You are on page 1of 263

Necmiye Alpay

Dil Meseleleri
Uygulama Üzerine Yazılar il

Necmiye Alpay (d. 1946, Balıkesir). Ankara Üniversitesi Si­


yasal Bilgiler Fakültesi mezunu (1969). Doktorasını ulusla­
rarası iktisat alanında yaptı (Paris-Nanterre Üniversitesi,
1978). Kısa süreli öğretim üyelikleri dışında, çevirmen, dil
danışmanı ve yazar olarak çalıştı. 2001-11 yılları arasında
Radikal gazetesinde yazdı. 2008-16 arasında Milliyet ga­
zetesinin aylık Kitap ekinde şiir konulu yazılan yayımlandı.
Çevirdiği kitaplar: V.I. Lenin, Aydın Kesimi Üzerine (Ba­
şak, 1988), lmmanuel Wallerstein, Tarihsel Kapitalizm (Me­
tis, 1992), Edward W. Said, Kültür ve Emperyalizm (Hil,
1998), Madeleine Zilfi (haz.), Modernliğin Eşiğinde Os­
manlı Kadınları (Tarih Vakfı Yurt Yay., 2000), Rene Girard,
Şiddet ve Kutsal (Kanat, 2003), Paul Ricoeur, Yoruma Dair:
Freud ve Felsefe (Metis, 2007). Aynca Metis Küçük Filozof­
lar dizisinde üç çevirisi bulunuyor: Jean Paul Mongin, Bilge
Sokrates'in Ôlümü (2011 ), Jan Marchand, Martin Heideg­
ger'in Bôcegi (2012) ve Diyo;en: Kôpek Adam (2012).
Metis Yayınları
ipek Sokak 5, 34433 Beyoğlu, lstanbul
e-posta: info@metiskitap.com
www.metiskitap.com
Yayınevi Sertifika No: 10726

Dil Meseleleri
Uygulama Üzerine Yazılar il
Necmiye Alpay

© Necmiye Alpay, 2018


©Metis Yayınları, 2018

ilk Basım: Nisan 2018

Yayıma Hazırlayan: Müge Gürsoy Sökmen

Kapak Tasanmı: Emine Bofa

Dizgi ve Baskı ôncesi Hazırlık: Metis Yayıncılık Ltd.


Baskı ve Cilt: Yaylacık Matbaacılık Ltd.
Fatih Sanayi Sitesi No. 12/197 Topkapı, lstanbul
Matbaa Sertifika No: 11931

ISBN-13: 978-605-316-131-8

Eserin bütünüyle ya da kısmen fotokopisinin çekilmesi, mekanik ya da elektronik


araçlarla çoğaltılması, kopyalanarak intemette ya da herhangi bir veri saklama ci­
hazında bulundurulması, 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'nun hüküm­
lerine aykındır ve hak sahiplerinin maddi ve manevi haklarının çiğnenmesi anla­
mına geldiği için suç oluşturmaktadır.
Necmiye Alpay

Dil Meseleleri
UYGULAMA ÜZERiNE YAZILAR il

�metis
içindekiler

Sunuş 11

Teşekkür 13

1 GENEL BAKI$ 15

Ezberci Türkçeciler 11
"Dilde bozulma" 17
Ayinleşme 20
Dilin taşıdıkları 22
Latin alfabesine geçiş ve okuma kültürü 24

2 SÖYLEM BiLMECELERi
"Dilin cinsiyeti" üzerine 28
Dile bakış, topluma bakış 31
Toptancı kavramlar, dışlayıcı sloganlar 34
Kırıcı deyimler ve eğretilemeler 36
Kavramda boşluk 42
Sözlüklerdeki ırkçılık 44
Söylem bilmeceleri 47
Gösterge, derin yapı, üstdil... 54

3 ANLATIM SORU(N)LARI 57

Neden "Dil Meseleleri"? 59


Vazgeçilen ekler, geri alınan sesler 60
Soru ekinin serüvenleri 69
Çoğul eki sorunları 71
Birbirine karıştırılanlar 72
Uzun lafın kısası 93
Klişeler 97
Jokerler ve dolgu maddeleri 99
4 iMLA SORUNLAR!
A'laşma 102
Ayn mı bitişik mi? 102
Büyük harf/küçük harf 104
Cami, sanayi, zayi... 106
"De" bağlacı 108
Dizinlerdeki sorunlar 109
Eğik çizgi (1) 109
Ek sorunlan 110
E'leşme 112
Kesme işareti 113
ôzel ad, yan özel ad 114
Saatlerin ekleri 114
Tek mi çift mi? 115
"-ua/-uva" 115
Virgül 115
Yabancı özel adlar 116
Dil Derneği'nin Yazım Kılavuzu 118
AKDTYKTDK üzerine, kısa kısa 130
Bir dilcinin yazılan üzerine 134

5 INGILIZCEDEN GELENLER 144

a) Türkçe söylenişe uyarlanarak gelenler 145


b) "Ôdünçlemeli" çeviri yoluyla gelenler 151
c) "Olduklan gibi" gelenler 163

6 KITAPLARLA DiL MESELELERi


Diyarbakır Türkçesi 171
Modern bir cönk 173
Akademi ve dil tartışmalan 175
Dil devrimi kitapları 180

7 DiL VE EDEBiYAT
ôykü ve dil 183
Bir Şey Oldu üzerine notlar 187
Anı-öyküler 189
Anı-roman, anı-öykü 192
Kaveko 194
Yasaklama? 196
Margos'un tatlı dili 198
Bir dilin olağanüstülüğü 200
Orhan Pamuk'un Nobel konuşması 205
Eşsiz Olana. Yakınlık 207
Korkunun ırmağında 209
Acı anne 211
Murat Belge ve dil 213
Metne bilgi anlayışı açısından da bakmak 215
"Dünya düşüncesi"nin içinde 217
Eleştirel mesafeler 219
Bir göstergebilimci 221
Berrak ve bereketli 223

8 ANADiLi, YENiDEN
Dil, ulus, toplum... 226
lkidillilik 229
Nahoşem 231
lkidilli eğitim modellerine genel bakış 233
Anadili söylemleri 235
Prof. Dr. Aydın Köksal 237

"Dil Meseleleri" Üzerine Sorular 240

Sons6z 247

Kaynakça 249

Dizin 253
Sunuş

Güncel Türkçe konusunda benim payıma düşen işler, bir yandan


standartlaşma sorunlarına dikkat çekmek, bir yandan da standart di­
lin neden her derde deva olmadığı dahil, daha genel dil ve anadili
meselelerini anlamaya çalışmak oldu. Bu yöndeki ihtiyaçları en dar
anlamıyla karşılamaya çalıştığım kitap Türkçe Sorunları Kılavuzu'
dur (2000). Belirli soruları az çok açan çalışmaların ilk cildi ise, Di­
limiz, Dillerimiz: Uygulama Üzerine Yazılar (2004a).
Bu ilk cildin dokusunda dil alanındaki yazı ve notlarımın Ekim
2003'e kadar olanları yer almıştı. Elinizdeki cildin dokusunda ise
daha sonra yazılmış olanlar yer alıyor. Sonuçta ikisi birbirini ta­
mamlıyor, daha doğrusu devam ettiriyor. Bu ikinci cildin adı, Ra­
dikal gazetesinin haftalık Kitap ekinde yedi yıl boyunca (2001-
2007) yazdığım "Dil Meseleleri" sütunundan alınmadır, ancak kitap
o sütundan ibaret değil.
İlk ciltteki gibi burada da başlıkların büyük bir bölümü, güncel
Türkçe metinlerde dil ve anlatım yönünden tartışmak, doğrulamak
ya da sorgulamak ihtiyacını duyduğumuz noktalardan oluşuyor:
Dilbilgisinin, imlanın, İngilizce ile Türkçe arasındaki ilişkinin, dil­
toplum ilişkisinin, aynca terim ve kavramların uygulamada içeba­
kış ve tartışma gerektiren bazı yönleri; "söylem" adını verdiğimiz
boyut dahil. Her iki cildin de dizinleri sayesinde birer başvuru kay­
nağı ve çalışma malzemesi olarak işlev görebileceğini umuyorum.
Ancak, bence en önemlisi her iki ciltte de yer alan "Genel Bakış"
yazıları başta olmak üzere, dil meselelerine bakış tarzıdır. Dilin
"doğru"su "yanlış"ı, hayatın bin bir halinde ve toplumun bin bir
oluşumunda dilin aldığı biçimler, bunların bir süreç halindeki ince­
likleri ... "Genel bakış" derken, dil olgularıyla ilgili sezgiler oluştur-
12 DİL MESELELERİ

maktan söz ediyorum. Dilimiz, Dillerimiz ve Dil Meseleleri bu sez­


gilere ne ölçüde katkıda bulunabilirse, amacına da o ölçüde ulaşmış
olacak.
Okullardaki "Kompozisyon" derslerinin eski adı "Tahrir"di. Bir
arkadaşım dikkatimi çekmişti: Arapçadan Osmanlıcaya geçmiş
olan "tahrir" sözcüğü hem "yazmak", hem de "hür kılmak, azat et­
mek" anlamına geliyor. Başka bir deyişle Arapçada, yazmak ile öz­
gürlük arasında kökensel bir bağlantı var. Latincedeki fiber sözcü­
ğünün hem "kitap, kütük", hem de "özgür, serbest" anlamına gel­
mesi dolayısıyla, aynı bağlantı Batı dillerinde de var diyebiliriz.
Bu bağlantının yalnızca kökensel olduğunu kim söyleyebilir?

Necmiye Alpay
İstanbul, Şubat 2018

Eleştiri ve önerileriniz için:


necmiyealpay@gmail.com
Teşekkür

Çabalan için, gelmiş geçmiş tüm dilcilere, sorulan ve


katkılan için Adnan Algın, Alişan Özdemir, Aliye Uçar,
Avniye Tansuğ, B. Çolak, Cansu Özer, Cem Akaş, Engin
Satılmış, Ergün Çelik, Erkan Yıldız, Fatma Okumuş,
Haluk Erdemol, Hande Demirtaş, Hanife Türkseven,
Joshua Bear, Kaan Demiralp, M. Cahil Bindak, Marga­
rete 1. Ersen, Mehmet Atilla, Murat B. Küçük, Murat
Hepdurluk, Mustafa Çallı, Neval Kuday, Özden Tunç,
Ö zge Özden, Pınar Beker, Recai Ataseven, Selim Baya­
noğlu, Servet Yeşilyurt, Seyhan Erözçelik, Sibel Yücel,
Tülay Üstündağ, Utku A., Y ılmaz Uyar ve Zarife Ö z­
türk'e, aynca başlı başına bir esin kaynağı olan Metis ça­
lışanlarına sonsuz teşekkürlerimle.

Necmiye Alpay
1
GENEL BAKIŞ

Ezberci Türkçeciler

Ezbercilik: İlgili konuda bilgi edinmeye, yeni bilgileri izlemeye ve


kendi kafamızla düşünmeye çalışmak yerine, hazır kalıpları yinele­
mek.
Türkçe konusunda yinelenen kalıp, beş aşağı beş yukarı şu:
"Dilimiz kirletilip yozlaştırılıyor, yanlış ve kötü kullanılıyor, ya­
bancı sözcüklerle dolduruluyor, radyo ve televizyonlarla tabelalar
bu kirlenme ve yozlaşmada başrolü oynuyor, anadilimize sahip çık­
mazsak dilimiz elden gidiyor."
Savunması kolay ve tehlikesiz bir sav, iyi yurttaş görüntüsü veren
bir söylem, popüler bir ilgi konusu arayan herkese uyan bir kalıp.
Üstelik, çoğu kalıp gibi bu da ilk bakışta doğru gibi görünüyor.
Gelgelelim, dilin hayatımızdaki bin bir yönle ilgili yaşantılarını
örten, dil ile kültürün etle tırnak gibi birbirini besleyerek yaşadığını
dikkate almayan bir kalıp bu. Yaratıcı kullanıma, eskilerin "üslup",
yenilerin "biçem" dediği şeye yer yok bu kalıpta. Resmisi, ciddisi,
samimisi, jargonu, argosu, sanatıyla dilin farklı düzeylerine/düz­
lemlerine/türlerine de yer yok. Bu kalıba göre Türkçenin başka dil­
lerle, kirlenme dışında bir ilişkisi yoktur ve olamaz. Dil dediğin öy­
le sağa sola bakmamalı. Yabancılarla konuşmamalı. Kimseyle do­
laşmamalı. Sizi gördüğü yerde selam çakmalı. Her an teftişe ya da
görücüye çıkmaya hazır olmalı.
Ezbercilere kalsa Türkçenin son yıllarda çıkardığı en yaratıcı bi­
çem sahiplerinin dilini "yozlaşma" ya da "histeri"ye indirgemek ge­
rekecek, mizahı ve gençlik argosunu da "Türkçe yanlışı"na. İnsan
dediğimiz varlığı da robota indirgemek diye ekleyecektim ama, ek-
16 DİL MESELELERİ

leyemiyorum, iyi bilimkurgu yapıtları aklıma geliyor. Onlar yıllar­


dır bize robotların geliştirilip insanın karmaşıklığına birazcık yak­
laştırılması durumunda işlerin nasıl da karıştığını anlatmaya çalış­
mıyor mu? Yukarıdaki klişe de, her biri ayn ayn sorgulamayı ge­
rektiren birkaç örtü içeriyor. Bir başına "anadilimiz" sözcüğü bile,
2000 ' lerin ilk yıllarına kadar yalnızca Türkçe olarak anlaşılırken,
bugün dilbilimin tanımladığı anlamına kavuşmuş ya da yaklaşmış
durumda. Ve neler pahasına.
Ahmet Cemal'in "iletişim yanılsaması" diye bir sözü, Orhan Al­
kaya'nın da "artık anlamayın beni" diye bir dizesi var. Ezbercilik
örnekleri karşısında son derece aydınlatıcı iki söz. Galiba, "anla­
dım" kararına biraz fazla kolay, fazla çabuk varıyoruz, belki acele­
cilikten, belki anlamaktan duyduğumuz korku ya da düşünme kor­
kusu nedeniyle. Anladığımızı sandığımız yazının yerinde çoğu kez
yazının kendisini değil de tanıdık hazır kalıplan görüyoruz; yazıda­
ki sözcükler ve biçimler bize hangi kalıplan çağrıştırıyorsa, onları.
Eğer öğrenmeye devam eden bir insansak, bundan on yıl yirmi yıl
otuz yıl önce "anladığımız" önemli bir metni yeniden okuduğumuz­
da mutlaka yeniden anlarız.
Sözgelimi, yukarıdaki başlıkta "ezberci" sözcüğünü görür gör­
mez yazıyı anladığına karar verenler çıkabilir. Böyle biri "ezberci­
lik" sözünden, büyük olasılıkla, ezberleme ediminde bulunmayı an­
lamaktadır. Eskilerin deyişiyle, hafızlamayı. Gerçekten de çoğu kişi
"ezbercilik"ten bunu anlıyor.
Bu nedenle olmalı, "ezbersiz eğitim" önerisinde bulunanlara da
rastlanıyor. Yanlış anlamaya son derece elverişli bir öneri bu. Ezber­
siz eğitim olur mu hiç? En azından, şiir, şarkı, tiyatro oyunu gibi
metinler ezberlenecektir. Bunlar insan ruhunda nefis yankılar bıra­
kır. Başka dilleri öğrenirken de yararlı bir yöntem, metin ezberle­
mek. Ezbercilik derken reddetmemiz gereken şey her tür ezber de­
ğil, anlamadan, sorgulamadan ezberlemek, sunulan her bilgiyi ez­
berlemek, kendi sözcüklerimizle, kendi cümlelerimizle düşünme­
mektir.
Bu açıdan öğrencilerin durumu hayli belirtisel. İzleyebildiğim
kadarıyla üniversite öğrencileri ezbercilik açısından kabaca üçe ay­
rılıyor:
GENEL BAKIŞ 17

Birincisi, ezberci olmayan öğrenciler. Her derste kendi kafasını


kullanmaya çalışan, merak eden, bilgi isteyen, hazırla yetinmeyen
öğrenciler. Bu öğrencilerin oranının yüksek olmadığını belirtmeme
herhalde gerek yoktur, özellikle, yalnızca resmi bilgileri değil, mu­
halif söylemin kalıplanni da sorgulayanlar diye baktığımızda.
İkincisi, hocalarının kendilerinden ezbercilik beklediğine, soru
sorarlarsa her tür haşan şanslarını yitireceklerine inanan ve bu ne­
denle bilerek ezbercilik eden öğrenciler.
Üçüncüsü ise, farkına bile varmadan ezberci olanlar.
Bütün bu sorunların ilköğretimden başladığını eklemek fazla
olur. Buna karşılık, şunu eklemek zorundayım: "Ö ğrenci odaklı
eğitim", "öğrenmeyi öğreten eğitim" gibi, ezberciliğin tersini anla­
tan güzel kavramlar da içinde olmak üzere bütün bunları biz "bü­
yük"ler kendimiz için de düşünsek iyi olacak.

" Dilde bozulma"1

Dilin bozulması kavramı bizim toplumumuzda biraz fazla rahat


kullanılıyor. Bununla kastedilen, daha çok, dilbilimcilerin "dil dü­
zeyleri, değişkeler, türler"2 gibi terimlerle adlandırdıkları dil olgu­
larının birbirine karışması ve standart dilden sapmalardır. Bunlar
her zaman dilde bozulma yaratan olgular değil. Bunu biraz açma­
lıyım.
Toplumsal yaşam gereği içinde bulunduğumuz birbirinden farklı
ortamlarda farklı dil değişkeleri geçerlidir. Kullandığımız dilin bazı
özellikleri coğrafi bölgeye göre de değişebilir; bunlara ağız ve şive
farklılığı diyoruz: Rumeli şivesi, Doğu Anadolu şivesi, Kayseri ağzı
vb. Ancak, bunlardan başka değişkeler de var. Sözgelimi, tanıma-

1 . "Medyatizm ve dil" başlıklı yazımdan, Evrensel Kültür dergisi, Aralık


2004.
2. Buradaki "düzey" sözcüğü, yükseklik-düşüklük fikriyle değil, "düzlem"
fikriyle ilgili. Dilbilim alanındaki terim sorunlarından biri de bu kavramda tanım
ve terim netliğinin sağlanamamış olması. Kanımca söz konusu kavrama en uygun
terim "dil değişkeleri"dir; kastedilen, farklı toplumsal düzlemlere özgü değişke­
lerdir çünkü.
18 DİL MESELELERİ

dığımız ya da az tanıdığımız insanlarla daha temkinli, mesafeli, siz­


li bizli konuşuruz. Resmi yazışmalar, "-dir, -miştir" kipinde belirli
cümle yapıları ve belirli kalıplar kullanılarak yazılır. Duruşmaların
dışında "gereği düşünüldü" derseniz, bir eğretileme kullanmış olur­
sunuz, çünkü bu söze yalnızca yargıçların dilinde rastlanır, duruş­
mada kararı okuyacakları zaman söyler yargıçlar bu sözü. Duygusal
yakınlığın da kendine ait sözleri ve tonları olduğunu biliriz. Türkçe,
Kürtçe, Fransızca, her doğal dilde, farklı toplumsal sınıfların, farklı
konumların, giderek mesleklerin getirdiği farklı "diller" (daha doğ­
rusu, jargonlar) oluşmuştur. Soyluların, orta sınıfın, işçi sınıfının,
köylülerin, kenar mahallelerin dilleri ayndır. Kişinin konuşması ge­
nellikle, hangi çağa ait olduğundan başka, hangi toplumsal sınıfa,
tabakaya, çevreye, hatta mesleğe mensup olduğunu ele verir. Her
dilde, asker argosu, öğrenci argosu, kadın argosu gibi çeşitlemelere
de rastlanır. Bu çeşitlemeleri "dilde bozulma" sayamayız. Dilin bo­
zulmakta ve yozlaşmakta olduğu hükmüne varmadan önce, bütün
bu doğal dil olgularını dikkate almak gerekir. Diller hiçbir zaman
kendi standartlarından ibaret olmuyor. Değişkeler de dilin söz var­
lığında yeri olan kullanımlar. Standart (ölçünlü) dil ise, aynı doğal
dil içinde (konumuz açısından, Türkçe içinde), toplumun bütünü
için ortak paydayı oluşturan ve kuralları sözlüklerle, dilbilgisi ki­
taplarıyla, kılavuzlarla saptanıp gösterilmeye çalışılan düzlemdir.
Farklı değişkeleri "dilde bozulma" sayma eğilimi genellikle be­
nim "ezberci Türkçecilik" dediğim anlayışa dahil. Ancak, standart
dilden olan meşru sapmaların yanında, sorun yaratan, bilincinde ol­
mamızda yarar bulunan kullanımlar da oluyor. Bunlar genellikle za­
ten en kusursuz biçimiyle bile ancak kusurlu bir iletişim sağlayabi­
len doğal dillerle anlaşmayı daha da zorlaştırdıkları için önemli.
Verili dili Ece Ayhan gibi "külliyen ret" etmek sonsuzca zor, zor­
luğu ölçüsünde de saygıdeğer bir karar sayılmalı. Ama yine Ece
Ayhan gibi, neyi reddettiğinizi, anlatımı kadar içeriğiyle de sorgu­
layabilmek kaydıyla. Ece A.'nın, bildiğimiz dille hiç ilgisi yokmuş
gibi duran o metinleri yeğenine kaydettirdiği son yıllarındaki bir zi­
yaretim sırasında, kalemi eline alıp kayda geçmiş metninde hepi­
mizin yapacağı türden düzeltmeler yaptığının tanığıyım ...
Gerçekte siz ne kadar düzeltmeye çalışırsanız çalışın, dilin her
GENEL BAKIŞ 19

zaman kendiliğinden işleyen bir yanından söz edilebilir. Psikanali­


zin ve edebiyatın mümkün olması biraz da bu sayede değil mi? Bu­
nunla birlikte, bütün doğallığı, belirsizliği ve yetmezliği içinde dilin
bir tarihsel boyutu var ve bu boyut pekala ortaya bazı başvuru kay­
naklan konulmasını, bunlara da az çok uyulmasını olanaklı kılmış.
Bu durum, karmaşık dil olgusunun içinde, düzene sokulabilen,
"standart" adı verilen bir dil düzlemi kurulabildiğini gösteriyor: Te­
melde, dilin iletişim aracı olmasını sağlayan başlıca özelliği, stan­
dartlaşabilmesi.
Ne kadar aldırışsız olursanız olun, en yaşamsal durumlarda stan­
dart dile başvurmak zorundasınız. Yaşamsal durumlarda, "herkes
yere yatsın!" ya da "yangın var!" türünden sözleri zor anlaşılır bir
dille bağırırsanız, vahim sonuçlara yol açabilirsiniz. Benzer örnek­
ler, yazılı dilden de verilebilir.
Buna karşılık, yaşamsal olandan uzaklaşıldığı ölçüde karmaşık­
laşan gerçekliği, klişelere dayalı, bıktırıcı ve indirgenmiş bir stan­
dart dille anlatmak da uzun erimde aynı ölçüde vahim sonuçlara,
birbirimizi ya da gerçekliği yanlış anlamamıza yol açabilir. Biçem
farklılıklarının, sanatsal alanın ve argonun varoluş nedenlerinden
biri yasaklar ve dışlamalarsa, diğeri de standart dilin olumsuz özel­
likleri değil midir?
Standart dile ihtiyaç duyan "modem" insanlar olarak meşru sa­
yamayacağımız sapmalara gelince. Bu konuda, Türkçeyle ilgili baş­
lıca iki sorundan söz edebiliriz:
1 ) Türkçenin standartlaşma düzeyi Batının egemen dillerine
oranla yeterince yükselmediği için, neyin "yanlış" neyin "doğru"
olduğunu gösterecek ölçütler de aynı oranda gelişkin değil;
2) Bu "yanlış/doğru" sıfatlarının kendileri de sorunlu, çünkü bu
sıfatları özellikle yaygın kullanımlarıyla incelediğimizde, her biri­
mizin belirli bir kullanımı mutlak doğru olarak kabul ettiği ortaya
çıkıyor. Oysa dil dediğimiz olgunun genel varoluş koşullan, böyle
bir mutlaklığın olanaksızlığını gösteriyor. Çok bilinen ama o ölçüde
de unutulan bir olgu, dillerin sürekli olarak değiştiğidir. En düzenli
düzlem olan standart dil bile değişkendir, tarihseldir ve "yanlış/
doğru" hükmünü verebileceğimiz durumları sınırlandırmaktadır.
20 DİL MESELELERİ

Ayinleşme3

Ayinler inanç temeline dayalı, belirli söz ve davranış kalıplarının yi­


nelendiği toplu törensel edimler. Öyle anlaşılıyor ki ayin gelenekle­
rinin toplumlarda her zaman vazgeçilmez bir yeri olmuş; en azın­
dan, geleneğe kaynaklık eden ilk olgunun haklılığı, düzenleyiciliği
ya da tazeleyiciliği ölçüsünde. Ayinin yinelenmesine belirli toplum­
sal ve ruhsal beklentiler neden oluyor; belirli bir edim, ilk seferinde­
ki olumlu sonuçlan yine verir beklentisiyle, sonuçta geleneğe dö­
nüşüyor. Gelgelelim, yinelenen edimin getirileri sürgit aynı kalmı­
yor. Başlangıçtan uzaklaşıldığı oranda ayinler de artık başlangıçtaki
yaran sağlamayıp verimsizleşiyor, tavşanın suyunun suyuna dönü­
şüyor ya da tek "verim"i, belirli sadakatlerin gösterilmesinden ibaret
kalıyor.
Ayin kavramıyla tören kavramı arasında epey ortak nokta var.4
Ayin kavramı daha çok din ve inanç alanlarında kullanılırken, diğer
alanlar için kullanılan terim, "tören"dir. Y ine de, iki tür alan arasında
geçişmeler yok değil. Sözgelimi, "cenaze töreni" diyoruz; belki salt
inançla ilgili bir edim olmadığından. Salt inancın öne çıkma süreç­
leri için uygun kavram "törenleşme"den çok, "ayinleşme" oluyor.
Bu uzunca girişten muradım, Türkçeyle ilgilenmenin "ayinleşen
Türkçecilik" diye adlandırmak istediğim türüdür. Ayinin biçimle­
rinden biri, adının başına değişmeyen "Ulu Önder" sıfatı getirilmek
kaydıyla Atatürk'ün on-on beş kez anıldığı, klişelerle doldurulmuş
"gün"ler ve söylemlerdir. Ya da, Konfüçyüs'e atfedilen sakızlaşmış
anekdotla süslenen yakınma sözleri. Resmi bayramların o ağırlaş­
mış yasak savma atmosferinde Türkçenin konu mankenine dönüş­
türüldüğü sosyallikler. Bugün bu ayinler devleti ve muhalefetiyle
alabildiğine çeşitlenmiş biçimlerde devam ediyor.5 "2017 Türk Dili

3. Yazının ilk hali: Radikal Kitap, 25.2.2005.


4. Konunun insanbilimsel ve siyasal yönüyle ilgili iyi bir tartışma için, Sibel
Özbudun'un şu kitabına bakılabilir: Ayinden Törene: Siyasal İktidarın Kurulma
ve Kurumsallaşma Sürecinde Törenlerin İşlevleri (1997).
5. Yeni kuşaklar bilmeyebilir: Türk Dil Kurumu cumhuriyetin dil devrimi çer-
GENEL BAKIŞ 21

Yılı" da ayinler eksilmesin diye düşünülmüşe benziyor.6 Buradaki


"dili yılı" kakışmasını kimse fark etmemiş miydi, neden "Türkçe
yılı" denmemişti, bilmiyorum. İdeolojik kamplaşma, kesimleri fa­
natikleştiriyor.
Diğer bir ayin türü olarak, birbirini yineleyen kampanyalar var:
"Medyanın dilini denetleyecek kurumlar oluşturulsun, cezalar ke­
silsin, başka dilde tabela yasağı getirilsin, yasak getiren belediyeler
kutlansın" vb. Bir ara tartışılıp sonra gündemden çekilmiş olan
"Türk Dilini Koruma Kanun Tasansı"nın meclis gündemine alın­
ması için yürütülen kampanyada, meclis grubundan söz edilirken
"grup" sözcüğünün art arda üç satırda üç kez "gurup" biçiminde ya­
zıldığı bir ileti dolaşıyordu; önerilen yasa yürürlüğe girmiş olsa bu
kampanya da Türkçeyi yanlış kullanmaktan ceza alacak!
Aynı enerji neden eğitim bütçesinin üç misline çıkarılması, eği­
timin içeriğinde demokratikleşme, dil konusunun her derste birinci
öncelik olması, imla, dilbilgisi ve ikidillilik konularında tüm kesim­
lerin katılacağı ortak girişim gibi, dil alanında gerçekten sonuç ve­
rebilecek yaşamsal taleplerde yoğunlaştırılmaz?
Dili bir insana benzetelim: Ona zihinsel yaşamını besleyecek
olanaklar sunmak yerine yasaklar ve teranelerle üstüne gidersek na­
sıl sonuçlara ulaşırız? Herhalde şimdiye değin ulaşılan sonuçlara.
Olsa olsa bazen mahalleye yeni bir vaiz gelir.
Neyse ki dil babında her şey kurumlardan ibaret değil.

çevesinde devlet eliyle, ancak hukuken özerk olarak kurulmuştu. Dil anlayışında
köklü bir değişiklik arzu eden 1 2 Eylül 1980 darbesinin iktidarı, özerkliği tehlikeli
bulup kurumu hukuken devlete bağlamıştı. O devlet kurumu, Atatürk Kültür, Dil
ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Dil Kurumu'dur (AKDTYKTDK).
6. AKDTYKTDK İnternet sitesinde konuyla ilgili sayfalara bakınız: tdk.gov.tr/
index. php?option=com_content&view=article&id=840&catid=34&Itemid= 1
(Erişim tarihi: Ekim 2017)
22 on. MESELELERİ

Dilin taşıdıkları

"2017 Türk Dili Y ılı" törenlerine "Ayinleşme" başlığı altında de­


ğinmiştim. Aynı süreçte geleneğe yeni eklenen bir bakış açısından
da söz etmek gerekiyor: İngilizceye bir tür "Hıristiyanlığın dili"
özelliğinin atfedilmesi.
Bu bakış açısının tipile bir anlatımını, tarih profesörü Ebubekir
Sofuoğlu'nun bir yazısında buluyoruz (2017). "Tasfiye" sözcüğünü
herhalde dizgi hatası sonucu iki yerde "tasviye" biçiminde yazan
sayın profesörün bu yazıdaki konusu, Türkçenin Arapça ve İngiliz­
ceyle olan ilişkileridir. Yazıda, "Öz Türkçe" hareketinin, hatta bu­
günkü İngilizceleşmenin nedeni olarak "Arapça kelime düşmanlı­
ğı" gösteriliyor ve başka nedenlerin de olabileceğine dair herhangi
bir işarete rastlanmıyor. Yazının anahtarı ise şu cümle: "İngilizce,
Hristiyan kültüründen beslenirken, Arapça ise Türklerin de mensup
olduğu İslam kültüründen beslenen bir dildir." Bu cümle çok başka
bir bağlamda isabetli sayılabilirdi, sözgelimi, bu iki dilin tarihlerin­
deki belirli dönemler inceleniyor olsaydı. Oysa yazı bu saptamayı
bugünün gerçekliği çerçevesinde öne çıkarıyor. Öyle bir yönelimle
ki, önümüzde iki seçenek var gibi: Hıristiyanlığın dili olan İngilizce
ile, Müslümanlığın dili olan Arapça ve Müslümanlığın ilcinci dili
olan Türkçe: ya birini seçeceksiniz ya diğerini.
Yazının uyandırdığı soru şu: Türkçe, Arapçayı ve Farsçayı geride
bırakıp kendi köklerini çalıştırma dönemini başlatmış olmasaydı
bugün İngilizcenin istilasına uğramayacak mıydı? Arap ülkeleri de
tıpkı Türkiye ve diğer çeper ülkeler gibi İngilizce görüngüsüyle ce­
belleşmiyor mu? Dünyanın öbür ucundaki Çince ile Japonca da en
az Arapça ve Türkçe kadar İngilizce ile olan ilişkilerini analiz edip
bir yol bulmaya çalışmıyor mu?
Günümüz gerçekliğinde kraliçenin var olması Britanya'yı ne ka­
dar krallık yapıyorsa, papanın ve Vatikan'ın var olması da Batı dün­
yasını o kadar Hıristiyan yapıyor. Batı toplumlarının güncel kültürel
belirleyeni epeydir ne krallıktır, ne de din. Aynı durum İngilizce
için de geçerli.
GENEL BAKIŞ 23

Avrupa'da hayatın ve kültürün bütün boyutlarını dinin belirle­


diği yüzyıllar, mezhepler arası savaşın ve vahşetin yüzyılları olmuş­
tu. Bugünkü Avrupa ülkeleri o savaşçıların ve farklı mezheplerin
mirasçıları. Bizim buradan bakılınca haşmetinden ötürü Katolikli­
ğin papası tek üst makam gibi görünse de, Hıristiyanlığın gerçekliği
bölük pörçük olmaktır, tıpkı Müslümanlık gibi. Ancak Hıristiyan
mezheplerinin ortak gerçeği, sanayi devrimi ve bilimsel-teknolojik
devrimle birlikte egemenliklerinin büyük ölçüde sınırlandırılmış,
dünyevi işlerde yerini modem bilim ve demokrasi idealine terk et­
miş olması. Şurada burada "dine dayalı devlet" fikrini savunanlara
ya da kralcı gruplara rastlansa da, bunlar topluma önerdikleri bir ha­
yatiyetleri bulunmayan öğeler. Modem toplumlar sanayileri, tekno­
lojileri, felsefeleri ve kültürleriyle varlıklarını modem bilimin kuş­
kuculuk ilkesi temelinde yenilenme yetisine borçlu olduklarını bi­
liyor ya da seziyorlar. Bütün bunlar henüz/hfila emperyal mekaniz­
malar içinde olup bitmekle birlikte, aynı mekanizma kendi içinde
ve dünyada, karşıtlarını da barındırıyor, İngilizce konuşan karşıtla­
rını da üstelik!
İngilizce derken bu gerçekleri görmezden gelmek insana belli bir
rahatlık sağlayabilir, ne de olsa tek boyut her zaman kolaylık getirir.
Ancak, tek boyuta tutunarak ne İngilizce açısından bir şey görebili­
riz, ne de Arapça ya da Türkçe açısından. Güncel ve tarihsel hayatla­
rımızın ne kadar boyutu varsa dillerimizin de o kadar boyutu var.
Yeri gelmişken, Sofuoğlu'nun şu savına da dikkat çekmeliyim:
"Arapça diye tasfiye edilen 'ahlak' kelimesi yerine getirilen 'etik'
kelimesi..." diye yazıyor. Oysa "ahlak kelimesi" tasfiye edilmiş ol­
madığı gibi," 'etik' kelimesi" de "ahlak"ın yerini tutsun diye geti­
rilmedi. Zaten getirilemezdi de, çünkü etik kavramı ahlaktan ibaret
değil; onun çok ötesinde, esas olarak "ahlak felsefesi (eski adıyla,
ilm-i ahldk)" anlamına geliyor ve gerek kavram gerek sözcük ola­
rak dünya ortak kültür sözlüğüne mal olmuş durumda. Etiğin, yani
ahlak felsefesinin kapsamında bilgi, birikim ve düşünme/sorgula­
ma konusu olarak, dinsel/geleneksel ahlak kadar, dinsel olmayan
güçlü ahlak anlayışları da var.
24 DİL MESELELERİ

Latin alfabesine geçiş ve okuma kültürü7

"Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun'', 1 Kasım


1928'de kabul edilip 3 Kasım 1928'de yürürlüğe girmişti.
Alfabe değiştirmenin, bir çizelgeyi iptal edip yerine yenisini
koymak gibi bir jestten ibaret olmadığı ve olamayacağı herhalde
açıktır. Bu açıdan, Türkçeyle ilgili olarak tarihsel adı "Harf İnkıla­
bı" olan uygulamaya "devrim" adının verilmesi son derece yerin­
dedir bence, çünkü "harf devrimi", çoğu zaman öyle sunulmasa bi­
le, bütün bir kültür ve anlayış devrimini simgelemektedir.
Dünyada yükselen kültür, modem ve laik Batı kültürü. Türkiye
için, bu kültüre açılmak devrimsel bir değişimdi. Atatürk ve arka­
daşları, alfabe değişikliğini ülkenin bu konudaki iradesini beyan et­
menin bir anahtarı olarak uyguladılar. Gerek Mustafa Kemal'in ge­
rekse Batılılaşma yanlısı diğer Osmanlı aydınlarının esin ve bilgi
kaynağı zaten uzun süredir Batı'ydı ve hepsi de Fransızca ya da Al­
manca biliyorlardı.
Alfabe değişikliği, Osmanlı kültürü kadar, Arap ve Fars uygar­
lıklarına da önemli ölçüde yabancılaşmayı göze almak anlamına ge­
liyordu, o bin bir kollu Batı kültürüne açılabilmek için.

Alfabe değı,ıkllğl kaçınılmaz mıydı?

Avrupa'nın batısından doğusuna doğru gittiğinizde farklı alfabelerle


karşılaşırsınız: Yunanistan, Bulgaristan, Rusya ... Bu sınır ülkeler
hep Latin alfabesinden farklı alfabeler kullanır. Bugün hala öyle;
Avrupa Birliği, alfabe birliği anlamına gelmiyor. Sözgelimi Yunan­
lıların neden Latin alfabesine geçmedikleri sorusunun yanıtı, İ.Ö. 8.
yüzyıldan bu yana hem kendi dillerini ve kültürlerini taşımış, hem
de Latin alfabesi, Kirli alfabesi gibi yalcın ülke alfabelerini etkile­
miş olan alfabeyi terk etmek istememeleridir.

7. Türkiye Yazarlar Sendikası'nın katılımıyla 3 1 . 1 0.2008 tarihinde Kadir Has


Üniversitesi'nde düzenlenen "Harf Devrimi'nin 80. Yılı Sempozyumu"na bildiri.
GENEL BAKIŞ 25

Türkçenin 1928 harf devrimine ne kadar ihtiyacı olduğu konusu,


her 1 Kasım'da yeniden ve yeniden anlatılagelmiştir; dolayısıyla,
hepimizin ezberindedir. Eski alfabeyle Türkçe seslerin karşılana­
madığı, ünlü sesler yönünden zengin olan Türk diline ait pek çok
sesin boşlukta kaldığı, Osmanlıda okuma kültürünün bu nedenle
gelişememiş olduğu vb. her fırsatta yinelenir. Bütürı bunlarda belirli
bir doğruluk payı da vardır.
Yine de sorabiliriz: Tıpkı standart Latin alfabesinin yirmi bir
harfini alıp üzerine gerekli harf ve işaretleri ekleyerek yirmi dokuz
harflik Türkçe alfabeyi oluşturduğumuz gibi, eski alfabeyi de bazı
reformlarla daha kullanışlı bir duruma getiremez miydik? Aynca,
hiçbir alfabenin bir dildeki tüm sesleri tam olarak karşılamadığı,
dillerin yakından incelenmesi için sesçil (fonetik) diye adlandırılan
özel alfabelerin gerekli olduğu, bilinen bir gerçek değil midir? Kal­
dı ki, bugünkü Türkçe alfabenin de, uzun ve kısa, kalın ve ince ses­
lerin yazılması başta olmak üzere çeşitli sorunları vardır. Üstelik,
Türkçenin 1928 öncesine ait kütüphanesinden vazgeçmek istemi­
yorsak, eski alfabeyi de uzun süre bırakamayacaktık.
Bunlar doğru. Gerçekte cumhuriyetten önce 19. yüzyıl boyunca
bu yönde epey girişimde bulunulduğu, ancak bunların başarılama­
dığı anlaşılıyor. Harf devriminin başarılı olmasını sağlayan, biraz
da onun çok daha geniş bir düzlemdeki amacıdır diyebiliriz: Yuka­
rıda da belirttiğim gibi asıl amaç, bir kültür devrimini kolaylaştır­
maktı. Az önce Yunanistan-Rusya hattındaki ülkelerden söz etmiş­
tim. O ülkelerle ilgili önemli bir nokta, zaten Batı kültürünün belki
hayli farklı, ancak ayrılmaz birer parçası olmalarıydı. Bizim konu­
mumuz ise çok daha köklü farklılıklar gösteriyordu ve cumhuriyet
devrimi "modem dünya"ya dahil olmak için kendi açısından gere­
keni yapıyordu.
Bu noktada, alfabe dediğimiz kodlama sistemlerine biraz daha
bakmaya çalışalım.

Alfabe ve okuma kültürü

Alfabe değişikliğinin, ilk yıllarda hal.kın büyük bir bölümü üzerinde


dolaysız bir etkide bulunduğunu söyleyemeyiz, çünkü çoğunluk za-
26 on.. MESELELERİ

ten okuma yazma bilmiyordu. Dolaylı etki ise, büyük kültürel de­
ğişiklikler yoluyla olacaktı. Batılı ve laik bir kültür, devletle olan
her tür ilişki kanalıyla insanların yaşamına girecekti artık; en çok
da, askere giden gençler ve mahalleye ya da köye gelen öğretmenler
aracılığıyla.
Belirli bir geçiş sürecinin sonucunda, Arap alfabesiyle olan iliş­
kimiz iki okuma türü ve bir okuma/yazma türü ile sınırlanmış ol­
du:
1) Kuran başta olmak üzere dinsel metinlerin okunması;
2) Harf devrimi öncesine ait metinlerin okunması;
3 ) Arap ve Fars filolojileri çerçevesindeki okuma/yazma edim­
leri.
Harf devrimi sonrasında genel okuryazarlık oranının zaman içe­
risinde hızla arttığını biliyoruz. Arap alfabesiyle yazılmış metinlerle
ilgili olarak yukarıda saydığım türlerle sınırlanan okuma oranının
aynı hızla artmadığını tahmin edebiliriz. Arap alfabesi artık tüm
okullarda değil, yalnızca üniversitelerin türkoloji ve filoloji bölüm­
lerinde bir uzmanlık bilgisi olarak, Kuran kurslarında ve derslerinde
de özel bir kullanımıyla öğretilmektedir. Okuma kültürü, harf dev­
rimiyle birlikte gitgide hızlanan bir yazısal birikim ve gerek diğer
dillerden yapılan, gerekse dil içi (Osmanlıcadan) çevirilerle içerik
kazanmıştır.
Bugün bu içeriğin yeterli olduğunu söyleyemeyiz. Pek çok yönü
var bu yetersizliğin. Öyle sanıyorum ki, alfabeyle ilişkili olan baş­
lıca yön, dil içi çeviri ihtiyaçlarının büyüklüğüyle ve yapılan çevi­
rilerin sunuluşundaki sorunlarla ilgilidir.
Türkçe kültürde Latin alfabesinin artık geri dönülmez bir biçim­
de benimsenip yerleşmiş olduğunu söyleyebiliriz. Ancak, henüz gi­
derilememiş olan eksikliklere, hepimizin bildiği bazı yeni sorunla­
rın eklendiğine dikkat çekmeden bitirmeyeyim.
Bunlardan biri, Osmanlıcanın bugünkü Türkçede de yaşayan, her
okuryazarın bilmesi gereken kısmına ilişkin genel bilgilerin müfre­
data alınmamış olmasıdır. Bunun bugünkü Türkçe alfabeyle Türkçe
dersleri çerçevesinde verilecek temel bilgiler düzeyindeki bir Os­
manlıcaya giriş dersiyle mümkün olabileceği fikrindeyim. Böyle­
likle öğrencinin zihninde güncel Türkçeyle Osmanlıcanın ilişkisi
GENEL BAKIŞ 27

kurulabilir ve edebiyat derslerinde Divan Edebiyatı'na asgari de ol­


sa bir bakış geliştirilebilir.8 Yaygın öğretim müfredatında bu genel
bilgilerin bulunması yerinde olur. Kanımca bundan ötesi herkesin
kendi seçimine ve yerine göre düzenlenecek seçimlik de�lere bıra­
kılabilir.9

8. Mustafa Nihat Özön'ün Osmanlıca Türkçe Sözlük'ünün "Birkaç Söz" baş­


lıklı sunuş yazılan ve ardından gelen çizelgeler bile temel bazı bilgilerin edinil­
mesine yetebilir. Ancak, Osmanlıca yazılışları da görebilmek isteyen okurlar Ferit
Devellioğlu'nun Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Ltıgat'ını da edinmelidirler.
9. Osmanlıcanın bütünüyle öğrenilmesi gerçekten büyük iş. En iyi uzmanlar
bile 500-600 yıllık Osmanlıcanın bütününü bilemiyor, çünkü her lehçe gibi Os­
manlıca da durmadan değişmiş. Üstelik, tabanı Türkçe olsa bile, sonuçta üç dilin
karması haline gelmiş bir dilden söz ediyoruz. Kuran okuma yetisi de sorunu çöz­
müyor, çünkü Kuran yazısı ile gündelik eski yazı birbirinden farklı. İkincisi, Ku­
ran'ın dili Osmanlıca değil, Arapça. Osmanlıca ise, Arapçadan epey birim almış
olmak.la birlikte, sonuçta ne Arapçadır ne de aynı alfabeyi kullanan Farsçadır.
2
SÖYLEM BiLMECELERi

" Dilin cinsiyetin üzerine1

"Dilin cinsiyeti" denince benim aklıma iki ayn düzlem geliyor: ya­
pısal düzlem ve söylem düzlemi.
Yapısal düzlemde daha çok cins ayrımları ile cins ayrımcılığı yer
alıyor. - Sözün hemen burasında, bu iki terim arasındaki farkın ya­
şamsallığına dikkat çekmeliyim: İlki (cins aynmları) bedenlerimiz
temelinde ve az çok masum olabilirken, ikincisi, yani cins(iyet) ay­
rımcılığı, diğer adıyla cinsiyetçilik, tamamen ideolojik, edinilmiş
bir kategori oluyor ve erk-ek egemenliğine dayanıyor. Benzer bir
biçimde, "cinsiyetli/cinsiyetçi" ayrımı arasındaki fark da temel
önemde. Bu iki kavramdan da birincisi bedensel ve bünyesel, ikin­
cisi ideolojik.ı
Söylem düzleminde ise, cins ayrımcılığını da içeren,"kadın di­
li","dişil dil","eril dil","erkek dili", ecriture /eminine (kadın ya­
zısı/dişil yazı) gibi bir dizi kategori ve kavramdan söz edilebilir.
Bu bakış açısını 20. yüzyılın ortalarından itibaren yazmaya baş­
layan feminist düşünürlere borçluyuz. Feministler toplumlardaki
cins ayrımcılığını hayatın bütün alanlarında keşfetme çabası içinde,
dildeki cinsiyetçiliği de deyim yerindeyse suçüstü yakaladılar. Dil­
ciler bazı dillerdeki yapısal cinsiyetliliği (dişil/eril ayrımını; İng.

l . F Dergi'nin soruştunnasına yanıt, Haziran 2016.


2. Geniş bir okuma için, Zeynep Direk'in derlediği Cinsiyetli Olmak adlı ki­
taba bakılabilir (2007).
SÖYLEM BİLMECELERİ 29

gender) çoktan saptamışlardı ama, o yapıdaki ayrımcılığı saptamak­


tan uzaktılar, tıpkı Marx öncesi iktisatçıların, sınıfları Marx'tan ön­
ce keşfettikleri halde sömürü mekanizmalarını saptamaktan uzak
olmaları gibi.
Dillerde yapısal düzlemde görülebilen cins ayrımına ilişkin en
bilinen örnek, Fransızca vb. dillerde cins adlan ile adıllarda yerleşik
olan "dişil/eril" ayrımıdır. Bu aynın saptanalı yüzyıllar olmuş. Bu­
radaki "cins" ayrımının biyolojik cinsiyetlerimizle olan bağıntısının
mutlak olmayışı da var. Sözgelimi "dil" sözcüğü dişil (Fr. la lan­
gue) iken, doğal dillerin adlan eril (le français, le turc vb.).
Feministlerin keşfettiği yapısal cinsiyetçilik ise, yine Fransızca­
dan örnek verirsek, çoğul adılların bünyesinde iş görüyor: Tıpkı te­
kil kadın ve erkek için kullanılan adılların farklılığı gibi, kadınlar­
dan oluşan bir topluluktan söz ederken kullanılan adıl ile erkekler­
den oluşan bir topluluktan söz ederken kullanılan adıllar da farklı.
Peki, ya karma bir topluluktan söz ediyorsak, bunun için kullanılan
üçüncü bir adıl var mı? Hayır! Karma topluluklar için kullanılan
adıl, erkekler için kullanılanın aynısı. Başka bir deyişle, erkek sa­
yısı bir, kadın sayısı bin, yüz, milyon bile olsa kadınların varlığı
görmezden gelinip erkek adılı kullanılıyor. Bir erkek, dünya kadar
kadına bedel! Çoğul adıl yapısını da dilciler keşfetmiş, ancak bu ya­
pının mantığındaki cinsiyetçiliği keşfeden, feministler. Almanca ve
daha başka cinsiyetli dillerde de aynı eril egemenliğin geçerli olma­
sı, İngilizcede erkek anlamına gelen -man sonekiyle türetilen adla­
rın kadınları da kapsaması, Arapçada "insanlık" anlamına gelen
"ademiyyet" sözcüğünün Havva'dan değil Adem'in adından türetil­
miş olması gibi daha epey örneği var bu keşiflerin.3 Günümüzde ay­
rımcılık karşıtı bilincin yükselmesiyle birlikte bu yapısal hallerde
düzelmeye doğru bir gidiş olduğu söyleniyor.
Dillerde yapısal olmayan cinsiyetçilik göstergeleri ise "söylem
düzlemi"nde ortaya çıkıyor. Ancak, bu bağlamda "dil" sözcüğü ile
"söylem" sözcüğünün anlam alanlarını ayırt etmek pek kolay değil.

3. Türkçe dahil bazı dillerde yapısal cins ayrımı yok, ancak diğer dillerden alı­
nan sözcük ve yapılarla birlikte cins ayrımı da gelebiliyor, sefir/sefire, mual­
lim/muallime örneklerindeki gibi.
30 DİL MESELELERİ

Hande Öğüt'ün, dilin cinsiyeti açısından okunması gereken başlıca


kaynaklardan biri olarak gösterebileceğim bir yazısında "ataerkil
dil" ve "ataerkil söylem" terimlerini bir arada kullandığını fark et­
miştim. Giderek "ataerkil dilin söylem kalıpları"ndan söz ediyor­
du (2011 ). İki kavram temsilcilik konusunda birbirinden rol çaldı­
ğından, "kadın dili", "dişil dil", "eril dil", "erkek dili" gibi kulla­
nımlar artık hayli yerleşik. Toplumsal sorunların çözümü bağlamın­
da "yeni bir dil", "barış dili" dileyenler ise sanıyorum daha geniş
bir ayrımcılık yelpazesinden arındırılmış bir "dil" istiyorlar. Bu ara­
da "söylem" sözcüğünün de giderek isabetli kullanımlarla yaygın­
laştığını söyleyebilirim: "nefret söylemi, milliyetçi söylem, mez­
hepçi söylem, dinci söylem, ırkçı söylem, sınıfçı söylem, ataerkil
söylem" vb.
Bunların ötesinde, "kadın dili", "erkek dili" gibi sınıflandırma­
lardan ne anlamak gerektiği konusunda epey problem olduğu kanı­
sındayım. Eril egemenliğin neredeyse mutlak olduğu askerlik, hu­
kuk, devlet, resmi eğitim, resmi bilim, futbol, mafya, erkek argosu
gibi alanlara özgü, kestirip atan, tekanlamlı, sert sesli, dayatıcı, yer
yer otoriter ve şiddete dayalı söylem alanlarının "erkek dili/ eril dil"
damgasını hak ettikleri açıktır. Yine de, "eril dil" dahil, bu ka�ego­
rileri klişeleştirmekten çok, içerikle birlikte düşünmemizi ve uzun
erimde altında yatanın ne olduğuna ilişkin sorular sormamızı yeğ­
lerim. "Erkek" dediğimiz varlıklar ile "dişi" ve "kadın" dediğimiz
varlıkların bireysel ve toplumsal belirlenimi, standart bireylerden
oluşmadığımız, "dişi" ve "erkek" denen iki kategoriden ibaret ol­
mayıp, müzikteki gam gibi bütün bir gam oluşturduğumuz, üstelik
her an oluşmaya devam ettiğimiz gibi olguları dikkate almadığımız­
da, klişecilik, toptancılık tehlikeleri doğuyor. Çoğu kategori gibi
dillerdeki cinsiyet kategorileri de başlangıçta soyutlanmış ve yön­
temseller.4 Klişeye dönüştükleri andan itibaren artık gerçek bir sor-

4. İlginç bir örnek, Gülenay Börekçi'nin, Gezi olaylan ertesinde (8 Aralık


2013) Müge İplikçi'yle yaptığı söyleşidir. İplikçi bu söyleşide "dişil dil" kavra­
mını kullanıyor ve Börekçi'nin sorması üzerine kavramdan ne anladığını şöy le
açıklıyor: "Evet dişil dil! Birleştirici, onarıcı, gücünü çoğulculuğu, kuşatıcılığı ve
rerıkliliğinden alan o kıvrak dili çok anlamlı buldum. Devlet dili ne kadar şiddet
içeriyorsa o dil o kadar barışçıl ama aynı oranda da dirençliydi" (İplikçi 2013).
SÖYLEM BİLMECELERİ 31

gulamayı öldüren kalıpsözler kalıyor elimizde. Ya da, gerçek sorgu­


lamanın öldüğü yerde yerinde yeller esmeyip klişeler hüküm sürü­
yor. Böyle bir süreç, kadın cinayetlerini ve kadına yönelik şiddeti
bile fark edilmez kılabilir. Olumlu yükle "kadın dili"ni övdüğünü
düşünen, ancak bunu temellendirmeyip sözgelimi nazik, kibar ya
da sevecen, anaç olmayı kasteden biri, belki de istemeden, cinsiyet­
çiliği yeniden üretiyordur.
Feminist düşünürler bir yandan cinsiyetçi eril söylemi suçüstü
yakalarken bir yandan da içimizdeki dişilin söz aldığı bir "dil" ya­
ratmayı hedeflediler. Psikanaliz ve edebiyat eleştirisi, dilin cinsiye­
tini özellikle didikleyen alanlar. Kişisel olarak bu alanlarda en çok,
keskin vargılar yerine, kesintisiz düşünme ve davranma süreçlerini
önemsiyorum.s

Dile bakış, topluma bakış 6

İnsanların dile bakışları, topluma bakışlarıyla koşut. Tersi de doğru:


İnsanların dile nasıl baktıkları, topluma nasıl baktıklarının göster­
gesi. Dil konulu yazıların bir bölümünde, toptancılık eğiliminin be­
lirtileri var. Toptancılık dediğim, sorgulanmamış ad ve kavramlarla
idare etmek.
Bu eğilim esas olarak devletlere ait olmakla birlikte,"devlet dı­
şı"nda da yaygın. Kastımı en iyi anlatacak, en tipik örnek "Türkiye
düşmanları" sözüdür sanıyorum. Etki gücü yüksek bir söz. Bununla

İlginç olan, İplikçi'nin aynı söyleşide aynı "dil"i kastederek, Gezicilerin


"gençliğin o içten dilini taşıyor" olduklarını da söylemesi, coşkuyla söz eniği bir
söylemi önce "dişil", daha sonra "genç" diye nitelemesi. Onun bu izlenimi, ne
yalnızca "dil"i düşündürüyor, ne de yalnızca "söylem"i. İzlenimleri birleştirdiği­
mizde burada söz konusu edilenin, bence sonuçta gerektiği üzere, dişil cinse özgü
olmaması önemli.
5. Okuma listemiz için, yukarıda andıklarımın yanı sıra, Zeynep Direk'in Baş­
kalık Deneyimi adlı kitabındaki "Feminizm ve Felsefe" bölümünü (2005), Elda
Abrevaya'nın Kadınlığın Uzun ve Dolambaçlı Yolu'nu (2013) ve Kübra Arslan
Öçal'ın (20 1 1 ) "Dişil Dil ve Eko-Feminist Bağlamda Latife Tekin ve Muinar" adlı
yüksek lisans tezini önermek istiyorum. Bize yeni kapılar açan türden kaynaklar
bunlar.
6. BirGün, 29.5.2004. Gazetede yayımlanan dil konulu forum yazılarına dair.
32 DİL MESELELERİ

işaret edilenler gerçekte çoğu kez Türkiye'nin değil, belirli bir uy­
gulamanın karşıtı olan kişilerdir. Ama toptancı bir adlandırmayla,
sözgelimi, "filanca hükümetin/politikanın/uygulamanın" gibi söz­
cükler yerine "Türkiye'nin" sözcüğü kullanılmakta, "karşıt" yerine
de "düşman" denmektedir. Burada kimsenin bir söz sanatı gördü­
ğünü sanmıyorum, ne söyleyenlerin ne de dinleyen konumundaki­
lerin: Söz, farkında bile olunmadan, bire bir algılanmaktadır.
Dünyada gerçekten "Türkiye düşmanı" yok mudur? Herhalde
vardır, ırkçılığın ya da önyargının en uç noktasında bulunan birileri.
Ama bu sözü kullananların kastı genellikle öyleleri değildir. Örtbas
etmek istedikleri her neyse oraya yöneltirler böyle kalıpları.
Örneğimizdeki "Türkiye" adlandırmasının gördüğü toptancılık
işlevini, "AB, ABD, Müslümanlar, küreselleşme, Batı, Doğu, Batı­
lılar, Doğulular" gibi havada uçuşan bazı adlar da görüyor; bu kez
devletin değil, çok sayıda kimsenin ağzından söylenmek üzere. Bir
bilinç yükseltme yöntemi olarak, bu tür adları her okuduğumuzda
ya da kullandığımızda, "hangi" sorusunu sormamızı öneriyorum:
Hangi AB? Hangi ABD? Hangi Müslümanlar? vb.
Örnek olarak, BirGün'de yayımlanan, dil konulu bazı forum ya­
zılarına bakalım. Önce Toprak Işık'ın yazısı (6.5.2004 tarihli Bir­
Gün): "İngilizce konuşanlar bizden daha iyi romanlar, öyküler ve
şiirler yazıyorlar."
Soralım: Hangi "İngilizce konuşanlar"? Kimin belirlediği ölçü­
lere göre "daha iyi"? Yanıtın peşine düşsek, "kanon" kavramına ve
ilgili tartışmalara ulaşacağız. Oradan da, "egemen ideoloji" mese­
lelerine.
Toprak Işık: "Bilimde de felsefede de bizden ilerideler."
Şu aralar öyleler, evet. Ama buradaki "onlar" ve "biz" toptancı­
lığına da dikkat edilmeli. Hangi "onlar"? Hangi "biz"? Yine, hangi
ölçütlere göre? En çok gördüğümüz "İngilizce konuşan"lardan biri
olarak George W. Bush mu bilimde ve felsefede ileridedir? "Biz"e
gelince, bana kalırsa, İngilizce konuşan Arthur Miller, Angela Da­
vis, Marlon Brando "biz"dendir ve sevilesi bir ABD'nin varlığına
işareuirler. Buna karşılık, "onlar"ın olsun diyeceğim epey "Türkçe
konuşan" çıkar.
SÖYLEM BİLMECELERİ 33

"Biz" derken içinde yaşadığımız toplumu kastediyorsak bunun


belirgin olması gerekir. Bana öyle geliyor ki önümüzdeki zaman­
larda bu tür netliklere gitgide daha çok gerek duyulacak.
BirGün'deki dil yazıları içinde toptancılık açısından en bereketli
ve irkiltici olanı, Hidayet Karakuş'un "Dil Tartışması: Kafamız Ne­
den Karışık?" başlıklı yazısı (22.5.2004). Bir alıntı:
"Hangi düşüncede, inançta olursak olalım hepimizin buluşacağı
en sağlam düzlem Türkçe olmalıdır. Türkçeyi yeterince bilemedi­
ğimiz zaman, baskın dillerin etkisi yalnızca yabancı sözcükler, ya­
bancı dil kuralları değil yabancı anlayışlar, yaşama bakış, kendi kül­
tür değerlerinden kaçış, onu küçümseme, kendini küçümsediğini
aynmsamama gibi sonuçlar doğurur."
Böyle diyor Karakuş. Hangi niyetle hareket etmiş olursa olsun,
kullandığı "hepimiz" sözcüğünün içeriğini yeterince düşünmemiş
belli ki. Yazısındaki "hepimiz" kavramı toplumumuzun tüm men­
suplarını kapsıyor olsa, "yabancı sözcük" derken bazı yurttaşları­
mız açısından buna Türkçe sözcüklerin de dahil olabileceği gerçek­
liğini hesaba (yazıya) katması beklenirdi. Katmıyor oysa. Böylelik­
le, toplumumuzda anadili Türkçe olmayanları dışlamış oluyor.
"Kendi gerçeği","anadil bilinci'', "yabancı dil","ulusal varlığı­
mız", "ulusal dil", "ulusal bilinç", "yabancılar'', "onlar", "kendi­
miz"... Karakuş'un kavramları bunlar ve günümüzde yazılan pek
çok yazıdaki gibi Karakuş'un yazısında da karşılıksızlar. Tıpkı "ya­
bancı anlayışlar" sözü gibi. Soralım: Hangi "yabancı anlayış"? Gü­
nümüz dünyasında "yabancı anlayış" içermeyen kültür bulunabilir
mi? Karakuş'un yazısında, yanıtın ne olabileceğine ilişkin en küçük
bir işaret yok. Öyle bir genellik düzeyi ki, yabancı düşmanlığı neydi
sorusu çıkıp geliyor: Yabancı hayranlığına duyulan haklı tepki, ye­
terince sorgulanmayınca yabancı düşmanlığına mı yol açıyor?
"Kendi kültür değerleri ... " Karakuş'un bundan kastı da bütünüyle
belirsiz. Herhalde Yunus'tur, Nazım'dır, Ahmed Arif'tir deyip geçe­
ceğim ama, yazısı buna yetecek zemini sağlamıyor,"değer" deyince
kimlerin neler, ne "örf ve adetler" sayabildiğini unutmakta güçlük
çekiyorum, çünkü son dönemlerde Karakuş'un kullandığı kavramlar
temelinde fazlasıyla ürkütücü koalisyonlara tanık oluyoruz.
34 DİL MESELELERİ

Toptancı kavramlar, dışlayıcı sloganlar7

Ulusallık
Hidayet Karakuş 22 Haziran 2004 tarihli BirGün'de, benim bir
eleştirimi yanıtlamaya çalışırken şöyle demiş: "yazısının bütünün­
den anladığıma göre ' ulusallık' kavramı onun tüylerini diken diken
ediyor."
Karakuş, yan yarıya doğru anlamış. Ulusallık kavramı, emperyal
zihniyetle kullanıldığında gerçekten de tüylerimi diken diken edi­
yor. Örneğin, Bush'un, "ne yapıyorsak ulusal çıkarlarımız için ya­
pıyoruz" dediğini duyduğumda. Hele ardından, "elbette barış ve de­
mokrasi için" diye eklediğinde.
Bush zihniyetinin her yerde, İngiltere'de, İtalya'da, bu arada bi­
zim toplumumuzda uzantılarının olduğu, üstelik bunların Susur­
luk'ta açığa çıkanlardan ibaret olmadıkları biliniyor.
Ama eskiden, kendini solcu sayanlar arasında bulunmazlardı hiç
değilse. Artık bulunuyorlar: "Ulusal" çerçevede, emperyal olanla
emperyalizme karşı olanı birbirinden ayırmamakta ayak diriyorlar.
Ulusal olan, benim gözümde, emperyalizme karşı ise iyidir, ken­
disi emperyalse değil. Emperyalizme karşı olmak ise ille de ulusal
düzlemde hareket etmek anlamına gelmiyor. Bireyselden tutun, çok
çeşitli düzlemlerde hareket edilebilir; ulusallık bunlardan yalnızca
biridir.
Karakuş, "Ne pahasına olursa olsun küreselleşmeci olan dostlar"
diyor. Benim mesela, öyle dostlarım yok. Ne pahasına olursa olsun
küreselleşmeci olanlar, küreselleşmenin emperyalist cenahındandır­
lar.
Ne pahasına olursa olsun ulusalcı olanlarsa, belirli bağlamlarda
emperyalizme karşı, başka belirli ve tarihsel bağlamlarda da kendi
ülkesinin emperyal politikalarına sahip çıkan ya da göz yumanlar­
dır. Onlardan da "dostlar" diye söz etmek istemem.

7. Radikal Kitap, 2.7.2004.


SÖYLEM BİLMECELERİ 35

Karakuş'un bu seferki yazısının tek iyi yanı, "yabancı anlayış­


lar"a cephe almadığını söylemesi: "Kim böyle bir şey dedi ki?" di­
ye soruyor. Kendini öyle dememiş saydığına sevindim.8

"Kahrolsun ABDl n
"Kahrolsun ABD" ve "Katil ABD Ortadoğu'dan defol" gibi slogan­
lar, "ABD" kavramının içeriği düşünülmeden kullanılıyor.
Bu sloganları böyle biçimlendirdiğiniz zaman, ABD'yi emperya­
listlere armağan etmiş oluyorsunuz. ABD egemenleri ile halkı ara­
sındaki aynın siliniyor. Slogan, "kahrolsun ABD" değil,"kahrolsun
ABD emperyalizmi" olmalı.
Ayetullah Humeyni ve yandaşları gibi "ABD karşıtları" bizim
toplumumuzda da vardır herhalde ama, sayıları pek fazla değildir.
Oysa bu söz, "ABD karşıtı" sözü, çoğunlukla ABD yönetimine ya
da emperyalizmine karşı olanlar kastedilerek kullanılıyor. Arada
kaynayan, dışlanan ise ABD halkı oluyor. Tıpkı İsrail halkı gibi.

"Filistin halkı yalnız değildlrl n


Gündüz Aktan'ın kullandığı önemli bir kavram vardı: "beka içgü­
düsü" (bkz. 26 Haziran 2004 tarihli Radikal'deki yazısı). Hayatta
kalma, varlığını sürdürme içgüdüsü anlamına gelen bir kavram. Ak­
tan bu kavramı İsrail için kullanıyor. Ben aynı içgüdünün, Ortado­
ğu'da yaşayan iki halkta daha oluştuğunu sanıyorum: Filistinliler ve
Kürtler. Oysa, ülkemizde şimdiye değin dayanışma sloganı yönel­
tilen tek halk Filistin halkı oldu. Kimsenin "Kürt halkı yalnız değil­
dir" ya da "İsrail halkı yalnız değildir" diye seslendiğini duymadım.
Bu durumun nedenleri arasında, yasaklar, korkular ve egemen ideo­
lojiler kadar, toptancı zihniyet de yok mudur?
Gerçi, "yaşasın halkların kardeşliği" sloganı var, daha çok Tür­
kiye Kürtlerine yönelen bir slogan olarak. Ama ne de olsa Filistin
halkıyla olan dayanışma sloganı kadar açık değil o.

8. İlgilenebilecekler için: Karakuş'un ille yazısı 22 Mayıs 2004 tarihli BirGün'


ün Forum sayfasında, benim eleştirim ise 29 Mayıs 2004 tarihli BirGün'ün aynı
sayfasında.
36 Db... MESELELERİ

Peki ya askerlik yapmayı reddeden İsrailli gençler, işgale son ve­


rilmesi için çalışan barış eylemcisi kadınlar, İsrail halkı? Onların
dayanışmaya ihtiyacı yok mu? İsrail'in kendi içinde demokratik ol­
masına karşın, hain sayılma tehlikesiyle, Vanunu gibi yıllarca ha­
piste yatma tehlikesiyle, bir intihar saldırısına kurban gitme tehli­
kesiyle yüz yüze olan o insanlar yalnız mı kalmalı? Çoğunluğun Şa­
ron [ve sonra Netanyahu] saldırganına oy vermesi ise biraz da İs­
rail halkının yalnız bırakılmasından, dışlanmasından kaynaklanmı­
yor mu?
Slogansız kavramsız konuşmak zor. O zaman, sorgulayalım kav­
ramları. Ya "halklar yalnız değildir" diyelim yalnızca, ya da, dışla­
yıcı olmak istemiyorsak, sırası geleni adıyla analım: "Kürt halkı
yalnız değildir","Türkmen halkı yalnız değildir", "Irak halkı yalnız
değildir","Filistin halkı yalnız değildir", "İsrail halkı yalnız değil­
dir", [Ve evet,"Suriye halkı yalnız değildir") gibi.
"ABD halkı yalnız değildir" dahil: Şu sıralar onların işi de zor.

Kırıcı deyimler ve eğretilemeler9

Almancadan ve Türkçeden örneklerle dildeki ırkçılık ve ayrımcılık­


tan söz ettiğim bir yazıda (2004b), Almanların "Getürkt" sözcüğü­
nü "sahtesini yapmak" anlamında, "Du Türke, Türkenmischling"
gibi sözcükleri küfür makamında kullanmasının Türkleri incittiği
kadar, Türkçedeki "Çingene çalar Kürt oynar","Ermeni dölü" gibi
deyimlerin de Çingeneleri, Kürtleri ve Ermenileri rencide ettiğine
dikkat çekmiştim. Yazının sonunda ise Nazmiye Güçlü'nün araba
aldım kadın oldum (2004) adlı kitabına değinerek, elimizde artık
sakatlara karşı ayrımcılık konusunda gözümüzü açacak yepyeni bir
kaynak var diyordum.
"Gözümüzü açacak bir kaynak!" Böyle diyerek, Nazmiye Güç­
lü'nün anlatmaya çalıştığı ayrımcılık olgularından birini yeniden
üretmiş olduğumun farkına varmam için Güç1ü'den uyan gelmesi

9. Radikal Kitap, 25.3.2005 ve 1 .4.2005.


SÖYLEM BİLMECELERİ 37

gerekti. Dildeki ayrımcılıktan dem vururken bir ayrımcılık da ben


yapmıştım.
Oysa dilin olanaklarından yararlanıp "bilincimizi yükseltecek",
"farkına varmamızı sağlayacak" gibi başka bir sözle anlatabilirdim
derdimi. Neden öyle yapinamış olduğum sorusunun yanıtı belli:
Alışkanlık, sorgulamama, kendini gözü açılamayan insanların ye­
rine koymama. Deyimlerin ve eğretilemelerin çekiciliği de var el­
bette.
Tahmin edileceği üzere başka okur uyarısı da almadım o konuda.
Gerçekte hayli tartışmalı bir konudan söz ediyoruz.
Olumsuzlayıcı niteleme sıfatı olarak "sakat, kör, sağır, hasta" gi­
bi belirli insan durumlarını anlatan sözcüklerin o durumlardaki in­
sanlar için incitici olabileceğini Nazmiye Güçlü'den öğrendim ben,
birkaç yıl önce. Daha önce konuyu sakat arkadaşlarıma sormuşlu­
ğum vardı ama bu tür sözlerden rahatsızlık duymadıkları, alışkın ol­
dukları yanıtını almış ve her seferinde inanmayı seçmiştim. Bu de­
diklerim yıllar önceydi. Yıllar önce deyince, ayrımcılık türlerinin
çok az bilince çıkmış olduğu zamanlardan söz etmiş oluyorum.
Aradan geçen sürede "sakat" sözcüğünün olumsuzluk yükü fazla
kaçmaya başlayınca onun yerine "özürlü" terimine, onun olumsuz­
luk yükü fazla gelince de "engelli" terimine başvuruldu. Nazmiye
Güçlü'nün ve onun gibi düşünenlerin tezi ise bunun çıkar yol olma­
dığıdır. Ayrımcılık tüm yönleriyle bilince çıkarılmadıkça, "sakat"
sözcüğünün başına gelenler her seferinde dolaşıma sokulan yeni
sözcüğün başına da gelecektir. Tıpkı "özürlü" teriminin başına gel­
diği gibi: "İmla özürlü", "anlayış özürlü", hatta "özür özürlü" gibi
buluşlar ortaya çıkmadı mı? Yakında "engelli" de aynı yazgıya uğ­
rayacaktır.
Dildeki ayrımcılık basit bir sapma değil; uygulamadaki ve zihin­
lerdeki ayrımcılığın anlatımı. Uygulamadaki ve zihniyetimizdeki
ayrımcılık son bulmadıkça istediğimiz kadar farklı adlandırmalara
başvuralım, dilde de yeni ayrımcılıklar ortaya çıkacaktır.
Dilde "gözünü açmak" gibi dolaylı ayrımcılıklardan epey bulu­
nuyor. Fazlasıyla yerleşik sözler bunlar: "eli yüzü düzgün", "geri
zekalı", "hastalıklı eğilimler", "toplumu bir kanser gibi saran... ",
"körlerle sağırlar birbirini ağırlar" vb. Üstelik, bunları kötü bir niyet
38 DİL MESELELERİ

ya da kasıtla kullanmadığımız inancı esaslı bir direnç de yaratıyor,


konuyla ilgili tartışmayı zorlaştıran bir inanç.
Bu inanç ilk bakışta çok da yersiz değil. "Bu iş sakat" diyen
bir kimsenin sakatlan incitmek gibi bir kastı olduğunu ileri süre­
meyiz. Ben sözgelimi, Güçlü'nün kitabının gözümüzü açacağından
söz ederken, görmeyen insanları aklımın ucundan bile geçirmiyor­
dum.
Galiba sorun tam da burada. Aklımızın ucundan bile geçirmiyor
olmamızda. Aklımızın, dolayısıyla da dilimizin sınırlarını bazı stan­
dartların belirlemiş olmasında. Verili standartlar, sakatlan, sağırları,
körleri, hastalan dışlıyor. Ayrımcılık da tam böyle dışlamalara (do­
layısıyla değersizleştirmelere) verilen ad. Standartların dışında ka­
lan, dilimizin de dışında kalıyor. Sözcüklerimizi seçerken, standart
dışı kimselerin konumunu, incinip incinmeyeceklerini gözetmiyo­
ruz. Dolayısıyla, standartları sorgulamayı da akıl etmiyoruz. Çoğu
kadının ikincilliği içselleştirmiş olması gibi, çoğu sakat da standart
dışı bırakılmayı içselleştiriyor belki de.

Yukarıdaki yazıda, "sakat, kör, sağır, hasta" gibi belirli insan du­
rumlarını anlatan sözcükleri düzanlamlan dışında, olumsuzlayıcı
sıfat olarak kullanma alışkanlığının o durumlardaki insanlar için in­
citici olabileceğinden söz ederek,"gözünü açmak" fiilini "farkına
varmasını sağlamak" anlamında kullanmanın da bu tür bir etkisi
olabilir demiştim. Bu fikre itirazlar geldi.
İtirazlar, bu tür deyimsel kullanımların anlambilim çerçevesin­
deki açıklamasına dikkat çekiyor: "Gözümüzü açan bir kitap" ya da
"bu iş sakat" dediğimizde bu sözlerin anlamını belirleyen, bağlam­
dır. Bağlam, aklımıza ilk gelenin sakat ya da gözünü açamayan
kimseler olmasını önler.
Elbette öyle. Gelgelelim, ''bağlam" ve"anlam", birer terim değil,
kavram. Başka bir deyişle, içerikleri tekil durumlara göre farklılık
gösterebiliyor. "Alınmak" fiili de bu farklılıkların sonucunda ortaya
çıkmıyor mu?
Murat Menteş ise "sakat" sözcüğü yerine önce "özürlü", sonra
"engelli" gibi sıfatların kullanılmasında, yumuşatma isteğinin, bize
SÖYLEM BİLMECELERİ 39

sert gelen gerçeklikleri törpüleme eğiliminin payı olabileceğine


dikkat çekiyor.
Bütünüyle katılıyorum. Modem yaşam tarzının yarattığı gerçek­
lik örtülerinden, bu da. İnsan ilişkilerine sınai mantığın vurduğu
damgalardan. Hitler'in insan haralarında uçlarına götürdüğü mantık.
Hastalar aklımızda göstermelik olarak değil de gerçekten yer al­
sa, TV programlarında lösemili çocukların görüntülerine her zaman
ağıtımsı müzikler eşlik eder mi? Üstelik, rengarenk balonlar, yıldız­
lar ve oyuncaklarla süslenmiş bir çocuk odası görüntüdeyken? Her
seferinde, o çocuklar TV 'de kendilerini izlerken biri akıl edip tel­
evizyonun sesini kıssa diye geçiririm içimden.
Bağlam konusunda tartışmalı olan başka noktalar da var: Tıpkı
hayvan adları gibi, sanat dalı adlarından da bazılarını olumlayıcı,
bazılarını olumsuzlayıcı benzetmeler için kullanabiliyoruz örneğin.
"Şiir gibi" benzetmesi sanıyorum bütün dillerde olumlayıcıdır. "Re­
sim gibi" de öyle. Heykel benzetmesini hem olumlu hem olumsuz
içerikle kullanabiliyoruz: "Heykel gibi vücut" sözü bir güzelleme­
dir ama, "heykel gibi dikilmek" her zaman iyi bir durum değildir.
Ya sinema? Türkçede değilse bile, Fransızcada bir edimin gös­
termelik olduğunu anlatmak için "sinema bu" denebiliyor. Müziğe
gelince, "gazel okumak", hariçten olduğunda olumsuz değil midir?
"Karikatür" benzetmesi ise sanıyorum her zaman olumsuzdur.
Hatta, fiil biçimi de var: karikatürleştirmek. Övmek istediğimiz bir
şey için "karikatür gibi" demeyiz. Karikatürcülerin alınıp alınma­
dıkları konusunda bilgim yok.
Bu sayıp döktüklerimden amacım, sakatlar konusundaki söylem­
le ilgili tartışmayı geliştirmek. Burada her zaman gelip dayandığı­
mız bir niyet/kasıt meselesi var. Bir görüşe göre, sakatlar "bu iş sa­
kat" gibi deyimlerin hiçbir biçimde kendilerini incitme kastı taşı­
madığını bilir ve alınmazlar.
Modem toplumların tektipleştirici eğilimi olmasa, sakatlara karşı
ayrımcılık en az cinsiyetçilik kadar içimize işlemiş olmasa, bu gö­
rüş haklı bulunabilir. Ama şu koşullarda, söz konusu alınmama du­
rumunun zorlama olabileceği dikkate alınmalı bence.
İncitici olabilecek çağrışımlar bunlardan ibaret değil elbette.
Başka bir yazıda da belirli bir tür Türkçecilik için kullandığım
40 DİL MESELELERİ

"ayinleşme" kavramının, gayrimüslimler, mevlithanlar, mutasav­


vıflar ve müzisyenler için incitici olabileceğini sonradan fark ettim
örneğin. Tıpkı sağlık eğretilemeleri gibi ayin eğretilemesinin de ilk
andaki çekiciliğine kapıldığım anlaşılıyor. İlk andaki çekicilik, din­
sel inanç dışı olma savındaki edimlerin dönüp dolaşıp dinsel inanca
ait biçimlere bürünmesinden ileri geliyor. Gerçi ayin edimlerinin
gelenekleşen ya da zorunlu duruma gelen katılım koşullarında kof­
laşabildiği, bir gerçek. Y ine de, bu tür olumsuzlayıcı kullanımlarda
toptancı, tümükapsayıcı bir yan var. Gerek inananların alınabilece­
ğini, gerekse ayinin bir musiki türü olarak taşıdığı önemi göz ardı
eden bir tümükapsayıcılık.
Kolay kolay sonuna gelinebilecek bir sorgulama değil.

Azınlık10

"Azınlık" sözcüğü tarihsel zaman içinde öylesine elektrikle yüklen­


miş ki, demokrat bildiklerimizde bile tepki yaratabiliyor. Tıpkı dev­
let gibi onlar da bunun ne olup ne olmadığını konuşmak bile iste­
miyor. Sözcüğün iki farklı alana ait iki farklı anlamı ve tanımı ol­
duğu unutulmuş durumda. Avrupa Birliği ile olan diyaloglarda da
karışıklık yaratan bir sorun bu.
İlgili konulardan biri, bazı Kürtlerin yemin billah "biz azınlık de­
ğiliz" demesi. Burada açık bir dilsel sorun var. Şöyle:
"Azınlık" sözcüğünün, "azınlık statüsü" terimindeki anlamı ile,
diğer alanlardaki anlamı birbirinden farklı. "Azınlık statüsü" terimi
açısından bakarsak, Kürtler azınlık değildir; böyle bir hukuki sta­
tüleri yoktur çünkü. Aynca, bu statüyü, şu ya da bu nedenle, kabul
etmemeleri de olanaklıdır.
Statü reddedilebilir ama, sayısal açıdan ya da bazı toplumbilim­
cilerin önerdiği "azınlık grubu" kavramı açısından bakıldığında,
Türkiye Kürtleri nesnel bir gerçeklik olarak azınlıktır ve toplumbi­
limde önerilen anlamıyla bir "azınlık grubu"dur.
İşin dilsel yönü böyle. Siyasal açıdan ise, demokrat olma iddiası,
hukuken bu statüde olsun ya da olmasın her tür azınlığı dışlama ya

10. Radikal Kitap, 30.7.2009.


SÖYLEM BİLMECELERİ 41

da baskı altına alma eğilimindeki zihniyetlere karşı mücadeleyi ge­


rektirmez mi? Gerektirir diyorsak, bunu kavramın kendisine tepki
göstererek, terimi dışlayarak başaracak değiliz herhalde.

Engelll mi, engellenen ml? 11


Genellikle bir şeyler gizleyen bir terimdir bence "engelli". 19. 12.
2009 günü ise her şey ayan beyandı: İstanbul Mecidiyeköy'de, kenti
herkes için daha yaşanır duruma getirmesi için belediyeye ses du­
yurmaya çalışan "engelli" etiketli yurttaşlar, diğer yurttaşlardan
destek görmek şöyle dursun, ne diye sokağa çıkıyorsunuz diye en­
gellenmek istenmişti ("Engelli eylemine 'engelsiz' tepkisi", Milli­
yet, 19. 12.2009). Çünkü onlara eşit birer yurttaş gözüyle değil, ev
hapsine hüküm giymiş gözüyle bakıyordu çoğu kişi.
Biz kadınlar için ne kadar da tanıdık bir engellenme ! Bizleri sırf
kadın olduğumuz için sokaklarda gezmemeye çağıran zihniyet, "sa­
kat/özürlü/engelli" gibi sıfatlarla anılan yurttaşlarımıza da, fiziksel
yapıları "standart" dışı olduğu için aynı çağrıda bulunuyordu.
Birbirine çok benzeyen iki ayrımcılık türü. İkisi de hukuken ya­
sak, ama insanlar arası ilişkilere hfila hukuk değil de orman yasaları
egemen olduğu için, iki yasak da her düzeyde ihlal ediliyor. Çünkü
orman düzeyinden yukarıya çıkabilmek için özel çaba gerekli.
Ergin Erkiner aynı haber üzerine, sakatlarla ilgili ayrımcılığın
Batı ülkelerinde neden azaldığını, sokaklarda herkesle eşit konum­
da gezinen sakat ve yaşlı sayısının neden buralardakine oranla çok
daha yüksek olduğunu yazmış (Küyerel intemet sitesindeki 20. 12.
2009 tarihli yazısı). Özetle söylediği şu: Gelişmiş kapitalist ülke­
lerdeki bu durumun tek nedeni demokrasi ve insanlık değil, günde­
lik yaşama herkesin katılması sayesinde tüketimde ortaya çıkan ar­
tıştır. "Bu insanlar metro kullanacaklar, otobüslere binecekler, yani
bilet alacaklar. Dışarıda yemek yiyecekler, sinemaya gidecekler. Dı­
şarıya daha sık çıktıkları için giyim eşyaları daha çabuk eskiye­
cek... " diyor Erkiner. Bu nedenle de, oralarda esnafın "engelliler"in
toplumsal yaşama katılması için gerekli düzenlemelerin yapılması-

1 1 . Radikal Kitap, 24. 12.2009.


42 DİL MESELELERİ

nı savunduğunu söylüyor. Erkiner herhalde haklıdır. Kapitalist top­


lumlarda, ticari karşılığı olmayan insanlık durumu mu olur?
Mesele tüketimden ibaret de değil. Erkiner, her tür okulun her­
kese açık olması sayesinde üretici ve yaratıcı gizilgüçlerin de daha
iyi değerlendirilebileceğini söylüyor ve Örnek olarak ünlü matema­
tikçi Euler ile ünlü teorik fizikçi S. Hawking'i veriyor.
Evet, bu da, ilk elde ticari olmasa bile, yararcı yanı işin. Uzun
erimde yine ticari karşılık çizgisine oturabilir, ya da belki, neden ol­
masın, etik toplumun bir bileşeni olmayı başarır bu boyut.

Kavramda boşluk 12

Laiklik kavramıyla ilgili bir boşluk var. Şu soruya yeterli bir yanıt
verilmemesinden, hatta sorunun sorulmamasından ileri gelen bir
boşluk: "Dine dayalı devlet" ilkesinin yerini laiklik alırken dinin
yerini alan nedir? Başka bir deyişle, laik devletin, dolayısıyla ona
bağımlı olan toplumun dayanağı nedir?
Laiklik kavramı genellikle devlet işleriyle din işlerinin birbirin­
den ayınlması biçiminde tanımlanıp buna bir de din ve vicdan öz­
gürlüğünün güvence altına alınması ekleniyor.
İzleyebildiğim kadarıyla laiklikle ilgili tartışmalar doğrudan bu
tanımdan çok, tanımın yorumlanışında, daha doğrusu uygulanış tar­
zında yoğunlaşıyor: Devlet işleriyle din işlerinin birbirinden ayn ol­
duğu bir toplumda Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurum buluna­
bilir mi bulunamaz mı, bulunabilirse bu kurum yalnızca İslamiyeti,
onun da yalnızca belirli bir mezhebini esas alarak bir tür "cami ku­
rumu" gibi çalışabilir mi çalışamaz mı, türban takmak din ve inanç
özgürlüğüne dahil midir değil midir vb.
Benim bu yazıda dikkat çekmek istediğim nokta, bu yönlerdeki
akıl yürütmelerden çok, denebilirse diğer yönde ve daha belirleyici
bir düzlemde yer alan, ilk paragraftaki soru: Din işleriyle devlet iş­
lerini birbirinden ayırdığınızda, devletin, dolayısıyla onun düzenle­
mesine bağımlı durumdaki toplumun, hangi esasa dayanması gere-

1 2. Radikal Kitap, 9.6.2006.


SÖYLEM BİLMECELERİ 43

kir? Dine dayalı (İslamiyette, şer'i = şeriata tabi) toplumlarda dinin


gördüğü işlevi, laik toplumda görmesi gereken ilke nedir? Toplu­
mun, başta eğitim olmak üzere, sağlık, yurttaşlık, hukuk, adalet ve
siyaset gibi, eskiden din temelinde düzenlenmiş olan yaşamsal alan­
ları şimdi hangi ilkeye dayanılarak biçimlenir ve içeriklenir?
Benim bildiğim, devletin ve toplumun düzenleyici ilkesi olarak
dinin yerine konulan ilke, başka bir deyişle laik toplumun düzenle­
yici ilkesi, tarihsel açıdan bakıldığında, modem bilimlerdir. Modem
bilimden kasıt, din olgusu da içinde olmak üzere ele aldığı tüm in­
celeme konularına dışarıdan, olguların dışından bakan ve bütünüyle
kendine özgü yöntemlerle çalışan bilimdir. Bu çerçevedeki dinbilim
de, tıpkı diğer modem disiplinler gibi, yaklaşımlarında dinsel inanç­
lara göre değil, bilimsel çalışmanın özgül yöntemlerine göre davra­
nır. Din temeline dayalı tarihsel toplumlarda ise bilimler her konu­
ya, bu arada dine, dinin içinden bakmıştır ve bakmaktadır. O top­
lumlardaki tüm yaşamsal alanlan belirleyen, eninde sonunda, din­
lerdir. Modem bilimler, hiç değilse ilke olarak, akla ve kuşkuya da­
yanır, mutlaklığı kabul etmez, bulgularını ancak yeni bulgular tara­
fından çürütülünceye kadar geçerli sayar ve bunda istisna tanımaz­
ken, geleneksel bilimlerde istisna, inançtır ve inanç mutlaktır. Bu
anlamda modem bilimler dinsel inançların insan ruhunda tutabildiği
o kendine özgü yeri alamıyor, çünkü bu ikisi, modem bilim ve dinsel
inanç, tanımlayıcı nitelikleri açısından temelden farklı oluşumlar.
Dinler insan ruhunun mutlak bilgi ihtiyacını karşılıyor. Bu da bire­
yin kuşkuya duyduğu ihtiyaçtan daha önemsiz bir ihtiyaç değil.
Laik toplumda eğitimin, sağlık hizmetlerinin, yurttaşlığın, adale­
tin, hukukun ve siyasetin biçimi de, içeriği de modem bilimlere da­
yanır ve böyle olması konusunda bir toplumsal uzlaşma sağlanmış­
tır. Başka bir deyişle, Batı'nın laik toplumlarında bilimin ve dinin
neliği konusunda belirli bir bilinç oluşmuştur. (Bu açıdan bakıldı­
ğında "laik/sektiler" ayrımının birincil düzeyde bir önemi yoktur.)
Yukarıda "kavramda boşluk" derken kastettiğim durum, modem
bilimlerin laiklik ilkesinde tuttuğu bu belirleyici yerin bizim toplu­
mumuzda gözlerden gitgide daha çok gizlenmesidir. Modem bilim
anlayışının, öne çıkarılmak şöyle dursun, tasallut altında tutulma­
sından söz ediyorum. Laiklik bilincinin düşük düzeylerde seyret-
44 Dh. MESELELERİ

mesi kavramsal temeldeki bu boşlukla sıkı sıkıya bağlantılı. Kişisel


tanıklığım odur ki, bırakınız bilimin uzağında yaşayan geniş toplum
kesimlerini, bilimsel çabanın merkezi sayılan yerler bile (dil alanı
da, diğer insan ve toplum bilimleri de) gemisini yürüten kaptanlar­
la, onların sessiz gemileriyle dolu. Bilimin, dolayısıyla laikliğin üs­
tü, bir yanda derin baskılarla, diğer yanda bu baskıları içselleştirmiş
bakış tarzlarıyla, kat kat örtülü.

Sözlüklerdeki ırkçılık1 3

Bir saniye için, "bezirgan" nedir, zihninizi yoklamanızı diliyorum.


Ben yokladım ve şu iki karşılığı buldum: Terim olarak, "tüccar' ; de­
yim olarak, "çıkarcı". Ve elbette, çocukluk oyunlarımızdan kalan
bir tekerleme: "Aç kapıyı bezirganbaşı... "
Konuya dikkatimi çeken, bir okur oldu: AKDTYKTDK'nın Büyük
Türkçe Sözlük'ünde "bezirgan" sözcüğünün karşılıklarından biri,
"Yahudi" olarak veriliyor. Burada bir sorun yok mu, diye soruyor
okur. Çok haklı.
Benim bildiğim, "bezirgan" sözcüğü bir başına kullanıldığında
"Yahudi" anlamına filan gelmez. Karagöz'deki tiplerden biri "Be­
zirgan Yahudi"dir ama, "Kuyumcu Ermeni", "Arnavut Bekçi",
"Acem Tüccar" ile aynı dizi içinde. Bellidir ki sözcük dolaşıma gir­
diği ilk zamanlarda herhangi bir olumsuz anlam taşımıyordu. Za­
manla belirdi, önce olumsuz, giderek de ırkçı kullanımlar. Ama han­
gi dönemlerde ve nasıl, iyi bir araştırma gerektiriyor bu konu. Ge­
rektiği gibi araştırılmadığı sürece de, en çok Meydan Larousse Bü­
yük Lugat ve Ansiklopedi'de açığa çıkan kargaşa sürecek demektir.
Meydan Larousse 'taki "bezirgan" maddesinde ilk tanım olan
"tüccar, esnaf"ın ardından Pir Sultan Abdal'ın iki dizesi örnek ve­
riliyor ve bezirganlık olumsuzlanmıyor: Ulu bezirganım kumaş sa­
tarım / Gökyüzünde uçan kuşu tutarım.
Gelgelelim, son tanım olarak burada da "Yahudilere verilen ad"
denmiş. Ve bu bölümün ardından gelen "ÇEŞ. DEY." (çeşitli deyim-

13. Radikal İki, 7. 1 1 .2010.


SÖYLEM BİLMECELERİ 45

ler) başlığı altında, "Korkak bezirgan, korkak kimseler için, Muse­


vilere telmihen kullanırlar" tanımını okuyoruz.
Pir Sultan'dan bu tanımlara nasıl gelindi? Tarihsel dönemlere ve
toplumsal kesimlere göre farklılaşma nerede, ne zaman ve nasıl ol­
du? Bunlar yansımıyor maddeye ve biz birbiriyle çelişen bilgiler
okuyoruz. Aynı maddenin "ANSİKL." bölümü, "Türk halk masalla­
rına konu olan bezirganlar çeşitli din ve kavimlerden olurdu. ( ... ) Er­
meni Bezirgan, Mamas Bezirgan, Zor Bezirgan bunlardandır" diyor.
Bu arada, Yaşar Çağbayır'ın Ötüken Türkçe Sözlük'ü, "esk."
(= eskimiştir) notu filan düşmeden, bilinen tanımlara "Korkak" ve
"(Aşağılayıcı ifadeyle) Yahudi" tanımlarını ekliyor.
Benzer bir özgüleme işlemi, AKDTYKTDK'nın Tarih Terimleri
Sözlüğü'nde de var: "Eskiden Yahudiler için efendi ve ağa yerine
kullanılan bir söz." Buradan da sanki "bezirgan" sözcüğü yalnızca
Yahudiler için kullanılırmış anlamı çıkıyor, bu kez olumsuzluk be­
lirtilmeksizin.
Bir de Dil Demeği'nin Türkçe Sözlük'üne bakalım. Durum bura­
da da vahim, çünkü "esk." notu yalnızca birinci tanım için düşül­
müş: " l . esk. Tüccar". Bu durumda, dördüncü tanım olarak verilen
"Yahudilere verilen ad" bilgisi, günümüz Türkçesine ait genel geçer
bir bilgi diye sunulmuş oluyor.
Son olarak, AKDTYKTDK'nın Atasözleri ve Deyimler Sözlü­
ğü'nde "bezirgan" sözcüğünü içeren ya da bu sözcükten türetilmiş
olan beş adet söz bulunduğunu ve bunların hiçbirinin "Yahudi" söz­
cüğünü içermediğini söyleyeyim. Başka bir deyişle, "Yahudi" ya da
"Yahudilere verilen ad" genellemesini haklı çıkarabilecek bir veri
burada da yok. Genelleme, keyfi ...

Sözlüklerle ilgili olarak daha önce "Kürtçe" ve "Çingene" söz­


cükleri tartışma konusu olmuştu. "Kürtçe" sözcüğü AKDTYKTDK
tarafından sözlükten önce atılmış, sonra sessiz sedasız yeniden alın­
mıştı. Kürtler gibi, dillerinin adı da yok sayılmıştı bir dönem.
"Çingene" sözcüğü ise sözlükte bir yığın ırkçı ve ayrımcı deyim­
le bir arada yer aldıktan ve kurum bu nedenle eleştirildikten sonra,
sözcükle ilgili ayrımcı deyimler çıkarılıp atıldı. Şimdi sözlükler bu
açıdan arı duru. Darısı gerçek hayattakilerin, en başta da Selendi
46 DİL MESELELERİ

Romanlarının başına. Faşizm 20 10 başlarında onlara Selendi'yi dar


etmişti. Evet, dilinizi ve sözlüğünüzü düzeltmeniz her zaman top­
lumsal bilincinizi de düzeltmeniz anlamına gelmiyor.
Yine de, sözlüklerin olgulara sadık olması, sözlükçülüğün en ge­
nel ilkelerinden biri. Bir haysiyet meselesi. Bu ilke uyarınca, "be­
zirgan" sözcüğünün olumsuzlayıcı anlamıyla "Yahudi" yerine kul­
lanılması gibi, gerçekten olduysa bile belli ki yer ve zaman açısın­
dan sınırlı kalmış dil olgularını sözlüklere genelmiş gibi aktarma­
mak, tarihsel kullanımın sınırlarını belirtmek gerekir. Yukarıda an­
dığım sözlüklerde kendini açık eden bir yaygınlık iddiası var ki, bu
iddia antisemitizm anlamına geliyor ve büyük bir sorumluluk ola­
rak, sözlüğü yapanların ideolojik hanesine yazılıyor. Umarım ilk
fırsatta düzeltilir.

Fransızcadaki tete de turc (sözcüğü sözcüğüne: Türk kafası) de­


yimi, ünlü ırkçılık örneklerinden biridir. "Bezirgan" konusunda
sözlüklerdeki ırkçılıkla uğraşırken, Fransızca sözlüklerde tete de
turc nasıl veriliyor diye bakayım dedim ve iki şey keşfettim.
Birincisi, "Türk kafası" deyiminin tarihsel kökeni. 1 866'ya tarih­
lenen bir olgu olarak, Fransa'daki panayırlarda erkeklerin güçlerini
ölçmek için vurdukları dinamometrelerde kullanılan, sarıklı kafala­
ra verilen admış bu. Gelenin geçenin vurduğu kafa!
İkinci keşfim, Tahsin Saraç'ın Büyük Fransızca-Türkçe Sözlük'
ünde tete de turc için verilen "abalı" ve "günah keçisi" tanımlarına,
"kürt memet"in de eklendiği oldu, her iki sözcük de böyle küçük
harfle başlatılarak.
Ben "kürt memet" sözünü uzun bir deyimin bileşeni olarak bili­
rim, "alavere dalavere kürt memet nöbete" biçiminde. Türkçedeki
ırkçılıktan söz eden yazılarda anmışlığım vardır. Tahsin Saraç 'ın
kurduğu bu aydınlatıcı bağlantıyı ise fark etmemiştim. Sözlükçü
şairi saygıyla anıyorum.
SÖYLEM BİLMECELERİ 47

Söylem bilmeceleri

Çok dikkati! olmak


"Siyasetçiler de biz de şu sıralar kullandığımız terminolojide çok
dikkatli olmalıyız. Bu sıralar oy almak isteyen her politikacı her ke­
limesinde çok dikkatli olmalı, Başbakan dahil."
Bu sözler, BirGün gazetesinin " ' Kürt Sorunu'nda Tarihi Döne­
meç" başlıklı dizisinde İnci Hekimoğlu'nun sorularını yanıtlayan
emekli General Rıza Küçükoğlu'na ait (29. 10.2006). Daha çok
"hassasiyetler" diye anılan türden bir duyarlığı yansıtıyor.
Öte yanda, militarizm karşıtı, ayrımcılık karşıtı, diyalog yanlısı
muhalif kesimde de söylem meseleleri konusunda artan bir duyarlık
gözleniyor. Muhaliflerin derdi, kamu önünde sarf edilen sözlerin
barış açısından olası etkileri, çağrışımları, olumsuz ve olumlu yön­
leridir; amaç, çatışmacı etkilerden, giderek çatışmacı zihniyetlerden
kurtulmak. 20. 1 0.2006 tarihli Dil Meseleleri'nde değindiğim üzere,
bir reklam, militarist niteliği nedeniyle eleştirildi ve yayınuna son
verilmesi sağlanabildi örneğin.
Toplumumuzun önündeki güncel tehlikeleri dikkate alarak dü­
şününce, terimler ve kavramlar açısından bir tür önem sıralaması
bile çıkıyor ortaya. İlk sırayı, yaygın bir biçimde yanlış anlaşılan
"militarizm" ve "ayrımcılık" terimleri alıyor.
Militarizm deyince "asker" geliyor akla. Gelmesi olağan ama,
militarizm "asker" demek değil, "her sorunu askeri yöntemle çöz­
mek, askere öncelik tanımak, askerliği en yüce uğraş saymak eği­
limi" demek. "Militer" (= asker) olmanın tanımı ile, militarist ol­
manın tanımı birbirinden farklı. Oysa toplumumuzda hfila, bilerek
ya da bilmeyerek, her militarizm eleştirisini "asker düşmanı", "or­
du düşmanı" gibi sözlerle karşılayanlar var. Kavramın üzerinde dü­
şünmeyi istemiyor sanki bazı o,kumuşlar. Örneğin, bir militarizm
sorgulamasına bile gerek duymadan, "asker millet" olmayı olumla­
yabiliyor, "asker doğmak"la övünebiliyorlar. Tarihin diğer iki bü­
yük militarizminin (Almanya ve Japonya) deneyimleri düşünülebi­
lir oysa.
48 Dh.. MESELELERİ

Önem sıralamasının başlarında yer alan "ayrımcılık" terimine


kaç kez değindim, "ayrılıkçılık"la, bölücülükle karıştırıldığına kaç
kez dikkat çektim bilmiyorum. Emekli General Rıza Küçükoğlu,
yukarıda sözünü ettiğim röportajda bu terimi şöyle kullanıyor:
"Yapılan yanlış şu: Kürt-Türk kardeştir. Zaten bunu diyerek siz
ayrımcılık yapıyorsunuz."
"Kürt-Türk kardeştir" demenin, yerine göre diğer yurttaşları dış­
lamak gibi bazı sorunlar içereceği savunulabilir. Ama sayın gene­
ralin buradaki kastı o değil: 1 2 Eylül anayasasına, yürürlükteki
Anayasa'nın "değişmez" 64. maddesine gönderme yapıyor. Bir top­
lumsal kategorinin adını anmayı ayrımcılık sayıyor. Oysa ayrımcı­
lık, toplumsal kategorilerin adını anmayı değil, anmamayı da içe­
recek bir biçimde, kategorilerden birine ayrıcalık (imtiyaz, öncelik)
tanımak anlamına geliyor.
"Siyasallaşma" terimi de yerleşik tanımlar, hatta mantık ihlal
edilerek kullanılan önemli güncel terimlerden: "terörün siyasallaş­
tırılması/örgütün siyasallaştırılması" vb. Bu örneklerde sözü edilen
terör ve örgüt zaten baştan beri siyasal nitelikli değil midir? Söz ko­
nusu olan, "trafik terörü"nün siyasallaşması değil ki? (Gerçi trafık
bile günümüzün bazı kuramlarına göre siyasete dahildir ama, ona
geniş anlamdaki siyaset diyebiliriz; burada yerleşik anlamıyla siya­
setten söz ediyoruz.) "Terörün siyasallaştırılması/örgütün siyasal­
laştırılması" sözlerini terimleştirmeye çalışanların bu sözlerden
kastı, yanlış anlamıyorsam, teröre başvuran örgütün bundan böyle
yasal yollardan siyaset yapar duruma gelmesidir. Ama bunu böyle­
ce söylemek yasal siyaset olasılığını kabul etmek anlamına gelebilir
kaygısıyla, bu kez mantık dışı bir söylem oluşturuluyor.
Liste böylece uzayıp gidiyor ne yazık ki.

uTürkn nedlr714

Güncel kullanımda ve başvuru kaynaklarının çoğunda "Türk" söz­


cüğünün tanımı ikilidir: 1 ) Türk kavmine (etnisitesine) mensup
kimse; 2) Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı.

14. Radikal, 1 2.8.2010.


SÖYLEM BİLMECELERİ 49

Türk sorunu, dil açısından, cumhuriyet boyunca devletin bu iki


tanımı her fırsatta tekleştirmesinin adıdır. Başka bir deyişle devlet,
"Türk" sözcüğünün dile getirdiği olgular ile, o olguların algılanma
ve sunulma tarzını birbirinden ayırt etmemiş, demagojik bir süreci
yeğlemiştir. Bu sürece biiaz yakından bakalım.
Yukarıdaki tanımların ilkinde, Türk dil ve lehçelerinden birini
anadili olarak konuşan belirli kültürel-tarihsel topluluklar, yani
olgusal bir gerçek esas alınıyor. Cumhuriyet öncesi Türkçesinde
"Türk" sözcüğünün anlamı bu birincisinden ibaretti; herhalde Os­
manlı İmparatorluğu'nda yaşayan tüm kavimlerin dillerinde de öy­
leydi.
O dönem "Türk" sözcüğüyle ilgili olarak bugünkü Türkiye Türk­
çesinde gördüğümüz ikilik daha çok Batı dillerinde vardı: Batılılar,
buradaki devletten ve devlet yöneticilerinden söz ederken Osmanlı
(Ottoman) diyorlardı ama, imparatorluğun tebaasından söz ederken
"Osmanlı" değil, "Türk" diyorlardı.
Avrupa tarihinde "Osmanlılar geliyor" diye bir korku cümlesi
yok, "Türkler geliyor" diye bir korku cümlesi var. "Osmanlılar ge­
liyor" sözü herhalde yalnızca sarayların kabul törenlerinde, elçilerin
ve benzeri zevatın gelişi için kullanılmıştır. Korku öğesi olarak ge­
len "Türkler"in içinde ise herhalde çok çeşitli etnik kökenlerden in­
sanlar vardı.
İkinci tanım ise, Türkiye Cumhuriyeti'ni kuranların projesidir:
Birinci tanımdaki anlamıyla, yani etnik açıdan Türk olmayan yurt­
taşlara da Türk sayılma olanağını "bahşeden" "Ne mutlu Türküm
diyene" ilkesi. Doğal ya da tarihsel/olgusal bir gerçekliğe dayan­
mayan, bütünüyle siyasal/toplumsal bir proje.
Böyle bir projenin gerçekleşmesi ancak ikircimsiz bir siyasi ira­
de, yüksek bir yurttaşlık ve demokrasi bilinciyle başarılabilirdi.
Bunlar ise bugün bile ulaşılamamış koşullar. Daha doğrusu, bugün
yine toplum olmanın, demokrasi olmanın olmazsa olmaz koşullan
bunlar, ama zaten daha ilk elde, devrim koşullarının etkisiyle filiz­
lenecekken, egemen gücün/iktidarın ağırlığı altında hızla ezildi.
İlkokulda "Biz kimleriz" sorusuna "Altaylardan gelen erleriz"
yanıtını veren şiirler okuduğumuzu hatırlıyorum. Altaylar'dan gelen
erler!
50 DİL MESELELERİ

Bu tanım "Türk" sözcüğünün yalnızca birinci tanımına uyuyor.


Daha doğrusu, o tanımın yalnızca erkeklerine. Oysa şiirin bağlamı,
"biz" derken tüm yurttaşları kapsar gibi sunulmaktadır. Diğer ka­
vimler ve biz kadınlar dışlanmıştık okuldaki "biz"den. Dışlanmayı
içselleştirerek hem de! Demagoji = halkı aldatan söylem.
Devlet adamları zaman zaman "bizim Ermeni (/Kürt/Roman
vd.) vatandaşlarımızla hiçbir sorunumuz yoktur" gibi açıklamalar
yapar. Oysa aynı devlet adamları "soydaşlarımız" dediklerinde, yal­
nızca dış Türkleri, yani etnik Türkleri kastettiklerini herkes bilir. Bu
konuda yıllardır tanık olduğum tek istisna, Cumhurbaşkanı Abdul­
lah Gül'ün bir seferinde Irak Kürtleri için, "onlar da bizim soydaş­
larımızdır, bizim yurttaşlarımızın soydaşlarıdır" demesiydi. Hakkı­
nı teslim etmiş olayım.
Ancak, tek istisna kaideyi bozmuyor. Hem bilgibilimsel, hem de
birinci sınıf bir siyasal sorun olarak, yukarıda tanımladığım Türk so­
runu devam ediyor. Kürt sorunuyla ikisi, aynı madalyonun iki yüzü.
Not: Etnik olgu ırk olgusu değildir. "Irk" kavramı biyolojik/ana­
tomik özgünlük fikrine dayanırken, "etni/k" kavramı dil ve kültür
ortaklığına işaret eder, kültürel ve tarihsel bir olgudur. Bunları dik­
kate almadan, "etnikçi, ırkçı" gibi sıfatları uluorta kullananlara du­
yurulur.

301 . madde15

301 . madde için hala, "Türklüğü aşağılamak serbest mi olsun ya­


ni?" diyenlere rastlanıyor.
Türklüğü aşağılamak, diğer tüm ırkçılık türleriyle birlikte yasak­
lanması gereken, apaçık bir ırkçılık türüdür. 30 1 . maddedeki gibi
Türklüğü aşağılamayı tek başına yasaklamak ise, Türklüğü diğer
ırksal/ulusal varlıklar karşısında üstün bir konuma yerleştirmek an­
lamına geliyor.
Galiba bizim toplumumuzda ırkçılık kavramıyla ilgili başlıca so­
run da burada. Irkçılığın tanımında, diğer ırklara karşı düşmanca
davranmak kadar, kendi ırkınızı diğerlerinden üstün saymanın da
yer aldığının pek fazla farkına varmamışız. Oysa üstün saymak, di-

1 5. Radikal Kitap, 14.4.2006 ve 15.9.2006.


SÖYLEM Btt..MECELERİ 51

ğer ırkları aşağılamanın dolaylı yoludur ve 301 'in yürürlükteki bi­


çimi açıkça bu tür bir ırkçılıkla malôldür. Çözüm, bir maddeyle her
tür ırkçılığın yasaklanmasıdır. Gerçi zaten yasaktır, anayasa hük­
müyle "dil, din, ırk... " diye başlayan ayrımcılık yasağına dahildir.
Eksik olan yaptırımsa, yaptinm her tür ırkçılık için sağlanmalıdır.
Güncelliğini yitirmeyen bir diğer mesele, "hepimiz Ermeniyiz"
sloganı. Daha önce, yeri geldikçe "hepimiz Bosnalıyız" ve "hepi­
miz Filistinliyiz" diye haykırılmıştı, yine haykırılıyor. Soru şu: O
sloganlara itiraz eden çıkmazken bu seferkine neden itiraz ediliyor
sizce?

masum olmak ya da olmamak


Cemil Çiçek, "masum insanları katledenler"i lanetliyordu.
Gerçekte bu söz, Cemil Çiçek'e özgü sayılamayacak kadar yaygın.
Ama (eski) bir adalet bakanının ağzından çıktığında daha çok dik­
kat çekiyor, çünkü yol açtığı soru yaşamsal önemde:
İnsanları katledenleri lanetlerken "masum insanları" vurgusuna
başvurmak, "masum olmayan"ların katledilmesini meşrulaştıran bir
yan içermiyor mu?

Irak nedir?
Abdullah Gül, "halkıyla barışık bir Irak" diliyordu.
Sizce buradaki "Irak" sözcüğünün kapsamı nedir?

cinayetin türleri
"Korku cinayeti", "öfke cinayeti", "aşk cinayeti", "kıskançlık cina­
yeti" ... Bu terimler bildiğim kadarıyla ceza hukukunda yer almıyor.
Korku, öfke, kıskançlık vb. duygu adlan hukukta olsa olsa hafifle­
tici nedenler başlığı altında yer alıyordur, birer cinayet türü olarak
değil.
Buna karşılık, hukukun "töre cinayeti" ve "namus cinayeti" te­
rimlerini kullandığını görüyoruz. Bu adlandırma farkının kaynağı
ne olabilir?
52 Dtr.. MESELELERİ

normal cinayet

TV'de konuşan bir Emniyet yöneticisi, "Normal bir cinayet midir


diye araştırdık" diyordu ( 1 8 . 1 .2005). Normal cinayetler hangileridir
acaba? Siyasi olmayanlar mı? Siyasal da içinde olmak üzere, dolay­
sız bir toplumsallığı olmayan cinayetler mi?

uHlç düşündünüz mü"

Bazı yazarlar, açacakları konu için, okura " ... -yi düşündünüz mü
hiç" diye sorarlar, ardından "ben düşünmemiştim de" vb. gibilerden
ortaklaşmaksızın. Belli ki o konuyu kimsenin düşünmemiş oldu­
ğundan çok emindirler. Oysa çoğu zaman o konuyla ilgili bir yığın
kitap vardır. Acaba neden öyle deme gereğini duyarlar?

5N1 K1 H

Gazeteciliğin temel sorularını gösteren ünlü 5N1 K'ya "hangi" so­


rusu (1 H) neden eklenmemiş olabilir?
İpucu: "Hangi" sorusu temel sorular arasında yer alsa, aşağıdaki
soruların sorulması gerekecekti:
"İngilizler 'Türkler' sergisini açıyor, ama Türklere bakışı değişti
mi acaba?" diye yazan edebiyatçıya, "hangi İngilizlerin Türklere
bakışı" sorusu,
"Yunanın Ege'yi bir iç deniz gibi gördüğünü ve tepe tepe kullan­
dığını" diye yazan köşe yazarına "hangi Yunanın" sorusu, vb, vb.

sakat

Siyasetçileri eleştirirken "Dosyalar sırtlarında kambur. . . ", "Hükü­


met inat etti TCY sakat doğdu" gibi sözler eden yazarlar, kambur­
luğun ya da sakatlığın sorunlarını onların tam tersi (sonuç değil, ne­
den) olan öğelerle, yolsuzluk ve ufuksuzlukla özdeşleştirdiklerinin
farkında mıdırlar?
Yoksa sorunları birer sorunsala (eski adıyla "mesele"ye) dönüş­
türmekten kaçınıyorlar mıdır?
SÖYLEM Bb...MECELERİ 53

Öldürülenln vasfı
Savaş kurbanlarıyla ilgili haber ve yorumlarda neden vasıf belirtme
gereği duyulur? Asker annesi Neriman Okay'ın isyanından söz
ederken ille de "Bilgisayar mühendisi oğlunu teröre kurban veren"
denmesi gibi? Oğlunu Irak'taki savaşa kurban vermiş olan ABD'li
anne Cindy Sheehan'la Neriman Okay arasında haklı olarak koşut­
luk kuran bir yazıda bile?
Hani ölen kişi mühendis ya da doktor değil de "boş gezenin boş
kalfası" olsa, yeni evlenmiş ya da evlemnek üzere, yeni baba olmuş
ya da olmak üzere vb. değerlerden birine dahil olmasa, o insanın öl­
dürülmesi o kadar da önem taşımayacak mıdır?

Demokrasi ve hak talepleri temelinde politika geliştiren Kürt özgür­


lük hareketinin gösteri yürüyüşü kortejlerinde "kana kan" sözünü
içeren sloganlar nasıl olup da yer bulabiliyor?

Şiddet karşıtlarının katıldığı gösterilerde "Çocuklara uzanan eller


kırılsın" sloganının atılması ne anlama geliyor?

Bir TV programında "Reina'ya giden üst kesim" deniliyordu. Sizce


"üst kesim" nedir?
*

"Azınlık durumuna düşmek" sözü yadırganmıyorsa, azınlıkta ola­


nın rfilcımıyla ilgili duygu ne olabilir?

Yıldınm Türker bir yazısında "hayatımıza hükmeden yekpare sa­


vaşçı dil" diyordu. "Dilimize hükmeden militarizm" diye eklese
yersiz mi kaçardı?
ipuçları:
- Cemal Süreya demiş diye, Muzaffer Buyrukçu'nun ardından
"edebiyatımızın mareşalidir" eğretilemesi yinelendi durdu.
54 Dit.. MESELELERİ

- Hakkı Devrim, "Ailesi hakkında zaman zaman tekmil vermeyi


seven bir adam olduğum için, okurlanm, benim yakınlarım hakkın­
da fi.kir sahibidir. ( ... ) Büyüklü küçüklü dokuz kişilik aile manga­
mızda sigara içen yok" diye yazmıştı (2.9.2006 tarihli Radikal).
- Stockholm'deki, kısa adı SIPRI olan Barış Araştırmaları Ensti­
tüsü'nün çalışmalarından gıptayla söz eden ve enstitünün kırkıncı
yıldönümünü kutlayan bir yazı şöyle bitiyordu: "İyi ki doğdun ve
demirden gülle gibi yıllıklarını yayımladın!"
- "Kalemini kılıç gibi kullanmak" sözü övgü olsun diye kullanı­
lıyor...

Gösterge, derin yapı, üstdil . . . 16

Tahir Abacı, Varlık dergisinde yayımlanan (Temmuz 2007) bir ya­


zısında, başlıca göstergebilim terimlerini "idealist/metafizik nos­
yonlar"ın yanına gönderiyor. Söz konusu terimlere aşağıda değin­
meye çalışacağım. İlk söylenmesi gereken ise, göstergebilim terim­
lerinin uydurulmuş, yerini bulamamış sözcükler değil, matematiğin
ya da dilbilgisinin terimleri gibi birer bilimsel düşünme aracı oldu­
ğudur. Her bilimsel kavram, terim ve kuram gibi, göstergebilim ve
terimleri de bir uğrakta yetersiz kalabilir, yanlışlanabilir ya da ideo­
lojik açıdan tartışılabilir. Ama herhalde önce iyice anlaşılmaları
kaydıyla.
Tahir Abacı nedense göstergebilimin "olguları duruklaştırma ve
tarihselliği dışlama"yı "misyon" edindiği gibi bir fikre kapılmış.
Göstergebilimin getirilerini bu tür bir "misyon" için kullananlar
olabilir elbette. Ama göstergebilimin düpedüz böyle bir komploya
hizmet ettiği görüşüne katılmak zor. İktisattaki "emek" kavramı bi­
rey olarak işçiyi, dilbilgisindeki "özne" kavramı kişiyi ya da kişileri
ne kadar indirgiyorsa, "gösterilen" kavramı da "şey"i, "nesne"yi, o
kadar indirgiyor, daha fazla değil. Her soyutlamanın bir indirgeme
tehlikesini bünyesinde taşıdığı fazlasıyla doğrudur. Ama gösterge-

16. Radikal Kitap, 20.7.2007.


SÖYLEM BİLMECELERİ 55

bilimin bu konuda özel olarak mahkftm edilmesinin herhangi bir te­


meli yok bence.
Abacı'nın değindiği kavramlara geçiyorum.
"Gösterge" kavramının bileşenlerini söz konusu ederken, "gös­
terilen"in bir soyutlama, bir ·kavram olması durumunda onu keli­
meden ayırt edemeyeceğimizi ileri sürüyor Abacı (s. 7).
Oysa "gösterilen" dediğimiz şeyi kelimeden ayıramıyor olsay­
dık, dünyada tek bir dil olurdu. Göstergebilimin "gösterilen"den
kastı, kavramdır, anlamdır: Sözgelimi, Türkçede "ev", İngilizcede
house, Fransızcada maison gibi farklı sözcüklerle gösterilen anlam,
bu üç dili konuşan kişilerin zihninde hep aynı ya da birbirine yakın­
dır. Sözcükler farklı, gösterdikleri aynı. Başka bir deyişle, göster­
gebilimin yaptığı, "gösterilen"i sözcükten ayırmak değil, zaten ayn
olduğunu saptamaktan ibaret.
Belirli "gösterilenler"i, belirli nesne, olgu, düşünce gibi içerik
öğelerini, farklı dillerde farklı sözcük ve cümlelerle dile getiriyoruz.
Göstergebilim buna "yüzey(sel) yapı" diyor. Gösterenler (yüzey ya­
pı öğeleri) dilden dile farklı oluyor ama, gösterdikleri, yani "göste­
rilen"ler (zihnimizdeki kavramlar, anlamlar) tüm insanlarda ilke
olarak birbirinin aynı ya da birbirine yakın. Kültürlerarası diyaloğu
ve çeviri dediğimiz etkinliği olanaklı kılan da bu aynılık, yakınlık,
ortaklıktır: Göstergebilimdeki adıyla "derin yapı"daki ortaklık. De­
rin yapı olmasa, ne farklı diller arasında çeviri yapılabilirdi, ne de
dil içi yorum.
Başka bir deyişle, göstergebilimin ve dilbilimin "derin yapı" te­
riminden kastı, Abacı'nın savunduğu gibi "içreklik"le (batınilikle),
"insanın özü"yle filan ilgili olmayıp, bir olgudan ibaret.
Abacı, "üstdil" kavramı için söyledikleriyle de bir sezgiden ha­
reket edip olmadık bir yoruma ulaşıyor: "Üstdil" kavramının "üst
söz" diye karşılanması daha iyi olurdu, diyor. Böylelikle de, belli ki
farkında olmadan, diller arası bir terim sorununa değinmiş oluyor.
Şöyle:
"Üstdil" terimi Türkçeye Batı dillerinden geldi (Fransızcası me­
talangage, İngilizcesi metalanguage). Terimdeki "dil " kavramı,
Fransızcada İngilizceden farklı olarak özgül bir sözcükle karşılanı­
yor: langage. "Özel dil" anlamına gelen bir sözcük bu. "Çocuk dili"
56 DİL MESELELERİ

gibi örneklerdeki "dil'i anlatıyor. Bana kalırsa Abacı, "üstdil" değil


"üst söz" diyelim derken gerçekte Fransızcadaki gibi bir ince ayrım
talep ediyor.
Bu ince ayrım İngilizcede yok, Türkçede ise bir öneri olarak var
ama, pek yerleşecek gibi değil bu öneri: "dilyetisi". Kişisel olarak,
"yeti"nin yanıltıcılığından ötürü hiç ısınamadığım bu karşılığı ben
de kullanmıyorum ve Fransızcadan çeviri yaparken langage için,
yerine göre dipnot düşüp durumu açıklamak kaydıyla, "dil" diyo­
rum. Abacı'nın "üst söz" önerisine gelince, o da iyi bir öneri değil
bence, çünkü "üstdil" terimi yalnızca özel bir dile işaret ediyor,
"söz" ise hem özeldir, hem özgül.
Bir not. "Üstdil" terimini "üstün dil" gibi anlayanlar da olabili­
yor. Terimin dilbilimdeki anlamı, "bir dili inceleme konusu yapan
dil"dir. örneğin, dilbilgisi ve dilbilim birer üstdildir. Edebiyat eleş­
tirisi de, edebiyat dilini konu edinmesi anlamında bir üstdildir.
3
ANLATiM SORU(N)LARI

ADLAR gözlemcilere,
ATASÖZLERİ ebeveynlere,
BAGLAÇLAR hikayecilere,
BUYRUK KİPİ despotlara, öfkelilere ve çoğunluklara,
CÜMLELER bütüncülere,
DEVRİK CÜMLELER hızlılarla ahenkçilere,
EDATLAR sağlamcılara,
Fttt..LER aktif kimselere,
-MIŞ KİPİ dedikoducularla masalcılara,
SIFATLAR kolaycılarla safdillere
SORU BİRİMLERİ kuşkuculara,
TEKNİK TERİMLER hünerlilere,
TÜMLEÇLER takıntılılara,
ÜNLEMLER heyecanlılara,
YEMİNLER yalancılara,
ZARFLAR titizlere
Yukarıdakilerin tümü ve hiçbiri yaratıcı yazarlara.1

Bu bölümün başlığı, "anlatım bozuklukları" terimini akla getirebi­


lir. İki başlık arasında, "anlatım" adını verdiğimiz devboyutlu me­
seleyi yalnızca cümle boyutuyla ele almak açısından ortak yönler
var. Ancak, "bozukluk" başlığı altında oluşan gelenekte neredeyse
standartlaşan "yanlış/doğru"2 anlayışı nedeniyle, "anlatım soru(n)­
lan" başlığını yeğliyorum.

1 . İntemette bulmuştum, Türkçesi benim.


2. Bkz. Dilimiz, Dillerimiz, s. 1 1 vb.
58 DİL MESELELERİ

"Anlatım bozuklukları" başlığı altında işaret edilen noktalar ge­


nellikle "yanlış kullanılan sözcükler", "özne-yüklem uyumu" ve
sözcüklerle sözcük gruplarının cümle içindeki yerlerinden ibaret
oluyor. Başka bir deyişle, uyarılarda dikkat çekilen nokta, sözdizi­
minden çok, sözcük dizimi (İng. word order) düzeyinde kalıyor.
Eklerle ilgili sorunlar ya arka planda ya da ilgili kitabın ayn bir bö­
lümünde, anlatım sorunlarından kopuk olarak ele alınıyor. Oysa
Türkçe cümlenin toprağı sözcüklerse, havası ve suyu eklerdir. Peki,
anlatımı konu edinen kaynaklardaki bu kapsam yetersizliği nereden
kaynaklanmış olabilir?
Öyle görünüyor ki Türkçeyi konu edinen ilk modem dilbilgisi
çalışmaları, Türkçe gibi bitişken değil, bükümlü bir dil olan Fran­
sızcayla ilgili kaynaklar esas alınarak yapılmış ve sonraki yıllarda
birbirlerini az çok yinelemiş. O süreçte Osmanlıca terimlerin yerini
de Fransızcadan Türkçeye uyarlanarak gelen terimler almış.3 Her
ne kadar sonradan terimler az çok Türkçeleştirilmişse de,4 disiplin­
de Türkçenin özelliklerine gerektiği ölçüde egemen olunduğu söy­
lenemez. Özellikle, batın sayılır döküm ve sınıflandırma çalışma­
larına rağmen, ekler açısından.
Geniş anlamıyla "anlatım (ifade, dile getirme, İng. expression)"
sözcüğünden anladığımız, bilgi, duygu, düşünce gibi zihinsel ve
ruhsal içerikleri biçimlendirerek dışarıya yöneltmemiz ya da ilet­
memizdir. Cümle dahil, sözün tüm öğeleri bu amaca hizmet ediyor.
Dolayısıyla, "anlatım" açısından baktığımızda gerçekte ilke olarak
dışarıda bırakılabilecek bir dilbilgisi (aynca dilbilim ve göstergebi­
lim) başlığı bulmak zor. Dilbilim her ne kadar "anlatım"ı gösterge­
nin yalnızca gösteren (yüzey yapı) bölümü olarak sunuyorsa da, so-

3. Örneğin Osmanlıca "sarf, nahiv, tenafür" yerine "gramer, sentaks, kakofo-


ni" vb.
4. Az çok dememin nedeni, Fransızcadan uyarlama yoluyla gelen terimlerin
egemen olduğu dilbilim metinlerine hfila rastlanabilmesidir, özellikle çevirilerde.
Örnek olarak, ünlü Fransız dilbilimci Bemard Comrie'den çevrilip 2005 yılında
yayımlanmış Dil Evrensellikleri ve Dilbilim Tipolojisi adlı kitabın hayli sorunlu
olan "Türkçe s i nde kullanılmış terimlerden bazılannı anayım: Semantik, prag­
"

matik, gramatikal, morfolojik, ergatiflik, absolutif, akkuzatif, artikel, morfem, fo­


noloji, sentaks, genitif, datif, nominatif, oblik, partitif, operand... Bu terimlerin
tümünün yerleşik Türkçe karşılıkları var.
ANLATIM SORU(N)LARI 59

nuçta içeriği biçimlendiren ve iletilmesini doğrudan doğruya etki­


leyen de bütün yönleri ve halleriyle anlatımdır. Her durumda, anla­
tımın geçtiği yolların bozukluğundan, sorunlarından söz ederken,
bir yandan en kestirme ve en düzgün yolu ararız, bir yandan da kes­
tirme ve düzgün olanın her Zaman en isabetlisi, en derine gideni ol­
madığını biliriz.

Neden ... Dil Meseleleri "?

"Neden ' Dil Sorunları' değil?" Bu soru, "Dil Meseleleri" başlığıyla


yazmaya başladığım 2001 yılından bu yana zaman zaman soruldu
bana. Elcevap: Çünkü, "mesele" sözcüğünün anlam alanı ile "so­
run"un anlam alanı tam olarak örtüşmüyor. Örtüşen bir bölüm var
ve onu kastettiğimizde elbette "mesele" değil, "sorun" dememiz ye­
rinde olur. Örneğin, "eğitimin çözülemeyen sorunları" derken "me­
sele" sözcüğü akla gelmez. Radikal Kitap'taki Dil Meseleleri köşe­
sinde yalnızca sorunlardan söz etseydim, köşenin adı da "Dil So­
runları" olabilirdi; tıpkı, yalnızca Türkçe sorunlarına yer verdiğim
"Türkçe Sorunları Kılavuzu"nun adı gibi.
"Mesele" kavramı, "konu" ile "sorun" arasında yer alıyor: "Ko­
nu/nesne, mesele, sorun" biçiminde bir sıralama yapılabilir. İngi­
lizcedeki subjectl object, issue, problem gibi.
"Sorun" sözcüğü önerilirken "mesele"nin tüm kullanımlarının
yerini alsın diye önerilmişse de, çoğu kez görüldüğü üzere, yeni
sözcük eskisinin bazı kullanımlarının yerini almış ama tümünün ye­
rini alamamış durumda. Sözlüklerde "sorun"un ve "mesele"nin kar­
şılığı olarak "problem" de veriliyor. "Problem"in tüm karşılıkları
için "sorun" diyemiyoruz: Matematikteki kullanım, "problem" bi­
çiminde kaldı. "Mesele bunu önceden tahmin etmekte" ve "sana laf
anlatmak mesele" gibi kullanımlarda "sorun" diyemeyiz. "Mese­
le"nin eski kullanımlarından biri için de bugün "sorun" değil, "so­
runsal" diyoruz.
60 DİL MESELELERİ

Vazgeçilen ekler, geri alınan sesler5

Türkçenin belirleyici özelliklerinden biri, bitişken bir dil olması.


Bitişken,6 yani kökleri değişmeyen, köklerin ek alması yoluyla iş­
leyen bir dil. Türkçedeki kökler birer mıknatıs gibi, ekleri kendine
çekiyor. Bazı bağımsız birimler de zaman içinde eke dönüşüyor
(Çotuksöken 1991 : 1 5 vd.). Eski "kim ise"ler bugün "kimse", "o
ise"ler "oysa", "çün ki"ler "çünkü", "san ki"ler "sanki" olmuş du­
rumda. "Oysa ki" ile "madem ki" de bitişme sürecinde.
Ancak, "o ise"nin "oysa"yı doğururken kendisinin de yok olma­
yıp ayrı bir vurgulama olanağına dönüştüğünü görüyoruz. Farklı­
laşmanın çeşitleri arasında, eski birimin varlığını sürdürdüğü böyle
çok örnek var. Bu durum, eski birim ile yenisinin iki ayn anlatım
ihtiyacına karşılık oluşturduğu anlamına geliyor. Dolayısıyla, dil­
deki her farklılaşma için "hangisi doğru" diye sormadan önce, iki
oluşum arasında anlam farkı olup olmadığına, ikisinin farklı ihti­
yaçlara cevap verip vermediğine bakmakta yarar var.
Farklılaşmada, anlatım ihtiyaçlarımızdan başka, dilin tasarruf il­
kesi, matematiği, kendine özgü sözdizimi ve ahenk gibi çeşitli, ba­
zen de birbirine zıt etmenler rol oynuyor. Ekler oluşuyor, dönüşü­
yor, bazen yok oluyor. Birkaç örneğe yakından bakalım.

Vazgeçilen ekler
Soru: Neden "T.C. Başbakanlık" da "T.C. Başbakanlığı" değil?
Burada, tamlama yerine telegrafık biçim (sıralama biçimi) yeğlen­
miş. Tamlama biçimi yeğlenseydi, tıpkı "T.C. Hükümeti" ya da
"T.C. vatandaşı" dendiği gibi, bu kuruma da "T.C. Başbakanlığı"
denecekti.
Tamlama eklerinden vazgeçmenin pek çok örneği var. "4 Levent,
17 sokak, çocuk pantolon, salata tabak" ... Ünlü spiker Jülide Güli-

5. Radikal Kitap, 3. 1 2.2004.


6. Bitişken=bitişimli=eklemeli=bağlantılı (agglutinative). Terim birliği yok­
luğunun örneklerindendir.
ANLATIM SORU(N)LARI 61

zar bir T V programında bu tür örneklere sık sık rastladığını belirtip


bunları "4 'üncü Levent, 17'nci sokak, çocuk pantolonu, salata taba­
ğı" diye düzeltiyordu. Biz yine de bu örneklerin oluşma nedenleri
üstüne düşünmeye çalışalım.
"4 Levent, 17 Sokak" gibi örnekler için geçerli olabilecek bir ne­
den, "4. Levent, 1 7. Sokak" biçimindeki yazıları noktasına dikkat
etmeden okuyanların, "Dördüncü Levent" yerine "Dört Levent",
"Onyedinci Sokak" yerine "Onyedi Sokak" demiş ve bu adların böy­
lece yerleşmesine yol açmış olmalarıdır. Bunun temelinde de, adla­
rın nedensizliği sezgisi, dikkat yetersizliği gibi etmenler olabilir.
Gülizar'ın verdiği örnekler için ikinci bir neden, mağazaların ve
marketlerin broşürlerinde rastladığımız "çocuk pantolon, salata ta­
bak, kovboy şapka" vb. için geçerli olabilir: Devlet jargonunun et­
kisi. Gerçekten de, son onyıllarda sık sık rastladığımız bu tür sıra­
lamalar, askerlikte öteden beri kullanılan bazı "telegrafık" adlandır­
maları çağnştınyor: "deniz binbaşı, hava albay, piyade onbaşı" vb.

Soru: "Üfleme, vurma çalgılar" mı, "üflemeli, vurmalı çalgılar" mı?


Yanıt: Yerleşik ve yaygın olan, "üflemeli, vurmalı çalgılar". Ancak,
bir okur, müzik alanının ileri gelenleri arasında ilkini kullananlar
olduğunu yazıyordu. Bu da bir tasarruf örneği olabilir. "Vurma çal­
gı" tamlaması, "dökme demir" gibi yerleşik belirtisiz tamlama ya­
pılarını çağnştınyor. Bu yeni biçim yaygınlaşır mı, "nefesli çalgı"
yerine de "nefes çalgı" denebilir mi, kestirmek zor.
Bunların dilde tasarruf örnekleri olduğunu düşünebiliriz. Ancak,
eklerden vazgeçme örnekleri yalnızca basit tamlamalarda değil,
sözdizimi (cümle) düzeyinde daha karmaşık yapılarda da kendini
gösterebiliyor. örnek:
"O günden bugüne değişen nedir? diye sorduğumuzda; savaş ça­
ğının sesi ortalığı dört bir yandan iyice sarmasıdır diyebiliriz." (Fe­
ridun Andaç, 24. 1 0.2002 tarihli Cumhuriyet)
Andaç burada, belki farkında bile olmadan, "savaş çağının sesi­
NİN" demesi durumunda ortaya çıkacak kötü yinelemeden (-nln -

nln kakışmasından) kaçınmak istemiş olabilir. Böyle örnekler hiç


62 DİL MESELELERİ

ender değil. 14.5.2004 tarihli Radikal, ABD'de bir Pollock tablosu­


nun yaklaşık on iki milyon dolara satıldığı haberine şöyle devam
ediyordu: "Bu satış ekonominin büyüyeceğine ve modem sanat
eserlerinin satışlarının devam edebileceğine dair önemli bir sinyal
olduğu düşünülüyor."
Haberi yazan, cümleye " [b]u satışIN" diye başlasa, zaten üç adet
-nln eki bulunan cümleye bir dördüncüsünü daha eklemiş olacak.
Eklemiyor ama, ekle birlikte cümle de düşüyor. Gerçi özellikle ga­
zeteler gibi, yazdığını denetlemeye vakit bulamayan yayınlarda bu
tür sözdizimi sorunları büyük ölçüde aceleden kaynaklanıyor ola­
bilir. Özellikle bileşik cümlelerde, cümlenin bir ucunu bir nedenle
düzelttiğinizde bütününü yeniden okumaya vakit ayır(a)mazsanız,
bütünlük kaybolabiliyor. Kakışma sezgisinin olası payı gözardı
edilmemeli.7
Yukarıdaki iki örnekte de cümleyi başka türlü kurarak kakışmayı
önlemek olanaklı. Ancak, cümle düzeyinden değil de zincirleme
tamlama düzeyinden söz ediyorsak, kakışmayı önlemenin tek yolu
bir ekten vazgeçmek olabilir. "T.C. Başbakanlık" örneğine yeniden
bakalım. Bu adlandırmayı tamlama biçiminde yazsak, -İ ekini yi­
nelemek (İ kakışmasına yol açmak) zorunda kalacağız: "Türkiye
Cumhuriyeti Başbakanlığı." Bundan kaçınmanın tek yolu, eklerin
birinden vazgeçmek. Bu üç sözcüklü tamlamada ilk -İ ekinden vaz­
geçilemeyeceği için, tek çare ikincisini, yani temel tamlamayı göz­
den çıkarmak oluyor. Eğer bu adlandırmanın da "Türkiye Cumhu­
riyet Merkez Bankası"nın adlandınlmasındaki gibi özgül bir öykü­
sü yok ise elbette! 8

7. Özellikle Türkçede bu noktanın "yineleme estetiği" diyebileceğimiz dil


olaylarına dahil olduğu fikrindeyim. Geniş anlamıyla düşündüğümüzde yineleme
estetiği diğer dillerde daha çok şiir sanatı için geçerli. Bu sanatın tarihi biraz da
yinelemelerin tarihidir; uyaklar, kalıplar, ölçüler yinelenir. Türkçeyi bu açıdan di­
ğer dillerden farklı kılan ise tam da yineleme meselesinin şiir alanıyla sınırlı kal­
mayıp, noter belgeleri vb. çok az istisnayla diğer metin türleri için de geçerli ol­
masıdır. Vecihe Hatiboğlu'nun İkileme (197 1) adlı kitabında inceleyip dökümünü
çıkardığı ikilemeler bu dunımu açıkça gösteriyor. İkilemelerin ve diğer 'y ineleme­
lerin gücü Türkçeyi bir yandan zengin ve ahenkli bir dil yaparken, bir yandan da
kötü yinelemeler konusunda diğer dillerden daha duyarlı, dolayısıyla kınlgan kıl­
mış görünüyor.
ANLATIM SORU(N)LARI 63

Yeniden cümle boyutuna dönerek, ek yitiminde aceleyle ve


özensizce yapılan çevirilerin de payı olabileceğini belirteyim. Tipik
bir örnek, aşağıdaki çeviri. İngilizcesi, giysi üreticisi ABD'li ırkçı
Tommy Hilfıger'ın ettiği şu sözler: "If l'd known African Ameri­
cans, Hispanics, Jews, Arabs and Asians would buy my clothes, 1
would not have made them so nice... "

İnsanlar bu sözler üzerine Hilfıger ürünlerini boykot çağrısında


bulunmuştu. Güzel çağrı. Ancak, Türkçe çevirisi şöyleydi: "Siyah
Amerikalılar, İspanyollar, Yahudiler, Araplar ve Asyalılar benim
yaptığım giyimleri giyeceklerini bilseydim bu kadar güzel imal et­
mezdim ... "
KimlerİN giyeceklerini bilseydi? Siyah AmerikalılarIN, İspan­
yollarIN, YahudilerİN, AraplarIN ve AsyalılarIN. Türkçe çeviride,
büyük harfle yazdığım eklerden vazgeçilmiş. İngilizcesini, olası et­
kinin görülebilmesi için verdim. Sormaya değer: İngilizcede var ol­
mayan ekler Türkçede de var olmamaya mı başlıyor?
Çok taze bir örnek daha: " 'Bütün çabalar siyasi düzlemde iler­
leme sağlanmasını hedeflemesi gerekiyor' dedi." (22. 1 .201 8 tarihli
Cumhuriyet)
öneri: "Bütün çabalar siyasi düzlemde ilerleme sağlanmasını he­
deflemeli." Ya da: "Bütün çabaların siyasi düzlemde ilerleme sağ­
lanmasını hedeflemesi gerekiyor."

avuç <avcu/avuç <avucu


Ahmet Şerif İzgören'in bir kitabının adı, ilk baskısında Avcunuzdaki
Kelebek'ti (2004). Dil Derneği'nin, Ali Püsküllüoğlu'nun ve Nijat
Özön'ün sözlük ve kılavuzlarına bakarsak, "Avcunuzdaki" diye ya­
zılmasında sorun yoktur; bu kaynaklar çekimin "avcu" biçiminde

8. Alaattin Aktaş'ın 14 Kasım 2014 tarihli Dünya gazetesindeki yazısında ban­


kanın belgelerinden aktardığı bilgilere göre, bu dört sözcüklü tamlamada ikinci
sözcükteki -İ ekinden vazgeçilmiş olmasının nedeni, bankanın 1930'da "özel hu­
kuk tüzel kişiliğine sahip ve özel sermayenin de katıldığı bir anonim ortaklık ola­
rak" kurulmuş olduğunu vurgulamak" amacı imiş. Başka bir deyişle bir ekten
vazgeçiş, koskoca bir bağımsızlık öyküsünün ve ilkesinin temsilcisi durumunda.
(www.dunya.com/kose-yazisi/niye-turlciye-cumhuriyeti-degil-de-turkiye-cumhu­
riyet-merkez-bankasi/21933; erişim tarihi: 1 . 1 .201 8)
64 Dtt.. MESELELERİ

olmasını öngörmektedir. Ben de Türkçe Sorunları Kılavuıu nun ilk'

baskısında avuç sözcüğünün çekimini "avuç <avuca <avcu <avuç­


tan" biçiminde vermiştim. Ancak, sonraki baskılarda bu çekimi
"avucu" biçiminde düzelttim, çünkü Türkçede "ünlü düşmesi" adı
verilen ses olgusuna belirli bazı sözcüklerde, bu arada "avuç" söz­
cüğünde giderek daha az rastlanıyor.
Bu değişiklik konusunda daha sonra, kendisine sayısız sözlük,
inceleme, kitap ve dergi çalışması borçlu olduğumuz Ali Püsküllü­
oğlu'ndan bir eleştiri gelmişti. Püsküllüoğlu, "avuç" sözcüğünün
"-İ" durum eki almış çekimini "avcu" iken "avucu" olarak değiştir­
memi eleştiriyor, bunun tüm kaynaklara aykırı bir tutum olduğuna
dikkat çekiyordu. "Avucu" çekiminin giderek "avuçu"na dönüşebi­
leceği uyarısını da ekleyerek.
"Avucu" biçimini, hem daha yaygın, hem de Türkçenin yapısına
daha uygun olan imla odur diye seçiyorum. "Avcu" derken ağzınız­
da sesin çıkışlarına dikkat ediniz. Püsküllüoğlu'nun sözünü ettiği
olasılık ise bana hayli düşük görünüyor. Ses benzerliği yolundan gi­
dersek, "havucu" yerine "havuçu" diyen çıkmadı nasıl olsa.

geri alınan sesler


Dil, tasarruf etmek ile sesi çoğaltmak arasında gidip gelebiliyor,
çünkü yerine göre her ikisine de ihtiyaç duyuluyor. Yukarıda söz et­
tiğim üzere bazı eklerden vazgeçildiğine rastlandığı kadar, "düşme­
si" neredeyse kurallaşmış bazı seslerin geri alındığına da rastlana­
biliyor.
Ses düşmesi denen olgu, bazı cins adlarının ünlüyle başlayan ek
aldıklarında uğradıkları ünlü yitimidir: sihir<sihri, rahim<rahmi,
şahıs<şahsı, beyin<beyni vb.
Geri alınıyor dediğim sesler, örneklerdeki sihir, rahim, şahıs ve
beyin sözcüklerinde düşen İ ve 1 gibi sesler. İşte bunların düşmediği
örneklerden birkaçı:
"Ne var ki, iyi bir romanın sihiri hikayesinde değil ( ... ) olay ör­
güsündedir." (A. Ömer Türkeş, 26.3.2004 tarihli Radikal Kitap)
"[R]ahime düşen bebek gün ışığını görmelidir." (Feyza Hepçi­
lingirler, "Bu Gemi Nereye", 13. Bölüm, 1 2.6.2004 tarihli Ek Gün­
dem)
ANLATIM SORU(N)LARI 65

"Bir parantez açarak anlatı bir anda üçüncü tekil şahısa geçtiğin­
de... " (Asuman Kafaoğlu-Büke, 19.8.2004 tarihli Cumhuriyet Kitap)

Yukarıdaki örneklerde sesin düşürülmemesi herhangi bir soruna


yol açmıyor. Hatta, böylesi Türkçenin çekim kurallarına daha uy­
gun. Buna karşılık, aşağıdaki örnekte anlam bulanıklaşıyor:
" 'Ve günün birinde belki de beyini kandırabiliriz' diyor Zaid."
(17 .04.2004 tarihli Cumhuriyet)

ldi/-(y)di
"İmek" ekfiilinin geçmiş zaman çekimi olan "idi", ayn mı yazılma­
lı bitişik mi? "İdi" ile "-[y]di" arasında anlam farkı var mı? Marga­
rete 1. Ersen ve Fatma Okumuş bu konudaki tartışmaları anarak aşa­
ğıdaki örnekler üzerinden fı.krimi sormuşlardı:
"Gerçi Nejat Efendiden sonra İstanbulda en iyi Türk piyanist, o
idi." (Halide Edib)
" ... yalnız biraz eski kafalı idi; eski gördüklerine bağlıydı." (Re­
fı.k Halid Karay)
"Kenan Paşa'nın babası, büyük babası da paşa idi. Kayınpederi,
büyük kayınpederi, onlar da paşaydılar." (Aziz Nesin)
"Basın dayanılmaz bir baskı altında idi." (Toktamış Ateş)
"Sahi tahta bacakla yüzebilir mi idi insan." (Haldun Taner)
"Başasistan ile savcı yardımcısı ferahlamış gibi idiler." (Haldun
Taner)
"Hiçbir inceleyici, hiçbir tarihçi, tarihin belli bir evresinde karşıt
duruma düşmüş iki kahraman için 'Ben ondan yana da değilim,
bundan yana da değilim' diyemez, derse betimlemeci tarih yapmış,
yorumdan kaçınmış olur. Osmanlı tarihçileri (vakanüvisleri) genel­
likle böyle idiler" (Melih Cevdet Anday).
"Böyle muhteşem oynamak Fenerbahçe'nin takım tabiatında var
idi ise bu rötar niye be çocuklar!" (Milliyet)

"İdi" konusunda oybirliğine varılmış bir saptama yok. Ayn ya­


zılması, yerine göre anlamın vurgulanmasını sağlıyor ya da anlatı­
ma tarihsel bir ton, bir eskilik tonu kazandırıyor. Örneğin, Nazım
Hikmet "Şeyh Bedreddin Destanı"nda bu "eskitme" olanağını çok
66 DİL MESELELERİ

iyi kullanmıştır. Yukarıdaki örneklerden ilk dördü ve Melih Cevdet


Anday'dan yapılan alıntı için de aynı şey söylenebilir.
Milliyet gazetesi kaynaklı alıntıdaki ve Haldun Taner'in iki cüm­
lesindeki kullanımlar ise vurgulama amacına yönelik izlenimini ve­
riyor, Haldun Taner'deki biraz daha belirsiz olmak üzere. Elbette
metnin bütününe, bağlama bakmak gerekir.
İki kullanım ("idi"nin ayn ya da bitişik yazılması) arasında an­
lam bakımından herhangi bir fark olmadığını düşünenler de var. Bu
noktada "anlam"dan ne anlaşıldığı önem kazanıyor. "Söz" dediği­
miz şeyin yalnızca tanımlanmış "içeriği" ile değil, belirli bir kulla­
nımdaki (özgül) biçimi ile de anlam ilettiği unutuluyor çoğu zaman.
Söz konusu iki biçimden biri ("idi"nin ayn yazılması) dilin daha es­
ki dönemlerine aitken, diğeri göreli olarak daha yeni. Dolayısıyla,
her iki yapı da geçmiş zaman anlatmakla birlikte, birinci yapı bunu
eski insanların ağzından anlatıyor, ikincisi ise günümüz insanının
ağzından. (Arada, bir tartışmacının da belirttiği üzere, bütün bir ek­
leşme [sözcükken eke dönüşme] süreci var.) İki biçim arasında bu
durumdan ileri gelen ince bir fark söz konusu.

"ne ... ne" bağlacı

Türkçenin standartlaşmaya direnen öğelerinden biri bu bağlaç.


Yükleminde olumsuzluk eki kullanmak gerekir mi gerekmez mi,
soran çok, uygulama muhtelif, tartışma eski (Memet Fuat 2001 ).
Nurettin Koç gibi bazı dilciler "ne... ne" bağlaçlı cümlelerde
yüklemin olumlu olmasını genel geçer bir kural sayıyor: "Bu kurala
uymayan tümceler, hangi yazarın kaleminden çıkarsa çıksın, yan­
lıştır" (1990: 202).
Ancak, Memet Fuat'ın da belirttiği gibi çoğu dilci, durumu be­
timleyip her iki kullanıma da örnek vermekle yetiniyor, herhangi bir
kural vazetmiyor. Konuya ben de gerek Türkçe Sorunları Kılavuzu'
nda, gerekse Dilimiz, Dillerimiz'de değinmiştim. Kişisel olarak,
"ne... ne" bağlacıyla birlikte olumsuz yüklem kullanılmasının çoğu
durumda gereksiz anlamsal yinelemelerden olduğu fikrindeyim. Yi­
ne de Nurettin Koç'un kesinlemesine katılamıyorum. Uzun cümle­
lerde olumlu yüklem kullanımının anlamda kopukluk yaratabildiği
ANLATIM SORU(N)LARI 67

konusunda Memet Fuat'a katılıyorum. Olumsuzluk ekinden vazge­


çemeyenler belki de bu kopukluğun farkında olanlardır.
Aslına bakılırsa, çoğu durumda "ne... ne" yerine "de... de" kul­
lanmak iyi bir çözüm olabiliyor. Örneğin, "Ne kahramana ne okura
acımıyor" ya da "Ne kahramana ne okura acıyor" yerine, "Kahra­
mana da acımıyor okura da" denebilir.
Devrik cümle de iyi bir çözüm: "Ne kahramana acıyor ne de
okura."

rasgele/rast gele
"Rasgele" ile "rast gele" aynı şey değil. "Rasgele"nin anlamı, "ge­
lişigüzel, uzun boylu düşünmeksizin"dir; "rasgele bir muhatap se­
çip seslendim" örneğindeki gibi. Balıkçılara dileğimiz ise "rast ge­
le" olmalı, çünkü fiili ayn yazıyoruz ("rast gelmek; rastlamak, rast­
laşmak"). "Gelişigüzel" anlamındaki "rasgele" de herhalde aynı
köktendir ama o kendine özgü bir anlam kazanmış durumda. Bunun
imla yoluyla belirgin kılınması iyi bir durum.

-sEI ekinin işlevleri


Soru: " 'İşlevsel' sözcüğünün anlamı hangisi: 'işlevle ilgili, işleve
ait' mi, yoksa 'işlevli' mi? 'Çok işlevsel bir açıklama olmuş' dedi­
ğim zaman işlevle ilgili bir açıklamadan mı söz etmiş oluyorum,
yoksa açıklamanın yararlı, işe yarayan, işlevli olduğunu mu söylü­
yorum?"
Yanıt: Sözlükler "işlevsel"i "işlevle ilgili, işleve ait" diye tanım­
lıyor. Bu, nesnel düzlemle ilgili bir tanım. Ancak, aynı sözcüğün,
"çok işlevsel olmuş" gibi öznel bir değer, bir duygu değeri yükle­
nen kullanımlarına da rastlıyoruz. "Biçimsel, kişisel, duygusal" ve
buna benzer, -sEl ekiyle türetilmiş daha başka örnekleri düşündü­
ğümüzde, "işlevsel" sözcüğünün "işlevli olan, işe yarayan" anla­
mında da kullanıldığı ve kullanılabileceği ortaya çıkıyor. Bütünüyle
bağlam meselesi. Ekin hangi anlamı vereceği, hangi bağlamda kul­
lanıldığına bağlı.
Aslına bakılırsa, "-sEl" ekinin ad yapma özelliği de var. Bu da
sözlüklere hfila girmemiş özelliklerinden. "Sorunsal" sözcüğü bu-
68 Dit.. MESELELERİ

nun tipik bir örneği. Epeydir ad olarak da ("mesele"nin yerine) kul­


lanılıyor ama, bazı Türkçe sözlüklerde yalnızca sıfat olarak yer alı­
yor. Ad olarak kullanıldığında, bilim ve sanat alanlarında, "problem
olarak incelenmeye hazır/ inceleme gerektiren konu / nesne (= prob­
lematik)" gibi bir anlamı var.9
Gerçi "-sEl" ekini taşıyan sözcüğü ad olarak kullanmamız ge­
rektiğinde, "olan"la tamamlamak yolunu seçebiliyoruz: "işlevsel
olan", "bireysel olan", "ruhsal olan" vb. Ama "işlevselin modem
insan zihniyetindeki yeri" gibi bir anlatıma da gerek duyulabiliyor.

sulstimal/sullstimal
Yakın zamanlara kadar iki İ 'yle yazılıyordu ama zamanla yaygın
kullanımda İ'lerin biri düştü: "suistimal". Yine de, Dil Demeği'nin
Yazım Kılavuzu dahil, hfila iki İ'yle yazanlara rastlanıyor.
Bu sözcüğün, biraz uzun olmakla birlikte "kötüye kullanma" gi­
bi bir Türkçe karşılığının bulunduğunu da hatırlatayım (sui: kötü,
istimal: kullanım).

Vazgeçllen kişi adıl ları: tek başına kaldım/tek başıma kaldım


Standart Türkçe, belirli kişi adılları için çekim gerektiriyor: "tek ba­
şıma kaldım, tek başımıza kaldık, tek başınıza kaldınız, tek başla­
rına kaldılar" vb. Ancak, buradaki çekim eklerinden vazgeçilerek
"tek başına'yla yetinildiğine de rastlanıyor: "tek başına kaldım, tek
başına kaldılar" vb. Belki Batı dillerinin etkisi, belki dilde tasarruf
ilkesi; sonuçta konuşanın zihni, anlam iletiminde eksilmeye yol aç­
mayan eklerle uğraşmak istemiyor olabilir. Gelgelelim, algılayanın
zihninde anlamın saliselik bir süreyle de olsa gecikerek tamamlan­
ması gibi bir sorun doğuyor.
Aynı çerçevede, "17 yaşındayım" mı, " 1 7 yaşımdayım" mı, so­
rusu var.
Bu tür durumlarda önemli olan ilk nokta, vermek istediğimiz
bilginin eksiksiz ve fazlasız olarak verilip verilmediği. " 1 7 yaşın-

9. Sözcüğün bu tanımı Yaşar Çağbayır'ın Ötüken Türkçe Sözlük ünde yer alı­
'

yor. Le Petit Robert : Dictionnaire de la Langue Française'delci tanımın aynısı.


ANLATIM SORU(N)LARI 69

dayım" dediğimizde herhangi bir bilgi eksikliği ya da fazlalığı doğ­


madığına göre, sorun yok demektir. " 1 7 yaşımdayım" dediğimizde
ise bir bilgi fazlalığı doğuyor: Aynı işi gören ('ben" anlamına gelen)
fazladan bir M sesi / harfi daha kullanmış oluyoruz. Birinci çoğul
kişi çekimde de aynı durumla karşı karşıyayız: "On yedi yaşında­
yız" ve "on yedi yaşımızdayız."
Her iki çekimde de yinelemeli yapı, temel anlamın verilmesi
için vazgeçilmez değil. Ancak, çoğu yinelemenin sağladığı gibi bu
yinelemeler de bir vurgu olanağı sağlıyor, yanlış anlama olasılıkla­
nnı azaltıyor ya da azalttığı duygusunu uyandırıyor.

Soru ekinin serüvenleri

"Ek midir ilgeç midir" diye tartışılan ve yaygın olarak "soru eki"
adıyla bilinen "mİ'nin cümleye yerleştirilmesi her zaman kolay ol­
muyor. 10 Özellikle, bir söz sanatı ve biçem öğesi olarak kullanılma­
ya başladığından beri.
Bu konudaki notlarımı yazıya dönüştürme kararını verdiren ör­
nek, dil kullanımında rahat bir yazar olan Feridun Andaç 'tan:
"Otuz yıldır her şeyi 'ret' edip gidip denizin koyunda yaşayan
birinin ardına düştüm; sevgili okurum. Bir yazar olarak merak, ya­
yıncı olarak da keşif(miydi)ti benim için ... Kimdi mi bu?" (Cumhu­
riyet, 25.4.2005).
Buradaki ilk soru eki kullanımı [keşif(miydi)ti], Selçuk Altun'u
akla getiriyor.
Soru ekiyle ya da değil, sözcük içi ayraç kullanarak çeşitli bile­
şimler oluşturmak edebiyatta Selçuk Altun, gazetecilikte Mustafa
Balbay gibi bazı yazarlarda biçem öğesine dönüşmekle birlikte öte­
den beri başka pek çok yazar tarafından da zaman zaman başvuru­
lan, verimli bir uygulama. Ayraçlı ya da eğik çizgili sözcük oyunları
düzyazıda ilk kez 1980'li yılların mizah dergilerinde dikkatimi çek­
mişti.

10. Soru eki "-mİ'', dilbilimde "artbiçimce (İng. enclitic)" sınıfından sayılıyor.
Biçimceler, sözcüğe benzemekle birlikte bağımsız da olmayan birimler.
70 DİL MESELELERİ

Örneğimizdeki gibi ayraçlı bileşimlerin, ayracın içi ile dışı ara­


sındaki ilişki bakımından iki farklı biçimde kullanıldığını söyleye­
biliriz. Genel eğilim, bileşimin ayraçla ve ayraçsız okunduğunda
sözcük bütünlüğünü korumasını sağlamak yönünde. Andaç'tan ak­
tardığım cümlede de ayraçsız okumada bütünlük sağlanmış ("keşif­
ti"); ayracın içini sözcüğe katarak okuduğumuzda ise bütünlük yi­
tiyor: "keşifrniyditi". Dernek ki yazar bize ayracın içini okurken
sondaki "-ti"yi görmezden gelin, "keşif miydi" diye okuyun diyor.
Selçuk Altun'da ise ayraç ve soru eki kullanımları, Feridun An­
daç 'tan aldığım örnekten farklı olarak, ayrı ayrı başvurulan yor­
damlar. Altun daha ilk romanı Ku(r)şun Lezzeti'nden başlayarak ay­
racı ve soru ekini birer biçem öğesine dönüştürdü. Ayraç değilse de
soru eki kullanımı yanılmıyorsam bütünüyle özgün olmak üzere.
Gerçekten de, Altun'daki soru eki kullanımı için, sorgulama de­
nen zihinsel işleyişin olabilecek en iktisatlı anlatımı diyebiliriz. İşte
Kıs(s)a Roman altbaşlıklı Ku(r)şun Lezıeti'nden (1990) örnekler:
"İlahi bir gücün mü buyruğuyla, ... " (s. 14), "yoksul sınır ilçelerinde
mi yitirdiğim çocukluğumu ... " (s. 1 7), "zengin kafiyenin mi telepa­
tisiyle" (s. 25-26). Daha başka biçem öğeleriyle birlikte Altun'u çe­
kici bir yazara dönüştüren bir özellik.
Yeniden Feridun Andaç 'tan aldığım örneğe dönüp ikinci soru
ekine bakalım: "Kimdi mi bu?"
Bu kullanım da kendine özgü. Genel eğilim, soru ekinin hangi
sözcüğe getirildiyse o sözcüğe gelen diğer ekleri de (çoğul eki dı­
şında) kendi üstüne alması yönündedir: "Kim miydi bu?" gibi.
Soru eki konusunda genel eğilim dediğim uygulama, dilbilgisi
kaynaklarından bazılarında kural olarak, bazılarında ise yalnızca
olanak olarak veriliyor. "Kimdi mi bu?" yapısının yarattığı farklılık,
yazarın dil kullanımındaki rahatlığını anlatmasından ibaret gibi.
Biçemsel özellikleri bir yana bırakırsak, soru ekiyle ilgili güçlük
konusunda tipik bir örnek olarak aşağıdaki cümleye bakabiliriz:
"İnsan bu romanı okurken yazarın bir aşiretin dayanışma duygu­
sunu mu vermek istediğini yoksa bu duyguya tapındığını mı kendi­
ne sormadan edemiyor" (Gürsel Koral, Radikal İki, 1 1 .2.200 1 ).
Burada bir biçem olgusundan söz edemiyoruz. Bileşik cümleler­
de sıkça görüldüğü üzere öğeler ayn tellerden çalıyor. Soru ekinin
ANLATIM SORU(N)LARI 71

neyi konu aldığı, nereye bağlandığı ve neyi vurguladığı önemli.


Öneri: "İnsan bu romanı okurken yazarın bir aşiretin dayanışma
duygusunu mu vermek istediğini yoksa bu duyguya tapınmakta mı
olduğunu kendi kendine sormadan edemiyor."
Ya da (daha kolay olan etken çatı -doğrudan aktarma- yorda­
mıyla):
"İnsan bu romanı okurken, yazar bir aşiretin dayanışma duygu­
sunu mu vermek istiyor, yoksa bu duyguya tapınıyor mu diye kendi
kendine sormadan edemiyor."

Çoğul eki sorunları

Soru: "Edebiyat" zaten çoğul bir sözcük değil mi? Edebiyat yazı­
lan, dünya edebiyatları gibi ifadeler doğru mudur?
Sondan başlayayım: "Dünya edebiyatı" sözü ile "dünya edebi­
yatları" sözü arasında anlam farkı var. Dolayısıyla, yerine göre ol­
mak üzere ikisi de "doğru".
"Dünya edebiyatı", isim babalığını Goethe'nin yaptığı önemli bir
kavram (Alın. Weltliteratur). Goethe tanım vermemiş ama, kabaca,
tüm ulus ve halklara ait olabilen edebiyat, diyebiliriz.
"Dünya edebiyatları" dediğimizde ise genellikle coğrafi bölge­
lere, uluslara, dillere ya da topluluklara göre ayınlan edebiyatlar ak­
la gelir: Türk edebiyatı, Alman edebiyatı, Arap edebiyatı, Avrupa
edebiyatı gibi.
"Edebiyat" sözcüğünün çoğulluğu meselesine gelince: Arapça
kökenli çoğul sözcüklerin çoğu gibi "edebiyat" sözcüğü de Türk­
çede çoğulluğunu yitirmiş durumda; icraat, beyanat, haşerat, tatbi­
kat gibi, edebiyat da galatımeşhurlardan. Bu sözcüklerin tekil bi­
çimleri pek dolaşımda olmadığından, Türkçe çoğul eki almalarına
"yanlış" diyemeyiz.

kafatası, kartopu...
"Kafatası" sözcüğü çoğul eki aldığında nasıl yazılmalı, "kafatasıla­
n" mı, yoksa "kafatasları" mı? Ya "kartopu" sözcüğünün çoğulu?
"Kartopular" mı "kartoplan" mı?
72 DİL MESELELERİ

Bileşik sözcüklerin ek almasıyla ilgili genel kural, bu eklerin bi­


leşime giren ikinci sözcüğe göre düzenlenmesi biçiminde. Dolayı­
sıyla, "kartoplan", "kafatasları" vb.

Soru: Türkçe sözlüklerde "sulandırma"nın yanında "sulandırıl­


ma" mastan da verilirken, "sınıflandınlma"nın verilmediği görülü­
yor. Oysa, soysal bir nesnenin "sınıflandırması"ndan değil, "sınıf­
landınlması"ndan söz ederiz. Başka bir deyişle, "Dermochelyidae
familyasına ilişkin sınıflandınna" denebileceği gibi, "Dermochel­
yidae familyasının sınıflandırılması" da denebilir.
Edilgen çatıda kullanılabilen fiillerin edilgen biçimlerine sözlük­
te ayn madde başlan olarak yer vermek başlı başına bir sorun. Ama
böyle bir gösterim ilke olarak doğru bulunuyorsa, "sınıflandırılma"
mastarından vazgeçilmesinin gerekçesini anlamak zor.

Birbirine karıştırılanlar

ad/ başlık
İngilizcedeki title sözcüğünün etkisiyle olmalı, Türkçede kitaplar
için de "başlık" sözcüğünün kullanıldığına rastlanıyor. Oysa Türk­
çede kitapların, romanların, öykülerin ve şiirlerin "ad"ı olur, yazı­
ların, denemelerin ve bölümlerin ise başlığı.
"Jose Bove, Gilles Luneau ile yazdıkları İtaatsizliğe Çağrı baş­
lıklı kitabında... " (Alunet İnsel, 20.5.2017 tarihli Cumhuriyet)
Öneri: " ... adlı kitabında ... "

ahde vefa/ahd-1 vefa


"Ahd-i vefa" sözü, "vefa dönemi, vefa zamanı" anlamına gelir. Bu­
nu değil de sözüne sadık kalmayı kastediyorsak, "ahde vefa" demek
gerekiyor.

aklı sellm I aklıselim


Epey yazılıp çizildi, "aklıselim kişiler" demek hatalı, "aklıselim sa­
hibi kişiler" demek doğrudur diye. Ancak, hata yaygınlaştı, "aklı-
ANLATIM SORU(N)LARI 73

selim insanlar, aklıselim davranmak" gibi örnekler arttı, neredeyse


galatımeşhur oldu. Neden?
Sanıyorum, nedeni şu: "Aklı selim" sözü, böyle ayn yazılmak
kaydıyla, Türkçe sözdizimine uyuyor. "Selim" sözcüğü, sağlıklı,
sağlam, kusursuz anlamına geliyor. Ayn yazıldığı biçimiyle "aklı
selim" sözünde, görünmez bir ayraca alınmış "olan" sıfatfiili var:
"Aklı selim [olan]". Sıfatfiiller, zamanla kullanımdan düşebilen bi­
rimlerdir ve tıpkı "aklı başında / aklı havada" der gibi, "aklı selim"
diyor insanlar.
Bu açıklama isabetliyse, "doğru imla'nın iki türlü olabileceği so­
nucuna varırız: "Aklı selim kişiler" ve "aklıselim sahibi kişiler".
Bu iki imladan birincisinde "selim" sıfatının tıpkı Türkçedeki di­
ğer sıfatlar gibi ayrı yazıldığına ve davranışlar için değil, kişiler için
geçerli olduğuna dikkat edilmeli. İkinci imla ise, "sağduyu" anla­
mına gelen, Arapça kökenli bir bileşik sözcüğe, "aklıselim" sözcü­
ğüne işaret ediyor; eski imlayla, "akl-ı selim". Hatalı kullanım, Os­
manlıca sözdiziminin Türkçe yapıymış gibi öne çıkmasından kay­
naklanıyor.
Sözün kısası, iki öneride bulunuyorum:
1 ) Hatalı kullanımdan kaçınmak isteyenlerin, "aklıselim" yerine
"sağduyu" deyip kurtulmaları;
2) Şu an tüm kılavuzlarda yalnızca "aklıselim" biçiminde bitişik
yazılan sözcüğün, "aklıselim [sahibi kişi]" biçiminde bir örnekle ta­
mamlanarak verilmesi.

apaçık/göz göre göre


"Apaçık" sözcüğü bir felsefe terimi. Oysa gündelik dilde, felsefi
açıdan hiç de "apaçık" olmayan durumlar için kullanılmaya başlan­
dı bu sıfat: "apaçık yasaları çiğneyen", "apaçık suçlar işlenirken"
örneklerindeki gibi. Sanıyorum bu tür kullanımlardaki kasıt, "açık­
ça, göz göre göre"dir: "Yasaları göz göre göre çiğneyen", "göz göre
göre suç işlenirken" vb.
Her şey felsefedeki anlamıyla bu kadar "apaçık" olsaydı, hukuk
başta olmak üzere pek çok disiplinin işi epey kolaylaşırdı.
74 DİL MESELELERİ

arkadaş grubu/ekürl11
Her kalabalığa "güruh'', her arkadaş grubuna "eküri" denir mi?
Şu an elli yaşın üstünde olanlar bu _soruya büyük olasılıkla olumsuz
yanıt verecek ve bu iki sözcüğün yalnızca olumsuzlayıcı içerikle
kullanılması gerektiğini söyleyeceklerdir. 28 Ekim 2009'da TRT
2'de yayımlanan bir kültür-sanat programında sunucu, sanat orta­
mındaki insanları kastederek "güruh", belirli sanatçı grupları söz
konusu olduğunda da "eküriden kopmamak" demişti. Sonraki ku­
şaklarda bu tür daha başka kullanımlara da rastladım.
Bu durum dilbilimde "anlam iyileşmesi" denen olayın resmidir.
Aynca, birbirimizi ne derece anladığımızın göstergesi.

ata binmek/at binmek

Atın dışındaki hayvanlar söz konusu olduğunda "eşeğe binmek, de­


veye binmek" vb. kullanılıyor, ancak at için her iki biçime de kul­
lanıldığına rastlıyoruz. Peki, hangisi doğru?
İkisi de "doğru", kullanım alanlan farklı. "At binmek" daha çok
askerlikte, sözgelimi komut verirken kullanılan biçim. Atlannın ya­
nında sıraya dizilmiş süvarilere atlarına binmeleri komutunu veren
subay, "at bin!" diye bağırıyor, "ata bin!" diye değil.
Nedenini bilmiyorum. Kökenbilim yönünden varsıl değiliz. Bel­
ki askeriyedeki telegrafik geleneğin örneklerinden biridir.

ayrılıkçılık/ ayrımcılık

"PKK 'milliyetçi ve ayrımcı bir yasadışı örgüt' olarak nitelendiril­


di." (2.7 .2004 tarihli Cumhuriyet)
PK K hep ayrılıkçılıkla suçlanmıştır ama, ayrımcılıkla suçlandı­
ğına ilk kez bu haberde rastladım. Kastedilenin gerçek anlamıyla
bu kavram olduğunu sanmıyorum. Ayrımcılık kavramı, insanlar
arasında inançlarına, dinlerine, dillerine, ırklarına, cinslerine, cinsel
yönelimlerine, fiziksel yapılarına vb. göre aynın gözetmek, kendini
ya da mensup olduğu kesimi diğerlerinden üstün saymak anlamına

1 1 . Radikal, 5. 1 1 .2009.
ANLATIM SORU(N)LARI 75

gelir. Örnekteki "ayrımcı" sözcüğü bir çeviri hatası olmalı; kaste­


dilen herhalde ayrımcılık değil, aynlıkçılıktır.

ayrım/ ayrımcılık

"Elbet gelecek kuşaklar, cinsiyet ayrımının olmadığı, özgürlüğün


her alanda alabildiğine yaşandığı bir yeryüzünde yaşayacaklar."
(Turgay Fişekçi, 1 . 1 1 .2006 tarihli Cumhuriyet)
Fişekçi burada "cinsiyet aynını" diyor ama, "cins ayrımcılığı",
"cinsiyete dayalı ayrımcılık" ya da aynı anlama gelmek üzere "cin­
siyetçilik" demek istediğini sanıyorum. Dalgınlığına gelmiş olmalı,
ama ben fırsatı bulmuşken üstüne gideyim, çünkü sık rastlanan can
sıkıcı hatalardan biri söz konusu.
"Aynın" sözcüğü "fark" anlamına geliyor. "Cinsiyet aynını" ise
doğal gerçekliğin, doğadaki farklılıkların bir parçası. Toplumsal so­
run, ayrımlarda değil, ayrımcılıkta yatıyor; yani insanların cinsler­
den ya da cinsel yönelimlerden birini üstün ya da aşağı saymasında.
Tıpkı diğer ayrımcılık biçimleri gibi cins ayrımcılığı da doğanın do­
laysız bir ürünü değil, biz insanların yarattığı bir olgu. Yani kültürel.
Aynın doğal, ayrımcılık yapay. İdeolojik de diyebiliriz.
Cinsiyeti milliyetle karşılaştınnak da ilginç olabilir. Milliyet adı
verilen tarihsel-toplumsal gerçekliğin var olması ve buna saygı duy­
mak, ille de "milliyetçi" olmayı gerektirmiyor. Tıpkı bazı reform­
lardan yana olmanın reformcu olmayı, inançlı olmanın dinci olma­
yı, birey gerçekliğini önemsemenin bireyci olmayı gerektirmemesi
gibi. Bu tür "-Çi" ekleri, ilgili kavramı mutlaklaştırıyor, o kavramı
her şeyin üzerinde tutmak anlamına yol açıyor.
"Cinsiyet ayrımının olmadığı" bir dünyayı edebiyatta bulabili­
yoruz: Ursula K. LeGuin'in Karanlığın Sol Eli adlı romanındaki
"Kış" gezegeni böyle bir dünyadır. Değişken cinsiyetli insanlardan
oluşan bir toplum vardır o gezegende. Cinsiyet ayrımını ve bunun
dildeki yansımalarını sorunsallaştıran, önemli bir roman. Virginia
Woolf'un Orlando'sunda tekil olan, Karanlığın Sol Eli'nde çoğul­
dur, herkesi kapsar.
76 Db... MESELELERİ

baş başa/başabaş

Recep Tayyip Erdoğan, Obama ile görüşmesinden söz ederken "ba­


şabaş görüşmek" diyordu (7. 12.2009). Daha önce de, TBMM'deki
konuşmalarında rastlamıştım aynı hataya (15.7.2008 ve 20. 1 0.
2009). Bağlamdan anlaşıldığı kadarıyla Erdoğan "baş başa konuş­
ma"yı kastediyordu. "Başabaş" terimi daha çok iktisat alanına aittir
ve piyasa değeri ile etiket değerinin denkliği anlamına gelir (İngi­
lizcesi, at par). Belirteç olarak kullanıldığında ise "birbirine denk,
eşit [olarak]" anlamı doğar. Bu dil sürçmesinin altında belki de bir
eşitlik savı yatıyordur.

bir yana/şöyle dursun, bir yana/ne kellme


Benim bildiğim, "bir yana" belirtecinin anlamı, " ... dışında'', "-den
başka", "... hariç tutulmak kaydıyla"dır. Sözlükler de böyle diyor.
Dil Derneği yayını Türkçe Sözlük'te verilen tipik kullanım örneği,
Sait Faik'ten: "Ondan bizi, Azrail bir yana, kimse vazgeçiremez."
Ataol Behramoğlu, 1 0.4.2004 tarihli Cumhuriyet'teki yazısında
şöyle kullanıyor bu belirteci: "Avrupalı olmaya yöneldiğimizi dü­
şünenler, eksik olmak bir yana, çoğunlukta."
Öneri: "Avrupalı olmaya yöneldiğimizi düşünenler, eksik olmak
şöyle dursun, çoğunluktalar."
Belki de, "bir yana" belirtecinin anlamı yeterince belirginleşme­
miş durumdadır. Tahir Abacı da, İkinci Adım adlı romanında Beh­
ramoğlu'ndakinin tam tersi anlamda kullanıyordu "bir yana'yı:
"Hayat, hızlanmak bir yana, freni boşalmışçasına yol alıyor­
du ... " (s. 1 58)
Öneri: "Hayat, hızlanmak ne kelime, freni boşalmışçasına yol
alıyordu ... "

bölücülük/ ayrımcılık/ayrılıkçılık
"Türkiye'de geçici kadrolu onbinlerce memur varken iki milletve­
kilinin teklifiyle sadece imam ve hatip olanlarına kadro vermeye ça­
lışmak bölücülük değil de nedir?" (Milletvekili Ali Kemal Kumku­
moğlu'nun sözleri, 28.4.2005 tarihli Cumhuriyet)
"Bölücülük" sözcüğü Türkçeye "aynlıkçılık" anlamıyla yerleş-
ANLATIM SORU(N)LARI 77

ti. Daha doğrusu, diğer ülkelerin ayrılıkçıları söz konusu olduğunda


"ayrılıkçı" sıfatı kullanılıyor da, yerli ayrılıkçılara "bölücü" denili­
yor. Milletvekili Kumkumoğlu ise "bölücülük" diyor ama, "ayrım­
cılık" demek istiyor.
Ayrımcılık sözcüğü, dolayısıyla kavramı, fena halde az tanını­
yor. Ses benzerliğinden olmalı, duyarsız kulaklarda sık sık ayrılık­
çılıkla kanştınlıyor. Sözgelimi, "etnik ayrımcılık" sözünü "etnik
ayrılıkçılık" olarak anlayanlara en rastlanmaması gereken yazarlar­
da bile rastlanıyor.
Oysa "ayrımcılık", yaşamsal önemde, ilköğretimden başlayarak
öğrenilmesi gereken temel bir etik kavram. Uygulansın uygulanma­
sın, anayasalarda bile geçiyor: Dil, din, cins, ırk, inanç ... diye baş­
layan madde. Bazı insanları bu açılardan üstün ya da aşağı saymak
ve ona göre davranmak; üstün saydıklarını kayırmak, aşağı saydık­
larını tüm biçimleriyle dışlamak. Tanımın belirleyicisi: "Üstün ya
da aşağı saymak".

cilt/derl 2

YKY'den Claude Bouillon'un kitabı: Deri: Bedenin Örtüsü.


"Deri", Türkçenin zorluklarından biri. İnsan derisi için kullanı­
lan terim "cilt"tir daha çok. Ne güzel derin var demeyiz, ne güzel
cildin/tenin var deriz. Cilt sağlığı, cilt güzelliği, cilt uzmanı, cildi­
ye... Gerçi "deri hastalıkları" da deniliyor cildiyeye. Bir de, "ciltaltı"
değil de, "derialtı" diyor tıpçılar.
Bunun dışında, "deri" sözcüğü daha çok hayvanların cildi için
kullanılır. Birine "derisi kalın" diyorsak, iyi bir şey kastetmiyoruz­
dur. Deri koltuk, deri ayakkabı, deri sanayii...
Kitapların da insanlar gibi cildi vardır, bazısı "deri ciltli"dir.

direk/direkt/doğrudan

"Fransa'yı direk etkileyecek" (16.7.2004 tarihli BirGün). Etkileyen


nesne Avrupa Anayasası olduğuna göre gazete "direkt" demek is­
tiyor. En iyisi: "Fransa'yı doğrudan etkileyecek."

2. Radikal, 8.4.2010.
78 DİL MESELELERİ

eğitim almak/eğitim görmek

"Aldığı eğitimin niteliği" gibi çekimler yaygın olmakla birlikte, fiil


olarak yaygın olan "eğitim almak"tan çok, "eğitim görmek"tir.

görev/unvan3

Soru: "Türkçe Sorunları Kı lavuzu'nun gözden geçirilmiş üçüncü


baskısında, büyük harf kullanımıyla ilgili maddede belirttiğiniz
üzere 'Özel adlardan önce ya da sonra gelen unvan, akrabalık, saygı
ve san sözcükleri ile takma adlan büyük harfle başlatmak ( ... ) ge­
rekiyor' .
"Bu kural, söz konusu san, özel ada bağlanmadan önce bir be­
lirtili ad tamlamasında yer alırsa da geçerli midir? Örneğin 'Dil
Derneği Başkanı Sevgi Özel' yerine 'Dil Derneği'nin Başkanı Sevgi
Özel' yazılırsa, yani 'başkan' sözcüğü tamlanan durumundaysa, söz
konusu sanın ilk harfi büyük mü yazılmalıdır?
"örnekler çoğaltılabilir: 'İstanbul Büyükşehir Belediyesi Baş­
kanı Kadir Topbaş' yerine 'İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin Baş­
kanı Kadir Topbaş', 'İspanya Kralı Juan Carlos' yerine 'İspanya'nın
Kralı Juan Carlos', vb.
"Bu belirsizliğin çeşitlemesi sayılabilecek benzer bir soru daha:
Sanın, özel ada bağlanmadan önce bir sıfat tamlamasının öğesi ol­
ması, kuralı değiştirir mi? Örneğin, 'Heraklesoğullan denilen bu
sülale, son kral Kandaules'e kadar yirmi iki nesil ve beş yüz beş yıl
babadan oğula hüküm sürdü' tümcesinde geçen 'kral' sözcüğü bü­
yük harfle mi yoksa küçük harfle mi başlamalıdır?"

Sondan başlayayım. " ... son kral Kandaules" sözündeki "kral"


sözcüğü unvan/san değil, görev /mevki adı. Cümlede, krallık göre­
vine/mevkiine gelen son kişiden söz ediliyor.
Önceki örneklere gelince. Bu tamlamaları unvan olarak kullan­
dığımızda belirtili kılmayız; durup dururken, sözgelimi bir liste ya­
parken ya da kişinin sıfatını belirtirken, "Dil Derneği'nin Başkanı"
ya da "İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin Ba�kanı" demeyiz.

3. Radikal, 1 .4.20 10.


ANLATIM SORU(N)LARI 79

Ancak belirli bağlamlarda belirtili kılınması gerekebilir bu tam­


lamaların. Diyelim ki araya bir sıfat yancümlesi girdi: "Dil Deme­
ği'nin aynı zamanda öykücü olan başkanı Sevgi Özel" dedik. Bu
durumda da "başkan" sözcüğü unvan konumunda değil, yalnızca
görev adı olduğundan, büyük harfle başlatmak gerekmiyor.
Görev /unvan farkı, dikkatlerden çok sık kaçan bir anlam mese­
lesi.

görmezden gelmek/görmemezlikten gelmek


duymazdan gelmek/ duymamazlıktan gelmek

Üçüncü bir biçimi daha var bunların: görmezlikten gelmek ve duy­


mazlıktan gelmek. Dil Demeği'nin Türkçe Sözlük'ü bu üçüncü bi­
çimi veriyor. Uygulamada her üçüne de rastlıyoruz. AKDTYKTDK'
nın sözlüğü ise daha önce her üçüne de yer verirken, şimdi "gör­
mezden / duymazdan gelmek"te karar kılmış görünüyor. Bence de
bu en kısa seçenekler daha uygundur, tasarruf ilkesi gereği.

gözaltı/göz önü/göz hapsi

" ... yalnız okurun değil, yazarların da gözaltında tuttuğu bir köşe
bu." (M. Sadık Aslankara, 1 .4.2004 tarihli Cumhuriyet Kitap)
Aslankara gözaltında tutmaktan değil, göz önünde tutmaktan
söz ediyor olmalı.
"Banka kayıtları gözaltında." (24.6.2006 tarihli Cumhuriyet)
Burada kastedilen ise, banka kayıtlarının göz hapsinde tutul­
makta olduğu.

gözlemek/ gözlemlemek

Bu iki fiil arasında anlam farkı var. Her ikisi de "dikkatle bakmak,
incelemek" anlamlarını içermekle birlikte, "gözlemlemek" fiili da­
ha çok gündelik olmayan (bilimsel, teknolojik, edebi, felsefi vb.)
bilgiler elde etme amacına yönelik bir dikkati anlatırken, "gözle­
mek" uzunca süreli her dikkatli bakış için kullanılabiliyor. "Gözle­
mek" fiilinin aynca "yolunu gözlemek" örneğindeki gibi beklenti
anlatan kullanımları da bulunuyor.
80 DİL MESELELERİ

günlük/gündellk

"Japonya'nın en önemli gündelik gazetesinde ... " (Cevat Çapan,


1 3.5.2004 tarihli Cumhuriyet Kitap)
Bazı sözlükler "günlük" ve "gündelik" sözcüklerini birbirinin
karşılığı olarak vermekle birlikte, "günlük" sözcüğünün "haftalık,
aylık, yıllık" dizisinden olduğuna, dolayısıyla "her gün olan/olu­
şan" anlamına geldiğine dikkat edilmeli: günlük gazete, günlük yu­
murta, bir günlüğüne bir yere gitme örneklerindeki gibi.
İlhan Selçuk ise bir yazısında "günlük" sözcüğünü bir başına
"gazete" anlamında kullanıyordu: "Posta gazetesi ülkenin en çok
satan günlüğüdür " (15.5.2004 tarihli Cumhuriyet) Belki de Fran­
...

sızcasından esinlenmişti. "Gazete"nin Fransızcası "gün (jour)" söz­


cüğünden geliyor. Sıfatların ad olarak kullanılmasına örnek olarak
da anabiliriz bu kullanımı.

ırkçılık/hak ve özgürlük talebl

Irkçılık ya da ırk ayrımcılığı adını verdiğimiz eğilimin iki özelliği


var: 1 ) kendi ırkının diğer ırklardan üstün olduğunu savunmak;
2) insanın toplumsal özelliklerini ırksal özelliklerine indirgemek.
Geçen yüzyılların korkunç deneyimleriyle hayli olgunlaşmış bir
tanım bu.
Tanım olgunlaşsa da, ayrımcılık sona ermedi. Gerçi günümüzde
kimse "ırkçı" gibi lanetli bir sıfatı açıktan üstlenemiyor. Buna kar­
şılık, bu sıfattan herkesin ne anladığı her zaman açık değil. Tipik
bir örnek, Sabah gazetesi yazan Ömer Lütfü Mete'nin 28. 10.2004
tarihli yazısında tırnak içinde yer verdiği "tırmanan Kürt ırkçılığı"
sözü.
Kürt hareketinde yaşamsal önemde bazı olumsuzluklardan söz
edilebilir, edildi de. Buna karşılık, izleyebildiğim kadarıyla, "Kürt
ırkçılığı" sözünü haklı çıkaracak bir veri yok. Kürt hareketi, Kürt
ırkının diğer ırklardan üstün olduğu fikrini beslemediği gibi, top­
lumsal özellikleri ırksal özelliklere indirgemiş gibi de görünmüyor.
Tam tersine, kendilerine karşı uygulanagelen aynmcılığa karşı mü­
cadele ediyor, özgürlük talep ediyorlar.
ANLATIM SORU(N)LARI 81

Irk, soy, etni (kavim) gibi kavramlar öylesine ürkütücü ki, çoğu
kişi bunlar üstüne düşünmekten kaçıyor. Ya hiç kullanmıyor bu kav­
ramları, ya da üstünde düşünmeden kullanıyor. Oysa etnik özgürlük
talebi ile ırkçılığı birbirinden ayırmak herkes için temel önemde bir
sorumluluk.

istem/istenç

Bu iki sözcük, sırasıyla, "talep" ve "irade" anlamına geliyor.

istihare/istiare

" ' [R]üya görme'nin AKP'nin gerçek tabanında egemen olan İslami
kültürde bir karşılığı vardır, istiareye yatmak oradan gelir." (Nuran
Yıldız, 19. 1 0.2003 tarihli Radikal İki)
İstiare, bir edebiyat terimi. Yeni Türkçesi "eğretileme", Batı dil­
lerinden gelen karşılığı, "metafor". Örneğimizdeki sözcük "istiha­
re" olmalı: "istihareye yatmak".

kabristanlık/kabristan/mezarlık

"Mezarlık" sözcüğünün çağrışımıyla olmalı, "kabristan" yerine


"kabristanlık" deme eğilimi var. Oysa "kabristanlık" sözcüğü ancak
ileride kabristan yapılmak üzere ayınlmış arsalar için kullanılabilir.
Var olan mezarlıklara kabristan diyoruz.

kaçınılmaz/vazgeçilmez

"[Ş]iir yazmaya soyunan her insanın, 'Dil şairin "ne"si olur?' soru­
suna doğru bir şekilde cevap vermesi kaçınılmazdır." (Osman Ha­
kan A., Varlık dergisi, Mayıs 2005)
"Kaçınılmaz" sözcüğü, "başka türlü yapılamayan" anlamına ge­
lir. Her şiir yazmaya soyunan, "Dil şairin 'ne'si olur" sorusuna doğ­
ru cevap vermekten başka türlü yapamıyor mu? Öyle olsa Osman
Hakan A. bu yazıyı yazma gereğini duymazdı. Sanıyorum, yazar
"kaçınılmazdır" diyor ama, "vazgeçilmezdir" demek istiyor.
"Vazgeçilmezdir" diyeceksek cümleyi başka türlü kurmak gere­
kecek elbette. Ancak, kişisel olarak daha iyi bulduğum bir olanak
82 DİL MESELELERİ

daha var: Yazar "doğru bir şekilde" demekten vazgeçse hem "doğ­
ru"nun tekçiliğinden kurtulacak, hem de cümlesinde sorun kalma­
yacak: "[Ş]iir yazmaya soyunan her insanın, 'Dil şairin "ne"si olur?'
sorusuna cevap vermesi vazgeçilmezdir."

kamu/kamuoyu/kamusal alan
"Kamuoyu" terimi, başlangıçta "yurttaşların görüşleri (İng. public
opinion)" gibi bir anlam taşısın diye önerilmişken, giderek "yurt­
taşlar, cumhur" anlamında kullanılır oldu. Başka bir deyişle "ka­
muoyu" sözcüğünün anlamında bir kayma, daha doğrusu anlam
alanında genişleme meydana geldi.
Bunun nedeni Türkçede "kamu" sözcüğünün aslen hem "dev­
let" hem de "toplum" anlamını taşıması olabilir. Örneğin, "kamu
davası" dediğimizde devletin taraf olduğu davaları, "kamu kesimi"
ya da "kamu sektörü" dediğimizde devlete ait iktisadi işleri kastet­
miş oluruz (belediyelere ait olanları bile değil). Buna karşılık, "ka­
mu düzeni" dediğimizde akla gelen, toplumun bütününü ilgilendi­
ren düzendir. "Kamuoyu" sözcüğünü yeğleme eğiliminin nedeni
bunları birbirinden ayırt etme endişesi olabiljr, ne de olsa kimsenin
"kamuoyu"nu devlet sanması tehlikesi yoktur!
"Kamu" demişken, "kamusal alan" kavramına da dikkat çekme­
den geçmeyeyim. Bu kavram toplum bilimlerinin kuramlarında "ki­
şisel/mahrem alan" anlamındaki "özel alan"ın tersi olarak, diğer ki­
şilere açık olan alan anlamına geliyor. Sözgelimi, insanların evleri
özel alan, işyerleri ve sokaklar, meydanlar, kamusal alan sayılıyor.
Toplum bilimlerinde durum buyken, türban tartışmaları sırasın­
da aynı kavram siyaset sahnesinde de sıkça kullanıldı; ancak, top­
lum bilimlerindeki anlamıyla değil, "resmi yerler, devlete ait alan­
lar" anlamında. Anlaşılan, söz şık bulunup kullanılıyordu ama, ço­
ğu zaman olduğu gibi, içeriğini öğrenme ya da düşünme zahmetine
katlanılmıyordu. Oysa türban meselesi gibi tartışmalarda "kamu­
sal" yerine "resmi" dense hem saydamlık daha kolay sağlanır, hem
de bilimsel kavram yerini korumuş ve netleşmiş olur.
ANLATIM SORU(N)LARI 83

kurgu/kurmaca -

"Kurgu" sözcüğü daha önce tıpkı İngilizcedeki.fiction sözcüğü gibi


belirli edebiyat türleri (öykü ve roman) kastedilerek kullanılıyordu
ama zamanla bu anlamı "kurmaca" sözcüğüne bıraktı. "Kurgu" ise
aynı zamanda "montaj" anlamına gelen bir terim olarak, sinema da­
hil, sanatsal olan ve olmayan pek çok alanda kullanılabiliyor. Bu
arada "kurmacanın kurgusu"ndan söz etmek de olanaklı.

metin şllr/düzyazı şllr/duzyazısal şiir/dizesiz şiir


Görünüşü düzyazıya benzeyen şiirlere tür adı olarak yukardakiler­
den hangisi verilmeli?
"Metin şiir" ve "düzyazı şiir" terimlerinin ikisi de sakıncalı. Me­
tin kavramının tanımına bakılırsa, metin olmayan şiir yoktur. Dola­
yısıyla "metin şiir" sözü, terimlerin temel özelliği olan ayırt edici­
likten yoksun.
"Düzyazı şiir" dediğinizde ise "hem düzyazı hem şiir" demiş
oluyorsunuz. Kastedilen şiir olduğu sürece, bu terim de ayırt etme
işlevini göremiyor. Bana kalırsa, türlerarası metinler değil de şiir
söz konusu olduğunda tür adı olarak "düzyazısal şiir" ve "dizesiz
şiir" terimlerinde karar kılınmalı. Elbette, "düzyazısal şiir" ile "şi­
irsel düzyazı" arasındaki farka da dikkat ederek. Bu fark, ilkinde şi­
ir olma niteliğinin, ikincisinde ise düzyazı olma niteliğinin ağır bas­
masında yatıyor. O arada, karma nitelikteki metinlere rastlanabildi­
ği gibi, arafta kalan -türü tartışılan ya da önem taşımayan, türleri
aşan- metinler de olabiliyor.

Milan/ Milano
Milan, bir futbol takımının adı.
İtalya'daki kentin adı ise, Milan değil, Milano.
"New York Moda Haftası'ndan sonra Londra, Madrid ve Milan
dünyaca ünlü modacı, tasarımcı ve mankenlerin akınına uğrayacak
... Milan Belediye Başkanı ... " (16.9.2006 tarihli Radikal)
Milan adlı futbol takımının (ve herhalde İngilizcenin etkisi) yü­
zünden, bildik, tanıdık, bin yıllık Milano'nun adı "Milan"a dönüşü­
yor.
84 DİL MESELELERİ

mülklye/ Mü ikiye
"Mülkiye" sözcüğü büyük harfle başlatıldığında, "Ankara Üniver­
sitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi" anlamına gelir. Bu fakültenin eski
adıdır Mülkiye.
Küçük harfle başlatılan "mülkiye" sözcüğü ise "sivil kamu gö­
revleri ve görevlileri" anlamına geliyor.4 İdari bir terim. Dolayısıy­
la, "mülkiye müfettişi" tamlamasının büyük harfle başlatılması ge­
rekmiyor. Bu müfettişler, Mülkiye Mektebi'ni (AÜSBF'yi) değil, si­
vil (asker olmayan) kamu görevlilerini teftiş etmekle görevlidir.
Sorunlu örnek: "Olayların ardından bir Mülkiye ve bir polis baş­
müfettişi, ön inceleme raporu hazırlamıştı." (Oral Çalışlar, 16.9.
2006 tarihli Cumhuriyet)
Öneri: "Olayların ardından bir mülkiye ve bir polis başmüfettişi,
ön inceleme raporu hazırlamıştı."

ne ki / ne var ki
Soru: Cümlelerin başında kullanıldığına rastlanan "ne ki" ne anla­
ma geliyor?
Yanıt: "Ne ki" bağlacı, "ne var ki'nin kısaltılmışı. "Nedir ki" di­
yenler de var. Türkçe, bir bağlaç cenneti.

öncellkle I önce
Sözünüze "öncelikle" diye başlamadan önce, acaba bu "-likle" eki
fazla değil mi diye bir bakmanızda yarar var, çünkü işlevi vurgula­
mak olan bu ek son dönemde fazla yaygınlaştı:
"Öncelikle 5-6 orta boy patatesi yıkayıp soyun." (Cumhuriyet,
3 1 .8.2017)
Bir editör de benim "Önce... " diye başladığım bir yazıyı "Önce­
likle... " diye başlar hale getirmişti, hiç gerekmediği halde. "Önce"
demek neyimize yetmiyor, "öncelik" kavramı neden klişeleştirili­
yor, anlamak kolay değil.

4. Osmanlı döneminde devlet görevlileri başlıca şu üç "sınıf"ta toplanırdı: as­


keriye, tıbbiye, mülkiye. Sırasıyla: asker görevliler, tıp görevlileri ve idari görev­
liler. Yetiştikleri okullar ise, Harbiye, Tıbbiye ve Mülkiye mektepleriydi.
ANLATIM SORU(N)LARI 85

öngörü / blllcillk/tahmln
"Öngörmek" fiilinin yerleşik anlamı, plan, program, yasa vb. yoluy­
la geleceği düzenlemek. Eski adıyla, "derpiş etmek". "Yasanın ön­
gördüğü cezalar günümüzün gerçeklerine uymuyor", "2005 yılba­
şında YTL 'ye geçilmesi öngörülüyor" örneklerindeki gibi.
Bu fiil sık sık, önceden görmek, sezmek ya da tahmin etmek an­
lamında kullanılıyor. Örnekler:
"[Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Panorama adlı romanı için]
Fuat'ın ve Ahmet Nazmi'nin öldürülüşünde, ( ... ) günümüzün Hiz­
bullah eylemlerini çağrıştıran bir öngörü yattığını da söylemek ge­
rekir." (Ahmet Oktay, Romanımıza Ne Oldu ?, Dünya Kit., 2003,
s. 63)
Öneri: " ... günümüzün Hizbullah eylemlerini çağrıştıran bir sez­
ginin yattığını da... "
Aynı kaynaktan bir örnek daha: "Maraş ve Sivas katliamlarını
öngörmüş bu romanı... " (s. 58)
Öneri: "Maraş ve Sivas katliamlarını önceden görebilmiş [olan]
bu romanı... "

Bir başka örnek: "MHP ve DYP'deki yükselişin AKP'yi merkeze


mi, daha da radikal sağa mı kaydıracağını öngörebilmek için henüz
erken... " (Ataol Behramoğlu, 3.4.2004 tarihli Cumhuriyet)
Öneri: " ... merkeze mi, daha da radikal sağa mı kaydıracağını
tahmin edebilmek için henüz erken... "
Ve son bir örnek: "C. M. Bowra, bu şairlerin yaşadıkları zaman
dilimlerindeki inanılmaz öngörülerinden dolayı birer 'yalvaç' veya
'bilici' olduklarını sorgulayarak ... " (Orhan Kfiltyaoğlu, Eylül 2004
tarihli Varlık dergisi, Kitap eki, s. 6)
Öneride bulunmuyorum. Bu gidişle fiilin sözlüklerdeki tanımı­
na "sezgi; tahmin; bilicilik" gibi karşılıkları da eklemek gerekecek.

öykü / kısa öykü5


Edebiyatta tür adı olarak "kısa öykü" adlandırmasında bir karışıklık
var. İngilizcedeki short story teriminin Türkçeye "kısa öykü" diye

5. Radikal Kitap, 1 8.6.2004.


86 DİL MESELELERİ

çevrilmesinden kaynaklanıyor bu karışıklık. Oysa short story'nin


Türkçesi "öykü"dür, "kısa öykü" değil. Story sözcüğü de bir başına
öykü anlamına gelmekle birlikte, anlam alanı çok daha geniştir.
Edebiyat türü olarak öykünün İngilizcesi short story. Asıl "kısa öy­
kü"nün İngilizcesi short short story, "uzun öykü"nün İngilizcesi ise
long short story, novella.
Picus dergisinin Aralık 2005 sayısında bir öykü dosyası var:
"Öykünün kısalan öyküsü." Bu başlık, Türkçede öykü dediğimiz
edebiyat türünün adındaki ironik "kısalma"yı anlatıyor sanki.
Dosyada "öykü/kısa öykü" karışıklığı daha ilk yazıdan başlıyor:
"Tabii bir de edebi tür olarak öykü var, yani kısa öykü" demiş yazar.
Karışıklık, dosyadaki diğer yazılarda ve soruşturma soruları ile ya­
nıtlarında da sürüp gidiyor. Tüm dosyada bu karışıklığa dikkat edip
uyanda bulunan tek yazar İlknur Özdemir. Deneyimli öykü yazar­
ları bile herhangi bir aynına göndermede bulunmaksızın, eşdeğer
terimlermiş gibi kullanmışlar "kısa öykü" ile "öykü"yü. Yazılarda
düpedüz "öykücü" yerine "kısa öykücü" terimini kullanana da rast­
lanıyor.

polltlka/slyaset
"Devletin politikasında siyaset yoktur." (TRT 2, 1 8.8.2009, 2 1 :55)
Bu bir totoloji mi, yoksa "politika" sözcüğü ile "siyaset" sözcü­
ğü arasında oluşan anlam farkının resmi mi? İlgili TRT mensubu­
nun demek istediği şuydu sanıyorum: Devletin işleyişine herhangi
bir siyasi partinin doğrultusu değil, bütünüyle kendine özgü temel
ve evrensel ilkeleri egemen olmalıdır.
"Siyaset" sözcüğü, başta siyasiler olmak üzere çoğu kişi için ar­
tık neredeyse yalnızca "siyasi partilerin edimleri, siyasi partilerle il­
gili olan" anlamına geliyor.

resmi dll/resmi bir dll

Kenan Ağa, devletin kullandığı dil için, bu dilin özelliklerini anla­


tacak bir karşılık aradığını yazıyor. "Sözkonusu dil, devlet aygıtının
bir parçası haline gelmiş, kendine özgü, ağdalı, muğlak ve uzun iba­
relerden oluşan" bir dil, diyor Ağa; "anlamak için özel bir çaba ge-
ANLATIM SORU(N)LARI 87

rektiriyor. Aynı zamanda bu dilin sürekliliği, devlet tarafından ken­


di bekasıyla ilişkilendirilmekte."
Kenan Ağa bu anlamda "resmi dil" diyemeyeceğimizi belirttik­
ten sonra, "devlet / bürokrasi dili, devletin/bürokrasinin resmi dili,
devletin/bürokrasinin resmi iletişim dili" gibi terimleri de amaca
uygun bulmadığını yazıyor.
Ben "resmiyet dili" ve "resmiyetin dili" gibi kullanımlara rast­
lıyorum ve amaca uygun görünüyor bu söz. Aynca, yerine göre
"resmi bir dil" dememek için bir neden yok: "Mektup resmi bir dil­
le kaleme alınmıştı" örneğindeki gibi. "Resmi dil" ile "resmi bir
dil" arasında anlam farkı var.
Kenan Ağa'nın önerilerine bir kez de "dil" sözcüğünün bulun­
duğu yerlere "söylem" sözcüğünü yazarak bakmak da verimli ola­
caktır.

salım I salınım
"Salınım" sözcüğü, sarkaç hareketinin adı. Gaz çıkışını kastediyor­
sak, "salım" demeliyiz: "Sera gazı salımı" vb.

saygı I saygınlık
Saygınlık sözcüğü, "itibar" anlamına gelsin diye önerilmişti, büyük
ölçüde de öyle kullanılıyor. Gelgelelim, arada bir de "saygı" sözcü­
ğüyle karıştırılıyor. Sorunlu örnek:
"Başlangıçta şarap ithalatı yapan işletme sahipleri, geliştirmiş
oldukları yöntemlerle bugün insanların saygınlığını kazanan bir ku­
lüp olma yolunda ilerliyor." (1 1 .4.2004 tarihli Cumhuriyet Dergi)
Öneri: " ... bugün insanların saygısını kazanan ... "

"Seçim sathı mahallin değil, "seçim sath-ı mailin


"Satıh", yüzey demek. Mail = meyletmiş (A uzun okunur). Sath-ı
mail (ya da sathımail), "eğik yüzey". "Seçim sath-ı maili", hızla se­
çime giden inişli yol. Buradaki "mail"in, İngilizceden gelen ve
"meyi" diye okuduğumuz "mail" ile bir ilgisi yok; yazılışı aynı,
söylenişi ve anlamı farklı. Eskiler "Ben sana mailim" derdi; "gön­
lüm sende" demek: I have a feeling!
88 DİL MESELELERİ

sivil itaatsizlik/kampanya
Recep Tayyip Erdoğan, "sivil" kavramının çeşitli kullanımlarını
birbirine karıştırıyor. Şöyle diyebiliyor örneğin: "Yalan yanlış haber
yapan gruplara karşı partimin üst kurulianyla konuşurum, gerekirse
sivil itaatsizlik yaparız ( ... ) Sivil inisiyatif kullanma hakkım yok
mu?" (19.3.2009 tarihli Milliyet)
Görevdeki devlet adamlarının edimlerine "sivil itaatsizlik" den­
mez oysa. Çünkü "sivil itaatsizlik" ve "sivil inisiyatif" kavramları
bağlamında "sivil"den kasıt, "devlet dışı"dır: Herhangi bir devlet
mensupluğu sıfatıyla "sivil" olarak hareket edemezsiniz. Kısacası
kişi bu bağlamda hem başbakan, hem de sivil olamaz; ikisinden bi­
rini seçmesi gerekir.
Devlet yöneticilerinin "sivil" sıfatını taşıyabileceği tek bağlam,
"asker-sivil" eksenidir. Başbakanlar yalnızca "asker-sivil" ayrımı
açısından sivil sayılır; tıpkı asker olmayan diğer devlet görevlileri
gibi.

sosyal/toplumsal
Bu iki sözcük, belirli örneklerde aynı anlamı karşılamakla birlikte,
her zaman birbirinin yerine kullanılamıyor. Örneğin, "toplum mü­
hendisliği" ile "sosyal mühendislik" kavramları arasında anlam far­
kı var. Burada, "sosyal" sözcüğünün "sosyal hizmetler", "sosyal
yardım kuruluşları", "sosyal sigorta" gibi örneklerde ortaya çıkan
toplumsal adalet içerikli çeşitlemesi devreye giriyor.

söylem I söyleyiş
"Telaffuz" kavramının Türkçe kökenli karşılığı "söylem" midir,
"söyleyiş" mi?
"Türkçe Sözlük"lerde "telaffuz" maddesine bakılırsa, "telaffuz"
un karşılığı "söyleyiş" ve "söyleniş"tir; bu çerçevede "söylem" söz­
cüğüne yer verilmiyor. İyi de ediliyor. Türkçe telaffuz alanının baş­
lıca başvuru kaynağı da "söyleyiş" diyor: Konuşma Dili ve Türkçe­
nin Söyleyiş Sözlüğü (Ergenç: 1995).
Gelgelelim, yine "Türkçe Sözlük"lerde "söylem" maddesine
baktığımızda, ille karşılık olarak "söyleyiş"in verildiğini görüyoruz.
ANLATIM SORU(N)LARI 89

Uygulamada da "telaffuz"u kastederek "söylem" diyenlere rastla­


nıyor. Oysa "söylem", Batı dillerindeki discourse'un Türkçe karşı­
lığı olarak yerleşip yaygınlaşan, farklı ve göreli olarak yeni bir kav­
ram. Discourse'un daha önceki Türkçe karşılığı "nutuk" ve "söy­
lev"di. Sözcüğün Yapısalcılıkla birlikte Fransızcadan başlayarak
Batı dillerinde kazandığı yeni anlam ise Türkçede "söylem" sözcü­
ğüyle karşılandı ... Dolayısıyla, sözlüklerde "söylem" maddesinin
yeniden düzenlenmesini, dilbilimdeki tanımın eklenmesini, "söyle­
yiş, söyleniş, telaffuz" karşılığının ise sonuncu sıraya alınmasını
öneriyorum.

şeyler/eşya
Emre Kongar, Orhan Pamuk'un Nobel konuşmasındaki " ... babamın
eşyalarını karıştırdığımı ... " sözünü eleştirirken şöyle yazıyordu:
" 'Eşya' , şey'in çoğuludur. Eşyalar denilmez. Osmanlı kültürü üze­
rine kitap yazan Pamuk'un halkın genellikle yaptığı bu hatadan ka­
çınması beklenirdi."
"Eşya" sözcüğü sözlüklerde bata çoğul olmakla birlikte, kavra­
mın tekili uygulamada her zaman "şey" olmayabiliyor. Kongar'ın
eleştirdiği yerdeki "eşyalar" sözcüğünün yerine "eşyasını" desek,
bir tekillik kuşkusu doğuyor. Dolayısıyla, " ... babamın eşyalarını
karıştırdığımı ... " sözünde bir sorun yok bence: "Evrak" sözcüğü gi­
bi "eşya" da Arapçada ve ilk geldiğinde Osmanlı Türkçesinde ço­
ğuldu ama, bugün "evrak"ın tam olarak, "eşya"nın da kısmen tekil­
leşmiş olduğu söylenebilir.

tezat/ tezatlı
"Tezat görüntü" (23.5.2005 tarihli Cumhuriyet'te arabaşlık). Tezat
sözcüğü, "karşıtlık, zıtlık" anlamına geliyor. "İki görüntü arasındaki
tezat" örneğindeki gibi. "Tezat görüntü" dediğinizde ise, "zıtlık gö­
rüntü" demiş oluyorsunuz.
örnekte sözü edilen, Emine Erdoğan, Esma Esad, Suzanne Mü­
barek ve Benazir Butto'nun görüntüleri arasındaki zıtlık. Öneri:
"Tezatlı görüntü".
Haberdeki kasıt yalnızca görünüş olmayıp içerikle de bağlantı­
landırıldığına göre, "çelişkili görüntü" de önerilebilir.
90 DİL MESELELERİ

ücret/ fiyat
Fiyat, nesnelerin parasal karşılığı. İnsan emeğinin parasal karşılığı­
na "ücret" diyoruz. "Çeviri fiyatı" değil, "çeviri ücreti".

üstlenmek/ üslenmek - üstenci / üsttencl


"Üslenmek" fiilinin anlamı, üs kurmak, belirli bir yerde etkinlik
merkezi oluşturmak. Askeri alanda daha çok "konuşlanmak" fiiliy­
le anlatılan edimin bir türü.
"Üstlenmek" ise, bir edime sahip çıkmak ya da taahhütte bulun­
mak ("üstüne almak") anlamına geliyor.
"Üstenci" sıfatı da "üstlenici/yüklenici/müteahhit" anlamını ta­
şıyor ve sık sık, "üstten bakan" anlamındaki "üsttenci" ile karıştı­
rılıyor.

üyellk/ aidiyet/ mensubiyet


Ayşe Kadıoğlu'nun güzelim yazısında aklıma takılıp kalan iki kul­
lanım: "üyelik" ve "aidiyet":
"Modem vatandaşlık kavramı her şeyden önce 'üyelik', 'aidiyet'
temelli bir kavram. Avrupa tarihinde vatandaşlık tipleri arasındaki
aynın, nasıl bir varlığa üyeliğin söz konusu olduğuna göre değişi­
yor. Buna göre vatandaşlık 'ulus'a üyelik anlamına gelebildiği gibi
'devlet'e üyeliği de içerebiliyor. Ulusa üyelik çok daha dışlayıcı,
kan bağına dayalı bir kimliğe işaret ederken; devlete üyelik ise etnik
ve ırk temelli ayrımcılıktan arınmış bir birliktelik olarak görülüyor"
(Radikal İki, 9. 1 1 .2003).
"Üyelik", kişinin kendi seçimine bağlı olarak gerçekleşen bir
durumun adı. Olsa olsa, kişinin mesleğinden ötürü meslek örgütü
gibi yerlere "doğal üyeliği" söz konusu olabiliyor. Bu da özel bir
durum.
Ulus, devlet, aile gibi kurumlara olan "aidiyetimiz" ise, kendi
seçimimizden değil, doğuşumuzdan gelen birer sonuç.
"Üyelik" ve "aidiyet" kavramlarının bu anlamsal sınırlarını aş­
mamızı gerektiren durumlar için, "mensubiyet" (mensup olma)
kavramı var. Mensubiyet, hem üyelik ilişkisini, hem de ulus, aile
vb. bütünlüklere dahil olma durumunu anlatan geniş kapsamlı bir
ANLATIM SORU(N)LARI 91

kavram. Daha önce de yazdığım üzere, "mensubiyet" kavramının


unutulmasında ilci etken rol oynadı sanıyorum. Birincisi Arapça kö­
kenli olması, ilcincisi İngilizcenin etkisi.
Gerçekten de İngilizcede üye ve mensup kavramları aynı söz­
cükle karşılanıyor: member. Hatta kol ve bacak anlamına da geliyor
aynı sözcük. Türkçenin bu anlam alanlarında İngilizce gibi yoksul­
laşmasını istemiyorsak, yerine yenisi gelinceye değin "mensup"
sözcüğünden vazgeçmemeliyiz. Yukarıdaki örnekte de tüm "üye­
lik" sözcüklerinin yerine "mensubiyet" yazmayı öneriyorum.

vaka/ vakıa

"Vaka" sözcüğü "olay" anlamına geliyor. İngilizcesi event, happe­


ning. "Vakıa" ise "olgu" demek; İngilizcesi /acı. "Vakıa" sözcüğü
bağlaç olarak da kullanılır, "gerçi" anlamında. (AKDTYKTDK söz­
lüğü bu tanımı eklemeyi unutmuş.6)
Ve "vaka" sözcüğünün ilci A'sı da kısa söylenir, "yaka" gibi.

vatandaş?
Başka ülkelerin Türklerinden söz ederken bir türlü uygun bir adlan­
dırma bulunamıyor. Bir bakıyorsunuz "soydaş", bir bakıyorsunuz
"vatandaş" denmiş.
Emekli General Nejat Eslen de, "Kıbns'taki vatandaşlarımızın
güvenliği" diyordu (Kanal Türk, 20.4.2005). Bağlamdan anlaşılan
ise Kıbns'taki vatandaşlarımız değil, Kıbrıslı Türklerdi.

ve/veya
Soru, "yuvarlak veya düz modelde" dediğimiz bir durum için, "ve­
ya" yerine "ve" kullanmayı seçersek ne olacağına ilişkin:
" ' Yuvarlak ve düz modellerde' mi dememiz uygun olur (1+1 gi­
bi düşünerek, 2 model [çoğul] olduğu için), yoksa 'Yuvarlak ve düz
modelde' mi dememiz uygun olur. (Modelde kelimesine bağlandı­
ğını düşünerek... )"

6. tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.GTS.59bd
l c7d533960.07730649 (Erişim tarihi: 7. 1 .201 8).
92 DİL MESELELERİ

Yanıt: İki ayn model söz konusuysa ve bunlar birbirine "ve"yle


bağlanıyorsa, çoğulluk anlatılıyor demektir; bu durumda "yuvarlak
ve düz modellerde" demek yerinde olur.
Tek bir model söz konusu olsaydı ve bu modelin yuvarlak ve
düz olmak gibi iki özelliği bulunsaydı, bu durumda "yuvarlak ve
düz modelde" (belki daha net olarak, "yuvarlak-düz modelde") de­
mek uygun olurdu.
Sanıyorum zorluk buradaki "düz" sıfatını "yuvarlak"ın tersi gibi
düşünmekten ileri geliyor; oysa düz oluş ile yuvarlak oluş, bir arada
bulunabilecek özellikler. "Yuvarlak"ın tersi, yerine göre "düz", ye­
rine göre "köşeli" olabilir. "Düz" sıfatı da, "yuvarlak"ın ya da "ka­
barık"ın tersi olabilir.

yazın/edebiyat

"Edebiyat" teriminin yerine yaygın bir biçimde kullanılan "yazın"ı


neden benimsemediğimi soranlara bir soru: Bir Yazın Tarihi (Halid
Ziya Uşaklıgil) adlı yapıt bir edebiyat tarihi midir? Peki, bu kitap
adını çokanlamlı sayabilir miyiz? Hem "bir edebiyat tarihi" hem de
"bir yaz mevsiminin tarihi" anlamına geliyor olabilir mi bu ad?
Şu kadarını söyleyip geçeyim: "Yazın" sözcüğü, başka sözcük­
lerin (yaz, yazı) çekimli biçimleriyle karışmasın diye bir ayraç için­
de açıklama gerektirmekten kurtulamayacak türetimlerden. "İmla"
yerine kullanılan "yazım" da öyle.

yetenek/ yeti /beceri

"[İnsanın] iki değişik konudaki iki ayn anlatımı eşanlı olarak ger­
çekleştirme yeteneği yoktur" (Kasar 1995: 67). Bu örnekteki gibi tü­
mü kapsayan bir yapabilirlik ya da yapamazlık söz konusu olduğun­
da seçilecek sözcük "yetenek" değil "yeti" olmalı. Yetenek dediği­
miz, insanlarda birbirinden farklı derecelerde bulunan, genellikle
de doğuştan geldiği varsayılan yapabilme özelliğidir. Eski adıyla,
kabiliyet. Yetinin eski adı, meleke. Yetenek sözcüğünü "yeti" ve
"beceri" yerine de kullanma eğilimi, Türkçeyi yoksullaştıran eği­
limlerden.
Bir örnek de AKDTYKTDK'den (2000) . Türkçe öğretimindeki
ANLATIM SORU(N)LARI 93

bazı hedeflerden söz edilirken şöyle denmiş: "Türkçe yazılmış ede­


bi ve edebi olmayan metinlerin yapısını ve toplumsal görevini in­
celeme yeteneğini elde etmek... " (47) Burada kastedilen de yetenek
değil, beceridir. Yeri gelmişken, "edebi ve edebi olmayan metinler"
sözündeki kakışmaya itirazımı da belirteyim; "edebi olan ve olma­
yan metinler" denmesi anlamın gecikmesini önleyebilir.

Uzun lafın kısası

" bizlm"ln varlığı

Soru: "Bizim otomobillerimiz daha konforludur" cümlesinde "bi­


zim" sözcüğü fazla değil mi?
Yanıt: Buradaki "bizim"i kaldırırsak, ortalıkta karşılaştırma te­
rimi kalmaz; cümle, "otomobillerimiz neye göre daha konforludur"
sorusunun yanıtını içermez olur. Otomobillerimiz trenlerimize ya
da uçaklarımıza göre daha konforlu olabilir, örneğin. Oysa "bizim"
in varlığı, "sizin otomobillerinize göre" ya da "onların otomobille­
rine göre"yi anıştırıyor; başka bir deyişle, gizli bir karşılaştırma
öğesi sağlıyor.

boşa heba etmek

"Heba etmek" fiili zaten "boşa harcamak" anlamına gelir. Aynca


"boşa" diye eklemek gerekmez.
Öneri: "boşa harcamak" ya da "heba etmek".

bu sebepten dolayı

"Bu sebepten dolayı 29 Aralık 201 5 tarihli 1 458 numaralı kararna­


me yürürlükten kaldırılmıştır."7
öneri: "Bu sebeple ... " ya da "Bundan dolayı ... "

7. Bakanlar Kurulu Kararnamesi, 2.6.2017 tarihli gazeteler; www.cumhuri­


yet.eom.tr/haber/dunya/75282 l/Rusya_dan_flas_Turkiye_karari.html
94 DİL MESELELERİ

çifte ettlrgenler

TRT 3 'teki bir programda, üstelik bir eğitim programında ve yazılı


olarak, "cevaplandırılması", "cevaplandırılır", "yanıtlandınlması"
deniliyordu (16.2.2005, 19:50). -

Öneri: cevaplanması, cevaplanır, yanıtlanması.


"Şiirin bir halkın günlük yaşamına bunca girebilmiş olması ( ... )
şiirin tutunacak bir dal olarak sağlamlığını koruduğunu düşündür­
tüyor." (Turgay Fişekçi, 4.8.2004 tarihli Cumhuriyet)
Ettirgen eki fazlalılığı yerine göre anlamın ya da sesin vurgu­
lanmasına hizmet edebilir. Ancak, bu tür örneklerde böyle bir işlev
gördüğünü söylemek zor.
Öneri: ''. .. koruduğunu düşündürüyor."

empoze edip dayatmak

"Kendiliğinden oluşmayan bu tip 'birlik ve beraberlik'ler birilerinin


bu yoldaki çabası ve zorlaması sonucu, insanlara bir norm tepeden
aşağıya empoze edilerek dayatılır." (Murat Belge, 27.8.2005 tarihli
Radikal)
"Dayatmak" sözcüğü, "empoze etmek" anlamına gelsin diye
önerildi, aralarında sonradan bir fark da oluşmadı bildiğim kadarıy­
la. Öneri: "... tepeden aşağıya dayatılır."

görevden azletmek

"Trump görevden azledilebilir mi?" (20.5.2017 tarihli gazeteler)


"Azletmek" fiili zaten "bir üst yetkili tarafından görevden alın­
mak" anlamına gelir. "Görevden azletmek" dediniz mi, görevden
alınmaktan alınmak gibi bir anlam bozukluğu doğuyor.

içi kof

"Kof" sözcüğü zaten "içi boş" anlamına gelir. "Kof" diyorsak, "içi"
diye eklememiz gerekmez.

kur fiyatı
"Kur" sözcüğü, yabancı paraların Türk lirası cinsinden değeri an­
lamına geldiği için, "fiyat" anlamını zaten içeriyor. Başka bir deyiş-
ANLATIM SORU(N)LARI 95

le, maliyeciler her "kur fiyatı" dediklerinde "döviz değeri fiyatı" de­
miş oluyorlar. Kur dersem anlaşılmaz diye korkuyorlar belki. Ama
o zaman "döviz fiyatı" ya da "döviz değerleri" diyebilirler; küresel­
leşme nedeniyle, dövizin ne olduğunu bilmeyenimiz kalmadı nasıl
olsa. "Kur'un ne olduğu ise o kadar net değil anlaşılan.

" ölçünlü ve ölçünlü olmayan n 8


Burada, kakışmanın yanı sıra anlamsal vurgunun kayması da söz
konusu.
Öneri: "ölçünlü olan ve olmayan".

sonucunu çıkarsamak
"Çıkarsamak" fiili zaten "sonuç çıkarmak" anlamına gelir. Bu fiili
kullanıyorsak aynca "sonucunu" diye eklemek gerekmez. İlle de
"sonucunu" demeyi gerektiren durumlarda, "çıkarsamak" değil,
"çıkarmak" demek yerinde olur.

sözde
"1950'ler ABD'sini kasıp kavuran MacCarthy dönemi ve sözde ko­
münist avı görüntüsü altında ... toplumun ve sanatın susturulma ça­
bası ... " (Ayşe Emel Mesci, Cumhuriyet, 2 1 .2.2005)
Buradaki "sözde" ile başlayan beş sözcüklük anlatımı neye yor­
mak gerektiği ilk anda tahmin edilebilir gibi görünse de, dilin ma­
tematiği açısından bakınca emin olmak zorlaşıyor. Öneride buluna­
mıyorum.

sözde soykırım iddiaları


Neredeyse kalıplaşacak kadar yaygınlaşmış olan bu "sözde soykı­
rım iddialan" sözü, ezberci (bilinçsiz, eleştirisiz) dil kullanımının
tipile örneklerinden biri.
"Ermeni soykınmı"nın bir iddiadan ibaret olduğunu, gerçek ol­
madığını düşünüyorsunuz ve bunu dile getirmek için "sözde soykı­
rım" diyorsunuz, güzel.

8. İmer, Kocaman ve Özsoy 201 1, "Toplumdilbilim" maddesi.


96 DİL MESELELERİ

Gelgelelim, "sözde" nitelemesi giderek bir besmele durumuna


geliyor ve soykırım sözcüğünü başına "sözde" sıfatını getirmeden
kullanmaktan çekinmeye başlıyorsunuz. Öyle ki, bu çerçevede ka­
lıplaşan "sözde soykırım iddialan" tamlamasındaki "sözde" sıfatı­
nın bu kez "soykınm"ı değil, "iddia"yı nitelediğini ("sözde iddia­
lar" demiş olduğunuzu) bilince çıkaramıyorsunuz.

tadına doyulmaz lezzet


"Ayva tatlısının tadına doyulmaz lezzeti..." (bir dondurma rekla­
mından).
Tat ile lezzet, belirli kullanımlarıyla farklı anlamlar taşıyabilen
sözcükler. Ancak, örneğimizdeki gibi kullanımlarda anlamları aynı.
Başka bir deyişle, örneğimiz bir gereksiz yineleme örneği. Öneri:
"Ayva tatlısının doyum olmaz lezzeti..."
Ya da: "Ayva tatlısının doyum olmaz tadı ... "
"Doyum olmaz tadı" yerine "doyumsuz tadı" diyen çıkar mı bil­
miyorum: "Doyumsuz" sözcüğü "tatminsiz" anlamına gelmek üze­
re yola çıkmıştı, ancak bir süre sonra "doyum olmaz" anlamında
kullanılmaya başlandı.

Türkçe dili
Dil adları, genellikle kavim adlarına "-CA" yapını eki getirilerek tü­
retildiğinden, "dil" anlamını zaten içerir. "Almanca" sözcüğü "Al­
man dili" anlamına gelir, "İtalyanca" sözcüğü "İtalyan dili" anlamı­
na, "Türkçe" sözcüğü de "Türk dili" anlamına. Dolayısıyla, "Türk­
çe dili" dediğinizde "Türk dili dili" demiş oluyorsunuz. İkisinden
biri yeterli: "Türkçe" ya da "Türk dili". Aynı durum diğer dil adları
için de geçerli.

yanlış önyargı
"Türkiye Genç İşadamları Derneği (TÜGİAD), Avrupa'da Türkiye
hakkındaki yanlış önyargıları kırmak ... amacıyla... " (Cumhuriyet,
1 2.8.2004)
TÜGİAD bazı önyargıları doğru mu buluyor acaba? Önyargı kav­
ramı, önceden (yargı konusu olayı bilmeden ya da yargılanacak ki-
ANLATIM SORU(N)LARI 97

şinin kendisini tanımaksızın) edinilmiş yargı anlamına geldiğinden,


her zaman olumsuzluk anlatmaz mı? Yoksa "önyargı" sözcüğünün
kendisi de mi yeterince güven uyandırmıyor?!
Öneri: "Türkiye hakkındaki önyargıları... "

zaman süresi
"opsiyon. Bir malın, belirli bir süre içerisinde belirli bir fiyata satı­
mı için mal satıcısının malı alacak olan kişiye vermiş olduğu zaman
süresi."9
"Süre" sözcüğü zaten "zaman cinsinden uzunluk, zaman aralığı"
anlamına gelir. "Süre"ye aynca "zaman" sözcüğünü eklemek ge­
rekmez.
Örneğimizi fazlalıklarından arındırıp yeniden yazalım:
"Bir malın belirli bir fiyata satımı için satıcının alıcıya tanıdıtı
süre."
Aynı biçimde, "süreç" kavramı da "zaman" boyutunu zaten içer­
diği için, "zaman" sözcüğünü eklemek gerekmiyor. "Bir iki daki­
kada" diyebilecekken "bir iki dakikalık bir zaman sürecinde" diye­
rek sözü uzatan yazarın derdi ya dalgınlıktır ya da çok kısa bir sü­
rede yoğun bir şeyler olduğunu anlatmak için lafı farkında olmadan
uzatmıştır.

Klişeler

Eskiler "beylik söz" derlerdi, ortam samimiyse, "beylik laf". Kav­


ramın teknik adı "basmakalıp söz". Günümüzde daha çok, Batı'dan
gelen "klişe" sözcüğü kullanılıyor.
"Klişe" için "kalıp söz" diyen de var ama, "kalıp söz" teriminin
anlam alanı "basmakalıp"ın, yani "klişe"ninkinden daha geniş. Söz­
gelirni, "günaydın", "iyi geceler" gibi sözler de kalıp sözdür ama,
klişe değildir. Her kalıp klişeleşmiyor. Süreç kabaca şöyle: Poplaş­
maya elverişli sanatlı bir söz (eğretileme, benzetme vb.) hoşa gidip

9. TÜBA (Türkçe Bilim Terimleri Sözlüğü), www.tubaterim.gov.tr/ (Erişim ta­


rihi: 22.5.2017)
98 DİL MESELELERİ

yaygınlaşırsa, ya bir süre sonra deyimleşerek dilin sözvarlığına ka­


tılıyor, ya da klişeleşiyor.
Kavramın günümüzde yeterince önemsendiği söylenemez. Fatih
Özgüven öteden beri yeri geldikçe değinir: "Mesela, sinema yazısı
yazarken kaleme takılan (konuşurken kimse bunları kullanmaz) 'si­
nema sanatı adına' , 'keyifli bir seyirlik', 'görsel bir şölen', 'sinema­
nın büyüsü', 'sinema bir şenliktir' [ ... ] ' ... sonra olaylar gelişir' kli­
şesi..." (14.8.2003 tarihli Radikal)
Emre Kongar da 4.9.2003 tarihli yazısında, okuru Avukat Sait
Aktürk'ün medyadan derleyip yolladığı bazı klişeleşmiş yazı baş­
lıklarını aktarıyordu. Bir bölümü şöyle (büyük harfler Kongar'dan):
"Kayahan RUMELİHİSARINI SALLADI", "Sertab Erener AVUS­
TURYA'YI FETHETIİ", "Emrah GÖNÜLLERDE TAHT KURDU",
"Gülriz Sururi FIRTINASI ESTİ", "YÜZDE DOKSAN DOKUZU
MÜSLÜMAN OLAN ÜLKEMİZDE... ", "AMANSIZ HASTALIKTAN
öldü", "İbrahim Tatlıses YERİ GÖÖÜ TİTRETIİ", "[Güreşçiler]
MİNDERİ SÜPÜRDÜLER".
Aktürk'ün derlemesine Kongar da şunları ekliyor: "NAMUS Cİ­
NAYETİ", "SEVGİ YUMAÖI", "TURİZM PATLADI"...
Feyza Hepçilingirler şu örnekleri veriyordu: "Talihsiz bir kaza",
"Bir ilki gerçekleştiriyor", "[Bir işleme] imzalarını attılar", "[Cas­
tro daima], Küba'nın efsanevi lideri", "İstanbul kara teslim"
(13. 1 .2005 tarihli Cumhuriyet Kitap).
Daha başka başlık ya da haber klişeleri: "Yapıt ... Kültür Mer-
kezi'nde izleyiciyle buluşacak", " ... kitabı okurla buluştu", " ... farklı
bir kimliğe... ", " ... bir ilice imza attı", " ... kalbine yenildi", " ... aman-
sız hastalığa yenik düştü", "Emeklinin çilesi bitmiyor", "[Savaşa,
işgale, işkenceye vb.] dur demek için ... ", "Ortadoğu kan gölüne
döndü", "Şiirimizin bir ulu çınarı daha devrildi", "Benim için
önemli olan, insan. Ben insanı yazıyorum", "[dergimizin bu sayısı]
yine dopdolu", " ... izini sürüyor", " ... kapılarını aralıyor", " ... adeta
düşsel bir yolculuğa çıkarıyor" ...
Klişelerin hayatı kolaylaştıran bir yanı olmalı ki böylesine yay­
gın. Gazeteci, olayı anmak zorunda; duygusuz görünmek de istemi­
yor. Gelgelelim, o duyguyla uğraşması fiilen olanaksız: Ne zaman
yeter buna, ne yer, ne de enerji. Dolayısıyla, birinin bir ara yaptığı
ANLATIM SORU(N)LARI 99

kötü edebiyata o da sarılıyor ya da iyisini yineliyor. Klişeler, rüküş


dilin aksesuarları.
Her tür söz, içi boş olarak yinelendiğinde klişeye dönüşebilir;
"barış, demokrasi, vicdan" gibi büyük kavramlar dahil. Özellikle de
birinci sınıf birer demagoji aracı olabilme yetileri yüzünden.
Bu konuda yazdığım ya da okuduğum hiçbir yazı, aldığım hiçbir
not, Orhan Koçak'ın bir yazısında (2009) rastladığım şu saptama
kadar iyi anlatmıyor meseleyi:
"Her şey kolayca klişeye karışmaktadır ve klişe de çoğu zaman
duygunun daha yaşanmadan defedilmesini sağlıyordur" (72).
Bu yazıyı Kemal Varol'un intemetten de erişilebilen "Ruhumu­
zu üşütecek şiirler" 10 başlıklı yazısını anmadan bitiremezdim.

Jokerler ve dolgu maddeleri 11

Dilin de kendi jokerleri ve dolgu maddeleri oluyor. Bunlar genel­


likle bağlaçlardan farklı olarak önceki söz ile sonraki arasında her­
hangi bir ilişki kurmaksızın, hem konuşana hem de dinleyene vakit
kazandıran (bazen de kaybettiren! ) sözlerdir; eskilerin "efendime
söyleyeyim"i, yenilerin "şöyle söyleyeyim"i gibi, boşluk gideren
sözler ve sesler.
Dolgu sözlerinin bir bölümü hayli kişisel, "biçem (üslup) öğesi"
denebilecek nitelikte. Örneğin, "aççık seççik söyleyeyim" sözü
Turgut Özal'a ait bir dolgu maddesiydi. Bu söz, yaşı yeterince bü­
yük olanlarımızda herhalde hep Turgut Özal'ı çağrıştıracaktır. Söy­
lev verirken, sözünün son cümlesini ya da son yancümlesini yine­
lemek ise Tansu Çiller'in dolgu maddesi ve özel vurgulama yoluy­
du. Çiller de her popülist politikacı gibi alkış beklediği noktaya
doğru sesini yükseltir, ancak özgül olarak, alkış başlarken son cüm­
lesini yinelerdi. Sonradan Deniz Baykal da söylevlerinde aynı yor­
dama başvurur oldu.

1 O. www.siirakademisi.com/forum/showthread.php?t=995 (Erişim tarihi: 8. 1 .


20 1 8).
1 1 . Radikal Kitap, 5.5.2006.
1 00 DİL MESELELERİ

Recep Tayyip Erdoğan'ın dolguları ise şunlar: " ... -nln gayreti
içindeyiz" " ... -nln gayreti içinde olanlar var" "ciddi manada... "
' ' '
"şu anda", "bir defa... ", " ... bu noktada... ", " ... çok daha farklı bir... "
"Farklı" sıfatı Erdoğan'da tam bir joker; birkaç sıfatın yerini tu­
tabiliyor.
Bazen de iki dolguyu bir arada kullanıyor Erdoğan: " ... Bir siya­
si parti de, bu noktada bir defa, PKK'nın terör örgütü olduğunu ka­
bul etmek durumundadır." (Milliyet, 7.4.2006)
Sözlü dile ait dolgu maddelerinden biri de, üst düzey profesyo­
nel konuşmacılar dışında hemen hepimizin konuşurken arada bir
pes perdeden çıkardığı "ııı" sesidir. Türkçede bu "ııı", kapalı ve ge­
nizden söylenen, ağırbaşlı bir "ııı"dır. Bunun bir de Amerikancası
var; "ı" sesinin hafifçe daha açık, A'ya yakın ve daha dinamik bir
tonda çıkarıldığı, sonunda inlemeyi andırır bir H sesinin bulunduğu
bir "ıııh". Deniz Baykal'ın "ıııh"ları böyledir; bazen iki kez üst üste,
telaşlı bir tonda çıkarır Baykal bu sesi. Hilmi Yavuz'un "ııı"ları ise
bazen Türkçenin "ııı"lanna, bazen Amerikan "ıııh"larına yakındır.
Jokerlere gelince. Bunların bir bölümü de aynı kişiye ait özgül
dolgu sözlerinden oluşuyor. Ancak, "joker" derken esas olarak, adı
üstünde başka sözcüklerin yerine (deyimleşmeksizin) kullanılan
sözcükleri kastediyorum. Aşağıda son dönemlerin iki jokerine işa­
ret edeceğim: "adına" ve "yaşanan".

adına
Daha önce de değinmiştim (2004: 108); "adına" sözcüğü, "için, açı­
sından, amacıyla, konusunda, uğruna" gibi sözcüklerin ve "adı al­
tında" sözünün yerini alma yönünde hızla yaygınlaşan bir jokere
dönüştü: "Şiir kitaplarına özen gösterilmesi adına iyi bir örnek",
"Ben sözünü ettiğin kavramları, objeleri, nesneleri sorgulamak, sor­
gulanmak adına da kullanıyorum", "popülerlik adına iyinin kovul­
ması", "insanlığın geleceği adına bencil bir davranış", "tanımak,
anlamak, öğrenmek adına ... " örneklerindeki gibi. Yakında "işe git­
mek adına evden çıktım" diyen olursa şaşmamalı.
ANLATIM SORU(N)LARI 101

yaşanan -

Gazetecilerin ve televizyoncuların jokeri. Bazen gereksiz olmak


üzere, çoğu durumda "ortaya çıkan", "meydana gelen" sıfatfiilleri­
nin ya da "-ki" ekinin yerine kullanılıyor: "Malatya'da çocuk yur­
duyla ilgili yaşanan olaylar... ", "nüfusta yaşanan bu hızlı artış", "ta­
rım sektöründe çalışanların sayısında yaşanan 1 milyon 85 bin ki­
şilik azalma" vb.
Bu örnekleri jokersiz olarak yeniden yazalım: "Malatya'daki ço­
cuk yurduyla ilgili olaylar... ", "nüfustaki bu hızlı artış", "tarım sek­
töründe çalışanların sayısındaki 1 milyon 85 bin kişilik azalma."
Bu jokerin en şaşırtıcı kullanımı herhalde "yaşanan ölümler" bi­
çiminde olanı:
"Tuzla Tersanesi'nde yaşanan ölümler.. " (NTV 7.9.2007 19:00
.

Haberleri)
Türkçede cümle kurmanın birkaç yolu vardır, belirli bir anlamı
iletmek için bunlardan birini seçersiniz, ancak, cümleyi düzgünce
toparlamak her zaman kolay değildir. Jokerlerin bu toparlama işin­
de yardımcı olduğu söylenebilir. "Yaşanan" jokerinin bu kullanımı­
nın bir klişe olarak doğmuş olduğu söylenebilir. Klişe, bütünüyle
mekanik bir edimle kullanılmaktadır. Aksi halde, "yaşanan ölüm­
ler"deki tuhaflığı fark etmemek mümkün mü?
Belki de, yıllardır ölümleri kanıksamak zorunda kalan ruhları­
mız ölüm haberlerinde bile yaşamdan söz etmenin yollarını arayıp
buluyordur.
"Yaşamak" fiilinin büründüğü tek yeni biçim yukarıdaki değil.
Yenilikler arasında, "deneyim" anlamında kullanılan "yaşanmışlık"
sözcüğü de var. Dolayısıyla, bu dil olgusunda, joker ihtiyacının yanı
sıra, "-ki" ekinin yazılmasında çekilen güçlüklerin ve "deney/ de­
neyim" karışıklığından kurtulma arzusunun da rolü olabilir.
4
iMLA SORUNLARI

A'laşma

Ortopedik, menopoz, pantolon, dinozor. Türkçenin ses özellikleri,


bu sözcükleri "ortapedik, menapoz, pantalon, dinazor" biçimine
sokma eğiliminde. Ancak kural hfila ilk biçimindeki gibi yazmayı
gerektiriyor.

Ayrı mı bitişik mi?

Bileşik sözcükler bitişik yazılmayabilir mi?


Bu sorun, dilciler arasında --Ozel olarak da eski TDK (şimdiki Dil
Derneği) ile AKDTYKTDK arasında- başlı başına bir tartışma ko­
nusu. Kişisel olarak, Dil Derneği'nin ilkesi yerinde görünüyor bana:
Bileşik sözcükler, sözcük olduklarına göre, bitişik yazılmalıdır.
Kaldı ki, tartışma konusu söz ve sözcüklerden çoğunun, ayrı yazıl­
dıklarında farklı bir anlama geldiklerine de dikkat edilmelidir:
"çokkültürlü" ile "çok kültürlü" örneğindeki gibi.
Ayn yazılan iki sözcüğün, yeni bir sözcük değil, bir tamlama
oluşturduğunu da ekleyeyim.
*

Soru: "Zeytinyağı"m bitişik yazdığımıza göre, susamyağı, haşhaş­


yağı, cevizyağı, pamukyağı, cevizyağı da mı bitişik; "kurşunka­
lem"i, "dolmakalem"i bitişik yazdığımıza göre, kömürkalem, si-
İMLA SORUNLARI 1 03

yahkalem, füzenkalem de mi bitişik; "yağlıboya", "suluboya" dedi­


ğimize göre, pastelboya, guvaşboya vb. de mi bitişik?
Yanıtı için kılavuzunuza bakın denebilecek sorular bunlar. An­
cak, bazen kılavuzlar da sorgulanıp verili kural üstüne kafa yorula­
biliyor. Yukarıdakiler üstüne, kılavuzdakilere ek olarak şunlar söy­
lenebilir:
"Füzen" ve "guvaş" sözcükleri bir başlarına anlam taşıyabildik­
lerinden, aynca "kalem" ya da "boya" gibi tanımlayıcılar eklenme­
sine ihtiyaç göstermezler. "Pastel" sözcüğü ise, hem renk hem de
boya adı olabildiğinden, bunlar karışmasın diye "renk" ya da "bo­
ya" sözcüğünü eklemek gerekiyor: Pastelboya, pastel renkler. Gerçi
"pastelboya" henüz kılavuzlara girmedi; "pastel boya" biçiminde
ayn yazılıyor. Demek hala tamlama aşamasında.
*

"Bir arada" mı, "birarada" mı?


İkisine de rastlanıyor ama, kural ayn yazılması biçiminde. Öte yan­
dan, "bir arada" sözünün iki ayn anlamı olabilir: 1 ) aranın birinde;
2) birlikte. Bu ikinci anlamda kullanıldığında bitişik yazılması ye­
rinde olur, böylece içerikle biçim birbirine yaklaşır.
*

Soru: "Hafta içi/hafta sonu" da, neden "yurtiçi/yurtdışı"?


Yanıt: "Hafta sonu", kalıpsöz olarak, "yıl sonu" ve "ay sonu" biçi­
mindeki yerleşik dizinin bir parçası, "hafta içi" de onun tamamlayı­
cısı. Dolayısıyla, buradaki imla farklılığında bir sorun görünmüyor.
Yeri gelmişken, eskiden "her gün" ve "bir gün" biçiminde ayn
yazılan kalıpsözlerin bitişmeye başladığına dikkat çekeyim. İngiliz­
cenin (everyday) ve BirGün gazetesinin etkisi olabilir. Aynca, "her
gün" ile "hergün" arasında anlam farkı da var. "Her gün ona bir baş­
ka azap daha getiriyordu" örneğindeki gibi.
104 Db... MESELELERİ

Büyük harf/küçük harf

anayasa/Anayasa

"Anayasa" sözcüğü büyük harfle mi başlatılır, küçük harfle mi? Ek


aldığında kesme işareti gerekir mi?
Belirli bir anayasadan söz ederken her yasa adı gibi onu da bü­
yük harfle başlatıp kesme işaretiyle ayırmak gerekiyor. Buna kar­
şılık, "yazılı bir anayasası olmayan ülkeler vardır" örneğindeki gibi,
belirli bir anayasadan söz edilmeyen kullanımlarda büyük harf ve
kesme işareti gerekmiyor.
Yürürlükteki anayasa, uzun adıyla "Türkiye Cumhuriyeti Ana­
yasası"dır. Tarih içindeki adıyla, " 1982 Anayasası". Önceki anaya­
salar da tarihsel adlarıyla, " 1924 Anayasası" ve " 1961 Anayasası"
olarak anılır.

cumhurbaşkanı I Cumhurbaşkanı
Belirli bir cumhurbaşkanından söz ediyorsak, C'yi büyük yazmak
ve kesme işareti kullanmak gerekiyor: Cumhurbaşkanı'nca, Cum­
hurbaşkanı'ndan vb. Soyut bir durumdan söz ediyorsak, büyük harf
ve kesme işareti gerekmiyor: "Büyükelçilerin güven mektupları
cumhurbaşkanınca kabul edilir" vb.
Tüm unvanların, ayrıca "bay, bayan, bey, hanım, hanımefendi"
gibi saygı ve san sözcüklerinin imlasında aynı kural geçerli.
Peki ya "eski İçişleri Bakanları'ndan" imlası? (Ali Sirmen,
24. 12.2017 tarihli Cumhuriyet)
Buradaki unvan çoğul olduğundan, küçük harfle başlatılması
gerekirdi: "eski içişleri bakanlarından... "

köy olmayan köyler


Bakırköy, Mecidiyeköy, Kadıköy, Şarköy gibi adlar, artık gerçek bi­
rer köy olmayan yerleşim yerlerinin adlan. Buradaki "köy" sözcüğü
ilk sözcükle bileşik hale gelmiştir ve bitişik yazılmaktadır: Bakır­
köy'e, Mecidiyeköy'e, Kadıköylüler, Şarköy'den vb.
Buna karşılık, Demirkapı köyü, Zeytinli köyü, Hemmeşe köyü
İMLA SORUNLARI 1 05

gibi örneklerdeki "köyü" sözcüğü, adın bir parçasına dönüşmüş ol­


madığı için ayn yazılıyor, ancak büyük harfle başlatılması gerek­
miyor, tıpkı " ... ili, ... ilçesi, ... mahallesi" diye yazdığımız gibi.1

ortodoks/Ortodoks
Ortodoks sözcüğünün iki ayn anlamı var: 1 ) Hıristiyanlıktaki Orto­
doksluk mezhebine ait ya da mensup; 2) dogmatik. Her ne kadar
sözlükler ve imla kılavuzları sözcüğü hep büyük harfle başlatıyorsa
da, bana kalırsa anlamın daha iyi iletilmesi için bu iki kullanım ara­
sındaki fark imlayla da belirtilmeli; dinsel anlamıyla kullanılan
"Ortodoks" sözcüğü büyük harfle, "dogmatik" anlamında kullanı­
lan ise küçük harfle başlatılmalı. Büyük harf, anlam farklılığına yol
açabiliyor.
örnek: "Popüler müziğe dair toplumcu-Ortodoks tavırla, bu mü­
ziğe... " (Orhan Kfilıyaoğlu, 9.5.2004 tarihli Akşam-tık dergisi)
Örneği aldığım kaynaktaki bağlamdan "dogmatik" kavramı an­
laşılıyorsa da, büyük harfli "Ortodoks" imlası uzak da olsa mezhep
çağrışımına yol açabiliyor. Küçük harfli imla bu çağrışımı önleye­
bilir.

slt/SIT

"Sit'' sözcüğü, Fransızcadan geliyor (le site). "Eski kent, kale için­
deki kent, içinde kazı yapılan eski kent" gibi anlamlan var. Bu an­
lama gelen sözcüğü büyük harfle yazanlar bunun bir kısaltma oldu­
ğunu sanıyorlar belki de. Oysa kısaltma değil.

tann /Tanrı
Tann sözcüğünün imlasıyla ilgili sorun, bu sözcüğün yerine göre
özel ad olarak, yerine göre de cins adı olarak kullanılabilmesi. Tek­
tannlı dinlerin tanrısı anlamında kullanıldığında elbette ki tıpkı "Al­
lah" gibi özel addır ve büyük harfle yazılıp aldığı eklerden kesme
işaretiyle ayınlması gerekir. Bunun dışında, genel olarak tann ol­
gusundan söz ederken özel ad olmadığından, büyük harfle başlat -

1 . Daha önce bu kural da büyük harfle başlamak biçimindeydi (" ... Köyü, ...
İli, ... İlçesi, ... Mahallesi"), son kılavuzlarda değişti.
1 06 DİL MESELELERİ

mak ve eklerini ayırmak gerekmiyor.


Çoktannlı dinlerin tannlan söz konusu olduğunda ise, "Yunan
tannlan/tannçalan" örneğindeki gibi cins adlarını ve bir cins adın­
dan türetilmiş olan "tanrıcılık" söz�üğünü büyük harfle başlatmak
için bir neden görünmüyor. Bunlar AKDTYKTDK kılavuzunda da
küçük harfle başlatılmış.

toplantı adları
"Kopenhag zirvesi" yazarken "zirvesi" büyük harfle mi başlar?
"Avrupa-Akdeniz sürecinin Ara Dönem Dışişleri Bakanlan Toplan­
tısı'na katılmak üzere... " cümlesinde geçen toplantı adının büyük
harfle başlatılması yerinde midir?
Bir kurumun tüzüğünde özel bir organ olarak belirtilmiş olma­
dıkça, zirve, toplantı vb. adlarını büyük harfle başlatmak için bir ne­
den yok.
*

İlk harfi büyük yazıldığı halde eklerini kesme işaretiyle ayırmak ge­
rekmeyen sözcükler de var. Bunlar daha çok, özel adlardan türetil­
miş olanlardır: "Türkçede, Atatürkçülerin, Kanadalılardan" vb. Bu
kuralın istisnası, kişi ve yer adlarının aldığı çekim ekleridir: Türki­
ye'den, Türkin'a, Şarköy'den vb.

Cami, sanayi, zayi ...

Şu tür hatalara hfili rastlanıyor: "Atina'da camii tartışması", "Diyar­


bakır Ulu Camii" ve yitik ilanlarının değişmez hatalı başlığı: "Za­
yii".
Konuyu bir kez daha baştan alıp anlatayım.
Bayi, cami, cima, emrivaki, enva, ıttıla, ibda, içtima, ifşa, ihtira,
intiba, intifa, irca, irtica, irtifa, makta, matbu, matla, mayi, mecmu,
merci, meşru, mevdu, mevki, mevzu, mısra, murabba, muti, mutta­
li, mülemma, mürteci, müvezzi, rücu, rüku, sanayi, zayi...
Bu sözcükler Arapça kökenli. Osmanlıca döneminde Arapçadan
Türkçeye gelirken, yan Arapça yan Türkçe bazı yapısal özellikler,
İMLA SORUNLARI 1 07

bu arada özel bir de tamlama yapısı kazanmışlar: Türkçenin gerek­


tirdiği üzere "Süleymaniye Camisi" denmemiş de, aynı anlama gel­
mek üzere "Süleymaniye Camii" denmiş örneğin. Benzer biçimde,
"Yeni.kapı mevkisi" anlamında "Yeni.kapı mevkii", "Fuzuli'nin mıs­
rası" anlamında "Fuzuli'nin mısraı'', giderek "kimya sanayisi" an­
lamında "kimya sanayii" denmiş vb.
Listedeki sözcüklerin bir bölümü artık pek kullanılmıyor ama,
bir bölümü hala dolaşımda. Bayi, cami, emrivaki, ifşa, irtica, mat­
bu, merci, meşru, mevki, mevzu, mısra, sanayi ve zayi, dolaşımda
olanlardan. Diğer sözcükler de, tarihsel metinlerde karşımıza çık­
malarının yanında, hukuk ve askerlik gibi geleneksel meslek dalla­
rında hfila kullanılabiliyor.
Sözcükler kullanılıyor ama, tamlamaların işleyişine dikkat edil­
meden. Bakıyorsunuz sözcük yalın durumdayken, ortalıkta tamla­
ma filan yokken, sonuna ikinci bir İ getirilmiş, "cami" sözcüğü "ca­
mii" diye, "bayi" sözcüğü "bayii" diye, "zayi" sözcüğü "zayii" diye
yazılmış. Birer İ fazlasıyla!
Gazetelerde kimlik türünden yitikler için verilen ilanların bulun­
duğu küçük kutulara başlık olarak bir başına "Zayii" yazılması ör­
neğini ele alalım. Bu söz "Kimlik zayii" gibi bir tamlama olsa, ikin­
ci İ'nin kullanımı hatalı olmayacak. Ama sözcük bir başına olunca,
"Zayii" diye değil, "Zayi" diye yazmak gerekir. Zayi=kayıp=yitik.
Bir başına kullanırken "zayii" dersek, "kaybı, yitiği" demiş oluyo­
ruz ve sözcük havada asılı kalıyor.
Aynı biçimde: "Sanayii devrimi" değil, "sanayi devrimi'; "kimya
sanayi" değil, "kimya sanayii' ; "gazete bayi" değil, "gazete bayii".
Son dönemlerde, cami, bayi ve sanayi sözcükleri için Türkçe
tamlama biçimi de yaygınlaşıyor: Çarşı Camisi, kimya sanayisi, ga­
zete bayisi vb. Bunlar Türkçeye uygun.
Ancak, aşağıda değineceğim daha özgül sorunlarla da karşılaşı­
labiliyor. Yazının girişinde verdiğim "Diyarbakır Ulu Camii" biçi­
mindeki örnek bunlardan biri. Anlaşılan, Diyarbakır'daki bir cami­
nin adı "Ulu Cami"dir. ("Ulu Camii" olamaz, çünkü burada tamla­
yan konumunda olan "ulu" sözcüğü sıfattır; tıpkı "mavi" ya da "bü­
yük" gibi bir sıfat. Nasıl "mavi camisi" demiyorsak, "Ulu Camii"
de diyemeyiz; "mavi cami", "büyük cami'', "Ulu Cami" deriz.)
108 DİL MESELELERİ

Tamlamayı sıfatla değil de adla kurduğumuzda ise, "cami" söz­


cüğüne ek getirmek gerekiyor: "Çarşı Camisi", "Valide Sultan Ca­
mii" vb. Valide Sultan gibi tarihsel camilerin adındaki cami sözcü­
ğü hep iki İ'lidir: Sultanahmet Camii, Selimiye Camii, Hacıbayram
Camii vb. Bu adları da Türkçeleştirerek "Sultanahmet Camisi, Se­
limiye Camisi" diye yazıp söyleyenlere rastlanıyor ama, kanımca
tarih bilinci açısından bu adları korumakta ve bilmekte yarar var.
"Diyarbakır Ulu Camii" sözünün özgüllüğüne dönelim.
"Ulu Camii" biçimindeki bir tamlamanın, bir başına kullanıldı­
ğında hatalı olduğunu yukarıda belirtmiştim. "Diyarbakır Ulu Ca­
mii" gibi bir zincirleme tamlama için ise, mutlak bir biçimde "ha­
talı" ya da "hatasız" diye hüküm verilemez; belirli bağlamlardaki
kullanımı hatasız olabilir. Sözgelimi, farklı kentlerdeki "Ulu Ca­
mi"lerin sıralandığı bir metin düşünelim: "İstanbul Ulu Camii, Di­
yarbakır Ulu Camii, Kayseri Ulu Camii" gibi. Bu sıralamadaki ka­
sıt, "İstanbul'un Ulu Cami'si, Diyarbakır'ın Ulu Cami'si, Kayseri'
nin Ulu Cami'si"dir. Tamlamalar bu iki biçimde de kurulabilir.
Bu tür bağlamlar dışında, özellikle örneğimizdeki gibi bir başına
kullanıldığında, "Diyarbakır Ulu Camii" gibi iki İ'li bir zincirleme
tamlama da "Ulu Camii" tamlaması kadar hatalı. Diyarbakır'daki
Ulu Cami'yi kent belirterek adlandırmamız, daha doğrusu adreslen­
dirmemiz gerektiğinde kullanılabilecek seçenek çok:
Diyarbakır, Ulu Cami
Ulu Cami, Diyarbakır
Ulu Cami (Diyarbakır)
Diyarbakır'ın Ulu Camii
Diyarbakır'ın Ulu Cami'si.

.. De" bağlacı

"Tanpınar'da bu yazarlardan biridir" biçiminde yazdığınızda, ünlü


"de" bağlacını bitişik yazmış, dolayısıyla hata yapmış olursunuz.
Çünkü kesme işareti (apostrof), ayırmaya değil, bitiştirmeye yarar
ve bitiştirdiği özel adın, olduğu gibi korunmasını sağlar. Bu kural­
dan amaç, özel adın asıl biçimini her durumda gösterebilmektir.
İMLA SORUNLARI 109

"Irak'a" -diye yazar, "Irağa" diye okuruz.


"Tanpınar'da geç keşfedilen modemizm" biçiminde yazdığınız­
da yine bitişik yazmış olursunuz ama, bu kez doğru yazmış olursu­
nuz, çünkü buradaki "-da", bağlaç değil ektir.

Dizinlerdeki sorunlar

Yayımladıkları kitaplara dizin ekleyerek kullanışlı kılan yayınevle­


rinin sayısı arttı. Özellikle az çok başvuru kaynağı niteliği taşıyabi­
lecek yayınlarda dizinlere ihtiyaç duyuyor insan. Ama iki sorun var:
1 ) Küçük harf meselesi. Bazı dizinlerde tüm öğeler büyük harfle
başlatılıyor. Oysa sözlük ve ansiklopedi gibi dizinsel kaynaklarda
madde başlarının özel ad olmadıkları sürece küçük harfle başlatıl­
ması gibi yerleşik bir uygulama vardır. Dolayısıyla, zihnimiz bir di­
zinde büyük harfle başlatılmış bir sözcük gördüğünde bunun özel
ad olacağına hazırlanır. Özel ad değil de bir terim ya da kavramla
karşılaşınca gereksiz yere tadımız kaçar, bir ayırt etme olanağı biz­
den esirgenmiştir çünkü.
2) Kısa çizgi meselesi. Dizinlerde ilgili sözün/sözcüğün geçtiği
yerler için sayfa numaralan verilirken, ardıcıl olanlar dahil tüm say­
fa numaralarının tek tek verildiğine ve bu yüzden yığılmalar oluş­
tuğuna rastlanıyor. Diyelim "Nietzsche" adını madde başı olarak di­
zine aldınız ve bir sürü sayfada geçiyor olsun bu ad. Bunlardan ar­
dıcıl olanlarını, sözgelimi "48, 49, 50, 5 1, 52, 53" biçiminde tek tek
değil, kısa çizgi denen olanaktan yararlanarak "48-53" biçiminde
göstermek gerekir. Bu kısa çizgili gösterim, 48. sayfa ile 53. sayfa
arasında yalnızca Nietzsche'nin konu edildiği anlamına gelmez, o
aralıktaki tüm sayfalarda "Nietzsche" adının en az bir kez geçtiği
anlamına gelir.

Eğik çizgi (/)

Eğik çizginin adlarından biri de "taksim". İşaretin eski adı. Mate­


matikte bölme işaretlerinden biri. Başka kullanımları da var bu işa­
retin. Sözgelimi, şiirleri yazıya geçirirken dizeleri alt alta değil de
1 10 DİL MESELELERİ

yan yana yazmak gerektiğinde, dize bitimlerine eğile çizgi koyabi­


liyoruz. Bu işlemin mantığında da bir bölme, daha doğrusu ayırma
edimi var ama, buradaki kullanımdan söz ederken işarete "taksim"
ya da "bölü" demeyiz. Bir de seçenek oluşturmaya yarayan kulla­
nım var, "çıkış/çıktı" örneğindeki gibi. Bu kullanımda bölme man­
tığı değil, seçenek mantığı geçerli: Yerine göre, "ya da", "hangisi",
"o mu bu mu" vb.
Sözün kısası, "eğik çizgi" teriminin erdemi, işaretin tüm kulla­
nımlarını kapsayan ortak ad olmasında yatıyor. Adreslerde ve böl­
me işlemlerinde hala "taksim" ya da "bölü" diyoruz. Herhalde
"slaş"a ihtiyacımız yoktur diyeceğim ama, söyleniş cazibesinden
midir nedir, yaygınlaşan İngilizce sözcükler arasında o da var. Belki
de yukarda saydıklarımdan öte, bilişim vb. simge kullanan "yaban­
cı"sı olduğumuz yeni alanlar için iyi gidiyordur İngilizcesi.

Ek sorunları

Yapım eki / çekim eki


Soru: Sıfat yapan "-ki" (örn. "yarınki sınav") ve ilgi zamiri olan
"-ki" (öm. "seninki"), yapım eki midir çekim eki mi?
Yanıt: Dilciler arasında, "yarınki sınav" ve "seninki" örneklerin­
de görülen kullanımıyla "-ki" eklerinin türü ve alttürü konusunda
oybirliği yok:
Prof. Dr. Zeynep Korkmaz'a göre bunlar "aitlik eki"dir ve "daha
çok işletme eki" sınıfına girer.
Nurettin Koç'a göre bunlar "ilgi eki"dir ve "çekim eki" sınıfına
girer.
Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu'na göre bunlar "ek kelime"dir ve
"üretim eki" sınıfına girer.
Tahir Nejat Gencan'a göre bu "-ki"ler ilgi/iyelilc adılı, yani kendi
başına bir "sözcük olmakla birlilcte ek gibi bitişilc yazılır".
Yusuf Çotuksöken'e göre "-ki" eki yapım ekidir.
Görüldüğü gibi, görüş farklılıklan meselesinde dilcilerin dep­
rembilimcilerden geri kalır yanı yok. Terim farklılıkları da cabası ...
Tanım konusunda büyük farklılıklar görülmüyor buna karşılık:
İMLA SORUNLARI 111

Bitiştiği .sözcüğün türünü değiştiriyorsa (adı sıfata, sıfatı ada, fiili


sıfata dönüştürüyorsa), bir yapım ekidir söz konusu olan. Sözcüğün
türünü değil de yalnızca içinde yer aldığı cümle ya da sözcenin di­
ğer öğeleriyle olan bağlantısını değiştiriyorsa, bir çekim eki söz ko­
nusu demektir. (Bu konudaki sorunlara "Anlatım" bölümünde de­
ğiniyorum.)
Bir de kalıcılık-geçicilik meselesinden söz eden dilciler var. Gö­
rüş farklılıkları çok iyi temellendirilmiş olmadığı için, bu ölçütün
rolünü ayırt etmek kolay değil. Şu anki görünümüyle bunu genel
geçer bir ölçüt sayabileceğimizi sanmıyorum.
Naçizane, tartışma konusu "-ki"lere "yapım eki" diyenleri haklı
buluyorum.
*

Soru: Olumsuzluk eki, yapım eki midir?


Olumsuzluk eki ("-me / -ma / -mu / -mü" ya da kısaca, "-mE")
bence çekim ekidir.
Soru: "İşgal edilmiş olabilir" fiil öbeğindeki -miş eki, sıfatfıil ya­
pım eki midir, yoksa geçmiş zaman eki mi?
Buradaki -miş ekine, Tahsin Banguoğlu'nun kullandığı terimle,
"geçmiş sıfatfiili" yapım eki denebilir.

Eklerin neliğine dair iki soru:


1 ) "Türkiye"nin kök ve ekleri nasıl ayınlır?
Yanıt: Türk-i-ye. Buradaki "-ye" eki, tıpkı başka bazı ülke adların­
daki "-ye" ve "-ya" sonekleri gibi, Latince kökenli -İA yer adı ya­
pım ekinden geliyor.

2) "Sevinç" sözcüğünün ek yapısı.


Yanıt: Sev-i-nç. Fiil kökü + kaynaştırma + "-nç" yapım eki.
Bu "sevinç" çözümlemesine, Aydın Badak ve Mehmet Aydın iti­
raz ettiler. Aydın Badak, İ'ye "kaynaştırma" demiş olmama itiraz
etti ve lisede yalnızca dört tane kaynaştırma sessizi (Y, Ş, S, N) öğ­
rendiklerini yazdı. Bu bilgiden hareketle de, "sevinç" sözcüğünü
"sev" fiil kökü ile "-inç" yapım eki olarak incelemeyi önerdi.
Literatürde, Badak'ın sözünü ettiği "kaynaştırma ünsüzü" kavra­
mından başka, "koruma sesi", "kaynaştırma ünlüsü" ve "kaynaştır-
1 12 DİL MESELELERİ

ma sesi" kavramları da kullanılıyor. örneğin, Yusuf Çotuk.söken, İ


ünlüsünü "kaynaştırma sesleri" arasında sayıyor.
Ondokuz Mayıs Üniversitesi öğretim üyesi Mehmet Aydın'a gö­
re ise sevinç sözcüğünü şöyle çözümlemek doğru olur: "sev" fiil
kökü, "-i" yardımcı ünlüsü, "-n" fiilden fiil yapma eki ve "-ç" fiil­
den isim yapma eki. Aydın, "-nç" ekinin benim dediğim gibi de çö­
zümlenebileceğini kaydetmekle birlikte, bu iki parçalı çözümleme­
yi daha doğru buluyor. Kaynak olarak, Muharrem Ergin'in Türk Dil
Bilgisi adlı kitabını öne çıkarıyor. Gerçekten de, Muharrem Ergin,
"-nç" biçiminde bir ekin söz konusu olamayacağını kesinlemekte
ve buradaki " '-n-'nin dönüşlülük ekinden başka bir şey olmadığı
muhakkaktır" demektedir. Bense dönüşlülük tezinin tüm "-nç"li
sözcükler için geçerli olduğundan kuşkuluyum.

Kaynaştırma ünsüzleri 2
Soru: "Saka Su'yun katkılarıyla" mı, "Saka Su'nun katkılarıyla"
mı?
Yanıt: Ruhi Su, Su Yücel gibi kişi adlarına iyelik eki getirmek
gerektiğinde kaynaştırma ünsüzü olarak Y kullanmıyoruz: "Ruhi
Su'nun ezgileri", "Su'nun resimleri" vb. Dolayısıyla, kişi adı olmasa
da bir özel ad olan "Saka Su" için aynı ilke geçerli olmalı: "Saka
Su'nun Katkılarıyla."
Soru: Kılıçdaroğlu'ya mı, Kılıçdaroğlu'na mı?
Yanıt: Bileşik sözcüklerin aldığı ekler, bileşimdeki ikinci söz­
cüğe göre düzenlenir. Bu kural özel adlar için de geçerli: Kılıçda­
roğlu'na, Eroğlu'ndan.

E'leşme

Türkçe, "otoritarizm, proletarya, müdahale" sözcüklerini de, kendi


ünlü uyumuna göre biçimlendirerek "otoriterizm, proleterya, mü­
dahele" biçiminde yazma eğiliminde. Ancak kılavuzlar ilk biçimi
kural saymayı sürdürüyor.

2. Bazı dilcilerin kullandığı terimle, koruma ünsüzleri. Öğrencilerin deyişiyle,


YaŞaSıN.
İMLA SORUNLARI 113

Kesme işareti ( ' ) 3

"Günümüz Türkiye'sinde", "on dokuzuncu yüzyıl Fransa'sında",


"Nazi Almanya'sında" gibi örneklerde kesme işaretinin gerekli olup
olmadığı, çok sorulan sorulardan.
Örneklerdeki ekleri ayınp ayırmayacağımız, bunların yapım eki
mi, yoksa çekim eki mi olduğuna bağlı.
İki ek türü arasındaki sınır her zaman çok net olmayabiliyor. Ya­
pım ekleri, adı üstünde, yeni sözcük yapmaya, varolan sözcüklere
yeni anlamlar kazandırmaya yarayan ekler. örneklerdeki Türkiye,
Fransa ve Almanya sözcükleri, buradaki kullanımlarıyla dönem açı­
sından sınırlanmış olmakla birlikte yine bildiğimiz ülkelerin adı
olarak kalmış, başka bir ada dönüşmemiş durumdalar. Dolayısıyla,
buradaki ekler birer çekim eki. Yer adlarına gelen çekim eklerini
kesme işaretiyle ayırıyorsak (Türkiye'de, Almanya'nın, vb.), bura­
daki ekleri de ayıracağız demektir.
Yapım eki almış (kesme gerektirmeyen) yer adı örneği, Murat
Belge'nin bir yazısından olsun. Belge, İspanya ile İngiltere arasında
17. yy. ortalarında imzalanmış olan Andorra Antlaşması için "bir
tür İspanyol 'Karlofçası' " derken Karlofça için kesme kullanmıyor
(Radikal, 3. 1 .2004). İyi de ediyor, çünkü bu kullanımdaki "Karlof­
ça"dan kasıt ne bu adı taşıyan kasabadır, ne de adını o kasabadan
almış olan tarihsel antlaşma. Bunları da çağnştınnakla birlikte, so­
nuçta kastedilen, Andorra Antlaşması'dır. Başka bir deyişle, "-[s]I"
ekinin bu örnekteki kullanımı, bilinen bir özel adı yeni bir tamla­
manın içinde kullanarak, başka bir nesnenin adlandırılmasını sağ­
lamıştır. Bu bir sözcük yapım işlemidir ve yapım eki kuralları uya­
rınca yeni sözcüğün kesmesiz yazılması yerindedir.
Kesme işaretini, vurgulama amacıyla da kullanabiliyoruz, "Be­
şiktaşlı'nın geleneksel sportmenliği" örneğindeki gibi. Olağan kul­
lanımda gerekli olmayan kesme işaretinin burada kullanılmış olma­
sı iki ayn anlama gelebilir: 1 ) Lakabı "Beşiktaşlı" olan birisinden
söz edilmektedir; 2) Cümleyi kuran kişi, genel bir kategori olarak

3. Radikal Kitap, 14. l 1 .2003.


1 14 DİL MESELELERİ

"Beşiktaşlı" sıfatına özel bir önem vermektedir. Bu iki olasılıktan


hangisinin geçerli olduğunu bağlamdan anlarız. Ancak her iki du­
rumda da kesme işareti meşrudur.

Özel ad, yarı özel ad

Facebook, twitter, wordpress, google... Bu dizi yıllar önce "inter­


net"le başlamıştı: İnternet sözcüğü büyük harfle mi başlatılmalı,
küçük harfle mi? Büyük harf olacaksa İ'yi noktalı mı yazacağız,
yoksa İngilizcesindeki gibi noktasız mı?
Şimdi bu soruları soran kalmadı, dilin doğallığı, hükmünü icra
etti: İnternet de, facebook da, twitter, wordpress ve google da, yarı
özel ad diyebileceğimiz türden sözcüklerdir. Şirket adı olarak özel
addırlar, ancak her gün kullandığımız sanal aygıtların adı olarak
bunlara tam anlamıyla ne özel ad diyebiliriz, ne de cins adı.'
Bu "yarı özel ad" terimini şöyle tanımlayabiliriz: Başka bir dile
çevrilemeyecek kadar belirli ve özel, ama kullanımda aldığı biçim
ve kapsam açısından cins adı olan sözcükler.
Arama motoru "google" için fiil bile oluştu: İngilizcesi "to
google", Türkçesi "google'lamak".
Gerçi AKDTYKTDK, "internet" yerine "Genel Ağ" denmesini
önerip duruyor, hem de büyük harfle başlatarak. Dil Derneği'nin de
"genelağ" ya da "bilgisunar" gibi önerileri var. Ancak, umutsuz da­
va: Dilbilimin "genelleşme" adını verdiği bu tür süreçler sonucu
oluşan adların yerine başka sözcük konulması mümkün olamıyor:
jilet, sana, seloteyp, jip...

Saatlerin ekleri

"Saat 3:00'da" değil, "saat 3 :00'te". Çünkü, özel bir vurgulama ih­
tiyacı olmadıkça, "saat üç sıfır sıfırda" demeyiz, "saat üçte" deriz.
6:00'da, 5:00'te, 14:40'ta...
İMLA SORUNLARI 115

Tek m i çift mi?

Alerji, entelektüel, koleksiyon, kolektif...


Kılavuzlar böyle gösteriyor, ancak tek değil çift L'yle yazanlara da
rastlanıyor. Çift L'nin nedeni, bu sözcüklerin geldikleri dillerde de
öyle yazılmaları olabilir. Oysa o dillerde iki L'yle yazılıp tek L'ymiş
gibi okunuyor bu sözcükler. Türkçe imla, dilde tasarruf ilkesine da­
ha uygun.

" -ua/ -uvan

aksesuar, laboratuvar, tuval ...


Aradaki V farkının inandırıcı bir açıklaması yok. Fransızcadan geliş
süreçlerinde ve yaygınlık ölçümlerinde elde edilmiş sonuçlar bun­
lar. Bütün kılavuzlarda böyle.
UA sesi Türkçeye uygun değil ama bunun çözümü araya V kon­
ması da değil bence; V konması "UVA"yı vurgulu söyleme gereğini
duyurabiliyor çünkü. Bu nedenle olmalı, Fransızcadan gelen "UA"
(oi) seslerinin imlasında karar kılınamayıp bazen V'li yazılmış, ba­
zen V'siz. Kişisel olarak, bazı yerleşik örneklerde Dil Demeği'ne
uymakla birlikte, genel olarak V eklenmesinden yana değilim. El­
bette en iyisi, olabildiğince Türkçesini kullanmak. Kuartet yerine,
dörtlü.

Virgül 4

"Hayır, duymadım," dedi Mary, "Seni bu hale sokuyorsa duymak


da istemem."
Bu bileşik cümlede, "duymadım"dan sonra virgül mü kullanıl­
malı, nokta mı?

4. Aynca bkz. elinizdeki kitapta "Dil Demeği'nin Yazım Kılavuzu" başlıklı bö­
lüm.
1 16 DİL MESELELERİ

Cümle içi cümlelerin sonuna bazı yazarlar nokta koyuyor, bazı­


ları ise virgül. Ben virgülcülerdenim. Yerine göre hiçbir noktalama
kullanılmayabilir, ancak bileşik cümlelerde nokta, temel cümlenin
sonunda olmalı.

"Bağlaç olarak kullanılan 'ya •.. ya'lar virgülle de ayrılır mı?"


Basit cümlelerde ilke olarak, bağlaçlardan sonra virgül gerekmiyor.
"Yazım" kılavuzları ile ilk ve orta öğrenim ders ki�pları ne yazık
ki yalnızca basit cümlelerle ilgili kurallardan söz ediyor. Oysa, ara­
ya yancümlelerin girdiği bileşik cümlelerde anlamın karışmaması
için, bağlaçlardan sonra virgül kullanmak gerekebiliyor. 5

37,5 mi, 37.5 mi?

Türkçede ondalık basamak ayırıcısı, yürürlükteki kurala göre vir­


güldür ama, İngilizcenin etkisiyle olmalı, yaygın bir biçimde nokta
kullanılıyor. Bu dönüşme neredeyse geri dönülmez bir hal aldı.

Yabancı özel adlar

Yabancı özel adların imlası bütün diller için bir zorluk kaynağı. Av­
rupa basınında Papa XVI. Benedictus dönemini hatırlayanlar bilir.
Bu ad her Avrupa ülkesinde başka bir imlayla yazılıyordu: Bene­
dict/Benedictus, Benedikt/Benediktus, Benoit, Benedykt, Bene­
detto, Benedicto... Her ülkenin kendi geleneğine göre biçimlenen
imlalar. Ve o ülkelerden yayılan metinler yoluyla dünyaya yayılan
çeşitlilik. Dönemin Türkçe gazeteleri dahil.
Türkçe imlanın yürürlükteki kuralına göre, Latin alfabesini kul­
lanan dillere ait özel adlar Türkçede de özgün imlalarıyla yazılır.
Bunun tek istisnası, yerleşik, geleneksel bir Türkçe uyarlaması bu­
lunan, "Napolyon, Şarlo, Londra, Münib, Kalifomiya" vb. adlardır.
Peki, yukarıda verdiğim papa örneğindeki gibi durumlarda Türk­
çenin tavn nasıl olmalı?

5. Aynca bkz. Türkçe Sorunları Kılavuzu (2000), VİRGÜL maddesi.


İMLA SORUNLARI 1 17

Türkçede yerleşik, geleneksel bir imlası bulunmayan adlar için


genel ilke kişinin kendisinin kullandığı imlayı esas almaktır. Papa
XVI. Benedictus örneğindeki gibi.
Güncel Türkçede, Latin alfabesini kullanan dillerle ilgili bu ku­
ralların uygulanmasında tarihten gelen ve hfila aşılamayan bir istis­
na var: Kürtçe adlar. Kürtçe de tıpkı Türkçe ve aynı alfabeyi kulla­
nan diğer bazı diller gibi Latin alfabesini kendisine uyarlayarak be­
nimsemiş olduğu halde, Kürtçe sözcüklerin ve adların varlığı res­
men reddedilmeye devam ediliyor. Gerçekte toplumumuzda son on­
yıllardaki büyük çalkantı ve çatışmaların hem nedeni hem de sonu­
cu denebilecek bir sorundan söz ediyoruz 6 ...

Latince dışındaki alfabeleri kullanan dillere ait kişi adlarıyla il­


gili kurala gelince. Yine yerleşik istisnalar geçerli olmakla birlikte,
bu adlarla ilgili kural, Türkçe söylenişe göre yazılmaları biçiminde.
Gelgelelim, bu kuralın uygulandığını söylemek zor. Kurala göre
"Şarapova, Şevçenko, Maşadov, Cevat Nekunam, El Kahtani" ör­
neklerindeki gibi yazılması beklenen adlar çoktandır "Sharapova,
Shevchenko, Mashadov, Javad Nekounam, Al Qahtani" örneklerin­
deki gibi İngilizce imlayla yazılıyor. Bunun nedeni herhalde belli­
dir: Yıllar içinde İngilizcenin tüm dünyada ortak dil haline gelmesi,
haberlerin ve her tür metnin küresel düzlemde İngilizce üzerinden
yayılması. Süreç hızlandıkça, başta gazeteciler ve yayıncılar olmak
üzere en çok okuyup yazan kesimlerde bu hıza zaten zor olan eski
imlayla ayak uydurmak büsbütün olanaksız hale geldi. Kurala uya­
cak olsanız, kirli alfabesi kullanan ya da Arapça, Farsça, Ermenice,
İbranice, Yunanca, Japonca, Çince gibi "bilinmeyen" dillerden ge­
len özel adların Türkçe okunuşunu öğrenmek için ya yine büyük öl­
çüde İngilizcesine bakmanız ya da ikircim yaratan durumlarda ilgili
ülkelerin temsilcilerine sormanız gerekecek. Başa çıkılması fiilen
olanaksız yordamlar.
İki koşul var ki, belki onlar gerçek olsa Türkçe söyleyişe sadık
kalınabilir: Birincisi, bütün dillerin çok iyi hazırlanmış söyleyiş
sözlüklerine çevrimiçi erişim olanağı, ikincisi de, her ne pahasına
olursa olsun Türkçe söyleyişi ve imlayı koruma iradesi. Bütün bun-

6. Bkz. bu kitapta ve Dilimiz Dillerimiz'de, "Anadili" başlıklı bölümler.


1 18 DİL MESELELERİ

lara bir de kültür taşıma iradesini eklemek gerekir. Öyle görünüyor


ki bugün bu koşullardan epey uzaktayız. Sonuçta Türkçe imla kı­
lavuzlarındaki ilgili kuralı gözden geçirmek kaçınılmaz bir duruma
geldi gelecek.
İmla kılavuzları dediğim, biri AKDTYKTDK, diğeri Dil Derneği
tarafından yayımlanan ve bu iki kurumun İnternet sitelerinden de
erişilebilen iki "Yazım Kılavuzu"dur. Bu kılavuzlardan ve benim
Türkçe Sorunları Kılavuzu gibi yardımcı kaynaklardan, "Türkçe
okunuş" kuralını kaldırıp, "ilgili kişi ya da kurum tarafından Latin
alfabesinde yazıldığı biçimde yazılır" gibi bir genel kuralın benim­
senmesi yerinde olabilir.7
*

Soru: Nancy, Franny gibi Y harfiyle biten isimlere getirilen ekler


hangi harfle başlamalı?
Yanıt: Yaygın kullanım, "Nancy'ye, Nancy'nin" biçiminde. Türk­
çe söyleyişe de böylesi uygun.

Dil Derneği'nin Yazım Kılavuzu 8

Dil Derneği yayını Yazım Kılavuzu nun açıklama bölümlerindeki,


'

bir askeri okul yönetmeliğini andıran hamaset ve klişecilik izleri 9.


baskıda da devam ediyor. Türkçesinde son birkaç baskıda epey dü­
zelme olmakla birlikte hata göze çarpan özensizlikler var.9 Bunlara
sırayla değineceğim.
önce "İçindekiler" sayfasındaki sorunlar.
Birincisi, "Büyük/küçük ünlü uyumuna uymayan ... " kakışması.
Uyuma uymamak! Öneri: "Büyük / küçük ünlü uyumuna aykırı... "

7. Türkçe Sorunları Kılavuzu'nda benimsediğim ilke, başta Dil Demeği'ninki


olmak üzere ortak tavırlara olabildiğince uymak, gerçekten daha iyi bir önerim
olmadıkça ayn tavır almamaya çalışmaktır. Bu nedenle, önerimi şimdilik burada
açıklamakla yetiniyorum.
8. 9. baskı, 20 1 2. Öncesi için bkz. Dilimiz, Dillerimiz, s. 39 vd.
9. Özellikle bir "yazım kılavuzu" için hoşgörülemeyecek kadar çok dizgi ha­
tası var. Kalabalık ebnemesi için burada o hatalara yer vermiyorum.
İMLA SORUNLARI 1 19

ya da "Büyük/küçük ünlü uyumunun istisnaları".


İçindekiler sayfasındaki ikinci sorun, konu başlıklarının büyük
harfle başlaması kuralıyla ilgili. Bu kural, "de, ki, ile" bağlaçların­
dan biriyle başlayan başlıklarda bir yana bırakılmış (" 'ile' Sözcü­
ğünün Ek Olarak Kullanılışı" örneğindeki gibi, s. 5).
Oysa, adı geçen bağlaçlar da diğer sözcükler gibi birer sözcük­
tür, dolayısıyla başlıklarda ve cümlelerde büyük harfle başlatılma­
ları gerekir. 10 Amaç bu sözcüklerin buradaki kullanımlarında özgül
işlevlerinin dışında olduklarına dikkat çekmekse, bu amaç için tır­
nak yeterli.
Aynı yerdeki diğer başlıkların başında yer alıp sözcük değil ek
olan birimlerin ise küçük harfle başlatılması yerindedir, çünkü bü­
yük harfın bulunması gereken yerde bir harf değil, kısa çizgi bulu­
nuyor. Aynca, "-ki" ekinin başta yer aldığı iki başlıkta da, ek yazı­
mında vazgeçilmez olan kısa çizgi unutulmuş, eklemek gerekiyor.
İçindekiler sayfasında bir yenilik olarak, eskiden "Noktalama
İmleri" biçiminde olan başlığın yerini "Yazını İmleri" başlığının al­
dığını görüyoruz. Bu değişikliğin açıklaması s. 1 5'te. Gerekçe ola­
rak, bu imlerin "doğrudan yazımla ilgili" olduğu gösterilmiş. Ya­
zımla ilgili oldukları doğru elbette. Ancak, "noktalama imleri/işa­
retleri" terimine veda etme girişimi iki açıdan sakıncalı. Birincisi,
"noktalama imleri (noktalama işaretleri; punctuation marks)" teri­
mi ile "yazını imleri (imla işaretleri; orthographical marks)" terimi
arasında anlam farkı var. "Yazım imleri" terimi, "noktalama imle­
ri"nin eşanlamlısı değil, onu da kapsayan bir üstanlam terimi. Bu-

l O. Kitap adlarında ve yazı başlıklarında büyük harf kullanınu konusunda hfila


yürürlükte olan kurala göre, yazı başlıklarında "ve", "de", "ki", "ile", "ya", "ya
da" bağlaçları ve "mi" soru eki küçük harfle, diğer tüm sözcükler büyük harfle
başlatılır. Ancak, son yıllarda yazı başlıklarının yalnızca ille sözcüğünün (ve el­
bette varsa özel adların) ille harfini büyük yazma uygulaması yaygınlaştı. Bu uy­
gulamanın "zaman zaman yanlış anlaşılmalara yol açuğı" (s. 34) biçimindeki tes­
pite katılmıyorum. Herhalde edebiyata "yazın" dernek kadar bile doğrnuyordur
böyle bir sonuç. Kanımca yazı başlıklarında büyük harf kullanımına ilişkin ku­
rallar yaygın uygulama yönünde düzeltilmelidir. Böylece şunu önermiş oluyo­
rum: Yazım Kılavuzu nda "Büyük Harflerin Kullanılışı" bölümündeki "ş)" para­
'

grafı kaldırılsın ve "k)" paragrafındaki "önemli not" düzeltilsin. Ben de Türkçe


Sorunları Kılavuzu nun ilgili paragrafını düzelbnek niyetindeyim.
'
1 20 DİL MESELELERİ

radaki üstanlam alanının içerisinde, noktalama işaretlerinin yanı sı­


ra "ayıncı imler/işaretler de (diacritics1 1 de)" yer alıyor. Sözgelimi,
bazı dilcilere göre Türkçenin Ç ve Ş harflerindeki çengeller ile Ö
ve Ü'deki noktalar birer imla işareti ya da ayırıcı işarettir ama, nok­
talama işareti değildir... Bu karışıklığı önlemek istiyorsak, "nokta­
lama imleri"ne "yazım imleri" dememeliyiz.

"Sunuş" bölümüne geçiyoruz. İki buçuk sayfalık metinde, biri


"ulu önder" klişesiyle olmak üzere tam altı kez "Atatürk" adını an­
mak, hamaset izleniminin başlıca yaratıcılarından. Bu yineleme
fazlalıklarındaki iyi niyetten kuşkum yok. Ancak, günümüzde yi­
neleme fazlalığının, amaçlananın tam tersi bir etkide bulunduğunu
hatırlatmak isterim. İlk paragrafta geçen "bilim ve sanat adamları"
sözünün cinsiyetçi ve arkaik kaçtığını da ekleyeyim. "Bilim ve sa­
nat insanları" sözü öylesine yerleşti ki, eskisi hayli yadırgatıcı ka­
lıyor.
"Sunuş"taki diğer sorunlar:
- Noktalı virgül fazlalıkları (üçüncü ve dördüncü paragraf). Ço­
ğu için virgül yeterli olur. Aynı fazlalığı başka örneklerde de görü­
yoruz (bkz. "Güneş, Ay ve Gezegen Adları... " bölümü, s. 40 vb.).
Noktalı virgül kullanmadan önce, virgülün yetip yetmeyeceğini sı­
namak gerekir.
- "Büyük harflerin kullanımına" mı, "büyük harf kullanımına"
mı? ("İlaç kullanımına getirilen kısıntılar" / "Valilerin kullanımına
sunulan yeni otomobiller" örnekleriyle karşılaşt•nnız.) Bu konuda,
kılavuzun yazarları da bir rahatsızlık hissetmiş olmalılar ki, bölüm
başlığı olarak "Büyük Harflerin Kullanılışı" biçimini yeğlemişler
(bkz. "İçindekiler" sayfası ve s. 32).
"Sunuş"ta aynca, kitap adı olarak "Yazım Kılavuzu"nun aldığı
eklerden kesme işaretiyle ayınlmadığını görüyoruz. Bunun nedeni
herhalde, yasa, yapıt ve kurum adlarında "kesme imi kullanılmaya­
bilir" biçiminde serbestlik tanıyan yeni "kural"dır (s. 74-75). Bu ta­
vır, özel adların yalnızca kişi ve yer adlarından oluştuğu kabulün­
den kaynaklanmış olabilir. Kanımca, özel adları okunuşlarını zor-

1 1 . Ayıncı im (İng. diacritic): farklı alfabelerde özgül harflerin ya da seslerin


yaratılmasında kullanılan, çengel, çift nokta, altçizgi, üstçizgi vb. işaretler.
İMLA SORUNLARI 121

laştınnak pahasına dokunulmaz kılıyorsak (ki kılıyoruz: Irak'a, Bu­


rak'a Validebağ'a vb.), bunun nedeni adın özgün halini korumak,
eklerle karışmasını önlemek isteyişimizdir. Böyle bakılınca, yasa,
yapıt, kurum adlan da özel adlardır ve aynı amaçla korunmaları, do­
layısıyla eklerinden kesmeyle ayınlmalan gerekir. Dil Derneği de,
6. baskıda "Türkçe Sözlüğe" biçiminde yazmışken, yeni baskılarda
"Türkçe Sözlük'e" biçiminde düzelttiğine göre, buradaki sorunu
sezmişe benzemektedir. Sorunu sezmiş, ancak sözlük için uygula­
dığı kuralı kılavuz için uygulamamış. 1 2
"Giriş" bölümüne geçtiğimizde karşımıza çıkan ilk sorun, ikinci
cümledeki edilgen çatı sorunu oluyor. Cümle şöyle:
"Türkçenin yazım sorunu, 1928'de yeni abecenin kullanılmaya
başlamasıyla açık seçik ortaya çıkmıştır."
Buradaki "kullanılmaya başlaması" sözüyle oluşan sorun benim
"Art arda gelen fiillerde edilgen çatı" başlığıyla ele aldığım sorun­
dur (2000) . Böyle durumlarda fiilin öznesiyle nesnesine bakılması­
nı öneriyorum. Örneğimizdeki ikinci fiilin ("başlaması" fiilinin)
gösterdiği işi kim yapıyor? Başlama işini yapan, yani özne kimdir
burada? Özne gizli, demek ki fiilin edilgen kipte olması gerekirdi.
Öneri: " ... yeni abecenin kullanılmaya başlanmasıyla... "
Sayfa 1 5'te, "yer adlan" teriminin bitişik yazıldığını görüyoruz.
Belli ki dizgi hatası değil, çünkü "yeradlan" terimi, başka yerlerde
ve "dizelge"de de bitişik yazılmış. Bu bitiştirmedeki sakınca, "kişi
ve yeradlannın" yazımında açıkça görülüyor. "Yeradıbilim" (topo­
nimi) teriminin bitişik yazılması, "yer adı" teriminin de bitişik ya­
zılmasını zorunlu kılmaz. "Yer adlan" terimi ayn yazılmalı: "Kişi
ve yer adlan" vb.
Aynı arabaşlık altındaki 10. maddede verilen "emlak, -ki" örneği
de hatalı. Bu sözcükte L ince, ancak K kalındır; dolayısıyla bu ör­
nek, "emlak, -kı" biçiminde düzeltilmeli. Aynı düzeltmeyi "Sözcük

1 2. Yazım Kılavuzu'nun "İçindekiler" bölümünde, özel adların yazımında doğ­


rudan yol gösteren bir başlık yok. Konu "Kesme İmi" bölümünde ele alınıyor ve
özel adların ekleri için kesme işareti kullanılması kural olmaktan çıkanlıp hir ola­
nağa dönüştürülüyor (s. 7 l ) . Dil Derneği, bu çerçevede olmalı, kılavuzunda kendi
derneğinin adını eklerinden kesme işaretiyle ayırdığı halde diğer kurum adlarını
ayırmıyor!
1 22 DİL MESELELERİ

Dizelgesi"nde de yapmak gerekiyor, "emlakçilik" demeyiz, değil


mi? 1 3
Yine aynı arabaşlık altındaki 1 3 . maddede, "Dipnot sayılarının
(imlerinin) nerelerde kullanılacağı'-' denmiş. Buradaki "sayılan"
sözcüğü hem fazla, hem de anlamsal bir sorun yaratıyor. 1 4 "Dipnot
imlerinin" denmesi yeterli olur.

" '-ki' Ekinin Yazımı" başlıklı bölümün 3. paragrafında (s. 26),


virgülün önemi açısından tipile bir örnek var. Söz konusu ek için,
"eklendiği sözcüğe ait olma ya da bulunma anlamlan katar" den­
miş. Tanım iyi güzel de, cümle bitmeden anlam yerini bulmayabilir.
Çatallanmayı belirtmek için virgül kullanmak anlatımı rahatlatır;
"eklendiği sözcüğe, ait olma ya da bulunma anlamı katar" gibi.

" ' [D]e' Bağlacının Yazımı" başlıklı bölümde, "de/da bağlacın­


dan sonra virgül konmaz" denmiş (s. 28). Bu konudaki itirazımı da­
ha önce çeşitli vesilelerle anlatmıştım (2000 : 68 vb.). Bileşile cüm­
leler için geçerli olabilecek bir kural değil bu.
New York şehrinin adı, s. 3 l'de "Nevyork" biçiminde yazılmış
ama, "Dizelge"deki yerinde "Nev York" olarak verilmiş. Seine Ir­
mağı'nın adı, s. 3 1 'de "Sen" biçiminde yer alırken, dizelgede büyük
harfli bir "Sen" yok. Olmaması da bence yerindedir. Hatalı olan,
"Seine'i "Sen" yapmaktır.
Aynı eleştiri, "Cannes" kentinin "Kan" diye yazılması için de ge­
çerli (s. 3 1 , 34, 84 ). Türkçede yerleşile bir uygulama mıdır bu? Tanrı
korusun!

"Büyük Harflerin Kullanılışı" başlıklı bölümde (s. 32 vd.):


"ğ)" paragrafının ilk cümlesinde sözdizimi hatası (gündelile dil­
deki deyimle söylersek, cümle düşüklüğü) var: "Yer, yön, yöre, böl­
ge bildiren ( ... ) sözcükler, kullanıldıklan özel adlardan ayn yazılır;
her sözcüğü büyük harfle başlar ... " Buradaki son yancümlenin bir
öğesi eksile; neyin "her sözcüğü büyük harfle başlar" sorusunun ya­
nıtını alamıyoruz, özneyi oluşturması beklenen tamlama eksik bı-

13. Bu hata Türkçe Sorunları Kılavuzu'nda da vardı, 5. baskıda düzelttim.


14. Belli ki burada "dipnot sayısı"ndan kasıt "dipnot numarası'dır. Aynı hata
s. 59 ve 60'taki 6. paragraflarda da var.
İMLA SORUNLARI 1 23

rakılmış, anlam belirsizleşmiş. Öneride bulunmuyorum.


"ı)" paragrafında belirtilen "Kuzey Ülkeleri, Güney Ülkeleri,
Üçüncü Dünya" adlandırmalarının yerleşik tanım ya da resmiyetleri
yok. Dolayısıyla büyük harfle başlatılmaları uygun değil. Birer de­
yim olarak küçük harfle yazılmaları yerinde olur.
"i)" paragrafında, "Kurum, kuruluş adlarının her sözcüğü büyük
harfle başlar" denmiş. " ... "ve, ile" gibi bağlaçlar dışında" diye ek­
lemek gerekiyor.
"n)" paragrafında, "Türkçe dili, Fransızca dili" gibi kullanımlar
için, "yanlıştır" hükmüyle yetinmek yerine, bunların gereksiz an­
lamsal yinelemeler olduğunu eklemek iyi olur.
"Güneş, Ay ve Gezegen Adlarının Yazımı" başlıklı bölümde,
"Gökbilim ve coğrafya ile ilgili olmayan konular dışında da geze­
gen adlan büyük yazılır" denmiş (s. 4 1 ). Herhalde " ... ilgili konular
dışında da" ya da " ... ilgili olmayan konularda da" demek isteniyor.

"Bileşik Özel Adların Yazımı" başlıklı bölümün 1 . paragrafında,


"İki ya da daha çok sözcükten oluşmuş yerleşim merkezlerinin adı
bitişik yazılır" denmiş (s. 43). Belli ki, "İki ya da daha çok sözcük­
ten oluşmuş yerleşim merkezi adlan bitişik yazılır" olacak.

"Terimlerin Yazımı" başlıklı bölümdeki "b)" paragrafında: "Bu


kural belirtici, niteleyici görev yapan ya da altbölümleri bildiren
sözcükler bileşik sözcük olduğu zaman da uygulanır" cümlesinin
öznesini virgülle ayırmak gerekiyor: "Bu kural, belirtici, niteleyici
görev yapan ... "
Özneyi virgülle ayırmak her zaman gerekmese de, buradaki gibi
anlamın belirsizleştiği, tamlamaya benzer bir yapının doğduğu du­
rumlarda virgül, okumayı kolaylaştırır, hatta mümkün kılar.

"Deyimlerin Yazımı" başlıklı bölüm şöyle başlıyor: "Deyimler


oluşturduktan sözcüklerin temel anlamından ayn; bir duyguyu, bir
kavramı, bir durumu çarpıcı biçimde anlatan kalıplaşmış öğelerdir."
(s. 46)
Buradak..i sorunlar şunlar:
Deyimler sözcükleri oluşturmaz, sözcükler deyimleri oluşturur.
Öneri: "Deyimler, oluştukları sözcüklerin ... "
1 24 DİL MESELELERİ

"Sözcüklerin temel anlamı" sözünde de bir terim birliği sorunu


var. Dilbilimciler "temel anlam"dan çok, "düzanlam" terimini kul­
lanıyor (İng. denotation).
Yukarıdakinin hemen ardından gelen, "Deyim ya da deyim nite­
liği taşıyan söz öbeklerindeki sözcükler ayn yazılır" cümlesinde
ise, sözdizimi sorunlu; baştaki "deyim" sözcüğü cümlenin hiçbir
öğesine bağlanmıyor. Oysa dilde her cümle öğesi, şu ya da bu bi­
çimde bir diğerine bağlanır; aksi halde denklem kurulamaz, sözdi­
zimi sorunu ortaya çıkar. Türkçe gibi çekimli dillerde ekler, cümle
öğelerinin birbirine bağlanması açısından hem belirleyici hem de
kurtarıcı bir önem taşıyor. Yukarıdaki sorunlu cümlede de öyle.
Öneri: "Deyimlerdeki ya da deyim niteliği taşıyan söz öbeklerinde­
ki sözcükler ayn yazılır."

İki sözdizimi vakası daha:


Sorun: "Kitap adı, yazı, bölüm başlıkları sonuna nokta konmaz."
(s. 50) Burada esirgenmiş olan ek ve bağlaçları yerine koyalım. ıs
Öneri: "Kitap adlarının ve yazı ya da bölüm başlıklarının sonuna
nokta konmaz."
Sorun: "Bölümce yazının bir bölümü olduğu için, bunu belli et­
mek amacıyla satırbaşı yazı makinesi ya da elle yazılan metinde
içerden yazılır." (s. 77)
Öneri: "Bölümceler yazının bölümleri olduğundan, bunu belli et­
mek için satırbaşları içerden yazılır."

"Nokta" başlıklı bölümün 5. paragrafında hem bir anlam sorunu


var, hem de getirilen kural tartışma götürür. Şöyle denmiş: "Tırnak
içindeki alıntı tümcenin yargısı, tırnağın içindeki tümceyle tamam­
lanıyorsa ve yargı bu tümceyle (ya da birden çok tümceyle) bitiyor­
sa tırnak içindeki tümceye (ya da tümcelere) nokta konur." (s. 48)
Buradaki anlam sorununu, "tırnağın dışındaki" yerine "içindeki"

1 5 . Türkçeyle ilgili şehir efsanelerinden biri de "ve" bağlacından kaçınmak


gerektiğidir. Bunda bu bağlacın Arapçadan gelmiş olmasının payı var mıdır bil­
mek zor. Ancak, Nurullah Ataç, Erdal Öz, Bilge Karasu gibi pek çok yazarın "ve"
kullanmaktan kaçındıkları, hatta yazmışken ayıkladıkları bilgisinin etkili olduğu
açık.
İMLA SORUNLARI 1 25

denmesi oluşturuyor. Cümle şöylece düzeltilebilir: "Tırnak içindeki


alıntı tümcenin yargısı, tırnağın dışındaki tümceyle tamamlanıyorsa
"
Cümlenin içeriğine gelince. Getirilen kurala katılmadığımı yu­
karıda "Virgül" başlıklı bölümde açıklamıştım, yineliyorum: Ka­
nımca, bileşik cümlelerde nokta, bütün durumlarda en sona konul­
malı. Tek istisna, kılavuzda "Önemli not" ile belirtilen durumlar
olabilir (s. 49).
Yine aynı bölümün 1 O. paragrafında, "gün, ay, yıl sayıları" sözü
geçiyor. Oysa kastedilen, kaç adet gün, ay ya da yıl bulunduğu de­
ğil. Dolayısıyla, "gün, ay, yıl gösteren sayılar" denmeli. 17. parag­
rafta da aynı hata var: "dipnot sayısı" denmiş, oysa kastedilen "dip­
not imi/işareti"dir.

"Soru İmi" bölümünün 9. paragrafı yanıltıcı bir açıklama içeri­


yor (s. 63). Şöyle:
"Dipnot gösteren im ya da sayı, soru iminden sonra kullanılabi­
lir; ancak yazının güzel görünmesi için dipnotu belirleyen sayı ya
da imin, soru iminden önce gelen sözcükte kullanılması yeğlenir."
Dipnot işaretinin yeri, "güzel görünmesi"ne değil, dipnotta ne­
yin, hangi birimin açıklanacağına bağlı olarak saptanır: İşaret, dip­
notta bütün cümle açıklanacaksa cümlenin en sonuna, paragrafın
bütünü açıklanacaksa paragrafın en sonuna konur ve son noktalama
işaretinden sonra gelir. Önceki sözcüğe bitiştirirseniz, dipnot yal­
nızca o sözcüğe ilişkin bir açıklama içerecek demektir.
"Dipnot İmleri" başlıklı bölümün ilk cümlesini bu çerçevede ta­
mamlamak gerekiyor. Cümle şöyle: "Metinle ilgili bir bilgi veril­
mesi gerektiğinde sözcüğün ya da tümcenin sonuna, sağ üste yıldız
(*) ya da sayı konur." Bu cümlede, "hangi sözcüğün" sorusunun ha­
vada kalmaması için, "ilgili" sıfatını eklemek yeterli olabilir. Şöyle:
"Metinle ilintili bir bilgi verilmesi gerektiğinde, ilgili sözcüğün ya
da tümcenin sonuna ... "
Dipnot kullanımıyla ilgili aynı temeldeki bilgi yanlışları diğer
bölümlerde de düzeltilmeli.
1 26 Oh.. MESELELERİ

"Virgül İminin Kullanılmaması Gereken Yerler" başlıklı bölüm­


de (s. 56) yer alan, bağlaçlardan, bağlaç öbeklerinden ve ulaçlardan
sonra virgül kullanılmaz biçimindeki kuralı daha önce de eleştir­
miştim (2000 : 68). Bu kuralın yalnızca basit cümleler için geçerli
olduğunun bilinmesi gerekir. Bileşik cümlelerde yancümlenin te­
mel cümleden ayınlmasında virgül kullanılabileceği, benim yazıla­
rımdan başka, aynı kılavuzun "Virgül" başlıklı bölümündeki 1 8. pa­
ragrafta ve "Kısa Çizgi" başlıklı bölümdeki dipnotta da belirtiliyor.
Dikkatlerden kaçmış olmalı. önemli bir tutarsızlıktır, giderilmeli.
Uzun cümleleri gereğince kurma olanağı, bir dilin (=bir düşünsel
yaşamın) vazgeçilmezleri arasındadır.
"Noktalı Virgül" başlıklı bölümde verilen örneklerin çoğunda
noktalı virgül fazlalığı var (s. 58 vd.). Çoğu durumda, noktalı virgül
yerine yalnızca virgül kullanılabilir. örnekler bu açıdan gözden ge­
çirilmeli.
"Üç Nokta" başlıklı bölümün 3. paragrafında sözdizimi hatası
nedeniyle anlam belirsizleşmiş. 3. ve 4. paragrafların, birbirini ta­
mamlaması gerekirken kopuk kaldığına da dikkat çekeyim.
Kılavuzdaki "kullanım" sözcüğü fazlalıklarını tek tek saymaya­
cağım; aynı cümle içinde, "kullanımlarda ... kullanılmaktadır" ve
"kullanım ... kullanılmaz" bile var (bkz. "İki Nokta" başlıklı bölüm­
deki "Önemli not", s. 60).
"Tırnak İmi" başlıklı bölümün 3. paragrafında, tırnak işareti için,
"Önemi belirtilmek istenen terim ya da sözcüklerin başına ve sonu­
na konur" denmiş (s. 67). Burada biraz uzunca durayım.
Tırnak işaretinin alıntılar dışındaki kullanımları, önem vurgula­
masından başka, yadırgama, alay etme, itiraz etme gibi amaçlar da
taşıyabilir. Türkçede tırnak işaretinin bu tür kullanımları için ayn
bir adlandırmaya rastlamadım. Deniz Tuna, çevirmekte olduğu bir
İngilizce metinde bu amaçla kullanılan scare quotes terimi için
Türkçede bir karşılık bulunmadığını belirterek, bu tür kullanımları
"imacı tırnak işareti" olarak adlandırmak konusundaki fikrimi so­
ruyordu. "İma" saptaması bence de yerindedir ve söz konusu amaç­
la kullanılan tırnağa "ima tırnağı" denebilir. Olağan tırnak ile ima
tırnağı arasında biçimsel bir fark yok. Ayırt edici öğe, hangi bağ­
lamda kullanıldığı oluyor.
İMLA SORUNLARI 1 27

"Tırnak. İmi" başlıklı bölümün 6. paragrafında sıfat olarak kul­


lanılan "bir" sözcüğü, nitelediği adın uzağına düşmüş: " ... bir 'den­
den' olarak adlandırılan başlama tırnağı konur." Sıfatı adın başına
getirelim: " ... 'denden' olarak adlandırılan bir başlama tırnağı ko­
nur."
"Tek Tırnak İmi" başlığı altında gösterilen im, kesme işareti gibi
tek kalmış, açma tırnağının eklenmesi gerekiyor. (s. 68) Tek tırnak
imi, yalnız değildir!
10. paragraftaki cümlede temel cümle ile yancümleyi virgülle
ayırmak gerekiyor: "Anlatısal metinlerde özellikle de tiyatro yapıt-
larında, ... " yerine, "Anlatısal metinlerde, özellikle de tiyatro yapıt-
larında, ... "
"Düzeltme İmi" başlıklı bölümün 4. paragrafında, "yeradları ve
özel adların yazımı" denmiş (s. 70). Böyle bir anlatım, yer adlarının
özel ad olmadığı anlamına gelir. Sanıyorum "özel ad" terimi ile "ki­
şi adı" terimi karıştırılmış, yer adlarının özel (tekil ve değişmez) ad­
lara dahil olduğu unutulmuş. Oysa kılavuzun kendisi de "Bileşik
Özel Adların Yazımı" başlıklı bölümde, yer adlarını özel ad olarak
ele almıştır. 16
Yazım Kılavuzu genel bir eğilim olarak, istisnaların belirtilmesini
ya da yeniden belirtilmesini yeterince önemsemiyor. Halbuki kıla­
vuzlar en çok bunun için gerekli değil midir? "Düzeltme İmi" baş­
lıklı bölümün 6. paragrafında, "Yabancı sözcüklerdeki uzun ünlü­
leri gösteren harfler"le ilgili kural belirtilmiş, ancak bu kuralın is­
tisnası yokmuş gibi davranılmış. Oysa istisnalar vardır ve aynı bö­
lümün 2. paragrafında gösterilmiştir (s. 70). Kılavuzlarda bir kurala
yoğunlaşan okur, başka yerde gösterilmiş istisnalara dikkat etmeye­
bilir. Dolayısıyla, yinelemelerden kaçınmamak ya da ilgili yerlere
göndermede bulunmak gerekir. Yazım Kılavuzu da, istisna bilgileri
dışındaki bazı bilgileri yinelemekten kaçınmıyor zaten.
Aynı bölümün 6. paragrafındaki "yabancı sözcük" nitelemesine
de dikkat çekmeden geçmemeliyim. örnek olarak sıralanan sözcük-

16. "Kesme İmi" başlığı altındaki 1 . , 2 . , 3 . ve 4. paragraflarda da, ülke, yer ve


coğrafya adlan özel ad değilmiş gibi davranılmış. Bunların "özel ad" başlığı al­
tında toplanması gerekir. Bu tür dikkatlerin dil bilincini geliştirici etkisi olacağı
kanısındayım.
1 28 Db... MESELELERİ

ler yabancı kökenli olabilir ama, çoktandır yabancımız değildir:


"adalet, ahlak, badem, evlat, idare, ilaç, ilah, imla, rica, şair, üslup,
vali ..." (s. 7 1 )
"Kesme İmi" 1 7 başlıklı bölümün 8. ve 1 0. maddelerinde, daha
önce de eleştirildiği halde düzeltilmeden kalmış noktalar:
Sorun: "Bordo'nun (Bordeaux'ün), Sen'in (Seine'nin)" (s. 72)
Öneri: "Bordo'nun (Bordeaux'nun), Sen'in (Seine'in)"
Sorun: "Loire'ın (Luvr'ın)" (s. 72) Burada Loire nehrinin adı ile
Louvre sarayının adı karıştırılmış.
Öneri: "Loire'ın (Luar'ın), Louvre'un (Luvr'un)"
Öyle görünüyor ki bu bölümün 14. paragrafı ile 1 5 . paragrafının
da birleştirilmeye ihtiyacı var; 14. paragraftaki " 1 )" şıkkı yalnız kal­
mış, vb...
"Kesme İminin Kullanılmaması Gereken Yerler" başlıklı bölü­
me gelince. (s. 73) Buradan anlaşılıyor ki kılavuz, okurun "yapım
eki" terimini bilmeyeceği önyargısıyla hazırlanmış. 1 . paragrafta
verilen tanım gerçekte tam da yapım ekinin tanımı. Tanımın veril­
diği yerde terimin anılmamasını anlamak zor. örneklerden birinin
geçerli olmadığına da dikkat edilmeli: "Türkiyesiz bir çağdaş dünya
düşünülebilir mi?"
Bu örnekteki "Türkiye" sözcüğü ülkemizin adı olmaktan çıkmış
mıdır ki aldığı ekten ayınlmıyor? Kanımca buradaki ek, yapım de­
ğil çekim ekidir ve "Türkiye'siz bir çağdaş dünya düşünülebilir
mi?" biçiminde yazmak gerekir. Diğer paragraflarda verilen örnek­
lerin tümü, "yapım ekleri" ve "duygu belirten ekler" başlıkları al­
tında toplanabilir.

Yüzde işaretiyle ilgili açıklamada hem "rakam/sayı" karışıklığı,


hem de kavram/im karışıklığı görülüyor (s. 79):
"[% işareti] Bir rakam önünde kullanılır, bunun yüzde oranını
gösterir: %40... Bu im yazıyla da gösterilebilir: yüzde 90 faiz ... "
Öneri: "[% işareti] Önünde yer aldığı sayının yüzde oranını gös­
terir: %40... İm yerine yazı da kullanılabilir: yüzde 90 faiz . . . "

1 7. Aynca bkz. Dilimiz, Dillerimiz, s. 44 ve 48-50.


İMLA SORUNLARI 129

"- imi"njn adı yok! Yazım Kılavuzu bu işaretin adını vermemiş.


"Bölümce İmleri" başlıklı bölümün son paragrafında geçiyor
(s. 78), aynca "Değişik Alanlarda Kullanılan İmler" başlıklı bölüm­
deki "Öteki İmler" arasında da gösteriliyor (s. 80). Bu işaretin dün­
ya ortak kültür sözlüğündeki adı "tilde"dir. İspanyolcadan gelmiş.
"Dalga imi" de denebilir.
"Kısaltmaların Yazımı" bölümünün son paragrafında "sık kulla­
nılan" anlamında "sıklıkla kullanılan" denmiş (s. 8 1 ). Kanımca "sık
kullanılan" nitelemesi ile "sıklıkla kullanılan" arasında anlam farkı
var.
*

Genel bir not. Dilbilimde, ses uyumu gibi nedenlerle yerine göre
farklılaşabilen seslerin büyük harfle gösterildiğini bilmekte yarar
var. Örneğin, Türkçede "-ecek, -acak" (gidecek, bulacak) gibi bi­
çimler alabilen ek, tek bir anlatımla "-EcEK" biçiminde yazılır. Ger­
çi inceleme konusu olan dil hangisiyse o dili anadili olarak konu­
şanlar için, biçimlerden yalnızca birinin anılması da yeterli olabilir.
Sözgeliıni, Türkçeyi anadili olarak konuşanlar, "-ecek" ekinden söz
edildiğinde bunun yerine göre "-acak" biçimini aldığını zaten bilir.
Ancak, belirli bir dilin kılavuzlarında yalnızca anadili konuşucula­
nna seslenilmediği için, birimin aldığı tüm biçimlerin gösterilme­
sine dikkat edilir. Her noktanın titizlikle belirtilmesini gerektiren
bilimsel çalışmalarda da öyledir. Dil Derneği'nin Yazım Kılavuzu da
öyle yapmaya çalışıyor, ancak en kısa yola başvurmayıp olası bi­
çimlerin tümünü art arda sıralıyor: "Virgül" başlıklı bölümün 17.
paragrafında, ele alınan eklerin her biri için ayraç içinde verilen bi­
çimler batın sayılır bir kalabalık oluşturmuş. Eklerden yalnızca bi­
rini aktarıyorum: "-dıkça (-dikçe, dukça, -dükçe, -tikçe, -tıkça, -tuk­
ça, -tükçe)". Gösterilmek istenen özellik, bu ekte yer alan beş sesten
üçünün, yerine göre değişebildiğidir. Dilbilimin söz konusu olana­
ğından yararlandığımızda, ekin bu özelliğini "-TlkçA" biçiminde
tek seferde gösterebiliyoruz. Diğer ekler için de aynı yöntemi kul­
landığımızda paragraf yarıyarıya kısalır: "-İp, -ErEk, -İncE, -mE­
dEn, -mEksİzİn, -TlkçA, -EIİ, -ken, -DİğİndE". Dille ilgilenen her
okur yazarın işine yarayabilecek bir gösterme biçimi söz konusu.
1 30 DİL MESELELERİ

"Dizelge"ye geçelim. Bazı sözcüklerin, ek aldıklarında nasıl yazı­


lacak.lan bilgisi de yer alıyor dize_lgede. "[E]mlaki, emlakçi, emlak­
çilik" ile ilgili düzeltme önerimi yukarıda yazmıştım. Bir noktayı
daha ekleyeyim: "Zıt" sözcüğünün ek almış biçimi yalnızca "zıddı"
olarak gösterilmiş. Oysa bu, "zıt" sözcüğünün yalnızca "-İ hali"nin
çekimidir. Sözcüğün "-di'li geçmiş zaman" ekini alması durumun­
da, "zıttı" biçiminde yazılması gerekir, "iki kardeşin karakterleri ta­
ban tabana zıttı" örneğindeki gibi. Kılavuz her iki biçimi de verme­
lidir.
Dizelgenin tümünü yeniden gözden geçirmiyorum. Eklerle ilgili
ikircimli durumlar için Türkçe Sorunları Kılavuzu'na bakılabilir.
Arkadaki "Kısaltmalar" dizelgesinin de tümünü gözden geçirmi­
yorum. Yalnızca şunu -bir kez daha- belirteyim: TIB kısaltma­
" "

sının açılımı "Türk Tabipler Birliği" değil. Böylesi Türkçeye daha


uygun olmakla birlikte, TIB 'nin kuruluş adı "Türk Tabipleri Birli­
ği" olduğundan, bu adı böylece yazmak gerekiyor. 18

AKDTYl<TDK üzerine, kısa kısa

Devletin dil kurumu AKDTYKTDK. 19 "ayn yazılan birleşik kelime­


ler" anomalisini sürdürüyor. Kurumun Yazım Kılavuzu'nda böyle
bir başlık bile var. Daha "Sunuş"tan itibaren, ayn yazma ilkesinin
"eş güdüm" gibi sonuçlarıyla karşılaşabiliyoruz.
Bitişik mi ayn mı meselesi, sözgelimi "çingenepalamudu"nun
büyük harfle başlatılıp başlatılmayacağına kadar çeşitli imla ve an­
lam sorunlarıyla bağlantılı: Dil Demeği'nin Yazım Kılavuzu bu söz­
cüğü "çingenepalamudu" biçiminde bitişik yazdığından, sözcük bir
halkın adı olmaktan çıkıyor ve küçük harfle başlatılması olağanlık

18. Bu düzeltmeyi Dil Derneği Yazım Kılavuzu'nun 5. baskısı için de yazmış­


tım. Bkz. Dilimiz, Dillerimiz, s. 4 1 .
19. AKDTYKTDK ile ilgili değerlendirme için bkz. Dilimiz, Dillerimiz, s . 239-
41.
İMLA SORUNLARI 131

kazanıyor. AKDTYKTDK ise, kılavuzunun bir önceki baskısında


"Çingene" sözcüğünün türevlerinden ikisini küçük harfle başlat­
mıştı, ancak, herhalde bu kez ayn yazdığındandır, 27. baskıda ye­
niden büyük harfe döndü. 20 Öyle görünüyor ki kurum ne yardan ge­
çebilmiş ne serden; bir halkın adı olan "Çingene"yi küçük harfle
başlatmaya da, "birleşik kelimeler"i ayn yazma eğiliminden yalnız­
ca bu örneklerde vazgeçmeye de eli varmamış.
Bu arada ekleyeyim, erişebildiğim dilbilim kaynaklan, "sözcük/
kelime" adlı birim konusunda farklı görüşler bulunduğunu bildir­
mekle birlikte, bu birimin yazılı biçimini "iki boşluk arasında yer
alan" diye tanımlıyor.
AKDTYKTDK Yazım Kılavuzu nun "ayn yazılan birleşik kelime­
'

ler" ısrarı aynca, "dil bilgisi" ile "dilbilgisi", "ön yargı" ile "önyar­
gı'', "çok anlamlı" ile "çokanlamlı" arasındaki farkın ayırt edileme­
diğini gösteriyor.

WXQ tartışmaları

AKDTYKTDK'nın 1996 tarihli "İmla Kılavuzu"nda, W, Q, X harfleri


için şu açıklama vardı: "Yabancı alfabelerde kullanılan q, w, x harf-
leri; sözlük, dizin ve ansiklopedilerde ... p, q, r .. . .v, w, x, y sırasına
. .

göre yer alır." (s. 5)


O baskıda W harfi, belirtilen sırada yer alıyor ve italik dizilmiş
iki sözcük içeriyordu: walkman ve western. Bu W bölümü 26. bas­
kıda çıkarılıp atıldı, şu an yürürlükte olan kılavuzda da yok. Peki o
iki sözcük ne oldu? V başlığı altında "volkmen" ve "vestem" mi ol­
dular? Hayır, düpedüz yok oldular, kılavuzdan atıldılar. "Kürtçe"
sözcüğünün önce yok olup sonra sessiz sedasız yeniden belirmesi
gibi, bu üç harfi içeren sözcükler de hep birlikte sessizce dizin bö­
lümünü terk edip kayıplara kanştılar.21

20. Bkz. www.tdlc.gov.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=


224:SUNUS&catid=50:yazm-kurallar&Itemid= 1 32
2 1 . Konuyla ilgili tartışmalar için, bkz. "Alfabe meseleleri", Dilimiz, Dilleri­
miz, s. 53-57.
1 32 DİL MESELELERİ

AKDTYKTDK'den mektup 22
Mektubun başlığı, "TDK'den açıklama". Metni tam tamına şöyle:

Sayın Necmiye Alpay


Radikal gazetesinde 14.11 .2003 tarihinde yayımlanan köşenizde
düşüncelerinizi "Söz konusu üç harf resmi yazışmalarda kullanıl­
mayan harfler midir? Bırakınız resmi yazışmaları ve adlan, TDK'nin
yani bir devlet kurumunun yayımladığı Türkçe Sözlük'e ve İmla Kı­
lavuzu'na alınmış cins adlan bile var, bu harfleri içeren. En son İmla
Kılavuzu'na w harfi eklenmiş altına da ' walkman, westem' sözcük­
leri sıralanmış durumda," biçiminde belirtmişsiniz.
Türk Dil Kurumu tarafından 2000 yılında yayımlanan İmla Kı­
lavuzu'nda çift v (w) harfi yer almaktadır. Ancak örnekleri walkman
ve western sözleriyle sınırlıdır Bu örnekler de ödünçleme kelime
grubuna girmektedir. Aynı Kılavuz'da dilimizdeki ödünçlemelerin
yani dilimize mal olmamış yabancı kelimelerin özgün imldlarıyla
yazılacağı kuralı da bulunmaktadır. Ayrıca w harfi ile başlayan bu
sözler, ödünçleme olduklarının anlaşılması için Kılavuz'da eğik yazı
ile yazılmıştır.
Kaldı ki, Anadolu ağızlarında geçen ve Türkçenin kendi sesi olan
kapalı e (e) ve naza/ n (n) harfleri bile standart Türkçede bulunma­
dığından dolayı alfabemizde yer almazken dilimizde olmayan ses­
leri göstermek için q, w ve x harflerini kullanmak bilimsel anlayışla
bağdaşmamaktadır.
Bilgilerinize saygıyla sunarız.
TDK

Mektup biraz aceleye gelmişe benziyor. Benim yazdıklarıma23 kar­


şılık olsun diye yazılmış gibi duruyor ama, pek de karşılık oluştur­
muyor.

22. Radikal Kitap, 2 1 . 1 1 .2003.


23. AKDTYKTDK'nın cevabına konu olan yazım şöyledir:
WQX notu: Bu üç harfin Türkçe alfabede bulunmaması meselesi ikinci kez
tartışma konusu ediliyor. Görmezden gelinen nokta ise şu: Sorunun kaynağı,
bu kez, Kürt yurttaşların çocuklarına vermek istediği Kürtçe adların, bu üç
harfi içermesi durumunda nüfus idaresince kabul edilmemesi ve gerekçe ola-
İMLA SORUNLARI 1 33

1 . Sondan başlarsak, "dilimizde olmayan sesleri göstermek için


q, w ve x harflerini kullanmak bilimsel anlayışla bağdaşmamakta­
dır" ne demek diye sormak gerekir. Dilimizde olmayan sesleri var­
mış gibi kabul etmekten söz ediliyordur belki. Kasıt buysa, fazladan
söylenmiş bir söz bu: Sesbilim açısından Türkçeye yeni harf gerek­
mediği yeterince yazıldı. Bu konuda sesbilim uzmanı Dr. Halidun
Şen'in açıklamaları için, 14. 1 2.2001 tarihli Dil Meseleleri'ne (ya da
Dilimiz, Dillerimiz, s. 54-55'e) bakılabilir. Tersini ileri sürene de
rastlamadım. 2001 yılındaki WXQ tartışması, bu harflerin uygula­
mada yaygınlaşmasından kaynaklanmıştı. Şimdiki tartışma ise, yu­
karıdaki yanıta konu olan yazımda da belirttiğim üzere, bu harfleri
içeren Kürtçe adların resmi belgelere geçirilmek istenmemesinden
kaynaklandı.

2. AKDTYKTDK'nın, walkman ve western sözcüklerini İmla Kı­


lavuzu'na almasında yanlışlık yok. Çünkü imla meselesini sesbilim­
den ibaret saymak zor: Türkçe alfabede yer almayan WXQ harfleri
gitgide daha çok kullanılmakta ve günümüzün dilbilgisi anlayışı,
kurallarını koyarken uygulamanın dikkate alınmasını öngörmekte­
dir. "Walkman" ve "westem" sözcüklerinin Türkçeye girmiş olma­
sının tek sorumlusu AKDTYKTDK değil elbette, dil konusunda so­
rumluluk ortaktır. Keşke bu sözcükler yerine Türkçe kökenliler tu­
tunmuş olsaydı. İngilizceleşme sorunu sürüp gidiyor. Ama bu ara­
da, verili durumla ilgili sorunlardan biri olarak, Kürt yurttaşların ad­
larıyla ilgili talepleri var ortada. AKDTYKTDK'mn mektubunda ise

rak, bunların Türkçe alfabede bulunmamasının gösterilmesidir.


Bu gerekçe kabul edilebilir mi? Söz konusu üç harf, resmi yazışmalarda
kullanılmayan harfler midir? Bırakınız resmi yazışmaları ve özel adlan,
AKDTYK TDK'nın, yani bir devlet kurumunun yayımladığı Türkçe Sözlük'e
ve İmla Kılavuzu'na alınmış cins adlan bile var, bu harfleri içeren. En son, İm­
la Kılavuzu'na W harfi eklenmiş, altına da "walkman, westem" sözcükleri sı­
ralanmış durumda. Latin alfabesi kullanan dillere ait özel adların oldukları gi­
bi yazılması ise tüm Türkçe kılavuzların öngördüğü bir kural.
Böyle olma�a hile, yurttaşlarımızın çocuklarına istedikleri adı vermeleri,
bir alfabe sorunu değil, bir anlayış ve demokrasi sorunu. Çözüm ise Türkçe
ya da Kürtçe alfabede değişiklik yapmak değil, yasak koymak için alfabeyi
bahane edebilen zihniyetten kurtulmak olmalı. (Radikal Kitap, 14. 1 1 .2003)
1 34 DİL MESELELERİ

ne özel adlar söz konusu edilmiş, ne de Kürtçe. Kürtçenin ve Kürt


kültürünün su yüzüne çıkmasıyla toplumcak yaşanmakta olan şok
durumu burada da karşımıza çıkıyor.
Bir soru: Bordeaux, Quebec, Yorkshire, William, Walter: Bu söz­
cükler Türkçe midir, değil midir? Türkçe kaynaklı olmadıkları açık.
Ama bu sözcüklerin "Türkçesi" de böyledir. Yürürlükteki imla kı­
lavuzlarına göre böyle yazılmaları gerekmektedir çünkü: Latin al­
fabesini kullanan dillere ait yer ve kişi adları Türkçe metinlerde,
resmi olsun olmasın, oldukları gibi yazılacaktır. Türkiye Kürtçesi
Latin alfabesini kullanan bir dil olduğuna göre, bu dile ait adlar için
aynı kuralların geçerli olması gerekmez mi?

3. Son bir noktaya daha değinmeden edemeyeceğim. TDK imzalı


mektubu her kim kaleme aldıysa, benim yazımdan aktardığı bölü­
mü değişikliğe uğratmasına karşın tırnak içine almış. Ben "resmi
yazışmaları ve özel adları" diyorum, alıntı "resmi yazışmaları ve ad­
ları" diyor. Ben "AKDTYKTDK" diyorum, alıntı "TDK" diyor, vb.
Tırnak içindeki metnin değişikliğe uğratılmasını, hiç bilimsel çalış­
ma yapmamış birinde bile hoşgörmek zordur.

Bir dilcinin yazıları üzerine24

Prof. Dr. Hamza Zülfikar, AKDTYKTDK'nın aylık Türk Dili dergi­


sinde ve İnternet sitesinde, "Doğru Yazalım Doğru Konuşalım" baş­
lıklı bir dizi yazı yayımlamıştı. Kurumun genel çizgisini de az çok
temsil eden bu yazıların ağır basan özelliği, gerek skolastik bakış
açısı gerek anlatımıyla, var olan sorunları yeniden üretmeleriydi.
Bu açıdan, dilbilimcilerin "popüler dilcilik" adını verdikleri yaygın
anlayışın tipik örneklerini oluşturan bu yazılar, ilgili konuları aç­
mak için iyi bir fırsat sunmuş oldu.
Zülfıkar'ın "yöntem"i, idealleştirilmiş bazı "kural"lara göre
"yanlış" saydığı kullanımlardan yakınmaktan ibaret. Tipik bir ör­
nek:

24. Radikal Kitap, 20.8, 27.8, 3.9, 10.9 ve 17.9.2004.


İMLA SORUNLARI 135

" 'Dilimizde ön ek yoktur' kuralına rağmen Türkçe kelimelere de


ön ek getirebildiğimizi üzülerek söyleyebiliriz." (Eylül 2002)
Günümüz dilbilimi, Zülfikar'ın da bir iki kez bizzat belirttiği
üzere, kuralın kullanımdan çıkarılmasını öngörüyor. Haydi Türkçe­
nin kendine özgü yinelemeli öneklerini (yemyeşil, mosmor, kıpkır­
mızı vb.) bir yana bırakalım. Yine de, "Türkçede önek yoktur" gibi
"kural"lar, dilin belirli bir döneminde çözümleme yoluyla saptan­
mış yapısal özelliklerini belirten türden bile olsa, uyulması anlatım
gücünü artıran kurallardan değil.
Anti-, oto-, post- gibi öneklerin Türkçeye Batı dillerinden geldiği
doğrudur. Ancak, Zülfıkar'ın üstünde durmadığı bir olgu var: Bazı
öneklerin Türkçeye çeviri yoluyla girmesi Türkçede "önek"ten çok
"bileşik sözcük" diye adlandırılabilecek yapılar çıkarıyor ortaya:
tıpkı "önek" sözcüğünün kendisi gibi.
Zülfıkar'ın kuralcı tutumunu daha iyi gösterebilecek bir alıntı da­
ha:
"Ön ek Türkçeye prefiks kelimesinin karşılığı olarak girmiştir.
Bunu ayn yazarsam, Türkçenin kurallarına uyar. Ön bir sıfat olarak
değerlendirilir. Bitişik yazarsam ön, bir ön ek durumuna düşer ve
prefıks'in çevirisi olur." (Mart 2003)
Zülfıkar'ın söylediklerine egemen olan iki mantık açıkça görü­
lüyor: 1 ) Batı dillerinden gelen her etki mutlak bir biçimde kötüdür,
dolayısıyla ne pahasına olursa olsun tersini yapmak gerekir mantı­
ğı, 2) Yazarın, Türkçedeki bileşik sözcük adını verdiğimiz olanağı
unutması, bu olanağı irdelemeye bile gerek duymadan sıfat tamla­
masıyla yetinme eğilimi.
Tamlama olanağı ve bileşik sözcük olanağı, birbirinin yerini tu­
tamayacak, tutması da gerekmeyen iki ayn olanak. AKDTYKTDK'
nın bileşik sözcükleri ayırmasında, TDK ile inatlaşması da rol oy­
nuyor. Her durumda, yazarın bitişik yazılırsa öneke dönüşür diye
çekindiği için ayn yazıp "ön"ü sıfat olarak korumaya çalıştığı
"önek, önsöz, önyargı, önsezi" gibi sözcükler, bileşik sözcük sayı­
labilecek yapıda. Bu sözcükler, ayn yazılmaları durumunda birer
sıfat tamlamasına dönüşmekle birlikte, aynı zamanda anlam açısın­
dan değişikliğe uğruyorlar. Gelin görün ki, amacınız dilin anlatım
olanaklarım çözümlemek yerine "kural"ları korumak olursa, bakış
1 36 DİL MESELELERİ

açınız da bazı olanakları ve anlam çeşitlenmelerini dışarıda bıraka­


cak kadar daralabiliyor.
Kaldı ki, düşünsel gelişme sonucu Türkçede önekler türeyecekse
türeyecektir. İngilizcelerini kullamnaktan daha iyidir dilin kendisin­
den türemeleri.25 Bunun dile zarar veren yönü açıklanmadığı sürece,
bir ideal "kural"a aykınİık gerekçesi ve savı, yineliyorum, ancak
skolastik olarak nitelenebilir.

Zülfikar'ın dildeki değişmelere ve yaratıcı kullanımlara duyduğu


tepkinin bir başka örneği:
"Göz atmak, şöyle bir göz atmak veya Cumhuriyet Dönemi ya­
zarlarının kullandığı gibi bir bakış atmak varken, insanların aklına
bakış fırlatmak fiilinin nasıl geldiği düşündürücüdür. Yarın biri de
bakış savurmak diyebilir. Sözlükleri taradım bakış fırlatmak sözüne
rastlayamadım." (Mayıs 2002)
Soralım: "göz atmak", "şöyle bir göz atmak" ve "bakış atmak"
sözleri, "bakış fırlatmak"taki anlamı vermeye yetiyor mu? Yetiyor
diyebilmek için, dilin filizlenmesinden, düşünsel ufkun genişleme­
sinden korkuyor olmak gerekir. Zülfıkar'ın yazılarında bu açıkla­
mayı destekleyen sayısız örnek var. Yazar, farkında olarak ya da ol­
mayarak, her tür yeniliği yadırgıyor: "Deprem kültürü de pek alışık
olmadığımız bir ifade." (Ekim 1999)
Farkında olarak ya da olmayarak sözünü kullandım, çünkü yaza­
rın ele aldığı konulara ilişkin üzerinde düşünülmüş bir yöntemi, ilke
ve ölçüleri olduğundan kuşkuluyum: Yazar bunları açıkça dile ge­
tirmediği gibi, ele aldığı konularda tutarsızlıklara da düşüyor: Bir
yandan yabancı sözcüklere kurumun önerdiği yeni karşılık.lan anar­
ken, bir yandan da alışkın olmadığı her kavrama tepki göstermek
gibi. Söyleyiş (telaffuz) konusunda da temel bir tutarsızlıkla karşı­
laşıyoruz:
"Türkçe kelimelerin okunuşunda genel olarak bir sorun yoktur.
Sorunlu kelimeler, Batı ve özellikle Doğu dillerinden geçen kelime­
lerdedir. Söyleyişteki bu bozulmaya mutlaka bir çare bulmalıyız."
(Kasım 2003)

25. Bkz. "Türkçede gerçekten önek yok mu?", Alpay 2000: 83.
İMLA SORUNLARI 1 37

Türkçe de her dil gibi başka dillerden aldığı sözcükleri zaman


içinde kendi yapısına uyarlar. Bu olguyu "bozulma" saymak ancak
anlam ya da işlev yitimi durumlarında kabul edilebilir. Bunun dı­
şındaki durumlara "bozulma" denmesine, kuralcı anlayış dışında
açıklama bulmak zor.
Zülfikar burada başka dillerden gelen sözcüklerin söylenişinde
o dilleri esas alır görünüyor. Oysa Aralık 2001 tarihli yazısında, bir
ideal olarak "dilin özüne dönmesi"nden söz ediyordu. "Dilin özü",
dil felsefesinde başlı başına sorunlu bir kavram. Ama diyelim ki ya­
zar "dilin temel yapısı, kendine özgü yapısı" gibi bir kavramı kas­
tediyor olsun. Söyleyişte hangi dilin özüne dönmek istiyor acaba?
Türkçenin özüne mi, köken dilin özüne mi?
Aynı çerçevede Pakistan ve taliban sözcüklerinde ilk ünlünün kı­
sa söylenmesine itiraz ederken şöyle bir karşılaştırma yapıyor Zül­
fikar:
"Unutmamak gerekir ki hazır, can, beyaz gibi kelimelerdeki
uzun hecelerin kısa söylenmesi kişisel değil, toplumsaldır. Toplum
bütünüyle kısa söyleyişi benimsemiştir." (Kasım 2001 )
Toplum bütünüyle kısa söyleyişi birdenbire mi benimsemiştir o
sözcükler için? Bir geçiş süreci yok mudur? Bireyselle toplumsal
bıçakla kesilmiş gibi birbirinden kopuk mudur? Yazar uygulamada­
ki dili süreç halinde değil, birbirinden kopuk parçalar halinde gö­
rüyor. Bu nedenle olmalı, tıpkı diğer dil yanlışı yazarları gibi Zül­
fi.kar da tipik örneklerle değil, tekil örneklerle uğraşıyor. Televiz­
yonda birisi, hem de televizyoncu olmayan birisi, "yaşamsal hayat"
demiş kazara. Hamza Zülfikar bunu uzun uzadıya yazı konusu ya­
pabiliyor (Ocak 2001). Üstelik, yazısını "[b]u seviye içinde yaşam­
sal hayat gibi yanlış kullanımlar da arada söylenebiliyor" diye biti­
rerek. Şimdi biz de kalkıp "kullanımlar da arada söylenebiliyor" de­
diği için Zülfıkar'ı seviye sıralamasına mı almalıyız?

Zülfıkar'ın yazılarında temel bakış açısının yanı sıra, özgül bazı


konuların ele alınışı da sorunlu. Birkaç örnek:
"Peki idrak yerine kullanacağımız bir söz var mı? Bir zamanlar
algı diye bir karşılık önerilmişti, tutmadı." (Şubat 2002)
"Algı" sözcüğünün tutmadığı savı 2002 yılında nasıl öne sürüle-
1 38 DİL MESELELERİ

bilir? Zülfikar, kendi çevresinin benimsemediği sözcüklerin tutma­


dığı sonucuna varıyor olmalı; "bunalım" sözcüğü ile "neden ol­
mak" sözünün kullanıma giremediğini öne sürmesi de bunu göste­
riyor (Şubat ve Kasım 2003 tarihli ·yazılar).

"[G]lobally ise, global olarak veya yuvarlak olarak sözleriyle ifa­


de edilir ( ... ) globalleşmek fiili için yuvarlaklaşmak denebilseydi,
kök olan yuvarlak sıfat ve zarf olarak rahatlıkla kullanılır; yuvarlak
anlamına gelen Arapça kökenli küre kelimesine de ihtiyaç kalmaz­
dı. Aslında global'in kökü olan globe da bu anlamdadır." (Ocak
2002)
"Küre" sözcüğü Türkçede sıfat ve zarftan önce ad olarak yerle­
şik. Sıfat ve zarf olarak kullanıldığında biçim değiştiriyor. Bunun
gibi noktalar göz önünde bulundurulmadan "küre" yerine "yuvar­
lak", "küreselleşmek" yerine de "yuvarlaklaşmak" denebilirdi diye
yakınmak neyi açıklıyor?

Şubat 2002 tarihli yazısında da uzun uzun "faili meçhul" tamla­


masının Farsça olmadığını kanıtlama çabasına giriştiğini görüyo­
ruz. Zülfıkar'a göre tamlama Farsça olsa ilk İ 'nin vurgulu söylen­
mesi "doğru" olacaktı ama, Farsça değil Türkçe olduğundan, vurgu
da bir iyelik eki olan ikinci İ 'dedir.
"Faili meçhul" tamlaması hem Türkçe yapıya, hem de, Zülfi­
kar'ın aklına gelmeyen Arapçaya uygun. Osmanlıcada "fail-i hayır"
(=hayır işleyen) ve "fail-i müşterek" (=suç ortağı) gibi benzerleri de
var. Bu durum, neden son İ 'nin değil de ilk İ 'nin vurgulanageldiğini
açıklıyor.

Türkçe dilbilgisinde sık rastlanan bir hataya Zülfikar da düşüyor:


Sözcük sonlarındaki sert ünsüzlerin, ünlüyle başlayan ek geldiğinde
yumuşayacağı biçimindeki kuralın tek Türkçe kökenli istisnası ola­
rak "ip, top, sap" gibi tek heceli sözcükleri sayma hatası (Mart
2002). Oysa "kalıt, yakıt, yapıt, konut, boyut" gibi iki heceli Türkçe
kökenli sözcükler de var bu kuralın istisnaları arasında.
İMLA SORUNLARI 1 39

Ekim 2003 tarihli yazıda, "türev" sözcüğü için, "türemek fiil kö­
künden kuzey lehçelerinden alınan -v (-av,-ev) ekiyle yapılmıştır"
diyor.
Zülfıkar'ın anlatımından "türemek"in bir fiil kökü olduğu anlamı
çıkıyor ama, yazar "türemek fiilinin kökünden... " demek istiyor ol­
malı.

Bizi yine temeldeki kuralcı anlayışa götüren tipik bir tavır ola­
rak, bu yazılarda da resmi yetkeden medet umulduğunu görüyoruz:
"[T]elevizyondaki ilgililer, alan uzmanları ve öğretim elemanları
Batı'dan gelen terimleri dile yerleştirmek için adeta yarışıyorlar.
Türk Dil Kurumu ise, bu gelişmeleri takip edip karşılıklar öneriyor
ama bu önerileri, herhangi bir yaptırım olmadığından tutunmu­
yor[ ... )" (Şubat 2004)
Toplumsal etkinin makbul olanı saygınlığa dayalı olanı değil mi­
dir? Öneriler "yaptınm"la tutunabilir mi?

Zülfıkar'ın yazılarında, bakış açısındaki ve ele alınan özgül ko­


nulardaki sorunların yanı sıra, yığınla anlatım sorunu da var. Aşa­
ğıda yalnızca birbirine karışan kavramlardan bazılarına işaret ede­
ceğim:

kellme/tamlama
Zülfikar, "kelime" sözcüğünü bilinen anlamının yanı sıra "tamla­
ma" anlamında da kullanıyor. İşte örnekler:
"Türkçe Sözlük'e henüz girmemiş olmakla birlikte kır koşusu bi­
çiminde bir kelimemiz bulunmaktadır." (Aralık 2002)
"Sözlüklerimizde de yer alan bu deyim aslında bir çeviri kelime­
dir." (Ağustos 2002)
Yazar, Türkçede yeni bir anlam kazanmış olan "yavaş çekim"
tamlamasından söz ederken, aynı yazı içinde bu tamlamayı bir sefer
"söz" olarak, bir sefer de "kelime" olarak adlandırıyor (Ocak 2003).
Bu konudaki son örnek de şu:
"Türk Hava Yollarının kelimesindeki ... " (Haziran 2004)
Bütün bu tuhaflıklar,26 AKDTYKTDK 'nın "sözcük" yerine ''söz"

26. Bir dil profesörünün yazılarında yer aldıkları için "tuhaflıklar" diyorum.
1 40 DİL MESELELERİ

ve "kelime" demesinin yanı sıra bir de "ayn yazılan bileşik kelime"


kavramını icat etmesinin sonuçlandır sanıyorum. Oysa terimlerin
netliği, bilimselliğin ölçütlerinden biridir. Netlik sağlanamayabilir,
ancak böyle bir durumda, neden sağlanamadığına ilişkin açıklama­
lar önermek gerekmez mi?

bolluk/fazlalık
"Her bilim dalında ve sanat kolunda olduğu gibi bizde terim bollu­
ğu bulunmaktadır. Terim bolluğu kavram kargaşasına da yol açmış­
tır." (Kasım 2003)
Bağlama bakılırsa yazar terim bolluğundan değil, terim fazlalı­
ğından söz etmektedir. Birinci cümledeki kullanımı ironik saysak
bile, ikincisinde ironiden çıkılmış olması beklenirdi.

gerçek/gerçeklik
" ... realist'in karşılığının gerçekçi, realite'nin karşılığının ise gerçek
olduğu görülecektir." (Aralık 1999)
"Realist"in karşılığı "gerçekçi"dir ama, "realite"nin karşılığı
"gerçek"ten çok, "gerçeklik" olmalı.

olmazsa olmaz/vazgeçilmez
Zülfikar bu iki kavramın "eş" olduğunu, "olmazsa olmaz"ın sine
qua non'dan geldiğini yazıyor (Haziran 2003).
Olmazsa olmaz sözü gerçekten de sine qua non 'un karşılığı. An­
cak, "vazgeçilmez"le ikisinin anlam alanlan tam olarak örtüşmü­
yor. "Olmazsa olmaz" kavramının anlam alanında nedensellik iliş­
kisi var; belirli bir sonucun ortaya çıkmasında kaçınılmaz olarak rol
oynayan [koşul] anlamına geliyor bu söz. Oysa "vazgeçilmez" kav­
ramı bir başına nedensellik bildirmiyor. Sözgelimi, bir kimse ken­
disi için yazarken kurşunkalemin vazgeçilmez olduğunu söyleyebi­
lir ama kurşunkalem dediğimiz gereç, yazma işi için "olmazsa ol­
maz" değildir.
İMLA SORUNLARI 141

de/-de
"Şehir kavramı İlk Çağda daha geniş anlamıyla Latincede site'dir.
Bizim güney sahillerimizdeki Side'de aynı kelimedir." (Kasım
2003)
Burada "Side'de" biçimindeki imla, durum eki anlatıyor. Oysa
bağlam öyle gösteriyor ki yazarın kastı "de" bağlacıdır. Doğrusu:
" ... Side de... "

anadll Ianadili

Anadili terimi ve kavramı konusundaki bilimdışı kullanıma Zülfi­


kar'da da rastlıyoruz. Aşağıdaki iki örnekte de "ana dil" derken yal­
nızca Türkçe kastediliyor:
"İşte böyle bir çıkmaz içinde, ülkede Türkçe yani ana dil gereği
gibi öğretilemiyor... " (Temmuz 2002)
"Tıp alanındaki bilginler bir araya gelir, bir uzlaşma ortamı oluş­
tururlarsa ve dilcilerle de iş birliği sağlarlarsa işte o zaman bazı
olumlu adımlar atılabilir. Bu da ana dile saygılı bir ortamın sağlan­
masıyla mümkün olur." (Kasım 2002)
Konuyu daha önce yeterince yazdığım için burada temel tanım­
ları yinelemeyeceğim. Yalnızca, toplumumuzun içinde bulunduğu
durumda, tıpkı Zülfikar gibi kavramı bulanıklaştıran dilcilerin de
sorumluluğu bulunduğuna bir kez daha işaret edeceğim.

Ağustos 2002 tarihli yazısındaki bir bilgi yanlışına da değinmeli­


yim. Prof. Zülfikar, bir dalgınlık eseri olmalı, şöyle diyor orada:
"Yakın dönemlerde çeviri yoluyla dilimize giren bir deyim de
'kendine zaman ayırmak'tır. 'Take your time'ın çevirisi olan bu söz
daha çok dizi filmlerde geçmektedir."
"Kendine zaman ayırmak" sözü, take your time'ın çevirisi değil.
Take your time Türkçeye "acele etme(yin)" diye çevrilebilir ancak.
Öyle görünüyor ki "kendine zaman ayırmak" sözünde ön planda
olan, dilsel etkiden çok, toplumsal etkilerdir.
Temel sorunların dışında yığınla da anlatım sorunu var demiştim
bu yazılarda: çoğul eki fazlalıkları, sözcük fazlalıkları, sözdizimi
sorunları, tekil/çoğul sorunları, gereksiz anlamsal yinelemeler, et-
142 DİL MESELELERİ

tirgen eki fazlalığı, edilgen eki fazlalığı, iyelik eki fazlalığı, "bir"
fazlalığı, virgül eksikliği, virgül fazlalığı, birbirine karıştırılan kav­
ramlar, imla hataları vb. Bunları tek tek örnekleyecek değilim, bu­
rada yalnızca herkesi ilgilendirebilecek noktalara değindim. Değin­
mek istediğim son birkaç nokta, Zülfıkar'ın yazılarındaki söylemin
bazı ideolojik özellikleri:

lrkçılık
Zülfıkar, A. Ragıp Akyavaş'ın Asitane adlı kitabından şu alıntıyı ya­
parken alıntıdaki korkunç ırkçılığın farkına varmıyor:
"Eski İstanbullular Mart için ayların çingenesidir derler ama ba­
kın bu sene bir çingeneliğini görmedik. Aksine kibar davrandı. Söy­
lemeye hacet yok, asaletli aydır vesselam ... " (Nisan 2001 )
Gerçi Prof. Zülfıkar "asaletli/soylu" sıfatında ırkçılık görmeyen
tek yazar değil ama, alıntıdaki ırkçılık da "asaletli" sıfatının içerdi­
ğinden ibaret değil.

Şovenizm
"Türk yerine Türkiyeli demek ne kadar yakışıksızsa, Türk devleti
yerine Türkiye devleti de bence o derece yakışıksız bir ifadedir."
(Temmuz 2000)
Diyelim ki yazar, Türkiyeli olup da farklı kökenden gelen yurt­
taşlarımızın da Türk diye anılmasında ısrarlıdır. Bu takıntılı durum
fazlasıyla yaygın olduğundan, çok yakın zamanlara kadar anlaşılır
bir yanı vardı belki. Ama şu küçülen dünyada, sözgelimi, Kıbrıslı,
Azerbaycanlı, Makedonyalı ve Türkiyeli Türkler bir arada düşünü­
lürken gerek duyulacağı açık olan bir sıfattır bu "Türkiyeli" sıfatı.
Durum böyleyken, Zülfıkar'da yarattığı gibi bir alerji yaratmasının
şovenizmden başka açıklaması olabilir mi?
"Kendi varlığının, ulus olmanın dille bağlantılı olduğunu sürekli
hatırlamalıdır." (Haziran 2004)
Bir dilci, dil ile ulus olmayı bire bir bağlantılandırabilir mi?
Ulus olmayan topluluklara ait dilleri böyle peşin peşin harcayabilir
mi? Bunun günümüz dilbilimindeki adı ve yeri nedir?
İMLA SORUNLARI 143

Militarizm -
"Spor terimlerini 1900'1ü yılların başında savaş düzenini göz önüne
alarak adlandıran bu asker millet, kale, müdafaa hattı, hücum hattı
sözlerini kullanmıştır." (Mayıs 2004)
Zülfikar "bu asker millet" sözünü olumlayarak kullanıyor. Türk­
lerin savaşçı kavimlerden bilindiği doğrudur. Ama artık, kavim ola­
rak "asker millet" olmaktan daha barışçı değerleri öne çıkarmanın
zamanı gelmedi mi?

Cinsiyetçilik
Zülfıkar da "kadın" sözcüğünden korkanlardan. Roman kahraman­
ları için "bayan kahraman" diyor (Ocak 2003).

Zülfıkar'ın yazılarındaki Türkçe ve İngilizce hataları ile terim tutar­


sızlıkları düzeltilmeyi bekliyor. Ancak, bu yazıların temelindeki ba­
kış açısı sorunu, imla, Türkçe ve bilgi sorunlarını gölgede bırakacak
ölçüde belirleyici.
Bazı okurlardan, Zülfıkar'ın ve AKDTYKTDK'nın üstünde ge­
reksiz yere durduğum, ciddiye alındıkları izlenimini yaratabilece­
ğim yönünde eleştiri aldım. Böyle düşünenler bir noktayı unutuyor
olmalı: Zülfıkar'ın yazıları belli ki öğrencilerin ve öğretmenlerin
başvuru kaynağı olsun, dil alanında bilgilenmelerini ve bilinçlen­
melerini sağlasın diye yayımlanmıştı ve herhalde kaynak işlevi gö­
rüyordur. AKDTYKTDK herhangi bir kurum değil, resmi dil anlayı­
şını temsil eden kurum. Neyle karşı karşıya olduğumuzu somut ola­
rak, ayrıntılarıyla göstermek gereğini duymamın nedeni budur.
5
INGILIZCEDEN GELENLER

"İngilizceden gelenler" konusunu Dilimiz, Dillerimiz'de aynı başlık


altında ve "Genel bakış - Kir" gibi bölümlerde çeşitli yönleriyle ele
almıştım. Türkçe Sorunları Kılavuzu'nda da "İngilizcenin tuzakla­
rı" başlıklı bir bölüm ve oradan kılavuzun gövdesine göndermeler
vardır. Aşağıda ise İngilizce birimlerin Türkçeye gelme biçimlerine
bakmaya çalışacağım.
Gelme biçimleri arasında ilk sırayı eski usul, Türkçe söyleyişe
uyarlanarak gelenler, ikinci sırayı "ödünçlemeli çeviri" yoluyla ge­
lenler, üçüncü sırayı ise yazılışları ve söylenişleriyle "olduktan gi­
bi" gelenler alıyor. Bunlara tek tek bakmadan önce, anlık ve geçici
kullanımlara da işaret etmek gerekebilir. örnek:
"Mass tourism dediğimiz kitle turizmi..." (Turizm Bakanı, 7.4.
2006, NTV 13:00 Haberleri)
Bu, bir kalıp. İşi gereği İngilizceyle ya da başka bir yabancı dille
(Latince, Fransızca, Arapça) sıkı ilişkide olan görevlilerin bir bölü­
mü, yukarıdaki gibi bir " ... dediğimiz" girizgahına başvurmadan
edemiyor. Neden? İyi yüreğim: Türkçesini hemen hatırlayamadığı
ya da Türkçe karşılık henüz yerleşmediği içindir. Kötü yüreğim:
Statü gösterişçiliğindendir.
Her durumda, farklı birimlerle de olsa toplumsal düzlemde
önemli miktarları bulabilen bu olgulara dilbilimde "kod kanştınmı
(code mixing)" deniliyor.1 Özellikle küresel alanlarda çalışan yeni

1 . Burada "kod", dil anlamında. Bir dilde konuşur ya da yazarken araya başka
bir dile ait birimler kanştınnak söz konusu.
İNGİLİZCEDEN GELENLER 1 45

kuşaklarda gitgide daha çok rastladığımız, İnternet mecrasında da


açıkça izlenebilen bir olgu bu. Daha dar sosyal çevrelerde bunun ka­
lıcı değilse bile az çok süreklilik kazanan özgül biçimleri oluştuğun­
da buna "kod değiştirimi (code switching)" adı veriliyor. Kod değiş­
tirimi yalnızca İngilizce ile Türkçe arasında değil, Türkçe ile Kürtçe
gibi bir arada yaşayan diller arasında da görülebilen bir olgu.
Kod karıştınmı ile, "oldukları gibi gelenler" dediğim sözcük
grubunu birbirinden ayırt etmek kolay değil. Bir olasılık, önce kod
karıştınmı biçiminde yer bulan bazı söz ve sözcüklerin bir süreç so­
nucu kalıcılaşıyor olmasıdır.
Şimdi, gelme biçimlerine tek tek bakalım.

A) TÜRKÇE SÖYLENiŞE UYARLANARAK GELENLER


Bir dilin birimleri başka bir dile geçerken, gerek biçim gerekse içe­
rik/ anlam açısından değişikliğe uğrayabiliyor. Saussure'e borçlu ol­
duğumuz terimlerle söylersek, gösterenler kadar, gösterilenler de
değişim geçirebiliyor. Bu genel saptama günümüz için de geçerli.
Sözcüklerin bir bölümü Türkçeye önce (20. yüzyılın ortalarına
kadar) Fransızca üzerinden uyarlanarak gelmişken, şimdi İngilizce
üzerinden yine uyarlanarak, yeniden geliyor. Örneklerden biri,
Türkçede "perhiz" anlamında kullanılagelen "diyet" sözcüğü. Son
dönemlerde İngilizceden yapılan "ödünçlemeli çeviri"lerde "diyet"
sözcüğünün bu kez "perhiz" değil, "beslenme düzeni" anlamında
kullanıldığına rastlanıyor. Anlamlar karıştığından, okurlar yakında
her beslenme düzenine "diyet" demek gerektiği duygusuna kapıla­
bilir.
Eskiden Türkçede Fransızcadan gelme "büro" diye bir sözcük
vardı, hfila var. Ancak, bunun üzerine İngilizceden "ofis" de geldi.
Ve her ikisi de Arapça "daire"nin yerini aldı. Daha doğrusu, "daire"
daha çok devlete kaldı ("devlet dairelerinin mesai saatleri"), büro
daha çok avukat, mimar, danışman vb. serbest meslek erbabına, ofis
ise kapitalizmin yeni tür tapınaklarına armağan.
"Alarm" geleli yıllar olmuştu, bir siren sesiyle birlikte kendimi­
zi güvenli yerlere atmamız anlamına geliyordu, şimdi ise "çalar sa­
at, saatin zili" anlamlarını yüklenmek üzere yeniden, bu kez İngi-
146 DİL MESELELERİ

lizceden geldi, clock kısmını kendi yurdunda bırakarak. Türkçede


"alarm zilleri" artık saatlerde de çalıyor.

Brecht de kimmiş?
İngilizcesi "Szechwan", Fransızcası "Se-Tchouan", Almancası
"Sezuan". Çin'deki bir bölgenin adı. Peki Türkçesi ne?
2008 yılında orada bir deprem olunca, Türkçede adı yokmuş gi­
bi "Siçuan" dedi bütün basın. Şimdi depremin yıldönümlerinde ay­
nı ad kullanılıyor. Oysa Brecht'in ünlü oyunu "Sezuan'ın İyi İnsa­
nı"yla birlikte, "Sezuan" denmişti. Demek oyun unutuldu, İngilizce
üstün geldi, bölge yeniden adlandırıldı. (Radikal, 14.5.2009)

derogasyon
AB sürecinde, Fransızca söylenişiyle geldi. "İhlal, aykırılık" gibi
anlamları var. Serbest dolaşım gibi herkese tanınan hakların size ta­
nınmamasına, "haksızlık" yerine "derogasyon" diyorlar.

destlnasyon
Turizm terimi olarak dolaşıma girmiş görünüyor. Varış yeri, gidile­
cek yer, gidilecek ülke, uğrak. Eski adıyla, menzil.

eliptik
Dil alanında, sözlüklere de geçmiş güzel bir Türkçesi var bu teri­
min: eksiltili. Daha çok dil ve edebiyat alanında kullanılan bir te­
rim. Geriye kalan kısmı söylenmesi gerekmeyecek kadar açık olan
cümleleri eksiltili yapıda kurabiliyoruz: "Hele o gün gelsin !" örne­
ğindeki gibi.

etnonasyonalizm, etnosentrlzm, etnlkçlllk


Türkçede karşılığı yokmuş da yeni öğrenmişiz gibi yapılan kavram­
lardan biri de "etni (kavim)". Gerçi kavramın "etnonasyonalizm, et­
nosentrizm, etnikçilik" biçimindeki uzantılarının adı yoktu eskiden.
Adı Batı'da konulunca biz de "kavme dayalı ulusçuluk" filan diye
uzatmadık herhalde artık.
İNGb...İZCEDEN GELENLER 1 47

inovasyon
Türkçede karşılığı yok sanılıyor ama, gayet mantıklı, sade ve yer­
leşik bir karşılığı var: "yenilik". "Yenilenme" değil, "yenilik". Ye­
nilenme, "renovasyon'un karşılığı.

kartlng
Çevirmen Bilal Çölgeçen'in katkısı:
"Karting, lunapark gibi yerlerde görebileceğiniz küçük pistlerde
yada resmen daha büyük yanş alanlarında ' go-kart' ya da 'kart' de­
nilen küçük yanş arabalarıyla yapılan 'sporun' adı. Büyük yanş ara­
balarıyla yanşa hazırlık olduğu için 'motor sporlarına ilk adım' sa­
yılıyor.
"Kelimenin Türkçeleşmeden Türkçeye yerleştiği çok açık. Şöyle
kullanmakta yarar var. Kart: Küçük yanş arabası ve karting: Küçük
yarış arabalarıyla yapılan yarış."

komedyen
İstanbul Sinema Festivali'ne katılan bir Fransız film yönetmeni,
kendisine deneyimsiz oyuncuları yönetmenin güçlükleri sorulunca,
"Herkes aktördür, bazı oyuncular hariç (Tout le monde est acteur,
sauf quelques comediens)" dedi ama, çeviri "Herkes aktördür, bazı
komedyenler hariç" biçiminde olunca o nefis söz güme gitti. Fran­
sızcadaki comedien sözcüğünü Türkçeye "komedyen" diye değil,
"oyuncu" diye çevirmek gerekiyor. "Komedyen" Türkçede yalnızca
komedi oyuncuları için kullanılan bir sıfata dönüşmüştür ama,
Fransızcada tüm oyuncuları kapsar. (Radikal, 9.4.2009)

konsolide etmek
Sağlama bağlamak demek. Yeni değil ama, eskiden (Fransızcadan
geldiğinde) yalnızca borçlar için, bir iktisat tekniği bağlamında kul­
lanılırken şimdi siyasal vb. alanlara da yayılma eğiliminde. Belki
siyaset de bir borçlanma psikolojisiyle yürütüldüğündendir.

krlmlnallze etmek
Günümüzün eleştirel düşüncesinde önem taşıyan, verimli, aydınla-
1 48 Db... MESELELERİ

tıcı kavramlardan. Temel hakların kullanımını zora sokan zihniyet­


lerin söylemleri için kullanılıyor. Türkçesi, bir edimin suçmuş gibi,
kişinin suçluymuş gibi gösterilmesi.

otorite
Batı dillerinden' gelen "otorite" sözcüğü, yalnızca "idare" ve "yö­
netim" sözcüklerinin yerine değil, bazen de "makam" sözcüğünün
yerine kullanılıyor. "İlgili makamlar"dan "ilgili otoriteler"e giden
yoldayız.
Haberleşme Bakanı Ahmet Arslan'la ilgili bir haber: "Bugün
teknik bir ekibimiz İngiltere'ye gidiyor. İlgili otoritelerle görüşmek
üzere."2

pik, trend
"Bu pik, yani yüksek fiyat ( . . . ) düşüş trendinde... " Enerji Bakanı
Hilmi Güler, petrol fiyatlarından söz ediyor (24. 1 2.2008).
Yüksek fiyat diye açıklandığına göre, bu "pik"ten kasıt herhalde
"zirve" ya da "tavan"dır. Şimdi bunu peak diye mi yazmalıyız, yok­
sa "pik" diye mi?!
"Trend" sözcüğü ise son yıllarda, "moda olan" anlamında kulla­
nılır oldu: "Çizmede son trend" örneğindeki gibi. Ama sayın bakan
herhalde şu bildiğimiz "eğilim"den söz ediyordu. Bu durumda, öne­
ri: "Bu tavan fiyat ( ... ) düşme eğiliminde ... "

pozisyon
Çevriyazı, Türkçeye gelen sözcüklerin başlıca uyarlanma yordamı.
"Eski usul" dediğim yordam. Günümüzde İngilizceleşme de çoğu
olguda söyleyiş açısından eskiden olduğu gibi Fransızca söyleyiş
üzerinden gerçekleşiyor.
"Pozisyon" Fransızcadan geleli yıllar olmuştu, Türkçede "ko­
num" anlamında kullanılıyordu. Şimdi, henüz sözlüklere geçmemiş
olmakla birlikte, "tavır, mevki, görev" gibi anlamlarda da kullanılı­
yor.

2. www.bthaber.com/haber/gundem/ingilterenin-yasagi-kaldiracagini-dusu­
nuyoruz-306092.html (Erişim tarihi: 28.3.2017).
İNGİLİZCEDEN GELENLER 1 49

örnek: "Bazı Kamu Kurumlarının Kadro ve Sözleşmeli Pozis­


yonlarına Yerleştirme Yapmak için Adaylardan Tercih Alınması.''3

promosyon
"Tanıtım"ı öneriyorum ama, bu sözcüğün anlamı tanıtımı aşıyor. İyi
tanım, Dil Demeği'nin sözlüğünden: "Bir malı geniş yığınlara ta­
nıtmak, beğendirmek ve o malın sürümünü sağlamak amacıyla ya­
pılan çalışmaların tümü." Bazen bu çalışmalar çerçevesinde bedel­
siz olarak dağıtılan malzeme için de kullanılor: "Promosyon ola­
rak... "

prospektüs
Türkçesi: Tanıtmalık, tarife.

realize etmek
İktisattaki anlamı, "parasal işlem yapmak". Günümüz iktisadının
felsefesi böyle: Düzanlamı "gerçekleştirmek" ve "kavramak" olan
fiili, paraya bağlıyor.

reyting
İzlenme oranı.

rezidans
Batı dillerindeki yerleşik anlamı "ikamet" ve "ikametgah". Son
otuz kırk yıldır bunların yanında yeni bir anlam kazandı ve Türk­
çeye de bu anlamla geldi: Lüks apartman. Alışılmış "lüks inşaat"tan
da daha lüks şeyler bunlar, ortak hizmetkhları olan modem ikamet­
gahlar, beyazlara mahsus. Bazı reklamlarda İngilizce imlasıyla da
boy gösteriyor: residence.

röveşata
İngilizcedeki reverseshot (tersine vuruş) sözcüğünden gelmiş. Fut-

3. www.osym.gov.tr{fR,335 l/bazi-kamu-kurumlarinin-kadro-ve-suzlesmeli­
pozisyonlarina-yerlestinne-yapmak-icin-adaylarclan-tercih-alinmasina-iliskin-du­
yuru.html (Erişim tarihi: 28.7.2017).
1 50 Oh. MESELELERİ

bolda bir atraksiyonun adı. Ve elbette, nefis bir filmin adında da yer
almış: "Tabutta Röveşata".

sekürltizasyon
"Borç" ve "ipotek" gibi sözcükler irkiltici bir duruma geldiğinden
olmalı, borç yerine "kredi", borç senedi yerine "bono", ipotekli kre­
di yerine "mortgage", borç senedi alım satımı yerine "seküritizas­
yon" gibi, henüz kokusu çıkmamış sözcükler yeğleniyor.
Doç. Dr. Saygın Eyüpgiller'in verdiği bilgiye göre, meslek men­
supları Türkçede "seküritizasyon" karşılığı olarak "menkul kıymet­
leştirme" terimini kullanmaktadırlar.

sltasyon
Fransızca söylenişiyle geldi. "Alıntı [yapmak], gönderme[de bulun­
mak]" demek. Eski adıyla, atıf (A kısa).

skorer
İngilizceden takla atarak gelenlerden. İngilizcesi scorer. Türkçesi
"golcü", "en çok sayı yapan"...

stabil
"İstikrarlı" demek. Latince kökenli.

tema
İzlek demek. Bu sözcük Türkçeye yeni gelmedi ama, bu kez "tema­
tik" biçimiyle de yaygınlaşma eğiliminde. Hem bu açıdan, hem de
"teması" gibi ek almış biçimlerinin "tema/temas" karışıklığına yol
açabilmesi bakımından, kavramın Türkçesini anımsatmak gereğini
duyuyorum: İzlek, izleksel. "İzlence"yle karıştırılmaması kaydıyla
elbette: "İzlence", program anlamına geliyor.

terörlze etmek/olmak
Bu fiiller geldikleri Batı dillerinde "korkutmak, sindirmek" anlamı­
na gelir. Türkçede ise son zamanlarda buna ek olarak "terörist gibi
göstermek" anlamını da kazandı. Katmerli bir anlam yüklenme ola­
yı.
İNGİLİZCEDEN GELENLER 151

vizyon
"İki lider çözüme ilişkin vizyonlarını paylaştılar." (Bir haber bülte­
ninden, 13.5.20 1 5) Belli ki görüşlerini paylaşmışlar bu sayın lider­
ler.

B) "ÔDÜNÇLEMELI" ÇEViRi YOLUYLA GELENLER

Türkçe Sorunları Kılavuzu'ndaki "İngilizcenin Tuzakları" başlık­


lı bölümde değindiğim sorunların önemli bir bölümü, Türkçeye
çeviri yoluyla gelen sorunlarla ilgilidir. Söz konusu olan, gündelik
dilde "motamo/sözcüğü sözcüğüne" dediğimiz ya da dilbilimin
"ödünçlemeli çeviri (loan translation)" dediği, yüzeyde kalan çevi­
rilerin yol açtığı sorunlar ve sonuçlar.4 Bu tür çeviriler, belki bir tür
mizah üretimine kaynaklık edebiliyor, ancak amaç açısından bakar­
sak hem özgün metnin meramını iletemeyen, okuru asıl anlama gö­
türecek yoldan saptıran, hem de Türkçeyi olmayacak biçimlerde
zorlayan sonuçlara yol açabiliyor. İşte örnekler:

açılım
Galiba ouverture'den geldi: "Iran supreme leader dismisses Obama
ouvertures (İran'ın dini lideri, Obarna'nın açılımlarını geri çeviri­
yor)" (2 1 .3.2009 tarihli basın). Eskiden Türkçeye Fransızcadan
uyarlanmış olarak gelmişti, "uvertür".

aksiyon almak/ önlem almak


Bu söz de to take action'dan geldi. Action sözcüğü, to take fiiliyle
kullanıldığında "önlem almak" anlamına gelir. Her "aksiyon", ey­
lem değildir!

Atiantik
"Atlas Okyanusu" adlandırması neredeyse unutuldu. Onun yerini

4. İntemetteki ekşi sözlük'te bu olgunun "ingilizceden türkçeye direkt çeviri"


başlığı altında epey eğlenceli örneklerini bulabilirsiniz. İ ngilizce kuşağı, orada
bütün bir yelpaze olarak karşımıza çıkıyor: Fazla çocuksu olanından, nefis mizah
örneklerine ve gayet öğretici olanlarına kadar, her dilciyi ilgilendirecek "payla­
şımlar" içeren bir kaynak.
1 52 DİL MESELELERİ

"Atlantik" sözcüğü alıyor. Bu sözcüğün yeğlenmesindeki etkenler­


den biri İngilizcenin etkisiyse, bir nedeni de sözcüğün bir başına
kullanılabilmesi olabilir: "Atlantik ötesi", "Atlantik'te kaza" vb. di­
yebiliyoruz ama, "Atlas ötesi", "Atlas'ta kaza" diyemiyoruz; ille de
"Atlas Okyanusu ötesi", "Atlas Okyanusu'nda kaza" vb. dememiz
gerekiyor. Dilde kısa olan genellikle üstün gelir, öyle görünüyor ki
bu örnekte de öyle.
Avrupa dillerinde "Atlantizm" diye siyasal bir deyim de var,
"ABD'cilik" ve "NATO'culuk" anlamına geliyor. Bu deyim bizde
pek yaygınlaşmadı.

aynlmak/gltmek
"IMF ayrıldı zamlar geldi" (1 1 .8.2004 tarihli gazeteler).
Ayrılmak fiilinin bu tür kullanımları, İngilizcedeki to leave fii­
linin etkisine benziyor. Türkçede ayrılmak fiilinin gitmek anlamın­
da kullanıldığına eskiden de rastlanırdı ama, yalnızca ayrılma yeri­
nin de belirtildiği durumlarda: "IMF heyeti Ankara'dan ayrıldı" ör­
neğindeki gibi.
Örneğimiz için öneri: "IMF gitti zamlar geldi."

casus bel//

25 Ocak 20 10 Pazartesi, TRT Türk. 23:00 haberleri okunuyor. Bir


cümlede "casus belli" terimi geçiyor ve haberci bunu Türkçede "ca­
susun belirli olduğu"nu söyler gibi söylüyor, Nyı uzatarak.
Herhalde herkesin kulakları dikilmiştir, nedir bu casusluk olayı
diye. Oysa Türkçe değil, Latince bir diplomasi terimiyle karşı kar­
şıyayız: Belli sözcüğü Latincede "çatışma/savaş" anlamına geliyor,
casus ise "durum". Casus belli teriminin Türkçesi, "savaş nedeni".
Okunuşu: "Kasus beli'', A'yı uzatmadan.

çaln merkezi
Cali [center]'dan sözcüğü sözcüğüne çeviri. Gerçekte herhangi bir
çağnyla ilgisi yok, düpedüz "başvuru telefonu" demek.
Türkçe sözlüklerdeki "çağrı" maddesine "telefonla hizmet veren
bilgi merkezi" gibilerden bir tanım eklemek gerekecek.
İNGh..İZCEDEN GELENLER 1 53

Bu arada, İngilizcedeki her call'u "telefon etmek" diye çevirme


eğilimi başgösterdi. Oysa to cali fiilinin Türkçe karşılıklarından biri
de "uğramak". Dolayısıyla, İngilizce metinlerde sözün bağlamına
dikkat edilmeli: Konuşan kişi, sözgelimi, akşam üstü telefon ederim
diyor da olabilir, akşamüstü uğrarım da.

çıkmak
"Çıkmak" fiili İngilizcedeki to go out'tan gelip gençlerce benim­
sendi. "Sevgiliyiz" sözü biraz fazla mahrem, fazla özel kaçacağı
için, daha örtülü bir kavram olan "çıkmak" kullanılıyor. Ondan ön­
ce de, boy friend /gir/ friend'den çeviri olarak "erkek arkadaş/kız
arkadaş" gelmişti İngilizceden.

çoğul disiplinler açısından I çokdlslpllnll açıdan


Multidisciplinary sözcüğünün "çoğul disiplinler" diye çevrilme­
si, tekil / çoğul çağrışımı açısından iyi olmuyor. Mu/ti- önekinin
"çoğul" diye çevrilebileceği yerler olmakla birlikte, yerine göre
"çok-" ve "-arası" olanaklarından da yararlanılabilir ("çokdisiplin­
li" ve "disiplinlerarası").
Bu fırsatla, "çok disiplinli" ile "çokdisiplinli" arasındaki anlam
farkına bir kez daha dikkat çekeyim.

çok dikkati! olmak


"İnsan böyle bir zamanda çok dikkatli olamaz" diyor çevirmen.
Bir mazeret sözü müdür çevirdiği? Hayır, bağlam öyle göstermi­
yor. Belli ki, sözün aslı, "İnsan böyle bir zamanda ne kadar dikkatli
olsa azdır" anlamında, one is never too carefal in such a time gibi
bir şeydir.

çok tarz
Stylish, very stylish.

daklkllk / isabet
"[B]roşürün üslubu şaşmaz bir dakiklikle Rauf Denktaş'a ait oldu­
ğunu belli ediyor." (Murat Belge, 30. 1 .2004 tarihli Radikal)
1 54 DİL MESELELERİ

Buradaki dakiklik precision kokuyor. Türkçede dakiklik, en


azından yakın zamanlara kadar, precision 'ın yalnızca zamanla ilgili
kullanımını karşılıyordu. Diğer precision'lar için yerine göre "net­
lik" ya da "isabet[lilik]" olanakları -var.
Örneğimiz için öneri: " ... şaşmaz bir isabetle... "

dernekleşme hakkı
Freedom ofassociation sözünün Türkçesi, "dernekleşme hakkı" de­
ğil, "örgütlenme hakkı".

dilsel/ dllblllmsel

İngilizcedeki linguistic sıfatı, "dilsel" anlamına gelir. "Dilsel prob­


lemler (linguistic problems)" ile "dilbilim problemleri (linguistics
problems)" arasındaki S farkı dikkatlerden kaçıyor.

dokunuş/ üslup

" ... onca efekt, onca teknolojik dokunuş bir anlamda hayal gücünü
ete kemiği büründürürken .. " (Radikal, 30.7.2010)
.

"Ultra taşınabilir Satellite U500'e kişisel bir dokunuş katan göze


çarpan bir tasarım yarattık." (TNB A.Ş. Genel Müdürü Aytaç Biter,
Milliyet, 26.6.2009)
Örneklerdeki "dokunuş" sözcüğünde İngilizce touch sözcüğünü
görmemek elde değil. Touch 'ın ilk anlamı "dokunuş"tur, ancak bu­
radaki gibi bağlamlarda söz konusu olan, dokunuş değil, diğer an­
lamlarından biri: Yeni adıyla "biçem", eski adıyla "üslup".

duygusal katsayı

İngilizceden gelen "EQ (Emotional Quotient)" terimini Türkçeye


"duygusal katsayı" diye çevirmek, terimler için vazgeçilmez bir
özellik olan tekanlamlılığı zedeliyor. Öneri: "duygu katsayısı".

düzensiz göçmen
Resmi makamlar bile "düzensiz göçmen" diyor. "Kayıtdışı göç­
men" demek. İngilizce irregular migrant'tan geldi.
İNGll.İZCEDEN GELENLER 155

entelektüel .
"Entelektüel" sözcüğü Batı dillerinde hem ad hem sıfat olarak kul­
lanılabiliyor. Ad olarak kullanımını Türkçeye yerine göre "aydın",
yerine göre de "entelektüel" diye çeviriyoruz.
Sıfat olarak kullanıldığında ise "entelektüel"den çok, yerine/
bağlamına göre "zihinsel" ya da "düşünsel" demek gerekebilir:
"Entelektüel yaşamında" ile "düşünsel yaşamında" arasında anlam
farkı var.

eşitçe/aynı biçimde
İngilizce equally'nin bir kullanımı var ki, Türkçede "aynı derecede/
aynı biçimde" anlamına geliyor. "Ödünçlemeli" çevirilerde, bu an­
lamı vermek yerine "eşitçe" ya da "eşit olarak" dendiğine rastlanı­
yor.

etki
İngilizcedeki effect sözcüğünü Türkçeye her zaman "etki" diye çe­
viremeyiz. Yerine göre "sonuç" da olabilir. (Etki: injluence)

eylem planı I önlem planı


Action sözcüğü, "eylem" anlamına geldiği gibi, to take action gibi
kullanımlar başta olmak üzere, "önlem" anlamına da gelir. Örneğin,
please take action sözü, "gerekli önlemlerin alınması ricasıyla" de­
mek. "Eylem planı" diye yerleşmeye başlayan başlıkların bir bölü­
münde kastedilen de "önlem planı" aslında...

farklılık/ görüş ayrılığı


En çok dış haberlerde olmak üzere şu tür anlatımlara rastlanır oldu:
"İki taraf arasındaki farklılıkların önümüzdeki günlerde giderilece­
ği umuluyor."
Buradaki soruna, İngilizcedeki bir yoksulluğun Türkçeye akta­
rılması sorunu denebilir: İngilizcedeki difference sözcüğü, "farklı­
lık" anlamına geldiği gibi, yerine göre "görüş ayrılığı"' anlamına da
gelebiliyor. Bunun kaynağı, fiil olarak to differ /rom ile to differ
with [someone] arasındaki fark: İki fiil çekiminden ilki "farklı ol-
1 56 DİL MESELELERİ

mak'', ikincisi ise "farklı görüşte olmak" anlamına geliyor. Çeviride


bu noktaya dikkat etmediniz mi, örneğimizdeki gibi "ödünçlemeli"
çeviriler ortaya çıkıyor.

günün sonunda
At the end of the day'den geldi. Türkçesi: "eninde sonunda, sonuç­
ta".

hili/ylne de
Jaws adlı filmde, civarda köpekbalığı olduğunu bildiği halde idari
makamlara plajı boşaltma kararı aldırmayı başaramayan şerif, oğlu
köpekbalığı tarafından öldürülen bir anne tarafından suçlanıyor.
Şöyle diyor suçlayan kişi: "Siz biliyordunuz ve benim oğlum hfila
ölü."
Bu koşullar, ölmüş biri için "hata ölü" diyebileceğimiz koşullar
değil. Belli ki çeviride bir sorun var. "Hfila" diye çevrilen sözcüğün
İngilizcesi stili olmalı: My son is stili dead: Benim oğlum yine de
öldü.

hl kiye/ haber
Televizyonlardaki haber bülteni sunucularının dilinde, özellikle
uzun uzadıya konu edinilen haberlerin kastedildiği bir "hikaye" söz­
cüğü belirdi. Galiba İngilizcedekine dönüştü iş: Story sözcüğünün
bir anlamı "hikaye" ise, diğer anlamı da "haber" değil midir? Uzun­
ca bir öykü içeren haberler için böyle bir terime ihtiyaç da vardı as­
lında. Gerçi hata, söze "bu hikayenin" diye başlandığını duyduğu­
muzda hafiften bir argo izlenimi doğacak gibi oluyor.

hOkümet verileri
İngilizcedeki government sözcüğünün tek anlamı "hükümet" değil.
Aynca, yerine göre, ad olarak "yönetim", sıfat olarak "resmi" anla­
mına da gelebiliyor.
Bu arada government data, "hükümet verileri" değil, "resmi ve­
riler".
İNGİLİZCEDEN GELENLER 1 57

kamu, kamusal, kamuya açık, herkese açık, halka açık,


halksal, tanınm.ış, izleyiciler, izlerçevre, genel ...
İngilizce karşısında Türkçeyi yoksul bulanların kulakları çınlasın:
Bu sıraladıklarım, İngilizcedeki public sözcüğünün Türkçedeki ola­
sı karşılıkları (belki başka da vardır). Çeviri yaparken yerine göre
bunlardan birini seçebiliyoruz, daha doğrusu seçmemiz gerekiyor.

kamusal alan
Bu kavramın iki farklı kullanımı oluştu Türkçede. Biri, İngilizcede
(public space) ve dünya ortak kültüründe olduğu üzere, "özel alan"
kavramıyla çift oluşturuyor. Buradaki "kamusal"ın anlamı "herkese
açık olan"dır, "özel"in anlamı ise, "kişisel/mahrem".
"Kamusal alan" kavramının Türkçede oluşan ikinci kullanımı
ise, "kamusal" dediğinde "kamu kurumlarına ait" demiş oluyor. Bu
bağlamdaki "kamusal alan" da, resmi ve kamusal denetim altındaki
mekan ve kurumlar oluyor. Eski adıyla "kamu sektörü/devlet sek­
törü".

kelimelendirme
Wording'den geldi. "Uygun kelimeyi bulmak, uygun bir anlatıma
kavuşturmak" anlamına geliyor.

kopya
Basımevinden çıkan kitaplardan her birine "nüsha" denirdi eskiden.
Şimdi kopya (copy!) baskın çıkıyor gibi.

meydan okuma
İngilizcedeki challenge, challenging sözcüğü her seferinde "mey­
dan okuma" diye çevriliyor. Oysa bu sözcüğün "zorluk, zorlayıcı"
gibi anlamları da var. Çevirmenler bağlamla uğraşmak yerine işin
kolayına kaçtıkları için, karşımıza olur olmaz "meydan okuma"lar
çıkıyor! Türkçe, İngilizcenin yoksulluklarını üstlenmek zorunday­
mış gibi.
1 58 Db... MESELELERİ

nepotlzm
Baş belalarımızdan birinin adı olan "kayırmacılık" sözcüğü neden­
se ya "adam kayırmacılık" biçiminde çekilip uzatılır, ya da kulla­
nılmayıp küpte saklanır. Sözlüklerde de yalnızca "kayırmak" fiili
var, "kayırmacılık" unutulmuş. Bu nedenle olmalı, kavrama ihtiyaç
duyanlar Türkçede karşılığı yok sanıp "nepotizm" demeye başladı.

" ne"si kaybolan " ne de"


"Kaybettik ya vicdanımızı, koyduğumuz yerde bulamıyoruz. Sanki
siber ortamda yazınca kelimeler bize ait olmuyor, kelamın sorum­
luluğu kalmıyor ne de sözün ağırlığı, anlamı; ( ... ) Lakin birçok ede­
biyatçının aksine politikaya karşı kayıtsız kalmadı, ne de 'başkala­
rının acılarına.' " (Elif Şafak, "Saldırmanın dayanılmaz hafifliği'',
29.4.2012 tarihli Haber Türk)

neskafe
"Hazır kahve" demek varken her zaman "neskafe" demek bir ulus­
lararası tekele reklamcı olmak anlamına geliyor diyenlere hak ver­
memek zor. Gelgelelim, bu haklılık giderek siliniyor. Neskafe iste­
d.iğimiz garson bunu zaten artık yalnızca hazır kahve olarak anlıyor,
ille de o belirli marka olarak değil. "Bir hazır kahve lütfen" dedi­
ğimizde ise garsonun kafası karışıyor. Açıklayayım deseniz, bütün
bir söylev gerekli. Sanıyorum, tıpkı "jilet" örneğindeki gibi "nes­
kafe" de özel ad olmasının yanı sıra cins adı olarak yerleşti dünya
dillerine. Türkçede bu cins adını K'yle yazıyoruz: neskafe. Özel ad
olarak, C'yle yazılıyor.

nlk
Önce nick biçiminde, olduğu gibi gelmişti İngilizceden ve daha çok
sanal ortamda kullanılıyordu. Giderek "nik" oldu ve basılı metinle­
re geçti: "İçindeki 'bir dost' nikli fesat komşu canavarı uyanmış."
(Nur Çintay, 2.8.2005 tarihli Radikal)
Nick'in Türkçede "takma ad, mahlas, imza, işaret" gibi karşılık­
ları var. Örneğimiz için öneri: "İçindeki 'bir dost' imzalı fesat kom­
şu canavarı uyanmış."
İNGİLİZCEDEN GELENLER 1 59

not etmek .
Diplomaside, "dikkate almak" anlamına geliyor. Gündelik dilde
"sen yaz bunu bi kenara" dediğimiz durum. İngilizce to note 'tan
geldi.

[on üç] olmak


"Bu yıl on üç oluyorsun" diyen kişi, çocuğa on üç yaşına girmekte
olduğunu anımsatıyor. Tıpkı İngilizcedeki gibi. Türkçede, "bu yıl
on üçüne giriyorsun", "on üç yaşına geliyorsun'', "on üçüne bası­
yorsun", "on üçünü bitiriyorsun" vb. denirdi eskiden.
Bu konuda şöyle bir anlam karışıklığı var: On üçüncü yılımıza
basınca mı on üç yaşında oluruz, yoksa o yılı bitirince mi? Batılılar
yılı bitirince o yaşta oluyorlar, biz ise başlayınca. Kaç yaşında ol­
duğumuz sorulduğunda, içinde bulunduğumuz yıl kaçıncı yılımızsa
onu söylüyoruz. Kavramımız böyle olunca, "on üç oluyorsun" sö­
zünün yeğlenir olmasının nedeni, netlik sağlaması olamaz...

ortakgörü
Elkitabı denebilecek ölçüde geniş kapsamlı, büyük emek ürünü, iyi
bir sözlük olan Felsefe Sözlüğü'nde (Bilim ve Sanat Yay.), "sağdu­
yu" yerine "ortakgörü" dendiğini fark ettim ("ortakgörü felsefesi"
vb). İngilizcesi ve Almancası common sense, Fransızcası sens com­
mun olan kavramın Türkçesi "sağduyu"dur oysa; eski adıyla, "ak­
lıselim".
Ahmet Cevizci'nin Felsefe Terimleri Sözlüğü, bence yerinde ola­
rak, "sağduyu felsefesi" diyor.

oyuncu
Özellikle uluslararası/ bölgesel olaylara ilişkin haberlerin İngilizce­
sinde actor olarak adlandırılan faillerine Türkçede "oyuncu" den­
mesinin her şeyi biraz fazla hafifleten bir yanı var. Bu kullanımda
kastedilen, "özne"dir aslında. İngilizcenin konuşurları, o dildeki öz­
ne sözcüğü (subject) kullanışlı olmadığı için "oyuncu" diyor olabi­
lirler, emperyallere göre hava hoş. Türkçe için bir de Arapçadan ge­
len "fail" sözcüğü var ama, o biraz yaşlı, biraz da fazla suçlu oldu­
ğundan, sahiplenen çıkmıyor.
1 60 DİL MESELELERİ

önceden ödeneblllr
Payable in advance'ın Türkçesi, "önceden ödenebilir" değil, "öde­
meler peşindir".

önemli değil
Teşekkür edene "önemli değil" karşılığını vermek İngilizceden gel­
di. Türkçesi "bir şey değil" ya da "estağfurullah"tı; ikincisinin say­
gı düzeyi daha yüksek olmak üzere. Bir ara "estağfurullah"ın "ay­
nen öyle" anlamına geldiği şakası ciddiye alındı ve yanlış bilgi ola­
rak hızla yayıldı. Böylece, "ne demek, rica ederim"in yanındaki ye­
rini "önemli değil"e kaptırması kolaylaştı.

özgürle,mek/kurtulmak
"Öğrenci eylemlerinin başlangıçtan beri üniversiteleri dış denetim­
den özgürleşmeye çalıştığını söylemek daha uygun olacaktır"
(Chomsky 2002: 19-20).
Chomsky metnin İngilizcesinde to free fiilinin ilişkisel biçimini
kullanarak tofreefrom outside control diyor. Çevirmenin kullandığı
"özgürleşmek" fiilinin ise dolaysız bir ilişkiselliği yok. Her gördü­
ğümüz free sözcüğüne "özgür" karşılığını yapıştırmadan önce, sa­
ğında solunda ne var diye bakmakta yarar var, diğer tüm sözcükler
gibi. Cümledeki düşüklüğü de (sözdizimi hatasını) düzelterek öne­
reyim: "... üniversiteleri dış denetimden kurtarmaya çalıştığını söy­
lemek..."

raporlamak
"Yöneticilerin cinsiyetinin çalışan cinsiyetiyle kombinasyonunu or­
taya çıkarmaya çalışan son araştırmaya katılan erkeklerin yüzde
26'sı, kadınların ise yüzde 3 1'i bir kadına raporladığını belirtmiş."
(Milliyet'in 3.2.2008 tarihli İnsan Kaynakları eki.)
Buradaki "raporlamak" fiili, çeviri deneyimlerimden biliyorum,
İngilizcedeki to report to fiilinden geliyor. To report fiili, bir to daha
eklemediğiniz sürece "raporlamak" diye çevrilebilir, ama to report
to'nun Türkçesi, " [birine] bağlı olarak çalışmak"tır. Dolayısıyla,
yukarıdaki örnekte gördüğümüz "bir kadına raporladığını" sözü,
"bir kadına bağlı olarak çalıştığını" olacak.
İNGtt..İZCEDEN GELENLER 161

reaksiyoner
Bu sözcük Fransızcadan "gerici" anlamıyla gelmişti. Artık "tepkici,
tepkisel, karşıt" gibi anlamlarını Türkçede de yükleneceğe benzer:
Daha önce Göksel Aymaz'ın bu sıfatı 26.3.2004 tarihli Radikal Ki­
tap'taki yazısında Imrnanuel Wallerstein için kullandığını not etmi­
şim, hem de iki kez kullanmış, ikincisinde "yaratıcı bir reaksiyoner­
liğe" biçiminde olmak üzere. Bir başka örnek, Ahmet İnsel'in 2
Ekim 201 7 tarihli Cumhuriyet'teki yazısının başlığı: "Reaksiyoner
hınç". Yazının içeriği, buradaki "reaksiyoner" sıfatının, "gerici" an­
lamında değil, "tepkici" anlamında kullanıldığını gösteriyor.5

satın almak/inandırıcı bulmak


İngilizcede satın almak (to buy) fiilinin ikinci bir anlamı da, "inan­
dırıcı bulup ona göre davranmak". Fiilin bu anlamdaki kullanımı
Türkçede özellikle borsayla ilgili gündelik dilde yaygınlaştı, ardın­
dan gündelik politikaya kadar uzandı. Belki birbirimize "sözlerini
satın almıyorum" diye bağırmıyoruz henüz, ancak borsacıların söz­
gelimi bir reformu satın alması, o reform sayesinde borsada para yi­
tirmeyip kazanacaklarına inandıkları anlamına geliyor.

tüketici
Bu sözcüğü, bilinen anlamının yanı sıra İngilizcedeki exhaustive'in
karşılığı olarak kullananlara rastlanıyor. Kasıt, "son birimine kadar
kullanmak" ya da "kapsam dışı bir şey bırakmamak". Ne var ki,
"tüketici" sözcüğünün anlam alanında "yok etmek, bitirmek" de
var. Dolayısıyla, exhaustive karşılığı olarak "kapsayıcı" ya da yeri­
ne göre "tümü kapsayıcı/kuşatıcı" derunesini öneriyorum, yol ya­
kınken. "Tüketici"nin de "üretici"den çok fazla ayrılmamasını.

ya da
Rosa Luxemburg'un Friedrich Engels'ten esinlendiği ünlü sözüdür:
"Ya sosyalizm ya barbarlık!" İngilizcesi: Socialism or Barbarism!
Bu sözün Türkçeye ödünçleme çevirisi, "Sosyalizm ya da bar­
barlık" biçiminde.

5. www.cumhuriyet.eom.tr/koseyazisi/8 1 5694/Reaksiyoner_hinc.hbnl
162 Dtt.. MESELELERİ

Bir kez daha belirteyim: İngilizcedeki or sözcüğünün Türkçe


karşılığı, bağlamına göre değişir. Her görüldüğü yerde "ya da" diye
çevirmeden önce seçenekler düşünülmeli; belki de "ya ... ya da"
bağlacı daha uygun olacaktır.

yardım edin
Yabancı filmlerde kimsenin "İmdat!" diye bağınnaması size de tu­
haf gelmiyor mu? Zor durumda kalanlar "Yardım edin!" diye bağı­
rıyor. Eh, to help fiilini bir kez "yardım etmek" diye öğrendiniz mi,
tutup her help için başka karşılık arayacak haliniz yok ya!

zaman/saat
Zavallı İngilizce, bazen fazlasıyla bağlam bağımlısı kalıyor. Time
sözcüğünün ne çok anlamı olduğuna bakın: Zaman, hava, süre, sa­
at...
Reaction time sözünü bağlam dışı, yani böyle bir başına görsek
ve çevirmemiz gerekse herhalde "tepki zamanı/tepki saati/tepki
süresi" seçenekleri arasında kararsız kalırız. Gerçi etkinlik duyuru­
su gibi gayet net olan bağlamlarda bile, belki de bilgisayar prog­
ramlarının azizliğidir, "saat" bilgisi için "zaman" sözcüğünün kul­
lanıldığı oluyor.

zaman tutucu
Bilimkurgu alanını çağrıştırıyor ama, ne yazık ki değil. Spor prog­
ramlarında kulağıma çalınıyor bu söz. Eskiden "saat tutmak" denen
işlemden söz ediyor olmalılar. İngilizcedeki time sözcüğünün yerine
göre zaman, yerine göre saat anlamına geldiği unutuluyor. Program­
larda "tarih, saat, yer" biçiminde verilmesi gereken bilgilerin "tarih,
zaman, yer" diye çevrildiğine de rastlanıyor, tarihler zamana dahil
değilmiş gibi.

zamansız
İngilizcesitimeless olan felsefi kavramı Türkçeye "zamansız" diye
çevirenler oluyor. İyi bir karşılık değil bu, çünkü gündelik dilde
"zamansız" dediğinizde, "uygun olmayan bir zamanda (yapılan),
İNGİLİZCEDEN GELENLER 163

vakitsiz" demiş olursunuz ve sözcük bu anlamıyla bütün sözlüklere


girmiş durumda. Daha iyi bir karşılık olarak "zamandışı" ya da "za­
manötesi" denebilir.

C) "OLDUKLAR! GiBi" GELENLER

İngilizceden gelenler babında en yeni ve dikkat çekici durum, uyar­


lanmaksızın, oldukları gibi gelenler. İşte bir grup örnek: in, out,
check-in, check-out, check-up, bilboard, light, lux, large, medium,
small, off record, off road, offshore, top ten, box-office, best of,ema­
il, forward, hacker, printer, web, tie-break, fair-play, networking,
trend, business, management, deadline, marketing, benchmark,
brief, factoring, duopoly, parity, short selling, happy hour, coffee
break, party-time, part-time...
İngilizce sözcüklerin Türkçeye böylece kendi ses ve imlalarıyla
gelmeleri daha çok son yılların işi. Özellikle bazı sözcüklere (happy
hour, coffee break, party-time,fresh, trendy vb.) "iliştirilmiş sözcük­
ler" denmesinden yanayım, tıpkı saldırgan tarafın askerleriyle bir­
likte olay yerine giden savaş muhabirleri gibi iliştirilmiş (İng. em­
bedded). Süslerimizi de yakamıza ya da saçımıza iliştirmez miyiz?
Şaka bir yana, kavramın dilbilimdeki İngilizce adı embedded, Türk­
çe adı "içeyerleşik".

Günümüzün hemen her kesimden Türkçe konuşuru, sözgelimi


giysi satın alırken medium, small, large gibi sözcükleri anlıyor ve
kullanıyor. Hatta, bunların yerine "büyük beden, küçük beden, orta
boy" gibi Türkçe terimleri kullanacak olsanız belki de yadırganır­
sınız. Peki, bu sözcükler aynı kişilerin karşısına giysi dışı bir bağ­
lamda çıkacak olsa yine tanıdık gelir mi?
Medium sözcüğünü giysiler için kullanan herkes, aynı sözcüğün
Türkçeye çok daha önce "medyum" biçiminde uyarlanarak gelmiş
ve sözlüklere girmiş olduğunun farkında mıdır? Bazı simalar "Med­
yum bilmemkirn" adıyla popüler olduğu halde? Aynı Batılı sözcük­
ten iki ayn "Türkçe" sözcük çıkarmak diye buna denir.
Benzer biçimde. furward sözcüğü de yıllar önce "forvet" biçi­
mini alarak Türkçe futbol dünyasına girmişken, bu kez "olduğu gi­
bi" geldi ve bilişim ortamında fiile bile dönüştü: forwardlamak.
164 DİL MESELELERİ

"Medyum" ve "forvet" gibi, Türkçeye gelişleri biraz daha eskilere


dayanan sayısız sözcük Türkçe söyleyişe uyarlanmış durumda:
teyp, caz, ofsayt, fikstür, kampüs, buldozer, damper, vb.
Söyleyiş açısından uyarlanmaya gitgide daha seyrek rastlanıyor.
Belki artık her şey daha hızlı olduğundan, uyarlamaya vakit kalmı­
yor. Sözcüklerin yazılı biçimiyle de daha çok karşılaşıyoruz. Şu ün­
lü large, medium, small üçlüsü, giysilerin etiketlerinde (ihracat he­
defiyle) İngilizce imlayla yazılı olmasalar, zamanla belki Türkçe
imlaya uyarlanarak "iare, medyum, smol" biçimini alacaktı.

Oldukları gibi gelen sözcüklerle ilgili imla kuralı, aldıkları ek­


lerden kesme işaretiyle ayınlarak yazılmalarıdır. Böylelikle bu söz­
cüklerin Türkçe içinde özel bir konumda bulundukları, farklı imla
ve söyleyiş kurallarına tabi oldukları belli edilmiş oluyor. Gelgele­
lim, gündelik dilde gitgide yaygınlaşan bir uygulama, bu kurala da
dikkat edilmemesi yönünde: "printerlar pahalandı, emaillerime ba­
kamadım, forwardladım" vb. Kodlar harman oldu!
Hayatımıza giren IBM ("aybiyem"), IMF ("imefe/ayemef"),
BBC ("bibisi"), CNN ("sienen") gibi İngilizce özel adların İngiliz­
cedeki gibi okunmasına alışıp bunla.rıh eklerini de İngilizce okunuş­
larına göre düzenlemeye yeni başlamıştık ki, Türkiye'de özel ad
olarak konmuş bazı ad ve kısaltmaların da İngilizceymiş gibi okun­
duğunu gördük: NTV (Nergis Televizyonu) örneğindeki gibi. Olur
mu olmaz mı derken ve hiçbir dolaysız etki ya da kaçınılmazlık
yokken, bu da yerleşti.
Şimdi yeni bir aşamadayız: Karma bileşik sözcükler aşaması.
Yarısı Türkçedeki gibi, yarısı İngilizcedeki gibi söylenen bileşik
sözcükler türetiliyor artık: Turkcell, Cellocan vb. Aynı sözcükteki
iki C'den biri S, diğeri C diye okunuyor. Bunlar özel addır, dolayı­
sıyla sınırlı kalacaktır diye teselli olunabilir mi?
Gerçi basında, İngilizce vb. dillerden oldukları gibi gelen söz­
cüklerde kesme işareti kuralını önemseyenlere hala rastlanıyor.
Kayda değer bir örnek:
"Bodrum'da plajlar doldu, beach'ler boş kaldı" (27.6.20 1 7 tarih­
li Cumhuriyet).
örneğimizde İngilizceden "olduğu gibi" gelmiş olan beach söz-
İNGİLİZCEDEN GELENLER 165

cüğünün aldığı ekten kesme işaretiyle ayınlmış olmasının yanı sıra


bir dil olgusu daha dikkat çekmiş olmalı: "Plaj" sözcüğü, Fransız­
cadan Türkçeye yıllar önce, uyarlanarak gelmişti. Türkçedeki anla­
mı başlangıçta "parayla girilen deniz kıyısı tesisleri"ydi. Uzun yıl­
lar böyle kaldıktan sonra, şimdi bu kurumların lüks türleri için İn­
gilizceden beach adı ithal edildi. Belediye (ve halk) plajları hala
plaj. Beach ise, dışarıdan gelip evsahibi dil (matrix language)6 olan
Türkçenin içine keyfince yayılan bir eleman halinde. Kendi evinde
bulamadığı gösterişçi serbestliği başkasının evinde sergiliyor.
Birkaç ilgi çekici örnek daha:

acknowledge
İngilizcedeki acknowledge sözcüğünün Türkçesi yok mu? Bu söz­
cüğün de diğer bazı sözcükler gibi Türkçesi yok, Türkçeleri var; bir
değil, birkaç karşılık. Diller arasındaki bu tür anlam alanı farklılık­
ları çeviri mesleğinin püf noktalarından. Hangi karşılığı kullanaca­
ğınız, duruma göre değişiyor. Acknowledge: kabul etmek, kabullen­
mek, doğruluğunu kabul etmek, teslim etmek, tesellüm etmek,
onaylamak, ikrar etmek... Birinden birini seçeceksiniz, bağlam haz­
retleri hangisini gerektiriyorsa.
Bu tür sözcüklerden, sesi/söylenişi fazla yabancı kaçmayanların
Türkçeye girmesi kolay oluyor: "Renovasyon" diyorsunuz örneğin,
hem şık duruyor, hem de yanlış çeviri tehlikesinden kurtuluyorsu­
nuz. Ama "eknovlıc" gibi Türkçede hiç tanıdık durmayan bir söz­
cük söz konusu oldu mu, böyle yapamıyoruz. İlle Türkçe karşılığını
bulacağız, başka yolu yok.

Gündelik hayatın terlmlerl

"anti" enflasyonu
"Anti mantar ve anti iltihapsal özelikleri ile ... "
"Anti-" önekinin bu tür örnekleri yerine, "önleyici" sözcüğü kul-

6. Dilhilim sözlükleri matrix language için "haşat dil , ana dil" gibi karşılıklar
veriyor ama, kanımca her tür yanlış anlamayı önlemek açısından "ev sahibi dil"
denmesi daha uygun olur. Matrix clause için ise "ana cümle" denmesi yerleşik ve
uygundur.
1 66 D İL MESELELERİ

lanılabilir: mantar önleyici, iltihap önleyici vb. "Ağn kesici" sözü


ne kadar güzeldir.

cool
Ajda Pekkan 1960'lı yıllarda, Türkçeyi İngilizce gibi telaffuz etti­
ği şarkılarla ünlü olmuştu. Sonraki bir albümünün adı da Cool Ka­
dın imiş. Cool, dünya gençlerinin dilinde unutulmaz Batı Yakasının
Hikdyesi nden beri jokerleşen bir sıfat. "Soğuk, serin, serinkanlı"
'

dan başka, "esaslı, güzel" gibi anlamları var ve artık yalnızca kişiler
için değil, nesnelerle olaylar için de kullanılıyor.

euro/avro
Bir ara bazı gazeteler ve yazarlar "avro"yu benimsemişti. Medyanın
bir bölümü ve Dil Derneği nedense avro diyenleri yalnız bıraktı.
Belki de euro'yu yarı özel adlardan sayarak olduğu gibi kalsın de­
mişlerdir. Yaygınlığa bakılırsa haklı çıktılar ve Dil Demeği'nin
Türkçe Sözlük'ü ile Yazım Kılavuzu'nun yeni baskıları euro'da ayak
diriyor. AKDTYKTDK ise "avro"yu sözlüğüne ve kılavuzuna al­
maktan başka, "avrovil" diye bir iktisat sözcüğü bile türetmiş du­
rumda; euro'ya, gönderme için bile yer vermiyor. Bu arada toplu­
mumuz ve Merkez Bankası euro diye yazıp /yuro/ diye okuyor, de­
mek o da olduğu gibi gelenlerden.

fitness center
"Form tutma merkezi" demek. Fitness için "dinçlik" karşılığını
önerenler varsa da, dinçlik kavramı işin biçimsel yönünü içermiyor.
"Fazla kiloları" olan biri de dinç olabilir. Oysafitness'tan kasıt, tıp­
kı daha önce Fransızcadan gelmiş olan "form" sözcüğündeki (for­
munda olmak, vb.) gibi, biçimi de içeren bir dinçlik.

grand prix
"Büyük ödül" demek. Bu terim Türkçede "İstanbul Grand Prix'si"
şeklinde özel ad statüsü kazanmış durumda.
İNGİLİZCEDEN GELENLER 167

jet-lag
AKDTYKTDK sözlüğü, "jet yorgunluğu" karşılığını öneriyor.

post
Hem ses hem çağrışım açısından son derece tanıdık bir sözcük. Şu
kullanım aynı derecede tanıdık mı, bir bakalım:
"Önemli bir posta gelen her kişi..." (Gürkan Hacır, CNN Türk,
1 8. 1 .201 8)
Bağlamdan haberimiz olmadığında, buradaki "posta" çekimini
bildiğimiz posta olarak anlarız. Ancak bağlam, bu sözü şöyle yaz­
mamızı gerektirecek kadar ayn bir anlam yaratıyordu:
"Önemli bir post'a gelen her kişi ... "
Evet, anlaşılmış olduğu üzere Hacır, önemli bir mevkiye gelen
kişilerden söz ediyor ve İngilizceden gelen bir sözcüğü kullanıyor­
du.
site-spesific
"Belirli bir yere özgü" demek. Sözgelimi, belirli bir bina ya da
meydan için özel olarak yapılmış bir heykel site-specific olarak ni­
telendirilebiliyor. Sondaki C'yi K'ye çevirip Türkçede öylece kul­
lananlara da rastlanıyor.

SPA ve Wellness
Esenlik merkezi? (Sağ ve esen kalınız.)

start almak
İlk gelen "start vermek"ti; spor karşılaşmalarında, "yarışı başlat­
mak" yerine böyle deme gereği duyulmuştu nedense. (Nedensesi
herhalde uluslararası yarışmalara olan ilgi ve katılımın, Türkçeye
olan ilgiden daha yüksek bir hızla artmasıdır.) "Start vermek" söz­
lüklere de girdi.
"Start almak" ise daha sonra gelip yaygınlaştı ve Dil Demeği'nin
sözlüğüne değilse bile, AKDTYKTDK sözlüğüne girdi.
"Başlamak" anlamına geliyor ama kastedilen öyle sıradan bir
başlangıç değil; anlı şanlı, tantanalı bir başlangıç. Bazen de, hazır­
lıkların başlaması.
168 DİL MESELELERİ

stiker
Çıkartma demek. "Çıkartma'', sözlüklere de geçmiş bir sözcük.
Acaba yalnızca çocuklar kullanıyor sanıldığı için mi gerek duyuldu
stiker'a? Her tür yapıştırma işaretin- adı oysa, çıkartma. "Asker çı­
karrna"yla karışma tehlikesi de yok.

top 10
"[ . ] kullanıcılarının top lO'u."
. .

"İlk on" varken "top ten" deme alışkanlığı yukarıdaki gibi komik
sonuçlar verebiliyor. Nasıl okuyacağız? "[ ] kullanıcılannın top
...

onu" diye mi?

van
Kapalı kamyonet.

iktisat terlmlerl

Her ne kadar "iktisat" adı altında konuşuluyorsa da, bu baptaki söz­


cüklerin daha çok business, irade & finance (iş dünyası, ticaret ve
mali sermaye) erbabının ilgisinde olduğunu kaydetmek gerekiyor:
club deal, roaming...

bari/ /varil
Petrol fiyatlarındaki artıştan söz ederken "barit" diyenlere rastlanı­
yor. İngilizcedeki barrel, Fransızcadaki bari/ sözcüğü, "varil"le
olan ses benzerliği nedeniyle karıştınlıyor olınalı: Türkçede "barit"
diye bir sözcük yok.

barter
Modern takas sistemi. "Garanti Barter Genel Müdürü" gibi sıfatlara
rastlanıyor mesela.

carry trade
Faizi düşük para birimleri cinsinden borçlanarak yüksek getirili
enstrümanlara yatının yapmak.
İNGİLİZCEDEN GELENLER 169

CEO

ChiefExecutive Officer'ın kısaltması. "Genel müdür" gibi bir anla­


mı var. Küreselleşme furyasından olmalı, özel sektör "genel mü­
dür" diyemez oldu. Daha az yaygın olan benzer kısaltmalar şöyle:
CCO (Chief Communications Officer) = İletişim Müdürü
CMO (Chief Marketing Officer) = Pazarlama Müdürü.

factoring
Alacağını kırdırmak. Eskiden emeklilerin henüz vakti gelmemiş
maaşlarını belirli bir yüzdesi eksiğiyle o an ödeyecek birine devret­
meleri gibi işlemler.

forex
Yabancı para. Döviz. (Foreign exchange'den bozma.)

hedge fonları
[Yüksek riskli] yatırım fonları.

know-how
Yerine göre "teknik beceri, uygulama becerisi" ya da yalnızca "be­
ceri".

mortgage
İpoteğe dayalı konut kredisi dernek. İpotekli kredi.

off-shore
Off-shore terimi yerleşme yolunda epey yol aldı, "off-shore'cular"
diye türetime bile girdi. Oysa "kıyı bankası / bankacılığı" diye bir
karşılığı da bulunuyor. Gerçekte kastedilen, kıyıda değil, kıyı (sınır)
ötesinde, parayı gözlerden ve vergilerden uzak tutmak için kurul­
muş (eskiden İsviçre bankalarının yaptığı işleri yapan) bankalar,
banka şubeleri ve oralardaki hesaplar.
170 DİL MESELELERİ

subprime
Geri ödeme gücü zayıf olanlara uygulanan kredi faizleri. Geri öde­
me gücünüz azsa, güçlülerden daha fazla faiz ödüyorsunuz.

Spor terlmlerl

Spor alanı, her ülkenin kendi geleneksel sporlarına durmadan yeni


dalların, dolayısıyla bir yığın yeni sözcüğün akın ettiği bir alan.
Söyleyiş ve imla açısından İngilizceyle benzeşmeyen diğer dünya
dilleri gibi Türkçede de bu nevzuhur sözcükler spor izleyicileriyle
gazeteciler için güç bela bilinir hale geliyor ve beraberlerinde bir
yığın imla sorunu getiriyorlar:
stoper, snowboard, wakeboard, rockettball, squash, fast break,
hat-trick, motion offense, off-road, tie-break. . .
Yalnızca bu sonuncusunun tanımını öğrenmiştim: Voleybol ha­
berlerinde geçen tie-break terimi, anladığım kadarıyla, bir ilkenin
adı: Bir takımın yaptığı hatanın, rakip takıma sayı kazandırmasını
öngören ilke. "Hata-sayı" ilk.esi.
6
KIT APLARLA Dil MESELELERi

Diyarbaklf Türkçesi 1

Mustafa Gazi'nin, bir bölümü tatlı dilli bir sözlük olan bu kitabı, dil­
cileri ilgilendirdiği kadar kapı komşusunu merak edenleri de ilgi­
lendirecektir: Diyarbakır Türkçesi: Melmeketten Efesine Yansıma­
lar (2006).
Kitap, taşıdığı ruh açısından o büyük karikatürcünün, Doğan Gü­
zel'in Qırıq adlı çizgiromanına (1997) metinsel bir kardeş sanki.
Mustafa Gazi, sözcükleri ve deyimleriyle Türkçenin Diyarbakır ağ­
zının sözlüğünü oluşturmuş. Sıcacık bir sözlük. Toplum olabilme­
mize giden yoldaki esaslı bir boşluğu doldurmaya aday metinler­
den.
Boşluk dediğim şeyden ilk kez, 24 Aralık 2007 günü Diyarba­
kır'da yapılan "Anadili'nde Eğitim Hakkı" konulu panelde söz et­
miştim; Kürt aydınlarını, dil ve eğitimle ilgili sorunları somut ay­
rıntılarıyla yazıya dökerek çok okunan Türkçe gazete ve dergilere
göndermedikleri için eleştirmiştim.
Gerçekten de, Kürtlerin yaygın basındaki yazıları Kürt sorununu
daha çok dolaysız siyasal düzeyde ele alıyordu. Bu tür yazılar da
gerekli, hatta vazgeçilmez olmakla birlikte, somut yaşantıların ge­
niş okur kitlesine ulaşan yayınlarda özgül olarak dile getirilmesi
başlı başına bir gerekliliktir.
Panelde bana iletilen sorulardan biri de bu eleştirime ilişkindi.
Olası gerginlikleri önlemek için sorular yazılı olarak alındığından,

1. Radikal Kitap, 2.3.2007.


1 72 DİL MESELELERİ

soruyu olduğu gibi aktarabiliyorum: "Bizim anadil veya kendi böl­


ge sorunumuzla ilgili yazacaklarımızı sözünü ettiğiniz gazetelerin
yayınlayacağına inanıyor musunuz?"
Demek ki Diyarbakır'dan bakıldığında "yayımlamazlar" gibi gö­
rünüyordu. Ben soruya olumlu yanıt vermiştim: Her gazete her ya­
zılanı yayımlamaz elbette, ama belirli gazete ve dergilerin, en azın­
dan benim de yazdığım Radikal gazetesinin, böyle yazılan yayım­
layacağını düşünüyordum. Belki tek koşul, belirli kalıplan yinele­
meden, okurların ilgisini çekecek somutlukta ve kısalıkta yazmaktı.
Gazetelerin yanı sıra haftalık ekleri ve dergileri de düşünmek gere­
kiyordu.
Panelde bunları demiştim, yanılmadığımı umarak. Ama bugün,
bu kitabın hazırlandığı koşullarda, böyle bir yanıtın olanağı yok.
Soru ise, bugün sorulsa abes kaçacak türden.
Oysa somut deneyim alışverişi gerçek bir ihtiyaç. Sözgelimi, ba­
rış ve diyalog çabası gösteren gruplardaki kadınlar, daha iyi bir ile­
tişimin yollarını arıyor: Çocuklarını kendi dillerinden uzaklaştır­
mak, asker ya da gerilla olarak bile bile ölüme göndermek gibi se­
çeneklerle cebelleşen kadınların yaşadıktan, vb. konulan dert edi­
niyorlar.
Kısacası, boşluk dediğim, toplumun su ile zeytinyağı gibi, aynı
kapta olup da birbirinden ayrışmış kesimleri arasındadır. Mustafa
Gazi'nin Diyarbakır Türkçesi, bu boşluğun doldurulmasında, birbi­
rini tanımada, tepkici önyargıların aşılmasında rolü olabilecek bir
çalışma. Önyargıcı tepkileri çekebilecek olan gözle görülür öğe,
Kürtçe alfabenin harfleri. Kürtçe harfler, kitabın içeriği kadar, ka­
pağında da yer alıyor: W, Q, 1, E, Ü.
Tıpkı kampanyalarla savunduğumuz Ç, Ö, ı, İ, Ş, Ö ve Ü'nün bi­
ze özgü olması gibi, bu W, Q, X, i, E, Ü da bize özgü işte. Biri Türk­
çeye, diğeri Kürtçeye ait iki grup harf.

Diyarbakır'daki panelde sorulan sorulardan biri de şuydu (oldu­


ğu gibi aktarıyorum):
"1) Axa Oyak (malOm, bir şirket ismi)
2) Xebat (ğebat) (çalışma+Kürtçe)
KİTAPLARLA Db... MESELELERİ 173

İkisi de Latin alfabesinde kullanılan bu ilci kelimeden birincisi


resmi ideolojiyi savunanların bir şirketinin ismi. İkincisi yasakla­
nan bir sözcük. Meramım şu: Türk aydınlan özellikle de dilciler ne­
den bu çarpıklığa ses çıkarmıyor?"

Bu soru çerçevesinde öğrenmiştim ki Kürtçe adların nüfusa ya­


zılması yasağı hfila kaldırılmış değildir. 26.2.2007 tarihli Milliyet'in
verdiği habere göre de, Suruç Belediye Meclisi tarafından belirle­
nen 32 yeni sokak adından 1 1 'i, Kaymakamlıkça veto edilmişti.
Kaymakam, bu 1 1 ismi, Kürtçe olduğu, bölücülük ve "ayrımcılığa"
yol açabileceği gerekçesiyle onaylamamıştı. İşte reddedilen adlar:
Mizgin, Dilan, Helin, Zozan, Zana, Şilan, Şervan, Şirvan, Rojin,
Mir ve Ezhar.
Oysa, "ayrımcılık", Kürtçe adlan kullanmak değil, kullandırma­
mak anlamına gelir; anadilleri, yasaklarla silinemez.
"Anadili'nde Eğitim Hakkı" panelinde de söylediğim bir gerçek­
le bitireyim: Bizim toplumumuzdaki dahil, geleneksel resmi eğitim
sistemleri, eğitim çağına gelen çocuğa boş beyaz kağıt gözüyle ba­
kıyor. Üzerine ne isterseniz onu yazabileceğiniz boş beyaz kağıt.
Ruhbilim ve eğitbilim ise bunun tam tersini söylüyor: Kişi yedi
yaşına geldiğinde, ruhsal açıdan esas olarak biçimlenmiş, anadilinin
de temelleri atılmış durumdadır. Siz kağıdı zorluyorsunuz ama, ka­
ğıt boş değil.

Modern bir cönk 2

Mahir Ünlü'nün kitabının adı, Türkçe'de İnciler İncelikler: CÖNK


Gibi (2004).
"Cönk", antoloji fikrinin yalnızca Batı'ya ait olmadığını gösteren
geleneksel derlemelere verilen ad. Matbaa öncesi dönemde kişilerin
şiir, atasözü gibi metinleri elyazısıyla derledilcleri ince uzun defter­
ler, cönkler. Mahir Ünlü, kendi kitaplığında Malatya'da satın aldığı
bir adet cönk bulunduğunu yazıyor. Kitabının kapağında da bir
cönk resmi var, galiba fotoğraf. Kişisel olarak "cönk" sözcüğüyle

2. Radikal Kitap, 29.10.2004.


1 74 DİL MESELELERİ

ilk kez 1980 sonrasında bir dönem Attila İlhan'ın çıkardığı Cönk
dergisinde karşılaşmıştım.
Ünlü'nün kitaba verdiği başlıktaki "inciler" sözcüğü yanıltıcı
olabilir: İlk elde gülünçlük derecesinde hatalı sözleri çağrıştıran bir
sözcüktür bu. Oysa kitabın içeriğine bakılırsa yazar "inci değerinde
sözler" demek istiyor. Türkçe şiirlerden ve daha başka metinlerden
kendi başına değer taşıyan bölümler alıntılanmış, her alıntıya da bil­
gilendirici küçük notlar eklenmiş. Fikir Fazıl Hüsnü Dağlarca'dan
gelmiş. İyi bir seçki. Yanımızda gezdirip parça bölük zamanlarda
göz atabileceğimiz kitaplardan.
Yazar, önsözde belirttiğine göre, çok az sayıda da olsa bazı ya­
bancı ya da Osmanlıca söz ve sözcükleri günümüz Türkçesine uyar­
lamış. Alıntılardan yararlanmak isteyeceklerin dikkat etmesi gere­
ken, tehlikeli bir yöntem bu. Bana kalırsa böyle durumlarda her za­
man metnin aslı da verilmeli.
Kitabın terimcesine de itirazlarım var.
Birinci itirazım, "anakronizm" terimine karşılık olarak önerilen
"yanlış süreç" sözüne. Tanımdan da çıkarabildiğim kadarıyla yazar
burada "süre(ç)" derken "zaman" demek istiyor; "verilen tarih" ya
da "sözü edilen tarih" anlamında zaman. Dolayısıyla, "anakro­
nizm" karşılığı olarak "zaman hatası" ya da Emin Özdemir'in Ede­
biyat Bilgileri Söılüğü'nde önerdiği gibi "zamanda yanılma" daha
iyi. Dil Demeği'nin yayımladığı Yazın Terimleri Sözlüğü, "anakro­
nizm" için "zamanlama hatası" karşılığını veriyor ama, iyi bir kar­
şılık değil bu. "Zamanlama" terimi, "zaman yönünden planlama"
anlamına gelen yerleşik bir terim.
Ünlü'nün terimcesindeki ikinci sorun, "yaygın" sözcüğünün "po­
pülist"e karşılık olarak verilmiş olması. Herhalde "popüler" diye
düzeltilecektir.
Terimceye olan bir başka itirazım ise daha temel bir noktaya gö­
türdü beni:
Önerilen Türkçe karşılıklardan bazıları uygun, bazıları değil.
Sözgelimi, "nükte, espri" için önerilen "ince anlam" hiç uygun ol­
mayanlardan. Ancak, "münacaat", "menkıbe" "mısra-ı berceste",
"beyt-i berceste" gibi Divan şiirine özgü terimlerin yerine "yalva­
rış/yakarış", "övmece" "seçkin dize", "seçkin ikili" gibi Türkçe
KITAPLARLA DİL MESELELERİ 1 75

karşılıklar önerilmesindeki sorun, karşılıkların uygun olup olmama­


sını aşıyor. İllce düzeyinde bir sorun var burada: Bu tür tarihsel te­
rimler Türkçeleştirilebilir mi? "Kaside" için Türkçe kökenli karşılık
önerilmediğine göre, "münacaat" için önerilmeli mi? Bana kalırsa
önerilmemeli: "Yakarış" adını taşıyan her kaside münacaat olmaya­
bilir. Münacaat, kasidenin bir alttürü sonuçta. Bunlar yarı özel ad
diyebileceğimiz adlar: herhangi bir biçimde "Türkçeleştirilmeleri"
yanlış olur. "Menkıbe" sözcüğü de öyle. "Berceste"li tamlamaların
Türkçeleştirilmesinde bile bir sorun var: Her tür seçkin dize ya da
seçkin ikilinin Divan şiirindekiyle aynı ad altında toplanması fazla
genel bir adlandırma oluyor.
Öteden beri, Türkçeleştirme konusunda dikkate alınması yerinde
olacak etmenlerden biri dilin ve sözcüğün tarihsel yüküdür diyo­
rum. "Sone, gazel, kaside, münacaat, menkıbe" gibi adlar hem birer
cins adı, hem de yarı özel ad. Bu sözcükler, yerine göre özel ad gibi,
yerine göre de cins adı gibi kullanılır. Ancak, yineliyorum, yerlerine
başka bir sözcük kullanılması yanlış olur.

Akademi ve dil tartışmaları 3

İdeolojik boyuttan bütünüyle arınmış bir bilimsel düşünce ürünü


arasak, bulabilir miyiz?
Bu sorunun yanıtı herhalde ideolojiyi nasıl tanımladığımıza, te­
rimi hangi anlamda kullandığımıza bağlıdır. Çoğu kez görüldüğü
üzere ideoloji denince yalnızca dolaysız siyasal tavn anlıyorsak, bi­
lim etiketiyle ya da akademik etiketle sunulmuş her ürünü ideoloji
dışı kabul etmekte zorlanmayız: Akademik olan, ideoloji dışıdır,
vesselam. Bu anlayış için en yakın örnek herhalde bizim toplumu­
muzdaki akademik ortamlara çok az istisnayla hata egemen olan
gelenektir.
Buna karşılık, "düşünsel olan ideolojiktir" diyebileceğimiz kadar
geniş kapsamlı bir ideoloji tanımını kabul edersek, bu durumda "bi­
lim" etiketi taşımak, ürünü ideolojik olmaktan kurtarmaz.

3. Radikal Kitap, 19. l , 2.2 ve 9.2.2007.


176 DİL MESELELERİ

Bu ikinci tanım pek çok açıdan birincisine yeğlenmeyi hak edi­


yor.
Neden bu "ideoloji" girişi? Dolaylı neden çok. Dolaysız neden
ise, Astrid Menz ile Christoph Schroeder'in derledikleri Türkiye'de
Dil Tartışmaları (2006) adlı kitap oldu. Astrid Menz Türkolog,
Christoph Schroeder ise Türkçe uzmanı bir dilbilimci. Kitabın su­
nuş yazısında belirttiklerine göre, Türkçe tartışmaları konulu bir
sempozyum düzenleme gereğini duymalarının nedeni, Türkçe ile
ilgili olarak kendi "kavrayış"ları ile "kamusal tartışmalarda hfildm
olan kavrayış" arasında gördükleri farklılıktır.
Bu "kavrayış" teriminin ne derece yerinde olduğu tartışılabilir.
Ben olsam "anlayış" derdim. Kavrayış terimi, her ne kadar "kav­
ram" terimiyle aynı kökten geliyorsa da, "yeti" anlamını da içeriyor
Türkçede: "Kavrama, anlama, algılama yetisi." Dolayısıyla, "kav­
rayış farkı" dediğinizde bir yeti derecelendirmesinden de söz etmiş
oluyorsunuz.
Bunu bir yana koyarsak, yazarları harekete geçiren, bizim toplu­
mumuzda pek kolay uyanmayan, uyansa bile öne çıkarıldığına pek
fazla tanık olamadığımız türden bir bilimsel merak. ("Belki de Av­
rupalıların kışkırtıcı etkinliklerine dahildir" diye devam edeceğim
ama, daha dün bir panel konuşmacısına, başvurduğu ironinin tehli­
kelerinden, bizim toplumumuzda her şeyi bire bir anlama huyunun
yaygınlığından dem vurduğumu anımsayıp vazgeçiyorum.)
Menz ile Schroeder, günümüz dilbiliminin gerektirdiği anlayışa
uygun meraklara kapılıp bunun gereğini yapıyorlar. İdeoloji açısın­
dan bir uçta matematik kadar romantik (romansal değil, romantik)
olan dilbilimin temel kavramlarına uygun akıllar yürütüyorlar. Yü­
rütebiliyorlar, daha doğrusu. Ne de olsa, böyle bir anlayışın gerek­
tirdiği özgürlük ve olanak ortamlarında, bizim buraların bilimcile­
rinden daha uzun süreler yaşayıp çalışabilmiş oldukları tahmin edi­
lebilir.
Her durumda, yazarların Türkiye'deki "kamusal tartışmalar"a4
her iyi bilimcinin göstermesi gereken incelikli ilgiyi gösterdikleri
anlaşılıyor. Kişisel olarak, amatör gökbilimcilere akademisyen gök-

4. "Kamuya açık" demek istiyor olmalılar, İngilizce public meselesi!


KİTAPLARLA DİL MESELELERİ 1 77

bilimciler ta,rafından gösterildiği söylenen o sevecen eleştirel ilgide


her zaman gözüm kalmıştır. Dil alanında ne yazık ki böyle istisna­
ların sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Benim bildiğim, kendi­
ne güvenen bilimci, amatörlerle ve kendi meslektaşlarının amatörce
verimleriyle ilgilenir. Hiç değilse, bu tür verimlerin sağlayabileceği
yararlan ve toplumdaki düşünsel yaşama verebilecekleri zararları
düşünerek. Sözgelimi, Sözcükler dergisi gibi ülkenin edebiyat der­
gileri arasında ön sıralara yerleşen bir derginin beşinci sayısındaki
"Türkçe'ye Ne Oluyor?" dosyası gibi çalışmalara akademisyenler­
den değerlendirme gelmesi beklenir.
Türkiye'de Dil Tartışmaları kitabı bu kıtlıkta daha da çok önem
kazanıyor.

Kitapta on yazardan toplam on yazı var. Bazıları Türkiye'de dil


tartışmalarının "yeni bir evreye girdiği" kabulüne dayalı bir kesit
sunan, bunu yaparken tartışmalara yer yer standart bir tartışmacı
olarak katılan, bazıları da belirli bir konuda derinleşen yazılar.
"Yeni bir evre" fikrinin açılımını, kitaptaki kısım başlıklarında
buluyoruz: "Dil Tartışmalarının Çoksesliliği" ve "Değişen Dünyada
ve Değişen Dil İlişkilerinde Türkçenin Konumu". Kısacası, "yeni
evre" saptamasının dayanağı, tartışmaların artık eskisi gibi bir mer­
kezde toplanmadığı ve dünyadaki ilişkilerin diller için yeni konum­
lar getirdiği gibi yerinde saptamalar.
Yazılarda ele alınan başlıca tartışma konuları da yeterince kap­
sayıcı: yenilik/eskilik, imla, edebiyat eleştirisi ve dil, televizyon ve
dil, dil-lehçe-şive-ağız meselesi, dil politikaları, bölgesel ağızlara
karşı tutumlar, anadili ve yabancı dil olarak Türkçe, eğitim siste­
minde yabancı dillerin durumu vb.
Kitabın içeriğine gelince, başlıkların yarattığı beklentiyi karşıla­
yacak bir "üstdil"i tüm yazılarda bulabildiğimizi söylemek zor.
Özellikle akademi dışı dil tartışmaları konusundaki değerlendirme­
ler, yeterli bir ön ilgiye ya da araştırmaya dayandırılmış gibi dur­
muyor. Yine de, kitaptaki yazıların tartışmalardan hiç değilse bir bö­
lümünü aydınlattığı, bir bölümüne katkıda bulunduğu ya da gözden
geçirme çalışmaları için bazı fırsatlar yarattığı herhalde açıktır.
Akademi dışı dil tartışmalarını özgül olarak ele alan yazılardan
1 78 Db... MESELELERİ

biri, Bemt Brendemoen'in "Popüler Tartışmada Hatalar ve Norm­


lar" başlıklı yazısı. Brendemoen, tartışmanın ilkeleri konusundaki
bazı hatalara işaret ettiği kadar, örneğin "-sAl" eki ve "infaz etmek"
fiilinin yeni kullanımlarının diğer Avrupa dillerinden ve İngilizce­
den kopya edildiği türünden iddialarda da bulunuyor. Haklı olabilir.
Ancak, "-sAl" ekiyle çok sayıda sıfat yaratılması olgusu için "ya­
zarlar tarafından hiç ele alınmayan" (s. 30) denebileceğini sanmı­
yorum: Brendemoen'in bu konuda söyledikleri, yanılmıyorsam en
son Zeynep Korkmaz'ın 2003 tarihli Türkiye Türkçesi Grameri ki­
tabında olmak üzere (s. 343), çeşitli yazarlar tarafından belirtilmişti.
Brendemoen'e bir başka itirazım, benim Orhan Pamuk'un Kar
romanında öznenin yeriyle ilgili önermelerimin, kendisinin aynı ko­
nuyla ilgili 1992 tarihli görüşlerine çok benzediği sözüne. Bana ka­
lırsa, Kar'da öznenin yeriyle ilgili olarak yazdıklarım (bkz. Dilimiz,
Dillerimiz, s. 142-43), Brendemoen'inkilerden çok, aynı kitabımın
1 75. sayfasında yer alan 1989 tarihli, sözdizimi sorunlarıyla ilgili
yazıdaki saptamalarıma benzemektedir; onların bir devamıdır.

Tevfik Turan, "Edebiyat Eleştirisi Olarak Dil Eleştirisi" başlıklı


yazısında, edebiyatla ilgili dil eleştirisinin Ataç'lı dönemlerden iti­
baren "Öztürkçecilik" ölçütüne indirgenmiş olduğuna dikkat çeki­
yor. "Türkiye'deki dil eleştirisinin her şeyden önce bir meta-eleştiri
olması ve şimdiye kadarki etkinliğini gözden geçirmesi beklenir"
diyen Turan'ı, söz konusu gözden geçirme işine başlamış sayabili­
riz. Devamı herhalde gelecektir, çünkü Turan, yazısının "taslak ni­
teliğinde" olduğunu da belirtiyor.
M. Berk Balçık, derlemenin meslekten dilci olmayan yazarların­
dan. "Televizyon Dünyası ve Dil Tartışmaları" başlıklı yazısında,
toplumbilimci oluşunun katkılan seziliyor. Özellikle, toplumdilbi­
lim disiplininin dilciler katında pek az rağbet gördüğü bir ortamda,
bu tür pek de "dışarıdan" sayılamayacak katkılar ilaç yerine geçi­
yor.
Balçık, Türkiye'de televizyonculuğun kamusal hizmetten ticari­
liğe, televizyon izleyiciliğinin de TRT'nin gözündeki eğitilecek
yurttaşlar kitlesi olmaktan özel televizyonların gözündeki tüketici­
ler topluluğuna dönüşmesini ve dil-iktidar ilişkilerini ele alıyor. Da-
KİTAPLARLA DİL MESELELERİ 1 79

ha sonra konuyla ilgili tartışmalara değinirken, bu tartışmaları "di­


lin statüsü" ile ilgili olanlar ve "dilin içeriğini konu edinen"ler ol­
mak üzere iki grupta topluyor.
Balçık'ın burada pek de yerinde görünmeyen "dilin içeriği" sö­
zünden kastı, dilin iç meseleleridir. Dilin "statü"sü sözünden kastı
ise, "bir dilin diğer dillerle olan ilişkisi", başka bir deyişle, resmi
dil, yabancı dil, azınlık dili gibi konumları (s. 90). Balçık, bu çer­
çevede Kürt dilinin siyasi bir mücadele alanına dönüştüğüne ve za­
ten dilin " ... her daim ideolojik bir savaş alanı olarak kurulduğu"na
işaret ediyor. Bu noktadan sonra ise, elimizdeki derlemenin başka
yazarlarında da görülen, sorgulamak istediğim bir eğilim ortaya ko­
yuyor Balçık: Dilde sadeleşme hareketini değerlendirirken olgunun
yalnızca dilde "tasfiyecilik" ya da "Öztürkçecilik" diye de anılan
safkancı yönünü dikkate alan, dilin bütünlük özelliğini ise dikkate
almayan bir eğilim.
Bana kalırsa, sadeleşme hareketi, ulus ve kimlik yaratma sefer­
berliğinin bir parçası olmasının yanında Türkçenin köklerini can­
landırmak gibi bir özellik de taşımaktadır. Her dilin kendi içinde bir
dizge olduğu kabul edildiği ölçüde, köklerin canlı kalması dilin ya­
şarlığı açısından önemlidir. Köklerin gözetilmesi, bireysel seçimle­
rimizde rol oynayabilecek üç temel ölçüt arasında yer alıyor. Diğer
iki ölçüt, dili kullanan kişinin anlatımla ilgili ihtiyaçları ve sözcük­
lerin tarihsel yükü olmak üzere.
Dilin bütünlüğü, yani temel yapısı ve kökler, anlam açısından da
önemli, çünkü çağrışım olanakları onlar sayesinde barınıp gelişiyor.
Diller bazen neredeyse alt üst olma düzeyinde değişim geçirirken
varlıklarını esas olarak bunlarla sürdürür, diyen dilcilere katılıyo­
rum ben. Yukarıdaki diğer iki ölçütün yanı sıra dilin köklerini ve te­
mel yapısını gözetmenin, mutlak ve tek hedef haline getirilmediği
sürece, "integrist" bir tutum sayılabileceği kanısında değilim. Özel­
likle İngilizce dışındaki diller için. İngilizceyi dışarıda tutuşum, ya­
pısal değil, kültürel açıdandır.
Öte yandan, dile müdahale teriminden yalnızca dilde sadeleşme
hareketini anlamak da pek yeterli görünmüyor bana. Merkezi eği­
tim sisteminin bizzat kendisi, tekdilcilik ve yabancı dilde eğitim gi­
bi, "dil politikaları" başlığı altında toplanabilecek politikaların tü-
1 80 DİL MESELELERİ

mü de birer müdahale örneği değil midir? Sıfır müdahale koşulla­


rından söz edilmediğine göre, tartışılması gereken, daha çok, "hangi
müdahale" sorusudur gibi geliyor bana. Murat Belge'nin "dil dışı
zorlamalar"ın "kesildiği" saptaması-bu açıdan çok yerinde görün­
müyor. Zorlamalar azaldı, evet. Ama kesilmesi herhalde şimdilik
ufukta bile görünmeyen çok başka koşulların oluşması anlamına
gelecek.
Son olarak, Nurettin Demir'in "Türkiye'de Dil-Lehçe-Şive-Ağız
Tartışmaları" başlıklı yazısına değineyim. Konuyla ilgili iyi hazır­
lanmış bir çerçeve, iyi bir başvuru kaynağı sunuyor bize bu yazı:
tartışmanın tarihçesi, başlıca tarafları, ileri sürülen tezler, gerekçe­
ler, kaynaklar.

Dil devrimi kitapları5

Doğan Aksan'ın Türkçenin Bağımsızlık Savaşımı (2007) ve Tahsin


Yücel'in Dil Devrimi ve Sonuçları (2007).
Yücel'in kitabı, 1968 ve 1982'de Dil Devrimi adıyla yayımlan­
dıktan sonra, 1997'de şimdiki adıyla ve "Türkçenin Kurtuluş Sava­
şı" başlıklı metin eklenerek yayımlanmıştı.
Başlıklar arasındaki benzerlik, temeldeki anlayışlar ve içerikler
arasındaki benzerliği yeterince yansıtıyor ama, arada bazı ikincil
farklar yok değil. Sözgelimi, "dil devrimi" terimini Doğan Aksan
büyük harfle başlatıyor, Tahsin Yücel ise küçük harfle. Gerçi Tahsin
Yücel küçük harfçidir, dil adlarını bile küçük harfle başlatır: "türk­
çe, fransızca" vb. Belki büyük harf konusunda Yücel Fransızcanın
etkisindedir, Doğan Aksan ise Almancanın.
Her durumda, Tahsin Yücel'in 1982'de, devrimi bir daha savun­
mak gerekmesin dercesine "bir daha basılmaması" dileğiyle sundu­
ğu kitabının sonra yeniden basılmış olması, dil devrimini savunma
ihtiyacının bir biçimde sürdüğünü gösteriyor.
Doğan Aksan da kitabının amacını, "Türkçenin bağımsızlık sa­
vaşımı"nın başarıya ulaşıp ulaşmadığını, ne gibi kazanımları oldu-

5. Radikal Kitap, 1 .6.2007.


KİTAPLARLA DİL MESELELERİ 181

ğunu ortaya koymak olarak tanımlıyor. Aksan'a göre, "Dil Devrimi,


özellikle yazın dilimizin yüzyıllar süren yabancılaşma sürecini sona
erdirmeyi, Türkçenin kendi öğeleri, kaynaklarıyla geliştirilmesini
amaçlıyordu" (s. 9).
Dil devrimiyle ilgili olarak öteden beri yaygın bir biçimde sözü
edilen amaç bu. Türkiye'de Ulusçuluk ve Dil Politikaları 'nın yazarı
Dr. Hüseyin Sadoğlu (2003) haklı: Türkiye'de dil devrimi ya da dil
planlaması denince çoğumuzun aklına bu amaç geliyor. Bilimsel
adıyla, "maddi planlama".6
Başka bir deyişle, dil devriminden genellikle tek boyutuyla söz
ediliyor. Sadoğlu'nun "statü planlaması" adıyla andığı boyut pek
anılmıyor, inceleme ve tartışma konusu edilmiyor. Aynı eğilim Tah­
sin Yücel ile Doğan Aksan'ın andığım çalışmalarına da egemen. Bu
kitaplarda da dil devrimi sürecindeki "özleştirme" çalışmaları ve
tartışmalar ana çizgileriyle gözden geçiriliyor ama, "statü planla­
ması" kavramı ve ülkemizde konuşulan diğer anadillerinin durumu,
genel eğilime uygun bir biçimde, göz ardı ediliyor. Daha yeni bir
çalışma olan Doğan Aksan'ın kitabında, Tuğrul Şavkay'ın ve Hüse­
yin Sadoğlu'nun her iki boyuta da değinen çalışmaları herhangi bir
biçimde anılmamış. Geoffrey Lewis'in Turkish Language Reform,
a Catastrophic Success'i ise yalnızca "özleştirme" çerçevesinde
anılmış.
Burada değinmeden geçemeyeceğim: Aksan'ın kaynakçasından,
İngilizcesini okuduğu anlaşılan bu Lewis kitabıyla ilgili olarak söy­
lediklerine bakınca, kitabın çevirisinde bazı sorunlar olabileceği
kuşkusuna kapıldım. Aksan, Lewis'i kastederek, "Ona göre hürri­
yet'in yerine özgürlük, istiklal yerine bağımsızlık geçemez" diyor
ve dipnotunda bunu uzun uzun açıklıyor (s. 19). Oysa, Türkçe çe­
viride Lewis (2004), "özgürlük" ve "bağımsızlık" sözcüklerini ya­
pısal açıdan tartışmakla birlikte, bu sözcüklerin "kendini kabul et­
tirmiş" (s. 144) ve "başarılı" (s. 1 52) olduğunu söylemektedir.
Her durumda, belirli sınırlar içinde de olsa, Türkçenin "özleşti­
rilmesi" süreci üstüne geniş bir özet, 1980 ve 1984 sözcük yasakla­
nndan örnekler, günümüz yazarlarından ve gazetelerinden bazıları-

6. Bkz. Sadoğlu'yla konuşma, Radikal, 24.5.2007, kültür sayfalan.


1 82 DİL MESELELERİ

nın dilindeki Türkçe sözcük oranlarına ilişkin veriler ve İngilizce­


leşme olgusuna değinen bölümler okumak isteyenler için, Aksan'ın
kitabı elbette önemli bir çalışma.
Yazarın dikkatinden kaçmış iki rrokta: Mfilı güneş değil, "ay"
" ",

olacak (s. 99). "Katliam" sözcüğü de, "soykırım" değil, "kının"


(s. 137).
Tahsin Yücel'in Dil Devrimi ve Sonuçları 'nda ise, yukarıda de­
ğindiğim iki metnin yanı sıra, Attila İlhan'la olan, "Al Gözüm Sey­
reyle" başlıklı dil devrimi polemiklerini ve dil konulu daha başka
denemelerini de bulabiliyoruz.
7
DiL VE EDEBiYAT

Öykü ve dil1

14 Şubat, Dünya Öykü Günü. Belki bir gün o da ikizi Sevgililer Gü­
nü kadar ilgi görür.
İzmir Konak Belediyesi, 14 Şubat'ı fırsat bilip her yıl birkaç gün
süren öykü etkinlikleri düzenliyor. Edebiyatçılar Derneği ve Ege
Kültür Vakfı ile birlikte. Bu tür "gün"ler, ilgili alana yoğunlaşma
olanağı yaratmasıyla iyi, bürokrat törensellik tehlikesi açısından
kötü. İzmir öykü günlerine iyi yan egemen.
5. Öykü Günleri'ndeki konuşma başlıklarından biri, bir edebiyat
türü olarak öykünün dille olan ilişkisiyle ilgiliydi. önce "Anadili ve
Öykü" olarak düşünülüp, sonuçta programa "Öykünün Dile Katkı­
sı" biçiminde geçen bir başlık. Okumakta olduğunuz yazı benim 5.
İzmir Öykü Günleri'nde bu konu üstüne bir düşünme çabası olarak
söylediklerimden oluşuyor.
Öykü-dil ilişkisi üzerine düşünme yordamı olarak iki bakış açı­
sına başvurmayı öneriyorum: Dilde durup öyküye bakmak ve öy­
küde durup dile bakmak. Bu iki bakış açısına farklı amaçlarla, ayn
ayn da başvurulabilir, başvuruluyor. Ama aralarında bir tamamla­
yıcılık ilişkisi, bir karşılıklılık kurulduğunda verim artıyor.
Dilde durup öyküye bakmak derken, bir doğal dilde yazılmış öy­
külere o doğal dil (bizim konumuz açısından, Türkçe; soyut anla­
mıyla Türkçe) temel alınarak. bakılmasını kastediyorum.

l . Radikal Kitap, 17.2.2006 ve 24.2.2006.


1 84 DİL MESELELERİ

Çoğu okur, dilden edebiyata bakarken dil olgusunun çeşitli yön­


lerini dikkat dışı bırakıyor. Bunlardan biri, dolaysız iletişime yöne­
lik olmayan anlatımlarımızdır: Bebekken başlayıp bir ömür boyu,
doğrudan muhataplara yöneltmeden ürettiğimiz sesler ve sözler.
Bu gerçekliğin öykü alanındaki bir tür uzantısı için Cem Atba­
şoğlu'nun Ses adlı kitabına (2005) bakmak ilginç olacak: Kitaptaki
öykülerden birincisinin ve sonuncusunun adı, kitabın adıyla aynı:
"Ses". Öyküler en uzunundan en kısasına doğru sıralandığından,
Birinci "Ses" kitaptaki öykülerin en uzunu, ikinci "Ses" ise en kı­
sası. Şundan ibaret bu ikincisi:
"Aslolan sestir. Sözden bir şey çıkmıyor."
Bütün öykü bu kadar.
Burada dilin ses öğesi ile söz öğesi birbirinden bütünüyle ayınl­
maya çalışılmış ve bir değer hükmü verilmiş. Ben sözden bir şey
çıkmadığı hükmüne katılmıyorum ama, bu aynına böylece dikkat
çekilmesinden son derece hoşnutum. (Katılmıyorum demek bile
fazla; herhalde bilerek oluşturulmuş tatlı bir açmaz var burada:
"Sözden bir şey çıkmıyor" fikrinin kendisi de söz yoluyla anlatılmış
durumda.)
Bu iki cümlelik öykünün, anlamını ancak kitabın bütünü içinde
bulabildiğini söylemeden geçmeyeyim. Dili izlekleştiren de, yalnız­
ca bu öykü değil, kitabın bütünü.
Böylece, dilden söz eden bir öyküye başvurmak için Cem Atba­
şoğlu'nun kitabına geçmiş olduk. Hazır geçmişken buradaki öykü­
lerde durup dile, öncelikle de öykünün kendi diline bakarsak, işlek
ve sıkı bir dil görüyoruz.
Acaba Cem Atbaşoğlu'nun bir öyküsünü anlat deseler anlatabilir
miyiz? Bana kalırsa, anlatamayız. Ezberleyip ezbere söyleyebiliriz
belki ama, anlatamayız.
Öykü dediğimiz edebiyat türü, anlatılabilirlik açısından bütün bir
yelpaze oluşturuyor. Atbaşoğlu'nun öyküleri gibi, Yaşar Kemal'in,
Hasan Ali Toptaş'ın, Leyla Erbil'in ya da Vüs'at O. Bener'in öykü­
lerini de anlatamayız. Anlatmaya kalksak, anlattığımız şey o öykü
olmaktan hemen çıkacaktır. Dilin ve anlatımın belirleyici olduğu,
biçembilim çalışmalarına elverir öyküler bunlar.
Anlatılabilirlik açısından diğer uçta yer alan öykülere örnek ola-
Da VE EDEBİYAT 185

rak, bana göre günümüze değin yaratılmış en büyük yapıtlardan biri


olan "Kral Çıplak" öyküsü verilebilir. Bu öyküyü anlatabiliriz işte.
Olay örgüsünü, kurgusunu, konusunu değiştirmediğimiz sürece, an­
lattığımız ya da yazdığımız, pekfila aynı öyküdür. "Kral Çıplak"ı
belirleyen, anlatım değil, anlatılandır, olay örgüsü ve kurgudur. Bu
tür öykülere örnek olarak O. Henry, Ömer Seyfettin ya da BekirYıl­
dız öyküleri verilebilir.
Çoğu okurun, dilden edebiyata bakarken yetindiği "doğru ve gü­
zel dil kullanımı" ya da dil zenginliği ölçütü, bu öyküler söz konusu
olduğunda görünürdeki kuşatıcılığını yitiriyor. Resmetmeye çalış­
tığım öykü ufku, aynı ölçüde geniş bir dil kavramını gerekli kılıyor;
hem sesi hem sözü içeren, dilin iletişim, düşünme, dolaysız olma­
yan dışavurma, estetik gibi farklı işlevterini göz önünde bulunduran
bir dil kavramı. Amaç, öykü dili (edebi söz) ile soyut dil arasındaki
farkı biraz daha net olarak düşünebilmek.
Anlatılamayan öykülerin dili, "genleşmişlik", "sıkıştırılmışlık"
(Ece Ayhan'ın deyişiyle grapon kağıdı gibi), sözcük seçiminde ve
sözdiziminde yaratıcılık ya da zenginleştiricilik gibi eksenlerde olu­
şuyor. Anlatılabilir olmakla kolay anlaşılır olmak da her zaman aynı
şey değil. İşin içine ayrıntı düzeyi, ayrıntıların taşıdığı önem ve di­
lin kendine özgülüğü gibi etmenler de giriyor çünkü.
Genel bir sıkı dilden uzlaşımsala dönen, hatta yer yer iyice gev­
şeyen öyküler (Jale Sancak'ın bazı öyküleri gibi), genel bir uzlaşım­
sal dilin içinde yer yer gevşeyen ya da tam tersine yoğunlaşan öy­
küler de olabiliyor.
Bütün bu uç özelliklerin ve bileşimlerinin ölçüsü, soyut dil elbet­
te; standart, olağan ya da uzlaşımsal dil de diyebiliriz. Genellikle
"dil" derken (örneğin "Öykü ve dil" diye başlık atarken) kastettiği­
miz dil. Genleşmişlik, yoğunluk, sıkılık, ayrıntı zenginliği, yenicilik
ve yaratıcılık gibi özellikleri o dile göre saptıyoruz. Bu özellikler de
uzun erimde soyut dilin (sözcük dağarcığının, kuralların, olağan/
ideal sayılanın vb.) oluşup belirlenmesine katkıda bulunuyor. İki
yönlü ve karmaşık bir ilişki.
İlişkinin iki yönlülüğünü her okurun (her eleştinnenin) göz
önünde tuttuğu söylenemez. Bu durum, hem okurun edebiyatla iliş­
kisinden alacağı verimi sınırlıyor, hem de edebiyata yönelik araç-
1 86 DİL MESELELERİ

sallaştıncı eğilimleri besliyor.


Araçsallaştırıcı eğilim dediğim, edebiyata bakarken amacın be­
timlemek, değerlendirmek, yorumlamak ya da kuramsallaştırmak
değil de edebiyata dolaysız bir görev yüklemek olmasıdır. Yüklenen
görev, siyasal ya da dinsel olabildiği gibi, dilsel de olabiliyor; dili
geliştirme ve arındırma görevi gibi.
Türkçe için, önerdiğim ikili bakış açısından bir dönemselleştir­
me çalışması yapılsa, 1950'lere kadar egemen olan "önce dil, önce
memleket" diye özetlenebilecek anlayışın bugün de ilk bakışta sa­
nılabileceğinden çok daha temelli uzantıları olduğu görülebilir.
Sözgelimi, Refik Halit Karay ya da Memduh Şevket Esendal gibi
büyük yazarları öncelikle dilde arınmanın ve Anadolu'yu öyküye
dahil etmenin simgesi olarak görmek, bu dediğim eğilimin göster­
gelerinden sayılmalı.
Aynı araçsallaştırma, Türkçenin hayalet komşusu Kürtçede ya­
zılmış öykülerin başına geliyor şu sıralar. Öykünün Kürtçeyi ve
Kürtçe edebiyat dilini geliştirmek için araç olarak seçilmesi öneri­
sinde bulunulduğunu görmek için Semih Gümüş'ün 3.2.2006 tarihli
Radikal Kitap'taki yazısına bakılabilir. Evrensel Basım Yayın'ın ya­
yımladığı, Hasan Kaya'nın hazırladığı Kürt Öykü Antolojisi'ne ayır­
dığı yazısında Semih Gümüş şöyle diyor:
"Kürtçenin, hem de şimdi bir edebiyat dili olarak gelişmesini an­
cak düzyazının olanakları içinde yaşayabileceğini düşünüyorum.
Bu aracın şiir olması kolay değil, belki olanaksız. Çünkü bugün şi­
iirin soyutlamaya, indirgemeye, yoğunlaştırmaya dayalı dil biçimi
bir gelişmeye öncülük etmeye değil, gelişmiş olanı daha ileri götür­
meye yatkın. Roman da yeterince gelişmemiş bir dil içinde yürek­
lendirici değil, cesaret kıncı olabilir ki, romancıların bir elin par­
maklan kadar olmayışı da bunu gösteriyor."

Buradaki fikir, bir bütün olarak öykünün dilsel gereklerini şiire


ve romana oranla daha düşük tutmak, öyküye kompozisyon mua­
melesi yapmaktır gibi geliyor bana.
Eğitim sistemi bizim ülkemizdeki gibi fazlasıyla sorunlu oldu­
ğunda, insanlar belki farkında bile olmadan okulların açığını başka
yollardan kapama eğiliminde oluyor.
DİL VE EDEBİYAT 1 87

Edebiyatın eğitsel işlevi dolaysız olamaz oysa; ,edebiyatın tanımı


da, varoluş nedeni de, dolayım gerektiriyor.
Gümüş'ün yazısındaki tek araçsallaştırma dille ilgili değil; "si­
yasal kaygı ve yükümleri bu dönem içinde bütünüyle atıp yalnızca
edebiyatın yazınsal değerleri içinde... " diyor Gümüş. Böyle deme­
nin, araçsallaştırma açısından, "siyasal kaygı ve yükümler her şeyin
önünde olmalıdır" demekten bir farkı olduğunu sanmıyorum. En
azından, "siyasal/yazınsal" biçimindeki karşıtlaştırmanızı temellen­
dirmediğiniz, ya da başka yerde temellendirdiyseniz oraya gönder­
mede bulunmadığınız sürece.

Bir Şey Oldu üzerine notlar 2

Behçet'in güzel Türkçe kullanımı ve diksiyon konusunda TRT 2 tarzı


bir titizliği vardı.
"Ne satın alıyorlar... alıyor olurlar... alıyordurlar?"
"İthal İtalyan zeytinyağı."

Alıntı, Fatih Özgüven'in Bir Şey Oldu (2006) adlı öykü kitabındaki
"Boğaziçi Cinayetleri" öyküsünden (s. 108).
Acaba, buradaki öykü anlatıcısı, "TRT 2 tarzı titizlik" demekle
bir övgüde mi bulunuyor, yergide mi? Yoksa yalnızca bir saptama
mı bu?
Öykünün bütünü çerçevesinde bakıldığında, TRT 2 tarzı titizlik
sözünün, olumsuzlama olasılığını da içeren bir saptama olduğu yo­
rumu geçerli sayılabilir. Bu, Fatih Özgüven öykülerinin, aşağıda sö­
zünü edeceğim temel anlatım teknikleriyle de ilgili bir nokta.
Alıntıdaki ilk cümle öykünün anlatıcısına, diğer iki cümle ise sı­
rasıyla Tamer ve Behçet adlı iki reklamcıya ait. Bir reklam çalışma­
sı için kurgu tartışıyor bu iki öykü kişisi.
İkinci cümle nasıl yorumlanabilir peki? Olası yorumlar: 1 ) Ta­
mer, Behçet karşısında cümlemi yanlış kurarım endişesiyle sözünü
evirip çeviriyor; 2) Tamer, "TRT 2 tarzı" titizlikle herhangi bir ilgisi

2. Radikal Kitap, 14.7.2006.


1 88 DİL MESELELERİ

olmaksızın, sözün bağlamla olan ilişkisinin nasıl sorunsallaştırıla­


bileceğinin örneğini veriyor. Bu ikinci yorum geçerli olabilir, çünkü
alıntıdaki ilk cümleyi bir sonraki cümleye değil, bir önceki (Beh­
çet'in konuştuğu) paragrafa bağlama olanağı var.
Bir Şey Oldu kitabı üzerine çok iyi yazılar okudum: Ahmet Er­
genç'in (Mart 2006 tarihli Milliyet Sanat), Jale Parla'nın (1 2.5.2006
tarihli Radikal Kitap). Ergenç'in yazısındaki bir iki nitelemeyi tar­
tışmak gereğini duyuyorum.
Ergenç, "başlığın naifliği" diyor, örneğin. "Naif" sözcüğünün ilk
elde anıştırdıkları (safyüreklilik, çocuksuluk, deneyimsizlik) var mı
bu başlıkta? "Bir şey oldu'', bu anlamda "naif" olanın orta yere söy­
leyeceği bir söz sayılabilir mi? Bu anlamdaki naiflik, sözgelimi,
"Fuat'a bir şey oldu" gibi bir şey der, bir dolaylı nesne, bir somutluk
eklerdi bana kalırsa. Böyle orta yere "Bir şey oldu" demek, esaslı
bir felsefe sorununun açılması oluyor; her beklenmedik sözdeki gi­
bi dolaylı bir düşünme çağrısı. Bu da belki ancak Schiller'deki an­
lamıyla "naif" olarak nitelenebilir, kısmen; doğayı "olduğu gibi"
konuşturmak anlamında.
Ergenç, yazısında daha sonra kitabı da başlığa yaklaştırarak naif
(ve sonuçta endişenin ağırlığından azade) buluyor. Oysa başlık gibi
kitap da büyük bölümüyle, herhangi bir anlamıyla "naif" olanda
kolay kolay göremeyeceğimiz bir tarzda, belirli bir temelde ayıkla­
narak yazılmış. Ergenç de "minimal bir üslup" demiş zaten, çok ye­
rinde bir saptamayla. Ama naiflikle yan yana ya da iç içe bir mini­
mallik mi buradaki?
"Soğukluk" saptaması var bir de. Ergenç yazısı boyunca beş kez
"soğuk", bir kez "soğukluk'', dört kez de "soğukkanlı" demiş. Sap­
tama yersiz değil, ama fazla yinelenmiş. "Minimal üslubun" özel­
liğidir neredeyse soğukluk. Naifliğin bir özelliği de olabilir mi pe­
ki? "Naif" nitelemesi kavramdan çıkıp sıfata yaklaştığımız ölçüde
zorlama kalıyor.
"Minimalizm" bu öykülerle olan düşünsel ilişkimiz için en elve­
rişli kavramlardan biri. Ama bu öyküler bizi bir Adnan Çoker tab­
losu karşısındaymışız gibi rahat bırakmıyor. Git istediğin zaman gel
bak, değil: Jale Parla'nın yazısındaki "asıl öyküler", Ergenç'in de­
diği gibi hayaletler misali ortalıkta dolanıyor. "Asıl öyküler"den ka-
DİL VE EDEBİYAT 1 89

sıt, Bir Şey Oldu da anlatılıyor gibi görünenlerin gizledikleri. Mini­


'

malizm böyle bir şey midir? Evet ama, bir kez daha: Minimalizm­
den minimalizme fark var. Bir Şey Oldu'daki öyküler arasında da
öyle; minimallik şampiyonu, "Gürol'un Annesi" adlı öykü olmak
üzere.
Jale Parla'nın "kabuk öyküler" kavramı ile Ahmet Ergenç'in Na­
bokov'dan alarak kullandığı "gergin cila" kavramı, birbirine çok ya­
kın ve Fatih Özgüven'in minimalizmini aydınlatan kavramlar.
"Akıllı Şey" adlı öyküdeki, insanları ilk görüşümüz, ikinci, üçün­
cü ve beşyüzüncü görüşümüz üstüne kesin önermeler içeren para­
grafı (s. 2 1 : "Üçüncüyle beşyüzüncü arasında bir fark yoktur") oku­
duğunda durup "öyle mi gerçekten" diye düşünmeyecek kimse yok­
tur sanıyorum. Anlatıcının hınzırlığı var ama tabii. Dolayısıyla, dü­
şünmeye devam edebiliriz: Öyle mi gerçekten, yoksa minimaliz­
min içeriğe verdiği zarar mı bu paragraftaki, ya da hınzırlığı gizil­
güç olmaktan çıkarıp fiiliyata dökmüş (kabuğu kırmış, cilayı boz­
muş) bir anlatıcı mı, diye. Neyse ki iki sayfa sonra "Belagat etkiler
beni" diyor aynı anlatıcı ve hemen ekliyor: "Kesin noktalarla biten
cümleler."

Anı-öyküler 3

Esther Heboyan'ın İstanbul Yolcuları 'nı (2007) okumak benim için


bambaşka bir deneyim oldu.
Birincisi, Heboyan da Fatih Özgüven ve belki çoğu esaslı yazar
gibi, okurun karşısına geçip ona bir şeyler anlatmıyor. Ortaya bir
şeyler koyuyor, o kadar.
İkincisi, kitapta dil-toplum ilişkileri açısından eşsiz veriler ve ba­
kış açıları sunuluyor. Buna aşağıda değineceğim.
Üçüncüsü, "anı-öykü" kavramını düşünmemizi sağlıyor bu ki­
tap. Kişisel olarak daha önce "özyaşamöyküsel" sıfatıyla idare edi­
yordum. "Anı-öykü" kavramı, "özyaşamöyküsel" sıfatına olan ih­
tiyacımızı karşılıyor demiyorum elbette. Özyaşamöyküsellik, bütü-

3. Radikal Kitap, 6.7.2007.


1 90 Db... MESELELERİ

nü özyaşamöyküsel olmayan metinlerde de bulunabilir. "Anı" söz­


cüğüyle yapılan "anı-öykü", "anı-roman" gibi bileşik adlar ise, ilgili
öykünün ya da romanın özelliklerinden birini değil, bütününü işaret
ediyor.
İstanbul Yolcuları'nda, Mıgırdiç Margosyan'ın "anı-roman"ı Tes­
pih Taneleri'ni çağrıştıran bir yan var. Bu çağrışımda, içerik ve ki­
tap adının sözdizimi kadar, kitabın düzenindeki yayınevi damgası
da rol oynuyor olabilir: Aras Yayınları'nın kitapları, her açıdan ideal
denebilecek bir özenle hazırlanmış olmalarının yanında, kurmaca­
lar dahil, bir dizinle sunuluyor okura.
Heboyan'ın kitabındaki dizin ayn bir önem taşıyor, çünkü kitap
her ne kadar dokuz öykü ve bir sunuştan oluşuyorsa da, bunlar aynı
bütünün parçaları aslında. Birbiriyle örtüşen kesimleriyle, bir tür
dönem öyküsü sunuyorlar bize. Aynı kişilere ve yerlere, kitaptaki
birden çok öyküde rastlıyoruz. Öykü kişilerinden bazılarını , dizin­
den başka, kitabın arkasındaki fotoğraflardan da izlemek olanaklı.
Böylelikle kişiler kadar, bütünle ilgili kavrayışımız da artıyor.
Kaçınılmaz soru: Metin dışı gerçekliğe bu derece bağlıysa, öy­
külüğü nereden geliyor bu metinlerin? "Anı" değil de "öykü" sınıf­
landırmasıyla sunulmaları yerinde mi? Bence, evet. Anı türünde ya­
zılsa belki ilgisiz kaçacak, yerleşik anı tasavvuruna fazla gelecek
ayrıntılar ve kurgu özellikleri var bu anlatılarda. Tür olarak anı-öy­
künün ya da anı-romanın seçilmesi yazara ve okura anıdan farklı
(daha üstün değil, yalnızca farklı) olanaklar sunuyor.
İstanbul Yolcuları'nın yazan Esther Heboyan, İstanbullu bir
Amerikalı. Doğduğunda kendisine verilmiş olan ad, Yester. Bu
adın, Batı'ya doğru gittikçe, yakınındaki daha başka adlarla birlikte
nasıl dönüştüğünün, Esther olduğunun öyküsü, çağımıza ait, gitgide
üstümüze gelen alt üst oluşların en kısa ve en esaslı anlatımlarından
biri. Bu bölüm ve kitabın gerek sunuş yazısında gerekse sonlarında
yoğunlaşan dil odaklı bölümler, dil meraklılarını derinden sarsacak
nitelikte: .
" ... onlar duygularını ve düşüncelerini sözdizirnleri ve deyimlerle
trampa etmişlerdi." (s. 1 1 3)
DİL VE EDEBİYAT 191

Bu sözle v� sözün geçtiği öykünün bütünü ile ilgilenmezsek,


kendimizi dil sorunlarıyla ilgileniyor saymayalım.
Yester Heboyan İstanbul'dan annesi ve kardeşiyle birlikte, göç­
men işçi olarak Almanya'da çalışan babasının yanına gitmek üzere
1963'te ayrılmış. Sekiz yaşındaymış o zaman. Ayrılış o ayrılış. Al­
manya-Fransa-ABD. Ermenice-Türkçe-Almanca-Fransızca-İngiliz­
ce.
"Fakat ben yalnız İngilizce ve Fransızca yazabiliyordum, onlar
[yazann annesi ve babası] yalnızca Türkçe ve Ermenice okuyabilir­
di. İki dilden dört dile geçmiştik ve birbirimizi anlamak imkansız
görünüyordu." (s. 1 1)

Esther Heboyan kitabının Türkçe çevirisine Türkçe bir sunuş


yazması istendiğinde önce beceremeyeceğini düşünmüş. Sonra,
yazmış. Sunuşunun başlığı: "Annemin ve Babamın Kelimeleri".
Anneannesini anarken ise şöyle diyor:
"O çoktandır anlamıştı: Dillerin içinde ve etrafında yaşamak için
öfke değil sabır lazımdı." (s. 13)

İstanbul Yolcuları, anı, öykü, dil vb. kavramların yanı sıra, daha
önce okuduğum başka öykü kitaplarıyla olan ilişkimi de yeniledi.
Kapağında "anı-öykü" yazmayan kitaplarda ortak özellikler görür
gibi oldum. Bu özelliklerden biri, yazarların, derinlerindeki gerçek­
leri, çıplak haliyle bulmak, onlan yeniden değerlendirmek ihtiya­
cıyla anlatan kadınlar olması: Anneannem yazan Fethiye Çetin, An­
nem Gibi Olmadım yazan Mebuse Tekay, Gözlerini Değiştirsinler
Çocukların ve Duran Zaman yazan Ayfer Coşkun gibi. Farklı ger­
çekler, kesişen duygular, ihtiyatla anlatan, "hikaye anlatıcısı" ka­
dınlar.
192 DİL MESELELERİ

Anı-roman, anı-öykü 4

Adalet Ağaoğlu, "Anı-öyküler" başlıklı yazım üzerine telefon ede­


rek, "anı-roman" kavramıyla ilgili bazı bilgiler verdi. Kendisinin bu
kavrama 1985'te yayımlanan Göç Temizliği romanıyla uğraşırken
ulaştığını, bu süreçle ilgili günlük notlarının Damla Damla Günler'
de yayımlandığını (2007), sürecin, ilki 7 Haziran 1985 tarihli notta
olmak üzere oradan (III. Cilt, s. 164, 168, 178, 1 84) izlenebileceğini
belirtti.
Kavramların yaratıcılarının ya da ilk kullanıcılarının anılmasını
önemsiyor Adalet Ağaoğlu. "Anı-roman"ın yanı sıra, "Kardelen",
"Karşılaşmalar", "Hiçbir Yer", "Dar Zamanlar" gibi Türkçe edebi­
yat alanında ilk kez olmak üzere ulaştığı bazı kavram ve sözcükleri,
daha sonra, kaynak göstermeden, tırnak içine bile almadan kulla­
nanlar olduğunu anlatıyor.
İlgisi ve katkısı için Adalet Ağaoğlu'na teşekkür ederim. Kav­
ramların ilk kez kim tarafından, ne zaman, nerede ve hangi anlamda
kullanıldığı bence de önemli. Patent paylaşımı için değil, düşünsel
yaşamımızın gelişme sürecini incelikleriyle izleyebilmek için. Bir
kavramın belirli bir dil ve kültür içinde, belirli metinlerle bağlantılı
olarak dolaşıma girmesi (ya da girmemesi) düşünsel yaşamı etkile­
diği içindir ki iyi genel sözlüklerde, özellikle de alan sözlüklerinde
kavramların ilk kez hangi yazar tarafından hangi tarihte kullanıldığı
belirtilmeye çalışılır.
Damla Damla Günler'de Ağaoğlu'nun söylediği sayfalara bakı­
yorum: "Anı-Roman" sözcüğünü hep böyle büyük harfle başlatarak
ve aldığı ekten kesme işaretiyle ayırarak yazıyor; başka bir deyişle,
sözcüğü özel ad gibi kullanmış ve giderek Göç Temizliği romanının
altbaşlığına dönüştürmüş. Bir gün günümüzün ihtiyaçlarını karşıla­
yan bir Türkçe edebiyat sözlüğü yapılırsa, "Anı-Roman" biçimin­
deki büyük harfli madde başlığının Adalet Ağaoğlu'na ayınlması
gerekecektir. Öncesinde, gözden kaçmış başka kullanım yoksa el­
bette.

4. Radikal Kitap,1 3.1.2001.


DİL VE EDEBİYAT 193

Bazı sözcüklerin farklı yazarlar tarafından farklı anlamlarda kul­


lanıldığı gerçeği de var. Göç Temizliği'nin yazıldığı tarih, 1985.
Aradan geçen yıllarda "anı-roman" sözcüğü Türkçede bazen kısa
çizgiyle, bazen kısa çizgisiz ve bitişik, ama küçük harfle yazılarak,
terimleşti, bir roman türünü adlandırır oldu.
Bu noktada yayınevleri arasındaki bir farklılığa dikkat çekmeden
geçmemeliyim: "Anı-roman" sözünü dizi adı olarak kullanan yayı­
nevlerinden bazılarının bu sözden kastı, belli ki, bir roman türü de­
ğil, "anı kitapları ve romanlar"dır. Kısa çizginin bileşik sözcük yap­
mayıp, "ve" anlamını verdiği kullanımlardır bunlar.
"Anı-roman" bir roman türünü ya da tekniğini adlandıran bir bi­
leşik sözcük olarak da farklı anlamlarda kullanılabiliyor. Yazarın
özyaşamöyküsüne dolaysız bir biçimde bağlanabiliyor bazen. Bana
kalırsa, kaçınılması gereken bir anlayış bu. Roman ya da öykü söz
konusu olduğu sürece, anlatıcıyı hiçbir biçimde yazarla tam olarak
aynı kişi saymamak gerekir. Bu ikisinin örtüştüğünü bildiğimiz du­
rumlarda bile.
Konuyu biraz daha açabilmek için, kavramın çok daha eski
olduğu Fransızca ve İngilizcedeki deneyimlere bakmak yararlı
olabilir. Bu dillerde "anı-roman"ın (sırasıyla roman-memoire ve
memoir-novel) teknik özellikleri genellikle şöyle sıralanıyor: Anla­
tıcının birinci tekil kişi ("ben anlatıcı") olması, zaman kipi olarak
"-di'li geçmiş"in kullanılması ve anlatıcıya ait anıların söz konusu
edilmesi.
İmdi, bu özellikleri taşıyan romanlar arasında, yazarın kendi öz­
yaşamöyküsünü malzeme kılarak yazdıkları da var, ünlü Robinson
Crusoe'daki gibi bütünüyle kurmaca bir anlatıcının ağzından yaz­
dıkları da. Yalnızca bir ya da birkaç bölümü "anı-roman" tekniğiyle
yazılmış romanlar da olabiliyor vb.
Ağaoğlu'nun Göç Temizliği'nin de Esther Heboyan'ın İstanbul
Yolcuları gibi yazarın özyaşamöyküsüyle örtüştüğü, yine yazara ait
metinlerden bildiğimiz bir durum. Öyle görünüyor ki Heboyan
özellikle kurgusal özgürlük için öykü türüne başvurmuştur, Adalet
Ağaoğlu ise özellikle eğretileme gibi olanaklardan daha iyi yarar­
lanabilmek için.
Ağaoğlu, Damla Damla Günler'de, "Anı-Roman"ının çıktığını
194 DİL MESELELERİ

kaydederken bu dolayımın anlaşılmayacağına ilişkin kaygısını şöy­


le belirtiyor:
"Galiba kitaba 'Anı-Roman' dememdeki ironi, kendimle 'ödeş­
mem' falan pek anlaşılmayacak. Bir çalışma odasının dili'ne yaban­
cı kalınacak (mı acaba?)" (s. 1 78).

Ağaoğlu "ironi" diyor, ben "eğretileme" demekten yanayım. Göç


Temizliği ndeki "göç" ve "çalışma odası" dahil olmak üzere pek çok
'

"şey", en az iki anlamlı olarak okunabiliyor: "Oda çok karışık" (s.


147).

Kaveko 5

Kaveko, duymuş olabilirsiniz, Dinçer Sezgin'in bir öykü kitabının


adı (2005). Dili ve erotizmiyle dikkat çekiyor. Orta Avrupa'nın do­
ğalcı yazarlarını ve Kemal Tahir'in Göl İnsanları'nı anımsatan bir
erotizm.
Kaveko sözcüğü bana "cıslavıt"ı anımsatır: İkisi de ülkemizin
toplumsal tarihinde unutulmuş nesneler listesinde kalacakken ede­
biyat sayesinde kayda geçen adlar. Kaveko kitabındaki daha başka
nesne adları gibi.
Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren doğmuş olanlar ara­
sında "cıslavıt"ın (özgün yazılışıyla Gislaved) ne olduğunu bilen
çıkmayabilir. Eskinin kauçuk ya da lastik ayakkabılarına verilen ad­
dı "cıslavıt". Çeşitleri vardı: Köylülerin giydiği düz tiplerinden tu­
tun, kentli kadınların yağmurda giydiği yandan düğmeli botlara ka­
dar. Günümüzde yazın plajlarda giyilenlerin dedeleri.
"Kaveko" sözcüğü işte o zamanların ünlü kalem markası. Küçük
öğrencilerin düşlerini süsleyen kalem. Peki ya "burunlu" (s. 33), o
ne peki? Eski yolcu otobüslerine sonradan, "burunsuzlar" çıkınca
verilen ad. Önlerinde günümüzün yarış arabalarındaki gibi uzun
motor bölümleri olan otobüsler.
Takaç (s. 13), kaçaburuk, raspa, delgeç (s. 1 5), diringa (s. 23), ka-

5. Radikal Kitap, 9.9.2005.


DİL VE EDEBİYAT 195

minato (s. 1 8). Bunlar Kaveko'da rastladığım, tam olarak bilebilmek


için sözlüğe bakmamız gereken sözcüklerden. Yine de, ne tür nes­
nelere ad oldukları bağlamdan anlaşılıyor: Ayakkabı ustasının ge­
reçleri söz konusu belli ki. "Takaç" ve "delgeç" zaten kökünün yar­
dımıyla kendi kendisini anlatan sözcüklerden. (Derleme Sözlüğü
"delgeç"i "delgiç" olarak veriyor.) "Kaçaburuk", çoğu yerde "biz"
adı verilen deri delme iğnesi. Kaminato, sözlüklerin "kamineto" di­
ye verdikleri sözcük olmalı; "küçük ispirto ocağı, ispirtoluk".
Cin cin böcekleri (s. 22), şambali ve sübye de (s. 40) bazılarımıza
az çok yabancı gelse bile bağlamdan yola çıkılarak tahmin edilebi­
lecek terimler.
"Eftiklenip durmak" (s. 37) deyimine gelince. Açıklamasını bir
sonraki cümlede vermiş yazar: Kıpırdanıp durmak. Derleme Söılü­
ğü'nde, "oyalanıp durmak" gibilerden bir tanım var. Biraz farklı.
Bana kalırsa sözlükteki tanıma "sabırsızlık" anlamının eklenmesi
gerekir.
Kaveko'daki güzel yinelemeler: "seyrek sepelek" (s. 19), "çığnm
çığnm çığrışmak" (s. 40). Güzel atasözü: "Yavru kuşlar gördüğünü
işler" (s. 30). Güzel fiiller: eksiklenmek (s. 46), hasetlenmek (s. 47).
"Bendenleştirnıek" de fena değil (s. 50). Güzel benzetme: "yokuş
çıkan bir yaşlı gibi, kendimi zorlaya zorlaya anlattım sımmı" (s.
55).
Ve yazıyla çok haşır neşir olanlarda görülebilecek bir eğilim ola­
rak, harflerin gerçekliğiyle gündelik gerçekliği iç içe geçirme iste­
ği: "Sözcüklerin bazıları pişmanlık harfleriyle dolu, bazılarında
harfler hırslarını söylüyor Mustafa Ustanın" (s. 17); "sesimin her
harfi o parçalardan birine dönmüştü" (s. 28).6

Bazı dil sorunları:


1 ) "Elinizi yalayacaksınız" (s. 34). Yazar, "avucunuzu yalayacak­
sınız" demek istiyor.
2) "Gerçekte konuşmak istemesinin nedeni, duruyormuş gibi gö­
rünen zamana bir hız kazandırmak içindi." (s. 73) İkisinden biri faz-

6. Her ne kadar "harf" sözcüğünün Osmanlıcadaki ikinci anlamı "söz, lfilardı"


ise de, buradaki bağlam böyle anlamamıza elvermiyor.
1 96 DİL MESELELERİ

la: Ya "nedeni", ya "içindi". öneri: "Gerçekte konuşmak istemesi,


duruyormuş gibi görünen zamana bir hız kazandırmak içindi."
3) Virgül fazlası: "Tam giyinecekleri anda, birilerine çınl çıplak
yakalanıvermiş gibi şaşkındılar" (s. 88).
4) Bana kalırsa, "aşk an'ı" değil, "aşk anı" (s. 89).
5) "Sevgidaşım", okurun dikkatinden kaçmayacak bir sözcük;
aynca "(Sevdin mi bu sözcüğü? Patenti ve maliyeti bana ait)" diye
ayraç açıp dikkat çekmek fazla kaçmış (s. 78).
6) "Gavurun dölü" (s. 34) sözüne de itirazım var. Toplumsal ta­
rihimizde böyle bir deyim var ama, bu tür ayrımcı anlatımlar yeni­
den üretilmemeli.
Sanatlı sözlerin fazlaca yığıldığı yerler de var.
Bu arada ilginç bir dil olgusu: İnsanların "vığıl vığıl kaynaşma­
ları" sözü (s. 48) bende olumsuz yankı yapıyor, Kaveko'da ise olum­
lu kasıtla kullanılmış. "Çok gürültülü" anlamına gelen bir deyim
bu. Öykünün acar çocuk kişisine olumsuz gelmemiş bu durum, do­
ğal olarak. Deyimlerin ve deneyimlerin göreliliğine örnek olsun.

Yasaklama?7

Mustafa Şerif Onaran, Dinçer Sezgin'in Kaveko adlı öykü kitabıyla


ilgili tartışmalara değinirken benim "Kaveko" başlıklı yazımda söy­
lediklerimi de eleştiriyor. 8 Onaran'a ilgisi için teşekkür ederek eleş­
tirisindeki birkaç noktaya değinmek istiyorum. ( . .. )
Onaran'a katılıyorum: "Sözcüklerdeki anı yükü sahici bir ortam
oluşmasını kolaylaştırabilir. Dinçer Sezgin'in öykülerindeki söz­
cüklere de bu gözle bakılabilir." Ancak, buradan devamla söyledik­
leri, tartışma gerektiren bir konuyla ilgili; şöyle diyor:
"Necmiye Alpay 'Gavurun dölü' deyimini 'ayrımcı anlatım' ola­
rak niteleyip diyor ki: 'Gavurun dölü' (s. 34) sözüne de itirazım var.
Toplumsal tarihimizde böyle bir deyim var ama, bu tür ayrımcı an­
lamlar yeniden belirtilmemeli."

7. Radikal Kitap, 4. 1 1 .2005.


8. Cumhuriyet Kitap, 20. 10.2005.
DİL VE EDEBİYAT 197

"Necmiye. Alpay'ın bu görüşüne göre dilimizde yaşayan 'ga­


vur'la ilgili atasözlerini ne yapacağız? 'Gavurun ekmeğini yiyen
gavurun kılıcını çalar.' 'Gavurun tembeli keşiş, Müslümanın tem­
beli derviş olur.' Gavur'la ilgili başka deyimler de var: 'Gavura kı­
zıp oruç bozmak' , 'Bir şeyi gavur etmek', ' gavur inadı' . 'Ayrımcı
anlam' kaygılan öne sürülünce, bir öykücü, dilin söz değerlerini
kullanamayacak demektir. Necmiye Alpay gibi, görüşlerine önem
verilen bir dilcinin 'yasaklama' olarak yorumlanabilecek sözleri öy­
kücüleri şaşırtacaktır."
Onaran benim "ayrımcı anlatımlar yeniden üretilmemeli" sözü­
mü "ayrımcı anlamlar yeniden belirtilmemeli" diye okumasa, me­
ramımı daha iyi anlayabilirdi belki. Meramım şu:
"Gavur" sözcüğü, tarihte dinsel düşmanlığın egemen olduğu dö­
nemlerden kalma, gayrimüslim yurttaşları inciten, olumsuzlayıcı
bir sözcük. Haksız yere olumsuzlayıcı. Yeniden üretmemek demek,
bu tür sözleri alışılmış dilsel değerleriyle kullanmamak, kullanıla­
caksa, ayrımcı içeriklerini bir biçimde belirgin kılarak kullanmak
demek.
Onaran'ın saydığı atasözleri ya da kalıpsözler, söz konusu yazım­
da da söylediğim gibi, toplumsal tarihimizde var. Daha başka ırkçı
ve ayrımcı sözlerin yanı sıra. Gelgelelim, çoğumuz Türkçede bu ni­
telikte söz yok sanıyoruz. Çünkü o sözleri ırkçı, ayrımcı, yabancı
düşmanı bir kasıtla kullanmıyor sayıyoruz kendimizi. Oysa sözcük­
ler o kadar da masum şeyler değil: Söyleyenin kastetmediği anlam­
lan da ulaştırabiliyorlar.
Benimkisi etik bir öneri. Reçetesiz önerilerden. Ayrımcı sözleri
yeniden üreten bir metin, başka pek çok yönden büyük bir edebiyat
yapıtı olabilir. Ama böyle olması, etik açıdan eleştiriye uğramasını
engellemez. Tersinden söylersek, etik tartışma sonsal bir değerlen­
dirmedir; estetik yasaklama anlamına gelmez. Ahlakçıların tepki­
siyle birlikte anılmaya ise hiç gelmez.
Onaran'ın değinmek istediğim son eleştirisi imlayla ilgili. Dinçer
Sezgin "aşk an'ı" diye yazmıştı, ben de "[b]ana kalırsa "aşk an'ı"
değil, "aşk anı" diyorum . Onaran soruyor:
"Bir sözcüğün yazılmasında Yazım Kılavuzu'na mı başvurmalı,
kendimize göre bir yazım mı uygulamalı? Yazım kılavuzlarında an
1 98 DİL MESELELERİ

sözcüğüne düzeltme imi konmamıştır."


Elbette kılavuzlara başvurulmalı. Gerçek bir soru değil Ona­
ran'ınki; kılavuzların dışına çıkılmamalı demek istiyor. Gelgelelim,
zamansal terim olan "an"a düzeltme-işareti koymayan imla kılavuz­
ları, anlam karışıklığı durumunda kesme işareti kullanılır da demi­
yor; çözüm önerileri yok bu konuda. Dinçer Sezgin, buradaki karı­
şıklığı kesme işaretiyle çözmüş, benim önerim ise düzeltme işare­
tiyle çözülmesi. Kısacası, ortada tartışmalı kullanımlar var. Ona­
ran'ın dediği gibi "yanlış bulduğu"m değil, tartışmalı bulduğum
kullanımlar. Yoksa tartışmamalı mı?

Margos'un tatlı dili9

Gündelik dilde "tatlı" dediğimiz söylemin özellikleri nelerdir? Ne­


dir bir dili "tatlı" yapan?
Sözlü dilden söz ediyorsak, işin içine tonlama girer elbette. En
berbat içerikli sözleri bile sevecen tonlarla seslendirmek olanaklı­
dır. Bazı muzip insanlar böyle şakalar da yapar. Peki ya yazılı dil?
Yazılı dili "tatlı" yapan ne olabilir?
Genellikle sevgi ve sevecenlik sözcükleri ya da masallara özgü
sözler içeren ince ayar söylemlerdir "tatlı dil" derken kastettiğimiz.
Bazen de, kendine özgü bir sesi okura duyura duyura konuşarak sı­
cak duygular uyandıran "tatlı dil"ler olur. Hayatla bir humor çerçe­
vesinde ilişki kurduğu için tatlı olan diller de vardır. Mıgırdiç Mar­
gosyan'da bu tür özelliklerin en belirgin, en özgün olanlarını bulu­
yoruz.
Margosyan'ın, gerek anlatımı gerekse anlattıkları açısından ede­
biyatımızda bütünüyle kendine özgü bir yeri var. Bu yer Gavur Ma­
hallesi (1992) adlı öykü kitabıyla belirmişti, Tespih Taneleri (2006)
adlı anı-romanıyla perçinlenmiş oldu. Aradaki o pekiştirici öykü ki­
taplarını unutmadan: Söyle Margos Nere/isen? (1995) ve Biletimiz
İstanbul'a Kesildi (1998).

9. Radikal Kitap, 5.1 .2007.


DİL VE EDEBİYAT 1 99

Heyecan çoğu zaman bizi iki uç arasına geren duygunun adıdır.


Alışılmış olanın dışına çıkarkenki duygumuz. Margos'un öyküleri
ve Tespih Taneleri, en çıplak hüzünle en bilgece bir mizaha dayalı
bakış açısını iç içe geçirerek ayaklarımızı yerden kesip başka bir
gerçeklik eksenine konduruyor. Bildiğimiz gerçekliğin, görmediği­
miz eksenlerinden birine.
Margos gösterici. Diyarbakır Edebiyat Günleri'nde tanıştığımız­
da bir fırsat bulup bizi küçük bir grupla Gavur Mahallesi'ne (öykü­
ye değil, fiziksel ve tarihsel mahalleye, ama elbette aynı zamanda
öyküye) götürdüğünde aynı mekanda başka bir zamanı göstermeyi
başarıyor diye düşünmüştüm. Anlatılarında da uzun cümlelerini hep
aynı tatlılıkta tutarak okura geçilmiş zamanı ve o zamanın zeminini
gösteriyor. Bunun sım belki Margos'un sözcüklerinin birer sözlük
birimi değil, birer ses olmasında yatıyordur.
Sözcüklerin ses olmasında edebiyatçıların öteden beri kullandığı
bir tekniğin payı var. Köylüleri köylü gibi, filanca yörelileri o yö­
reliler gibi, Lazı Laz, Kürdü Kürt, Arnavutu Arnavut gibi konuştur­
mak. Çok kullanılıp bugün artık epey seyrelmiş olan bu tekniğin bi­
ze gerçekten sesler duyuran örnekleri pek fazla değildir aslında.
Karşımızda çoğu zaman, sinemada da yankısını bulmuş olan o sah­
te yerellik vardır. Sahtedir, çünkü yazar (ya da yönetmen) yüzeysel
bir öykünmeyi ses diye kabul etmemizi bekliyordur bizden; genel­
likle de paçasını, "popülizm/halk dalkavukluğu" adı verilen eğili­
me kaptırmıştır.
Bugün edebiyat daha çok yazarın kendisi gibi konuşuyor. Sine­
ma görselleşirken, edebiyat da sessizleşti. Sahte seslere ise artık da­
ha çok TV dizilerinde rastlıyoruz. Dolayısıyla, ses duyurmanın güç­
lükleri iyiden iyiye arttı. Bu bapta sahte olmamayı başaran, Ayşe
Kilimci gibi, çok az sayıda yazar çıkıyor.
Margos'un anlatılarını okurken, ses duyurmak konusundaki bu
güçlükler akla bile gelmiyor aslına bakılırsa. Benim bu yazıyı ya­
zarken aklıma gelmesi "teknik" bir çözümleme yapmaya çalışmam­
dandır. Has edebiyat, verili yargılara sığmaz. Margos'un edebiyatı
da yerel dile başvuran edebiyatın devri sona ermiştir yargısına sığ­
mıyor. Margos bir Diyarbakırlı ve bölge insanının tüm dilleriyle
Türkçe konuşuyor: "Türkçe, Kürtçe, Zazaca, Ermenice, Arapça."
200 DİL MESELELERİ

Anılarını bu derece ses olarak, hiçbir şemaya dökmeden yazılaş­


tırma yeteneğinin bir benzerini daha bulmak zor: "Bağlı Di.kro gö­
risen, evin bağdadisi duvardan çığhtı çığhacağ". Anlatı kişileri ka­
dar, eşyaları da kendi sesleriyle canlandırıyor Margos. Terlikler çı­
kardıkları "sıfırts sıfırts sıfırts" sesleriyle, katırlar yük altında "tıs­
layıp pısla"malarıyla, yufkalar sacın üstüne "hıışt" diye fırlatılıp
"fıırt" diye toplanmalarıyla yer alıyor bu anlatılarda. Çokdilli bir or­
tamın getirisi mi, yoksa sese duyarlı bir yazarın çokdilliliğe arma­
ğanı mı? Belki ikisi de var.
Ya tarih? Margos'un yazdığı her şey tarih. Ama bunlara "mikro
tarih" demeyi seçeceksek, büyük tarihi bir yanıyla bu anlatılara uza­
yıp kısalan bir gölge gibi eşlik eden hüzünde ve sorulan sorularda
aramak gerektiğini anlamalıyız. Tsunamilerinkini aratmayan "kaf­
le" yankılarında. "Kafle", böyle, İ 'siz.

Bir dilin olağanüstülüğü 1 0

Hasan Ali Toptaş'ın dilini olağanüstü kılan nedir? Eğretilemeler


mi? Benzetmeler mi? Alışılmamış bağdaştırmalar mı? Kişileştirme­
ler mi?
Bu tür teknik adlandırmalar Toptaş'ın metinlerinin karşısında
fazlasıyla yadırgatıcı kalıyor. Mitolojik bir havai fişek sanki bu dil;
ardı arkası kesilmeyen patlamalarla her birkaç satırda bir, zihnimi­
zin, dilimizin, yaşantılarımızın bir köşesinde, alışılmamış renkte bir
aydınlanma yaratıyor, gidip eğriliklerde dolaşıyor, karanlıklarda
kaybolanları gösteriyor. Bir uzay dili. Dikkatimizi toplayarak oku­
duğumuzda böylesine iyi anlamaktan şaşkınlığa düştüğümüz bir
"yabancı" dil.
"Patlama" sözcüğünü seçişim, bu sözcüğün hem o sürüp giden
ani dallanıp budaklanmaları, hem de her seferinde ortaya çıkanın
yarattığı etkiyi anlatmaya elvermesinden.
Patlayanlar birer balon, aslına bak.ılırsa; yerleşik mantığın balon-

10. Radikal Kitap, 25. 1 l .2005 ("Hasan Ali Toptaş" başlığıyla).


DİL VE EDEBİYAT 201

lan; "arkadaşlarıyla değil de düşleriyle birlikte yürüyen trompetçi",


binlerce örnekten biri. Gerçekten binlerce.
Bu yazıya Uykuların Doğusu 'yla (2009) başlamak niyetindey­
dim ama, bir şeyler beni daha başlara, Toptaş'ın ilk kez 1993'te ya­
yımlanmış olan kitap boyu şiiri Yalnızlıklar'a11 gönderiyor. Bu bir
şeylerin içinde, Toptaş'ın Yalnızlıklar'da başat özellikleriyle belir­
miş olması kadar, bu büyük şiirin tuhaf bir biçimde unutulması da
var. Oysa aynı zamanda Toptaş metinlerinin vazgeçilmez tamamla­
yıcısı, bir anlamda da anahtarı bu şiir. İşte ilk dizeleri:

Nereden bakılırsa bakılsın,


her cümlede bir çift göz vardır
ve her noktada bir insan.

Bu üç dize en az bir adet dilbilgisi terimi içeriyor: "cümle".


"Cümle"nin varlığından hareketle "nokta"yı da dilbilgisi terimi sa­
yabiliriz. Toptaş, katı olmayan başka pek çok şey gibi dilin birimle­
rini de katı birer gerçeklik kılabiliyor ya da katı gerçekliğin mekanı­
na dönüştürebiliyor; "bir çift göz vardır" diyor; nerede? "[C]ümle­
de". Dördüncü bölümün sonunda örneğin, mekan, çobanların bakı­
şıdır. Yalnızlık orada "zamanı güden" bir çobandır: "Ve yalnızlık, yal­
nız bir çobandır I çobanların bakışında/ zamanı güden". Bakış, Top­
taş'ın her iki anlamıyla da nesneleştirdiği ve mekanlaştırdığı örüntü­
lerden.
Yalnızlıklar'm ikinci basımında bazı değişiklikler yapmış Toptaş.
Dizelerin düzeni açısından, ilk basıma oranla daha "usta işi" bir
metinle karşı karşıyayız. Sözgelimi, şiirin yukarıya aldığım ilk di­
zelerinin ilk basımdaki düzeni şöyleydi:

Nereden bakılırsa bakılsın, her tümcede


bir çift göz vardır; ve her noktada bir
insan.

1 1 . İş Kültür Yayınlan 2003 basımının arka kapağında hir bilgi yanlışı var:
"Hasan Ali Toptaş'ın daha önce kitap olarak yayınlanmamış yapın Yalnızlıklar"
deniliyor orada; oysa ille basım ondan on yıl önce, Kavram Yayınları tarafından
yapılmıştı.
202 DİL MESELELERİ

Toptaş sonradan vurguyu okura bırakmak istemiş olmalı ki, 2003


basımında "insan"ı bir başına dize olmaktan ç�karmış. "Usta işi"
dediğim değişikliklerin bir bölümü bu türden vurgu değişiklikleri.
Bir bölümü ise, "gürültü/ müdürler" örneğindeki gibi kötü bölün­
müş dizelerin yarattığı istenmeyen çağrışımlardan kurtaran düzen­
lemeler: Sonraki basımda dize böyle bölünmeyip "gürültü müdür­
ler," biçimini almış ve aklımızı müdürlere gitmekten kurtarmış.
İki basım arasında "tümce-cümle'', "sözcük-kelime", "kent-şe­
hir" gibi değişiklikler de dikkat çekiyor. Yer yer bir ses zorlamasın­
dan kurtaran, ama yer yer yeni zorlamalar yaratan değişiklikler.
Bendeki yadırgıda önceki sese ısınmışlığın payı da olabilir elbette;
bunu ayırt etmek zor. Her durumda, ilk basımı nasıl olursa olsun,
şöyle bir şey, büyük şiir:

ve benim gözlerim gördüklerimden yaratılmıştı


o yıllarda,
ellerim dokunduklarımdan.
Dilimi sormayın,
konuşamadıklarımdandı
ve kanlı bir kitap gibi yatıyordu ağzımda.

Toptaş, aklımızın ve dilimizin yerleşik egemen mantığına karşı


ruhumuzun sözünü geçerli kılıyor. Metinlerini belirleyen de "ger­
çeklikten kopukluk" değil, gerçeklikle birlikte dışlanmış olan ruhu­
muzda odaklanması, etkinlik mevkiine onu yerleştirmesi. Toptaş'ın
dili, bütün anlamsallığın buna uyarlanmasıyla oluşuyor. Bilinen
teknik tanıların yadırgatıcı kalması bundan.
*

Uykuların Doğusu 'na geliyoruz. 12 Bu romanda Hasan Ali Toptaş'ın


anlatıma ve içeriğe değgin pek çok özelliği, deyim yerindeyse siv­
rileşmiş, fazlasıyla belirgin bir nitelik kazanmış.

1 2. Romanın adı için ek: Bu iki sözcüklük tamlamada, tamlanan esastır, yani
doğu. Bunu romanın bütününde oluşan bağlamdan anlıyoruz: Toptaş'ın anlatısın­
da esas olan "doğu"dur ve "uykuların" olmak, "doğu"nun esas özelliğidir.
DİL VE EDEBİYAT 203

Yukarıda, etkinlik mevkiine ruhumuzu yerleştirmek dediğim ve


her Toptaş metni gibi Uykuların Doğusu'nda da başladıktan hemen
sonra devreye giren tavır için, romanın ilk paragrafından tipik bir
bölüme bakalım:
"Sonra, işte ben böyle kımıldanırken, nasıl oldu bilemiyorum
ama, birdenbire masanın üstündeki kağıtların şeklini alan zaman da
kımıldandı sanki. Hatta, çevremi saran duvarların rengi bu zamanın
içine doğru akar, akınca hafif hafif titreşir, titreşince de karşımdaki
pencere gelip bu titreşimlerin ortasında durur gibi oldu."

Zamanın kımıldaması, duvar renginin zamana akması, bir pen­


cerenin gelip bir yerde durması ... Bunlar alışılmış "nesnel" gerçek­
likte olmayacak şeyler. Birer eğretileme olabilirler ancak. Ama eğ­
retilemeden çok, "sanki" ve "gibi"nin varlığı nedeniyle, benzetme
demek daha doğru olacak.
"Benzetme" terimi Toptaş'la birlikte bugüne değin söze dökül­
müş kapsamını sıçrama ölçüsünde genişletmiş, büyütmüş durumda.
Öyle ki, Toptaş benzetme sanatının tanımını değilse bile, uzanımla­
rını değiştirmiştir demek olanaklı. Erişilmesi, okunmadan tahmin
edilmesi zor bir özgünlük, ayrıntı ve incelik evreni oluşturuyor Top­
taş'ın benzetmeleri; başka anlatım özellikleriyle de birleşerek, metni
uzlaşımsalla gerçeküstü arasında, gerilimli bir bölgede devindiriyor.
Uykuların Doğusu da diğer Toptaş metinleri gibi izlek olarak dış
dünyanın devletinden, bakışın sonu gelmez yaşantılarına kadar uza­
nıyor. Derin yapıda yeterince derine indiğimizde, çoğul bir öznel­
liğin ruhundaki küsmüş ya da körelmiş görülerle yakınlaşır "gibi ol­
duğumuzu" duyumsuyoruz.
Yüzey yapıda, yani anlatımda, yerleşik dış gerçeklik anlayışın­
dan en kopuk bölümlerde bile, başta benzetme olmak üzere belirli
dil olanaklarını kullanarak o gerçeklikle (göndergeyle) köprüler,
daha doğrusu hava köprüleri kuruyor Toptaş. Başka bir deyişle, az
önce "olmayacak şeyler" dediklerimi anlatıcının da yadırgadığını
bildiren dilsel öğeler kullanıyor. Yukarıdaki alıntıda bu öğelerden
"sanki" ile "gibi oldu"ya işaı-et etmiştim. Aynı alıntıda, Toptaş'ın bu
köprü işlevi için sık sık başvurduğu araçlardan "hatta"yı da görü­
yoruz.
204 Oh.. MESELELERİ

"Hatta'', olağan dilde dişe dokunur bir veriyi ya da netliği pekiş­


tirmek için kullandığımız bir üsteleme bağlacıdır. Toptaş'ın "hat­
ta"sı ise, yukarıda da görüldüğü üzere, yerleşik gerçeklik anlayışın­
da hiç de dişe dokunur ya da net sayılmayacak içerikler için kulla­
nılıyor. Yaratılan olağandışılık duygusuna büyük katkısı var bunun.
Olağan gerçeklik anlayışında esaslı ya da net sayılmayan şeyi, be­
lirli aynntılan ve aynntılılıklan, "esaslı ya da net" mevkiine otur­
tuyor bu "hatta"lar; anlamsallığın uyarlanması dediğim işleyişe da­
hiller.
Toptaş'ın odaklandığı ruhsallık ile uzlaşımsal "gerçeklik" anla­
yışı arasında köprü işlevi gören dil olanaklarından biri de, bir örne­
ğini yukarıdaki alıntıda gördüğümüz "belki inanmayacaksın ama",
"nasıl oldu bilemiyorum ama" gibi cümlecikler. Uzlaşımsal dilde,
olağanüstü bulduğumuz bilgileri vereceğimiz zaman kullandığımız
hazırlama cümlecikleri. Aynı köprü işlevi için başka yerlerde "ne­
dense", "tabii", "bir bakıma" gibi belirteçleri de kullanıyor Toptaş.
Uzlaşımsal olanla "gerçeküstü" olan arasında bir alan, bir gitgel
alanı oluşturan, söylenenleri anlatıcının da yadırgadığı duygusunu
ileten dilsel özelliklerden bir diğeri olan masal diline değineyim son
olarak. Doğrudan "-mış" kipinin yanı sıra, sözü bir önceki cümle­
den ya da cümlecikten alarak yinelemek biçimindeki, Attila İlhan'ın
da çok başvurduğu ve yukarıdaki alıntıda iki tipik kullanımını gör­
düğümüz teknik ("akar, akınca... ", "titreşir, titreşince... "), Toptaş'ın
hem öyküleme hem de masal kipinde kullandığı, Gülten Akın'ı akla
getiren "sonra, işte... " bağlacı, "efendime söyleyeyim"ler, masal
"de"leri ...
Tüm bu öğelerin, huzursuzlaştıncı bir ısrarla yinelenişi.
Hasan Ali Toptaş Uykuların Doğusu nu kendisinin ne yazdığı ve
'

nasıl yazdığı en kalın çizgilerle belirsin diye yazmış sanki.


Db... VE EDEBİYAT 205

Orhan Pamuk'un Nobel konuşması 13

"Duygusaldı" diyenler oldu. Böyle denmesinin nedeni, yazarın ba­


ba odaklı bir kurguya başvurması ve konuşurken, istemediği kadar
heyecanlı olmasıydı sanıyorum.
Gerçekte Orhan Pamuk'un her halinde, her konuşmasında (ve her
metninde) heyecan yok mudur? Vardır ama, belirli türden bir heye­
candır bu; enerji fazlalığıdır daha çok. Orhan Pamuk'ta enerji, söz­
cüklerin üstünden uçup gitmemek için durmadan frene basmasını,
bazen fren yeterli gelmediğinden sözü ileri kaçmış olduğu için
cümleyi baştan almasını gerektirecek kadar fazla gelmektedir. Halk
dilinde "canı tez" denen insanlardan.
Enerji fazlalığı biçemine de yansır: Sık sık cümlenin sonuna at­
layıverir Orhan Pamuk, başta yer alacak öğeler sona kalır, son anda
yükleme tutunarak yer bulur ancak. Böylece ortaya hızlı, daha doğ­
rusu hız içeren metinler çıkar. Romanları, içerik açısından da gitgi­
de hızlanmıştır. Kara Kitap'ta (1990) ve Yeni Hayat'ta (1994) fıldır
fıldır dolaşılıp fırtına hızına ulaşıldıktan sonra, Benim Adım Kırmı­
zı 'da (1998) sıkı bir fren çalışması buram buram okunur. Oradaki
bölümlemeyi bile hız tümsekleri olarak görmek olanaklıdır.
İstanbul kitabına (2003) gelindiğinde, fırtınalı duygular, iyi yön­
lendirilmiş bir enerji kaynağı gibidir artık. İstanbul sokaklarında
esen rüzgar ne kadar hızlansa dizginlerini koparmaz, hep denetim
altındadır. Nobel konuşmasında "yavaş yavaş'', "yıllarını vererek",
"sabırla" yazmış olmayı özellikle önemsemesi de hız sendromunun
anlatımlarındandı; "sabır" sözcüğünü üç kez kullandı.
Canlı yayından izlediğim kadarıyla bu konuşmasında da her za­
manki gibi ruhun cidarlarına basınç yapan enerji hissediliyordu
ama, bu kez ses kısan türden bir heyecana dönüşmüştü. Heyecanını
bir iki kez yendiyse de, bütünüyle yendiği bir an olmadı. Yukarıda
dediğim gibi konuşmanın "duygusal" bulunmasının başlıca iki ne­
deninden biri bu olmalı.
İçeriğe geçmeden önce, Türkçe hatası yaptı mı Orhan Pamuk di-

13. Radikal Kitap, 15.1 2.2006.


206 DİL MESELELERİ

ye soralım. Evet yaptı. Söyleyiş değil, kullanım hataları:


1 ) Aslı "bir aşağı bir yukarı yürümek" ya da "volta atmak" olan
deyimi, "aşağı yukarı yürümek" biçiminde kullandı. Deyimlerle
oynamak yasak değil ama, nasıl bir sonuç elde edildiğine bakılmalı.
"Aşağı yukarı yürümek", iyi bir farklılaştırma sayılmaz;
2) "Hissettiren" anlamında "duydurtan" dedi (çifte ettirgen);
3) "Aşın" sıfatının bazı kullanımları da sorunluydu.
Hızını kesemediği için havalanıp ancak yüklemin önüne inebilen
öğe örnekleri vardı:
"[Defterlerin] Bazılarına bir şeyler yazarken babamı görmüş­
tüm."

"Babamı" sözcüğü, baştaki yerine konamayıp uçmuş, "görmüş­


tüm" yükleminin önüne inmiş. Cümle düzeyinde bir anlam farklı­
laşması da doğmuş bu yüzden. Yalnızca cümleye bakarsak, bir şey­
ler yazan kişi Orhan Pamuk'tur; metnin bağlamına baktığımızda ise,
babası.
Nobel konuşmasının içerik açısından en çok dikkat çeken cüm­
lelerinden birinde de var benzer bir "tehir":
"Onu ancak değiştirerek gerçekliğe katlanabildiğim için yazıyo-
rum."

Bir de hesap hatası vardı konuşmasında: 23 yaş artı 22 yaş, 48


değil, 45 eder.
Bütün bunlar, bir Mozart senfonisi güzelliğinde olmasını engel­
lemiyor konuşmanın.
İçerik babında: Orhan Pamuk'un dönüp dolaşıp odaklandığı baba
ve bavul, gerçekliğin yanı sıra, eğretileme olarak da okunabilir: Ba­
vuldaki edebiyat, geleneğin eğretilemesi olmak üzere. Konuşmayı
bir de bu gözle okumak anlamlı oluyor. Aileyi bırakıp Batı'ya gidip
gelen, cumhuriyet kültürü, Sartre ve Montaigne, solcu cumhuriyet
aydınlarının yazarları, vb.
Filiz Aygündüz de yakalamış, 8. 1 2.2006 tarihli Milliyet'te yazdı:
İstanbul kitabında, babasının Paris'te yazdığı şiirler ve çevirilerle
dolu bavulunu bir Amerika yolculuğunda hırsızlara kaptırdığını
anımsar Orhan Pamuk (s. 293). Aygündüz, bavul için, "baba Gün-
DİL VE EDEBİYAT 207

düz Pamuk daha sonra bulmuş olmalı" diyor: "Çünkü 35 yıl sonra
dün, oğlu Pamuk, yaptığı Nobel ödülü kabul konuşmasında bu ba­
vulu açtı."
Önemli olan, Orhan Pamuk'un bavuldakiler için söyledikleri ve
kurgusundaki güzellik.
Yukarıdaki yorumumda belki de Elif Şafak'ta rastladığım bavul
benzetmesinin etkisinde kalmışımdır. İhsan Yılmaz'ın Baba ve Piç'
le ilgili sorularını yanıtlarken şöyle diyordu Elif Şafak: "Geçmişi
bir an evvel elimizden çıkarılacak bir bavul gibi görmüşüz."
Orhan Pamuk'un "politik değil" denilen Nobel konuşması, yu­
karıda sözünü ettiğim eğretileme açısından okununca politik boyu­
tunu açığa vuruyor. Şu belirtik ve çok haklı saptamayla birlikte:
"[K]itap yakmalar, yazarları aşağılamalar milletler için karanlık ve
akılsız zamanların habercisi"dir.

Eşsiz Olana Yakmllk 14

Ahmet Soysal'ın altıncı kitabı Eşsiz Olana Yakınlık (2006). Altbaş­


lık, Çağdaş Şiirin Burçları. Şiirle ilişkilerini yenilemek isteyenlere
de salık verilebilecek bir kitap; okumaya Dağlarca bölümünden
başlanması önerisiyle.
Konu olarak daha çok belalı şairleri ya da az fark edileni seçiyor
Soysal. Bu arada şairlerdeki kavramları yakalamaya ve gerek felsefi
yeri, gerekse çeviri açısından sorgulamaya çalışıyor.

Aynı fıkirde olmakta zorlanılacağı düşünülebilecek bölümlerden


biri, "bilinçdışı" kavramıyla ilgili. 2004'teki bir açık oturum konuş­
masının metni olan "Dil ve Bilinçdışı" başlıklı yazı, terime yönel­
tilmiş bir itirazla başlıyor. Soysal, "bilinçdışı" demenin sakıncala­
rına dikkat çekerek yerine "bilinçli-olmayan" terimini öneriyor.
Çeşitli nedenlerle katılamıyorum ben bu öneriye: Birinci neden,
yıllar yılı "bilinçaltı" dendikten sonra geçilmiş olan "bilinçdışı"nın
bugün artık fazlasıyla yerleşip yaygınlaljmış olması.

14. Radikal Kitap, 29. 12.2006.


208 DİL MESELELERİ

Denebilir ki bir zamanlar da "bilinçaltı" terimi yerleşip yaygın­


laşmıştı, yine de vazgeçildi ondan. Ancak, ona yöneltilen itirazlar
değişildiği gerektirecek güçteydi: Eski terimin bileşimindeki "-altı"
belirtimi, kasıt öyle olmadığı halde �'alt kat" fikrini içeriyordu. Oy­
sa Ahmet Soysal'ın "bilinçdışı"na karşı çıkma gerekçeleri aynı de­
recede güçlü görünmüyor.
Soysal'ın önerisine katılmayışımın ikinci nedeni, önerdiği "bi­
linçli-olmayan" sözünün, yine yerleşik bir biçimde, zihinler için de­
ğil, kişiler için kullanımda olması. Ama elbette bu konudaki asıl ka­
rarı ruhbilimciler verecektir.
Terim düzeyinde itiraz edilebilecek noktalardan biri de Soysal'
ın, Rimbaud'yla ilgili olarak, Fransızcadaki autre kavramını "fark­
lı" gibi okuyup yalnızca "başkalaşmak" çerçevesinde ele alması,
günümüzdeki adıyla "öteki"yle ilişkilendirmemesi (s. 97). Bu du­
rum bel.ki de yazısının, daha doğrusu konuşmasının tarihiyle ilgili­
dir: 1992, yani "ötekilik" fikrinin henüz pek fazla gelişmemiş oldu­
ğu bir dönem.
Mallarme'yle ilgili olarak, suggestion'un "çağrışım" diye çevril­
mesine de itirazım var (s. 98). Anıştırma olacak bence.
Yves Bonnefoy'nın Arriere-Pays adlı kitabının Türkçesi de, "Ge­
ri Ülke" değil, "Artbölge".
Ahmet Soysal'ın belirgin yazarlık özellikleri demiştim: Anlatım
bazen son derece yalın, -"Çağdaş Şiirin Burçları" sözündeki kadar
klişeye yakın olmasa da- serilmiş ve anlaşılır; bazense dört beş kez
okumayı gerektirecek kadar yoğun. Dil düzeyleri de uçlarda dola­
şıyor: Kah fazlasıyla incelikli, kah neredeyse sövüp saymalara ka­
dar varıyor. Bu uçlaşma, pozitif akla karşı dururken, deyim yerin­
deyse pozitif dilin de karşısına geçme isteği olarak yorumlanabilir.
Db... VE EDEBİYAT 209

Korkunun lrmağmda15

Suzan Samancı'nın romanı, Korkunun Irmağında (2004). Anadi­


li Kürtçe olan Samancı'nın, yazı dili Türkçe. Yazısı bir tür deprem
kayıt aygıtı gibi: Yörede "uzayıp giden"lerin titreşimlerini kayde­
diyor.
Korkunun lrmağında'yı bugünlerde okumanın verimi herkes açı­
sından çok yüksek olabilir, öbür taraftan bakabilmek için. Yazarın
bize duyarlığını ve hakikiliğini derinlemesine duyumsatmayı başar­
dığı roman kişisi, yabancılığımızı azaltabilir. Elbette, her esaslı sa­
nat yapıtı gibi, ilk eldeki yer ve zaman bilgilerinden bağımsız olarak
da (örneğin, kuşaktaşlık ya da kadınlık konusunda) pek çok şey
söyleyen bir romandan söz ediyoruz.
Samancı, romanına "yöre"de doğup büyümüş, bu son yıllarda da
orada yaşamış bir genç kadını merkez kılıyor. Romana verdiği adın
özel olarak ağırlıklı bir anlamı var. Korku ve ırmak. Korku, bizim
toplumumuzun egemen duygusu. Ama özellikle "bölge"nin egeme­
ni. (Aslına bakılırsa, Dieter Duhm'un o yaşamsal önemdeki Kapi­
talizmde Korku kitabını (2009) düşünerek, kapitalizmin egemen
duygusu da diyebiliriz.) Ve ırmak, yani süreklilik. Süreklilik, kor­
kunun ve baskının kesintisizliği, bıçakla kesilebilecek yoğunlukta
oluşu, romanın ortaya koyduğu atmosferin başat özellikleri.
Yazılarını kaçırmamaya çalıştığım birkaç eleştirmenden biri olan
Hande Öğüt'ün dediği gibi (bkz. 12. 1 2.2004 tarihli Radikal Kitap),
bir büyülü gerçeklik tadı alınıyor bu romandan. Bunu demekle ro­
manı etiketlemiş olmaktan da korkarım. Samancı'nın, bütün o ger­
çeküstü görünümlü, düşsel geçişlerin katkısıyla gerçekliğin en ko­
yusunu, korkunun sürekliliğini anlatan, kendine özgü bir dili var.
Biçemi, demeliyim. Bu biçeme ait öğelerin en çok göze çarpanla­
rından biri, somutlaştırmalar ve eğretilemeler:
"O an ağızlarından burunlarından korku dumanı çıkıyordu ( ... )
Söyleyemediklerimiz bakışlarımızda asılı kalırdı" (s. 14), "Horul­
tularda yasaklı düşünceler uyukluyordu" (s. 19), "Hepimiz sır bon-

15. Radikal Kitap, 7.4.2006.


210 DİL MESELELERİ

cuklan yutmuştuk; bu boncuklan taşımak kolay değildi" (s. 26).

Samancı'nın biçemine ait başlıca özelliklerden biri de, çokza­


manlı cümleler; Hande Öğüt'ün andığım yazısında işaret ettiği "bir­
birinden bağımsız olaylan bir araya getiren uzun cümleler"in, iki
kipi art arda eklemesi.
Çoğu durumda art arda eklenen iki (bazen de üç) kipten ilki bir
saptamayı anlatan "-iken", "-nce" ya da "-diğinde" kipi, ikincisi ise
uzak geçmiş izlenimi veren bir "-di'li geçmiş". Bu "-di'li geçmiş",
sonralan, genellikle süreklilik anlatan "-yor" ya da "-yordu" kipine
dönüşüyor. Tipik bir iki örnek:
"Rodi'nin varlığından güç alırken, ona sevgimi anlatamıyorum"
(s. 10), "Güneş odaya uzandığında kaşların, bıyıkların uzadığı ge­
lirdi akla" (s. 13), "Kendal gözlerini bir noktaya diktiğinde şakakları
seğiriyordu" (s. 1 39).
Süreklilik anlatan öğeler olarak, romanın neredeyse nakaratı
olan "uzayıp gidiyordu"lan eklemeliyim.
Romanın bize o koyu korku ortamını ve orada insani olanla ol­
mayanı bütün hakikatiyle duyumsatmayı başarmasında en önemli
pay, birinci tekil kişi anlatıcının ("ben"in) kendisiyle arasına uzak­
lık koyabilmesinde yatıyor belki: "Ağzımı yaya yaya kaşlarımı ve
bıyıklarımı temizledim" (s. 42), "Kendimi ikiye bölüyorum. O ev­
den eve koşturup ense sayan 'ben' ile evde gölgesiyle konuşan
'ben .. .' " (s. 62).
Kitaptaki korku dili, korku atmosferi ile, yer yer beliren çocuksu
dil serbestliği ("osurukçu ninem", "kıçının korkusundan") arasın­
daki zıtlık, anlatımın sıcaklığına katkıda bulunan özelliklerden. Tu­
haf bir biçimde, Kafka, Amado, Attila İlhan göndermeleri de; ya­
zarın bir açıksözlülüğü gibi.
Ben romanın ilk iki sayfası ile son sayfasının getirdiği kurgu
öğesini zorlama buldum. Romandaki koyu yoğunluğu herhangi bir
ayraca almak gerekmiyordu.
Her durumda Suzan Samancı ülkemizde korkarım henüz ince­
lenmemi� olan ikidilliliğin o artırıcı, büyük verimlerinden biri; ya­
zarlıkları birbirine hiç benzemese de, Yaşar Kemal ve daha niceleri
gibi. Yaşar Kemal'den bildiğimiz "ipildemek" (s. 10, 62), "kirp diye
DİL VE EDEBİYAT 21 1

kesmek" (s. 14) gibi fiilleri Samancı'da da görüyoruz. Böyle yığınla


özgün sözcüğün, söyleyişin ve benzetmenin, bu taraftan bakıldığın­
da akla gelmeyecek benzetmelerin diyarı bu metinler. Anlattıklarıy­
la ise derinden irkiltici.

Acı anne 1 6

Perihan Mağden'in romanlarıyla ilgili eleştirilerden bana en tuhaf


gelenlerinden biri, köşe yazısı diliyle roman yazdığı biçimindeydi.
Bir sürü itiraz sıralanıvermişti zihnimde bu eleştiri karşısında:
1 ) Genel bir kural olarak, yazar dediğinin köşe yazılarında kul­
landığı dil ayndır, romanlarında kullandığı ayn, diye düşünmek,
gündelik elbise / dışarılık elbise gibi ayrımları akla getiriyor. Böyle
bir ayrımın varsaydığı türden dil standartları yok. En azından, gü­
nümüzde artık yok.
2) Böyle dil standartlarının var olduğunu kabul etsek bile Mağ­
den'in ne köşe yazılarındaki dil uyar herhangi bir standarda, ne de
romanlarındaki dil.
3) Bu iki yazı türü arasında dil açısından farklılık olması gerek­
tiğini kabul ettiğimizde gerçekte Mağden'in romancılığına yine ha­
lel gelmiyor, çünkü zaten onun köşe yazılarındaki dille romanların­
daki dil arasında esaslı bir fark var: Bu iki dil yüzeyde birbirine
benzediği halde derin yapıda benzemiyor, çünkü köşe yazılarında
bol miktarda humor üretiyor bu dil, romanlarındaysa melankolik bir
keder. Bana göre, olumsuzlanmak şöyle dursun, olağanüstü bulun­
ması gereken bir durum.
Biz kimden kaçıyorduk Anne? deki (2007) kurgu, ilk bakışta, te­
'

levizyonda izlediğimiz orta karar ABD yapımlarının klişelerinden


birini, motel motel kaçan anne-çocuk klişesini çağrıştırıyor. Ama
benzerlik bu en kaba çizgilerden öteye gitmiyor. O filmlerde anne
ile çocuğun peşinde genellikle şiddet hastası bir koca vardır, film
de yasalardaki boşluklar yüzünden mağdurun nasıl suçlu konumuna
düştüğünü göstermeye çalışıyordur.

16. Radikal Kitap, 29.1 2.2006 ve 27.7.2007.


212 DİL MESELELERİ

Mağden'in romanındaki yönelim böyle değil. Romanın adını


oluşturan "Biz kimden kaçıyorduk Anne?" sorusunun yanıtı sonun­
da ne kadar verilir gibi olursa olsun, hepimizi içine almış bir kaos
olarak kalıyor. Kaçış ise, bütün aynntıkınyla birlikte o kaosa bir dü­
zen verme çabası olarak; ama, çırpındıkça batan türden bir çaba.
Hayatlarımızda çoğu durumda görmezden gelinen türden.
Biz kimden kaçıyorduk Anne?, tıpkı yazarın bir önceki romanı İki
Genç Kızın Romanı'ndakiler (2002) gibi ikide bir kendini gösteren
cinayetlere karşın, odağında ölüm bulunan bir roman değil bence;
duygusal şiddet ile ilgili bir roman. Mutluluk sözlerindeki ısrar ya
da yinelemeyle bile hissettirilen bir duygusal şiddetin romanı.
Ufukta kabus görüp görmediğimizden emin olmaksızın şöyle böyle
seçebildiğimiz cinayet izlerini ölüm izleğinin işaretleri olarak oku­
sak bile ancak beşinci dereceden bir olasılık olarak okuyabiliriz. Bu
cinayet izlerini, tıpkı İki Genç Kızın Romanı'ndakiler gibi, duygu­
ların şiddet derecesini anlatma, kavratma, hissettirme aracı olarak
okumaktan yanayım ben. Gerçek cinayet değil, yalnızca birer ola­
sılık, birer gizilgüçtürler. Romanda topluca görülen bir kabus gibi
bırakılmışlıkları bundandır. Roman gerçekliğinin bire bir parçası
sayılamayacak kadar fantezi öğeleri konumunda bu cinayetler. Ama
aynı fantezilik, metnin bütününde de farklı tonlarda olmak üzere
hep var.
Romanın giriş cümleleri Nazım'ın şu iki dizesine verilmiş bir
karşılık gibi:
"İki şey var ancak ölümle unutulur/ annemizin yüzüyle şehrimi­
zin yüzü."
Anlatıcı çocuk, "Annemin hiçbir şeyi başkalarına benzemez ki.
Ama başkalarını bildiğim de söylenemez" diye başlıyor anlatısına.
Başkalarını bilmemesine karşın karşılaştırma mantığına dayalı bir
değerlendirme yapması, daha ilk cümleden anafor etkisi yaratıyor.
Romanın devamında birkaç kez yinelenecek bu karşılaştırma.
"Onlar" adılı, bir başına, "anne"nin bütün bir dış dünyaya duy­
duğu haddini aşmış yabancılığı duyurmaya yetiyor. Kalıplaşmış du­
yarsızlık anlatımlarıyla destekleıuuiş, yabancı düşmanlığına vannış
bir yabancılık duygusu.
Mağden bu kitapta büyük harf kullanımında iyice ustalaşmış.
Db... VE EDEBİYAT 213

Büyük harfletj, tam olarak Almancadaki gibi değil ama, ona benzer
bir vurguyla kullanarak, benim "yarı özel ad" dediğim yapılar oluş­
turuyor. Annesinin "Ağır Yürek Günleri" oluyor, "O Vakitler". Ta­
sarruflu bir anlatım elde etmede rolü var bu yöntemin. Yükte hafif,
pahada. ağır bir dil.
Artık yaygınlaşmış bir Mağden yaratısı olarak, cümleleri bölme­
de de ustalaşmış yazar: "Görmek istemediği şeyleri, görmüyor in­
sanın gözü. Yüreği." (s. 28)
Bunlarla iç içe, örneğine yalnızca Yeşilçam dilinde rastlayabile­
ceğimiz bir "anneciğim" bolluğu, bize hissettireceklerini hissettir­
meye yetiyor. Yeşilçam dili, melodram, bugünün romancısının, ku­
rallaşmış bir yasağı ya da yasaklaşmış bir uygulamayı aşması anla­
mına geliyor. Hem de anahtarını vererek.

Murat Belge ve dil 17

"Dil" sözcüğü çok sayıda anlamı karşılıyor ya, bu yazının başlığın­


da onlardan ikisini kastediyorum: biçem ve söylem.
Murat Belge'nin biçemi, alışılmış Türkçe yazı dilinden çok, ko­
nuşma diline, daha çok da Belge'nin kendi konuşma diline yakın.
TQba Çandar'ın yaptığı Bir Hayat (2007) adlı nehir söyleşide ken­
disi de, "Yazma ile konuşma arası bir söylem kurmak istiyorum" di­
yor (s. 327).
Bu biçemi belirleyen iki özellik, koşaçsızlık ve ironi. Koşaçsızlık
dediğim, "-dir"lerin ve "-miştir"lerin yokluğu, Türkçe yazı dilinde
tuhaf bir biçimde yaygın olan keskinlikten ve resmiyetten uzaklık.
Başka bir deyişle, hem bilimsel/kuşkuya dayalı düşüncenin gerek­
lerine, hem de, olağan (özel bir vurgulamanın amaçlanmadığı) ko­
şullarda koşaçsız bir dil olan Türkçenin ruhuna uygun bir biçemle
karşı karşıyayız.
Kuşkuculuğun biçemdeki yansımalarından bir diğeri de "ama"
bağlacının sıklığı: Neredeyse her saptamanın ardından "ama" diye­
rek aynı olguya bir başka açıdan daha göz atmak gereğini duymak.

17. Radikal Kitap, 3.8.2007.


214 Dtt.. MESELELERİ

Bir de, elbette, klişelerden arınmışlık var. Bu durumda, "Bel­


ge'nin eleştirel söylemi" dediğiniz yerde, "söylemindeki eleştirel­
lik" de demek gerekiyor.
Türkçenin ruhuna uygunluğun da rastlantısal olmadığı herhalde
açıktır. M. Belge Türkçeyle dolaysız bir biçimde de ilgilenip ürün
vermiş bir yazar. Özellikle "Türk Dilinde Gelişmeler" (1983: 2588
vd.) başlıklı kitapçık boyu çalışması, Türkçenin yakın geçmişine ve
günümüzde tartışılan yönlerine ilişkin, vazgeçilmez, arada bir ye­
niden okunmasında yarar olan kaynaklardandır.
İroniye gelince: Bazen kendi kendime soruyorum, acaba M. Bel­
ge Radikal gazetesindeki yazılarıyla ironi kotamızı beslemeyi sür­
dürmese, 12 Eylül döneminin ünlü Sadık Özben'i bu kadar kolay
unutulur muydu diye. İroni, M. Belge'nin biçemi kadar, verimlerine
de dahil. Böyle bir verimini yeni keşfettim: 14.5.2006 tarihli Radi­
kal'deki "İroninin sakıncaları" başlıklı yazısı. Dil Meseleleri'nde
"ironinin tehlikeleri" vb. deyip dururken Belge'nin o yazısını gör­
memiş olarak konuşuyordum. Ya da belki "bilinçdışı" gözüm baş­
lığa ilişmiş ve kopya çekmiştir diyeceğim ama yazı, okumuş olsam
unutacağım türden değil. Belge orada kendi biçeminden söz etmi­
yor; Hrant Dink'in yargılanan yazısından söz ediyor, dünya tarihin­
den benzer örnekler ve konunun incelikleriyle birlikte.
"İroni" kavramına daha önce başka yazılarında da değinmişti M.
Belge: Sözgelimi, bence bir yaratıcı eleştiri örneği olarak her okul­
da okutulabilecek bir metin olan " 'Yol Türküleri' ile 'Han Duvar­
ları' " (2001) başlıklı yazısında, Orhan Veli'deki ironiden söz eder.
Edebiyat Üstüne Yazı lar'da (1994) yer alan "Tutunamayanlar" baş­
lıklı yazısında da, Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ı bağlamında ve
"eleştiri" kavramıyla karşılaştınnalı olarak "ironi'ye değinir. Orada
ironi, yalnızca anlatım düzlemine ait bir teknik olarak değil, içerik
düzlemini de ilgilendiren, köklü ve yoğun bir ret gibi tanımlanır ve
"eleştiri" ile karşıtlaştırılır: "İroni, alaycı ve hatta nihilist bir tavırdır
( ... ) Eleştiri bir sistematiğin sonucu, ironi ise bir sistematiğin yok­
luğudur" (s. 1 88). Yine de kavramı çeşitlendirerek, ironinin Oğuz
Atay'da nihilizmin bir sonucu olarak değil, "duygusal bağlanması­
nın bir sonucu olarak'', "duygusallığını denetleme aracı olarak var"
olduğunu söyler. Bu bence M. Belge'nin kendi biçemindeki ironi
Oh.. VE EDEBİYAT 215

için de geçerli bir saptama.


Edebiyat eleştirmeni olarak M. Belge'yi okumak, pek çok yapıtla
olan ilişkimizin yanı sıra, eleştirinin kavramlarıyla olan ilişkimizi
de geliştiren bir deneyim. Sözgelimi, sık sık bir suçlama sözü ola­
rak rastladığımız "insansız"lık gibi kavramların içi boşluğuyla ilgili
bir açıklamaya gerek duyuyorsanız, az önce andığım "Tutunama­
yanlar" yazısında bulabilirsiniz.
İçeriğine bayıldığım, ama terim olarak sevmediğim bir M. Belge
kavramı: "Edebiyatın MP'leri (Marksist Polisler)". Ben olsam,
"Marksizm Komiserleri" derdim.

Metne bilgi anlayışı açısından bakmak18

Murat Belge gibi Jale Parla'nın da tam olarak kimseyle ortaklaşma­


yan bir dili var. Belli belirsiz bir sevecenlik algılanıyor bu dilden.
Bunda iki etmenin rol oynadığını sanıyorum. Birincisi, J. Parla'nın
ikinci kitabında belirip üçüncüsünde iyiden iyiye göze çarpan, daha
çok dolaysız edebiyat ürünlerinden beklenebilecek sıcaklıktaki baş­
lık seçimleri: "Babalar ve Oğullar, Süfli lezzetler, Kıskanç ve geve­
ze türler, Okurla atışma, Öyküler hep gebedir," vb. (1990, 2000) .
İkincisi, J. Parla'nın baştan itibaren konusuna ve ele aldığı yapıta
gösterdiği dikkatteki duyarlığın türü: Her şeyi yeniden düşünerek
yol alması, her tür kalıptan ve kabalaştırmadan uzak durması. İçeri­
ğin sıkı düşünselliğiyle birleşince pırıltılı bir hal alıyor bu sevecen­
lik tonu.
J. Parla'nın bana en vazgeçilmez gelen eleştirel katkılarından bi­
ri, "epistemoloji (bilgikuramı/bilgi felsefesi)" bilinciyle ilgili olanı.
Onun eleştirel yönteminin temel bileşenlerinden biri bu kavram:
Karşılaştığımız metne ya da konuşmaya bilgi anlayışı açısından da
bakmak; o metnin bilgiyi ne olarak ve nasıl anladığına, bunun ken­
dimizdeki anlayıştan olan farkına ilişkin bilincimiz.
Bu kavramı biraz kurcalamak için, epey önce yaşadığım bir ola-

18. Radikal Kitap, 17.8.2007. Yazının ilk hali, "Jale Parla" başlığıyla yayım­
lanmıştı.
216 o n. MESELELERİ

ya başvuracağım.
Yıllar önce Nemrut'un ziI"Vesini ziyaretim sırasında civar büfele­
rin birinden bir kitap satın almıştım. Hani şu arkeolojik alanları an­
latan, beyaz ve parlak kalın kağıtlı, net fotoğraflarla donatılmış, kı­
sa tarih bilgileri içeren kitaplardan. Bir kır kahvesine oturmuş kitabı
karıştırırken, fotoğraflarda bir tuhaflık hissettim ve epey sonra an­
ladım nedenini bu tuhaflığın: Fotoğrafların çoğu kolajdı ! Nem­
rut'taki tanrı başı heykelleri, gerçektekine uymayan bir kompozis­
yon içindeydi, boyutları da gerçekteki gibi görünmüyordu, kapılar
kolajdı vb. Tam, yazılardaki kolaj havasını keşfederken, karşıdaki
masadan biri geldi ve elinizdeki kitabın yazarı benim dedi.
Gerçekten de, kitabın arkasında, vesikalık gibi duran fotoğraftaki
kişi karşımda duruyordu. Kırk yaşlarında bir adam. Oturdu, sohbete
başladık, bir arkeolojik kazı işçisiydi kendisi. Uzun yıllar kazılarda
çalışmıştı ve sonuçta bir gün, bir kitap da ben yapayım demişti. Ya­
nında çalıştığı hocaların kitaplarından ve bir matbaa çalışanı akra­
basından yararlanmıştı bu iş için.
Kazı işçisinin kitaptaki kolajlar için yapabildiği tek açıklama, her
şeyin böyle daha güzel göründüğüydü. Metinleri geçtik (onlar ko­
nusunda tutabileceği başka bir yol herhalde yoktu, ben de üsteleme­
dim zaten). Ama fotoğrafla gerçeklik arasındaki bağ konusunda bir
türlü anlaşamıyorduk. Bu konuda diyalog kuramıyorduk daha doğ­
rusu. Fazla iyi yapılmış olan kolajların Nemrut'la yeni ilgilenen in­
sanları yanıltacağını anlatmanın yolunu bulamadım. Kazı işçisi, fo­
toğraflar böyle çok daha güzel göründüğü halde neden ille de ilk
hallerinin geçerli olduğunu anlamıyordu. O bana şaşırıyordu, ben
de ona.
Bilgi anlayışlarımızın farklılığı açısından baksak, şaşacak pek
bir şey yoktu aslında: Onun gözünde fotoğraf denen şey, sanıyorum,
tüm sunumlarıyla soyut, bütünüyle süs ya da belki sanattı; fotoğra­
fın bilgi vermekle bir ilgisi olsa bile, süsü de içeren, farklı, sanat­
takine benzer bir bilgiydi o. Birbirimize şaşırdık, çünkü ikimiz de
insanlar arasındaki bilgi anlayışı farklılığının bilincinde değildik.
Bu durumun fazlasıyla yaygın olduğunu sanıyorum: Bütün za­
manların kişi ve metinleriyle kendi aramızda bilgi açısından var
olan farklar yalnızca nicel ya da türselmiş gibi davranıyoruz. Yü-
DİL VE EDEBİYAT 217

zeydeki ortakJık görünümü bizi yanıltıyor. "Epistemoloji" kavra­


mıyla karşılaşmış, hatta bu kavramla ilgili metinler okumuş olan­
larımız bile, başka pek çok kavram gibi bunu da zihnimizdeki ya­
malardan biri olarak taşıyor. En azından, kendi durumumun çok
uzun süre böyle olduğunu söyleyebilirim.
J. Parla'nın bu yanılgı türünü göstermedeki çok belirleyici katkı­
sını en dolaysız biçimiyle, altbaşlığı "epistemoloji" sözcüğünü içe­
ren Babalar ve Oğullar kitabında buluyoruz. Orada, Tanzimat ro­
manı hangi bilgi anlayışına dayalıdır, onu gösteriyor bize, bir tür ör­
nek olay gibi. Ama başlı başına bir roman okulu olan Don Kişot'tan
Bugüne Roman kitabında da temelde aynı kavramdan yararlanılı­
yor, aynca kavramın anıldığına rastlıyoruz. Örneğin, modemizmle
birlikte gelen belirsizlik için, "Yeni epistemolojinin gereğidir bu"
diyor J. Parla (s. 177). Yapısalcılık ve sonrasından, "bu epistemolo­
ji" diye söz ediyor: " ... bu epistemolojide dilin bilince egemen ol­
duğu varsayımı geçerlidir" (s. 179).

" Dünya düşüncesi "nin içinde19

Yanlış ya da eksik izlemediysem, son onyıllann Türkiye'sinde


önem kazanan ve bence uzun süre de önem taşıyacak olan yeni bir
"biz"in ilk dile getiricisi Nurdan Gürbilek'tir. Bu "biz", Gürbilek'in
1986 tarihini taşıyan "Krizin İmkanları" başlıklı yazısında belirdi
ve daha sonra da belirli bir süreci izledi.
"Krizin İmkanları"nda "biz"den kasıt "Marksistler"di. Yenilik,
böyle olmasında değil elbette: Gerek "Marksistler" kavramının, ge­
rekse "Marksizm" kavramının bizim toplumumuzda o vakte kadar
yerleşik olandan farklılaşmasında, içerik değiştirmesinde. O vakte
kadar reel sosyalizm ideolojisi çerçevesinde içeriklendirilen bu
kavramlar, Murat Belge ve Nurdan Gürbilek gibi yazarlar eliyle, re­
el sosyalizm dışı Marksist ve muhalif düşünceden yararlanacak bi­
çimde genişletildi. "Marksizmler" biçimindeki çoğul kullanımla

19. Radikal Kitap, 10.8.2007. Yazının ille hali, "Nurdan Gürbilek" başlığıyla
yayımlanmıştı.
218 DİL MESELELERİ

durum sözcük düzeyine de taşındı. Buradaki çoğul ekinin bir libe­


ralliğe işaret olmaktan çok, gerçeklikteki farklılaşmaya işaret oldu­
ğunu belirtmekte yarar olabilir.
Gürbilek'in Marksizm içi eleştirisinde bana en temel önemde gö­
rüneni "çelişkilerin dışsallaştınldığı" saptaması olmuştu: Her bü­
tünlüğün, o arada birer bütünlük olarak "Marksizm"in ve "Mark­
sistler"in, "mutlak ve kuralcı bir olumlamaya" dönüştürülmesini
eleştiriyordu Gürbilek. Yazılarındaki pek çok nokta gibi Gürbilek'in
"biz"i de bu eleştiri temelinde ya da sayesinde daha iyi anlaşılabilir.
Gürbilek'in "biz"i, diğer yazılarını da dikkate aldığımızda, Murat
Belge'nin ironik "biz"inden farklı, Yıldırım Türker'in son yıllarda
iyiden iyiye "bizim" kıldığı "biz"le çok yakın ya da aynı: Genellik­
le, Marksizm temelinde "sivil toplum"u, yani siyasal iktidarın ve
yönetimin dışında ve karşısında olanı içeriyor.
En iyi eleştirmenler, düşünsel ve kavramsal ihtiyaçları için, dü­
şüncelerinin içinden gelen bir ihtiyaçla, "dünya düşüncesi"ne alıcı
gözle bakmasını biliyor; "dünya= Avrupa" yanılgısına, diğer adıyla
Avrupamerkezciliğin tehlikelerine dikkat çeken görünmez bir ay­
raçla birlikte.
Nurdan Gürbilek de bu eleştirmenlerden. Düşüncesindeki mer­
kezi bileşenlerden ve boyutlardan biri, en başından itibaren dil oldu.
Gürbilek'i okumak, aynı zamanda dilsel ve söylemsel olana ilişkin,
benzersiz gözlemler ve kavramlaştırmalar okumak anlamına geli­
yor. Edebiyat ilgisiyle sınırlı değil bu özellik. Dikkatini edebiyat dı­
şında, kültür alanında yoğunlaştırdığı durumlarda da böyle. Vitrinde
Yaşamak adlı kitabında, 1980'lerdeki "söz patlaması"nı, bunun be­
raberinde getirdiği "cümle yapısından, sözcüklerin yüklendiği sim­
gesel değerlere ... fiil zamanlarına kadar" saptayıp çözümlüyordu.
Dönemin kültürel bileşenlerini sayarken, ••kısmen kurgusal ve sen­
tetik bir dil", "kuşatıcı ve kışkırtıcı bir söz düzeni", "tümüyle keyfi
ve nedensiz bir dil"i de sayıyordu. Bugün fazlasıyla alışılmış bir ha­
le gelen aburcuburlaşmanın dilsel başlangıçlarını saptıyordu böyle­
ce. Sözün nasıl bir tür supap işlevi görebildiğini kavramamıza yar­
dımcı oldu Gürbilek. Bizi "söz patlaması, söz siyaseti, söz düzeni,
normallik parantezi, yaşananları estetize eden söylem düzeni, sözel
ya da görsel adlandırma" gibi pek çok kavramla tanıştırdı.
DİL VE EDEBİYAT 219

Edebiyat yazılarında yer alan, dile ilişkin saptamaları ise, aklını­


zın bir köşesine yazılır: "Biri Türkçe'nin en uzun cümlelerinin ya­
ratıcısı, öteki en kısalarının" (Gürbilek 1995: 43). Çoğu yazısının
sonunda karşımıza çıkan soruları da öyle.
Gürbilek'in en çok kullandığı zaman kipi, geniş zaman. Tehlikeli
bir kip, çünkü iki işlevinden biri bilgi vermek bu kipin. Ders kipi,
otorite taşıyan kip. Ama Gürbilek'teki kullanımıyla bana öteden be­
ri büyük ölçüde ikinci işlevine yakın, dolayısıyla daha çekici geldi.
Ondaki geniş zamanın uflcunda genellikle haber verme, hikaye etme
var. Sonradan başka yazarlarda, geniş zaman kipiyle birlikte, aynı
düzeyi tutturmaktan hayli uzak bir biçimde yaygınlaşan bir kalıpla
kullandığı zaman bile.
Kalıp dediğim, yazıya ya da paragrafa "[Filanca yazar], ' .. .' der"
diye başlandığı durumlar. Gürbilek, bu kalıpla yaptığı alıntıyı her
zaman tartışmasında hareket noktası, nirengi noktası ya da bir ko­
şutluk dolayımı kıldı. Onda ve Orhan Koçak'ta bu yapı, "dünya dü­
şüncesi"nin içinde yer alma duygusu veriyor, başka pek çok örnekte
rastlandığının tersine, yaslanacak bir otorite duygusu değil.

Eleştirel mesafeler20

Orhan Koçak'ın dar anlamda "kavramsal" bir dili var: Adlandırma,


daha çok da kavramlaştınna ve kavram kullanma eğilimi, ayırt edici
ölçülerde yüksek. Eleştirel düşüncesinin temelinde ise "mesafe" ve
"gerilim" kavramları yatıyor.
"Eleştirel mesafe", günümüz eleştirel düşüncesi açısından da il­
ke düzeyinde bir kavram: Ormanı göremez durumuna düşmemek
için ağaçlara mesafe almak. Ama hep aynı mesafeden bakmak için
değil; yakından, uzaktan, farklı açılardan bakabilmek, ilgi nesnesi­
ne yapışıp önyargılar oluşturmamak için. "Mesafe" kavramı, dö­
nüşlü düşüncenin de anahtarı: Zihnin, kendi kendisine mesafe alma
çabası. Sözgelimi, şunu dedirtiyor bu anlayış Koçak'a: "Kişinin

20. Radikal Kitap, 24.8.2007. Yazının ilk hali, "Orhan Koçak" başlığıyla ya­
yımlanmıştı.
220 Db... MESELELERİ

kendi anlamazlığıyla yüzleşmesi, onu adlandırmaya ve betimleme­


ye çalışması gerekir: Ben neyi anlamıyorum ve daha önemlisi, nasıl
anlamıyorum."
Mesafe almak, gerilim yaratıcı bir-çaba. Gerilim olumlu olduğu
kadar, olumsuz da olabilir. Her durumda, Koçak'ın ayrıcalıklı kav­
ramlarından "enerji"yle bir ilgisi var "gerilim"in.
Nurdan Gürbilek'in anlatımındaki bazı özelliklerin Koçak'la or­
taklaştığını belirtmiştim: Geniş zaman kipi, ve yine geniş zamanlı
bir yüklem içeren, "[Filanca yazar], ' .. .' der" kalıbı. Bana göre Gür­
bilek gibi Koçak'ta da bu kalıp, "dünya düşüncesi"nin içinde yer al­
ma duygusunun ya da çabasının bileşenlerindendir.
Koçak'ta devrik cümle dozu yüksek. Bu açıdan Enis Batur ve
Ahmet Oktay gibi yazarlarla ortaklaşıyor. Devrik cümlelerini "bu"
işaret sıfatıyla bitirmeyi seviyor aynca: "Daha matematiksel ve da­
ha zamansal bir çalışma bu" (Koçak 1995: 16). "Gibidir"le biten
cümleleri de seviyor: "Arz ve talep öznelciliği, nesnenin kendisini
kısa devreye uğratır gibidir" (s. 14). Anmışken belirteyim: Sanat ya­
pıtı-piyasa ilişkisi konusunda rastladığım en iyi metinlerden biri,
Koçak'ın bu cümleyle biten paragrafıdır.
Özgün yüklem kullanımı olarak, "-yordur" kipi var: "Adlandırıl­
mıyor çünkü yaşanıyordur" örneğindeki gibi. Bu kipi, olumsuzluk
ekiyle de kullanıyor yazar: "Ama bir zorunluluk eksikliği de sezil­
miyor mudur?" vb.
Koçak'ın biçem özelliklerinden biri de, "çünkü" ve "demek"
bağlaçlarını, alışıldığı üzere iki cümle ya da yancümle arasında de­
ğil, iki adsoylu sözcük ya da tamlama arasında açıklayıcı olarak
kullanması: " ... daha tümel işlemlerin, çünkü kavramların aracılı­
ğıyla... " örneğindeki gibi.
Koçak'ın düşünsel çabasında dilin yeri konusunda burada yalnız­
ca Türkçe-eleştiri ilişkilerine değineceğim. Bu konuda bana en
önemli görünen Orhan Koçak kavramı, "değersizleştirme" olmuş­
tur. Yalnızca Türkçe ile eleştiri arasındaki ilişkiler açısından değil,
günümüz dahil, genel olarak dil politikaları açısından da anahtar bir
kavram. Koçak, Osmanlıca yazılmı� edebiyatın kendi eleştirisini çı­
karamadığını, çünkü Osmanlıcayla birlikte edebi dilin de gözden
düşürüldüğünü düşünüyor. Jale Parla da, "egemen politikaların da-
DİL VE EDEBİYAT 221

yatıcı yapaylığı edebi dili öldürdü" diyordu.


Hemen söyleyeyim de, bu sözler üzerine kimse korkmasın, "yeni
Osmanlıcılık" gibi yaftalar yapıştırmaya heveslenmesin ve kimse
ellerini ovuşturmasın: Nurdan Gürbilek'in de dediği gibi, Türkçe
açısından bulunduğumuz nokta, geri dönüşü olmayan bir noktadır.
Burada eleştiriyi ve diller arası ilişkileri daha iyi düşünebilmek için
dikkat çekilen, "değersizleştirme" olgusu ve sonuçlarıdır.
Koçak, eski edebiyatın tefsir ve şerh pratikleriyle Batı kökenli
yorum ve anlama teknikleri arasında doğurgan bir alışverişin baş­
latılamamış olmasını "yerel dilin veya dillerin envanteri olması ge­
reken filolojinin, başlangıcından hemen sonra, bu ülkede kullanılan
dilin değersizleştirilmesi çabasına dönüşmesi"ne bağlıyor (Defter,
no. 3 1, s. 89). Eski dil içindeki düşünce yeterliliklerinin böylece
harcanmış, bunun bir zayıflama yaratmış olduğunu düşünüyor Ko­
çak ve buna Nurullah Ataç'ı örnek veriyor. Ataç'ın, öz Türkçecilik­
te aşırılaşma sonrasında düşünsel açıdan güç yitirdiğini söylüyor:
"Kurulmasına katkıda bulunduğu yeni Türkçe, en azından onun za­
manında, kuvvetli düşünceye, zorlu düşünceye imkan vermiyordu.
O fakirleşme sonra başka çabalarla aşıldı ... Ama bu arada çok kayıp
da oldu."
Jale Parla da aynı yitime dikkat çekerken, eleştirinin eski edebi­
yatımızla bağ kurması konusunda hiçbir zaman geç değildir diyor:
İngiliz edebiyatıyla uğraşanlar nasıl son derece eski ve zor anlaşılır
bir İngilizcesi olan Chaucer'ı okuyorlarsa, bizim okuryazarlarımı­
zın Nedim'i, Fuzuli'yi okuması da öylece olanaklıdır.

Bir göstergebilimci21

Yaratıcı eleştirmenlerin yazdıkları yalnızca içerikleriyle değil, an­


latımlarıyla da özgün. Mehmet Rifat'ın yazdıkları da öyle.
Gerçi "özgün" der demez korkuyorum da, çünkü sağımız solu­
muz özentili özgünlüklerle ya da özgünlük özentileriyle çevrili. İş

2 1 . Radikal Kitap, 3 1 .8.2007. Yazının ille hali, "Mehmet Rifat" başlığıyla ya­
yımlanmıştı.
222 DİL MESELELERİ

ya Orhan Koçak'ın dediği gibi klişelere varıyor ya da yazarın ken­


disinin de anladığı kuşkulu metinlerin deneme diye önümüze ko­
nulmasına. Dolayısıyla, "özgün" demekle yetinmeyip, eski bir ar­
kadaşımın başka bir vesileyle kullandığı bir nitelemeye başvurarak
"özgün ve özentisiz" demek yerinde olacak.
Çoğu iyi eleştirmen gibi Mehmet Rifat'ın yazdıkları da biz okur­
ları için bir tür okuldur. Göstergebilim ve dilbilim disiplinlerinin te­
rimleriyle konuştuğu için, meslekten olmayanlar her zaman kolayca
okuyamaz onu; ama bunun yanında, kavramlarını hiç de didaktizm
kokmayan bir biçimde tanıtmak, tanımlamak, tartışmak, sözlükçe­
ler ve dizinler halinde metnine eklemek konusunda, bildiğim en ça­
lışkan yazarlardan biridir. Okul olabilmesi de biraz bu sayededir.
M. Rifat'ın anlatımının belirgin bir özelliği, heyecan dozunun
yüksek olması. Bu heyecanın göstergeleri arasında, yazılarındaki ve
kitaplarındaki büyük harfler, çözmeceler, bildirgeler, farklı farklı
sayfa düzenleri gösterilebilir; enerjisi ve anlığı açısından çocuksu
bir yanı vardır bu heyecanın. Gerçi bu tür düzenlemeler gösterge­
bilime içkindir; M. Rifat'ın bunları sevmesi salt heyecana dayalı bir
özellik olmayıp göstergebilim kuramının defterinde de yazılı; ku­
ramın "yoğun bir kavramlaş(tır)ma ve biçimselleş(tir)me gerek­
tir"diği, M. Rifat'ın Homo Semioticus (2007) adlı kitabında anlatıl­
mıştır (s. 24). Kendisi de bu gereği seve seve yerine getiriyor.
Heyecan öğesinin bir başka göstergesi, M. Rifat'ın başvurduğu
bazı duygu çağrışımlı kalıplar. Tipik bir örnek olarak, kendi eleştiri
anlayışında metnin tuttuğu yerden söz ederken kullandığı cümleye
bakabiliriz: Yayıma hazırladığı ve en uzun bölümünü kendisinin ka­
leme aldığı Eleştirel Bakış Açıları (2004) adlı kitabın sunuşundaki
ilk cümledir bu ve "O benim için her şeydir" kalıbını çağrıştırır:
"Eleştirel yaklaşımda metin benim için her şeydir." Burada hem çok
tanıdık bir duygumuzu buluruz, hem de bir eleştiri ilkesini. Bu ka­
darı göstergebilime içkin değil, M. Rifat'a ait bir anlatım özelliği.
Onun bu açıdan (metinle ilişkisini duygu çağrışımlı terimlerle dile
getirmek açısından) Murat Belge ve Orhan Koçak'la ortaklaştığı
söylenebilir, ancak daha dolaylı ve heyecanlı bir tonda olmak üzere.
Bu arada, "metin benim için her şeydir" ilkesi konusunda yanıl­
mamak gerek: "Metin" kavramı M . Rifat'ta "ön-metin, metin ve
DİL VE EDEBİYAT 223

metin-sonrası"nı kapsayan bütün bir süreç anlamına geliyor. "Gös­


terge eleştirisi" ise, yalnızca yazılı metinleri değil, her anlamlı bü­
tünü metin kabul eden bir kuram; hayat, tarih ve bunların parçaları
dahil.
M. Rifat'ın yazılarındaki kesinleyici kipin de bir özelliği var:
Yüksek perdeden bir seslenme izlenimi yaratıyor onda bu kip.
"Yüksek sesli yazar" bile diyebiliriz kendisine. Zaten ses, şiir üstü­
ne çalışan her eleştirmen gibi M. Rifat'ın eleştirel düşüncesinde de
yeri olan bir öğe.
Bende en çok yer eden yazısı, aynı zamanda deneme sayılabile­
cek bir "göstergebilimsel yaklaşım"dır: "İstemek ve Korkmak"
(1993: 55). Bu yazı, eleştirel zihnin "korkulardan arınmış, soyutlan­
mış olması"nı koşul sayar: "toplumsal, düşünsel, ruhsal kökenli
gerçek ya da hayali 'korku' "lardan arınmış olması gerekmektedir,
eleştirel zihnin. M. Rifat bu yazısında korkunun, inceleme konusu
seçiminde, konuyu anlama tarzında, salt "biçim"e yönelmede ken­
dini gösteren gücünü, etkisini tartışır. Korkularımızın ve istekleri­
mizin bizi yönlendirmesine ilişkin bir sorgulamaya girişmiştir:
"Özne'nin isteğinin yarattığı program" ve "Özne'nin korkularının
yarattığı program" ayrımını yapar, "Gönderen"i kişileştirir...
M. Rifat bu yazısının yeni bir çeşitlemesini Homo Semioticus ad­
lı kitabında yayımladı. Başlık bu kez "İstemek/ Bilmek/ Yapabil­
mek ve Zorunda Olmak"tı, içerik de ince ince geliştirilmişti. M. Ri­
fat, temel nitelikteki yazılarını ve bildirgesini ince ince gözden ge­
çirip geliştiren bir yazar.

Berrak ve bereketli22

İç rahatlıkları ve bitmez tükenmez soruları açısından birbirine yakın


duran has deneme yazarları var benim zihnimde: Fethi Naci, Melih
Cevdet Anday, Memet Fuat. .. Katılmadığınız tavır ya da yargıları
olsa da onları okumak her durumda ayırdığınız zamana ve enerjiye
değer. Füsun Ak.atlı da bu yazarlardan.

29. Radikal Kitap, 7.9.2007.


224 DİL MESELELERİ

İç rahatlığı izlenimini yaratan özellik, bu yazarların anlatımında­


ki berraklığın aydınlanma düşüncesine olan yakınlığıdır sanıyorum.
Memet Fuat'ta berrak anlatım, daha önce de yazdığım üzere, dün­
yanın da fazla berrakmış gibi gelmesine yol açar. (Belki benzer bir
duyguyladır, Memet Fuat bu etkiyi öykü ve romanlarında, ters yol­
dan bertaraf etmiş: Öykü ve romanlarının anlatımında son derece­
sine vardırdığı berraklık, içerikteki uçurumların daha da belirgin­
leşmesini sağlamış.)
Füsun Akatlı'daki anlatım berraklığının ise, içerikteki yaygın
memnuniyetsizlik nedeniyle olmalı, böyle bir etkisi olduğu söyle­
nemez. Buna karşılık, berraklık ile bir başka anlatım özelliğinin,
sohbet tadında, dostlarıyla konuşurcasına yazmasının birleşmesi so­
nucu doğan rahatlık, yazıların temelindeki ve ara katmanlarındaki
zorlu fikirlerin alımlanmasını yer yer güçleştiriyor olabilir.
Bu tehlikenin gidericilerinden biri, yine Akatlı'nın anlatımındaki
dilsel berekettir diyebilirim. Örnek olarak, Borges konulu nefis bir
yazısına bakalım (Cumhuriyet, 8 . 1 2. 1988): "usçelen", "ruh hava­
landırmaları", "saltıklık motifi gibi kabalistikler", " 'olanaksız' geo­
metriler" vb. Bunlar böyle cımbızlanıp yan yana konulunca tuhaf
gibi duran sözcükler ve sözler ama, metin içindeyken, metnin ol­
gunluğu nedeniyle, tuhaf değiller. Başka bir deyişle, kavramlaştır­
ma yordamının işaretleri konumundalar; ortaya konan fikrin temel­
lendirilmesinde rolleri var.
Akatlı'nın anlatımındaki humorun etkisi ise iki farklı yönde: Bir
yandan metindeki sohbet atmosferine katkıda bulunuyor, bir yandan
da, anlatılmakta olan olguyu anlam açısından zirveye ulaştırmaya
yarıyor. Tipik bir örnek olarak, Nusret Hızır'a ilişkin anılarından
söz etmesi istendiğinde yazdığı yazının giriş bölümüne bakılabilir
(1989: 77). Gerçekte bu bölümü, anı yazmak üzerine başlı başına
bir deneme saysak yeridir:

İlişki ne kadar yakınsa, anılar yumağı o kadar çözülmez, anılar bir­


biriyle başa çıkamaz, yenişemez oluyor

diye başlıyor bu kısa bölüm ve keskin bir eleştiri oluşturan humorla


zirveye ulaşarak tamamlanıyor:
Db... VE EDEBİYAT 225

Böyle olunca da; "bir gün yolda yürürken bana, yağmurdan nefret
ederim demişti" ya da "hiç unutmam, bir gün bir köftecide oturup
köfteyle piyaz yemiştik de, biliyor musun şu köftenin tadını istako­
za değişmem dediydi" gibisinden anılarınız olmuyor, olamıyor Tan­
n'ya şükür.

Aynı yazıdan, araya sıkıştığı için eleştirisinin gözden kaçmasına yol


açabilecek bir humor örneği daha:

[Nusret Hızır] Batı kültürünü didik didik bilirdi, belleği de çok güç­
lüydü; ama düşüncelerine ve yargılarına, adı büyük (ya da adı du­
yulmamış olduğu için etkisi büyük) tanıklar bulup buluşturmazdı.

Füsun Akatlı'nın dil ilgisine gelince. Felsefeyi "çözümleyici bir


üst-dil olarak gör"düğünü yazıyor Akatlı (1989: 1 87). Felsefe-dil
ilişkisi onda dil felsefesi dersleri vermesine varacak kadar önemli.
Kendisi aynca, uygulamadaki Türkçe sorunlarıyla ilgilenmek ko­
nusunda da öncü yazarlardan biri. Bu alandaki yazılarından bazıları
Yaz Başına Neler Gelir, Zamansız Yazılar, Felsefe Kıyılarında gibi
kitaplarında yer alıyor. Türkçe sorunları konusunda vazgeçilmez
katkıları var. Sözgelimi, "eski" sorununa ilk dikkat çekenlerden biri
odur: "Bayındırlık eski bakanı" demenin, yapısal açıdan "patlıcan
yoğurtlu kızartması" demeye benzediğini yıllar önce yazmıştı. Kat­
kılarından biri de, diller arası karşılaştırmada "sözcük sayısı" ile
"dilsel zenginlik" arasındaki ilişkiyi tartışan "Dilleri Var Bizim Dile
Benzemez! " başlıklı yazısıdır (1980).
Ancak, dil sorunlarına olan ilgisini dilbilim ve toplumdilbilim
yönünde yeterince geliştirmedi Akatlı. Daha çok, kuralcı bir anlayış
ve "kirletilen dil" söylemi çerçevesinde kaldı. Bu anlayış, öncülü­
ğünün olumsuz bir yönüdür bence: Uyarılarıyla düşündürücü ve ya­
rarlı oldu, ama bu uyarılarını dil olgularının yer aldığı daha geniş
tarihsel ve toplumsal halkalarla ilintilendirmeye yeterli önemi ver­
medi. Sanıyorum, bunun nedeni, dilin bu yönüne olan ilgisinin ken­
di içinde ikincil kalmış olmasıdır.
8
ANADiLi, YENi DEN

Dil, ulus, toplum 1


...

İki yazardan iki alıntı:


1 ) "Dilini koruyamayan uluslar kendilerini de savunamazlar. Dil
güçtür, egemenliktir aynı zamanda. Dil ulusaldır ve toprağından
beslenir."
2) "Dil bir ülkenin kültürüdür. Dil olmazsa millet de olmaz. ( ... )
Bir milletin ana dili kültür yozlaştırması ile yok edilmeye çalışıl­
maktadır."

Birinci alıntı, BehlOl Zelal'in 2.3.2006 tarihli Gündem gazetesin­


deki "Ana dilde eğitim sorunu" başlıklı, Kürdi dilleri esas alan ya­
zısından.
İkinci alıntı, HYP Genel Başkan Yardımcısı Tülay Hergünlü'nün
"Ana Dilim, Güzel Türkçe'm" başlıklı yazısından; kaynak, Üzeyir
Çaycı tarafından [E-Yediiklim] grubuna gönderilen, yine 2.3.2006
tarihli e-posta.
Bu iki alıntıdan her birini diğerinin yazarına göstersek, onayla­
maz mı dersiniz? Yazarını ve kaynağını söylemez, yazının bütününü
göstermezseniz, onaylayacaklarını tahmin etmek zor değil.
Sorun şurada ki, iki alıntı da aynı bilgi yanlışını içeriyor: Dili
ulusla bire bir ilişkilendirme yanlışı.
Dil olgusunu ulus olgusuyla bire bir ilişkilendirmenin gerçeklik­
le bağdaşmadığını anlayabilmek için, gazetelerde de sıkça rastlanan

1 . Radikal Kitap, 10.3.2006.


ANADİLİ, YENİDEN 227

bir başka bilg.iyi, dünyada bugün 6 bin küsur dilin yaşamakta oldu­
ğu bilgisini düşünmek yeterli olabilir: Bu dillerden her biri bir ulusa
denk düşmekten fazlasıyla uzak. Almanca, İngilizce, Fransızca, İs­
panyolca gibi bazı diller birden çok ulus tarafından konuşuluyor,
çok sayıda dil ise ulus sayılmayan topluluklar tarafından.
Dolayısıyla, "Dil ulusaldır" önermesi de, "Dil olmazsa millet de
olmaz" önermesi de geçersiz önermeler: Ulusal olmayan yüzlerce
dil var ve ayn bir dili olmadan "millet" olan çeşitli "millet"ler var.
Durum buyken, söz konusu önermelerin dayanağı ne olabilir?
Burada belki "ulus/millet" teriminden ne anlaşıldığını sormak
gerekiyor: Yukarıdaki iki alıntıda da bu terimin, modern "ulus"tan
çok, "kavim/etni" anlamında kullanıldığı söylenebilir. Sık sık kar­
şılaştığımız bir durum bu. Sözünü ettiğim yazıların tipikliği biraz
da buradan ileri geliyor. Her iki yazının mantığında da, tek etnik
varlığın belirlediği bir "ulusal" bütün var. İkinci alıntıdaki "bir mil­
letin ana dili" sözü bunun en açık göstergesi.
Bu sözün sahibi, Tülay Hergünlü, "anadili" terimini milletler
için kullanarak, terimi yeterince tanımadığını göstermiş oluyor.
"Anadili" terimi, bireyler için geçerli olan bir terim; "millet"i nasıl
tanımlarsanız tanımlayın, milletler ya da herhangi bir insan toplu­
luğu için geçerli değil.
Gerçekte, "kavim/etni" dediğimiz varlığın dil dediğimiz varlıkla
bire bir ilişkili olduğu da tartışmalı bir nokta: Bazı bilimcilere göre,
genellikle "lehçe" denilen dilsel varlıklar bağımsız birer dildir. Söz­
gelimi, Talat Tekin, "Türk Dilleri" diyor, bu adda bir kitabı da var
(1999).
Geçerken belirteyim, Tülay Hergünlü'nün "dünyada yaklaşık bir
milyar insanın değişik ağızlarda Türkçe konuştuğu" sözü de en az
bir adet bilgi yanlışı içeriyor: Hergünlü, "ağız" ile "lehçe"yi birbi­
rine karıştırmış; "değişik lehçelerde Türkçe konuştuğu" demek is­
tiyor.
Her durumda, dünyada 6 bin küsur dil olduğu bilgisi bir yanda,
"dil ulusaldır" önermesi başka bir yanda. Dil ulusaldır önermesini
kabul ettiğimiz anda, hem "ulusal" olmayan binlerce dili gözden çı­
karmış oluyoruz, hem de yukarıda sözünü ettiğim İspanyolca, İngi­
lizce, Fransızca ve Almanca gibi "çokuluslu" diller, düşünme ufku-
228 DİL MESELELERİ

muzun dışında kalıyor. Öte yandan, günümüzdeki verili durumuyla


devletlere egemen olan tekdilci mantığa da mesafe almış olmuyo­
ruz. Oysa o mantığın, özellikle bizim ülkemizde, çatışmacı eğilim­
lere zemin hazırlayan nedenler arasında yer alıp almadığını sorgu­
lamak gerekiyor.
10.2.2006 tarihli, "Toplum olmak ya da olmamak" başlıklı Dil
Meseleleri'ndeki "toplum olmak" önerim bazı okurlarda "zaten top­
lum değil miyiz" türünden sorular uyandırmıştı. Bir okur, "toplum"
sözcüğüne fazla ideal bir anlam yüklüyor olabileceğimi yazdı.
Geniş anlamıyla "toplum" olduğumuz söylenebilir elbette. Ama
"toplum olmak" deyince tüm mensupların birbirinden haberdar ol­
masını ve birbirini hesaba katarak asgari müşterekler temelinde an­
laşmasını anlıyorsak, bu anlamda toplum olmadığımızın en açık
göstergelerinden ikisi, yukarıdaki alıntılardır.
Tüm mensupları birbirini hesaba katan topluluk anlamındaki
"toplum" anlayışı, ideal değil, asgari olandır. Şöyle asgari ki, bu an­
layışın yokluğu, ülkemizde otuz küsur yıldır kan dökülmesiyle sıkı
sıkıya ilintilidir.
*

Aşağıdaki alıntıların kaynağını tahmin etmeye çalışmak da iyi bir


egzersiz olabilir:

Anadili dersi kuşkusuz bu dersin sınırlarını aşan çok yönlü bir ders­
tir. Bütün öteki derslerde de anadilinden yararlanma, anadilini iyi
bilme söz konusudur. Aynı zamanda bütün öteki dersler de anadili
dersinin malzemesini, kaynağını oluştururlar. Böylece anadili dersi
yalnız bu dersin sınırları içinde kalmamakta, bütün öteki derslerle
tamamlayıcı bir nitelik taşımaktadır. ( . )
. .

Dile egemenliğin yetersizliği, öğrencinin bilgilerini genişletme


ve derinleştirme etkinliğinde de olumsuz etkisini göstermektedir.
(Tezcan 1983: 75)

Bu bilgisizlik ve bilinçsizlik ana diline karşı duyarsız nesillerin ye­


tişmesine ve yukarıda belirtilen sorunların ortaya çıkmasına yol aç­
maktadır. (Ercilasun 2000 : 5)
ANADİLİ, YENİDEN 229

lkidillilik 2

Milli Eğitim Bakanlığı'nın İnternet sitesinde "ana dil/anadil/anadi­


li" terimini arayınız, Hasan Ali Yücel'den beri aynı durumun sür­
düğünü göreceksiniz: Eğitimciler bu terimi hiç bilmiyorlar, bildiği
belli olan bir iki kişi de toplantılarda dil sorunları konuşulurken
"anadili demeyelim, Türkçe diyelim" diye uyarıda bulunuyor. El­
hak, dilbilimle eğitim politikalarının bir araya gelmemesi için elden
gelen titizlik gösterilmiş. Bu politikalar sonucu, "bilinmeyen bir
dil" aşamasına kadar geldik.
Bu çerçevedeki bir adlandırma da şu: "Türkçenin Yeterince Doğ­
ru ve Güzel Konuşulmadığı Yöreler".
136 sayfalık bir kitabın adında ve neredeyse her sayfasında oku­
nuyor bu söz. Kitabın adı, Türkçenin Yeterince Doğru ve Güzel Ko­
nuşulmadığı Yöreler İçin Sınıf Öğretmeni Rehberi. MEB "Talim ve
Terbiye Kurulu Başkanlığınca incelenmiş; 9 Ağustos 1990 tarih ve
3824 sayılı yazıyla eğitim ve öğretim açısından uygun bulunmuş'',
aynı yıl yayımlanmış (Dikmen 1990).
Kitabın yazarı, söz konusu yörelerdeki "Türkçe" sorununun kay­
nakları hakkında bin dereden su getiriyor, öğretmen adayının yete­
rince bilgilendirilmemesinden tutun, "maddi imkan"lara kadar on­
larca neden sayıyor ama, dil farklılığı demeye bir türlü dili varmı­
yor. Satır aralarından içler acısı bir kıvranma okunuyor; " ... anne ve
babalara izah edilmeli ellerinden geldiğince çocuklarıyla Türkçe
konuşmaları sağlanarak çocuklarını teşvik etmeleri gerektiği anla­
tılmalıdır" vb. Bu anne ve babalar Türkçe konuşmayıp ne konuşu­
yorlar acaba? Böyle bir soru içermiyor kitap. Soru içermiyor zaten.
Yol gösteriyor: Öğretmenlere, "köyde Türkçe konuşanların isimle­
rini tespit ediniz", "Türkçeyi rahat konuşan aile ve velileri tespit
ediniz" diyor (s. 19, 22).
Sorun aslında kitap boyunca önemsenmektedir ama, sorunlardan
çok dayatmalar da belirleyici olunca ortaya bunlar çıkıyor: Sömür­
ge mantığına göre kurulmuş bir Ezop dili, gerçek adlardan kaçmak

2. Radikal İki, 16. 1 .201 ı .


230 DİL MESELELERİ

için bulunmuş gülünç birtakım betimleyici adlar ve çözüm adı al­


tında usandırmaktan başka işe yaramayan bir ısrar. Çözüm kapsa­
mında, öğretmen yetiştiren kurumlara ve bakanlığa düşen görevler,
hazırlanması gereken rehber kitapçıklar, Türkçe derslerinin mutlaka
artırılması, Türkçe anaokulları ve anasınıfları açma çalışmalarının
hızlandırılması gereği vb.
Ve yazar sonlara doğru şu hükmü veriyor:
"Bu yörelerdeki eğitim ve öğretim faaliyetlerinde öğretmenleri­
mizin ayn bir yol, ayn bir metot aramaları da boşunadır ( ... ) normal
okullarda kullanılan metot ve teknikler az bir değişiklikle daha ca­
zip hale getirilerek uygulanacaktır."
Bugünlere işte böyle gelmişiz. Devlet, dilbilimin gelişmesini bu­
nun için ketlemiş ve dilbilim Türkiye'ye ilgi göstermekten çekinmiş.
Türkoloji bölümlerinin sayısı geometrik olarak artarken dilbili­
me böylesine uzak durmayı başannak, dramatik bir durum. Tüm
sonuçlarını hesaba katarsak, aslında trajik.

"Türkçenin Yeterince Doğru ve Güzel Konuşulmadığı Yöre­


ler"den kasıt aslında ikidilli yöreler. "İkidilli/çiftdilli (İng. bilingu­
al)" sözcüğü, belirli gerçekliklere verilmiş bir ad olarak, dilbilimsel
bir terim. İki ayn durum için kullanılıyor: 1 ) Toplumda ikidillilik;
2) Kişinin ikidilliliği.
İkidillilik, çokdilliliğin bir türü. Türkiye toplumu çokdilli. Belirli
yöreler ikidilli. Yurttaşlarımızın çoğu ikidilli. Kimimiz, anadilimiz
Türkçe olmadığı için ikidilliyiz. Kimimiz, İngilizce ya da başka bir
dil öğrendiğimiz için ikidilliyiz. İngilizce öğrenen bir ikidilli yurt­
taş, üçdilli oluyor...
Dilbilim, dilleri yaygınlığı ve saygınlığı içinde göz önünde tut­
mak gerektiğini söylüyor. Siz bu gerçekliği örtmeye ya da şeytan­
laştırmaya çalıştınız mı, ayrılık tohumlarını kendi elinizle ekmiş
oluyorsunuz, niyetiniz her ne olursa olsun.
Öyle bir aşamadayız ki, bu saatten sonra resmi dilin, bayrağın,
hatta devletin tek kalabilmesi için, bu tekliklerin altında gerçek bir
çoğulculuğun gerçekleşmesi gerekiyor. Kürtler Meclis'te ve mah­
kemelerde Kürtçe konuşmak yoluyla bunu anlatmaya çalışıyorlar...
Ve aradan Çözüm Süreci geldi geçti, MEB metinlerine iki üç soh-
ANADİLİ, YENİDEN 231

bet cümlesi�den başka eklenen söz olmadı. Çözüm Süreci'nin ken­


disi de çözümden dönmez sanılan iktidar partisinin 201 7 kuruluş
kutlamaları için hazırlanan tarihçesinden silinip atılmış. Şairin de­
diği gibi: "Bu iş zor, Yonca".

Nahoşem 3

1 2- 1 3 Haziran 2010'da Diyarbakır'da "Uluslararası Dil ve Eğitim


Çalıştayı" yapıldı. Düzenleyen, Milli Eğitim Bakanlığı değil, De­
mokratik Toplum Kongresi'ydi, çalışma dili ise Kurmançi.
Anadilinde eğitim, Kürt sorununun belki en temel boyutu. Dev­
lete ve Deniz Baykal CHP'sine bakılırsa, Kürtler anadili sorununu
siyasi birlik ve giderek ayrılık için istemekte, yani bahane etmek­
tedirler. Siyasi birlik fikrinin canlı olduğu Kürtler ise, en azından
benim izlenimime göre, bu fikre başka çareleri kalmadığı ölçüde
kapılıyorlar; büyük çoğunluk için esas olan, anadilleri, kültürleri ve
tarihleridir. Bunları ne pahasına olursa olsun ("behemehal") koru­
mak ve geliştirmek meselesi. Karşılarına çıkarılan her engel, uygu­
lanan her baskı, onları kendilerine ait bir kamuya doğru biraz daha
itiyor.
Dil ve eğitim konusunda epey toplantıya çağnlmışlığım var. Bu
seferki yeniliklerden biri, toplantıyı büyük ölçüde kulaklıkla izle­
mem oldu. Eşzamanlı çeviri yapıldı, Zazacadan ve Kürtçenin Sora­
ni gibi lehçelerinden Türkçeye ve Kurmançiye. Toplantının "ulus­
lararası" niteliği de diğer ülkelerden gelen Kürtlerin varlığıyla ilgi­
liydi. İsveç'ten Horasan'a, Moskova'dan Kürdistan'a kadar farklı ül­
kelerden gelmişti konuşmacılar.
İlk gün öne çıkan izleklerden biri, Kürt özgürlük hareketini tem­
sil edenlerin kamu önünde anadillerini konuşmamaları, anadillerin­
de konuşma yetilerini geliştirmek için yeterli çaba harcamamalany­
dı. Asimilasyon nedeniyle durumunuz anlayışla karşılanabilirdi
ama, eğer Kürtlerin temsilciliğine soyunmuşsanız, anadilinizi ge­
liştirmek ve her yerde anadilinizi konuşmak zorundaydınız ...

3. Radikal, 17.6.2010.
232 Dtt.. MESELELERİ

Bu, yeni ve hayli ağırlık kazanmış bir görüş. Çalıştayın Kürt ka­
tılımcıları gerçekten de devletten umutlarını büyük ölçüde yitirmiş
bir biçimde, kendi sorunlarını kendi olanaklarıyla çözmenin yolla­
rını aramakta ve kendi içlerine dönmekteler. Eğitim dahil, sosyal ve
kültürel alanlarda çok sayıda yeni girişim, demek, dernekler arası
koordinasyon gibi sivil çalışma yordamlarını devreye sokuyorlar.
Çalıştayda yapılan konuşmalar arasında iki hekim katılımcının
söyledikleri, anadili meselesinin neden yaşamsal bir boyut olduğu­
nu sözcüğün gerçek anlamıyla ortaya koyuyordu:
Kürt kadınlarının önemli bir bölümü Türkçe bilmediğinden ve
yakın zamanda öğrenmeleri gibi bir perspektif de bulunmadığın­
dan, bölgede çalışmakta olan kırk hekime 2009'da Diyarbakır Ta­
bip Odası tarafından gereken ölçüde Kürtçe öğrenmeleri amacıyla
kurs verilmiş ve aynı amaç için iki de kitap yayımlanmış.
Hekimler için dil açısından "gereken ölçü" denen şey, "anam­
nez" adını verdikleri hastalık öyküsünü tam olarak almalarına ve
hastaya açıklama yapmalarına yetecek Kürtçedir. Bunun olmadığı
koşulları düşünmek zor olmamalı. Hekimlerin hastaya uygulanacak
müdahaleler konusunda hastayı bilgilendirip onun iznini almaları
zorunluluğunun bu koşullarda hayli lüks kaldığı anlaşılıyor, tıpkı
diğer haklar gibi.
Diyarbakır'da yaşayan ve çalıştay dışında görüşüp bir röportaj4
yapma fırsatını bulduğum üçüncü bir hekim, Necdet İpekyüz, çoğu
Türkçe bilmeyen hastaların doktor karşısında sarf ettikleri tek sö­
zün "Nahoşem"5 olduğunu anlattı. Doktor sordukça hasta yineliyor:
"Nahoşem". Tıpkı Gülsüm Cengiz'in ünlü "Kamber Ateş" şiirinde­
ki "nasılsın" sözcüğü gibi yankılanıyor şimdi zihnimde bu söz.
Çalıştaydaki doktorlar, öğrenim çağına geldiğinde dil nedeniyle

4. bianet.org/bianet/toplum/1 22883-travmaya-cati-alti
5. Bir okurdan, "nahoşem" biçiminde yazdığım sözcüğün Kurmançi imlasını
belirten bir mektup geldi: "Nahoş" sözcüğü nexweş biçiminde yazılır, bunun bi­
rinci kişiye göre çekimlenmiş hfili de nexweşim'dir, diyor okur. Kendisine teşek­
kür ederim.
Başka bir okur mektubunda da, "Nahoşem" başlıklı yazıda sözünü ettiğim
anadili olgularına ilk elden bir tanıklığın yanı sıra, bu konuyu işleyen, Zazaca bir
romandan söz ediliyor: İlhami Sertkaya'nın Kılama Şilane (Şilan'ın Türküsü).
Umarım Türkçeye çevrilir.
ANADİLİ, YENİDEN 233

dışsal zorlaqıalarla karşılaşan çocuklarda, "beyin atrofisi (daral­


ma)" dahil çok sayıda fiziksel rahatsızlığın ve konuşma yitimi ya
da zorluğu gibi belirtilerin ortaya çıkabildiğini anlattılar.
Çalıştayda ben de aşağıdaki konuşmayı yaptım:

lkidilli eğitim modellerine genel bakış

Anadili Kürtçe olan pek çok dilci, kendisinin ya da tanıdığı çocuk­


ların okula başladıkları zaman Türkçe ve tekkültürlü eğitim nede­
niyle yaşadıklarını dile getirirken, bunun tam bir travma olduğunu
belirtir. Kürtçe konuşmanın yasaklandığı, hatta para cezasına bağ­
landığı, çocukların Kürtçe konuştu diye birbirlerini ihbar etmeye
zorlandıkları dönemler anlatılır. Bütün bu olguların içinde en vahim
olanlarından biri de bu koşullarda çocukların kendi anadillerinden
ve kültürlerinden utanır hale getirildiğini anlamak olmuştur.
İnsanların, özellikle de çocukların, anadillerinden ötürü utanç
duymalarına sebep olmak, bu toplumun ve devletin büyük ayıpla­
rından biridir. Bunun için Kürtlere bir özür borcu vardır, ben kendi
payıma, özür diliyorum.
Her ülkenin bir ortak dile ihtiyacı vardır, dünyanın da bir ortak
dile ihtiyacı vardır. Ancak, bunu sağlamanın yolu asimilasyon ol­
mamalıdır. Bütün dillerin eşit değerde olduğunu en iyi dilbilimciler
söylüyor. Demek ki ortak dilin, ikidilli ve üçdilli eğitim yoluyla sağ­
lanması gerekmektedir.
UNESCO'nun öğretimle ilgili bölümü de yıllardır aynı gerçeği
söylüyor.
İkidilli eğitim, öğrencilerin bir yabancı dil, ikinci bir dil öğren­
mesinden ibaret değil. Bunun yanı sıra, belirli ders konularının iki
dilde de işlenmesi gerekiyor.
Gerçekte şu an Türkiye'de iki türlü ikidilli eğitim var. Bunlardan
birincisi, resmen tanınmış olan azınlıkların okullarında verilen eği­
tim. Bu okullarda bazı dersler Türkçe, bazı dersler ise öğrencinin
kendi anadilinde, yani Rumca ya da Ermenice yapılmaktadır.

Kürtçe gibi, resmen azınlıkta sayılmayan anadillerini konuşan


çocuklar için de ikidilli eğitim sağlanabilir. Çocukların yaşadığı
234 DİL MESELELERİ

travmanın aşılabilmesi için düşünülebilecek başlıca yöntem budur.


İkidilli eğitimde en temel nokta, hedefin ne olduğu, hangi amaca
ulaşılmak istendiğidir.
Bizim gibi çokdilli olan ülkelerden bazılarında ikidilli eğitimde
amaç her yurttaşın diğerlerinin dilini öğrenmesidir: İsviçre, Belçi­
ka, Lüksemburg, Kanada, Paraguay gibi. Bunlar, çeşitli sorunları
olsa da, çokdilli eğitimin başarıyla uygulandığı örnekler. Eski Sov­
yetler Birliği'nde de bu amaca yönelik ikidilli eğitim programları
uygulanıyordu. Ancak, oradaki gelişmeler yarım kaldı.
Bu açıdan ABD de önemli örneklerden biri.
Hemen herkesin göçmen olduğu bir çokkültürlü ülke olan ABD'
ye ilk göç dalgalarıyla gelenler genellikle çocuklarını ikidilli okul­
lara ya da anadillerinde eğitim veren okullara kaydettirmişler. İlk
ikidilli eğitim yasası 1 839 yılında Ohio eyaletinde kabul edilmiş. Bu
yasayla, velilerin talebi halinde Almanca-İngilizce olmak üzere iki­
dilli eğitime izin verilmiş. Sonraki yıllarda, nüfus durumuna göre
diğer eyaletlerde de Fransızca-İngilizce ve İspanyolca-İngilizce eği­
time izin verilmiş. Yanı sıra, Norveççe, İtalyanca, Polonya dili, Çek­
çe ve bir yerli dili olan Cherokee gibi, çok çeşitli dillerde, İngiliz­
ceyle birlikte ikidilli eğitim düzenlenmiş.
1 864 yılında, ABD Kongresi anadilinde eğitimi, dolayısıyla iki­
dilli eğitimi yasaklamış. Dünyada gitgide yükselen milliyetçiliği
bahane ederek "Amerikalılaştırmak" amacı ağır basmaya başlamış.
O yüzyılın sonlarında eyaletlerin çoğunda yasalara tek eğitim dili
İngilizcedir biçiminde hükümler konulmuş.
Bu tekdilli (yalnızca İngilizce) eğitim, anadili farklı olan öğren­
cilerde yarattığı başarı düşüklüğü alarm verici bir hale gelinceye ka­
dar devam etmiş.
Yurttaş hareketlerinin de yükselmesiyle, 1968 yılında, İkidilli
Eğitim Yasası kabul edilmiş. Yerel okullarda anadilinde eğitim için
fon sağlanmaya başlanmış. Eyaletlerden çoğu da bundan yararlana­
rak kendi ikidilli eğitim yasalarını çıkarmışlar ya da en azından,
okullarda diğer dillerin kullanılmasını suç olmaktan çıkarmışlar.
ABD Kongresi'nin 1974 'te çıkardığı Eğitimde Fırsat Eşitliği Yasası
bu ilkeyi desteklemiş.
Bazı eyaletlerde amaç, anadili farklı olan çocukların İngilizceye
ANADİLİ, YENİDEN 235

geçişini travmasız bir biçimde 3-5 yıl içinde sağlamak. Bu durumda


çocuklar önce derslerinin yalnızca % 1 O'unu İngilizce görüyor, son­
ra bu oran azar azar artırılıyor.
Tüm yurttaşların birbirinin dilini öğrenmesini amaçlayan bazı
eyaletlerde ise, anadili İngilizce olan öğrenciler eğitimlerini önce
İngilizce olarak değil, İspanyolca olarak görüyorlar. Bu ilkeye "eşit
ikidillilik" diyebiliriz.
Bütün bu yöntemlerin başarı derecesi konusunda farklı istatistik­
ler var. Çelişen istatistiklerin siyasi ölçülerle derlendiği ileri sürü­
lüyor. Başarısızlık iddiasıyla Kongre'ye ikidilli eğitimin kaldırılma­
sı ve yeniden tekdilli eğitime dönülmesi için yasa tasarısı verilmiş
ama, bu tasarı reddedilmiş.
Ancak, bazı yasalarda ikidilli eğitimi zora sokan hükümlerin de
bulunduğu belirtiliyor.
Eşit ikidilliliği savunanlar solculukla ve etnikçilikle suçlanıyor...
Bu noktada, Kürtlerin anadilinde eğitim taleplerinin gücü önem
taşıyor. Ve siyasi belirsizlik faktörü devreye giriyor.
Soru şu: Kürtler siyasi birlik için mi anadilinde eğitim istiyor,
yoksa anadilinde eğitim için mi siyasi birlik istiyor?
Bu bir tavuk-yumurta meselesi değil. Henüz hangisinin geçerli
olacağında bir belirsizlik var.
Esas olan anadilinde eğitimse, bunun çözülmesi için bağımsızlık
veya federasyon şart değil. Ancak, devlet bir önyargıyla davranma­
ya devam ediyor. Asıl kısır döngü burada. Devlet bu tavrıyla ger­
çekte Kürtleri uzaklaştırmış oluyor.

Anadili söylemleri 6

Anadilinde eğitim güçlü bir talep olarak kendini dayattı ve yeni


anayasa tartışmaları sırasında yaşamsal bir konu hfiline geldi. Ana­
dilinde eğitim olanağı sistemde yer bulacak mı, bulacaksa bunun
biçimi ne olacak, vb.
Konu o kadar uzun bir süre inkarların, yasakların ve baskıların

6. Radikal İki, 17. 10.2010.


236 Oh.. MESELELERİ

altında ezilmişti ki, tam bir bilgi yoksunluğu ve önyargı fazlalığı or­
tamında kalmıştık. O arada yalnızca erkeklerden oluşan konuşmacı
gruplarının türban konusunu tartışması gibi, dilbilimcilerin ve eğit­
bilimcilerin olmadığı ortamlarda anadili konusu tartışıldığından ol­
malı, "anadil/anadili" farkı silinip gidiyordu.
Sözlükçüler herhalde farkındadır, "anadil" sözcüğü bir süredir
"anadili" anlamında kullanılan bir galatımeşhura dönüştü. Bu, dil­
bilim açısından aynı zamanda bir iç sorun, bir terim sorunu anlamı­
na geliyor, çünkü "anadil" demek, dil doğuran dil demek. Latince,
bir anadildir ve Fransızca, İspanyolca, İtalyanca gibi dilleri doğur­
muştur. Oğuzca, bir anadildir ve Türkiye Türkçesi, Türkmence,
Azeri Türkçesi gibi bir dizi lehçe/dil doğurmuştur. Oğuzcanın ana­
sı Ana Türkçe, onun da anası "İlk Türkçe"dir vb. (bkz. Tekin ve Öl­
mez 1999).
Şimdi tutup bu "anadil" terimini "anadili" anlamında, yani bire­
yin "annesinden [ya da anne işlevi gören kişi(ler)den] edindiği ('öğ­
rendiği' değil, edindiği) dil" anlamında kullandınız mı, terime ikin­
ci bir anlam yüklemiş oluyorsunuz. Dünya literatüründe yerleşik iki
terimi tutup tek terime indirgemek bir terbiye yokluğuna işaret. Dil­
bilimcilerin ya da eğitbilimcilerin onyıllarca konuşamamış olduğu­
na işaret de diyebiliriz. Düşünce/ifade özgürlüğünden yoksunluk
tam böyle bir şey.
Arada bir uyaran çıksa bile bala birbirine karıştırılan diğer bir te­
rim çifti de, "anadilinde eğitim" ile "anadil eğitimi" ya da "anadilin
öğretilmesi" oluyor. Bir öncekinden farklı bir karışıklık biçimi bu:
Onun kadar masum değil ve şimdiye kadar çoktan ortadan kalkmış
olması gerekirdi. Öğretmenlerin bunca çabasına rağmen eğitbilim­
cilerin hala ortalıkta görünmemesi, konuyu yazıp çizmeye başlama­
maları, yalnızca baskılardan değil, onun bir sonucu olarak cahil ka­
lınmış olmasından da kaynaklanmaktadır diyebiliriz. Sorun eski,
ama devekuşu politikasıyla görmezden gelinmiş. Gerçekte bütün
bir dünyanın deneyimi var incelenecek, yığınla yazı okunup yazı­
lacak, eğitbilim (varsa) yenilenecek. .. Büyük iş. Hele bir de siyasi
oklar tam ters yönü işaret etmeyi sürdürürken, pek şans yokmuş gi­
bi de görülebilir.
Bu konuda genel düzlemi aşan tek inceleme, anadilinde eğitimin
ANADtt..t, YENİDEN 237

maliyeti ne olabilir konulu bir yazıydı. Hangi ilkelere dayalı bir eği­
timin maliyeti hangi yönteme göre hesaplanıyor belli değildi ama,
sonuç kesindi: Bu maliyetin altından kalkılamaz!
Anadilinde eğitim meselesi, adı üstünde, öncelikle bir pedagoji
sorunu; "pedagoji" sözcüğü eğitim bilimi (=eğitbilim) anlamına ge­
liyor. Sorun çokboyutlu ve pedagoji bu boyutların en temel önemde
olanlarından biri.
Konuya biraz eğilenler ve bu arada öğretmenler, anadilinin uzun
süre bir kırmızı çizgi konusu olamayacak kadar ivedi ve çokboyutlu
olduğunu biliyor ya da seziyor. Yasin Ceylan'ın yazdığı özyaşam­
öyküsel tanıklığın (Radikal İki, 3 Ekim 2010) benzerleriyle her an
karşılaşabiliyor onlar. Zora dayalı bir asimilasyonun dolaysız aracı
olmak ya da olmamak ikilemiyle karşı karşıyalar. Özellikle de artık
"bilmiyordum, meseleyi göremiyordum" deme olanağının kalma­
dığı günümüz koşullarında.
Asimilasyonun bir insanlık suçu olduğunu söyleyerek tarihe ge­
çen Erdoğan ise, tam da anadilinde eğitim talebi konusunda Türki­
ye'nin resmi dilini hatırlatmakla yetinmesinden birkaç gün sonra,
Almanya'da Türkçeyi kastederek anadilinde eğitim talebinde bulu­
nuyordu. Acaba Türkçe Almanya'da resmi dil olsun mu demek is­
tiyordu? !

Prof. Dr. Aydın Köksal

Aydın Köksal dil alanında günümüzün Nurullah Ataç'ı gibi. Bu­


nu derken herhangi bir öykünmeden değil, dilde arınmacılık teme­
lindeki bir gelişim çizgisinden söz ediyorum. Köksal da Ataç gibi,
yazılarının belirli süreler ham meyve tadı taşımasını göze alarak
Türkçeye çok sayıda yeni sözcük kazandırdı, kazandırmayı da sür­
dürüyor; Türkçenin köklerini sağlamlaştırma çabasına olan katkısı
büyük.
Prof. Köksal, Türkçeye sahip çıkmak konusunda teknolojinin hı­
zına meydan okuyan bir bilimci. Doktorasını bilişimsel dilbilim
alanında yapmış; alanın adı da içinde olmak üzere bilişim terimleri
üretimini büyük ölçüde ona borçluyuz. Bu üretimin önemli bir bö-
238 Dtt.. MESELELERİ

lümü (bilgisayar, yazıcı, bilgi işlem, bilişim, iletişim, veri tabanı,


çevrimiçi/çevrimdışı, imleç, benzetim vb.) yerleşmiş, giderek dil
korumacılığında dünya şampiyonu olan Fransızlara bile örnek ol­
mayı başarmış. Köksal'ın çabasının verimli olması, onun da tıpkı
Ataç gibi, savunduğu dil politikasını havada bırakmayıp belirli bir
kültür politikasıyla temellendinnesi sayesindedir. Bu politikaya ve
kültür anlayışına katılanlar da katılmayanlar da Prof. Köksal'ın kat­
kısını ciddiye almak zorunda. Başka pek çok çalışmasının yanı sıra,
dilin kültürle olan bağlantısı açısından Türkçe yazılmış birkaç te­
mel kaynaktan birinin yazarı Köksal: Dil ile Ekin (2003).
Burada üzerinde dunnak istediğim nokta, "yabancı dilde eğitim
/ anadilinde eğitim" karşıtlaştınnasında "anadilinde eğitim" tezinin
savunucularından pek çoğu gibi Prof. Köksal'ın düşünsel matrisin­
de de görülen kopukluk ve boşluklar.
Köksal, kuramsal düzeyde "anadili" kavramını öne çıkardığı çer­
çevelerde, kuramsal düzeyden uygulama düzeyine geçtiğinde "ana­
dili" kavramını bırakıp "ulusal dil" kavramına yaslanmaya çalışı­
yor. Kopukluk işte bu noktada: Köksal'ın "anadili" kavramıyla ilgili
olarak verdiği bilgiler ve belirttiği fikirler "ulusal dil" kavramı çer­
çevesinde yer bulamıyor, bulması da beklenemez.
Çeşitli fırsatlarla belirttiğim üzere "anadili" kavramı yıllardır en
çok hor kullanılan kavramlardan biri. Köksal'ın söz konusu kitabın­
da ve "yabancı dilde eğitim/anadilinde eğitim" tartışmasının önde
gelen metinlerinden olan "Yabancı Dille Öğretimi İzleme" başlıklı
makalesinde de durum çok farklı değil ne yazık ki. Köksal, "ana­
dili" kavramının bilimsel tanımına gereğince yer veriyor vennesine;
gelgelelim, iş bu tanımı uygulamada göz önünde tutmaya gelince
sorunlar başlıyor. Örnek, "Yabancı Dille Öğretimi İzleme" makale­
sinden:
"Uluslaşma süreci içinde, kimi toplumların anadilleri, kurdukları
devletlerin anayasalarında 'ulusal dil' olarak tanımlanmıştır."

Oysa, bu noktaya kadar olan açıklamalarında, gerektiği üzere,


toplumların değil, bireylerin "anadili"nden söz etmişti yazar. Belki
burada "kimi toplumların anadilleri" derken "kimi toplumlarda ko­
nuşulan anadil(ler)i" demek istiyordur ya da "topluluk" yerine yan-
ANADİLİ, YENİDEN 239

lışlıkla "toplum" demiştir, deyip devam edelim:


"Anadili gibi ulusal dilin de tecimsel, siyasal, yazınsal, ekinsel
bir önemi ve ayrıcalığı vardır. Bu önem ve ayrıcalık, anadili gibi
ulusal dilin de yabancı dilden ayırt edilmesini gerektirir."
Bu saptamayla birlikte sözü edilen dil sayısı üçe çıkmış oldu:
anadili, ulusal dil ve yabancı dil. Ancak, Köksal bu üçlü denklemi
geliştirmiyor; "ulusal dil" kavramını buracıkta bırakıp yeniden "ana­
dili" kavramına dönmek ve "yabancı dil" kavramını hep "anadili"
kavramıyla ikili olarak tartışmak zorunda kalıyor. Böyle olması,
"yabancı dilde eğitim"in karşısına "ulusal dilde eğitim" gibi bir
kavramın konulamaması doğal, çünkü bilimsel verilerin kavramı
"anadili"dir. Prof. Köksal gibi "UNESCO'ya göre insan haklarının
en başta gelenlerinden biri anadilinde öğretim hakkı'dır" dedikten
sonra sorgulamaya bu yoldan devam etmeniz beklenir. Gelgelelim,
bu noktada karşınıza yürürlükteki resmi politikalar (ideolojik/poli­
tik nedenler) çıkıyor. Bu politikalar bilimcileri ülkenin hem içine
hem dışına bakmak yerine, yalnızca dışına bakmaya zorladı hep.
"Anadilinde eğitim" gibi haklı bir tez, anadili Türkçe olan bilimci­
lerden çoğunun söyleminde İngilizce/Türkçe karşıtlaşmasına indir­
gendi ve gerek öncelik ilişkisinin yerine karşıtlık ilişkisinin koruna­
sı, gerekse kavramların temellendirilmesinde bırakılan boşluklar,
tezin yeterli güce kavuşmasını engelledi...

Konu üzerine düşünürken son olarak, bugün "anadilinde eği­


tim"den çok, "çiftdilli eğitim" ve "çokdilli eğitim" terimleri ile uy­
gulamalarının öne çıktığını da eklemek gerekiyor.
240 DİL MESELELERİ

" Dil Meselelerı n üzerine sorular7

Radikal Kitap ta uzun zamandır "Dil Meseleleri" başlıklı köşenizde


'

imla, anlatım konularını tartışıyorsunuz. Türkçe Sorunları Kılavu­


zu ve Dilimiz, Dillerimiz gibi kitaplar yazdınız. Dil meseleleri ma­
ceranız nasıl başladı?

Dile ilgi duymadığım bir zaman hatırlamıyorum. Uzun yıllar çevir­


menlik yapmak da dille olan ilişkimi geliştirdi, Türkoloji eğitimi
görmediğim halde Türkçe dersi verebilecek duruma getirdi beni.
Yanı sıra notlar birikti, yazıya dönüştü, bu yazılara talep doğdu...

Dilin bir ifade, iletişim aracı olduğu söyleniyor. Bu doğruysa, bir­


birimizin ne demek istediğini anlamamıza imkan verecek kadar ko­
nuşabilmek neden yetmesin? Kılı kırk yaran dilbilgisi, anlatım ay­
rıntılarına ne gerek var? (İmla bilgimizi artırmak bizi daha kibar,
daha nüktedan, daha cazip, daha barışçı ... mı kılar? Nasıl?)

Dilin bir iletişim aracı olduğu doğru ama sık sık unutulan yönü, ay­
nı zamanda düşünme aracı olduğu. Diliniz ne kadar gelişkinse dü­
şünceniz de o kadar gelişkin. Düşünce üretimi ancak dil aracılığıyla
olabiliyor. Dilbilgisi ise, buna imla da dahil, dil bilinciyle ilgili.
Kullandığınız aracı iyi tanımanızla, iyi kullanmanızla ilgili. Birbi­
rimizin ne demek istediğini anlamamız zaten sanıldığı kadar kolay
değil. Kastımızı anlatmamız da öyle. Dilbilgisi ve imla gibi bilgiler,
dilimize askeri bir disiplin kazandırmak için değil, birbirimizin dü­
şüncesini anlamamızı kolaylaştırmak için var. Bir tek virgülün nasıl
da farklı anlamlara yol açabildiği hep bilinir ama sık sık da unutu­
luyor.
Bir de modem toplum olma meselesi var elbette. Almanya'da yıl­
lar boyu en çok satan edebiyat dışı kitap, Almanca imla kılavuzu
olmuş. Modem toplum demek, başka araçlarının yanı sıra dilini de
alabildiğine standartlaştırmış toplum demek. İyi ve kötü yanlarıy­
la.

7. Murat Menteş'in sorulan, Aralık 2004.


ANADİLİ, YENİDEN 24 1

Yine de, dil birbirimizi anlamada tek belirleyicidir demiş olma­


yayım. Bazı durumlarda iyice yetersiz bir araç, bazı durumlarda da
zavallı bir fazlalık olabiliyor. Hangi ortamda, hangi niyetlerle, hangi
derinlerde bulunduğumuza bağlı bütün bunlar.
Şunu diyebiliriz: Dil meseleleriyle eleştirel bir bakışla ilgilen­
mek, hem kendi zihnimizin hem de diğer insanların zihninin farkına
varmamızın yollarından biri.

Dilbilgisinin sadece iletişimle değil, doğru düşünmeyle de birebir


ilgisi olduğunu söylüyorsunuz. O halde Türkiye'deki entelektüel dü­
zey düşüklüğünün cehaletten de önce gelen sebebi imla ve anlatım
konusundaki yetersizlik mi?

"Doğru düşünme" demeyelim de, düşünme diyelim. Doğru mese­


lesi biraz karışık. Dilbilgisi, imla, anlatım gibi konulardaki yeter­
sizlikle düşünsel düzey düşüklüğü birbirini etkiliyor diyebiliriz. En
azından uzun erimde.

İsmet Özel, bir konuşmasında "Okullarda Türkçe öğretiliyor mu?"


demişti. Sizce bu soru nasıl cevaplanmalı? İlköğretimden başlaya­
rak verilen dilbilgisi derslerini yeterli buluyor musunuz? [Evetse /
hayırsa, neden?)

Bu soruya olumlu yanıt verecek biri çıksa herhalde şaşırmak gere­


kir. İstisna oluşturan bazı öğretmenler ve anababalar vardır, her za­
man oldu. Öğrencilerin büyük çoğunluğu onlara rastlayacak kadar
şanslı olmuyor. Sistemin kendisi neredeyse öğrencilerin Türkçeden
ve edebiyattan kaçması için elinden geleni yapıyor. Ders kitapları,
öğretim anlayışı, öğretmen kavramı hep bu yönde işliyor. Dayatıcı,
meraka dayalı olmayan, asık suratlı dersler ve kitaplar. Öğrenciye
yukarıdan bakan bir anlayış. Neden böyle? Sanıyorum toplumun di­
ğer yönleriyle sıkı sıkıya ilişkili bir durum bu. Çocukların ve ken­
dinizin meraklarına korku sınırları koyduysanız o sınırlar kendi
kendine genişlemez.

Ülkemizde okur-yazar oranı yüzde 85 civarında. Fakat siz bu oranı


ciddiye almıyorsunuz? (Neden?)
242 DİL MESELELERİ

Çünkü bu istatistikler ilci harfi yan yana getirmeyi öğrenen herkesi


okuryazar kabul ediyor. Okuma yazma bu mudur? Çıta çok fazla
düşük düzeylerde. Kavramı bir an ciddiye aldığınızda, ülkedeki
okuryazar oranının gerçekte ne kadar düşük olduğu da hemen orta­
ya çıkar.

Medyanın dili hakkında ne söyleyeceksiniz? Diyelim, Türkçe'nin


nasıl doğru ve düzgün kullanılabileceğinin örneklerini görmek is­
teyen insanlar gazete okuyup televizyon izlese yeri mi?

Medyanın dili bu kadar sorunlu olmasa eğitim de bu kadar başarısız


sonuçlar vermezdi. Bunlar birbirini besleyen olgular. Çocuklar çev­
relerinde gelişkin bir dille karşılaşsalar onu örnek alırlar ama örnek­
ler kıt. Bir kısır döngü oluşmuş durumda.

Yazılarınızda "İngilizceleşme"den söz ediyorsunuz. Nedir bu? Türk­


çe'miz, İngilizce'nin etkisi altına mı giriyor? (Neden, nasıl?)

İngilizceleşmekten kastım kabaca iki olgudur: Birincisi İngilizce­


nin eğitim dili olarak Türkçenin yerini alması, ikincisi ise İngiliz­
cenin sözcük ve mantık düzeyinde Türkçeye sızması. Buna dilin
kirlenmesi diyenler var ama ben bu "kirlenme" kavramından yana
değilim.8
İngilizceleşmenin nedeni, dilin toplumsal ve siyasal belirleyici­
lerinde yatıyor. İngilizce en güçlü emperyalistlerin dili. Bu nedenle
dünya dili durumuna geldi. ( ... ) Günümüzün Türkçe argo sözlükle­
rine bakıldığında, İstanbul argosunda bu liman dilinden gelme pek
çok sözcüğün yer aldığı görülüyor. İmparatorlukların ve din kurum­
larının yüksek sınıfları da kendi içlerinde ortak dillere gerek duy­
muşlar: Bizdeki Osmanlıca, Batı Avrupa'daki Latince gibi. İngiliz­
celeşmenin böyle bir yanı da var. Hem egemenlerin ortak dili, hem
de ilcincillerin. Dünya düzeyindeki toplumsal ilişkilerin genel biçi­
mi emperyal. Böyle olunca dil tek yönde hareket ediyor. Emperyal
kültürle birlilcte o kültürü taşıyan dil de kendini dayatıyor. Etkilen­
me tek yanlı. Gerçi son dönemlerde buna karşı bir direncin geliş-

8. Bkz. "Kir" başlıklı yazı, Dilimiz, Dillerimiz.


ANADİLİ, YENİDEN 243

meye başladığı söyleniyor. Sözgelimi, intemetteki İngilizce kulla­


nım oranı yüzde seksenleri bulduktan sonra bir gerileme eğilimine
girmiş. Kendi dilinde site kurma gibi girişimlerin arttığından söz
ediliyor.

Türkiye'de bir Dil Devrimi yapıldı. Dile ilişkin bu siyasi eylemin


anlamı neydi?

Dil devrimi Türkiye'nin modernleşme, kapitalistleşme, sanayileşme


çabasıyla iç içe bir olgu. Az önce dediğim gibi kapitalist ilişkiler
giderek daha büyük ölçeklerde standartlaşmayı ve tekdilciliği da­
yatıyor. Önce belirli bölgelerde, sonra ülke düzeyinde, bugün de
tüm dünyada. Türkiye Cumhuriyeti de aynı yolu tuttu. Dil devrimi
tekdilci temelde Türkçeyi esas aldı. Bu politika Türkçenin köklerini
canlandırmak gibi esaslı bir iş de yaptı ama aynı zamanda asimilas­
yonun ve belirli bir politik tavrın simgesi durumuna geldi. Bugün
bu son iki olumsuzluğun sonuçlarıyla karşı karşıyayız.

Eğitim, medya ve siyasi iktidarın oluşturduğu; dil sorunlarının aşıl­


masını güçleştiren bir fasit daireden söz ediyorsunuz. Bu daireden
çıkmak için toplumsal ve/yahut bireysel olarak neler yapılabilir?

Bizim ülkemizde bilimciler kuramsal alana kapanıp kalmış durum­


da. Türkologlar için genellikle ağaçlardan ormanı görmüyorlar ya
da görmekten kaçıyorlar denebilir. Uygulama alanında söz alan en­
der Türkologlar da tuhaf bir biçimde, tıpkı dil yanlışı yazarları gibi
bilimdışına çıkabiliyor. Kuralcı, fetvacı bir dar görüşlülüğe kaptıra­
biliyor kendini. En azından az çok sürekli bir biçimde yazanların
durumu bu. Dolayısıyla, iki yönlü bir çaba gerekli görünüyor: Bi­
limcilerin üniversite dışıyla, uygulamayla daha çok ilgilenmesi,
ama elbette bunu bilimsel temelden ayrılmadan yapmaları. Üniver­
site dışında yazıp çizen dilcilerin de bilim alanında neler olup bit­
tiğiyle ilgilenmeleri gerekiyor. Bunlar hem bireysel hem de toplu
olarak çeşitli biçimlerde yapılabilecek, yapılması gerekli olan işler,
açılımlar.

Bugün onlarca işadamı, yüzlerce siyasetçi, binlerce "sanatçı" med­


yaya çıkıp halkımıza bir şeyler söylüyor, mesajlar veriyor. Fakat hiç-
244 Dh.. MESELELERİ

biri bir kitaptan, bir yazardan alıntı yapmıyor. Bu durumu neyle


açıklayabiliriz?

Alıntıdan kastınız başlıca düşünce verilerini temel almaksa, soru­


nuz kendi yanıtını kendi içinde taşıyor zaten. Belli ki bu düşünce
verilerinden pek haberdar değildirler.

Siz aynı zamanda bir edebiyat eleştirmenisiniz. Fakat dil konusun­


daki görüşlerinizle edebiyat telakkiniz arasında belli belirsiz bir ay­
rım var gibi, yanılıyor muyum?

Benim görebildiğim bir aynın yok, yani bence yanılıyorsunuz. Ama


bu soruyu başkaları da soruyor. Dil alanında titizlenen biri olarak,
görünürde Türkçeyi paldır küldür kullanan yazarları nasıl olup da
beğendiğim sorusu bu. Bana göre yaratıcı yazı ille de kurallara uy­
gun bir dil anlamına gelmiyor. Uzun erimde dilin yapısını, kuralla­
rını öğrenmeyen birinin yazarlık yönünde yol alması zordur elbette.
Tıpkı araba kullanmaya başlayan biri gibi. Bir şoförün kullandığı
araçtan hiç haberdar olmadan iyi bir şoför olarak yola çıkması, uzun
uzun yol alması düşünülebilir mi? Basit bir gerçekten söz ediyoruz
aslında. Alfabetik düzeydeki bir gerçek. Ama yaratıcılığın dilbilgi­
siyle olan ilişkisi bir belirleyicilik ilişkisi değil. Hele başlangıç için.
Standart dilin kurallarına uygun bir metin dünyanın en yavan ve boş
metni de olabilir. Kurallar konusu kötü gittiği için üslup diye bir şey
olduğunu unutmamız gerekmez.
Benim dil alanında önemsediğim bakış açısı, betimleyici dilbil­
gisi adı verilen anlayışa yakın. Dilin işleyişini görebilmek için dilin
içinden yola çıkan anlayış bu. Gündelik Türkçe üstüne yazanların
çoğu ise, bazen farkında bile olmadan kuralcı bakış açısını benim­
semiş kişiler. Kuralcı bakış açısı dile otoritenin kurallarını dayatan
anlayışın adı. Dolayısıyla, o bakış açısı yaygınlaştı bizde. Oysa
Türkçenin kuralları yeterince netleştirilmiş bile değil. Türkçenin
başlıca dilbilgisi kitapları Fransızcadan çevrilerek oluşturulmuş ki­
taplar. Başka bir deyişle, Türkçeden yola çıkmış özgün bulgular de­
ğil, düpedüz uyarlama bilgiler bunlar. Fransızca gibi yapısı bakı­
mından temelden farklı bir dilden uyarlama.
Betimleyici dilbilgisinin kuralsızlık anlamına geldiği sanılma-
ANADİLİ, YENİDEN 245

sın. Burada temel alınan, kullanılan dilin kendisidir. Kurallar, kul­


lanımdan çıkarılır ve yine kullanılan dilin izlenmesi yoluyla sürekli
olarak sorgulanır. Temel kaygı, insanların anlatım ihtiyaçlarıdır
çünkü.
Edebiyat, insanın anlatım ihtiyaçlarını gündelik yollardan karşı­
layamadıkları uğraklarda başvurabildikleri bir olanaktır. Dolayısıy­
la, yaratıcı dil yerleşik kuralların bir biçimde dışına çıkıyor. Ama
salt yazı yazmayı bilmemekten kaynaklanan bozuk bir Türkçeden
söz etmiyoruz elbette burada. Yaratıcı yazar, dili bozmak gereğini
duyuyorsa bunu haklı çıkaracak gerekçeleri olan yazardır.
Son söz

Dil olguları da tıpkı diğer insani boyutlar gibi karmaşık etkileşimler


içinde, dönemler halinde belirleniyor. Benim söz aldığım Dilimiz,
Dillerimiz ile Dil Meseleleri, belirli bir toplumsal-tarihsel süreç
oluşturan bir dönemin ayrıntıları kadar, ana çizgileriyle de ilgilidir,
bütünü kapsama savında olmaksızın.
Her dil hem bir tür kaptır, hem de bir kütüphane. Dilin sözlükleri,
kılavuzları ve dilbilgisi, dilin kap olma boyutunu betimler. O dilde
üretilmiş ve yaratılmış, sözlü ve yazılı, az ya da çok kalıcı, sanatsal,
bilimsel ya da felsefi, telif ve çeviri bütün metinler ise kütüphane
boyutunu oluşturur. Burada söz konusu olan, elbette, soyut bir kü­
tüphane, o dilde erişilebilen, somut ve soyut metinler toplamı anla­
mında. Bunu bütün diller düzeyinde düşünürsek, bir Dünya Kütüp­
hanesi'nden, bir tür Babil Kütüphanesi'nden söz edebiliriz. ı
Biz insanların hemen tüm özellik ve marifetleri dillerde temsil
ediliyor. Yeni özellik ve marifetler de dillere ekleniyor, diller birer
paralel evren gibi kendi içinde yoğruluyor. Dünyada hfila yaşamakta
olan 6 000 (altı bin) küsur doğal dilden (=anadilinden) her birinin
ömrü, bir yandan konuşurlarının durumuna, bir yandan da kütüpha­
nesinin gelişkinlik ve yaşarlık derecesine bağlı. Arkadan yeni ko­
nuşurlan gelmeyen ve sözlü ya da yazılı kütüphanesi gelişmeyen
bir dil, ömrünü tamamlamış demektir. Ondan geriye kalabildiği ka-

1 . 2009 yılında ABD'nin ünlü Kongre Kütüphanesi tarafından UNESCO des­


teğiyle bir "Dünya Dijital Kütüphanesi" kurulmuş (World Digital Library www.
wdl.org). Yalnızca yedi dilde düzenlenmiş bir kütüphane bu: Arapça, Çince, Fran­
sızca, İngilizce, İspanyolca. Portekizce ve Rusça. Bakış açısı sınırlı, ağırlık tarih­
te, yine de değerli, geleceği olabilecek bir başlangıç. İlgi gerektiriyor. Ancak, be­
nim kastettiğim bu değil, sanal olanlar da dahil, genel ve soyut Dünya Kütüpha­
nesi'dir.
248 DİL MESELELERİ

dar metin kalır, tıpkı müzelerdeki eserler gibi. Eserler elbette değer­
lidir, sınırsızca bilgiye ve yoruma açıktır ama, artık kendi kendisi­
nin üstdili olamıyordur, başka dillere konu/konuk olabiliyordur an­
cak. Ölen dillerden bazılarının bilinen bir müzesi bile yoktur, en
azından şimdilik:, teknolojilerin yetersizliği nedeniyle.
Belki teselli olabiliriz: Bilimsel teknolojik devrim ataların "söz
uçar yazı kalır" sözünü de eskitti. Çoktandır, seslerimiz de kayda
geçiyor. Ve "dil" sözcüğü habire yeni anlamlar kazanırken, kütüp­
haneler büyüyor. Metinler bir yandan elim elim elenirken, bir yan­
dan da, yalnızca edebiyat ve diğer sözel sanatlarda değil, hatta on­
lardan da çok, bilimin sayısız dalları ve felsefe gibi daha çevrilebilir
alanlarda, dünya insanlarının onsuz edemeyeceği ortak kütüphane­
(ler) gelişiyor.
Hiçbir dili kütüphanesinin ve konuşan bireylerinin dışında, yal­
nızca "kap" olaralc düşünemeyiz. Hiçbir dil, kabından ya da dilbi­
limin verdiği adla "anlatım düzlemi"nden ibaret değil. "Anlatım
düzlemi" kavrarnı, kullanışlı bir soyutlamadan ibaret. Dilbilim her
ne kadar uzun yıllar bu düzlemi konu edinegeldiyse de, 20. yüzyıl­
da diğer boyutlar da bir bir kendini dayatarak yeni disiplinler halin­
de ortaya konuldu: Toplumdilbilim, sesbilim, anlambilim, çeviribi­
lim, metindilbilirn, söylem çözümlemesi, kökenbilim, edimbilim,
sözlükbilim, ruhdilbilim, göstergebilim vb.
Her birimiz zaman zaman kendi bireysel kütüphanemizi yokla­
rız. Bazen sevinir bazen fena halde yüksünürüz. Karşımızdaki bi­
rilerinin kütüphanesi konusunda da böyledir halimiz.
Dilimizin kütiipbanesi ne durumda? Hangi dillerin hangi kütüp­
hanelerine ihtiyacımız var?
Bu soru her dil için bir uğrakta kaçınılmaz hale gelir. Her dil,
kendi kütüphanesi ile Dünya Kütüphanesi arasında karşılaştırmalar
yapmak, bağlar kurmak zorundadır. Sağa bakar, sola bakar, önüne
arkasına bakar. Bazen gaiplerden inanılmaz bir ses duyar.
Kaynakça

Abrevaya, Elda (2013) Kadınlığın Uzun ve Dolambaçlı Yolu, İstanbul: Bağ-


lam.
Ağaoğlu, Adalet (1985) Göç Temizliği, İstanbul: Remzi.
- (2007) Damla Damla Günler 111, İstanbul: İş Bankası Kültür.
Akatlı, Füsun (1980) Yaz Başına Neler Gelir, İstanbul: Ada.
- (1989) Felsefe Kıyılarında, İstanbul: Afa.
AKDTYK.TDK (2000) "Avrupa'da Yaşayan Türk Çoculclannın Ana Dili So­
runları Toplanbsı", Ankara.
Aksan, Doğan (2007) Türkçenin Bağımsızlık Savaşımı, Ankara: Bilgi.
Alpay, Necmiye (2000) Türkçe Sorunları Kılavuzu, İstanbul: Metis.
(2004a) Dilimiz, Dillerimiz: Uygulama Üzerine Yazılar, İstanbul: Metis.
- (2004b) Radikal Kitap, 26. 1 1 .2004. Bu yazıya intemetten ulaşılabiliyor:
www.radilcal.eom.tr/kitap/dil-meseleleri-856340/
Altun, Selçuk (1990) Ku(r)şun Lezzeti, İstanbul: Sel.
Arslan ÖÇal, Kübra (20 1 1 ) "Dişil Dil ve Eko-Feminist Bağlamda Latife Te­
kin ve Muinar", Ankara: Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Kadın Çalışmaları Ana Bilim Dalı.
Atbaşoğlu, Cem (2005) Ses, İstanbul: Can.
Belge, Murat (1983) "Türk Dilinde Gelişmeler", Cumhuriyet Dönemi Türkiye
Ansiklopedisi içinde, Cilt 10, İstanbul: İletişim.
- (1994) Edebiyat Üstüne Yazılar, İstanbul: YKY.
- (2001) '"Yol Türküleri' ile 'Han Duvarları' ", Birikim, Eylül.
Chomsky, Noam (2002) Dil ve Sorumluluk, çev. Hüsnü Özasya, İstanbul:
Ekin Yay.
Çandar, Tfiba (2007) Murat Belge: Bir Hayat, İstanbul: Doğan Kitap.
Çotuksöken, Yusuf (1991) Türkçe'de Ekler, Kökler, Gövdeler, İstanbul: Cem.
Dikmen, Selahattin (1990) Türkçenin Yeterince Doğru ve Güzel Konuşulma-
dığı Yöreler İçin Sınıf Öğretmeni Rehberi, Ankara: Öğreblıen Kitapları.
Direk, Zeynep (2005) Başkalık Deneyimi, İstanbul: YKY.
- (haz., 2007) Cinsiyetli Olmak: Sosyal Bilimlere Feminist Bakışlar, İstan­
bul: YKY.
250 DİL MESELELERİ

Duhın, Dieter (2009) Kapitalizmde Korku, çev. Sargut Şölçün, İstanbul: Kır­
mızı.
Ercilasun, Ahmet 8. (2000), Avrupa'da YO§ayan Türk Çocuklarının Ana Dili
Sorunları Toplantısı, Ankara: AKDTYKTDK Yay.
Ergenç, İclal (1995) Konuşma Dili ve Türkçenin Söyleyiş Sözlüğü, İstanbul:
Simurg.
Gazi, Mustafa (2006) Diyarbakır Türkçesi: Melmeketten �lesine Yansımalar,
İstanbul: Do.
Güçlü, Nazmiye (2004) araba aldım kadın oldum, İstanbul: Nokta.
Gürbilek, Nurdan (1986) Vitrinde Yaşamak: 1980'/erin Kültürel İklimi, İstan-
bul: Metis.
- (1995) Yer Değiştiren Gölge, İstanbul: Metis.
Güzel, Doğan (1997) Qırıq, Diyarbakır: Avesta.
Hatiboğlu, Vecihe (197 1) İkileme, Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi.
Heboyan, Esther (2007) İstanbul Yolcuları, çev. Sosi Dolanoğlu, İstanbul:
Aras.
İmer, Kamile, Ahmet Kocaman, A. Sumru Özsoy (20 1 1), Dilbilim Sözlüğü,
İstanbul: Boğaziçi Üni. Yay.
İplikçi, Müge (2013) Söyleşi: Gülenay Börekçi, www.haberturk. com/yazar­
lar/gulenay-borekci/901461-muge-iplikciden-mutluluk-kitabi.
İzgören, Ahmet Şerif (2004), Avcunuzdaki Kelebek, Ankara: Elma.
Kasar, Sündüz Öztürk (1995) "Hedef Kitle Olarak Çocukları Alan Yazılı Ba­
sında Dil Kullanımı", Kitle İletişim Araçlarında Dil Kullanımı içinde,
Ankara: Dil Derneği Yay.
Kaya, Hasan (2005) Kürt Öykü Antolojisi, İstanbul: Evrensel Basım Yayın.
Koç, Nurettin (1990) Yeni Dilbilgisi, İstanbul: İnkılap Kitabevi.
Koçak, Orhan (1995) İmgenin Halleri: Mithat Şen'in Resmine Doğru Üç De­
neme, İstanbul: Metis.
- (2009) "Dağlarca ve 'Etkiler' Sorunu", Fazıl Hüsnü Dağlarca içinde,
Kültür Bakanlığı Yay.
Korkmaz, Zeynep (2003) Türkiye Türkçesi Grameri: Şekil Bilgisi, Ankara:
Türk Dil Kurumu Yayınlan.
Köksal, Aydın (2003) Dil ile Ekin, İstanbul: Toroslu Kitaplığı.
Lewis, Geoffrey (2004) Trajik Başarı: Türk Dil Reformu, çev. Mehınet Fatih
Uslu, İstanbul: Gelenek.
Mağden, Perihan (2002) İki Genç Kızın Romanı, İstanbul: Everest.
- (2007) Biz Kimden Kaçıyorduk Anne, İstanbul: Can.
Margosyan, Mıgırdiç (1992) Gdvur Mahallesi, İstanbul: Aras.
(1995) Söyle Margos Nerelisin?, İstanbul: Aras.
(1998) Biletimiz İstanbu/'a Kesildi, İstanbul: Aras.
(2006) Tespih Taneleri, İstanbul : Aras.
KAYNAKÇA 25 1

Mehmet Rifl!t (1993) "İstemek ve Korkmak", Kuram Kitap 2, İstanbul: Kur.


- (2004) Eleştirel Bakış Açıları, İstanbul: Dünya Kitapları.
- (2007) Homo Semioticus ve Genel Göstergebilim Sorunları, İstanbul:
YKY.
Memet Fuat (2001) Dil Üstüne, İstanbul: Adam, s. 73-80.
Menz, Asttid ve Christoph Schroeder (haz., 2006) Türkiye'de Dil Tartışma­
ları, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yay.
Öğüt, Hande (20 1 l ) "Feminist iyilik meleği Maeve Binchy ve feminizmin
içinin boşaltılması", 14 Mayıs 201 l , kritisyen.blogspot.com.tr/201 l/05/
tek-boyutlu-kadinin-yukselisi.html (Erişim tarihi: l O. l .20 l 8).
Özbudun, Sibel (1997) Ayinden Törene: Siyasal İktidarın Kurulma ve Kurum-
sallaşma Sürecinde Törenlerin İşlevleri, İstanbul: Anahtar Kitaplar.
Özgüven, Fatih (2006) Bir Şey Oldu, İstanbul: Metis.
Pamuk, Orhan (1990) Kara Kitap, İstanbul: Can.
- (1994) Yeni Hayat, İstanbul: İletişim.
- (1998) Benim Adım Kırmızı, İstanbul: İletişim.
- (2003) İstanbul: Hatıralar ve Şehir, İstanbul: YKY.
Parla, Jale (1990) Babalar ve Oğullar: Tanzimat Romanının Epistemolojik Te­
melleri, İstanbul: İletişim.
- (2000) Don Kişot'tan Bugüne Roman, İstanbul: İletişim.
Sadoğlu, Hüseyin (2003) Türkiye'de Ulusçuluk ve Dil Politikaları, İstanbul:
İstanbul Bilgi Üniversitesi.
Samancı, Suzan (2004) Korkunun Irmağında, İstanbul: Metis.
Sezgin, Dinçer (2005) Kaveko, İstanbul: Papirüs.
Sofuoğlu, Ebubekir (20 17) birizblog.wordpress.com/2017/03/05/dilde-tasvi-
ye-ile-ozturkcedegil-ingilizce-yerlesmektedir/ (Erişim tarihi: 6. 1 2.2017).
Soysal, Ahmet (2006) Eşsiz Olana Yakınlık, İstanbul: Kanat Kitap.
Tekin, Talat ve Mehmet Ölmez (1999) Türk Dilleri, İstanbul: Simurg.
Tezcan, Nuran (1983) "Yükseköğretimde Anadili Öğretimi", Türk Dili der-
gisi, Dil Öğretim özel sayısı, Sayı 379-380, Temmuz-Ağustos, TDK ya­
yını.
Toptaş, Hasan Ali (1993) Yalnızlıklar, İstanbul: Kavram.
- (2009) Uykuların Doğusu, İstanbul: İletişim.
Ünlü, Mahir (2004) Türkçe'de İnciler İncelikler: CÖNK Gibi, İstanbul: İnkı­
lap Kitabevi.
Yücel, Tahsin (2007) Dil Devrimi ve Sonuçları, İstanbul: Can.
Dizin

- imi/işareti, bkz. dalga imi/işareti aksiyon almak, 1 5 1


1 2 Eylül 1980, 2 1 , 48, 214 Aktan, Gündüz, 35
301. madde, 50-5 1 Aktürk, Sait, 98
alfabe, 24-27, 1 16- 18, 1 3 1 -34, 172-73
A., Osman Hakan, 8 1 algı, 1 37-38
A . , Utku, 1 3 Algın, Adnan, 13
Abacı, Tahir, 54-56, 76 Allcaya, Orhan, 16
ABD, 32, 35-36, 53, 62, 63, 95, 152, Almanya, 47, 1 13, 191, 237, 240
191, 2 1 1, 234, 247 Altun, Selçuk, 69, 70
acknowledge, 165 "ama" bağlacı, 2 1 3
açılım, 1 5 1 Amado, Jorge, 210
ad tamlaması, 78, 108 Ana Oğuzca, 236
ad/başlık, 72 Ana Türkçe, 236
adalet, 43, 88, l 28 anadil/anadili, 141, 165, 226-3 1,
adıl, 29, 68, 1 1 0 235-37
"adına", 1 00 anadilinde eğitim, 23 1 -39
Ağa, Kenan, 86-87 anakronizm, 1 74
Ağaoğlu, Adalet, 192-94 anayasa/Anayasa, 104
ağız, 17, 132, 177, 1 80, 227 Andaç, Feridun, 61, 69-70
ahde vefa/ahd-i vefa, 72 Anday, Melih Cevdet, 65-66, 223
ahlak, 23, 1 28 "anlam'', 38, 66
Ahmed Arif, 33 "anti" enflasyonu, 165-66
aidiyet, 90 apaçık/göz göre göre, 73
akademi, 175-80 apostrof, 108-9
Ak.aş, Cem, 13 araçsallaştırıcı, 1 86-87
Akatlı, Füsun, 223-25 Arapça, 1 2, 22-24, 26-29, 71, 73, 89,
AKDTYKTDK, 21, 44, 45, 79, 9 1-92, 91, 106, 1 24, 138, 144-45, 159, 199,
102, 1 06, 1 14, 1 1 8, 130-35, 139, 247
143, 166-67 Araplar, 63
Akın, Gülten, 204 argo, 15, 1 8- 19, 30, 1 56, 242
aklı selim/ aklıselim, 72-73 Arslan, Ahmet, 148
Aksan, Doğan, 1 80-82 Arslan Öçal, Kübra, 3 1
254 DİL MESELELERİ

asimilasyon, 23 1, 233, 237, 243 Behramoğlu, Ataol, 76, 85


"asker millet", 47, 143 Beker, Pınar, 1 3
Aslankara, M. Sadık, 79 Belge, Murat, 94, 1 13, 153, 180,
at binmek/ata binmek, 74 2 1 3-15, 2 17-18, 222
Ataç, Nurullah, 124, 178, 22 1, 237-38 Benedictus, 1 16- l 7
Ataseven, Recai, 13 Bener, Vüs'at O., 184
atasözü, 173, 195 beyt-i berceste, 174
Atay, Oğuz, 214 biçem, 15, 19, 69-70, 99, 1 54, 205,
Atbaşoğlu, Cem, 1 84 209- 10, 213-14, 220
Atilla, Mehmet, 13 biçembilim, l 84
Atlantilc, 1 5 1-52 Bindak, M. Cahit, 1 3
avro, 166 bir yana/şöyle dursun, 76
Avrupa Birliği, 24, 40 BirGün, 32-35, 103
Aydın, Mehmet, 1 1 1 -1 2 bitişken/bitişimli, 58, 60
Aygündüz, Filiz, 206-7 "bizim"in varlığı, 93
ayırıcı imler/işaretler, 120 bolluk/fazlalık, 140
Aymaz, Göksel, 161 Bonnefoy, Yves, 208
aynlıkçılık/aynmcılık, 48, 74-75 Borges, J. L., 224
aynlmak/gitmek, 152 "boşa heba etmek", 93
aynın/ayrımcılık, 75 Bouillon, Claude, 77
Azeri Türkçesi, 236 bölücülük/ ayrımcılık/ ayrılıkçılık,
azınlık, 40, 41, 53, 179, 233 76-77
Börekçi, Gülenay, 30
Badak, Aydın, 1 1 1 Brando, Marlon, 32
bağlaçlar, 57, 66-67, 84, 91, 99, Brecht, Bertolt, 146
108-9, 1 16, 1 19, 122-24, 1 26, Brendemoen, Bemt, 178
204, 220 Britanya, 22
bağlam, 38-39 "bu sebepten dolayı", 93
bağlantılı, 60 Bush, George W., 32, 34
bahane, 133, 231, 234 Butto, Benazir, 89
Balbay, Mustafa, 69 büyük harf, 78, 104-5, 1 14, 1 19-20,
Balçık, M. Berk, 178-79 1 80, 2 1 2
Banguoğlu, Tahsin, 110- 1 1
banş, 30 34-35, 47, 99
, cami/camii, 106-8
barit/ varil, l 68 carry trade, 168
barter, 168 casus belli, 152
baş başa/başabaş, 76 cco, 169
bayan kahraman, 143 Cemal, Ahmet, 16
Bayanoğlu, Selim, 13 Cengiz, Gülsüm, 232
bayi/bayii, 106-7 CEO, 169
Baykal, Deniz, 99- 100, 23 l Cevizci, Ahmet, l 59
beach, 164-65 Ceylan, Yasin, 237
Bear, Joshua, 13 Chaucer, Geoffrey, 221
beceri/yetenek/yeti, 92-93 Chomsky, Noam, 160
DİZİN 255

cilt/deri, 77 Dağlarca, Fazıl Hüsnü, 174, 207


cinayetin tÜrleri, 5 1-52 dakiklik/isabet, 1 53-54
cins adı, 105, 1 1 4, 158, 1 75 dalga imi/işareti, 129
cinsiyetçi, cinsiyetçilik, 28-29, 31, 39, dava, 82
1 20, 143 "de" bağlacı, 108-9, 1 22
CM0, 169 demagoji, 49-50, 99
Comrie, Bernard, 58 Demir, Nurettin, 255
cool, 166 Demiralp, Kaan, 13
Coşkun, Ayfer, 191 Demirtaş, Hande, 1 3
Cönk dergisi, 174 derin yapı, 54-55, 203, 2 1 1
cönk, 173-74 dernekleşme hakkı, 1 54
cumhurbaşkanı/Cumhurbaşkanı, 104 derogasyon, 146
cümle düşüklüğü, 1 22, 160 derpiş etmek, 85
destinasyon, 146
Çağbayır, Yaşar, 45, 68 deyimler, 36-39, 46, 1 23-24, 1 7 1, 190,
çağrı merkezi, 152-53 196-97, 206
Çalışlar, Oral, 84 dijital, 247
Çallı, Mustafa, 1 3 Dikmen, Selahattin, 229
Çandar, Tfiba, 2 1 3 dil değişimi, 145, 179
Çapan, Cevat, 80 Dil Derneği, 76, 102, 1 1 8, 121, 130,
çekim eki, 1 10-1 1, 1 13 166
Çelik, Ergün, 1 3 Dil Derneği'nin Yazım Kılavuzu,
Çetin, Fethiye, 191 1 1 8-34
çeviri, 26, 55-56, 63, 135, 141, dil düzeyleri, 17
144-45, 147, 151, 1 53, 1 55-61, dil düzlemi, 19
165, 207 dil yanlışı kitapları/yazarları, 137,
çeviribilim, 248 243
"çıkmak", 153 "dilde bozulma", 17-19
Çiçek, Cemil, 51 "dilin cinsiyeti", 28-3 1
çiftdilli, 230, 239 dilin statüsü, 179
çifte ettirgen, 94, 206 dilsel/dilbilimsel, 154
Çiller, Tansu, 99 dilyetisi, 56
Çingene, 36, 45, 1 3 1, 142 Dink, Hrant, 214
Çintay, Nur, 158 dinozor/ dinazor, 102
"çoğul disiplin"/çokdisiplinli, 153 dipnot imi/işareti, 1 22, 1 25
çoğul eki, 7 1 -72, 91 -92, 141-42, 2 1 8 Direk, Zeynep, 28, 3 1
çoğulculuk, 30, 230 direk/direkt/doğrudan, 77
çokdilli, 200, 230, 234, 239 disiplinlerarası, 153
Çoker, Adnan, 188 dizin)er, 1 1, 109, 222
Çolak, B., 1 3 doğal dil, 1 8, 29, 1 83, 247
Çotuksöken, Yusuf, 60, 1 10, 1 12 doğrudan aktarma, 7 1
Çölgeçen, Bilal, 147 doğrulamak, 1 1
dokunuş/üslup, 154
dolayım, 1 87, 194, 219
256 on.. MESELELERİ

doyumsuz tadı, 96 Ergenç, İclil, 88


dönüşlülük eki, 1 1 2 Ergin, Muharrem, 1 1 2
Duhrn , Dieter, 209 Erkiner, Ergin, 4 1 -42
duopoly, 163 Ermeni, 36, 44, 50-5 1, 95
duygu değeri, 67 Erm�nice, 1 17, 191, 199, 233
duygusal katsayı, 154 Erözçeli.k, Seyhan, 1 3
duymazdan/duymamazlıktan Ersen, Margarete 1 . , 13
gelmek, 79 Esad, Esma, 89
düşüle cümle, 1 22, 160 Esendal, Memduh Şevket, l 86
düzanlam, 1 24 "eski", 225
düzensiz göçmen, 1 54 espri, 174
eşitçe/aynı biçimde, 1 55
Ece Ayhan, 18, 185 eşitlik, 76
edebi dil, 220-2 1 eşya, 89
edilgen çatı, 72, 1 2 1 etik, 23
edim , 39, 90 etki/sonuç, 1 55
egemen dil, 19 ebli, 50, 8 1, 146, 227
eğile çizgi, 109-10 emik, 49-50, 77, 81, 90, 227
eğitbilim, 173, 236-37 etnisite, 48
eğitim almak/görmek, 16, 78 emonasyonalizm/emosentrizm/
eğretileme, 1 8, 36-40, 81, 97, 193-94, etnikçililc, l 46
200, 203, 206-7, 209 Euler, Leonhard, 42
eküri, 74 euro/avro, 166
eleştirel mesafe, 2 19 evrak, 89
eliptik, l 46 eylem plaru/önlem planı, 155
emlak, -ki/-kı, 121-22 Eyüpgiller, Saygın, 150
emlakçı/emlakçi, 122, 130 ezbercililc, l 5- l 7
emperyal, 23, 34, 159, 242 ezbersiz eğitim, 16
emperyalizm, 34, 35, 242
"empoze edip dayatmak", 94 facebook/Facebook, 1 14
enerji, 205, 220, 222 factoring, 169
engelli, 37, 39, 41-42 faili meçhul, 1 38
Engels, Friedrich, 161 farklılık/ görüş aynlığı, 1 55
entelektüel, l l 5, 155, 241 Farsça, 22, 24-27, 1 17, 138
entonasyon, l 46 fazlalık, 140
epistemoloji, 215, 217 Fethi Naci, 223
EQ, 1 54 Fişekçi, Turgay, 75, 94
Erbil, Leyla, 1 84 fitness center, 166
Ercilasun, Ahmet Bican, 228 fonetilc (sesçil), 25
Erdemol, Haluk, 13 forex, 169
Erdoğan. Emine, 89 Fransa, 46, 1 1 3, 191
Erdoğan, Recep Tayyip, 76, 88, Fransızca, 18, 29, 39, 46, 55-56, 58,
100, 237 80, 89, 105, 1 15, 1 45-5 1, 1 59,
Ergenç, Ahmet, l 88-89 161, 165-66, 168, 1 80, 193, 208,
DİZİN 257

236, :z44 Hitler, Adolf, 36, 39


Fuzuli, 107, 221 Humeyni, Ayetullah, 35
füzen, 1 03 hükümet, 32, 60, 156

galatımeşhur, 7 1, 73, 236 ırk, 50, 1 8 1


Gazi, Mustafa, 1 7 1 -72 ırkçılık, 30, 32, 36, 44-46, 50-5 1, 63,
geçmiş sıfatfiili, 1 1 1 77, 90, 142, 197
Gencan, Tahir Nejat, 1 1 0 ırkçılık/hak ve özgürlük talebi, 80-8 1
gerçek/gerçeklik, 140 Işık, Toprak, 32
Goethe, J. W. von, 7 1
google/Google, 1 1 4 İbranice, 1 1 7
görev /unvan, 78-79 "içi kof", 94
"görevden azletmek", 94 ideoloji, 28, 32, 46, 142-43, 173,
görmezden/ görmemezlikten 175-76, 179, 217, 239
gelmek, 79 idi/-(y)eli, 65-66
gösterge, 54-55 ikidilli/i.kidillilik, 21, 210, 229-3 1
gözaltı/göz önü/göz hapsi, 79 i.kidilli eğitim, 233-35
gözlemek/gözlemlemek, 79 "iletişim yanılsaması", 16
grand prix, 166 ilgeç, 69
guvaş, 103 İlhan, Anili, 174, 1 82, 204, 210
Güçlü, Nazmiye, 36-38 İlk Türkçe, 236
Gül, Abdullah, 5 1 ima tırnağı, 126
Güler, Hilmi, 148 İmer, Kimile, 95
Gülizar, Jülide, 60-6 1 imla işaretleri/yazım imleri, 1 19-20
günlük/gündelik, 80 "ince anlam", 174
günün sonunda, 156 infaz, 178
Gürbilek, Nurdan, 217-21 İngilizce, 22-23, 29, 55-56, 59-63, 72,
güruh, 74 83, 85-91, 103, 1 10, 1 14, 1 1 6-17,
Güzel, Doğan, 1 7 1 1 26, 133, 136, 144-70, 178, 182,
193, 242
Hacır, Gürkan, 167 inovasyon, 147
bili/yine de, 156 İnsel, Ahmet, 72, 161
Hatiboğlu, Vecihe, 62 integrist, 1 79
"hatta" bağlacı, 203-4 İnternet/İnternet, 1 1 4
Hawking, Stephen, 42 İpekyüz, Necdet, 232
Heboyan, Esther, 1 89-91, 193 İplikçi, Müge, 30
hedge fonlan, 169 ironi, 176, 194, 2 13-14
Hekimoğlu, İnci, 47 İsrail, 35-36
Hepçilingirler, Feyza, 98 istem/istenç, 8 1
Hepdurluk, Murat, 13 istihare/istiare, 8 1
Hergünlü, Tülay, 226-27 itibar, 87
Hızır, Nusret, 224-25 İzgören, Ahmet Şerif, 63
hikiye/habe� l 56
Hilfiger, Tommy, 63
258 DİL MESELELERİ

Japonya, 47 1 44-45
jargon, 18, 61 komedyen/oyuncu, 147
jet-lag, 167 Kongar, Emre, 89, 98
konsolide etmek, 147
kabiliyet, 92 kopya, 157
kabristanlık/kabristan/mezarlık, 8 1 Korat, Gürsel, 70
kaçınılmaz/vazgeçilmez, 8 1 Korkmaz, Zeynep, 1 10, 178
Kadıoğlu, Ayşe, 90 korku, 209- 10, 223, 241
Kafaoğlu-Büke, Asuman, 65 köken dil, 137
Kaflca, Franz, 2 1 O Köksal, Aydın, 237-9
Kihyaoğlu, Orhan, 85, 105 köy olmayan köyler, 104
kakışma, 21, 6 1 -62, 93, 95, 1 1 8 kriminalize etmek, 147-48
kamu/kamuoyu/kamusal alan, 82, Kuday, Neval, 13
1 57 Kumkumoğlu, Ali Kemal, 77
kapitalizm, 145, 209 "kur fiyatı", 94
Karakuş, Hidayet, 33-35 kurgu/kurmaca, 83
Karaosmanoğlu, Yakup Kadri, 85 Kurmançi, 23 1 -32
Karasu, Bilge, 1 24 kurum adlan, 1 20-23
Karay, Refık Halit, 65, 1 86 Küçük, Murat B., 13
karting, 147 Küçükoğlu, Rıza, 47-48
Kasar, Sündüz Öztürk, 92 küfür, 36
kavim, 45, 49, 50, 8 1 , 96, 143, 146, küreselleşme, 32, 34, 95, 138
227 Kürt, 35-36, 40, 45-46, 48, 50, 53,
Kaya, Hasan, 1 86 80, 132-33, 134, 1 7 1 , 230-33, 235
kayıtdışı, 154 Kürtçe, 1 8, 45, 1 17, 1 3 1 -34, 145,
kaynaklar, 19, 30, 31, 48, 58, 63-64, 172-73, 179, 1 86, 230-33
70, 109, 1 18, 131, 1 80-8 1, 2 1 4
kelimelendinne, 157 laiklik, 42-44
Kemal Tahir, 194 Latin alfabesi, 24-26, 1 16-1 8, 133-34,
kesme imi/işareti, 104-6, 108, 1 13- 14, 173
1 20-2 1, 127, 164-65, 192, 198 Latince, 12, 1 1 1, 1 17, 144, 1 50, 152,
Kılıçdaroğlu, Kemal, 1 1 2 236, 242
kısa öykü, 85-86 Le Guin, Ursula K., 75
kısaltmalar, 129-30, 164, 169 lehçe, 27, 49, 139, 177, 227, 23 1 , 236
-kt eki, 101, 1 10- 1 1 , 1 19 Lewis, Geoffrey, l 8 l
Kilimci, Ayşe, 199 Luxemburg, Rosa, 161
kişi adı, 1 1 2, 1 27
klişeler, 97-99 Mağden, Perihan, 2 il -13
klişecilik, 30, l l 8 Mallarme, Stephane, 208
know-how, 169 Margosyan, Mıgırdiç, 190, 198-200
Kocaman. Ahmet. 95 masal dili, 57, 204
Koç, Nurettin, 66, l 10 "masum" olmak, 5 1
Koçak, Orhan, 99, 219-22 mazeret, 1 53
kod değiştirirni/kod kanştınmı, medyatizm, l 7
DİZİN 259

Mehmet Rifat, 221 -23 NTV, 164


meleke, 92 nükte, 174
Memet Fuat, 66, 67, 223-24
menkıbe, 174, 175 O. Henry, l 85
menopoz/menapoz, 102 ojf-shore, 163, 169
mensubiyet, 90, 91 Oğuzca, 236
Menteş, Murat, 38, 240 Oktay, Ahmet, 85, 220
Menz, Astrid, 176 Okumuş, Fatma, 13
mesafe, l 8, 220 "olmak", 1 59
Mesci, Ayşe Emel, 95 olmazsa olmaz/vazgeçilmez, 140
mesele, 59, 67-68 olumsuzluk eki, 66-67, 1 1 1, 220
Mete, Ömer Lütfü, 80 Onaran, Mustafa Şerif, 196-97
metin şiir/ düyazı şiir/ dizesiz şiir, 83 onaylamak, 165
meydan okuma, 157 opsiyon, 97
mısra-ı berceste, 174 Orhan Veli, 214
Milan/Milano, 83 ortak dil, l 1 7
militarizm, 47, 53, 143 ortakgörü, 1 59
Miller, Arthur, 32 ortodoks/Ortodoks, 105
millet, 226-27 ortopedik/ o rtapedik, 102
milliyetçi, 30, 74-75, 234 Osmanlıca, 12, 26-27, 58, 73, 106,
modem bilim, 43 138, 220-2 1, 242
Montaigne, Michel de, 206 otoritarizm/otoriterizm, 1 1 2
mortgage, 1 50, 169 otorite, 148
Mübarek, S uzanne, 89 oyuncu/özne/fail, 159
müdahale /müdahele, 1 12
mülkiye/Mülkiye, 84 Öğüt, Hande, 30, 209- 10
münacaat, 174-75 Ölmez, Mehmet, 236
Ömer Seyfettin, 1 85
naif, 1 88 "önceden ödenebilir", 160
Nazım Hikmet, 33, 65, 2 1 2 öncelikle/önce, 84
"ne de", 67, 1 58 "önemli değil'', 160
ne ki/ne var ki, 84 öngörmek, 85
"ne... ne ... " bağlacı, 66-67 öngörü/bilicilik/tahmin, 85
Nedim, 22 1 örgütlenme hakkı, 1 54
nefret söylemi, 30 öykü/kısa öykü, 85-86
nepotizm, 158 Öz, Erdal, l 24
neskafe, 158 Özal, Turgut, 99
Netanyahu, Benjamin, 36 Özbudun, Sibel, 20
Nietzsche, Friedrich, 109 Özdemir, Alişan, 13
nik, 158 Özdemir, Emin, 174
nokta, 1 16. 1 24-25 Özdemir, İlknur, 86
noktalama imleri/işaretleri, 1 19-20, Özden, Özge, 13
1 26 özel ad/yan özel ad, 1 14, 133
not etmek, 1 59 özel alan, 82
260 DİL MESELELERİ

özel dil, 56 röveşata, 149-50


Özel, İsmet, 241 ruhbilim, 173, 208
Özel, Sevgi, 78-79
özentili, 221 -22 saatlerin ekleri, 1 14
Özer, Cansu, 13 Sadoğlu, Hüseyin, 1 8 1
özgün, 221 -22 sağduyu, 7 3 , 159
özgürleşmek/kurtuhnak, 1 60 Sait Faik, 76
Özgüven, Fatih, 98, 1 87-89 sakat, 36-39, 41, 52, 87
Özön, Mustafa Nihat, 27 salım/salınım, 87
Özön, Nijat, 63 Samancı, Suzan, 209- l 1
Özsoy, A. Sumru, 95 sanayi/sanayii, 106-8
Öztürk, Zarife, 1 3 Sancak, Jale, l 85
"Öztürkçecilik", 1 78-79 Saraç, Tahsin, 46
Sartre, Jean Paul, 206
Pamuk, Orhan, 89, l 78, 205-7 Satılmış, Engin, 1 3
pantolon/pantalon, 102 satın almak/inandırıcı bulmak, 161
parity, 163 Saussure, Ferdinand de, 145
Parla, Jale, 188-89, 21 5- 17, 220 21
- saygı/saygınlık, 87
pastel, 103 Schroeder, Christoph, 176
payable in advance, 160 seçim sathı mahalli/seçim sath-ı
Pekkan, Ajda, 166 maili, 87
pik, 148 seküler, 43
Pir Sultan Abdal, 4445 seküritizasyon, 150
PKK, 74, 100 -sEl eki, 67-68
politika/siyaset, S6 Selçuk, İlhan, 80
popülist, 99 Sertkaya, İlhami, 232
post, 167 ses düşmesi, 63-65
pozisyon, 148-49 sesbilim, 1 33, 248
proletarya/proleterya, 1 12 sesçil (fonetik), 25
promosyon, 149 Sezgin, Dinçer, 194-98
prospektüs, 149 shorı selling, 163
psikanaliz, 19, 3 1 sıfat tamlaması, 78, 96, 107, 135
Püsküllüoğlu, Ali, 63-64 sine qua non, 140
Sirmen, Ali, l 04
raporlamak, l 60 sit/SIT, 105
rasgele/rast gele, 67 sitasyon, 1 50
reaksiyoner, 161 site-spesific, 167
realist/realite, 140 sivil itaatsizlik/kampanya, 88
realize etmek, 1 49 sivil, 84, 2 1 8, 232
renovasyon, 147, 165 siyaset, 48, 86
resmi dil, 86, 149 skorer, 1 50
reyting, 149 slaş, 1 10
rezidans, 149 Sofuoğlu, Ebubekir, 22-23
Rimbaud, Arthur, 2<l8 "sonucunu çıkarsamak", 95
DİZİN 261

soru eki, 69-7 1 Tekin, Talat, 227, 236


sorunsal, 52, 67-68 tema, 150
sosyal/toplumsal, 88 temel anlam, 124
sosyalizm, 161, 217 terim birliği, 60, 1 24
soy, 8 1 terörize etmek/olmak, 150
soydaş, 50, 9 1 tezat/tezatlı, 89
Soysal, Ahmet, 207-8 Tezcan, Nuran, 228
soyut dil, 1 85 tırnak imi/işareti, 1 24-7, 134, 192
söylem, 28-56, 87, 213-14, 2 1 8 tilde, 129
söylem/söyleyiş, 88-89 timeless, 162
sözcük yasaklan, 133, 173, 1 8 1, top 10, 163
196-97 toplantı adlan, 106
"sözde", 95-96 "toplum olmak", 1 7 1, 228
sözdizimi, 58, 61 -62, 73, 122, 1 24, toplumbilim, 40, 178
126, 141-42, 160, 178 toplumdilbilim, 95, 178, 225, 248
sözlük, 44-46 toptancı, 30-35, 40
SPA, 167 Toptaş, Hasan Ali, 1 84, 200-4
spor terimleri, 170 trend, 148
stabil, 150 Tuna, Deniz, 126
standart dil, 1 8-19, 244 Tunç, Özden, 1 3
start almak, 167 Turan, Tevfik, 1 7 8
statü planlaması, 1 8 1 "tüketici", 1 6 1
stiker, 168 Türk Dil Kurumu, 20-21, 139
Su, Ruhi, 1 1 2 Türk dilleri, 227
subprime, 170 "Türkçe dili", 96
suistimal/suiistimal, 68 Türker, Yılclınm, 53, 2 1 8
Türkeş, A. ômer, 64
Şafak, Elif, 158, 207 Türkiyeli, 142
Şaron, Ariel, 36 Türkmen, 36
Şavkay, Tuğrul, 1 8 1 Türkmence, 236
Şen, Halidun, 1 33 Türkseven, Hanife, 13
şeyler/eşya, 89 twitter/Twitter, 1 14
şive, 17, 177, 1 80
şovenizm, 142 ua/uva, 1 1 5
Uçar, Aliye, 1 3
Taner, Haldun, 65-66 ulus, 90 , 142, 179, 226-28
tann/Tann, 105-6 "ulusal çıkar", 34
Tansuğ, Avniye, 13 ulusal dil, 238-39
tarihsel yük, 175, 179 ulusalcı, 34
tasarruf ilkesi, 60-61, 64, 68, 79, 1 1 5 unvan, 78-79, 104
tek mi çift mi. 1 1 5 Uyar, Yılmaz, 13
tek tırnak imi/işareti, 127
Tekay, Mebuse, 191 ücret/fiyat, 90
tekdilcilik, 179, 228, 234-35, 243 Ünlü, Mahir, 1 73-74
262 on.. MESELELERİ

üstanlam terimi, 119-20 yan özel ad, 1 14, 175, 213


üstdil, 54-56, 177, 248 "yaşanan", 1O1
üstenci/üsttenci, 90 Yaşar Kemal, 184, 210
üstlenmek/üslenmek, 90 Yavuz, Hilmi, 100
Üstündağ, Tülay, 13 yazım imleri/işaretleri, 1 19-20
üyelik/ aidiyet/mensubiyet, 90 yazım, 92, 1 2 1
yazın/edebiyat, 92, 1 19, 1 8 1 , 1 87
vaka/vak.ıa, 91 yer adlan/yeradlan, 106, 1 l l, l 13,
van, 168 1 20-21, 1 27, 134
Vanunu, Mordechai, 36 yeradıbilim, 121
vatandaş, 50, 60, 90-91 yerel dil, 199, 22 1
vazgeçilen ekler, 60-63 Yeşilyun, Servet, 1 3
ve/veya, 91 -92 yetenek/yeti/beceri, 92-93
virgül, 1 15-16, 120, 122-23, 125-29, Yıldız, Erkan, 13
142, 196 Yıldız, Nuran, 81
vizyon, 1 5 1 Yılmaz, İhsan, 207
Yunanca, 1 l 7
Wallerstein, Immanuel, 161 Yunus Emre, 33
Wellness, 167 Yücel, Hasan Afi, 229
Woolf, Virginia, 75 Yücel, Sibel, 13
vvordpress/Wordpress, 1 14 Yücel, Su, 1 12
WQX, 132-33 Yücel, Tahsin, 1 80-82

"y" harfi ile biten isimler, 1 1 8 zaman/saat, 162


"ya da", 161-62 "zaman süresi", 97
yabancı dil, 33, 177, 179, 233, 239 zaman tutucu, 162-63
yabancı özel adlar, 1 16-1 8 . zamanlama, 174
yabancı sözcük, 15, 33, 1 27-28, 132, zamansız, 162
136, 165, 195 zayi/zayii, 1 06-8
Yahudi, 44-46, 63 Zazaca, 199, 23 1-32
"yanlış önyargı", 96 Zelal, Behlfil, 226
yapım eki / çekim eki, 1 10- 1 1 1 Zülfikar, Hamza, 1 34-43
"yardım edin" /imdat, 162

You might also like