You are on page 1of 196

ATATÜRK KÜLTÜR, DİL VE TARİH YÜKSEK KURUMU

T Ü R K T A R İ H KURUMU YAY INLARI


VII. Dizi Sayı 472
-

M AK A LELER KÜLLİYATI - I

EDEBİYAT
ARAŞTIRMALARI

PROF. DR. FUAD KÖPRÜLÜ

3. Baskı

-:/�._
TÜRKiYE CUMHURIYETl'NIN YETMIŞBEŞ YILI

TÜRK TARİH KURUMU BASIMEVI - ANKARA

1999
İ Ç İ N D E K İ L E R

Sayfa

il.
TÜRK E DEBİYATI'NIN MENŞE>i

( s. 49- 130)

Şiirin il k cem<iyyetlerde nasıl başladığı ve güzel san<atların


başka kollan ile münAsebeti (S. 4g-56). -Türkler' de ilk
şiir ve şlliler (S. 56-72). -Ayinlerde şiir (S. 72-102) .
-Kopuz (S. 102-109). -Türkler'de musıki (S. ıog-115).
- llk mevzu<lar: Lirizm {S. ı15-125).
VI İÇİNDEKİLER

[ Türk Edebiyatı'nın Menşe'i, Millt Tetebbu<lar Mecmuası,


c. ıı., nu. ıv., Eyli'ıl- Teşrinievvel, 1 33 1 /Eylfıl - Ekim, 1 9 1 5,
s. 5-78].
Vezin (S. 1 25-1 2 7) . -İlk Şiirler (S. 1 27-1 29) . -.Ayini
temsiller (S. ı 2g-30) .

[ Türk Edebiyatı Tarihi, Birinci Basım, İstanbul, ı 928, s.


9crg5].

111.
Ü Z A N
(1 3 1 - 1 44 )

Ozan kelimesinin manası (S. 1 3 1 -32) . - Bu mevzfı < üzerinde


çalışanlar (S. ı 32-34) . -Anadolu'da yazılmış Türk-Oğuz
eserlerine göre ozan kelimesinin mana ve tarihçesi (S. 1 34-
38) . - Oz�n kelimesinin Azeri- Türk sahasındaki mana
ve tarihçesi (S. ı 38-40) . -Türkmenler arasında ozan
kelimesinin mevcfıdiyyeti (S. 1 40-4 1 ) . -Ozan kelimesinin
Çagatay Edebiyatı'nda kullanılışı (S. 1 40-4 1 ) . Ozan-

kelimesinin kökü ve bu kökten türeyen kelimeler (S. 1 4 1 -42) .


Ozan kelimesinin tarihi tekamülü ve netice (S. 1 42-43) .

[Ozan, Türk Dili ve Edebiyatı Hakkında Araştırmalar, İstanbul,


Kanaat Kitabevi, 1 934, s. 273-92].

iV.
B A H ş 1
( s. 1 45 - 1 56)

1. Bahşı kelimesinin muhtelif şekilleri (S. 1 45) . -il. Bahşı keli­


mesinin etimolojisi (S. ı 45-46 ) .ili. Mana bakımından ge­
çirdiği tekamül (S. 1 46 -49) . -iV. Bahşı kelimesinin xıv.
asırdan başlayarak Müslüman-Mogol devletlerinde kul­
lanılışı (S. 14g-50) . -V. Bahşı kelimesinin xıv.-xvı. asır­
larda İran ve Orta-Asya'daki muhtelif Türk devletlerinde,
İÇİNDEKİLER VII

Hindistan'da Baburlular tarafından kullanılışı (S. 150--5 2).


VI. Bahşı kelimesinin Hazar-ötesi Türkmenleri arasında
kullanılması (S. 152). -VII. Bahşı kelimesinin Müslüman
Kırgız- Kazaklar arasında kullanılışı (S. 153-55). -VIII.
Bahşı kelimesinin Azerbaycan ve Anadolu Türkleri arasın­
daki yeri (S. 155-56).

[Bahşı, lslô.m Ansiklopedisi, cüz >- 13 , İstanbul, Maarif Mat­


baası, 1942, s. 233-38].

V.
v. - XVI. ASIRLARDA TÜRK ŞAİRLERİ
(S. 157-164)

Türkler'in halk şair ve mfısıkişinasları hakkında ilk tarihi bilgi­


ler (S. 157-59). -Türkler'in İslamiyet dairesine girmesin­
den sonra halk şairlerinin mevcudiyyeti (S. ı 60--6 ı ) .
XIII.-XV. asırlarda sazşairleri: Selçuklular' da, Mısır
Memlukleri'nde, XIV. - XVI. asırlarda Anadolu Bey­
likleri'nde ve Osmanlılar'da (S. 161-64).

[ XVI. Asır Sonuna Kadar Türk SaZŞairleri : Türk Saz.şairlerine


Ait Metinler ve Tedkikler -iV., Türkiyat Enstitüsü neşriyatı,
İstanbul, Evkaf Matbaası, 1930, s. 5-10].

VI.
SAZŞAİRLERİ : DüN VE BUGÜN
(S. 165-193)

Anadolu 'Ap/cları'mn menşe>inden xx. asrın başlarına kadar


tarihçesi (S. 165-66). -Halk kitlesinin 'Aşıklar hakkındaki
tellliisi (S. 167-68). -Münevver sınıfın 'Aşıklar hakkında
tellliisi (S. 168-70). -'Aşıklar'ın kendi haklarındaki te­
lakkileri (S. 170--72). -'Aşıklar, hangi içtima'i muhitlerde
ve nasıl yetişir (S. 173). - Şehir muhitinde 'Aşıklar (S.
VIII İÇİNDEKİLER

ı73-7 7). -Köyve aşiret çevrelerinde «Aşıklar (S. ı7 7-78) .


-<AŞık Tarzı ne demektir (S. ı78-79) . -<AŞık Tarzı 'nın
asıl Halk Edebiyatı'ndan ayrılığı ve onu terkib eden baş­
lıca unsurlar (S. ı79-82) . _<Aşık Tarzı'nda eski Halk
Edebiyatı unsurları (S. ı82-84) . - «Aşık Tarzı' nda Tekke
Edebiyatı unsurları (S. 184-87) . -<Aşık Tarzı'nda Klasik
Edebiyat unsurları (S. 1 87-90) . -Mahdud bir zümre
edebiyatı değil, muhtelif zümreler arasında müşterek bir
edebiyat mahiyyetinde olan <Aşık Tarzı (S. 19o-gı) . -<Aşık
Tarzı'nın tarihi ve bedI<i kıymeti (S. 1 9 1 -93) .

[ Türk Sazşairleri-1., Milli Kültür Yayınları, Nu. 1.,


Ankara, Güven Basımevi, 1962, s. 9-49].

VII.
TÜRK EDEBİYATl'NDA <AşıK TARZl'NIN
MENŞE > VE TEKAMÜLÜ
(S. 1 95-238)

Giriş: <Aşık Edebiyatı hakkındaki telakki (S. ı95-g6) . -<Aşık Ede­


biyatı hakkındaki telakkinin muhtelif asırlarda nasıl bir ma­
hiyyet aldığı ve bu hususta muhtelif şahsiyetlerin düşünce­
leri (S. ı96-226) . -<Aşık Edebiyatı'nın ehemmiyyeti, Zümre
edebiyatları arasındaki yeri ve tedkikinin ne bakımlardan
lüzumlu bulunduğu (S. 226-38) .

[ Türk Edebiyatı'nda <.Aşık Tarzı'nın Menşe> ve Tekamülü


Hakkında Bir Tecrübe, Millt Tetebbu<lar Mecmuası, c. ı., nu. ı.,
Mart-Nisan, 133 1 / 1 9 1 5, s. 5-46].
Ord. Prof. Dr. M. FUAD KöPRÜLÜ
il.

TÜRK EDEBİYATI'NIN MENŞE'İ 1

İ lk cemiyetlerde şiirin nasıl doğup, ne gibi safhalardan


geçtiği mes'elesi, etnografi ve sosyoloji alimleri kadar, edebiyat
tarihi üzerinde çalışanlarca da uzun uzadıya tedkike şayandır.
İ nsanlık tarihinin şimdiye kadar kaydettiği eski ve yeni muhtelif
medeni milletlerin edebiyatları ile uğraşanlar için, edebiyatın ip­
tidai kavimlerdeki şekil ve mahiyetini öğrenmek, kendi ihtisas
sahaları itibariyle fevkalade faydalı olabileceği halde, edebiyat
tarihçileri bu hususta hala garip bir muhafazakarlık göster­
mekten vaz geçmemektedirler. D u r k h e i m'in, D ini Hayatın llk
Şekilleri adlı eserindeki mühim bir mütaleasını, tedkik mevzfıu­
muz olan edebi hayata tatbik ederek diyebiliriz ki, edebi hayatın
böyle en eski ve en iptidai şekillerini tedkik lüzumunu hisset­
memiz, mevzuun garabet ve hususiyetinden değil, o türlü bir
tedkikin edebi duygunun tabiat ve mahiyetini anlatmıya her
şeyden daha çok faydalı olabileceğinden neş'et ediyor; çünkü
bu, beşeriyetin daimi ve esas bir manzarasını gözönünde yaşa­
tacak ve bu gün hala edebi vicdanımızda yaşıyan birçok husu­
siyyetlerin asıl ve menşeini oldukça aydınlatacaktır 2 •
Edebi duygunun umumi tekamülünü gösterecek bir Edeb i
iftimaiyat ilmi'nin kuruluşunu bekleyerek, şimdi burada şiirin baş­
langıf ve tekamülü hakkında etnografi, sosyoloji ve edebiyat alim­
leri tarafından ileri sürülen muhtelif nazariyelerin bir hulasa­
sını yapmakla iktifa edeceğiz; maksadımız, mücerret nazarı-

1 Muharririn, Türk Edebiyatı Tarihine Medhal adlı eserinin basılmak


üzre olan birinci cildinden alınmıştır.
1 D u r k h e i m, Les fomıes llhnentaires de la vie religieuse, s. 2.

Edebiyat Arll§tınnalan - IV.


50 TÜRK EDEBİYATl'NIN MENŞE'İ

riyeler üzerinde oynamak değil, Türk edebiyatının başlangıcını


layıkıyle aydınlatma ve izah için, edebiyatların mukayese!
tarihinden çıkan birtakım neticeleri umumi bir surette göster­
mektir ; binaenaleyh, muhtelif faraziyeler üzerinde inceden
inceye durarak, uzun tahlil ve tenkidlere girişmekten çekineceğiz.
Umumiyetle güzel san<atlar -ve pek tabii olarak onun
kısımlarından olan şiir - , menşe'leri itibariyle, din ile çok
alakadardır : Oyunlar ve güzel san<atların başlıca şekilleri dinden
doğmuş ve tizun müddet dini bir mahiyet muhafaza etmiştir.
D u r k h e im'in uzun uzadıya izah ettiği gibi, insanlığın zihni
faaliyeti yavaş yavaş dini şekillerden dini olmayan şekillere
geçerek, dini ayinler dini olmayan oyunlar mahiyetini alır
ve i<tikadları doğuran faaliyet eserleri san<atı vücude getirir.
Esasen dinin unsurları arasında, dinlendirici ve bedii unsu­
run mühim bir yeri vardır ; iptidai kavimlerde birtakım dini
temsiller mevcuttur ki, yalnız icra tarzları itibariyle değil, hatta
gayeleri itibariyle de, tiyatro eserlerini hatırlatırlar. Bunlar
fayda gayesine tamamiyle yabancı olarak, insanları, muhayye­
lelerinin daha rahat ve huzurla çalışacağı başka bir aleme nakl
için, yaşadıkları alemden uzaklaştırırlar, ona yabancı kılarlar ;
bu gibi merasim, ekseriya, , dış görünüş itibariyle de bir eğlenceye
benzer : Hazır bulunanların gülüp eğlendiği açıkça müşahade
edilebilir. İşte bunun için, böyle temsili bir mahiyeti haiz ayin­
lerle umumi eğlenceler arasında bir sınır tayini, çok müşkildir.
Sırf dini olduğu için kadınlarla yabancıların bulunmadığı
mukaddes bir yerde icra edilen ayinlerden, kadınlarla çocukların
ve yabancıların kabul edilmediği ve fakat her yerde icra edile­
bilmesi bakımından bir dereceye kadar cismani addedilebilen
yarı-dini ayinlere ve artık hiçbir dini mahiyeti kalmamış
umumi eğlencelere kadar, bütün bu içtimai gösterilerde bedii
bir hususiyet vardır : Ayni dini his ile mütehassis olan mu<tekıd­
lerin sıçradığı, döndüğü, raksettiği, bağırdığı, terennüm eylediği
görülür ki, bütün bunları bedii bir ihtiyacın ifadesi saymamak
mümkün değildir.
Esasen, dinin mahiyeti hakkında icra edilen tedkikler
açıkca meydana koymuştur ki, günlük hayatın dayanılmaz
meşakkatleri ile yorulan fikri eğlendirecek ve dinlendirecek
TÜRK EDEBİYATI 'NIN MENŞE' İ 51

oyun ve san'at gibi şeylere serbest bir saha bırakmak, dinin


asli tabiatinde mevcuttur ; san'atı, din için harici bir ziynet
değil, her ne şekil ve mahiyette ve her ne derecede olursa olsun,
bütün a.yinlerde mevcut bir zarüri unsur gibi telakki etmeli ve
her dinde mutlaka şiir olduğunu bilmeliyiz ; ma'mafih bu hususta
da ifrata düşmemeli, dini ayinlerin alel 'ade eğlencelerden iba
ret olduğu neticesini çıkarmamalıdır. Bir dini ayin, eğlenceden
ibaret bir hale geldiği ve ciddi bir vazife ifa eylemediği zaman,
artık ayin gibi telakki edilemez . Dini sembollerin ifade ettik­
leri kuvvetler, şe'ni kuvvetlerdir ; dini te'sir, alel'ade bir san'at
eserinin yapacağı te'sirden büsbütün başka bir tarz ve mahiyet­
tedir. Manevi varlığın muntazam bir surette işlemesi için ona
olan ihtiyaç, maddi hayatın devamı için gıdalara olan ihtiyaç­
tan daha kuvvetsiz değildir ; içtimai bir zümre, ancak onunla
varlığını devam ettirip kuvvetlendirebilir. İşte bundan dolayı,
bir ayini, alel'ade bir oyundan ayırabiliriz. Yalnız, ayinlerde
şe'ni olmayan ve tahayyüle ait unsur kısmı esası teşkil etmese
bile, herhalde, ifa ettiği rol itibariyle büsbütün de müsamahaya
layık değildir. Dini vazifesini yapan bir i'tikad sahibi, kendisini
manevi bir huzur içinde bularak, yalnız o yüksek kuvvet kay­
nağından aldığı şevk ve hararetle değil, ayni zamanda daha az
faydalı ve daha rahat bir hayat geçirmek ihtiyacı ile kudsi olma­
yan bir hayata atılır ki, bu da dinin huslısi cazibelerinden birini
teşkil eder. Herhangibir ehemmiyet derecesinde olursa olsun,
dini merasimlerin tabiatiyle bayram fikrini vermesi ve bayram' -

lann - başlangıç itibariyle nekadar ruhani olursa olsun - bir


dini ayin mahiyeti alması işte bundan dolayıdır ; çünkü bayram,
fertleri biribirine yaklaştırmak, kitleleri harekete getirmek
slıretiyle içtimai bir heyecan, hatta hazan bir cezbe meydana
getirmeğe muvaffak olur ki, bununla dini h al arasında bir
bağlılık görmemek mümkün değildir. Bütün bu hallerde, insan,
meşgwiyetlerinden kurtulmuş ve daimi düşüncelerinden uzak
olarak, her zamanki benliğinden sıyrılır ve kitlelerde daima ayni
tezahürler görülür : Bağırmalar, terennümler, müsıki, şiddetli
hareketler, rakslar, asabı uyandıracak münebbihler aranılma­
sı .. • Bu gibi umumi şenliklerde ekseriya mübalegalar, ifratlar,
her zamanki kayıtları kıran ve onların üstüne çıkan taşkınlık-
TÜRK EDEBİYATl'NIN MENŞE'İ

lar da olur ki, bu hal, dini ayinlerde de ayni suretle göze çar­
par. İşte biz, güzel san<atların başlangıcını, bedii hissin doğup
gelişmesini ve pek tabii olarak şiirin ilk şeklini, içtimai hayatın
bu tezahürlerinde görüyoruz 3•

Güzel san<atların başlangıcı hakkında tedkiklerde bulunan


içtimaiyat alimleriyle, bedit hissin meydana gelişini ve tekamülünü
arıyan ruhiyat mütehassısları, musıkinin, raksın, şiirin dini
bir menşe>den çıkarak uzun müddet dini bir mahiyet sakladık­
larını iddiada birlerşirler. Prof. R i b o t, beşeriyette bedii his­
sin ilk doğuşunu tedkik ederken, kat<iyen iddia ediyor ki,
bu hissin ilk tezahürü olan raks, şiir ile musıkinin ilk tohum­
larını taşır ; şiir. rakstan ayrıldıktan sonra daha uzun müddet
musıki ile bağlılığını muhafaza eder ve mutlaka bir beste ile,
yahut bir musıki aletinin refakati ile terennüm olunur. Bu de­
virdeki şiirler, falan veya falan şahsın değil, bütün o kabilenin,
veya semiyenin müşterek malıdır ; fakat, içtimai işbölümü ya­
vaş yavaş te'sirlerini göstermeye başlayınca, mugannt - şair züm­
releri teşekküle başlar ki umumi medeniyet tarihinde gördü­
ğümüz aede'ler, ropsode 'lar, jongleur'ler, mhıestrel'ler işte bu
zümrelerdir 4•
Başlagıcında efsanevt bir raksın tamamlayıcı parçalarını
teşkil eden terennümler, onları irticalen söyleyen geniş muhay­
yeleli nesillerle beraber, mazinin karanlık girdaplarına karıştı ;
yalnız, onlar arasında umumi birşey ifade eden bazıları, az-çok
değişikliğe uğramakla beraber, canlı kalmıştı. Zamanın te'siri
kelimelerden birtakımının manasını gizlemiş, fakat o meçhul
şeyi, o muammayı büsbütün yok edemem.işti. Bestenin te'sirli
ahengi sayesinde o meçhulün ifade ettiği his hala anlaşılıyor,
fakat bu esrarlı karanlık altında garip, ilahi, yüksek bir mahiyet
alıyordu. Veda 'larda, Zend Avesta 'da, Roma liturjileri'nde meç­
hulün bu sihirli nüfüzuna epeyi tesadüf edilebilir. Edebiyat
tarihlerinin ve bilhassa medeniyet tarihinin tedkikleri isbat
etmiştir ki efsanevt şarkılar önceleri sihirbazca bir mahiyeti
haiz oldukları halde, bu dini his yavaş yavaş yükselmiştir.

1 D u r k h e i m, Les formes llhnentaires de la vie religieuse, s. 529-48.


• Ribot, La psychologie des sentiments, s. 342.
TÜRK EDEBİYATl'NIN MENŞE'İ 53

Hulasa, edebi tekamül, dini mevzulardan dini olmayan mev­


zUlara doğru bir cereyan takibeder 5•

Kurulmuş bir içtimai şekle, muayyen sınırı haiz bir medeni­


yete malik olan eski kavimlerde : Mısırlılar' da, Hintliler' de,
Yunanlılar' da, Asuriler' de, Geldaniler' de şiir ve musıkinin
evvela nasıl bir dini mahiyette olduğu artık layıkiyle anlaşıl­
mıştır. Herbert S p e n c e r' e göre ilk cemiyetlerde şiir, ölen
ve öldüğü için ma<butlar sırasına dahil edilen eski ve yeni reisle­
rin vasıflarının medhi ile başlıyor. Mesela Mısır hükümdarların­
dan Birinci Seti ve İkinci Ramses hakkında rahipler tarafından
kasideler okunmuştu ; kezalik, xvm. sülale zamanında şiir
tamamiyle dini bir ayin halini almıştı : Fir'avn'un Ehramının
Peygamberi adını alan bir hususi me'mur mevcut idi ki, bunun
vazifesi, ölen hükümdarın hatıralarını ve hükümdarın allah­
laştırılan timsaline sürekli bir hatıra te'mini idi. Ayni hali
eski Yunan'da da görüyoruz : Homere'den evvel gelen Yunan
şairleri, an<aneye bağlı kalınarak, Mı1sıktşinas - rahip - hekim - pey­
gamber sıfatlarını da haiz bulunuyorlardı ; onların vücude getir­
dikleri şiirler tamamiyle dini idi. H o m e r e ve H e s i o d e, uzun
bir devrenin sona erdiğini gösterirler. Onlardan önce ralıip - şair,
elindeki dört telli rübabı ile ma <budu tebcil ederken, sonraları
bu mfısıkişinasların yerini rapsode'lar, başları taçlarla süslü oldu­
ğu halde destanları rübabsız okuyan adamlar almıştı ; şiir bir
ilahi halinden çıkmış, muharebeler, sergüzeştler şiire mevzu
olmıya başlamıştı. Daha yeni zamanlara doğru gelecek olursak,
bu hali belki daha açık olarak görebiliriz ; İskandinavya'da ilk
şairlar ayni zamanda tabib idiler ; hastalıkların, kendilerine
mahsus nağmelerin . terennümiyle yok edilebileceği inancı
tamamıyle yerleşmişti. Tabiblikten başka, şiirleriyle ölülerin
hatırasını yaşatma vazifesini de gören şimal şairleri, yavaş yavaş
bulundukları içtimai topluluğun mühim ve zarilri bir uzvu
haline giriyorlardı ; en ufak bir reisin maiyyetinde bile
birçok şairler mevcut idi.Yunanlılar'da olduğu gibi Seltler'de de
rahip - şairler vardı. Büyük bir ihtimale göre, bunların vazifesi
eski Yunanistan'daki ayni san<at mensuplarının vazifesine

' Cornej o, Sociologie glnbale, c. n., s. 28o.


54 TÜRK EDEBİYATI'NIN MENŞE'İ

benziyordu. S t r a b o n , L u c i a nu s gibi eski müelliflerin ifadesine


nazaran, ilahiler tanzim eden destancılar şair ve musıkişinas­
tılar ; terennüm ettikleri şeylerin beste ve güftesini kendileri
tertib ederlerdi. Esasen ltahf (hymne) kelimesinin kullanılışın­
dan da anlaşılır ki, Selt rahip - şairler'inin terennümleri, birçok
bakımdan kutsi bir mahiyeti haizdi ; Avrupa'da Paganizm yerine
Hıristiyanlık yer aldığı zaman, ayni hal yine devam etti : Avrupa
tekamül tarihinin herhangi sahifesi tedkik edilirse edilsin, Menes­
trel denilen o devir şairlerinin halk indinde bir kutsi mahiyeti
haiz gibi telakki olunduğu, hatta onlara mahsus elbisenin bile
dini elbise şekil ve hey' etini muhafaza ettiği · görülür. O devrin
en meşhur Troubadour'ları, hemen tamamıyle, hayata kiliselerde
göz yumuyorlardı; ma<mafih, Hıristiyanlık'ın te'siri yavaş yavaş
kendini gösterdi : Ölen ve tanrılaştırılan reislerin hatıraları
terennüm edilemediğinden, şairler, yalnız bir reisi, hükümdarı
öğmekle meşgul olmağa başladılar. Artık rahip ve şair ayrılmıştı.
Rahipler, ma<betlerde, salib önünde yeni bir uluhiyeti tebcil ve
sırf onun ilahilerini terennüm ederken, artık ruhani bir sıfatları
kalmıyan şairler de hükümdarlara kasideler okuyor ve takdir
ediliyorlardı ; Fatih Guillaume muharebeye gittiği zaman,
maiyyeti erkanı arasında mutlaka şairler de bulunduruyordu 6•
Tekamül hakkındaki görüşünü isbat için medenf olmayan
kavimlerin dinini ecdada tapma'dan ibaret sayan 7 İngiliz filo­
zofunun bu yukarıkı mütaleaları nazariye itibariyle nekadar
tenkidlere maruz kalırsa kalsın, kaydettiği vak<alar itibariyle,
dikkate değer ; biz, ayni hali Arap edebiyatının başlangıcında
da görüyoruz : İlk Arap şairleri kabile içinde ruhani bir vazifeyi
haiz bulunuyorlardı ; onların tanzim ettikleri hica'lara adeta
kutsi bir mahiyet atfediliyor, o hica'larla kabileye birtakım iyilik­
ler te'min edileceği, veya düşman kabilelerin yapmak istedik­
leri fenalıklara o şiirin sihirli te'siri ile engel olunacağı zannolunu­
yordu. Bu suretle, herhangi kabile şairinin hicô.'sı, o kabile
fertleri arasında derhal ağızdan ağıza yayılıyor ve ona karşı,
düşman kabilenin şairi de karşılık hica'Iar tanzimine mecbur olu-

• S p c ncer, Principes de Sociologit, c. v., bölüm ıv.

7 Ribot, La psyclwlogie des sentiments, s. 320.


TÜRK EDEBİYA Tl'NIN MENŞE ' İ 55

yordu. Esasen, umumi i'tikada göre, eski Arap şairleri ilham


kaynaklarını dn'lerderi alırlardı ; her kabllenin Rabb-i hass'ı
olan cin, şaire, düşman kabileler aleyhinde hica'lar söylemesi
için ilhamlarda bu1unur ve o hica'mn muhtelif çadırlarda tekrarı
düşmana felaket verirdi ; şair sihir ile alakalı bütün işleri bilir
ve cin tarafından mülhem olur bir gaibten haber veren demekti :
Kabilenin bir yerden başka yere göçeceği zaman ve mekanı,
düşmanlarla muharebe edilip edilmemesini şair tayin eder , mü­
cadelenin sonunda şaire verilen ganimet hissesi, en büyük kah­
ramanlara verilen hisseden aşağı olmazdı ; çünkü o da düşman­
lara karşı çarpışan bir kahraman, şiir silahıyle onları korkutan
bir sihirbazdı : BUdiği sihir sayesinde kır ve çöllerin en zararlı, en
korkunç cinlerini onların üzerine saldırırdı 8• İşte, bütün bu
tafsilat gösteriyor ki, Araplar'ın eski içtimai teşkilatında şairin
ve şiirin büyük bir yeri vardır ; onlara, bilici, tanıyıcı manasına
gelen şair kelimesinin izafesi bile, içtimai topluluktaki dini
mevkı<lerini göstermek itibariyle pek manalıdır 9• Müsteşrık

8 H u a r t, La littlrature Arahe. s. 7-8.


11 Şiir kelimesi hakkında M ü t e r c i m A s ı m şu malumatı veriyor : " . . . .

Bir nesneyi hoşca fehmedip zeka ve zihin ve fetanetle mezaya ve dakikasına


varıp iyice idrak eylemek manasınadır ki ilimden ehass olur, bundan tanımak
ile tabir olunur. Basair'de müellifin beyanına göre asıl şiir şın'ın fethiyle
kil'a mevzu•dur, andan dikkat veçhile olan ilim manası ahz ve tasarruf ve
nice meani teferru' kılındı. tnteha ı:r- .J � ':>\.Al .J U� ı..>.r-! � � ;; .w .J ıı
<< ..:..ı �
� ı,; 1 C:- l.. �� yani, "n'olaydı filanın ne yaptığını bileydim''
(KtimUs Tercemesi, Bulak basması, c. ı ., s. 9 1 5) . Şiir kelimesi hakkında
Lisanü'[.«Arah'ın Kistl' f ve Sibeveyh'den naklen verdiği malumat da ta­
mamıyle Kt.imus'daki bilgiyi kuvvetlendirmektedir (Lisanü'[.< Arab,c. 11., s. 77) :
C:- l,.( � .J T .,,..- ı- � .::-:) ı,;1 �')\İ e:- t... ı.S � 4 �.ı� I j .J ll
.
(( ··· �':>lS" j J':.!S � .J � I .j.l;j
Eski Arap hayatında şairin ne büyük bir mevki«i olduğunu C l r c l
Z e y d a n d a anlatıyor : "Zaman-ı cahiliyyet'te şuara ırz hamileri, vekayi' ve
asar hafızları, malumat nakilleri idiler. Bel!ti Araplar kendilerinden büyük
bir şair yetişmesini, büyük bir kumandanın yetişmesine tercih ederlerdi.
Bu cihetle bir kabilede bir şair yetiştikçe, sair kabail, o kabilenin nezdine
gelerek beyan-ı tehoiyyet ederler ve düğünlerde yapıldığı gibi yemekler
pişirilerek ve kadınlar toplanıp ud çalarak izhar-ı şadmani olunurdu ; bü­
yükler küçükler yekdiğerini tebrik ederlerdi ; çünkü öyle bir şaire malikiyetin,
ırzlarını sAir şuaranın hücfunundan himayeye, neseb ve hascblerini viki-
TÜRK EDEBİYATl'NIN MENŞE'İ

B r o c k e l m a n n da Arap edebiyatının ilk safhalarından bahse­


derken, şairlerin hica'ları ile, ekseriya kadınlar tarafından
ölülerin hatırasını yaşatmak için okunan mersrye'lere büyük bir
yer ayırıyor ve bütün ilk şiirlerin mfısıki •inceliği ile okun­
duğunu söylüyor ı o.
Türkler'le ırk yakınlıkları olan Finovalar'ın en eski edebi­
biyatını tedkik edecek olursak, onlarda da hemen ayni hali
görürüz : Şifahi milli edebiyat uzun müddet din ve sihir ile
şiddetle alakalıdır. Runoja denilen halk şairleri, tietoejoe denilen
bakıcı yani sahirler, satuniekka namındaki hikayeciler, umumi
şarkılar, büyü tekerlemeleri, milli hikayelerle edebiyatı yaşa­
tıyorlar ve vücfıde getirdikleri eserler tabii dinz - sihirkarane bir
mahiyeti haiz bulunuyordu ; halbuki, içtimai işbölümünün daha
ibtidai safhalarında, bu üç vazifeyi de ayni adam görüyor, yani
şair ayni zamanda rahip - büyücü - hikayeci, v.b. gibi birtakım
vasıfları kendinde topluyordu. İçtimai işbölümü derecesinin
yükselmesiyle şair, bakıcı ve hikayeci ayrıldığı zaman bile,
eski devirlerin devamı ve kalıntısı olarak, hepsi de dini bir
mahiyet almış ve yaptıkları işler henüz kat<i surette ayrılmamıştı.
Katolikliğin Finlandiya'ya girmesinden sonra bunların içtimai
vazifelerinde hiçbir değişiklik olmadı; yalnız, esatiri mevzulardan
birkısmı Katoliklik rengi aldığı gibi, o milli mevzuların yanın­
da ayrıca yeni dinin getirdiği birtakım yeni mevzular da -fakat
eski şekiller altında- meydana çıktı 11•

TüRKLER'DE İLK ŞiiRLER VE ŞAiRLER

İptidai cemiyetlerde ve muhtelif milletlerde şiirin başlangıcı


ve ilk şekilleri hakkında verdiğimiz şu kısa ve umumi malumatı

yeye, kabileye ait ahval ve vekayi'i tahlide ve namlarını i'laya hizmet ede­
ceğine kani' idiler,, (Medeniyet-i lslamiyye Tarihi tercemesi, c. m., s. 49-50) .
ı o B r o c k e l m a nn, Encyclopidie de l' lslam, s. 4og- ı o. Ma'mafih B r o c­
k e l m a n n da, C l. H u a r t gibi, eski Arap şiirlerinin din i - sihirbtiztine vaz<ı­
yetini, Arap edebiyatının dini başlangıcını, içtimaiyat bakımından açık ve
kat<i olarak gösteremiyor ve edebi nevi<}erden hangisinin önce, hangilerinin
daha sonraya ait olduğunu, şiirin mUsıki ve raks ile münasebet derecesini
vazıh ve terkibi bir surette meydana koyamıyor.
ıı B e a u v o i s, La Grande Encyclopidie, c. xvıı., s. 507.
TÜRK EDEBİY ATl'NIN M�NŞE'İ 57

gözönünde bulundurarak, o esaslar dairesinde Türk edebiyatının


ilk şekli hakkında -elde mevcut vesikalar nisbetinde- tedkik­
lerde bulunabiliriz. Türkler gibi, tarihin kaydedemiyeceği
kadar eski zamanlardanberi millet hayatı yaşamış, muhtelif
medeniyet dairelerine girmiş, lisanını yazmış bir kavmin en eski
edebiyatı hakkında, edebiyatların mukayese·i tarihinden çıkan
umumi esaslara ve pek az bulunan bazı vesikalara dayanarak
tertibettiğimiz ve kitabımızın bu kısmını tamamen açıkca izah
ve müdafaasına ayırdığımız nazariye, Türk edebiyatının ilk
şekillerini oldukça aydınlatmakta ve iza� etmektedir_. Türkler
arasında daha yazı yayılmadan mevcut bulunan milli-sözlü
edebiyat, lisanın ilk teşekkülündenberi canlı bulunduğu gibi,
yazının yayılmasıdan sonra da tabiatiyle devam etmiş ve Türkler
muhtelif medeniyet dairelerine girdikleri zaman yine kuvvetle
yaşayıp durmuştur. Aşağıda izah edeceğimiz gibi, Türkler
üzerinde en kuvvetli te'sir göstermiş olan İ slamiyet'in kabul
ve yerleşmesinden a51rlarca �onra bile, putperestlik zama­
nından kalma eski edebi şekillere, veya eski mevzuların İslami
bir renk almış tarzına tesadüf olunabilir ; binaenaleyh, edebi­
yatımızın ilk şekillerini anlattıktan sonra, hayat şartlarının çok
değişmiş olduğu sonraki devirlerde eski şekillerin ne gibi değiş­
melere uğradığını, yani, mur..telif devirlerdeki edebi mües­
seselerimizin geçmişteki köklerini göstereceğiz.
En eski Türk şairleri - Tonguzlar'ın Şaman, Mogol ve Bor­
yatlar'ın Bo veya Bugue, Yakutlar'ın Oyun (Ouioun) , Altay Türk­
leri'nin Kam, Samoitler'in Tadibei, Finovalar'ın Tietoejoe, yani
bakıcı, Kırgızlar'ın Baksı - Bakşı, Oğuzlar'ın Ozan dedikleri­
sahir - şair'lerdir 12• Sihirbazlık, rakkas/ık, mtlsıkişinaslık, hekimlik gibi

u Bu Büyücü-şair'ler hakkında xıx. asır etnograflarının verdikleri ma­

lumat, onların asırlarca evvelki hal ve mevkı<lerini dahi pek ala aydınlatır ve
izah edebilir; çünkü, asırların geçmesine rağmen, mesela Kırgızlar'ın, Altay­
lılar'ın içtimai hayatları hissolunur derecede değişmemiştir ; binaenaleyh
biz, bütün alimlerin kıymet verip kabul ettikleri usule tabi< olarak ve tarihi
vesikaları da tamamiyle gözönüne alarak, bugünkü müşahadelerden maziyi
canlandırmağa çalıştık. Prof. R a d lo ff, Türkler'in eski i'tikatlarını bu usul
ile tedkik etmiştir. V a m b e ry'nin aşağıdaki mütaleası da bu görüş tarzımızı
kuvvetlendiriyor : "Orta-Asya'daki Türk kabileleri, bugün bile, atalarının
eski Avrupa tarihlerinde yazılıp kalmış hayatlarını sürmektedirler. Onların
58 TÜRK EDEBİYATl'NIN MENŞE'İ

birçok vasıfları kendilerinde toplayan bu adamların, halk arasın­


da büyük bir yer ve ehemmiyetleleri vardı. Muhtelif zaman ve
mekanlarda bunlara verilen ehemmiyet derecesi, kıyafetleri, kul­
landıkları musıki aletleri, yaptıkları işlerin şekli tabii değişiyor ;
fakat semadaki ma <butlara kurban sunmak, ölünün ruhunu yerin
dibine göndermek, fenalıklar, hastalıklar ve ölümler gibi fena
cinler tarafından gelen işleri önlemek, hastaları tedavi ey­
lemek, bazı ölülerin ruhlarını semaya yollamak, hatıralarını
yaşatmak gibi muhtelif vazifeler hep ona aitti. Bütün bu muhtelif
işler için tabii muhtelif ayinler vardı : Bunların birkısmı unu­
tulmakla, yahut şekil değiştirmekle beraber, birkısmı hala Kır­
gızlar'da, Altaylılar'da, Kazaklar'da yaşamaktadır. Şaman, ya­
hut balcsı, bu ayinlerde istiğrak haline gelerek birtakım şiirler
okur ve onları kendi musıki aletiyle çalar ; beste ile beraber
olan ve sihirli bir mahiyeti haiz sayılan bu güfteler, Türk
şiirinin en eski şeklini teşkil etmektedir.
Türkler muhtelif dinleri kabul ettikleri zaman balcsı - Ozan' -
!arın mevki< ve ehemmiyetleri, içtimai mevki<leri, dini vazi­
feleri tabiatiyle değişiyordu. Türkler'in eski dinleri ve içtimai
teşkilatı hakkında ilmi bakımdan kesin ve açık malumatımız
olmamakla beraber, son zamanlarda Z i y a G ö k a 1 p tarafından
izah ve müdafaa edilen bir nazariyeyi kabul ederek, ona göre ilk
Türk şair bıryücü'Ierinin içtimai teşkilattaki yerlerini ve vazi­
-

felerinin asırlar esnasındaki değişmelerini gösterebiliriz 13•


Türkler'in eski dini sistemi ve ona bağlı teşkilatı büyücülük
ile; dörtlü, beşli, onikili teşkilattır. Büyücülük, bir nevi Şamanilik' dir
ki bir taraftan totemizm ile ; diğer cihetten maderi semiyye (le elan

tabiat ve ahlakı, geçim tarzları, içtimai nizamları hala devam ediyor." Şama­
nilik mübhem namı altında toplanan mecmua-i i'tikddô.t ile Şamanlar hakkında
bilhassa şu kaynaklardan maİUmat aldık : C h a n t e p i e de l a S a uss aye,
Dinler Tarihi (Manuel d' Histoire des Religions, Paris, 1 904, s. 33 v.d. ;
Dr. E d m . B u c k l e y tarafından bilhassa R a d lo ff 'dan ıktibasen yazılan
mebhas. -Antropoloji ltıgati : A n d r e L e fe v r e tarafından yazılan Şamanilik
bahsi. - Büyük Ansiklopedi : F e c r tarafından yazılan Şamanilik bahsi.­
Dinler Tarihi mecmuası : Şamanilik kelimesinin isti <mali hakkında, V a n
G e n n e p tarafından yazılan makale, ı 903 ; ve daha sair bazı eser ve
makaleler.
11 Z i y a G ö k a l p, Eski Türkler'de l;tima t Teıkilô.t, MilU Tetebbu'lar
mecmuası, sayı 3 , s. 385-456.
TÜRK EDEBİYATl'NIN MENŞE'İ 59

maternelle) ile alakalıdır ; yani Türkler'de, en eski bir zamanda,


b udun dört ulus'a ve her ulus da birtakım sop'lara bölünerek MadMz
semiyye mahiyetini haiz olan bu sop'lar Kila isminde birer Maderı
Totem (le totem maternelle) 'e malik bulunuyordu ; sonraları bu
teşkilat dağılarak - şimdi Yakutlar' da olduğu gibi - ulmların
temsilcisi olarak dört büyük şaman, sop'Iarın temsilcisi olarak da
küçük şamanlar meydana gelmiştir. O zamanlarda dört ulusun
dört ongun'u vardı ki . bundan da meşhur oniki hayvan telakkisi
doğmuştu. Cihan guşa-yi Cüveyn f'de mevcut Bugu Tigin efsanesi
dediğimiz Uygur Menkabesi bize bu devri hikaye ediyor demektir14•

1 ' Uygur menkabesi gerek C ü v e y n i tarafından, gerek Çin kaynak­


larında hemen hemen biribirini tamamlar bir şekilde zaptedilmiştir.
E d g a r B l o c h e t'nin Maı:.deiı:.m ve Türkler Unvanlı makalesine zeyl olarak,
efsanenin her iki şeklini de göstermiştik (Milli Tetebbu<[ar, sayı ı , s. 1 25- 1 6 1 ) .
Burada kısaca anlatalım : Menbaını Karakorum'dan alan Selenga ve Tugla
ırmaklarının birleştiği Kumlançu'da iki ağaç vardı ; bunların arasından
bir dağ çıktı ve üzerine nur indi. Her gece oradan musıki sesleri gelir ve otuz
adım çevresinde aydınlık görünürdü. Bu dağdan nihayet beş çocuk doğdu ;
en küçükleri B u g u T i g i n büyüyünce Uygurlar tarafından han seçildi. Tanrı,
B u g u H a n'ın hizmetine üç karga gönderdi ; onlar her yerde olup biteni
gelip anlatıyorlardı. Bir gece ak sakallı ve ak asalı bir ihtiyar ona rü'yada
göründü ; ona fıstık şeklinde bir cida (yada) taJı verdi ve "Bunu sakladığınız
kadar bütün dünyaya hakim olacaksınız,, dedi. Bugu Han'a otuzuncu ku­
şakta Y u l u g T i g i n halef oldu. Çinliler, ondan korktukları için oğlu Gali
Tigin'i bir prensesle nişanladılar. Bu esnada huduttan giren Çin sefiri, bu
hükfunetin hayatı Karakurum civarındaki t vli-dağ'ın vücudüne bağlı oldu­
ğunu haber aldı ve izdivaç şartı olarak, onun Çinliler'e teslimini istedi. Çok
büyük bir ateşle bu cida taJı 'ndan dağı kızdırdıktan sonra, üzerine sirke
dökerek parçaladılar ve parçaları arabalarla Çin'e naklettiler ; fakat, dağ
gittikten sonra memleketin kuşları, hayvanları hareketsiz kaldılar ve büyük
felaketlerin geldiğini haber veren acı feryatlar çıkardılar. Yedi gün sonra
hükümdar öldü ; hayvanlar "Göç, göç !,, diye bağırarak, Uygurlar'ın bu
uğursuz yerden kaçmalarını hatırlattılar. Bu suretle, Uygurlar yola çıkarak
Beş balıg'ın bulunduğu yere geldiler ; "Göç !,, sesleri durduğu için, orada
oturarak Beı balıg'ı te'sis eylediler.
Z i y a G ö k a l p Bey'e göre, taoisme'de sekiz taksimli sema bölümünde
cida tap, baba, ı:.iya esası, ağaç yemişi olduğu gibi, beşli taksimde de cenupta
kuş vardır ; Uygur menkabcsinin esaslan gözönüne alınacak olursa, bunların
milrd't-ı na.ttr yolu ile birleşerek bu menkabeyi meydana getirdikleri meydana
çıkar. Fin csadrinde de bu menkabcnin ayni vardır : Büyük bir meşe, sihirli bir
palamut tanesinden doğarak göğü istila eder ; suların perisi olan bir cüce
60 TÜRK EDEBİYATI'NIN MENŞE' İ

Cami<ü't- Tevarih'in ve başka kaynakların anlattığı Oğuz Efsanesi ' ne


gelince, bu, Türkler arasında yeni dinin ortaya çıkışını gösteri­
yor ki, bu din ikili, altılı, sekizli, yirmidörtlü teşkilata bağlı olan
Tö.recilik'tir . Törecilik, peder - şahi (patriarcal) aile esasına dayan­
makta olup, buradaki ongun/ar, pederi - totemler mahiyetindedir ;
fakat maderi (matriarcat) teşkilat da bunun yanında devam
ettiği için, Türkier'de peder - şaki aile, eski Romalılar' da, bugünkü
Çinliler' de o!duğu gibi tam şeklini alamadı ; eski Cermenler' de
olduğu gibi soy ile sop birleşti ; yani çocuk hem ana, hem baba
tarafını akraba tanırdı 15•

tarafından harab edilen bu meşe, dünyayı sarsarak yıkılır. Bunun yıkıntısını


toplıyanlar, büyünün sırlarını anlarlar. Kale Vala namındaki meşhur Fin
efsanesi kahramanının silahı, O ğ u z kahramanlarının kopuzu gibi, sihirli
bir harptır ve bu destanın başlıca kısmı, sihirli bir maddenin ganimet olarak
alınmasıdır. Uygur efsanesinde, fındık ağacından musıki sesleri geldiği,
Kamlar'ın musıki ile sihir yaptıkları, Gali Tigin hik4yesi'ni hatırlatan meşhur
Aşık Kerem kıssası'nda K e r em'in sazı olduğu gözönüne alınmalıdır,, (Millt
Tetebbu<lar, sayı 3 , s. 420- 422).
1 5 Önce R c ş i d ü ' d - D i n tarafından Cami'ü't- Tevarih'de zikredilmiş olan

Oğuz efsanesi, kısaca şöyledir : Mogol Hanı K a r a h a n'ın bir çocuğu oldu ;
çocuk bir yaşına gelince, Mogol adeti gereğince K a r a h a n, ileri gelenleri
toplıyarak, "Oğluma ad veriniz !,, dedi ; fakat birdenbire çocuk söze başlı­
yarak, "Benim adım O ğ u z H u s r e v'dir !,, dedi ve tabii ona bu adı verdiler ;
Şeh-Name-i Cengizf müllifi bu harıkayı şu suretle anlatıyor (Ş e m s - i K a ş a n i,
Hamidiye Kütübhanesi, Lala vakfı, nu. 3 54) :

-l;..4 �ı.;..) 4 ıJlŞt; .)y ..l:..a-: ) !1.)__,f 0:' ;$' �� 4�


.)� �u rı f'-": .) JY.. .).) s- .)t; �4 � J..- Ll s- (1..ı;
:,.- i t; j � _,ı ıJ.) t; -l�4 .f' .:.,;- J..UI -l·T J.41.. .JL- $t
� _, ı ..ı lS" j l Jj.)�· �,.; � _,ı ..ı\.:Af .,lj� i.) r �
� J .::-AS' -l; j ) .J� .)' �.) .)' �� �.45::; 2l-�I ;)
. . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . � i li .) f j� J I ıJL>I )
Daha küçüklüğündenberi İbrahim dinini kabul eden O ğ u z büyüyünce,
babası ona iki amucasının kızlarını biribiri arkasınca nikah ediyor ; fakat
O ğ u z onları istemiyerek üçüncü amucasının kızını alıyor. K a r a h a n bu
işin sebebini arıyor, bu üçüncü kızın İbrahim dinini kabul ettiğini, oğlunun da
eskidenberi o din yolunda olduğunu haber alarak, O ğ u z'a karşı muharebe
açıyor. Nihayet O ğ u z galip geliyor, hükümdar oluyor, birçok yerleri zap­
tediyor. O ğ u z H a n Şam'da bulunurken birisinin eline gizlice bir altun
yay ve üç ok verdi. Yayı Şark'a, oku Garb'a gönderdi-; sonra üç büyük oğlu
G ü n , A y , Y ı l d ı z Hanları Şark'a ; üç küçük oğlu G ö k , D a ğ , D e n i z
TÜRK EDEBİYATI'NIN MENŞE'İ 61

Büyücülük dini hakim olduğu esnada büyük bir dini mevki <i
haiz olan şair - n2hô.ni'ler, törecilik zuhur edince adeta bir sihirbaz
mahiyetini aldılar ; eski din büyü şeklinde yalnız kadınlarla
şamanların meşgalesi oldu ; ma <mafih thaosseisme denilen Halk
theoisme'i, Çinliler'in iş sahasindaki hayatları üzerinde nasıl te'sir
gösteriyorsa, eski Türkler'de de öyle oldu : Her hareket muayyen
zaman ve mekanlarda, muayyen şartlar dairesinde yapılıyor­
du ; Kam'ların bütün endişeleri, her hareketin iyi, mübarek
şartlar içinde, hala yaşayan tabiriyle eşref saatte yapılması
idi . Aksi takdirde, fena ruhların işe karışması korkusu vardı.
Esasen Türkler T a n r ı'yı ve Tali ilahlar demek olan idi'leri
korkunç görmüyorlardt ; çünkü bunlardan hiçbir kötülük
gelemezdi ; kendilerinden kötülük gelecek olan ruhlar, Şamanlar'a
ait olan Tirsu ilaheleri idi ki, bunlar, şamanlar ve kadınlar
gibi, toprağa ve sol kola mensuptular: İşte Kam'lar, bu her
iki devirde de pek mühim bir içtimai mevkıe maliktiler ; ilk
büyücülük zamanında bütün ruhani ayinlerde bulundukları
gibi, törecilik devresinde de, yarı - dini bir mahiyet alan eski
ayinlerde yine dini - sihirbô.zane bir yer tutuyorlardı : Bu ayinlerde,
tabii, birtakım bestelerle beraber dini güfteler, yahut sihir
tekerlemeleri vücude gelmişse de, maatteessüf, bu devirlerden
bize hiçbir eser kalmamıştır .

Muhtelif yerlerdeki Türkler, muhtelif zamanlarda Çin,


Hint, İran te'siri altında, yahut İslam medeniyetinin nüffızu al-

Hanlan Garb'a avlanmıya gönderdi ; onlar ok ile yaylan bulup getirdiler.


Nihayet, hayatının son zamanlarında büyük bir toy yaptı, mükellef ziya­
fetler verdi, herkese ihsanlar etti. Oğullarına dedi ki : "Sizin üç büyüğünüz
altun yayı bulup getirdiniz ve onu paylaştınız, sizlerin isminiz B o z ok olsun !,,.
Üç ok getiren üç küçük oğluna da, "Sizlerden olan evlada Ü çok densin.
Bizden daha önce geçen kavimler yayı padişah makamında bilirler, oku elçi
yt>rinde . . . Çünkü yay, oku hangi tarafa çekerse, ok oraya gider. Ben öl­
dükten sonra, G ü n H a n tahtıma geçsin ; sonra Boz.ok soyundan padişah
olsun. Üfoklar sol olup, ordunun sol tarafında otursunlar !,, dedi (Ca­
mi«ü't- Tevarih'ten naklen Şecere-i Türkl ve sair bütün İslam menbalan.
A h m e d V e fi k P a ş a'nın Şecere-i Türki tercemesine bakınız, s. 1 8-35) . Bu
efsanenin Taoizm ( Taoisme) ile münasebetine dair malümat almak için, Z i y a
G ö k a l p Bey'in makalesine müracaat ediniz (Millt Tetetbbu<lar, sayı 3, s.
41 1-41 4).
TÜRK EDEBİYATl'NIN MENŞE'İ

tında kaldıkları zamanlarda bile, Baksı - Ozan'ların içtimai ma­


hiyetleri ve cemiyetteki kıymetleri eksilmedi. Hele iptidai ve milli
dinin muhafaza edildiği yer ve zamanlarda, onların nüffızu çok
genişti : Uygurlar, Budizm'i kabul etmeden önce, Uygur ülkesinde
Kam'lann büyük bir ehemmiyeti vardı 16 ; fakat, sonraları,
gerek Budist olan, gerek İslam olan Türkler arasında bu ehem­
miyet azaldı ; eski Kam'lara herhangibir şaire, bir efsuncuya
verilen ehemmiyetten daha fazla kıymet verilmedi ; halbuki
milli dinlerini ve Uygurlar'dan aldıkları adetleri uzun zaman
muhafaza eden Cengiz sülalesinin saraylarına bakacak olursak,
Kam dediğimiz bu Baksı'ların oradaki dini - siyasi yerlerini bütün
ehemmiyetiyle görebiliriz : Mogol sülalesinin tarihini yazan
Müslüman tarihçilere göre, T i m u ç in' e kurultayda C e n g iz
ünvanını veren G ö k ç e veya T e b - T a n r ı pek tanınmış, itibarlı
bir büyücü idi ; halkın inancına göre, istikbali bilir, boz - ata
binerek göğe çıkar, kışın en şiddetli zamanlarında karlar, buz­
lar arasında aç ve çıplak dururdu 1 7• Cengiz'den sonra tahta

18Cihan-guşa-yı Cüveyn t, Leiden basımı, s. 43-44.


17
Mfr Hw and, Tarih-i Cihan-guşa-yı Cüveyn ( ile, R e ş i d ü' d-D ln'in
Cami'ü' t- Tevarlh'i gibi ilk kaynaklardan naklen bu mes'eleyi anlatır : J :l » • . .

� ı:.ı:. I .J .;,.!S' �� ' � '5.fa.>:i '";-"j IJ.JI s· Jfa 01� ) � i ..i: 0T


.lj.JI.>.>. .J i; b t ")\1.. 1 ;l r.I '541.A>. .J f;;<-� '54�>- J. � :l _h 0T :.Sy:l '5p:.;.ı;;
.:;- .J :l� ci l .J [ .J.Y l r ..:'.J l .Jl� .1. o lS" o lS" � -'!h ı:;..... .:;- 4 ")\ı:. .J _;..
J .c:.....!, j � '";-""" I .1 .JI

• � :l >! ı'..ı 4- :l lhl G Jfa i l_,ı:. .J { � ıJ 4 _,..A.. jl
ıJl::.- J :l � 4:..... f ;.; u. .1. � � j ; �.. l..r j l .J T .r J:..J_ _,( .J :l .J.f;:" 0�T
j l .J '5.l! w:-1 .6' ı _,,. ..:'.J) _,.... ..:'.J -1.! _; ı �� .S:: j l.. _;,: T lj �; � .J ...;, .1.
<< � 11 '5' .;,...,, I ;_,f' .l.. ... t; .ıA� �fu ; :l • '5-1.! �j jaJ&. '51.J. ;�. ı:ı T .:;,..; ,;.....
J :l '5.;��j � •-.411 . � ı$_;.j l.. .;5" .J l.. ..r"' j * �- '5-lı ....ı· ..,S:.� � .!.
� : .:;,..;!' � o.l..T � .l� �_,..;; 1 ; .JI �l&. ; �0 1.> :r_�� � � 0T
J J. J :l lt: IS".J-! � :lJ � :ly) � .l.!. .ı"\j,; ,Y.1. � J .J �j .1. d;; t.r
� ;.;;.( y L1.ı.> ı:ı L> .Jf�� ·5::.4 , J:..J.. P:j �� _,...;; ı j ı:.ı:. _; ı ""'� .r �4 .( '5_,s::� .J
:-.r.J 0_,s:._. �) ; n � �t.. .ıA =-- �.J � �' · '5' 0l.... .;_ .Jı t-.ı '5' .:;,.iıS' :r_j .J
� ı:ıT ; :l '5.;S:.:.�; � "f 0T .;,.�l .J ; .J f-� b Jlj; I _,j ıJl .ljj) .J _,:.� ı:ı_,.. ı.,.
,4; 1 .J :l "U .J �,,...� 1; �·J '5.JJ .f •:ly) .:r4 Jl..j '5 1• � .:;,..A( �ı;- J�j4
(Ravı;,atü's-Safa, Bombay basımı, «. .l; I ..,>- 01.>- :r_� 1J ı:r �_,;S' I 11 � İ :lb .JI
i
c . v., s .
20) . Mogol tarihçisi S a n a n g- S e t zen bu hususta bir kuş efsanesi
zikreder.
TÜRK EDEBİYATrNIN MENŞE'İ

çıkan Mogol hükümdarlarının taç giyme merasiminde Kamlar'ın


ruhani vazifeyi haiz olarak bulundukların görüyoruz : T i m ur
Ka ğ an'ın cülusunda, Kamlar, dilleri ayrı fakat gönülleri bir olduğu
halde onun saadete erişmesi için dua etmişlerdi 18• C 1 . H u a rt'ın
yine V a s s a f' dan naklen tasvir ettiğ i H a y s an'ın cülus me ­
rasimi, Kamlar'ın vazife ve ehemmiyetini daha açık bir surette
gösteriyor : _"Hakan soyuna mensup birinci sınıf şehzadelerden
dördü, hakanı beyaz bir keçe kaliçe üzerine oturtarak başları
üzerine kaldırdıkları sırada, diğer iki büyük şehzade de onu
iki taraftan tutuyordu. Bu sırada yedinci bir şehzade yakınlaşa­
rak hakana şarap kasesini takdim etti ; Kamlar, hakanın ömür
ve afiyeti için dualar ettiler. Bu esnada altın sikkeler ve kumaşlar
dolu arabalardan hediyeler dağıtılmıya başladı. Kamlar yeni
hakanı K ü 1 ü k H an ünvam ile selamladılar 19. "
İslam tarihçileri ile, yabancı seyyahların verdikleri bilgiler,
Mogollar zamanında Kamlar'ın büyük bir nüfüza malik ol­
duklarını anlatmaktadır. Bunların muhtelif vazifeleri vardı :
"'Yıldızlarla sihrederler, güneş tutulmalarını haber verirler,
günlerin hayırlı mı yoksa şerli mi olacağını ewelden bildirir­
lerdi. Kamlar sarayda kullanılacak her şeyi, hatta hakana
verilen hediyeleri bile ateşle temizlerlerdi ; esasen, saraya takdim
edilen hediyelerin birkısmı onların hissesiydi ; çocuklar doğar­
ken talihlerini bildirmek, insan hasta iken onu iyi etmek için
hep Kamlar çağırılırdı ; bunlar, birini mahvetmek kasdinde bu­
lundular mı, gelmiş veya gelecek felaketin biricik sebebi o oldu­
ğunu söylemeleri yeter görülürdü. Bunlar, davullarını çalıp cin­
leri davet ederler ve sersemleşinceye kadar zikreylerlerdi. Kamlar
ins ve cinden havadis ve malumat aldıklarım söyliyerek, bunların

18 Tô.rih-i Vassaf, Bombay basımı, c. ı ., s. 25.


19 H o w o r th, History of the Mongols. Bu devirden önceki eski Türk
hükümdarlarının tahta çzkış ve taç giyme merasiminde Kamlar'ın dini bir
yeri olduğu ve C e n g i z ·s ülalesine bu adetin o suretle Türkler'den geçtiği,
büyük bir ihtimal ile farzolunabilir. İslamiyet'i kabul eden Türk hüküm­
darlarına gelince, onların da kendi cülılslarını şeyhlere ve zahidlere takdis
ettirdiklerini biliyoruz ki, bu, eski an <anenin islamlaşmasından başka birşey
değildir. Bilhassa Osmanlı tarihinin ilk safhaları bu hususta pek manalıdır.
Hukuk müesseselerimiz tarihiyle uğraşanlar için bu mes'ele her halde tedkike
değer.
TÜRK EDEBİYATI'NIN MENŞE'İ

Tanrı tarafından ilham olunduğunu iddia ederlerdi 20, , . Kamlar' -


ın birkısmı ve bilhassa zümrenin reisi müneccimlik ile yıldızların
şeklini ve bulunduğu yeri gösteren cedvel (zayice)ler tertibi ile
iştigal eder ve her şey için hangi zamanın daha uğurlu olduğ:u­
nu arardı. Cengiz, Ông Han'la ne zaman muharebe etmek
lazım geldiğini müneccimlerinden bilhassa sorarak, ona göre
hareket etmişti 21 ; daha sonraları -- pek eski zamanlardanberi
gelen ve büyücülük devrinin yadigarı olan - bu adet, Mogol
imparatorlarının yalnız Kamlar'dan değil, muhtelif diıılere
mensup adamlardan ve hatta İ slamlar'dan müneccimler, bakı­
cılar kullanmalarını icabetti : Hülagfı, Bağdad'a hücum etmek
istediği zaman, kardeşi Hakan tarafından müşavir sıfatıyle
yanına verilen M ü n e c c i m H ü s a m e d d in'e bu işin neticesini
sordu; bu Müslüman müneccim, falan gün ve saate kadar seferin
ağır bir bozgun ile neticeleneceğini söyliyerek Hülagu'yu vazge­
çirmek istedi ; halbuki gerek diğer Baksılar, gerek hükümdarın
mu<temedi H o c a N a sir Tfı s i büyük bir muvaffakıyet müjde­
liyorlardı ; Hülagfı ihtiyat maksadı ile, Müslüman müneccimin ta­
yin ettiği zamana kadar bekledikten sonra, hiçbir musibet zuhur
etmediğini görünce, onu i'dam ettirdi �2• Mogollar'ın müneccim-
20 H o w o r t h, Mogollar Tarihi, beşinci bab. Bir def<a M e n g ü K a a n
zamanında, ileri gelen bir Nasturi rahibinin zevcesi Kamlar tarafından büyü­
cülükle suçlandırılarak i<dam olunmuştu ; diğer bir def<a da Mengü'nün
yeni doğan bir şehzadesi, Kamlar tarafından uzun müddet yaşıyacağı te'min
edildiği halde, birkaç gün içinde öldüğünden, kamlar bunu mürebbiyenin
sihirbazlığına vererek, onu i<dam ettirdiler. Kamlar'ın korkulmağa şayan bir
zümre teşkil ettiklerini ve nüfuzlarının derecesini R u b r o u c k uzun uzun
anlatıyor ( Voyage de Rubrouck, traduit de Poriginal Latin, par L o u i s d e
B a r k e r. p. 2 47-54) .

B l o c h e t , La Grande Encyclopedie, c. xxıv., Art., Mongolie.
22
H o w o r t, Mogollar Tarihi. Türkler'in eski dini nizamları kalıntısının
bir devamından ibaret olan bu i'tikat, her işi en uğurlu zamanda yapmak
inancı, İslamiyet devrinde de bütün kuvvetiyle devam etmiştir. Nücum, sihir,
büyü gibi şeyler hakkında halk için birçok şeyler yazılmış olduğu gibi, hala
bugün bile halk arasında -bilhassa kadınlarda - bu eski i' tikatlar bütün kuv­
veti ile yaşamaktadır. Muhtelif Türk devletlerinin tarihleri tedkik edilecek
olursa, hükümdar saraylarında daima epef saat tayiniyle meşgul müneccimlere
tesadüf olunabilir. Osmanlılar'da da son Nezih bozgununa kadar muharebe
zamanını müneccimler tlıyin ederdi. Uzun asırlar, müneccimlerin hükümleri
TÜRK EDEBİYATI'NIN MENŞE'İ

lere verdikleri ehenuniyet o kadar büyüktü ki, Hülagu, H. 64 1


{M. 1 243 - 44)'de Haleb'i zabt ve ahalisinin hepsini katlettiği
sırada, Muhiddinü'J-<Arabi müneccim olduğunu nasılsa anlata­
bilmiş ve bunun üzerine derhal Meraga rasathanesine, N as I­
r ü' d - D i n T fı s i'nin maiyyetine gönderilmişti 23• N a s i r ü' d- D i n
T u s i'nin, Zlc-i llhô.nf'de verdiği bilgiye göre hahşı= haksı'lar
her ayda üç gün bacak, yani perhiz tutarlar ve bu esnada ibadet
eder ve muayyen yemekler yerlerdi 24• H o w or t, her sene
g Mayıs'ta Mogollar'ın büyük bayram yaptıklarım ve Baksılar'ın
bu ayinlerde beyaz sığırlar kurban ettiklerini söylüyor.
İ şte bütün bu tafsilat, eski Türk Kam - Baksı'larımn içtimai
işbölümü neticesinde, yavaş yavaş, daha mahdut bir sahada
faaliyet icra eylediklerini, büyük merkezlerde şairliğin, bakıcı­
lığın, efsunculuğun, müneccimliğin, rfıhaniligin yavaş yavaş
ayrı şahsiyetlerde tecelli ve ayrı zümreler teşkil ettiğini anlatmak­
tadır. Bilhassa İ slamiyet'in kuvvetle yerleştiği merkezlerde,
müşterek İ slam medeniyetinin temsil edici te'siri altında alimler,
mutasavvıflar, şairler, bakıcılar, müneccimler, efsuncular, mu­
sıkişinaslar biribirlerinden tamamıyle ayrılmışlardı; Baksı'la­
rın asırlarca önce tek başlarına gördükleri vazifeler dağılmış,
parçalanmıştı: Hastaları hekimler, veya efsuncular tedavi
ediyor, mfısıki aletlerini musıkişinaslar çalıyor, şiir ve edebiyat
ile uğraşmak medreselerde Arap ve Acem edebiyat ve bilgilerini
edinmiş alimlere ait bulunuyor, eski haksı'ların halkın muhayye­
lesinde efsanevi bir şekil alan kerametleri artık mutasavvıflara
isnad olunuyordu. Şiir nasıl dinin te'sirinden kurtulmuş ve
şair hükümdarın sarayında cismani bir mahiyet almışsa, muMki­
den de ayrılmış hatta, hicretin v. asrında, Acem nazım tarzı,

ile iştigal illeti, hatta en yüksek İslam alimleri arasında bile devam etmiştir ;
o kadar ki, S a l i h Z e k i B ey, Türk büyük riyaziyecilerinden K a tl i- z a d e
R u m i'den bahsederken, "Şayan-ı iftihardır ki, K ad i- z a d e'nin, zamanında
pek ziyade revaç bulan alıkam-ı nücum'a dair hiçbir eserine tesadüf edilmemiş
ve mUınaileyh, riyaziyat-ı hakikiye tfairesinden asla ayrılmamıştır,, kaydını
ilaveye hacet görüyor (Asar-ı Bôlcıye, c. ı ., s. 1 90) . U l u g B e y gibi cidden
alim ve dindar bir riyaziyeci bile, alıkam-ı nücı1m'a inanmaktan bir türlü
kendini alamamıştı (Ayni eser, s. 1 93 ).
2 3 Asar-ı Bôlcıye, c. ı ., s. ı 8o.
2 4 Zfc-i llhani'den naklen, Ş e r e fe d d i n.

Edebiyat Araştırmalan - V.
66 TÜRK EDEBİYATI'NIN MENŞE'İ

aruz vezni edebiyatımıza girmiye başlamıştı. Aşağıdaki bahislerde


geniş ölçüde görüleceği gibi, M. xı. asırda mühim bir lslam - Türk
medeniyeti merkezi olan Kaşgar'da, içtimai işbölümü, tabible
efsuncuyu, şairle sahiri biribirinden tamamen ayıracak kadar
yükselmişti 25 •
Yabancı medeniyetlerin te'sirine daha çok maruz olan ve
içtimai kesiflik bakımından işbölümüne elverişli bulunan şehirle­
ri, büyük merkezleri bırakarak, iptidailiklerini muhafaza etmiş
küçük zümreleri gözönüne alırsak, edebi tekamülümüzün ilk
safhalarını onlar vasıtasıyle -bugün bile- daha kolay öğr�­
biliriz. Mesela Müslüman olan Kırgızlar'da, yahut Türkmen­
ler'de haksı - bahşı'nın yeri çok mühimdir : Kopuz'u, yahut
herhangi şekilde bir sazı elinde olduğu halde, yeni mevzular
üzerine hemen şiirler tanzim, veya eski Baksılar'ın halk arasında
yayılan şiirlerini okuyan bu adamlar, -Anadolu ve Azerbaycan
Türkleri'ndeki Aşıklar gibi- gibi bir mevki< sahibi olmamakla
beraber, bakıcılık ve ufak mikyasta sihirbazlık da ederler,
bilhassa kış geceleri, eski efsanelerin kalıntılarından kahramanlık
hikayelerine, Batur (Bahadır) 'lar menkabelerine, Oğuz Han men­
kabesi'ne ait şiirler terennüm ederler ; halka mazisini hatırlatan,
cedleri ile son nesiller arasında bir bağlılık teşkiline sebep olan
bu eserlerden başka, günlük hayatın hadiseleri de Baksılar'a
bir mevzu olabilir : Mesela, Türkmenler'de, çapullar başlıca şiir
mevzuudur ; şiirin hararetli ve meşhur vak<aları yaşatan cihetleri
terennüm edildikçe, hanendenin sesi yükselir ve dinleyenlerin
zevk ve heyecanı son haddi bulur 26 • H alk Şair-musıkişinas'ları,

16 R a d l o ff tarafından neşredilen Kutatgu Bilig nüshası. Bu eserde


Tapukfu'lar, yAni me'murlar, Subaşı'lar, askerler, ekinciler, tüccarlar, alimler,
hekimler, ejsuncular ayrı birer zümre halinde zikredilerek, onların husüsiyetleri
ve hükümdArın hepsine karşı nasıl bir hareket tarzı takıbetmesi lazım gel­
diği anlatılıyor. Eserin muharriri Y üs uf H a s H a c i b, hekime - elif'in
zammesiyle - atacı diyor ki D{vdnu Lt1gdt'it Türk'de de Hekim karşılığı
-

olarak ayni kelime kullanılmıştır; ma<mafih, ayni eserde hekim manasına


bir de atasagun kelimesi zikrediliyor (C. ı . , s. 8 1 ) .
18 Meşhur vak<aları nakl ve hikaye ettiği yukarıda zikrolunan şiirleri
yüksek ses ile teganni, gece toplantılarının, husüsiyle kış gecelerinin en büyük
eğlencesidir. Bunların hanendelerine Bah§ı tabir olunur ki teganni ederken
dü-tdre isminde iki telli bir nevi< �Jinbur dahi çalarlar. Okunan şiirlerden
TÜRK EDEBİYATl'NIN MENŞE'İ

hatta hikayeci'leri sayabileceğimiz bu Baksılar'ın birkısmı derviştir ;


onların üzerinden asırlar geçtikçe, hatıraları, daima büyüyerek
ve efsanevi bir şekil alarak, sonraki nesillere geçer : O�manlı
Türkleri arasında altı asırdanberi hala yaşıyan Y u n u s E m re ile,
Orta Asya'da ve Kırgızlar arasında sekiz asırdanberi hatırası
hürmetle saklanan A h m e d Y e s e v i, sonra xıx. asırda Türk­
menler arasında büyük bir şöhret kazanan M a h d u m K u 1 u,
lslamiyet'ten önceki eski Türk rahip - ıair'Ierinin islamlaşmış bir
şeklinden başka birşey değildir. Kitabımızın dördüncü kısmında
tafsilen görüleceği veçhile, Türkleır arasında İslamiyet'ten
sonra vücude gelen tasavvufi şiir, halka mahsus bir mahiyette
ve tıpkı eski Baksı'ların milli şiirleri şekil ve tarzında vücude
gelmiştir. Bu bakımdan, her halde xı. asırdan başlayarak milli
vezin ve halk lisanı ile mutasavvıfane şiirler yazan Ata ünvanlı
sôfileri, eski Baksı'ların devamı addetmek hiçbir veçhile yanlış
sayılamaz.
Kam, yani Şaman karşılığı olan 27 ve Fin'lerin tietoeioe
kelimesi gibi bakıcı manasına gelen Baksı kelimesinin muhtelif

bazıları hakikaten güzel olup, ezcü111le M a h d u m K u l u adlı şahsın manzum


eserleri kayde değer. Bu şair, şiirlerinin çoğunda, Tumut 'larl a Köklen'ler
arasındaki kavgaları iki kardeşin birbiriyle olan mücadelesi kabilinden
sayıp, bunu esefle karşıladığını ifade ile, böyle bir sülaleden türeyen halk,
damarlarında cereyan eden kanın bir olduğuna riayet etmeyerek, yekdiğe­
rinin evlat ve ayallerini esir ve köle etmekte olduklarından şikayet eder
(V a m be r y , Bir Sahte Dervişin A.rya-yı vusta'da Seyahati, Vakit matbaası, ı 295,
s. 35-36) .
27 Kam, Türk lehçelerinde yaygın bir kelimedir. Dlvanu Lagati't - Türk'de
kahin kelimesiyle tefsir ediliyor. S ü l e y m a n E fe n d i, Çagatay Lagati nde'

onu tabib, hekim, danişmend, filozof kelimeleriyle izah ettiği gibi, hekimlik etmek,
filozof olmak manalarına kamlamak masdarını da zikrediyor. V a m b e r y'nin
verdiği mana da buna yakındır : "Kam : Sahir, Kamlamak : Sihir yapmak,
hastayı şifa-yab etmek (Va m b e r y, Cagataische Sprachstudien, p. 3 1 2) . Peşte'­
deki, Çagatayca-Farst Şinas € Lagati' nd e kam kelimesi tabib ve hekim, danişmend
tarzında izah olunduğu gibi, P a v e t de C o u r t e i l l e'in bu kelimeye verdiği
mana da bundan farklı değildir.,, Oğuzlar'da kamlar sol kola, yani Üçoklar'a
mensup idiler ; binaenaleyh Üçoklar arasında kam tabirini çok miktarda
.
görüyoruz : Kitab-ı Dede Korkut' da Bayındır Han'ın künyesi Kamgan Oğlu'dur
ki, Kam Han oğlu olmak lazım gelir. Yine Üçoklar içinde Kam Böre vardır ki
Bamsı Beyrek'in babasıdır. O halde Töre, Türkler'in askeri ve siyasi mahiyeti
haiz muahhar bir dinleri idi ; büyücülük ise, eski Totemizm'in kalıntısı olmak
68 TÜRK EDEBİYATI'NIN MENŞE'İ

zamanlardaki manasını biraz tedkik edecek olursak, bu e�ki


Türk şair-sihirbtiz'larının içtimai topluluktaki yerlerinin muhtelif
asırlarda ne gibi değişmelere uğradığını da kısmen anlamış
oluruz :
Baksı'lar, en eski devirlerde, musıki ile sihir yapan, şiirler
terennüm eden, gaibden haber veren, hekimlik eden Kamlar'dı ;
nitekim bugünkü Kırgızlar, Altaylılar arasında da pek az farkla
böyledir ; halbuki sonra, Türkler arasında yeni dinler yerleştiği
ve yazı umumileştiği zaman -bilhassa en evvel medenileşen
Uygurlar' da- Baksı kelimesi, Arap ve Acem te'siri altında Bahşı
şeklini aldı ve muhtelif zamanlarda muhtelif Türk şubelerinde
başka başka manalarda kullanılmıya başladı. Mesela Paris'deki
Uygur - Çin lugatlerinde bu kelimeyi sahip, muallim manasına
gördüğümüz gibi, P a v e t d e C o u r t e i l l e de onu Farsfa bilmiyen
hükümdarlık dlvanı katibi, cerrah, cer{ha tarzında şerh ve izah
ediyor 28 ; S ü l e y m a n E fe n d i, ayni kelimeye sazende, muganni,
aşık, mutrib,koşukcu manalarını, v a m b e r y ise, yine buna yakın
olarak, muganni, şair, musıktşinô.s, hekim manalarını veriyor 29• Rus
müsteşrıkı B e r e z i n, Han Tarlıgları adlı eserinde Bahşı kelime­
sinin muhtelif zaman ve mekanlarda, muhtelif manalarda kul­
lanıldığını açık surette gösteriyor : "Bahşı kelimesi, zannedersem,
Türk - Mogol kelimelerindendir ; bu kelime alim, muallim ve
lama manalarını ifade ediyor. Çagatayca'da Çururga, Kırgızlar' da
Baksı - Şaman tarzında birşey, Nogaylar'da Bahşı=musıktşinô.s,
san<atkar manalarını ifade ediyor, bu kelimenin muhtelif kullanılış
suretlerini anlamak için, Qu a t r e m e r e'in , Mogollar Tarihi'ne
bakınız (S. 184 - 198) . Kırım Hanlığı'nda bahşı kelimesi, katip
manasını ifade eder ; bu kelimeyi M e n g l i G i r a y'ın yarlıgla­
rında dahi görürüz: Kazan Hanlığı'nda da bu kelime mevcuttur ;
Karamzin tarihi'nde (Yedinci Bölüm, s. ı 8 ı ) Bozoka Bahşı diye
zikredilir.30 "

üzre ruhlara tapan, sihir ve efsunlara kıymet veren eski dinleridir (Z i y a


G ö k al p, MilU Tetebbu<lar, sayı 3 , s. 45 3-54) .
118 P a v e t de C o u r t e i l l e, Dictionnaire Turc-oriental ve Mi'rac-Nô.me, s. 22.

211 V a m b e r y, Cagataische Sprachstudien, P. 2 44 .


a o B e r e z i n : Han Tarlıglan, Rusca. Rus müsteşnklarınden Prof. B a r t­

h o l d da Balıp kelimesi hakkında şu mahmıatı veriyor : "Biz, Uygur katipleri'ni,


TÜRK EDEBİYATl'NIN MENŞE'İ 69

Baksı - bahşı kelimesinin delalet ettiği manaca gösterdiği


farklar, bu eski Türk sahir - şair'lerinin yavaş yavaş muhtelif
muhitlerde muhtelif şe:killer almakla, lamalık, alimlik. katiplik,
şairlik, sahirlik, musıkişiTlfislık gibi muhtelif işlerden birini, veya
birkaçını yapmakla bera ber, bütün bunların ayni menşe'den
çıktığını gösteriyor. Mesela xv. asırdan kalmış olan Uygurca
eserlerin müstensihleri hep Bahşı sıfatıyle lakablandırılmışlardır
ki katip yerine kullanılır ; çünkü o zaman, o bahşı'ların yetiştikleri
ve yaşadıkları muhitler tamamiyle islamlaşmıştı 31• N e v a i
şiirlerinde, B a b u r Ş a h meşhur Babur-Name'sinde bu kelimeyi
katip manasına kullanmışlardır 32 • Kezalik Müslüman Kırım
Hanlığı'nda - ayni sebeplerle - ayni manada kullanılıyordu ;
halbuki Mogol İmparatorluğu zamanında, Türk ve Mogollar'ın
eski dini itibarda olduğu için, baksı=hahşı kelimesi, o zamana ait
eserlerde -mesela H. 657 (M. 1 258 - 59) 'de te'sis edilen Meraga
rasathanesinin çalışma mahsulü olan ,Zlc-i llhani'de- şair, sahir,
bakıcı v.b. manalarını ihtiva eden eski manasında kullanılmıştır.
Tıpkı bunun gibi, xıv. asırda yazılan bazı Arap tarihleri, H. 7 1 2

Timurleng ile evladının saraylarında dahi buluyoruz. Bunların ve bir de


yine o saraylarda bulunan Çinli muharrirlerin isimleri Bahşı 'dır ki, bu isim,
umumiyetle, Farsca yazmak bilmiyen .katiplere verilirdi. Galiba bunlar,
Çagatay Hanları zamanında, Müslüman muharrirlerden ziyade Hanlar'a
yaklaşmış bulunuyorlardı ve resmi tarihi kayıtlar, bunlar vasıtasıyle icra
olunuyordu,, (Prof. B a r th o l d, Mogol istilası Zamanında Türkistan, Rusca,
ı goo, eserin methalinden) .
31 Mesela, tek nüshası Oxford'da Bodlian Kütüphanesi'nde bulunan
Bahtıyar-Name'yi, H. 838 (M. 1 434-35 ) 'de M a n s u r B a h ş ı isminde biri istinsah
etmiştir (Th u r y J o s e p h, Türk Dili Ytidigarlan, MilU Tetebbu<lar, nu. 4) .
P a v e t d e C o u r t e i l l e "tarafından neşredilen Mi'rac-Name ile Tezkiretü'l­
Evliya'yı, H. 840 (M. 1 436-37)'de Herat'ta Malik Bah/ı, yine Uygurca Mah­
zenü'l- Esrar-ı Emir Haydar'ı da 'Al i Ş a h B a h ş ı kopye etmişlerdir. Yine
eski Uygur metinlerinden Ayasofya Kütüphanesi'nde bulunup N e c i p A s ı m
B e y tarafından hall v e neşredilen Hibetü'l - Hakayık'ı, H . 884 (M. 1 479-Bo)'de
İstanbul'da istinsah eden de Ş ey h - z a d e A b d ü r r a z z a k B a h şı'dır.
3 2 Babur-Name (S. 1 33) 'den naklen P a v e t d e C o u r t e i l l e. Peşte'deki
Şinasi Lugati'nde Balı§ı kelimesi nüv tsende, deblr, hwanende, cerrah, cerrahiyyet
manalarında gösterilmiştir. Osmanlı Türkleri arasında, Yavuz Sultan Selim'in
Mısır seferi hakkında yazılmış pek eski bir destanın nazımı, Bahşı takma
adını kullanan bir Aşıktır.
TÜRK EDEBİYATl'NIN MENŞE'İ

(M. 1 3 1 2- 1 3) 'de ölen Kıpçak hükümdarı Toktay Han'ın, "Put-pe­


rest olup bahşılar' a pek ziyade inandığını söylüyorlar ki, bahşı kelimesi
burada, tıbkı Z,lc-i llhant 'de olduğu gibi, eski manası kastedilerek
kullanılmıştır 33• İşte, baksı'ların bugünkü Kırgız ve Kazaklar
arasındaki mevki<lerine ait etnografi bilgisi ile, yine ayni bahşı'­
ların muhtelif zaman ve sahalardaki mevkı< ve vazifelerini
gösteren tarihi vesikalardan elde ettiğimiz tafsilat biribiriyle
kaynaştırılacak olursa, en eski Türk şair - sahir - musıktşinas' -
larının bunlar olduğu ve edebi tekamülümüzün ilk safhalarının
-umumi hatlar itibariyle- diğer milletlerden, mesela Finler' den,
Araplar'dan farksız bulunduğu tezahür eder. Oğuzlar'ın Baksı
mevkı<inde ve onunla ayni manada kullandıkları Ozan kelimesine
gelince 34, Yakutlar'daki Oyun - Şaman kelimesinin ayni gibi

103 İ b n K e s i r ; İ b n e ' l - V e r d i ve daha sair Arap tarihçilerinden


naklen M . R e m z i, Teljfku'l- Ahbôr ve Telkihü'l- Asar, c. ı . , s. 500, Urenburg,
1 908.
34 S ü l e y m a n E fe n d i, Ozan ve Ozancı kelimeleri hakkında şu malu­

matı veriyor : " Ozan : Mani tarzında vezinsiz bir nağme ve teranedir ki
K a r a H a n ve O ğ u z H a n hikaye ve destanında söylerler. - Ozancı, davul
ve def çalarak, Ozan yani mani ve şarkı okuyan adam,, ( Lugat-ı Çagatayi ve
Türkt-i Osmani ) . Peşte'deki Çagatay - Fars i lügatinin izahı da bu tarzdadır :
<c , J.:..ur � � l )J .J ...i .>�.Jı J.A; .)� . !llJI �l:· ; � �! 4 JJ.:..; ly;- .;_,]., .!..4 ıı
P a v e t d e C o u r t e i l le, bunu nasılsa yanlış anlıyarak, "Bunun icadı Oğuz
Han ve Karahan'a isnad edilir,, diyor ki, ozan'ın, O ğ uz H a n ve K a r a H a n
vasfında söylenmesinden galattır. V a m b e r y'nin Çagatay Lugatçesi'nde bulun­
mıyan bu kelime hakkında S ü l e y m a n E fend i'nin verdiği tafsilat, ozan­
ların an<anevi mahiyetini pek iyi göstermektedir. R a d loff tarafından neşre­
dilen Uygur harfleriyle yazılmış bir Oğuz efsanesinde de Ulug Türk adlı
ihtiyar bir bakıcı görüyoruz ki, ozanların bu kutsi an<anevi mahiyetini pek iyi
anlatıyor : " O ğ u z H a n tarafında beyaz sakallı, koyu saçlı, pek akıllı,
ihtiyar bir adam vardı ; pek anlayışlı, pek iyi düşünür bir adamdı. Bir bakıcı
olan bu adamın ismi U l u g T ü r k idi. Birgün rü'yasında altun bir yay ve üç
gümüş ok gördü. Bu altun yay, Doğu' dan Batı'ya kadar uzanıyor ve bu üç ok
gece tarafına uçuyordu. Uyandıktan sonra rü'yada gördüğünü O ğ u z H a n'a
bildirerek dedi ki : Ey benim hakanım ! Sana malum ola ki ey benim prensim . ? . . . .
muhtelif olsun. Her şeyi bize Cenab-ı Hak bahşetsin. Toprak ve tohumu o bahş ve
ihsan etsin. U l u g T ü r k'ün sözleri, O ğ u z H a n'ın hoşuna gitti ve onun
rcca ile olan nasihatini yerine getirdi . . . . ,, (R a d l off, Das Kudatgu Bilik,
Tom ı., p. x-xı, 282-83 ) . Müsteşrık B a r t h o l d, zamanı ve yazıldığı yer belli
bulunmamakla beraber, dost, düşman gibi Farsca kelimeleri de ihtiva eden bu
parçanın İslam te'sirlerinden uzak olduğunu söylüyor ki, biz de bu mütalea-
TÜRK EDEBİYATI'NIN MENŞE'İ

görünen bu kelime, bizim bugün <.Aşık dediğimiz halk şair - mfı­


sıkişinaslarına verilen eski isimdir ; xıv. asır ortalarında, veya
xv. asrın ilk senelerinde yazıldığı lisanından tahmin edilen Dede
Korkut Kitabı 'ndan 35 ve daha sair kaynaklardan anlaşılıyor ki,
Ozan'lar önce kutsi bir mahiyeti ve içtimai toplulukta mühim
bir yeri haizdiler : Ozanlar'ın piri sayılan K o r k u t A t a, efsaneye
göre, İslam dinini anlamak maksadıyle Türkistan'dan Cezire­
tü'l-<Arab'a gelmiş ve H a z r e t - i E b u B e k i r ' l e görüşerek
İslam dinini kabul eylemiş büyük bir veli idi ; Kitabı-ı Dede
Korkut'daki Bey Büre Bey-oğlu Bamsı Beyrek hikayesi de gösteri­
yor ki, Ozan, adeta gaipten haber getiren bir bakıcı'dır. Hakan hu­
zurunda, ayinlerde, eline kopuzunu alarak vezinli ve ahenklI
bir nesir ile tertibedilmiş esatiri hikayeler, kahramanlık destan­
ları terennüm eder ; yahut, halk arasında kıssa-hwanlık, bakıcılık
eyler. Selçukiler'in ordularında gördüğümüz Ozanlar'ı, Anado­
lu'daki Türk Beyleri'nin saraylarında xv. asır ortalarına kadar
görüyoruz 36 • Ondan sonra gerek Azerbaycan' da, gerek Ana·

dayız ; ilk def<a R e ş l d ü ' d - D i n tarafından meydana konularak, daha sonra


bütün İslam tarihçileri tarafından nakl ve tekrar edilen Oğw:. Efsanesi'ne
gelince, onda İslam te'siri pek açık bir surette görülmektedir ; ma<mafih, biz,
Uygur metnindeki U l u g T ü r k ile R e ş i d ü' d-D i n'in Farsca metnindeki
I r k ı l A t a'yı ayni efsanevi sembol saymakta ve her ikisinin de birer bakıcı,
ozan olduğunu iddia eylemekteyiz. İslami olmayan semboldeki ulug sıfatiyle
İslami şekildeki ata sıfatı, bu bakıcı'nın kutsi mahiyetini açık bir surette
göstermektedir. K o r k u t A t a'yı da ayni efsanevi sembolün başka bir şek­
linden ibaret sayabiliriz.
35 Yegane nüshası Dresden kütüphanesinde bulunarak, oradan foto­

grafi ile aldırılmış bir nüshası Asar-ı İslamiye ve Milliye Tedkik Encümeni
kütüphanesinde mevcut olan bu mühim eser, Oğuzlar'ın esatiri devrelerine
ait oniki hikayeyi ihtiva ettiği için Oğuz-Name ismi ile şöhret bulmuştur. Asır­
larca önce, Anadolu'daki Ozanlar bu hikayeleri kopuzları ile terennüm
ederlerdi. İşte bu "kitap, mevzun bir nesir ile tertip edilen o esatiri hikaye­
lerden birkısmını içine almaktadır. Prof. B a r t h o 1 d , K o r k u t At a'nın,
Oğuzlar'ın eskiden yerleşmiş bulundukları Slr-Derya kenarlarında ve Türk­
men bozkırlarında tanınmış bir velf, hekim, ozan olmak üzre telakki edildiğini,
önceleri Azerbaycan'da Derbend civarlarında bu Oğuz efsanelerinin yaygın
olduğunu söylüyor (B a r t h o l d, Encyclopidie de l' lslam, Art., Ghw:.z) . Osmanlı
tarihçilerinin verdikleri malumata göre, Osmanlılar'da Oğuz efsaneleri'nin
xvı. asırda hala yaşadığına hükmedebiliriz.
31
• • • • • • ve-bi'l-cümle M ev l a n a Ş e y h i, asrının ser-amedi ve zamanın
TÜRK EDEBİYATl'NIN MENŞE'İ

dolu' da <.Aşık kelimesi, eski Ozan kelimesinin yerini almış ,


saraylarda Acem taklitçisi şairler, tekkelerde mutasavvıflar,
kahvelerde meddahlar, kıssahwanlar, Aşıklar o muhtelif vazife­
leri görmiye başlamıştır.

A Y İ N L E R D E ŞiiR

Başlangıç safhalarında şiirin dini ayinlerle nekadar alakalı


olduğunu göstermiştik. Eski Türk hayatını tedkik edecek olursak,
başlıca Şeylan, Sığır, Tug adları ile üç büyük ayin görüyoruz ki,
şiirin ve şairlerin bu ayinlerdeki yer ve ehemmiyeti pek ziyade
izah edilmeğe şayandır. Bu izahı etrafıyle yapabilmek için,
ilkönce bu ayinler hakkında biraz bilgi verelim :
Şey/an-Şölen (�ıy. !'.J�), Oğuz boylarının kurban ziyafetinden
_

ibarettir. Dinin en iptidai şekillerinden, en yüksek şekillerine ka­


dar bütün derecelerinde göze çarpan bu kurbanların esası, ma <bu­
du da ziyafete iştirak ettiren bir ortaklıktan başka birşey değildir ;
fakat Oğuz boylarının şölenlerinde, başka kavimlerin kurban
ziyafetinde mevcut olmıyan hususi bir hal vardır ki, o da, şölende
her boy'a, kurbanın muayyen bir uzvunun verilmesidir. Bu
muayyen et parçalarına sögük derlerdi ; Cami'ü>t- Tevarih, buna
Fars lisanıyle endam - küşt diyor ki boy sögüğü demektir. Bu sögük­
lerin aynini Taoisme teşkilatında da görüyoruz . Şölende, altı
şehzadeden üç büyükleri, yani ağalar sağ kolu teşkil ederler ;
Boz.ok ismini alırlar. Üç küçükler, yani ini'ler sol kolu teşkil
ederler ve Üfok adını alırlar. Yukarıda tek başına hakan
oturur ; karşısındaki mevkı<de de hatun oturur. Daha Oğuz

emirü'l-keliııı-ı müeyyedi idi. Germiyan-oğlu namındaki hakim-i rwtai ki


suhan cevlhirini seng-ü metler sanırdı, mezburun kasa 'id ve eş<ann fehmet­
medügine binaen, riayetinden ve istima <ından usanırdı. MenkUldür ki rus­
t a i, evzan nidügini bilmez ozanlar'dan biri G e r m i y a n - oğlu' na gelmiş.
O z a n, "Benim , devletltı sultanım akibatın hahtr olsun redügin bal ile kaymak,

yürüdügün fayır olsun" güftesini okumuş. Mir-i hoş-fehm ki mizacına muvafık


olan mazmun-ı garibi fehmetmiş ; ol h"ar-pay'e bezl-i 'ata kılıp, bir
şehba bağışlamış : Henüz bir hoşca söz işittim. Fehvô.-vü edasını pesend ettim;
bizim Şeyhi hiç bilmezin ne söyler; medhimiz etmek ister amma güya ki bizi zemmeyler,
demiş,, (Künhü'l-Ahbar, c. v., s. 1 9 1 ) .
TÜRK EDEBİYATl'NIN MENŞE'İ 73

Han efsanesinde şölene tesadüf ediyoruz : Oğuz Han'ın emri ile


tezhibli bir oba inşa olunarak, dokuzyüz at ile, dokuzyüz koryun
boğazlandı ; meşinden yapılan dokuz havuza 'arak, doksan
havuza kımız dolduruldu. Gün Han zamanında yine ayni
surette umumi bir ziyafet yapılarak kırk gün kırk gece işret
edildi. E b fı ' l - G a z i gibi Selfuk - Name müellifi de Cami<ü>t­
Tevarih'den naklen bu ziyafeti tasvir ediyor : "Ol toyda dokuzyüz
baş kısrak, dokuzyüz baş sığır ve doksan bin irik (!.IJ_I) koyun bo­
ğazlamışlardır ve temamet hatunlarını ve beylerini ve çeri başla­
rın ve bellü kişilerin hazır edip, türlü aşlar pişirdiler ve süci ve
kımız ve ayran-ı firavan getirdiler. Şeylan düşünüp yiyirip
içirip cümlesin hoş görüp halkları giyürdü, bahşişler etti 37 .,,
Şeylan'ın muhtelif zamanlarda nasıl ve ne surette kurulduğu­
nu tarih bakımından tedkike girişmeden evvel, muhtelif Çagatay
lfıgatlerinde bu kelime hakkında verilen malumatı zikre­
delim : Şeylan, Burhan-ı Katı<da Ceylan vezninde ve sultanların,
vezirlerin simatı, sofrası manasında gösteriliyor. P a v e t d e C o u r­
t e i 1 1 e , bu manadan fazla olarak umumi ziyafet manasını da
verdikten sonra, Babur - Name ile, Şecere-i Türkı'den misaller
getirerek kelimenin xvı. ve xv11. asırlarda kullanıldığını gösteri­
yor 38. Süleyman Efendi, daha ziyade xvı. asır kaynaklarından

37 Z i y a G ö k a l p, Eski Türkler'de içtima i Teşkilat, Milli Tetebbu<lar,


nu. 3, s. 4 1 4 - 4 1 7,,. R a d l off tarafından neşredilen Uygurca Oğuz Efsanesi'nde
de muhtelif vesilelerle şölenler tertib edildiğini görüyoruz. Mesela, çocukları
doğduğu zaman " O ğ u z H a n büyük toy yaptı ; ahaliye ferman etti, geldiler.
Kurultay kurdular. Kırk yatak ve kırk . . . . . . hazırlandı ; müteaddit yemek-
ler, müteaddit et yemekleri . . . . . . ve içki hazırladılar, içtiler,,. Efsanenin
sonunda, O ğ u z, altı çocuğuna B o z o k ve Ü ç o k adını verdiği zaman, yine
şölen görüyoruz : "Bunun üzerine O ğ u z H a n büyük bir kurultay kurdu.
Yoldaşları ve halkı davet etti. Bunlar kurultaya geldiler. O ğ u z H a n yüksek
bir toprak hane içinde . . . . . güzel . . . . sağ tarafına kırk kolaç uzunluğunda
bir ağaç dikti. Tepesine altun bir tavuk ve tavuğun ayağına beyaz bir koyun
raptetti. Sol tarafına kırk kolaç uzunluğunda bir ağaç dikti ve tepesine gümüş
bir tavuk ve ayağına siyah bir koyun raptetti. Sağ tarafta B o z o k l a r oturu­
yordu ; sol tarafta Ü ç o k l a r oturuyordu. Bu minval üzre, kırk gün kırk gece
geçirerek eğlendiler ( R a d l o ff, Das Kudatgu-Bilik, Tom ı ., P. x-xı) . Kitab-ı
Dede Korkut'da da, hemen her hikayede hükümdarlar tarafından muhtelif
vesilelerle şölenler tertib edildiğini, büyük toylar, yani ziyafetler ve düğünler
tertiplendiğini görüyoruz.
38 Bahşış ve biriş ve d{vdn ve şeylan ve meclis-i padişahane idi (Bô.bur-Nô.me,
74 TÜRK EDEBİYATI'NIN MENŞE'İ

devşirip toplayarak yazdığı lügatte bu kelimeyi salatın ve ümera


simatı ve sofrası ; ıt<am-ı 'am ; asakire ta' am tarzında izah etmekle
beraber, N e v a i 'nin Hamse' sinden,
d� İ.J ")l� l .A�j. �.iT i.Jfi' �
d� i.JL;J _, I l..S.f:.!- 1 � '"' . �
misalini getirerek, kelimenin xvı. asırdaki kullanılışını bil­
diriyor. Filhakika Mogollar zamanında ceşn kelimesi 39, şeylan
yerinde daha fazla kullanılırken, xıv. ve xv. asırlarda bilhassa
Timur sülalesinin nüffızu altında şeylan kelimesini de oldukça
umumileşmiş görüyoruz ; o devrin Farsi şairlerine kadar şeylan
kelimesi kullanılıyor : Timur ahfadından İskender Mirza b.
Ömer Şeyh Bahadır'ın nedimi iİıeşhur hezel şairi M e v l a n a
E b u İ s h a k Ş l r azi Dlvan-ı et<ıme ünvanlı eserinin muhtelif
yerlerinde bu umumi ziyafetlerden pek şevk ile bahsetmek­
tedir 4 0 • Anadolu Selçukileri'nin hükumeti zamanında Anadolu'-

s. 27). 1.5� 1 .;):j.;lj J _,I � � \ �b J")� .J �T (Ayn. esr., s. 1 1 7) .


E b u ' 1 -G a z i 'd e ayrıca, zryafet salonu yerinde Şeylanhane kelimesine tesadüf
ediliyor : S. 1 07; P a v e t de C o u r t e i l l e, Şark Türkfesi Lt1gati, s. 38 1 . Vam­
bery'nin Çagatay lt1ga tfesi'nde bu kelime mevcut değildir. Oğuz an<anelerini
ihtiva eden Kitab-ı Dede Korkut'da daima tekrarlanan bu kelimeyi §ölen şek­
linde görüyoruz ki, bu okunuş tarzı, bizim şivemize uygundur.
3 9 İslam tarihçileri tarafından yazılan Cihan-gU§a-yi Cüveyn i, Tarih-i
Vassaf, Zafer-Name ve onlardan naklen Ravzatü's-Safa, Hablbü's-Sryer gibi,
Mogol tarihinin en eski kaynaklarında tesadüf edilen bu kelime hakkında
muhtelif Çagatay lugatlerinin verdikleri bilgi kısaca şudur : Toy, zryafet, §ölen.
Her halde, biz, bu iki kelimeyi, ce§n ve §ölen kelimelerini manaca eşit saya­
biliriz. Burhan-ı Katı< mütercimi c imi-i meftuhe babında "sükun-ı şın'la düğün
ve yeme ve içme ve ziyafet ve davet ve ayş-ü işret manasınadır ve bayram ve
<}d manasına gelir,, (İstanbul basımı, s. 269) dedikten sonra Mecüsiler'ce
tanınmış ce§n-i tlrkan, ce§n-i nilüfer, v. b. gibi birtakım bayramlardan bahse­
diyor. N a z m i - z a d e de, Şerh-i mü§kilat-ı Vassaf'ında bu kelimeyi, "bezm,
yani meclis ve toy ve bayram-ı 'azim manasına,, diye tarif etmekle beraber,
bir de "le§ker-i ce§n : Cemiyeti çok ve <azim asker ve düğün ve alay-ı askeri,,
mürekkep kelimesini zikrediyor (Darü'l-fünun Kütüphanesi, numara 288) .
'o << ..l.i�)T i.J� .S- .:.J l- i.JT .;� * t J::- .;� .�.;l.t.T � �j ,,(S. 63) ve
(( �\,j j0 �.İ� � � ıJ jj İ.J\y:.. .) � * �L.� � .) O� ..:,.j")l� J"' J, ı,Sl
(S. 84, Dlvan-ı et<ime, İstanbul basımı) . Timurlular'da umumi ziyafetlere §eylan
müteradifi olarak aş da dendiği vardır ; mesela, bir ölünün yedinci gününde
yapılan ziyafete hafta aşı adı veriliyordu (Ravzatü's-Safa, c. vu., s. 92) .
TÜRK EDEBİYATl'NIN MENŞE'İ 75

da da kullanılmış olan bu kelimenin, diğer Selçuki hükumetleri


sahasında da asırlarca yaşadığı ve hatta Harezmliler'le Atabek­
ler'de ve daha sair ufak Türk hükumetlerinde de kullanıldığı
kuvvetle zannolunabilir.
Daha efsanelerde varlığını gördüğümüz dini mahiyeti
haiz ve muayyen kaidelere bağlı şrylan'ları Anadolu Selçuki­
leri'nde görüyoruz. Sultan, sabah namazını İmam Şafi<i
mezhebi üzre kıldıktan sonra, "selamlık sofasına fıkıp otururdu
ve sultani kuşluk vaktine değin müftü ve kadı huzurunda kendisi hük­
medip mazlumlara dad verirdi. Şer<f ve dlvanf işleri kendi görürdü.
Şer< işini ehl-i şer< meşveretiyle fryzle bitirirdi ve dlvanfye kendisi
cevap verirdi. Andan sonra hwan ve şey l a n dökülürdü ; bir sadr kendi
önünde ve iki tarafta iki kolda simat ve destar - hwanlar döşenirdi. Alim
ve sryyidler ve müftü ve kadı ve ulu şehzadeler kendi bile yirlerdi. Kalan
hryler, ulular iki kolda mertebeli mertebesince simata otururlar idi. Hassa
söguş ve sögleme ve bir yandan Oğuz resmince her hanın ve mülkün sögü­
gün korlardı. Şey l a nyenip kalktıktan sonra ki favuşlar dua ve alkış edip
giderlerdi, kendisi halvet - seray ü haremine girip vüzera ve sahih - dlvan ve
yazıcılar emval zabtına ve ahkam-ı dejatir hisahına meşgul olurlardı 4 ı , , .
Osmanlılar'daki divan-ı hümayun teşkilatı da tamamiyle Selçu­
'
kiler'den alınmıştır. Divanda iptida padişahlar bulunurken,
Fatih zamanında padişahlar yerine vezir-i a<zamlar yer almıştı :
Sabahleyin divan işleri bittikten sonra, bir sofra sadr-ı a <zam için,
sağında bir sofra kubbe vezirleri için, solunda bir sofra kazasker­
ler için kurulurdu. T.arihlerimizde ve bilhassa kanun-nameleri­
mizde geniş surette tasvir olunan bu divan teşkilatını, eski Oğuz
töresinin dini bir mahiyeti haiz şrylan'larından çıkmış saymak
zaruridir 42•

4 1 H o u t s m a, Selçuki tarihi'ne ait metinlerden üçüncü cilt : Muhtasar


Sel;uk-Nô.me-i lbn Blbl tercemesi, s. 2 ı 4-2 ı 5 . Oğuz efsanesi 'nde ve Selçuklu
teşkilatında gördüğümüz bu sağ ve sol mes'elesini daha Orhun Kitô.beleri'nde
görüyoruz : Birinci kitabe, cenup cephesi, Thomsen, lnscription de l' Orkhon,
p. 1 1 5. Kitô.b-ı Dede Korkut'da bu sağ ve sol kol mes'elelerini hemen her hikayede
görüyoruz . Mesela Bay Büre Bey-oğlu Bamsı Beyrek hikayesinde tasvir edilen
bir Jölen'de teşrifat kaidesi şu suretledir : "S'ağda sağ-beyler, solda sol-beyler,
eşikte inaklar, taht dibinde has-beyler,,.
4 2 "Ve cenab-ı şerifim ile kimesne tdm yemek kanunum değildir,
meğer ehl-i ayalden ola. Ecdad-ı <izamım, vüzerasiyle yerlermiş ; ben ref<etmi-
TÜRK EDEBİYATI'NIN MENŞE'İ

Daha Oğuz efsanesinde mevcudiyetini gördüğümüz bu


şeylô.n ayini, Selçuki hayatında yalnız divan teşkilatını vücude
getirmekle kalmamış, birçok vesilelerle hükümdarın umumi
ziyafetler vermesi ve bu ziyafetlerin az-çok bedii bir mahiyeti
haiz olması da an<ane hükmüne girmişti. Biraz aşağıda geniş
ölçüde göstereceğimiz yug - umumf matem ve sığır - umumf av ayin­
lerinden sonra, yahut cüluslardan, kurultaylardan sonra mut­
laka şeylan tertip edilirdi. Mesela Selçuki hükümdarı Alaad­
dir.l Keykobad, Konya'ya giderek ecdadı tahtına oturduktan
sonra, görülen usule bağlı olarak umumi bir ziyafet tertibini,
şeylan kurulmasını emretmişti : Çini altun sahanlar ve tepsiler
içinde enva<ı ni'am -dane ve muz'afer ve kaliyyat ve bura­
niyat ve me'mfıniye ve helvat, ahlak-ı ehl-i irfan gibi mümessek
ve muattar ve yahni ler ve söglemeler ve büryanlar ve tavuk
ve güvercin ve bıldırcın söglemeleri sadra ve iki kola Oğuz
resmince baştan başa döşenip müzeyyen ve mürettep oldu
ve kasat-ı kımız ve ayran ve mümessek ve muattar şerbetler
Oğuz'un resm-i erkanı üzre içildi... Hwan götürüldükten sonra
bezm-i husrevani koyup, altun ve gümüş evani ve murassa'
göbekli akdah ve badiye ve memzuç maşrapaları araste olunup,

şimdir,, ( Tarih-i Osman € Eneümeni Mecmuası'na ek olarak neşredilen Ktinun­


name-i Al-i Osman, s. 27 ve Tevkı' t Kanun-namesi, Milli Tetebbu <lar, nu.3, s. 509) .
Bu hususta daha fazla tafsilat için Netô.yicü'l- Vukuat ile H a m m e r'e müracaat
ediniz ; ma<mafih sünnet ve evlenme gibi sebeplerle tertib edilen düğün­
lerde padişahlar şeylan'da bulunurlardı : F a tih S u l t a n M e h m ed, oğullan
B a y e z i d H a n ile M u s t afa Ç e l e b i'nin sünnet düğününü yaptığı zaman
bi'zzat ziyafette bulunmuştu (Aşık Paşa-zade Tarihi, s. 1 48 ve Dursun Bey,
Tarih-i Ebu'l-Fetlı, s. 75-82 ; Tarih-i Osman € Encümeni Mecmuası ilavesi) . Selçuk­
lular ve Osmanlılar'ın teşkilatında şeylan'ın ehemmiyetini gösteren şeylerden
biri de Çtlşnigfrlik'in Selçuklular zamanında da, Osmanlılar devrinde de amme
vazifelerinden sayılmasıdır : Muhtasar Selfuk-Name-i lbn Blbl'de, Selçuklular
zamanında Çtlşniglrlik'in ayrıca büyük bir rütbe şeklinde Beylerbeyiler'e,
ordu kumandanlarına verildiğini de görüyoruz. Fatih Ktinun-namesi'nde
Çtlşnig{r başılık, teşrifat itibariyle Çakırcı başılık'tan sonra geliyordu (Ktinun­
name-i Al-i Osman, s. ı 2 ) . Aşık Ptıia-zade Tarihi'nde, Germiyan-oğlu'nun kızı
S u l t a n H a t un'un, Y ı l d ı r ı m B a y e z i d ile evlendirilmesinden bahsedi­
lirken, Germiyan-beyliği'nde dahi Çtlşnig{r başılık'ın mühim bir rütbe olarak
mevcut bulunduğunu görüyoruz (Aşık Paşa-zade Tarihi, s. 58-59) . Timur­
lular'da bu makamda Tevact''lerle Hwan-salar'lara tesadüf etmekteyiz (Z,afer­
Name ve Ravzatü's-Safa'ya müricaat) .
TÜRK EDEBİYATl'NIN MENŞE'İ 77

akdah-ı efrah dair ve sayir oldu ve üstad mutribler ernred-i hoş -


avaz şakirdleri ile ki anların latif elhan ve negamatı aşıkların
ahzan ve kayguları rahtlarını selvet kişverine naklettirip terahlar
feraha mübeddel olurdu . . . 43,, Musıki ve şiirin iştirak ettirilmesi
ile geçirilen bu müşterek 11edii hayat, Türkler'in dini - bedii
bir mahiyeti haiz eski şrylan'larının kalıntısıdır ki onu, eski Türk
an<anelerini kabul etmiş olan C e n g i z sülalesinin ilk zaman­
larında ceşn adı altında, yaşar görmekteyiz. Mesela C e n g i z
H a n, veya çocuklarının muhtelif vesilelerle, bazı kurultayla rın
toplanması sebebiyle, yahut bazı çocuklarının, veya torunlarının
ilk def<a avlanmaları, sefir kabulü gibi münasebetlerle ceşn'ler
tertibettiklerini biliyoruz 44• Kezalik O k t a y K a g a n da, baba­
sının vefatı üzerine toplanan kurultayda saltanat makamına
seçilmesi ve kam'ların tensibi ile uğurlu bir günde merasim icra
olunduktan sonra, üç gün büyük bir ziyafet tertibetrnişti 45•
Ceşn'lerde altun kadehlerle içki dağıtılır ve onların muhafız­
larına turkak ismi verilirdi 46• Bu umumi ziyafetleri Timur salta­
natında da muhtelif vesilelerle görüyoruz : İ b n < A r a b ş a h'ın

4 3 Muhtasar Selçuk-Name-i lbn Bibl s. 204-207 .


44 Ravzatü's-Safa, Bombay basımı, c. v., s. 50.
45 Cihan-guşa-yi Cüveynt, Leiden basımı, s. 148- 1 49 ve ondan naklen
Ravzatü's-Safa, Bombay basımı, c. v., s. 54-55. Ş ah a b e d d i n A h m e d
İ b n M u h a m m e d İ b n < A r a b ş a h, "Fakihetü'l-Hulefa .ve mefakihetü'l-Zürefa
adlı eserinde, kurultayın nasıl hakan intihap ettiğini ve hakanın seçilme­
sinden sonra verdiği umumi ziyafeti anlatıyor : "Herkes kurultayda hakan
intihap edildikten sonra, kemal-i ta'zim ve tebcil ile Cengiz töresi'ni getirirler,
herkes ayağa kalkarak teberrüken onu elleriyle messeder. Müteakıben töre
açılır, herkes susarak onun kıraatini dinler ve hitamında buna itaat edecek­
lerine dair hakana biat ederler. Hakan da, buna karşı, töreye sadık kalacağına
yemin eder. Bundan sonra üç def<a fenk'ler çalınır ve günün ortasında güneşe
teveccüh olunarak çenkler tekrar çalınır ve herkes buna secde eder. Bu çirkin
hareket ancak ilkbaharda icra edilirdi. Bu biat resmi bu stiretle tamam
olduktan sonra, şarap meclisi teşkil olunup, han onlarla idare-i akdah eder,
hazineler açılarak in<am-ı 'am edilirdi,, (Musul'da dominiken rahipleri
tarafından bastınlan nüsha, ı86g, s. 38 1 -482). C ü v e y n i'nin ve Cami'ü't­
Tevarih'in verdiği tafsilat bunun ayni olduğu gibi, Ermeni tarihçisi H a y t u m
d a hemen ayni tarzda malfunat veriyor (E. B l o c h e t, lA Grande Encyclopldie,
tom. 24., p. 7 1 ) .
H CiMn-guşa-yi Güveynt, s . ı 82.
TÜRK EDEBİYATI'NIN MENŞE'İ

derin bir nefret ile bahsettiği U 1 u g B e y'in düğününde, bedii


mahiyeti haiz umumi ziyafetler tertibedilmişti 47 •
Timur sülalesine mensup daha sonraki hükümdarların
saraylarında da tesadüf edildiği cihetle bütün Türk hükumet­
lerinde mevcudiyetine hükmettiğimiz bu şeylan'Iarın, ceşn'Ierin,
Cengiziler'le Timuriler'de nasıl usul ve kaidelere bağlı olduğunu
açık surette bilmiyoruz. S e l ç u k i u l a r 'la O s m a n l ı l a r 'da tam
bir i <tina ile muhafaza edilen Oğuz töresi, sağ ve sol kol teşkilatı,
C e n g i z 'in ve T i m u r l e n g'in saraylarında belki ayni şekilde
varlığını devam ettirememişse bile, pek eski bir asıldan gelen
bu Şeytan - Ceşn ayininin de büsbütün kaideden mahrum bir eğlen­
ce şeklinde sürüp gitmediği ve belli birtakım kaidelere bağlı
olduğu mevcut vesikalardan bile açık ve kesin olarak anlaşılıyor.
İ şte, en eski Türk Baksı - Ozan'ları Şeylan'ın daha dini mahiyetini
kaybetmediği zamanlarda kopuzları ile dinf - sihirbô.zane nağmeler
okurlar ve günlük sıkıntılar ile yorulan dimağları, şe ' niyet
aleminden uzak başka bir aleme naklederlerdi. Büyücülük
dini hakim olduğu sırada şeylan'da en mühim yeri tutan şair - ra­
hib, törecilik üstünlük kazandığı esnada daha ziyade sihirbaz,
büyücü, bakıcı gibi telakki olunmakla beraber, umumi ziyafet­
lerdeki yerini muhafaza ediyor ve dini olmaktan ziyade, sihir­
bazane şiirler tanzimiyle meşgul oluyordu; fakat sonraları,

47 Kadınların da iştirak ettiği bu ziyafetlerden 1 b n < A r a b şah, seci <Ii


ve tekellüflü ifadesi ile uzun uzun bahsediyor : " . . . . Timur-ı mağrur dahi
libas-ı şahane ve ihtişam-ı mülukane ile çıkılı, bar- gah-ı sultani'de hazır
ve müheyya olan serir-i serveri'ye nüzul ettikde, tertib-i bezm-i sürura
işaret etmegin ferş-i zümürrüdin üzre sakıyan-ı sim-endam ca be-ca hiram
edib, kadehler devr ve ruhlar neşat ile sema'a gelmekle, Çagatay arslanları
şürb-i sahba-yi akik-endam ile manend-i hevam zelil ve gulat-ü şidad-ı Mogol
ve Tatar tenavül-i mey-i yakut-fam ile mumdan mülayim olub, mutrib-i
hoş-neva ve sazende-i ruh-efza dahi bu ebyat ile dem-saz olurdu,, (.Nazmi-zade
tercemesi, Ceride-i Havadis tab'ı, 1 2 77, s. 165) . Timur zamanındaki bu umumi
ziyafetlerin şairane tavsiflerini okumak için Ş e refe d d i n Y e z d i'nin ,(,afer­
Name sine müracaat ediniz (Nur-ı Osmaniye Kütüphanesi, nu. 326 7) . Petit de
'

la Croix tarafından Timur Bey Tarihi adıyle Fransızça'ya terceme edilen bu


eser, Ravzatü's-Safa ve Hablbü's-Siyer gibi umumi Türk tarihlerine başlıca bir
kaynak olmuş ve M e h m e d ' A 1 i b. D e rviş ' A 1 i B u h a r i tarafından
G ö ç g ü n c ü H a n namına Çagatayca'ya terceme edilmiştir (Nur-ı Os­
maniye Kütüphanesi, nu. 3268) .
TÜRK EDEBİYATI'NIN MENŞE'İ 79

yabancı medeniyetlerin te'siri v e içtimai işbölümünün zaruri


neticesi olarak, şrylan'larda Acem taklidi güfte ve besteler okun­
mıya, C e n g i z i l e r'in sarayını yavaş yavaş Acem, veya Acem
taklidçisi şairler işgal etmeye başladı. Hele S e 1 ç u k i l e r'in ve
T i m u r i l e r'in saraylarında, Acem medeniyetinin ve İ slam
ruhunun temsil edici te'siri eski Baksı - Ozan'ları kaldırmış, on­
ların yerine yeni kasideciler koymuştu ; onlar, İ ran edebiyatın­
dan aldıkları vezinler ve şekillerle Şeh - Name'den alınmış Acem
mazmunlarını yazıyorlar ; musıkişinaslar o güfteleri milli zevka
hemen tamamen yabancı bir ahenkle besteliyerek terennüm
ediyorlardı. O s m a n l ı l a r'da da böyle o1 muştu : F a t i h S u l­
t a n M e h m e d, Edirne'de çocuklarının sünnet düğününü
yaptığı zaman, Dursun Bey'in ifadesine göre, en büyük
şairler kaside ve mehdiyeler sunmuşlardı 48 ; halbuki eskiden,
Ozan'lar kopuz'ları ile, Oğuzlar'a ait milli efsaneleri umumi
ziyafetlerde Hakan'ın huzurunda okur ve terennüm eylerlerdi.
Şrylan'da iptida bu milli edebiyat ile birlikte yaşamıya çalışan
İ ran şiir ve musıkisi, yavaş yavaş milli şair - bestekar'ı saraydan
çıkarmaya ve halk arasından atmaya muvaffak oldu. Bu itibar
ile, Türk padişahlarının saraylarında büyük bir bollukla gördüğü­
müz Acem kasidecilerini, şrylan ayinlerindeki eski Türk Ozan'ları­
mn bir devamı gibi telakki edebiliriz.
Eski Türk hayatında pek ziyade ehemmiyeti haiz olan ve
iptida dini bir şekilde başlıyarak yavaş yavaş mahiyetini değiş­
tiren ayinlerden biri de, M a h m u d K a ş g a r i'nin sıgır madde-

'8 Tarih-i Ebu'l-Feth, s. 8. Bu düğünün tafsilatını daha sade ve kısa


olarak Aşık Paşa-zade'de dahi görüyoruz. Onun verdiği tafsilata göre, devlet
ileri gelenleri ve alimler, padişahın sağına, soluna ve karşısına oturmuş­
lardı ki, bundan, eski Oğuz an<anesinin devamına hükmedebiliriz. Herkes
yerli yerince oturduktan sonra, "Emroldu, hafızlar Kelam-ı kadfm-i rabbani
okudular. Ulema, bu okunan ayetlerin tefsirin ettiler. İlim sohbeti tamam
oldu. Destur oldu, hoş-h'tanlar medhiye, gazeller okudular, padişaha layık
sohbetler olundu. Destur oldu, simatlar çekildi, ni'metler yenildi, yine hoş­
h wanlar okudular,, (Aşık Paşa-zade, s. 1 47) . Bu kadar tafsilat bile, şölen'lerin
eski din f-bedi f mahiyetini anlatıyor. Kitab-ı Dede Korkut'da, Yalancı oğlu
Yalancık ile, Bay Bican kızı B a n ı Ç i ç e k'in düğünleri münasebetiyle yapılan
şölen'de de ayni bedii mahiyeti, zurnacıları, nekkarecileri, ozanları görü­
yoruz.
80 TÜRK EDEBİYATl'NIN MENŞE'İ

sinde açıkca ifade ve izah ettiği umumi avlardır 49• "Oğuz


boylarının ongunları umumiyetle avcı kuşlar olması, bu milli
merasimin dini teşkilat ile pek ziyade alakalı olduğu nazari­
yesine büyük bir kuwet veriyor 50. , , Muhtelif zaman ve mekan­
lardaki Türkler arasında biraz muhtelif şekillerde tesadüf edil­
mekle beraber, her halde ayni menşe'den çıktığı muhakkak
olan bu umumi av merasimine, daha efsanelerde rast geliyoruz :
T ü r k b. Y afes"n oğlu T ü n g H a n , birgün ava çıkarak
geyik vurmuştu 51 ; kezalik O g u z H a n efsanesinin gerek İ slami
gerek İ slami olmıyan şekillerinde avlar büyük bir yer tutar 52•
Kitab-ı Dede Korkut'ta, avın ehemmiyetini pek sarih bir surette
görüyoruz: Birinci hikayede D i r s e H a n'ın oğlu B o g a ç H a n, bir
boğayı öldürdükten sonra beylik alıyor ; ona hasededen vezirler,
büyük bir suç olmak üzre B a g a ç'ın, "göğsü güzel kaba dağa ava
fıktığını, babası varken av avlanıp kuş kuşladığını,, D i r s e H a n'a
bildiriyorlar ; D i r s e H a n oğlunu - Kara Han'la Oğuz Han
mücadelesinde olduğu gibi - avda yaralıyor. Kezalik ikinci
hikayede Ulaş oğlu Salur Kazan, bir şeylan esnasında beylerine,
" Yata yata yanımız ağrıdı, dura dura belimiz kurudu ; yürüyelim a
beyler, av avlıyalım, kuş kuşlayalım ; sığın, geyik yıkalım,, diyor ve
hepsi atlara binerek umumi ava çıkıyorlar. Eski Türk esatirinin
islamileşmiş bir kalıntısı olup pek sonraki devirlere kadar efsane
ve hikaye şeklinde devam eden Kitab-ı Dede Korkut' un başka
hikayelerinde de, umumi av merasiminin eski Türk hayatındaki
ehemmiyetini gösteren parçalar boldur.
• J J
o r.,,AJ ı �� � ı 0 1 .!!I � _, 4. 1;) ı c !l .,ıı ı ol:- ,:r t � Y> : ..r;... ..••
,:r � � �� ı.1 J.. ....Ail _, y. _, 4:11 I_;� _, �.J>" _,JI I� ı.r c.il::AJ I ; r � �I j
11 . � j � 0 1 ..r:,i- (Dlvanu Lt2gati't- Türk, İstanbul, 1 333, c. ıı., s. 303) .
60 Z i y a Gökalp, Eski Türkler'de lçtimat Teıkilat, MilU Tetebbu</ar,
sayı 3, s. 4 1 7.
61 " Türk içinde çok resmleri ol çıkardı. Acem /adiJahlannın evvelkisi olan
Kiy tı me rs ile muasır idi. Günlerde birgün ava çıkıp, geyik urup kebab ederek anı
yediklerinde yere dü.Jen bir parçası ağzına gayet hoj taam geldi ; zira ol mahal 18re idi.
AJ'a tuz katmasını ol pkanp, andan resm kaldı.,, (Ahmed Vefik Paşa, Şecere-i
Türkiyye tercemesi, s. 13) .
61 Şecere-i Türkiyye tercemesi (S. 2 1-!23) ile, R a d l o ff tarafından neşre­
dilen Uuygurca Oğuz efsanesi'ne bakınız.
TÜRK EDEBİYATl'NIN �ENŞE'İ

K a ş g a r l ı M a h m u d ' un, eski Türk hakanlıklarında mev­


cudiyetini haber verdiği sıgır adındaki u mumi avlar, Uygurlar'ın
birçok adetlerini kabul etmiş olan C e n gi z sülalesinde pek açık
bir şekilde göze çarpmaktadır ; Mogol tarihini yazan bütün
Müslüman tarihçilerinin muhtelif zamanlarda vuku<unu ifade
ve tasvir ettikleri bu umumi avlar hakkında Cengiz yasası ' nda
ne gibi hükümler bulunduğunu ve yasa hükümlerince bunun
ehemmiyet derecesini ilk def<a A l a e d d i n A t a M e l i k C ü v e yn i
anlatmıştır :
J. J:":"
-
fel '-='" .... l.:... J.J-J � .)' .c..ô.S.J � .... ! �b .. � I .; � .;LS"' .J ıı
ıJ Y;" .ô' � , �' .J 0T .::.. � ; .J r-1,.j c:l.Af ylJll!" I .J (;....... Y 4 ) J, .ô' � I
'-='"- J'. .J .ı.:.!S' .u_,s:� ..j,- .J J:.:..S -l: - ı; T o� �J'. ..L:...... .; ".)� c:ıbt:­
".;lS::..!. .;...c f 0 y� .J J.j .;T ı:.ıl�.o
• • J.) I .; ".; lS:: ..!. O..J� 4- J .)_r .:;_,J.f .J �
" ,.l::- .:.J; .J .:;_,x .J t'..Jj l � Lk,. .J .l:.i_.... .) � 0 b _r ıJ _,ş T� J. .).)f -C.Aly:..
l .; _;5:.!J .J ..\.:..! !� ıJ4!.J,,,_ � J'. t.c_ ı .) .l.:.!l� ce:.füj Jt;.:;I � .;�� .JY;" .J �
�ı.;.)... .J .)l:...... 0T J. \; �L .l..!.4 .;� .).)� 4j � _;. .J �Le· ıJ� .);. 01 J'.
".;� .:....c j&- .,f �; .J J"f' 0L,,;.. J ,.ljy .J'..J,,;.. �.A.!.... .J �:.,,;.. \J.j l _rj J .J .l.:...!. 4
-
.ô'tJ. _;S::.!.l -t; J.j l.... .; 0 L... _;.. .l..!. 4 0ı.:...... _; j...J Jy:.. .) J.J ı 0T � .J .J ,ci- !.l .; _i:
�; T � J'. .J J.j.)� .;Ls::..!. -la::- ..ı.:...! 4 l•J.)J .JI .; l.Y."' .J J l-.; J6 .; IJ.... J'.
y
.) Jf .l.:.I> 1 .;Ls::..!. .ô' �y .J,. .JJ,,;.. \ Jj .J ..ı+j JT J.ii � _r4j o.)j 1 J..:.j I.; .:;., _;l..!. I
�; .J �� .J �.... I.; �.... .) .J o � .)�.) "l.. � .J L•,,... )l.- j l 0T .:;.,'} T
.:;., lf..Jrt. J .:;.,4r .J �j \_,,,;.. 4 .J J.:.:S' ıJ� ,z !.l.;.f. "ı _,.. 4 .J .c..i bŞ � I .;
J.j .JŞ' .J.} 41>1 ... 4'"" .J .u. l... .J.) .J 4J> l... 4 .;l� uı,,... .J J.j_,; 0 1.JJ .:;_, 4 .J_r.. .J
.J .J �� üL- j l \; �\...(· ı..1 .:.Ja;l� .J J..:.j l .; ı..1 �T .J � .;� I .; ".; lS::.!. .J
� �ki .J � 0T �k _, '-='"� � 4j � _;ı ".;ts::.!. o lS" u f i .J J.j .J ;
I�
.l_.!. .) � .J J..:.j j YJ � 0T J. l.; o.).J� .J ) j.ı> 01 � 1 .J � \..(· .j � I .J
_;4 4 �� ı..1 .J.i 4 J.j )J.j � I .; J..:.j ly
.ô'; .ô' I .; ..j,- �":)..!.. f i .J � �:r}
J I_,.:.... 0'..J. j.J .; .J � o l... ,..., .J.) .l.:.�� Jl>I .J 6 �AJ� .J I �.)(j .; .) � �
.;ls::.! J I J- j l .J .er..._; ı..1 .Jl,,;.. �� 0 �41 .J J..:.j l _; ı..1 ".; Ls::.!. .ci...J .. ) 4.. .;
f � .Al- ı:.ı� t.; � .J. L:S' jl _, �J � .S' d cJ i-Y..c: I .JT � .J J _,
�J _, J.j j l J.j\ J. l,,. J.,(• .J 6 J-::.. �� �.; .!l.:..... ) 4"" .J.) .; IJ.A... J'. J......;
J-y;- _, ..!..Ll 4.;.) J-J- J ...; __,.:.- 4A1- 0� �4 d.r j4 ı.}.J� ı.}.J.) .; IJ.... J
J...T. .;.) 11 .:;.,_r.- J-..J>..,1 1 �1 .J ıı : J.ç..J � J.j .; 1 � ıJ! .Jr .J �ij _).) t.� t.l_,.; I .J o.J...T.
, o .J...T. r:J.j '-='"j \ _;\ 4 yl!� o.l..!. �t::.- � W 4 6....; 4:.!.f' .JfY 0 1 .;Ş 4 0 1�
L..!. � �ı ·ı.r J-J �I .J I J
.
0 'l y;- J � .!t� J..!S � � ..A.l- J._üi 0Y;"
� I � J J.j jlJ.j l �j ��t.... .!� _, ..l.i l .; 0 �.;.) ı.J'"" I � j l � � 4 ıJL,,;.. I � 4
Edebiyat ArtJltırmalan - VI.
TÜRK EDEBİYATl'NIN MENŞE'İ

w lf'.:ı l j .L!.:ı 4 w.Jı;- ı; J;;S' J.J:i � ıJ...;_,.. J. �; wl::-- .;.:ı .:ı_,; J..,ı. w.Jı;­
-l:.�T .;.:ı rl.J"' .J 1 .r l .J w l:.!_,; w�I J I ,4,.� 1-:"�:i � .J .c.;S::� � wT ı.;l.!�· �T .; .:ı
cJı� wlS".J.:ı .J wLS:� .;S:... .ü �· ı.; �ı;- �--- JI w.Jı;- ı.; J.!4 � (.f.J. J.J.J w.Jı;­
�ş 1.&-.:ı .J �T wt> � �ı _,.; J*"' .1, w\5" .:ı.;J> Jı.... .J wı-'!� J.Jj+" ı
� 4 JS:w..:ı:i � .J "'="� � ,_,-;_,.. J I l.:i d �"'LA! ı!.IU l.J::P" ı.;� ı.;� 1 J. .J
• � .J.rA- .J .;l;. f i .J .cl' c!": .l:.;4 .ı.:>- 1.ül -0 I.; ı.;J lS:.!. �li .J �.:ı ol .;
11 .sa .l�L.c· .;l....> I w ljŞ .J t� .; Ll:- J. .:ı_,.!.j ,§. ı ı!.11.il� tl _,;I Umumi
avlardan sonra mutlaka şrylan'lar tertibedilir, bilhassa saltanat
M.nedanına mensup şehzadelerin ilk def<a ava iştirak etmeleri
büyük şenlikler yapılmasını lüzumlu kılardı : Mesela, H ü l a g u
ile K u b i l ay mu<tad olan yaşa erişerek ilk def<a ava çıktıkları
zaman, C e n g i z H a n büyük toylar, ceşn'ler yapmıştı 54•
Cengiz ailesinde gördüğümüz bu umumi av merasimini,
Timur saltanatında da görüyoruz. N a z m i- z a d e'nin İ b n
<A r a bş a h' dan naklen verdiği tafsilat, C ü v e y n i'nin verdiği
bilgilere pek ziyade benzediği cihetle, Timur devrinde de eski
an<anenin devam ettiği anlaşılıyor : "Timur, birgün şikar kastlı
ile sahraları geşt-ü güzar ve yemin ve yesar ve cenup ve şimalde
olan ahali-i bilad ve reaya ve askeri şikar sürmelerin tenbih
etmekle, etrafta olan piyade ve süvari gani ve fakir, sagir ve
kebir, dağlardan ve sahralardan ve ormanlardan enva-i vuhuş
ve arslan ve tilki ve ceyran makCılelerin sürüp Timur'un cemiyet­
gahına getirdiklerinde, hayvanat-ı mecmua mevc-der mevc
derya gibi temevvuç edip, hayran ve serkerdan iken tabi ve
nefir ve surnalar çalındığı gibi hayvanlar muztarib ve ateş-i
tehayyürleri mültehip olup, heybet-i ma'reke ve sevad-ı asker-i
Çagatay ile kurt koyuna ve kaplan tilkiye ve arslan kediye can
havfından sığınıp feryat ederken, Timur'un kendü evlad ve
evlad-ı evladı ve ümera ve vüzera-zadelerin emr-i şikara şuru'
etsinler deyu ferman-ı Timuri sadır olmağın, bela-yi asmani
gibi herbiri bir hayvanın canına düşüp güleştikçe, Timur kah­
·
kah a ile hande ve sibyam emr-i şikare tahris etmekle, geril

H Tarih-i Cihan-guşa, Leiden basımı, ı g ı ı, s. ı 9-20.


114Bu hususta bazı adet ve merasimi tafsilatiyle anlamak için Ravı:.atü's­
Safa'ya bakınız (C. v., s. 50) .
TÜRK EDEBİYATI'NIN MENŞE'İ 83

kalanlarına 'itab ederdi 55. " Zafer-Name ile Ravzatü's-Safa'da


Çirge ünvanı altında 56 zikredilmiş olan bu umumi avlar,
Timur çocuklarının ve torunlarının saraylarında da asırlarcca
devam etmiş ve tarihçiler tarafından tamamıyle tantanalı ve
san'atlı olarak zapt ve hikaye edilmiştir. Ravzatü' s-Safa ile
Hablbü's-Siyer'de, mesela S u l t a n H ü s e y i n b. B a y k a r a'nın
ve diğer Timurller'in avları tasvirlerine daima tesadüf edilir.
Anadolu Selçukluları'nda top oyunları ile beraber, bu umu·
mi avların bulunduğunu ve onların muayyen teşrifat kaidelerine
ittibaen yapıldığını 1 b n B I b I'den öğreniyoruz. Onun verdiği
bilgiye göre, Selçuki Sultanı sayısız hususi avlardan başka, sene·
de iki def<a büyük av ağlencesi tertibeder ve ona bütün hükumet
ricaliyle boy beylerini davet eylerdi. Büyük ve ihtişamlı bir
eğlence demek olan bu merasimin tertibatına bilhassa özenilir,
mahsus çıkarılan avcılar onbeş günlük yerleri sürerek canavar­
ları av yerlerine getirirlerdi. "O vakit Sultan kendi hasekileri,
55 N a z m i - z a d e tercemesi, s. 220. t b n <A r a b ş a h, <Acaibü' l-Makdur,

Mısır basımı, s. 2 ı g.
58 Hemen tamamıyle xv.-xvı. asra ait kaynaklardan alınarak vücude

gelmiş olan S ü l e y m a n E fe n d i'nin lügati ile, P a v e t de C o u r t e i l l e'in


kamusunda çarke, çerke, çirka şekillerinde gördüğümüz bu kelime hakkında
şu malumata rast geliyoruz : "Saf, katar ; şadırvan ; hayme ; bir nevi< şikar ki
avcılar halka kurarak ve vuhuş, sülün ve kargavulu ortaya alırlar. Şikar­
gahta asker halkası ve Alaman avı, koşun ve leşker saydı,, ( Osmanlı-Çagatay
lugati, s. 1 6 1 ) . "Şadırvan ; hayme ; kalenderi denilen küçük çadır ; avcılar
zümresi ; saf, sıra, takım ; şeref, derece, mevkı<,, (Pa v e t de C o u r t e i l l e,
s. 2 74-275) . P a v e t d e C o u r t e i l l e'in bu kelimeye ilave ettiği şu iki nazım
parçasında,
.;..,::. t ->j J _,1 )j.J..Jl.... o,fJ';" y _,j_jj
.;y V"'� �__,.... Ut; l.;T �;.) J _,I r!'
*

-l.Ai �.l:..,.:o jS::j � ıJW T c.!; j � � i.)":>\S::; T


y J .)§ .!..lj l.f;.. J.:>. �\.S'"j __,j o,fJ';" J. .ti ). /'
beyitlerinde çirke, umumi av manasını ifade etmektedir. " Cerke, sükun-ı
ra ile mutlaka insan ve sair hayvan güruh ile alay kurup, daire misal halka
olmasına denir. Bizim ıstılahımızda dahi çerkelenme tabir olunur ; ekseriya
sürgün avında ederler,, (Burhan-ı Katı', s. 268). "Cerke : Cim-i muvahhitle ile
�ayyadlar halkası,, (Şerh-i müşkilôt-ı Vassaf, Darülfünun Kütübhanesi, nu. 288) .
TÜRK EDEBİYATl'NI N MENŞE'İ

oğlanları, beyleri ile varup, halk içine girip, Oğuz resmince


evvel kendi atardı ve andan sonra aşağı beylere ve sipahilere
destur olurdu. Andan sonra kalanın azad buyururdu, halkayı
koyuverirlerdi 57. ,, Bütün bu tafsilat, Anadolu Selçukluları'ndaki
bu umumi av merasiminin Cengiziler ve muahharan Timuri­
ler' dekinden hemen tamamiyle farksız olduğunu ve tarihin
kaydedemiyeceği kadar eski zamanlardan kalan ve ilk devrinde
muhahkak dini bir mahiyeti haiz olan bu müessesenin, muhtelif
yerlerdeki Türkler arasında pek eski devirlerdenberi yayıldığını
gösteriyor. Yine bu umumi av gibi içtimai bir müessese mahiye­
tini haiz olan ve belli teşrifat kaidelerine bağlı surette oynanan
bu top ve fevgan oyunları da Anadolu Selçukileri'nin saraylarında
rağbette idi. S u l t a n İ z z e d d i n K e y k a v u s haftada bir,
A 1 a e d d i n K e y k o b a d iki def<a kendi hasekileri, ricali, sağ
ve sol kol beyleriyle belli teşrifat usullerine bağlı kalarak oyun
oynarlardı 58 • Osmanlılar'ın ilk devirlerinde, Selçuklular'dan
alınmış bir an<ane şeklinde yine bu umumi av merasimine tesa­
düf ediliyor : Bu hususta pek fazla tafsilata malik olmamakla

57 Muhtasar Selpdr.-Name-i lbn Bfb{ tercemesi.

58 E v l i y a Ç e l e b i, Bitlis'te Şeref Han Camii yanındaki Çevgan mey­


danı'nda gördüğü bir oyunu şu suretle tasvir ediyor : "Bu meydanın başında
seng-i Mrô.dan bir amt2d ve diğer başında yine bir sütun-ı münteha dikilmiştir. Her
tarafta biner atlı cem< olub, ellerinde kızılcıktan eğri bir gupal ve çevgan ile ama­
de olurla... Meydana adam kellesi kadar, ağaçtan müdevver bir top korlar. Sekiz
kat mehter-hô.neye turreler urulub avaz-ı duhul evet eriştikte, bir taraftan bir ô.dem
ve diğer canibden yine bir ô.dem at bırakıb meydandaki topa biri bir çevgan urub
kendi taraflarındaki m{li geçirmiye çabalayub bu topa çevganlar ururlar. Biri dahi
at ile seğirtib o galtan olan topa bir çevgan urup kendi hududundaki amuda götür­
mek ister. Biri dahi yetişib top havada tayeran ederken bi,,. çevgan urub, biri dahi
urub durur. Netice tarafeynin askeri biribirlerine girüb fakir topa öyle fevgan ve
gupaller ururlar ki neticesi pare pare olub elbette bu hô.l ile bir tarafı gdlib gelüb,
topu kendi hudutlarına götürür. Karşı taraftakiler mağlub, topu alanlar gdlib olub,
mağlublar g<iliblere bô.deht1 aztm ziyafetler ederler. Acayib temaşa ve hoş pehlivan­
lıktır.; amma nice atların ayağına çevgan rast gelüb lturd eder, fakir at leng olur.
Atlar öyle muallim olmuşlardır ki kedi fareyi nice gözetirse, bu çevgan atları da
topu öyle gözetirler. Nice kerre bu top için azim cenk olup kanlar dökülmüştür.
Alıir-i kar, kol ile oynarlar. Mesela beş kerre, yahut on kerre kangı taraf halkı topu
kendi taraftan üzre meyillere getirirse, meydan anlarda kalub, ziyafeti mağlab olan­
lar ederler. Bu oyun bütün Kürdistan ve Acemistan'da azim silahşorluktur, , (C. ıv.,
s. 1 2 2- 1 23).
TÜRK EDEBİYATI'NIN MENŞE'İ 85

beraber, Y ı l d ı r ı m B a y e z i d'in Niğbolu 'da aldığı Avrupalı


esirlere ihtişamlı bir av seyrettirdiğini, kezalik T i m u r l e n g ile
muharebe etmeden önce onu küçümseme maksadı ile ordusunu
sürgün avı ile iştigal ettirdiğini biliyoruz 59• Fatih kanunnamesi'ne
göre, lmrahor'dan sonra gelerek, Çaşnigfr'e tekaddüm eden Çakır­
cıbaşılık'ın bir amme hizmeti mahiyetini al ması, saraydaki av
ha lkı 'nın sonraları Çakırcıyan-ı hassa, Şahinciyan, Atmacacıyan na­
miyle üçe ayrılarak son ikisine Doğancıbaşı ve Atmacacı-başı nam­
lariyle zabitler tayin edilmesi, Kuşcu'luğun Cengiziler ve Timu­
riler'de umumi bir hizmet olarak mevcut bulunup, hatta
Orta-Asya'da vezirliğe müsavi tutulan Kuş-beyi ünvanının son
zamanlara kadar var olması, bu umumi av müessesesinin nekadar
kuvvetle Türk ruhunda yerleştiğini gösteren bir delildir 60•
Şeylan'da olduğu gibi, bu umumi av ayinlerinde de şiirin
ve şairin yer ve ehemmiyeti pek açıktır : En eski zamanlarda,
bu avların mes<ut ve bereketli olması için dint - sihirbazane
şiirler terennüm eden rahip - şair'ler, yeni dinler geldikten sonra
avları takibeden şrylan 'larda hükümdarın büyüklük ve kahraman­
lığını bildiren medihler, yahut eski kahramanların menkabe­
lerini anlatan kahramanlık destanları okuyorlardı. U mumi av

59 "Ziyade av meraklısı olan B ay e z id, asıl mahbusları iade etmezden evvel,


kendilerini bir doğan avına götürdü. Tedibin doğancı ve altıbin sekbandan ll§ağı olm!)'an
maiyyeti halkının ihtişamiyle onlara hayret verdi. Av köpeklerinin arkasına ipekli
örtüler ve parslara mücevherli tasmalar konulmuştu. Bayezid'in saltanatındanberi
doğancılar, padişahın sayd takımını teşkil ediyorlardı ; dörde münkasim idiler : Asıl
doğancılnr, faylak avcıları, akbaba avcıları, atmaca avcıları Sekbanlar muahharen
.•

yeniferilere ilhak olundu. Üf alay samsuncu, zagarcı, turnacı dô.hil olmamak üz.re,
sekbanların mecmuu otuz.üç alaydı. Bu alayların dört büyük zabiti, bizim zamanımıza
kadar, yeniçeri ağalarının maiyyetinde en büyük zabit idiler. Osmanlılar'ın almış
oldukları efkara göre büyük zabitler av hizmetlerinden müste'ar ünvanlarla iktisab-ı
necabet ederler ; nasıl ki küçük yeniferi zabitleri de matbah hizmetlerinden me'huz
ünvanlarla . . Şu garabetin sebebi, Avıalılar'ın ezmine-i attkadanberi yerleşmiş fikir­
lerince, sayd muharebenin en güz.el misali olduğu gibi, yiyecek de kavganın en mühim
levazımından biri bulunmasından ibarettir,, (D' Ohsson ve daha sair kaynaklardan
naklen Hammer tercemesi, c. ı ., s. 288) . Y ı l d ı r ı m'ın Timurl e n g'e karşı
icra ettiği av hakkında H a m m e r , Ş e r e fe d d i n Yez d i'den naklen ma­
lumat veriyor (Hammer tercemesi, c. ıı., s. 62).
8 0 Tarih-i Osman ! Encümeni Mecmuası 'na ek olarak neşredilen Kanurı­
ndme-i Al-i Osman1 s. 1 2,
86 TÜRK EDEBİYA TI'NIN MENŞE'İ

ayinlerinin daha başka bir şekli sayabileceğimiz savaşlarda da


böyle oluyordu; Anadolu Selçukiler'inde Baksı - Ozan'lar, zafer
gününü takib eden akşamlarda, ellerinde kopuzlar, o günkü
kahramanlık sahnelerini yaşatıyorlardı : "Çün kurs-ı zer-i meşrıki,
magrib zAviyesinde pinhan oldu, sipehdar kamkarlık 'inanını
bargah tarafı na ma' tlifbuyurdu ; bir şeylan ve maide ki, az-u niyaz
mi ' desi andan mela'il-ihab olurdu, bezendi ve erbab-ı gına ve
melahiyi hazır ettiler, Şahinşah hazretlerinin fütuhu üzerine
elhan-ı canperverle guyendelik ettiler ve alplık ve bahadırlık
zikrini ki asakir-i mansure ol gün takdim kılmışlar idi, ozanlar
ve kopuzlar elfaz-ı garra birle her sebil hikaye ettiler,,6 1 ; bununla
beraber o zaman, içtimai işbölümü derecesi yükselmiş olduğu
için, güfletleri tanzim eden ozanlar' dan ve onları çalan kopuzcular' -
dan başka, ayrıca Farsça şiirler, zafernameler tanzim eden şair­
ler de vardı : "Hwan-ı husrevani yendikten sonra evani-i bezm
ortaya geldi ve nağme - seraray-ü gamzeday mutribler küffar
devleti nevbetinin firô - daştıçün dil - pezir ve tarab - engiz
pare ve pişrevler ber-daşt ettiler ve şu(ara kasaid-i kamraniyi
sahayif-i emani üzerine· nakşedib, mutribler bahadırların dila­
verliklerin ve düşmeni kahrettiklerin ve pehlivanlar cengin,
hub elhan-ü aheng ve kavl-i rast birle hazırler sem'ine iriştir­
diler 6 2" .
Umumi avları takı beden şeylan'larda, zafer günlerinden
sonra kurulan ziyafetlerde olduğu gibi, daha ziyade kahramanlık,
cengaverlik mahiyetini haiz destanlar okunuyor63 , eski büyük
kahramanların efsaneleri terennüm ediliyordu. İ slamiyet'in
la yıkıyle yerleşmesinden önce tamamiyle milli bir mahiyeti
haiz olan kahramanlar, İ slamiyet'ten sonra tabii eski şeklinde

11 Muhtasar Selçuk-Name-i lbn Blbl tercemesi, s. 348 .


8 2 Ayni eser, s. 366.
8 3 Henüz iptidailiklerini saklayan Türkmenler'de, kahramanlık vak<a­
ları, en yaygın şiir mevzuudur ; Va m b e ry, bu hususta şu malUınatı veriyor :
" Çaputlar, Türkmenler'in teganni ettikleri eş'ann başlıca sermayesidir.
Eş'arda vekayi'-i meşhtire tarifatı kesb-i germiyyet ettikçe, hanendenin avazı
yükselmiye ve vekayi<-i meşhtl.reyi tehattürle sami'inin şevk ve tarabı izdiyl- -
da başlar,, (Bir Sahte Dervi§in A.rya:;ıı Vüsta'da Seyahati, s. 35). Asya'daki
Türkler arasında Batur, Bahadır hikayeleri, halk şairlerine en büyük sermaye
teşkil eder.
TÜRK EDEBİYATI'NIN MENŞE'İ

kalamazdı ; binaenaleyh, kahraman hatırası Türkler' in hafıza­


sında yaşıyan Horasanlı E b u M ü s l i m'in cenkleri, H a z r e t - i
H a m z a'nın kahramanlık menkabeleri, sonra Battal Gazt'Ier,
daha sonraları da Köroğlu ve Şah lsma<il gibi mevzular halk ara­
sında yaşamıya başladı. Umumi av ayinleri, daha sonraki zaman­
larda, bir taraftan halk edebiyatına bu mevzuları verdiği h alde,
diğer taraftan da eski ve yeni hükümdarların kahramanlık ve
yiğitlik hikayelerini zapta me'mur Şeh-Nameciler'Ieri, Zafer-Name­
ciler'i yetiştiriyordu : Kendisini eski İran hükümdarlarının halefi
sayan M ah m u d G a z n e v i 'nin Şeh-Name yazdırması, G a z a n
H a n'ın K a ş a n l ı Ş e ms'e Cengiz Şeh-Namesi'ni nazmettirmesi,
Osmanlılar'da Şeh-Namecilik'in adeta umumi bir hizmet olarak
kabulü, Timuriler'in Ş e r e fe d d i n Y e z d i'ye zafernameler
yazdırmaları, hatta Ş i k a r i isminde bir Türk şairinin Farsça
Karaman şehnamesi tertibetmesi hep bu eski av ayinlerinin,
kahramanlık an<anelerinin bir devamıdır. Türkler'de ictimai
işbölümü derecesi yükselmiş olduğu için, daha Miladi x. asırda,
yazılı bir edebiyata malik olan Uygurlar'da resmz vak<anüvisler
vardı ; yalnız şu fark ile ki, onlar Tükçe yazdıkları halde,
sonraları lslam-Acem te'siri altında, saraya mensup şehnameciler
kamilen Fars lisanı ile yazıyorlardı. Milli dille zafernameler
yazan şehnamecileri, ancak pek sonraki devirlerde, Osmanlı
ve Şeybani hanedanlarında görebiliyoruz. Her halde, şrylan'larda
ilkönce mabutların medihleri ile iştigal eden şair, sonra nasıl
hükümdarın kahramanlık vasıflarını terennüm eden bir kasideci
haline gelmişse, umumi avlarda önceleri dini ve sonraları
kahramanlık destanları okuyan ve mfısıki aletiyle terennüm
eyliyen milli şairden de zafernameciler, şehnameciler çıkmıştır.
Türkler'in dini mahiyeti haiz umumi ayinlerinden biri
de, tarihçe pek eski zamandanberi mevcudiyetini gördüğümüz
yuğ'lar, yani umumf m atem ayinleri 'dir Muhtelif yerlerdeki.

Türkler arasında hala devam eden bu kelimeye 64 ilk def<a

84 Osmanlıca ağlamak ve Çagatayca yığlamak şeklinde masdarı mevcut


olan bu kelimenin Çagatayca'da yığlagur ve yığı tarzında müştakları var­
dır : Yıglagur, ağlayıcı manasınadır (Süleyman Efendi, Pavet de Courteille) . Tıgı,
( Le'�\ ol_,> 1'..ı � \ o\.J� � _r&� .J.Jj * �� ı,S.) Uti (.j_.) ı.J-::ı_ y§' ı..,S,f y � ))
88 'TÜRK EDEBİYATl'NIN MENŞE'İ

Orhun Kitabeleri'nde tesadüf etmekle beraber, matem ayınını


Türkler' de daha eski devirlerde de görüyoruz : Miladın altıncı
asrında Türk hakanı T ü r gi ş, yanındaki Roma sefirlerini baba­
sının matemini tutmıya mecbur etmişti ; M e n a n d e :te'in,
bu matem merasimi hakkında verdiği tafsilat, Çin tarihçile­
rinin ifadelerine tamamıyle uymaktadır 65• S t a n i s l a s Jul i e n,
bu zamana ait olan yuğ merasimini Çin menba <farından naklen
anlatıyor : "Bir adam ölünce cesedini çadırına koyarlar. Oğulları,
yeğenleri, ana baba cihetinden akrabası hepsi birer koyun,
yahut birer at, yahut çok sayıda sığırlar ve atlar öldürerek ona
kurban ettiklerini göstermek üzre çadırın önüne uzatırlar. Sonra
onun etrafında acıklı feryatlar kopararak atla yedi def<a döner­
ler ve çadırın kapısına gelince bir bıçakla yüzlerini çizerler : O
çiziklerden çıkan kanın göz yaşlarıyla karışarak aktığı görülür.
Bu yedi def<a dönmek bitince artık dururlar ve uğurlu birgün
intihap ederek ölünün bindiği atı, kullandığı bütün eşyayı
yakarlar. Bunların külleri toplanır ve ölü muayyen zamanlarda
gömülür. Mesela, bir adam ilkbaharda, veya yaz mevsiminde
ölürse, yaprakların sararıp düşme zamanı gelinceye kadar
gömülmez ; eğer sonbaharda, veya kış mevsiminde ölürse,
yaprakların çıkması ve ağaçların çiçeklenmesi zamanına kadar
bekletilir. Muayyen zaman gelince, bir çukur açılarak ceset
oraya gömülür. Cenaze merasiminin icrası gününde, ölünün
ilk vefat gününde olduğu gibi, ana baba ve akrabası bir kurban
keserek atla koşarlar ve yüzlerini çizerler . Gömülme merasi­
minden sonra mezarın yakınına taşlar konulur ve bir kitabe
dikilir. Dikilen taşların adedi, ölünün hayatı boyunca öldürdüğü
düşman sayısına eşittir ; eğer bir kişi öldürmüşse, bir taş dikilir ;
kendilerine yüz, veya bin taş dikilenler dahi yok değildir. Bir
babanın, bir büyük kardeşin, yahut bir amucanın vefatından

beytinde kullanıldığı veçhile, ağlama, büka manasınadır (Süleyman Efendi,


Pavet de Courteille) . Vambery, bunlardan başka ayni manaya bir de yıglangu
kelimesi zikrediyor. Anlaşılıyor ki Orhun Kitabeleri'ndeki yug kelimesi, xv.-xvı.

asırlarda tslamiyet'in de te'siri ile eski matem ayini manasını kaybetmiş ve


yerini, daha sınırlı bir manada yıgı kelimesine bırakmıştır.
15 L e o n C a hu n, lntroduction d l' histoire de l' Asie, p. 1 1 7.
TÜRK EDEBİYATl'N IN MENŞE'İ 8g

sonra, oğlu, küçük kardeş ve yeğenler; ölenin dulları, veya kız


kardeşleri ile evlenirler 66."
Orhun Kitabeleri'nde zikredilen ruğ'lar hakkında yine adı
geçen kitabede mevcut tafsilat, T h o m s e n'ın de söylediğe gibi,
iki asır zarfında bu matem merasiminin pek az bir değişikliğe
uğradığını göstermektedir. K ü l ti gi n öldüğü zaman, kardeşi
B i l g e K a g a n ağzından Y u l ı g T i gi n onun cenaze mera­
simini şu yolda anlatıyor :
" Tugcı, sıgıtcı, Kıtay, Tatabı budun başlayu U da r Seng ü n
kelti. Tabgaf Kaganda lsiy i L ik e ng kelti. Bir tümen agı altun
kümüş kergeksiz kelürti. Tüpüt Kaganda b ölen ketti. Kuriya kün
batısıkdaki Sogd, Berfeker, Bukarak ulıs budunda Ne ng Sen gün
O gu l Ta r k a n kelti. unuk oglım Türg eş Kaganda M a k a raf
Ta mgacı, Oguz B i lge Ta mg a c ı kelti. Kırkız Kagan'da Ta rduş
Tin a nf U Çur kelti. Bark itgüci bediz yaratıgıma bitig taş itgüci
·
Tabgaf Kagan fıkanı Çang Sengün kelti 67 .,, "Kültigin koy yılka
••• ••

yit!Jigirmike Ufdı. Tokuzınf ay yitiotuzka yug ertürtimiz. Barkın,


bedizin, bitig taşın bifin yılka, yitinf ay yitiotuzka kop alkadımız.
Kültigin ö (lip) kırk artukı yiti yaşıg bolıt. Taş ( ?) . . . . . . . . . . . .
bunfa bedizcig Toygun, Eltebir kelü (r) ti 68, , .

8 6 S t a n is l as J u l i e n'den naklen W. T h o m s e n, lnscirption de l'Ork­

hon, p. 59-60.
87 Birinci abide, şimal ciheti. T h o m s e n'in eserinden aynen naklet­

tiğimiz bu metnin bugünkü lisana tercemesi şudur : Ağlayıcı ve sızlayıcı


olarak -yani o vazife ile mükellef olarak- Hıtay ve Tatabı milletlerinden
Udar -Sengün geldi. Çin Hakanı tarafından İsiyi- Likeng geldi ; bir tümen­
lik ağır eşya ve sayısız altun ve gümüş getirdi. Tibet Hakanı tarafından bir
bölen ( ?) geldi. Geride, gün batısındaki sayısız, Soğd, Acem, Buhara ulusları
tarafından Neng Sengün ve Oğul Tarhan geldiler. Sevgili oğlum Türgiş
Hakan tarafından Makaraç Tamgacı ve Oğuz Bilge Tamgacı geldiler. Kırgız
hakanı tarafından Tarduş ve İnançu - Çur geldiler. Bark -yani mabet­
yapmak ve oymalarla süslü yazılı taşı -yani kitabeyi- işlemek için Çin
hakanının "çıkanı" Çang- Sengün geldi (W . T h o m s e n, lnscription d�
l'Orkhon, s. 1 1 3- 1 1 4) .
88 Birinci abide, şimal-i şarki ciheti. T h o m s e n'den aynen nakletti­
ğimiz bu metnin bugünkü lisana tercemesi şudur : Kültigin koyun yılında
onyedinci gün öldü. Dokuzuncu ayın yirmiyedinci gününde yug yaptık.
Mabedini, heykelini, kitabesini çokluk olduğumuz halde maymun yılında
yedinci ayın yedinci gününde ( 2 Agustos, 7 32) yaptık. Kültigin öldüğü zaman
90 TÜRK EDEBİYATI'NIN MENŞE'İ

Kültigin kitabelerinde daha bundan başka birtakım yuğ'lara


ve bunların şekil ve tarzını gösteren pek kısa olarak bazı ifadelere
tesadüf ediyoruz ki, yukarıda verdiğimiz izahlara ilave edilince,
eski matem ayinlerinin mahiyetini az-çok aydınlatıyor.
Mesela Kültiğinyuğ'unda olduğu gibi, diğer yuğlarda da matem
merasimine iştirak için etraftaki memleketlerden yuğcu ve
sığıtcı'lar geldiğini ögreniyoruz 69 ; kezalik, yuğ'a gelenlerin
altunlar, gümüşler, yakılacak ağaçlar, miskler, ıtriyat ve birçok
kurbanlık hayvanlar getirdiklerini, saçlarını kesip, yüzleri­
ni ve kulaklarını çizdiklerini, bu matem ayinini sevk ve idare
için Han'ın bir balbal diktiğini, yani bu şerefli işi kendisiyle
ayni derecede birine tevdi< ettiğini anlıyoruz . Mesela Orhun
Kitabeleri'nde, Miladi 630-63 ı 'de vefat eden Türk Hakanı'nın
yuğ'una, B a z K a g a n'ın balbal dikildiğini 70, onun yerine
geçen kardeşinin yuğ'unda bu vazifeyi K ı r g ı z K a ga n'ın,
yanı Kırgızlar Hakanı'nın ifa ettiğini 71 ; abideyi diktiren
hakanın büyük oğlunun hastalıktan vefatında da K ö k S e n­
g ü n 'ün balbal dikildiğini biliyoruz 72• İkinci abidenin cenup

kırkyedi yaşında idi . . . . . . . . . Toygun'lar, İltebirler birçok heykeltraşlar


getirdiler (lnscription de l' Orkhon, p. ı ı 9- ı 20) .
89 Birinci abide, şark ciheti : "Özince kergek bolmıs. . . . . . . . . Yugcı,
sıgıtcı öngre kün togusıgda Bökli çölig - il, Tabgaç Tüpüt, Apar, parum, Kır­
gız, Üç - kuri- kan, Otuz - tatar, Kıtay, Tatabı bunca budın kelipen sığtamıs,
yuglamıs. Yani : "Onlar da ölmüş. Yugcı ve sığıtcı olarak önden, gün doğusun­
dan kuvvetli çöl milletleri, Çinliler, Tibetliler, Apar ve Aparumlar, Kırgızlar,
Üç-kuri kanlar, Otuz-tatarlar, Hıtaylılar, Tatabılar, bunca millet gelip
sızlamış, ağlamış,, (Th o m s e n, Orhun Kitabeleri, s. 98) .
70 W. Thomsen, Orhun Kitabeleri, s. 1 02 : "Akanını Kaganga başlayu
Baz Kaganıg balbal tikmis,, (Birinci abide, şark ciheti) .
71 Thoms en, Orhun Kitabeleri, s. 1 06 : "Başlayu Kırgız Kaganıg balbal
tik tim,, (Birinci abide, şark ciheti) .
72 T h o m s e n, Orhun Kitabeleri, s. 1 2 9 : "Ulug oglım agrıp yok bolça
Kök-Sengün'ig balbal tike birtim,, (İkinci abide, cenup ciheti) . Ayni abidede
ve ayni cihette bir def<a daha tekerrür eden (ayni eser, s. 1 29) bu balbal
gelimesi hakkında kat'i bir malumatımız olmamakla beraber, Thomsen'in
terviç ve müdafaa ettiği bu izah tarzı bizce de tamamen kabüle şayandır
(Ayni eser, s. 1 48- 1 49 ; 23 numaralı nota bakınız) . Vambery'nin bu husus­
ta verdiği malumat da bu müddeayı mürevviçtir : H. Vambery, Noten
,(u den Alttürkischen inschriften der Mongolei und Sibiriens, Helsingfors, 1 899,
p. 1 1 6.
TÜRK EDEBİYATI'NIN MENŞE'İ 91

cihetinde, Türk Hakanı, babasının yuğ'u hakkında tafsilat


veriyor ki, bu tafsilat hemen eski Çin tarihçilerinin verdikleri
tafsilatın ayni gibidir : "Bunça kazganıb akangım Kagan it yıl
onınç ay altı otuzka uça bardı. Algazın yıl bişinç ay yiti-otuzka rug
ertürtim. Bugig tutug [- -] menga Lisun Tay-Sengün basad[ u]
b is yüz erin ketti. Kokılıg ö [ . • • . ] altun, gümüş kergeksiz
• • • • • .

kelürti. Yugyıparıb kelürip tike birti. Çin' den yıgaç kelürip öz-yer[- -]
Bunca budun saçın kulkakın[ . . . . . . b ]içti , Edgü özlig atın, kara kisin,
kök-tayang'ın sansız kelürip kop kotı 73,,. Ölünün, vefat zamanı
ile cenaze merasimi arasında daima geçtiğini gördüğümüz
bu altı aylık kadar bir müddet, Çin kaynaklarının yukarıda
zikrettiğimiz malumatını tamamıyle kuvvetlendiriyor 74•
Tuğ ayininin daha Hiyung-nu'larda da bulunduğunu
tarih bize gösteriyor : "Hiyung-nu'larda cenaze vuku<unda,
tabut, vefat edenin zenginliğine göre, altun ve gümüş mücev­
herler ile süslenilirdi. Hizmetkarlar cenazenin arkası sıra
giderler, vefat eden hayatta imiş gibi ölüye hizmet ederlerdi.
Birtakım güçlü kuvvetli gençler de cenazeyi takibederlerdi.
Bunlar, gömme merasiminden sonra girecek olan yeni ay başın­
da biribirleri ile güreşe başlayıp ay sonuna kadar devam eder­
lerdi. Bu esnada birçok esirlerin başı kesilirdi ; güreşen pehlivan­
lara da birer ölçek ayran dağıtılırdı. Bu güreş, Orta-Asya'daki
Kazaklar arasında hala mevcuttur. Yalnız, esirlerin kurban
edilmesi yerine, deve ve koyun kesip güreşcilere ve ayinde hazır
bulunan sair halka yemek yedirmek adet olmuştur. Hiyung-nu'-

73 T h o m s e n, Orhun Kitabeleri, s. 1 30. Bu metnin bugünkü dilimize


tercemesi şudur : "Bu kadar kazançlar yaptıktan spnra, Hakan, it yılında,
onuncu ayda, yirmialtıncı günde öldü. Domuz yılında beşinci ayda, yirmi­
yedinci günde yug -yani matem ayini- yaptırdım. Lisun T a y - S e n g ü n beş­
yüz kişinin başında bana geldi. Birçok ıtriyyat (güzel kokulu şeyler) , altun
ve gümüş getirdiler. Yug için mum getirip bıraktılar. Ağaç getirdiler. Bu
kadar milletler saçlarını kestiler ve kulaklarını çizip biçtiler. Sayısız kara
kızlarını (Sibirya'ya mahsus güzel kürklü bir cins hayvan), gök-tayangla­
rını (mavi kürklü, menatık-ı şimaliyeye mahsus bir cins hayvan) getirerek
birçoklarını bıraktılar,, (İkinci abide, cenup ciheti) .
74 W . T h o m s en, Orhun Kitabeleri, 83 ve 1 09 numaralı notlara müra-
caat.
92 TÜRK EDEBİYATI'NIN MENŞE'İ

ların mezarları düz olup, gümbetli olmazdı 75. ,, Eski Çin


kaynakları ile, bu günkü etnografi tedkikleri, Çin-Türkistan'ı
Türkleri'nde de bu yuğ merasiminin asırlardanberi hemen pek
az değişikliklere uğrayarak sürüp gitmekte olduğunu isbat
etmektedir : "Yakın akrabasından birini kaybedenler, tıpkı
Araplar'da olduğu gibi saçlarını tıraş ediyorlar, tırnakları ile
yüzlerini yırtıyorlardı ; Çanglar'ın annalinden çıkarılan bilgilere
göre, Kara-şehir'de, yedinci ayın yedinci gününde birtakım
mazlumlar, cedlerin ruhu için kurban ediliyordu. İ slamiyet
bugün bu adetleri tamamıyle kaldıramamıştır ; Çin Türkis­
tanı'nda birisi öldü mü, İ slam adeti gereğince yıkanıp kefen­
lendikten sonra, uzaktaki akrabanın, cenaze merasimi hazırlık­
larına yetişebilmeleri için, evde bir, iki veya üç gün bek­
letilir ; erkek tarafından olan akraba ellerinde birer değnek,
bellerinde birer beyaz kemer ve başlarında beyaz birer takke
olduğu halde cenazeyi mezarlığa kadar götürürler. Kadınlar,
yine beyaz matem alametleri giyinerek ve ağlayıp sızlayarak,
yakındaki camie giderler. Ölü, mezarının içine başı şimale
doğru yatırılır ; halbuki güneşi takdis eden Türk ve Mogol­
lar'da garbe müteveccih olur. Ölünün evinde üç gün mü­
temadiyen hiçbir şey pişirilmez ; çünkü, eski i<tikatlara göre,
ev kirlenmiştir ; hatta Altay Türkleri, ölü çıkan evleri temizleme
için mutlaka bir şaman- çağırırlar. Türkistan'da, akraba, üçüncü
gün toplanarak ölünün şerefine ziyafet çekerler. Bu yemeklerin
eski dinlerdeki ehemmiyeti pek malumdur ; çünki hakiki bir iba­
dettir. Yemekte yalnız akrabanın bulunmasına gelince, bu,
ölünün, akrabasından başkaları tarafından verilecek hediyele­
ri kabul etmemesinden dolayıdır. Haftanın bundan sonraki
günlerinde akraba mezarlıkta toplanarak matem ederler ve
yedinci gün tekrar aralarında bir ziyafet yaparlar. Hiyasent
Biçurin'in, Y u a n - U e y'lerin annalinden naklederek bildirdi­
ğine göre, Kara - şehir'de matem merasimi bir haftada bitiyordu.
Bu tafsilat, yedi rakamına hususi bir ehemmiyet verildiğini
gösdermektedir : Eski Türkler de ölünün çadırını yedi def<a
dönüyorlar ve matem ayinini yedi def<a yeniliyorlardı ; ölüler

15 N e c i b A s ı m ve M e h m e t A r i f, Osmarılı Tarihine Medhal, s. 23 1 .


TÜRK EDEBİYATI'NIN MENŞE'İ 93

için yapılan bayram, yedinci ayın yedinci gününde oluyordu :


Kazaklar'da başlıca yemek, vefatın yedinci gününde olur ...
Ma<mafih bunu yalnız Türkler'e münhasır zannetmemeli ;
eski Araplar da mezarlarının etrafını yedi def<a dönerlerdi 7 6 .,,
M ah m u d K a ş g a r i de, Hicri xı. asırda Türkler arasındaki
yuğ'dan bahsederken, ziyafet günlerini -yukarıdaki tafsilata
uygun olarak - ölünün defninden sonra üç veya yedi olmak
üzre gösteriyor 77•
Gerek Köktürk ve Hunlar'daki yuğ hakkında verilen malu­
mata, gerek aşağıda Mogollar'a dair tafsilata dikkar edilecek
olursa, kurban merasiminin yuğlarda büyük bir mevkı<i olduğu
göze çarpar. G r o n a r d, bu mes'ele hakkında şu malumatı
veriyor : Altay Türkler'inde en muhteşem kurban at kurbanıdır.
Hayvan öldürüldükten sonra, derisi başı ve ayaklarıyle beraber
çıkarılarak bir sırık üzerine - başı gün doğusuna müteveccih
olarak - takılır. Çin vak�a-nüvislerine göre, eski Türkler'de,
kesilen kurbanların başı sırıkların ucuna takılırdı. Kazaklar­
'da, cenaze merasimi esnasında at, ölünün şerefine öldürü­
lecek yerde kuyruğu kesilmekle iktifa olunur ve artık o
at kullanılmaz ; çünkü kurban edilmiş hükmündedir. Sonra,
adetin üçüncü bir merhaleyi de atlamasiyle, tebcil edilmek
istenilen ölü için mezarı üzerine herhangibir at kuyruğunun
asılması kafi görüldü. Tuğ, iptidai bir kurbanın kalıntısından
başka birşey değildir ; eski zamanda hakikaten kesilen kurbanın
timsalidir 7 8 .,,

78 Türkler hakkında F a - h i y e n , H. B i ç u r i n , Abel R e musa,


J i r a r d de R i a l , H e r o d o t gibi kaynaklarla, Araplar'a ait G o l d z i h e r ve
R o b e r t s o n S m i th'in eserlerinden naklen : G re n a r d, Le Turkestan et le
Tibet. Paris 1 898. P. 242-244.
1 1 rug : ıı � .JI r 4 1 �".>\� JI ..:...=1 1 �.) .:r l�J i __,AJ � İLJ, r' I ,
( D{vtinu Lugtiti't- Türk) .
7 8 G r e n a rd, ayni eser, s . 240-24 1 ; bundan naklen (Z i y a G ö k a l p,
Milli Tetebbu<lar, sayı 3, s. 407-408) . Bu sahifelerde tug hakkında da lazım
gelen tafsilat mevcuttur. Z i y a B ey, bu kurban mes'elesinin bakıyyesine
Kitab-ı Dede Korkut 'da dahi tesadüf edildiğini anlatıyor (ayni sahife) . Bu
kurban adeti eski Kumanlar'da da vardı. Miladı 1 24 1 'de İstanbul'da ölen bir
Kuman reisinin mezarı üstünde sekiz silahdar ile yirmialtı at kurban edil­
mişti (Doktor Y i r e ç e k'in Bulgar Tarihi 'nden naklen, Tarih Encümeni Mec­
muası, cüz 1 7, s. 1 09 1 ) .
94 TÜRK EDEBİYATl'NIN MENŞE' İ

Orhun Kitabeleri'ndeki matem ayinlerini, tabii oldukça


değişmiş bir şekilde Cengizliler'de görüyoruz : Siyasi müesse­
selerinin hemen hepsini eski Türk saltanatlarından almış olan
Cengiz Han öldüğü zaman, vasiyeti mucibince, bir av esnasında
kendisine makbere olmak üzre şeçmiş olduğu bir ağaç altına
gömülmüş, bütün şehzadeler, il, ulus orada toplanarak cenaze
merasiminde hazır bulunmuşlardı 79• Kezalik, Mengü'nün cenaze
alayı merasimi, dört zevcesinin çadırlarında icra kılınmıştı ;
müteveffa hakanın cesedi her gün bir taht üzerine konularak
zevcelerinden birinin çadırında bulunduğu halde, halk ve za­
bitler girip saygılarını sunuyorlar ve ağlayıp sızlıyorlardı 80 •
E d g a r B l o c h e t ' n i n Mogollar'da cenaze merasimi hakkında
verdiği tafsilat bu mes'eleyi daha ziyade izah etmektedir :
"Mogolllar, ölümden sonra insanın daha iyi bir alemde yaşıya­
cağına ve bu dünyada ne gibi şeyler yapıyorsa, diğer alemde
de onları yapacağına inanıyorlardı ; binaenaleyh birisi öldüğü
zaman, öbür dünyada kendisine neler lazımsa veriliyordu.
R i c o l d o'nun verdiği malumata göre, birçok adamlar külliyetli
miktarlarda et kızartarak ölüyü ona sararlar, esvaplarının bir­
kısmını yastık gibi başının altına koyarlar, tabuta bir miktar
para da bırakırlardı. Sultaniye metropolidi, Mogollar'ın, cesedi,
altun ve gümüşle müzeyyen kağıttan bir tabuta kokulu ağaçlar,
nebatlar koyarak bir odun yığınına götürdüklerini ve orada
yaktıklarını söylüyor. Bundan sonra, ölünün ana ve babası ona
benzer bir tasvir yaptırarak her sene, doğumuna rastlayan günde
onun önünde kokulu ağaçlar yakarlardı. Eğer ölen mühim
bir şahsiyet sahibi ise, bir çukur kazılarak, onun kenarların­
dan birinde bir delik açılıyor ve tabut oraya konulduktan
sonra çukur toprakla örtülüyordu. Onunla beraber yavrulu
bir dişi at, koşum takımları mükemmel bir erkek at da gömülü­
yordu. Sonra, mezarın önüne bir çadır kurularak içine süt
kaseleri, etler, yemeklerle donanmış bir sofra konuluyordu.
� Bunu müteakip ölünün ailesi bir at öldürüp yedikten sonra,
cesedini odundan bir sehpa üzerine koyarlardı. Bütün bu

711 Ravzatü's-Safa, Bombay basımı, c. v., s. 52.


so H o w o r t h, Mogollar Tarihi, birinci cilt.
TÜRK EDEBİYATI'NIN MENŞE'İ 95

tafsilat H e r o d o t'un İ skitler'in adetleri hakkında verdiği


bilgilere çok benzemektedir. Ölünün arabası kırılıyor, çadırı
yakılıyor, hiç olmazsa üç batın adı anılmıyordu. Anlaşıldığına
göre, hayatta olan esirler de, ölen efendileriyle beraber gömülü­
yorlardı : Müslüman tarihçileri, mükemmel surette süslenmiş
birçok güzel cariyelerin Hülagu'nun cenazesiyle beraber canlı
canlı defnedildiğini söylüyorlar. R u b r o u c k, zenginlerin mezar­
ları üzerine pişmiş tuğladan ehramlar, veya kuleler inşa edilerek,
dört tarafına at derisi asıldığını anlatıyor. Kuman Tatarları,
mezar üzerine büyük bir toprak yığını yaparlar ve yığının üstüne
yüzü doğuya çevrilmiş, elinde kadeh tutar bir heykel koyar­
lardı 81 .,, V a m b e r y'nin hala Türkmenler' de var olduğunu
söylediği bu matem adetleri, Orhun Kitabesi'nde zikredilen Tuğ
ayinlerinin Türk göçebeleri arasında İ slamiyet'in kabulünden
sonra - tabii bazı değişikliklere uğramakla beraber - devam
ettiğini göstermektedir 82 •

8 1 E . B l o c h e t, La Grande Encyclop!die, tom. 24, p. 74. B l o c h e t'nin


zikrettiği, bu mezar üstüne bir bina yapmak adeti ile, daha Orhun Kitabeleri 'nde
zikredilen bark arasında bir münasebet vardır. Orhun Kitabeleri'nin muh­
telif yerlerinde ( i l S W - il N ı 4 - 1 N ı 3 - 1 S ı 2) zikredilen bu kelimeyi,
T h o m s e n daima mabed, ecdada mahsus salon, bina manasında kullanıyor ki,
metnin ifadesine ve kelimenin Türk lehçelerinde şimdiye kadar bilinen
kullanılış tarzına göre, başka türlü izah edilemez. R a d l o ff'un bu kelimenin
bütün Türk lehçelerinde malum olmadığını kaydederek, Osmanlılar'ın
ev bark kelimesiyle bunun münasebeti olmadığını iddia etmesi doğru değildir
(T h o m s e n, 1 72'nci sahifede 8 1 numaralı nota bakınız) ; nitekim V a m b e r y
d e R a d l o ff'un mütaleasını kabul etmiyerek, kelimenin ayni kelime olduğunu
kuvvetle iddia etmektedir (Noten Zu den Alttürkischen lnschriften der Mongolei
und Sibiriens, P. ı 1 5 ) . Eski Tukyular'da gördüğümüz bir adet, bize, bu bark'ın
mahiyetini açıkca ifade ediyor : S ta n i s l a s J u 1 i en 'in Çin kaynaklarından
naklen anlattığına göre, onlar mezarın yerini belli etmek için uzun bir sırık
dikerler ; mezarın üstüne bir bina inşa ederek, içine, vefat eden kimsenin
resmini yaparlar ve bütün hayatı müddetince bulunduğu cenkleri tasvir
ederlerdi ; ma<mafih T h o m s e n, bu adetin, mesela Orhun Kitabeleri 'nde görül­
düğü veçhile, bazı istisnai ve nadir hallerde yapıldığını, laalettayin her şahıs
namına bark te'sis edilmediğini söylüyor ki, pek haklıdır ( Orhun Kitabeleri,
s. 60, 1 numaralı h3.şiye) . Bark'ların dıvarlarına, ölünün cenklerini tasvir eden
resimlerle beraber,_ yine o sahneleri yaşatan birtakım şiir parçaları yazıl­
dığına da kuvvetle ihtimal verilebilir.
8 2 " İşbu yürüklerden bir aile pek aziz fertlerinden birinin vefatı vuku-
96 TÜRK EDEBİYATI"NIN MENŞE'İ

Cengizliler'de hususi merasime bağlı olan bu matem ayin­


lerini, İ slamiyet'in oldukça şiddetli te'sirleri altında kalmakla
beraber, Timurlular'da da görüyoruz : Timur'un vefatında, cena­
ze merasimi belli teşrifat kaidelerine göre umumi ayin şeklinde
yapılmış olduğu gibi 83, hükümdar soyuna mensup olmadığı ha.I­
de, <A l i Ş i r N e v a i'nin cenaze merasimi de S u l t a n H ü s e y i n

unda bir sene devamlı olarak hergün garip bir matem merasimi icra eder.
Şöyle ki: Bunun ölümüne rastlamış olan vakit ve saatte birtakım ağlayıcı
karılar gelir, ağlayıp haykırarak bazı mersiyeler söylerler ki, bu resimde,
matem tutmakla vazifeli olup da orada olan kavim ve kabilesinin hepsi hazır
bulunmak lazımdır; bununla beraber, oradakiler, mersiye okuyacakların
geldiği zaman her ne iş ve güç ile meşgul idiyseler, yine ana devamla, ölenin
yüzünden hissettikleri dert ve ayrılık acısını devam ettirmek ve yenilemek için
dayanılmaz surette vukua gelen feryad ve figanlar arasında kiminin çubu­
ğunu içmekte ve kiminin silahlarını silip parlatmakta ve kiminin yemek ye­
mekte olduklarını ve kadınlara gelince, anların da bu sıkıntılı çadırın içinde
hepsi diz çöküp mersiye okuyanların ahengine uydurarak birlikte bağırıp ça­
ğırmakta ve gözyaşı dökmekte olmalarıyle beraber, bir an işlerinden geri kal­
mayıp, kiminin yün taramakta ve kiminin mekiği çevirmekte ve diğer her bi­
rerlerinin dahi ev işlerine ait birer işle meşgtil olmağa devam etmekte olduk­
larını görmek gerçekten eğlenceli birşeydir. Ölen kimsenin dostlarından her
birisi, vefatı birkaç ay sonra haber almış olsa bile, bir kerre bu resimde
hazır bulunmak lazımdır. İşbu matem merasimi, ekseriya geceleri icra­
olunduğundan, ziyaretçilerden biri geldikte, çadırın önünde en az bir çey­
rek kadar, kudurmuşcasına nale ve feryat ile, orada bulunduğunu bildirir ;
eğer vefat eden adam batur yani bahadır ünvanını kazanmış bir kahraman ise,
anın mezarı üzerine topraktan bir tepe yapılır ki, bu tepelere yozka tabir
olunur. Böyle bir adamın mezarı üzerine Türkmenler'den herbiri en az yedi
kürek toprak atmak adet olduğundan, ekseriya çevresi altmış ve yüksekliği
yirmibeş-otuz ayak büyüklüğünde tepeler hasıl olur ki, o geniş sahralarda
bulunan bu mezarlar pek uzak mesafelerden görülür ve her biri, içinde
gömülü olan şahsın namiyle yadolunur. Bu adet, vaktiyle Hunlar arasında
bulunduğu gibi, hala Macarlar'da da vardır,, (V a m b e r y, Bir Sahte Dervişin
A.rya"'.)'ı Vüsta'da Seyahati, Vakit matbaası, 1 2 95, s. 39-40) . Müsteşrık Z a b o­
rows k i, Türkmenler'in yabancı unsurlarla karışmakla beraber, milli adet­
lerini hala muhafaza ettiklerini söylerken, Türkmen nevha-kerleri ile eski
Orhunyugcu'ları, sıgıtcı'ları arasındaki benzerlıği ve bu adetin Türkmenler'de
asırlarca evvel mevcudiyetini ehemmiyetle kaydediyor (Z a b o ro w s k i, La
Grande Encyclopldie, tom. 3 1 ., P. 484-85) .
8 3 Ravzatü's-Safa, Bombay basımı, c . vı., s . 2 35. Daha fazla tafsilat için
İ b n A r a b ş a h'a bakınız ( <Acaibü'l-Makdflr, s. 1 74- 1 75) ; bu eserin N a z m i ­
z a d e tercemesi, s . 182- 1 83 ) .
TÜRK EDEBİYATl'NIN MENŞE'İ 97

B a y k a r a'mn emri ile muhteşem bir ayin tarzında icra olunmuş­


tu 84• Bu matem merasimi, Anadolu Selçukluları'nda da açık bir
surette göze çarpıyor : S u l t a n G ı y a s e d d i n'in şehit düşmesin­
den sonra toplanan kurultay, S u l t a n İ z z e d d i n K e y k a v u s'u
saltanata seçince, sultan "ağlayıp 'aza' ve büka şeraitin yerine
getirdi. Ü ç günden sonra beyler ve ulular devlet nevbeti husulü
ve saltanat mansıbı vüsulü için tehniyyet-ü mübarek-had kıldı­
lar ve andan sonra göçüp, beş günde Kayseriye'ye eriştiler.
Beyler ve serverler ki hazır olmuşlardı, gittikte istikbal ettiler
ve andan i'zaz ve azamet ve tebcil ve celalet-i tamam birle
şehre geldiler ve melik'i saltanat tahtına geçirdiler, direm ve
dinar üzerine StlfU saçtılar. Ü ç günden sonra sultan, şehzade­
lerin, yas tonun cıkarmağa emreyledi 85 ." Selçuk tarihlerinde
S u l t a n A l a a d d i n K e y k o b a d ' ı n cülfıs merasimi hakkında
verilen malumat da, üç gün herkes tarafından yas tutulduğunu,
sultanın matem alameti olarak ak atlas elbise giydiğini, beylerin
başlarına her zamankinden başka türlü börkler giyip) kesi(elbise) ­
leri üzerine ak örtüler çektiklerini, üç günden sonra yas libasla­
rının çıkarılıp matem merasimine son verildiğini gösteriyor 86•
Yas merasimi, Selçukiler' den kısmen Osmanlılar' a da geçmiştir :
F a t i h S u l t a n M e h m e d'in sadr-ı a<zam M a h m u d P a ş a'yı
Şehzade Mustafa'nın vefatında matem tutmıyarak, beyaz libas­
larla satranç oynadığından dolayı i<dam ettirdiğini biliyoruz 87•
Daha Oğuz efsaneleri'nde, Kitab-ı Dede Korkut'ta tesadüf
edilen 88 ve İ slamiyet'in bütün te'sirlerine rağmen muhtelif
8 4 Ravzatü's-Safa, c. VII., s. 9 2 . Hükümdarın emriyle üç gün matem
tutlduktan sonra, haftasında merhumun ruh istirahati için büyük bir umumi
ziyafet verilmiş idi.
8 5 Muhtasar Selçuk-Name-i lbn Bibi tercemesi, s. 98.
88 Ayni eser, s. 1 95. Beyaz rengin, Türkler'de eskidenberi matem alameti
olduğu gerek bu izahlardan, gerek yukarıda G r e n a r d 'dan naklen Çin
Türkistanı Türkleri hakkında verdiğimiz bilgiden anlaşılıyor. Kazaklar'da da
hala matem alameti beyaz renktir (Halim Sabit, Atlaylar'a Doğru, Türk Turdu,
sayı 67, s. 22 3 2 ) .
8 7 Tacü't- Tevô.rih, c . ı . , s . 552 ; ondan naklen Solak-zade, s . 25 ı .
8 8 Mesela, Bay Büre Bey-oğlu Bamsı Be_yrek hikayesinde buna tesadüf
ediyoruz : Yalancı-oğlu Yalıncuk, Bamsı Beyrek'in ölüm haberini getirince,
babası, anası, nişanlısı, Oğuz beyleri hep matem tutuyorlar ; akları çıkarıp,
Edebiyat Araştırmaları - VII.
98 TÜRK EDEBİYATl'NIN MENŞE'İ

zaman ve yerlerde mevcudiyetini gösteren bu matem ayinlerin­


de şiirin ve şairin yeri, diğer ayinlerde olduğu gibi gayet sarih
ve vazıhtır : İ lk zamanlarda rô.hani bir mahiyeti haiz olan
şair-bakıcı, ölünün, gömülmesi için münasip zamanı seçip kopuzu
ile çaldığı esrarlı birtakım nağmelerin te'siri ile onun rô.hunu
istirahate eriştiriyor, tanzim ettiği güfte ve bestelerle matem
merasimini canlandırıyordu. Şairin sırf bir rô.hani vazife ifa
ettiği zamanlar geçince, matem ayinlerinde, ölünün sevgili
hatırasını yaşatacak şiirler meydana gelmiye başladı : Onun
cenkleri, kahramanlıkları heyecanlı bir eda ile terennüm edili­
yor, menkabeleri kopuzun beraberliğinde üzüntülü, heyecanlı
bir topluluğa karşı inşad olunuyordu. Bizim halk edebiyatındaki
hakramanlık mevzularının, destanların büyük kısmı, bu matem
ayinlerinin bir kalıntısı sayılabilir. Elimizdeki tarihi vesikalardan
anlaşıldığına göre, ölen hükümdarlar, yahut hükümdar ailesine
mensup kahramanlar hakkında Sagu'lar, yani mersiyeler tanzimi
matem ayinlerininin tabii malzemesinden sayılyordu 89• Mesela
Orhun Kitabeleri'nde Y ul ı g - T i g i n tarafından yazıldığı açıkca
anlatılan iki parçaya tesadüf ediyoruz ki, kitabenin birkısmı
epeyi bozuk bir halde bulunmakla beraber, bir mersiye parçası
şekil ve mahiyetinde telakki olunabilir (Thomsen, birinci
kitabe, cenub-ı şarki ciheti, s. 1 20 ; ikinci kitabe, cenub-ı garbi
ciheti, s. ı 34 ) :
rigirmi kün olurub Bu taşga bu tamga kob
Tulug - Tigin bitidim Bunca bitig bitigme
Meng Kültigin atısı Tulıg- Tigin bitidim 90

karalar giyiyorlar (Kitab-ı Dede Korkut, s. 4-8, 49) . Kitabın hemen bütün hi­
kiyelerinde bu matem adetlerini gösterir parçalara tesadüf olunmaktadır.
Bu eserin toplanması ve tertibi Osmanlılar zamanında olduğu için, matem
renginin siyah olmasındaki sebep anlaşılıyor.
81 Türkler'le asırlarca münasebette bulunan İranlılar'da da, halk
arasında yaşıyan birtakım mersiyeler vardı. N a rşah i'nin rivayetine göre,
x. asırda, Acem esatirinde Türkler'in hükümdar ve mümess eli olarak gös­

terilen Efrasyab'ın damadı ve Keykavus'un oğlu Siyavuş'un vefatı hakkında


tanzim edilmiş birtakım mersiyeler Buhara'da şayi' idi ; onların ayn beste­
leri vardı (N a rş a h i, Tarih-i Buhôrd, s. 14-15, S c h efer tarafından Paris'tc
bastırılan nüsha) .
'° Buraya naklettiğimiz mersiye parçasını aynen Z e k i Vel i d i'nin
TÜRK EDEBİYATI'NIN MENŞE'İ 99

Daha Köktürk ve Hunlar'da mevcudiyetini gördüğümüz


bu matem ayinlerinin bedi<! mahiyeti, eski adetlerini t slami­
yet'in · bütün te'sirlerine rağmen muhafaza eden Kırgız - Kazak­
lar' da, Türkmenler'de hala göze çarpar : Kazaklar'da, ölünün
mevki< ve servetine göre üç, yedi, veya kırk gün, gelenlere ziyafet
verilir, büyük içtima<lar yapılır, beygirler kesilir, ekseriya
kadınlardan mürekkep yas tutucular, ölen kimsenin vasıflarından
bahseden mersiyeler ve methiyeler okurlar 91• Yukarıda, G r e-

Türk- Tatar Tarihi 'inden aldık (S. 40) . Z e k i V e l t d i, bunu aynen, Rus
müsteşrıklarından aldığını söyliyerek Yu 1 u g T i g i n 'in şiirleri hakkında
onlar tarafından mühim tedkikler icra edildiğini bildiriyor ve kaynak olarak
bir Rus aliminin mühim bir· makalesini zikrediyor. Bütün çalışmalarımıza
rağmen, bu makaleyi buldurup terceme ettirmek mümkün olamadığı cihetle,
bu mes'ele hakkında kitabımızın bu basımında layıkıyle malumat veremi­
yeceğiz. Bizzat kitabe metinleri üzerinde icra ettiğimiz tedkikler neticesinde,
yukarıki şiir parçasının bilhassa birinci kitabenin cenub-i şarki cihetinde
bulunduğu ve fakat yukarıda naklettiğimiz şekil ile, kitabedeki şekil ara­
sında biraz ayrılık olduğu kendini gösteriyor. Kitabedeki şekil aynen budur :
"Bunca hitig hitigme K ü l t i g i n atısı Y u l ı g- T i g i n bitidim yigirmi gün
olurub bu taşga bu tamga kop Y u l ı g-T i g i n bitidim." Kitabede hiç
bozulmamış olan bu parçadan sonra, ortadan ve nihayetten iki bozuk yeri
bulunan diğer bir kısım daha var ki, onda bir nazım mahiyeti göremedik.
İkinci kitabede yine ayni mealde bulunan parça -baş tarafta iki yerden ve
nihayetten biraz eksik ve ortası çok bozuk olmakla beraber- yine az-çok
nazım edasını havi sayılabilir : B i l g e K a g a n bedizin, bitigin Y u l ı g-T i g i n
bitidim. Bunça barkıg, bedizıg özıg . . . . . Kagan atısı Y u l ı g-T i g i n tört
kün olurıb bitidim, bediztım ya . . . ,,. Acaba, Z e k i V e l l d i'ye kaynak olan
Rus alimi, bu iki parçayı biribiriyle karşılaştırarak mı yukarıki parçayı mey­
dana çıkardı, bu noktayı bilemiyoruz. Her halde yukarıdaki ilk parçanın
şekil ve eda itibariyle Dfvanu Lt1gtiti t- Türk'deki eski mersiye parçalarına
'

benzediği muhakkaktır.
1 1 "Bir Kazak ifin kabilesi, hayatında olduğu gibi mematında da mühimdir ;
Kazak, dünyaya veda etti mi, hemen bütün erkan-ı kabilenin vedaati ile istirahatgah-ı
ebedtsine (sal edilir. Herkes bildiğini okuyarak ölünün afvedilmesi hakkında Tanrı'nın
merhametini taleb eyler. Bundan sonra ta'ziyet merasimi icra edilir. Ölünün akraba ve
teallt1ktitı, erkan-ı kah tle birer birer matem-zede ailenin nezdine gelerek biliyor ise
kendileri, yahut bilen birisi tarafından fatihalar okunulur ; sevabı ölünün rt1huna
itlıô.f edilir. Herkes dilinin döndüğü kadar mümkün mertebe fasih ve mukaffa sözlerle
merht1mun iyilikleri, mehasin-i ahlakı hakkında irô.d-ı kelam eder. Başlarını göğüs­
lerine, bellerine sarkıtarak muhtez ve ağlryan sadalar ile mersiyeler, medhiyeler söyli­
yerek ve kendi tabirlerince yuğ' lamakta (nevha etmekte) olan kadın ve kızlan dinle-
1 00 TÜRK EDEBİYATI'NIN MENŞE'İ

n a r d 'dan naklen Çin Türkistanı Türkleri'nde matem merasimi


hakkında verdiğimiz malumat da, yuğ'lardaki bedii mahiyeti
kuvvetlendirecek hususiyettedir ; Çin Türkistanı Türkleri'nin
senede bir def'a, Berat gecesi, ölülerin hatırasını ta 'ziz için yaptık­
ları ziyafette şarkılar, rakslar, çalgılar mevcuttur ; o gün kadınlar,
ölülerine puşkal, yani yiyecek götürürler, gurubtan sonra ateşlerin
üstünden atlarlar. G r e n a r d'ın bu hususta verdiği tafsilat,
l slamiyet'in asırlardanberi icra ettiği te'sirlere rağmen, bütün
bu adetlerin eski milli din kalıntılarından ibaret olduğunu
ve dint - bedit unsurların bunlarda mühim bir yeri haiz bulundu­
ğunu gösteriyor 92 • Tuğ'lardaki bu yas tutuculuk adeti, Kafkasya
ve Anadolu Türkler'inde de hemen hemen ayni şekilde devam
etmektedir ; hele az-çok umumi bir şöhret kazanmış kahramanlar,
babayiğitler hakkındaki mersiyeler, halk edebiyatımızda pek
geniş ve sonsuz bir saha işgal eder. Türk hükümdarları İ slam
ve Acem te'siri altında milli adetlerini unuttukları zaman -eski
dini mahiyetini büsbütün kaybetmiş olan- ölülerine ağlamak
vazifesini bile Acem şairlerine bırakmışlardı : S u l t a n S e n c e r,
kerimesi "Malı Melek Hatun'un vefatına mersiye söyletmek
için, meşhur mersiyeci 'A m' a k - ı B u h ar i'yi, Buhara'dan
çağırtmıştı 93• Bütün bu tafsilat bize yuğ ayininin Türkler
arasında nekadar yayılmış ve nekadar eski olduğunu kat<i bir
surette gösteriyor.
Eski Türkler'de dint - bedit mahiyeti haiz bu üç büyük
ayinden başka, ta Hunlar'danberi devam edip gelen Kurultay
ayini 94, sonra eski bir ayinin -büyük bir ihtimal ile bu kurultay

dikten sonra, birtakım sözlerle tesliyyet verir ve ağzı içinden dualar okuyarak çıkar,,
(H a 1 i m S a b i t, Altaylar'a Doğru, Türk rurdu, nu. 63 , s. 2 1 08) .
H Le Turkestan et Le Tibet, p. 247.
93 Devlet§® Tezkiresi, prof. Browne taraftndan bastırılan nüsha, s. 64.
H "Hiyung-nu'larda yirmidört amir her yılın ilk ayında tamamen

Ta,Yu'lann karargahında toplanırdı. Güz mevsiminde, yam atların semiz


olduk.lan zamanda bir büyük toplantı daha yaparlar, efrad ve atlar sayılıp
yoklama edilirdi,, (N e c i b A s ı m ve M e h m e t Arif, Osmanlı Tarihine
Medha/,, s. 2 54) . Biz, kurultay ayinlerini Cengiz sülalesinde de görüyoruz.
Şecere-i Türkt sahibi, Ergenekon vak<asını yazdıktan sonra, "Andanberi Mogol'­
un resmidir ki ol günü <Id ederler. Bir pare temürü ateşe sokub kızdırırlar;

iptida Han, tcmürü tutub örs üzre koyub çekiç ile urur, andan sonra bü-
TÜRK EDEBİYATl'NIN MENŞE'İ 101

ayınının kalıntısı- olan Gök-höri oyunu gibi 95 bazı ayin ve


oyunlar da şiir ile alakalı ise de, diğer ayinlerde şiirin ve şairin
yeri hakkında verdiğimiz tafsilat, bunların da mahiyetini pek ala
aydınlatabilir. İ şte, bütün bu ayinlerde vücfıde gelen eserler,
gerek şrylan'lardaki kasideler, gerek sıgır'lardaki destanlar, gerek
yuğ'lardaki mersiyeler, ilkönce dini bir mahiyeti haiz ve ibadet
edilen mabutlara mahsus birer ilaht (hymne) iken, yavaş yavaş,
dinf - sihirhtizane bir mahiyet almış ve nihayet din dışı kalmıştır ;
binaenaleyh eski mabut yerine esatiri kahramanların, onların
yerine de hükümdarların ve tarihi kahramanların menkabeleri

yükleri urur. Ol günü gayet aziz tutarlar. Dağdan çıkıp ataları vilayetine
avdet ettikleridir,, (Ah m e d V e fi k P a ş a tercemesi, s. 48) sözleriyle Türk­
ler'de yılda bir yapılan büyük bir ayinden bahsediyor. N a s i r T us i'nin
Zlc-i llJıan t de : "Mogol padişahları sene ve ayların ilk günlerinde ve kendi­
'

lerinin doğdukları günlere müsadif eyyamda ceşn yaparlar,, demesi (Ş e r e­


fed d i n, Mill t TetebbtNar'ın 5. numarasına bakınız) ; Kenı:.ü'l-Dürer sahibi
Emin Bedreddin Ebu Bekir b. Abdullah al-Sarhadi'nin Türkler'den bahse­
derken, "Adetleri şudur ki sene başında büyük bir ateş yakarlar ; hakanları
bi'zzat gelib bu ateşe karşı birşeyler söylerken, ateşten çıkan alev gökçe
olursa o sene bolluk olacağını, ila ahire .. istidlal ederler,, (H a s a n H ü s a­
m e d d i n, Amasya Tarihi, c. ıı., s. 1 2) tarzında malumat vermesi, senenin
belli bir gününde büyük bir ayin yapıldığını kat'i surette anlatıyor. Bu
ayinde şairin ne büyük bir yeri olacağı, şimdiye kadar verilen izahlarla
karşılaştınlınca daha iyi anlaşılır.
9 5 G r e n a rd, Çin Türkistanı Türkleri'nin eğlencelerinden bahsederken
oğlak ismindeki umumi bir oyunu anlatıyor : " Oğlak, esasen Türkler'e ait ve
asil bir oyundur ki Kırgızlar buna Gök-böri derler. Birtakım atlılar sahrada
toplanırlar ; aralarında para toplıyarak bir oğlak alıp kestikten sonra, onu
toprak üstünde bırakırlar. Bundan sonra, ayağını yere değdirmeden, onu
kapmak için müsabakaya girişirler. İçlerinden hangisi oğlağı kaparsa, son
derece sür'atle kaçar. Diğerleri ganimeti elinden almak için onu takibederler.
İçlerinden biri oğlağı kapıp, diğerlerinin elinden kurtularak şehre iltica
edinceye kadar bu oyun saatlerce sürer ; sonra hepsi oğlağı yemek için galibin
evine giderler. Bu oyun tehlikesiz değildir ; mahir, çevik biniciler lazımdır ki
tehlike olmasın . . K3.şgar yerlileri, Kırgızlar gibi iyi binici olmadıklarından,
bu oyundan pek hoşlanmazlar; bilhassa Efganlılar'la Endicanlılar buna
iştirak ederler. Yerliler, umumiyetle, bu oyunda seyirci sıfatıyle bulunmayı
tercih ederler" (G r e n a rd, Le Turkestan et le Tibet, P. 1 33-1 34) . Kırgızlar'ın
Gök-böri ( Boı;-kurt ) dedikleri bu oyunun, eski bir ayin bakıyyesi olduğu
görülür ; böyle olduğu takdirde şiirin ve şairin bunda da bir yeri olacağı
tabiidir.
1 02 TÜRK EDEBİYATI'NIN MENŞE'İ

terennüm edi l meye başlandı. Uzun asırlar, şiirle müsıki biribirin­


den ayrılıncaya kadar kopuz'la birlikte terennüm edilen bu mersi­
yeler, kasideler, destanlar, ilk zamanlarda tabii biribiriyle mem­
Wf ve müterôfıktı. Bu devirlerde geçen bütün kavimlerin eski şiir­
lerinde mesela lirizm nasıl destani ve dramatik unsurlarla kaynaş­
mış bir halde bulunmuşsa, ayni hal, Türkler'in ilk şiirlerinde de
mevcuttu. Mesela, bir mersiyede yalnız lirizm değil, geniş ölçüde
destani unsur da bulunuyor, şair bir taraftan kahramanın vefatına
çoşkun bir hisle ağlarken, diğer taraftan tamamen sakit ve va­
karlı bir eda ile onun cenklerini, kahramanlıklarını anlatıyor­
du; ma<mafih sonraki devirlere ait eserleri, ihtiva ettikleri
en üstün unsura göre, tasnif edebilmek mümkündür. Türk­
ler'in en eski devirlerine ait eserler, bütün milletlerin ilk bedii
mahsulleri gibi, bir ferde değil, bütün içtimai topluluğa ait
şahsi olmayan mahsullerdir. Türk şiirinin bize erişebilen en
eski şekillerini muhtevi Dlvanu Lugati't- Türk'den yalnız Cuci
isminde bir şairin ismini öğrenmekle beraber, kitaptaki şiirlerin
ki me ait olduğunu kat<iyen bilmiyoruz. Hulasa, bu günkü malü­
matımız, Türkler'de edebi tekamülün ilk safhalarının başka
millletlerdekinden tamamıyle farksız olduğunu bize açık ve
kesin olarak göstermektedir.

K o P u z

Her milletin, ilk nağmelerini terennüme mahsus milli


bir sazı vardır ki esatirine girer ve hatırası asırlarca saklanır.
İ şte en eski Türk haksı - ozan'larının sagu'lar, destanlar okunurken
yahut diğer yarı-dini ayinlerde kullandıkları en eski milli
mfısıki aleti kopuz'dur. Araplar'ın uduna benzeyen kopuza,
en eski zamanlardan başlıyarak, muhtelif asırlarda ve muhtelif
Türk memleketlerinde daima rastlanılır. En eski Uygur me­
tinlerinde ona tesadüf edildiği gibi � , Dlvanu Lugati't - Türk'de

91 G l . H u a r t, Documents de l' Asie centrale, Journal Asiatique, onzieme


serle, tome ın. P e l l i o t hey'etinin Orta-Asya'dan getirdiği vesikalardan,
Türk lisanı ve Uygur harfleriyle yazılı iki Kardeıin Hikayesi'nin 70 ve 7 ı 'inci
TÜRK EDEBİYATl'NIN MENŞE'İ 1 03

de kob;:,amak şeklinde masdarına ve hatta kob;:,atmak, kob;:,aşmak,


kop;:,almak şekillerine rast geliyoruz 97• Asırlardan beri hemen
hiç değişmemiş olan Altay Türkleri'nde baksı'nın, bu milli
musıki aletini hala başlıca terennüm vasıtası olarak kullan­
dığını R a d l o f bize geniş olarak anlatıyor ve bu meyanda
kopuzun bugünkü şeklini tarif ediyor :
Baksı, Şamanlar'ın davulu yerine bir nevi< keman, daha
doğrusu baso viyolonsel kullanır ki takriben üç-üçbuçuk kadem
yüksekliğinde olan bu alete kopu;:, derler. Baksı, ayniyle bizim
çalgıcılarımızın viyolonseli tuttukları tarzda kopuzu önüne koyar
ve basa-kemanının yayına benzer bir yayı onun üzerine dokundu­
rur. Kopuzun üzerine, bükülmüş at kılından iki kiriş gerilmiş
ve sapına birçok demir ziller raptedilmiş olup, çalgıcı kemanı
kımıldattığı zaman, şakırdıyan bir gürültü hasıl olur. Baksının
bundan başka bir de asası vardır ki, ucuna dört köşe bir
tahtacık yerleştirilmiş ve etrafına birçok ufak demir parçaları
asılmıştır. Baksı, efsunu ile hem-ahenk bir türkü ile beraber
kopuzu çalmaya başlar ; bundan sonra asayı yakalıyarak şiddetli
bir raks esnasında fırıldak gibi döndürür ki, bu suretle müthiş
bir gürültü peyda olur. Bunu ekseriya iki haksı birlikte icra
ederler : Biri kopuz çalar, diğeri de asa ile sıçrayarak rakseder;
ma<mafih sair baksılar da vardır ki, bu aletler olmadığı halde
san<atıarını icra ederler : Bu üfürükcülük esnasında haksı, şa­
man gibi, o derece coşmuş ve kendinden geçmiş olur ki, kimseye
bir fenalık yapamaması için sıkı sıkıya tutulmak mecburiyetinde
kalır. Baksılara i<tikat umumi vicdanda artık hiçbir dayanak
bulmadığından, o, işlerini icra için, halkı bir şamandan daha
ziyade korkutacak tarzda hareket mecburiyetindedir. İşte bun­
dan dolayı, dehşet verici sıçramalar yapar, gözlerini korkunç bir
surette dolaştırır, dişlerini gıcırdatır, bir çılgın gibi etrafına
çarparak sarsılır. Coşup kendinden geçerek o kadar korkunç
hüner ve marifetlerde bulunur ki, Kırgızlar onlardan ancak
tam bir dehşetle bahse cesaret edebilirler. Baksıların kıpkırmızı

parçalarından, vak'a kahramanı Tigin'in şarkı söylerken, ayni zamanda eli


/ile de kobuı:. çaldığı anlaşılıyor.
17 Dlviinu Lt1giiti't- Türk, c. ı . , s. 18, 4 1 0 ve c. ıı., s. 1 7 3 , 185, 269.
1 04 TÜRK EDEBİYATl'NIN MENŞE'İ

demiri yakaladıklarını, büyük iğneleri parmak derinliğinde


kendi etlerine batırdıklarını, parlak ateş halindeki demiri
yakaladıklarını, ayni demir üzerine çıplak ayaklarıyle bastıkları
zaman demirin, üzerine su dökülmüş gibi cızladığını bana her
yerde hikaye ettiler .. Bir kırgız, hayatından korkulacak dere­
cede hasta olur ve koca-karıların hekimliği fayda vermezse,
bir haksı çağırılır. Baksıyı, hiçbir islami terbiye almamış kim­
seler çağırır ; İ slam terbiyesi alanlar bir molla çağırıp dua
okuttururlar. Baksı, önce hastanın nabzına bakar ve ayni za­
manda, muhtelif anlaşılmaz kelimeler söyler, sonra, kopuzu
ile, oturarak, hastaya birçok şeyler çalar ki, buna kopuzun
şangırtısı refakat ettiği gibi, haksı da yarım sesle türküsünü
teganni eder 98 .,,
Kopuzun şekil ve mahiyeti hakkında R ad 1 o ff'un verdiği
malumat, ancak şimdiki Kırgızlar'a ait olduğu cihetle, eski
şekli hakkında bilgi almak için eski musıki eserlerine müra­
caat mecburidir. Meragalı H o c a <A b d ü l k a d i r, S a fi ü >d­
D i n A b d ü l m ü ' m i n 'nin Kitabü'l-Edvar'ına yazdığı şerhte

9 8 R a d l off. Das Schamenthum und sein Kultus, Leipzig, 1 885, P. 60-6 1 .


H a 1 i m S a b i t Bey, Kazan Baksıları 'nın kullandıkları kopuz hakkında şu
tafsilatı veriyor : "Kutru iki üç santimetre kadar olan bir demir dairenin
karşı karşıya gelen iki ucu birleşmiye çeyrek santimetre kadar kaldıktan
sonra müvazi olarak dört beş santimetre kadar uzatırlar. Bunların aralarında
bir ucu, dairenin karşı tarafına raptedilen bakır, veyahut gümüşten mamul
yassı ve ince tel, ağıza yaklaştırılarak nefes ile tehziz edilir. İşitilecek ahengin
letafeti, çalanın işaret parmağındaki melekeye göre olur. Kopuz, Kazaklar
arasında kullanıldığı gibi, Rusya dahilindeki Nogay, Başkırt, Tipter, Tatar,
Mişer Türkleri arasında da maruftur. Şarkıdan ziyade raksa daha elverişlidir,,
(Altaylara Doğru, Türk rurdu, sayı 69 , s. 2297) . Görülüyor ki bu kopuz, Türkler
arasında asırlardanberi gördüğümüz ud'a benzer kopuz'dan ayrıdır ; hatta
Kazaklar, Nogaylar, Başkırtlar kadar ecnebi te'sirleri altında kalmıyarak
asliyyetlerini daha çok muhafaza eden Türkler'deki kopuz-R a d l off'un
tarifi veçhile-eski Türk kopuzu'dur ki, H a l i m S a b i t Bey tarafından tarif
edilenden tamamıyle ayrıdır. İşte, bütün bu tarih ve etnografi delilterine
dayanarak, Kazaklar ve Tatarlar arasındaki kopuz'un, eski Türk kopuzu olma­
dığını ve mutlaka yabancı milletlerden alındığını kat<iyetle iddia edebiliriz.
A b d ü' l - K a y y u m N a s i r i'nin, ağıza konup üflenerek parmakla çalın­
dığını söylediği kopuz, Kazaklar ve Tatarlar'daki bu yabancı alettir (Lehce-i
Tatart, Kazan 1896, c. ıı., s. 45 ) .
TÜRK EDEBİYATI'NIN MENŞE'İ 1 05

Kopu;:,-ı o;:,an ve Kopu;:,-ı Rumi namlarıyle iki türlü kopu;:, ta<rif


ediyor:
J. _, J\.jJ')fl � l .l �')iT � L...1.$' �,,... jl � 4 J l)- 1 ıJT t.. 1.5' : ıJlj_,I j � _,i ıı
);_,\ y � I �). _, -Li� � .;A... j _, ...., ıJT J. _, .;,:..,:S' .:....._,,� ıJT ela... Uı.,.:;
�I / _, 4 .k... J j _, _, �L; � .ı')fl �.l J.a..,. _,I j _, 4 JA.-1 .;- _, ? � 4 ıJ \� ıJT
ıJT �-'":" -' """ lS" � ı J. .r �4 �jl.. ı:,T _, : 13 J .) j�_,i ıı - 11 �:.ı.. ..:...� .
• J-

..G� ıJT .J. [ _,� ;.. j _, �� _, J.:.!S' � - � ıJT ek-- .J. _, -l;j t... � ?.- 1 .ı �Y;"
•ıı J.:...!S' � .J" J.! .)� ı:,T .ı ı.; _, ı y � ı J

Hicri vm . asra ait olan bu malumat, O;:,anlar'ın kopu;:,'u ile,


Garp Türkleri'nin kullandıkları Kopu;:,-ı Rumi arasındaki farkı
gösteriyor ; Kopu;:,-ı o;:,an, bütün telli aletlerden daha uzun
bir kaseye malik ve üç veterli olduğu halde, Kopu;:,-ı Rumi beş
veterli ve daha çok uda benzeyen bir alettir. XV. asra ait Züb­
detü' l-Edvar adlı bir mfısıki kitabında da Kopu;:,-ı ozan yerine O;:,an
isminde bir sazdan şu suretle bahsediliyor :
�� _, -Li -l:.� ıJT �J .J .)�� oL;_,,S"" j J � J .:...... l j J ...., �J.J. J ,,

,, .l; j t... Y.J';" jl ı:,T y ı .ri-- _, �Jr ı:,T J. ;.; _, � Jj 4


Anlaşılıyor ki bu saz Meragalı A b d ü' l -K a d i r'in Kopu;:,-ı


o;:,an'ından başka birşey değildir ; yalnız müellif, A b d ü' 1 -Ka­
di r'in verdiği malumatı tamamlayarak, bununla Türkçe man­
zum ve mensur hikayeler terennüm olunduğunu, yani sazın
O;:,anlar'a, mahsus olduğunu bildiriyor. Bu ifade , yukarıda ozan
kelimesi hakkında verdiğimiz malumat ile birleştirilecek olursa,
O;:,anlar'ın, mensur ve manzum hikayeleri, bu üç telli kopuzla
söyledikleri anlaşılır. Kopuz hakkında başka Türkçe musıki
kitaplarında hiçbir şey bulamadık. H ı z ı r b. Abdullah'ın
Murad il. zamanında yazdığı Risale-i edvar-ı Mı2sıki 'sinde
değil, xvı. asır başlarında A h m e d-o ğ l u Ş ü kr u ' l l a h'ın Yıl­
dırım Bayezid şehzadelerinden ' l s a Ç e l e b i'ye ithaf ettiği
mfısıki kitabında bile Türkler'in bu milli sazı hakkında hiç
malumat verilmemiştir 99• Hicri V. asırda Türkler arasında
kullanılan kopuzu uda benzeten KA§garlı Mahmud'un ifade-

99 M-USıkiye ait eski eserlerde kopuz hakkında verilen bu malumatı


toplamak hus-USundaki kıymetli yardımlarından dolayı mesa' i arkadaşımız
muhterem R a u f Y e k t a Bey'e teşekkür borcumuzdur.
ıo6 TÜRK ED�BlYATI'NIN MENŞE'l

siyle yu karıdanberi verdiğimiz izahat meydanda iken, P av e t


d e C o r u t e i 1 1 e'in kopuz'u bir telli kitara olarak tarif etmesi,
tabii kabul edilemez 100 •
Kopuz'un yayıl a ığı zaman ve sahayı anlamak için, muhtelif
zamanlara ait metinler üzerinde tedkiklerde bulunmak zarureti
vardır : Şark Türkler'inde bulunduğunu eski Uygur metinlerinden
anladığımız bu milli saz, xvı. asırda da Orta - Asya Türkleri
arasında pek maruftu ; M i r H ay d a r - ı M e c z u b'un , Timurlu­
lar'dan İ skender Mirza namına takdim ettiği Mahzenü'l-Esrar
tercemesinde kopuzdan bahsedilmiştir :

j � J 1 _,; �T JJ � I J
jl,... J� .; J.l! .J � �\$ .)j 4 j_,j
j_,j .J.ı::� !.l J j.J; c.S�.) J J"' !.l _;y
101j .JP; JS".Js' �� _,;J � 1 ��

Garp Türkleri'ne gelince, Anadolu'daki ozanların sazın


murafakatiyle terennüm ve inşat ettikleri eski Oğuz efsanelerini
muhtevi Kitab-ı Dede Korkut'da, biz, her ozanı mutlaka elin­
de kopuzu ile görüyoruz 102 • Kezalik, yukarıda da, Anadolu
Selçukluları'nın ordularında kopuzculara tesadüf edildiğini
lbn Blbl tercemesi 'inden naklen söylemiştik. A ş ı k Y u n u s, xıv.
asır başlarında kopuzudan bahsettiğk gibi 103, G ü l ş e h r i de
H. 7 ı 7 ( M. ı 3 ı 7- ı 8) 'de yazdığı Mantıku' t- Tayr tercemesinin
birkaç yerinde onu bahis mevzuu ediyor :

Söyler.._,lse böyle kuşlar dllinl


Hüdhüd._.üze kopuz' ünun tilinl
( Vasf-ı hdl-i hw[ş kerden)
1 00 P
a v e t d e C o u r t e i l l e'in bu yanlış izahına aldanarak C l. H u a r t
da, yukarıda zikrettiğimiz Uygur metninde kopuz'u bir telli gitara şeklinde
terceme etmiştir. V a m b e r y'nin higatçesinde bulunmıyan bu kelimeyi,
S ü l e y m a n E fe n d i saz, kemane tarzında, daha umumi fakat daha doğru
tarif ediyor.
1 01
Arap harfleri ile yazılmış ve resimli Mahzenü'l - Esrar nüshasından.
102 Kitab-ı Dede Korkut, s. 1 8, 45·

1oa Ben Oruf, namaz i;in, siçu için esrüdüm * Tesbih, seccade için dinle emnette
K o p u z (HusUıı i kütüphanemizdeki yazma Dlvön'ından) .
TÜRK EDEBİYATI'NIN MENŞE'İ 1 07

Çok üzülmidl kopuz' dtın kilumız


Eşit._,imdl kim ne söyler dllümiz
(Hikaye-i şeyh-i terazudar)

Ey Süleyman ş'ol kopüz'un tilin{


Bur ki söylişem bu kuşlar dUinP04
( Temsil)

Murad 11. devri şairlerinden Germiyanlı Ş e y h i, Husrev - ü


ŞMn'inde, Husrev ile Şlrin'in bir saz alemini tasvir ederken,
Kopüzun öyli bürarlar kulağın * Ki çatlaturdu ağlarken damağın bey­
tiyle, xv. asır başlarında onun bilidmekte olduğunu anlatıyor 105•
Kopuzun xv. ve xvı. asırlarda Osmanlı memleketinin hemen
her tarafında yayıldığını, şairlerin eserlerinden kolaylıkla anlıyo­
ruz. Mesela F a t i h devrinden, meşhur D e l i L u t fi'nin, "Aşkın
kopuzun ylne çalayın mı ne dersin * Alemlere avaze salayın mı ne dersin
matla<ı pek meşhurdur 106 ; kezalik G a z z a z A l i denilmekle
meşhur E d i r n e l i S a g a r i' y i, zamanının en ma<rUf Kopuz çalan­
larından olarak tanıyoruz ıo7• Şairlerimiz arasında kopuza karşı
en büyük meftunluk gösteren lşret-Name sahibi R e v a n i'dir: Dai­
ma olsa musahib nöla dildare kopuz * Her ne telden kl çalarsa üyar._,ol
yare kopuz matla<lı gazeliyle bu meftunluğunu gösteren R e v a n i,
lşret Name 'sinde : Kopuz glbl kanl bir hüb-avaz * Ki sazın cümle­
-

sinden öla mümtaz beytiyle bu takdiri adeta iftirata vardırır 108•


Taşlıcalı Arnavut Y a h y a B e y Kitab-ı Usul'ünün, "Evvelki
şu<be sazende ve guyendeler bQ<is-i hengame-i ehl-i isyan ve sebeb-i
ma'reke-i zümre-i batta/an olub mezmum -ı erbab-i şerf<at ve meyşum-ı
ashab-ı tarlkat oldukların i'lam ve f<lan eyler,, adlı bahsinde, garip
bir taassup hissi ile bütün sazları sırasiyle terzil ve tahkir ederken,
kopuzdan da nefretle bahseder :

1 04
Müze Kütüphanesi'nde 236 numarada kayıdlı yegane nüshasından.
1011 Husüsi kütüphanemizdeki Husrev ve Şlrln nüshasından.
1 08 Sehi Tezkiresi, s. 42 ve Latifi Tezkiresi, s. 297.
1 07 Sehi Tezkiresi, s. 98 .
108 G i b b'in The History of Ottoman Poetry (Osmanlı Şiir Tarihi) adlı
eserinden, s. ı 07.
1 08 TÜRK EDEBİYATl'NIN MENŞE'İ

Görün Çeng-ü şeştaların derdini,


Utanmaz, falii.nii. döner ardıni,
Kopüz'ü işlten kişl aldanur,
Kazan üstüne damla damlar sanur ıo9 •
Gazelleri ile meşhur İ stanbullu K u l o ğ l u Ş a n i'nin
kopuz hakkında mizahi bir gazeli Aşık Çelebi tezkiresinde kayıt­
lıdır ııo ; yine A ş ı k Ç e l e b i, şair F e r d i' den bahsederken, yeniçeri
kaşanesinde kurulan bir işret ve eğlence meclisi tasvirinde ,
" ... Çeşm-i şem<i hwab-i hayal bürüdü, kopuzun söylemekten ağzında

sakızı fÜrüdü" ifadesiyle, kopuz'un O gibi alemlerde kullanıldığını


anlatıyor ııı. E v l i y a Ç e l e b i de, kopuz hakkında biraz efsane
ile karışık olmakla beraber, pek dikkate değer malumat ver­
mektedir : "Sazendegan-ı kopuzcıyan : N eferat 40, mucidi
Hersek - zade Ahmed Paşa' dır ki Ebu'l - Feth vüzerasındandır.
Bu saz Bosna, Budin, Kaminiçe, Eğri, Tamişvar gibi serhat
ahalisine mahsustur ; Anadolu'da mislini görmedim. Levendane
bir sazdır ki hemen şeşhanenin yavrusu zannolunur ; üçer
tarlıdır 112 ." XII l .-XI V. asırlardanberi Anadolu'da halk ara­
sında pek yayılmış bir sazın xvı. ve xvu. asırlarda büyük bir
bolluk ile Rumeli serhatlerine geçmesi, Türk zevkınin yeni
istila edilen kıt<alardaki çabuk zafer kazanmasını ve o devirdeki
Türkler'in bedii seviye itibariyle Rumeli'deki sair kavimlere
üstünlüğünü göstermektedir; yukarıdanberi zikrettiğimiz delil­
lere rağmen, Anadolu'da kopuz'a tesadüf etmediğini iddia
yanlışlığında bulunan E v l i y a Ç e l e b i'nin bu mütaleasını
hiçbir zaman kabul edemeyiz ; yalnız bundan, xv11. asırda
Rumeli serhatlerinde, kopuz'un, Anadolu'dakinddn pek fazla
yayılmış olduğu neticesini çıkarabiliriz. Esasen E v l i y a Ç e l e b i
de, başlarında beyaz kalpakları, bellerinde kıymetli taşlarla süslü
palhenkleri, yeşim ve balgami taşlı kuşakları, ziynetli bıçaklarıyle
meftunluk bakışlarını celbeden Peçuyi gazilerinin kopuz çalmak­
taki maharetlerini tavsit ede ede bitiremiyor m.

ı o9 Hususi kütüphanemizdeki nüshadan.


110 Hususi kütüphanemizdeki nüsha, v. 333 b.

ı ı ı V. 265 a.
11 2 c . ı . , s. 638.
113 C. vı. , s. 20 ı .
TÜRK EDEBİYATl'NIN MENŞE,İ 109

XVII. asırdan sonra edebiyatımızda kopuz'a ve kopuz­


cular'a pek tesadüf edemiyoruz. Yalnız M ü t e r c i m A s ı m ,
Burhô.n-ı Katı< tercemesinde ''berbat : � J. " kelimesinden bah­
sederken, kopuz hakkında biraz bilgi veriyor : "Berbat :
feth-i ba ile kopuz dedikleri saza denür ; Rumi'de Lavta tabir olunan
sazdır ; her ile haftan mürekkeptir. Kaz göğüslü demektir ; saz-ı
mezbUrun kasesi kaz göğüsüne şebih olmakla bu isimle tesmiye eylediler
ve ba<zılar indinde tanbur şeklinde bir sazdır ; kasesi büyük ve sapı kısa
olur ; bu iki kavlin meali birbir m. " Lehfetü'l-Lılgat müellifi E s< a d
E fe n d i d e bu ifadeyi kuvvetlendirerek, kopuz'u <ud ve berba/
müteradifi olarak kaydediyor. 115 Bu kayıtlardan, kopuz'un xvm.
asır esnasında da Garp Türkleri arasında hala tanındığını ve
ma<mafih artık eski şöhretini muhafaza edemiyeceğini anla­
maktayız. İ şte, kopuz hakkında verilen bütün bu malumat tam
bir kat<ilikle gösteriyor ki Altay Türkleri'nin kalanlarında hala
yaşıyan bu milli mfısıki aleti, en eski Türk sahir - şair'lerinin
başlıca terennüm vasıtaları idi. Sagu'lar, yır 'lar, koşuk'lar daima
kopuz'un telleri üzerinde terennüm ediliyor, milletin bütün
hisleri onda kendisine bir ifade vasıtası buluyordu. Türk'ün
ruhiyle çok eski bir bağlılığı olduğundan dolayı, kopuz,
şark ve garp Türkleri arasında asırlarca yaşamış ; yalnız Altai
tepelerinde, Asya boz - kırlarında, Çin İ mparatorluğu içerilerinde
değil, Tuna boyunda, Macaristan ovalarında da Türk'ün neş'e
ve elemine asırlarca arkadaş olmuştur.

TÜRKLER'DE MUSIKI

Türkler'in ilk edebi mahsullerinin dini bir mahiyeti haiz


ve raks ve mfısıki ile karışık olduğunu yukarıki bahislerde anlat­
mıştık. Şu halde Türk mfısıkisinin en eski şeklini, haksı - ozan'ların
kopuz'la çaldıkları dini-sihirbazane nağmelerde aramak icab­
eder. İ lk safhalarda şiir ve mfısıki ile beraber olan raks, ayrıl-

ı u Burhan-ı Katı< tercemesi, İstanbul basımı, s. 1 4 1 . Ma<mafih A s ı m,


Kamus tercemesfinde 'ud ve uvad maddelerinde, kopuz'un ismini hiç zikretmiyor.
11 5 Lehcetü' l Lugat, s. 638.
1 10 TÜRK EDEBİYATI'NIN MENŞE'İ

dıktan sonra bile ll'l, şiir ile musıkinin beraberliği daha asırlarca
devam etmiş, yani bütün milletlerde olduğu gibi, Türkler'de de
ozan ile kopuzcu pek sonraki zamanlarda ayrılmıştır. Bütün
Eski Şark milletlerinde olduğu gibi, Türk şair-musıkişinası,
dini yahut yarı-dini ayinlerde kopuziyle mabudu takdis ve
tebcil ediyor, hükümdarın menkabelerine dair kasideler okuyor,
yahut eski esatiri kahramanların hikayelerini, O ğ u z H a n
ve K a r a H a n menkabelerini anlatıyordu. Umumi ayinlerde
şiirin ve şairin mevkı<i hakkında verdiğimiz izahlar ile bugünkü
Altay Türkler'inde baksı'ların kopuz'la yaptıkları muhtelif işler
birleştirilince, eski Türk şair-musıkişinasının cemiyetteki yeri
kolayca canlandırılabilir.
Henüz yabancı medeniyetlerin büyük te'sirine maruz
kalmıyarak iptida i besatetlerini mümkün mertebe muhafaza
eden Kırgızlar'da ve Altaylılar'da olduğu gibi, eski Türkler'de
de musıki ve oyun halk arasında pek yaygındı : H i y u e n - Ç a n g ,
Kufa cihetlerinde d e bu iki san<at şubesinin pek ilerlemiş oldu­
ğunu söylediği gibi, V a n g - y e n - t e de, Turfanlılar'ın seyahate
çıktıkları zaman musıki aletlerini yanlarında taşıyacak derecede
musıkiye tutkun olduklarım söylüyor 117• Etnografi ve musıki ta­
rihi tedkikleri, Türkler' in eski halk . musıkisinin şekil ve tarzım
meydana çıkarıncaya kadar bu mes'ele ilim alemi için meçhul
kalacaktır ; biz yalnız elimizdeki tarihi vesikalara dayanarak
dini mahiyeti haiz olan eski Türk musıkisi hakkında tarihi
malumat vermekle iktifa edeceğiz.
XV. asır musıki alimlerinden olup Türk saraylariyle sıkı
bağlılığı bulunan H o c a < A b d ü' l-K a d i r M e r a g i'nin muhtelif
eserlerinden elde edilen malumata göre, Türkler'in Arap ve
Acemler'den ayrı milli bir musıkisi olduğuna hükmedebiliriz :
Türk ve Mogollar'ın musıki aletleri ile icra ettikleri terennümlere
kök, sesle okuduklarına da ır ve dola derlerdi ; kök'lerin adedi
senenin günlerine müsavi olmak üzre 366 olup, her gün hakanın
huzurunda bu kök'lerden birinin terennümü teşrifat ıktizasından­
dı ; yalnız, bu kök'lerden Bisun Kök namı verilen dokuz tanesinin

ıı ı E. Grosse. Les d/buts de l' art, chap. x.


m Grcna rd, Le Turkestan et le Tibet, P. 1 35- 1 36.
TÜRK EDEBİYATl'NIN MENŞE'İ il 1

her gün terennümü !det idi. Bu dokuz kök' ün isimleri şunlardır :


, �� , ��; \.:.... ;Y. , _,.&;L;_,; ' J�'J_,; , ı.J"") J� , � ıJ')l...T... , !lJS" t,)J l ıı
. ıı us J I� , ��

Bu tafsilat, bize göre tamamıyle dini bir mahiyet arzetmek­


tedir. Kök 'ün, yani beste'nin , güfte'den ayrılmış olması, bu tafsilatın
oldukça sonraki bir tekamül devrine aitliğini göstermekte ise
de, bu milli musıkide henüz dini bir mahiyet göze çarpıyor ;
eski Türkler'de -ve onlardan alınmak suretiyle Mogollar'da­
dokuz adedi daima mukaddestir ; sekiz cihete merkezin ilave­
siyle husule gelen bu kutsilik, eski Türk hayatının birçok
safhalarında göze çarpar 119; binaenaleyh hakanın sarayında,
yahut orduğahında da her gün dokuz mukaddes kök çalındığını
ve bu adetin eski Türk hanedanlarından M o g o 1 sülalesine
ve onlardan Ti m u r l u l a r ' a geçtiğini kuvvetle farzedebiliriz ;
çünkü buna benzer bir adeti H a r e z m ş a h l ı 1 a r' da da görüyoruz :
"Tekeş'in oğlu Alaeddin Muhammed, eslafınn hayli te'sisat
ve ada.tını tebdil etti ; mesela Selçukiler'in hükumetinde ondan
evvel asker muzıkası salavat-ı hamse zamanlarında çalınırdı. Ala­
eddin Muhammed, oğulları için beş def'a, kendisi için yalnız tulu'
11 8 A b d ü' l - K a d i r'in <,übdetü'l-Edvar, Cami'ü'l-Elhô.n, 1erhü'l-Edvô.r gibi

eserlerinden alınarak R a u f Y e k ta Bey tarafından yazılan Eski Türk Mitsı­


Hsine Ait Tetebbfl'lar (Mill i Tetebb<fl[ar, sayı 3 ) adlı makalesi.
1111 '' G r e n a r d, Tibetliler'den bahsederken diyor ki, her çadırın önünde

ufki bir sô.rette gerilmiş bir ip görülür. Bu ipin üzerinde umumiyetle dokuzdan
ibaret olmak üzre şeritler raptedilmiştir. Bunlar, torunlarının himayesiyle
mükellef dokuz atanın ruhlarını temsil eden Altay Türkleri'ndeki Somu'ların
bir taklidinden ibarettir. Türkler'de millete büyük hizmetler edenlere Tar­
hanlık rütbesi verirlerdi ; tarhanlar, dokuz cürme kadar cezadan muaf idi ;
imtiyazı, dokuzuncu batın evladına kadar tevarüs ederdi . . . Beş-balıg Uygur­
ları, Dokuz-Oğuz namını almışlardı . . . Mogollar'da bir hükümdara dokuz
esir, dokuz fil, v. b. takdim olunurdu. M e n g ü'nun cülüsunda prensler kendi­
sine dokuz parçadan mürekkep dokuz hediye takdim ettiler. Caniler afvolu­
nunca, otağ-ı hüm�yun kapısında dokuz def<a secde etmek, dokuz kerre dokuz
hediye takdim eylemek mecbô.riyetinde idiler,, (Z i y a G ö k a l p, Eski Türk­
ler'de içtima i Te1kilat, Milli Tetebbfl<lar, sayı 3 , s. 4 1 9-420) . Mogollar'ın,
Türkler'den aldıkları bu dokuzun kudsiliği telakkisine, Mogol tarihinin her
�ifesinde tesadüf olunur : Ç a g a t a y Han, bir def<a yasaya muhalif saydığı
;bir harekette bulunduğu halde, O k t a y H an'ın afvına mazhar olduğundan,
teşekkür maksadıyle ona dokuz at takdim etti (Ravzatü's- Safa, c. v., s. 5 3) .
1 12 TÜRK EDEBİYATl'NIN MENŞE'İ

ve gurôb-ı şems vakitlerinde iki def<a çalınmasını arzu eyledi ; yir­


miyedi prens işbu muzıkada altun tabllar üzerine inci ile müzey­
yen değnekler ile vurarak icra-yı negamata me'mur idiler. Bunlar
Selçuk hükümdaranı şahzadeleri, silah kuvvetiyle · itaate alınmış
Gfıri hükümdar - zadeleri, Belh, Bamiyan, Buhara hükümdar­
ları ve onların evladı idi 120 • Türkler' de yedili teşkilat ile dokuzlu
teşkilat, yani yedi ve dokuz sayılarının kutsiliği yekdiğeriyle
eşit gibidir ; çünkü ikisi de altılı ve sekizli teşkilata merkezin
ilavesiyle teşekkül etmiştir ; bu itibarla Harezmşahlılar'da günde
yedi def<a nöbet vurulması ve nöbette yirmiyedi -yani üç def<a
dokuz adedine müsavi- prens bulunması da her halde dokuz
kök'le alakalı ve başlangıcı bakımından dini bir mes'eledir.
Osmanlılar'ın, esas itibarıyle Selçuklular'dan aldıkları meh­
terhane teşkilatında da dokuz sayısına büyük bir ehemmiyet
verilmiş olması, dokuz kök'ün muhtelif zaman ve yerlerdeki
Türk devletlerinde bulunduğuna ve binaenaleyh eski bir dini
ayin kalıntısı olduğuna kuvvetli bir delil daha t�şkil eder ; filha­
kika eski Osmanlı mehter-hanesine sekiz zilzen ıle bir zilzen-başı,
sekiz surna-zen (zurnacı) ile bir surna-zen - başı (Zurnacı başı),
sekiz nekkare-zen ile bir nekkare-zen başı, sekiz boru-zen ile bir
boru-zen başı, sekiz tabi-zen ile bir tabi-zen başı ve vezir iç-oğlan
başçavuşunun maiyyetinde dahi dokuz nefer-i çavuşan ellerinde
çatal çevganlar ile dahildi ve bu altmışdört kişilik bandoya dokuz
kat mehterhô.ne derlerdi 121•
H o c a < A b d ü ' ! -K a d i r M e r a g i , Türk ve Mogollar tara­
fından terennüm edilen kök'lerin môsıki mahiyeti hakkında da
biraz malumat veriyor : <Uşşak, Neva, Buselik makamları insan
nefsinde kahramanlığı artırdığı için, doğuştan k'l_hraman olan
.. 1 20 Hammer tercemesi, c. ı . , s. 76.
111 A h m e t C e v a d P a ş a, Osmanlı Tarih-i Askerisi, s. 1 70. Mısır'daki

Türk Memlukleri'nde de, bizde olduğu gibi mehter-hane, yani ordu muzıkası
vardı ve bunlara Tabl-hane derlerdi. H a m m e r, Mısır ümerasından yirmi­
dördünün tahl-hane'ye malik olup sahib-i tablhanat ünvanını aldıklarını söy­
lüyor (H a m m e r t e r c e m es i, c. ıv., s. 1 9 1 - 1 92). Bunlar hakkında daha
ziyade tafsilat almak için M a k rlz i'deki Lt: j _, �;JI 4) _,JJI J-.r.?:" f � ıı
• L.. �\_r , başlıklı bahse müracaat ediniz (Kitabü<l hatett ve'l-asar, c. ıı., s. 2 1 5) .
TÜRK EDEBİYATI'NIN MENŞE'İ 1 13

Türkler'in besteleri ekseriya bu makamlarda vaki c olurmuş ;


dokuz kô"k'ten her birinin usul ve tarzı da belli imiş :
l.I � 4 J.. J J.J::ı � ::ı� ıs..a... � _, ..l.:.! 4 LJ-� ; _, ::ı J::ı �_,( ı:t.. I ;n ıı
I J'l. j ı.> J .J::ı .J" _, .;.;S' j� T !.1_,s' J__,J _, I l.l ıı � ((.;..... I y) 4:.. .;� J �T _, .Jzt;__,;
•.

.
<1 .ı22::ı::ı)' J � �� �t.ı...... J.JJ.ı .s-::ıy. (j..r � L:.:;- ?-T J ::ı �j.J\.... �ı
M e r a g a l ı A b d ü ' 1 -K a d i r'in zikrettiği bu dokuz kök'ün
adları Uluk Kök ile Kutatku aradan çıkarılacak olursa, daha çok
Mogol isimlerine benziyorsa da, Mogollar'ın bütün müesseselerini
Türkler' den alacak kadar iptidai ve her şeyden mahrum oldukları
düşünülünce, bu o kadar büyük birşey ifade etmez ; olabilir ki
bu kök'lerden bazısının Türkçe isimleri A b d ü' l- K a di r zamanına
kadar unutulmuş ve yerlerini Mogolca isimler almıştur. Her
halde bu kelimeler hakkında icra edilecek lisan tedkikleri netice­
sinde tarihi bazı noktaların aydınlanması ve bunların belki de
Türkçe kelimeler olduğunun tesbiti umulmaktadır.
Kök kelimesi, bütün Çagatay lugatlerinin verdiği bilgilere
göre mavi, sema, asıl, dikiş, ahenk ve sada manalarına gelir ; biz,
daha xı. asırda Türkler arasında kö"k'ün bu muhtelif manalarda
ve bilhassa beste yerinde kullanıldığını biliyoruz ı23• Nitekim
eski Çagatayca şiirlerde tıpkı A b d ü' l-K a d i r ' i n kullandığı
manada, yani beste karşılığı olarak birçok def<a kullanılmıştır 12-1.
Kök aslından, çalgı çalmak manasına köktamak ve köklamak
1 22 R a u f Y e k t a Bey, Türk ve Mogollar'daki bu dokuz kök hakkında

şu mütaleayı yürütüyor : "Malum olduğu üzre Şark mlısıkisi makamları


' Uşşak, Hicaz, Neva, Nihavend gibi hep Arabi ve Farsi isimlerle tesmiye edilmiş­
lerdir. Acaba, eski Türkler mlısıkilerinde müsta<mel ana makamları Uluk-kök,
Aslan-çep gibi isimlerle mi adlandırmakta ve mesela, ötedenberi ümmü'l­
makamat nazariyle bakılan rast makamına uluk-kök mü demekte idiler?,,
(Mill € TetebbU.<lar, s. 462 ) . Yukarıda izah ettiğimiz gibi, bu dokuz-kök tasnifi,
tamamıyle dini bir mahiyeti haizdir ; binaenaleyh onları buğünkü Şarl<:
musıki makamlarına eşit tutmak, kat<iyyen mümkün olamadığı gibi, bu
bakımdan hareket ederek, Türkler'de musıkinin pek eski zamanlardanberi
bir ilim şeklinde müdevven olduğunu iddia da doğru değildir.
1 2 a Dlvanu Lugati't- Türk, c. ıı., s. 200-20�.

124 ve <ı �T y .J jy l::ıJ§" 4>".Jj * �:..:;- �l .j::ı '-:""�\;, �J I o.;A j n


4>- � ı .r .Jj
4>- '-:" )a.. * '-:""� �- J 'Y _, ı s- �' _rJ# J c.P· ı.>l .!.1.i')� n
<ı � ı.>.UL:;- (Jf� (Şeyh Süleyman Efendi ve Pavet de Courteille) .
Edebiyat Araştırmaları - VJII.
1 14 TÜRK EDEBIYATl'NIN MENŞE'İ

masdarları da Çagatay edebiyatında eskidenberi kullanılır 126 •


Finova esatirinde bütün mubudlara ve sihirbaz şamanlara gök,
sema manasına olan Jumala ismi verilir 1213 ; Ti m u ç i n'e kurul­
t�yda C e ng i z namını veren Şaman'ın Kök;e namında olması,
efsunlar ve düalarla hastalıkları geçiren ve eski Kam'ların devamı
olan Kök;i'lerin M.la Türkler arasında bulunması da bunu an­
dırır bir hadisedir ki, kök 'lerin dini ve mukaddes mahiyetine
bir delil olabilir.
Türkler arasında, daha İ slamiyet'in kabulünden önce, dini
mahiyeti h!iz musıkiden başka, kutsilik hassasını bırakarak
tamamen bedii bir mahiyet almış başka bir musıki de mevcuttu :
Şiirler ellerinde kopuzları ile dolaşarak, umumi içtimalarda,
yahut hususi toplanmalarda eski kahramanların menkabelerini
-
terennüm ederl er, O g u z H a n efsanelerini söyler, yahut yeni
hadiseler hakkında yeni türküler bağlarlardı. Eski Uygur metin­
lerinde bu terennümlere yır denildiğini görüyoruz ki, A b d ü' 1-
Ka d i r M e r ag i'nin lr dediği ve bugün birçok Türk lehçelerinde
cır şeklinde ve chant karşılığı olarak kullanılan kelime budur ;
bizdeki ırlamak masdarının da esası budur. A b d ü ' 1 - K a d i r'in
ır ile ayni manada olarak bahsettiği dola kelimesine gelince,
elimizde mevcut Çagatay lfıgatlerinde böyle bir kel imeye tesadüf
etme �eraber, bunun dolamak, dolanmak, dolaşmak masdar­
larını üreten asıldan gelip nekarat manasını ifade ettiğini farze­
debiliriz. Türkler arasında asırlardanberi devam eden ölenk 'lere,
yani, düğün merasiminde söylenen türkülere gelince, bunların
mahiyeti ve tamamiyle halka mahsus bulunduğu düşünülürse,
her halde başlangıcını bilemediğimiz eski bir mazidenberi
devam ettiği ve eski devirlerde adeta izdivaç merasiminin
levazımından sayıldığı anlaşılır 12 7 ; gerek eski bir izdivaç ilahisi

m J§' .J\ ')l!. 4 'l'l:;- J .c.li c.>l * i__,ı.s::j§' _;l:.....ı, I · � � �! ')l_,j ıJ lJL.. 11
y J jy c.>J L.. JI) * ;:,_,>- �4 ).a.. fa. !'.J � 4.i l j İ � ;:, ıı ve << j�_,i o.:S§' .J
<< �.Ul:;- J§' J .J J
F .J\ beyitleri ile, M i r H a y d a r M e c z u b'un, !.l Jy 11
<ı j �_,i "iS".J r � _,-J �I "9� * j_,j ')I �� !.l.Jjy �::J.J _r
parçasında olduğu
gibi (Süleyman Efendi ve Pavet de Courteille) .
1 11
\
B e au v o i s, La Grande Encyclopidie, tom. x11., p. 50 1 .
ı 27 Ölmk ( .!.1:J .J I ) kelimesi, bütün Çagatay lugatlerinin verdiği malu­
mata ve xv. - xvı. asır Çagatay şiirlerinin kullanışına göre fayır pmen, türkü
TÜRK EDEBİYATl'NIN MENŞE'İ 1 15

kalıntısı olan bu ölenk'ler, gerek yuğ ayininde terennüm edilen


sağu'lar, önceleri, dini - sihirbazane mahiyeti haiz Baksılar,
Kamlar tarafından icra edilirken, İ slamiyet'in Türkler arasında
yerleşmesinden sonra, pek tabii olarak daha ziyade kadınlara
intikal etmiştir ı 2s .

İ LK MEVZULAR : LİRİZM

Eski Türk şairlerinin içtimai topluluk içinde yerleri ve icra


ettikleri vazifeler gözönüne alınınca, onlar tarafından tertip
ve terennüm olunan mevzuların nelerden ibaret olduğu açık
bir surette anlaşılır. Muhtelif ayinler esnasında okunarak dini
ve sihirli bir mahiyeti haiz sayılan en eski Türk terennümlerinden
bize hemen hiçbir şey kalmamıştır ; bugün bize kadar gele­
bilen en eski milli kalıntıları, K a ş g a r l ı M a h m u d'un Dfvanu

manasına geliyor. P a v e t d e C o u r t e i l l e, bunun, düğünlerde söylenen


bir nevi< türkü olduğunu, genç kızların gelin evinde damadı ve güvey evinde
ise gelini medheden şarkılar söylediklerini izah ediyor (Pavet de Courteille,
s. 78) . Hakikaten, daha N e v a i'nin lskender-Name'sinde, o zamanki düğünlerle
Hay ölenk hay ölenk nekaratlı türküler söylendiğini görüyoruz :

� � � � .;_ı=.Ş � 4T
y ). J �ç, r 4 1 J J I �_,k �
� o � j � Y JJ_JJ ı.s­
.!l:J J\ �Lt. .!.i;J JI l.Sı.,. <.>l. � � l y
(Hususi kütüphanemizdeki lskender-Name nüshası) . Özbekler arasında hala
mevcut olan bu ölenk'lerin, Çin Türkistanı Türkleri'nde de bulunduğunu
G r e n a r d anlatıyor. Ona' göre, ora Türkler'indeki evlenme merasimi, İsla­
miyet'ten önceki milli ayinlere pek benzemektedir ve Ölenk'lerin nekaratını
teşkil eden Hay hay ölenk hay ölenk parçası, manası bu gün de layıkıyle
anlaşılmıyan eski ve dini bir evlenme ilahisi kalıntısıdır. Yalnız, G r e n a r d,
bunu erkeklerin terennüm ettiğini söylüyor : Evlenecek erkek, dostları ile
birlikte, evlenmek istediği kızın evine gittiği esnada bu nağme terennüm
edilirmiş. Ölen, yahut Ölenk, bu manasiyle Kırgızlar arasında da bilin­
mektedir (F. G r e n a r d, Le Turkestan et le Tibet, p. 248-49) . Her halde
Türk etnografisi hakkındaki malumat çoğaldıkça, eski Türk mtisıkisinin
şekil ve mahiyeti daha iyi anlaşılacaktır.
1 18 Z i y a G ö k a l p, Eski Türkler'de lftima f Teşkilat, s. 452.
1 16 TÜRK EDEBIYATl'NIN MENŞE , 1

Lugati't- Türk'ündeki eserlerden ibaret gibidir. Müellif, muhtelif


kelimelere misal olmak üzre gah bir beyit, gah bir kıt<adan
ibaret şiir parçalarını eserinin muhtelif yerlerine yerleştir­
mişse de, o devre ait milli edebiyat örneklerinin yokluğundan
dolayı, bu dağınık parçaların bile harikul<alde kıymeti vardır ;
binaenaleyıh, eserin bütünü üzerinde tam bir dikkatle icra
ettiğimiz tedkikler, bize yalnız xı. asırdaki Türk edebiyatı
hakkında değil, hatta belki İ slamiyet'ten ewelki zamanların
edebiyatına dair bile pek sarih ve kıymetli malumat vermektedir.
Bizde halk arasında dönüp dolaşan milli ve sözlü eserlerin,
asırlar esnasında nekadar az değişikliğe uğradığı, vezin ve şekil
ile mevziıun, hatta lisanın bünyesine ait değişiklikleri nisbetinde
bile değişemediği, henüz bir Türk halkıyfıt (Folk - Lore) 'ı teessüs
edememekle beraber, ilmi araştırmalar sayesinde kolaylıkla
anlaşılabilir. Yekdiğerinden dört - beş asırlık uzun bir ara ile ay­
rılmış iki halk eserini tedkik edecek olursak, vezin ve mevzuun,
teşbih ve isti<arelerin biribirinden hemen pek farksız sayılabile­
ceğini daima görürüz ı 29• İ şte Dlvanu Lugati't- Türk'deki manzume­
ler tamamen xı. asra ait itibar edilse bile -ki bu da kuvvetle
kabul edilebilecek bir faraziye değildir- onlar vasıtasıyla, hatta
İ slamiyet'ten evvelki milli Türk şiirlerinin mevzu ve mahiyeti
hakkında şimdilik takribi bir fikir edinilebilir.
Şiirin dini ayinlerdeki yeri ve ilk şairlerin dini - sihirbazane
mahiyetini gözönüne alacak olursak, elimizde mevcut eserlerin
en eskisi o l mak üzre şölenlerde, sıgırlarda ve yuglarda teren­
nüm edilen kasideleri, kahramanlık şiirlerini, mersiyeleri göste­
rebiliriz. Ewela, ölen reislerin ve kahramanların menakıbini
terennüm eden şairler, yavaş yavaş, hayatta bulunan reislerin,
hükümdarların, hatun (melike) 'ların me dihleriyle de uğraşmışlar-
1 2 9 " Muhtelif fekilleri büyük bir memleketin bir ucundan öbür ucuna kadar
bazı lehfe farkları ile yayılan ve halta hazan lisan hudutlarını da gefen bôzı mefhur
türkülerin ne zaman tevellüt ettiğini bilmek, ekseriyetle mÜjkildir. Bunların nerede
ve ne zaman doğduğunu tayin maksadı ile yapılacak tecrübeler neticesinde, fOk dej<a,
birtakım ihtimallerden bDjka birıey elde edilemez. Fransa'daki farkıların foğu, menje,­
llri bakımından oldukfa eski bir zamana ait iseler de, halk arasında pek mefhur bôzı­
larının xvm. asır ortalarından daha eski bir zamana fıkabilmeleri muhtemel değildir,,
(P. S e b i l l i o t, Le Folk-Lore, Doin. 1 9 1 3 , P. 48-49),
TÜRK EDEBİYATI'NIN MENŞE'İ 1 17

dır. Türk lisanının teşekkülündenberi yaşıyan, ağızdan ağıza do­


laşan bu edebiyata tarihi başlangıç tayini mümkün değildir ;
Türk milleti tarihin ilk malum devrelerinde nasıl mevcut ve
müteşekkil bulunuyor idiyse, edebiyatı da tabii mevcut idi .
Tarihin ışıklarıyla aydınlanan devrelerde iptidai bir halde
bulunan bu edebiyat, yavaş.yavaş mevzularının dairesini geniş­
leterek, nihayet hayatın bütün hadiselerini aksettirmiştir .ki,
elimizdeki mahdut kalıntılar bunu tamamiyle isbat ediyor.
Türkler arasında yazının en az onüç-ondört asırdanberi
bilindiği düşünülürse, sözlü halk edebiyatının daha hlamiyet'ten
evvel oldukça yüksek bir derecede ilerlemiş olduğuna hükmedi­
lebilir ; binaenaleyh, şekil ve mevzuların sözlü edebiyatta nekadar
az değiştiği hakkında Halkıyat tedkiklerinin verdiği neticeyi
bununla birleştirerek, İslamiyet'ten önceki milli Tük edebiyatı-.
nın Dlvanu Lugati>t- Türk'de gördüğümüz örnekleri, veya onlara
benzer daha başka eserler . vücude getirecek derecede ilerlemiş
olduğunu kuvvetle farzedebiliriz.
Dlvanu Lugati't- Türk'de bilhassa dört mühim ve uzun mersiye­
den başka, diğer birtakım mersiye, kaside ve hikmetlerin mütefer..
rık parçaları mevcuttur. İlkmersiye, A l p E r t u n g a isminde bir
Türk kahramanına ait olup, birinci cildin 44, 94, 1 40, 1 64·, 208�
403'üncü ve ikinci cildin 1 05, ı ı 7, 1 84, 269'uncu sahifelerinde
parça parça münderiç on kıt<a ile henüz intişar etmiyen son
ciltteki iki -ki cem<an oniki- kıt<adan ibarettir ; ikinci mersiye
Tabaku'larla. ·geçen bir hadiseye ait olup birinci cildin ı 28,
1 3 1 ' 1 3 7, 1 49, 1 5 7, 1 62, 1 84, 1 93, 1 99, 200, 2 ı o, 2 1 7, 239, 2 73, 33 1 ,
365, 369, 382, 385, 435'inci ve ikinci cildin 66, 97, 1 6 1 , 1 65,
ı 76, 228'inci sahifeleriyle üçüncü ciltte yine parça parça bulunan
otuziki kıt<adan mürekkeptir ; üçüncü mersiye, kimin hakkında
olduğu elimizdeki parçalarından anlaşılamıyan kahramanane ve
heyecan dolu bir parçadır ki birinci cildin ı ı 2, ı 66, ı 69, ı 74,
ı 77, ı 88, ı 96, 202, 307, 309'uncu ve ikinci cildin 83, 94, ı o ı ,
1 72, 2 1 9'uncu sahifelerinde kaydedilen onbeş kıt<adan ibarettir ;
dördüncü mersiye ise Tangkut emirine ait olduğu bazı parçaların­
dan anlaşılan ve birinci cildin 1 24, 1 46, 1 60, 252, 258, 259,
300, 332, 335, 38o'inci sahifeleriyle ikinci cildin 20, 69'uncu
sahifelerinde ve üçüncü ciltte mezkur ondokuz kıt<adan mürekkep
1 18 TÜRK EDEBİYATI'NIN MENŞE'İ

bir parçadır. K a ş g a r l ı M a h m u d, Alp Ertunga'ya ait bu


birinci mersiye müstesna olmak üzre, diğer üçünün yekdiğerine
bağlı olduğu hakkında hemen hemen hiçbir ifadede bulunmuyor ;
ma <mafih, gerek kafiyelerinin ve veznin delaletinden, gerek
mevzu i tibarıyle aralarında bulunan münasebetten diğer üç
mersiyenin de muhtelif parçalarını toplıyabildik ; fakat bütün
bunlar muntazam ve toplu olarak değil, ancak misal şeklinde
ve parça parça zikredilmiş olduğu için, hiçbir zaman tam
bir mersiyeye tesadüf edemiyerek, birtakım parçalarla iktifa
edeceğimizi bilmeliyiz ; ma <mafih, nekadar uzak bir maziye
gözümüzü çevirdiğimiz ve şimdiye kadar bu devre ait en ufak
bir vesikadan bile mahrum olduğumuz düşünülürse, elimizdeki
örneklerin bize birçok hususlarda kat<i ve belli fikirler verebile­
ceği açıkca anlaşılır. K a ş g a r l ı M a h m u d'un zapt ve kaydet­
tiği bu sagu ( mersiye ) parçalarının her halde xı. asırdan evvelki
zamanlara ait olduğunu bize T u ng a T i g i n mersiyesi açık bir
surette gösteriyor : Dlvanu Lugati't- Türk müelli fi, eğer A l p E r­
t u n g a'nm kim olduğunu bilse, onu Türkler'in efsanevi kahra­
manı E f r a s y a b telakki etmezdi; yalnız, onun bu telakkisinden,
A l p E r t u n g a mersiyesinin eski bir zamana ve Türkler'in hatıra­
sında kuvvetli bir iz bırakmış büyük bir kahramana ait olduğu
neticesini çıkarabiliriz. Biz T u n g a T i g i n namına daha Orhun
Kitabeleri'nde tesadüf ediyoruz (Birinci abide, şimal ciheti) ; mez­
kur abidede cenaze merasiminden bahsedilen T u n g a T i g i n ,
bu vak<anın miladi 73o'da cereyanına bakılırsa, Çin kaynakları­
nın 7 1 4'de Bişbalıg dıvarları altında katledildiğini söyledikleri
Tungu Tigin'den ayrıdır ; binaenaleyh bu mersiyenin bu iki meş­
hur kahramandan birisine ait olması ihtimali kuvvetle anlaşılmış
bulunuyor 130

130 T h o m s e n, Orhun Kitabeleri, s. 1 22. Ayrıca, s. 70 ile s. 1 63, 57 numa­


ralı notun son parçasına bakınız ; ma<mafih E r t u n g a adı, eskiden, Türkler
arasında pek yayılmıştı. XIV. asırda Türk şairi K a d i B u r h a n ed d i n�in,
hükumetlerine son verdiği E r t u n g a O ğ u l l a r ı, bu arada hatıra gelebilir.
Eski tarihlerde hemen umumiyetle B e n i E r te n a şeklinde ve hatta bazı­
larında yanlış olarak E r d oğ a n şeklinde (Aşık Paşa-zade Tarihi, s. 78) yazılıp
türlü türlü okunan ismin hakiki şekli budur. Eski bir mecmuada İ b n < A r a b­
ş a h'ın ifadesine göre bu ismin -ra'nin fethası ve ta'nin sükilniyle - E r e tn a
TÜRK EDEBİY ATl'NIN MENŞE'İ 1 19

Büyük kahramanlar hakkında tanzim edilen mersiyeler


umumiyetle uzun olur ; ölünün faziletleri, cenklerinin muhtelif
safhaları, kahramanlığı, düşmanlara nasıl saldırdığı, cenklerin
nerede olduğu, hakramanın nasıl öldüğü, ölen için bütün
milletin, hatta bütün tabiat çevresinin nekadaı çok müteessir
olduğu birer birer tasvir edilir. Bunlarda sagucu, mersiyeyi ya
kendi ağzından söyler, yahut ölünün ağzından nakleder. Bu
eserler nekadar iptidai olursa olsun, bütün topluluğu heyecan­
landırma maksadiyle söylendiği için, bedi i bir kıymeti haiz ve
umumiyetle çok çoşkundur : Yuğ'larda, yahut ölüm yıl dönüm-
lerinde, veya umumi toplantılarda ilk zamanlarda sırf dini ve
sonraki devirlerde az-çok bedii bir mahiyet gözetilerek kopuz'­
ların refakatiyle terennüm olunan bu milli nağmelerde, şair
daima çoşar ; ölenin lfıtufkar ve cömert olduğunu, yüksek
kalbliliğini, nihayet feleğin okuna nasıl hedef olduğunu anla -
tırken, kendi de tabiatle beraber ağlar ; dağları, bulutları,
güneşi elemine iştirak ettirir. Mecazlar basit· ve iptidai olmakla
beraber samimi ve renklidir. Türk şairi, isti<areli ifadelerden
çok hoşlanır : Mersiyede, münasebet getirerek yazla kışı canlı
birer şahsiyet şeklinde karşılaştırır ; Münazara-i bahar ve Sita
ünvanı altında x vı asır şairi L a m i < i'ye kadar ve hatta ondan
-
.

sonra - birçok Türk şairlerine şöhret sermayesi olan bu mev­


zfıun, edebiyatımızda nekadar eski olduğu bu suretle anlaşılır 1 31 •

telaffuz edildiği yazılı ise de (Hamid{ye Kütüphanesi, Lala vakfı, numara 744) ,
bu şekilde bir Türk ismi mevcut olmadığı için, bu iddia yukanki mütalea­
mızı değiştiremez. İşte, E r t u n g a ismi, Türkler arasında pek yayılmış bir
nam olduğu cihetle, olabilir ki, yukarıdaki mersiye, tarihçe bilinen ve Miladi
vm. asra mensup olan bu iki T u n g a-T i g i n'den hiçbirine ait olmayıp,
tarihçe henüz bilinmeyen diğer bir T u n g a-T i g i n'e aittir.
1 31 Z i y a G ö k a l p, Eski Türk Teşkilat-ı lçtimaiyesi'nde, yaz ile kışın
farklarını geniş sfırette izah ettikten sonra diyor ki : "Eskimolar'da uzun
bir ipin ucunu yazın doğan fertler, diğer ucunu kışın doğan fertler tutarak
karşılıklı bir surette kendilerine doğru çekerler. Yaz çocukları diğer tarafı
kendilerine doğru çekerlerse, yazın avların çok olacağı anlaşılır ; aksi surette
kışın avların çok olacağına hükmedilir. Dfvtinu Lı1gtiti't- Türk'te Y a z ile
K ı ş'ın bir müşaaresi mevcuttur; bu beyitler, ihtimal ki, karşılıklı olarak
yaz erleri ile kış erleri tarafından okunurdu,, (Mill f Tetebbu<far, sayı 3 , s. 452 ) .
Bu müşaare Yabaku'larla geçen bir hadiseye ait tanzim edilmiş uzun bir
mersiyenin girizgahı kabilinden olup, başlı başına bir eser teşkil etmediği
cihetle, yukarıki ihtimal, bize göre, pek kuv.vetsizdir.
1 20 TÜRK EDEBİYATI'NIN MENŞE'İ

Osmanlı şairleri kaside ve mersiyelerinde nasıl tabiatın güzel­


liklerini girizgah ittihaz ederlerse, eski Türk şairleri de, mersiye­
lerde tabiatı hadiselerini terennümde1ı geri durmazlar. Yaz
yeli eserek kırlarda ovalarda kırmızı, yeşil, sarı renkler biribiriyle
karıştığı, türlü türlü çiçekler açtığı zaman, mer<alarda koyun]ar
otlar, kısraklar kişner ; o vakit Türk beyleri, alpleri atlarına
binerek düşman illerine saldırırlar. Nerede harb olduysa, yani
kahraman nerede öldüyse, sagucu orayı anlatır. lrtiş kıyılarından,
Amur sahillerinden, }dil boylarından başka, Asya'nın kim bilir
nekadar yerleri 15u gibi mersiyelerde dile getirilmiştir.
Falan veya filan şahsın -değil, bir milletin müşterek
hislerini aksettirmiş olduğu için, bu mersiyeler adeta destani
bir mahiyet gösteri r ; onda ifade edilen keder, şaire değil bütün
içtimai topluluğa aittir. Şair, kahramanın menkabelerini okur­
ken, kendi tehayyüllerinden ziyade, halkın müşterek ve umumi
hislerini nakleder ; adeta denilebllir ki, milli zevk onda kendisine
bir temsir edici, bir terceman bulmuştur. Destani mahiyeti
haiz olan bu mersiyelerde, asıl esatiri destanlarda olduğu gibi
karışık vak<alar , mabutların müdahaleleri, yahut eşine az rast­
lanır hadiseler yoktur ; bi'lakis, iptidai dinin henüz hüküm
sürdüğü zamanlarda vücude gelen dinf - sihirbô.;;,ane ilahilerde,
efsunlarda olduğu gibi, neşide (lyrisme) unsuru kuvvetle kendini
hissettirir. Eğer elimizde o iptidai devirlere ait eserler bulunsay­
dı, ' ilahi mahiyetini haiz olan mersiyelerde yi ;� destani unsurun
lirizm unsurlariyle karışık bulunduğunu görecektik ; halbuki
Dlviinu-Lugiiti't - Türk'deki örnekler, daha sonraki devirlere ait
olduğu için dini mahiyeti kaybetmiş � neşide unsuru destani
unsurla, eskisindetı başka bir tarzda , 'kaynaşmıştır. Her halde
bu eski mersiyelerde destani unsurun pek dikkate değer bir
yer tuttuğu muhakkaktır : Asya'nın geniş göğsünde yüzler­
ce sene cenk ve cidal hayatı geçiren Türk milleti için,
kahramanlık_, yiğitlik hissi en hakim bir duygu olduğu cihetle,
ruhundan kopan bedii mahsullerde bu his pek hususi bir tarzda
kendini göstermiştir. K a ş g a r l ı M a h m u d'un eserinde Müslü­
man Türkle{ in İslam olmıyan Türkler hakkında nasıl cenk­
cfıyane hisl cl- beslediklerini gösteren birtakım kahramanlık şiir­
(
leri kalıntıla ına tesadüf edilebilir. Mesela G a z i A r s l a n T i g i n
i
TÜRK EDEBİYATl 'NIN MENŞE' İ 121

kumandasında savaşan Basmil Türkleri'nin vasfında yazılmış


şiir parçaları, cidden pek kuvvetli ve canlıdır (C. ıı., s. 25 1 ) .
İslam akidelerini sadakatle kabul eden Türk, kendi cinsinden
olan Uygur Kafirleri-eski ta<bir ile Tat'lar -hakkında132, o kadar
müdhiş bir nefret besliyor ki, onları bulur bulmaz kesjy doğra­
mayı, vücfıdünün parçalarını kurtlara, kuşlara vermeyi gayet
tabii buluyor (C. ı., s. 39, 48) . İslam olmıyan Uygurlar' � Müslü­
man Türkler arasındaki mücadele ve nefret hislerinin h�kayesini
içine alan birçok mersiye parçalarında, bu basit fakat �ok tabii
duygulara daima rast geliriz : Müslüman Türk şairi, Uygurlar
üzerine akın edip puthaneleı<i nasıl yıktıklarını, putları nasıl
berbat eylediklerini söyler ; geceleyin baskın edip pusulara her
taraftan girdiklerini, atlarının kesmelerini kestiklerini, Minglak' -
taki Uygurlar'ı katlettiklerini terennüm eder ; atlara binerek Uy­
gur köpekleri üzerine nasıl kuşlar gibi saldırdıklarını meşru' bir
öğünme hissi ile anlatır (C. ı. , s. 288, 366, 40 1 ) . Uygurlar aleyhin­
deki bir muharebenin hikayesini içine alan bir mcrsiyeden çıka.:.
rılmış olan bu üç kıt'ada, Türk, bütün sava�a düşkün ve kahraman
ruhu ile görünüyor. Bu ruh, sair milletlerin en yüksek kahraman­
lık ruhundan hiç a�ağı değildir : hiddetlendiği zaman kendisini
arslana benzeten Türk kahramanı, bütün düşmanlarına erkek­
cesine meydan okumaktan çekinmez : " Ôfkelendim, arslan gibi
kükreyerek dışarı fıktım, kahramanların kafalarını doğradım ; artık
kim bana karşı fıkahilir ?,, diye bağırır ( C. ı ., s. ı 1 2, 1 2 7) ; yahut
kalkanlarla, süngülerle düşmana nasıl hücum ettiğini söy­
ler ( C. ı ., s. 368) . İşte, Türk haksı-ozan'ları milli kahramanların
hatıralarını terennüm ederken, onları bir kat daha yükseltiyor,
ikmal ediyorlar ve gelecekteki nesillerin hafızasına hakikatte­
kinden çok daha parlak bir ziya altında nakşeyliyorlardı. K a ş­
g a r l t M a h m u d , İslam olmayan Uygurlar'ın da Müslüman
Türkler'e Çomak - eri dediklerini söylüyor. Koyu bir Müslüman o-

1 32
M a h m u d K a ş g a r i'nin verdiği malumata göre, Türkler Farslar'a
Tat namını verirlerdi. rağma ve Tohsi Türkleri, Uygur kafirlerine Tat der­
lerdi. Tatsız Türk bolmas * Başsız börk bolmas atasözü, yalnız, börk'ün Türkler
arasındaki eskiliğini değil, daha xı. ası rd a bile Türkler'in Aceaıler'le karışmış
olduğunu gösterir. O zamanlar tat/aşmak, acemleşmek mariasına, tatıkmak
masdarı da mevcut idi (Dlvanu Lugati't- Türk, c. ıı., s. 224-225) .
1 22 TÜRK EDEBİYA TI'NIN MENŞE'İ

lan bu Türk müellifi, tabii, gayr-ı müslim Uuygurlar'ın Müslü­


man Türkler aleyhindeki kahramanlık şiirlerini zabt ve tes­
bi t edemezdi ; fakat, yukarıda kaydettiğimiz veçhile, eğer on­
lar zaptedilmiş olsaydı bile, şekil ve eda itibariyle, elimizdeki­
lerden farklı bulunmıyacaktı.
Av sahnelerini, kahramanlık menkabelerini derin bir
heyecan ile ifade eden bu destani mersiyelerde, beşeriyetin
şimdiye kadar vücfıde getirdiği bütün destanlarda olduğu gibi,
ata büyük bir yer verilmiştir. At, kahramanın yardımcısı, silah
arkadaşı, muavini, bir kelime ile, adeta onun tamamlayıcısıdır.
H a z r e t - i H a m z a'nın Aşkar'ı, H a z r e t - i A li'nin Düldül'ü
Z a l o ğ l u R ü s t e m'in Rahş'ı ne ise, Türk kahramanının atı
da odur. At, gelecek felaketi hisseder, pusuda gizlenen düşman­
ları duyar, dostları bilir ; adeta o da ismi unutulmıyacak bir
kahramandır. Türkler'de, ta Orhun Abideleri'ndenberi, atın
ehemmiyetini görüyoruz . At şan ve şerefin, kahramanlığın, gale­
benin timsali olduğu gibi, atsız olmak da, zayıflılığın, mağlup
olmanın, aczin ifadesidir 133• Atasözleri ve hususi tabirlerle

1 33 Şark ve Garb'in yalnız destanlarında değil, destani bir mahiyeti


haiz edebi eserlerinde de, at'ın cidden büyük bir yeri vardır. Arap şiirinin en
hususi ve dikkate değer mahsulü olan kasidelerde, şair, muhtelif vesileler
bularak, gazelden medhiyeye, sahralarda kabilenin vaktiyle oturup sonra
göçmüş olduğu yerlerdeki hatıra kalıntılarından esp ve tayf vasfına, medhe­
dilen kimse münasebetiyle askerinin ve kavim ve kabilesinin vasfına intikal
eder ( Tarih-i lbn Haldun, c. ı . , s. 499) . İ m r e' l - K ays'ın, Mu<alltlka'sında at'ını
tavsifen söylediği beyitler çok meşhur olduğu cihetle, büyük bir Arap şairinin
at'ını nasıl medhettiğini göstermek maksadı ile tercemesini naklediyoruz :
"Bir anda hem ileriler, hem geriler, hem kendini gösterir ve hem alır. Sellerin,
köşelerini bozup dümdüz yapmış olduğu kayalar gibi de dayanıklı, kuvvet­
lidir. Beli geyik beli gibi ince, ayakları deve kuşu gibi düz ve diktir. Koşuşu,
kurt koşması gibidir. Ön ayaklarını kaldırdığı yere, derhal ard ayaklarını
koması, tilki yavrusununki kadar sür<atıidir,, (Ş e r e fe d d i n, Arap Edebiyatı,
Bilgi Mecmuası, nu. 4) . Arap edebiyat ve lisaniyatında at'ın mevkı<i ve ehemmi­
yeti hakkında bilgi edinmek için K e m a l e d d i n D e m i r i'nin Hayatü'l-Hayvan'­
ındaki cevad ve bilhassa hayl kelimesine bakınız (A b d u r r a h m a n E fe n d i
tercemesi, Matbaa-i Amire, 1 2 72, s . 285 v e 4 1 3) . Acem şairleri arasında bil­
hassa Gazneviler'in meddahı M i n u ç i h r i, kasidelerinde at'ın vasıflarını en
güzel terennüm etmekle şöhret kazanmıştır : * j l ) 0jt; jf � J } .J ..\..T Jlt:Y ıı
ıı )fa. .1z-ı J. .J J.JT j l ) ı.> �y;.. ı...I matla'lı ve büyük kısmı at vasfına ayrıl-
TÜRK EDEBİYATI'NIN MENŞE'İ 1 23

zamanımıza kadar devam eden bu telakki, abide l erde pek


vazıh görünüyor : Türk hakanı bir milleti yenmek ve yok etmek
istediğini anlamak için, "sürülerini, atlarını öldürdüm,, diyor ;
yahut milletine zafer ve ganimet te'min ettiğini söylemek için,
"milletime at verdim, at sürüleri aldım,, tarzında ifadelerde bulunu­
yor ; ma<mafih biz, atın asıl ehemmiyetini K ü l t i g i n'in şerefli
cenklerini gösteren satırlarda görüyoruz : "Otuz birinci senesinde
Ç a ç a S e n g ü n'lere karşı muharebe ettik. K ü l t i g i n en ilkin
Tadıgıngçur adlı boz atına binip hücum etti ; bu at orada öldü.
İ kinci def<a lşbarayamatar adlı boz ata binib hücum etti; bu
at da orada öldü. Ü çüncü def<a Y e g i n s i l i g Bey'in Kedimlik adlı
doru atına binip hücum etti 131, , . Yine diğer bir hücumda K ü 1-
t i g i n, Bayırkun adlı ak aygıra biniyor 1:15• Kezalik Türgiş'lere
karşı � Başgu adlı boz ata biniyor 136 ; sonra Kara Türgiş'leri mağ­
lup ettiği diğer bir muharebede Alp Şalcı adlı beyaz atına biniyor
ki, bunu takıbeden senelerdeki muharebelerde hep bu ata
bindiğini görüyoruz 137 • Ondan sonra K ü l t i g i n , Toğu yakının­
daki savaşta Azman adlı ak ata, Kuşlıgak civarındaki harpte
Azyagız'a, Oğuzlar'la cenginde yine Azman'a ve yine Oğuzlar'la
diğer harbte Ôksiz adlı ak atına biniyor 138• Biz , Orhun Kitabe-

mış olan Reb{<iyye'si pek meşhurdur ( H üs e y i n D a n i ş, Ser-amedan-ı Suhan,


s. ı ıo) . Bu gibi birçok Acem şairleri arasında K e m a l - i İ s f ah a n i ile
E n v e r i ve E b u ' l F e r ac R a u k a'nın at vasfındaki şiirleri pek marUftur.
Sonraları, at hakkinda mazmunların ehemmiyeti artarak, bunlar, yalnız
kasidelere değil, gazellere ve ruba'ilere bile mübalega ile girmiştir. Edebi­
yatımızda, biz, bu hali tamamıyle görmekteyiz. Z i y a P a ş a'ya gelinceye
kadar bütün kasideciler, Ahmed Paşa'dan, B a k i'den başlıyarak N ef' i ve
R i y a z i de dahil olduğu halde at vasfında mübalegalı beyitler tanzimin­
den vazgeçmemişlerdir. Halk edebiyatımızın destani bir mahiyeti haiz lirik
şiirlerinde, at'ın ehemmiyeti, klasik edebiyatta olduğundan daha fazla ve
daha samimidir : Meşhur S a r ı Z e y b e k türküsündeki, razık olsun Telli­
Doru şanına * Bakmadın mı mor cepkenin kanına nekaratı, halk muhayyelesinin,
yalnız vurulan kahramanı değil at'ını da ayni ehemmiyetle telakki ettiğini
gösteren manalı bir örneğidir.
1 3 4 T h o m s e n, Orhun Kitabeleri, birinci kitabe, şark ciheti, s. ı og .
135 Ayni eser, birinci kitabe, şark ciheti, s. 1 09.
13 6 Ayni eser, birinci kitabe, şark ciheti, s. ı ı o.
137 Ayni eser, birinci kitabe, şimal ciheti, s. ı ı ı - ı 1 2 .
13 8 Ayni eser, birinci kitabe, şimal ciheti, s. ı ı 2- ı ı 3 .
1 24 TÜRK EDEBİYATl'NIN MENŞE'İ

leri'nde ata verilen bu elı enuniyeti Dlvanu - Ltlgati't- Türk'deki


destani mersiyelerde de görüyoruz : Mesela şair, kahramanın,
Akılac (sür<atli cins at) 'ını medhederken, adeta onu da kahraman
mevkıine çıkarıyor ; vasıflarım mübalegalı surette anlatıyor. Av
ve avlanmağa bu kadar alışmış ve Çin - İran - Bizans yollarına
atı ile hakim bir milletin bu iptidai ve samimi şiirlerinde, ata bu
kadar büyük bir yer verilmesi çok tabiidir. Biz, bu te'siri yalnız
halk edebiyatımızda değil, İran taklidi klasik edebiyatımızda
da asırlarca göreceğiz.
Eski Türk şairleri, mersiye ve kasidelerden, kahramanlık
menkabelerinden, cenk nağmelerinden başka, hayatın sair her
türlü hadiselerini de terennüm eylemişlerdir. Mersiyelerde bile
tabiatın §en ve mes<ud tezahürlerine karşı derin bir vecd ve
istiğrak duymaktan geri kalmıyan şairler, hayata. tabiate, aşka
-samimi bir rabıta ile bağlıdırlar : Yaz gelince karların eriyerek
bülbüllerin öteceğini, mes<ud çiftlerin sevişeceğini ( C. ı ., s. 435)
söyliyerek hayatın zevkıni duyan sagucu, güzel bir cariye gör­
düğü zaman yüzünü aya, boyunu ardıç ağacına -Acemler'in
ta<biriyle 'ar'ar'a- benzetiyor (C. ı ., s.3 1 5) . Bütün 3.şıklar gibi
sevgilisinin güzelliğinden, cefasından, sihirli gözlerinden bah­
seder, ağlar ( C. ı ., s. 58, 86, ı o ı ) . Kırların, ovaların güzelliğini,
ayaz geceleri, vahşi bozkırları, dumanlı tepeleri, buzlu nehir­
leri terennüm eden Türk şairi, kuşlara, ördeklere, kazlara,
küçük sukuşlarına karşı içten gelen bir muhabbet besler ; mecaz­
larını teşkil için bulutlara, yıldızlara, güneşe, aya müracaat
eder ; fakat bu hususta ona en elverişli mevzii, terennüm için
en güzel vesile, yazın gelmesidir. Bol ganimetlerle taçlanacak
akın günlerini düşünerek yaylaklara çıkarken, Türk'ün samimi
ruhundan kopup gelen nağmeler, cidden bediidir :"Her tarofta türlü
türlü fifekler (lftı, sanki yerlere bir kalife serilmiş. rer yüı:.ü tıbkı Cennet' e
benziyor. Artık kış hif gelmiyecek,, (C. ı ., s. 1 07 ) . Yalnız milletin
ruhundan mülhem olan eski Türk şairlerinin, bundan oniki
asır e�el kopuzların nağmeleriyle müterafık olarak okudukları
bu sagular, koşuklar, bedii kıymet itibariyle yüksek birer pastoral
şiir örneği sayılabilir.
Eski Türk edebiyatının oldukça geniş sahasında ta<llmt
(didaktik) eserler, içtimai hayatta yol gösterebilecek düsturlar,
TÜRK EDEBİYATl'NIN MENŞE'İ 1 25

ahlaki parçalar . da yok değildir. Kısmen atasözü mahiyetin i


haiz olan bu parçalar, milli Türk ahlakının dayandığı esasları
göstermek itibariyle de çok dikkate şayandır. Hece vezninin
altılı, yedili, veya sekizlisi il,e yazılmış kıt<alardan, yahut, onbirli,
onikili, onüçlü, on dörtlü beyitlerden terekküp eden bu parça­
larda hasislik ve hasedin ıenalığı, ikram ve cömertlik ile il arasında
şöhret kazanmanın lüzumu, kahramanlığın faydası, Allah'ın
büyüklüğü, büyükleri ve ana babayı sayıp onlara itaat etmek
zarureti, dünyanın meşakkatlerine katlanmak ihtiyacı, hulasa
Türk'ün ruhunda hala bugün bile yaşamakta olan ahlaki telak­
kiler, sade, veciz bir ifade ile anlatılır (C. ı . , s. 46, 47, 277,
35 1 , 4 1 6, 4 1 9) .

v E z İ N

Bütün başka milletlerde olduğu gibi, Türkler'de de nazm'ın


nesir'den önce mahsuller vermiş bulunması pek tabiidir. Esasen
etnografi tedkikleri ile tarihi vesikalar bunu kat' i surette
gösteteriyor. Yalnız nazım'ın değil, ayni zamanda musıki ile
raksın da esasını teşkil eden Rythme ferdi değil, içtimai ol­
duğu cihetle 139, nazmın tebellür etmiş (billurlaşmış) bir şekli de­
mek olan vezin'in de her lisanın hususiyet ve tabiatından çıkaca­
ğı tabiidir ; ma <mafih, nazım kaidelerinin layıkıyle yerleşip kat<i­
leşerek vezin'in meydana gelebilmesi, epeyi sonraya ait tekamül
devresinde mümkün olur ; ondan önce nazım iptidai ve yerleş­
memiş şekilde, yani seci<Ier, tekrarlarla tc'min edilen bir nevi<
ahenge bağlı olarak bulunur ki, Dede Korkut hikayeleri ve birta­
kım masal tekerlemeleri, o anda söylenilmeğe elverişli olan bu
eski ifade şeklinin çok sonraya ait birer kalıntısıdır. Bu ifade
1 39 Bizim kabul ettiğimiz fikirlere göre rythme, cemiyet hayatından ve
önce dini ayinlerden doğmuştur. Toplu halde raksetmek, haykırmak, şarkı
söylemek mecburiyetinde bulunan insanlar, ister istemez bir disiplin'e, bir
nizama bağlı olmak mecburiyetini duymuşlar ve işte nazmı, raksı, mwnkiyi
doğuran rythme bundan husule gelmiştir. Yoksa, ferdde, tabiat i<tibarıyle
esasen rythme yoktur ; onun ferdi tabiate geçmesi, cemiyet hayatının te'siriyle
doğmasından sonra olmuştur. Güzellik telakkisinin ve san<atın içtimai bir
mahsul olduğunu kabul edenler için, bu izah tarzı pek tabiidir.
TÜRK EDEBİYATl'NIN MENŞE'İ

şekline nesir adını vermek hiçbir zaman doğru olmadığı gibi,


bu tarzdaki şeyleri tamamiyle vezinli saymak da mümkün olamı­
yacağından, nazmın ibtidai bir şekli saymak daha uygundur.
Biz , eski Türk destanının önce bu nazım tarzı ile ve kopuzlarla
söylendiği fikrindeyiz go.
Türk nazmının vücude getirdiği vezin, Türkçe'nin belli ve
ayni cins, yani kısa hecelerinin sayısına bağlı ve binaenaleyh
sayıya dayanan (quantitatif) bir vezin oldu. Fi'lhakika, uzun
hecelerden uzak olan, imla harfleri ancak hareke alameti olarak
kullanılan ve söylenişte uzun heceyi içine almayan bir lisanın
vezni, ayni kıymetteki hecelerin sayıları ile ölçülebilirdi. Elimizde­
ki örnekler , xı. asra ait olmak bakımından hece vezninin oldukça
belli ve yerleşmiş bir safhasını gösteriyorlarsa, da bu veznin
daha İ slamiyet'ten çok önce yerleştiğine ve İ slamiyet'ten önceki
birçok eserlerin de ayni vezin kaidelerine göre yazıldığına hük­
medebiliriz. Dlvanu-Luati't- Türk'de tesadüf ettiğimiz manzu­
melerin kaç heceli olduğunu ve bnuların muhtelif durak şekil­
lerini aşağıda gösteriyoruz. Bu şekillerden en çok rastlanılanlar
en baştadır :

5 Heceliler : Serbesttir.
6 Heceliler : 2+2+2 3+3
=

7 Heceliler : 4+ 3 3+4
=

8 Heceliler : 4+4
ıo Heceliler : 5+5
ıı Heceliler : 4+ 7
12 Heceliler : 5+ 7 6+6
= 4+4+4
=

13 Heceliler : 5+8 6+ 7
=

14 Heceliler : 7+ 7
ı5 Heceliler : 7+8

İ şte, görülüyor ki Türkler'in hece sayısına dayanan milli


vezni, daha x. - xı. asırlarda oldukça genişlemiş, onun muhtelif
kalıpları meydana gelebilmiştir. Duraklara ayrılmak mes'elesi,
çift hecelilerde ekseriyetle iki eşit kısma ayrılmak suretiyle,
uo Bu ibtidai nazım tarzına diğer edebiyatların ilk safhalarında da
çoğu tesftdüf olunur : Mesela, Alman ve Ermeni edebiyatlarının ilk safha­
larında olduğu gibi . .
TÜRK EDEBİYATl'NIN MENŞE'İ 1 27

tek hecelilerde ise ekseriya ilk kısmın ikinciden daha çok sayıda
heceyi içine alması suretiyle vuku bulmaktadır. Bu muhtelif
cüzler arasında en çok kullanılanlar yedili, sekizli, onikili heceli­
lerdir 141 .

İ L K ŞEKİLLER

Türk Edebiyatı'nın İ slamiyet'ten evvelki bu kavmi devre­


sinde, muhtelif mevzulara ait olarak yazılan şiirlerden hemen
hepsinin belli bir şekli vardır. Bu §ek.iller tabiatiyle pek sınırlı
olmakla beraber, dışa ait te'sirlerden uzak bir surette, yani
yalnız kendi kendine meydana geldiği ve belli şeklini aldığı
için, çok dikkate değer. Elimizdeki eserler, daha o zamanlarda
her şeklin belli ve tebellür etmiş bir teknik'e, yani hususi bir ter­
tip tarzına malik olduğunu gösteriyor. Buna başlıca örnek ol­
mak üzre koşuk'ları, sagu'ları gösterebiliriz :
KoşuK : KOŞMA, eskiden şiir,recz, kaside manalarında kul­
lanılan bir kelimedir ; elimizdeki kaside parçaları, eski şairlerin
bu koşuk'larda nasıl bir hususiyet gösterdiklerini bize layıkıyle
anlatacak kadar çok değilse de, bunların ekseriyetle, her iki
mısra<ı biribiriyle kafiyeli beyitlerle - yani bu günkü tabir ile
mesnevi şekline uyularak - ve en çok onüç hecelinin 6+ 7 durak­
lısı ile yazıldığını biliyoruz. Bu koşuk'lar hayatta olan hüküm­
darlara, yahut hatunlara takdim ediliyordu 142•
Büyük kahramanlar hakkında tanzim edilen sagu (mersiye) ' -

lar, herbiri yedi, veya sek.iz heceli dört mısra<dan mürekkep


kıt<alarla yazılır. Bunlardan ilk kıt<anın bazen dört mısra<ı bir­
den, hazan üçüncü mısra< müstesna olmak üzre diğerleri kafiyeli
olur ; bunu takip eden kıt'aların ilk üçer mısra <ı kendi kendisine

uı Hece vezni ile ilahiler yazan ilk halk mutasavvıflarından bahse­

derken, onların da bu vezinleri hemen hemen ayni şekillerde ve ayni takti<­


lerle kullandıklarını göreceğiz ( Türk Edebiyatında llk Mutasavviflar, s. 1 69) .
u2 Koşuk'ların İslamiyet'ten sonra almış olduğu şekiller hakkında
ilerideki bahislere bakınız. Koşmak terdif etmek, yani güfteye beste tertip
etmek manasına geldiği için, bu eski koşuk'ların kobuz'lann beraberliğinde
terennüm edildiği anlaşılıyor.
TÜRK EDEBİYATl'NIN MENŞE'İ

- yani diğer kıt<aların kafiyelerinden müstakil olarak - kafiyeli­


dir ; ancak bu kafiyece müstakil kıt'aların hepsi, dördüncü mıs­
ra <larında kafiyeleri ayni olduğu için, bir bütün teşkil ederler.
Eski Türk şiirinin en zengin ve en kıymetli şeklini teşkil eden
bu sagular, daima uzun olur ; elimizde otuziki kıt' adan mürekkep
bir mersiye bulunuyor ki, bunun bütün kıt'alarının bize kadar
gelemediği düşünülünce, sagular'ın hatta daha uzun olarak
tertip edildiği anlaşılır. Diğer öğretici (ta<limi) mahiyeti l:aiz
şiirlere gelince, onlar pek az olarak beşli veya altılı, yedili
kıt'alar şeklinde, lakin çoğu onlu, onikili, ondörtlü, onbeşli beyitlerle
yazılır.
Türk şiirinin bu ilk şekillerinde başlıca iki nokta gözönüne
alınmağa şayandır : Birincisi , şekillerin azlığı ve kat' iliğidir ki, ilk
devirlerde edebi şahsiyetlerin serbestçe inkişafı mümkün olama­
masından ve her şairin mevcut şekillere adeta dindarane riayete
mecbur bulunmasından ileri gelir 143• İkincisi, mersiyeleri teşkil
eden birçok kıt'alarda dördüncü mısra <ın daima kafiyeli olma­
sıdır ki, bu da, mersiyelerin umumiyetle besteli söylenilmek
için yazıldığını ve o dördüncü mısra <}arın adeta bir türkü ne­
karatı teşkil etiiği cihetle, tabii daima ayni kafiyeyi muhafaza
ettiğini gösterir 144 • İlerideki bahislerde, İslamiyet te'siri altında
halk edebiyatının aldığı şekillerden bahsederken, musıki ile
şiirin henüz ayrılmadığı bu ilk devirlerin bir kalıntısı olarak,

u a D u r k h e i m'e göre, şahsiyyetlerin teşekkülü, içtimai işbölümünün


yükselmesine ve bir cemiyette muhtelif içtimai zümrelerin ve muhitlerin
teşekkülüne dayanır.
144 Eski halk edebiyatından, daha sonra Arap-Acem taklidi klasik
edebiyatımıza da murabba' (şarkı) şeklinde geçen bu nazım tarz ı, tamamıyle
millidir. Edebiyat ile musıkinın, yani güfte ile beste'nin henüz ayrılmadığı
eski devirlerin kalıntısı olan bu şekilde, ilk üç mısra, şair-bestekarın tekbaşına
söylemesine, dördüncü mısra< olan nekarô.t da bütün topluluğun beraberce,
koro halinde tegannisine mahsustur. Dördüncü mısra'larda kafiyenin ayni
oluşu buna delildir. Buna diğer bir delil de, gerek eski halk şiirlerinde, gerek
onların devamı demek olan halk mutasavvıflarının hece vezni ile şiirlerinde,
hazan dördüncü mısra'ların ilk üç mısra<lardan ayrı hece ile tanzim edilmesi,
mesela ilk üç mısra<lar sekiz heceli olduğu halde, dördüncü mısra<ların yedi
heceli olmasıdır (Daha çok bilgi edinmek için Türk Edebiyatında ilk Mutasav­
vıflar'a bakınız : S 1 69, 323).
TÜRK EDEBİYATl'NIN MENŞE'İ 1 29

onların mahalli bestelerin ayrılıkları üzerine te'sis edildiğini,


ve edebiyat ile alakalarından çok, musıki ile bağlılıkları bu·
lunduğunu göstereceğiz.
KAFİYE : İ lk şiirlerimizin tabi< olduğu kafiye kaideleri,
tabiatıyle basit ve ibtidai bir mahiyettedir ve onlara bugünkü
manasiyle kafiye adını vermekten ise yarım kafiye (assonance)
demek şüphesiz daha doğrudur ; çünkü ilk şiirlerimizin kafiyesi,
mısra <ların sonundaki cüzlerin ses kıymeti bakımından biri biriyle
ayni oluşundan doğmaz ; o, bu kadar dar ve kat'i bir kaideye
sığmaktan çok uzaktır. Son cüzlerin arasında uzak bir ahenk
benzerliği, kafiyenin vücudü için kafidir : Ôz-güz..yaz, yahut
deşildi-koşuldu, buluştu-kamaştı, kuşlatmak-taşlatmak-dişletmek gibi
yarım ses benzerlikleri ile kafiye teşkil olunabilir. Bazaq ka­
fiyelerde redif usulüne de bağlı kalındığı görülür ; yani son
cüz her mısra<da sabit kalıp, kafiye ondan önceki cüzlerde
olur; ma <mafih arada bir bugünkü kafiye anlayışına göre de
kafiyeli sayılabilecek parçalara rast geliniyor. Herhalde, ileride
görüleceği gibi, bu eski kavmi edebiyatın devamı sayabi­
leceğimiz halk şiirlerinde kafiyenin bu eski telakkisinin bu­
güne kadar devam ettiğini göreceğiz. Bu ilk devir şiirlerinde,
şairin hemen şiir söylemek hususunda büsbütün kolaylık te'min
edilebilmesi için, yarım kafiyeler de ekseriyetle fiillerin tasrifa­
tından vücude getirilir.

AvINi TEMSİLLER

Bütün milletlerin ilk devirlerinde olduğu gibi, eski


Türkler' de de birtakım ayini (dini merasime ait) temsiller
bulunduğu ve onların asırlarca dini birer temaşa mahiye­
tini sakladığı az-çok vuzuhla istidlal olunabiliyor. M ese la
yukarıda bahsettiğimiz gibi, Ergenekon menkabesinin hatıra­
sını kutlamak için yapılan ayinin, tamamıyle temsili bir
mahiyeti vardı : Türkler'i Ergenekon'dan çıkaran demirci'yi taklit
ederek, hakan'ın ateşte kızdırılan demir parçasını örs üzerine
koyup çekicle vurması, sonra büyüklerin sırasıyle onu taklit
etmeleri, bu ayinin temsili mahiyetini pek iyi gösteriyor.
Edebiyat Araştırmaları - IX.
TÜRK EDEBİYATl'NIN MENŞE' t

Esefle söyliyelim ki, bu ayinin teferruatı hakkında daha çok


bilgiye malik bulunmuyoruz. Bu Ergenekon menkabesinin ve
Totemizm'in diğer kalıntısı da, Kırgızlar'ın Gök-Böri (Boz-Kurt)
ve Kaşgarlılar'ın Oğlak adını verdikleri milli bir oyunda kendini
gösterir : Bu oyun birtakım atlıların, kesilmiş bir oğlağı kurtlar
gibi biribirinin pençesinden almak üzre mücadelelerinden iba­
rettir ı.ıs. Bunlardan başka Kırgızlar' da, Altay Türkleri'nde
de eski ayini temsiller kalıntılarını hatırlatan bazı şeyler vardır.
İşte, henüz layıkıyle tedkik ve izah olunamıyan bu tek tek vak<a­
lar biribiriyle kaynaştırılıp birleştirilecek olursa, eski Türkler'de
de tıbkı başka milletlerde olduğu gibi ayini temsiller bulundu­
ğunu kabul etmek lazım geldiği anlaşılır.

ıu G r e n a r d'ın Turkestan et le Tibet (S. 1 33- 1 3 4)'inden naklen Türk


Edebiyatının .A1enşe'i, s. 55-56.- Z i y a G ö k a l p, Eski Türkler'de Din, s. 47 1 .
111
O Z A Nı

Dede Korkut Hikayeleri'nde Oğuzlar'ın halk şair-musıkişi­


nası manasında olarak kullanılan ı'..ı l j .JI kelimesi, son zaman­
lara kadar esaslı surette tedkik edilmemiş, hatta okunuşu bile
şüpheli kalmıştır. Çagatay luga.tlerinden alarak bu kelimeyi
kaydeden P a v e t d e C o u r t e i l l e ve R a d l o ff, u z a n şeklini
tercih ettikleri halde, B a r t h o l d muhtelif makalelerinde (Z. W.
O. vm., 204-205 ; lslam Ansiklopedisi'nde Ghuzz maddesinde)
o z a n okunuşunu kabul etmiştir. Kamus-ı Türkf sahibi, keli­
menin eski manasını hiç zikretmiyerek, yalnız Osmanlı lehçe­
sinde son zamanlarda almış olduğu manayı kaydetmekle bera­
ber, her nedense, kelimeyi u z a n şeklinde tesbit etmiştir ;
H ü s e y i n K a z ı m B ey, Büyük Türk Lugatin ' de bu kelimeyi hiç
kaydetmemiştir ; P r o f. K o w a l s k i, u z a n şeklini tercih ettiği
halde, P r o f. S a m o i l o vi ç , Türkmen Edebiyatı hakkındaki ma­
kalesinde bu iki şekilden hiçbirini tercih etmiyerek, bu hususta
biraz tafsilat vermiş ve bu kelimenin gerek söyleniş gerek mana
bakımından hususi bir araştırmağa layık olduğunu kaydekmiştir
( Oferki po istorii Türkmenskoy literatury, Türkmenia, ı., ı 44- ı 45,
1 929 ) .
Ozan kelimesi hakkında, muhtelif yazılarımda arasıra ben
de malumat vermiştim (Millt Tetebbu<[ar Mecmuası, ıv., s. 25-2 7 ;
Türk Edebiyatında llk Mutasavvıflar, s . 293 ; Türk Edebiyatı Tarihi,
ı 920, c. ı., s. 79 ; Milli Edebiyat Cereyanının llk Mübeşşir/eri, s. 7 5 ) •

Yalnız bu son eser dışında, diğer yazılarımda bu kelime hak­


kında verilen malumattan faydalanan P r o f. S a m o i l o v i ç,
1 Bu yazı, ilkönce Azerbaycan Yurt Bilgisi mecmuasında (Nu. 3, s. ı 38-
1 40, 1 932) neşrolunmuştur. Bu def<a basılırken epeyi yeni ilaveler yapıldı.
1 32 OZAN

yukarıda zikredilen makalesinde, bu hususta bazı haklı tenkid­


lerde bulunmuştur ; bununla beraber, ben, daha P r o f. S a m o i­
l o v i ç'in bu makalesini görmeden önce, eski fikirlerimin bir­
çoğundan vazgeçmiştim ; XVI. Asır Sonuna Kadar Türk Saz.şairleri
adlı kitabımda, ozan kelimesi hakkında, bilhassa tarihi mahi­
yette oldukça geniş bilgi verilmiştir ki (S. 9- 1 0 ; 1 3- 1 4) , bu keli­
me hakkında edebiyat tarihi noktasından yapılan ilk tedkik
budur ve S a m o i l o v i ç'in tenkid ettiği eski fikirlerden hiçbiri
burada zikredilmemiştir . S a m o i l o v i ç'in pek haklı olarak
söylediği gibi, bu mes'elenin Türk kültürü tarihi bakımından
cidden çok büyük bir ehemmiyeti haiz olması, onu bu sahifelerde
yeniden tedkike bizi mecbur etti.

Ozan kelimesi hakkında ilkönce meşhur müsteşrık Qu a-t


r e m e r e, Memlukler tarihi hakkındaki meşhur eserinin kıymetli
haşiyelerinden birinde Mesalikü' l-Ebsar, Kitabü'l-lnşa', Hıtat-ı
Makrlzf gibi kaynaklardan naklen mühim malumat vermişse
de (Hlstoire des Sultans Mamlouks de l' Egı'fJte, t. 1., p. 1 36 ), bu
malumat ·şimdiye kadar hiçbir türkiyatçının gözüne çarpmamış
ve ilk def<a olarak X VI. Asır Sonuna Kadar Türk Saz.şairleri adlı
eserimde bundan istifade edilmiştir2 • Halbuki, Qu a t r e m e re'in
verdiği malumatın hulasası, D o z y'nin meşhur Suppliment aux
Dictionnaires A rabes 'ında da bulunduğundan, daha kolaylıkla

2 H . G . F a r m e r, lslam Ansiklopedisi'ne yazdığı C.Ud maddesinde, Quat­


rembe'in Ozan keliqıesi 1ıakkındak verdiği malumatı, M. ı 435'de ölmüş olan
İ b n a l - G a y b i'ye dayanarak dtizeltmiştir; bunun bir davul değil, üç telli
sazlar arasında sıralanması icabeden bir nevi< <ud olduğunu ve Türk halk
şairlerinin bunu tahtadan bir kirişle çaldıklarını söylüyor ki, şüphesiz, doğru­
dur. Kelimenin başka manasını bilmiyen H . G . F a r m e r, bu kelimeyi,
yanlış olarak, Awzan tarzında okumuştur (Fransızca basım, c. ıv., s. 1040) .
Orada verilen malumata göre, İ b n a l - G a y b i'nin Cami al-Alkan adlı mühim
'

bir eseri Boçlleien Kütüphanesi yazmaları arasındadır (Bakınız : Marsch,


no. 826) . F a r m e r'in, Studies in Oriental Musical /nstruments (London, 1 93 1 )
adlı eserinde dahi bu hususta malumat olmak icabederse de, bu eseri şimdiye
kadar göremedim.
OZAN 1 33

dikkati çekebilirdi. Qu a t re m e r e'in verdiği malumatı buraya


aynen na klediyorum :
Le mot auzan ıJ l j.JI ecrit par un za, dont le son approche de celui du
sad, designait un instrument de musique d'origine etrangere, et que l'on
frappait dans les marches du sultan. Le musicien charge de cette fonction
chantait, en langue turque, l'histoire des anciens rois, des recits de combats,
et les exploits des guerriers .fameux. D'un autre côte, les poetes, en altemant
avec lui, chantaient des vers, en s'accompagnant sur le tambour de basque,
le mausoul et le kemendjah.

Qu a t r e m er e'in verdiği bu mühim bilgiler hakkında


vaktiyle yürütmüş olduğum bazı fikirleri burada tekrar edece­
ğim : Mısır Türk Memlukleri'nin devlet teşkilatı hususunda Bü­
yük Selçuklular'ın kuvvetli te'siri altında kaldıkları umumi..
yede ka bul edilmiş açık bir hakikattir. Memlukler'in varis ol­
dukları Eyyll.biler saltanatı, Selçuk İmparatorluğu'nun dalla­
rından biri idi. Bu itibarla, Meınlukler'in askeri mera'>iminde
gördüğümüz ozan'ların Büyük SelçukluJar'da ve onların sair
dallarında , mesela Anadolu Selçuklulan'nda, Anadolu Beylik­
leri'nde ve Osmanhlar'da da bulunacağı pek tabiidir. Netekim
bu sonuncular hakkında biraz aşağıda buna ait tarihi deliller de
zikredeceğiz. Memluk ordularındaki bu eski Türk şair-musıki­
şinasları hakkında Qu a tr e m ere'in verdiği malumat, bu nok­
tadan çok mühimdir. Ozan kelimesinin Türk-Oğuz menşeinden
geldiğini bilmiyerek, bunu, yabancı menşe'lerden gelme davul
ve nekkare gibı telsiz bir musıki aletinin ismi sayan Fransız
müsteşrıkı, bunu çalmakla vazifeli olan mfısıkişinasın Türkçe
olarak eski hükümdarların tarihini, savaş hikayelerini, meşhur
kahramanların menkabelerini terennüm ettiğini ve gene onun
yanındaki birtakım şairlerin de nöbetle ve telli sazlarla -ki bu­
nun K o p u z olduğu pek açıktır- yine Türkçe şiirler terennüm
ettiklerini anlatıyor. Eski Oğuz destanlan 'nın, Dede Korkut Hika-
.'>'eleri'nin Memluk ordularında da terennüm edildiğini gösteren
bu tafsilat ile, aşağıda bazı Çagatay lugatlerinin ozan kelimesi
hakkında verdikleri izahları karşılaştıracağız ; ozan kelimesinin,
esas itibanyle, bir musıki değil, Oğuz şfilr-mfısıkişinaslarının
umumi ismi olduğunu göstereceğiz. Memlukler'in askeri alay­
larındaki bu ozan'larla, daha sonra Osmanlı ordularında gördü-
1 34 OZAN

ğümüz sazşairleri arasında şöyle bir karşılaştırma yapılacak


olursa, Memlukler'e Selçuklular'dan geçtiği şüphesiz olan bu
eski Oğuz adetinin, Osmanlılar'da hemen aynen devam ettiği
pek açık surette anlaşılır (Daha çok bilgi edinmek için : XVI.
Asır Sonuna Kadar Türk Sazşairleri, s. ı o- ı ı ; ayrıca müracaat
ediniz : Voyages de Pietro Delta Valle, t. 1., p. 208, M. DCC. XLV) .
Ozan kelimesi hakkında AbU-Hayyan'da da küçük bir kayıt
vardır. Buna göre, bu kelime kopuzla türkü söyliyen manasına
'
gelir ki, aşağıdaki izahlara uygun gelmektedir ( Kitab al-ldrak
ti-Lisan al-Atrak, D r . A h m e d C a fe r o ğ l u basımı, İstanbul
1 93 1 , metin, s. 1 2- 1 3 ; A h m e d B e y, s. ı 1 3'de, kelimeyi UZAN
şeklinde okumakla, R a d l o ff ve B u d a g o ff'a bağlı kalmıştır ki,
aşağıda ayrıca izah edeceğimiz gibi, yanlıştır) . Eserini xıv. asrın
ilk senelerinde Mısır'da tamamlayan A b u - H a y y a n'ın verdiği
bu malumat, Qu a t r e m e r e'i tamamlayıp düzeltecek mahi­
yettedir ve her halde xm. asırda Memluk ordularında ozan
kelimesinin bulunduğunu kat<i surette gösteriyor. Eyyubiler
devrinde ve ilk Memluk sultanları zamanında Mısır'da Oğuz­
lar'ın ehemmiyeti tarihçe bilindiği için, bu Oğuz kelimesinin
mevcudiyetini de tabii görmek lazımdır.

Anadolu'da yazılmış Türk-Oğuz eserlerini tedkik edince,


ozan kelimesi hakkında birçok mühim kayıtlara tesadüf edilebi­
leceği pek tabiidir ; bununla beraber, şimdilik en eskisi ancak
xıv. asrın son yıl1arına kadar çıkabi1en bu kayıtlar, kelimenin
daha eski asırlarda Anadolu Türkleri arasında bulunmadığına
bir delil teşkil edemez. Y a z ı c ı o ğ 1 u < A l i, Murad 11. devrinde
yazdığı Selfuk-Name'de, Anadolu Selçuk ordularında ozanlar ve
kopuzcular bulunduğunu zikrediyor ( H o u t s m a, Recueil de
textes relatif a l'histoire des SeldJoucides, cilt m., s. 348) . Selçuk devri
an<anesinin henüz Anadolu'da çok canlı bulunduğu bir sırada
eserini yazan müellifin bu açık ifadesi, ozanlar'ın ve kopuzcular'ın
yalnız kendi azmanındaki Osmanlı ordusunda değil, h atta Sel­
çuk ordusunda da bulunduğunu göstermeğe yeter bir delildir.
Memlukler'inkine çok benzer bir askeri muzıkaya malik olan
OZAN 1 35

Anadolu Selçuk ordusunda ozanlar'ın bulunmaması imkansız­


dır. Ozanlar ve kopuzcular Murad n . 'ın sarayında dahi vardı :
B e r t r a n d o n d e l a B r o q u i e r e, onun ziyafetinde menestrel'ler
bulunduğunu ve bunların Murad'ın cedlerine ait chanson de
geste'ler terennüm ettiklerini söylüyor ki ( Le Voyage d' Outremer,
publie par C h . S c h e fe r, Paris, 1 892, p. 1 92 ) , bunların ozanlar
ve kopuzcular olduğu ve oğuz destanları okudukları kolaylıkla
tahmin olunabilir. XV. asrın sôfi şairlerinden Kemal Ü m m i bir
gazelinde " Oğuz ozanlarının bağıra çağıra şiirler okuduklarını,, söy­
lüyor ki, bu ifade, islami an<anelerden ziyade kavmi an<anelere
bağlı olan ozanların aleyhindedir 3•
Artık bundan sonra, eski şair ve muharrirlerimizde tesadüf
ettiğimiz ozan kelimesinin tezyifkar (küçümseyici) bir mana al­
dığını görüyoruz : L a m i 'i Nejsü'l-Emir-nam e adlı küçük risale­
sinde bu kelimeyi geveze, herze söyliyen manasında kullanıyor (hu­
susi kütüphanemizdeki yazmalar arasında) . Meşhur şair Z a t i
de Lataif inde , ozanlar'ı sair mfısıkişinaslar arasında zikrederek,
'

kopuz çaldıklarını söylüyor ve ma <mafih onları başka kopuzcu­


lardan aymyor ( Zati Külliyatı, Hamidiyye Kütüphanesi'nde,
Lala İsmail V akfı , 443 numarada ) . E d i r n e 1 i N a z m i ozan
kelimesini geveze, ağzına geleni söyliyen manasında kullanıyor
( Dlvan-ı Türkf-i basit, 1 84 numaralı gazelde ) . Tarihçi <A l i , vezin,
yani Aruz vezinleri bilmez bir ozanın cahil Germiyanoğlu tara­
fından takdir edildiğini tezyif ile anlatıyor ( Millf Tetebbu<lar
Mecmuası, sayı ı, s. 1 6 ) . H o c a S a ' d e d d i n , H a di d i'nin man­
zum tarihini tenkid ederken : "Bazı ozanlar ki tarih-nüvisliğe tasaddf
edüp akval-ı muhtelife irad etmişlerdir,, diyerek, bu kelime hakkında
ayni telakkiyi gösteriyor ( Tacü't- Tevarlh, c. ı ., s. 2 ı 7 ) . Meşhur
tarihçi P e ç fı y i , birinden bahsederken : "fi-nefsi' l-emr ozan
makulesi lağ ve latifesi çok, mudhikane ve nedfmane hareket eder ; sıkleti

3 Aşık P a ş a - z a d e, Çelebi Mehmed'in ölümünden bahsettiği sırada


0 J .)_;.Jf" isminde İran'dan gelmiş ve önceleri Yıldırım Bayezid'e hekimlik etmiş
birini zikrediyor. Eserin muhtelif yazmalarında 0 j .J.) ..;) ' � 1 _; .) f şekillerinde
bulunan bu isim ( < Ali B e y ve F . G i e s e basmalarına bakınız), Tacü>t-Teva­
rlh'de Kürd- Ozan şeklinde kaydolunmuştur (C. ı. , s. 303) . İşte, buna göre,
Oz;an kelimesinin Yıldırım Bayezid devrinde dahi meşhur olduğu ve belki
daha istihfaf ile telakki edilmediği anlaşılıyor.
OZAN

yok adam,, diyerek, bu husustaki düşüncesini gösteriyor ( Tarih -i


Pepl.yi, İ stanbul, cilt il., s. 2 2 ) . Ferheng-i Şu ' urf 'de dahi şu kay­
dı buluyoruz : " � j _,ı bir taifedir, tanbu rçalıp türkü söylerler ve
Oğuzname okurlar. Türkide � lj _, I dedikleridir,, (Cilt ı., s. 1 48) .
Lehçetü' l-Lugat sahibi, bu kelimeyi Osmanlı lehçesinde kullanılan
mana ile : BıhUde çok söyliyen diye izah etmektedir (S. ı ı 6) . XVIII.
ası m meşhur şairi S a b i t, ozanlık kelimesini bir kasidesinin şu
Ozanlık eyleme Sabit huz.ur-i asafda mısra<ında gevezelik, herze söyleyiş
manasında kullanmaktadır (Sabit Dlvanı, hususi kütüphane­
mizdeki yazma nüsha) ; yine xvm. asır şairlerinden hezilcilikle
meşhur H a v a y i, muhtelif şiirlerinde ozan'ı çok söyliyen, herze
söyliyen, yan;ak manalarında kullanıyor (Havayi Divanı, hususi
kütüphanemizdeki nüsha) . XIX. asır şairi meşhur Enderunlu
Vasıf da, Çıkrık misali ırlayacağına hey ozan mısra<ında, yine ayni
manayı kastetmektedir. Ozan kelimesinin Anadolu Türkleri
a rasında çok eskidenberi kullanıldığına ait olan bu kayıtlara
ilave olarak, ozan isimli -belki xv. asra ait- eski bir Osmanlı
halk şairinin bulunduğunu da söyliyelim (XVI. Asır Sonuna
Kadar Türk Sazşairlerı, s. ı 3) . Bu kelime, ozan telaffuzu ile, geveze,
herze söyliyen manasına Anadolu'nun bazı yerlerinde hala kulla­
nılmaktadır 4•
Oğuzlar'ın, şüphesiz çok eski bir kelimesi olan bu Ozan
kelimesine, bugün bilhaslia Cenubi-Anadolu'da tesadüf edil­
mektedir : H a m i d Z ü b e y r ve İ s h a k R e ' f e t Beyler, bu keli­
menin Cenubi-Anadolu'da çok sözle baf ağrıtan kimse manasında

4 Cenup-şarki Anadolu Türk aşiretleri hakkında mühim tedkiklerde


bulunan A l i R i z a Be y'in verdiği şu malumat, Ozan kelimesinin Anadolu'­
da bugün ne manada kullanıldığını bize daha iyi izah ve tesbit etmektedir;
"Adana havalisinde Kara-İsalı kazasında Alibaş veya Alabaş isminde bir
aşiret vardır ki, bunlara, hakaret mak.,adıyle, Ozan denmektedir. Ozan keli­
mesi çingene ve bilhassa çalgıcı çingene manasında kullanılan bir kelimedir. ,,
Ozan kelimesinin, Anadolu'da xıx'uncu asırda bile, geveze, herze söyliyen mana­
sında kullanılan bir hakaret tabiri olmakla beraber, hwanende, türkü söyliyen
manalannı da sakladığı, v a s ı f'ın yukarıki misalinden pek iyi anlaşılıyor ;
Anadolu Çingeneleri eskidenberi bilhassa çalgıcılık ve hanendelikle tanınmış
olduklarından, hakaret ifade eden O;:an kelimesinin onlar için de kullanıldığı
anlaşılıyor. Esasen eski bir tasavvuf ıstılahı iken bir zamanlar Kalenderler,
Hayderiler gibi serseri dervişlere ve tarikatlerine de ad olan Abdal-Aptal
OZAN 1 37

kullanıldığını tesbit ediyorlar ki (Ana-dil' den Derlemeler, Ankara


1 932, 8. 297 ) , bu, Ozan sözünün artık halk arasında bile alay
yerinde kullanıldığını gösteriyor. Osmanlı yazıcılarının, xv.
asır sonlarından başlıyarak, bu sözü tezyif makamında kullan­
maları, görülüyor ki, halk arasında yayılmış ve kelime eski ma­
nasını ve kıymetini kaybetmiştir. Yine ayni eserde Yabanova'da,
seci'li söz, atasözü manasında olarak Ozanlama sözünün bulunduğu
dahi kaydedilmiştir ki, kelimenin asıl eski manasına daha yakın­
dır. Maarif Vekaleti Kütüphaneler Müdürü Hasan Fehmi Bey,
Yabanova'nın İçiler köyünden Emine Kadın'ın ağzından
Ozanlama kelimesini duyduğunu ve bunun seci'li atasözlerini
SÖ)'lemek manasında kullanıldığını bana şifahen söylemişti. Ben,
bu mananın Ana-dil' den Derlemeler' deki izahtan daha doğru
olduğunu kuvvetle tahmin ediyorum.
Ozan kelimesinin Anadolu Oğuzları arasında nekadar eski
ve yayılmış bir kelime olduğunu, bugün Anadolu'daki birtakım
yer isimleri sayesinde anlıya biliriz. Dahiliye Vekaleti'nin çıkar­
mış olduğu Köylerimiz (Ankara, 1 928) adlı eserde, Ozan adını
taşıyan şu köylere tesadüf ettim :

Gaziantep Bihisni kazası Pirori nahiyesinde Ozan


Şebin-Karahisar Aluçra Mandaval Ozan
Çankırı Çerkeş Mecidiye Ozan
Erzincan Refahiye " Ala-kilise Ozan
Bilecik Söğüt Mihalgazi Ozan
Manisa Akhisar " Marmara Ozanca
Ankara merkez nahiyesinde Ozan

Erzincan vilayetindeki köyün ismi, Dahiliye Vekaleti'nin


kitabında Osan olarak yazılmışsa da, bunun yanlış olduğunu
kuvvetle tahmin ediyorum. Bunlardan başka da, Anadolu'da
Ozan adını taşıyan bazı yerler vardır : Mesela, Gerede-Safran­
bolu ve Çerkeş-Gerede yolları üstünde Ozan Dorugu adında

(Jl � I) kelimesi, daha sonra Anadolu'da bazı çingene zümrelerinin -veya


Çingene olmadığı halde öyle sayılan bazı zümrelerin- ismi olup kalmışsa,
Ozan kelimesinin çingene çalgıcı manasında kullanılması da buna benzer bir
simantique tekamül eseridir. Her iki halde de, kelimelerin eski yüksek manala­
rını kaybederek birer hakaret tabiri mahiyetini aldıkları görülüyor.
OZAN

bir tepecik bulunduğu gibi, ayrıca F . T a e s c h n e r de Ozan Beli


isminde bir yerden bahsediyor (Das Anatolische Wegenetz nach
Osmanisclıe Quellen ı., 1 924, s. ı 74) . Yalnız, T a es c h n e r'in, bun u,
Uzan Beli diye okuması yanlıştır ; doğrusu Ozan Beli olacaktır.

Anadolu Türkleri, yani Garp-Oğuzları arasında ozan


kelimesinin bulunduğunu ve muhtelif asırlardaki manalarını
böylece tesbitten sonra , şimdi tedkikimizi Şark-Oğuzları saha­
sına, diğer bir tabir ile, Azeri Türk sahasına. nakledeiim. Eli­
mizdeki vesj kala c, ozan kelimesinin bu sahada xıv.-xv. asırlarda
halk şair-mtlsıkfşinası manasına kullanıldığını açıkça göstermek­
tedir. Hafız Derviş <Atı Çengf i5minde bir müellif, xvı. asır sonunda
Şeybaniler sahasında yazdığı bir mfısıki risalesinde, Türkler'in
eski ve meşhur sazı olan kopuz'un, Celayir hanedanından
S u l t a n Ü v e y s zamanında ( 1 356- 1 3 74) ozan isimli bir çalgı­
dan alındığını ve ozan'ın ise Oğuzlar arasında eskidenberi pek
meşhur olup, kahramanların, mücadelelerden önce, daima
yanlarında gezdirdikleri bu çalgıyı çaldıklarını ve bunu çalmak
bilmiyenleri yabancı sayıp, şehirden kovduklarını yazıyor
( Fitret, Özbek Klasik Muzıkası ve Onun Tarihi, Semerkand-Taş­
kend, 1 927, s. 43-50) . Müellif bunu kuvvetlendirmek için, Dede
Korkut Hik<l_yeleri ile alakalı bir hikaye de naklediyor ki, başka
bir makalemizde bu mühim rivayetten ayrıca bahsedeceğiz.
Her halde Celayirler devrinde yazılmış daha e5ki bir kaynaktan
alındığı muhakkak olan bu ifade, ozan kelimesinin xıv. asırda
Azer i sahasında bilindiğini gösterdiği gibi, Dede Korkut Hikaye­
leri 'nin ozanlar tarafından okunduğunu da anlatmaktadır. Gerek
bu cihet, gerek ozan kelimesinin Oğuzlar'ın halk şair-mfısıkişi­
nası değil, fakat ona mahsus eski bir çalgı ismi olarak gösteril­
mesi, Qu a t r e m e r 'in yukarıki ifadesi ile biraz uymaktadır.
Ancak, kopuz'un S u l t a n Ü v e y s zamanında ozan'dan alındığı
hakkındaki fikrin te'vili çok müşkildir ; çünkü, kopuz'un çok
eski zamanlardanberi muhtelif Türk şubeleri arasında yayılmış
bir çalgı olduğu malfımdur. Belki de H afı z D e rvi ş < A li, bu hu­
susta yanılmış ve faydalandığı kaynağın ifadesini yanlış anla-
OZAN 1 39

mıştır ; bununla beraber, xv. asra ait Zübdetü'l-Edvar adlı mühim


bir mfısıki kitabında ozan isminde bir sazdan bal:sedilmekte v�
bununla da Türkçe manzum ve mensur hikayeler söylendiği
kaydedilmektedir ( Milli TetebbU<lar ; .Mecmuası, sayı ıv., s. 59 ) .
Kezalik, H o c a < A b d ü ' 1 - K a d i r M e r a g i , S a fi ü'd - D i n A b ­
d ü ' 1 - M ü' m i n'in Kitabü'l-Edvar'ına yazdığı şerhte Kopuz-ı Rumf
ve Kopuz-ı Ozan diye iki türlü kopuz tarif etmektedir (Ayni
eser, ayni sah ifede) . Bütün bunlardan çıkarılacak netice şudur :
Ozan, Oğuzlar'ın halk şair-musıkişinaslarına verilen isim­
dir ; onların çaldıkları kopuz, başka kopuzlardan far klıdır ; sonra­
ları, ozan kelimesi, mamı.sını genişleterek, bu saza da ad olmuş­
tur ; diğer kopuzlar, ozanlar'ın kopuz'u biraz değiştirilip ve ıslah
edilmek suretiyle vücfıde getirilmiştir. Hicri 843 (M. 1 439-4o) 'de
doğarak, önce Şirvanşahlar sarayına intisap eden ve H. 864 (M.
1 459-6o) 'de F a t i h'in sarayına gelerek büyük iltifatlarını kazan­
mış olan şair H a m i tli, Türkçe-Farsca Dlvıin'ındaki bi r Terci'in
başında, H i l a l i - i S e m e r k a n d i'nin Şirvanşah meclisinde bir
ozancı'ya yenildiğini kaydediyor (Dlvan'ın bir nüshası Türk
Tarihi Tedkik Cemiyeti Kütüphanesi'nde, diğeri İstanbul Ar­
keoloji Müze5i Kütüphanesi'ndedir) . XV. asırda Şirvanşah'ın
meclisinde ozanlar'ın bulunduğunu gösteren bu kayıt, ozan keli­
mesinin belki dah a ziyade musıki aleti mana5ına kullanılarak
onu çalana ozancı denildiğini anlatmaktadır ve yukarıki i fadele­
rimizi biraz daha izah etmektedir.
XIV. asırda Azeri sahasında tesbit edilmiş olan meşhur
Dede Korkut Kitabı, ozan 'ın mahiyeti ve Oğuz aşiretleri arasın­
daki yeri hakkında bize çok açık malumat veriyor : Ozanlar,
Oğuz cemiyeti arasında hususi bir zümre teşkil ederler ; elle­
rinde kopuz'ları ile ilden ile, obadan obaya gezerler ; düğünler­
de, ziyafetlerde bulunurlar ; kopuzları ile eski Oğuz destanları,
Dede Korkut Hikayeleri söylerler ; yeni hadiseler hakkında yeni
yeni şiirler tanzim ederler ; zenginler de onlara hazan sırtların­
daki kıymetli elbiseyi çıkarıp verirler ; koyunlar, koçlar ihsan
ederler ; bununla beraber, Dede Korkut Kitabı ' nda, ozanlar'ın
daha eski zamanlardaki ehemmiyetlerine ait bazı işaretler var­
dır : Bir yerde geçen alp-ozanlar tabiri, alplar yani kahramanlar
arasında da ozanlar yetiştiğini göstermektedir ; bütün kahraman-
OZAN

ların kopuz çalarak şiirler okumaları da, H a fı z D e r v i ş c A l i'nin


yukarıki ifadesini kuvvetlendiriyor ; ozanlar'ın piri olan D e d e
K o r k u t'a verilen ehemmiyet, ona mensup olduğu için kopuz'un
bile yarı-mukaddes tutulması (S. 1 49) hep bu fikri kuvvetlen­
dirir. Çevik dilli, yüksek sesli, halk an'aneJerini ve halk hikmet­
lerini taşıyan ozan, daha eski zamanlarda Oğuzlar arasında
adeta yarı-kutsi bir içtimai unsuTdu. Edebi tekamülün umumi
gidişi, şüphesiz, Oğuzlar arasında da ayni akışı takip etti ve içti­
mai tekamül derecesinin yükselmesi ile ozanlar, eski kutsiliklerini
kaybetmekle beraber, hususi biT zümre şeklinde Oğuz aşiretleri
arasında yaşadılar ve xv. asırdan sonra <A ş ı k adını aldılar.
Ozan kelimesinin Azeri Türk sahasında xv. asırdan sonra
devam edip etmediğini bilmiyoruz . R e ş i d E fe nd i - z a d e, bu­
günkü Azerbaycan Cumhuriyeti Türkleri arasında hala yaşıyan
birtakım manilerde bu kelimenin devam ettiğini kuvvetli örnek­
lerle göstermiştir (Azerbaycanı Ôğrenme Yolu, nu. ı . , 1 928, s. 26) .
Orada verilen izahat ve getirilen misaller, bu kelimenin eski
manasının halk arasında unutulduğunu ve şimdi geveze, dertli
gibi bir manada kullanıldığını gösteriyor ki, kelimenin Anadolu'­
da aldığı son manadan farksızdır 5 • C a fe r o ğ l u A h m e d B e y,
Gence'de Ozan isimli bir mahalle bulunduğunu ve fakat halkın
bu kelimenin manasını bilmediklerini bana şifahen bildirdi.

Ozan kelimesinin Oğuzlar'la ayni cinsten olan bugünkü


Türkmenler arasında unutulmuş olduğu malumdur. Yalnız,
S a m o i l o viç, Kaysı yere devlet gelse * Baxı bilen ozon gelir Türk­
men atasözündeki ozon kelimesinin ozan olması ihtimalini ileri
sürmüştür ( Yukarıda zikredilen eser, s. ı 44 ) . Bunu terceme eden
biT Rus müellifi, bu kelimeyi koşu-atı diye terceme etmişse de,
ozan olması ihtimali bence daha çok kuvvetlidir. Azeri ve Ana-

6 Bunları ehemmiyetine mebni aynen naklediyorum. Anne kızına karşı :

Kızım kızım kız ana Kızımı virerem ozana


Ozan akfa kazana Kızım giye bezene
OZAN

dolu sahalarında çok eskidenberi malum olan, büyük bir ihti­


malle, Oğuzlar daha Seyhun kıyılarında otururlarken bile
halk şô.ir-mtlsıkfşinası, halk hakimi manasında kullanılan bu Oğuz
kelimesinin, Türkmenler ar�sında sonradan unutulduğu mu­
hakkak gibidir ; yukanki Türkmen atasözü de bunu kuvvetlen­
diriyor. Azerbaycan'da ve Anadolu'da Ozan yerine nasıl <A ş ı k
kelimesi yaşıyor ise, Türkmenler arasında da bu kelime yerine
haksı kelimesi kullanılmıya başlanılmıştır.
Çagatay edebiyatında ozan kelimesine ilkönce Mir < A l i
Ş i r N e v a i'nin Mi;;,ô.nü'l-Evzan'ında tesadüf ediyoruz. O;;,a nlar 'ın
(t_L.j_,I) Ozmag adında bir nağmeleri olduğunu söyliyen bu müel­
lif, bunun aruzun hiçbir veznine uymadığını ilave ediyor
( Türkiyat Mecmuası, c. ı ı . , c:ı. 242 ) . Eski ve yeni diğer Çagatay
lügatlerinde de bu kelime hakkında bazı bilgilere tesadüf edili­
yor. Peşte'de Akademi Kütüphanesi'ndeki Çagatay-Farsi lü­
gatinde şu izahat vardır:. JA; J:l !lı ; ı ıJl:-eJ:l J.!4 S .c.; l_p. ).Jı,, �
• .c.:..45' ı)� lj\.i J �!.> j� _, ı

P a v e t d e C o u r n e i l l e bu izahları hemen tamamıyle


ters anlıyarak, kendi Çagatay-Fransızca lfıg'cttinde : "Bunun icadı
Kara Han ve Oğuz Han'a atfedilir�, diyor ki, yanlıştır. Ş e y h S ü ­
l e y m a n E fe n d i lfıgatinde bu cihet daha doğru gösterilmiştir.:
' ' O z a n : Mani tarzında vezinsiz ve nağmesiz bir teranedir ki,
Oğuz Han hikaye ve destanında söylerler.,, S ü l e y m a n E fe n di,
yalnız Hamidi Dlvanı 'nda gördüğümüz ozancı kelimesini de
şöyle izah ediyor : "Dal!Ul ve defçalarak ozan _yani mô.nf ve şarkı oku�

Kaynana, gelin aleyhine :


lvime o z a n gelüpdür Pe1·deni bozan gelüpdür
Gündüz. olan işleri Gice yazan gelüpdür
Koca, karısı aleyhinde :

Viran olasan Trabzan Derdinden olmıqam ozan


Bu zahmetinen pul kazan Apar vir Nurcıhan yisün
Kadınlar, çocuklarına kızdıkları zaman : Seni görüm o z a n olasan ve sen
meni ozan iledin derlermiş.
OZAN

)'an adam.,, İşte görüiüyor ki, N e v a i, ozan kelimesini, doğru


olarak halk şair-musıkişinası manasında kullandığı halde, diğer
Çagatay lfıgatleri bu kelimeye şimdiye kadar hiç te8adüf edil­
miyen başka bir mana vermektedirler. İddialarını hiçbir delil
ve ·misal ile kuvverie:rıdir.emiyen ve hepsi de N e v a i'den sonra
olan bu Çagatay lfıgatJerinin kelimeye yanlış mana verdikleri ve
bu yanlışlığı biribirlerinden tenkidsiz bir surette naklettikleri,
hele yukarıki izahlarımızdan sonra, büyük bir emniyetle iddia
olunabilir. B u d a g o ff, lfıgatinde, bu kelime hakkında Ferheng-i
Şu'uri'nin verdiği bilgiJeri ; R a d 1 o ff da, P a v e t d e C o ur t e i 1-
1 e'in malumatını almaktan başka birşey yapamamışlardır.

Oz:.an kelimesinin tarihi hakkındaki bütün bu izahlardan


sonra, bu eski Oğuz sözünün kökü hakkında da bir fikir ileri
sürmek istiyoruz :
Ozan, öyle sanıyorum ki, oz:.mak masdarından gelmektedir.
lhn Mühenna Lugati'nde, önce gelmek, ileri geçmek manasında bir
oz:.mak sözü olduğu gibi, ayni eserde, bununla alakalı olarak iki
kelime daha vardır :
Ozgan : Koşuda birinci gelen " köpeklere verilen isimler­
den biri " ( ı 74) ,
Oz:.uş : Kurtuluş ( ı 46) .
Buradaki Oz:.gan'ın Oz:.mak'tan geldiği ve Oz:.an kelimesinin
ayni olduğu muhakkaktır : Oz:. + gan = Oz:. + an. Oğuzca' da,
orta.da ve sondaki g'lerin düşmesi, hemen umumi bir kaidedir.
Mana bakımından da bu üç kelimenin ayni kökten geldiği an­
laşılıyor. N e v a i'nin bahsettiği oz:.an'lara mahsus türkü manannda
Oz:.mag kelimesi de, yine bu asıldandır. Türkçe nehir manasına
gelen Oz:.en sözü de, belki, esasında bununla alakalı bir kelimedir
ki, sonradan, gerek ses ve gerek mana bakımından değişmiş,
ayrı bir hüviyyet almış olabilir. Eski AnadoJu şairi G ü l ş e h r i,
Mantıku't- Ta;·r tercemesinin iki yerinde, kopuz:. çalmaktan bah­
settiği sırada, Oz:.mak kelimesini kullanıyor ( Milli Tetebbu<far
OZAN 1 43

Mecmuası, c. ıv., s. 6 1 : Kopuz'un kılını ozmak tarzında ) ; bununla


beraber , bu şimdilik yalnız bir faraziyeden ibarettir. Bu mes'e­
leyi halletmek, bu kelimeyi eski ve yeni bütün Türk lehçelerinde
arama k, asıl, dilcilerimize düşen mühim bir vazifedir .

İ lhanlılar devrinde yazılan tarihi eserlerde bir uzan ( �lj.J I )


kelmesine tesadüf olunur ki, Qu a t r e m e r e, Cami'ü't- Tevarlh'ten
terceme ettiği parçaya eklemiş olduğu mühim notlardan biri­
sinde, bu kelimeden bahseder ( M . Qu a t r e m e r e, Histoire des
Mongols de la Perse, Paris. 1 836, p. 309) . Ona göre, bu kelime
Mogollar devrine ait tarihlerde işçiler, zena<atkarlar manasına
gelir. Qu a t r e m e r e, bunu ispat için Cami'ü't- Tevarlh'ten ve
Vassôf Tarih i 'nden bazı örnekler de gösteriyor ki, bu cümleler,
kelimenin bu manada olduğunu kat'i surette ispat etmektedir.
• • • �lj Jl;İ .J falf j l .;� �lj.JI
R e ş I dü' d - D i n
• • • ..l.:.::> L.. ı.1 r 4- .J .J,_ j � � I j.JI
R e ş id"ü d - D i n
. . . ·� J. �.;� 1 .; �l j.J I .;.... l.t-
Vassaf
Qu a t r e m e r e, bu kelimenin nasıl okunacağını iyi tayin
edemediği için, yalnız Arap harfleri ile yazmakla iktifa etmiştir.
Bu kelimenin Uzan tarzında okunacağı ve yukarıki cümlelerdeki
kullanılışına göre, müfred değil cemi' olduğu ve müfredinin de,
eski ve yeni Türk lehçelerinde hala kullanılan Uz sözü olacağı
meydandadır : Eli uz adam : Eli işe yakışan becerikli, usta adam
misalinde olduğu gibi : Bu sözün bizim Ozan kelimesi ile hiçbir
münasebeti olmadığı çok açıktır 6 •

Ozan kelimesi hakkında yukarıda verilen malumattan çıkan


neticeleri kısaca tesbit edelim :
ı - Ozan kelimesi, Oğuzlar'ın halk şairi-mfısıkişinası ma-

• Ferheng-i Şu ur t de , Uz kelimesi hakkında mevcut malumat,


' ' Qu a t­
r e m e r e'in yukarıda verdiği manayı hafif surette değiştirecek mahiyettedir :
OZAN

nasında çok eskidenberi kullanılan bir kelimedir. Kelimenin


eskidenberi muhtelif Oğuz şubeleri arasında bulunması, daha
Oğuzlar'ın Seyhun kıyılarında oturdukları zamanlarda, yani
Büyük Selçuk Devleti'nin kuruluşundan önce kelimenin bulun­
duğuna delildir.
2 -Bu kelime muhtelif Oğuz sahalarında eskidenberi
yaşamış ve belki Azeri sahasında xıv. asırda ozanlar'ın kullan­
dıkları kopu;:,'a da bu isim verilmiş, böylece bir de ozancı kelimesi
meydana çıkmıştır.
3 XV. asırdan sonra bu Ozan kelimesi yerine Azeri ve
-

Anadolu sahalarında <.Aşık, Türkmen sahasında da Baksı keli­


meleri yer almıştır.
4 -Anadolu ve Azerbaycan Oğuzları arasında bu eski
manası unutulduktan sonra da2 ozan kelimesi fOk söyliyen, herze
söyliytw manalarında şu son za manlara kadar, gerek edebi dilde
gerek halk lisanında devam etmiştir. Anadolu'nun bazı yerle­
rinde çalgıcı çingenelere de bu isim verilmektedir.
5 - Başka Türk şubeleri arasında bu kelime kullanılma ­
mıştır. Çagatay müelliflerinin bu kelimeyi Horasan Türkmen­
leri'nden, yahut Azeri sahasında yazılmış eserlerden öğrendikleri
anlaşılıyor. Peşte'deki lugatin ve S ü l e y m a n E fe n d i'nin bu
kelimeye verdikleri mana yanlıştır ; N e v a i'nin bahsettiği ozmag
kelimesinin, Horasan Türkmenleri''nin halk edebiyatına mahsus
bir ıstılah olduğu tahmin olunabilir.

" Uz : Harezm dilinde iş düı:.ücü, muslih manasınadır. Türkçe'de dahi eli uz


derler . . Filan filan ile uzlaştı yani musaleha eyledi.,, Bu izahlara göre, uzan
kelimesi yalnız amele, zena <atkar değil, maiyyetinde işçiler bulunduran bir
nevi< müteahhit, işbaşı manasına gelmektedir . Qu a t r e m e r e'in naklettiği
metinler, kelimenin bu manasına daha ziyade uygundur.
iV .
B A H Ş I
1.

Eski Uygur metinlerinden başlayarak ( F. W. K . Mü i l e r,


Uigurica, rn, 46, ı ; ıv, 4, 6, 4 ; 26, 30, ı 1 3 ; W . B a n g ve A . v o n
G a h a i n, Uigurische Studien, Ung. Jahrb. , x, rn , 1 93, 33 ; R a d­
l o ff, Uigurische Sprachdenkmiiler, s. 266) , eski ve yeni Türk lehçe­
lerinde bakşı (Uyg. ) , bahşi (Çag. ) , bagşı, bagşı (Türkm. ), ba"/s,şı,
ba"Js,sı, ba"fs,sa (Kırg.-Kazak) şekillerinde tesadüf edilen bu keli­
meye, başka Altay dillerinde de ( Mogol. babşı ; Mançu. ba�şı)
tesadüf ediliyor. Mogol istilasından sonra, yani xrn. asırdan
xvrn. asra kadar, Farsca tarih i metinlerde de, bir ıstılah ola­
rak rastlanan bu kelime, xm. asır İran şairlerinden P fı r - i
B a h a ' - i C am i'nin Farsça-Türkçe-Mogolca mülemma' bir ka­
sidesinde de geçmektedir ( D e v l e t - Ş a h , Tez.kira , B r o w n e
neşri, s . 1 82) .

il.

Bahşı kelimesinin türlü zaman ve mekanlarda ifade ettiği


muhtelif mefhumların izahına girişmeden önce, henüz kat'i
surette halledilememiş olan etimolojisi hakkındaki muhtelif
fikirleri hulasa edelim : Kelime, yakın zamanlara gelinceye ka­
dar Sanskritce bhikşu (dilenci ve gezginci budist rahibi) kelime­
sinden alınmış sayılıyordu ; Budizm' in Türkler arasında eski­
den beri yayılmış olması, böyle bir ıktibas imkanını kolayca izah
etmekte idi. B a r t h o l d ( Turkestan, İngilizce tercemesi, GMNS,
v, 5 ı) ve B 1 o c he t (La Conquete des Etats Nestoriens de l' Asie
Edebiyat Araş tırmaları - X.
BAHŞI

Centrale par les Schiites, ROC, v [xxx], nr. ı ve 2, 1 925 / 1 926, s. 54


ve lbn Abi'l-Faza'il tercemesi, Patro. Orient., m, 229) gibi alimler,
bunu kat'i olarak kabul etmişlerdi ; halbuki R a m s t e d t , S c h­
mi d t ve P e l l i o t gibi alimler bu kelimenin, Sanskritçe'den de­
ğil, Çince'den Mogolca'ya geçtiği fikrindedirler. R a ms t e d t,
bunun Çince fa-şe (din üstadı, ruhani) ' den alındığını ve s c h­
m i dt ise, po-şe (bilgin, okumuş) 'den geldiğini söylemişlerdir ki,
P . P e l l i o t (Les Mots a h initial dans le mongol de XII/e et XVe
siecles, JA, ccvı, 1 925, s. 254 ve T'oung Pao, 1 930, s. 1 4 v. d) da
bu son fikri oldukça muhtemel görmektedir. Bir makalesinde
bahşı kelimesinin Altay dillerinde bulunduğundan bahseden
S h i r a t o r i K u r a k i c h i, kelimenin Sanskritçe'den mi, Çince'den
mi geldiği mes'elesinden hiç bahsetmemiştir (Krş., P . P e l l i o t,
Les Mots Mongols dans le Karye Sa, ]A, ccxvn, 1 930, s. 225 ) .
Bahşı kelimesinin Kırgız-Kazaklar arasında almış olduğu bafs,şı,
bafs,sı, ba/f,sa şekillerini kaydeden R a d l o ff'a göre, bu kelime
Türkçe ba/f,- kökünden gelmektedir ( Wb., ıv, 1 446, 4) . Bütün
bu izahlardan anlaşılıyor ki, kelimenin etimolojisi hakkında
ileri sürülen fikirler henüz birer faraziye mahiyetinden daha
ileri geçmemekte, Sanskritçe'den alındığı hakkındaki eski ka­
naa t ise, artık kat'iliğini kaybetmiş bulunmaktadır.

ili.

Menşe'i henüz aydınlanamıyan bahşı kelimesinin, mana


bakımından, geçirdiği tekamülü muhtelif coğrafi sahalarda
kronolojik surette takip ve izah etmek mümkündür. Eski ve
yeni lugat kitaplarında bu hususta verilen -çok dera biribirin­
den kopya edilmiş- bilgileri sıralamaktan ziyade, zamanları
bilinen metinlere dayanarak, bu semantik tekamülü göstermeğe
çalışmak, şüphesiz, daha doğru olur. Böyle bir araştırma, yalnız
lugat kitaplarındaki yanlışlıkları düzeltmek ve anlamamazlık­
ları aydınlatmak ile kalmıyarak, kelimenin etimolojisini tayin
hususunda bazı yeni ve aydınlatıcı fikirler vermek suretiyle, ile­
ride yapılacak tedkikler için de birtakım istikametler tesbitine
yarayabilir. Önce Uygur metinlerinde gördüğümüz bakşı, bahşı
BAHŞI 1 47

kelimesi "ruhani, rahip,, ve bilhassa Budist metinlerinde "Budist


rahibi,, manasınadır. Budizm esaslarına göre, mütemadi gezip
dinlenmek ve dini vazifeler görmek mecburiyetinde olan bir­
kısım rahiplere bhikşu adı verilir ki, bunların riayete mecbur
oldukları kaideler Budist kitaplarında etrafıyle anlatılmaktadır
(Bk., A b e l R e m u s at, Toe Koue ki ou relation des voyageurs boudd­
hiques, Paris, 1 826, s. 60 v. d.) . Budist Uygurlar, acaba bu Sans­
krit kelimesini mi aldılar, yoksa bu mefhumu ifade için Türkçe
balf, kökünden balf,fı > balf,şı> balf,sı> bahşı kelimesini mi icat etti­
ler ? Bu kelimenin, söyleniş bakımından, bhikşu kelimesi ile ben­
zerliği de bunda amil olabileceği gibi, Uygurlar'ın Budizm'e mah­
sus birçok mücerret kelimelere bile Türkçe karşılıklar bulduk­
ları düşünülürse, bu ihtimal kolayca reddedilemez. Uygurlar
arasında, daha Budizm'in kabulünden önce "ruhani, büyücü,
falcı, hekim, cerrah,, manalarında -yani kam kelimesi ile müte­
radif- böyle bir kelimenin mevcut olduğu ve Budizm'in ka­
bulünden sonra, bu kelime ile Budist rahiplerinin ifade edildiği
tahmin olunabilir.
Budist Uygurlar arasında Çince ho-şang, Tibet'çe lama ve
Uygurca toyın karşılığı olarak kullanılan bu kelime, xıı.-xm.
asırlarda Uygurlar'ın kuvvetli medeni te'sirleri altında kalan
"' Mogollar'a da geçti. XIII .-XIV. asırlarda Mogol saraylarını
ziyaret eden M a r c o P o l o , M o n t e C o r vi n o ve O d o r i e d e
P o r d e no ne gibi Avrupalı seyyahlar, bahşılar'ın umumi hayat­
taki mühim rollerinden ve hükümdarlar üzerindeki nüfuzların­
dan bahsederler. XIII . -XIV. asırlarda yetişen İslam tarihçilerin­
de de, bu Budist bahşılan'nın nüfuz ve ehemmiyetleri hakkında
birçok kayıtlara tesadüf olunur (Mesela, M . R e m z i, Talflt
al-a�bar ve Tal#� al-aşar, Orenburg, 1 908, ı, 5oo'de, muh­
telif İslam kaynaklarından naklen, bunların Altun-Ordu'daki
nüfuzlarından bahsedilir) . R e ş i dü'd - D i n'in ifadesine göre,
Abaka Han, Gazan'ın talim ve terbiyesine bu Budist rahiplerini
me'mur etmişti (Krş., Tarih-i mübarek-i Gaz.ant, nşr. Karl
Jahn, GMNS, xvı, 77 v. d., 1 65) . İslam memleketlerine hakim
olan İran Mogolları zamanında Hind, Kişmir, Hitay ve Uygur
memleketlerinde birçok bahşılar'ın İran'a gelip, her tarafta put­
h aneler kurduklarını ve hükumetin himayesini görmüş oldukla-
BAHŞI

rını biliyoruz (Ayn. esr., s. ı 1 6) ; ma<mafih Gazan Han, İslami­


yet'i kabulden sonra, bahşılar'a. mahsus ibadethaneleri (yani
budist mabetlerini) yıktırmıştı (Ayn. esr. , s. 82) ; bundan sonra,
birçok Budist rahiplerinin, Müslüman olarak, İlhanlılar saLa­
sında kaldıkları ve İslamiyet'i kabul etmek isterniyenlerin de
eski yurtlarına döndükleri, ayni kaynaktan anlaşılmaktadır
(S. 1 88 ) ,
İşte, İslam sahalarında kurulan Mogoı devletleri, müs-
1 ümanlığı, resmi din olarak kabfıl ettikten ve bunlarda Budizm
izleri ortadan kalktıktan sonra, bahşı kelimesinin eski manası
da tabiatiyle kayboldu ve kelime sadece "uygur harflerini ve
edebi Türk ve Mogol dillerini bilen katip,, manasını ifade etmeğe
başladı. Bu Budist rahiplerinden bazıları hekimlik ve cerrahlık
da yapdıkları için, bahşı kelimesinin bu manası, Türk ve Mogol­
lar arasında daha sonraki asırlarda da devam etmiştir. XVI.
asra ait Babur-Name'de kelimenin bu manası tasrih edilmiş oldu­
ğu gibi, daha sonraki Çagatayca lügatlerde de -mesela, bazı
Abuşka nüshalarında, bir asır kadar önce Kalkutta'da basılmış
olan Lugat-ı Türkı'de, V a m b e ry ve Pavette de Courteille'in Şark
Türkçesi lugatlerinde- kelimenin diğer manaları arasında
"hekim, cerrah,, manaları da zikrolunmuştur. Bahşı kelimesinin
ifade ettiği " Uygur alfabesini bilen katip,, manası, hiç olmazsa
xu. asır sonlanndanberi, mevcut idi ; yukarıda bahsettiğimiz
P u r - i B a h a ' - i C a m i' nin Argun Han devı ine ( 1 284- 1 29 1 ) ait
mülemma' kasidesinde, bu kelimenin " Uygur harfleri ile yazan katip,,
manasına geldiği tasrih olunmuştur. Budist rahiplerinin Uygur­
lar arasında en münevver ve okumuş sınıfı teşkil ettiğini ve
devlet teşkilatında kalem işlerinin de, büyük bir nisbette, bun­
,

ların elinde bulunduğunu düşünürsek, kelimenin daha Uygurlar


zamanında bile bu mefhumu da ifade ettiğini kolayca anlarız.
Cengiz zamanından başlayarak, Uygur alfabesini kabul eden,
idare teşkilatlarını, en ziyade, Uygur bahşıla n 'nın yardımı ile
kuran, devletin resmi işlerinde Türkçe'ye mühim bir yer veren
Mogollar, yalnız Budist rahiplerine değil, Uygur alfabesini bilen
ve devlet idaresinde çalışan malumatlı ve münevver katiplere de
hahşı ünvanını veriyorlardı. Mogol devletlerinde, kültür bakı­
mından, en yüksek sınıfı bunlar teşkil etmekte idiler. Ltimaizm'in
BAHŞI 1 49

hakim kaldığı Mogol ve Mançu zümreleri arasında, kelimenin


"bilgin rahip,, manasında asırlarca devam etmesi, :rrı e deni: Müs­
lüman çevrelerinde ise, bu manayı kaybederek sadece " Uygur
alfabesini bilen katip,, mana.mm muhafaza etmesi, gayet tabiidir.

ıv.

Bahşı kelimesi, xıv. asırdan başlayarak, bütün Müslüman­


Mogol devletlerinde bu son manada kullanıldı. Mogol idare­
sinde, imparatorluğun muhtelif diller konuşan muhtelif kavim­
lerine mahsus emirleri onların lisanı ile yazmakla vazifeli
ayrı ayrı katipler ve me'murlar bu1unurdu. Mogollar'ın
divan teşkilatında, umumiyetle, Türkçe bitikfi yani "yazıcı,
katip,, ünvanı ile zikrolunan ve ulug bitikfi 'nin maiyyetinde bu­
lunan bu zümre arasında, devletin başlıca askeri: kuvvetini teşkil
eden Mogol-Türk kabilelerine ait işlere ha.kanlara bahşı denili ­
yordu ki, bunlar, münhasıran, Uygur alfabesini kullanan ve
Mogolca, yahut Türkçe yazan katiplerdi. Mogol idare an<ane­
sini hemen ayni ile devam ettiren Celayirliler devrinde de bu
usulün deva m ettiğini, bu devir idare teşkilatına ait en mühim
kaynak oian Dııstur al-katib (Esa<d Efendi Kütüphanesi, nu.
3346, 2. kısım., fasıl vı : TafvU.-i kitabat a�kô.m-ı Mogol bibaljşlyan)­
'den öğreniyoruz. Ayni vaziyetin Timurlular devrinde de deva­
mını görmekteyiz. Ş ar a f a i- D I n < A 1 i: Y a z d i:'nin .<,afar-Name' -
sinde geçen Uygur bahşıları ve Türk bahşıları tabirleri (Bibliotheca
lndica, Calcutta, 1 887, ı, 24 v. d.) , bunu açıkca anlatıyor. Bah­
şılar'ın bu devirde de, İlhanlılar devrindeki gibi, bilhassa Uy­
gurlar arasından yetişdiği ve bunlardan bazılarının hükümdar
yanında çok mühim yeri olduğu, Timur'un daha ilk devirle­
rindeki emniyetli ricali arasında Devlet-Şah Bahşı Uygur isminde
bir.inin mevcudiyetinden anlaşılmaktadır (Ayn. eser., ı, 1 9 1 ) .
Timur devrine ait tarihi hadiseleri günü gününe kaydetmek
(eski ismi ile rt1znÔ.mfecilik, daha sonra vak<anüvislik) vazifesinin
de bu Türk bahşıları tarafından yapıldığı, yine ayni kaynakta
zikredilmektedir. Timurlular devrinde yetişen başlıca bahşılar' -
ın isimleri, Mu'izz al-ansab adlı meşhur eserde sırası ile kaydo-
1 50 BAHŞI

lunmuştur ki, bu sayede bu vazifenin xv. asırda da devam ettiği


ve bütün bu bahşılar'ın Türk olduğu anlaşılıyor. XV. asırda Uygur
alfabesi ile istinsah edilmiş olan /[utadgu Bilig, 'Aybat al-�atayıt,
Babtıyar-Name, Mi'rac-Name, Ta5tkira't al-Evliya ve Mabzan al-As­
rar gibi eserlerin, bahşı sıfatını taşıyan adamlar tarafından yazıl­
ması, bahşılar'ın idari vazifelerden başka, edebi işler ile de uğ­
raştıklarını ve adeta milli Tü rk kültürünün muhafızı oldukla­
rını gösteriyor. Altun-ordu'da ve onun idare an<anelerini devam
ettiren Kazan ve Kırım Hanlıkları'nda da bu bahşılar'ın, yani
Uygur alfabesi İslam kültürü te'siri ile ortadan kalkıncaya ka­
dar, o alfabe ile, sonradan da Arap alfabesiyle Türkçe yazan
katiplerin bulunduğunu görüyoruz ; Kırım Hanları tarafından
gönderilen elçilerin yanlarında mutlak bir bahşı bulunurdu.
(Krş., V el y a m i n o v-Zernov, Materialı dlya istoriı krımskago
l]anstva, fihrist) . Mengli Giray ve Hacı Giray'ın yarlık'ları ve
biti'lerinde de bahşı tabirine tesadüf olunmaktadır (Bk. A k d e s
N i m e t K u r a t, Altın-Ordu, Kırım ve Türkistan Hanlarına ait Yar­
lık ve Bitikler, İstanbul, 1 940, s. 64) . Son devirlerde Nogaylar
arasında bahşı kelimesi, Türkmenler'de olduğu gibi, "falgıcı,
türkücü,, manasında kullanılmakla ber aber, galiba eski an<anenin
te'siri ile Nogay mirzalarının Türkçe yazan katiplerine bu ün­
van verilirdi ( Z e ki V e l i d i, Türkistan, Kahire, 1 930, s. 1 1 8) .

v.

XIV.-XVI . asırlarda İran ve Orta-Asya'daki muhtelif Türk


devletlerinde devamını gördüğümüz bu kelime, Hindistan'da
Baburlular saltanatı kurulduktan sonra, orada idari bir tabir
olarak kullanıldı. Gerçi 1 b n B a t t fı t a, daha xıv. asrın i lk yarı­
sında Gil fıgeri'de kadı'ya bahşı denildiğini kaydediyorsa da
( Ş e r i f P a ş a, tercemesi, 11, 293) , kelimenin, "katip,, manasında
olarak, devamlı bir şekilde kullanılması, daha sonradır. Babur­
Name' den başlayarak, Baburlular'a ait bütün kaynaklarda,
bahşı kelimesi "katip,, ve bahşı-geri kelimesi de "katiplik, , mana­
sında kullanılmaktadır : Mesela, Ekber-Name müellifi, Humayun
tarafından oğlu Ekber'in maiyyedne tayin edilen bir bahşı'dan
BAHŞI 151

bahseder. Ordunun idari v e mali işlerine bakan me'murlara,


daha Babur devrinde bahşı denildiğini l:I a y d a r R a z i ( Ta­
rl�-i Reşldl) tasrih etmekte ve bahşılar'ı, tavacılar ile birlikte,
zikreylemektedir. Bu eserde de görülüyor ki, kelime, Timurlular
ailesine mensup bütün prenslerin idaresinde, ayni manada
kullanılmaktadır. Yine Ekber-Name 'ye göre, ordu bahşılığı ( bahşı­
geri-i cunud) , yani baş-bahşılık, mühim bir mevki< idi ve maiyye­
tinde birçok bahşılar bulunurdu. Mir-bahşı denilen bu büyük
me'mura hazan "birinci bahşı,, (bahşi-i evvel) da derlerdi ve ma­
iyyetinde, muavin makamında olarak, "ikinci bahşı,, bulunurdu ;
Evrengzib devrinde bu me'mura "bahşi-i mülk,, ünvanı veril­
mişti. Merkezdeki bu mühim vazifeden başka, muhtelif vila­
yetlerde -galiba yine oradaki askeri kuvvetlerin idari ve mali
işlerine bakan- bahşılar vardı. Bu devirde Hindista n'a seyahat
eden Be r n i er ( Viryage dans l' lnduostan, ı, 9) , bu birinci bahşı 'yı "su­
vari kuvvetlerinin amiri,, olarak tarif ettiği gibi, G r o s e (A Voyage
to the East-lndies, ı) de, şüphesiz daha doğru olarak, "ordu efradı­
nın ücretlerini dağıtan maliye me'muru,, olarak izah etmektedir.
Görülüyor ki, kelimenin Hindistan Timurluları teşkilatından
aldığı bu mana, Orta-çağ İslam devletlerinde gördüğü­
müz arız kelime'iinin tam karşılığıdır; ve ' A b d ü > 1- B a k i
N a h a v e n d i, ordu baş-kumandanı (sipehsalar) 'nın maiyyetinde
"mir bahşilik, , vazifesinin çok mühim bir me'muriyet olduğunu
bilhas'ia kaydetmektedir ( Ma'ii-şir-i Ra#mi, Calcutta, 1 93 1 ,
m, 1 659) . XVI.-XVII. asırlarda İran'dan Hindistan'a giderek,
orada bahşılık meslekine giren bazı İran Türkleri'ni de biliyo­
ruz ( TeS:kire-i Naşr «Abadi, neşreden : Vah i d D a s t g ar d i,
Tahran, 1 3 1 7, s. 1 33 v. d. ) . Taba�iü-ı Ekberi müellifi N i z a m
a l - D i n A h m e d'in de bahşılar zümresinden olduğunu düşü­
nürsek, bunların kuvvetli edebi kültüre malik adamlar arasın­
dan seçildiği daha iyi anlaşılır. Ma>iişir-i Ra#mi müellifi, sipahi ve
ehl-i 'amel (ameldar) zümresinden, yani me'mur sınıfına mensup
olup, Bahşı mahlasını alan bir şairden de bahsetmektedir
(m, 1 3 77) . Ancak, xvı.-xvn. asırlardaki Hind bahşıları'nın,
xm.-xv. asırlardakiler gibi, yalnız Türkçe'yi değil, daha çok
Farsça'yı kullandıkları anlaşılıyor ki, kelimenin manası bu su­
retle biraz değişmiş, yani umumi ve mutlak surette "katip,,
BAHŞI

manasını ifade etmiş oluyor. Gerçi bilhassa xvı. asırda, Hindis­


tan'da Çagatay, yahut Azeri lehçeleri ile Türkçe yazan Türk
bahşıları da eksik değildi ; lakin Baburlular sarayında İran kül­
türünün ve Farsça'nın gittikçe artan üstünlüğü karşısında,
Farsça yazan bahşılar daha çoğalmış ve bahşı kelimesi bu suretle,
sadece "katip,, manasında kalmıştı.

VI.

Bağşı kelimesi, Hazer-ötesi Türkmenleri arasında, "iki telli


tanburaları ile koşuklar - yani şiirler - okuyan halk şairi,, ma­
nasında kullanılır. Azerbaycan ve Anadolu Türkleri'nin <.Aşık
ünvanlı sazşairlerinden farksız olan bu bağşı 'lara, <Aşık ünva­
nı da verilmekde ise de (Kul-Muh ammed, Sayad ile Hemra,
Aşk-abad, 1 92 7, s. 1 2, not ı) , bağşı (balj,şı) ünvanı daha çok ya­
yılmıştır. Türkmen kabileleri için bilhassa kış geceleri, bunların
sazlar ile okudukları koşuk (ğoşğı) 'ları, M abd u m � u lI şiir­
lerini, Köroğlu, Sayad ile Hemra, Ahmed ve Yusuf gibi halk hika­
yelerini dinlemek büyük bir zevktir (Vambery, Bir Sahte Der­
vişin A.rya-i vusta'da Seyahati, Türkçe tercemesi, Vakit matbaası,
ı 295, s. 35 v. d.) . Hive'de de halk musıki-şinaslarına hala
bahşı ünvanı veriliyor ( Mehmed Yusuf, /jwarizm Musıkf Tarih­
;esi, Moskova, 1 925, s. 49-56) . Bu kelimenin Buhara'da halk
şair-çalgıcısı manasında kullanıldığını İngiliz seyyahı Burnes
( Travels into Bokhara, c. 11, s. ı ı 5) söylemektedir. Bir taraftan
İ ran, diğer tarafdan da Maveraünnehr Müslüman kültür mer­
kezlerinin nüffızu altında kalan Türkmen kabileleri arasında
ve civar muhitlerde bahşı kelimesinin bu mana da yayılması,
hiç şüphesiz, Timurlular devrinden önce olmamış ve belki de
xvı. asırda vücude gelmiş olmalıdır. XV. asırda galiba daha
ziyade carci (türkücü) adını taşıyan bu sa zşairleri, sonradan
Timurlular devrinde, bahşı kelimesinin ifade ettiği kıymete im­
renerek kendilerine bu ünvanı vermiş olsalar gerektir.
BAHŞI 1 53

VII.

Bahşı kelimesi, Müslüman Kırgız-Kazaklar arasında ba�şı,


baf.sı ve baha şekillerinde hala devam etmekte ve adeta şama­
nilik devrinin kalıntılarını ve hatıralarını yaşatan sihirbaz,
üfürükfü, halk hekimin' e bu isim verilmektedir. Türkler'in eski
p aganizm devrindeki kam (şaman) larından hemen hemen fark­
'

sız olan bu baksılar, İslam kültürünün çok sath i te'�iri altında


kalan ve Müslümanlık namı altında eski şamani akide ve an<ane­
lerini yakın zamanlara kadar saklıyan Kırgız-Kazaklar arasında,
son zamanlara kadar, eski hüviyyetlerini muhafaza etmekte idi­
ler. Bunların içtimai rollerini anlatmadan önce, kelimenin iş­
tikakı üzerinde bira z durmak daha doğrudur. Acaba bu kelime,
R a d l off'un tahmini gibi, ha�- kökünden gelen ve bunlar ara­
sında çok eskiden beri yaşayan bir kelime midir ? Bu .takdirde
bahşı kelimesinin aslını hiç olmazsa Sanskritçe ve Çince kadar,
burada da aramak icabedecektir. Yoksa, Mogol hakimiyeti dev­
rinde Türk ve Mogollar arasında yayılan bu kelime, sonradan mı
Kırgız-Kazaklar arasına girmiş ve haksı şeklini mi almıştır ? Biz,
şimdilik bu ikinci ihtimali daha kuvvetli buluyoruz. Xlll.-XIV.
asırlarda Mogol hakimiyetindeki Müslüman memleketlerinden
kovulan Budist bahşıları 'ndan bazılarının Kırgız-Kazaklar ara­
sına gelip yerleşmiş olmaları ve henüz eski şamanilik akide­
lerini muhafaza eden bu göçebeler arasında dini-içtimai mühim
bir rol oynamaları daha yakın bir ihtimaldir. Daha Timur'dan
başlıyarak, Maveraünnehr'deki Müslüman Türk-Mogol hü­
kümdarlarının bütün gayretlerine rağmen, İslamlaşma hadise­
sinin göçebe Kırgız-Kazaklar arasında çok yavaş ve çok sathi
bir şekilde inkişaf ettiği düşünülürse, bu ihtimal daha kuvvetle
kendini gösterir. Umumiyetle Türk Şamaniliği'nde, Budizm'in,
oldukça eski devirlerdenberi, bariz bir te'sir icra etmiş olduğu
aa gözden uzak tutulmamalıdır. İşte bu suretle baljşı, ba�sı keli­
mesi, Kırgız-Kazaklar arasında, ilkönce kam (şaman) kelimesi­
nin içine aldığı bütün manaları, yani "ruhlar ile münasebette bulu­
nan mukaddes din adamı, ruhtini ; dualar ile hastayı iyi eden hekim,,
mefhumlarını ifade etmiş olmalıdır. Sonraları, İslam medeniye-
1 54 BAHŞI

tinin, velev sathi şekilde olsun, yerleşmesi üzerine, baksılar'a


atfedilen ruhanilik ve kutsilik mefhumları kalkmış ve baksı,
sadece, kendisinden korkulacak bir sihirbaz, fena ruhfar ile
münasebette bulunan bir büyücü, bir üfürükçü mahiyetinde kal­
mıştır. İslam küitüründen mahrum olan ve bilmiyerek paganist
inanışlara bağlı kalan cahiller ve kadınlar, fena ruhların sebep
olduğuna inandıkları hastalıkları iyi etmek için bu baksılar'a
müracaat ederler. Kırgız-Kazaklar'ın halk şair-çalgıcılarına
a�ın adı atfedilmesi (galiba Frarsça abund'dan alınarak) , Mave­
raünnehr'den gelen İslam propagandasının te'sirine verilebilir.
Bu kelimenin, daha eski ve daha kuvvetli İslam te'siri altında
kalan Türkmen kabileleri arasında, dini-sihri mahiyetini tama­
miyle kaybederek, halk şair-çalgıcısı manasına geldiği halde,
Kırgız-Kazaklar'da eski mefhumu muhafaza etmesi ve "şair­
çalgıcı,, manasını alamamasının sebepleri, izah ettiğimiz bu dini
amiller ·gözönünde tutulunca, kendiliğinden meydana çıkıyor.
L e v c h i n e , M i r o n i y e ff, R a d l o ff, K u s t a n a y e ff, A l e k­
t e r o ff, D i v a y e v ve en sonra da J. Castagne gibi müdekkikle­
rin müşahede ve tavsifleri sayesinde, bu baksılar'ın ictimai rol­
leri, kıyafetleri ve kullandıkları aletler hakkında zengin ma­
lumata malik bulunuyoruz : Baksı'mn başlıca aleti kopuz
denilen bir nevi< basa-viyolonseldir ki, yay ile çalınır ; bunun
üstünde bükülmüş at kılından iki kiriş gerilmiş ve sapına bir­
çok demir ziller bağlanmıştır. Baksı'mn bir de asa'sı vardır
ki, ucuna dört-köşe bir tahta parçası yerleştirilmiş ve etrafına
birçok küçük demir parçaları asılmıştır. Baksı , terennüm ettiği
efsun (dua) ile bera ber kopuz'unu da çalar, sonra, asa'sını yaka­
layarak, cezbeli bir raksa başlar ki, bu sırada fırıldak gibi dönen
asa'dan müthiş bir gürültü çıkar. Bu işi ekseriya iki baksı birlikte
yaparlar ; biri kopuz çalar, ötedeki asa ile rakseder ; ma <mafih bu
gibi aletleri kullanmayan baksılar da vardır. Bu çılgın raks esna­
sında baksı ağzından köpükler saçar, korkunç hareketler yapar,
kendinden geçer ve hazan bayılır. Seyi·rciler üzerinde te'sir yap­
mak için, bunlar, tıpkı rifa<i devrişleri gibi, birtakım marifetler
de gösterirler : Kızgın demirleri yalamak, vücutlerine hançer
saplamak, iğne yutmak v. s. gibi . . Bütün bu korkunç mücadele,
hastalığa sebep olan fena ruhları korkutup kaçırmak içindir.
BAHŞI 1 55

Görülüyor ki, haksı, her bakımdan, bir şaman'dan farksızdır.


Bunların kopuz ile okudukları efsunlardan örnekler, R a d l o ff
ve C a s t a g n e taraflarından neşredilmiştir. Eskiden bunJ arın
beyaz elbise giyerek, beyaz kemer taktıkları ve beyaz bir ata
bindikleri L e v c h i n e tarafından kaydolunmuştur ki, bu husu­
siyet Cengiz devrindeki Mogol şamanlarında da göze çarpmak­
tadır. Hulasa baksılar, sathi bir Müslümanlık cilası altında, eski
paganizm kalıntılarını yaşatan büyücü efsunculardır.

VIII.

Türk aleminin muhtelif sahalarında başka başka manalar


alan bahşı kelimesinin, Azerbaycan ve Anadolu Türkleri ara­
sında yayılmadığı görülüyor: İlhanlılar'ın İran ve Anadolu'­
daki hakimiyetleri esnasında, bilhassa Azerbaycan'da , birtakım
Budist bahşılar mevcut idi ; lakin İslam kültürünün çok kuvvetli
bulunduğu bu sahalarda, bunların hatırası da pek çabuk sili n­
miş ve buralardaki Oğuz-Türkleri'nin h alk şair-çalgıcıları'na
verilen eski Ozan ünvanının yerini, hilhassa xvı. asırdan
başlayarak, yine İslami bir tabir ola n <.Aşık kelimesi al­
mıştır. Qu a t r e m e re, Bizans tarihçisi P a c h i m e re'in eserinde
birtakım bahşılar'ın adı geçtiğini kaydederek, bunların bahşı
ünvanını taşıdıklarına hükmediyorsa da, henüz tenkidli bir
basımı bulunmayan bu karışık ve şüpheli metne dayanarak,
böyle bir hüküm vermek çok tehlikelidir. Osmanlı tarihçisi
<A ş ı k P a ş a - z a d e'nin, Anadolu' da mühim bir teşkilat olarak
mevcudiyetinden bahsettiği bticiyan-ı Rum'u, H . H . S c h a e d e r'­
in "bahşıyan-ı Rum,, şeklinde düzeltmek istemesi, vaktiyle de izah
etmiş olduğum gibi, "baci:Jan-ı Rum,, tabirinin hakiki mahiyetini
anlamamaktan ileri gelen tamamıyle hayali bir faraziyedir (Krş.,
Les Origines•de L'Empire Ottoman, Paris 1 935, s. ı 1 2 v. d. ) . Şim­
diye kadar Anadolu'da , Selim 1. 'in Mısır ve İran seferleri hakkın­
da yazmış olduğu bir destan parçasını vaktiyle neşretmiş olduğum
B a h ş ı adlı bir sazşairinin mevcudiyetinden başka, bahşı kelime­
sine ait hiçbir ize tesadüf edilmemiştir ( F u a d K ö p r ü l ü, Türk
Saz.şairleri, İstanbul, 1 940, c. 11., s. 5) . Bu sazşairinin, İran'da ŞI'i-
BAHŞI

Safevi hakimiyetinin kuruluşundan sonra Anadolu'ya kaçmış


bir Türkmen olması hatıra gelebilir. Nitekim xv. asırda bazı eski
Türk eserlerini Uygur alfabesi ile istinsah ettiklerinden bahset­
tiğimiz bahşılar'dan bazıları da, Osmanlı İmparatorluğu toprak­
larında yaşamakta idiler. XV. asrın ikinci yarısında, İran'daki
karışık siyasi vazıyetler dolayısıyle Anadolu'ya g�ldikleri tahmin
olunabilen bu bahşılar sayesinde, Fatih ve Bayezid n. devirlerinde
Osmanlı divanında Uygur alfabesinin de bilindiğini ve çok
az olmakla beraber, arasıra kullanıldığını biliyoruz ; ma<mafih

bütün bunlara rağmen bahşı kelimesi Azeri ve Osmanlı sahala­


rında yerleşmem.iş, halk diline de, edebi dile de girememiştir.

B i b 1 i y o g r a f y a : Bahşı kelimesi hakkında şimdiye kadar yapılmış


olan ilk ve en etraflı tedkik, Quatremere'in Cami al- Tavarlb tercemesi (Paris,
'

1 836) 'ndeki uzun bir notudur ki (S. 1 84-1 99), muhtelif Şark kaynakların­
dan ve Garp seyahat-namelerinden istifade edilmiş olmasına rağmen, çok
dağınık ve müphemçlir. Bundan sonra V am b e r y , B e r e z i n , B a r t h o l d ,
B l o c h e t v. s. tarafından bu hususta yazılan bazı küçük notlar ehemmiyet li
sayılmaz. Yalnız S c h m i d t , R a m s t e d t ve P e l l i o t ' nun, kelimenin Çin­
c e'den geldiği hakkındaki yazılan dikkate layıktır. Qu a t r e m e r e ' d e n
sonra, bu hususda nisbeten en geniş malumat, Türk Edebiyatının Menşe'i
adlı makalemizdedir (MTM, . İstanbul, 1 33 1 , ıv. , 2 1-25, 57 v. d. ; ma'mafih
buradaki bazı yanlış hükümleri, yukarıdaki izahlara göre düzeltmek ve
tamamlamak lazımdır) . -Kırgız-Kazak baksıları hakkında bk., A l e x i s de
L e v c h i n e , Description des lwrdes et des steppes des Kırghiz-Kazak (Paris, 1 840,
s. 335� - R a d l off, Das Schamantum und sein Kut/us (Leipzig, 1 885, s.
6o v. d.). - M i r o n i y eff, Zap. imp. Rus. geogr. obçş., 1 882- 1 888.- K u s­
t a n a y eff, Etnog. o;erki Kirgiz Perovi Kaza/in, 1894, s. 4 1 -50.- E b u B e k i r
D iv a y e v , iz oblasti kirgizskib verovaniy, Bakıy. hak. lekar i koldun (Kazan,
1 899) , resimli.-]. Ca s t a g n e, Magie et exorcisme chez les Kazak-Kirghizes
et autres peuples Turks orientaux (Revue des Etudes lslamiques, Paris, ı 930 ,
ı ; bu makalede, baksılar'ın okudukları dualardan oldukça bol örnekler
vardır.- Bk., bir de R a d l o f f, Proben der Volkslitt, der Türkischen Stiimme
Süd-Sibiriens, 111. ; metin s. 46 v. d.
v.

V. - XVI. ASIRLARDA TÜRK ŞAİRLERİ

Bütün milletlerde olduğu gibi Türkler arasında da halk


şair ve musıkişinaslarının en eski devirlerdenberi mevcudiyetini
ve bunların başlangıçta dini, sonra sihri-dini mahiyetleri oldu­
ğunu ve nihayet, içtimai işbölümü derecesinin yükselmesi üze­
rine bunların sadece bedi <i mahiyetleri kaldığını, etnografik va­
kıalara ve sosyolojinin umumi esaslarına dayanarak izah etmiş­
tim 1. XVI. asra kadar Anadolu'da sazşairlerinin bulunduğunu
göstermek ve bunların cemiyet içindeki yerlerini izah etmek
için yazdığımız bu küçük mukaddimede, sırf tarihi vesikalara
dayanarak, İslamiyet'ten önce ve sonra muhtelif Türk devlet­
lerinde halk şair-musıkişinaslarının mevcudiyetleri hakkında
malumat vereceğiz.
Türkler'in halk şair-musıkişinasları hcl.kkındaki ilk tarihi
malumat, Attila devrine, yani Miladi v. asrın ilk yarısına aittir.
Garp kaynaklarının verdiği bu bilgiye göre, Attila'nın ordusunda
şairler ve muzıkacılar vardı ; onun ziyafetlerinde bu şairler, At­
tila'nın kahramanlıklarına, zaferlerine dair inşad ettikleri şiirleri
okurlardı. Priscus, böyle bir ziyafet sahnesini tasvir ediyor : "Ak­
şama doğru meş<aleler yanınca, ziyafetin verildiği ipekten ya­
pılmış muhteşe111 çadıra iki şairin girdiği görüldü ; bunlar Atti­
la'nın önünde, Hun lisanıyle kendi tanzim ettikleri şiirleri oku­
d ular ; bu şiirler, Attila'nın kahramanlıklarına, zaferlerine aitti.
Orada hazır bulunanlar bu şiirlerin te'siri ile vecd-ü heyecana
geldiler ; gözler parlıyor, çehreler korkunç bir hal alıyordu. Bir-

1 Prof. F u a d K ö p r ü l ü, Türk Edebiyatı'nın Menşe'i, MilU Tetebbu'lar


mec ., nu. 4.
1 58 V. - XVI . ASIRLARDA TÜRK ŞAİRLERİ

çokları ağlıyorlardı ; gençler arzu ve ihtiras, ihtiyarlar da elem


ve teessür yaşları döküyorlardı ."
Attila'nın ölüm merasiminde de yine şairlerin mühim yer­
leri olduğunu görüyoruz : O münasebetle tertibedilen cenk oyun­
ları esnasında, şairler ve muharibler Hun lisanında yazılmış bir
mersiye okumuşlardı. Goth an<anesi bu mersiyeyi ta J ordanes
zamanına kadar saklamış ve tarihçi bu suretle onu tesbite mu­
vaffak olmuştur : "Hunlar'ın en büyük hükümdarı ve Mound­
zoukh'un oğlu, en cesur kavimlerin hükümdarı Attila, kendi­
sinden önce hiç duyulmamış bir kuvvetle Scithia ve Germania
büyük ülkelerine sahip oldu . o, bu büyük ülkelerin birçok şe­
hirlerini zabtetmek suretiyle, Roma'yı korkuttu ; başka yerler
daha, onun pençesine düşmesin korkusuyle, Roma onu reca­
larla ve her sene verdiği vergi sayesinde teskin edebildi. Bütün
bunları yaptıktan sonra, taliin hususi bir yardımıyle öldü ; fakat
düşmanların darbeleri altında, yahut kendi adamfarının hiya­
neti ile değil, düğün neş'eleri içinde, kuvvetine hiç halel gel­
meyen milleti arasında, en ufak bir acı bile duymadan öldü.
Hiç kimsenin intikam taleb edemeyeceği bu ölümü kim hikaye
edebilecek !". Attila'nın cenazesinin konulmuş olduğu ipek ça­
dırın etrafında bir daire teşkil etmiş olan ordu efradı, bu mersi­
yeyi, elem gürültüleri ara�;ında tekrar ediyorlardı. Düdüklerin,
davulların nağmeleri ile birlikte olarak söylenen bu destani şiir­
leri tertibeden şairler, hiç şübhesiz, daha sonraki sazşairlerimizin
dedeleridir 2 •
V. Asırda Hunlar'ın ordularında gördüğümüz bu halk şair­
lerinin daha önceki asırlarda Hiyung-nu'larda, sonra da muh­
telif Türk şubelerinde mevcudiyeti ve bunların içtimai vazife­
lerinin Hunlar'da gördüğümüz şairlerinkine benzediği kolay­
lıkla tahmin olunabilir.
Buddist hacısı Hiuan-tsang, Miladi 63o'da Garb Türkleri
Yabgusu'nun Çin ve Turfan sefirlerinin kabulü münasebetiyle
verdiği ziyafeti tasvir ederken, ziyafet sırasında şimal, cenub,
şark, garb barbarlarının yarı vahşi olmakla beraber kulağa hoş

2 A m {; d {; e Thierry, Histoire d' Attila, Paris, 1 856, p. 1 44 , 230 ;


M a r c el B r i o n, La Vie d'Attila, Paris, 1 928, p. 248, 25 1 .
V. - XVI. ASIRLARDA TÜRK ŞAİRLERİ 1 59

gelen ve ruhu okşayan gürültülü nağmelerini terennüm eden


musıkişinasların bulunduğunu söylüyor 3• Bunlar arasında halk
şairlerinin de bulunduğu ve Yabgu'nun kahramanlıklarını, ka­
zandığı zaferlerini hikaye eden şiirler inşad edildiği kabul edi­
lebilir. Esasen, Çin kaynakları muhtelif Türk şubelerinin mfısı-
kiye ve şiire pek düşkün olduklarını kuvvetlendirmektedirler.
Kırgızlar'ın musıkiyi pek çok sevdikleri, Kök-Türkler'in kımız
içip serhoş olduktan sonra hep bir ağızdan türküler söyleyip rak­
settikleri, Huvey-hular'ın -kurt neslinden geldikleri için- kurt
uluması gibi, seslerini titrete titrete türküler söyledikleri, Kır­
gızlar arasında muhtelif cins düdükler, davullar, Çinliler'e mah-
sus orglar tunçtan kuslar küçük çıngıraklar bulunduğu ma­
' '
lumdur 4• İslamiyet'ten önce Türk devletlerinde, Hunlar'da,
Tukyular'da, Uygurlar'da askeri muzıkalar bulunduğunu da
ilave edecek olursak 5, Türkler'de İslamiyet'ten evvel halk şair
- musıkişinaslarının bulunduğu kolaylıkla anlaşılır. Yalnız umumi
ve hususi toplanmalarda, ziyafetlerde, orduda değil, eski Türk­
ler'de büyük bir ehemmiyeti olan matem merasimlerinde de bu
halk şairlerinin yeri çok mühim idi 6 •

8 R e n e G r o u s s e t, Sur les Trace du Bouddha, Paris, ı 929, p. 68. Bu


şair - mwıkişinasları, Attila ordusundaki şairlerle ve daha asırlarca sonra
Mogol hükümdarlarının ordularında gördüğümüz şairlerle karşılaştırınca,
aralarındaki büyük benzerliği görmemek mümkün değildir (Mogol hüküm­
darı Batu'nun ordusundaki sazşairleri hakkında J e a n d u P 1 a n d e
C a r p i n pek güzel malumat vermektedir : M. d' A v e z a c, Relatwn des
Mongols ou Tartares, Paris, 1 838, p. 38) .
' Visdelou, Supplement a la Bibliothique Orientale, I 78o, p. 79, 57.
6 Ayn. esr., p. 1 37.
• Prof. F u a d K ö p r ü 1 ü, Türk Edebiyatının Menşe'i, s. 42-55. Sa.­
maniler devrinde henüz İslamiyet'i kabul etmemiş Türk kabileleri arasında
seyahat eden A b u D u 1 a f M ı s' a r b. M u h a 1 h i 1 adlı seyyah, Kır­
gızlar'ın ibadet vakitlerinde okunmağa mahsus manzUıneleri olduğunu söy­
lüyor (Bu meşhur seyahat-namenin metni Y a k u t H a m a v i' n i n Mu '­
cemu' l-Büldan adlı eserindedir : F. W ü s t e n f e 1 d, Jacut's Geographisches
Wörterbuch, Liepzig, 6 vol., 1 866- 1 870, �I maddesinde. Eski bir Latince
tercemesi 1 845'c:İe Berlin'de neşrolunmuştur. Türkçe tercemesi, reni Mec­
mua'nın 59'uncu sayısındadır ; fakat asıl izahlı ve tenkidli tercemesi, M a r­
q u a r t tarafında yapılmıştır : Osteuropaische und Ostasiatische Streifzüge, s.
74-95. Son tenkidli terceme Gabriel Ferrand tarafından neşrolundu :
Relations de Voyages et Textes Giographiques, tom ı ., p. ı o v. d.
1 60 V. - XVI. ASIRLARDA TÜRK ŞAİRLERİ

Türkler İslamiyet dairesine girdikten sonra da, halk ara­


sında ve ordularda, hatta İslam medeniyetinin te'sirlerine rağ­
men kavmi an'anelerden birçoğunu saklayan hükümdar saray­
larında bu halk şairlerinin mevcut olacağı pek tabiidir. Bize
şimdiye kadar malum olabilen tarihi vesikalarda buna ait ka­
yıtlar çok nadir ve bir dereceye kadar mübhem olmakla beraber,
edebi tekamülün umumi çizgilerini gözden kaybetmemek şar­
tıyle, o mübhem ifadelerden açık manalar çıkarmak mümkündür.
Mesela, bir Türk sülalesi tarafından kurulan ve ordusunun mü­
him kısmı Türkler'den terekküb eden Gazneliler devrinde, gerek
Şarki Türk Lehçesi ile, gerek Garbi Türk, yani Oğuz Lehçesi
ile şiirler yazılmış olduğunu son tedkiklerimizin birinde meydana
çıkarmıştık 7•
İşte, bu netice, bize, Gazneli ordularındaki Türk kabile­
leri arasında halk şairleri bulunduğunu pek ala gösterebilir. Ka­
rahanlılar devrinde, Türk halk şairlerinin bulunduğunu ve o
zaman Türkler arasında kullanılan muhtelif musıki aletlerini
Dlvanu Lugati't- Türk bize gösterdiği gibi, yine ayni eser saye­
sinde, o devir halk edebiyatının çok zengin örnekleri de eli­
mizde bulunuyor 8• Demek oluyor ki Miladi x. xı. asırlarda -

Türk halk şairleri mevcuttu. Kaşgarlı Mahmud, bu sıralarda


Cuci adlı bir Türk şairinin ismini kaydettiği gibi, bu halk şair­
leri arasında saraya mensub olan ve hükümdarlara medhiyeler
yazanların bulunduğunu da anlatmaktadır 9 • Orta-zaman Türk
kabileleri arasındaki bu edebi faaliyetin Selçuklular ve Ha­
rezmşahlar devrinde de devam etmemesi için hiçbir sebep
yoktur. İlk Selçuk hükümdarı Tuğrul Bey'in, Abbasi Halifesi'nin

Bu dini ve ayini mahiyette manzumelerin, henüz dini mahiyetlerini


saklayan halk şair-ruhanilerinin eserleri olduğu ve edebi tekamülün daha
eski devirlerine ait bulunduğu pek tabiidir.
7 Edebiyat Fakültesi Mecmuası, c. vıı., sayı 2, s. 8 1 -83.
8 Bunlar hakkında önce, Türk Edebiyatının Menşei adlı makalemizde bilgi
vermiştik. Daha sonra Prof. Brockelmann bu hususta tedkiklerde bulun­
muştur. Dlvanu Lugiiti't- Türk'te Kobuz ve onun muhtelif nevi'leri ile, düdük,
davul, zil gibi başka mlısıki aletlerinden bahsedildiğine göre, Türkler ara­
sında musıki hayatının inkişaf ettiği anlaşılıyor.
9 B r o c k e 1 m a n n, Hofspraclıe in Altturkestan, Verzameling van
Opştellen, 1 929, s. 222-227. Ayrıca bk., B a r t h o 1 d, Orta - Asya Türk
Tarihi, 1 9 2 7, s. 1 05.
V. - XVI. ASIRLARDA TÜRK ŞAİRLERİ ı6ı

kızıyle izdivacı merasımını tasvir eden tarihçi Abu'l-Farac,


Türkler'in bir oturup bir kalkmak suretiyle bir nevi' raksediş­
lerini anlatıyor 10• Bu gibi rakslar, eğlenceler, ziyafetler sıra­
sında birtakım şiirler inşad olunduğu ve bunları tanzim ve inşad
eden Oğuz halk şairlerinin bulunduğu pek tabiidir. Bu mütalea,
Selçuk İmparatorluğu'nun kollarından biri sayabileceğimiz Ha­
rezmşahlar devrine de teşmil olunabilir. İslamiyet'ten önceki
Türk devletlerinde olduğu gibi, İslamiyet'ten sonraki Türk dev­
letlerinde, Gazneliler'de, Selçuklular'da, Harezmşahlar'da ve
en nihayet Osmanlı İmparatorluğu'nda da askeri muzıkanın
bulunması, o devirlerde halk şair-musıkişinaslarımn bulundu­
ğuna en kuvvetli bir delildir 1 1 • Biraz aşağıda Mısır Memluk­
leri devrindeki askeri muzıka hakkında verilen bilgiler, bu nok­
tayı pek güzel izah etmektedir. Çok eski asırlardanberi müna­
sebette bulundukları muhtelif kavimlerin halk musıkisi ve halk
edebiyatı üzerinde daima kuvvetli te'sirler bırakmış olan Türk­
ler 1 2 her devirde ve her sahada zengin bir halk edebiyat ve
'
musıkisine, halk şair-musıkişinaslarına malik olmuşlardır.

XIII . - xv. ASIRLARDA SAZŞAİRLERİ

İslamiyet'in kabulünden önce ve sonra Türkler arasında


bulunduğunu kesin olarak gösterdiğimiz halk şair-mfısıkişinas­
larımn, daha Selçuklular devrinden başlayarak xıv. xv. -

asırlarda Anadolu'da mevcudiyeti pek tabiidir. XIII. asırda


Anadolu Selçukluları 'nın ordularında gördüğümüz ozan'ları 13,
lo
B a r t h o 1 d, Orta - A.rya Türk Tarihi, s. 97.
11 Türkler'deki askeri muzıkalar hakkında Türk Edebiyatının Menşe'i adlı
makalemizde biraz bilgi vermiştik. Bu mühim mes'eleye dair hazırladığımız
hususi bir tedkiki yakında neşretmek ümidindeyiz. Osmanlı İmparatorluğu'n­
daki askeri muzıkanın bütün Avrupa milletleri tarafından taklit ve kendi­
lerine göre hususi şekillere ifrağ edildiğini Hammer söylüyor (J. d e. H a m­
m e r, Histoire de l'Empire Ottoman, traduit par Heller, tom. xvıı., p. xuı ) .
1 2 Prof. F u a d K ö p r ü 1 ü , Türk Edebiyatı Tarihi, 1 928, s . 75, 8 5 . Türk
Edebiyatının Ermeni Edebiyatı Üzerindeki Te'sirleri adlı makalemize de bakınız :
Edebiyat Fakültesi Mecmuası, yıl 2, sayı ı ., 1 922, s. 1 -3 0.
ı a Th. H o u t s m a, Recueil des Textes Relatifs d l'Histoire des Seldjou­
cides, vol. ı ı ı . p. 348.
,

Edebiyat Araştırmaları - XI.


v. - xvı. ASIRLARDA TÜRK ŞAİRLERİ

Mısır Memlukleri devletinde hükümdarların tantanalı alayla­


rında.1 4, türkleşmiş bir Mogol hanedanı olan Celayirliler'de 15,
hatta xv. asırda Anadolu Beyleri'nin saraylarında da görü­
yoruz 16• Bertrandon de la Broquiere'in, Murad II.'ın sara­
yında ziyafet sırasında gördüğünü söylediği musıkişinaslar 17,
Tursun Bey'in, Fatih'in çocuklarının sünnet merasimini anla­
tırken bahsettiği hanende ve sazendeler 1 8 belki de ozan ' lardı ;
bununla beraber, Murad Il.'ın klasik mfısıkiye karşı meftun­
luğu, Fatih'in klasik edebiyata vukufu düşünülünce, bu bahse­
dilen musıkişinasların ozan'lar olmaması ihtimali de hatıra gele­
bilir. Ancak Bertrandon, aldığı malumata dayanarak Murad'ın
ziyafetindeki ozan-menestrel'lerin, onun seleflerinin vak'alarını
hikaye eden kahramanlık destanları ( chansons de gestes) söylediklerini
bilhassa zikretmek suretiyle bu ihtimali bertaraf ediyor. Bun­
ların Oğuz destanları olması da pek tabiidir. Herhalde, xıv. ve
xv. asırlarda Osmanlı ordularında ve halk arasında, Anadolu'­
nun başka yerlerinde olduğu gibi, halk şair-musıkişinaslarının
bulunduğu muhakkaktır. Daha xv. asrın ilk yıllarında, Ana­
dolu'da, ellerinde sazlarla ilahiler okuyan derviş-şairlerin bulun-

u M. Q u a t r e m e r e, Histoire des Sultans Mamlouk de l' Egypt, Paris,


1 837, tom. ı ., p. 1 36. Burada verilen bilgiler, Hafız Derviş <Ali isminde
bir müellifin Hıtat-ı Makrlzt, Masaliku'l-Absô.r, Kitô.bu'l-lnşa' gibi kaynaklar­
dan alınmıştır.
u Hafız Derviş <Ali isminde bir müellifin bence malum olmayan bir

musıki kitabından naklen : Fitret, Özbek Klasik Mtlsıkı Tarihi, Semerkand -


Taşkend, 1 927, s. 43 v. d.
u Prof. F u a d K ö p r ü 1 ü, Millt Tetebbu'lar mec., nu. ı., s. 16.
1 7 Le Voyage d'Outremer, Publie par eh. Schefer, Paris, 1 892, p. 1 92.
Yine ayni seyyah, Sultan Murad'ın, vezirlerinden birinin kızına düğün he­
diyesi gönderdiğini ve bu hediyeyi götüren alayı anlatıyor : Hediyeyi götür­
meğe paşalardan birinin haremi me'mur olunmuş ; maiyyetinde otuz kadın
daha varmış. Hepsi çok mükellef giyinmişler, yüzleri örtülü imiş. Atlara bin­
mişler. Bu alayın önünde oniki-ondört kişi varmış. Bunların ikisi halk şairi,
diğerleri de muhtelif milsıki aletleri çalan muzıkacılar imiş (Ayn. esr., s. 1 98) .
Müellifin mlnestrel diye pek doğru olarak ifade ettiği bu şairlerin Ozan'lar ol­
duğu pek tabiidir. Bu izahlar da, Ozanlar'ın cemiyetteki yerlerini göstermek
bakımından çok manalıdır.
1 8 Prof. F u a d K ö p r ü l ü, MilU Tetebbu'lar mec., nu. 4, s. 34. Orada
Tursun Bey'in ve Aşık-paşazade'nin bahsettiği muganni ve çalgıcılar arasında
V. - XVI. ASIRLARDA TÜRK ŞAİRLERİ 1 63

duğunu, Clavijo'nun seyahat-namesinden öğreniyoruz 1 9• Bun­


ların daha önceki asırlarda da bulunduğu muhakkaktır.
Mısır Memlukleri'nin, devlet teşkilatı hususunda Selçuk­
lular'ın te'siri altında kaldıkları çok açıktır. Onların varis ol­
dukları Eyyubiler saltanatı, Selçuklular İmparatorluğu'nun kol­
larından biri idi . Bu itibarla Memlfıkler'in askeri merasiminde
gördüğümüz ozan'ların, Büyük Selçuklu devletinin diğer bir kolu
olan Anadolu Selçuklul arı'nda ve onları taklid eden Anadolu
Beylikleri'nde ve Osmanlılar'da da bulunacağı pek tabiidir.
Mısır ordusundaki bu Türk ozan'ları hakkında M. Quatremere'in
verdiği tafsilat bu noktadan çok kıymetlidir. Ozan keli mesinin
Türk-Oğuz menşeinden geldiğini bilmeyerek, bunu yabancı men­
şe' den gelme davul, veya def gibi bir musıki aletinin ismi sayan
bu Fransız müsteşrıkı, bunu çalmakla mükellef olan musıkişinasın
Türkçe olarak eski hükümdarların tarihini, harb hikayelerini,
meşhur kahramanların menkabelerini terennüm ettiğini ve yine
onun yanındaki birtakım şairlerin de nöbetle, yani muntazam
bir fasıla ile ve biri susup diğeri başlamak üzre, kemençe ve buna
benzer telli sazlarla birtakım şiirler okuduklarını söylüyor. Eski
Oğuz destanları'nın, Dede Korkut hikayeleri'nin Mısır ordularında
terennüm edildiğini gösteren bu tafsilat, bu kelimeyi Karahan ve
Oğuzhan hikaye ve destanı'nda söylenen mani tarzında vezinsiz
bir nağme ve terane şeklinde izah eden ve bunun davul ve def
ile çalındığını söyleyen Şeyh Süleyman Efendi'nin ifadesini kuv­
vetlendirmektedir 2 0 • Herhalde ozan kelimesinin, hem o beste ve
güfteyi, hem çalınan musıki aletini, hem de bunu çalıp söyleyen
halk musıkişinasını ifade ettiği görülüyor. XIII. -:- XV. asırlarda
Memlukler ordusunda bulunan bu Türk sazşairleri ile, tarihçi
Na'ima'nın xvn. asırda İbşir Paşa'nın sadaret alayından bah­
sederken tasvir ettiği sazşairlerimiz arasında büyük bir ben­
zerlik vardır :

Ozanlar'ın da bulunduğu, onların Murad 1 1 . 'ın sarayındaki mevcudiyetleri


tahakkuk ettikten sonra, kolaylıkla teslim olunabilir ; ma'mafih, bunlardan
başka, klasik şairler de Padişah'a ayrıca kasideler takdim etmişlerdi ( Tarih-i
Ehu'l-Feth, s. 5, 80 ; Osmanlı Tarih Encümeni Mecmuası ilavelerinde. Aşık-paşa­
zade, İstanbul basımı, s. ı 4 7 ; F. Giese basımı, s. ı 40) .
19 G u y 1 e S t r a n g e, Clavijo, Emhassy to Tamerlane ( ı403-14o6) , s.
1 39 v. d.
20 Şeyh S ü l e y m a n E f e n d i 'nin Çagatay Lugati'ne bakınız.
1 64 v. - xvı. ASIRLARDA TÜRK ŞAİRLERİ

"Ba<dehfı canib-i yeminde Sadr-ı a'zam İbşir Paşa, canib-i


yesarda müfti Ebfı Sa'id Efendi, ikisi dahi beyaz libaslara müs­
tağrak ve önlerinde sekiz nefer yeniçeri şairlerin başlarında keçe
ve arkalarında birer kaplan postları, sinelerinde tabl-vari çö­
ğürlerini çalarak, kadd-ü kamet sahibi, div-endam herifler sa­
daları birer saatlik yerden işidilür avaz-ı bülend ile türkülerin
çağırarak ve herbiri nöbete riayet ile türküsünü haykırarak,
bi'l-cümle saray-ı hümayuna vasıl olunca böylece gittiler 21."
XVII. Asırda askeri alaylarda, padişah düğünlerinde, ye­
niçeri ve sipahi-ocakları'nda, Levendler arasında, sınır kal'ala­
rında, Azab-ocakları'nda bulunduğunu gördüğümüz Sazşair­
lerinin, Anadolu'da xıv. - xvı. asırlarda da mevcut olduğu
Quatremere ile Na 'ima'mn ifadelerini karşılaştırınca daha iyi
anlaşılıyor. Yazık ki, aşağıda zikrettiğimiz sebebler, xv11. asır­
dan önceki sazşairlerimiz hakkında fazla bilgi edinebilmemizi
imkansız kılmaktadır.

2 1 N a 'I m a , c. vı., s. 46. İbşir'in Sadaret alayını, hadiseye şahit olan Ev­

liya Çelebi de tasvir ediyor : " . . . . Dörtbin kadar kaplan postlu, sırma üs­
küflü, keçesi telli, mücevher tüfenkli, başlan otagalı, pür-silah müzeyyen
yeniçeri askeri Sadr-ı a'zam İbşir Paşa'yı ortaya alup, önünde oniki, eli çö­
ğürlü yeniçeri şairleri,

Sultan Murad'ın çırağı lbşir Lala kahramandır


diye her biri birer guna rişhand ederek İbşir'in önü sıra <ubur ettiler." (Se­
yahat Name, c. nı., s. 5 1 8) .
-
VI·
SAZŞAİRLERl, DÜN ve BUGÜN

Anadolu'nun muhtelif köşelerinde, hatta bugün bile <Aşık


ünvanını taşıyan ve çaldığı sazla kendisinin veya başkalarının
şiirlerini terennüm eden şair - çalgıcı'laTa, yani sazşairleri'ne te­
sadüf olunmaktadır. Panayırlarda, kahvehanelerde, düğünlerde,
bir kelime ile umumi toplantılarda, eskiden daha sık rastlandığı
halde, elli yıldanberi gittikçe azalan, içtimai mevkı<Ierini ve
ehemmiyetlerini kaybeden bu Aşıklar, Osmanlı İmparatorluğu
memleketlerinde, hatta Tanzimat'tan sonra bile, xx. asır baş­
larına kadar, mühim bir mesleki zümre halinde devam etmekte
ve İmparatorluk'un her tarafında bunlara tesadüf olunmakta idi.
Araştırmalarımızı daha evvelki asırlara doğru uzatacak olursak,
maddi ve manevi mütecanis bir medeniyet sistemi dahilinde
yaşayan bu büyük İmparatorluk'un içtimai yapısı içinde, bu
sazşairlerinin, hükumetin kontrolü altında teşkilatlanmış hu­
susi bir zümre teşkil ettiğini ve cemiyetin bazı belli sınıflarının
bedii ihtiyaçlarını karşılayan hususi bir organizm mahiyetinde
olduğunu çok açık bir surette görürüz.
XIX. asır sonlarında, Garp emperyalizminin siyasi ve ık­
tisadi tazyikı altında maddi ve manevi müesseseleri bozulmağa
başlıyan ve yeni bir hayat şekli arayan Osmanlı cemiyetinde,
Ortaçağ an<anelerini saklıyan bu Aşıklar zümresi 'nin de artık o
şekilde yaşayamıyacağı pek tabii idi : İkinci Meşrutiyet hareke­
tinde ve bilhassa Cumhuriyet rejiminin kuruluşundan sonraki
maddi ve manevi inkılahlar, bu zümreyi yaratan ve yaşatan iç­
timai şartları kökünden sarsmıştır. Tanzimat'tanberi merkezden
muhite doğru yayılmağa çalışan yeni ideolojiler, mektep ve ga­
zete -hatta şu son senelerde sinema ve rady<r- gibi çok kuv-
1 66 SAZŞAİRLERİ, DÜN ve BUGÜN

vetli ve te'sirli yeni telkin ve terbiye vasıtaları, eski hayat göriişü'nü


tamamiyle değiştirmeğe başlamıştır. Memleket içinde her türlü
münakale şebekelerinin ve vasıtalarının mütemadi çoğalması,
birtakım merkezlerde devlet kapitalizmine dayanan büyük sa­
nayi<leşme faaliyetinin kuvvetle başlaması, medrese ve tekke gibi
Ortaçağ an<anelerini saklayan eski müesseselerin kaldırılması,
halk terbiyesine gittikçe daha büyük bir ehemmiyet verilmesi,
bütün memlekette maddi ve manevi yeni bir hayat görüşünün
başladığını ve yeni bir içtimai nizamın kurulmak üzre olduğunu
kat<i surette anlatmaktadır.
İçtimai bünyenin bu derin değişmeleri karşısında, Ortaçağ
Osmanlı esnaf teşkilatı (corporation) kadrosu içinde hususi bir
sınıf teşkil eden ve kendisine has ideolojik ve edebi an<aneleri
saklıyan Aşıklar zümresi, artık yavaş yavaş ortadan kalkmağa
başlamıştır. Esasen daha xx. asır başlarında mesleki teşkilat­
ları tamamiyle bozulmuş ve büyük merkezlerde ehemmiyet­
lerini kaybetmiş olan bu Aşıklar, ancak, memleketin daha içeri­
lerinde, henüz Ortaçağ hayat şartlarını saklıyan küçük merkez­
lerde, ölmüş bir mazinin kalıntı (survivances) lan halinde yaşa­
makta idiler. Medrese ve tekke'nin devam ettirdiği lslam kültürü,
xıx. asırdan kalan Aşıklar'ın yaşatmağa çalıştığı edebi an<ane, bu
zümrenin büsbütün ortadan kalkmasına mani< oluyordu; lakin
Cümhuriyet devrinin büyük inkılablarından sonra, bu yeni hayat
şartları içinde, Ortaçağ yadigarı olan bu zümrenin ve Aşık tarzı
dediğimiz - belli kaidelere ve mefhumlara bağlanmış, kendi
nev<i içinde adeta klasik bir mahiyet almış - şiir nev<inin o şe­
kilde devamına artık imkan kalmamıştır. Esasen her san<at şek­
linin, maddi ve manevi muayyen içtimai amiller te'siriyle vü­
cude geldiğini ve hayatının, o şartların devamına bağlı olduğunu
düşünürsek, bunu daha iyi anlarız ; mümasil şartlar altında,
ayni hadiseye başka edebiyatlarda da tesadüf edildiğini söyli­
ye biliriz 1•

1 Bu hususta kafi bir fikir edinmek için eskidenberi zengin bir halk ede­

biyatına ve sazşairlerine malik olan Sırp - Hırvatlar'ın, bugünkü vaz<iyetle­


rini tedkik etmek çok faydalıdır. Slavistler'in kanaatine göre, Sırp - Hırvat­
lar'ın epik mahiyetteki halk edebiyatları, Ruslar'ın, Ukraynalılar'ın, Bulgar­
lar'ın mümasil mahsullerinden daha zengin, daha realist ve daha beşeri ka-
SAZŞAİRLERİ, DÜN ve BUGÜN

Halk Kitlesinin <Aşıklar Hakkındaki Tetakkfsi

Aşık kelimesinin tarihi bir ıstılah olarak asırlardanberi Türk


edebiyatının muhtelif şubelerinde ne gibi mefhumlar ifade et­
tiğini ileride göreceğiz. Ancak burada, bu kelimenin xıx. ve
xx. asırlarda Osmanlı İmparatorluğu memleketler inde ifade
ettiği umumi manayı kısaca anlatalım. <Aşık, halk arasında,

rakterdedir ve yaratıcı kabiliyetini son zamanlara kadar muhafaza etmiştir.


İster Ortodoks, ister Katolik, ister Müslüman, hangi dine bağlı olursa olsun,
bu edebiyat bütün Sırp - Hırvatlar arasında ayni karakterleri muhafaza eder.
Cenup Slavları'nda ilkönce vıı . , sonra x. asırdanberi bulunduğu bilinen bu
halk edebiyatının, XIII. asırdanberi birtakım tasviri mahiyette kahramanlık
şiirleri vücude getirdiği malumdur. Önce ı 568'de neşrine başlanan bu zengin
edebiyat mahsulleri, xıx. asır başındaki romantizm cereyanının en coşkun bir
zamanında, 1 8 1 4 - 1 8 1 5'de Vuk Karacic tarafından neşrolundu ; ayni adamın
bunu takibeden diğer neşriyatı ve onların muhtelif dillere tercemeleri, J.
Grimm, Goethe ve başkaları tarafından heyecan ve alaka ile karşılandı. Bu
hususta yapılan sair metin neşriyatının ve tedkiklerin yalnız kısa bir bibli­
yografyasını vermek bile çok uzun sürer. Hemen umumiyetle Osmanlı İm­
paratorluğu devrine ait olan bu mahsullerin, bizim için, muhtelif bakım­
lardan nekadar ehemmiyetli olduğu pek açıktır. Bununla beraber, bu hususta
lisanımızda hemen hiçbir şey yazılmamıştır.
Ehemmiyeti hakkında kısaca izahat verdiğimiz bu edebiyat, bugün nt:
halde bulunuyor ? Salahiyetli bir alimin tedkiklerine göre Şarki Slavorrya 'da
xvııı. asır sonlarına doğru dillerde dolaşan ve taklit edilen bu edebiyattan

hiçbir şey kalmamıştır. Daha bir asır önce bu cins mahsullerin mebzul su­
rette toplandığı Cenub-ı garbf Hırvatistan'da da bu edebiyat hemen ölmek üz­
redir. Yalnız Dalmaçya'nın yabancı te'sirlerden uzak kalmış ve patriyarkal
hüviyetini saklamış olan dağlık mıntakalarında hala yaşamaktadır; fakat
bu edebiyatın en iyi muhafaza edildiği sahalar, xx. asır ortasına kadar feodal
Osmanlı Beyleri'nin hakim olduğu Müslüman Bosna ve Hersek ile, Karadağ,
Yenipazar sahalarıdır. Bu halk edebiyatını terennüm eden şairler gusle (bazı
yerlerde gusli, guslaç) adı verilen bir veya iki telli bir saz kullanırlar : Bosna'nın
şimal-i garb isindeki Müslüman şairler arasında münhasıran iki telli tanbura
(tambura veya tamburica) yayılmıştır ki, Bosna Hırıstiyan şairleri tarafından da
kullanılmaktadır. Dalmaçya, Hırvatistan, Slavonya'da da tesadüf edilen bu sazın
ismi bile, bütün bu sahalarda Osmanlı kültürünün te'sirini göstermektedir.
Türk halk edebiyat ve musıkisinin, A.rya'da ve Avrupa'da Türkler'le beraber
veya komşu yaşamış muhtelif kavimler üzerindeki tesir'lerinden aşağıda ay­
rıca bahsedeceğimiz için, burada bu hususta birşey söyliyecek değiliz. Son
bir mütalea olarak, Sırp - Hırvat epik halk edebiyatının, ancak, coğrafi yahut
1 68 SAZŞAİRLERİ, DÜN ve BUGÜN

umumiyetle sazşairlerine verilen bir isimdir. Yine halk arasında


dolaşan birçok menkabeler, bunların maddi ve cismani aşk'tan
manevi ve rfthani aşk derecesine yükseldikle:rini, saz çalıp şiir
söylemeyi de ilahi vasıtalarla - yani ya bir mürşid'in, pir'in,
yahut Hızır Pe;:gamber'in rü'yada , veya hakikatte tecellisi ile -
öğrendiklerini anlatır. Görülüyor ki bunlar, halkın telakkisine
göre Hak Aşıklan'dır ve ilham kaynakları daima ilahidir. Çok
serseri ve sefih bir hayat geçiren ve bundan dolayı medrese alim­
lerinin şiddetli hücumlarına uğrayan birtakım «Aşıklar hakkında
bile, ölümlerinden sonra - hatta hazan hayatlarında - bu
türlü halk menkabeleri'nin teşekkül ettiğini, tarihi şahsiyetlerinin
bir kudsiyyet halesiyle çerçevelendiğini biliyoruz. İleride taf­
silatiyle göreceğimiz gibi, bütün bunlar, Aşık' ların tasavvuf ta­
rikatleriyle - ve bilhassa Bfktaşılık'la - sıkı alakalarından do-
layı vücude gelmiş telakkilerdir ki, onların halk nazarındaki
içtimai mevkı<Ierini göstermek bakımından çok dikkate değer.

Münevver Sınıfın «Aşıklar Hakkındaki Telakkisi

<Jşıklar'a karşı halkın beslediği bu takdir ve hürmet hisle­


rine, yüksek sınıfın asla iştirak edemiyeceğini söylemek bile
fazladır : Fikir ve zevk seviyesi bakımından halktan tamamiyle
ayrılmış olan bu sınıf, medresede, İslam ilimlerinin, Arap ve
İran edebiyatlarının en yüksek mahsfıllerine iyiden iyiye alışmış
bulunuyordu. Daha xı. asırda İran edebiyatı örneklerine göre
bir klasik edebiyat sür<atle inkişafa başlamış ve klasik Türk şiiri,
xvı. - xv11. asırlarda en yüksek eserlerini yaratmıştı. Bedii ihtiyaç­
larını pek tabii olarak bu klasik edebiyat mahsulleriyle tatmin
eden yüksek kültür sahipleri, İslam medeniyetinin Ortodoks ide-
oloji'sinden ve dünya görüşü'nden, şüphesiz ayrılamazlardı. Hal-

içtimai sebeplerden dolayı eski an<anelerini muhafaza edebilmiş çevrelerde


devam edebildiğini ve bugünkü içtimai ve ıktisadi şartlar içinde ise, artık ya­
şamak kabiliyetini kaybettiğini söyliyelim (M. Murko, La poesie populaire epique
en Tougoslavie au debut du XX. siecle, Paris 1 929) . Müellif bu güzel eserinde,
mektep ve gazete gibi yeni halk terbiyesi vasıtalarının bu hususta nekadar
müessir olduğunu anlattıktan sonra, artık sadece zengin bir tedkik mevzuu
teşkil eden bu edebiyatın ortadan kalkmasını Yugoslavya'nın içtimai ve me­
deni terakkisine bir delil olarak gösteriyor ki, tamamiyle haklıdır.
SAZŞAİRLERİ, DÜN ve BUGÜN 169

buki Ortaçağ İslam filozoflarının ve ahlakçılarının nazarı sıs­


temlerine göre, avam sınıfı, yani geniş halk zümresi, sadece bir
koyun sürüsünden ibarettir ; onları adaletle idare etmek, yani
fOhanlık, yüksek sınıfın vazifesidir 2•
Bütün hakimiyetin ve bütün kudretin, kendisini Allah'ın
gölgesi ve bütün halkı kendi kulu sayan mutlak bir hükümdarın
şahsında toplandığı bir Ortaçağ impaı atorluğu'nda, geniş halk
tabakasına karşı bundan başka türlü bir telakki mümkün ola­
mazdı : Halk mfısıkisiııe ve halk şiirine mahsus her türlü şe­
killer (ezgi, deyiş, türkü, türkmanf, varsağı, v. s.) , halk arasında
rağbet kazanan mevzular (G�yik Destanı, Hamza ve Battal hika­
yeleri, v. s.) , halk şiirlerinin umumi ölçüsü olan Hece vezni daima
hakir görülmüştür 3 ; şiirlerinin geniş halk tabakası arasında

2 Ahlak ve siyasete ait İslam ideolojisini gösteren nazari ve sistematik


bütün eserlerde, bu telakki müşterektir. Fars ve Türk şairlerinin didaktik man­
zumelerinde de ayni fikirlerin tekrar edildiği görülür ; ma<mafih bunun ta-
mamiyle nazari olduğu unutulmamalıdır. "Koyunlar çoban için değil, çoban
koyunlar içindir" diyen şairin fikri, tarihi realite'ye hiç uymaz ; fi<Ji vaz'iyet
bunun tamamiyle zıddıdır. Orta;ağ Türk - lslô.m Dünyasında Milliyet Fikrinin
inkişafı adı ile neşredeceğimiz eserde bu mes'ele hakkında etraflı tafsilat
verilecektir.
3 Buna ait tafsilat almak için bakınız : Fuad Köprülü, Türk Edebiya­
tında Aşık Tarzı'nın Menşe' ve Tekamülü, MilU Tetebbu<lar Mecmuası, sayı ı .,
İstanbul 1 9 1 5. Bu hususta vereceğimiz birkaç örnek, sazşairlerinin ve umu­
miyetle halka mahsus eserlerin nekadar hakir görüldüğünü pek canlı bir su­
rette göstermeğe kafidir. Eski edebiyat müellifleri ve şairler, halk arasında
okunmağa mahsus basit hikaye kitaplarını, destanlar}, türkü ve varsağıları
daima tezyif ile karşılamışlardır : XVI . asır tarihçisi <Ali, Anadolu' da ilk Os-
manlı padişahları zamanında yetişen varsağı söyleyicilerden bahsederse de,
Iıunları şair saymaz (Künhü'l-Ahbô.r, c. v., s. ı ı ) . Ayni asra mensub tezkireci
Aşık Çelebi, halk arasında okunmağa mahsus sade bir eser yazdığından do-
layı Hamzavi'yi şair saymaz (Şu'ara Tezkiresi, hususi kütübhanemizdeki yazma
nüsha, v. 25 a) . Yine xvı. asır şairlerinden Na<Imi-i Hamitli, Münazara-i Seyf-ü
Kalem adlı eserinde - bütün şair ve muharrirler gibi - zamanından şikayet
ederken, halk türküleriyle hakiki şairlerin eserleri arasında fark kalmadığını,
ilmin ve san<atın takdir edilmediğini şu mısra'larla anlatır (Latifi Tezkiresi,
s. 83) :

Bir...__,olmaz vakte irgördük zamanı


Bilir yok ô.smandan rlsmanı
En..._e_, hll yeğ görür ma<n{ yüzünden
Kar (a) oğlan türküsün şair sözünden
XV. asır sonundaki şairlerden Sinoblu Salai ile alay etmek istiyen Likai
1 70 SAZŞAİRLERİ, DÜN ve BUGÜN

okunması ve anlaşılması, klasik bir şair için adeta bir hakaret


vesilesi oluyordu 4• Büyük Fransız İhtilali'nin yaydığı demokratik
prensiplere yabancı olmıyan Tanzimat devri mütefekkir ve şair­
lerinin -hatta bu arada Ziya Paşa gibi "milli dil ve milli ede­
biyat" mes'elelerinde ileri ve geniş düşüncelere sahip olduğunu
göstermiş bir adamın bile - sazşairleri ve onların şiirleri hak­
kında tezyif ve istihkar hisleri besledikleri düşünülürse, bu hu­
susta açık bir fikir edinilebilir 5•

«Aşıklar'ın Kendi Haklarmdaki Telakkileri

Aşıklar arasında son zamanlara kadar devam eden bir te­


lakkiye göre, umumiyetle şairler iki kısma ayrılır :

adlı başka bir şair, "onun Dfvan'ının adeta bir destana benzediğini, şehirli
ve köylü arasında şöhret bulduğunu" yazmıştı (Ayni eser, s. 226. Burada Sa­
fai'nin adı Nidai şeklinde yazılmışsa da, bunun yanlış olduğu, eski ve sahih
yazma nüshalarda Safai olarak kayıtlı bulunmasından anlaşılıyor) . Sazşair­
lerinin çok ehemmiyet kazandığı xvm. asır şairleri ve tezkirecileri de, onlar
hakkında ayni tezyif hislerini göstermekten geri durmamışlardır : Salim ve Sa­
fai tezkireleri 'nde, Seyyid Vehbi'nin, Sünbülzade Vehbi'nin şiirlerinde tesadüf
edilen alay ve tahkirler buna bir örnektir (Antoloji cildlerinde, muhtelif asır­
lara mensub sazşairlerinden bahsedilirken, bu hususta muhtelif deliller gös­
terilmiştir) . lvfesnevi-i Mevlana'nın meşhur Şerhi'ni yazdığı için Şarih sıfatını
alan Ankaralı İsmail Efendi, şairleri dörde ayırır ve dördüncüleri şöyle tarif
eder : "Kelamı suret ve manadan hali olmakla esvat-ı hayvanat'a lahık o­
lanlar ki, anlar hakkında Yave-guy ve Herze-cuy demek sadıktır,, (Miftahü'l­
Belô.ga, s. 7, 8) . İşte, klasik edebiyat mensublarına göre, sazşairleri bu dör­
düncü sınıfı teşkil ediyordu.
' XVI. as ırd a bir Tezkire-i Şu ara yazan Aşık Çelebi, o asrın meşhur şair­
'

lerinden Üsküblü İshak Çelebi'den bahsederken şunları söylüyor : İshak Çe­


lebi'nin gazelleri sade ve külfetsiz bir üslub ile yazıldığı için, hokkabazlar,
hanendeler arasında yayılmış. Birgün İshak Çelebi'nin de hazır bulunduğu
bir düğünde, oyunculardan biri hep onun gazellerini okumuş ; şair bundan
memnun olmuş ve latife yollu : "Acaba bizim gazellerimiz olmasa, bunlar
ne okurlardı ?" demiş. Yine o mecliste bulunan ve şairimizle arası açık olan
Şah Kasım adlı bir şair hemen şu cevabı vermiş : "Bunlar da olmasa, sizin
şiirlerinizi kim okurdu ?". Bu hususta daha fazla malumat almak için, yuka­
rıda zikredilen yazımıza bakınız : S. ı 4.
5 Ayni makalemize bakınız : S. 34 ; ayrıca : Fuad Köprülü, Millt
Edebiyat Cereyanının llk Mübeşşirleri, İstanbul ı 928. Ziya Paşa, Harabat
SAZŞAİRLERİ, DÜN ve BUGÜN 171

a) Kalem şairleri ; yani, yüksek sınıfa mahsus şiirler yazan


klasik şairler.
b) Meydan şairleri ; yani, halk toplantılarında irticalen de
şiirler tertip eden ve onları sazları ile çalıp söyliyen sazşairleri.
Sazşairleri, kendilerini, türlü bakımlardan, klasik şair­
lerden üstün sayarlar : Evvela, herhangibir mevzu üzerine, her­
hangibir kafiye ile derhal bir manzume söyleyivermek kudreti,
onların başlıca öğünme sebepleridir. Hakikaten, klasik şairler
arasında, irtical denilen bu kudret, çok nadirdir ; klasik nazım
kaidelerinin bütün inceliklerine riayet şartiyle irtical'in gayet
müşkil olduğunu, gerek İran gerek Türk edebiyat müellifleri
daima itiraf etmişler ve her iki edebiyatta da, bu kudrete malik
olan pek az şair gösterebilmişlerdir 13• Halbuki bu kadar sıkı ve
zor kaidelere bağlı ohnıyan, vezin ve kafi;•e kusurlarını tabii
gören sazşairleri arasında, irtical, bir istisna değil, adeta bir
kaidedir. İleride sebepl erini ve mahiyetini uzun uzadıya· izah
edeceğimiz bu hususiyetten dolayı Azerbaycan Türkleri bir
kısım halk şairlerine he4yeci adını verirler ki, bedfheci (yani bi'l­
bedahe şiir söyliyen) kelimesinin halk dilinde bozulmuş bir şek­
lidir. Sazşairlerinin klasik şairlere üstünlük iddiasında bulun-
malarının ikinci sebebi de, şiirlerini sazları ile çalıp söyliyebil­
meleridir. Gerçi xıx. ve xx. asırdaki bazı Aşıklar'ın sa::. çalama­
dıklarını biliyorsak da, bunun, daha çok, meslekten yetişmiyen­
lerde tesadüf edilen müstesna bir hal olduğunu derhal ilave et­
meliyiz. Esasen sazşairleri tabirinden de çok iyi a nlaşıldığı gibi,
meslekten yetişmiş asıl Aşıklar arasında, sazı olmıyan, sa z çal-
rnıyan bir şair tasavvur olunamaz. Klasik şairlerimizden Sün­
bülzade Vehbi'nin Mağnisa'da, Keçecizade İzzet Molla'nın da
Keşan'da başlarından geçen maceralar, bunun çok açık delil­
leridir 7• Sazşairleri, ileride görüleceği gibi, muhtelif devirlerde

Mukaddimesi'nde sazşairlerinin eserlerini "eşek anırmasına benzetmek" sure­


tiyle, eski klasik şairlerin bu eski telakkisinden ayrılamadığını göstermişti.
6 İran ve Türk müelliflerinin, irticalen şiir yazdıkarını iddia ettikleri

bazı büyük şairlerden bahsederken anlattıkları hikayeler, bir hakikat ol­


maktan çok, adeta bir menkabe mahiyetindedir. İrticalen bir beyit, bir rubô.« i
söylemek mümkün olabilir ; fakat mesela Nef<i'ye isnad olunduğu gibi uzun,
san<atlı bir kasidenin bu usul ile söylenilmesine asla imkan yoktur.
7 İ z z e t M o 1 1 a, Mihnet-i Keşan, s. 93. Esasen aşağıdaki hikayelerden de
SAZŞAtRLERİ, DÜN ve BUGÜN

türlü türlü çalgılar (mesela kobuz, kara düzen, bozuk, tanbura, v.s.)
kullanmakla beraber, xvn. - xvm. asırlarda en ziyade föğür'e
rağbet ettiklerinden, Aşık ve sazşairleri tabirleri ile ayni manada
olarak föğürcü kelimesi de dilimizde uzun zamandanberi yer­
leşmiştir.
Kahvehanelerde, bozahanelerde, mesirelerde, panayır­
larda, hulasa kalabalık ve hayran bir dinleyici zümresi karşı­
sında çalıp söylediklerinden, lıiribirleriyle müşa<are'lerde bulun­
duklarından dolayı da Aşıklar kendilerini klasik şairlerin üs­
tünde tutarlar. Geniş halk tabakası içinde Aşıklar'ın kazandık­
ları şöhret ve rağbet, eserleri çok mahdut bir sınıf arasında ya­
yılmış klasik şairlerden daha fazla olmuştur. XVI I . asırdan baş­
lıyarak, İmparatorluk'un büyük merkezlerinde yetişen sazşair-

anlaşılacağı gibi, halk, şair denince mutlaka saz1airi anlıyor, saz çalmayan
bir şair bulunabileceğine ihtimal vermiyordu. Vehbi, Mağnisa'ya naib ol­
duğu zaman, ahali onun meşhur bir şair olduğunu haber alarak çok sevin­
mişler. Bir akşam Mağnisa'nın en ileri gelen a•yanından Kara· Osman Oğlu
Hacı Ömer Ağa, şehrin bütün büyükleri ile beraber şairi konağına davet
etmiş : Meğer herkes lstanbul'dan gelen bu şairi, meşhur bir sazşairi san­
mışlar ; onun sazını ve sözünü dinlemek merakında imişler. Ev sahibi münasib
bir fırsat bularak, bütün davetliler namına, biraz saz çalmasını şaire teklif
edince, Vehbi kendisini a1ık sandıklarını anlamış ; kendisinin saz değil, söz
şairi olduğunu anlatmağa çalışmış ; fakat buna karşı, saz çalmayan şair ola­
bileceğine ihtimal vermiyen Hacı Ömer Ağa, muttasıl ·gümüş telli, sedefli
tanburasını takdim ederek, birkaç nağme niyaz edermiş . . . Bu vak<ayı ese­
rinde zarif bir şekilde nakleden Keçecizade İzzet Molla, evvelce yalan yahut
mübalegalı sandığı bu maceraP-ın Keşan'da kendi başına da geldiğini, çok
iri bir adam olduğu için, kendisine Küçük İmam lakabı verilen imamın da
kendisini sazşairi sandığını alaylı bir eda ile anlatır :
Ke1an camiinde imam-{ saglr
Saglr ldi gerf{ sığırdan keblr
Ded{ : Bir ikl mah sabreyledik
Dil-{ zare sabr lle cevreyledik
işittik ki, siz şair-l 1tihsız
Maarif semavatın<i mahsız
Değil haddimiz gerçi çaldırma saz
Gönül bir ikl nağme eyler nryaz
Meh-l ruzede etti ibram-ı tô.m
Bana, "Durma, me1ket !" deyü bir makam
Dedim : "Bedce çıkmıftı avazımız
Sitanbul'da terkeyledik sazımız !,,.
SAZŞAIRLERİ, DÜN ve BUGÜN 1 73

!erinin, klasik şairlere benzemek ve onlardan geri kalmamak gayre­


tiyle, oldukça kuvvetli klasik edebiyat kültürüne sahip olmaları,
aruz vezni'ni (bilhassa, kullanılması nisbeten kolay olanları) ve
bazı klasik nazım şekillerini ( gazel, murabba<, müseddes, müstezad
gibi) kullanmağa başlamal �rı, yabancı terkip ve kelimelere ve
klasik şiire mahsus mefhumlara manzumelerinde gitgide daha
geniş bir yer vermeleri, Aşıklar arasında, kendilerinin artık bu
cihetlerden de klôsik şairler'den geri kalmadıkları kanaatini do­
ğurdu ; bu kanaat, onlar arasında, yavaş yavaş büsbütün kuv­
vetlendi.

<Aşıklar, Hangi lftimaf Muhitlerde ve Nasıl Yetişir ?

Muhtelif içtimai tabakalar arasında nasıl bir gözle görül­


düklerini kısaca anlattığımız Aşıklar hakkında daha etraflı bir
fikir edinebilmek için, bunların hangi içtimai çevrelerde, ne
gibi içtimai şartlar dahilinde yetiştiklerini, mesleki yetişme tarz­
larını, edebi terbiyelerinin mahiyetini bilmek icabeder. Her­
hangibir san<at şeklini anlamak için, herşeyden önce, onu ya­
ratan içtimai çevreyi maddi ve manevi bütün şartlariyle öğ­
renmek zarureti, edebiyat tarihinin bir mütearifesidir. Bu ba­
kımdan, Aşık tarzı (yahut Aşık edebiyatı, Aşık) şiiri dediğimiz
san<at şeklini daha iyi anlatmak için, bunu yaratan sazşairle­
rinin hangi içtimai çevrelerde ve nasıl şartlar altında yetiştik­
lerini izah edelim.

Şehir Muhitinde <Aşıklar

XVIl .- XVIII. asırlardan son yıllara kadar, Osmanlı İmpa­


ratorluğu'nun her köşesinde gördüğümüz Aşıklar ve Aşık tarzı,
bilhassa şehir hayatının verimidir. Muazzam imparatorluk ida­
resi, Anadolu'da ve bilhassa Rumeli'de şehir hayatını büyük nis­
bette inkişaf ettirmiş, askeri ve siyasi merkezler imparatorluğun
azametiyle mütenasip şekilde büyümüş, iç ve dış ticaret haya­
tının ve hiç eksik olmıyan askeri münakalelerin can damarları
olan büyük kervan yolları üzerinde yeni yeni kasabalar kurul­
muştu. Balkan Yarımadası'nda yaşayan bütün Hıristiyan kavim-
1 74 SAZŞAİRLERİ, DÜN ve BUGÜN

lerin "şehir hayatına ait maddi kültür kelimelerini" Türkler'den


almış olmaları, bunun açık delillerinden biridir 8 •
lstam meden i_; eti 'ni bilhassa Büyük Selçuk İmparatorluğu'nun
1

kurulduğu xı . asırdanberi iyice benimsemiş, temsil etmiş ve o


medeniyetin umumi çerçevesi içinde Anadolu'da yeni bir Müs­
"
lüman Türk kültürü yaratmağa başlamış olan Anadolu Selçuk­
luları'ndan sonra, Osmanlı İmparatorluğu bunu kuvvetle geliş­
tirerek Balkanlar'a da yaymıştı . lslô.m dini ve Türk dili gibi iki
büyük temsil vasıtasına dayanan 1mparatorluk'un büyük merkez­
lerinde ilkmektepler, medreseler, tekkeler, kütüphaneler, asker
ocakları, Müslüman Türk kültürünü halkın muhtelif tabaka­
larına yaymak huslısunda büyük bir faaliyet gösteriyorlardı 9•

8 Roma istilasından önce Balkanlar'da coğrafi vaz<ıyete ve ıktisadi şart­


lara göre teşekkül etmiş bazı Yunan siteleri vardı. Roma hakimiyeti, hele­
nistik modellere göre bazı yeni siteler kurulmasını ve bazı eski köylerin bir
site halini almasını mucib olduysa da, Balkanlar'ın umumi manzarasını ve
ıktisadi yapısını değiştirmedi : 1 1 1 . asra kadar, Balkanlar, Herodot zamanında
olduğu gibi ekinciler ve çobanlar memleketi idi (M. Rostovtzeff, La Vie !cono­
miques des Balkans dans l' antiquite, Revue intern. des etudes balkaniques, 1. annie,
tom n, p. 396) . Bizans devrinde Balkanlar hakkında izahata lüzum görmüyoruz.
Yalnız, Osmanlı fütuhatı'ndan önceki devirlerde, Balkanlar'da şehir haya­
tının pek geri olduğunu söyliyebiliriz : Karel Kadlec, bu sıralarda Sırbistan' da
hakiki manasıyle şehir olmadığını i< tiraf eder (lntroduction ô l'etude comparative
de l'histoire du droit public des peuples slaves, Paris 1 933 , s. 1 03) ; ma<mafih, Os­
manlı hakimiyetinin Balkanlar'da şehir hayatını inkişaf ettirdiğini en iyi gös­
teren delil, Balkan milletleri'nin Türkler'den aldıkları kelimelerden en ço­
ğunun şehir hayatına - şehir ve esnaf teşkilatına, küçük san<at isimlerine,
yapıya ve yapı malzemesine, binanın muhtelif kısımlarına, ev eşyasına, şehir
yemeklerine v. s. - aid olmasıdır. Türkler'in Balkanlar'da inkişaf ettirdikleri
bu şehir hayatının ve teşkilatının, Ortazaman Şark şehirleri tipinde olduğunu
söylemek bile fazladır. Bu hususta toplu ve sağlam malumat almak için,
Balkan tedkiklerinin büyük mütehassısı aziz dostum Prof. P. Skok'un şu mühim
makalesine bakınız : Restes de la langue turque dans les Balkans, ayni mecmuada,
s. 585 - 98) .
9 Osmanlı İmparatorluğu'nun Balkanlar'daki türkleştirme ve İslamlaş­
tırma faaliyeti, � asırdan başlıyarak, xv1. - xvıı. asırlarda büyük bir inkişaf
göstermiştir. ·:Kültürel bakımdan Balkan milletlerinden yüksek bir seviyede bu­
lunan Türkler'in bu siyasi hakimiyeti, Müslüman - Türk medeniyetinin Bal­
kan, hatta daha geniş bir ifade ile Cenub-i' şarkı Avrupa memleketlerinde, çok
büyük medeni te'sirler yapmasını sağlamıştır. Osmanlı hakimiyeti yıkıldıktan
çok sonra bile, bütün o sahalarda Türk kültürünün derin izlerini bulmak
SAZŞAtRLERİ, DÜN ve BUGÜN

XVII . - XVIII. asırlarda İmparatorluk'un A�ya ve Avrupa'­


daki büyük şehir ve kasabalarında oldukça kalabalık münevver
bir sınıf vardı ki, İslam ilimleri'ni ve edebiyatları'nı layıkıyle
kavramıştı ; maddi refah ve servetle birli kte bu yüksek kültür
havası, uzun asıı lar boyunca, daha aşağı seviyedeki diğer iç­
timai sınıflar'a da geçerek, umumi zevk ve fikir seviyesini yük­
seltmişti : Buralarda, muntazam bir tahsil görmedikleri, hatta
hazan hiç okuyup yazma bi lmedikleri halde, bu kültür çevresi
içinde inkişaf eden fıtri isti'dadları sayesinde, aruz ile klasik nazım
kaidelerine uygun oldukça güzel şiirler yazan ümmi şairlere de
tesadüf olunuyordu ıo.
Şehir ve kasabalarda, muhtelif içtimai tabakalara mahsus
ayrı ayrı kahvehaneler, bozahaneler, meyhaneler gibi umlımi

hala mümkündür. Osmanlı İmparatorluğu, buralarda kesif ve devamlı bir


iskan siyaseti t3.kib ederek, Anadolu'dan Türk kabilelerini ve muhtelif şehir­
lerden türlü san<atlara mensub insanları getirip yerleştirmiş, askeri ve ticari
yollar üzerinde yeni köyler kurmuştu ; fakat yerli halkın islamlaşması ve
türkleşmesi de kuvvetle devam ediyordu. Bir taraftan Arnavudluk ve Bosna
gibi memleketlerde eski ıktisadi ve idari imtiyazlarını saklamak istiyen feodal
aristokrasi, diğer taraftan Balkanlar'da bulunan heterodoks hır!Stiyan taife­
leri (Paulicien'ler gibi) buraların islamlaşmasında büyük amil olmuştur.
Osmanlılar'dan önce Balkanlar'da mevcut olan n1ı.ıhtelif Türk unsurlarının
da türkleşme hususunda yardımcı oldukları muhı:ikkaktır. İslamiyet'i kabul
eden yerli unsurlardan idare ve siyaset hayatı11a girmek istiyenler, medrese-
lerde Türk dilini ve edebiyatını layıkıyle öğreniyorlardı. XV.-XVI. asırlarda
Rumeli şehirlerinden, hatta Arnavudluk, Bosna, Macaristan sahalarından ye­
tişmiş Türk şairleri pek çoktur. Evliya Çelebi, bütün bu sahalarda islamlaşma
işinin nekadar kuvvetlenmiş olduğunu ve Türk kültürünün nasıl kökleşti-
ğini canlı tablolar halinde yaşatmaktadır. Şark i Balkan memleketlerinde her
şeye rağmen hala yaşayan Türk unsurundan başka, Yugoslavya ve Arnavutluk'un
Müslüman Sırp - Hırvatlar ve Müslüman Arnavudlar'la meskun sahaları,
Türk kültürünün izlerini hala saklıyor. Aşağıda, bütün Balkan milletleri'nin
halk edebiyatlarında Türk hakimiyetinin ve Türk kültürünün nasıl in<ikas
ettiğini izah eyliyeceğiz
ı o Edebiyatımızda buna birçok TU.isaller bulunabilir : XVI. asrın ilk ya­

rısında şöhret kazanan İstanbullu Enveri, asıl ismi ve lakabiyle Mürekkepçi


Memi, dr<1tu ve takdirkarı olan tezkireci Aşık Çelebi'nin sarih ifadesine göre,
tam manasiyle, ümmi bir adamdı ; ömründe mektep görmemiş, harf şekillerini
bile öğrenmemişti. Bitpazarı'nda Uzunçarşı ağzında bir dükkanda iğnecilik
eder ve mürekkep satardı. Aşık Çelebi diyor ki : "Amma ümmilikle bu mer­
tebe hayal-engiz ve manidar eş'arı, nevadir-i alemden ve garaib-i ahval-i
Beni Adem'den idi." Muasırları ile birtakım latifelerini kaydeden Aşık Çe-
1 76 SAZŞA1RLER1, DÜN ve BUGÜN

yerler vardı. Bazı büyük kahvehanelerde çalgı ve köçek takım­


ları da bulumtrdu. İşte, bu kahvehanelerden bazıları, bilhassa
Aşıklar'ın toplantı yerleri idi. Onlar, belli mevsimlerde bura­
larda toplanırlar, sazlarla şiirler terennüm ederlerdi. Büyük­
lerin ve zenginlerin konaklarında, saraylarında da föğürcü'lere
tesadüf edilirdi. Hükumetin kontrolü altında muntazam bir teş­
kilata malik olan bu Aşıklar, panayırlar gibi geçici toplantı yer­
lerinde kurulan kahvehanelerde bulunurlar, memleketi dolaşır-
lar, tekkelerde - ve bilh assa her köşeye dağılmış olan Bektaşı
tekkeleri'nde - , büyüklerin ve zenginlerin konaklarında misafir
olurlardı. Başka esnaf teşekküllerinde olduğu gibi, Aşıklar teş­
kilatında da fırak'lıktan başlıyarak Aşık oluncaya kadar geçiril­
mesi icabeden birçok dereceler vardı. Bilhass a, büyük, şöhretli
Aşıklar'ın etrafında, sazşairliğine meraklı, isti<datlı birçok gençler
fırak olarak toplanırlar, üstadtan mahlas - yani şiirlerinde kul­
lanacakları bir ad - alırlar, Aşık olmak için zarfıri olan edebi ve
mesleki terbiyeyi gördükten sonra fasıl'lara girmeye başlarlar,
memleket içinde uzun seyahatlere çıkarlar, nihayet Aşık olur­
lardı. Ekseriyetle küçük esnaf tabakasından, şehir ve kasabada
günlük çalışması ile yaşayan fakir halk arasından, yahut muh-
telif askeri sınıflardan yetişen bu Aşıklar, bir tahsil görmemekle
beraber, şehir hayatının kültür havası içinde, isti<datlarına göre,
klasik şiire ve mfısıkiye, tasavvuf felsefesine, İslam dinine ve ta-
rihine, evliya menkabeJerine, İran ve Türk edebiyatlarında çok
kullanılan mitolojik ve lejander motiflere ait birçok bilgiler edi­
nirler, İ ı an edebiyatının Hafız, Sa<di gibi büyük şahsiyetlerinin
eserlerine bile yabancı kalmazlardı. Aralarında, az - çok tahsil
görenler, küçük idare işlerinde ve katiplik vazifesinde bulunan­
lar da olurdu. XVII. asırdan başlıyarak, - esasen yabancısı

lehi, onun çok beğendiği şu beytini tesdis etmek suretiyle de takdirini göste­
riyor :
Nideyim sahn-i çemen seyrini, cananım yok
Bir yanımca salınır snv-i hiramanım yok
Esnaf tabakasından yetişmiş ümm i bir adamın, klasik şairler silsilesi
içine girecek derecede güzel şiirleri ile şöhret kazanması, kendi fıtri isti<dadiyle
beraber, bilhassa, yetiştiği çevrenin yüksek kültür seviyesini de anlatabilir.
Eski edebiyatımızda buna daha birçok misaller bulabiliriz. Bunu gördükten
sonra, ümmi sazşflirlerinin mevcudiyeti artık hayrete değer bir hadise teşkil
etmez.
SAZŞAİRLERİ, DÜN ve BUGÜN 1 77

olmadıkları ve tabiatiyle yapmacıkla karışık bir hayranlık bes­


ledikleri - klasik şiir'in bunlar üzerinde çok büyük bir cazibesi
olmuştur ki, sonraki asırlarda bunun büsbütün arttığını birçok
örnekleri ile görüyoruz.

Köy ve Aşiret Çevrelerinde <.Aşıklar

Büyük kültür merkezlerinden uzak köylerde ve göfebe yahut


yan göçebe aşiret'ler arasında yetişen Aşıklar'a gelince, bunlarla
-

şehir hayatının ve kültürünün yarattığı Aşıklar arasında mühim


bir ayrılık olacağı pek tabiidir. Asıl halk edebiyatı zevkıne daha
yakın olan, başka bir ifade ile, içinden yetiştikleri ve kendisine
hitabettikleri köylü sın ıfi 'nın duygularına ve telakkilerine ter­
ceman olmak mecburiyetinde bulunan bu köy ve aşiret şairleri,
klasik şiir te'sirinden ve an1z vezn i 'nden oldukça uzak kalmış­
lardır ; lakin, içtimai muhit farklarının büyüklüğüne bakarak,
bu yaptığımız ayırmayı mübalegalı ve yanlış bir tarzda tefsir
etmemelidir : Şehir ve köy Aşıkları'nı biribirlerinden ayıran çok
açık içtimai muhit farkına karşı, bunları biribirine yaklaştıran
diğer birtakım kuvvetli amiller de vardır :
ı- Köy, hiçbir zaman civarındaki şehir ve kasabalardan
tamamiyle ayrı bir hayata malik değildir ; bunun gibi, aşiretler
de, yaylak ve kışlakları mıntakalarında bulunan şehirlerin te'­
sirinden uzak kalamazlar ; iktisadi zaruretlerin doğurduğu bu
kuvvetli rabıtalar, uzun asırlar esnasında, maddt ve manevi kültür
te'sirleri de yaratır.
2 - Şehir hayatının ve kültürünün yarattığı Aşık, nasıl
klasik şairin ve klasik şiirin çekiciliğine ve manevi nüfi'ızuna ka­
pılmışsa, köy ve aşiret çevresinde yetişen saZŞairi de, daha yüksek
bir kültürün sahibi ve temsilcisi olan şehirli .Aşık'ı kendisine
ideal bir örnek saymaktan kendini alamaz. Bu hadiseye yalnız
bizde değil, bütün milletlerin edebiyat tarihlerinde daima te­
sadüf edilir.
3- Köy ve aşiret çevresindeki Aşık, muhtelif seyahatle­
rinde şehir ve kasabalardaki meslekdaşları ile mutlaka münase­
bete girmiş ve şehir hayatına ve kültürüne yabancı kalmamış ol-
Edebiyat Araştımıaları - XII.
SAZŞAIRLERİ, DÜN ve BUGÜN

duğu gibi, şehirli Aşıklar da, devamlı seyahatleri ile, her muhitte
bağlar te'sis etmişler, te'sirlerini her tarafa yaymışlardır.
4 - Tekkelerin ve bilhassa Bektaşılık gibi Mteredoxe tari­
katlere mensup tekkelerin verdiği edebi ve tasavvufi kültür,
muhtelif içtimai çevrelerde biribirinin aynidir : Köylerde ve gö­
çebeler arasında çok yayılmış olan kızılbaşlık talimatı da bundan
çok farklı değildir. Hangi muhitte yetişirse yetişsin, umumiyetle
.Aşıklar üzerinde Bektaşılık te'siri bulunduğunu ise yukarıda söy­
lemiştik.
İşte, bütün bu gibi amiller, köy ve şehir sazşairleri arasın­
daki farkların derinleşmesine mani< olmuş ve xvu. asrın ilk de­
ğilse bile, son yarısında Aşık tarzı, Aşık şiiri dediğimiz, belli kai­
delere malik, yani "kendi nev<i içinde adeta klasikleşmiş" hu­
susi bir edebiyatın vücude gelmesine pek çok yardım etmiştir.

<.Aşık Tarzı Ne Demektir ?

Yanlış bir telakkiye yer bırakmamak için hemen şu ciheti


tasrih edelim ki, daha xıv. - xvı. asırlarda da Osmanlı İmpara­
torluğu memleketlerinde sazşairJeri vardı ; araştırmalarımızı diğer
Türk memleketlerine ve daha eski asırlara kadar genişletecek
olursak, Müslümanlık'ın zuhurundan evvel A.rya'da kurulmuş
eski Türk İmparatorlukları'nda da bu şair - çalgıcı 'l ara tesadüf
ederiz. Ancak, biz, Aşık edebiyatı dediğimiz zaman, sadece,
xvı. - xx., hatta xvu . - xx. asırlar esnasında Anadolu'da yetişen
ve oldukça mebzul eserleri ve edebi an<aneleri zamanımıza kadar
devam edip gelen sazşairlerine mahsus şiir tarzını kasdetmek­
teyiz. Daha eski sazşairlerine ait olarak bundan önceki devir­
lerden kalan edebi metinler yok denecek kadar az olduğu için, o
hususta, metinlere dayanan müshet ve tariht mahiyette edebi izah­
lara girişmeğe imkan yoktur. Bu menşe'ler mes'elesi hakkında
bu kitabımızın ilk kısmında, edebi so.ryoloji bilgilerinin neticelerine
ve Türk edebiyatı'nın umumi tekamülü hakkındaki tedkikleri­
mize dayanarak, tarihi esaslara müstenid oldukça kuvvetli fa ­
raziyeler ileri sürmekle iktifa edeceğiz. Diğer Türk şubeleri ara­
sında gördüğümüz buna benzer edebi tezahürler hakkında ise,
bilhassa Azeri Türkleri ve 'Hazar-ötesi Türkmenleri arasında yetişen
SAZŞAİRLERİ, DÜN ve BUGÜN 1 79

Aşıklar ve eserleri ha kkında, kitabımızın son kısmında, kısa


fakat toplu ve terkibi malumat vereceğiz. Türk edebiyatını,
"eski ve yeni bütün Türk şubelerini gözönünde bulundurarak
mukayeseli bir surette ve bir bütün şeklinde tedkik etmek" lü­
zumunu otuz sene önce ilk def<a ortaya atan bir adamın, hatta
sadece Osmanlı edebiyatına mahsus mes'elelerden bahsederken
bile, üzerinde daima çok kıskanç davrandığı bu prensip'ten ay­
rılması, elbette tasavvur olunamaz ; lakin, kitabımızın asıl mev­
zuunu teşkil eden ve üzerinde uzun uzun durulan mes'ele, Os­
manlı İ mparatorluğu memleketlerinde yetişen sazşairleri ve bil­
hassa onların vücude getirdikleri -bizim kısaca Aşık tarzı, Aşık
edebiyatı dediğimiz- belli kaidelere, kalıplara, belli ideolojiye
bağlı, hususi - oldukça zengin - şiir tarzı'dır.

<.Aşık Tarzı'nın Asıl Halk Edebiyatı'ndan Ayrılığı


ve
Onu Terkibeden Başlıca Unsurlar

Yukarıdanberi verdiğimiz izahat, Aşık tarzı'nın, Osmanlı


İ mparatorluğu'ndaki şehirler'de teşekkül ettiğini anlatmıştır. Ga­
liba XVI, asırda inkişafa başlıyarak, XVII. asrın son yarısında
artık iyice teşekkül etmiş olan Aşık tarzı'nın, sonraki tekamül
safhalarını ve merkezden muhite, yani şehir ve kasabalardan
köylere ve göçebe aşiretler ara�ına doğru icra ettiği te'siri, ileriki
bölümlerde bütün teferrüatiyle göreceğiz. Burada şimdilik onun
tarihi teşekkülünü ve bu san <at şeklini vücfıde getiren başlıca
unsurların menşe' ve mahiyetlerini kısaca izah ederek, böylece,
Aşık tarzı'nın umtimi karakterlerini ve hakiki hüviyetini kav­
ramak imkanını hazırlamak istiyoruz.
Herşeyden önce şu ciheti tebarüz ettirmek lazımdır : Aşık
tarzı, birçoklarının ha.la zannettikleri gibi, bir halk san <atı değil­
dir ; doğrudan doğruya Jolklore -yani halkbilgisi- denilen disip­
lin'in tedkik sahasına giren anonim halk edebiyatı ile Aşık ede-
/biyatı'nı, mahiyetleri bakımından biribirinden ayırmak lazımdır.
Bu mes'eleler hakkında daha 1 9 1 4 - 1 9 1 5'de neşrettiğim muhtelif
1 80 SAZŞAİRLERİ, DÜN ve BUGÜN

yazılarda bu lüzumu gayet açık olarak gösterdiğim gibi 11, son­


raki yazılarımda da, fırsat düştükçe, bu ayırma lüzumu hak­
kında ısrar etmiştim 12• Bütün bunlara rağmen, bu mevzua ait
yazılan birçok yazılarda, Aşık edebiyatının mahiyetini iyice kav-

11 1 9 1 4 Nisan - Haziran'ında ikdam gazetesinde neşretmiş olduğum Saz­


şairleri adlı makaleler serisinde bunu izaha çalışmıştım. 1 9 1 5'de MilU Te­
tebbu'lar Mecmuası'nın ilk sayısında Medhal kısmı çıkan <Aşık Tarzı'nın Menşe'
ve Tekamülü Hakkında Bir Tecrübe adlı eserin ilk satırlarında şunları söyle­
miştim :
"Bizde halkıyyat denilen bilgi şubesinin şümul sahasına giren sözlü halk
edebiyatı ile edebiyat tarihi'nin başlıca mevzu-ı tedkikini teşkil eden klasik
yüksek sınıf edebiyatı arasında üçüncü bir mahsulat silsilesine tesadüf edi­
yoruz ki, <Aşık Edebiyatı adı altında büyük bir kitle teşkil ediyor. Şu son za­
manlara gelinceye kadar Türk memleketlerinin her tarafına, büyük şehir­
lerden ıssız köylere kadar her yerde halkın muhtelif tabakaları arasına soku­
lan, ihtişamlı kibar konaklarında olduğu gibi fakir kahvehanelerde de bir yer
bulan Aşıklar ve onların edebiyatı, eski Türk bedii hayatının -belki en dikka­
te değer olmasına rağmen- en az bilinen ve tedkikı hemen hemen imkansız
bir şubesi sayılabilir. Şimdiye kadar ya sözlü halk edebiyatı'na yahut yüksek
sınıf edebiyatı'na mülhak addedilerek husU.Siyeti ve istiklali bir türlü anla­
şılamıyan bu aşık edebiyatı'nı layıkıyle anlamak için, evvela tarihi menşe'lerine
kadar çıkmak, umumi Türk edebiyatının tarihi tekamülünde bu tarzın nasıl
doğup, ne gibi değişmelere uğradığını ve en nihayet nasıl belli bir şekil al­
dığını içtimai sebebleri ile izah etmek, edebi hayatın başka tezahürleriyle
bunun ne dereceye kadar alakalı olduğunu meydana çıkarmak icabeder."
(S. 5 - 6) . Bu yazımızın başka yerlerinde de, bu tarifi icabettiren içtimai
amiller ve Aşık edebiyatının hakiki mahiyeti hakkında çok sarih ve açık mü·
talealar vardır ki, �u kitabımızda da hemen hemen ayni esas fikirler tebarüz
ettirilmektedir.
12 Mesela 1 929'da Erzurumlu Emrah hakkında neşrettiğim küçük ki­
tabda, bu şair -daha doğrusu, umumiyetle Aşık edebiyatı'nın hakiki mahi­
yeti- hakkındaki yanlış fikirleri tenkid ederken şu satırları yazmıştım ki, bu
kitabımızda izah edilen esas fikirler de bundan başka birşey değildir :
"Lakin neticede şunu düşünmemiz lazımdır ki, Aşık atrzı, bilhassa xvııı.
asırdan sonra, divan edebiyatı ile halk edebiyatı ve tekke edebiyatı unsurla­
rının karışmasından hasıl olmuş muhtelit bir mahslıldür ; onun mümessille­
rinde de, tabii, bu unsurların hepsine tesadüf edeceğiz. Edebiyat tarihçisinin
vazifesi, her Aşık'ta bu muhtelif unsurların derecesini, mahiyetini, imtizaç
şeklini araştırmak ve meydana çıkarmaktır. Edebiyat tarihi, edebf"'""'jahsiyet'leri
izah ettiği zaman, umumiyet'lerin değil, hususiyet'lerin ifadesidir. Diğer ta­
raftan şunu da düşünmek lazımdır ki, Aşık edebiyatı halk edebiyatı unsurlarını
içine almakla ve esasında halk zevkme doğru temayülün bir ifadesi olmakla
SAZŞAİRLERİ, DÜN ve BUGÜN 181

rayamamak yüzünden, bunların biribirine karıştırıldığını 13 ve


hatta bazı muharrirler tarafından bana karşı haklı i <tirazlarda
bulunulduğunu görmekteyiz 14• Aşıklar ve Aşık tarzı hakkında yu­
karıda verilen ve onların 9ilhassa içinde inkişaf ettikleri içtimai
muhitleri gösteren umumi izahlar, bu noktayı layıkiyle aydın­
latmıştır sanıyorum. Büyük şehir ve kasabalardan uzak köylere
ve aşiretler arasına, büyüklerin ve zenginlerin saray ve konak­
larından tekkelere, kahvehanelere, asker kışlalarına, sınır kal <a-

beraber, "Türk ruhunun zevkıni, orijinalitesini saklayan ve halkın içinde ya­


şayan" bir halk edebiyatı değildir. Tabii, divan edebiyatı gibi bir zümre, fakat
divan edebiyatınınkinden daha geniş bir zümre edebiyatı'dır. Asker ocak­
larında, esnaf teşkilatı içinde, kahvehane, meyhane ve bozahanelerde, yani
şehir ve kasaba halkı arasında gelişen bu edebiyatta, klô.sik edebiyat'ın ve tekke
edebiyatı'nın büyük te'sirj olmuştur. XVI. asırda ve xvn. asır başlarında yetişen
sazşairlerinde, asıl halk edebiyatı unsurları daha kuvvetli idi ; fakat bu asrın
sonlarından başlıyarak, sonraki asırlarda bu unsur yavaş yavaş azalmış,
diğer unsurlar ise tabiatiyle çoğalmıştır" (Fuad Köprülü, Erzurumlu Emrah,
İstanbul 1 929, s. 7 - 8) .
1 1 Sazşairlerine ait yazılan yazılarda, neşredilen monografilerde, ede­
biyat tarihi hakkındaki eserlerde bu yanlış anlayışın eskidenberi devam edip
gittiğini görmekteyiz. Bu hususta misal getirmeğe lüzum yoktur ; çünkü bu
karışıklık, bu vuzuhsuzluk adeta umumidir.
1 4 Pertev Naili Boratav, 1 938'de insan Mecmuası'nda (Sayı 2, 3) çıkaiı
yazılarında (bu yazılar onun Folklor ve Edebiyat -İstanbul, 1 939- adlı ki­
tabında toplanmıştır) ; Ahmed Kudsi Tecer, 1 939'da Kalem Mecmuası'ndaki
bir makalesinde (Sayı- 1 3) bu karışıklık ve vuzuhsuzluk üzerinde durmuş­
lardır. Pertev Naili'nin burada Aşık edebiyatı ile tekke edebiyatı ve f�lklorik
halk edebiyatı arasında yaptığı ayırma, Aşık edebiyatının mahiyeti hakkında
verdiği malumat, sonra, zümre edebiyatları hakkında ileri sürdüğü bütün
fikirler, bizim yukarıda zikredilen makalelerimizde -daha yıllarca evvel- u­
zun uzun izah edilmiş şeylerdir. Edebiyat tarihi tedkiklerinde zümre edebiyat­
ları mefhumunu ise, önce Bilgi Mecmuası'ndaki (Teşrinievvel 1 329, sayı- ı )
Türk Edebiyatı Tarihinde Usal adlı makalemde ileri sürmüş v e sonra Milli Te­
tebbu' lar Mecmuası'nda (Sayı- ı ), Aşık edebiyat( hakkındaki yazımın ikinci
kısmında bu mes'ele üzerinde etraflı izahat vermiştim. Bu, Durk.heim sos­
yoloji mektebi'nin ana prensiplerinin edebiyat tarihi tedkiklerinde ilk def<a kul­
lanılmasıdır; çünkü, benim bildiğime göre, Avrupa'da da hiçbir edebiyat ta­
rihçisi benden önce bu zümre edebiyatları mes'elesine bu kadar sarih şekilde
temas etmemiş, bu sosyolojik görüş tarzı, edebiyat tarihi metodolojisine girme­
mişti. Pertev Naili, bu makalelerinde, Aşık edebiyatının mahiyeti hakkında o
zamana kadar hakim olan vuzuhsuzluğun adeta küçük bir tarihini yapmak
SAZŞAİRLERİ, DÜN ve BUGÜN

!arına kadar muhtelif içtimai muhitlere yayılan ve kendisine


dinletici zümreleri te'min eden Aşık edebiyatı ve musıktsi, yaptığı
bu içtimai vazifenin muhtelif cepheli olmasından da kolaylıkla
anlaşılabilir ki, türlü menşe'lerden gelme - yalnız edebt değil,
ayni zamanda müzikal - muhtelif san<at unsurlarının birleşip
kaynaşmasından vücude gelmiş, kendisine mahsus yeni karak­
ter'lere malik, yeni bir terkib'dir.

Aşık Tarzı'nda Eski Halk Edebiyatı Unsurları

Bu yeni terkib'i vücude getiren muhtelif unsurlar arasında


en başta, eski Türk h alk edebiyatı ve halk mfısıkisi unsurlarını
zikretmek icabeder. Bir def<a, Aşık tarzı'nda müzik'le şiir'in biri­
birini tamamlayıcı mahiyette devam etmesi, asıl halk edebiya­
tının - çok eski bir geçmişten gelen - değişmez bir karakterinin
devamını göstermek bakımından çok manalıdır.

istemiş ve benim MilU Tetebbu'lar Mecmuası'ndaki makalemden sadece bir


satır alarak "Aşık edebiyatının müstakil bir edebiyat olarak tedkiki lüzumunu
ileri sürdüğümü" söyledikten sonra, "bu vuzuhsuzluğun adeta bir teamül
halinde devam ettiğini" misallerle göstermiş ve nihayet, Aşık edebiyatının
mahiyeti hakkında birtakım mütalealar yürütmüştür. İlk kısmına "Aşık ede­
biyatı hakkındaki tedkiklerin tenkidli bir küçük tarihi" mahiyeti verilmek
istenen bu makalede, hiç olmazsa, benim bu hususta muhtelif yazılarımda
ileri sürdüğüm fikirlerin hulasaları gösterilmeli idi. Şimdiki şekli ile bu maka­
leyi okuyanlar, benim, bu mes'ele hakkında -Riza Tevfik'in vaktiyle tenkid
etmiş olduğum yanlış bir tarifinden sonra- yalnız bir satırlık umumi bir mü­
lahaza serdinden başka birşey yapmadığıma hükmedebilirler ; muharririn :
"Bu ilk tefrıklere rağmen bundan sonraki tedkiklerde halk edebiyatı ismi al­
tında hem folklor mahsülleri, hem de zümre edebiyatlarının ferdi mahsulleri
anlaşılmıştır" demesi de, okuyuculara ancak böyle bir fikir verebilir ; hal­
buki Pertev Naili'nin, makalesinin bu tenkid kısmını bitirdikten sonra yeni
bir tez mahiyetinde ileri sürdüğü esas fikirler, baştanbaşa, bizim -yukarıki
notlarda hulasalarını naklettiğimiz- fikirlerimizin tekrarından ibarettir. Öyle
anlaşılıyor ki, çok dalgın olan bu eski talebem, vaktiyle hocasının yazılarında
okuyup benimsediği bu fikirleri nereden edindiğini unutmuş ve onları doğ­
rudan doğruya kendisine ait zannetmiştir ! Herhangibir tenkid karşısında,
doğruluğu yahut yanlışlığı sadece bana ait olan bu fikirlerin mes'Uliyetini
taşımak ve onları müdafaa etmek bana düşer. İşte, sırf böyle bir mes'uliyeti
haksız yere eski talebemin omuzlarına yükletmemek için, burada bu küçük
izahı zart1ri gördüm.
SAZŞAİRLERİ, DÜN ve BUGÜN 1 83

Metrik bakımdan da Aşık tarzı'nda halk edebiyatının büyük


te'::,iri göze çarpar : Evvela hece vezni, bütün Türk şubelerinin
halk şiirlerinde olduğu gibi, Aşık şiirlerinde de hakimdir. Gerçi,
biraz aşağıda izah edeceğimiz gibi, xvn. asırda, bilhassa ikinci
yarısından başlıyarak, Aruz vezninin de Aşıklar tarafından kul­
lanıldığını biliyoruz ; fakat buna rağmen, klasik şairlerin parmak
hisabı diye tezyif ettikleri milli vezin daima hakimiyetini muha­
faza etmiştir. Kafiye hususunda da, Aşıklar, klasik şiir nazariyeci­
lerinin fikirlerine değil, eski halk edebiyatı an<anelerine uy­
muşlar, yarım kafiye (assonance) 'leri uygun görmüşlerdir. Nazım
şekillerinde yine ayni te'siri görüyoruz. Türkü, türkmanf, varsağı,
ezgi, deyiş, kayabaşı, üçleme gibi sırf müzik bakımından verilen ve
bazıları bu havaların etnik menşe'ini gösteren şekiller, sonra,
koşma, mani gibi diğer şekiller' hep bunu kuvvetlendirmektedir.
İleride bu şekillerden ayrı ayrı bahsederken, bu cihetleri gerek
edebi gerek tarihi bakımlardan etrafiyle izah edeceğiz. Şekle ve
manaya ait edebi san<atlar bakımından da, Aşık tarzı'nda yine
kuvvetli halk edebiyatı unsurlarını bulmaktayız : Aşık edebiya­
tı'nın alliteration, cinaslar, teşhis ve intak, münazara, atasözleri kul­
lanmak gibi birçok hususiyetleri, muhtelif Türk şubelerinin halk
edebiyatlarında eskidenberi vardır. Umumiyetle ifade tarzında,
birçok mecazlarda, lisan ve üslubta eski halk edebiyatından
gelen birtakım hususiyetleri, Aşık tarzı mahsullerinde açıkça
görmekteyiz.
XVI . asırda ve xvn. asrın ilk yarısında yetişen Aşıklar'da, bu
halk edebiyatı unsurlarının daha kuvvetli, daha göze çarpar ma­
hiyette olduğu muhakkaktır. Eski Oğuz kabileleri arasında, ls­
tamiyet'in kabulünden önce ve sonra gördüğümüz Ozan adlı saz­
şairi tipinin, yavaş yavaş, türlü türlü içtimai amillerin te'siri
altında nasıl değiştiğini ve o tipin yerine Şarki ve Garbi Ana­
dolu'nun büyük şehir ve kasabalarında Aşık tipinin yer aldığını,
sonraki bahislerde bütün tafsilatiyle göreceğiz. Bu bakımdan,
Aşık edebiyatı'nda eski Ozan'lara mahsus edebi an<anelerden
birçoğunun -tabii, muhitin ve zamanın icaplarına göre az veya
çok bazı değişikliklere uğramakla beraber- devam etmesi, iç­
timai bir zarurettir. Ancak, xvn. asrın son yarısında, bilhassa
Gevheri ve Aşık Ômer'den sonra, bu eski halk edebiyatı ve halk
SAZŞA1RLER1, DÜN ve BUGÜN

müziki unsurlarının zayıfladığını, azaldığını şimdi bahsedece­


ğimiz diğer unsurların -yani tekke edebiyatı ve klasik edebiyat
unsurlarının- ise kuvvetlendiğini göreceğiz.

'Aşık Tarzı'nda Tekke Edebiyatı Unsurları

Aşık tarzı'nı vücude getiren unsurlardan birkısmı da,


xm. - xvı. asırlar arasında Türk memleketlerinin her tarafında
büyük inkişaf gösteren tasavvuf tarikatlarına ait tekkelerdeki
-azçok populaire mahiyette- Türk edebiyatından geçmiş unsur­
lardır. Mensuplarını topladıkları içtimai muhitlere göre, bun­
lardan bazıları daha ziyade şehir ve kasaba tarikati olarak, ba­
zıları ise köy ve aşiret tarikati olarak tavsif olunabilir. Göçebe
Türkmenler arasında, bu tarikatlardan bazılarının -faaliyet
çevrelerinin maddi ve manevi şartlarına uymak mecburiyetiyle­
büyük değişiklikler gösterdikleri, mesela şehirlerde hükumetin
dini siyasetine uyarak ortodoks -yani sünni akidelerine uygun­
bir mahiyet gösterdikleri halde, aşiretler arasında tamamiyle
heteredoks - yani, Müslümanlık akidelerinden uzaklaşmış - bir
hüviyet alarak dini zümreler (sectes) teşkil eyledikleri malumdur.
Türkler'in dini tarihi'ne ait birçok yazılarımda etrafiyle izah etmiş
olduğum bu hadiseler hakkında burada en küçük bir istitrada
bile kalkışmıyacağım. Bilhassa A nadolu' nun, xrn. asırdan başlı­
yarak, xvıı. asır başlarına kadar çok mühim tarikat faaliyetle­
rine ve hareketlerine sahne olduğu ve Rumeli fütuhatından
sonra bu faaliyetlerin Balkanlar'a da yayıldığı bilinmektedir.
Tesevt, Hayderi, Kalenderi, Babai, Edhemi, Şemsi, Cami, Bektaşi gibi
daha çok heteredoks bir mahiyet gösteren tarikatlarla, Mevlevi,
lshakt, Kadiri, Halveti gibi tarikatlerin, Osmanlı İ mparatorlu­
ğu'nun her sahasında, her sınıf halk arasında tasavvuf akidelerini
yaymak hususunda büyük rolleri olmuştur. Propagandalarını
köy ve aşiret çevrelerinde daha fazla bir kuvvet ve başarı ile yayan
heteredoks tarikatlerde, daha xu. asırdan başlıyarak Türk dili ve
Hece vezni ile ve Türk halk edebiyatı örneklerine uygun bir şe­
kilde yeni bir şiir nev'i vücude gelmişti. Orta - A.rya'da Ahmed
Yesevi ile başlıyan bu tekke edebiyatı, xıu .- xıv. asırlarda A na­
dolu' da büyük bir inkişaf göstermiş ve bilhassa büyük muta-
SAZŞAİRLERİ, DÜN ve BUGÜN 1 85

savvıf şair Yunus Emre'den sonra kuvvetli bir manevi nüfüz ka­
zanarak, ortodoks tarikatlere mensup devriş - şairler tarafından o
tarzda şiirler yazılmıştır ; ma <mafih bu şiir tarzının en ziyade he­
teredoks tarikatler arasında inkişaf ettiğini ve bedii kıymet bakı­
mından en orijinal, en kuvvetli mümessillerini -Kaygusuz Ab­
dal, Hatayi, Pir Sultan Abdal gibi- Bektaşılar ve Kızılbaşlar
arasında bulduğu muhakkaktır.
Dil, vezin, nazım şekilleri ve hususiyetleri, ifade tarzı bakımla­
rından Türk halk edebiyatının birçok unsurlarını almış olan bu
tekke edebiyatı, ideoloji itibariyle doğrudan doğruya klasik lslam
kültürü'ne bağlıdır. Aşık Yunus'un sade bir dille ifade ettiği fi­
kirler, mesela Mevlana'ınn Farsça şiirlerindeki fikirlerden başka
birşey değildir : Her ikisi de, neo - platonisme (yeni eflatunculuk)
felsefesinin İ slam mutasavvıfları arasında doğurduğu pantheisme
idealiste meslekinin prensiplerine bağlı kalmışlardır. Bu fikirleri,
ya medrese'de İ slam felsefesini tahsil edenler, yahut, bir tasavvuf
tarikatine intisab ederek, yıllarca, tekke muhiti içinde dervişlik
yolunun erkan ve adabını öğrenenler layıkiyle anlıyabilirler.
İ şte, bu ikinci kısım insanlar arasında, ümmi oldukları halde,
tasavvuf felsefesinin bütün inceliklerini öğrenmiş olanlar pek
çoktu. Her tarikat mensupları, kendi mesleklerinin propagan­
dasını mümkün olduğu kadar geniş bir nisbette yapmak için,
imkan derecesinde sade bir dille ve halk edebiyatı an<anelerine
uygun eserler yazıyorlardı. Her tarikatin edebi mahsulleri, ken­
dilerine mahsus erkan ve adabı ve kendi velilerinin menkabe­
lerini terennüm eden hususi birer propaganda vasıtası idi ; fa­
kat, ister ortodoks, ister heteredoks bütün tarikatlerin birtakım müş­
terek ve umumi felsefi - ahlaki prensipleri, evliya menkabelerine
ait müşterek an<aneleri vardı ki, işte bu müşterek telô.kktler, şehir­
lerden köylere ve aşiretlere kadar memleketin bütün çevrelerinde
her türlü tasavvuf propagandalarını kolaylıkla karşılıyacak psi­
kolojik bir vaz<iyet yaratmakta idi. Bütün bu amillerin te'siri
altında, muhtelif halk tabakaları arasına yayılmış olan tekke ede­
biyatının bu populaire mahsullerinden başka, bir de aruz ile ve
klasik şiir kaidelerine uygun olarak vücude getirilmiş yüksek
sınıfa mahsus birkısım tekke edebiyatı mahsulleri daha varsa
da, bunun mevzuumuzla yakın bir alakası yoktur.
1 86 SAZŞA1RLER1, DÜN ve BUGÜN

İşte, mahiyetini ve tekamülü üzerinde müessir olan içtimai


şartları en umumi tarzda hulasaya çalıştığımız bu tekke edebi­
yatı 'ndan geçen muhtelif unsurlar, Aşık tarzı'nın teşekkülü üze­
rinde amil olmuştur : Mesela, xvı. asırdan sonra sazşairleri için
artık umumiyetle Aşık kelimesinin kullanılması ve eski Oğuz
şair - çalgıcılarına verilen ozan tabirinin ancak tezyif ve tehzil
ifade etmesi, tekke edebiyatının te'siri altında olmuştur : Çünkü
mutasavvıf şairler, daha xm. asırdanberi, kendilerini diğer şair­
lerden ayırmak ve bu suretle ilham kaynaklarının kudsi ve ilahi
mahiyetini göstermek için Aşık ünvanını kullanıyorlar, beşeri ve
dünyevi ihtirasları terennüm edenlere verilen şair ünvanını ka­
bul etmiyorlardı. Türkçe yazan tekke şairlerinin kendi manzu­
melerine şiir demiyerek ilahf, nefes adını vermeleri de, hep bu dü­
şüncenin mahsulüdür. XVI .-XVII. asırlarda, maddi ve manevi
kültür seviyesi yükselmiş, tekkelerin yaydığı tasavvuf havasıyle
dolmuş büyük şehirlerde yetişen sazşairleri, iptidai köy ve aşiret
çevrelerinde yetişen eski seleflerinin taşıdığı ozan adını elbette
kabul edemezlerdi ; binaenaleyh, kendilerine yabancı saymadık­
ları mutasavvıf şairler arasında zaten kullanılmakta olan Aşık
ünvanını kullanmağa başladılar. Esasen bu sazşairleri, o devrin
umumi modasından ayrılamıyarak, mutlaka birer tarikate
mensup bulunuyorlardı. Bilhassa askeri sınıflar arasından ye­
tişen Aşıklar, umumiyetle Bektaşı idiler. XVI .-XV II. asırlarda
Bektaşılık'ın ve Bektaşı tekkelerinin bütün İ mparatorluk mem­
leketlerinde, büyük askeri ve ıktisadi merkezlerden ıssız dağ
başlarına kadar nasıl kuvvetle yayıldığını düşünürsek, bunu daha
iyi anlarız. Bu asırlarda birtakım Aşıklar'ın isimlerinin başında
kul lakabını kullanmaları da (mesela Kul Mehmed gibi ) , yine
tasavvuf ve bilhassa Bektaşılık te'siriyledir : Çünkü Tesevf, .Nakş­
bendf ve Bektaşı şairlerinin ekseriyetle bu kul lakabını kullandık­
larını biliyoruz. Aşık tarzı'nın tekke edebiyatından aldığı un­
surlar, en ziyade tasavvuf felsefesine ve ahlakına ait birtakım
umumi tekakkiıerle, Hallac-ı Mansur ve Nesimi gibi facialı akı­
betleri umumi muhayyele üzerinde derin izler bırakmış, büyük
velilere ait menkabelerden ibaret gibidir ; ma'mafih klasik şiir
üzerinde tasavvuf te'siri nasıl sathi kalmışsa, Aşık tarzı üzerinde
tekke edebiyatı te'siri de çok dışta, zayıf bir boya mahiyetinde
SAZŞAİRLERİ, DÜN ve BUGÜN

kalmış, onun asıl ruhuna girememiş, la-dini (prqfane) mahiyetini


bozamamış, hayatın her günkü hadiselerine karşı olan derin ve
samimi alakasını kesmemiştir.

«Aşık Tarzı'nda Klasik Edebiyat Unsurları

Aşık tarzı'nın teşekkül ettiği xvı.- xvıı. asırlar, Türk klasik


edebiyatının en yüksek inkişaf derecesine vardığı, asırlarca örnek
olarak kullandığı İ ran edebiyatı'na karşı beraberlik ve hatta
üstünlük davasına kalkacak kadar şuurlandığı bir devirdir. İ m­
paratorluk'un büyük merkezlerinde, şehir ve kasabalarında,
yalnız yüksek sınıf değil, orta halk tabakaları bile bu edebiyatın
birtakım mahst1llerine yabancı kalmıyorlardı : Daha xm. - xv.
asırlar arasında bu edebiyatın az-çok populaire mahiyette manzt1m
eserleriyle -mesela Aşık Paşa'nın Garib-Name'si, Süleyman Çe­
lebi'nin Mevlid'i, Yazıcı Oğlu'nun Muhammed(Jıe'si gibi-, birçok
tanınmış şairlerin, nisbeten sade, hatta terkibsiz bir dille yazdık­
ları gazeller ve murabba<larla istinas etmiş, umumi toplantı­
larda onları dinlemeğe alışmış olan şehir halkı, hele sonraki
asırlarda, bu edebiyata hiç yabancı değildi. Meddah 'lar, kıssa­
h"'an'lar, şehnameci 'ler, umumi yerlerde İ slam tarihi'nin ve İ ran
destanı'nın kahramanlarına ait hikayeler ve şiirler okuyorlar,
klasik mılsıkf kaidelerine göre bestelenen gazel ve murabba<lar
eğlence meclislerinde, düğünlerde, toplantılarda terennüm olu­
nuyor, şehir ve kasaba halkının dillerinde dolaşıyordu. Vesys-ü­
Ramln, Varka ve Gülşah ve bilhassa Leyla ve Mecnun, Ferhad ve
Şlrln gibi İ ran fbmanları, şehirlerde halk arasında pek yayıl­
mıştı. Klasik İ Slam kültürünün ve klasik edebiyatın büyük Os­
manlı merkezlerindeki bu kuvvetli tezahürleri, ayni içtimai ve
edebi muhitlerin yarattığı Aşık tarzı üzerinde şüphesiz te'sirli
olacak, ona birçok unsurlar verecekti.
Hakikaten, Aşık taızı'nın ilk teşekküle başladığı xvı. asır
sonlarından beri, gerek dış unsurlar, yani vezin ve şekil bakımından
ve gerek iç unsurlar, yani mefhumlar, mecaz/ar, dil, üslub bakı­
mından, bu klasik şiir te'sirinin daima daha kuvvetlenerek ken­
dini gösterdiğini ve xıx. asrın ikinci yarısından evvel bunun
1 88 SAZŞAİRLERİ, DÜN ve BUGÜN

artık son haddine geldiğini açıkça görüyoruz. Aruz vezninin


hece veznine çok yaklaşan ve kullanılması nisbeten kolay olan
-mesela fa<ilatün Ja<ilatün Ja<ilatün Ja<ilün, yahud, meja<llün meja<[_
lün mefôHlün meja<llün, veya mej<ulü meja<llü meja<llü ja<ulün gibi -
cüzleri, xvn . - xıx. asır Aşıkları tarafından sık sık kullanılmıştır.
Klasik nazım şekillerinden gazel, murabba<, müstezad, muhammes
(beşlik) , müseddes (atlılık) ve bilhassa bunlardan ilk ikisi Aşıklar
arasında büyük bir rağbet buldu. Gazel'lerin eskidenberi beste­
lenerek klasik mfısıki fasıllarında terennüm edilmesi, bu şeklin
Aşık tarzı'na girmesinde amil olmuştur. Murabba<lara gelince,
bunlar, hece vezninin -bestelerine göre türkü, türkmani, v. s. gibi
türlü adlar alan- dörtlük'lerinin te'siri altında, daha xıv. asır­
danberi Klasik Türk şiirinde büyük bir yer tutmuştu ve beste­
lenmeğe mahsus manzumeler hemen umumiyetle bu şekilde ya­
zılıyordu ; xıv .- xvı. asır metinlerinde murabba< bağlamak tabirinin
daima "türkü bestelemek" manasında kullanılması bunu açıkça
gösterebilir. Bu asırlardaki şairlerin gazel ve murabba<larında kabil
olduğu kadar sade bir dil kullanmaları da, bunların, "beste­
lenip halk arasında terennüm edilmek" maksadiyle yazıldığını
anlatan bir işarettir. Görülüyor ki, Aşık tarzı'na geçen klasik
şiir unsurları, Klasik şiirin esasen "geniş halk kitlesine en yakın
bulunan, umumi zevkı en fazla okşayan" unsurlarıdır.
Sazşairleri, ayrıca, klasik şairler arasında bilhassa xv. asırdan
sonra çok yayılan ebced hisabı ile tarih düşürmek an<anesini de al­
mışlarsa da, bu, Aşıklar arasında o kadar yayılmamış, dar bir
dairede kalmıştır. Buna karşılık xvı. asır klasik Türk şairleri
arasında çok büyük bir rağbet kazanmış olan ve o devir edebi
bilgileri arasında hususi bir yer tutan muamma ve lugaz, sonraki
asırlarda Aşıklar arasında çok yayıldı ; bilhassa xıx. asırda - hat­
ta, büyük bir ihtimalle xvm. asırda da - Aşık fasıllarında mu­
<amma asmak, şaşmaz bir kaide halinde yerleşmiştir. Ancak, klasik
şiirde biribirinden tamamiyle ayrı olan bu iki san<at, mu<amma ve
lugaz, Aşık şiirinde biribirinden ayrılmamış ve biribiriyle karışık
olarak mu<amma ismi altında devam etmiştir. Bütün mi1letler
gibi Türkler arasında da halk kitlesi içinde daima mevcut olan
bilmece ve karşılıklı bilmece söyleşmek an<anesi, klasik edebiyatta
bu san<atların meydana gelmesinde nasıl te'sirli olmuşsa, bun-
SAZŞAİRLERİ, DÜN ve BUGÜN ı 8g

ların sonradan Aşık tarzı'na geçmesinde de ayni suretle amil ol­


muştur.
Klasik edebiyatın Aşık tarzı üzerindeki te'siri, yalnız ona
bazı yeni dış unsurlar vermekten ibaret kalmadı : Bu tarzı teşkil
eden iç unsurlardan büyük bfrkısmının da yine ktasik edehiyat'tan
geçtiğini açıkça görüyoruz. Diğer bir ifade ile, klasik edebiyat
unsurlarının yalnız şekil (la forme) de değil, esas (le fond) da da
kuvvetle kendini hissettirdiğini söyliyebiliriz. Klasik edebiyatta
hakim olan ideolqji, Aşık tarzı'nda da , xvn. asırdan xx. asra kadar
gittikçe artmak suretiyle, büyük bir mikyasta hakim olmuştur.
A.şıklar'ın yalnız aruz ile yazdıkları şii.rlerde değil, hece vezni ile
yazdıkları manzumelerde bile, klasik edebiyattan geçen basma
kalıp mecazlara, muayyen mefhumlara, İslam tarihinden ve
İran mitolojisinden gelen kahramanlara ve Ugendaire yahut myth­
ique motiflere sık sık tesadüf olunmaktadır.
Aşıklar'ın edebi terbiyelerine, çevrelerine, zamanlarına,
ruhi temayüllerine göre, bu klasik edebiyat unsurlarının nisbeti
azalır veya çoğalır ; fakat Aşık tarzı'nın umumi tekamülünü göz­
önüne alırsak, bu unsurların gittikçe arttığını görürüz. Fuzuli'nin
çok kuvvetli te'siri altında kalan Gevheri ve Aşık Ömer'den
sonra, xvm.- xıx. asırlarda şehir muhitlerinde yetişen Aşıklar ve
bilhassa xıx. asrın büyük sazşairleri, klasik edebiyatın manevi
çekiciliği altında, bu unsurların devamlı olarak artmasına sebep
olmuşlardır. Klasik şiirde Nedim, Enderunlu Fazıl, Vasıf gibi
mühim mümessiller bulan mahallileşme cereyanının kuvvet­
lenmesine ve büyük şehirler halkı arasında az-çok yayılmasına
karşılık, Aşık tarzı da eski halk edebiyatı unsurlarını atmak ve
klasik şiir unsurlarını çoğaltmak suretiyle, ona yaklaşmağa ça­
lışıyordu.
Aşağıda ayrı ayrı izah edilecek olan bu mes'eleler hakkında
burada fazla tafsilata girişmek istemiyoruz. Yalnız kısaca şu ci­
heti tebarüz ettirelim ki, klasik edehiyat'tan Aşık tarzı 'na geçen
unsurlar, bu yeni terkib içinde bozuk, mütereddi bir şekil almış
ve çoğaldıkça, eski halk edebiyatı unsurlarını atmak suretiyle
onun tabiiliğini (sporıtaneitl) , lirizmini, mücerred (concret) tasvir­
lerini, bir kelime ile canlı ve orijinal taraflannı gittikçe bozmuş ,
azaltmış, klasik şiirin conceptualisme'ini Aşık tarzı'na da sokarak,
1 90 SAZŞAİRLERİ, DÜN ve BUGÜN

onu da belli kalıplara ve belli mefhumlara bağlı belli örneklerin


taklidi ile meşğul, kemikleşmiş ve cansız bir san<at haline getir­
mek sfıretiyle gerilemeye uğratmıştır. Aşağıda bu soysuzlaş­
manın içtimai sebepleri, Aşık tarzı'nın tarihi tekamülü içinde
daha açık olarak gösterilecek ve bu san<atın bilhassa xıx. asırda
büyük merkezlerdeki sem<i<i kahveleri'nde aldığı so_}'suzlaşmış şekil,
tafsilatiyle anlatılacaktır.

Mahd12t Bir Zümre Edebiyatı Değil, Muhtelif


Zümreler Arasında Müşterek Bir Edebiyat
Mahiyetinde Olan «Aşık Tarzı

Şimdiye kadar verilen umumi bilgiler açıkça göstermiştir


ki, Aşık tarzı, yalnız bir içtimai sınıfa veya bir dini taifeye ait
hususi bir zümre edebiyatı değil, biribirinden farklı muhtelif
çevrelere, hayat ve geçim şartları ayrı muhtelif gruplara, muh­
telif tarikat ve meslek mensuplarına, fikir ve zevk seviyeleri biri ­
birinden çok farklı insanlara hitabeden muhtelif zümreler ara­
sında müşterek bir edebiyattır. A�ıl inkişafını büyük şehir ve
kasabaların küçük burjuvazi denilen orta sınıfı arasında göster­
mekle beraber, köylere ve aşiretler arasına kadar yayılan bu
edebiyatın, asıl halk edebiyatı ile yüksek sınıfa mahsus ktasik ede­
biyat arasında mutavassıt bir mahiyet almasının sebeplerini ve
bunu vücude getiren muhtelif edebi ve ideolojik unsurları yu­
karıda izah etmiştik.
Ortaçağ İslam medeniyeti'nin ve İmparatorluk devrindeki
Osmanlı kültürü'nün mahsulü olan Aşık tarzı, xvı. asır sonla­
rından başlıyarak xvm. asır başlarına kadar, muhtelif menşe'­
lerden gelen muhtelif edebi ve fikri unsurların kaynaşmasından
hasıl olmuş yeni bir terkib idi. xv ııı. asırdan xıx. asrın ikinci
yarısına kadar geçirdiği edebi tekamülü, şematik bir tarzda izah
için, eski halk edebiyatı unsurlarının yerini gittikçe klasik şiir un­
surlarının - bozulmuş, tereddiye uğramış bir şekilde - almış
olduğunu söyliyebiliriz.
İlk safhalarında halk edebiyatı unsurlarını daha açık bir
şekilde gösterdiği halde, sonraları bu hüviyetini kaybederek,
klasik edebiyatın çok fena bir taklidi mahiyetini alan bu küçük
SAZŞAİRLERİ, DÜN ve BUGÜN ıgı

burjuvazi edebiyatı, tıpkı klasik edebiyat gibi tekke'ye, medrese'ye,


daha açık bir ifade ile Ortaçağ İ slam ideolojisi'ni yaşatan eski
müesseselere dayanıyordu. Eski bir ıktisadi ve içtimai nizamın
yarattığı bu müe�seseler, temsil ettikleri Ortaçağ ideolojisiyle
beraber, Tanzimat'tan sonra hayat kabiliyetlerini yavaş yavaş
kaybetmeğe başlıyarak, içtimai atalet kanununun te'siriyle, sa­
dece bir kalıntı (survivance) halinde Cumhuriyet devrinin son
inkılablarma kadar sürüklendiler. İ şte xıx. asrın ikinci yarısında,
Aşık tarzı dediğimiz edebiyat da, klasik edebiyatla beraber, ce­
miyet yapısının bu devamlı değişmeleriyle ahenkli olarak, geri­
lemeğe, soysuzlaşmağa başladı ; Sultan Abdüi<aziz zamanında,
Bektaşı tekkelerinın yeniden açılmasını da intaç eden kısa bir ir­
tica< devresinde geçici bir inkişaf göstermeğe çalıştıysa da, içtimai
ve ıktisadi zaruretlerle devamlı olarak değişen içtimai bünye,
ölüme mahkum olan eski ideolojinin ve onun yarattığı eski
san(at şekillerinin dirilmesine imkan bırakmıyordu. Büyük mer­
kezlerde Aşık kahveleri'nin yerini tutmağa çalışan sema<t kahveleri,
esasen bozulmuş, soysuzlaşmış ve eski müşterek mahiyetini kay­
bederek, dar bir zümre edebiyatı karakterini almağa yüz tutmuş
olan Aşık tarzı' nın mukadder akıbetine mani< olamadı ve üç­
buçuk asır kadar süren bir hayattan sonra, eski klasik şiir ve
tekke şiiri gibi, Işık tarzı dediğimiz - kendi nev<inde adeta kla­
..

sikleşmiş olan - bu Ortaçağ edebiyatı da ihtişamlı Osmanlı


İ mparatorluğu'nun sair müesseseleriyle beraber, geçmiş'e karıştı.

<.Aşık Tarı:.ı'nın Tarihi ve Bedi<t Kıymeti

Ne gibi amillerin te'siri altında nasıl teşekkül ettiğini, u­


mumi karakterlerini, tarihi tekamülünün ana hatlarını, eski Os­
manlı cemiyetinin içtimai şartları dairesinde izah ettiğimiz Aşık
tarzı, bugün artık geçmişe karışmış olmakla beraber, bize bırak­
tığı oldukça zengin mahsfıller, edebi servetimizin mühim bir
parçasını teşkil etmektedir. Bu bakımdan, Osmanlı Türkleri'nin
manevi kültür tarihini tedkik ederken, Osmanlı Türk edebiya­
tının bu hususi şubesini asla ihmal etmemek, sade edebt tarih değil,
iftimat tarih araştırmalarının bütünlüğü için de, bir zarurettir.
SAZŞAİRLERİ, DÜN ve BUGÜN

Dört asra yakın, Osmanlı İmparatorluğu'nun. geniş mem­


leketlerinde muhtelif halk tabakaları arasında yaşayan, saray­
larda, vezir dairelerinde, asker ocaklarında, sınır kal <alarmda,
kahvehane ve bozahanelerde, panayırlarda, köylerde ve göçe­
beler arasında zevk ve heyecanla dinlenen bu edebiyat, biri­
birinden çok farklı menşe'lerden gelen muhtelif unsurlardan te­
rekküp eden muhtelif ve çeşitli mahiyetiyle, İmparatorluk'un
ayni mahiyetteki içtimai yapısını ve manevi havasını, bü­
yük bir kuvvetle aksettirmektedir : Büyük tarihi hadiseler kar­
şısında halk kitlesinin birdenbire coşup kabaran sevinçlerini veya
ümidsizliklerini, büyük şahsiyetler hakkındaki sevgilerini veya
nefretleı ini terennüm ve o hadiseleri safvetle hikaye eden bir­
takım destanlar ve türküler vardır ki, dar manasıyle tarihi bir ve­
sika mahiyetini gösterir ; fakat yalnız bunlar değil, bu edebi­
yatın bütün mahsulleri, İmparatorluk halkının muhtelif devir­
lerinde, muhtelif içtimai sınıfların psikolojilerini doğrudan doğ­
ruya bize anlatan canlı şahidlerdir. Bunlar sair tarihi vesikalar
kabilinden, sadece "geçmiş bir hayatın izleri" sayılamaz. Bil­
<akis bütün san<at eserleri gibi, bizi eski Osmanlı cemiyetinin
zevkleri, heyecanları, ihtirasları, düşünceleriyle karşı karşıya
getiren, bizim de o manevi hava içinde yaşamamıza imkan
veren hayat parçalarıdır. Eski Osmanlı cemiyetinin muhtelif
içtimai sınıfları arasındaki benzeyiş ve ayrılış noktalarını ve
bunun sebeplerini, onların biribirleriyle münasebet ve alakala­
rını, hayat dinamizminin bu muhtelif tabakalar arasında ya­
rattığı karşılıklı hulul ve nüfüzları, hulasa, edebiyat, hatta daha
geniş bir ifade ile manevi kültür tarihimizin birçok esaslı mes'ele­
lerini, ancak bu Aşık tarzı'nın sağlam usullerle tedkikı sayesinde
öğrenmek mümkün olacaktır. Yalnız edebiyat tarihi değil, e­
debi sosyolqji bakımından da, klasik edebiyat mahsullerinden
çok daha geniş bir çevreye yayılmış olan bu Aşık edebiyatı'nın
büyük bir ehemmiyeti vardır ve ancak bunun bilinmesi saye­
sindedir ki, klasik edebiyat'ın tarihini - içinde doğduğu geniş
ve şamil iftimai muhit çerçevesi içinde - bugünkü tarih telak­
kilerine uygun olarak tedkik imkanı elde edilecektir.
Sırf edebi - yani bedii - bakımdan da, Aşık edebiyatı
mahsullerinin kıymeti küçük görülmemelidir. Hakim karakter-
SAZŞAİRLERİ, DÜN ve BUGÜN 1 93

leri itibariyle, daha çok küçük burjuvazi çevresinde inkişaf ettiği


pek açık olan bu edebiyatın hakiki mahiyetini anlamıyarak, bunu
folklorik bir manada asıl Türk halk edebiyatı sanan bazı yazı­
cılar, bunları "Türk milli zevkınin, yabancı te'sirler altında kal­
mamış saf ve orijinal mahsulleri" olarak tasavvur ediyorlar.
XVIII. asır Alman nazariyecilerinin xıx. asırda milli destan­
ların tedkikinde büyük bir ehemmiyet kazanan romantik telakki­
lerinden mülhem bu yanlış düşünce, tamamiyle bir tarafa bıra­
kılmalıdır. Herder'in halk türküsü hakkındaki mütalealarından­
beri bu hususta hala devam eden münakaşaları, milli destanların
ne bakımdan müşterek ve ne bakımdan ferdi mahiyette olduğu
hakkında daima tazelenen türlü görüş tarzlarını burada tekrar­
lamağa lüzum yoktur. Yukandanberi verdiğimiz kısa ve toplu
izahat, Aşık tarzı mahsullerinin hakiki mahiyetini göstermiştir
sanıyorum ; fakat, tekamülünün ilk safhalarında daha büyük
nisbette halk edebiyatı unsurlarını içine alan, köy ve aşiret
çevrelerinde ise bu hususiyetleri oldukça uzun bir müddet sak­
lıyan bu edebiyat, sonraları başka unsurlarla fazla karışmış ol­
makla beı aber, bilhassa ilk devirlerde, bedii bakımdan, kendine
mahsus bir hüviyet göstermektedir ; ma <mafih Aşık tarzı'nın daha
sonraki mahsulleri arasında bile, orijinal ve canlı eserler büs­
bü tün yok değildir : Antoloji cildlerinde, muhtelif devirlere
mensup büyük sazşairlerinin edebi şahsiyetlerinden ve bu hu­
susta müessir olan edebi amillerden bahsettiğimiz sırada, buna
dair etraflı izahata girişmiştik. İleride ayrıca göreceğimiz gibi,
Türk cemiyetinde nasyonalizm cereyanının kuvvetlenmesinden
sonra, yeni Türk şiiri üzerinde türlü şekillerde te'sirli olan, bir­
çok mahsulleri hala büyük biı okuyucu ve dinleyici kitlesi ara­
sında zevk ve heyecan uyandıran Aşık edebiyatı, bedii bakımdan
da milli edebiyat servetimizin mühim birkısmını teşkil etmekte ve
her suretle sistematik ve ilmi bir tedkika layık bulunmaktadır.
Hissi ve mübalegalı bir romantizm'e asla kapılmadan, tama­
miyle ma<kul ve i<tidalli bir düşünce ile hareket ettiğimiz takdirde
de, bunu kuvvet ve kat<iyyetle söyliyebiliriz.

Edeb!-vat Araştırmaları - X/II.


VI I .
TÜRK EDEBİYA TI' NDA
<AŞI K TARZI' NIN MENŞE' ve TEKAMÜLÜ
HAKKI NDA BİR TECRÜBE

GİRİŞ
'AŞIK EDEBİYATI HAKKINDAKİ TELAKKI

Bizde, Halk Bilgisi denilen bilgi şubesine giren sözlü halk


edebiyatıyle, edebiyat tarihinin başlıca tedkik mevzuunu teşkil
eden klasik münevver sınıf edebiyatı arasında üçüncü bir zümre­
edebiyatına tesadüf ediyoruz ki 'Aşık Edebiyatı manalı ismi
altında büyük bir kitle teşkil ediyor. Şu son zamanlara gelince­
ye kadar Türk memleketlerinin her tarafına, büyük şehirlerden
ıssız köylere kadar her yere ve halkın muhtelif tabakaları ara­
sına sokulan, ihtişamlı zengin konaklarında olduğu gibi, fakir
kahvehanelerde de rağbet gören 'Aşıklar ve onların edebiyatı,
eski Türk bedii hayatının - belki en dikkate değer olmasına
rağmen- en meçhul ve tedkiki hemen hemen güç bir şubesi
sayılabilir. Şimdiye kadar ya sözlü halk edebiyatına, yahut
münevver zümre edebiyatına bağlı sayılarak, hususiyet ve istik­
lali bir türlü anlaşılamayan bu Aşık Edebiyatı'nı layıkıyle anlamak
için, önce tarihi menşe'lerine kadar çıkmak, umumiyetle Türk
edebiyatının tarihi gelişmesinde bu tarzın nasıl doğup ne gibi
değişmelere uğradığını sebepleriyle izah etmek, edebi hayatın
diğer tezahürleri ile bunun ne dereceye kadar alakadar olduğunu
meydana çıkarmak icabeder ; halbuki Türk edebiyatıyle uğra­
şanlar pek iyi bilirler ki, bu mes'eleler hakkında şimdiye kadar
Şark ve Garb'te hiçbir tedkik yapılmamış, hatta, böyle bir
tedkikin yapılabileceği dahi hatıra gelmemiştir ; çünkü, aşağıda
1 96 'AŞIK TARZI'NIN MENŞE' ve TEKAMÜLtJ

izah edildiği gibi, bizim klasik tarih ve teracim kitaplarınmızda,


tezkirelerimizde, mecmualarımızda bu mes'eleye dair hemen
hiçbir şey olmadığı gibi, pek ma<ruf birkaç Divan'dan başka
sazşairleri edebiyatının bütün eserleri hususi ellerde, hafızalarda,
yahut bazı nadir mecmualarda bulunmaktadır. Aşık tarzı hak­
kında ilmi bir terkip yapabilimek için bunları dikkatle toplamak,
tasnif ve tertip etmek, bu edebiyatın şekle ve lisana ait başka
hususiyetlerini ve içtimai hayat ile bağlarını göstermek lazımdı.
Aşıklar'ın dağınık eserlerini toplamak için hususi ve umumi
kütüphanelerde yapılan tedkiklerden başka, bu hususta en ufak
bir malumat bulabilmek için tarihi ve edebi birçok ciltleri,
mecmuaları, Divan ve münşeatları, tezkireleri, sırf bu görüş nok­
tasından çok dikkat ve ehemmiyetle aramak icabetti. Birçok
def<alar, sekiz-on ciltdin tedkikinden, hatta sekiz satırlık malumat
bile elde edilemediği halde, muayyen menba<ların yokluğundan
dolayı, ister istemez bu zahmetlere katlanıldı. Kezalik, Aşık
Edebiyatı'nın nasıl bir zümrenin zevkıni aksettirdiğini anlatmak
için, eski hayatı, eski eğleneceleri ayrı ayrı kaynaklara müracaat
ederek canlandırma ve yaşatma güçlüğü ihtiyar olundu. İşte,
mevzuun yeniliği, vesikaların yokluğu, üzerinde tedkikat yapılan
sahanın mechuliyeti, hulasa, en doğru bir tabir ile, bu eserin
yoktan vücude geldiği düşünülecek olursa, noksan ve yanlış­
larının çokluğundan dolayı müellifin mazur tutulması lüzumu
ister istemez teslim edilir. Türk edebiyatının başlangıcı ve umumi
gelişmesi hakkındaki faraziyemizi kısmen enzar-ı tenkide arze­
den bu değersiz kalem tercübesini, sırf bu mazerete dayanarak,
neşretmek cesaretini buluyoruz.

<Aşık Edebiyatı hakkında eski tarih ve tezkirelerde hemen


hiçbir şeye tesadüf edilemiyeceğini yazmıştık ; eski mütefekkir
ve müverrihlerimizin sazşairleri hakkında nasıl bir telakki
beslediklerini izah edecek olursak, iddiamız kendiliğinden aydın­
lanacaktır : Uzun asırlar İ ran'ın fikir ve zevk bakımından te'sir­
lerinden kurtulamayan eski Türk muharrir ve şairleri, aldıkları
terbiye icablarından olarak, edebiyat mefhumu hakkında çok dar
bir telakkiye maliktirler : Onlar -pek tabii olarak- edebiyatın
'AŞIK TARZI 'NIN MENŞE' ve TEKAMÜLÜ 1 97

ne içtimai kıymetini, ne de bedi i mahiyetini anlayabiliyordular.


Bedi i terbiyelerini C a m i ve N i z a m i'nin eserlerinden alan o
adamlar için, İran nümfmelerine göre tanzim edilmemiş hiçbir
eser, şair V e h b i'nin tarifince ahsen-i veçh-i şebehi bilmeyenlerin
sırf ilham sevkıyle yazdıkları hiçbir şey edebiyat dairesine
giremezdi. San<atkar, eserini vücfıde getirirken halkın zevkıni,
rağbetini, temayülünü düşünmeye hiç muhtaç değildi; halkın
ekseriyeti kesif bir cehalet içinde, Arap ve Acem te>sirlerinden
pek az mütessir yaşıyor ve sırf kendi zevkıne uygun gelen
milli ve ibtidai eserlerle bedii ihtiyacını tatmin ediyordu ;
halbuki, ale<l-usfıl takibedilen uzun ve sıkıcı bir medrese tahsil
ve terbiyesi neticesinde <A t t a r'ı, S a d i'yi, H a fı z'ı, M e v l a n a'yı
uzun ve ruhsuz şerhlerinden okuyarak koyu bir Acem maneviyeti
iktisabeden san<atkarlar, içinden çıktıkları halk kitlesine küçüm­
seyerek bakıyor ve o cahilleri her fırsatta cahil Türk, deni Türk
gibi sıfatlarla tezlilden haz duyuyorlardı ; Türk' e, Hak, çeşme-i
irfanı haram etmiştir * Eylese her ne kadar söz[erinl sihr-i helal diyen
N e f< i, Cahilim, Türk-i merkeb -etvarım * Har-i ta-yufham-i 'alej­
hwarım i<tirafında bulunan V a h i d M a h t fı m i , Türk ehlinin
ey hwace biraz başı kabadır iddiasında bulunan B a k i, hep Türk'dü­
ler ; halbuki Usul-i gülşen-i envar'ında, İmamın birl azıtır lzinl *
Alır bir yaban Türk'ünün kizıni nezaketsizliğinde bulunan Arnavud
Y a hya B e y, Arnavudlar'ın şeref ve fazileti hakkında sahifeler
dolduracak kadar milli ruha sahih idi l. o devirlerin siyasi

1 Genc{ne-i Raz'da, Arnavud aslı olubtur aslım * Kılıf._.,lli dirilir her


neslim * N ' ola ol tiiife-l şir-efken * Kılsa şahin gibi taşlıkta vatan mısra•ları ile
başlayan bu medhiye çok dikkate şayandır. Yahya Bey diğer bir mesnevi­
sinde, Arnavud'un hô.sları, yeğler{ * Nesl-i kadimim Dukiikin beyleri fahriyesini
söyler. Kezalik xvı. asır şairlerinden Arnavud Pirizerin'li M ü ' m i n, Rüstem
Paşa namına İslatniyet'in beş şartını nazmetmekle beraber, "Ceddim kefere
içinde meşhur ve tevarih-i keferede Safur demekle masturdur,, diye Şahname
bahrinde büyük bir Safurname yazmaktan geri durmamıştır ( <Aşık Çeleb i Tezki-
resi, v. 1 84a) . Lehçe-i Osman f sahibi V e fi k P a ş a, hakaret maksadı ile kullanılan
"Türk'e şehir içi zindan gelir,, , yahut "Türk'e beylik vermişler, evvela
babasını kesmiş,, gibi atasözlerine dayanarak, Türk kelimesinin kaba, köylü
manasında müsta<mel olduğunu iddia ediyor. M e n b a< i'nin, Dahi ömründe
nedir bilmez.._iken hüsn-i eda * Bir den i Türk'ü görürsün zurefa şeklinde beyti,
Süleyman Kanuni'nin şiirlerini toplayıp şerheden şair Fevri'nin kendisine
bir kürk vadeden Kadı'nın kethüdasına hitaben söylediği * Emin olmiiğiçin
1 98 'AŞIK TARZl'NIN MENŞE' ve TEKAMÜLÜ

ve içtimai teşkilatı itibariyle, güzel san<atlardan anlayan ıçın


dayanak olacak, onları sefalet ve felaketten, ani bir yeniçeri
darbesinden, bir cellat satırından kurtaracak yalnız bir tek
kuvvet vardı : Padişahııı sarayı ve saray etrafında toplanan
vezirlerin, beylerbeyiled n, alimlerin daireleri... Birçok amille­
rin te'sirleri altında iyiden iyiye acemleşmiş olan o saray ve
dairelerde makbul olabilmek, halkın milli zevkınden bütün
manasıyle uzak ve fikri seviyesinden çok yüksek Acem'ane eser­
lerle mümkündü ; bunda, halka ait olan şeyleri fena ve aşağı
görmekte, avam'a hevam (hayvan) 'dan daha fazla kıymet verme­
yen Orta-zaman zihniyetinin bir tecellisi mün<akis demekti :
Ne Yıldırım Bayezid ve çocukları, ne de Timur ailesi, eski

cünd- l şita mekrinden..._,arsltinım * Duhtin-i tihdan kadir olan semmurdan kürke * ra


bir sincap, yti ktikum, ya sansar kürk için vtirub * Geyiktir tilki aylnlni iden bir çakal
Türk'e (<Aşık Çeleb i, v. 285 b) kıt'ası hakikaten bu iddiayı kuvvetlendirmek­
tedir. Osmanlı Türkleri arasında pek yayılmış olan bu kullanış tarzının
Şark Türkleri'nde de mevcut olduğunu N e v a.> i'nin eserlerinden anlıyoruz :
Nevai gerek Mecalisu'n-Nefais'de, gerek Muhakemetü'l-Lugateyn'de Türk keli­
mesini taşralı ve türkane kelimesini kaba saba yerinde çok kullanmıştır ; Os­
manlı tezkirelerinde de daima tesadüf edilen bu kelime, her vakit ayni manada
kullanılır. Acem şairleri - H a fı z'ın meşhur �..l� �j l_,f !.l.;_,j ıJT .) 1
l .;I.;� .J .ci r-" f� �.J.J.A:.A J� * l .;L. J .) .).;T matla'ında olduğu gibi­
Türk kelimesini gaddar, merhametsiz manasında kullanirlar ; bütün fer­
henklerde de bu suretle kayıtlıdır. Türk kelimesinin bu şekilde kullanıl­
ması, az olmakla beraber, Çagatay şairlerine de geçmiştir : Dlvan'ı vas­
fında H o c a İ s m e t - i B u h a r i'nin kaside söylediği Timur sülalesinden
Sultan Halil (vefatı : H. 8 ı 4) 'in, Ey Türk-i peri peykerimiz terk-i cefa kıl *
Kam-{ dilimiz la<l-i revan-bahş-i deva kıl matla'ı maruftur (Mecalis 'ün - Nefais,
yedinci meclis) . "Eğer Tat'san ve ger Rum'san ve ger Türk * Zeban-{
b i-zebananra be-amuz" d.i�rek Türk ile Rum'u tefrık eden H a zre t - i M e v-
l a n a, ayni ayrılığı Mes�v i'sinde mevcut bir hikayede de yapıyor : I .;.)� ıJ Lf"»
(Ankarav i şerhi, « .) .Jf .J ıJ .J J j _, !.l .; y j _, '-:1.J&- j l * .) / ..l.i l .) \ J..:.. r-"'
c. ı . , s. 66) ; halbuki Anadolu Türkleri'ne Rum, Rum ( denmekle beraber
Türk de denir ; nitekim Anadolu Türkçesi'ne, xv. asır nihayetlerine kadar
yazılan eserlerde daha ziyade Lisan-ı Türk i denildiği halde, xvı. ve
müteakip asırlarda Lisan-ı Rumi, Zurefa-yi Rum, Üdeba-yi Rum gibi tabirler
çoğalmış ve * Bir nlce zarif hıtta-{ Rum * Rumi ki dedik kaziyye malum *
Ta'nl ki kamu dakayık ehU * Her mes'eledi hakayık ehU * diyen F u z u l i'den,
Z i y a P a ş a'ya kadar devam edip durmuştur. XVI. asırda, bir aralık, Türkçe
deyince Çagatay Türkçesi. yani Neva'i lisanı anlaşılırdı : Altı dilde gazel söy-
'AŞIK TARZI'NIN MENŞE' ve TEKAMÜLÜ 1 99

Türk hakanının Orhun Abideleri' ndeki vasıflarına ve millet


hakkındaki telakkilerine malik değillerdi ; İ slam alimlerinin
Theocratic nazariyeleri, bu husustaki eski Türk örflerini tabiatiyle
değiştirmişti. Avamın, dakiiyık-ı <ulum ve müteşabihtlt-ı Kur'an,
sırr-ı kaza-ü kader ve müşkilat-ı esrar-ı hikmet ve ser[<attan sual etmesini
büyük bir afet telakki ederek, onların ancak mesail-i sıyam ve
teravih-ü kıyamdan bahsetmelerini yerinde bulan Ahlak-ı 'Ala't
sahibi, yalnız kendi zamanının değil, bütün bir zümrenin her
zamanki bir telakkisine terceman olmuş oluyor 2• İ slam hukuk
ve ahlakçılarında umumiyetle tesadüf edilen bu telakki, Türk
sultan ve emirlerinin -bilhassa İ slam an'anelerini tamamiyle
benimsedikten sonra- harslarını neden o kadar ihmal ettiklerini
ve halkta yaşayan harsa rağmen, yabancı medeniyetlerin,
mesela Acem edebiyat ve ilimlerinin neden o kadar esiri oldukları­
nı pek ala izah edebilir. İ şte, eski muharrir ve şairlerimizin
İnahdut bir sınıfa mahsus, anlaşılması güç eserler yazmaktan
kurtulamamalarında ve halka ait herşeyi küçümseyen bir
gözle görmelerinde bunun büyük bir te'siri olmuştur.
Şark ve Garp Türkleri'nde uzun asırlar devam eden Acem
-prestlik modası, münevver sınıf ile halkın ruhunu biribirinden

lemekle iftihar eden K ü r d Ş ü k r ü'nün, Sultan Selim'e takdim ettiği Fahri-ve'­


sinde " Türki derse revan Ne v a i gibi,, demesi de bundan dolayıdır (Aşık Çele­
bi Tezkiresi, v. 34 ı b) . Yalnız, A l i E fe n d i, meşhur eserinde Türk kelimesinden
ne mana kastettiğini açıkca anlatıyor ve Anadolu Türkleri'ni onlar arasına
katmıyor (Ahtak-ı <Alô.'i, c. 11., s 6o-6 ı ) ; ma<mafih kitabının baş tarafında
eserini Lisô.n-ı Türki-i Rum üzre (C. ı ., s. 8), sonunda da Lisô.n-ı Türk i üzre
(C. m., s. 5) vücude getirdiğini söylemekle, bu husustaki umumi karışıklıktan
ayrılmadığını göstermektedir. Her halde Türk kelimesini, .§... 0�:... !.l .;_,j 4 ıı
� �j .J �l:;.) .Jj Ş * ..:.-.i� !.!.;__,; :5-ib.r .J S'l� * .u� �.. '5 t
<c ..:.,._j� � ��\,.. � ..:-.i l� � �I * J-Ş meşhur kıt<asında olduğu gibi
kullanan B a b u r Ş a h ile, Etrô.k-i b i idrak-i nô.pak (Salim Tezkiresi, s. 663)
tabirini memnuniyetle kullanan birçok Osmanlı tarihci ve ediblerinin bu
kelimeye verdikleri mana ayrıydı. Mogol, Türk, Rum, Tatar gibi her müellif
tarafından, hatta muhtelif yerlerde muhtelif manalarda kullanılan bu
kelimelerden, hemen kat<i neticeler çıkarmağa çalışmamalıdır. Bu tuhaf
karışıklığı gösterecek misaller daha da çoğaltılabilir.
2 Ahlô.k-ı <A[ô.' i, Birinci Kitap, s. 206-207. Bu iddianın doğruluğunu
anlamak için siyaset ve ahlaktan bahseden bütün İslam eserlerine müracaat
edilebilir.
200 'AŞIK TARZI'NIN MENŞE' ve TEKAMÜLÜ

oldukça ayırmış, hatta Maveraünnehr ve Anadolu Türkleri'nin


aşağı tabakalarına süzülerek halkın bedii zevkıni bile birçok
değişmelere uğratmıştı. Sebepleri ve mahiyeti aşağıdaki bahis­
lerde geniş ölçüde gösterilecek olan bu büyük ve kuvvetli te'sir,
İ slam ruhiyle kuvvetlenen temsilkar ve asır-dide Acem mede­
niyetinin Türk ruhu üzerindeki manevi ve tabii bir galebe­
sinden başka birşey değildir ; fakat, bu yıkıcı modanın nekadar
yayıldığını anlatacak bazı gülünç hadiseler var ki, yabancı
bir medeniyete kapılmanın bir aralık ne öğünücü bir mahiyet
aldığını pek güzel gösteriyor : Acem dil ve edebiyatını pek iyi
bilen Fatih devri şairlerinden Tokatlı L e a ' 1 i, kendisini Acem
alimlerinden gibi göstererek Fatih'in teveccühünü kazanmış
iken, muahharen, her nasılsa Anadolulu olduğu anlaşılmakla,
eski iltifatlardan uzak ve mahrum kalmıştı 3• Şair M es Ih i'nin,
Meslhf gökten---insen sana yer yok * TürÜ var gel Arab'tanya Acem'den
diye feryat etmesi bundan ileri geliyordu 4 • Osmanlı padişahıla­
rının saltanat zamanlarında, bilhassa Fatih ve Bayezid 11. devir­
leri esnasında, İ ran hayranlığı en yüksek derecesine erişmişti :

3 " Ahirü >I-emr Acem olmayıp, müte<accim olduğu zahir oldu. Meğer
• • •

ol zamanda fuzela-yı Acem'e gayette riayet olunurmuş ve anı işitip vilayet-i


Rum'a çok kamil kimesne gelürmüş ve bilcümle çünkü mezburun Rumi
idüğin bildiler, nailiyyet vakıasından dur kıldılar. Bu birkaç beyti ol hususta
demiştir (Latifi Tezkiresi, s. 29) :

Gevheri kıymet.._olmıyti kanda Dürr bahiisın bultimı ummanda


Söylenür nükte-vü meseldir bü K'olur elbet çertiğ d{b{ karafiü
Eğer_ademde ma'rifetse muriid Ne fazilet verirmiş........,. tina biliid
Taştan siidir.._oldu gerçe güher Mu<teberdir velf niti ki hüner
Rum' da kellelenmesün mi Acem Oldu bü iuet __ile çün ekrem
.._

Acem'in her biri kı Rüm'a gelir rti vezaret, ya sancak _ ümagelir

Latifi Tezkiresi'nin huslısi kütüphanemizdeki yazma nüshasında, bu şikayet­


namenin matla'ı olmak üzre, "Olmak.._,istersen_ftibtira mahal * Tti Arap'tan,
yahut Acem'den gel" beyti mevcuttur. S e h i B e y diyor ki : "Sultan Mehmed
lstanbul'da Yedikule canibinde Kılıç Baba Tekkesi demekle meşhur kiliseyi
tekke eyleyip, buna verip in'am-ı sultani birle iltifatlar ve ihsan-ı hakani
birle rağbetler bulup mugtenim düşmüş idi. Sonra müteaccim olduğu
duyulıcak, Sultan-ı glti-sitan tekkeyi elinden aldı. Cemi< idraratın ref'edip
sıfırü'l-yed kalmıştı" (Seh l Tezkeresi, v. 73) .
4 Aşık Çeleb i Tezkiresi, v. ı 8o b.
'AŞIK TARZI'NIN MENŞE' ve TEKAMÜLÜ 20 1

Vezir ve nedimi <A l i Ş i r N e v a i ile birlikte Türk dil ve ede­


biyatının canlanmasına büyük bir gayretle çalışan S u l t a n
H ü s e y i n B a y k a r a'nın sarayı etrafında A b d u r r a h m a n C a m i
ile son hayat ışığını gösteren Acem edebiyatı, o zaman, Şark ale­
minin her köşesinde büyük bir manevi nüfüza malikti : o devir­
de, ilim ve san<at itibariyle, İ slam dünyasının en yüksek mevkı<i
orası sayılıyordu 5• Daha sonra İ stanbul'un ve Osmanlı medeni­
yetinin manevi nüfüzu huna galebe ederek Kırım'a, Kazan'a,
Maveraünnehr'e, Azerbaycan'a kadar hissedilmeğe başlamışsa
da, bu medeniyetin maneviyeti de daima İ ran ruhunu göster­
miş, milli harsa kayıtsizlik ve nefret itibariyle çok değişmemiştir.
Eski divan ve tezkireleri şöyle sür<atli bir surette gözden
geçirmekle, eskilerin halka ait şeyleri ne derece aşağı ve manasız
gördüğünü pek kolay anlayabiliriz : Halk edebiyatı ismi altında
toplanan milli türküler, türkmaniler, varsağılar, maniler, koşma­
lar, hatta bazı basit ve mensur Acem hikayeleri, bu itibar ile
bizim klasik şairlerin daima istihzasına hedef olmuştur. Onların
mühmelô.t ve tirzlktit üvvanını verdikleri eserler, daima halka ait
bir mahiyeti haiz olanlardır : Mesela <A ş ı k Ç e l e b i , halk arasında
okunmağa mahsus sade bir eser yazdığından dolayı H a m z e v i'yi
şairler zümresine ilhak etmez 6 ; müvverrih <A l i , Anadolu' da
6 Fa t i h ve Sultan Bay ez i d devirlerindeki Osmanlı fikir alemi ile
Sultan H üs e y i n B a y k a r a sarayının münasebetleri ve N e v a i'nin Osmanlı
edebiyatı üzerindeki nüfuz derecesi mes'elesi, bütün ehemmiyetine rağmen,
şimdiye kadar pek az ve pek yanlış bir tedkike mazhar olmuştur. N a m ı k
K e m al'in, Z i y a P a ş a'nın, Osmanlı Şiir Tarihi sahibi Mr. Gibb'in b u husus­
taki mütaleaları baştan başa yanlıştır. Bu hususta hazırlamış olduğumuz
uzun bir tedkiki yakında neşretmek ümidindeyiz.
1 Aşık Çelebi Tezkiresi, v. 25 a. Türk edebiyatının umumi tekamülü
tedkik edilecek olursa, Osmanlı şairlerinin bilhassa Yıldırım Bayezid dev­
rinden sonra halka karşı kayıtsız ve istihfafkar davrandıkları anlaşılır. Ana­
dolu'da kuvvetli bir siyasi merkez te'sis etmeden evvel vücude getirilen
eserler -ki hemen umumiyetle şeyhler tarafından yazılmış mutasavvıfa.ne
öğretici eserlerdir- daima halka, Türkler'e hitabeder : S u l t a n Ve 1 e d'den
başlayarak · MantıJcu>t- Tayr mütercimi G ü l ş e h r i , Y u n u s E m r e , A ş ı k
P a ş a ve daha b u gibi manzum ve mensur birçok eser sahipleri, muayyen ve
mahdut bir zümreye değil, bütün halka anlatmak maksadıyle saf ve sade bir
lisan kullanmağa çalışmışlardır. Türk dillni kimseler bakma;:; idl * Türkler'i
lıergiz gönül akmaz: idl * Türk dahl bilmez idl bü diller{ * Gizli yölü, ol ulü menzil-
202 'AŞIK TARZl'NIN MENŞE' ve TEKAMÜLÜ

şairlerden evvel yetişen birtakım varsağı-gular'dan bahsettiği


lerl diyen Garlh-Name sahibi Aşık Paşa, o zamanın umumi telakkisini gös­
teriyor. Daha sonraki edibler gibi, bir saraya, yahut büyüklerden birine
intisap etmek, padişahlara kaside yazmak kayıt ve tesavvurunda olmayan bu
adamlar hece veznini sık-sık kullanıyorlar, aruz veznini bile mümkün olduğu
kadar sade ve kolayca anlaşılabilecek bir şekilde kullanmaga çalışıyorlardı.
İşte, H a m z a v i de, Mevlid sahibi S ü l e y m a n Ç e l e b i'ye kadar kuvvetle
devam eden bu halka hitabeden san<atkarlardan idi. Bu cereyan, Osmanlı
siyasi merkezi kuvvetlenerek ayrı bir saray edebiyatı teessüs ettikten sonra da,
Aşık edebiyatına karışarak, devam etmiştir. S ü l e y m a n K a n u n i devri
şairlerinden İstanbullu Turnacıbaşı-oğlu Ye t i m bir kıt<asında, milli har­
sından uzaklaşamayan halk kitlesiyle, münevver sınıf arasındaki hissi zıtlığı
anlatmak istiyor : Süfehanın gıdası olduğuna * Berş-ü afyôna hudur istidlal *
Nas ekser teneffür...__,ettikçi * Çeleh f zümres{ olur meyyal (Aşık Çeleh ı Tezkiresi,
v. 14 1 a) . Yeniçeri ocağında ve halk kahvelerinde asırlarca okunan Hamza­
Name hakkında mütefekkirlerin eskidenberi besledikleri nefret hissni, xıx. asır
ricalinden Sü l e y m a n F a i k E fe n d i, meşhur mecmuasında şiddetle izhar
ediyor ki, biz daha çok, halkın o kitaba verdiği kıymeti anlatmak için o par­
çayı aynen naklediyoruz : "Hamza-Name ve 'Anter-Name deyu maruf ve
meşhur olan efsane-i kazibeye mübtela olanları Hak Teala kurtarsın. Bu
madde umur-ı müstağribeden ve tahkiki na-kabil müşkilattan maduttur ;
zira Hamza-Name denilen kitabı istikraen sahaflardan getirip bazı mahal­
lerde okurlar. Görülen ciltler onbeş kad�r olur ve lakin otuz-kırk cilt Hamza­
Name vardır deyu rivayet olunur. Bu ciltleri okuyan süfele takımının kuvve-i
hafızası galip müsteidceleri, hikayelerini hıfz ile, kahvelerde meddah sure­
tinde söyleyip, dinleyenlerden akça devşirirler ve ekseriya sebük-mağzandan
işi gücü yok kimseler mübtela olur. Bakalım, şu Hamza-Name ne imiş deyu
mürekkep yalamış ukaladan biri bir kerre dinlese, ne olduğunu anlayıp
terkeder ve ibtilasında meymenet olmamak üzre meşhurdur. Gelelim Hamza -
Name'nin aslına : Bu görülen onbeş cilt kadar evvel ve ahiri yok ve sebeb-i
te'lifi ve müellifi ve zaman-ı te'lifi na-ma 'lum birtakım efsane-i kazibe olup,
sebk-ü ibaresinden tefehhüm olunan, müellifi ihtira<-ı meaniye kadir ve
idare-i bahs-ü kelama muktedir bir adam imiş. Sebeb-i te'lifinde iki suret
layih-i hatır olur : Biri erbab-ı harbi teşci' için olmak, biri de F i r d e v s i - i
T u s i'ye yalanda galebe etmek için ihtira' eylemiş olmak suretleridir. Böyle
olsa, teşci <-i erbab-ı harb-ü darb için bir cilt münekkah hikayatı vafi ve
F i r d e v s i'ye tanzir ise Şeh-Name kadar bir kitap yapmak kafi iken, bir ömr-i
mütehammil olmayan böyle onbeş cilt yalanı yazmağa niçin muhtaç olmuş
bilemem. Hasılı, bu Hamza-Name'nin zaman-ı te'lifi ve müellifi ve ne mas­
lahat için yapıldığı na-ma'lum ve tahkiki emrine şimdiyedek kimse sarf-ı
zihin etmeyip, dinleyen ve gören ukala, birtakım yalan diyerek geçip aslını
aramadıkları emr-i gayr-ı mevhumdur. Elhamdüli'llah kavm-i mülganın
-yani Yeniçeri Ocağı'nın- izmihlalinden sonra kahvelerde söylenmez
oldu,, (Halis Efendi Kütüphanesi'ndeki nüshadan) . Hamza-Name hakkında
ait olduğu bahiste kafi izahat verilecektir.
'AŞIK TARZl'NIN MENŞE' ve TEKAMÜLÜ 203

halde, onları şairlerden saymaz 7 ; kezalik, tezkire sahibi L a t i fi


ile, çağdaş şairlerden N a < I m i H a m I d i , Münazara-i seyf-ü
Kalem adlı eserinde - bütün şair ve muharrirler gibi - zamane
halinden şikayet ederken, halk türküleriyle hakiki şairlerin
eserleri arasında fark kalmadığını, ilim ve san<at kadrinin takdir
edilmediğini şu müteessirane mısra <larla anlatır :
Bir.._,o[maz vakte ir-gördük ;:,amani
Bilir yok tismandan rlsmani
En.._,eh[{ yey gô'rür ma<nf yüzünden
Kar (a) oğlan türküsün şair söz ünden 8
Karaoğlan türküsü, kayabaşı/ar, varsağılar, türkmanfler, hatta
sazşairlerinin ekseriyetle kullandıkları milli hece vezni klasik
şairleri o kadar hiddetlendirir ki, hatta o vezni bile ancak
tahkir ve tezyif maksadiyle kullanırlar. Bunların bağlı kaldıkları
mantık, kendilerine göre, pek doğrudur : Şiir, eskilere göre,
mevzun ve mukaffa kelam'a derler : halbuki vezin ve kafiyeden
bahseden aruz ve kafiye ilimleri Arabi lafz ve terkiplere göre
vaz<olunmuştur ; hatta Mevz(latü' l-< Ulum muharririnin bütün
bir zümreye ve asırlarca devam eden bir telakkiye terceman ola­
rak söylediği gibi, Mevzu-ı ilm-i edeb, kelam-ı Arap'tır 9• Eskilerce,
mes'ele bu kadar basit ve vazıh iken, halkın zevk ve temayülleri­
ne göre Türk vezni ile şiir söylenemiyeceğine hükmetmek ve o
kabil şeyleri Mühmelat ve Tirz {kat 'dan saymak gayet tabiidir. İşte,
<A t a i'nin Şakayık Zeyli' nde hal tercemesi ve garibeleri yazılı Alai­
yeli M a n a v S e y di'yi tezyif için onun ağzından bir şiir yazmak
istediği zaman <A. ş ı k Ç e l e bi hece veznine müracaatı zaruri
görmüştü ; çünkü, ancak o suretle onun Kaba Türk olduğunu
yüzüne vurabilecekti :

7 Künhü'l-Ahhtir :
" . . . Hafi olmaya ki Osman Han ve Orhan Han ve
Sultan Murad Han zamanlarında şuaradan kimse zuhuru ma'lum değildir.
Mücerret sade nazma kadir bazı Varsağı-gu'lar dahi şöhret bulmamıştır.
Zira ol zamanda sükkan-ı mülk-i Rum ekseriya Guzat-ı Etrak ve Tatar
idügi ma'lum ve sair ahali-i merz-u bum ise evlad-ı kefereden zuhur etmiş
bir bölük sade-levh idükleri mefhum olmağın ' içlerinde şiir-şinasları bile
rna<dum idi,, (C. v, s. 1 1 5) .
8 Lô.tlfi Tezkiresi, s. 83.
• Mevzü<atü'l-• Utüm, c. ı . , s. 343.
204 'AŞIK TARZI'NIN MENŞE' ve TEKAMÜLÜ

Be şara giden gardaşlar, Manav Seydf derler bana


Körkü kovan yoldaşlar Manav Seydf derler bana
On yıl buzağı güttüm, Tarlalarda buğday (öğ) üttüm
Sonra zuhte yolun tuttum, Manav Seydf derler bana
Eşeğim öne katardım, Keşiş - dağı'nda otardım
Bursa' da odun satardım, Manav Seydf derler bana
ranur yanur yamalak/ar, Domur domur doma/aklar
ruvarlann yuva/aklar, Manav Seydf derler bana
Aşım unumdur höngül, Kaynatınm böngül böngül
Ardı sıra yerim döngü!, Manav Seydf derler bana
Dün vardım Tahta-ka/<a'ya Başım uğradı belaya
Z,önbekim düştü haMya Manav Seydf derler bana ıo
Halk vezni ve halk eserleri hakkında, daha doğru ve
umumi bir tabir ile, halka ait herşey hakkında gösterilen bu
istihfaf ve tahkir o kadar büyüktü ki, ·herhangi esere karşı halkın
gösterdiği rağbet ve temayül o eser sahibini ekseriya kızdırıyor,
çünkü bu rağbet, düşmanları için yeni istihza vesllesi oluyordu.
"Halkı memnun görüyorum, acaba bir hata mı ettim,, meşhur sözünün
ifade ettiği zihniyet, eski Osmanlı şairlerinde fazlasıyle mevcuttu.
A ş ı k Ç e l e b i'nin, xvı. asır Osmanlı şairlerinden meşhur Üsküblü
1 s h a k Ç e 1 e b i' den bahsederken anlattığı tuhaf bir fıkra bu
hususta pek manalıdır :
1 s h a k Ç e 1 e bi'nin gazelleri sade ve külfetsiz olduğu için,
"kô.se-baz/ar ifinde mütedavil ve hengame-perdazlar dilinde müsta<mel
imiş; "hatta, birgün bir düğünde kendi hazır iken bir kô.se-Mz, her gazel
okundukça merhumun gazelin okur. Merhılm, nazyüzünden, < Acaba bizim
gazel/erimiz olmasa bunlar ne okurdu ola ? , der. Zamanın alimlerinden
Ş a h Kas ım, kiyerinde mezkur olsa gerektir, anda hazır imiş ve merhum­
la kadimden şeker-'a.bı olduğundan ta'nla kemfn-i kinde tfr-ü keman
tanzla gözleyip muntazır imiş ; fırsat bulup : <Bunlar olmasa aya sizin
şiiriniz kim okurdu ola ?> der 1 1 . , ,
10 Şak ayık Zeyli, s. 1 53.
11 Aıık Çeleb i" Tezkiresi, v. 6 1 b. Şair Nabi de, "Gazell savt-u maktimtit ile
teşhlr etmek * Çengiler şekline koymak gibidir tazeleri" beytiyle, eserlerinin beste­
lenerek halk arasında okunmasını hoş görmüyor ; ma <mafih bunu umumi
bir hüküm gibi saymak da yanlış olur : Halk arasında okunabilecek tarzda
türküler, nakışlar bağlayıp şöhret kazanan şairler pek çoktur. Ait olduğu
'AŞIK TARZ I'NIN MENŞE' ve TEKAMÜLÜ 205

Halk vezni ve halk eserleri hakkında gösterilen bu nefret


ve tahkirden aşıklara, sazşairlerine de tabii büyük bir his­
se isabet ediyordu . Sazşairlerinin koşma ve destanları, Kara­
oğlan türküleri ve Geyik DeY.tanı 12 kadar amiyane olmamakla
bera her, H a fı z ve <U r fi taklidi gazel ve kasidelere, H u s r e v

bahiste geniş ölçüde anlatılacağı veçhile, yalnız E n e v r i gibi cahil ve ümmi


şairler değil, mesela Cami'ü't-Düvel sahibi M ü n e c c i m b a ş ı A h m ed D e d e
gibi cidden fazıl şairler d e mühim ve maruf şarkılar yazmışlardır (Salim
Tezkiresi, s. ı ı 2) . Ancak, bütün bu türkülerin, sema <ilerin, güftelerin İran
şekil ve vezniyle yazıldığını unutmamalıdır. Esasen, klasik şairlerin istih­
zasına duçar olan kıssa-hwanların Şehname-hwanların eserleri, hep İran me­
deniyetinin mahsulleri idi ; binaenaleyh birtakım şairler o mevzuları alarak
yüksek sınıfa mahsus bir tarzda yeniden yazmakta mahzur görmüyorlardı.
Mesela xvı. asır şairlerinden İstanbullu Ahur Emiri-zade H a ş i m i, kıssa-hwan­
lar lisanında adı geçen Hamza'nın Ber�i ve Pulad nam oğlunun kıssasını
nazmetmişti (Aşık Çeleb t Tezkerisi, v. ı ıo a) . Kezalik, kıssa-hwan meclislerinden
tezyifkarane bahseden birçok şair ve san<atkarlara rağmen, tarihçi N a'I m a,
tarihinin mukaddimesinde : " . . . Gazavat ve cihad esnalarında hurub-ı
eslafa mÜteallık menakıb naklolunmak Ve şirin-zeban kıssa-hWanlar, nas'ln
cemiyet-gahlarında Şeh-Name ve sair hikayat-ı meşhure söylemek, yalan eğer
gerçek, maharrik-i ırk-ı şecaattir demişlerdir,, tarafsız mütaleasında bu­
lunur ( Tarih-i Na'{ma, c. ı . ) .
12 Eski klasik şairlerimizin uzun asırlar en çok istihzalarına sebep
olan şeylerden biri de bu Geyik Destanı dır. Her şair, rakiplerinin eserleri
'

hakkında mutlak bu isnadda bulunur. Lô.tlft Tezkiresi 'nde, Sultan Bayezid


adına D{van tertibeden S i n o p l u S a fay i hakkında münderic bir fıkra bu
hususta manalıdır : " . . . Mezbur Safayi merhum L i k a i'ye haber gönderir
ki < Bizim Divan-ı şirin-beyanımızın ihvan-ı irfan beyninde fi'l-cümle iş­
tihar-ı ünvanı-vü nisbetle bazılardan şöhret ve rüchanı var mı ? > deyicek,
merhum L i k a i dahi bu kıt<a ile cevabı kat<eder (Latifi Tezkiresi, v. 22 b) :

Sizin D lvtin'ınız desttiri olubtur Şehirli köylü ökur şöhret{ var


Göztı ahülann vasfiyle şimdi Geyik Destanı denlü rağbeti var

'Lô.tlft Tezkiresi'nin matbu nüshasında, bu latife, L i k a i'den bahsedi­


lirken tekrar zikrediliyorsa da, S a fa y i yerine Nidtiy t namında birinden
bahsolunuyor ; hatta onun yukarıki kıt<aya cevaben yazdığı diğer bir kıt<a
naklediliyor (S. 304) :

Senin gibi diyeydim şi'ri ben di Mezi ölup ili şöhret bulurdn
Eğer evsafın{ Divan' a yazsam Geyik Destanı ol vaktin olurdü

Bunun bir yanlış eseri olduğu muhakkaktır ; çünkü, bu tezkirenin husilsi


kütüphanemizde mevcut eski ve tashih edilmiş yazma nüshasında S a fa y i
206 'AŞIK TA RZI'NIN MENŞE' ve TEKAMÜLÜ

ve N i z a mi'den muktebes mesnevilere nisbetle pek kolay


anlaşılıyor, onlardan çok fazla okunuyordu. İ ran-perest şairle­
rin tahkir ve ihmaline karşı, halk da, daha ziyade, onları okuma­
makla mukabele ediyordu. Yalnız avam değil, has ve ze<amet
sahibi ümmi damat paşalar, vezirler, zorbalıktan yetişmiş yeni­
çeri ağaları, beylerbeyiler bile hususi dairelerinde çögürcülerin,
sazşairlerinin anlaşılabilir eserlerinden zevk duymakta idiler.
Sırf taklit ve öğünme sebebiyle Acem'ane kasidelere caizeler bah­
şeden birtakım büyükler onlardan hiçbir mana çıkaramıyordu.
Müvverrih <A 1 i, Germiyanoğlu'nun meşhur Germiyanlı Ş e y h i'yi
takdir edememesinden bahsederken, biraz mübalegalı olmakla
beraber, bu noktayı pek iyi izah ediyor : " . . ve bi'lcümle Mevlana
.

Şey h f, asrının ser-amedi ve zamanın emir al-kelam müeyyidi idi. Germi­


yanoğlu namındaki hakim-i rustayi ki suhan cevahirini seng-ü meder
sanırdı, mezbUrun kasaid-ü eş<arını fehmetmedüğine binaen riayetinden ve
istima<ından usanırdı. Menkuldür ki rustayi ozan nidügini bilmez ozan­
lardan biri Germiyanoğlu'na gelmiş, Ozan, Benim devletlu sultanım
' akiba ın habir olsun * Yedüğün bal ile kaymak, yürüdüğün
çayır olsun güftesini okumuş. Mir-i hoş-fehm ki mizacına muvôfık
olan mazmun-ı garibi fehmetmiş, ol hwar-pay' a bezl-i <ata kılıp bir
şehba bağışlamış : Henüz bir hoşca söz işittim, fehvay-u edasını pe-

şeklinde kayıtlıdır. Lô.mi< f meşhur Tevbih-Name'sinde : "Ka<be suretini karye


be karye gezdiren ve kapı kapı Geyik Destanı'nı okuyanlar,, , "enzar-ı üdebada
pek çirkin ve ashabı mazhar-ı ta<n ve nefrin ve enva<ı fünun-ı cünunun
ekalli olan seb'uin'e karin bulunan ahval-i mekruhe,, erbabından sayar.
Kezalik, Edirneli meşhur E m r i, başkalarının şiirlerini benimsemekle tanınan
E m i r H ü s e y i n H e l v ay i'nin "her geyiğe destan söyleyecek kadar,, adi ve
yalancı bir şair olduğunu, Şuaranın Emfr'i Helvay ı * Ki her.__, ahüya dô..stan söyler *
Ahsenü'ş-si'r ekzebe deyuben * Her ne kim söylese yalan söyler kıt<ası ile anlatır
(Hasan Çeleb i Tezkiresi, v. 64 b) . Şehirli, köylü arasında bu kadar çok yaygın
olan Geyik Destanı asırlarca unutulmamış, okunmuştur : K a z a s k e r S a l i m
E fe n d i beğenmediği şairlerden bahsederken, onların eserlerini daima Geyik
Destanı'na benzetir. Mesela N e c a t i 'den bahsederken " . . . Kibar-i enamın
meclis-i lazimü'l-ihtiramlarına padaşları olan zümre-i erbab-ı hezeyandan
Ş i k a r i ve M e k k a r i gibi her bar sıklet ve gah bi-mana beyitler ve gah
Geyik Destanı gibi kasideler ile zahmet vermekte idi,, (S. 663) aşağı görürce­
sine bir ifade kullanır ; hala, matbu< Mevlid nüshalarının arkasında mün­
deriç Geyik Destanı, bundan başka birşey olmasa gerektir.
'AŞIK TARZI'NIN MENŞE' ve TEKAMÜLÜ 207

send ettim ; biı:.im Şey h i hif bilmez.in ne söyler, medhimiz etmek


ister amma, güya ki zemmeyler, demiş 13."
Halkın, anlayıp hissettiği eserlere karşı gösterdiği bu rağbet
ve iltifat pek tabiiydi. Bilhassa Murad ıv. devrinden sonra
sazşa.irleri o kadar çoğalmış ve içlerinde mühimleri o kadar
şöhret kazanmıştı ki Bağdat serhadlerinden Tuna ve Ôzi kıyıla­
rına kadar onları bilmeyen, şiirlerini terennüm etmeyen
yoktu. Anlaşılması güç bir lisanla yazı yazan mağrur ve hod-pe­
rest san<atkarlar, sazşairlerini nekadar tahkir ve tezyif ederlerse
etsinler, halk o cahil adamların amiyane, fakat samimi eserlerin­
den hoşlanıyor, onları terennüm ediyor, şair deyince mutlaka
sazı elinde <.Aşıklar'ı hatırlıyordu. Derebeği konaklarının geniş
sofalarında, zümrüt gibi yeşil bağların dolapları karşısında,
Yeniçeri Ortaları'nda, serha kal<alarında N ef ' i ve B a k i'nin
tantanalı eserleri değil, <.A ş ı k l a r'ın basit koşma ve destanları
okunmakta idi . Vüzera dairelerinde zamanın en meşhur çöğür­
cüleri milli terennümlerle büyük bir rağbete mazhar oluyorlardı.
O zamana kadar milli vezin, klasik şairler tarafından yalnız
Y u n u s tarzında ilahilerde kullanılmakta ve ancak o vakit
kullanılması mazur görülmekte olduğu halde 14, Acem edebiya-
18
Künhü'l-Ahbar, c. v., s. 191.
u Eski tarihçi ve münekkidlerimiz, A ş ı k Y u n u s , K a y g u s u z B a b a
gibi hece vezni ile ilahiler yazan hakiki mutasavvıfları şair saymazlar.
Tazarru<-Nô.me müellifi S i n a n P a ş a'nın, Tezkiretü'l-Evliya'sında H o c a
<A t t a r , Ş e y h < t r a k i v e emsalinden bahsederken söylediği gibi : "Anların
kelimatı derd-i dildir ki söylerler ve anlar gazellerini hararet-i aşkla tahrir
eylerler, anların Dlvtin'ları dude-i safa-vedad ile tertibolunubtur ve anların
mecmuaları tıla-yi hüsn-i i<tikad ile tasvir ve tezhib olunubtur. Anların sözleri
aşk meclisinin sazı olur ve anların neşidelerinin bir türlü avazı olur,, (Kü­
tüphane-i umumi'de Tazarru'ô.t namı altındaki nüsha) . S u l t a n V e l e d'in
meşhur bir kıt'ası, mutasavvıfların �ndi arifane şiirleri hakkındaki telakki­
lerini göstermek itibariyle burada zikredilmeğe değer :
Şi'r-i aşık bu duhme-l tefslr Şi'i şair buved heme tif-i slr
Şi'r-i tlşık zi-hayret-ü mestt'st Şi'r-i şair netlce- l hesti'st
Bununla beraber, S e h i ve L a t ifi gibi tezkireciler bu tasnife kıymet
verdikleri halde bile, yine arlız vezni ile şiir yazan mutasavvıfları kitaplarına
idhal etmişler ve Y u n us gibi halka en çok yaklaşmış ve en maruf şairlerden
bahsetmemişlerdir. L a t ifi Tezkiresi'nde, hece vezni ile yazılmış yalnız bir
tek mutasavvıfane manzumeye tesadüf ediliyor ki, o da Kengrılı remmal
208 'AŞIK TARZI'NIN MENŞE' ve TEKAMÜLÜ

tının eski parlaklığını ve eski üdtadlarını kaybetmesi üzerine,


Osmanlı edebiyatında, millileşmek değil, fakat mümkün mertebe
mahallileşmek lüzumu yavaş yavaş anlaşılıyor, hatta bizzat
M u r a d ıv. , aruz vezniyle birçok eserler yazdığı halde, sevgili
musahibi M u s a Ç e l e b i'nin ebedi ayrılık acısından doğan

Z a m i r i'nin : "Korkutma Sırat ile yolu seçeriz vaiz * ll geçtiği köprüden biz de
geçeriz vaiz matla'lı - ve aruzun mef<ulü mefa<{lün mef' ulü mefa'{lün cü'züne
benzer - ilahisidir. Sonraları, Sultan Murad m. gibi mutasavvıfane yara­
dılışlı klasik şairler de hece vezni ile ilahiler tanziminde mahzur görmemiş­
lerdir. Müşarileyhin, " Uyan ry gözlerim gafletten uyan" mısra'ı ile başlayan
meşhur ilahisi buna bir delildir (Müstakim-zade Mecmuası, Es'ad Efendi Kütüp­
hanesi, nu. 3397) H. 1 085'de vefat eden Kırım hanlarından M e h m e d G i r a y
ıv.'ın "A r i f mahlasıyle bazı ilahileri ve Evzan-ı Türki'de bazı eş' arı,, mevcut
olduğu tarihçe sabit ve muhakkaksa da, müverrih ve münekkidlerimiz onları
yazılmağa değer bulmayıp terketmişlerdir (Gülbün-i Hanan, s. 57.-Es-seb'ü's­
Seyyar) . Tıbkı S u l t a n M u r a d'ın ilahisi gibi, M e h m e d G i r a y'ın milli
vezin ile yazılı eserlerine de tarih ve tezkirelerde değil, hususi mecmualarda
tesadüf olunabilir : Elimizde mevcut, Bu dehrin haline ryledim nazar * Her
biri bir derde giriftar ancak * Kemale erince hlır ile gülüzar * Bülbiilün adeti
ah-ü zar ancak parçasıyle başlayan koşması, Aşık tarzının hususiyetlerini
gösteren güzel bir eserdir. Bundan sonra, yavaş yavaş, tekke şairlerinin
milli vezin ile yazdıkları eserler -sırf tasavvufi mahiyetlerine dayanılarak­
tarih ve tezkirelere girmeğe başlamıştır : Mesela tezkire yazan S a fa y i, Mev­
levi şeyhlerinden meşhur A d e m D e d e'nin, "Derd ehli libasını aşk ile giyen
gelsün * Zehrini şeker gibi zevk ile yiyen gelsin'' matla'lı ilahisini zikr ile, "Aziz-i
mümaileyhin terennümat-ı ney-pare ıklimi mutabık-ı usul-i sôfiyane ve
eş'ar-ı halet- şiarı bi-tekellüf-ü aşıkane,, olduğunu kaydediyor ; müşarileyhin.
S a k ı b D e d e'nin Seflne'sinde de, "Kurtar bizi neft elinden" mısra'ı ile baş­
layan bir ilahisi zikredilmiştir (C. 11., s. 50) . Kezalik yine Safô.y f Tezkiresi nde,
'

H. ı o95'de vefat eden Bayramiye şeyhlerinden H i m m e t D e d e'nin, " Uyan be


hey gijil hwdb-i gafletten * Ömrün geldi geçti, haberin var mı ? * Bir haber aldın mı
sırr-ı vahdetten * Murg-ı canın Uftu haberin var mı ?" parçasıyle başlayan latif
bir koşması münderictir (Es<ad Efendi Kütüphanesi, nu. 2549) . Eski müverrih
ve münekkidlerimizin, milli vezin ile yazılan eserleri arasında ancak sôfiyane
olanları - o da bir dereceye kadar- mazur gördükleri, yukarıdanberi veri­
len tafsilat ile, meydana çıkıyor. Ma<mafih V e h b i gibi şairler :

Bazı ce"ar da şair geçinir Cerr-i eskalde mahir geçinir


Dağıdır halka müzeyyef tarih Olarak Layık-i levm-ü tevblh
işiten Tün u s_ilah fsi sanır Bu edasın gören-adem usanır

diyerek, zavallı A ş ı k Y u n u s'un asırlardanberi halk arasında yaşayan


aşıkane eserlerini istihfaftan geri durmamışlardır (Lutflye-i Vehb t) .
'AŞIK TARZI'NIN MENŞE' ve TEKAMÜLÜ 209

samimi elemlerini milli vezin ile yazılmış bir varsağı ile


ifade etmekte mahzur görmüyordu. Şair C ev r i'ye, " Görseydi
dahl hüsn-i dil-arasını Yı2suf * Aşkıyle ,?,ellha gibi Aılma;:,dı karari,,
mersiyesini söyleten bu feci< vakıa, Murad ıv.'a :
Yola düşüp giden dilber Musa'm eğlendi gelmedi
Yoksa yolda yol(u) mu şaştı Musa'm eğlendi gelmedi
varsağısını ilham etmiş ve bu varsağı, elemli bir beste ile sene­
lerce dillerde dolaşmıştı 15•
H. xı. asır, Osmanlı <Aşıkları için adeta bir Altun devri
sayılabilir : <Aşıklar her tarafta çoğalmış, Celaliler arasında,
yeniçeri, levend, sipahi ocaklarında yetişen birtakım <Aşıklar'ın
eserleri her tarafa yayılmıştı. Büyüklerin dairelerinde mutlak
çöğürcüler bulunduruluyor, hatta onların şöhret ve mahareti
büyükler arasında rekabeti celbediyordu : Melek Ahmed Paşa'nın
çöğürcü-başısı Mustafa Ağa, fevka'l'ade maharetiyle, Tebriz
Hanı nezdindeki Acem musıki-şinaslarını hayretlere düşürmüştü.
Celali Hasan Paşa, Uşak şehrinde tesadüf ettiği < I t a k i isminde
bir saz şairini " levendler ile ihtilat edip ryi föğür falıp hazin sada ile
16 "
Yine M u r a d H a n güftesinden musahip M u s a Ç e l e b i
• • • •

hakkında v e bestesi ustadımız D e r v i ş Ö m e r tarafından tertibolunmuş şu


varsağıyı savt-ı hazin ile okurken, M u r a d H a n destmalini yüzüne tutup
büka-künan oldukta, 'Hay veled, ihtida taksim' in cana taze can kattı ; an-ı vahidde
bir varsağı ile Musa Çe leb i'nin rUhunu yad etti. Tiz doğru söyle, ben bu türküyü
yaptığıma Piıman olup yasak eyledim. Sana, hünkar huzurunda kim oku dedi ve kimden
öğrendin ' diyerek ilhah ve ibram eyledi . . . ,, (Evliya Çeleb i Seyahat-Namesi, c. ı .,
s. 249 - 250) . E v l i y a Ç e l e b i'nin yine ayni mecliste Murad ıv.'ın huzu­
runda okuduğu, sigaJı'dan :
Alet-{ hüsnü mükemmel kadd-i dilcu da güzel
Ol siyah gözler._ili hak bu ki ebro da güzel
Hatt-ı nev-h ize ne dersin dedi rahmeyle dedim
Sende ol ru da güzel hatt-i semenbii da güzel
sema <isi, o esnalarda arlız vezniyle yazılan güftelerin de halk arasında te­
ammüm ettiğini ve oldukça mahallileştiğini gösteriyor (Ayn. esr., ayn. sayfa).
Ma<mafih XV. asır bestekarları yalnız böyle mahalli renklerle mümtaz
eserler, murabba<Iar bağlamakla iktifa etmiyorlar, Farsça güfteleri de bes­
teliyorlardı (Tafsilat almak için Lehcetü'l-LUgat sahibi Es<ad Efendi'nin
Atrabü'l-Asar ünvanlı milsıki-şinaslar tezkiresine müracaat etmelidir) .
Edebiyat Ara1tırmalan - X/V.
2 10 'AŞIK TARZI'NIN MENŞE' ve TEKAMÜLÜ

türküler fağırdığından dolayı,, zorla Bursa'ya getirmek suretiyle,


<Aşık tarzından nekadar zevk duyduğunu göstermişti. E v l i y a
Ç e l e b i'nin naklettiği gibi, bizzat Sultan Mehmed ıv. ile
vezirler ve musahiplerin, silahdarların bu sa �şairine göster­
dikleri rağbet ve muhabbet, hatta E v l i y a Ç e l e b i'nin de onun
şairlik kudretine ve müsıki anlayışına karşı açıkca ifade ettiği
meftunluk, <Aşık tarzının bütün halk sınıfları arasında nekadar
iyi karşılandığını pek iyi gösterebilir 16 •
Acem medeniyetinin derin te'sirleri altında kendi ruhla­
rından çok şey kaybeden münevver sınıf bile, sahtelik ve gösteriş­
ten kendilerini kurtardıkları samimi dakikalarda, halk ruhuna
daha yakın olan bu sade eserlerden, bunların sade ve güzel
bestelerinden lezzet alıyorlardı ; ezgiler, deyişler, kayabaşı/ar ;
18 E v l i y a Ç e l e b i meşhur Seyahat-Name'sinin beşinci cildinde bu
vak<ayı daha mufassal anlatır: Sultan Mehmet ıv., maiyyetinde Köprülü
Mehmed Paşa bulunduğu halde, Anadolu Celalileri'ni te'dibe çıktığı esnada,
birgün, İznık-gölü kenarında ordu kurulur. Etraftan takım takım Celaliler
getirilerek boyunları vurulduğu sırada, celladlar adamcağızın birini bir
türlü öldüremezler; bu hadise Padişah'ın merakını celbederek, "Acaba
sihirbaz mı, yoksa üstünde nüsha mı var ?,, diye nezdine celb ve istintak
eder. " . . . Herif, vallahi padişahım ben Anadolu eyaletinde Uşak şehrinde
tarik-i uşşakiden bir aşık-ı sadık ve garib-ü hasib-i sadattanım. Amma
levendler ile ihtilat ettiğimden iyi çöğür çalıp hazin sacla ile türküler çağır­
dığımdan, Hasan Paşa beni Bursa'ya gelirken beraber getirdi. Gördüm ki
isyan ediyor, iki kerre firar edip yine halas olamadım, beni tuttular.,, diye
halini ifade eder. Bunun üzerine celladlar, "Padişahım, kılıçlarımızı görün !,,
diye kılıçlarını huzılr-ı padişahiye bırakırlar : "El-azametü'l-llah gılya kılıç­
ların yüzü kurşun gibi yassı yassı olmuş. Padişah ve musahipleri engüşt
her dehen-i hayret kaldılar. Saadetlu Padişah, "Azadedin şu çelebiyi !,,
dedikte, ol an bendlerini çözüp omuzuna bir kat libas-i fahir ve don, gömlek,
bir küheylan, iki köle, bir şişhane, bir kese kuruş, yüz altun ve bir samur
kürk ile yirmi akçe teka<üt hatt-ı şerifi verip, beni sevenler riayet eylesün,
buyurdu. Cümle vüzera ve musahipler mezkur çelebiye ol kadar in'am ve
ihsanlar ettiler ki üç günde katar, çerke, bahar sahibi olup şad-ı merke uğraya­
yazdı. Min-ba'd çöğür çalarken şiirinde mahlasını 'l t a k i yazdı . . . Amma
acib çöğür çalardı. Koroğlu, Köroğlu, Fartaloğlu, Kayıkçı Mustafa, Gedik
Süleyman, Kayıkçılar Mustafası, Geda Muslu, Turabi, Gedayi, Katibi ve
� sairleri ne bunun gibi çöğür çalabilirler, ne de bu gilna manalı, muharrık
eş<ar söylemeğe kadirdirler ; zira sözünde te'sir var idi ki üstaddan feyz alıp
mutasavvüane güftarlı bir merd-i suhandan olmuştu,, (E v l i y a Ç e l e b i,
Seyahat·Name, c. v., s. 281 -282).
'AŞIK TARZI'NIN MENŞE' ve TEKAMÜLÜ 21 ı

İran taklidi musanna<karlar'dan, nakışlar'dan daha ziyade Türk


ruhunu okşuyordu 17•
XVII. asırdaki Osmanlı içtimai hayatını bütün teferrua­
tına kadar en samimi renkleriyle canlandıran ve yaşatan saf-dil
seyyah E v l i y a Ç e l e b i'nin S�yahat-Name'sinde, Aşıklar'ın o devir
hayatında ne kadar mühim bir yeri olduğunu, yani, içtimai
hayatın birçok tecellilerinde onlara nasıl bir kıymet verildiğini
açıkca görüyoı uz : İbşir Paşa'nın sadaret alayında çöğürcüler
mevcuttur ; "... andan dörtbin kadar kaplan postlu, sırma
üsküflü, keçesi telli mücevher tüfekli, başları otağalı pür-silah
müzeyyen yeniçeri askeri sadr-ı <azam İbşir Paşa'yı ortaya
alıp önünde oııiki, eli çögürlü yeniçeri şairleri : "Sultan Murad'ın
;ırağı • lbşir Lala kahramandır" diye herbiri birer guna riş­
hand ederek İbşi r'in önü sıra <ubur ettiler ı 8,, ; ma<amafih bu
0
çöğürcüler yalnız Yeniçeri Ocağı'nda değil, her yerde b ulunu­
yordu ; mesela E v l i y a Ç e l e bi İstanbul'dan Bursa'ya giderken
Mudanya kayığındaki Aşıklar'a mahsus bir alemi anlatıyor ki,
o asırda Aşıklar'a nekadar çok tesadüf olunduğunu göstermek
i<tibariyle dikkate değer : " ... pupa yelken Sarayburunu akın-

17 Ş e y h i'ye kadar gelen Osmanlı şairleri ezgi, deyiş gibi milli şekiller

ve besteler hakkında hiçbir tahkir fikri beslemiyorlar, onları tabii görüyor­


lardı. M e vl a n a C e l a l e d d i n R u m i gazelinde, Hem mln fakır icermen,
hem mln tiyiş bilirmen diyerek deyiş bildiğini gösteriyor ; kezalik Ş e y h i, Husrev-ü
Şlrln'inde Ferhad ağzından tanzim ettiği meşhur terci'-i bend'inin :

Mıtrıb nefes......,,ur can-i Şeyh t Çak eyleye ten don'un tarabdan


Ol ezgiye düze subh-u ştimi Göz yflma Acem'den-ü Arab'dan
Kim yoh bu diyô.r.......,ifinde deyytir Vtir......,,iste ki yardır ne kim vtir

mısra <larında ezgi kelimesini beste makamında ve hiçbir tezyif manası kasdetmi­
yerek kullanıyor; halbuki xvı. asırdan itibaren gelen klasik şairler bu milU
şekil ve besteleri -halk arasında bütün kuvvetiyle canlı olmasına rağmen­
istihfaf etmek öğünmesinden ayrılamamışlardır. Serseri şair Bağdadlı Ruhi'­
nin aşağıdaki kıt'asında ezgi'nin nasıl alay edercesine bir tarzda kullanıldığı
görülüyor :
Nekadar vtir ise Şirvan'da kaı:.ô. bahşetmiş
Ltıtfidip herkese ptişii-yi saddet-küster
Dün kultiğima ;alındi bize olmUJ ÇtiN
Korkann ;ala ;alii ezgiye döndürmeJeler
11 Evliyti Çelebt Seyahat-Namesi, c. m., s. 5 1 8.
2ı2 'AŞIK TARZI'NIN MENŞE' ve TEKAMÜLÜ

tısını ve girdabını <ubur edip badban-ı maksudu Bursa canibi ne


mün<atıf eyledik. Gemi içre herkes şevk ile sohbet etme kte,
bazı yaran hanendeler : "Allah'ım ya Hadi o Asan eyle yolumu;:..
Sehl-i umurü' l-vadi * Tiz geçir tut elimiz" ilahilerini terennü­
me agaz eylemekte idiler. Meğer refı kl erimizden birisi Sultan
İ brahim'in karcıhaşı'sı Sefer Ağa'nın tanburecisi ve kemançecisi
imiş. Yine beraberimizde olanlardan bir diğeri de Sadr-ı a<zam
Kara Mustafa Paşa'nın uşağı Kara Receb Ağa'nın çöğürcüsü
ve hanendesi imiş. Cümlesi bir yere geldiler. Hakir, ' Geliniz,
şu girdab-ı gamda def<-i gam için bir sigah faslı idelim ' dedim.
Muvafakat ettiler. Gemicilerden Kışlakçı Dayı, Çördüm (r.)JP." ) ,
Cıvık Veli nam dayılar da çögürleri ile gelip bizimle hem-neva
oldular. Aşıkane sadıkane bir Hüseyin Baykara faslı oldu ki
erbab-ı zevkın ağzından salyalar aktı ı 9.''
Murad ıv. zamanında D e m i r o ğl u , Molla H a s a n ,
Koroğlu, G e d a M u s l u , K a r a Fazlı, Celeb Kati b i ,
S a r ı M u k a l l i d , C e l e b G e d a y i , H a ki , T u r a b i gibi
birçok çöğür şairlerinin Osmanlı memleketinin her tarafında
şöhret kazandığı ayni eserin muhtelif yerlerinden açıkca anlaşı­
lıyor 20 • Filhakika ait olduğu bahislerde görüleceği gibi, Osmanlı
hayatının hemen her safhasında, konaklarda, kahvehanelerde,
meyhanelerde, bozahanelerde, kervansaraylarda, tekkelerde,
mesirelerde Aşıklar'ın büyük bir yer \'e ehemmiyeti vardı.
Aşık Edehiyatı'mn eski mahsul lerinden, şimdiye kadar tesa­
düf edilen eserler, en çok xvıı. ve xvııı. asra ait olanJardır.
İ leride izah edileceği veçhile, Aşık tarzı, Türk edebiyatının
en eski devirlerindenberi devam etmekte ise de, onun xvıı. asra
kadar vücude getirdiği mahsuller maatteessüf elimizde bulun­
muyor. B a h ş ı isminde bir Aşık'ın Sultan Selim ı.'in Mısır seferi
hakkında söylemiş olduğu destandan kalan ufak bir parça
ile, birkaç basit türkü istisna edilince, Aşık tarzının eski eserleri
hala elimize geçmemiştir. Bunun sebepleri bir dereceye kadar
anlaşılıyor : Aşıklar'ın hece vezniyle yazdıkları milli eserler
muntazam divanlar halinde değil. muhtelif mecmualarda,
cönklerde, perişan ve ekseriya imlası bozuk bir hllde yazılı
19 Ayni eser, c. n., s. 4.
20 Ayni eser, c. ı ., s. 638 ve c. ıv., s. 283.
'AŞIK TARZI'NIN MENŞE' ve TEKAMÜLÜ 213

bulunur ; kendi zamanlarında muayyen bir beste ile müte­


rafık olarak halk arasında dolaşan o eserleri bazı merak sahip­
leri kendi hususi mecmualarına tesadüfen kaydetmişlerdir.
A1nrlarca yaşıyan bu zensin edebiyatı bu suretle yok ol­
maktan kurtaranların, bazı istisnalar bir yana bırakılırsa,
hemen umumiyetle cahillerden mürekkep olduğu, bu tarzda
sekiz - on mecmua görmekle derhal anlaşılır 2 ı . Bugün hususi
ve umumi kütüphanelerimizde bulunan mecmualarda xvn.

21 Osmanlı şairleri yalnız milli besteleri değil, milli nazım şekillerini de

hiçbir zaman iyi karşılamamışlardır ; mesela varsağı, Şark ve Garp Türk­


leri'nde yetişen halk şairleri arasında pek meşhur ve umumileşmiş bir nazım
şekli olduğu halde, tarihçi <Ali� Varsağı-gular'dan hakaretle bahsetmiş, sair
tarihçi ve münekkidlerimiz ise öyle birşeyin varlığını dahi bilmezlikten
gelmişlerdir ; halbuki xvı. asırda Azerbaycan'da yetişen şairlerden Ş e m s i
mahlaslı M e h m e d B e y hakkında şuara tezkiresi sahibi S a d ı k i'nin verdiği
tafsilat, onun o havalide varsağı söylemekle tanınmış olduğunu anlatıyor.
S a d ı k i'nin rivayetine nazaran, M e h m e d B e y'in şu :
Çarh-ı felek evirilip dönerse Beli dimişem dönme.zem yarimdin
Men'etmenüz < /sa gökdin inerse Beli dimişem dönme.zem yarimdin
varsağı'sı, o havalide pek meşhur imiş (Sadık i Tezkiresi, Nur-ı Osmaniye Kü­
tüphanesi, pu. 3720) . Şark Türkleri arasında, hatta onların en çok Acem
taklitçisi klasik san<atkarları tarafından pekçok kullanıldığı halde, Osmanlı
şairleri tarafından ihmal ve hatta tahkir edilen nazım şekillerinden biri de
Tuyuğ'dur : Tuyuğ, "Acemler'in ruba<isine bedel Türk'ün bir nevi< vezn-i
millisidir ki ekseriya üç, veya dört mısra'ının kafiyesinde cinas-ı tam bulunur,,
(V e l e d Ç e l e b i, Muhakemetü'l-Lugateyn tercemesi) . Faillltün failatün fô.ilün
vezni ile yazılan tuyuğlar'ın kafiyesinde tam cinas bulunması şart ise de,
Anadolu Türk şairleri arasında Tuyuğ yazmakla tanınmış yegane şftir olan
xıv. asır şairl�rinden K a d i B u r h a n e d d i n'in bazı tuyuğlar'ında cinas bulun­
mamaktadır. Bu nazın şekli, sırf Türkçe'ye mahsus olmakla beraber, mesela
varsağı derecesinde milli bir şekil sayılamaz ; çünkü anlı vezni iledir. M r .
G i b b, Osmanlı Şiiri Tarihi'nde, Tuyuğ'u onbir heceli milli bir nazım tarzı­
addetmekle, çok yanılıyor ; Çagatay lügatinde bu kelimeyi vezin, kafiye diyerek
yanlış bir surette tarif eden Va m b e r y 'ye mukabil, S ü 1 e y m a n E fe n d i,
Çagatay Ltıgati'nde bunu pek doğru tarif etmektedir : "Bahr-i remel ile müsed­
des-i maksur vezninde inşa olunan bir nevi' �<ardır ; bir lafz ile iki-üç manaya
delalet eder.,, İşte, nisbeten az-çok milli addedebileceğimiz bu nazım şekli,
N e v a i'nin bütün takdirlerine rağmen (Muhllkemetü•L - Lugateyn.- Neva i
Dlvanı mukaddimesi, N ur-ı Osmaniye Kütüphanesi, nu. 388o), Osmanlı
muharrir ve şairleri asla kabul etmemişler, onun hakkında bil<akis küçümseme
hissi beslemişlerdir. Tezkire sahibi S e h i B e y'in, Sultan Selim şairlerinden
,
2 14 'AŞIK TARZI ' NIN MENŞE ve TEKAMÜLÜ

asırdan i<tibaren vücude gelmiş eserlere çok ve tekrarlanmış


olarak tesadüf edilmesi, bu asrın, Aşık edebiyatı için Altun devri
sayılabileceğini gösterir : Genç Osman'ın feci< şahadeti üzerine
yazılan meşhur destanın sahibi Osman-oğlu hakında I 6 I 7 (H.
1 026) 'de destan tanzim etmiş olan <A l i, İ ran Şahı'nın Bağdad'ı
zabtetmesi üzerine güzel bir destan yazan M u s t afa, Sultan
Murad ıv.'ın vefatı üzerine kendi lisanından tanzim edilmiş
cidden latif birkaç mersiye yazan meşhur K u l o ğ l u , Kalender­
oğlu Vak ' ası 'na dair destan tertip eden K u l D e v e c i, Ferhad
Paşa'nın İ ran zaferlerini, Haydar Mirza"nın rehin olarak
İ stanbul'a getirildiğini destanlarla tes<it eden Ö k s ü z D e d e
gibi, eserleriyle tanıdığımız birçok sazşairleri hep xvıı. asır
adamlarıdır.
Aşık tarzı, xvn. asırdan i<tibaren, daima terakki ve taammüm
ediyor, bu san<at tarzının mensupları ve takdirkarları her taraf­
ta çoğalıyordu : Sultan Mehmed ıv.'in kadınlarından olan
Afife S u l t a n , Padişah'ın zaruri olarak saltanatı terkinden
üzüntü duyarak, "Bana hayf değil mi der Sultan Mehmed" neka­
ratlı milli bir manzume yazarak Aşık Edebiyatı'na merbutiye­
tini göstermişti. Aruz vezni ile de şiirler yazdığı rivayet edi­
len Aflfe Sultan'ın böyle en samimi teessürlerini milli vezin
ve eda ile ifade etmesi, o asırdaki saray aleminin bile Aşık
tarzına kayıtsız kalmadığını anlatmaktadır 22• Sazşairlerine

D a h l i mahlaslı Z ey n e • 1 Paş a'dan bahsederken zikrettiği bir fıkra bunu


pek iyi gösteriyor (Seht Tezkiresi, s. 25) : "Bu fakirden bir gazel sadir oldu
ve bu beyt-i makta', ittifak bu nev<e düştü :
Bülbül sadası gfbi şi'r-f Seh t güzeldir
Eş<ar-i gayriler hep ana göre tuyuğ'dur
Anlar dahi bu beyte cevap buyurmuşlar, ol beyit budur :
Efsô.ne-l·cüniinum destan.._olup okunsun
Hengame-{ belô.dii şi'rl Seh t tuyuğ'dur
22
Hususi kütüphanemizdeki bir mecmuada da kayıtlı bulunan bu
manzume, şairane bir kıymetten ziyade, tarihi bir ehemmiyeti haizdir.
Baştan başa S u l t a n M e h m e d ıv.'in ağzından söylenmiş olan ve, "A kul­
larım SUfUm nedir bil medim *Y e ğ e n'i hırsızken paşa eyledim . Bostancıbaşı Mflsô.'ya
neyledim * Bana hayf değil mi der Sultan Mehmed parçasıyle başlayan bu man­
"

zUıne hakkında Tarih Encümeni Mecmuası nda yeter derecede izahat veril-
'

miştir (Nu. 27, s. ı 29- 1 34) .


'.�ŞIK TARZl'NIN MENŞE' ve TEKAMÜLÜ 215

gösterilen umumi rağbet neticesinde, şuara tezkireleri muhar­


rirleri, artık onlardan bazılarını istihzalı bir eda ile kitaplarına
geçirmekte mahzur görmemekle beraber, milli vezin hakkındaki
nefretlerini bir türlü unutamıyarak, misallerini .Aşıklar'ın aruz
vezniyle yazdıkları parçalardan intihap ediyorlardı. tleride
izah edileceği gibi, sazşairleri de, kısmen kl�ik şairlerin te'siri
altında kalarak, aruz veznini gazel, sema<i ve divanlarda kes­
retle kullanmağa başlamıştlardı. İ şte, Safat Tezkiresi'nde Ş e r m i
ve F a s I h i gibi iki sazşarinden -tabii tezyifkarane bir surette­
bahsedilm.iş olması ve misal olarak aruz vezniyle yazdıkları
eserlerden bazı parçalar alınması, buna kuvvetli bir delildir 23 ;
fakat bu, klasik şairleri şiddetle kızdırıyordu. V e h b i, meşhur
Suhan Kasidesi ' nde hakiki şairlerin yokluğundan şikayet ederken24 ,
"vezin ve kafiyeden bt-nasib, muhammes ve murabba<dan bt-haber"
addettiği halk şairlerinden ve bilhassa, şöhretleri o aralık her

23 Ş e r m i hakkında aynen şu tafsilat vardır : "Namı, <A l i'dir. Üskü­


dar'dan zuhur etmiştir. Zümre-i topcıyanda hoş-sohbet ve haylice sahih
-nezaket ve bedihe-gulukta mahir ve hüsn-i savte kadir, çalar ve çağırır ve
encümen-i zurefada hazır ve ögdül almakta bahadir kahvahane şairlerin­
dendir. Mora seferinde ı ı 27 tarihinde sahba-keş-i cam-ı memat olmuştur.
Bu birkaç beyit bi'l-bedahe nazmeylediği güftarındadır : Tarf-ı rüyinde
şehti kakül-i g{sü bulunur * Sahn-i gülşende beli sünbül-ü şebbü bulunur (Safa i
Tezkiresi) . Bundan sonra, vezir-i a'zam Silahdar Ali Paşa'ya lale çiraganında
vermiş olduğu bir kasidesinden bazı parçalar zikrediliyor. S a fa i'nin, F a s i h i
hakkında kullandığı lisan da bundan farksızdır : "Namı Ahmed'dir. İstan­
bul'dan zuhur etmiştir. Evail-i halinde tahsil-i marifet edip, dergah-ı ali
yeniçerileri zümresinden ve şeştaryan'ın zübdesinden ve bedihe-g�yan'ın
güzldesinden, asrın şuarasından bir pehlivan-ı namdar olup, ol tCıti-i fesahat
arzu-yi Yusuf-i ıkbal ile seyahat edip, Mısr-ı Kahire'ye varup nice zaman
sakin-i beytü'l-hazen-i inziva olmuştur. Cümle-i maarifinden gayrı ressam­
lıkta bi-nazir-i ruzgar olmakla rakam-ı siyeh-fam-ı kalemi sihir-sazdır.
Asarından Esma'-i Bilad nam manzum te'lifi ve Bezm-i Keyuf nam musavver
risalesi vardır. Tasviratı dahi kendi kalemidir,, (Safai Tezkiresi) . Bunu
müteakıp zikredilen şiirleri, oldukça basit ve ibtidai bir mahiyettedir.
24
lktifa eylediler meslek-i Aşık Ô m r'e Aşk-u şevk lle nice k<ifiye-cüya-yi suhan
G e v h e r i güftesini döndü bugünlerde meded Gevher-{ nadire-{ lu'lu'-i lalô.-yi suhan
Hane-{ tab'-ı harabi gibidir yaptığı beyt rıktı nazmi temelinden nice b lna-yi suhan
Kimi mani kimisl vadi-i türkmani' de Karaoğlan kayabaşi'sı yelella-yi suhan
Mey-ü meyhane ili mugbeçeyly<idederek Oldular Bekri gibl mey-kede plra-yi suhan
216 'AŞIK TARZ I'NIN MENŞE' ve TEKAMÜLÜ

tarafa yayılan Aşık Ömer'le Gevheri'den pek hakaret edercesine,


pek hiddetli bir eda ile bahsediyordu : "Na-muntazam ve bed-mah­
las bir alay şairin saçma-sapan şeylerle kıymet-i nazmı mahvettiklerini,
vezn-i eş'arın terazilere konularak dükkanlarda mukaffa-yi suhan
satıldığını,, anlatan şair V e h b i , Aşıklar'ın halktan . gördüğü
rağbeti tabii hoş göremezdi. Mesnevi şarihi İ s m a< i l A n k a r a­
v i Miftlihü' l-Bülega ünvanlı ufak risalesinde suhanveran ve nazm
-averan'ı dörde ayırır ; ( ı ) Kelamlarında suret ve manayı cem<­
edenler ; (2) eserleri kalıb-ı bi-can ve sfıret-i bi-an gibi şeklen
hfıb ve manen bi-rfıh ve bi-mana kalmış olanlar; (3) kelamı
hayli rfıh-efza ve mani<dar olmakla berabar, zinet-i e debiyattan
ar i ve zib-ü ziverle sına<at-ı şi<riyeden hali bulunanlar ; (4)
kelamı sfıret-ü manadan hali olmakla esvat-ı hayvanata lahık
olanlar ki anlar hakkında yave-gfıy ve herze-cfıy demek sadıktı r
(S. 7-8) . İ şte, eski klasik şairler, medrese tahsilinden habersiz
sazşairlerini ancak bu dördüncü sınıfa dahil ediyorlardı.
İ ran esatirinin kalıntıları ile doJu zülf-ü htil-ü n1h redifli
san <atlı gazeller yazan şairlerin, halk şairleri aleyhinde be5le­
dikleri bu küçümseme hissi ve tahkir gayet tabii görülmelidir.
Mesela Ş ai r V e h b i, halkın şair deyince kendilerini değil,
mutlaka sazşairlerini anladığını tuhaf bir münasebet1e pek iyi
hissetmişti : V e h b i, Manisa'ya naib olduğu zaman, ahali,
onun tanınmış bir şair o1duğunu haber alarak çok sevinmişler.
Bir akşam, Manisa'nın en meşhur a<yanından Kara Osman-zade
Hacı Ömer Ağa, bütün vilayet ileri gelenleri ile ber aber .şairi
,
de be1aber konağına davet etmiş : Meğer herkes İ stanbul'dan
gelen bu büyük şairin sazını dinlemek merakında imiş .. Hane
sahibi münasip bi r fırsat getirerek, bütün orada bulunanlar
namına, biraz saz çalmasını reca edince, V e h b i , kendisini Aşık
zannettiklerini an1amış ve kendisinin saz değil söz şairi oldu­
ğunu anlatmağa çalışmış ; fakat buna karşı, sazsız şair olabiiece­
ğine ihtimal vermeyen Hacı Ömer Ağa muttasıl gümüş telli se­
defkar! tanburasını takdim ederek birkaç nağme niyaz edermiş . ..

.Mihnet-i Keşan 'ında bu vak<ayı maharetle nakleden K e ç e c i ­


z a d c İ z z e t M o l l a , evvelce yalan ve mübalegaya ha mlettiği
bu vak<anın Keşan'da aynen başına geldiğini hazin bir �da ile
anlatır :
'AŞIK TARZ l 'NIN MENŞE' ve TEKAMÜLÜ 217

Keşan ctimi'indi imtim-i saglr Sagir ldi ger;i sığırdan kebir


Dedi: Bir-iki mtih sahreyledik Dil-l zare sahr fle cehreyledik
işittik ki siz ştiir-l şahsız Maarif semavatına mahsız
Değil haddimiz ger;e faldırma saz Gönül bir-ikl nağme eyler niyaz
Meh-l n1zedi etti ibrtim-ı tam Bana durme meşket deyü bit" makam
Dedim hedce ;ıkmıştı avazımız Sitanbul'da terk�yledik sazımız 25

işte, şu münferid vak 'alard an bile pek ala anlaşılıyor ki,


ülema sınıfından lran-perest şairlere rağmen halk, milli Aşıklar'ı
seviyor, onlara hürmet ediyor, cönklerde ve mecmualarda saz­
şairlerinin koşma ve destanları en mühim yeri alıyordu. Milli
vezin ile sade ve samimi ilahiler yazan tekke şairleri halkın gö­
zünde nekadar meşhur ve takdir edilmiş ise, Aşıklar da o ka dar
rağbet ve saygı ile karşılanı rdı ; hatta A ş ı k Ö m e r gibi bazıları
hakkında derhal efsaneler teşekkül etmiş, birçok kerametler,
menkabelcr nakledilmeğe başlanılmıştı. Sazşair !erinin hazan
hakiki bir ilham ile vücude getirdikleri cidden san<atkarane
eserler, yavaş yavaş münevver mahfillerinde de okunup beğenil­
mek saadetine mazhar oluyor, milli vezin ile mtlli şarkılar yazıla­
bileceği N e d i m gibi büyük şairlerin dikkatini çekiyordu �·.;.

20 Afihnet-i-Keşan, s. 93.
21 İ lahiler yazan tekke şairleriyle halk şairleri müstesna olmak üzre,
milli vezin ve milli şekiller Şark ve Garp Türkleri arasında daima terkedil­
miştir. Or.ta-Asya'da H o c a A h m e d Y e s e v i ve onu takibedenlerin, Garp
Türkleri'nde Y u n u s ve peyrevlerinin milli eserleri, edebi tekamülümüzün
son safhalarına kadar, hususi bir edebi tarz halinde devam edip durursa da,
asıl klasik şiirlerd� milli vezne ve milli şekillere hemen hiç tesadüf edilemez.
XI. asırda yazılan v� Türk edebiyatının en eski manzum eseri gibi telakki
edilen Kudatgu-Bilig bile, mana ve mevzuundaki dikkati çeken asliliğine
rağmen, Şeh-.Name vezni ile yazılmıştır. İlkönce Orhun Ab ideleri 'nde tesadüf
edilen milli vezne gelince, mutasavvıflar hariç, İran edebiyatını taklid eden
şairler arasında asla rağbet görmemiş, Türkçe'nin aruz vezinleriyle hiç
ünsiyyet etmediği en eski zamanlarda bile, hatta basit halk lisaniyle yazı
yazanlar tarafından da kabul olunmamıştır. Anadolu Türkleri'nin en eski
edebi eserleri olarak tanıdığımız M e v l a n a'nın, S u l t a n V e l e d'in, G ü l­
ş e h r i'nin eserleri, Şark Türkleri'nde Kudatgu-Bilig'i takibeden Hibetü'l­
Haktiyık, Mahzenii'l-Emir gibi manzumeler, hep İran vezin ve şekillerinin
kuvvetli te'sirleri altında vücude gelmiştir. Çagatay edebiyatının yükselme
devri ve Şark Türkleri'nin milli bir uyanma devri sayabileceğimiz xv. asırda,
218 'AŞIK TARZIN'IN MENŞE' ve TEKAMÜLÜ

N e d i m devrinden sonra, bu biraz mahallileşmek, biraz


halka doğru gitmek ve halkın zevkıni gözönüne a]mak temayül-

N e v a i'den evvel ve sonra gelen şairler, hatta bizzat N e v a i, milli vezne


karşı tamamen kayıtsızdırlar : Muhalcemetü'l-Ltıgateyn'inde Türkçe'nin Farsça'­
ya tercih ve üstünlüğünden hakiki bir milliyet-perver heyecaniyle bahseden ve
Türk münevverlerinin Farsça'ya karşı fazla rağbetlerini ve milli lisana kıymet
vermemelerini şiddetle tenkid eyleyen <A l i Ş I r N e v a i'nin, milli vezin
ile yazılmış hiçbir eserine tesadüf edemedik. L a t ifi , S e k k a k i , E m i r
S ü h e y l i , S u l t a n H ü s e y i n gibi Çagatay şairleri arasında d a milli vezne
kıymet veren, hatta onun varlığına kıymet veren kimse yoktur. Yalnız, xvı.
asır Çagatay edebiyatının en mühim siması sayabileceğimiz meşhur Z a h l­
r e' d-D l n B a b u r'un Dlvtin'ında -Orta Asya Türkleri arasında pek mftruf
ondört heceli ile yazılmış- şu milli parçaya tesadüf edebildik (Halis Efen­
di kütüphanesindeki nüshadan istinsah edilen hususi kütüphanemizde mev­
cut nüsha) :

Nice mihrsiı:.ligtin Mcr yoluga bargay


Kim bu yoldın Q' göngül ol koya.pıı kaytargay
Hiç işitmeyin söı:.ni gamga saldılar öı:.ni
ra göngülni ya göı:.ni kaysi birisin kargay

"Ta Rab havas cem'ide B tib u r ' n u has kıl * Ttilıut avam tefrikasıdın halas kıl"
matla<ıyle, halk kitlesine karşı beslediği hissi pek iyi gösteren B a b u r Ş a h'tan,
milli vezne daha fazla kıymet vermesini beklemek manasızdır ; yukarıki
parçaya gelince, lisanın Acem'ane ifadesi gözönüne alınmazsa, şekil ve
vezin itibariyle, Türkler'in bugün bize intikal edebilmiş en eski halk şiirlerini
hatırlatmaktadır. Garp Türkleri'ne gelince, şair N e d i m'e kadar halk vez­
niyle tasavvufi olmayan eser yazmış hemen hiçbir büyük san <atkara tesadüf
edilmiyor ; Dlvtin'ında mahalli intıbMara çok tesadüf edilen ve umumi hayatın
her bir zevk hadisesi için sade ve zarif şarkılar tanzim eden N e d i m, o zaman
pek beğenilen ve umumileşen sazşairlerini taklit ederek, şu güzel türküyü
yazmıştı (Nedim Dlvanı , İstanbul, 1 29 1 , s. 1 22) :

Sevdiğim, cemalin çünkü göremem, Çıkmasın hayalin dil-i şeydadan


Hak-i paye çünkü yüzler süremem Alayım peyamın bad-i sabadan

Kebtıd-ı çepn b t-rahm etti nigtlhın Aşıkların göğe çıkardı ahın


Sordum gerdeninden zülf-i siyahın Bir cevap vermedi aktan karadan

Sevdiğim, bendene düşerse hizmet Kapında kul olmak canıma minnet


Göre idim sende btıy-i muhabbet istediğim budur sen hl-vefadan

N e d im a hüsnüne olmuştur tl§ık Öyle bir aşık kim kavlinde sadık


Kereme nekadar değilse layık Ar etmez efendim şehler gedddan
'AŞIK TARZl'NIN MENŞE' ve TEKAMÜLÜ 2 19

leri gittikçe kuvvetlendi : E n de r u n ! u V a s ı f, F a z ı l B e y ,


hatta Ş e y h G a l i b'in doğrudan doğruya mukallidi addede­
bileceğimiz 1 z z e t M o 1 1 a aı fız vezniyle yazdıkları şarkılarda,
gazellerde halkın bedii zevkıni okşamağa ve basit bir lisan
kullarunağa çalışıyorlardı. V a s ı f'ın İstanbul kadını şivesini taklid
ederek yazdığı muhavereli parçalar, zarif şarkılar ; F a z ı l B e y'­
in o devir alemlerini, kostümlerini tekmil teferruatiy le gösterecek
gazel ve türküleri, İstanbul'un bütün zevk mahfillerinde lez­
zetle okunuyordu 27• A ş ı k Ö m e r , A ş ı k G a r i p , G e v h e r i ,
daha sonraları D e r t l i , Osmanlı memleketinin her tarafında bü-

Ahmed 111. devri mesirelerinde, Çıragan alemlerinde, Lale sohbetlerinde


latif bir beste ile ağızdan ağıza dolaşan bu milli türkü, Aşık tarzının tam o
esnadaki şekil ve edasına uygundur; ma<mafih, N e d i m'in bu güzel eseri,
tezkireciler ve klasik şairlerce, aruz vezniyle yazdığı Sa'd-abad şarkıları
kadar beğenilmemiştir ; halbuki Sultan Ahmed 111., "Teferrüc-gah-ı has-u 'am
olan Kağıthane nam mahall-i dil-guşada, bir kasr-ı bi-kusur bünyad eyleyip
ikiyüzden ziyade devlet-i aliyye ricaline bağlar ihsan edip herkes ziyade
tekellüfler ile kasrlar bina etmekle asrın şuarası musanna' tarihler ve kasi­
deler nazın,, (Safai Tezkiresi, N e d i m'den bahis kısım) ettikleri esnada,
"Gidelim serv-i revanım yürü Sa'd-abôd'e " şarkısını tanzim eyleyen N e d i m'in
bu vadideki sair şarkıları, bütün edebiyat mensupları arasında meşhurdur.
Esasen, xvm. asırdan itibaren bütün Dfoan'larda aruz vezni ile, az-çok
yerli bir mahiyeti haiz şarkılara tesadüf olunur.
27 Bu şarkı modası, "Ettirir kişver-i efvaha sefer güfteleri * Giydirir besteler

eş<ar'a libas-{ seferi * Kailiz nağme-şinôsan'ına lstanbul'un * Çiğner........,ağzında


Yahudileri, çinganeleri "diyen N a b i'denberi gittikçe artıyordu. N e d i m'den
sonra Çağlayanlar şarkısını yazan E n d e r u n l u V a s ı f ve Defter-i <Aşk sahibi
F a z ı l B e y, halk arasında pek rağbette idi. Bu iki şairin şarkıları birer
tarihi vesika olmak itibariyle cidden eşsiz sayılabilir : "Başlarına sırma
püsküllü beyaz fesler koyan, kaşlarına 'ıtr-ı şahiler sürünen, ateşin atlas üs­
tünde barudi binişleriyle rakseden, al bertalarla, altun sarısı kaftanlar giyen,,
Rum ve Yahudi rakkasları, çingene çengilleri, F a z ı l B e y'in şuh eserlerinde
hakiki renkleriyle yaşar. "Şöyle zannım girmiş........,onbeşytişına * '/tr-ı şah i'ler sürün­
müş ktişınii * Sırma püsküllii be_yaz fes btişınii * Bir yaraşmıştır ki yahü yelleli"
yahut : "Bir civan gördüm yantiği gülgül i * Benler{ var üç adet şeh-tanell * Orta
boyla, hoş edall, cilvell * lsmini derler imiş Darçın - güll,, gibi, N e d i m te'si­
riyle ve zamanın modasına uyularak yazılmış sade ve zarif şarkılar Fazıl
Be_y D lvtinı 'nda pek çoktur.
Enderunlu V a s ı f'a gelince, İstanbul kadını şivesini muvaffakıyetle
taklit eden bu şairin türküleri de, hafif vezinlerle ve sade bir lisan ile yazılmış
mahalli nağmelerdir ; ' Çünkü e_y şiih-ı feda i * Gönlümü ettin havai * Eyleme
'
220 'AŞ IK TARZl'NIN MENŞE' ve TEKAMÜLÜ

yük bir ehemmiyet kazanmışlardı. O devir hwanende ve sazen­


deleri tarafından toplanmış ve ter tip edilmiş hususi şarkı mec ­
muaları bizi bu mes'ele h akkı nd a layıkiyle aydınlatıyor : Anla­
şılıyor ki en mühim mfısıki fasıllarında bile Aşık tarzında eserler
ve mah alli- ·türküler kı yme t bulmuş ; Acem taklidi hatta Acem
ağırkarlardan, nakşlardan zevk al anl ar, ayni suretle, Aşıklar'ın
divan ve koşmalarını, Urfa ağzı türk ü l erini de zevk ile dinlemiş­
lerdir 28• Sultan Selim m.'in, Sultan Mahmud ıı. 'un mfısıki
alemlerinde bile bir rağbet bulan Aşı k tarzı, köy kahvelerinden

bari edayi * Sürelim zevk-u safayi", yahut, hece veznine pek benzeyen "Kim
görse ol la' l-i mülü * Olur eslr-i kakülii * Olsam sezadır bülbülü * Açılmış b ir
sakız.gülü" gibi, o devir zevk hayatının hususi noktalarına ait telmihler,
ihamlarla dolu _bu sade terennümler, mlısıki meclislerinde, mesirelerde lez­
zetle okunuyordu. Halis Efendi K ü tüphanesi' nde bu zamana ait tesadüf
ettiğim dikkate değer bir mecmuada, hece vezninin sekizlisiyle yazı l mış
birtakım garip manzumerler var ki, o devrin mesire alemlerini, kadın eğlen­
celerini bütün hususiyetleriyle anlatıyor. Kimin tarafından yazıldığı tasrih
edilmemekle beraber, v a s ı f'ın te'sirinde y az ıld ığı tamamiyle anlaşılan bu
milli vezinle yazılı manzumelerden Hasb-i hal-i zendn başhklı uzun şiirin
bazı parç alarını naklediyoruz : �

1. 4· 7·
Kimisi hentuya biner, Bir bölük güzel han ı mlar, iri ıeh-dane leblebi,
Kimi salıncaktan iner, Dedim aceba bu kimler, O ıekerli muhallebi,
Kimi de kayıkla gider. O maşrfl.ba, tas slmler. Şekerli /tfbet but gibi.
.
2. 5· 8.
Sırmalı ehram serilmiş, Ferace/eri de pek denk, Kavrıd""'I fındıkçı hacı,
Biri oturup kurulmuş, Çingeneler eyler ahenk, O ıekerli dondurmacı,
Gören ona aşık olmuş. Başıma cihan oldu teng. Aman o sakız-helvacı.
.
3· 6. 9·

Çalınır bir tarafta saz, O güzel güzel fOcuklar, Bir tarafta ayı oynar,
.Man f ve şarkı yek-avaz, Ellerinde y�ylar, oklar, Bir tarafta ""!)'mun oynar,
Bir tarafta da hokkabaz. Bir tarafta da· oyunlar. Bu 'accü'l-'acdibten var.

28 Halis Efendi Kütüphanesi'nde tesadüf ettiğimiz bu devre ait mec­


mualar, iddiamızı tamamen kuvvetlendirmektedir. Bu mecmualarda, Acem'­
ane gazllerin, karların yanıbaşında, z amanın maruf bestekarları tarafından
be3telenmiş zarif türküler ve Aşık koşmaları yazı lıd ır. Side lisan ile yazılmış
memleket türküleri, az-çok Acem'ane bi r eda ile muharrer ve zariflik iddiası
ile terkiplerle dolu Aşık şiirlerinden derhal ayrı lıyor. Ekseriyetle devr-i devran ve
'AŞIK TARZI'NIN MENŞE' ve TEKAMÜLÜ 22 1

mesire alemlerine, büyük saraylara ka dar ruhlarda ya�ıyor, üm­


milerden en yüksek alimlere kadar herkesin manevi bir h ayat
ihtiyacını tatmin ediyordu. Aşıklar arasında an<ane kab:Iinden
devam edip gelen bilgiye göre, Sultan l\fahmud Adli zamanından
Sultan Abdül<aziz'in son devirlerine kadar, Aşıklar'ın muntazam
teşkilatı, esnaf loncaları gibi loncaları vardı ; .Aşıklar'ın reisi,
hükumetçe muayyen ve ta.Sdik edilmiş olup , Aşıklar kethüdası
ünvanını taşırdı. Gerek Sultan Mahmud, gerek Sultan Mecid

sôfiyan usuliyle bestelenmiş bu eserler M ü e z z i n İ s m a' il A ğ a , K o c a O s­


m a n, H a fı z , Ö m er A ğ a ,. S e y y i d N u h gibi bestekarların san<at eserleridir.
S u l t a n M a h m u d'un bu gibi eserlerden pek zevk aldığı, mecmualardaki
bazı kayıtlardan anlaşılıyor ; kezalik sadr-ı a'zam <A l i P a ş a'ya ait büyük
bir mecmuada, bu gibi muhtelif memleket türkülerine, Aşık şiirlerine çok te­
sadüf edilmektedir. Bu mecmuada rastladığımız bazı türküler, o devirlerin
hususiyetlerini aydınlatacak kadar manalıdır : S u l t a n M a h m u d'un berber­
başısı İsma<il Ağa. hakkında tanzim edilmiş şarkılar, sonra, Esma Sultan
lisanından -yahut :bizzat Sultan tarafından- yazılmış türküler var ki cidden
dikkati celbe şayandır. Memleket türküleri arasında bazıları var ki, her­
halde, mahsus o memleketin mahalli şivesiyle yazılmıştır ; milli zevk mah­
sulü olan halk eserlerinin aruz vezni ile yazılması tabii olmıyacağından,
bilhassa bunlarda hece veznini kullanmak zaruri görülmüştür. Sultan Murad
ıv. musahiplerinden meşhur mukallid K a h v e c i - z a d e, Padişah'ı eğlendir­
mek için Diyarıbekir şivesi i!e bir manzume yazmak istediği zaman, mem­
leket Aşıklar'ını taklit ederek onbirli bir koşma vücude getirmişti (Evliya
Çeleb i Seyahat-Namesi, c. ıv., s. 50) . İşte bütün bunlar, milli hece vezninin ve
Aşık tarzının bilhassa xıx. asırda nekadar umumileştiğini ve bu husustaki
eski istihfafkar telakkilerin bir dereceye kadar değiştiğini gösteriyor. Değil
Osmanlılar'ın ilk · �ırlarında, hatta Osmanlı hükumetinin kuruluşundan
önce, hece vezni ile yazılmış bu gibi halk eserlerinin varlığı muhakkaktır ;
fakat o devir adamlarının telakkileri, o gibi eserlerin layıkıyle kayıt ve tes­
bitine mani' olmuş, kaydedilenler de, zamanın uzaklığından dolayı, asırlar
geçtikçe mahvolarak bize kadar gelmemiştir. Az-çok okur yazar adamlar
muhitinde yaşayan' , Aşık edebiyatının xvıı. asırdan evvelki mahsullerine
tesadüf edilmemesi,''.y ukarıdanberi arzettiğimiz istihfaf telakkisinin bir neti­
cesi ise de, Halkıyat ( Folk-lore) 'ın tedkik sahasına giren sözlü halk edebiya­
tının, yani mahalli türkülerin bu derece az tesbit edilmiş olması pek tabiidir :
P a u l S e b i l l o t, Fransa'nın her tarafında hakiki bir şöhret kazanmış bazı
türkülerin nihayet xvm. asrın yarısına kadar çıkabildiğini söylüyor (Hal­
kıyat, tabi' Doin, P.;ris ı g ı 3) . Bizde de, xıx. asırda söylenen güftelerin
birkısmı hala meşhurdur : "Kır-ata vurdum kına;ı * Atladım geftim Tuna'yı *
Ağlattım garip anayı * gibi şairane parçaları muhtevi Tuna Türküsü, sonra
sair birçok türküler, hatta Aşık güfteleri -belki besteleri i'tibanyle bazı deği-
222 'AŞIK TARZI 'NIN MENŞE' ve TEKAMÜLÜ

ve Sultan <Aziz, Aşık fasıllarından hoşlanırlardı : İ stanbullu


A ş ı k H ü s e yi n B a b a, H 1 250 (M. 1 834 - 35) tarihinden
i<tibaren yirmisekiz sene Tavukpazarı Aşıklar Cemiyeti'ne reis ­
lik etmiş ve çöğür çalmaktaki maharetiyle onüç sene kadar
Sultan Mecid ve Sultan <Aziz zamanlarında sarayda hizmetli
otuzüç kadar Aşık'a takaddüm eylemişti ; kezalik, vefatı 1 882-
83'den sonra olan B e ş i k t a ş l ı G e d ay i B a b a , Sultan Aziz'in
mecJisindc Aşıklar'a reislik etmişti. Bütün bunlar, Aşık tarzının,
ha tta münevver sınıf arasında bile nasıl bir telakkiye mazhar
olduğunu açıkca göstermektedir. İ şte, bu cereyanın te'siriyle,
Sultan Mecid ve Sultan <Aziz zamanlarında, <A k i f P a ş a
meşhur mersiyesini ; Z i y a P a ş a, Akşam olur güneş gider şimdi
buradan * Garip garip kaval falar fOban dereden * Pek körpesin esirgesin
seni 1aradan * Gir sürüye kurt kapmasın gel kuzucuğum parçası
ile başlayan türküsünü ; P e r t e v P a ş a, sadr-ı esbak Mahmud
Nedim Paşa hakkındaki destanını 29 ; merhum C e v d e t P a ş a'nın
teşvikıyle hece vezninin nevi< ve şekillerini ilk def<a tedvine çalı-

şikliğe uğrayarak- uzun zamandanberi söylenip durmaktadır. Bunlar ara­


sında xıx. asırdan çok önceye ait olanların mevcudiyeti muhakkak ise de,
bahis mevzuumuzu doğrudan doğruya alakalandırmaması sebebiyle, bu
mes'ele üzerinde durmağı yersiz buluyoruz. Musıki meclislerinde Acem'ane
ve aruz vezni ile yazılmış eserlerle birlikte, mahalli türkülerin ve Aşık eser­
lerinin de rağbet bulduğu, Şark Türkleri'nde de ayni suretle göze çarpmak­
tadır ; V a m b e r y, Çagatay dil ve edebiyatı hakkındaki eserinde Bahşı Kitabı
namındaki şiir mecmuasından bahsederken bu ciheti pek iyi anlatıyor :
"Sazşairlerinin mahsulü olan bu mecmuanın mündericatı, mensup olduğu
ırkın zevkı icaplarından olarak, pek muhteliftir. Bende mevcut nüshanın
mü11Jericatı çok zengindir ; zira ekseriyetle Türkmen ve Özbekler arasında
nakl ve hikaye edildiğini işittiğim amiyane parçalarla birlikte, ikinci derecede
şairlerin şiirlerini, ha,tta N e v a i'nin, üslubunun basitliğine rağmen pek az
tanınmış ve sevilmiş gazellerinden seçilmiş büyük birkısmı da ihtiva eder,,
(Eserin, Müntehabat kısmının önsöz'ünden naklen) . Filhakika, teganni ve
terennüme mahsus olan bu parçalar arasında, hece vezni ile yazılmış koşma ve
destanlarla beraber, Acem taklidi birçok gazeller de mevcut olduğunu,
V a m b e r y'nin e::;erindeki örneklerden anlıyoruz.
28 P e r t e v P a ş a'nın, nedense pek şöhret kazanmayan b u güzel manzu­

mesini naklediyoruz :

Bu deli gönlümürı coşkunluğu var, Zannım o yosmanın mübtelasıdır.


Bitirmiş sabnnı, bilmem ne arar, Aşk ilinin eski budalasıdır
'AŞIK TARZl'NIN MENŞE' ve TEKAMÜLÜ 223

şan M a n a s t ı r l ı F a i k B e y, <Ali Paşa hakkındaki destanını 30;


hatta N a m ı k K e m al, üç-dört parçadan ibaret milli türkülerin i
vücfıde getirdiler. M ü n i f P a ş a'nın Osmanlı istiklalinin 6oo'üncü
senesi münasebetiyle neşrettiği Destan-ı Al-i Osman ünvanlı
destanı ile, klasik şairler tarafından milli vezin ile tanzim edilip,
Haşim Bey Mecmuası gibi şarkı mecmualarını dolduran birçok
türküler, Aşık tarzının alim ve cahil bütün halk sınıfları arasında
nekadar makbul ve rağbette olduğuna büyük bir delildir.
Aşık tarzının klasik edebiyat üzerindeki bedii te'sirinden
bahsederken izah edeceğimiz gibi, bu tarzın ş i n a s i ile başlıyan
edebi yenilik devresinde oldukça mühim bir te'siri olmuşsa da,
Z i y a P a ş a'nın, H a mi d'in, E kr e m'in milli vezin ile manzfı-

Öyle bir yosmadır kim yoktur eşi, Kim görse beğenmez o mah-veşi,
Güzellik göğünün parlak güneşi, Muhabbet ufkunun bir ziyasıdır.

Kurulmuş kaşları kaza kemanı, Titretir kirpiği oku her yanı,


Katında helaldir kamunun kanı, Bu da, hilkatinin muktezasıdır.

Merhameti yoktur, dinlemez ahı, Bin ılşık öldürür herbir nigahı,


Ecel dedikleri emr-i ilah i, Gamzesinin kad{m aşinasıdır.

Pek yalışıdır onun şir in likiisı, Her sözü sohbeti tavr-ü edası,
Zerre denlü amma yoktur vefası, Dem-ursa da kuru iddiasıdır.

Devadır' kan yutma dertli özüme, Ciladır ağlamak yaşlı gözüme,


Bir nazar eyleyen soluk yüzüme, Der ki aşıkların b i-riyasıdır.

Sıdk ile zamanda Sıddik-ı ekber, Adl-ü siyasetle Hazret-i Ömer


Zühd ile hayası Osman'a benzer, lrjaniyle vaktin Mürteza'sıdır

Bağışlar kalemi bizlere kuvvet Reyiyle intizam bulur memleket


Verilmiş kendine her türlü hikmet, Edeb meclisinin Bay k a ra'sıdır

Devr-i sam isinin halka her günü, Oldu semahatle sevinç düğünü,
Bermek i denilen lran düşkünü, Bab-ı ihsanının bir gedasıdır.

Ey asaf-ı cihan, hidivv-i z işan, Tegane-i zaman, ferld-i devran


Cenab-ı efhamın b i reyb-i güman Bahtı kutluların pfşvasıdır.

ao Aşkın illerini harab Q'leyen, Kanlı kılıcının macerasıdır.


Sınık yürekleri yebtlb Q'leyen, Kirpiğin okları, kaşın ya' sı'dır.
Gönül ocağında aşk odu yandı, Tanrı'nın evinde çırağ uyandı,
Slnem'gül gül oldu, kana boyandı, Varsa aşkın bu da bir safasıdır.
224 'AŞIK TARZI'NIN MENŞE' v.e TEKAMÜLÜ

meler yazmalarını yalnız buna atfetmek doğr u değildir. o esna­


da memlekette hissedilmeğe başlıyan Çarp te'sirleri, eski anl aşıl­
maz edebiyat lisanının yerine daha sade bir dil ve daha samimi
bir edebiyat vücude getirmek zaruretini genç dimağlara sokmuş­
tu. Z i y a P a ş a'nın meşhur Şiir ve inşa> m'a kalesini yazarak eski
edebiyata, hatta müfrit bir surette hileli� etmesi, Aşık tarzının
o sırada halk arasında kazandığı ehe'mritiyetten Cleğil, Garb'ten
mülhem olduğu yeni fikirlerden ile'ri g�llyordu : "... Osmanlı­
lar'ın şiiri aca ha nedir ? N e c a t i ve B � k ·ı ve N e f< i Dlvanla­
rı'nda gördüğümüz bahr-i remel ve hezecten m�h bun ve müctes
kasait ve gazeliyat ve kıta <at ve mesneviyat mıdır ? Yoksa Hoca
<1tri gibi mfısıki - şinasanın rabt-ı maka��t eyle<:likleri N e d i m
ve V a s ı f şarkıları mıdır ? Hayır ! 'Bunların ıiiÇhiri Osmanlı
şiiri değildir ; zira görülür ki bu ıia'.zımlarda Osmanlı şairleri
şuara-yi İran'a ve İranlılar da Araplar'a taklit ile melez birşey
yapmışlardır ve bu taklid yalnız üslub�ı nazma değil, belki
efkar-ı maaniye bile sirayet ederek bizihı şuara-yı eslaf eda-yi
nazın ve ifadede ve hayalat ve maanide Arap ve Aceni'e mümkün
mertebe sa 'y etmeği maariften addetmişler ve acaba bizim
meç.sup olduğumuz milletin bir lisanı' ve şiiri var mıdır ve bunu
islah kabil midir, asla burasını mülahaza etmemişlerdir...
Hayır, bizim tabii olan şiir ve inşa>mız, taşra 1lalkı ile İstanbul
ahalisinin avamı beyninde hala durmaktadır ;' öizim şiirimiz,
hani şairlerin na-mevzun diye beğenmedjkleri 1�vam şarkıları
ve taşralarda çöğür şairleri arasında d e y i Ş ve ü ç İ e m e ve k a y a­
b a ş ı tabir olunan nazımlardır. Vakı<a bu nazım matlup olan
derecede be1Ig ve tumturaklı görünmez 'ise de,' Ümmet-i Osma­
niye ilerilediği sırada bunlara rağbet edilmediğinden oldukları
t
Kara bahtımdan mı nedendir acep, Aklım, fi.krim, s.abnm heder oldu hep
Gönlüm midir bilmem hüsnün mi sebep, Bilinmeyen iıte·, hep;. burasıdır.
.!" .
Nerde görse yalın yüzlü bir dilber, Sevdası od'una yan.mlığı ister,
Ate1ler içinde ah eder gider, Bu belalar onun � bahtisıdır

-Çat-ı paki gibi c Alt' dir ismi, Devlete, millete lazımdır cismi,
Tann gölgesinin sadr-ı a'zamı, Osmanlı halkınıtr mültecasıdır.
Tann'nın katında ağ olsun yüzü Adl ile eyledi kurtlan, kuzu,
Ne lazım bu yolda uzatmak sözü, Devlet gemisinin na-hudtisıdır.
'AşIK TARZI'NIN MENŞE' ve TEKAMÜLÜ 225

halde kalmışlar, büyüyememişlerdir. Hele bir kerre rağbet


o ci he te dönsün, az vakit içinde ne şairler, ne katipler yetişir ki
akıllara hayret verir �n . , ,
İhtida Ş i n a s i 'den başlıya rak N a m ı k K e m a l'de de
açık bir surette kendini gös teren bu lran mukallitliğinden kurtulmak
arzusu, Terklh-i hend şairinde şiddetle kendini gösterir ; R o u s­
s e au'yu pek iyi bilen ve onun fikirleriyle pek iyi istinas eden
Z i ya Pa şa, İran te'sirinden kurtulmak için, halka doğru gitmek,
halk dilinden, halk edebiyatından istifade etmek lüzumuna
inanmıştı ; binaenaleyh sırf Garp'ten aldığı bu fikirlerin te'siri
ile, klasik edebiyata karşı, halk edebiyatını ve 'Aşık tarzını
müdafaa ediyordu. Tartu.ffe'un parmak hisabiyle yazılması,
Nesteren'de Abdülhak HAmid'in ayni tarzı takip etmesi, N a m ı k
K e m al'in meşhur: Geceyi görenler zanneder guya * Kara kan
dalgalı hir ulu derya • Dağları taşları içine almış * Kaharmış kabarmış
da donakalmış kıt'ası 32, R ec a i - z a d e E kr e m'in hece vezniyle
yazılmış bazı parçaları, bütün bunlar, Aşık tarzının te'siriyle
değil, Garb' ten alınan yeni fikirlerin tatbikıyle meydana geliyor­
du. Lisan, nazım şekli, eda, hatta ekseriyetle durakların ; ih­
mali i'tibariyle, bu eserlerle Aşık tarzının asıl eserleri arasıhda
hemen hiçbir müşabehet yoktur ; ileride izah edileceği üzre,
son devir teceddüt şairleri, milli hece veznini cahil sazşairleri
dercesinde kudret ve muvaffakıyetle kullanamamışlardır. D e r t­
l i'nin, Bayb u r t l u Z i h ni'nin o aralık münevver sınıf arasında
bi l e büyük şöhret kazanan zarif koşmalarına nisbetle, H am i d'in
ve Z i y a P a ş a'mn eserleri çok ahenksiz kalır. Ş i n a s i - K e m a l
11 Z i y a Paıa, Şiir "' ln/a' ad lı makalesinden.
11 Muhterem refikım "A l i E k r e m Bey'in lutfiyle tedkik ettiğim Mec­
mua-i eı'ar'ında, N l m ı k Kem a l'in hece vezni ile yazılmış üç-dört ufak
türküsünden batka bir eserine tesadüf edemedim. İ r fa n P a ş a'ya hitaben
yazdığı meşhur mektubunda S a r ı Z e y b e k'in, " Allah dedim yatağana da­
yandım • Ben mtİ"flbe .ı huılara boyandım ,, beytini Acemler'e yakışır cinas­
larla dolu eserlere tercih eden N a m ı k K e m a l, Aşık tarzını müdafaa etmek
fikrinde değildi (Mak4laı-ı siyas iye ve Edeb iye, s. 3 1 6) . O, bu suretle, yalnız
İran mukallidtiline hücllın etmek ve neticede eski edebiyatı yıkmak isti­
yordu (Mak414l-ı siyaı ()v "' ıdeb iye, Edebiyat Hakkında Bazı Mültlhazat, s. ı o2-
1 25) . Halk kitlesine büyük bir ehemmiyet vermeyen N a m ı k K e m a l'in,
halka mahsus bir tiir tanı olan Aşık edebiyatı aleyhinde bulunması gayet
tabiidir.
Edebiyat Araştırmaları - X V.
226 'AŞIK TARZI 'NIN MENŞE' ve TEKAMÜL Ü

neslinin milli vezne ve milli şekillere kısmen kıymet vermekle


beraber, Aşık tarzı hakkında eski klasik şairlerin telakkisinden
ayrılamadığı birçok delillerle sabittir: Tahrlb-i Harabat ve Ta<kib'te
N a m ı k K e m al, Mecmua-i Ebüzzrya 'daki hal - tercemesinde ve
Harabat Mukaddimesi 'nde Z i y a P a ş a , sazşairleri hakkında
tahkir edici bir dil kullanmaktan geri durmamışlardır. A ş ı k
ô m e r'le A ş ı k G a ri b'in eserleri sayesinde edebiyata merak
ettiğini söyleyen Z i y a P a ş a' nın, o eserleri hayvan sadasına
benzetmesi, Miftahü' l-Bulega sahibinin telakkilerindan büsbütün
ayrılmadığına mühim bir delildir.

Edebiyatı ferdi bir mahsul değil, içtimai hayatın bir teza­


hürü gibi kabul ve telakki eden edebiyat tarihcisi için, bu mes'ele
büsbütün başka noktadan mütalea ve muhakemeye değer : Eski
yeni şair ve muharrirlerimizin, yukarıdanberi izahına çalıştığı­
mız sebepler yüzünden, küçümseyip mevcut saymadıkları bu
edebiyat tarzını ihmal etmek, milletin ruhunda asırlarca yaşamış
hislerden, Türkler'in bedii zevkınden habersiz kalmak demektir;
çünkü alim veya cahil, fakir veya zengin milyonlarca adam,
birçok nesiller onunla yaşamış, onunla hissetmiş, ruhunu onunla
aksettirmiştir. Alel<ade bir okuyucu, yah ut bir edebiyat züm­
resinin temsilcisi diyebileceğimiz bir edebiyat münekkidinin
sırf kendi zevkıne, yahut bir zümrenin muayyen bir zaman­
daki telakkilerine bağlı kalarak vereceği hüküm ile, edebiyat
tarihçisinin görüş tarzı arasındaki derin fark, işte burada kendini
gösteriyor : Edebiyat tarihçisi alel<arle bir okuyucu gibi zevkıne
bağlı kalmaz ; her hadiseyi tarafsız ve şahsiyetten sıyrılmış bir
gözle görmeğe ve içtimai hayatın ona verdiği kıymeti, hakikate
en yakın bir tarzda tahmine ve göstermeğe çalışır. Acaba ,
bu esasa dayanara k Aşık tarzı hakkında nasıl bir fikir ileri
sürülebilir ? Yüksek sınıf arasında bu kadar asırlardanberi, bu
derece hakarete yol açan bir tarzın mevcudiyetine bu nisbette
ehemmiyet vermek ve onun hayat ve gelişmesini bu kadar
dikkatle takibe mecburiyet görmek edebiyat tarihçesi için
lazım mıdır ?
'AŞIK TARZ I'NIN MENŞE' ve TEKAMÜLÜ 227

Medeni seviyesi ilerlemiş hiçbir cemiyet tasavvur edilemez ki


yalnız bir zümre, veya bir sınıftan müteşekkil olsun ; medeniyetin
en ibtidai safhalarında bulunan vahşi kabilelerle medenileşmiş
milletler arasındaki fark, içtimai işbölümünün derecesiyle pek
iyi takdir olunabilir. İ çtimai işbölümü her ferdi ve her zümreyi
muayyen bir işe tahsis ederek, hayat ve zihnjyetce biribirine
benzeyen adamlardan mürekkeb zümreler, sınıflar teşkil ve onlar
arasındaki farkı gittikçe artırır. İ şbölümünün mahi)' et ve kıy­
metini yalnız ıktisadi hadiselere hasreden ıktisatçıların görüş
tarzından ayrılarak bütün cemiyet hayatında onun kıymetini ilk
def<a anlayan A u g u s t e C o m t e'danberi, xıx. asır mütefekkir­
leri bu mes'eleyi çok ehemmiyetle tedkik etmektedirler 33• Ferdi­
yetleri biribirinden ayırdetmek sô.retiyle içtimai birğliği kuvvet­
lendiren bu mühim hadisenin mahiyetini gözönüne almayarak
yalnız kendi sahamız dairesindeki neticelerini anlamak istersek
görürüz ki, içtimai işbölümü, c;laha ilk safhalarından itibaren,
biribirinden az - çok ayrı fikir ve zevk zümreleri vücude getir­
miş ve bu halin neticesi, bedii zevkın tekamülü üzeı inde şiddet­
le hissolunmuştur. Bütün manasiyle içtimai bir mahsul olan
edebi tekamülün cemiyetin umumi gidişiyle nekadar sıkı sıkıya
bağlı ve alakalı olduğunu anlamak için bütün edebiyat tarihleri
birer tedkik sahası olabilir : Farklılık'ın henüz kendisini göstere­
mediği ibtidai cemaatlerde. zevk seviyesi bakımından umumi
bir benzerlik bütün fertlerde göze çarpar ; biribirinden hisse­
dilir farklarla ayrılmış bir zevk ve his hayatı geçiren zümrelere
tesadüf edebilmek için, içtimai işbölümü derecesinin yüksel­
mesini beklemeli 34• İ şte, bu derecenin yüksekliği, veya alçaklığı

83 Felsefe-i Müsbete Dersleri, c. ıv., s. 425'den naklen D u r k h i e m ,


Taksim-i 'amel-i iftimô.< f.
H Etnografi ve içtimai bünye tedkik.leri ile meşgul olan alimler, bu
hali en ibtidai kavimlerde bile müşahade etmektedirler. İhtida, dinin te'siri
altında vücude gelerek, ilk safhalarında esatiri bir raksın tamamlayıcı kısmını
teşkil eden terennümler, onları bi'l-bedahe inşad eden nesillerle beraber
mazinin karanlık girdaplarına karıştı. Yalnız, onlar meyanında umumi
birşey ifade eden bazıları az-çok değişmeye uğramakla beraber, canlı kal­
mıştı. Zamanın ağır ve sakınılmaz nisyan eli, bu kelimelerden birtakımının
manasını kesif bir kül tabakası altında gizlemiş, fakat o meçhul şeyi, o muam­
mayı mahvedememişti. Bestenin müessir ahengi sayesinde o meçhulün ifade
'AŞIK TARZl'NIN MENŞE' ve TEKAMÜLÜ

nisbetinde ortak zevk seviyelerinin değişmesi artar ve yavaş


yavaş hususi zevk zümreleri vücude gelir.
Mes'eleyi açıkca anlatmak için, eski Osmanlı hayatını bir
misal olarak gösterebiliriz : O hayatın, mesela Kanüni Süleyman
devrindeki tezahürlerini tedkik edecek olursak, içtimai tekamül
mahslllü olarak vücude gelen bu zümre ve sınıf farklarına,

ettiği his hala anlaşılıyor ve bu esrarlı karanlık altında o his, garip, ilahi,
yüksek bir mahiyet alıyordu. Veda'larda, Zend-Avesta'da Roma liturjilerinde
meçhulün bu sihirli nüfUzuna epeyi tesadüf edilebilir. Esasen bütün ede­
biyat tarihlerinin ve medeniyet tarihinin tedkikleri ile sabittir ki, esatiri
şarkılar önce sihribazane bir mahiyeti haiz oldukları halde, bu dini his yavaş
yavaş yükselip gelişmeğe mazhar olmuştur. Rig- Veda ilahilerindeki mistik ide­
alizm buna vazih bir delildir. İçtimai topluluk, oldukça yüksek bir dini his
ile mütehassis ve yüksek bir içtimai şekle malik olunca, husu.si şarkılar, mesela
harb şarkıları, av şarkıları, ziraat şarkıları tanzim olunmağa başlar ki, bu
temayül, dini mevzulardan dini olmayan mevzulara doğru bir tekamülün
neticesidir ( C o r n ej o, llm-i içtima'-ı umumi, c. ıı ., s. 279-285) . H e rb e r t
S p e n c e r, llm-i içtima' Esaslan adlı meşhur eserinin v . cildinde (ıv. kısım,
s. 48-68) , sınai ve mesleki müesseselerin tekamülünden bahsederken, kendi
nazariyesine bağlı kalmak için, ilk medeniyetlerin şiirini na-mefruk (farksız)
olarak gösteriyor ; bu görüş tarzına göre ilk şarkılarda lirik, epik, dramatik
unsurlar biribiriyle kaynaşmış bir halde bulunuyormuş. Zamanımızdaki
tedkikler, bunun hakikate uygun olmadığını pek ala isbat etmiştir. Mehô.di-i
San'at namındaki meşhur eserin muharriri G r o s s e , bunun aksini uzun delil­
lerle isbat ediyor (Mebadi-i san' at, dokuzuncu hah, s. 1 78) ; ma<mafih bu,
hiçbir veçhile bizim yukarıdaki nazariyemizi değiştirmez : İbtidai kavim­
lerin şiirlerinde tabiat ve aşk hisleri yok gibidir ; Polinezyalılar'ın, yahut
sair ibtidai kavimlere üstün şiirlere malik olan Eskimolar'ın şarkılarında
bile bu hislere tesadüf olunamıyor ; C o r n ej o'nun mütaleası veçhile, bu
hislere tesadüf edebilmek için, medeniyetin daha yukarı basamaklarına
çıkmak icabeylemekt�dir ; ma<mafih bütün bu ibtidai kavimlerde, muh­
telif zevk seviyelerine mahsus muhtelif derece edebiyatları aramak hatadır :
Onların şairleri orta seviyenin üstüne nldiren çıkabilecek, kari'lerine tefevvuk
edecek bir kabiliyete malik olurlar ; hepsi ayni işlerle meşgül oldukları için,
hayatın bu zarureti, onları ayni seviyeden yukarı çıkarmaz : Bütün Avus­
turyalılar'ın bi'l-bedahe şiir inşad edecek kadar şair olmaları bundan dolayı­
dır. Avusturyalılar eski bir mazide gelmiş bazı pirlerin hatıralarını hala
saklıyorlarsa da, bu, kabilelerde muhtelif zevk ve his seviyelerinin varlığım
asla isbat etmez (Mebadi-i san' at, s. 2o8-2og) . Her halde, içtimai işbölümünün,
edebiyat sahasında zümre edebiyatları vücude getirecek derecedeki geniş
te'sirlerini, medeniyetin yüksek merhalelerinde aramak ihtiyacındayız.
'AŞIK TARZI'NIN MENŞE' ve TEKAMÜLÜ 229

muhtelif zümreler arasındaki zevk ve fikir ayrılıklarına, hatta


zaman icaplarından olarak mezhep ve tarikat ihtilaflarına -xx.
asır Avrupası'ndaki şekil ve genişliği ile değilse bile- yine
çok geniş ve çok gelişmiş � bir halde tesadüf ederiz ; filhakika ,
siyasi ve medeni hakimiyetlerjni Basra Körfezi'nden Rusya
ve Avusturya içlerine ka dar yayan Osmanlı Türkleri arasın­
daki içtimai işbölümü, o za mana göt e pek ileri bir deı ecede
mevcut idi ; büyük şehir ve kasabalarda binlerce hırfetkar ve
sa tıcılar, deniz ticaretiyle meşgul gemiciler, ayrı adet ve
an<anelere malik muhtelif asker ocaklarına mensup adamlar,
hükumet erkanı, alimler, müderrisler, kadılar, softalar, divan-ı
hümayun efendiled, saray mensupları, taşralarda ziraat
er babı, timar ve ze'amet sahipleri, sipahiler, mirimiranlar, bey ..
lerbeyiler ve daha bunlar gibi binlerce muhtelif meslek mensup­
laIJ bulunuyordu. Hayat ve geçim, temayüller, his ve düşünme
i<tibariyle biribirlerine hiç benzemeyen, müşterek ve umumi
bir tahsil ve terbiyeden mahrum olan bu adamlar a:.tasında,
mezhep temayülleri bakımından da geniş uçurumlar vardı :
Sünnilik, şI<ilik gürültüleri, tarlkatle şerl<atin te'lifi mümkün
olup olmadığı mes'eleleri, zühd ve takvayı esas alan tarlkatlerle,
daha geniş ve felsefi telakkiler besleyen tarlkatler arasındaki
zıtlık ve nefretler, zindıklık ve dinsizlik isnadları gibi, tarihi­
mizin her safhasında şiddetle göze çarpan birçok hadiseler
var ki, eski Osmanlı hayatında dini his i<tibariyle de birtakım
zümreler vücude geldiğini gösteriyor. Hayat ve maişet, dini
his, fikir seviyesi i <tibariyle biribirinden bu kadar ayrı bulunan
zümrelerin zevk hayatı ve bedii ihtiyaçları i<tibariyle de biribirin­
den çok farklı olacağı ve bu ihtiyaçların ayrı ayrı bedii mahsul­
ler ile ta tmin edilebileceği gayet tabii ve isbatına lüzum olmayan
bir hadisedir. Medrese tahsili gören dlvan-ı hümayun efendi­
leriyle, sert ve hatta biraz vahşi ve kaba adetlerine göre yetişmiş
yeniçeriler, leventler arasında, hatta lisan tekellümü i<tibariyle,
büyük farklar vardı. Serhadlerin tunç renkli ve vahşi bakışlı
akıncılarıyle, Göksu, veya Kağıthane eğlence yerlerinde zera­
fetle lôf- atan zarif ve mükellef çelebiler maneviyet i<tibariyle
biribirine hiç benzeyemezdi ; birinin zevkı, hissediş tarzı nekadar
haşin ve mertcesine ise, diğerininki bil <akis o derece incelmiş,
2 30 'AŞIK TARZl'NIN MENŞE' ve TEKAMÜLÜ

kadınlaşmıştı ; birisini, verdiği derin zevkten çıldırtacak bir


cinas, diğeri üzerinde tamamiyle te'sirsiz kalacaktı. İ şte bundan
dolayı, serhadlerde, kal<aJarda hepsi birer vaktanın ifa.desi hük­
münde be hf:J, bire, hf:J gidi nidalariyle dolu haşin varsağılar
bağlanırken, Acem harsına şiddetle merbut olan yüksek sınıflar,
Acem bestekarlarının veya onları takip ve taklit edenlerin
eserleriyle bedii zevklerini tatmin edeceklerdi. Şair, fakih ve
milsıki - şin3.s S u l t a n K o r k u d, Acem meşhur musıki - şin3.sı
Z e yn ü ' 1 - < A b i d i n'in nağmelerini dinleyerek mukabeleten ,
"hale-i mah-ı taban ve kurs-ı hurşid-i rahşandan evsa< ve ekber
bir sahn-i simin üstüne safra-i fakı' , levniha tesürrü ' n-nbirin ile
mevstif olan zer-i mesktikten bir tel-i <azim ve bal�ına nisar-i
şuktife-i sim edib, hezar i<tizar ile : Siz Sultan Ya<kub ve Sultan
Hüseyin Baykara'nın dahil-i meclis-i pür-ünvanı olub mazhar-ı
eltaf-ı firavanı ve matrah-ı eşi'a-i aftab-ı ihsanı oldunuz, ana
göre bunlar deryadan bir katre ve aftabtan bir zerredir!" diye
ihsanlarda bulunurken 35, hudutlarda yanık yüzlü gaziler, ko-

36 Hasan Çelebf Tezkiresi (V. 27 a) . Bu hal, yalnız Osmanlı Türkleri'nde

değil, Maveraünnehir'de, Şark Türkleri'nde de ayni suretle göze çarpar :


S ul t a n H ü s e y i n B a y k a r a , N e v a< i, sonra B a b u r Ş a h, Safevtler, Şey­
Mnfler ayniyle bu tarzda yaşıyorlardı ; fakat Acem ruhuyle pek iyi uyuşan
yüksek sınıfların bu hayat tarzı, halkın, aslını, türklüğünü saklamasına mani<
olamıyordu : Acem tarihçilerinin tabirince, yürüyüş'lerde, çoğu Türkler'den
olan ordu efradı, kendi milli terennümleriyle hoş vakit geçirmekte idiler.
Ayni hal, Harezmşahlar'da, Selçukiler'de, Cengiziler'de de öyle olmuştu.
Ş ey h N i z a m i'nin Mahzenü'l-Esrar'ına mükafat olmak üzre beşbin altun,
beş at, beş katır, kıymetdar libaslar ve sair hediyeler yollayan, daima Farsça şiirler
yazan S u l t a n R ü k n e d d i n K a h i r'in ve rical ve emirlerinin hayatıyle,
benliğini şiddetle muhafaza eden halkın hayatı ve zevkleri arasında müthiş
farklar vardı : Onlar muharebe meydanlarında milli türküler, destanlar
tanzim ediyorlar, Konya kal<asının dıvarlarına nakşedilmiş Şeh-Nô.me beyit­
lerinden hiçbir mana çıkaramıyorlardı (Hou ts m a, Selçuk Tarihine Ait Metin­
ler, c. 111., Leyden, 1 902) . Hamid-i evvel Kütüphanesi'nde tesadüf ettiğimiz
bir mecmuada "güftar-ı der zikr-i tarif-i meclis-i E m i r < A l i Ş i r ve H o c a
M e c d e d d i n M e h m e d ve hezl-ü mutayibe-kerden-i efazıl be-M e v l a n a
A b d ü l v a s i< münşi der-cihan-ı bağ-ı Perze,, başlığı altında, o devirdeki
Türk ileri gelenlerinin hayat tarzını gösteren bazı tafsilat var ki pek mühim­
dir. Garp Türkleri'ndek.i münevver sınıfın o asırdaki hayat tarzı da bundan
başka türlü değildi ; lran maneviyeti her tarafta hemen ayni suretle te'sir
icra etmişti : Bu vak<a 897 Cemada 11. ( 1 49ı ) 'de Herat'tan yarım fersah
'AŞIK TARZl'NIN MENŞE' ve TEKAMÜLÜ

puzları ile, ' ' Yoktur sizinle viremiz. * Eğrili gidi Eğrili " tarzında
varsağılarla bedii ihtiyaçlarını tatmin ediyorlardı 3•3• KezaHk
Şark Türkleri'nde de, Timur ahfadının saraylarında Acem beste

mesafede bulunan Perze karyesinde geçiyor : "Bağa geldikleri zaman nüz­


het-ü latafette Bilstan-ı lrem'den nişan veren bu bağda çabük-dest ferraşlar
yerlere münekkaş kilimler sermişlerdi. H a fı z B a s i r, Hafız H a s a n A l i,
Ş a h M e h e m m e d H w a n e n d e gibi meşhur hanendeler ; üstad K u l M e h e m­
m e d < Ud i, üstad H a s a n B a l a b a n !, üstad A h m e d G i ç e k i, üstad K ü ç ü k
A l i T a n b u r i gibi san'atlarında yekta sazendeler .mevcut imiş . . Meclis-ara
şair ve nedimlerden M e v l a n a B e n n a y i , H o c a A s a f i , E m i r Ş ey h i m
S ü h ey l i , M e v l a n a S e y fi - i B u h a r i , R i y a z i - i T ü r b e t i, zurefadan
M i r S e r b u r e h n e , M e v l a n a B u r h a n K ü n g, müverrih M i r h o n d,
M ev l a n a M u < i n - i S e b z v a r i , M e v l a n a H ü s e y i n V a ' i z , M e v l a n a
H a l i l S ah h a f, M o l l a M e h e m m e d H a fi - i h a t t a t gibi devrin en yük­
sek sanayi'-i nefise müntesipleri hazır imişler. Bunlardan başka civan-ı ser­
amed-i hiraman'dan M i r e k Z a ğ fr a n i , Ş a h M e h e m m e d M i r e k, H o c a
C a n M i r u k, S u l t a n S i r a c, Mirza-yi Nat' - duz, H ü s e y i n Z e r - d u z
meclise zlnet bahşetmişler . . . Şerbetler, macunlar, meyveler, paludeler v e o
zamana kadar bilinmeyen kırk türlü yemek yenmiş,, (Lal� Vakfı, nu. 744,
s. 85-86) . Hangi Farsça tarihten alındığı tasrih edilmeyen ve hulasa olarak
naklettiğimiz bu başlangıçtan sonra latifeler, sohbetler, eğlenceler başlıyor ki
gayet açık ve şimdiki telakkimize göre edebi olmaktan çok uzaktır. Selçuki­
ler'in, Harezmşahlar'ın, Cengiziler'in ve bilhassa Timur ailesine mensup
san'atkar ve san'at-sever hükümdarlar ile bu saraylar etrafında yaşamış
devlet büyüklerinin hayat tarzı tamamen böyle ve halktan çok ayrıdır (Bk.,
Babur-Name, Mecalisü 'l- ' Uşştik, L a m i ' i'nin Lataif Tercemesi) . Kitabımızın
birçok yerlerinde tekrar bu mes'ele üzerine geleceğiz. Büyük bir zevk-perest
olan S u l t a n B a y k a r a'nın eğlence alemleri o kadar tantanalı ve eşsiz idi ki,
hatırası Garp Türkleri arasında da asırlarca sürüp gitmiş, H ü s e y i n B a y­
k a r a sohbeti, H ü s e y i n B a y k a r a faslı gibi tabirler bütün muharrir ve şair­
lerimiz tarafından asırlarca kullanılmıştır. Ahmet Refik Bey'in, Kadınlar
Saltanatı adlı eserinde Kara Murad Paşa zamanında Ocak-ağaları'nın
eğlencelerinden bahsederken H ü s e y i n B a y k a r a faslı'nı bir musıki faslı
zannetme.si bu itibar ile yanlıştır. S u l t a n H ü s e y i n'den bahseden bütün
Türk ve Acem tarihleri, Babur-Name de dahil olduğu halde, bu hususta bir­
leşirler.
as P e ç u y i, Eğri-kal<ası'nın fethi hakkında tafsilat verirken der ki :

"Eğre'den çıkanları yeniçeriler kırdılar, zabitlerin men'i fa.ide vermedi.


Serhadlerde kadimdenberi söylenen bir varsağı -ki bend'i, Toktur sizinle
viremiz * Eğreli, gidi Eğreli diye ırlanırdı- işidenler eski gazilerin sözü
tahkika yetti, dediler.,, Tarihçi Na<[md, bunu P e ç u y i'den ıktibasen yazar :
" . . . lakin evvel çıkan eşhasa tahsis olunup beşbin kadar uryan küffar 'alef-i.
tig-i abdar oldu ; zira serhad kavmi zaman-ı sabıkta, Toktur sizinle viremiz *
232 'AŞIK TARZl'NIN MENŞE' ve TEKAMÜLÜ

ve güfteleri yaşarken, bu yabancı harsa kayıtsız kalan halk,


Hay öleng hay nağmeli türküler, Oğuzhan ve Karahan vasfında
ozanlar, sağular, destanlar, maniler, varsağılar'la vakit geçiriyor,
çiçekli Altay vadilerinde, bozkırlarda kopuz sesleri , oniki ve
ondört heceli milli. türkülere refakatle yayılıyordu ; Baksı - Bahşı
- Anadolu Türkleri'nde yaygın tabiri ile Aşık-lar'ın milli
eserleri halk arasında büyük bir rağbet buluyor, Ah med
Y e s e vi ve muakkıblarının milli vezin ile ycızılmış ilahileri
- Osmanlı Türkleri'nin Y u n us ilahisi gibi - bütün Türkistan'­
da asırlarca yaşayıp gidiyordu 37•

Eğrili, gidi Eğrili * deyu terkib-i bend edip türkü bağlamışlar idi, bu def<a

vücude getirdiler,, (Son tab<ı, c. ı ., s. 1 58) . H a m m e r tercemesinde de kezalik


P e ç u y i'den naklen ayni tafsilat verilmiştir (C. vıı., s. 2 1 6) . K a t i b i mahlaslı
S e y d i A l i R e is'in Mir'atü'l-Memalik'de kaydettiği :
Deniz üstünde yürürüz Düşmanı arar buluruz
Öcümüz komaz alırız Bize Hayreddin' li derler
türküsü gibi, yukarıdaki varsağı parçası gibi kahramanlık terennümleri,
maalesef, zamanın unutturucu elinden kurtulamamış, bize kadar geleme­
miştir.
37 Kitabımızın birinci kısmında tafsil ve izah edileceği veçhile! edebi
tekamül Şark ve Garp Türkleri'nde ayni menşe'lerden çıkmış ve ayni te'sirler
altında, hemen ayni yolu takibetmiştir.Bu mes'ele hakkında Bilgi Mecmuası 'nın
beşinci sayısındaki Hoca Ahmed resevi, Çagatay ve Osmanlı Edebiyatları Üze­
rindeki Te'siri (S. 6 1 1 -646) adlı makalemize müracaat edilebilir ; birçok
ilave ve değişikliklerle yakında tekrar neşretmek ümidinde bulunduğumuz bu
tedkikin saha-i şumulüne giremiyecek noktalar hakkında ilerideki bahislerde
yeter derecede bilgi verilmiştir. 'A li Şir N e v a i, meşhur lskender-Name'sinde
Hay öleng, hay nekaratlı milli türkülerin o esnada ma'ruf olduğunu şu mıs­
ra'larla anlatır (Hamse-i Mevaci, husüsi kutüphanemizdeki nüsha) :
�). .J � r41 �J .JI c$_,ı., .!' "-:-4 � �· � ,;_,:..f �4.T
.!.1:.J .JI c$L.. c$lA � .!.L:� ly
.!.l:.J .JI c$U.
� ·�j 4 � .J_;.,; ..;;...
J 4. J 4. rsf4 t_)S:;_,.. � ı.,ÇqT � .J 4. .J4. rıfbJli ı)� � � .!.lH�.)
J.J.) � ıJ T JJ"" ju �.) .J r J .J.) lf" � .!.l:..:Jfa .r � �ly
�yü.Jl )j J l j jJ ")\� � '-9.. _,;ü.JI ;l.ı. J 4. � .!.l;_,;J 4,I
Ôzbekler'in mahalli türkülerinde, bu "hay öleng hay,, nekaratı kul­
lanılır. Dost, dost veya yar yar nidaları esasen Acem'ane olmakla beraber,
Şark ve Garp Türkleri'nde ve bilhassa Aşıklar arasında pek yaygındır. Esasen
(.!.!;J .JI ) öleng kelimesi fayır, pmen, bir nevi' türkü manasına �elir (S ü l ey­
m a n E fe n d i, Çagatay Lt2gati) .
'AŞIK TARZI'NIN MENŞE' ve TEKAMÜLÜ 233

İşte, bütün bunlar gösteriyor ki his ve düşünüş bakımından


biribirinden bu kadar çok ayrılmış olan muhtelif sınıflar, en
yüksek alimler ve büyükler zümresinden basit köy halkına
kadar, şüphesiz, bedii ihtiyaçlarını muhtelif vasıtalarla tatmin
edecektiler : Saray ve ilim muhitinde İran mukallidi şairlerin
gazel ve kasideleri, mahalle kahveleriyle Derebeği dairelerinde
Aşıklar'ın destan ve koşmaları, tekkelerde Y u n u s ve K a y g u s u z
ilahileri, köylerde ırmak kenarlarında ise kayabaşı ve deyişler
okunacaktı. İçtimai işbölümünün bir neticesi olan bu edebi
işbölümü gayet tabii bir hadisedir. Şiir ve edebiyat; din ve
lisan gibi, içtimai bünyenin mahsulü olduğundan, bir zümre fikir
ve zevk seviyesi i<tibariyle ne kadar aşağı olursa olsun, herhalde
kendisine mahsus bir edebiyat vücude getirecektir. Kari'leri
üzerinde icra ettiği te'sir noktasından, mesela N e d i m'in
bir gazeli ile, A ş ı k Ô m e r'in bir sema<isi, yahut anonim bir
halk türküsü arasında hiçbir mahiyet farkı mevcut değildir ;
harici te'siri i<tibariyle belki o türkü diğerlerine pek çok fütün
gelebilir.
İşte, bu görüş noktasından düşünülecek ve muhakeme edile­
cek olursa, medeni seviyesi yükselmiş bir cemiyetin her muay­
yen devrinde muhteli f zümrelere mahsus muhtelif edebiyatlar
bulunduğuna hükmolunabilir ; filhakika, L a n s o n'un dediği
gibi, madem ki ifade ettiği hissiyatı bir okuyucu zümresine
ayni kuvvetle sirayet ettirmeğe muktedir olan bir eser edebf
addolunuyor, o halde bir devrin edebiyatı deyince, muhtelif
içtimai zümrelere mensup, yani o içtimai zümrelerin mahsulü
olan muhtelif ede0biyatların hepsini gözönüne almak zaruridir.
Muhtelif zümrelere has bu muhtelif edebiyatlar arasında -ayni
büyük cemiyetin muayyen bir zamandaki mahsulü olmak
i<tibariyle -birçok benzerlik ve münasebetler bulunacağı, yani
aralarında karşılıklı bir hulul ve nüfuz ameliyesi mevcut olacağı
açık ise de, bu münasebet, o muhtelif tarzların müstakil bir
surette tedkikine mani< olamaz. Şe'niyet, yekdiğerinden tecrid
ve tefrık edilemiyecek ve ancak olduğu gibi müşahade ve tedkik
edilecek bir varlıktan ibaret ise de, sair bütün marifet şubelerinde
olduğu veçhile, biz de, nazari olarak, bu taksimi yapabiliriz ;
binaenaleyh Aşık tarzını hususi bir edebi nevi<, daha doğrusu,
234 'AŞIK TARZl'NIN MENŞE' ve TEKAMÜLÜ

muayyen birtakım içtimai amillerin te'siri altında doğup


tekamül eden hususi bir zümre edebiyatı gibi müstakil
bir bedi<i uzviyet şeklinde tedkikte ilme aykırı bir mahiyet
mevcut olamaz. Eski Türk cemiyetinin muayyen bir tekamül
devrindeki içtimai te'sirleriyle doğarak, muayyen bir sınıfın
bedii ihtiyaçlarını asırlarca tatmin eden bu tarzın, Türk edebi­
yatının umumi tekamülündeki menşe'lerini, diğer zümre edebi­
yatlariyle münasebetlerini, kelimenin şumllliyle dahili ve harici
hayatını şey't ( objectif) bir surette tedkik etmek, Türkler'in
nisbeten en çok asli kalmış büyük birkısmının asırlarca nasıl
düşünüp hissettiğini anlamak demektir ki, en az bir muvaf­
fakıyetle ifası takdirinde bile, milli medeniyet tarihimizin birçok
meçhUI noktalarını aydınlatacaktır.
Edebiyat tarihinin usullerinden bahseden alimler, bu
mühim mes'ele)ri nekadar ihm al etmişlerse, klasik içtimaiyat­
çılar da bunu o kadar yanlış anlamışlardır. Prof. G u s t a v
L a n s o n, Fransız edebiyat tarihinin usulünden bahseden
mühim ve mufassal bir makalesinde bu ciheti tamamen sükutla
geçmekle beraber, daima, yüksek ve aristokrat edebiyatı, onun
birinci ve ikinci derecedeki mümessillerini gözönüne alıyor 38 ;
halbuki edebiyat tarihi, ilim olmak bakımından daha çok
umumi yetleri gözönüne almak ve cemiyetin manevi tekamü­
lünü onu aksettiren fikir mahsullerinde aramak, edebiyat
müverrihi için daha münasip değil midir ? Ondan başka, madam
ki her muayyen zamanda muhtelif içtimai dairelere mensup
muhtelif edebiyatlar vardır, onlardan yalnız en yüksek ve
mahdut olan sınıf mahsuilerini gözönüne alarak diğerlerini terk
ve ihmal etmek, edebiyat tarihi için mühim bir noksan, hatta
onun ilmi bir surette teşekkül edebilmesini men<edecek esasi bir
hata teşkil etmez mi ? Emi l e F a g u e t, daha fazla, yaşadığı­
mız zamanı gözönüne alarak, aşk ve kahramanlığa, tarih ve
felsefeye ait münevver sınıf edebi eserleri halkın ruh halini
değil, daha ziyade onları vüc fıde getiren büyük şahsiyetlerle
seçkin bir okuyucu zümresinin ruh halini gösterdiğini söylüyor

38 ilimlerde Ust1l adlı eserin Edebiyat Tarihi bölümü (S. 22 1 -264) , Paris,

Tabı' Alcan, ikinci seri, ı g ı ı .


'AŞIK TARZl'NIN MENŞE' ve TEKAMÜLÜ 235

ve edebiyatı cemiyetin ifadesi addeden T a i n e, buna i<tiraz


ederek diyor ki : " ... Büyük muharrirler birtakım yaratıcılardır ;
onlar, halkın kendilerinden bir asır sonra düşünecekleri şeyleri
düşünürler. Şiddet göstermemek hususunda, biz, şimdi V o l t a i­
r e'in fikrindeyiz ; fakat V o l t a i r e, Şövalye d e l a Barr e'ı müda­
faa ettiği zaman bütün Abbeville ahalisi d e l a B a r r e'ın ölü­
münü taleb ediyordu. V o l t a i r e'de aranması icabeden xvm.
asır düşünüş tarzı değil, bizim düşünüş tarzımızdır. V o l t a i r e
hakkında doğru olan bu mes'ele, R o u s s e a u ha kkında daha
doğrudur. Büyük muharrirler istikbalin çağdaşlarıdır ... Yüksek
eserler, edebiyatın muazzam abideleri e.debiyattan çıkarılmağa
başlanmak şartıyle, edebiyat cemiyetin ifadesidir. Eğer ede­
biyatta yalnız tarih aranılırsa, o vakit böyle yapılır 39." San<at
felsefesinin bu meşhur muharririne karşı, ta S a i n t e - B e u v e'­
denberi ileri sürülen bu i<tiraz, kısmen haklı olmakla beraber,
E m i l e F a g u e t'nin de zümre edebiyatları mes'elsini etrafiyle
ve vazih olarak anlamadığını gösteriyor. Edebiyat tarihçisi için,
maziye ait fikir mahsullerinin kısmen bir tedkik vasıtası, fakat
kısmen de yaşadığımız zamanla alakalı canlı bir varlık oldu­
ğunu, edebiyat tarihi usulünden bahsederken, L a n s o n'a i<ti­
razla kafi deliller ile müdafaa etmiştik 40 ; fakat burada, yu­
karıdan beri isbata çalıştığımız faraziyemizi müdafaa için mes' -
eleyi başka bir görüş noktasından tedkik mecburiyeti vardır.
İ çtimai tekamülün nisbeten basit derecelerine inersek, zevk
ve his hususunda zümre ve sınıfların mahdut olmakla beraber
biribirinden pek az farklarla ayrıldığını ve bilhassa dini hislerin
bu ayrılıklarda büyük bir amil olduğunu görürüz. İ çtimai
işbölümü derecesi yükseldikçe, bir taraftan zümre ve sınıflar
çoğalmakla beraber, bu a yrılığa sebep olan dini amillere diğer
birtakım amillerin daha iştirak ettiği göze çarpar. Zamanımıza
yakınlaştıkça felsefi ve siyasi fi ki rlerin , içtimai esasların ye ni
zümre tasniflerine umde olabilecek kadar kuvvet kazandığı an­
laşılır. Ayni büyük içtimai topluluğa, yani ayni millete mensup

88 E m i l e F a g u e t, Ondokuz:.uncu Asır S!Jıas!Jıun ve Ahlakıyunu, T a i n e


hakkındaki bahis.
40 Muharririn Bilgi Mecmuası' nın ilk sayısındaki Türk Edeb!Jıatı Tari­
hinde Uml adlı makalesine bakınız (S. 3-53) .
236 '.�ŞIK TARZl'NIN MENŞE' ve TEKAMÜLÜ

olmak i<tibariyle bu muhtelif zümre edebiyatları arasında mevcut


benzerlikler, içtimai tekamül derecesiyle mebsUten artar ; çünkü
cemiyetler her yerde şahsın etrafında mürekkep ve karışık
bir içtimai bağlar dokusu teşkil edecek surette ayni merkeze
bağlı tabakalardan ibarettirler ; medeniyetin ilerileıniş derece­
lerinde yalnız bir zümreye, bir içtimai daireye mensup hiçbir
ferde tesadüf edilmiyeceğini söyleyen Bu g 1 e'nin haklı iddiası veç­
hile, "Eğer Tufan devresine kadar çıkarsak, belki o zaman, yalnız
kendi kabilesinin azası olan bir şahıs bulabiliriz ; lakin medeni­
yetin terakkisi insanların mensup olduğu zümreleri çoğaltmış ve
medeniyet derecesi yükseldikçe bu mensubluklar, alakalar bir
kat daha artmışt•r 41." İ şte, içtimai işbölümü bir taraftan züm­
releri, sınıfları, hatta o sınıflara mensup ferdleri yekdiğerin­
den ayırırken, diğer taraftan içtimai bağları bu kadar şiddetle
artırmamış ve iftimaf tesanüd'ün bu vechile daima kuvvetlen­
mesine sebebiyet vermemiş olsaydı, içtimai tekamül bu zümre
edebiyatları arasındaki farkları gittikçe artıracak, aralarındaki
münasebetleri azaltacaktı ; halbuki okuyucuların ve sanatkar­
ların ayni zamanda muhtelif içtimai dairelere mensuplukları,
bu nisbetleri daimi surette artırmaktadır. İ stikbalin bombalar
sayesinde iyileşeceğine inanan, ibtidai tahsil görmüş bir anarşist,
yalnız kendi sınıfına mahsus, yani ayni hisler ile yazılmış eserleri
değil, avam romanlarını da okur ; kezalik yüksek tahsil görmüş
ateşin bir sosyalist; B l a n q u i'nin, P r o u d h o n'un ef>erleriyle
beraber, mesela 1 b s e n'in bedbin ve ferdiyetçi tiyatrolarından da
zevk duyabilir42 ; çünkü, okuyanlarla edebi eser arasında mevcut

41 B o u g 1 e, SoJ!YOloji Nedir adlı eserinden (Tabıc 'Felix Alkan, 1 9 1 0) .­


'Gabriel Tarde, içtimai uzviyyet fikrine hücUın ederken bu görüş tarzını
kuvvetli bir silah olarak kullanıyor : " . . . Ayni zamanda müteaddit cemi­
yetlerin fertlerinden olmayan hiç kimse yoktur . . . milliyet itibarıyle Alman,
mezhebce katolik olan bir Avusturyalı, ayni zamanda üç uzviyetin tamam­
layıcı kısmı oh.ıyor (llmü'l-rt2h-i.içtirna f Tedkikatı, tabı' Giare et Briere,, 1898) .
n Muhtelif milletler arasındaki fikir alış-verişlerinin neticesi olarak
bugün yavaş yavaş her sınıfa mahsus ayrı bir edebiyatın vücude geldiği
görülüyor. Prof. L o m b roso, Anarşistler başlıklı eserinde sırf bu sınıfa
mahsus birtakım manzUıneler zikrediyor ki çok dikkate layıktır (S. 42-47,
tibı' F l a m m a ri on) .
c.AŞIK TARZI'NIN MENŞE' ve TEKAMÜLÜ 237

bağ, mensup olduğu zümrelerden biri tarafindau yaratılmış


demektir.
Milli medeniyet tarihini, bilhassa onun ·edebi tezahürlerinde
arayan, fikir ve hayatın har�ketlerini daima bir üslup arasından
keşf ve tesbite çalışan edebiyat tarihfisi'nin düşündüğü nokta,
milli dehayı gösteren yüksek edebiyatı ve istikbalin yollarını
tayin eden büyük şahsiyetleri anlayıp izah etmektir ; fakat
büyük şahsiyetler ve onların şaheser'leri hiçbir zaman mücerred
ve münferid birer şahsi mahsfil olmadığı cihetle, edebiyat
tarihçisi, y üksek edebiyatı 13.yıkıyle anlamak için, her devrin
zümre edebiyatlarını hakikatte olduğu gibi tedkik ve araştır­
mağa mecburdur ; yani ferdiyeti bulup, onu ayrılmaz, muhte­
şem birliği ile göstermekle beraber, o şal:seri bir silsile dahiline
koyup, dahiyi bir muhitin mahsulü, bir zümrenin mümessili,
bir devrenin şahikası olarak izah etmek zaruretindedir. Ferd
ile cemiyet arasında, S p e n c e r'in zannettiği gibi, bir tezat
değil, bH<akis tam bir ahenk bulunduğu cihetle, edebiyat tarihi,
fertlerin ruh hallerini değil, milletin içtimaiyatım gösteren bir
bilgi şubesidir. San<atkarın şahsiyeti, kendisinden önce meydana
gelmiş birçok san<at şekillerinden ıktibaslarda bulunarak, on­
ları tam bir serbestlikle meze ve te'life elverişli olduğundan
dolayı, inkişaf ve terakkiye mazhar olmuş san<at eserlerinin
içtimaiyat itibariyle kıymeti haiz olmadığını iddia eden C o r n e­
j o 43 ayni zamanda, tenkid ve tarihin yalnız yüksek ve ferdi
san<at eserlerini gözönüne aldığını söylemekle çok yanılıyor.
Filhakika, eski klasik san<at ve edebiyat tarihlerine bakılacak
olursa, C o r n ej o'nun bu mütaleasında hakkı olduğu görülürse
de, biz, bu yanlış ve iJmi olmayan telakkinin daima kıymetini
muhafaza edeceğine, pek haklı olarak, itimat edememekteyiz.
İ çtimaiyat sahasında l:ergün elde edilen yeni ilerilemelerin
az zamanda, edebiyat tarihlerinin tedkik usulünde yeni ve
mes<ut değişiklikler vücude getirerek, eski an<aneleri kökün­
den değiştireceği gayet tabiidir. İ şte, her devir edeb�yatının
tedkikinde muhtelif zümrelerin mahsullerini ve onlar a<asındaki
daimi bağlılığı sebepleri ile ayn ayn tedkik ederek bedii şe'ni-

" llm-i iftima'-i umumi, c. n., s. 253-254.


238 'AŞIK TARZl'NIN MENŞE' ve TEKAMÜLÜ

yeti tam bir sadakatle izah etmek usulü, yüksek sınıf edebiyat
mahsullerini mücerred ve ferdi bir surette sıralanmaktan
ibaret olan eski nakıs tedkik usulünü kökünden yıkacaktır.
İ çtimai hadiselerin hepsinde olduğu gibi, edebi hadiseler de o
kadar karışık ve biribiriyl e o kadar alakalıdır ki, mesela biz­
de, halk edebiyatını anlamadan B a k i ve N e f< i'lerin yüksek
edebiyatını kavrayabilmek imkansız ve bu ikincisini terk ve
ihmal ederek diğerlerini anlamağa çalışmak manasızdır.
Edebiyat Tarihi tedkikinde henüz hiç tatbik edilmeyen ve tat­
bikı halinde uzak bir istikbalde içtimaiyat ilminin mücerred
bir nazari ilim olarak teessüsüne yardım edeceği de muhakkak
bulunan bu görüş tarzını, asıl mevzuumuza bir an evvel girmek
için, daha fazla izaha lüzum görmüyoruz . Esasen, gelecek bahis­
lerde, edebi tekamül hakkındaki bu telakkinin, Aşık tarzının
tedkikinden nasıl meydana çıktığı geniş surette izah edilecektir.

You might also like