yeniden arabaya binecekleri sırada, altı-yedi
yaşlarında bir kız çocuğu gördü. Bir sedyeye uzatmışlardı kızcağızı: Bacakları kopmuştu. Lerideau
burnunu sildi ve alçak sesle.
“Korkunç bir şey!” dedi albaya.
Sonra da yaralı askere döndü:
“Kahramanımız nasıllar?”
Susuyordu asker. Méjeu biraz sonra:
“İzin verirseniz indireceğim,” dedi. “Üzerime yığılıyor, rahat hareket edemiyorum.”
“Delirdiniz mi siz? Yaralı bir askeri yolda bırakmak!”
“Yaralı değil artık...” dedi Méjeu. “Çoktan soğudu.”
Oradan oraya yığılıyordu askerin vücudu. Sırttan bakılınca, uykudan ayakta duramayan bir adam
sanılırdı...
Garın önünde durdular. Méjeu motora su koymak istemişti. Peronun üzerine bir alay obüs
yığılmıştı. Lerideau hemen inceledi:
“47’lik mermiler. Bir de elimizde yok, diyordunuz. Ama burada ne arıyorlar anlayamadım? Ne
düzensizlik! Akıl almaz doğrusu!”
Baştan aşağıya dolaştılar garı. Kimseler yoktu. Telgrafçının odasında, ayakları çıplak bir asker
yere çömelmiş bir şeyler çiğnemekteydi ağzında. Generali görünce korkup ayakkabılarını giymeye
davrandı. Lerideau sordu:
“Hangi alaydansınız?”
“173’üncü alay. Bacağımı kırdım...”
“Tüfeğiniz nerede peki?”
Asker yanıt vermedi.
“İstasyon şefi nerede?”
“Hiç kimse kalmadı. Almanların hemen burnumuzun dibinde olduğu söyleniyor... Motosikletle
geliyorlarmış... Korkunç bir şey...”
Çocuk gibi ağlamaya koyulmuştu. Tiksintiyle suratını buruşturdu General.
Su aldıktan sonra yeniden hareket ettiler, Lerideau susuyordu. Araba Rethel’e yaklaşırken
birdenbire albaya dönüp:
“Savaşı kaybettik işte!” dedi. “Milletvekillerinin ne düşüneceğini bilmem. Reynaud başta olmak
üzere hepsi de serüvenci ve cahil. Bizim sorumluluk devremiz böylece sona eriyor: Elimizden geleni
yaptık. Romalıların dediği gibi, daha iyisine gücü yeten varsa beri gelsin.”
17
Taburun konakladığı köy, arapçasına dönmüş dünyadan tamamıyla habersizdi. Ardıç ateşinde
domuz sucuğu islerdi köylüler. Ve inekler, eski tanrılarınkini andıran bilgelik dolu gözleriyle, yoldan
geçen kamyonları seyrederlerdi. Yoncalar yeşillenmişti, çiçek açıyordu safranlar...
Gazeteler geldiğinde, hemen son sayfayı açıyordu askerler. Ne torpillenen gemiler, ne de
Trondhjem savaşları ilgilendiriyordu onları. Buna karşılık, günlük haberlerle ilanları bir daha, bir
daha okuyorlardı. Yer yer tiyatrolar, taraçaları müşterilerle, şen şakrak kibar kadınlarla dolu
kahveler hâlâ çalışmaktaydı.
Paris’ten ayrı düşmüş olmasına üzülmüyordu André. Normandiyalı bir köylü çocuğuydu o. Yavaş
yavaş akıp giden ağdalı hayat tarzı içinde kendini yeni baştan keşfediyor gibiydi. Geçmişi düşündüğü
ender saatlerde, Jeannette’in gülümseyişi ya da, kül rengi evlerle arduvaz rengi Seine Nehri
cinsinden, henüz tamamlanmamış tuvaller gibi belirsiz, masal yapısını andıran şekiller canlanıyordu
gözünde...
Askerler bu hayata çoktan alışmışlardı. Sıkı dostluk kurmuşlardı köylülerle. Givert, zümrüt gibi
gözleri olan bir küçük kız için mısralar döktürmeye koyulmuştu: Efsane tanrıçalarına benzetiyordu
kızcağızı. Lorier, bir kaval geçirmişti eline, her düğünde kaval çalıyordu. Nivelle’se, bu konuların
bir uzmanı olarak, ‘Crucifix’ vermutunun ‘Cinzano’dan çok daha avantajlı olduğunu kanıtlamaya
uğraşıyordu köy kahvesinin patronuna. Yves her zamanki gibi: “Buranın toprağı bereketli...” diyordu.
Ağzı bir karış açık kalıyordu şaşkınlıktan: Toprak, istisnasız her yerde iyiydi. Ve herkes André’yi
seviyordu. Yüzünde hep aynı mahcup gülümseyiş, son tutamlık tütününü Yves’e ikram ediyordu
André, ya da portresini çiziyordu Givert’in. “Nişanlısı için...”
Bölük Komutanı Teğmen Fressinet, askerlikten önce fotoğrafçıydı: Yeni evlilerin, henüz doğmuş
çocukların, taşralı dilberlerin fotoğrafını çekerdi hep... Belki biraz suratsız ama sonuna kadar
namuslu bir adamdı, biraz da fazla duygusaldı. Verdun Savaşı’nı anlatırdı askerlere: “İnsanlar
başkaydı o zaman: Daha budalaydılar, ama daha merttiler..” İşi edepsizliğe vurmayıp, gülümsemekle
yetinirdi askerler: Kahramanlığa inanmıyor, şan şeref peşinde koşmuyor, anlamadıkları ve
kendilerine alabildiğine yabancı duydukları bu savaşı hiçbir şekilde benimsemiyorlardı... Fressinet:
“Bu da bir ordu mu yani... Tahtakurusu gibi ezecekler bizi. Daladier ise burnunun ucunu bile
görmüyor...” diye hayıflanıyordu geceleri.
Başaklar yavaş yavaş boy veriyordu işte. Daha bir uslanmıştı danalar. Yakında kesileceklerini
sezermiş gibi bir acılık belirmişti bakışlarında. Sıcaklar başlıyordu. Kahvelerde askerler, artık grog
yerine bira istiyorlardı. Gramofon sesleri dalgalanıyordu havada. Ne yazık ki plaklar pek sayılıydı.
“Hiçbir zaman bitmez bu dert...” diye inliyordu bir tenor. Ve askerler hep bir ağızdan devam
ediyorlardı... Bretagne’daki küçük beyaz evciğini düşünüyordu Yves. André ise, iş bu ya, yıldız dolu
gökyüzüne bakıyor ve Herschel’in nebulalarını hayal ediyordu.
Destur demeden gelip çattı savaş, herkes gafil avlandı: İnsanların yürekleri kadar kurmay kafaları
da. Geçen sonbahar, savaşa ve ölüme daha hazırlıklıydı askerler. Ama bu kadar uzun zaman
beklemek, morallerini bozmuştu. Ve Lorier: “Başlıyor!” diye koşup geldiğinde, hiçkimse inanmadı
kendisine. Yves küfrü basarak iskambilleri karıştırdı. “Palavra bütün bunlar!” dedi Nivelle, sonra
ekledi: “Bundan daha kötü kâğıt veremezdin bana...”
Dört gün geçti aradan, hiçbir şey değişmedi. Radyo durmadan ilan ediyordu: “Fransız birlikleri
Hollanda sınırına ulaşmış bulunmaktadırlar. Roosevelt, Alman saldırısından duyduğu tiksintiyi
belirtmektedir. Belçikalıların ‘asker kral’ı, kahraman Liège savunucularını kutlamıştır.”
Beşinci gün sabah erkenden otomobil ve motosiklet gürültüleriyle doldu ortalık, sıkı bir top ateşi
yırttı sabah sessizliğini.
“Alın görün bakalım Hollanda’yı!” dedi Fressinet.
Düşman bombardıman uçakları öğle vaktine doğru sökün etti. Kiliseyle birlikte sekiz bina yerle bir
olmuştu, bir kadın öldürülmüştü ayrıca. Dar köy yolunu dolduran göçebeler: “Almanlar önlerine
geleni vuruyorlar!” diye bağırıyorlardı. Hava saldırılarından hiç mi hiç ürkmemiş olan köylüler,
göçebeleri görünce akıllarını kaybeder gibi oldular: Kadınlar ağlaşıyordu. Bütün pılıpırtıyı arabalara
yüklüyorlar, domuzları kesiyorlar, inekleri yola sürüyorlardı. Evini ateşe vermişti köylülerden biri,
askerler büyük bir yangını güçlükle önleyebildi. İstediği kadar haykırabilirdi Fressinet köylülere:
“Nereye gidiyorsunuz? Yolda deşik delik ederler sizi...” dinleyen kim! Gözleri yuvalarından dışarı
uğramıştı insanların. Laf anlamıyorlardı artık. Akşama doğru hiç kimse kalmamıştı. André, evlerden
birine gelişigüzel daldı: Sıcaklığını hâlâ koruyan ocakta bir tencere sebzeli sığır çorbası duruyordu.
Askerler de vardı göçebeler arasında. Ve çoğu silahsızdı. Almanların beş kilometre yakında
olduklarına yemin ediyorlardı.
“Haddi hesabı yok ellerindeki tankın!”
“Bizimkiler de sus pus olmuş, ateş etmiyorlar. Neden?”
“Ateş etmez olur mu bizimkiler, ediyorlar pekala! Gelgelelim mermiler tesir etmiyor Almanlara...
Nah böyle tankları var çünkü!”
Parmağıyla bir tepeyi işaret etmişti adam. Nivelle arkadaşlarına döndü:
“Ne dersiniz çocuklar? Kıralım mı biz de zaman geçmeden?”
Öfkesinden bir balgam atmıştı Yves:
“Sen gitmek istiyorsan defolup gidersin!”
Nivelle öfkelenmişti:
“Yoksa beni kalleşin biri mi sandın?” dedi. “Herkes kaçmak istiyor sandım ben, ne suçum var ki.
Ama kalalım derseniz, ben de kalıyorum.”
André, şaşkın bir bakış fırlattı Yves’e doğru: Kim tahmin edebilirdi ondan bunu! “Buranın toprağı
bereketli azizim...” Yves’i bu toprağa, bu terk edilmiş ıssız köye bağlayan bağı birdenbire sezmişti
André. Sonra düşündü: Daha bir saat öncesine kadar tamamıyla yabancı bir şeydi savaş onun
gözünde. Büyük bir haritanın üzerine iliştirilmiş küçük bayraklardan ve Tessat’nın politikasından
ibaretti. Ama işte savaşın ta göbeğindeydi şimdi. Hiçbir yere bakmadan, hiçbir değerlendirme
yapmadan, çıplak tepenin doruğuna uzanmış bekliyordu. Demek bu tarlaları, kavak ağaçlarıyla süslü
bu yolu ve tepenin yamacındaki şu küçük evi terk edeceklerdi. Terk etmeye mecburdular öyle mi?
Hayır, bin kez hayır! Bir tek düşünce kalmamıştı kafasında, karanlık ve kavuran bir duygu vardı
yalnızca: “Gitmeyeceğim!” Ve yanı başında Givert... hani şu... süreğen bir gırtlak iltihabının kemirip
tükettiği çelimsiz oğlan... şu şair hani... –efsane tanrıçaları hakkında şiir de yazar öyle ya!– şu bizim
Givert, şimdi Yves’le birlikte: “İmkanı yok gidilmez!” diyor. Lorier... Şu çevreye neşe saçan Lorier
maskarası, bir latife yapmayı deniyor işte:
“Aman ağzını sımsıkı kapat Yves,” diyor. “Düşman tankçıları görüp de hendek sanacaklar!”
Ve Yves, hep ayakta, kocaman ağzı hep kulaklarına kadar açık, hareketsiz bekliyor.
“Daumont’da durum bundan daha berbattı,” diyor Teğmen Fressinet hırçın bir sesle. “Ama insanlar
başkaydı, insanlar...”
André soruyor:
“Bizi mi kastediyorsunuz?”
Eliyle bir ‘hayır’ işareti yapıyor Fressinet. Onları değil tabii, Paris’i kastediyor.
Gece bastırmıştı. Öteki köylere varıp baksanız, bütün geceler gibi bir gecedir bu gece: Köpekler
havlamakta, yaşlılar horlamaktadır ve cıyak cıyak bağırarak uyanmaya hazırlanmaktadır bebekler.
Gel gelelim bu köyde ne köpek var ne çocuk, ne de bir yaşlı: Ölü bir köy bu köy... Kuru toprağın
üzerine uzanmıştı askerler, susuyorlardı. Gece uzun sürmedi: Sabah dörtte doğdu gün ve güneşin ilk
ışıklarıyla birlikte uçaklar da göründü. Yüz dokuz kişi telef oldu taburdan.
Ve gene askerler doldurmuştu vadiyi: Soluk soluğa koşuşuyorlardı.
“Cephanemiz kalmadı.”
“Perşembeden bu yana yakıt da bulamıyormuşuz.”
“Peki, ya hükümet ne halt ediyor?”
“Bozuk paraya sattılar bizi!”
Nivelle içini çekiyor: Gitmek istiyor aslında, çekip gitmek istiyor. Ama tek başına nereye
gidebilir? Hele arkadaşları boyun kırıp: “İstersen defolabilirsin!” dediklerinde. Avunmak için hesaba
koyuluyor: Elinde var olanın üçte ikisini kaybettiğin zaman önemli bir kayıp vermiş sayılırsın, diyor
kendi kendine. Var olanın üçte ikisi demek, yüz kişiden altmış altı, yuvarlak hesaba altmış yedi asker
demektir. Üç yaralıdan birini öldü kabul etsek, yüz kişiden on yedisi ölecek demektir: Bu durumda
paçayı kurtarabiliriz.
Tepeyi yan çizip tuğla harmanının kıyısından geçti Alman tankları. Ama kurşunlar dört bir taraftan
vızıldıyordu.
Niçin hep bu tepecikte ısrar ederler? Sağda Almanlar var. Önde Almanlar, arkada Almanlar.
Solda? Kim bilir solda kim var! Bizimkiler tutmuştur belki de: Üçüncü tabur. Ama sol kanatta da bir
kaçıştır başlıyor işte. Gitmek? Hayır hayır... André’nin gözünde dünyanın en değerli şeyi, şimdi bu
tepedir. Gelişigüzel bir tepe değil şimdi bu tepe, gazetelerin dediği gibi basit bir ‘mevzi’ değil. Bu
tepe, hayattan arta kalan tek şey! O güne kadar hiçbir şey olmamıştı sanki André’nin hayatında: Sanki
bu makineli tüfeğin yanında doğup büyümüştü! Ötekiler de farklı bir şey duymuyorlar şu anda. Bir
şeyler mırıldanıyor Givert: Mısra falan değil bu hayır, küfür! İçinde her şey tutuşmaktaydı.
Uçaklar geldi gene. Ve Nivelle öldürüldü. O neşeli kahve garsonu yok artık! Hiç kimse anmaz
bundan böyle Amers Picon’u... “Sence bu gökyüzünde kaç tane yıldız var? On sekiz binine isim
uydurulmuş diye okudum ben dergilerde. Çarpı yüz...” diyecek başka bir insan da kalmadı.
Derken ikinci gece de geldi isimli ve isimsiz yıldızlarıyla. Kaderin bir lütfu bu! Askerler sıkıntıyla
bisküvi kemiriyor. Bir kurtuluşu bekler gibi şafağın sökmesini, savaşın başlamasını ve ölümü
beklemekteler.
Saat dört buçukta Fressinet’nin komutu çınladı:
“Makineli tüfekçiler, silah başına!”
Yolun berisindeki gümüş rengi sisin kımıldayıp harekete koyulduğunu görmüştü Lorier.
“Birinci makineli, dikkaaaat!..”
“Ateş!..”
Bir direnme ummamıştı Almanlar: Tepedeki askerlerin çoktan kaçıp kurtulduğunu sanmaktaydılar.
Delice bir sevinç dalgası sarmıştı André’nin içini: Yıllanmış iyi bir şarap gibi sarhoş etmişti.
Haykırıyordu Yves:
“Böyle takla attırırız adama!”
Almanlar yolun kenarındaki bir hendeğe sığınmışlardı. Yirmi dakika geçmeden, şiddetli bir topçu
ateşi taramaya başladı tepeyi. Mermiler başlangıçta çok uzağa düştüler.
“Köyü ateşe tuttular! Kendi adamlarını biçiyorlar iyi mi!”
Sonra obüsler tepeye yağmaya koyuldu. Toprak fışkırır gibiydi yerden. İnsanların haykırdığı
işitiliyordu iki patlama arasında: İnanılmaz ve çılgınca bir haykırıştı bu. Gözleri kör edercesine
parlak bir güneş vardı. Bir tek düşünce yaşıyordu kafalarda: Dayanmak, gerekirse girip içine
yerleşmek, kökleşmek bu kaynayan, uçan toprağın. Gerekirse onunla birlikte yok olmak... ama
dayanmak sonuna kadar... dayanmak!
Sonra sessizlik oldu. Hiç kimse kalmamıştı sanki. Gözlerini kırpıştıran Givert’e şaşkınlık içinde
baktı André. Demek yaşıyordu. Lorier’nin kahkahası işitildi biraz sonra: Lorier de yaşıyordu demek!
Budala bir kuş ötmeye koyulmuştu otların arasında. Ve Fressinet bir sigara yakmıştı. Yves nerede
peki? Öldürülmüş olmalı. Bütün bu düşünceler art arda sıralanıyor kafasında. Ne üzüntü, ne de
dehşet duyuyor André. “Şimdi sıra bende,” diyor o kadar. Ve zarar yok! Geçemeyecek Almanlar! Bir
makineliyi sevdiği kadar yeryüzünde hiç kimseyi sevmemişti André.
“Altı yüz elli mermi var!”
Gene uçaklar: Taş gibi düşüyor bombalar gökten.
Dizinin üst tarafında acı bir yanma duydu André. Ne olduğunu görmek istedi. Gözlerini ovuşturdu
uzun süre: Gözlerine toprak dolmuştu. Lorier’yi gördü sonunda. Yüzü kan içindeydi. O da tepelendi
demek, ama zarar yok! Geçemeyecek Almanlar!
Arka tarafa taşıdılar onu.
“Givert, Corneau’nun yerini alın!”
Yüzü dikenli otların arasında uzanmış kalmıştı André. Almanlar yeniden saldırıya geçmişlerdi.
Bir yarı uyku içinde, makinelinin tıkırtısını dinlemekteydi. Bu ince ve sürekli gürültü onu
yatıştırıyordu. Birden sustu makineli ve Givert bir çığlık attı:
“Tuh Allah kahretsin! Makinelinin diski bozuldu!”
Son bir çabayla sürünmek istedi André: Konuşmak, anlatmak, açıklamak. Ama dili ihanet ediyordu.
Büyük bir gayretle kolunu havalandırıp indirdi avucunu diskin üzerine:
“İşte!”
Ve kafası yeniden düştü toprağa.
André kendine geldiğinde, gece olmuştu. Saman kokusu. Tarlanın birinde uyuyup kalmış olduğunu
düşündü ilkin. Niye bu otları bu kadar zamansız biçmişler kuzum? Çok eskiden, babasına sormuştu bu
soruyu. Sonra anımsadı: Yaralıydı... Lorier uzanmıştı yanına. Yüzünü görmüyordu ama ses onun sesi.
“Sen misin?”
“Benim evet.”
Acıdan yüzünü buruşturdu. Konuşmak istedi, hiç durmadan, uzun uzun konuşmak.
“Lorier, dinliyor musun beni? Makineli bizi kurtardı azizim. Tessat’yı anımsa. Nasıl da akıyordu
burnu! Arazi satın almaya gelmişti üstad. Korkarım öldürdüler Yves’i... ‘Buranın toprağı bereketli
topraktır.’ Ne tuhaf şey! Bir de ne diyordu? ‘Ama, ama... bu hiçbir zaman sona ermeyecek.’”
Lorier tatlı bir sesle:
“Hiçbir zaman,” diyor.
Bir lokomotif düdük öttürüyor durmaksızın, bir türlü hareket edemezmiş gibi. Birisi yaklaşıyor.
“Yves! Sen misin Yves! Ben de seni öldürdüklerini sanmıştım!”
“Beni?”
Öfkelenmişti Yves:
“Kolay mı be! Hem sen fazla konuşma: ‘Konuşmaması lazım,’ dedi hastabakıcı kız. Bir türlü içeri
bırakmak istemiyordu beni, konuştururum diye.”
“Yok yahu! Yves, söylesene dayanabildiniz mi?”
“Tabii dayandık. Bizim tanklar zaptetti yeniden köyü. Dört tane tank. Saat 7’de. Sonra da bir
motosikletli ordugâhın köyü boşaltma emrini getirmez mi azizim!”
“Ne diyorsun?”
“Yalanım yok inan olsun! General Picard’ın emriymiş. Fressinet emri okur okumaz tabancasını
çekip bir kurşun sıktı beynine. Aynen! Biraz sinirliydi ama namuslu adamdı neme gerek. Onun hayrına
bir mum yakacağım. Bir de Nivelle’in hayrına. Ama alınmış tepeyi geri vermek bana nasıl koydu
bilsen!”
André’nin içi burkuluyor: Kavaklarla süslü yol. Küçük ev... dikenli otlar... “Buranın toprağı
bereketlidir azizim.” Toprak evet... Sonra Jeannette.
“Gitme Yves! Ne olur gitme kal burada! İşitiyor musun beni Yves? Gitme!”
18
Gazetelere bakılırsa, Almanlar oldukları yerde saymaktaydılar. Ama bozguna uğramış olan
dokuzuncu ordunun askerleri çok geçmeden Doğu Paris banliyösünde boy gösterdiler. Montigny,
Biarritz’e yollamıştı ailesini. Cadillac, Hispano-Suiza, Buick cinsinden bütün lüks arabalar kenti terk
etmekteydi. Boulogne Ormanı’nda siper kazıyorlardı. Beşinci kola mensup paraşütçülerden söz
ediliyordu, esrarengiz yaratıklar gibi. Breuteuil, beşinci kolun yabancılardan, siyasi sığınmacılardan
kurulu olduğunu ileri sürüyordu. Ve onun ısrarı üzerine polis, binlerce Alman Yahudisini, faşist
İtalya’dan kaçmış binlerce işçiyi ve İspanyol cumhuriyetçilerini tutuklamıştı. Bütün polis
memurlarına silah dağıtılmıştı. Tüfeklerinden müthiş gurur duyan bu üstatlar, dörtyol ağızlarını tutmuş
trafiği düzenlemekteydiler. Gene eskisi gibi akıp gitmekteydi büyük kent hayatı: Kahvelerde iğne
atılsa düşecek yer yoktu. Mağazalar adam almıyordu. Marie Antoinette’in el yazılarıyla Directoire
tarzı mobilyalar açık arttırmada yan yana satılmaktaydı. Kış koleksiyonlarını hazırlamaya başlamıştı
modacılar. Borsa’nın çevresinde müthiş bir canlılık göze çarpıyordu: Değerler, her şeye rağmen
yükselmişti. Otobüs kalmamıştı ortada yalnız: Askeri birliklerin nakli için devlet otobüslere el
koymuştu. Parislilerin içini rahatlatan noktalardan biri de bu durumdu: Marne Savaşı’ndan önce
General Gallieni’nin bütün taksilere el koyduğunu anımsıyordu Parisliler; ve Marne’da Almanları
yenmişlerdi.
16 Mayıs sabahı, Alman tanklarının Laon dolaylarında olduğunu bildirdi Tessat’ya sekreteri. Sonra
da anlamlı bir sesle ekledi:
“Beş günde tam yüz kırk kilometre yol aldılar. Laon-Paris arası da topu topu yüz otuz kilometre.”
Öfkelendi Tessat:
“Nasıl cesaret edebiliyorsunuz bu moral bozucu dedikoduları yaymaya? Kendinize gelin lütfen!”
Sekreter çıkar çıkmaz da Reynaud’ya telefon açmayı ihmal etmedi.
“Almanlar hakkında söylenenler, umarım ki ciddi değildir?”
“Laon dolaylarındalar.”
“Yani sen de... Paris üzerine yürüdükleri fikrinde misin?”
“Bu konuda en ufak bir kuşkuya bile yer yok.”
“Bu durumda, en geç dört gün içinde burada olacaklar? Çünkü ben bizzat saydım, günde otuz
kilometre yapıyorlar.”
“Gamelin’in ağzına bakarsan, bu akşam Paris banliyösüne girmiş olabilirler. Arşivleri yakma
emrini vermiş bulunuyorum. Hemen hareket etmeye hazır bulunmak gerekir. Bir saate varmaz telefon
ederim sana.”
Tessat sekreterini çağırdı:
“Demin biraz sert konuşmak zorunda kaldım,” dedi. “Bu kadar çelişik haberin ortasında insan
rahatça aklını kaybedebilir, anlamaz değilsiniz. Telaşlandı falan sanmayın beni: İçim rahat. Ama gene
de birtakım acil önlemler almak gerekiyor. İlk iş olarak da, arşivleri yok edin. Sonra boşaltılacak
personelin bir listesini çıkarırsınız. Şoförüme söyleyin, arabayı muayeneden geçirsin ve hangi
nedenle olursa olsun uzaklaşmasın buradan, beklesin. Belki de yemekten sonra gideceğim.”
Paulette’i anımsadı: Onu da götürsem mi acaba? Olanaksız. Halk ayaklanmış durumda, üstelik de
Paulette’i herkes tanıyor. Tatsız olaylar patlak verebilir. Ve dört elle sarılır sosyalistler böyle bir
skandala. Sömürdükçe sömürürler artık! Nasıl anlatmalı şimdi Paulette’e bütün bunları? O kadar
saftır ki, Allah selamet versin! Hemen ağlamaya başlar. En iyisi, telefonla söylemek.
“Hemen gitmem lazım, yavrucuğum. Fazla hiçbir şey söyleyemem sana, zaten sormamalısın da.
Haberler çok kötü. Akşam burada olacakları muhakkak gibi bir şey. Ama henüz hiç kimse bilmiyor
bunu sen de kimseye söyleme: Ortalığa panik saçmak doğru olmaz! Hemen bir arabaya binip Lyon
Garı’na git ve ilk trene atla. Ben mi? İmkansız yavrucuğum. Sonuna kadar burada, görevimin başında
kalacağım. Başka çaresi yok, üstelik de bu bana bağlı bir şey değil. Böyle anlarda kahramanca
davranmak lazım. Elveda yavrucuğum.”
Telefonu kapadıktan sonra başını masaya yaslayıp ağladı. Ne kadar büyük ve beklenmedik felaket!
Daha bir hafta önce süt limandı ortalık. Norveç harekâtı tartışılıyordu. Ve Tessat, Pré-des-Daims’a
götürmeyi tasarlıyordu Paulette’i. Beş günde yüz kırk kilometre! Akıl almaz bir şey doğrusu! Demek
ki bizimkiler dörtnala kaçıyor, başka türlü nasıl olur! Ama onların da suçu yok: Bir hiç uğruna ölmek
ister mi insan? Zavallı Fransa!
Birden ürperdi Tessat: Saatine baktı hemen. Niçin hâlâ telefon etmiyor Reynaud? Kaçmaya karar
vermiş ve kendisini unutmuş olabilirler pekala, can pazarı bu!
Zile basmıştı.
“Bernard’a söyleyin, arabayı hazırlasın. Yedek benzin alsın bagaja. Yolların hali belli olmaz.”
“Bay Dessère, acele bir iş için kendisini kabul etmenizi rica ediyor.”
“Dessère mi? O da nereden çıktı tam böyle bir anda! Tam da iş sırası hani. Alın içeri.”
Birbirlerine bakmaktan kaçınarak, sessizce el sıkıştılar. Tessat’nın gözlerine kan oturmuştu. Bir
ihtiyardan farksızdı Dessère. Ağarmış kalın kaşlarının altında, şaşkın gözleri güçlükle fark
ediliyordu. Eldivenlerini çıkardı önce, sonra tabakasını açıp bir sigara çekti, ama içmeyi unuttu.
Masanın üzerindeki hokkayı itti mekanik bir hareketle. Tessat için bunaltıcı bir şeydi bu sessizlik.
“Hep böyle susacak mısın Jules?”
Gözlerini odada belirsiz bir noktaya dikmiş, bakmaktaydı Dessère. Kendisi de bilmiyordu niçin
gelip Tessat’yı aradığını. Tam bir manyak gibi, kurmay bürolarıyla bakan odaları arasında mekik
dokuyordu. Sırasıyla, Reynaud’ya, Mandel’e, General George’a gitmişti. Yerine göre ikna ve tehdit
ediyor, ispatlamaya uğraşıyordu. Nezaketle gönderiyorlardı kendisini. Sonunda konuştu:
“Yarın sabah Paris’e girmiş olabilirler. Dakikalar bile sayılı artık. Çekilin, istifa edin! Ya da kesin
bir karşı koyma hareketi yaratacağınızı söyleyin memlekete. Her yer casus dolu. Zaman geçirmeden
yakalayıp kurşuna dizmek gerekiyor. Ama işçileri değil: Laval’i, Grandel’i, Breuteuil’i, Picard’ı.”
“Ağzından çıkanı kulakların işitmiyor mu yoksa senin? İki eski dostuz, kabul. Ama bir bakanım
ben, sorumluluğum var. Ve sen şimdi bana bir hükümet darbesi teklif ediyorsun!”
“İstifa etmeni teklif ediyorum ben. Ya da dövüşe girmeni. Paris’i savunabiliriz. Sokak sokak hem
de...”
“Eksik olma, anladım! Paris’i sokak sokak savunmak? Sayın işçilerimiz komün ilan etsin diye mi!
Hayır azizim, şerefimi kurtarmayı tercih ederim ben.”
“Ama Fransa...”
“Fransa, 1871’den sonra nasıl silkinip doğrulduysa, bu sefer de silkinecektir merak etme.”
“Ama düşün ki o zaman bir Belfort vardı dayanan, Loire kıyılarında dövüşmekteydiler. Gambetta,
halk hareketini ayağa kaldırmıştı, Paris kuşatmaya dayanmaktaydı, gönüllü asker doluydu ortalık...
Şimdi ise hepsinin dörtnala kaçması için, Almanların şöyle bir görünmesi yetiyor!”
“Peki ne öneriyorsun?”
“Direnmeyi. Paris düştüğü takdirde, Loire kıyılarında savaşılır. Daha da olmazsa Cezayir’e
çekiliriz. Her şeyi vermeye hazırım ben. Yalnızca paramı değil. Hayatımı da. Ve benim gibi
davranacak bir alay insan var. Hiç kimsenin size güveni kalmadı, bunu anlamıyor musun hâlâ?”
Tessat’nın iyice canı sıkılmıştı.
“Senin güvenine ihtiyacımız yok,” dedi. “Parlamento destekliyor bizi. Parlamento, yani bütün
memleket. Bugün Cezayir’e çekilelim diyorsun. Sana kalsa, yarın da Madagaskar’a gitmemiz
gerekecek.”
Birden uyanmıştı Dessère. Tessat gibi bir adamı ikna etmeye çalışacak kadar alçaldığı için kendi
kendisine içerledi. Ve bu sefer soğuk bir sesle:
“Kendini de düşün Paul!” dedi. “Zaferi kazandıkları takdirde parlamento falan kalmayacak. Bir
Gauleitier getirecekler memleketin başına: Laval ya da Breuteuil’i... Ve sen, haddinden fazla çamura
bulanmış durumdasın. Ne yapacaksın o zaman?”
“Başımın çaresine bakarım elbette. Breuteuil’e gelince, Komün’den iyidir. Hem sonra sen insana
uğur getirmiyorsun. Batıl inançlara saplıyım sanma, örneğin on üç rakamı bana uğur getirir. Amélie
nitekim, ayın on dördünde ölmüştü. Ama herkesin kendi gözlemleri var. Breuteuil’i destekledin: Halk
Cephesi doğdu. Viard’ı tuttun: Tepetaklak devrildi. Şimdi de direnin diyorsan, teslim olmak gerekir.”
Dessère kalkmış, kapıya ilerliyordu. Birden acıdı Tessat: “Niçin Amerika’ya gitmiyorsun Jules?
Paran yok değil ki. Ve Amerika cennetten farksız. Benim elimde değil, yoksa giderdim. Ama
görevlerim var, sorumluluğum var. Bunu da sana borçluyum zaten. Birbirimize girmenin sırası değil!
Sözümü dinle ve git.”
Dessère dimdik olmuştu, bir alev parlıyordu sanki bakışlarında. Hazin bir gülümseyişle:
“Gitmek mi?” dedi. “Kötü bir Fransız olabilirim. Kabul. Ve bu bakımdan, günün birinde hakarete
uğramak beni şaşırtmaz. Kötü mötü ama gene de bir Fransızım ben!”
Tessat omuz silkerek kapıyı kapattı. Kapatır kapatmaz da unuttu bu konuşmayı. Beraberinde
götüreceği eşyanın listesini yapmaya koyuldu: Bir kurmay haritası, bir kutu antetli kâğıt, Revue des
deux Mondes’un son sayısı, bir şişe ‘Hématopol’, bir şişe yıllanmış Armagnac, bir Michelin
kılavuzu...
Tam yola çıkmak üzereydi ki, Reynaud telefon etti:
“Laon bölgesinde durum tamamıyla düzeldi. Olanca güçlerini, Saint Quentin Péronne bölgesinde,
birinci orduya yöneltmiş bulunuyorlar. Görünüşe bakılırsa, kıyıya ulaşmak niyetindeler. Bugün
mecliste konuşacağım.”
Tessat keyfinden neredeyse uçacaktı. Sekreterini karşısına alıp, kendinden emin bir gülümseyişle
şu küçük nutku çekti:
“Paniğe kapılmamak gerektiğini söylemiştim size değil mi? Bu yaşamda, mertliği size ben
öğretiyorum bakın. Oysa mertlik, gençliğe has bir özelliktir.”
Paulette’e telefon etti. Ama çok geç! Gitmişti. Joliot’yu çağırttı hemen. Şişman gazeteci soluk
soluğa daldı içeriye ve cümleleri art arda sıralamaya başladı:
“Kentte tam bir panik havası hüküm sürüyor. Montigny kaçtı. Kasamda topu topu yüz frank para
var. Ve bütün gazeteler taşınıyor. Ben nereye gidebilirim ki? Marsilya’yı düşündüm ama Roma
radyosunu dinleyince vazgeçtim. Öyle sanıyorum ki İtalyanlar, yarına kalmaz harekete geçecekler.”
“Para bakımından korkmayın, onu hallederiz. Sizi endişelendiren şeyi anlamıyorum. Uzun
zamandan beri durum hiçbir zaman bu derece istikrarlı olmamıştı. Yoksa Almanların Paris’e
yürüdüğünü mü sanıyorsun? Asla! Londra’ya yürüyorlar.”
Ve kendinden emin bir tavırla gülmeye başladı. İtirazı denedi Joliot:
“Burada olup bitenleri bir dakika sonra haber alıyorlar. Ama biz... biz bilmiyor muyuz onların
planlarını?”
Ama Tessat, kendisine örtülü ödenekten üç yüz bin frank verdireceğini söyleyince, Almanların
planlarını unutuverdi. Yazıhanesine döner dönmez de bir başyazı dikte etti:
“Düşmanın manevrası belirli bir hale girmektedir. Almanlar, müttefiklerin zayıf noktası olan
Büyük Britanya’yı işgale hazırlanmaktadır. Bizlerse denizaşırı dostlarımızın kendilerini gafil
avlatmayacaklarından emin bulunmaktayız.”
Sonra evine koştu:
“Bavullarını boşaltabilirsin Marie’ciğim, kalıyoruz. Londra’ya doğru yöneldiler. Tessat bana üç
yüz bin frank verdi. Şu anda İngiltere’nin halini düşünüyorum da! Almanlar bize bir aylık kredi açmış
bulunuyorlar, kar kardır.”
Joliot’nun yazısını okuyan Parisliler, rahat bir soluk almışlardı. Hükümetin iki önleme başvurduğu
ilan ediliyordu gazetelerde: Ertesi gün için Notre-Dame Katedrali’nde Reynaud’nun da hazır
bulunacağı büyük bir ayin düzenlenmişti, ayrıca içişleri ve adalet bakanları Paris’teki son komünist
organizasyonların kalıntılarını da temizlemek konusunda kesin emir vermişlerdi. Nitekim, üzerlerinde
l’Humanité’yle yakalanan sekiz işçi, beşer yıl hapse mahkûm edilmişti. Belçika’daki Alman
birlikleri ağır kayıplara uğramaktaydılar ve kıtalar dolusu Alman askeri kaçmıştı cepheden. Gene
gazeteye bakacak olursanız, Borsa en parlak günlerinden birini yaşamıştı!
Reynaud meclisteki konuşmasında, kararlılık ve cesaret konularını işledi. Kürsüden indiğinde,
Tessat kendisini kutlamaya koşmuştu:
“Bugün gene formundasın. Hükümetin bu sabah gitmemiş oluşu çok iyi. Almanların Londra’ya
yürüdüğünü söylediğinde nasıl rahatladım bilemezsin azizim!”
“Londra’ya mı?”
Reynaud, kaşlarını çatmıştı:
“Londra’ya yürüdüklerini değil, kıyıya ulaşmak istediklerini söyledim ben sana. Amiens’e
yürüyorlar. Orduyu sarmak için. Anladın mı şimdi?”
Bir baş hareketiyle ‘anladım’ demişti Tessat, ama inanmamıştı. Beş dakika sonra da Breuteuil’in
kulağına eğilmiş fısıldıyordu:
“Patronları için endişe duymakta Reynaud. İngiltere’nin hizmetinde bir komisyoncu: Almanların
Londra üzerine yürümesi hoşuna gitmiyor tabii! Zaten birkaç günlük ömrü kaldı hükümetin. Almanlar
Amiens’e girdikleri anda, Reynaud da düşecektir. Ne kadar erken düşerse, Fransa için o kadar iyi.”
19
Mızmız bir ihtiyar sesi, güçlükle geliyordu Generalin kulağına. De Vissé alıcıya bağırmaktaydı:
Bir uğultu bastırıyordu bütün sözleri. Sonra birdenbire gürültü dindi ve Picard’ın sesi yan odadan
geliyormuşçasına berrak, çınladı:
“Düşman Laon tarafına doğru ilerlemekte. Başkent tehlikeye düşmüş bulunmaktadır!”
De Vissé zıvanadan çıkmıştı:
“Çılgınlık bu söylediğiniz! Laon önlerinde basit bir gösteri, klasik bir şaşırtma numarası
yapıyorlar. Asıl hedefleri Amiens. Bana takviye gönderecek olursanız, durum düzelebilir. De
Gaulle’ün tank tugayını yollayın bana. Duyuyor musunuz?”
Alabildiğine bıkkın bir kadın sesi, durmaksızın tekrarlıyordu.
“Paris... Paris...”
Uğultular arasında şu kelimeleri seçebildi De Vissé nihayet:
“Hücum tankları tugayı... gönderilmeyecektir.”
Boğucu bir sıcaklık vardı odada. Ateş gibi olmuş olan telefon alıcısından tatsız bir koku
yayılıyordu. Boyun düğmesini çözdü De Vissé, bir bardak ılık su içti. Sakalı uzamış yanaklarında ter
taneleri parlıyordu. Kan çanağına dönmüş gözleri, yuvalarından fırlamış gibiydi. Üç günden beri bir
an bile uyumamıştı.
Kurmay başkanı girdi:
“General Gort, sabah altıda saldırıya geçeceklerini bildiriyor.”
“On birinci alayla bağlantı halinde misiniz?”
“General Vignaud, aklını kaçırmışa benzer: Alayının savaşacak durumu kalmadığını bildiriyor
bana. Sol kanatlarını savunmak zorundalarmış.”
“Tanklara karşı mı?”
“Hayır, piyadelere karşı. Kamyonlarla geliyorlar.”
“Hımm!”
Kıpkırmızı kesilmişti General. Bir bardak su daha içti.
“Tam kargaşalık! Ama her şeye rağmen İngilizleri desteklemek zorundayız. General Gort bir karara
varmadan önce benim fikrimi alabilirdi pekala. On birinci alay kurmayı şu anda nerede bulunuyor?”
“Granges’da...”
“Kaç kilometre?”
“On yedi kilometre ama oraya ulaşıp ulaşamayacağınızı bilmiyorum. Düşmanın nerede
bulunduğunu söylemek çok güç. Karılan bir hamurdan farksız durum. Bazen biz, bazen Almanlar
çıkıyor üste, sonra gene Almanlar.”
Bozuk bir hücum tankı tıkamıştı yolu. Küçük köylü çocukları, keçi sürülerini önlerine katmış
kaçırmaktaydılar. Adım başında kırık dökük otomobiller göze çarpıyordu. Çoğu Belçikalı olan
kaçaklar, birer harabe haline gelmiş evlerine dehşet içinde bakıyorlardı.
Yarım saat duraklamak gerekti: Lastiklerden biri patlamıştı, yedek lastik de yoktu arabada. Yaşlı
bir kadın yaklaştı Generale. Buruşmuş esmer yüzü, toprağı andırıyordu. Bir yandan ağlıyor, bir
yandan da önlüğüyle gözyaşlarını kuruluyordu.
“Niçin gidiyor bütün bu askerler? Niçin terk ediyorlar bizi?”
“Sakin olun,” dedi De Vissé. “Yaşlı bir insanım ve eski bir askerim ben. Yalan söyleyemem.
Buradan gitmeyeceğiz. Siz de gitmeyin.”
Granges’a yaklaşırken, General aniden şoföre arabayı durdurmasını emretti:
“Nereye gidiyorsunuz böyle vali bey?”
Ceketinin yakasında küçük bir kırmızı gül taşıyan son derece şık giyinmiş bir adam indi karşıdaki
arabadan. Şaşkınlıktan eldivenini düşürmüştü. Genç bir kadın vardı arabanın içinde, valizlerin ve
paketlerin ortasında kaybolup gitmişti adeta. Vali kaçmaktaydı.
“Ben...” diye kekeledi.
İnsafsız bir sesle haykırdı De Vissé:
“Ben söyleyeyim size ne olduğunu. Siz bir alçaksınız!”
Eğilip eldivenini aldı vali, sonra kayıtsız bir edayla sükûnetine korumaya gayret ederek:
“Ben yalnızca içişleri bakanının emrini uyguluyorum,” dedi. “Hakaretinize gelince, şerefli
geçmişinizi göz önüne alarak...”
Tamamlayamadı sözlerini: De Vissé ilerleyip adamı tokatlamıştı. Arabanın içindeki kadın, boğulur
gibi bir sesle:
“Gaston!” diye haykırdı.
Sonra da De Vissé’ye dönüp inledi:
“Kasap!”
General anında unutmuştu bu tatsız olayı. Ertesi günü başlayacak olan harekâtın kazanma şansını
hesaplıyordu şimdi. Almanlar çok daha avantajlı durumdaydılar. Bağdaşık bir kumanda heyetleri
vardı hiç değilse. Niye onun fikrini almadı yani General Gort? Belçikalıların da yalnızca kendi
hesaplarına hareket ettikleri söyleniyor üstelik. Tam bir anarşi! Başka bir tercih olanağı yok ki Allah
kahretsin! Neyse ki İngilizler en azından sekiz Alman tümenini meşgul edecektir. Eğer hava kuvvetleri
dayanabilecek olursa.
Saldırı planını açıkladı General Vignaud’ya. Vignaud susuyordu hep. De Vissé, ona cesaret vermek
amacıyla:
“Özellikle de, Paris ne der diye düşünmeyin,” dedi. “İşin içine ettikleri yeter artık! Sanıyorlardı ki
savaş, karşılıklı bir söz düellosundan ibarettir. Hitler’in üç nutkuna karşılık, Daladier altı nutuk
verecek olursa savaşı kazanırız sandılar. Gaf üstüne gaf yaptılar. Nedir o ‘Hollanda seferi’ denilen
rezalet! Bizim zayıf noktamızın dokuzuncu ordu olduğunu pekala biliyordu Almanlar. Lerideau
savaşmayı dans etmekle karıştıran bir general. Allahtan ki bugün durumda bir tersine dönüş beliriyor.
İngiliz hava kuvvetleri çok iyi iş gördü, neme gerek. Savaş tutsaklarının söylediğine göre, Almanların
bayağı ağır kayba uğradıkları anlaşılıyor. Arras bölgesinde tanklarıyla piyade birlikleri arasındaki
bağlantı kopmuş durumda. De Gaulle’ün tugayını inşallah gönderirler. Birçok şey yarınki harekâtın
sonucuna bağlı. Cambrai’ye kadar ilerleyebilecek olursanız...”
Vignaud kesmişti sözünü. Yakışıklı bir ihtiyardı Vignaud. Bir genç kızınki kadar pembe, taptaze bir
yüzü ve bembeyaz bıyıkları vardı.
“Tümenimi desteklemedikleri takdirde, kendi kendimizi bile savunmaktan aciz kalacağımızı,
General Ramiller’e bildirdim,” dedi. “Uçaklarımızın sesini işitmeyeli üç gün oluyor. Tank
birliklerinin bağlantısız kaldığını söylediniz. Bu bir şey ifade etmez ki. Tankların zırhını delebilecek
nitelikte toplara sahip değiliz! Benim kadar siz de biliyorsunuz bunun böyle olduğunu. Yalnızca dün,
üç bin iki yüz kişi kaybettik. Askerlerin morali alabildiğine bozuk. Subaylarsa verilen emirleri
uygulamıyorlar. Nasıl bir hızla ilerlediklerini göz önüne alacak olursak...”
De Vissé masaya bir yumruk indirmişti. Kül tablası yere düştü.
“Burada durum değerlendirmesi yapmıyoruz!” diye haykırdı. “Ne biçim laf bunlar? ‘Nasıl bir hızla
ilerlediklerini göz önüne alırsak,’ ne demek! Bırakınca ilerlerler tabii! Verilen emri yerine
getirmediklerini söylüyorsunuz subayların: Ama bizzat siz kendiniz örnek olmaktasınız onlara bu
konuda! Ben size saldırıdan söz ediyorum, sizse karşıma geçmiş ağlamaktasınız. Savaş mahkemesine
sevk edeceğim sizi. Utanç verici bir hal bu! Geçmişinize hiç yakışmayan bir şekilde, çocuk gibi
davranıyorsunuz.”
De Vissé, on birinci tümene düşen görevi bir kez daha açıkladıktan sonra gitti. Yaverine döndü
General Vignaud:
“Hücuma falan kalkışamayız,” dedi. “Kimin savaş mahkemesine sevk edileceğine gelince, bunu
ileride göreceğiz.”
On birinci tümen kurmayı, sahiplerinin terk ettiği güzel bir çiftlik binasına yerleşmiş bulunuyordu.
Mısır tanelerinin ardından telaşla koşuşup duruyordu tavuklar. Gencecik gözlüklü bir teğmen avlunun
ortasında ayakta durmaktaydı. General De Vissé’yi görür görmez askeri duruşa geçip haykırdı:
“Generalim, hücum emrini veriniz. Yoksa askerlerimin hepsi kaçacak. Generalim!”
De Vissé başıyla onaylayıp sırtını döndü: Gözleri yaşarmıştı...
“Kırk ikinci tümene gidiyoruz!”
Péronne’a doğru hareket etti araba. General telsizli radyosunu açmıştı. Paris, gene fokstrot
çalıyordu. İğneyi çevirdi De Vissé ve Stuttgart’ın Fransızca yayınını yakaladı:
“Hâlâ direnmekte olan Hollanda ordusunun artıkları dün teslim olmuşlardır. Saint Quentin’i de
işgal eden birliklerimiz, Lille’den Péronne’a uzanan geniş bir cephe üzerinde hızla ilerlemektedirler.
Hollandalıları saymak şartıyla, saldırının başlangıcından beri yüz on bin tutsak aldık. Ayrıca da,
önemli miktarda savaş malzemesi ele geçirmiş bulunuyoruz. İsviçreli gazetecilerden sızan bilgilere
göre, Paris’te tam bir panik havası hüküm sürmekte. Hükümet üyelerinin çoğu, başkenti şimdiden terk
etmiş durumda. Kont Ciano da, paktın yıldönümü şerefine verdiği büyük bir nutukta: ‘İtalya, artık
müdahale etmeden kalamaz...’ demiştir.”
Düşünceye dalmıştı De Vissé: Yarın belki de Péronne’da olacaklar... Sonun başlangıcı...
Weygand, Gamelin’den çok mu iyi yani? İki apayrı adam dışarıdan bakılınca, ama zihniyetleri
tamamıyla aynı: Dört elle geçmişe sarılmışlar, zamanın değişmiş olduğunu anlamak istemiyorlar bir
türlü... Memleketin dümeniyse, birtakım aciz maskaraların elinde!.. Tessat ile olan konuşmasını
anımsadı General: “Bu iş, askerlerin işi değil...” Çoktan ele geçirebilirdi Almanlar Paris’i... Ama
orduyu yok etmek istiyorlar daha önce... Yarınki harekât bir sonuç verir mi acaba? Vignaud gibi
korkak herifler var adım başında. Ya bunların arasındaki hainler!..
Paris’e getirdi iğneyi yeniden. Ciddi bir sesle ilan ediyordu spiker:
“Churchill bugün şu beyanatı vermiştir: Fransız hükümeti, Fransızların her ne pahasına olursa
olsun sonuna kadar savaşacakları hususunda bana kesin güvence vermiş bulunmaktadır...”
İnanmayan insanlara özgü bir gülümseyiş dolaştı Generalin dudaklarında: Kimdi acaba bu vaatte
bulunan? Tessat’dır herhalde!... Tabii canım! “Sonuna kadar savaşacağız...” demiştir en acılı sesiyle.
Sonra da metresini kucaklayıp güneye kaçmıştır. Tıpkı o vali gibi... Bir tek şey var gerçek olan:
Ordu, sonuna kadar savaşmalıdır. Ama ötekiler istemiyor savaşa devam etmeyi... Picardların,
Vignaudların bir tek hayali var şimdi: Teslim olmak! Canlı bir örnek vermek gerekiyor bunlara, görev
başında ölmek gerekiyor... Böylelikle gelecek kuşaklar da öğrenmiş olur ki, gerçek Fransızlar da
vardı bu lanetli devirde!... O ufak tefek, gözlüklü teğmeni anımsadı De Vissé ve boğazında bir
şeylerin düğümlenir gibi olduğunu sezdi. Şerefiyle ölmek istiyordu şimdi, o kadar. Ve hep aynı
duanın sözlerini mırıldanıyordu durmadan... Çocukluğunda zor bir sınava girmeden önce de böyle
yapardı...
Araba Péronne’da ilerliyordu.
“Tuhaf şey,” dedi yaver. “Okul binasıydı 142. Tümen Karargâhı, ama görünürde kimsecikler yok.”
Sorup öğrenecek bir insan da bulamadılar. Ölmüş gibiydi küçük kent. Herhalde bombardıman
korkusundandı. Evlerin harabeleriyle tıkanmıştı yol. General indi, çevresine bakındı. Yaşlı bir kadın
belirmişti bir kapının aralığında.
“Askerlerin nerede konakladığını biliyor musunuz nineciğim?”
Kadın, parmağıyla belediye binasını gösterip ağlamaya koyuldu. Birbiri ardına bomboş odalardan
geçti De Vissé. Bir alay kâğıt parçası, asker çantası ve miğfer sürünmekteydi yerde. Bilgi edinmek
üzere yaverini gönderip beklemeye karar verdi. Ve siyah bir örtüyle kaplı büyük bir masanın üzerine
oturdu. Eline ilk geçen kâğıdı okumaya koyuldu dalgın gözlerle: Bir nüfus kâğıdıydı. Yeniden hayale
daldı: Valence’daki evi, küçücük bir kediyle oynayan kız torunu canlanmıştı gözünde. Bir daha
hiçbirini göremeyecek onların. Bir tek şey kalmıştı evet: Şerefiyle ölmek.
Bitkin bir haldeydi, güçlükle açtı gözlerini. Karşısında Almanlar vardı: Bir subay ve bir alay
asker. Bir yara izi göze çarpıyordu albayın yanağında. Kelebek gözlüğü pırıldıyordu. Küstahça bir
gülümseyiş dolaştı yüzünde subayın ve kötü bir Fransızcayla:
“Yanılmıyorsam, General De Vissé’yle karşılaşma şerefini kazandım?” dedi. “Size saygılarımı
sunmakla bahtiyarım.”
20
“... İhanet ettiler! İşlenen suçlar için ölüm çok hafif bir cezadır. Askerlerimizin savaş meydanında
öldüğünü unutmayınız. Korkaklarla hainleri perişan edeceğiz! Eğer Fransa’yı artık yalnızca bir
mucize kurtarabilirse, ben mucizeye inananlardanım!”
Reynaud, sözlerini bitirdiği zaman, senatörler kibarca alkışlamıştı. Hepsi de deneyimli kurt
politikacılardı ve hükümetin çok geçmeden düşeceğini anlamışlardı. Milletvekillerine ayrılmış olan
locada, Fouger’nin ağladığı görülüyordu. Bu sakallı hayalperesti bir Türk mendiliyle yaşlarını
kurularken gören gazeteciler, bıyık altından gülmekteydiler.
Tessat, tam arabasına binmek üzereyken Fouger yetişip kolundan yakaladı:
“Seninle konuşmam lazım. Çok güzel söyledi Reynaud: ‘İhanet ettiler.’ Namuslu ve cesur bir söz.
Bir kırbaç darbesi gibi. Şimdi zaman kaybetmeden davranmak gerekiyor.”
Bütün bu son sözler boyunca, kaygısızlıkla en derin umutsuzluk arasında mekik dokuyarak
yaşamıştı Tessat. Haberler durmadan çelişmekteydi. Kimi zaman, başarılı bir karşı saldırıdan söz
açılıyor; hemen ardından da, Paris’in bir güne kalmaz düşeceği ileri sürülüyordu. Pétain’e bakacak
olursanız, ordu diye bir şey kalmamıştı ortada. Birbirleriyle bağlantılarını tamamıyla kaybetmiş,
başıboş birlikler vardı. Mandel’se hâlâ, bir dayanma hareketinin olası olduğunu kanıtlamaya
çalışıyordu. Bakanlar bir anda Paris’i terk etmeye karar veriyor, bir an sonra da başkentin her türlü
tehlikeden uzak bulunduğunu ilan ediyorlardı. Ve ne uyku kalmıştı Tessat’da ne de iştah.
Hastalanmaktan korkmaya başlamıştı. Dehşet içinde baktı Fouger’ye. Bir bu eksikti işte! Fouger ise
çoktan arabaya yerleşmiş ve gök gürültüsünü andıran sesiyle başlamıştı bağırmaya:
“Toptan ayaklanmamız lazım!”
“Çok geç,” dedi Tessat.
Ve karamsar bir edayla burnunu sildikten sonra devam etti:
“Ben bir mistik değilim, mucizelere falan inanmam. Ama dün Arrals’la Amiens’ı işgal ettiler ve
bugün kıyıya ulaşmış durumdalar. Orduyu kuşattılar sözün kısası.”
“Kırk tümen var orada. pekala yarabilirler çemberi.”
“Kim yaracak? Belçikalıları sil bir kez hesaptan. Kral Léopold’un koyu bir Alman taraftarı
olduğunu sokaktaki çocuklar bile biliyor. İngilizler daha bugün iki tümenlerini Bapaume’den
Dunkerque’e doğru çektiler. Weygand haklı olarak, General Gort’la karşılaşmayı reddetti! Tek
kelimeyle: Mahvolduk!”
“Nasıl düşünebilirsin bunu? Daha biraz önce: ‘Korkaklara ölüm!’ demişti Reynaud. İlkin seni
kurşuna dizmeli!”
Bar bar bağırıyordu Fouger, sakalı titremekteydi ve tükürük saçıyordu karşısındakinin yüzüne.
Tessat yumuşak ve uzlaşmak isteyen bir sesle:
“Boşuna bağırıp durma, hiçbir işe yaramaz. Zevahiri kurtarmak için öyle konuşuyor Reynaud. Git
bir de başbaşayken dinle bakalım ne diyor! Namuslu bir adamsın ama hayalperestsin. Biliyorum
benden nefret ettiğini. Haksız yere Marsilya’da sana saldırdıklarında içtenlikle üzüntü duymuştum.”
“Böyle bir anda bula bula bunu mu buluyorsun söyleyecek? Bırak şu politik hesapları artık bir
yana! Ölüyor Fransa, ölüyor! Hizipleri unut, partileri sil artık.”
“Dedim ya hayalperestsin diye! Aslında ondan da betersin. Geçmişin adamısın, geçmişin. Bir
tarafta yetmiş tonluk tanklar duruyor, karşı tarafta da Yurttaş Fouger. Yoksa General Kleist’in
askerlerini ‘İnsan Hakları Bildirisi’ni elinde sallayarak durduracağını mı sanıyorsun?”
“Şakanın sırası değil.”
“Şaka etmiyorum inan. Hiç bu kadar ciddi olmadım. Biz çoktan unumuzu eleyip eleğimizi astık,
anlamıyor musun? Breuteuil belki sıyrılabilir bu işin içinden. Ama o da yaşlandı, kiliseden çıkmıyor,
ağzında hep bir dua. Grandel, Laval, Méjeu, işte gelecek bunların. Her ikimiz de radikal olduğumuz
halde sen beni namussuzun biri olarak görmektesin, biliyorum. Ducamp’a saygı beslersin sen.
Cachin’e beslersin. Ama düşün ki bunlar, geçen yüzyılın kahramanları. Öteki ülkelerde XIX. yüzyıl
tam zamanında, yani birinci savaşla ölüp gömüldü. Ama Fransa’da tecilli kaldı XIX. yüzyıl... Bizdeki
yaşlılar ölmek bilmiyor. Bak Pétain’e seksen yaşında. Ve hâlâ plan kuruyor, proje yapıyor. Ama XIX.
yüzyıl bizde de ölmek üzere. Can çekişiyor artık. Senin Dessère gibi tıpkı. Dessère dedim de.
Geçenlerde gelip buldu beni. Ne teklif ediyor biliyor musun? Paris’i savunmayı.”
“Haklı, yerden göğe kadar haklı hem de! Madrid’in iki gün bile dayanamayacağını söylüyorlardı,
ne çabuk unuttun. Tam iki yıl dayandı! Silahlandırın işçileri, görürsünüz ne mucizeler yaratacaklardır.
Tessat omuzlarını silkmişti.
“Zaten seninle konuşulmaz,” dedi. “Geçmişte yaşıyorsun hep. Yani sana kalırsa, yetmiş tümen
askerle üç bin tane tank, bir avuç barikatın önünde gelip duracak öyle mi? Komünistlere silah
dağıtmak çılgınlığı da işin cabası! Sen bayılırsın tabii böyle bir şeye, ama sen ayrısın. Bütün
radikaller yeri göğü birbirine katar öyle bir şey olsa. Hele sosyalistler? Ya hele sağcılar?
Geçenlerde Picard bana ne dedi biliyor musun: ‘İşçiler iktidara el koymayı denerse, cepheyi açarım,’
dedi.”
“Hemen tutuklatmalısın onu. Breuteuil’i de. Reynaud ihanetten söz etti mi, etmedi mi? Bu durumda
üstüne düşen görevi yerine getirmeni talep ediyorum. Bütün bu güruhun sana diş bilediğini anla artık
be adam! Breuteuil iktidara geçecek olursa senin gözünün yaşına bile bakmayacaktır. Bir radikalden,
pis bir masondan, bir Halk Cephesi yaratığından başka bir şey değilsin onun gözünde! Al bak
yazdıklarına, inanmıyorsan.”
Bir bildiri uzatmıştı Fouger. Tessat, daha ilk bakışta gördü kendi ismini. Elleri titremeye
başlamıştı aniden.
“Arabanın sarsıntısından da hiçbir şey okunmuyor,” dedi.
Bal gibi okumuştu oysa: “... sokak fenerlerinde sallandıracağız...” Beyannamenin altında: Haçlı
kumanda heyeti imzası vardı.
Araba bakanlığın kapısında durduğunda, Tessat titreyen bir sesle:
“Acı şeyler söyledimse beni bağışla,” dedi. “İnan ki çok üzgünüm... ama çok...”
Eve döndüğünde dikkatle okudu bildiriyi. Ve birdenbire anladı. Haklıydı Fouger... ’36’da sıkıp
havalandırdığı yumruğu, Viard’a beslediği dostluğu ve Denise’i kurtarmak için müdahale edişini
hiçbir zaman affetmeyecekti Breuteuil ve adamları!
Yarım saat kadar uyukladı. Bir alay göçebe, tank, darağacı geçti gözlerinin önünden. Uyanmıştı.
Divana oturdu ve dizlerini kollarının arasına alarak:
“Söz konusu olan ben değilim,” dedi yüksek sesle. “Fransa! Fransa’yı düşünmek gerekiyor.”
Daha bir hafta önce paniğe kaptırmıştı kendini, gitmek, kaçmak istiyordu. Ama şimdi sükûnetle
yürüyebilirdi ölüme doğru. Ne yazık ki sorumluluk taşıyordu üzerinde. Bakandı ve hakkı yoktu
ölmeye. Bir şeyler yapması, memleketi kurtarmayı denemesi gerekiyordu. O Ducamp çılgınının işi işti
doğrusu! Yalnızca kendini düşünen, kendi reklamını yapan bir adam. Bir egoist, sözün kısası. Teğmen
rütbeli bir milletvekili. Ne kadar hazin bir tablo! Ne yapabilir sanki bir Ducamp? Ne gelir ki
elinden? Memlekette teğmen kıtlığına kıran girmiş gibi!
Hayır hayır, bağırıp çağırmak değil, dahiyane bir numara gerekli burada, olağanüstü bir buluş,
büyük çapta bir manevra gerekli. Moskova’yla yeniden uzlaşmanın şart olduğunu söylemez mi hep
Mandel? Almanlar çoktan anladı Rusya’nın ne yaman bir güç olduğunu. Ve o aptal Daladier de bizi
Ruslarla kanlı bıçaklı hale getirdi. (Tessat şu anda, Mannerheim’a yardım meselesinde şiddetle itiraz
etmiş olarak hatırlıyordu kendini!) Uçağa ihtiyacımız olduğunu söylüyordu De Vissé. Ruslar bize
pekala bin kadar bombardıman uçağı verebilir. Satın alırız ya da değiş tokuş ederiz bir şeylerle. Bu
ikinci şık daha iyi.
İyice hayale kaptırmıştı kendini. Bu tarihi anda, yüce bir görev yükleniyordu omuzlarına. İradesiz
ve ahmak insanlarla doluydu her taraf. Şu kendini beğenmiş Reynaud’ya bak bir kez! Ya o burnunun
ucundan ötesini görmeyen Daladier? Mahvettiler Fransa’yı sersemler! Ama Tessat olanca cesaretini
harekete geçirerek olanaksızı olanaklı kılıp durumu kurtaracaktı. Moskova’yla anlaşmalıydı, evet
evet. O zaman İtalyanlar savaşa cesaret edemez. Ya Almanlar? Almanları da korku alır bu durumda,
kolay mı! Köklü bir değişiklik olur Fransa’da, zafere yeni baştan inanır halk yığınları. Ve tıpkı
1917’de Clemenceau’nunki gibi, bu sefer de Tessat’nın vatanı kurtardığını, haddine düşen varsa
kabul etmesin!
Fouger’yi bakanlığa davet etmişti:
“Geldiğin için çok teşekkür ederim dostum. Son konuşmamız birçok olayda gözümü açtı benim.
Meğer biz başkalarının ağzında yemlik durumundaymışız! Şimdi dinle, sana planımı açıklayacağım:
Moskova’ya göndereceğiz seni, ne dersin? Seni ya da Pierre Cot’u.”
“Moskova’ya mı? Ne yapacak mışım ben orada?”
“Sana çok saygıları var. Ama reddedecek olursan, Pierre Cot’a da başvurabiliriz.”
“Ne yapacağım ben orada diye soruyorum sana?”
“Ne demek ne yapacaksın? Çünkü böyle bir gezi, büyük bir etki yaratacaktır. Örneğin İtalya
üzerinde. Sonra bizdeki morali de düzeltir. Hem Ruslar niçin bize savaş malzemesi vermesin yani?
Örneğin bir kaç yüz uçak?”
Fouger birden öfkelenmişti:
“Sen aklını mı kaçırdın?” diye haykırdı. “Ne demeye uçak verecekmiş Ruslar sana? Daha iki ay
olmadı, sen değil miydin Bakü’yü havaya uçuralım diye bağıran?”
“Asla! Asla öyle bir şey yapmadım ben! Tam tersine, ben karşıydım Bakü’nün yok edilmesine.
Ama o Daladier’nin inatçılığı yok mu, ah! ‘Vaucluse boğası’ derler ya Daladier’ye, hiç doğru değil.
Basit bir eşek o kadar. Hem sonra, şimdi geçmişi anımsamanın sırası mı canım? Biz şu anda
Moskova ile dostluk bağları kurmak arzusundayız. Ve sen de bana yardım edebilirsin.”
“Rusların tutup da seni ciddiye alacaklarını sanıyorsun öyle mi! Alay ederler adamla alay. Haksız
da sayılmazlar. Her şeyden önce açık konuşalım. Kimi temsil ediyorsunuz siz? Arkanızda koskoca bir
boşluk var o kadar. Öte yandan da, işçileri deliğe tıkmaya devam ediyorsunuz. Daha bu sabah, sekiz
komünistin mahkemeye sevk edildiğini yazıyordu gazeteler. Sonra o, ‘Vaucluse boğası’ mıdır, ‘eşeği’
midir her neyse, bugün hükümetin Dışişleri Bakanı. Fransız halkı anlaşabilir Moskova’yla ancak. Sen
değil. Sana bir tek öğüdüm var, hemen cumhurbaşkanına yazıp istifa ettiğini bildir. Bize gerekli olan
bir hükümet değil, bir Milli Kurtuluş Komitesi’dir!”
Ve kapıyı çarparak çıkıp gitti. Tessat, başkaca ne gibi bir girişimde bulunabileceğini düşündü bir
süre. Bu durumda, komünistlere başvurmaktan başka bir çare yoktu. Denise de babasıyla bozuşmak
için tam zamanını seçmişti hani! Ah deli kız, ah!
Ferronet ile görüşmeye karar verdi sonunda. Ferronet, sık sık komünistleri savunan bir avukattı.
“Komünistler arasında bir alay tanıdığın var, biliyorum. Bir mektup yazsam ulaştırabilir miydin?”
“Kime?”
Kıpkırmızı olmuştu Tessat. Güçlükle telaffuz etti:
“Kızıma. Çok önemli bir mesele. Ve çok acele. Hayatta her şeyden fazla değer verdiğim bir varlık
söz konusu.”
“Peki yaz.”
Sinsi bir alayla ekledi Ferronet:
“Casusların işgüzarlık etmezse, mektup bu akşam yerini bulur.”
Tessat yazıyordu:
“Denise, seninle konuşmam lazım. Özel bir sorun değil, son derece önemli bir memleket davası.
Tekrar ediyorum: Benimle ya da herhangi bir çıkarla ilgili bir durum değil. Ayrıca bu ziyaretten hiç
kimsenin haberi olmayacağını sana temin ederim. Baban, Paul Tessat.”
Yemekten sonra Bakanlar Kurulu toplantısına gitti. Bir kulağından girip öteki kulağından çıkmıştı
Reynaud’nun okuduğu rapor:
“Weygand dönmüş bulunmaktadır. Durum kuşkusuz kritiktir. Buna rağmen, bir karşı saldırı için
hazırlıklarımız devam ediyor. İngilizler şimdiden atağa geçmiş durumdadırlar: Beşinci tümen,
Arras’a yaklaşmaktadır.”
Kendi düşüncelerine dalmıştı Tessat. Toplantıdan sonra Reynaud’yu yakalayıp bir köşeye çekti:
“Moskova’yla bir yakınlaşmaya ne dersin?”
“Vallahi azizim, şu son günlerde durum öylesine ciddileşti ki, bütün zamanımı askeri meseleler
kaplıyor. Diplomasiyi olduğu gibi Baudouin’e bıraktım.”
Tessat o gece bir uyku ilacı aldı ve sabah sekize kadar uyudu. Bir hanımın, ‘kişisel’ bir mesele için
kendisini görmek istediğini haber verdiklerinde, kahvaltı etmekteydi.
“İçeri alın.”
Kendi icat etmiş olduğu oyuna o kadar dalmıştı ki, babalık duygularını tamamıyla unutmuştu.
Denise’in yüzüne dikkat bile etmedi: Kızıyla değil de, bir milletvekiliyle konuşuyordu sanki!
Denise soğuk bir edayla.
“Eğer bu bir tahrikse, başarı kazanamayacaktır,” dedi. “Parti buraya geldiğimi biliyor.”
“Biliyor mu? Mükemmel! Durumun son derece ciddi olduğunu bilmiyor değilsin Denise. Büyük bir
bozgunun arifesindeyiz. Bütün kişisel sorunları bir kenara bırakmak gerekiyor şu anda. Söz konusu
olan, Fransa’nın kurtuluşudur. Oysa insanın memleketini kurtarabilmesi için her şeyden önce şevk
içinde olması lazım. İşte ben komünistlere elimi uzatıyorum. Biz kendi yönümüzden baskıya son
vereceğiz. Onlar da propagandalarını kessinler. Söylemek istediğimi anlıyor musun? Yurttaşlık
göreviniz, Moskova’yı etkilemektir. Öyle sanıyorum ki, Pierre Cot’u göndereceğiz Moskova’ya. Önce
Fouger’yi düşündüm ama, yaşlı. Sonra, laf aramızda biraz da ukaladır. Öyle değil mi? İşte bu
teklifimi Thorez’e ya da Duclos’ya, Cachin’e... tek kelimeyle, sorumlu yöneticilerinize ulaştırman
için çağırdım seni. Eğer gerekirse, kendileriyle bizzat görüşebilirim. Her şeye hazırım Fransa için.”
“Bu sözlerinizi ciddiye alacaklarını hiç sanmıyorum. Otuz dört bin komünist var hapishanelerde.
Önce onları serbest bırakmakla işe başlayın. Ve çekilin iktidardan. Halk hükümetine terk edin
yerinizi.”
“İktidar bir ev değil, ha deyince terk edilmez!”
Öfkelenmişti Tessat, ama hemen toparladı kendini ve soğukkanlı bir sesle devam etti.
“Anayasanın emirlerini uyguluyoruz biz. Parlamento güvenoyunu geri almadıkça çekilemeyiz.
Tutukluları serbest bırakmaya gelince, ben kendi payıma bunda bir sakınca görmüyorum. Ama
korkarım ki bu tasarıyı gerçekleştirmek mümkün olmayacaktır. Çünkü sosyalistler karşı. Daha dün
Sérol, komünistleri siyasi hayata döndürmeyeceğini söylüyordu bana. Ve kendisine, bugün bize
gerekli olan şeyin milli birlik olduğunu ima ettiğim zaman da: ‘İlkin komünistler silahı bıraksın,’
yanıtını verdi. Görüyorsun ki durum karışık! Sağcılar da üzerimize saldırmak için küçücük bir fırsat
bekliyor. Komünistleri serbest bırakacak olursak, daha ilk oylamada devrilir hükümet.”
Bitkin bir haldeydi Denise. Bütün şu son günler boyunca, askerlerle konuşmuştu hep. Ve dehşet
verici ihanet ve alçaklık hikâyeleri dinlemişti. Göçmenlerle gelen bir ıstırap dalgası kaplamıştı
Paris’i. Ve polis, komünistleri tutuklamaya devam ediyordu. Daha dün, güler yüzlü Lucie’yi
almışlardı içeri. Fabrikada birlikte çalışıyorlardı. Sokak ortasında tutuklamışlardı Lucie’yi. Ardında
bir bebek bırakıyordu. Lucie, çocuğunu da almak için itirazda bulunmuş, kendisini nereye
götürdüklerini sormuştu. “Sizi ilgilendirmez!” yanıtını vermişti ajanlar. Michaud Kuzeyde kuşatılmış
olan ordudaydı. Denise’in almış olduğu son mektuplar, mayıs tarihini taşıyordu. Savaştan önce
yazılmışlardı yani. Sinirleri iyice gergindi, birden koyuverdi kendini, hıçkırmaya başladı.
Fouger’yi de, tüm planlarını da unuttu Tessat: Kızıydı bu karşısında ağlayan, Denise’di! Ve ne
kadar zayıflamıştı ya Rabbim! Kıt kanaat yaşıyordu kuşkusuz. Kim bilir nerelerde gizleniyor geceleri
ve her an tutuklanmak korkusuyla. Kelimeler kendiliğinden döküldü ağzından:
“Benim zavallı küçük yavrum!”
Denise hemen toparlandı. Şaşkın bir bakışla babasına baktı.
“Hiçbir zaman anlayamayacaksınız niçin ağladığımı. Ve babam olduğunuzu, ikimizin de aynı dili
konuştuğumuzu, aynı bombayla ölüp gidebileceğimizi düşünüyorum da! Anlamıyor musunuz daha?
Aramızda bir bağ bulunduğu duygusuna bile tahammülüm kalmadı.”
“Bense bir kızım olduğunu hissetmekten bir an bile geri kalmadım.”
Odayı arşınlamaya koyulunca, Denise’i buraya ikna etmek için çağırmış olduğunu anımsadı:
“Parti kavgalarını bir yana bırakalım Denise! Bana yardım etmelisin. Ben Fransa’yı kurtarmak
istiyorum. Ve sana da şimdi Fransa’nın başı için...”
“Yeter! Bir zamanlar da hep: ‘Annenin başı için’ der dururdunuz. Fransa’nın...”
Tamamlayamadı sözlerini. Göçmenler, askerler geçiyordu gözlerinin önünden. Hıçkırıklarla
sarsılıyordu. Zayıflığını bir kere daha göstermek istemedi Tessat’ya ve koşarak çıktı.
Tessat öfkelenmişti: ‘Sanki bir azize!’ dedi kendi kendine. Lucien kepazenin biridir tamam, ama
bundan daha insandır. Ne biçim kız bu: Ne kendisi yaşar, ne de başkalarını yaşatır! İsterik işte!
Hemen koşup Baudouin’i buldu ve Pierre Cot’u görevlendirmek meselesini açtı. Ama o konuya
girmekten kaçındı Baudouin, döndürüp dolaştırıp İtalya’ya getirdi sözü:
“Bazı tavizlerde bulunmanın zamanıdır,” diyordu. “Cibuti’yi terk etsek İtalyanlara, hatta Tunus’un
bir kısmını versek. İngilizler üzerinde de baskı yapabiliriz. Onlar da bir şeyler versin. Malta
Adası’nı örneğin. Mussolini görüşmelere girmeye hazır. Yalnız Roma’ya bu işi başarabilecek bir
adam yollamak gerekiyor. Laval’i ya da Breuteuil’i.”
Baudouin’den ayrılır ayrılmaz Fouger’e telefon etti:
“Korkarım ki beni yanlış anladın. Seni ya da Pierre Cot’u, kesinliği olmayan bir işle
görevlendirmek söz konusu. Galiçya madenleri için tazminat konusunda pazarlıklara girmek gibi bir
görev örneğin. Ya da, kereste ithalatı konusunda. Görev bile değil aslında, bir çeşit zemin yoklaması.
Böyle bir gezi dışarıda da bir çeşit zemin yoklaması şeklinde yorumlanacaktır ve biz de hiçbir
angajmana girmiş olmayacağız. Sağcılara da: ‘Saçmalamayın,’ diyeceğiz. ‘Moskova’da elçimiz bile
yok!’ Breuteuil’in çenesi böylece kapanmış olur. Kaldı ki, bir yandan da Mussolini ile ciddi
görüşmelere girişmek üzereyiz. Ve İngilizler, İtalyan gemilerini her türlü kontrol dışı tutacaklarına
dair bize söz verdiler. Bir zafer sayılmaz mı bu? Dinliyor musun beni?”
Yanıt gelmedi. Alıcıyı öfkeyle fırlatıp atmıştı Fouger.
Tessat’nın planı yürümemişti. Kendini teselli etmek için arabaya atlayıp kentin kenar
mahallelerinde bir gezintiye çıktı. Harika bir gündü doğrusu. Leylaklar, yaseminler, salkım
çiçekleriyle doluydu ortalık. Havada nefis bir koku vardı. Duygulandı Tessat: İlkbahar bu, dedi kendi
kendine. Her şeyi siliyor!
Vincennes Ormanı’na uğradı dönüşte. Askerler tanklar için hendek kazıyorlardı. Önce hal hatır
sordu Tessat. Sonra da neşeli bir sesle:
“Paris’i ele geçirmek hiç kimsenin haddine düşmemiştir,” dedi. “Aslanlar gibi savunacaktır Paris
kendini!”

21
Picardie’nin bütün kentlerine benzer küçücük bir kentti bu da. Bir meydan ve tuğladan yapılmış
basık evlerin sıralandığı uzun bir cadde. On altıncı yüzyıldan kalma bir belediye binası
süslemekteydi meydanı. Kulenin üzerinde altından bir aslan heykelciği. Binanın yanında bir lokanta-
han: İsmi Cheval Blanc. Sonra iki kahvecik. Ve bir büyük mağaza.
Kent nüfusunun büyük kısmını, iki kilometre ilerideki bisiklet fabrikasında çalışan işçiler
oluşturuyordu. Kadınlar arasında bir alay usta dantelacı vardı. Açık kapıların önüne oturur, iğnelerini
tıkırdatırlardı durmadan. Yazları tek tük turist uğrardı kente. Belediye binasını ziyaret eder ve
meydanda bira içerlerdi. Kışları ise işçiler, yemekten sonra kahvelere doluşur, uzun pipolarına tütün
koyup siyaset tartışırlardı. Savaştan önceki belediye başkanı, bir komünistti. Ve 14 Temmuz
bayramında, belediyenin damında iki bayrak dalgalanırdı yan yana: Bir kızıl bayrakla bir Fransız
bayrağı. Duvarlarda hâlâ: ‘Kahrolsun Faşizm!’, ‘Yaşasın Halk Cephesi’ yazıları okunmaktaydı.
Yazıların yanında da beceriksizce çizilmiş bir orak çekiç resmi vardı. Bayram günlerinin arifesinde
ardıç rakısı içilirdi hep ve horoz kövüşü düzenlenirdi. Öldüren Öpücük filmi oynardı sinemada.
Kanal boyunca gezinerek nilüfer toplardı aşıklar. Kent erkenden uyurdu. Saat on bir dedi mi, hiç
kimseyi bulamazdınız sokakta. Belediye binasının saati duyulurdu yalnızca. Ve zaman zaman bir ninni
yükselirdi küçük evlerin birinden: “Uyusun da büyüsün...”
İlk bomba istasyon civarındaki bir eve isabet etti. Yaşlı bir demirci ölmüş, iki kadın da
yaralanmıştı. İkinci bombada ise, belediye sarayı yerle bir oldu. Molozlarla dolmuştu meydan.
Yıkıntıların arasında büzülüp kalmıştı altın aslancık. Ve halk kaçmıştı. On sekiz bin nüfustan, yüz kişi
ya var ya yoktu.
Kahvenin sahibesi, mineli bir cezveyle yaklaştı ve Michaud’nun fincanını doldurduktan sonra,
alçak sesle:
“Gidiyor musunuz?” diye sordu.
“Yeni geldik daha.”
“Gideceğinizi söylediler de. Herkes kaçtı biliyor musunuz, bir tek ben kaldım. Annem hasta.
Gitmeyecekler dedim sizin için kendisine.”
Michaud gülümsüyordu:
“Gitmeyeceğiz tabii. Dehşet verici bir şey bu olup bitenler. Arkalarına bile bakmadan kaçıyor
insanlar. Engel olan da yok kendilerine. Kepazelik doğrusu. Bir de tutup bizi Finlandiya’ya
göndereceklerdi. Şöyle bir görünüverdi Almanlar, koydunsa bul artık bizimkileri! Utanmaz herifler!
Ah ah... Başka insanlar gerekli bize! Ama içiniz rahat olsun: Kalacağız. Mahzeniniz var değil mi?
Eşyanızı oraya taşıyın ve bekleyin. Biz de elimizden geleni yapacağız.”
Tabur Kumandanı Fabre, kenti her ne pahasına olursa olsun savunma emri almıştı. Zararsız bir yarı
çılgın gözüyle bakıyorlardı Fabre’a: Üstat ilk aperitifi sabahleyin içiyor ve kaktüslerin güzelliği
hakkında nutka başlıyordu. Ama büyük bir cesaret gösterisinde bulunmuştu şu son günlerde.
Cambrai’de tabur vuruşa vuruşa geri çekilirken iki kez karşı saldırıya geçmiş ve Almanlar tarafından
kıstırılıp tutsak alınmış on iki askeri kurtarmışlardı. Pike bombardıman uçaklarının ilk saldırısında
Fabre, erlerden birinin elindeki tüfeği kaparak ateş etmeye koyulmuştu. Ve herkesin moralini
yükseltmişti bu, panik önlenmişti. Bir de uçak düşürüldü o gün. Ama tabur, bir haftada, üçte bir
oranında kayıp vermişti.
Emri aldığında iyice afalladı Fabre:
“‘Her ne pahasına olursa olsun,’ demesi kolaydır. Almanlar tanklarla saldıracak olurlarsa nasıl
dayanabiliriz?”
Askerlerin Michaud’ya taptıklarını biliyordu Fabre. Nitekim, Albay Kérieu iki bölüğü terhis etmek
istediğinde, engel olmuştu. Ve Le Havre ‘ayaklanması’nı da örtbas etmişlerdi. Herhangi bir karar
almadan önce hep Michaud’nun nabzını yoklardı: “Bay Don Kişot ne düşünür bu mesele hakkında?”
Bu sefer de öyle oldu. Michaud’nun yanıtı kesindi:
“Dayanmalıyız.”
Paris’le çoktandır teması kaybetmiş olan Michaud, Parti’nin talimatlarından yoksun kalmıştı. Tek
başına karar vermesi gerekiyordu. Ama tereddüt etmedi: Komünistler alçak insanlar olamazdı, hayır!
Bütün herkese göstereceğiz nasıl dövüştüğümüzü. Böyle bir durumda ne Reynaud’nun, ne Tessat’nın,
ne de Daladier’nin önemi yok. Fransa için çarpışıyoruz şu anda.
Ve her yer düşmanla dolu. Kimi eline kelepçe vuruyor, kimisi de yukarıdan bombalıyor seni.
Önünde Hitler’in adamları var: İspanya’yı çarmıha germiş olan Thaelmann’ın cellatları, ölüm
süvarileri. Ya arkanda? Gene Hitler’in dostu olan faşistler: Breuteuiller, Grandeller, Picardlar.
O huzur dolu kaygısız Fransa’dan eser yoktu ortada. Düşmanın insafına terk etmişlerdi güzelim
ülkeyi. Burada da aynı durum. Uzayıp giden harabeler, ağlayan kadınlar. “Bizi bırakmayacaksınız
değil mi? İmkansız bir şey değil mi bu!”
Yıkıntılara bakıyordu Michaud. Profesör Mallet bir gün bu belediye sarayından söz ederken:
“Rönesans’ın incilerinden biridir,” demişti. Ayakta kalmış olan bir duvar parçasında şu yazıyı okudu:
“Ekmek. Barış. Özgürlük.” Ve ’36’yı yaşar gibi oldu yeniden. Grevleri, bayrakları, devrimci
türküleriyle.
Felakete uğramış haliyle Fransa’yı yepyeni bir güçle seviyordu Michaud. Ve her şey birbirine
karışıp yankılanıyordu bu duygunun içinde. Çocukluğunu geçirmiş olduğu Savoie dağları, o gürül
gürül şelalelerin ve koyu yeşil otlakların ülkesi. Paris sonra, onun Paris’i. ‘O güzel kocaman köy’
boz renkli evlerin ve taptaze gülümseyişlerin kenti. Jeannot’nun öldüğü, Clémence’ın yaşadığı kent.
Paris... ve Denise! Gözleri Alp Dağları’nın çiçekleri gibi masmavi, incecik bir genç kızı savunduğunu
düşündü Michaud, tekrarladı kendi kendine: “Fransa... Ve Denise...”
Askerler bütün gün boyunca hendek kazmış, toprak çuvallarını taşımış ve makinelilerle tanksavar
tanklarını kamufle etmişlerdi. Akşamleyin Fabre, tümen karargâhıyla temas kurdu. “Düşmanı bütün
hatlarda geri püskürtmekteyiz. Size destek göndereceğiz. Çekilecek olursanız, ikinci taburu ölüme
atarsınız,” denildi kendisine.
Fabrikayı dolaştı Michaud. Makinelileri oraya yerleştirmişlerdi. Fabrika binaları bir gün önce
uçaklar tarafından bombalanmıştı. Bir obüsün açtığı kocaman bir delik göze çarpıyordu montaj
atölyesinde. Su ile doluydu delik. Sabahleyin bardaktan boşanırcasına yağmur yağmıştı. Makine
parçaları yüzüyordu suların içinde. Yan atölyede yepyeni bir freze gördü Michaud. Ve bir çocukluk
arkadaşına rastlamış gibi duygulandı birdenbire. Her türlü malzeme ve makineye bayılırdı. Canlı
birer varlıktan farksızdılar Michaud’nun gözünde. Azarladığı, okşadığı olurdu onları. Bütün gençliği
makineler içinde geçmişti! ‘Ne yaptılar, ne oldu bu insanlara?’ diye düşündü sonra. ‘Hepsi de iş,
sevgi mutluluk istemekte. Ama bir okyanustalar ve gemi azıya almış durumda. Şimdi sahile ulaşmak
gerek!’ Kendisinin mutlaka öldürüleceğini düşünüyor Michaud, kıyıya çıkamayacağını hayal ediyor.
Ama ötekiler... Pierre, Legreux, ihtiyar Dechène yaşayacaklardır. Sonra çocuklar. Onlar da
yaşayacak. Denise de... ve Magnitogorsk’takine benzer koca koca fabrikalar kuracaklar (bir dergide
fotoğraflarını görmüştü o fabrikaların)... Dün, tarlalardan geçmişlerdi. Buğday telef olacak,
çiğneyecekler buğdayı. Zaten hasadı yapacak hiç kimse kalmadı ya! Ama zarar yok. Baharda yeni
baştan ekilir. Son zaferi gene hayat kazanacaktır. Şu pis günleri bir atlatabilseler!
Muhafız karakoluna gitmişti. Yoldaşları, uykusuzluğa rağmen tartışmaktaydılar. Seslerinde
karamsarlık hakimdi: “Nasıl dayanabiliriz ki? Topu topu üç yüz kişiyiz. Onlarınsa bir alay tank var
ellerinin altında.” Michaud, İspanya’daki savaşmalarını anlatarak cesaret vermeye çalıştı onlara:
“Tanklarla desteklenen koca bir tabur karşısında yalnızca otuz kişi kaldığımız olmuştu. Ve el
bombalarıyla atılıyorduk tankların üzerine, başka çaremiz yoktu. Pépé isimli küçücük bir oğlan, tek
başına sekiz tankı yok etmişti.”
“Evet ama oradaki tanklar aynı değildi. Bir de Alman tanklarının zırhlarını getir gözünün önüne!”
“Bir şeyi değiştirmez. Oradaki insanlara benzer insanların olmasında asıl iş. Gözünü budaktan
sakınmayan insanlar.”
“Sen oradayken, ne adına savaştığını biliyordun Michaud. Ben de katılmak istedim İspanya
savaşına. Ama şimdi? Ne adına ölüme yolluyorlar bizi şimdi? Kimi savunmak için söyler misin?
Tessat’yı mı?”
“Hayır,” dedi. “Tessat gibileri için söylenecek çok şey var. Ama burası bizim toprağımız! Şu
kadınları görmüyor musun? Kocaları tıpkı bizler gibi cephede onların da. Gidemeyiz hayır! İlk örneği
biz komünistler vereceğiz. Sonra her şey bir yana, bütün bunları düşmana bırakmak bana ağır geliyor
yoldaşlar. Bir freze gördüm bugün ki...”
Tamamlayamadı: Kulakları sağır eden bir gürültü kopmuştu. Şafaktan önce saldırıya başlıyordu
düşman. Solgun gökyüzünde küçük yıldızlar görülüyordu daha. Patlamalar kötü bir etki yapmıştı.
Herkes saldırının güneşin doğuşuyla birlikte başlayacağını sanıyordu. Birden ürperdi Michaud,
dışarıda çiğ var, ondan olsa gerek, dedi kendi kendine. Ama dışından değil içeriden geliyordu soğuk.
Makineliyi yokladı eliyle ve içi rahatladı.
On beş dakika sonra ateşe ara verdiler. Ve sükûnet içinde doğdu güneş. Tarla kuşlarının cıvıltısı
kapladı ortalığı. Sular pembeye büründü. Askerler susuyordu. Denise’i düşünüyordu Michaud. Tıpkı
İspanya’daki gibi, omzunun ılıklığını anımsıyordu, sonra dudaklarındaki o tuz tadını, sonra kokusunu
çam ağaçlarının. “Sevgilim!” Ve işte her şeyin sonu! Hoş değil bu elbette. Ciddi ve ağır bir durum.
Ama korkmuyordu Michaud, Denise’i bir daha göremeyeceğine üzülüyordu yalnızca.
Tanklar kanala kadar sokulmuş durumdaydı. Ve bir ulumadır kapladı ortalığı. Toprak ulumaktaydı
sanki. Michaud döndü, sabırsızlık ve acz içinde bağırıyordu Fabre:
“Şeridi ver!”
Yeniden bir durulma olmuştu.
“Neredeyse başlarlar gene. Yerimizi buldular.”
Güldü Michaud:
“Gelecekleri varsa görecekleri de var! İspanya’dan tanırım bu hazretleri ben. Önlerinde kaçmaya
koyuldun mu keyiflerine diyecek yoktur. Ama buradaki coşkunluk içinde karşıladın mı, suratı hemen
asılır faşist beylerin.”
“Dayanabilecek miyiz dersin Michaud?”
“Hem de nasıl!”
Saat dokuza doğru yeniden saldırıya başladılar. Obüslerin altında tuz buz oluyordu evcikler.
Michaud’nun üç yüz metre kadar ötesinde bir tank yanmaktaydı.
“Patates tarlasının soluna dikkat!”
Alman motosikletlileri ilerliyordu. Onları durdurdular, ama bu kez de tanklar harekete geçti
yeniden. Fabre bir çığlık attı. Yaralıları çiğniyorlardı.
“Vay namussuz hayvanlar! Kendi adamlarını çiğniyorlar!”
Bölük kumandanı ölmüştü. Yerini alan çavuş çok geçmeden gidip bir mahzene saklandı. Sürüne
sürüne Michaud’nun yanına geldi Fabre.
“Hiç kimseyi dinleme. Ateş etmene bak!”
Ne kadar zaman geçmişti acaba? Birkaç dakika mı, yoksa bir saat mi? Birden bir patlama duyuldu.
Sol eline baktı Michaud ve kan gördü.
“Buraya gel çabuk!”
Ama Michaud kımıldamıyor. Zaten duymadı da.
“Şeridi ver bana! Yakalayın şunu.”
Öğlende tamamıyla sükûnet bulmuş bir dünyayı aydınlatmaktaydı güneş. Ne bir kurşun sesi artık,
ne de bir çığlık. Yaralılar bile susuyor, sessizliğin altında ezilip gitmiş gibi. Kamyonlara yüklediler
yaralıları. Michaud elini kaldırdı. Gitmeyi reddetmişti. Ölüleri gömdüler. Teneke kokan ılık sudan
içtiler sonra. Yorgunluktan bitkin bir hale gelmişlerdi, ağır bir hastalıktan yeni çıkmış gibiydiler.
Gülümsemek istiyorlar, ama yapamıyorlardı. Alabildiğine basit, ama bir o kadar da akıllara
durgunluk verici bir şeyin, yavaş yavaş farkına varmaktaydılar.
Kenti vermemişlerdi.
Michaud’ya yaklaştı Fabre ve homurdanan bir sesle:
“Aferin Don Kişot!” dedi. “Neydi İspanya’daki rütben senin?”
“Teğmen.”
“Albay hapse attırmak istiyordu seni. Bana kalsa, bugün general olmuştun. Komünistmişsin öyle
mi? Tuhaf şey doğrusu! Eğer hepsi senin gibiyse pes.”
Yaşlanan gözlerini kuruladı Fabre, romla dolu matarasını dikti sonra.
“Karargâhla bağlantı kurmaya çalışacağım,” dedi. “İyi haberi bir an önce verelim.”
Aynı donuk sesi işitti gene, bir gün önce kendisine: “Her ne pahasına olursa olsun dayanın!” diyen
sesi. Bu sefer Fabre’ın da konuşmasına izin verdiler. Sözlerini bitirdiğinde de:
“Geceleyin terk edin kenti,” dediler.
“Ama niçin?” diye haykırdı Fabre.
“Toplanıyoruz.”
Fabre, alıcıyı fırlatıp tükürür gibi bağırdı:
“Buna general değil, adıyla sanıyla bir pezevenk derler!”
Michaud yoldaşlarına:
“Alçaklar!” dedi. “Satıyorlar ülkeyi.”
Hepsi anlamıştı artık. Biliyorlardı ve susuyorlardı.
Hoşça kal işte sevgili freze! Belediye sarayının altın heykelciği, sen de hoşça kal! Sen de... sen de
zavallı kadın... çinili bir cezveden hasta annesini anlatarak kahve dolduran, gözleri korkudan
büyümüş bacım, sen de hoşça kal! Yolumuz uzun bak. Yenilmişlerin yolu. Öğle vakti, o boğucu sıcak
ve sessizliğin içinde zaferi görür gibi olmuştuk. Şimdi anlıyoruz, niçin bize kahveci kadın gibi
korkuyla baktığını zaferin. Dünyanın en güzel düşü, sen de hoşça kal!
22
Akşamları, derin bir ormanı andırıyordu Paris. Mavi ampulleri bile söndürüyorlardı. Kimlik
kontrolü için yoldan geçenleri çevirmek, artık en normal önlemler arasında yer alıyordu. Casus ve
paraşütçü hikâyeleri dolduruyordu günlük konuşmaları. Cherche-Midi Sokağı’ndaki sütçü dükkânının
topal sahibini tutukladılar. Adamın, uçaklara sinyal verdiği iddia ediliyordu! Paris’te tam kırk bin
Alman askerinin kılık değiştirerek gezdiğine ilişkin iddiaya girenler bile vardı. Mandel, üç ‘Haçlı’
tutuklattı. Bazı İtalyanların adresleriyle, uçaksavar bataryalarının mevzilerini gösteren bir Paris planı
bulunmuştu üzerlerinde. Breuteuil haberi alır almaz yaygarayı bastı: “Fransız yurtseverlerine
zulmedilmektedir!” Ve ertesi gün de, ‘Haçlı’ üstatlar serbest bırakıldı. “Buraya da geleceklermiş
Almanlar!” diye ağlıyordu Breuteuil’in karısı. Breuteuil ise istifini bozmadan yanıt veriyordu: “Dua
et, dua et! Ne olacağı belli değil henüz. Belki de Mareşal Pétain kurtaracaktır Fransa’yı...”
Göçmen doluydu sokaklar. Şaşkın şaşkın garların civarlarında dolaşıyorlardı hep. Bomboş, hiçbir
şey görmeyen gözlerle bakıyorlardı Parislilere. Hayat taşan kentin uğultusuna karşı sağır gibiydiler.
Şoförlerin korna çalıp küfretmeleri boşunaydı: Duymuyordu göçmenler. Çok daha korkunç seslerin
uğultusuyla doluydu hâlâ kulakları.
Kadınlar, bitkin halde, kaldırım kenarlarına atıyorlardı kendilerini. Ve çevrelerinde hemen
insanlar birikiyor, onları merakla süzerek soruyorlardı. “Nereden geliyorsunuz?” Savaş Parislilere
alabildiğine uzak bir şey gibi görünüyordu. Gazete sayfalarını kaplayan çarpışmalar sanki Fransa’da
değil de, kutupta olup bitiyordu! İnsanların yüreğinde endişe yaratan tek şey, göçmenlerdi.
“Almanlar... cani alayı... Mucize sonucunda kurtulduk...” diye geveleyen göçmenler. Ve polisler,
meraklıları uzaklaştırmakla görevlendirilmişti. Huzursuzluk verici hikâyelerin kulaktan kulağa
yayılmasını istemiyorlardı.
İhtiyatlı kimseler, taşradaki akrabalarına göç ediyorlardı. Ötekilerse her zamanki gibi çalışmaya,
ticarete ve eğlenceye devam etmekteydiler. İlk boğuntu günlerinde kapatılmış olan gece kulüplerinin
yeniden açılıp açılmaması gerektiği tartışılıyordu basında. Gençlere cesaret veriyordu yaşlılar: “Hiç
kuşkunuz olmasın, tıpkı 1914’teki gibi bu sefer de Almanları kovacağız.”
Ne Pétain’in dehasına ne Weygand Hattı’na, ne de mucizelere inanmayan bir adam sıfatıyla Viard,
koleksiyonunu paketlemekle meşguldü. Çekiç darbeleri, şafakla birlikte yankılanmaya başlıyordu
apartmanında. Ev bir alay işçiyle dolmuştu. Tek kaygısı vardı Viard’ın. Tablolarını kurtarmak.
Ambalaj sandıklarının karanlığında kaybolan her tuvali şefkat dolu okşayan bakışlarla izliyordu.
Sonra da, kayıtsız bir edayla gazeteleri gözden geçirmeye koyuluyordu. Partinin kesinlikle
kaybedildiğini artık anlamıştı ve işin kapanmasında hazır bulunmak sıkıntısına katlanmak istemiyordu.
Bu sıkıntıya derin bir öfke de karışıyordu. Viard’ın genellikle melankolik ve iyimser gözleri son
zamanlarda karanlıklaşmıştı. Hayatının şu son demlerini rahatça geçirmesine izin vermemişlerdi işte!
Kime kızacağını bilemiyor ve herkese; Almanlara, Daladier’ye, Tessat’ya, komünistlere, İngilizlere,
generallere, herkese kin besliyordu.
Çivilenmiş sandıkların çevresinde dolaşırken, geleceği düşünmekteydi. Avalon’daki o küçük ev ne
olacaktı şimdi? Salkım çiçeklerin altında kaybolup gitmiş çardağı ve kırmızı kumların üzerine
güneşin vurmasıyla ortaya çıkan ışık oyunlarını yeniden görür gibi oluyordu. Paris’in işi bitikti. Peki,
ya daha da ilerlemeyi akıllarına koymuşsa Almanlar? Hayır, hayır, mümkün değil bu! Paris’i verirsin,
üç-dört gün de işgal etmelerine göz yumarsın (Prusyalı gururunu okşamak gerek!), sonra da imzalarsın
barış antlaşmasını. Alsace-Lorraine, iki taraf arasında bir oraya bir buraya atılıp duran bir toptan
farklı değil ki zaten! Varsın otuz-kırk yıl süreyle bir Alman kenti oluversin Strasbourg. Karşılığında
barışa kavuştuktan sonra! Ama gene de bitmek bilmiyordu sıkıntısı. Ya Churchill tutup da
Reynaud’yu, Paris’in terkinden sonra bile savaşa devam etmeye zorlayacak olursa? Şu anda bir
İngiliz dominyonu değil miyiz işin ucunda! Viard bütün bunları düşündükçe öksürüyor ve uşağıyla
işçilere öfkeli bakışlar atmaya koyuluyordu. Dünya umurlarında bile değil işte. Çalışıyor, fırsat
buldukça da çalıp çırpıyor ve eğleniyorlardı.
Tessat’yı görünce neşesi yerine geldi. Üstadı tedirgin ve tıraşsız bulmak sevindirmişti onu. Onun
da durumu pek rahat değildi demek ki! Layığını bulmuştu işte!
Sansasyonel bir haberle konuşmaya girmişti Tessat:
“Mareşal Pétain’i, tartışma konusu olan sorunları halledebilmek umuduyla hükümete almıştık. Oysa
durum gittikçe biraz daha ağırlaşıyor. Sana korkunç bir haber vereceğim. Belçika Kralı, kayıtsız
şartsız teslim oldu.”
Gözlerini Viard’a dikmiş, büyük bir tepki beklemekteydi Tessat. Oysa Viard, ilgisiz bir edayla,
gözlüğünün camlarını parlatıyordu.
“Hem de General Blanchard’a haber vermek zahmetine bile katlanmadan,” diye devam etti. “Ordu
son derece güç bir durumda. Görüyor musun bu namussuzluğu! Babası Albert, ‘asker-kral’ lakabını
hak etmişti. Léopold ise, ‘hain-kral’ diye geçecek tarihe.”
Viard, titremeyen bir sesle:
“Kral da kendine göre haklı,” dedi. “Tercih yapma imkanı kalmayınca ne yapsın? Sonra bazı
durumlar vardır ki... teslim olmak bir kahramanlık olur.”
“Aynı kahramanlığı biz göstermeye kalkarsak, Hitler’in dikte edeceği şartları gözlerinin önüne
getiriyor musun? Alsace’ı isteyebilir örneğin. Lille’i işgale bile girişebilir.”
“Bunu çok daha önceden hesaplamak lazımdı. Hır çıkarmak gibi olmasın ama, bozgunu önlemek
için hiçbir çaba göstermedin. Savaşın başlamasında tam altı ay önce uyardım seni. Daladier’nin halk
tarafından tutulmadığını söyledim. Daha savaşa girmeden teslim ettiniz ülkeyi. Bu bozgun, Münih’te
hazırlanmıştır. Yani sen hükümetteyken.”
“Senin de desteklediğin hükümette yani. Bozgunun nedenlerine gelince, ’36 grevlerini ve kırk
saatlik iş haftasını unutmamak gerekir. Sanayiyi başıboş hale biz mi getirdik? Sonra ya İspanya?
Mussolini’yi bize karşı azdıran Blum değil mi? Franco’yu önce kızdırdınız, sonra da destekleyip
zaferi kazanmasına yardım ettiniz. Bundan daha saçma bir politikayı, arasan bulamazsın!”
Bağırmaya koyulmuştu Tessat. Son on beş gündür çektiği heyecanların etkisiydi bu. Viard
kelimeleri ağzında geveliyordu, bir havlamayı andıran boğuk bir sesle konuşuyordu. Uzun süre,
karşılıklı olarak suçladılar birbirlerini. Parlamento dolaplarını, düşüncesizce yayımlanan bildirileri,
oylama şantajlarını, sözün kısası bütün kirli çamaşırları döktüler ortaya. Önce Tessat toparlandı:
“Hırlaşıp durmaktan bir şey çıkmaz,” dedi. “Karşılıklı haksızlık ediyoruz birbirimize! Sinirlerimiz
bozuk da ondan. Ama unutmayalım ki, çok korkunç bir an yaşamaktayız. El ele vermemiz lazım.
Hükümete girmeni teklif etmek üzere geldim sana. Reynaud bir sürpriz hazırlıyor. Yeni bir hükümet
bunalımı, dışarıda çok kötü etki yaratır. İşte bunu hesaba katarak, meseleyi aile içinde halletmeye
karar verdik. Başlangıç olarak da Daladier’yi atıyoruz. Bu semerli eşek, koca Fransa’yı
mahvedecekti neredeyse! Başka değişiklikler de olacak. Sarraut da gidecek örneğin. Baudouin’i,
Prouvost’yu çağıracağız. Birkaç işadamının hükümette olması iyidir. Sana gelince... Milletin vicdanı
olarak görüyoruz seni. Sonra da sen, işçi sınıfının bizimle birlikte olduğunu gösteren en iyi simgesin.”
Sinsi sinsi gülümsedi Viard: Avanak sanıyorlar kendisini! Teslimin arifesinde hükümete girmek,
öyle mi! En büyük idealler uğrunda verilmiş elli yıllık bir mücadeleyi bir çizgide silip atmak yani...
ve kendi kendini lekelemek! Ne karşılığında? Tessat’nın “Teslim anlaşmasını Viard da imzaladı,”
diyebilmesi için. Geç efendim! Bu kadar açık bir tuzağa düşmek de biraz fazla ayıptır.
“Sana ve Reynaud’ya gerçekten teşekkür ederim,” dedi. “Anlatamayacağım kadar duygulandırdınız
beni. Ama ne yazık ki kabul edemem. Benim partim, hükümette zaten temsil edilmektedir. Bu
bakımdan, sosyalistlerin sorumluluktan kaçtığını söylemeye kimse cesaret edemez. Ama sağcıların
bana tahammülü yok. Ayrıca da İngiltere, daha genç birini bana tercih eder harhalde. Sırtınızda yük
olmak istemem dostum.”
Gene de ikna etmeye çalıştı Tessat:
“Uçurumun kıyısında bulunuyoruz Auguste, bunu reddedemezsin! Gönlümüzde yer etmiş olan ne
varsa tehlikede bugün. Başta Fransa, sonra parlamenter sistem ve anamızın sütüyle birlikte emdiğimiz
bütün fikirler!”
İyice kaptırmıştı Tessat, kendi söylediklerine kendi heyecanlanmıştı. Amélie’nin ölümünü,
Denise’le son görüşmesini, “Çok geç!” demekten başka bir şey bilmeyen Pétain’in kargalar gibi
haykırmasını anımsadı. Neredeyse ağlayacaktı. Müthiş bir haz duydu Viard. Ama bununla da
yetinmeyip, Tessat’yı iyice çökertmek için son darbeyi indirdi:
“Hangi fikirlerden bahsediyorsun kuzum? Aynı dünya görüşüne sahip değiliz ki. Senin fikirlerin
artık tamamıyla iflas etmiş durumda, çünkü ekonomi alanında liberalizmi savunuyorsun. Bense
çağıma ayak uydurmuşum. Ne tasarlıyor Hitler, bak? Sosyalizm... Biraz kılık değiştirmiş, Alman
modasında bir sosyalizm kuşkusuz bu. Ama olsun varsın. Biz nasyonal sosyalizmi alıp da Saint-
Simon’un, Proudhon’un ve sendikacılarımızın ahlaki görüşleriyle bütünleyecek olursak hem gerçek
hem de kökü bakımından tamamıyla Fransa’ya ait bir sisteme ulaşmaz mıyız?”
Tessat dinlemiyordu bile. Bir doktrin tartışmasına girmenin sırası mıydı yani! Çalışma odasındaki
kargaşalığı fark etti birden. Denkler ve sandıklarla doluydu ortalık. Hemen sordu:
“Yoksa gidiyor musun?”
Viard bozulmuştu?”
“Evet,” dedi. “Yani... ben şahsen gidiyor değilim. Kadehi sonuna kadar içeceğim. Ama tablolarımı
gönderiyorum. Koleksiyonumu en küçük bir tehlikeye bile atmaya hakkım yok. Fransız zekasının
ulaştığı en yüksek zirveleri bir araya getirdim burada. Devlet sistemleri yıkılabilir, ama kör bir
bombanın başyapıtları yok etmesine göz yumamayız.”
Tessat yutmamıştı bunu ve ayrılırken:
“Hayatımı tehdit eden tehlike ne olursa olsun, ben gene de Paris’te kalıyorum,” dedi kızgın bir
sesle. “Benim koleksiyonum yok ama Fransa’m var. Ve onu düşünmek zorundayım!”
23
Méjeu, hiç paniğe kapılmamıştı. Her zamanki gibi devam ediyordu çalışmaya. Yalnızca, akşamları
yatmadan önce, uçaksavar toplarının gürültüsünden rahatsız olmamak için veronal alıyordu. Hep aynı
gülümseyiş vardı soğuk yüzünde. (Bir Lyonludan çok bir Almana, hatta bir İsveçliye benzerdi)
Yakışıklı ve sağlam bir adamdı. Fiziğine de son derece dikkat ederdi. Şişmanlamamak için tenis
oynuyordu. Oturduğu lüks apartmanda resmi bir sessizlik hüküm sürerdi. Ne tablo, ne biblo vardı
çalışma odasında. Yazı masasının tam karşısında, Napoléon’un bir büstü dururdu o kadar. Kitaplıkta,
rafların üzerine gelişigüzel atılmış birkaç yıllık göze çarpıyordu. Okumayı sevmezdi Méjeu. Buna
karşılık, müziğe düşündü. Bach’a bayılırdı özellikle ve: “Benim dinim de işte bu!” derdi.
İki çocuğu vardı. Oğlu yeni mühendis çıkmıştı. Dedikoduları önlemek için, askere, Lerideau’nun
karargâhına yollamıştı onu. Kızı İsviçre’de oturuyordu. Kısa zamanda bütün nikel madeni ürünlerini
toparlamış olan zengin bir bankacıyla evliydi.
Altı dil bilirdi ve bütün dünyayı dolaşmıştı. Kendi evindeymiş gibi rahat ederdi gittiği yerlerde.
Şanghay lokantalarında yediği reçelli balığı ne kadar seviyorsa, Kaliforniya meyveleriyle Cezayir
‘kuskus’unu da bir o kadar tattığını söylerdi hep. Teknikle ilgilenmez, mühendislerine bırakırdı şu işi.
Buna karşılık, hammade kurlarını ve dünya piyasalarını dikkatle izlerdi. Bütün dünyaya dal budak
salmıştı işyeri. Alman kimya sanayiinden tutun da Norveç’teki azot ve Chaco’daki platin madenlerine
kadar her yere yatırım yapmıştı. Cahil bir heveskar olarak görürdü Dessère’i. “Bu tipte insanlar,
ancak savaş sonralarının genel düzensizliği sayesinde yükselebilirler,” derdi. Dessère’in o kılık
kıyafete önem vermeyen halk adamı tavırlarına tiksintiyle gülümseyip geçerdi.
Ve Dessère’in düşüşünden biraz teselli bulmuştu. Ne de olsa bir mantığı vardı olayların! Ama
zaman çetinleşmişti. İşler şimdi çok iyi gidiyordu, ama sonra? Kapışan tarafların tükenmesi halinde,
hiç de hoş bir durum çıkmayacaktı ortaya. Belirtiler kötüydü evet. Bozgun olduğu takdirde,
kargaşalıklar başgösterecek, belki de ihtilal patlak verecekti. İş zaferle son bulduğu takdirde de,
Dessère gibi sonradan görmeler dolduracaktı ortalığı. Méjeu, kendi kökeninden övünç duyuyordu.
Dedesi, zamanında, demiryolları ağının üçte ikisini elinde tutmuştu. Büyük bir bankacı olan dedesinin
dedesini ise, Balzac bir romanına örnek almıştı.
Köhne çağların pis bir kalıntısı olarak görünüyordu Méjeu’ye savaş. Vatan-millet edebiyatıyla
dolu nutuklar karşısında, alayla karışık bir öfke duyardı. Ama muhatabını kırmamaya çalışır, açıkça
alay etmekten kaçınırdı. Örneğin, Lourdes mucizelerine inanan karısına hiçbir zaman yüklenmemişti.
“Ortaçağ kalıntısı birtakım kör inançlar!” diye düşünüp omuz silkerdi. Ama her cinsten kiliseye
bağışlamak üzere karısına para vermekten de geri kalmazdı. Méjeu’ye göre, milletlerin birbirlerinden
yalıtılmış bir halde yaşadığı çağlarda savaş, meşru bir şeydi. Ama bugün öyle miydi ya? Halkların
çıkarları tamamıyla iç içe geçmiş bir durumdaydı bugün. İngiliz kauçuğundan nasıl vazgeçebilir
Amerikalılar? Almanların petrole ihtiyaçları yok mu sanki? Deterding’in ya da Sovyetlerin eline
bakıyorlar. Ya Fransızlar? Onlar artık bütün dünyanın eline bakıyorlar. Böyle bir durumda çarpışmak
aptallık olmaz mı yani? Eğer Avrupa deliler tarafından değil de Méjeu gibi işadamları tarafından
idare edilse, anlaşmazlık diye bir şey kalmazdı.
Savaşın daha ilk gününden beri, müttefiklerin zaferine ihtimal vermemişti Méjeu. Ama Almanların
zaferine de inanmıyordu: Üçüncü bir eşkiya kazançlı çıkacak bütün bu hikâyeden! diyordu kendi
kendine. Harekete geçmiş olan harp makinesini durdurmayı denemiş, önce Madrid’e, sonra da
Almanya’ya gitmişti. Sağduyu ortalığa hakim olur gibi bir hava esmişti kış aylarında, ama sonra
durum tamamıyla tersine dönmüştü. Chamberlain çekilmiş, Bonnet iktidardan uzaklaştırılmıştı. Mayıs
ayı işte böylece gelip dayanmıştı.
Ve şimdi, henüz iş işten tamamıyla geçmeden, mümkün olanı kurtarmak gerekiyordu. Fransa savaşı
kaybetmişti. Eksiden olsa, bütün Fransızlar dehteşe kapılırdı bu sözler karşısında: Fransa demek,
bütün dünya demekti. Oysa şimdi. Hitler, hiç kuşku yok ki Almanların ruh halini hesaba katmak
zorundadır. Versailles’ın öcünü alacaktır Almanlar. Ama Hitler zeki bir adamdır, kapıp koyuvermez
kendini. Üstelik de bütün bunlar, kafayla değil duygularla ilgili şeyler. Hanımlara özgü
Déroulèdeler’nin modası geçti artık çok şükür! Savaştan çok önce kaybetti yerini Fransa. Yufka
yürekliler varsın ağlasın, çok geçmeden yorulup susarlar. Ve ülke, yaralarını sarmaya koyulur.
General Picard, soluğu kesilir gibi konuşmuştu:
“Ama siz bana teslim olmayı öneriyorsunuz!”
Méjeu’nün yanıtı ise basit ve kesindi:
“Kelimelerden korkmayalım,” dedi. “Akla uygun tek çıkar yol, benim teklif ettiğim şeydir.”
İşte o zaman, hiç umulmadık bir şey oldu: Napoléon’un büstünün yanında durmakta olan General,
ağlamaya başladı. Méjeu, küçük bir taşralı kızın ağlayabileceğine ihtimal verirdi, ama General bir
çocuk değildi ki. Memleketin nereye doğru sürüklendiğini bilmesi gerekirdi General, Breuteuil’in
dostuydu. Sonra bizzat kendisi, “Yenileceğiz,” dememiş miydi defalarca? Öyleyse şimdi, ‘teslim’
kelimesinden niçin korkuyordu?
“Tekrar ediyorum: Tek çıkar yol budur. Kuzey ordusunun hali harap. Hele Belçikalılar işten el etek
çektikten sonra. İngilizlere ise laf anlatmak imkansız. Ama Almanlar Londra’yı bombalamaya
başlayınca onları da görürüz. Ayrı bir barış imzalayarak İngilizlerden önce savaşa devam ettiğimiz
takdirde, Hitler Paris’i, İtalyanlar da Marsilya’yı işgal edeceklerdir. Lyon’da ise Komün
kurulacaktır. Şimdi tercih edin: Eski köhneleşmiş sınırları mı, yoksa uygarlığı mı korumak daha
yerindedir? Bir on beş gün daha kaybedecek olursak, komünistlerin harekete geçeceğinden hiç
kuşkunuz olmasın.”
Birkaç aydan beri Picard, sürekli kuşkular içinde yaşamaktaydı. Günde on kez fikir değiştiriyordu.
Bazen, bizi bir güzel yenecekler ve çok da iyi olacak. Bu iğrenç sistem yıkılıp gidecek, diyordu kendi
kendine. Bazen de, Fransız ordularının şerefini düşünerek hayal kuruyordu: Ya bir de zaferi
kazanacak olursak? Hiçbir düşmanlık duymuyordu Hitler’e karşı, hatta saygısı vardı. Alman
sığınmacılara tiksintiyle bakıyor ve ‘düşman safına geçen kaçaklar,’ diyordu. Alman saldırısı,
Picard’ı şaşkına çevirmişti. Verdiği emirleri bir saat geçmeden geri alır olmuştu. Soğukkanlı
olunması gerektiğini haykırıyordu, ama ‘paraşütçü’ sözünü işitir işitmez müthiş bir korkuya
kapılıyordu: Ya bir de genelkurmaya saldıracak olurlarsa? Siyasi düzenlerin ağı içinde, pusulayı
tamamıyla şaşırmış bulunuyordu. En basit bir karara varmak için bile, Breuteuil’e başvurur olmuştu.
“Düşmanı hiç değilse bir ay zaptetmeye çalışın,” demişti Breuteuil. “Reynaud’yu düşüreceğiz. Sonra
da Almanlarla anlaşabiliriz.” Ve Picard yurt sevgisiyle dolu günlük emirler yayımlamıştı: “Askerler!
Topraklarımızın her karışını savunacaksınız...”, “Canınız pahasına da olsa bir adım bile geri
çekilmeyeceksiniz...” Ama günde ortalama otuz kilometre hızla ilerliyordu Almanlar.
“Dayanamayacağız,” diye bağırıyordu Picard, Breuteuil’e. Ve Breuteuil, kılını bile kıpırdatmadan
yanıt veriyordu: “Dayanabileceğinize hiçbir zaman inanmamıştım.”
Ama gene de hiç kimse bugüne kadar Picard’a, tutup da teslim olmaktan söz etmemişti. Ve Méjeu,
“Artık yatalım, geç oldu,” der gibi rahatlıkla: “Biz de Belçika gibi davranmalıyız,” diyordu. Bu
kadarı fazlaydı işte. Ağlıyordu Picard. Biraz yatışır gibi olunca:
“Elimizde ordu namına hiçbir şey bırakmayacaklar,” diye kekeledi.
“Sizin için ağır bir darbe, bunu anlamıyor değilim. Ama serinkanlılığınızı korumanız lazım. ’36’da
artık her şeyin bittiğini sanmıştım. Grevciler fabrikalarımı işgal etmişti! Ama ben gene de çalışmaya
devam ettim, yılmadım. Bize bir ordu bırakırlar meraklanmayın. Belki büyük bir ordu değil ama
zararı yok. Genç subayları yetiştirirsiniz. Bilgi ve deneyimleriniz harcanmayacaktır. Şerefli bir
savaşçı geçmişiniz var ve mareşal size saygı besliyor. Şimdi söz konusu olan, Paris’i kurtarmaktır.
Ve bunu yapabilirsiniz. Karşı koyarak değil. Hükümet üyeleri arasında aklı başında olan adamlar da
var kuşkusuz. Dün örneğin De Monzie, görüşmelere oturmak önerisinde bulundu. Ama Reynaud, gemi
azıya almış durumda. Laf dinlemiyor ki! Sonra... Mandel tarafından oynanan rolü de unutmamak
gerekir. Fransa’nın kötülük odağıdır Mandel. Paris’i savunalım, diyor. Bu ise, başkentin yerle bir
olması ve korkunç bir yıkım anlamına gelir. Komünistler kendi deyimleriyle, ‘Versailleslıların
torunları’na acıyacak mıdır sanıyorsunuz! Büyük bir otoriteye sahip bulunuyorsunuz. Askeri bakımdan
Paris’i savunmanın kaba bir ütopyadan başka bir şey olmadığını hükümetçe açıkça beyan etmelisiniz.
Bunu yapmakla, Fransa’ya büyük bir hizmette bulunmuş olacaksınız.”
O parlak temmuz güneşini anımsadı Picard. Zafer Anıtı’nın çevresinde havaya kalkmış sıkılı
yumrukları ve kızıl bayrakları görür gibi olmuştu birdenbire.
“Peki,” dedi. “Görevimi yapacağım. Düşmanı zaptetmeye çalışacağız. Weygand Hattı’nı da
yardıkları takdirde, Paris’in gerisine çekilmeyi önereceğim. Kent düşmana, her zamanki kusursuz
düzeni içinde teslim edilmelidir. Görev başında duran polis memurlarıyla... Çocuklarımız için,
torunlarımız için esirgemek zorundayız Paris’i.”
24
Silah fabrikalarının korunması, Grandel’in korumasına geçmiş olan Alsacelı Weiss’e verilmişti.
Enerjik bir insan olarak kendini göstermişti Weiss. Sabotajları önlemek üzere fabrikalara sivil
ajanlar sokulmasını emniyet müdürüne öneren oydu. Ama polis milleti, üretim düzenine akıl
erdiremiyor ve saçma sapan talepler, cezalar, tehditlerle işçileri canlarından bezdiriyordu.
Polisler, Méjeu’nün fabrikasında özellikle küstahça davranmaktaydı. Son olarak bir işçi kadını
tutuklamışlardı. Nedeni, işine engel olunan kadının birden öfkelenip, polislere: “bir de genç
olacaksınız, kendinize güveniyorsanız gidin de cephede dövüşün! Almanlar Beauvais’de, siz burada
maşallah. İşi aksattığınızı görmüyor musunuz!” diye bağırmasıydı. Ama tutuklama gerekçesinde,
kadının bir makineyi kırmak istediği yazılıydı.
Boğucu bir gündü, bir fırtına kokusu dalgalanıyordu havada. İnsanı kör edici beyaz bir ışık
kaplamıştı ortalığı. Güçlükle soluk alıyordu insanlar. Méjeu’nün fabrikasındaki işçiler arasında bir
kaynaşma hüküm sürüyordu: Almanlar Paris’e yaklaşmaktaydılar! Askerler uçak yok diyor,
zenginlerse Güneye tüymekte. Kim ödeyecek peki bu işin faturasını?
Öğle tatilinde, fabrika binalarının arka tarafındaki bir boş arsada toplandı işçiler. Maden köpekleri
arasında düğün çiçekleri göze çarpıyordu. Hitler’den, ajanlardan, yaklaşan sondan söz etmekteydiler.
Komünist yeraltı örgütünün ruhu, genç makine işçisi Claude’du. Henüz ocak ayından beri fabrikada
çalışıyordu Claude, ama kendisini kısa zamanda sevdirmeyi başarmıştı.
Ağır bir tüberküloz hastası olduğundan çürüğe çıkarılmıştı. Bakışlarındaki parıltı bir ruh
gerginliğine yorulabilirdi gerçi (için için yanan tiplerdendi Claude), ama ıslık çalar gibi kesik kesik
nefes alışı hastalığını hemen ele veriyordu.
Geceleri durmadan okur (Tolstoy ve Flaubert, Şolohov ve Marlaux), hayallere dalardı. Beş yıl
önce, kültür sarayının belli başlı müdavimlerinden biriydi. Orada tanışmıştı Lucien’le.
Konuşmuşlardı. Lucien o zamanlar, ‘bitimsiz fırtına’ lafını ağzından düşürmüyordu. Ve Claude, ürkek
bir sesle: “Size çok saygım var, her şeyi biliyorsunuz, ama bu yeterli değil... Bence bir şair, namuslu
bir insan olmalıdır. Öyle değil mi?” demişti. Ve Lucien: Dar kafalı ahmak! diye düşünmüştü onun
için.
Vaillant Couturier çok severdi Claude’u. “Şiirler yazıyor musun?” diye sorardı. Sonra eklerdi:
“Bahse girerim yazdığına.” Claude susardı hep. Şiir yazdığı doğruydu evet. Ama itiraf etmekten utanç
duyuyordu. Acayip şiirlerdi bunlar. Bir işçi grevinin tasviriyle başlıyor, sonra birdenbire, nemli bir
korunun ortasındaki bir eğreti otuna ya da bir geminin direklerine gelip dayanıyordu. Kendisi de
anlamıyordu niçin böyle yazdığını ve ciddi bir iş değil yaptığım! diye düşünüyordu.
İspanya’ya geçmek istemişti iki yıl önce. Ama sınırda yakalanmış ve Paris’e dönmüştü. O sıralarda
Seine fabrikasında çalışmaktaydı. “Bizim propaganda şefimiz de sensin,” derdi Legreux ona.
Kararsız göründüğü ve alabildiğine alçakgönüllü olduğu halde, karşısındakini ikna etmeyi becerirdi
Claude. Konuştuğunda hiç ısrar etmezdi. Muhatabından öğüt bekliyormuş gibi bir tavır takınırdı hep.
Düşündüklerini dile getirme tarzında ani susuşlarında, söylemek istediğini tam anlatan kelimeleri
arayıp bulma çabasında, çocuksu ve alabildiğine içten bir yan vardı. İnsanlara güven veren de, belki
bu yandı.
Savaş başladığında tutuklanmış ve dört ay hapiste yatmıştı. Doktor muayenesinden sonra serbest
bırakıldığında, artık iş bulamayacağını düşünüyordu. Ama şansı yolunda gitti. Méjeu fabrikasında
tornacıya ihtiyaç vardı. Başvurduğu memur, belgelerini görünce (“Claude Duval, komünistlikten
mahkûm.”) duraklamadı değil, ama gene de aldı işe. Çil yavrusu gibiydi şu sırada Duvaller! Ve
Claude kısa zamanda bir yeraltı örgütü kurmakta gecikmedi.
İşçiler onun çevresinde toplanmış, ağzına bakıyorlardı.
“Reynaud’nun Daladier’den ne farkı var yani?” diye başladı Claude. “Her ikisi de satmaya hazır
bizleri.”
Öksürük nöbeti gelmişti. İçlerinden biri:
“Gazetelere bakarsan, kenti savunacaklarmış” dedi. “Orduya da artık gerilemesin diye emir
vermişler. Paris civarında hendek kazıyorlar, gözlerimle gördüm.”
“Savunmak isterlerse biz de çalışırız. Hem de sıkı çalışırız, canımızı dişimize takarak. Öyle değil
mi? Méjeu için durum başka. Reynaud’yla da Hitler’le de para kazanır o. Ama benim gözümde bu
uçaklar, apayrı bir şey. Kenti bombardımanlardan koruyabiliriz. Fransa kurtulabilir. Askerlerle
konuştum, ‘Bizim hava kuvvetlerimiz ne oldu?’ diye soruyorlar hep. Askerlere yardım etmeliyiz. Ama
önce şu pis polisleri alsınlar başımızdan. Almanlar göçmenlere ateş ederken, bizim elimizde avcı
uçağı yok. Çünkü bu namussuz alayı varken çalışmaya imkan yok. Öyle değil mi?”
Bir heyet yollanmasına karar verildi. İşçiler üretimi artırmaya hazır olduklarını bildiriyor, ama
polis memurlarının atölyelerden geri alınması konusunda ısrar ediyorlardı.
Weiss, Claude’u süzdükten sonra nazik bir gülümseyişle:
“Size çok teşekkür ederim,” dedi. “Paris işçilerinin ne kadar yurtsever olduğunu gayet iyi
biliyorum. Ve gene biliyorum ki her yeni uçak, zafer saatini biraz daha yaklaştırmaktadır. İsabetli
deyiminizle, ‘maskeli polisler’e gelince, bunlar atölyelere yalnızca ve yalnızca, ‘maskeli
komünistleri’ meydana çıkarmak için yollanmışlardı. Beni tamamıyla anlamış olduğunuzu umarım?”
Mavi gözlerini Claude’un gözlerinin içine dikmişti Weiss. Claude gözlerini kaçırdı.
Méjeu fabrikası delegelerinden sonra başka delegeler de gelmişti: Bütün belli başlı fabrikalar, iş
gününü uzatmaya hazır olduklarını bildiriyor, ama polisin faaliyetlerine artık bir son verilmesini
istiyorlardı.
Weiss, derhal Méjeu’nün yanına gitmişti: Yüz on dört işçisinin tutuklanacağını bildirmek istiyordu
kendisine. Méjeu, isim listesine kayıtsızca bir göz attıktan sonra:
“Çoğu kalifiye işçi,” dedi. “Ayrıca da bunun artık hiçbir önemi yok. Kenti boşaltmak konusunda ne
düşünüyorsunuz?”
“İşçilerden kurtulmak ilk şart. Gerileyiş sırasında ne kadar az işçi olursa, o kadar iyidir.”
“Kuşkusuz. Yalnız ben, işin kendi fabrikamı ilgilendiren konusunda, aletlerin ve makinelerin
boşaltılmamasını tercih ederdim. Çünkü öteki türlüsü hem çok karmaşık, hem de boşuna olur.”
Weiss gülümsemişti:
“Paniğe kapılmamış olduğunuzu görmek beni son derece mutlu etti Bay Méjeu,” dedi. “İnanın ki
daima yarı çılgına dönmüş adamlar buluyorum karşımda. Aletlere dokunmayacağız, içiniz rahat
olsun.”
Claude’a durumu haber verebildikleri zaman, bütün çıkış yolları tutulmuş durumdaydı.
Arkadaşları, yüksek avlu duvarını aşmasına yardım ettiler. Düdük sesleri işitti arkasında, ama bir
eskici barakasına ulaşmayı başardı. Paçavra yığınlarının üzerinde oturmuş olan bir ihtiyar kadın,
onun aniden içeri daldığını görünce:
“Paraşütçüler!” diye haykırdı.
Claude’sa alçak sesle.
“Sus bakalım,” dedi. “Fransızım ben, bir işçiyim.”
Kadın bunun üzerine sakladı onu. Fırtına bir türlü patlamak bilmiyordu. Paçavra ve toz dolu
barakada boğulacak gibiydi Claude. Ve yoldaşlara haber vermek lazımdı. Bir göz attı dışarıya:
Kimsecikler görünmüyordu. Père Eugène kahvesine kolayca ulaştı. Yoldaşlar, orada toplanmaktaydı.
Kahve iki salondan meydana geliyordu. Tezgâhın da bulunduğu birinci kısım, müşteriler içindi.
Bira içilir ve kahvenin patronu ‘Baba Eugène’le sohbet edilirdi burada. Hep gömleğinin kolları sıvalı
gezen, şişman, kalın, siyah bıyıklı ve neşeli, uysal bir adamdı bu. Hayatta taparcasına sevdiği iki
varlık vardı: Yusyuvarlak ve kıllı bir kadın olan karısıyla, Maurice Thorez. Fırsat düştükçe, büyük
bir gururla ilan ederdi: “1937’de, spor sarayındaki mitingden sonra yanına sokuldum Maurice’in ve
benimle el sıkıştı. “Baba Eugène, iç kısımda komünistler toplandığı zaman hiç kimseyi bırakmaz,
girmek isteyenleri, “Bilardolar dolu,” deyip geçiştirirdi. Ve çeşitli hücrelerin temsilcileri, yeşil
masanın çevresinde ıstakalarla kura çektikten sonra, Parti’nin direktiflerini tartışırlardı.
Claude girdiği zaman, Gnome fabrikasından Jules’ü buldu içeride yalnızca. Çok geçmeden öbür
yoldaşlar sökün ettiler. Hepsinin de kafası tutuklamalarla doluydu: Yedi yüz işçiyi daha tutuklamıştı
polis.
“Dördünü de ölüme mahkûm etmişler. Sabotaj suçundan. Aralarından en genci on sekiz yaşında!
Savunma avukatlığını Ferronet yapıyordu. Biraz önce gördüm kendisini. Bu meselenin açık bir tahrik
olduğunu söylüyor. Zaten mahkeme sırasında patlama olayının bir düzenden ibaret olduğu anlaşıldı.
Weiss’ten kuşkulanıyor Ferronet.”
“İğrenç bir adam o Weiss,” dedi Claude. “kendisine gittiğimiz zaman öyle bir bakış baktı ki bana!
Kim olduğumu hemen anladı, ama ben de anladım onun kim olduğunu. Ne demektir bu, biliyor musun
Denise? Hitler’in casusları iktidarda demektir!”
Ona cesaret vermek istedi Denise, ama ne söyleyeceğini kestiremedi. Mırıldandı sadece:
“Ama halk...”
Claude anlamamıştı. Ne demek istediğini de sormadı. Denise, arkadaşlarından ayrıldıktan biraz
sonra koşarak geri döndü:
“Sana bir oda buldum Claude. Hiç kimse farkına varamaz artık.”
Loş kahveyi, sessizlik ve sıcak kaplamıştı. Hepsi de susmuşlardı. Uçaksavar toplarının uzak
uğultusunu, gökgürültüsü sanıp sevindiler. Ama çok geçmeden alarm düdükleri çalmaya başladı. Hiç
kimse kımıldamıyordu şimdi. Dar kadife divanın üzerinde sıkışık bir şekilde ve üzgün, oturmuş
bekliyorlardı. İşin nasıl sona ereceğini düşünüyordu hepsi: Almanlar gelebilir mi gerçekten buraya
kadar?
Yarım saat sonra da müthiş bir sağanak başladı. Gök delinmiş gibiydi. Claude sokağa çıktı biraz
hava almak için. Meudon ve Saint-Cloud ormanları Paris’in içine girmiş gibiydi. Yemyeşil çınarlar.
Bir kır kokusu kaplamıştı ortalığı. Denise yanına gelmişti:
“Claude... günün birinde Fransa...”
Gene tamamlayamadı sözlerini. Eugène bira getirmişti.
“Michaud neler yazıyor?” diye sordu Denise’e.
“Uzun zamandır haber alamadım. Kuzeyde biliyorsun.”
İçini çekti Eugène:
“Bu ne biçim kepazeliktir anlamadım gitti doğrusu! İnsanlar orada canlarını dişlerine takmış
dövüşürler, ölürler. Ya burada? En temiz, en namuslu insanları yakalayıp deliğe tıkarlar. Hem de
kimler? Hitler’in ispiyonları! Ah bir Maurice bakan olmuş olsa, Almanlar sonsuza dek beklerdi
Paris’e girebilmek için!”
Weiss, gece geç vakit Grandel’e uğradı, günün olaylarını aktardı kendisine:
“Sonuç olarak, her şeyin umduğumuz gibi yürüyüp kapandığını söyleyebilirim. Öyle sanıyorum ki
şimdi, fabrikaları ortalığı karıştırıcı unsurlardan temizlemiş bulunmaktayız. Boşaltma işine ne kadar
erken girişirsek o kadar iyi olacak. Mahkeme çok güzel geçti. Bir soğuk duş etkisi yapacaktır bu
orada.”
“Temyiz onaylarsa tabii. Ferronet bugün gidip Lebrun’le görüşmüş. Cumhurbaşkanı uzun uzun
dinlemiş onu ve tabii hüngür hüngür ağlamış. Breuteuil’in de dediği gibi, Üçüncü Cumhuriyet’in
başkanları arasında en yufka yürekli olanı Lebrun. Ama işin ucunda iyi davranıyor neme gerek.”
“Nasıl yani?”
“Ne yapması gerekiyorsa onu yapıyor Lebrun. Yani hiçbir şey yapmıyor, ağlıyor yalnızca.”
Her ikisi de kahkahayı bastılar.
Yalnız kaldığında kravatını gevşetip gerindi Grandel. Yorgun hissediyordu kendini. Ama işler de
harika yürüyordu. Kendisini böyle bir geleceğin beklemekte olduğunu hiç ummamıştı. Bir tesadüf
Kielmann’la karşılaştırmıştı onu (kumarda büyük bir para kaybetmiş, intiharı düşünmekteydi).
Grandel başlangıçta, bu Kielmann hikâyesinin bir hata, bir düşüş, hayatı için karanlık bir leke
olduğunu düşünmekteydi. Ama başarı dönemi, işte bu lekeyle açılmıştı. İlk hamlede doğru yolu
bulduğu söylenemezdi pek tabii. Acı çekmesi, hakaretlere, küçülmeye boyun eğmesi gerekmişti bunun
için. Adi bir muhteristen başka bir şey olmayan Tessat, bir aile kadını bir fahişeye nasıl bakarsa öyle
bakıyordu örneğin kendisine. Ama, ‘parayla değil, sırayla’ demişler. Yakında hesabını görecekti
onun! Almanlar Paris’e girdikleri gün, Grandel bu memleketin bir numaralı adamıdır. Ve bütün hepsi
iki büklüm olacaktır karşısında. Kumarda esas olan kazanan numarayı tahmin etmek değil midir? Tam
numarasına oynamıştı işte Grandel ve şimdi bir çeyrek daha beklemesi gerekiyordu o kadar. Çok
yakında iktidar, şan şeref ve bütün onur kendisine ait olacaktı. Herkesin yüzüne bakabilecekti alın
akıyla. Kielmann? Marklar? Küçük hikâye bütün bunlar efendim! Kişisel durumlar kimseyi
ilgilendirmez. Biz şimdi işin nesnel yanına bakalım. Almanların barış şartlarını yumuşatmasını
sağlayarak, milyonlarca insanın rahat bir hayat sürmesini mümkün kılarak, Fransa’yı o kurtaracaktır.
Buna vatanseverlik denemez de ne denir baylar! Ducampvari histerik davranışlara karnımız tok
bizim, gerçekçiliğe bakalım!
Birden, birilerine hakaret etmek ve böylece, kendi üstünlüğünü kendi gözünde ispatlamak istedi.
Yatak odasına geçti kendiliğinden. Sinek, bitkin bir halde yatıyordu. Uzun zamandır içini kemiren
hastalık yatağa çivilemişti kadını sonunda. Grandel şaşkınlıkla: “Ya bunu bir zamanlar kucaklayıp
sevmiş olmama ne buyrulur!” diye düşündü bir an. Yarı ölü gibi göründü karısı ona. İlaç kokuları
içini bulandırmıştı.
“Üç yıl önce beni aldatmıştın,” diye başladı. “Ve sana hiçbir şey demedim. Neye yarardı ki?
Kıskanç birisi sanabilirdin beni. Ama şimdi açık yüreklilikle konuşabiliriz. Öyle sanıyorum ki artık
aşklarını hayal etmekten vazgeçmişsindir. Allah babaya dua etmek zamanıdır çünkü şimdi. Sözün
kısası, anasının ipini satmış bir kopuğu, bir jigoloyu bana tercih ettiniz. Babasını mumla aratacak bir
hergeleyi... Lüle lüle saçları ve asil tavırlarına büyülendiniz, yanılmıyorsam. Oysa Romeo’nuz çıka
çıka bir haydut çıktı bayan. Ve o zamanlar benim güvenilmez pis bir tip, bir casus olduğumu
düşünüyordunuz. Aldandınız prenses. Bugün Fransa’yı kurtarabilecek durumda olan tek insan benim.”
Kımıldamaksızın yatıyordu Sinek. Başı yastıktan kaymıştı. Dayanamayıp haykırdı Grandel:
“Prenses hazretleri niçin susuyorlar? Hâlâ konuşmayacak mısın sen, aşağılık karı!”
Küçük hava kabarcıkları belirmişti Sinek’in solgun dudaklarında. Yeni doğmuş çocuklarda olduğu
gibi tıpkı. Bir an tiksintiyle baktı Grandel ve çıktı.
25
Akşama doğru göründü güneş. Denizin üzerinde asılı duran süt rengi sis, şimdi kavuniçine
dönmüştü. Bir ay manzarasını andırıyordu kumullar. Uzun bir kadın saçı gibi, deniz melteminin her
esişinde dalgalanıyordu. Kum tepeciklerini yer yer örten kuru ve bodur otlarda tarih öncesi çağlardan
kalma bir bitki havası vardı. Deniz köpüklüydü. Gelgit henüz başlıyordu. Suyun içinde patlıyordu
obüsler, deniz kaynamaktaydı sanki. Bataryaların gürültüsüne rağmen, hayattan kopmuş bir hali vardı
çevrenin.
Sisi yırtıp açmak, kumulları üfleyip dağıtmak ve denizi karaların içine çekmek istiyordu Lucien.
Kum tepecikleri arasında ilerlemekteydi. Bu yakınlarda bir yerde mevzilenmiş olmalıydı İngiliz
makinelileri. Ama nerede, bilemiyordu. Fişeği tükenmişti. O gürültü dolu saçma sapan hayattan bütün
elinde kalan, avucundaki bir el bombasıydı işte. Ve şefkatle bakıyordu bombaya. Son bir yudum suya
bakar gibiydi.
On bir günden beri sürmekte savaş. Ve bir kez olsun haritaya bakmadı. Deniz karşısındaydı işte.
Demek ki artık sonuna gelmişti! Arkadaşları çağırmışlardı. Orada, sis perdelerinin ötesinde İngiliz
gemileri vardı. Yani hayat. Gitmek istememişti. İngilizlerle geçirmişti bütün günü. Sonra da kalmıştı.
Ve şimdi, bu lanetli kumların ortasında tek başınaydı.
Daha savaşın ilk gününden bu yana ısrarla ve inatla ölümü aramıştı Lucien. Dimdik ayağa fırlayıp,
makineli ateşi altında ilerlemişti. Elinde bir el bombası, karınüstü sürünerek tanklara saldırmıştı.
Belçika’da bir çiftliğin ambarına mevzilenerek, bir Alman karakoluna ateş açmış ve geri
püskürtmüştü. Ve her defasında ölüm, özellikle kaçmıştı sanki ondan.
Gazete okumuyordu. İçinde domates sarılı bir kâğıt parçasının üzerinde: “Zırhlı Jeanne d’Arc
imdadımıza gelecektir,” diye bir cümle görmüş ve kâğıdı, bir küfür bile savurmaya gerek görmeden
fırlatıp atmıştı. Çevresindeki bütün arkadaşları bar bar bağırıyorlardı: “İhanet! İhanete uğradık!”
diye. Kimisi Almanlara öfkeleniyordu, kimisi İngilizlere. Kimisi de Fransız generallerinde buluyordu
suçu. Lucien susuyordu hep. Ya da avazı çıktığı kadar şarkı söylüyordu:
İşte bir araba, işte bir yatak!
Kulağında vızıltı: Bir kurşun... tak!
Belçikalılar teslim mi olmuş? Ne halt ederlerse etsin pezevenkler! Zafere inanmıyordu Lucien. Bir
zamanlar Breuteuil’e taşımış olduğu gizli belgeyi anımsıyordu. Ve gayet iyi biliyordu ki, babası ya da
General Picard cinsinden adamların ellerinden gelmeyecek şey yoktur. Hitler’in avanesiydi bütün
bunlar. Fransa’nın sonu gelmişti artık. Kendi geçmişine bakınca, ölümü özlüyordu. Pisliğin dibine
vurmuştu, yukarı çıkmak istiyordu şimdi. İhanete ve bozguna uğramış bir ordunun askeri için tek
kurtuluş yolu, çılgınca bir ataklık gösterisidir. Tehlikeyle karşı karşıya kalmak Lucien’i arıtıyor,
Breuteuil’in dosyalarından, dolarlardan, ağlanası soytarılıktan başka bir şey olmamış gençlik
anılarından sıyırıp kurtarıyordu.
Bu on bir günlük sürekli savaştan, bir tek olay kalmıştı hatırında. Tiyatro oyuncusu Genteuil’le
karşılaşması. Paris’te tanımayan yoktu Genteuil’ü. Kaderin şımarttığı mutlulardan biriydi üstat. Orta
halli bir yeteneği vardı, ama yaşamasını bilir ve herkesi eğlendirirdi. Hayat, yeşil bir kumar
masasından ibaretmişçesine, kazandığı bütün parayı sokağa atardı. Genç kızların çeyizlerini ve dul
kadınların birikmiş paralarını, güzel bir kuş darı tanelerini yutar gibi, büyüleyici bir zarafetle yiyip
tüketirdi. Ve tankçı yapmışlardı Genteuil’ü. Ve içlerinde onun da bulunduğu sekiz Fransız tankı,
düşman mevzilerine kadar sokulduktan sonra çivilenip kalmıştı. Yakıtları yoktu. Gece bastırıncaya
kadar ateş etmişlerdi. Sabaha karşı destek geldiğinde, tanklardan beşi delik deşik haldeydi. Genteuil
kurtulmuştu. Kapkara bir çehreyle döndü birliğe. Başından geçenleri sordukları zaman da yanıt
vermedi. Onu böyle görünce, Henri’yi anımsadı Lucien: Bir adamı baştan başa değiştirmek için,
birkaç dakikacık yetmişti işte!
Dünya daha güzel görünüyordu şimdi Lucien’e ve insanları yavaş yavaş sevmeye başlıyordu.
Birçok kez, arkadaşlarının hayatını kurtarmıştı. Kendiliğinden, düşünmeksizin yapmıştı bunu. Ve
denizi görünce sevindi. Alfred kurtulacaktı! Oysa Alfred neydi onun gözünde? Bir arkeolog,
yeryüzünde adaletin varlığına inanan saf bir karaböcek. Ama hayır, bu değil söz konusu olan. Alfred,
mert bir çocuk! Eskiden bu basit sözler Lucien’in aklına bile gelmezdi. Zekalarından,
canlılıklarından, yeteneklerinden ötürü değer verirdi insanlara eskiden. Ama şimdi: “Mert bir
çocuk!” diyordu. Bazen de durup dururken, Jeannette’in eczanenin önündeki bakışını, Sinek’in
umutsuzluk içinde ağlayışını ve Jenny’nin odasındaki, altın yaldızlı bir katafalkı andıran o kocaman
yatağı anımsıyor ve yüzünün kızardığını hissediyordu.
Kıyıya yayılmış küçük müfrezeler, düşmanı oyalamaktaydılar. Boşaltmanın son günüydü. Kumullar
arasında çatışmalar oluyordu: İnsanlar yüzükoyun sürünerek birbirlerine ulaşıyor ve el bombasıyla,
tüfekle, süngüyle öldürüyorlardı birbirlerini. Güneşle sedeflenen opal rengi sis sütunlarının ürperdiği
görülüyordu. Bir kumulun tepesine ulaşmış olan Lucien yüzüstü uzandı. Nemli bir plaj uzanıyordu
ayaklarının altında. Uzakta, yarı çıplak insanlar sürünerek ilerliyor ve kendilerini denize atıyorlardı.
Çoğu yaralanmış halde. Dev bir balık alttan sarsıyormuşçasına, kabarıp saçılıyordu sular. Daha
ileride ise obüslerin fışkırttığı kaynaçlar görülüyordu. Yalnızca çılgın bir cesaret kurtarıyordu
insanları. Ve son kumullar üzerinde de, ötekilerden daha cesur, daha gözüpek başka insanlar, dipçik
darbeleriyle karşılıyorlardı düşmanı. Çok geçmeden de Alman uçakları sökün etti, hem kıyıya hem
suya bomba yağdırdılar. Gün kararıyordu, kirli ve soğuk bir renge bürünüyordu deniz.
Kuru otların arasında bir miğfer gözüne çarptı Lucien’in. Aşağıda Almanlar sürünmekteydi.
Öfkeden kudurmuş gibi fırladı Lucien ve bir çığlık atarak bombayı fırlattı. Kumullar da haykırıyordu
şimdi. Yayılan yankı, çok geçmeden, bataryaların gürültüsü içinde eridi. Ve o sırada Almanların biri
Lucien’e doğru koştu. Lucien de koşuyordu kumlara bata çıka. Ve iki sevgili sarılır gibi, birbirlerinin
üzerine düştüler.
Almanı nasıl haklamış olduğunu anımsamıyordu bile Lucien. Anımsadığı tek şey hasmının altından
kurtulmanın ne kadar güç olduğuydu. Olanca kuvvetiyle sarılmıştı boğazına Alman. Damarları fırlak,
ince ve sert elleri vardı. Bir de adamın şeytan tırnakları canlandı gözlerinin önünde hayal meyal...
Yüzüne gelince... Bakmamıştı ki...
Şimdi son el bombasını da kullanmış bulunuyordu işte. Soğuk kumların üzerinde koşmaya başladı.
Deniz geriliyordu sanki ve hiçbir zaman denize ulaşamayacakmış gibi geldi Lucien’e. Sonra suya attı
kendini ve yüzmeye koyuldu. Canını kurtarmak için değil, hayır. Kurşunlara obüslere doğru
yüzüyordu. Acı duyacak kadar çabalıyordu. Ve kızıl saçları, bir alev gibi parıldamaktaydı suyun
yüzünde.
Bir kez daha kaçtı elinden ölüm: Bir İngiliz kotrasına çıkarmışlardı. Pantolon ve viski verdiler. Bir
yandan içiyor, bir yandan da sövüyor ve beddua ediyordu. Düşü sona ermişti artık, İngilizlerden biri,
çocuksu bir gülümseyişle yaklaştı ve kötü bir Fransızcayla:
“Şimdi artık zaferi kazanmak lazım,” dedi.
Başıyla bir evet işareti yaptı Lucien, sonra da için için: “Yaşamak lazım asıl, yaşamak,” dedi.
“Hem daha kolay, hem de güç...”
26
Şaşkınlık içinde fısıldaşıyordu komşu kadınlar: Agnès’in soğukkanlılığını anlayamıyorlardı bir
türlü. Bazıları hayrandı: “Karakter sabihi kadın, neme gerek!” Ama bazıları da: “Kocasının ölümü
umurunda bile değil!” diyordu. Agnès gene oğlunun defterlerini düzeltiyor, yapraklar ve etaminler
çiziyor, ev işlerine bakıyor, Doudou’ya giyecek örüyordu. Resmi sarı zarfı getirdikleri günden beri
hayatında hiçbir şey değişmemiş gibiydi. Altı yüz frank vermişlerdi (öldürülen aile reislerine
ayrılmış ödenek bu kadardı) ve: “İmzalayın,” demişlerdi. Eli titremeden imzalamıştı, gözleri de
kuruydu. Doudou, babasının nerede olduğunu soruyordu durmadan ve Agnès her seferinde aynı yanıtı
veriyordu: “Yakında gelecek.” Sabahları Doudou’yu götürüp, ihtiyar Mélanie’ye teslim ediyordu. Ve
Mélanie, oğlana baktıkça kendini tutamıyor, ağlamaya koyuluyordu. Doudou soruyordu hemen:
“Neden ağlıyorsun?” “Dişim ağrıyor da ondan,” diyordu Mélanie. Agnès hiç ağlamıyordu. Bir tek
Pierre sezmişti ondaki bu büyük dayanıklılığı, “Öldürsen ağlamaz,” derdi hep. Acı ve yalnızlık,
Agnès’in fiziğini de değiştirmişti. Tatlı miyop gözleri sertleşmişti, eskiden kamburunu çıkarırdı
hafiften, şimdi ise dimdik duruyordu. Ve alıp yürüyordu dedikodular: “Yeni açmış çiçeğe döndü
görmüyor musunuz! Bir aya kalmaz yeniden evlenecek, nah şuraya yazıyorum işte!”
Geceleri de ağlamıyordu Agnès. Yatağına uzanıyor ve gözleri açık, uykusunun gelmesini
bekliyordu. Anlamak istiyordu olup biteni, ama anlayamıyordu. Niçin ölmüştü Pierre? Bu düşünce
kıvrandırıyordu onu. Seyrek ama sert tartışmalarını hatırlıyordu sık sık. Pierre siyasete düşkündü,
devrime gönül vermişti. En ufak İspanyol kentlerinin düşüşünden bile derin bir acı duyardı. Agnès ise
onun gibi düşünmüyordu. Ama kocasının içinde yanan ateşi duyar ve ona gıpta etmekten alamazdı
kendini. Pierre Barcelona’ya gittiğinde deliye dönmüştü. Kapının her çalışında bir kara haber
sezgisiyle fırlıyordu yerinden. Her an öldürebilirler onu, diyordu. Oysa, şimdi, sözsüz ve umutsuz bir
şekilde ayrılmışlardı. Bir mahkûm gibi gitmişti Pierre. Garda son olarak: “Bizim savaşımız değil bu
savaş,” demişti Agnès’e. Ve işte, seçmediği, istemediği, kendisinin olmayan bu savaşta, onu
öldürmüşlerdi. Ne düşünmüştü acaba son anlarında? Agnès’i? Doudou’yu? Ama belki de bir başka
savaşı, ‘kendi savaşı’nı düşünmüştü. Ah, bir barışmış olabilse Pierre’le ve gerçeği öğrenebilse
ondan! Kalkıp Doudou’nun yatağına yaklaşıyor ve çocuğun soluk alışını dinliyordu uzun uzun. Ya onu
da öldürürlerse? Geçmişteki o ılık hayattan, o gömülmüş ilkbahardan elinde kalan başka ne var ki!
Sabahleyin yiğitçe giriyordu sınıfa. Bu soğukkanlı kadının, geceleri hangi düşüncelerle harap
olduğunu hiç kimse bilemezdi.
Doğa vergisi bir dayanıklılıktı bu. Canını dişine takıp çalışmaya, ekmek mücadelesine ve
sevdiklerinin durup dururken kaybına alışık bir atalar kuşağından devralmıştı Agnès bu dayanma
gücünü. Paris varoşlarının, odalarına sokak savaşmalarının dumanı sinmiş evlerine benzeyen bir
atalar kuşağı... Savaş sırasında bir an olsun çalışmaktan geri kalmadığını anlamıştı bir gün babası:
Pantolon yamar, çakmak yapar, çiftlik evlerinin pencerelerini onarır, ambara saman doldururmuş.
Sonra da tatlı bir gülümseyişle eklerdi: “Ölmedik işte, yaşıyoruz.” Agnès de bugün öyle yaşıyordu
işte.
Sokaklarda göçmenler belirmeye başlamıştı. İçi çocuk dolu ve döşemesi bir kurşunla delik bir
otomobil görmüştü Agnès, birden ürpermişti. Ne Pierre’in ölümünü düşündü, ne de Doudou’yu
beklemesinden korktuğu geleceği. Ama gene de perişan oldu. Uykusuz gecelerinin bir uzantısı gibiydi
bu araba.
Camlara gene ince kâğıt şeritleri yapıştırmaya başlamıştı. Karmaşık bir desen tasarlamıştı: Güller,
yıldızlar, palmiyeler... ve bir çiğ tabakasıyla örtülmüş gibi oluyordu pencere.
“Nedir bu?” diye sordu Doudou.
“Uçaklar,” dedi.
Sonra hemen toparlandı, düzeltti:
“Yani... bir bahçe...”
Pierre’in gençken yazdığı ve kendisine bir gün okumuş olduğu bir şiiri anımsamıştı:
İnsanoğlu ölmeden önce bir tezgâh görür düşünde:
Kış, kaprislerini dokumaktadır...
Günler geçiyor, göçmenlerin sayısı gittikçe artıyordu. Lille sakinleri, Valenciennes dokumacıları,
Lens maden işçileri, Picardie köylüleri sökün etti art arda. Agnès’in çalıştığı okul, göçmenlere
ayrıldı. Ve Agnès, yeni görevine büyük bir hevesle verdi kendini. Doudou’yu da alıp okula taşınmıştı.
Hastalara bakıyor, erzak ve ilaç alışverişiyle uğraşıyor, yemek pişiriyordu. Büyük bir aile vardı
sırtında. Uzun ve tutarsız hikâyeleri dinlemek ve tesselli etmekle yükümlüydü. Fourmies’deki işçi
sitesinden bir kadın vardı örneğin, durmadan tekrarlıyordu: “Saat yedide... Uçakların geleceğini
biliyordum zaten.” Koyu kan lekeleriyle kaplı bir çocuk göğüslüğünden ayrılmak istemiyordu bir
türlü: “Lapasını yemekteydi,” diyordu. “Ah katiller!... Katiller!...” Belçikalı bir maden işçisinin
karısı, yolda beş yaşındaki kızını kaybetmiş olduğunu anlatmıştı Agnès’e. Gelinini ve torunlarını
aramaktaydı Roubaixli bir ihtiyar. Agnès soruyordu:
“Niçin geldiniz?”
Bazıları: “Korkunç bir şey! O kadar alçaktan uçuyorlardı ki! Bir bomba bizim evin yanına düştü,”
diyordu. Bazıları da: “Almanlarla bir arada yaşamak mı?” diyordu. “Allah korusun! Birinci savaş
sırasında tam dört yıl gördük onları. Paris’te bilmezler neler çektiğimizi. Ama biz yakından tanıyoruz.
Roubaix’de rehineleri kurşuna dizdiler. Bizim orada da François’ya, Ménil’e: ‘Kazın mezarınızı,’
dediler ve hepsini öldürdüler. Çocuklara bile acımıyordu alçaklar!”
Bazılarıysa itiraf ediyordu: “Herkesin kaçtığını görünce nasıl duralım? Biz de kaçtık tabii.” Bağıra
çağıra anlatıyordu bir işçi kız: “Berget, pat diye bizim eve damladı. Hepimiz biliyorduk faşistin biri
olduğunu. Avazı çıktığı kadar haykırıyordu: ‘Hepinizi öldürecekler!... Tüyün, bir an önce tüyün!’
diye. Tek başına o kaldı. Almanları törenle karşılamak için. Hepsi hain bunların.”
Sık sık değişmekteydi göçmenler: Gidenlerin yerine hep yenileri geliyordu. Güneye iniyorlardı
kafileler halinde. Yalnızca ihtiyar Riquet kalmıştı. Hastaydı ve güçlükle gelebilmişti Paris’e kadar.
“Karım öleli epey oluyor,” diye anlatmıştı Agnès’e. “Oğlumu çekip askere aldılar. Yaşayıp
yaşamadığını bile bilmiyorum. Kaldım tek başıma. Sonra komşular üşüştü: ‘Almanlar geliyor,’
dediler. ‘Biz gidiyoruz.’ Ne güzel tavşancıklarım vardı görseniz! Bırakmak zorunda kaldım onları.
Yalnızca Follette’i aldım yanıma. Köpeğimi. Öyle vefakar bir köpekti ki! On iki yaşındaydı,
alışmıştım ona. Compiègne’de zorla trenden indirdiler bizi. Yola yürüyerek devam ettik. Bombaları
doğrudan doğruya üzerimize sallıyordu Almanlar. Zaten bilirim onları birinci savaştan. Bir gürültü,
bir kargaşalık. Bir de baktım, herkes kaçışmış. Follette’i koydunsa bul artık!”
Ve ayaklarını sürüyerek oradan oraya gidiyordu ihtiyar, Follette’i çağırıyordu.
Güzel bir yaz günü bombardıman uçakları belirdi Paris göklerinde. Bir çatırtıdan ibaretti sanki
bütün gökyüzü. Camlar sarsılıyor ve Doudou bağırıyordu: “Bum bum!” Patates soymaktaydı Agnès.
Bir an bıçağı bıraktı o kadar. Sonra yeniden işine koyuldu. Bir koşuşmadır başlamıştı. “İki bin ölü
var!” diye bağırıyorlardı. İşte o zaman, deli gibi Doudou’yu kucakladı: Ya onu da öldürürlerse!
Sonra da bir utanç kapladı içini: “Korkacak bir şey mi kaldı!” dedi kendi kendine.
Akşam rıhtımlardan geçiyordu. Yıkılmış büyük bir evin önünde insanlar toplanmıştı. Bakıyor,
küfrediyor, şakalaşıyorlardı. “Hımm! Doğrusu özenli çalışıyorlar,” dedi karanlık bir ses. Parçalanıp
ilk unsurlarına bölünmüş gibiydi hayat. Taşlar, demir parçaları, sıvalar, çubuklar. Agnès bir kitabın
üzerine basmış olduğunu fark etti: Güzel bir deri cilt gördü. Ayakta kalmış duvarlardan birinde
gelinlik elbisesiyle bir kadın portresi asılıydı. Ve Agnès birdenbire, bir balkonun parmaklığına
takılıp kalmış küçük bir çocuk beşiği gördü. Dehşet içinde, koşarak döndü okula. Harabelerin hemen
yanı başındaki kahve teraslarında, gülerek içkilerini yudumlayanlar vardı.
O gece Pierre’i gördü düşünde ve her şeyi anladı: Hiçbir şey düşünmüyordu Pierre, acı çekiyordu
yalnızca ve üşüyordu, yalnız hissediyordu kendini. Agnès onu ısıtmak istiyor ama başaramıyordu.
Kıvranıp durdu sayıklayarak. Uçaksavar toplarının homurtusu şafağa kadar sürdü. Doudou da düş
görüyordu herhalde. Çocuklara özgü basit kelimeler dökülüyordu dudaklarından.
27
Tessat’nın keyfi yerindeydi o sabah. Sevinçten etekleri zil çalan bir tavırla Joliot’ya:
“Burunları Weygand Hattı’nda kırılacak,” dedi. “Bir devler savaşının başlamakta olduğunu
yazabilirsiniz.”
“Yazmak kolay. Söz konusu olan bu değil. Benimle belki dalga geçeceksiniz ama, batıl inançlı bir
adam olduğumu hiçbir zaman gizlemedim. Almanları buraya çeken biziz, emin olun! Bir şey kırk kez
söylenirse olurmuş derler. Hiç ağzımızdan düşürmedik ki: ‘Gelecekler! Geliyorlar!’ diye. Ve işte
geldiler sonunda.”
“Kocakarı masalı bunlar! Bir kere henüz gelmiş falan değiller, Somme’da savaşmaktalar.”
“Belki. Gözümle görmediğim şeye inanmam ben. Ama bildiğim bir şey var. O da, dün Marsilya’yı
bombaladıkları. Ne demek olduğunu anlıyor musunuz bunun? Marsilya, Fransa’nın taa öbür ucunda.
Hangimizin aklından geçerdi ki buna cesaret edecekleri? Her şey bitti şimdi! İtalyanların harekete
geçeceklerinden emin olabilirsiniz. Bugün değilse yarın. Weygand da birlikleri İtalyan sınırında
çekecek zamanı buldu tam! Somme’daki o aptalca savaşa sanki çok ihtiyacımız varmış gibi!”
Tessat bir el işaretiyle üstadı yatıştırdıktan sonra, kayıtsız bir sesle sordu:
“Dinlediniz mi İtalyan radyosunu?”
“Bir saat önce dinledim. Susuyorlar. Susuyorlar dediğim, Pompei’deki duvar fresklerinden söz
açıyorlar. İyiye işaret değil bu.”
Tessat bir kahkaha attı:
“Resimlerden söz açtılar öyle mi! Viard için olsa gerek bu! Sırası gelmişken size haber vereyim ki,
‘kahraman savaşçı’mız denklerini hazırlamakla meşgul. Sırra kadem basacağı muhakkak. Şimdilik
güle güle azizim! Akşama doğru uğrayın bana, ama biraz geç gelin, bayılacağınız bir haber
vereceğim.”
Bunu söylerken, hükümette kısmi bir değişiklik olacağını tasarlıyordu. Islıkla, Rigoletto’dan bir
melodi tuturmuştu ki, Picard’ın geldiğini haber verdiler. Çağrılmadan geliyordu General. Ve Tessat
onu daha görür görmez anladı. İşler kötüye gidiyordu. Almanların Somme’u aşıp Rouen’a doğru
ilerlediklerini bildirdi Picard. Tanklar yola çıkmıştı, iki-üç gün içinde de her şey kesinleşmiş
olacaktı.
“Ancak aklını kaçırmış olanlar, ciddi ciddi Paris’i savunmaktan söz edebilir!”
Başını salladı Tessat. Kederli ve resmi bir ifade yerleşmişti yüzüne. Önemli kişilerin cenaze
törenlerinde hep bu yüzü takınırdı. Picard’ın elini hiç konuşmadan sıktı. General gittikten sonra da,
lanetli dakikalar, dedi kendi kendine. Konuşuyorduk, çırpınıyorduk, umuyorduk ve işte birdenbire işin
sonuna geldik! Birilerini bulup da bu düşüncesini paylaşmak istedi, ama ortalığa panik saçmamak
gerektiğini anımsayarak vazgeçti.
Bakanlar kurulu toplantısına geldiğinde, Fransa’nın kaderini hemen unuttu. Hükümette değişiklik
yapılmıştı: Geç bile kalındı! diye düşündü. Bazı atamalar son derece yerindeydi. Dışişlerine
Baudouin getirilmişti örneğin. Tessat’nın dostu olan Prouvost da İstihbarat Bakanı olmuştu. Bunlara
karşılık, Delbos’nun Fouger’nin adamı olduğunu herkes biliyordu. Ama De Gaulle’ün savunma bakan
yardımcılığına atandığını öğrenince büsbütün isyan etti. Bu kadar önemli bir mevkiye, serüvencinin
birini getirmek, çılgınlık değil de neydi!
Tamamıyla kendi havasına dalmış olan Tessat, yarım yamalak dinliyordu konuşulanları. Cephedeki
durumdan söz ediyorlardı. Picard’ın sözlerini anımsadı birden ve Reynaud’ya sordu:
“Esas olarak neye güveniyorsunuz?”
Maginot Hattı’ndan ve İtalyan sınırından destek güçleri gelmekte olduğunu söyledi Reynaud.
İngilizler de çok sayıda Kanada tümeni yollamayı vaat etmişlerdi. Ayrıca Reynaud dün, yardım
istemek için Başkan Roosevelt’e başvurmuş bulunuyordu.
Sıkıntıyla dudak büktü Tessat:
“Beni asıl ilgilendiren şey, Almanlar Paris dolaylarına dayandıklarında ne yapmayı düşündüğün.”
Böyle bir durumda hükümet Tours’a, hatta gerekirse Bordeuax’ya taşınacaktı.
“Ya daha sonra?”
“Mecbur kalırsak Cezayir’e geçeriz. Unutma ki koca bir donanmamız ve sömürgelerimiz var.”
Tessat ısrar etmedi. Bir deliyle tartışmak ne işe yarar ki! Hükümet değil bu, bir intihara
hazırlananlar derneği! Kurtarsa kurtarsa Breuteuil kurtarabilir kendisini. Ama o da kurtarmaz.
‘Haçlılar’ın beyannamesini anımsamış ve gözlerini yummuştu: Korkuyordu.
Ama gene de Breuteuil’i görmeye gitmeden edemedi: Korku içinde yaşamaktansa ölmek daha
iyiydi! Breuteuil yüz çevirecek olursa, Fouger ile anlaşmayı dener, o da olmazsa kalkıp Amerika’ya
giderdi.
O soğuk ve kibirli edasıyla çalışma masasının başındaydı Breuteuil. Objektife poz verir gibi bir
hali vardı.
Çok tatsız bir an yaşamıştı sabahleyin. Karısı ağlayarak: “Almanlar Paris’i alacak işte. Canavar!
Bunu sen istedin!” diye haykırmıştı. Siyasi rakiplerinin bağırıp çağırması dokunmazdı Breuteuil’e.
Ducamp ve Fouger gibi tiplerin, bütün hatayı başkalarının sırtına yüklemek istemesinden daha doğal
ne olabilirdi! Sanki Breuteuil, Almanya ile savaşın bir cinayet demek olduğunu defalarca söyleyip de
onları uyarmamış gibi! Ama ölmüş oğlunu anımsayarak: “Onu öldürdüğün yetmedi de şimdi hepimizi
mi öldürmek istiyorsun!” diye haykıran karısına ne diyebilirdi?
Önündeki haritaya dalmış düşünüyordu Breuteuil. Teslim olduk, barışı da yaptık. Peki sonra?
Fransa’nın ne bir Arnavutluk, ne de bir Bohemya olmadığını anlayacaklar mıydı Almanlar?
Anlamayabilirler bunu. Başka yapıda, başka kandan, başka bir kumaştan dokunma insanlar çünkü. Ve
anlamazlarsa, her şey bitti demektir! Lorraine, sevgili Lorraine’i Almanya’nın olacak! Ve gelecek
kuşaklar, kendisine lanet okurken, o soytarı Ducamp’a bir kahraman gözüyle bakacaklar.
Hiçbir şeyi görmeksizin yaşamıştı uzun yıllar boyunca. Bir tek duygu hükmetmişti hep kendisine.
Halk Cephesi’ne karşı beslediği kin. Ve Hitler’in, Mussolini’nin, Franco’nun zaferlerini kendi
zaferleri saymıştı. Sonsuz bir sevinç duyuyordu Beneş’in Prag’ı terk etmiş oluşundan. Daha
geçenlerde, Danimarka hükümetinin kararını öğrenince, “İşte sosyal demokratlar bir kez daha
çuvalladı!” diye düşünerek, memnun, gülmüştü.
Peki ama, içindeki bu sıkıntı, bu karanlık, bu perişanlık nereden geliyordu? Sinirler... Kendisini
toparlaması lazım. İktidara geliyor şimdi. Parlamentoyu feshedip düzeni o kuracak. Küçük düşmeler,
umutsuzluklar, hatta gözyaşlarıyla ödemek gerekecek belki bu düzeni. Ama olsun! Yepyeni bir Fransa
doğacak ya, değer... Tessat geldiğinde, karısının sitemlerini ve kendi korkularını unutmuştu Breuteuil.
Her zamanki gibi soğuk ve vakur bir edayla karşıladı bakanı. Tessat daha içeri girerken cıyak cıyak
bağırmaya başlamıştı:
“Hepsi çılgın bunların! Hükümetin Madagaskar’a taşınmasını öneriyor Reynaud. Bakir
ormanlardaki atalarını özlemiş olsa gerek maymun! Ve bu arada da Almanlar, Rouen’a
yaklaşmaktalar. Bir şeyler yapmamız gerek mutlaka! Dakikalarınız bile sayılı.”
“Bütün bunları sana önceden haber vermemiş miydim?”
“Sen mi haber vermiştin? Ya peki hükümette kalmamı bana öğütleyen kim? Sen. Şimdi de
tereyağından kıl çeker gibi sıyrılıyorsun işin içinden öyle mi?”
Elini kolunu da oynatmaya başlamıştı şaşkınlığından.
“Senin ‘Haçlılar’ının bana kızdıklarını bilmez değilim. Ama bir yanlış anlama var bu işte. Onlara
açıklamalısın. Ben meclise bile senin desteğin sayesinde girmiştim. Böyle kritik bir anda insan
dostlarını ortada bırakmaz!”
“Sinirlenmekte haksızsın. Direnmenin saçma bir şey olacağını haber vermiştim sana ben. Bunu
söylemek istedim demin. Öteki meseleye gelince, milli çevreler sana çok değer veriyor. Ve şimdi
burada, bir dostunun evindesin. Sakin ol lütfen! Durumu incelemek ve yeni hükümetin olası
kuruluşunu kararlaştırmak zorundayız.”
“Hükümette bugün değişiklik yapıldı.”
“Bir paçavrayı yamamak gibi bir şey o değişiklik dediğin. Birkaç güne kalmaz, barış görüşmeleri
meselesi ortaya çıkacak. Böyle bir anda ülkenin güçlü bir iktidardan yoksun kalmasına göz
yumamayız. Komünistler harekete geçebilir. İktidara mareşal gelmeli. Üstelik de güzel bir adı var:
‘Verdun kahramanı!’ Bütün bunları yarım saatte halledebiliriz.”
“Peki ama Reynaud?”
“Ya kendiliğinden kaçacaktır ya da bizim tarafımızdan büyükelçi olarak Amerika’ya gönderilir.
Önemli olan, ihtiyarın başa geçmesi. Ve tabii Laval. Sonra ben. Eskilerden de bir kaçını almamız
lazım.”
“Bence Baudouin de kalmalı.”
“Haklısın. İtalyanlar onu tutar. Sonra Prouvost da sanayicilerin adamıdır. Méjeu, bir üstat diye
bakar Prouvost’ya. Listeye seni de aldım tabii.”
Memnuniyetini gizlemek istedi ama başaramadı Tessat. Gene de laf olsun diye itiraz etmekten geri
kalmadı.
“Ben çok yaşlıyım. Gençlerden birini seçmek daha iyi olmaz mı?”
“Ne münasebet! Senden daha çok yararlanacağız. Memleketin bu kabine değişikliğini bir hükümet
darbesi diye görmemesi lazım. Frenlemek önemli! Herkes sana alışmış bulunuyor. Orta halli
Fransızın gözünde sen, hiçbir değişiklik olmayacağını garantileyen bir unsursun. Ve bu güç zamanda,
her şeyden önce, memlekete güven vermek gerekir.”
Ağzı kulaklarına varıyordu Tessat’nın. Fouger hergelesi göze alınmadı demek ki! ‘Haçlılar’ın
beyannamesine gelince, aptalca bir tahrikten ibaret olsa gerek. Tessat’nın namuslu bir Fransız
olduğunu Breuteuil anlıyor ya, yeter. Ve daha birkaç gün önceki kaygılarını unutup, yeni hükümetin
programı hakkında fikir yürütmeye koyuldu.
“Hükümet programında, barış görüşmelerine girmeye hazır olduğumuzu bildirecek olursak,
çoğunluk bizimledir. Korktuğum bir nokta var. O da, Almanların kabul edilmeyecek kadar ağır şartlar
koşması. Kazandıkları zaferlerden başları dönmüş olabilir pekala. Onlara laf anlatacak birisi gerekli.
Bu bakımdan, listende bir isim eksik. Önerim biraz fazla cüretli gözükebilir. Hatta birçokları bu
öneriyi, tehlikeli bir jest olarak da değerlendirebilirler. Ama bugün hoşgörülü davranmamız
gerekiyor.”
“Viard’ı mı teklif ediyorsun?”
“Viard mı dedin!”
Şaşkınlıkla bakıyordu Breuteuil’e. Nihayet konuştu:
“İhtiyar öküzün biridir Viard! Zaten şu anda kaçmış olsa gerek. Hayır azizim, Grandel’i
kastediyorum ben. Eski dostlarız biz ve açık yüreklilikle konuşabiliriz aramızda. Mektup hikâyesini
herhalde unutmuş değilsin?”
Breuteuil, elindeki cetveli kızgın bir hareketle masaya vurmuştu.
“O mektubun sahte olduğunu söylemiştim sana,” dedi. “Böyle bir anda bu türlü sahtekarlıklara
nasıl olur da aklını takabilirsin?”
“Beni yanlış anlama. Grandel’den söz açıyorsam, onu lekelemek amacıyla değil. Tam tersine.
Grandel’in hiç kuşkusuz Berlin’de bir alay dostu var. Böyle bir adam şu sırada bizim için elzemdir.”
Kuru ve resmi bir sesle yanıt verdi Breuteuil:
“Bu tahminlerini son derece yersiz buluyorum. Grandel’i dışarıda tanıdıkları muhakkak. Yenilikçi
bir adam, üstelik de derin bilgi sahibi. Bu bakımdan da hükümetimize büyük hizmetleri dokunacaktır.
Ama birisinin de Paris’te kalıp beklemesi şart. Arkamızda büyük bir siyasi şahsiyet bırakmadan
başkentten ayrılamayız. Laval ve ben, iktidarı devralmak için Reynaud’nun peşinde olmak zorundayız.
Sen de kalmamalısın Paris’te. Parlamenter çevrelere olan hakimiyetinle, orada bizim için çok daha
faydalı olabilirsin. Sonra da, seni böyle acı bir sınava zorlamak istemem. Bir Fransız için, Paris
sokaklarında yabancı askerleri görmek, acı verici bir şeydir. Ve benim bildiğim kadarıyla, Almanlar
senden pek hoşlanmamaktalar. Bizim inceliklerimizi anlayamazlar ki. Onların gözünde sen, Halk
Cephesi’nin yarattığı, yumruğu havaya sıkılı bir adamsın.”
Tessat afallamıştı. Uzun bir sessizlik oldu. Breuteuil’in karısının ağladığı işitiliyordu yan odada.
Breuteuil ise, yüzü acıyla gerili bir halde, bu hıçkırıklara dikmişti kulaklarını. Nihayet Tessat alçak
bir sesle sordu:
“Sence... çok geçmeden buraya gelecekler midir?”
“Bir gün... hatta saat meselesi.”
Breuteuil’in evinden perişan ayrıldı Tessat. Yeni hükümette kendisine sunulmuş olan koltuk, sevinç
vermiyordu ona şimdi. Anlaşılmaz ve kötü niyetli bir şey olarak görünüyordu dünya. Ya bir de
Reynaud, Tessat’nın Breuteuil’le anlaştığını öğrenecek olursa? Mandel’den her şey beklenir.
Tutuklattırabilir, hatta kurşuna bile dizdirebilir Tessat’yı! Onlara bakacak olursan, Tessat’nın
davranışı tam bir vatan haini tavrıdır çünkü. Almanların gözünde de, bir ‘Kızıl’ Tessat. Tam bir
‘Kızıl’ değilse bile, ona yakın bir şey. Ne iğrenç bir bataklık şu politika! Askerler mutlu canım.
Düşmanlarının kim olduğunu bilirler hiç değilse. Ama Tessat’nın en ummadığı yerden düşmanları
çıkıyor! Gene kendi içine kapanmıştı.
“Daveti perşembeye koydum,” dedi sekreter.
“Zavallılar!” dedi Tessat içinden. “Perşembeye Almanlar Paris’te olacak ve hiçbirinin bundan
haberi yok!” Çıkıp biraz dolaşmaya karar vermişti. Bu karamsarlığın açık havada dağılacağını
umuyordu.
Sinsi ve korku veren bir havası vardı karanlığa gömülmüş olan kentin. Çığlıklar, trampet sesleri ve
tuhaf uğultularla doluydu. Kapıların önünde küçük gruplar toplanmıştı yer yer. Tessat konuşulanlara
kulak kabarttı.
“Gamelin’in beynine bir kurşun sıkarak intihar ettiğini söylüyorlar.”
“Reynaud da Amerika’ya kaçmış.”
“Hepsi kaçacaklar hepsi. İş gene bizlere düşecek.”
“Almanlar korkutmuyor beni. Neyim ki ben? Dokunmazlar bile. Ama bombalardan korkuyorum
doğrusu.”
“Namussuzun tekidir Almanlar. Babam anlatırdı: 1915’te amcamı diri diri gömmüşler!”
“Tessat da Hitler’le kucak kucağa geldi bile.”
Konuşma kesilmişti. Tessat bir sokak fenerine yaslanmış ve gölgeye çekilmişti hemen. Kalbi
çarpıyordu. Sokakta askerlerin resmi geçit yaptığını görür gibi oldu. Haykırmamak için sımsıkı
gözlerini yumdu. Bu ayak sesleri ne peki? Baktı. Bir kahvenin storuna düşen iri yağmur taneleriydi
bunlar.
Bütün hayatı boyunca hiç böylesi bir dehşete kapılmamıştı Tessat. Soluk soluğa geldi bakanlığın
kapısına. Ve çalışma odasına girip de pırıl pırıl yanan ışığı görünce çocuk gibi sevindi.
İşte tam o sırada uçaksavarların gümbürtüsü başladı. Tessat önce pencereye koşmuş, ama hemen
çekilmişti. Almanlar Paris’e yaklaşıyorlardı. Ve onların gözünde pis bir ‘kızıl’dan başka bir şey
değildi. İşçilerin gözünde de, Hitler’le kucak kucağa gelen bir vatan haini! Karşısında göğsüne
nişanlanmış tüfekler, bir duvar dibinde görür gibi oldu kendini. Ama belki de kurşuna dizmez, linç
ederlerdi. Bu çatırtı da neyin nesi oluyor? Yakınlarda bir yere bir bomba düşmüş olsa gerek.
Bakanlığı seçtiler herhalde hedef diye! Beş yüz kiloluk bombalar. Düştükleri yerleri tuz buz ediyor.
Cesetlerin kime ait olduğu bile anlaşılmazmış. Beklemek yeter. Kurtulmak için bir şeyler yapmalı
artık!
Oradan oraya gidip geliyordu odada ve bir türlü bir karar veremiyordu. Bir an için oturuyor, sonra
birden fırlayıp kalkıyordu gene. Titremesi tutmuştu. Nihayet zili çaldı:
“Arabayı hazırlayın,” dedi. “Yedek benzin de koyun. Beni Genelkurmay’a götüreceksiniz.”
Ve Joliot, sabahleyin vaat edilen iyi haberi almak üzere on bir buçukta bakanlığa geldiğinde ‘Sayın
bakanın, Genelkurmay’da bulunduğunu’ bildirdiler kendisine. Israr etmedi Joliot, gittikçe biraz daha
hızlanarak çıktı binadan ve rüzgâr gibi girdi evine:
“Valizlerini hazırla Marie, kaybedecek bir dakika bile yok, hemen gidiyoruz! Tessat denen
namussuz çoktan tüymüş yavrucuğum! Ah hergele, ah itoğlu it! Daha bu sabah gidecektim ben,
ayağıma sarıldı it. Batan gemiyi ilkin farelerin terk ettiğini söyler eskiler. Yalan, bin kez yalan.
Kaptanlar fırlayıp canını kurtarıyor önce. Ve zavallı fareyi içerde kaderiyle baş başa bırakıyorlar.
Ama bu fare başka fare Marie’ciğim, aptal değil bu fare, göstereceğim onlara! Aman elini çabuk tut!”
28
Birkaç haftadan beri, Jeannette’in, daima aynı şeyi düşünüyormuş gibi dalgın bir hali vardı. Ama
aslında hiçbir şey düşündüğü, hiçbir şeyle ilgilendiği yoktu. Bir ağır hastanın bitkinliğini andırıyordu
hayatı. Dessère’den ayrıldığından bu yana, büyük, boğucu, akıl ermez bir boşluk duygusu kaplamıştı
içini.
Eskiden olduğu gibi gene stüdyoda çalışmaktaydı. İş arkadaşları sabahtan akşama cephe
haberlerini tartışıyor, gazetelerin son baskılarını kapışıyorlardı. Jeannette dinlemiyordu bile
konuşulanları. Her zamanki gibi sözlerine aldatıcı bir önem yükleyen bir sesle, ilaçların ya da
içkilerin erdemlerini övmeye devam ediyordu. Ağaç, sessizlik, rügzâr gibi, dokunaklı ama yararsız
kelimeler fısıldıyordu mikrofona. Şiiri reklamdan ayırt edemez olmuştu uzun zamandan beri. Zaten
öteki spikerlerin anlattığı şeyler de, tanımadığı acayip bir firmanın reklamı gibi geliyordu ona: “Bin
ton batırıldı. Yerlerde yağ lekeleri var...”
Gürültü ve hareketin içinde kendi kendini avutmaya çalışarak, akşama kadar başıboş dolaşıp
durmuştu o pazar günü. Nefis bir gündü. Ve Parisliler, endişe verici söylentilere kulaklarını tıkayıp
Boulogne Ormanı’na koşmuşlardı. Tenis kortları ve göldeki kayıklar adam doluydu. İnsanlar,
kahvelerin gölgeli teraslarına yığılmış, yemyeşil nane likörlerini ya da altın rengi portakal şuruplarını
yudumluyorlardı. Çocuklar kum havuzlarında toprak karıyordu. Gagasıyla tüylerini düzleyen çok
güzel bir karatavuk çarptı gözüne. Melankolik bir sesle mırıldandı:
“Karatavuk.”
Ve kuş havalanıvermişti. Gölgelik bir yolda bir çiftle karşılaştı. Bir asker ve yüzü çille kaplı
pembe elbiseli bir genç kız. İncecik bir siyah bıyığı vardı askerin ve yüz hatlarında ancak çocukların
başarabildiği bir ciddiyet dalgalanıyordu. Miğferini eline almıştı. Ağlıyordu genç kız. Ve asker:
“Her şey düzelecek, göreceksin,” diyordu.
İmrendi Jeannette. Ne büyük mutluluk böyle ayrılmak! Oysa kendisinin artık umudu bile yok, hüzün
bile duymuyor.
Pazartesi günü öğleye kadar odasından çıkmadı. Perdeleri de sımsıkı kapatmıştı. Işığa tahammül
edemiyordu. Öğleden sonra çıktığında afallayıp kaldı. Tanınmaz bir haldeydi Paris. Bütün mağaza ve
kahveler kapalıydı, beyaz bir leke halinde dört köşe kâğıtlar yapıştırılmıştı kapılara ve sanki hep aynı
titrek elin yazdığı: Kapalıdır, sözü okunuyordu bütün kâğıtlarda. Evlerin önünde insanlar koşuyor,
pencereleri tahta panolarla örtüyor, valizler, torbalar, aceleyle bağlanmış paketler taşıyorlardı.
Sokağın karşı kıyısına geçmek imkansız gibiydi. Ardı arkası kesilmeyen bir dizi halinde akıyordu
otomobiller. Arabaların üzerine yatak yorgan bağlamışlardı. Gözyaşlarıyla ıslanmış korku dolu
çehreler beliriyordu kapı aralıklarında.
Oysa daha bir gün önce Parisliler şaşkın bir edayla soruyordu göçmenlere: “Niçin beklemediniz
kuzum? Weygand Hattı var ya!..” Şimdi onlara gelmişti sıra. Garlara koşuyor, kamyonlara yığılıyor,
şoförlere yalvarıyorlardı: “Ne olur, bizi de götürün!...” Dibi delinmiş bir çuval gibi, her an biraz
daha boşalıyordu kent.
Emekliler Bakanlığı’nın önünde sıra sıra kamyonlar vardı: Masaları, dolapları, klasörleri, bütün
mobilyayı yüklemekteydiler. Niçin? İhtiyar bir kadın, gramofondan çıkar gibi boğuk bir sesle,
durmadan tekrarlıyordu:
“Beni de götürün, ne olur!.. Beni de götürün!”
Dehşet içinde sordu Jeannette:
“Ne oluyor Allahaşkına, ne demek bütün bunlar?”
Şaşkın gözlerini Jeannette’e dikmişti ihtiyar:
“Bilmiyor musun?” dedi. “Almanlar Rouen’da!”
Filesi elinden kaymıştı kadının. İçindekiler yere saçılmıştı. Bir yün yumağı, bir elbezi, birkaç mum
ve iki portakal. Ağlamaya başladı kadın. Ve işte o zaman, Jeannette de ağladı. Bir şeyler yapmak
gerekiyordu hemen. Neredeyse gelecekler, bombalayacaklar kenti, insanlara ateş edecekler! Aklını
kaçırır gibi oldu Jeannette, o andan itibaren de insan olmaktan çıktı. Jeannette değil, bütün öteki
çöplere benzer bir çöp daha savruluyordu şimdi umutsuz sokaklarda.
Birden durdu. Gitmek, ama nereye? Lyon’u, yaşlı babasının sırıtışını görür gibi oldu. Fleury’yi
anımsadı sonra, omçalarının mavi yaprakları, sıcak günleri ve sessizliği... (yalnızca sineklerin
vızıltısı işitilirdi, öyle ya!) Hiçbir zaman duymadığı kadar şiddetli bir yaşama arzusu duydu
Jeannette. Ona hep kahredici görünmüş olan hayat, eşsiz bir tada bürünmüştü bir anda. Gitmek!
Lyon Garı’na doğru ilerledi. Büyük caddenin kalabalık olduğunu gördü uzaktan. Meydana
sokulmak imkansızdı. Polis kordonları insan yığınını güçlükle zaptediyordu.
“Hainler! Bizi ortada bırakıp kaçtılar işte!”
“Namussuz alayı!”
“Korkunç bir kapana kısıldık!”
Polisler, akşama tren olduğunu söylüyorlardı ama kendileri de inanmıyordu söylediklerine. Ve
kalabalık bekliyordu. Akşama doğru açlık ve yorgunluk kendini duyurdu. Henüz kapanmamış dükkân
aramaya koyuldu insanlar. Kaldırımların kenarlarına çöküp, ellerine ne geçerse yemeye
başlamışlardı. Ortalık, büyük bir Çingene obasını andırıyordu. İhtiyar bir işçi, bir dilim ekmekle
birkaç dilim sucuk kesip Jeannette’e uzattı. Teşekkür etmek istedi ama konuşamadı Jeannette,
dudaklarını kımıldatabildi yalnızca. Yiyemeyecekti, ateşi yükselmişti, hastalanmış gibiydi.
Ve her zamankinden daha erken gelip bastırdı gece. Simsiyah bir sis örtmüştü kenti. Rouen’ın
alevler içinde olduğu söyleniyordu. Çevreyi yatıştırmaya çalışıyordu adamın biri:
“Yangın falan değil, bir duman perdesi canım.”
Kadınlar deli gibi çığlık atıyorlardı. Boğulacak gibiydi Jeannette. Ertesi gün, daha şafakta yeni
yeni insan yığınları doldurdu mahalleyi. Ve hâlâ tren yoktu.
Jeannette bir sokağa sapıp rıhtımlara ulaştı. Görmeden bakan şaşkınlık dolu gözleri kimseyi
yadırgatmıyordu şimdi. Herkes öyle bakıyordu. İnsanlar birbirlerini durduruyor, nasıl edip de bir
valiz veya bir el arabası bulabileceklerini soruyorlardı. Ve son haberler dolaşıyordu ortada:
“Nantes’dalar... Chantilly’deler!.. Champs-Elysées’ye paraşütçüler inmiş. Trenler Austerlitz
Garı’ndan kalkıyor! Tren miren yok kalkan, boşuna umutlanmayın! Sattılar bizi, bozuk paraya sattılar
hem de namussuzlar!”
Genç bir kız, elindeki çöreği hırsla yiyor, bir yandan da hüngür hüngür ağlıyordu. Bir general geçti
otosunun içinde. Yaşlı bir adam, generale şöyle bir göz atıp ince hafif sesiyle mırıldandı:
“Cehenneme kadar!”
Yan sokakta küçük bir kız, kafası kopuk kocaman bir oyuncak bebeği göğsüne bastırmış
ağlamaktaydı.
Saint-Jacques Sokağı’nın köşesindeki fırın hâlâ açıktı. Sımsıcak bir ekmek kokusu duydu Jeannette
ve kendini toparladı. Yaşama arzusu doldurdu gene içini. ‘Ne yapabilirim acaba?’ diye düşündü
heyecanla. Stüdyoya seğirtti. Kapalı buldu kapıyı. Kapıcı bile gitmişti. Maréchal aklına geldi birden
ve koşmaya başladı. Rüzgâr gibi girmişti eve. Bir valizin içine kitaplar ve şişeler yerleştirmekteydi
Maréchal. Küçük bir zenci tanrısını sığdırmaya çalışıyordu valizin köşesine o girdiğinde. Ama
heykelcik, hapsedilmeye bir türlü razı olmuyor, Maréchal’in tüm çabasına rağmen başını uzatıp,
kurnazca gülümsemeye devam ediyordu.
“Son haberi biliyor musun?” diye homurdandı Maréchal. “İtalyanlar bize savaş ilan etti. Görüyor
musun namussuzluğu? Bugüne kadar bekledi çakallar! Ve hükümet de kaçmış: ‘Sonuna kadar
savaşmak!’ dedikleri buymuş işte! Otomobil satışları hızlandı birden, biz de sıraya girdik otomobil
almak için. Grandet benzin aramaya gitti. Bulacak olursa seni de götürürüz.”
Jeannette sevince boğuldu:
“Fleury’ye gidelim, ister misin?”
Ama benzin bulmak imkansızdı. Üstü başı toz içinde, şafakta döndü Grandet:
“Charles dün arabayla yola çıkmıştı, bugün yayan dönmüş. Benzin namına bir şey kalmadı ülkede!
Bari bir at bulabilseydik! Böyle durumlarda attan daha emini yoktur. Père-Lachaise’e top
yerleştiriyorlardı, gözlerimle gördüm. Askerlerse durmadan gidiyor, ama nereye belli değil. Anlayan
varsa beri gelsin! Amerika da savaşa girmiş söylendiğine bakılırsa. Ama ben inanmıyorum.”
Maréchal zıvanadan çıkmış, haykırıyordu şimdi:
“Ne gazete var, ne de radyo! Hepsi kaçtı anlıyor musun, hepsi defolup gittiler! Yüzüstü bıraktılar
Paris’i!”
Durup bir an soluk aldıktan sonra da Jeannette’e döndü:
“Korkma yürüyerek gideriz.”
Jeannette telaşlanmıştı. Fleury’ye yürüyerek gitmek! Ama çocukça bir sevinç duydu bundan.
“Ayakkabılarımı değiştireyim, bunlarla imkanı yok yürüyemem!”
Otele koştu.
Ama canlılığı sokağa çıkar çıkmaz sönmüştü. Otomobillerin homurtusuyla, birbirini itekleyen,
bağıran, ağlayan insanların müthiş kaynaşması, kapkara bir hüzün çökertmişti içine. Nereye kaçılır
ki? Ve neye yarar kaçmak? Hiçbir yerde huzur duymayacaktı.
Otel sahibesi, bir akraba gibi sıcaklıkla karşıladı Jeannette’i:
“Gitmemekle çok isabet ettiğiniz! Hiç kimse kalmadı kentte. Utanç verici bir şey bu panik! Sonra
niye kaçıyorlar, anlamıyorum. ’14’te Almanlar Meaux’ya dayanmıştı ve gene kaçmıştı insanlar.
Kaçtılar ama geri dönmediler bir daha. Kırk tümen asker yollandığını söyledi bugün sütçü. Demek ki
Almanları püskürtecekler.”
Jeannette konuşmaksızın başıyla onaylıyordu kadını. Bir, belki iki saat kımıldamadan oturdu kaldı.
Otelcinin odasını iyice ısıtmıştı güneş. Şöminenin üzerinde küçük bir kedi, hareketli bir ışık
yuvarlağını yakalayabilmek için oradan oraya atıyordu kendini. Bir sıçrayışta fırlayıp kalktı
Jeannette, kediyi görünce: Yaşamak. Yalnızca yaşamak şimdi!
Maréchal’e koştu yeniden. Kapının üzerinde bir kâğıt vardı. “Jeannette, seni saat dörde kadar
Denfert-Rochereau Metrosu’nun girişinde bekleyeceğim.” Boğulur gibi baktı saatine Üç... Demek ki
zaman var daha. Tesadüfen açık kalmış bir lavantacıya girip kolonya istedi. Ağır hareketlerle
sarmaya koyuldu şişeyi adam. Jeannette yalvardı.
“Ne olur, biraz çabuk!”
Nasıl olmuştu da karıştırmıştı istasyonların ismini! Alésia Metrosu’nun girişinde saat beşe kadar
bekledi. Ve o zaman aklına geldi Maréchal’in kâğıdını çantasından çıkarıp bakmak. Bayılacak gibi
oldu birden. Hiç kimse kalmamıştı Denfert-Rochereau’da. Postaneye koştu: Kapalı! Zaten her yer
kapalıydı. Otele döndü yeniden ve Dessère’e telefon etti. Duygular falan bir yana, ancak Dessère
kurtarabilirdi kendisini! Ama ondan da yanıt çıkmadı. Elinde telefon defteri, kime telefon ettiğini bile
düşünmeksizin bütün numaraları sırayla çevirmeye koyuldu. Hep aynı monoton sesi işitiyordu. Dehşet
içinde: “Hiç... Ama hiç kimse kalmamış!” dedi kendi kendine.
Otelci kadın, kayınbiraderini görmüştü arada. “Gelecek tümenleri bekleyin isterseniz,” demişti
adam. “Polislerle itfaiyecilerden başka kimse kalmadı kentte! Bizim general bile Chantilly’ye gidip
kendiliğinden Almanlara teslim oldu.” Topların gümbürtüsü geliyordu kuzeyden doğru. Jeannette’in:
“Hiç kimse kalmamış!” diye çığlık attığını işiten kadın çaresizlik içinde kollarını havaya kaldırdı,
sonra da aceleyle eşyasını toplamaya başladı.
Odasına çıktı Jeannette. Uzun bir süre percerenin yanında ayakta durdu. Göçmenler dalgası,
aralıksız bir şekilde akmaktaydı sokaktan. Bazıları, içi eşya dolu el arabalarını hızla iterek
ilerliyordu. Tek atlı arabalar geçiyordu bazen de, bağdaş kurup oturmuş bir ihtiyar kadın oluyordu
içlerinde veya havlayan bir küçük köpek. Çevredeki bütün pencerelerin perdesi kapalıydı. Bir kere
daha:
“Hiç... Ama hiç kimse kalmamış!” dedi Jeannette.
İşte bir adam, tamamıyla şaşkın bir halde, sırtına bir koltuk almış gidiyordu. Küçük bir çocuk da,
tahtadan atını sürüklüyor işte. Ayrılamamış olmalı. Sonra yaşlı bir kadın, kadının elinde bir kafes,
kafesin içinde bir kuş. Kelebek gözlüklü bir adam, koltuğunun altında bir çanta, elinde bir kediyle
geçiyor. Umutsuzca miyavlıyor hayvan, kaçıp kurtulmak istiyor. Bir nineyi de el arabasının içine
oturtmuş götürmekteler. Kadının biri de iki küçük oğlanı birden kucaklamış. Bisikletli insanlar
geçiyor son hızla. Çöle dönmüş bir büyük kent kadar insana boğuntu veren, başka ne vardır!
Koşarak indi Jeannette. Otelci kadın yoktu. Her şeyini yüzüstü bırakıp gitmişti. Jeannette’e haber
vermeden. Kapısını bile kilitlemek zahmetine katlanmadan.
Şosenin ortasından yürüyor Jeannette şimdi. Ortalıkta bir yanık kokusu var. Boğucu bir hava.
Otomobil depoları alev alıyor yer yer. Kurumla karışık bir yağmur başladı. Siyah gözyaşları yağmur
damlalarına karışıyordu yüzünde. Kafası bomboştu, alabildiğine büyümüştü gözleri. Kendini
kalabalığa kaptırmıştı, vebalı kentten hızla uzaklaşıyordu.
29
Bütün sabah gazete arayıp durmuştu Agnès. Yeni kapanmış tek tük gazete kulübelerinde, fi
tarihinden kalma haftalık dergiler vardı. Sonra kulübeleri de kapattılar. Gazetelerin artık
çıkmayacağını söylüyorlardı. Ama akşama doğru Agnès, bir gazete satıcısının çığlığını işitti.
Koparırcasına aldı oğlanın elinden gazeteyi. Bir fotograf vardı birinci sayfada. Rıhtımda köpeğini
yıkayan bir kadın. Fotoğrafın altında da şu saptama: “Paris daima Paris’tir...” Agnès öfkelenmişti.
Eski bir sayı satmışlardı kendisine! Ama hayır, tarih 10 Haziran! Okula koştu, radyo dinleyecekti.
Önce bir ayini naklen verdiler. Birleşik Devletler Büyükelçisi Bullit, Jeanne-d’Arc heykeline kırmızı
güllerden bir demet koyduktan sonra, koyu bir Anglosakson şivesiyle haykırdı:
“Jeanne, kurtar onları!” Ve bunu tango izledi:
Biz ki en önde gelenleriz
Gezer eğlenir dans ederiz!
Sonra da, kelimelerin üzerine basa basa ilan etti spiker: “Kahraman avcı birliklerimiz, Narvik
kentinin doğusunda ilerlemektedirler.”
Telaşla sordu Riquet:
“Ne diyorlar?”
“Hiç... Resmi tebliği bekliyorlar herhalde. Yarın verirler artık haberi.”
Ama sabahleyin radyodan çıt çıkmadı. Umutsuzluğa gömüldü Agnès. İlkin, gitmeyi düşündü. Dax’a,
babasının yanına. Almanlar oraya kadar ilerleyemezdi.
Odaları dolaştı. Paçavra yığınları, boş konserve kutuları. Daha düne kadar göçmenler yaşıyordu
burada. Şimdi yalnız Riquet kalmıştı, inliyordu durmadan: “Kımıldayamıyorum ki...” Ne yapmayı
düşündüğünü sormamıştı Agnès’e. Anlamıştı gideceğini. Anlamıştı ama, gene de küçük bir
davranışını bile gözden kaçırmıyordu. Belki de gitmez kim bilir!
Her şeyden çok, yalnız kalmaktan korkuyordu.
“Herkes gitti işte,” diyordu. “Ya kentte ne olup bitiyor?”
Kısa bir sessizlikten sonra Agnès ekledi:
“Ben gitmeyeceğim.”
Gülümsemek istedi Riquet, ama ancak yüzünü buruşturabildi. Agnès, Doudou’yu sımsıkı
kucaklamış, düşünüyordu. Niye kalmaya karar vermişti? Riquet’ye acımıştı belki de? Oysa
Doudou’yu da düşünmesi gerekirdi. Kurtarmak gerekiyordu çocuğu. Ama Doudou’yu yolda
kaybetmek de vardı hesapta. Küçük kızını yolda kaybetmemiş miydi Belçikalı kadın! Ama Paris’i
bombalayacaklar ve gene iki bin kişi ölecek. Daha da korkunç bir şey bu. Daha ne bekliyor öyleyse,
niçin gitmiyor? Gururundan gitmiyordu. Daha bir saat önce radyodan ses yerine boş bir vızıltı
çıktığını işittiğinde perişan olmuştu. Utanç verici bir şey olarak görünüyordu ona bu kaçış. Bütün
iradesini toparlamıştı. Herkes terk etse de, o, Paris’te kalacaktı.
Kendisiyle birlikte gelmeye ikna etmek için Mélanie koşmuştu.
“İşçiler götürecek bizi,” demişti. “Dört kamyonları var. Ne de olsa bizim canlarımız işçiler.”
Kalmaya karar verdiğini söyledi Agnès. Mélanie kızmıştı. Agnès hakkında söylenenler doğruydu
demek ki. Kocasının kimler tarafından öldürüldüğünü bilmek ve burada Almanların içinde kalmak
umurunda bile değildi öyle mi!
“Nihayet sizin bileceğiniz bir iş!” diye bitirdi sözlerini Mélanie. “Ben karışmam.”
Riquet’ye yemek verdikten sonra çıktı. Kalabalık akmaktaydı gene sokakta. Nasıl da gitmek
istiyordu herkes gibi! Ama karanlık bir edayla: “Hayır!” diyordu kendi kendine. “Gitmemem gerekir.”
Belediye binasının duvarında küçük bir afiş asılıydı. Resmi bir afiş. “Fransız Cumhuriyeti. Özgürlük.
Eşitlik. Kardeşlik.” Okudu Agnès. “Paris, açık kent ilan edilmiştir. Askeri vali, General Dentz.”
“Ne demektir, ‘Açık kent?’”
Omuz silkmişti adam.
“Ben de bilmiyorum. Paris’in bir müstahkem mevki olmadığı anlamına geliyordur belki. Ya da
Papa’nın isteğiyle olmuştur. Ama ne olursa olsun, hoş bir şey değil bir hanımefendi.”
Bir işçi yaklaşmıştı şimdi de. İlanı okuyup haykırdı:
“Namussuzlar alayı! Demek anlaştılar sonunda!”
Tek gözüyle ağlıyordu işçi. Gözlerinin birisi camdı ve ilgisiz bakıyordu Agnès’e.
Bıyıklı ve babacan tavırlı şişman bir polis, çevresinde toplananlara:
“Düzeni sağlamak için bizi burada bıraktılar,” diyordu. “Açık kent demek, insanlar öldürülmesin
diye. Çok geçmez, barış anlaşmasını imzalarlar artık.”
Ama insanlar gidiyordu durmadan. Agnès, imrenerek bakıyordu gidenlere. “İnsan yürüdüğü zaman,
düşünmeye fırsat bulamaz,” diyordu.
Akşam Riquet’yi teselli etmek için:
“Paris’i ‘açık kent’ ilan ettiler,” dedi. “Yani bu durumda Almanlar ateş açmayacak ve bomba
atmayacaklarmış.”
“Bombalar değil benim korktuğum. Yolda gelirken, durmadan bombalıyorlardı zaten. Benim asıl
korkum, geldiklerini görmek.”
Sırtını döndü Agnès. Uzun zamandan beri ilk olarak ağlıyordu. Tıpkı Riquet gibi kendisinin de bir
tek şeyden, geldiklerini görmekten korktuğunu anlamıştı! O ana kadar olayların kıyısında yaşamıştı
hep. Aynı şey değil mi, diyordu kendi kendine. Farklı biçimde giyinmişti, ama aynı insanlar. Ve şimdi
birdenbire, kalbi çatlayacak gibi olmuştu. Gelecekleri belli oldu demek! Almanlar Paris’te! Hep bu
iki kelimeyi tekrarlıyor ve durmadan ağlıyordu.
Yeniden dışarı çıktı. Yerinde duramıyordu bir türlü. Kirli ve alabildiğine yorgun askerler iniyordu
sokaktan. Karanlık gözlerle bakıyorlardı evlerin kapalı pencerelerine. Güçlükle yürüyorlardı ama,
kenti bir an önce terk etmek istedikleri belliydi. İçlerinden birine bir parça ekmekle küçük bir
çikolata uzattı. Fısıldar gibi bir sesle:
“Teşekkür ederim,” dedi asker. “Elveda.”
Adamın bakışını unutmayacaktı. Sonra, niçin o alışılmamış sözü, ‘elveda’ sözünü kullanmıştı
acaba?
Döner dönmez radyoya koştu. Reynaud’nun konuşmasını veriyorlardı Toulouse’dan, Roosevelt’e
son bir çağrıda bulunduğunu söylüyordu. Çok kötü geliyordu ses. Başbakandan sonra bir piskopos,
halkı pişmanlığa davet etti: “Başımıza gelenler, Ulu Tanrının bize takdir ettiği bir cezadır.” Bunu
karışık bir uğultu izledi. Ve birdenbire, yan odadan gelir gibi net bir ses yükseldi radyodan:
“Burası Mili Uyanış radyosu... Silahları bırakın! Gizli topluluklar kurmuş bulunuyoruz. 16.
Müfreze, Arles’daki bütün masonları ve Marksistleri kurşuna dizmiştir. Grenoble’da, 47. Müfreze...”
“Ne olur kapat şunu!” diye yalvardı Riquet. “Dinlemeye tahammülüm kalmadı!”
Yatmadı Agnès, bütün geceyi kapalı pencerenin yanında oturarak geçirdi. Uçak ve top seslerini
dinliyor ve bir ölüye ağlar gibi, Paris’e ağlıyordu. Sabahleyin, çocukla Riquet için bir parça süt
bulabilmek umuduyla Doudou’yu yanına alıp çıktı. Ama bütün dükkânlar kapalıydı. Ve hiç kimse
kalmamıştı sokaklarda. İçi çocuk yüklü bir arabayı iten bir kadın gördü nihayet. Demek göç devam
ediyordu.
Soluk soluğa bir asker fırladı yan sokaklardan. Hayal meyal Pierre’i anımsattı ona. Gözlerinin akı
ilk bakışta göze çarpan esmer bir adam.
“Orléans Kapısı ne tarafta? Çabuk söyleyin!”
Yolu gösterirken sordu:
“Neredeler?”
Eliyle anlaşılmaz bir işaret yapıp koşarak uzaklaştı asker. Agnès devam etti yoluna. Bütün perdeler
sımsıkı kapalıydı. Bir tek canlı bile yoktu ortalıkta. Meydan saati üçte durmuştu. Dört bir yanda
mutlak bir sessizlik dalgalanıyordu.
Bir çatırtı koptu aniden. Alabildiğine alçaktan uçuyordu uçaklar. Kanatlarındaki siyah gamalı
haçlar seçilebilecek kadar alçaktan. Şimdi bombalayacaklar, diye düşündü Agnès. Sonra da
gösterdiği sükûnete şaştı. Doudou’yu öldürecekler ve umurunda bile değil. Demek aklını kaybetti
artık, hiçbir şey anlamıyor.
Bulvara sapmış ve birden durup kalmıştı. Almanlar geliyordu karşıdan doğru. Açık bir otomobilin
içinde tüfekli askerler gördü. Ve hiçbir şey düşünmeksizin, Doudou’nun gözlerini kapattı eliyle. O
bari görmesin! Düşünemiyordu artık. Görmek istemiyor, ama bakışlarını bir türlü çeviremiyordu bu
yabancı yüzlerden. Ve bir tek cümle dönüyordu kafasında: Girdiler!.. Girdiler!..
Sıra süvarilerdeydi şimdi. Atlar durmuştu. Hayvanların sidiğiyle ıslanan şose, pırıl pırıl
parlamaktaydı. Bir un çuvalının üzerinde, ‘Lille’ damgasını gördü Agnès. Sonra bir subay geçti bir
otomobilin içinde. Yanağında yara izi vardı adamın ve aşağılayan bir gülümseyiş dolaşıyordu
yüzünde. Bir başkası da eline bir fotoğraf makinesi almış, fotoğraf çekiyordu durmadan. Belki
Agnès’in fotoğrafını da çekmişti. Gitmek istiyordu ama bacaklarına söz geçiremiyordu. Yeniden
askerler sökün etti. Bir şeyler çiğniyorlar ağızlarında. Çocuk denecek kadar genç insanlar. Ve çoğu
gözlüklü. Neden acaba? Onlar da onun gibi miyop mu yoksa? Hayır hayır, onlarla ortak hiçbir şeyi
olamaz Agnès’in! Korkunç bir şey: Girdiler! Girdiler!..
Agnès, bir araba kapısının yanında duruyordu. Siyah hotozlu yaşlı bir kadın çıktı. Almanları görür
görmez ağlamaya koyulup yeniden içeri kaçmıştı. Çıtkırıldım iki kız geçti daha sonra. Gülüyorlar ve
subaya bakarak mendil sallıyorlardı.
Doudou sevinçle haykırıyordu:
“Anne bak, askerler geliyor! Babam da artık gelecek değil mi?”
“Sus!” dedi Agnès. “Asker değil onlar, Alman!”
Kendi sesinden kendi de korkmuştu. Doudou avazı çıktığı kadar ağlamaya başlamıştı şimdi.
Oğlanın elini acıtacak derecede sıkarak dar bir sokağa attı kendini. Bir an önce okula dönmek
istiyordu!
Boğucu bir sıcak vardı. Bir çürük kokusu yükseliyordu süprüntülerden. Her evin önünde bir çöp
kutusu. Ta üç gün önce, kent henüz terk edilmeden konmuşlardı oraya. Okul kapısının önüne, bir
kasaplık öküz leşi uzanıp kalmıştı. Bütün sokağı doldurmuştu çürüyen et kokusu. Kuyruklarını kısmış
başıboş köpekler dolaşıyordu çevrede. Gelip leşi kokluyor, sonra burunlarını havaya dikip
uluyorlardı.
Koridorda Riquet’yi gördü Agnès. Sırtüstü devrilmişti. Tırnaklarını geçirircesine sarılmış aralık
kapı kanadına. Dili dışarı sarkmıştı.
Doudou sordu:
“Nesi var Riquet’nin anne?”
Agnès yanıt vermedi. Bir askeri marş sesi geliyordu dışarıdan.
30
André kalmıştı. Almanların Paris’e gireceklerini aklı kestiğinde, ne tren vardı ne de otomobil.
Yürüyerek gitmeye gelince, mümkün değildi. Hasta bacağını güçlükle sürüklüyordu. Oturduğu ev
tamamıyla boşalmıştı. İki gün boyunca André, askeri bandodan ve askerlerin ayak sesinden başka bir
şey duymadı. Yiyeceği kalmamıştı, ama açlık da duymuyordu. Olup bitenleri anlamayı denemiyordu
bile. Baltalanmış bir ağaç gibi, divanına uzanmış yatıyordu yalnızca. Bazen gerçekten tamamıyla
koptuğu oluyordu. Hayatının hiçbir döneminde bu kadar çok düş görmemişti. Ve her şey birbirine
karışıyordu bu düşlerde. Elma ağaçlarının altında makinelisinin yanına uzanmış görüyordu kendini,
babası ona fişek şeridini uzatmaktaydı, derken bir düğün başlıyordu. Nivelle elma şarabı dağıtıyor
ve: “İşte evlendim...” diyordu Jeannette. Ama kiminle, belli değildi. André uyanıp, karanlık atölyeyi
süzmeye koyuluyordu şaşkın gözlerle. Paris’teydi evet. Ve Paris’te Almanlar vardı.
Kafa patlatırcasına türkü söylüyordu dışarıda askerler. Görmüyordu onları. Pencereye
yaklaşmıyordu bile artık. Beni öldürmemiş oluşları ne tuhaf! diyordu kendi kendine.
Üçüncü gün kapı vurulmuştu. Kımıldandı André, kalkmaya gayret etti. Kim olabilirdi ki? Kim
olacak, onlardır. Ve doğruldu. Ama Almanları değil, Lorier’yi buldu karşısında. Gözünde siyah bir
şerit vardı.
“Demek sen de kaldın?” diye sordu André.
“Para verdim, saatimi teklif ettim. Önce şoförün biri bizi almak istedi, ama sonradan vazgeçti.
Anam ihtiyar, yürüyebilir mi o yolları? Gelip nereye dayandık görüyor musun André?”
“Hayır. Görmek de istemiyorum.”
“Bir tepeyi savunmak için savaşmıştık biz. Ve hazırdık canımızı vermeye. Ama onlar? Onlar
Paris’i verdiler.”
André susuyordu.
“Yalnız mı yaşıyorsun?”
“Evet. Geldiklerinden beri adım bile atmadım dışarıya. Ama ister istemez çıkmak zorundayım,
çünkü tütünüm kalmadı.”
Koca Cherche-Midi Sokağı’nda tek canlı yoktu. Tütün kulübesi kapalıydı. Birden durdu André:
Her şey o kadar güzeldi ki! Yıkanmış gibiydi kent. Ancak gün doğarken böyle görmüştü André bu
eski sokakları. Oysa şimdi öğlendi. Göz kamaştırıcı bir ışık ve kısacık gölgeler. Sonra sessizlik.
Turistler de Pompei sokaklarında böyle dolaşıyordur herhalde. Turistler. Ama biz, biz turist değiliz
ki! “Pompei sakinleriyiz.” Hüzünlü bir gülümseyiş dolaştı dudaklarında.
Eskiden bu vitrinde peynirler dururdu, şurada da pipolar. Çoban kızı heykelciklerinin tozunu bizzat
alırdı Antikacı Bolot. Ve Josephine yahni yapardı. Ya bu ne peki? Köşedeki binanın cephesinde,
yavrularını kendi etiyle besleyen bir pelikan bulunduğunu nasıl olup da fark etmemişti bugüne kadar!
Beş yüz yıl yaşarmış pelikanlar ve kim bilir neler görüp geçirmişlerdir. Ama hiçbir şey görmemiş
belki de. Çevresine bakmadan, yavrularını beslemiştir böyle hep!
Lorier anlatıyordu:
“Anam ağlayıp duruyor şimdi... ‘Gitar çalmak ne işine yarayacak?’ diyor. Hakkı da var. Gidip
Almanların düğünlerinde gitar çalacak halim yok ya.”
André’yi güldürmek için gülümsemeyi denedi. Bombardıman edilmiş bir evi andırıyordu tek gözlü
çehresi. Başını çevirdi André.
Bir fırının önünde durmuşlardı. André birden acıktığını hissetti. Girdiler. Saint-Germain
mahallesindeki zengin konaklarıyla elçilikleri besleyen bir kibarlar fırınıydı bu. Elli yaşlarında,
yanakları boyalı, iri göğüslü bir kadın olan patron, bir kadın müşteriye:
“Almanların birer vahşi olduğu iddia edilir,” diyordu. “Tam tersine efendim. Son derece terbiyeli
insanlar. Ve her şeyin parasını ödüyorlar vallahi!”
“Yeni bir düzen getireceklerini ve işçilerimize nasıl çalışmak gerektiğini öğreteceklerini söylüyor
bizim hanım. Yapsınlar ya, aferin!”
Ballı ekmek yiyordu André ağzı dolu dolu:
“Sizin hanımın ağzından sanki bal akıyor!” dedi.
Kasadaki kız André’nin kulağına eğilmişti:
“Bayan Méjeu’nün kahyasıdır bu kadın. Neyle ödeyeceksiniz? Frankla mı, markla mı?”
Sinsi bir alayla yanıt verdi André:
“Markım yok benim, kazanmadım daha henüz. Bay Méjeu değilim ki ben.”
Kasiyer, bu sözlerdeki alayı sezmemişti. Telaşlı bir sesle devam etti:
“Bu markların sahte olduğunu iddia ediyorlar. Dediklerine göre Almanya’da geçmiyormuş bunlar.
Ama öyle sanıyorum ki, yalan bu sözler. Pekala eli yüzü düzgün insanlar efendim, sahte para
kullanırlar mı hiç!”
Lorier’nin omzuna vurdu André:
“Duydun mu?” dedi. “Bak Bayan Méjeu’ye. Bizim Fressinet bir anda anlamıştı her şeyi ve beynine
bir kurşun sıkıp kurtuldu. Şimdi rahat o. Bizim halimiz ne olacak, düşün bakalım!”
Her evini, her fenerini teker teker tanıdığı sokaklardan yürüyordu André, ama gene de bir yabancı
hissediyordu kendini.
Ballı ekmek iştahlarını açmıştı. Bir lokantaya girdiler. Bütün masalar Alman doluydu. Yıllardır aç
kalmış gibi yiyorlar, yemeklerin birini bitirmeden bir ötekini ısmarlıyor, biranın ardından şampanya
içiyorlardı. Galiplerin kendine güveni ve memnuniyeti, bayraklarda müziklerde değil, asıl burada, bu
lokantada ve bu tıka basa doymuş adamların geğirmelerinde ortaya çıkıyordu. On yumurtalı bir omlet!
Adam başına bir piliç! Beş şişe şampanya! Gözlerini müşterilerinden kaçırmaya çalışarak elinden
geldiğince tatlı bir gülümseyişle oradan oraya koşturuyordu patron. Ellerinde yepyeni marklar
hışırdıyordu.
André’yle Lorier, komşularına bakmaksızın, sessiz ve ağır bir işi yeni bitirmiş gibi dalgın,
yemekteydiler.
Birdenbire rengi soldu Lorier’nin, tabağını hırsla itti.
“Neyin var kuzum?” diye sordu André.
“Görmüyor musun şunu?”
Eliyle büyük aynayı işaret ediyordu. Bir levha asmışlardı aynaya: “Burada Yahudilere servis
yapılmaz.” Homurdandı André:
“Yeni efendilerinin şerefine ortalığı donatıyoruz işte, kötü mü!”
Lorier o kadar heyecanlanmıştı ki, güçlükle konuştu:
“İyi olmasına iyi belki. Ama ben bir Yahudiyim. Aklımdan bile geçirmezdim böyle bir şeyi!”
André, yemeğini yarım bırakıp hesabı ödemişti. Patron aşırı bir saygıyla onlara doğru koşuyordu:
“Yemeklerimizi beğendiniz mi beyefendi?”
Tiksintiyle baktı André adama:
“Niçin astınız buraya bu pisliği?”
Patron, fısıltı halinde bir sesle:
“Başka çaremiz yok ki,” diye özür diledi. “Müşterilerimizin zevklerini hesaba katmak zorundayız.
Sakın ha, benim de böyle düşündüğümü sanmayın beyler. Onlar için bu...”
Ateş saçan tek gözünü adamın gözlerine dikmişti Lorier:
“Ya bu kimin için?” dedi. “Onlar için mi, yoksa sizin için mi?”
Bantla örtülü gözünü gösteriyordu.
Tek kelime konuşmaksızın eve döndüler. Denecek ne kalmıştı ki? Orada, tepenin üzerinde,
makinelinin yanındayken özgürdüler. Kaçmak, hayatla ölüm arasında bir tercih yapmak, tamamıyla
ellerindeydi. Ama şimdi baş eğmek, saatini Berlin saatine göre ayarlamak gerekiyordu. İşte duvardaki
ilan. Düşüncelerinizi, duygularınızı ayarlayacaksınız. Peki sonra? Alman düğünlerinde gitar da
çalacak mıyız sonra? Fırçaya sarılıp Berlinli veznedarların yemek yerken resimlerini de yapacak
mıyız? Sus be André, sus aslanım!... Ne renk kaldı, ne de sis. Ve Jeannette de yok işte!..
Cadde kenarındaki sıralardan birinde bir ayyaş dilenci kaykılmış oturuyordu. Muzip gözleri vardı.
Boş bir içki şişesi duruyordu yanında. Kelimeleri birbirine karıştırarak sayıklıyordu üstat:
“Barış mı dediniz? Resmi bir kâğıt verin bana hemen imzalarım barış anlaşmasını. Neden
imzalayamaz mışım yani? Neden? Boğazım kupkuru bak. İçim yanıyor susuzluktan. Vallahi imzalarım.
Hiç gözünün yaşına bakmam: Kayıtsız şartsız imzalarım hem de!”
Cherche-Midi Sokağı’nda genç Alman askerleri yerinde sayıyordu. Boş bakışlı açık renk gözleri
vardı hepsinin. Avazları çıktığı kadar bağırarak şarkı söylüyorlardı. Yaşlı evler asık suratla
dinliyordu bu anlaşılmaz şarkıyı. Askerlerden biri durdu, ipincecik sokağa bakarak gülmeye koyuldu:
“Ne kadar pis bir kent bu böyle! Bir de Paris diye adı çıkmıştır. Zencilerin kenti bu!”
Ve yoluna devam etti.
“Biz de kendi kendimize ne yapmamız gerektiğini sorup duruyorduk,” dedi André. “Yapmamız
gereken şey belli oldu işte: Paris’i temizleyeceğiz. Çünkü Paris bugün ne zencilerin ne de
Fransızların!”
Gençlerin ardından kırkına merdiven dayamışlar geliyordu. Bıkkın ve üzgün görünüyorlardı.
Birinci savaşı anımsıyorlardı belki de. Zaferlerin ardından bastıran bozgunu, açlık ve düşkünlük
yıllarını.
Yanında iki çocuğu, sütçü kadın duruyordu André’nin evinin önünde. Almanların geçişini
seyrediyor ve ağlıyordu. “Günaydın,” dedi gözyaşları arasında André’ye, sonra da ekledi:
“Bir türlü alışamıyorum bunlara!”
Bir asker yaklaşmıştı kadına. Yaşlıca ve kupkuru yüzlü bir adam. Teselli etmek için olacak, bir
şeyler söyledi. Ama kadın anlamıyordu söylenenleri. Cebinden bir fotoğraf çıkardı o zaman adam.
Şapkasında küçük bir tüy, pazar kıyafetine bürünmüştü ve dört çocuk vardı yanında. Kadının hâlâ
anlamadığından korkarak parmaklarıyla da işaret ediyordu. Dört... Sütçünün çocuklarını okşamak
istedi sonra. Ama çocuklar ürküp annelerinin arkasına saklandılar. Teşekkür etti kadın. Hatta
gülümsemeye bile zorladı kendini. Asker uzaklaştıktan sonra da André’ye dönüp:
“En müthişi nedir bilir misiniz?” dedi. “Bir dakika için acıdım adama, onun ne suçu var ki diye
düşündüm. Ama acımamak lazım. Acımak yerine onları...”
Hıçkırıklar sesini örtmüştü.
Ağır ağır ve güçlükle tırmandı André spiral merdiveni.
“Bizim tepe ne kadar uzakta kaldı değil mi! Tüttür bakalım. Ve düşün ne yapabileceğimizi. Hiçbir
şey bilmiyorum artık. ‘36’da bazı şeyleri anlıyordum. Anladığımı sanıyordum hiç değilse. Bir
arkadaşım vardı: Pierre.... Strasbourg civarında onu da öldürdüler. Pierre de bütün olup biteni
anlıyor değildi aslında. Ama ateşli bir ruhtu, inanmıştı. Ve halk vardı o zaman. Halk... Konuşur,
tartışır, gülerdi insanlar. Ya şimdi? Şimdi sen ve ben, tek başımızayız işte. Kafamın içi ne kadar
darmadağın bilsen! Ama darmadağın olmayan ne kaldı ki! Yaşamaya değer mi diye soruyorum hep
kendi kendime. Ve Almanlar Paris’e yerleşiyor.”
Lorier yanıt vermemişti. Uzun süre karşılıklı oturup, sessizce tütün içtiler. Dışarıda türküler
çınlamaktaydı. Acı bir çığlık halinde soysuzlaşan türküler.
31
Hiç durmaksızın şafağa kadar yürüdü Jeannette. Ayak sesleri, çocuk haykırışları ve uzak
patlamaların yankıları işitiliyordu gecenin içinde. Gün doğduğunda Jeannette de ötekiler gibi
çiğnenmiş otların üzerine attı kendini. Birkaç saat uyudu. Bir patlama sesiyle sıçradı yerinden. İleride
bir toz bulutu gördü. İnsanlar, toprağın içine girmek ister gibi, yüzükoyun uzanmışlardı. Sonra, karnı
delik deşik olmuş bir kız çocuğunu götürdüler.
Jeannette yirmi kilometre kadar daha yürüdü. Hali kalmamıştı artık. Açlıktan iki büklüm olmuştu
ve ayaklarının altı yanıyordu. Ulaşmış oldukları köy, sakinleri tarafından toptan terk edilmişti. Kapalı
bir dükkânın önüne yığılmıştı göçmenler. İçlerinden birisi dayanamayıp haykırdı.
“Daha ne bekliyoruz arkadaşlar? İki gündür benim çocuklarımın ağzına lokma girmedi!”
Dükkânı yağmaladılar. Şişeler ve teneke kutuları havada uçuşuyordu. Reçele bulanmıştı yaşlı bir
kadının yüzü. Bir kutu konserveyle bir avuç bisküvi uzattı bir işçi Jeannette’e. Oraya kadar birlikte
yürümüş olduğu kimselerden ayrı kalmaktan korkuyordu Jeannette. İnsanları tanımıyordu ama
birtakım işaretler bellemişti. Yaşlı bir kadının ağarmış kahkülleri, küçük bir oğlanın sırtındaki
denizci gömleği, üzerinde bir ibriğin çalkanıp durduğu bir el arabası. Bir yandan onlara yetişmek için
koşuyor, bir yandan da aceleyle bisküvi kemiriyordu.
Yol üzerindeki köylerden birinde tek tük köylüler kalmıştı. Bir karı koca duruyordu bir kapının
önünde. Jeannette bir bardak su istedi. Hınçla baktı kadın:
“Paris’te değilsiniz!” dedi çatlak bir sesle. “Suyu kuyudan çekmem lazım. Bir frank isterim.”
Kocası şaşkın gözlerle baktı kadına. Hayatında sanki ilk defa görüyordu karısını. Birden bir küfür
savurdu:
“Kaltak!”
Sonra her şey, müthiş bir çatırtının içinde birbirine karıştı. Deli gibi yere attı kendilerini insanlar.
Sımsıcak bir toz bulutu örttü Jeannette’i. Ve kalkıp yeniden yürümeye koyulduğunda, uzun bir süre
çığlıklarını işitti kadının. Kocası ölmüştü.
Askerlerle karşılaştılar. Yol kıyısında mola vermişlerdi. Soru üzerine soru yağdırıyordu
göçmenler.
“Almanlar nerede?”
“Loire’ın sol kıyısını savunacak mıyız?”
Askerlerse basıyordu küfrü:
“Allah kahretsin! Ne yapacakları belli değil ki heriflerin! Albay defoldu gitti. Almanların sol
kıyıya atladığı söyleniyor, eğer doğruysa boku yedik demektir.”
“Durum basit. Daladier’ye beş milyon vermişler. Her şey önceden ayarlanmış yani. Ah namussuz
alayı! Asılmayı bile hak etmiyorlar!”
Kafasında kocaman sargılar taşıyan kısa boylu bir asker, Jeannette’e doğru koşarak bağırmaya
başlamıştı.
“İspanya için yutturdular, bir! Çekler için yutturdular, iki! Ödeyen kim? Ödeyen ben. Beyzadelerse
Bordeaux’ya tüymüş. Şimdi söyle bakalım, ne kadar acı çekebilir bir insan?”
Buz gibi bir sesle yanıt verdi Jeannette:
“Çok.”
Göçmenler geceyi geçirmek üzere bir kilise seçtiler. Binanın içine kurutulmuş çiçek ve günlük
kokusu sinmişti. Jeannette’in yanında çocuğunu emziren şefkat dolu bir anne vardı. Bir yaşlı kadınsa
sunağın ayak ucuna uzanmış inlemekteydi. Sabaha doğru sustu. Güneşin ilk ışıkları büyük camlı
pencerelerden sızdığında, hareketsiz olduğunu gördüler kadının. Burnunu kubbeye doğru dikmişti. Ölü
mü uyuyor mu, belli değildi.
Oturduğu yerde uyukluyordu Jeannette. Bir yarı düş hali içinde, anı parçacıkları geçiyordu
gözlerinin önünden. Bir temmuz gecesiydi işte, André’nin yanında daracık bir sokakta ilerliyordu.
Atlıkarıncadaki mavi fil canlandı sonra. Sonra bir sokak feneri. Nihayet kocaman dallı bir kestane
ağacı... Ve sıcak bir öpücük.
Herkes harekete gelmişti. Uzun iç çekişlerle uykudan sıyrılarak yola devam ettiler. Şimdi güneşle
yıkanan kireç badanalı küçük kiliside, bir tek o ihtiyar kadın kalmıştı.
Öğleye doğru bir tepenin üzerinden Loire’ı gördü Jeannette. Hareli bir ırmak. Ve: “Kurtuldum!”
dedi kendi kendine. O da bütün yoldaşları gibi, ırmağı aşmanın yettiğine inanmıştı. Hayat vardı karşı
kıyıda.
Ateşe verilmiş ya da terk edilmiş otomobiller ve doğranmış ağaçlarla doluydu ortalık. Direklerden
kopmuş telgraf telleri sarkıyordu. Birden tökezlemişti Jeannette. Baktı. Kocaman açılmış ağzında iri
sapsarı dişleri görünen bir at leşiydi bu. Hayvan gülümsüyordu. Yaralanmış bir kadın uzanmıştı yolun
kıyısına. Bir başka kadın vardı, yanında oturmuş. Elleriyle yüzünü örtmüştü. Altını üstüne
getirmişlerdi Gien kentinin. Molozların arasında tencereler, kitaplar, asker çantaları sürünmekteydi.
Tesadüfen ayakta kalmış bir duvar parçası üzerinde, parlak renkli bir afiş göze çarpıyordu: “Loire
şatoları, Fransa’nın incileridir.”
Yıkıntıların içinde kendisine güçlükle yol açabiliyordu Jeannette. Yakıcı bir güneş vardı. Keskin
bir leş kokusu saçılıyordu taş yığınlarından. Ölüleri gömmeye zaman bulamadıklarından olacak,
taşlarla örtmüşlerdi. Vücut parçaları gözüküyordu yer yer. Bir baş, ufacık iskarpinleriyle bir çift
kadın ayağı, bir ihtiyar adam eli... Hiçbir şey görmeksizin, bir uyurgezer gibi yürüyerek ırmağa doğru
ilerliyordu Jeannette.
Birden durup bir çığlık attı. Köprüyü havaya uçurmuşlardı. Bir taşın üzerine çöktü ve şaşkın bir
gerginlik içinde, hiçbir şey görmeksizin, hiçbir şey düşünmeksizin, birkaç gün önce treni nasıl
beklediyse öylece, ölümü bekledi. Ve Alman uçakları, dört bir yana devrilmiş bitkin göçmenlerle
dolu yolu makineli ateşiyle taradıklarında, Jeannette kımıldamadı bile. Ötekiler gelip de seslenmemiş
olsalar, sabaha kadar kalacaktı o taşın üzerinde. Ortak tehlike karşısında bir dayanışma doğmuştu.
Hatta yaşlı bir kadının kaybettiği küçük köpeği bile bulup getirmişlerdi.
“Aşağıda kayık var,” demişlerdi Jeannette’e.
Jeannette arkalarından yürüdü.
Karşı kıyıya ulaştığında gülmeye başlamıştı. Dayanılmaz bir arzu bürümüştü içini: “Buradayım
işte, ölmedim!” demek istiyordu ağaçlara.
Tepeyi tırmanmaya koyuldu. Güçlükle nefes alıyordu. Birden bir ses durdurdu kendisini:
“Jeannette!”
Karşısındaki pasaklı ve yabanıl askerin Lucien olduğunu, ilk bakışta anlayamadı Jeannette. Lucien
onu ellerinden yakalamış sarsıyor ve kahkahalarla gülüyordu. Birbirlerini görmeyeli dört yıl olmuştu.
Yalnızca bir kez, bir tiyatro fuayesinde görmüştü Lucien, Jeannette’i; ama kendini belli etmeden geçip
gitmişti. Ve şimdi ağzı kulaklarına varıyordu sevinçten. Böyle bir anda ve binlerce insanın arasında
Jeannette’i yeniden bulmak. Ne büyük mutluluktu bu! Hep onu, yalnız onu sevmiş olduğunu duydu
içinin içinde. Sonradan geçmiş olan her şey, sıkıcı bir oyundan ibaretti o kadar. Jenny, kumullar... ne
kötü ve uzun bir düş! Ama işte gene Jeannette var karşısında ve konuşuyor işte ve sesini işitiyor gene!
“Lucien! Ne hale geldik görüyor musun Lucien! Felaket bu, korkunç bir felaket! Karşı kıyıyı
bilsen... Kadınlar, çocuklar... Daha biraz önce ufacık bir çocuk öldürüldü Lucien. Tamamıyla
kaçırdım ipin ucunu, hiçbir şey anlamıyorum artık.”
Soluk bir gülümseyiş dolaştı Lucien’in dudaklarında.
“Yalnızca bu yol üzerinde, en azından yirmi bin kişi öldürüldü,” dedi. “Ve bu yol gibi daha kaç
tane yol var, düşün! Kuzeyde daha da beterini gördüm. Yürüyorduk, önümüzde göçmenler vardı.
Geçmek imkansız. Ve onların önünde de Almanlar. Anlamıyorsun değil mi? Baştakilerin istediği de
buydu zaten. Orduyu bir tuzağa itip kaçmak! Toptan kılıçtan geçelim istiyorlardı. Biri de babam,
düşün! ‘Almanlar bile bundan daha iyidir!’ der dururdu hep, kaç kez işittim! ‘Daha iyi...’ dediği
buymuş işte!”
Hüzünle elini okşadı Jeannette’in:
“Bir an önce gitmen gerekir,” dedi. “Bombalayacaklar gene. Ortalık asker dolu, bak. Ama subay
dersen, yalnızca üç tane. Gerisi hep kaçtı. Şu karşıda gördüğün tepeyi savunacakmışız. Ama
inanmıyorum. Hep böyle oluyor çünkü: ‘Savunacaksınız,’ diyorlar kazıyoruz siperleri, beklemeye
başlıyoruz. Demeye kalmadan yeni bir emir geliyor! ‘Geri çekilin!’ Arkasından da başlıyor Alman
bombardımanları. Haydi Jeannette, kalma daha fazla, git!”
“Peki ya sen Lucien? Sen kalacak mısın burada?”
“Bana bakma! Dunkerque’deki cehennemden kurtulup geldim buraya ben. Öldürseler belki de daha
iyi benim için.”
“Korkuyorum Lucien. Nasıl korkuyorum bilsen! Yaşamak istiyorum, yaşamak.”
Sımsıkı sarılıp öptü Lucien’i ve koşarak uzaklaştı. Tepeye gelince durdu. Güneş batıyordu.
Yusyuvarlak, kocaman ve kıpkırmızı bir güneş... Yıkıntılar görünmüyordu buradan. Yemyeşil, taptaze
ve sakindi hayat. Geniş ama sığ bir ırmak, Loire, tembel tembel parıldamaktaydı uzakta. Kumlu
adalar, çalılıkların altında kaybolup gitmişti. Jeannette’in yanı başında iki kocaman ağaç
yükseliyordu. Nöbetçiler gibi ciddi ve vakur. Karanlık uzun dalları bütün gökyüzüne yayılmıştı sanki.
Masmavi görünüyordu uçları. Yüksek otların arasına dalıp çıkan leylekler vardı. Kalın sesli bir
köpek havlamaya koyuldu uzakta. Küçücük beyaz bir ev gördü Jeannette. Herhalde terk edilmişti.
Çağrıldığını duyar gibi oldu. Hava ne kadar güzel! diye düşündü ve bir bisküvi çıkardı çantasından.
Yaşama sevinci doldurmuştu içini.
Çok iyi bildiği bir çatırtı koptu tam o sırada. Uysallıkla kendini yere attı. Herkes gibi o da mümkün
olduğunca otların arasına sokuluyor, kendini büzerek küçülmeye gayret ediyordu. Anlatılamaz bir
koku yayılıyordu otlardan. Jeannette’in çocukluğunun, ilk yazlarının kokusuydu bu. Kalbinin hızla
çarptığını hissetti. Gittikçe genişleyerek yaklaşıyordu gürültü. Nane ekmiş olsalar gerek buraya, nane
kokusu var, diye düşünecek kadar zamanı kalmıştı.
Can çekişmesi uzun sürmedi. Elbisesiyle birlikte çevredeki otlar da kana bulanmıştı. Alabildiğine
sakindi yüzü. Hafif bir rüzgâr, lüleli uzun saçlarını dalgalandırdı. Şaşkınlık dolu kocaman gözleriyle
ilk yıldızlara bakar gibiydi.
32
İspanya büyükelçisiyle Tessat, Chapon d’or lokantasında yemek yiyorlardı. Görüşme, yorucu
olacağa benziyordu. Ama Bordeaux mutfağının nefaseti ve lokantanın ünlü şarapları durumun acılığını
biraz olsun hafifletiyordu.
Korkunç bir hafta geçirmişti Tessat. Tours’a, meslektaşlarından iki gün önce gelmişti. Ve bu
sayede de, uygun bir yer bulabilmişti kendine. Sonradan gelen bakanlar, başlarını sokacak bir delik
bulamamaksızın oradan oraya savrulup durmuşlardı. Ve düşman, kenti durmadan bombalamaktaydı.
Roosevelt’e telgraf yağdırmaktan başka bir şey yapmaz olmuştu Reynaud. Tessat dalga geçmekten
geri kalmıyordu: “Hükümet başkanımız, United Press’in özel muhabirliğini de yapıyor!” Öylesine
büyük bir kargaşa vardı ki, Roosevelt’e gönderilen telgraflardan biri bütün bir gece postanede
kalmıştı. Ve Almanlar, günde elli kilometre hızla ilerliyordu. Kaçak ve göçmenlerle doluydu yollar.
Tessat, Breuteuil’i arayıp duruyordu hep. Ama Breuteuil’in ortaya çıkmasıyla ortadan kaybolması
bir oluyordu. Söylediğine göre, karısı sinirlerinden hastaydı. Kuşkusuz doğruydu! Çünkü Tessat, nasıl
olup da kendisinin hastalanmadığını bir türlü anlayamıyordu. Yalnızca Laval keyifliydi içlerinde.
Bembeyaz kravatıyla, yeni evlenmiş bir güveyi andırıyordu. Ve Tessat’yı tanımazlıktan geliyordu
Laval. Hükümet üyeleriyse, Reynaud’nun yerleştiği şato ile kent arasında mekik dokumaktaydılar. Bir
uğraşları daha vardı: “Ne zaman yola çıkıyoruz?” gibisinden saçma sapan sorularla kendilerini
rahatsız eden sekreterlerini kayıp bavulları aramaya memur etmek!
Hükümet toplantısında Tessat barış görüşmelerine girişmeyi önermişti. Hemen sözünü kesti
Reynaud:
“Dostlarımıza olan sözlerimizi ne yapacağız peki? Roosevelt’in yanıtını beklememiz şarttır.”
Mandel’in bakışlarını kendi üzerinde hisseden Tessat, hemen arkasını dönmüştü. Bu adamdan her
şey beklenir! Tessat bir hain onun gözünde. Ve artık çocuklar bile biliyor ki, Mandel birinin defterini
dürmek istedi mi, adama ağıt yazmaya başlayabilirsiniz! Ne soluk bir benzi vardır. Bir damla kan
bile bulamazsınız! İşkenceci canım, tam bir işkenceci!
O sırada hiç ummadığı bir çağrı geldi. Allahtan General Picard, son derece önemli bir haber
vermek üzere toplantıya kabul edilmesini istiyordu. Genellikle sakin bir adam olan Picard, ağlayacak
haldeydi. Kelimeleri yutuyordu konuşurken. Generalin dişi olmadığını fark etti Tessat. Takma
dişlerini nerede kaybetmişti acaba? Tessat, Generalin ne söylediğini pek anlamamıştı ilkin.
Durmadan tekrarlıyordu Picard:
“Evet evet, tam söylediğim gibi, bir komünist devrimi! Ayak takımı Elysée’yi kuşatmış durumda.
Ve Paris’te yer yer büyük yangınlar çıkıyor.”
Dehşet içinde gözlerini yumdu Tessat. Ne bombalardan, ne de obüslerden korkusu vardı. Hatta
hapsedilebileceği düşüncesine bile alıştırmıştı kendini. Gerçi bu da müthiş bir olasılıktı ama,
Almanlar ne de olsa uygar kişilerdir, koskoca bir bakana da adi bir suçlu muamelesi yapacak değiller
ya! Yalnız ve yalnız komünistlerden korkuyordu Tessat. Hele Denise’le son görüşmesinden sonra,
Kızılların kendisinden nefret ettiğini artık iyice anlamış bulunuyordu. Ve gayet iyi biliyordu ki
komünistler iktidara geldiği takdirde, kendisi de darağacına yollanacaktır. Fransa için ne büyük
felaket! Almanlar Paris’e girdiklerinde, milli yas ilan ederiz, olur biter. Şurası gerçek ki, Almanlar
komünistlerden kat kat iyidir. Bayraklarını dikerler çok çok Elysée’ye, ama güzelim saraya el
sürmeye kalkmazlar. Oysa komünistler her şeyi ateşe verecektir. 1871’de olduğu gibi tıpkı.
Başladılar bile işte! Gözleri iyice dönmüş! İnsan değil ki bunlar, vahşi hayvan sürüsü!
Paris’le bir telsiz konuşması yapmayı başarmış olan Mandel, yarım saat sonra ilan etti:
“Başkentte sükûnet hüküm sürmektedir.”
Picard önce tartışmayı denemiş ama hemen vazgeçip, kibirli bir gülümseyişle:
“Mümkün,” demişti. “General Dentz dostumdur ve en iyi kumandanlarımızdan biridir kendisi.
Düşmana silahlı direnişi örgütlemek isteyen tahrikçilerin üzerine ihtarsız ateş açılmasını emretmiştir
kuşkusuz.”
“Tours’u bir an önce terk etmeliyiz,” diye dayatıyordu Tessat. Bir gün daha geçti. Almanlar elli
kilometre daha ilerlemişlerdi. Günlerden 14 hazirandı: Lanetli bir tarih! Ona hiçbir zaman uğur
getirmemişti zaten bu on dört rakımı. Amélie ayın 14’ünde ölmemiş miydi! Almanların Paris’e
girdiğini haber verdiklerinde Tessat berberde tıraş olmaktaydı. Bu habere çoktan hazırlanmıştı ama
gene de haykırmaktan alamadı kendini.
“Büyük felaket!”
Dayanamayıp bağırdı berber:
“Bugün canım çalışmak istemiyor. Defolun dükkânımdan!”
Komünistin biriydi kuşkusuz!
Tessat akşamleyin Bordeaux’ya hareket etti.
Daha önceki gün olup bitmişti bütün bunlar, ama Tessat’ya aradan bir yüzyıl geçmiş gibi geliyordu.
Art arda bu kadar felaket! Günlerin sırasını bile şaşırmıştı artık. Almanlar ilerlemeye devam
ediyordu, Loire’a ulaşmışlardı işte. Ve Paris’te kalmış olanların keyfi tıkırdı şimdi. Çilesi bitmişti
onların! Oysa burada bir şeyler yapmak, birtakım kararlar almak gerekiyordu. Churchill gene şantaj
yapıyordu. Ve De Gaulle’ün de Bordeaux’ya geldiği haberi dolaşıyordu ağızdan ağıza. Belki de
komünistlerle temas kurmak için gelmiştir kim bilir! Bordeaux bir liman kenti değil mi? İt sürüsü gibi
dok işçisi var. “Bunlar tehlikeli unsurlardır,” diyerek uyarmasını yaptı ama vali, dinleyen kim?
Reynaud’yu başımızdan defetmeliyiz. Lebrun’se hâlâ tereddütte, ağlamaktan başka bir şey bilmiyor.
Ağlamanın sırasıymış gibi! Bugün bize gerekli olan gözyaşı falan değil, demirden bir eldir!
İspanya büyükelçisiyle görüşmekle görevlendirmişti Breuteuil Tessat’yı. Berlin, şartlarını İspanya
aracılığıyla bildirecekti. Birçok şeyin bu görüşmeye bağlı olduğunu da çıtlatmıştı Breuteuil. Ve
Tessat, görevinden gurur duyuyordu. Ama aynı zamanda da cesaretsiz hissediyordu kendini. İspanyolu
kendi lehine çekmek çabasındaydı. Nitekim büyükelçi Bordeaux şarabını övmeye başladığında,
ustaca sözünü kesmiş ve:
“Sizin Rioja şarabınızdan da ben tattım,” demişti. “İnanın ki, en iyi Fransız şaraplarıyla rahatça
boy ölçüşebilir.”
Hafifçe içini çektikten sonra da ekledi:
“Milli savaşınız sırasında, oğlum Lucien Salamanque’ta Fransa konsolosuydu. Kendisi sayısız
Falanjistle dostluk kurmuş ve General Franco’ya da aktif şekilde yardım etmiştir.”
“Şimdi nerede oğlunuz?”
Hemen yanıt vermedi Tessat: Kıpkırmızı olmuştu, ne pis bir sıcak vardı bu lokantada!
“Öldü,” dedi nihayet. “Komünistler tarafından öldürüldü.”
Horoz şiş de yenip bitince, Tessat sadede gelti. Berlin’in barış şartları nelerdi acaba? Kaçamak
yanıtlar verdi ilkin İspanyol. Ufak ayrıntılara takılıp kalmak gereksiz olurdu; karşılıklı bir anlayış
havası gerekliydi her şeyden önce ve galipler Fransa’yı küçük düşürmek istemiyorlardı, vs.
Tessat’nın keyfine diyecek yoktu. Ama büyükelçi, ‘ufak ayrıntı’ diye nitelediği noktaları açıklayınca,
sırtında bıçak gibi bir soğuk ürperti dolaştı Tessat’nın:
“Ama bu imkansız!”
“Bazı noktalarda bazı değişiklikler düşünülebilir kuşkusuz. Biraz önce de belirttiğim gibi, esas
olan, karşılıklı teması kurmaktır. Ve bu arada, birçok şey, Fransız donanmasının akıbetine bağlıdır.
Berlin’in birtakım kuşkuları var: Mareşal iktidarı eline aldığı zaman, bütün herkesi emirlerini
uygulamaya zorlayabilecek midir? Sonra Almanları özellikle endişelendiren bir nokta da, Fas ve
Suriye’de hakim olan olumsuz havadır.”
“Bir yanlışlık var: Bugün Fransa’da Verdun kahramanından daha büyük otoriteye sahip olan bir tek
adam daha bulamazsınız.”
“Öyleyse çok iyi. Tanrılara layık bir içki bu Armagnac!”
Yemekten sonra Tessat, Breuteuil’e koştu:
“Almanlar çıldırmış! Akıl almaz şartlar koşuyorlar bize. Yalnız akıl almaz değil, açıkçası onur
kırıcı şartlar! Korkarım ki sonunda Reynaud haklı çıkacak ve toptan Madagaskar’a kaçmak zorunda
kalacağız!”
Ama Breuteuil’in Alman talepleri karşısında şaşkınlığa düşmediğini görür görmez yatışmıştı.
“Hiç kuşku yok ki durumu soğukkanlılıkla değerlendirmek gerekir,” dedi. “İşin ucunda, ilkin
düşünmüş olduğum kadar korkunç değil bu şartlar. Ama gene de hemen yayımlamamak uygun olur
fikrindeyim. Önce anlaşmayı imzalarız, sonra da şartları açıklarız. Yoksa durumu komünistler
kullanmaya kalkabilir. Koministler ya da De Gaulle. Bordeaux’ya gelmiş biliyor musun? Merak
ediyorum doğrusu ne halt etmeye geldiğini. Sıkıntılı günler bekliyor azizim bizi. Ama tabii sonra her
şey düzelecek.”
Reynaud o akşam istifasını verdi. Ve Tessat, tebrik etti Pétain’i:
“Muzaffer bir kumandan olarak hak ettiğiniz itibar...”
Mareşal, sözünü kesmiş ve boğuk bir sesle yanıt vermişti:
“Teşekkür ederim, teşekkür ederim.”
Yeni hükümetin bakanlarını gecenin geç saatlerinde yazdırabildi Tessat, Joliot’ya: Şişman
gazeteci, Voie Nouvelle’i Bordeaux’da sınırlı olarak basma imkanını yaratmıştı.
“Hiç kuşkusuz ki,” diye ekledi Tessat, “hükümet bunalımı, geleneğe uygun bir şekilde
çözülmemiştir. Ama Mareşal’in elinde hazır bir liste vardı. Meclis toplantısı sonunda kabul edilen
bildiriyi açıklamam imkansız. Başka çaremiz de yok, çünkü burada sığınmacı durumundayız.”
Joliot sormuştu:
“Almanların şartları neler?”
“Açıkayamam,” dedi Tessat. “Açıklayamam, çünkü devlet sırrıdır. Yalnız bir tek noktayı rahatça
belirtebilirim: Şartlar, onur ve şerefimizle mükemmel biçimde bağdaşan şartlardır. Zaten başka türlü
olsa, Mareşal kabul etmezdi.”
Yutmamıştı Joliot:
“Onur dediğiniz, esnek bir şeydir,” dedi gözünü kırparak. “Beni bütün ilgilendiren, Almanların
buraya kadar gelmesine izin verilip verilemeyeceği. Çünkü burada iyi kötü bir matbaa ayarlayıncaya
kadar anamdan emdiğim süt burnumdan geldi. Ve bir de, sonsuza dek otomobilde yaşamak
istemiyorum!”
“Buraya ailece yerleşebilirsiniz. İkinci başkent Bordeaux olacak.”
Saatler aylar kadar uzun geliyordu. Almanlar yanıt vermekte aceleci davranmıyor ve ilerlemeye
devam ediyorlardı. Tessat günde iki kez haritanın başına çöküyor ve düşman tarafından zaptedilen
kentlerin altını çiziyordu: Orléans, Cherbourg, Rennes, Dijon, Belfort... Dördüncü gün dayanamayıp
haritayı önünden kaldırttı ve büyük bir karamsarlık içinde Pomaret’ye dönerek:
“Elimizde kalan kentleri say bana,” dedi.
Chautemps, damdan düşercesine atılıp:
“Defterimizi dürmek istiyorlar,” demişti Tessat’ya. “Ortaya sürdükleri şartların altına imza
koyacak bir tek Fransız yoktur!”
Sonra da alaycı bir edayla ekledi:
“Senin Grandel hariç tabii. Ama o da Paris’te.”
Tessat birden öfkelenmişti.
“Grandel ne zamandan beri ‘benim’ olmuş! Sonra da ben, ille de teslim olalım demiyorum ki. Yüz
ağartıcı bir barış yapalım demiştim ben, bundan daha doğal ne olabilir? Ama gerekirse barış yapmaz,
gideriz. Cezayir’e gideriz, ben şahsen hazırım gitmeye. Hatta belki başlangıçta Perpignan’a taşınmak
daha iyi. Sıkıştığımız takdirde Port-Vendres’dan çıkmak zor bir iş değil.”
Bir direniş hareketini ciddi olarak düşünmeye başlamıştı Tessat. Uzun uzun haritayı inceliyor ve
General Lerideau’yla bu meseleyi tartışıyordu. Radyodan bütün memlekete hitaben bir de konuşma
yaptı:
“Askerler, denizciler! Ateşkes henüz imzalanmamıştır. Mücadele devam ediyor. Müttefiklerimizle
dirsek dirseğe, karada, denizde ve havalarda, şerefimizi sizler savunacaksınız!”
Akşama doğru bir baş ağrısı yapmıştı. Biraz hava almak için çıktı, limana kadar ilerledi. Kendisini
tanıyan dok işçileri, derhal bağırmaya başladılar:
“Hainler sehpaya!”
“Yakalayıp denize sallandıralım!”
Tam o sırada bir taksi gördü Allahtan. Kurtuluş uzaklaşmaktaydı! Boğucu bir sıcak vardı ama gene
de arabanın camlarını sımsıkı kapatmakta kusur etmedi. Heriflerin ağzı köpürmüş, pekala takip
edebilirler kendisini. Doğru Breuteuil’e gitti.
“Chautemps yeni bir entrika peşinde. Hükümetin önce Perpignan’a, sonra da gerekirse Afrika’ya
gitmesini istiyor. Bu oyunun arkasında Churchill var, adım gibi eminim. Chautemps’ın ne kadar
paraya düşkün olduğunu bilirsin. Stavisky hikâyesini anımsa. Almanların şartlarını derhal kabul
etmeliyiz. Aksi takdirde kargaşaya, anarşiye doğru yuvarlanacağız!”
Ama Almanlar yanıt vermemeyi sürdürüyorlardı. Bordeaux üzerine yürüyorlardı şimdi.
Tessat sabah erkenden art arda kopan patlama sesleriyle uyandı. Alman uçakları, kentin üzerinden
damlara sürünürcesine uçmaktaydılar. Bir saat sonra haber getirdiler. Yedi yüz kurban vardı! Kalkıp
ister istemez hastaneyi boyladı. Yaralı çocukların manzarası bir yandan, eter kokusu öbür yandan,
sinirleri tamamıyla laçka olmuştu. Haykırmaya başladı:
“Biz onlara telgraf gönderiyoruz, onlarsa yanıt yerine üstümüze bomba yağdırıyorlar!”
Bordeaux Belediye Başkanı Marquet koşup gelmişti. Kenti kurtarabilmek için hükümetin hemen
gitmesini istiyordu. Ve işte o zaman panik başladı. Tessat bütün günü İspanya büyükelçisinin yanında
geçirdikten sonra akşamleyin Joliot’ya:
“Halkı temin edebilirsiniz,” dedi gururla. “Almanlar, kente dokunmayacaklarına dair, mareşale söz
vermiş bulunuyor.”
Ertesi günü de pişman oldu. Joliot’la konuşmaya mecbur muydu sanki! Yarı çılgına dönmüş
göçmen yığınları akın ediyordu dört bir yandan Bordeaux’ya. Sokaklardan arabayla geçmek imkansız
hale gelmişti. Ekmeğin damlası yoktu fırınlarda. İnsanlar meydanlarda uyuyordu. Ve birbirini
kovalıyordu göçmen dalgaları. Tessat valiyi çağırttı.
“Hiç kimsenin kente girmesine izin vermeyeceksiniz, yoksa mahvolduk demektir. Kapılara
otomatik tüfekli polis memurları yerleştirin. Bu konuda orduya güvenmek isabetli olmaz. Askerlerin
morali bozuk, herkesi bırakırlar içeriye: Kaçakları, Almanları, komünistleri, herkesi yani herkesi...”
Tours kentinin hâlâ direnmekte olduğunu Tessat’ya haber verdiklerinde, iyice zıvanadan çıktı. Bu
ne çılgınlık! Hitler’i kızdırmaktan başka ne işe yarar ki bu! Ve hükümet, Tessat’nın teklifi üzerine,
bütün Fransız kentlerini ‘açık kent’ ilan ediyordu.
Tessat radyoda yeni bir konuşma yaptı. Heyecandan sesi titriyordu.
“Düşmanlarımızın bunu anlayışla karşılayacaklarını düşünüyoruz. Fransız halkı daima realist
olagelmiştir. Gerçeğe korkmadan bakmasını bilen bir milletiz ve kılıcımızı kınına koymamız
gerektiğinde: ‘Asıl yenilmez olan, fikirler ve ruhtur!’ deriz. Ama şu anda heyhat! Tanklar fikirleri
ezip geçiyor.”
Bitkin bir halde yığılıp kalmıştı koltuğuna, yüzü ter içindeydi. Birden kapı açıldı ve Weiss girdi.
Afallamıştı Tessat: Nasıl olur da kendisine haber vermeden içeri bırakırlardı bu adamı? Kendisinin
bakan, Bordeaux’nun da şu anda başkent olduğunu unutuyorlar mıydı yoksa!
Bir kâğıt uzattı Weiss kendisine:
“İmzalayacaksınız.”
“Nedir bu?”
Anlattı Weiss: Uçaklarıyla birlikte İngiltere’ye kaçmak isteyen bir alay havacı vardı. Ve bunlara
engel olmak için, benzini kullanılmaz hale getirmek gerekiyordu.
“Ama bu benim yetkilerim içinde değil ki... Generale başvurun.”
Weiss sırıtarak:
“Kendisine ihtiyaç duyulduğu zaman General bulunmaz oluyor,” dedi. “Oysa mesele çok acil.
Formalist olmamanızı önereceğim size. Bakanlıkların yetkisi hiç kimseyi ilgilendirmiyor artık. Ve her
kayıp uçak için, Almanların önünde hesap verecek olan sizsiniz. Derdimi anlatabildiğimi umarım?”
‘Küstah! Sefil casus!’ diye haykırmak istedi suratına adamın. Ama vazgeçti. Bir çılgın gibi baktı
Weiss’ın yüzüne. Sonra da dolmakalemini çekti ve gözlerini kırpıştırarak imzaladı. Weiss, büyük bir
nezaketle teşekkür etti kendisine.
33
Tours iyi dayanıyordu. Kenti savunanlar, iki kez üst üste yıkmışlardı dubalı köprülerini. Biraz
ötesinde Loire’ın ışıldadığı bu gri ev yığınına şaşkın gözlerle bakıyordu Almanlar. Güneye doğru
inen Poitiers yoluna hükmediyordu Tours ve bu beklenmedik engel muzaffer orduyu
sinirlendirmekteydi. Edebiyatı seven ve bunu da göstermekten hoşlanan bir Alman generali:
“Gördünüz mü?” demişti subaylarına. “Bu kurbağa yiyicileri Balzac’ın yurdunu savunmaktalar.”
Peki ama nasıl oluyor da Tours açık kent ilan edilmemiş bulunuyordu? Söylentiye bakılırsa,
belediye başkanı halkı direnişe teşvik etmişti. İşte o zaman, kent sakinlerinin cesareti karşısında
utanca kapılan askerler gerilememeye karar vermişti. İlk Alman saldırılarının, kent hastanesinde yatan
yaralılar tarafından püskürtüldüğü dolaşıyordu kulaktan kulağa. Sakinlerin, Loire şaraplarıyla dolu
fıçılar arasında gizlenmekte olduğu mahzenlerde, kahramanlık efsaneleri doğuyordu. Tümen halini
alıyordu çok geçmeden taburlar. Alman tanklarını yerle bir eden esrarengiz obüslerden söz
açılıyordu. Ve hiç kimse, kentin niçin hâlâ direndiğini anlayamıyordu. En korkunç bozgun günlerinde
bile, cesur insanlar ve cesur kentler bulunabiliyordu demek! Kentin bütün savunması, topu topu iki
taburun sırtındaydı. Bir de bu taburlara, yüz kadar yaralıyla bir o kadar gönüllü katılmıştı. Birinci
savaşta çarpışmış yaşlılarla, henüz askere alınmamış gencecik delikanlılardan kuruluydu gönüllüler.
Kenti savunanlar arasında bir de milletvekili vardı: Teğmen Ducamp... Askerler ona ‘dede’
lakabını takmışlardı. Bir yıl içinde bayağı yaşlanıvermişti. O güne kadar hayatına anlam veren ne
varsa, hepsi bir hayalden ibaret çıkmıştı. Ve Ducamp kör değildi: Anlıyordu hatasını. Ama ruhunun
derinliklerinde kıvranan bir duygu vardı gene de. Kitaplardan okuyup sevdiği o eski Fransa’nın,
özveri sahibi insanların kanıyla dirilip kalkınacağına inanmaktaydı. Ve Tours savunması, kaderin son
bir lütfuydu onun gözünde.
Bundan otuz beş yıl önce bir edebiyat toplantısına katılmıştı Ducamp. O çağlarda alabildiğine
çirkin, kocaman sarkık kulaklı bir delikanlıydı. Ve havacı olmayı hayal ediyordu. Şair Charles Péguy
de gelmişti toplantıya ve bir şiirini okumuştu:
Ne mutlu ama toprağı için vurulup ölenlere
...................................................................
Haklı bir dava için ölenlere ne mutlu!..
Marne Savaşı’nın ilk gününde öldürüldü Péguy. Ve bu savaşın zaferle sonuçlanacağını bilmiyordu.
Akıl almaz bir bozgunun, müthiş bir paniğin ve dörtnala bir kaçışın tanığı olarak ölmüştü. Paris’i
savunurken ölmüştü. Ve yenmişti Fransa. Ve bugün işte Ducamp, o çok sevdiği mısraları tekrarlıyor
durmadan, umutsuzluk anlarında Péguy’nin şiirine sığınıyordu. Bordeaux’da olup bitenleri
düşünmemeye zorluyordu kendini. Obüs sesleriyle yaralıların inleyişleri arasında bölüştürdüğü
uykusuzluk gecelerinden bitkin düşmüştü ama gene de inanıyordu zafere. Bu küçük kenti savunmak,
bütün Fransa’yı savunmaktı onun gözünde.
Loire’ın sağ kıyısı üzerinde mevzilenmiş olan Alman bataryaları, kenti yerle bir etmeyi amaç
edinmişlerdi. Ve bombardıman uçakları, bu amacın bir an önce gerçekleşmesini sağlamakla
görevliydi. Eski konakların silmeli, sütunlu, çıkma kuleli cephelerini azgın bir hırsla çökertiyordu
bombalar. Kenti savunanlarınsa erzakı, cephanesi ve ilacı tükenmişti. Fransız topları susmuştu.
Yalnızca makineli ateşleriyle zaptedebiliyorlardı düşmanı.
İkinci günün bitiminde küçük bir mola oldu. Rıhtıma bakan evlerden birinde Ducamp’la Çavuş
Maillot yemek yiyorlardı. Ekmekle biraz sucuk getirmişti askerler onlara. Lokmaları gürültüyle
çiğniyorlardı ve koyu sessizliğin ortasında insana rahatlık veren bir şeydi bu şapırtı. Oda yarı
karanlıktı, üst üste yığılmış kum torbalarıyla örtülüydü pencereler. Evin mobilyası geçmiş zamanları
anımsatıyordu insana. Dolabın üzerinde, küçük pembe horoz kabartmalarıyla süslü çini kaseler
sıralanmıştı. Yerlerde fişek kovanları, teneke kutular, yırtılmış mektuplar sürünmekteydi. Yan odada
askerler uyuyordu.
Birisi radyoyu açtı. Tessat’nın konuşması yayımlanmaktaydı Bordeaux’dan. Yeni hükümetin üyesi,
tanklardan ve ‘ölümsüz fikirler’den dem vuruyordu. Haykırdı Ducamp:
“Sustur şu namussuzu!”
Askerler gülmeye başlamışlardı:
“Bir türlü bırakmazlar ‘dede’yi rahat rahat yemek yesin!”
Radyoyu kapattılar. Ve Çavuş Maillot, yüzü beyaz kıllarla dolu, gözleri kıpkırmızı, aniden sordu
Ducamp’a:
“Niçin desteklediniz bunları ’36’da?.. Namuslu bir adamsınız siz. Ve gördüğüm kadarıyla da
buradan sağ çıkmayacağız. Birlikte ölmeden önce, neden öldüğümüzü anlamak isterdim.”
Hafifçe güldü Ducamp.
“Anlamak mı? Ben kendim bir şey anlamıyorum ki, size anlatayım! Aklar kara çıktı, karalar da ak...
Kör hale geldik. Ya da tersine, yeni yeni görmeye başlıyoruz gerçeği belki. Daha hâlâ şerefli insanlar
var Allahtan. De Gaulle örneğin. İngilizler de teslim olmayacak. Bize gelince...”
Belirsiz bir işaret yaptı eliyle.
“Son savaşta, Kuzeyde Arras’taydım,” dedi Maillot. “Yerle bir olmuştu kent, ama kelimenin tam
anlamıyla ‘yerle bir...’ Bu savaşta da Arras’ta buldum kendimi. Baktım: İnsanlar yirmi yılda kenti
yeni baştan kurmuşlardı. Ve alabildiğine sakindi Arras: Cephe gerisiydi tabii, başlangıçta. Önlerinde
Belçika vardı. Ve kimse kötü olasılıkları aklından geçirmiyordu. Sonra... Sonra Arras’ı gene yerle
bir olmuş halde bıraktık. Moloz yığınları ve toz bulutları içinde. Gene kuracaklar yeni baştan, ne
gülünç bir oyun! Hep böyle yaşanmaz ki! Bir şeyleri ta kökünden değiştirmek gerekiyor.”
“Komünist misiniz?”
“Hayır. Askere alınmadan önce öğretmendim. Size vermedim oyumu. Halk Cephesi’ne verdim.
Ama politikayla uğraşmıyordum. Şimdi ise umutsuzluk içindeyim. Yüzbaşı Grémy dün ne dedi bana
bilir misiniz? ‘Kötü bir Fransızsınız,’ dedi. Ama her şeyin eskiden olduğu gibi kalması mümkün mü
hiç?”
Yer yer kekeleyerek, güçlükle konuştu Ducamp:
“Buradan kurtulacak ‘hayır’ diyecek olan ilk insan benim. Ama şimdi sırası değil. Şimdi yanıt
verin bana: Kenti savunmaya devam edecek misiniz?”
Bir obüs verdi yanıtı. Mola sona ermişti.
Üçüncü gün her şey belli olmuştu. Almanlar kente girdiler. Kütüphane yanıyordu. Rıhtımla
bulvarlar arasındaki dar sokaklarda çarpışıyordu insanlar. Dumanların arasında güneş, kirli bir
pembeye bürünmüştü. Yanık kokuyordu ortalık.
Bir ambarın çatı penceresine mevzilenmişti Ducamp. Kiremit damlar ve damların arasından
görünen dolambaçlı uzun bir sokak vardı önünde. Ve Ducamp, hiç de kötü bir nişancı değildi. Doğup
büyüdüğü kentte panayır kurulurdu bir zamanlar ve genç kızlara kur yapmasını bilmezdi Ducamp.
Kekemeydi, utanç duyardı halinden. Ama atış tahtalarının önüne geldi mi, bambaşka bir insan
kesiliverirdi. Ve çevresine toplanan meraklıların hayranlık dolu çığlıkları (“Amma da tutturdu be!”
“Müthiş bir atıcı doğrusu!”) gururla doldururdu delikanlı yüreğini. O zaman bir gurur kaynağıydı
nişancılığı, evet. Ama bugün, tek umut kaynağıydı. Pahalıya satacaktı hayatını, katiyen ucuza değil.
Almanları gördü ileride. Birbirlerinin ardı sıra ve gri duvarlara sürtünerek geliyorlardı. Sokağı
Fransızlar bir barikatla kapatmıştı daha önceden. Evlerden alınıp yığılmış fıçılar, mobilyalar,
yataklar...
Birden bir Fransız askeri gözüne çarptı Ducamp’ın: Çavuş Maillot idi bu. Ama ne yapıyordu o
öyle? Çılgınlık! Almanlara doğru koşuyordu Maillot! Sonra aniden durup bir el bombası savurdu. Üç
Alman kaldırıma yığılıp kaldılar. Ötekiler kaçmaya koyuldu. Sevinçten çılgına dönmüş olan Ducamp
haykırıyordu:
“Bravo çavuş! Eline sağlık, bravo!”
Ayakta, donup kalmış gibi hareketsiz duruyordu Maillot. Bir yayılım ateşi çınlattı ortalığı ve
Maillot, kollarıyla havayı döverek yığıldı olduğu yere.
Almanlar çok geçmeden yeniden görünmüşlerdi. Ducamp on ikiden tutturuyordu her attığını. Ve
Almanlar, dayanamayacaklarını anlayınca dönüp, rıhtıma doğru çekildiler.
Ceketinin koluyla alnında biriken terleri sildi Ducamp, matarasını dikti. İçi kavruluyordu uzun
süreden beri. Damlardan atlaya atlaya, yan sokaktan yaklaşabileceklerini düşünmemişti Almanların.
Aniden, kızıl saçlı, uzun boylu bir asker beliriverdi önünde. Uzun süre mücadele ettiler. Sonunda
hakladı Almanı.
Bir dakika kadar sessizlik oldu. Ambara dalan bir eşek arısının vızıltısından başka bir şey
işitilmiyordu. Sonra gene tüfeğini omuzladı Ducamp: Damların üzerinde sürünerek ilerleyen düşman
askerleri vardı. İki el ateş etti. Kısa bir düşünce yanıp söndü kafasında: “Bu dokuzuncu!” Ve birden
sendeleyip bir ağaç gibi gürültüyle devrildi.
34
Tessat, güçsüz bir halde, sofada uzanmıştı. Sinekler perişan ediyordu kendisini. Burnuna, çıplak
kafasına konuyor, hatta kulağına kadar sokulup gıdıklıyorlardı. Kımıldayacak hali yoktu. Uyumak
istiyordu ama gelmek bilmiyordu uyku bir türlü. Bir dakika denen şeyin, aslında ne kadar uzun bir
zaman süresi olduğunu düşündü. Sonra da, günlerin ve ayların, hiç farkına varmadan geçip gitmiş
olduğunu... Dehşet içinde soruyordu kendi kendine. Nerededir şimdi Denise? Almanlar yakalamıştır
kızı muhakkak. Peki ya Paulette nerededir? O da ölmüş olsa gerek. Yoksa gelip bulurdu kendisini. Bir
bakanı bulmaktan kolay ne var! Yolların boydan boya kaçakların cesetleriyle dolu olduğunu anlatıyor
görenler. Ya peki Lucien? O da kurtulamamıştır. Gözüpek budalanın biridir çünkü ve herkesten önce
bu tiplere çatar ölüm...
Ne olacağını da bilmiyor Tessat. Laval gülümsüyor hep. Marquet, Bordeaux şaraplarını övüyor
kibirli kibirli. Breuteuil: “Her şey düzelecek,” diyor. Ama bulutlarda ufacık bir aralanma bile yok.
Ve Almanlar ilerlemeye devam ediyorlar. Brest ve Lyon’u da ele geçirdiler. La Rochelle’i aldılar en
son olarak. Burnunun dibindeler yani Bordeaux’nun. Bir parlamento heyeti yollandı Almanlara,
içlerinde Picard da var. Ama ne yanıt vereceklerini Allah bilir artık. Belki de özellikle böyle
uzattıkça uzatıyorlardır işi. Memleket çalkalanmakta çünkü. Pomaret’nin dediğine göre, Marsilya’da
komünistler bütün meydanları tutmuş, avaz avaz bağırmaktalarmış. Buradaki ruh hali de oradakinden
daha iç açıcı değil. (Dok işçileriyle karşılaşmasını anımsayıp içini ekti Tessat.) De Gaulle, askerleri
açıktan açığa başkaldırıya davet etmekte, ağzından çıkanı kulağı işitmiyor sanırsın. “Düşmanın eline
geçmemesi için uçakları ve bütün savaş malzemesini tahrip ediniz!” denir mi canım... Weiss küstahın
biri kuşkusuz, ama doğru söylüyor işin ucunda: Uçakların hesabını vermek gerekir. Kim verecek?
Bazı radikaller de Afrika’ya kaçmaya hazırlanmakta. Pek de o kadar aptalca bir şey değil
düşündükleri. Massilia vapurunda bir yer bile teklif ettiler Tessat’ya. Tam kabul ediyordu ki,
“Massilia yolcularını kurşuna dizdireceğiz,” dediğini işitti Breuteuil’in ve haykırdı: “Çok iyi edersin!
Böyle bir anda yurt terk edilmez!”
Telefon çaldı. Tessat’yı hükümet toplantısına çağırıyorlardı.
Durmadan burnunu silen Lebrun’ü görür görmez, haberlerin pek de iç açıcı olmadığını hemen
anladı Tessat. Breuteuil, General Picard tarafından telsizle bildirilmiş olan Alman şartlarını, ölü
duası okur gibi monoton bir sesle okumaya koyulmuştu şimdi, Tessat’nın kanına dokunmuştu birden,
haykırdı:
“Bu şartlar baştan aşağı utanç verici!”
Breuteuil bir an Tessat’ya baktı, sonra buz gibi bir sesle:
“Unutmayın ki,” dedi, “galip durumda değiliz.”
Haklıydı ve hemen başıyla onayladı Tessat:
“Anlamıyor değilim evet. Bana sorarsanız, imzalayalım derim.”
Yorgunluktan yarı ölü bir halde yaklaştı mikrofona, genzini temizledi ve tıpkı eskiden olduğu gibi
mert bir edayla, ‘millete hitaben’ yeni konuşmasına başladı:
“Soğukkanlılığımızı kaybetmeyelim! Temsilcilerimiz tarafından imzalanmış bulunan ateşkes
şartları ağır olmakla birlikte onur kırıcı değildir. Şerefli insanlara teklif edilen ve şerefli insanların
kabul edebileceği şartlardır bunlar. Bu sözlerimin en büyük kanıtı da bizzat kendi hayatımdır!”
Bir bardak maden suyu içti ve Breuteuil’e dönerek, titreyen bir sesle:
“Aman şartların yayımlanmamasına dikkat et!” dedi. “Askerler terhis oluncaya kadar hiçbir şey
açıklanmamalı... Ateşle oynamaya gerek yok. Ve unutma ki, orduda, kafası tütsülü olanların sayısı hiç
de az değil.”
Picard, Bordeaux’ya dönmüştü. Hemen Generalin yanına koştu Tessat, meraktan çatlayacaktı:
“Nasıl oldu? Yani... atmosfer nasıldı demek istiyorum?”
Işığı sönmüş bomboş gözlerle baktı General:
“Üniformamdan utanıyorum,” dedi.
“O tamam ama, ayrıntılar?”
“Ayrıntılar? Ayrıntılar basit. Bir çadıra buyur ettiler bizi. Çadırın ortasında bir masa, masanın
üzerinde de bir sürahi su, bir mürekkep hokkası, birkaç da divit vardı. Subaylardan biri: ‘Size büyük
ikramda bulunamıyoruz,’ dedi ve sürahiyi göstererek: ‘Çam sakızı, çoban armağanı,’ diye ekledi,
sonra da meslektaşlarına dönüp: ‘Ben Mareşal Foch değilim ki,’ diye sırıttı.”
“Peki ya Hitler? O ne yapıyordu, o?”
“Bir sinema oyuncusundan farksızdı. Oradan oraya koşup duruyordu hep. Bir de konuşma yaptı:
Boğuk bir sesi var. Fransız toprağını ayakları altına aldığını iyice belirtmek için, yerdeki otları
çiğniyordu durmadan. İşte bu kadar hepsi. Sonra ne olup bittiğine gelince, onu kendi kendime bile
anlatmayacağım. Çok utanç verici bir şey çünkü.”
Üç gün daha geçti aradan, Tessat durmadan çalışıyordu. Düşünmesine bile zaman kalmıyordu
günlük işlerden. Onun bizzat göz altında tutması gerekiyordu her şeyi. Yabancı gazetecileri o kabul
ediyor, polis kordonlarını o kontrolden geçiriyordu. Kente düzenli şekilde un gönderilmesinden
olduğu kadar İspanya elçisinin sağlık ve neşesinden de o sorumluydu. Bu arada hükümette bir
değişiklik daha yapılmış ve kabineye iki yeni bakan girmişti.
Parlamento heyeti bu sefer de Roma’ya gitmişti. Herkes işin sonunu beklerken, Almanlar kentleri
bombalamaya devam ediyorlardı. Joliot bağırmaktaydı gene:
“Artık hiç kimseye inanmıyorum! Göreceksiniz, Bordeaux’ya da gelecekler.”
Ateşkes şartları da nihayet yayımlandı. Breuteuil, bir ‘milli yas günü’ düzenlemeyi öneriyordu.
Güldü Tessat:
“Aklı fikri dua etmekte!” dedi. “Bayılıyor günlük kokusuna ne yaparsınız.”
Ayin sırasında çok sıkıldı. Saçma sapan düşünceler üşüşüyordu kafasına. Ya Paulette de ölmemiş
ve başka birisiyle oturmaya başlamışsa? Viard da kabineye girmemiş olduğu için alabildiğine
memnundur şimdi; sırası geldiğinde: “İmzayı atan ben değilim, benim ellerim temiz,” diyecektir. Ve
iki gün sonra da Bordeaux’dan taşınacaklar. Ne kadar gülünç bütün bu olup bitenler! Hitler’in bıyığı
tıpkı Şarlo’nunkini andırıyor değil mi? Öff, ne sıcak!
Tessat tam katedralden çıkarken, orta yaşlı, kibar tavırlı ve ceketinin yakasında siyah bir matem
şeridi takılı bir adam yaklaşmıştı. Nazik bir sesle sordu Tessat:
“Buyurun beyefendi?”
Yanıt yerine bir tokat attı adam. Tessat yanağına götürdü elini ve hiçbir şey anlamadan bağırdı:
“Peki ama neden?”
Kin dolu karanlık gözlerini Tessat’nın gözlerine dikmişti adam:
“İki oğlumun ikisi de öldürüldü...” dedi.
Sözlerini tamamlayamamıştı: Polisler kendisini yakalayıp götürdüler. Bir kalabalık birikmişti
çevrede. Alaycı ve sinsi bir ses yükseldi:
“Suratına güzel bir şamar attılar!”
Tessat hızla ilerleyen otomobiline bindi.
Henüz kendine gelememişti ki, Joliot’yu buldu karşısında:
“Beni bir kez daha aldattınız,” diyordu Joliot. “Ateşkes şartları uyarınca Bordeaux’yu işgal
ediyorlarmış. Niçin Marsilya’yı da bırakmadığınızı merak ediyorum doğrusu!”
Tessat ne söylediyse kar etmedi. Joliot bir türlü yatışmıyordu.
“Harika matbaalar var Clermond-Ferrand’da, gazetenizi rahatlıkla bastırabileceğiniz gibi büyütüp
geliştirmek imkanına da sahip olursunuz. Size ayrıca para yardımında da bulunuruz.”
Bu son söz üzerine ağzını açıp gözünü yummuştu Joliot:
“Yardımınızı alıp başınıza çalın!” diye haykırdı. “Size kim yardım edecek bakalım bundan sonra!
Siz zaten birer uşaksınız, yalan mı? Uşağın uşağı olmaya hiç niyetim yok benim! Gider Marsilya’da
balık satarım daha iyi!”
Ve daha bir süre bu biçimde bağırıp çağırdıktan sonra soluk soluğa otele gelip karısının yanına
çıktı. Koca bir sürahi dolusu Seltz suyu içti yatışıncaya kadar ve nihayet:
“Hükümet Clermond-Ferrand’a taşınıyor,” dedi. “Etti dördüncü başkent. Ardından da beşincisi
gelmekte gecikmez. Ama ben artık yeter diyorum! Anlaşıldı ki bundan böyle Fransa’yı Almanlar
yönetecek. Bu durumda Paris’e dönmek en iyisi. Orada hiç olmazsa kendi dairemiz var.”
“Peki ama Paris’te ne yapacaksın?”
“Ne mi yapacağım? Gazetecilik yapacağım tabii, Voie Nouvelle ’i gene Paris’te çıkartacağım.
Almanların bir gazeteye ihtiyacı olmayacak mı sanki! Kim beni kınayabilir, söyle? Tessat mı? Daha
bugün yediği tokattan yanağı şişmiş durumda. Ama ne sevindim, bilsen.”
Birkaç gün sonra da hükümet Clermond-Ferrand’a hareket etti. Tessat bütün kâğıtlarını geniş bir
çantaya yerleştirmiş, bavullarının kilidini de birer birer kontrol etmişti. Sonra gidip pencereden bir
göz atayım dedi, ama gitmesiyle geri sıçraması bir oldu: Almanlar geçiyordu sokaktan. Şık bir
teğmen, tek tük Fransızları hoşgörüyle süzmekteydi. İçi paralandı Tessat’nın. Akşama kadar
bekleyemezlermiydi sanki! Hiç de hoş bir şey değildi bu durum. Hükümran bir hükümet ve yanı
başında istilacılar... Dışarıda kim bilir ne düşünürler! Kadife perdeleri sımsıkı kapattı. Kendini
Almanlardan soyutlamak istiyordu.
Sekreter, arabanın ancak bir saat sonra hazır olabileceğini haber vermişti. Motor tamirdeydi. Yola
çıkmadan önce biraz dinlenmek için uzandı Tessat. Perdelerin arasından sızan güneş ışıkları
oynuyordu duvarda. Birdenbire, kendisini tokatlamış olan adamın gözlerini anımsadı: Sert ve madeni
bakışlı bir çift göz. Sakın bir şey yapmış olmasınlar adamcağıza? Babalığın ne demek olduğunu
anlamak gerekir. Denise... Lucien... Kim bilir neredeler şimdi!
Kalkıp telefona uzandı, valiyi istedi:
“Sizden bir ricam olacak. Bugün bir saldırıya maruz kalmıştım. Teşekkür ederim, bir şeyim yok
hayır, gayet iyiyim. O adamı serbest bırakmanızı rica edeceğim sizden. İki oğlunun da öldürüldüğünü
söylemişti. Sizin de çocuklarınız var, babalığın ne demek olduğunu bilmez değilsiniz. Benim de... İki
çocuğum evet... İkisi de öldüler...”
Güçlükle bitirebildi sözünü. Gözyaşlarından konuşamıyordu. Sekreteri girmişti:
“Araba kapıda.”
Saçını başını düzeltti Tessat, çabucak toparladı kendini. Ve birkaç dakika sonra da otomobil,
milletin güvenine sahip olduğuna yeniden inanmış bir adamı götürüyordu Bordeaux’dan...
35
Hükümetin Clermond-Ferrand’ı seçmesinin nedeni, çevrenin, otelleriyle ünlü kaplıca kentleriyle
dolu oluşuydu. Laval, Clermont’da kalmıştı. Öteki bakanların kimi Vichy’yi, kimi Mont Dore’u,
kimisi de La Bourboule’u seçmişlerdi. Tessat ise, Royat’da kalmayı uygun bulmuştu: Cumhurbaşkanı
için de aynı kentte yer ayırmışlardı.
Kocaman ‘A la Marquis de Sévigne’ pastanesi tıklım tıklım doluydu. Küçücük bir masa boşalır
umuduyla saatlerce sokakta bekleyen insanlar vardı. Mültecileri buraya çeken, pastanenin ünlü
şokolasından çok, gelenlerin hep tanıdık oluşuydu. Yaşadıkları müthiş felaketlerden sonra dostlarıyla
karşılaşmak ve uzun uzun dertleşmek ihtiyacındaydılar. Rond Point’dan Marigny’ye, Carlton’dan
Lucien’in bir zamanlar müdavimi olduğu Fouquet’s’ye kadar bütün Champs-Elysées kahvelerinin
demirbaşları burada randevulaşmış gibiydiler.
Sıcaktan ve üzüntüden boğularak anlatıyordu Bayan Montigny:
“Felekatten bir hafta önce Paris’e dönmek zorunda kalmıştım. Kocamın anjini vardı çünkü. Sonra
da geri gelebilmek için akla karayı seçtik. Ne korkunç bir yolculuk yaptık bilemezsiniz! Benzinimiz
Nevers’de bitti ve Cadillacımızı ister istemez yolda bıraktık. Ne idiğü belirsiz bir adam getirdi bizi
Vichy’ye kadar. Ama arabam inşallah bıraktığım gibi duruyordur.”
Bir başka masada da, günün en rağbet gören tiyatro yazarlarından biri acı acı yakınmaktaydı:
“Prömiyeri ayın on altısı olarak tesbit etmiştik. Ve felaket, ayın onunda gelip çattı. Tiyatro mevsimi
ne zaman açılacak hiç kimse bilmiyor şimdi.”
Bir borsacı, karşısına bir sağır almış bağırıyordu adamın kulak borusuna.
“Gerçi New York kurlarını bilmeden kesin bir şey söylemek çok zordur ama ben sizin yerinizde
olsam, henüz satmaz beklerdim. Ortalık yatışır yatışmaz, elinizdekilerin değerleri fırlayacaktır.”
Dessère bütün bu hikâyeleri, şikayetleri, peygamberce tahminleri dinliyor ve acı acı
gülümsüyordu. Başlarına gelen şeyi daha henüz kavrayamamıştı bu insanlar. Bir hafta ya da en
fazlasından bir ay sonra, eski hayat yeniden başlayacak sanıyorlardı.
Niçin gelmişti buraya Dessère? Kibar yerlerden hoşlanmaz, şarabı şokolaya tercih ederdi. Ve
şimdi bu korkmuş, saçı başı dağınık hanımların cıvıltısı, bavulları tozlu kocaların yakınmaları, King-
Charles ve terrierlerin havlayışları, “Moulins’de bir valizimi kaybettim,” cinsinden şikayetler,
“Kapıcının eline üç bin frank sıkıştırınca hemen bir oda buldum,” cinsinden sevinçler, bütün bu kibar
ve yarı kibar takımının anlamsız aptalca kaynaşması karşısında çifte bir tiksinti duyuyordu. Aradığı
da buydu zaten. Pisliğin dibine kadar inmek.
Bir boğulma duygusuna kapılıyordu dedikoduları dinlerken. Bütün rezalet, bütün çamur buradaydı
işte! Bir de ortalığa saçılmış kanlar görür gibi oluyordu Dessère. Paris’i Nice’e bağladığı için ‘Route
d’Azur’ diye anılan yoldan otomobille geçmişti. Bir zamanlar, şortlu bayanlar, sportmen delikanlılar,
züppeler, güneş ya da rulet düşkünleri dolaşırdı hep o yolda. Şimdi kaçaklar vardı yalnız. Alman
havacılarının dudaklarının ucuyla sırıtarak kurşun yağmuruna tuttuğu kaçaklar. Ve Dessère, içi
cesetlerle dolu hendekleri görmüştü. Binlerce ve binlercesi kaçıyordu. Mutlu kişilerin üst üste
yığıldığı birer ev haline gelmişti otobüsler. Aç askerler, bir avuç pancar ya da şalgam bulabilmek
umuduyla, tarlalarda dört dönmekteydiler. Delilik nöbetine kapılmış gibi haykırıyordu kadınlar.
Kayıp çocuklarını çağırıyorlardı. Kentlerin yerini harabeler almıştı. Sütleri sağılmamış inekler,
acıyla böğürerek oradan oraya atıyorlardı kendilerini. Ortalıkta bir yanık ve bir leş kokusu vardı.
‘Route d’Azur’ün anısını defetmek ister gibi gözlerini yummuştu Dessère. Bir kahkahayla toparladı
kendini. Tessat duruyordu karşısında:
“Sen de buradasın demek! Dünyanın küçücük olduğuna işte şimdi inandım! Şu yaşadıklarımızı
yaşamış olmak ve sonra da tutup ‘A la Marquise de Sévigne’de rastlamak birbirimize!”
Dessère susuyordu hep, Tessat ise coşmuştu:
“Yüzünü gözünü hiç beğenmedim, Jules. Silkin biraz, toparla kendini! Ben şahsen çok daha kötü
durumlara düşeceğimizi ummuştum. Ama her şey yoluna girdi işte. Bizim enayiler, Mandel ve
avanesi, Afrika’ya tüymek istiyorlar biliyor musun? Ama resti çektik derhal, böyle zamanlarda millet
bir bütün halinde olmalıdır dedik. Şimdi artık belli oldu: Çok geçmeden Londra üzerine yürüyecek
Almanlar. İki-üç aylık bir mesele bu. Biz paçamızı sıyırdık tehlikeli oyundan, ne büyük avantaj değil
mi! Ne yapmayı düşünüyorsun, tasarıların var mı yeni? Bize faydalı olabilirsin. Ekonomik kalkınma
hamlesine hemen başlıyoruz çünkü. Niçin gülüyorsun kuzum? Son derece ciddi konuşuyorum ben.”
Dessère gülmüyordu artık. Düşünceliydi.
“Bütün şansın, kavrayışsız olmak!” dedi. “İç şokolanı ve hiçbir şey düşünme hadi! Çünkü bir
tahtakurusundan başka bir şey değilsin sen. Kızma bana. Zavallı ve saygıdeğer bir tahtakurusu! Ev
çoktan yanıp kül olmuş, ama tahtakurusu hâlâ yaşıyor. Daha ne kadar yaşayabilir ki? Yalnızca
acıyorum sana... acıyorum.”
“Acımana ihtiyacım yok senin, al da başına çal acımanı! Ve asıl sen kendini düşün!”
Şaşkınlık ve hiddetten avaz avaz bağırıyordu Tessat:
“Benim adım Fouger değil! Yepyeni fikirlerin adamıyım ben. Geçmişe takılıp kalan sensin asıl.
Halk Cephesi, liberalizm, Amerika... bunlar hep senin fikirlerin. Ama biz memleketi pislikten
arıtacağız, göreceksin! Yeni anayasa metnini ben hazırlıyorum. Hitler’in en geçerli fikrini alıyoruz.
Sınıflar arası işbirliği, hiyerarşi ve disiplin fikri. Kendi öz geleneklerimizi, aile anlayışımızı,
sağduyumuzu katacağız bu fikre. Ve işte o zaman...”
Dessère dinlemiyordu. Hep dalgın ve içine dönük, tekrarlıyordu durmadan:
“Zavallı tahtakurusu... Zavallı ve köhne...”
Tessat ısrar etmeyip ayrıldı. Dessère artık yanı başında konuşulanlara kulak bile kabartmıyor,
insanlara şöyle bir göz bile atmıyordu. Sonunda kalktı ve hafifçe sendeleyerek kapıya yöneldi. Birisi
yüksek sesle:
“Bakın bakın, Dessère de burada!” demişti yüksek sesle. “Demek ki işler yolunda.”
Dönmedi. Belki de yanlış işitmişti.
Direksiyondaydı şimdi. Moloz yığınlarıyla, el arabalı kaçaklarıyla, kalın bir sisin içinden doğru
görür gibi oluyordu yeniden Paris’i. Amatör balık avcılarının, kandillerini Cafès du Commerceler’in,
yani çocukluğunun Fransa’sını kurtarmak ve olduğu gibi korumak istemişti Dessère. Bir gün, sessiz ve
sakin bir sokakta yürürken, ışıklı pencereleri göstermişti Pierre’e: Yemek yiyordu insanlar, ders
hazırlıyor, kazak örüyordu. Kıskananlar vardı, öpüşenler vardı. Ya şimdi? Şimdi hiçbir şey yok artık.
Oyulmuş gözleri andıran simsiyah pencelerler, bombaların yıktığı duvarlar, bir de Concorde
Meydanı’nda Alman askerleri var. Ve sonuna kadar değerlendirme yapmaya devam etti. Bütün
bunları kurtarmak istemişti evet. Ama ne olmuştu sonunda? Bir tahtakurusunu semirtmişti o kadar.
Yüzlerce tahtakurusunu... Halk meyhanelerini ve milyonları sevdiğini söylerdi hep kendi kendine.
Hepsi yalan! Jeannette de bundan ötürü bunalıyordu ya işte. Uzun hayatı boyunca bir tek kadını
sevmişti Dessère. Coşkunluk dolu, alabildiğine iyi ve hayatta hiçbir bağı olmayan bir kadını.
Nerededir şimdi Jeannette? Belki de bu yakınlarda bir yerde geceyi geçirmek için bir kovuk
aramaktadır? Belki de ölüp gitmiştir yollarda? Ya da orada kalmıştır, pencerenin yanında, ayakta,
sokağa bakmaktadır belki de? Ve haki üniformalarıyla askerler geçmektedir sokaktan, zaman zaman
yerlerinde sayarak... Jeannette’e yardım etmek ne mümkün artık! Kim ona yaklaştıysa felakete uğradı.
Oteller, mağazalar, arabalar çoktandır geride kalmış ve ılık kokularla dalgalanan tazeliği
başlamıştı otlakların. Hayatın alacalığından usanmış gözleri dinlendirmek için birebirdi bu koyu yeşil
otlar. Ve Dessère, nereye gittiğini bilmek istemeksizin sürüyordu.
Kendiliğinden sağa saptı, yokuş başlamıştı. Ne güzel havaydı bu. Arabayı durdurup indi. Issızdı
ortalık.Ve Dessère, uzun zamandan beri ilk kez yalnız kalıyordu. Sarı, pembe, mor, rengârenk
çiçeklerle bezenmiş çayırları sevgiyle seyrediyordu. Şu pembe çiçeklerin adı ‘aslanağzı’ olacak. Ne
kadar çocuksu bir ad! Ve ileride koyu mavi dağlar yükseliyor. Üzerindeki beyaz lekeler de, keçi
sürüleri olmalı.
Hava tertemizdi. Şaşkın ve hayran, derin derin soluk alıp veriyordu Dessère. Şu son zamanlarda
sürekli olarak boğulacakmış gibi hissetmişti kendini. Oysa şimdi burada, kalbi daha hızlı çarpıyor,
şakakları ürperir gibi oluyor ve derin bir uğultu dolduruyordu kulaklarını.
Bernard’ı anımsadı birdenbire. Eski bir dosttu Bernard ve çok usta bir cerrah. Beynine bir kurşun
sıkıp intihar etmişti. Ölümünü daha bir gün önce haber vermişlerdi Dessère’e. Ibsen’in piyeslerinden
çıkıp gelmiş bir papazın yüzünü andırırdı yüzü. Kuru ve sert. Ama yaşamayı severdi. Çiçek tarhlarını
kendisi beller, kız torunuyla saatlerce oynamaktan usanmazdı. Ama canına kıymaktan çekinmemişti
işte. Penceresinin altında Almanları görünce, bir kâğıt parçasına: “Buna dayanamayacağım,” diye
yazmış ve gitmişti.
Eskiden olağanüstü ve anlaşılmaz bir şey olarak görürdü ölümü Dessère ve korkardı. Ama şimdi
Bernard’ın davranışına, olağan, tamamıyla anlaşılabilir ve bilgelik dolu bir hareket olarak bakıyordu.
Ölümün, hayatın bir parçasından başka bir şey olmadığını ve hayatın içinde yer aldığını birdenbire
anladı. Artık ölümden korkmuyordu.
Çayırı geçip bir ağacın altına geldi. Tuhaf bir şekilde ilerlemişti. Çiçekleri çiğnememek için
zikzaklar yaparak. Fleury’yi, Jeannette’le buluşmalarını anımsattı ona ağaç:
Unutuluşun denizinde bir tek gemidir
İkimizi de alıp giden...
Unutuluşun –ve mutluluğun– denizi, ayaklarının altında uzanıyor işte şimdi!
Ne tuhaf bir görüntüydü bu: Uzun bir pardösünün içine büzülmüş yaşlı ve iriyarı bir adam, çayırda
kollarını sallayarak yürüyor mırıldanıyordu:
“Tohum... aşk... soğuk...”
Ortalıkta hiç kimse yoktu. Uzaklarda yalnızca, dağların üzerinde bir yerde, çalı çırpı ateşi
yakıyordu çobanlar. Eski zamanlara özgü bir gönül huzuru içinde yaşıyorlardı. Ne radyonun boğuk
sesi, ne de can çekişmesi kaçakların, henüz onlara kadar ulaşmamıştı.
Dağın ardında kayboldu güneş. Ve ölüm, hafif bir sis kılığına bürünerek yaklaştı. Tıpkı keçiler gibi
canlı, ürperen, oradan oraya sıçrayan bir sisti bu. Orada değilmişçesine gülümsedi Dessère.
Pantolonunun cebinden büyük bir tabanca çıkardı; yakıcı bir sıcakta susuzluktan ölen bir adam
matarasına nasıl sarılırsa, öylece yapıştırdı aç dudaklarını namlusuna silahın.
Geniş yankılarla uzaklaşıp yayıldı ses. Ve dağ çobanları titrer gibi oldular. Aman vermez savaşın,
sürüne sürüne kendilerine kadar sokulduğunu hissetmişlerdi.

36
Haziran sonuna dayanmışlardı ama Limousin fundalıkları mayıs ayındaki parlak yeşilliğini hâlâ
koruyordu. Günler boyunca bu yeşilliği seyredip kaldığı oluyordu Lucien’in. Böylece yatışıyordu.
Sonra doğruluyordu yeniden ve yola devam ediyordu. Nereye gittiğini bilmeden ilerliyordu. Büyük
bir dişbudağın gölgesine uzanıp kendini unutmak istiyordu aslında. Ama açlık, yürümeye, durmadan
yürümeye zorluyordu onu. Acı bir gülümseyişle, hayatta en son duyulan şey, açlık olsa gerek, fdedi
kendi kendine. Havuç ve pancarla besleniyordu yalnızca. Bazen yolda karşılaştığı, tıpkı kendisi gibi
pasaklı ve saçı başı darmadağın bir askerin ekmeğini bölüşüyorlardı. Bazen de köyün birinde, bir
kase taze süt ikram ediyorlardı ona. Ve bir zamanlar başını döndürüp midesini bulandıran sıcak ağıl
kokusu, bir mucize, kaybolan gençlikten bir son kalıntı, bir hayat kaynağı gibi geliyordu Lucien’e.
Kendine bir değnek yontmuştu. Daha bir hafta önce 87. Alay askeriydi. Ama ordu diye bir şey
kalmamıştı şimdi ve Lucien kendini başıboş bir serseri olarak görüyordu. Bir köyde, babasının
ateşkesi ilan eden konuşmasını dinlemişti radyodan. Küfür ve lanet yağdırıyordu askerler. Lucien’in
yanında duran bir yaşlı kadınsa:
“Demek sonunda bitirebildiler, çok şükür!” demiş, sonra da bir resim ‘nü’sü kadar pembe ve
kayıtsız domuzunu iterek uzaklaşmıştı.
Lucien’se, şaşkın, radyodan yükselen sesin tınlamasına kulak kabartmaktaydı: Babasının sesiydi
bu, evet. Uzak çocukluğunu görür gibi olmuştu. Hastaydı, babası yatağına doğru eğilmiş. “Amélie
sevgilim,” diyordu. “Umudumuzu yitirmeyelim. Bilimin elinden gelmeyen yoktur.” Şimdi ise aynı
Tessat: “Ölümsüz olan, fikirler ve ruhtur,” diyordu. Ve yaşamak istiyordu Jeannette... yaşamak...
Alman havacılarının, kadın ve çocuklara böyle yakından ateş edebilmesi için, son derece sağlam
sinirli olmak gerekli. Sonunda Breuteuil’in affına erişmişti demek babası! Hitler’den bir ‘gamalı haç’
nişanı bile alabilirdi artık! Uzun uzun esnedi Lucien. Biraz süt bulabilse. Binlerce asker geçip
gitmişti ondan önce bu köyden. Ve köylüler kapılarını sürgülüyorlardı.
İhtiyar kadına yetişti. Elleriyle domuzunu örtmüş ve bağırmaya başlamıştı kadın:
“Yiyecek bir şeyim yok... hiçbir şeyim yok!”
O akşam her zamankinden çok daha açlık duyuyordu, tüfeğiyle tehdit etti ihtiyarı. Kadın bağırmayı
kesmişti. Ama domuzun bağlı olduğu ipe sımsıkı yapışarak:
“Vermem sana onu!” diye mırıldandı.
Sıkıntıyla tükürdü Lucien.
“Uzun hikâye!” dedi kendi kendine.
‘Uzun’ derken kadını haklamayı değil, domuzla uğraşmayı düşünüyordu.
Yola koyuldu yeniden. Yolun biraz berisinde, pencere kapakları sıkı sıkıya kapalı bir çiftlik evi
yükselmekteydi. Akşam bastı mı burunlarını bile dışarı çıkarmaktan sakınır olmuştu köylüler.
Yalnızca köpekler kalıyordu dışarıda. Yorulmak bilmeden havlayan köpekler.
“Biraz ekmek verin alçak herifler!” diye bağırdı Lucien.
Kimse yanıt vermedi. Köpekler kudurmuştu sanki. Lucien biraz daha bekledikten sonra ırmağa
yöneldi, eğilip çamur kokan ılık suyu yudumladı bir süre. Sonra da ambarın önüne uzanıp uyuyakaldı.
Bir kadın sesiyle uyandı:
“Asker ağa, hey asker ağa!”
Genç bir kız duruyordu karşısında. Geceliğinin üzerine bir erkek paltosu geçirmişti. Ayışığıyla
yıkanıyordu ortalık. Lucien merak ve şaşkınlıkla bakıyordu köylü kızına. Hatta bir ara: “Hoş bir kız!”
diye düşünür gibi oldu. Parlak gözleri ve kalkık burnu, tatlı şen bir hava veriyordu yüzüne. Ama
aslında pek neşeli olmasa gerekti. Ürkek ve kısık bir sesle tekrarlıyordu durmadan:
“Asker ağa, uyansana asker ağa!”
Lucien doğruldu. Bir parça ekmekle domuz sucuğu getirmişti kız.
“Hanımın yatmasını bekledim. Sucuğu dışarıda bırakmış ama geri kalan ne varsa dolaba kilitlemiş.
Avluda beklerken gördüm seni. Bey aslında kötü bir insan değildir, ama senin gibi bir sürü asker
gelip geçiyor her gün. Hangi birine yetiştireceksin! ‘Biz kendimiz açlıktan ölürüz,’ diyor bey. Çıkıp
baktım ki, ırmağa iniyorsun. Onlar uyuyunca da bunları alıp koştum.”
Lucien yanıt vermeden bıçağını çekti ve sessizce yemeye koyuldu. Kız, hep aynı yerde, ayakta
bekliyordu. Uzun uzun yedi Lucien. Doymuştu ama ayrılamıyordu bir türlü. Gözleri yorgunluk ve
uykudan kapanarak sordu:
“Akrabaları mısın sen?”
“Hayır, hizmetçileri.”
Sonunda bitirmişti yemeyi. Bıçağını otlarla temizleyip cebine koydu ve kıza baktı. Hayran gözlerle
bakıyordu kız da kendisine. Şaşırdı Lucien, kırmızı kıllarla kaplı bu suratla insanlara olsa olsa korku
veririm, diye düşünür olmuştu. Yeşil gözleri parlamaktaydı şimdi. Toprak ve ter kokuyordu kaputu.
Eliyle yanına çağırdı kızı. Ve hiç itiraz etmedi kız, nazlanmadı da. Gelip oturdu. Ufak tefek bir şeydi,
Lucien’in omuzuna ancak ulaşıyordu başı. Ve Lucien, sakin, biraz da dalgın, sol kolunu yavaşça atıp
sarıldı kızın boynuna, yumuşak bir hareketle başını devirdi ve dudaklarından öptü. Öldürücü bir
susuzluğu gidermiş gibi hissetti kendini. Kızsa şimdi onu, ateşli öpücüklere boğuyordu. Ve dinlenmek
üzere otların üzerine uzandıklarında:
“Asker ağa, asker ağa,” diye mırıldandı gene.
Tan yeri ağarmaya başlamıştı artık. Gitmek için davrandı kız:
“Hanım neredeyse uyanır.”
Lucien sordu:
“Adın ne senin?”
“Prélisse Jeanne...”
Birden heyecanlanmıştı Lucien. Kızın pembe ve sert elini tatlı tatlı okşadı. Dudaklarını kımıldattı
kendiliğinden. Hoşuna gidecek bir şeyler söylemek istemişti ona, ne söyleyeceğini kestiremiyordu bir
türlü.
“Jeannette,” diyebildi sonunda.
“Ya senin adın ne?”
“Lucien...”
“Yalnızca Lucien mi?”
“Lucien Duval.”
Kaputunun tozunu silkti ve başını çevirmeden yola doğru yürüdü.
Irmak kıyısında geçirdiği o gece, kaderin akıl almaz bir lütfu gibiydi. Bir ölüm mahkûmunun düşü.
Şimdi uyanmıştı artık! Duval, Durand, Prélisse... ne olursa olsun adı, tek Tessat olmasın da! İşkence
masasına uzatsalar, gene itiraf etmezdi adını. Kendisini derhal tıkabasa yedirip içirmeleri, sonra da
giydirip en güzel arabayla Vichy’ye götürmeleri için, Tessat’nın oğluyum demesi yeterliydi kuşkusuz.
Ama domuzlu ihtiyarı boğmak, bundan iyidir.
Tıpkı kendisi gibi bir değneğe yaslanmış bir asker geliyordu karşıdan doğru. Ve iki asker,
birbirlerini tepeden tırnağa süzüp göz kırpıştılar. Şakalaştı biri:
“Zavallı mareşal! Ordusunu da kaybetti.”
“Hem de bir iğne kaybeder gibi.”
Ve her biri kendi yoluna devam etti. Yeni bir gün başlıyordu. Yiyecek bir şeyler bulmak lazımdı
gene.
Orduyla uğraşmaktan çok daha önemli saydığı bir başka işi vardı Mareşal Pétain’in. Daha dün
büyük bir söylev vermişti Fransız milletine. Hiç kimseyi aldatmak istemiyordu Mareşal ve kısık bir
sesle durmadan tekrarlıyordu.
“Devlete güvenmeyiniz. Devlet hiçbir şey vermeyecektir sizlere. Çocuklarınıza umut bağlayın.
Dinimize ve aile hayatına bağlı bir zihniyet içinde yetiştirin onları. Asıl desteğiniz onlar olacaktır.
Mareşalin konuşmasını dinlerken, derin bir hüzün bürümüştü Tessat’yı: Ne sefih oğlu Lucien, ne
de gururlu Denise, hiç kimsesi yoktu destek olacak! Ama birkaç dakika sonra aynı Tessat, sinsi bir
edayla Laval’e fısıldıyordu.
“Seksen beş yaşındaki bir adamdan da başka bir şey beklenmez. Hele kendisini besleyen, çocukları
değil de devletse!”
Hiç kimsenin askerleri umursadığı yoktu. Seyyar memurlarına yatacak yer bulmak, Breuteuil
başkanlığında Paris’e heyet göndermek, yeni anayasa metnini hazırlamak, savaş malzemesini
Almanlara bir an önce teslim ve De Gaulle taraftarlarıyla daha etkili bir şekilde mücadele etmekle
meşguldü şimdilik bakanlar. Ve ordu kendiliğinden dağılıp terhis olmuştu. Trenler çalışmıyordu.
İşgale uğramamış bölge sakinleri, yürüyerek iniyorlardı güneye doğru. Parislilerle kuzeylilerse
tamamıyla başıboş kalmışlardı. Ve köylüler, kendilerini askerlerden korumaları için, jandarmalara
yalvarıyorlardı.
Tepeyi tırmanmaya koyulmuştu Lucien. Bütün gün hiç kımıldamaksızın otların üzerine uzanıp
kalmıştı. Tatlı bir havaydı. Doğuya, ilerideki kentin gri kulelerine doğru yollanan ufak yuvarlak
bulutların arkasına gizlenip duruyordu güneş. Lucien bununla oyalanıyordu. Hiçbir belirli şey
anımsamayı, geçmişin en kesin sahnelerini bile gözlerinde canlandırmayı denemiyordu zamanı
duymak için. Bulutların akışına dalmak yetiyordu. Kısa ve hareketli bir şerit halinde görüyordu her
şeyi. Henri’nin ölümünün, Jeannette’in eczanenin önünde durup da gülümseyişinin, kumulların
ötesindeki denizin ve gri kulelerin üstünde sallanan hafif sisin birbirine karıştığı bir şerit. Nitekim,
güneş batıp da bulutlar akşam karanlığında kaybolduğunda, hayatının sonuna gelip dayanmış olduğu
duygusuna kapıldı Lucien. Ve derinden derine ürperdi. Soğuktan mı bu ürperiş, yoksa korkudan
mıydı? Bilemiyordu. Ölüm hiçbir zaman ürkütmemişti onu. Ama bu tepenin üzerindeki, bu sisli
yıldızların altındaki bu serin akşamda bütün benliğini saran boğuntu, başka türlü nasıl
açıklanabilirdi? Kendisi de afallamıştı iyiden iyiye.
Sonra birden haykırdı:
“Açım da ondan, Allah kahretsin!”
Sabahtan beri bir tek lokma olsun girmemişti kursağına, insan ürpermez de ne yapar! Biraz yiyecek
bulmalıydı şimdi.
Adımlarını hızlandırarak vadiye doğru indi. Dört köşe küçük bir pencereden sızan ışık titriyordu
ağaçların arasında. Yaklaşıp kapıyı çaldı. Bir yandan da bağırıyordu:
“Askere bir dilim ekmek!”
Serjet’nin çiftliğiydi burası. Ve Serjet, günah çıkartmaya gidiyor diye karısını öldürmüş ihtiyar bir
deliydi. Demirkıran cinsinden dev yapılı bir adam. İninin dibinde pusuya yatmış bir ayı. Daima panik
halindeki bir hizmetçiyle, tek başına yaşıyordu Serjet. Genç bir kızdı hizmetçi, patronu azarladığında
hemen hıçkırığı tutardı. Serjet’nin büyük oğlu epey zaman önce Kanada’ya gitmişti. Komşu köyde
kayınbabasının evinde oturan küçük oğluysa, başlangıçta solak diye çürüğe çıktığı halde, bir ay önce
askere almışlardı. Ve tesadüf Lucien’i Serjet’nin küçük evine sürüklüyordu.
Avazı çıktığı kadar bağırarak kapıyı yumrukluyordu Lucien:
“Ekmek! Ekmek!”
Lahana ve soğan kokuları geliyordu bir başka pencereden. Hizmetçi kız çorba hazırlıyordu. Ve bu
koku kendinden geçiriyordu Lucien’i. Delice bir öfkeye kapıldı. Pencere aydınlıktı ve ses
gelmiyordu. Tahammül dışı bir şeydi bu! Küfretsinler, kovsunlar, dövsünler, razıydı. Ama
susmasınlar böyle. Kendisine yanıt bile verilmemesi için mi savaşmıştı yani?
Yüzünü cama yapıştırarak içeri baktı. Breuteuil’i anımsatan bir ihtiyarın yüzünü gördü tüllerin
arkasında Serjet’nin ‘Haçlılar’ın şefine benzediği yoktu aslında, Lucien’in hiddetinden doğan bir
aldanıştı bu. Hızını almak ister gibi bir parça açıldı pencereden ve haykırdı:
“Aç ulan namussuz, yoksa kurşunu yersin!”
Gerçekten de, o parlak ve pis ışıklı lekeye ateş etmek üzereydi ki, bir patlama sesi çınlattı ortalığı.
Ve sağ ayağının üzerinde dans edermiş gibi bir yarım daire çizip devrildi Lucien.
Düşerken bağırmamıştı. Serjet’ydi o uzun acı çığlığı koyuveren. Öylesine bir çığlık ki, yakınlarda
oturan olsa insanlar dayanamaz koşardı mutlaka. Ama koca vadide yalnızca bu ev vardı.
Yankılanarak gidiyordu çığlık:
“Aaaaahhh!”
Ve mutfakta hizmetçi, dehşetten yarı ölü bir halde, durmadan hıçkırmaktaydı.
Bir zamanlar yalnız domuz avlamak için kullandığı tüfeğini fırlatıp Lucien’e koşmuştu Serjet. Can
çekişmesi uzun sürmedi. Aniden ölmüştü. Ayışığı yeşilimsi bir renge boyamıştı şakaklarını. Gözleri,
kedi gözleri gibi parlamaktaydı. Eflatun sarısı saçları ışıldıyordu karanlığın içinde. Ve Lucien,
resimlerdeki yakışıklı hayduta benziyordu şu anda. Kaputunun üzerindeki kan (Serjet bir de fener
getirmişti gelirken) henüz kurumamış bir yağlıboya gibiydi.
Fenerin yanına, yere çöktü ihtiyar. Tabakasını çıkarmıştı cebinden, ama tütün sarmayı unuttu. Ve
gece yarısına kadar, hiç kımıldamaksızın orada kaldı. Dağınık ak saçlarla kaplı kocaman kafası, zor
fark edilir bir hafif titreyişle sallanıyordu o kadar.
Hizmetçi kız evden çıkarak korka korka ölüye yaklaştı. “Ne güzel bir oğlan!” dedi dayanamayıp.
Ve hemen hıçkırığı tuttu.
“Kes sesini!” diye homurdandı Serjet.
Kız gitmek isteyince de:
“Burada kal!” dedi.
Sonra da doğrulup, duygusuz bir sesle konuştu:
“Haydutlar! Her şeye rağmen kim bu? Bir asker. Bir Fransız üstelik.”
Hizmetçi birden sarardı: Efendisi, ölünün üzerine kapanmış haykırmaktaydı:
“Pierrot! Evladım! Pierrot’cuğum benim!”
Sabahleyin zabıt tuttular. Tutanağın altını imzaladıktan sonra:
“Beni de götürün,” dedi Serjet.
Ama jandarmaların fazla uğraşmaya niyeti yoktu. Çavuş atıldı.
“Meseleyi inceleyip gerekirse sizi çağırırız.”
Lucien’in üstünü aramış, ama hiçbir şey bulamamışlardı. Tutanağa: “Asker kılığına girmiş kimliği
meçhul bir adam,” yazdılar. Tam o sırada bir çığlık attı hizmetçi kız:
“Buldum!”
Ölünün küçük gömlek cebinden çıkardığı bir kâğıdı uzatıyordu çavuşa. Dörde katlanmış kağıt
açılınca, titiz bir elin özene bezene yazdığı şu üç kelime çıktı ortaya: “Fransa, Jeannette, Hass...”
Haydutlar!” deyip bir balgam attı çavuş.
37
Clèmence’in evine sığınmıştı Denise ve yaşlı kadın yalnızca bunun için Paris’te kalmıştı. Ne
trampet sesleri, ne de türküler uzanabiliyordu sarp sokağa. Dayanılmaz bir sessizlik oluyordu.
Denise’in dışarı çıkmak için her davranışında, Clèmence atılıp engel olmuştu:
“Bekle daha! Ortalıkta kimsecikler yok: Hemen farkına varırlar...”
Clèmence, sabahları elinde zembiliyle çıkıyor ve ekmek, sebze, bazen de et getiriyordu. Büyük bir
coşkunlukla hazırlıyordu yemeği: Jeannot’cuğu için çalışıyordu sanki...
Günün haberlerini getirmekte de kusur etmiyordu Clèmence:
“Devilleler döndü. Rousseau’yla karısı da döndüler. Söylediklerine göre, insanların çoğunu geri
getireceklermiş. Deville ağlayarak soruyordu bana: ‘Komünistler şimdi meşru durumda değil. Yeraltı
faaliyetlerindeler. Bunun için de bilgi edinmek güç... Ama teslim olacak cinsinden adam değildir
onlar...’ Başka ne diyebilirim ki! Ama bu onlara yetmiyor... ‘Komünistlerden başka kime
güvenebiliriz ki şimdi?’ diyorlar. Hiçbiri Alman çizmesi altında yaşamaya niyetli değil sözün kısası.
Şu sucuktan ye, çok güzel. O kadar aradım, tereyağı bulmanın imkanı yok. Zaten yakında hiçbir şey
kalmayacak: Almanlar her şeyi yağma ediyorlar. Paraları bitecek gibi değil ki! Alıp alıp dağıtıyorlar
askerlerine! Sandıklar dolusu erzak götüren emir subayları gördüm yolda. Ne bulurlarsa alıyorlar.
Kahve, çorap, ayakkabı. Sen gene yememeye başladın Denise! Yarın öbür gün kıtlık başlayacak.
Sapasağlam olmak zorundasın. Deville’in hakkı var: ‘Şimdi bütün umudumuz sizde...’”
Panik başlar başlamaz Denise’e haber gelmişti: “Paris’te kalıp çalışacaksın. Bağlantıyı Gaston
sağlayacak.” Almanların geldiği günün arifesinde Denise, verilen adrese gitmişti. Yaşlar içinde bir
kadın açtı kapıyı: “Gaston’u tutukladılar,” dedi. “Ben de yürüyerek gideceğim.” Bütün yoldaşların
evine birer birer uğradı, ama bulamadı hiç kimseyi. Ya gitmişlerdi ya da gizleniyorlardı...
Denise için en korkuncu, eylemsizlikti. Geçmek bilmiyordu saatler. Tiktakları öylesine
bezdiriyordu ki, bazen saati kırıp parçalamak geliyordu içinden. Ve bir de, bozuk lavabodan düzenli
aralıklarla damlayan su.
Michaud nerededir şimdi? Ne yapmaktadır? Michaud’nun yaşayıp yaşamadığını bile öğrenmeden
ölecek işte, ‘Hem de nasıl’ını bir daha duyamayacak. Oysa birlikte olabilir ve mutlu bir hayat
sürebilirlerdi. Oysa bu düşündüklerinin hiçbiri olmayacak. Ne görecekler birbirlerini, ne de
yaşayabilecekler! Almanlar Paris’te. İnanıncaya kadar tekrarlamak gerekiyor bu kelimeleri. Ve
Michaud hâlâ gelmiyor... Sakın öldürülmüş olmasın? Ya da tutsak alınmış? Ne korkunç: Ellerine
canlı düşmek! Koskoca orduları tutsak ettiler.
Uzun haziran gecesinde, yarı uykusunda, durmadan tekrarlıyordu Denise: “Michaud! Michaud!”
Birden anımsadı: Kendisini Paris’te bırakacaklarını söylemişti Claude... Claude’u bulmak lazımdı!
Adresi anımsıyordu. Mayıstaki alarmdan hemen sonra, Denise bulup göstermemiş miydi Claude’a o
odayı? Belki de hâlâ aynı yerdeydi, kim bilir?
Uzak bir yolculuğa çıkarmış gibi, Denise’i uzun uzun kucakladı Clèmence:
“İyice boya dudaklarını. O cins kadınları ellemiyorlar.”
Kentin merkezinden geçmesi gerekti. İlk Almana rastlar rastlamaz, şöyle bir geriledi Denise. Hani
kendini tutmasa, gerisin geri dönüp koşuya koyulacaktı. Ne pis bir surat! Kolunda da bir gamalı haç!
Ama gün sinirlerine hakim olma günüdür; her şeyi dikkatle gizleme günüdür! Yalnızca bir tek şeyi:
Claude’u bulacağını ve birlikte çalışacaklarını düşünerek devam etmeye karar vermişti.
Ve işte büyük caddeler. Bakmak istemiyordu Denise, ama elinde değildi. Ve baktı. Kahvelerin
taraçasına kurulmuş Alman subaylarının yanında fahişeler vardı. Plaj kıyafetindeydiler. Çıplak
ayaklarında birer sandalet, tırnaklar kırmızıya boyalı. Gülüyor, şampanya içiyor, kadeh
tokuşturuyorlardı. Almanca sözlüklerle, Paris kılavuzları doldurmuştu kitapçı vitrinlerini. Satıcılar,
hatıralık eşya uzatıyordu askerlere. Minyatür Eyfel kuleleri, süs iğneleri, Paris manzaraları,
müstehcen fotoğraflar. İşgali umursamıyordu ticaret. Herkes para değiştiriyordu. Ve gazete satıcıları
haykırmaktaydılar. “Le Matin! Le Victoire!”
Bir gazete aldı Denise, açıp baktı: “Sevimli konuklarımız, Paris mutfağının inceliklerini herhalde
değerlendireceklerdir.” Ve yanında bir ilan: “İki fakülte mezunu, Almanca konuşan bir genç garsonluk
yapmak üzere iş arıyor...” Fırlatıp attı gazeteyi.
Bir çölü andıran bu zaptedilmiş kalabalık kentte, yer kurtlarının ve karaböceklerin bulanık ve
kuşkulu hayatını yaşıyordu insanlar. Her şeyi satıyorlardı. Tabloları, gömlekleri, tebessümleri, elde
kalmış son şeref kırıntılarını... Tiksintiyle soruyordu Denise kendi kendine:
“Bu muydu Paris? Paris, bu mudur?”
Nehrin sol kıyısına geçip uzun bir süre ıssız sokaklarda ilerledi. İnsanlar olmayınca, yollar sonsuz
gibi görünüyordu.
Büyülenmiş bir kent! Terk edilmiş mağazaların vitrinlerinde, bilinen eşyalar vardı hep.
Boyunbağları, oyuncaklar, kavanozların içinde İngiliz bonbonları. Unutulmuş bir şemsiye çarptı
gözüne. İhtiyar bir adam gibi, kapalı bir kapıya yaslanıp kalmıştı. Balkonun birinde, kurumuş bir
sardunya. Sonra bir kafes, içinde ölü bir kuşla. ‘Ormanda uyuyan bir güzel,’ diye düşündü Denise.
Çocukluk kitaplarından kalma bir resmi anımsamıştı. Gösterişli cepheler, Rönensans anıtları, Louis
tarzlarında sütunlar. Hiç bu kadar dikkatli, bu kadar yakından bakmamıştı bunlara. İnsan kalabalıkları
örtüp gizlerdi taşları eskiden. Bugünse taşlar, insanları yenmişti.
Port-Royal Bulvarı’nda bir kambur, ağaçları seyretmekteydi. Kaldırımı bastonuyla yoklayarak ağır
ağır ilerliyordu körün biri. Topal bir delikanlı geçti aksayarak. Kentten kaçamamış olan bütün
sakatlar, şimdi deliklerinden çıkıp yollara dökülmüşlerdi.
Ihlamur ağaçları çiçek açmıştı artık. Her yer bir kır kokusuna bürünmüştü. Ürkek bir hali vardı,
dallar arasında uçuşan küçük kuşların. Motorların uğultusuna bir türlü alışamamışlardı. Şafaktan
geceye kadar Alman uçakları geziniyordu zaptedilmiş kentin üzerinde. Damları yalarcasına alçaktan
uçuyorlardı.
Bomboştu yol! Ve birdenbire bir kalabalık belirdi. Kaçaklar dönüyordu! Uyuyup kalmış bitkin
çocuklar vardı kollarında. Daha bir hafta önce terk etmişlerdi kenti. Ve giderken, yüzlerinde dehşet
ve umut bir arada dalgalanıyordu. Yol soruyor, hainleri lanetliyor, hayata kavuşacaklarını
düşünüyorlardı giderken. Şimdi ise, kesime götürülen hayvanlar gibi, ayaklarını güçlükle sürüyerek
gelmekteydiler. Ve ne kadar çok şey görmüşlerdi bu birkaç gün içinde! Makineli tüfek ateşi altında
yatmış, trenleri zorla durdurup binmiş, zehirlenmiş kuyuların başında ağlamışlardı. Akrabalarını
kaybetmişti birçoğu. Ama hepsinin birden kaybettiği bir şey de vardı: Umut. Paris’in kuşatılmış
olduğunu bilmiyorlardı giderken. Ama çok geçmeden, Chartres’da, Orléans’da, Gien’da, Almanlarla
karşılaşmışlardı. Ve yollarını kesmişti Almanlar, gerisin geri göndermişlerdi. Yolda yakalanan bir
kaçağın hapishaneye döndüğü gibi dönüyorlardı şimdi öz kentlerine. Ve bir ana, Almanlara dehşet
dolu gözlerle bakarak, ağlayan çocuğuna:
“Sus yavrum, sus!” diye fısıldıyordu.
Bir afiş gördü Denise. Alman askeri kollarında bir çocuk tutuyor, Fransız kadını da güven dolu
gözlerle askere gülümsüyordu. Afişin altında şu açıklama vardı: “İşte Fransız halkının gerçek
koruyucusu!” Paramparça bir eski tiyatro afişi göze çarpıyordu yanında. “Odéon’da prömiyer. Hırçın
Kız.” Parlak mavi gözleri vardı resimdeki Almanın. Ve şimdi bu gözler dört bir yandan Denise’e
dikilmişti. Nereye dönse, hep bu gözlerle karşılaşıyordu. Sokağın öbür yakasına geçti. Gene o gözler.
Birden bir çığlık attı. Gözler, duvardan ayrılmış, üzerine doğru geliyordu şimdi. İlk çırpıda
anlayamamıştı Denise, karşısındakinin canlı bir insan olduğunu. Hafif çakırkeyif bir teğmen, ağzını
şaplatarak geçti.
Gobelins Caddesi’ne çıkmıştı. Yirmi-otuz kadının oluşturduğu bir kuyruk uzanıyordu güneşin
altında. Birden bir çığlık yükseldi:
“Asker arıyorlar!”
Kadınlar telaş içinde komşu eve doğru koştular. Su karıştırılmış mavimtırak bir süt yayıldı galonun
üzerine. Evin araba kapısında ajanlar belirmişti. İşçi gömlekli, asker pantolonlu genç bir adam vardı
aralarında.
Bir ses duyuldu yeniden:
“Bırakın da anası geçsin!”
İlk anda, Clémence’ı görüyor gibi olmuştu Denise. Yaşlı bir kadın yaklaştı askere, sımsıkı sardı
oğlunu.
“Allahaısmarladık anne!” diye fısıldadı adam.
Kadının kollarından koparıp bir hapishane arabasına ittiler askeri. Ve kadın, utançtan önlerine
bakan ajanları tepeden tırnağa süzdükten sonra öldürücü bir sesle sordu:
“Demek şimdi de onlar hesabına çalışıyorsunuz!”
Ve işte gene mineli mavi gözleri! Konyak içiyor, sucuk tıkınıyor, kahkaha atıyor.
Caddenin köşesinden sapmıştı. İtalya Meydanı’nın arka tarafında uzanan fakir bir mahalleydi
burası. Çırılçıplak evler, çirkin ve kabuslardaki kadar korkunç... Ne halkın gürültüsü, ne de
rengarenk vitrinler, hiçbir şey yoktu bu yoksul sokakları şenlendirecek. Birkaç ihtiyar, bir sıranın
üzerinde iskambil oynuyor. Bir asker görür görmez içeri kaçmaya hazır, sundurmaların altında
bekliyor kadınlar. Ama Almanlar buraya sık sık gelemez herhalde.
Kapıyı çaldı. Yanıt yok. Ama kim bilir? Kendilerine rağmen, havaya uyarak, ötekilerin kaçmak,
kurtulmak arzusuna kapılarak son anda giden insanlar da olmuştu. Belki Claude da. Sonra Claude,
tutuklanmış da olabilirdi. Evleri didik didik ediyordu çünkü Almanlar. Kulak kesildi Denise. En ufak
bir gürültü bile yoktu.
Ve Claude, eli sürgüde, boğulur gibi düşünmekteydi. Geldiler işte! Açamıyordu bir türlü: Küçücük
bir an daha özgürlüğü tatmak!
“Sen!”
Uzun süre hiçbir şey söyleyemediler. Nihayet Claude konuştu:
“Gördün mü olup bitenleri! Her şey bir yana, bugünleri de göreceğimize asla inanmazdım!
Almanlar Paris’te! Ne demektir bu, anlıyor musun?”
Claude’u inceliyordu Denise fark ettirmeden. Yanakları çökmüştü, gözleri alev alevdi. Kötüye
işaret. Hüzünlü bir havası vardı odanın. Bir parça ekmek, bir şiir defteri ve bir kitap duruyordu
masanın üzerinde. Ve Çeliğe Su Verildi.
“Bir şeyler yapmamız lazım,” dedi Denise. “Böyle eli boş duramayız. Sende adresleri var mı?”
“Yok. Bizimkilerden yalnızca Julien burada ama nasıl bulacağız? Gelip beni arayacağını
sanmıştım, aramadı. Yollarda dolaşmaktan çekiniyor olsa gerek. Çünkü her geçene dikkat
ediyorlardı. Fıldır fıldır arıyorlar bizi. Boşu boşuna burada kalmadı Chiappe. Almanlara çalışıyor
şimdi.”
“Ama mutlaka bir şeyler yapmamız lazım Claude! Kaçanlar dönmeye başladı. Döner dönmez de ilk
lafları: ‘Komünistler ne yapıyor?’ demek oluyor. Eli kolu bağlı beklemek, bir cinayet olur!”
“Bende bir teksir makinesiyle kâğıt ve mürekkep var ama hiçbir işimize yaramaz ki! Ne sen, ne de
ben biliyoruz şu anda ne söylemek gerektiğini.”
Şiddetli bir öksürük nöbetiyle sarsıldı. Denise susuyordu şimdi. Düşündüğü şeyin saçmalığını
kavramıştı. Claude hiç kuşkusuz iyi bir yoldaş. Cesur, fedakar... Ama bilmiyor ki! Kendisi de
bilmiyor işte. Ve temasa geçecek hiç kimse de yok.
Hafifçe kamburlaşarak pencerenin yanına uturmuştu. Ölü bir sokak uzanıyordu dışarıda. Ve Denise
birdenbire her şeyi anımsadı. Bu sokakta bir gösteri olmuştu bir zamanlar. Balkonlarda asılmış kızıl
örtüler canlandı hayalinde, türküleri işitir gibi oldu yeniden. Ağaçlara tırmanmış küçük oğlanlar,
serçeler gibi cıvıldaşmaktaydılar. Sıkılı yumruklarını uzatıyordu kadınlar. Her şey çın çın ötüyor,
pırıl pırıl pırıldıyordu. Göstericilerin en önünde Michaud yürümekteydi. Doğruldu Denise: Michaud,
burada mısın Michaud? Yanıt vermiyor Michaud, dimdik önüne bakarak, mağrur ve neşeli ilerliyor.
Siperlerin üzerinden yürüyor şimdi, Almanların üzerinden yürüyor. Ne yapacağını bilmez olur mu
Michaud hiç! Bilir ve aldanmaz. Geride de kalmaz, hayır. Nasıl olup da düşünebilmişti Michaud’nun
öldürüldüğünü? Michaud’yu öldürmek mümkünmüş gibi! İşte burada, karşısındaydı Michaud.
Tatlı tatlı gülümsüyordu Denise. Dudakları kımıldıyordu.
“Claude bana kâğıt ver.”
Claude onun şiir yazdığını sanıp ayaklarının ucuna basa basa uzaklaşmıştı. Denise kelimeleri
arıyor, dilinin ucunda duyuyor, ama bir türlü çıkaramıyordu. Birden, caddede yürürken kendi kendine
tekrarlamış olduğu kısa cümle yanıp söndü kafasında:
“Paris, bu mudur?”
Ve bir şelale gibi aktı kelimeler: “Devrimin beşiği... Komün’ün kaynağı... Fransa’nın kalbi...”
Herkes tarafından terk edilmiş, başıboş dolaşan askerlerin sesini duyar gibi oluyordu.
Hitler’cilerin kırbacı altında yollarda taş kıran esirlerin inleyişini. Issız ve uzun yollar boyunca
tartaklanan kaçakların çığlıklarını. Denise değil, Fransız halkıydı artık bu konuşan. Ve bütün öteki
halklardı. Ve kocaman bir kentin içinde yapayalnız kalmış olan bu küçücük kadın, bütün çığlık ve
hıçkırıkları işitiyor, bütün öfke ve umut haykırışlarını birer birer duyuyordu. Dışarıdan birisi
söylüyormuşçasına, durmadan yazıyordu.
Claude kâğıttakileri okuduğu zaman, göstermemeye gayret ederek gözlerinde biriken yaşları sildi
elinin tersiyle. Ve yüzünü mürekkep içinde bıraktı.
“Sen mi yazdın bunu Denise?”
“Şıssst!”
Kol gezen bir askerin ağır adımlarını işitmişti. Çok geçmeden de, bir kamyonun üzerine
yerleştirilmiş olan bir hoparlör bağırmaya başladı:
“Herkes evine! Vakit tamamdır! Herkes evine! Vakit tamamdır!”
38
Millet Meclisi, Mareşal Pétain tarafından toplantıya çağrılmıştı. Vichy’de toplanacaktı. Tören için
gazinonun salonunu hazırlamışlardı. Yakın günlere kadar Montigny’nin poker oynadığı, Joséphine’in
Venezuelalı gazeteciyle tangolar yaparak Lucien’i unutmaya çalıştığı salondu burası.
Felaket başladığı sırada Vichy’de sakat böbrekleri yüzünden şifalı su içmeye gelmiş birkaç bin
kişi vardı. Kış boyunca bazı oteller kılık değiştirip askeri hastane oluvermişlerdi. Bugün artık bu
hastaneleri dolduran yaralılar sokakları dolduran kalabalığa kötü gözlerle bakıyorlardı. Vichy artık
tanınmaz haldeydi. Kent şimdi yalnızca milletvekillerinin, senatörlerin değil aynı zamanda Paris
sosyetesinin de buluşma yeri idi. Bütün sanayiciler, büyük spekülatörler, kodaman memurlar,
gazeteciler, sosyete kadınları, hepsi buraya toplanmışlardı. Adım başında “Oo... Siz misiniz, değerli
kont?” “Aaa... Jules, sen de kaçabildin demek!” “O güzel ve ufak tefek kadın nerede acaba?”
türünden konuşmalar duyuluyordu.
Büyük bir kaynaşma vardı. Meclisin toplantısı bu hareketli mevsimin en önemli olayıydı çünkü.
Laval böylesine cafcaflı bir tören istememişti oysa. Ama Breuteuil bu cins törenlere çok düşkündü.
Üçüncü Cumhuriyet’in sonunu böyle cümbüşlü bir törenle açıklayıp gömeceklerdi cumhuriyeti.
Tessat bu olaya çok önceden hazırlamıştı kendini... Her zamanki gibi aşırı iyimserdi: Yolculuğun
iç kapayıcı etkisinden sıyrılmıştı şimdi. Kendini iyi hissediyor ve şimdi eskisinden de tutkulu bir
ısrarla yaşamak istiyordu. Mareşalin bu tavrını kendisinin daha olumlu karşılaması gerektiğini
düşünüyordu. Öyle ya şimdi seçilmek yerine en yetkili insan tarafından görevine atanacaktı. Böylesi
daha iyi ve daha gürültüsüz geliyordu ona. Ama aslında hayli tedirgindi. İstemeye istemeye
Dessère’in yüzüne karşı, bastıra bastıra söylediği söze, zavallı ihtiyar tahtakurusu sözüne takılıyordu
aklı. Gerçi Dessère zırvalıyordu. Ama onun ağzından çıkan bütün bu kırıcı sözlerin içinde koyu bir
gerçek payının yaşadığını iyi biliyordu Tessat. Onu kullanmışlardı. Başkaları onu öne sürmüş,
yıpratmış, sonra da çekilmişler ve Tessat’yı desteksiz bırakıvermişlerdi. Şimdi ise onu koparıp
atmak, kurtulmak istiyorlardı. Yarın ya safdışı bırakıverirlerse onu? Sağdakilerin gözünde o bir
radikaldi. Bordeaux’da herkes ona gülümseyerek, saygı duyarak yaklaşırken burada Laval bir
merhabayı bile çok görüyordu neredeyse. Öyle ya, suyunu çekip aldıktan sonra posası çıkmış limon
kabuğunu kim ne yapsın?
Ağlamaklı oluyordu Tessat. Herkes ona haksızlık ediyordu artık. Laval’i destekleyen o değil
miydi? Almanlara yanaşabilmek için o Allahın belası İspanyola kim gidip de el etek öpmüştü?
Compiègne pazarlığı sırasında şartları kabul etmeleri için kim çıkıp da radikallere dil dökmüştü?
Nasıl da çabuk unutulmuştu bunlar! Zaten kendi çocukları bile anlamamışlardı onu. O dikkafalı
Denise bile özlediği yakınlığı hiç göstermemişti ona. Artık Almanlardan, günün birinde kellesini
onların elinde kaybetmekten çok korkuyordu. Bunu düşünmek bile Tessat’ya dehşet veriyordu.
Hitler’in hiç şakaya gelir yanı yoktu. Hep bu yüzden kazanıyor, önüne kim gelirse ezip geçiyordu
zaten. Tessat’yı yok etseler Denise ne olur? Mendilini çıkarıp sümkürdü. Gözyaşları burnundan
süzülüyordu. Sonra aklına oğlu Lucien gelince eziklik dolu bir içe kapanışla şikayetlerini susturmaya
çalıştı. Ama boşuna. Biliyordu ki Lucien ailenin adını bir kalemde harcar. Bu çocukta barbarlık
yaşıyor. Bu yanıyla nasıl da Robert dayısına benziyor. Robert dört yıl hapisle sıyrılmıştı. Ama Lucien
ondan da berbattır. Doğuştan cani yapısı vardır onda. Kim bilir belki de öldü Lucien? Öldürdüler
onu? O zaman da Tessat soyu tükendi demektir. Bu Fransa’nın da sonu sayılır. Tessat yılgın bir
hareketle bütün bu kaygılarını kovmaya çalıştı. Beceremedi. Yüzü tekrar öfkeden şişti, yayıldı.
Paulette şırfıntısının şimdi Almanların önünde bacak sallayıp şarkı söylediğine emindi. Yanındaki
erkek genç olsun, güçlü olsun da isterse koca ülke tutsaklık içinde yaşasın; vız gelirdi karıya.
Aradan bir saat geçmeden dirilmişti Tessat. Küçücük bir olay diriltivermişti onu. Breuteuil telefon
etmiş, “Sağlığın yerinde ya?” diye sormuştu. Tessat kendisine hâlâ ihtiyaç duyduklarını o zaman
anladı. Toplantı sırasında konuşmamıştı ama daha sonra söz alacak, kısa ve başarılı bir konuşma
yapacaktı. L’Humanité gazetesi Alsacelı bir Yahudinin, bir mobilyacının ilanını yayımlamıştı. O
bunu fırsat bilip haykıracak, “Yahudi sermayesini komünistlere akıtan görünmez altın kanalları var.
Bu vahşi savaşın kaynağını Yahudilerle komünistlerin işbirliğinde aramalı!” diyecekti.
Son anda Breuteuil, Tessat’yı kenara çekti: “Senin konuşmaman daha uygun!” Tessat, şaşkın ve
sıkıntılı, gözlerini kırpıştırdı. “Taktik meselesi. Ülkenin sinir sistemi çok kötü. Misilleme yapıp
bütün eski hikâyeleri, Stavisky olayını, Ulusal Halk Cephesi’ni falan başımıza kakarlar!” dedi
Breuteuil. Tessat onayladı. Ama morali yeniden bozulmuştu. O yaşamak istiyor ve artık dünyanın
altından kaydığını sezinliyordu.
Bir gün önce Paris’ten gelen Grandel’in davranışı bir çeşit teselli oldu Tessat için. Grandel onu
gazinonun fuayesinde görünce koşturarak yanına gelmiş ve çok sevimli bir yakınlıkla başkent
haberlerini aktarmıştı:
“İlk günler kimsecikler yoktu kentte. Sonra sonra herkes yerine döndü ve kent kalabalıklaştı. Şimdi
operaya yeniden başlamak bile istiyorlar. Tabii, her şey Almanların kontrolünde. Yalnız istilacı gibi
değil de koruyucu gibi davranıyorlar.”
Milletvekilleri toplandılar onların çevresine. Grandel’i dinliyorlardı sessizce. Aralarından bir
senatör, “Ah!” dedi. Grandel’in anlattıklarına sevindiğini ya da üzüldüğünü kestirmek imkansızdı.
Bergery Tessat’nın elini kuvvetle sıktı:
“Burada, görevinin başında oluşun çok yerinde bir davranış. Böyle güç bir anında Fransa’yı terk
etmeyeceğine emindim zaten.”
Bu adama teşekkür borcunu ödeyebilmek için Tessat başını hafifçe eğdi. Burnunda ter damlacıkları
birikmişti. Bergery’nin sözleri onu duygulandırmıştı. Öyle ya, ne kadar ağır bir sorumluluk taşıdığını
anlayanlar da vardı. O utanç verici tutsaklık belgesini imzalayıp burada kendi geçmişinin iki paralık
edildiği bu törene katlanabilmek kolay mıydı?
“Fransa’nın hizmetindeyim,” dedi. “Ne söyleyecektim? Hazır Blum ve Fouger buradayken. Oylama
sırasında ne yapacaklarını pek merak ediyorum. Bilhassa Fouger’yi. Sanmam ki karşı oy vermek
cesaretini göstersin. Ducamp burada yok diye öyle üzülüyorum ki. O savaş tahrikçisi herif.”
“Nerede o?”
“Cephede olmalı.”
Grandel karıştı söze:
“Hemen teslim oldu Almanlara. Ben bilirim onun gibi sert numarası yapanları.”
“Viard nerede?”
“Kimse bilmiyor. Biz Tours’dan ayrıldıktan hemen sonra ortalıktan kayboldu.”
“İspanya’ya geçip Lizbon’a kaçtığını söylediler.”
“Nasıl oldu da İspanyollar onu tutuklamadı?”
“Manzaraya bakın hele: Viard General Franco’dan vize dileniyor.”
“Deniyor ki İspanyollar sınıra makinelileri döşemiş, geleni yakalayıp kamplara sürüyorlarmış.”
Tessat güldü. Tarih ne ki? Danstan farkı var mı hiç? İleriye, geriye boyuna sallanıyorsun.
Kavalyeler damlarınızı değiştirin! İspanyollar mutlaka tutsak kampına sürmüşlerdir Viard’ı. O anki
şaşkınlığını düşünmek bile güldürür insanı. Ya tabloları? Tablolarını Avallon’da bıraktı mı acaba?
“Bu trajedinin komik bir yanı da var: Viard’ın sonu eğlendiriyor beni. Tablolarından ayrıldığı için
kim bilir nasıl acı çekmiştir. Yüzünün halini düşünün bir!”
Alıngan bir ses yanıtladı onu:
“Yüzü burada. Bakın, görürsünüz. Paul, alaylı sözlerini yersiz buluyorum.”
Tessat şaşkındı:
“Nasıl sen misin Auguste? Peki ama nereden çıktın sen?”
“Avallon’dan geliyorum. Buraya gelişim neden şaşırttı sizi? Her zamanki gibi görevimin
başındayım.”
Ve Viard yeni durumun en koyu taraftarlarından biri olduğunu açıklamakta acele etti.
“Yenilgi bizi iyileştirecek. Almanları örnek almalıyız. Hitler neden girdi Paris’e? Buna cüret etti
de ondan. Mareşal Pétain de aynı hamurdan. Seksen yaşında ama hepimizden cesur. Ona ilk saygı
duyanlardan biriyim.”
Grandel bile şaşırmıştı. Tessat kendi kendine göğüs geçirdi: Ne kurnaz herif bu ihtiyar! Tilki gibi.
Hepimizi cebinden çıkarır.
Başkan çıngırağını sallayarak oturumu açtı. Tessat konuşmacıları dinlemiyordu. Şimdi Laval rahat
konuşacak elbette. Eylülde neden konuşmamıştı ama? Ya Viard? Boyuna alkış alıyor şimdi. Blum
öfkeden kabarıyor. Karşı oy vereceği besbelli. Blum bitmiştir artık!
Oturum arasında pek çok milletvekili Grandel’in çevresine toplanmıştı. Hemen hepsi ona yağ
çekiyor, sonra da çeşit çeşit iş rica ediyorlardı. Grandel umursamazlıkla yanıtlıyordu hepsini: “Olur,
Abetz’e fısıldarım...” diyordu. Lucien’in aşırdığı evrakı anımsadı Tessat. Ne olursa olsun aşağılık bir
casusun kurtarıcı pozu takınması çileden çıkarıyordu Tessat’yı.
Oturum tekrar açılınca Breuteuil çıktı kürsüye. Geleneklerin çöktüğünden, dünyanın sonundan dem
vurdu. İngilizlere verip veriştirdi. Sonunda da kollarını iki yana açıp, “Almanlar bize acıyıp el
uzattılar,” dedi. Tessat esnedi. Bu Breuteuil de yaşından başından utanmayan bir sahtekar. Üstelik
sıkıcı bir sahtekar.
Birden salonda bir dalgalanma oldu. Fouger çıkmıştı kürsüye. Öfkesini kusmaya gelmişti:
“Vatan hainleri ve korkaklar yönetimi ellerinde bulundurarak...”
Daha fazla konuşturmadılar Fouger’yi. Oylamaya geçildi hemen. Yarım saat sonra başkan sonuçları
açıkladı: Beş yüz altmış dokuz kişi ‘evet’, seksen kişi ‘hayır’ demişti.
Tessat anlatılmaz bir bıkkınlık duygusu içindeydi. Sanki kürsüye çıkıp da saatlerce nutuk çekmiş
gibi bıkkındı. Dışarıda kadınlar, “Yaşasın Laval,” diye bağrışıyorlardı. Tessat bu sefer kıskanmadı.
Başı müthiş ağrıyordu. Sıkıntılı haliyle otelin yolunu tuttu.
Kader ona acımıştı sanki: Otelin salonunda hiç tanımadığı ama göğüsleri dik ve dudakları tahrik
edici bir genç kadın gördü. Kadın ona Paulette’i anımsatıyordu. Keyiflendi. Genç kadına yaklaştı. O
zaman kadının ağladığını fark etti.
Çaresizlik içinde bunalıp da yardım dileyen kadınlar onda hep cinsel istekleri uyandırmıştı.
Heyecanlı bir sesle kadına Fransa’nın geçirdiği bu zor günlerden söz açtı. Kadın başıyla onaylıyordu
söylediklerini. Bir fırsatını bulup, “Bir bakan olarak,” sözünü konuşmanın bir yerine oturtuverdi
Tessat. Kadın ümitle gülümsedi. Başına gelenleri anlattı Tessat’ya: Nevers’de bavulunu kaybetmişti.
Yaşlı annesini Paris’te bırakmış, Ticaret Bakanlığı’nda ataşe olan dayısını görmeye buraya gelmişti.
Ama dayısının Clermont-Ferrand’da olduğunu öğrenmişti. Ne yapacağını bilmiyordu. Topu topu yüz
frank parası kalmıştı çantasında.
Tessat kadını teselli etti. Birlikte akşam yemeğine oturdular. Yemekte canlı, hareketli ve akıllı
görünmek için elinden geleni yaptı. Önce Fransa’nın sonra da aşkın ölümsüzlüğü şerefine şampanya
içtiler.
Gece, kıza kur yaparken gayet keyifliydi:
“Bebeğim, yaşımı kolay kolay kestiremezsin.”
“Ellisinde misiniz?”
Parmağını neşeli bir tehdit ifadesine dönüştürerek güldü:
“Hayır, bebeğim. Bilemedin. Aşkta yaşım on sekiz. Halkın karşısında? Boşver bunlara. Mareşal
benim babam yerinde, sen ona bak.”
Sonra günün bütün olaylarını bir bir getirdi aklına: Breuteuil’ün sert bakışlarını, Viard’ın
sahtekarlığını, Fouger’nin palavrasını, karşı oy verenlerin hiç beklemediği kadar kabarık olan
sayısını anımsadı. Demek seksen kişi ‘hayır’ diyebilmişti. Bunlar Alman boyunduruğuna girmemek
için oy kullandıklarını hiç unutmayacaklar! İlerideki kuşakların insanları için bir hükümet darbesi
gibi bilinecekti onların protestosu. Toplantı sırasında midesi yüzünden bir türlü rahat edememişti
Tessat. Aynı rahatsızlık şimdi de yakasına yapışmıştı. Başı ağırlaşmıştı birden. Belki de şampanya
onu bu hale sokmuştu. Güçlükle doğruldu. Uyuklayan kadına baktı. Hıçkırıkların boğazında
düğümlendiğini fark etmişti şimdi.
“Bugün gazinoda ne oldu biliyor musun?”
“Kapıcılar çok önemli bir toplantı var, demişlerdi.”
“Harakiri yaptık biz. Anlamadın galiba? Milletvekilleri ve senatörler toplandık. Laval geldi
kürsüye. Kravatı yine beyazdı. Sonra? Sonra hepimiz intihar ettik. İnanmıyor musun? Yemin vereyim
istersen! Kendi ölümümüzü açıkça ilan ettik ve kendimizi alkışladık. Tam beş yüz altmış dokuz
cesettik orada. Seksen kadar da inatçı ve kaba keçi vardı. Hepsi bu. Şimdi senin yanında Tessat’nın
gölgesi duruyor.” Hıçkırdı. Sonra tekrar devam etti:
“Bu kadar şampanya içmemeliydim ben. Aldırma, bundan sonra her şey vız gelir. Ölüm fermanımı
imzaladım nasıl olsa.”
Kadının uykusu vardı. Son bir çabayla doğruldu. Sevimli olmaya çalışarak yanıt verdi:
“Neden üzüyorsun kendini? Almanlar Paris’ten çekip gidince biz de eski hayatımıza döneceğiz.
Demin sen değil miydin, ‘Benim ruhum gençtir,’ diyen? (Esnedi ve esnerken eliyle kapatmaya çalıştı
ağzını.) Sen... Sen gerçek bir sevgilisin...”
Başını salladı Tessat:
“Hayır! Bunlar... hepsi geçmişin malı artık. Bitti hepsi. Oysa şimdi, açıklığı seviyorum ben.
Mantıklı şeyleri seviyorum. Sana gerçekte kim olduğumu açıkça söyleyeyim, ister misin? Bir
raptiyeyim ben. Bir deliğe sokulmuş moruk bir raptiye.”
Kalktı. Sallanarak lavaboya gitti.
Fouger gazinodan öfkeli çıktı. Kollarını boyuna sallıyor, sanki karşısında insanlar varmış gibi
kendi kendine homurdanıyordu. Alçaklar cumhuriyeti katletmiş, yerin dibine sokmuşlardı. Valmy’de
kahramanca ölenler, bu pislik adına mı korkusuzca ölüme gitmişlerdi? Verdun’da neden savaşılmıştı?
Ne utanmazlık bu yapılan! Ne utanmazlık, yurttaşlarım! Bundan böyle bütün dünya insanları Hitler’in
çizmesini yalayan Fransa’ya iğrenerek bakacaklar.
Fouger elinden geleni yapmış, bu alçaklığa karşı çıkmıştı. Ama onun bütün gerçeği söylemesine
engel olmuşlar, onu konuşturmamışlardı. Otele akşam yemeği için dönecekti. Garson ona yemeğini
getirecek, Fouger odasına çekilecek ve uyuyacaktı. Bugün yaşadığı olaylardan sonra hayatın günlük
akışı, basitliği Fouger’yi isyana sürüklüyordu. Mümkünü yok katlanamazdı buna. Bombaların
uğultusuyla, giyotinle avunabilirdi ancak. Ya ötekiler? Onlar şimdi büyük bir rahatlıkla kahvelerin
taraçalarına yayılmış vermut içiyorlardı.
Bütün gece odasında dolaştı durdu. Ne karısı Marie-Louise geldi aklına, ne de çocukları. Aklı
almıyordu bir türlü. Coblence’de geçen günleri geldi aklına. Vichy neydi sanki? Yeni bir Coblence
değil miydi? Alçakların başı yine Laval değil mi? Herkes biliyor ki Laval, o at hırsızı suratıyla
satılmış herifin biridir. Tessat da şaşırtmamıştı onu. Tessat’nın ne orospu ruhlu olduğunu, kendi çıkarı
için her şeyi rahatça satacağını eskiden beri biliyordu. Ama onun inanamadığı şey alçak sürüsünün
başında bir cumhuriyet askerinin, yaşlı bir mareşalin bulunması. Ordu kıyamet gününe kadar şerefsiz
yaşayacak artık. Artık kime, nasıl inanır insan? Her şey kirletilmiş, her şey kaybedilmiş ve kahve
taraçalarında ulusun büyüklüğü ve insanların namusu ayaklar altına alınmıştı.
Yarın sokaklarda bağırılacak: “Yaşasın Almanlar! Fransa’nın iyi yürekli kurtarıcıları!” denecek.
Almanların önünde iki büklüm durulacak. Ve belki de o Goering maskarasından yeni bir Jeanne
d’Arc yaratılacak. Gülünç bile olamaz bu. İğrençtir yalnızca!
Fouger bütün bunları kime söylüyor? İçini kime boşaltıyor? Güneşliklerin vidalarına mı? Büyük
aynada gördüğü kendi suretine mi? Yoksa yeni doğan güne mi anlatıyor?
Sabahın dokuzunda kapısı vuruldu. Polislerdi gelen. İçlerinden biri:
“Tutuklanmanız için emir var,” buyurdu.
İşte o zaman Fouger olanca hıncıyla patladı:
“Emri gösterin, baylar! Hem neden Almanca yazılmamış bu? Almanca öğrenin baylar! Kötü
çevirilerden bıktık biz! Siz pek bozmayın keyfinizi. Verdun’de siz savaşmadınız ki! (Fouger sakalını
taradı. Sonra ceketini giydi.) Hazırım ben... Gidebiliriz. Yaşasın Cumhuriyet!”
Tıraş olmuş ve henüz kahvaltısını yapmış olan Tessat’yı gördü merdivenlerde. Tessat bir
toplantıya yetişebilmek için acele ediyordu. Polislerin arasında götürülen adamı gördüğü halde sırtını
döndü. Tessat’nın yüzü asık ve gergindi. Cenaze törenlerindeki insan suratlarını andıran katılıkta bir
ifadesi vardı. Fouger merdivenleri inerken bağrıyor, küfür ediyordu: “Bu yaptığınız bokluktur,
baylar! Bokluğun ta kendisidir.”
39
Henüz Paris’te olduğu sıralarda: “Savaş kaybedildiğinde savaşmaya devam etmek saçmadır. Hatta
fazlasını söyleyeyim, cehalettir. Bu kadar işte!” demişti General Lerideau.
Breuteuil, ateşkesi imzalayacak olan heyetin arasına Lerideau’yu da dahil etmek istedi. Ama
General hastalanmıştı: Karaciğer krizi... Şansım varmış, dedi kendi kendine. Bu kadar üzücü bir
belgenin altına imza koyarak tarihe geçmek? Yo, yo, asla!
Son hükümet değişikliği sırasında Lerideau, Savunma Bakanı tayin edilmişti. Bakanlık
Bourboule’daydı. Bu kentteki kaplıcalarda yalnız astımın tedavi edildiğini öğrendiğinde bayağı canı
sıkıldı Lerideau’nun. Vichy’de yerleşip karaciğerini iyice tedavi ettirmek düşüncesindeydi. Astımlı
olmadığı halde, her sabah banyolara gitmekten geri kalmıyordu. “Savaş artık bitti,” diyordu. “Şimdi
kalkınma dönemine girmiş bulunuyoruz. Yaralarımızı saracağız şimdi. Ve böyle bir dönemde insanlar
ilkin bedenlerini onararak işe başlamalıdırlar.”
Karısını yanına aldırmıştı. Sophie’nin eflatun geceliğini görür görmez de bütün neşesi gelmişti.
Otelde oturuyorlardı gerçi ama, Sophie o soğuk otel odasına hemen bir aile sıcaklığı katmasını
bilmişti. Yün örgüsü, elektrik ütüsü, hayat pahalılığı hakkında dert yanmalar. Ve mutluydu Lerideau.
Bir tek şey sıkıyordu canını: Sorumlulukları. Ateşkes şartlarına uygun şekilde, bütün savaş
malzemesini Almanlara teslim etmekle görevliydi. İkide bir içini çekiyordu derin derin:
“Silahlanmanın güç bir şey olduğunu sanırdım bir zamanlar,” diyordu. “Meğer silahsızlanmak çok
daha zormuş Sophie’ciğim.”
Gizleyebildiği her şeyi Almanlardan esirgemek zorunda hissediyordu kendini. Albay Moreau gene
onun yanında çalışmaktaydı. Lerideau:
“Kendimizi şimdiden 1960 yılına hazırlamak zorundayız,” diyordu ona. “Evet, evet! Almanlara
bakın. Uğradıkları bozgunun hemen ertesinde rövanşa hazırlanmaya koyuldular. Bu bir doğa
kanunudur.”
Otuz uçaksavar topunu Almanlardan gizlemeyi başardım diye çocuklar gibi sevinmişti nitekim.
Albay Moreau ise, hoşgörüyle gülümseyerek:
“Kendinizi bu kadar üzüntüye sokmanız boşuna,” demişti. “Ay ışığı güneşle mücadele edemez ki.”
Bir sabah kaplıcadan dönmüş, kahvesini içmekteydi. Kapı vuruldu. Yaverinin ya da garsonun
geldiğini sanan General: “Girin,” dedi. Gelen Weiss’tı.
Colmarlı eski radikal, şimdi Laval’in yakın dostu olmuş ve Fransız-Alman Karma Komisyonu
üyeliğine seçilmişti.
Buğu çekici bir bornoz vardı Generalin üzerinde ve bu haliyle bir karnaval mankenini andırıyordu.
Gülümsemekten kendini alamadı Weiss. Canı sıkıldı Lerideau’nun: Bir general, her şeyden önce
karşısındakilere saygı telkin etmek zorundadır.
“Obada yaşar gibi yaşıyoruz,” dedi. “Yaverim de böyle bir hayata alışık değil.”
“Buyurun giyinin generalim. Bu zamansız ziyaret için de özür dilerim. Acil bir iş için geldim.”
On beş dakika sonra da General, üniformasına bürünmüş ve göğsüne altı nişan şeridini takmış
olarak yeniden belirmişti.
Hemen konuya girdi Weiss:
“Generalim... yanılmıyorsam, Montpellier’de tam kırk iki orta boy tank vardı değil mi? Oysa siz,
on altı tank teslim etmişsiniz?”
General başıyla onayladıktan sonra, yaptığından memnun bir edayla yanıt verdi:
“Doğrudur. On altısını teslim ettim. Çünkü Almanların verdiği listede bu rakam vardı.”
“Peki ya imzamız?”
“Öyle sanıyorum ki Bay Weiss, gelecek kuşaklara karşı olan görevimizi yerine getirebilmek için...”
Weiss, sözünü kesmişti:
“Büyük lafların burada yeri yok,” dedi. “On altı, on altıdır. Kırk iki de, kırk iki. Yirmi altı tankı
gizlemek için ne gibi bir gerekçeniz vardı, öğrenebilir miyim?”
“Ne demek?”
Birden sesini yükseltmişti Lerideau:
“Ben üzerime düşeni yaptım,” dedi. “Ve bir çocukla konuşur gibi benimle konuşulmasına da izin
vermem. Bir Fransız askeri var karşınızda, işte bu kadar!”
Ayağa kalkmıştı. Küçücük boyuna rağmen, tepeden bakar gibiydi Weiss’a. Omuz silkti Weiss:
“Boşuna sinirleniyorsunuz generalim. Unutmayın ki cephede değilsiniz ve söz konusu olan da, son
derece ciddi bir iştir. İlk yapacağım şeylerden biri, derhal şefinize gidip, size bir parça aritmetik
öğretmesini rica etmek olacak.”
Ve çıktı. Uzun süre kendine gelemedi Lerideau. Sonunda toparlanıp Sophie’ye dert yandı:
“Yirmi altı tankı daha dünkü düşmanımıza niçin hediye edecek mişiz, bir türlü anlayamadım? Bir
Fransız, Laval’in bir dostu ve Breuteuil’in güvenini kazanmış bir adam, gelip karşıma dikiliyor ve bir
Alman subayının ağzıyla konuşuyor benimle. Anormal bir şey bu işte!”
Lerideau hemen ertesi gün, General Picard’a gitti. Weiss cinsinden politikacıların askeri işlere
karışmalarından doğacak sakıncalar hakkında bir rapor hazırlamıştı. Raporda bu gibi müdahalelerin,
Mareşal’in direktiflerine aykırı düştüğünü belirtmeyi de unutmamıştı.
Ama Picard, alabildiğine soğuk bir selamdan sonra sert ve kırıcı bir sesle:
“Görüyorum ki,” dedi, “De Gaulle’ün çığırtkanlıklarına inanmaktan siz de kendinizi
kurtaramamışsınız. Ağustosun ortasından önce Almanlar Londra’da olacak. Delikanlı değilsiniz,
General. Savaşçı geçmişiniz size bazı görevler yüklemektedir. Hainlerle el ele verip hareket
edemezsiniz.”
Afallamıştı Lerideau. Kekeledi:
“Bunu... bunu hak etmiyorum.”
Fazla ileri gittiğini anlamıştı Picard. Ve gene iki dost olarak ayrıldılar. Lerideau, Bourboule’a
döndüğünde, hiç zaman kaybetmeksizin ortalığa çekidüzen vermeye koyuldu. Durmadan bağırıyordu:
“Makinelilerden siz sorumlusunuz binbaşı. Ve makineli denen şeyin iğnelerden farklı olduğunu da
unutmayın! Gene unutmayın ki, verdiğimiz sözlere bağlı kaldığımızı eski düşmanlarımıza göstermek
zorundayız. Hem de en basit ayrıntılara varıncaya kadar bağlı olduğumuzu. En son düğmemize kadar!
Anlaşıldı mı?”
Akşam yemeğinden sonra da, Moreau’yla politika konuştu: “Maceracı De Gaulle iyi
hesaplayamadı, ama ben bunu zaten görüp haber vermiştim. Almanlar, kıyı bölgelerinde hatırı sayılır
miktarda güç toplamış bulunuyor. Diyeceksiniz ki, boğaz var. Püüfff! Çıkarma hakkında bugüne kadar
ileri sürülen ve uygulanan bütün fikirleri nasıl altüst ettiklerini Narvik’te gördük. Bir parça
askerlikten anlayan herkes için apaçık bir gerçektir ki, Hitler bir aya kalmaz Londra’da olacak.
Laval’in çizgisi bence doğrudur. Biz askerler politikaya burnumuzu sokmamak zorundayız kuşkusuz.
Ama unutmayalım ki bugün söz konusu olan, parlamento entrikaları değil, Fransa’nın huzuru.
İçtenlikle söyleyeyim size: Almanya’nın zaferi bizim işimize yarayacak. Bu sayede bizim de,
kurulacak olan yeni Avrupa’da, İtalya’nın hemen yanı başında bir yerimiz olacak. Hitler İngiltere’yi
hallettiğinde, Rusya kalıyor geriye. Kızıl Ordu aslında büyük bir güç değil. Ama mesafe var azizim,
mesafe... Ve ben adım gibi eminim ki, Hitler sonunda bizim yardımımıza başvurmak zorundadır. Biz
de o zaman pazarlık etmek ve bazı tavizler sağlamak imkanına kavuşmuş oluyoruz. Picard’ın fikrine
göre, Hitler Kiev’i aldığı zaman Lille’i hemen bize iade edecektir. Şimdi de bir an için, zaferi
İngiltere’nin kazanmış olduğunu farz edelim. İşte o zaman, felaket! Çünkü Churchill, Almanlarla ayrı
bir ateşkes imzalamış olmamızı hiçbir zaman affetmeyecektir. De Gaulle’e gelince, kuşkulu unsurlarla
kader birliği halinde bulunuyor. Hatta komünistlerle pazarlığa girmesine bile şaşmam De Gaulle’ün.
Evet evet. Bu tip insanlardan her şeyi bekleyebilirsiniz! Ben şahsen Almanları tercih ediyorum
azizim. Almanlar gerçi bizim dünkü düşmanlarımızdır ama şerefli insanlardır. Peyrouton ya da dünkü
milletvekilleri tereddüte kapılmış olabilir bu konuda. Ama ben, yolumu kesin olarak seçmiş
durumdayım. Almanlara yardım etmeliyiz. Yalnızca biçimsel bir tarzda değil, bütün kalbimizle. İşte
bu kadar! Sizin fikriniz albay?”
Tembel bir edayla yanıt verdi Moreau:
“Ay ışığının güneşten ödünç alınmış bir ışık olduğunu söylemiştim size. Olayları çürütmek kolay
değil ve olaylar da ortada. Almanlar kaybettiğinde, hiç kuşkusuz, bizlere de acımayacaklardır. Ama
ben gene sizin fikrinizdeyim. Darağacında salanmaktansa Bourboule’da yaşamayı tercih ederim.”
Birkaç gün sonra da General Lerideau, küçük bir kır gezintisi düzenliyordu. Sophie’yle albayı da
alarak bir dağ gölünü görmeye gitti. Köye kadar arabayla, oradan göle kadar da yayan gittiler.
Manzara, Generali biraz tedirgin etmişti. Gri taş yığınları, bilinçli bir düzensizlik içinde oraya buraya
serpilmiş gözüküyordu. Ve tablonun sert havasını yumuşatacak bir tek ağaç, bir tek çiçek olsun yoktu
ortada. Kayaların arasında yer yer, gene gri renkte dikenli çalılar bitiyordu yalnızca. Su da griydi.
Dünyamız, bir başka dünyaya teslim olsa işte bu hale gelir, diye düşündü Lerideau. Ardennes
Ormanı’nı, bacakları kopmuş küçük yavrucağı anımsamıştı.
Kumanya getirmişlerdi. Generalin karısına bir kutu kestane şekeri ikram etti Moreau:
“Memleketin bir özelliği...”
Makul bir kadın olan Sophie içini çekti. Böyle bir zamanda, şekerleme için seksen frank harcamak,
çılgınlık değil de neydi!
Güneş çıkmış ve göl pembeleşmişti. İçi rahatladı Lerideau’nun, huzur dolu bir sesle:
“Doyumlarımız için, doğa kadar mükemmel bir denge yoktur,” dedi.
Mignon’un melodisini mırıldanmaktaydı Sophie. Moreau ise kadına yarı çakpın, yarı alaycı
gözlerle bakıyordu. Er geç benim olacaksın, cicim. Lerideau uyukluyordu. İnsanı hem neşelendiren,
hem de gevşeten güçlü bir içki gibi gelmişti hava.
Yaverinin sesini duyduğunda, hemen toparlayamadı kendini. Ancak bir süre sonra doğrulabildi:
“Nasıl olur da rahatsız edersiniz? Pazar bugün. Yoksa cephede miyiz sanıyorsunuz kendinizi.”
“Generalim başımıza bir felaket dolandı.”
Generalin pazarını rezil eden kazanın yaratıcısı, 287. Piyade Alayı’ndan Onbaşı Legreux idi. Eski
Seine işçisi Legreux...
Legreux, mayıs ayına kadar Briançon yakınındaki bir toplama kampında kalmıştı. Dağın tepesine
taş taşımaya zorluyorlardı tutukluları. Hangi amaçla olduğunu hiç kimse bilmiyordu. Ama Legreux,
öfkelenmek şöyle dursun, muhafızlarla tartışmıyordu bile. İçinde bir şeyler kırılmıştı Legreux’nün,
dilsizliğe tutulmuş gibiydi. Bakışları boşalmış ve karanlıklaşmıştı, ağarmış bir sakal örtüyordu
çehresini.
Mayısta, hiç beklemedikleri bir anda askerleri serbest bırakmışlardı. Albay, koyuvermeden önce
bir konuşma yaptı onlara. Durmadan: “Fransa hastadır...” diye tekrarlıyordu. Sonra İtalyan sınırına
gönderildiler. Legreux’ye onbaşı şeridini bile iade etmişlerdi. Bu değişikliği, üzerinde durulmaya
değmeyen bir olay olarak karşıladı. Ama Almanların Belçika’ya daldıklarını öğrendiğinde silkindi, o
eski propagandacı ve savaşçı Legreux oldu yeniden. O günden itibaren de bir başka türlü omuzlar
oldu tüfeğini ve yalnızca, alayının kuzeye, cepheye sevk edilmesinden şikayet etti.
Savaşın kendileri için mutlu bir sonla biteceğine inanmadığı halde, ilk hatlarda olmak istiyordu.
Bütün kış boyunca toplama kampında bir tek düşünce kurcalayıp durmuştu kafasını: Kör etmişlerdi
Fransa’yı, bir alay iğrenç yalanla aldatıp uyutmuşlar ve bir Monaco prensliği haline sokmuşlardı
koskoca ülkeyi! Ve ülkesine yapılan bu büyük hakaret Legreux’yu öylesine perişan etmişti ki, yeniden
bir dirilişin mümkün olduğuna inanamıyordu artık. İnce eleyip sık dokumaya da zamanı kalmamıştı
zaten. Aradan bir ay geçmeden, bu sefer de İtalyanlar saldırmıştı Fransa’ya. Alayları Petit-Saint-
Bernard civarında konaklıyordu. Küçük bir tabyayı savunmak görevi verilmişti Legreux’ye.
İtalyanlar tabyayı dört gün süreyle zorlu bir yaylım ateşine tuttular. Ama savunucular iyi
dayanıyordu. Bir günlük bir mola oldu. Sıcak bir yemek girdi kursaklarına.
Gazete bulunmuyordu. Almanların Paris’e girdiğini, teğmenlerinin Chambèry dönüşünde
öğrendiler. Ve hiç kimse, Fransız hükümetinin şu anda nerede bulunduğunu bilmiyordu.
Homurdanmaya başlamıştı bile askerler:
“Belki de artık hükümet diye bir şey kalmadı kim bilir.”
“Faşistlerin iktidarı ele geçirdiğinden hiç kuşkunuz olmasın: Laval ve Doriot takımı işbaşındadır
artık.”
“Yani Laval için gidip öldüreceğim kendimi? Yağma yok!”
Legreux atıldı:
“Korkuyor musun yoksa? Hiç kimse kendini gidip de Laval için öldürtmez merak etme. Ama şu
anda Laval’in iktidara geçtiğini nereden biliyoruz? ‘Öyle deniyor.’ O kadar çok şey ‘deniyor’ ki!
Laval başa geçmiş olsa, savaşmazdı. Mussolini’nin adamı çünkü. Orada kim var, bilmiyoruz.”
Eliyle batıyı işaret ediyordu.
“Ama bildiğimiz bir şey var. Önümüzde kimin bulunduğu. Ve bu konuda en küçük bir yanılma bile
mümkün değil. Siz ne isterseniz söyleyin, ben faşistlere yol açmayacağım!”
Boş gözleri bir dakika içinde keder ve öfkeye bürünmüştü. Arkadaşları da kendisini desteklediler.
Ertesi gün İtalyanlar, Fransızlara teslim olmalarını önerdiler. Reddettiler. Dünyadan kopmuş bir
durumda oldukları halde, beş gün daha dayandılar.
“Ateşkes imzalandı!”
Bir düşte gibi duydu bu sözleri Legreux ve öfkeyle haykırdı:
“Laval şimdi geldi işte!”
Bataryadan çıktıklarında Fransız albayın yanında ilerleyen iki İtalyan subayı görmüşlerdi.
“Makarnacılar!” diye homurdandı içlerinden biri.
Legreux susuyordu. Sönmüş bir ateş gibiydi yeniden.
Legreux’nün taburunu terhis etmemişlerdi. Clermond-Ferrand’da konaklıyorlardı şimdi. Ve kentin
hemen yakınında, cephane dolu büyük bir silah deposu vardı. Sudan geçen bir ışık gibi bulanık
birtakım kelimeler hatırlıyordu Legreux. Başgardiyanın, Teğmen Brèzier’ye:
“Cephaneyi çarşamba günü Almanlara teslim ediyoruz,” dediğini duymuştu.
Serinlik getirmemişti yağmur. Gece gene boğucuydu. Nöbetteydi Legreux, Josette’i düşünüyordu.
Bir kez olsun yazmamıştı kız. Ya da yolda kaybolup gitmişti mektuplar. Şimdi ise, mektup beklemek
boşunaydı artık. Trenler işlemiyordu. Her şey yıkıldı. Legreux’nün hayatı gibi tıpkı... Michaud nerede
kim bilir? Parti nerede? Hemen yanı başında belki. Şu askerin yüreğinde. Belki de uzakta
alabildiğine. Her şey, önceden görüp haber verdikleri gibi olmuştu. Hitlerciler gelmiş ve burada
kendilerine dostlar, yardımcılar, uşaklar bulmuşlardı. Yalnızca düşünmek bile dehşet veriyordu
insana: Bütün bu olup bitenleri ta iki yıl öncesinden ne kadar kesin bir uzağı görüşle bildirmişti
l’Humanité! Ve sonra art arda sökün eden felaketler! Almanlar mahvetmişti ülkeyi. Ne geçerse
ellerine, alıp götürüyorlar işte. Makineleri, şekeri, ayakkabıları. Savaş tutsaklarını da
bırakmayacaklar. Belki Michaud da onların eline düştü kim bilir? Şimdi İngilizlerin üzerine
yürümeye hazırlanıyorlar. Sonra da Rusların üzerine yürüyecekler, belli. Fareler gibi tıpkı, açlığa
uğramış fareler gibi! Her şey mi yok olacak yani ellerinde. Emek, kahramanlık ve güzelim insan
hayatı?
İşte böyle başlamıştı gece: İnsanın yakasını bir türlü bırakmayan uzun düşüncelerle Legreux’nün
kafasını bulandıran ilk gece değildi bu. Gündüz konuşmayı deniyor, boş gözlerini karşısındakine
dikerek, boğuk kırık bir sesle sorular sıralıyordu. Dilsiz kalıyordu insanlar, olayların altında ezilmiş
gibiydiler. Yakınlarını arıyorlar, bir sığınak ya da bir dilim ekmek peşinde koşuyorlardı. Felakete
akıl yoluyla yaklaşıp kavramayı deneyen yoktu. Boyun eğmişlerdi o kadar.
Şafak sökerken, kesin bir karar olgunlaşmıştı Legreux’nün beyninde... Kendiliğinden gelmişti
karar. Ne tartmış, ne de uzun boylu düşünmüştü. Yüreğinin zoruyla vermişti bu kararı. Çılgınca
yaşadığı son haftaların, boşa giden tabya savunmasının, kaçakların şikayetlerinin, kentin çevresinde
barınaksız ve yarı aç dolaşan askerlerden dinlediği hikâyelerin, başgardiyanın o küstah ve alçakça
sözlerinin, (“Cephaneyi çarşamba günü teslim ediyoruz...”) doğal bir sonucuydu verdiği karar. Hayır
yağma yok! Hiçbir şey teslim edemeyeceksiniz ve hiçbir şey teslim alamayacaklar!
Emrindeki üç eri kente göndermişti. Teğmen Brèzier ise evinde uyuyordu. Bir tek canlı yoktu
çevrede. Ve tek başına öldü Legreux. Basit, alçakgönüllü ve içten. Nasıl yaşadıysa, öyle... Patlama,
bütün ortalığı sarsmıştı. Deli gibi uçuştu ağaçlardaki kuşlar. Deponun üç kilometre ilerisindeki tuğla
fabrikasının da camları kırılmıştı.
Olayı General Lerideau’ya anlattıklarında, elleriyle yüzünü örttü. Fransa’nın uğradığı bozgundan
da büyük bir felaketti bu patlama. Kimse kimseden sormuyordu bozgunun hesabını, ama deponun
hesabı ondan sorulacaktı! Bunun bir cani tarafından yapıldığına imkanı yok inanmazdı Almanlar. Ve
Picard da, Lerideau’ya yüklenmek için enfes bir fırsat kazanmış oluyordu!
Asık suratlı, boz renkli gölü, taşları... bitip tükenmek bilmeyen kayaları anımsadı birden Lerideau
ve Sophie’ye dönüp:
“Her şeyi yıktılar,” dedi. “Her şeyi uçurdular havaya. Doğayı bile... Yüreği bile...”
40
Joliot, paçasını sıyırmıştı. Gene Paris’te çıkıyordu La Voie Nouvelle . Vichy’den franklar,
Almanlardan da marklar geliyordu. Ama şişman üstat, yeni patronu Sieburg’un cimriliğinden ve pis
kokusundan dert yanmaktaydı:
“Herifi al, bir kokarcayla birlikte kafese koy: Eğer kokarcacık boğulup ölmezse adam değilim!”
General Von Schaumberg’in Joliot’ya karşı bir zaafı vardı. Kaygısız ve canlı haline bayılıyordu
Marsilyalının. Ama Joliot kararıp gitmişti hüzünden, pembe gömleği bile güzelleştirmiyordu
kendisini. Eskiden olduğu gibi sık sık şaka yapmak bir yana, konuşmuyordu bile. Gazeteden eve
döndüğünde, elbiselerini çıkarmaksızın yatağın kenarına çöküyor ve susup kalıyordu. Karısı “Neyin
var kuzum?” diye sorduğu zaman da, ‘hiçbir şeyim yok’ anlamında başını sallamakla yetiniyordu
yalnızca.
Bir gün önce Breuteuil gelmişti gazeteye. Joilot yazıyı okumaya gerek görmeden parafe edip
dizgiye yolladı ve Breuteuil’e dönerek:
“İşler o kadar kötü ki, yakında dua etmeye koyulacağım,” dedi.
Büyük sansasyonlu manşet aramaktan vazgeçmişti artık. Çığırtkanlık yapmak neye yarar ki, nasıl
olsa hiçkimse okumuyor gazeteyi! Fransızlar tiksiniyor, Almanlarınsa kendi gazeteleri var.
Almancadan acemice çevrilmiş makaleler gönderiyorlardı Joliot’ya arada bir. ‘Bizi’ kelimesini silip,
yerine ‘Almanlar’ kelimesini koyuyordu. Voie Nouvelle ’in bir Fransız gazetesi gibi görünmesini şart
koşmuşlardı çünkü ve bunun için para veriyorlardı kendisine. Peki ya Breuteuil? O da paraya
bağlanmıştı kuşkusuz. Üstelik de şimdi kimin ne ihtiyacı vardı Breuteuil’e! Ne kadar tuhaf anılar: 6
Şubat, ‘Haçlılar’, meclisteki konuşmalar... Hepsi bitmişti işte. O zaman Fransa her şeye rağmen
dimdik ayaktaydı. Oysa şimdi bir Alman subayı yerleşmişti gazeteye. Hırçın ve dakik, tavşan gözlü
bir adam.
“Breuteuil Paris’e geldi,” dedi karısına Joliot. “Laval’i de, Tessat’sı da sökün etmeye başlar
artık!”
İçini çekti Marie:
“Onlar gelince işler düzelecek mi sanki! Bütün kenti baştan başa dolaştım bugün. Sabun namına bir
şey yok. Hiçbir şey bırakmamışlar ki zaten. Ellerine ne geçerse kapıp götürmüşler.”
“Durum apaçık! Gidecek yer de kalmadı artık. Marsilya dersen, aynı şey... Herifler fareden farksız:
Koca Avrupa’yı bir peynir yerine koyup kemire kemire yediler! Dessère’in intihar ettiğini söyledi
Breuteuil. Auvergne bölgesinde bir dağ başında. Kahramanca bir davranış ama ne Marne’ın yerini
tutabilir yazık ki, ne de Verdun’ün! Tuhaf değil mi? Aklıma ne geliyor biliyor musun? Ya bir de
tutup...”
Buraya gelince kalkıp pencereyi kapattı ve sesini alçalttı:
“Ya bir de tutup yenilecek olurlarsa? Gözünün önüne geliyor mu ne korkunç bir skandal olur.
Yapacağım özel baskı, akşama varmadan beş milyon satardı. Breuteuil’i sallandırırlardı tabii.”
“Neler söylüyorsun kuzum sen? Zaferi İngilizler kazandığı takdirde, seni sağ bırakacaklarını mı
sanıyorsun yoksa!”
Joliot, başıyla bir ‘hayır’ işareti yaptıktan sonra sevinçle devam etti:
“Ne münasebet canım! Aptal mıyım ben? Ama ne matrak olurdu değil mi Marie! Bütün tanıdıkları
boğazlayacaklar. Tavuk boğazlar gibi. Yalnızca bu manzarayı görmek için asılmaya razıyım!”
Gazeteye giderken bir aperitif içmeye karar vermişti: “Herifler bütün içkileri içip bitirmeden!”
Yan sokaklardan birinde orta halli bir kahve seçti, Almanların tenezzül edip de bu kahveye
düşeceğini ummuyordu.
Gözleri ağlamaktan şişmiş olan garson kız, ısmarladığı pastis bardağını getirip önüne koyunca,
Joliot bir gazete çıkardı cebinden. Okuduğu falan yoktu aslında, hiçbir şey de düşünmüyordu. Son
zamanlarda sık sık böyle durgunlaşır olmuştu. Bilmediği bir yere doğru yelken açmış bir gemi olarak
hissediyordu kendini.
Kapı gıcırdamıştı. Bir Alman subayı girdi. İri çeneli ve bulanık gözlü bir adam. Terbiyeli bir
tavırla selamladı kahvedekileri. Selamı alan olmadı. Kız, bir bira götürdü önüne. Subay kızı yanına
oturmaya davet etmişti. Başının bir işaretiyle reddetti garson. Subay bir bardak bira daha içtikten
sonra, yeniden kıza döndü:
“Neden hiçbir şey söylemiyorsunuz güzelim? Böyle susmak yaraşmıyor size.”
Elindeki tepsiyle yüzünü örtmüştü kızcağız.
“Ben bir Fransızım efendim,” dedi.
Müthiş bir öfkeyle kalktı subay ve kapıdan çıkmadan önce dönüp bağırdı:
“Aynaya bakın biraz! Anneniz bir zenciyle yatmış sizin!”
Uzun uzun ağladı kız. Bir yandan da hıçkırıklar arasında konuşmaktaydı kendi kendine:
“Niçin bizim de tanklarımız yok!”
“Vardı tanklarımız,” dedi Joliot. “Vardı ama Tessat’nın emrindeydi. Ağlamaya gelince boşunadır
ve değmez. Gözyaşlarıyla ortadan kaldıramazsınız herifleri. Fare bunlar... Öldürmek lazım. Ben
yapamam. Para veriyorlar çünkü bana. Ötekilere verdikleri gibi. Gidecek yerim de kalmadı. Marsilya
bile yok artık. Yalnızca Almanlar ve sıkıntı var. Ağlayıp durmayın hadi! İki pastis ne eder onu
söyleyin de vereyim. Sonu iyi bitecek bu işin, merak etmeyin: Beni bir fenere sallandıracaklar, siz de
bir Marsilyalıyla altımda dans edeceksiniz. Bizim orada bayılırlar dans etmeye.”
41
Kendisince geçerli olan bütün kanıtları art arda sıralamaya başlamıştı Breuteuil: Adaletten,
mantıktan açıyordu. General Von Schaumberg’in ne düşündüğünü anlamaksa imkansızdı. Yuvarlak
mavi gözleriyle Breuteuil’e bakıyordu durmadan. Ve ağzındaki purodan yakıcı dumanlar salarak,
boğuk sesiyle: “Hayır,” diyordu zaman zaman. Bildiği bütün kelimeleri unutmuştu da sanki, yalnızca
bu kelimeyi hatırlıyordu.
General, Fransızlarla ciddi olarak konuşmanın imkansız bir şey olduğuna inanmıştı. Joliot, bunun
için hoşuna gitmişti. Müzikal kızlarına verdiği akşam yemeklerinde: “Fransa enfes bir kaplıca
ülkesidir,” diyor ve ekliyordu: “Paris de eşsiz bir kafe-konser!” Breuteuil, Generalin gözünde ‘ciddi
bir Fransızdı. Ciddi... yani ahmak.
Almanların ileri sürdüğü şartları öğrendiğinde, daha Bordeaux’da afallar gibi olmuştu Breuteuil.
Bir poker partisinde gibi görmüştü kendini önceleri, kurnazlığa vurup blöf yapabileceğini sanıyordu.
Oysa şimdi, oyunun kuralını anımsatıyorlardı. Almanların, ateşkesin imzalanmasından sonra bütün
Fransız radyo yayınlarının kesilmesini istediklerini duyduğunda, önce çok şaşmış, sonra da omuz
silkip geçmişti: “Fransa dilsiz olsun istiyorlar,” demişti. Ama gene de Bordeaux’dayken az çok
umudu vardı. Hitler gösterişten hoşlanıyordu, Compiègne’de bunun için küçük düşürmek istemişti
Fransızları. Eskiden kanı kan temizlermiş, Hitler de gözyaşlarını gözyaşlarıyla temizlemek istiyordu
Breuteuil’e göre. Ama bayram sarhoşluğu geçer geçmez Alman türküleri dinecek, zafer şerefine
Alman dağlarında yakılan ateşler söndürülecek ve karşı karşıya geçip konuşmak mümkün olacaktı.
Fransa yenilmişti, evet. Ama aynı Fransa, tıpkı eskisi gibi, büyük bir devlet olmaya devam ediyordu.
Sömürgeleri vardı, koskoca bir donanması vardı Fransa’nın. Ve Hitler’in sırtında bir İngiltere vardı.
Bizi hoş tutması gerekiyordu sözün kısası.
Pétain, birçok acil meseleyi halletmek üzere yollamıştı Paris’e Breuteuil’i. Serbest bölgede
milyonlarca insan aç ve barınaksızdı. Ve Almanlar, buranın kaçakların işgal bölgesine dönmelerine
izin vermiyordu. Savaş tutsaklarını ağır işlerde kullanmaya başlamışlardı. Yaralılar kendi
kaderlerine terk ediliyordu.
Breuteuil işte bütün bu durumu Generale bir bir açıklamıştı. Von Schaumberg kendisini dikkatle
dinliyor, ama Breuteuil: “Kabul ediyor musunuz?” diye sorduğunda, kayıtsız bir sesle yanıt
veriyordu: “Hayır.”
Alman işgal kuvvetleri komutanlığının Lorraine’deki Fransızca levha ve tabelaları söktürdüğünü
anımsattı Breuteuil. General birden canlanıvermişti.
“İşgal kuvvetleri diye bir şey yok ki Lorraine’de, bu bölge doğrudan doğruya Almanya’ya aittir.”
Bu kadarı fazlaydı artık. Dayanamadı Breuteuil ve ilk kez diplomat edasından sıyrılıp:
“Ben Lorraineliyim,” dedi.
Von Schaumberg, purosunun külünü önündeki tablaya sonsuz bir özenle silkmiş ve susmaya devam
etmişti. Gene kaçaklar meselesine döndü Breuteuil. General, sıkıldığını açıkça belli eden bir tavırla
tırnaklarını temizliyor ve esniyordu. Nihayet bu faydasız konuşmayı kesmeye karar vererek:
“Ayrıntılara giremem,” dedi kesin bir sesle.
“Bizim için bunlar, ayrıntı olmaktan uzaktır. Milyonlarca Fransızın ölüm kalım meselesi bu. Alman
otoritelerinin bu konudaki olumsuz tavrı, halklarımız arasında işbirliğini sekteye uğratacaktır.
Umarım ki...”
“Hayır!”
Breuteuil kalkmıştı. Bir Alman subayını andırıyordu zayıf kupkuru bedeni ve uzun boyuyla. Von
Schaumberg, düşüncesini nihayet biraz açıklamak gereğini duydu:
“Size,” dedi, “teselli verici hiçbir şey söyleyemediğim için gerçekten üzgünüm. Aynı açıdan
bakmıyoruz dünyaya. Siz bir diplomat olarak düşünüyorsunuz. Bense her şeyden önce bir askerim ve
Fransa benim gözümde, her şeyden önce, yenik bir ülkedir. Galiplerin bir görevi de hiç kuşkusuz ki
alicenap davranmaktır. Ama ileri sürdüğünüz talepler arasında, dikkate değer hiçbir şey bulamadım.”
Breuteuil’e şöyle bir baktıktan sonra, sinirli bir sesle ekledi:
“Hayır efendim, hayır!”
Ancak dışarı çıktığı zaman kendine gelebildi Breuteuil. Von Schaumberg’in karargâhı,
Concorde’daki şık otellerden birindeydi. Uzun uzun baktı geniş ve ıssız meydana. Her yerde Alman
bayrakları vardı. Bomboştu ortalık. Yalnızca rıhtımda talim yapan Alman askerlerinin sesi
işitiliyordu.
“Bir, iki! Bir, iki! Bir, iki!”
Çevrede her şey soluk maviydi. Gök, ırmak ve evler.
Generali anımsayıp yüzünü buruşturdu. Kaba herif! Galip durumda olduklarını nasıl da
duyuruyorlar. On yılda ayılamazlar bu zafer sarhoşluğundan. “Hayır!” Böyle bir adama işbirliği nasıl
anlatılır? Kendisine diz çöktürülmezse, yenik düşenleri karınüstü sürünmeye zorlayan cinsinden.
Royale Sokağı’na sapmıştı. Düşüncelerine dalıp gitmiş olduğundan, nöbetçinin haykırışını
işitmedi. Alman küfrederek ona doğru koşuyordu şimdi:
“Yola in diyorum, pis bunak!”
Breuteuil boyun eğip kaldırımdan indi. Sonra da durup gülmeye başladı. Pek az gülerdi aslında.
Çatlak bir ses çıkartmıştı gülerken, kendi de korktu.
Her şey gülünç. Kendisini kaldırımdan indirmeleri, Grinet’yi öldürtmesi, Lorraine’in bir Alman
eyaleti oluşu, Generalin olur olmaz yerde her şeye ‘hayır’ demesi, gülünç! Ama en gülüncü,
Fransa’nın ölmüş olması. Paris var evet, sokakları, evleri, ışıklarıyla. Çok yaşlı bir Mareşal de var.
Kırk milyon bedbaht insan da var işte. Ama Fransa, hayır. Von Schaumberg gibi konuşmanın tam
sırasıdır: Hayır! Hayır! Hayır!
Ama... Fransa öldüyse, yaşayan ne kaldı? Kendi sorusundan kendi ürktü Breuteuil. Issız sokakta bir
sundurmanın altına sığınmış, dudaklarını kımıldatıyordu durmadan. Çocukluğundan beri ezbere
bildiği bir duayı tekrarlıyordu. Ama teselli bulamıyordu bir türlü. Kelimeler, sanki hiç
söylenmemişçesine, artlarında hiçbir şey bırakmadan kayıp gidiyorlardı.
Saint-Augustin Kilisesi’nin önünden geçtiğini fark edince, girdi. Serinlik ve sükûn hüküm
sürüyordu içerde. Kaçaklar ve Almanlar yoktu. Eskiden beri tanıdığı bir papaz görmüştü sunağın yanı
başında. Breuteuil’i takdis etti papaz. Breuteuil de sağlığını sordu papaza.
“Kötüyüm, kötü. Bütün şu son zamanlarda Paris’te kaldım. Çok büyük acılar gördük. Kör
idarecilerimizi bağışlaması için Tanrıya dua ediyorum. Halkı terk ettiler çünkü, ortada bıraktılar.
Ötekilere gelince, söylenecek hiçbir şey yok. Bilinçlerini hepten yitirmiş durumdalar.”
Breuteuil gözlerini yumdu. Karşısındaki adamı ne kadar derinden vurduğunu aklından bile
geçirmiyordu papaz. Günah çıkarmaya hazırlandı.
“Ben böyle olmasını istememiştim, Tanrı tanığımdır. Ama şimdi kendimi özürlü göstermiyorum.
Oğlum dirilip, et ve kemikten yoğrulmuş olarak gelecektir yeniden. Bense hayır. Yani ben artık
yokum. Hiçbir zaman da var olmadım. Ben ki tıpatıp ona benzemem gerekirdi.”
“Al sana bir tane daha!” dedi kendi kendine papaz. Olaylar insanları o kadar sarsmıştı ki, her gün
böyle sayıklamayı andıran yüzlerce itiraf dinliyorlardı.
Kiliseden çıkıp da yürüyen Breuteuil değil, bir otomattı artık. Uzun boylu, iri kemikli, siyah fötr
şapkalı bir otomat. Kaç insanı kaç kez şerefsiz bir ölüme mahkûm etmiş olan ve ölmüş oğluna öteki
dünyada kavuşmayı bekleyen, ‘Haçlılar’ın lideri, Lorraine’siz bir Lorraineli. Her şey geçmişte artık.
Bundan böyle ne ‘Haçlılar’ var, ne iman, ne de bir avuç Fransız toprağı. Yollarda Prusyalılar kol
geziyor işte, avazları çıktığı kadar şarkı söylüyor, yağmaladıkları malları gönderiyorlar. Ayakkabılar,
sosisler, çoraplar, oyuncak bebekler, nişanlılara hediyeler, Alman yılbaşlarına erzaklar, kara günler
için yedek erzak. Eti ve kanı Fransa’nın. Mırıldandı Breuteuil:
“Fransa’yla birlikte yedik şaraplı ekmeği.”
Boğuk bir sesle haykırıyordu kadın:
“Voie Nouvelle! Son baskı! Voie Nouvelle!”
Bir gazete aldı Breuteuil, açtı ve okudu: ‘İşbirliğinin ilkeleri başarı kazanıyor.’ Dün yazdırmıştı bu
makaleyi. Von Schaumberg’i ziyaretinden önce. Ne önemi var, bu ayrıntı! Yarın da: ‘İşbirliğinin
ilkeleri tam başarı kazandı,’ diye yazmayacak mı sanki! Kaçaklar kendilerini yollarda çok iyi
hissediyorlar, savaş tutsakları kamplarda alabildiğine mutlu, Fransa Alman çizmeleri altında güzelce
dinlenmekteydi. Ve Joliot gazetecidir. Breuteuil de makaleci.
Hoparlörlerin: “Herkes evine! Vakit doldu!” diye kükremeye başladığı zamana kadar böylece
yürüdü.
Boş dairede, kanepelerin üzerinde yığılı duran elbiselere, yeleklere, şeritlere baktı bir süre ve
esnedi. Çalışmaya karar verdi sonra. Bir kâğıt çekip küçük bir haç çizdi üzerine ve; “Ruhun kaderi,”
diye yazdı. Bıraktı diviti, yeniden daireyi dolaştı. Yüksek bir çocuk iskemlesinin önünde durdu. Ve
hiçbir şey düşünmeden, dua da etmeden kaldı.
Çalışma masasına oturmuştu yeniden ve divit kâğıdın üzerinde koşturmaktaydı:
“Ekselans General Von Schaumberg’e.
İngiltere ve De Gaulle taraftarlarının yıkıcı faaliyetinin gittikçe arttığını göz önüne alarak, Alman
kumandanlığının yatıştırıcı içerikte bir jest yapmasını ve hiç olmazsa kaçaklar arasındaki anaların
Paris’e dönmesine izin vermesini gerekli görmekteyim. Bendeniz şahsen, İngiliz ajanlarını,
komünistleri ve De Gaulle taraftarlarını ortadan kaldırmak için sizlerle işbirliği yapmaya hazırım.
Kötü Fransızların listesini de Kommandatur’a vereceğim...”
Uzun süre hiç durmadan yazdı. Duvardaki silueti, bir sırık gölgesi gibi hareketsiz uzun ve
sivriydi...
42
Dışarı çıkmaz olmuştu Parisliler. Alman askerlerini sokakta dolaşır görmeye alışamıyorlardı bir
türlü. Agnès, sabahları alışverişe gidiyordu. Uzun kuyruk, her zaman dilsizdi. Hiçbir şey
düşünmemeye çaba gösteriyordu insanlar. Bir kilo patates ya da süt aramakla avunuyorlardı.
Konuşmak istedikleri zaman da, ölmüş yakınlarından söz açıyorlardı hep. Birisi çocuğunu
kaybettiğini söylüyordu, bir başkası da kocasını.
Kuyruktaki kısa boylu ihtiyar adam, içini çekerek atılmıştı:
“Peki ya Fransa? O ne oldu, o?”
Hiç kimse yanıt vermedi. Ama hepsi aynı şeyi düşünmüştü. O da kayıp.
Paris anıtları, ölmüş birinden geriye, masasının üzerinde kalakalmış anılar gibi, ağlatıcı bir acı
veriyordu insana. Ozanlar, ses vermeyen çalgılarına geçirmişti parmaklarını. Mareşaller, ölü atların
sırtında atağa kalkmıştı. Güvercinleri şevke getirmekteydi hatipler. Herkes anımsıyordu. Danton
Anıtı’nın altında Madeleine’i beklerken.
Bu aldatıcı hayatı sürdürmek arzusu diye bir şey yoktu kimsede. Ama insanlar gene de yaşıyor,
dükkânların kapısında kuyruk yapıp bekliyor, fasulye pişirip mektup yazıyorlardı işte. Ve eski
adresleri koyuyorlardı zarfların üzerine. Şimdi artık geçerliliğini yitirmiş adresleri. Üstelik de
postalar çalışmıyordu. Issız kent, Alman askerlerinin anlaşılmaz türkülerinden ve gölgeli köşelerdeki
kuşların gürültüsünden başka bir şey duymuyordu.
Agnès’in kaldığı okulun yakınında da küçük bahçeli bir meydan vardı. Birkaç çınar ağacı. Geniş
dallı ağaçlardan birinin altında Doudou, sıcak kumları avuçlar dururdu ufacık elleriyle. Agnès’in tek
huzuru, işte bu yanık çehreli, tıpkı babası gibi sabırsız ve sinirli bacaksızdaydı.
Agnès Paris’i terk etmek istemişti başlangıçta. Babasının yanına, Dax’a gidecekti. Ama Almanların
Dax’a da girmiş olduğunu öğrenince karardı. Ürperir gibi olmuştu derinden derine. Son çıkış yolu da
böylece kapanmıştı. ‘Demek ki Almanlarla bir arada yaşamam kaderimmiş!’ dedi kendi kendine.
Geçinebilmek için, elbiselerini, kitaplarını, biblolarını seyyar antikacılara satıyordu. Bir hayvanın
kış uykusunu andırıyordu hayatı. Durgun ve uyuşuk. Ama böyle yaşayan yalnızca Agnès değildi. Bütün
Paris böyle yaşıyordu işin aslında. Bugünlerde hep Paris’ten konuşuyordu insanlar. Kimisi alay
ediyor, kimisi acıyordu. Ve ameliyat masasına yatırılmış, yüzündeki kloroform maskesini çekip
atmaktan aciz bir hasta gibiydi Paris. Hiçbir şey hissetmiyordu.
O boğucu sıcak gecelerin birinde, Doudou’yu yatırdıktan sonra pencerenin önüne oturmuştu. Kim
bilir kaç saat geçmişti aradan. Kapıya vurulan hafif bir darbeyle yarı uykudan sıyrıldı. Kim gelebilir
bu geç saatte? Ancak onlar gelebilir... ‘Onlar’ Almanlar yani. Peki ama niçin? Son derece net bir
biçimde şu düşünce geçti aklından: Eğer bu gelen ölümse, hazırlıklı değilim.
Açtı. Üç gencecik delikanlı vardı karşısında.
“Kovalıyorlar bizi.”
Dağınık eşyaların kapladığı oturulmayan salona götürdü Agnès onları.
En büyükleri anlattı:
“Ben askerim. Topçu. Bu kardeşim. Bu da onun arkadaşı. Hepimiz Beauvaisliyiz. Bugüne kadar
her şey yolunda gitti, yakalanmadık. Ama bugün metroya girerken birkaç polis yanaştı. Biz de
kaçmakta bulduk kurtuluşu. Bütün kapıları birer birer çaldık, ama kimse açmadı. Herkes gitmiş
olmalı.”
Tam bu sırada şiddetli sert darbelerle sarsılmaya başlamıştı kapı. Agnès deliye döndü: Ne
yapabilirdi? Kilerde boş kasalar olduğunu anımsadı. Hemen oraya itti çocukları, üzerlerini de
gidenlerden geriye kalmış paçavra yığınlarıyla örttü. Sonra içgüdüsüyle Doudou’yu uyur halinde
kucaklayıp açmaya koştu.
İki Alman ve bir Fransız girmişti.
“Kim oturuyor burada?”
“Ben. Bir de oğlum var. Dört yaşında.”
“Başka kimse yok mu?”
“Buyurun bakın.”
İçlerinden Fransız olanı bir odaya dalıp dolaplardan birini açtı, masanın üzerindeki kitaplardan
birini kurcaladı sonra. Almanlardan biri özür diledi tatlı bir sesle:
“Affedersiniz bayan. Yanlışlık oldu.”
Polisler gidince, ağlamaya koyulmuş olan Doudou’yu yatırıp uyuttu yeniden, sonra kilere gitti. En
gençleri çıktı ilkin. (Adı Jacques) Gülüyordu:
“Aksırmaktan korktum biliyor musunuz? İçeride öyle bir toz vardı ki!”
“Bir şeyler yersiniz herhalde?” dedi Agnès.
Asker olanları itiraf etti:
“Dün akşamdan beri hiçbir şey yemedik.”
Allahtan tencerede biraz çorba kalmıştı. Biraz da ekmekle salata vardı.
“Hadi şimdi de uyuyun bakalım.”
“Yo yo! Bir saat kadar bekleyelim yeter. Beklemekten bıkıp giderler nasıl olsa. Sonra da yola
çıkacağız. Chartres’a bir varabilsek. Orada bize yardım edecek bir tanıdık var.”
“Peki ama Chartres’dan sonra nereye gidebilirsiniz? Her yer bunlarla dolu.”
Konuşalım mı, konuşmayalım mı, gibilerinden birbirlerine bakmıştı çocuklar.
“Yanıt vermemem gerekirdi ama,” dedi asker olanı. “Siz de Fransızsınız, anlarsınız bizi.
Londra’ya gidiyoruz. Generale katılmaya. Savaşmak için.”
Agnès şaşkınlıkla:
“Savaşmak için mi?” dedi. “Ateşkes imzalandığından haberiniz yok mu sizin?”
Jacques öfkeyle atılmıştı:
“İmzalayan kim? Vatan hainleri!”
“Şıışştt!” dedi asker.
Sonra Agnès’e döndü:
“Daha bitmedi savaş. Ben Dunkerque’deydim. Kardeşimle Jacques henüz askere alınmamıştı.
Bütün namuslu insanların savaşması gerekiyor bugün. Almanlar Fransa’yı ne hale koydular, bakın!
Beauvais’de. Hayır hayır, söylemek doğru değil bunu size. Ama savaş bitmedi. General De Gaulle
bütün iyi niyetli insanlara çağrı yolluyor. Londra Radyosu’nu dinlemediniz mi? Chartres’dan
Bretagne’a gideceğiz. Orada iş kolay. Balıkçılar götürecek bizi. Önemli olan, Paris’ten çıkmak. Bir
ceket, bir yağmurluk buldum ama, halime baksanıza.”
Ayağındaki asker pantolonunu gösteriyordu. Hemen davrandı Agnès.
“Bir dakika bekleyin beni.”
Paçavraların arasında bir erkek pantolonu bulmuştu. Asker pantolonu giyince, toptan gülmeye
koyuldular. Kısacık kalmıştı pantolon, ama gene de idare ederdi.
Agnès birdenbire:
“Benim kocam da cephede vuruldu,” dedi. “Zaferi kazansak ne olacak ki? (Canlanmıştı yeniden,
Pierre’le tartışıyordu sanki.) Önemli olan, insanın ruhudur. Ama insanlar sınırlardan ve haritadan
başka bir şey düşünmüyorlar.”
Gene atıldı Jacques:
“Tam tersine! Bizim asıl düşündüğümüz şey, insanın ruhu.”
Asker gene: “Şıısstt!” demişti. Jacques sesini alçaltarak devam etti:
“Ruhu evet! Fransa yalnızca bir harita üzerinde mi vardır? Ne münasebet! Asıl buradadır Fransa,
benim içimde. Fransa yok olsun, ben de yaşayamam. Ve düşünün ki henüz on sekiz yaşındayım ben,
hayatı da seviyorum üstelik, yaşamak istiyorum. Ama biz ölürsek başkaları kurtulacak. Bakın sizin de
bir oğlunuz var. Fransa budur işte! Haksız mıyım, konuşsanıza?”
Boynunu büktü Agnès. Kelimelere kanmıyordu artık. Ama çocuklar gitmek için davrandığında
gözleri yaşardı birden ve yanaklarından birer birer öptü onları.
Sonra da Doudou’nun yanı başına oturup ağladı. Birkaç dakika geçti böylece. Ve birden iki silah
sesi yükseldi. Hem yakından. Bir çığlık atarak pencereye koştu Agnès. Doudou uyanmış ve ağlamaya
koyulmuştu. Kapı büyük bir çatırtıyla açıldı. Alman askerleri doldu odaya.
Biraz önceki Fransız polisi, Agnès’i göstererek:
“İşte bu!” diye haykırıyordu.
Alman subayının emri üzerine iki asker ilerleyip Agnès’i yakalamıştı. Fransıza döndü subay:
“Peki ama nasıl oldu da kaçırdınız onları?”
Doudou haykırmaya başlamıştı şimdi. Agnès’i arabaya sürükledi askerler. Bileklerini
burkuyorlardı. Ama ne korku, ne de acı duymuyordu Agnès. Sonra birden bir isim yanıp söndü
zihninde: “Doudou!” Ve işte o zaman uzun uzun inledi.
“Sevgilinizin tutmasına benzemez tabii!” dedi Alman.
Koyu siyah bir geceydi. Bir ormanda sanıyordu kendini Agnès. Evleri ağaç olarak görüyordu.
Sonra upuzun bir koridordan geçtiler. Deri, lahana ve sidik kokuları birbirine karışmıştı burada. Boş
bir odaya itildi. Bir hapishane değil burası, diye düşündü. Peki ama ne? Mürekkep lekeleri var yerde.
Belki de bir okuldu eskiden, kim bilir? Pierre’in yanık yüzünü gördü yeniden. Omzunun üzerinden
başını uzatmış, düzelttiği deftere bakıyor ve uzun uzun öpüyor, öpüyordu onu. “Ne kadar sert bir ışık
veriyor bu ampul? Tavanı da hemen burnunun dibine koymuşlar.” Yere oturup duvara yaslandı. Tek
başına kalan Doudou’yu düşündü. Umutsuzluk doldu içine. Bir bayılma hali gibi sessiz ve yoğun bir
umutsuzluk. Birden titredi. Bir çivinin ya da bir iğnenin ucuyla duvara kazılmış kelimeler vardı:
“Elveda anne! Elveda Fransa! Robert.” Ve Agnès: “Elveda Doudou!” diye eklemek istedi. Yazarsa
teselli bulacağını ve yatışacağını tasarlıyordu. Ama çivisi yoktu. Çok kısa kesilmiş tırnaklarına baktı
bir süre ve tutamadı gözyaşlarını. Sonra subayın sözleri geldi aklına: Çocukları elden kaçırdıklarını
söylemişlerdi. Yani kurtulmuşlardı. Ve gidip kavuşacaklardı generallerine. Ne kadar yiğit bir oğlan
Jacques! Kurtuldular! Agnès’in hayatını dolduran bütün olaylar arasında en önemlisi, şu anda işte bu
sözlerdeydi.
Sorguya götürdüler. Çevirmeni yollamıştı Alman subayı. İyi Fransızca konuşuyordu. “Grenoble’da
tam iki yıl yaşadım,” diyordu. “Harika bir kenttir.” Sevimli görünmeye çalışıyor, “Oğlunuza
bakıyorlar,” diye teminat veriyor ve ikna etmeye uğraşıyordu? “O adamların kim olduğunu söyleyin
ve hemen bırakacağım sizi.”
Agnès’in ısrarla susuşuna sonunda sinirlendi:
“Kaybedecek zamanım yok bayan. Hâlâ susuyor musunuz? Öyleyse siz, İngiltere’ye hizmet eden bir
casussunuz!”
Başıyla onayladı Agnès:
“Evet.”
Alabildiğine yumuşak, okşarcasına bir bakış vardı gözlerinde. Belleville’deki çatı penceresinde
de, kuşkuyla kıvranan Pierre öfkelendiği zaman, Agnès böyle bakardı.
Alçak bir sesle devam etti:
“Kendiniz de söylediniz işte, casusum evet. Niçin geldiniz buraya? Bugün herkes nefret ediyor
sizden. Çocuklar bile. Kim miydi o adamlar? Söylemeyeceğim. Tanrıya şükürler olsun ki, elinizden
kaçırdınız. Önemli olan, bu işte. Bana gelince, beni öldürebilirsiniz. Tüfek tutmasını bile beceremem
zaten. Faydalı bir insan değilim.”
Ölümle karşılaşmaya şimdi hazırdı Agnès. Ve bu duygu onu adeta sarhoş ediyor, uçacakmışçasına
hafifletiyordu. Daha birkaç saat önce delikanlılarla tartışmaya girmişti. Ama şu anda, o çocukların
sözlerini burada, bu pembe tenli şık subayın önünde durmadan tekrarlamak arzusuyla doluydu.
Saçları bıçakla ayrılmış gibi ayrılıp taranmış olan subay, sinirli bir hareketle mürekkep hokkasını
itti:
“Komediye bir son verelim!” dedi. “Nutuk çekmek için getirmedik sizi buraya, ifadenizi almak için
getirdik. Lütfen yanıt verin bana. O adamları tanıyor musunuz?”
“Evet.”
“Kimdiler?”
“Fransız.”
Fırlamıştı subay. Kibar tavırlarıyla Swinemünde hanımlarını büyülemiş olan bu yakışıklı subay
bile zıvanadan çıkmıştı işte. Koşup olanca gücüyle yüzüne vurdu Agnès’in. Bağırmadı Agnès. Elini
ağzına götürdü yalnızca ve kanı görünce şaşırdı. İnsani tepkiler alanının dışındaydı artık. İyice sarhoş
edilmiş gibiydi. Acı duymuyor ve karşısındaki zarif kokulu subayın kabalığından gocunmuyordu.
Coşkun bir özveri hissiyle doluydu. Doudou’yu seviyorum, Pierre’i seviyorum, babamı, Jacques’ı,
Robert’i ve Paris’in son gününde sarp sokağımdan indiğini gördüğüm bütün o mutsuz insanları
seviyorum, diye tekrarlıyordu kendi kendine. Bir asker: “Allahaısmarladık,” demişti ona.
Allahaısmarladık değil, hayır! Günaydın, demek gerekiyor! Hoş geldin! Bir araya geldik işte gene.
Pierre... Paris... ve ben...
Koridordaki sıraya oturmuş bunları geçiriyordu içinden. Albayın huzuruna götürdüler. Adamın
yanağında bir yara izi vardı ve balık gözleri gibi donuktu gözleri. Oturması için yer gösterdi Agnès’e:
“Sizi kurtarmak istiyorum ben. Kim olduğunu söyleyin o adamların yeter. Başka bir şey
sormayacağım. Evde çocuğunuz bekliyor. Acımanız yok mu hiç? Bir baba sıfatıyla konuşuyorum
sizinle. Benim de iki kızım var.”
Şaşkın gözlerle baktı Agnès albaya, bir başka dünyadan dönüp gelmiş gibiydi. Kendi kendine
söylüyormuşçasına, boğuk bir sesle konuştu.
“Acımam? Hayır, yok. Bugün her şeyi anladım. Birinin ölümü bir başkasının kurtuluşu demektir.
Kaçınılmaz şekilde. Halk... Halkım...”
Birden Almanın sorusunu anımsamış ve dimdik ayağa kalkmıştı. Tamamıyla değişmiş bir sesle
devam etti:
“Bir babayım mı dediniz? Hadi oradan siz de! Pis bir Almansınız o kadar! Pis bir Alman!”
Albay nöbetçiyi çağırmıştı:
“Götürün!” dedi.
Sonra da ekledi:
“Sonunuz geldi bayan.”
Bakışları uzakta, yanıt verdi Agnès:
“Ama Fransa’nın sonu gelmedi henüz. Ve onun için son diye bir şey yok.”
43
Ona doğru koşmamıştı Denise, sarılmamıştı ona ve hiçbir şey söylememişti. Ama, korkuyla
hayranlığın birbirine karıştığı karanlık gözlerini ayıramıyordu ondan.
Gülümsedi Michaud, sonra bir kaygıya kapıldı birden.
“Denise neyin var?”
Ne kadar hayal etmişti bu buluşmayı! Dokuz gün önce, nöbetçiyi kafasına bir taşla vurup
bayıltmıştı. Güneşten kaynıyordu taş. Almanın kısa gölgesi bir anda yok olmuştu ortadan. Ve
Michaud, hendeğin içine büzülüp karanlık basıncaya kadar beklemişti.
İhtiyar bir kadın değiştirmesi için elbise verdi ve sabaha kadar evde kalmasını teklif etti.
Kadıncağız çoktan ölmüş kocasına ait bir ceketin düğmelerini değiştirirken Michaud duvara
dikmişti gözlerini ve sormuştu:
“Gazeteler ne diyor?”
“Artık gazete okumuyorum. Hepsi Alman.”
Saatin tiktakı işitiliyordu. Uzun süre susuyorlar ama uyanmak istemiyorlardı. Birkaç kelime
söylüyorlardı zaman zaman. Tuhaf bir konuşmaydı bu:
“..... İsmi Legreux. O da komünist...”
“.... Başka bir dünyada yaşıyorum ben. Dindarım ve Hitler...”
“.... Nefret ediyorum Hitler’den...”
“... Onun için eve aldım sizi zaten. Bugün bir emir asmışlardı duvara: ‘Mahpuslara yardım edenler
kurşuna dizilecektir...’”
“... Darağacına kadar götürdüler beni. Sonra da infazı ertesi güne bıraktılar. Sabahtı, kuşlar vardı
cıvıl cıvıl...”
“... Elli sekiz yaşındayım. Ölüme uzak sayılmaz, ama yakın da sayılmaz. Her şey altüst oldu şimdi.
Bizi sizlerin mahvedeceğinizi söylerdi kocam. Ben de, aynı şeyi düşünürdüm. Belki dün doğru olan
buydu. Ama bugün... Ordre gazetesine aboneyim. Komünistlerin yurtsever olduklarını yazıyordu
Ducamp...”
“... Ducamp gerçeği iş işten geçtikten sonra anladı...”
“... Ya sizler? Hiç kimse yoktu ortada. Onlar da çıkıp geldiler işte, diyorum. Şimdi de soruyorum
kendi kendime: Gerçek nerede? Ama öyle bir yıllık gerçek değil, sonsuza dek geçerli olan gerçek?”
Dolu dolu olan gözleri, alçıdan yapılma bir İsalı haça takılıp kalmıştı. Şafağın mor ışığı sızıyordu
pencere kapaklarının aralıklarından. Denise’i görür gibi oldu Michaud. Ateşli ve hayat doluydu.
Kasketini buruşturup izin istedi.
Ve Denise burada işte, yanı başında duruyor. Ama gülmüyor.
Sarılıp öptü. Dudakları buz gibi.
“Denise neyin var? Görüyorsun kurtuldum işte, kaçıp kurtuldum.”
Uzun hıçkırıklarla, bir çocuk gibi derin derin içini çekerek ağlıyordu. Teselli etmeye çalışıyordu
Michaud:
“Bak yanındayım. Ağlama Denise. Denise’ciğim!”
Gözyaşları arasında konuştu sonunda.
“Beni öptüğünde öyle korktum ki Michaud. Yaşadığıma güçlükle inanıyorum. Anlamıyor musun
bunu? Nasıl anlatsam bilmem ki. Hepimiz ölmüşüz gibime geliyor hep. Aslında ölmüşüz de Almanlar
emrettiği için yaşar gibi yapıyoruz gibime geliyor.”
Hemen yanıt vermedi. Aynı duyguya defalarca kendisinin de kapıldığını itiraf etmek istemiyordu.
Arras’tan sonra hele! Alçaklık, böyle bir duyguya kapılmam! diyordu kendi kendine. Ve Denise’in
hayali tutuyordu onu. Kendisini karşılayışını, gülümseyişini, elinin sıcaklığını, birlikte yaşayacakları
hayatı düşünerek güç buluyordu. Ama şimdi, Denise’in umutsuzluğu önünde, o da perişan olmuştu.
Söyleyecek hiçbir şey bulamıyordu. Susuyor ve elini okşuyordu Denise’in.
Versailles kapısı dolaylarında küçük bir kalaycı dükkânındaydılar. Denise’le Claude, bildirileri
burada basıyorlardı. Michaud’yu gördüğü dakikaya kadar, sakin kalmayı başarmıştı Denise.
Mücadeleden, güçlü olmaktan, zaferden söz etmişti Claude’a. Ve şu anda Michaud’yla baş
başaydılar.
“Ağlama Denise.”
Claude girdi. Farkına varmamıştı Michaud’nun. Soluk soluğuydı ama sevinçten uçuyordu:
“Matbaa harfleri yarın elimizde. Ne demektir bu, anlıyor musun!”
Birden koyuverdi çığlığı:
“Michaud! Sen? Şimdi kurtulduk işte! Kurtulduk Denise, kurtulduk! Anlıyor musun ne demek?”
Claude’un gözünde Michaud’nun gelişi demek, davalarının zafere ulaşması demekti. Ve Michaud,
yoldaşının sevincinden biraz daha güç kazandı. Nasıl beklendiğini anlayarak utandı.
“Hemen kolları sıvayıp işe girişeceğiz. Senin burada bizimle beraber olman çok iyi Claude.
Matbaa harfi bulmuş olman da büyük şans! Art arda bildiriler yayımlayacağız.”
Denise içini çekti.
“En fazla beş yüz basabiliyoruz.”
“Beş yüz mü dedin? Başlangıç için harika bir şey bu! Her işe başından başlamak gerek. Huma beş
yüz bin basıyordu, ama gene de yenildik. Kötü bir dönem geçireceğiz. Bugün bütün namuslu insanlar
şaşkın durumda. Hergeleler kazanıyor bugün. Bu sabah Doriot’nun gazetesini gördüm. Paris’i kendisi
zaptetmiş gibi gururlu. Bütün bu pisliği atlatmak zorundayız. Özellikle de faşizmi! Faşizmden
sıyrılmak ne demektir anlıyor musun? Yaşadığımız çağdan tarihin dönüm noktası diye söz edilecek
demektir. Yüzyıl sonra binlerce ve binlerce kitap yazılacak demektir bu çağ hakkında. Ve biz bu
büyük zaferi yaşamış ve paylaşmış olacağız. Hem de nasıl, Denise, hem de nasıl!”
Ellerine sarıldı Denise ve haykırdı:
“Michaud!”
Michaud’ydu bu evet. Her zamanki Michaud’ydu. Ve yaşıyordu işte. Öyleyse kendisi de yaşıyor
demekti. Paris de yaşıyordu öyleyse! Ve dayanabilirlerdi artık, kesin zafere kadar dayanabilirlerdi.
“Hiç de küçümsenmeyecek kuvvetleri var,” dedi Claude. “Bütün gece geçiyorlar, gene tükenmiyor.
Güneyden Manş Denizi’ne doğru akıyorlar şimdi. İngiltere’yi zaptetmek istiyorlar.”
Bir kahkaha atmıştı Michaud:
“İstiyorlar evet,” dedi. “Ama başarabilecekler mi bakalım! Paris’i aldılar mı şimdi bunlar yani?
Pişmiş armut gibi ağızlarına düştü Paris! Ama Churchill, Pétain’e benzemez. Kuvvetleri yok
demiyorum. Ben de bir alay tank gördüm! Sonra Alman usulü bir düzenleri de var. Ama gene de
burunları kırılacak. Belki İngiltere’de, belki başka bir yerde bilmiyorum ama mutlaka kırılacak. Biz
onlardan daha güçlüyüz.”
Denise kaşlarını çatmıştı:
“Nasıl onlardan daha güçlüyüz?” dedi.
“Say anlarsın. İngiltere bir. Yani donanma, hava kuvvetleri ve halk. Amerika. Bütün işgal altındaki
ülkeler. Ve bütün halklar. Norveç, Hollanda, Danimarka, Belçika, Fransa, Polonya, Çekoslovakya...
Eder yedi... bunların ordusu yok. Ama halk var halk. Ve asıl güç, halktır! Sonra gelelim Almanya’ya.
Orada bizden hiç kimse olmadığını mı sanıyorsun? Ne münasebet! Biraz bekle göreceksin. Ve büyük
güç de Rusya.”
Bu sefer Claude içini çekti:
“Anlaşma var aralarında.”
“Ne olmuş varsa! Rusya’ya saldırmadan edemez Hitler. Böyle bir devletin varlığına göz yumamaz
çünkü. Çocuklar bile anlar bunu. İşte o zaman Ruslar haddini bildirecek ona! Kızıl Ordu’yu göreceğiz
Denise.”
Gülüyordu Denise:
“Hem de nasıl!’ desene,” dedi.
“Derim tabii, niye demeyecek mişim yani! Hem de nasıl!”
Claude, kâğıt bulmaya gitmişti. Michaud’nun dediklerini düşünüyordu yürürken. O söylüyorsa,
doğruydu.
Yarı ölü Paris’in terk edilmiş kirli sokağına gülümsüyordu Claude. Alman askerlerine bakıyor ve
gene gülümsüyordu. Görmüyordu onları. Başka bir şey görüyordu, Claude. Beyaz sisin ortasında
küçücük bir yıldız. Alabildiğine zayıf, hastalık ve mahrumiyetten alabildiğine bitkin, ama bir çocuk
gibi sevinçli ilerliyordu.
Derin bir sessizlik vardı küçük dükkânda. Sarılmış susuyorlardı Michaud’yla Denise. Sonunda
yavaşça sıyrılıp:
“Paris ne hale geldi bilmiyorsun,” dedi Denise. “Dün bir Alman gördüm, bir işçinin kafasına
silahının kabzasıyla vurdu. İşçi yere yıkıldı oracıkta ve Alman, dönüp de bakmadı bile! Jèmiet,
Londra radyosunu dinlemekle suçlandığı için iki gün işkenceye uğradı. Alman subayı: ‘Babanızın
cesedi kana bulandı, başka bir ceket getirin,’ demiş Marie’ye. O da koşup yeni bir ceket getirmiş,
subay ceketi alıp çıkmış. Döndüğünde de: ‘Hâlâ burada mısınız siz!’ demiş. ‘Ne bekliyorsunuz?
Babanız çoktan İngiliz cennetini boyladı...’ Bunlar da insan mı, Michaud?”
“Hayır! Faşist bunlar. Ben neler gördüm bilsen. Bir çocukcağız... Yo yo! Sana anlatmak istemem
öyle bir şey! Ama mutluluk gelecek Denise, hem de koskoca bir mutluluk! İnanmıyor musun yoksa
bana? İyice kafana koy şunu: Biz yeneceğiz. Çok basit bir şey bu. Gündüz gecenin arkasından gelir.
İlkbahar kışın arkasından, bu kadar basit. Ve başka türlü olamaz! Ne adamlarımız var bilsen! Hepsi
canını vermeye hazır! Ya onlar kim, buna karşılık? Bir haydut sürüsü. Ya da bir soysuz alayı!
Kaçınılmaz şekilde yeneceğiz Denise, yenmeye mahkûmuz biz. Yeneceğiz ve mutluluk gelecek.
İnsanlar mutluluğa susadı görmüyor musun? En basit şeylerin susuzluğuyla kıvranıyorlar. Yaşamaya
susamışlar, solumaya, ayak seslerinden artık korku duymamaya susamışlar, alarm düdüklerini bir
daha duymamaya. Ve çocuklarını kucaklamaya, birbirlerini sevmeye, tıpkı ikimiz gibi, sen ve ben gibi
Denise. Mutluluk gelecek göreceksin, gelmemezlik edemez, gelecek...”
Ve bir duayı bir aminle bitirir gibi tekrarladı Denise:
“Gelecek!”
44
Bütün sabahı evinde, kafesinde geçirmişti André. Paris korkutuyordu onu. Lorier’ye ‘pis Yahudi’
diye bağırarak hücum ettiklerini, vurduklarını ve ölü gözünü örten şeridi koparıp aldıklarını işitmişti
bir gün önce.
Öfkeden kudurmuş bir halde, atölyesinde dönüp duruyordu. Ne işe yarar o tepe bu durumda,
dostluk denen şey ne işe yarar! Kendisine dokunmuyorlardı işte, ama Lorier’yi götürüyorlardı. Ve bu
sinsi, bu ihanet yuvası kente, tek gözüyle kim bilir nasıl bakıyordu şimdi Lorier!
Niçin terk etmişti sığınağını André? Niçin bu rezil sokakları arşınlıyordu?
Ve bunca sevdiği kentin büyüsü, her şeye rağmen yeniden sardı onu. Şerefsiz haliyle de güzeldi
Paris. İsyan edip yumruklarını sıkıyordu insanlar, ama gözleri ister istemez hayranlıkla doluydu.
Saint-Louis Adası’nın duman rengi evleri, Unutuluş Denizi’nin suları gibi esrarlı karanlık suları
Seine Irmağı’nın ve bittikçe yeniden başlayan solgun gökyüzü. “Neler geçti başımızdan neler,” demek
istiyor gibiydiler. “Hep vardık biz... biz, yani Lutèce, gemi ve Paris... gene varız ve hep var
olacağız.”
Châtelet’ye doğru yöneldi. Sessizliğe bir türlü alışamıyor ve şaşkınlığa düşüyordu durmadan.
Otomobil diye bir şey kalmamıştı kentte. Gülmüyordu insanlar, kısık kısık konuşuyorlardı. Rivoli
Sokağı’ndaki kemerlerin altında çekiç seslerini andıran bir gürültü çınlamaktaydı: Resmi geçitteymiş
gibi yerlerinde sayarak, mağaza ve lokantalara giriyorlardı Alman askerleri. Kadınlar, eskisinden
daha da soluktu. Artık boyanmadıkları için mi? Yoksa tenlerinin o eski rengi kayıp mı olmuştu?
Sönük, önemsiz, silik görünmek arzusu seziliyordu herkeste. Tıpkı böcekler gibi, dedi André kendi
kendine. Ruhsuz bir beden. Paris’in mimarisiydi bu evet, Paris’in iskeletiydi. Ama Paris yoktu ortada.
Kendini bir yabancı gibi hissettiği başka bir kent vardı.
Birden, üflemeli bakır çalgılardan çıkan bir gümbürtüyle sıçradı André. Farkına varmaksızın
Opéra Meydanı’na kadar uzanmıştı. Ve tiyatronun geniş merdivenlerine haki üniformalı müzisyenler
oturmuş, aletlerini üflüyorlardı. İç daraltan onur kırıcı bir yanı vardı bu Alman marşının, kemerlerin
oradaki ayak seslerini andırıyordu. Alman çizmesinde uygun adım yürüyordu hayat. Çevredeki
kahvelerin teraslarında Alman subayları cicili bicili elbiseler giyinmiş kızları yanlarına oturtmuş
eğleniyorlardı. Ama gök hep aynıydı. Paris’in pırıl pırıl göğü.
Bir duvara yaslandı André. Olup biteni ta derinden kavramaya çalıştığını sanıyordu. Ama
düşünecek hali yoktu aslında, bir gevşeklik sarmıştı içini. Aralarında hiçbir görünür bağ bulunmayan
tutarsız imajlar geçiyordu zihninden. Subayın kelebek gözlüğü, kasesindeki suyu kurumuş orman
perisi, Tuilleries yollarında uzadıkça uzamış otlar (artık kesmiyorlardı) ve o eski tepe...
Kendisine bir akşam gazetesi uzatan küçük kız çileden çıkardı André’yi. Gazeteyi tiksintiyle itti.
Bir suç ortağı sesiyle fısıldadı kız:
“Ben de biliyorum pis bir gazete olduğunu. Ama evde benden küçük bir kardeşim var.”
Çocuğa para verirken, gazetenin üzerindeki tarihi okumuştu kendiliğinden: 14 Temmuz. Yoksa
bunun için mi mızıka çalıyordu Almanlar? Hiç kimsenin aklından bile geçmiyor bugün bayram
olduğu. Herkes gene süt için kuyruğa girmekte. Ya da kapı aralıklarında korkuyla gizlenmekte.
Bastille’i zapteden Paris...
Ve André bir başka geceyi yaşadı yeni baştan. Mavi filli atlıkarıncanın, kestane ağacının ve
kâğıttan fenerlerin gecesi. Peki ama Jeannette nerede şimdi? Niçin yok? Artık evlerini tanımadığı ve
eski arkadaşları yerine haki üniformalılarla karşılaştığı bu pis lanetli kentte mi hâlâ o da? Yoksa
başını alıp gitti ve kurtuldu mu? Ama insan o kadar büyük bir acıdan nasıl kaçabilir? “Ölüyorum işte!
Aldanmış öleceğim...” Reklam kelimeleri sandınız o zaman bu sözleri. Yapayalnız ve acı çeken bir
kadının gecenin içinde imdat ister gibi haykırdığını nereden anlayacaktınız! Nereden bilecektiniz,
kanlanmış tozlu yollarda ölüp giden Fransa’nın o yapayalnız kadının sesiyle size seslendiğini!
Atölyesine dönmüştü, pencerenin yanında ayaktaydı şimdi. Cherche-Midi Sokağı... Alman
askerlerinin çizmeleri çınlıyor. “Lokantayı açıyorum,” demişti Joséphine o gün ve eklemişti:
“Yaşamak için mecburum.” Sonra da küçülerek bakmıştı André’ye. André susmuştu çünkü. Ve bu,
Joséphine için, ölümden de beter bir hakaretti. Şimdi Almanlar için yahni yapacak, ne sandınızdı! Ve
kunduracı da onların çizmelerini onaracak artık, neden etmeyecekmiş! Ve çiçekçi ölecek. Ölsün! Bir
başkası gelir yerine, kelebek gözlüklülere zarif demetler uzatır. Sokak da Paris gibi işte. Bu ölüm
çemberini kırmak kimsenin haddi değil! Bir tek çıkış yolu var. Şu tavandaki vidalı halkadan
sallandırmak kendini!
O küçük siyah işaretten ayıramıyordu gözlerini André. Tam o sırada kapı vuruldu, suçüstü
yakalanmış gibi utandı birden. Açmak üzereyken, kim olabilir diye sordu kendi kendine. Ya onlarsa?
Düşüncesini tamamlayamadı.
Atölyeye bir Alman girmişti. Haki üniformayı görür görmez gülümsedi André.
“Böylesi herhalde daha iyi,” dedi. “Hemen gidebiliriz, yanıma hiçbir şey almayacağım.”
“Yoksa beni anımsamadınız mı? Bayan Coad’un evinde otururdum. Çok severdim sizin
peyzajlarınızı. Sigara içen köpek kahvesinde tanıştık.”
Alman, elini uzatmıştı André’ye. Mutlaka el sıkışmak ister gibi bir hali vardı. Ama André vermedi
elini.
“Anımsıyorum evet,” dedi. “Balıklarla uğraşıyordunuz. Unuttum şimdi mesleğinizin adını.”
“İhtiyolog.”
“Evet evet öyleydi. Ve Paris’in yıkılacağını söylemiştiniz bana. Buradayken balıklarla değil,
casuslukla uğraşıyordunuz herhalde. Ve Berlin’de kurulan bütün tuzaklardan haberdardınız. Nasıl,
memnun musunuz şimdi? Muradınıza eremediniz ne yazık ki, yıkamadınız Paris’i.”
Sürtünecek kadar yaklaşmıştı adama.
“Paris’i zaptettiğinizi sanmıştınız değil mi? Budalalık bayım, budalalık! Hastalıklı hayal gücünüz
aldatmış sizi. Gitti Paris, burada yok. Diyeceksiniz ki yavaş yavaş geri dönüyor işte? İnkar
etmiyorum. Joséphine gene açtı lokantasını. Ve insanlar yavaş yavaş dönmeye başladılar. Ama Paris
dönmedi! Ve dönmeyecek. Paris diye bir şey yok bugün. Hiçbir yerde yok. Hem bu kadar
konuştuğumuz yeter. Götürün beni hadi.”
“Nereye?”
“Nereye olduğunu bilen sizsiniz, ben ne bileyim! Kommandatur’a, darağacına, çukura... nereye
kararlaştırdıysanız!”
Adam hep susuyordu ve André hep küfrediyordu. Alman sonunda dayanamayıp sordu.
“Niçin hakaret ediyorsunuz bana?”
“Ben? Size hakaret etmek mümkünmüş gibi! Tanklarınız var, bir... Bombardıman uçaklarınız var,
iki... Makineli tüfekleriniz, üç. Otomatik tüfekleriniz, dört. Dört köşe kafanız, beş. Ya benim neyim
var? Götürün beni, yoksa boğazınıza sarılacağım.”
“Sizi götürecek hiçbir yerim yok. Niye sizi görmeye geldiğimi de bilmiyorum üstelik. Birdenbire
anımsadım ve görmek istedim sizi bir daha. Teğmenim bugün bana, kötü bir Alman olduğumu söyledi.
Ne tuhaf! Belki de yarın kurşuna dizileceğim.”
“Bak hele!”
Ne şaşkınlık vardı André’nin sesinde, ne de acıma. Hayal kırıklığına uğramış kimselerin öfkesiyle
omuzlarını silkti. Ölümü beklerken, yufka yürekli bir ihtiyologla karşılaşmak!
“Nedir hoşunuza gitmeyen? Yemekler mi? Yoksa Manş Denizi’nde, uzmanı olduğunuz balıklar
tarafından parçalanmaktan mı korkuyorsunuz?”
“Nasıl anlatmalı bilmem ki... Hoşuma gitmeyen nedir? Paris’te yurttaşlarım hoşuma gitmiyor.
Size... bu kıyafetle gelmiş olmak hoşuma gitmiyor.”
“İnce zevkli bir adamdınız öyle ya! Unutuyordum az kalsın. Resimden hoşlanırdınız üstelik. Ama
benim bir Fransız olduğumu anlıyorsunuz değil mi?”
“Anlıyorum. Ve sizinle konuşurken beni yalnızca bu rahatsız ediyor. Aynı kültürün insanları
olduğumuzu sanmıştım. Ama şimdi görüyorum ki, aramızda bir hendek var. Ve bu hendeğin nasıl
doldurulabileceğini de bilmiyorum.”
“Ben de bilmiyorum.”
Sesi yumuşar gibi olmuştu.
“Kanla dolacak kuşkusuz. Başka türlü imkanı yok.”
“Yetmez mi bu kadar kan döküldüğü?”
“Evet ama benim sözünü ettiğim kan, başka kan. Şimdi artık defolun.”
“Gitmem gerektiğini biliyorum. Yersiz bir şeydi zaten bu ziyaret, saçma bir şeydi. Aptalca gelecek
belki ama, bir şey sormak istiyorum size. Öteden beri kafamı kurcalayan bir şey. Bu sokağın ismi,
neden Cherche-Midi?”
“Bir zamanlar, kesenin ağzını açmadan karın doyuran parazit takımına Cherche-Midi derlermiş.
Sizin Hitler’iniz gibi. Güzel isimdir ‘Cherche-Midi’. ‘Öğle vakti arayan.’ Ama sokak değildi
herhalde bunu arayan. Burada insanlar, perdelerini sımsıkı kapadıktan sonra başlarını yastıkların
altına gömerek uyurlardı. Öğle vaktini değil, gece yarısını arardı sokak. Sonra sizinkiler geldiler.”
“Bunun bana acı vermediğini mi sanıyorsunuz yoksa? Böyle yaşanmaz. Bütün dünya nefret ediyor
bizden. Monge Sokağı’ndan geçiyordum dün. Karşıdan doğru bir kadın geliyordu. Beni görür görmez
deli gibi kenara sıçradı. Ölümü görmüştü sanki! Kendi payıma hiç kimseyi öldürmedim ben. Ama
bunun önemi yok. Suçlu Hitler’dir, diyebilirim pekala. İşin kolayına kaçmak olur bu. Üstelik doğru da
değil, yanlış. Ben de suçluyum çünkü. Sonuçlara göz kırpmadan bakmak gerekiyor. Şimdi buna
çalışacağım işte. Hoşça kalın.”
“Güle güle. Yarın belki de, namuslu bir insan olacaksınız yeniden. Ama ben artık sizi
göremeyeceğim. Bugün insan ancak kanla temizleyebiliyor namusunu. Vara vara buraya kadar
dayandık işte! Lanetli çağ! Hiçbir şey anlamanın imkanı yok. Niçin geldiniz sanki? Neye yarar?
Komünist olmuş olsanız gene neyse. Ancak onlar bir şeyler yapabilir. Oysa şimdi, Tessat’yla sizin
teğmeniniz var başımızda. Ne gelir ki elinizden. Yapayalnızsınız. Tıpkı benim gibi. Ve bizi üst üste
koyup toplasalar, iki değil sıfır eder. Bütün hayat dikilmiş duruyor aramızda. Mert bir insansınız, sizi
böyle karşıladım diye gücenmezsiniz bana. Lubeckli bir Almandınız benim gözümde. Orijinal bir
tiptiniz üstelik. Kalvados içerdiniz hep. Oysa şimdi, haki üniformalı bir düşmansınız. Her şey
Paris’te olup bitiyor.”
Alman gider gitmez unutmuştu André adamı. Hiç kimse gelmemiş gibi. Bir aşağı bir yukarı, dolaştı
durdu atölyesinde. Pencereden alacakaranlık sızıyordu. Durmuştu André. Pencerenin karşısına asmış
olduğu resmi seyrediyordu. Atlıkarınca, kestane ağacı, fener... ve ileride bir gölge. Bu da bir 14
Temmuz günüydü. Ve Jeannette gülümsüyordu daha. Dans ediyordu Paris, bayrakları havalandırıyor,
uçuruyordu. Başka bir hayatta mı olup bitmişti yoksa bütün bunlar. Başarılı bir resim. İşte bugüne dek
yaptığım en iyi iş. Ve Paris budur işte. Paris duruyor. Yakın müzeleri, tabloları yok edin, Paris gene
kalacak!
André gülümsüyordu. Dönüp pencereye geldi yeniden. Cherche-Midi Sokağı... Sımsıkı kapalı
bütün pencereler. Ve cephesinde evlerin, her zamanki gibi tıpkı, kapı kanatlarının simsiyah izleri var.
Hep o ölgün çiçek, şu karşı tabelada. Ve yarı aç kediler. Ve ağlayan çiçekçi. Ve dünyaya ilk haykırışı
yeni doğan bir çocuğun. Cherche-Midi Sokağı, evet... ‘Öğle vakti arayan.’ Ben de ararım öğleyi ve
bulurum görürsünüz. Bulacağım. Işıkları, şenlikleri, balları, gelincikleri... ve gökyüzünü tabii... pırıl
pırıl Paris’i... bulmaz olur muyum hiç... Bulacağım!..
“Herkes evine! Vakit doldu! Herkes evine!” diye bağıran hoparlörü duymuyordu.

BİTTİ
1
Bu biyografi, Mazlum Beyhan tarafından “Büyük Sovyet Ansiklopedisi”nden (Cilt: 49, 1957, 2.
Basım) yararlanılarak hazırlanmıştır.
2
Marseillaise: Fransız Ulusal Marşı. –ç.n.
3
Pantufla: Keçe terlik.
4
Gezi otobüsü.
5
Bursa’nın İznik ilçesinin Yunan dönemindeki adı. –ç.n.

You might also like