You are on page 1of 632

Arkadiy Vasiliev

••

Saat On Uçte,
Say1n Generalim
türkçesi
T. Deliorman
SAAT ÜN ÜÇTE,
SAYIN GENERALİM

ARI<ADİY VASİLİEV
ARKADİY VASİLİEV

SAAT ÜN UÇTE,
SAYIN GENERALİM
Kaldıraç Yayınevi - 35
Anlab-Roman Dizisi - 3

Saat On Üçte, Sayın Generalim


ARKADİY VASİLİEV

ISBN 978-605-87856-0-1
1. Baskı: İstanbul 2011
(Türkçe ilk baskısı Sosyal Yayınlan tarafından Şubat 1980'de yapılnuşhr)

Çeviren: T. Delio rman

Baskı Öncesi Hazırlık: Ülkü Gündoğdu

Kapak Tasannu: Melih Aytek Yıldırım

Baskı ve Cilt: Kayhan Matbaası


Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi No: 244
Topkapı/İstanbul

Kaldıraç Yayınevi
Şehit Muhtar Mah. Nane Sk. No: 15/4 Beyoğlu/İSTANBUL
Tel&Fax: O 212 251 68 61
www.kaldiracyayinevi.com.tr, kaldirac.info@gmail.com
İÇİNDEKİLER

Bu roman ve yazan üzerine gerekli birkaç söz . .


.......... ........ ...... ... . . 9
Yazarın kısa bir açıklaması ... .. ....... . . :................................................ 11
Çevirmenin notu . ...
... ... ....................................... .. .
......... .... .. ...... ... . . . 12

Birinci Bölüm .
......... ...... ... .... ....... . . . .. . .. ..... .... . . . . ... . .. ... 13
... ... . . . . .. .. ... ... ... ..

Diri ölü ................................................................................................ 13


"Ben soracağım, sen yanıtlayacaksın ." ......................................... 28 ..

Herkese - herkese - herkese. . .. .. .


.... . ... .... ..... . .... .: .......................... 41
.. . ..

''Kendimi tutamayacağım diye korkuyorum" ... .. . ... . . .


. . . .... ........ . . . 52
1918, Mart .
....... ....... . . . . .. ..... ... . . .
. . ... .. ... ................... ..... � ....................... 65
:
''Parayı nereden bulacağız?" . .. .. . .. ... . . .. . . .
..... .. ..... ........ ... . ... . . . .... ....... 69
Suçlular cezalandırılacak . .
....... ............... ......................................... 74
''Bulduk sizi nihayet..." ............... . . . . .. .. ... . .. .
... .. .. . . ..... .. .... .... . ......
... . ... �1
Gecelerden bir gece .
.... ......... . . .. . . . .... . .. . ... . . . .
.. ... . .. ... . ... .. ............. ........ . 89
1918, Nisan . . . ..
.. . . . . . ... ................... ..... ........ . . .. .. ......................... .... ...... . 99

Birer birer çıkın! . . .


. ....... .... .......... ...... ... . . .. .. ...... .. ... .
. . ... . .. ..... .. .. . . ... . . 103 . ..

Viktor İvanoviç . . .............. . . .. . .. .. ... ........... ...... . .. .


....... ........................ 107
Şopen'den vals .. . . . . .
. .. .... .... ................. .. ..
.. .... ... ... .... .. ... .... ...
. . .. . . . ..... .. 117
İnsanlar türlü türlü ................... ...... .. .... . ...
......... . . ...... ... . . . .. . ... . . ........ 123
Oto_ von Rone ........ .. ..
. . . . ....
..... ... . ... ........................................... ....... . 127
"Size selam getiriyorum" . .. . .. . . .
....... .... ..... ............ .... .. ................. . . . 130
"Şimdi Vladimir İliç Lenin konuşacak" .
............. ...... ................. . . 138
1918, Mayıs . . . . .. .
... ..................... ........ ...... ..... .... . . . . . . . . . . ... ..... .. ............. 144
Bu kadar çılgınlık yeter! ................... ........... . .. . . . . . ... ....... ... ... . ..
. . ... ... 146
Şairler kahvesi.; . . . .
. ... ..... ............. ..... . .. ... ...
... .. .
... ..... ................. . . . . . ... . 153
Viktor İvanoviç politik doğrultusunu değiştiriyor ... . . ... .. ....... ... . 158
''Ben İvanov değilim, Prens Meşkov'um" . .
..... ...... ............... .. . . . . . 167

5
Yalnız ekmekle yaşanmaz! ................................................... ..... ... . . 183
1918, Haziran . .
. .............. ..... ...... . . . .. .
.............. ................................... 189
Papaz Yoan"ın dalavereleri ....................................................... . . . 193
.

Kurmay yüzbaşı Blagoveşçenski . . .


. ............. ...... ........................... 202
Prova ....................... . ......................................................................... 211
1918, Temmuz . . . . .
......... .......... ...... .... ... ............................................. 219
Beş Temmuz ..... .. .. . ..
....... ................ . ................................................. 220
Beş Temmuz gecesi ........................................... .................. ..... .... . . . 223
Alh Temmuz .
........................... .............................................. ....... . .. 229
Albay Perhurov, düzen değiştiriyor ............................................. 246
"Malaryam tekrar depreşmişti" . ...
............. ... . . ............................ . . 254
''Yandık! " ........................................................................................ 261
..

"iyi nişancı değilsiniz yüzbaşı!" .


..................... .............................. 267
Yine Grigoriy Denejkin .
.......... ........... .. .... . . ... . .
.... ...... ...................... 274
Andrey Mihayloviç Martinov'un anılarından .
... .... .. .
.... ...... ... . . . . 278
"... Adım Alfret Rozenberg " ........................................................ 279
...

Andrey Mihayloviç Martinov'un anılarından ............................ 284

İkinci Bölüm . .
............... ............. ....................................................... 285
Mart, 1943 ......................................................................................... 285
Andrey Mihayloviç Martinov'un anılarından . .. ......................... 293
Alman çizmesi .
............................................... .... ........... ............ .. . . . . 307
Herr Hilger genelleme yapıyor ............. ... . .. . .. . .
.... .. . ... .. ............. ... . 317
Berlin'de ............................... .. ........................................ ................. . 327
"...Ne olduğumu nereden bilecekler???" . . . .
. ............... .. .......... .. ... 337
"Utanmıyor musun?!" .................................................................... 348
General Lukin .
........ ........................ ....... . .. .. .
... . .
... ......... .. ................. 360
Moskova'da . .
... ..... .... ..... ... ..
.... . ............................................ ... ..
... ..... 383
"Çekil başımdan - Vlasov - çekil!" ........................................ ....... . 387
Andrey Mihayloviç Martinov'un anılarından .
............ ............... 401

6
Boz bulanık bir sabahtı ................................................................... 455
"O bize diri olarak gerekli" ............................................................ 465
General Vlasov'un evlilik hazırlığı ............................................... 484
Andrey Mihayloviç Martinov'un anılarından ............................ 507
Başkasının adının altında·················· ··········································· 510
:
"Konuşmamız gerekiyor Orlov yoldaş..." .. . 527
......... ............ ...........

Andrey Mihayloviç Martinov'un anılarından ............................ 535


"Sen de mi Alöşa!" .......................................................................... 540
Andrey Mihayloviç Martinov'un anılarından ............................ 547
Gelde uyu bakalım! ......................................................................... 550
Andrey Mihayloviç Martinov'un anılarından . .... _. . ... .
.. .. ...... ....... 556
Kasım 1944'te Prag'da .................................................................... 572
Herkes kendince eğleniyor ............................................................ 576 .

Andrey Mihayloviç Martinov'un anılarından·-"·····-··················· 580


1945 Yaklaşırken . .
............................... ... .......................................... 586
Andrey Mihayloviç Martinov'un anılarından ............................ 589
İz bırakmadan kaçan kim? ............................................................. 594
Andrey Mihayloviç Martinov'un anılarından ............................ 598
Sovyet askerleri Oder kıyılarında . .. . . .
... . .
. . .. .... .... . ................ ......... 600
Andrey Mihayloviç Martinov'un anılarından .... .. . .
...... ..... ......... 602
Vültsburg Şatosu'ndaki son gece . .
...... ................. ..................... ... . 606
Andrey Mihayloviç Martinov'un anılarından ............................ 608
Öç ...... ....... . . ... . . .............. ............................................ . . ....................... 611
Andrey Mihayloviç Martinov'un anılarından ..... . . ........ .......... . . . 622

Yazarın son sözü . .


................. ......................... .............................. . . . . 628

7
Bu RoMAN VE YAZARI ÜzERiNE
GEREKLİ BiRKAç Söz

Romanın yazan Arkadiy Vasiliev kısacık önsözünde şöyle di­


yor: "Bu roman, gerçek tarihsel olaylara ve gerçek insan kaderleri­
ne dayanmaktadır. Başkahramanın adından b.aşka, romandaki
kahramanların hiçbirinin gerçek adı değiştirilmemiştir."
Romanda, Sovyet tarihinin belli başlı iki kesiti aydınlığa ka­
vuşturulmaktadır: 1918-1925 yıllan arasındaki dönem ve İkinci
Dünya Savaşı yıllan. Birinci döneme ilişkin kesiti anlatan sayfalar­
da Lenin'i, Cerjinski, Sverdlov ve Frunze gibi yöneticileri, Sol Eser­
ler Partisinin Başkanı Mariya Spiridonova'yı ve bu partinin diğer
yöneticilerini, karşı devrimcileri, gerek bunlar gerekse Anarşistler
tarafından Sovyet Devleti'ne karşı girişilen komploları yakından
tanıyacaksınız. Yine bu kesitte, özellikle, ÇeKa'nın gerçek yapısını
ve işleyişini göreceksiniz. Sovyet tarihinin 1918-1925 arası olaylan,
birçok ülkede, genelikle burjuva kaynaklarına dayanılarak tanıhl­
mıştır. Bu yüzden de, bu döneme ilişkin olayların gerçek yüzü doğ­
ru olarak bilinmemekte ve sosyalist demokrasi konusunda ürkütü­
cü kanılara yol açılmaktadır. Örneğin, Büyük Ekim Sosyalist Dev­
rimi'nden sonra, Lenin'in başkanlığı alhnda kurulmuş olan ilk dev­
rim hükümetinin "ortanın solu"ndaki bir burjuva partisiyle birlik­
te kurulan bir koalisyon hükümeti olduğu pek az kimse tarafından
bilinmektedir. Lenin'in bütün çabalarına rağmen, bu hükümetin
yaşayamamasının nedenleri bu romanda ayrıntılı olarak gözler
önüne serilmektedir.

9
Romanın ikinci bölümünde, gerçek yüzüyle yine pek bilinme­
yen, hatta hemen hemen hiç bilinmeyen olaylar en ince aynntıla­
nyla gün ışığına çıkarılmaktadır. İkinci DÜnya Savaşı'nın daha ilk
günlerinde, Almanlara bile isteye tutsak düşen bazı Sovyet gene­
ralleri -ki bunların en ünlüsü General Vlasov'du- Almanya'da Hit­
ler'in hizmetine girmişler ve Berlin'de "Kurtuluş Komitesi" adı al­
tında bir komite kurmuşlardı. İşte, romanın başkahramanı bu ko­
mitenin karargahına kadar sokulmuş, asıl yüzünü yakından gör­
müş ve yaptıklarını izlemiştir. Aynca, Almanya'daki tutsak kamp­
larını, Gestapo'yu ve Hitler, Himmler, Göring, Göbels," Rozenberg
ve hempalarını yakından tanıtmaktadır bize.
Romanın yazarı gençliğinde Çekist olarak çalıştığı için, ele al­
dığı konulan avucunun içi gibi bilmekte ve bu olaylan olanca dina­
mizmleri ve derinlikleri içinde sunabilmektedir. Yazar, teker teker
incelediği binlerce belgeye dayanmaktadır burada. Arkadiy Vasili­
ev; "Evet böyle bir Parti var", "Komutanın gençliği", "Pazartesi sı­
kıcı bir gün" adlı romanlarıyla gerek Sovyetler Birliği'nde gerekse
öteki ülkelerde geniş bir ün yapmıştır. En ünlü ve önemli romanı
"Saat on üçte, sayın generalim"dir. Bu romanın 1970'te yayımlanan
ilk baskısı yüz bin tirajlıdır. Günümüze kadar yalnızca Sovyetler
Birliği'nde yanm milyondan fazla basılmıştır. Bütün sosyalist ülke­
lerde ve çoğu kapitalist ülkelerde çevirileri çıkmış ve büyük bir il­
giyle karşılanmıştır. Arkadiy Vasiliev, 1972'de, yazarlığının en ol­
gun çağında ölmüştür.
T. Deliorman

ıo
yAZARIN KISA BiR AÇIKLAMASI

İkinci Dünya Savaşı'nda, düşmanın cephe gerisinde ve özel­


likle vatan haini Vlasov'un başında bulunduğu, sözde "Rus Kurtu­
luş Ordusu" karargahında çalışmış olan Sovyet istihbaratçıları için,
bir kitap yazmaya karar vermiştim.
Belgeleri incelerken, Sovyet istihbaratçısı Nikandrov'.un adına
sık sık rastlıyordum. Alabildiğine soğukkanlı, gözlemci bir Çekist
olduğu, kendisine ilişkin belgelerde açıkça anlaşı°ııyordu. İlk Çe­
kistlerden biriydi, 1918-1925 yılları arasında ÇeKa'da çalışmış, son­
ra öğrenimini tamamlayarak parti işlerinde görev almış, İkinq
Dünya Savaşı sırasında da düşmanın cephe gerisine gönderilmişti.
Nikandrov'la tanıştım ve aramızda yakın bir dostluk doğdu.
Kendisinden, ÇeKa'nın ilk yıllarındaki çalışmalarına ilişkin birçok
şeyler öğrendim. Ve şunu da anladım ki, Vlasov'un Almanya'da et­
rafını çevreleyen "yönetici"lerden bazıları, İç Savaş sırasındaki kar­
şı devrim eylemlerine ve ayaklanmalara katılmışlardır. Böylece,
yazmayı kararlaştırdığım kitabın çerçevesi genişlemiş oldu.
Roman, gerçek tarihsel olgulara ve gerçek insan kaderlerine
dayanmaktadır. Başkahramanın adından başka, romandaki kahra­
manların hiçbirinin gerçek adı değiştirilmemiştir.

11
ÇEVİRMENİN Noru

ÇeI<a, Rusça "Çrezviçaynaya Komisiya" sözünün baş harfle­


rinden oluşan bir sözcüktür. "Olağanüstü Komisyon" ";nlamındaki
Çrezviçaynaya Komisiya, 1917 Büyük Ekim Sosyalist Devrimi'n­
den hemen sonra, Lenin'in önerisiyle kurulmuştu. Ödevi; Sovyet
devletini, karşı devrimcilerin, karaborsacıların komplolarından ko­
rumak ve güçlendirmekti. ÇeKa'da çalışan insanlara da kısaca Çe­
kist denirdi. "Devrimin Şövalyesi" diye haklı bir ün yapmış olan
Feliks Edmundoviç Cerjinski, bu komisyonun başkanıydı.

12
B İRİNC İ BÖLÜM

D iRiÖLü
Y. H. Peters Yoldaşa Rapor
Grubumuz, 15 Mart'ı 16'ya bağlayan gece Moskova-Brestk ga­
rındaki depo ve vagonlarda arama-tarama yapıyordu. Bir yük va­
gonunda cılız bir ışık dikkatimizi çekti, kapıyı açtık. Yüksekçe bir
kaide üzerinde bir tabut vardı. Mumlar yanıyordu. Ölünün akraba­
lan, bohçalan üzerine oturmuşlardı.
Her olasılığa karşı kimliklerini gözden g�rCiik. Gerek dirile­
rin, gerekse ölü Gribuşina Avgusta Yuvenalievna'nm kimliklerin­
de kuşkuyu çekecek hiçbir şey yoktu. Gribuşina, Petrograd eyale�­
nin Tosno şehrindendi. Moskova'daki akrabalanna gelir gelmez ti­
fodan hastalanmış ve ölmüştü. Cenazeyi Tosno şehrine götürecek
olan vagon, kendilerine, Baltık ve Karadeniz Filosu Taşıma İşleri
İdaresi Müdürü Germanov yoldaş tarafından verilmişti. Ölünün
akrabalanndan, kendilerini rahatsız ettiğimiz için özür diledik. Ve
tam yanlarından çıkmak üzereyken, Martinov yoldaş, ölünün göz
kapaklan üzerindeki paralann kıpırdadığını fark etti. Bu olağanüs­
tü olay karşısında, ruhunu tannsına henüz teslim etmiş olan kadı­
nın gözlerinden paralan çekti aldı. Gribuşina, gözlerini açh ve doğ­
rulmaya yekindi.
Tam o anda da bir silah sesi duyuldu. Ve silahlı çahşmada va­
tandaş Stupitsin öldü. Bizim kaybımız yok.
Tabutun üzerinde bulunduğu kaidenin altında ve "akraba­
lar"ın oturduklan bohçalarda şunlan bulduk: 10 pud un (bir pud -

13
Rusların eski ağırlık ölçüsü- 16 kg 380 gr), 9 pud bulgur, iki çuval
toz şeker, 12 pud kesme şeker, 47 adet kilise mumu, iki sandık nal
çivisi.
Dirilen kadın ve akrabalan Butirsk Tutukevine sevkedildi.
Elkonan silahlar: Üç tabanca, 61 adet mermi. Tutuklulann
kimliklerini de gönderiyorum.
Stupitsin'in cesedi morga teslim edildi.
16Mart1918 Grupbaşı: Malgin

Rapora Ek: Balhk ve Karadeniz Filosu Taşıma İşleri İdaresi


Müdürü Germanov yoldaş, Gribuşina'yı götürmek için vagon mü­
saadesi vermediğini, bu adı ilk defa duyduğunu, kanısınca bu işte
bir dalavere bulunduğunu ve en büyük bir titizlikle üzerinde du­
rulması gerektiğini telefonla bildirdi.
Germanov yoldaş, şu nokta üzerine de dikkatimizi çekti: Bu
Gribuşina, gerçekten Tosno şehrindense, sözüm ona cenazesini gö­
türecek olan vagonun Moskova-Brestk gannda ne işi var? Çünkü
Tosko'ya Nikolaev garından gidilir .
Malgin

İkinci Ek: Tutuklanan "akraba" İvan Efimoviç Noskov, tutuke­


vine götürüldükten sonra sorguya çekilmesini rica etmiş. Sorgu­
sunda, kendisinin Moskovalı olduğunu ve Milis İdaresinin Ekono­
mik İşler Bölümü'nde çalışhğını söyledi. Vagonda yakalanan bü­
tün gıda maddelerinin, Moskova'nın Malaya Ordinka sokağında, 5
numaralı evde oturan İvan Sevastiyanoviç Artemiev'e ait olduğu­
nu, gıda maddelerinin Petrograd'a sahlmak üzere gönderilmekte
bulunduğunu, kendisinin de işte bir araa rolü yaphğını ekledi.

Karar: Tutuklulann sorguya çekilmesi, Artemiev'in evinde


arama-tarama yapılması, gerekirse kendisinin tutuklanması, elko-

14
nan yiyecek maddelerinin askeri hastaneye, çivilerin de süvari bir­
liğine verilmesi.

Sözde ölünün, gözleri üzerindeki paralan çekip alan Andrey


.
Martinov, bir haftadır ÇeKa'da çalı�ıyordu.
Brest Demiryolu İşliği Parti Sekreteri Beloglazof, 10 Mart gü­
nü, vardiya sona ermek üzereyken yanına geldi. Andrey'in, tez­
gahtaki üç pudluk silindiri hiç zorlanmadan kaldırışını seyrettikten
sonra: "Taşı sıksan suyunu çıkarırsın herhalde," dedi.
Andrey güldü:
Herhaldesi de mi var bunun?
Kaç yaşındasın Martinov?
Yirmi.
Şikayet etmek için tabii ki erken. Seni °L)ir başka işe gönder­
sek, gider misin?
Burada bir kimseye engel mi oluyorum? Burası da fena de-
ğil.
ÇeKa diye bir şey duydun mu?
Gazetelerde okudum. Komploları ortaya çıkarıyor.
ÇeKa'da çalışmak ister misin?
Petrograd'da değil mi bu örgüt?
Yakında Moskova'ya gelecek. Çalışmak ister misin orada?
Bir şey diyemem şimdilik. Düşünmem gerek.
Düşünmeye vakit yok. Bizden iki kişi istiyorlar. Yarın ora-
da olmanız lazım. Razı mısın?
İkinci kim?
Nikolay Mahover.
Uzun zaman için mi?
Bilmiyorum. Herhalde değil. Bir süre çalışhktan sonra yi­
ne buraya döneceksin.
- Hele bir karımla görüşeyim.

15
Sonra görüşürsün. Razı mısın?
Evet.
Vereceğim bir tezkere ile Lübyanb'da on bir numaraya
gidecek, orada P�ers yoldaşı bulacaksın.
Andrey, ertesi günü, ÇeKa üyesi Peters'in karşısındaydı. Kağı-
dı verdikten sonra sordu:
- Uzun zaman için mi?
Peters gülümsedi:
- Herhalde.
Andrey'in hoşuna gitti Peters. Canlı, dinamik bir adamdı, tek
bir fazla söz söylememişti. Dikkatli ve zeki balcışlıydı. Sesi biraz bo­
ğuktu. Ruşça'yı Leton ağzı ile konuşuyordu.
Martinov'u küçük bir odaya götürdü. Pencere önündeki boş­
lukta bir genç oturuyordu. Omuzlarında bir asker kaputu vardı.
Peters'i görünce ayağa kalktı. Peters: "Yeni bir arkadaş. Hemen öğ­
retmeye başla," dedi. Ve çıktı.
Delikanlı kaputunu giyerken, iri mavi gözleriyle Andrey'i
süzdü.
Üşümüyor musun?
Hayır.
Ben donuyorum. Mart ayı, bu sizin Moskova'da kazma
kürek yaktırıyor anlaşılan.
Sadece yeni takvime göre mart. Eskisince henüz şubatta-
yız.
Ha eskisi, ha yenisi. Soğuk. Adın ne? Benimki Malgin...
Saatin yok mu?
Nereden olacak!
Benim de yok. Saat on bir oldu mu dersin?
Hemen hemen.
Gidelim öyleyse. Çay hazırdır. Ekmek de verecekler.
Koridorda bir diğer Çekistle karşılaştılar. Malgin tanıştırdı:

16
- Filatov. Haydut ve karaborsacılann zebanisi.
Filatov kaşlarını çath:
- Bir son ver bu şakaya arhk canım. İnsanın adı çıkacağına
canı çıksın. Yeni mi bu arkadaş?
Filatov da Andrey'in hoşuna gi tti. Kararlı bir insana benziyor­
_ _
du. Baş parmağı ile işaret parmağı arasındaki üçgende bir dövme
vardı: Mavi bir gemi çapası. Martinov, Filatov'un elini sıkarken
gördü bunu.
Sıcak çay, yüz gram ekmek ve birer bonbon verildi kendileri-
ne.
Filatov acele ediyordu, çok kalmadan çıkh: Martinov'la Mal­
gin uzun süre oturdular. İçerinin sıcaklığı hoşlarına gitmişti. Mal­
gin: "Haydi kalkalım," dedi. "Daha fazla kalırsak bir daha acıkaca-
ğız."
Koridorda yürürlerken, sıska ve dar omuzlu Malgin konuşu­
yordu:
- Çarlık zamanı olsaydı, seni mutlaka muhafız kıtasına alır-
lardı. Hem de süvari.
Andrey gülümsedi:
- Neden?
- Hem uzun boylusun, hem de sarışınsın. Muhafız kıtasına
renge bakarak adam seçerlerdi. Preobrajen alayına esmerleri, Se­
mönov alayına kumralları, Pavlov alayına çip burunluları, senin gi­
bi sarışın ve selvi boyluları da süvari muhafız alayına alırlardı... Be­
ni de, olsa olsa herhangi bir piyade alayına trampetçi yaparlardı.
Bir kapı önünde, Malgin: "Buradan silah ve mermi alacaksın,"
dedi ve: "Silah kullanmasını biliyor musun?" diye sordu.
- Biraz.
- Öğreneceksin. Şunu da söyleyeyim ki, bugün eve gideme-
yeceksin. Nöbetçiyiz çünkü.
Andrey birden bozuldu:

17
- Kanma haber vermeliydim. Telaş eder.
Malgin, ona acır gibi baktı:
Acele etmişsin, kardeş... Çocukların da var herhalde.
Henüz yok.
Ne de olsa acele davranmışsın. Aldırma, her gece nöbet
yok.
Uzun sakallı yaşlı bir asker, Andrey'e bir tabanca ve otuz mer­
mi verdikten sonra: "Numarayı defterine yaz veya en iyisi belle,"
dedi.
Andrey, tabancaya, beceriksizce altı menni yerleştirdi.
Asker gülümsedi:
Tabanca dolduruşun ilk mi?
- Böyle bir gereksinimle karşılaşmadım şimdiye dek.
- Yedi tane alır. Ver göstereyim.
Andrey, tabancayı cebine koydu. Asker, sandıktan geniş bir
askı ve yeni bir sarı tabanca kılıfı çıkardı:
- Sağlık ve esenlikle taşı. Dikkat et, acemilikle kendini vur­
mayasın.
Malgin, Andrey ve aynı gün ÇeKa'ya alınmış olan Nikolay
Mahover, gece Tverskaya caddesinde yürüyor, karakollan denetli­
yorlardı. Nastasinka sokağında, "İmdat! İmdat!" diye haykırarak
koşan sıska bir kadınla karşılaştılar.
Malgin, el fenerini kadının yüzüne tuttu:
- Ne bağınyorsun?
Küçük bir kızdı bu. Bluzu paramparçaydı, bir gözünün altı
mosmordu. Sınlsıklamdı, titriyordu. Dudaklanm güçlükle oynata­
rak: "Koşun, gelin! Öldürecek onu... " diye yalvardı.
Şairler Kahvesi'nde duvar diplerine sıralanmış bir yığın insan
vardı. İki küçük salonu birleştiren dar koridor da doluydu. Orkes­
t-ra yerinde, smokinli kara kuru bir genç dans hareketleri yapıyor
ve bir yandan da: "Bir ki! Bir, ki, üç!" diye orkestrayı yönetiyordu.

18
Sırtında yeşilimsi toprak renkli züppece bir üniforma bulu­
nan, ayaklanndaki subay çizmeleri pınl pınl, iri kıyım, geniş
omuzlu bir erkek, salonun orta yerinde, hiçbir kızgınlık belirtisi
göstermeden, ustasının komutası ile çekicini örse indiriyormuş gi­
bi, dingin ve uyumlu hareketlerle, esmer bir kadının yüzüne tokat
ahyordu. Esmer kadın hiçbir direniş göstermiyordu. Ellerini arka­
sına bağlamış, her tokatta başı sağa veya sola gidiyor ve sanki şa­
marlanan bir başkasıymış gibi umursamaz bir sesle: "Rica ederim!
Rica ederim!" diyordu.
Öteki, kadının kamına bir tekme indirdikten sonra, orkestra
şefi: "Finita!" diye haykırdı.
Andrey itin yakasına yapışh. Öteki, "benim gibi adama el kal­
dırmak cesaretini gösteren bu adam da kim oluyor" der gibi şaşkın
şaşkın bakındı, fakat Mahover'i elinde silahla görünce yelkenleri
indirdi ve yalvaran bir sesle mırıldandı:
- Götürün beni! Rica ederim götürün beni!
Ve bunu söyler söylemez, talaş döşeli pis yere, ağır bir çuval
gibi devrildi, bir saralı gibi sapır sapır titreyip sarsılmaya· başladı.
Esmer kadın, derhal üzerine ahldı, erkeğin başını dizlerine koydu,
kana bulanmış, sapsan yüzünü kaldırdı: "Dokunmayın ona!" diye
yalvardı.
Malgin, bayılan adamın gözkapaklannı kaldırdı, el fenerini
gözlerinin içine çevirdi ve sonra kısaca yargısını verdi:
- Numara yapıyor.
Tutuklunun, kokain ve morfin tüccarlan arasında "Tarantula"
diye bilinen Mihail Tarantoviç olduğu anlaşıldı. Şairler Kahvesi'ne,
"aydınlar toplumu"nda eğlenmek için yeni dostu ile gelmiş ve ora­
da kansı ile karşılaşmış. Satamadığı kahn döven sarhoş cambaz gi­
'bi dövdüğü kadın, kendi kansıydı.
Tarantula'nın briç pantolonunun ceplerinde yeni bir tabanca­
dan başka, yirmişer, yirmi beşer gramlık paketler halinde yarım ki-

19
lo kokain bulundu. Bir hazineydi bu.
Ertesi sabah Malgin: "Ben gara gidiyorum, bizimkilerin geldi­
ğini haber aldım. Sen, Tarantoviç'i sorguya çek," dedi.
Andrey alabildiğine heyecanlıydı. Yaşamında ilk kez bir tu­
tukluyla konuşacakh. İlk soruları neler olmalıydı? Ve daha sonra­
kiler? Bu işin alhndan başarı ile kalkabilecek miydi? Onu en fazla
heyecanlandıran sorun da buydu.
Koridorda Filatov'la karşılaşh. Filatov, Andrey'i dinledikten
sonra gülümsedi:
- Ne o, bay aydın? Herif, eşekoğlu eşek, kokain ticareti ya­
pıyor, sen kalkmışsın, onunla felsefi tarhşmalar yapıyorsun. Ta­
banca yakaladınız mı üzerinde? Yakaladınız. Sevket devrim mah­
kemesine... Hepsi bu... Haydi iş başına.
Tarantula oturmayı reddetti. Sorulan ayakta yanıtlıyordu:
- Kokaini, bana, "Genhart" firmasının temsilcisi bay Kudri­
yavtsev getirdi. Bu firmanın deposu, Gümrük avlusundadır. Onu,
maddi delillerle yakalamak istiyorsanız, derhal gidin oraya. Depo­
da pek çok deri var, saymadım ama, çok, beş yüz kadar. İyi deriler,
çoğu da gön. Kapıdan girdikten sonra, hemen sağda beş fıçı kloro­
form var.
Andrey: "O kadar çok mu?" diye hayretle sordu.
Tarantoviç'in dudaklarında hafif bir gülümseme belirdi. And­
rey, düştüğü zor durumdan bir an önce kurtulmak için: "Belki de
kloroform değil bunlar?" dedi.
- Hem de halisi... Ayrıca, üç yüz çift kadar iş ceketi var.
Hepsi de askeri levazım mühürü ile mühürlü. Elli çuval kadar por­
takal kabuğu da bulacaksınız.
- Portakal kabuğu mu?
- Evet. Eczacılara sablıyor.
Andrey, asıl konuya girdi:
- Bırakın portakal kabuğunu da, şu kokain sorunu üzerine

20
daha aynnhlı bilgi verin. Hem de tabanca konusunu anlahn. Nere­
den elinize geçti bu?
- Suharevka çarşısından sahn aldım. Orada böyle şeyler is­
temediğiniz kadar çok. Kendi güvenliğim için aldım. Çünkü na­
muslu insanlar, geceleri evlerinden dışarı çıkamıyorlar.
.
Tarantoviç, birden uyuklamaya başladı. Konuşkanlığı yok ol­
du. Davet beklemeden bir iskemleye yığıldı. Bulanık, ölü bakışları­
nı Andrey'e çevirdi: "Bir paket! Hiç olmazsa bir paketçik!" diye
yalvarmaya başladı.
Andrey, kokaini çekmecesine koydu. Tarantoviç yerinden fır­
ladı ve: "Namussuz, ver şunu! Tanrım gibi yalv�rıyorum sana, ver!
diye çığlık kopardı.
Andrey nöbetçileri çağırdı. Tarantoviç boş bir çuvala dönmüş,
dudakları mosmor olmuştu. Ağlayan bir sesle.yalvarıyordu:
- Neyin eksilecek! Niçin vermiyorsun?
Kapıdan çıkarken haykırdı:
- Damarlarımı keseceğim. Başına dert açacağım it.
Andrey yalnız kalmışh odada. Birden içini bir üzüntü kapladı.
Dışarısı herhalde şakır şakır güneşliydi. Tek penceresi avluya ba­
kan bu küçücük oda bile biraz aydınlanmışh. "Gerçekten de da­
marlarını keserse? Delirdi sanki!"
Yapılacak bir işi olsaydı, bu ağır düşüncelerden sıyrılacaktı.
Hiçbir iş yapmadan oturması ve Malgin'i beklemesi gerekiyordu.
Parti sekreteri Beloglazov'u anımsadı, "İş yaratmakta eşin yoktur
Beloglazov yoldaş. Bul bana bir iş. Ah, neden razı oldum!"
Avluda bir gürültü koptu. Martinov, pencereden başını uzath:
Büyük sandıklarla yüklü arabalar giriyordu kapıdan. Çok geçme­
den Malgin içeri girdi:
- E, konuştun mu?
Andrey, üzüntülü bir sesle cevap verdi:
- Evet, konuştum.

21
Malgin bunalım içinde bulunduğı.inu anlamışh: "Andrüşa,"
dedi, "Her şeye alışman gerek. Bizim iyi insanlarla işimiz pek az.
Görevimiz hiç de iç açıcı değil."

Andrey, Artemiev'i söyletmek için dokuz dereden su getir­


mek gereksinimini duymadı. Tutuklu, hiçbir dürtme beklemeden
konuşuyordu:
- Affedersiniz, bay sorgucu, affınızı dilerim, bay sorgucu,
sözlerim yanlış anlaşıldı tarafınızdan. Her biri beşer ruble değerin­
de olan, özür dilerim, çarlık zamanının beş rublesi demek istiyo­
rum, bu yüz seksen alhn para tamamıyla bana aittir, tanrının rah­
metine kavuşmuş olan babam Sevastiyan İvanoviç Artemiev'den
miras kalmışhr bana. Zapta da böyle yazın. Onar ruble değerinde­
ki, şu otuz iki alhn para da miras yolu ile mülkiyetime geçmiştir.
Bu sözlerim hilafsız doğrudur, bu arı gerçek, noter belgeleriyle
doğrulanabilir. Babam -tanrının rahmeti onun üzerinde olsun, tan­
rı kendisine cennet zevklerini ve bitimsiz yaşam versin- yeryüzü
yaşamından birdenbire ayrılmıştı, buna karşın, rahmetli, vasiyetini
önceden yasalara tamamıyla uygun olarak hazırlamışh. Biraz önce
elinizdeydi bu vasiyetname, yeşil dosyaya koydunuz. Bir bakın, ri­
ca ederim, işte o... Evet, o, o... Şu on üç alhn, bu uğursuz, bu şey­
tanca sayı, anam Aleksandra Danilova tarafından, kendi elcağızı ile
bana verildi. İster inanın, ister inanmayın, vicdanımın sesine uya­
rak söylüyorum bunu. Elbet, hiçbir belge karşılığı olmadan verildi.
Pırıl pırıl Ural platininden kesilip yapılmış olan, elli ruble değerin­
deki şu akpak mücevher, ana tarafımdan dedem Danila Petroviç
Lomasovtarafındal!'l"hediye edildi bana. Kendisi devlet şurası üye­
siydi. Bu unvan, sizLşimdi ilgilendirmiyor tabii. Eh, olan olmuş,
gelen geçmiş. Dedemin bu unvanı, o zamanki Rus rütbeleri listesi­
ne göre tümgeneral ve kontra-amiral karşılığı idi... Sibirya platinin­
den- kesilmiş şu mücevher, dedemin hediyesidir, benim Alhncı
Moskova Erkek Lisesi hazırlık sınıfına başlamam dolayısı ile hedi­
ye edilmiştir. Bu lisenin o zamanlar nerede bulunduğu sizi ilgilen­
diriyorsa, söyleyeyim: Piyatnitski mahallesinde, Ovçinnikova so­
kağında, Pligina'ya ait binada.
Artemiev, ağız dolusu konuşmasının durdurulmasından kor­
kuyordu sanki. Masa üzerine dizilmiş olan servetine el sürmüyor,
sadece, kıllı küt parmaklı geniş elini alhn yığını üzerinde yukarı­
dan dolaşhnyordu:
- Şu üç kapaklı, "Prima" kaliteli, ankır mekanizmalı ve do­
kuz yakut taşlı, ünlü Lonjin firması yapımı altın saati kendim sahn
aldım. Belleğim bana ihanet etmiyorsa eğer, bin dokuz yüz sekiz
.
yılında, İlinka'daki Prorokov'un mağazasından almışhm. Şimdi
orada kupon bürosu var, emekçi halka un, şeker, gaz ve kibrit ku­
ponları dağıtılıyor. Bana, herhangi bir emekle uğr�şmadığım, yani
emek unsuru olmadığım için kupon verilmiyor... Saatin -lütfen
zapta geçirin- üç ziynetli altın zinciri var. Yazdınız mı? Teşekkür
ederim. Ziynetlerden biri horoz biçiminde. Horozun gözü tam kı�
rat platindir. Öteki ziynet, dikkat buyurun, nal biçiminde... Bazıla­
rına göre nal, ön yargıdan başka bir şeyi dile getirmiyor, bazıları ise
nalı seviyor ve uğur getirdiğine inanıyor. İyi ama, sağduyu ve be­
nim şimdiki durumum bunun doğru olmadığını ortaya koyuyor.
Andrey, çekmeceden kağıt çıkarırken, Artemiev dayanamadı,
alhn tabakayı ilk önce avucu ile okşadı, sonra elinde tarttı.
Andrey: "Bu da mı miras?" diye sordu ve "Nerede görmüş­
tüm bu Artemiev'i acaba?" sorusu aklına saplandı.
- Mademki merak ediyorsunuz, anlatayım. Hayır, miras de­
ğil. Ben aldım. Bunda, tam kırat altmış beş zolotnik [Eski Rus ağır­
lık ölçüsü, bir zolotnik 4,26 gr -çevirmen] altın var. Ağır, taşımaya
elverişli değil, sadece hediye eşyası. Açın, bakın, içinde şunlar ya­
zılı: "Çok sayın Aleksandr Aleksandroviç Puhov'a, ellinci doğum
yıldönümü dolayısı ile Moskova-Kursk-Nijgirod Demiryolu Mü-

23
dürlüğündeki minnettar meslektaşları tarafından." Tamam mı?
Profesör Puhov'un kendisinden sahn alındı. Adını duymamışsa­
nız, bu profesöre ilişkin şu bilgiyi verebilirim: Ağırbaşlı bir bay, na­
zik bir adam. Leontievska'da Pegov'un evinde oturuyor. Bir
zamanlar Moskova'yı sıvı gazla ışıklandıran İngiliz şirketi bu bina­
nın alt katında bulunuyordu. Şimdi, doğal olarak, bu ortaklığın ye­
rinde .yeller esiyor. Ne şirket var, ne de gaz. Bu altın gülle için, bu
deyişten dolayı özür dilerim, iki çuval birinci kalite tertemiz Baş­
kurt buğdayı unu, bir buçuk kilo şeker -bir kilosu kesme, yanm ki­
losu da toz şeker- verdim. Tabakayı, Aleksandr AleksandroV'un ıs­
rarlı ricası üzerine satın aldım. Çünkü o sırada eşi ağır hastaydı, toz
şekere gereksinimi vardı. Anladığıma göre profesör, kansını genç­
liğinde şımartmış ve kadın yokluğa alışmamış.
- Profesörü adamakıllı soyup soğana çevirmişsiniz
- Ah, sizinle konuşmak ne kadar güç! Soyup soğana çevir-
mişim. Nasıl söz bu! Oysa ben, bu zamanda ona yaşam bahşettim.
Buğday unu verdim. Nereden bulacaksınız buğday ununu! Ticaret
bir zorbalık değildir. Bizim işimiz malımızı sunmak, önermek.
Müşterininki karar vermek. Onu zorlamıyoruz... Şekere gelince...
Savaştan önce, her isteyen istediği kadar şekerli çay içiyordu. Şim­
diyse, Re-Se-Fe-Se-Re'de [Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cum­
huriyeti sözünün Rusça baş harfleri -çev.] Rus şekerinin yanm ki­
losu yüz rubleye...
Lüzumsuz sözler söylediğini anlayan Artemiev, derhal yüzü­
ne tatlı bir gülümseme maskesi geçirdi:
Böyle fıkralar anlatılıyor. Allah allah kim uydurur bunları
canım!
Altın alım satımını yasaklayan kararnameyi okudunuz mu?
Evet.
Yiyecek maddeleri karaborsasını yasaklayan kararname­
den haberiniz var mı?

24
Ayrınhlannı bilmiyorum -gözlerinde alaya bir gülümseme
belirdi-. Bu kararnameler de pek çok oldu be canım... Gün geçmiyor
ki bir yenisi çıkmasın. Hepsini izlemek ne mümkün! Bir emek insa­
nı olmadığım için bana gazete verilmiyor. Görülmeyecek bir yere
çekilip de okumak olmuyor. Duve1;rlann ardı soğuk çünkü... İstiyor­
sanız, bana yüklediğiniz butün suçlan üzerime almaya hazırım.
Andrey, ilgiyle yüzüne bakh:
- Ne demek o her türlü suç?
- Tam bir çıkmazda ve benim durumumda bulunan bir in-
san başka ne yapabilir vatandaş? Çok iyi anlıyorum ki, "Olağanüs­
tü Komisyon" dan özür dilerim, ÇeKa'dan yaı:ıi, sağ kurtulamaya­
cağım. Ne acının, ne üzüntünün bulunduğu, yaşamın bitimsiz ol­
duğu öteki dünyaya çabuk elden gönderileceğimi, sizin deyişiniz­
le "temizleneceğimi" biliyorum. Sizin gözünüzde kimim ben? Kö­
tülerin kötüsü, en zararlıların en zararlısı, biraz önce dediğiniz gi­
bi karaborsacı, karşı devrimci! Beni nasıl olsa ortadan kaldıracaksı­
nız. Ama bir suçla, ama beş suçla. Benim için ne fark eder! İtiraftan
kaçınmak için direnmeye değer mi bu? Yani böyle bir direnmeye
niyetim yok, esasen anlamı da yok -Artemiev biraz daha coştu- de­
mek istiyorum ki, delikanlı, özür dilerim sorgucu vatandaş, yaşa­
mım, hiç demesem de, hemen hemen hiç ilgilendirmiyor beni arhk.
Gülümsüyorsunuz, sanıyorsunuz ki, ben aklanmak veya daha kö­
tüsü, kalbinizde merhamet duygularını uyandırmak için bu yönte­
mi seçtim, affedersiniz ama, aldanıyorsunuz. Gerçekten de arhk
yaşama isteği denen bir şey kalmadı içimde.
Andrey'e birden öyle geldi ki, Artemiev'le önceleri, yıllarca
önce konuşmuştu.
- Beni yaşama bağlayan hiçbir bağ kalmadı, sorgucu vatan­
daş. Hayır, hiçbir sürekli bağ kalmadı, ne kadın ne çocuk... Bir ke­
şiş değilim elbette, cins-i latifi severim...
"Dinledik bunları sizden" diye uyanda bulundu Andrey ve

25
Malgin'in sorguları sırasında yaphğı gibi devam etti:
- Bu sözlerin sorgu ile bir ilişkisi yok. En iyisi, karaborsaya
sürdüğünüz mallan nereden buluyorsunuz, onu anlatın.
Artemiev'in yüzünde tatlı bir gülümseme belirdi:
- Çok ilginç bir noktaya dokundunuz. Evet, gerçekten de
nereden buluyorum? Geçen hafta, Kafkasya giyimli tanımadığım
bir vatandaş yanıma geldi ve bütün o yiyecek maddelerini satın al­
mamı önerdi. Fiyat elverişliydi ve ben tehlikeyi göze aldım.
- Yüksek fiyatla satma tehlikesini mi?
- Asla! Ben bunları hediye için aldım. Biraz önce cinsi latif-
ten söz etmiştim. Avgusta Yuvenalievna beni kendine çeken son
kadındır. Savaştan biraz önce kaplıca dönüşümde, trende tanışhk.
Kocası albay Gribuşin'le yolculuk yapıyordu. Ünlü Brusilov taar­
ruzundan sonra Avgusta Yuvenalievna dul kaldı. Çok geçmeden
aramızda derin bir dostluk kuruldu. Sonra, dönüşümler, evrimler
birbirini izledi. Misafirliğe gidip gelmeler sakıncalı olmaya başladı.
İyi ama o, sürekli ayrılığın duygulan soğuttuğunu anlayamıyordu.
Bir gün Moskova'ya geldi, bende bir hafta misafir kaldı. Ne var ki,
bizim ateş daha fazla alevlenmedi... Acıdım zavallıya: Besin yeter­
sizliğinden zayıflamış, sararıp solmuş. Kafkasyalıdan ne aldımsa
kendisine verdim. Yakalanmasaydık, bunlar, tam zafere kadar ye­
tip artacaktı ona.
- Hangi zafere?
- Gazetelerin yazdığı, proletarya devriminin tüm dünya ça-
pındaki tam zaferine dek. O zaman, zenginler de olmayacak, açlar
da...
- Yuttum mu sanıyorsunuz?
- Zaten benim hiçbir sözüme inanmadığınızı çok iyi biliyo-
rum. Eh, sizin bileceğiniz bir iş bu. Bütün gerçekleri olduğu gibi
önünüze seriyorum, ruhumu çırıl çıplak ortC}ya koyuyorum.
- Pekala. Mademki öyle, anlahn bakalım, vagon tahsisi mü-
saadesini nasıl sağladınız ve sizin yabancı dediğiniz o insanların ne
işleri vardı tabut dolayında?
- Vagon tahsisi sorununun anlaşılmayacak hiçbir zor yanı
yok: Arabayı yağlamazsan yürümez.
- Kimi yağladınız öyleyse ve neyle?
- Bunu, en iyisi Stupitsin'den sormalısınız? Fakat, ne yazık
ki soğuk bir ceset şimdi o. Tüm yağlama işini yapan o idi.
- Ölüye mi yüklüyorsunuz suçu?
- Ne demek "yüklemek?" Affınıza sığınarak söylüyorum,
onu sonsuzluğa dek susturan ben değilim. Kendisiyle namusumla
ödeştim; bir çuval toz şeker ve on bin ruble verdim ona. Hem de
Kerenski rublesi değil, Petrovka [Rublenin değeri, Kerenski döne­
minde hemen hemen sıfıra düşmüştü -çev.] Bende bıraktığı tatlı
anılardan dolayı Avgusta Yuvenalievna'ya ne,ı:l.erecede müteşekkir
.
olduğumu bundan da anlayabilirsiniz.
"Çok muydu Petrovkalannız?" diyerek, mavi bir kurdele ile
bağlanmış beşer yüz rublelik kalın bir desteyi gösterdi. Para des�e­
sinin üzerindeki kağıtta: "Kutsal paralar, O. Y. Vostorgov için." ya­
zısı vardı.
- Kim bu O. Y. Vostorgov?
Artemiev, hafifçe ve nezaketle gülümsedi:
- Sorgucu vatandaş, görülüyor ki, bizim Moskova işlerinin
cahilisiniz. Affedersiniz, ateist olduğunuz derhal anlaşılıyor. Çün­
kü, Ortodoks olup da Peder Yoan Vostorgov'u tanımayan yoktur.
Bu adam, yıllar yılı, Vasiliy Blajeni Kilisesi yönetim kurulunun baş­
kanıydı. Tatlı konuşmasıyla dinleyenleri büyüleyen bir din konuş­
macısıydı. Kendisini Födor İvanoviç Şalyapin'le kıyaslamak gü­
nahtır ama, vaazlarına biletle girilirdi. Bir ay önceden de bilet al­
mak gerekirdi.
Onun vaazlarına ücret mi vadettiniz yoksa?
Ferasetinize diyecek yok, sorgucu vatandaş. Ancak, bizde,

27
buna ücret denmez, ölü ana babalar için dua hediyesi denir.
- Pekala dua hediyesi olsun. Buradakiler kırk bin ruble kadar.
- Yuvarlak hesap elli bin. Sayın bakın. Annemin vasiyeti el-
li bindi.
- İyi ama, belgeler arasında annenizin vasiyeti yok.
- Öyleyse kaybolmuş.
Andrey, Artemiev'in söylediklerini yazarken, bir yandan da:
"Ah, şeytan, nereden tanıyorum seni ben?" diye düşünüyordu.
- Galiba hızlı konuşuyorum, sorgucu vatandaş. Ağır ağır da
konuşabilirim. İnsana doğa tarafından iki kulak ve bir dil verilmiş­
tir. Demek ki, bir konuşacaksın, iki dinleyeceksin.
"Önceleri bir yerde görmüştüm bu adamı. Bu kulak ve dil hi­
kayesini de dinlemiştim kendisinden."
- Ben, özür dilerim, severim konuşmasını. Gevezelik etmek,
hem kolay hem de hiçbir çaba gerektirmeyen bir iş: Döndür, habi­
re döndür ağzında dilini, bu insan düşmanını... Yazmak, öyle bas­
bayağı okumuş insanlar için bile konuşmak kadar kolay değildir.
Galiba pek de gerekli olmayan aynnhlara kaçıyorum ha?
"Nerede görmüştüm? Nerede?"
- Şöyle bir yöntem uygulayalım: Sizi ilgilendiren sorunlar
nelerse onlar üzerinde sorular yöneltin bana? Ha? Daha iyi olacak,
değil mi? Elbette daha iyi. Siz soracaksınız, ben yanıtlayacağım...
Andrey, az daha haykıracakh. Anımsamışh. Bu İvan Sevasti­
yanoviç Artemiev, şöyle bağırıyordu: "Ben soracağım, sen yanıtla­
yacaksın, köppoğlu!"

"BEN 5oRACAGIM, SEN YANITLAYACAI<SIN ... "


Polisler daldığı zaman evdekilerin tümü derin uykudaydı. Ka­
pıyı çalmamışlar, mandalını kanırtarak boşandırmışlardı.
İçerisini el feneriyle ışıklandıran polis:

28
- Buyurun, komiserim, diye haykırdı.
Sırhnda, alhn rengi düğmeli açık lacivert kaput bulunan kalın
bir adam, kı�kuletasını çıkardıktan sonra selam durdu:
- Ben polis komiseri Lavrov...
Andrey'in babası gülümse9i:
- Ben Martinov. Memnun oldum taruşhğımıza.
Polis, kaputunun eteği ile tabureyi sildi, masaya yaklaşhnp fe­
neri üzerine çevirdi. Lavrov, oturduktan sonra, nazik bir sesle An­
drey'in anasına döndü:
- Lambayı yakar mısınız?
Ana, yeşil abajurlu gaz lambasını yakh. A.ndrey'le Petka bakış­
hlar: Bu lamba pek seyrek yakılırdı, her zaman, masada değil, ıskı­
nn üzerinde dururdu. Çocuklann dokunmaları şiddetle yasakh.
İçerisi, lamba ve fenerin ışıklan ile bir noet gecesine dönmüştü.
Polisler her köşeyi aradılar, dua yerinin arkasını araşhrdılar,
sobanın içini uzun maşa ile karıştırdılar. Biri, sırt üstü yahp bacayı
gözden geçirdi. Yüzünü çevirdiği zaman Nataşa kendini tutamaya­
rak güldü. Adamın burnu ve bıyıklan is'e bulanmıştı.
Babası gülümsedi:
- Böyle haller karşısında gülünmez, kızım. Bu amca, çarlığın
kendisine verdiği ödevi yerine getiriyor.
Polisler, mahzene inerek, hıyar ve lahana turşusu fıçılarını çı­
kardılar. Uzun bir mantar kavanozunu getirdiler. Bunlan And­
rey'le Petka toplamışh. Bir gün babaları da kendileriyle gihnişti.
Pek az mantar bulabildi ve sonra, dinlenmek istediğini söyledi. Ço­
cuklar, daha fazla toplamak için orman içine daldılar. Andrey, öy­
le bir yer biliyordu ki, orada beyaz mantarlar, adeta insanın gözü­
ne bakıyorlardı. Sepetlerini doldurduktan sonra döndüler. Babala­
n, bir kütüğe oturmuş, çakısıyla bir çubuğu yontuyordu, yanı başı­
na da tanımadıklan iki adamla komşulan Anfim Bolotin uzanmış­
h. Babası onlan görünce, tatlı tatlı gülümseyerek, "Hele şu aslanla-

29
rıma bakın." dedi. Mantarları, yosunlar üzerine dizdiler. Babaları,
sepetin dibine akgürgen yapraklan serdi, sepete ilk önce, kağıda
sanlı bir paket yerleştirdi, sonra da mantarları doldurdu.
Tanımadıkları adamlardan biri bir beyaz mantar alarak gözle­
riyle okşar gibi baktı ve:
- Aman ne güzel şey bu! diye söylendi.
Bu sırada mantar elinden fırladı, şapkası bir yana uçtu ve kü­
tüğün dibine lök diye düştü, mantar delisi olan Bolotin bu saygısız­
lık karşısına kendini tutamadı:
- Olur mu böyle şey, canım! Dikkatli tutsaydın ya! Mantar
bu, hıyar değil! diye sert bir sesle söylendi.
Andrey'in tanımadığı adamlarla Anfirn biraz sonra gittiler.
Baba ve çocuklar, Martinov'un sepetine de mantar topladılar ve
yaptıkları işin verdiği memnunluk ve övünçle evin yolunu tuttular.
... Polis, kavanozu lambaya yaklaştırarak evirip çevirdikten
sonra Lavrov'a bir şeyler fısıldadı. öteki, evet anlamında başını sal­
ladı. Polis, kavanozu bir yana bırakıp fıçılarla uğraşmaya başladı.
İlk önce kapakları çıkarıp ath. Ananın, kapak altına her zaman koy­
duğu keten bez parçalarını çıkardı. Etrafa, sanmsak, dere otu ve
frenk üzümü yaprağı karışımı, iştah açıcı bir koku yayıldı. Polis eli­
ni fıçıya soktu, fakat hıyarlar öylesine düzenli ve sıkı sıralanmıştı
ki, kolu derinlere gidemedi ve söverek fıçıyı devirdi. Hıyarlar sıç­
rayarak döşemeye yayıldı, salamura, soba etrafındaki çatlaklardan
aşağı sızmaya başladı.
Ana derin bir nefes alarak söylendi:
- Turşudan ne istediniz? Bir şey yok orada.
Baba, yalın ayak, soba yanında duruyordu, salamura akıntısı­
nı atlayarak, anayı sakinleştirmek için:
- Bırak kendileri de inansınlar, Maşa, dedi.
Polis, lahana turşusu fıçısını kestirmeden başaşağı getirdi, için­
dekiler tamamıyla dökülsün diye fıçının dibini yumrukladı ve laha-
na öbeği üzerinden çekip kaldırdı. Nataşa yine güldü, herhalde, ya­
zın bir arkadaşı ile ıslak kumdan yaptıkları çörekleri anımsamıştı.
Lahanalar arasına konmuş olan havuçlar kırmızı kırmızı göze
çarpıyordu. Ana, derin bir gö� s geçirdi. Baba, onun ne düşündü­
ğünü anlamıştı:
- Kuznetsovlardan ya da Balandinlerden ödünç alırsın, on­
lar bizden fazla yaptılar, dedi.
Polisler dışan çıktılar, tam o sırada horoz bir çığlık kopardı.
Ama yine göğüs geçirdi, baba:
- Horoz, Üzerlerine atılıp gözlerini çıkarır alimallah, diyerek
gülümsedi.
Üstleri başlan horoz tüyü içinde, geri döndüler. Lavrov ayağa
kalkarak kukuletasını bağlamaya koyuldu:
- Giyinin bakalım, bay Martinov! Haydi, çabuk.
Ana, gözleri kocasında, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Na-
taşa da ağlıyordu. Baba, dolaklarını dolarken:
- Maşa, bana yiyecek koy bir şeye, dedi.
Lavrov yineledi:
- Haydi, çabuk!
Ana, somundan büyük bir parça kesti, dışarıdan kurutulmuş
iki balık getirdi, dolaptan şeker kavanozunu çıkardı.
- Şeker gerekli değil bana, onsuz da olurum, dedi baba.
Yiyecek üstüne yapılan konuşma, ekmek ve balık polislerden
birinin iştahını açmıştı. Yerdeki hıyarlardan birini aldı, hemen he­
men yarısını ısırarak kıtır kıtır yemeye koyuldu.
Baba, nezaketle:
- Buyurun, yiyin, dedi.
Ana da ekledi:
- Afiyet olsun! Zaten atacağız bunları...
Lavrov, ters ters bakınca, polis, elindeki yanm hıyan yere fır­
lattı.

31
- Haydi Martinov, kalkalım.
Baba, anayı kucakladı, Nataşa'yı öptü, Petka ile Andrey'in,
büyük adamlarmış gibi ellerini sıkb ve:
- Ananıza yardım edin ha! dedi.
Aradan iki hafta geçmişti, ana bir gün fabrikadan erken dön­
dü eve. Kocasının tutuklanmasından sonra taşımaya başladığı baş
örtüsünü sessizce çıkardı, sandığın kapağını açarak eşyalarını göz­
den geçirmeye koyuldu. Yalnız büyük bayramlarda giydiği yünlü
yeşil entarisi, düğmeli iskarpinleri ve kocasının siyah ceketi en üst­
teydi. Cekete dikkatle bakınca ağlamaya başladı: Güveler didik di­
dik etmişti ceketi.
Petka ile Nataşa da, işin ne olduğunu anlamadan bir ağızdan
bir ağlama tutturdular. Petka, sadece kız kardeşine eşlik etmek
için, isteksiz isteksiz ağlıyor ve ağabeyine yan gözle bakarak, "Bu
curcunayı durdurmanın zamanı gelmedi mi daha?" demek istiyor­
du.
Andrey, anasının sandığı açışının nedenini anlamışb. Önceki
gün, pınar başında komşusuna şöyle diyordu anası:
- Zaten, ilk önce beni işten çıkaracaklarını biliyordum. Baş
kontrolör, şu şişko it, vardiyadan sonra bir saat dınldandı: "Doku­
duklarında pek çok ilmik kaçığı var, Martinova." dedi. Sanki ilmik­
leri kasten koparıyormuşum...
Aynı günün akşamı Anisya Stoletova gelmişti onlara. 1905 yı­
lı yazındaki grev sırasında, mitinglerde cesaretli konuşmalar yaph­
ğı için, herkesin "halk vekili" dediği Anisya şu haberi getirmişti:
Dokumacılar, işten sonra fabrika müdürünü yanlarına çağırmışlar,
ananın işten ahlmamasını rica etmişler. Müdür, "Buna karşı olma­
dığını, fakat kendisinin bu sorunu çözemeyeceğini" söylemiş ve
fabrika sahibi Mihail Terentiyev'le görüşmeyi vadetmiş.
Ana, enerjik, "halk vekili"ne gösterdiği yakın ilgiden dolayı
teşekkür etti ve Anisya'yı kucaklayıp öptü:

32
- Ağlamayacağım arhk, Anisya, kahrolsun bu gözyaşlan,
dedi. Fabrikada bırakmazlar arhk beni. Çünkü, bulaşıa bir hastalık
gibiyim onlann gözünde.
Ananın dedik.leri doğru çıkh. Kapıcı başının anlathklanna gö­
re, fabrika sahibi, müdüre bağınp çağırmış ve şu sözlerinin ayn�n
"halk vekili"ne iletilmesini iste�iş: "Allaha şükür, 1905 yılında de­
ğiliz, bize emir vermeyi bıraksın da, işine dikkat etsin, yoksa o da
fabrikadan uçabilir!"
Ana, ilk önce yünlü entarisini bitpazanna götürdü. İyi fiyatla
sathğı anlaşılıyordu, çünkü eve neşeli döndü, yanın kilo kaynamış
.

salamla beşer kopeykalık iki francala getird�.


Salamı, kara ekmekle ağır ağır yediler. Çünkü, ağızlarındaki
cennet taamı lezzetinin olabildiği kadar uzun zaman sürmesini is­
tiyorlardı. Ana, salamdan tatmadı bile. Petka.bunun nedenini sor­
duğu zaman elini savurdu:
- Adam sen de... Yesem n'olur, yemesem n'olur, dedi.
Sonra, francalalardan birini dörde böldü ve çocuklara şekerli
çay verdi.
Çocuklar mutluydu, ne var ki, analarının neşesi -yine bozul­
muştu. Kendine düşen francala dilimini yerken yanaklanndan göz­
yaşları süzülüyordu.
Üç hafta sonra düğmeli iskarpinlerini, kocasının ceketinin pan­
tolonunu ve üzerinde kahvereı:ıgi deriden bir saat cebi bulunan ge­
niş lastik kemeri bitpazanna götürdü. Geç vakit sadece kemerle eve
döndü. Ne salam almıştı, ne de francala. Petka ile Saşka durumu
.
kavrayamıyorlardı, sabahlan daha uyanır uyanmaz, "Ne yiyece­
ğiz?" diye soruyorlardı. Ana, tunç tencereyi masaya koydu, içinde
kaynamış patatesler vardı. Her zamanki gibi� "Haydi, yiyin baka­
lım." demedi. Değişik bir sesle: "Perhiz aylanna giriyoruz arhk ..."
diye söylendi. Din ululan perhiz tutmuşlar ve bize de perhizi vasi­
yet etmişlerdi. Hem de aç kannla moral bozukluğuna düşmemeyi.

33
Ana, o gün, eski semaveri iyice ovdu, parlath. Üzerindeki "Ba­
taşov kardeşler" yazısı ortaya çıktı. Semaveri eski bir yastık kılıfına
sardı ve peyke üzerine koydu.
Aynı günün gecesi, avluya bakan pencere üç defa hafif hafif
tıklatıldı. Baba evdeyken de böyle bklatılır ve sonra tanımadıklan
kimseler eve alınırdı.
Ana pencereye koştu. Pencerenin bklatılmasından sonra An­
fim Bolotin girdi içeri. Babadan bir hayli genç olmasına karşın çok
yakın bir dostluk kurulmuştu aralannda. Bazen gecenin geç vakit­
lerine kadar toplantı yaparlar ve ana: "Gece kuşlanna bakın hele!"
diye mırıldanırdı. Anfim, anaya, üçer rublelik iki yeşil banknotla
iki altın ruble verdi.
Teşekkür ederim, Anfim. Tam zamanında imdadıma ye-
tiştin.
Hiçbir ilgim yok benim bu paralarla. Ben sadece kurye-
yim.
Anfim bir sigara yaktı. Ev mahorka [Düşük kaliteli tütün -çev.]
koktu. Andrey derhal babasını anımsadı.
Bolotin, Neburçilov'un fabrikasının müdürü ile konuştuğunu,
ananın hemen, yannki sabah vardiyasında işe başlayabileceğini gü­
lümseyerek anlath. Hem de yedek olarak değil, tezgahta çalışacak­
tı.
Gözleri sevinçle dolan ana. kılıfından çıkardığı semavere su
doldururken, Anfim çay içmeye vakti olmadığım söyledi. Ana bir
daha:
- Teşekkür ederim, Anfim İvaniç! dedi.
- Söyledim sana, benim bu para ile h.içbir ilgim yok. Parti
kasasından bu para.
Ana, Andrey'e, semaveri yakmasını ve Nataşka'yı da uyandır­
masını söyledi. Kendisi çarşıya gitti, biraz sonra, elinde bir somun
ve bir şişede azıcık bitkisel yağ olduğu halde döndü.

34
Bir tabağa hafifçe tuzlandınlmış bitkisel yağa bandınlan kara
ekmeğin tadına doyum olur mu!
Petka ile Nataşka uyumaya gittiler. Ana, Andrey'e, ertesi gün
yapacağı işleri bir bir şöyle anlath:
- Bir litre bitkisel yağ, yarım pud çavdar unu, bir kilo bulgur
ve yarım kilo şeker alacaksın, bunları eve getirdikten sonra Stoleto­
valara gideceksin ve teşekkür ettikten sonra: "Annem ekmeği pişi­
rip getirecek," diyeceksin.
Ana, kocasının kışlık paltosunu yere sererek üzerine uzandı.
Bu paltonun kuzu derisinden yapılmış yakasını da satmışh. Uyu­
yamayacağından korkuyordu. .
Yaz sonlarında bir gün, kocasının davasinda _hazır bulunmak
üzere Vladirnir şehrine gitti. Bir hafta sonra Andrey anasını görün­
ce içi sızladı. Zayıflamışh, gözleri içeri çöRmüş, yüzü solinuştu.
İlk önce Anfim Bolotin geldi. Çok geçmeden, mutfak dolup
taşh, gelenlerin bir kısmı kapı ağzında kaldı.
Askeri mahkeme bu! Hiç şakası yoktur.
- Daha iyi bir avukat gerekliydi.
- Beş avukat da olsa ne olacak!
Babayı ölüme mahküm etmişti mahkeme. Avukat, karan tem­
yiz etmişti.
Ana, herhalde herkesin iyice bellemesi için, şu sözleri zaman
zaman yineliyprdu:
- Denejkin büyük miskinlikler y�ph. İncil' e el basıp yemin
ettiği halde durmadan yalan söyledi. Şunu görmüşmüş, bunu duy­
muşmuş. Öylesine ölçüsüz, endazesiz yalanlar söylüyordu ki, yar­
gıç, iki kez sözünü kesti: "Uyduruyorsunuz galiba." dedi. Grişka'yı
bir görseydiniz yüzüne tükürürdünüz. "Gerçeğin ta kendisini söy­
lüyorum" diye haykırıyordu.
Anfim Bolotin dayanamadı:
Hele bir gelsin, derisini yil.zeceğiz köppoğtu köpeğin...

35
Tanıdık, tanımadık gelenlerin hepsi gittikten sonra odayı de­
rin bir sessizlik kapladı. Öylesine ki, yanan küçük gaz lambasının
cızırhsı duyuluyordu. Andrey uyumuyordu. Anasını üzmemek
için gözlerini kapamışh. Ana, eşiğe oturmuş, gözlerini bir noktaya
dikmiş, kıpırdamadan duruyordu.

Beş gün sonra avukattan bir telgraf aldılar. Petrograd'dan


gönderilen telgrafta: "Yirmi yıl kürek cezası ile değiştirildi." deni­
yordu.
Martinovlarda yine birçok insan toplandı. İçlerinde içkiyi faz­
la kaçırmış olanlar:
- Martinov öteki dünyadan döndü. Kutlayalım bu büyük
olayı. Kutlayalım! diyorlardı.
Bazıları, Martinov'un özgürlüğe ne zaman kavuşacağını ko­
layca hesapladı: 1920'de.
Stoletova:
- O zamana kadar insanın ne başında saç kalır, ne de ağzın­
da diş! diye söylendi.
İki ay sonra babadan mektup geldi. Nijni Novgorot'tan posta­
lanmışh. Sibirya yolunda olduklarını yazıyordu. Götürüldükleri
vagonun bütün gün Novki istasyonunda kaldığını üzülerek bildi­
riyordu. Bilselerdi, orada görüşebilirlerdi.
Ana, bu satırları okuyunca ağlamaya başladı. Şuya ile Novki
arası trenle üç saatti, biletler de pek pahalı değildi. Yazık!
Fırıncı Grişka Denejkin'in derisini yüzmeye gerek kalmadı.
Anasına gönderdiği mektupta hayır duasını rica ediyor ve şöyle di­
yordu: "Anacığım, yanınıza dönemeyeceğim. Beni yaşatmazlar
orada... "
Kış başlarında, babanın kız kardeşi Matröşa haladan haber
geldi. Moskova'da bir diş doktorunun evinde aşçılık yapıyordu.
Yeğenlerinin, babalan dipdiri olduğu halde yetim kaldıklarını öğ-

36
renmişti. Andrey'in Moskova'ya gönderilmesini rica ediyor ve:
"Maşa, onu bir tanışın yanına yerleştiririm, bir zanaat öğrenir." di­
yordu.
Tren, sabaha karşı Moskova'ya vardı. Andrey, gar önündeki
meydanlığa çıkhğı zaman ne ürktü, ne de şaşkınlık geçirdi. Yalnız,
Moskova'ya ne zaman varacağını halasına tellemediği için ergin
bir adam gibi üzüldü.
Ona göre meydanda en az beş yüz faytoncu vardı. Meydan
onların bağınş çağırışları ve kızakların gıcırbları ile Şuya pazarı gi­
bi uğultuluydu. Fakat, meydanı dikkatle gözden geçirince, fayton­
culann o kadar fazla olmadıklarını, olsa ols� otuz kişi olduklarını,
yolcuların kızaklara aldınş etmeden yürüyüp gitmelerinden dola­
yı gürültü kopardıklarını anladı.
Hangi yöne yürümeliydi? Halasının bul9nduğu kahrolası Or­
dinka sokağı neredeydi? Sağda mı? Kime sormalı? Herkes koşar gi­
bi yürüyor. Kimisi işine yetişmek için, kimisi de soğuğun sıfır altı
yirmi beş derece olmasından ötürü.
Andrey, en büyük felaketin kendisini Ordinka'da beklediğin­
den habersizdi. Kapıda bir zil düğmesi bulunduğunu bilmediği
için kapıyı tıklattı. İçeriden bir kadın sesi duyuldu:
- Ağrınız fazla mı?
Andrey ne cevap vereceğini bilmiyordu.
- Ağrınız dayanılamıyacak gibiyse uyandırayım doktoru?
Değilse, saat sekizden sonra kabul ediyor.
Andrey bütün cesaretini toplayarak:
- Hiçbir yerim ağrımıyor benim. Matröşa halamı arıyorum,
dedi.
Kapı açıldı. Yaşlı bir kadın, şaşkın şaşkın süzdü onu:
Matröşa halanı mı arıyorsun?
Matröşa İvanovna Martinova'yı ... Burada aşçı o.
Aşçı benim! Matröşa halan burada değil arhk.

37
Kadın, kapıyı kapamak için yekindi, fakat, beklenmedik ziya­
retçinin telaşını görünce sorularını sürdürdü:
- Onun nesi oluyorsun sen?
Andrey anlath. Bunun üzerine kadın, onu sofaya aldı ve bü­
yük bir sandığı gösterdi: "Otur şuraya," diyerek bir odaya girdi.
Çok geçmeden, Andrey'e göre, kraliçeler gibi giyinmiş genç bir ka­
_dınla döndü. Etekleri yerleri süpüren, mavi çizgili yanard�ner kır­
mızı bir entari vardı kadının sırtında. Beli, uçlan püsküllü kalın bir
kemerle sıkılmışh. Kadın, Andrey'i şöyle bir sözdükten sonra:
"Kalsın bakalım," dedi.
Ve hanımla aşçısı arasında, Andrey'in pek de anlayamadığı

bir konuşma başladı: Pötar Yakovleviç'in en hoşlandığı şey madey­


ra imiş, Konstantin Semönoviç Ofika rakısı.İla bayılırmış, Ana Pav­
lovna ise mantarlı havyara taparmış. Hanım, elma turşusu alıp al­
madığını soruyor; bir takım balık adlan sıralıyordu. Karagöz balı­
ğını süte koyup koymadığını sorunca Andrey güldü ve.kendini tu­
tamayarak sordu;
- Ne diye sütü bozacaksınız?
Hanım, sert sert Andrey'e bakh, aşçı kadm güldü, sonra ken­
dini çabucak toparlayarak:
- Otur oturduğun yerde... Sana soran mı var! . .. diye çocuğu
haşladı.
Andrey bütün gün çalışh: Mutfak kalınhlarıru ve süprüntüleri
dışarı taşıdı, odun yardı, iki kez bakkala gidip geldi. Akşam, bey,
antrede kalmasını, misafirlerin paltolarını asmalarına yardım et­
mesini, bastonlarını şuraya koymasını, galoşlarını şuraya dizmesi­
ni emretti.
Andrey, canı sıkkın olmasına karşın, ilk misafirleri görünce
gülmemek için kendini zor tuttu. Erkek, sırık gibi ve sıska bir herif­
ti. Kadın, kısaak, yusyuvarlak bir şeydi, iyi kızarhlmış bir somunu
andırıyordu. İyi kalpli olacak ki, Andrey'in eline bir bonbon tutuş-

38
turdu. Ev sahipleri, misafirleri içeri alınca, Andrey, misafir bayanın
yere düşen yumuşak baş örtüsünü alıp, bu pahalı şalı dikkatle san­
dık üstüne koydu.
Sonra, bir genç kızla bir üniversite öğrencisi geldi. Son misafir,
kelli felli, oturaklı bir baydı. Kış paltosu giymemişti. Ev sahibi er­
kek onu görünce pek sevindi, hanım ise doğrudan boynuna asıldı
adamın. Durmadan:
- Sizi bekliyorduk, İvan Sevastiyanoviç, sizi bekliyordum,
diyordu.
Aşçı kadın, bunun, Artemiev firmasının sahibi olduğunu, zen­
ginliğinin hesabını kendisinin bile bilmedi�ni Andrey' e anlath.
Çocuk, uzun süre sandık üzerinde oturdu. İçeriden misafirle­
rin sesleri geliyordu. İlk önce hafif sesle konuştular. Daha sonra
sesleri yükseldi.
Bir aralık üniversite öğrencisi yanına geldi. Deri kaplı tabaka-
sından ince uzun bir sigara çıkardı, tabakayı Andrey'e uzatarak:
- Yak bakalım, dedi.
Andrey:
- İçmiyorum, diyerek, kadının yumuşak baş örtüsünü yan
tarafa itti. Çünkü üniversiteli genç, kibrit çöpünü sandık üzerine
atnuşh.
Öğrenci hafif hafif sallanıyordu.
- Kamın aç, değil mi? Dur, sana biraz kıymalı börek getire-
yim.
Genç kız yanlarına geldi ve öğrencinin kolunu çekiştirerek:
- Seröja, neden kayboldunuz? diye sordu.
Andrey, vadedilen böreğe kavuşamadı. Gözleri kapanıyordu.
Ev sahibi tarafından uyandırıldı:
- Hadi bakalım, misafirlerin galoşlarını ver.
Sınk gibi olanla yusyuvarlak kansı gidiyorlardı arhk. Ev sahi­
bi beyle öğrenci onları geçiriyorlardı. Odadan yüksek müzik sesi

39
geliyordu, dans ediyorlardı.
Bey, sırıkla öpüştü, öğrenci de "somun"un pelerinini omuzla­
rına koydu.
- Erken ayrılıyorsunuz, Evgeniya Sergeevna... Sizinle güzel
güzel eğleniyorduk...
Somun, telaşla sordu:
- Baş örtüm nerede? Baş örtüm?
Sandık üzerinde yoktu baş örtüsü.
Bey:
- Nerede bayanın baş örtüsü? diye kızgınlıkla çocuğun üs­
tüne yürüdü.
Allah allah, yerin dibine mi batmışh bu baş örtüsü!.. Biraz ön­
ce sandık üzerinde durup duruyordu.
Sırık sandığa oturdu, başı göğsüne düşüyordu. Uykulu bir
sesle:
Gidelim, Jeneçka, gidelim. Sonra buluruz, diye mınldanı-
yordu.
Aklını mı kaçırdın sen! Bu soğukta...
Ev sahibi hanımla Artemiev de antreye geldiler. Artemiev:
- Şimdi bulacağız, Evgeniya Sergeevna, şimdi bulacağız, di­
yerek, sanki oyun oynuyormuş gibi, Andrey'in surahna ustalıklı
·
bir tokat aşketti:
- Dişlerini dökeceğim, uyuntu!
Ev sahibi hanım:
- İvan Sevastiyaniç! diye bir çığlık kopardı.
Her kafadan bir ses çıkıyordu. Öğrenci:
- Hakkınız yok! Ayıp, sayın bay! diye haykırıyordu.
Genç kız, öğrencinin omuzlarından düşen kışlık paltosunu
yerden kaldırdı.
İvan Sevastiyanoviç, kötülük dolu küçümencik gözlerini iri iri
açh:

40
- Bay öğrenci, allah insana iki kulakla bir dil vermiştir. Bir
konuşun, iki dinleyin! dedi ve Andrey'e bir şamar daha indirdi:
- Söyle, nereye sakladın? diye dişlerinin arasından söylendi.
Aşçı kadın, ateşe körükle gitti:
Söyle, nerede?
- Almadım. Neden dövüyorsunuz beni?
- Uyuntu! Soru sorma bana. Ben soruyorum, köppoğlu, sen
yanıtlayacaksın... Kerpetensiz sökeceğim dişlerini...
Ev sahibi bey, Andrey'in paltosunu sokağa fırlath.
Çocuk, merdivenler üstünde sabahladı: Bir aralık öğrenci ile
genç kız yanından geçtiler. Andrey, uyuyoı:muş gibi davrandı.
Aşçı kadının sonradan Matröşa halaya anlathğına göre, An­
drey'in sokağa atılmasından sonra, öğrenci, baş örtüsünü sandığın
arkasında bulmuş.

HERKESE - HERKESE - HERKESE ...


Artemiev'in sorgusunu tamamladıktan sonra, Andrey evine
yollandı.
ÇeKa ile Andrey'in oturduğu Bolşava Presnenska mahallesi
arasında yanın saatlik bir yol vardı. Bronna' da tabancasını kılıfın­
dan çıkararak cebine koydu. Çünkü, Patriyarşiya Gölü geceleri be­
lalı bir yerdi. Kara pelerinli ve maskeli kişiler, gelip geçenleri soyup
don gömlek bırakıyor, karşı koyanları dayaktan geçiriyorlardı.
Mart başında, kansının mantosunun alınmasını önlemeye çalışan
bir erkeği çın! çıplak soymuşlar, göl üzerindeki buzu kırarak, ada­
mı, açhklan delikten göle sarkıtnuşlardı.
Andrey, Ermolaevska'da gürültüler ve silah sesleri duydu.
Sanki, büyük bir çekiçle raylara vuruluyordu.
Yol kesitinde bir otomobil vardı. İri kıyım iki genç, şoförü dı­
şan atmaya çalışıyor, asker kılıklı bir başkası havaya silah sıkıyor-

41
du. Şoför:
- Hakkınız yok! Şikayet edeceğim sizi! diye bağınyordu.
,
Andrey, koşarak yanlarına vardı. Asker, tehdit dolu bir sesle:
- Delik deşik olmak istemiyorsan derhal defol! diye haykırdı.
Andrey, askerin elindekinin gerçek değil, tapalı tabanca oldu-
ğunu anladı.
Asker, bir daha:
- Defol, diyorum sana! tehdidini savurdu.
Şoför, Andrey'i görünce daha fazla cesaretlendi:
Yoldaş, rica ederim, yoldaş...
Bırakın!
Kimsin sen liln?
Siz kimsiniz?
Asker, göğsünü kabartarak:
- Biz mi? "Şipşak sosyalistler!" Her türlü mülkiyete karşı
olan amansız savaşımcılar! Şu anda bir otomobile gereksinimimiz
var. Bu araba serbest! Sokakta duruyordu.
Şoför:
- Duruyormuş! Yalan! Bir an için durmuştum. Siz, derhal
üzerime çullandınız! diye sert sert söylendi.
Gençlerden biri:
Ben "Kasırga"danım! dedi.
- Anarşist mi?
- Peki, sen kimsin?
Andrey belirgin bir nezaketle cevap verdi:
- ÇeKa'danım!
Asker, tapalı tabancasını gizledi ve yumuşak bir sesle:
- Bunu daha önceden söylemek yok muydu yahu! Gidelim,
·

arkadaşlar, dedi.
öteki hafif bir sesle: "Yalnız galiba," diye söylendi.
Asker, kararını vermişti, yineledi: .

42
- Gidelim!
Ve koşa koşa uzaklaştılar. Sık sık arkalanna bakıyorlardı.
Şoför motoru harekete geçirdi:
- Buyurun, götüreyim sizi!.. Kahrolasıcala.r!
Otomobil bir demir kasa gibi zangırdıyordu..Şoför yakındı:
- Gece gündüz demeden çalışıyorum. Bütün eyalet kazan,
ben kepçe ... Bir bakıyorsun Kuntseva' dayım, bir bakıyorsun Vsehs­
vetsko'da. Önceki gün Tuşino'ya iki kez gönderildim. Oysa araba­
nın bütün parçaları dökülüp gidiyor.
Andrey dalgındı, aklı kendi işlerindeydi: "Babam evdedir her­
halde..."

Tüm Rusya Şuraları Olağanüstü Kongresi 14 Mart'ta Mosko­


va'da başlannşh. Babası, İvanovo-Voznesensk delegesi olarak baş­
kente gelmişti.
Şoför devam ediyordu yakınmalarına:
- Bari bana gördürülen işler de işe benzese... Sürtükleri do­
laştınyor, sarhoşlan topluyorum. Belki de, şimdi serbest kal�p evi­
me gideceğimi sanıyorsun. Nerede o mutluluk bende! Ermolaevs­
ka'ya gidip Germanov yoldaşı alacağım.
- Kimi?
- Germanov'u. Kodamanlardan biri. Büyük şef. Vozdvijen-
ka'daki büyük bina, deniz askerleriyle birlikte onun emrinde. Şim­
di onu madamının evinden almaya gideceğim. Yaya yürümez hiç.
Balhklı olmasına karşın, bir avuç gölcükte boğulmaktan korkar.
Andrey'in evi önüne gelmişlerdi, arabadan çıkarak şoförün
elini sıktı:
- Teşekkür ederim, dedi.
- Gerçekte ben sana teşekkür etmeliyim.
Masada babasının yanında siyah saçlı, iri yan bir adam oturu­
yordu. Sol şakağında, yanağından çenesine uzanan kan kırmızısı
bir yara izi vardı. Babası:

43
- Tanıştırayım sizi, dedi, benim Andrey bu.
Siyah saçlı adam, küreği andıran iri elini uzattı:
- Düşen.
Misafir, bundan sonra Andrey'le hiç ilgilenmedi. Sanki eve ge­
len kişi ev sahibi değil de, onların başbaşa yaptıkları söyleşiyi bö­
len yabancının biriydi.
- Galiba sen antlaşmayı hiç de okumamışsın, Martinov. Ya
da derinliğine inmemişsin, sadece şöyle bir göz gezdirmişsin, o ka­
dar, diyordu Düşen. Yüzündeki yara izi kıpır kıpır oynamaya baş­
ladı, içinden elektrik akımı geçiyordu sanki.
Andrey, misafirin, babası ile Brest (Litovsk) Antlaşması üze­
rinde tartıştığını derhal anladı. Misafir devam ediyordu:
- Dikkatle okumuş olsaydın, Almanların Polonya, Estonya,
Letonya ve Litvanya'dan çekilmeyi kabul ettiklerini anlaman gere­
kirdi.
- Biliyorum.
- Riga Körfezi ve Riga Almanlarda kalıyor. Libava ve Vin-
dava da onlarda. Rusya'nın uğrunda dereler gibi kan döktüğü her
şeyi, ama her şeyi, Lenin, Almanlara veriyor. Hem de tamamıyla
gönüllü olarak... Anlıyor musun ne demek istediğimi? ...
- Anlıyorum.
- Allah allah ... Adamın nasırına basıyorlar, o da "mersi" di-
yor. Rusya'nın ordusu olmayacak yahu! Ukrayna Rusya'dan kopa­
rılıp alınıyor, Almanya'ya bağımlı bir bölge haline getiriliyor, anlı­
yor musun, bölge... Bunu da anlıyorsun değil mi?
- Anlıyorum.
Düşen, masa üzerindeki kağıt parçalannı gösteriyordu:
- Batum'u Türklere vereceğiz. Karadeniz Filosu'ndaki gemi­
lerimizi silahsızlandıracağız...
- Yalnız Karadeniz Filosu'ndakileri değil. Bütün savaş ge­
milerimizi...

44
Düşen, hayretle bakb Mihail İvanoviç'e: "N'apıyor bu yahu?
Alay mı ediyor? Başımıza gelenlerden hiçbir şey de mi anlamıyor?"
demek istiyordu. İri yumruğunu masaya indirdi:
- Uşakov'un, Nahimov'un, Makarov'un Rusya'nın şan ve
şerefi için yaphkları her şey el�en gidiyor! Siz sizin o Lenin'le bir­
likte aklınızı oynatmışsınız yahu! Hiç olmazsa şu maddeyi oku:
"Rusya, Ukrayna Halk Cumhuriyeti'nin hükümetine veya sosyal
kuruluşlarına karşı her türlü ajitasyona ya da propagandaya son
verir." Ve bu maddenin alhna da Lenin'in emriyle imza konmuş­
tur! Ne derler buna, biliyor musun?
Martinov güldü:
- Hiç değişmemişsin, Düşen. Anımsıyor musun, Manzur­
ka'dayken, komiser Vitkovski, yardımlaşma kasasına girmemizi
yasaklamışh. Ve bu yasağa boyun eğen bir tek kişi vardı sürgünler
arasında: Sen!
- E-eee? N'olmuş uymuşsam? Disiplinli adamım ben.
- Öyleyse, dinle, Düşen: Biz Bolşevikler, komiserler. ve jan-
darmalar karşısında disiplinli değildik! Onlar, bize, halka gerçeği
anlatmamızı yasak ederlerdi. Buna karşın, anlahrdık biz. Ve görü­
yorsun ki, bazı kazanımlar sağladık. Almanlar, Ukrayna'da ajitas­
yon ve propaganda yapman:nzı yasaklıyorlar. Ama biz yine de ger­
çekleri anlatacağız halka ve amacımıza ulaşacağız.
- Yüzkarası bir barış, rezilce bir barış, korkunç bir barış bu.
Unutma şu sözümü: Yakın bir günde Rusya'dan sadece Moskova,
Razanska, Vladimir eyaleti ve senin çok sevdiğin İvanovo-Vozne­
sensk kalacak!
Baba gülümseyerek:
- Güzeldir benim şehrim, dedi. Pekala, Düşen yoldaş, bıra­
kalım şimdi bu tarbşmayı da, akşam yemeğine oturalım.
Düşen, kırgın bakışlarla bakb Mihail İvanoviç'e:
Martinov, bugün oy verdiğimiz barışın nasıl bir barış ol-

45
duğunu anlamıyor musun daha? Sovyet egemenliğinin onurunu
ayaklar alhna alan bir barış...
- Çok doğru. Sovyet egemenliği için son derece ağır, onur
kına bir barış... Seninle aynı görüşteyim bu konuda, iyi ama sen

nokta koyuyorsun buna, bense virgül. Sovyet egemenliğini horla­


yıcı bir barış, fakat yok edici değil. Ve bu barış bugün Sovyet ikti­
darı için son derece gerekli. Sen, işte bu son derecede önemli nok­
tayı anlayamıyorsun.
Bu sırada kapı vuruldu. Antrede Nadya'run sesi duyuldu:
- Elbette... Bekliyorlar.
Anfim Bolotin girdi içeri. Andrey, Şurya'dan ayrılışından beri
görmemişti onu. Buna �rşın derhal tanıdı babasının arkadaşını.
Anfim, Andrey'i kucaklayıp öptü:
- Şuna bak, aslan gibi olmuş oğlumuz bizim. Nadya, ona çı­
kışmaya hazırlanmışhm. Bizim İvanovo-Voznesensk genç kızla do­
lu. Oysa Andrey, tutmuş, Moskovalı bir kızla evlenmiş.
- Ben Kinişmenliyim, dedi Nadya.
- Öyleyse sözüm yok. Tamam. Sen de bizimsin.
Baba, Anfim'e sordu:
- Konuştular mı seninle?
- Ikmık ettim. Fakat Sverdlov: ''.İvanovo-Voznesensk'te ye-
teri kadar Bolşevik var. Yaroslavl'da ise ... " dedi.
Düşen, yeni bir tartışmaya yol açmak isteyen bir tutumla sor-
du:
- Başka neler dedi Marat?
Baba, konuşmaya bir başka yön vermek için araya girdi:
- Tanışhrayım sizi. Bolotin yoldaş. Bu da, Yaroslavl'dan Dü-
şen.
Anfim elini uzattı. Düşen'in yara izi yine kıpırdadı. Bolotin
dingin bir sesle:
- Galiba hemşeri çıkacağız sizinle, Düşen yoldaş, dedi, ne

46
anyorsunuz burada?
Düşen sinirli bir halde diretti:
- Daha neler dedi "amansız" Sverdlov?
Bolotin gülümsedi:
- Yakov Mihayloviç, b�de, İvanovo-Voznesensk'de menşe­
viklere hiçbir zaman inanilmamışhr, dedi."Sizde, Yaroslavl'da ise
menşevikler çokçadır ve...
Düşen:
- Tamamlayın sözünüzü, diye adeta bağırdı, Sverdlov yol­
daşın size bir öneride bulunmamış olması olanaksızdı.r.
Bolotin yine dinginlikle yanıtladı:
- Tahminlerinizde acele etmeyin, Düşen yoldaş. KilJlSenin
sizi ortadan kaldırmaya hazırlandığı yok. Gün gelecek, siz, kendi­
liğinizden yok olacaksınız.
Düşen birden doğruldu, kapıyı ayağı ile açtıktan sonra, eşikte
başını büyük Martinov'a çevirerek:
- Hoşça kal! diye haykırdı.
Baba:
� Gözlerini kin bürüdü, dedi. Oysa iyi insandı, hem de ce­

sur. Aleksandrovsk Tutukevi'nde haydut Kene v._ska'yı yola getir­


di. Gene bir gün kafayı çekmiş, bıçakla sağa sola saldırıyordu. Dü­
şen, haydutun fiyakasını bozdu.
Pencereye vuruldu. Nadya kapıyı açmaya gitti.
Asker kılıklı, orta boylu, geniş omuzlu, tıknaz saçlan kirpi di­
kenleri gibi dimdik biri girdi içeri.
Baba, buyur der gibi başını salladı, bugün karşılaşmış olduk­
lan belliydi.
Yeni gelen, Andrey'i baştan aşağı süzdü, mavi gözlerinde şa­
ka kıvılcımlan belirdi:
- Andrey!
Ve yanıt beklemeden, genç Martinov'u kucakladı:

47
- Ormanda en büyük mantarını kırdığımı anımsıyor mu-
sun?
Baba güldü:
- Nereden anımsayacak! O zaman yedi yaşında bile yoktu.
Andrey babasının yanlışını düzeltti:
- Yedi yaşındaki Petka idi. Benim yaşım ondu. Anfim İvano-
viç, o zaman, "hıyar değil o" demişti.
Yeni gelen, güldü:
- Görüyor musun, her şeyi anımsıyor.
Baba ciddi bir tonla belirtti:
- Biz, o tutukevinden bu tutukevine dolaşırken büyüdü
bunlar.
Yeni gelen:
- Nerede Düşen? Bugün sana uğrayacağını söylemiştin.
- Gitti. Biraz önce ...
Bolotin şaka ile karışık açıkladı:
- Kızdı ve ayrılıp gitti. Anlaşamadık ... Senin iyi bir bağlaşı-
ğın olabilecek Düşen, Mişa.
Yeni gelen gülümsedi:
- Bırak şu gevezeliği, Anfim.
- Neden gevezelik olsun? Sen de Brest Antlaşması'na karşı-
sın, o da. Aynı görüştesiniz yani.
- Tartışmak istiyorsan, başlayalım, dedi yeni gelen. Fakat,
şunu da göz önünde bulundur ki, menşeviklerle aynı görüşte oldu­
ğumu bir daha yinelemek cesaretinde bulunursan seninle fena hal­
de kapışırız.
Derin bir soluk aldı ve sert bir sesle devam etti:
- Kimin haklı olduğunu yaşam gösterecek. Ben şimdi de şu
kanıdayım: Dün, Şuralar Kongresi Başkanlığı'na, Brest Barış Ant­
laşması'na karşı olduklarına ilişkin dilekçe veren elli beş Bolşe­
vik'ten birçoğu, Lenin'e karşı tutum almadıkları için pişman olu-

48
yor. Ben de onlar arasındayım. İlk kez Vladimir İliç'le aynı görüşte
değilim. Fakat, Anfim, beni menşeviklerle, hatta Düşen gibilerle
aynı çuvala koyma.
- Kızma bana, Frunze yoldaş, dedi Bolotin.
Andrey: "Yaaa, demek k!, senmişsin bu Frunze yoldaş," der
gibi yeni gelenin yüzüne bakb.
1 91 8 yılının Mart ayında bulunuyorlardı. O günlerde kim tah­
min ederdi ki, Rusya' da pek seyrek rastlanan bu soyadı çok geçme­
den dillere destan olacakh. Kolçak ve Vrangel'i tam yenilgiye uğ­
ratan destansa! kahraman o günlerde ortada yoktu henüz. An­
drey'in yanı başında duran, asker kılıklı, b�li siyah palaskalı adam­
da, ne yalan söyleyelim, hiç de bir kahraman görünümü yoktu. Sa­
n tokalı palaskası belinden aşağı sarkmış, çarpık ökçeli çizmeleri
çoktan beri temizlenmemişti.
Buna karşın, Andrey'in kalbi heyecanla çarpıyordu, hatta bi­
raz şaşırmıştı Andrey. "Buymuş demek Arseniy yoldaş. Demek,
ölüm mahkumlan hücresinde üç kez kalan, zifiri karanlık bir gece
kalm zincirlerle darağacına götürülen senmişsin!" Andrey, bu yiğit
insan için anlahlanlann hepsini anımsıyordu şimdi.
Babası:
- Haydi, yoldaşlar, yemeğe... dedi.
Ve Nadya'ya bir paket uzattı:
- Tayınlarımız burada. Bir şeyler hazırla da, yiyelim, Nadu-
şa.
Nadya, misafirlerin henüz uykuda olduktan sabahın erken
saatinde, yastık albndaki cep saatini ve mavi yün şalı çıkardı:
Doğum günün kutlu olsun, Andruşa.
- Teşekkür ederim, karıcığım. Nereden buldun bu şeyleri?
- Saat babamdan kalma. Savaşa giderken yanına almadı:
"Yitiririm belki" dedi. Şala gelince, ben ördüm.
Haydi, doğum günümü kimseye söylemeyelim, olmaz mı?

49
- Yirmi yıl, ne de olsa az değil. Otuza hrmanmaya başlıyor­
sun arhk.
Babasının şen sesini duydular:
- Basbayağı kocadın, evlat. Fakat, yutturamayacaksın bunu.
Unutmuş değilim ben.
Odaya girdi ve bir el çantasını uzath Andrey' e:
- Bana gerekli değil arhk. Senin işine yarayacakhr.
Aile bayramını öğrenen Frunze, ilk önce, Andrey'e hiçbir ar­
mağan veremeyeceği için üzüldü, sonra cebinden bir brovning çı­
kararak:
- Nasıl, uygun mu? Al bakalım, dedi.
Anfim Bolotin, Andrey'i kucakladı, kendisine uzun ömür dile- .
di, sonra derhal gitmeye kalkh, ayrılırken:
- Bugün Yaroslavl treninin erken hareket edeceğini söyledi­
ler. Zamanıdır gitmenin, dedi.
16 Mart sabahı soğuktu. Gece tipi vardı. Isırıcı bir kuzey yeli
esiyordu.
Vagankov Mezarlığı'nda kargalar, hallerinden yakınır gibi ağ­
lıyordu.
Sessiz Bolşaya Presenska'da hemen hemen kimseler yoktu, sa­
dece, pelerinli bir kocakarı, ağır galoşlu ayaklarını sürüye sürüye
ilerlemeye çalışıyordu. Andrey, yaşlı kadını geçti ve başını çevirdi.
Kadın, başındaki kabarık erkek kalpağının alhndan, yorgun, acılı
gözleriyle bakıyordu.
Apoletsiz asker kaputu giymiş bir erkek hızlı hızlı yürüyordu.
Kaldırdığı yakasına bir kukuleta bağlamışh, ayaklannda, yeni
"Avusturya ayakkapları" vardı.
Uzun bir silindir biçimindeki afiş kulesindeki eski afişleri ihti­
yar bir afiş asıcı kopararak, sobada yakmak için bir kızağa doldu­
ruyordu. Afiş tahtasını iyice temizledikten ve tutkalladıktan sonra
yeni bir afişi gererek yapıştırdı. Bunda şunlar okunuyordu: "Bol-

50
şoy Tiyatrosu. Pazar, 1 7 Mart (yeni takvim)", "Kuğu Gölü. Salı, 1 9
Mart." "Boris Godunov. Feodor İvanoviç Şalyapin."
Afişçi, fırçasını bir daha tutkalladı ve daha küçük bir afiş ash:
"Anarşistler Kulübü'nde. Tartışma. Konu: 'Rusya Nereye Gidi­
yor?' Giriş serbest. Büfede sıcak çay."
Bolşaya Bronna ve Trevskaya caddelerinin kesiştiği yerdeki
gazete vitrini önünde bir grup insan toplanmışh. Astragan kal pak­
lı ve monokllu bir adam yüksek sesle okuyordu:
"Paris, Londra, Sofya, Newyork, Viyana, Roma, İstanbul,
Stokholm, Helsinki, Kopenhag, Tokyo-Pekin, Cenevre, Zürih,
Madrit, Lizbon, Brüksel, Belgrad. Tüm Şura· Halk Vekillerine. Her­
kese, herkese, herkese. Federatif Sovyet Cumhuriyeti Hükümeti -
Halk Komiserleri Şilrası ve memleketin en yüksek egemenlik orga­
nı İşçi Asker ve Köylü Halk Vekilleri Merkez Yürütme Komitesi
Moskova'ya taşınmışbr.
Adres: Moskova, Kremlin, Halk Komiserleri Şurası ve Şura
Halk Vekilleri MYK."
Sevinçli mi, yoksa alaylı mı olduğu anlaşılamayan uyumlu bir
sesle imzayı okudu:
"Halk Komiserleri Şurası Bürosu Direktörü Bon-Bureviç. Mos­
kova, 12 Mart 191 8."
Kelebek gözlüğünü cebine koyduktan sonra oradan ayrıldı.
San deri ceketli bir delikanlı koşa koşa geldi. Etrafa kömür kokusu
yayıldı. Herhalde gardan geliyordu.
- Yeni bir kararname mi? Ne diyor? Silah konusunda mı?
''Üç gün içinde teslim etmeyenler kendi tabancalanyla ..." mı deni­
yor?
Sakallı, yüzü şiş, boynu sargılı bir asker haykırdı:
- Kes sesini be. Moskova'nm başkent olduğu bildiriliyor.
- Aha-aa!. Bolşevikçikler bıkmışlar aktaşla kaplı saraydan.
Demek, Petrograd'ı bugün yarın teslim edecekler.

51
Asker, sözünü kesti:
- Bana bak, ölçülü konuş. Bolşevikler için ulu orta konuşma.
Ben de Bolşevik'im. Kime teslim edeceklermiş Petrograd'ı ha? Söy­
le.
Delikanlı, tehlikesiz saydığı bir yere kadar uzaklaştıktan son­
ra bağırdı:
- Kime olacağı belli. Lenin her şeyi kime vermek istiyor?
Ha? Almanlara!
Asker gülmeye başladı. Nikotinden sararmış dişleri ortaya
çıktı. Şu sözlerle delikanlının sicilini okudu:
- Sersem! Bir de sağlık memuru olacaksın. Bir yük beygiri
gibi, etrafı kokuttun!

"KENDİMİ TUTAMAY ACAGIM DiYE KORKUYORUM"


Andrey'i baştan aşağı süzdükten sonra Malgin:
- Ne bu halin yahu? dedi. Nerede o senin o tüccar?
Martinov hiç beklenmedik bir yanıt verdi:
- Sorgusunu ben yapmayacağım artık. Yapmayacağım.
Ve Artemiev'le ilk karşılaşmasını anlattı.
Malgin, dinledikten sonra hiçbir şey söylemeden uzaklaştı.
Beş-altı dakika sonra da geri döndü:
- Peters'in yanına git.
Peters'in odasında, kendisinden başka, köşedeki koltukta,
uzun kırçıl sakallı ve sık kalın kaşlı bir başkası daha vardı.
- Oturun, Martinov, dedi Peters, karaborsaa Artemiev'in
sorgusundaR neden vazgeçtiniz?
Andrey susuyor, sözlerine nereden başlayacağını kestiremi­
yordu. Peters yardım etti:
- Tanıyor musunuz eskiden?
Andrey:

5�
İyi tanıyorum, diyerek başladı. Her şeyi anlath. Profesör
Puhov'un tabakasını da anmayı unutmadı. Ve sözlerini şöyle bitirdi:
- Dayanamayacağımdan korkuyorum.
Peters sakallıya döndü:
- Siz ne dersiniz, Aleksandroviç?
Öteki, "bilmem ki" der gibi omuzlarını oynattı.
- Haklısınız, Martinov. ÇeKa'da çalışanlar yansız olmalıdır­
lar ve olmak zorundadırlar. Özgürlüklerinden yoksun bulunan bir
insan kendini savunamaz. Sorgucunun da sorgu alhndaki ile kişi­
sel bir geçmişi varsa bu işten bir hayır gelmez.
Aleksandroviç söze karışh:
- Hayır mı? Bizi buraya hayır yapmak için göndermediler.
Peters, kuru bir sesle açıklama yaptı:
- Düşüncemi doğru anlatamadi'm. · Adalet demek istedim.
Serbestsiniz, Martinov.
Koridorda Aleksandroviç, Andrey' e yetişti:
- Benimle gel.
Aleksandroviç, Martinov'dan dikkatle bilgi aldı:
Onun evinde ele geçen paralar ve mücevherler nerede?
Büromda..
Neden kasaya teslim etmediniz?
Memurun makbuzları yoktu, bu yüzden almadı.
Pekala. Serbestsiniz. Dava evrakını ve değerli eşyayı Fila­
tov' a teslim edin. O, biraz sonra yanınıza gelecek. Peters yoldaş,
Profesör Puhov'a ait tabakayı Cerjinski'nin sekreterine teslim et­
menizi rica etti.
Bir saat sonra hizmetçi, ÇeKa Başkanı Cetjinski'nin bütün Çe­
kistleri toplanhya çağırdığını bildirdi.
Cerjinski'nin küçük kabini Çekistlerle doldu. Herkes için is­
kemle yoktu, kimisi pencere alh tahtalara ilişti.
Cerjinski'nin bürosunun kenarına oturmuş olan Aleksandro-

53
viç titizlikle kalemini sivriltiyordu.
Cerjinski, Rusya imparatorluğu haritasının yanıbaşına, duva­
ra dayanmışh. Haritanın şurasına burasına renk renk bayrakçıklar
iğnelenmişti.
Cerjinski:
- Sizi dinliyoruz, Peters, dedi, Doronin, siz de daha yakına
gelin.
Bütün gözler, arkadaşlanyla birlikte Petrograd'dan gelmiş
olan Doronin'e çevrildi. Peters'e kötü kötü bakan Doronin sapsan
idi.
Peters konuşmaya başladı:
- Doronin yoldaş, üç gün önce, Çarlık Ordusu eski albayla­
nndan Yastrebov'a gönderildi. Yastrebov, general Komilov'un em­
riyle Rostov-Don'dan gelmiş. Aynnhlara girmeyeceğim, sadece şu­
nu söyleyeceğim: Albay Yastrebov bizim düşmanımızdır. Lesnaya
sokağında, on dokuz numarada oturan akrabası Poluhina'nın evine
misafir olmuş. Kadın, Yastrebov'un düşmanca ·eylemlerinden ha­
bersiz olduğu için, bunu, kız kardeşinin kocası olarak kabul etmiş.
Aleksandroviç:
- Sorundan ayrılma, Peters yoldaş, diyerek sözünü kesti.
Peters, dinginlikle karşılık verdi:
- Bütün bunlann sorunla doğrudan ilgisi �ar, Aleksandro­
viç yoldaş. Yoldaşlann her şeyi anlamalan gerek. Doronin, Poluhi­
na'nın evine dalar dalmaz, ilk önce ev sa.hibine sövmüş.
- Ben sadece...
Cerjinski:
- Susun, Doronin! diye sözünü kesti.
- Doronin, ne arama emrini ne de görev kimliğini gösterme-
den, içeri girer girmez, ev sahibine, olduğu yerde durmasını emret­
miş ve kadına, eski hazır yiyici diye haykırmış, bir şeyler söylemek
isteyen kızını da yerin diı:;ine bahrmış. Aramayı kabaca yapmış,

54
bütün eşyayı darmadağın etmiş, porselenlerden bazılarını kırmış,
halıyı lekelemiş. Yastrebov'un ısrarı üzerine tanık çağırmış. Poluhi­
na'nın evinden ayrılırken, özür dilememiş, yaphğı kabalığı protes­
to eden kadını, "Bana bak, sayın bayan, çok çok konuşursan seni de
alıp götürürüm ha!" diye tehdit etmiş.
- Yalan! Böyle bir şey· yok!
Cerjinski öksürünce Doronin sustu.
- Yalan malan yok. Tanıklar hepsini doğruladı. Fakat, Doro­
nin en büyük kabalığı Yastrebov'u sorgularken yapmış. Adamı bir­
kaç kez silahla tehdit etmiş ve, "Kendine gel, it, yoksa kurşunu yer­
sin ha!" diye bağımuş. Bütün bunları öğrendikten sonra davayı
Doronin'den aldım. Söyleyeceklerim bunİar.
Doronin, yalvarır gibi Cerjinski'ye bakh:
Müsaade eder misiniz, Cerjinsl.9 Y<;>ldaş?
- Sizi dinliyoruz. Fakat, uyarıyorum, yalnız 'gerçekleri...
- Peters'in bütün söyledikleri doğrudur. Yalnız bir noktayı
unuttu: Yastrebov'un ve madamının bir yüzüme tükünt}edikleri
kaldı. Neler demediler ki... Kendimi haklı çıkarmaya çalışmayaca­
ğım ... Gerekli görmüyorum... Burjuvayı koruyabilirsiniz elbette...
Cerjinski:
- Hepsi bu mu? diye sordu.
- Şimdilik bu.
İçerdekilerin hepsi, çahk kaşla susuyordu. Sadece Aleksan­
drov kalemini sivriltmeye devam ediyordu. Sanki olup bitenler
kendisini hiç ilgilendirmiyordu.
Cerjinski sözü aldı:
- Bugün genç bir Çekist arkadaşımız, adını söylemeyece­
ğim, sorun adında değil ... Bugün, yeni bir Çekist arkadaşımız, bü­
yük bir karaborsacının davasını yürütmekten vazgeçti. Günümüz­
de Moskova'da ekmek sorununun ne kadar zor bir sorun olduğu­
nu anlatmayı gerekli görmüyorum size. Her gün erginlere iki yüz

55
ellişer gram, çocuklara da üç yüz ellişer gram ekmek verebilmemiz
için Moskova'ya yirmi bir vagon un gelmesi gerekiyor. Oysa dün
on sekiz vagon un ve bir vagon dan verildi. Yann memurlar ve bu
arada biz bir gram ekmek almayacağız, hepsi işçi ve çocuklara gi­
decek. İşte böyle bir zamanda suçlular, Moskova'dan, yüzlerce in­
sanın beslenebileceği unu kaçırmak istemişler. Gizli besin madde­
leri depolan açığa çıkanldı, pek çok alhn ele geçti.
Yeni arkadaşımız davayı yürütmekten vazgeçti, çünkü, yıllar­
ca önce, arkadaşımız çocukken, başsanık kendisini hiçbir neden ol­
madan, gaddarca dövmüş. Arkadaşımız, sanığın kişiliğinde o ada­
mı tanımış ve soruşturmayı yürütmeye hakkı olmadığına karar
vermiş -burada Cerjinski sesini yükseltti- Duyuyor musunuz, yol­
daşlar? Davayı sürdürmeye hakkı yok. "Dayanamayacağımdan
korkuyorum... " demiş bu arkadaşımız. Doğru bir davranış bu. Çe­
kist'in kişisel olarak yan (taraO olmaya hakkı yoktur. Ben, Doro­
nin'in davranışı üstüne konuşmak istemiyorum. Kendisine Çe­
Ka'da görev vermekte yanılmışız anlaşılan. Bu yanlışlığı düzeltece­
ğiz elbette... Silah yanınızda mı, Doronin?
- Evet.
- Bırakın masaya!
Doronin, brovningini masaya koydu.
Görev revolveriniz nerede?
- Evde.
- Kapustin yoldaş, Doronin'le birlikte evine gidin ve revol-
veri alın. Siz görevden çıkanldınız. Doronin! Azlinizin nedeni, Çe­
Ka'nın saygınlığını gözden düşürmek ve yasalann size verdiği
hakkın sınınnı aşmak.
Cerjinski, duvar kenannda gidip geliyordu. ÇeKa sekreteri
Ksenofontov, Feliks Edmundoviç (Cerjinski) tarafından yazılmış
olan, evlerde arama-taramaya ve tutuklamaya ilişkin yönergeyi
okuyordu:

56
"Silahlı kişilerin özel evlere girmeleri ve suçluları tutuklamala­
rı kötü bir şeydir. Ne var ki, iyilik ve adaletin zafere ulaşması için
günümüzde başvurulması zorunlu olan bir eylemdir. Şunu hiçbir
zaman aklımızdan çıkarmayalım, bu bir kötülüktür. Bizim ödevi­
miz, bu kötülüğü uygularken, bu zorunluluğa başvurma gereğini
gelecek için tamamıyla ortadan kaldırmakhr. Ve bu yüzden, kendi­
lerine arama-tarama yapma, insanı özgürlüğünden yoksun etmek
ve tutukevine gönderme ödevi verilen herkes, arama yaphkları ve
tutukladıkları insanlara karşı dikkatli olmalı, hatta kendi yakınları­
na davrandıklarından daha nazik davranmalıdırlar. Çünkü, özgür­
lüğünden yoksun edilen insan kendini savunamaz ve bizim iktida­
rımız alhndadır. Herkes, devlet iktidannin temsilcisi olduğunu ve
yapacağı her türlü azarlamanın, kabalık, hoşgörüsüzlük ve neza­
ketsizliğin bu iktidara leke getireceğini Jln1:1tmamalıdır. Ancak teh­
like karşısında silaha başvurulur. Tutuklananlara ve ailelerine kar­
şı son derece nazik davranılmalıdır. Ahlak dersi vermek ve azarla­
mak yasakhr. Tabanca ile ve genellikle her türlü silahla tehdit ya­
.
saktır ... "
Ksenofontov okumasını bitirdi ve kağıtları masaya bırakh.
Aleksandroviç bunları derhal alarak kalemle bazı yerlerine işaret­
ler yapmaya başladı.
Cerjinski:
- Sizin düşünceniz ne, yoldaş? Tamamlamalar yapmak iste-
yen var mı? Belki bazı yerleri anlaşılamadı? diye sordu.
- Anlaşılamayacak hiçbir şey yok.
- Hepsi doğru!
Aleksandroviç söz aldı:
- Müsaade eder misiniz, Cerjinski yoldaş? "Devlet iktidarı­
nın temsilcisi" diyorsunuz. Son derece genel bir söz bu. İktidar, bi­
liyorsunuz, türlü türlüdür. Örneğin çarlık diktatörlüğü ... Şöyle dü­
zeltilmesini öneriyorum: "Sovyet iktidarının -işçi ve köylü iktidarı-

57
nın- temsilcisi..." Kanımca böyle daha iyi olacak.
- Haklısınız, dedi Cerjinski. Bu nokta son derecede önemli...
Öyle yazal.ım. Teşekkür ederim, Aleksandroviç yoldaş. Başka söz
isteyen var mı?"
Müsaade eder misiniz?
- Buyurun, Latsis yoldaş.
- Hepsi doğru. Aleksandroviç yoldaşın düzeltmesi de yerin-
de. Ancak, tam değil. Doronin gibi kabalık yapmışız, silah çekmi­
şiz... Böyle davrananlann derhal Çel<a' d�n atılmasını ve Mosko­
va' dan uzaklaşhnlmasını öneriyorum. Yasalann kendilerine verdi­
ği hakkı kötüye kullananlar bu tutumlannın sorumluluğunu da ta­
şımalıdırlar.
Cerjinski:
- Kabul, dedi, başka söz isteyen var mı? Yok. Ben de birkaç
söz söyleyeyim. Çel<a'nın emir ve yönergeleri kesindir, incelemeye
ve oya sunulamaz. Sadece yerine getirilir. Ne var ki, bu belgeyi oy­
lamaya sunmak istiyorum. Bütün bunlann onaylanmasını ve titiz­
likle uygulanmasını isteyenler ellerini kaldırsın.
Andrey, Filatov'un elini ağır ağır ve isteksizce kaldırmakta ol­
duğunu, fakat, sık kaşlanru çatmış olan Aleksandrov' a bakınca,
herkesten daha yukan kaldırdığını fark etti.
Cerjinski'nin sesi duyuldu:
- Teşekkür ederim, yoldaşlar. İndirin ellerinizi lütfen. Karşı
görüşte olan var mı? Yok. Çekimser? O da yok. Demek ki, oy birli­
ği ile kabul edildi. Bir daha teşekkür ederim, yoldaşlar. Şimdi, her­
kes ödevi başına. Martillov, siz kalın. Artemiev davasını teslim et­
tiniz mi?
- Evet.
Cerjinski, Profesör Puhov'un tabakasını çekmecesinden çıkar-
dı:
- Bir ödev vereceğim size, Martinov. Adınız Andrey, değil

58
mi? Yanılmıyorum herhalde. Evet! Andrey Mihayloviç, olağan bir
iş değil bu, nazik bir iş, diyebilirim. Büyük bir bilim adamı olan Pu­
hov'un etrafında, yabancı bir firmanın mensubu olan bir bay dola­
şıyor. Puhov'u Amerika'ya çekmeye çalışıyor herhalde. Memleke­
timizde yaşam, gördüğünüz gibi, ne yazık henüz bir düzene girmiş
değil, herkes yokluklara dayanamıyor. Bir akademisyenler heyeti
bugünlerde Vladimir İliç'i (Lenin'i) ziyaret edecek. Bilim adamları­
nın yaşamım nasıl düzelteceğimizi düşüneceğiz. Şimdilik durum­
ları hiç de iç açıcı değil. Yabana firmalar bunu anlamışlar. Birçok­
larına yönelmişler. Puhov da onlar arasında. Profesörün bu tabaka­
yı bir pud unla değiştirmiş olması hiç de boşuna değil. Belli ki aç­
lı� yakasına yapışmış. Profesörle görüşüh, en fazla neye gereksini­
mi var, öğrenin, kendisine nasıl yardım edebiliriz, anlayın. Tabaka­
sını kendisine verin. Anladınız, değil mi?

- Anladım, Feliks Edmundoviç. Ne e gereksinimi bulundu­
ğunu, kendisine nasıl yardım edebileceğimizi araşhracağun.
- Sonra ben, Puhov'la tanışmak için yanınıza geleceğim.
·

Şimdi git, doğum gününü kutla.


Andrey şaşırmışh birden:
- Kim söyledi size, Feliks Edmundoviç?
Cerjinski işi şakaya döktü:
- Yüzüne baktım ve yirmi yaşını tamamlamış bir gençle kar-
şı karşıya bulunduğumu anlayıverdim.
Andrey derhal eve dönmedi. İlk önce Filatov'a uğradı.
- İmzala bakalım şu değerli eşya tutanağını...
Andrey, okumadan imzayı bash. Filatov, bu yıldırım hızı ile
hallettiği işten dolayı Andrey'i kutladı ve çıkarken, sanki rastgele
aklına gelmiş gibi sordu:
- Neler konuştu seninle Cerjinski?
Andrey kısaca yanıtladı:
- Dava sorununu.

59
Filatov gülümsedi:
- Gizli, demek. .. Bravo! Yamansın! Herhalde hoşlandı sen­
den. Hoşça kal.
Malgin girdi odaya:
- Derhal Petrovka'ya, Solodovnikovski pasajına koş! Bir
kargaşa çıkmış orada," dedi.
Merkez İşçi Kooperatifleri'nin bütün mağazaları, iki gün önce,
erginler için olan iaşe kuponlarının beşte bir kesitleri karşılığında
iki yüz ellişer gram tuzlu sığır eti, ikinci kesitleriyle yüz yirmi be­
şer gram bitkisel yağ, çocuk kuponlarının ikinci kesitleriyle de iki­
şer yumurta dağıtacaklarını ilan etmişlerdi.
İlk günü dağıhm olaysız geçti. Gerçi bazı mağazalarda müşte­
riler et tayınının kemikleri de kapsayıp kapsamadığı üzerinde tar­
hşmalar yaphlar. Moskova Şehir Komitesi, öğleye doğru, kemikle­
ri kapsamadığını, bazı kalabalık ailelere kemiklerin ayrıca sahlabi­
leceğini bildirdi.
16 Mart günü, saat on alhya doğru sahşların durdurulması zo­
�nluluğu ortaya çıktı, çünkü, et ve yumurta vagonları, bir istas­
yonda çakılıp kalmıştı.
Solodovnikovski pasajında tuzlu sığır eti erkenden, saat on
üçe varmadan bitmişti. Kuyrukta boşuna beklemiş olan kadınlar,
bu durum karşısında dehşetli kızmışlar, mağazaya hücum ederek,
mağazanın alhndaki depoya girmişler ve beş fıçı tuzlu eti, henüz
kesilmiş iki sığın ve on beş sandık da yumu�tayı ortaya çıkarmış­
lardı.
Sahalar arka kapıdan sıvışmış, mağaza yöneticisi ise iyice bir
dayak yemiş, canını zorlukla kurtararak bürosuna kapıyı kilitle­
mişti.
Üç kadın, önlük takarak tezgah başına geçmişti. Biri kasiyerlik
yapıyor, kuponları hızlı hızlı keserek paraları alıyordu.
Bir Çekist'in mağazaya geldiğini öğrenen yönetici başını kapı-

60
dan uzath, yüzü şiş ve mosmordu. Başını uzahr uzatmaz üzerine
iri bir kemik fırlahldı.
Andrey:
- Yoldaşlar, dedi, devrimci düzeni bozmayalım!
- Geç kaldın, delikanlı! diye bağırdı "sahcı"lardan biri. Dü-
zeni yoluna koyan bizleriz.
Andrey, yöneticiye:
- Gelin buraya! emrini verdi.
- Bu yılanlar oradayken çıkamam.
Kasiyer kadın, bir yandaıı makasla kuponları keserken:
_
- Az geldi galiba! diye haykırdı. Biz yılansak, sen de domuz
enciğisin. Korkma, dokunmayacağız artİk!
Uzun tartışmalardan sonra yönetici nihayet cesaretini topladı
ve deliğinden çıkh. Gerçekten de doı;pu� yavrusuna benziyordu.
Yassı kafası, yağ bürümüş, kısa, kaim boynuna yapışmışh. Ufacık
gözleri kötü kötü bakıyordu.
- Benimle gelmeniz gerekiyor, dedi Andrey.
Yönetici korku dolu bir sesle:
- Peki, mal ne olacak? diye sordu. Sorumluluğunu ben taşı­
yorum. Kasanın da ...
Kasiyer kadın yine söze karışh:
- Korkma. Biz her şeyin hesabını yapacağız, tutanak da ya­
pacağız.
Ve tezgah alhndan çantayı çıkarıp açtı. Para ile doluydu çan-
ta.
Yönetici:
- Benim kişisel paralarım onlar, dedi.
Kuyrukta gülüşmeler oldu:
Maaş mı aldın yoksa? Bravo! Kazancın yerinde maşallah...
Soyadınız ne, vatandaş?
Filatov.

61
Adınız?
Mefodiy Spiridonoviç.
Nerede oturuyorsunuz?
Trubna'da.
Yöneticinin adı, Kiri!, Afanasiy, Nikodim gibi bir ad olsaydı,
Andrey, her zamanki gibi durumun gerektiğini yapacakh: Tutuk­
luyu komutanlığa götürecek, Merkez Kooperatif Müdürlüğü'ne te­
lefon edip, mağazaya yeni bir yönetici göndermelerini isteyecekti.
İyi ama, bu adam, Aleksandrov'un yardımcısı Çekist Fila­
tov'la sadece aynı soyadım taşımakla kalmıyordu. Adlan da uyu­
yordu: Leonit Mefodieviç Filatov. Bir rastlanh mıydı bu?
- . Çocuklarınız var mı? Oğullarınız?
- Elbette! Elbette var! Bir kızım, iki oğlum -Filatov Andrey'e
göz kırph- Löna ...
- Haydi gidelim, vatandaş Filatov.
Kadınlar bu konuşmayı dinlemişlerdi. Kasiyer kadın An­
drey'e kuşku ile bakh:
- Delikanlı, görev kimliğinizi görebilir miyim?
Andrey gösterdi. Kasiyer dikkatle gözden geçirdi, mühür üze­
rinde titizlikle durdu:
- Gerçek! Doğru! ÇeKa'dan. Özür dilerim, Martinov yoldaş.
Bir aralık, bu domuzu kurtarmak için gelip gelmediğiniz a�lımdan
geçti de...
- Gidelim, vatandaş Filatov.
- Ne demek gidelim yani? Mağazayı kim kapayacak? Kasa-
nın hesabını kim verecek?
Andrey, kasiyer kadına:
Adınız ne? diye sordu.
- Ana Aleksandrovna Nefedova. Evim karşıda.
- Gerekenleri yapın, Nefedova yoldaş. Ben, yeni bir işçi gön-
derilmesi sorunu ile derhal uğraşacağım.

62
- Hiç kuşkunuz olmasın, her şey gerektiği gibi yapılacakhr.
O sabah baba ve Frunze, Nadya'ya para vererek, Suharev­
ka'ya gitmesini rica ettiler. Frunze gülerek şöyle diyordu:
- Mür'de ve Meriliz'de olduğu gibi, her şey nasıl istersen
öyle. Pahalı ama her şey var. �ker 17 ruble, bir paket çay 25 rub­
le...
Akşam Andrey eve döndüğü zaman, masada bir şişe votka
gördü, halka halka doğranmış soğanla çevrili karagöz balıklan et­
rafa iştah açıa bir koku saçıyordu. Frunze, bunları, Halk Komiser­
leri Şurası büfesinden delege niteliği ile almıştı.
Baba kadehleri doldurdu, bumu acayip bir koku ile titredi, fa­
kat kimseye bir şey söylemedi. Frunze, bıyıklarını sıvazladıktan
sonra neşeyle:
- Sana uzun ömürler dilerim, Andrüşa.. düşmanlara inat, en
az yüz yıl yaşa ... dedi ve çatalını bir balığa batırdı.
- Mezeyi önceden hazırlamazsam öksürürüm.
Kadehleri bir içişte kuruttular. Frunze kadehe hayret· dolu
gözlerle baktı, kokladı ve sessizce masaya bıraktı. Baba kaşlarını
çattı:
- Dolandırıcılar! diye söylendi.
Suharevka'da Nadya'ya votka yerine imbikten geçirilmiş su
sokuşturmuşlardı. Mihail Vasilieviç işi şakaya döktü:
- Oysa ben iki-üç kadeh devirdikten sonra "Oy bahçem, ca­
nım bahçem ... " şarkısını söylemeye niyetlenmiştim, Eh, n'apalım.
Nadya, her işte bir hayır var. Seni aldatan her kimse, bizim sağlığı­
mızı düşünmüş. Alkolün zehir zıkkım olduğunu biliyor bu adam.
Her kadeh ömrü bir gün kısaltırmış. Demek ki ömrümüz birkaç
gün daha uzadı. Gelin, şimdi çay içelim. Keskin çaya bayılırım. Ha­
vuç çayından bıktım artık. ..
Nadya çay hazırlarken, Mihail Vasilieviç kaşla göz arasında
şunları söyledi:

63
- Babam, hafif çay içmek, sevgiliyi öpmeye benzer, derdi...
Ötede Nadya ağlıyordu, çünkü paketten de, gerçek çay yerine,
kullanıldıktan sonra kurutulmuş çay çıkmışh.
Baba:
- Suharevka'da aldatmazsan satamazsın, dedi.
Nadya yanlarına geldi:
- Kala kala patates böreğine kaldık. Patetesler biraz don­
muş, bu yüzden börek tatlı n!du. Ama sıcak...
Sokaktan silah sesleri ve haykırışlar duyuldu. Frunze perdeyi
araladı:
- Anarşistler yine yaygara koparıyorlar. Bugün Preçisten­
ka'da bir evi ele geçirmeye kalkışblar. Böyle evler azdır. Neresine
baksan kara bayraklar asılı.
Nadya ekledi:
- Etrafa korku salmaktan başka bir şey gelmiyor ellerinden.
Bu sabah, Olsuev'in evi yakınında bir bomba patlattılar, etrafı kara
bir duman bürüdü. Şimdi herhalde, şurada, Prohorivka'daki hazır
mal deposunu soymak istemişlerdir. Kahrolasıcalar ne zaman usla­
nacaklar bilmem ki ...
Ertesi sabah, Nadya'yı, Rusya Merkez Yürütme Komitesi Köy­
lü Seksiyonunun yeşil boyalı büyük binasına kadar hep birlikte ge­
çirdiler. Nadya orada, Seksiyon Başkanı Spridonova'nın sekreteri
olarak çalışıyordu.
Binanın giriş kapısında bir kadınla burun buruna geldiler. İn­
ce kara kaşlı ve enerjik ağızlı bir kadındı bu. Düz büyük bumu, yü­
züne biraz erkek sertliği veriyordu. Sabah ayazına karşın, baş örtü­
süzdü. Ortasından düz bir çizgi ile ikiye ayrılmış gür saçları kulak­
larını kapahyor ve yüksek alnını daha da yüksek gösteriyordu.
Frunze, hafif bir baş eğmesiyle kadını selamladı. O, Mihail Va­
silieviç'e çahk kaşları albndan bakh ve selanuna belli belirsiz bir
karşılık verdi.

64
- Kim bu kadın? diye sordu Andrey.
Nadya:
- Nasıl kimmiş? Benim Spridonova, dedi. Şimdi çıkışacak
bana, neden kendisinden daha geç geldim diye.
Birkaç adım uzaklaşhktan sonra baba sordu:
- Mişa, neden sana şeytan görmüş gibi bakh öyle?
- Herkese öyle bakar o ... Kendi istediği olmadı mı kudurur.
Bolşaya Lubyanka'da birbirlerinden ayrıldılar. Andrey, Frun-
ze'nin elini kuvvetle sıkh:
- Hoşça kal, Mihail Vasilieviç.
Babası Andrey'i kucakladı:
- Onun anasını görmek için bile vakti yok. Gel, evlat. Anan
dört gözle bekliyor seni. Nataşa ile Pötar'ın da arhk sabırlan tüken­
.
\di.

191 8, MART

Eskiden Çann sadık ve vefalı kulu majeste Rus esnan, şimdi,


hiç beklemediği alaylann hızı ile tam bir şaşkınlık içinde. Hayret ve
nefretini dile getirmekten başka bir şey gelmiyor elinden.
- Her şeyin başı ve öncesi midedir efendim, mide. Bir za­
manlar Moskova'nın Ohitniy Rat pazannda cancağızının istediği
her şey vardı, her şey, her şey ... Sığır eti mi istersin, dana eti mi, tür­
lü türlü ev etleri mi! O tavuklar, o kazlar, o ördekler, o piliçler... Ne­
ler de neler... Seç seç al, beyim, seç seç al! Ondan mı efendim, der­
hal! Dana böbreği istemez misiniz? Buyurun, madam, bizde her şe­
yin tazesi var. Şu sülünlere bir bakın hele... İşte, sayın bayan, yaban
tavuğu! Efendim? Bıldırcın mı anyorsunuz? İşte! Daha bu sabah
çayırda koşuyordu. Ördek ister misiniz? Buyurun. Ya Tverska­
ya' daki Eliseev'de?... Aman allahım, içeri giriverdin mi gözlerin fal
taşı gibi açılırdı, ne almaya geldiğini unuturdun. Baharahn haddi

65
hesabı yoktu. Hem de taklit değil, gerçek baharat. Oysa şimdi! ...
- Her şeyin başı ve öncesi saygı efendim, saygı... Pazar ya da
diğer tatil günleri ailece kiliseye giderdik. Herkes tanırdı beni.
Mimbere vanncaya kadar en az kırk kez şapkamı çıkanrdım.
- Her şeyin başı ve öncesi toprakbr efendim, toprakbr. Top­
rak benim olduktan sonra, bu konunun sözü bile olmaz, istersem
nadasa bırakınm, istersem işlerim: Sürer, eker, gübreler ve bol ve­
rim alının, istersem satarım, istersem Tarım Bankası'na ipotek ve­
ririm.
- Her şeyin başı ve öncesi Bolşeviklerdir efendim Bolşevik­
ler... Eski takvimce sayarsak, Bolşevik devriminden beri tam beş ay
geçti. Altıncı ay başladı.
Oysa neler yazılmadı!... Eski hükümet zamanındaki Amerika
Birleşik Devletleri elçisi bey mister Fransis, Bolşevikler için yazılı
olarak: "En çok on gün iktidarda tutunabilirler." demişti.
İyi haber alan kaynaklara göre, onun, yani şu mister Fransis'in
ricası üzerine Amerikan hükümeti, Bolşevikler iktidarda iken Rus­
ya'ya iaşe yüklü gemi gönderilmesini yasaklamış. Nedir bunun an­
lamı? Hey Ruslar, açlıktan geberin demek... E-ee, peki baylar, Bol­
şevikler sizin beğeninize uymuyorsa, bebeklerin günahı ne?
Elçilerin en tedbirlisi İngiltere elçisiydi. Susuyordu adam, işte
bu kadar. Dediklerine göre bütün işlerini saman albndan yürütür­
müş. Aç1kça ise: "Rusya'nın içişleri bizi ilgilendirmez." derdi.
Beş ay geçti, onlar durup duruyorlar.
- Her şeyin başı ve öncesi, başkentin Petrograd'dan Mosko­
va'ya taşınmasıdır, efendim. Biliyor musunuz, hoşuma gitti bu iş
benim. Avrupa'nın penceresi olmak, elbette ki, iyi bir şey. Ne var
ki, soruna bir de ayık kafa ile bakmak gerek: Pencere penceredir,
fakat başkent memleketin kıyısında olmamalıdır. Evet, memleketin
bir kıyısındaydı ... Moskova'ya gelince, canım Moskova, anacığım
Moskova, hem eski bir şehir, hem de eyaletler daha yakın. Yani bu

66
sorun üzerinde bir diyeceğim yok. Beni korkutan sorun başka...
Son günlerde Kudrinska'ya uğradım. Baktım, miting yapıyorlar.
Biraz kulak misafiri oldum ve başıma kaynar sular döküldü. Ko­
nuşmacı: "İşlemeyen dişlemez!" diyordu. Rica ederim, nasıl anla­
yalım bunu? Demek ki ben, geçici bir zaman için çalışmıyorum, ke­
meri sıkrnalıyım, öyle mi!" Şu Bolşevikler çok ters insanlar ves­
selam.
- Bolşevikleri nerede gördünüz ki, be canım? Şöyle bir gö­
ründüler ve kayboldular. Partilerini dağıttılar. Şimdi bir yenisi or­
taya çıktı: Rus Komünist Partisi, parantez içinde de bir ''b" harfi.
- Bütün iş, işte bu parantezde. O ''b", Bolşevik demek.
- Kim anlayabilir böyle olduğunu? Ama benim için fark et-
mez. Asıl olan, ortamın biraz daha durulması. Şimdi ne rahatlıkla
sokağa çıkabiliyorsun, ne de bir komş�ya gidebiliyorsun. Hep kor­
_
ku içindesin. Biraz günün ahvalinden söz etmek, şöyle başdöndü­
rücü gizli bir haberle gönlünü hoş etmek için komşuya geçiyorsun,
hop bu sırada evini haydutlar basmış.
- Allah kahretsin bu anarşistleri. O koskoca revolverleri de
nereden bulmuş reziller? Top gibi patlıyorlar. Bazılan yüzlerine
maske geçiriyor. Tanıyabilirsen tanı bakalım. Anarşist mi, yoksa,
Vtoraya Meşçanska'da İvan Sergeeviç Pohlöpkin'in bütün ailesini,
yani tam dokuz kişiyi bıçaktan geçiren İlüşka Kuçerov mu?
- "Moskova Anarşistler Federasyonu"nun bildirisini oku­
dunuz mu? "Anarşi gazetesi"nde yayımlandı. "Herkese ilan ediyo­
ruz ki, kişisel çıkarlar için yapılan hiçbir soygunu kabul etmiyor ve
hoşgörmüyoruz" deniyordu. Bir de "Kara Muhafızlar Merkezi"nin
bildirisi vardı. Aynı Anarşi gazetesinin birinci sayfasında iri harf­
lerle basılmıştı. Bunda da şöyle deniyordu: "Herkesin bilgisine su­
nuyoruz ki, anarşist fedai gruplarının bütün eylemleri, merkez
üyelerinin de katılması ile yapılmakta ve bunların hepside en az üç
merkez üyesinin imzası bulunan görev kimliklerini yanlarında ta-

67
şımaktadırlar. Bu koşullara uymadan yapılan eylemlerin hiçbirin­
den Kara Muhafız Merkezi sorumlu değildir."
Anladınız mı? Demek ki şöyle davranacaksınız: Yüzleri mas­
keli herifler evinizi bashğı zaman: "Vatandaşlar, çıkarın kimliğini­
zi hem de üç imzalı olacak!" diyeceksiniz. Sonra: "Hangileriniz
Merkez üyesi?" diye soracaksınız. Bunu elbette, karnınız deşilip
barsaklarınız dökülmeden başarabilmeniz gerekir.
- Bu kargaşadan belirli bir süre uzak kalmak için bir yere
gitmeliyiz. Gitmeliyiz ama, nasıl? Tren biletleri özel müsaadeyle
satılıyor. Bu müsaade için en az bir ay o daireden bu daireye koş­
mak ve en sonunda "hayır!" yanıhnı almak gerekiyor.
- Her şeyin başı ve öncesi, nereye gitmeli? Gidilecek yer mi
kaldı? Bir zamanlar, mucizeler yaraho Meryem ana kilisesinin bu­
lunduğu Kursk'a hem misafirliğe, hem ibadete giderdik. Burası, he­
men hemen alh yüz yıldan, yani 1295'ten beri bir ziyaretgahh. Bun­
dan başka, biri baharda, ikincisi de sonbaharda olmak üzere yine
Kursk'ta iki panayır yapılırdı. Şimdiyse Kursk'a sadece cepheye git­
mek için gidiliyor. Allahım yarabbim ne hale getirdiler Rusya'yı!
Kursk'ta savaşlar, Belgorot'ta savaşlar, Sinelnikovo'da savaşlar,
Don'da savaşlar. Orada, diyorlar, bir arada tam üç yükbaşkom var
sizin anlayacağınız, üç yüksek başkomutan. Biri general Aleksiev,
öteki büyük prens Nikolay Nikolaeviç, diğeri de general Komilov' ...
- Ve ortaya durmadan da yeni yeni general ve amiraller çı­
kıyor: Kolçaklar, Dutovlar... Çin-Doğu Demiryolu bölgesinde bir

Rus İç Savaşında Rus ordu komutanı general. Tarihte en çok "Korni­


lov Olayı " olarak bilinen ve Ağustos-Eylül l 91 7 tarihinde yaptığı başa­
rısız darbe girişimiyle hatırlanır. Girişim, Aleksandr Kerenski'nin Ge­
çici Hükümetini güçlendirmek amacıyla yapılsa da, sonunda Bolşevik­
ler sayesinde ha.şansız olacak ve Kornilov, Kerenski tarafından tutuk­
lanacaktır. Bu olay Ekim Devrimi'ne giden yolda Bolşeviklerin elini
güçlendiren bir öneme sahiptir.

68
general Pleşkov türemiş ki, emirler yağdırıyor ve "yükbaşkom" di­
ye imza ahyormuş. Demek ki, bu, dördüncü "yük". Uzak Do­
ğu'nun bir yerinde şimdilik allaha şükür, fakat "yük"e hazırlanı­
yormuş. Pskov'a -insanın inanacağı gelmiyor- 1240'tan beri Al­
manların ayak basamadığı bu .Rus bölgesine de şimdi Almanlar
gelmiş. Eski Vergi Dairesi Genel Dikrektörü'nü vali yapmışlar. Ve
bu vali ölüm cezasını ve kamçı ile cezalandırmayı uygulamaya
koymuş. Soyluların dışında herkesi kamçıdan geçiriyormuş. Biz,
soylu değil esnaf olduğumuz için bu ceza bizim için de geçerli ola­
cak. Özür dilerim. Eksik olsun!

"P
ARAYI NEREDEN BULACAGiZ?"
Sol Eserlerin (Sosyalist Devrimcilerin� M�rkez Komitesi para­
sız kalmışh: Merkez Komitesi üyelerinin, propagandistlerin, konfe­
ransçıların geçimlerini sağlamak, broşür ve el ilanları bastırmak
için paraya gereksinimleri vardı. "Halkın Davası ve Emek B�yrağı
gazeteleri"nden büyük karlar umuyorlardı. İyi ama, umutlan bo­
şuna çıkh. Zaten az olan tirajları günden güne düşüyordu.
Sol Eserler Partisi Merkez Komitesi üyeleri, Şuralar Dördüncü
Kongresi'nden birkaç gün önce yaptıkları toplantıda, Kongre Brest
Antlaşması'nı onaylarsa, hükümetten ayrılmayı kararlaştırdılar.
Prenses Uvarova'nın Leontievska sokağındaki eski konağında ya­
pılan toplantıyı kapanış konuşmasında, Parti Başkanı Spiridonova,
Merkez Komitesi üyelerinden Kamkov, Karelin ve ÇeKa Başkan
Yardımcısı Aleksandroviç'e gitmemelerini rica etti. Ve sert, kuru
bir sesle:
- Viyaçeslav, üst pencereyi kapat. Ve bakın, yabana kimse­
ler var mı! emrini verdi.
Spiridonova'nın konspirasyonu sevdiğini bilen Karelin'le
Kamkov, yan odaları birer birer dolaştılar.

69
Spiridonova:
- İşlerimiz yürümüyor, diye başladı. Hemen hemen hiç pa­
ramız yok. İki, üç gün sonra gazeteleri kapamak zorunda kalaca­
ğız. Oysa ileride büyük giderlerimiz olacak. Sizin tavsiyelerinizi
bekliyorum.
Kamkov canı sıkkın bir halde:
- Borç almamız gerekecek... Ama kimden? diye söylendi.
Spiridonova:
- Kimse bize borç vermez, diye kestirip attı.
Kamkov, hem bir öneri olarak, hem de hasetle:
- Anarşistlerde para kum gibi ... Nerede ne kadar para bu­
lurlarsa alıp götürüyorlar, dedi.
Spiridonova, sert ve aşağılayıcı bir tonla:
- Biz bir politik partiyiz, soyguncu değiliz, dedi. Sonra ara­
mızda soygun yapacak insan da yok. Görüyorum ki, siz akıllıca bir
öneride bulunamayacaksınız. Viyaçeslav sen ne diyeceksin?
Aleksandroviç, yelek cebinden küçümencik bir not defteri çı­

kardı, yapraklarını çevirdikten sonra:


- İlk önce şunu söylemeliyim ki, hükümetten ayrılma karan
alırken, Merkez Komitesi, komiserlerle birlikte komiser yardıma­
lannın ve kollegium üyelerinin de makamlarından ayrılmalarında
ısrar etmemelidir. Böyle olursa benim de ayrılmam gerekecektir.
Oysa siz de çok iyi biliyorsunuz ki, ÇeKa'da olup bitenleri bilmek
bizim için son derecede önemlidir, diye konuştu.
Spiridonova, onun sözünü kesti:
- Bundan kimsenin kuşkusu yok, Viyaçeslav, sorun üzerin­
de konuş.
- Bundan başka, benim ÇeKa'dan ayrılmam, bizi mali yar­
dım sağlama işinden de yoksun edecektir. Ben 1 Mart günlerine ka­
dar...
Spiridonova yeniden ve hızla sözünü kesti:

70
Rakamları bırak bir yana. Önemli olan, bu paraların emek­
çi halktan değil, karaborsacılardan, döviz dalaveracılarından alın­
mış olmasıdır. Bunları bizim, parti gereksinimleri için harcamamız
moral hakkımızdır.
- Çok doğru. O paralar gerçekten soygun parasıdır. Fakat
bugün şunu söylemekle yükümlüyüm: Para sağlamak benim için
günden güne zorlaşıyor.
Karelin:
- Cetjinski mi? diye sordu.
- Hem Cetjinski, hem de ötekileri ... Özellikle ÇeKa sekrete-
ri ve Peters...
- Bilmem... Fakat ben artık huzur içinde değilim. Bugünler­
de, hiç beklemediğim bir anda, bizim partimizden olan hazine de­
posu memurunu değiştirdiler, yerine bir Bolşeyik atadılar. Bu yüz­
den, bize gelecek paraların azalacağından korkuyorum. Aynca,
ÇeKa Özel Muhafız Kıtası'nın mali durumunu güçlendirmem ge­
rekiyor.
Karelin, hayret dolu bir sesle:
- İyi ama, dedi. Bizim bununla ilgimiz ne? Ne kadar isterse­
niz o kadar verin oraya.
- Bu birlik, en fazla beş yüz kişilik olmalıdır. Oysa şimdi
mevcudu bin kişiye yaklaşıyor.
Spridonova yine araya girdi:
- Bunlar ayrıntılar belki de ... En önemli sorun şu: Bütün halk
komiserlerimiz, onların yardımcıları ve kollegium üyeleri ayrılsa­
lar bile, Viyaçeslav yerinde kalmalıdır.
- Mariya Aleksandrovna, rica ederim hepsini yerlerinden
almayın. Benden başka diğer bazıları da makamlarında kalmalıdır.
Yoksa Cerjinski beni bir dakika bile yerimde tutmaz. Dün Cerjins­
ki'ye bir kağıt verdiler. Bunda, Özel Muhafız Kıtası Komutanı Po­
pov'un hiç düşünmeden, Askeri Komiser'e bir dilekçe gönderdiği,

71
yirmi tezkere, şu kadar sıhhiye çantası ve daha başka şeyler istedi­
ği bildiriliyordu. Cerjinski'nin yanma gittiğim zaman: "Popov'un
kiminle savaşmaya hazırlandığını biliyor musunuz?" sorusu ile
karşılaşhm. O andaki zor durumumu anlayabilirsiniz.
Karelin:
- Nasıl kurtuldun bu zor durumdan? diye sordu.
- Popov'un değiştirilmesi gerektiğini söyledim ve: "O, aşırı
derecede taşkın, bir gün kötü durum karşısında bırakacak bizi" de­
dim. Bu Popov göz alhnda tutulmalı, yoksa bir gün bir oyun yapa­
cak bize...
Spiridonova, konuşmanın başından beri ilk defa gülümsedi:
- Yanlış düşünüyorsunuz, Viyaçeslav. Popov cesur bir
adam ve bizim davamıza gönülden bağlı.
Karelin'le Kamkov bakışhlar. Onlar, Spridonova'nın cesur in­
sanlara karşı zaafını iyi biliyorlardı. Spiridonova kaşlarını çatb,
kalkh:
- Nereden para bulacağız. İşte bunu düşünelim.
Filatov, Artemiev davasını Martinov'dan teslim aldıktan son­
ra derhal tutuklunun yanına getirilmesini istedi.
- E-ee, şişko, gerçekleri söyleyecek misin? Daha nerede giz­
li alhnın var? Anlat bakalım.
- Hepsi burada. Bunlardan başka tek bir kuruşum yok. Ne
varsa hepsini verdim.
Filatov, kağıtları şöyle bir aktardıktan sonra haykırdı:
- Söyle bakalım, annenin kakmalı kolyesi nerede?
Artemiev, Filatov'un hiçbir kolyeden haberceğizi olmadığını
ve sadece bir tahmine dayanarak bağırdığını nereden bilsindi! Kur­
naz Filatov, tutuklunun korkudan sapsan kesildiğini görünce, ada­
mın nasırına basmaya devam etti:
- İkonların mücevher kakmaları nerede?
Artemiev, iki saat kadar ölüm korkulan içinde titredikten so-

72
na bülbül kesildi, evinde aziz Petar'la Pavel'in ardındaki duvarda
gizli bir kasa bulunduğunu söyledi.
- Haydi yürü!
Eve vannca, Artemiev seslice ağlamaya başladı. Filatov, kasayı
açınca, Artemiev az daha kalp se�tesine uğrayacaktı, yere yuvarlan­
dı. Ağzından: "Allahım, Allahım ... "dan başka bir sözcük çıknuyor­
du.
Filatov, sert sert sordu:
- Bir valiz yok mu?
Artemiev bir deri valiz bulup getirdi. Filatov, mücevherleri
valize yerleştirdikten sonra oturup bir sigara yaktı.
Bana bak, karaborsacı, yaşamak ister misin?
- Neden sordunuz?
- Açık söyledim: Yaşamak ister misin? Jutanağa hiçbir şey
yazmayacağız. Anlad� mı şimdi?
- Yazmayacağız mı? Pekala Peki ama, neden yazmayacağız?
- Görüyorum ki tamamıyla mankafalaştın. Yazmayacağız, o
kadar... Sen kaçacaksın.
- Hiçbir yere kaçmayacağon. Arkamdan kurşunu sıkacaksın.
- Aptal! Sözde kaçmış olacaksın. Anladın mı? Sana Suharev-
ka' da yeni bir kimlik belgesi sağlayacağız. Sakalı da keseceksin. Ve
Bshsvatko'da oturacaksın. Görüyorum ki, hala hiçbir şey anlamı­
yorsun, kütük! Fakat, şunu da göz önünde bulundur ki, bir haber
saldım mı derhal yanımda olacaksın. Hala mı anlamadın?
Soruşturmacının kendisinden ne istediğini nihayet anlamış
olan Artemiev, Filatov'un ayaklarına kapandı, haç çıkardı ve fısıltı
ile:
- Bütün söylediklerini yapacağım... Hepsini... Allah senden
razı olsun, altın gibi adamsın... Mezara kadar...
- Yalnız dikkat et, kimseye tek söz yok. Yoksa seni yedi kat
yer altından çıkarırım.

73
- Ne söylüyorsun, canım, gülüm... Ben yaşamımı boklukta
mı buldum, yoksa allahın en sersem adamı mıyım! Sizin dediğiniz
gibi kütük müyüm ben! İstersen and içerim.
- Yann akşam, saat ondan sonra Vozdvijenka'ya geleceksin.
Orada Filatov'u soracaksın. Şimdi, haydi toz ol!
Artemiev, son zamanlarda bir hayli zayıflamışh. Fırladı. Sanki
bir kuduz köpek tarafından kovalanıyordu.
Filatov, sigarasından birkaç nefes daha çektikten sonra avluya
koştu ve birkaç kez havaya ateş etti. İşçi nöbetçilerden biri koştu
yanına. Yaşlı bir işçiydi. Sert bir sesle:
- Kim ateş etti? diye sordu.
- İtin biri elimden kurtulup kaçh.
Filatov görev kimliğini gösterdi. İşçi acıdı Filotov' a:
- Başına gelecekler var, dedi.
- Hem de nasıl! Nereye gitti bu it? Yerin dibine battı sanki.
Nöbetçiler Lubyanka'ya kadar Filatov'a eşlik ettiler. Filatov,
tanıklık etmeleri için onları komutanlığa götürmeyi düşündü, fakat
elindeki valizi anımsayınca sadece adlarını yazmakla yetindi:
- Gerekirse arayacağım sizi.
- Geleceğiz ... Memnuniyetle.
Filatov, nöbetçiler köşeyi dönüp gözden kayboluncaya kadar
komutanlık binası önünde durdu, sonra evine yöneldi.
Evde canını sıkan bir haberle karşılaşh: ÇeKa'dan biri babası­
nı tutuklamışh.

SUÇLULAR C EZALANDIRILACAK

Andrey, Profesör Puhov'a telefon ederek, ÇeKa'ya gelmesini


büyük bir nezaketle rica etti.
Nereye geleyim?
- ÇeKa'ya. Yani Karşı-devrim, Sabotaj ve Spekülasyonla Sa-

74
vaşım İçin Olağanüstü Komisyon'a.
- Antadım. Bir yanlışlık var bu işte galiba, yoldaş. Bir başka
Puhov'u anyorsunuz herhalde. Çünkü ben, ne karşı devrimle uğ­
raşının, ne sabotajla, ne de spekülasyon ile. Ne ben ve ne de kanm.
- Aradığımız sizsiniz, profesör yoldaş.
- Acayip iş. Pekala, gideyim. Gideyim ama, nasıl? Tramvay-
lar işlemiyor, fayton benim cebime göre değil. Ne yazık ki, özel ara­
bam da yok. Bu yüzden biraz gecikeceğim. Çünkü yaya gelmek zo­
rundayım. Bekleyecek misiniz?
- Elbette. Giriş karbnız kapıda hazırdır.
Profesör, herhalde bambaşka bir adamla karşılaşacağını sanı-
yordu. Biraz şaşırmış olduğu halinden belliydi.
- Siz misiniz Martinov yoldaş?
- Benim, Puhov yoldaş. Buyurun, oturun.
Puhov gülümsedi:
- Ben, Dibenko gibi sakallı bir denizci ile karşılaşacağımı sa­
nıyordum.
- Tanışıyor musuz onunla?
- O şerefe nail olmadım. Bir mitingde dinlemiştim kendisi-
ni. Beni çağınşınızın nedenini öğrenebilir miyim?
- Profesör yoldaş, üzerinde "Aleksandr Aleksandroviç'e"
yazısı bulunan bir albn tabakanız var mıydı?
Evet, vardı.
- Nerede şimdi bu tabaka?
- Delikanlı, bu tabakayı.şimdi benden almak istiyorsanız, ne
yazık ki, geç kaldınız. Vardı böyle bir tabakam, ama artık yok. Bir
süre önce bir pud buğday unu ile değiştim onu.
Eşiniz hasta mıydı o zaman?
- Evet. İyi ama, nereden biliyorsunuz bunu?
- Önemli değil nereden bildiğim, Aleksandr Aleksandroviç.
Biz bu tabakayı size vermek istiyoruz... Buyurun ...

75
Andrey çekmecesini açtı, dosyalan altüst etti, tabaka yoktu.
_
Bütün çekmeceleri açtı, ne kadar kağıt varsa hepsini altüst etti
ve tabakanın başına bir hal geldiğini anladı.
Bu sırada kapı çalındı:
- Müsaade eder misiniz?
- Buyurun.
Ve odaya Cerjinski girdi.

Bu kez kapıyı çalan hizmetçiydi:


- Cerjinski bekliyor sizi. Acele.
Biraz sonra, Çekistler ÇeKa Başkanının odasında toplanmış­
lardı.
Cerjinski Ksenofontov'a döndü:
Aleksandroviç nerede?
İspanyol nezlesinden hasta.
Malgin nerede? Polukarov nerede?
Ödevleri başında.
Öyleyse, başlayalım. Yoldaşlar, aklın almayacağı bir olay­
la karşı karşıya bulunuyoruz -Cerjinski bir an sustu, en uygun söz­
cüğü arıyordu- dairemizde bir hırsız var. Evet, evet! Görüyorum
ki, hayret içindesiniz. Ben sizden daha fazla hayretteyim. Aramız­
da bir hırsız var. Arkadaşımız Martinov, dün akşam, üzerinde ya­
zı bulunan bir altın tabakayı bürosunun çekmecesine koymuş. Bu
yazıdan belli ki, bu çok değerli tabaka büyük bir Rus bilginine ait.
Tabaka, tutuklu bulunan bir karaborsacıdan alındı. Bütün ayrıntı­
lar üzerinde durmayacağım. Yalnız şunu söyleyeceğim: Tabaka,
Martinov'un çekmecesinden çalınmıştır.
Boğuk bir ses duyuldu:
- Martinov yanılmış olmasın?
- Yanılma yok. Martinov tabakayı bürosuna koyduktan son-
ra ÇeKa binasına yalnız iki yabancı girmiştir, bunlar, her türlü kuş-

76
kunun dışındadır. Demek ki, hırsızlığı yapan bizim aramızdan bi­
ridir.
Odada derin bir sessizlik vardı, sadece, bir süre önce İspanyol
nezlesi geçirmiş olan Ksenofontov'un nefes alışı duyuluyordu.
Cerjinski saatine bakh:
.
- Şimdi saat on beş. Umuyorum ki, tabaka, saat on yedide
on yedinci odanın pencere alhndaki tahta üzerinde olacakhr. Oda­
da kimse yok. Orada çalışan Konstantin Kalugan şu anda Nijni
Vovgorot'ta bulunuyor -Cetjinski içerdekilere sessizce bakh, kim­
senin üzerinde durmadı ve sözlerini tamamladı- odaya kimin gir­
diğini kimse gözetlemeyecek. Tabaka sacıt on yedide on yed inci
odadaki belirli yere konmazsa, Martinov, ihmalcilik suçundan do­
layı en şiddetli ceza ile cezalandınlacaktır. Serbestsiniz, yoldaşlar.
Peters yoldaş, Martinov'u, herhangi bir budalalık yapmaması için
saat on yediye kadar göz altında bulundurun.
Peters, Andrey'in tabancasını aldı, onu kendi odasına götür­
dü, "Pravda" 2nın son sayısını eline tutuşturduktan sonra: "Okuya­
cak durumdaysan, oku" dedi. Andrey okumaya çalıştı, fakat bece­
remedi, satırlan değil, sütunlan görüyordu.
Kim almış olabilirdi tabakayı? .. Rezaletin daniskasıydı bu. İyi
ki, Cerjinski kendisine bir çıkış yolu göstermişti. Cerjinski'nin Pu­
hov'la tanışmasından sonra, Martinov koridora fırlayarak kısa bir
not yazdı. Cerjinski profesörle kazan yapımı üzerinde iki-üç daki­
ka konuştuktan sonra:
- Neden oturuyoruz burada? -dedi- Bu konuşmamızla Mar­
tinov'a engel oluyoruz herhalde. Buyurun gidelim odaya."
Ve çıktılar. Profesör Cerjinski'yle konuşmasına öylesine dal­
mıştı ki, herhalde tabaka konusunu unutmuştu . Belki nez�ket gere-

2 (Gerçek) Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi 'nin 1991


yılına kadar resmi yayın organıdır.

77
ği sormamayı daha uygun bulmuştu .
.. . İ ki saat. Ne bitip tükenmez bir süreydi bu. İnsan bütün öm­
rünü anımsayabilirdi iki saat içinde. Yüz yirmi dakikaydı bu. Bir
dakika bile geçmek bilmiyordu.
P�ters'in odasında, Andrey'in tam karşısındaki duvarda, kad­
ranı üzerinde "Pavel Bure" yazısı bulunan, tahta kutu içinde bir sa­
at vardı. Büyük yelkovanı hareket etmiyor, dakikadan dakikaya
sıçrıyordu. Duruyor, duruyor ve sonra haydi bir sıçrama yapıyor.
Andrey yelkovandan gözlerini ayırmıyor, yelkovan ise uyumlu
sıçramalar yapıyor.
Peters beklenmedik bir anda bir soru ortaya atıyor:
Kim almış olabilir sence tabakayı?
Bilmem.
Kim vardı odada senden başka?
Sadece Malgin. Fakat o, Yakov Hristoforoviç, alamaz taba­
kayı. Almaz.
Neden?
Eminim buna. Malgin öyledir. Ondan daha namuslu insan
yoktur.
Ben de aynı kanıdayım. Öyleyse kim olabilir? Tabaka ye­
rin dibine batmadı ya. Elbet bir alan var. Her tarafı iyice aradın mı?
- Her yeri. İ lk önce şöyle bir acele araştırdım. Çok korkmuş­
tum, Peters yoldaş. Sonra dikkatle işe koyuldum. Bütün çekmece­
leri açtım, hatta çıkarıp silkeledim.
- Gidip bir daha araştıralım.
Malgin odadaydı. İşten henüz dönmüştü.
Andrey bürosu üzerinde ekmek ve bonbon gördü. Malgin
onun hakkını büfeden alıp getirmişti. Olup biteni anlattılar. Peters:
- Bir daha araştıralım, dedi. İyice. . .
Aramayı tamamladıktan sonra Malgin derin bir soluk aldı ve
hafif bir sesle:

78
- Başka yerleri de arayalım, dedi.
Peters de dinginlikle:
- Söyle reresini? diye sordu.
Malgin çatık kaşla:
- Martinov dışarı çıksın, dedi.
- Martinov, koridora çıK. Yalnız, uzaklaşma.
İki-üç dakika sonra Peters koridora çıktı ve:
- Gidelim, diye söylendi.
Ve Martinov'u odasına götürdü:
- Bekle biraz. Ben hemen döneceğim.
Yelkovan yine sıçrıyordu. Peters döndüğü zaman on dakika
geçmişti. Peters yerine oturarak, çekmeceden bir dosya çıkardı,
okumaya başladı. Zaman zaman saate bakıyor ve:
- Sabret, diyordu.
Sonra:
- Haydi gidelim, dedi.
Görenler, Martinov'u görmezlikten geliyorlardı, içeri giriyor
bir kez baktıktan sonra gözlerini kaçınyorlardı. Kimse bir söz söy­
lemiyordu. Cetjinski de susuyordu. Saate·baktı: Tam on yediydi.
- Ksenofontov yoldaş, Peters yoldaş, gidin bakın.
Her ikisi de çıktı. Oda yine sessizliğe büründü. Öyle ki, telefon
çaldığı zaman, sanki gürledi.
Peters, odaya girmedi, sanki daldı. Tabaka elindeydi. Kseno­
fontov, sanki hiçbir şey olmamış gibi içeri girdi, dinginlikle oturdu.
Biri güldü, ilk önce Filatov gitti Andrey'in yanına ve elini
uzattı:
- Tebrik ederim, Martinov yoldaş.
Andrey, uzatılan eli sıktı, ne söyleyeceğini bilemiyordu.
Cerjinski kalemiyle masayı tıklattı:
- Teşekkür ederim, yoldaşlar. Dakikası dakikasına oldu. Te­
şekkür ederim. Serbestsiniz.

79
Herkes kapıya yöneldi. Andrey, Cerjinski'ye bakıyor ve gözle­
riyle soruyordu: "Çıkayım mı, yoksa bekleyeyim mi?" Cerjinski ye­
rinden kalkarak Andrey'in sırhnı okşadı. Martinov, Feliks Edmun­
doviç'in gözlerini yakından gördü: Bu yorgun gözlerden sevinç kı­
vılcımlan saçılıyordu. Fakat bir dakika sonra bu gözler birden de­
ğişti. Soğuk ve hatta amansız bakışlıydı:
- Filatov, kalın siz.
Odada beş kişiydiler şimdi: Feliks Edmundoviç, Peters, Kse­
nofontov, Andrey ve Filatov. Cetjinski bürosuna gitti, ayakta dura­
rak bir dosyayı açtı ve beklenmedik bir soru sordu:
- Filatov, söyleyin, neyinize gerekliydi bu tabaka?
Filatov derhal yanıtladı:
- Ben almadım tabakayı -sapsarı kesilmişti, yanaklan tebeşir
gibiydi- almadım, ilk defa görüyorum.
Cerjinski, yumuşak bir sesle:
- Gerçeği söylemiyorsunuz, Filatov. Neyinize gerekliydi bu
tabaka? Yanıhnızı bekliyorum Filatov, dedi.
- Kabahatliyim. Fakat anlayın durumumu. Martinov yasala­
ra aykırı olarak babamı tutuklamış. Ne yaphğımı bilmiyordum. Sa­
dece Martinov'u korkuhnak istiyordum.
- Babanıza ilişkin soruşturmayı kapahnası için mi? diye sor-
du Peters. Babanız yasa gereğince tutuklanmışhr. Bir karaborsaa o.
- Kabahatim çok büyük.
Ksenofontov söze kanşh:
- Ne zaman bitirdiniz liseyi, Filatov? Ve ondan sonra ne
yaphnız?
1905'te. Sonra askerlik ya.phm.
Cephede bulundunuz mu?
Hayır. Moskova'daydım.
Sosyalist Devrimciler Partisi'ne ne zaman üye oldunuz?
Geçen yıl.

80
- Tutuklusunuz, Filatov.
- Tutuklamaya hakkınız yok beni. Ben, Sosyalist Devrin:'ci-
ler Partisi'nin üyesiyim ve partimizle sizin partiniz arasındaki an­
laşma gereğince ÇeKa'da çalışıyorum.
- Yaphklarmız hakkınd": partinize bilgi verilecektir. Hiçbir
parti hırsızları koruyamaz. Peters yoldaş, gereken yönergeyi verin,
ÇeKa eski mensubu Filatov silahını teslim etsin, bab�sı ve kendisi
Butirsk tutukevine gönderilsin.

"BULDUK Sizi NiHAYET..."


Profesör Puhov eve dönüşünde, ikinCi kahn sahanlığında,
apartman yöneticisi Denejkina ile yüzyüze geldi. Kadın yöneticinin
sırhnda yeni bir pamuklu, ayaklarında ye_ni galoşlar vardı. Beline
yeni bir subay palaskası dolamışh. Başında brenburg baş örtüsü
vardı. Profesör, kendisini:
- İyi akşamlar, Ana Feodorovna, diye selamladı.
Denejkina sessiz bir baş selamı ile karşılık verdi. Ve profesö�
rün üçüncü kata çıkmasını bekledikten sonra seslendi:
- Karan verdin mi?
Puhov, kararsız bir ses tonu ile:
- Ne diyeyim bilmem ki ... Bir taşınmanın i� yangına bedel
olduğunu söylüyorlar. Zor bir iş, dedi.
- Sen bilirsin. Bana iki oda yeter de artar bile. Balo zamanı
değil şimdi. Mademki tavana hrmanmaya bıkmadın, sen öyleyse
tırman dur. Karına acıyaydın bari. Zavallı ayaklarını zor sürüklü­
yor.
- Bir konuşayım kendisiyle.
- İşi sürüncemede bırakmamaya bak. Yoksa, belki de ben
vazgeçerim sonra. Moskova adamın gözyaşlarına bakmaz, hele de
burjuvanın gözyaşlarına...

81
Puhov merdivenleri ağır ağır çıkıyordu, evine nefes nefese gir­
mek istemiyordu, Nikolaevna, hemen hemen evlendiklerinin ilk
gününden beri en çok kocasının kalbinden kaygılanıyordu. Haklıy­
dı da: Puhov'un babası daha kırk dokuz yaşındayken sofrada kıv­
rılıp ölmüştü.
Puhov dördüncü kata vardığı zaman, aşağıdan Denejkina'nın
sesini duydu:
- Bugün nöbet sırası sende...
- Nasıl neredeymiş! Her şeyi hazırdan bekleme. İ n aşağı ve
bas imzayı. Vatandaş profesör, kiracılar toplanhlarına gelmen ge­
rek. O zaman her şeyi öğreneceksin. Evi haydutlardan korumak
için nöbet tutuyoruz. Nöbet, hava kararınca başlıyor ve sabah alh­
ya kadar sürüyor.
Kaba bir sicime bağlanmış bir defterle bir kalem verdi:
Üstünkörü bir imza athn, çiziktirdin.
- Ne yapayım kalemin sert.
- Tükürükle efendim. Sert değil, sabit kalem. Ah şu aydınlar
ne kadar da beceriksiz yarabbi. Hiçbir şeyden anladığınız yok.
Haydi, acele et, devlet işi bu.
Lidya Nikolaevna, bir erkek pamuklusu ile antreye çıkh. Pro­
fesör, bu pamukluyu, bitpazarından, oğlunun pantolonu ile değiş­
mişti. Pamuklu bir hayli yıpranmışh, güve yenikleri vardı, yenleri
hemen hemen erimişti. Omuzlarına bir şal atmışh, başında ölü an­
nesinden kalma bir örme şapka vardı. Aleksandr Aleksandroviç
karısının buz gibi elini öptü.
- Misafirimiz var Saşa.
Divanda paltolu ve şapkalı bir adam oturuyordu, doğruldu.
- Günaydın, bay Kiyatkin. Sağlığınız yerinde maşallah.
Memnun oldum buna.
- Sözleriniz sadece bir nezaketten ibaret değilse, sevgili
Aleksandr Aleksandroviç, son derecede memnunum.

82
Puhov sobaya elini değdirdi:
- Özür dilerim, Ludişa, ev neden bu kadar soğuk?
- Saşa, sağdan mı alacakbm, soldan mı, unuttum.
Profesör, bütün duvarı kaplayan büyük kitaplığa doğru yürü­
dü, gözlüğünü takb:
- Sağda nelerimiz var? "Gustave Eiffel ve Kulesi." Hele kal­
sın, gerekli olur bir gün. Bu da ne: "Birinci Rus Elektrot Teknisyen­
ler Kongresi Notları." Kalsın o da. Soldaki ne: İgor Grabar. "Rus Sa­
nat Tarihi" . Yazık İgor Emanuiloviç'e. Fakat, çaresi yok. Zaten ya­
pıt tamamlanmış değil. Ludişa, kibritimiz var mı?
Kiyatkin, nezaketle çakmağını uzatb. .
- Gerekli değil arbk, Ludişa ... Bay Kiyatkin yine imdadımı­
za yetişti... Rus sanatı Amerikan çakmağı ile mükemmel tutuşa­
cak. ..
Kiyatkin gülümsedi.
- Benzini Rus... Hem de sizin yönteminizle arındırılmış.
Puhov alaycı gözlerle bakb misafire:
- Bunun iyi mi, yoksa kötü mü olduğunun farkında bile de­
ğilim. Benzin de Amerikan olsaydı elbette daha iyi olacaktı.
- Sorumluluktan sıyrılmak, Rus aydınlarının her zamanki
özlemleridir. "Bu beni ilgilendirmez" derler.
- Olabilir. Fakat, "Lafla peynir gemisi yürümez" sözü de
söylenir. Ludişka, çaydanlığı ver de, bay Kiyatkin'e Çin çayı ikram
edelim. Yalnız, özür dilerim, havuç çayı. Denediniz mi hiç?
- Böyle bir olasılık geçmedi elime.
- Biliyor musunuz ki, hiç de fena değil. Akademisyen bu-
nun için diyetik diyor. Diyetik çay. Hem de .zafarinle içiliyor.
Kiyatkin, ağır koltuğu sobaya yaklaşbrdı ve övünerek:
- Yakında ayrılıyorum buradan, Aleksandr Aleksandroviç.
Sizin kesin kararınızı öğrenmek istiyorum, dedi.
Puhov, kalın bir telden elle kıvrılarak yapılmış küçük bir ma-

83
şa ile, hani hani yanan l<Ağıtlan kanşhrdı. Vladimir'deki Uypensk
katedralinin resmi bir an parladı sonra alevler arasında kaybolup
gitti.
Kiyatkin devam ediyordu:
- Sizin kesin kararınızı öğrenmek istiyorum. Sıradan bir
adam olsaydınız, size, Birleşik Amerika'da sizi Kalifomiya'da, Bü­
yük Okyanus kıyılarında bir villa beklemekte olduğunu aynnhla­
nyla anlahr, çok güzel bir arabaya, işinin ustası hizmetçilere ve
bankada yüklüce bir hesaba sahip olmanın ne iyi bir şey olduğunu
açıklamaya çalışırdım.
Profesör sözünü kesti:
- İçin çayınızı, soğuyacak.
Kiyatkin bir yudum aldıktan sonra bardağı masaya bırakh:
- Biliyor musunuz, hiç de fena değil. Gargara suyunu andı­
rıyor. Bilim adamısınız siz. Bir bilim adamı için gerekli olan her şe­
ye sahip olacaksınız: Laboratuvara, bilgili, yürütücü yardımcılara,
yetenekli öğrencilere... Ve sizin en cesurca planlarınız gerçekleşe­
cek. Kendimi örnek göstermeye hakkım yok, alçak gönüllüğe uy­
gun düşmez, fakat buna karşın şunu söylemeyi gerekli buluyorum:
Moskova İmparatorluk Yüksek Teknik Okulu'nu bundan on yıl ön­
ce bitirdim. Beni yetenekli bir hidro teknisyen sayıyorlardı. Nereye
verildim biliyor musunuz?
- Nereden bileceğim?
- O diplomamla Kuvaev'deki ştampa fabrikasına mekanis-
yen tayin edileceğimi ben de nereden bilebilirdim.
- Eh, başlangıç olarak hiç de kötü değil.
- Olabilir. Ama Kuvaev'de en baş kişi kimyagerdi, mekanis-
yen kalfa gibi bir şeydi. Hatta daha kötü: Baş buharcıydım. Sal bu­
harı, işte o kadar. Kimyacıya yıllık üç yüz bin veriliyor. Evinden
fabrikaya kadar üç yüz adım. Oysa altında fayton. Benim yolum ise
bin iki yüz metre ve yaya ...

84
- Ve siz de buna güceniyordunuz, öyle mi?
- Hayır, hayır! Sadece budalalar gücenir, akıllılar ise çıkış
yolu ararlar. Ben Amerika'ya gittim. Anlıyor musunuz, Aleksandr
Aleksandroviç?
- Dinliyorum sizi, dinliyo!'llm .
- Sizi neler bekliyor burada? Sanat kitaplarını yakmak... Şu
suyu ısıtmak için ciltlerce Dostoyevski yakacaksınız. Sonra o şirret
kadın, sizin yöneticiniz olan kadın, elinizden evinizi alıp sizi o de­
liğe tıkmaya çabalayacak. Güzel bir günde sizi soyacaklar, öldüre­
cekler veya hiç olmazsa ÇeKa'nın mahzen katına kapayacaklar.
Sobanın küçük kapağını kapamakta ol�n profesör kurnazca
gülümsedi:
- ÇeKa'ya gittim bugün. İlk önce benimle pek sevimli ve sı-
kılgan bir genç konuştu. Ondan sonra Cetjins�...
Kiyatkin, soğuyan çayı şaşkınlıktan bir yudumda içti.
- Cetjinski'yle mi? Bu korkunç adam neler konuştu sizinle?
- Neler mi konuştuk? Çok şeyler. Şunu da söyleyeyim ki,
hiçbir korkunçluk görmedim bu adamda ben. Çok sevimli, aydın
bir kişi. Çehov'u seviyor. Yarın yine görüşeceğiz.
Ve siz de gideceksiniz, öyle mi?
O gelecek bana.
Size? Cetjinski?
Neden şaşıyorsunuz buna, bir türlü anlayamıyorum.
Sizi anlayamıyorum, sayın profesör. Sizinle bir iş üzerinde
konuşuyoruz. Sert konuşmamdan ötürü özür dilerim, ben sizin
için zaman kaybediyorum, oysa siz? ..
- Affedersiniz, bay Kiyatkin, konuşmayı yapan sizsiniz. Ben
dinliyorum. Size en küçük bir konuşma bahanesi dahi vermiş deği­
lim.
Kiyatkin konuşma tonunu değiştirdi:
Böyle olamaz bu, sayın profesör. Neft nerede daha iyidir,

85
yeni usulle nerede tasfiye edilir? Rusya'da mı, Avustralya'da mı?
Sizin için bunun önemi yok mu? Gün gelecek dünya tekniği her ta­
rafa yayılacak. Fakat bunu siz, Birleşik Amerika'da her yerden da­
ha iyi gerçekleştireceksiniz. Tabii, sorun teknik açıdan ele alınmalı­
dır. Ben politikacı değilim. Bırakalım da politika ile Vilson, Kle­
manso, Lenin uğraşsınlar.
- Benim bir oğlum vardı, bay Kiyatkin. Bir tek oğlum, Serö­
ja ... 1916'da öldü. Sizin de okuduğunuz o İmparatorluk Yüksek
Teknik Okulu'nda okudu. Belki de iyi bir mühendis olacakh. Oysa
o, gönüllü olarak askere gitti, pilot oldu. Dostları, Alman silahı ile
düşürüldüğünü yazdılar. Biliyor musunuz neden düşürmüşler? Si­
lahlan bizimkilerden daha iyi imiş, hareket halindeki hedefe daha
isabetliymiş.
·- Acınız çok büyük, Aleksandr Aleksandroviç. En içten baş­
sağlığını dilerim. Ne yapalım, savaş savaşhr.
- Söyleyin, bay Kiyatkin, yalnız olanca içtenliğinizle söyle­
yin. Herhangi bir kimseyi okyanuslar ötesine gitmeye razı edebil­
diniz mi? Veya bunu bir "ticaret" sırrı mı sayıyorsunuz?
- Neden sır olacak! Önerime evet derseniz, birkaç adı mem­
nuniyetle söyleyebilirim. Şimdilik, özür dilerim, yapamam bunu.
Ve, arzu ederseniz sizi sevindirebilirim: Gitmek isteyenlerden ço­
ğuna biz hiçbir çağrıda bulunmadık. Sizi temin ederim ki, güveni­
lir bir topluluk içinde olacaksınız.
Bu sırada telefon çaldı. Puhov kulaklığı aldı:
- Evet, benim. Şimdi ne mi yapıyorum? Ne ile mi meşgu­
lüm? Bir bayla konuşuyorum. Elbette ki, engel olmayacaksınız...
Memnun olurum. Buyurun.
Puhov kulaklığı yerine astı ve Kiyatkin'in soru dolu bakışları­
nı görünce:
- Şimdi, dedi, bir iş arkadaşı ile birlikte Cerjinski gelecek.
Yarın gelecekti, fakat yarın önemli bir toplanhsı varmış. Şimdi gel- ,

86
mesi için müsaademi rica etti ve af diledi.
Kiyatkin, heyecanla oda içinde dolaşmaya başladı:
- Aleksandr Aleksandroviç, ne yapayım şimdi ben? Bu ziya­
retten sizin için hiçbir hayır beklemiyorum. Ne var ki, ÇeKa Başka­
nı'nı görmek benim için ilginç ?lacak. Nasıl bir adam, bunu anlaya­
cağım.
- Aleksandr Aleksandroviç, sizi bu geç saatte rahatsız etti­
ğim için özür dilerim.
Kiyatkin ayağa kalkarak bir reverans yaptı. Cerjinski, mühen­
disi baştan ayağa süzdükten sonra elini uzath:
Cerjinski.
- Kiyatkin, Amerikalı mühendis.
- Anlıyor musunuz, Aleksandr Aleksandroviç, tam siz Çık-
mıştınız ki bu genç -Cerjinski, Andrey'i gösterdi- yanıma geldi ve
kendisinde olan eşyayı size veremediğini bildirdi.
Andrey, belalı tabakayı profesöre uzattı.
- Çok teşekkür ederim. Arkadaşlarımın bir armağanıydı.
Lidya Nikolaevna içeri girdi ve selam verdikten sonra masa-
dan çaydanlığı kaldırdı.
- Size çay hazırlayabilirim. Suyu saldılar. Herhalde kısa bir
süre için. Ama saldılar ya şu ...
Kiyatkin, alaylı bir sesle:
- Yarabbi bir insanın mutlu olması için ne kadar az şey ge­
rek! Su salmışlar ve Aleksandr Aleksandroviç, eşiniz ne kadar mut­
lu! Sizce bu, insan onurunun kırılması değil mi, bay Cerjinski?
Cerjinski hafifçe gülümsedi:
- Biliyor musunuz ki, sizinle aynı düşüncedeyim, bay Kiyat­
kin! Su yokluğu gerçekten de onur kıncı. Kirlenen ellerini yıkaya­
mazsın. Fakat biz Bolşevikler, her yerde her şeyin ilk nedenini arı­
yoruz. Örneğin neden su yok? Rusya'da neden açlık var, neden bir­
çok evsiz çocuk sokaklarda dolaşıyor?

87
- Bizim çok hoş bir ata sözümüz var: "Papaz neyse cemaah
da öyledir."
- Çok doğru. Fakat sorun şu ki, sizin deyişinizle söyleyeyim,
bizim cemaatta papaz çok genç, ondan öncekiyse çok yaşlıydı, sar­
hoştu ve her şeyi berbat etti. Bizim cemaahmıza birkaç yıl sonra ge­
lin, bakın o zaman neler göreceksiniz.
- Müsaade ederseniz, memnuniyetle geleceğim.
- Buyurun. Şimdi, affınızı dilerim, Aleksandr Aleksandro-
viç'le görüşmem gerekiyor.
Size güzel güzel konuşmalar dilerim. Müsaadenizle.
Sizi dinliyorum, Feliks Edmundoviç?
Misafirinize karşı herhalde nazik davranmadım. Özür di-
lerim.
Mademki öyle olmuş, şimdi ne yapılabilir ki... Alıngan de­
ğildir o ...
- Bir daha affınızı dilerim ... Burası bir hayli soğuk.
Cerjinski, Andrey' e bakh, bir şeyler yazmakta olduğunu gö­
rünce sözlerine devam etti:
-=- Dileyelim ki, ilkbahar geç kalmasın. Size, işte bu sıcaklık
sorununu konuşmaya geldim. Vladimir İliç, Smolni'deyken, daha
geçen yılın sonlarında, tamamıyla bataklık gübresiyle (torfla) işle­
yecek büyük bir elektrik istasyonunun kurulması konusu ile yakın­
dan ilgileniyordu. Galiba uzmanlarla da konuşmuştu.
Böyle bir santral var. Bogorodsko'ya gitmediniz mi hiç?
- Fırsat düşmedi.
- Orada bir elektrik santrali var. Robert Yakovleviç Klason
tarafından yapıldı. Çok akıllı bir mühendis. Santral küçük. Fakat,
çok iyi çalışıyordu.
- Çalışıyordu, öyle mi? Peki şimdi?
- Doğrusunu söyleyeyim, bilmiyorum. Belki de torf yok.
Hepsini tüketmişler belki de.

88
- Tümünü mü? Sonra ne olacak?
Puhov gülümsedi:
- Feliks Edmundoviç, siz torfun nasıl çıkarıldığını biliyor
musunuz?
- Şöyle böyle. Size bu konuda danışmaya geldim. Ünlü hid­
roteknisyen Tihon Födoroviç Makariov, Petrograd'da oturuyor. Bu
torf sorunu ile çoktan uğraşıyor. Torfun en verimli biçimde yakıl­
ması tarzını araşhrıyor, yani daha az torftan daha çok ısı sağlanma­
sı sorunu ile.
- Ulaşabilecek mi buna acaba?
- Güç. Ama herhalde olanağı var. Önemlisi, bunun şimdi
yapılması. Kömür ocakları Ukrayna' da. Odunla bu iş yürütülemez.
Oysa torf burnumuzun dibinde. Moskova eyaletinde, Vladimir'de,
Yaroslavl'da. Torf, Rusya için bir kurtuluş"şimdi. İleride ne olacak?
Bir şey bilmiyoruz.
- Kanımca bir şeyler elde ettik: Sizi bulduk.
Cerjinski, telefon etmek için Puhov'un müsaadesini rica etti.
Andrey, Feliks Edmundoviç'in Ksenofontov'la konuşmasını dinli­
yordu:
- Bugün herhalde gelemeyeceğim. Bulunamayacağım. Za­
ten benim için gerekli değil.
Kulaklığı yerine ash ve Andrey' e:
- Derhal Mamonuvska'ya git. Orada "İntim Köşe" diye bir
yer var. Malgin orada bekliyor seni.

GECELERDEN BiR GECE


"İntim Köşe" Tiyatrosuna genellikle geç gidilirdi, saat dokuz­
dan önce gitmek görgüsüzlük sayılırdı. "Eros'un Kanatlan" adını
taşıyan birinci bölümde, başlığın çekiciliğine karşın dinleyici azdı,
"Günün Yankısı" adını taşıyan ikinci bölümü ise son derecede ba-

89
şanlıydı, bunda öyle bir metin vardı ki, her söze herkes istediği an­
lamı verirdi. Fakat, "Diversiman" programın "çivisi"ydi. "Diversi­
man", Malaya Dimitrovka 6' daki "Anarşi" Tiyatrosu binasındaki
Proletarya Tiyatrosu artistlerinin tekeli altındaydı. Bunlar öyle nu­
maralar yaparlardı ki, dinleyiciler, yani Ohotniy Rat sahcılan, eski
lise öğrencileri, dinleyici salonunda bile sigaralarından ayrılmayan
saçlarını kısa kestirmiş, kapı önünde birikmiş genç kızlar, rastgele
"bayanları" ile karaborsacılar, göbeklerini tutarak gülmekten kın­
lıyor, burunlarını çekiyor, inliyor, çılgınca alkışlıyor ve tuluat ya­
pan artistleri sık sık sahneye davet ediyorlardı.
"İntim Köşe"de en sık iki artist sahneye çıkıyordu. Bunlar,
İ
" deal için oynuyorlardı, para için değil." Adlan, birinin Fok, öte­
kinin Kus'tu.
Pervaya Meşçanska'daki Romanov meyhanesinin gedikli müş­
terileri olan bilardo meraklıları, markör Saşka Zabulaev'i çok iyi
anımsıyor ve ortadan kayboluşuna üzülüyorlardı. Onlar, "İntim
Köşe"ye gitmiyorlardı, bu yüzden de Saşka'nın Fok, meyhanenin
garsonu olan dostu Emalyan Maltsev'in de Kus olduğunu bilmiyor­
lardı.
"Fokus" repertuvarı pikanh Fok, bazen pamuk doldurulmuş
iri göğüslü kadın kılığı ile sahneye çıkıyor ve o zaman saçlan kısa
kesilmiş kart kızlar salondan kaçmak zorunda kalıyorlardı.
Kus, bu kez elinde armonika ile sahnede belirdi, başında kül
rengi takke vardı. Armonikayı sürdürerek yüksek sesle bir şarkı
tutturdu. Beklenmedik bir yerden eline geçen paralarla yaptırdığı
yeni altın dişleri görünüyordu. Söylediği şarkı şuydu:
"Bu son içişim sizinle dostlar,
Ahbaplar son içişim bu sizinle.
Sabah yıldızı ışıldamaya başlayınca
Göz yaşı dökecek ailem bu şarkıyı duyunca."
Fok çıktı sahneye. Boyacr kılığındaydı, elinde bir kova ile bir

90
fırça vardı. Sempatiyle baktı Kus'a ve sordu:
Askere alındın mı?
Evet. Yann gidip teslim oluyorum.
Hangi sınıfa ayırdılar seni? Piyade mi?
Daha kötüsü...
Süvariye mi?
Daha da kötüsü.
Topçuya mı?
Ne söylüyorsun! Böyle olsa se�nirdim. Daha kötüsü ...
E-ee, ne öyleyse?
ÇeKa'ya.
Satıcılar kahkahayı bastılar. Genç kızlar çılgınca alkışladılar.
Kelebek gözlü, sivri sakallı, uzun boylu biri ayağa kalktı, ağzına
elini boru gibi yaparak, "Bravo!" diye hay�ırdı.
Sırtında kaput, başında geniş kenarlı bir şapka bulunan, aca­
yip kılıklı biri sahneye çıktı. Elini kaldırınca, Fok ve Kus, sanki bir
yel esmiş gibi ortadan kayboldular. Geniş kenarlı şapka giymiş
adam, salonu değerlendiriyormuş gibi, şöyle bir gözden geçirdik­
ten sonra sert bir sesle emir verdi:
- Yeter bu budalaca gülüşler! Benim karşımda Karşı Dev­
rim, Sabotaj ve Karaborsa ile Savaşım için Olağanüstü Komisyon'la
alay edilmesine asla tahammül etmeyeceğim.
Seyircileri bu kez alaycı bakışlarla gözden geçirdi:
- Şimdi haydi gülün bakalım! Gördüm. Hepiniz şimdi taz­
minat ödeyeceksiniz!
Seyircilerden bazdan dışarı çıkma girişiminde bulundu. Sah­
nedeki adam yine elini kaldırdı:
- Vatandaşlar, aidat ödemekte acele etmeyin.
Kapı önünde kaputlu ve şapkalı adamlar belirdi. Ellerinde ta­
bancalar vardı.
Acele etmeyin, vatandaşlar. İlk önce sıranın nasıl olacağı-

91
nı öğrenin. Dış giyimleriniz, yani palto ve pelerinlerinize tarafımız­

dan el konmuştur, paket yapm.


Dangalaklardan biri kapı önüne bir masa koydu.
- Şimdi bu masa önünden geçerken, gerekli gördüğünüz
her şeyi; yani para, saat ve benzerlerini bu masaya bırakacaksınız.
Şunu da bilin ki, bulunduğunuz bina ÇeKa birlikleri tarafından sa­
rılmıştır. Demek ki, hiç kimse serbestçe dışarı çıkamayacaktır. Her­
kese, sinirlerine egemen olmalarını tavsiye ederim.
Ve birden lambalar söndü. Ardından, silah sesleri, haykırışlar,
ayak topurları ve kadın çığlıklan ayyuka çıktı.
Fok ve Kus lambalann nasıl söndürüldüğünü birbirleriyle ya-
rışırcasına anlatıyorlardı:
- Bunun anarşistlerin işi olduğunu derhal anladık.
- Derhal anladık ve ÇeKa'ya telefon etmeye koştuk.
Şık giyimli şişman bir bay haykırıyordu:
- Sorun bakalım, bu haydutlar, şarkıdan sonra şeytan gibi
nereden ortaya çıktılar?
- Her şeyi yoluna koyacağız, vatandaşlar, şimdi eşyalarınızı
geri alın, fakat ilk önce kimliklerinizi gösterin.
Andrey geldiği zaman Malgin en modern kızla konuşuyordu.
Alnında breton. Gözlerini iki kalemle boyamış; leylak rengi ve ko­
yu mavi. Yanağında bir ben. Ağzı votka ve tütün kokuyordu:
- Dinle dostum, bende kimlik belgesi falan yok. Nereme ko­
yayım ki. ..
Ve matmazel, göğüs düğmelerini göbeğine kadar çözünce
Malgin söyleyecek söz bulamadı. Göbeğinde: "Avdotin Şeker Fab­
rikası. Birinci Kalite" yazısı vardı. Sonra anadan doğma soyundu:
- Ceplerim yok. Anladınız mı şimdi?
Malgin şaşırmadı, kadına nazik bir sesle:
- Leydi, ilikleyin düğmelerinizi. Ve kimliğiniz açıklanıncaya
kadar bekleyin burada.

92
En son kedi gibi yeşil iri gözlü, genç ve güzel bir sarışın kadın
kimliğini gösterdi: "Artist Barkovska. Yaroslavl." Erkek arkadaşı
da kimliğini çıkardı. Adı: İ. İ. Barkovski, "Yaroslavl Gubsovnar­
hoz" (Eyalet Sovyet Halk Ekonomisi).
- Kan koca mısınız? diye sordu Andrey.
.
Aktrist:
- Kardeşim, dedi ve ekledi: Özbeöz...
Andrey, erkek kardeşi dikkatle süzdü. Yanaklan ve alnı çene­
sinden ve üst dudağından çok daha beyazdı. Sakal ve bıyığını ya­
kında kazıthğı açıkça belliydi.
Kendiniz mi hraş oldunuz?
Anlamadım.
Sakalınızı ne zaman hraş ettirdiniz? Bugün mü? Dün mü?
Hiçbir şey anlamıyorum. Acayip bir �oru.
Ve Barkovski sesli güldü.
- Açık konuştum. Kimliğindeki resmin sakallı.
Ve Andrey kimliği gösterdi.
- Yanılıyorsunuz. Sakalsız. Özür dilerim, sizi de durumu­
nuz açıklığa kavuşuncaya kadar tutuklamak zorunda kalacağım.
Barkovski dinginlikle sordu:
- Uzun süre için mi? Çünkü, Eyalet Askeri Komiseri Nahim­
son yoldaşın tavsiyesi ile, Halk Komiserliği Askeri İşler Kollegiu­
mu üyesi Mehonoşin'le görüşmek üzere Moskova'ya geldim. Bu­
gün Mehonoşin'in yanındaydım. Yann yine gitmem gerekiyor.
Malgin sözünü kesti:
- Vaktimiz olacak sizinle görüşmeye. Çünkü Mehonoşin
yoldaş iki hafta önce Penza'ya gitmiş bulunuyor. Bugünkü İzvesti­
ya gazetesinde onun bir mektubu yayımlandı .. Gazetelerin okun­
ması gerek, sayın bay...
Cerjinski'nin evden aynlmasından sonra Puhov karısına sordu:
- Liduşa, nasıl buldun Cerjinski'yi?

93
- Saşa, biliyor musun, bir şeyler var bu adamda. Basitlerden
değil... Seröja'nın durumunu araştırmayı vadetti. Mühendisi uğur­
larken kendisinden rica ettim bunu. Öğrendiğime göre, ölenlerin,
yaralananlann, iz bırakmadan kaybolanlann durumlarını araştıran
bir büro varmış, galiba Lefortovo'da.
Puhov sustu, çünkü o, oğlunu artık hiçbir zaman görmeyece-
ğine tamamıyla inanmıştı.
Kapı hızlı hızlı çalındı, Profesör kansuu sakinleştirdi:
- Hiç telaşlanma. Mutlaka ev yöneticisidir.
Lidya Nikolaevna, daha antreden, Denejkina'nın cırla,k sesini
duydu:
- Vatandaş Puhov, neden geç kaldınız nöbete? Haydi, giyin
çabucak, kannın şalını da almayı unutma. Gökyüzü yıldızlı, her­
halde soğuk olacak hava.
Puhov giyinirken, Denejkina evi dolaşıyor, elindeki anahtar­
larla sobayı tıklatıyordu:
- Bu köhnemiş yangın ocağını bir an önce defetmelisin. Yok- _
sa ben bir tekmede yıkacağım. Devlet malında -evimizde- yangın

mı çıkarmak istiyorsun? Son süre yann? Görmeyeyim bir daha ...


Denejkina mutfağa girdi, banyoyu gözden geçirdi:
- Bütün bunlan alıp gö,türecek misin? Haydi, henüz kara­
nmdan caymadan, değişeliriı. evleri...
- Affedersiniz, Ana Födorovna, ben evimi sizinkiyle değiş­
meye kesinlikle karşıyım.
Pek kesin konuşuyorsun. Göreceğiz bakalım.
- Bana yardım vadinde bulunuldu.
- Kim sana yardım edebilir, burjuva? Şu motosikletle gelen
mi yoksa? Bakıyorum, sık sık gelmeye başladı.
- Hayır, Ana Födorovna, o değil. Cerjinski yoldaş... Duydu­
nuz mu bu adı?
Ana Födorovna dondu kaldı ve güçlükle mınldandı:

94
- ÇeKa'.dan mı?
- Evet, Ana Födorovna, ÇeKa'dan. Hem de ÇeKa'nın Başka-
nı. Yirmi dakika önce buradaydı.
- Aleksandr Aleksandroviç, neden daha önceden söyleme­
diniz bunu bana? Şöyle bir yanm bakışla olsun bakardım ona. Mer­
divenden inerken gözüme çarptı. Neden daha önce bildirmediniz,
Lidya Nikolaevna, gözüm?
.
Puhov antreye geldi, Denejkina'ya bir baktı: N'olmuştu bu ka­
dına böyle?
- Lidya Nikolaevna, gelin de kuponlarınızı alın. Ama gel­
menize gerek yok, çünkü sizin için bu merdivenleri çıkmak hiç de
·

kolay değil. Ben getireceğim.


Kemerini sıktı ve emrini verdi:
- Nöbetinizi değiştiriyorum. Ne d,,iye bu soğukta titreyecek­
.
siniz? On dokuzuncu evden Sotnikov nöbete çıkacak. Somun gibi
suratı var. Semiz adam. Sağlam itin biri.
- Özür dilerim, Ana Födorovna, fakat ben hazırım �rtık. Ve
devlet görevini ihmal edemem. Sıra bende, nöbetimi yapmam ge­
rek, yazılmış bulunuyorum.
- Bunun hiçbir önemi yok. Küçük iş bu. Bir kolayını bulaca­
ğız elbette.
- Hayır. Müsaade edin.
Ana Födorovna kuşkuyla sordu:
Cerjinski'nin geldiği doğru mu? Yoksa beni aldatıyor mu-
sunuz?

Gece ay aydınlığı vardı, her taraf açıktı. Böyle soğuk geceler


pek güzeldir Mart ayında ve insanı dinçleştirir. Böyle geceler, so­
ğuk da olsa, baharın müjdesini verir. Hava duru. Buzlar ayaklar al­
tında çıtır çıtır.
Nöbette iki kişi var: Puhov ve İvan Petroviç Födorov. Kendisi

95
Moskova-Kazanska Deposunda tesviyeci. Bütün ömrünü yandaki
binanın mahzeninde geçirmiş ve bu binaya yeni taşınmışh.
Ev yöneticisi, "Arisak" sisteminde iki Japon tüfeği vermişti
kendilerine. Denejkina mermilerin hepsini -beş tane- tesviyeciye
teslim etti:
- Aleksandr Aleksandroviç, size gerekli değil. Zaten silah
kullanmasını bilmiyorsunuz, allah korusun, ayaklarınızı delik de­
şik edersiniz.
Puhov gülümsedi:
- Öyleyse tüfek neyime benim?
- Gösteriş için. Zaten kim yoklayacak! Korkutulacak olanla-
rı korkutacaksınız!
Evin dört yanını dolaşıyor, bazen söze dalarak yan sokağa çı­
kıyorlardı.
- · Aleksandr Aleksandroviç, siz her şeyi biliyorsunuz.
- İvan Petroviç, her şeyi yalnız allah bilir. O da bir dereceye
kadar. Sizi neler ilgilendiriyor daha fazla?
- Beni daha fazla tesviyecilik işleri ilgilendiriyor. Bizde şim­
di her şey karman çorman. Bizim köyün belediye katibinin işi gibi
karmakarışık. Adam sarhoşken herkes haklı, ayıkken herkes kaba­
hatli... Yüz arşınlık bir su borusu döşememiz gerekiyordu. Bütün
depolan altüst ettik ve sadece iki parça bulduk. Onlar da bir-iki ar­
şınlık. Yaz olsaydı itfaiye hortumlarından bir şeyler uydurup ya­
pardık. İyi ama şimdi her şey donuyor.
Peki, yer alhna gömseydiniz ya.
Çürüyecekler.
Tahta gömlek geçirirdiniz. Tahta var mı?
Bulacağız. Demek ki, diyorsunuz ki, her şeyi allah...
Yan sokağa vardılar. Karşı yandan, onların evlerinin dış kapı­
sına doğru, uzun boylu ve uzun sakallı bir asker yaklaşıyordu. Sır­
hndan boş bir sırt çantası sarkıyordu. Asker ağır kapıyı açh ve gi-

96
riş yerine saklandı. Kapı gürültü ile kapandı. Puhov o yana döndü:
- Biri girdi galiba bizim binaya.
Tesviyeci dinginlikle yanıtladı:
- Bizim Ana Födorovna'ya türlü türlü hemşerileri gelir, ki­
misi Riyazan'dan, bazılan Kazan,'dan, bir kısmı da Kostroma'dan.
Bütün Rusya'da akrabası var kadının.
Uzaktan silah sesleri duyuldu.
Silah kullanmasını bilir misiniz, Aleksandr Aleksandroviç?
Biraz. Rus-Japon Savaşı'nda Port Artur'daydım.
Neden söylemediniz bunu Ana Födorovna'ya?
Beni ciddiye almaz o. Burjuvayım ne de olsa. Burjuvazinin
.
temsilcisine mermi verilir mi! Esasen bizdekiler de mane\rra mer­
misi...
Yine silah sesleri işitildi. Bu kez yakınqan. Milis düdükleri de
fır fır öttü.
Köşeden kaputlu ve şapkalı biri fırladı. Elinde büyük bir çıkın
vardı. Puhov'la Födorov'u görünce geri döndü. Yine kap.utlu ve
şapkalı biri daha koşuyordu.
- Yajka, koş! diye haykınyordu.
Födorov, silahını eline aldı:
- Dur! Yakaran!
Çıkınlı haydut, Födorov'a doğru ilerledi. Elinde tabanca vardı.
Födorov ateş etti, öteki sövdü ve düştü. İkincisi, duvan atlama gi­
rişiminde bulundu. Puhov silahını ona çevirince, haydut ellerini
kaldırdı.
Silahlı adamlar yetiştiler. Çekistler, ilk önce Puhov tarafından
duvar dibinde durdurulmuş olaıu yakaladılar. İkincisi, tabancasını
Malgin'in önüne fırlattı. Malgin tabancayı alıp gözden geçirdi. Tü­
fek boştu, Födorov'la Puhov'un yanına gitti:
- Teşekkür ederim, yoldaşlar. Mermileri tükenmiş. Kısmeti­
niz varmış.

97
Çekistler ayrıldılar. Dış kapıdan bir takım insanlar fırladı. De-
nejkina en başta koşuyordu.
- Kimlerdi ateş edenler? diye sordu.
Tesviyeci:
- Biz ... Ben ve Puhov yoldaş, diye yanıtladı. Siz, sayın Ana
Födorovna, yönetici olarak daha önce çıkmanız gerekirdi. Artık iş
işten geçmiş bulunuyor.
- Gidin, vatandaşlar, gidin, olağan işler bunlar. Haydutlar
yakalandı. Ve siz, nöbetçi vatandaşlar, işiniz sona erdi, gidin dinle­
nin. Aleksandr Aleksandroviç, haydi evinize...
Kapı önüne geldikleri zaman Puhov, Födorov'a sordu:
Kesiti ne kadar?
Neyin?
Size gerekli olan boruların?
Ha-aa! Sekiz buçuk.
İkinci kahn sahanlığında ayrılırken Födorov gülümsedi:
- Siz manevra mermisi demiştiniz halbuki...
Puhov da aynı neşeli sesle yanıtladı:
Demek ki, burjuva bir daha yanıldı. İyi geceler, İvan Petro-
viç.
İyi geceler. Herifin sizin tüfek karşısında nasıl korktuğunu
anımsadıkça kahla katıla gülesim geliyor. Oysa boştu sizin tüfeği­
niz. Şimdiki haydutlar on para etmiyor. Tek sözle, anarşi.
Puhov, kansını uyandırmamak için kapıyı sessizce araladı.
Tüfeği köşeye dayadı, başından kalpağını çıkardı, bronz döner çen­
gelli eski askının üstündeki geniş raftaki yerine koymak istiyordu.
Askı çengellerinden birinde kirli bir asker kaputu asılıydı. Kınk
güneşlikti bir asker şapkası, yerdeki asker çantası üzerinde duru­
yordu.
Lidya Nikolaevna koşa koşa geldi:
- Sakın heyecanlanma! Saşenka... Saşenka! Seröja ...

98
- Lidya, ne oluyor sana?
- Hiç, hiç... Saşenka geldi... Tıraş oluyor...
Nöbetçi Çekistler grubu, Lubyanka LL'de sabaha karşı toplan­
tı yapıyorlardı.
Peters de aynı gece nöbetçiydi, arkadaşlarını toplamış durum
değerlendirmesi yapıyordu:
- Her gece gibi bir gece geçirdik. Beş anarşist saldınsı, on
dokuz silahlı soygun, üç ölüm vakası, Gübner Fabrikası'nda patla­
ma, biri benzin variline yanan bir meşale atmış, Trubnaya ve Tsvet­
noy caddelerinin kesiştiği yerdeki hastanede kömürle yirmi yedi
hasta zehirlenmiş, üçü ölmüş, sabaha karşı. saat ikide saldırganlar
İzvestiya gazetesi idarehanesine saldın girişiminde bulunmuşlar,
fakat işçi nöbetçiler tarafından önlenmiş bu saldın. Her geceki gibi
bir gece geçirdik. Yoldaşlar, gidin uyuyun biraz. Saat tam dokuzda
Cerjinski bir toplantı yapacak. Bir olay daha: Martinov yoldaş, bu
olay herhalde daha fazla seni ilgilendiriyor. Bu gece Filatov tutuke­
vinden kaçmış.

1 9 1 8, NiSAN
Majeste esnaf, içini dökmek, nefretini açığa vurmak için birçok
nedenlere sahipti:
- Son haber, baylar, tüyler ürpertici... Bildiğiniz gibi, ocak
ayı başlarında Vladivostok limanına bir Japon eskadronu girdi. Eh,
tam eskadron da diyemeyiz, çünkü hepsi savaş gemisi değildi, ti­
caret gemileri de vardı aralarında. Bizde bu haber gereği gibi yan­
sıtılmadı, şöyle birkaç satırla bildiriverdiler, o kadar... Beş Nisanda
ise, Japon Filosu amirali Kato, tutmuş, Vladivostik'a asker çılsarmış
ve derhal halka hitaben bir bildiri yayımlamış. Her şeyi olanca
açıklığı ile belirtmiş: "Şehrinizi bir düzene sokma işinin sorumlulu­
ğunu üzerime almış bulunuyorum. Çünkü aranızda tam bir karga-

99
şa hüküm sürüyor. Bazı ne idüğü belirsiz kişiler dün imparatoru­
mun bir tebasmı öldürmüşler." Öldürmüşler mi, öldürmemişler
mi, git de kanıtla bakalım. Alın size: dün sözde öldürmüşler, bu­
gün asker çıkarılıyor. Sanki biz büyük devlet değiliz de, bir sömür­
geyiz...
- Moskova' daki Bolşeviklerse, allahın her günü yeni bir yö­
nerge, şimdiki deyişle bir deklere yayımlıyorlar ve onların dedikle­
ri gibi, "zorunlu kararnameler ... " Askeri Komiser'in dünkü emrini
okudunuz mu: "Her subay Moskova'ya gelir gelmez, derhal ilgili
daireye gidip yazılmak zorundadır. Bu emre uymayanlar para ce­
zasına çarptırılacak ya da üç ay tutuklu kalacaklardır!" İnanılacak
gibi değil.
- Ve her gün bir daire açılıyor. Çay, affedersiniz, her gün ha­
vuç içiyoruz, başka tür çay ilaç için bile yok. Yokluğuna yok ama,
bir Çay Müdürlüğü türedi. Herhalde yalnız çay tedarikiyle uğraşa­
cak koskoca bir komite. Ve daha da ne komiteler, ne komiteler! Tuz
Komitesi. Çok önemli bu. Çünkü sofralar tuzsuz kaldı. Bir Tekstil
Merkez Müdürlüğü. O da pek önemli. Çünkü çırılçıplak kaldık.
Battaniyeden yapılmış kareli paltolar giyiyoruz. Yabaniler gibi.
Şimdi Deri Genel Müdürlüğü mü istersin, Kağıt Genel Müdürlüğü
mü! Bir de Genel Bahçeler Komisyonu var şimdi. Tverskaya'daki
19 numaralı binaya yerleşmiş. Ve derhal bir bildiri salmış ortaya:
"Bütün bilinçli vatandaşlara! Aziz yoldaşlar, baharda, bahçelerdan
labada, ıspanak ve taze salata sağlanabilir... " Hatta bütün bu sebze­
lerin neleri içerdiğini bile yazmışlar: Taze salatada demir, tuz ve
fosfor, ıspanakta azotlu maddeler var. Labadada ne olduğunu bil­
dirmemişler ama, biliyorlar ki bu ot, bütün Ruslar için baharın tek
kurtarıcıdır. ''Yaz ortalarına doğru bahçelerden pancar, fasulye,
ağustosta ise başlıca besin maddemiz olan patates sağlanabilir."
Evet, sağlanabilir. İyi ama, söyleyin bakalım, tohum nereden bula­
cağız? Kürek nereden bulacağız?

100
Nasıl, nereden... Merkez Yürütme Komitesi ve Halk İşlet­
meciliği Şurası bütün bu sorunları inceliyorlar: Kullanılmış top
mermilerinden nasıl pulluk demiri yapılır? Tırpan fabrikasında
üretimine başlamışlar bile ve Şimdiye kadar iki bin parça üretmiş­
ler. Çivi fabrikasında yüz pud al�lade çivi, yedi pud da mıh üretip
derhal Riyazan köylerine sevk etmişler. Vladimir eyaletinde yüz
bin orak üretmişler. Bütün Rusya için en az yüz milyon gerekli, di­
yorlar. Evet, bütün Rusya için. İyi ama Rusya şimdi bir bütün değil
ki. Orasından burasından budanmış. Kısacası, küçük bir Rusya.
Aynı Vladimir eyaletinde beş bin küreği kısaltmışlar. Siz, kürek ne­
reden bulacağız, diyorsunuz. Bulacağız. Her işin başlangıcı zordur.
- Bütün bunlar neyi gösteriyor? Demek ki Bolşevikler işleri
ele almaya başlamışlar. Hem de ekonomi işlerini.
- Söylediklerine göre, demiryolu taşımacılığı işlerini bir dü­
zene sokmak için yapılan toplanhlara Ulyanov Lenin de kahlıyor,
disiplin istiyormuş.
- Deli misiniz siz! Lenin nasıl olur da disiplin isteyebilir?
Unuttunuz mu yoksa: "Bütün dünyayı kuvvet kullanarak yıkaca-
ğız!"
- Çok iyi anımsıyorum: "Sonra ... " Bu "sonra"yı siz de anım­
sarsınız: "Biz, yeni dünyamızı kuracağız!" Yalan değil. Orada de­
ğildim, fakat duymasına duydum, galiba 22 Mart Cuma günü idi,
elbette ki yeni takvimce, Ulyanov Lenin bir toplantıda hazır bulun­
muş, anlattıklarına göre, Volhov nehri üzerinde büyük bir elektrik
santralı kurulması işinin projesi ve hesaplan görüşülmüş. Bu, el­
bette ki bir kuruntu, bir hayal, gerçekleşmeyecek bir emel, hatta
üzerinde konuşulması bile gülünç. Kursk cephesi, Arhangelsk cep­
hesi ve sonra elektrik istasyonu. Hesap kitap yapılabilir elbette.
Çünkü hesap kitap için büyük masraf gerekli değildir, iyi ama ne
de olsa ilginç bir şey: Volhov üzerinde hidroelektrik santrali...
Yalnız hidra olup kalacak. Yabancılar, biz Rusları rahat bı-

1 01
rakmayacaklar. Murmansk'da İngiliz savaş gemileri var. Bu İngi­
lizler kültürlü bir halk olmalarına karşın, yabancının malından
vazgeçmiyorlar. Dvinsk'te, Polotsk'ta, Orşa'da, Reçitsa'da, Yuri­
ev'de, Ostrov'da, Gomel'de, Poltava ve- Çernigov'da ve hele
Pskov'da Almanlar...
- Ne sözcükler vardı bir zamanlar: "Komisyon", "temettü",
"poliçe", "değerli kağıtla·r... " Ben günahkar kulunuz, Salamandır
ve Rus Loyd Sigorta Şirketlerinden daima hisse senetlerine sahip­
tim. Kafkas ve Merküriy ve Kuğu Vapur Şirketlerinin değerli kağıt­
ları da kötü değildi. Demiryollarının garantili senetlerinden daha
garantili ne vardı! Veya Karşılıklı Kredi'yi alalım. Bunları anımsa­
dıkça içim kan ağlıyor.
- Komiserler için yazılanları okudunuz mu? Aman, tavsiye
ederim, "Askeri �omiserler, Sovyet ve egemenliğinin ordudaki po­
litik organlarıdır. En güç zamanlarda görevlerini yerine getfrmeye
yetenekli, kusursuz devrimciler arasından seçilirler. Komiserler
dokunulmaz kişilerdir. Komiserin horlanması ve dahası, ona karşı
zor kullanılması en ağır suçlardandır." Anladınız mı? Göz önünde
bulundurun yani.
- Bugünlerde Milütinska sokağına gittiğiniz var mı? Gidin,
görün. On numarada yeni bir tabela var: "Kızıl Ordu Topçu Kur­
maylığı" Ya! Ya! Topçu! Demek ki, Bolşevikler topçuluğu iyice ele
almışlar.
- Her deklere ... Zorunlu kararname yani. Adalet Halk Ko­
miserliği'ne bağlı tutukevleri kollegiumunun bugünlerde bir ka­
rarnamesi yayımlandı: "Petropavlovsk kalesinin Tubetsk kalesi, bir
tutukevi yeri olarak sonsuzluğa kadar kapan�cakhr." Romanovla­
rın sağlam bir güvenliği, koruma yeriydi orası. Şimdi komünistler
tutup kapathlar burasını.
- İyi ama, bu Romanovlar da nerede şimdi? Eski imparator,
söylentilere göre, "Devrim Sokağında" bir evde oturuyormuş. Yine

102
anlattıklarına göre, tüm ailesine gaz ve şeker kuponu almak için
süngülü nöbetçiler arasında şehir şurasına gidiyormuş. Tüm ailesi­
nin besin ve şeker gereksinimi için kendisine memur kuponu verili­
yormuş. Oysa gerçekte, çalışmayan bir insan olduğu için hiçbir ku­
pona hakkı yok. Gaz kuponu vermiyorlarmış. Çünkü, vatandaş Ni­
kolay Aleksandroviç Romanov'ün bol sayıda mumu varmış. İnsan
şöyle bir düşününce çok acayip bir durumla karşılaşıyor: Bütün
Rusya'nm çanna gaz verilmiyor! Ama ne diye verilmiyor! Ama ne
diye verilsin ki... Bütün ömürleri keyif içinde geçmiş. Lambalar,
elektrik ışıklan albnda yaşamışlar. Şimdi eski kraliçe mum ışığı al­
hnda otursun da, kocasının pantolonlarını yamasın bakalım. Mum
ışığına da şükretsin! Çünkü, günümüzde çıta alhnda oturanlar da
az değil.
- Ya Moskova'da yapılmakta olan o kongreler! Eserlerin
İkinci Kongresi yapılıyor. Şu sivri dilli, ünİü madam Mariye Spiri­
donova rapor okumuş. Halle Eğitimi Kongresi yapıldı. Ağzından
bal akhğı ve geniş bilgili olduğu bilinen Anatoliy Vasilieviç Luna­
çarski raporcu imiş. Entemasyonalist Askeri Tutsaklar Kongresi...
Macar Bela Kon3 onlann elebaşısı. Adalet Komiserleri Kongresi, Ba­
lık Sorunlan Kongresi... Ve bunların hepsi de aynı günde. Anarşist�
lerin de kongre hazırlığı yaptık.lan söyleniyor.

BiRER BiRER ÇIKIN!


Anarşistlerin kongresi gerçekleşmedi. Yapamadılar. On bir
Nisan akşamı, şurada burada ve özellikle Malaya Dmitrovka ve
Povarska'da askeri kordonlar belirdi. Köşe başlarına makineli tü­
fekler yerleştirildi. Masumca sorular soran meraklılara, Kızıl Ordu
üniformalı gençler nezaketle karşılık veriyorlardı, "Yolunuza de­
vam edin, vatandaşlar, yolunuza devam edin. Durmayın!"

3 Gerçek adı Bela Kohn olan Macar asıllı komünist politikacı.

103
Çok geçmeden, Bolşaya Lubyanka'daki LL numaraya acayip
kişiler getirmeye başladılar. İçlerinden biri bir tohum ekici gibi el­
lerini savura savura enerjik hareketler yapıyor, fakat susuyordu.
Muhafızlar, sonra, para ve yüzük gibi bir hayli alhn eşya topladı­
lar. Bir saat bile buldular ve düşüıi.ün ki, çalışıyordu bu saat. Ceke­
tinin alhndan, işlemeli kırmızı gömleği görünen, silindirli bir baş­
kası:
- Hakkınız yok! Ben siyasal düşünce sahibiyim! Bu sizin
yaptığınız zor kullanımdır! Şikayette bulunacağım. Kropotkin'e şi­
kayette bulunacağım sizden!" diye bağnyordu.
Bu olaydan birkaç saat önce ÇeKa'da olağanüstü bir toplantı
yapıldı. Moskova'daki bütün dairelerin yöneticileri bu toplantıda
hazır bulundu. Peters şu konuşmayı yaptı:,
--'- Birkaç gruptan ve "Smerç'', "Kasırga", "Günün Sosyalist­
leri", "Bağımsızlar" ve benzeri müfreze.lerden oluşan "Moskova
Federasyonu", bir politik örgüt olmaktan ziyade bir kriminal suç­
lular topluİuğudur. Kendilerine, "Politik düşünce sahipleri," diyen
anarşistlerin yanında yüzlerce menşevik, hırsız, hattd. katil vardır.
Bu haydutlar artık tahammül edilmez hale geldiler. Kısacası, bu ge­
ce, saat tam onikide harekete geçiyoruz.
Bqndan sonra, müfreze komutanı seçilenlerin adlan bir liste­
den okundu. . Listede Andrey'in de adı vardı. Şaştı buna. Toplantı­
dan çıktıkları zaman, kafası hala bu soruna takılıydı, Peters' e sordu:
- Sizce ben yapabilecek miyim bu işi?
Peters sert sert baktı ona:
- İstersen, arzun varsa, elbette yaparsın. Ne zamandan beri
aramızda bulunuyorsun?
- Tam bir ay...
- Bir ay, bizim ölçümüzle uzun bir süredir. Koskoca Çe-
Ka'nın bile olup olacağı altı aylık bir ömrü var henüz.
Andrey'in grubuna, anarşistleri, Gudovska sokağındaki Pas-

1 04
tuhova'nın evinden kovma ödevi verildi. Anarşistler, burasını iki
gün önce işgal etmişler, henüz silah ve cephane getirip tahkim ede­
memişlerdi. Zaten hepsi de olup olacağı yirmi yedi kişiydi. Çahş­
masız teslim olmaları önerisine, ikinci kahn pencerelerinden yu­
varlak, yassı bir şey uçtu, karanlıkta ne olduğu anlaşılamadı, bü­
yük bir tencere kapağına benziyordu. Tencere �miadı, fısladı, fakat
bunu bir patlama izlemedi.
Andrey, daha başka bir mutfak eşyası ahp atmayacaklarını bir
süre bekledikten sonra, tabancasının kabzasıyla kapıya birkaç defa
vurdu ve çatışmasız teslim olmalarını bir daha önerdi. İçeriden ko­
nuşmalar duyuldu.
Andrey:
- Size on dakikalık düşünme süresi veriyorum. Karşı koy­
manız boşunadır, ev ve avlusu sanlmışhr MiJ;kineli tüfeklerimiz ve
.•

topumuz var. On dakika sonra hiçbir uyanda bulunmadan ateş


açacağım.
İçerden yanıt geldi:
- Parlamentör göndereceğiz. Konuşmamız gerek.
- Ne parlamentör, ne de konuşma! Ellerinizi kaldırarak bi-
rer birer çıkın!
Andrey'e yardımcı olarak verilmiş olan Prohorovska kıtasın­
dan genç komünist kendini tutamayarak güldü.
Çünkü, Andrey'in neden parlamentör istemediğini çok iyi bi­
liyordu. Bu parlamentör sersemin biri değilse makineli tüfek falan
bulunmadığını, hele top diye bir şeyin izi bile olmadığını derhal
anlayacakh.
Fakat, bu gülüşün en büyük etkiyi yaphğı apaçıkb: Kapı açıl­
dı ve anarşistler, elleri başlan üzerinde, birer birer çıkmaya başla­
dılar. Üzerleri yine birer birer ve dikkatle arandıktan sonra, bina­
nın kapıcı odasına hkıldılar. Kapı ve pencere önlerinde silahlı genç
işçi nöbetçiler vardı.

105
Yalnız, iri yan, tek gözlü, ezik burunlu bir anarşist ellerini kal-
dırmadı. Sağ elinde, üzeri kayışla sıkı sıkıya bağlı bir valiz vardı.
Andrey:
- Bırak valizi! emrini verdi.
T �k gözlü anarşist, sol eliyle -besbelli ki solakh- Andrey'e sert
bir tokat vurdu. Vuruş o kadar sertti ki, Andrey şöyle bir sallanh
geçirdi ve tek gözlünün ayaklarına ateş etti, öteki haykırarak valizi
yere fırlath.
Bütün odalar gözden geçirildikten, yatakların, dolapların ve
büyük masanın altlarına gizlenmiş olan silahlar, bir araya toplan­
dıktan sonra, kilerden, uzun kırmızı sakallı, iki kat olmuş bir koca­
karı çıkh. Üstü başı toz ve kireç içindeydi, korkudan tir tir titriyor­
du. Sırhnda, kadife yeleği üzerinde, mavi parlak kartondan yapıl­
mış tac gibi bir şey sıçrayıp duruyordu. Artık hiçbir tehlike karşısın­
da bulunmadığını, biraz güçlükle de olsa anladıktan sonra birden
belini doğrulttu, dimdik durdu ve egemen bir tutum aldı. Bu yapı­
lanları, "bay vali"ye şikayet edeceğini sert bir dille söyledi. Rostis­
lav Mihayloviç diye bir prensin ve general Stepan Petroviç'in adla­
rını andı.
Evi işgal etmiş olan belalıların götürülmesinden sonra cesare­
te gelen kapıcı da bu kocakarının, madam Pastuhova'nın kız karde­
şi olduğunu anlath:
- Ana Petrovna ve eşi, Petrograd' daki kargaşalığı öğrenince
paracıklarını derhal bankadan çektiler ve güneye yollandılar. Ora­
da Yalta'da pansiyonları var. Şuna, şu Lizaveta Petrovna'ya gelin­
ce zararsız bir ihtiyardır. İki yıl önce, kocası Stepan Petroviç'in öl­
düğü haberini alınca aklını oynath zavallıak. Bu külhaniler çenesi­
ne kızıl bir sakal yapışhrdılar, başına da bir mukavva taç geçirdiler.
Çarlık ilan etmek istiyorlarmış. Onlara göre anarşi ana, düzenin ça­
riçesiyıniş.
Valizi açhlar. Gülmemek için kendini zor tutan yardımcı,

1 06
Andrey'e:
- Komutanım, aynaya bir bak. Tek gözlü seni bir hayli hır­
palamış. Sağ yanağın oldukça dolgunlaşmış, dedi.
Valizden iki yüz on yedi bin ruble çıkh.

Povarska'daki Graçov'un "evini çahşma sonucu ele geçirdiler.


· Kapıya bomba atmak zorunda kaldılar. Bütün sokağı, hatta yan so­
kakları kara bir duman kapladı.
Malaya Dmitrova 6'daki eski Ticaret Sarayı, anarşistler tara­
fından "Anarşi Merkezi" haline getirilmişti. Harekah önceden ha­
ber almış olmalıydılar ki, iyi hazırlanmışlardı. Pencerelere ve etraf­
.
taki evlerin çahlarına makineli tüfekler yerleştirmişlerdi, binanın
giriş kapısı saatli bombalı silahlı kişiler tarafından korunuyordu.
Giriş kapısı önündeki kaldırımda bir havan topu vardı.
Çekistler sürekli ateş açmak zorunda kaldılar. Ve binayı ancak
sabaha karşı ele geçirebildiler.

"İzvestiya"nın on dört Nisan sayısında, birinci sayfada, ÇeKa


Başkanı Cerjinski'nin imzası ile bir ilan yayımlandı. Bunda, haydut
saldırısına uğramış olan Moskovalılar, Tretya Znamenska'daki Mi­
lis Merkezine gidip kendilerine hakaret etmiş olanları tanımaya ve
eşyalarını almaya çağınlıyorlardı.

ViKTOR IVANOVİÇ

Ostojenka 43'teki "Küçük Paris" oteline gecenin geç vaktinde


yeni bir misafir geldi. . Uzun boylu, esmer, alaangle bıyıklı, çizgili
geniş alınlı, güneşten tunçlaşmış yüzlü bir adamdı bu.
Stepanov yoldaş, dokümanları deftere geçirmekte olan otel
katibinde şu izlenimleri bırakh: �ık giyimli, sırtından sıyırıp rastge­
le koltuğa fırlattığı uzun siyah paltosunun alhndan bej renkli briç

107
ve frenç oraya çıkh. Hepsi de tam vücuduna göre dikilmiş, usta
elinden çıkmış. Ayaklannda kalın tabanlı san ayakkabı -yüz yıl ta­
şısan eskimez- ve aynı renkte galoşlar, besbelli ki Rus malı değil.
Stepanov nezaketle sordu:
- Nereye yerleştireceksiniz beni?
Katip ağzında tatlı bir gülümseme:
- İkinci kattaki dokuz numaralı odaya efendim.
Stepanov yoldaş, katibin hoşuna gibnişti. Ciddi, hatta sertçe,
fakat nazik tutumlu bir adam. Otelin personelinin müşterilerden
bahşiş almadıklarını, çünkü bahşişin namuslu emekçilerin insanlık
onurunu kırdığını bildiren bir tabela asılı olmasına karşın, otel ka­
tibi evli ve bundan başka, içkiye düşkün olduğu için, pek saygın bir
görünüşü bulunan bu yeni müşteriden bir şeyler koparacağını şaş­
maz bir görüşle değerlendirdi.
- Uzun süre mi kalacaksınız, İvan Viktoroviç?
Stepanoviç, yine nezaketle:
En çok iki gür., dedi ve masaya en az beş günlük para bı-
rakh.
Fazla bırakhnız.
Stepanov babacan bir tutumla:
- Fazlası sizin, dedi ve ekledi, teşekkür ederim.
- Bir şey değil... z.aten bir şey de değil...
Müşteri bavuluna uzandı. Katip, misafirin paltosunu mesleği­
ne özgü bir beceriyle omuzlarına koyarken fısılhyla sordu:
- Mabnazele gereksiniminiz yok mu?
Stepanov, bavulunu bırakh, kendisine özen gösteren katibe
dikkatle bakhktan sonra, derh�l yanıt vermedi. Düşünüyordu:
- Uygunca bir şey varsa?
- Hiç merak emeyin. Ekstra... Henüz liseyi bitirmemiş. Affe-
dersiniz, kargaşalıklar yüzünden .. .
- Umanın ki burası dingin bir yer.

108
- Tabii efendim. Dingin...
Otel katibi biraz sonra yeni bir müşteriyi kabul ediyordu: Pö­
tar Mihayloviç Şreyder. Duruşuna, konuşma tarzına bakılırsa, su­
bay. Şreyder'e yedi numaralı oda verildi. Çünkü o da, yukan kat­
lardan birine verilmemesini rica etmişti. Viktor İvanoviç'e kıyasla
bu, cömert değildi. Tam beş gÜnlük para ödedi ve daha fazla kala­
cağını da söyledi. Kendisini arayanlan yalnız saat on altı ile on se­
kiz arasmda kabul edeceğini, günün diğer saatlerinde otelde.olma­
yacağını da bildirdi.
Otel katibi, Şreyder'i de odasına yolladıktan sonra LariSa Vi­
kentievna'ya telefon etti, bilinen nezaket �orulanndan sonra asıl
soruna geçti:
- Hemen gel. Bence, değer...
On dakika sonra, bej rengi kürkle süsl"C .siyah bir pelerine bü­
rii'nmüş, geniş şapkalı bir matmazel otele girdi. Yüzüne siyah bir
tül örtmüştü.
Otel katibi, bir işveren tonu ile:
- Dokuz numaraya ... ilk önce kapıyı çal, Lansa, dedi..
Matmazel:
- Yi-i, kom-cani, diye argoca söylendi. Bunun anlamı: "İyi,
canikom"du.
Matmazel yanm saat sonra hızla aşağı indi, katibin mimikli
sorusuna dişlerinin arasından, kızgınlıkla:
- Evet, değer... Hayvan! .. dedi.
Ertesi sabah ilk önce Şreyder aşağı indi. Anahtan katibe ver­
dikten sonra:
- Saat üçte döneceğim, dedi.
Katip bunu kendisinden sonraki nöbetçi katibe aktaracağını
bildirdi. Şreyder'den sonra Viktor İvanoviç indi, o da anahtarı verir­
ken:
- Üçte döneceğim, dedi.

1 09
Stepanoviç yoldaş, kızılımtrak seyrek saçlarını düzelterek, ay­
na önünde durmakta olan Şreyder'i görmezlikten geldi.
Stepanov gürültü ile kapıyı kapadıktan sonra, Şreyder de çıktı.
Pötar Mihayloviç Şreyder, gerçekten de Pötar Mihayloviç'ti.
Fakat Şreyder değildi. Kıdemli Yüzbaşı Kazamovski'ydi.
Viktor İvanoviç Stepanov'un asıl adı ise Boris Viktoroviç Sa­
vinkov'du. Savinkov.
Boris Savinkov, kırk yaşındaydı. Varşova'dan bir yargıan oğ­
luydu. Politik eylemlerinden dolayı Saint Petersburg Üniversite­
si'nden kovulmuştu. Fırtınalı bir yaşamı vardı. "Sosyalist Devrim­
ciler Partisi"ne üye olduktan kısa bir zaman sonra, "Fedailer Örgü­
tü" nün yöneticilerinden biri olmuştu.
"Fedailer''in elebaşısı Yevno Azef'le' Savinkov'un hazırladık­
lan bir plan gereğince, Egor Sazonov, 15 Temmuz 1 904'te, o zama­
nın İçişleri Bakanı ve Jandarma Genel Komutanı Pleve'yi, Peters­
burg'un İzmailov caddesinde öldürdü. İvan Kaliayev, alb ay sonra,
4 Şubat 1905' te, Kremlin' de Adalet Sarayı yakınında, Moskova Ge­
nel Valisi, Çar İkinci Nikolay'ın amcası, büyük prens Sergey Alek­
sandroviç'e bomba atb. Boris Savinkov, bomba olayından iki daki­
ka önce İvan Kaliayev'i öptü ve:
- Haydi İvan! Rusya seni hiçbir zaman unutmayacak, dedi.
Savinkov, Moskova Genel Valisi Amiral Dubasov'a suikast
yapb, çılgınca bir cesaretle, yaşamını tehlikeye koyarak, kendisine
inanmış denizcilerin yardımı ile Çar İkinci Nikolay'ın yabna bom­
ba yerleştirdi. Ne var ki bomba patlamadı, Savinkov bunu kaderin
bir cilvesi olarak kabul etti. Çünkü, "Fedailer"in yöneticisi Yevno
Azef'in Çar polisinin hizmetinde olduğunu bilmiyordu.

4 Yahudi Rus ajan provokatör. Hem Rus Sosyalist Devrimci Parti (SR'lar)
üyesi olarak siyasi cinayetlerin örgütleyicisi hem de Çarlık gizli polis
servisi Okhrana ajanıydı. Polisin tutuklamalar yapabilmesini sağlaycak
terör eylemleri gerçekleştiren bir provokatördü.

1 10
İllegal yaşam, hapisane hücreleri, 1911 'den sonraki uzun süre­
li göçmenliği, Boris Savinkov'un dinlediği öyküler değildi, kendi
başından geçen olaylardı.
Birçok kez ölümle yüzyüze gelen alabildiğine cesur Savinkov,
bunlarla övünmemesine karşın, son dereçe kendini beğenmiş bir
adamdı, iktidar hırslısıydı.
İvan Kaliayev'in idam edilmesinden sonra kiliselerde "tanrı
kulu İvan" için dualar düzenlenmişti. Bu dualarda soyadı söylen­
miyordu. O zamanlar, birçok aile yeni doğan erkek evlatlanna
Egor Sazonov'un anısını yaşatmak için Egor adını koymuştu. Bu,
Rus halkının, teröristlerin cesaret ve fedailiklerine karşı duydukla­
n saygının bir belirtisiydi. Savinkov şuna bütün kalbiyle inanıyor­
du: Bir gün darağacında sallandınldığı ya da kurşuna dizildiği za­
man, bütün Rusya kinle ayaklanacak ve çarlığı süpürecekti.
Savinkov'un kanısınca, bütün Rus 0halkı Eserlerin (Sosyalist
Devrimcilerin) iktidara gelmesini sabırsızlıkla bekliyordu ve o za­
man, Boris Viktoroviç Savinkov, en büyük yönetici olmasa bile en
büyüklerden biri olacakh. "Rus halkı" sözünden o, Almanya sını­
nndan Büyük Okyanus'a kadar uzanan sonsuz Rusya topraklann­
da yaşayan bütün insanlan, öğretmenleri, fabrikatörleri, üniversite
öğrencilerini, avukatlan, lise öğrencilerini, toprak ağalanru, köylü
ve işçileri anlıyordu.
İşçiler onun gözünde en aşağı kaliteden insanlardı. Kendince,
en fazla köylüleri seviyordu. Ovalar üzerinde güneş yükseliyor,
her yer şakır şakır güneş, ince belli genç kızlar gibi güneşe uzanmış
gürgenlerin yapraklannda çiğ taneleri, henüz sürülmüş tarlalarda
kahverengi bir parlaklık ve bütün bu güzel tablo içinde, zaman za­
man uyuklayan kart beygirini dürte dürte süren dökük kılıklı, ilkel
bırakılmış köylü değil, burun deliklerinden alev püsküren, masal
ahna binmiş levent Mi.kula Köylüoğlu dimdik duruyor. İşte, onun,
kendi deyişiyle "can-ı gönülden sevdiği köylü"ler bunlardı. O,
köylüyü böyle tasarlıyordu.

111
Boris Viktoroviç, 1917 Şubat Devrimi'nden sonra, daha ilk va­
purla, işte bu anlı şanlı levende nasıl yaşaması gerektiğini bir an
önce öğretmek için Petrograd' a gelmişti.
Karşılanma töreninde hiçbir şey eksik değildi; çiçek yağmuru,
gözyaşları ... Yalnız hanımlar değil, Aleksandr Födoroviç Kerenski
bile ağlıyordu. Ve bundan sonra ziyafetler, ateşli nutuklar, candan
kucaklaşmalar, hatta o zamanlar ateş pahasına olan şampanya...
Çiçeklerden, el sıkışmalar ve kucaklaşmalardan sonra kollar
sıvandı, günün işlerine girişildi.
İlk günlerde hoştu bu uğraşılar, hatta gönül açıcıydı. Bakanla­
ra, jandarma genel komutanlarına, genel valilere suikastler hazırla­
mış bu adam, kısa zamanda ne oldu biliyor musunuz: Petrograd
Genel Valisi...
Fakat, ilk günlerdeki gönül okşayıcı işler çok geçmeden gönül
sıkıcı bir hal almaya başladı.
Yalnız başkentte değil, bütün memlekette Boris Viktorovi(in
hiç beklemediği olaylar meydana geliyordu. Bırakalım Piter'i ve
hatta Moskova'yı bir yana, İvanovo-Voznesensk'te de sosyal de­
mokratlar çoğunluktıi bulunuyorlardı. Boris Viktoroviç'in Mark­
sizm'e ilişkin bilgisi de karman çormandı. Yalnız mültecilik yılla­
rında, bay Plehanov'un tarih üstüne monisfik görüşe ilişkin kitabı­
nı şöyle bir karıştırmıştı. Sıkmıştı onu bu kitap. Coşkun karakterli,
ateşli savaşçı bir adama başka şeyler gerekliydi. Piter caddelerinde,
çeşitli işçi bölgelerinde, "Bütün İktidar Şuralara!", "Kahrolsun Ka­
pitalist Bakanlar!" şiarları yazılı panolan taşıyan işçiler dolaşıyor,
gösteri yapıyorlardı. Bunlar, Savinkov için bütün bütüne sürpriz
değildi. İşin şaşılacak ve hatta korkunç yanı, Mikula Köylüoğ­
lu'nun tutumu idi. Savinkov, köylülerin büyük çiftlik sahipleriyle
birlikte hareket edeceklerini sanıyordu. Eh, büyük çiftlik sahipleri
de, elbette, topraklarından birer parçacığını gönüllü olarak valilik­
lerin emrine verecek, onlar da bu artıkları köylüler arasında "hak-

1 12
kaniyet dahilinde" dağıtacaklardı. Savinkov, bu "hakkaniyetin" öl­
çüsünü bilmiyordu. Fakat bu "hakkaniyet" sözü onun pek hoşuna
gidiyordu. Kime ne kadar toprak verilecek, ne kadar süte için veri­
lecek, sonsuz olarak mı, geçici mi, otuz yıl, kırk yıl için mi? Bunlar
can sıkıo ayrıntılardı. Bu işle tarım memurları uğraşmalıydı!
Gelgelelim ki, bu işlerde birtakım acayiplikler başgösterdi.
Köylüler kendi isteklerince harekete koyuldular. 1905 yılında köy­
lüler, kızıla boyadı.klan kısrakları ağaların malikanelerine sokarlar­
dı, hem de sık sık. Eh, o zamanlar hoş görülebilirdi bu davranış,
çünkü bazı düşüncesiz malikane sahipleri köylülere yapmadıkları­
.
nı bırakmazlardı. İyi ama, artık 1905 çok uz�arda kalmıştı, za­
manlar değişmişti. Şimdi köylüler ağalan malikanelerinden kovu­
yordu. Hatta bazı yerlerde çiftlik binalarını ateşe veriyorlardı. Fa­
kat, köylülerin büyük çoğunluğu malikaneleri �oruyor, hatta tanın
makinalanrun bulunduğu sayvant altlarını nöbetleşe savunuyor­
lardı. Gerekliydi bunlar kendilerine. Çünkü, "Bütün İktidar Şiirala­
ra!" sloganları her tarafta yükseltiliyordu.
Savinkov'un canını sıkan bir sorun daha vardı: Ruslar, büyük
çoğunluğu ile savaşa karşıydı, Almanlara karşı savaşı sürdürmek
istemiyorlardı.
Ve Savinkov, hiç va.kit yitirmeden, Geçici Hükümetin temsilci­
si olarak, Gene�al Lavr Georgiyeviç Kornilov'un yanına Güney Ba­
tı Cephesine gitti.
Geçici Hükümetin Silahlı Kuvvetler Yüksek Başkomutanlığı'­
nın bütün umudu General Kornilov'da idi. Rusya'da Bolşevikleri
yalnız o silip süpürebilir, memlekette demir elli bir iktidar sağlaya­
bilir ve Almanlara karşı savaşı zafere dek ancak o sürdürebilirdi.
Savinkov, zafer nereden gelecekse orada bulunmak istiyordu.
Geçici Hükümet'in, Yüksek Başkomutanlık Karargahındaki temsil­
cisi olması için yapılan öneriyi de bu yüzden kabul etmişti. Söz ko­
nusu karargah, 1917 Ağustosu'nun o yakıcı günlerinde sadece bir

1 13
savaş karargahı değil, aynı zamanda karşı devrimin genel kararga­
hı idi.
Z.afer gerçekleşmedi, ordu bozguna uğradı. Piter proletaryası
devrimi cesaretle savunma saflarında toplandı. Rusya'nın Napol­
yon'u olmaya hazırlanan gtneral, aynı makam için savaşım veren,
diğer Napolyon adayı Aleksandr Födoroviç Kerenski tarafından
tutuklandı ve Bihov şehrinde hapse ahldı.
General Komilov, yakın dostu General Duhonin tarafından
kurtarıldı. Bu adam, Eylül 1917'de Geçici Hükümetçe Yüksek Baş­
komutanlık Genel Kurmay Başkanlığı'na getirilmişti. General, Kor­
nilov'u serbest bırakhktan sonra, eline yüklüce bir para, etrafına
muhafızlar verdi ve Don'a gitmesini sağladı.
İyi ama, General Duhonin'in de şansı yürümedi. Büyük Ekim
Sosyalist Devrimi'nden sonra, kendisini Yüksek Başkomutan ilan
etti. Bolşevikler, ilk önce ses çıkarmadılar, fakat çok geçmeden, es­
ki takvimle 9 Aralık gecesi kendisini telefon başına çağırdılar ve sa­
vaşan devletlerle derhal ateşkes görüşmelerine başlamasını istedi­
ler. Telefonun öteki ucunda Bolşeviklerden Lenin, Stalin ve Krilen­
ko bulunuyordu. Duhonin, türlü zorluklardan söz etmeye başladı
ve sonunda baklayı ağzından çıkardı: "Kim oluyorsunuz siz yani?"
Ve gereken yanıtı da derhal aldı: "Azledildiniz!" Ve başkomutanlı­
ğa askerliğini astsubay olarak yapmış olan Krilenko atandı.
Duhonin de çok geçmeden kurşunu yedi.
Boris Viktoroviç, artık yalnız Petrograd'da, yalnız başkentte
değil, Bolşeviklerin iktidarda bulunduğu her yerde işlerini yürüte­
meyeceğini anladı ve çareyi Don'a gitmekte buldu.
General Aleksiev, General Kaledin ve daha birçok benzerleri
orada toplanmışh. Boris Viktoroviç Savinkov'la konuşmasına ko­
nuşuyorlardı, fakat bu teröristle aralarına bir sınır çiziyorlardı. Ple­
ve'nin öldürülmesine diyecekleri yoktu, geçimsizin biriydi o. Fa­
kat, büyük prens Sergey Aleksandroviç'in öldürülmesi ve hele im-

ll4
paratorun yaşamına kastedilmesi affedilecek işlerden değildi!
Özellikle, Don Atamanı Kaledin'in yardımcısı Mitrofan Boga­
evski, Boris Viktoroviç'e pek sert davranıyordu. General Afrikan
Bogaevski'nin kardeşi olan bu Mitrofan, sözde aydın bir baydı,
üniversitede okumuş, hatta bjr aralık öğretim ·üyeliği yapmışh, oy­
sa Sevinkov'la bir kasap gibi konuşuyordu, nezaketsiz ve kaba.

- Dingin Don'da sulan bulandırmanıza müsaade etmeyece­


ğiz. Her tarafa sokmayın burnunuzu. Sanki mucizeler yaratmışsı­
nız! Dubasov'a suikasti biz yaphk. Biz daha öyle kelleler uçuraca­
ğız ki ...
Bir gün, Don Vatandaş Şfirası'nm toplanhsı vardı. Savinkov
da oradaydı. Ak saçlan karman çorman Struve içeri girdi, Kaledin'i
gülümseyerek selamladı, fakat ne büyük bir hayrettir ki, Savin­
kov'u görmezlikten geldi.
Sonralan, aynı Mitrofan Bogaevski, Savinkov'la "Legal Mark­
sistler" arasındaki ayrımı şöyle anlattı:
- Pötar Bemhardoviç Struve hiçbir zaman Marksist olma­
mışhr, yalnız zaman zaman meşgul olmuştur, o kadar. Ve sizin gi­
bi katil olmayı da düşünmemiştir. Yani azizim, bizim neden onun­
la açık kalpli olduğumuzu bundan anlamanız gerekir.
Savinkov, otel koridorlannda, sokakta, askeri dairelerde, kısa­
cası her nerede bulunsa, bıçak gibi keskin bakışlan, kendine dönük
tabanca namlulannı sırhndan, bütün sinirleriyle duyumsuyordu.
Don'da toplananlann büyük çoğunluğu monarşistti. Ve Savinkov
biliyordu ki, kendisi, sosyalist devrimci olarak, fedailerin yönetici­
si olarak kralcılara belirli bir zaman için gerekliydi. Sonra, onu, can
sıkıa bir engel olarak ortadan kaldıracaklardı, hem de çok düşün­
meden. Ya bir otelde ya da bir restoranda çekeceklerdi kurşunu.
Kurşun, öldürülmek isteneni nerede olursa bulur! Jan Jores, bir
kahvede öldürülmüştü. Onu, bir karanlık sokakta da tepeleyebilir­
lerdi.

1 15
Savinkov, otelden bir pansiyona taşındı. Fakat, orada da rahat
bırakmadılar. Geceleri kapısını çalmaya başladılar. Bir gece yine
çalındı kapı. Boris Viktoroviç, don gömlek antreye fırladı. Ev sahi­
bi kadın korkuya kapılmıştı:
- Kimi arıyorsunuz? diye sordu.
- Savinkov burada mı oturuyor? Kendisine acele mektup var.
Ev sahibi kadın bir mum yaktı ve Savinkov, ona işaretle kapı­
yı açmasını bildirdi.
Ayakta duramayacak kadar sarhoş, genç bir topçu subayı içe­
ri girdi. Girdi değil, arkasında, karanlıkta görünmeyen biri tarafın­
dan itilmiş gibi atıldı. Genç subay, din düşmanlarına, "kızıl gü­
ruh"a ağız dolusu sövgüler yağdırıyordu. Bundan sonra isterik bir
ağlama tutturdu, herhangi bir albay Duvakin'e lanetler savurdu,
çok geçmeden dinginleşti ve Savinkov'a yatak hizmeti gören diva­
nın önüne yuvarlanarak sızdı.
Sabah, subay, etrafına bakma bakma:
- Gidin, kaybolun buradan, dedi. Beni öldürmeye gönderdi­
ler, yapamadım. Şimdiye kadar kimseyi öldürmedim. Hele böyle
yakından ...
Bir yandan da Moskova'dan gönül açıcı haberler geliyordu:
Bolşeviklerin işleri kötüye gidiyormuş, açlık çığ gibi ilerliyormuş,
dış düşmanlar bir şeyler hazırlıyorlarmış.
Diplomatlarla konuşmak, elbette ki, kaba Mitrofan Bogaevs­
ki'yle konuşmaktan çok daha iyi. Diplomatlar neyin nasıl söylene­
ceğini bilirler ve en önemlisi, Rus işleriyle ve özellikle Rus askerle­
rinin Almanları Batı Cephesi'nden uzaklaştırması sorunu ile yakın­
dan ilgilidirler. Sonra, paralan da var adamların, savaş sırasında
büyük masraf yapmış olmalarına karşın, ne de büyük devlet bun­
lar, bir takımı ise savaştan büyük gelir sağladı.
Ve Viktor İvanoviç Stepanov, işte bu düşüncelerle Mosko­
va'ya geldi.

116
Pötar Mihayloviç Şreyder, vadettiği saat üçte Küçük Paris Ote­
li'ne döndü. Anahtannı alırken, dokuzuncu oda anahtarının orada
olup olmadığını anlamak için tahtadaki yerine dikkatle bakh.
Şreyder otelde uzun zaman, bir aydan fazla kaldı, tutumunu
da değiştirdi, bol bol bahşiş v�riyordu arhk. Her gün saat on alh­
on sekiz arasında odasında bulunuyordu. Bu süre içinde ona, ara­
da bircoğu sivil, çeşitli insanlar geliyordu. Yalnız bir kez bir subay
geldi, bir defa da bir papaz şöyle ayaküstü bir uğrayıp geÇti.
Viktor İvanoviç sadece iki gün kaldı otelde, sonra allahaısmar-
ladık deyip aynldı.
Otel katibi:
- Misafirliğiniz pek kısa sürdü, size doyamadık, dedi.
- Allaha şükür eski dostlar ortaya çıkh, onlarda kalacağrm.
Savinkov'un tanışlan az değildi: Fransız Konsolosu Grönar,
Askeri Ateşe General Lavern, General Riçkov ve Albay Perhurov...

ŞoPEN'DEN VALS
Moloçna sokağındaki iki numaralı evde, ev sahibi Vasilisa Ni­
kolaevna'nın doğum günü kutlanıyordu. Masada türlü balıklar, hı­
yar turşusu ve söğüş dana eti vardı. Odadaki en uygun koltuğun
bulunduğu kesimde de bir kayık tabakta iştah açıcı siyah havyar
göze çarpıyordu. En saygıdeğer misafirin önüne konduğu belliydi.
Misafirler, saat dokuzda artık toplanrmş bulunuyorlardı. Birer
birer, beşer-yedişer dakika ara ile gelmişlerdi. Hepsi de zili üç defa
çalmıştı: İki defa uzun, bir defa kısa.
İlk gelen, eski Ruskie Vedomosti gazetesi yazarlanndan Dik­
hof Derental'dı. Yeğeninin tombulca elini öptükten sonra bir ah çe­
ker gibi nefes aldı ve yerine oturdu. Bundan sonra, pek genç, aşağı
yukarı yirmi beşinde, Boris Evgenieviç Pokrovski belirdi. Kendisi
Moskova Ekonomi Milis Örgütü'nde memurdu. O da ev sahibinin

117
elini öptükten sonra, bir merhaba bile demeden, gidip Derental'ın
yanıbaşına oturdu. Ev sahibi kadın misafirleri tanıştırdı ve yeni ge­
leni karşılamaya gitti.
Albay Perhurov gelmişti. Elbette ki sivildi. Üç sözcük söyledi:
- İyi akşamlar, dostlar.
İngiliz Temsilciliği'nin hukuk müşaviriyle General Riçkov gel­
diler. Her ikisi de sivildi.
Ev sahibi hanım misafirleri masaya davet etti. Bu sırada Savin­
kov içeri girdi, hepsini kaş altından süzdü.
Ev sahibi, oturaklı vücudundan beklenmeyen bir kıvraklıkla:
- Buyurun, diye mırıldandı. Bir dakika sonra, yan odadan
boğuk bir royal sesi duyulmaya başladı. Vasilisa Nikolaevna, Stra­
us'tan bir vals çalıyordu.
Kaldırımda bir aşağı bir yukarı dolaşmakta olan Pötar Mihay­
Ioviç Şreyder yukarıdaki açık pencereye gözlerini çevirdi, bir süre
dinledikten sonra, karşı köşede duran adama doğru yürüdü ve:
- Başladılar, dedi.
Yemek odasında kimseler yoktu. Savinkov, ahbaplarını küçük
hizmetçi odasına götürdü. Perhurov:
- Şimdilik sayıca azız, diye başladı. Belirli nedenlerden do­
layı ra�m veremeyeceğim. Benim bu ihtiyahmı doğal karşılayaca­
. ğınızı sanıyorum.
Savinkov sözünü kesti:
- Ben tam sayı verebileceğim. Buradakilerin hepsi bizden. O
kadar az değiliz; yüz doksan iki kişi... Bu rakam sadece bir hafta­
nın ürünüdür. Devam edin, albay.
Perhurov, dişi ağrıyormuş gibi, çatık suratla devam etti:
- O kadar çok değiliz. Fakat bu az sayı ile bile büyük bir
kuvvetiz. Büyük bir kuvvet. Çünkü bizi, acılar içinde kıvranan
Rusya'ya sevgimiz, Bolşeviklere nefretimiz, Kremlin'deki, utanç ve
onur duygularından yoksun kaçık halle komiserlerinden vatanı

l l8
kurtaracağımıza olan inancımız birleştiriyor.
Vasilisa Ni.kolaevna, Şopen'e geçmişti. Kıdemli Yüzbaşı Ka­
zamovski, yani Şreyder, artık dolaşmaktan ve Kurmay Yüzbaşı Lit­
vinenko'nun: "Ne zaman sona erecek bu toplanh? İt gibi dondum."
sorularından bıkmış usanmışh.
Perhurov'dan sonra Savinkcw, uzun uzun ve heyecanla ko­
nuştu:
- Henüz bir başlangıç bu, dostlar. Biz, Bolşeviklerin karşı­
sında büyük bir güç olarak büyüyoruz. Örgütümüze "Vatanı ve
Özgürlüğü Kurtarma Birliği" adının verilmesini öneriyorum. Baş­
ka öneriler de olabilir. Dinlemeye hazırım.
"Kurtarma" sözcüğünün "savunma" sözruğü ile değiştirilme­
si önerildi. Oylandı ve kabul edildi: ''Vatanı ve Özgürlüğü Savun­
ma Birliği."
Program da incelendi, ilk önce birinci bölum: En yakın ödev­
ler, ilk maddeler, -Bolşevik hükümetinin iktidardan düşürülmesi,
yerine Rusya'nın ulusal çıkarlarının bekçiliğini yapacak güçlü bir
iktidarın kurulması, gerçek askeri disipline dayalı ulusal ordunun
yeniden meydana getirilmesi, orduda komiserler ve komiteler bu­
lunmaması, komutanların tüm haklarının geri verilmesi- çabucak
ve oybirliği ile kabul edildi.
"Müttefiklerin yardımlarına dayanarak Almanya ile savaşın
devam ettirilmesi" ne ilişkin son madde tarhşmalara yol açtı.
Özellikle General Riçkov'un itirazları pek ateşliydi:
- Özür dilerim, Boris Viktoroviç. Yanlışımı hoş görün, Vik­
tor İvanoviç. Ben sorunun bu türlü konumuna karşıyım. Ne demek
yani bu: "Müttefiklerin yardımlarına dayanarak," Kimdir bu müt­
tefikler?
- Gayet açık, aziz general: Fransa, İngiltere ve İtalya ...
- Viktor İvanoviç, siz sivil bir kişisiniz, ben bir generalim ve
bu müttefiklerin ne menem şey olduklarını yakından anlamış, yük-

1 19
lerini kendi sırtımda çekmiş bir insanım. Bunlar, kendileri için za­
rarlı ya da yararlı olduğu sürece müttefikler. Pirzolanın kokusu du­
yulmaz olunca savaşın en kızgın zamanında müttefiklerini yüzüstü
bırakıverirler. Son savaş sırasında kendilerini kaç defa kurtardık!
- Öneriniz nedir, sayın general?
- Almanlarla ittifak kuralım ve sonuna dek onlarla olalım.
Almanlar sözlerini tutan insanlardır, sözlerine tükürmezler.
General uzun uzun konuştu, ağır sözler söyledi, fakat hiçbir
yaran olmadı. Savaş maddesi Savinkov'un önerdiği biçimde onay­
landı.
Programın ikinci bölümü -yani daha sonraki zamanın ödevle­
ri, "Rusya'da vatandaşlara özgürlükler sağlayacak ve Rus halkının
gereksinimlerine en fazla yardım edecek bir yönetimin kurulma­
sı" - hiçbir tartışmaya yol açmadı. Bütün bölüm sisliydi, açık değil­
di, olasılıklara dayanıyordu.
Tartışmalardan bir hayli yorgun düşmüş olari General Riç­
kov, kötümserleşmişti:
- Bu zamana kadar gelebilecek miyiz, allah bilir, diye söy7
lendi.
"Vatanı ve Özgürlüğü Savunma 'Birliği"nin tüzüğüne ilişkin·
konuşmayı Savinkov yaph. Konuşmuyor, sert sözlerle anlamı be­
lirterek okuyordu. General Riçkov bile sözcüye şaşkınlıkla bakıyor­
du. Bu sivil adam bu kadar belirgin sözleri nereden bulup çıkan­
yordu?
..,..- Gerçekleştirilmesi üzerinde konuştuğumuz ödevler, şu ya
da bu sınıf veya partinin savunulması sorunu değil, toplumsal bir
sorundur, tüm halkın savunulması sorunudur.
Son paragraf alkışlarla karşılandı:
- Başlanan savaşım durdurulmamalıdır. Her ne türlü zor­
luklar ve başansızlıklarla �arşılaşılırsa karşılaşılsın, durdurulma­
malıdır. Davamızdan caymak isteyenler tam bir gizlilik içinde tu-

1 20
tulmalıdır. Bunu ihlal edenler kurşuna dizilmelidir. Vazgeçme is­
tekleri yalnız yirmi beş Mayısa kadar kabul edilebilir. Bu günden
sonraki vazgeçmelerin yanıh kurşundur. Merkez karargahını ve
"Birliğin" programını ifşa etmek, kurşundur!
Merkez Karargah Başkanlığı'na Albay Perhurov getirildi. Ka­
rargahta üç şubenin bulunİnası kararlaşhnldı: Yeni Üyeler Bulma
Şubesi, Harekat ve Haber Alma Şubesi ve Terör Şubesi.
İşler tamamlandıktan sonra Savinkov bavulu açtı. Yalnız, pa­
ralan bir gün önce konsolos Grönar'dan almış olan Vilenkin, Savin­
kov'u dinginlikle izliyordu. ötekiler, hatta soğukkanlı Perhurov bi­
le boyunlarını o yana uzatmışlardı. Bavuldan neler çıkacağını me­
rakla bekliyorlardı. Paralan görünce hepsinin gözleri güldü.
- Arkadaşlar, bilindiği üzere hepinizin giderleri olacak. Ki­
minizin fazla, kiminizin daha az. Bütüıt h�saplan sonradan düzen­
leyeceğiz. Şimdilik avans alacaksınız.
Ve herkese birer paket para ver�i.
Riçkov'un dışındakiler nezaketlerini koruyabildiler, .kendileri­
ne kaç para verildiğini sormadılar, pa�alan saymadılar, birkaçı ise
elalhndan saydı. General, para paketini saran şeriti yırttı, paraları
birer birer saydı, sonra: "Münasip! Tam! Banka tarafından ne kadar
yazılmışsa o kadar!" dedi, paralan üçe böldü ve her üç bölümü de
ayn ayn ceplere yerleştirdi.
Dikhof Derental, alt dudağını sarkıttı: General değil, tüccardı
sanki herif!
Yemek masasına giderken, koridorda, general, Derental'in ku­
lağına fısıldamaya muvaffak oldu:
- Her şeye bumunu sokma. Paralar insanlar tarafından sa­
yılmasını sever. "Hesapları sonradan düzenleyeceğiz," demedi mi
adam?
İlk önce "Vatanı ve Özgürlüğü Savunma Birliği" şerefine ka­
deh kaldınldı. Derental ayağa kalkarak, Savinkov'a sadakat ve sev-

121
giyle baktı, titreyen coşkulu bir sesle ve ıslak gözlerle, ''Viktor İva­
noviç'in sarsılmaz, güçlü enerjisi, zekası ve pırıl pırıl temiz kalbi
için kadehini kaldırdığını," söyledi, sonra ağlar gibi:
- Onu bize tann gönderdi. Ünü, dünya var oldukça var ol-
sun! dedi.
Kara havyan hızla yutan general Riçkov:
- Amin! diye mırıldandı.
Hepsi ellerinde kadeh, sırasıyla konuştu. Perhurov'un kısa ko­
nuşmasından sonra, Savinkov kendisine ilişkin sözler karşısında,
hafif bir reverans yaparak:
- Baylar, bana gösterdiğiniz güvene teşekkür ederim.
Soğukta tir tir titreyen Kazamovski, en son misafiri de Osto­
jenka köşesine kadar götürdükten sonra, Litvinenko'yu yanına
alıp, Vasilisa Nikolaevna'nın kapısını çaldı. Vasilisa Nikolaevna aç­
tı kapıyı, yüzü gözyaşlanndan sırılsıklamdı, bumu şişmişti. Kazar­
oovski onu bu halde görünce şaşırdı:
- Vasenka bu halin ne böyle?
Ev sahibi, yüzünü önlüğü ile silerken:
- Hiç. Buyurun, dedi.
Kıdemli yüzbaşı ile kurmay yüzbaşı doğruca yemek masasına
gittiler. Pis tabaklar arasında, işlemeli bir tahta bardakla, ısırılmış hı­
yarlar dikkati çekiyordu. Kazamovski, yan aaklanma, yan hasetle:
- Yaman çalışmışlar, diye söylendi.
Litvinenko, bir ekmek parçasını tuzlayarak çiğnemeye başladı.
Vasilisa Nikolaevna bir koltuğa çöktü ve başını yumuşak
avuçlan arasına aldı:
- Ne domuz bunlar, ne domuz! Ne varsa atıştırdılar, ne içki
varsa hepsini sömürdüler. Ve teşekkür bile etmediler. Ve doğum
günüm işte böyle geçti.
Kazamovski özür dilemeye çalıştı:
- Ben de sanıyordum ki, siz, sadece gizli toplantıyı perdele-

122
mek için bu doğum gününü uydurdunuz.
- ÇeKa durumu bir sezseydi, ne yanıt verecektiniz, haydut­
lar? Adım ne benim? Onlar, sizin sandığınızdan daha akıllı insan­
lar. Hıristiyan takvimine bakacaklar ve sizi kodese atacaklardı. Be­
nim bugün gerçekten de doğum günüm var.
Biz bilmiyorduk, gülÜm. Bilseydik her şey başka türlü ola-
cakh.
Defolun, reziller! Bu domuzlan da bir daha evime getirme­
yin! Beni de tehlikeye sokmayın! Soylu insanlar sanıyordum sizle­
ri ... Meğer en bayağı domuzlarmışsınız...

iNSANLAR TÜRLÜ TÜRLÜ


Anarşistlerin bozguna uğrahlmasından üç gün sonra Brest De­
miryolu Deposu işçileri, Andrey Martinov'u partiye üye yapmak
için toplanmışlardı. Andrey, ÇeKa'ya geçmeden önce orada çalışı­
yordu. Partiye üye olma dilekçesini daha şubat ayında vermişti.
Andrey, depodan ayrılalı sadece bir ay olmuştu. Oysa; bu kısa
süre içinde işçiler öylesine değişmişlerdi ki... Kendilerini her gün
görseydi, bu değişikliği herhalde farketmeyecekti. Şimdi sıkılıyor­
du: Çocukların hepsinin yüzleri zayıflamış, gözler çökmüştü.
Peters'in de toplanhya geleceği Andrey'in aklından bile geç­
miyordu. Andrey'in sıkıldığını görünce, Peters gülümsedi.
Toplantı başladı. Andrey'e partinin program ve tüzüğünü ka­
bul edip etmediğini sordular, aile üyeleri ve Nadya için bazı soru­
lar ortaya koydular.
Bundan sonra Depo Parti Sekreteri Beloglazov:
- Martinov'un çalışmakta olduğu ÇeKa'dan gelen yoldaşa
veriyorum sözü, dedi.
Peters:
Benim sözüm ne olabilir ki, yoldaşlar, diye başladı. Onu si-

1 23
zin tavsiyenizle işe aldık. Bizde, ÇeI<a'da insanı övme geleneği
yoktur, bundan başka Martinov yoldaş henüz göze çarpacak bir iş
de yapmış değildir. Fakat şunu da belirtmeliyim ki, ne siz ne de biz
aldanmış değiliz.
Toplantı kalabalıktı, hemen hemen iki yüz kişi vardı. Sekreter:
"Martinov'un partiye alınmasını kabul edenler ellerini kaldırsın."
dediği zaman pek az -en çok yirmi kişi- ellerini kaldırdı. İlk önce
Martinov ürktü, fakat, "Oy birliği ile kabul edilmiştir." sözünü du­
yunca, Depo işçileri arasında komünistlerin az sayıda olduğunu,
toplantıdaki diğer işçilerin parti üyesi olmadıklarını anladı.
"Günün konuları"na geçildi.
Sekreter:
- Merkez Yürütme Komitesi üyesi Pötar Hermogenoviç
Smidoviç söz istiyor, dedi.
Arka sırala�dan güleç bir ses duyuldu:
- Buharin'e söz verseydin daha iyi yapardın.
Smidoviç, gülmeden ciddiyetle yanıtladı:
- Ben, zaten Buharin'in ve tüm "Sol Komünistler"in tutum­
ları üzerinde konuşmaya hazırlanıyordum. Anlatacağım. Şimdi,
her işte olduğu gibi, söze de sırasıyla başlayalım. Yoldaşlar, umut
ediyorum ki, gazetelerden birçok şeyi öğrenmiş bulunuyorsunuz.
Salon:
- Biliyoruz, biliyoruz, sesleriyle uğuldadı.
- Bu yüzden bilinen şeyler üzerinde konuşmayacağım. Batı
Cephesi'nden başlıyorum. Alman Ordusu Komutanlığı, üstün
kuvvetlerle İngiliz ve Fransızlara taarruza geçti. İlk günlerde Al­
manların taarruzu iyi gidiyordu, fakat çok geçmeden olanaklarını
yitirdiler, yüz el� bin kayıp verdiler ve taarruzlarını durdurdular.
Arka sıralardan biri:
Bize ne bunlardan yahu? diye bağırdı.
- Yoldaşlar, yalnız size göre Batı Cephesi olaylarının bizim

1 24
işlerimizle hiçbir ilişkisi yoktur. Alma� ordusunun kayıplan ne ka­
dar fazlaysa ve başarılan ne ölçüde küçükse, bizim Brest Antlaşma­
sı ile elde ettiğimiz banşçı dinlenmemiz · o derecede daha büyük bir
güven albna alınmış olur.
- Amma yaphn ha-aa!
- Herkes düşüncesinde serbesttir... Biz yine kanıtlara döne-
lim. Eğer, Kazan Derı.iryolu işçileri ya da Kursk işçileri karşısında
konuşsaydım, onlara şu haberi verecektim: Bugün bizim istasyo­
numuzda, Berlin'e ilk Sovyet Elçiliği temsilcileri hareket etmiştir.
Fakat, siz, bu haberi biliyorsunuz. En yakın günlerde de, büyük bir
olasılıkla, Moskova'ya Alman elçisi gelecektl!. Almanlar, elçi değiş
tokuşu sorununu uzun süre sürüncemede bıraktılar. Fakat, eninde
sonunda razı oldular. Almanlann Batı Cephesi'ndeki kayıplannı
ve bizimle yaptıklan konuşmalarda ödün vertnek zorunda kalma­
larını -bu kanıtlan- karşılaştırdığınız zaman, her şeyden önce, Sov­
yet Hükümeti'nin, Brest Barış Antlaşması'nı imzalamakla ne kadar
doğru hareket etmiş olduğunu anlayacaksınız... Ne dersiniz buna,
yoldaşlar?
- Sözümüzü daha sonra, söyleyeceğiz.
- Bizi cesaretlendiren, bize büyük umutlar veren başka ka-
nıtlar da var. Berlin'de, Viyana'da, Brüksel'de ve Batı Avrupa'run
diğer birçok şehrinde, barışı koruma ve bizi savunma adına birçok
g�steri ve mitingler yapılıyor ... İşçi sınıfı bizden yanadır, barıştan
yanadır, aziz yoldaşlar.
Bu sözler uzun uzun ve coşku ile alkışlandı, bu arada:
- Alfeev, kalk! sesleri de duyuldu.
Smidoviç, jestlerle toplantıyı dinginleştirdi. Kısa bir sessizlik­
ten sonra, tane tane konuştu:
- Fakat, yoldaşlar, bizim durumumuz hiç de iyi değil, hatta
çok ağır... Açlık daha şimdiden boğazımıza sarılmış bulunuyor, ye­
ni ürüne kadar çok zor aylar bizi bekliyor. Memlekette buğday var.

1 25
Sovyet iktidanndan hoşlanmayan ve proletarya diktatörlüğünü
kalplerine saplanmış bıçak gibi gören kişiler, bu buğdaylan çürü­
tüyorlar.
Smidoviç, bir saatten fazla konuştu. Artık kimse sözünü kes­
miyordu. "Anarşistlere dayak!" diyenler oldu, lakin kendilerine
derhal yanıt verildi: "Kes sesini! Dayak sana gerek!"
Smidoviç, içten bir sesle konuşmasını sürdürüyordu:
- Buharin, Uritski ve Lomov, Partinin Yedinci Kongresi'nde
Merkez Komitesi üyesi seçildiler, fakat onlar Brest Banşı sonuçlan­
nın sorumluluğunu taşımak istemiyorlarmış ve bu yüzden de çalış­
mayı reddediyorlar.
Bir ses yükseldi:
- Tıpkı bizim Lihodeev gibi... Güç bir iş karşısında kaldı mı
ya da kayınbabası İspanyol nezlesinden hastalandı mı, veya kansı­
nın midesi bozuldu mu işten kaçıyor.

Smidoviç'ten sonra birçok kişi konuştu. Sadece Alfeev bunlar


arasında değildi:
- Ben sizi anlamıyorum, siz de beni anlamayacaksınız, diye
hınçla söylenerek salondan çıkh.
Bundan sonra karar okundu. Karann son sözleri, en önemlile­
riydi, en g_ereklileriydi, sade bir dille şöyle deniyordu: ''Toplanb,
Sovyet Hükümeti'nin doğru politikasını desteklemekte ve onayla­
maktadır."
Buna şu sözlerin eklenmesi istendi: "Sol komünistler, engel ol­
mamak için düzene çağrılmaktadır." Karar oy birliği ile kabul edil­
di. Ve toplanh "Enternasyonal" marşı ile sona erdi.
Toplanbdan sonra sekreter Andrey'in elini sıkb:
- Haydi kutlu olsun. Bizim işliklerimizi de unutma ...
Peters de söze kabldı:
- Ben de kutlanm. Unutma konusuna gelince, sizleri elbette
unutmayacak. Parti protokolü şimdilik bizde kalıyor.

1 26
2'.afer Meydaru'na dek birlikte yürüdüler... Bir aralık Peters
sordu:
- Tanıyor musun bu Alfeev'i?
- Şu çığırtkanı mı? Hayır. Karşı devrimcinin biri...
Peters yanıt vermedi, sad!i!Ce aynlırlarken şöyle dedi:
- Öğrendiğime göre Alfeev'in aç ve çıplak üç çocuğu varmış
ve kansı hastanedeymiş... Bilinçli olmak kolay iş değil.
Andrey, kendisinin de beklemediği bir yanıt verdi:
- Babamı kürek mahkumluğuna yolladıktan zaman biz de
üç kişiydik.
- İnsanlar türlü türlüdür, Martinov,.. Tekrar ediyorum, bu,
çekistlerin en önemli buyruklanndandır; değerlendirmelerinde as­
la acele davranma. Gerçekten bir şey olduğuna kanaat getirsen bi­
le, sapta bakalım o zaman neden bu hale gelmiş... Belki gerçek düş­
man tam arkasında ... Hiç unutma Andrey, insan için çalışır, yine
insan için savaşırız.

Oro VoN RONE


Yirmi üç Nisan günü, aralarında Malgin'le Andrey'in de bu­
lunduğu birkaç kişi Peters'in odasına çağınldı. Peters onlara şöyle
dedi:
- Orşa'dan aldığımız bir habere göre, Almanya Büyük Elçi­
si Graf von Mirbah'ın bindiği tren bugün Moskova'ya hareket et­
miş. Yarın Moskova'da olacak. Elçi karşılama, diplomatların işidir.
Bizim ödevimiz ise, istenmeyen olaylan önlemektir. Böyle olaylar
beklenebilir. Sizin grubunuz her şeyi öngörecek ve önleyecektir.
Grupbaşı olarak beni atadılar.

Rusya Merkez Yürütme Komitesi Başbakanı Yakov Mihaylo­


viç Sverdlov'la, aynı komitenin sekreteri Varlaam Aleksandroviç
Avanesov perona gelmiş bulunuyorlardı.

1 27
Tam bir bahar günüydü, sıcak ve bulutsuz. Sverdlov, her za­
manki gibi deri ceketiyleydi, ceketin altında beyaz gömleği ve bo­
yunbağı vardı.
On altı yolcu vagonu ile altı yük vagonundan ve iki soğutma
vagonundan oluşan diplomatik tren, istasyona ağır ve dikkatle
yaklaşıyordu.
Alman Ordusu üniformalı genç, yakış,ıklı ve uzun boylu bir
üsteğmen, daha tren durmadan kahverengi vagondan çevik bir ha­
reketle atladı ve bir eli pırıl pırıl bronz tutmakta olduğu halde, tre­
nin yanı başında ağır· ağır ilerlemeye koyuldu.
Sverdlov ve Avanesov, kahvere!lgi vagonun beş-altı adını ya­
kınında durdular. Graf Mirbah'ı Brest Litovsk görüşmeleri sırasın­
da özel bir komisyona başkanlık ve çevirmenlik yaptığı günler.de
Petrograd' da tanımış ve tanışığı olan Karahan ön tarafa geçti. Üs­
teğmen Almanca bir şeyler söyledikten sonra büyük elçi sahanlık­
ta göründü.
Graf Vilhelm kırk sekiz yaşındaydı, fakat çok daha yaşlı görü­
nüyordu. Gözlerinin altı mosmordu, göz kapaklan şişti, yanakla­
rında sklerotik ince kan damarları belirgindi. Bütün bunlar, gençli­
ğin zevklerinden kendini yoksun etmediğini gösteriyordu. Yürü­
yüşü de yaşına göre değildi, ağır ve sallantılıydı.
Çevirmen, Svredlov'un hoş geldiniz konuşmasını elçiye özet­
lerken, Aleksey Malgin, gözleriyle soğutma vagonlarını işaret ede­
rek fısıldadı:
- Graf, Moskova'da yiyecek bulamayacağını bildiği için ihi­
yatlı davranmış. Herhalde Ukrayna'dan tıkabasa tereyağı doldur­
muş vagonlara...
Elçi, elçilik memurları -bunlar arasında fesli altı Türk de vardı
ki, Rusları hayrette bırakmıştı- ve Rus yöneticiler, çok geçmeden
perondan ayrıldılar. Almanlardan sadece birkaç kişi kaldı; Mosko­
va'ya ilk ayak basan üsteğmen ve otuz yaşlarında, enerjik yüzlü bir
başka teğmen de bu kalanlar arasındaydı.

1 28
Üsteğmenin, sivil gençlerin Alman Elçiliği mensuplan etrafın­
da boşuna dolaşmadıklannı derhal anladığı bakışlanndan sezili­
yordu. Onlara yaklaşh, selam verdi, ilk önce Almanca olarak, ken­
disini anlayıp anlamadıklannı sordu. Andrey, hayır anlamında ba­
şını salladı. Subayın güzel yü�ünden hafif bir gülümseme gelip
geçti, fakat zeki mavi gözlerinde derhal bir iyi niyet anlamı belirdi
ve konuşmasını Rusça sürdürdü:
- Müsaadenizle kendimi tanıtayım: Üsteğmen Oto von Ro-
ne. Buradaki eşyamızı korumakla görevliyim şu anda.
Aleksey Malgin, gerek kendi, gerekse Andrey adına yanıtladı:
- Memnun olduk. Ben, Malgin. .
Alöşa Malgin. ayaklan üzerinde yaylandı ve boyu biraz daha
uzadı. Malgin'in sesi Andrey'i hayrete düşürdü, çünkü bu seste her
zamanki şakacılığının ·gölgesi bile y,oktu, dingin, onurlu bir uyum
vardı.
- Üsteğmen, yardımımıza gereksiniminiz olarsa hizmetinize
her zaman hazınz.
Von Oto, bir an için Andrey'e bakhktan sonra diğer subayı ta­
nışhrdı:
- Teğmen Balk. Askeri Tutsaklar Komisyonu Başkanı olarak
Yaroslavl'a gönderilecek.
Balk sessizce bir reverans yaph ve sonra Almanca bir şeyler
mırıldandı.
Diplomatlar treni, biraz sonra kör hatta çekildi ve nöbetçilere
teslim edildi.
Andrey ve Malgin, gerginlikle geçen saatlerin yorgunluğunu
dinlendire dinlendire, Tverskaya caddesinde ağır ağır ilerliyorlar­
dı. Andrey, sanki o anda aklına gelmiş bir görüşünü açıkladı:
- Almanca öğreneceğim. Genellikle yabancı diller öğrenme­
ye çalışacağım. Yoksa, dilsizler gibiyiz. Gördün mü, adam nere­
deyse bizimle alay edecekti.

1 29
Gördüm. Öğren. Gerekli. Ben, biraz da olsa Almanca bili­
yorum. Aslen Piterli'yim. Orada savaştan önce bunların binlercesi
vardı. Balk bizim için ne dedi, biliyor musun? "Dikkat et, üsteğ­
men, bu delikanlılar ÇeKa' dan." dedi.

YAZARIN NOTU
Kitabın önsözünde de belirttiğim gibi, Andrey Mihayloviç
Martinov'la dost olmuştuk. Yazdığım bölümleri kendisine okuyor,
o da bana zaman zaman tavsiyelerde bulunuyor, bazı düzeltmeler
yapmamı öneriyordu. Graf Mirbah'ın Moskova'ya gelişiyle ilgili
bölümü okuduğum zaman şunlan söyledi:
- Üsteğmen Oto von Rone ile yıllar sonra bir daha karşılaş­
hm. Bambaşka bir durum içinde ... Berlin'de, 1944'te, vatan haini
Vlasov'un karargahında ...

"SizE SELAM GETİRİYORUM"


1905 yılında, baba Martinov tarafından yanlışlıkla fedailer
grubuna alınan ve Mihail İvanoviç'i polise ihbar eden fırın işçisi
Grigoriy Denejkin, 1918 bahannda Moskova'da bulunuyordu. Fa­
kat, provokatörler listesinde adı yoktu. Belgeler yazılırken bir yan­
lışlık mı yapılmıştı acaba, yoksa 1917 Şubatı'nda Jandarma Komu­
tanlığı'na saldıran ve oradaki evrakı yakan kalabalık arasında eski
jandarmalar da mı vardı?
Denejkin, verdiği ihbarlann ve bunlara karşılık aldığı parala­
rın makbuzlarının ne olduğunu bilmiyordu. Ortada mıydılar, yok­
sa yakılmış mıydılar? Bu yüzden, kendi kimlik belgeleriyle yaşamı­
nı sürdürmekten korkmuş ve sahte belgeler sağlamıştı. En korktu­
ğu şey de, hemşerileriyle karşılaşmakh. Şuya'dan kaçtığından beri,
Grigoriy, kendince çok akıllı davranıyor, öte yandan, kendilerini
ihbar ettiği kişiler onu dost biliyorlardı. Fakat, Anfim Bolotin'in,

1 30
"Derisini yüzeceğim." deyişini de unuhnuş değildi.
Yakın akrabaları ölmüştü, sadece, savaş sırasında Moskova'ya
yerleşen ve şimdi ev yöneticiliği yapan kız kardeşi Ana sağ idi.
·
Ana, kızlık soyadım taşıyordu: Denejkina. Denejkin'i biraz tedirgin
eden de buydu. Bu yüzden de, .:\na Födorovna'dan uzak kalmaya
çalışıyordu. Fakat, bütün provokatör listeleri yayımlandıktan son­
ra, Grigoriy daha cesur davranmaya başladı. Kız kardeşine sıkı sı­
kıya tembih etti:
- Herhangi birisi benimle ilgilenmeye koyulur, ne iş yaptığı­
mı, nerede bulunduğumu sormaya başlarsa: "Öldü!" de. "Din, va­
tan, özgürlük uğruna can verdi," de. Yalnız, ola da "Çar için öldü."
diye bir budalalık ağzından kaçırmayasın, budala! Şimdiki tarihsel
dönemde böyle bir söz hiç de hayır getirmez!
Şuya' dayken polis komiseri Lavrov'la; daha sonra da Mosko­
va' daki jandarma memurları ile sık temaslarını ustalıklı manevra­
lar olarak belirtiyordu.
Denejkina, kardeşinin ne iş yaptığını bilmiyordu. Kendisine
seyrek gelişinden ve gelirken de hediyeler getirmesinden mem­
nundu.
Lakin, Mart ortasından beri Denejkina'nın kardeşi dolayısı ile
tedirginliği bir hayli arttı. Denejkin, eskisi gibi hep seyrek geliyor­
du, iyi ama, onun adına Ana Födorovna'nın tanımadığı kimseler
gelmeye başlamışh. "Leonit Nikolaeviç'ten size selam getiriyoruz."
diyerek, arada bir geceleri, çokcası da gündüzleri geliyorlardı. Ana
Födorovna, kendilerine, kardeşinden öğrendiği, "Teşekkür ederim,
çok memnun oldum." yanıtı ile karşılık veriyordu. Gelenler, türlü
silahlar bırakıp kayboluyorlardı.
Grigoriy, kardeşine, silahlan değişik yerlere, kanepe ve döşek
altlarına, kullanmadıkları soba içine iyice saklamasını ve bavulla
gelecek bir adama vermesini emrediyordu. Bu adam kendisine:
"Kalp çarpıntısına karşı bir şey bulunur mu sizde?" diye soracak, o

131
da "Var ama, bilmem size yaran ·olur m�?" Y.aruhnı verecek, ad�m
"Verin, belki olur." diyecekti. Silah ve mermileri de ancak bundan
sonra teslim edecekti.
İşler yolunda gitmeye başlamış, adam iki kez gelmişti. Pu­
hov'un oğlu, subay, mart ayı sonlarında, bir gün, iaşe kuponları so­
rununu konuşmak üzere Denejkina'ya uğradı. Tersliğe bakın ki,
Ana Födorovna, üç tabanca getirmiş olan ziyaretçilerden birini he­
nüz göndermiş bulunuyordu. Kadın, silahlardan ikisini gizlemeyi
başarmışh. Üçüncüsü -pınl pml yeni olanı- henüz masa üzerindey­
di. Konuşurlarken, subayın gözleri sık sık tabancaya kayıyordu.
Ana Födorovna, Puhov'a gerekli bütün bilgiyi verdi: Şöyle şöyle
formülerler alacak, bunları şöyle şöyle dolduracakh. Puhov bir tür­
lü kalkıp gitmiyor, gözlerini tabancadan ayırmıyordu.
Denejkina, profesörün Cerjinski ile kişisel dostluğu aklına gel­
dikçe tüyleri diken diken oluyordu. İşte bu korku arasında, birden­
bire:
- İsterseniz, alın, hediyem olsun, önerisinde bulundu.
Subay bir an şaşkınlık geçirdi:
- Neyi hediye edeceksiniz bana?
- Şu tabancayı ... Kadınım ben, neyime gerek tabanca? Siz bir
subaysınız...
- Nereden elinize geçti bu tabanca?
- Buldum. Sabahlan erken kalkar, evleri şöyle bir gözden
geçiririm. Bir gün yürürken yerde gözüme çarpıverdi.
- Şansınız varmış. Yepyeni...
- Alın, alın...
Ve subay Denejkinalardan tabanca ile çıkh. Sergey Puhov bir
tabancaya hasretti ve şimdi, cebindeki silahı okşarken kendini ek­
siksiz bir insan olarak duyumsuyordu.
Evde kanepeye uzandı, ellerini başı alhna koyarak, keyfince
bir şarkı mırıldanmaya koyuldu. Almanya'da savaş tutsağı iken,

1 32
barakadaki arkadaşı Kostya Polunin çavuş bu şarkıyı sık sık söyler­
di. Kostya, bir gün intihar etmişti. Şarkıda şöyle deniyordu:
"Sevgilimle dün ayrıldık,
Biliyorum: Yaşam boştur,
Seninle yine yalnızız
Kara kabzalı tabancam...''
"Hiç de fena kadın değil. Güzel, sevimli. Henüz otuzunda bi­
le yok" diye düşünüyordu Denejkina için Sergey. Bu olay, küçük,
önemsiz de olsa, sıkınhlı yaşaanna bir değişiklik getirmişti. Yaşamı
hiç de sevinçli değildi. Anababası ile ilk karşılaşmalarının ve saba­
ha kadar süren konuşmalarının verdiği mutluluktan sonra günlük
yaşam başlamış ve bu kaçınılmaz sorunfar çıkmışh karşısına: Ne
yapmalıydı, bundan sonra nasıl yaşamalıydı? Yüksek Teknik Oku­
lu'nda öğrenimine mi devam etmeliydi? İ� ama orada hiç kimse­
den bir şey öğrenemeyecekti. Kızıl Ordu'ya mı girmeliydi? Fakat,
Mahalle Askeri Komiserliği'nde kendisine hiçbir ödev önerisinde
bulunmamışlar, "Hele dinlenin bakalım, gerektiği zaman �izi çağı­
rırız" demişlerdi.
Anlaşılıyordu ki, yanda kalmış bir yüksek öğrenimle, savaşta­
ki beceriksizliği ve tutsaklığı ile, kısacası, şimdiki genel durumu ile,
anababasından başka kimseye gerekli değildi. Zaten ailesiyle ilişki­
leri de pek yolunda değildi.
Dönüşünden üçdört gün sonra sofrada konuşurlarken şöyle
demişti:
- Vagonda şöyle bir öykü anlattılar: Papazı şı1raya çağırırlar.
Komiser, saçı sakalı birbirine karışmış bir adam. Okuryazar olma­
yışı yüzünden elindeki gazeteyi baş aşağı tutan komiser sert bir ses­
le sorar: "Söyle bakalım papaz efendi, Sovyet iktidarı karşısındaki
tutumun nedir? Yalan istemem ha!" Papaz şu yanıb verir: "Vallahi
·de iyi, billahi de iyi... Yalan söylemiyorum. Korkarım çünkü... "
Profesör hiçbir şey duymamış gibi davrandı ve kansına:

1 33
- Uda, Doktor Konovalov'la bugün yine görüştüm, dedi.
Genç Puhov'un dostu yoktu, her biri bir tarafa dağılmışh. Va­
renka Samarinka'yı görebileceğini umuyordu, fakat anası, Varen­
ka'nın evlendiğini ve artık Petrograd'da oturduğunu söyledi.
Profesör bir akşam çok yorgun eve döndü, sessizce akşam ye­
meğini yedikten sonra "Pravda"yı açtı. Sergey dayanamadı:
- Baba, Bolşeviklere üye oldun anlaşılan?
Profesör bir an oğluna baktıktan sonra, susmakla yetindi. Bu
sessiz yanıt Sergey'i birden sinirlendirdi:
- Gençliğimi anımsadım şu anda. "Ey memleket, memleket!
Uzak memleket! Volga ana candan. Neşeli özgürlüğü için can­
dan ..." Bizi, Rusları Alman bitleri yiyordu. Ve sizler, Lenin'inizle
birlikte Alman parası ile şeker sahn alıyordunuz ... Evimizdeki bu
şekerler nereden? Bilmek istiyorum, nereden?
Bu sırada Lidya Nikolaevna yemek odasına girdi. Kocasına ve
oğluna korku ile bakıyordu.
Profesör, dinginlikle "Pravda"yı bir yana bıraktı, gözlüklerini
gözlerinden indirdi:
- Sen tutsaklıkta biraz şaşkınlamışsın, Sergey. Eh, o da geçe­
cek ... Ben Bolşevik değilim. Fakat şunu da aklından çıkarma; bir
daha benimle böyle konuşursan nasıl istersen öyle yaşa. Küçük de­
ğilsin artık.
Kalktı, kapıya doğru ilerledi:
- İyi geceler. Yarın erken kalkmam gerekiyor. Yolculuk ya­
pacağım çünkü...
Sergey hava almak için dışarı çıkh, tam dış kapı önünde De­
nejkina ile karşılaştı. Bir asker selamı vererek,
- Onur ve saygılar büyük komutana, dedi.
Denejkina olanca komutanlık tutumu ile gülümsedi:
Siz her fırsatta benimle alay ediyorsunuz, Sergey Aleksan-
droviç.

l !'\4
O geceden sonra genç subay, geceleri odasına pek seyrek uğ­
ramaya başladı. Ana Födorovna'nın odası hoşuna gidiyordu artık.
... Lidya Nikolaevna oğlunun nerede gecelediğini çok geçme­
den anladı. Sergey, babasının sessiz tutumunu, annesinin iğrenen
bakışlannı, ancak Denejkina ile geçirdiği gecelerde unutuyordu.
Masada her zaman votka v.ırdı. Hem de gerçek votka, resmi
mühürlü Nikolaevska votkası ... Sergey'in, bu kadar değerli ve pek
az ele geçen votkayı nereden sağladığı sorusuna, günden güne
gençleşip güzelleşmekte olan Ana Födorovna şu yanıtı veriyordu:
- Üzümünü ye de bağını sorma...
Ve türlü mezeleri önüne koyuyordu.
Sofradalarken Ana Födorovna, misafirlerine daima "Siz,"
"Buyurun, Sergey Aleksandroviç," "Mezeyi de ihmal etmeyin, Ser­
gey Aleksandroviç,", "Lütfen, şundan da buyurun, Sergey Alek­
sandroviç." diye hitap ediyordu.
Lambayı söndürdükten sonra ise, Sergey Aleksandroviç, "Ca­
nım", "Gülüm", "Hayatım" oluyordu.
Aralarında uyuşmazlıklar da oluyordu bazen. İlk gecesi Ana
Födorovna sanki bir şişe odekolon sürünmüştü. Sergey'in böyle
kokulara tahammülü yoktu. O gece adamakıllı içmişti, bu yüzden
ses çıkarmadı, fakat ertesi sabah kendini tutamadı:
- O odekolonu başka gereksinimlerine sakla, dedi.
· Başka bir gece henüz yatmışlardı. Kapı hafifçe çalındı. Sergey:
"Babam mı acaba?" diye telaşa düştü. "Annesine bir hal mi olmuş­
tu?"
Ana Födorovna, lambayı yakmadan, kapıya doğru:
- Sen misin? diye seslendi.
- Benim. Aç!
Sergey, ne olur ne olmaz diye, el yordamı ile bütün eşyasını
bulup giyinmesine ve kapıya doğru gitmesine karşın tüm konuş­
mayı işitemedi. Dışardaki ses:
- Defet şunu ... Dondum ... diyordu.

1 35
- Komutayı sevmem...
Kapıya yüklenildi. Ana Födorovna yorganı yokladıktan sonra:
- Sergey Aleksandroviç, neredesiniz? diye sordu ve sarıla-
rak fısıldadı: "Yat, sevgilim, yat, canım ..
. "

- · Kim o gelen?
- Milisyoner. Kerata, iş için gelmiş, Seröja "Neden nöbetçile-
riniz ortalıkta görünmüyor?" diye soruyor.
- Yalan söylüyorsun. Ben işittim. ·Senin eski itlerinden biri
bu...
Ana Födorovna yorgana sarılarak lambayı yakh:
- Gidin, Sergey Aleksandroviç. Kocam vardı, fakat ardımda
it dolaşhrmadım. Siz.ilkişiniz.
- Budala ... ·
- Git, pilicim, git. Anacığın seni kim bilir ne kadar merak
ediyordur.
Sergey gitmek istemiyordu. Ana Födorovna saçlarını düzelt-
mek için ellerini kaldırınca yorgan kucağına sıyrıldı.
Sergey:
- Peki, kavga etmeyeceğiz, diye uzlaşma yolunu tuttu.
Ana Födorovna beceriyle entarisini sırtna geçirdi ve nezaketle
Sergey'in sözünü kesti:
- Ben kavga etmiyorum ki, gülüm. Ben gibi bir kancığın, sen
gibi bir subayla kavga etmesi olasılı bir iş'mi? Artık çok geç oldu, ha­
yahm... Uyumak istiyorum. Git şimdi gülüm. Başka zaman gelirsin.
Sen tamamen budalalaşhn, biliyor musun? Saat neredeyse
iki.
Korkma. Kapıya kadar geçireceğim seni ben.
Ana Födorovna'nın sözleri nazikti ama, sesi kesin ve kuru idi.
Yüzünün anlamı bir tuhaftı; ne kötü, ne de kırgın. Gururlu bir tu­
tumla, "Dokunma bana.", "Yaklaşma bana." diyordu.
Karanlık ve soğuk merdivende Sergey yaphğı budalalığı anla�
dı ve geri dönerek, ilk önce hafifçe, sonra daha güçlü kapıyı vurdu.

136
Ana Födorovna sordu:
- Kim o?
- Aç! Kemerimi unutmuşum.
Ana Födorovna aynı nazik sesle:
- Yann gel, gündüz g�zü ile alırsın, diye yanıt verdi.
Sergey bir küfür savurarak dördüncü kata vardı. Kapıyı açh
ama, içerden zincirliydi. Babası geldi, kapı aralığından bakhktan
sonra zinciri boşandırdı ve sessizce sırhnı dönerek yürüdü.
Sergey, ertesi günü, kin dolu bir sesle kuduzca bağırdığı için
büyük bir pişmanlık duyuyordu. Arhk bütün kötülükler birikmiş­
ti; kendisini bir köpek gibi kovan Denejltjna'ya gidişleri, kendisin­
den ve anababasından memnunsuzluk, sarhoşluk geceler. Bütün
bunlar patlamayı hazırlayan etkenlerdı.
Ne diye bana arkanı dönüyorsun?. Yüzünü dön? Konuşa-
hm!
Konuşalım Seröja. Ama daha sonra. Şimdi meşgulüm.
Neyle meşgulsün? O itler için rapor mu hazırlıyorsun?
Misafirlerim var, Seröja.
Tam bu sırada babasının çalışma odasından iki kişi çıkh. Biri;
kırkına yaklaşmış, uzun boylu, zayıf, yüksek alınlı ve kısa sakallıy­
dı. Öteki; orta boylu, gür saçlı ve deri ceketliydi. Uzun boylusu,
hiçbir ilgi göstermeden Sergey'in yanından geçti, kasketini aldı ve
kapı önünde durdu.
Sergey, alaylı bir reverans yaph, topuklarını birbirine vurdu:
- . Ben Puhov. Daha doğrusu genç Puhov. Kiminle tanışmak
onuruna sahip oluyorum?
Zayıf adam elini uzath:
- Cerjinski.
Ve gencin elini sıkh. Sergey şaşkınlık dolu bakışlarla babasına
bakh. Profesör güldü:
Şimdi aklıma geldi Feliks Edmundoviç. Ah şu bellek? Tıp-

137
ta boşuna dememişler sklerozun ilk belirtisi diye ... Nikolay Dmit­
rieviç Zelinski. Tanımıyor musunuz yoksa?
- Hayır.
- Tanıştıracağım sizi. Son derece de ilginç bir kişi. Moskova
Üniversitesi'nde dersi olduğu saatlerde salon dolup taşardı. Sonra­
lan o bakanla araları açıldı.
Kapı önünde duran adam söze karıştı:
- Kaso ile yani aklımda kaldığına göre, kavga etmemiş, Ka­
so'nun tutum ve davranışlarını protesto etmek için istifa etmişti.
- Evet, çok doğru. Şimdi o son derece de ilginç deneyler ya­
pıyor, mazottan en yüksek kaliteli benzin elde etmek için çalışıyor.
- Teşekkür ederim, Aleksandr Aleksandroviç. Mutlaka ta­
nıştırın bizi. Sizi fazla meşgul ettiğimiz için özür dilerim. Yarın gö­
rüşeceğiz. Daha doğrusu bugün. Çünkü, "yarın" artık başlamış bu­
lunuyor.
Profesör, yatak odasının kapısını dikkatle açtı, soyundu ve yi­
ne aynı sessiz tutumu ile yattı. Lidya Nikolaevna ağlayışını sezdir­
memeye çalıştığı halde, Puhov duydu bunu.
- Üzme kendini, Liduşa. Her şey düzelecek elbette.
- Saşa, nedir bu başımıza gelenler? Bu çocuk tamamıyla
düştü artık. Her gün sarhoş. Ne yapalım, bilmem ki? Konuş kendi­
siyle yardım et.
Aleksandr Aleksandroviç tekrar giyindi:
- Olur. Gidip konuşacağım.
Sergey evde değildi. Herhalde yeni çıkmıştı, çünkü kapının
zinciri hala sallanıyordu. Kapıyı, demek ki, yavaşça kapatmıştı.

"ŞiMDİ VLADİMİR İLiç LENİN KONUŞACAK"


Babası ile Frunze yirmi dokuz Nisan pazartesi günü geldiler.
Baba kahve renkli küspe çöreğini masaya koyarken şakacı bir sesle
söylenmeye başladı:

1 38
- Ah sizi gidi Moskovalı uyku tulumları ... Annen, "Al da al,
açhr onlar orada. Herhalde aç tahta kurusuna dönmüşlerdir!" diye
bir tutturdu ki, söz anlatmanın olasılığı yok. Oysa bunlar sıcakken
lezzetlidir, soğudular mı kerpiçten farksızdırlar.
Frunze somurtkan bir yüzle söylendi:
- Bu çöreklerle yalnız aşık oynanabilir...
Frunze'nin yüzü Andrey' e yorgun ve sararmış göründü. Frun­
ze çayını içip evden ayrıldıktan sonra babasına sordu:
- Nesi var?
- Ülserinden zoru var. Ülser baharda azar. Sofya Alekseev-
na ile, onun yoldaşlarımızdan daha iyi besle_nmesini denedik. Yu­
murta bulduk, sütçü ile konuştuk. Fakat, Frunze hiçbirini kabul et­
medi. Bizi geri çevirdi. Hele sabahlan durumu çok kötü. Gündüz­
leri biraz hafifliyor.
Andrey, babasına, bir gün önceki "Pravda"yı verdi:
- Okudun mu? Lenin'in "Sovyet İktidarının Önünde Duran
Ödevler" yazısını?
Babası gazeteyi alarak okumaya koyuldu.
Mihail İvanoviç, on üç yıllık parti üyeliği süresinde birçok şey­
lerle karşılaşmıştı. 1905 yazında mutlu günler vardı; dünyanın ilk
işçi milletvekilleri şilrası Talka nehri kıyısında toplanhlar yapmış­
tı, devrimin zaferi yakın görülüyordu. Acı günler de vardı; özellik­
le Aralık ayında. Arseniy'in komutasında Moskova'ya giden işçi
müfrezesinin ancak yansından azı sağ dönmüştü.
On beş etap geçilerek gidilen ağır pis kokulu, kovalı, tahta ku­
rulu, bulaşık suyu çorbalı zindanlar vardı. Bu zindanlara, kışın
yüzlerce kilometre yürünerek gidilir ve zindan avlularında, ömür
boyunca unutulmayan sesler duyulurdu:
Semönov?
Buradayım!
Tvororov?

1 39
Müsaadenizle arz edeyim efendim, Tvorogov dün gece öl-
dü.
- P�kala! Taçkin, çek adı üzerine çizgiyi.
- Başüstüne efendim.
Aleksandr Merkez Tutukevi, Rusya imparatorluğunun en bü­
yük zindanlarından biriydi.
Aylar geçer, evden tek bir mektup alınmazdı, bu, çeşitli ceza­
lardan biriydi. Açlık grevleri yapılır, başarısız firar girişimleri olur­
du, fakat Mihail İvanoviç hiçbir zaman umudunu yitirmemişti.
Etap yürüyüşlerinden v� hücre cezalarından daha da korkunç
olaylar meydana gelirdi: Asılan, kurşuna dizilen, zindanlarda ve­
remden ölen, acılara dayanamayarak yaşamlarına son veren arka­
daşlarına ilişkin haberler bunlar arasındaydı.
öyle günler olurdu ki, eski dostlarının ihanetini ya da provo­
katörlüklerini öğrendikleri zaman nefret ve hınçtan deliye döner­
lerdi.
Bir gün, fedai grubundan dostu Konstantin Zaharov'un polis
olduğunu, Dmitriy Uhov'un tutukevinden doğruca manashra git­
tiğini öğrenmişti. Uhov, zaten tanrı düşüncesiyle aklını bozmuştu,
bu yüzden onun bu tutumu, onları o derece üzmemişti.
Nihayet, Mart 1917'de Sibirya kürek mahkumluğundan eve
dönüş zamanı -o unutulmaz günler- gelmişti. "Siyasal Mahkumla­
ra Selam!" yazılı kırmızı bir kumaş lokomotifin önüne gerilmişti.
Vagonların üzerinde kızıl bayraklar dalgalanıyordu. Vagonlardaki
yolcular bir deri bir kemikti, kimisi mahkum giyimli, kimisi sivil,
kimisi asker elbiseliydi. Buna karşın hepsi de sarhoşluk derecesin­
de neşeliydi, vagon vagon dolaşıyor, hemşeri arıyorlardı. Bitimsiz
Sibirya demiryolu boyunca her istasyondan yeni yeni yolcular bi­
niyordu trene. Kucaklaşmalar, öpüşmeler, gözyaşları... Ne yap­
sınlar, zindanlarda sinirleri yıpranmışh.
Ve her istasyonda mitingler yapılıyordu.

1 40
Zindan koğuşlarındaki tarhşmalar mitinglere ve bazen yirmi
dört saat süren toplanhlara aktarılıyordu.
Diğer sanayi şehirlerine kıyasla küçük bir şehir olan Şuya'da
neler oluyordu neler! Herkes elinden geleni esirgemiyordu. Şair
Konstantin Balmont'un, bölg�eki mitinglerde her gün nutuk ata
ata sesi kısılmışh. Bütün konuşmaları, en çok "Zafere kadar savaşa
devam!" sloganı etrafında dönüp dölaşıyordu. Hafta sonuna doğ­
_
ru nihayet sesi tamamıyla kısıldı, boğuk sesiyle bir şeyler söylerken
eliyle boğazını tutuyordu.
Daha sonraları ne olacakh?
Şuya'da Bolşevikler azdı, sürgün ve zD:tdanda olanların hepsi
dönmemişti henüz. Öte yandan, · zaten az olanlar arasında görüş
aynlıkları vardı.
Ve birden, yedi Nisan'da, "Pravda':da, Lenin'in "Proletar­
yanın Günümüzdeki Ödevleri" başlıklı yazısı yayımlandı.
Mihail Martinov için yarına ilişkin görüşlerini bir denetimden
geçirmek ne büyük bir mutluluktu!
Ve önceleri olduğu gibi, şimdi de Lenin'le aynı görüşte oldu­
ğunu anlamak, Mihail Martinov için gerçekten büyük bir mutlu­
luktu! Aleksandr Tutukevi'ndeyken, veremden hasta Piterli dö­
kümcü İvan Maksimov, ölümünden birkaç gün önce, Eser (Sosya­
list Devrimciler Partisi üyesi) Çemouhov'a, dingin ve cılız bir sesle
şu yanıh vermişti:
- Herkesin inandığı bir insanı vardır, Filip. Sizinki Yevno
Azef, bizimki ise Lenin.
- Sizin Lenin'iniz sizleri öyle bir yola götürecek ki ...
- Benim gideceğim yol belli arhk. Birkaç gün sonra ne yazık
ki, oraya götürülmüş olacağım. Eh, ne yapalım. Fakat, kimin haklı
olduğunu başkaları kanıtlayacak, Filip.
Şimdi yine bahar. İnsanın başını kaşımaya vakti yok. Mihail
Martinov: İvanovo-Voznesenski Bolşevikler Şehir Komitesi üyesi,

141
seçimli fabrika direktörü. Pamuk ve yakıt tükenmek üzere. Ekmek
yok, para yok. Vladimir İliç Lenin'in de işleri başından aşkın.
Mihail İvaniviç'in bütün düşüncesi Lenin'in yazısı ile meşgul.
Başka hiçbir şeyi düşünemiyor. Andrey'le Nadya çıkarlarken, an­
cak o zaman, gözlerini gazeteden ayırdı ve "Güle güle çocuklar."
diyebildi.
Gazetede şunları okuyordu Mihail İvanoviç:
" ... Bizler. Bolşevikler Partisi, Rusya'yı inandırdık. Rusya'yı,
zenginlerden yoksullara, sömürücülerden emekçilere kazandırdık.
Şimdiki ödevimiz Rusya'yı yönetmektir."
Mihail İvanoviç, ağır ağır, her sözcük üzerinde düşüne düşü­
ne okumasına devam ediyordu: "Yeni toplumsal sınıfın -o sınıf ki
hala gereksinim ve cahilliğin baskısı ve ezgisi altındadır- yeni du­
ruma alışabilmesi, sağını solunu görebilmesi, işlerini örgütleyebil­
mesi ve kendi örgütçülerini yetiştirebilmesi için, elbette, haftalar
değil, aylar ve yıllar gereklidir."
Semön Bakakin de şehir konferansında şöyle dememiş miydi:
"Burjuvadan iktidarı aldığımız günden beri, yakında, allaha şükür
alh ay dolmuş bulunacak. Neler yaphk bu süre içinde? Neler ka­
zandık?"
Lenin diyordu ki:
"Tarihteki her derin ve güçlü halk hareketi içinde pislikler de
bulunmuştur; deneysiz yenilikçilerle serüvenciler, kendilerini be­
ğenmişler ve gevezeler, şarlatanlar, yapışmış budalaca paniğe ka­
pılmalar, şaşkınlıklar, iş yapar görünmeler olmuş, bazı deneysiz
"önderler" yirmi işe birden sarılmış ve hiçbirini sonuna ulaştırama­
mıştır.
Bunların hepsi bizde de var. Bunlar, bizde, İvanovo-Vozne­
sensk'te de oluyor. Bizde de kendini beğenmişler ve gevezeler var.
Şarlatanlar da. Kahrolasıcalar sokulmayı, yapışmayı, sızmayı ba­
şardılar. İl Askeri Komiseri Pavel Baturin, şehir komitesinde, ilk

1 4!.!
sovyet askeri birliği komutanı Kuvaldin'in kaçış öyküsünü anlatır­
ken şöyle diyordu: "Aramıza sızmış namuzsuz, para ve iki tabanca
çalmış. Oysa kendisine öylesine güveniyorduk ki..."
Özellikle yazının sonu Martinov'u son derecede ilgilendirdi.
Burada, suçlandırılan devrimcilerden söz ediliyordu. Bunlara ne
yazık ki rastlanıyordu. İçlerinden bazıları devrime bütün varlıkla­
rıyla bağlıydılar, düşüncelerinde içtendiler. Ne var ki, ana sorun­
larda yanılıyorlar, geri bırakılmış, gericilerin ve yıkıcı savaşların
derin acısını çekmiş ve ilerlemiş memleketlerden çok daha önce
sosyal devrime koyulmuş bir memleketin kaçınılmaz olarak geç­
mek zorunda bulunduğu aşamaları kavrayamıyorlardı. Bu insan­
lar zorluklarla dolu geçici dönemlerin güçlükleri karşısında daya­
nıklık gösteremiyorlardı.
"Savaşın dehşetleri, en ummadıkları.zaıpanlarda başlarına ge­
len iflaslar, yıkım ve açlığın görülmemiş acılan karşısında dehşete
düşen küçük mülkiyet sahipliği, bu gibi tiplerin sosyal kaynağıdır.
Bunlar, çıkış ve kurtuluş yolu ararken, proletaryayı destekleme ile
umutsuz çırpınışlar arasında kararsızlıklar geçirirken, sağa sola
yalpa vurmaktadırlar. İsterik yalpalamalar bize gerekli değildir. Bi­
ze, çelik gibi sağlam proletarya birliklerinin uyumlu ilerlemesi
gereklidir."
Mihail İvanoviç'in yazıyı okuduktan sonraki ilk duygusu şu
oldu: "Ne yazık ki şimdi İvanono-Voznesensk'te değil de, şu küçü­
cük odada bulunuyorum."
Politeknik Müzesi'nin büyük salonu, gecenin saat onuna doğ­
ru ağız ağiza dolmuştu. Toplantıya, Rusya Merkez Yürütme Komi­
tesi üyelerinden başka, işçiler, parti ve şura aktivistleri çağrılıydı.
Geçitler ve merdivenler de tıklım tıklımdı. Birinci sırada; genç kızıl
ordu askerleri ve Moskova eyaletinin çeşitli köylerinden gelmiş
köylüler oturmuştu. Bunlar, aynı gün yapılan eyalet köy kongre­
sinde bulunmuşlardı.

1 4:�
Martinov'la Frunze, beşinci sırada yanyanaydılar. Martinov
daha önceden gelerek arkadaşına da yer ayırmıştı.
- İvaniç, senin Andrey'e bak hele, dedi Frunze.
Andrey kapı yanındaydı, oradan prezidyuma kolayca gidile­
bilirdi.
- Şimdi Vladimir İliç Lenin konuşacak, sözü, bu sade ve ola­
ğan söz duyulur duyulmaz öyle bir alkış tufanı koptu ki, sanki ta­
van çökecek, duvarlar yıkılacaktı.
Nihayet, Sverdlov, salonu dinginleştirmeyi başarabildi, bun­
dan sonra da öylesine bir sessizlik oldu ki, Yakov Mihayloviç'in
(Sverdlov'un) elindeki zili, kırmızı çuha ile örtülü masaya koydu­
ğu bile duyuldu. Ve bu şaşılası dinginlik içinde Lenin söze başladı:
- Yoldaşlar, sorunu, bugün, · her zamankinden biraz daha
başka biçimd� önünüze sereceğim. Yani, Sovyet iktidarının önün­
de duran ödevler başlıklı yazım, toplanhmızın ana raporu olacak.
Salon birden bembeyaz oldu, hemen hemen herkesin elinde
not defterleri, öğrenci defterleri ve kağıtlar belirdi. Salondakiler,
Lenin'in konuşmasını not etmeye koyuldular.

1 9 1 8, MAYIS
Yaşam, majeste Rus esnafının önüne her gün yeni yeni konu­
lar atıyordu.
- Bay yoldaşların işleri yine çıkmaza girdi. Kendi krallıkları­
nın bayramı olan 1 Mayıs'ı kutlama.lan ve kızıl bayraklarla cadde­
lerde yürümeleri üzerinden kaç gün geçti ki... Ama, Alman, tuttu
Rostok-Don'u Rusya'dan koparıp aldı. Artık balık malık hak geti­
re... Bundan sonra balıklarımızı onların (Almanların) mamahen ve
papahenleri atıştıracak. ..
- Yine kongreler kongreler... Tüm Rusya Emek Komiserleri
Kongresi, Yakıt Kongresi, Halk Ekonomisi ŞOralan Kongresi... Şaş­
mamak elde değil, Halk Ekonomisi Kongresi! Hepimiz yalın ayak-

144
ken nasıl kongredir, nasıl ekonomidir bu!
- Ve menşeviklerin de kongremsi bir şeyleri oldu. Gerçek
kongreye cesaret edemediler, Tüm Rusya Danışma Toplantısı diye
bir şey örgütlediler. Ve bütün konuşmacılar aynı nakaratı tekrarla­
dılar: Şuralar iktidardan atılma1ıymış ..: Liber sözü aldı ve: "Şurala­
nn ölüm fermanını ilan edelim!" gibilerden bir karar tasarısı sundu.
- Alın gülüm, bir kongre daha: Kitaplık sorunu üstüne... Bu­
nun anlamı nedir, be canım? Kitap okuyun, yiyecek işlerini düşün­
meyin!
- Konservatuvarı millileştirdiler, Tretyakov Galerisi'ni mil­
lileştirdiler. Her şeyin halkın malı olduğunu, her şeyden halkın ya­
rarlanacağını ilan ettiler. Bunun sonu ne olacak, bir türlü anlayamı­
yorum.
- "Prens Potemkin Zırhlısı"nın işleri de bir lürlü yürüm�di.
Zırhlının deniz erleri ayaklandıktan ve iırİtlıyı Köstence'ye götür­
dükten sonra, Rumenler, Rusya'ya geri verdiler. Ve adı değiştiril­
di, "Aziz Panteleymon" oldu. Affedersiniz1 çan tahhndan attılar ve
zırhlının adını yeniden "Potemkin"e çevirdiler. Geçenlerde de
"Özgürlük Savaşçısı" adını verdiler. Bir iktidar değişikliği daha
olursa, bakalım o zaman bu zırhlının adı ne olacak?
- Yeni para hazırlıklarını duydunuz mu? Evet, yeni paralar
hazırlıyorlar. Güvendiğim birinden duydum. Kağıtta boynuzlu
şeytan resmi varsa, bu, büyük para demek, dişi şeytan resmi varsa,
bilin ki bu küçük para, yani beş rubleye kadar olacak.
- Yeni bir söz daha çıktı ortaya: "Prodotryat" [İaşe müfreze­
leri sözünün kısaltılmışı. Bunlar köylere gidiyor, köy ağalarının
gizledikleri ürün fazlasını .ortaya çıkarıp aç halka dağıtılmak üzere
Sovyet iktidarına teslim ediyorlardı -çev.J . .
- Duydunuz mu?. . Komşunun parti üyesi olmayan oğlu bu
müfrezelerden birine yazılmış, "Anne," demiş, "Hiç telaş etmeyin,
köylerdeki gizli çukurlan açmaya gidiyoruz..." Soygun değil de ne­
dir bu?

1 45
Aman allahım!
Önceden yapmaları gerekirdi bunu.
Ulyanov Lenin'in "Sol Çocukluk ve Küçük Burjuva" baş­
lıklı yazısını okudunuz mu? Ciddi söylüyorum: Okuyun! Ulyanov
Lenin için her şey dava! Evet, evet; dava!
- İyi ama şu bizim patrik ne yapar! Neden bunların hepsini
lanetlemez!
- İsa, korusun!
- Hele bir lanetle ... Sonra onlar seni öyle bir lanetlerler ki,
iler tutar yerin kalmaz. Yumuşak bizim Tihon ... Beceriksiz...
- İngiliz'i, Alman'ı, Fransız'ı, Amerikan'ı, Japon'u ... ve daha
daha neleri... Hepsi tek Rusya'ya karşı ...
- Allahım, sen koru bizi...

Bu KADAR Ç ILGINLIK YETER!


ÇeKa mensupları arasında, giderek, adeta fark edilmeden,
herkes için zorunlu bir yasa yürürlüğe girdi: "Kimin şu anda han­
gi işle uğraşhğı, çoğunun katılacağı bir hareket olmayacaksa, bun­
dan sonra ne yapacağı konusunda birbirlerine soru sormamaları."
Çoğunun katılacağı hareketi de sadece bu harekete kahlacak olan­
lar bilirdi.
Yenilerden biri fazla konuşkansa sözleri dinlenmez, o da yap­
tığı yanlışlığın farkına vararak susardı. Bunun farkında olmayan
gevezeler ise ÇeKa'da fazla tutunamazlardı.
Andrey, bu yasayı daha ilk günlerde anladığı için kimseye hiç­
bir soru sormazdı.
Filatov'un tutukevinden kaçhğını Peters'den öğrendikten son­
ra, bunu bir bilgi olarak kabul etti ve nasıl kaçabildiği konusunu
eşelemedi. Zaten ilgilenseydi bile, Filatov'un kaçışının, Aleksand­
rov'un emriyle, tutukevi müdür yardımcısı, Sol Eser Sosin tarafın­
dan örgütlendiğini hiçbir zaman öğrenemeyecekti. Bunu, hiç kim-

146
se, hatta Filatov'un kaçışını araşhrmakla görevlendirilmiş olan Te­
rentiy Deribas bile bilmiyordu.
Altı Mayıs sabahı karısı Nadya'dan ayrıldıktan sonra, Vozdvi­
jenka'da, Balhk ve Karadeniz Filosu' na bağlı Yük Taşıma Genel
Müdürlüğü'nün dış kapısı önj.inde, deniz eri üniformalı Filotov'u
görünce, Martinov'un ne büyük bir şaşkınlığa uğradığını anlayabi­
lirsiniz. Filatov sakal bırakmış olmasına karşın, Andrey tarafından
kolayca tanınmışh.
O gece, Nadya, Andrey'e hamile olduğunu bildirmişti. Hemen
hemen sabaha kadar uyumadılar. Arhk gelecekteki yaşamlarını üç
kişi olarak kabul ediyor ve tasarımlarını .ona göre yapıyorlardı.
Andrey, oğlunun -kızı değil, oğlu olacağına bütün varlığı ile inanı­
yordu- hemen, en geç bir hafta sonra dünyaya geleceğini tasanmlı­
yor ve bu yüzden, çocuk arabasını ya da i<ar.yolayı ve diğer gerek­
li eşyayı derhal sağlamaları gerektiğini söylüyordu. Nadya işte
iken, Mişka'nın yanında kimin kalacağını düşünüyordu.
Nadya onu dinledi, dinledi ve sonra gülerek kendine gelmesi­
ni söyledi. Çünkü, kızının -o da evlatlarının mutlaka kız olacağına
ve Nastenka adını taşıyacağına inanıyordu- doğmasına daha pek
çok zaman vardı.
Andrey, işte böyle bir mutlu ve sevinçli gecenin sabahında
düşmanla yüzyüze geldi.
Filatov, kaldırımda bir aşağı bir yukan dolaşıyordu, herhalde
birini bekliyordu. Andrey, afiş tahtasının ardına gizlendi. Henüz
iki dakika bile geçmemişti ki, İvan Sevastiyanoviç Artemiev belirdi
ve Filatov'un yanına gitti. Kısa bir konuşmadan sonra, deniz erleri
tarafından korunan giriş kapısından içeri girdiler. Deniz erlerinden
biri -Andrey bunu açık seçik gördü- Filatov'a, enerjik bir tutumla
selam durdu. Bu nasıl işti ki, tutukevinden kaçan suçlular Mos­
kova'da serbestçe dolaşıyor, geceli gündüzlü nöbet tutulan bir bi­
naya engelsizce girebiliyorlardı.

1 47
Andrey, bulunduğu izleme noktasından ayrılamıyordu. Fila­
tov'la Artemiev'i elden kaçınrsa, bir daha git de bul. Ya başka bir
yöne saparlarsa?
Andrey, taşıdığı sandıktan su boruları onanası olduğu anlaşı­
lan bir genci durdurarak, görev kartını gösterdi, Nadya'nın çalıştı­
ğı binayı işaret ederek:
- Derhal şu binaya git, ikinci kata çık, Nadejda Martinova'yı
bul ve derhal buraya gelmesini söyle. Anladın mı?
Genç, alet sandığını bırakarak gösterilen yere koştu.
Bu sırada, Baltık ve Karadeniz Filosu'na bağlı Yük Taşıma Ge­
nel Müdürlüğü binası önünde, Andrey'in, Malaya Bronna olayı ge­
cesi tanıdığı şoförün arabası durdu.
Arabadan, geniş bir somun suratlı ve kurbağa ağızlı, deniz eri
kılıklı şişman biri güçlükle indi. Nöbetçiler, otomobili görünce put
kesildiler, deniz eri kendinden emin tembel yürüyüşüyle yaklaşın­
ca selam durdular ve ağır kapıyı o derecede hızla açtılar ki, nere­
deyse birbirlerine toslayacaklardı.
Andrey riski göze alarak gizlendiği yerden çıktı, şoförün yanı­
na gitti:
- Merhaba. Kimdi bu adam?
- Merhaba. Kim olabilir! Şefim, Germanov yoldaş. Sabah sa-
bah sen ne arıyorsun burada?
- Kanını bekliyorum, dedi Andrey, kaldırımda su boruları
onarıcısı ile kendisine doğru koşmakta olan Nadya'ya koştu. Gence:
- Teşekkür ederim, dostum, dedi.
Nadya, durumu birkaç sözle anladı:
- Derhal Malgin' e telefon edeceğim.
- O da durumu Peters'e bildirsin.
Baltık ve Karadeniz Filosu'na bağlı Yük Taşıma Genel Müdü­
rü' nün tutum ve davranışları, gece alemleri, ne idüğü belirsiz kişi­
lerle bağlantıları, Peters'i çoktan kuşkulandınyordu.

1 48
Yakov Hristoforiş, bir gün Moskova Hail< Komiserliği otu­
rumlarından birinde Germanov'la karşılaşh.
Peters'i bu toplantıya, o sıralarda, henüz bozguna uğratılma­
mış olan ve kendilerine anarşist diyen kriminalistlerin işgali alhn-·
da bulunan Morozov'a ait evin nasıl serbest bıraktırılacağı konu­
sunda düşüncesini almak için çağırmışlardı.
Orada denizciyi görünce, kim olduğunu sordu. Moskova Halk
Şt1rası Başkanı Mihail Nikolaeviç Pokrovski, bunun Germanov ol­
duğunu, bazen kendisine kamyon vererek yardımlarda bulundu­
ğunu, bu yüzden de oturumlara çağırıldığını anlath.
Oturum sırasında telefon çaldı. Pokrovski:
- Germanov yoldaş, sizi istiyorlar, dedi.
Germanov, telefonda söylenenleri dinliyor ve kısa konuşuyor-
du:
- Anladım! Başlayın! Adres? Geleceğim! Derhal.
Peters, Germanov'un bir kağıda yazdıklarını da gördü: "Spiri­
donovka, Tarasov'un evi."
Germanov, çok geçmeden, Pokrovski'den özür dileyerek ay­
rıldı.
Peters, ertesi sabah, o gece Spiridonovka'daki, eski zenginler­
den Tarasov'a ait evde korunan devletçe el konmuş halı, değerli
mobilya ve tablo gibi eşyaların çalındığını öğrendi.
Bu iki kanıh -telefon konuşması ile soygunu- karşılaştıran Pe­
ters, denizci bereli kurbağaya karşı güvensizlik duydu ve bu genel
müdürlüğün ne olduğunun, nereye bağlı bulunduğunun Petrog­
rad' dan sorulmasını istedi. Çünkü, Moskova'da bu soruyu kimse
yanıtlayamıyor, omuz silkerek: "Allah bilir" diyorlardı.
Malgin, Nadya'nın telefonunu bildirince, Peters, Vozdvijen­
ka'ya derhal bir müfreze gönderilmesini emretti.
Çekistler iki-üç dakika gecikselerdi, Artemiev'le Filatov, Ger­
manov'un arabasıyla ortadan kaybolacaklardı. Arabanın arka ka­
nepesine oturmuşlardı, besbelli ki şefi bekliyorlardı.

1 49
Malgin, arabayı tek başına·durdurmayı kararlaştırmışh. Vozd­
vijenka'yı yandan geçti. Eli, cebindeki tabancasındaydı. Artemi­
ev'le Filatov sırtlan dönük olduğu için onu görmüyorlardı.
Andrey, komutasındaki birkaç kişiyle birlikte, Vozdvijen­
ka'nın sağ yanından harekete geçti. Amacı, Malgin şoförü durdur­
mayı başaramazsa, 9 numaralı evin ötesinde arabanın yolunu kes­
mekti. Ötekiler, bir gerileme olasılığı karşısında onları desteklemek
için, Mohova yakınında durmuşlardı.
Malgin ve Gerrnanov, aynı süre içinde otomobile vardılar. Ge-
nel Müdür, şoförün yanma oturdu:
- Çek Sokolniki'ye, emrini verdi.
Malgin, şoförün elin tuttu:
- Dur bakalım, yoldaş.
Germanov, arabasını durdurmak cüretini gösteren küstaha
hayretle baktı. Filatov, Malgin'i görünce, otomobilden atlayarak
Mohova'ya doğru koşmaya başladı. Malgin, "Dur! Ateş edeceğim"
diye bağırarak ardından koşuyordu.
Yoldan geçenler, sanki bir kasırga tarafından sürüklenip kay­
boldular. Çekistler de Filatov'un peşindeydiler. Mohova'ya ulaşa­
mayacağını anlayan Filatov, Arbat yönüne döndü, Artemiev'e doğ­
ru bir şeyler bağırınca, öteki de arabadan atlayıp genel müdürlük
giriş kapısına doğru kaçmaya başladı.
Çekistler, tüm Vozdvijenka genişliği boyunca Filatov'a doğru
ilerliyorlardı. Andrey, Filatov'un sapsarı yüzünü yakından gördü,
beresindeki "Petropavlovsk" yazısını okumaya muvaffak oldu:
- Diri yakalayın! komutasını verdi ve derhal yere yath.
Malgin. Filatov'un tabancasını bir vuruşta yere düşürdü ve
ateş ehnesine meydan vermedi. Andrey bu durumu görmemişti.

Germanov, birçok küstahlık rezervine sahipti. Otomobili çem­


ber içine alan Çekistler kimlik belgesini istedikleri zaman, geniş ağ­
zı ile güldü:

1 50
- Beni denetlemeden de geçebilirsiniz, dedi ve Çekistler ara­
sında duran Filatov'u göstererek devam etti:
- Benim bu itlerle hiçbir ilişiğim yok. Kendilerini otomobili­
me almamı rica ettiler. Baktim, bizim filonun adamları . . .
Germanov'un görev belgesi düzgündü, köşede erguvani bir
damga vardı, alt tarafta da şu önemli cümle yazılıydı: "Germanov
yoldaş, yolcu ve yük treniyle, lokomotifle, kısaca her türlü trenle
yolculuk yapabilir. Yardım için başvurduğu herkes, her daire bu
yardımı derhal yapmakla yükümlüdür."
Kendisine özür dilemekten başka çare kalmıyordu.
Nevar ki, Filatov, Butirki tutukevine �ek başına gitmek niye­
tinde değildi:
- Budalalar ne diye kavuk sallıyorsunuz buna? Mikta Kor­
kin'in ta kendisidir, diye bağırdı.
Ve tam bu anda, Germanov Korkin'in attığı bir bomba etrafı
inletti.
Vozdvijenka'daki 9 numaralı evi ancak öğleye doğru el.e geçi­
rebildiler.
Artamiev'i, kilerde ölüm korkusu içinde buldular. Birisi, İvan
Sevestiyanoviç'i eski, tozlu mobilyalar ardına sokmuş, rezeyi de
geçirmişti.
Yük Taşıma Genel Müdürlüğü'ne ilişkin tek bir resmi yazı, tek
bir dosya ele geçiremediler. Buna karşılık, ikinci katta ve tavanda,
Spiridonovka'daki Tarasov'un evinden kaldırdıkları halılar ve tab­
lolara kadar birçok eşya buldular.
On yedi kişi yakaladılar. Bunlann on beşi deniz eri kılığınday­
dı. Yalnız, İntim Köşe ve İllegal' in ünlü müşterilerinden Simka Ko­
robitsina (gerçek adı Simono Koro) ile, adını vermek istemeyen si­
yah saçlı güzel bir kız anadan doğma çıplaktılar. İkinci katın arka
odalarından birinde derin uykudaydılar. Simka dinginlikle giyindi
ve:

151
- Gene mi Butirki? diye sordu.
Siyah saçlısı dişi bir kaplan gibiydi, ısırıyor, tükürüyordu.
Kendisini san atlas örtüye sımsıkı sarıp sarmalamak zorunda kal­
dılar.
Bir hayli ganimet de ele geçirildi; yedi kamyon, bir binek oto­
mobili, beş makineli tüfek, beş tüfek ve bir çuval dolusu tabanca.
En önemlisi, Baltık ve Karadeniz Filosu' na bağlı hiçbir Yük Ta­
şıma Dairesi'nin bulunmadığının açıkça anlaşılmış olmasıydı. Hü­
kümetin daha Moskova'ya taşınmasından önce, 9 numaralı evi ele
geçirmiş büyük bir haydut çetesi vardı. Tutukh.il�rdan biri sorgusu
sırasında, çetenin son günlerde taşınma hazırlığı içinde olduğunu
söyledi. Elebaşları olan İkinci Filo kaçaklarından Mitka Korkin, ya­
ni Arhip Savelieviç Germiınov böyle buyurmuş. Bir gün önce yap­
tıkları genel toplantıda:
- Moskova'daki çılgınlıklanquza bir son verme zamanı gel­
di artık. ÇeKa bizimle ilgilenmeye başladı. Peters şeytan gibi bir
adam. Gülümserken bakışları insanın kalbini deliyor," demiş.

Çekistler, başkanlarını, hiçbir zaman, son toplantıdaki kadar


öfkeli görmediler.
- Münasebetsizliğin daniskası bu! Bu�umuzun dibinde,
Moskova'nın göbeğinde, Kremlin' in üç adtnl ötesinde bir haydut­
lar çetesi küstahça eylemde bulunuyor da, bunu biz, bir rastlantı
sonucunda, son anda öğreniyoruz! Kötü çalışıyoruz yoldaşlar, kö­
tü! �Aleksandroviç'e sert s�rt baktı.. Filatov'un kaçışını neden ba­
na bildirmediniz?
- Böyle önemsiz işlerle sizi meşgul etmek istemedim, Feliks
Edmundoviç.
Peters, bir an Aleksandroviç'e baktı, fakat bir şey demedi.

1 52
ŞAİRLER KAHVESİ
Kiyatkin, Petrograd' dan dönüyordu, son derecede neşeliydi,
çünkü gezisi başarılı sonuç vermişti. Bu başarıda ''bay rastlanh"run
büyük rolü olmuştu. Zaten Bay Kiyatkin, rastlanhya allahtan fazla
inanırdı. Trende, saçları karman çorman, sakallı Mis Voran'la tanış­
mamış olsaydı, yaşamı kim bilir ne kötü olacakh, bunu düşünmek
bile tüyler ürperticiydi. Mis Voran trende migren krizine yakalan­
mamış olsaydı... Ve nihayet, Mis Voran, yola çıkarken, timsah ağ­
zını andıran büyük çantasına acele ile migren kalemini koymayı
unuhnamış olsaydı ... Ve Kiyatkin'in migren kalemi için koşması
gerekmeseydi...
İşte bunların hepsini bay rastlantı yapmıştı.
Bay rastlanh, iki gün önce de Petrog_rad'da gücünü ve Bay
Mitrofan Kiyatkin'e bağlılığını göstermişti.
Genç ve yetkili uçak konstrüktörü, profesör Puhov'dan daha
anlayışlı ve daha uyuşmacı çıkmışh.
Balık, elbette ki kolayca yakalanmadı, olta yemi yutulacak
rinstendi, bundan başka, Mitrofan'ın korku ve riskle de olsa yaph­
ğı vaad önemliydi. Fakat, değerdi bunlar, çünkü, konstrüktör sade­
ce yetenekli değil, aynı zamanda deha sınırına varmış bir kişiydi.
İyi ama Puhov da küçümsenmemeliydi, o da büyük bir değer-
di.
Kapıyı saçları karmakarışık bir genç açtı ve kızgın bir sesle sor-
du:
Kimi arıyorsunuz?
Profesör Puhov'u.
Evde değil.
Öyleyse Lidya Nikolaevna'yı görebilir miyim?
Mister Kiyatkin, gencin bu soruya daha yumuşak bir sesle ya­
nıt verdiğini fark etti:

1 53
Ne yazık ki sağlık durumu iyi değil.
Belki yardıma gereksinimi vardır.
Siz ÇeKa' dan mısınız yoksa?
Kiyatkin nezaketle gülümsedi:
- Hayır. Kiminle konuşuyorum?
- Puhov'la.
Kiyatkin içten sevindi:
- Sergey Aleksandroviç, siz misiniz? Sağsınız demek? Mer-
haba! Anneniz kim bilir ne kadar mutludur!
Yatak odasından annesinin sesi işitildi:
- Seröja! Kim o gelen?
- Benim, Lidya Nikolaevna, Kiyatkin! Ölülerin dirilmiş ol-
masından dolayı sizi kutlarım!
Sergey Aleksandroviç'in Alman tutsaklığından herkesten ön­
ce kurtulması ile, talihin kendilerine gülmüş olmasından, o günler­
de demiryollannda yolculuk yapmanın akıl almaz güçlüklerinden
ve daha birçok şeyden konuştular. Ev sahibine çok sert bir sigara
sunan Kiyatkin, yapmacık bir ilgisizlikle sordu:
Nereye gitti dediniz Aleksandr Aleksandroviç?
Şatura'daki Merkeze.
Yalnız mı?
Doğrusu ya, bilmiyorum. Herhalde torf sorunu ile ilgili
olarak. Şimdi babamın yeni bir merakı var; torfla elektrik santralı
işletmek. -Sergey güldü.- Bolşevikçilerin işi duman! Kömür yok,
petrol yok!
Kiyatkin yine ilgisizlik tutumu içindeydi:
- Şatura'da herhalde torf bataklığı var?
- Olağanüstü bir bataklık! Ben bu işin uzmanı değilim, tam
bir bilgim yok. Fakat, öğrendiğime göre, orada yüz milyonlarca ton
torf var. Mahşere kadar yetecek ve de günahkarlara katran kaynat­
maları için şeytanlara da kalacak.

1 54
Kiyatkin'in sıkıldığı belliydi, torflu da olsa, bataklık üstüne
konuşmak hoşuna gitmiyordu.
- Bir uzman olmadığınızı söylediniz. İlgilendiğim için affı­
nızı dilerim, mesleğiniz ne?
- Ne yazık ki, yanm kalmış yüksek öğrenim. Üniversitenin
dördüncü sınıfındayken askere alındım.
- Babanız, sizin pilot olduğunuzu söylemişti?
- Geçmişe mazi derler. Beni altında yaldızlasalar, arhk hiç-
bir uçağa binmem. Kanıksadım.
Bundan sonra ne yapmayı düşünüyorsunuz?
Allah bilir.
Sanıyorum ki, ne Bolşeviksiniz, ne de onlann sempatizanı.
Allah yazdıysa bozsun.
Mademki öyle, size şunu açıkça söylE;yebilirim, bütün bu
çılgınlıkların sonu hiç de uzak değil.
- Ne yazık ki siz, dileği gerçekmiş gibi kabul ediyorsunuz.
Oysa yanılgı çok sakıncalı bir şeydir.
- Öyle anlaşılıyor ki, sizce her umut bir yanılgıdır. Oysa ben,
başında serüvencilerin ve Alman casuslarının değil, akıllı, öğre­
nimli, aydın kişilerin bulunduğu güçlü ve büyük bir Rusya'yı gö­
receğimi umuyorum. Bayağılar da yerlerini bilmelidirler... Şimdiki
Rusya'da ihtiyatlı, tedbirli olmayı bilmek gerek. Bizde, Birleşik
Amerika' da her şey yerli yerinde ve açık seçik. Bir kantoraya girdi­
ğim zaman derhal anlıyorum; şu küçük oğul, bu, büyük oğul, öte­
ki mal sahibi. Burada ise her şey başaşağı. Bir komiteye gittiğim za­
man, bakıyorum, bakıyorum da: "Şu eli ayağı düzgün bay olsa ol­
sa buranın şefidir" diyorum. Oysa şef olarak karşıma ya bir asker
ya bir deniz eri ya da -daha kötüsü- bir kadın çıkıyor... Ha, bak, tam
kadın sözü açılmışken ... İster misiniz bir yerde şöyle dört başı ma­
mur bir çilingir sofrası kuralım?
Sergey bir kararsızlık geçirdi. Serbest geceleri vardı... Ana Fö-

1 55
dorovna barışmaya pek yanaşmıyordu. Konuşmasına konuşuyor­
du, ne var ki eşikten içeri adım attırmıyordu. Bundan başka, cebin­
de ancak bir sarımlık tütün kalmışh.
- Canınızı sıkan bir derdiniz mi var? Para bakımından sıkın­
hlı durumdaysanız bir kolayını buluruz. Size poliçesiz ve faizsiz
bir miktar borç önerisinde bulunabilirim.
Sergey sinirli sinirli gülümsedi:
- Bu önerinizi kabul etmemem gerekir. Fakat alacağım, an­
cak bir koşulla.
- Buyurun, söyleyin.
- Biliyorum ki, siz ,bir Rockefeller değilsiniz ve paranızı ha-
vaya savuracak değilsiniz. Demek ki ben size bir iş için gerekliyim.
Doğru mu?
- Bravo! Siz yaman bir iş adamısınız.

Tam saat onda Tverskaya ile Nastasinka'nn kesiştiği yerde bu­


luştular. Kiyatkin otomobilin kapısını açarak Sergey'i davet etti:
- Kendinizi evinizdeymiş gibi rahat hissedin. Tanışın.
Arabada iki genç kız vardı; biri, gözlerine trajik bir anlam ver­
miş, bretonlu, öteki, fındık kurdu denen cinsten, ufak tefek ve kü­
çümencik elli.
Kiyatkin:
- Yavru, kapat perdeyi! emrini verdi.
Perdeler kapanınca içerisi küçük bir odaya döndü ve küçük el
feneri de yakılınca tamamıyla intimleşti.
İçerdekilere birer kadeh Fransız konyağı sunan Mit_rofan, hafif
bir sesle:
- Tanrıya şükürler olsun! diye mırıldandı.
Fındık kurdu, bir yandan cıvıldadı, diğer yandan da bir yu­
dumda içti. Sessiz arkadaşı da onu utandırmadı.
Şişeyi bitirince, Kiyatkin'in önceden masa ayırthğı Şairler

156
Kahvesi'ne gittiler. Kızların esmer olanı Sergey'in koluna girdi, de­
mek ki kadınların rolleri de önceden belirlenmişti.
Sergey bu kahveye ilk kez geldiği için etrafı dikkat ve merak­
la gözden geçiriyordu. Burası gürültülü ve sigara dumanıyla kap­
lıydı. Yandaki masada ak saç�, şişman ve siyah Rus gömlekli biri,
biraz Gogol'ü andıran, sivri �urunlu bir gence yüksek sesle bir şey­
ler dikte ediyordu. Genç adam, Gogol'e benzediğini biliyordu ki,
saçlarını Gogol gibi taramışh. Şişko, masayı zaman zaman yum­
rukluyor ve dağınık saçlı başını sallıyordu:
- Bay Lenin, parlak sözlerle konuşmanın, deklase olmuş kü­
çük burjuva aydınlarına özgü bir nitelik o!duğunu söyler. Biz par­
lak sözlerle konuşmuyor, eylemde bulunuyoruz...
Kiyatkin gülümsedi: .
- Anarşist bunlar... Gazetelerinin .sol} sayısını hazırlıyorlar.
Her yerden kovuldular. Şimdi buraya sığınmışlar. Finita la kome­
diya...
Kenarlarına mavi şerit geçirilmiş siyah ceketli kahve müdürü
anarşistlerin masasına geldi:
- Baylar, hani gürültü yapmayacaktınız ya? Burada politi­
kayla uğraşmayacağınıza söz verdiniz.
Şişman, ağız dolusu bir küfür savurduktan sonra: "Defolun
başımdan... Sokakta mı çalışalım yani!" diye bağırdı.
Direktör nezaketle ellerini kavuşturdu:
- Ama hiç olmazsa sessizce yapın bunu ...
Bu sırada, kara kaşlı, uzun, yakışıklı biri kapıda belirdi. İçeri­
ye şöyle bir gö� attıktan sonra büfeye doğru yürüdü. Kiyatkin onu
görünce sevinmişti:
- Aleksey İvanoviç! diye haykırdı.
Yakışıklı adam geldi ve oradakilere önem vermiyormuş gibi
bir davranışla elini uzattı.
- Tanışın, baylar. Teğmen Puhov.

157
- Ben, Siderov, diye kendini tanıtan yakışıklı adam alaycı bir
sesle ekledi: Rütbem ve mevkiim sizi ilgilendiriyorsa, söyleyeyim,
Moskova Ekonomi Milis Örgütü'nde çalışıyorum.

ViKTOR İVANOVİÇ
POLİTİK ÜoGRULTOSUNU ÜEGİŞTİRİYOR
Gün geçmiyordu ki, ayaklanma ve başkaldırma olmasın. Şe­
hirler ayaklanıyor, köyler ayaklanıyor, demiryolu istasyonları ve
posta-telgraf dairelerinde başkaldırmalar oluyordu. Tren katarlan­
na, vapurlara elkonuyor, bankalar soyuluyordu. Vatan kurtarmak
için ortaya atılanların sayısı az değildi. Kuş uçmaz kervan geçmez
Grohovets ilçesinde ya da ıssız Alatir'de, yine aynı durumda olan
Çuhloma'da, kendi aile ve komşularından başka kimsenin ne adı­
nı, ne sanını bildiği Penkin veya Belkin gibileri, etraflarına birkaç
kişiyi toplayarak, Bolşeviklere karşı "Haçlı seferleri" ne girişiyorlar­
dı. Beş kişiden tutun da elli kişiye kadar müfrezeler vardı. Yani ki­
min gücü ne kadar yeterse o kadar toplayabiliyordu. Yerel şfıra yö­
neticilerinin acemilikleri, Bolşevik örgütlerinin sayıca azlığı, özel­
likle bazı yerlerde işçi bulunmayışı, bu ayaklanmalar için elverişli
koşulları hazırlıyordu. Orta ve küçük çaplı serüvenciler, başlangı­
an güç old\lğu sanısındaydılar. Bunlar, örneğin, Yürivest'ten, Ele­
bug' dan veya başka yerden başlayacağız ve ayaklanma dalga dal­
ga Moskova'ya kadar genişleyecek, diyorlardı. Eylem çevreleri
kendi deyişleriyle "sınırlı olan" birçok elebaşı, bir soygun yapıp or­
tadan kayboluyordu.
Şairler Kahvesi'nde Kiyatkin'in Sergey Puhov'a tanıştırdığı
kara kaşlı, yakışıklı adam, bu orta çaplı serüvencilerden biriydi.
Moskova'ya karşı "kutsal seferi"ne (bu "kutsal" sözcüğünü mutla­
ka kullanacaklardı) şubat ayında Elatma'dan başlamaya hazırlanı­
yordu. Ne var ki, yirmi yedi kişilik, "Bolşeviklere karşı kutsal kin
duygusu ile dolu, kahraman" ordu, Deri Fabrikası işçileri tarafın-

1 58
dan tuzla buz edildi. Elatma silahlı kuvvetleri "başkomutanı" Ge­
orgi Petroviç Avaev, ilçe bankası soygununda ele geçirilen parayı
cebe indirmeye muvaffak olarak soluğu Moskova' da aldı. Banka
mahzeninden alınan paralar, harekatın tek zaferiydi. Avaev, Mos­
kova'da, Suharevka'da sağladığı sahte belgelerle Aleksey İvanoviç
Sidorov oldu. Eski subaydan, her türlü işi yapmaya hazır iŞsiz ay­
dına dönüştü.
Elatma Bankası soygunundan ele geçen paralar çabucak eri­
meye başladı. Kadeh arkadaşlanndan biri, Avaev'i, Bolşaya Pol­
yanka'daki eski Kurliyandiya Aşevi'nde öğle yemeklerini yemeğe
razı etti. Ilımlı fiyatlı yemekleri peşin para il� yiyorlardı. Her yeme­
ği değil, ancak önceden ısmarladıkları yemekleri yeğliyorlardı.
Üçüncü gün masalanna, henüz otuzunda olmayan biri otur­
du. Konuşmaya başladılar. Yeni gelen, kendişi için hiçbir şey söy­
lemiyor, sadece sorular soruyordu: "Kimdi?", "Nereliydi?", "Çok­
tan mı Moskova'da bulunuyordu?", "Orada bulunmuş muydu.",
"Rütbesi neydi?"
Avaev, ona:
- Siz, dedi, ya çok cesursunuz ya da provokatör. İster misi­
niz şimdi bir milisyoner çağırayım?
- Buyurun, çağırın. Fakat, unutmayın ki, bunlar sizin son
sözleriniz olacaktır.
- Hiçbir şey yapamazsınız bana.
Yeni gelen nezaketle yanıtladı:
- Yalnız tek bir şey yapabilirim. temiz bir dayak atanm. Siz,
eski bir subaysınız. Belgeleriniz sahtedir. Ve cebinizde tek bir ko­
peyka bile yoktur. Size iyi bir durum sağlayacağım. Yalnız sorduk­
lanma doğru yanıtlar vereceksiniz. Öğreniminizi nerede gördünüz?
Lisede. Altıncı sınıfa kadar okudum.
Beni sivil öğrenim ilgilendirmiyor. Askeri okul ilgilendiri-
yor.

1 59
Vilno Askeri Okulu'nu bitirdim.
Rütbeniz?
Kurmay yüzbaşı.
Doğum yeriniz?
Elatma. Soylu ailedenim.
Çok iyi.
Ve elini uzath. Küçük, fakat sağlam bir el:
- Ben, Arnolt Pinka.
Şairler Kahvesi'ndeki görüşmeden üç gün sonra, Avaev, Pin­
ka ve Puhov, aynı Kurliyandiya'daydılar. Bir gün sonra da, Osto­
jenka'daki Küçük Paris Oteli'nde Georgiy Avaev, komutan adayı
Sergey Puhov'u, Savinkov'un yardımcısı kıdemli yüzbaşı Kazar­
novski'ye takdim etti. Vatan ve Özgürlükleri Savunma Birliği'nin
yeni üyesinin takdimi sırasında, Avaev, tüzük gereğince, en gerek­
li bilgileri verdi; doğum tarihi, sosyal kökeni, askeri öğrenimi ve
son görevi. Ve sonuç olarak, coşku ile ekledi:
- Davamıza son derecede bağlıdır. Kremlin'dekilerden bü­
tün kalbiyle nefret etmektedir. Her özveriye hazırdır.
Kazamovski, Puhov'un, elini sıkı sıkıya sıkhktan sonra sordu:
- Tüzüğü okudunuz mu? Bir kuşkuya düşerseniz, dü-
şünmek için serbest birkaç gününüz var mı?
- Hiçbir kuşkum yok.
- Çok memnunum.
Dışarı çıkhkları zaman Kazamovski Avaev'e şu emri verdi:
- Üç gün sonra teftiş var. Hazırlanın!
Akşamüstü saat alhya doğru, dairelerde iş saatinin sona erme­
sinden biraz önce, PreÇistenski bulvarında, elinde budaklı bir sopa
olan bir ihtiyar, Arbat meydanından bakınca sağda, Gogol heykeli­
nin yakınında bulunan peykeye doğru, ayaklarını sürüye sürüye
ilerliyordu.
Sırhnda, eski püskü, tümü yağ lekeleri içinde bir palto vardı.
Ayaklarındaki yama yama üstüne vurulmuş deri galoşları ondoku-

160
zuncu yüzyılın ikinci yansından kalma idi. Kramskoy ve Perov'un
çağdaşları olan ressamlann giysilerinin zorunlu bir öğesi olan ge­
niş kenarlı şapkası da o dönemin bir arhğı idi.
Akşam sıcağına karşın paltosunun yakasi kalkıkh ve beyaz sa-
kalını kapahyordu. .
İhtiyar zorlukla peykeye çöktü, sopasına dayandı, geniş bir
nefes aldıktan sonra, gözlerini yan kapayarak öylece donup kaldı.
Albay Perhurov da, hemen hemen aynı süre içinde karşı pey­
keye oturdu. Yıpranmış subay şapkasını çıkarıp sol yanına koydu.
Beyaz mendiliyle alnını kuruladı ve mendil elinde oturmasını sür­
dürdü.
Bulvarda tek tük insan vardı, torunlarıyla ihtiyar kadınlar ve
kimseye aldırış etmeden konuşan birkaç çift.
Arbat meydanından gelip düşünceli Nikqlay Vasilieviç Go­
gol'ün heykeli önünden geçenler de azdı, öncelikle orta ve genç
yaşta insanlardı. Bulvara gelir gelmez, sanki komuta almışlar gibi
şapkalarını çıkarıyor ve sol ellerine alıyorlardı.
Hi'çbiri durmuyor, Perhurov'a bakmıyor, oturmuyor, dingin­
likle, fakat çabuk çabuk geçiyorlardı, ancak gençlerden bazıları ih­
tiyara şöyle bir göz atıyorlardı.
Sergey Puhov, sonuncular arasındaydı. Paltosunun düğmele­
rini çözmüştü üniversite öğrencisi şapkası sol elindeydi, ayakların­
da, bir gün önce Suharevka' dan sahn alınan kalın "Aleriman" pen­
çeli ayakkabıları vardı.
Perhurov, tam saat yedide kalkh, ağır ağır aşağı doğru yürü­
meye koyuldu. İhtiyar da peşinden gidiyordu. Albay, kilise ardın­
da bulunan küçük bir eve girdi, ihtiyar da ardından ...
Perhurov tarafından terslenseyd.i, Kıdemli Yüzbaşı Kazar­
novski daha memnun olacakh. Onun coşkun karakterini bilirdi, ba­
zen deliye dönerdi. Fakat Perhurov bunu yapmadı, öyle bir horla­
yıcı nezaket içindeydi ki, yerin dibine batmak işten değildi.

161
- Çok sayın Pötar Mihayloviç, müsaadenizle sorayım: Bu re­
zilce giysiyi nereden buldunuz? Bir tiyatronun gardrobundan
ödünç mü aldınız? Ve şunu da sormama müsaade edin: Bu sempa­
tik şapkayı da nereden sağladınız? Büyük dedenizden miras mı
kaldı? Ve şunu da sormak cesaretinde bulunacağım: Bu sakalı su­
ratınıza kim yapıştırdı? Bu rezilce giysiyle bir daha görmeyeyim si­
zi! Anladınız mı?
İyi ama, ben her zamanki giysiyle gelemezdim buraya.
- O da nedenmiş?
- Kendimi gizlemem gerekirdi.
Perhurov kendini tutamadı:
- Bu, bir konspirasyon değil, delilik. Çekistlere özgü bir ya­
banilik. Kaç kişi saydınız?
Yüz on yedi.
- Bense yüz on dokuz.
- Belki bazıları gözümden kaçmıştır. Yüz yirmi kişinin geç-
mesi gerekiyordu. Teğmen Kozlovski hasta ...
Konuşma her şeye karşın tatlıya bağlandı. Perhurov, sonuçla­
masını yaparken şaka yapmak lütfunda bile bulundu:
- Teftişten, sakalınız dışında, genellikle memnunum. Cesur
çocuklar...
"Vatan ve Özgürlükleri Savunma Birliği"nin cesur çocukları
sayıca her gün artıyordu. Gizli karşı-devrimci örgüte daha fazla es­
ki subaylar üye oluyordu. 1918 yılı baharında, başkentte birkaç bin
eski subay toplanmıştı; kimisi hastanelerdeki tedavilerinden sonra
cepheye dönmemiş, bazıları türlü türlü nedenlerden dolayı kendi
şehirlerinden kaçmış, bir kesimi de iş bulmak için gelmişti. Dev­
rimde iflas etmiş eski büyük zenginler de vardı aralarında. Bunlar,
"Vatan ve Özgürlükleri Savunma Birliği"nin en öfkelileriydi.
Aydınlar da vardı; 1915 yılında askere alınan ve çabuk elden
alaylı subay yapılan öğretmen ve üniversite öğrencileri. İçlerinde,

1 62
Sovyet egemenliğinin Rusya'yı felakete sürükleyeceğine candan
inanmış insanlar da bulunuyordu, bu yüzden, Rusya'yı "barbarlık­
tan" kurtarmak için savaşmak kararındaydılar.
Subaylann önlerinde yürüyecekleri birçok yollar vardı.
Yolun biri, Sretenkaya, Rusya çapında Kızıl Ordu'yu örgütle­
me şubelerinin bulunduğu binaya götürüyordu, orada Kızıl Ordu
Bölge Komiserlikleri kurulmuştu. Her köşeye yapıştınlmış duy­
urular, Bolşevik gazetelerinde yayımlanan çağnlar Kızıl Ordu'ya
gönüllü yazılma çağrılarında bulunuyordu.
Birçoklan bu çağnlara uyarak geliyor, yazılıyor ve çok geçme­
den, Mihaylovski çiftliği ya da Orşa civarınd"-ki cephelere sevkedi­
liyord u. Yalnız bir günde, on beş Nisan'da, Danilovski Komiserli­
ği'ne iki yüzden fazla gönüllü yazılmıştı. Bunların otuz yedisi su­
baydı.
Mihail Lukin'le Genelkurmay' dan Albay İvan Nikolaeviç
Strukov da gönüllüler arasındaydı. Bölge Askeri Komiseri Bolşevik
Ribin, Strukov'u derhal tanımış ve seferberlik harekat kesimine
başkan olarak atamıştı.
Albay Strukov'la Astsubay Ribin ve daha birkaç asker, 1915
yılı Şubatında, çemberden kurtulmak için, Avgust ormanlarında
iki haftadan fazla dolaşmışlardı. Ribin, Serski Les köyündeki bir sa­
manlıkta, beş gün yaralı Strukov' a bakmış, geceleri, yiyecek bula­
bilmek için boş evlerde arama yapmıştı.
Bir insanın candan konuşabilmesi için beş gün yeterlidir ve Ri­
bin, albayın, Rusya'nın başına gelen felaketler karşısında ne derin
aalar çekmekte olduğunu yakından görmüştü. O zaman, yani 1915
yılının Şubat ayında, Ribin, belirli nedenlerden ötürü, ölümden
kurtardığı albaya, kendisinin, daha 1905'te yani on sekiz yaşınday­
ken, İvanovo-Voznasensk'te Bolşevik Partisi'ne üye olduğunu söy­
leyemezdi.
Albayla askeri, tamamıyla olmasa bile birbirlerini anlamışlar-

1 63
dı. Bundan sonra savaş, kendilerini değişik yerlere atmışh. Ve şim­
di işte, hiç beklenmedik bir zamanda yeniden birleşmişlerdi.
... Eski subayların önünde birçok yollar vardı. Herkes, kendi­
ne en elverişli olanı seçiyordu.
''Vatan ve Özgürlükleri Savunma Birliği" güçleniyordu. Sa­
vinkov, Merkez Karargahı üyelerine, her toplanhda şunu belirt­
mekten geri kalmıyordu:
- Bolşevikler arasında çalışan bizim adamlarımızı arayıp
bulun!
Bir gün, kestane saçlı ve Scherlok Holmes suratlı birini getirdi­
ler Perhurov'un yanına,
- Kremlin' den. Sağlam adam, diye tanıthlar.
Perhurov, kendisiyle nezaketle konuştu, sorular sordu ve do­
ğal olarak hiçbir ödev vermedi. Kim olduğunu araşhrdılar, adının
Smoleviç ve Odesalı olduğunu öğrendiler. "Çok uzak memleketler­
den" gelirken Moskova'ya uğramış, silahlı bir soygun yüzünden
içeri düşmüş, mali bakımdan çok ağır durumdaymış. "Birlik"in
Kremlin' den adam aradığını nereden öğrendiğini bir türlü anlaya­
madılar.
Bir gece işçi nöbetçi, Parfönövska' daki "Eynem" Fabrikası ya­
kınından geçerken silah sesi ve bir haykırış duymuş. Sesin geldiği
tarafa koşmuş ve kaldırımda bir cesetle karşılamış. Üzerinde hiçbir
belge yokmuş. Sadece, ceketinin astan arasında, Smol.eviç adına,
Odesa mühürlü bir mektup bulmuşlar. Albay Perhurov'un emri
böylece yerine getirilmiş.
Buna karşılık, Moskova Ekonomik İşler Milisi Şefi Vodenni­
kov'la ilişkiler iyi sonuç verdi. Vodennikov gerçekten güvenilir
adamdı; sahte belgeler sağlıyor, tabanca ve mermi veriyor, gerekli
kişileri ve bu arada Pinka'yı işe yerleştiriyordu.
Perhurov'un casuslarına, Ribinsk, Yaroslavl ve Murom'a yol­
culuk belgeleri sağladı.

1 64
Casuslar gittiler ve şu bilgileri gönderdiler: Ribinsk'teki topçu
depolarında milyonlarca tüfek mermisi, binlerce top mermisi ve iki
yüzden fazla yepyeni top var. Yaroslavl'da kendi haline bırakılmış
zırhlı otomobiller bulunuyor, yerel Bolşevik yöneticiler bunların
varlığından bile habersiz. Murom'da Sovyet askeri karargahı bu­
lunmaktadır. Bu yüksek askeri şuranın korunması birkaç askerin
elindedir.
Bu derecede önemli haberleri öğrenen Savinkov'un yabancı
dostları daha cömert davranmaya başladılar. Sorular soruyor, din­
liyor, övüyor, fakat sadece vaadle yetiniyorlardı, daha sonralan, el­
li bin, bazen de yüz bin ruble "sadaka" vermeye koyuldular. İyi
_
ama, sadaka ile ne iş görülebilirdi ki ... Boris Viktoroviç, Konsolos
Grönar'la yaptığı bir konuşmada memnuniyetsizliğini belirtti.
Ve müttefikler, allaha şükür, kesenin ağzını açhlar. Aşın dere­
cede bir yekun da olmasa -yine de az sayılmaz- bir defada iki mil­
yon birden verdiler.
Artık bu para ile bir şeyler yapılabilirdi. Elbette ki, SQvyet ik­
tidarını devirmek için yeterli bir yekun değildi. Bu iş için büyük ka­
pital gerekliydi. İyi ama, hiç olmazsa bir gürültü koparılabilirdi.
Moskova'da askerlerinin sayısı beş bini aşmışh. Bir an önce
harekete geçmek için sabırsızlanıyor, sinyal bekliyor, "Neden geci­
kiyoruz yahu?" diye heyecanlanıyorlardı. Ve birden, bir sürpriz;
nerec'en, biliyor musunuz? ÇeKa'dan değil, allah göstermesin! Bo­
ris Viktoroviç'ten!
Bir gün, Genel Karargah'ını hiç beklenmedik bir anda toplan­
tıya çağırdı ve soğuk bir sesle konuştu:
- Moskova'da ayaklanmaya kalkışmak tamamıyla anlamsız
bir iş! Kremlin'i ele geçirebiliriz! Bunun için elimizdeki güç yeterli­
dir. Lenin'i öldürebiliriz! Komserleri kurşuna dizebiliriz!
- İyi ama, bütün bunlar sadece bir başlangıç! İşin en güç ya­
nı bundan sonrasında. İktidarı elde tutmakta! Oysa biz, ne kadar

165
da acı bir gerçek olsa söylememiz gerekiyor, bu büyük şehirde ik­
tidan elimizde tutamayacağız! Evet, evet, baylar tutamayacağız!
Baylar, affınıza dayanarak söylemeliyim ki, ben serüvenci değilim.
Her şeyi tarttım, ölçtüm. Ben, taşımacılığın bu korkunç durumun­
da, Bolşeviklerin, başkent nüfusunun iaşesini nasıl sağlayabildikle­
rine şaşıyorum. Sözlerimin doğru anlaşılmasını rica ediyorum: Bu
sözlerimle düşünsel düşmanlanma hayran olduğumu belirtmek is­
temiyorum! Biz, Moskova nüfusunu besleyemeyiz. Evet, baylar,
besleyemeyiz! Çok iyi biliyorsunuz ki, aç çocuklann analarından
daha korkunç, daha kararlı hiçbir şey yoktur! Anımsayın baylar,
Petrograd'daki Şubat Devrimi'ne kimler başlamıştı!
General Riçkov, konuşmadı, hırladı:
- Öyleyse öneriniz nedir? Belki de hepimizin, toptan Re-Ke­
Pe-Be'ye (Rusya Komünist Partisi Bolşevikler'e) girmemizi önere­
ceksiniz?
Savinkov, dingin devam etti, fakat sesinde bir alay seziliyor-
du:
- Aziz general, Bolşevikler, yazık, sizin deyişinizle, toptan
üye almazlar. Fakat, bir yandan da, benim söyleyeceklerimi önce­
den söylemiş oldunuz. Ben tam onlara ilişkin birkaç söz söylemek
niyetindeydim. Biz, beŞ bin kişiyiz. Onlar bizim iki katımız, aziz
general. Beni nasıl isterseniz öyle suçlandınn, ama şu gerçeği de
söylemeliyim: Lenin' in her yandaşı üç kişi için dövüşecektir! Sayın
b.1ylar, bu gerçek ne kadar da acı olsa bir gerçektir! Onlar fanatik­
tırler, gerektiği zaman derhal ateşe atılırlar. Şimdi yine soruna dö­
nelim, dostlar. Haritaya şöyle bir göz atın. Doğrultumuzu değiştir­
mek zorundayız. Yaroslavl, Ribinsk, Kostroma, Kazan ve Mu­
rom'dan başlamak gerekiyor. Yaroslavl ve Kostroma'yı aldık mı,
Bolşeviklerin kuzeyle bağlantısını kesmiş olacağız. Ribinsk' de bü­
yük topçu depoları var, bunlar gerekli. Bolşeviklerin karargahı ise
Murom'da. Kazan, Çekoslovaklar eyleme geçtikleri takdirde bizim

1 66
rezerv kozumuzdur. Kostroma. Ipatievsk manashrı. Tarihi anımsa­
yın, baylar. Sorun Romanovlar sorunu değildir. Rus devletinin kö­
kü oradadır! Ve cephane de gayet bol. Ve son oarak size en önem­
li haberi bildirmek istiyorum. Fakat, en ağır işkenceye tabi tutulsa­
nız bile bunu ağzınızdan kaçırmayacaksınız.
Savinkov, dinleyenlerini bir daha gözden geçirdi, özellikle
Riçkov'a sert sert baktıktan sonra devam etti:
- Susacaksınız! En iyisi bunu belirli bir zaman unutmanız
gerekecektir. Bizim eyleme giriştiğimiz gün ve saatte müttefikler,
Ahangels' e çıkarma yapacaklar ve bizimle birleşmek için harekete
geçeceklerdir. Bizim için en önemli hareket �oktası Yaroslavl'dır.
Bu yüzden, albay Perhurov'u Yaroslavl birliğinin komutanı olarak
atadım. Moskova'da, Avaev'in komutasında bir alay kalacaktır.
Bundan sonra Savinkov'la Perhurov, ete�i birliklerin komu­
tanlarına Moskova'dan ayrılacaklarını anlathlar: "İlk önce komu­
tanlar ve karargah subayları aynlacaktır. Ötekilerini kabul etmek
için. Birliklerinize söyleyin; yolda hiçbir askeri kenuda konuşma­
yacaklardır. Kimi artist, kimi hamal, kimi karaborsacı, kimi de sa­
vaş tutsağı kılığında olacak ve buna uygun roller yapacaklardır."
Ve Savinkov bir tavsiyede daha bulundu: "Harekat sırasında
her asker ve subay, sol yenine Georgiyev şeridi dikecektir. Ne ol­
duğu belli olsun diye. Bayraklarda haç olacaktır. Apoletler sadece
kahverengi olacaktır. Altın apolet kesinlikle yasaktır!"

"BEN İVANOV DEGİLİM, PRENS MEŞKOV'UM"


Andrey, Nadya'nın ısrarı üzerine, Pokrovska Bölgesi hastane­
sine yatırıldı. Nadya'nın yakın arkadaşı Olga, orada hemşireydi.
Nadya ilk günlerde kocasından ayrılmıyordu. Bir kurşun kal­
binin bir santim altını delmiş, ikincisi sol köprücük kemiğinin sini­
rini koparmıştı.

1 67
Andrey'i ameliyattan sonra koridordan geçirirlerken sımsıkı
dudaklarını, ak alnını, açık ve hareketsiz gözlerini gören Nadya, öl­
düğünü sanarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Olga kendisini
teselli etti:
- Narkozun etkisi geçince bu belirtilerin hepsi kaybolacak.
Fakat, bu etki çabucak geçmedi. Andrey, zaman zaman kendi­
ne geliyor, Nadya'yı tanıyor, bir şeyler söylemeye çalışıyor, lakin
dili dönmüyordu. İki-üç gün sonra:
- Bizimkilere henüz yazma. Annemi telaşlandırmayalım, ri­
casında bulundu ve sonra ekledi: "İyileşeceğim ben."
Malgin'le Mahover ziyaretine her gün geliyorlardı. Birer not
bırakıyorlardı. Olga bunları Andrey'in çekmecesine bırakıyor,
dostlarına da, "Size selamları var." diyordu. Peters, ancak şunu
söyleyebildi: "Cerjinski sana yazılı olarak teşekkür etti, bu konuda
özel bir emir hazırlattı."
Bu dünyada her şey gelip geçicidir: Andrey'in ağır durumu da
geçti. On gün sonra kalkmaya, daha üç gün sonra da, -ilk önce 01-
ga'nın yardımı ile de olsa- yürümeye başladı.
Üçüncü haftanın sonunda kendisine, avluya çıkma ve istediği
peykeye oturma müsaadesi verildi. İlk yaz güneşi alhnda güneş­
lenmek, çam kokulu temiz hava almak, soğuk kıştan kurhılan ser­
çelerin oynaşmalarını seyretmek pek hoşuna gidiyordu.
Acılar içinde geçen aylardan sonra Andrey, son zamanlarda
kendi başına kaldığı anlarda düşüncelere dalmak olanaklarını bu­
luyordu. Fakat, derhal çözüm bekleyen sorunları değil, perspektifi,
ilerisini düşünüyordu.
ÇeKa'da çalışmayı kabul etmekle iyi rni yapmıştı, bunu önce­
leri de düşünmüştü. Bütün ömrünce böyle mi yaşayacakh? Neden
bütün ömür boyu böyle olacakmış! Bu saldırılar bir gün son bula­
cak, anarşistler anarşistliğin anlamsızlığını anlayacaklar, hırsızlar
ve karaborsacılar soygundan vazgeçeceklerdi. Bütün bunların son

1 68
bulması olasıydı. İyi ama, ne zaman? Bir yıl ya da üç yıl sonra mı?
Bu işten bir an önce çekilip de işliğine dönse? Öğrenimine devam
etse? Gerçekten de, o kadar da hoş olmayan bu zanaatta ömür bo­
yu kalmamalıydı. "Amma da yaphn ha! Bütün ömür... Hem de ya­
şamımı adamak... Kendim için pek acayip düşünceler bunlar. Hem
de yüksekten düşünmeler... Kendimi adamak... İşleri galiba karma­
şıklaşhnyorum. Daha sade yaşamam ve bu kadar derinlere dalma­
mam gerek. İnsan böyle derin derin düşünmeden de yaşayamaz
mı! Düşünceler birbirini izliyor. Diyelim ki işliğe döndüm. Orası el­
bette daha dingin. Kimse bumuna tabanca dayamayacak. Filatov­
lar yok orada. Belki de sıkılacağım. Elbett� sıkılacağım. Belki de bu
işe alışhm arhk... "

Andrey, bu düşüncelerini Malgin'e açtı. O, sessizce dinledi,


sözünü kesmedi, sadece sordu:
- Benim bu işi sevdiğimi mi sanıyorsun?
Andrey, güvenle:
- Elbette, dedi.
- Aldanıyorsun. Andrüşa, ben tanm mühendisi olmak isti-
yordum, şimdi de istiyorum. Derler ki toprağı, kın, köy emeğini en
fazla sevenler köylülerdir. Oysa ben Piter doğumluyum. Şimdiye
dek Vasilievski Adasında, Deryabin kışlalan civannda oturdum,
çocukluğumda kır ova nedir bilmem, sadece birkaç kez, vatman
olan babamla adalara gittim. İyi ama, kendimi bildim bileli tarım
mühendisi olmak istedim. İşler normale dönünce okumaya gidece­
ğim. Bir insan, bizim şimdiki işimizi sevemez mi, bilemiyorum. İyi
niyetli olmak gerek. Bazı kimselerin bu pisliği temizlemesi lazım.
- Demek ki biz çöpçü gibi bir şeyiz. İyi ama onlara hiç kim­
se ateş etmiyor.
- Biz özel çöpçüleriz. Bir savaş içinde bulunuyoruz.
Nadya her gün ziyaretine geliyordu ve bir türlü ayrılamıyor­
lardı. Olga onları adeta zorla ayırıyordu:

169
- Dünyanın sonu gelmedi ya. Bunun yarını da var, diyordu.
Ölçülü hastane yaşamı -doktorların sabah viziteleri, prosedür­
ler, ziyaretler- beklenmedik bir anda allak bullak oldu ve Mosko­
va' da yürü tülmekte olan görünmeyen savaşın yankılan buraya da
ulaştı.
Yirmi altı Mayıs sabahı, Martinov, her zamanki peykesine he­
nüz oturmuştu ki, Olga yanma gelip yerleşti.
- Andrüşa, önemli bir sorun üzerinde seninle görüşmek is­
tiyorum, dedikten sonra, kendilerini bir dinleyenin olup olmadığı­
nı anlamak için etrafına dikkatle bakındı:
- Üçüncü odada İvanov adlı bir çocuk var. Herhalde gör­
müşsündür. Olsa olsa on altı, en çok on yedi yaşında. Şimdi iyileş­
me döneminde bulunuyor. Çoktan beri peşimde. Bana aşk ilan edi­
yor. Dün şunları söyledi: "Sizi çok seviyorum. Bu yüzden, sizi bü­
yük bir tehlikeden kurtarmak istiyorum. Derhal Moskova'dan ay­
nim. Bir araç bulamazsanız, yaya aynim." "Neden?" diye sordum.
"Çünkü," dedi, "Bugünlerde Moskova'da büyük bir kıyım olacak.
Bizimkiler... -evet, öyle dedi.- Bizimkiler bütün Bolşevikleri ve bu
arada onların en büyüğü olan Lenin Ulyanov'u öldürecekler.
Kremlin'i ele geçirecekler. Bolşevikler, elbette, eli kolu bağı kalma­
yacaklar ve büyük bir kıyım olacak." "Benim babam da Bolşevik.
Demek ki onu da öldürecekler." dedim. "Mutlaka. Hepsini telgraf
direklerinde sallandıracaklar. Uyar babanı." diye yanıt verdi.
Sen de uyardın mı? diye sordu Martinov.
- Babam Petrograd'da. Sverdlov yolladı oraya.
- Olga, bu sorunu kimseye açma. İki olasılık var; İvanov, ya
fantazör ya da ...
- Eskiden askeri okul öğrencisiymiş. Bunu kesinlikle biliyo­
rum. Ve her gece bir yere gidiyor.
Andrey, Olga'nın anlathklannın hepsini Malgin aracılığı ile
Peters' e bildirdi.

170
Ve İvanov gözetim altına alındı. Yattığı odadakilerden ikisi iyi­
leştikleri için taburcu edildi. Boşalan yataklardan birine, sözde çatı­
dan düŞmüş ve beyin sarsıntısına uğramış biri yerleştirildi. Gerçek­
te bu "çatıcı" ÇeKa mensubuydu. Hastanenin dış kapısında da iki
Çekist geceli gündüzlü nöbet tutuyordu. Çekistler, İvanov'u daha
yakından tanımak için, sıl.ç,,sık dçaha"nın ziyaretine geliyorlardı.
Ne var ki, İvanov, sanki kasten, hiçbir yere çıkmıyor, sessizce
yatıyor, "Niva" dergisi kolleksiyonlannı kanştınyordu. Ayaklan­
ma konusunda bir daha Olga ile konuşmadı. Hemşire, ilaç vermek
üzere yanına gittiği zaman, sadece gülümsemekle yetiniyordu.
Bir gece, "çatıa" onun ağladığını duydu.
Malgin, Andrey'in ziyaretine geldiği zaİnan, "bunun bir tahta­
sı noksan galiba" anlamında eliyle bir işaret yaptı.
Üçüncü gün akşam vizitesinden sonr�, '?lga, Andrey'e ilaanı
verirken, fısıltı ile:
- Giyiniyor... dedi.
İvanov, Malaya Levşinska'ya geldikten sonra etrafına ba�ndı,
gözeticileri görmeyipce, 3 numaralı eve doğru yürüdü. Dış kapı
önünde biraz dolaştı, yine etrafı kolaçan etti ve kapıdan içeri daldı.
Yanm saat süre ile, iki-üç dakikada bir, birkaç kişi daha, etra­
fa bakındıktan sonra içeri girdi.
Küçük eve, on biri erkek ve ikisi kadın olmak üzere on üç kişi
toplanmıştı. Masa üzerinde, bir piyade alayının şeması vardı. Ma­
sa altında, büyük parçalara bölünerek buruşturulmuş bir kağıt bu­
lundu, herhalde küçük küçük parçalama olanağını bulamamışlar­
dı. Bu, daktilo ile yazılmış "Vatan ve Özgürlükleri Savunma Birli­
ği" programıydı. Bütün tutuklananlarda, "O.K." harfli üç köşe gi­
riş kartları ele geçti.
Bir tomar da para buldular, saydılar, yirmi beş bin rubleydi.
Malgin birkaç defa sordu:
- Yurttaşlar, kimin bu paralar?

171
Sahip çıkan bulunmadı. Bunun üzerine Malgin:
- Mademki, sahipsiz, memleket hesabına bir gelir kaydede­
ceğiz, dedi.
En fazla belge, Avaev Sidorov'un üstünde çıkh: Moskova Eko­
nomik İşler Milisi olduğuna dair görev belgesi, "İzvestiya" gazete­
si yayıcısı olduğuna dair belge, Merkez Yürütme Komitesi temsil­
cisi olduğuna ilişkin sahte belge.
Arnolt Pinka'da, 1 84'üncü Alayda albay olduğuna ilişkin bir
belge ve ayrıca, ''Yaroslavl Şürası Üyesi" olduğuna ilişkin bir baş­
ka belge bulundu.
Malgin, belgeleri incelerken:
- İşinizi sağlama bağlamışsınız, diye söylendi.
Çekistlerin birden odada görünmeleri, en fazla, Yüksek Tek­
nik Okul öğrencisi olan Nikolay Korotnev'i şaşırth.
- Ben burada başka bir amaçla bulunuyorum, yoldaşlar, de­
di. Akıl almaz bir iş bu. Beni buraya matmazel Golikova çağırdı,
Bir gece eğlencesine gideceğiz, dedi. Ve ben de geldim. İşin doğru­
su bu ... Ben, matmazele karşı ilgisiz değilim, önerisini reddedeme­
dim. Veroçka, lütfen anlat, söylediklerim doğru, değil mi?
Veroçka doğruladı:
- Yalan değil. Yalnız bir ayrıntıyı belirtmeliyim, çağırmamı
kendisi ısrarla istedi.
Gece yansını iki buçuk saat geçe, tutuklular götürülürken, İva­
nov, merdivenden inerken, gizlenmek amaa ile kaçma girişiminde
bulundu, aralarında biri çelme takınca düştü ve köprücük kemiği
kırıldı.
Avaev-Pinka grubunun tutuklandığı Cerjinski'ye bildirildi.
Feliks Edmundoviç, belgeleri ve özellikle piyade alayı şemasını ve
"Vatan ve Özgürlükleri Savunma Birliği" programını dikkatle göz­
den geçirdi:
- Çok ciddi bir iş bu, yoldaşlar, çok ciddi. Kendileriyle kişi-

1 72
sel olarak görüşmek istiyorum. Çağırın bana şu Amolt Pinka'yı,
dedi.
Pinka, ilk önce ıkmık etti, "Rastgele uğramıştım. Hiçbir şeyden
haberim yok." dediyse de, sonradan susmayı yeğledi. Açıkça görü­
lüyordu ki, söze nereden başlayacağını düşünüyordu.
Pekala, dedi... Her şeyi anlatacağım. Yalnız bir koşulla.
- Söyleyin koşulunuzu.
- Yaşamak istiyorum. Yaşamıma dokunmayın. O zaman iğ-
neden ipliğe her şeyi anlatacağım.
Dokunmayacağız.
Namus sözü mü?
Evet.
Z.apta geçirilsin.
Pinka anlatmaya başladı. Tutuklanapla!ln, piyade alayı kur­
may üyeleri olduğunu söyledi. Avaev, komutandı. Ondan yukarı
zincirde bulunanları sırası ile bilmiyordu. Generalleri Dovgert'ti.
Bu adamın şimdi nerede bulunduğunu bilmiyordu.
Cerjinski, sert bir sesle:
- Hepsi bu mu? -diye sorunca Pinka sarardı, bunun üzerine
Cerjinski şöyle devam etti- Telaşa düşmeyin. Sözümü tutacağım,
iyi ama, siz sözünüzde durmadınız, sorunun en önemlisini gizle­
mek istiyorsunuz. Yöneticiniz kim?
- Namus sözüme inanın ki, bilmiyorum. Bütün işler derin
bir gizlilik içinde yapılıyor. Bana da pek güvenmiyorlar. Çünkü bi­
zim işlerin haşan şansından kuşku duyuyorum.
- Terörcülük durumunu anlatın. Kimleri öldürmeyi planla-
mıştınız?
Bu konudaki konuşmalara ben katılmadım.
Kimler katıldı öyleyse?
Hepsi.
Demek ki, siz de?

1 73
En başta Lenin'i öldürmeye hazırlanıyorlardı.
İkinci?
Galiba Sverdlov'u.
Ve daha kimleri?
Sizi.
Daha?
Söyledim, sizi.
Size şunu sordum, daha?
Çok...
Komploları kim hazırlıyordu?
Ben.
Cerjinski candan güldü:
- Ah sizi gidi kurnaz! Size söz verdiğimi bildiğiniz için bü­
tün kabahati kendi üzerinize alıyorsunuz. Terörcülük görevinin si­
ze verilmesi olanaksızdır.
Pinka kırgın bir tutum aldı:
- Neden olanaksızmış?
- Siz korkaksınız, Pinka. Kazan'daki durum için neler bili-
yorsunuz?
Pinka yine sapsarı kesildi. Hızlı hızlı konuşmaya başladı:
- Kazan, Gorna sokağı, Yaçenko'nun eski evi, numara 5. Bi­
zimkilerin İvan İvanoviç dedikleri adam orada oturuyor. Silah de­
posu da aynı evde. Sözü geçen İvanoviç, gidenlere gizli adresler
veriyor.
Pinka sorgunun sonlarına doğru neşelendi:
- Şu üniversite öğrencisine gelince, onun gerçekten de hiçbir
ilişiği yok. İyice aşık. Avaev, bu yabancıyı getirdiği için Verka'yı to­
katladı.

İvanov, Butirski tutukevinin revirine yerleştirildi. Ce�inski:


- Hele biraz kalsın orada, düşünsün. -Ve ekledi- Henüz pek
çocuk! Geceleyin ağlayışı da son derecede ilginç. Sinirleri bozuk.

1 74
Kendisine karşı çok dikkatli davranılmalı ...
Ertesi gün Malgin, İvanov'un yanına gitti. İ vanov, yorganına
iyice sarınarak, başını da örterek, ona arkasını döndü. Sorulan ya­
nıtlamaya hazır olup olmadığı sorusuna:
- Siz kalpsiz hayvanlarsınız. Hastayım ben. Bırakın beni ra­
hatıma! çığlığı ile yanıt verdi.
Malgin, bir şey demeden yanından ayrıldı.
Beş-altı gün sonra İvanov artık bir hayli iyileşmiş durumday­
dı. Peters geldi yanma. Oturdu, başını okşadı:
- Ah bre çocuk... Kaç yaşındasın? On beş mi? Daha mı kü­
çük? Pekala. Yat. İyileş. Kötü insanlar arasına düşmüşsün kardeş.
.
Malgin'e, bizim kalpsiz hayvanlar olduğumuzu söylemişsin. Oysa
asıl hayvan, senin komutanın. Senin gibi bir çocuk serüvene itilir
mi hiç yavru ...
İvanov, ertesi gün bütün gün upuzun yattı. Getirilen yemekle­
re bakmadı bile. Akşamüstü kalktı, demir parmaklıklı pencereden
uzun zaman avluyu seyretti. Bumu sivrilmiş, yanak.lan çökmüştü,
gözleri derin bir hüzün içindeydi.
Akşam yemeğini getiren hasta bakıcıya:
- Peters'le görüşmek istiyorum, bildirir misiniz kendisine?
diye sordu.
- Elbette bildiririz. Yalnız artık geç.
İvanov ayağa fırladı:
Derhal istiyorum. Anlıyor musunuz, derhal. Yoksa çıldıra-
cağım.
Olur, canım. Bir çaresini bulacağız.

Ben, İvanov değilim, Meşkov'um. Prens Meşkov. Tama­


mıyla doğru olmamasına karşın, Viktor Lvoviç. Öz babamın adı,
Aleksandr'dı. Diplomattı kendisi. İ ran' da öldürdüler babamı, tıpkı
Griboedov gibi. 1913'te. Annem ikinci kez evlendi, çok geçmeden

1 75
öldü, babamı unutamadı. Bana, her şeyi anlat, demeyin, sonra bel­
ki de yanlış anlarsınız beni. Babamı gözlerimin önünde öldürdüler.
O zamanlar on bir yaşındaydım. Şimdi yaşım on alh. Geçenlerde
doğru tahminde bulundunuz. Dünyada kimsem yok. Geçen kış,
yaşım on alhyken cepheye kaçhm. Bir rastlanh olarak babamın ar­
kadaşları arasına düştüm. Kabul ettiler beni. Savaşhm. Keşfe gön­
derildim. Yaralandım gerçi. Fakat, hafif bir yaraydı bu. Benim için
"Rusya", "imparator" sözcükleri, başımı döndüren ispirtolu içki­
lerdi. Coşkudan nefesim kesiliyordu. Karşımda çar aleyhinde bir
söz söylediler mi, ağlayacağım geliyordu. Teğmen Terentiev, bir
gün bana doğru nefes nefese koşarak gelip de, "Nikolay tahttan
vazgeçti," dediği zaman, suratına bir tokat aşkettim. Çünkü, inan­
mamıştım buna. İ ki gün sonra bizimkilerden biri bana ateş etti.
Kamfor ve özellikle iyot kokusuna dayanamadığım için hastane­
den kaçtım. İ çim bulanıyordu. Moskova'daki hastanede, Teğmen
Nikitin'le karşılaştım, yaramın sargı bezlerini değiştirmek için
gelip gidiyordu.
"Pinkaya git, sana iş bulacak," dedi ve adresini verdi.
Korkağın biri sanmayın beni. Ölümden korkum yok. Biliyo­
rum ki hepimizi kurşuna dizeceksiniz. Avaev, sık sık: "Yenilgiye
uğrayıp da ÇeKa'nın eline düştük mü, bilin ki gözlerimizi oyacak­
lar, tırnaklarımızı sökecekler," diyordu. Bunları şimdi size anlah­
yorum. Söylemezden önce çok düşündüm. Ve anladım ki, bunların
çoğu en aşağılık itler. Toplantılanmızda neler konuştuklarını bir
işitseydiniz! Kızılordulular, Bolşevikler bizi kıtır kıbr kesecekler­
miş, sonra kanlarımızı içip bizi yiyeceklermiş... En çok konuştukla­
rı konu da kadındı. Oysa Rusya' dan, Rus halkından söz etmiyor­
lardı. Sık sık kavga ediyorlardı, dövüşüyorlardı da. Litvinenko'nun
yüzündeki mor lekeleri gördünüz mü? - İvanov'un gözlerinde, ko­
nuşmaya başladığından beri ilk kez bir sevinç panlhsı görüldü.­
Gördünüz mü? Onu Olenin getirdi bu hale, Veroçka için. Bi.ı kızı

1 76
kazanmak için her biri birbiriyle yarışıyordu. O budala üniversite
öğrencisi, soyadım bilmiyorum, Kolya diyorlar, işte o yakalandı ol­
taya. Veroçka onu, Tsetnoy bulvannda eline geçirmiş. İster inanın,
ister inanmayın, sizin bileceğiniz iş bu, çoktan onların arasından
ayrılmak, kaçmak istiyordum. Hayır, pişman değilim. Sadece olup
bitenleri olduğu gibi anlahyorum. Ve bir açıklama daha yapayım,
aralarından ayrılabilseydim, önümd� iki yol açılıyordu: ya İngilte­
re'ye kaçmak... Çünkü, amcam prens Meşkov oradadır... Ya da ...
Meşkov sustu, gözle�ini kapadı.
Peters, mırıldanıyormuş gibi sordu:
- İkinci yol ne? Köprüden nehre ablmak mı, yoksa şakağına
kurşunu çekmek mi?
Meşkov susmasını sürdürdü.
- Demek ki, öyle ha, prens? Mahvolm�ş bir yaşam. Ve tek
çare; kurşun!
Meşkov, gözkapaklarını kaldırdı ve Peters, gözyaşlarını gör­
mezlikten geldi.
- Başka ne yapabilirim ki ...
- En önemli olan iş: Yaşamak! İyi ama, nasıl yaşayacaksın?
Size "sen" diye hitap ettiğim için özür dilerim. Evet, nasıl yaşaya­
caksın? Gel, şimdi bu konu üzerinde düşünelim. öteki dünya için
acele etme. Öteki dünya dedikleri yere gitmiş değilim, sadece yol­
cusuyum, eminim ki, orası anlatbklan gibi ilginç bir yer değil. Ba­
balığını arayıp bulalım, ha? Adı neydi onun? İvanov mu?
- Bırakın onu. Gerekli değil bana.
Sevinkov'a, Merkez Karargahına, Orta Volga kıyılarında ve
Murom'da hazırlanan ayaklanmaya, Konsolos Grönar'la bağlantı­
lara ilişkin bilgileri tutuklular arasında en iyi bilen, yalnız Ava­
ev'di. İyi ama, Avaev bu konularda tek bir söz söylemedi, tek bir
itirafta bulunmadı.

1 77
Öğrenci Nikolay Korotnev'i, Peters'in yanma, saat on beşe
doğru getirdiler.
Oturun, delikanlı. Anlatın bakalım.
- Her şeyi söyledim. Veroçka da doğruladı.
- Veroçka'dan da konuşacağız. İlk önce baban ve annen;
kimdir onlar? Nerede oturuyorlar? Sizden başka kaç çocukları var?
- İki kız. Yani benim kız kardeşlerim. Babam, pratikten ye­
tişme teknisyen. Annem ev kadını. Dikiş de dikiyor. Fakat, sadece
tanıdıklarımıza. Orehovo-Zuevo'da oturuyoruz.
- Anlaşıldı. Demek ki annen iğne ucu ile, baban geceli gün­
düzlü çalışmasıyla sana öğrenim vermeyi kararlaşhrmışlar. Peki,
kız kardeşlerin?
- Küçük onlar.
- Anlaşıldı. Eve henüz yardım edemiyorlar. Siz, Veroçka
için aldığınız bukete kaç para verdiniz? İstemiyorsanız, söyleme­
yin, sizin bileceğiniz bir iş.
- Söyleyin rica ederim, Veroçka nerede? Onun karşı devrim­
le bir ilgisi yok. Onunki başka yönden.
- Delikanlı, tavsiye ederim size, yakınlarınızı iyi insanlar
arasından seçin. Gidin evinize şimdi. Sınavlarınıza hazırlanın.
- Beni serbest mi bırakıyorsunuz?
- Dedim ya, gidin evinize. Ve ana babanızın verdiği parala-
n Veroçkalara harcamayın. Affedersiniz, belki de nasırınıza basıyo­

rum, fakat şunu söylemek zorundayım ki, sizin Veroçka'nız bir so­
kak kızı. ..
On dakika sonra Martinov, Peters'in odasına girdi. Peters pen­
cere önündeydi ve gülüyordu:
- Andrey şu hale bak...
Öğrenci, caddede kalabalığı yararak ve arada bir sağa sola ba­
karak koşuyordu.
- Görüyor musun, uçuyor. Geri çevireceğimizden korkuyor

1 78
budala ... Sende ne var, ne yok?,
- Pinka bir kişinin adını daha söyledi. Tanıdık: Profesörün
oğlu Sergey Puhov ... Hani şu...
- Anladım. Ver bana dosyayı. Bir de Feliks Edmundoviç'e
danışayım.
Ve Peters çok geçmeden döndü.
- Cerjinski, "Kabahatliyse tutuklansın, dedi."

Ana Födorovna Denejkina, kadınsal duygu ile, yumuşak dav­


ranmazsa, sevgili dostu Seröjenka'yı bitimsiz olarak yitireceğini
anladı: "Ona acı çektirdim, yeter bu kadar!� Genç dul Varvara Fe­
oktistova'nın (baba tarafından Samarina) yeniden Moskova'ya dö­
nüşünde bir hayli rolü oldu.
Ana Födorovna, sevgili dostunu sevindirecek bir şeyler bul­
mak için Suharevka'ya gitti ve şansı da yürüdü. Ofika'dan bir şişe
Şustovska likörü sağlayabildi. Suharevka'nın dalavereciliğini iyi
bildiği için, şişenin tapasını çıkardı, bir yudum içti ve rahatladı.
Gerçek likördü. Kısmeti açılmıştı bu kez. İhtiyar bir kadının elinde
beyaz bir subay boyun atkısı gördü: "Bu atkı ile tuzağımı kuraca­
ğım. 'Eve gel, sana bir sürprizim var' diyeceğim. Sürprizi nasıl ister­
se öyle anlasın."
Sergey Aleksandroviç atkıyı pek beğendi:
- Biliyor musunuz Ana Födorovna, bu, sadece subay atkısı
değil, genişliğine bakılırsa, amiral atkısı. Subay atkıları genellikle
dar olur.
Kadının sevinçten yüzü çiçek gibi açıldı:
- Neden olmasın! Belki de amiral atkısı ... Demek ki, hedi­
yem bir gün işinize yarayacak!
Sergey'in aklından başka şeyler geçiyordu, "Amiral olmayaca­
ğım ama, hiç bilinmez, generalliğe ulaşabilirim. Bütün sorun işlerin
yolunda gitmesinde..."

1 79
Sergey Aleksandroviç bu kez likörün övgüsüne başladı:
- Ana Födorovna, sevgilim. Bu tannsal içkiyi de nereden
buldunuz?
Bütün işler, sanki plan gereğince yürüyordu; içtiler, kannlan­
nı doyurdular, Ana Födorovna lambayı kısh, sonradan bir üfürüş­
te söndürmek için sadece ipince bir ışık bırakh.
Sergey Puhov'u getirmekle görevlendirilen Malgin, yanına bir
milisyoner aldı.
Kapıyı hafifçe, dikkatle çaldı. İçerden, Puhova'nın sesi geldi:
- Sen misin, Seröja?
Malgin nezaketle yanıt verdi:
- Özür dilerim. Lidya Nikolaevna. Biz ÇeKa'danız.
Kapı açıldı. Puhov tanımadığı insanlarla karşılaşınca, korku ile:
- Ne var? Aleksandr Aleksandroviç'e bir şey mi oldu yoksa?
- Profesör sağ ve sağlam, Lidya Nikolaevna. Ve herhalde bu
hafta dönecek. Biz, Sergey Aleksandroviç'i arıyoruz. Evde değil ga­
liba? Nerede bulunduğunu biliyor musunuz?
Biraz dinginleşen Puhov'a sordu:
- Mutlaka gerekli mi size?
- Evet.
Lidya Nikolaevna:
- Herhalde, ikinci kattaki Denejkinlerdedir.
Ve yineledi:
Denejkinlerde. Bizim yönetici kadında.

Seröjka, ğü lüm.
Dur hele. Kapı çalınıyor... Duyuyor musun?
Alhnım benim, kim arayacak bu saatte bizi?
Kulak ver. Senin milisyonerin galiba. Derhal defet.
Yat, sen gülüm, yat. Ben, şimdi bakarım.
Ve tam bu sırada dışarıdan:

1 80
Vatandaş Puhov! Sergey Aleksandroviç! sesi geldi.
Benim! Ne var?
Giyinin derhal. Sizi tutuklama karan ile geliyoruz.
Sergey'in elleri titremeye başladı.
Sizin ceketiniz mi bu, vatandaş Puhov?
Benim.
Boyun atkınızı unuttunuz, vatandaş Puhov.
Benim değil o ...
Hazır cevap ve cesur görünmeye çalışıyordu:
- Beni kendi boyun bağımla mı şeyedeceksiniz?
Milisyoner bu anıştırmayı sert bir sesle yanıtladı:
- ÇeKa'da asmazlar, vatandaş Puhov; gerekirse kurşuna di­
zerler.
Malgin, sert sert milisyonere baktı ve sus.tu.
Hazır mısınız, vatandaş Puhov? Gidelim, ha?
- Hazırım, hazınm.
- Haydi öyleyse yürüyelim.
Kendini tutamayan Ana Födorovna Sergey'e doğru koştu:
- Seröja, Sergey Aleksandroviç!
Puhov, başını bile çevirmedi, merdivenden inmeye başladı.
Anası, parmaklıklara dayanmış:
- Seröja! ... diye haykırıyordu.

· Şatura'dan döndükten sonra, oğlunun tutuklandığını kansın­


dan öğrenen Profesör, telefona uzandı, sonra vazgeçti.
- Arama-tarama yaptılar mı?
- Hayır. Yalnız Sergey'i alıp götürdüler. GörüŞme dileğinde
bulundum, müsaade etmediler. Soruşturma yapılıyormuş. "Şimdi
olanaksız." dediler.
Profesör, oğlunun odasına gitti, bürosunun çekmecesini açın­
ca, ilk gözüne çarpan şey tabanca oldu.

181
- Saşa, ne yapıyorsun?
- Ahnamız gerek bunu ... Fakat, doğru değil...
Profesör, oğlunun not defterini karıştırmaya başladı. Kansı:
- Aleksandr, dedi, ÇeKa bile arama yapmıyor.
- Oğlumun ne olduğunu anlamam gerek. Birçok şeyler tah-
min ederdim ama, bunu asla ... Bak. -"Vatanı ve Özgürlüğü Savun­
ma Birliği" programını kansına verdi.- Oğlumuz komplocu olmuş
meğer. Benim yokluğumda kimse gelmedi mi yanına?
- Saşa, ben böyle tonla konuşmalara alışık değilim. Bambaş­
ka bir adam olmuşsun sen.
- Benim hakkımda başka zaman konuşuruz. Şimdi, genel­
likle olanağı varsa, Sergey'i kurtarmak için çalışmalıyız. Kim geldi
benim yokluğumda?
- Kiyatkin.
- Ben de öyle tahmin etmiştim.
Bu sırada telefon çaldı. Lidya Nikolaevna aldı kulaklığı:
- Seni istiyorlar. ÇeKa'dan.
Puhov telefonda: "Bekliyorum." dedi ve yakasının üst düğme­
sini çözerek derin bir soluk aldı.
- Buyurun Feliks Edmundoviç. Henüz geldim. Biliyorum.
Hayır, benim için üzücü olan bu sorun üzerinde hiçbir şey söyleye­
mem. Ne zaman mı görüşelim? Sizin için en uygun olan zamanda.
Çok ilginç işler var. Telefonda bunları anlatmak güç.
Lidya Nikolaevna yalvarır gözlerle kocasına bakıyor ve işaret-
le, telefonu kendisine vermesini rica ediyordu.
- Güle güle. Bir dakika. Karım sizinle konuşmak istiyor.
Lidya Nikolaevna, başıyla kocasına teşekkür etti.
- Merhaba, Feliks Edmundoviç. Birkaç dakikanızı ayırabilir
misiniz bana? Her kuralın bir kuraldışı olanı var. Özür dilerim.
Nikolaevna, kulaklığı yerine astı, dudakları ve tırnakları mos­
mordu.

1 82
Profesör, bardağa bir damla ilaç damlattı. Lidya Nikolaevna
içti ve ağlamaya başladı:
- İşte senin Cerjinski'n! Hepsi uzaktan iyi ... Biliyor musun
ne dedi bana: "Şimdi soruşturma sürdürülüyor. Ne yazık ki avutu­
cu hiçbir söz söyleyemeyeceğim size ... " dedi. Ve düşün ki, aynı

adam bizim evimize gelip gidiyor. Hepsi ne kadar da gaddar!


Profesör uzun süre divanda upuzun yattı. Sonra, sessizce gi­
yindi. Çıkarken, "Geç kalmayacağım," dedi.
Kocasının Cerjinski'ye gittiğini sanan Lidya Nikolaevna, bu
son günlerin ilk iç rahatlığını duyumsadı. Allah vere de bu bela at­
latılsa ve Sergey serbest bırakılsa ...
Profesör, gerçekten de geç kalmadı. Lid�a Nikolaevna, Alek­
sandr Aleksandroviç'in ceketini sessizce askıya asışını korkulu
gözlerle izliyordu. Nihayet, dayanam�dı:
Ne dedi?
- Yok. Amerika'sına hareket etmiş.
- Hiçbir şey anlamıyorum, Saşa. Hangi Amerika' sına gitmiş
Cerjinski?
- Cerjinski'yi ne karıştırıyorsun bu işe, canım? Ben Kiyat­
kin'e gittim. Demek istiyordum ki bu alçak herife. Af-federsin Li­
da ... Özür dilerim ...

Ana Födorovna, ertesi sabah Profesörün yolunu kesti ve hınç­


la söylendi:
- Cerjinskiy'le tanışıyordunuz ya! Hadi bakalım övünün bu
tanışmanızla şimdi.
· Ve ağlamaya başladı.

YALNIZ EKMEKLE YAŞANMAZ!


1918 baharındaki Sovyet Rusya'ya kuş bakışı bakan bir insan­
da şu izlenimler doğabilirdi: Bu memleket, boğazına kadar savaşa
gömülmüştü, karşı devrime, yıkıcılığa ve açlığa karşı çetin bir sa-

1 83
vaşım yürütüyordu. Gerçekten de bu dört cephede müthiş bir çaba
harcanıyordu. Fakat, genç cumhuriyetin yurttaşları başka işlerle de
uğraşıyorlardı.
Derler ki boş arsaya yeni ev yapınak, harap olntuş eski evi
onarmaktan daha kolaydır. Sosyalizm boş alana kurulantaz, birçok
şE!yin onarılması gerekir. Elbette ki, yapılacak işlerden büyük ço­
ğunluğunun ilk kez yapılması, kaçınılmaz bir zorunluktur.
Devrimin, zenginliklerini, para ilE! sağladıkları saygınlıklarını,
başkalarına komuta etme haklarını ellerinden aldığı kişilerin dışın�
da, Sovyet Rusya halkı, çeyrek eknteğe, korkunç ayakkabı, giyim
ve yakıt yokluğuna karşın, neşeliydi, hareketliydi, coşkuluydu. Ve
ne kadar da acayip görünürse görünsün, bütün tiyatro ve konser
salonları her zaman ağız ağıza doluydu. İnsanlar okumak için çır­
pınıyor ve okuyorlardı. Hatta en ırak, en ıssız köylerde bile, çıra ışı­
ğında, yaşamlarında ilk kez bastoncuklar çiziyor, harfleri heceli­
yorlardı. İvanovo-Voznesensk işçileri de, çocukları da okumak, öğ­
renmek istiyorlardı.
1915 yılında Riga, Alman saldırısı tehlikesiyle karşı karşıya
kaldığı zaman, Riga Politeknik Enstitüsü'nün tüm ders araç ve ge­
reçleri, laboratuvar ve kitaplığı Moskova'ya taşınmıştı. Mihail
Frunze bu durumu rastgele öğrenince, Lunaçarski'ye, Pokrovs­
ki'ye birer mektup yazdı, Enstitü yöneticilerinin, Enstitünün İva­
novo-Voznesensk' e taşınması olasılığını nasıl karşılayacaklarını
öğrenmelerini, dostlarından anlamalarını rica etti. Ve bir ay sonra
Frunze Moskova'ya çağınldı.
Ve her zamanki gibi, Moskova'da Martinovların misafiri oldu.
Beş-altı gün sonra, pazar günü, Moskova'da olan Enstitü yönetim
kurulu üyeleri, profesör ve öğrenciler, Softyka'daki Alman kulü­
bünde toplanacaklardı. Frunze, onlar arasında geçecek tartışmala­
nn konularını biliyordu. Bir kete, Almanların bir süre sonra Ri­
g-a' dan ayrılacaklarını ve Litvanya'nın özgür bir devlet olacağını

1 84
biliyordu. Daugava'daki kaşanelerde,5 Mayerenhof ya da Dubel­
no'daki villalarda lüks içinde yaşayacaklarını, Kurzema kahvesin­
de hoş geceler geçirebileceklerini sanıyorlardı. Doğal olarak, onlar
için ucuzluk alabildiğine yaygın olacaktı. Portakal haftaları ve (İn­
giliz, Danimarka ve İsveç Okyanus ötesi memleketlerden getire­
cekleri) diğer meyvaların haftaları yapılacaktı. İyi ama, Almanlar,
Riga'da, allah göstermesin, uzun süre ya da bitimsiz olarak kalır­
larsa? Yaşamak mı? Eh, elbette yaşayacaklardı. Ne var ki, Alman
düzeni altında; rektör Alman olacak, dekanlar Almanlardan seçile­
cek, Litvanyalılara gelince, onlar, olup olacağı, şarkı derneklerine
yönetici olarak alınacaklardı.
ivanovo-Voznesensk'e şöyle bir uğramış olan Profesör Gure­
viç, şehir ve mahalle ve caddelerinin adlarını öğrenince nasıl cesa­
rete geldiklerini şöyle anlattı:
- Özellikle Riliha, Hutorovo, Yami ve Putanka pek hoşları­
na gitti.
Ve ekledi:
- Kendilerine, şehrinizin ana caddesinin sidik yolu haline
geldiğini söylediğim zaman gülmekten bayıldılar.
Toplantıdan bir gün önce, Graf Mirbah'ın, Enstitünün Riga'ya
dönmesi konusundaki önerisini öğrenince Frunze'nin canı sıkıldı.
Graf demiş ki, "Riga şu anda Alman · nparatorluğu bileşiminde
bulunuyor. Bu yüzden, Riga'ya ait olan her şey geri verilmelidir."
Enstitü İvanovo-Voznesensk'e taşındığı takdirde, ona bağlı
olarak bir de tarım fakültesi açılacağını anlayan Malgin, hastane­
den taburcu edilen Andrey'e, yapılacak toplantıya Frunze ile bir­
likte gitmesini önerdi. Esasen pazar günü yapılıyordu toplantı.
Başkanlığa seçilen Prof. Berlov, kalemiyle kürsüye vurarak sa­
londa sessizliği egemen kıldıktan sonra:

5 Büyük sılslü köşk, saray.

1 85
- Baylar, diye söze başladı, bizi yakından ilgilendiren, heye­
canlandıran bu son derecede önemli ve çok güç sorununun ince­
lenmesine geçmeden önce, müsaadenizle, sizlere, İvanovo-Vozne­
sensk Eyaleti Yürütme Komitesi Başkanı Mihail Vasilieviç Frun­
ze'yi takdim edeyim.
Bütün gözler, merakla "Kızıl vali"ye döndü.
- Mihail Vasilieviç birkaç söz söylemek için müsaadenizi ri-
ca ediyor. Ne dersiniz, baylar?
Berlov'un bakışları salonu taradı. İtiraz eden yoktu.
- Buyurun, Mihail Vasilieviç.
Frunze yerinden kalkh, Berlov'a dönerek, hafif bir sesle: "Te­
şekkür ederim" dedi. Onun bu jesti salonda bir hoşnutluk yarath .
. -:- Bizim şehrimiz, daha geçenlerde eyalet oldu. Daha öncele­
ri Vladimir eyaletine bağlıydı. Şehrimiz büyüktür, çamurlu ve du­
manlıdır. Şimdilik duman daha az. Çünkü, fabrikalar çalışmıyor.
Ne yakıt var, ne de pamuk. Tek bir yüksek okulumuz da yok.
Arka sıralardan sinirli bir ses duyuldu:
- Çamur ve dumandan başka neyiniz var öyleyse?
Frunze gülümsedi:
- Biraz önce söyledim ya; duman da yok. Bir resim okulu­
muz, bir ticaret okulu, bir erkek lisesiyle bir de kız lisesi var.
- Hepsi bu mu?
- Bir ilçe merkezi için bunlar hiç de az değil. Fakat bir eyalet
merkezi için son derece az. Ve en önemlisi, İvanovo-Voznesensk
büyük bir fabrika bölgesinin merkezi ve ilginç bir geleceğe sahip.
Bölgemizde yeni yeni fabrikalar ve elektrik santralleri kurulacak,
bu yüzden de uzmanlara gereksinimimiz olacak.
Dikkatle dinliyorlardı. Sırtında sıradan bir er giysisi bulunan
bu aydın ve sempatik yüzlü adam, laf kalabalığına kaçmadan, yap­
macıksız, güzel konuşuyordu.
- Sizlere dingin bir yaşam vadetmiyorum. İdeal koşullar da

1 86
vadetmiyorum -yüzünde tatlı bir gülümseme belirdi-. Yalnız ideal
. değil, olağan, normal koşullar da vadetmiyorum. Sadece şunu va­
adediyorum: Şimdilik sıkışık koşullarda çalışacaksınız. Enstitü'yü
birbirinden ayn birkaç binaya yerleştireceğiz. Evet, sıkışık koşullar­
da çalışacaksınız, fakat kalpler geniş olsun. Derler ki, siperden ilk
önce taarruza geçen insan kahramandır, insan, bu sıçrayışa, pek de
farkında olmadan, bütün ömrünce hazırlanır. Her gün, her saat ça­
lışmak, bazen ağır koşullar içinde çalışmak da bir kahramanlıkbr.
İstediğiniz varsa, biz, sizleri işte böyle bir kahramanlığa çağınyoruz.
Frunze bir an sustu, salonu dikkatle gözden geçirdi:
- Evet, kahramanlığa çağırıyoruz. Koşullar elverişli d�ğil,
üzüntüler çok, iyi ama bunların sonu mutluluk.
Aynı sinirli ses yine duyuldu:
- Bu mutluluktan neyi kastediyorsun.uz�
- Son derece zor bir soru sordunuz. Mutluluğu herkes ken-
dince anlar. Benim anladığım, benim kastettiğim mutluluk, insan­
lara sevinç getiren, onlara daha anlamlı, manen daha zengin vı: da­
ha güzel bir yaşam sağlayan namuslu ve özverili emektir.
- Peki ama siz, kahramanlığa, zorluklara yetenekli misiniz?
Veya sadece başkalarını kandırmayı mı beceriyorsunuz?
Profesör Berlov, kalemiyle kürsüyü tıklattı:
- Nezaket sınırlannı aşmayın, baylar... Devam edin Mihail
Vasilieviç.
- Söylemek istediklerim bunlardır. Şunu da bildirmeliyim
ki, Halk Komiserleri Şfirası (Bakanlar Kurulu), İvanovo-Vozne­
sensk'de bir enstitütü kurulması isteğini hararetle destekliyor. Eği­
tim ve Öğretim Halk Komiseri Lunaçarski'yle dün görüştüm. O, bi­
ze, gereken her türlü yardımı yapacak. hk dönemde; enstitünün ta­
şınması ve hazırlıkları için bize üç milyon ruble vadedildi. Ve son
sözüm de şu: İvanovo-Voznesensk'e gelmek istemeyenler, nereye
isterlerse oraya gitmek özgürlüğüne sahiptirler.

1 87
Son sıradaki çatlak ses yine yükseldi:
- Hatta Etiyopya'ya da mı?
Frunze, gülümsedi:
- Hatta oraya. Etiyopya'ya gitmek niyetindeyseniz, Rus
doktorlara benden selam götürün. Çünkü orada birçok Rus doktor
var. Fakat, siz giderseniz, Etiyopyalıların sevineceğini hiç de san­
mam.
- Nedenmiş o?
- Nasıl bir diplomaya sahip olduğunuzu bilmiyorum, fakat
yanıtınızdan bir öğretim üyesi olduğunuz anlaşılıyor. Oysa, tiyat­
ro balkonlarındaki öğrenciler gibi davranıyorsunuz.
Bir ses: "Bravo!" diye haykırdı ve bütün salondan alkışlar yük­
seldi. Frunze, elini kaldırarak, henüz sözünü tamamlamadığını bil­
dirmek istedi:
- Yaptığım kabalıktan ötürü özür dilerim. Fakat biz buraya,
ciddi bir olay dolayısı ile, birbirimizin görüşünü dinlemek için top­
lanmış bulunuyoruz, palyaçoluk yapmak için değil. Toplantının
bundan sonra şöyle geçmesini öneriyorum; sorular sorulsun, gö­
rüşler ortaya konsun. Müsaade ederseniz, sorular ve konuşmalara
ben de katılayım. Karar sırasında toplantıdan çıkayım. Bu önerime
.
razı iseniz, sorularınızı bekliyorum.
Andrey'le Malgin'in yakınında bir genç oturuyordu, herhalde
üniversite öğrencisiydi. Frunze'nin konuşmasını dikkatle dinlemiş,
hatta notlar almıştı.
Andrey, kaderin, kendisini bu gençle birkaç defa karşılaştıra­
cağını nereden bilsindi! Bir defa İvanovo-Voznesensk'de, bir defa
da 1 945 baharında Berlin'de...
Eve dönerlerken, Malgin, Frunze'ye şaka biçiminde ricada bu-
·

lundu:
- Mihail Vasilieviç, benim tarım fakültesine yazılmam için
ilginizi rica edeceğim.

1 88
- Hiç merak etmeyin. Size de yer bulunacakhr. Çünkü bizim
çocukların çoğu mühendis olmak istiyor.
Moskova'daki Alman Elçiliği müsteşarı, ertesi günü, Rusya
Sovyet Sosyalist Federatif Cumhuriyeti Dışişleri Halk Komiserli­
ği' ne hitaben, Graf von Mirbil;h adına uzun bir protesto mektubu
yazdı:
"Alman Elçiliğinin edindiği bilgilere göre, yönetim üyeleriyle
profesörlerin, öğretim üyelerinin ve öğrencilerden pek azının kahl­
dığı genel toplantıda, ajitasyonun etkisi alhnda, Enstitünün Ri­
ga'ya dönmemesi ve İvanovo-Voznesensk şehrine taşınması karan
verilmiştir. Bu olayı protesto etmekle ve dikkatinizi... çekmekle gö­
revliyim."

191 8, HAZİRAN
Majeste Rus esnafı nefes nefese idi. Yaşamı sarsan haberler,
onun, birçok kanıh, söylentiyi, umudu ve umut kırıklığını, �ngörü­
yü, sezinlemeyi, kuşkuyu ve benzerlerini bir arada ve birdenbire
kavramaya alışmamış olan yoksul kafacığını allak bullak ediyordu.
En acısı da, yüzyıllar boyu kurulmuş olan yaşam düzeni yıkılıyor­
du ve bunun yeniden eski hale getirilmesi de artık olanaksız görü­
nüyordu.
- Bir zamanlar, pazar günleri bizim mahalle kilisesine gider­
dik. Karım alelacele duasını yapar ve eve koşarak börek hazırlardı.
Biz çocuklarla daha geç dönerdik. Bir de bakarsın, ev likörü masa­
da hazır. Biraz sonra da hanım, etli ve yumurtalı böreği sıcağı sıca­
ğına önümüze getirirdi. Baharda da taze soğanlı börek yapardı.
- Şimdiyse, "Yokkom"lar. Yeni sözcükler birbiri ardınca
önümüze sürülüp duruyor: "Karaborsacı", "Komün." Şimdi de
"Yokkom: Yeni Yoksullar Komitesi." Bolşevikler her şeyi önceden
planlamışlar. Daha mart ayında yeni bir gazete çıkarmaya başladı-

1 89
lar: "Yoksullar"ı. Eskiden gazetelerin ne oturaklı adları vardı: "Va­
tandaş", "Ses", "Rus Sözü", "Borsa Haberleri" . Şimdi: "Yoksullar".
Yoksullar komitesinde yalnız çıplaklar var. Gelgelelim, bir polis
komiserinden daha fazla haklara sahip bunlar.
- Millileştirme kararnamesini okudunuz mu? Bir zamanlar
Mihelson fabrikası vardı. Mal sahibi bu işe kapital yatırmıştı, şim­
di kimin bu fabrika? Jiro'nun bir fabrikası vardı, nerede şimdi bu
fabrika? Yok. Abrikosov'un bir fabrikası vardı oldum olası, onu da
halkın fabrikası yaptılar. N'oluyoruz yahu? Bu güpegündüz bir
soygundur! Ne aileler vardı, ne aileler. Bütün Rusya'da ünlüydü­
ler; Gübnerler, Kostancoğullan, Sindeller. Bunlar sadece Mosko­
va' da olanlar. Ya Piter'dekiler, ya Nijniy-Novgorot'takiler, ya İva­
novo-Voznesensk'tekiler! . . . Hele hele Bakü'dekiler; Nobeller, Man­
taşeviler... Aile dediğin böyle olur!
DMFB diye bir yeni söz duydunuz mu?
O da ne ola ki?
Şimdi anlatacağım ne olduğunu. Sormovski, Kolomenski,
Briyanski, Mitişkinskilerin fabrikaları vardı. Bu dev fabrikalar bir
mal sahibinin parası ile kurulamaz. Bu amaçla hisse senetleri çıka­
rırlardı. Diyelim ki, Kamişino'da oturuyorsun ve bir gün öğreni­
yorsun ki, halan ya da amcandan yüklüce bir miras kalmış. Eh, çok
da olmasa, yine de para. Ciddi bir adamsın, kapitalsiz yaşamışsın
ve kapitalsiz yaşamaya devam ediyorsun. Kalan mirasla da ... Anlı­
yor musun, hisse senedi satın alıyorsun. Ve bu senet senin için ça­
lışıyor. Şimdi var mı böyle şey? Yok. Bitti. Son. Şimdi bu fabrikalar
devletin malı ve bir yönetim altında birleştirilmişler: DMFB. Yani,
Devlet Makina Yapım Fabrikaları Birliği...
Peki, şimdi elimde hisse senedi varsa ne olacak?
Yandı.
Nasıl yanarmış?
Yandı. O kadar. Haklısınız, sizi tamamıyla anlıyorum ve

1 90
acıyorum size. Ama siz yalnız değilsiniz. Herifler koskoca Karade­
niz Filosu'nu batırdıktan sonra, sizin hisse senetlerinin ne değeri
olur ki. ..
- Ama doğru değil bu!
- Efendi, günümüzdek� koşullarda her şeyi bekleyebilirsin,
dünyanın sonunu bile. Filoyu batırdılar, bu bir gerçek.
- Ne kabahati varmış filonun?
- Bu da Brest Barış Antlaşması'nın sonuçlarından biri. Filo
Sivastopol'da demirli duruyordu. Onun daimi yeri orasıdır. Al­
manlar, Bolşeviklerin işlerinin kötüye gittiğini görünce, Kınm'a yö­
neldiler ve Sivastopol' a vardılar. Bolşevikl�r, Almanların eline düş­
memesi için filoyu Novorosiysk'e yüzdürdüler. Bunun üzerine Al­
manlar kıyameti kopardılar, "Vereceksiniz de vereceksiniz!" diye.
Kim güçlü ise bağırmak onun hakkıdır: Ulyanov Lenin, şu emri
verdi: "Filo kurtarılamazsa, Almanların eline düşmesinden batırıl­
ması daha iyidir. Batırılsın!" Ve batırdılar, arkadaş. Ve biliyor mu­
sun, bir de hangi zırhlıyı batırdılar? Potemkin'i! Ona bile kıydılar.
- Eh, çoğu gitti, azı kaldı. Çekoslovaklar, Bolşevikleri ada­
makıllı kötekliyorlar şimdi. Mariinsk, Çelyabinsk, Novonikolaevsk
Verhneudinsk, Tomsk, Omsk ve Samara onların eline geçmiş bulu­
nuyor.
- Bolşevikleri silip süpürmemize yardım edecekleri anlaşılı­
yor, ha?
- Hiçbir yardımları olmayacak galiba. Bolşevikler güçlü. Ne
ile güçlü, bunu bir türlü anlayamıyorum, ama güçlü. Varın gidin
mitinglerine, ne büyük bir ilgiyle dinliyorlar Ulyanov Leninlerini.. .
İşçilerin ilgisini anlıyorum. Proleter onlar, kaybedecek hiçbir şeyle­
ri yok. Ama okumuşlara ne dersiniz? Bugünlerde o, öğretmenler
kongresinde konuştu. Öyle bir alkışladılar ki ...
- Duydunuz mu, allaha şükür, Saritsin'de, Tambov'da, Sa­
ratov ve Samara'da ayaklanmalar oluyormuş.

191
- Bolşevikleri ortadan kaldırmaya başladılar. Hem de sıra­
dan olanlarını değil, ileri gelenlerini. Petrograd'da namuslu insan­
ların gözü önünde Volodarski öldürüldü." Bu, bir başlangıç olsa ge­
rek. Başkalarına da ulaşılacak. Yokkomlar nasıl kurulurmuş, otu­
raklı insanların atalarından kalma firmalarına nasıl el konurmuş,
öğrensinler bakalım!
- Moskova ile Petrograd arasında işleyen trenlerin yeni ha­
reket düzenlerine ilişkin haberi İzvestiya gazetesinde okudunuz
mu? Okumadıysanız, amanın okuyun da zevkten dört köşe olun!
Haberde şöyle deniyor: "Yakıt tasarrufunda bulunmak amacı ile,
Nikolay Demiryolu hathnda işleyen yolcu trenleri, bundan böyle
yük treni hızı ile işleyeceklerdir. İki yolcu treni dışında, bütün yol­
cu trenlerine yük treni hızı uygulanacakhr. Lokomotifler odunla
çalıştırılacaktır." Görüyorsunuz ya, yakıtta oduna geçiliyor. Kutla­
mak gerek. Hem de Nikolay, yani çar hattında. Oysa insanlar saat­
lerini, bu hatta işleyen trenlere göre ayarlardı.
- Allahım, ne zaman gelecek bunların sonu?
- Gazetelerde Kerenski için nasıl ad takmışlar, biliyor musu-
nuz? "Şasa Tırpancıev." Bu geveze, Paris'e varır varmaz, gazetele­
re verdiği demeçte: "Rus halkının gerçek temsilcisi benim!" demiş.
Puşkin'in şu dizelerini anımsar mısınız:
"Ben, çar sarayı imişim, değiln:tişim,
Ne önemi var!
Ben, karışıklık ve savaş nedeniyim."
- Tanrım kurtar bu kullarını ...
- Duyduğuma göre, Nikolay Romanov'u (eski çar) To-
bolsk' dan Ekaterinburg'a götürmüşler, tüccarlardan İpatiev'in evi­
ne yerleştirmişler. Ünlü bir aile bu İpatievler. Hele bekleyelim ba-

6 20 Haziran 1 9 18'de, Bolşevik lider Volodarski Petrograd'da bir Sağ


Sosyalist Devrimcinin gerçekleştirdiği suikast sonucu öldürüldü.

1 92
kalım. Romanovlar soyunun ilk çan olan Mihail Födoroviç'i çar
yapmak için, bolyarlar İpatiev Manashnnda toplanmışlardı. Son
çar da İpatievlerin eyinde bulunuyor. Sembolik bir rastlanh...

PAPAZ YoAN'IN D ALAVERELERi


Andrey, iyileşip de ÇeKa'ya gittikten sonra, Peters, onu, "Va­
siliy Blajeni" katedralinin eski yöneticisi Yoan'ın sorgusunu yap­
makla görevlendirdi ve dosyasını eline verdi:
- Anladığıma göre, burada dalavereden daha ciddi işler de
var. Uzun boylu, uzun kızıl sakallı, gür saçlı, insan güzeli Yoan
Vostorgov, Şubat Devrimi' ne kadar, sadece Rusya'nın en ünlü kili­
sesinin yönetim kurulu başkanı değildi, aynı zamanda Kralcılar
Partisinin Moskova Eyalet Başkanı idi. Çar tahhndan atıldıktan
.
sonra, diyanet işleri ileri gelenleri, Yoan'ın katedralin başında tu­
tulmasını doğru bulmadılar ve onu sıradan papazlığa indirdiler. O
günlerde patriyarklığa seçilmiş olan dostu Tihon, onu deste�emek
istediyse de, etrafındakiler, "Olamaz," dediler. "Şimdi Cumhuriyet
yönetimi var. Bir de bakarsın bu Yoan, imparator için uzun ömür­
ler dileyen duayı okumaya başlayıverir."
Bunun üzerine Tihon, Yoan'a başka bir iş buldu: Ortodoks
Misyonerler Derneği Sekreterliği.
Bu mevkiin maaşsız olduğunu ve Yoan'ın da para almadan
parmağını bile oynatmayacağını çok iyi bilen yakınlan, onun bu
bedava işte büyük çabalar harcadığını görünce hayret içinde kaldı­
lar. Yoan, onlara şu yanıh verdi:
- Evde işsiz oturmak sıkar beni. Bütün ömrümce dindarlara
hizmet etmeye alışmış bir insanım.
Dindarların, onun bu gayretkeşliği ile hiçbir ilişkileri yoktu.
Tihon'a, misyonerler derneğinde güvendiği bir kimse gerekliydi:
Din işleri için değil, daha fazla para işleri için.

193
Yeni sekreter, derhal, bir süre önce ruhunu allaha teslim etmiş
olan tüccar kadın Aleksandra Grigorievna Tovarova'nın vasiyetna­
mesiyle uğraşmaya başladı. Bu kadın, savaş başlamazdan biraz ön­
ce, Neglinna caddesindeki, içinde Merkez Hamamı, "Avrupa" ote­
li ve "Bar" restoranı bulunan büyük hanı Misyonerler Derneği'ne
bağışlamıştı. Bağış belgesine de şu koşulu koydurmuştu: "Kendisi
sağ oldukça hanın bir dairesinde oturacak ve her ay gelirin dört
yüz rublesi kendisine verilecekti." Aynı belgede bir ricası daha var­
dı kadının: "Öldükten sonra Andron Manastırı'na gömülmesi. Bu
son isteği tamamıyla yerine getirildi." Vasiyetnamenin diğer bir
maddesi gereğince de "Han, mal sahibi sağ oldukça kimseye satıl­
mamalı, devredilmemeli"ydi. Mademki, allanın sevgili kulu Alek­
sandra artık öteki dünyayı boylamış, gereken bütün dinsel tören­
lerle gömülmüştü, demek ki, artık satılabilirdi. Hatta, bir de alıcı
ortaya çıkmıştı. Petrograd tacirlerinden Pogaröv. Bu kadar yüksek
geliri olan bir tanınmaz malı satın almanın da tam zamanıydı. Pa­
ra hızla değerini yitiriyordu, Sovyet iktidarı devrilir devrilmez, ha­
nın değeri kat kat yükselecekti.
Vostorgov derhal eyleme geçti, alıcı ile Tihon arasında bağlan­
tı kurdu. Çünkü onun haberi olmadan böyle büyük bir iş yapıla­
mazdı. İyi ama, tam bu sırada, ortaya birçok aracı çıktı. Misyonerler
Demeği'nin kasiyeri Muhin, derneğin hukuk müşaviri avukat Kru­
titski, "Kurtarıcı İsa" kilisesinin kayyumu Grigoriev, episkop Efrem
vb. Her birinin arabasını yağlamak, avuçlarına birkaç kuruş sıkıştır­
mak gerekiyordu. Tihon da hiç sıkılmadan kendi hakkını istedi,
hem de yüklüce bir para. Pogaröv, Tihon'un kabininde bu "yüklü­
ce yekunu" öğrenince, az daha beyin kanamasından ölüp gidecekti.
Son dakikada, Sovyet Hükümeti'nin, din işleriyle devlet işleri­
ni birbirinden ayıran, 20 Ocak 1918 tarihli kararnamesini anımsadı­
lar. Bu kararname gereğince, hiçbir kilisenin, hiçbir dinsel derneğin
mülkiyet hakkı yoktu, bütün dinsel derneklerin emlakı halkın mül-

1 94
kiyetiydi.
Ve böylece, yapılan alışverişin yasalara aykın olduğu anlaşıl­
dı. Tihon, patrikliğini unutarak, meyhaneden çıkan bir faytoncu gi­
bi sövüp saymaya başladı.
Bu güç durumdan çıkış yolunu, Vostorgov'a misafir gelmiş
olan Tobolsk başpapazı Vamava buldu. Kendisi, ölü Grigoriy Efi­
moviç Rasputin'in dostuydu ve sarhoşluğu yüzünden merkeze ça­
ğanlmıştı. Sözde patriğe değil de, öteki papazlara diyormuş gibi:
- Siz, eşeksiniz, diye söze başladı, Grigoriy Efimoviç (Ras­
putin) sağ olsaydı bu durum karşısınsa ne yapardı? Bu sert cevizi
kerpetensiz kırardı. Pogaröv'dan paralan ödünçmüş gibi alın, bu
hükümet devrilinceye kadar da, aranızdaki belgeyi gizli tutun.
Tihon itiraz etti:
- Pogaröv razı olur mu buna! İki milyonu gizli belge ile bize
verecek kadar sersem mi sanıyorsun onu?
Pogaröv, ilk önce bu alışverişten vazgeçme yanlısıydı:
- Sözde din adamısınız, oysa bir karaborsacı gibi insanı sık­
boğaz ediyorsunuz. Ben size çuval dolusu para vereceğim, buna
karşılık sizin bana vereceğiniz şey, sadece bir kağıt parçasıdır.
Bütün bunlara karşın adamı kandırdılar.
Gizli senedi, Yoan'ın, Piyatnitska 18'deki evinde imzalamayı
kararlaştırdılar. Yoan orada bütün ikinci katı emrinde bulunduru­
yordu.
İki şişe gerçek votka ile bir şişe manastır şarabı sağladılar. Ge­
rekli olan her şeyi hazırladılar.
Konuştular, yeni iktidara ağız dolusu sövdüler. "Kurtarıcı İsa"
kilisesi papazı bir hayli kafayı çektikten sonra bir din tartışması or­
taya attı:
- İşte size "büyük iktidar", fakat allah tarafından değil. Öy­
leyse bu cezayı bize veren allah hangi allahtır? Açıklayın bakalım,
sayın akademisyenler?

195
"Akademisyenler"in açıklamaya vakitleri yoktu. Paralan dik­
katle sayıyor ve Pogaröv'ün, aralanna sahte banknotlar sokuştu­
rup sokuşturmadığını gözden geçiriyorlardı. Baş "tacir'' Vostor­
gov, tüccarın önüne, divan üzerine, on iki gümüş ve alhn kilise ha­
çı sıraladı, iki değerli ziynet gösterdi. Pogaröv, haçlara bakmadı bi­
le. Taşlan evire çevire gözden geçirdi ve hatta kokladı. "Ne yazık
ki, büyütecim yanımda değil. Bileydim alırdım." diye üzüldü. Yo­
an'da, güçlü, on defa büyüten büyüteç vardı. Pogaröv, taşlan bu­
nunla da gözden geçirdikten sonra:
- Siz beni allahın sersemi yerine koyuyorsunuz, dedi.
- ·Rica ederim. Sizin gibi saygın bir adamı nasıl sersem yeri-
ne koyabilirim!
- Bu taşların hepsi sahte. Açıkçası, çakıl bunlar.
- Nasıl olur, efendim!
Birbirlerine ağır sözler söylediler, kavga ettiler, sonra dingin­
leştiler. Vostorgov, kendini haklı çıkarmaya çalışıyor:
- Ben gerçek diye aldım. Deneysizliğin acısını çekiyorum.
Bazı şeyciklerim daha var. Bugünkü kanşıklık dönemi için son de­
recede gerekli.
- Getir görelim.
Yoan, yepyeni tabancalar ortaya çıkardı:
- Yüksek fiyat istemeyeceğim.
Tam bu sırada kapı hafifçe tıklatıldı. Yoan'ın ev işlerini yöne­
ten prenses Şçarbatova, bir gölge gibi içeri girdi. Yoan, prensese her
zamanki nazik bakışları ile bakh, fakat geniş gülümsemesi, gör­
kemli kızıl sakalı arasında kayboluverdi. Çünkü, prenses telaşlıydı:
- Dışarıda sizi bir takım gençler anyor. Gerekli bir iş için di­
yorlar. Kendileri ÇeKa'danmış ...
O zamana kadar hiçbir zaman kilise tarihiyle ilgilenmemiş
olan Andrey Martinov birkaç kez Rumyantsev Müzesi'nin kitaplı­
ğına gitmek zorunda kaldı.

196
Son Moskova ve tüm Rusya Patriği'nin, Andriyan olduğunu
öğrendi. Bu patrik, Büyük Petro'nun en azılı düşmanlarından bi­
riydi, çünkü Petro patrikliği kapatmış ve onun yerine Kutsal Si­
not'u kurmuştu.
Andrey şunu da öğrendi: Rusya'da patriklik iki yüz yıl yaşa­
yabilmişti. Çünkü, çar, en büyiı1< ruhani başkandı. Çarlığın devril­
mesinden sonra patriklik yeniden belirmiş ve Tihon patrik seçil­
mişti.
Andrey, Tihon'un, Sovyet iktidarından, Bolşeviklerden nefret
ettiğini de öğrendi. Fakat, Rumyantsev Müzesi Kitaplığı'ndan de­
ğil elbette.
Yoan, bütün sorulara dinginlik.le ve kısaca yanıtlar veriyordu:
"Anımsamıyorum."
Tabancaları kim verdi size?
Anımsamıyorum.
Neyinize gerekliydi bunlar?
Şu anda gerçekten de anımsamıyorum. Herhalde, şey
için...
Öyleyse, müsaade ederseniz, bunları bir yerden çaldığını­
zı yazacağım zapta.
Nasıl olur?
- Öyleyse kim getirdi size? Gökten düşmedi ya bunlar.
- Anımsamıyorum. Evet, evet, özür dilerim, gökten düşme-
di elbet.
- Size bunları satanın kim olduğunu söylersiniz herhalde...
- Betimleyebilirim. Kısa boylu, sarışın. Gözleri... Özür dile-
rim, gözlerine bakmadım.
Andrey, Vostorgov'un not defterini karışhrmaya devam edi­
yordu. İki sayfa, adlar ve rakamlarla doluydu: Şestakov: yirmi beş,
Buturlin: elli, Bantiş Kamenski: yüz... Bazı adlar kırmızı daire içine
alınmış ve Üzerlerine soru işareti.

1 97
Andrey, İvan Sevastiyanoviç'i, mavi bir kurdele ile bağlı para
paketini ve üzerindeki "kutsal paralar" yazısını ve Artemiev'in,
"Yoan Vostorgov'u hangi Hıristiyan tanımaz! En tatlı konuşan ha-
tiptir... Anneciğimin manevi vasiyeti gereğince, yuvarlak hesap el-
li bin ..." diyen sesini anımsadı.
Ve aklından şu düşünce geçti: "Bir denesem ne kaybederim
ki ... " Ve gözlerini Vostorgov'a çevirdi:
- İvan Artemiev'den neden bu kadar az aldınız? Örneğin,
Bantiş Kamenski yüz bin vermiş.
Vostorgov'un gözlerinde yalnız bir an için bir korku panlhsı
belirdi. Fakat, Martinov için bu da yeterliydi. Avı yakalamışh.
- Sözlerinizden hiçbir şey anlamadım. Nedir o yüz bin?
Andrey, şimdilik aynnblara dalmamayı uygun buldu. Papaz
korkmuştu, hele biraz devam etsindi bu sinirliliği. "Artemiev bir
daha sorguya çekilmeli. Bu listenin ne olduğunun açıklanmasında
belki de onun yardımı olur."

- Günaydın İvan Sevastiyanoviç. Yine karşılaşhk ha?


- Kader böyle istemiş, biz ne yapalım... Müsaade ederseniz
bir merakımı gidermek istiyorum. Beni hapishaneden sizin emriniz
üzerine mi getirdiler buraya? Bundan sonra Moskova'yı göreceği­
mi hiç sanmıyordum. Bir sabah beklenmedik bir ses duyuldu: "Ar­
temiev, müdüriyete! Eşyanla birlikte!" Eh. İvan Sevastiyanoviç, de­
dim kendi kendime yine yol göründü. Ve beni trene bindirdiler.
Yaşamak ilginç şey vesselam.
Artemiev, korkmadığını göstermeye çalışıyordu. Sorulara ko­
layca yanıtlar veriyordu, ama gözlerinden: "Niye getirdiler beni
acaba buraya?" endişesi okunuyordu.
Nihayet, merakını yenemedi, sordu:
- Ben hisseme düşeni aldım. Şimdi sizi ilgilendiren sorun
nedir? Küstahlığımı af buyurun.

1 98
Vicdanımı rahatsız eden bir sorun bu, İvan Sevastiyanoviç.
Mavi kurdele ile bağlı bir tomar parayı anımsıyorsunuz, değil mi?
- Nasıl anımsamam! Annemin ruhunun istirahati için kilise­
de dua yapılmasına ayrılmışh.
- Evet, evet. Para Yoan Yostorgov'un eline geçmedi, kaba­
_
hat da benim. Bu affedilmez yanlışlığı düzeltmek gerekiyor.
Artemiev'in endişesi daha da arth:
- Affedersiniz, sizin Hıristiyanlığa karşı ilginiz ne zaman
doğdu?
Andrey gülümsedi ve önceden düşündüğü darbeyi indirdi:
- Başpapaz Varnava ile konuştukta� sonra.
Heyecandan, Artemiev'in burnunun tepesi aklaşh, parmakla­
rı sinirli sinirli oynamaya başladı.
- Hangi Varnava?
- Tanımıyor musunuz Varnava'yı? Korkmayın, İvan Sevas-
tiyanoviç, şimdi siz sanık değilsiniz, tanıksınız. Paralan ne amaçla
verdiniz?
- İfademde belirttim bunları. Annemin ruhuna dua okun­
ması için.
- İvan Sevastiyanoviç, sizi akıllı bir insan bilirim. Annenizin
ruh istirahati için kilisede dua okunmasına böyle büyük bir para
harcanamaz. Bundan başka, annenizin vasiyetnamesi de elimde.
İşte. Görebilirsiniz. Onda böyle bir rakamın sözü edilmiyor. Bu ma­
salı bırakmanız gerekli arhk. Esasen Varnava'nın ifadesi de bam­
başka.
Bu davada ben gerçekten de sadece tanık mıyım?
Size karşı hiçbir suçlama yok.
Öyleyse açık açık söyleyeceğim. Bu elli bini ben, eski im­
paratorun Sibirya'dan kurtarılması için Vostorgov'a vermek üzere
hazırladım. Şunu mutlaka belirtmenizi rica edeceğim: Hazırladım,
fakat vermedim. Bu işi de, Vostorgov'un şantajı üzerine yapmak

1 99
zorunda kaldım. O, biraz zahire ticareti yaphğımı biliyordu. Beni
hükümete bildireceğini söyleyerek tehdit etti. Doymak bilmez iş­
kembesinin ağzını on bin ruble ile kapathm. Ama, o, daha da iste­
di. Benim bundaki kabahatim, sadece, sorunu hükümete bildirme­
memden ibarettir. Vamava alçağına gelince, o, Moskova ile Roma­
novlar arasında kuriyer gibi bir şeydir, şimdi de kalkmış, namuslu
emekçileri lekelemeye çalışıyor. İtoğlu it! Sarhoş şaşkın, zampara!
Andrey, Artemiev'i götürecek olan milisleri çağırdığı zaman,
İvan Sevastiyanoviç mınlh ile söylenmeye başladı:
- Sizin kim olduğunuzu öğrenirim. Bunda Filatov'un yardı­
mı oldu. Yıllar önce, bir yakınımın evinde sizin gönlünüzü kırdım.
Affınızı rica ederim. Sinirliydim. Sonradan uzun zaman pişmanlık
duydum, boş yere bir öksüzü gücendirmiştim. Yaşamın bugünkü
gibi alt üst olacağını nereden bilebilirdim.
- Olan olmuş, dedi Andrey, bunun dava ile hiçbir ilgisi yok.
Artemiev'le yüzleştirmede, Yoan Vostorgov'un belleği, birden
bire olmasa bile, yerine gelmeye başladı.
Artemiev, tanır mısınız bu adanu?
Tanımayan var mı ki...
Siz, Vostorgov, tanıyor musunuz bu adamı?
Bir yerde görmüş gibiyim. Ama nerede, anımsayamıyo-
rum.
Kendinizi sersem yerine koymayın, Yoan. Sizinle az kağıt
mı oynadık...
- Olabilir. Ben, birçoklan ile kağıt oynamışımdır. Kağıt oy-
namayı seven bir günahkarım.
- Artemiev'den para istemediniz mi?
- Ne demek o "para istemek?" Borç para istemiş olabilirim.
Ve üç saat böyle sürdü. Fakat, sonradan, Yoan, bu yararsız
yadsımalardan bıkmış olacak ki, açıkça ve hatta kıŞkımcı bir dille
konuşmaya başladı:

200
- Pekala, yazın. Birçok.lanndan para aldım. Bazılanndan g�
nül rızası ile, bazılarından da tehditle. Ne kadar topladım, anımsa­
mıyorum, fakat, herhalde bir milyondan fazla. İmparatorun kurta­
nlması için değil, kendim için. Ve para istediğim insanlann kesele­
rini daha kolay çözmelerini sağlamak için, imparatorun kurtanl­
ması masalını uydurdum. Yan(yaptığım tamamıyla bir zabıta ola­
yıdır, politika ile hiçbir ilgisi yoktur. Verin ifademi imzalayayım.
Son.
Artemiev, Vostorgov'a şaşkınlıkla bakıyor, kendi kendine:
"Ustaca kıvınyor hınzır." diyordu. Andrey, Vamava'yı çağırdığı
zaman, Artemiev başını öne eğdi, Vostorgov sustu, dudaklannı
·

ısırdı.
Martinov Vamava'ya sordu:
- Siz ne diyeceksiniz? Vatandaş Vo:;to�gov bu paralan han­
gi amaçla toplamış?
Vamava gülümsedi:
- Amaç ikiydi, sorgucu vatandaş. Birincisi, ciddi olaı:u; dü­
şük imparatora yardım etmek, ikincisi, doğal olarak daha önemsi­
zi; Yoan cins-i latif meraklısıydı ve bu alanda büyük masrafı vardı.
Vostorgov, yerinden fırladı, konuşmadı, hırladı:
- Vamava, senin hakkından ancak Rasputin gelirdi. Bu dili­
nin çoktan kopanlması gerekirdi.
Ve yumruğunu masaya indirdi:
- Rica ederim beni tutukevine gönderin. Bu yılanla konuş­
maktansa, orada dolandıncılarla yatmak daha iyidir.

Andrey, sorgu sonuçlannı Cerjinski'ye anlahrken, Peters, öğ­


rencisine, onaylayan bakışlarla bakıyordu. Feliks Edmundoviç,
dikkatle dinliyor ve zaman zaman notlar alıyordu.
- Bravo, Andrey. Uzun ipliğin ucunu yakalamışsın. Bir ucu,
ta Nikolay Romanov'a, Ekaterinburg'a kadar uzanıyor. Bütün öğ-

201
rendiklerini oraya bildirmelisin. Görüyor musun, iyi bir Çekist ola­
rak yetişiyorsun. Başarılar dilerim.
Cerjinski not defterini cebine koydu:
- Bugün Vladimir İliç'in yanında olacağım. Ve bu son dere­
cede ilginç olayı da anlatacağım kendisine...

KURMAy YÜZBAŞI BLAGOVEŞÇENSKİ


Kurmay Yüzbaşı İvan Alekseeviç Blagoveşçenski, 1918 yılı ba­
harında, Volga kıyısındaki Yurievets kasabasında oturan ailesinin
evine çıkageldi.
Yurievest'e yalnız Kineşma'dan gidilirdi. Moskova-Yaroslavl
demiryolu hattının son istasyonu olan Kineşma'dan Yurievets'e
yazlan Volga'dan, kışın da posta troykası ile yolculuk yapılırdı.
İvan Blagoveşçenski, Kineşma' daki, kendisinin 1909' da bitir­
diği papaz okulu önünde birkaç dakika durup binaya göz gezdir­
mekten kendini alamadı.
Kalabalık bir ailenin -şaka değil, dokuz çocuğun- yüki:i alhnda
ezilen, sert karakterli babası papaz Aleksey, İvan'ı da papaz yap­
maya kesinlikle karar vermişti. Çocuk onun bu isteğine karşı gel­
diyse de, babası, onu, okulu bitirdikten sonra Kostroma Seminar­
yasına yolladı.
Baba-oğul, son defa 1913 yılında görüştüler. İvan Seminar­
ya'nın dördüncü sınıfındaydı, yaz tatilini geçirmeye gelmişti. Daha
limana ayak basar basmaz, dünya çatlasa papaz olmayacağını söy­
ledi ve:
- İsterseniz asın beni. Arhk seminaryadan ayrıldım, dedi.
Onun durumunu görüşmek için yapılan aile toplanhsında ana
ve babasından başka beş oğlan kardeşi, üç kız kardeşi ve akraba ka­
labalığı hazır bulunuyordu. Şehrin belediye başkanı olan, toptan ve
perakende tuhafiye-manifatura firması sahibi Flyagin de bir rast-

202
lanh olarak onlara uğramış ve toplanhya kahlmışh.
Aile toplanhsı şu karan verdi: "İvan ya papaz olmalı ya da gö­
zünün gördüğü yere defolup gitmeli." Kız kardeşi Elizaveta kendi­
sini savunmaya kalkıştı, fakat dört bir yandan terslenince susmak
zorunda kaldı.
İvan, ertesi günü, "gözünÜ n gördüğü yere" gitmek için hazır­
lığa koyulunca, anası baygınlıklar geçirdi ve evi valeryan kokusu
kapladı. Babası, oğlunu geçirmeye bile çıkmadı. Sadece, Elizaveta
ile ona yirmi beş rublelik bir banknot yolladı.
Kader, İvan Blagoveşçenski'yi, Kurliyansk eyaletinin Vin­
davsk ilçesine bağlı Çiksten köyüne götü.rüp bırakh. Çocuktan
okuttuktan başka, yarı okuryazar belediye başkanına da yardım
ediyor, bu yüzden, onun evinde bedava oturuyordu.
Genellikle yaşam, onu güldürmüyordu. tfenüz, hangi mesleği
seçeceğini kararlaşhramamışh. Öğretmenlik fena değildi. İyi ama,
şehirde, bir lisede öğretmen olmalıydı. Lise öğretmenliğinden di­
rektörlüğe ya da müfettişliğe yükselebilirdi. Sonra, Rus rütbe tab­
losunda, albaylığa eşit olan devlet müşavirliğine fırlaması hiç de
güç olmayacaktı. Eyalet lise direktörleri arasında, tümgeneralliğe
eşit olan, asil devlet müşaviri olanlar da az değildi. Resmi günler­
de, altın yaldızlı ceket giyecek, polisler kendisine selam duracak­
lardı. İyi ama gerçekleşmesi olanaksız olan bu emeline ulaşabilme­
si için üniversite mezunu olması, yüksek mevkidekilerle yakınlık­
lar kurması gerekliydi.
Bazan, doğduğu kasabanın belediye başkanı Flyagin gözleri­
nin önünde canlanıyordu. "Kasaba küçük ama, parası çok." diyor­
du kendi kendine. Fakat, her şeyden önce kapitale sahip olmalıydı.
Öğretmen maaşı ile ticarete nasıl atılabilirdi!
Bazan da Volga'yı aklından geçiriyordu. Kereste tacirleri hiç
de kötü yaşamıyorlardı. Milyonerdiler. Kuğu kuşları gibi vapurla­
n işliyordu.

203
Nihayet savaş patlak verdi de İvan Blaveşçenski'yi çamurdan
kurtardı.
1915 yılında cephelerde pek çok asker ve subay -özellikle genç
subay- ölmüş ve o zamana kadar orduya alınmamış olan öğret­
menler de seferber edilmişti. Ve İvan Blagoveşçenski, kısa bir okul
döneminden sonra, yedek subay olarak orduya kabldı. Henüz yir­
mi üç yaşındaydı.
Genç subay, "din, çar ve vatan için" canla başla savaşh. Bir yıl­
da, sırası ile, teğmen, üsteğmen ve yüzbaşı oldu, hem de kurmay
yüzbaşı. Savaş bir-iki yılcık daha uzayıverseydi, cesur subay, İm­
parator Nikolay Aleksandroviç Romanov gibi albay rütbesine yük­
selecekti.
Fakat, talihi yaver gihnedi, çünkü, İmparator Nikolay'ı tahttan
indiriverdiler.
Ve yirmi dört yaşındaki kurmay yüzbaşı İvan Blagoveşçenski,
yüksek başkomutan adına yüzlerce kişiye komuta etme zevkine
doyamadı, albaylık rütbesini" takınamadı. Her ne de olsa, 1917 Şu­
bat Devrimi'nden sonra kurulan Geçici Hükümetin Başbakanı
Lvov, kendisini biraz sevindirdi. Ne de olsa adam, prensti. Aynı
hükümetin Savaş Bakanı Guçkov birazcık cesaretlendirdi, bu da
oturaklı bir adamdı. Aleksandr Födoroviç Kerenski umutlandırdı.
Lavr Kornilov düzenin sarsılmazlığına olan inancını güçlendirdi.
İyi ama, tutkularının tam kızışbğı bir sırada Ulyanov Lenin bütün
umutlarının üstüne tüy dikti. Devrim sağanağı cepheleri altüst et­
ti. Şimdi ne yapmalı, nereye gihneliydi?
Ve eski kurmay yüzbaşı, sırtında lime lime bir Avusturya ka­
putu (kendi subay kaputu ile görünmesi sakıncalıydı) ayaklarında
ökçeleri yenmiş yampiri çizmeleri, apoletsiz, madalyasız ve nişan­
sız, bir gün baba evine çıkageldi.
Dış kapıyı açhğı zaman, dana iriliğinde, kulak.lan düşük bir
köpek, kulübesinden ağır ağır çıkarak, boğuk bir sesle bir-iki hav-

204
lama taklidi yaph. Avlu patikasını süpürmekte olan, sarı kürklü ih­
tiyar, çalı süpürgesini kaldırarak köpeğin karşısına dikildi: "Dik!
Yerine!" diye bağırdıktan sonra kapıdan girene:
- Kimi arıyorsunuz? diye sordu.
İvan Blagoveşçenski'nin �lbi acı ile burkuldu, bir acıma duy­
gusu boğazına gelip saplandı. Evet, acıma duygusu, baba sevgisi
değil. Çünkü, adamcağız, küçülmüş, zayıflamışh, yel üfürse düşe­
cek haldeydi.
Ev de ona benzemişti. Direk ve kirişler kararıp çatlamış, ev
önündeki merdiven tamamıyla çürümüş, üçüncü basamak tama­
mıyla ortadan kalkmışh. İhtiyar babası oraşını nasıl atlayıp yukarı
çıkabiliyordu acaba?
- Dindarlar cimrileştiler. Gelirli dinsel törenler de azaldı;
düğünler seyrekleşti, erkekleri Almanya' da, Galiçya'da, Neman
ötelerinde ve hatta Fransa'da gömüyorlar. Asker dulları ile analar
da ancak ölmeyecek kadar bir şeyler veriyorlar. Buna karşılık her­
kes mitinglere koşuyor.
Bunları, kendisinin geldiğini duyunca koşup gelmiş olan kız
kardeşi Zinaida anlatıyordu.
Papaz Aleksey'in ailesi çil yavrusu gibi dağılmışh. Yalnız Zi­
naida Yurievets'de kalmışh. Aile toplanhsında İvan'ı savunmuş
olan Elizaveta Murom'daydı.
İvan, anası ve Zinaida karşılıklı oturuyorlardı. Anası biraz ağ­
ladıktan sonra sustu, gözlerini kapıya dikti: "Nerede kaldı bu
adam acaba?" diye düşünüyordu.
Zinaida, bir konudan diğerine atlayarak durmadan konuşu­
yordu. Onun birbirleriyle pek de bağlanhsı olmayan sözlerinden
0
-bu beş yıl içinde olup bitenlerin hepsini anımsamak kolay mıydı!­
İvan şunu anladı: Burada, Yurievets'de yönetim, Bolşeviklerin elin­
deydi. Zinaida: "Halk karşı koyuyor ama, elinden bir şey gelmi­
yor." sözünü sık sık tekrarlıyordu.

205
İvan'ın "Kim bu halk?" sorusu karşısında, eski belediye başka­
nı Flyagin'in, şarap fabrikası müdürünün, iki-üç bakkalın ve birkaç
din adamının adlanru saydı. Burada en aktif adam, Volodka Kre­
tov adlı bir gençti. "O, Bolşeviklerin en büyüğü. Doğrusunu da
söylemek gerekirse, ağzı laf yapıyor. Kısacası, sersem değil. Hal­
kın, özellikle çıplakların kalplerini nasıl kazanacağını biliyor."
İvan şunu da anladı: "Pek çok kötülükler de var. Soygunlar,
hırsızlıklar sık sık oluyor. Fakat, Bolşevikler böyle işlerle uğraşmı­
yorlar. Ne var ki, şimdiye dek hiçbir haydut da yakalanmış değil.
Babamın köpek düşmanı olduğunu bilirsin. Bizim evimizde yakın
zamana kadar köpek görülmemiştir. Şimdi, zebella gibi bir köpek
besliyoruz. Çünkü ancak bu köpek sayesinde evde kendimizi biraz
güven içinde duyumsuyoruz."
Baba, koyu lacivert bir cübbe ile içeri girdi. Sakalı ve seyrek
saçları taranmıştı, gliserinli sabun kokusunu da beraberinde getir­
mişti. Ev gözlüklerini değil, kilisede kullandığı altın yaldızlı göz­
lüklerini takmıştı. Haç işareti yaparak içerdekileri takdis etti. İvan,
eski alışkanlığı ile babasının elini öpmeye uzandı, ihtiyar, elini çek­
ti, sadece, oğlunu üç defa öptü.
- Nasılsın, iyi misin?
Ana, mahzenden hıyar ve mantar çıkarmaya gideceğini söyle­
yerek odadan ayrıldı. Baba, Zinaida'ya şöyle bir baktı, genç kadın,
derhal mutfağa geçti ve oradan kapkacak gürültüsü duyulmaya
başladı.
Baba-oğul haşhaşa kaldılar. Papaz Aleksey, daha oturmadan
sordu:
- Bundan sonra ne yapmak niyetindesin?
- Henüz bir karar vermiş değilim.
Baba, başı ile, fabrikatör Mildovski'nin evini işaret ederek:
- Onların yanma mı gideceksin? diye sordu.
Zinaida'nın anlattıklanna göre "orası" Volodka Kretov'un

206
"karargah" merkeziydi.
- Durumu bir anlayayım bakalım hele...
Baba sustu, kendince en önemli olan soruyu hazırlamakta ol-
duğu belliydi:
Kiliseye gidecek misin? Örneğin bugünkü akşam duasına?
Mutlaka, baba.
Din görevlisi olmayı da kararlaşhrmışsındır herhalde?
Hayır, baba. Eski tarhşmaları yenilemesek daha iyi olur.
Papaz Aleksey'in yüzü sarardı ve buruştu:
- Mademki öyle, seninle konuşmam burada bitiyor, İvan.
Başka hiçbir sorum yok sana.
Ve odadan çıktı.
Blagoveşçenski, bütün nisan ve mayıs aylarını Yurievets'de
kız kardeşi Zinaida'nın yanında geçirdi. Nereye gidebilirdi ki...
.
Sonra hangi para ile? Yol parasını çıkarabilmek için ilk önce liman­
da işçi olarak çalışh. Sonra, yaşlı boyacının fırça savuruşunu bir sü­
re seyretti ve kendisini yardımcı olarak yanına almasını rica �tti.
Burada belki de bir süre çalışacaktı. Ne var ki, hemen hemen
her gün yapılan mfting ve toplanhlar kendisini sinirlendiriyordu.
İhtiyar boyacı bunların tiryakisi olmuştu:
- Sayın bayım, siz şu duvarı tamamlayın. Ben gidip bir din­
leyeyim bakayım neler konuşacaklar, deyip ortadan kayboluyor­
du.
İvan, ilk aylığını aldıktan sonra "namuslu çalışma ile saray ku­
rulamayacağını" anladı. Aylığı üç gün içinde tükeniverdi. Bir şişe
"ekstra" bulmasaydı, belki de bir hafta dayandıracaktı. Nasıl içme­
sin ki! Bu kahrolasıca yaşamı bir gün de olsa unutmalıydı.
Şehrin eski belediye başkanı, Eser Flyagin hızir gibi imdadına
yetişti. Bir akşam yanma geldi, derin derin nefes alarak bir süre ses­
sizce oturdu ve hiç beklenmedik bir anda masaya bir tomar para
koydu:

207
- Bunlar benim. Bir kısmı da babanın. Bir süre daha kalırsan
buradaki Kretov ve Kozlov haydutları senin çanına ot hkarlar.
Kendileriyle olmayan bütün subayları temizliyorlar. Onun için bir
an önce kaybol.
İvan Blagoveşçenski, daha o gece Yurievets'den ayrıldı. Flya­
gin'in kendisine verdiği mektupta şu adres yazılıydı: Moskova,
Maroseyska, numara 15. Bu adreste Evdokiya Zaytseva adlı bir ka­
dınla konuşacakh.
Evdokiya Timofeevna'nın bir ay sonra döneceğini öğrenince,
"İşlerim yürümüyor, yürümeyecek vesselam!" diye düşündü. Bla­
goveşçenski'ye bu acı haberi, zili çaldıktan sonra kapıyı açan orta
boylu, apoletsiz deniz subayı ceketli bir adam verdi. İvan'ın bu ha­
ber karşısında bir titreme geçirdiğini görünce: "Buyurun, dinle­
nin," dedi ve kendisini takdim etti:
- Ben Konstantin Konstantinoviç.
Blagoveşçenski, bu deniz subayı ceketli adama nasıl birdenbi­
re güven duyduğunu anlayamadı. Kafasında karamsar düşünceler
kaynaşan, son yıllarda başarısızlıktan başarısızlığa uğrayan İvan
Blagoveşçenski'yi, yarım saat önce tanışhğı bir adama, başından
geçen her şeyi eksiksiz anlatmaya iten güç neydi? Kendisini tedbir­
li olmaktan yoksun eden ve ona Flyagin'in mektubunu vermeyi
emreden sihir neydi? İşin garip tarafı da şuydu ki, adam, bütün
bunlarla sanki hiç ilgilenmiyormuş gibi bir tutum içindeydi.
İvan, denizci kılıklı adamın, ÇeKa'nın özel askeri müfrezesin­
de çalıştığını öğrenince büyük bir korku geçirdi. Konstantin Kons­
tantinov ise ona şu beklenmedik öneride bulundu:
- Arzu ederseniz, gelin, bizim yanımızda çalışın ... Hoşlan­
dım sizden. Popov'a tavsiye edeceğim sizi. Esasen kendisi bugün
buraya gelecek.
ÇeKa Özel Müfrezesi Komutanı, Blagoveşçenski'de, ya çok
sarhoş ya da şaşkın bir adam izlenimi bırakh. Sırhnda deniz eri

208
üniforması vardı, ceketi buruşuk ve kirliydi, beresinin şeridinin uç­
lan biri kısa biri uzundu. Hemen şu anda savaşa girecekmiş gibi si­
lahlanmışh; omuzundan mavzeri, palaskasından parabellemu, bir
cebinden de bir tabanca sarkıyordu.
Blagoveşçenski'nin elini kuvvetle sıkh, şöyle bir yüzüne bakh
ve sonra:
- Alıyorum seni, diye kestirip attı.
Solgun, hemen hemen beyaz yüzünde küçümencik bıyığı var­
dı. En ilginç yanı, gözleriydi. Bu çakır gözlerde belli belirsiz nokta­
cıklar görülüyordu. Göz kapaklarını hiç kırpmıyordu. Bunlar göz
değil, porselendi sanki. Konuşurken, karşısındakine başını çeviri­
yor, fakat gözleri hareketsiz kalıyordu. Bir ağrisı varmış gibi sık sık
dişlerini gıcırdahyordu. Konstantinov'a, kızgın bir sesle:
- Bugün daha üç kişi geldi, şunlarla �ir prova yap! dedi ve
birden haykırdı: Filo nasıl bahnlır, anlatsınlar! ·
Bir an sustu, sonra emir veren bir sesle söylendi:
- Anladın mı? Şunlarla bir prova yap!
Düşünceleri o konudan bu konuya atlıyordu:
- Çizme yetersizliği içindeyiz... Bunu tütün için gönderebili­
riz ha? Başlangıç olarak? Konuş kendisiyle.
Bir bardak sert çay içtikten sonra, ötekinin sunduğu ekmek par­
çasını bir parça beygir eti salamı ile yedi, esneyerek ayağa kalkb:
- Gidip biraz kestireceğim. Saat onda uyandır beni.
Konstantin Konstantinoviç, Blagoveşçenski'ye şu açıklamayı
yapb:
- O, sizin Yaroslavl'a gitmenizi istiyor. Duydunuz ya, "Tü­
tün için." dedi. Yaroslavl'da, Ateş Deposunda Poluhin yoldaşa gi­
deceksiniz. Ondan, derhal tüfek mermisi göndermesini rica ede­
ceksiniz. Adresi biliyor o. Bundan sonra Tütün Fabrikasına vara­
caksınız, oradan alacağınız beş sandık tütünü şu adrese göndere­
ceksiniz: Moskova, Tröhsviyatitelska caddesi, ÇeKa Özel Müfreze-

209
si. Görev kartınızı ÇeKa Başkan Yardımcısı Aleksandroviç imza­
layacaktı�. Bu kartı yalnız olağanüstü haller karşısında gösterecek­
siniz. Anlaşıldı, değil mi?
Bazı tamamlamalar rica edebilir miyim?
- Buyurun.
- İki sorum var. Birincisi: Bu mermiler nerede kullanılacak?
Ve ikincisi: Ben, sizin tanımadığınız bir insanım, neden bu iş için
beni seçtiniz?
- Her iki sorunuzu da yanıtlayacağım. Mermiler, Rusya adı­
na yapılacak haklı savaşımda kullanılacaktır. Sizi seçtik, çünkü,
bay Ayagin'in size büyük güveni var. Onun mektubunu okumadı­
nız herhalde. Buyurun, görün.
Blagoveşçenski, mektubun daha ilk satırına göz gezdirir gez­
dirmez, hayret bile etmedi, sadece gülümsedi:
"Aziz dostum Konstantin Konstantinoviç, bu mektubu size
götürecek olan Kurmay Yüzbaşı İvan Blagoveşçenski ... "
- İyi ama ben, Evdokiya Timofeevna'ya gönderilmiştim.
Öteki, ciddi ciddi:
- Evdokiya Timofeevna benim, dedi.
Bagoveşçenski, bütün gece hemen hemen hiç uyumadı: Kuş­
kular içinde kıvrandı: "Müfreze, ÇeKa'nın müfrezesi. Öyleyse mer­
miler neden gizli gönderiliyor? Bu işte bir pislik var ama, hayırlısı
olsun. Böyle işlere ne diye burnumu sokuyorum? Ayagin, beni ya­
bancılara göndermez elbette. Ama, ne de olsa Yaroslavl'da Ateş
Deposuna vardıktan sonra, "Kimsin sen?" diyecekler bana. Ne ya­
nıt vereceğim? Popov, gördüğüm kadarı ile, rezilin biri. Sonra beni
köpek gibi kurşuna dizecekler."
Sabaha karşı, Konstantin Konstantinoviç'i uyandırmamaya
dikkat ederek, sessizce kalktı ve doğruca istasyona yollandı. Mu­
rom' daki kız kardeşi Elizaveta'nın yanma gitmeye kesinlikle karar
verdi.

210
PROVA
Haziran başlarındaydı. Andrey, ÇeKa büfesinde, kırk yaşla­
rında, uzun boylu, uzun kara sakallı yeni bir Çekist gördü. Geniş
kaşları, kalpak gibi gür ve karman çorban saçları esmer yüzü, kara
üzüm gözleriyle dik�ti çekiyor-du. Bütün Çekistleri tanıyan büfe­
ci kadın Maşa yeni Çekiste sordu:
- Soyadınız?
- Blümkin.
Maşa tüm listeyi gözden geçirdi:
- Burada adınız yok, Blümkin yoldaş. Ama, ben, Sergev'in
payını size vereceğim. Bugün gelmeyecek u. Siz de söyleyin de,
adınızı listeye geçirsinler.
- Olur.
Maşa, bir parça balık, iki bonbon, yüz 0yirini beş gram yulaf ek-
meği verdikten sonra, Blümkin' e boş bir bardak uzath.
- Çay masada. İstediğiniz kadar içebilirsiniz.
Blümkin, şaka ile karışık:
- Nedir bu, kahvaltı mı, yoksa öğle yemeği mi? diye sordu.
- Hayır, bütün gün için, diyen Maşa aynı şakacı tonla takıl-
dı: Bakın size koskoca bir balık parçası verdim. Martinov yoldaşa
sadece kuyruk kesimi kaldı.
Blümkin, çay içmedi, balık parçasını ekmeğin üzerine koyarak
büfeden çıktı. Maşa, ardından:
- Tam bir at hırsızı! demekten kendini alamadı.
Aradan birkaç gün geçince, Blümkin'le Andrey, koridorda ya
da büfede karşılaştıkça birer eski tanış gibi selamlaşmaya başladı­
lar. Blümkin, sıcakkanlı, neşeli, şakacı bir adamdı. Çekistlerin çoğu,
onun, Sol Eser (Sosyalist Devrimci Partisi Üyesi) olduğunu, ÇeKa
Başkan Yardımcısı Viyaçeslav Aleksandroviç'in verdiği özel ödev­
leri yaptığını biliyorlardı artık.

211
Blümkin, büfeye, fotoğrafçı Andreev'le gelmeye başladı. Fa­
kat, aradan iki haftaya yakın bir süre geçmişti ki, Andreev Çe­
Ka'dan kovuldu: Bir gün işe sarhoş gelmiş, kendisinden görev kar­
hnı göstermesini isteyen kapıdaki nöbetçiye sövmüş.
Andrey'le Blümkin bir gece geç vakit daireden birlikte çıkhlar.
- Eve mi gidiyorsunuz? Nerede oturuyorsunuz?
- Aynı yönde oturuyoruz.
Gecenin bu geç vaktinde, neşeli, şakacı Blümkin'le yürümek,
Andrey'in hoşuna gitmişti.
Leontievska'da, Prenses Uvarova'nın eski köşkü önüne gel­
dikleri zaman, Blümkin durdu:
- Eh, arhk ayrılmamız gerekiyor.
Sol Eserler Partisi Merkez Komitesiyle Moskova Komitesi bu
binada bulunuyordu. Bunu bilen Andrey hayretle sordu:
- Burada mı oturuyorsunuz?
- Bekarım ben. Bir baş bir hraş. Burada, aynca, prens divan-
ları var.
Blümkin elini uzattı:
- Yol arkadaşlığına teşekkür ederim. İyi geceler.
Birkaç gün sonra, Andrey, işten çıkışta Blümkin'le yine karşı­
laştı. Blümkin:
- Bu gece de beraberiz ha? dedi ve derhal sordu, Vostor­
gov'un davası ile ilgili haberi okudun mu? Sahi, yahu, bu dava ile
uğraşan sizdiniz. Daha ayrınhh anlahr mısınız?
- Affedersiniz, Yakov yoldaş, bizim dairede, görevle ilgili iş­
lerin sokakta konuşulması geleneklere aykırıdır.
Blümkin, nezaketle:
- Benim sizden af dilemem gerekiyor, dedi, bu papazların
başına ördüğünüz çorap ilginç de, onun için sormaktan kendimi
alamadım.
- Hiçbir ilginç yanı yok bu işin...

212
Bu kez, Blümkin, Merkez Yürütme Komitesi Köy Seksiyonu­
nun bulunduğu bina önünde durdu:
- Ben buraya kadarım, dedi.
- Yeni eve taşınmışsınız anlaşılan. Burada da rahat divanlar
var mı?
- Daireye daha yakın burası. Düztaban olduğumu bilmiyor­
sunuz galiba. Uzun yol yürüyemiyorum.
Martinov, birinci kattaki odalardan birinde, ışığın zayıf olma­
sına karşın, ÇeKa'nın eski fotoğrafçısı Andreev'i tanır gibi oldu.
"Ne arıyor burada bu?" diye aklından geçirdi. Blümkin'den ayrıl­
dıktan sonra, pencereye daha dikkatli bakh, fakat hiçbir şey göre­
medi, özenli bir el, yeşil perdeyi pencere üzerine geçmişti.
Martinov birkaç dakika daha bekleseydi, ÇeKa Başkan Yar­
dımcısı Aleksandroviç'in, onun ardından Şol Eserler Merkez Komi­
tesi üyesi Kamkov'un, daha birkaç dakika sonra da uzun etekli Ma­
riya Spiridonova'nın aynı binaya girdiklerini görecekti.
Sol Eserlerin "parti stajları" azdı, alh ay kadardı. Bu p�rti, ör­
gütsel olarak, 1917 yılının Aralık ayı başında yaphğı Birinci Kong­
resinde kurulmuştu. O zamana dek, açıkça burjuva mevzilerinde
yer alan Sosyalist Devrimciler Partisi'nin sol kanadı sayılırdı. Baş­
lıbaşına bir parti kuran Sol Eserler, devrim terimlerini ve kahraman
ve sürü teorisini ötekilerden miras aldılar. Bu mirasın korunmasın­
da, Merkez Komitesi üyelerinin ve özellikle Mariya Spiridono­
va'nın kendilerine büyük yardımı oldu.
Mariya Spiridonova, 1906 yılında -o zaman henüz yirmi iki ya­
şındaydı- Tambovsk gericilerinin önderi ve o bölgedeki Yahudi kı­
yımlarının elebaşısı olan adamı öldürdü ve ömür boyu ağır hapse
mahkum oldu. Şubat Devrimi'nden sonra, Sol Eserlerin en ünlü ko­
nuşmacısı haline geldi ve çok geçmeden partinin liderliğine yüksel­
tildi. İşçi sınıfı ve Marksizm'le hiçbir ilgisi bulunmadığı için, Bolşe­
viklere karşı derin bir nefret duyuyor, onların Rus devletini yönete-

213
meyecekleri kanısını besliyordu. Bu yüzden, kendi partisinin Sov­
yet hükümetiyle koalisyon kurmasına ve bu hükümete birkaç üye
ile katılmaya yanm ağızla razı odu. Böyece, kendi partisinden Proş­
yan Posta ve Telgraf Halk Komiserliği'ne, Kologaev Tarım Halk
Komiserliği'ne, Şteyinberg Adalet Halk Komiserliği'ne getirildi.
Haftalar, aylar geçiyor, fakat Bolşevikler politika sahnesinden
çekilmeye hiç de niyetli görünmüyorlardı, tam tersi, günden güne
güçleniyorlardı. Sol Eserlerin, Rusya'nın en etkili partisi olma
umutları ise bir türlü gerçekleşemiyordu.
Ve bunlar, kamuoyunun dikkatini partileri üzerine çekmek
için, kapıyı tekmeyle kapatmayı kararlaştırdılar. Ne var ki, hükü­
metten çıkmaları, bekledikleri etkiyi yapmadı. Bunun üzerine, Sol
Eserler Merkez Komitesi, Spiridonova'run ısrarı ile, Mirbah'ı öldür­
me ve böylece de Brest Barış Antlaşması'ru bozma kararını verdi.
Ve Spiridonova, teröristleri hazırlamaya koyuldu.
Merkez Yürühne Komitesi'nin Köy Seksiyonu'nda toplandı-
lar. Spiridonova, Blümkin'e: "Anlat bakalım," emrini verdi:
- Yalnız belli başlı noktalar üzerinde dur. Vaktimiz az.
Blümkin, neşeyle konuşmaya başladı:
- Kanımca, işleri iyi gidiyor. Avushırya-Macaristan Ordu­
sunun hıtsak subaylarından Teğmen Robert Mirbah'ı hıhıkladım.
Henüz doğru olup olmadığı bilinmeyen bilgilere göre o, büyük el­
çinin yeğenidir. Olmasa bile adaşhrlar.
- Neden hıhıkladınız?
- Lanstrem adlı bir kadının öldürülmesi olayı ile ilgisi var
diye hıfukladım. Fakat, asıl sorun bu öldürme olayı değildir, teğ­
men Mirbah'hr. Açıkça söylemek gerekirse, kendisini hıhıklaya­
mayabilirdik. Amacımız, bay elçiyi hızağa düşürmek için onu yem
olarak kullanmaktır.
Blümkin, Spiridoniva'ya, küçük harflerle yazılmış antetli bir
kağıt uzattı. Kadın, yazıyı yüksek sesle okudu:

214
"Doğrulama belgesi. ÇeKa, üyesi Y. Blümkin'i ve Devrim
Mahkemesi temsilcisi N. V. Andreev'i, Almanya'nın Rus Sovyet
Cumhuriyeti Büyük Elçisi bay Vilhelm von Mirbah'la, bay elçiyi il­
gilendiren bir sorun üzerinde konuşmakla görevli kılmışhr.
ÇeKa Başkanı Cerjinski
Sekreter Ksenofontov"
Spiridonova, antetli kağıdı masa üzerine fırlattı:
- Cerjinski, bu küstahça budalalığı imzalamaz!
Aleksandroviç tersler gibi söylendi:
- Sayın Mariya Spiridonova, böyle sözler ve böyle belgeler
uydurulmaz! Siz Cerjinski'nin imzasını tanıyor musunuz?
- Evet, tanıyorum.
Aleksandroviç, üzerinde Cerjinski'nin on beş imzası bulunan
bir kağıdı Spiridonova'nın önüne koydu. .
.

- Onun imzasına benziyor mu bunlar?


- Hem de çok. Kim taklit etti?
Aleksandroviç, belirli bir övünme ile: "Ben," dedi:
- Birkaç günümü aldı bu iş. Antetli kağıt bende var. Metni
de ben yazacağım. Ksenofontov, Cerjinski'nin imzasını görünce,
hemen kendi imzasını basacak. Ben de mühürleyeceğim. Mühür
bende duruyor.
Ka.m kov: "Fena değil," diye gülümsedi.
Spiridonova ilgi ile sordu:
- Sonra?
Blümkin gülümseyerek yanıtladı:
- Sonrası gayet basit. Ben Andreev'le birlikte elçiliğe gidece­
ğim. Ben, ÇeKa mensubu olarak, Andreev de Devrim Mahkemesi
temsilcisi sıfah ile.
Spiridonova, endişe dolu gözlerle Andreev'e baktı ve sert bir
sesle söylendi:
- Umut ederim ki, Andreev ayık olacakbr! Sonra?

215
Mirbah'ın bizi kabul etmesini isteyeceğiz.
Eliçiliğin planı var mı elinizde?
Var. Görebilirsiniz. İşte. Şu küçük oda, sekreterin bulun­
duğu ilk kabul odasıdır. Oradan, daha büyük kabul odasına geçilir.
Ve Mirbah, bizi, herhalde orada kabul edecektir. Mirbah, şu ikinci
kapıdan girecektir. Kabul odası birinci katta. Kat, yüksek değil. İşi­
mizi gerçekleştirdikten sonra şu pencereden atlayıp kaçacağız.
Spiridonova odada sinirli sinirli dolaşmaya başladı:
- Ah, bir başarabilsek! Bu, bizim öyle bir zaferimiz olacak
ki ... Hele bir prova yapalım. Orada ne gibi mobilya var öğrendiniz
mı" ?.
- Evet, öğrendik. Ortada, yuvarlak bir mermer masa var. Şu­
rada, sekreterin odasına açılan kapının yanında küçük bir masa da­
ha bulunuyor. Ondan sonra, tabii, sandalyeler var.
- Pekala. Başlayalım şimdi provaya. Kamkov, siz elçisiniz.
Kapıdan giriyor ve oturuyorsunuz. Mirbah, elbette şuraya otura­
caktır. Ne diye masayı dolaşsın! Diyelim ki, çevirmen de, Graf'ın
biraz gerisinde, konuşulanları duyabilmesi ve, Yaşa, seni de göre­
bilmesi için, şuraya oturacaktır. Almanlardan birini de buraya ...
- Fazla insan bulunmayacak. Çünkü biz konuşmanın gizli
olmasını isteyeceğiz.
- İyi ama, ne de olsa birisi daha olacak. Elçinin özel çevirme­
ni var. Bu işi ona müsteşar Doktor Ristler yapıyor. Onun da bulun­
ması olasılıklı. Gerçekte, elçinin onunla birlikte olması gerekiyor.
Elçinin yaveri, teğmen Müller de görüşmede mutlaka hazır bulu­
nacak. Çünkü, Mirbah onsuz bir yere gitmiyor.
Spiridonova, krokiye uzun uzun baktı, bir şeyler düşündüğü
belliydi:
Silah?
Bomba ve her olasılığa karşı tabanca.
Bombayı nasıl sokacaksınız oraya?

216
- Çantada, evrak arasında. Esasen yassı bir bomba bu.
Spiridonova tekrar sordu:
- Sekreterlik odasının kapısı bu mu? Muhafızlar bu odaya
nereden girecekler?
Aleksandroviç: "Yalnız �u kapıdan," dedi.
Nereye açılıyor bu kapı?
- Büyük kabul salonuna.
- Öyleyse, Andreev, kapı yanındaki masaya otursun. Blüm-
kin bombayı fırlatınca, sen, masayı kapıya dayayacaksın. Böylece
iki-üç dakikalık bir zaman kazanmış olacaksınız. Bombayı konuş­
madan sonra, Mirbah kapıya doğru ilerle�eye başlayınca ve kapı­
ya vardığı vakit fırlatacaksınız. Böyle davranmazsanız siz de öteki
dünyayı boylarsınız. Anladınız mı her şeyi şimdi? Provaya başla­
yalım artık. Sizi büyük kabul salonuna aıdıl,ar. Mirbah içeri giriyor.
Kamkov, girin... Hızlı adımlarla değil ama. Çünkü, Mirbah ağır
ağır yürür. Yaşa, siz, Graf'a karşı ilerliyorsunuz. Haydi, yürüyün.
Acele etmeyin. Masaya elçiden önce varmanız nezakete aykındır.
Kuşku uyandırabilir. Andreev, siz, masaya oturun. Çanta sizde mi?
Blümkin' e vermeyi unutmayın. En iyisi, ikinizin de birer çantası ol­
masıdır. Tamam. Oturun, Blümkin, başlayın konuşmaya ...
- Sayın Elçi, size şunu bildirmekle görevliyim...
Blümkin rolünü iyice benimsemişti. Sesi bile titriyordu.
- Daha dingin olun, Yaşa. Olabildiği kadar dingin ...
Kamkov hayretle sordu:
- Sözünüzü böldüğüm için özür dilerim, Mariya Aleksan­
drovna, bütün bunlar niçin, bir türlü anlamıyorum. Bence, Mirbah
içeri gir!'!r girmez, bizim bu armağanımız derhal ayaklarına fırlatıl­
malıdır.
- Her zamanki gibi yine �celecilik yapıyorsunuz, Kamkov.
Yaşa bombayı çantadan çıkarayım derken, Mililer derhal öldüre­
cektir onu. Aptal değil o. Elçinin kabul salonunda bu kutunun ne

217
işi var, diyecektir kendi kendine ve gerçek durumu derhal anlaya­
caktır. En iyisi susun ... Yaşa, devam et...
- ÇeKa sizin yeğeniniz Teğmen Mirbah'ı tutukladı. Bundan
sonra ne olacak? Açıkça söyleyeyim, ben de bilmiyorum.
Spiridonova, kızgınlıkla homurdandı:
- Hani hazırlanmışhnız ya! Graf, yeğeninin durumu kendi­
sini yakından ilgilendirdiğini söylerse, siz de ona, "Müsaadenizle,
Bay Elçi, size tutukluluk evrakını göstereyim." diyerek, çantayı
açacaksınız.
Kamkov yine söze kanştı:
- Mirbah, bu yeğeninin kendisini ilgilendirmediğini söyler­
se ne olacak?
Spiridonova ters ters yanıtladı:
- Çok uzak görüşlüsünüz, Kamkov. Ben de böyle bir olasılı­
ğı göz önünde bulunduruyordum. Böyle bir durum karşısında, Ya­
şa, siz, "Sayın Elçi, buna rağmen, size tutuklulukla ilgili bütün bel­
gelerin birer kopyasını bırakıyorum." diyeceksiniz. Andreev, siz,
kalkıp masayı kapıya dayayacaksınız. Otomobili nerede bırakacak­
sınız? Şurada mı? Çok iyi. Şoför kim?
Kolt. Bizden kendisi.
Korkmayacak mı?
Korkmaması gerekir. Çünkü hiçbir şeyden haberi olmaya-
caktır.
Bomba patlayınca?
Herhalde korkmayacak.
Bunlar, sizin bileceğiniz işler... Bizim için önemli olanı,
Mirbah'ın öldürülmesidir.
Merak etmeyin. Öldüreceğiz.
Sizin de sağ kalmanız bizim için önemlidir.
Sağ kalmaya çalışacağız.
Almanlann ya da ÇeKa'nın eline düşmemenizi de dilerim
elbette.

218
- Düşmemeye çalışacağız. Aramızda anlaşbk, içimizden bi­
ri yaralanır da kaçamazsa, öteki onu öldürecektir. Öldüremezse,
yaralı intihar edecektir.
- Üzerinize ne büyük bir görev aldığınızı biliyorsunuz. An­
d-reev, biliyorsunuz, değil mi?
- Çok iyi biliyorum, Mariya Aleksandrovna.
Spiridonova, kalkb. Gözleri alev alev yanıyordu. Teröristleri
takdis etmenin coşkusu içindeydi:
- Rusya, sizin bu kahramanlığınızı hiçbir zaman unutmaya­
cakbr. Sosyalist Devrimciler Partisi ve Rus halkı sizi sonsuzluğa ka­
dar anacakbr. Kurban giderseniz, Kızıl Meydan' da, Minin ve Po­
.
jarski'nin yanında, Egor Sazonov ve İvan Kaliayev'le birlikte sizin
anıtlannız da dikilecektir. Ben, yıldızınızın mutluluğuna inanıyo­
rum.
- Bu işi hangi gün yapacağımızı bilmek isteriz, Mariya Alek­
sandrovna. Bir an önce olmasını arzu ediyoruz. Bizim de herkes gi­
bi sinirlerimiz var.
- Gününü mü? Zamanı gelince bildireceğim. Gününü de,
saatini de. Şimdi bir prova daha yapalım. Kamkov, geçin yerinize.
Siz, Mirbah'sınız. Yürüyün. Fakat, ağır ağır...

1 9 1 8, TEMMUZ
Majeste Rus esnafı pısmışb, olağanüstü bir şeyler bekliyordu.
- Ah, rabbim ...
Hava kurşun gibi ağırdı. Tarih Müzesi'ndeki termometre, öğ­
leyin gölgede otuz dört dereceyi gösteriyordu.
Moskova' da her gün fırtınalar kopuyordu. Bazen birbiri ar­
dından. Sanki biri, henüz geçen fırtına bulutunu tekrar geri çeviri­
yordu. Yağmurlar kısa süreliydi, kızgın asfalta iri yağmur taneleri
düşüyor ve derhal kuruyordu. Boğucu bir sıcak vardı.

219
BEŞ TEMMUZ
1 Temmuz sabahı, Aleksandroviç, Peters'in odasına girdi:
- Sizi rahatsız etmiyorum ya, Yakov Hristoforoviç?
Peters nezaketle karşılık verdi:
- Rica ederim. Şuralar Kongresi'yle ilgili bazı sorunlan ince­
liyordum.
- Benim gelişim de bu sorunla ilgili. Özel Müfreze Komuta­
nı biraz önce telefon etti.
- Kongre sırasında Bolşoy Tiyatro binasının korunması gö­
revi neden onun müfrezesine verilmedi, diye soruyor, değil mi?
Peters gülümsedi. ·

- Bana da telefon etti. Kendisine, bu görevin, Yakov Mihay­


loviç Sverdlov'un ricası üzerine Leton Avcı Birliği'ne verildiğini
söyledim.
- Demek ki, Sverdlov'un isteği bu? Çok iyi. Ben, Popov'u
dinginleştiririm. Çünkü, kendisine güvensizlik gösteriliyor diye si­
nirleniyor.
- Dinginleştirin kendisini. Yakov Mihayloviç'in Leton birli-
ğine zaafını bilirsiniz. Benim de sempatim var. Başka bir sorunuz?
- Yok.
Aleksandroviç, masaya oturdu. Peters konuşmasını sürdürdü:
- Kongre günlerinde, Bolşoy Tiyatro civarındaki bütün so-
kaklar her türlü giriş-çıkışa kapalı olacak. Bu bölgede oturanlara -
onlar da çok değil, beş yüz kişi kadar- serbest giriş-çıkış kartı veril­
melidir. Tiyatro karşısındaki tramvay durağı oradan kaldırılmalı­
dır. Kongre komutanlığına Strijak yoldaş atanmışhr. Yalnız onun
imzasını taşıyan misafir kartlan geçerli olacakhr. Bu kartlar, İkinci
Şöralarevi olan Metropol Oteli'nde verilecektir.
Aleksandroviç, gülümseyerek sordu:
- Pek sıkı korunma önlemleri alıyoruz, neden?

220
Peters, neşe ile yanıtladı:
- Benim dilimde yok ama, Rusça' da şöyle bir atasözü var:
"Tedbirliyi allah da korur."
Aleksandroviç kalkh:
- Sizi rahatsız ettim. Ben gidiyorum.
Peters, Kongre sırasında Komutan Strijak'a yardım etmek, te­
lefon santralini ve istasyonları korumak için ayrılan Çekistlerin ad­
lannı söylüyordu. Andrey kendi adının da geçmesini bekliyordu.
Peters:
İşte bunlar, dedi. Anlaşılmadık bir şey varsa sorun.
- Ben nerede olacağım? .diye sordu Andrey.
- Andrey, sen, Kongre sırasında Cer)inski yoldaşın emrinde
olacaksın.
Andrey'in sık sık eve gelmeyişine aJış�ış olan Nasya bile, 4
Temmuz sabahı dayanamadı ve Lubyanka'ya giderek: "Babamla
Frunze geldiler, seni gecenin saat ikisine kadar beklediler," dedi.
·Andrey:
- Benim bu işte hiçbir kabahatim yok. Feliks Edmundoviç
görev başından ayrılmamamı emretti, diye yanıtladı.
Baba, İkinci Şuralarevinden giriş kartını, almaya gitmişti. An­
d-rey de, o sırada, Kongre Komutanı Strijak'a Cerjinski'den bir
mektup getirmişti. Baba ile oğul kucaklaşhlar ve derhal aynldılar.
Andrey, Kongreye, yalnız bir defa, 5 Temmuz günü birkaç da­
kika için girdi. Şansı varmış, tam o sırada Lenin konuşuyordu.
Vladimir İliç, kürsüden değil, sahneden konuşuyordu:
- Evet, yoldaşlar, günümüzde, dolaylı veya dolaysız, açık ya
da gizli savaş propagandası yapanlar, Brest Barış Antlaşması aley­
hinde konuşanlar, bunun boynumuza takılmış bir ip olduğunu
söyleyenler, Kerenski ve ağaların, kapitalist ve köy burjuvazisinin
Rusya' daki işçi ve köylülerin boynuna yağlı ipi geçirmekte olduğu­
nu görmemektedirler.

221
Sağdan: "Mirbah'la kucaklaşıyorsunuz!" sesleri duyuldu. Le­
nin, sessizliği sağlamak için elini kaldırdı:
- Bunlar, her kongrede, halk arasında hiçbir saygınlıkları
kalmadığı için çığlık atmaktadırlar.
Eski bakanlar locasından isterik bir ses yükseldi: "Sahlmışlar!
Mahvettiniz Rusya'yı ... "
Lenin, bir an için bağırana bakh, sonra elini savurarak konuş­
masına devam etti:
- Bu durumda bulunanlar için, ellerinde başka kanıt bulun­
madığından, çığlıklarla, isteriyle, sövmeler ve barbarca çıkışlarla
yanıt vermekten başka hiçbir şey kalmıyor. Bu yüzden onların bu
davranışları beni hayrete düşürmüyor.
Alkışlar ve gülüşmeler duyuldu. Yine aynı isterik çığlık gürül­
tünün üstüne çıkh: "Kanıt var! Var!"
Lenin, gürültünün kesilmesini beklerken, mendille alnındaki
terleri siliyordu.
Bakanlar locası parmaklıklarına abanmış olan geniş yüzlü,
çıplak san başlı birisi: "Mirbah'ı kovun! Mirbah'ı!" diye haykırı­
yordu.
Yukarıdan kalın bir ses gürledi: "Susturun şu melunu!"
Locadan, sakallı ve uzun bumunda alhn kelebek gözlük bulu­
nan biri ayağa kalkh. Boru gibi kıvırdığı gazeteyi dudaklarına götü­
rerek: "Sizi yakında tamamıyla susturacağım!" diye tehdit savurdu.
Gürültü biraz yahşmıŞh. Lenin, sert bir sesle konuşmasını sür­
dürdü:
- Savaşa son verme çabalarının ne büyük acılara mal oldu­
ğunu Rus askerlerinin yüzde doksan dokuzu biliyor. Biz, açıkça,
namuslu demokratik bir barış önerdik. Ne var ki, bütün ülkelerin,
içleri pisliklerle dolu burjuvazisi tarafından reddedildi bu öneri.
Andrey'in gözleri Mariya Spiridonova'ya takıldı. Kadın, Le­
nin' e kin dolu bakışlarla bakıyordu.

222
En sonunda sessizliğe kavuşmuş olan salonda Lenin'in sesi
yankılanıyordu:
- Biz, Brest Barış Antlaşması'nı, akıl almaz çaba ve acılar so­
nunda imzaladık. İşçiler ve köylüler biliyor bunu. Bu barışın ağır
yükünü abartmak için daha faz�a söze gerek var mı! Biz, halk ada­
letinin nerede olduğunu biliyoruz ve onu kendimize kılavuz yap­
mış bulunuyoruz.
Cerjinski, birkaç sözcüklük bir telgraf yazarak Andrey' e uzat-
h:
- Bunu derhal Peters'e götür, dedi.

BEŞ TEMMUZ G ECESİ

Yakov Mihayloviç Sverdlov tarafınd�n Yaroslavl'a gönderil­


miş olan Anfim İvanoviç Bolotin, Eyalet Emek Komiser Yardımcı­
lığı'na atandı.
Evi yoktu, bu yüzden geçici olarak Bristol Oteli'ne yerleştiril­
di. Fakat çocuklarıyla birlikte bir otel odasında oturmaları olanak­
sızdı ve Anfim, ailesini İvanovo-Voznesensk'te bırakmak zorunda
kaldı.
Bu durum onu çok üzüyordu. Esasen şimdiye dek ailesiyle sü­
rekli olarak bir arada yaşayamamışh. Çok sevdiği kansı Katya'dan,
kızı küçük Katya'dan ve Frunze'nin adını taşıyan oğlu Arseniy'den
çokçası ayn kalmıştı.
Kendisini 1912 yılında tutuklamışlardı. O zamanlar küçük
Katya üç yaşındaydı, Arseniy ise henüz dünyaya gelmişti. Anfim,
tutukluluğunun üç yılı içinde Katya'yı sadece bir kez, Ekaterinburg
tutukevindeyken görmüştü. Katya, oraya büyük güçlükler içinde
gelmiş, çocuklarını da, doğal olarak, getirmemişti.
1916 yılında mahkumiyeti sona erdi, iyi ama, kendisini derhal
askere aldılar ve derhal cepheye gönderdiler. Eve, Ekim 1917'de

223
dönebildi. Katya'yı zayıflamış olarak, iri ve mutlu gözlerle görün­
ce, bir daha hiçbir zaman kansı ve çocuklarından ayrılmamaya ka­
rar verdi.
Gelişinden bir ay kadar sonra, Martinov ve Frunze, onu İvano­
vo-Voznesensk' e çektiler, üç ay sonra da, Sverdlov, Anfim'i Yaros­
lavl'a gönderdi.
Katya, çocuklarından uzakta kalamazdı, bu yüzden, ne kadar
da güç olsa, İvanovo-Voznesensk'le Yaroslavl arasında mekik do­
kuyordu. Anfim'in yanma bazen haftada bir, bazen da ayda iki kez
gidiyordu. Tren gündüz varırsa, istasyondan doğruca Anfim'in ça­
lışhğı daireye gidiyordu. Orada kendisini herkes tanıyordu. Emek
Komiseri Rabotnov, Katya'yı görür görmez, "Anfim, müjde, senin
gülün yine geldi," diye bağırmaya başlıyordu.
Katya'nın elini hararetle sıkıyor ve takılmaya başlıyordu:
- Ah, ne iyi kadınsın sen, Katya. Benim yaştan şöyle sadece
on beş yıl azaltmak olasılığı olsa, vallah da billah da kaçırırdım seni.
Anfim, karısını, gelişlerinden birinde, uzun boylu, yakışıklı,
sarışın Kriminal Milis Müfettişiyle tanışhrdı. Öteki, topuklarını bir­
birine vurarak:
- Grekov, dedi.
Katya, 5 Temmuz Cuma günü kocasından bir mektup aldı.
Anfim, Şfiralar Beşinci Kongresine gitmeyeceğini, bu yüzden ken­
disini beklediğini yazıyordu. Katya, yakın arkadaşı, genç Bolşevik
Polya Voronova'ya giderek, çocuklarına her zamanki gibi göz ku­
lak olmasını rica etti ve akşam Yaroslavl'a hareket etti.
Tren ağır gidiyor, istasyonlarda uzun uzun, diğer trenlerle
karşılaşmaları bekliyordu. Yalnız Nerehta'da bekleme bir saatten
fazla sürdü.
Yaroslavl'a, gece yansından sonra, bir buçuğa doğru varıldı.
Katya, ıssız sokaklarda hızlı hızlı Bristol Oteli'ne doğru yürümeye
başladı.

224
Kotorosal nehri üzerindeki köhne köprüden geçerken, büyük
bir binanın köşesinde bir kalabalık gördü. Askeri üniformalı biri,
ona, kabaca sordu:
- Boynuzların nereye götürüyor seni, hey budala kadın!
Katya, subay üniformasının. omuzlarında albn yaldızlı apolet­
leri görünce dehşetle irkildi. Gerçeği söylemenin sakıncalı olacağı­
nı anlayan Katya acele acele konuştu:
- Eve gidiyorum. Evim, Rojdestvenska'da.
- Marş! Daha hızlı yürü!
Katya, birinin: "İmdat! Milis!" diye bağırdığını ve silah sesleri
duydu.
Otelin kapısı kilitliydi. Katya, kalın camı hızlı hızlı bklatb. İg­
natiç adlı sakallı kapıcı göründü: "Geliyorum, güvercinim, geliyo­
rum." diyordu. Kapıyı açtı ve Katya'yı her·zamanki "nezaketiyle"
karşıladı.
- Kocan biraz önce geldi. "Bu sabah bizim kan gelmiş ola­
caktı." diye söyleniyordu. Oysa sen gece yansından sonra geliyor­
sun. Buyur, gir içeri. Seni görünce kim bilir nasıl sevinecektir!
Anfim'in odası ikinci kattaydı. Katya, koşarcasına odasına
vardı, kocası yoktu. Açık pencerenin perdesi esen yelle savruluyor­
du. Katya, divana yığıldı, kalbi delice çarpıyordu. Yerinden fırladı,
koşa koşa koridora çıkb ve Anfim'le yüzyüze geldi. Kocasının
omuzunda havlu vardı.
- Katya! Geldin ha!
- Koş! Çabuk gel!
Katya, şaşkın şaşkın bakan kocasını pencereye götürdü:
- Uyuyor musunuz siz? Dışarda ayaklanma var! Baksana!
Caddede, silahlı, omuzlan apoletli insanlar sıra sıra ilerliyor-
lardı. En önde orta boylu, subay üniformalı komutan yürüyordu.
Yanı başında, ona bir şeyler anlatan, öfkeli öfkeli kolunu savuran
bir başka subay vardı.

225
Falalev bu!
Tanıyor musun?
Nasıl tanımam. Milis örgütü komiseridir. Yanı başındaki
Baranov da seyyar müfreze komutanıdır. Alçaklar. Bekle beni bi­
raz.
Anfim koridordaki telefona koştu. Katya da peşinden gitti.
Bolotin, telefonu birkaç defa çaldırdı. Yanıt yoktu. Nihayet,
kadın sesi değil, bir erkek sesi sordu:
Ne istiyorsun?
Zakhayım yoldaşı verin bana.
Kimi?
Zakhayım'ı dedim ya.
Sen kimsin?
Emek Komiserliğindenim.
Bolotin mi?
Evet.
Bristol'den mi telefon ediyorsun? Bekle biraz. Senin yanı-
na da geleceğiz. Derini yüzeceğiz...
Anfim, kulaklığı yerine asarak, İgnatiç'e seslendi:
- Nahimson hangi odada?
Tam bu sırada kapı çerçevesinde Falalev'in yüzünü gördü. Fa-
lalev, kapıyı sinirli sinirli çalıyor: "Aç!" diye bağırıyordu.
İgnatiç kapıya yöneldi. Anfim onu kolundan tuttu:
- Dur bakalım, İgnatiç.
Kapıcı kolunu kurtardı ve Bolotin'e okkalı bir küfür savurdu.
Anfim: "Katya, kaç!" diye bağırdı, "Herkesi uyandır." Ve ka-
pıyı açmasını önlemek için İgnatiç'in üstüne saldırdı. Falalev ta­
bancasının kabzası ile kapının camını kırdı, elini iç tarafa uzath, iç­
teki anahtarı çevirmek için çaba harcıyordu.
Katya koridorda koşarak her kapıyı çalıyor,
- Uyanın. Derhal. Derhal fırlayın, diye bağırıyordu.

226
Aşağıdan silah sesleri geliyordu. Katya koridorda koşarken,
Nahimson'un odasından dışarı fırladığını ve ceketini giymeye ça­
lışbğını gördü.
Nahimson, "Ne var, ne oluyor?" diye bağırdı ve yanıt bekle­
meden merdivenlerden aşağl inmeye başladı.
Dış kapı açılmışb arhk. Apoletli kişiler, Anfim'in kollarını ar­
kaya kıvırmaya çalışıyorlardı. Katya, kapıcının kocasının yüzüne
tokat ahşlarını dehşetle seyrediyordu. Kapıcı: "Komiser! Namus­
suz! İt!" diye haykırıyordu.
Nahimson, elinde tabanca, bağırıp çağıran sarhoş ayaklanma­
cıları dağıtmaya çabalıyordu. Kapıcının başına vurunca, öteki:
- Elebaşları bu! Çocuklar! Nahimson! diye can acısı ile ba­
ğırdı.
Beyazlar giyinmiş Kiriminal Milis Müfettişi Grekov hızla içeri
girdi. Katya onu görünce haykırdı:
- Grekov yoldaş!
Grekov, Katya'ya bakmadı bile. Nahimson'a yaklaşarak sırıth:
- Selam, Nahimson yoldaş! Ne iyi yapmışsın da kendi başı-
na çıkmışsın. Bizi zorlamayacaksın.
Nahimson, baştan aşağı kanlar içindeydi, şaşılası bir soğuk­
kanlılıkla:
- Senin bir alçak olduğunu söylerlerdi de inanmazdım, Gre­
kov! Meğer, ne kadar aldanmışım! dedi.
- Soyun, çıfıt köpeği! Çıkar ceketini!
- Çıkaracağım! Boşuna titreme, Grekov. Titreme zamanın
gelecek.
İgnatiç, Katya'yı görünce cıyaklamaya benzer bir sesle:
- Yakalayın, çocuklar! Komiserin kansı bu! Paçavra! diye
söylendi.
Katya, yere serili Anfim'e doğru koştu. Sanki, onun, kansını
savunacak gücü vardı.

227
İgnatiç, elindeki çekici alçakça, kadının sırtına savurdu:
- Kancık!
Katya'nın, kendini kaybederken son gördüğü görünüm şuy­
du: Nahimson'u dışarı çıkarıyorlardı, o direniyordu.
Apoletli kişiler, sarhoş bağırtıları arasında Katya'nın cesedini
tekmeleyip çiğniyordu. Grekov, cesedi kollan arasına alarak, bir
kasap ustalığı ile yüzüstü çevirdi.
Ayaklanmacılar, "Bristol"de oturan iki Bolşeviği yanlarına
alarak, otelden uzaklaştılar. İgnatiç de onlarla birlikte gitti. Yaşlı
karısı odasından çıktı, inleyerek, sağa sola bakındı, sonra, dışarı­
dan, katran kokulu bir hasır getirdi, Katya'nın mavi noktalı beyaz
bluzüne alıcı gözüyle baktı, eğildi, lacivert etekliğini yokladı, etek­
lik yündendi. Katya'yı inleye puflaya soydu, Anfim'in çizmelerini
çıkardı, sonra yeniden Katya'ya döndü, ayakkaplan yamalı olsa
da, işe yarayacak durumdaydı. Bu yorucu, fakat yararlı işleri
tamamladıktan sonra, korktukları için odalarından çıkmamış olan
müşterilerden hiçbirinin kendisini görmeyişinden memnun bir
halde, Katya ile Anfim'i hasırla örttü, kanlı giysilerini odasına taşı­
dı, geri döndü, sabah güneşi altında pırıldayan cam kınklarıru sü­
pürmeye koyuldu. Tam bu sırada bir inilti duydu. Dişsiz ağzını
hayretle açarak donup kaldı kocakarı. İnleyen, erkekti. Anfim Bo­
lotin gözlerini açh ve açık seçik, "Nine, Katya'yı çağır bana," dedi.
Korkudan şaşkına dönen kocakarı, bir sıçan gibi odasına kaç­
tı, aralık kalan kapısından, canlanan ölünün ölü karısının yüzünü
okşayışını seyretmeye koyuldu. Anfim, bir yandan da: "Katenka!
Katenka!" diye söyleniyordu.

Andrey, sabaha karşı saat ikide Tula'dan şu haberi aldı: "Mer­


mi Fabrikası deposu yakınlarında silahlı gençlerin oluşturduğu bir
grup yakalandı. Kimlikleri S<:iptaruyor."
On beş dakika sonra da, Hamov Bölgesi Savunma Komiseri şu-

228
nu bildirdi: "Kimlikleri saptanamayan kişiler, Birinci Sovyet Alayı
kışlasından, Üçüncü Bölüğün bütün silahlanru alıp kaçmışlardır."
Bundan sonra telefon santralindeki nöbetçi kız:
- Sizi Yaroslavl arıyor, bağlıyorum, dedi.
Fakat, kulaklıktan gıcıı:tıdan başka bir ses gelmiyordu. An­
drey, kulaklığı masaya koydu. Aradan birkaç dakika geçti. Tam,
kulaklığı yerine asacakb ki, birden bir kadm sesi duyuldu:
Moskova! Moskova! Duyuyor musunuz?
- Duyuyorum. Konuşun.
- Moskova! Burada ayaklanma var. Silah sesleri duyuluyor.
Ben, santral telefon memuruyum. Duyuyor musunuz?
Andrey: "Duyuyorum... Konuşun, konuşun," diye bağırdı.
- Santralin kapısını kırıyorlar.
Ve ses kesildi. Bundan sonra Moskov" Telefon Santrali'nin se­
si geldi:
- Yaroslavl hattan çekildi.
Andrey, kabininde uyuyan Peters'i uyandırdı. O, .Andrey'i
dinledikten sonra:
. - Yaroslavl'la bir daha bağlanb kurmaya çalış. Hangi tele­
fonla olursa olsun. Ben Feliks Edmundoviç'e gidiyorum.

ALTI TEMMUZ
Aynı gece, Mariya Spiridonova, Blümkin' e: "Bugün. Öğleden
sonra. Başarılar dilerim," dedi.
Ve işler, provadaki gibi yürümeye başladı.
Ne var ki, beklenmedik olaylar da meydana geldi. Bütün ma­
halle gümbürtü ile sarsıldı. Cam kırıkları etrafa savruldu. Mirbah
birden ölmedi. Blümkin, elçinin sırtına kurşun sıkmak zorunda
kaldı. Ve Mirbah, cansız yere serildi. Doktor Rihter'le teğmen Mül­
ler de korkudan yere yattılar. Teğmen, soğukkanlılığını kaybetme­
di, ateş açh.

229
Hafifçe yaralanan Blümkin ve kendisine hiçbir şey olmayan
Andreev, pencereden atlayarak otomobile koştular. Andreev,
Blümkin'i arka kanepeye iterek, şoföre bağırdı:
- Tröhsveritelka'ya... Popov'un birliğine ...
Uzaklaşhklan zaman Blümkin sordu:
- Her şeyi alabildin mi?
- Şapkalanmız, çantalar, belgeler ve görev kimliklerimiz ka-
bul salonunda kaldı.
Blümkin ağır bir küfür savurdu. Andreev, sapsarıydı, gözbe­
bekleri, henüz bir porsiyon kokain almış olan bir esrarkeşinkiler gi­
bi genişlemişti, dudaklan mosmordu. Güçlükle konuşabildi:
- Cerjinski zaten her şeyi anlayacak...

Genellikle dingin ve soğukkanlı olan Peters, odaya yıldınm gi­


bi girdi:
- Martinov, bütün işleri bir yana bırak. Cerjinski aşağıda.
Derhal yanına koş.
Karahan'la Çekistlerden Belinki ve Trepalov da otomobildey­
diler. Andrey, Cerjinski'nin Karahan'a söylediği şu sözlerini �uy­
du:
- Vladimir İliç bana telefon etti.
Denejna sokağındaki Alman Elçiliği binası önünde toplanmış
olan kalabalık, birinci katın kınlmış pencerelerini seyrediyordu.
ÇeKa Başkanı'nı derhal tanıdılar. İçlerinden biri, yüksek sesle:
- Cerjinski geldi, dedi.
Dış kapıda, bir kolu sargıda olan Teğmen Müller tarafından
karşılandılar.
Karahan, "Başınız sağ olsun. Sovyet Halk Komiserleri Başkanı
beni..." diye söze başladı.
Müller, Blümkin'in görev karanı Cerjinski'ye uzattı.
- Bu nasıl iştir, bay Cerjinski? Sizin memurlannız...

230
Cerjinski, görev karhna şöyle bir baktıktan sonra:
- Alabilir miyim? diye sordu.
Müller, isteksiz isteksiz yanıt verdi:
- Bu belgenin bizde kalması daha iyi. Fakat size mutlaka ge­
rekiyorsa, alın.
Doktor Ritsler'in başında doktor vardı. Kabul salonunun kapı­
sı açıktı. Mirbah, yüzüstü yerde yatıyordu. Müller: "Şimdilik oldu­
ğu gibi bırakmayı uygun bulduk," dedi.
Cerjinski, yandaki sekreter odasına girdi. Sesi geliyordu:
- Sol Eserlerin marifeti bu, Yakop Mihayloviç. Derhal geli­
yorum.
Sonra şu sözleri duyuldu:
- Telefondaki Cerjinski. Popov nerde? Kendisine şu emrimi
iletin: Birliğin bir kısmını derhal Kremlir\ e, �ir kısmını da Bolşoy
Tiyatro'ya göndersin. Sizinle kimin konuştuğunu anladınız, değil
mi?
Elçiliğin önünde bir araba durdu. Arabadan fırlayan K�iminal
Milis Müffettişi Ksaveriev, kalabalığa:
- Dağılın, vatandaşlar. Tiyatro değil burası, diye haykırdı.
Cerjinski, Müller'e: "Derhal gitmem gerekiyor," diye özür di­
ledi ve şoföre döndü:
- Çek Tröhsvetitelska'ya! Siz, Karahan, Kremlin'e gidin. Ve
Vladimir İliç'e şunu söyleyin: Muhafız Birliği'nde herhalde bir şey­
ler oluyor.

Sokak deniz askeri kılıklı kimselerle doluydu. Cerjinski'yi ta­


nımış olan nöbetçiler, kapılan ardına kadar açmışlardı, sanki bekli­
yorlardı.
Geniş çentli bir deniz eri:
- Hazır ol! ÇeKa Başkanı' na yol ver! diye komut verdi.
Cerjinski, bu apaçık alaycı komut sesine aldırmayarak ilerledi.

2�1
Popov, avlu ortasında duruyordu. Cerjinski, sert bir sesle sordu:
- Bu olup bitenler ne? Bu kadar çok sarhoşun işi ne burada?
Emrimi neden yerine getirmediniz?
- Geçti arbk senin emirlerinin zamanı. Arhk ben, sadece bi­
zim Merkez Komitesinin emrindeyim.
- Blümkin burada mı?
- Yok burada, Cerjinski. Benim adamlanmın sarhoşluğuna
gelince, votkadan değil bu. Senin ve efendin Lenin'in pek yakında
direklerde asılacaklannızı bildiklerinden. Silahını ver bana.
Etraf, asık yüzlü, düşman bakışlı kişilerle çevrilmişti. Marti­
nov ve Belenski, Feliks Edmundoviç' e daha da yaklaştılar, öyle ki,
onu Popov'dan hemen hemen gizlediler. Trepalov da ardına geçti.
Cerjinski, Andrey'i bir yana çekerek, Popov'a, "Hain!" diye haykır­
dı.
- Sözlerinde daha nazik ol, Cerjinski.
Etraftan tavsiyeler yağmaya başladı:
- Ne diye eyvallah ediyorsun ona yahu!
- Çek kurşunu bitir işini.
Fakat, hiç kimse Cerjinski'ye yaklaşmaya cesaret edemiyordu.
Sol Eserler Merkez Komitesi üyelerinden Kamkov'la Karelin de be­
liriverdiler.
Cerjinski gülümsedi:
- Her şey anlaşıldı artık. Ötekiler nerede?
Karelin, yangını körüklercesine ortaya atıldı:
- Arkadaşlar, bakın nasıl alay ediyor bizimle. Kendilerini
Almanlara sattıktan yetmiyormuş gibi, şimdi de özgürlük savunu­
culanyla alay ediyor bu alçaklar. Arkadaşlar, sizin açlıktan imanı­
nız gevriyor. Oysa dün, Lenin'in emriyle Almanya'ya yüz vagon
buğday sevkedildi. Siz ve çocuklarınız çıplak ve perişanken, dün
Almanlara üç milyar manifatura yollandı.
Cerjinski, kollanru açarak:

232
- Amma da yalan söylüyorsun, Karelin, dedi. Birincisi, dün
değil, bir hafta önce. İkinci, yüz vagon değil, sadece otuz alh vagon.
Üçüncü, bunlar, Almanlara değil, orada bulunan Rus tutsaklara.
Çünkü Almanlar bunları beslemez olmuşlar. Ve dördüncü, bunları
çok iyi bildiğiniz halde, çok iyi bilinen nedenler yüzünden yalan
söylüyorsunuz. Bu yalanlarla kendinize cesaret vermeye çalışıyorsu.­
nuz, aldattığınız insanları da kışkırbyorsunuz."
Karelin, Popov'a bağırdı:
- Ne diye dinliyorsun bunu? Ver şu tabancayı bana ...
Cerjinski gülümsedi:
- Meğer ne yiğitmişsin de benim haberim yokmuş, Karelin...
Aleksandroviç'le Donat Çerepanov da geldiler. Çerepanov,
denizcilerden birinin tabancasını belinden alarak tavana ateş etti.
Cerjinski güldü:
- Korkuyorsunuz! Blümkin'i nereye sakladığınız( söyleseniz
daha iyi etmez misiniz?
Bu sırada yanlarına yaklaşmış olan Mariya Spiridonova:
_
- Blümkin yok burada, dedi. Fakat size şunu söyleyebilirim:
Mirbah'ı biz öldürdük.
- Bunu zaten biliyorum. Blümkin nerede?
Spiridonova işaretle Popov'u yanına çağırdı. ÇeKa Özel Birli­
ği komutanı derhal yanına seğirtti. Spiridonova koluna girerek,
onu yukan götürdü. Popov, bir dakika sonra döndü ve sevinç do­
lu bir sesle haykırdı:
- Haydi, yürüyün bakalım.
Cerjinski, dinginlikle Çekistlere bakh. Bu bakışta, "Dayanabi­
lecek misiniz?" sorusu vardı. Andrey başıyla belli belirsiz bir yanıt
verdi: "Merak etme, Feliks Edmundoviç!"
Popov: "Yürüyün, yürüyün!" diye söyleniyordu.
Kamkov'la Karelin birden ciddileştiler. Sadece Çerepanov'un
dudaklarındaki küstahça gülümseme olduğu gibi duruyordu.

233
Cerjinski sordu:
- Nereye gidiyoruz? Bizi kurşuna mı dizeceksiniz ya da al­
çakça bir planınız mı var?
Popov:
- Yürüüü, diye bağırdı, ne yapacağımızı şimdi öğreneceksi-
niz.
Çerepanov, alaycı bir sesle:
- İyi. geceler, Cerjinski, dedi arkalarından.
Avluda bir deniz askeri, erlere, arabadan, insan başına iki ku­
tu olmak üzere, konserve dağıtıyordu. Yeni kaputlu, yeni palaska­
lı takım komutanlarından biri, arkadan, yüksek sesle:
Etli mi konserveler? diye sordu.
- Elbette etli. Sadece ikinciler bezelyeli.
- Onları sen ye!
Gevrek kuyruğu da vardı. Herhalde henüz getirmişlerdi. Bü­
tün avlu gevrek kokuyordu. Saymadan, tartmadan, kime ne düşer­
se veriyorlardı. Boyunlarına gevrek dizilerini takmış erler, Çekistle­
re karşı ilerliyorlardı, yüzlerinde tatlı bir gülümseme vardı, çünkü
gevrek dizilerinin büyüklerini almışlardı. Çekistlerle alay ediyor­
lardı:
- İstiyor musunuz ha?
- Onlara şimdi daha güzel bir ziyafet çekecekler.
Dış kapıdan onlara doğru silahlı bir genç koşuyor ve: "Çizme
getiriyorlar. Dizilin sıraya," diye bağırıyordu.
Popov okkalı bir küfür savurdu:
- Ah, itler, tam da zamanını buldular.
Ve sert bir komut verdi:
- Sola dön!
Sola saptılar ve kızıl tuğlalı duvarlarla karşılaştılar.
Danilov Bölgesi Askeri Komiserliğinde her günkü günlerden
biri hüküm sürüyordu. Çağrılı subay ve erlerin belgeleri dolduru-

234
luyor, gönüllüler sorgudan geçiriliyor, en fazla sosyal kökene ve ai­
levi duruma ağırlık veriliyordu. Bölge Askeri Komiseri Ribin ve Se­
ferberlik Dairesi Komutanı Strukov, askerlik yoklamasına gelmiş
olan Çarlık Ordusu eski Albaylarından Ananin'le konuşuyorlardı.
Ananin, bütün askerlik yaşamını topçu subayı olarak geçirmişti.
Ribin'e bugün böylesi gerekliydi. Kendisine, Podvoyski adına tele­
fon edilmiş, Yaroslavl'a topçu subayı gönderilmesi istenmişti. Bu
yüzden Ribin son derecede memnundu, Podvoyski'nin ricalarını
yerine getirmekten bir zevk duyuyordu, mademki Nikolay İvaniç
gerekli olduğunu söylemişti, demek ki gerçekten gerekliydi.
Yaroslavl'a derhal gitmesine ilişkin öı:ıeriyi nasıl karşıladığı
sorusuna, Ananin derhal şu yanıtı verdi:
- Emrinizdeyim.
- Tam zamanında geldiniz, Ananin.yol.daş, tam zamanında.
Ne güzel!
Yazıcı içeri girdi. Ribin'in kaşları çatıldı:
- Ne var?
Yazıcı telefonla alman haberi uzattı. Ribin okudu, sonra:
� Özür dilerim, Ananin yoldaş, Dimitriy İvanoviç'le bir şey­
ler konuşmam gerekiyor.
Ananin sessizce dışarı çıkınca, Ribin, haberi Strukov'un önüne
koydu:
- Oku şunu, Strukov yoldaş.
"Bugün saat on beşe doğru Alman Elçiliğine iki bomba atıl­
mış, Mirbah ağır yaralanmıştır. Bu iş, besbelli ki, monarşistlerin ve
Çekoslavları da kandırmış olan ve Rusya'yı İngiliz ve Fransız kapi­
talistlerinin çıkarları için savaşa sokmak isteyen provokatörlerin
marifetidir. Suçluların yakalanması için bütün kuvvetler seferber
edilmeli, ayağa kaldırılmalıdır. Bütün otomobiller durdurulmalı,
üç kez denetimden geçirilmeden bırakılmamalıdır.
Halk Komiserleri Başkanı V. Ulyanov (Lenin)"

235
Bu sırada telefon çaldı, Bölge Halk Şörası'ndan soruluyordu:
Ribin, kaç araban var?
Bir.
Yürüyor mu?
Emekliyor.
Komutanlar var mı?
On kişi kadar.
Buraya gelsinler. Sen de gel. Bağlanh için bir nöbetçi bırak.
Acele et.
Koridorda Ananin karşısına çıktı:
- Ben durumu öğrendim arhk. Yaroslavl'a derhal hareket et­
mem gerekecek galiba.
- Benimle gelin Ananin yoldaş.
Bir bisikletli Askeri Komiserlik binası önünde durdu, dört bil­
diri ath. Henüz mürekkebi kurumamış olan bu bildirilerde şöyle
deniyordu:
"Hükümet Bildirisi:
Bugün, 6 Temmuz, saat on beşe doğru, Rus-İngiliz-Fransız em­
peryalizminin (rezil) ajanları, Cerjinski'nin imzasını taklit ederek
hazırladık.lan sahte görev belgeleriyle, Alman Elçisi Mirbah'ın yanı­
na sokulmaya muvaffak olmuşlar ve Graf Mirbah'ı bomba ile öldür­
müşlerdir. Bu suçu işleyen rezillerden biri, Sol Eser'dir, Cerjins­
ki'nin başında bulunduğu komisyonun üyesidir, Sovyet iktidarına
ihanet ederek, Rusya'yı savaşa sokmak isteyen insanların hizmetine
girmiştir... Savinkovlarla ortaklarının yoluna sapmış olan bu reziller
yüzünden, Rusya'yı şimdi savaştan ayıran mesafe kıl kadar incedir.
"Almanya'nın en güçlü partisi olan subaylar partisi,
Petrograd, Moskova ve Çariçin'e saldırmak için çoktan beri baha­
neler aramaktadır. Şimdi bu partinin elinde öyle bir bahane var ki,
bundan iyisini arasa da bulamaz.
"Moskova'daki Sovyet iktidarının, katili ve suç ortağını yaka-

236
lamak için yaptığı ilk girişime, Sol Eserler, Sovyet iktidarına karşı
ayaklanmaya başlamakla karşılık vermişlerdir. Cerjinski'nin baş­
kanı olduğu komiserliği ele geçirmişler, komiserliğin başkanı Cer­
jinski'yi, komisyon üyesi Latsis'i, Rusya Komünist Partisinin (Bol­
şeviklerin) en seçkin üyelerini tutuklanmışlardır. Sol Eserler, bun­
dan sonra Telefon Merkezini işgal etmişler, askeri harekata başla­
mışlar, silahlı kuvvetlere dayanarak Sovyet otomobillerinin küçük
bir kısmına el koymuşlardır.
"Sovyet iktidarı, Bolşoy Tiyatro binasında yapılmakta olan Şu­
ralar Beşinci Kongresi'nde hazır bulunan bütün Eserleri rehine al­
mış, karşı devrimcilerin yeni uşaklarının ayaklanmasını silahla
.
derhal bastırıp, ortadan kaldırmak için gerekli olan bütün önlemler
alınmıştır.
"Rusya'nın şu anda bir savaşa sokulma�ının ne büyük bir çıl­
gınlık ve bir cinayet olduğunu anlayan herkes, Sovyet iktidarını
desteklemektedir. Ayaklanma, kuşkusuz, en kısa zamanda ezile­
cektir.
"Herkes nöbet başına! Herkes silah başına!"
Bildiriyi okuyuncaya kadar Bölge Şura binasına vardılar. Bina­
nın önünde, çoğu sivil, silahlı insanlar sıra olmaktaydı. Pencereden
bir ses geldi:
Ribin yoldaş, bunların komutanı sensin, harekete geç der-
hal.

Lenin'in önündeki masada Moskova şehir planı vardı. Lenin,


hızlı hızlı bir şeyler yazıyordu. Yakov Mihayloviç Sverdlov, harita
üzerine mavi kalemle oklar, daireler çiziyor ve şöyle diyordu:
- Karşı tarafın kuvvetleri bizimkilerden üstün. Ne yazık ki,
sabaha karşı saat dörtte Yaroslavl'a iki alay gönderildi.
- Neden yazıkmış, Yakov Mihayloviç? Yaroslavl'da durum
son derece ağır...

237
- Eserlerin emrinde bin sekiz yüz piyade, seksen süvari,
kırktan fazla makineli tüfek, dört zırhlı otomobil, sekiz top var. Bu
toplardan biri Kremlin'e yönelik. Ana kuvvetlerini Tröhsvetitel­
ka' da yoğunlaşhrmışlar. Barikatlar yükseltmişler, Pokrovski Mey­
danı etrafında mevziler kazmışlar. Bizdeki piyade tüfeği sayısı ye­
di yüz yirmi, top sayısı on iki, zırhlı otomobil dört, makineli tüfek
takımının mevcudu da kırk.
- Bizim birliklerimiz nerelerde bulunuyor?
- Bir grup Srastniya Manashn civannda, ikinci Askeri Ko-
miserlik önünde, üçüncüsü de Kurtancı İsa Kilisesi tarafında. Bi­
rinci Letonya Alayı ile Hazırlık Kursu Bölüğü ve Sovyet Topçu Tu­
gayı toplan da orada.
- Yakov Mihayloviç, affedersiniz, sözünüzü. keseceğim,
Podvoyski yoldaşa bir sorum var... Nikolay İliç, grup komutanları
kimlerdir?
- Kendilerine tamamıyla güvendiğimiz kişiler, Vladimir İliç:
Vatsetis, Dudin. Peterson'la Kremlin Komutanı Malkov da ellerin­
den gelen yardımı yapıyorlar.
- Çok iyi. Bizim Yakov Mihayloviç'le birkaç önerimiz var.
Bolşoy Tiyatrosu çember içine alınmış mıdır? Öyle sanıyorum ki,
Sol Eserler oradan dışan bırakılmıyor.
Podvoyski: "Hayır, bırakılmıyor, Vladimir İliç," diye yanıt
verdi. "Malkov orada oldukça kuş uçmaz."
- Çok iyi. Bütün köprüler tutulmalı, geçitler kapatılmalıdır.
Şu telefongrafı ilgililere iletiniz.
Podvoyski, telefongrafta şunları okudu:
"Şehirdeki ve şehrin 50 verst [Bir verst 1066 metre -çev.] çevre­
sindeki bütün komiserlere iletilmelidir: Halk komiserlerinin oto­
mobillerinden başka askeri birliklerin otomobillerine yol verilmeli,
Karşı Devrimle Savaşım için Olağanüstü Komisyon'un bütün oto­
mobilleri durdurulmalı, bu komisyonun üyesi olan bütün Sol Eser-

238
ler ve özellikle Zaks ve Aleksandroviç tutuklanmalıdır. Parti üyesi
olduklarından şüphe edilenler, durumlarının açıklığa kavuşturul­
ması için Kremlin' e getirilmelidir.
Sovyet Halk Komiserleri Başkanı Lenin"

Podvoyski:
- Telefon Santrali henüz isyancıların elinde, dedi.
Sverdlov'un yüzünde tatlı bir gülümseme belirdi:
- Arhk bizim elimizde. Biraz önce telefonla bildirdiler. Ava­
nesov'la Moskova Telefon Şebekesi Komiseri şimdi oradalar. As­
lanlar. Popov'un birliği ile bütün telefon �ağlanhlarını kesmişler.
Telgraf henüz eserlerde. Bunlar, telgraf santralini ellerine geçirince
derhal şunu göndermişler.
Podvoyski sesle okudu:
- "Lenin ve Sverdlov'un imzası ile gönderilen bütün telgraf­
lar, sağcı eserler ve menşeviklerin imzasını taşıyan tüm telgraflar
iktidar partisi olan Sol Eserler Partisi için zararlı sayılmalı .ve gön­
derilmemelidir." İlginç!
Lenin, "Bunlar," dedi, "İktidar partisi olma konusunda biraz
acele davranmışlar kanımca ... "
ÇeKa üyesi Martin Yanoviç Latsis'i de tutuklu Çekistlerin bu­
lundukları odaya götürdüler. O, oturum salonuna giriyormuş gibi
şapkasını çıkardı ve:
- Merhaba, yoldaşlar, diye haykırdı.
Cerjinski gülümsedi:
- Martin, bir gezintiye çıkmış gibisiniz. Şapkanızı bile unut­
mamışsınız.
Uzun boylu, güzel endamlı, güzel sakallı bir adam olan Mar­
tin, oturdu, şapkasını da dizleri üzerine koydu:
- Bu şapkanın çok önemli bir rolü oldu, Feliks. Bu haydutlar
beni odamda tutukladılar. Ve önlerine kattılar. Yürürken, tutuklan-

239
dığımı nasıl haber vereyim diye düşünüyordum. Ve buldum. Beni
götürenlere, "Biliyor musunuz ki, şapkamı unutmuşum odamda.
Ben şapkasız bir tarafa gidemem. Alışkanlık... Müsaade edin de gi­
dip alayım." dedim. "Haydi, çabuk al gel." dediler. Odama koş­
tum, Yakov Mihayloviç'e telefon ettim ve ancak ondan sonra kıy­
metli şapkacığımı aldım.
Biraz sonra Moskova Şılrası Başkanı Pötar Hermogenoviç
Smidoviç'i de getirdiler. Nazik bir aydın olan Smidoviç, Popov'a,
"Hain! Satılmış!" diye haykırıyordu.
Sonra, hıncını tamamıyla çıkarmış insanların haliyle, öğrenci­
sini tehdit eden öğretmen gibi, Popov'u parmağı ile tehdit etti:
- Alacağın olsun, şopar seni!
Cerjinski, durumun trajikliğine karşın, boğulacak gibi gülüyor
ve:
- Oh, Pötar Hermogenoviç, herifin iler tutar yerini bırakma­
dınız. "Şopar!" ha!
Andrey, Cerjinski'nin, bu ölüm tehlikesiyle dolu saatlerdeki
tutumu karşısında hayretten hayrete düşüyordu. Cerjinski, tutuk­
lulardan hiçbirine umut vermek ve dinç görünmek için kendini
zorlamıyor, etrafında kol gezen olası ölüm karşısında, ölümden
korkmadığım, ölümü küçümsediğini gösterme gereksinimini duy­
muyordu. Fakat, dinginlik ve soğukkanlılık ile, bu ayaklanmanın
mutlaka ezileceği, Sovyet iktidarının, Bolşevikler Partisinin kuşku­
suz zafere ulaşacağı inancını esinliyordu.
Bir aralık Popov koşa koşa geldi ve daha kapıdan:
- Bekliyorsunuz değil mi, bekleyin bakalım! Voronej'den iki
bin Donlu geliyor bizim yardımımıza!
Ve kayboldu. Cerjiİlski gülümsedi:
- Yalan söylüyor. Ve besbelli ki işleri kötüye gidiyor.
Popov, birkaç defa daha, hep böyle şaşırhcı haberler getirdi:
- Vinglinski'nin birlikleri bizimle! Duydunuz mu!

240
Duyduk, mademki sizinleymiş, sizinle olsun!
Martov alayı da bizimle.
Tebriklerimizi sunanz.
İşiniz bitiktir arhk!
Geceleyin Popov yine g�ldi. Saçlan karmakanşıkh, gözleri
buzlu cam gibiydi:
- Sizin Sverdlov, Mariya Spiridonova'run tutuklanmasını
emretmiş. Cerjinski, duydun mu?
- Duydum, duydum. İ yi yapmış Sverdlov.
- İyi ama ben, Mariya Spiridonova için Kremlin'in yansını
yıkarım. Benim topçulara şimdi emir verec�ğim. Hiç merhametim
yoktur. Bolşoy Tiyatro'dan �adece dekorlar kalacak. Mariya için
ben, tüm Lübyanka'run anasını bellerim.
Kızıl saçlı iri yan bir deniz eri Popov'4 omuzlanndan tuttu.
Andrey, deniz erinin bu elinde birkaç yüzük gördü, bunlardan bi­
rinde, kan renkli iri bir taş vardı:
- Komutan, zorlama kendini. Değmez! Müsaade et de, şun­
lan bir temizleyeyim. Yürü, gidip topçulan harekete geçirelim.
Popov, oradan aynlır aynlmaz, nöbetçi, kapıyı araladı ve hafif
bir sesle:
- Dayanın, yoldaşlar, dedi. Bundan sonra kimseyi buraya
bırakmayacağım. Hepsi sarhoş. Belki bu kafa ile bir bela çıkanrlar.
Cerjinski haklıydı: Başkaldıncılann işleri gerçekten kötüye gi­
diyordu. Şfiralar Beşinci Kongresi'nde delege olarak bulunan Sol
Eserlerin Bolşoy Tiyatro'da tutuklanmalan yüzünden bunlann
Merkez Komitesi tamamıyla felce uğratılmışh. Bundan başka, söz
konusu Merkez Komitesinin üyeleri arasında birlik yoktu. İ çlerin­
den bazıları, örneğin serüvenci ve demagog Çerepanov en sert ön­
lemlerin alınmasını istiyorlardı. Bu "en sert" önlem de, Cerjinski ile
Çekistlerin kurşuna dizilmesiyle sonuçlanıyordu. Bolşeviklerden
nefret eden Kamkov gibileri biraz soğukkanlı düşünüyor ve şöyle

241
diyorlardı: "Pekala, kurşuna dizelim. Bundan kolayı ne var? Bir,
iki, hazır! Sonra ne olacak? Bolşevikler azimli insanlardır. Cerjinski
için, Şuralar Kongresi'ndeki bütün delegelerimizi tepelerler. Ya­
parlar mı, yaparlar."
Eski Posta ve Telgraf Halk Komiseri Proşyan, giriştikleri isya­
nın bir serüvenden başka bir şey olmadığını anlıyor, fakat, buna
katılmamazlık da edemiyordu. Kendi Merkez Komitelerinin emri­
ne uyarak, küçük bir askeri birlikle'Telgraf Santralini ele geçirdi.
Orada çalışanları toplayarak, "Mirbah'ı biz öldürdük. Bu yüzden
Almanlarla savaşa girmek olasılığı var... " dedi. Oradakiler, hiç de
hoşlarına gitmeyen bu haberi çatık kaşla dinlediler. Proşyan, Tel­
graf Santralini elde tutabilmek için hiçbir ciddi önlem almadı. Şu­
ralar Kongresi delegelerinden, İvanovo-Voznesenski İ li Yürütme
Komitesi Başkanı Mihail Frunze'nin komutasındaki bir işçi birliği,
aynı günün akşamı, Telgraf Santralini isyancılardan temizledi.
Yiğitlik cakası satan Popov, gerçekte korkağın biriydi. Sol
Eserlerin yöneticileri, onun bu yiğit görünümüne aldanmışlardı.
Esasen kendileri de her istediklerinin kolayca gerçekleşebileceğine
inanan kimselerdi.
Popov yalan söylüyordu, çünkü korku dağlan bekliyordu.
Başkalarının önünde, hatta bunlar iki-üç kişi de olsa, cart curt edi­
yor, ikide bir tabancasına el atıyor, olmayacak vaatlerde bulunu­
yordu. Ama yalnız kalınca, hemen, ceketinin astarını yokluyordu.
Sahte belgeler ve yüklüce bir para orada dikiliydi.
Uyumak üzere yatağa uzandığı zamanlar bile pantolonunu çı­
karmıyordu. Çünkü çalınan pırlantalar bu pantolonun ceplerin­
deydi.
Martov Alayının kendileriyle beraber olduğuna ilişkin sözleri
de doğru değildi. Pokrovsk kışlalarında bulunan bu alaya, o ak­
şam, "ajitasyon" yapmak için gitmiş olan Aleksandroviç, Lenin'in
Alman casusu olduğunu, Rusya'yı Mirbah ve ikinci Vilhelm'e sat-

242
tığını, Halk Komiserleri Şiirasİ'nın [Bakanlar Kurulunun -çev.) bir
"kırk haramiler güruhu" olduğunu kanıtlamak için yırtındı. Erler,
kendisini coşkusuz ve soğuk dinlediler. "Ajitasyon" unun fiyasko
ile sonuçlanacağını sezinleyen Aleksandroviç, bir bakkal ağzı ile
konuşmaya başladı:
- Sizce Sverdlov kimdir? Bir Yahudi.
Tabur kornutanlanndan biri:
- Aleksandroviç, Yahudiliği bir ölçü olarak almayın. Siz ne­
siniz? Aleksandroviç adını taşıdığınıza göre...
- Böyle bir soru ile karşılaşacağımı biliyordum. Sizce "viç"
eki bir belirti midir? Öyleyse, Purişkeviç nefiir?
Salonun şurasında burasında gülüşmeler oldu. Tabur komuta-
nı haykırdı:
- Dernek ki, siz de Purişkeviç'le aynı. haydut çetesindensiniz!
Ve Aleksandroviç'i defettiler.
Yenilginin kaçınılmazlığını anlamış olan Popov'un erleri,
emirleri isteksizce yerine getirmeye, nedenli nedensiz sövüp say­
maya başladılar. İçecek ne varsa; votka, ispirto ve politura, daha
akşamdan tükenmişti. Sabahleyin kendine gelenler, ayık kafa ile
düşünmeye koyuldular. Kumazlan, sözcüğün anlamıyla kaçacak
delik aramaya başladılar ve duvarda bir delik açarak bela yerinden
uzaklaştılar.
Sverdlov'un önerisiyle, isyancılara bir elçi gönderildi. Elçinin
getirdiği öneri kısaydı: "Teslim olun, başka kurtuluş yolu yok!" Po­
pov, kendisinin affolunrnayacağını göz önünde bulundurarak,
öneriyi reddetti. Elçi yanlanndan aynlırken birkaç isyancı peşin­
den koştu. Popov, erlerine, ateş açrnalannı emretti. Fakat, nakine­
li tüfek eri öyle bir karşılık verdi ki, küfür ustası olan Popov bile şa­
şınp kaldı. Buna rağmen, elçinin arkasından gidenlere ateş etti.
Makineli tüfek eri, komutanının suratına iki tokat indirdi:
- Kendi adamlarımızı da mı öldürmeye başladın, it!

243
Etraflarında isyanalar vardı, Popov ise insanlar arasında dai­
ma cesurdu. "Devrim adına!" diye haykırarak makineli tüfek
erinin göğsünü kurşunla doldurdu.
Tam bu sırada toplar gürlemeye başladı. Topçu subayı Ananin
tarafından seçilen mevzilere, işçiler ve Kızıl Ordu erleri tarafından
geceleyin yerleştirilmiş olan toplar, doğruca Popov'un karargahını
dövüyordu. Mermiler, savunma hattını harman ediyordu.
İsyanalar, daha ilk mermilerden sonra çil yavruları gibi dağıl­
dılar. Birçokları, tüfeklerini ahp, ellerini kaldırarak, kendilerine
karşı ilerlemekte olanlara doğru yürümeye başadı. Bir kısmı da
Kursk İstasyonu'na, Moskova İkinci İstasyonu'na ve Vladimir Şo­
sesi'ne doğru kaçh.
İlk top atışından on beş dakika sonra, Moskova bölge şftraları
şu t"elefongrafı aldılar:

"Tüm bölge şftraları ve işçi örgütleri, olabildiği kadar silahlı


birliği ve kısmen de işçi müfrezelerini derhal; başkaldırıaları yaka­
lamaya göndermelidirler. En başta Kursk İstasyonu Bölgesi olmak
üzere, bütün istasyon bölgeleri titizlikle taranmalıdır. Tek bir kaça­
ğın dahi kaçırılmaması için, olabildiği kadar fazla müfrezenin ör­
gütlenmesini ısrarla rica ederiz. Ele geçenler, üç kat yoklamadan
geçirilmedikçe ve isyana kahlmadıklarını belgelerle tamamıyla ka­
nıtlamadıkça serbest bırakılmamalıdır.
Lenin."

Beş dakika sonra bir telefongraf daha aldılar:


"Moskova ilindeki tüm köy, belediye ve ilçe şftralarına: Sovyet
iktidarına karşı başkaldırmış olan Sol Eserler tam bozguna uğratıl­
mışlardır ve şimdi, bölgenizde saklanacak delik aramaktadırlar. Bu
serüvenin bütün yöneticileri de aynı durumdadırlar. Sovyet iktida­
rına karşı başkaldırma küstahlığında bulunmuş olan bu �aydutla-

244
nn'yakalanıp tutuklanmalan için gerekli tüm önlemler alınmalıdır.
Yollarda görülen bütün otomobiller durdurulmalı, yollar kapan­
malıdır. Yol ağızlanna yerel işçi ve köylülerden oluşturulan silahlı
müfrezeler yerleştirilmelidir. Alman haberlere göre, içinde isyancı­
lann bulunduğu zırhlı bir oto!l'obil şehir dışına kaçmışhr. Bunun
durdurulması için gerekli bütün önlemler alınmalıdır.
Halk Komiserleri Ş11rası Başkanı Lenin"

Peters, Popov'un karargahına ilk girenlerden biriydi. "Feliks


Edmundoviç! Cetjinski yoldaş!" diye bağırarak avluda koşuyordu.
Mahzenden çıkmakta olan Cerjinski, sanki hiçbir şey olmamış
gibi dinginlikle karşılık verdi:
- Buradayım, Yakov Hristoforoviç! Günaydın arkadaşlar.
Kremlin'e gidiyoruz. İliç'e rapor vermemiz g�rekiyor. Popov yaka­
landı mı?
- Hayır. Kaçmayı başardı kerata.
Malgin, Andrey'i kucakladı, yüzü tatlı �ir gülümsemeyle ay-
dınlanmıştı:
Yaşıyorsun!
Daha çok yaşayacağız!
Doğru söyle, korktun mu?
Geçmişe mazi derler.
"ÇeKa Başkanı'na yol verin!" diyen deniz eri, onlan görünce
· kaçmaya başladı, Andrey peşine takıldı. Deniz eri tabancasını fırla­
tarak ellerini kaldırdı:
- Ateş etme, yoldaş. Ateş etme!..

Zırhlı otomobil, Vladimir Şosesi'nde uçuyordu. Şoför, viraj­


dan sonraki barikatı geç farketti. Şose, silahlı insanlarla kaynaşıyor­
du. İsyancılar, otomobilden dışan atlayarak, değişik yönlerde koş­
maya başladılar. Çok geçmeden birer birer yakayı ele verdiler. El-

245
leri bağlandı. Bir taş yığınından ibaret olan barikatın etrafında kü­
melendiler. Taş yığınının üstünçl.e, sağ kolunda kırmızı bir şerit bu­
lunan yaşlı bir işçi duruyordu. Herhalde komutandı.
Otomobilden, son olarak şoför fırladı. Gömleği paramparçay­
dı ve kana bulanmışb. Kaçarken, "Koruyun kendinizi!.." diye çıl­
gınca bağırdı ve derhal, yüzüstü yatb. Ardından bir patlama sesi
duyuldu ve otomobil siyah dumanlar arasında kayboldu.
Şoförü yakaladılar. Komutan, üzgün bir sesle:
- Ah, sizi gidi düşüncesiz Eserler sizi... Otomobilin ne kaba­
hati vardı, itoğlu it! Ne bana, ne size... Öyle mi? ·

Peters:
- Git uyu ! Biraz kendine gel! diyerek Andrey'i evine gön­
derdi. Fakat, uyuyamadı Andrey. İlk önce babası, biraz sonra da
Frunze geldi, Andrey tutukluyken meydana gelen olayların ayrın­
tılannı anlatblar. Sol Eserler, hiçbir fabrikada destek bulamamışlar.
İşçi müfrezeleri, sabah erken Bolşoy Tiyatrosu'nun ve Kremlin'in
önüne gelmişler, isyancılann silah kullanmalanna olanak verme­
mişler. Frunze'nin, Telgraf Santrali'nden Eserleri kovan işçi müfre­
zesine komutanlık ettiği konusuna hiç değinmediler.

ALBAy PERHUROV, DüZEN DEGİŞTİRİYOR


Bütün insanlıktan nefret eden, içi hınç ve kötülük dolu biri,
Yaroslavl'da çılgınlık basitini saçb. İspanyol gribi salgını sırasında,
hastalık, hastalarla teması olan herkese bir anda bulaşır ve bunlar,
hararetleri hızla yükselerek sayıklamaya başlarlar. Bu eski Rus şeh­
rindeki korkunç olaylar sırasında da, burjuva ve küçük burjuva kö­
kenlilerin [esnaflann -çev.) birçoğu, bir yıldırım hızı ile, gaddar ve
mankafa katillere dönüştüler.
Grekov, Şehir Milis Örgütünün Birinci Karakolu avlusunda öl­
dürülesiye dövülmüş olan Nahimson'un üzerine, tabancasındaki

246
yedi kurşunun yedisini de boşalth. Bu çılgınca davranışının neden­
lerini de şöyle anlattı:
- Yedi canlıdır bu ... Tanırım kendisini ...
Şehir Şürası Başkanı Zakhaym'ı, Bolşaya Rojdestvenska soka­
ğındaki evinde öldürdüler. Grekov, cesedini sokağa atmalarını em­
retti, sonra koştu, başını tekmeledi ve:
- Bu leşi buradan kim kaldırırsa, bilsin ki, öldüreceğim! Hiç
şakam yoktur.
Emek Komiseri Rabotnov'u, Şfıra İl Yürütme Komitesi eski
Başkanı Dobrohotov'u da öldürdüler.
Motosikletçiler Grubu Şefi Ermakov, başı açık, alnı mor mü­
rekkebe bulanmış, ter ve çamur içinde, mofosikletiyle şehirde deli­
ce dolaşıyordu. Şura'daki komünist ve işçilerin adresleri yazılı bir
liste cebindeydi. Kokuevin Oteli civarınd� B?lşevik Lütov'a yetişti,
adamı motosikletiyle devirdi, sonra duvara dikerek kurşunladı.
Yaroslavl halkının övündüğü, iki yanında güzel ıhlamur ağaç­
lan yükselen, gölgeli bulvarda, dayaktan ezilmiş, üstleri başları
.
kan içinde bir grup insan, Volga'ya doğru götürülüyordu. Doktor
Troitski de aralarındaydı. Ermakov, onların yanına gelince moto­
sikletini durdurdu: "Nereye götürüyorsunuz?" diye sordu.
Götürenler -biri lise öğrencisi, öteki bir erdi- yanıt verdiler:
Limana götürmemizi emrettiler.
- Kim
- General Afanasiev.
Ermakov:
- Verin şunu bana, diye bağırdı.
Muhafızlar, doktoru, motisikletin yanına götürdüler. Erma­
kov, Troitski'nin çenesine bir yumruk indirdi:
- Bu, kaparo! Bana ispirto reçetesi vermemiştin. Anımsıyor
musun?

247
Öğleye doğru evlerin duvarlannda şöyle bir emir belirdi:
"Ben Albay Perhurov, Yüksek Başkomutan General Alekse­
ev'e bağlı Kuzey Gönüllü Ordusunun başkomutanı olarak atanmış
ve ödevime başlamış bulunuyorum. Aynı zamanda, Kuzey Gönül­
lü Ordusu Birlikleri tarafından zaptedilen Yaroslavl ilinin sivil ge­
çici yönetimini elime aldım.
Yaroslavl şehri ilinde normal yaşam yeniden kuruluncaya ka­
dar, gerek sokaklarda, gerekse diğer genel yerlerde her türlü top­
lanh ve miting yasakhr.
Albay Perhurov"

İki çocuk, duvarlann birindeki emirname önünde durmuşlar­


dı. On alh yaşında görünen büyüğü ötekine, "Sopacı bunlar," dedi.
Gülüştüler ve yollanna devam ettiler. Teğmen Kuteynikov ön-
lerine geçti:
Kime gülüyordunuz biraz önce?
Hiç kimseye... Kendi aramızda...
Yalan söylüyorsun. Haydi yanıt ver.
Biz, komutan yoldaş.
Neee? Bir de yoldaş ha?
Kuteynikov, askeri okuldayken en iyi nişancı olarak biliniyor­
du. Bu defa herhalde sarhoşluğu engel oldu. Çocuklan birer kur­
şunla değil, beş kurşunla öldürebildi.
Lise öğretmenlerinden Svetlovidov teğmenin yakasına yapış-
h:
- Alçak, çocuklar ne yaph ki sana? ..
Teğmen, Svetlovidov'a da ateş etti.
Menşevik Düşen'in evine iki subay geldi. Kısaca, "Giyinin. Bi­
zimle geleceksiniz. Çabuk!" emrini verdiler.
Perhurov'un karargahındaki küçük salona götürdüler. Yerde
ablmış bir yığın evrak vardı. Menşeviklerden avukat Maşkovski ile

248
işçi Abbmov, duvar dibinde süklüm püklüm duruyorlardı. Kadet
Kinjner, biraz sonra da şehrin belediye başkanı, büyük emlik sa­
hiplerinden Lopetin ve sağcı eser Marmirin içeri girince, Maşkovs­
ki biraz cesaretlendi, allaha şükür, korkacak bir şey yoktu. Pomeş­
çik Çernosvitov sırhnda frak, etrafa parfüm saça saça içeri girince,
avukahn neşesi tamamıyla yerine geldi. Çemosvitov da burada ol­
duktan sonra, demek ki, kendisine hiçbir kötülük gelmeyecekti.
Düşen, partidaşını alaycı gözlerle süzdü. Maşkovski, korkuyu at­
mış olmasına karşın, yüzbaşı Alşevski'ye yine de sormaktan kendi­
ni alamadı:
- Yüzbaşım, neden çağırdılar bizi bu�aya?
Yüzbaşı, ona hayret dolu gözlerle bakh ve sorusunu yanıtla­
madı.
Bir saatten fazla beklediler. Konuşmaktap korkuyorlardı. Esa­
sen konuşacakları bir şey de yoktu. Geçmişteki olaylar üstüne ko­
nuşmaya kalkışsalar aralarında kavga çıkacakh, günün olaylan he­
nüz belirginleşmemişti, gelecek diye bir şey olacak mıydı bakalım?
Maşkovski, yerdeki kiğıtlardan birini aldı. Rus Komünist Par­
tisi (Bolşevikler), parti örgütünün toplanh tutanaklarından bir ke­
simdi. Korku ile yere attı Uğıdı. Sanki elini ateşe sokmuştu.
General Afanasiev içeri girdi. Tören üniformasını giymişti,
göğsünde nişanları vardı. İçinde tek bir gereksiz sözun bulunmadı­
ğı, kısa, kuru bir tören konuşması yaph:
- Baylar, şimdi sizi başkomutan kabul edecek. Kendisi çok
meşgul. Size ayıracak zamanı çok az. Lütfen, gereksiz sorular sor­
mayın.
Maşkovski, nezaketle eğilerek sordu:
- Generalim, Aleksandr Petroviç'in bizi çağırış nedenini bi­
liyor musunuz?
General kıpkırmızı kesildi:
Burada Aleksandr Petroviç yok. Başkomutan Albay Per-

249
hurov var. Bu bir. İkincisi de şu: Moskova'dan haber geldi, Halk
Komiserleri Şurası iktidarı yıkılmış, Halle Komiserleri Şurası Başka­
m Lenin öldürülmüştür. Geri kalan öteki halk komiserleri de orta­

dan kaldırılmıştır.
Maşkovski, "Hurraaa!" diye haykırdı.
Diğerleri de buna kahldılar. Lopatin'in sesi hepsini bashnyor­
du. Başkomutan gülümsedi:
- Sevincinizi anlıyorum, baylar. Zaman bizim için çalışıyor
_ama, ne de olsa, hava gergin. Alekseev'in ve "Yurdu ve Özgürlük­
leri Savunma Birliği" Başkanı Boris Viktoroviç Savinkov'un bana
verdikleri yetkilere dayanarak, Yaroslavl ili başkomutanlığı göre­
vini geçici olarak üzerime almış bulunuyorum. Halka hitaben bir
bildiri hazırladım. Yüzbaşı şimdi size okuyacak bunu.
Yüzbaşı Alşevski, askerce dikleştikten sonra okumaya başladı:

"Kuzey Gönüllü Orduları Yaroslavl Bölgesi Silahlı Kuvvetleri


Komutanı, Yaroslavl İli Başkomutanının emri:
Yaroslavl İli halkının bilgisine sunuyorum: İ l sınırları içinde
yasal düzeni ve toplumsal asayişi yeniden kurmak amacı ile, bu
emrin yayınlanması gününden itibaren, ilde Ekim değişimine, ya­
ni merkezi idarenin Halk Komiserleri Şıirası tarafından ele geçiril­
mesine kadar yürürlükte bulunan yasalara uygun olarak varlıkla­
rını sürdüren iktidar organlan ve görevli kişiler yeniden yerlerini
almalıdırlar. Gerek merkezi gerekse yerel Sovyet iktidar organları­
nın, şimdiye dek çıkardıkları bütün yasa ve kararnameler yürür­
lükten kaldırılmış sayılmalıdır. Geçici Hükümetin, il ve ilçe komi­
serleriyle milis örgütüne ilişkin tüm kararnameleri de yürürlülük­
lerini yitirmişlerdir. Adalet işlerini, yine il mahkemeleri ve sulh
yargıçları gerçekleştirecektir.
Albay Perhurov"
- Hepsi bu, efendim. Çağrıyı da okuyayım mı?

250
Pethurov, başı ile hayır işareti yaphktan sonra:
- Baylar, dedi, ilde düzenin yeniden kurulmasına bunlarla
başlayacağız. Bir söyleyeceğiniz var mı, baylar?
"Müsaade eder misiniz?" diyerek öne ahldı.
Perhurov, "Müsaade etmiyorum," dedi ve Lopatin'e döndü:
·
- Sizi şehrin belediye başkanlığına atıyorum, bay Lopatin.
Sosyal demokratlar serbesttirler. Haydi iş başına, baylar. Benimle
bağlanhnızı Yüzbaşı Alşevski ile kuracaksınız.
Ve baylar derhal işe başladılar.
Lopatin'in en büyük evi, Şehir Şurasının kararı ile, Korzinki­
nov'un fabrikasında çalışan dokumacılarla Dunaev'in kibrit fabri­
kası işçilerine verilmişti. Lopatin, ilk iş olarak, kahyasını, evi bo­
şalttırmaya yolladı. Evden gönüllü olarak çıkmak istemeyenler, po­
lise, Grekov'un yardımcısına götürülüy.orqu. Eşyaları, pencereler­
den sokağa atılıyordu.
Savinkov'la Maşkovski, Basım İşçileri Sendikası Sekreteri
Menşevik Bogdanov'u, Korzinkinov fabrikasına, "yeni büyük dev­
rimin başarılı başlangıcını kutlamaya" gönderdiler.
İplik eğiriciler ve dokumacılar, coşkun konuşmacıyı sessizce
dinlediler. Önceden yapılan uyanlara karşın, kutlama sırasında
kimse söz alamadı.
- Kimi çar yapacaksınız? Yine Nikolaşka'yı mı? Yoksa, kar-
deşi Mihail'i mi? diye bağıranlar oldu.
Bogdanov kızdı, köpürdü:
- Budalaca konuşmayın. Rusya cumhuriyet olacak.
Kalabalığın ortasından sesler yükseldi:
- Görülüyor ne olacağı! Lopatin mi müsaade edecek cumhu­
riyet olmasına?
Tam bu sırada Bogdanov'a bir taş fırlahldı. Bogdanov denge­
sini koruyabildi ve başını eğerek kürsüden yana fırladı, etrafına ba­
kma bakma dışarı çıkh. Ardından gelen bir tuğla parçası kabalan-

25 1
na çarph ve Bogdanov, sıçraya sıçraya dış kapıya zor yetişti.
Maşkovski'nin, dokumacıların "devrim"i nasıl karşıladıkları
sorusuna Bogdanov kaçamak yanıt verdi:
- Eh, bir basım işçisi olarak oraya gitmemin doğru olmadı­
ğını söyledim size. Bu, kalifiye olmayan işçilerle uzman işçiler ara­
sında sonu gelmeyen bir çahşmadır.
Maşkovski'nin aklına birden bir düşünce geldi:
- Moskova'ya telefon etsek mi dersin? Orada durum nasıl
acaba?
Telefon santralindeki nöbetçi, ilk önce reddetti, "Moskova ile
bağlanh kurmam için emir verilmedi bana," dedi. Sonra razı oldu.
"Konuşun. Moskova' dan gelecek yanıh ben de merak ediyorum.
Kimi istiyorsunuz Moskova'dan?"
Bogdanov, Basım İşçileri Sendikası Merkez Komitesinin nu-
marasını verdi:
- Onlar durumu biliyorlardır.
Birkaç dakika sonra telefon zırlamaya başladı.
Bogdanov kulaklığı aldı:
- Moskova! Moskova! Burası Yaroslavl. Orada durum nasıl?
Bir kadın sesi yanıt verdi:
- Bizde iyi. Sizde nasıl?
- Bizde de iyi. Söyleyin, Lenin öldürüldü �ü?
Moskova yanıt vermiyordu. Bir süre sonra bir erkek sesi sor-
du:
- Kimsiniz siz?
Bogdanov, kulaklığı Düşen'e uzath. Düşen acele acele konuş­
maya başladı:
- Moskova'da olup bitenleri öğrenmek istiyoruz. Lenin'in
öldürüldüğü, Halk Komiserleri Şurası'nın iktidardan ahldığı doğ­
ru mu? ·

Erkek sesi, Düşen'i kabaca susturdu:

252
- Benimle konuşan bu hayvan kimdir? Halk Komiserleri Şu­
rasının iktidardan kovulduğunu kim söylemişse, tükürün surahna
alçağın.
- Siz kimsiniz?
- Moskova Telefon Santrali Komiseri.
·
Düşen kulaklığl bırakh: ·

- Ben de öyle düşünüyordum.


Bogdanov'un yüzünde bir umut belirdi:
- Belki de yalan söylüyor.
- Hayır. Söyledikleri doğru.
Sanki komiserin sözlerini doğrulamak istermişçesine Telgraf
Merkezi'nin yakınında bir patlama oldu. şehrin Moskova garından
ateş ediliyordu. Moskova'dan henüz gelmiş olan Kızıl Ordu topçu­
ları ateş ediyordu.

Dirilen ölü, sırhnı duvara dayamış, oturduğu yerden ölü kan­


sına bakıyordu. Biraz sonra büyük bir zorlukla doğruldu, i.ki adım
attı ve düştü, başını yere vurdu.
Onu dikkatle izlemekte olan kapıcı İ gnatiç'in ihtiyar karısı, di­
rilen ölünün, bu kez dirilmemecesine öldüğü kanısına vardı ve ra­
hat bir nefes aldı. Biraz önce, diri bir insanı çizmesiz bırakhğı için,
ne de olsa biraz vicdan acısı çekmişti. Gerçi mevsim yazdı, hava sı­
caktı. Böyle de olsa, kızgın asfalt üzerinde yalın ayak yürümek iyi
değildi. Hatta bir aralık, çizmeleri koridora bırakmayı bile düşün­
müştü, İyi ama İgnatiç bunu öğrenecek ve kendisini bir sokak
köpeği gibi horlayacakh.
Ölü, bir süre hareketsiz kaldıktan sonra tekrar doğruldu, mer­
diven parmaklıklarına tutuna tutuna yukarı çıkmaya başladı. O za­
mana dek odalarına kapanmış olan otel müşterileri komiserin yar­
dımına koştular. Birkaç gün önce İvanovo-Voznesensk'ten gelmiş
olan genç bayan doktor bunların en gayretlisiydi. Kocakarı onu he-

253
men tanıdı, bir gece önce kendisine, bir kova içinde büyük bir can­
lı balık vermiş, küçükken kendisine allahın her günü balık yağı içir­
dikleri için balık yemediğini söylemişti.
Balıktan nefret eden bayan doktorla genç bir adam, yaralıyı ta­
van arasına götürdüler. Bundan sonra genç adam aşağı indi ve ko­
cakarıya, komiseri sakladıkları yeri kimseye söylememesi için sıkı
sıkıya uyanda bulundu:
Hele bir söyle, kafanı koparırız. Anladın mı?
Anladım. Söylemeyeceğim.
Komiserin çizmeleri nerede?
Bilmiyorum. Birisi almış olmalı.
Genç adam bir an düşündükten sonra, "Bulacağız!" dedi.
Kocakarı adamakıllı korktu: "Ya bulurlarsa? Beni kim bilir ne
yaparlar." Ve çizmeleri sakladığı yerden çıkardı:
- Bunlar onun ayağına olur mu acaba? Olursa, alın.
- Tam onun ayaklarına göre.
Bir araba geldi. Üç hamal otele girdi:
- Ölü var mı burada?
Kocakarı sevinçle yanıtladı:
- Var. Alın, götürün hemen.
Katya'nın ölüsünü arabaya athlar. Orada daha birkaç ceset
vardı.
Kocakcm haç işareti yaph: "Allaha şükür, arhk İgnatiç'i kan­
dırmak kolay olacak, alıp götürdüler, diyeceğim." Ve, çaldığı eşya­
ları daha güvenli bir yere saklamak için odasına koştu. Saklamaz­
sa, İgnatiç hepsini alır, satar ve paralan içkiye verirdi.

"M
ALARYAM TEKRAR DEPREŞMİŞTİ"
Eski Kurmay Yüzbaşı İvan Blagoveşçenski, iki aydır, Mu­
rom'da, kız kardeşi Elizaveta'nın yanında iyileşiyordu. İlk hafta el
üstünde tutuldu, yedi, içti, bol bol uyudu. Elizaveta iyi kalpli bir

254
kadındı, kardeşini oğlu gibi seviyordu. Fakat, aradan bir hafta ge­
çince, bundan sonra ne yapacağını, ne yapmak niyetinde olduğunu
sormaya başladı.
Burada da yapılacak bir iş yoktu. Kızıl Ordu'ya girecek değil­
di ya! Şapkasında, o kadar alıştığı kokart yerine beş köşeli yıldız ta­
şıyamazdı, en önemlisi, dünkü işçi ya da daha kötüsü, yan okurya­
zar köylü olan komiserin emri altına giremezdi. Ve kime karşı sa­
vaşacaktı? Kimin için savaşacaktı? Rusya için mi? Bu Rusya şimdi
neydi? RE-SE-FE-SE-RE! [Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhu­
riyeti sözünün Rusçasının başharfleri -çev.)
"Ne yapayım, yarabbi, ne yapayım!"
Kız kardeşi her zamanki lahana çorbasını ve bulgur lapasını
önüne sürerken öylesine somurtuyordu ki, her lokma boğazına di­
ziliyordu. İ kinci haftanın sonunda, tabağın·yaoıbaşmda bir İzvesti­
ya gazetesi buldu. Gazete öyle konmuştu ki, "İşçi Aranıyor" ilanı
derhal göze çarpıyordu. İlanda, Ural İş Borsasının, Halk Komiser­
liği'ne bağlı İ ş Gücü Şubesine başvurduğu, demirci, tenekeci,· inşa­
at işçisi ve madenci istediği bildiriliyordu.
Hatırlatmanın hiçbir yoruma gereksinimi yoktu. Elizaveta; iyi
kalpli, dingin Elizaveta, Lizanka, onu açıkça kovuyordu. İ lk önce
kız kardeşine kızdı. Şu allanın ineğine bakındı hele! Fakat, biraz
düşündükten sonra, Liza'nın hiçbir kabahati olmadığı, bütün kötü­
lüğün lanet olasıca Sovyet iktidarından geldiği sonucuna vardı. İş­
te bu kötülük yüzünden, o, dünkü öğretmen ve subay, şimdi tene­
keci ya da inşaat işçisi olacaktı!
Gazetenin aynı sayısında, Askeri Sorunlar Halk Komiserliği­
'ne bağlı Yüksek Sicil Komisyonu'nun bir haberini okuyunca kız­
gınlığı daha da arttı. Haberde, Kızıl Orduda kendilerine önerilen
askeri görev makamlarına karşı itirazları bulunan vatandaşların,
Moskova, N. Lesnaya, Numara I adresine başvurmaları rica edili­
yordu. Haberi uzun bir atama listesi izliyordu, İvan Blagoveşçens-

255
ki bu listeyi okuyunca hayretler içinde kaldı: Eski Üçüncü Deniz
Alayı Komutanı Albay Grigoriy Vladimiroviç Semönov'a Piyade
Tümen Komutanlığı, eski Sibirya Alayı Komutanı Albay Orşeş­
kovski'ye yine Piyade Tümen Komutanlığı, eski Tümen Komutanı
Lev Nikolayeviç Dedintsev' e Süvari Tümen Kurmay Başkanlığı
öneriliyordu.
Blagoveşçenski gazeteyi paramparça ederek, ayak yoluna gö­
türüp bırakh.
"Ne yapmalıyım, yarabbi, ne yapmalıyım?"
"Papaz mı olsundu? Papaz olacaksa, doğduğu şehre gitmeliy­
di. Elizaveta'nın anlathğına göre, bir zamanlar papaz okulu öğren­
cilerinin peşinden koşan Lüboçka Savelieva henüz evlenmemişti.
Ondan iyi bir papaz karısı olurdu; hınzır ne allaha inanırdı, ne şey­
tana. Papazlık hiç de kötü bir iş değildi. İyi ama, gençken iyi. Son­
ra?"
"Ne yapmalıyım, yarabbi, ne yapmalıyım?"
"Bu Bolşevikleri, bu komiserleri ne zaman tepeleyeceklerdi
yahu? İnsanlann yaşamını altüst etmişti lanet olasıcalar. Kardeşi
Yuriy'in nerede bulunduğunu öğrenmiş olsaydı bari. General
Alekseev'in yanında olduğu söyleniyor. Doğru mu acaba? Güneye
gitse? İyi ama neyle? Para gerek. Hem de bir hayli para. Nerden
alacakh bu parayı?"
Günler işte böyle geçiyordu. Blagoveşçenski, zamanının bü­
yük bir bölümünü, evin bahçesinde, birçok defa onanmdan geçmiş
olan salıncak iskemlede sallanarak, tek başına geçiriyordu.
Bir gün şansı yürür gibi oldu, 1916 yılında aynı tümende bir­
likte bulunduğu Albay Saharov'la karşılaşh. O zamanlar, Teğmen
Blagoveşçensk'nin varlığından habersiz görünen Saharov, bu kez,
ona bir kardeş gibi sarıldı. Sakal bırakmışh, Blagoveşçenski' den sa­
dece iki yaş büyük olmasına karşın, şimdi kırk yaşlannda görünü­
yordu.

256
Karşılıklı btrer sigara içtiler, tümen arkadaşlanndan söz etti­
ler. Saharov, söz arasında, yakında yine sivil giysilerini çıkarıp as­
keri üniformasını giyeceğini bildirdi.
- Bu çuval içinde dolaşmaktan bıkhm arhk, yüzbaşı, dedi.
Beş-alb gün sonra, Blagoveşçenski'nin yanına, yirmi beş yaşla­
rında bir genç geldi. Topuklarını birbirine vurarak kendini tanıth:
- Valeri Petroviç Çebişev. Saharov sizin sözünüzü etti. Öz­
lemler içinde olduğunuzu söyledi...
Cebinden bir gümüş tabaka çıkararak, Alman savaşından ön­
ce en modem sigaralardan olan yaldızlı Zefir sigarası ikram etti. En
yakın geleceğe ilişkin planlan üstüne konuştular. Blagoveşçenski,
bir şaka havası içinde, şimdi en başta gelen ödevinin bir çift güzel
çizmeye sahip olmak için çaba harcamak olduğunu söyledi:
- Okski bulvarına çıkacak kılığım yok, dedi.
Misafir, İvan Alekseeviç'in ayakkabı numarasını öğrendikten
sonra, sevinçle:
- Benim ayaklanın sizinkilerden bir numara daha büyük.
Çizmelerim ayaklarımı sıkıyor. Tam size göre. Yepyeni. Sadece
odada giydim. Size satabilirim, dedi.
- Çok teşekkür ederim Yalnız, şu anda param yok.
- İki subay arasında paranın lafı mı olurmuş, İvan Aleksee-
viç? Çizme turşusu yapacak ya da bunları bit pazarına götürecek
değilim ya.
Blagoveşçenski yine şakaya döktü işi:
- Götürün, götürün, yüksek bir fiyatla satarsınız.
Çebişev, çizmeleri akşamüstü getirdi ve aynca borç para da
verebileceğini söyledi.
Ertesi sabah, Çebişev'in Antonida Vasilievna Saharova adlı bir
yakınını ziyaret için, birlikte, Spas Manasbn'na gittiler. Kadın, ken­
dilerine, bol yiyecek ve bir şişe konyak çıkardı.
Saharova adı ile tanıblan kadın, yakın akrabası Valeri'ye iki

257
kez Saşa diye hitap etti.
Hiç beklemedikleri bir sırada Albay Saharov da çıkageldi.
Ve Antonida Vasilievna'nın hücresinde, Albay Saharov, ken­
disini Çebişev diye tanıtmış olan Teğmen Malçevski, Kurmay Yüz­
başı İ van Blagoveşçenski'yi "Yurdu ve Özgürlükleri Savunma Bir­
liği"ne üye kabul ettiler. Ant töreninden sonra, onun, ilçe askeri ko­
miserliğinde görev alması kararlaştınldı.
- Sayın Blagoveşçenski, bizim orada kendi insanlanmıza ge-
reksinimimiz var, dedi Saharov.
Kız kardeşi Elizaveta bu habere çok sevindi:
- Çok iyi yapmışsın, Vanya. Ne diye işsiz duracaksın!
İvan, onu dinlerken şöyle düşünüyordu: "Ne olacaksa olsun!
Moskova'da Konstantin Konstantinoviç'ten kurtuldum. Neyim
oluyormuş o benim! Saharov'a gelince, o, ciddi bir adam... "
Çebişev Malçevski, 8 Temmuz sabahı Blagoveşçenski'ye koşa
koşa sevinçli bir haber getirdi:
- Yaroslavl'da hareket başfadı. Bizimkiler orada, Mosko­
va'da iktidar kimlerin elinde? Henüz bilinmiyor. Fakat, bunun
önemi yok. Başlangıç iyi gidiyor. Size şimdi ancak şunu söyleyebi­
lirim: Bizim burada başımız doktor Grigoriev. Kendisi Avinkov'la
temas halinde... Ben, Futbol Meraklılan Demeği'ne gidiyorum. Bi­
zimkiler orada. Siz evde kalın ve direktif bekleyin. Şimdilik Askeri
Komiserliğe gitmeyin.
Aynı günün akşamı, Oks Bulvarı'nda piyasaya çıkmış olan ka­
labalık arasında silah sesleri duyuldu. Bunun, Yüksek Askeri Şılra
ile Posta ve Telgraf Merkezi'ni savunmakla görevli olan nöbetçi as­
keri bölüğü ve milis kuvvetlerini şaşırtmak için yapıldığı sonradan
anlaşıldı. İsyanalar, ne Posta ve Telgraf Merkezi'ni, ne de Askeri
Şura'yı ele geçirmeye muvaffak oldular. Kuvvetleri yeterli değildi.
Viksa ve Kulebyaki gibi komşu şehirlerden vadedilen yardım da
gelmedi. Viksa'dan sadece sekiz lise öğrencisi ulaşabildi.

258
9 Temmuz �bahı, Doktor Grigoriev'in emriyle, Kovrosk istas­
yonu işçilerine bir kamyon un gönderildi. Onlardan yardım umu­
luyordu. Fakat, işçiler, isyancılan desteklemediler, kamyona el
koydular, "ajitasyoncu"lan da ÇeKa'ya teslim ettiler.
Blagoveşçenski evden ç �adı, direktif bekledi. Çebişev Mal­
çevski'nin, Telgraf Merkezini ele geçirme deneyinde öldü,ğünü, Al­
bay Saharov'un ise, isyancılan kendi başlarına bırakarak kaçhğını
bilmiyordu.
İvan Alekseeviç, kız kardeşini, olup bitenleri anlaması için
şehrin merkezine gönderdi. Elizaveta dönünce kardeşini bir hayli
telaşlandırdı:
- Her yer dingin, Vanya. Gündüz şehrin şurasında burasın­
da silahlar patlamış. Sadece başpapaz Mitrofan'a yazık olmuş. Yo­
an Predteçe kilisesinde ayini yönettikten sonta vaaz vermiş, Sovyet
yönetimine sövüp saymış ve kendisini tutuklamışlar.
- Kimler tutuklamış?
- O anda kilisede bulunan Hıristiyanlar.
Blagoveşçenski sabahı güç bekledi. Gelip kendisini her an tu­
tuklayacakları korkusu içindeydi. "Herhalde Çebişev ele verdi be­
ni. Saharov da yapar bunu, kılı bile kıpırdamaz. Neyi oluyorum ki
ben?"
İlçe Askeri Sorunlar Komiserliği'nde sabahları dokuzda işbaşı
yapılıyordu. Blagoveşçenski daha sekizde şehrin merkezindeydi.
Bolşevikler Partisi İlçe Komitesi binası yakınlarında İzvestiya Mu­
romskogo Soveta gazetesi yazı işleri müdürü Lepöhin'le karşılaşh.
Redaktör neşeliydi, çantasını savura savura yürüyordu.
- Bu ne neşe böyle, Pötar İvanoviç?
Lepöhin, ROSTA'nın telgrafını gösterdi:
- Şimdi ağlama sırası kontrada [karşı-devrimcilerde -çev.),
Blagoveşçenski yoldaş. Bizlere sevinmek düşer. Allaha şükür, zafer
bizde ve Moskova tam bir dinginlik içinde.

259
Blagoveşçenski, "Moskova' da Sol Eserler isyanının ezilmesine
ilişkin üç numaralı hükümet bildirisi"ni dehşet içinde okudu:
"Sol Eserlerin Moskova' da başlathklan karşı devrim isyanı ta­
mamıyla ezilmiştir. Sol Eser müfrezeleri birbiri ardınca ve rezilce
kaçmaktadırlar. Sol Eserler Partisi Merkez Komitesütin bütün üye­
leri başta olmak üzere, tüm Sol Eser müfrezelerinin tutuklanıp si­
lahsızlandınlmalan için direktif verilmiştir. Karşı devrim başkaldı­
nsına kahlan birkaç yüz kişi tutuklanmışhr. Sol Eserler Partisinin
ünlü üyelerinden olup, Karşı Devrimle Savaşım Komisyonunun
Başkan Yardımcısı olan ve provokatör Azev gibi bir rol oynayan
Aleksandroviç de yakalananlar arasındadır, işçiler ve Kızıl Ordu
mensupları vatandaşlan uyanık olmaya çağırmaktadır. Sol Eser
müfrezeleri son erlerine kadar zararsız hale getirilmelidir."
- Mükemmel, değil mi? Sol Eserler buldular belalarını.
- Özür dilerim, acele ediyorum.
İlçe Askeri Sorunlar Komiseri sordu:
- Dün neredeydin, Blagoveşçenski yoldaş? Bu itler onu da
kurşuna mı dizdiler, diye bir hayli kaygılandım senin için.
- Evdeydim, Bleskunov yoldaş. Ya İspanyol gribine yaka­
landım ya da benim eski malarya depreşti. Dün sapır sapır titre­
dim.
Blagoveşçenski hala titriyordu, yüzü kağıt gibiydi ve ter için­
deydi.
Murom ilçesine ve Vladimir iline, Moskova'dan bir grup Çe­
kist gönderildi.
Spaski Manashn'ndaki Antonida Vasilievna Saharova'nın hüc­
resinde Andrey Martinov arama-tarama yapıyordu. Madam Saharo­
va, allah korkusu içinde olanların nazik ve dingin sesiyle tekarlıyor­
du:
- Fakat, ne arıyorsunuz, bir türlü anlayamıyorum. Ne olabi­
lir ki burada?

260
Andrey, iki ikonun arkasında yüz otuz bin ruble buldu. Ayn­
ca, Başpapaz Mitrofan'ın bir mektubu ile "Yurdu ve Özgürlükleri
Savunma Birliği" programı ortaya çıktı.
Andrey, bu ganimetlerle Malgin'in odasına girdiği zaman,
onu, Blagoveşçenski'yi sorguy� çekerken buldu.
- Çebişev Malçevski ile dostluk ilişkileri içinde olduğunuz
söyleniyor.
- Bir çift eski çizmeyi karaborsa fiyatı ile satın almak dostluk
ilişkileriyse, evet...
- Neden satın aldınız bu çizmeleri?
- Çünkü yalın ayak dolaşmak istenı,iyordum. "Bolşevikler,
eski subaylan bakın ne hale getirdiler..." sözünü söyletmek istemi­
yordum.
- Başkaldın günü neredeydiniz? ·

- Evde. Malaryam yine depreşti. Titreme nöbetleri geçiriyo-


rum. Kinin bulamıyorum. Dün bütün gün bahçede yattım. Komşu­
lara sorabilirsiniz.

"YANDIK! . ."

Moskova'dan gelen şifreli telgrafta şöyle deniyordu: "Yerel


Çekistlere yardım için Murom'da yalnız Malgin kalsın. Diğerleri
Yaroslavl'a gönderilsin, İvanovo-Voznesensk parti il komitesi ve
ÇeKa Komisyonu ile bağlantı kurulsun."
19 Temmuz günü Novki istasyonuna vardılar. Andrey'in ço­
cukluğunun geçtiği yerlerdi buraları. İşte, istasyonun biraz ötesin­
de Vareşçagino köyü. Onun on verst kadar ötesinde anasının doğ­
duğu Novki köyü. Anneannesi Marya Gavrilovna şimdi de orada
oturuyor. Köyün yakınından gündüz geçtiler. Anneannesinin evi
ve avludaki üç gürgen ağacı açık seçik görünüyordu. Andrey, bir
karşılık alırım umudu ile şapkasını bile salladı.

261
Savino, Şorigino, Ladigino... Andrey'in çocukluğundan gayet
iyi tanıdığı köyler bunlar.
İşte Şuya ... On beş verst kadar ötede. Alhn yaldızlı tepesiyle
yüksek çan kulesi görünüyor. Bundan sonra, Teza deresi kıyısına
sıralanmış olan, kırmızı gövdeli fabrikalann bacalan birbirini izli­
yor.
İşte, çok iyi bildiği tek katlı, alçak istasyon binası. Önünde bü­
yük kırmızı harflerle "Şuya" yazısı.
Hatta nöbetçi memur bile aynısı, uzun boylu, gösterişli, kırmı­
zı şapkası ile son derecede ciddi bir adam.
İstasyonun karşısında, ovada, etrafı bir kale gibi tuğla duvarla
çevrili ispirto fabrikası. Kapısının iki yanındaki kulelerde makineli
tüfekler. Andrey anımsadı, babası, fabrika binalannın şimdi silah
deposu olduğunu söylemişti.
- Andrey, şuraya bak!
İstasyona doğru bir müfreze geliyordu. Askerlerden kimisi as­
ker ceketli, kimi sivil ceketli, bazdan da gömlek.leydi. Sadece şap­
kaları ile tüfekleri birdi. Omuzlanndan torbalan, sırtlanndan çan­
talan sarkıyordu. Müfreze, ''Yılmadan, yoldaşlar, savaşıma ..." şar­
kısını söylüyordu. Andrey, bu şarkıyı dinginlikle dinleyemezdi.
Babasının kürek mahkO.mu olduğu o kahrolası yıllarda duyduğu
zaman, babası gözlerinde canlanır, annesine karşı içinde bir acıma
duygusu kabanr, yeni ve güzel günlerin özlemiyle ağlardı. Şimdi
bile, silahlı hemşerilerini görünce, bu hem hüzün hem de sevinç
verici şarkıyı dinleyince, dişlerini daha fazla sıkmak zorunluluğu­
nu duydu.
Şuya deresi kıyısına dizilmiş olan evler birbiri ardınca geride
kalıyordu. Pazar meydanının ortasında, uzun bir sayvant alhnda
şehir kantan vardı. Bir gün bu yerde, kısmeti yürümüş, bir gümüş
ruble bulmuştu. Tihomirovlann iki katlı evi, Hranilovlann evi ar­
kada kaldı. İşte pınar. Karşıld tepeye çam fidanlan dikilmişti. İşte

262
onların eski evlerinin yeri. Çocukluğu buralarda geçmişti. İleride
kendisini neler bekliyordu acaba?
İvanovo-Voznesensk'te birbirlerinden ayrıldılar. Bazdan, Ne­
gorela'daki Darinski'nin evine yöneldi, İl ÇeKa Merkezi bu binada
bulunuyordu.
Andrey biraz eve uğramak istiyordu. "Kim bilir ne kadar sevi­
neceklerdir. Annem şaşırıp kalacak. Nataşka, Petka da öyle... " Fa­
kat, ilk önce, Parti Komitesi'ne, Frunze'ye gitmeliydi.
Mihail Vasilieviç Frunze, İl Yürütme Komitesi ve İl Halk İşlet­
meciliği Şurası başkanı idi, bundan başka, İl Parti Örgütü'nün yö­
neticisiydi.
İvanovo-Voznesensk yeni kurulmakta olan bir ildi. Emek, ta­
rım, ticaret, maliye, sağlık, eğitim komiserlikleri, halk işletmeciliği
şurası, askeri şura yeni yeni örgütleniyor.du� İşten anlayan, azçok
okuryazar işçiler azdı. Merkez Komitesi'nden, hemen hemen her
gün, başka illere ve Kızıl Ordu'ya eleman isteniyordu. Herkes için
birkaç yer vardı.
Arseniy'in her sözü, Birinci Rus Devrimi'nin o müthiş günle­
rinde olduğu gibi, İvanovo-Voznesenskliler, Şuyalılar, Kinişemllier,
kısacası, bu geniş dokumacılar bölgesinde herkes için bir yasa idi.
Arseniy, o günlerde henüz otuz dört yaşındaydı.
Akşamları, İvanovo-Voznesensk sessizliğe gömüldüğü za­
man, Yaroslavl'dan top gümbürtüleri duyuluyordu.
Raboçiy Kray gazetesinin ilk sayfasında şu bildiri yayımlandı:
"İvanovo-Voznesensk RI<P (B) Örgütü Komitesi'nden: Olağa­
nüstü Toplanh'nın karan gereğince genel seferberlik ilan edilmiş­
tir. Bu yüzden, tüm parti üyeleri, 10, 1 1 ve 12 Temmuz günleri,
Krutitska'da Fokin'in evindeki toplanma yerine gitmelidirler. Bu
tarihlerden sonra gidenler, gecikmelerinin nedenlerini gerekçele­
riyle yazmalıdırlar. Bu emre itaat etmeyenler hain sayılacak ve kor­
kaklar olarak partiden ahlacaklardır."

263
Aynı gün şu bildiri de yayımlandı: "Sol Eserlerin Moskova'da­
ki, beyaz orducuların da Yaroslavl'daki isyanları sonucu ortaya çı­
kan endişe verici durum dolayısıyla İvanovo-Voznesensk şehrinde
ve tüm ilde sıkıyönetim ilan edilmiştir. Sokakta dolaşmak saat 24'e
kadar serbesttir. Ruhsatsız silah taşıyanlar şiddetle cezalandınla­
caktır. Yakalandıkları yerde kurşuna dizme cezası da bunlar ara­
sındadır."
Yaşam, o günlerde İvanovo-Voznesensklileri hiç de olağan ol­
mayan bir "sorun"la karşı karşıya getirdi; kolera salgını belirdi.
Endişe verici bir olay daha meydana geldi. 17 Temmuz' da Ki­
neşma'ya beş vagon un geldi. Vagonların ikisinden un yerine nehir
kumu çıkh. O gün işçilere ekmek verilmedi, yalnız çocuklara, o da
iki yüz elli gram değil, yüz yirmi beş gram, verildi.
Andrey, dar pencereli küçük bekleme odasındaki gencecik kı-
za sordu:

Frunze Yoldaş burada mı?


Burada. Siz kimsiniz?
Moskova'danım. ÇeKa'dan.
Martinov Yoldaş mısınız siz? Buyurun. Sizi soruyordu. Be­
ni tanımadın mı, Andrüşa?
Andrey şöyle bir baktıktan sonra: "Sima! diye haykırdı." Ve
kız kardeşinin arkadaşını kucakladı.
Biraz önce Nataşa buradaydı. Mihail İvaniç' e patates getir-
mişti.
Kim? .. Mihail İvaniç!
Nasıl kimmiş? Babanız.
Burada mı o?
Burada.
Andrey hızla kapıyı açh. Frunze'nin odası insanla doluydu.
Hepsi, kim bu böyle giren, diye başlarını kapıya çevirdiler.
Frunze, Andrey'e başı ile oturmasını işaret etti. Boş iskemle

264
yoktu ve Andrey, pencere boşluğuna oturdu. Babası yanına sokul­
du, elini sıkb ve fısıltı ile sordu:
- Nereden geliyorsun? Ne kadar kalacaksın?
- Murom' dan. Bilmiyorum.
Murom sözcüğünü çok hafif bir sesle söylemiş olmasına kar­
şın duyuldu yine.
- Durum nasıl orada?
Andrey sevinçle, "Her şey yolunda," dedi. Ve anladı ki, Mt..
rom' da her şeyin yolunda olduğu haberi, burada oturan insanlar
için son derecede önemli ve gönül ferahlatıcıdır.
Frunze:
- Devam edelim yoldaşlar, dedi. SÖzü, Politeknik Enstitü­
sü'nü Örgütleme Komitesi Sekreteri Çernov Yoldaş'a veriyorum.
Hafta içindeki yenilikleri anlatın.
- İlk haber sevindirici. Halk Eğitim Komiserliğinden Mihail
İvanoviç Pokrovski, bir zamanlar Londra'dan Riga Enstitüsü'ne
gönderilmiş olan fizik araç ve gereçlerinin Moskova'da ortaya çıka­
rıldığını bugün bildirdi. Bunlar, ilk fırsatta bize gönderilecek.
Frunze, el hareketiyle konuşmaanın sözünü kesti:
- Bir önerim var. Araç ve gereçlerin buraya gelmesini (a­
buklaştırmak için Çemov Moskova'ya gönderilsin. Kabul mü? Pe­
kala! Devam edin.
- Enstitünün şu fakülteleri olacak: İplik Eğirme ve Dokuma­
cılık, Fizik ve Mekanik, Boyacılık Bölümü ile Kimya ve Kimya Sa­
nayii, İnşaat Mühendisliği ve Tanm İşletmeciliği Fakülteleri. Profe­
sör Klark bugün Moskova' dan geldi, öğretim planlannı hazırlama
çalışmalanmıza yardım edecek.
Frunze sordu:
Nereye yerleştirdiniz profesörü?
Bir eve.
İyi mi ev?

265
Evet. Bize, İl Askeri Sorunlar Komitesi komutanı tarafın­
dan tavsiye edildi. ·

- - Sevindirici bir haber bu. Devam edin, Çernov Yildaş.


- İldeki bütün işçiler, maaşlarından birer ruble, fabrika ko-
miteleri üyeleri onar ruble, parti üyeleri de beşer ruble vermeyi ka­
rarlaştırdılar. Bu paralar aksamadan veriliyor. İvanovo-Vozne­
sensk Şehir Şurası, dün Enstitüye iki bin ruble havale gönderdi.
Andrey, konuşmaayı hayretler içinde dinliyordu. "Nasıl olur
bu? Yaroslavl'da savaş yapılıyor, İvanovo-Voznesensk'de askeri
yönetim var. Bu koşullarda bakın ne işler yapılıyor!" Babası, onun
bu şaşkınlığını anlamış olacak ki, kendisine bir kağıt gönderdi.
Bunda, "Akşama görüşeceğiz .. " deniyordu.
İl Askeri Sorunlar Komiseri Pavel Baturin içeri girdi. Konuş­
macıyı rahatsız etmemek için, ayaklarının ucuna basarak Frun­
ze'nin yanma gitti ve fısıltı ile bir şeyler söyledi. Frunze doğruldu:
- Yoldaşlar, şu anda öğrendiğimize göre, Yaroslavl'daki
müfrezemizin komutanı Vasiliy Grigorieviç Kukonkov öldürül­
müş. Diğer bir haber de şu: Şuyalılar ve İvanovo-Voznesenskliler­
den oluşan ikinci birleşik müfreze Yaroslavl'a hareket etmek üzere
bulunuyor. Ben, kendilerini geçirmeye gidiyorum. Furmanov Yol-
daş, oturumu siz yönetin. .
Bu sırada, Raboçiy Kray gazetesinin yazı işleri müdürü içeri
girdi, Frunze'nin kapıya doğru ilerlemekte olduğunu görünce, der­
hal:
- Mihail Vasilieviç biraz dur, dedi. Rusya Merkez Yürütme
Komitesinin toplantısı ile ilgili bir haber aldık. Bu toplantıda Sverd­
lov, 1 7 Temmuz'da Eksternburg'da Ural Şurasının karan ile eski
çar Nikolay Romanov'un kurşuna dizildiğini bildirmiş. Beyazlar
şehre doğru ilerliyorlarmış, monarşistler çan kurtarmak için giri­
şimlerde bulunuyorlarmış.
Andrey, elinde bir deste para ile Yoan Vostorgov'u anımsadı.

266
Andrey eve uğrayamadı. Çekistler, Birleşik Müfrezeye katıldı­
lar. Tren tam hareket etmek üzereyken, anası ve Nataşa istasyona
geldiler. Anası, oğlunu öpmeyi ve cebine bir yiyecek paketi sokuş­
turmayı başardı.
Nataşa:
- Serbest kalır kalmaz, gel! diye bağırıyor ve siyah baş örtü­
sünü sallıyordu.

"İYi NişANCI ÜEGİLSİNİZ YÜZBAŞI!"


Albay Perhurov, Yaroslavl'daki ayaklanmanın bozguna uğra­
masının kaçınılmaz olduğunu anlamış bull.!nuyordu.
''Yurdu ve Özgürlükleri Savunma Birliği" Genel Karargahınca
belirlenen yerlerden hiçbirinde -Murom'daki başansız ayaklanma­
dan başka- halkı ayaklandıramadılar.
Topçu depolannı ele geçirmek için Savinkov tarafından Ri­
binsk'e gönderilen subaylar müfrezesi makineli tüfek ateşiyle kar­
şılandı ve subaylar teslim oldular.
Sol Eserlerin, ayaklanmalanna ilişkin Moskova' dan gelen bek­
lenmedik haber, Perhurov'u ilk önce şaşırttı, "Bizden önce davran­
dı domuzlar!" dedi kendi kendine. Sonra yatıştı, "Şimdi hele bizim
için çalışsınlar! Zamanı gelince kapı dışan ederiz itleri..." Ayaklan­
manın tam bozguna uğratıldığı haberine de hiçbir önem vermedi.
Perhurov, ilk günlerde, kuzeyden çıkarma yapmayı vadetmiş
olan müttefiklere büyük bir güven besliyordu. İyi ama, bu umut da
boş çıktı. Yaveri Yüzbaşı Alşevski, onun İngilizlere karşı savurdu­
ğu, yakası açılmadık sövgüleri kulağı ile duydu, "Hırsızlar! Kara­
borsaalar! Alçak korkaklar!" diyordu albay. Yaroslavl'da şöyle bir
göründükten sonra, Kazan'a hareket eden Savinkov bu sövgüler­
den payını almıştı: "Serüvenci! Hangi şeytana uydum da bu ge­
vezeyle bağlantı kurdum!"
Perhurov, ateşkes emrini verebilir, ayaklanmaya sürüklediği

267
insanları bu beladan uzaklaşhrabilirdi. Fakat, ne birini ne ötekini
yaph. Direnmenin anlamsızlığını anladığı halde, subayları, askeri
okul öğrencilerini ve liseli gençleri ateşe sürmeye devam etti. Top­
çular, onun emriyle, tarihsel kilise ve fabrika yapılarını yerle bir et­
ti. "Askeri mahkeme" ele geçen Bolşevikleri idama mahkum ediyor
ve bu hükümler derhal yürürlüğe konuyordu ..
Perhurov'un en yakın akıldaneleri olan generaller; Afanasiev,
Karpov, Verövkin ve Albay Tomaşenski de direnmenin anlamsızlı­
ğını anlamışlardı, ne var ki, başkomutana öneride bulunmaktan
ödleri kopuyordu.
Direnmenin ikinci haftasının sonunda, Perhurov, henüz vakit
varken ve kendi adamları tarafından öldürülmeden kayıplara ka­
rışmaya karar verdi.
18 Temmuz gecesi şiddetli bir fırhna esiyordu. Perhurov, Ge­
neral Afanasiev ve Yüzbaşı Alşevski, Volga'da bardaktan boşanır­
casına yağan yağmur alhnda, bir mavna ile on beş verst kadar yol
aldılar. Perhurov, mavnanın, sol kıyıya yaklaşhnlmasmı emretti.
Soyundu, kara sulara ahldı, giysilerini ve silahını başı üstünde tu­
tarak, en yakın çalılığa doğru yüzdü. Kıyıya çıkhktan sonra, çama­
şırlarını bura bura süzdü ve titizlikle giydi. Yol arkadaşları, kendi­
sini korku ve umutla izliyorlardı. Neler düşünmüştü acaba Ale­
sandr Petroviç?
- Hoşça kalın, baylar. Eylemlerimizi ayn ayrı sürdürmek en
iyisi olacak herhfilde. Kazan'da buluşacağız!
Öfkeden sapsan kesilen Alşevski, derhal tabancasını çıkardı,
Afanasiev elini tuttu ve kurşun, ıslak sabah sisi içinde kayboldu.
Perhurov ona döndü ve dingin bir sesle:
- Silah tutmasını beceremiyorsunuz Yüzbaşı. Ve iyi aha da
değilsiniz, dedi.
Yine dinginlikle, canlı yaverine değil de, cansız bir hedefe ni­
şan alıyormuş gibi, Alşevski'ye üç kurşun sıkh.

268
General Afanasiev:
- Ama, Aleksandr Petroviç, nasıl olur bu? diye dingin bir
sesle sordu.
Perhurov:
- Elbette olur, dedi ve �rüdü.
Afanasiev, Alşevski'nin cesedini suya itti. Oturdu. Sigara pa­
ketini çıkardı, ıslakh.
General Karpov ise kendi oyunu ile kapana girdi.
Karpov, 12 Temmuz'da, savaş tutsaklan sorunlanyla uğraş­
mak için kurulan ve Yaroslavl'a yerleşen Alman komisyonunu
anımsadı ve komisyon başkanını bulup ya�ına getirmelerini em­
retti ... Fakat, general, bu Alman'ı niçin çağırttığını adamlanna söy­
lemedi. Komisyon başkanı da niçin çağınldığını bilmiyordu, bu
yüzden, gitmemek için direndi. Bundan ötürü, Alman'ı, generalin
karşısına perişan bir kılıkta getirdiler; ceketinin bir yeri kopmuştu,
düğmelerinin yarısından fazlası da yerlerinde değildi.
Karpov, adamlannın bu aşın gayretkeşliklerine dehşetli kızdı,
misafirden Almanca olarak özür diledi ve büyük bir nezaketle ki­
minle müşerref olduğunu sordu.
Kayzer ordusu temsilcisi, başlangıçta darağacına götürülmek­
te olduğunu sanmışh. Bu yüzden, generalin nazik tutumunu hay­
retle karşıladı ve Rusça yanıt verdi:
- Teğmen Balk. . 1 Temmuz'dan beri üsteğmenim. Yeni rüt­
.

beme henüz alışamadım. Size nasıl bir yararrm dokunabilir?


- Sizden küçük bir ricamız var... Biz, Alman İmparatorlu­
ğu'na savaş ilan ettik. Bu durumu elçiliğinize, eğer olanağınız var­
sa hükümetinize bildirmenizi rica ederiz, üsteğmen.
Balk ağlar gibi bir hale geldi:
- Şakanın sırası değil, baylar. Doğrusu ya, size hiç yakışhra­
mıyorum bunu. Beni öldürmek size son derecede gerekliyse, bunu,
benimle alay etmeden de yapabilirsiniz. Buyurun, ölmeye hazınm ...

269
Karpov, Alman'ı yatıştırdı:
- Rica ederim, efendim. Size elimizi bile sürmeyeceğiz. Ya­
şayın yaşayabildiğiniz kadar. Şimdi size her şeyi açıklayacağım.
Biz size, sembolik olarak savaş ilan ediyoruz. Size ve savaş tutsak­
lannıza karşı hiçbir savaş hareketinde bulunmaya niyetimiz yok.
Savaş tutsağı olarak size kendimiz teslim olacağız. Anlaşıldı mı
şimdi?
Balk gözlerini kırpıştınyor, kendisine yapılan öneriyi anlama­
ya çalışıyordu.
- Anlıyorsunuz, değil mi? Biz, kendimiz size savaş tutsağı
olacağız! Kendimiz! Siz bizi koruyacaksınız. Bolşevikler şehre gir­
diği zaman, bizim, Alman İ mparatorluğu'nun savaş tutsaklan ol­
duğumuzu söyleyeceksiniz. Şükür allaha, en sonra anladınız.
"Yaroslavl Halkına Bildiri" başlıklı yazı, basımevinde çabucak
dizildi. Bunda şöyle deniyordu:

"Brest Banş Antlaşması gereğince kurulmuş olan Savaş Tut­


sakları Sonınlan Alman Komisyonu şunu bildirmekle onur duyar:
Kuzey Gönüllüler Ordusunun Yaroslavl müfrezesi karargahı,
8 Temmuz'da, Gönüllüler Ordusu'nun Alman İmparatorluğu ile
savaş durumunda bulunduğunu ilan etmişler. Savaş harekatı iste­
nilen sonucu vermediği için, daha fazla yıkıntılara meydan verme­
mek ve ahaliyi sayısız felaketlerden kurtarmak amaa ile Yaroslavl
müfrezesi, silahlan bırakarak, teslim olmuştur. Savaş tutsakları,
Brest Antlaşması gereğince ve bütün uluslararası yasa ve haklar
korunarak, Rus hükümetine Moskova şehrinde teslim edilecektir.
Komisyon Başkanı Üsteğmen Balk"

Kuzey Gönüllüler Ordusu'nun bozguna uğratılan Yaroslavl


Müfrezesi kalıntılan.Volkov Tiyatrosu'na gizlendi.
Üsteğmen, "bırakılan silahlar" dan tüfekleri alarak, yirmi do-

270
kuz "savaş tutuklusu"nu silahlandırdı ve bunları tiyatro önüne nö­
betçi koydu.
Yarım saat geçmeden, işçi müfrezi tiyatro önüne geldi. Müfre­
ze komutanı Nikitin, tiyatro civarında silahlı Almanları görünce
hayret etti.
- Çocuklar, anlayın bakalım, ne arıyor bunlar burada?
Üsteğmen Balk'ı Nikitin'e getirdiler. O, böyle hallerin gerek­
tirdiği kılık ve biçimdeydi: Sırhnda resmi üniforması, elinde beyaz
aracı bayrağı vardı, silahsızdı.
- Savaş Tutsak.lan Sorunları Komisyonu Başkanı Üsteğmen
Balk... Görüşmelerde bulunmak için geldim.
"Kes köse?" diye soranlar oldu. "Kimdh ki bu?"
Nikitin, "Gevezelik etmeyin!" dedikten sonra, selam vererek
Balk'a sordu:
.

- Bize yardım etmek istiyorsunuz anlaşılan. Bu hainleri bu-


nun için mi tiyatroya hkhnız? Haydi hep birlikte gidip görelim
şunları ...
Balk bildiriyi verdi Nikitin'e. Komutan yüksek sesle okumaya
başladı. " ... bütün uluslararası yasa ve haklar korunarak... " sözü öf­
keli haykırışlara yol açtı. Nikitin, bildiriyi dikkatle katlayıp cabine
koydu.
- Düşünmeniz ve askerlerinizi geri çekmeniz için size on da­
kika süre veriyorum. Auf wiedersehen, Herr überleytenant Balk!

Andrey ve il Çekistlerinden Zolin, akşamüstü şehri dolaşıyor­


lardı. Şehrin yıkılan kısmının tüm genç ve sağlam insanları ölmüş­
tü sanki. Yıkıntılıklar arasında sadece ihtiyar kadınlar dolaşıyor, ev
eşyalarının kalınhlannı arıyorlardı.
Poşehonska sokağında yerde sıska bir kocakarı oturuyordu.
Yanı başında, yamru yumru bir semaver vardı. Sol eliyle bir dikiş
makinasına sıkı sıkı sarılmıştı.

271
Zolin:
- Demidov Lisesi'nin sadece bacalan kalmış, diyordu.
Bir başka kocakan, yan yanmış bir ikonla ıslak bir kınalı kedi­
yi götürüyordu.
Yerde "Akıllı Eğlence Minyatürler Tiyatrosu" yazılı bir tabela
tekerleniyordu. Bir gezginci tiyatronun kalınhlan arasında bir at le­
şi uzanıyordu.
- Dunaev'in hem sigara, hem de kibrit fabrikası, her ikisi de
yandı. Epştayn'ın fabrikasının sadece kazan dairesi kaldı. Vol­
ga'nın yakasındaki yıkınhlıklan görüyor musun? Bunlar, Vahro­
meev'in değirmenleridir. Şu pencerelerinden hiçbiri kalmamış san
yapı ise papaz okuludur.
Ribinska sokağında beyaz gömleğinin kollan sıvalı yaşlı bir
adam, bir gölcüğün kenanna çömelmişti. Çizgili siyah pantolonu
paramparçaydı. Çatkılı yeleğini dikkatle, titizlikle yıkıyordu. Bir
çocuk sessizce onu seyrediyordu. Andrey çocuğa sordu:
- Ne yapıyor bu adam?
Çocuk gözlerini ona çevirdi. Erkek, alnına düşen kır saçlannı
arkaya athktan sonra yanıtladı:
- Çıkmıyor, baylar. Yine ayçiçeği yağı lekesi var. Bay Ole-
nin'e götürmeliyim yeniden. Bundan daha kötü olamaz.
Siyah başörtülü bir kadın yaklaşh adama:
- Bay Miron Yakovleviç, Bay Olenin geldi.
Delirmiş olan adam ayağa fırladı, çocuk da ardından gitti. Ka­
dın hüzünlü bir sesle anlath:
- Yalnız Borya kurtuldu. Kansı ile kızının ilk önce ırzlanna
geçtiler, sonra öldürdüler. Lütfen yardım edin de, bir an önce has­
taneye yatsın. Borya'yı biz yanımıza alacağız.
Bristol Oteli önünde büyük bir kalabalık kaynaşıyordu.
Duvar dibinde, entarisi lime lime genç bir kadın vardı. Kapıcı
ceketli, uzun sakallı bir ihtiyar adam, kadının etrafında dolaşıyor-

272
du. Elindeki çekici sallıyor ve:
- İşte bu! Bolşevik yoldaşlann adreslerini veren, işte bu rezil
kadın! diye çığlık çığlığa haykınyordu. Andrey, kapıayı kolundan
yakaladı:
- Dur, baba, dur. İlle önce elindeki şu çekici ver... Anlat şim-
di.
Duvar dibindeki kadın, Andrey'e kötü kötü baktı:
- Kadınlarla mı savaşıyorsunuz! Bundan kolayı var mı?
İhtiyar, yine çığlığı bastı:
İşte bu o şarlatan kadın! Gözlerimle gördüm.
- Bağırma sağır değiliz ya! Kim bu �dın? Ne yapmış?
- Kim mi? Dilim var, anlatacağım. Artist. Kaç kişinin canına
kıydırdı, biliyor musun! Kafasını ezeceğim!
Andrey, İntim Köşe tiyatrosunu ve güzE;l artisti anımsadı.
- Siz, Barkovska'sınız, değil mi?
- Bunun ne önemi var sizin için?
Kapıcı, çığlık çığlığa söze kanştı:
- Aynısı... Barkovska ...
Kadını alıp götürdüler. Kalabalık dağıldı. Yalnız kapıa yatış-
mıyordu:
- Böyle reziller ayaklar altında ezilmeli...
- Hiç kimseye başkalannı ezme müsaadesi verilmemiştir.
Kapıcı aniden koşmaya başladı. Andrey onun çevikliği karşı­
sında hayrete düşmüştü. İhtiyar bir çocuk gibi koşuyor, kollannı
savuruyor, zaman zaman ardına bakıyordu. Bir yerden, bir ıslık se­
si geldi. İhtiyann ardından silahlı bir genç koşmaya başladı. Yetiş­
ti, ihtiyara bir çelme taktı ve kapıa yere yuvarlandı. Delikanlı ihti­
yarı kaldırarak yeninden tuttu ve Bristol Oteli'ne getirdi. İhtiyar,
And-rey'in ardında duran birine korkulu gözlerle bakıyor ve hiç
direnme göstermeden, uslu uslu yürüyordu.
Martinov, kapıcının baktığı tarafa dönünce:

273
O, o, o ... Anfim İvaniç! diye haykırdı. Evet, gerçekten de
Anfim Bolotin'di bu. Sargı sağ gözünü kapamışh.
Bolotin, gözünü ihtiyardan ayırmadan, dingin bir sesle:
- Merhaba, Andrüşa! dedi.
İ htiyar, sıtma tutmuş gibi titreye titreye yürüyor ve sık sık haç
işareti yapıyordu.
Delikanlı:
- Bu mu, Bolotin Yoldaş? diye sordu.
- Ta kendisi. Katya'yı nereye götürdünüz?
İhtiyar, haç işaretlerine devam ediyordu.
- Sana soruyorum? Katya nerede?
Kapıcı, bir inek gibi böğürüyor ve korku dolu gözlerini An­
fim'in zayıf ve kararmış yüzünden ayıramıyordu. Sonra sağ elini
alnına doğru kaldırdı, herhalde bir daha haç işareti yapacakh, fakat
eli, güçsüzce aşağı düştü. Kendisi de yere yuvarlandı. Silahlı deli­
kanlı eğildi, elini adamın kalbi üstüne koydu:
- Ölmüş, komiser yoldaş, dedi.
Anfim, otele doğru yürüdü, durdu ve Martinov'a döndü:
- Gel benimle Andrüşa. Odama gidelim. Dokümanlarım
orada. Bir gün için eve gitmem gerekecek herhalde.

YiNE G RiGORİY DENEJKİ N

"Yurdu ve Özgürlükleri Savunma Birliği" bozguna uğrahldı.


Elebaşları kurşuna dizilme cezasına çarphrıldı. Sadece Savinkov'la
Perhurov gizlenerek kurtuldular. İçtenlikle pişman olan, arhk Sov­
yet iktidarına karşı komplolara kahlmayacaklarına ilişkin namus
sözü veren sıradan üyeler affedilip serbest bırakıldı.
ÇeKa yöneticileri çok meşgul olmalarına karşın, serbest bırakı­
lacak olanlarla konuşmak için vakit ayırdılar.
Peters:

274
- Merhaba, Puhov, dedi ve nöbetçiye çıkmasını işaret etti.
Oturun. Serbest bırakılmanızla ilgili karan okudunuz mu?
- Evet. Teşekkür ederim.
- Birkaç dakika sonra özgürlüğünüze kavuşmuş olacaksı-
nız. Size bir sorum var: Cepheye gönderilmenizi ister misiniz?
Evet. Er olarak.
Neden er olarak? Siz subaysınız. Buna razı değiliz biz.
Fakat, öyle sanıyorum ki, başka türlü güven kazanamaya-
cağım.
Demek ki, sizce, erler için güven, bir zorunluluk, değil, öy­
le mi? Bir yedek subay olarak sizinle Askeri Sorunlar Komiserliği
.
meşgul olacakhr. Benim size bir başka sorum var. Fakat, bunu, bir
sorgu olarak kabul etmeyin, siz serbestsiniz arbk. Sorumu ister ya­
nıtlar, ister yanıtlamazsınız. Yanıhnız kaderin�e yansımayacaktır.
- Yanıtlayacağım, yanıtlayabilirsem ...
- Siz, bir Rus aydınının oğlusunuz, üniversite öğrencisi ve
subaysınız, bir savaş tutsağı olarak acılar çektiniz. Buna karşıl), ne­
den Sovyet iktidarına, halka karşı eyleme geçtiniz?
Puhov susuyordu.
- Yanıtlamak sizin için güçse yanıtlamayın.
- Çok karmaşık bir sorunla ilgili bir soru bu. Müsaadenizle
ben de bir soru sormak istiyorum.
- İstediğiniz kadar sorabilirsiniz.
- Ben, kanşhğım eylemden pişman olduğumu, hata ettiğimi
söyledim. Bunu korku yüzünden mi yaphğımı sanıyorsunuz?
- Hayır.
- Teşekkür ederim. Müsaade ederseniz, sorunuzu yazılı ola-
rak yanıtlamak istiyorum ... Oturacağım, güzelce düşüneceğim ve
yazacağım.
- Kabul. Yazın ve doğruca bana gönderin. Serbestsiniz, Ser­
gey Aleksandroviç.

275
Bir sorum daha var... Özgürlüğe kavuşmamda babamın
hiçbir rolü olmadı mı?
- Babanız, sizinle, sağlığınızla yakından ilgilendi. Fakat, hiç­
bir ricada bulunmadı. Size şunu olanca içtenliğimle söyleyebilirim:
Halk Komiserliği Şurası, babanıza ve işlerine büyük bir değer veri­
yor. Siz, gerçekten büyük bir suç işlemiş olsaydınız, bırakmazdık
sizi.
Teşekkür ederim. Hoşça kalın.
Güle güle. Mektubunuzu bekliyorum.

Profesör evde yoktu, Torf Genel Müdürlüğü'ne daha sabahtan


gitmişti. Sergey'e kapıyı açan Lidya Nikolaevna, ilk önce, yarı ka­
ranlık antrede oğlunu tanıyamadı, postacı sandı, sonra boynuna
atıldı, göğsüne abandı ve ağladı:
- Seröjenka! Ah, allahım, baban ne kadar sevinecek!
Sevinçli haberi Aleksandr Aleksandroviç'e bildirmek için he­
men telefona koştu. Profesör onu dinledikten sonra, kulaklığı oğlu­
na vermesini rica etti:
Merhaba, Seröja! Nasılsın, evladım?
Teşekkür ederim, baba. İyiyim. Sen ne zaman döneceksin?
Daha erken gelmeye çalışının, oğlum. Annen nasıl?
Annem mi? Aslan gibi annem.
Sergey bir an sustu, bu söz nasıl olmuş da ağzından çıkıver­
mişti, buna kendisi de şaştı, sonra devam etti:
- Seni çok seviyorum, baba. Mümkünse affet beni...
Lidya Nikolaevna, mutluluk dolu gözlerle oğluna bakıyordu:
Allaha şükür, evi yine bir barış yuvası olacaktı! Kahvaltı hazırlığı­
na başladı: Oğluna yollamak için bir tarafa ayırdığı ne varsa hepsi­
ni, hatta gümüş çay kaşıklan karşılığında almayı başardığı bir par­
ça dana sövüşünü de masaya koydu.
Oğlunun iştahla kahvaltı edişini seyrediyor ve bu arada çeşit­
li haberler anlatıyordu:

276
- Varenka Samarina hemşire oldu. Evvelki gün bize uğradı.
Bugün de gelir belki. Bir itirazın var mı?
- Ne söylüyorsun, anne? Sevineceğim elbette...
Kendisini tedirgin eden bir başka haberi daha vardı ki, şimdi­
lik bildirmemeyi uygun buldu. Oğlu kim bilir nasıl karşılayacaktı!
Ne var ki, Sergey, annesini, böyle bir konuşmaya yöneltti:
- Bugün ayın otuzu, değil mi anne? Derhal bizim ev komu­
tanlığına gidip, serbest bırakıldığıma ilişkin kağıdı vereyim. Ver­
mezsem, ağustos kuponu hakkımı yitiririm.
- Git, dedi Lidya Nikolaevna. Olabildiği kadar dingin konu­
şabilmek için kendini zorluyordu. Yalnız, De':lejkina orada değil ar­
tık. Tutukladılar. Evinde araba dolusu silah buldular.
Sergey, uzun zaman sustu, Ana Födorovna'yı düşünüyordu:
Ona acıyor muydu? Yoksa böyle olması k.enğisi için daha mı iyi
idi? Sonra, bu kararsız tutumundan dolayı kendinden utandı. Ken­
disi için hiçbir özveriden kaçınmamış olan ve arhk pek de genç ol­
mayan bu basit kadına gerçekten acıyordu. Onun bir tek isteğj var­
dı Sergey' den; arada bir yanına gitsin ve tatlı diller dökerek kendi­
sini sevsin.
- Peki anne. Ev komutanlığına daha sonra gideceğim. Şimdi
oturup bir mektup yazacağım.
Bir yanıt alamadı. Düşünceli, dalgın otururken, annesinin ya­
nından ayrılışının farkına varmamıştı.
Mektubun ilk satırları üzerinde bir saatten fazla zaman kay­
betti, istediklerini bir türlü yazamıyordu, kaleminden dökülen her
sözcük, ona, içtenlikten ve inandırcılıktan uzak, yapay geliyordu.
Birkaç defa masadan kalktı, annesinin dönüp dönmediğini anla­
mak istedi. Bir türlü dönmüyordu annesi. Lidya Nikolaevna, çalı­
şan herkes için üçer arşın basma verildiğini öğrenmişti. Sıralar, o
zaman moda olan yeni deyişle "kuyruklar" birkaç sokağa uzanıp
giden bir dev yılanı andırıyordu.

277
Sergey, ev komutanlığına gitmeye karar verdi ve annesine şu
notu bırakh: "Çok kalmayacağım. Seni sevgiyle öperim. Seröja."
Birinci kahn sahanlığında, kısa boylu, kara bıyıklı, deri ceketli
ve asker şapkalı biri kendisini selamladı:
Merhaba, sayın bay.
- Bana mı diyorsunuz?
- Sana, sayın bay, sana. Ana Födorovna'yı yakan sensin her-
halde. Jurnalcıhk yapmışsın yani. ·Eh, sayın bay, başkasını yakarak
kendini kurtarmışsın.
- Sen aklını oynatmışsın, şaşkın! Çekil önümden bakayım ...
Grigoriy Denejkin hiçbir zaman iyi bir nişana olamamışh. Son
yıllarda yalnız silah kaçakçılığı ile uğraşmasına karşın tembeldi ve,
daha da kötüsü korkaktı. Fakat, bu defa tam hedefe isabet ettirdi.
Attığı kurşun Sergey'in kalbini deldi ve arkadan çıktı.
Lidya Nikolaevna silah sesini duydu, ama Sergey'e ateş edildi­
. ğini nereden bilsindi! Yanından kara bıyıklı biri koşa koşa geçti.
Lidya Nikolaevna, bunun, oğlunun katili olduğunu nereden bilsin­
di!
Sergey'in ölüsünü ilk gören o oldu ve merdivene düştü. İki
adım ötesinde bir paket buldular. İçinde üç arşın basma ve bir pa­
ket Kapriz sigarası vardı.

Ana ile oğlunu aynı gün gömdüler. Babası, Sergey'in masası ·


üzerinde bir mektup karalaması buldu. Çalkanhh bir psikolojik anı
yansıtan el yazısı ile şunlar yazılmışh: "Sayın Yakov Hristoforoviç,
biliyorum ki ..."

ANDREY MiHAYLOVİÇ MARTİNOV'UN ANILARINDAN


Milyarlarca insanı ile koskoca dünyamız bazen dapdaraak bir
yer.

278
Sergey Puhov'un ölümünden sonra Grigoriy Denejkin orta­
dan kayboldu, sanki yer açıldı, yerin dibine girdi. Uzun süre aran­
dı, fakat bir sonuç alınamadı.
Yine de, kader, bir gün beni onunla karşılaşhrdı. Bu olay, 1944
yılında, Almanya'da, Berlin'e . kırk kilometre mesafedeki Doben­
dorf şehrinde oldu. Almanya' da birçok "eski tanıdık"larla karşılaş­
tım. Ne var ki, propogandist kurslarında Grigoriy Denejkin'le kar­
şılaşacağım aklımın kenarından bile geçmiyordu.
Bunu, yeri gelince anlatacağım.

11
• • • ADIM ALFRET ROZENBERG ... "

Andrey, Yaroslavl'a gelmiş olan bütün Çekistler gibi, günde


ancak üç-dört saat uyuyabiliyordu. O d� kesintilerle. Çünkü, bü­
yük komplo yumağının tamamıyla çözülmesi gerekiyordu.
Menşevik Düşen'i o sorguluyordu. mart ayındaki iri yumruk­
lu, güçlü kuvvetli, inat tarhşmacı Düşen' den iz bile kalmamışh. Za­
yıflamış, kurumuş, küçülmüştü, cılız bir sesle konuşuyordu. Yal­
nız, yüzündeki koyu kırmızı yara izi eskisinden daha belirgindi.
- Mademki, kendinizi İşçi Partisi üyesi sayıyorsunuz, öyley-
se monarşist Perhurov'la işbirliği yapmayı nasıl kabul ettiniz?
Düşen susuyordu.
- Açıklayabilir misiniz bunu?
Düşen, kızarık gözlerini Martinov' a kaldırdı:
- Herhalde açıklayabilirim. Fakat, galiba, değmez... Her şey
o kadar alçakça ki... İnanın bana ...
Andrey'i tanıyamadı Düşen.
Martinov, Bristol'de, Anfim Bolotin'le aynı odada oturuyordu.
Fakat, birbirlerini seyrek görüyorlardı. Bolotin, Halk İşletmeciliği İl
Şfüası Başkanlığı görevini üslenmişti, sık sık yolculuk yapıyordu.
Bazen, geceleri odada bir araya geldikleri oluyordu. Andrey, böyle

279
durumlarda, Katya'run ölümünden sanki kendisi de suçluymuş gi­
bi bir kalp huzursuzluğu içinde bulunuyordu. Yalnız kendisi değil,
diğer Çekistler de, ayaklanmayı zamanında önleyememenin suçlu­
luğu duygusu içindeydiler.
Anfim, Katya ile ilgili konulardan kaçmıyordu. Bir gece And­
rey sordu:
- Anfim İvaniç, kaç yaşındasınız?
- Neden sordun? Yaşlanmış mıyım? Yaşım büyük değil,
otuz üç... Tam yaşayacak zamanım ...

Özel kuriyer, Martinov'a Nadya'dan bir mektup getirdi. Kan­


sı iyi olduğunu yazıyor, merak etmemesini rica ediyordu. "Benim
senin için kaygılanmam yetmez mi? Ne yapayım? Günümüzde Çe­
kist kansı olmak kolay mı! Seni sabırsızlıkla bekliyorum..."

İki gün sonra Peters, Andrey'i Moskova'ya çağırdı.


Anfim Bolotin, Andrey'i geçirmeye gitti.
- Ben de buradan ayrılmayı öylesine istiyorum ki, dedi hü­
zün dolu bir sesle. Şu mektubu Yakov Mihayloviç'e verirsin değil
mi?
Martinov, Moskova garından doğruca ÇeKa'ya gitti.
Peters, bir aralık:
Almanca'ya çalışhğını duydum, doğru mu? diye sordu.
- Sadece başladım... Vaktim yok...
- Yeni bir göreve gidiyorsun. Yine burada, ÇeKa'da. Fakat,
daha karmaşık. Yabancı dillerle de ciddi olarak uğraşman gereki­
yor. Başlangıçta Almanca. Daha sonra, bakacağız razı mısın?
Evet.
Mükemmel. Çok zayıflamışsın. Yorgun musun?
İyiyim Peters Yoldaş.
Bundan sonraki görevin ağır olacak. Biraz dinlen. Bir haf­
ta izin veriyorum sana.

280
Andrey, ertesi sabah yola çıkh. Yük ve yolcu vagonlarından
oluşan tren, İvanovo-Voznesensk'e ancak yirmi dört saatte varabil­
di. Özellikle Aleksandrovo yakınlarında bir köstebek ağırlığı ile yol
aldı, çünkü askeri trenleri beklemesi gerekiyordu.
Andrey, bir beygir vagon�nda yolculuk ediyordu. Vagona,
rendelenmemiş tahtalardan alelacele ranzalar yapılmıştı.
Yanı başında genç bir adam vardı. Hemen hemen kendi yaşın­
daydı. İyi giyimliydi. Küçük, pek güzel, kavun içi renkli bir deri
valizi vardı. Rusçayı yabana aksanı ile konuşuyordu:
- Bizim Riga Politeknik Enstitüsü'nü sizin şehre taşıdılar.
Öğrencilere yapılan bildirimde, isteyenleri� öğrenimlerine devam
edebilecekleri, istemeyenlerin Moskova'daki bürodan belgelerini
alabilecekleri bildirildi. İlk önce ben, öğrenimime devam edeceği­
mi bildirdim. Bu yüzden belgelerim İvanoı.ro-Yoznesensk'e gönde­
rilmiş. Ama, şimdi bu isteğimden vazgeçmiş bulunuyorum ve bel­
gelerimi almaya gidiyorum.
- Neden vazgeçtiniz?
- Bazı düşündüklerim var.
Bütün yolçuluk boyunca uyumaya da, konuşmaya da, birlikte
yemek yemeye de bol bol vakitleri vardı. Yuriev-Polski'de Andrey,
çay için sıcak su buldu. Yanındakine:
İvanovo-Voznesensk'te ne kadar kalacaksın? diye sordu.
Herhalde bir-iki gün.
Nerede kalacaksın?
Bir otele gideceğim.
Andrey güldü:
- Orası Riga değil. Bizim şehirde olup olacağı küçümencik
iki otel var. Bunlarda oda bulabileceğini hiç sanmam. Fakat, telaş
etme. Bizim evde sana da bir yer bulunur.
Anaağını, Petka'yı, Nataşa'yı görmek, Andrey için ne büyük
bir mutluluktu! Petka, artık Petka değildi. İkinci Sovyet Bölüğü Ko-

281
mutan Yardımcısı'ndan herkes, saygı ile, "Bölük Komutan Yardım­
ası Martinov Yoldaş" diye söz ediyordu.
Nataşa da, okul tatilini işte geçiriyordu. Fabrikatör Vitkov'un
Sovestka sokağındaki evinde yeni açılan çocuk yuvasında çalışı­
yordu. Nataşa övündü:
- Açılış töreninde Frunze bile bulundu. Ben kesinlikle karar
verdim, Antonida Nikolaevna gibi öğretmen olacağım.
Annesi, Derbenev fabrikasının fabrika komitesinde çalışıyor­
du. Onun da kendi iş alanından verilecek haberleri vardı:
- Dün bütün dokunan kumaşlan yazdık. Arhk dokunan bü­
tün kumaşlar halkın malı.
Yol arkadaşı, akşam geç vakit geldi, karnını doyurdu ve teşek­
kür etti. Ana, Pötar'ın eve geldiği zaman uyuduğu barakada misa­
fire bir yatak serdi.
Andrey ertesi sabah Frunze'nin yanına gitti. Telefon sık sık ça­
lıyordu. Bu yüzden rahatça konuşamadılar. Frunze kulaklığı alı­
yor, "affedersiniz" deyip kapatıyor ve konuşmasına devam ediyor­
du.
- Siz de ekleyin! Karan yerine getirmeyenler, on kabnı öde­
yeceklerdir. Evet, evet, on kahnı ve daha fazlasını. Söyleyeceklerim
bunlar.
Frunze bu sözlerini Andrey' e şöyle açıkladı:
- Son derece yoksul olanlar, yani asker eşleri, savaş tutsak­
larının aileleri ve işsizlere yardım fonu kuruyouz. Bütün tüccarlar­
dan kazançlarının yüzde ikisini, tüm fabrikatörlerin her işçi için bi­
rer ruble vermelerini istedik. Ve yalnız kendi kazançlarınızdan, iş­
çilerin aylıklarından değil, dedik. Onlar işte buna razı olmuyorlar.
Bir telefon konuşmasında Frunze hayretle haykırdı:
- Olamaz! Ben miyim? Bugün ha? Oysa ben, bugün Vorons­
ki'nin okuyacağını sanıyordum. Affedersin, öyleyse, derhal geliyo­
rum.

282
- Şaşırmışım, Andrüşa. Sosyal işlerde çalışan işçiler için
kurs açhk. Benim söyleşimin yarın olacağını biliyordum. Oysa bu­
günmüş. Gitmem gerekiyor.
Frunze'nin odasından birlikte çıkhlar. Antrede sekreter tele-
fon kulaklığını uzath:
- Sizi istiyorlar, Mihail Vasilieviç.
- İl Askeri Sorunlar Komiseri telefonda.
Andrey, Frunze'nin bir görev daha yüklenmiş olduğunu böy­
lece öğrendi. Frunze, Yaroslavl Askeri Sorunlar Komiseri idi de­
mek. O gün, bu komiserlik karargahı, Yaroslavl'dan İvanovo-Voz­
nesensk' e taşınıyordu.
İl Komitesi'nin geniş mermer merdivenliğinin sahanlığında,
Andrey, yol arkadaşını gördü, Furmanov'la konuşuyordu. Andrey
Furmanov'un yalnız son sözlerini duydu:
- Sanmam. Buradaki yoldaşlar için siz, hiç bilinmeyen bir
kişisiniz. Burada Parti'ye derhal kabul edileceğinizi sanma� .
Rusça'yı yabana aksanı ile konuşan yol arkadaşı:
- Haklısınız, Furmanov yoldaş. Hoşça kalın. Sizi rahatsız et­
tiğim için affınızı dilerim, diye yanıtladı.
Günler çabucak gelip geçmişti. Moskova'ya dönme zamanı
gelmişti. Yine beraber yolculuk ettiler. Yol arkadaşı, Moskova ga­
rında Andrey'e misafirseverliğinden dolayı teşekkür etti ve adresi­
ni istedi. Martinov ev adresini verdi.
- Affedersiniz, soyadınızı bilmiyorum.
- Martinov. Adınızın Alfret olduğunu biliyorum. Fakat, siz
de affedersiniz, soyadınızı bilmiyorum.
Yol arkadaşı bir reverans yaparak:
- Rozenberg, dedi ve tekrarladı: Alfret Rozenberg. Bir daha
teşekkür ederim. Hoşça kalın...

283
ANDREY MiHAYLOVİÇ MARTİNOV'UN ANILARINDAN
Doğu Bölgeleri Bakanı, Alman nasyonal sosyalizminin ideolo­
gu ve "Yirminci Yüzyılın Efsanesi" kitabının yazarı Alfret Rozen­
berg'i,- son defa, Vlasov'un Başkanlığındaki heyeti kabul ederken
gördüm. Himmler, Ribentrop ve Göbels'in Vlasov'u kabullerinden
sonra Rozenberg yumuşamışh. Gözlerinde zaman zaman kin kıvl­
cımları parıldamasına karşın, nazik olmaya çalışıyordu . Kaygılı ve
yıkılmış bir hali vardı. 1945 Nisanıydı. Sovyet orduları Berlin' e
yaklaşıyordu ...
Moskova garı kalabalıktı. Henüz ne Ribinsk'e ne de Yaros­
lavl'a yolcu trenleri gitmiyordu.
Andrey, kendi kendine, "Yaroslavl'da neler oluyor acaba? An­
fim İvanoviç ne yapıyordur şimdi? İyi ki Moskova'ya geldim. Kar­
ıcığımı göreceğim ... " diyordu.
Birden, korkunç anlamını yıldırım hızıyla kavradığı sözler gel­
di kulağına:
- Yoldaşlar! Yoldaşlar! Biraz önce, Mihelsön Fabrikası'nda
Vladimir İliç Lenin'e suikast yapıldı...
Andrey, Lubyanka'ya doğru koşmaya başladı.

284
iKİNCİ BÖLÜM

MART, 1 943
İnsanlar vardır, hem de pek çok, günlük işleriyle uğraşır du­
rurlar, kendilerinden uzaklarda olup bitenlere aldırış dahi etmez­
ler, oysa bu uzaktaki olaylar, eninde sonunda, şu ya da bu biçimde
kendi kaderlerini de etkileyecek, yaşamlannı temelinden değiştire­
cektir.
1943 yılı Mart ayının başlannda, Moskova'daki Cerjinski Mey­
danı'na bakan iki numaralı binanın bir oClası.nda, Devlet Güvenliği
Komiseri, zile basarak sekreterini çağırdı, eline bir kağıt vererek,
- Bu kağıtta adı geçen yoldaşın şimdi nerede bulunduğunu
ve ne iş yaptığını lütfen ivedilikle araştırın, dedi.
Bir not defterinden koparılmış olan kağıtta komiserin elyazısı
ile şunlar yazılıydı: "Andrey Mihayloviç Martinov, 1 898 doğumlu,
Şuyalı, 1918' den beri parti üyesi."
Devlet Güvenliğinin üçüncü rütbeden komiserinin adı, Alek­
sey Mihayloviç Malgin' di.

Aleksino köyü Orta Okulu Direktörü Andrey Mihayloviç


Martinov, 1 943 yılı Martının başlarında, kendisi için son derece
önemli olan bir işle meşguldü: Okulu ısıtmak amao ile torf sağla­
maya çalışıyordu. Onun hesabınca, eldeki yakıt, büyük bir tasar­
rufla harcansa bile, en fazla on gün yetecekti.
En yakın torf işletmesi olan Martovo Obedinenie'de ısıtmaya
elverişli kuru torf yoktu, elverişli olanlar daha sonbaharda elektrik
santraline taşınmıştı. Savaştan önce yerel çapta bir işletme olan bu

285
elektrik santrali, savaş sırasında iki ilin sanayisini besliyordu. Ku­
ru torf, yan ilkel bir işletme olan Çeren Mah'tan da elde edilebilir­
di. Ne var ki bu işletme de Aleksino'dan yirmi yedi kilometre uzak­
lıktaydı. Okulun hiçbir taşıt aracı yoktu.
Kolhoz Başkanı Evdokiya Korolöva, okula yardım etmek isti­
yordu ama, kolhozun olup olacağı yedi atı vardı, bunlar da açtı.
Makina traktör istasyonundan yardım vadetmişlerdi, fakat Marti­
nov bu vaatten bir sonuç çıkacağına inanmıyordu, çünkü bu işlet­
menin de işleri yolunda değildi.
Martinov bir mucize beklemiyordu. Mart sonunda yollar ge­
çilmez hale gelecek ve o zaman, havalar düzelinceye kadar okulu
kapatmak gerekecekti. Bu yüzden, Andrey Mihayloviç, ilçe eğitim
müdürlüğü dairesine gitmeye karar verdi.
Sabah erken kalktı. Aleksino'dan ilçe merkezine bir buçuk sa­
atlik bir yol vardı. Andrey Mihayloviç, ilçe merkezine memurlar
işe başladıkları sırada varmak istiyordu. Başka işleri de vardı.
Son zamanlarda aklı fikri oğlundaydı.
Feliks, 1940 yılının baharında Pedagoji Enstitüsünü bitirmiş,
kendisini öğretmenliğe değil, yerel gazetede çalışmaya göndermiş­
lerdi. Bunu herhalde gazetenin başredaktörü istemişti. Feliks daha
öğrenciyken bu gazeteye sık sık yazılar gönderiyor ve bunların he­
men hemen hepsi basılıyordu. F. Martinov imzalı röportajları gaze­
tenin sayfalarında sık sık görülüyordu.
Oğlunun son mektubunu 1 941 yılının Ekim ayında aldılar. Fe­
liks, gönüllü olarak orduya yazıldığını bildiriyordu. Zarfta Mosko­
va damgası vardı. Demek ki, mektubunu, cepheye giderken Mos­
kova' dan atmıştı.
O zamandan beri ne bir ses, ne bir nefes. Bir buçuk yıldır acılı
bir bilinmezlik içinde yaşıyor Martinov ailesi.
Andrey Mihayloviç, oğlunun öldüğü kanısındaydı, bunu ne
karısına, ne de on altı yaşındaki kızı Maşa'ya ve on üç yaşını süren

286
küçük oğlu Mişa'ya söylüyordu. Nadejda İvanovna da oğlunun öl­
düğüne kendini inandırmıştı. Buna karşın, köy şurasından gelen
mekhıplan sık sık kanştınyordu, oysa, bir mekhıp gelince kendisi­
ne derhal vereceklerini gayet iyi biliyordu.
1942 yılının Ocak ayında Martinovlara beklenmedik bir misa­
fir geldi; gazetenin edebiyat bölümünde çalışan Marina Çasova ad­
lı bir genç kız. Feliks'in bavulunu getirmişti. Daha üniversite yılla­
rında Feliks'le arkadaşlık ettiğini anlath. Savaş'tan önce yerel Kom­
somol gazetesinde çalışıyormuş. Feliks'le sık sık civar kasaba ve
köylere röportaj yapmak için giderlermiş. "Size benden söz etmedi
mi?" diye sordu. Ve öyküsünü, beklenme�ik bir itirafla sonuçlan­
dırdı: Evlenecekmiş, bu yüzden Feliks'ın eşyalarını yanında tutma­
sı, artık uygun değilmiş. "Benim bu tuhımumu hoş görüyorsunuz,
değil mi!" dedi.
Marina akşamüstü gitti. Nadejda İ vanovna bütün gece ağladı.
Bavuldan, Feliks'ın kostümü, gömlekleri, iki not defteri, gaze­
te kesikleriyle dolu bir dosyası ve enstitü öğrencisiyken N.adejda
İ vanovna'nın sahn aldığı bir çalar saat çıktı.
İ lk oğullarından kalanlar bunlardı. Andrey Mihayloviç, oğlu­
nun yayımlamaya muvaffak olabildiği bütün yazılarını okudu. Bu
başlangıca bakılırsa, ondan iyi bir gazeteci olacaktı. Not defterin­
den, oğlunun bir edebiyatçı, bir yazar olmak özlemi içinde olduğu­
nu anladı.
Nadejda İvanovna kocasının çayını hazırlarken:
- Ne zaman? diye sordu.
Andrey Mihayloviç, kansının, eve ne zaman döneceğini sor-
duğunu anlamıştı:
- Saat yedide, dedi.
- Ben gecikeceğim. Yine toplantımız var...
Martinov, kansının bugün muhasebeci olarak çalıştığı kolhoz
yönetiminin toplantısında bulunacağını biliyordu.

287
- Unutmayacaksın, değil mi?
Kansı, "İl Askeri Sorunlar Komiserliğine uğramayı unutmaya­
sın sakın. Bakarsın, çocuktan bir haber gelivermiş" demek istiyordu.
- Nasıl unuturum!
Andrey Mihayloviç, ilçeye giderken kendisinin değişmez yol
arkadaşı olan sırt çantasını sırtlandı, kansını öptü. Henüz güneş
doğmamışh. Geceleyin donmuş olan dış kapı önündeki su birikin­
tisini kaplayan ince buz tabakası çahrdadı.
Andrey, alışık olduğu yolda hızla ilerlemeye koyuldu.
Martinovlar on yıldan fazla bir zamandır Aleksino'da oturu­
yorlardı. Köyde herkes onlara alışmışh. Andrey iyi bir öğretmen ve
örgütçüydü, Aleksino'ya gelişinin üçüncü yılı kendisini okul direk­
törü yaphlar. Nadejda İvanovna tecrübeli bir ekonomist olarak ta­
nınıyordu. Martinov'un gençliğinde Cerjinski'yle birlikte çalışhğı,
Vladimir İliç'i birçok kez gördüğü ve kendisiyle konuştuğu kimse­
nin aklından bile geçmiyordu. Martinov'un ÇeKa'da Çalışhğını,
belgelerden, sadece ilçe parti komitesinin personel dairesinde çalı­
şanlar biliyordu, onlar da, bilindiği üzere, geveze insanlar değildi.
Andrey Mihayloviç, gençliğinin savaşıma yıllarından kimseye
söz açmıyordu. Kronştad Ayaklanması'nı bashrma hareketine ka­
hldığından dolayı aldığı "Kızıl Bayrak" madalyası genellikle kırmı­
zı kutusunda duruyor, bayram günlerinde göğsüne takıyordu. Ne­
den kazandığı sorusuna, kısaca, "İ ç Savaşta," yanıhnı veriyordu.
Kronştad olaylarından sonra Martinov'un yaşamında kesin
·
bir değişim meydana geldi. Ağır yaralı olarak götürüldüğü
Petrograd Askeri Hastanesi'nde iki aydan fazla kaldı. Oradan Mos­
kova'ya gidip ÇeKa'ya uğradığı zaman, Cerjinski'nin birkaç kez
kendisiyle ilgilendiğini öğrendi.
Feliks Edmundoviç, Martinov'u derhal kabul etti, madalyasın­
dan dolayı kendinisini kutladı, durumunu sordu ve birden şu öne­
riyi ortaya ath:

288
- Andrey, şimdi ben, bir yandan da, Merkez Yürütme Komi­
tesi'ne bağlı olarak kurulmuş olan Çocuklann Yaşamını İyileştirme
Komisyonu Başkanıyım. Enerjik insanlara dehşetli gereksinimim
var. Bana yardım. etmek ister misiniz?
Ve Andrey, Çocuklann Yaşamını İyileştirme Komisyonu mü­
fettişi oldu. Çok geçmeden de şu gerçeği anladı: Öğrenim yapma­
dan bu işlerin albndan kalkabilmek olanaksızdı. O sıralar öyle bir
dönemdi ki, cephelerden dönen kızıl ordulular ve kızıl komutanlar
okul sıralarına oturuyor, partizanlar işçi fakültelerine giriyor, kom­
somollar ve partili işçiler, ilçe ve il komitelerinden öğrenim yapma
müsaadesi istiyorlardı.
Çocuk Komisyonu sivil bir daire olmasına karşın, Andrey,
alışkanlık gereği, dilekçe değil rapor yazdı ve sekreterle Cerjins-
·

ki'ye gönderdi.
Ertesi gün koridorda karşılaşhklan zaman, Cerjinski:
- Odama gel, dedi.
Andrey'in, "razı olmayacak" korkusu içinden bir ateş gibi ge­
lip geçti.
Cerjinski, onun dilekçesini dosyadan çıkararak yüksek sesle
okudu: ''Beni öğrenim yapmakla görevlendirmenizi rica �erim.
Öğrenimimi tamamladıktan sonra yeniden bugünkü işime dönme
yükümlülüğümü kabul ediyorum."
Gözlerini Martinov'a çevirdi. Andrey bu gözlerde kıvılcımlar
uçuştuğunu gördü ve sevinçle, ''Razı olacak!" diye düşündü.
Bu öğrenim kaç yıl sürecek?
- Beş... İkisi hazırlık yılı, üçü de öğrenim.
- Bizim., başıboş çocuklar sorununu beş yılda çözemeyeceği-
miz kanısındayız, öyle mi?
Herhalde daha kısa sürede çözülecek.
Öyleyse, neden tekrar bugünkü işe döneceğinizi yazdınız?
Ben ÇeKa'yı göz önünde bulundurrnuştum.

289
- Şimdi senin yaşında olsaydım...
Ve Andrey'in raporuna kırmızı kalemle, "kabul" sözcüğünü
yazdı.
Ve Andrey Martinov, yirmi yaşında, evli, aile babası, Rusya
Komünist Partisi (Bolşevikler) üyesi, yedek Çekist, Pedagoji Ensti­
tüsünün Hazırlık Kursu öğrencisi oldu.
Yaşam, zorluklarla dolu idi. İyi ki, Feliks'i, İvanovo'daki dede­
siyle büyük annesi almışlardı. Nadya'nın maaşı ve kendisinin bur­
su ucu ucuna yetiyordu. Andrey, her pazar, erken erken, Mosko­
va'nın Kursk istasyonunun indirme-bindirme kesimine gidiyordu.
Moskova Şürası, İş Borsasına, yüksek öğrenim gençliğine öncelik
tanınması için yönerge yollamışb.
Lise programlarındaki bütün dersleri iki yılda geçeceklerdi.
Andrey, özellikle cebirde büyük zorluklar çekiyordu. İlk zamanlar­
da hep kötü not alıyordu. Eski bir subay olan öğretim üyesi Lapin,
zayıf not verdikten sonra daima şunlan söylüyordu:
- Yoldaş, ne yapmalı sizinle bilmem ki ... Bundan sonra in­
tegral hesabı da okuyacaksınız. İyi ama, hiçbir yeteneğiniz yok...
Alaycı bir sırıtma ile ekliyordu:
- Almanya'da integral hesabını atlann bile bildiğini söylü-
yorlar...
Andrey kızmadan yanıt veriyordu:
- Olabilir... Atlara yetişmeye çalışacağım ...
Yıl sonunda, Lapin, teslim bayrağını çekti, en yüksek notu
yazdıktan sonra:
- Bravo, Martinov, dedi.

1924 yılının Ocak ayı idi. Soğuktu. Birliklerevinin sütunlu sa­


lonunda Lenin tabutu içindeydi. Andrey, sabaha karşı saat üçte sı­
raya girdi, tabut önünden saat on birde geçti. Cerjinski saygı duru­
şu nöbetindeydi. Sapsan sert yüzü mermerden kesilmiş gibi görü­
nüyordu.

290
Andrey, enstitüdeki derslerden sonra, Rumyantsev Müze­
si'nin, 1925'te "V. İ. Lenin" adı verilmiş olan kitaplığına koşuyor­
du. Yalnız orada rahat çalışabiliyor, akşamlan büfeden on kopey­
�aya akşam yemeği alabiliyordu. Hem ucuz, hem külfetsiz.

31 Ekim akşamı Znamenka'daki evine gidiyordu. Büyük bina­


nın önünde, kapıcı, bayrağı yarıya indiriyordu. Andrey, yoldan ge­
çen biriyle kapıa arasında şu konuşmayı duydu:
- Kim ölmüş?
- Frunze...
Bu aalı dakikalar, Andrey'in belleğine.sonsuz olarak yerleşti.
Hemşeriler, İvanovo-Voznesensk'ten gelip Tverskaya sokağındaki
Kotva Oteli'ne yerleşen Mihail İvanoviç Martinov'un odasında
toplandılar. Çeneleri kilitliydi sanki. Pek aız kpnuşuyorlardı.
- Mihail Vasilieviç'i koruyamadık, gitti.
- Hem de kırk yaşında...
Oturdular, gamlı gamlı sustular ve gittiler. Andrey, kolordu
komutanı Anfim Bolotin'i uğurladıktan sonra döndü.
Mihail İvanoviç, daraak kanepede derin acılar içinde oturu-
yordu. Oğluna sordu:
- Ne yapmak niyetindesin?
- Eve gitmek istemiyorum.
Babası ağlamaya başladı:
- Koruyamadık koruyamadık . . .
Ertesi günü, Parti Tarihi dersinde, Andrey, Frunze ile karşılaş­
ma ve görüşmelerini anlath. İlk tanışhklan günü de anımsadı, san­
ki dünmüş gibiydi. Oysa devrimden önceydi.
Frunze, ormanda mantan düşürmüş ve Anfim Bolotin sinirli
sinirli, "Hıyar mı o..." demişti. Arkadaştan kendisini sessizlik için­
de dinlediler. Dışarıda yağmur yağıyordu. Andrey düşünüyordu,
"O zamandan beri kaç yıl geçti ki... Olup olacağı on sekiz yıl... San­
ki koskoca bir tarih ... "

291
Andrey, bir süre sonra Politeknik Müzesi salonunda Maya­
kovski'yi dinledi. Martinov, Lenin'in, Sovyet iktidarının karşı kar­
şıya bulun�uğu ödevlere iJişkin konferans verdiği Nisan 1918'den
beri buraya gelmemişti.
Mayakovski olanca sesiyle şiir okuyordu:

"Diyalektik okuduk
biz,
.
fakat, Hegelden değil.
Savaş gümbürtüleri arasında,
burjuva
kurşunlar alhnda
kaçarken"

Andrey Martinov'un sınıf arkadaşları, 1926 yılı yazında, saat­


lerce sırada bekledikten sonra Cerjinski'nin tabutu önünden geçti­
ler. Sütunlu Salonun çıkış kapısında Andrey'i Peters durdurdu:
- Gel, dedi.
Onur nöbetine gireceklerin oluşhırulduğu odada, Peters, bu
işi yöneten kişiye:
- Martinov, bizim arkadaşımızdır, dedi.
Andrey put gibi duruyordu, gözleri tam karşısında bulunan
Peters'in gözlerindeydi. Cerjinski'nin yüzünü görmemek için böy­
le yapıyordu. Feliks Edmundoviç'in ölümüne bir türlü inanamı­
yordu. Onun, "Şimdi senin yaşında olsaydµn ..." sözü aklından çık­
mıyordu.

Martinov, 1927 baharında, elinde "sosyal bilimler ve yabana


dil (Almanca) okutmanlığı" hakkını belgeleyen diploması olduğu
halde, Vologods ilinin kuş uçmaz kervan geçmez bir ilçesine atan­
dı. Daha güneyde, kendi memleketine yakın bir yerde çalışma hak­
kı isteyebilirdi. Fakat, arbk karakterinin belirgin bir niteliği halini

292
almış olan disiplinhliği, onun atandığı yerden vazgeçmesine mü­
saade etmedi. Ancak dört yıl sonra, kendisini doğum yerine yakın
olan Aleksino'ya gönderdiler.
1941 yılında Haziran ayında askeri komiserliğe giderek, cep­
heye yollanılmasını istedi. Şu yanıtı aldı:
- Gerektiği zaman sizi çağıracağız. Şimdi çocuklara akıllı ve
sağduyulu olmayı öğretin. Bu işte yarannız daha fazla olacak...

Bazı ilçe, örgütlerini dolaştıktan, kansına vadettiği üzere aske­


ri komiserliğe uğradıktan sonra, akşamüstü parti ilçe merkezine
gitti. Ve beklemediği haberle orada karşılaştı. Sekreterin kendisine
uzattığı telgrafta, "Parti üyesi Andrey Mihayloviç Martinov'u der­
hal Merkez Komitesine gönderin" deniyordu.
- İyi ki uğradınız. Yoksa, özel bir kuriyer gönderecektik.
Herhalde önemli bir iş için çağırıyorlar.

ANDREY MiHA YLOVİÇ MARTiNOV'UN ANILARINDAN


Yıldız falına inanmam. İnsanlann kaderleri yıldızlarla belir­
lenmez. Benim sevgili Nadyam, bu sabah, rüyasını anımsayınca,
"Ne demek acaba bu?" diye soruyordu. Onun bu sorusu beni sade­
ce gülümsetmişti.
Fakat, benim doğduğum ay olan mart, beni her zaman olaylar­
la karşı karşıya getirmiştir. Şu olaylar benim için tarihseldir: Nad­
ya ile 1918 Martı'nda tanıştım ve ÇeKa'da işe başladım, 1 919 Mar­
tı'nda, Parti Sekizinci Kongresinde Vladimir İliç'le ilk defa konuş­
tum, 1921 Martı'nda kızıl bayrak madalyasını aldım ... Kısacası
mart, benim için özel bir ay...

Lubyanka' daki çok iyi bildiğim yapının koridorlarında, bura­


dan ayrılışımdan beri ne kadar çok olay geçtiğini düşünüyordum.
Aradığım odayı üçüncü katta buldum ve kapıyı vurdum.

293
- Buyurun.
Büyük bir masanın ardında Aleksey Malgin oturuyordu. Tele­
fonla konuşuyordu, bu yüzden başı ile bir koltuğu gösterdi.
Yıllardan beri görüşmemiştik, Alöşa hemen hemen hiç değiş­
memişti, aynı alız adamdı, sadece saçları biraz seyrekleşmiş, alnın­
da derin iki çizgi belirmişti. Benim gençlik dostumun akıllı, dikkat­
li gözlerinde hiçbir değişiklik yoktu. Telefon kulaklığını yerine bı­
rakhktan sonra, sanki bir gün önce görüşmüşüz gibi, ''Merhaba,"
dedi.
Biraz sonra kalkh ve güldü:
- Bunamışım ben, yahu ...
Kucaklaşhk. Karşılıklı oturduk, birbirimize bakarak gülümsü­
yorduk.
Malgin, Nadya'yı ve çocukları sordu. Birden:
Almanca'yı unutmadın ya, dedi.
- Ne diyeyim bilmem ki...
- Olsun. Tekrar öğreneceksin. Vlasov için bir şeyler biliyor
musun?
- Pek az ... Ordusu ile birlikte Almanların tarafına geçmiş...
Malgin'in kaşları çahldı:
- Ordusu ile geçtiği doğru değil. Ne yazık ki, yaygınlaşmış
bir söylenti. Koskoca bir ordu nasıl olur da Almanların yanına ge­
çer? Bu orduda komünistler yok mu, komsomollar yok mu! Ve ni­
hayet bu orduda Sovyet insanları yok mu be canım! İkinci hücum
ordusu kahramanca savaşh. Vlasov tek başına Almanların tarafına
geçmiştir. Bütün bunları ayrınhları ile öğreneceksin.
Dayanamadım:
- Ne diye öğreneyim ayrınhları ile bunları?
Malgin gülümsedi:
- Affedersin, sana en önemli şeyi söylemedim. Andrey, sivil
yaşama veda etmen gerekiyor. Seni, Almanların cephe gerisine,

294
Vlasov'un karargahına göndermeyi kararlaşhrdık.
- Neden beni?
- Çünkü sen Çekistsin. Öyle bir okuldan geçtin ki, pek az
kimseye nasip olmuşhır bu. Öğretmenlerin de kötü değildi.
İyi ama son yıllarda ÇeKa'dan uzaktaydım.
Bu da iyi. Kimse senden kuşkulanmayacak. Almanlar da ...
Herhalde geri kalmışımdır.
Telafi edeceksin. Hemen yarın yola çıkacak değilsin ya ...
Dünkü parti işçileri, dünkü kolhoz başkanları bugün partizan bir­
liklerine komutanlık ediyorlar. Düşmanın cephe gerisinde harekat­
ta bulunuyorlar. Sen Almanca da biliyorsun.
- Bu azizliği sana mı borçluyum, Aleksey?
- Elverişli bir adam bulmam istendi. Ben de seni buldum.
Alaycı bir sesle
- Teşekkür ederim, çok teşekkür ecletim, dedim.
Malgin'de şakaya şakayla yanıt verdi:
- Teşekkürü yalnız yazılı olarak kabul ediyoruz.
Ve ciddiyetle ekledi:
Gönüllü bir iş bu. Kabul etmeyebilirsin de.
- Bugünlerde kırk dördü dolduruyorum.
- Biliyorum. 16 Mart'ta. En uygun yaş.
Aleksey, Vlasov'un çevresi hakkında bilgi vermeye başladı:
- Födor İvanoviç Truhin orada. Kendisi tümgeneral. Daha
savaşın başında, galiba onuncu günü Almanlara gönüllü teslim ol­
muş. Kırk beş yaşında. Vasiliy Malişkin de kırk beşinde. Zakutni
de aynı yaşta. Blagoveşçenski biraz büyük onlardan. Genellikle
Vlasov'un etrafına tecrübeli kişiler kümelenmiş. Komitesinin özü­
nü genellikle eski insanlar oluşhıruyor. Truhin; Kostroma civarın­
dan bir toprak ağasının oğlu. Maltsev; bir büyük fabrikatörün ak­
rabası. Meandrov; papaz oğlu Vlasov, bir köy burjuvasının oğlu.
Biz, bazen, benim sosyal aritmetik dediğim bilimi küçümsüyoruz...

295
Evet, evet, şaşma, sosyal aritmetik. Gel, seninle bazı şeyleri hesabe­
delim: Sen işe başladığın zaman kaç yaşındaydın?
- Dokuz buçuk.
- Födor Tnıhin'i o yaşta, ayı postuna sararak, kızakla okula
götürürlerdi. Babasının bin beş yüz dekar ormanı vardı. Toprakla­
n, �likanesi bunun dışında. Sütunlu evi vardı. Dosyası yakında
ele geçirildi, bunda bir gazete kesiği bulundu. Kostroma'da zengin­
ler için düzenlenen bir bağış toplantısında, babası bir bardak şam­
panya için tepsiye yüz rublelik bir banknot atmış. Bu, elbette ne
başlangıçmış, ne de son. Födor Tnıhin'in o neşeli ve tok günleri bir
an için olsun unuttuğunu mu sanıyorsun? Babasının malikanesini
�ilerinden aldıkları zaman Tnıhin yirmi yaşındaydı. Çocuk değildi
yani. Her şeyi anımsıyordu. Sonra Sovyet iktidarına uymaya çalış­
h, fakat, 1941'de bu iktidar zorluklarla karşı karşıya gelince, bu
adam, hemen Almanların tarafına geçti. Sakın geç kalmasın ... Al­
manlar, bir-iki gün sonra Sovyet idaresini devirecekler ve belki de
malikaneleri eski sahiplerine vermeye başlayacaklar. Ve o zaman
Tnıhin derhal, "Ben buradayım!" diyecek.
Sana ben, Andrey Mihayloviç, Vlasov komitesinin zirvesinde­
kileri anlahyorum. Orada sıradan Vlasovcular da var. Bunlara Al­
manlar "Ostlegion" diyorlar.
- Ne menem şey bu Ostlegionlar?
- Tumturaklı bir ad bu Ostlegion, ama, aslında savaş tutsak-
ları arasından derlenmiş küçük küçük gruplardan oluşturulmuş.
Komutanlar Alman. KarargAhlan Doğu Prusya'da, Letsen kalesin­
de. General Kastring'in orada bulunduğu söyleniyor. Ostlegionlar­
la Vlasov'un doğrudan bağlantısı yok. Onları sözüm yabana, dü­
şünsel alanda yönetiyor, gidip, bunların önünde nutuklar söylü­
yor. Ostlegionlarda kriminal tipler de var, köy ağalanrun tohumla­
n da, patalojik korkaklar da, alçaklar da. Kırgınlar da var elbette.
Bu arada, Ostlegion'a düşmeyi kendileri için bir trajedi sayanlar da

296
var. Düşmanın çemberi içine düşmekten asker suçlu değildir. Bu
erlerden pek çoğu çemberi yararak bizimkilerin yanına ulaşmaya
muvaffak oldu, bazıları çemberi yararken öldü, bazıları da çembe­
ri yarmayı başaramadı. Burada, derhal el kaldırıp teslim olanları
kastetmiyorum, sözüm, bütün dürüstlükleriyle savaşanlara, fakat,
alınlarına kurşun sıkma cesaretini gösteremeyenleredir. Bunu her­
kes yapamaz. Ve sonunda, savaş tutsaklarına özgü tel örgülerinin
ardına girerler. Bu tutsak kamplarında açlık ve soğuk var. Alman
propagandası, aralıksız olarak, Sovyet ordusunun tam bozguna
uğrahldığını, Alman ordularının Moskova'ya dayandıklarını yayıp
duruyor. Ve tutsaklara, "Sizi bu hale getirenler komiserlerdir!" de­
niyor. Almanların, Smolensk, Pskov, Minsk, Jitomir, Şepetovka ve
daha birçok yerlerde kurdukları savaş tutsakları kamplarında, tut­
sakları Ostlegionlara nasıl zorla çektiklerine ilişkin elimizde birçok
belge var. Yöntem hep aynı: Aç bırakmitk, ·soğukta yan çıplak ve
yalın ayak gezdirmek, çalışhrmak. Açlık ve soğuktan ölümler art­
hkça, bunlar, diğerlerine şöyle diyorlar: "Baylar, önünüzde iki yol
var. Biri ölüm, ötekisi Büyük Almanya ile işbirliği yapmak. ister bu
koşullarda çalışırsınız, ister Ostlegion'a yazılırsınız." Bazıları, ko­
şullara dayanamayıp ikinci yola sapıyor. Belgeleri okuduktan son­
ra bu gerçeği bütün korkunçluğu ile göreceksin.
- Vlasov'un karargahında ne iş göreceğim ben?
- Demek ki razısın? Çok iyi. Ne iş mi yapacaksın? Halkımı-
zın zaferine yardım edeceksin.
- Yani?
- Ödevler çok... Biz, Vlasovculardan ve Ostlegionculardan
istihbarat işlerinde yararlanmayı kararlaşhrdık. Biraz önce de be­
lirttiğim gibi oralarda türlü türlü insanlar var. Btınların içinde akıl­
lan başlarına gelenler ve yararlı bir şeyler yaparak hatalarını dü­
zeltmek isteyenler az değil. Bunlar, bize memnuniyetle yardım
edeceklerdir. Hemen hemen bütün Avrupa'da Ostlegionlar kurul-

297
muş. Bunu da göz önünde bulundurduk. Ellerini kana bulaşhrma­
mış, vicdanlannı satmamış olanlara, hatalanru düzeltmek isteyen
bu gibi insanlara yanımıza gelmeleri için yardım edelim. Affedil­
meleri olanaksız olanlara da Bah'ya kaçma kapılannı kapayalım.
Böyleleri, biz Almanya'da ilerlemeye başladığımız zaman, adaletin
hıncından kurtulmak için, Bah'ya kaçmaya çalışacaklardır. Açık
konuşalım, orada büyük güçlüklerle karşılaşacaksın. Tehlikeler
çok, bu yüzden aşın derecede ihtiyatlı olacaksın. Fakat, inanıyoruz
ki, bunlann üstesinden geleceksin.
- Kanma ve çocuklanma ne diyeceğim?
- Kanna gerçeği anlatacaksın, "Beni eski işime alıyorlar," di-
yeceksin. O anlayacakhr. Çocuklara da cepheye gönderileceğini
söyleyeceksin. "Ben istedim." diyeceksin. Parti örgütüne de aynı
şeyi söyle. Daha sonra, partizan olduğun, partizanlann yanma git­
tiğin söylentisini yayacağız. Şimdiye dek Martinov'dun, bundan
sonra ''M. Yoldaş" olarak bilineceksin. Razı isen derhal hazırlığa
başla.
Ve hazırlıklara başladım.
İkinci Yıldırım Ordusunun, Volhov cephesinde 1942 bahann­
da içine düştüğü ağır duruma ilişkin belgeleri incelemeye koyul­
dum.
Erlerin, subay ve komutanlann kahramanlıklannı kanıtlayan
pek çok belge vardı ve, neden saklayayım, büyük yanlışlıklan ve
düşüncesizce eylemleri anlatan belgeler de az değildi.
Korgeneral Nikolay Kuzmiç Klikov'un komutasındaki ordu,
Leningrad ablukasını yarmak gibi yüksek bir amaç uğrunda taar­
ruza geçmişti. 1942 yılının Ocak ayında, henüz yedek güçleri çok
gerilerdeyken savaşa sürülmüştü. Cephanesi de yetersizdi. Başan­
sızlığa uğrayınca taarruzunu durdurmak zorunda kaldı. Ocak ayı­
nın ikinci yansında yeniden taarruza geçti. İkinci Yıldırım Ordusu
erleri, Almanların savunmasında gedik açmaya muvaffak oldu,

298
düşmanı Volhov çayının Batı yakasına çekilmek zorunda bıraktı ve
Miyasnoy Bor'u ele geçirdi. Böylece açılan ve bazı yerlerde genişli­
ği elli kilometreyi bulan koridordan İkinci Yıldırım Ordusu erleriy­
le bir süvari kolordusu geçirildi. Bunlara verilen ödev şu idi: Lüb­
nan bölgesine çıkmak ve Leningrad yönünde taarruzlanna devam
etmek.
Başlangıçta İkinci Ordu Lüban yönünde başarılı olarak 70-80
kilometre ilerledi. Karşı yandan da 54. Ordunun taarruzda bulun­
ması gerekiyordu. Fakat, çok geçmeden ilerleme hızı zayıfladı,
çünkü beklenen güçler yetişmemişti. 54. Ordu da görevini yerine
getirememişti.
İkinci Ordunun ön müfrezeleri Lüban yakınlannda göründü­
ler. Tosno'ya vardılar, ne var ki, ordu, Alman direnişini tamamıyla
kıramadı, uzun süren kanlı çarpışmalarda ve aralıksız bombardı­
manlar altında ağır kayıplara uğradı, bunların terlerini dolduracak
güçler de gelmedi.
Bahar erken başlamıştı, karlar eriyordu, ilkbahar selleri yolla­
n bozdu. Yiyecek ve cephane tedariki gitgide güçleşiyordu. ·
Almanlar, mart ortasında koridoru yanm kilometreye kadar
daralttılar. Bundan sonra da tamamıyla kapattılar. İkinci Ordu,
bundan sonra yiyecek ve cephane yardımını sadece havadan sağla­
mak zorunda kaldı.
Bir belgede şu satırlan okudum: "İkinci Ordunun çabalan ve
52. Ordu ile 59. Ordu birliklerinin yardımlan ile koridor, 28 Mart'-
ta yeniden açıldı." Bütün bunlann nelere mal olduğunu tasavvur
edebilirsiniz! Ayrıca şunu da belirtmeliyim, düşman tam o sırada
Bavyera Kolordusu ile desteklenmiştir.
İşte bir belge daha: Alman teğmeni Vemer Vaydeman'ın not
defterinden özetler... Söz konusu mektup, teğmenin kansının otur­
duğu Tsosen şehrine ulaşamamış, ölen subayın cebinde bulunmuş­
tur. Mektupta şöyle deniyor: "Biz bu cehennemi çizgiye ölüm kori-

299
doru diyoruz. Yalnız bir gün içinde, yani dün, burada bizim alh
yüzden fazla askerimiz can verdi. Konrat Kerl de bunlar arasında.
Anımsıyorsun değil mi kendisini? Sana, geçen yılın temmuz ayın­
da tanışhrmışhm. Ne kadar uzakta kaldı şimdi o günler... "
Bir belge daha: Polityön [Politik yönetici] Aleksey Sokolov
şunlan bildirmiş: "Koridordan saat beşten sekize kadar cephane
yüklü 86 at geçti. İkinci Ordunun çember içindeki birliklerine sırt
çantalarında yiyecek ve cephane taşıyan birçok insan da geçti.
Hepsi sırılsıklamdı. Çünkü, bombalann açhklan derin çukurlar su
ile dolu idi. Tepelerinde faşist uçaklan olmasaydı erlerimiz korido­
ru güle oynaya geçeceklerdi. Fakat, bu uçaklar, onların her biriİli
izliyordu."
İkinci Yıldmm Ordusu Komutanı General Klikov, on beş Ni­
san günü ağır yaralanıyor. Cephe Askeri Şürası, komutanın derhal
cephe gerisine gönderilmesini öneriyor.
"Koridor" çalışmaya devam ediyor. Cephane ve yiyecek bu
koridordan getiriliyor, yaralılar, bu koridordan götürülüyor. İki
hafta içinde sekiz bin yaralı cephe gerisine taşmıyor. Askeri Şura
üyesi, Tümen Komiseri Zuev, yaralılara büyük bir özen gösteriyor.
"Koridor" çalışıyor. Askeri Şura, koridordan demiryolu geçi­
rilmesini kararlaşhnyor. Elde ray var, belirli sayıda vagon, özellik­
le yük vagonu var. Ve raylar, aralıksız bombardımanlar alhnda dö­
şeniyor.
Yüksek Başkomutanlık, 25 Mayıs'ta, "koridor"dan güney do­
ğuya çekilme emrini veriyor.
Artık, İkinci Yıldırım Ordusunun yeni komutanı var: Vlasov.
Almanlar, 2 Haziran'da "koridor"u yeniden kapahyorlar.
İkinci Ordu erleri, bir hayli azalmış olmalarına karşın, yirmi gün
sonra, Alman savunmasında, dar bir bölgede, bazı yerlerde bir, ba­
zı kesimlerde iki kilometre genişliğinde gedik açıyorlar. Aradan,
kanlı çarpışmalar içinde dört gün daha geçiyor, düşman üçüncü

300
kez "koridor"u kapahyor.
Böyle de olsa, İkinci Yıldırım Ordusunun çember içindeki bir­
liklerinin geri çekilmesi devam ediyor. 1 Temmuz'a kadar, çarpışa
çarpışa yirmi bin kadar er ve subay çekilmiştir.
Benim için en önemli olan soruna yanıt arıyorum: Vlasov çem­
berden neden çıkamamışhr? Acaba, kaptan gemiyi en son terk
eder, kuralını kendine kılavuz mu edinmiştir? Yoksa, ordunun ka­
lıntılarını toplayıp düşmanla son kurşuna kadar dövüşmek niye­
tinde miydi?
O günlerde İkinci Orduda olup bitenleri anlatan belgeleri oku­
duktan sonra bütün bu sorular geçersiz kaldı.
Anımsadığıma göre, bu alanda okuduğum belgelerin ilki, Vol­
hov Cephesi Özel İstihbarat Dairesi'nin haberiydi. Bunda şöyle de­
niyordu:
"Çemberden kurtulan Özel İstihbarat Dairesi işçileriyle İkinci
Yıldırım Ordusu komutanlarından alınan haberlere göre, Güney ve
Bah askeri birlikleriyle bağlantılarını yitiren Ordu Askeri ŞO.tası, 23
Haziran' da aldığı kararla, İkinci Yıldırım Ordusu Genel Karargahı­
nın 59. Ordu Bölgesine çekilmesini kararlaşhrmışhr."
Aynı belgede daha sonra şunlar bildiriliyordu: "Bugün, Vla­
sov'un emriyle bütün radyo istasyonlan yok edildi, bu yüzden de
kuzeydeki askeri birliklerle tüm bağlanhlar kesildi..."
Bu yersiz ve korkunç emrin nedenini uzun zaman aradım. Bir
gerekliliğin, bir operatif düşüncenin bulunup bulunmadığını anla­
mak istiyordum. Fakat, hiçbir şey bulamadım. Büyük zararlara yol
açmış olan bu emir, hiçbir gerekliliğe dayanmıyordu.
Belgede, daha aşağıda, şunları okudum: "Askeri Şô.ra ile İkin­
ci Yıldırım Ordusu Karargahı, 23 Haziran gecesi saat yirmi üçte,
Drovyanoe Pole Bölgesindeki Komutanlık, konum yerinden, Glu­
şitsa çayının doğu yakasında bulunan 59. Tugayın komutanlık ko­
num yerine gitti. Ertesi gün Askeri Şô.ra ve Ordu Karargahı men-

30 1
suplan çemberin çıkış noktası yönüne hareket etti. Fakat, Polist ça­
yına varmadan önce yolu şaşırdılar ve düşmanın makineli tüfek,
top ve havan toplu ateşi alhnda kaldılar ..."
Üsteğmen Domraçov'un 59. Ordu Komutanı General Korov­
nikov'a gönderdiği rapor elime geçti. General Korovnikov, Üsteğ­
men Domraçov'la Polityön Snegiröv'ün komutasında bir müfreze­
yi, Askeri Şılra'ya ve İkinci Ordu Karargahına çemberden çıkmala­
rına yardım etmek için göndermişti. Ve onlan bu tehlikeli yola
gönderirken, kendilerine şöyle demişti: "İlk önce Vlasov'u çember­
den kurtann. Yaralı ise kollannızda taşıyın."
General Korovnikov, Vlasov'un bir hain.olduğunu bilmiyordu
tabii. Volhov Cephesi Komutanı General Meretskov da, Vlasov'u
aramak ve kurtarmak için ormana gönderilen er ve subaylar da, ay­
nı görevle ormana müfrezeler yollamış olan partizan komutanlan
Dimitriev ile Sazonov da bilmiyorlardı.
Üsteğmen Domraçov'un raporunda şunlan okudum:
"Grubumuz, İkinci Ordu Karargahı için yanına yiyecek mad­
deleri de aldıktan sonra, 21 Haziran gecesi saat yirmi üçü kırk da­
kika geçe yola çıktı. Saat altıda hayırlısı ile ulaştık." Sırtlarındaki
ağır yükle cephe hattında nasıl emekleye sürüne ilerledikleri, ateş
altında dikenli telleri nasıl kestikleri konusunda hiçbir aynntı yok­
tu. "Hayırlısı ile ulaştık." İşte hepsi bu kadar.
"Ayın yirmi üçünde Askeri Şurayı ve İkinci Yıldınm Ordusu
Karargahını ·çemberden kurtarma hareketine başladık. Yürüyüş
kolumuz şöyle dizilmişti: En önde Snegiröv, sonra ben, bizden son­
ra bölük komutanı Yüzbaşı Ekzemplarskin'in komutasındaki istih­
barat bölüğünün iki takımı (bunlarda on iki hafif makineli tüfek
vardı, teğmen Sorokin'in komutasındaki takım tamamıyla otomat­
lıydı), onlann ardından da Vlasov, İkinci Yıldınm Ordusu Kurmay
Başkanı Albay Vinogradov, Askeri Şura mensuplan, İkinci Ordu
Karargahı işçileri geliyordu. İstihbarat bölüğünden bir takım bizi

302
destekliyordu. Ben pusula ile yönümü belirliyordum. Polist çayına
vardığımızda, Vlasov'un başkanlığında yedi-sekiz kişilik küçük bir
grup güneye yöneldi. 'Nereye gidiyorsunuz? O tarafa değil, ardım­
dan gelin!' diye bağırdım. Aldırmadılar. Snegiröv, onlan çevirmek
için arkalanndan koştu."
Açıkça görülüyor ki, yollannı şaşırmamışlar, kendilerini çağı­
ranlara kulak asmamışlar ve basıp gitmişler.
Okumaya devam ediyorum: "Biz, demiryolundan uzaklaşma­
maya dikkat ederek yolumuzda yürüyorduk. Bize kablan İkinci
Ordu er ve komutanlanyla birlikte, 25 Haziran günü saat üçte çem­
berden çıkhk ve saat dörtte," 191 'inci Tümenin Kurmay Başkanı Ar­
zumanov ile Komiser Yakovlev'e durumu bildirdik."
Yalnız bir günde, yani 22 Haziran'da, alh binden fazla er ve
subay çemberden kurtulmuş.
Teğmen Gorbov'un raporunda da şöyle deniyor: "İkinci Yıldı­
rım Ordusundan erler ve subaylar, hiçbir kayıp vermeden 29 Hazi­
ran günü 49. Ordu bölgesine ulaşhlar. Onlann anlathklarına göre,
geldikleri bölgede düşmanın kuvveti fazla değil."
Demek ki, Vlasov da çemberden kurtulabilirmiş.
Burada bir sıçrayış yapmak istiyorum: 1944 yılı sonbahannda,
Dobendorf'a, "Rus Kurtuluş Ordusu Propagandistleri Kursu"na,
kursçulann dileklerini dinlemek için gönderilmiştim. Durumlann­
dan memnun olmayanlar vardı. Bunlardan biri olan Semön Malük,
konuşmamızın sonunda şöyle dedi:
- Efendim, olanağınız varsa, beni Andrey Andreeviç'e hahr­
lahn ... Bir rapor gönderdim, fakat, anlaşılan eline geçmemiş ...
- Neyi hahrlatayım, diye sordum.
- İkinci Yıldınm Ordusu Karargahında şifre memurluğu
yapmış olan Malük sağ, deyin.
Ve övünerek ekledi:
Andrey Andreeviç, beni ilk defa Almanlara gönderdi ve

303
kendilerine teslim olmak istediğini bildirmemi söyledi.
- Ne zaman oldu bu?
- Gününü tam olarak anımsayamıyorum. Galiba 1942 Hazi-
ranının ortalanna doğru idi ... O zaman ben Andrey Andreeviç'le
uzun uzun konuştum. Beni Almanlara gönderdi. Teslim olmak is­
tediğini bildireyim diye.
Karargaha dönünce, Malük'le konuşmamı, Karşı İstihbarat
Şubesi Şefine anlattım. Aradan iki hafta geçmeden, Malük'ün, pro­
pagandistlerin mezun oldukları gün, sarhoş halde, bir araba altın­
da kalarak ezildiğini ve kendin� gelmeden öldüğünü öğrendim.
Bay Çikalov da bir görüşmemizde, bana:
- Gevezelere hiç tahammülüm yoktur, dedi.
Yine 1942 yaz aylarına dönüyorum:
Sislere gömülü, bataklık, rutubetli ve karanlık Novogorodsk
ormanlarında, üstün Alman kuvvetleriyle çarpışmalarda, Vla­
sov'un ihaneti sonucu birçok er ve subay ölmüştü.
Olhovka Bölgesi'ni savunan 22. Tümenin alaylarında, savaşa·
bilecek durumda sadece iki bin kadar er kalmışb. Mermileri kıttı, in­
san başına ancak yüz gram peksimet ve iki yüz gram at eti veriliyor­
du. Buna karşın, onlar düşmanı ilerletmiyor, ağır kayıplara uğratı­
yorlardı. Düşman sayıca üstündü, karnı yoktu ve yeni yeni kuvvet­
ler alıyordu. Almanlar, 22. Tümenin kalıntılanna karşı kırk tank sür­
müşlerdi, bunların on ikisi bizimkiler tarafından tahrip edilmişti.
İkinci Yıldmm Ordusu Özel Şube şefi Şaşkov yaralanmış ve
sonra kurşunu beynine sıkmıştı. Askeri Şura üyesi Lebedev de öl­
müştü. Tümen Komiseri Zuev, kaçınılmaz olarak düşmanın eline
düşüceğini anlamış ve intihar etmişti. İkinci Ordu Yedek Güçleri
Komiseri Vasiliev, erler tarafından son derecede seviliyordu. Ağır
yaralanmış ve ölümünden biraz önce şunları söylemişti: "Ölmek is­
temiyorum. Hiç olmazsa zafere kadar yaşamalıydım." Vasiliev,
öleceğini anladıktan sonra bile zaferi düşünüyordu.

304
832. Tümenin 1238, 1265 ve 1267. alaylarında savaşabilir du-
. rumda ancak dört yüz er ve subay kalnuşh. Bunlara, günde ellişer
gram peksimetle altmışar gram at eti veriliyordu. Tuzlan bile yok­
tu. Bütün bu yokluklara karşın aslanlar gibi döVüşüyorlardı. Mer­
mileri yetersiz olduğu için, yalnız· yüzde yüz vuracaklarına emin
.olduktan hedeflere ateş ediyorlardı. 24 Haziran'da, savaşa savaşa
çemberden çıkblar.
Alçaklar ve korkaklar da eksik değildi. Tabur komiseri Zubov
tutsak edildikten sonra kaçmayı başarmışh. A.tlatbğına göre Birin­
ci Sınıf İaşe Subayı Jukovski ve Albay Gorünov Almanlara teslim
olmlJŞlar ve onların sorduklanna aynntılı yanıtlar vermişler.
İkinci Ordu Ulaşbrma Komutanı General Afanasiev'in Gene­
ral Meretskov'a yazdığı raporu coşku ile okudum: "İkinci Yıldınm
Ordusu er ve komutanları kahramanca 54va�hlar. Büyük çoğunlu­
ğu son damla kanına dek vatana sadık kaldı. Yoksa dayanılmaya­
cak kadar ağır koşullar içindeydiler, savaş koşullan güçlükle do­
luydu, bu güç durumlarının ya bir budalalığın ya da bir �anetin
sonucu olduğu düşüncesi i:inde ölmek de kolay değildi.
Hiçbir ulaştırma araa -ne araba ne otomobil- çalışmıyordu,
bütün yollar diz boyu çamurdu. Cephane otuz kilometre uzağa
sırtta taşınıyordu. Erler, savaş tekniğini gözbebeği gibi koruyor,
· birçoklarını düşmana bırakmamak için Novo Kerest'e kadar taşı­
yorlardı..."
Afanasiev, Vlasov'u ormanda en son görenlerdendi.
Belgelerden saptadığıma göre, makineli tüfek erahndan Vasi­
liy Popov, Georgiy Lüsin ve Nikolay Sermaşçiev Vlasov'la beraber­
mişler. Polityön (politik yönetici) Şçerbakov da onunlaymış. Vla­
sov'un ev yardımcısı da yanındaymış.
Afanasiev, hepsine, Oredej çayına gitmelerini önermiş. Kara­
göl bu çaya giden yol üzerindeymiş. Gölde balık bolmuş. Böylece
yiyecek yedeklerini artırabilirlermiş. "Bu yoldan gidersek partizan-

305
lan bulacağız, mutlaka bulacağız!" demiş. Vlasov bu öneriyi kabul
etmemiş. Erlerden biri Afanasiev' e gitmek istemiş, fakat Vlasov
ona şiddetle çıkışmış ve, "Seni, alçak bir hain olarak tepelerim!" di­
ye tehdit etmiş.
Afanasiev tek başına hareket etmiş. Bataklığın biraz güneyin­
de kendisini partizan nöbetçi durdurmuş. Ve partizanlar, generali,
Sazonov'un komutanı olduğu Oredej müfrezesine götürmüşler. Bu
müfrezede radyo istasyonu varmış. Afanasiev, haritada, Sazo­
nov'a, Vlasov'u en son gördüğü yeri göstermiş ve, "Yakın bir yer­
de o. Arayın, yoldaşlar, arayın. Andrey Andreeviç kurtarılmalı!"
demiş.
Sazonov'un savaşçılan üç gruba ayrılarak yola çıkmışlar. Bi­
rinci grup �idritsa-Lisino-Tosno yönünde, ikincisi Ostrov köyü,
üçüncüsü de Peçnovo istikametinde Vlasov'u aramaya başlamış.
Sazonov, partizanlannı bir haini aramaya gönderdiğini nere­
den bilsindi!

Bir uçak Afanasiev'i almaya gelmiş. Ve İkinci Yıldırım Ordu­


su Ulaşhrma Komutanı geceleyin Ana Topraklara uçmuş. Hava
meydanında Orgeneral Meretskov'la Orkomiser Zaporojets tara­
fından karşılanmış. Onlar, Afanasiev' e, Alman radyosunun şu bil­
dirisini iletmişler: "Volhov çemberinin temizlenmesi sırasında,
İkinci Yıldırım Ordusu Komutanı General Vlasov sığınağında ya­
kalanmış ve tutsak alınmışhr."
Şaşkına dönen Afanasiev kendi kendine şöyle söylenmiş: "Eh,
Andrey Andreeviç! Benim iyi tavsiyemi dinlemene herhalde guru­
run engel olmuş ... Dinleseydin, şimdi birlikte olacaktık..."
Vlasov'un gönüllü olarak teslim olduğunu Afanasiev nereden
bilecekti ki...
Pek çok belge okudum. Bunlar arasında, Teğmen Nikolay
Tkaçcv'un günlüğü aklımdan çıkmıyor.

306
Tkaçov, 382. tümenin 1238. alayına bağlı kendi bölüğünün ka­
lınhlan ile birlikte, çarpışa çarpışa çemberden çıkarken ölmüş.
Günlüğünü, arkadaşı Teğmen Pötar Voronkov korumuş.
"Glmşitsa çayının kıyısındayım. Savaştan biraz önce Panya ile
buraya gelmiştik. Kuşlar gibi şendik. Oysa şimdi Almanlar burada
kuş uçurtmuyorlar, her santimetreyi makineli tüfek ateşiyle tarı­
yorlar. Savaştan öylesine �efret ediyorum ki. Buna karşın, son ne­
fesime kadar savaşacağım. Ölürsem, ödevimi yapmış olmanın bi­
linci içinde öleceğim. Alçağın biri, düşmana teslim edildiğimiz söy­
lentisini yaymış. Her şey olabilir: Yanlışlık, beceriksizlik, budala­
lık... Fakat, ihanet, asla ...
"

Tkaçov, Vlasov'un bir hain olduğunu nereden bilsindi ki...


Bunu şimdi biliyoruz. Anladım ki arhk, Vlasov çemberden çı­
kabilirdi. Çıkabilirdi, fakat çıkmadı. İstemedi.. Düşman tarafına git­
ti. Şimdi o benim de kişisel düşmanım. Çünkü, benim vatanıma,
benim halkıma ve dolayısı ile bana, ben Andrev Martinov'a, benim
kanma, benim çocuklarıma ihanet etti.
Malgin'e sordum:
Ne zaman?
Hazırlığını tamamladığın zaman.
Hazırım. Bu canavara ölüm yargısını yerine getirmeye ha-
zınm.
Sana böyle bir ödev verilmiyor. Yargılanacak... Hazırlığını
tamamla hele...
Ve hazırlıklarıma devam ettim.

ALMAN ÇiZMESİ
Volhov Cephesi'ndeki İkinci Yıldırım Ordusu komutanı, 12
Temmuz 1942 günü gönüllü tutsak oldu.
Vlasov'u orman kıyısına çıkarmış olan Alman takımının ko­
mutanı Oberleutnant [üsteğmen -çev.] Şubort, matarasının kapağı

307
durumunda olan bardağı doldurdu ve Vlasov'a uzath. Oberleut­
nanhn bozuk bir Rusçası vardı, bu yüzden sözünü jestlerle tamam­
lamaya çalışıyordu:
- Kamü ... Gut konyak... İnsanı dinçleştiriyor.
Vlasov, Almanlarla ilk temasında, özellikle ormanda yürürler­
ken her an tetikteydi, bir sürprizle karşılaşmamak için oberleyta­
nantın yakınında olmaya dikkat ediyordu. "Allah bilir, insanı rast­
lantıya getirip tepeleyiverirler... "
Ormandan çıkhktan sonra, parlak güneş ışıklan altında içi ra­
hatladı. Kendisine konyak sunan oberleytenantın, topuklarını bir­
birine vurup iki adım geriye çekilmesi hoşuna gitti. Subay, kendi­
sine hitap ederken, daima elini şapkasına götürüp selam durumu­
na geçiyor ve: "Herr General!" diyordu. Bu da hoşuna gidiyordu.
Vlasov'un konyak isteği yoktu. Güneş adamakıllı kızdırıyor­
du, bu yüzden bir bardak Soğuk su olsaydı daha fazla hoşlanacak­
tı. Fakat, konyağı küçük yudumlar halinde içti, içmezse subaya ha­
reket etmiş olabilirdi belki de. Bundan korkuyordu. Bardağı Al­
man'a verirken hafifçe eğildi, Almanca teşekkür etmek istiyordu,
fakat ağzından birden, "Mersi," sözü çıktı.
Oberleytenant bardağı avucuna aldı ve aynı saygılı tonla sor-
du:
- Daha ister misiniz, Herr General?
- Mersi, Oberleutnant.
· Vlasov, sadece, yirmi iki yaşındaki oberefreytordan (başça­
vuştan) hoşlanmıyordu, daha ormanda, Almanlarla ilk temasında
dikkatini çekmişti bu genç. Almanlar, Vlasov'un isteği ile, onun
muhafızları arasındaki makineli tüfek erlerini kurşuna dizdikleri
zaman, oberefreytor, Rus generale aşağılayıcı gözlerle bakıyordu.
Almanlar, büfeci kadın Zina'yı kulübeden çıkardılar. Vlasov,
bu gece, bir kaput altında onunla yattı, iç çamaşırlarını yırth, göğ­
sünü ve dudaklarını ısırdı. Zina, ilk anda Almanların kendisini ne

308
yapacaklarını anlayamadı. Asker ceketinin düğmelerini aceleyle
ilikledi. Yüzü bir anda sapsan kesildi, iri siyah gözleri daha da iri­
leşti. Uzun boylu, kalın kaşlı Alman askeri, onu, ölmüş olan maki­
neli tüfek askerinin albnda yathklan ağaca doğru sürüklerken, Zi­
na yere düştü ağlıyor ve haykırıyordu:
- Andrey Andreeviç! General Yoldaş, öldürmeyin beni! Aa­
yın bana!
Vlasov başını çevirince, genç oberefreytorun çahk kaşlı yüzü
ile karşılaşh. Bu sırada tüfek sesleri duyuldu ve Zina haykırmaz ol­
du. Hareket ettikleri zaman Vlasov kendini tutamayarak Zina'nın
cesedine bakh. Genç kadının eteği dizlerincl.en yukan çekilmişti. Ve
Vlasov sol bacağındaki kahve renkli beni açık seçik gördü. Zina,
bunun "yıldız" olduğunu söylemiş ve şöyle demişti: "Annemin de
aynı yerde böyle bir beni var. Ben hiçbir zaman kaybolmayacağım,
bu yıldızımla tanınacağım..."
Oberleytenant, generale bir dolu kadeh daha uzatb ve "Tekrar,
tesellinin anasıdır." gibilerden hiç de yerinde olmayan bir söz etti.
Vlasov, yine:
- Mersi, dedi ve bardağı bu kez hiç nazlanmadan içti. Asker­
ler güldüler. Fakat, oberleutnant kaşlarını çahnca gülüşmeler bıçak
gibi kesildi. Vlasov yine fark ehnişti. Onları güldüren, oberefrey­
tordu, Vlasov'un kadehi bir dikişte içişinin taklidini yapmışh.
Siyah bir "Opel-Admiral" durdu. Arabadan çıkan bir yüzbaşı
Vlasov'u selamladı. Oberleutnant, generale:
- Herr General, buyurun, dedi.
Ve arabanın kapağını açarak, generalin yerleşmesine yardım
etti, sonra kapıyı hızla kapath.
Arabanın içi serindi, deri ve sigara kokuyordu. Vlasov, çizme­
lerinin çamurlu oluşundan rahatsız oldu ve ayaklarını kanepe alh­
na saklamaya çalışh, fakat kanepe alçak olduğu için bunu başara­
madı.

309
Yüzbaşı susuyordu. Vlasov, "Almanca da olsa bir şeyler söyle
yahu" der gibi ona baktı. Fakat, yüzbaşının ağzı kenetliydi. Niha­
yet bu suskunluk tahammülsüz bir hal aldı ve Vlasov, sırf onu ko­
nuşturmak için:
- Zer gut otomobil, dedi.
Yüzbaşı, başını çevirip yanındakine bakmadı bile. Bakışlarını,
şoförün pembe beyaz, pıtırlı ensesinden ayırmadı.
Araba, kırmızı tuğlalı iki kat bir yapının önünde durdu. Yüz­
başı dışarı çıktı ve arabanın kapısını açarak, Rusça:
- Geldik, sayın general. Burası Siverska istasyonu, dedi. Si­
zi, "Kuzey" Orduları Komutanı General Lindeman görmek istiyor.
Alman'ın, Rusça bildiği halde bütün yolculuk boyunca susma­
sına canı sıkılan Vlasov, sinirli bir halde:
- I<;endime biraz çeki düzen vermek için kısa bir zamana ge­
reksinimim var, dedi.
Yüzbaşı, nazik, fakat soğuk bir tonla yanıt verdi:
- Bizim burada durmakta asıl amacımız da bu, sayın gene­
ral. General Lindeman sizi saat on dörtte bekliyor.
General Lindeman'ın karargahında her şey düzen içinde yü­
rüyordu. Astsubay üniformalı berber, Vlasov'a nasıl bir saç mode­
li istediğini sormadan, ormanda bir hayli büyümüş olan saçlarını,
ustaca ve hızla kesti. Vlasov, berberin, kendisinin en sevdiği saç
modelinin alabros olduğunu derhal anladığını memnuniyetle gör­
du. Ustura da yağ gibi kayıyordu. Vlasov bir elinin tersini yüzün­
den geçirdi ve memnuniyetle gülümsedi.
Duşun yanı başındaki küçük soyunma odasında yepyeni iç ça­
maşırları, etiketli çoraplar ve hoş kokulu bir sabun vardı.
Vlasov, yıkanırken, sabahleyin ormanda olup bitenleri anım­
samadı bile; makineli tüfek erlerinin kurşuna dizilmelerini, Zi­
na' nın ölümünü ... Bunlar artık bir tarihti ve kendisini kaygılandır­
mıyordu.

310
Hızla akan suyun alhnda derin bir zevkle yıkanıyor, büyük
süngerle güçlü ensesini oğuşturuyordu. Göbek çukurunun üst ta­
rafında bir sivilce gördü, sıkh ve yerini her olasılığa kaşı güzelce yı­
kadı. Aklından şu düşünce geçti: ''Tentürdiyot sürmeliyim. Olmaz­
sa odekolonla ovmalıyım. Adal!' sen de, böyle de olur."
Geniş bir hamam havlusuna sarınarak soyunma odasına gitti
ve iyice temizlenip ütülenmiş ceketini askıda gördü. Sadece çizme­
leri kendisininki değildi, düz ve sert konçlu, pırıl pırıl Alman çiz­
mesiydi.
Berber geldi, saçlannı parlatarak taradı, masaj yaph.
Vlasov, bundan sonra, büyük ve aydı�lık yemek salonunda -
burası, Almanlar gelmeden önce parti komitesinin toplanh salo­
nuydu- iki parça domuz pashrmasını lezzetle yedi. Acı pastasın­
dan tattı, Rus acısından tamamıyla farkl�dı... mayhoş ve tatlıydı,
hoşuna gitti. Sevmediği halde, bir bardak sade kahveyi içti. Bu sı­
rada küçük bir kapta kaymak gördü. Peçete ile örtülü bir tabakta
ne bulunduğunu merak etti. İki yumurta ile küçük bir kaşık.vardı.
Yumurtanın birini yedi, ikincisini soyarken fazla sıkmış olacak ki,
kabuğunu kırdı. Kaymağı kanşhrarak ikinci kahveyi de içti.
Artık işe başlıyabilirdi, fakat yapacak bir işi yoktu, Linde­
man' a götürülmesini beklemeye başladı.
Pencere yanına gitti, çerçeveyi hafifçe itince pencere kıpırdadı.
"Çıkıp biraz dolaşayım. Herhalde muhafız falan yoktur... " diye dü­
şündü. Fakat, pencereden başını dışan çıkannca, dış kapı önünde
otomatik silahlı bir er gördü. Hoşuna gitti. Demek ki muhafızları
vardı. "Kaçabilirim de..." Ve birden neşesi kayboldu. "Kaçacak ye­
rim yok artık. Nereye kaçacağım! Arkaya giden bütün yollar ka­
pandı."
Bir aralık Zina aklından geçti. "Andrey Andreeviç!" diye hay­
kıran sesini duyar gibi oldu.
Biraz önceki yüzbaşı geldi salona:

311
- Hazır mısınız, sayın general? Gidebiliriz arbk.

· General Lindeman son derecede nazik karşıladı kendisini.


Odanın ortasına kadar geldi, elini uzath, geniş bir koltuğu göster­
di, Vlasov'un oturınaSını bekledi, sonra, onun sağındaki koltuğa
yerleşti.
Vlasov, gamalı haçı yalnız kartlarda ve Moskova önlerinde tut­
sak edilen Almanlarda görmüştü. Burada yanı başında üç tane bir­
den vardı: Biri" Lindeman'ın kolunda, öteki gögsünÜn sağ yukan­
sındaki kahramanlık haçı nişanındaydı. Bu yakınlık onda hiçbir ya­
bancılık duygusu uyandırmadı, zorunlu bir şey olarak kabul etti.
Lindeman, başı hafifçe çevirmene dönük konuşuyordu, gözle­
ri Vlasov'daydı. Yüzbaşı onun şu sözlerini çevirdi:
General ilk önce kendinizi nasıl hissettiğinizi öğrenmek is-
terim.
'

Kendimi çok iyi hissettiğimi bay generale iletmenizi rica


ederim.
Yüzbaşı Rusça olarak:
- İleteceğim. Fakat, siz bana ricada bulunmayın, Bay Vlasov.
Sözlerini iletmek benim görevim! dedikten sonra Lindeman'a Al­
manca söyledi.
- Sağlık ve ruh halinizin iyi olması beni memnun etti.
Vlasov'un ağzından bir "Danke" sözü çıkb ve buna kendisi de
şaşb.
Lindeman hafifçe gülümsedi ve asıl amaca geçti:
- Sizin Büyük Almanya'ya geçişinizle ilgili tüm sorunlar,
Führer'in karargahında çözüme bağlanacak. Sizi de bugünlerde
oraya yollayacağız. Benim görevim, sizi kabul etmek, sağlığınızın
ve ruh halinizin iyi olmasına özen göstermektir.
Vlasov, çevirmenin sözünü keserek bir "Danke!" daha savur­
du. Başını eğdi: "Danke!"

312
Lindeman, Vlasov'un çizmelerine bakb:
- Bu konuşmamızdan sonra, sizi, size aynlan binaya götüre­
cekler. Her istediğinizi yüzbaşıya söyleyeceksiniz. Şu anda bir di­
leğiniz var mı?
- Teşekkür ederim. Hi�r dileğim yok.
Lindeman, önündeki kağıtlan kanşbrdıktan sonra:
Beni kişisel olarak ilgilendiren bazı özel sorulanın var, de-
di.
Yanıtlayabileceğim sorularsa, memnuniyetle cevaplayaca-
ğım.
Stalin'in sağlık durumu nasıl? En � ne zaman gördünüz
kendisini?
Vlasov, Stalin'i en son, 1941 yılının Mayıs ayında Kremlin' de,
Harp Akademisi mezunlanna verilen akşam yemeğinde, uzaktan,
nutuk söylerken görmüştü. Bunu olduğu gibi söylerse, Lindeman'ı
tatmin edeceği çok kuşkulu idi. Bu yüzden, yalnız birinci soruyu
yanıtlamayı yeğledi:
- Benim bildiğime göre, Stalin sağlamdır. Ne var ki son ay­
larda bu konuda bilgi almak olanaklarım yoktu.
- Jukov hakkındaki kanınız nedir?
- Ne anlamda? İnsan olarak mı, yoksa komutan olarak mı?
Komutan olarak kişiliği alabildiğine şişirilmiştir. Sıradan bir albay.
Tabii yetenekleri yok denemez. İnsan olarak, çok sempatik olduğu­
nu söylüyorlar. Kendisiyle fazla temasım olmadı.
"Özel" sorular yağmur gibi yağıyordu: Şapoşnikov, Konenev,
Meretskov... Lindeman, Vlasov'un sözünü kesmeden, ilgiyle, dik­
katle dinliyordu. Vlasov, yaphğı değerlendirmelerin Lindeman'ın
hoşuna gittiğini farketti.
Alman general, hiç beklenmedik bir anda doğruldu:
- Bana ilginç anlar yaşathnız, general. Anlattıklannızın hep­
si gerçeğe uygunsa, bundan memnun olacağım. Fakat benim şim-

313
diye dek bildiklerimle sizin değerlendirmeleriniz ne yazık ki birbi­
rine uymuyor.
Vlasov, gözlüğünü çıkardı, camlarını hızlı hızlı silmeye başla­
dı. "Daha dikkatli olmalıyım. Böyle giderse, halim dumandır... "
- Özellikle Jukov ve Meretskov hakkındaki değerlendirme­
lerinizi kabul edemeyeceğim. Ben, Jukov'un eylemlerini dikkatle
izliyorum. Elbette, olanaklarım içinde... Bu yetenekli komutanın
önem ve rolünü küçümsemek doğru değildir. Olacak şey değil ya,
ben onu bizim kara kuvvetlerinin genelkurmay başkam olarak gör­
sem sevinirim.
Lindeman sinirli bir halde ekledi:
- Çünkü o, N.us koşullarını bizden iyi biliyor.
Vlasov, içine düştüğü güç durumdan sıyrılmak için:
- Ne yazık ki, General Jukov'la görüşme olanaklarım azdı.
Lindeman, kuru bir sesle Vlasov'un sözünü kesti:
- . Benim hiçbir temasım olmadı...
Arhk açıkça belliydi ki, Kuzey Ordu Grupları Komutanı, Vla­
sov'a karşı her türlü ilgiyi yitirmişti. Gözleri çizmelerinde olduğu
halde, yüzbaşıya bir dosya uzattı:
- Radyoda bildirmek istiyoruz. Rusça metnini görmek ister
misiniz?
Vlasov, şunları okudu: "Volhov çemberinin temizlenmesi sıra­
sında, İkinci Yıldırım Ordusu Komutanı General Vlasov sığınağın­
da yakalanmış ve tutsak alınmışhr. General Vlasov, Büyük Alman­
ya tarafına geçmek için çoktan fırsat kolladığını bildirmiştir."
- Ben sadece ilk cümle ile yetinmenizi rica edecektim. Şim­
dilik böylesi daha iyi...
Lindeman, yüzbaşıya bir şeyler söyledi. Yüzbaşı, cebinden kü­
çük bir sözlük çıkardı, birkaç sayf;ı karışhrdıktan sonra, sözlüğü ko­
mutana verdi. General, gösterilen yere bakh, sonra Rusça şöyle de­
di:

314
- Bir Rus atasözünde, "Başı kesilenin saçına ağlanmaz." de­
nir. Fakat, ikinci cümleyi istemiyorsanız, kaldıracağız. Auf wieder­
sehen, Herr Vlasov...
Yüzbaşı, Lindeman'a bir şeyler fısıldadı. Vlasov, sadece ''ba­
sın" sözünü anladı. Lindeman �ssiz;ce koltuğuna oturdu. Yüzbaşı
kapıya giderek, ellerinde fotoğraf makinaları bulunan ilci subayı
içeri aldı. Yüzbaşı, Vlasov'a, oturmasını ve Lindeman'ın yaphğı gi­
bi, ellerini dizlerine koymasını rica etti. Lindeman'ın yüzü bir gü­
lümseme ile aydınlanmışh. "Kuzey'' Ordu Grupları Komutanı,
İkinci Yıldırım Ordusu Komutanı General Vlasov'la konuşuyordu.
Büyük Almanya tarafına geçmek için çokt{ln fırsat kollamış olan
Vlasov'la.
Subaylar, fotoğraflar çektikten sonra odadan ayrıldılar. Linde­
man, koltuğundan kalkh ve bir şeyler anımsamış gibi, Vlasov' a il­
giyle baktı. Kavrayışlı yüzbaşı hemen başını ona doğru yaklaşhrdı
ve derhal çevirdi:
- General bana söylendiğine göre, isteğiniz üzerine yanınız­
daki iki askerle bir kadın öldürülmüş. Bu isteğinizin nedenini açık­
lar mısınız?
Vlasov, her soruyu beklerdi ama, bunu değil. Lindeman'ın, iki
muhafızla Zina'nın kaderiyle ilgileneceğini hiç ummuyordu. Kafa­
sında hazır bir yanıt formülü de yoktu. Bu yüzden aklındakini ol­
duğu gibi söyledi:
- Görgü tanıkları ne kadar azsa o kadar iyidir...
Lindeman, yanıh dinledi, kaşları hafifçe çahldı ve hiçbir şey
söylemedi.
Berlin'den uçakla gelmiş olan, Başkomutanlığa bağlı Propa­
ganda Şubesinden Yüzbaşı Ştrikfeld, öğleden sonra Vlasov'un ya­
nına gitti. Ştrikfeld, çok iyi Rusça biliyordu. Bu yüzden, başbaşa
kaldılar.
- Yarın Vinitsa'ya gidiyoruz, Andrey Andreeviç.

315
- Söyleyin allah aş�, Adolf Hitler orada mı? Beni kabul
edecek mi?
- . Kulağınıza küpe olsun, Führer'in nerede bulunduğunu
hiçbir zaman, hiç kimseye sormayın. Çünkü, hiçbir zaman yanıt
alamayacaksınız. Size bir tavsiyem daha var, Führer tarafından ka­
bul edilmek istediğinizi açıklamayın. O sizi görmek isterse, götüre­
ceklerdir elbette siii.
Akşam, Subay Sineması'na gittiler. Seyirci azdı. Subaylar Vla­
sov'a ilgiyle baktılar, hatta içlerinden bazılan selam durdu. İkisi si­
yah giysiliydi. Ştrikfeld, bunlardan birinin SS subaylarından briga­
den führer Belinberg, ötekinin yine SS'den Obersturmbannführer
Leman olduğunu söyledi.
- Bu rütbeleri askeri rütbeyle söylemek gerekirse, Leman
yarbay, Beİ.inberg ise tuğgeneraldir. Kendisi Heinrich Himmler'in
yakınıdır.
Ve övünerek ekledi:
- Beraber yolculuk yaptık.
SS kıtalanndan brigaden führer Belinberg'in, bir ay sonra gru­
per führer, yani tümgeneral olacağını, iki ay sonra da Krasnodar
yakınlarında partizanlar tarafından öldürüleceğini, dul eşi Adela
Belinberg'in de iki yıl sonra Himmlec'in nzası ile Vlasov'un kansı
olacağını o zamanlar kim bilebilirdi ki...
Vlasov bunu bilseydi, herhalde yanına gider, tanışır, kendisiy­
le konuşurdu.
Ekranda günün olaylan gösteriliyordu. Hallerinden memnun
gürbüz Alman askerleri, Eyfel kulesi dibinde Fransız kızlarla neşe­
li neşeli konuşuyorlardı. Biraz sonra, aynı askerler ya da onlara pek
benzeyen başkaları bir Paris kahvesinde gösterildi. Birinin elinde
içki kadehi vardı.
Daha sonra, Kiev'in Puşkin ve Sverdlov caddeleriyle Tiyatro
Meydanı gösterildi. Vlasov'un savaştan önce oturduğu ev, bir ara

316
görünüp kayboldu. Resim Galerisi'nde Almanlar dolaşıyordu.
Vlasov, iskemlesinde kıpırdadı, içinde bir huzursuzluk duy­
muştu. Kiev için bir şeyler söylemek istiyor, fakat duruma uygun
söz bulamıyordu. Ekranda Hamburg belirdi. Muzafferane ilerle­
yen Alman orduları için yardım toplanıyordu.
Sonra, soylu, fakat sıkıcı kocasından Alplere kaçan çapkın bir
dilberin serüvenini anlatan uzun bir film gösterildi.
Filmden pek hoşlanan Ştrikfeld çevirmeyi de unuttu. Tahta is­
kemlede uzun zaman oturmaktan kabalan ağrımış olan Vlasov kal­
kıp gidemiyordu. Çapkın dilber dağdan skiyle iniyordu. Aşağıda,
sevgilisi ve henüz gelen kocası bekliyordu. Büyük Almanya Başko­
mutanlığına bağlı Propaganda Şubesinden" Yüzbaşı Ştrikfeld, fil­
min nasıl sonuçlanacağını merakla bekliyordu.
Ştrikfeld'le dostça ayrıldılar. Vlasov, �ütün film boyunca nasıl
söyleyeceğini düşündüğü bir dileğini, ayrılırken aklına gelivermiş
gibi dile getirdi:
- Olasılığı varsa, bana, Rus biçimi bir ayakkabı bul�urun.
Bunlar dehşetli ayaklarımı sıkıyor.

HERR HiLGER GENELLEME YAPIYOR


Almanlar Vinitsa'yı göstermek istemediler. Kendisini, hava
meydanında, pencereleri perdeli bir arabaya bindirdiler. Oysa Vla­
sov ,şehri görmek istiyordu. 72. Tümen Komutanı iken, burada iki
yıla yakın bir zaman oturmuştu. Demiryolu kavşağında beş dakika
beklediler, uzun bir yük treni geçiyordu. Vlasov, perdenin ucunu
aralamak istedi. Kendisini havaalanında karşılayan ve arkada otu­
ran subay, elini kabaca pencereden uzaklaşhrdı ve kalın perdenin
açılan kesimini sıkı sıkıya kapath.
Birkaç gün yalnız bıraktılar. Yiyeceği ile birlikte votka, şarap
da veriliyor, ekranda günlük haberler gösteriliyordu. Fakat, kendi­
sini ilgilendiren sorunlar üzerinde hiçbir konuşma yapılmıyordu.

317
Ştrikfeld'e bu tutuklu durumunun daha ne kadar süreceğini sor­
mak istedi, yüzbaşı omuzlannı kaldırmakla yetindi.
Abvere, Gestapo'ya, Dışişleri Bakanlığı Beşinci Şubesine ve is­
tihbarat işleriyle uğraşan bütün dairelere,' General Vlasov için neler
öğrenmişlerse bildirmeleri için birer yazı gönderilmişti. Ştrikfeld'in,
bunu, ortada fol yok yumurta yokken ağzından kaçırması olanak­
sızdı. Soru yazısında Vlasov'un özgeçmişi de kısaca anlatılıyordu:
"1901 yılında, Gorkov devrimden önce Nijegorod ilinin, Gagin
ilçesinin, Lomakino köyünde doğdu, papaz okulunu, seminaryayı
bitirdi. Üç defa evlendi; ilk kez 1926 yılında, köydeşi Ana Mihay­
lovna Voronina ile, ikinci kez 1937'de, Yuliya Semönovna Osadça
ile, üçüncü kez, 1941'de askeri doktor Agnesa Pavlovna Podma­
zenko ile. Komsomola girmedi. Yüksek Vistrol askeri kurslannda
okudu. Savaştan önce bölük, tabur ve tümen komutanlıklannda
bulundu.
"Alınan bilgilere göre, 1937'den sonra hızla yükseldi. Uzun
zaman Komünist Partisi'ne üye olmadı, köy burjuvazisi kökenli ol­
duğunun anımsanacağından korkuyordu. Kadınlara zaafı vardır
(Kansı Agnesi Pavlovna'yı doğum yapmak için gönderdikten he­
men sonra iki kadınla ilişki kurdu). Parayı sever, kurnaz, içine ka­
panık, ölümden çok korkar.
"Şu noktaların aydınlığa kavuşturulmasını rica ediyoruz: Ba­
basının ne kadar toprağı vardı? Sovyet komutanlan arasında dost­
lan kimlerdi? Memleketimize kaçışı Ruslar arasında ne gibi izle­
nimler yaratmıştır?"
Soru yazısının sonunda şöyle deniliyordu: "Bu bilgiler, Gene­
ral Vlasov'un anti-sovyetik amaçlar uğrunda kullanılması için ge­
reklidir."
Ştrikfeld olmasaydı, aylaklıktan herhalde çatlayacaktı. Yüzba­
şının on parmağında on marifet vardı; sarhoş olmadan içki içmesi­
ni beceremiyordu, hiç çekinmeden fıkralar anlatabiliyordu. Bir de-

318
fasında Göbels için şu fıkrayı anlatmıştı: "Berlinliler sabah sabah el­
lerine aldıkları gazetede beyaz bir boşluk gördüler mi, bilirler ki,
Propaganda Bakanı Göbels'in günlük makalesi sansür edilmiştir."
Ştrikfeld, ikinci haftanın sonunda, bir akşam, kendine teslim
edilen Vlasov'un can sıkıntısı içinde kıvrandığını gördü ve özür di­
leyerek çıktı. Biraz sonra, yanında iki genç kızla döndü. Bunlar pek
terbiyeli davranıyorlardı. Reverans yaptılar, el sıkıştılar, kendileri­
ni küçük adlan ile tanıttılar. Birinin adı Mura, ötekinin Lüsya idi.
Vlasov, orta boylu, balık etinde, iri göğüslü sarışın Lüsya'yı
beğendi. O kadar ki, Ştrikfeld'in ona göz koyması olasılığını düşü­
nerek huzursuzlanmaya başladı. Ne var ki, yüzbaşı, bu kez de na­
zik davrandı:
- Siz bizim misafirimizsiniz... Seçme hakkı sizin, dedi.
Sonra masaya iki şişe şarap koyarak, .bi�ni açtı ve bardakları
doldurmaya başladı. Bu sırada Vlasov sabırsızlanarak, "kendinin­
kini dışarı çıkar" anlamında bir göz işareti yaptı. Ve Lüsya'nın ya­
nma oturdu. Genç kadın çapkınca güldü:
- Benim nişanlı sensin, öyle mi? Maşallah, fasulye sırığı gibi
bir adammışsın, diye fıkır dikir söylendi ve sonra etrafına bir göz
attıktan sonra, hafif bir sesle:
- Bugünlerde dağıtılan bildirilerdeki resim sensin galiba,
dedi.
Aradan üç gün geçmişti. Ştrikfeld:
- Beklediğiniz görüşme bugün yapılacak, haberini verdi.
Vlasov umuyordu ki, bir "Opel-Admiral" gelip kendisini ala-
cak, Hitler'in karargahına götürecek, Führer'le yapacağı konuşma­
da Rayh'ın en yüksek makamlarındaki kişiler bulunacak, kısacası
her şey yüksek düzeyde geçecekti. Öyle ya, kendisi gibi Almanla­
rın tarafına gönüllü olarak geçmiş kaç Sovyet komutanı vardı ki...
Fakat, hiçbir yere gitmesine gereksinim görülmedi. Yüzbaşı,
Vlasov'un odasına, sivil bir Alman getirdi.

319
Sivil adam, hiçbir törene gereksinim görmed�n, hatta Ştrik­
feld'in sabahları yaphğı gibi faşist selamıyla kolunu kaldırmadan
kendini tanıth:
- Dışişleri Bakanlığı danışmanlarından Hilger...
Sanki bir misafir değil bir ev sahibiymiş gibi, davet bekleme­
den oturdu, karşısındakini küçümseyen bir tonla:
- Sizi dinliyorum, General Vlasov.
Vlasov, şaşırmış bir halde Ştrikfeld'e bakh. Yüzbaşı, Vlasov'a,
"Benden bir yardım bekleme" der gibi ilgisizlik gösteriyordu.
- Asıl ben sizi dinlemek istiyorum, Herr Hilger. Benim söy­
leyecek bir şeyim yok. Ben Büyük Almanya'ya gönüllü olarak geç­
tikten sonra her şeyi anlathm. Şimdi sadece şunu ekleyebilirim: Ko­
münistlere karşı yürüttüğünüz savaşa hizmet ve bilgimi sunmaya
hazınm.
Sizi bu karara sevkeden etken nedir?
İnanom.
Kısaca da olsa anlahr mısınız?
Çalışacağım anlatmaya.
Sizi dinliyorum.
Dindar bir aile ortamında yetiştim. Babam ve annem beni
papaz yapmak istiyorlardı.
Allaha inanır mısınız?
Bilmem ki nasıl anlatayım ...
Evet veya hayır diyerek.
İnanıyorum.
Devam edin konuşmanıza.
Dinle devleti birbirinden ayıran Sovyet yönetimi, dini ken­
di yasalarından yoksun etti.
- İnsan yasasız da dine inanışını sürdürebilir.
- Sürdürebilir ama, önde çoban olmayınca güç bir iş bu...
Sonra, sonsuz baskılar...

320
- Anladım ... Sizi bize gelmeye zorlayan etkenlerden biri din
sorunu. ötekiler?
Çok...
Sayın başlıcalannı...
Marksizm-Leninizm'e karşıyım.
Ne bakımdan?
Sınıf savaşımı teorisine inanmıyorum. İnsanlar var yete­
nekli, çalışkan, tasarrufçu, gerçek mal sahibi, yine insanlar var tem­
bel, budala, özensiz, haset... Toprak, onu sevenlere ve işlemesini
becerenlere ait olmalıdır.
- Babanızın ne kadar toprağı vardı?
.
- Alh yüz morg... (Polonya ve Letonya' da beş dekar, Alman-
ya'nın çeşitli bölgelerinde 2.6 - 3.6 dekar arasında)
Hilger not defterine bakb:
- Abamyor musunuz? Belki de kırk, ha?
- Olabilir. Belki de Alman toprak ölçüsü ile Rus ölçüsünü
karıştırıyorum.
- Sanayie ilişkin görüşleriniz toprağa ilişkin görüşlerinize
uyuyor mu?
- Genel çizgileriyle evet.
- Bizim bildiğimize göre Komünist Partisi üyesiymişsiniz.
Neden üye oldunuz? Sizden doğru bir yanıt alacağımızı umuyo­
ruz.
- Komünistlerin düşünceleri bana tamamıyla yabancıdır,
hatta düşmancadır ... İyi ama, kurtlar arasında yaşayanlar kurt gibi
ulumasını bilmelidirler.
Bu atasözüne sadık kalacağınızın güvencesi nedir?
- .Bir subay olarak yemin ederim.
- Siz, bir subay olarak, bir değil iki kez yemin etmişsiniz. Bi-
rinde subay andı, ikincisi Komünist Partisi'ne girdiğiniz zaman ...
Bu yemine sadık kaldığımı yapacağım işlerle göstereceğim.

321
İşten kashnız ne?
Komünistlere karşı savaşım.
Nasıl bir savaşım?
- Her türlü.
Şimdi ne yapmak niyetindesiniz?
Büyük Almanya'nın Sovyet sistemini yıkmasına yardım
edeceğim.
- Alman Silahlı Kuvvetleri bunu sizin yardımınız olmadan
da yapacak.
- Olabilir... Fakat ele geçirilen memleketin yöneltilmesi ge­
rekiyor.
- Öneriniz nedir?
- Komünizme karşı zafer kazanıldıktan sonra Rusya bağım-
sız bir ülke olarak kalmalıdır.
- Almanya, bundan ne gibi çıkarlar sağlayacakhr?
- Tüm Ukrayna, Balhk ülkeleri, Belorusya, Kırım Alman-
ya'ya verilecek... Rus köylüleri, Almanya'ya ucuz fiyatla tarım
ürünleri satacak. Madenler ortak işletilecek.
Hilger, konuşmanın başından beri ilk defa gülümsedi:
- Vatandaşlarınız, sizin bu cömertliğinizi destekleyecek mi?
Soru, apaçık alaycı bir tonla sorulmuştu. Vlasov bu alayın far-
kında değilmiş gibi davrandı:
- Elimizde asıl Rusya (Velikarusya) kalacak. Hiç olmamak­
tan daha iyi ...
Hilger bir genelleme yaph:
- General tutumunuzu az ya da çok açıklamış bulunuyorsu­
nuz. Bunları gerekli makamlara ileteceğim. Her şey inceleneceği
için belirli bir zaman geçecek. Bizim dileğimiz, sizin, yanıh bekle­
meden birkaç eylemde bulunmanızdır.
- Ne gibi?
Hilger, çantasından .kalın ve parlak bir kağıt çıkardı:

322
- Bu, sizin Rus asker ve subaylarına çağrınızın taslağıdır.
İmzalayın. Fotoğrafınıza da bir imza ahn.
- Resimsiz olsun.
Hilger kesin bir tonla:
Fotoğrafınız gerekli. Karar böyle, dedi.
Bana ne kadar zaman veriliyor?
Ne için?
Çağrıyı gözden geçirmem ve redakte etmem için.
Neden zahmete gireceksiniz, general? Çağrıyı hazırlayan­
lar yetenekli insanlardır. Sonra, Yüksek Başkomutanlığa bağlı Pro­
paganda Şubesince onaylanmış, Göbels tarafından da gözden geçi­
rilmiştir. Yani iyi hazırlanmışhr ... İmzaladınız mı? Çok güzel...
Şimdi sizi sevindirmek istiyorum, General Paulus'un komutasın­
daki Altıncı Ordu birlikleri, Führer'in planını gerçekleştire gerçek­
leştire Stalingrad bölgesinde Volga'ya ulaşmışlardır. Yüzbaşı, son
bildiriyi okudunuz mu?
- Evet, sayın danışman. Stalingrad'ın kuzey kesimi artık eli­
mizde bulunuyor. Hava kuvvetlerimiz, şehrin Volga kıyısındaki
merkezini durmadan bombardıman ediyorlar. Akşama kadar, bü­
yük bir olasılıkla, şehrin düştüğü haberini alacağız. Novorosiysk
bölgesinde önemli başarılarımız var, Kırım ve Temrük'e taarruz
plan gereğince devam ediyor.
- Yüzbaşı, şampanya şişesini açmanın tam sırası. Lütfen
emir buyurun ...
Ştrikfeld koşa koşa çıktı. Konuşmanın mutlaka, şampanya ile
sonuçlanacağını zaten sezinlemişti. Bu Dışişleri Bakanlığı baylarını
iyi tanıyordu. Boş şeyler de konuşsalar, görüşmelerden sonra tapa
tavana fırlardı. Bu, onlarda bir gelenek halini almışh. Çünkü, Yoa­
him von Ribentrop şarap ticaretiyle yakından ilgiliydi.

Hilger bambaşka bir adam oluvermişti; Sempatik, nazik.

323
- Siz Rusların şöyle bir sözünüz var: "Bütün gün içinde gö­
nül avutmaya bir saatlik bir zaman bile yok."
- Ne güzel Rusça konuşuyorsunuz, Bay Danışman.
- Şerefinize, Bay Vlasov. Moskova'da uzun zaman kaldım,
Andrey Andreeviç. Bizim elçiliğimizin danışmanı idim. Nasıl ol­
muş da orada karşılaşmamışız, hayret! Kokteyllerde Sovyet komu­
tanları eksik olmazdı. Almanca biliyor musunuz?
- Pek az. Daha doğrusu hiç. Seminaryada Yunanca ve Latin­
ce okumuştum.
- Şampanya nefis, general. Sizin "Abrau-Dürso". Fransızla­
nnkinden hiç de aşağı değil. Hatta sizinki, bir harika. Yüzbaşı, ne
dersiniz, bir şişe daha içelim mi, Rusça nasıl derlerdi Andrey An­
dreeviç? "Çekelim", değil mi?

Ölüler lanet edebilselerdi...


Lomakinolu köylü Andrey Vlasov ve kansı mutlaka mezarla­
rından ters dönerlerdi.
İhtiyar açgözlüydü. Para delisiydi. Bütün ömrünce tasarruf
yapmışh. Toprak alıyordu durmadan. En yakınını bile horlamaya
hazırdı, yeter ki bundan cebine birkaç kuruş girsin.
Tefecilik de yapıyordu. Fakat, köydeşleri, çaresiz kalmayınca
ondan para istemezlerdi. Süresinde ödemedin mi, canını çıkarırdı,
bütün faizleri alır, üstelik söylemediğini bırakmazdı. Bir bayram
günü karısı dilenciye bir kuruş yerine on kopeykalık gümüş bir pa­
ra vermişti. Şaşırmışh herhalde, çünkü kocası eline hiç para ver­
mezdi. İhtiyar Vlasov, yoksula köy kenarında yetişti, gümüş para­
yı elinden aldı ve iki kuruş verdi. Çünkü dini bayramlarda sadaka
vermek sevaph.
İşte bir başka olay: Petrov perhizlerinde Vlasovlann ineğini
yıldırım çarpb. Böyle hallerde başkaları ne yapardı? Hayvanı köy
dışına taşırlar, kurtlara yem olmaması için derine gömerlerdi. Vla-

324
sov, bu kadar çok eti atabilir miydi? Hemen bıçağa sanldı ve ölü
ineği kesti. "Hapırsa da yiyeceğiz, köpürse de... " Sadece kendi ai­
lesi yes� neyse... Kirpi de yiyebilirlerdi, onların bileceği bir işti
bu. F�kat, o, satmaya kalkh ... Bereket versin, köylüler perhizdeydi
ve kimse almadı.
Açgözlüydü ihtiyar, bir kuruş için herkesi horlamaya hazırdı,
fakat, mezanndan kalkıp da, oğlu Andrey'in düşmanlarla içki içti­
ğini ve böyle şeyler konuştuğunu duysaydı, mutlaka lanetlerdi.
Toplumdan çok yalnızca kendisini düşünen bir insandı, buna rağ­
men lanetlerdi.
Anası da lanetlerdi.
Allahtan bir oğul istemişlerdi. Birbiri ardınca hep kızlan dün­
yaya gelmişti. Baba kızıyor, "Bu mülkü kime bırakacağım? Damat­
lara mı? Erkek evlat lazım bana!" diye bağırıyordu. Sık sık manas­
tıra gidip adak adıyorlardı. Baba, bir gün ·anaya, "Bana bir erkek
evlat doğurursan papaz yapacağım onu." demişti. Ana bir yandan
ağlayacak, fakat bir yandan da lanetleyecekti.

"Gel de benim işle ilgili planın nereden onaylandığını anla!


Ştrikfeld en yukardan onaylandığını söyledi. Nereden anlayayım
bunu? Yüzbaşıdan başka hiç kimseyle temasım yok. Hilger kayıp­
lara kanşh. Benim "Sovyet Erlerine Çağnm" dan iki nüshasını anı
olarak gönderdi. Bana göstermeden daha da düzeltmeler yapmış­
lar. Yahudiler için benim ağzımdan birçok şeyler katmışlar. Bir de
''Mein Kampf"ı hediye olarak yollamış. Bugün Ştrikfeld'le ciddi bir
konuşma yapacağım. Neyim ben burada, Bay Yüzbaşı? Bir tutuklu
muyum? Söyleyin, ben de ne yapacağımı bileyim. Neyim allah aş­
kına? Neyim? Allahın öküzleri, şu Mein Kampfın Rusçasını hedi­
ye edemez miydiniz bana? Okurdum bari. Alay ediyormuşçasına
kendi dilleriyle olanı yollamışlar. Cephedeki gerçek durum nasıl?
Bizimkiler Stalingrad'ı onlara teslim edecekler mi? "Bizimkiler?"
Benim için artık bizimkiler kimler? Benim için neler konuşuyorlar?

325
Stalingrad'ı teslim etmezlerse benim için daha iyi olacak galiba.
Teslim ederlerse, Almanlar zaferden akıllarını yitirecekler ve beni
de cehenneme gönderecekler herhalde. Ortadan kaldırabilirler de
beni. Kötü rüyalar görüyorum. Rüyaları bilimsel olarak kiro yo­
rumluyordu? Pavlov mu, yoksa Behterev mi? Gelsinler de benim
bu korkulu rüyalarımı açıklasınlar bakalım. Rezilce rüyalar... Söz­
de tüm dişlerim dökülmüş. Rüyada dişlerin dökülmüş olmasını
görmenin hiç de hayra alamet olmadığını annem söylerdi. Ah,
Ştrikfeld! Tilki seni. Durup durup hep aynı şeyi yineliyor: "Şimdi­
lik Berlin'den hiçbir haber yok"muş. Neden Berlin'den efendim?
Genel Karargah burada, Vinitsa'da. Benim işimin Berlin'le ne ilişi­
ği var? Kurnazlık yapıyor, alçaklar.

- Guten Morgen, Herr General.


Ştrikfeld yeni ceketle. Çalımından geçilmiyor.
- Günaydın, Bay Yüzbaşı.
- Neden öyle somurtmuşsunuz, Bay General? Bir düşündü-
ğünüz mü var, Andrey Andreeviç?
Ştrikfeld hep böyle yapar zaten. İki soruyu bir arada sorar; bi­
ri ''bay general"li resmi, öteki "Andrey Andreeviç"li senli benli.
Kurnaz, köpek...
- Sizinle ciddi olarak konuşmak istiyorum, Bay Yüzbaşı. Be­
nim bu sürekli aylaklığını ...
- Bitti arhk, Andrey Andreeviç, bitti. Bugün Almanya'ya ha­
reket ediyoruz. Berlin'e... "Rus Komitesi'nin kurulması karan çıkh.
Komite olduktan sonra, elbet, üyeler de olacak. Savaş tutsak.lan
kamplarını dolaşacağız. İsteyenlere önerilerde bulunacağız. Be­
nimle neyi görüşmek istiyordunuz, Bay General?
Arhk gerekli değil.
Ben de aynı kanıdayım.
Yolculuk ne zaman?

326
İki saat sonra.
Uçakla mı?
Ne yazık ki trenle. "Ne yazık" sözü yalnız bana ait. Sizin
için zevkli bir yolculuk olacak bu. Almanya'yı göreceksiniz. Uçak­
la uvvv ve tamam. Trenle ise çok şey göreceksiniz. Şunu söyleye­
yim ki, Almanya güzeldir, bayındınlmış bir diyardır.

BERLİN'DE
"Allah kahretsin bu Alman vagonlarını. Her komparhmanda
alh kişi ve en kötüsü, yatamıyorsun, baston yutmuş gibi oturuyor­
sun. Yani oturmuş durumda uyumak ZOfl;lndasın. Bizim vagonlar­
dan birini takmadılar ki, insan gibi yolculuk yapalım. Her şeyde ta­
sarruf..."
Yolcuların da burunları kaf dağında. ;\iman Almanla bile ko­
nuşmak istemiyor. Ştrikfeld'e bir iki soru sordular, o da yanıhnı
verdi, hepsi bu kadar. Hatta Vlasov' a en küçük bir ilgi bile göster­
mediler. Sanki yanı başlarında bir koskoca general değil, belirsiz
bir kişi, bir eşya var...
Ştrikfeld de susuyor. Açıkça belli ki, vatandaşlarının yanında
kendini serbest hissetmiyor. Burnunu gazeteye sokmuş, öylece du­
rup duruyor.
"Şu koca kafalı, domuz gibi şişkin herif de, kah bana, kah sarı
derili çantasına bakıyor. Çantasını alıp kaçacağımdan korkuyor it
oğlu it."
Yandaki komparhmandan kahkahalar ve yüksek sesli konuş­
malar geliyor. Vlasov, ayakyoluna giderken farketti. İçiyorlardı.
Herhalde izne gidiyor bu bay subaylar.
Beyaz ceketli bir servitör geçti, yolcuları akşam yemeğine da­
vet etti. Yemek zamanını Ştrikfeld belirledi; saat sekizde. Sanki da­
ha önce olmazmış gibi. Koca kafalı ile, güneş yanığı yüzlü birisi va­
gon restorana yollandılar.

327
"Koca kafalı çantasını alacak mı acaba? Aldı bre. Demek ki, be­
ni gerçekten dolandırıcı sanmış... Biraz uyuyabilsem... İyi ama,
ayaklarımı nereye uzatacağım?"
Ştrikfeld bir düğmeye bash ve oturduğu koltuk biraz uzandı,
o da uyuklamaya başladı. Bacaklarını da öylesine gerdi ki, kompar­
hmandan çıkmak isteyenler tökezlemek zorunda kaldılar. Uyuklar
mısın, al bakalım!
Vlasov kalkh, otura otura uyuşan bedenini koridordaki camda
biraz canlandırmak istiyordu.
Nereye, Andrey Andreeviç?
- Biraz hava almak İstiyorum.
- Rica· ederim, oturun yerinize, Bay General.
Arhk adamakıllı acıkmışh. Allaha şükür saat de arhk sekizdi.
Vagonrestoranda in cin yoktu. Herkes kamını doyurmuştu demek.
O da bir akşam yemeğiydi ki, allah allah...
Bezelye ile patates köftesi veriyorlardı. Sanki makina yağında
kızarhlmışh bu köfteler.
Berlin'e ertesi sabah erken erken vardılar. Ve trenden doğruca
sığınağa koştular. Hauptstadt des Reiches (Rayh'ın başkenti) bom­
bardıman ediliyordu.
Vlasov'un karşısında, atmaca burunlu, görünüşüne göre bir
hayli sinirli, yaşlı bir Alman kadını oturuyordu. Av izleyen yırhcı
kuşun gözlerini andıran gözle.ri birini arıyordu. Kucağındaki ttırist
çantasının cebinden bir soda şişesi görünüyordu. Daha içerilere
geçmeye cesaret edemedikleri için giriş kapısı yanında sıkışıp kal­
mış olan iki gencin sırhnda soluk bir Sovyet asker ceketi ve göğüs­
lerinin sağ tarafında da OST rozeti vardı. Tahta döşemede, üzeri
tertemiz bir peçete ile örtülü, iki kulplu uzun bir sepet yahyordu.
Ve sepetten etrafa yiyecek kokulan yayılıyordu.
Kompartımandaki koca kafalı ile yüzünde yanık izi bulunan
yol arkadaşı sığınağa herkesten sonra girdiler.

328
Koca kafalı adam, etrafa şöyle bir göz gezdirdikten sonra, se­
petin yanında duran, uzun mavi önlüklü Alman'la konuşmaya
başladı. Önlüklü adam, peçeteyi açtı, kremvirşleri gösterdi ve hızlı
hızlı bir şeyler söyledi. Koca kafalı, iki Rus'un yanı başında bulun­
duğunu anımsamış olacak ki, �ustu.
Vlasov, Ştrikfeld'e hafif bir sesle:
- Rusların sığınağa girmeleri yasak mıdır? diye sordu.
Ştrikfeld kaçamak yanıt verdi:
- Yönergede açıkça söylenmiş değildir.
Sırtlannda Sovyet askeri ceketi bulunan iki genç, kim olduğu­
nu bilmedikleri generale sessiz bir sempati ile bakblar. Herhalde
_
tutsak sanmışlardı.
On dört yaşlarında, pijamalı bir kız telaşla içeri girdi. Yaşlı bir
Alman kadını ona doğru koştu. Kadın, ilk pnce kıza sanldı sonra
yüzüne sert iki şamar indirdi ve oturduğu yere sürükledi.
Uçaksavar topları pek yakından ateş ediyorlardı, arka arkaya
iki bomba patlayışı duyuldu: Yaşlı Alman kadını kızın kul!!-klarına
pamuk hkamaya çalışıyor, torunu başını sağa sola çevirerek razı ol­
muyordu.
İnsanların balık istifi gibi yığıldıklan sığınağın havası gittikçe
dayanılmaz bir hal alıyordu. İçerdekiler yetişmiyormuş gibi, aralık­
sız yeni yeni insanlar geliyordu. Herhalde bir tren daha gelmişti.
Birden derin bir sessizlik çöktü. Demek ki, bombardıman sona
ermişti. Sık sık "Panoptikum" sözcüğü duyuluyordu. Biri, "Panop­
tikum"un bombalanmış olduğunu bildirdi.
Ştrikfeld üzüldü:
"Panoptikum, Friedrich Strasse'nin pasajıdır. Göstereceğim si­
ze. Yanından geçeceğiz. Yazık!
Nihayet çıkış başladı. İlk önce, yaşlı Alman kadını yerinden
fırladı. Torununu elinden çekeleyerek, hırsla kendine yol açıyordu.
Birden durdu, kızın kulaklanndan pamuklan çıkarmaya koyuldu.

329
Torununa söyledikleri etrafındakileri güldürdü, hatta koca kafalı
bile gülümsedi. Ştrikfeld, kadının gülüşmelere yol açan sözlerini
Rusça'ya çevirdi: "Ne kurnazsın sen. Sana çıkışhğım zamanlarda
kulaklarındaki pamuklan hiç çıkarmazsın!"
- Torununun kulaklarını neden hkıyor?
- Sağır olmasın diye.
İstasyon yakınında büyük bir bina yanıyordu. İtfaiyeciler sön­
düremeyeceklerini bildikleri halde, ateşe, pırıl pınl su bıçaklan
saplıyorlardı. Sessiz bir yaz yağmuru yağıyordu, modası geçmiş,
gereksiz bir yağmur.
Ştrikfeld istasyon civarında duran arabaların etrafını koşa ko­
şa dolaşh, Vlasov'un yanına geldiği zaman, kırık bir sesle
- Araba yok, dedi, bombardımandan olacak herhalde. Met-
ro da çalışmıyor. Yaya gideceğiz.
Vlasov kaygı ile sordu:
- Uzak mı?
- Yirmi dakikalık bir yol. Friedrich Strasse'deki Santral Ote-
li'nde size bir oda ayırttım.
Friedrich Strasse'de Unter den Linden'e ayrılan sokağın yakı­
nında pasaj yanıyordu. Kısa boylu, dazlak başlı, koca göbekli, göm­
leği paramparça, askıları. düşük bir adamın elinde büyük bir insan
başı vardı.
Ştrikfeld Vlasov'u tek başına bırakarak kayıplara kanşh. Fakat
Vlasovla ilgilenen yoktu, herkes korkunç başa bakıyordu.
Kalabalık içinden sıyrılan Ştrikfeld, Vlasov'u kolundan çekti:
Gidelim Vilhem Strasse'den geçeceğiz.
- Elinde insan kellesi tutan o adam kimdi?
- Panoptikum'un sahibi. Pasajda her istediğinizi bulabilirdi-
niz; türlü türlü mal satan mağazalar, kabareler, korku salonlan.
Ben çocukluğumda bir gün bu salondan geçmiş ve sonra bir hafta
uyuyamamışhm. Annem, beni oraya götürdüğü için, babamı iyice

330
bir paylaıruşh. Bir �ynalar labirenti vardı ki, neşe kaynağı idi, bir
girdin mi bu labirente güç çıkardın. Mumdan yapılmış insan figür­
lerinin bulunduğu Panoptikum kabini de yine bu pasajdaydı. Na­
polyon ve Bismark gibi ünlü tarihsel kişilerin figürleri bunlar ara­
sındaydı. Bir de "Günahkarlar Cehennemde" adlı, kokunç, fakat il­
ginç bir tablo vardı. Mumdan yapılma figürlerin en ilginci, "Ştemi­
kel'in Yaşam Yolu" adlı seri idi. Ünlü bir katil olan Ştemikel'in, ilk
önce kurbanlarını öldürüşünü görüyorduk. Ondan sonra celladın
katilin başını kesişiyle ilgili figür geliyordu. En sonda da Ştemi­
kel'in başı sepette görülüyordu. Anlathklarına göre, Panoptikum'a
düşen bomba, Bismarkları, Napolyonları, Ştemikelleri eritmiş, sa­
dece o gördüğün kesik baş kalmış. Acıdım doğrusu Panoptikum'a.
Şehrimizin belli başlı görülecek yerlerinden biriydi.
Otelde de şansları yürümedi. Kendileri için oda ayrılmamışh.
Ştrikfeld bir yerlere telefon etti, sonra Vlasov'u bir koltuğa oturta­
rak ortadan kayboldu. Ancak sabaha karşı bej renkli bir kağıdı mu­
zaffer bir eda ile sallaya sallaya otele döndü.
Oda, daracık, tek pencereli bir yerdi. Vlasov, hiddetle perdeyi
açtı: Pencere, bir beton duvara bakıyordu. Üstüne üstelik, uzaklar­
dan boğuk bir uğultu duyuldu, yaklaşh, şiddetlendi, kulakları sağır
edici bir demir uğultusu yarathktan sonra yavaş yavaş uzaklaşh.
Vlasov perişan bir halde sordu:
- Sık sık mı duyacağım bu uğultuyu?
Ştrikfeld, suçlu suçlu omuzlarını kaldırdı:
- Maalesef öyle... 5-Bahn dediğimiz yeralh trenimiz bu, Fri­
edrich Strasse, 5-Bahnhofa yakın bir yerde. Pek uygun bir ulaşhr­
ma araa. Sizi istediğiniz yere götürür. Dinlenin şimdi.
Vlasov, yüzünü buruşturdu:
- Dinlenebilirsem...
Ertesi sabah, Ştrikfeld sevinç ve neşeyle içeri girdi. Masaya üç
yüz Mark bırakh:

331
- Bu para, ilk giderlerinizi karşılamak içi,n verildi Andrey
Andreeviç. Biraz sonra öğle yemeğini yedikten sonra terziye gide­
ceğiz. Sizin, Sovyet üniforması ile Berlin'de dolaşmanız hiç de uy­
gun değil, hatta sakıncalı. Fanatiğin biri başınıza bela açabilir.
Onun için bir başka giysi gerekli.
Öğle yemeği odaya getirildi. Bol bol atışhrmaya alışmış olan
Vlasov, servitörün getirdiği iki küçümencik çorba kasesine düş kı­
rıklığı içinde baktı kaldı. Ştrikfeld gülümsedi ve sonra servitore
emir verdi:
- Tsvay kom! Şvarts brot, biir!
Garson çabuk, çabuk bir şeyler söyledi. Vlasov, onun konuşma
tonundan, istenenleri getiremeyeceğini söyl�diğini sezinledi. Ştrik­
feld, pembe bir karton gösterdi. Servitor gülümseyerek çıktı.
- Burada kupon sistemi yürürlükte. Sizin için votka, bira ve
kara ekmek ısmarladım. Terziden sonra kuponlarınızı almaya gi­
deceğiz.
Küçümencik iki kadehle getirilmiş olan votka en düşük kalite­
lisindendi. Kuş başı domuz etlerinin yüzdüğü çorba lezzetliydi.
Ştrikfeld. Vlasov'a başkentteki yaşam düzenini anlatmaya
başladı:
- Burada her şey kuponla. Restoranlarda bile. Kuponsuz sa­
dece sebze çorbası ve kötü kaliteli bira alabilirsin. Şimdi ben size,
özel yemeklerle bir ziyafet çekeceğim.
Ve ağzı sulanmış gibi dilini şaklattı.
Garson, kızartılmış domuz eti getirdi, yanında bezelye ezmesi
ve lahana garnitürü vardı.
- İşte benim en sevdiğim yemek. Bizde "donmuş ayak" de­
nir. Nasıl, lezzetli, değil mi?
Üç yüz Mark, telefon sehpası üstündeydi. Yüzbaşı, öğle yeme­
ğini bu marklardan ödedi. Vlasov sesini çıkarmadı. Fakat, Ştrikfeld
çıkar çıkmaz, markları çabucak cebine indirdi. "Bundan sonrakini
kim bilir ne zaman verir bu reziller?"

332
Askeri Dikimevi başustası, Vlasov'un ne istediğini bir türlü
anlayamıyordu. Herr General, askeri üniforma ile sivil kostüm kar­
ması bir giysi istiyordu. Pantolon, çizmeyle giyilecek gibi olmalıy­
dı, ceket apoletsiz ve açık yakalı bir subay ceketine benzemeliydi.
Kara Ordusu subaylarının giydiği haki renkli bir kumaş seçtiler.
Giysi, ertesi sabah hazır olmalıydı. Başusta, ilk önce itiraz etti, üç
günden önce hazırlamasının olanaksız olduğunu söylemeye çalışh.
Fakat, Ştrikfeld SS Rayhsführerinin adını üç defa anınca boyun eğ­
di. Müşterisinin Herr Himmler'le tanışıklığı karşısında şaşırıp kal­
dı ve misafirlerini kapı önüne kadar uğurladı.
Vlasov dikimevinden otele dönünce bir uyku hapı aldı ve uyu­
mak üzere yatağına uzandı. S-Bahn trenleri traklamalarla gelip ge­
çiyor, bombardımanı haber veren alarm düdükleri uluyor ve Vla­
sov, daracık yatağında bir yandan öte yan"a dönerek, geniş ağzını aç­
mış horul horul horlayarak, derin bir huzursuzluk içinde uyuyordu.

Aradan üç gün geçtiği halde, Rayh'ın resmi kişilerinden hiçbi­


ri Vlasov'u aramıyordu. Ştrikfeld'in tutumu da iki gün sonra değiş­
ti. Yalnız öğleleri şöyle bir gözüküyor, annesinin hastalığını baha­
ne ediyor, hava durumu raporunu bildirdikten sonra gözden kay­
boluyordu. Üçüncü günü hiç de gelmedi. Ve Vlasov, yan sivil-yan
askeri ceketi sırhnda, sokağa çıkh.
Vakit akşamdı. Hava, sıcak ve dingindi. Alarm düdükleri çal­
mıyordu. Friedrich Strasse kalabalıkh. Özellikle Friedrich Strasse
ile Georgen Strasse'nin birleştiği yer hıncahmçh. Mağazalar müşte­
rilerle dolup taşıyordu. Sokaklarda durum normaldi.

Vlasov, ağır ağır Unter der Linden'e vardı, biraz ötelerde


Brandenburg kapısı görülüyordu. On dakika sonra karşılaşacağı
can sıkıcı olaydan habersiz, ıhlamurlar alhnda ilerliyordu. Bu olay­
dan sonra Ştrikfeld'den özür dileyecek ve bundan sonra Berlin cad-

333
delerinde hiçbir zaman tek başına geziye çıkmayacağına dair na­
mus sözü verecekti.
Göğüslerinde OST rozetleri bulunan birtakım insanlar, güzel
bir yapı önünde yan eğilmiş, bazılan da diz çökmüş durumdaydı­
lar. Kaldırımın bozulan yerlerini onanyorlardı. Ellerinde ağaç tok-

maklar vardı.
Yanından geçmekte olduğu bir gencin yanındakine:
- Bizim Elçilik binamızın önünde böyle dizüstü duracağımı
hiçbir zaman aklımdan geçirmemiştim, dediğini duydu.
Yanındaki, dingin bir sesle yanıt verdi.
- Bizim Eliçiliğimizdi burası bir zamanlar, şimdi onların bir
kantorası burası.
Vlasov:
- Sovyet Eliçiliği burası mı? diye sordu.
Genç, Rusça'yı güzel konuşan bu uzun boylu, geniş gözlüklü
adama hayretle bakh:
- Eskiden böyleydi. Neden sordunuz? Bilmiyor muydunuz?
- Bilmiyorum. Berlin'de ilk defa bulunuyorum.
Ağaç tokmağı ile taşlara vurmakta olan genç:
Biz de öyle, dedi ve sordu:
Rus musunuz siz?
Evet.
Beyazlardan mısınız?
Hayır.
Orta yaşlı bir adam:
- Tütününüz var mı? diye sordu.
- Maalesef...
Delikanlı sorulanna ısrarla devam ediyordu:
- Kimsiniz öyleyse? Burada yalnız beyazlar serbestçe dola­
şabilirler. Mademki beyazlardan değilsiniz? ..
- General Vlasov'um.

334
Eli tokmaklı bir adam karşısına dikildi:
- Defol buradan. Kemiklerin henüz sağlamken yok ol...
Vlasov, hızla karşı tarafa uzaklaşh. Ardından bağınyordu biri:
- Ne anyor burada bu rezil! ...
Vlasov koşar adımla ilerliyordu. Ahlan kaldırım taşlanndan
biri sırhna, öteki koluna isabet etti. Vlasov koşmaya başladı. Bir
aralık ayağı kanalizasyon deliğini kapayan demir kapağa takıldı ve
yüzüstü düştü. Kültür Bakanlığı tarafından, kendine doğru polisler
koşuyordu.
Eski Elçilik binası önünden haykırışlar, küfürler duyuluyordu.
Polisler savaş tutsaklannı dövüyordu anlaşılan.
Ştrikfeld, iğneleyici sözlerle Vlasov'u bir iyice hırpaladı:
- Şunu anlamanız gerek: Sevgili vatandaşlannızdan, özel­
likle Alman polisinin denetimi alhnda ç�lışhnlanlardan uzak dur­
malısınız. Şu halinize bakın bir, Bay General. Yann, kendinize iş­
birlikçi bulmak, komitenizi oluşturmak için, Hamelburg Subay
Kampına gideceksiniz. Oysa, yüzünüz, arkadaş toplanhsının izle­
rini taşıyor. Allaha şükredin ki, gözlerinizi çıkarmamışlar...
Ştrikfeld, içinin zehirini döktükten sonra tonunu değiştirdi:
- Haydi, şimdi akşam yemeğine gidelim.
Ştrikfeld, ertesi sabah, otel odasına, orta boylu, sıska, kumral,
ince bıyıklı biriyle geldi:
- Andrey Andeeviç, müsaadenizle, size, Bay Zakutini' yi ta­
nıtayım.
Zakutini, dudaklannı yalayarak:
- Tanışhğımıza son derecede memnunum. Sizi çoktan tanı­
mak istiyordum, dedi.
Gözlüklerini çıkarmış, kurnaz bakışlarla Vlasov'u süzüyordu:
- "Rus Komitesi" kurmak niyetinde olduğunuzu bana Yi­
ne' de söylediler.
- Affedersiniz, Dimitriy Efimoviç, nedir bu Vine?

335
Vine mi? Doğu İşleri Bakanlığında, redaksiyon gibi bir şey;
kurtanlan Sovyet bölgelerinde oturanlar için bildiriler, çağrılar,
propaganda materyalleri hazırlıyor. Bunlardan bazılan, Alman­
ya'da çalışmaya gelen Ruslara da gönderiliyor. Savaş tutsakları
kamplan için materyal hazırlayan bir redaksiyon da var.
- Siz orada mı çalışıyorsunuz?
Zakutni kesin yanıt vermekten kaçındı:
- Aşağı yukarı, dedi.
Vlasov içinden söylendi: "Ah, açıkgöz! Buradaki duruma ne
çabuk uymuşsun! 'Kurtarılan Sovyet bölgeleri,' ha? Şeytan seni..."
- Ne yazık ki biz, ötedeyken tanışmak fırsahnı bulamadık.
Bilmek isterim, Kızıl Ordudaki göreviniz neydi?
- Son görevim mi? Yirmi Birinci Ordu Kolordu Komutanıy­
dım. Başka neler ilgilendiriyor sizi?
- Ne zaman tutsak oldunuz.
Zakutni hayretle kaşlarını kaldırdı. Daraok alnı, gür kaşları ile
ağarmaya başlamış olan alabros saçları arasında bir çizgi halini aldı:
- Sorunuzu anlayamadım... Ben, beyan ettiğiniz gibi, tutsak
düşmedim. Büyük Almanya'ya gönüllü olarak geçtim.
- Özür dilerim.
- Tamam. Şimdi, müsaade edin de, ilk konumuza sizin "Rus
Komitesi" kurma niyetinize dönelim. Bu niyetinizi tamamıyla
onaylıyorum. Tabii, beni aranıza kabul ederseniz. Rusya' da ben de
sizin gibi, Komünist Partisi'ne üye olmakta acele davrandım. Şim­
di, elbette ayrılmış bulunuyorum. Demek istiyorum ki, benim eski
parti üyeliğim bir engel değilse, daha şimdiden komitenizin kuru­
cuları arasında sayabilirsiniz beni -gözleri.kinle parladı- bilmem siz
ne düşünüyorsunuz ama, Andrey Andreeviç, benim için, yaşamı­
mı sarsmış olan bu partiyle hesaplaşmak zamanı gelmiştir artık.
- Kişiliğinizde bir düşündeşimi bulduğum için memnu­
num, Dimitriy Efimoviç.

336
- Teşekkür ederim, Andrey Andreeviç. Hamelburg kampı­
na gideceğinizi Herr Ştrikfeld'den öğrendim ... Sanıyorum ki, orada
da birçok düşündeşimizi bulacaksın.
- I<irnleri tavsiye edersiniz?
- Bunlann adlannı yazdım. Onikinci Ordu Komutanı Gene-
ral Ponedelin, Sekizinci Kolordu Komutanı General Snegov, Vasi­
liy Födoroviç Malişkin...
- On Dokuzuncu Ordu Kurmay Başkanı mı?
- Ta kendisi... Onlardan baŞka, Födor İvanoviç Truhin, İvan
Alekseeviç Blagoveşçenski. .. Şunu söylemeliyim ki, Bay Malişkin
zekası ile sivrilmiş bir insan değildir, aşın derecede gevezedir. Ge­
orgiy Nikolaeviç Jilenkov da orada. Otuz yaşlannda. General.
- Duymamışhm bu adı.
- Nereden duyacaksınız... Parti ilçe �omitesinde çalışmış.
Savaştan biraz önce Tuğkomiser yapılmış. Askerlikteki tuğgeneral
karşılığı. Alçağın, dolandırıcının biridir ama, budala değildir ve Al­
manlardan saygı görmektedir.

" .... NE ÜLDUGUMU NEREDEN BiLECEKLER???"


Georgiy Jilenkov, artık kampta değildi, Das Schwarze Korps7
gazetesinin yazı işleri müdürü, Standartenführer Dalken'le birlikte
Ukrayna'da dolaşıyor, nutuklar ahyor, bildiriler yazıyor ve en
önemlisi, savaş tutsaklan kamplanndan, "Sovyet iktidanna en faz­
la hınçlan olanlan" seçiyordu. Birkaç aydan beri, Alman Güvenlik
Dairesine bağlı Alhnq. Şubede gizli ajan olarak çalışmakta olan ve
"her şeyi bilen" Zakutni bile, onun Ukrayna'ya aynı şube tarafın­
dan gönderildiğini bilmiyordu.
Jilenkov, adam yetiştirme okulu için on bir kişiyi kandırmaya
muvaffak olduğu Lvov'dan Orşa'ya gitti. Vatan haini Albay Vladi-

7 Das Schwarze Korps Schutzstaffel (SS) 'in resmi- gazetesiydi.

337
mir Bolyarski ile tanıştı. Ve hep birlikte Osintorf'a hareket ettiler.
Oradaki Ostlegion'da beklemedikleri bir olayla karşılaştılar. Jilen­
kov, ajan okulu için ilk önce er Grigoriy Soldatenkov'u seçti. Ona
ilişkin bilinmesi gerekli bütün bilgileri önceden öğrenmişti; doğum
tarihi ve yeri, sosyal kökeni, savaştan önce nerede çalıştığı, lejyon­
daki tutum ve davranışı, kimlerle yakınlık kurduğu, Büyük Al­
manya'ya karşı tutumu ... Soldatenkov'a ilişkin bütün bu bilgiler
iyiden iyi idi; Viyatsk ilinin uzak bir köyünde 1919'da doğmuştu.
NEP zamanında babası tüccarmış, sonra mülkü elinden alınarak
sürgüne gönderilmiş. Soldatenkov Komsomola alınmamış. Asker
olmazdan önce, holiganlık (külhanbeyliği, uyuntuluk) yüzünden
bir yıl cezaevinde yatmış. Lejyonda iyi davranışlı ve disiplinliymiş.
Alman komutanına emireri olmayı kendisi istemiş. Kısacası tam is­
tenen kadrolardan biriymiş.
Sabahları erken kalkma alışkanlığı olan Dalken, Jilenkov'a,
Soldatenkov'u saat altıda yanına çağırmasını emretti. Jilenkov'la
Bolyarski, çalışkan Alman'a okkalıca birer küfür savurduktan son­
ra bira içmeye oturdular ve gece yarısından sonra saat ikiye kadar
kafaları çektiler. Sabah saat dörtte, silah sesleri, yırtıcı çoban köpek­
lerinin havlamaları ve haykırışlarla uyandılar. Lejyonerlerin ayak­
landıklarını ve Alman komutanı öldürdüklerini öğrendiler. Ayak­
lanmacılar, olanca hınçları ile döğüşmüşler ve elliden fazla gesta­
poyu öldürmüşlerdi. Orşa'dan çabucak getirilen bir SS taburunun
yardımı ile ayaklanmayı ancak akşamüstü bastırabildiler. Lejyon­
dakiler tarafından Strihninia denen bölük komutanı Semön Goro­
hov, SS'çiler tarafından mahzende yakalandı. Ayaklanmacılardan
kurtulmak için oraya gizlenmiş. Sorgusunda, Vasiliy Guryanov'la
Nikolay Bondarev ve Grigoriy Soldatenkov'un ayaklanmanın yö­
neticileri olduğunu söyledi. Guryanov'la Bondarev ölüler arasında
bulundu. Soldatenkov ise ne ölüler, ne de diriler arasında ele
geçmedi. Kendisini ancak ikinci günü Boğuşevsk'te üç lejyonerle

338
birlikte yakaladılar ve Osindorfa sevkettiler. İçi kin zehriyle dolu
olan Dalken, Jilenkov'la Bolyarski'yi, ellerini bağlayarak, ayaklan­
ma elebaşlannı sorguya çekmek için gönderdi. Yakalanan lejyoner­
lerin kapahldıklan barakaya giderlerken, Dalken, bütün zehirini Ji­
lenkov'a kustu:
- Bu haydutu ajan okuluna almak istiyordunuz bir de.
Jilenkov, "Ama bana demişlerdi ki ... " gibi sözlerle kendini
haklı çıkarmaya çalışıyordu.
- Bana da sizin akıllı bir adam olduğunuzu, söylemişlerdi...
Jilenkov, saç ve sakalı uzamış Soldatenkov'u görünce, onun,
Yüzbaşı Smirnov olduğunu derhal anlad�. Kendisiyle son defa,
1941 yılının Ekim ayında, Smolensk ilinin Semlevo ilçesi yakınla­
nndaki ormanda karşılaşmışlardı.
Jilenkov, o zamanlar tuğkomiserdi ve otuz İkinci Orduda As­
keri Şüra üyesiydi. Bu ordu, Ekim 1941'de çok güç durumdaydı.
16'ncı, 19'uncu; 20'nci ve 24'üncü ordularla birlikte Viyazma bölge­
sinde çember içindeydi.
Jilenkov, politik yönetici Veselovski, Askeri Şura Sekreteri po­
litik yönetici Minaev, Kurmay Karargahından Binbaşı Korovin ve
Yüzbaşı Smimov, yanlannda bir grup Kızıl Ordu eri olduğu halde
karargahtan kopmuşlar ve ormana sokulmuşlardı.
Kısa süren bir toplanhda, ilçe merkezi Semlevo yönünde çekil­
meyi kararlaşhrdılar.
Korovin'le Minaev önde yürüyor, erler onlan izliyordu.
Veselovski, biraz geride kalmış olan Jilenkov'un bazı kağıtlan
yırtmakta olduğunu gördü:
- Geri kalıyorsunuz Komiser Yoldaş, diye bağırdı.
Jilenkov:
- Yürüyün. Size yetişeceğim ben, diye yanıtladı ve Vese­
lovski'ye kötü kötü baktıktan sonra bağırdı: Niçin duruyorsunuz?
Yürüyün demedim mi size?

339
Veselovski birkaç adım athktan sonra başını çevirdi. Jilenkov,
sırt çantasından çıkardığı buruşuk bir er ceketi giyiyordu. Sonra
pantolonunu değiştirdi, şapkasını çamura atb ve yıldızı bulunma­
yan bir bereyi başına geçirdi. Veselovski, Askeri Şura üyesinin, yi­
ne çantasından çıkardığı bir pamuklu paltoyu giyişini hayret ve
dehşetle seyretti. Ve kendi kendine söylendi. "Her şeyi önceden ha­
zırlamış bizim yaman komiser..."
Bu sırada Jilenkov ters yönde yürümeye koyulmuştu. Vese­
lovski "Nereye gidiyor bu?" diye düşündü. Tam haykıracağı sırada
ötekinin geri döndüğünü gördü. Rahat bir soluk aldı. İyi ama, biraz
sonra gördükleri onu yine tedirgin etti. Jilenkov, etrafına şöyle bir
bakındıktan sonra, biraz önce atbğı ıslak kağıt parçalarını topladı,
yeri eşeledi ve bunlan oraya gömdü ve iyice çiğnedi. Boşalan çanta­
sını sırtına aldıktan sonra yine geriye dönüp ilerlemeye başladı.
Er Siçov, Veselovski'nin yanma geldi:
- Geri kalışınız Kprovin yoldaşı telaşlandırdı.
- Yavaş konuş, Siçov...
Veselovski, Jilenkov'un biraz önce çiğnediği yere gitti. Çamur­
lu belge parçalarını gömüldüğü yerden çıkardı; parti üyeliği kartı­
nın ve bazı resimlerin parçalan da bunlar arasındaydı.
- Anlaşıldı, Siçov, benimle gel.
Jilenkov'a orman bitiminde yetiştiler. Kalın bir çam ağacına
dayanmış duruyordu. Onlan görünce yüzünde korku alametleri
belirdi. Büyük bir kurbağa, çamurlu çizmesinden sıçrayarak ıslak
san yapraklar üzerine düştü. _

Jilenkov, elini hızla cebine daldırdı.


Veselovski sert bir sesle sordu:
- Parti üyeliği kartını neden yırthnız?
Ve bir ormanda değil de, banş zamanı sık sık kahldığı parti
bürosu toplanhlanndan birinde bulunuyormuş gibi, alışhğı nazil<
tonla ekledi:

340
- Açıklar mısınız bunun nedenini?
Jilenkov !iapsan kesildi, güzel yüzü çarpıldı:
Bu nasıl ton böyle? Ben sizin üstünüzüm.
- Siz şu anda rütbesizsiniz. Bir parti üyesi olarak soruyo-
rum ...
Siçov ortaya ahldı:
- Bir parti üyesi değil, bir it bu ...
Jilenkov ateş etti. İlk önce Siçov, ardından da Veselovski düş­
tü. Ve Veselovski son olarak şunu gördü: Jilenkov, bir Alman aske­
rinin önünde diz çökmüş, ellerini kaldırmışh ...

Rütbeniz?
Er.
Soyadınız?
Maksimov.
Adınız?
İvan.
Çavuş Hekman, tutsağı getirmiş olan er Keder'e muzafferane
bir bakışla bakh:
- Demez miydim size, Rusya'da serçelerden fazla İvanlar
var diye...
- Komünist misiniz?
- Asla. Komsomol üyesi bile değildim.
Hekman kuşku ile sordu:
- Neden? Rusya' da herkes komsomol olmak zorundadır.
- Ben soylu bir ailedenim... Yani von ... Almadılar beni...
Jilenkov'un söylediği tek doğru söz bu idi. Ne komsomola ne
de partiye alınırken ve başka olaylarda soylu kökenini hiçbir zaman
belirtmemiş olan Jilenkov, gerçekten soylu kökenliydi. İçinde gizli
bir yaraydı bu. Bir gün gerçek geçmişini öğrenecekleri, yalan söyle­
diği için partiden ve işinden atacakları korkusu içinde yaşıyordu

341
daima. Bu konferanslarda denetim komisyonlarına genellikle eski
komünistler, son derecede ciddi ve kılı kırk yaran insanlar seçilirdi.
"Bir de kökenimi araşhrmaya kalkışırlarsa ... " diye ödü kopuyordu.
Konferanslara kendini seçtirmeyebilirdi elbet. Ya da delegelik­
ten gönüllü olarak çekilebilirdi. Ne var ki, "Jilenkov delegelikten
neden çekildi acaba? Açığa çıkmasından korktuğu pislikleri var
mutlak." diyeceklerinden korkuyordu. Bundan başka, konferansa
kahlmaması, kendisini nutuk söylemekten yoksun edecek, gölgede
bırakacak, kariyerine engel olacakh. Oysa Jilenkov iliklerine kadar
kariyeristti. Kendisini birçoklarından daha akıllı görüyordu. Bölge­
sindeki herkesi kendinden daha yeteneksiz sayıyordu. Fabrika par­
ti komitelerinin ve ilçe parti bürosunun toplanhlannda bulunmak­
tan hoşlanıyordu. En sevdiği şey de, atama, yer değiştirme, hatala­
n inceleme gibi, insanların kaderlerine ilişkin kararlann alındığ�
toplantılarda bulunmak, kendi görüşünü kabul ettirmekti. Birinci
sınıf bir aktördü. Herkese özen gösteriyormuş gibi davranmak,
prensip sahibi görünmek, başlıca rolü idi ve bunu hiçbir zaman
unutmazdı. Sert davranmayı gerektiren hallerde kaşlan çahlıyor,
iyilik yapmasını gerektiren hallerde yüzünü içtenlik dolu bir
gülümseme kaplıyor, neşeli olmasını gerektiren hallerde de kahka­
halarla gülüyordu.
Bu rolüne öylesine alışmışh ki, yalnız olduğu zamanlarda bile
bir saniye için dahi gevşeklik göstermiyor, kendine karşı her an
dikkatli, titiz davranıyordu.
Toplantılarda sık sık konuşuyor, her konuşmasını titizlikle ha­
zırlıyor, her toplanhda ne konuşacağım biliyor, herkes tarafından
beğenilmeye özel bir özen gösteriyordu. Kalibar Fabrikası Parti Ko­
mitesi Sekreteriyken ilçe yöneticilerini şiddetle eleştirdiği olmuştu
ve bu davranışı ile, "cesur adam" ününü kazanmışh.
Eski komünist, işçi İvan Kapitonoviç Nosov, onun, dünyada
en korktuğu bir insandı. Nosov çoktan emekliye aynlmışh ama,

342
parti işlerini bırakmamıştı. Seminerlerde, konferanslarda, ilçe şura­
sı toplantılannda daima hazır bulunuyordu.
Bir gün Jilenkov' a:
- Konuşmayı iyi beceriyorsun, kardeş. Dilin ustura gibi ke­
siyor, demişti.
Kendisiyle o zamana kadar kimse böyle konuşmamıştı. Bu
yüzden şaşırıp kalmıştı. Nosov, ona dikkatle baktıktan sonra ekle­
mişti:
- Seni eskiden bir yerde görmüşlüğüm var, ama nerede,
anımsayamıyorum? Voronejli misin?
Jilenkov, bu olaydan sonra, toplantı salonlarına girişlerinde,
.
kürsüye her çıkışında gözleriyle Nosov'u araştınyor, görünce içini
bir huzursuzluk kaplıyor ve kendi kendine, "Moruk yine burada.
Evinde oturup rahatına bakmaz da ... " diy.e sÇ>yleniyordu.
Jilenkov, onu toplumsal işlerden uzaklaştırma olanaklarına sa­
hipti, kendisi için bir iş değildi bu. Ama korkuyordu: Herkes No­
sov'u toplantılarda görmeye alışmıştı, ilçenin canlı bir geleneği ol­
muştu bu adam.
İhtiyar, Jilenkov'un uykularının kabuslu rüyalarıydı; geçmişi­
ni araştırmış, babasının, özgeçmişlerinde yazdığı gibi bir demiryo­
lu işçisi değil, eski bir büyük çiftlik sahibi olduğunu, ray ticareti
yaptığını öğrenmişti. İşte toplantı başlıyordu. Nosov ayağa kalkı­
yor, sert bir sesle içeridekilere soruyordu, "Bir yalana inanılır, iki
yalana inanılır. Siz bu yalancıya hala inanıyor musunuz?" Herkes
bir ağızdan, "Hayır, inanmıyoruz!" diye haykırıyordu.
Kan ter içinde uyanan Jilenkov şu karan veriyordu her defa­
sında, "Gidip her şeyi söyleyeceğim. Gençlik acemiliği yüzünden
söyledim bu yalanı" diyeceğim. "Ha demiryolu işçisi, ha demiryo­
lu seksiyonu başkanı, bunun ne önemi var?" diyeceğim. "Oğullar
babalarının sorumluluğunu taşımaz." diyeceğim.
Ne var ki, kökenini sakladığını, yalan söylediğini itirafa cesa-

343
reti yoktu. Partiden ablacağından, ablmasa bile yöneticilikte kal­
mayacağından korkuyordu. "O zaman ne yapanın ben? Hiçbir
meslek sahibi değilim. Tuğla mı taşıyayım?"
Böyle bir hale düştükten sonra, kendisini görünce saygı ile, ne­
zaketle gülümseyen tanıdıklarının, kinle, "Jilenkov olayını duydu­
nuz mu? Ne tipmiş yahu!" dediklerini duyar gibi oluyordu.
Jilenkov yıllık dinlenme iznini daima kışın kullanıyor, Kislo­
vodsk ve Gagri gibi, kışlan tenha olan dinlenme yerlerine gidiyor­
du, çünkü, beklenmedik, istenmedik karşılaşma olanaklan azdı.
Savaştan iki yıl önceki kış tatilini can sıkınhsı içinde geçirdi. Çün­
kü, Gagri'deyken, birçok parti yöneticisinin madalyalarla taltif
edildiğini öğrendi, listede kendi adı yoktu. Dönünce, ''Moskovsiky
Bolşevik" gazetesinde İvan Kapitonoviç Nosov'un ölüm haberini
okudu. Ve bu büyük sevinç, aasını çabucak unutturdu. Cenaze tö­
reninde söylediği nutuk, herkesi heyecanlandırdı, kadınlan ağlattı,
Nosov'un yaşlı, ufak tefek kansı üç-dört gün sonra kendisine tele­
fon etti:
- Güzel sözlerinize teşekkür ederim, evladım, dedi. "Size bir
itirafta bulunayım, İvan Kapitonoviç, sizi pek pek sevmezdi. Oysa
siz onun için ne güzel sözler söylediniz!
Jilenkov, "Neden pek sevmezdi beni?" diye soracak oldu ama,
kendini derhal toparladı, "Neme gerek! Şeytanın işi yok... "
- İnsanın kendini herkese beğendirmesi kolay değil. Değişik
karakterli insanlar az mı!...
Jilenkov'un olumlu bir yanı vardı: İçki içmezdi. Kimi zaman,
kafayı çekmek, biraz gürültü yapmak, şarkı söylemek istiyor, f�kat
korkuyordu. "Ayığın aklında olan şey, sarhoşun dilindedir. Olur
da ağzımdan bir söz kaçınnm ..."
Jilenkov'un av tüfeğinden başka silahla hiçbir ilişiği olmamış­
b. Av tüfeğini de, kimi yüksek makamdaki yöneticilerin ava olma­
lan yüzünden sabn almışh. Dağda bayırda gezerken onlarla yakın

344
ilişkiler kurma olanaklannı buluyordu. Fakat öyle oldu ki, topog­
rafya haritası ile okul haritası arasında bir aynm yapamayan ve as­
kerlik işlerinden hemen hemen hiç anlamayan Jilenkov, savaş ön­
cesinde 32. Ordu Askeri ŞO.ra üyesi olarak atandı, tuğkomiser ün­
vanı verildi kendisine.
Gizli haber bültenini okuma olanaklanna kavuştuktan sonra
yine korkulara kapıldı. Bu kez anketten değil, Almanlardan. Onla­
rı yenilmez bir güç olarak görüyordu. Birkaç gün içinde, Narvik ve
Girit istilalarını, Polonya'nın, daha sonra Bah Avrupa ülkelerinin
ezilişlerini, Hitler tümenlerinin Majino hattını dolaşarak Paris'e va­
nşlannı dehşete kapılarak okudu.
Hitler Almanyası, Sovyetler Birliği'ne saldırdı. Almanlann ilk
zaferleri Jilenkov'da ne huzur bırakh, ne düşünme yeteneği. "Her
şey bitti. Sovyet iktidarına son verecek bu Hitler. İki kere iki dört
eder gibi kesin bir gerçek bu. Komiser olduğum için beni bir direk­
te sallandıracaklar. Durmamalı, bir şeyler yapmalı. Yoksa bir tahta
kurusu gibi ezecekler, tozumu savuracaklar. Bir iz bile kalmayacak
benden."
Ve Kızıl Ordu eri üniforması sağlayarak fırsat kollamaya baş-
ladı.

Doğum tarihiniz?
Bin dokuz yüz on, Herr Subay.
Çavuş Hekman, hoşlandığı savaş tutsağının yanlışını düzeltti
(Er Keler yanında olmasaydı bunu yapmayacakh).
- Çavuşum ben, Maksimov, subay değil. Mesleğiniz?
- Benim mi? İyi direksiyon kullanınm.
Çavuş sevindi:
- Auto? Zer gut! Çalışmak ister misin?
Jilenkov: ''Mezara gitmektense çalışmak daha iyi. İleride neler
olur, allah bilir, .. " diye düşündü ve sonra:

345
İsterim elbette, dedi.
Zer gut.
Elimden geldiği kadar çabalayacağım, Herr Subay...
Hekman'a bu kez de subay dedi, çünkü, yağlı yemeğin daha
lezzetli olacağını biliyordu.
Jilenkov, geceyi, diğer savaş tutsakları gibi dışarıda geçirmedi,
Semlevo kıyısındaki bir boş evde, iki Alman şoförle birlikte yath.
Şoförler, sabah erken erken kahvalh almaya gittiler. Jilen­
kov'a, margarin sürülmüş, üstüne de domuz söğüşü konmuş bü­
yük bir sandviç verdiler. Et, kağıt gibi inceydi ama, ne de olsa etti.
Aynca bir bardak da kahve uzathlar. "Yaşanabilir... Hele bakalım,
ileride ne olacak... "

Şoförlerden biri, sakallan uzamış, yanağı sargılı, yüzü gülme­


yen, yaşlı bir adam, Jilenkov'u büyük bir kamyonun yanına götür­
dü, yönetim sistemini gösterdi. Yola çıkhlar. Jilenkov, ilk gün yük­
leyici olarak çalışh, ikinci gün direksiyona geçirdiler ve 252. Alman
Tümenin ardından cephane taşımaya başladı.
Düşmana yardım ettiğini ve taşıdığı mermilerle kendi ırkdaş­
lannın öldürüleceğini aklından bile geçirmiyordu. Beşinci ya da
yedinci gün, kendi kendine, "Almanlara çabucak alıştım. Eh, gere­
kirse çabucak soğuyabilirim. Önemli olan, yaşıyorum..."
Evet, yaşıyordu ve yaşamı günden güne bir düzene giriyordu.
Kamını doyuruyorlar ve her gün için beşer sigara veriyorlardı. Diş
ağrısını arhk atlatmış olan yaşlı şoför bir gün yanına geldi, bir bar­
dak dolusu bira verdi. Jilenkov'un bir solukta içtiğini görünce yü­
zünü ekşitti ve tehdit anlamında parmağını salladı.
Jilenkov, ön mevzilere gidiş ve dönüşlerinde savaş tutsakları
ile karşılaşıyordu. Muhafızlar, kamyonlara yol açmak için, tutsak­
ları kanallara itiyor, bağırıp çağırıyor ve vuruyorlardı. Jilankov,
üstleri başlan perişan, toz pas içindeki tutsaklara bakmamaya çalı­
şıyordu, içlerinden herhangi biri tarafından tanınacağından ve kim

346
olduğunun Almanlara duyurulacağından korkuyordu.
Bir olay yine yüreğini ağzına getirdi. Bir akşam, arabalan dur­
durdular, Jilenkov da Alman şoförlerle birlikte akşam yemeğini ye­
di, sonra geceyi geçirecekleri eve gittiler. Jilenkov, her zamanki gi­
bi sobayı yakhktan sonra Almanlann yanına oturdu. O zamana
dek hiç görmediği kara kuru biİ" astsubay geldi yanlarına. Savaş
tutsağına ters ters bakhktan sonra, yüzünü buruşturarak tabanca­
sını kılıfından çıkardı.
Astsubayın karakterini iyi bilen şoförler:
- Rus! İvan! Kaç! diye bağırdılar.
Jilenkov'un rengi attı, şaşkınlıkla yerinden kıpırdayamadı.
- Fırla, kaç!
Jilenkov astsubaya arkasını döndü, etrafına bakınarak. olduğu
yerde ayak değiştirmeye başladı.
- Fırla, kaç!
Jilenkov, iki kat eğilerek kap\ya doğru hızlandı. Silah sesini
duyunca kirli yere upuzun uzandı. Almanlar kahkahayı bashlar. Ji­
lenkov, şaşkın şaşkın ötesini berisini yoklamaya koyuldu, yaralı ol­
madığını anlayınca doğruldu. Astsubayın kahkahalan ötekileri
bashnyordu. Yumuşak bir sesle:
- Ben şaka yaptım İvan, dedi ve tavanı gösterdi: Oraya ateş
ettim.
Ve Jilenkov'a sigara verdi.
Jilenkov akşam yemeğini acele acele yedi, kaşığını yaladı ve
verilen sigarayı yaktı. Şoförlerin yüzlerinde hala gülümseme vardı.
Jilenkov da isterik bir gülüşle gülmeye başladı.
İkinci haftanın sonlanna doğru Jilenkov'u Gjadsk'a gönderdi­
ler. Gidişinde büyük demir varillerde yakıt götürdü. Dönüşünde,
bıçkıhaneye uğrayarak ölen subaylar için tabut yüklemesi emredil­
di. Bıçkıhane avlusunda, son günlerde en korktuğu şey başına gel­
di, bir tanıdıkla karşılaşh.

347
Gjadsk Orman İşletmesinin �kçisi Çemikov'un kendisini ta­
nımayacağını sandı ilk önce. Sakalı uzamışh, sırhnda kirli, yırhk
pırhk bir pamuklu vardı. Böyle bir insanın kişiliğinde, ormana en
modern av tüfeği ile gelen, karnı tok, kendini beğenmiş Jilenkov'u
tanımak kolay değildi elbet.
Fakat, Çernikov Jilenkov'u tanıdı ve bıçkıhaneyi yöneten su­
baya koştu.
Subayla silahlı askerler kamyonun önünde durunca, Jilenkov
dondu kaldı, bütün gücünü yitirdi, kabinden inemedi, indirdiler.
Bu kez kendisini bir çavuş değil, SS' den, pembe yanaklı, _çene­
si çukur, tatlı gülümsemeli hauptştrumführer sorguya çekti. Ne ba­
ğırdı, ne sinirlendi. Haklıydı da; savaş tutsağı her soruyu seve seve
ve aynnhları ile yanıtlıyordu. Gözlerindeki huzursuzluktan onun
katkısız bir korkak olduğunu anladı.
Gerçek soyadın?
Jilenkov.
Askeri rütben?
Tümgeneral.
Hauptştrumführer yerinden sıçradı. Bir iri balık yakalamışh.
Hem de nerede? Çam tahtalarından yapılan ıssız bir bıçkıhanede.
Jilenkov, askeri rütbeyi, sonunun nereye varacağını düşünme­
den, bir anda uyduruvermişti. Alman'ın sevindiğini görünce iyi bir
iş yaptığı kanısına varmışh. "Kim olduğunu nereden anlayacaklar.
Tümgeneral işte. Yağlı yemek daha lezzetlidir. Öyle bir şaşırdı ki,
yerinden bile sıçradı..."
Jilenkov, daha o gün, Alman Kara Kuvvetleri Genel Kararga­
hının bulunduğu Detsen' e uçakla gönderildi.

"UTANMIYOR MUSUN?!"
Vlasov'la Ştrikfeld, Hamelburg kampına vardıkları zaman,
yüzbaşı, oradaki Ruslarla konuşmak istemedi:

348
- Size engel olmak istemem. Kendi aranızda anlaşın, dedi ve
gülümseyerek ekledi:
- Zaten bütün olup biteni bana bildirecekler.
Zakutni haklı çıkh. Malişkin her şeye hazırdı.
- Sizinle konuşmak istiyorum, Bay Malişkin. İlginç bir işe
başlamak üzereyim.
Malişkin gülümsedi:
- Beni kadeh arkadaşı mı yapmak istiyorsunuz? Çenenizi
hiç yormayın, Andrey Andreeviç... Her şeyden haberliyim ve bu
yüzden düşünme olanağı da buldum. İlkesel olarak razıyım. Sade­
ce bazı koşulların açıklığa kavuşturulmasını istiyorum.
- Buyurun, sizi dinliyorum.
- Beni başkan yardımcısı yapacaksınız. Sanmayın ki, kendi-
mi dev aynasında gören bir insanım... Hfiyır... Açık konuşayım,
Andrey Andreeviç; küçük adam olmaktan bıkhm usandım arhk.
Kızıl Ordu'ya birçoklarından önce girdiğim halde, bir türlü albay­
lıktan yukan çıkamadım.
- Biliyor musunuz ki, Vasiliy Födoroviç, kırk birin Ekim
ayında tuğgeneralliğe terfi ettirildiniz.. O zaman siz, Viyazma'da
.

çember içindeydiniz. Anlaşılan haber size ulaşmamış.


Vlasov, bunu söylediğine sonradan pişman oldu. "Ne diye çe­
nemi tutamadım, allah kahretsin ... "
Malişkin saranp soldu:
- Tuğgeneral mi? Sahi mi söylüyorsunuz? Şaka etmiyorsu­
nuz, değil mi?
- Ne şakası... Kendim okudum. •

• Malişkin:
- Geç kaldılar, �iye yüzünü buruşturdu. Değerimi daha ön­
ce anlamalıydılar. Boş ver. Evet, sözüme gelelim, Andrey Andree­
viç. Yalnız başkan yardımcılığı... Kabul ediyorsanız, bundan sonra­
ki işbirliğimiz üzerinde konuşabiliriz.

349
- Neden kabul etmeyeyim. . . Siz, Bay Zakutni'yi hesaba kat­
mazsak, bu konuyu görüştüğüm ilk insansınız. Bu bakımdan, hak­
kınız.
- Ala ... Şunu derhal söylemeliyim ki, Zakutni'yi ciddi bir in­
san yerine almayın. Küçük adamdır. Bizim bu kampta birkaç gün
kaldı ve çok kötü izlenimler bırakh. Sarhoş, kendini beğenmiş, kaz
kafalı...
- İyi ama, Propaganda Bakanlığında çalışhğını ve bildiriler
yazdığını söylüyor.
- Okuduk yazdıklannı... Hava cıva ... Yazısız yanları ile sa­
dece ayakyolunda işe yarar...
- Almanları nasıl buluyorsun?
- Henüz acemi olduğunuz belli. Onlarda da düzensizlikler
var... Fakat, onları değerlendirmek bizim işimiz değil. Gelin, sizi
Truhin'e götüreyim. Buranın Rus komutanı o...

Vlasov, Frunze Akademisi eski öğretim üyelerinden Truhin'le


yarım saatlik bir zamanını kaybetti. Vlasov'u ayakta kabul etti. İki
metre uzunluğunda bir adamdı ve bu doğa vergisiyle övündüğü
açıkça görülüyordu. Kendini uzun boylu sayan Vlasov, Truhin'in
ancak omuzlanna yetişebiliyordu. Truhin, başlangıçta diretti:
Andrey Andreeviç, partimin müsaadesini almak zorunda-
yım.
Affedersiniz, anlayamadım ... Hangi partinin?
İki partinin üyesiyim ben. Birincisi, Rus halkının Emek
Partisi. Kısacası: RHEP. Kırk bir yılının Ekim ayında kuruldu. Ay­
nı zamanda onun Merkez Komitesinin de üyesiyim. İkincisi, Yeni
Kuşağın Ulusal Emek Birliği. Kısacası: YKEB. Onun da Yürütme
Bürosunun üyesiyim.
- Sovyetler Birliği'nde, anımsayabildiğim kadan ile, siz par­
tisizdiniz.

350
- Birçok defa öneride bulundukları halde Komünist Partisi' -
ne girmedim. Giremezdim. Bin dokuz yüz on dokuzda Troçki de
çok ısrar etmişti. Benim Bolşeviklerle görülecek eski hesabım var,
Andrey Andreeviç. Partimin müsaadesinden söz ettim. Burada söz
konusu olan parti, birinci partidir. Yani, RHEP.
- Benim için önemli ofan, ilkesel bakımdan razı olup olma­
dığınızdır, Bay Truhin.
- İlkesel olarak razıyım. Çünkü, benim için olduğu gibi, si­
zin için de baş ilke, Rusya'yı komünistlerden kurtarmakhr. Bütün
ömrümce bu özlemle yaşamışımdır.

Blagoveşçenski ile çabuk anlaşh. Daha sonralan, onun Vul­


havze' den buraya, Ştri.kfeld'in isteği ile getirildiğini öğrendi.
Blagoveşçenski'nin ilk dikkati çek.en Yanı boynu idi. Daha
.
doğrusu, boyun diye bir şeyin olmayışıydı, başı, sanki onarımdan
sonra, omuzlarının orta yerine yapışhnlmışh. Tombul yüzünden
kendini beğenmişliği, gülümsemesi eksik olmuyordu. �ıyıklan
karşısıdakine batacak gibi ileri fırlamıştı. Gözlükleri alhna gizlen­
miş olan küçümencik gözleri herkese "Acaba aldahlmıyor mu­
yum?" gibilerde kuşku ile bakıyordu. Bir zamanlar babası anasına
şöyle diyordu: "İki yüzlü doğurmuşsun sen bunu. Gözleri sözde
gülümsüyor, fakat dikkatle bakınca seni yemeğe hazır... "

Blagoveşçenski, Truhin'i dostça karşıladı, üç defa öptü. Vla­


sov'un yanına gitmekte acele etmiyor, kendisini ilgilendirmiyor­
muş gibi davranıyordu.
Misafiriniz mi var, Födor İvanoviç? Ben daha sonra uğra-
nm ...
İvan Alekseeviç, ben sizi misafirimle başbaşa bırakmak is­
tiyorum. Andrey Andreeviç sizinle görüşecek.
Truhin, onlara başarılar dileyerek yanlarından aynldı.
Blagoveşçenski:

351
- Centilmence davrandı, diyerek onun bu jestini övdü. Bu­
rada kalsaydı, bana akıl vermeye kalkışacakh. Böyle şeylere bayılır.
Sizi dinliyorum, majeste...
Vlasov hayretle sordu:
- Majeste de n'oluyor?
- Neden olmasın? Alışın... Büyük bir işe başlıyorsunuz, say-
gı görmeniz gerek... Rütbe dizisi listesini anımsıyor musunuz?
Hepsi on dörttü, sizin rütbeniz üçüncü dereceydi. Şunu bilelim ki,
imparator efendimiz Büyük Petro, bu listeyi hazırlarken ne yaph­
ğını biliyordu. Rütbe dizisi ile, basit halkta, yüksek mevkidekilere
karşı saygı duygusunu aşılamak amaanı güdüyordu. Sizi dinliyo­
rum, majeste ... Komüniştlerde tek bir hitap sözcüğü var: Yoldaş.
Dilde sanki başka sözcük yokmuş... Kadınlar da yoldaş ... Bayan, fe­
na mı? Ya da madam? Affedersiniz, sizi dinliyorum.
Blagoveşçenski, bu kez "majeste" demedi. Vlasov'un canı sı­
kıldı buna. Kendi kendine, "Üşendi kerata" dedi. İvan Alekseeviç,
onun bu düşüncesini sezmiş olacak ki, ekledi:
- Majeste...
Vlasov, içinden, "Görüyorum ki, ötekilerden daha kurnazsın!"
dedikten sonra söze başladı:
- Size ajitasyon yapacak değilim, İvan Alekseeviç...
- Gerçekten de gereksiz bir şey bu. Lafı dolaşhrmadan ko-
nuşalım. Rus Komitesine girmemi önereceksiniz, memnuniyetle
kabul ediyorum.
- Çok iyi. Ben de bunu önerecektim. Tarafınızdan tam bir
anlayış gördüğüm için mutluyum.
- Bu işi ben çoktan düşünmüştüm.
Vlasov yine kendi kendine söylendi: "Ah, cambaz seni! Sen de
başkan yardımcılığına adaysın galiba!"
- Andrey Andreeviç, burada bir örgüt içinde birleşmezsek
dumandır halimiz. Almanlar, bizi, tahta kurusu gibi birer birer

352
ezerler. Beni yanınızda sayabilirsiniz.
Vlasov'un düşüncelerini yüzünden okumuş gibi, öngörülü­
lükle ekledi:
- Kayıtsız koşulsuz sizinleyim. Fakat, müsaadeniz olursa, si­
ze zaman zaman danışmanlık edebilirim...
- Bu sözler beni memnun' ediyor.
- "Ayır, buyur" sloganını anımsıyor musunuz? Bir Bolşevik
sözcüğü kullandığım için özür dilerim. Alışkanlık. Ben size bam­
başka slogan öneriyorum: İlk önce birleştir, sonra ayır ve buyur. Si­
ze, yararlı insanlar önerebilirim. Buraya sizden önce geldim, bu
yüzden, durumu daha iyi biliyorum. Çökmek üzere olan Sovyet
0
egemenliğinin düşmanları burada, Paris'te, Prag'da ve diğer yer­
lerde de fazlası ile var. Şimdi bunlar kapınızı çalacaklar. Aralannda
alçaklar, dalkavuklar da az değil. Böyleleıjni yaklaşbrmamak ge­
.
rek. Fakat, kanımca, bunun zamanı değil. Deride, gerektiği zaman,
bunları kesip, çöp tenekesine atanz. Şimdi değil ama. Şimdi birle­
şelim... Bence General Krasov'u görmeniz hiç de kötü olmay�cak.
- Şu bildiğimiz Krasov'u mu?
- Ta kendisi. Romanlarını okudum burada. Modası geçmiş,
fakat ilginç şeyler... Profesör Rudnov Paris'ten geldi. Ayağı yanmış
it gibi dolaşıyor. Yaşlı. Olsun. Onun da yeri var. Jrebkov da bura­
da. Daha genç, enerjik ... Her ikisi de eski mültecilerden, etkili kişi­
ler arasında tanıdıkları çok. Jrebkov'un Londra çevreleriyle bağlan­
hlan var. Bizim için çok önemli bu...
Vlasov, ilgi ve memnuniyetle dinliyordu. "Akıllı it!" dedi için­
den ve birden şu öneride bulundu:
- Sizi başkan yardımcısı yaparsam, bir itirazınız olur mu?
Ne dersiniz bu önerime?
- Kendim için bir onur sayanın bunu. Fakat, böyle önemli
bir mevkiye layık değilim. Majeste, ben, gölgede kalmaya alışmış
bir insanım -gülümsedi- malum ya, insan gölgede daha az terler.

353
İş konusunun dışında şundan bundan ve ortak tanıdıkların­
dan da konuştular ve anladılar ki, gençliklerinde, her ikisi de ünlü
bir balerine uzaktan, platonik olarak aşık olmuşlar.
- Hoş günlerdi...
- Evet, hoştu ...
Her ikisi de papaz okulunda okuduklarını anlayınca pek se-
vindiler.
Ben Nijnogorot seminaryasındaydım.
Ben de Kostromo'dakinde.
Bizimki daha iyi idi. Sıkı bir disiplini vardı.
Bizimki de öyleydi. Hele bir papaz doktorumuz vardı. Ku­
lağımıza eğilip öyle bağırırdı ki, kulaklarımızı kökünden söküp at­
mak istiyordu sanki.
Sağlam bir öğrenim de verirlerdi.
- Ne yazık, oradayken karşılaşmamışız.
- Siz kara kuvvetlerindeydiniz, bense sahil savunmada. Son
zamanlarda Libava'daki askeri deniz okulu komutanıydım.
Şimdiki göreviniz ne, İvan Alekseeviç?
Vuyhavze'deki gençler okulu şefiyim.
Nasıl okul bu?
Bolşevik tutsaklığından kurtarılan bölgelerden, on iki-on
dört yaşlan arasında çocuklar topladık.
- Ne amaçla?
- Almanlar, belediye başkanı ve polis gibi idareci kadrolar
hazırlamak istiyorlar. Fakat perspektifsiz bir iş.
- Neden?
- Ölüyorlar. Bütçe küçük, beslenme kötü. Onlar da durduk-
ları yerde duramıyorlar, koşuyorlar boyuna. Geçen ay beş yüz ço­
cuktan iki yüz kırkının künyelerini sildik.
Neden sildiniz?
- Öldüler, ne yapılır ki... Allah rahmet eylesin masumlara.

354
Vlasov'un kafasından "Ama senin yüzünden kan damlıyor."
düşüncesi geçti.
Candan iki dost gibi ayrıldılar.
Vlasov, neşeli bir sesle:
- Bay Ponedelin'i getirin yanıma, emrini verdi.
Truhin gülümsedi:
- Onunla biraz güç anlaşacaksınız, Andrey Andreeviç. İnat
bir adamdır, dedi.
- Olsun. Yola getiririm onu ben.
On İkinci Ordunun eski komutanı Ponedelin, kırk birin Ağus­
tos ayında Güney Batı Cephesinde tutsak düşmüştü. Konuşmaları
kısa sürdü.
Ne istiyorsun benden, Vlasov?
Konuşalım dedim.
Seninle konuşacak hiçbir şeyim yok:
Bence var.
Varsa, konuş kendi kendine.
Ve çıktı. Truhin'e:
- Bir daha bu rezilin yanına çağırmayın beni, dedi.
Sekizinci Kolordu eski komutanı General Snegov'la konuşma-
dan da bir sonuç alınamadı. Ama, Snegov, hiç olmazsa dinledi.
- Ne dersiniz, Bay Snegov?
Snegov derin bir nefes alarak tabureden kalktı:
- Utanmıyor musun Vlasov? dedi.
Kapıya doğru yollandı. Kapıyı ayağı ile itti, açılmadı.
- Amma rezillik ha! diye hınçla söylendi. Açılmayan kapıya
·

mı sövüyordu, Vlasov'a mı, anlaşılmadı.


Vlasov:
- Acele ehne, düşün, diye bağırdı. Senin için tek çıkış yolu
bu.. ;
Snegov omuzu ile itince kapı ardına kadar açıldı:

355
- Senin için çıkış yolu yok, Vlasov. Benim için görüyorsun
ki, var.
Akşam yemeğini, kampın Alman komutanı Albay Pelet'Ie bir­
likte yediler. Biraz da içtiler. Mezeler şöyle böyleydi, fakat günün
koşullarına göre fena sayılmazdı: Balık, kaynatılmış patates, taze
lahana garnitürlü sosis (üçer parça). Albay Pelet yeşil lahanaya ba­
yılıyordu.
Ştrikfeld kadeh kaldırdı:
- Führer'in sağlığına, baylar.
Hep bir ağızdan:
- Hayl! diye bağırdılar.
Albay, misafir için de kadeh kaldırılmasını önerdi, Vlasov için
içtiler.
Truhin, Alman üniforması ile idi. Başını öne eğmişti. Yüksük­
ten de küçük kadehlerle içki mi içilirdi! Çıkh, cebindeki şişeden
gizlice içti ve biraz kafayı tuttu. HŞ-D Subaylar Kampından ve Ab­
verofisier' den kendisine verilen kimlik karhndan Vlasov' a övgü ile
söz etti. Bunda şöyle deniyordu: "Subaylar Kampında 49 numara­
ya kayıtlı olan Rus savaş tutsağı General Födor Truhin, Rus Ulusal
İşçi Partisi (Komünizmle Savaşım Komitesi) üyesidir, bizim çıkar­
larımız için kullanılmaya elverişlidir." Sağda kıvrım kıvrım bir im­
za, solda, gamalı haçlı mor bir damga.
- Siz bu partiden söz etmediniz bana. Üçüncü partiniz mi
yoksa?
Truhin:
- Sözünü ettiğim partinin bir kolu bu, diye homurdandı.
Ştrikfeld saatine bakh. Vlasov, kalkma zamanının geldiğini
anladı ve kalkh.
Geceyi, Truhin'in odasında geçirecekti. Truhin, bir çekmece­
den bir şişe çıkardı, bir yerden sıcak patates ve kaynamış iki yu­
murta getirdi:

356
- Şimdi bizdeki gibi yiyip içeceğiz, dedi.
Çenesi boyuna işliyordu:
- Burada, kuzenim Yuriy Andreeviç Tregubov'la buluştum.
Çoa.Hduğumuzda sık sık görüşürdük. Sonralan Bolşevikler yüzün­
den ayrıldık birbirimizden.
- Nasıl buluşabildiniz, FÖdor İvanoviç?
- Bu kampın Rus komutanı olarak bir kart verildi bana. Bu-
nunla her yere serbestçe gidebiliyorum.
- Bütün Almanya'da mı?
- Bazı sınırlamalarla ... Fakat, bu da yetiyor bana. Kuzenim
de işini uydurmuş burada. Telefon Fabrikasında baş mühendis. Si­
zi mutlaka tanışbracağım. Brunst, Redlih, Evreinov gibi pek sevim­
li, bizim insanlar onun evinde sık sık toplanıyorlar.
- Beyazlardan mı bunlar?
- Çoğu. Aralarında eski Sovyet insanları da var. Askeri ha-
kim Krupoviç ilginç bir kişi. Bolşeviklere yirmi beş yıldan fazla hiz­
met etmiş, Prens Oldenburski'nin oğlu olduğunu kimse aı:ılama­
mış. Kurnaz mı kurnaz ... Bunlardan bazıları ile tanışbracağım sizi.
En başta mutlaka Sergey Nikolaeviç Sverçkov'la.
- Kim o?
- Eskiden artistmiş. Bir ara MHAT'da (Moskova Sanat Aka-
demi Tiyatrosu) çalışbğını söylüyor. Bence yalan. Allah kahretsin
bunları. Herkes, kendi bildiğince yaşam öyküsü uyduruyor bura­
da. Jilenkov, kendini tümgeneral olarak yutturdu. Gelelim Sverç­
kov'a. Bizim partinin programını hazırlayan odur.
Affedersiniz Födor İvanoviç, hangi partinin?
- Bizim ana partimizin, Halk Emek Birliğinin.
- Siz onun adını başka türlü söylemiştiniz. Kimlik kartınız-
da Rus Ulusal İşçi Partisi olarak anılıyor.
- Basit halka da bir şeyler vermek gerek Andrey Andree­
viç... Size, Bay Astafiev'i tavsiye ederim. Bu genç, bugünlerde Pa-

357
ris'ten geldi. Ölen babası, belleğim bana ihanet etmiyorsa eğer,
devrimden önce büyük bir tüccardı ya da tarih profesörü idi. Jereb­
kov'un bana anlathğına göre, Bay Astafiev Almanya'ya yalnız sizin
için gelmiş. Birinden sizin niyetinizi öğrenir öğrenmez sizi sevme­
ye başlamış. "Ben demiş, vatanımın komünist zehirinden kurtarıl­
ması uğrunda Vlasov'un ardından ateşe ahlmaya hazınm." Dinli­
yor musunuz beni: Andrey Andreeviç?
- Bütün dikkatimle dinliyorum. Astafiev, dediniz, değil mi?
Bellemem gerek bu adı.
- Yazın: İvan Apolonoviç Astafiev ... Pek sevimli bir genç...
Şvetsov'la da tanışhracağım sizi. Bilgili bir bay, Moskova Pedagoji
Enstitüsü'nün direktörü imiş ... Şunu söylemeliyim ki, bilimsel kad­
rolarımız pek az. Bilimler Akademisi muhabir üyelerinden Nikolay
Nikolaeviç Pope, Profesör Andreev, Leningrad Finans Enstitüsü'n­
de öğretim üyesi Koşkin, bir de soyadı belleğinde iyi kalmamış Gri­
şaev mi, Grişkin mi, Edebiyat Enstitüsü öğretim üyelerinden biri
var ki, boşboğazın, gevezenin biri. Bize pek yararı olmayacak. Alek­
sandr Ardalönoviç Almazov ise ciddi bir adam. Yalnız, İngilizlere
kaçmaz inşaallah, çünkü büyük bir İngiliz yanlısı. Blümental-Ta­
marin'le tanışmıyor musunuz? O da Almanya'da. Königsberg'de
radyo sözcüsü. Ağzı kalabalık bir bay. Kendisini pek sevemedim.
Truhin saatine bakh:
Affedersiniz, benim gitmem gerek.
- Bu vakit nereye gideceksiniz?
- Teftişimiz var. Baskın arama-taramalarına böyle diyoruz.
Benim rezillerin uyudukları saat bu. Gidip kaldırıyoruz. Çabuk dö­
neceğim. Sadece direktiflerimi vereceğim.
Çıkarken:
- Siz yahn, dedi ve kapıyı dışarıdan kilitledi.
Vlasov soyunurken aklından şunları geçiriyordu: "Küçük
adamsın Födor İvanoviç, çok küçük adam ... Moskova'da Frunze

358
Akademisi'nde taktik dersleri veriyordun. Beş günlük bir Genel
Kurmay Başkan Yardımcılığın var. Şimdi tutmuş arama baskınları
yapıyorsun. Seninle işbirliği yapmak değer mi diye düşünüyorum
şimdi. Sonra, akıllı başkan yardımcısı neyime benim ... Zaten Al­
manlara, Ştrikfeld'e tamamıyla bağımlı durumdayım. Bana şeflik
yapacak bu adam. En iyisi, Truhin'e de, Blagoveşçenski'ye de boş
vermeliyim... "
Pencereyi bir projektör ışığı yaladı, çoban köpekleri uludu, bir
silah sesi duyuldu. "Teftiş başladı" dedi Vlasov.
Kapı çalındı.
Kim o?
- Zakutni... Açın, Andrey Andreeviç.:.
- Anahtarım yok. Födor İvanoviç'te anahtar.
Zakutni güldü:
- Kilit altında mı tutuyor sizi bu kütük? Şimdi gidip bulu­
rum onu ben ...
Vlasov, onun buraya, İmparatorluk Güvenlik Dairesinin bü­
yük şeflerinden biri tarafından gönderildiğini sonradan anlayacak­
tı. Çünkü Zakutni, Vlasov'un tutsak generallerle yaptığı konuşma­
lar üzerinde ayrıntılı sorular soruyordu.
- Ponedelin, açıkça görülüyor ki, işimize yaramayacak ..
Snagov da aynı soydan. Bırakın onları, Andrey Andreeviç. Ben si­
ze bir general daha hazırladım. Dokuzuncu Ordu Komutanı Miha­
il Födoroviç Lukin. Eski Rus Ordusu teğmenlerinden.
- Bir zamanlar Moskova Garnizon Komutanlığı yapmış olan
Lukin mi?
- O. Yalnız, Hamelburg'da değil. Ya Lukenvalde'de ya da
Vusturay'da. Bulacağız.
- Ah, bir razı olsa... Lukin bu ... Şaka değil, bütün ordu tanı­
yor onu.
GENERAL Luı<iN
Smolensk çarpışmalarının en önemli sonucu şu idi: Kızıl Or­
dulular olağan�stü bir direniş gösterdiler. Sadece, düşmanın güçlü
baskısı karşısında dayanmakla kalmadılar, aynı zamanda, ona, his­
sedilir darbeler indirdiler. Sovyet birliklerinin bu direnişi karşısın­
da Almanlar, savaş arenasının bu kesiminde saldınlannın hızını
büyük ölçüde yavaşlatmak zorunda kaldılar. Kızıl Ordu, düşma­
nın, güçlü de olsa, yenileceğini kanıtladı. 1941 yılı Haziranının son­
larına doğru, 16. Ordu, 20. Ordunun da yardımı ile Hitlercileri geri­
letti ve Smolensk'in bir kesimini ele geçirdi.
Smolensk'i elden çıkarmak istemeyen Alman komutanlığı, bu
bölgeye taze tümenler getirdi ve 1 6. Ordu ile 20. Ordu'ya yandan
ağır darbeler indirerek, bunları çember içine aldı. Fakat Sovyet or­
duları, çetin çarpışmalar vererek çemberde gedik açmaya muvaf­
fak oldu. General Mihail Födoroviç Lukin, o sırada 16. Ordu komu­
tanıydı.

Solovöv geçidinin biraz güneyinde bulunan, Dinyeper üzerin­


deki Ratçensk geçidine yaklaşhğı zaman, Mihail Födoroviç, orada,
askeri disipline taban tabana aykırı bir karışıklığın hüküm sürmek­
te olduğunu gördü ve aralarına girerek, geçişe bir düzen vermeye
başladı.
Geri çekilişi yönetmekle görevlendirilen bazı komutanların
yaptıkları gibi sesi kısılırcasına bağırmıyor, geçidi her an onarmak
için çılgınca çalışan ve yorgun düşen istihkam erleri gibi sövmü­
yor, ikide bir tabancasına el atmıyordu. Dingin, hatta eğitim dö­
nemlerindekinden daha dingin, fakat kararlı ve kesin bir sesle,
doğru, tam ve herkesin anlayabileceği emirler veriyordu.
Ordu komutanının bu dinginliği öteki komutanları da etkile­
di, onlar, daha enerjik, daha soğukkanlı davranmaya başladılar.
Böylece, geçiş az çok düzene girdi: İlk önce yaralıları geçirdiler. Lu-

360
kin, sonra, topçuların geçmesini emretti. Onların ardından piyade­
nin geçişi başladı.
Geri çekilmenin düzene girişi karşısında rahatlayan ve bu dü­
zenin bir süre bozulmayacağından emin olan Lukin, arabasına
doğru yürümeye başladı. Bu ;;ırada karşıdan bir kamyon belirdi.
Büyük bir hızla, zigzaklar yaparak, nehir üzerindeki pontona doğ­
ru uçuyordu. Çılgınca gelen araba karşısında herkes, iki yana sıçrı­
yor, yere yahyordu. Lukin şoförü gördü; yüzü kireç gibiydi, gözle­
ri iri iri açılmışh, hareketsizdi, donup kalmış gibiydi bu gözler. Ge­
neral, korkudan çılgına dönmüş, paniğe kapılmış birçok insanlarla
karşılaşnnşh. Bunlar, kendi yaşamlarını ku.rtarmak için başkalarını
harcamaktan çekinmeyen kimselerdi.
Lukin tabancasını çekerek kamyona doğru yürüdü:
- Dur alçak!
Şoför, hızla çevirdi, araba devrilecek gibi oldu, durdu.
Komutanlar, yere yuvarlanan komutanlarının yanına koştular.
Lukin:
- Bir şey yok, bir şeyim yok, diyerek ayağa kalkmaya çalışı­
yor, fakat kalkamıyordu. Tekerlek sağ bacağını kırmışh. Daha ora­
da demir çember içine aldılar. General, arabasından geçişi izliyor­
du. O gün, o saatlerde bu, onun en önemli işiydi.
Savaş tarihi, savaş meydanlarında, su dolu siperlerde, tankla­
rın ileri ahlışlarında, pike yapan bombardıman uçaklarının şiddet­
li uğultularında, taarruzlar ve geri çekilişlerde, düşmanın kuşahl­
masında, piyadenin cephe taarruzlarında, topların gümbürtülerin­
de yarahlır.
Savaş bültenlerinin, "cephelerde yeni bir şey yok" dediği, sa­
vaş araçlarının sustuğu, sadece, soluklarını kısmış bir halde düş­
man mevzilerine doğru süründükleri zamanlarda bile savaş tarihi
yarahlır. Zira savaş tarihi, her şeyden önce, önceden planlanmış,
düşünülmüş ya da rastlantılı, akıllı veya budalaca, cesurca ya da

361
korkakça, türlü türlü insan davranışlarının bir toplaondır.
Savaştan sonra, kendilerinin veya düşmanın binlerce belgesi,
emirler, genelgeler, istihbarat raporları, yazılmış telefon konuşma­
ları, şifreleri çözülmüş telgraflar, anılar, askeri tarihçilerin ellerinde
kitaplaşır. Şu veya bu cephenin, şu ya da bu ordu kesiminin duru­
mu açıklığa kavuşur.
Ve çarpışmalara kahlmış olanlar, şu veya bu hareketin yürü­
tülmesinde kendilerinin ya da düşmanlarının yaphklan hataları,
kararlarının hangisinin doğru, hangisinin yanlış olduğunu anlama­
ya başlarlar.
Kısacası, tüm savaşın gidişah, dönüm noktalan, şu ya da bu
operasyonu ve epizotları üzerindeki tarhşmalann yıllar yılı sürüp
gitmesine karşın, her şey az çok açıklığa kavuşur.

Moskova'yı uzaktan savunmakla görevli her üç Sovyet cephe­


sinde (Batı, Briyansk ve Rezerv cephelerinde) yaratılan durum,
1941 yılı Eylül ayının sonlarında son derecede karmaşıktı. Feldma­
reşal von Bok'un genel komutasındaki Merkez Orduları Grubu
Moskova yönünde taarruzlarda bulunuyordu.
Hitlerci ordu, savaş gücünün en yüksek noktasında idi. "Gü­
ney Alman Ordular Grubu", Sovyetlerin Güneybah cephesine ağır
bir darbe indirdikten sonra, 19 Eylül'de Kiev'i ele geçirdi. "Kuzey
Ordular Grubu" tarafından çember içine alınmış olan Leningrad'a,
8 Eylül'den beri sa�ce Ladoj gölünden ve havadan ulaşım yapıla­
biliyordu. Bu durum, şehrin savunmasını son derecede güçleştiri­
yordu.
Güneybah ve Kuzeybah yönlerinde bazı başarılar kazanan
Hitlerci komutanlık, en iyi kuvvetlerini Moskova yönünde yoğun­
laştırma kararını aldı.
Feldmareşal von Kluge'nin komutasındaki 4. Ordu ile Orgene­
ral Ştarus'un komutasındaki 9. Ordudan oluşan "Merkez Orduları

362
Grubu", Orgeneral Höpner komutasındaki 4. Tank Ordusu ve da­
ha iki kolordu ile güçlendirildi. Orgeneral Guderiyan'ın komuta­
sındaki 2. Tank Ordusu, Güney'den alınarak Moskova yönüne,
Merkez'e getirildi.
Orgeneral Got'un komutas�ndaki 3. Tank Ordusu, Merkez Or­
dulan Grubunun sol yanına yardıma gönderildi. Merkez Ordular
Grubu'nun Moskova taarruzu 8. Hava Kolordusu tarafından des­
tekleniyordu.
Düşman, Moskova'yı savunan Sovyet birliklerinin karşısına,
toplam bir milyon kişilik 77 tümen, 1700 tank, 20.000 kadar havan
topu ve bine yakın uçak yığmıştı.
Kasırgasal bir zafer kazanacağını uman Hitlerci komutanlık,
hazırlandığı harekete "Tayfun Operasyonu" adını vermişti. Bu
umudunu şu temele dayandırıyordu: Von·Kluge komutasındaki 4.
Ordu Polonya ve Fransa'nın bozgununa katılmıştı. Höpner Got ve
Guderiyan'ın tank ordularının komutanları, Belçika ve Fransa si­
lahlı kuvvetlerini perişan etmişler ve yenilmezlik ününü kazanmış­
lardı.
Sovyet halkının Best kalesinde ve Liepaya'daki çetin direnişi,
Alman silahlı kuvvetlerinin Smolensk bölgesinde giriştikleri "yıldı­
rım" taarruzunun tutukluk yapması ve Elniya' da yenilgiye uğra­
ması, Hitler için, stratejik önemi olmayan rastlantılardı.
"Tayfun", önüne gelen her şeyi silip süpürecek ve Moskova
yolunu açacaktı.
Operasyonun hazırlanması sırasında Hitler şöyle demişti:
"Moskova öyle bir çember içine alınmalı ki, hiçbir Rus; asker, er­
kek, kadın ya da çocuk, hiçbir Moskovalı bu çemberin dışına çık­
mamalı, her çıkış çabası ezilmelidir." Rayhskansler, büyük söz söy­
lemesini biliyordu. O zamanlar bu sözler etkili de oluyordu.
"Merkez" orduları grubu, 30 Eylül-2 Ekim arasında, darbeleri­
ni Batı, Rezerv ve Briyansk cepheleri üzerine yoğunlaştırdı.

363
Taarruzun başlamasından sonra Hitler, askerlerine şunları
söyledi: "Düşmanın daha kış basmadan ağır bir darbe albnda ezil­
mesi için, son üç buçuk ay içinde gerekli her şey yapılmış, insan gü­
cünün gerçekleştirebileceği tüm hazırlıklar tamamlanmışhr. Bu yı­
lın son ve kesi'n savaşı başlamış bulunuyor." Rayhskansler Adolf
Hitler, bazen coşkulu konuşuyordu. O zamanlar bu da etkili olu­
yordu.
General Lukin, Smolensk çarpışmalarından hemen sonra 16.
Ordudan 20. Orduya atandı. Daha sonra da 19. Ordu Komutanlığı­
na verildi.
Şiddetli savunma çarpışmaları sırasında yapılan bu değiştir­
melerin, amaca uygun olup olmadığını anlamak güçtü. Ne var ki,
disiplin son derece önemliydi. Bundan başka, en üstün bir sağdu­
yunun varlığına inanılıyordu.
19. Ordu, Eylül sonlarında Viyazma'nın bahsında savunma
savaşları veriyordu. Alman komutanlığı, Lukin'in J..<uvvetleri karşı­
sında Got'un 3. Tank grubunu ve Ştraus'un komutasındaki 9. Ordu
tümenlerinden bir kısmını yoğunlaştırdı. Lukin'in sağ kanadında,
hemen yanı başında, Orgeneral Homenko'nun 30. Ordusu, sol ka­
nadında da kendisinin daha önce komuta ettiği 16. Ordu vardı. Lu­
kin'in ordusunun biraz ardında, Viyazma' nın güney doğusunda
Yed ek Cephenin, Korgeneral Vişnevski'nin komutasındaki 32. Or­
du bulunuyordu.
Kırık ayağındaki demir çemberi bir buçuk ay kadar taşımış
olan Lukin, bacağını muayene eden doktorun kemiğin kaynaşhğı­
nı söylemesi üzerine pek sevindi. Cephe komutanı ile Askeri ŞOra
üyesi bir gün yanına geldiler. Askeri Şura üyesi belki acıdığından,
belki de sakınganlığından:
- Böyle komutanlık olur mu! Hastaneye gönderilsin, dedi.
Cephe komutanı, askerliği zamanındaki siper yaşamını anım­
samış olacak ki, kahkahalar arasında:

364
- Sıksın büzüğü! dedi.
Ve Lukin "sıktı" gerçekten. Almanların taarruzundan iki gün
önce bacağındaki ağır sargıyı çıkarıp aldılar. O zamana kadar ken­
dine güvenini zaten yitirmişti, cesareti daha da arttı .
Lukin, kendi ordusunun durumunu iyi biliyordu. Ordusunun
karşısındaki düşman kuvvetleriiıin durumunu iyi bilemezdi elbet­
te. Fakat, yine de birçok şeyler biliyor, birçok şeyleri de seziyordu.
Kesinlikle bildiği bir şey vardı: Hitlerciler çok yakında taarruza ge­
çeceklerdi. Lukin'in istihbaratçıları aralıksız çalışıyorlardı, gerekli
bir "dil" yakalamışlardı. Henüz tam bir güvenle çalışamayan, fakat
her şeye karşın eylemde bulunan partizanla� yararlı bilgiler getiri­
yorlardı. Smolensk bölgesinde, işgal altında bulunan yerlerin halk­
ları da bu alanda yardım yapıyorlardı. Bunlar, büyük tehlikeleri
göze alarak, cephe hattından kendi askerlerini.n yanına sokulmaya
muvaffak oluyorlardı.
Cephe Karargahı, Eylül ortasından beri, istihbaratçıların ve
havadan yapılan istihbaratın, yeni yeni düşman birliklerinin cep­
heye doğru ilerlediklerini saptadıklarını birkaç kez bildirmişti. Al­
manların, Duhovşçna bölgesine kuvvet yığdıklarını Lukin biliyor­
du. Cephe Karargahı, her türlü istihbarat işine özellikle geceleri hız
verilmesini, düşmanın kesintisiz olarak gerilim içinde tutulmasını,
cephe gerisine sızılmasını, düşman karargahındaki çalışmaların
bütün olanaklarla dezorganize edilmesini emrediyordu.
Savunmayı güçlendirmek amaa ile geceli gündüzlü, gizli ve
sakıncalı çalışmalar yapılıyordu. Derin siperler kazılıyor, tanklara
karşı, eldeki mayınlarla mayın tarlaları meydana getiriliyordu.
İstihbarat uçakları, Eylül ayının son günlerinde düşmanın mo­
torlu kuvvetlerinin Yatsevo-Vuhovşçina-Belli yönünde ilerlemekte
olduklarını, Smolensk, Orsa, Vitebsk ve diğer yerlerde yeni yeni ha­
va meydanlarının kurulduğunu saptadılar. Sovyet hava kuvvetleri
zayıftı. Eylül sonlarında tüm Batı Cephesinde, işe yarar iki yüz ka-

365
dar uçak vardı. Özellikle, düşmanın motorize hücum kıtalannı her
an bombalamak için gerekli olan TU-2 ve İl ağır borbardunan uçak­
lan son derece yetersizdi. Almanlarınkine kıyasla sayıca yetersiz ol­
malanna karşın, Sovyet askeri hava kuvvetlerinin pilotlan, düşman
uçaklanna karşı koyabiliyorlardı. Örneğin, sadece 24 Eylül günü
Smolensk Havaalarunda elli düşman uçağı imha edilmişti.
Cephe Komutanı Konev, her türlü istihbarat araçlannın ver­
dikleri bilgilere ve tutsak alınan bir Alı'İıan pilotunun ifadesine da­
yanarak, 24 Eylül günü, Alman taarruzunun 1 Ekim günü başlaya­
cağını bildirdi. Alman pilot, hareketin ya Kaytel ya da Göring tara­
fından yönetileceğini ve bunların, bugünlerde Smolensk' e gelmele­
rinin beklendiğini söylemişti.
Cephe Karargahı, topçu kuvvetlerinin, tanklara ve hava kuv­
vetlerine karşı savunmanın hazır durumda bulunmalannı emretti.

29 Eylül gecesi, Lukin'in karargahına, tutsak edilmiş bir Al­


man üsteğmeni getirildi. Sonradan, bunun, bir bölük komutanı ol­
duğu anlaşıldı. Tutsağı, Karargah Komutan Yardunc;ısı Albay Mas­
lov sorguya çekti. Karargah subayları o zamana dek türlü türlü Al­
man subaylan görmüşlerdi: Kimileri, kendilerinden emin, küstah,
kahramanlık taslayan, ölümden korkmayan kişilerin rolünü oynu­
yordu, kimileri askeri üniforma giymiş küçük burjuva temsilcile­
riydi, ya korkudan ağlıyor, her soruyu istekle yanıtlıyorlardı ya da
bütün sorulan yanıtsız bırakıyorlardı. Bazılan kamı tok kişilerdi,
konserve kutusuna ve bir parça kuru ekmeğe el sürmüyorlardı, ba­
zdan açtı, verilen yemeğe aç kurtlar gibi saldırıyorlardı, aralannda
sigara içmeyenler bulunduğu gibi, sorgu sırasında spazmlar geçi­
rerek "ayn sigaret" diyenler de vardı.
Bu üsteğmen hiçbirine benzemiyordu bunların. Rusça'yı düz­
gün konuşuyor, her şeyi sırası ve aynntılan ile anlatıyordu. Rusça­
yı bu kadar güzel nerede öğrendiği sorusuna, Rusça'dan başka İn-

366
gilizce, Fransızca ve Lehçe bildiği, İtalyanca'ya da başladığı, fakat
savaşın engel olduğu yanıtını verdi. Tutsak düştüğü için ne üzülü­
yor, ne de seviniyordu, sanki sadece alıştığı bir şehirden bir başka
şehre gidip yerleşmişti.
"Savaşta insanın başına her şey gelir; kimi ölür, kimi yaralanır,
bazıları da tutsak düşer. Asken okulda bize, savaşlarda tutsak düş­
menin olağan bir şey olduğunu öğretmişlerdi," diyordu.
Sorgusu sırasında, sınavdaymış gibi bir tutum içindeydi. Elle­
ri dizlerindeydi, Albay Maslov'un gözlerinin içine bakıyordu.
Hazırlanmakta olan taarruz için neler biliyorsunuz?
- Taarruz mutlaka olacak. Benim bölüğüm hazır durumda.
- Ne zaman başlayacak?
- Kesin olarak söyleyemeyeceğim. Ama herhalde 1 ya da 2
Ekim'de başlayacak.
- Nereden biliyorsunuz?
- Bizim tabur komutanına gelen zarfın üzerinde "1 Ekim' de
açılacak" emri vardı.
Üsteğmen bütün sorulan yanıtladı. Sorular bitince, kendisinin
de bir soru sormasına müsaade edilmesini rica etti. Sorusu şuydu:
Yakutsk'da en şiddetli soğuklarda ısı kaç dereceye düşer?
Neden ilgileniyorsunuz bununla?
Bize, bütün tutsakları Yakutsk'a gönderdiğinizi söylediler.
Merak etmeyin. Sizi daha yakın bir yere, Moskova'ya yol-
layacağız.
Alman, memnun, gülümsedi:
- Teşekkür ederim.
Üsteğmeni götürdüler. Maslov, kendisinden hiç yararlanılma-
mış olan çevirmene döndü:
Amma ilginç tutsak! Kim yakaladı bunu?
Er Martinov. Gönüllülerden ...
Kendisini mükafatlandırılacaklar listesine yazmalarını

367
söyleyin. Son derecede önemli veriler elde ettik.

Düşman, 2 Ekim sabahı erken erken ön mevzileri çılgınca bir


top ateşine tuttu, hava kuvvetleri de ordunun cephe gerisini bom­
bardıman ediyordu. Taarruzun başlaması, gerek Lukin için, gerek­
se tümen ve alay komutanlan için beklenmedik bir olay değildi.
Taarruz bekleniyordu, gereken hazırlıklar yapılıyordu. Bu
yüzden, o zamanki olanaklar içinde tamamıyla hazırlanılmış ola­
rak karşılandı.
Düşman, Got'un 3. Tank Ordusu ve Ştrans'un 9. Ordusunun
piyade tümenleriyle, en ağır darbeyi, Kanütino ve Jerkovski tepesi
yönünde, 19. Ordu ile 30. Ordu arasına indirdi. Düşmanın, tehlike­
li üstünlüğü derhal farkedildi.
Lukin'in sağ ve sol kanadındaki kuvvetlerle olduğu gibi, Cep­
he Karargahı ile de bağlanhsı sık sık kesiliyordu. Fakat, o, bu ka­
natlardakilerin de iyi durumda bulunmadıklannı biliyordu.
Sağındaki 30. Ordu Komutanı General Homenko, geri çekilir­
ken sayıca azalmış olan dört tümenine karşı, Almanlann üçü tank
tümeni ve biri de bindirilmiş tümen olmak üzere, on iki tümenle ta­
arruz etmekte olduklannı bildirdi.
Solundaki 16. Ordu tümenleri de güç durumdaydı, güneyde
Guderiyan'ın tanklan bir çevirme hareketi yapıyorlardı.
Lukin'in 19. Ordusu, son derece güç durumda bulunmasına
karşın, Almanlann kendi kesimindeki saldınların hepsini püskürt­
meyi başardı.
Lukin, geceleyin, Yedek Ordunun tanklarının durumunu öğ­
rendi: 4. Alman Ordusu ile Höpler'in tanklan Mosalsk-Spas-De­
mensk-Elniye hattına ulaşmışlardı. Höpner'in tanklan, Got'un
tanklan ile Viyazma'nın bahsında birleşmek amacı ile Spask-De­
mensk'ten kuzey doğuya, Viyazma'ya doğru ilerleyebilirlerdi.
Almanlann bu niyette olduklan ertesi sabah anlaşıldı. Lu-

368
kin'in ordusu ile 16. ve 20. Ordulann tümenleri 4 Ekim günü çem­
ber içine alınma tehlikesi ile karşı karşıya geldiler. Yedek Cep­
he'nin 32. Ordusu da aynı tehlikenin içindeydi.
5 Ekim günü hava korkunçtu: Zehir gibi soğuk bir yel esiyor,
sulu sepken kar ahşhnyordu. Siperler vıcık vıcık çamurdu.
Sabahın alaca karanlığında Komutanlık Karargaluna dönmek­
te olan Lukin, Topçu Tümeninin yeni mevzilere çekilmekte oldu­
ğunu gördü. Kemiklerine kadar sınlsıklam, sıska, böğürleri çök­
müş atlar, yapışkan çamurda, toplan güçlükle çekiyorlardı. Pa­
muklusu sınlsıklam genç bir er, çamur içindeki körüklü çizmele­
riyle, yüzü atına dönük yürümeye çalışıyor, bir yandan da, tatlı bir
'
dille, "Haydi aslanım, az kaldı, dayan!" diye atına yalvanyordu.
Lukin, topçu erlerine bakh: Hepsi de sınlsıklam, uykusuz,
yorgundu, toplan yapışkan çamurdan çı\ca�aya çalışan atlara
,
yardım ediyorlardı. ;Ah" dedi içinden, ''Daha fazla kamyonumuz
olsaydı!"
Sulu sepken aralıksız devam ediyordu.
Lukin, Alman taarrruzu başlayalı beri ordusunun ağır kayıp­
lara uğradığını biliyordu. Ne kadar er ve subayının öldüğünü, ne
kadannın yaralandığını biliyordu. Kendisine ölenlere ilişkin rapor
verilirken susuyordu daima. Biliyordu ki, savaşta insan kaybının
önüne geçilemez, kendisi de ölüme karşı bir güvence alhnda değil­
di. Bütün bunlan çok iyi bildiği halde, ölüm raporlannı dinlerken,
ölülerin daha az olması için, bir komutan olarak bütün önlemleri
aldım mı, diye düşünüyordu.
Lukin'i en fazla yaralıların durumu endişelendiriyordu. Yara­
lı sayısı bir hayli kabarıkh. Kolhozcu küylülerin evleri, samanlıklar,
okullar, köy şi'ıralan, kiliseler, kısacası, çahsı bulunan her yer yara­
lılarla dolu idi. Beş evli bir mahalleae Lukin adını anımsayamıyor­
du, Viselki miydi, Vovis Dvoriki mi, beş evin beşinde de, yerde,
peykelerde, yaralılar yahyordu. Bir evde, bir yaralı masa üzerine

369
yahrılmışh. Bir havluya sanlı, başı ucunda bir toprak çanak, onun
yanı başında da bir ağaç kaşık vardı.
Beş evli mahallede oralı sadece iki kişi kalmışh; biri, başını ke­
şiş kadınlar gibi siyah bir baş örtüsü ile sarıp sarmalamış bir koca
karı, öteki de, on iki yaşındaki torunu. Çocuğun boş sağ yeni, bir
çengelli iğne ile gömleğine iliştirilmişti. Kocakarı, Lukin'e bardak­
la su uzahrken, General'in torununa bakhğını gördü ve durumunu
kısaca anlath:
- Kendini göstermek istemiş... Patlamayan bir bombayı al­
mış ... Fakat, zamanında atmamış...
Bu beş evde, yüzden fazla yaralı vardı. Kendilerine, askeri
doktor Elizaveta İvonova Sedükovna hizmet ediyordu. Kırk yaşla­
rında, kısa boylu, iri mavi gözlü, iyi kalpliliği yusyuvarlak yüzün­
den okunan bir kadındı. Kendisine iki hasta bakıcı ile tek kollu oğ­
lanın büyükannesi yardım ediyordu.
Lukin sordu:
- Yaralılar arasında yürüyebilenler var mı?
- Yok. Yürüyebilecek durumda olanların hepsi gitti. Burada
kalmaktan korkuyorlardı.
Lukin, "Siz korkmuyor musunuz?" diye soracak oldu. Ama
sormadı. Asıl önemli olan, onların burada kalmalarıydı, yaralılara
ellerinden geldiği kadar yardım etmeleriydi.
Serdükova, üzüntü ile:
- Sargı malzememiz yok, dedi. Evlerde, peşkir, havlu, men­
dil, baş örtüsü, yashk kılıfı, çarşaf gibi ne bulduysak kullandık.
İlaçlarımız da bitti.
Lukin, susuyor, verecek yanıt bulamıyordu. Durum son dere­
ce ağırdı ve avutucu sözleri söylemesine elverişli değildi.
Bir hasta bakıcı ağlayarak doktorun yanına geldi. General, sı­
kıntılı suskunluğuna son vermek istiyormuş gibi, "Ne oldu?" diye
sordu.

370
Hasta bakıcı yanıtını ona değil, doktora verdi:
- Yarbay Grehov öldü, Elizaveta İvanovna.
Serdükova, sessizce kalkh, evlerden birine yollandı. Birkaç
adım athktan sonra döndü:
- Affedersiniz, General Yoldaş.
Hasta bakıcı Lukin'e döndü:
- Doktorun arkadaşı Tatyana Pavlovna Orehova'nın kocası
bu ölen. Tatyana Pavlovna dün öldü, o da doktordu.
Lukin:
- Adınız ne sizin? diye sordu. Sonradan, bu konuşmayı
anımsadığı zaman bu ağlamış kara gözlü, uzun boylu güzel kıza
bu gereksiz soruyu neden sorduğunu anladı. O anda, kendini, bü­
tün bu olup bitenlerin suçlusu olarak hissediyordu: Her türlü ger­
çek yardımdan yoksun olarak yatan yaralıların, Yarbay Orehov'la
eşinin ölümlerinin, ordudaki güç durumun v� hatta yağmurun şid­
detlenmiş olmasının ...
Hasta bakıcı, sanki sivil yaşamdaymış gibi:
- Elena, dedi, fakat kendini çabuk toparladı: Elena Mordi­
novna, General Yoldaş. Bir saniye sonra da tamamladı: Teğmen...
Başı açıkh. Yağmur damlaları alnından yanaklarına akıyor ve
gözyaşları ile karışıyordu. Silmiyordu, utanıyordu herhalde, elleri
hazırol durumundaydı.
Yağmur aralıksız yağıyordu.
General Lena'nın peşinden son eve girdi. Sundurmada, ev do­
kuması bir alaca kilim üzerinde bir ölü yahyordu. Yüzü, kanlı bir
peşkirle örtülüydü. Lukin, bir ölül'lün yanından değil de, uyandır­
mak istemediği, uyuyan, yorgun bir insanın yakınından geçiyor­
muş gibi, ayak parmaklarının ucuna basarak geçti.
Başlarını döndürebilecek ve görecek durumda olanlar, başları­
nı çevirerek sessizce generale bakhlar. Kimse tek bir soru sormadı.
Yalnız, general, kapının demir tokmağını tutup, başını eğerek kapı­
dan çıkmak üzere olduğu sırada, bir kısık ses:

371
Ölecek miyiz burada, General Yoldaş? Yoksa ölmeyecek
miyiz? sorusunu sordu.
İçeridekiler, çok konuşmanın gereksiz olduğunu biliyorlardı,
sadece, o anda en önemli olan şeyi öğrenmek istiyorlardı. Lukin:
- Sizleri cephe gerisine göndermeye çalışacağız, dedi. Fela­
ket içindeki insanları avutmak, aldatmak istemiyordu. Ekledi:
- Çalışacağız. Fakat, siz de görüyorsunuz ne büyük güçlük­
ler içindeyiz.
- Biliyoruz, General Yoldaş, biliyoruz. Hatta çok iyi biliyo­
ruz. Bizim bütün isteğimiz, Almanların eline düşmemek. General
Yoldaş, Moskova teslim edilmedi, değil mi!
Lukin, hayret dolu bir sesle söylendi:
- Bu nasıl söz, evlatlar! Nasıl olur bu!...

Siper kazmak, ölüleri gömmek, topçu birliklerini başka mevzi­


lere iletmek, cephane ve ilaç sağlamak ve benzeri işler, cephe yaşa­
mının içeriğini oluşturuyordu. Bu, güçlükler, yokluklar ve tehlike­
lerle alabildiğine dolu bir yaşamdı.
Ve bu yaşam, Mihail Födoroviç Lukin'i, hepsi de önemli, hep­
si de derhal çözüm gerektiren yüzlerce sorunla karşı karşıya bıra­
kıyordu. Fakat, onun tüm bilincini uğraşhran en önemli bir sorun
vardı: Ne yapmalıydı da, ordu savaşkanlık bütünlüğünü yitirme­
meliydi, ne yapmalıydı da ordunun kesimleri ve Ordu ile Cephe
Karargahı arasındaki bağlanh kesilmemeli, düşman bu bütün$elli­
ği parçalayamamalıydı? Bütün bunlar, bürokrasi dilinde şöyle
özetlenebilirdi: "Yönetim dizginlerini elde tutabilmek!" General
Lukin için en önemli olan, işte bu dört basit sözcüktü.
Kendi birlikleri ve Cephe Karargahı ile sık sık kesilen bağlan­
hyı sürdürmek çok güçtü. Buna karşın, 19. Ordu Karargahı ve ken- ·
disi birlikleri yönetiyor ve onlar Almanların saldırılarını püskürtü­
yorlardı. Geri çekilmek en güç savaş biçimiydi, güçtü, tehlikeliydi,

372
çünkü çekilirken, düşmanı da ardından sürükleyebilirdin. 19. Or­
dunun geri çekilişi düzenli olarak, paniğe kapılmadan gerçekleşti­
riliyordu. Özellikle Viyazma bölgesinde, düşmanı peşinden sü­
rüklemek son derecede sakıncalıydı. Böyle bir durum, düşmana
Moskova yolunu açmak demekti.
İstihbaratçılar, 7 Ekim sabahı, ordunun cephe gerisinde, Vor­
ya çayının yüksek kıyılannda, Viyazma-Rjev şosesinin geçtiği yer­
de Alman tanklan gördüklerini bildirdiler. Bunlar, Got'un 3. Tank
Ordusuna bağlı tümenlerle Viyazma'nın bahsında birleşmek ve
böylece orduyu kuşatmak için derin gedik açıyorlardı.
Alınan 7. Tank Tümeni komutanının şu raporu Lukin'in eline
geçmiş olsaydı: "Kızıl Ordunun Siçovka yönündeki baskısı o dere­
cede şiddetli ki, ben, son kuvvetlerimi savaşa sürmek zorunda kal­
dım. Bu baskı devam ederse, dayanama.yac;ağırn, çekilmek zorun­
da kalacağım."
Ne var ki, Sovyet Komutanlığı, Almanlann artık soluklannı
tüketmek üzere olduğunu bilmiş olsaydı bile Lukin'in orçl.usu ve
Viyazma bölgesinde savaş veren diğer ordular, bundan daha fazla­
sını yapamazlardı. Beş günlük savaşlarda çok kan kaybetmişlerdi.
Cephaneleri tükenmişti. Savaşçılar, yorgunluktan ayakta durama­
yacak haldeydiler.
Yağmur da bir türlü dinmek bilmemişti.

Üsteğmen Eksner'i tutsak alan, Gönüllüler Taburundan Er Fe­


liks Martinov, Albay Maslov'un vadettiği madalyayı alamadı.
Savaşta, önemi birbirinden farklı türlü olaylar meydana gelir.
Tarihçiler, sonralan, bunlann kimileri üzerine ciltler dolusu kitap­
lar yazarlar. Bazılannın adı bile anılmaz. Sadece, bu olayları gözle­
riyle görmüş ya da başından geçirmiş er, evine döndükten sonra,
bir yaz gecesi, akranlarına, "Bizde şöyle şöyle olaylar olmuştu ... "
diye anlahr.

373
Fakat, şu ya da bu savaş hareketinin boyutu ve savaşın genel
gidişi üzerindeki etkisi ne olursa olsun, bunların her birine insan­
lar katılmışhr ve onlar için bu hareket, ister düşman cephesinde ge­
dik açma ve orduyu çemberden kurtarma operasyonu olsun, ister
bir tepeyi veya yedi hanelik bir yerleşim yerini ele geçirmek için gi­
rişilmiş bir hareket olsun, ona kablan insanların gözünde daima
çok önemli bir harekettir, bazen de yaşamlarının son operasyonu­
dur.
Savaşta her hareket, hatta en küçük hareket, beceriyi, kahra­
manlığı, zafer istemini, dayanıklılık ve en önemlisi, yurt sevgisini,
insanları kahramanlık için esinlendiren, "ölürsem haklı bir dava
uğrunda öleceğim" bilincini oluşturan vatan sevgisini gerektirir.
İşte bu yüzden, vatan için gösterilen her kahramanlık kutsaldır.
Politik yönetici Aleksandr Sergeeviç Solomentsev, Gönüllüler
Taburunun İkinci Bölüğündeki Kızıl Ordu erlerine vatan sevgisini,
halk sevgisini, parti sevgisini anlahrken böyle konuşuyordu. Çok
iyi bir insandı politik yönetici Solomentsev. Genç sayılmazdı arhk.
Kırk beşin üstündeydi. Komünistti, Mihail Frunze'nin birlikleri,
.
1919 yılının Temmuz ayında, Ufa'ya hücuma hazırlandıkları sırada
partiye üye alınmışh. O zamanlar, çarpışmalardan önce, şöyle bir
dilekçe ile Komünist Partisi saflarına girmek bir gelenek olmuştu:
"Başıma bir hal gelirse beni Komünist Partisi üyesi saymanızı rica
ederim."
Solomentsev, sivil yaşamında, dünyanın en barışçı meslekle­
rinden birinde çalışıyordu. Şehir Halk Şurasının Bayındırlık kesi­
minde şube şefiydi. Gönüllüler Taburunda politik yönetici oldu.
Tabur herhalde gönüllüler taburu olduğu için, birçokları ken­
disine, "Solomentsev Yoldaş!" diye hitap ederdi.
Beğeniyle dinlerlerdi onu. Sesinin kendine özgü bir tonu ol­
masından mı, sıcak içten konuşmasından mı, kim bilir. Başkaları­
nın da aynı konudaki konuşmalarını dinlemesine dinlerlerdi ama,

374
bazen biçimsel olarak, disiplini bozmamak için. Solomentsev'i ise
istekle beğeniyle dinlerlerdi.
Gönüllüler, her zorluğa alışıldığı ölçüde siperlerine alışmışlar­
dı. En başta, taburun savunmakla görevli olduğu kesim sakindi.
Komutan, herhalde bu yüzden, gönüllüleri buraya yerleştirmiş,
sağ ve sol kanatlarını "gerçek" birliklerle pekiştirmişti.
Ne var ki, sükunet ancak üç gün sürdü. Almanlar, kısa, fakat
şiddetli bir topçu ateşinden sonra, savunmada gedik açma deneyi­
ne giriştiler.
Çetin bir gün geçirdiler. Adsız derenin kıyısında, üç Alman
tankı tutuşmuş yanıyordu. Koyu mavi bir duman bütün ovaya ya­
yıldı. Etrafta bir köy demirci dükkanının kof<usu vardı. Duman da­
ğıldıktan sonra, haki üniformalı cesetler çıkh ortaya. Bunlardan bi­
ri on metre ötedeydi, postallarının yıpra11ık pençeleri görünüyor-
·

du.
Tabur da kurbanlar verdi. Tabkom (Tabur Komutanı) Yüzbaşı
Kirpiçov'la gönüllülerden ressam Pötar Aleksandroviç Minaev
ölenler arasındaydı.
Gönüllülerin siperleri efsunlanmış gibiydi, Almanlar üç gün­
de yedi çıkış yapmalarına karşın hiçbir başarı elde edemediler, si­
perlere ulaşamadılar.
Solomentsev, dingin bir sesle konuşuyordu:
- Onlar, yine saldıracaklar elbette. Durum şu: Ne onlar si­
perlerimize gelebiliyor, ne de biz geri çekilebiliyoruz!
Ve birden konuyu değiştirdi:
- Şimdi neyi özlüyorum, biliyor musunuz? Moskova'da
evimde olmayı ve oradan derhal Sanduni Kaplıcalarına gitmeyi.
Daima üçümüz giderdik: Ben, başmuhasebeci Kotov ve çiçekçi Ju­
harev...
Tank uğultuları duyuldu. Solomentsev, dingin bir sesle:
- Geliyorlar, dedi, iş başına yoldaşlar.

375
Öndeki tank T-IV, hızla ilerliyordu, çamurlukları, tekerlekleri­
nin hemen hemen yansından fazlasını örtmüştü. Uzun namlusu
susuyordu, sanki Sovyet erlerinin ateşe başlamalarını bekliyordu.
Ardından, biraz yanlarda, orta boyda üç tank T-III geliyordu. Bun­
lar, önde gideni koruyor ve rastgele ateş ediyorlardı.
Solomentsev:
- Ah, sersemler... Korkuyorlar, diye bağırdı.
Feliks Martinov, o sırada tehlike diye bir şey düşünmüyordu,
buna vakti yoktu. Patlayıcı madde ile dolu şişelere ve önceden ha­
zırladığı bomba dizisine bir göz atb.
Biraz sonra, daha dört Alman tankı belirdi. Öndekileri kovalı-
yormuş gibi hızla ilerliyorlardı.
Solomentsev:
- Ateş! komutunu verdi.
Üç tank daha göründü. Taburun karşısında şimdiye dek böy­
le bir şey görülmüş değildi.
Feliks Martinov, komutu duymadı, hissetti ve şunu anladı ki,
bu tanklardan hiç olmazsa birisi durdurulmazsa, olasılıkların en
korkuncu başlarına gelecek; arkadaşları makineli tüfek ateşi altın­
da geri kaçmaya başlayacaklar ve hepsi de kurşun yağmuru altın­
da can verecek, tankların altında ·ezilecek.
Öne sürünmeye başladı. Ne düşmanın ne de kendikilerin ateş
seslerini duyuyordu, tankın geniş çelik göğsünden başka hiçbir şey
görmüyordu. Hafifçe doğruldu, olanca gücü ile bombalan sağ tır­
tıla fırlattı. Sonra ıslak toprağa adeta yapıştı. Tek bir şey gördü:
Tank yanıyordu.
Yine sürüne sürüne geri, arkadaşlarının yanma döndü. Sipere
kaydı ve soluk soluğa:
- Tamam! dedi.
Bu sırada korkunç bir gürleme oldu ve Feliks kendini kaybetti.
Kendine geldiği zaman, gündüz müydü, gece miydi, anlaya-

376
madı. Homyakov, yanı başında bir şeyler yapıyordu. Başını daha
da kaldırınca bir ölüyü siperden çıkarmakta olduğunu gördü. So­
lomentsev'di bu.
Feliks, "Vitya!" diye haykırmak istedi. Beceremedi, sadece bo­
ğuk bir hınlh çıkh ağzından. Homyakov bu hınlhyı duymuştu:
- Vitya, yardım et bana ...
Fakat, Homyakov, ona değil, siperin önünde yükselen toprak
yığınına doğru bakıyordu. Feliks de bakh. Orada bir Alman askeri
vardı, derin bir huzur içinde sigarasını içiyordu.

Cephe Karargahı ile kanatlardaki kuvvetler arasında bağlanh


7 Ekim'de kesildi. Kuşatılan 19. Ordu birlikleri üzerinde 8 Ekim' de
Sovyet uçakları belirdi, yiyecek ve cephane attılar. Uçaklar 9 Ekim'-
de de göründüler, düşmanı bombardımi\ll e.tmek için bah yönünde
uçtular.
Ordunun kuşatıldığını kesinlikle anlayan Lukin, küçük grup­
lar halinde çekilme emrini verdi. 1 1 Ekim gecesi zifiri ka�anlıkta,
Lukin, karargahını bulamadı, yalnız kaldı, sabahleyin bir Alman
kurşunu dirsek sinirini kopardı. Bereket versin çok geçmeden, ço­
cuk denecek yaşta iki hasta bakıa kızla karşılaşh. Bunlar, ilk önce
generalin kaputunu çıkarmak için çaba harcadılar. Başaramadılar.
Bunun üzerine Lukin, kaput yenini dikiş yerlerinden kesmelerini
emretti. Kumaş kalındı, makasla kolay kolay kesilmiyordu. Hasta
bakıcılar yarayı buluncaya kadar, hasta çok kan yitirdi. Lukin, bir
şeyler yapmak için canla başla çalışan, fakat deneysiz olan tedavi­
cilerini boyuna cesaretlendiriyordu.
- Kızlar, başımda bir çınlama var... Sanki müzik ...
Nihayet yarayı sardılar. General kalkh, ne var ki ayakta dura­
mıyordu.
- General Yoldaş, sizi biz taşıyacağız. Yatın kaputunuzun
üzerine.

377
Lukin, kızların, kendisini taşıyamayacaklarını görüyordu:
- Kızlar, haydi, uzaklaşın. Benimle birlikte ölmeye mi niyet­
lendiniz yoksa...
Fakat, hasta bakıcılar inath, generalin ağır, sağlam vücudunu
ıslak topraktan kaldırdılar. Her sallantıda, generalin bir süre önce
kırılmış olan bacağı daha şiddetle ağrıyor ve bu ağn tepesine vuru­
yordu. Lukin şakacılık ve kendisini alaya alma yeteneğini henüz
yitirmemişti:
- Yürümeyi tamamıyla unuttum artık, diye gülümsedi bir
aralık. Aklından, "Bu körpecik kızlar benim yüzümden ölüp gide­
cekler..." düşüncesi geçti.
- Kızlar, bırakın beni, uzaklaşın buradan...
Lukin, kızlardan birine, içinden "düğme" adını takmışh. İşte
bu "düğme" hayret dolu bir sesle:
- Nasıl olur, General Yoldaş! dedi.
Bir tepeye vardılar. General birkaç adım yürüdü:
- Burası kuru, dedi.
Bu sırada, yakınlarında bir mayın patladı. Kızlara bir şey ol­
madı ama, bir demir parçası generalin yine sağ bacağına saplandı.
Tepeyi aşmak gerekiyordu. Hasta bakıcılardan biri yarayı sar­
maya daha büyük bir azimle girişti. Anlaşıldı ki, bundan önceki
sargılama sırasında Almanlardan çok generalden korkmuştu. öte­
ki kız, bir aralık ortadan kayboldu. On dakika sonra iki komutanla
döndü. Yakındaki yeraltı barınağında, İstihbarat Şubesi Komutanı
ağır yaralı olarak yahyordu. Bu komutanlar onun emrindeki su­
baylardı. Lukin, onların yardımı ile yeralh barınağına taşındı. Has­
ta bakıcılar, durumdan memnun, Lukin'in iki yanında yürüyor­
lardı. General, yine:
- Uzaklaşın buradan, kızlar, dedi.
"Düğme", gülerek:
- Olur mu hiç, General Yoldaş! diye yanıt verdi.

378
Moji�, generale döndü:
- Bir uçak gönderecekler, Mihail Födoroviç. Bir kurtuluş ça­
resi bulunacak elbette ...
Lukin, Mojin'i daha Sibirya'dan tanıyordu. Ormandaki bu
beklenmedik karşılaşma onu pek sevindirmişti.
Komutanlardan biri:
- Burada yemek de var, dedi generale, doyurun kamınızı...
Bir silah sesi duyuldu, ardından bir ikincisi... Ve yeralh barı-
nağı yakınlarından Almanca konuşmalar yükseldi.
General hafif bir sesle:
- Gittik uçakla, ha? diye söylendi ve ekledi: Hemen çıkalım
.
buradan. Yoksa bombalarla havaya uçururlar bizi.. ..
Ve ardından uyarıda bulundu:
- Mojin'in İstihbarat şefi olduğuntJ s�ylemeyin sakın... Sa­
kın...
Öyle bir bomba patlaması oldu ki, Lukin, yeralh barınağı tava­
nının tamamıyla kendi üzerine düştüğünü sandı.

"Neredeyim? Bu iskemlelerin arkalıklarından neden Alman


subay ceketleri sarkıyor. Demek ki ben, tutsağım. Korkunç şey bu!
Başım dönüyor ... Orada inleyen kim? Neden kimse onun yanına·
gitmiyor? .. Saat kaç acaba?/ Biri gelse bari. Şimdi biri daha inliyor.
Kaç yaralı var burada? Hepsi mi Alman? Biri geliyor. Hayır, yanı­
ma değil. Su, su ... Yanımda yatan kim? Bir Alman. Ne gözleri gö­
rünüyor, ne.de bumu ... İyice benzetmiş bizimkiler... İnleyen kim?"
Sağ kolu olmayan, bir bacağı sargılı yaralı bir Alman, koltuk
değnekleriyle Lukin'in yanından geçti. Koridordan sesler geldi.
Herhalde Almanlar, yaralıya, yatağından kalkhğı için çıkışıyorlar­
dı. Gerçekten de öyleydi: Bir hasta bakıcı yaralıyı getirdi, yatağına
yahrıp örttü, sert sert bir şeyler söyledi, çıkb, bir sürahi ile Alman'a
su getirdi.

379
"Ben de isteyeyim mi acaba? Susuzluktan yanıyorum. Allah
kahretsin bunlan ... Peki ama, istersen n' olacak? Ödün vermeye ko­
laycacık sapıyorsun, Mihail Födoroviç... Kimden isteyeceksin su­
yu? Düşmandan... İyi ama hasta bakıo düşman mı ki? Ben yaralı­
yun, o hasta bakıcı... Bana su vermekle yükümlü. Dışarı gitti. De­
folsun. Başka şeyler düşünmeliyim. Ne yapısı acaba bu? Pencerele­
rinden okulu andınyor. Yakında yapılmış. Güzel bir okul... Gene
uyku bash. Neredeyim ben? Bu Alman üniformalan ne anyor
burada? .. Aman ne hızlı uçuyor bu uçak. Ay, ne hoş uçuyor... Tut-
sak olmak ne korkunç şey... Tutsak edilen kim?... Çok sarsıyor... Sa-
yı saymaya çalışacağım ..."
Lukin, yine zifiri karanlık uçuruma yuvarlandı.

Hastane saat yedide canlandı. Hasta bakıcılar, hastane odası


olarak kullanılan sınıflarda dolaşmaya başladılar. Bir odada parke
rendeleniyordu. Sanki testereyle kemikli et kesiliyordu. Aşağıda
kapı çalınıyordu.
Tavandaki mavi lamba göz kırph ve söndü ve dışannın hala
karanlık olduğu ortaya çıkh.
Gece koridora çıkmış olan koltuk değnekli Alman, Lukin'in
yanma gitti, gözlerini generale dikti ve sonra bir çığlık kopardı.
Hasta bakıolar koşuştular, yaralılar yataklannda kıpırdadılar.
Alman, çığlık çığlığa bağınyor ve koltuk değneklerini yere vuru­
yordu:
- Ruse! Ruse!
Bu Alman, Valter Hesler adlı bir yüzbaşıydı, "Kraft Durh
Froyde" eylemcilerindendi, bin dokuz yüz otuz dörtten beri Nas­
yonal Sosyalist Partisi üyesiydi, paraşüt taburu komutanıydı, Nar­
vik ve Girit kahramanıydı. İşte böyle bir Alman'ın yathğı odaya,
hemen hemen yanıbaşına bir Rus'u yahrmışlardı. Öfkesi bundandı.
- Anlıyor musunuz, sayın subaylar, bir Rus'u ... Protesto edi­
yorum... Şikayet edeceğim... Bu Rus'un buradan derhal, şu anda

380
uzaklaştırılmasını istiyorum! Rezalet bu! Derhal alınmazsa ben ata­
cağını onu buradan! O! Allaha şükür kuvvetim var daha ...
Bay Yüzbaşı, er değil bu adam, general...
- Daha kötü ya ... Herhalde, herhalde değil, mutlaka komü­
nisttir.
. Hasta bakıo gitti bir hemşire ile döndü. Hemşire, Lukin'in ya­
nına giderek, kapalı gözlerine kinle baktı, dudakları bir çizgi halini
almıştı. Hasta bakıolara sert bir sesle, henüz baygın yatan generali
koridora götürmelerini emretti.
Lukin'in, ne gözleri, ne de bumu görünen yatak komşusu, bir­
den sesini yükseltti:
"
- Bırakın onu, diye bağırdı. Yüzbaşı Hesler, bu yaptığınız
yakışıksız bir davranıştır...
- Nasıl cesaret ediyorsunuz bunu SQyl�meye? ...
- Ediyorum. Hemşire, Başhekim Herr Nelte'ye rica edin de
yanıma gelsin!
Başüstüne Herr Albay...
Ve Yüzbaşı Hesler'e de söyleyin ki, uyumama engel olu-
yor...
Doktor Nelte yanında iki kişi olduğu halde odaya geldi. Biri­
nin beyaz hastane mantosunun altında general üniforması açıkça
belli oluyordu. Dudakları narçiçeği renkliydi.
General, ilk önce albayın yanma gitti, elini alnına koydu ve yu­
muşak bir sesle sordu:
Bugün daha iyisin, değil mi, Kurt?
- Sen misin? Buradaki bu şamata olmasa daha iyi olacağım.
- Gereken işlem yapılacaktır, Kurt...
General hala baygın yatan Lukin'e baktı ve gözlerini Başhe­
kim Nelte'ye çevirdi. Doktor, hemşireye döndü:
- Enjektörü verin bana.
Ve enjeksiyonu kendisi yaptı. Lukin gözlerini açtı.

381
Alman general Rusça konuşmaya başladı:
Nasılsınız? Bazı sorularım var. Yanıtlayabilir misiniz?
Sorunuza bağlı.
Hangi birlikler vardı? ...
Askeri birliklerle ilgili hiçbir sorunuzu yanıtlamayacağım.
Neden?
Üniformanıza bakılırsa siz de generalsiniz. Benim yerimde
siz olsaydınız ne yapardınız?
Alman sustu, kalın narçiçeği dudaklarını sımsıkı kapattı, bir
şeyler hesaplıyormuş gibi dikkatle Lukin'e bakb ve sonra nezaketle:
- Siz bilirsiniz, dedi ve çıkh.
Oda sessizdi. Almanların gözleri Rus Generaldeydi. Çoğu iki
generalin neler konuştuklarını bilmedikleri halde, Rus'un, Merkez
Orduları Grubu Komutanlığı temsilcisiyle onurlu konuşması dola­
yısı ile ona saygı ile bakıyordu.
Lukin'in sağ bacağındaki ağrı artmışh. Hele ayağının başpar­
mağı zonkluyordu. Büyük bir zorlukla doğruldu, sağlam sol eliyle
kaputunu ve battaniyeyi yana çekti ve ancak o zaman sağ bacağı­
nın bulunmadığını anladı.
Kapı ardına kadar açıldı, Yüzbaşı Hesler, dengesini yitirerek
boylu boyunca yere yuvarlandı. Elinden fırlayan koltuk değneğini
alıp doğrulmaya çalışırken bir daha düştü. Oturduğu yerden hay­
kırmaya başladı:
- Kulaklarımla duydum... Şimdi... Bizim öncü birliklerimiz
Moskova'ya girmiş ... Moskova'ya!..
Oda yine uğultuyla doldu.
- Moskova! Moskova! diye haykırdı.
Lukin inanmıyordu. Sevinçten çılgına dönen bu küstah ve za­
vallı Hitlerciye inanamazdı. İnanamazdı. Çünkü, Almanların Mos­
kova'yı ele geçirmeleri olanaksızdı, aklın alacağı bir şey değildi.
İnanamazdı, çünkü Hitlerci ordunun öncü birlikleri Moskova'ya

382
girmeye muvaffak olsalar bile, başkenti savunma savaşları, bu
ölüm kalım savaşları sürüp gidecekti. Kısacası inanmıyordu buna.
İnanmadığı halde, bir an içine korku düştü. Parmaklan sargı­
sı üzerinde dolaşmaya ve sonra sargıyı çözmeye başladı. Bunu ni­
çin yaphğının bilincinde değildi. Fakat, yapması gerekiyordu, yap­
masaydı, beyni ve kalbi, içindeki derin acıya dayanamayacakh.
Ve General Lukin yine bayıldı.

MOSKOVA'DA

Tüm Rusya'yı kar örtmüştü ...


Erken başlayan soğuklar gittikçe şid�etleniyordu.
İnsanlar, daha sabahın köründe hoparlörlerin altlarında topla­
nıyorlardı.
Sessizce, cephe haberlerini beklel1'\ı;!y4: başlıyorlardı. "Askeri
birliklerimiz, sayıca üstün düşmanla çarpışa çarpışa, Kubinka'nın
bahsındaki Dorohova kesimine çekilmek zorunda kalmışlardır."
- Geçen yıl Kubinka'da yazlıktaydık. Oh, yarabbi... .
"Düşman, Borovsk bölgesinde, büyük kayıplar pahasına, bir­
liklerimizi Protva çayına, daha sonra da Nara çayına doğru gerilet-
miştir."
- Biz yazın Naro-Fominsk'ta yazlamayı düşünüyorduk, ko-
camın orada yakınlan var. Ah, ne temiz hava orasının havası ...
- Orada mikro-iklim var, diyorlar...
- Susun yahu. O-o-o-o.. .
''Volokolamsk yönünde..."
"Yahroma . . . Yuhnov... Medin ... "
"Dikkat, dikkat! .. Devletimizin karşı karşıya bulunduğu bu
tehlike karşısında, yurdumuz, her birimizden, bütün güçlerimizi
seferber etmemizi, yiğitlik, kahramanlık ve dayanıklılık gösterme­
mizi istiyor... Yurdumuz, bizleri, sevgili Moskova'mıza doğru yö­
nelmiş olan, faşist ordularının karşısına sarsılmaz bir kale gibi di-

383
· kilmeye çağınyor. Şimdi, her zamankinden daha fazla uyanıklık,
çelik disiplin, örgütlülük ve eylem azmi gerekiyor."
"Devlet Savunma Komitesinin karan gereğince, Moskova ve
civan, 20 Ekim' den itibaren kuşahlmış bölge ilan edilmiştir."
- Doğru bir karar.
Doğuya doğru aralıksız taşıma araçlan gidiyordu. Çocuklar
ve kadınlar götürülüyordu. Fabrikalar ve enstitüler Ural ve Sibir­
ya'ya taşınıyordu.
öte yandan, Moskova'ya Ural ve Sibirya'dan tümenler geli­
yordu hızla.

Alman uçakları, 6 Kasım akşamı Başkent'e sokulma deneyle­


rinde bulundu. Uçaksavar bataryalarının ateşiyle karşılandılar.
Mermi parçalan asfalta düşüyordu.
"Hava saldınsı tehlikesi sona ermiştir!" bildirisi üzerine ço­
cuklar mermi parçalarını toplamak için dışan fırladılar. Artık bun­
larla çocuklar ve kapıcılardan başka kimse ilgılenmiyordu.
Büyük Ekim Sosyalist Devrimi'nin yirmi dördüncü yıldönü­
mü kutlanıyordu. Yirmi dördüncü yıldönümü ... Ne kadar kısa bir
dönem ...
Bolşoy Tiyatro salonundaki kutlama töreninde hazır bulunan­
lar, tören başlamadan önce koridorlarda ne sıcak, ne candan bir ha­
vanın hüküm sürdüğünü bilirler. Bütün memleketin tanıdığı ünlü
kişiler, halk komiserleri, işletme, örgüt, yöneticileri, seçkin işçiler,
kolhozcular, bilim adamlan, artistler ve sanatçılar buralarda selam­
laşır, kucaklaşırlar.
İçlerinden bazılan, daha önce aralarında aylarca tarhşhkları
halde, bir türlü çözemedikleri işletme ödevlerini burada beş daki­
ka içinde anlaşıp çözerler. Arkadaşlık ve birlik havası, anlaşmaları­
nı zorlaşhran o küçük engellerin ortadan kaldırılmasına yardım
eder.

384
"Mayakovski" durağında metro sessizdi. Uçaksavar bataryala­
nrun patlayışlan bile duyulmuyordu, metro o denli derinlikteydi.
Elektrikli tren durdu. Hükümet üyeleriyle Devlet Savunma
Komitesi üyeleri ve Stalin trenden indiler. Alkışlar sessizliği bozdu.
Stalin elini kaldırdı: "Yapmay�n ... Alkış zamanımız değil."
Arharigelsk'te, Kazan'da, İvanovo'da, binlerce şehir ve köyde,
alay, tümen, kolordu ve ordu karargahlannda, gemilerde ve deni­
zaltılarda, tank fabrikalannda, bahya ekspres hızı ile gelmekte olan
trenlerde, askeri h.istanelerde, kısacası, radyosu bulunan her yerde
insanlar, birbirlerine:
- Daha yavaş konuşun, daha yavaş._.. diyorlardı.
Stalin'in konuşması her an bekleniyordu.
Boğuk ses, memleketin her yanına umut ve güven yayıyordu:
- Sovyet cephe gerisi, hiçbir zamaa. şipldiki kadar sağlam ol-
mamışhr. Bizim şimdiye dek yitirdiğimiz topraklar kadar toprak
yitirmiş olan başka bir devlet, herhalde böyle bir sınava dayana­
maz, çöker...
"Doğru söylüyorsun, Stalin Yoldaş, haklısın!"
- Saldırgan Almanlar, Sovyetler Birliği halklanna karşı bir
yoketme savaşı yürütmek istiyorlar. Pekala, mademki istiyorlar, is­
teklerini yerine getireceğiz..."
"Getireceğiz!"
- Alman işgalcilere aman vermeyeceğiz! Alman işgalcilere
ölüm!
"Ölüm! Fitil fitil burunlanndan getireceğiz!"
Dinlenmeden sonra, neşeli bir ses gürledi:
- Sovyetler Birliği Halk artisti Maksiın Mihaylov...
Alkış tufanı...
- "Vdol Pitarski" şarkısını söyleyecek...
- Duyuyor musunuz, yoldaşlar? Duyuyor musunuz? Mi-
haylov şarkı söylüyor! Demek ki, işler yolunda...

385
- Elbette yolunda! Ne sandındı sen!

Kemiklere işleyici soğuk bir yel esiyor. Kızıl Meydan'da, birer


heykel gibi hareketsiz duran erlerin yüzlerine kar tanelerini savu­
ruyor.
Moskova, kurşun renkli bulutlarla örtülü.
"Belki böylesi daha iyi... Göriiş ufku dar ... "

Saat on. Mozole tribününe ilk çıkan kim? Yasa?


Budyoni, Spas Kulesi kapısında at üstünde göründü.
- Sovyetler Birliği Mareşali Yoldaş, tören kıtası, Büyük Ekim
Sosyalist Devrimi'nin yirmi dördüncü yıldönümü onuruna dizide.
Tören komutanı: Moskova Garnizon Komutanı Tümgeneral Arte­
miev.
Merhaba yoldaşlar!
Merhaba Sovyetler Birliği Mareşali Yoldaş!
Bayramınız kutlu olsun.
Uraaaaaaaaaaaaaaa!
Ve nutuk:
- Düşman, bazı korkmuş aydıncık.ların sandıklan kadar
güçlü değil... Kızıl ordu, kızıl file erleri, komutanlar, politik yöneti­
ciler, erkek ve kadın partizanlar, yoldaşlar, bütün dünyanın gözle­
ri, saldırgan ve soyguncu Alman sürülerini yok etmeye yetenekli
bir kuvvet olarak, size çevrilmiş bulunuyor. Tutsak edilmiş Avru­
pa halk.lan, gözlerini, kendilerinin kurtancılan olarak, size çevir­
miş bulunuyor. Yüce kurtarıcılık görevini sizler yüklenmiş bulunu­
yorsunuz. Bu göreve layık olduğunuzu gösteriniz. Sizin verdiğiniz
savaş bir kurtuluş savaşıdır, haklı bir savaşhr. Ulu atalarımız Alek­
sandr Nevski'nin, Dimitriy Donski, Kuzma Minin, Dimitriy Pojsr­
ski, Aleksandr Suvorov ve Mihail Kutuzov'un yiğit kişilikleri bu
savaşta sizi esinlesin! Yüce Lenin'in zaferden zafere koşan bayrağı
üzerinize kanat gersin!. ..

386
Borodin Ovasında yine savaş var. Moskova önlerindeki köy ve
şehirlerde savaş.
Doğrul ey büyük ülke,
Ölüm-kalım savaşına!
Geçit töreninden, Kızıl �eydan'dan doğruca savaşa, Nara, İs­
t-ra nehirlerinden, Moskova-Volga Kanalı'ndan, Krükovo ve Dub­
sokovo yakınlanndan geçen cepheye gittiler.
Birçoklan zaferi görmedi.
Moskova dayandı.
16., 19. ve 4. Ordulann, Viyazma civarında kuşatma çemberin­
den kurtulmuş, ölmüş, kendilerinin kab�hati olmadan tutsak düş­
müş erleri, subaylan ve generalleri, görevlerini yerine getirdiler,
böylece Moskova'nın dayanmasına yardım ettiler.
Onlar son kurşunlanna, son damla �nlanna kadar dövüştü­
ler. Yaralı olarak dövüştüler, ölürken dövüştüler. Yirmi sekiz Al­
man tümeninin saldırısını durdurdular, Viyazma yakınlannda
durdurdular, ''Tayfun"un durdurulmasına yardım ettiler: Bu sıra­
da diğer ordular, büyük zaferin kazanıldığı çarpışmalara ha�lanı­
yorlardı.
Şan ve şeref onlara, Moskova'yı savunanların, Moskova'yı
ayakta tutanlann tümüne şan ve şeref!

"Ç EKİL BAŞIMDAN - VLASOV - ÇEKİL!"


Tutsaklığın acılı kara günlerinde korkunç, dayanılmaz olaylar
meydana geliyordu.
Viyazma'daki, Lukin'in yahnldığı savaş tutsaklan hastanesi­
ne, topçu Albay Evgeniy Nikolay Miyagkov'u getirdiler.
Kendisini bir Sovyet doktoru muayene etti:
Bacağınız kangren olmuş... Anlıyor musunuz?
Biliyorum, doktor.
Bacağınızın kesilmesi gerekiyor.

387
Yukarıdan mı?
Dizin yukarısından.
Mademki gerekiyor... Kesmezseniz ölür müyüm?
Mutlaka ... Kangren bu ...
Keserseniz yaşayacak mıyım?
Kesinlikle bir şey söylenemez.
Yaşama şansı var mı yani? .. Biraz olsun?
Elbette var, Evgeniy Nikolayeviç. Hem de çok.
Kesin öyleyse.
Yalnız bende, anestize edecek (duyumları duyumsuzlaşh-
racak) hiçbir şey yok. Anlıyor musunuz hiçbir şey...
- Uyuşturucusuz mu?
- Evet.
Doktorlar, Sovyet doktorları, savaş tutsakları. Hemşireler de
öyle. Başhemşire ise Alman. Denetim için görevli. Albay doktora
yalvarıyordu:
- Doktor, sevgili doktorcuğum, bir an önce kes. Çok rica
ederim, bir an önce bitsin bu iş.
Kızlar ağlıyorlar. Enstrümanları verirken de ağlıyorlar. Albay
durmadan rica ediyor.
Sınk gibi Alman kadınının kaşları çahk, gözlerinde can sıkın­
hsı belirtileri. Başlangıçta susuyordu. Sonra operatörü mahmuzla­
maya başladı:
- Şnel! ... Şnel! ...
Tenteneli mendili ile albayın alnında biriken terleri silmeye
koyuldu. Ve dayanamadı... Düştü.
Miyagkov, geceleyin kendinden geçti. Durmadan sayıklıyor-
du:
- Marusya, Marusya ...
Alman kadın sık sık yanma geliyor, su değil, onun emriyle ya­
ban mersininden hazırlanmış şurup veriyordu.

388
Yaralılar, onun, birkaç kez, "Mayn liber! Mayn liber!" dediği­
ni duydular.
Albay sabaha ulaşamadı.

Lukin'i, Viyazma'dan, beş tonluk bir kamyonla Smolensk'e


götürdüler. Sedyeyi kamyonun tabanına koymuşlardı. Yandaki
peykelerde oturan Almanlar, çizmelerini, her iki yandan sedyeye
dayamışlardı. Bir çizme, Lukin'in çenesine uzanmışh ve o, silinmiş
kabaraları görüyordu. Yol bozuktu, çamurlar topaç topaç olmuş ve
bu topaçlar soğuktan taş kesilmişlerdi. Kamyon, sarsıla sıçraya iler­
liyordu. Almanların çizmelerini sedyeye dayamaları boşuna değil­
di. Bu sarsınhyı ilk kez duymadıklan belliydi.
Bu yetişmiyormuş gibi, hareket ettiklerinden biraz sonra bir
de şiddetli bir fırtına çıkh.
Askerler, birer birer kabine geçip ısınıy�rlardı. İkide bir mata­
ralannı ağızlanna dayıyor, sandviç çiğniyor, sigara içiyorlardı. Lu­
kin, "Yahu, müsaade edin de bir nefesçik ben de çekeyim<' deme­
mek için kendini güç tutuyordu.
Yanmış yıkılmış Smolensk'e girdiler. 16. Ordu Komutanı Ge­
neral Lukin, sanki harabelerin bulunduğu yerde, daha geçenlerde,
gönderilen yardıma kuvvetleri teslim almışh. O zaman Gorki' den
iki bin er, subay ve politik yönetici gelmişti. Çoğu işçi ve komünist­
ti. Bunlan, yakıa stepte su dağıhr gibi, alaylara yirmişer, otuzar bö­
lüştürmüşlerdi. Ve çoğu yaşlı olan ve iç savaştan sonra er giysileri­
ni soyunmuş bulunan bu insanlar mucizeler yarathlar; yiğitçe çar­
pıştılar ve en önemlisi, geri çekiliş yorgunluğu içinde olan erleri
büyük bir beceriyle dinçleştirdiler. Almanlara da, Rusya'nın eğlen­
celi bir gezi yeri olmadığını kanıtladılar.
"Smolensk'i anımsayacaksınız! Hiçbir zaman unutamayacak­
sınız!"
Alman muhafızlar arasında bir tarhşma başladı: Tutsak gene-

389
rali nereye götürmeliydiler? Alman hastanesine mi, yoksa Rus sa­
vaş tutsakları hastanesine mi? Viyazma'dayken bunu belirtmemiş­
lerdi kendilerine.
Komutan durumundaki:
- Rusların hastanesine çek! emrini verdi.
Tıp Teknikumu binasına yerleştirilmiş olan hastaneye varınca­
ya kadar kamyon bir hayli sarsıldı, sıçradı.
Almanlar, kamyondan indirdikleri sedyeyi, dış kapı önünde
yere koydular.
Lukin, başını kaldırarak etrafına bakındı. Beş-alh metre ötesin­
de, Üzerleri karla örtülü cesetler yatıyordu. Üstüste depolanmış gi­
biydiler. En üstteki ikisi, yeni getirilmiş olacak ki, henüz karla ör­
tülmemişlerdi, çınl çıplaktılar.
İki Kızıl Ordu eri geldi. Sıskaydılar, kollan uzamış gibiydi.
Sedyeyi zorlukla kaldırdılar, yalpalayarak yürüdükleri ve birbirine
ayak uyduramadıkları için sedyeyi sarsıyorlardı. Kamyondaki Al­
manlardan biri:
- Duydun mu, Gerasimov, general... dedi.
- Generalse general...
İçerisinin de dışarıdan farkı yoktu. Hatta içerisi daha da so­
ğuktu, tuğla duvardandı, herhalde.
Dayanılmaz bir ceset kokusu vardı. Hasta bakıalar daha fazla
yürüyemediler ve sedyeyi, ince bir buz tabakası ile kaplı tabana bı­
raktılar. Yerdeki ince buz tabakası, donmuş kandan donuk bir renk
almışh.
Hasta bakıalardan biri, nefes nefese döşemeye oturdu. İkinci­
si, "Gidip sorayım." dedi ve ayaklarını sürüyerek uzaklaşh.
Pamuklu hırka giymiş bir kadın geldi. Başını kahve renkli bir
yün baş örtüsü ile sarmışh. Eğildi. Lukin, Elizaveta İvanovna Ser­
dükova'yı hemen tanıdı. O beş hanelik mahallede görüşmüşlerdi.
- General Yoldaş...

390
Yine karşılaştık, Elizaveta İvanovna...
Doktor, hasta bakıcılara:
- Kaldırın, kaldırın, dedi.
İkinci kata, yarahlar arasındaki daraak patikadan çıktılar. Ba­
samaklar, merdiven sahanlıklan, her yer, her yer yaralıyla doluydu.
Koridoru, insanlar üzerinden atfaya atlaya geçiyorlardı. Biri yalvar­
dı:
- Dikkatli olun çocuklar, ezeceksiniz beni.
Biri sert sert:
- Kör müsün be, bashğın yeri görmüyor musun? diye bağır-
dı.
Pencereler buzluydu. Duvarlarda rutubet lekeleri vardı, bazı
yerlerde yüzlerce insanın soluklanndan sular sızıyordu.
Serdükova önde yürürken konuşuyo�du:
- Şimdi, şimdi ... Azıcık daha dayanın... Sizi İvan Pavloviç
Prohorov'un yanma yerleştireceğim. Tanıyor musunuz onu?
Nasıl tanımazdı General Prohorov'u? İlk önce 1 6. daha sonra
da 20. Ordu topçu komutanıydı. Sadece 19. Orduda beraber· değil­
diler.
- Burada mı o?
- Burada, burada ...
Lukin'i karyolaya yerleştirdiler, üzerine battaniye, en üste de
kaputunu örttüler, sarıp sarmaladılar.
Merhaba, İvan Pavloviç?
Mikail Födoroviç! Tanıyamadım seni... Nereden böyle?
Oradan, İvan Pavloviç... Sigaran var mı?
Üç gün önce sonuncusunu içtim ...
İçi tarifsiz bir hüzünle doluydu. Üstelik, sağ ayağının baş par­
mağının sancısı bir türlü durmuyordu, tutup koparası geliyordu.
Fakat, koparacak bir şey yoktu ki ... Kolu da dirsekten bükülmüyor­
du. Nereye koyacağını bilemiyordu bu kolu.

39 1
Mihail Födoroviç, ne var ne yok? Ne yapıyorlar?
Elizaveta İvanovna anlatsın.
Korkunç... Hemşire biraz önce anlath. Kiev şosesinde bi­
_
zimkileri götürüyorlarmış... Bugün soğuk sıfırın altı yirmiydi. Ar­
kalarından bir Alman arabası yetişmiŞ kendilerine. İki yana çekile­
memişler. Yol buz tutmuş. Bizimkiler yalın ayak. Ayaklan kaymış,
düşmüşler. Arabadan makineli tüfekle ateşe başlamışlar. Hemşire
buralı, Smolensklidir. Karşıdan geliyormuş. Bir şans eseri kurtul­
muş. Yol ve ova cesetle dolmuş. Mihail Födoroviç nedir bunlar
böyle?
. Hemşire geldi. Gözleri yaşlıydı:
- Bir görseydiniz, General Yoldaş. Öyle korkunçtu ki... Kı­

mıldayana basıyorlardı kurşunu...


Mihail Födoroviç, İvan Pavloviç...
- Yine bir şey mi var, Elizaveta İvanovna?
- Bizim hemşire Lidoçka, o da buralıdır, size, evden, lahana
çorbası getirmiş. Açsınız ...
- Aç olmayan var mı ki, Elizaveta İvanovna?
- Lida ısıtacak... Gaz ocağında biraz gaz var.
Buram buram tüten çorbayı getirdiler.
- Buyurun, sevgili dostlar... Biraz sıcakça ama...
Tam bu sırada başhemşire geldi yanlarına. Alman. Hiçbir söz
söylemeden tası aldı, kokladı:
Nedir bu?
Çorba.
Ne demek çorba?
İğrenç, kusturur insanı.
Ve çöp tenekesine boşalth.
Çıkıp gitti. General Prohorov kızdı:
- Rezil kadın...
Lukin, hiç de gülecek halde değildi, ama güldü:

392
Midelerimizi bozar belki de...
Mihayil Födoroviç, elimde bir kuvvet olsaydı, bu kadını...
Ama yok, İvan Pavloviç, yok. ..
Lukin'le Prohorov'u, bir akşamüstü Smolensk'ten yola çıkar­
dılar. Düzgün Rusça konuşan, uzun boylu, sakallı birini yanlarına
·

vermişlerdi.
- Sizin hemşerinizim ben, baylar. Adım, Speşev.
- Kim olduğunuz bizi ilgilendirmiyor... Nereye götürüyor-
sunuz bizi?
- Almanya'ya, baylar. Telaşlanmayın, ben beyazlardan de­
ğilim. Babam, bin dokuz yüz on yılında ayrılmış Rusya'dan. O za-
·

man ben beş yaşındaymışım.


- Söyledik artık, kim olduğunuz ilgilendirmiyor bizi. Nere­
ye gidiyoruz?
Dedim ya, Almanya'ya...
- Hangi şehire?
- Vardığımız zaman öğreneceksiniz.
Tren Orşa'da durdu. Daha öteye gidemeyecekti. Partizanlar
köprüyü havaya kaldırmışlardı.
- İyi çalışıyorlar, Mihail Födoroviç. Köprüleri, burunlarının
dibinde kesip ahyorlar.
- Aslanlar...
Kendilerini, bekleme salonunun muşamba ile bölünmüş bir
köşesine götürdüler.
Tam o sırada, bir haykırış yükseldi:
- Rus domuzlarına bakın nasıl özen gösteriyorlar! En sıcak
yere yerleştirdiler. Oysa biz cepheye gidiyor ve bekleşiyoruz bura­
da. Neden? Köprü onarılsın diye...
Yeni kaputlu, genç bir Alman subay muşambayı araladı. Pem­
be yanaklıydı, cepheye ilk kez gidiyordu herhalde.
- Tabancamı bunların üzerine boşaltacağım şimdi.

393
Bırak, Fridrih, değmez.
General bunlar, galiba.
Doğru, general... Görüyor musunuz, iki tane...
Şimdi göstereceğim onlara ben... Kim olduğumu anımsa-
sınlar...
Speşev azimli bir tutum içindeydi:
- Baylar, Berlin'e gidiyoruz? Almanların başkentini de göre­
ceğiz. Bizim gazetelerin yazdığı gibi, Almanların inini...
Yanlarından bir Alman albay geçiyordu. Speşev ona koştu, bir
şeyler söyledi. Genç subaylar derhal ortadan kaybold�lar.
Almanlar, savaş tutsaklarını, özellikle subay ve generalleri sü­
rekli olarak aynı yerde tutmuyorlar, bir kamptan diğerine götürü­
yorlardı.
Lukin, 1942 sonbaharına kadar birçok kamp değiştirdi. Ber­
lin' de, Lukenvalde'de, Sitenhors'ta, Vustrau'da bulundu.
Berlin kampının koridorunda oturduğu bir gün, General Kar-
bişev'i gördü: Komutana götürülüyordu. Lukin bağırdı:
- Dimitriy Mihayloviç!
Karbişev başını çevirdi ve elini salladı:
- Merhaba, Mihail Födoroviç!
Bir şeyler söylemek istiyordu, fakat, muhafızı arkasından itti
ve: "Şnel, şnel!" diye haykırdı.
Her gittiği yerde yaşam dayanılmayacak derecede ağırdı. Ne­
rede olursan ol tutsaksın! Pis barakalarda, çürümüş samanlar üze­
rinde, tek yataklı hücrelerde hep tutsaksın! Tutsak her an arama-ta­
rama ile, türlü türlü provokasyonlarla karşı karşıyadır. Doğru ha­
ber alma olanaklarından yoksundur. Bunun yerini söylentiler, ba­
zen yersiz ve fantastik, kimi de umut dolu, fakat genellikle karam­
sar tahminler, öngörüler alır. Kısacası her an yoklamalar, denetim­
ler uykusuzluk işkenceleri ve nihayet karabasanlı uyku ... Kısacası,
bitimsiz, acılı düşünmeler: Tutsak düşmemek için elinden gelen

394
her şeyi yapmış mıydın? Her şeyi? Ya yapmamışsan?
Tutsaklık özlem aası demektir. Vatan özlemi, kendilerine iliş­
kin hiçbir şey bilmediğin yakınlanna özlem, orduya, işine özlem!
Tek sözle, taş gibi içine çöken bir aa... Fakat bu korkunç, bu müt­
hiş acıdan daha kötüsü de var. İnandığın, yoldaş, arkadaş, dost bil­
diğin bir adamın, hain, jurnalci, it olması ...
Düşmana çalışmak çok acı. Zora dayalı, tutsakça emeğinle
düşmana yardım ettiğinin bilincine varmak, kahredici... Ezici ve
utanç verici ... Hiçbir şey yapmamak daha da güç.
Her zaman düzgün giyimli, genç görünüşlü General Lukin'i
eski dostlanndan biri görseydi, gözlerine inanamazdı. Bir zaman­
lar, zamanından önce şişmanlamış, göbek salrmş dostlan onunla
şakalaşırlardı. "Hele şuna bakın, "kurmaylığından" hiçbir şey yitir­
memiş, hğ gibi, çakı gibi..." derlerdi. Lu1'in, gülümser ve: "İki tür
.
sporu sevmem; ahşhrmayı ve uykuyu. Hele öğle uykusunu ... " di­
ye yanıt verirdi.
Dostlan tanıyamazlardı şimdi onu. Sakal bırakmışh; g�r geniş
bir sakal. Kendisi de şaşıyordu bu kızılrmtrak, kıvırak sakala. Bir
gün kırk yaşlarında bir tutsak yanına gelmiş ve: "Söyler misin ba­
na, baba ... " diye söze başlamışh. Lukin, "Sana nasıl baba olurum"
ben yahu! "diye gürlemişti. Ötekinden aldığı yanıt şuydu: "Sen bir
ayna bulduğun zaman kendine bir bak hele. Tıpkı Brendey'sin..."
General üniforması yerine, yama yama üstüne vurulmuş, Bi­
rinci Dünya Savaşı'ndan kalma bir Alman askeri ceketi taşıyordu.
Eski Kayzer ordusu başkomutanı, savaştan ne kalmışsa, onarılıp
depolanmasını emretmişti, bir gün gerekir diye. İşte, şimdi gerekli
olmuştu da.
Bulunduğu her kampta en korkunç şey, bitimsiz açlıkh.
On beş yaşındayken, anası, Mişo Lukin'i Piter'de bir arabaa­
lar lokantasının mutfağına çırak vermişti; odun kırsın, su taşısın,
yer süpürsün, arhklan toplasın, patates soysun, balık temizlesin di-

395
ye... Lokanta sahibi, ona beş ruble aylık veriyordu. "Kamın toksa
yaşıyorsun demek" sözü de cabasıydı. Bazen, lahana çorbası ve la­
padan başka, salamlı sahanda yumurta yiyordu. Yanında, birçok
müşterinin istediği gibi soğan. Kışın ve sonbaharda kuru soğan, ba­
harda da taze soğan. ·

Lukenvalde'de sahanda yumurta bir hayaldi, her gün yığın yı­


ğın savaş tutsağı açlıktan ölüyordu.
Lukenvalde'de bir gün bir papaz belirdi. Nereden ç�h, kimse
anlayamadı. Sadece şunu öğrenebildiler: Adı Hariton. Boy: Kilise
direği. Saç ve sakal: Katran karası. Hafifçe kırçıl yalnız. Gözler:
Kahverengi ve hüzün dolu. Sanki İsa'nın gözleri. Kalbe işleyen tat­
lı bir sesi var. Orada kışlar, Rus kışı değil elbet. Biraz kar, biraz so­
ğuk. Geceleri beş-alh derece, sabahlan sıfır derece. Ama, ne de ol­
sa kış. Oysa, papaz Hariton başı açık dolaşıyor ince bir cübbe ile.
Bir barakadan çıkıyor, ötekine dalıyor. Mihail Födoroviç'in
bulunduğu bütün kamplarda, Sovyet tutsaklarını, ötekilerden -
Fransız, Leh, İngiliz ve Yugoslavlardan- dikenli telle ayırırlardı.
Lukenvalde'de ise, tutsakların hepsi Sovyetti, sadece Rusları di­
kenli telle kuşahrlardı. Rusların barakalarına gitmek çok güçtü. Di­
ğerlerinden daha sıkı bir denetim alhndaydılar. Köpeklerin bile en
yırhcılannı onların barakalar için ayırırlardı. üysa papaz Hariton,
İsa gibi, engelsiz dalıp çıkıyordu bu barakalara. Sanki, kana soku­
lup çıkarılmış gibi kızıl küflü dikenli tel, onun karşısında yerlere
kadar eğilip yol veriyordu kendisine.
Sabahlan, yeni gelenler için ayin yapıyordu. Gözlerini gökyü­
züne kaldırıyor, kandilden yayılan dumanlar arasında, titreyen se­
siyle, "Orada ne hüzün var, ne inilti, sadece sonsuz bir yaşam..."
diyordu.
Ondan sonra, ayağa kalkamayan, tırnaklan ve dudakları mo­
rarmış, göğüsleri demirci körüğü gibi, kalpleri paralayıcı bir hırılh
ile inip çıkan, son nefeslerini vermek üzere olan diriler arasına gidi-

396
yordu. Soğuk ve yumuşak avucunu alınlanna koyuyor, "Günahla­
rını itiraf et, evlat... Aa çeken ruhunu huzura kavuştur," diyordu.
Birçokları, son dakikalannda ağlıyordu. Gurbet elde ölmek
aaydı. En yakın insanlannın -ananın, babanın ve diğerlerinin- se­
nin, çınl çıplak, tabutsuz, d �zenfeksiyon karışımı serpilmiş, bilin­

meyen bir çukurda gömülü olduğunu hiçbir zaman öğrenemeye­


ceklerini bile bile ölmek daha da aaydı.
Papaz Hariton baş ucuna çöker, gözyaşlannı siler, kupkuru,
çatlak dudaklannla öpmek için haçı uzahr ve: "Allah rahimdir," di­
ye mırıldanırdı.
Tutsaklar, ilk günlerde bunun, gün�h itirafı için gestapo tara­
fından gönderildiğini sanmışlardı. Belki de günah itirafından son­
ra abver subayının yanma gidiyor ve son nefesinde kimin neler
söylediğini anlahyordu.
Türlü yollardan araşhrmalar yaptılar. Bu tahminleri doğru
çıkmadı.
Sonra şu kuşkuya kapıldılar: "Gerçekten de pap� mı bu
adam? Belki de şarlatanın biri..." Fakat, bu tahminlerinin de yersiz
olduğu sonucuna vardılar. Bir şarlatan, bir dalavereci ne kazana­
cakb burada?
Mihail Födoroviç, papaz Hariton'la konuştu. Nerede okudu­
ğunu, nerelerde papazlık yaphğını sordu. Onu dinsel ayinler konu­
sunda aynnttlı bir sınavdan geçirdi. Papaz, sınavı veremedi, dua­
larda da zayıftı.
- Ayinleri iyi bilmiyorsunuz, sizi ben papaz çömezi bile
yapmazdım.
- Ben de olmazdım, General Yoldaş... Açıkça söyleyeyim,
ben teknisyenim. Burada, insanlann büyük, derin aolar çekerek öl­
düklerini gördüm. Onlann kederlerini hiç olmazsa azıak hafiflet­
mek için ne yapmalıydı? Ne?
- Pekili, güle güle, papaz Hariton. Sağlıcakla git.

397
Bu görüşmeyi dinlemiş olan İvan Pavloviç Pruhotov, uzun
uzun güldü:
- Sende bu kadar derin din bilgisi bulunduğunu bilmezdim,
Mihail Födoroviç... Meğer sen, koskoca bir din uzmanı, bir akade­
misyenmişsin...
- Bunlar çocukluğumdan kalma, İvan Pavloviç. Mahalle pa­
pazı, anneme: "Nastasya, oğlun maaşallah, pek yaman... " derdi.
- Ne yapalım bu papazı, Mihail Födoroviç?
- Hiç... Ne yapabiliriz ki... Abver subayına götürecek değiliz
ya ... Bir şey yapmak da gerekli değil. İnsanlar ölüp gidiyor. Bu
adamcağız, inananların hiç olmazsa son nefeslerinde acılarını biraz
hafifletiyor.
- Mihail Födoroviç, sende biraz din bulaşıklığı var galiba.
- Amma yaphn ha... Papaz Hariton -gerçek adını ancak şey-
.
tan bilir- bizden daha pratik çıkh. Bir şeyler yapıyor hiç olmazsa ...
Biz ne yapıyoruz biz?
Tutsaklar arasında türlü türlü insan vardı.
Bir gün, işten sonra, bir savaş tutsağı yanlarına geldi, saygılı
bir tutum içinde sordu:
General Yoldaş, müsaade ederseniz bir sorum var size...
- Kimsiniz siz?
- Ben mi? Lepeşkin, General Yoldaş. Üsteğmen Sergey İva-
noviç Lepeşkin.
Buyurun, sizi dinliyorum, Sergey İvanoviç.
Almanlar, aramızdan kurslar için adam topluyorlar.
Ne kursu imiş bunlar?
"Doğulu işçiler için kurslar" diyorlar. İşgal ettikleri bölge­
ler için öğretmen, tarım mühendisi ve belediyelerde çalışhrmak
için memur yetiştireceklermiş.
Eee?
- Ben de yazılmak istiyorum. Hem bir şeyler öğreneceğim,

398
hem kamım doyacak ve memlekete vannca, haydi partizanlann
yanına... Faşistlere karşı dövüşmek için.
- Benim ilgim ne bu işle?
- Size akıl danışmaya geldim. Benim bu niyetimi onaylıyor
musunuz? Yani, genellikle kanınız ne?
- Git buradan, Lepeşkin, git! Uykum var. Ama bir dakika,
cepheye gitmezden önce kaç kiloydun sen?
Yetmiş iki.
Şimdi?
Bilmiyorum... Çoktan tarblmadım.
Bana göre en aşağı seksen kilosun şimdi. İyi besleniyorsun
Lepeşkin... Arkadaşların mı, kim besliyor seni? Git, git...
Başka bir gün iki kişi geldi: Kolomiytsev ve Snegiröv. Biri Tu­
lalı, öteki Vladimirli.
- Mihail Födoroviç, Almanlar anket kağıtları verdiler elimi­
ze. "Doldurun!" dediler. Şöyle sorular var: "Madencilikten anlıyor
musunuz? Mühendis misiniz? Evet veya hayırla yanıtlayın."
- Sakın gerçeği yazayım demeyin. Sizi, allah bilir nereye
gönderecekler. Belki yeralbna ve sonra kurşun!
Kolomiytsev'le Snegiröv dinlemediler. "Bol yiyecek var" va­
adine aldandılar. Bir daha da yüzlerini gören olmadı.
Hitlerciler, her gün başka başka yöntemler kullanarak, savaş
tutsaklan arasındaki uzmanları ortaya çıkanyorlardı.
- Mihail Födoroviç, ne yapayım?
- Hiçbir vaade inanma. Faşistlere her ne suretle olursa olsun
yardım etme.
Dövüyorlar.
- Düşmana yardım etmektense, ölüm daha iyi.
- Mihail Födoroviç, dün, Almanlara çalışmadıkları ıçın,
İvan Sliyadnev, Konstantin Şilov ve Pötar Loktev adlı üç doktoru
kurşuna dizdiler.

399
- Adlarını belleyelim, yoldaşlar! Unutmayalım adlarını...
Hepimizi kurşuna dizemezler. Dayanın, yoldaşlar. Dayanın!

Ve bir gün.
General Lukin kim?
Benim Lukin.
General Vlasov görüşmek istiyor sizinle.
Merhaba Mihail Födoroviç...
Ne istiyorsunuz?
Bir ordu kurmak istiyorum, Mihail Födoroviç.
Yanıt: Belli belirsiz, ince, alaylı bir gülümseme. Vlasov, görme-
mezliğe geldi.
Rusya'yı Rus halkını komünistlerden kurtaracağım...
Bir sorum var size, Vlasov.
İsterseniz bin sorun.
Şimdilik sadece bir. Silahınız var ını? Kendi silahınız }'ani?
Yok...
Bir soru daha. Sigara kullanıyor musunuz?
Evet.
Bir sigaranız var mı?
Maalesef.
Bana bakın, Vlasov, silahınız yok, sigaranız yok, bir de tut­
turmuş, "Ördu kuracağım." diyorsunuz.
- Ben sizinle ciddi ciddi konuşmaya geldim, oysa siz...
- Bugünkü durumunuzda sizinle ciddi konuşulabilir mi?
Gidin buradan, Vlasov, gidin.
Pişman olacaksın sonra, Lukin ... Neye güveniyorsun?
Nasıl neye? Aynı şeye; Sovyet iktidarına ve halka...
Büyük laflar bunlar, Lukin. Mitingde değiliz.
Senin için belki büyük. Benim için olağan.
Diyelim ki, Rusya üstün geldi. Olmayacak ya, öyle varsa-

400
yalım... Stalin, senin tutsaklığa düşmeni hiçbir zaman affebneye-
cektir. Asarlar seni, Lukin .. .
- N'olacak asarlarsa... . Hiç olmazsa vicdanım rahat ve temiz
olarak öleceğim.
- Vicdanın temizmiş, d�ğilmiş, öteki dünyada ne önemi var
bunun? Hepimizi çürüme ve karanlık bekliyor.
Gelecek kuşaklan unutuyorsunuz, Vlasov .. .
- Budalalık bu, Lukin... Benden sonra tufan.. .
- Görüyorsunuz ki, sizinle konuşmak sıkıyor beni Vlasov.
Gidin buradan, Vlasov, gidin...

ANDREY MiHAYLOVİÇ MARTiNOV'UN ANILARINDAN

Yeni "özgeçmiş"imi Aleksev Malgin'le birlikte uydurduk. Bi­


ze göre, Vlasovcularda sempati uyandıracak· bir özgeçmişti bu.
Kısaca şöyleydi: Umja'ya bağlı Makarievo'da doğdum. Babam
kereste tüccarıydı. Adı: Nikandrov. Gerçekten de böyle birisi var­
mış. Bir evin tek evladıyım. Adım: Pavel Mihayloviç Nikandrov.
Babam, mallannın millileştirilmesi karşısında bunalımlar geçirdi
ve 1918'de intihar etti, ben çaresizlik içinde, Bolşeviklerin hizmeti­
ne girdim. Belirli bir zaman için tabü... Sovyet yönetiminden nefret
ediyorum. Bunun birçok nedenleri var. En önemlisi, babam gibi
zengin bir adam ol�k, serbestçe ticaret yapmak olanaklarından
yoksun bulunuşum. Şimdiki durumum şu: Küçük bir Sovyet me­
muruyum. Bir aile yuvası dahi kurmuş değilim. Dilenciler yetiştir­
mek istemiyorum. Savaştan önceki son yıllarda bir sovhozda, mu­
hasebeci olarak çalıştım. Seferberlikten önce, suistimal yüzünden
cezaevini boylayacaktım... Kısacası, "yıkılmış, mutsuz bir yaşam..."
Oysa subay olmak istiyordum. Askerliği severim, birçok şey oku­
dum bu alanda.
Sözünü ettiğim sovhoz vardı, adres doğruydu. Oradan cephe­
ye alh kişi gitmiş, üçü ölmüş, biri ağır yaralı olarak hastaneye kal-

401
dınlmış, oradan da evine dönmüş. Geri kalan ikisinin ne olduklan
bilinmiyor, kendi kendine kaybolmuş gözü ile bakılıyor. Biri, veya
ikisi de tutsak düşmüş olabilir. Biri, asıl muhasebeciymiş. Onunla
karşılaşma olasılığı az olmasına karşın ·-ne de olsa böyle bir olası­
lık vardı- bu durumu gözönünde bulundurmam gerekiyordu.
Beni en fazla benim Feliks düşündürüyordu. Öyle sanıyor­
dum ki, kendisiyle arhk hiçbir zaman karşılaşamayacakhm. Gerçi
kaybolmuş sayılanlar arasında bir gün ortaya çıkanlar vardı ...

Başka bir memlekete gidecek bir insanın bilmesi gereken her


şeyi biliyordum arhk. Hazırdim. Bir ay kadar günde üç-dört saat
Almanca çalışmışhm. Gerçi� Vlasovculara kendimi yabana dil bil­
meyen birisi olarak tanıtacakhm. Öyle ya, benim durumumda bulu­
nan bir insan nereden bilecek yabana dil? Makarievo ve kereste ti­
careti için gerekli her şeyi öğrenmiştim. Çünkü ''babam"dan yirmi
yaşında "öksüz" kalmışhm ve ''babam" firmasını bana teslim ede­
ceği için, gerekli her şeyi öğretmişti bana. Muhasebecilik alanında
da bir hayli şey öğrendim. Bu bilgiler bana birçok hallerde gerekli
olabilirdi.
Kısa bir süre için evime gitmeme müsaade edildi. Malgin:
- İki gün yeter mi? diye sor.d u. Konuştuğumuz gibi hareket
et. Nadya'ya bütün gerçeği söyle, ötekilere, orduya çağrıldığını bil­
dir. İlçe Parti Komitesi'nde, belki de partizanların yanına gönderi­
leceğini anlatabilirsin.
Benim sevgili Nadyam:
- Senin neden çağrıldığını hemen anladım, dedi.
Ağlamadı, sızlamadı, nereye, niçin gideceğim konusuna de­
ğinmemek için kendini zorladı.
O gece, öğretmenler, kolhozun kadın başkanı ve Nadya'nın
arkadaşlan geldiler. Hepsi de, Malgin'in tavsiyesi üzerine bıraktı­
ğım sakalıma gülüyordu. Tarih öğretmeni Ana Pavlovna:

402
İnsan sizi tanıyamayacak. Bambaşka olmuşsunuz. Tam bir
tüccarsınız, diyordu.
Kolhoz Başkanı Korolöva, hüzün dolu bir sesle:
- Erkek diyeceğimiz bir erkeğµniz vardı, onu da aldılar.
ötekiler çocuk ve ihtiyar. Neden istedin, Andrey Mihayloviç? diye
söylendi.
Sonra kendi kendimize kaldık. Çocuklar uyudular. Trene yeti­
şebilmem için sabaha karşı evden çıkmam gerekiyordu. Nadya ile
bütün gece konuştuk. Çocukları uyandırdı, "Haydi, babanızı geçi­
relim" dedi. Bir süre, hiç konuşmadan oturduk.
Nadya, ayrılmazdan önce yalvardı: .
- İlk fırsatta mektup yaz. Sensiz ne kadar üzüleceğimi bili­
yorsun ...
Moskova' da, bana Devlet Güvenliği Binbaşısı rütbesinin veril­
diğini Malgin' den öğrendim. Alöşa:
- Yakında yola çıkacaksın, dedi.

Timofey Bragin, sağ ise, Nikandrov adlı sakallı bir adamın, Sa­
vunka kesiminde yanlarına nasıl getirildiğini ve bu Nikandrov'un
ulu orta konuşmalarını hatırlayacaktır. Bragin, ilk önce, bu geveze­
likleri çatık kaşla dinledi. Sonra, Nikandrov'un yanma giderek,
"Çıkalım!" dedi, Nikandrov'u sığınağın önüne çıkardı ve bastı
yumruğu.
- Bana bak, it, ben disiplin taburunda bulunuyorum ama,
kimsenin Sovyet iktidarına karşı ulumasına müsaade etmem! Al­
çak!
Ve bir yumruk daha indirdi.
Nikandrov'un, düşman cephesine, bu kesimden geçmesi gere­
kiyordu. Uydurduğumuz masala göre, kalbimdeki Sovyet düş­
manlığının son damlasını, beni götürdükleri bu disiplin taburunda
kusacaktım.

403
Karşı tarafa geçtiğim anlaşıldıktan sonra, Bragin, "Neden bu
itin kafasını ezmedim!" diye üzülmüştür herhalde.
Mayınlanmış kesimi sürüne sürüne geçtim. Tehlikeli olan yer­
leri biliyordum. Almanların savunma hatbna kadar sokuldum. Ve
yatbm. Siperlerden Alman askerlerinin konuşmaları geliyordu. Bi­
ri öksürüyor ve soğuklamış sesiyle, "Geçmiyor, ah geçmiyor!" di­
yordu. Başka biri hafif hafif ıslıkla bir melOdi çalıyordu. Bir başka­
sı, "Lunsberg vadisi ne güzeldir ne güzel..." diye bir şarkı tutturdu.
Cebimde iki kağıt vardı; biri, hudut bölgesine geçiş izni, öteki,
"General Vlasov'un Rus askerlerine çağrısı." Bunu bana geçişimi
örgütleyen, tümenin "casuslara ölüm!" kıtasının komutanı Binbaşı
Kulikov, son anda "hediye" etmişti.
Şafak söküyordu, ''Tam zamanı!" dedim ve kalkhm. Bir beyaz
mendili dişlerime kıstırarak, kollanın yukarıda, yürüdüm.
İlk gün iki kez sorguya çekildim. İlk önce bir oberleytenant
(üsteğmen) konuştu benimle. Bölük komutanı olduğunu anladım.
Bilinen sorulan sordu: Soyadım, adım, rütbem. Almanca bilmem
işime çok yaradı. Subay, çevirmene sorusunu anlahrken, ben yanı­
hmı hazırlıyordum.
Sonra alay karargahına gönderildim. Orada bir başka oberley-
. tenant çıkh karşıma. Sorulan pek çoktu: Neyim, ne zaman, nerede
doğdum, anam babam kimler, nerede okudum... Sonra, birliğimin
konumu, istihbarat bölüğünün nerede olduğu, alay komutanının
adı, tabur komutanlarının adlan soruldu, özellikle etraftaki alayla­
rın numaralan üzerinde dikkatle duruldu.
Beni hazırlayan Çekistler işlerini iyi bilen insanlardı, sorulan
iyi öngörmüşler ve yanıtlarını geniş ölçüde hazırlamışlardı.
- Askere çağrıldığınız yerden, birliğinize gelinceye dek geç­
tiğiniz yolu aynnhlan ile anlahn.
Sözde muhasebeci olarak çalışhğım kolhoz, Yaroslavl iline
bağlı Palkinsk ilçesinde bulunuyordu. Palkinsk ilçesinin Askeri

404
Komiserliği tarafından çağrıldığımı, oradan Yaroslavl'a, sonra Şu­
ya'ya gittiğimi ve yedek alaya teslim olduğumu anlathm. Ondan
sonraki yolumu anlahrken bütün söylediklerimi iyice bellemeye
çalışıyordum, çünkü bir daha tekrarlatabilirlerdi bana.
- Askerlik giysilerini nerede giydiniz?
- İlk önce İvanovo ilinin Şuya şehrinde, ikinci kez de Mos­
kova'da.
- Ne zaman?
Almanlar, giysilerimde, herhangi bir numara ya da ne zaman
dikildiğini gösteren bir işaret mi bulmuşlardı acaba?
- Bir ay önce, gününü anımsamıyoru�.
Kesin yanıhm amacına ulaşh. Oberleytenant, çevirmen: "Doğ-
ru söylüyor." dedi.
- Bundan sonra ne yapmayı düşünüyoı;-sunuz?
Yine kesin ve inandırıcı konuştum:
- Demokratik ve özgür Rusya için savaşacağım.
Oberleytenant, üzerimde buldukları hudut bölgesine. geçiş iz-
ni kağıdına: "Yararlı olabilir" sözünü yazdı.

Yakov Hristoforoviç, "Sabır, bir Çekist'in en değerli nitelikle­


rinden biridir" diyordu. Onun bu sözünü sık sık anımsamışımdır.
Hedefim, Vlasov'un karargahı idi. Onlar beni, Çenstoh savaş
tutsakları kampına yolladılar. Oberleytenanhn yazdığı cümle rolü­
nü oynadı. Beni, yiyecek bakımından diğerlerinden daha iyi olan,
küçük bir barakaya kapadılar. Ve kolay bir iş verdiler; yıkanmış
giysilere ve asker çamaşırlarına düğme dikmek.
Uzun bir masanın etrafında dokuz savaş tutsağı oturuyorduk.
Sessizce çalışıyorduk. Konuşsak bile, diğerlerine kıyasla halimizin
iyi olduğunu söylemekle yetiniyorduk. Kimse, kendinden, nerede
doğduğundan, nasıl tutsak düştüğünden, bundan sonra ne yapaca­
ğından söz açmıyordu. Anlamışhm ki, hepsi de, ben gibi, Alman-

405
!arla işbirliği yapmaya hazır olduğunu bildirmişti, bu yüzden ge­
reksiz bir şey söylememeye dikkat ediyorlardı.
Üçüncü gün pek konuşkan birini yanıma oturttular. Alman'ın
bizim sessiz topluluğumuza getirmesinden hemen sonra kendisini
takdim etti:
- Merhaba, kardeşler... Tanışalım, ben Kola ... Gazeteciyim...
Budalaca tutsak düştüm. Bizim meslektaşlar, haberlerini, genellik­
le, günlük savaş bültenine bakarak hazırlıyorlardı. Oysa ben, tut­
tum, ön hatlara sokuldum... Ve yandım ... Eh ne yapalım. Zafer na­
sıl olsa bizim olacak...
Herkes susuyordu. Gazeteci, buna aldınş etmeden konuşma-
sını sürdürüyordu.
- Sigara ikram edecek yok mu burada?
Kimseden yanıt alamadı.
- Yok demek. .. Eh, dayanacağız...
Bana döndü:
-. Ahbap, sen nasıl düştün buraya?
Dişlerim arasından:
- Sen gibi, dedim.

Kola'nın tüm özgeçmişini yarım saat içinde öğrendik. Zaslavs­


ki, Stavskoy, Fadeev, Vişnevski gibi ünlü gazeteci ve yazarların ad­
larını ardarda sıralıyordu. Hepsi de dostu imiş. Hele İlya Ehren­
burg'la dostluğunu öve öve bitiremedi.
- Yaman bir adam. Almanlardan nefret ediyor. Haklı. Neyi­
ni sevecek Almanların! ..
Karşımda oturan savaş tutsağı yüksek sesle:
- Gevezelere hiç de tahammülüm yoktur. Ve de yalancılara,
dedi.
Gazeteci küstahça yanıtladı:
- Kinayeli konuşma, rica ederim.

406
Savaş tutsağı devam etti:
- Doğrudan konuşuyorum: Siz ne gazetecisiniz ne de Kola ...
Adınız Georgiy, soyadınız Sinitsin. Ve "Komsomol" gazetesinde
de çalışmış değilsiniz. Sahne ışıkçısısınız.
Kola'nın sesi kesildi. Ve bir daha da işlikte görünmedi.

Königsberg yakınındaki Lesten'e götürüldüm. Kamp Komuta­


nı Hauptman Peterson ve yardıması Üsteğmen Malvil iyi Rusça
konuşuyorlardı.
İlk sorgularımda, diğerlerinin de sordukları ana sorular üze­
rinde beni ayrıntılı olarak sorguya çektiler. Anladım ki, sınavdan
geçiriliyorum. Aynı gün, ceket, koyu lacivert pantolon, şapka, ka­
put ve çizme verdiler. Hepsi de Sovyet malı. Yeni değil, fakat giyi­
lecek gibi. Ve bir barakaya götürüldüm . .
Derhal kendini Skvortsov diye tanıtan biri yanıma geldi. Bu
küçük ajan pek acemiydi. Acemi ve sabırsız. Beş dakika geçmedi,
kampta yüz kadar tutsak bulunduğunu, hepsinin de dins� iman­
sız reziller olduğunu söyledi. "Hepsi itoğlu it. Elime verseler, bun­
ları sorgusuz sualsiz darağacında sallandırırdım. Hepsi de Alman­
lara satmış kendilerini. Bütün varlığımla nefret .ediyorum bunlar­
dan."
Benim görüşümü istemeden ve hiçbir taktiğe başvurmadan
doğrudan sordu:
Onlar için ne düşünüyorsun sen?
- Kimler "onlar?"
- Almanlar.
Rus-Alman dostluğunun yaran üstüne kısa bir konferans ver­
dim. Birinci Petro ile Birinci Pavel'in Almanları nasıl sevmiş olduk­
larını anlattım. Semiz, küstah yüzündeki can sıkıntısı belirtilerini
memnuniyetle izliyordum. Anladı. Benden umduğunu koparama­
yacaktı ...

407
Akşam, yatmaya hazırlanan yatak komşum, yanımızdan geç­
mekte olan Skvortsov'u gözleriyle göstererek:
- Bu it senin etrafında mı dolaşıyordu? Dikkat et, provoka­
tördür, dedi.
Adamın gözlerinde yapay hınç pırılhlan vardı. Bu, ötekinden
daha akıllı ve daha tehlikeliydi.

Beş gün sonra Buhholts' e nakledildim. Orada alh kez sorguya


çekildim. Aklımda en iyi kalan, Malsdorfun sorgusu oldu. Bu Al­
man binbaşının yanında, bir de, çok iyi Rusça konuşan biri vardı.
Adını da öğrendim: Vladimir Anisin.
Sorgudan sonra beni cezaevine götürdüler ve on gün arayan
soran olmadı. Sonra, yine aynı binbaşının karşısına çıkarıldım. Ani­
sin' e, "Sorulan karışık sorun." dedi.
Anisi.İı., "Affedersiniz, Bay Nikandrov, sizi bir daha sorgudan
geçirmemiz gerekiyor. Bir terslik oldu. Geçen sorgumuzun proto­
kolünü yanlışlıkla yırhp atmışım." dedi. Bu basit oyunun içyüzünü
derhal anladım. Bir daha sınavdan geçiriliyordum. "Rica ederim.
Herkesin başına gelir böyle şey?ler. Bütün sorularınızı memnuni­
yetle yanıtlayacağım." dedim. Ve Anisin'den su rica ettim.
Anisin'le konuşmamdan gerçekten memnundum. Cezaevinde
öğrendiğime göre o, genellikle, Almanların Vlasov'a göndermek
için hazırladıkları kişilerin sorgusunda hazır bulunurmuş.
Demek ki, amacıma yaklaşıyordum.
Anisin, sorgu sonunda:
- Bugünlerde sizi bir daha çağırtacağım. Gereklisiniz bana,
dedi.
Sevindim tabii; iki-üç gün sonra kaderim bir çözüme bağlan­
mış olaqı.kh.

Barakada on kişi kadardık. Bizi iyi besliyorlar, sigara da veri-

408
yorlardı. Barakadakiler sık sık değiştiriliyordu. Buraya, bütün sı­
navlardan başan ile geçmiş olan ve "atanmalanm" bekleyen kim­
selerin gönderildiğini anlamak hiç de güç değildi.
Aradan beş gün geçti, arayan olmadı. Kendini Nikolay Maksi­
menko diye tanıtmış olan garip bir kişi vardı aramızda. Kimseyle
konuşmuyor, sadece sorulan sorulara kısaca yanıt vermekle yetini­
yordu. O da isteksizce:
Gündüzleri yatakta yatmak yasakh. Fakat o, muhafızlara aldı­
nş etmeyerek bütün gün yahyordu. Hafta sonunda yanıma geldi:
Kağıdınız var mı? diye sordu.
- Yok. Ne yapacaksınız kağıdı?
- Bir rapor yazmak istiyorum.
Hüzün dolu gözlerle bakh ve bir daha sordu:
- Yok demek. Bakın, belki vardır..
O gün tek söz söylemedi. Yemek de yemedi.
Yat borusundan önce yatak komşuma gelerek:
- Yeni mi geldiniz? diye sordu ve sonra devam etti:
.
- Dinleyin öyleyse. Burada herkes beni Nikolay Maksimen-
ko diye biliyor. Yalan bu ... Gerçek adım Grigoriy İvanoviç Konova­
lov'dur. Ailem Novosibirsk'tedir.
- Bana .neden söylüyorsunuz bunlan? Günah çıkaran papaz
mıyım ben...
- Belki komutanlığa jurnal edersiniz diye... Böyle jumallar
için bir paket tütün veriyorlar.. .
- Budalasın sen, budala ... Ve alçak ... Bırak beni, uykuma en-
gel oluyorsun.
Maksimenko Konovalov güldü:
- Budala sensin...
Barakada konuşmalar kesildikten sonra kalkh, kapıya doğru
yürüdü. Bir ses: "Nereye gidiyorsun?" diye bağırdı. Coşkulu, hat­
ta sevinçli bir sesle, "Ayakyoluna!..." dedi.

409
Konovalov'un çıkmasından sonraki sessizliği hiçbir zaman
unutamayacağım. Kimsenin uyumadığı besbelliydi. Yarım saat
geçti. Konovalov dönmüyordu bir türlü. Yatak komşum, öksürerek
doğruldu, geniş bir soluk aldı:
- Gidip bakayım, şu bu�ala ne oldu ... dedi.
Döndü ve sessizce yatağına yath. "Ne oldu? Neden susuyor­
sun?". diyenlere kısaca yanıt verdi:
� Böyle olacağını biliyordum ... Asmış kendini...
Biri yatağından fırlayarak kapıya doğru koştu. Onu başkaları
izledi. Ben de aralarındaydım. Yatak komşum, gür bir sesle:
- Nereye budalalar? Dokunmayın ona ... Sonra sorgulara gö­
türüleceksiniz, budalalar... diye bağırdı.
Hepimiz geri döndük, sessizce yataklarımıza uzandık.
Ertesi sabah Anisin'in yanına götürüldüm. Benimle bir sorgu­
cu olarak değil, eşit haklara sahip bir insanmışım gibi konuşuyordu:
- Affınızı dilerim, Pavel Mihayloviç... Vadim Viyaçeslavoviç
tarafından hiç beklemediğim bir anda Kiev' e gönderildim.
Kiyev'e adam gönderme hakkına sahip olan bu Vadim Viya­
çeslavoviç'in kim olduğunu çok merak ediyordum. Fakat, tabii,
sustum. Anisin, kendiliğinden açıkladı:
- Maykopski ... Bir otorite...
Ve Kiyev'e yolculuğunu anlatmaya başladı:
- Rovno' dan sonra otobüsle yolculuk yapmama izin verildi.
Otobüsle daha çabuk varacağımı sanıyordum. Aldanmışım. Jitomir
şosesinde yol alırken gözlerime inanamıyordum. Yolun iki yanı da
çıplakh, . partizanlardan korkan Almanlar qrmanları kesmişlerdi.
İçimde bir korku vardı etrafı seyrederken ... Ben, Fundukleevska'da
oturuyordum ... Kiev hazin bir görünüş içinde...
Anisin, Kiyev'in bu acıklı görünüşünün etkisi alhndaydı. "Eh
ne yapalım, Büyük Almanya'nın yardımları ile yeni baştan yapaca­
ğız..." gibilerden bir şey söylemiş olsaydım, onun bana karşı olan
tüm güvenini yitirmiş olacakhm.

-1 1 0
Kardeşimi görmeye gittim. Öldürülmüş. On sekiz yaşın­
daki kuzenim Gala aç ... Annesi, -ki doktordu- g�enlerde kaybol­
muş... Kısacası, durum hiç de gönül açıcı değil.
Kendisini bir baş işaretiyle onayladım ve:
- Savaş... Ne yapalım... demekle yetindim.
Konuyu değiştirdi:
- Evet, oluyor böyle şeyler ... Şimdi sizin durumunuza gele­
lim, Pavel Mihayloviç... Andrey Andreeviç Vlasov'la çalışmak ister
misiniz? Sizi zorlamak istemiyorum ... Size karşı, nedendir bilmem,
iyi duygularım var, bu yüzden diyeceğim ki, sizin durumunuzda­
ki bir insan için en iyi seçenek budur.
- General Vlasov'un yanında ne iş yapacağım?
- Şimdilik bilmiyorum ... Şu anda · öğrenmek istediğim şey
şu: Razı mısınız değil misiniz? Yineliyorum, bu seçenek sizin için
en iyisidir.
Diyelim ki razı oldum. O zaman?
Bırakın bu diyelimi... Razı mısınız?
Düşüneyim, olmaz mı?
Olur tabii. En çok on beş dakika ...
Başka seçenek var mı?
Bende yok. .. Ötesi sizin bileceğiniz iş... Neden korkuyorsu-
nuz?
Kesinlikle:
- Pekala, razıyım, dedim.
- Çok güzel... Şimdi belgelerinizi hazırlayalım. Dilekçenizi
imzalayın. Andrey Andreeviç'e ne büyük bir hediye sunduğunuzu
anlayamıyorsunuz... Dün kendisini SS şeflerinden biri ziyaret etti.
Andrey Andreeviç, Vadim Viyaçeslavoviç Maykopski'ye, "Bize
Ruslardan kahlanlar pek az. Bu yüzden beni kınıyorlar." demiş.
Son günlerde, Fransa'da mı, Hollanda' da mı, bütün bir "Doğu Ta­
buru" ayaklanmış. Bunun Andrey Andreeviç'le doğrudan ilişkisi
yok ama, ne de olsa, hoşa gidecek bir şey değil...

41 1
Anisin belgeleri alarak çıkh, beni yine barakaya götürdüler.
Bir gün sonra Anisin beni almaya geldi. Benimle birlikte o
odadan bu odaya girdi, bir san karton doldurdum. Aynlırken, şiş­
ko bir Alman, yumuşak, terli elini iğrenerek bana uzath ve biz, bir
demir kapıdan sokağa çıkhk.

1943 yılının Ağustos ayında, Anisin'in tavsiyesiyle beni, Vla­


sov'un başkanı olduğu Rus Komitesinin Organizasyon şubesine
müfettiş olarak atadılar. Komitenin diğer üyeleriyle birlikte, Vik­
torya Strasse numara to'da birinci kata yerleştirdiler. Vlasov, Jilen­
kov ve Truhin, ikinci katt.a oturuyorlardı.
Bir akşam Anisin yanıma geldi. İçkiliydi, içini dökmeye başla-
dı:
- Size bir şey söyleyeyim mi, Pavel Mihayloviç, sizi uzun za­
man gözalhnda bulundurduk. Şunu bil ki, Vadim Viyaçeslavov
Maykopski, sizinle yakından ilgileniyordu.
- Ben kendisini tanımıyorum henüz.
- Tanıyacaksın. Dahi bir adam. Vlasov, Jilenkov, Truhin eli-
ne su dökemezler.
O gece Maykopsi'ye ilişkin daha fazla bir şey öğrenemedim.
Anisin, daha sonralan, giderek onun için birçok şeyler anlattı.
Maykopski, savaştan önce, Kiev'de İkinci Hukuksal Yardım
�ollektifinde avukatmış. Savaşın daha ilk günlerinde orduya alın­
mış, fakat çok geçmeden kaçmış, Jitomir'de ya da Çernigov'daki
akrabalarında saklanmış. Kiev Almanların eline geçtiği gün, veya
ertesi gün, polis şefi atanmış. 1943 yılında, "Almanlara yaphğı bü­
yük hizmetlerden dolayı" Berlin'e alınmış. Gestapo'nun Rus şube­
sine bağlı "Kornet" grubunun şefi olmuş.
Anisin'in anlathğına göre "Kornet" grubunun en önemli öde­
vi, Almanya'ya zorla çalışmaya getirilen Sovyet işçileri; "ostarbe­
iterler" arasındaki anti-faşistleri bulup ortaya çıkarmakmış.

412
- Başarılı olabiliyorlar mı? diye sordum.
- Aramaktan neredeyse soluğumuz kesilecek ... O hale getir�
diler bizi...
Yine öğrendiklerime göre, Gestapo'nun Rus şubesi Hapşturm­
führer Ebeling tarafından yön�tiliyor. Ebeling, doğrudan, Gestapo
Şefi Müller'e bağlı.
- Maykopski Himmler'le görüşüyor mu?
- Bugünlerde görüştü. Döndükten sonra, Himmler'in:
"Ajan, ajan, yine ajan ... Kendileriyle ilgilenmek zorunda olduğu­
muz insanlann ne düşündüklerini, ne yaphklanru, ne yapmak iste­
diklerini ancak ajanlar anlayabilir... " söz�nü on kez yinelediğini
anlath. Oysa ajan bulmak, özellikle Stalingrad'dan sonra son dere­
cede zorlaşh .. Gönüllüler var tabii. Ama az.
Bu arada Anisin için de her şeyi öğrendim. O da, savaştan ön­
ce Kiev' de avukatmış.
- Seni, Vadim Viyaçeslavoviç'le mutlaka tanıştıracağım.
Çok ilginç bir adam... dedi.
Birkaç gün sonra, Anisin, bir gece beni, Maykopski'nin evine
götürdü, aldığı madalya dolayısı ile kendisini kutlayacakhk. Evi,
gestapo merkezine yakın, sessiz bir sokaktaydı. Zengin döşeliydi,
bir antikaa mağazasını andırıyordu: Tablolar, bronz figürler, �-i­
limler, kristal ve porselen koleksiyonlan adım başında karşımıza
çıkıyordu. Dikkatle bakınca bunlann Rus, Sovyet ürünü olduklan­
nı anladım.
Anisin'le büyük bir odada oturuyor ve hemen hemen hiç ko­
nuşmuyorduk. O, daha eşikten içeri girer girmez başını öne eğmiş,
susuyordu. Bir yerden sesler, kadeh çınlamalan ve müzik nağme­
leri geliyordu.
Yarım saat geçmişti, gelen yoktu. Anisin, somurtkan bir yüzle,
"Anlamıyorum yani... Beni davet eden kendisi." dedi.
Nihayet ev sahibi göründü. Kırk yaşlannda, orta boylu, kum-

413
ral kıvırcık saçlı, zayıf bir adamdı. Yeşil şeritli "ost madalya"sı göğ­
sünde sallanıyordu.
Anisin, Maykopski'nin elini iki avucu içine aldı ve acele acele,
coşku ile söylendi:
- Aziz Vadim Viyaçeslavoyiç, içten tebriklerimi sunarım ...
Öyle sevindim, öyle sevindim ki...
- Teşekkür ederim Vladimir Alekseeviç ... Candan teşekkür
ederim. E, tanışhnn bizi ...
- Pavel Mihayloviç Nikandrov...
- Memnun oldum...
Ben:
- Böyle sevinçli bir gününüzde sizinle tanışmaktan son de­
rece mutluyum, dedim.
- Buyurun, baylar.
Maykopski ile görüşmeyi son derece arzu ediyordum, çünkü
onun güvenini kazanmalıydım. Ne yazık ki, Jilenkov'un gelişi bu
konuşmayı engelledi. Jilenkov, dalkavukça bir gülüşle içeri girdi.
Ben, bir an, bir şaşkınlık geçirdim. Onun yanında konuşursam, bel­
ki de kendimi tutamaz, ağzımdan gereksiz bir söz kaçırırdım. Çün­
kü buradaki rolümü yeni yeni benimsiyordum. Moskova'da, hain­
lerle nasıl yaşayacağımı düşünmek başkaydı, burada onlarla yüz­
yüze olmak başka.
Jilenkov, örgülü apoletli yeni bir Alman generali üniforması
giymişti. Çizmeleri ayna gibi parlıyordu. Yüzünde bir sevinç mas­
kesi vardı:
- Sevgili Vadim Viyaçeslavoviç, biraz önce öğrendim ve
derhal koşup geldim, diye söylüyor, hayır söylemiyor, adeta bül­
bül gibi ötüyordu.
Maykopski'yi iki yanağından da öptü. Üçüncü öpücüğü ada­
mın çenesine rastladı.
- Hepimiz için büyük bir sevinç bu ... dedi.

414
Anisin'i sadece başı ile selamlamakla yetindi. Bana şöyle bir
bakh.
Maykopski:
Andrey Andreeviç nerede? Henüz dönmedi mi? diye sor-
du.
Dönmesine döndü ama keyfi hiç de yerinde değil. Kendi­
sini kimse kabul etmemiş: Ne SS. Reichsführeri, ne de Bay Riben­
trop... Führerden hiç söz etmeyelim... Bizim Andrey Andreeviç
anafora yakalanmış bir eşyayı andırıyor... Mali güçlükler içinde
kıvranıyor.
Maykopski bana elini uzath:
- Özür dilerim, Bay Nikandrov, ne ·yazık ki gitmem gereki­
yor.
5-Bahn komparhmanında, Viktori�aştarase'ye gelinceye ka-
dar Anisin'i teselli etmeye çalışhm:
- Üzülmeyin... Olur böyle şeyler...
Anisin, dalgın dalgın yüzüme bakh:
- Kendini dev aynasında görmeye başladı Vadim. İçtiği kan­
la semirdi alçak. ..
Gördüğü soğuk kabule sinirlenen Anisin, Maykopski'nin bu
zenginliği nasıl topladığını anlattı:
- Kiyev'de natürfonu o yönetiyordu. Pek çok insan öldürül­
dü. Her ailede az çok bir şeyler vardı. Doktor, mühendis, bilim ada­
mı gibi birçok aydını kurşuna dizdiler. Bunlann bütün ev eşyası
natürfona alınıyor oradan da Berlin'e gönderiliyordu. Birçok şey
Vadim'in elinde kaldı. Bir gün, benim yanımda, "Artık milyone­
rim!" diye övündü. Alçak, bir sandviç bile ikram etmedi. Bir kadeh
rakıyı kıskandı ...
Tren traklıyor, Anisin aralıksız mırıldanıyordu. Benim gözü­
mün önünden de bir film şeridi gibi şunlar geçiyordu: Gece, yığın
yığın bavul... Ve Maykopski, bunlan birer birer açıp işine yaraya­
cak şeyleri bir yana ayınyor.

415
Kiev Polis Müdürünün natürfon depolarını geceleyin araştır­
.
dığı düşüncesi de nereden aklıma saplandı bilmem. Oysa, o bunu
belki gündüzleri yapıyordu, yahut kendisi yapmıyor da, istediği
her şeyi dalkavukları getiriyordu.

Moskova'dayken, omuzlarımda taşıyacağım yükün büyük


ağırlığını tasarlayamamışım. Her gün Truhin'le ya da Malişkin'le
konuşmak, Zakutni ile karşılaşmak, onlarla aynı masaya oturmak,
rezilce -başka söz bulamıyorum- konuşmalarına katılmak, yüzleri­
ne gülmek, ellerini sıkmak, benim için ·çok ağırdı. Bunlar için ada­
letli ölüm cezasını verdikten başka bu yargıyı elim titremeden ger­
çekleştirirdim de.
Ordumuz ve halkımız, iğrenç düşmana karşı bir ölüm kalım
savaşı veriyor, insanlarımız cephelerde can veriyordu. Bu alçaklar­
sa düşmana hizmet ediyorlardı. Ve ben, onlara, her gün "Günay­
dın, Födor İvanoviç!", "Nasılsınız, Vasiliy Födoroviç?" demek zo­
rundaydım. Bazı günler bunu yapabilmek için tahammülün üstün­
de bir çaba harayordum.
Zakutni'nin kadınlara ve kadın alanında kazandığı "zaferlere"
ilişkin açık saçık uydurmalarını, Malişkin ve Truhin'in entrikaları­
nı dinlemek zorundaydım.
Zakutni Vlasov'u da rahat bırakmıyordu:
Andrüşa üç gündür kayıplara karıştı.
- Meşgul herhalde.
- Evet, meşgul, çok meşgul. Yüzünü sanki kediler tırmala-
mış. Cumartesi gecesi Kazak Kilisesine gitmiş. Hitrovo, onu, ora­
dan alarak, Görits'de Andrüşa için önceden seçtiği bir kabareye gö­
türmüş. Ta pazar gecesi dönmüşler. Anlaşıldığına göre Andrüşa
kayıplara karıştığı saatleri kızla değil, bir kaplanla geçirmiş. Her
yanı mosmor...
Zakutni'yi dinledikten sonra aklımdan şunlar geçti: Nasıl ol­
muş da, bu ufacık tefecik kavgacı adam, kolordu komutanlığı yap-

416
mış? Sadece iki kitap okuduğunu kendisi söylüyor. Konan Doyl'un
Scherlock Holmes'a ilişkin hikayeleriyle, ilk gençliğinde okuduğu
Graf Salias'a ilişkin bir roman. Öyleyse, bu adamın komuta zinci­
rinde yükselmesine kim yardım etmiş. Binlerce insana komuta et­
me yeteneklerine sahip olduğu kanısı nasıl yaratılmış?
Adı Dimitriy Födoroviç'tl, fakat kendisine kısaca Mitya deni­
yordu.
Truhin, sık sık şöyle diyordu:
- Zeka düzeyi bakımından Mitya'dan sonra tabureler gel­
mektedir.
z.akutni, Rostov iline bağlı Zimovniki'de doğmuştur. Kendisi,
doğduğu bölgeden söz etmesini seviyor, bu bölgede her şeyin bü­
yük olduğunu belirtiyordu:
- Bizde karpuzlar elli kilogramdır. Y_a domatesler? Mosko­
va'da yemiş olduğumuz domates değil, cevizdir. Bizde yetişen do­
matesleri bir görseniz! Domates değil mübarekler dev...
Mitya'yı bir sabah erken erken dışarda gördüm. Rus J:<omite­
sinin önündeki sıska ağacın yanı başında duruyordu. Gözleri, as­
falt kenarında büyümüş olan ağ!lcın tozlu yapraklarındaydı. Her
zaman küstahça bir bencillikle dolu olan bu küçücük gözler hüzün­
lüydü.
- Hayrola, Dimitriy Födoroviç? Nedir bu sabah karanlığın-
daki haliniz? Yoksa yeni bir olay mı var?
Dalgındı. Kendi kendine konuşuyormuş gibi:
- Bizim step ne güzeldir şimdi, dedi.
Bu kara ruhlu insan bile vatan özlemi çekiyordu.
z.akutni, farkında olmadan bana hizmet ediyordu. Budalaca
gevezelikleri arasında bazen pek değerli haberler veriyordu:
- Dün Propaganda Bakanlığında yeni bir bildiri hazırlandı...
Yeni savunma hathnın düzeltilmesine ilişkin ... Eh, çaresiz Viborg'u
Sovyet birliklerine bırakacaklar.

417
Zakutni, herkesin, hatta Malişkin'in Çekist olmasından kuşku­
lanıyor, bu yüzden sözlerinde son derece dikkatli olmaya çalışıyor­
du. Bu yüzden, onunla konuşurken uyanık olmak gerekiyordu. Fa­
kat ben onu söyletmenin anahtarını bulmuştum, övülmeye bayılı­
yordu adamcağız. "Sizin uzak görüşlülüğünüz sayesinde general!"
demek yeterliydi. Hele, "Bunu sizden daha iyi kimse anlayamaz,
Dimitriy Födoroviç!" dediniz mi, ağzı kulaklarına varıyordu.
Başta Truhin olmak üzere, hepsi de içki düşkünü idi. İçkiyi ne­
reden buluyorlardı, yarabbi? Çünkü, Almanya'da savaşın ilk yılla­
rında her şey kuponla satılıyordu. Kuponlar da türlü türlüydü; ek­
mek kuponu, et kuponu, süt, yağ, şeker, patates kuponları. Her
maddenin kuponu da ayn renkteydi; san, kırmızı, beyaz, yeşil,
pembe, düz, tırtıllı... Çocukları bir yaşına kadar olan anneler için
başka kupon, üç yaşına kadar olanlar için ayn kupon, okul öncesi
çocukların anneleri için ayn kupon, güçlenmek için ev iznine gel­
miş yaralılar için başka, sılaya gelmiş askerler için başka kupon
vardı. Gaz kuponu, kömür kuponu, sigara kuponu ... "Lebensmit­
telkarten"8 olmayanlara lokantalarda sadece sebze çorbası, bazen
da bira verilirdi.
Berlin caddelerinde, günün her saatinde, iyi paketlenmiş, dört
bir tarafı mühürlü sandıkları taşıyan insanlar görülürdü. Bunlar,
Hollanda, Fransa, Danimarka gibi işgal altındaki ülkelerdeki Al­
man subay ve askerleri tarafından yakınlarına yollanmış posta pa­
ketleriydi. Metro vagonlarında ve S-Bahnda Poltava, Çernigov,
Pskov, Kopenhag Abvil ve benzeri şehirlerden yollanmış hediye
paketlerini sıkı sıkı kucaklamış Alman kadınlarına sık sık rastlanır­
dı. Fakat, bin dokuz yüz kırk dörtten sonra bu hediyeler giderek
azalmaya başladı.
İçki kuponlarını gayet iyi anımsıyorum; ortaları siyah çizgili,

8 Yemek kuponu.

418
san, uzun kuponlardı bunlar. İçki düşkünlerine, bir aylık kupon­
larla alınan içkiler ancak bir gün yetiyordu. Oysa, Truhin ve Rus
Komitesinin diğer eylemcileri ve bu arada Vlasov her gün kafayı
çekiyorlardı. İçkiyi onlara, "Ayı" adlı Rus lokantasının büfecisi Ah­
medali sağlıyordu. Bin do�uz yüz kırk dört yılı kışında, Ahmeda­
li'ye, bombl\I'dıman sırasında çalınmış ve "bombardımanda imha
olunmuştur" diye kaydı silinmiş bir sarnıç dolusu ispirto getirildi.
Bu olayı anlatan Zakutni, büyük bir gizi açıJ<lıyormuş gibi, "Bu iş­
ten yalnız Ahmedali değil, bizimkiler de bir hayli vurgun vurdu­
lar," diyordu.
Sovyet Ordusunun her zaferi ve Şovyet Birliklerinin kurtar­
dıklan şehirlere ilişkin her haber vatan hainleri için bir kafayı çek­
me nedeniydi. Kaçınılmaz hesaplaşma gününün yakınlaşmakta ol­
ması karşısında duyduklan korkuyu votka ile unutmaya çalışıyor­
lardı. Bu yüzden, kafa çekme nedenleri günden güne artıyordu.
Örneğin, Vlasov, 1944 yılının Ocak ayında, İkinci Yıldınm Or­
dusunun Ropşa civannda kazandığı zaferi öğrendiği zaman ·zilzur­
na sarhoş olmuştu. İkinci Ordu, 42. Ordu ile birlikte, Leningrad'ın
Güney babsındaki Hitler kuvvetlerini tam bir bozguna uğratmışb.
Vlasov, daha sabahtan tek başına içmeye başladı. Hitrovo, onu
odasına kapatb, üzerine kilidi vurdu. Oysa, generali görmek iste­
yenler çoktu o gün. Gerek Vlasovcular gerekse Almanlar, birinci
katta bulunan kabul odasında toplandılar. Vlasov'un boğuk sesi ta
oradan duyuluyordu:
"Güz yağmuru yağacak sinsi sinsi,
Mezanma götürürlerken tabutta beni,
Ve sen duyacaksın hazin ağıh."
Vlasov kafayı çektiği zaman, bu eski türküyü söylüyordu. Bir
gün, Jilenkov, "İşte, Rus Kurtuluş Ordusunun Ulusal marşı!" diye
bir nükte yapmışh.
Birçok olay onlara kafayı çekme bahanesi olmuştu: Lenin-

419
grad'ın ablukadan kurtulması, Çemovtsi ve Odesa'nm kurtarılışı...
Sovyet Birlikleri, Prut nehrinde Romanya sınırına vardıkları zaman
zilzurna sarhoş oldular. Ertesi sabah Vlasov'u Himmler'in kararga­
hına çağırdılar ve kendisine gözdağı verdiler. Vlasov aynı günün
akşamı kendinden geçecek kadar içti, yımk içgömleği ile kabul
odasına indi, Hitrovo engellemeseydi sokağa fırlayacakh. Kudur­
du Andrüşa, yerlere yuvarlandı. Döşeme üzerinde debelenirken,
"Ben generalim, hakkınız yok!" diye bağırıyordu.
Truhin, hepsinden fazla içmesine karşın, kendini tutabiliyor­
du. Odasına girdiğim bir gün, kendisini harita başında buldum. Kı­
rık haçlı küçük bayrağı Roma üzerinden aldı ve herhalde nereye iğ­
neleyeceğini bilemediği için kül tablasındaki yanan sigaranın yaru­
na koydu. Bayrak alev aldı. Truhin alevi hemen söndürdü, yan
yanmış küçük bayrağı da parmağı ile bastırdı. Güldü ve alaylı bir
sesle:
- Yanıyoruz, mavi alevler içinde tutuşuyoruz, dedi.
"Ne demek istiyorsunuz?" der gibi yüzüne bakhm.
- Bilmiyorsunuz galiba. Amerikalılarla İngilizler dün Ro­
ma'ya girdiler.
Biraz sustuktan sonra devam itti:
- Şu işlere bakın, Bay Nikandrov...

Rus Ulusal Hareketine yardım için Paris'ten gelen ve Truhin


tarafından Vlasov'a tavsiye edilen Teğmen Astafiev, Vlasov'un
çevresinde en fazla dikkati çeken biriydi.
Uzun boylu, geniş omuzlu, san saçlı, iri mavi gözlü, her za­
man sinek kaydı tıraşlı Astafiev'e kadınlar bayılıyordu. Zakutni,
her karşılaşmamızda, bizim bayanlardan hangisinin Astafiev'e gö­
nül verdiğini sevinçle bildiriyordu. Gönlünü kaphranlar da az de­
ğildi; Jilenkov'un kansı Elena Viyaşeslavova Litvinova, Truhin'in
karısı Madam Malişkina (söylemeyi unuttum, Rus Komitesindeki

420
yüksek rütbelilerin hemen hemen hepsi birer yaşam arkadaşı bul­
muşlardı kendilerine), hatta Vlasov'un yaşam yoldaşı adayların­
dan İlza Kreşten ...
Astafiev, akşamlan "Ayı" ya gelir, sigarasını ağır ağır içerek
birasını yudumlardı. Biri ma�asına oturursa, nezaket için biraz ka­
lır, sonra özür dileyerek çıkıp giderdi.
Bir gün kendisini, Friedrich Strasse' deki Şpree köprüsünde
martılara ekmek ufakları atarken gördüm. Gözleri hüzünlü idi. Ya­
nında, on yaşlarında, uzun pantolonlu kirli gömleğinin göğsünde
OST rozeti bulunan bir çocuk vardı. Herhlilde çalışbğı iş yerinden
kısa bir süre için aynlmışh. Gözleri gi�çe küçülmekte olan ek­
mekteydi. Teğmen, nihayet onu fark etti ve çoktan tıraş görmemiş
saçlarını okşayarak, elindeki ekmeği verdi. Çocuk ekmekten büyük
bir lokma kopararak nehir boyunca uzaklaşh.
Astafiev beni gördü, elini şapkasına götürerek bir sellim çakış­
hrdı ve esbah durağına doğru ilerledi
Bir gün, Ayı' da Truhin'le Blagoveşçenski'yi aynı masada gör­
düm.
Blagoveşçenski'nin Lidepaya Askeri Okulu'nda komutanlık
yapmış bulunduğunu ve savaşın başlamasından iki hafta sonra Al­
manlara gönüllü teslim olduğunu Zakutni' den öğrenmiştim. Ha­
melburg' daki tutsaklar kampındayken Rus Emek Halk Paı:tisine
girmiş, komite bileşimine alınmış. Bir süre, Vulhayze'deki çocuk
okulunda komutanlık yapmış.
Zakutni, Blagoveşçenski'den söz ederken, yüzünü, kusacak­
mış gibi buruştururdu.
- Bu ahbap, nerde ekmezsen orada biter. Kurnazdır, alçak,
kurnaz. Tam cezvit... Namussuz borç çevirmeyi de hiç sevmez. Ala­
cağını, ancak, yumruğunu bumuna dayadıktan sonra alabilirsin.
Zakutni, etrafı şöyle bir gözden geçirdikten sonra, gizli bir şey
bildirmek için başını benden yana eğdi:

42 1
- Koru kendini ondan ... Çünkü kendisini sık sık Noye Fried­
rich Strasse'�e görüyorum... Anladın mı?
Alman Karşı İstihbarahnın Rus Şubesi, Noye Friedrich Strasse
22'de bulunuyordu.
Blagoveşçensk'nin önemli bir kişi olduğunu sezinliyordum.
Fakat, kendisiyle karşılıklı oturma fırsabnı henüz elde edememiş­
tim. Bu yüzden, Truhin'in bizi tanışhrmasına sevindim:
- Tanışhrayım sizi, Pavel Mihayloviç... Tuğgeneral İvan
Alekseeviç Blagoveşçenski.
- Sizinle tanışmaktan son derecede memnunum, Bay Nikan­
drov. Şunu da söylemeliyim ki, siz gururlu bir insansınız ve şimdi­
ye dek benle tanışmak istemediniz.
- Rica ederim, Bay General...
Truhin sözümü kesti:
- Sizinki bir kuruntu, İvan Alekseeviç... Pavel Mihayloviç
bizdendir. En iyisi, bir şişe rakı daha isteyelim.
Ahmedali, bir şişe Bulgar erik rakısı getirdi:
- Fö,dor İvaniç, sizin için saklıyordum. Şunu da belirtmeli-
yim ki, şnaps değil bu.
Paragöz Truhin sordu:
- Fiyab?
Ahmedali kulağına fısıldadı.
- Allahtan korkun yok mu be? Nerede bende o kadar para?
Herman Göring miyim ben? Getir oradan şnaps...
Büfeciye şişeyi bırakmasını söyledim. Truhin, beni iğneleme
hrsahnı yakalamışb:
- Cömert adamsın... Eh, n' olacak, bekar adam...
Truhin'in ruh haletinin sık sık değiştiğini biliyordum. Neşesi
ve konuşkanlığı bir anda ortadan kayboluyor, birden susuyor ka­
deh üstüne kadeh yuvarlamaya başlıyor, sararıyor ve ufacık gözle­
rini kan bürüyordu.

422
Şimdi de bu durumdaydı. Arta kalan rakıyı, kadehe değil, Vi­
yana bardağına aktardı, bir kaldırışta içti ve dişlerini gıardath.
Blagoveşçenski kelebek gözlüğünün altından Truhin'e dikkat
ve endişeyle bakh. Zakutni'nin sözlerini anımsadım: "Kurnazdır,
alçak, kumaaaz... Tam cezvit. .. ''.
Truhin:
- Hahrlayamıyorum bir türlü, diyordu. Sabahtan beri kafa­
mı zorluyorum, aklıma gelmiyor vesselam gelmiyor. Çıldıracağım
neredeyse...
Blagoveşçenski:
- Neyi? diye sordu.
- Volga'nın sağ kıyısında en yüksek tepede, çam ağaçlan
arasında sütunlu büyük bir ev vardır. İşte orasının adını... Hay al­
lah kahretsin aklımı oynatacağım...
Ve boncuk boncuk terli, sapsan alnını ovuşturuyordu.
Blagoveşçenski:
- Sonra hahrlarsın ... Ayık kafa ile, dedi.
- Şimdi istiyorum. Bir burgu gibi aklımı burguluyor durma-
dan. I<ineşma yakınındadır. Kimin malikanesiydi be canım? Bolşe­
vikler sonradan sanatoryum yaphlar orasını....
Blagoveşçenski:
- Poroşino mu? dedi.
Truhin:
Yok canım sende, diye hiddetle söylendi.
Navoloki olmasın?
Geç yahu. Navoloki'nin ne ilgisi var orası ile?
Puçej? Ya da Reşma?
Ben ortaya ahldım:
- Bakıyorum ki, Volga kıyılannı iyi tanıyorsunuz. Bulundu­
nuz mu oralarda?
Blagoveşçenski, tatlı bir sesle:

423
- Ben, Troitsko teP.t?lerindeki Yurievets'tenim. Oradan etrafı
seyrettiğiniz zaman soluğunuz kısılır.
Aklımda: "İşte bir hemşeri daha. Bir bti eksikti!" dedim. "Şey­
tanın işi yok, ister misin tanıdık çıksın ya da, allah göstermesin,
Makarievo'lu tüccar Mihail Petroviç Nikandrov'un akrabası?" Bek­
lemedik sorular karşısında kalmamak için, onu Volga anılarından
uzaklaşhrmak istemedim:
- Volga'yı bir yana bırakalım, ben, nedendir bilmem, Kama
nehrini pek severim. Sabahlan nehrin üstü hafif bir sis tabakası ile
kaplıdır. Vapur düdükleri duyulur. Eşsiz bir yerdir. Veya Oka...
Gorki şehri yakınlannda iki güzel nehir vardır ...
Blagoveşçenski:
- Nijni-Novgorot demek istiyorsunuz, değil mi? dedi.
Suçlu suçlu:
- Ne yapayım, eski alışkanlık, diye söylendim.
Blagoveşçenski biraz sertçe:
- Kurtulmanın zamanı artık... diye uyanda bulundu.
Anlaşılan benimle kavga etmek niyetinde değildi, bu yüzden
olacak, ılımlı bir sesle ekledi:
- Oka'yı ben de severim. O, daha dingindir. Gençliğimde bir
ara Murom'da kalmışhm.
Yakov Hristoforoviç Peters'i daima anımsarım ve anımsayaca­
ğım. Bana şöyle demişti: "Çekist, her zaman soğukkanlı olmalıdır.
Sinirleri ve duygulanna öylesine egemen olmalıdır ki, düşman,
hiçbir şey anlamamalı, hiçbir şey sezinlememelidir."
Şunu da açık seçik anımsadım: Bin dokuz yüz on sekiz ... Mu­
rom... Yüzbaşı Blagoveşçenski'yi sorguluyorum. Öyle ya, Yurievt­
sliydi, bir papazın oğluydu. Malgin'le aralannda şöyle bir konuş­
ma geçmişti:
Ayaklanma günü neredeydiniz, vatandaş Blagoveşçenski?
- Evdeydim, sorgucu vatandaş ... Sıtmadan hastaydım. Sapır

424
sapır titriyordum. Bütün gün bahçede yatbm. Sorabilirsiniz kom­
şulara ...
Truhin birden sıçradı:
- Çıldıracağım! Bir türlü hahrlayamıyorum ...
Blagoveşçenski:
- Bırakın şunu allah aşkına... Sonra votkaya da acıyın biraz.
Azıcık da ilaç için kalsın.
Truhin, birden gülmeye başladı. Dingin bir halde yerine otur-
du:
- Hahrladım nihayet: Soğuk Kaynaklar... Adı böyleydi ora­
sının, Soğuk Kaynaklar. Halam orada ot_ururdu. Anuta halam... Ba­
bamın kız kardeşi. Bütün yaz tatlı kaynatırdı. Kırk tür tatlı. Bazen
misafirliğe giderdim. Çay içmek için terasa çıkardık, "İç, Fedeçka,
iç... Ağzın tatlılansm." derdi. Pek budalaydı.
Blagoveşçenski, bu hala öyküsünü sık sık dinlemiş olacak ki,
yüzünde sıkınh belirtileri görüldü, bıyıklan dikleşti. Bardağını ba­
na doğru kaldırdı:
- Şerefinize, Pavel Mihayloviç...
Doğrudan gözlerimin içine bakh.
- Söyleyin lütfen, fakat içtenlikle ve günah çıkanr gibi. Bu­
raya geldiğinize pişman değil misiniz?
Söyleyeceklerimi düşünebilmek için:
- Ne diyeyim bilmem ki," diye söze başladım. Konuşmanın
sakıncalı bir konu üzerinde olacağı belliydi. Açıkçası, esef ediyo­
rum. Benim için Rusya'da kalmak daha iyi olacakh. Fakat, ne yazık
ki, Rusya...
Blagoveşçenski sözümü kesti:
- Hepimiz bir hamurdan yoğrulmuşuz. Düşüncelerimiz bir,
sözlerimiz bir... Biliyorum bundan sonra ne söyleyeceğinizi... ''Ne
yazık ki Rusya arhk yok. Rusya değil, Sovyet Sosyalist Cumhuri­
yetleri Birliği var... " Bütün bunlar budalaca sözler, Bay Nikan-

425
drov ... Rusya var, vardı ve olacak ... Sizi bilmem ama, ben yanlış bir
hesap yaptım. Sovyetlerin sonu geldiği kanısına varmışhm. Oysa
sonu gelenler bizlermişiz. Buradakilerin hepsi, hepimiz budala in­
sanlanz. Födor İvaniç'in halası gibi budala. Etrafındaki her şeyin
güzel olduğunu sanıyormuş bu kadıncağız. Neden yüzüme öyle
bakıyorsunuz? Oynathğımı mı sanıyorsunuz? Hayır, hayır! Sağlam
bir aklım ve güçlü bir belleğim var, elime kötü kağıt düştü ne ya­
zık. Fakat, artık dönüş yok. Ne bizim için, ne sizin i�n, ne de Födor
İvanoviç için. Mademki öyle, başladığımızı sürdürmek zorunda­
yız. Sizinle tanışhğıma memnunum. Uğrayın bana. Şimdi, Kanonir
Strasse'de, köşedeki evde oturuyorum. Hani birinci kahnda kahve
var ya, orada. Dün, bu kahvede bir genç kız bir delilik yaph. Bir üs­
teğmenle gelmiş kahveye. Bira ısmarlamışlar, biraz oturmuşlar.
Üsteğmen tabancasını çıkararak ilk önce kıza, sonra da kendine bi­
rer kurşun sıkmış. Subayın üstünde, "Artık cepheye gitmek istemi­
yorum. Bir cehennem orası!" yazılı bir kağıt bulmuşlar. Budala!
Cephe, balık avına çıkılan yer değildir, cephedir. Hoşçakal, Pavel
Mihayloviç. Siz kalıyor musunuz, Födor İvanoviç?
Truhin gözleri kapalı oturuyordu, hiçbir yanıt vermedi.

Bunlann içinde, beni en fazla, doğal olarak Vlasov ilgilendiri­


yordu. İğrenç, zavallı yaşamının en küçük aynnhlarına dek...
Kendisini ilk gördüğüm zaman -bin dokuz yüz kırk üç yılının
Eylül ayı idi- sadece kırk iki yaşında olduğuna inanamadım. Alt­
mış yaşında görünüyordu. Gözlerinin alhnda mor torbacıklar sar­
kıyordu, yüzü kırış kırıştı, ördek burnunun iki yanından başlayıp
çenesine kadar inen iki derin çizgi özellikle dikkati çekiyordu. Çe­
nesi hemen hemen dört köşe idi, onun alhnda bir çene daha vardı.
Yağlı ve kalın alt dudağı, yüzünün iğrençliğini daha da arhnyor­
du, ona, halinden memnun olmayan, her an kavgaya hazır bir gö­
rünüş veriyordu. Büyük, eğimli gözlükleri, küçücük ve daraak

426
gözlerini gizliyordu.
Vlasov, bin dokuz yüz kırk dört yazında daha da yaşlandı.
Bumu, ince, mor damarcıklarla kaplandı. Alt dudağı, titremeye
başladı. Öne eğik bir halde yürüyor, ayaklarını sürüyordu. Gülme­
yi tamamıyla unuttu, sesi bile inceldi.
_
Zakutni, bir gün, sırıtarak:
- Andrüşa artık papazın dul kansını andırıyor, dedi.
- Neden papaz kansını değil de, papazın dul karısını? diye
sordum.
- Çünkü papaz kansı her zaman her şeyden memnundur.
Kilise küçük olsun, büyük olsun daima gelir sağlar. Ve bir yandan
da köyün sayılan bir insanıdır. Dul papaz kansının ise önünde bir
perspektif yoktur.
Kısacası bu Zakutni, karakter değerl�ndirmeleriyle zaman za­
man beni hayrete düşürüyordu. Bir gün de Truhin için "can yakıcı
güvey'' demiş ve bu benzetişini şöyle açıklamışh.
- Bir köylü kadının yedi evladı varmış, yedisi de kız. Fakat
bunlar eli ayağı düzgün bir şeyler olsa, haydi, neyse ne... Biri şaşı,
öbürü de topal, üçüncüsü bücür, dördüncüsü sağır, geri kalanlar da
ona göre. Kız değil mübarekler, yumru yumru fidan... Ergenler, el­
bette, burun kıvırıp geçiyorlar. Öyle ya kala kala kör-topala mı kal­
dılar! Gelgeleli.m, birini evermeye muvaffak oluyorlar. Güvey, şaşı
meraklısı mı imiş, yoksa drahomaya mı göz dikmiş, bilinmez ... Ve
işte bu güvey bir dini bayram günü kaynanasına misafirliğe gelmiş.
Herifte surat bir karış, oturduğu yerden emirler verir, şunu beğen­
mez, bunu kusurlu bulur, ikide bir: "Cadı kan, senin en yüzüne ba­
kılmaz kızını kendime kan olarak aldım, böylece sana saygı göster­
dim!" dermiş. Evdekiler de ne yapsınlar, önünde el pençe divan du­
rurlarmış ... Bizim Födor İvanoviç de, bu "canyakıcı damat" gibi,
herkesi karşısında secdeye çökertmek istiyor. İyi ama, dinleyen
kim? Bizimki de hıncını rakıdan alıyor. öte yandan Andrüşa'nın

427
içini kurt yiyor, çünkü evdeki hesabı hiçbir zaman çarşıdakine uy­
muyor.
Gerçekten de İşler, Vlasov'un istediği gibi yürümüyordu.
İlk zamanlarda, Vlasov'un Almanya'da içinde bulunduğu du­
rumu anlayamıyordum, yavaş yavaş inceliklerini kavrar oldum.
Almanya'nın Doğu Eyaletleri Bakanı Alfred Rozenberg'in ka­
nısınca; Rayh'ın Vlasov'un yardımlarına hiç de gereksinimi yoktu.
Göbels, Lay, Zavkel, Göring de aynı tutum içindeydiler. Göring, J<a­
ra Kuvvetleri Propaganda Şubesinin bir Rus Komitesi örgütlemekte
olduğu kendisine rapor edildiği zaman şöyle demiş: "Bizde gerçek
işleri az olanlar, işte böyle budalalıklar yapmaya kalkışıyorlar."
Himmler de, başlangıçta, Vlasov'un hangi işe ve ne zaman ge­
rekli olacağını bilmiyormuş herhalde. Gelgelelim, onun değişmez
bir yaşam kuralı vardı. Buna göre, vatan haini her zaman bir işe ya­
rar. Yaramazsa, hiçbir işte kullanılmazsa bunun da zaran yoktur,
çünkü masrafı büyük değildir. Yedekte tutulur ve bakarsın bir gün
gerekli oluverir.
Savaştan sonra Himmler'in evrakını kanşhnrken, Hitler'e yaz­
dığı bir rapor elime geçti. Hitler'in gözlüksüz okuyabilmesi için iri,
menekşe renkli harflerle basılmış olan bu raporda, "Size ve Büyük
Almanya'ya sadık kalacağına and içmiş olan Tuğgeneral Vlasov'un
yedekte tutulması gereği," üzerinde duruluyordu. Himmler'in bu
konudaki gerekçesi beni hayretler içinde bırakmışh. Vlasov'un bir
gün gerekli olabileceğini kanıtlamaya çalışan Himmler şöyle diyor­
du: "Büyük Amiral Dönits'in iyi yetiştirilmemiş ve çoğu zaman so­
rumsuzca davranan subaylan, düşmanın savaş ve taşıt gemilerine
bazen boşu boşuna pek çok torpil ahyor ve bunlar çok seyrek he­
deflerine isabet ediyor. Oysa, ileride Rusların başına, bizim deniz
savaş filomuzdan çok daha büyük işler açacağından emin oldu­
ğum General Vlasov, devlete bir yılda, boşu boşuna ahlmış bir tor­
pilin değerinin yansından daha az bir paraya mal olacakhr!"

428
Ve rapor, Vlasov'un kaderini belirleme hakkının kendisine ve­
rilmesi ricası ile sona eriyordu.
Himmler, Vlasov'u işsiz bırakmak istemiyordu. Ve ona, Sov­
yet düşmanı propagandalar yapma görevini verdi. Vlasov, ilk ön­
ce Pskov'da halkın önüne çıkacakh.
Zakutni, kendisiyle "dostluk kurduktan" sonra, bana Vla­
sov'un Pskov'a gitmek istemeyişi öyküsünü şöyle anlath:
- Ştrikfeld'i bir hayli zor durumda bırakmışh o zaman. "Şef­
lerle görüşün. Bana herhangi bir tutsaklar kampında konuşma mü­
saadesi versinler. Ne farkı var canım? Ha orada, ha burada ..." di­
yor, Fakat Ştrikfeld, "Pskov için emir ve�di." diye diretiyordu. İyi
ama, orada, Almanları güpe gündüz bile öldürüyorlar. Üstelik, An­
drüşa mitingde konuşacak. Döndükten sonra üç gün kendine gele­
medi.
Vlasov'un Pskov ziyaretiyle ilgili üç belge var elimde.
Birinci belge, Vatan İçin gazetesinin şu yazısı:
"General hazretleri istasyonda trenden indikten sonrjl, onuru­
na bir dinsel tören yapıldi, dua edildi. General hazretleri kutsal ha­
çı öptükten sonra, kendisini karşılamaya gelenleri gülümseyerek ve
babaca selamladı, 'Baylar kadim şehrinizi ziyaretimden dolayı mut­
luyum, sevinçliyim. Candan seviniyorum. Teşekkür ederim.' dedi.
"General hazretleri, istasyondan, şehrin Belediye Başkanı Bay
Çerepenkin Pskov, il Polis Şefi Gorojanski ve gazetemizin Yazı İş­
leri Müdürü Bay Hromenko eşliğinde ve birtakım Alman askerinin
muhafazasında, kendisine ayrılan köşke gitti. Kısa bir dinlenme­
den sonra, Ostlegion tören kıtasının geçit resminde hazır bulundu.
Askerlerin yiğit görünüşleri Tuğgeneral Vlasov'un nurlu yüzünü
güldürdü ve o, geçit resminin yüksek düzeyde olduğunu belirtti.
"Tuğgeneral Vlasov, öğleden sonra komutanlıkta (eski Yürüt­
me Komitesi binasında) yapılan toplanhda hazır bulundu. Gerçek
Rus vatanseverliği ile dolu bir konuşma yaph. Pskov bölgesini zor-

429
la ellerine geçirmiş ve köleleştirmiş olan komünistlerden kurtaran
yenilmez Alman Ordusuna ve onun yüksek önderi Adolf Hitler'e
şükranlarını sundu ve konuşması, dinleyiciler tarafından coşku ile
allqşlandı.
"Toplantıda Bay Çerepenkin'le ruhanilerin başı Venisnien de
konuştular. İşçi sınıfının temsilcisi İvan Bojenko'nun yaptığı ko­
nuşma tam bir onaylama ile karşılandı. Bojenko, işçi sınıfının,
uğursuz ve muzır Marksizm'le hiçbir ilgisi bulunmadığını ve gene­
ral hazretlerinin, Rusya'da Alınan Ordusu tarafından kurulan dü­
zene dayalı yeni bir düzenin kurulmasına ilişkin sözlerini tama­
mıyla paylaştığını bildirdi.
''Tümgeneral Vlasov, akşamüstü, Petrograd (Leningrad) böl­
gesinde harekatta bulunan Alınan birliklerinin komutanı Buş tara­
fından kabul edildi. İçtenlik havası içinde geçen konuşmada, Pet­
rograd' da, Bolşeviklerden kurtarılmasından sonra kurulacak dü­
zenle ilgili sorunlar ele alındı.
''Tümgeneral Vlasov, bundan sonra, Riga'dan gelmiş olan
metropolit Sergey hazretlerini ziyaret etti. Ve ancak, gece yansın­
dan sonra saat on iki buçukta, uyumak üzere, kendisine tahsis edi­
len köşke gitti."
İkinci belge:
"SS Komutam Hamptştrumführer Bay Rudolf Eger' e:
"Komutanlıkta verdiğiniz emir gereğince ve General A. A.
Vlasov'un Pskov'a gelmesi dolayısı ile, İvan Sömonoviç Bojen­
ko'yu, işçi sınıfının temsilcisi olarak konuşması için hazırladım.
Kendisi eski bir tüccar ailesindendir. Kendisi, Harkov ilinin Peso­
çin köyünde doğmuş, savaştan önce, Leningrad'ın (Petrograd'ın}
Ligovka sokağında, 25 numaralı hanede oturmuştur. Suistimal su­
çu ile Sovyet idaresi tarafından mahkum edilmiş ve cezaevinde ce­
zasını çekmiştir. Belirli bir süre komutanlığımız emrinde çalışmış­
tır. Halen yedektedir (İdari işlerde kullanılması düşünülmektedir).

430
"Bofenko, insan arasına çıkacak bir kılığa sokuldu: Sakal hraşı
yapıldı, yeni bir kostüm verildi, içkiyi fazla kaçırırsa cezalandırıla­
cağı bildirildi. Vatan İçin gazetesi redaktörünün yazdığı konuşma,
Bojenko'ya ezberletildi. Şimdi konuşmaya hazır durumdadır. Say­
gılar.
Pskov ili Polis Müdürü G. Gorojanski."
Üçüncü belge:
"Pskov, 8 Mayıs 1943
Devlet gizi öneminde gizli belge.
"İmparatorluk Güvenliği Genel Müdürlüğü, iV. SS Dairesi.
"Shlrmbannführer" Kurt Lindov
"Berlin, Prens Albreht Strasse, 8
"Aziz Doshlm Kurt,
"Kulağımıza gelen söylentilere gör� �ra Kuvvetleri Kararga­
hına bağlı Propaganda Şubesi, hltsak edilen Rus generallerinden bi­
riyle meşgul oluyormuş. Fakat, burada tanık olduğumuz olaylar bu
söylentileri kat kat aşh. Tümgeneral Vlasov'u birkaç gün �nce bu­
raya getirdiler. Sersemlerden biri, bu ziyaret dolayısı ile halka aile
başına yanmşar litre votka sahlmasını emretmiş (Bu hıyann adını
aynca bildiriyorum). Hiçbir zaman arzu edilmeyen, büyük kuyruk­
lar meydana geldi. Rus polisler, her zamanki gibi, kuyruktan önle­
yemediler. Benim çocuktan harekete geçirmek zorunda kaldık.
"Misafiri karşılayacak bir kalabalığı toplamak gerekiyordu.
Çünkü, trenin istasyona gelişinde, şehir yöneticilerinden ve din
adamlarından oluşan on kadar budaladan başka kimse yokhl ora­
da. Benim çocuklar, emrimi alır almaz, sürek avına çıkhlar ve yerli
halkı istasyona topladılar.
"Bu general, dış görünüşü ile, kuzenim Edgar Şleger'i anımsa­
hyor. Tanıyorsun, değil mi? Bir ara Drezden'de polis müfettişiydi.

9 SS'de binbaşı rütbesi.

431
Vlasov da onun gibi uzun boylu, öne eğile ve görünüşüne göre
onun gibi budala. Aynca, izlenimlerime göre, korkağın da biri.
Kuşku dolu gözleriyle etrafına bakındı durdu ve hımhım bir sesle
birkaç söz söyledikten sonra istasyondan bir an önce uzaklaşmaya
çalışh. Otomobile doğru yürüdüğü sırada ayaklan dibine bir kara
kedi ölüsü atıldı.
"Bir başka sersem (kim olduğunu aynca açıklayacağım), ona
bir Rus taburunun gösterilmesini emretmiş. Bu tabura bağlı bir bö­
lüğün, birkaç gün önce, subaylan öldürdükten sonra haydutlann
yanına (partizanlara demek istiyor) kaçtığını bilmiyormuş gibi. Vla­
sov' a, bir gün önce Ostrov şehrinden getirilmiş bir bölük gösterildi.
"Vlasov, komutanlıkta yapılan toplantıda bir sürü budalalık­
lar konuştu. Öğrendiğime göre, Mareşal Buş bu konuşmadan hiç
de memnun değil.
"Burada zaten güç durumdayız. Böyle olduğu halde, ne diye
böyle sersemliklerle uğraşhnrlar bizi, bir türlü anlayamıyorum.
Vlasov'u buraya göndermeyi kim düşünmüş? Bunq bana bir an
önce bildirmeni çok rica ederim. Vlasov'un gerçek yerinin neresi
olduğunu bilmem benim için son derece önemli.
"Hayl Hitler!
Rudolf Eger, SS hauptsturmbannführer."

Vlasov'un Himmler'le ilk görüşmesi 20 Haziran 1944'te ola­


caktı.
Bundan bir gün önce -çarşambaydı ve ben Vlasov'un kabul
odasında nöbetçiydim- bizim orada bir skandal meydana geldi.
Vlasov'un özel muhafız kıtasının komutanı Hitrovo, eski aktör Ser­
gey Sverçkov' a temiz bir dayak ath.
Bu olaydan birkaç gün önce Vlasov, beni odasına çağırdı ve
abuk sabuk bir konuşma ile söze başladı. İlk önce, beni çağırışının
nedenini anlayamadım. Biraz sonra anlaşıldı. Meğer biraz önce bir

432
mektup almış, pek hoşuna gitmiş, övünmesini paylaşacağı birini
arıyormuş. Ve o anda benden başkası yokmuş yakınında. Bana ver­
diği bu mektupta şöyle deniyordu:
"General Vlasev' e,
"Pek sayın Andrey Andreeviç,
''Muhafızlannız tarafındari silah yoklaması yapılmamış kim­
seleri kabul ettiğiniz tekrar saptanmış bulunuyor. Ben, sizin güven­
liğinizi korumakla görevliyim ve Alman hükümeti karşısında so­
rumluyum. Bu yüzden, aranızdaki anlaşma gereğince, şunlara dik­
kat etmenizi bir daha rica ederim:
"1 . SS Obersturmführer'0 Amelung, sizin güvenliğinize ilişkin
sorunlarda benim irtibat subayımdır.
"2. Sizin güvenliğinizle ilgili olarak alınan bütün önlemleri ve
en başta oturma yerinizle ilgili değişiklikl�ri ss· Obersturmführer
'.
Amelung'a tam zamanında bildirmenizi rica ederim.
3. Aramızdaki anlaşma gereğince, tanımadığınız kişileri, yal­
nız, dairenizce kimliği saptandıktan ve silah araşhrması yapıldı�­

tan sonra kabul etmelisiniz. SS Obersturmführer de zaten bu amaç­


la daimi olarak yanında bulunuyor.
Benim sorumlusu olduğum güvenliğinize gösterilen özen, be­
ni, aramızdaki antlaşmanın maddelerini size bir daha anımsatma­
ya zorlarnışhr, bunu iş arkadaşlarınız olan Ruslara da bildirmenizi
rica ederim.
Hayl Hitler!
SS Oberführer Kreger"

Vlasov hüzünlü bir maske takh yüzüne:


- Görüyor musunuz bana ne büyük bir özen gösteriliyor...
Sovyet istihbaratçılarının peşimde olduğunu biliyor adamlar.

10 SS'de üsteğmen rütbesi.

433
Bundan sonra tekrar günün en önemli konusuna geçti: Himm­
ler'le görüşebilme sorununa.
- Himmler isterse her şeyi yapabilir. Tuttuğunu koparan bir
adam. Zeki. Bütün mesele onun yanma gidebilmemde ... Yüzde yüz
en yakın dost olacağız. Beni unutmuyor o ... Kreger'in, "Ben sizin
güvenliğiniz için Alman hükümetine sorumluyum." demesi hiç de
boşuna değil. Elbette, şaka mı bu ... Eh, biraz daha bekleyeceğim.
Benim günüm de gelecek...
Jilenkov, Kreger'in mektubunu öğrenince gülmekten kendini
alamadı:
- Kurnaz bu Almanlar, kurnaaz... Allah bilir, Andrüşa'nın
güvenliğini mi sağlıyorlar, yoksa bir tutuklu gibi mi koruyorlar...
Ve sinsice ekledi:
- Bu önlemleri niçin alırlar yani? Diyelim ki, dangalağın bi­
ri Andrüşa'yı tepeledi. Yerine bir başkasını bulamayacaklar mı san­
ki ... Kurnaz bu Kreger kurnaaz... "Ben hükümete sorumluyum."
diyor. Ne hükümeti yahu, Andrüşa, Himmler'in kendi planlan için
gerekli ...
Mektup, çok geçmeden gizlileşiverdi. Kızıl saçlı, elma yanaklı,
topuz yumruklu, iri yan bir babayiğit olan Obersturmführer Ame­
lung kabul odasında ekşiyip duruyordu, _bir yere gittiği zamanlar­
da da koltuğa, Komutan Hitrovo yerleşiyordu. Binanın giriş kapı­
sına geceli gündüzlü nöbetçiler koydular. Biri Vlasovcu, öteki Al­
man olmak üzere iki kişi gece gündüz orada duruyordu. Gündüz­
leri, ikinci kahn sahanlığında da bir nöbetçi vardı. Hatta, daimi zi­
yaretçilerle içerde çalışanlar da, karargaha girerken bir odaya alı­
narak silah yoklamasından geçiriliyorlardı.
Yalnız komite üyeleri -Truhin, Jilenkov, Malişkin ve diğerleri­
bu aramanın dışındaydı. Almanlar onlarda silah araşhrması yap­
mıyor, fakat, geldiklerini Amelung'a bildiriyorlardı. O da, kabul
odasından aşağı iniyor, ziyaretçiye, rütbesi kendisininkinden yük-

434
sek değilse, domuz gibi bakıyordu. ·
Rus Komitesinde kurulacak Eğitim ve Kültür Şubesinin yöne­
ticilik makamına adaylığını koymuş olan Sverçkov diye biri vardı.
Savaştan önce Moskova'daki gezginci tiyatrolardan birinde çalış­
mışh. Fakat, Almanya'da, ke!'disini bir halk artisti ve MHAT'ın
(Moskova Sanat Akademi Tiyatrosu) seçkin sanatçılanndan biri
olarak tanıhyordu. Buna kimse inanmıyordu, ne var ki, kimse de
yalanlamaya kalkışmıyordu. Yalanlamak işlerine gelmiyordu. Bu­
nunla, "Görüyor musunuz, biz de ot olamıyoruz, bizde de halk ar­
tisti var." demek istiyorlardı.
İşte bu sözüm yabana halk artisti, sabp.htan akşama değin ko­
mitede ekşiyor, kah Jilenkov'un odasında oturarak ''baş politik da­
nışman"a arhk ıağı çıkmış fıkralan anlahyor, kah Truhin'i, Mosko­
va aktörlerine ve bu arada kansına ilişkin anekdotlarla eğlendiri­
yordu.
Sverçkov, haziran sonlannda, Königsberg'e, orada radyo söz­
cüsü olarak çalışan Blumental-Tamarin'e misafirliğe gitti. Blumen­
tal-Tamarin (kendisini birçok defalar görmüştüm), iki dilde basıl­
mış kartvizitini övünerek gösteriyordu: "Fon Blumental-Tamarin,
Rus Tiyatrosu Halk Artisti, Profesör." Onu da kimse yalanlamıyor­
du. Hatta Jilenkov, bir konuşmasında şöyle demişti: "Rusya'nın ile­
rici aydınlan bizim saflann:uzda bulunuyor. Andrey Andreeviç'in
çevresine şöyle bir bakın; profesörler, ressamlar, halk artistleri ile
dolu. Bunlar arasında, Rus halkının övüncü olan Sverçkov ve Blu­
mental-Tamarin gibi Rus sahnesinin büyük ustalan var!"
Sverçkov, yeni fıkralarla dopdolu olarak Königsberg'den dön­
dükten sonra, doğruca Jilenkov'un yanına yollandı. Fakat karargah
kapısında durduruldu. Silah araması yapılacakh. Hitrovo, kendisi­
ne, kabaca:
- Ceplerini dışan çıkar! emrini verdi. Sverçkov, basbariton
sesiyle gürledi:

435
- Çıldırdınız mı siz? Kim olduğumuzu bilmiyor musunuz
yoksa? Andrey Andreeviç'in kişisel çağrılısıyım ben.
- Önemi yok. Ben, bakan düzeyinde bir adamım.
Hitrovo diretiyordu:
- İstersen metropolit ol... Benim için hiçbir önemi yok... Cep-
lerini dışarı çıkarmazsan kovanın seni...
Sverçkov, çılgınca haykırdı:
- Siz bir küstahsınız! Şikayette bulunacağım sizden!
Hitrovo surahna bir tokat vurdu:
- İşte sana bir küstah! Defol buradan!..
Ben, Amelung, Ştrikfeld ve çevirmen Zenderführer Şavert ka­
bul odasındaydık. Feldmareşal von I<layst'ın oğlu, genç von I<layst
Vlasov'un odasındaydı. Kendisi çok iyi Rusça konuşuyor ve son
günlerde karargahın demirbaş ziyaretçileri arasında bulunuyordu.
Amelung, her zamanki gibi koltuğunda uyukluyordu. Sverç­
kov, somurtkan bir yüzle ikinci kata çıkh. Kızıl saçları dağılmışh.
Cepleri hala dışarıdaydı.
Amelung koltuğuna geçti, ağır ağır söylendi:
- Ceplerinizi sokun içeri. Ayıp!
Kendine özgü büyüklenmesini yitirmiş olan Sverçkov, başı
önde, ceplerini yerine soktu. Fakat, oturmaya cesaret edemedi ve
kapıda dikildi kaldı.
Odada derin bir sessizlik vardı. Pencereden bir gün önceki
bombardımanda yıkılmış olan fabrika binalarını seyrediyordum.
Hala dumanlar çıkıyordu.
Kapı önünde bir araba durdu. Hitrovo'nun sesi geldi:
- Kalk! Hazır ol!
Amelung hızla aşağı indi. Ardından von I<layst koştu. Ştrik­
feld de bir yerden beliriverdi. Önemli birisinin geldiği belliydi.
Vlasov da odasından çıkıp merdiven başında durdu. Çevirme­
ni Şavert onun yanında yer aldı.

436
SS Gruppenführer, tören kıyafetiyle kabul odasına girdi. Kırk
yaşlarında, güzel endamlı ve güzel yüzlü bir adamdı. Faşist selamı­
nı artistçe yerine getirdi ve Rusça, "SS Rayhsführerinin özel emriy­
le geliyorum Bay General." dedi ve mühürlü bir zarfı uzattı: "Emir­
leri gereğince zarfı doğrudan size veriyorum."
.
Vlasov, odasının kapısını ardına kadar açtı:
- Buyurun ...
O gün karargahta kimler varsa, hepsi de kabul odasına doluş­
tu. Fısıltı ile konuşmaya başladılar. Sverçkov kulağıma eğildi:
- Andrey Andreeviç, allaha şükür, en sonunda çağrıyı aldı
galiba ... Pek üzülmüştü zavallı ...
- Öyle galiba ... diye söylendim ve sonra ne olur ne olmaz di­
ye ekledim: Er geç olacaktı bu iş ... General Vlasov'un etkisini ve
gücünü ancak dar görüşlü politikacılar değ.erlendiremez. SS Rayh­
sführerine gelince, o, bilindiği üzere her şeyi gören bir insandır.
Biraz sonra Vlasov'un kapısı açıldı, Gruppenführer önde dışa­
rı çıktılar. Kendine özgü neşesi ve zil gibi öten sesiyle:
- Baylar, çoktan beri sabırsızlıkla beklediğimiz en güzel ha­
beri almış, bulunuyorum, dedi.
Gruppenführer, sert sert Vlasov'un yüzüne baktı. Öyle ya, bu
zamansız açıklamanın ne gereği vardı! Vlasov hemen başını önüne
eğdi ve sözünü, her zamanki boğuk sesiyle tamamladı:
- Baylar tanıştırayım sizi...
O anda, kabul odasında bulunanların en yüksek rütbelisi ben­
dim. Bu yüzden öne geçtim. Gruppenführer güzel, bakımlı elini
uzattı ve:
- Oto von Rone, diye kendini tanıttı.
Dünyada en hızlı işleyen şeyin insan düşüncesi olduğu söyle­
nir. Saniyenin onda biri gibi, çok kısa bir süre içinde geçmişin her­
hangi bir olayını anımsayabilirsin. Bende de öyle oldu. 1918 yılının
Nisan ayındaydı, Alman elçisi von Mirbah'ı Moskova'ya getiren

437
tren, yiyecek maddeleriyle tıka basa dolu soğutma tesisli vagonlan­
nı ve Malgin'le bana kuşku ile bakan iki Alman subayını anımsa­
dım. Gruppenführerin elini sıktım ve son derecede dingin bir sesle:
- Albay Nikandrov, diye yanıt verdim.
Oto von Rone, elbette ki beni tanımamıştı. Öyle ya, bu sakallı
subayın kişiliğinde yirmi beş yıl önceki genci nasıl tanıyabilirdi!
Von Rone gider gitmez, Vlasov, benle Sverçkov'u odasına ça­
ğırdı. Sverçkov Vlasov'u kucakladı, öpecek bile oldu, fakat Vlasov
beceriyle kendini yana çekti. Sverçkov coşku ile haykırdı:
- İsa dirildi Andrey Andreeviç! Nihayet gerçekleşti! Kutla-
nm sizi...
Vlasov haç işareti yaptı:
- Evet, dualanm kabul olundu en sonunda.
Sevinçten gözleri çakmak çakmakh, san solgun yüzü pembe-
leşmişti.
Sverçkov kulaklanna kadar varan sıntkan ağzı ile:
- Ne zaman, Andrey Andreeviç? diye sordu.
- Yann ... Sizin ciddiyetinize güvenerek açıklıyorum bunu
baylar... Kabul edin ki, bu konuda hiçbir şey söylememişim... Ara­
mızda kalsın ha...
Jilenkov'la Truhin içeri girdiler. Jilenkov'un gülümsemesin­
den her şeyi bildiğini anladım. Onun, Devlet Güvenlik Merkeziyle
bağlantısı vardı. Truhin, Vlasov'un elini sarsa sarsa sıktı. Malişkin
de gelince odadan aynldım. Vlasov şimdi içini dökecekti.
Kabul odasının kapısında Zakutni ile burun buruna geldim.
- Beni mi çağırıyor? dedi ve yanıt beklemeden Vlasov'un
odasına daldı.
Himmler'in karargahına yapılan ziyaretin öyküsünü, 21 Hazi­
ran Cuma günü Zakutni'den dinledim. Zaman zaman coşmuş ve
hayret etmiş gibi davranmam da gerekiyordu.
- Ah, benim yerimde siz olacaktınız! Kısacası, yola çıktık

438
efendim, Himmler'in karargahına gidiyonız. Bizi saat on birde ka·
bul edecekti. Fakat, bize, saat onda orada bulunmamız emredildi.
Üç arabadaydık, öndekinde Almanlar. Yalnız Ştrikfeldi tanıyonım
aralannda. Hepsi de taşı sıksalar suyunu çıkaracaklar, balık gibi
susuyorlar. İkinci araba bizler; Andrey Andreeviç önde, biz de ar·
kada. İki yanında Jilenkov ve Födor İvanoviç. Malişkin üçüncüsün·
de. Onun yanında da yine Almanlar.
Uçuyonız. Öyle bir yol ki; bal dök de yala. Zaman zaman çam
ağaçlan görünüp kayboluyor. Yol boyundaki nöbetçiler tarafından
sık sık durduruluyoruz. Belgelerimiz gözden geçiriliyor. Bizleri
Rostov hayvan pazannda hayvanların saşılması gibi bir bir sayı·
yorlar! "Ayn, tsvay, dray ... " İlk kontrolde Sverçkov'u indirdiler.
Listede adı yokmuş. Gürültü koparacak oldu, fakat bir hauptman,
"Lütfen ardımdan gelin!" deyiverdi.
İkinci kontrolde hepimizi arabalardan indirdiler. Arabalan
küçük bir meydana çektiler. Kantar mıydı ne? Gene bindirdiler.
Yol boyunda lamba direkleri ... Güpe gündüz hepsi yanıyor. Karşı·
da bir kapı göründü. Yüksek bir kapı. Birden bu kapıdan siyah ara·
balar fırladı dışan ve böğürerek yanımızdan gelip geçtiler. Şoförü·
müz hızla sağa saph. İkinci arabada Himmler vardı. Evet, Himm·
ler, ta kendisi. Tnıhin'in yüzünde bir şaşkınlık belirdi. Jilenkov,
köppoğlu, derhal zehirini döktü:
Kötüye alamet bu, sayın General. Misafir geliyor, ev sahi·
bi gidiyor.
Kapı kapanmamışh. Biz, birinci arabadan sonra hızla içeri dal·
dık. Malişkin'in bulunduğu üçüncüsünü daha kapıda durdurdu·
lar. Biz yan ölü, yan diri durumundayız. Hirnmler'in işleri yalnız
bizimle mi ki... Gider. Ama, ne de olsa can sıkıcı bir şey ...
Vlasov'un ensesi sapsan oldu. Kulaklar kıpkırmızı. Sivil gi·
yimli bir tip kapıyı açh:
- Steigt aus! dedi.

439
Çıkın yani. İlk önce Andrey Andreeviç'in çıkmasını bekliyo­
ruz. Cehenneme babadan önce girmek saygısızlık. Karşıki duvarda
bir kapı. Önünde üç basamak. Nedendir bilmem, saydım basamak­
ları: Üç.
- Kommen Sie Hierher!11
Arkamızdan itelediler de. İçerideki duvarlar mermerle kaplı.
Pencere yok, mobilya dersen, hiç. Tavanda lambalar. Ocianın orta­
sından aşağı doğru inen merdiven basamakları var. Kısacası kol­
tuklu bir kapana düşmüşüz. Oturduk. Birbirimize bakamıyoruz. Ji­
lenkov'un bir ayağı zemberekli gibi oynuyor, topuğu yeri hklahyor
hafiften. Yukarıdan ayak sesleri duyuldu. Ne olacağız, bilemiyo­
rum. Qizi, doğrudan tepeliyecekler mi, yoksa işkenceye mi tutula­
cağız? Malişkin'i getirdiler. Adamın ağzı bumu birbirine karışmış.
.
Bizim cesetlerimizle karşılaşacağını sanıyormuş. Korku içindeydi.
Susuyoruz. Jilenkov ayak hklatmasını durdurdu. Gelen, giden
yok. Sessizlik. Vlasov kalkh. Öksürmeye başladı.
- Acayip.. . diye söylendi.
Truhin alaycı bir sesle:
- Misafirin umduğu değil, bulduğu işte, dedi.
Jilenkov baş parmağı ile orta parmağını şaklath, duvarları gös-
terdi: Susun, duvarların dili var...
Vlasov öksürükleri arasında:
- Bir şeyler var, yoldaşlar... Affedersiniz, baylar...
Sözünü tamamlayamadı, çünkü yukarıda yine ayak sesleri du­
yuldu.
İki SS'çi -boğa gibi sağlam- kaşarlı sandviç, kahve, kadehle
konyak -tabii, çok az- getirdiler. Bırakıp çıkhlar. Biz, sağırlar-dilsiz­
ler gibi susuyoruz... Kendi kendime, ''Mademki, yiyecek bir şeyler
getirdiler, demek ki, tepelemeyecekler bizi..."diyorum.

1 1 Buraya geliniz!

440
Jilenkov, sandviçi ahşhnrken yine duvarlan gösteriyor: Susun
yani...
Bir uşak geldi. Bizim dilden:
- Tuvalete gitmek isteyen var mı? diye sordu.
Birer birer gidip geldik. .
İki saat kadar sonra öğle yemeğini getirdiler. Dört türlü yemek
ve çerez. Aynca bira.
Neşemiz tamamıyla yerine geldi. Hatta Malişkin, sesli hayal
kurmaya başladı:
- Şimdi bir de uyumamıza izin verseler...
Jilenkov, aklındakini dile getirdi:
- Birer de kan verseler ... Ne dersin Mitya?
Ben, elbette, susmakla geçiştirdim.
Ve yeni bir sürpriz:
- Kommen Sie Hierher...
Ve bizi bir yatak salonuna götürdüler. Vlasov'a ayn bir oda
verdiler. Bize pansiyon. Fakat, hafifçe gıcırdayan rahat yataklar ...
Jilenkov hemen uzandı, geniş bir nefes aldı:
- Ne demek bunlar yahu? diye söylendi.
Uyuduk dersem yalan söylemiş olurum. Uyumadık. Yalnız
uyukladık ve daha fazla da düşündük. Öyle ya, şeytanın işi yok, is­
ter misin bizi cehenneme göndersinler... Belki de yataklara elektrik
akımı veplmiştir. Biraz sonra akımı işletirlerse kapkara oluverece­
ğiz...
Ertesi sabah, ilk arabadaki Almanlar geldi:
- Schnell, schnell...
Yukan kata çıkardılar bizi. Ve orada, bir gün önce sayın Adolf
Hitler'e suikast yapıldığını öğrendik. İtin biri saatli bomba yerleştir­
miş. Eee böyle aa bir günde Himmler bizimle görüşecek değil ya ...
Korktunuz mu, Dmitriy Födoroviç?
Allah bir daha göstermesin... Zaten genellikle sabaha kar-

44 1
şı uyuyabilen bir insanım. O gece ise...
Üzüldüm sizin için.
- Teşekkür ederim, Pav�l Mihayloviç.
- Andrey Andreeviç için de üzüldüm. Böyle bir durum kar-
şısında beklediği ilgiyi göremeyecekti elbet.
Hitler'e yapılan suikastten sonra, Berlin büyük bir polis kara­
koluna döndü. Yıkıntılarla dolu caddelerde gestapo arabaları fırfır
dönüyordu. Yol ağızlarında makineli tüfekler belirmişti. Merkez
caddelerin kavşaklarında köpekli 55' çiler dikiliyordu.
Vilhelm 5trasse ile Unter den Linden caddelerinde kordon ha­
linde polisler bulunduruluyordu.
Rus Komitesinde de durum değişmişti. Bina dolayında güven­
lik önlemleri artırılmıştı, Viktoriya 5trasse'de, cepleri kabarık sivil
kişiler ortaya çıktı.
Vlasov'a ve etrafındakilere maaşları ve kuponları veriliyordu,
yani kurulu düzen işliyordu. Ne var ki, Vlasov'a Berlin'de dolaşma­
sı yasaklandı, yanına, ancak Amelung'un izniyle girilebiliyordu.

Şimdi size, o dönemde vatanıma nasıl yardım ettiğimi anlata­


cağım. Yaşamımın en yüksek amacı da buydu.
Pompalanmış sözlerle konuşmayı sevmem. İyi ama, biraz ön­
ce, "Vatanıma nasıl yardım ettim" ve "Yaşamımın en büyük ama­
cı" gibi sözler kullandım. Bunlar, elbette seyrek kullanılmalı. Fakat,
o dönemde, bunların içeriği o zamanlar her gün, her an, aralıksız
olarak duyumsanıyordu. Gerek savaşta gerekse barış yıllarında,
yabancı ülkelere gönderilen bir istihbaratçı, yabancı ülkeye niçin,
hangi amaçla yollandığını hiçbir an aklından, gönlünden çıkarma­
malıdır. O, yurdunu bütün kalbiyle sevdiği için savaşımın ateşleri
içindedir. Bu görev anlayışından yoksun olan bir istihbaratçı, doğ­
ru yolu bulamaz ve güçlü olamaz. Hatta bir gün ölüp gider.
İstihbaratçının çelik sinirli, çelik karakterli bir insan olduğunu

442
düşünmek de yanlışhr. O, her şeyden önce bir insandır. Herkes gi­
bi kusurlan bulunan, normal, olağan bir insan. Gerilimli yaşamı
dolayısı ile o da, her insan gibi yorulur.
Ben Almanya'dayken, yurduma yardım görevimi bir an için
dahi unutmuş olsaydım yaka� ele verirdim.
Sporcular arasında "ikinci soluk alma" diye bir kavram kulla­
nılır. Benim "ikinci soluğum" orada gerekli olduğum bilinciydi.
Biliyordum ki, düşmanın cephe gerisinde yalnız değildim.
Belki de pek yakınımda, Berlin'de, Letsen'de, Hamburg veya Drez­
den'de, herhangi bir Alman dairesi ve örgütünde, onlann silahlı
kuvvetlerinde, Devlet Güvenliği Merkezin� e, Abver'de ya da Hit­
ler'in karargahında arkadaşlanm vardır. Bunlar sadece bir olasılık­
tı. Hiçbirini tanımıyordum. Onlan tanımak hakkına sahip değil­
dim.
Bu yüzden, düşmanın cephe gerisinde, vatan haini Vlasov'un
Rus Komitesinde bulunan ben, Andrey Martinov, gereken işleri tek
başıma yapmak zorundaydım. Danışacağım tek insan vardı, o da
bendim, kendimdim. Bazen, bana: "Şunu yap!" ya da "Aman şunu
sakın yapma!" diyecek bir yakınıma öylesine muhtaçhm ki ... Yal­
nız olmayanlara, etraflannda dostlan, düşünce arkadaşlan bulu­
nanla�a öyle gıpta ediyordum ki...
Benim de düşünce arkadaşlan, dostlar, yardımcılar arayıp
bulmam gerekiyordu.
"Rus Komitesi"nin Organizasyon Şubesindeki işlerim, bu
alanda bana yardım ediyordu. Kadrolan tanımak benim görevle­
rim arasındaydı. Truhin'in hazırladığı "Özlük İşleri" kartoteksini
günlerce inceleyebilirdim. Benden kuşkulanmıyorlardı.
Yüzbaşı Nikolay Mihayloviç'in kişiliğine ilişkin bilgileri de
oradan öğrendim. Kendisi, Dobendorf'taki propagandistler kursu­
nun pansiyonunda bulunuyor, arada bir herhangi bir görevle Ber­
lin'e geliyordu.

443
Anket karandan öğrendiğime göre, Yaroslavl'da, 1916'da, bir
tüccar ailesinde dünyaya gelmişti. Ailesi, 1932 yılında, zararlı sos­
yal eleman olarak baskıya uğramış, kendisi komsomol ve partiye
girmemiş. Öğrenimi; lise ve sonra askeri okul. 1933'ten beri ordu­
da çalışmış.
İşte bu bilgiler yüzünden Kudriyavtsev dikkatimi çekti. Bir
tüccarın oğlu olan ve ailesi 1932' de baskı alhna alınan bir kişi, da­
ha 1933'te, hele doğduğu şehirde, askeri okula kabul edilemez.
Çünkü orada herkesçe bilinmektedir.
Truhin'in emir subayı, sarhoşken biı: araba alhnda kalarak
ezilmişti. Truhin, kendisine yeni bir emir subayı seçmemi emredin­
ce, Kudriyavtsev'le görüşme niyetim kesinleşti.
Bay Kudriyavtsev, Kızıl Orduya gönüllü olarak mı girdi-
niz?
Çağrıldım.
Nasıl çağırırlarmış sizi? 23 Aralık 1916'da doğmuşsunuz.
Sizin kendi elyazınızla yazdığınıza göre, 1933'te orduya alınmışsı­
nız. Yani henüz 17 yaşınızı tamamlamadan. O yaştakileri orduya
çağırmazlar.
Yanlışlık yapmışım. Ben, 1915 doğumluyum.
Siz kendiniz yazmışsınız. Anket kartınızı siz doldurmuş-
sunuz.
Dedim ya, şaşırmışım!
Siz doğduğunuz zaman babanız kaç yaşındaymış?
Anımsamıyorum.
Kırk?
Daha küçük. Ben ilk çocuğuyum.
Belki de otuza yakın?
Olabilir.
Birinci Dünya Savaşı'na kahlmış mı?
Elbette. Anlattığına göre, savaşın daha ilk haftasında aske­
re almışlar kendisini.

444
- Her soruda batağa gömülüyorsunuz Bay Kudriyavtsev.
Sözlerinizden anlaşıldığına göre babanız, 1914 yılının Ağustos
ayında cepheye gönderilmiş. Oysa siz, Aralık 1915'te doğmuşsu­
nuz. Bunun dokuz ayım çıkanrsak, şüpheli bir durum çıkıyor orta-
ya. Ya annenize iftira ediyorsunuz ya da .. .
- Belki de babam sılaya gelmiştir... Yaralanmış olabilir...
- Olabilir. Diyelim ki, doğru söylüyorsunuz, 1915 yılının
Aralık ayında doğduğunuza göre, 1933 Ağustosu'nda yine tam 17
yaşında değilsiniz. Daha üç ay gerekiyor. Bu durumda sizi askere
alamazlar.
- Aldılar.
- Bay Kudriyavtsev bana doğruyu söylemenizi istiyorum.
Gözlerine baka baka konuşuyorum. Dudaklannı yalıyor, ağzı
kurumuş yani. Yeni bir soru soruyorum:
Ailenizin ev adresini söyler misiniz?·
Ranzin sokağı, numara sekiz.
Yineleyin lütfen.
Ranzin sokağı, numara sekiz.
Ailenizin Ranzin sokağı, numara sekizde oturduğunu söy­
lüyorsunuz. Olanak dışı bu... Ranzin sokağı, savaştan biraz önce
belirdi. Daha önceleri orası boş bir alandı. Sonra aileniz...
Soyadlan?
Smirnovlar. Mihayl Aleksandroviç ve Zoya Aleksandrov-
na.
Eşinizin adı?
Lüba. Lüba Aleksandrovna.
Babası Mihayl olduğuna göre Aleksandrovna olamaz.
Bocalamaya başladı:
Bu onun üvey babası. Asıl babasının adı Aleksandr.
- Kannız şimdi nerede?
- Bilmiyorum. Bin dokuz yüz kırk ikiden beri görmedim
kendisini.

445
Eşinizin ana ve babası nerede çalışıyorlardı?
Babası "İşçi Zaferi"nde, annesi de "Kızıl Perekop"ta.
Ne iş yapıyorlardı?
İşçiydiler. Babası fıçıa, annesi de çamaşıra.
Gerçekleri ne zaman söyleyeceksiniz, Bay Kudriyavtsev?
Gerçekleri söylüyorum.
Şimdi dinleyin beni, Bay Kudriyavtsev, eğer gerçek Kudri­
yavtsev'seniz. Okulda Komsomol üyesi miydiniz? Hangi okulu bi­
tirdiniz?
Orta.
Neredeydi bu okul. Adresi, numarası?
Anımsamıyorum.
Sokağını da mı?
Sokağını da.
Anlaşıldı, Kudriyavtsev, siz, orta öğreniminizden sonra
gönüllü olarak askeri okula girmişsiniz? Bitirmişsiniz ve subay ol­
muşsunuz. Partiye de üye olmuşsunuz. Son rütbeniz neydi?
Orada yazılıdır. Yüzbaşı.
Kuşkuluyum.
Sizin bileceğiniz iş... Ben gerçekten yüzbaşıyım.
Bence ise binbaşmız... Okulu bitirince teğmen oldunuz. İki
yıl sonra, üsteğmen. Doğru mu?
Zengin fanteziniz var.
Buyurun gidin.
Nereye?
Konuşmamız burada sona eriyor.
Yalnız bu kadar mı? Neden?
Sizi neden mi ç�ğırdım? Tanışalım diye.
Ağır ağır konuşuyorum, biliyorum ki, söylediklerimin hepsi
de onun için son derecede önemli.
Sovyet geri cephesine göndermek için bir grup topluyo-
rum ...

446
Oltaya yakalandı; gözleri çakmak çakmak. Sözler ağzımdan
tane tane çıkıyor:
- Buyurun gidin, Yüzbaşı... Bize böylesi gerekli değil.
Gözlerindeki panlh söndü. Sanki biri akımı kesti, bakışları
kinleşti. Fakat, besbelli ki, iradeli, dingin konuşuyor, sanki hiçbir
şey olmamış gibi:
- "Böylesi" dediniz. Kashnız ne, sorabilir miyim?
- Anket karhnız tamamıyla uydurma. Siz, orada yazdığınız
kişi değilsiniz.
Kalkh, hazırol durumuna geçti. Büyük bir nezaketle, ''Müsa-
adenizle," dedi.
- Buyurun gidin, Yüzbaşı.
Kapıya yöneldi. Arkasından:
- Böylesini Sovyet cephe gerisine pasıl yollayabiliriz ... Siz,
·

doğruca ENKAVEDE'ye gidersiniz.


Durdu:
- Neden beni derhal kurşuna dizdirmiyorsunuz? Budalamı­
.
yım ben?
Çıkh. Kapıyı hafifçe kapath, kinle çarpmadı.
"Aslanım, yine görüşeceğiz. Hoşuma gittin. Sovyet cephe ge­
risine teslim olursun, dediğim zaman gözlerinde beliren panlhyı
hiçbir zaman unutmayacağım."
Yüzbaşı ile iki haftadan fazla bir süre görüşmedim. Fakat, ken­
disiyle durmadan ilgileniyordum, yeni bilgiler topladım: Dürüst,
dalkavuk değil, onurlu, hemen hemen hiç içmiyor, kansı için üzü­
lüyor, satranç oynamasını seviyor, belleğinde birçok şiir var. Eh, ne
olmuş bunlardan? Dürüst de olabilir, kansını ve şiiri de sevebilir,
kabacası, bana ne bunlardan? Truhin de Lermontov'a hayran. Ba­
na, yurduna sadık bizim insanımız gerekli. Fakat, her şeye rağmen,
Sovyet cephe gerisine ilişkin sözlerim karşısında gözlerinde beliren
ışılhyı unutamıyorum.

447
Tnıhin, o günlerde, Letsen'deki Ostlegionerler kampına gitti.
Ben de emir subayını seçme işini biraz savsatbm. Ve Kudriyavt­
sev'le bir daha görüşmeye karar verdim.
Çağırdım kendisini:
- Oturun, Yüzbaşı.
- Teşekkür ederim.
Oturdu. Baktım, sorularımı bekliyor. Susuyorum. O da susu­
yor.
- Size bir iş önerisinde bulunacağım, Yüzbaşı. Bilmem, başa­
rabilecek misiniz? General Truhin'e bir emir subayı gerekli.
Yüzünde bir memnuniyetsizlik belirdi birden.
Müsaade eder misiniz?
- Buyurun.
- Hayır, başaramayacağım. Hoşuma gitmiyor böyle işler.
Sonra Bay Truhin'den korkuyorum.
- Sovyet cephe gerisine gitmekten korkmuyorsunuz da,
şimdi ...
Gözlerine bakarken aklımdan şu düşünceler geçiyor: ''Yüzba­
şı, sen eğer, Sovyet iktidarından nefret edip, gönüllü teslim olan bir
tutsak olsaydın ..."
- Burası iş borsası değil. Emrettikten sonra, değil sadece
emir subayı, kayıt memuru bile olursun...
- General Truhin'in emir subayı olmaktansa, kayıt memur­
luğunu yeğlerim.
Neden?
- Bana düşünme süresi verir misiniz?
- Düşünün. Yarına kadar.
Olayların gelişmesini hızlandırmam gerekiyordu. Truhin her
an dönebilir ve: ''Kimi buldunuz, Bay Nikandrov?" diye sorabilirdi.
Ertesi günü Kudriyavtsev'le içten konuştuk. Söze dolaylı baş­
layınca, o:
- Açıkça söyleyin, benden ne istiyorsunuz? ricasında bulun-
du.
Artık yalnızlığa katlanamıyordum. Üstelik Kudriyavtsev' e
inanıyordum. Bunun için açıkça konuştum. Ah, ne sevindi! "Ni­
kandrov Yoldaş, bugün yeniden dünyaya geldim!" dedi.
Ve her şeyi anlattı:
- Ben gerçekten yüzbaşıyım, gerçekten Yaroslavl'lıyım. Ger­
çek soyadım Fomin'dir, adım da Nikolay. Babam v� annem sağdır­
lar. Daha doğrusu, son görüşümde sağ idiler. Her ikisi de komü­
nisttir. Kanm, son görüşümde Pedagoji Enstitüsünden mezun ol­
mak üzereydi.
"Son görüşümde", "son defa" sözlerini sile sık yineledi. Sanki,
yaşamının bir muhasebesini yapıyordu. Yaşamı oradaydı. "Burada
ise hiç, sadece acı, ızdırap... " diyordu.
Fakat, Nikandrov Yoldaş yaşamdan umudumu kestiğimi san­
mayın. Hele sizinle bu görüşmemizden sonra...
Nasıl tutsak düştüğünü anlattı:
- Almanlar, 1942 Mayısında Harkov Cephesinde bize ağır
bir darbe indirdiler. General Gorodniyanski gözlerimin önünde öl­
dü. Ben de, ertesi sabah, Alay Karargahında tutsak düştüm.
- Vlasov'un yanına nasıl geldin?
- Bütün gerçeği anlatacağım. Hangi Alman kamplannda
bulunduğumu da uygun bir günde ayrınhlan ile açıklayacağım.
Şimdi sadece son bulunduğum üç kamp üzerinde duracağım. Vi­
yana civarındaki bir kampta beş gün kaldım. Orada itler, bize kok­
muş et yedirdiler. Sonra biz subayları -yüz kişi kadardık- Hano­
ver'in yüz kilometre uzağındaki Nurenberg'e götürdüler. Yiyecek­
ler; bulaşık suyu çorba ve çamur gibi iki yüz gram ekmekti. Her
gün ölüm oluyordu. Bir gün bir Alman'la bir Rusça çevirmeni gel­
di. Kamp komutanı ile konuştular ve ardından derhal söylentiler
yayıldı: İşgal bölgeleri için idareci yetiştirme kurslarına adam an-

449
yorlarmış. İki-üç aylık kurstan sonra, bunları çeşitli görevlerle Rus­
ya'ya yolluyorlarmış. İlk önce, isteklileri kampta iyice bir seçme­
den geçiriyorlarmış. Rusya sözünü duyunca derhal kabul ettim.
Yalnız, vatana bir ayağımı basayım, diyordum, sonrası...
- Evet, sonrası?
- Bu da sorulur mu? Sonrası, doğruca dağa... Bu itleri tepe-
lemeye... Ve hemen, seçmenin yapıldığı kampa gönderilmemi iste­
dim. Almanlar biz daha varmadan önce, Rusya'ya gönderilecek
ikinci grubu hazırlamışlardı. Eh, diyordum, üç ay, ağır ağır da olsa
geçecek. Mutlaka gidebileyim diye onların bilimini ezberleyece­
ğim, birinciler arasında yer alacağım. Fakat, tersliğe bakın ki, eme­
lime kavuşamadım. İkinci grubu yollamadılar. İlk zamanlarda "ge­
çici bir engel" çıktığını bildirdiler. Fakat, kampta böyle şeyleri sak­
lamak olasılığı var nu ki... Her şeyi öğrendik. Rusya'ya gönderilen
birinci gruptaki yüz elli kişiden çoğu kaçmış. Anlathklarına göre,
bu söylentiyi yayanların kafalarını ezmişler. İmzaladığıplız dekla­
rasyonlar ve diğer şeyler bize hiçbir yarar getirmedi.
- Nedir o diğer şeyler?
- Baş korkuluk Hitler adına and içtik. Ben, deklarasyonu asıl
adımla değil, Kudriyavtsev diye imzaladım, ama her ne de olsa im­
zaladım. Bu da yetmiyormuş gibi, Hitler adına and içerken resmi­
mi de çektiler. Memleket özlemim arhk dayanılmaz bir hal almışh.
Umutlarım suya düşünce, tuvalete gidip kendimi asmak bile ak­
lımdan geçti.
Kursa seçilmiş olan bizleri, ansızın, seçilmişler kampından,
"ulan itler, sizi diğerlerinden daha iyi besleyeceğiz!" der gibi, Vus­
trav'a götürdüler. Oradaki Rus savaş tutsakları ne menem insan ol­
duğumuzu derhal anladılar ve tutumlarını belirlediler: Bizimle ne
konuşuyor ne de yüzümüze bakıyorlardı.
Seçilmişler kampında tanışhğım biri vardı, Kirov'dan Volodya
Şerstnev. Kendisi ile içten bir konuşmamız olmadı. Fakat, onun da
kurslara aynı amaçla yöneldiğini seziyordum.

450
Bir akşam onunla Vustrav'da oturuyorduk. İkimiz de susu­
yorduk. Ne konuşabilirdik ki...
Bastonlu bir adam geldi yanımıza. Sağ ayağı odundandı. Saka­
lı da kuşağına kadar. Gözlerinden akıl fışkınyor. Üstü başı perişan,
sırtında eski bir Alman asker �eketi var. Görünüşünden yaman bir
adam olduğu anlaşılıyordu.
- Ne diye öyle başınızı öne eğmiş susuyorsunuz bre kursçu­
lar?" dedi.
Konuşmaya başladık. Güvenimizi nasıl kazandı, anlayama­
dık. Ve kendisine, sanki babamızmış gibi, iğneden ipliğe her şeyi
anlattık.
- Çocuklar durumunuz gerçekten de berbat. Fakat, içinden
çıkılmaz bir durum değil. Esasen her durumun bir çıkış yolu var.
Gençsiniz. Savaş tutsaklanndan birçoğu, birçoğumuz yani, ölece­
ğiz. Fakat, birçoklanmız da sağ kalıp, yurdumuza döneceğiz. El­
bette ki, bize teşekkür etmeyecekler. Çünkü, başkalan savaşırken,
bizler tutsak kaldık. Ne de olsa bizi kabul edecekler... -başını eğdi
bize doğru ve fısılh ile ekledi- Ordumuzun faşistleri nasıl patakla­
makta olduğunu duyuyorsunuz, değil mi? Oh olsun!
Kiminle konuşuyoruz? diye sorduk.
Nasıl kiminle? İnsanla!
İyi .ama, her insanın bir adı, soyadı ve belirli bir görevi var.
İnsanın en yüksek görevi insan olmak...
Bizimle konuşan adamın General Lukin olduğunu sonradan
öğrendik. Bir daha göremedim kendisini. Biz, kursa seçilenleri, Rus
Komitesinin emrine verdiler. Ve propagandistler kursuna aldılar.
Arkadaşım Volodya Şerstiev öldü. Bir gün, komutanlığın adamla­
nndan birini, Kazan'da kondüktörlük yapmış olan bir vatan haini­
nin, çenesini kırdı. Bu it, halen Dobendorftadır. Volodya'yı ise kur­
şuna dizdiler.

451
Truhin'in emir subayı Yüzbaşı Kudriyavtsev, Fransa'daki Ost­
legionerlerin durumlanna ilişkin bir raporun özetini getirdi. Bun­
da şu bilgiler vardı:
Bulon'da: Bir bölük var. Georgi Stepanov ve Pötar Jivorenkov
adlanndaki iki Rus, haydutlara (partizanlara yani) silah sağladıkla­
n anlaşılınca, kaçmışlar.

Haver'de: İki bölük var.


Langon'de (Lozer): Bir takım var. On'u partizan olmuş.
Vilnes Sent Jotj'da: Bir tabur var, Brest'in kuzeyindeki Finis-
ter'e gönderilmesi bekleniyor. Orada kıyı savunmasında görev ala- .
cak.
Averoyn'da: Üç tabur var.
Paris'te: Boiar Meydanı yakınındaki kışlalarda iki yüz er ve al­
h subay var. Gece nöbetlerinde yararlanıyorlar bunlardan. İçlerin­
den on biri ve subay Voronov kaçmışlar. Er Şumilov'la Subay Vo­
ronov yakalanmış ve kurşuna dizilmiş.
Paris'te: Kurbovets Okulunda, erlerinin çoğu Orta Asyalı bir
bölük var. Avenü Kleber'deki Alman dairelerini koruyor. Haziran­
da alh er kaçmış. Yakalanmamışlar.
Paris'te: On yedinci mahallenin Van Dayk sokağında Ostlegi­
on'un Dördüncü Karargahı bulunuyor. Bir bölük ve Kafkaslılardan
oluşan bir takım var orada. Haziranda 3, Temmuzda 6 ve Ağustos­
ta 1 kişi kaçmış.
Mend'de: Bir tabur var. Sonra bir piyade taburu daha gelmiş.
Direniş hareketiyle bağlanh kurmaya çalışmışlar. Yedi kişi kurşu­
na dizilmiş.
Strasburg'da: Sovyet savaş tutsak.lan kampı var. İki bölük ko­
ruma işlerinde kullanılıyor. Komutanlan Yüzbaşı Sveşnikov (Rus,
ortaya çıkarılan komünist ajanların kurşuna dizilmelerine alh defa
kahlmış). Yemeklerin kötü olduğu şikayetleri var. Zemov, Kotov
ve Morozov adlı erler: "Bizi kürek mahktlmlan gibi besliyorlar.

452
Yoksa, kamp çok güzel." Sabah ve akşam taze fasulye kabukların­
dan yapılma yemek, bütün gün için 300 gr. ekmek, pazarları aynca
yirmi beşer gr. at salamı (üç haftadan beri verildiği yokmuş).
Yüzbaşı Sveşnikov, ölü bulunmuş. Solomatin, İvanovski, Lo­
puhin, Şçadrov ve Zemov ad �ı erler kaçmış. Yüzbaşı Sveşnikov'u
öldürdüklerinden kuşkulanılan Zemov'la Lopuhin, Paris'in altmış
kilometre uzağındaki bir yerde görülmüşler. Lopuhin çarpışmada
ölmüş, Zemov da son kurşunu kendi başına sıkmış. Zemov'un ce­
binde bulunan bir kağıtta şu adresler yazılıymış: "Merkez pazarın­
daki lahana tezgahlan", "Fraşon ve Başkan Vilson sokakları kavşa­
ğındaki kahve", "Ulus Meydanındaki P�tane." Bu adresler kon­
trol alhnda bulundu.

Fransa' daki İspanyolların birçoğu, liral}ko'ya teslim edilecek­


leri korkusu ile partizanların yanına kaçıyor. Yalanlayıcı söylentile­
rin yayılması gerekli görülüyor.
Bütün bu bilgiler, ya bir rastlanh sonucunda ya da Tnıhin'in
ihmalciliği yüzünden, ilk önce Kudriyavtsev'in, sonra da banim
elime geçti. Hepsi birkaç kağıttan oluşuyordu ve bunlarda, savaş
kasırgasının Fransa'ya attığı insanların kaderleri anlahlıyordu. Bel­
ki de Riyazan'da ya da Kostroma'da veya Novosibirsk'teki anaları,
babalan, eşleri ve de çocukları Zenov'la Lopuhin'den mektup bek­
liyorlardı ve arhk hiçbir haber alamayacaklardı. Onların tam adla­
rını da öğrenememiştim. Yalnız, birinin çarpışmııda öldüğünü, di­
ğerinin de intihar ettiğini biliyordum.
Subay Voronov, Er Şumilov Ostlegion'a nasıl düşmüşlerdi
acaba? Belki de tutsak kamplarındaki açlığa dayanamamışlar, iş­
kencelerden yılmışlar, ölümden korkmuşlardı. Ya da ergeç yurtla­
rına kavuşmak umudu ile Adolf Hitler adına and içmişlerdi. Şura­
sı kuşkusuzdu ki, kaçmayı akıllarına koymuşlar ve sonuç; belirle­
yici an gelince hiçbir kararsızlık geçirmeden harekete geçmişlerdi.

453
O gün, benim Vlasov'un karargahında bulunuşumun ne den­
li önemli ve gerekli olduğunu olanca açıklığı ile anladım. Sağlar ve
ölenler için birçok şeyler yapabilecektim. Ve, sonuç; belirleyici an­
da en küçük bir kararsızlığa düşmeden harekete geçmiş olanlann
ad ve soyadlannı bularak memlekete bildirmek için kendi kendime
söz verdim.
Kudriyavtsev-Fomin yoldaşla yalnızlıktan kurtulmuştum. İyi
bir istihbaratçıydı. Cesurdu, yurduna bağlıydı. Bana gerekli olan
insanlan bulmama yardım ediyOl'du. Teğmen İvan Riyabov, Yüz­
başı Evdokimov, Çavuş Pötar Davtkov, Er Valentin Baladin, sevgi­
li yoldaşlanm, candan dostluğunuza, cesaretinize ve askerlik göre­
vine bağlılığınıza hayranım! Sizlere çok çok teşekkür ederim. Ka­
rakterleriniz ayrı, doğum yerleriniz ayrı. Kiminiz Vladimir' den ki­
miniz Ural'dan, kiminiz Sibirya'dan, kiminiz Moskova'dan. Fakat,
hepinizin kaderi bir: Bin dokuz yüz kırk bir yılının o çetin aylann­
da tutsak düştünüz ve nelere katlanmadınız ... Açlığa, soğuğa, ad­
sız ölüme... Bütün bunlara karşı yurda yardım etmek için elinizden
geleni yapbnız.
Ne yazık ki, şimdi, elinizi sıkmak olanaklan yok artık. Pötar
Davitkov'la Valentin Balandin düşmanla çarpışmalarda can verdi­
ler. Rukavişnikov da arbk yaşayanlar arasında değil. O, Kostya Ya­
kovlev ve İvan Riyabov'la birlikte, Rus Komitesi Radyo İstasyonu­
nu bizim Moskova ile bağlantı merkezimiz haline getirmişti.
Konstantin Yakovlev sağ� Şimdi, telgraf-posta mühendisi, tek­
nik bilimler doktoru, işinin sevdalısı.
Şunu da söylemeyi bir ödev sayarım: Ne ben, ne de arkadaşla­
nm, Rayh'ın "yüksek tabakalan" arasına giremedik, kara, deniz ve
hava kuvvetleri kurmay merkezlerindeki belgelere ulaşamadık,
yüksek komutanlann raporlannın birer mikrofilmlerini çıkarmak
olanaklannı bulamadık. Fakat, esasen bizden bunlan istemiyorlar­
dı, yöneticilerimiz, bizim mütevazı olanaklanmızı biliyorlardı.

454
AzAtı olsa bir şeyler yaptık. Bir ödevi yerine getirdik: Yöneti­
cilerimiz, Vlasov'un planlarını her zaman biliyorlardı. Ve Vlasov­
cular, yakalandıktan sonra çekildikleri sorguda yalan söyledikleri,
hile yoluna saphklan zaman, sorgu organlan, onların hainlik, al­
çaklık ve cinayetlerini belgelemede hiçbir zorluk çekmiyorlardı.

Boz BULANIK BiR SABAHTI


Korgeneral Bolotin, telefon sesiyle uyandı. Her zaman olduğu
gibi saatine baktı; tam ondu.
Kulaklığı eline aldı, aşağı sıyrılmış olan battaniyesini düzeltir-
ken:
- Buyurun, dedi.
- Karşınızda, nöbetçi Binbaşı Golübev. Yarbay Orlov belirli
yere, belirlenen sürede vardı, paraşütle atladı.
"Orlov'la bağlantı kuruldu mu?" diye soran generalin bundan
kuşkusu yoktu. Bolotin kendi emriyle girişilen her işin tam zama­
nında yerine getirildiğini biliyordu. Gerçi kimi hallerde sapmalar
oluyordu, iyi ama, bunlar, kural dışı istisnalardı. Emirlerinin kayıt­
sız-koşulsuz yerine getirilmesine karşın, başarısızlık olasılıklarını
da göz önünde bulunduruyor, böyle hallerde başarısızlık nedenle­
rinin ayrınhları ile kendisine rapor edilmesini istiyordu. Bu yüz­
den, komutasındakiler, ne denli acı olursa olsun gerçekleri söyle­
mekten çekinmiyorlardı. Herkes biliyordu ki, bir kimse bir defa ya­
lana saph mı, arhk generalin gözünden düşüyordu. Bolotin'in böy­
le insanlar karşısındaki tutumu kesindi: "Yalan söylüyor, demek
ki, korkak, korkakların orduda işi yok!" Onun bu konudaki kuralı
işte buydu.
- Yarbay Orlov'la bağlantı kurulamadı henüz.
Bolotin bir saniye kadar sustu, sonra, her zamanki dingin, fa­
kat kesin tonu ile:

455
- Kurulunca bana bildirin, dedi, bir saniye daha sustuktan
sonra ekledi:
- Saat alhya dek kuramazsanız bana yine rapor edin.
Ve kulaklığı bırakh.
Bundan sonra uyuyamadı. Yatb, buz gibi ayaklarını battaniye­
ye iyice sardı, gözlerini kapadı, fakat uykusu bir türlü gelmiyordu.
Belinin biraz alhndan bir ağn hafif hafif yoklamaya başladı. Savaş­
tan önce, doktorlar, kendisinde böbrek yetersizliği hatta nefrit sap­
tamışlar, sıkı bir perhiz koşullarında yaşamasını söylemişler, her
hafta inceleme yaphrmasını tavsiye etmişlerdi. Jeleznovodsk' a git­
meye razı oldu ve yaşamının en sıkınhlı ayım orada geçirdi.
Anfim İvanoviç ısındı ve ağrısı geçti, ne var ki, uyuyamadı.
Kalksa bir duş alsa ve işe başlasa iyi olacakh herhalde. Fakat, ağrı
yeniden başlar kaygısı ile bir süre daha yataktan çıkmamaya karar
verdi.
İşleri zaten başından aşkındı.
Bin dokuz yüz kırk dört baharıydı. Sovyet Ordusu, taarruzla­
nndan birine daha hazırlanıyordu. Her dört cephede de (Birinci
Balhk Cephesiyle her üç Belorus Cephelerinde}, düşmanın Merkez
Orduları grubu, Merkezin kanatlarını oluşturan Kuzey ve Kuzey
Ukrayna orduları grupları bozguna uğratılacak, Belorusya tama­
men, Letonya ile Litvanya'nın birer kesimleri kurtarılacak, Sovyet
Ordusunun Polonya ve Doğu Prusya yollan açılacakh.
"Bagratiyon" adı verilmiş olan taarruz planı, 1944 Mayısı'nın
son günlerinde, Genelkurmay Başkanlığında incelendi. Yüksek
Başkomutan Stalin, yardımcıları, genelkurmay başkanı, dört cep­
henin komutanları ve askeri danışmanlık üyeleri bu inceleme top­
lanhsında hazır bulundular. Hangi askeri birliklerin kahlacakları
sorunu ile maddi-teknik gerel:-.sinimi konusunun incelenmesine di­
ğer ilgili mareşal ve generaller de katıldılar.
Taarruza hazırlanan orduların emrinde alh bin uçak, beş bin

456
tank ve diğer motorize araçlar, otuz binden fazla top ve havan to­
pu vardı. Yüz altmış alh tümende, on iki tank ve mekanize araç ko­
lordusunda, müstakil tank ve motorize araç tugayında ve yedi tah­
kimli bölgede toplam bir buçuk milyon kadar insan bulunuyordu.
Birinci Belorus Cephesine bağlı, yeni kurulmuş Birinci Polonya Or­
dusu da bunlar arasındaydı.
Uçaklar, tanklar, arabalar, diğer motorize araçlar için yüz bin­
lerce ton yakıt ve makina yağının taşınması gerekiyordu. Mermiler
de taarruzun başlamasına kadar taşınmış olmalıydı. Yalnız kara
kuvvetleri için gerekli olan mermilerin taşınması üç bin beş yüz va­
gonla sağlanacakh. Bunlardan başka her g:ün ekmek, yiyecek mad­
deleri, ilaç, sargı bezi, sinema filmi, kitap, gazete ve daha başka bin­
lerce şey taşınacakh. Diş macunu, sabun, ayakkabı boyası, hraş
bıçağı, votka, kısacası insanın yaşaması için gerekli olan her şey. Bu
yaşama, gerçi "cephe yaşamı" deniyordu. İyi ama oradaki insanlar,
yaşamak, beslenmek, giyinmek istiyorlardı, içkiden de vazgeçmiş
değillerdi. Kitap, gazete ve dergileri kapışıyorlardı. "Dom�z Çoba­
nı Kızla Sığırtmaç", "Şen Gençler'' ya da "Sirk" filmlerini üçüncü,
beşinci kez de seyretseler memnun oluyorlardı. Cephedeki insan­
lar, çoğunluğu, hiç olmazsa ölümü değil, yaşamı düşünüyor, gele­
ceğin hayalini kuruyor, mutlu olacaklarına inanıyorlardı.
Belorusya'ya bahar, genellikle geç gelir. Bu yıl daha da geç
kalmışh. Mayıs ayında, vadilerde ve dağlarda hala kar vardı. Aske­
ri birliklerin önemli bir kısmı henüz kış giysileriyle idi. Bu yüzden
yazlık giysilerin taşınması için de vagonlar gerekliydi.
Bu bir buçuk milyonluk ordudaki her insanın yalnız giyinme­
ye, yiyip içmeye değil, aynı zamanda, yıkanma olanaklarına, ken­
dilerinden umut ve korku ile mektup bekleyen yakınlarına mektup
yazmaya da gereksinimi vardı. En önemlisi, erinden generaline ka­
dar herkesin, bu taarruzda kendi yerini, kendi yükümlülüklerini
bilmesi gerekliydi. Bu bir buçuk milyonun hepsi, zafere ve düşma-

457
nın kaçınılmaz olarak yenileceğine bütün varlığı ile inanmalıydı.
Arhk 1941 değildi, zaferlerle dolu 1944 yılıydı. Moskova, Stalin­
grad ve Kursk çarpışmaları her erin kalbinde yaşıyordu, binlerce
şehir ve köy kurtarılmışh. Bütün bunlara karşı, çelik bir irade ve za­
fere inanç gerekliydi. Çünkü düşman henüz ezilmemişti, güçlüy­
dü, kendiliğinden bahya çekilmek istemiyordu, kovulması ve yok
edilmesi gerekliydi.
Büyük bir nefesli sazlar orkestrasının çalışmasına ayrılmış
olan bir salona, provalar başlamazdan önce girerseniz bir ses kaka­
fonisiyle kulaklarınız rahatsız olur. Flütün ince, nazik melodisine
klarnetin hızlı konuşması ya da saksafonun korkak kahkahası karı­
şır. Bütün bunlar, orkestra şefinin yerine geçip dingin ve tatlı bakış­
ları ile sanatçıların gözlerine bakmasına ve ilk işareti vermesine ka­
dar sürer. Ondan sonra müzisyenler, çok iyi icra etme özeninden
başka tüm kaygılardan kurtulurlar ve orkestra gerçek müziği yeni­
den yaratmaya başlar.
İşte, dört cepheden yapılacak taarruzun hazırlıkları da, orkes­
tranın, provadan önceki durumumu andırıyordu. Yalnız cephele­
rin kapladığı bölge birkaç Bahlı devleti içine alabilecek büyüklük­
teydi ve bu orkestranın ilk akordu ile yer gök inleyebilirdi.
İlk akorda birkaç gün kalmamıştı. Hazırlıklar hala sürüp gidi­
yordu. Herkes enerjik davranıyordu. Bütün çalışmalar derin bir
gizlilik içinde yapılıyordu. Bazıları, birtakım bencil hesaplarla ha­
zırlık çalışmalarının uyumunu bozuyordu. Bir buçuk milyon insan
içinde böylelerinin bulunmaması olanaksızdı, ne var ki çok azdılar,
çoğunluk yüce amaca uyuyor, taarruzun başarılı olması için elin­
den geleni yapıyordu.
Bolotin'in de bu orkestrada önemli rolü vardı. O, düşmanın
cephe gerisindeki patlayışların daha sık olmasını, trenlerin köprü­
lerden geçerken tepetaklak edilmesini, hava meydanlarında uçak­
ların yakılmasını, benzin sarnıçlarının alevlenmesini sağlamakla

458
görevliydi. Askersel dilde buna, "partizan birliklerinin eylemleriy­
le dört cephenin eylemlerinin bir plan içinde uyumlaşması, düşma­
nın cephe gerisi harekahnın dezorganize edilmesi, düşman yedek­
lerinin cepheye taşınmasının önlenmesi" deniyordu. Partizanların
bir ödevi daha vardı: Düşmanın hazırlıklarını öğrenip Sovyet Ko­
mutanlığına bildirmek. Birçok subay, partizanları "Bagration" pla­
nına uygun olarak harekete geçirmesinde Korgeneral Bolotin' e yar­
dım etmekle yükümlü idiler. Yarbay Orlov da bunların arasınday­
dı. O, ordu ve partizan istihbaratçıları arasındaki ortak çalışmaları
koordine etmek için, Bolotin tarafından Alehnoviçi bölgesine gön­
derilmişti.

Anfim İvanoviç, kaslarını ve ayağını hareket ettirdi, ağn duy­


madı. Bunun üzerine yatağından kalkh.
Giyinirken, Genel Karargahtaki son oturumu anımsadı. Ora­
da, müttefiklerin ikinci cepheyi bugünlerde açacakları konusu gö­
rüşülmüştü.
Her savaşta şöyle olur: Dün, bu sabah, bir saat önce sıkı sıkıya
gizli olan bir şey, zamanı gelince herkes tarafından öğrenilir. İngi­
liz-Amerikan birliklerinin Manş Denizi'ni aşarak Fransa'ya çıkar­
ma yapmalarına ilişkin "Overlord" planını, İkinci Cephenin açıl­
masını iki yıldan fazla bir zamandan beri beklemiş olan Sovyetler
Birliği'nde, yalnız Stalin ve en yakın çalışma arkadaşları biliyordu.
Genelkurmay Başkanlığı karargahında yapılan oturumda bu planı
dar bir generaller çevresi öğrendi. Ve müttefik birlikleri, 1944 Ha­
ziranı'nın beşinde, Roma'yı ellerine geçirdiler, alhsında da Manş'ı
geçtiler.
Bolotin'e anlathklarına göre, Stalin, Churchill'in bu konudaki
telgrafını okuduktan sonra, Genelkurmay Başkan Yardımcısı Anto­
nov'a şöyle demiş: "Daha fazla erteleyemezlerdi, çünkü, İkinci
Ceph� onların halkları açacakh."

459
Gecikmiş ve isteksiz açılan İkinci Cephe, Almanlara hiç olmaz­
sa, Almanlann, Bah Cephesinden Doğu Cephesine tümen kaydır­
malarına belirli ölçüde engel olabilecekti.
...Telefon çaldı. Bolotin, her zamankinden daha çabuk kulaklı­
ğı kaldırdı. Orlov'dan henüz bir haber alınmamış olması, onu, ken­
disinin de farkında olmadan, büyük ölçüde heyecanlandırıyordu.
''Buyurun," dedi, fakat yanıt alamadı, karşısındaki, onu erken erken
rahatsız ettiği için mi susuyordu, yoksa bir yanlışlık mı olmuştu?
Anfim İvanoviç, kulaklığı yerine koydu ve her zamanki alış­
kanlığı ile takvimin yeni sayfasını çevirdi. Katya'nın ölüm yıldönü­
mü olan 8 Temmuz'a bir ay vardı daha. Artık çok uzaklarda kalmış
olan Bristol Oteli'ndeki olayın üstünden yirmi alb yıl geçmişti.

Anfim Bolotin, iç savaş yıllarını, doğup büyüdüğü bölgeden


uzaklarda geçirdi. Doğu Cephesinde, alay ve tümen komutanlığını
dokuz yüz yirmide yaph, sonra, Frunze ile birlikte Türkistan'da
bulundu. Bin dokuz yirmi bir yılının Eylül ayı sonunda Frunze, ye­
ni oluşturulan Güney Cephesine komutan atanıp Türkistan' dan
Harkov'a gidince, Bolotin, birçokları gibi, Güney Cephesine gönde­
rilme dileği ile Mihail Vasilieviç'i bombardıman etmeye başladı.
Bolotin, bir buçuk ay sonra Harkov' daydı. Taşkent'le Ukray­
na'nın başkenti arasındaki mesafeyi, o zaman için sekiz gün gibi
çok kısa bir sürede aşmışh. Trenlerin düğüm nokt�sı olan önemli
istasyonların komutanları, kaputu ince uzun vücuduna yapışmış,
bütün düğmeleri ilikli tümen komutanını uzun za'man unutmamış­
lardı. O, "�erhal, daha bugün" trene bindirilmesini istiyor ve hiçbir
itirazı dinlemiyordu. Bu isteğin "derhal" yerine getirilemeyeceğini
söyleyen komutanlara da, kaputunun düğmelerini çözüp ceketinin
cebinden çıkardığı, Merkez Yürütme Komitesi üyesi olduğuna iliş­
kin belgeyi gösteriyordu. Bu arada, o zamanlar pek az kimsede bu­
lunan Kızıl Bayrak madalyası da görünüyordu.

460
Frunze, Harkov'da değildi. Emrindeki birlikleri dolaşmaya
çıkmışh. Fakat, varlığı her yerde belli oluyordu. Güney Cephesi ka­
rarg�hında herkes sıkı bir disiplin içinde çalışıyordu. Bolotin ko­
mutanın günlük emirlerinin biriktirildiği dosyayı istedi. Okurken,
Frunze'nin gücünü ve partiye inanmışlığıriı hem aklı ile, hem de
kalben duyumsadı.
"Kızılordulu er, komutan ve komiser yoldaşlar,
Sizleri, birliklerinizdeki eksiklikleri hep birlikte ortadan kal­
dırmak ve birliklerinizi düşman için müthiş ve sarsılmaz birer güç
haline getirmek için çalışmaya, Cumhuriyetimiz adına çağırıyo­
rum. Namuslu kalbi proletarya ve köylüler için çarpan sizlere hitap
ediyorum: Hepimiz, tüm istek ve enerjimizie çalışalım! Kalbimizde
korkuya yer vermeyelim! Düşmanın büyük çabalarına karşın,
emek ordusunun zaferi kaçınılmazdır! \!raı:ıgel yenilmelidir! Gü­
ney Cephesi orduları bunu yapacaklardır! Cesaretle ileri!"
Bolotin, Mihail Vasilieviç'i iki gün sonra gördü. z.ayıflamışh,
fakat neşeliydi, enerjikti, gözlerinde şakacı ışılhlar vardı. Tıpkı Şu­
ya'da olduğu zamanlardaki gibi. Hele polisi ustalıkla aldathğı za­
manlarda gözlerinde bu ışılhlar parlardı.
Fakat, eskiden olduğu gibi, sabaha kadar konuşamadılar. Cep­
he komutanının gündüz ve geceleri, neredeyse dakikalarına kadar
doluydu.
Öğle yemeğini Frunze'nin vagonunda yediler. Devrimci Aske­
ri Danışma Kurulu üyesi Sergey İvanoviç Gusev de yanlarındaydı.
Yemekler, er yemeği idi: Sebze çorbası ve dan lapası.
Sergey İvanoviç büyük bir balık getirmişti.
Ertesi gün, Frunze'nin değişmez emir subayı Sirotinski, Bolo­
tin' e, Yedek Tümen Komutanlığına atanmasına ilişkin emri göster­
dikten sonra, gülerek:
- Kader Bolotin'i koruyor, dedi.
Sirotinski, Bolotin'i her zaman, "Onegin"in bu dizesiyle

461
selamlardı. Kader, gerçekten de Bolotin'e özen gösteriyordu. San­
ki, 1918'de Bristol Oteli kapıcısının eliyle indirdiği ağır darbe -ki bu
darbeyi bir başkası yeseydi, mutlak öteki dünyayı boylardı- son
darbe olmuştu. Anfim İvanoviç, tüm iç savaş boyunca ne yaralan­
dı, ne tifüse ne de "İspanyol"a yakalandı.
Sonra Perekop, Bolotin, Kınm'daki ilk mitingi hiçbir zaman
unutmadı. Kınm'a özgü olmayan bir soğuk vardı, şiddetli bir tipi
esiyordu. Frunze, şapkasız ve kaputunun düğmeleri çözük, bir
kamyonda nutuk söylüyordu. Soğukalmıştı, sesi kısıktı:
"Kızıl Ordu erleri, düşmanın tahkim ettiği mevzilerini yararak
Kınm'a girmiş bulunuyorsunuz. Bir darbe daha vurduktan sonra,
Kınm'da, beyazlardan sadece acı anılar kalacaktır. Düşmanlarına
karşı amansız olan Kızıl Ordu öç peşinde değildir. Biz, sadece düş­
manın zorlaması yüzünden kan döktük. En çetin çarpışmalar sıra­
sında, düşmanlarımıza banş önerilerinde bulunduk . .
Güney Cephesi Askeri Danışma Kurulu Vrangel'e, onun su­
bay ve erlerine yirmi dört saat içinde teslim olmalarını önerdi. Tes­
lim olacaklara, yaşamlarını bağışlayacağımızı ve isteyenlere başka
ülkelere gitme izni vereceğimizi vadettik. Kızıl Ordu yalnız qüş­
manlanna karşı amansızdır, yenilenlere karşı şövalyedir... "
Bundan sonra Kerç'e süvari taarruzu yapıldı. Bolotin, Can­
köy'de Frunze'nin zaferi telgrafçıya dikte ettiği sırada, o unutul­
maz anda yanında bulunuyordu: ''Moskova stop. Kremlin stop.
Vladimir İliç Lenin stop. Süvari kuvvetlerimiz bugün Kerç'i kurtar­
dı stop. Güney Cephesinin görevi sona erdi stop. Cephe Komutanı
Frunze stop."
Mihail Vasilieviç telgrafçıya sordu:
- Verdiniz mi? Teşekkür ederim.
İskemleye oturdu, sanki yapacak işi kalmamış gibi ellerini diz­
lerine koydu. Yüzünde yorgun bir gülümseme vardı. Geniş bir ne­
fes aldı.

462
Derler ki, her insanın pek sevdiği tatlı anılan vardır, bunlarsız
yaşamı renksizdir, kışın saçaklardan sarkan buzlar gibi, köpek bur­
nu gibi soğuktur. Bu anılar, kalbin bir köşesinde, kül alhndaki kor­
lar gibi sesizce, için için yanarlar. Fakat, gerektiği anda bütün kalbi
ısıhr, insanın yaşama gücünü artınrlar. Öylesine de arhnrlar ki...
Korgeneral Bolotin, sevinci de tatmışh yaşamında, acıyı da.
Aalar ve umutsuzluklarla dolu öyle günleri olmuştu ki, böyle an­
lannda, yaşamının özü ve anlamını oluşturan en önemli, en değer­
li şeyleri, adalete, dürüstlüğe, parti yoldaşlarına ve en nihayet ken­
dine olan inananı yitireceğinden korkmuştu. İşte böyle anlannda,
Canköy'deki o rüzgarlı, soğuk günü anımsayınca, içini tatlı bir fe­
rahlık kaplıyor ve geniş soluk almaya başlıyordu.
Anfim İvanoviç, bin dokuz yüz yirmi beş yılı yazında, Kat­
ya'nın ölümünden yedi yıl sonra Yaroslayl'a gitmeye karar verdi.
Bu günlerden üç yıl önce evlendiği ikinci karı°sı Lidya İvanovna ile
birlikte, Moskova'da ilk önce İvanovo'ya gittiler. Arhk on alt yaşın­
da olan küçük Katya ve on ikisindeki Arseniy, tatillerini orada, bü­
yük annelerinin yanında geçiriyorlardı.
Annesi, Anfim'in Yaroslavl'a gideceğini öğrenince:
- Çocukları da alacak mısın? diye sordu.
- Elbette.
Kadın, kesin bir sesle:
- Lidya'yı bırak burada, benim yanımda, dedi.
Küçük Katya, babasının Lidya İvanovna'yı almayışına üzül­
dü: Ona daha ilk günden bağlanmıştı. Başı dimdik önde yürüyor­
du. Arseniy, babasının eline sımsıkı sanlmışh. Gelip geçenler, iki
Kızıl Bayrak madalyalı korgenerale ilgiyle bakıyorlardı. Yaroslavl
ilinde pek az rastlanan bir olaydı bu.
Faytonla ya da tramvayla gidebilirlerdi. Fakat, Bolotin niçin
böyle yaphğının farkında olmadan yaya yürümeyi yeğlemişti. Ne
var ki, Kotorosal çayı üzerindeki köprünün ağaç döşemesi, ayakla-

463
nnın altında gıcırdamaya başladığı zaman neden yaya yürümeyi
yeğlediğini anladı. Bu gıartı, çaydan gelen nem kokusu, köhne
tramvay vagonlarının gürültüsü ve çangırtısı, Yaroslavl'ın oradan
görünüşü yaşamında eksikliğini duyduğu şeylerdi ve bütün bunla­
rın Katya ile sıkı sıkıya bağlanhsı vardı.
O mutlu günlerinde, Katya'nın Yaroslavl'a her gelişinde, bir­
likte işte bu köprüden geçerlerdi. Onu, gidişlerinde, genellikle ge­
celeri, bu yoldan geçerek uğurlardı.
Katya'yı son gelişinde karşılayamamış, otelin koridorunda
görmüştü. Karısını öpmek istemişti. Fakat, Katya, onu elinden tut­
muş, pencereye doğru sürüklemiş ve: "Uyuyorsunuz siz, dışanda
ayaklanma var," demişti.
Bristol Oteli'nde değişen bir şey yoktu. Hatta uzun sakallı ka­
pıa bile eskisini andırıyordu, Bolotin, onun yerlere kadar eğilerek
kendisini selamlamasına soğuk bir karşılık verdi.
Çocuklar, kanlı olayın geçtiği vestübile girdikten hemen son­
ra, laterna sesi duydular ve derhal sokağa fırladılar.
Bolotin, kendi kendine, "İşte burada yahyordu ..." diye söylen­
di ve sanki hala orada yahyormuş gibi, başını o loş köşeye çevirdi.
İkinci kata çıkh, o zamanlar oturduğu odanın önünde durdu.
Kapıyı bir açh ki, onu orada gördüm düşüncesi geçti aklından.
Eski odasına bitişik odanın kapısı açıldı, bir erkek yanında bir
kadınla çıkh. Loş koridorda Bolotin'i iyice göremeden sordu:
- Sokolov Yoldaşa mı gidiyorsunuz? O bu sabah ayrıldı ve...
Ah, affedersiniz ...
Kadın koridorda ilerlerken, ikide bir başını çevirip Bolotin' e
bakıyordu. Herhalde madalyalan dikkatini çekmişti.
Anfim İvanoviç dalgındı. "Hiçbir ıaman, hiçbir zaman unuta­
mayacağım bunu" diyordu kendi kendine.
Arseniy:
- Baba! Baba! diye haykırdı.

464
Anfim:
- Geliyorum, şimdi geliyorum, dedi ve küçük .Katya'yı sar­
dı, sonra hafif bir sesle:
- .Katya, anneni işte burada öldürdüler ... diye söylendi.

Uykusu kaçan bir insanın aklından neler neler geçmez ki ...


Saat sıfır-sıfır alhda telefon çaldı. Bolotin kulaklığı kaldırdı:
Sizi dinliyorum.
- Ben nöbetçi subayı...
- Yarbay Orlov'la bağlanh kurulamadı.
Almanya' da saat dörttü. Kül renkli bir sabahh. Her şey kül
rengiydi: Bulutlar, beton yol, araba ve hatta �ubayın gözleri...
Kül rengi beton yolda uçar gibi ilerleyen, kül renkli arabada
kilometraj ibresi sağdaki kırmızı çizgiye d�yanmışh. O gece yaralı
olarak ele geçirdikleri Yarbay Aleksey Orlov'iı, elleri kollan bağlı,
Berlin' e götürüyorlardı.
Subay ve şoför susuyorlardı. Kendine gelmiş olan Orlov şunu
bir türlü anlayamıyordu: Ona mı öyle gelmişti, yoksa gerçekten de
öyle miydi? Askerler kendisini arabaya doğru sürüklerken galiba
Rusça konuşuyorlardı.

"O B
izE DiRi OLARAK GEREKLİ"
Sovyet subayını getiren Binbaşı .Kalugin'in çalımından geçilmi­
yordu. Elbette geçilmeyecekti, Vasilevski'nin en yakın adamların­
dan birini yakalamışh. Vlasov'a, özellikle şimdi sunulmuş, en de­
ğerli bir hediye idi bu. Çünkü, Rus Komitesinde dolaşan söylentile­
re göre, Alınanlar, verilmekte olan parayı bugünlerde keseceklerdi.
Sonra? Komitedeki eylemcilerin hali ne olacakh? Nereye gidecek­
lerdi? Savaş tutsakları kamplarına mı? Ostlegionlara mı? Propa­
gandacı kurslarına mı? Tepedekiler (Vlasov, Truhin, Malişkin, Jilen­
kov) elbette kendilerine uygun birer yer bulacaklardı, özellikle Ji-

465
lenkov. O, hangi koşullar içinde olursa olsun paçasını kurtaracakh,
çünkü her yerde bağlanhsı vardı. Maykopski onu destekleyecekti.
Söylentilere göre, Maykopski ve onun yanı sıra Jilenkov, Vla­
sov'a bağlı askeri birlikler oluşturulması için Almanlarla müzakere
halindeydiler. Almanlar sözde vaatte bulunmuşlardı. Kim bilir? Bir
de sözlerinden dönüverirlerse?
Komitede söylenti mi arasın. Herkes aklına geleni gerçekmiş
gibi yayıyordu.
Bu söylentilerden biri doğru çıkh. Vlasov'un ısrarlı yalvarma­
lan üzerine, propagandistler kursunun son mezunlan ve işgal böl­
gelerine gönderilmeye razı olanlar -ki hepsi alh yüz kişi kadardı­
"haydutlar"la savaşmak üzere Belorusya'ya gönderildi. Vlasov, Bü­
yük Almanya'ya sadakatini bir daha kanıtlamak ve kadrolarını ey­
lemde göstermek için bu suretle bir fırsat ele geçirmiş bulunuyordu.
İşgal bölgelerinde Almanlar hesabına çalışmayı kabul etmiş
olanlar deklase elemanlardı. İçlerinde Sovyetlerin yanına geçebile­
cek pek az kişi vardı. Çünkü, hemen hemen hepsi, işgalden önce
türlü suçlar işlemiş kişilerdi.
Vlasov, Dobendorf'ta bu "özgür tabur"un uğurlanması töre­
ninde yaphğı konuşmada, söz konusu taburu, "er geç kendi bayra­
ğı ile Moskova'ya girecek" gelecekteki kuvvetin öncüsü olarak ni­
teledi.
Sovyetlerin yanına geçme girişiminde bulunacak veya savaş­
tan kaçacak olanlan kurşuna dizmek için oluşturulan özel grubun
komutanlığına da Binbaşı Kalugin atandı. Yarbay Orlov'u yakala­
yan Kalugin. Bu olaydan sonra şöyle övünüyordu:
- Bir bilseniz nasıl dövüşüyor bu "haydutlar." Ama, bizim
karşımızda dayanabilirler mi hiç! Sadece on beş kişi kalmışh karşı­
mızda. Emir verdim, beşini kolayca kurşuna dizdik. Beş kişilik ikin­
ci grup bizi bir hayli uğraşhrdı, dördünü öldürmek güç olmadı
ama, beşinci dayandı. Beş kişilik üçüncü gruptan birisi, "Dinleyin

466
beni, ondan sonra öldürün!" diye yalvarmaya başladı. "Size öyle
şeyler söyleyeceğim ki... " diyordu. "Pekala, konuş" dedim. ''Yalnız
burada değil. ötekilerin d�ymasını istemiyorum." diye sızlandı.
"ötekiler de kimler? Bunlar mı? Onlar, biraz sonra bitimsiz olarak
susacaklar." dedim. Benim çocµklan gösterdi: Kurnaz kerata. Bir
yana çektim, "Konuş!" dedim. Koşullan varmış. ''Yaşamımı bağış­
layacağınızı vadedin. Ondan sonra anlatacağım" dedi. Vadettim.
Anlattı: Radistmiş. Bulunduğumuz yere, bir saat sonra, bir Sovyet
subayı paraşütle atlayacakmış. Anladığıma göre önemli bir kişiy­
miş. Buradan, derhal, partizan komutanının karargahının bulundu­
ğu Zubtsi'ye götürülmesi için emir verilmiş. Ve aldatmadı bizi bu
radist. Bu subayı, huraya getirinceye kadar ne çileler çektim bile­
mezsiniz. Karanın kesindi. Andrey Andreeviç'e bir hediye sunacak­
tım. Öyle ya, Vasilevski'de uçup gelen bu kuşu yakalamak kolay mı
sanıyorsunuz...
Tutsak edilen subayın, Vasilevski tarafından uçurulduğu ma­
salı elbette doğru değildi. Kalugin yalan söylüyordu. Fakat, öteki­
ler, ufacık bir umut taşıyan, en akıl almaz söylentiye inandıklan gi­
bi, buna da çabucak inanmışlardı.

Orlov'u vestibülde uzun zaman tuttular, türlü pozlarda resim­


lerini çektiler ve pencereleri, parmaklıklan küçük bir odaya kapa­
dılar. Aleksey İvanoviç'in "hücre" dediği bu odada bir asker kar­
yolası ile iki iskemle vardı. Tabanının beton olmasından ve duvar­
lannda raf izlerinin. bulunuşundan, Orlov, burasının bir zamanlar
depo olarak kullanıldığını anladı. Kendi kendine gülümsedi: "Sı­
cak olmayacak burası. Fakat, bunu da zaman gösterecek. Şimdi en
önemli iş, uyumak." Uyuyamadı ama. Mavi gözlü, sempatik gü­
lümsemeli, uzun boylu bir subay geldi. Nazik bir sesle:
- Yatın kalkmayın. Uykunuzu almamışsmızdır herhalde,
dedi ve bir iskemleye oturdu.

467
Konuşacak mıyız?
Konuya bağlı.
Ufak tefek şeyler... Affedersiniz, kendimi tanıtmayı unut­
tum. Ben, Teğmen Asrafiev, Askeri İstihbarat Şubesinin komutan
yardımcısı.
Abver'den mi?
- Hayır. Biz ayrıyız. Tuğgeneral Vlasov karargahına bağlı-
yız.
Orlov, alaycı bir dille:
- Sahiden ayn ve bağımsız mısınız? Ama, Alman üniforma­
sı taşıyorsunuz.
- Geçici bu. Kendi üniformamız da da olacak. Özür dilerim,
burada soru hakkı bende.
Sorun.
Sovyet Orduları taarruza ne zaman başlayacak?
Hangi Sovyet Ordusu?
Bagramyan'ın Balhk Cephesi ve Rokosovki'nin Belorusya
Cephesi.
Size bir akıl vereyim mi?
- Verin.
- Moskova'ya, Genelkurmay Başkanlığına telefon edin. En
doğrusunu onlar biliyor. Ben yanılhnm sizi.
- Teşekkür ederim verdiğiniz akla. Mutlaka telefon edece­
ğim. Yalnız, bana, Genelkurmayın telefonlarından birini söyleyin.
Hangisini olursa.
Şu unutkanlığım olmasa ... Size bir sorum var.
Sorun.
Rusya' dan ayrılalı ne kadar oldu?
Neden sordunuz?
Bir acayip konuşuyorsunuz da.
Yanlış vurguluyorum, değil mi? Rusya'dan çoktan ayrıl-

468
dım. 1918 yılında. O zaman alh yaşındaydım. Babam şöyle diyor­
du: "Şükür allaha, kurtulduk. Boğucu sıcak, tifo, açlık, ÇeKa." İkin­
ci Dünya Savaşı'na kadar Paris'te oturdum. Doğum yerim Koz­
lov'dur.
- Yani Miçurinsk.
- Sizin için Miçurinsk, benim için Kozlov. Söyleyin allah aş-
kına, şehir adlarını değiştirme tutkusu nereden geldi size? Nijni
Novgorot ne güzel bir ad! Siz bunu Gorki yaphnız. Neden? Gor­
ki'yi ben de seviyorum. Özellikle "Ayak Takımı Arasında" adlı ya­
pıhnı. "İnsan demek, kıvanç demektir!" İyi ama, neden koskoca bir
şehir onun adını taşımalıdır? Yahut da Viyatka'yı alalım. Ne şirin
bir ad Viyatka! Siz, Kirov yaphnız. Moskova'nın sokak ve caddele­
rine de yeni adlar takhnız: Vozdvijenka, Ostojenka ... Frunze adı,
'Znamenka adından neyi ile daha güzeldir?-Sizin Genelkurmayınız
hala orada mı bulunuyor?
Bilmiyorum.
Neyi bilmiyorsunuz?
Frunze caddesinin önceleri Znamenka olduğunu.
Görüyorum ki, bir şey bilmiyorsunuz. Bizi dinleyen biri
olsa, sanacak ki, Moskova'dan dün gelen, siz değil, benim. Mosko­
va'run nerede bulunduğunu da bilmediğinizi söylerseniz, buna hiç
şaşmam.
Bunu biliyorum. Moskova yerinde bulunuyor.
- Propaganda mı yapıyorsunuz?
- Sizin, hiçbir zaman göremeyeceğiniz, Moskova'ya ilişkin
sorunuzu yanıtlıyorum.
- Savaştan önce Pravda'da bir yazı okumuştum. Rusya'da,
Moskova'yı ömründe görmemiş pek çok insanın bulunduğu belir­
tiliyordu.
- Onlarla sizler arasında küçücük bir aynm var: Onlar, Mos­
kova'yı her an görebilirler, yeter ki istesinler. Oysa siz Moskova'ya

469
hiçbir zaman gidemeyeceksiniz, Muhafızlar arasında getirilirseniz,
o başka.
- Gideceğim Moskova'ya!
- Sizin bu çocukça saflığınız hoşuma gidiyor. Almanlar da,
1941'de Moskova için böyle konuşuyorlardı. Şimdi 1944. Güvendi­
ğiniz dağlara kar yağdı.
Astafiev içten güldü:
- Kim kimi sorguya çekiyor? Ben mi sizi, yoksa siz mi beni?
Orlov, dinginlikle:
- İyi ama siz beni boşuna sorguya çekeceksiniz. İlginç hiçbir
şey söylemeyeceğim size.
- Öyie bir söyleyeceksiniz ki...
- İşkenceye mi başlayacaksınız yani? Hiç tavsiye etmem.
Çünkü o zaman tamamıyla susacağım.
Astafiev tabakasını çıkardı:
- Müsaade eder misiniz?
- Hayret ediyorum size. Bir yandan işkenceye başlamak is-
tiyorsunuz, öte yandan benden sigara içme müsaadesi istiyorsu­
nuz.
- Alışkanlık, Buyurmaz mısruz?
Orlov soğuk bir sesle, "Teşekkür ederim, içmiyorum," dedi.
- Sigaralarım düşük kalitelidir. Savaştan önce Paris'te, sizin
Troyka'yı sık sık alıyordum. Orta kaliteli ama, kapağında nefis bir
tablo vardı. Demek ki, kararınız hiçbir şey söylememek, ha? Ben­
den bir öğüt ister misiniz?
- Söyleyin bakayım.
- Henüz zamanı iken her şeyi anlahn bana.
Orlov, dumanı uzaklaşbrmak için elini savurdu, Astafiev, is­
kemlenin bacağında sigarasını söndürdü.
Affedersiniz. Eee, öğüdümü kabul ediyor musunuz?
- Hayır.

470
Yazık! Çıkannızı bilmiyorsunuz.
Açıklayın bu çıkan.
Memnuniyetle. Bir başkası sizi konuşturacakhr zaten. Ben
hiçbir şey değilim. Bir aydınnn, kan kokusuna dayanamam. Gerçi,
günümüzde çağlayanlar gibi, şampanya gibi kan dökülüyor. Ama,
kan kokusuna dayanamıyorum.
Orlov aynı tonla konuştu:
- Şu anda Födor Mihayloviç Dostoyevski'yi anımsadım: "Ve
bundan dolayı (kan döktüğü için), üstün gelene Kapitoliy'de taç
giydiriyorlar ve sonra onu insanlığın kurtancısı ilan ediyorlar." İyi
ama günümüzde dökülen kanların gerçek s�çlusu, sizin bir köpek
gibi hizmet ettiğiniz insanlardır.
- Hakarete sapmayın rica ederim. Ben sadece sizin çıkarını­
zı göz önünde bulunduruyorum. Baştakiler, b}l konuşmamızın so­
nucunu bekliyorlar. Boş elle dönersem, sizi Erih Rike'ye teslim ede­
cekler.
- Alman mı o?
- SS Oberscharführeri.12 Andrey Andreeviç'in karargahına
verilmiş bir görevli.
- Bu Andrey Andreeviç de kim?
- Nasıl kimmiş? Siz gökten mi düştünüz buraya? Tuğgene-
ral Vlasov anladınız, değil mi? Sizi Rike'ye teslim edecekler. Cana­
vann biri bu Rike. Kısa bacaklı bir ucube. Güzel olan her şeye düş­
man. Özellikle yakışıklı ve değerli erkeklere. Ondan kurtuluşun tek
yolu, kurşun. Fakat bundan önce, sizi tanınmaz kılıklara sokacakhr.
Korkutmayın beni. Gece uyuyamam sonra.
- E, başlıyor musunuz?
- Pek canım istemiyor.
Kapıya vuruldu. Astafiev, "Buyurun," dedi.

12 SS'de üst manga önderi.

471
Bir asker girdi içeri:
- B_ay Teğmen, general çağırıyor sizi.
Astafiev ayağa fırladı, Orlov'a, paylar gibi:
- Lafa daldım sizinle... Fakat, boşuna. Rike'nin elinden kur­
tulamayacaksınız.
Bir astsubay geldi. Bir sürahi dolusu su ve leğen getirdi. İs­
kemleye koydu, "Buyurun, su," dedi.
Orlov, bir yudum aldı: İçimli, soğuk...
Astsubay, "Dışarı çıkma gereksinimi duyduğunuz zaman, ka­
pıyı hklahverin," dedi.
Bundan sonra kahvalh getirdiler: Patates püreli sosis, kahve,
iki parça kaşar ve ekmek. Fena değil.
Orlov, ''Yiyeyim mi acaba?" diye düşündü. "Burada ne kadar
kalacağım belli de�. Enerji toplamalıyım." Ve sosisten başladı.
Kahvalhdan sonra hücresinde dolaşmaya koyuldu: Beş adım
ileri, beş a?ım geri. ''Muhakkak ki, taarruzla ilgili sorular soracak­
lar." Birden, işinden de, taarruz hazırlıklarından da çok uzaklarda
olduğunu duyumsadı. Moskova, Korgeneral Bolotin ve diğerleri
çok uzaklarda kalmıştı. Yalnız mesafe bakımından değil, zaman
bakımından da. Bunların hepsi şimdi birer anıydı.
Yarbay Orlov, bu olaydan birkaç gün önce, Bolotin'den, iki
günlük ev izni almışh. Ve kayınvalidesi Varvara İvanovna'nın,
kendi oğlu Seröja ile ·birlikte oturduğu Kineşma'ya hareket etti. İk,i
günlük iznin, otuz sekiz saatini yollarda kaybetti. Savaştan önce on
iki saatte varılan bu şehre, şimdi tren Moskova' dan dolaşarak on
dokuz saatte varıyordu.
Orlov, oğlunu, son kez, 22 Haziran 1941 sabahı görmüştü. Bir
gün önce, cumartesi akşamı, kansı Kira ile konsere gitmişlerdi.,
Grodno'ya Moskova' dan artistler gelmişti. Aralarında, adı bütün
memlekette bilinen bir sunucu ve genç olmasına karşın, artık ün
yapmış bir kemana vardı.

472
Orlov konsere girmek istemiyordu. Çünkü, Kira ve Seröja er­
tesi sabah erkenden Kineşma'ya hareket edeceklerdi. Büyük anne,
mektup mektup üstüne yazarak torununu istiyordu. Bahar iyi geç­
memişti, hergün yağmur yağmış, sert ve rutubetli bir yel esmişti.
Bu yüzden Seröja gripten kurtul!lmamışh. Haziran ortalanna doğ­
ru havalar iyileşmiş, sıcaklar başlamışh. Seröja arhk korkusuzca
yolculuk yapabilirdi.
Yol biletleri Orlov'un çalışma masasındaydı. Orlov, son gece­
yi oğlu ve eşiyle birlikte geçirmek istiyordu. Ne ki, Binbaşı Kapus­
tin eşiyle geldi ve konsere gitme karan verildi. Kira konserleri se­
viyordu, hele şimdi iki ünlü sanatçı da şehitjerinde bulunuyordu.
Kira'nm Kapustinlerle birlikte gitmesi ve Orlov'un da, Seröja'yı
uyuttuktan sonra varması kararlaşhnldı.
Orlov, konserden sonra, karargahına dönoıek üzere yola çıkh.
Ertesi sabah da savaş başladı.
Orlov, sabahın dört buçuğunda istasyondan evine koştu. Fa­
kat, ne Kira'yı bulabildi ne de Seröja'yı. Orlov'un, kim olduğunu
bir türlü anımsayamadığı bir kadın kendisine seslendi ve Kira'nın
şu anda istasyonda olabileceğini söyledi.
Orlov, zaman yitirmeden istasyona fırladı. Yolcu treni henüz
kalknuşh.
Orlov, ailesinin o trenle gittiği kanısına vardı ve alayına dön­
meye karar verdi. Tam o sırada, yunkers uçakları büyük bir uğul­
tu ile istasyonun üzerinden geçti. Orada bulunan kalabalık, çil yav­
rusu gibi dağılarak, evlerin giriş kapılanna koşuştu. En büyük teh­
likenin kendilerini oralarda beklediğini nereden bileceklerdi ki...
Orlov, otobüs terminalinin pavyonunda dün akşamki konseri
veren sanatçıları gördü. Kemancı, yüzü sapsan, dudakları mos­
mor, iki eliyle kemanına sımsıkı sarılmış, susuyordu. Son derecede
sempatik, genç bir artist peykede oturuyordu. Gür ve kabarık saç­
larının tepesinden bir kurdela sarkıyordu. Uzun boylu şişman su-

473
nucu ellerini şaplatarak konuşuyordu:
- Duyuyor musunuz? Edik, "Bir taksi bulalım." diyor. Siz
Moskova'ya mı gideceksiniz, yoksa olup bitenleri anlamıyor musu­
nuz?
Genç artist kadın gülümseyerek:
Anlıyorum, dedi, anlıyorum. Yine de bir deneyelim.
- Bırak bu düşüncesizlikleri, Rita...
- Öyleyse yaya yola çıkalım, dedi ve kurdelasını .düzeltti.
Burada durmanın hiçbir yaran yok. En iyisi yürüyelim. Her adım­
da Moskova'ya biraz daha yaklaşmış olacağız.
Sunucu hayret içindeydi:
Bu bagajla mı? Benim bavullanmla mı?
- Ahn bagajınızı efendim! Ya bagajını kurtar ya da yaşamı-
nı ...
Kemancı söze kanşh:
--:- Ben kemanımdan ayrılamam. Devlet koleksiyonuna kayıt-
lı bir keman o...
Artist kadın:
- Öyleyse sıra ile taşıyacağız, dedi.
Bombardıman bitmişti.
Sunucu Orlov'a döndü:
- Gidebilir miyiz, Yüzbaşı Yoldaş? Bundan sonra n'olacak
acaba?
Orlov, bir gün öncesine dek, savaş hareka.h ile ilgili her türlü
soruyu yanıtlayabilirdi. Bugün ise hiçbirine yanıt veremezdi. Ya­
landan nefret ederdi, doğruyu da bilmiyordu. Bu yüzden genel bir
yanıtla karşılık verdi:
- Bundan sonra ne olacağını nereden bileyim? Gelecek gös-
terecek...
Sunucu mesleğine uygun bir şaka yapmaya çalışh:
- Geleceğimiz varsa eğer...
Ve yineledi:

474
- Geleceğimiz varsa eğer...
Sonra ekledi:
- Size ulu orta bir soru yönelttiğim için özür dilerim, subay
yoldaş.
Artistler Orlov'a karşı ilgilerini yitirdiler ve aralarında kendi
işlerinden konuşmaya başladılar. Yüzbaşı Orlov, sanki bütün bu
olup bitenlerin tek sorumlusu kendisiymiş gibi bir utanma duygu­
suna kapıldı.
- Hoşça kalın, yoldaşlar, diyerek pavyondan çıktı. Kapıda
iken, gidebiliriz, diye ekledi.
Orlov, sonralan bu olayı sık sık anımsadı. Özellikle çember içi­
ne alındıkları zaman. O dönemde, kendisine her şeyi açıklayan,
umut veren, inanç ve güvenini yitirmemesi için yardım eden, bu­
nun böyle sürmeyeceğini, yakında her şeyin düzeleceğini anlatan
.
birisine öylesine gereksinimi vardı ki....
Orloy, savaşın ilk günlerinde, faşistlerin, Grodno bölgesinde,
Kuzeybatı Cephesiyle Batı Cephesinin birleştiği yerde, Sovyet top­
raklarına derinliğine girdiklerini bilmiyordu tabii.
Orlov çok çetin günler geçirdi. Çok şeyler gördü: Ölümler,
yangınlar ... Daha ilk tüfek sesini duyunca ellerini kaldırıp teslim
olanları, Alman motosikletlerini görünce kaçacak delik arayan pa­
nikörler gördü.
Grodna'dan kendisiyle birlikte ayrılan on dokuz savaşçıdan
sadece yedisi sağ kalmış, öteki on ikisi ölmüştü. Orlov, ölenlerin
belgelerini uzun zaman yanında taşıdı, sonra bir yere gömdü, sa­
dece doğum yerlerinin yazılı olduğu listeyi yanında bıraktı. Bir sü­
re sonra Orlov, sadece bir Kızıl Ordulu ile kaldı: Grigoriy Ulutin'le.
İki hafta gündüzleri uyudular, geceleri yürüdüler.
Bir gece, terkedilmiş bir tuğla barakada gizlenmişlerdi, sabaha
karşı dışarıdan ıslık sesi duydular, sonra tahta kapak aralandı ve
kısık bir ses:

475
- Ateş etmeyin, sizdenim, diye seslendi.
Biraz sonra bunun, Orlov'un askeri okuldan sınıf arkadaşı üs­
teğmen Nikolay İlin olduğu anlaşıldı.
- Tam ben girecektim ki, sizin girdiğinizi gördüm. Konuş­
manıza kulak verdim ve bizden olduğunuzu anladım. Aleksey, ta­
nısaydım seni, derhal koşacakhm, yanınıza.
Ulutin, tabancasını avucuna aldı:
- Son kurşun bana, dedi.
Çetin bir yola çıkmazdan önce, nöbeti, daima Orlov üzerine
alırdı. Grodno istasyonundaki insanları, pavyondaki sempatik ar­
tist kadını sık sık anımsıyordu.
"En iyisi yürüyelim. Her adımda Moskova'ya biraz daha yak­
laşmış olacağız." Sağ mıdır acaba bu küçücük yiğit kadın?
Orlov yine nöbetçiydi. Ulutin zaman zaman sıçrıyordu uyku­
sunda. İlin, ağır ağır doğruluyor ve inliyordu, belalar eksikmiş gi­
bi, bir de ayağını burkmuştu.
- Haydi, kalkın bakalım, yol göründü ...
Böylece, yürüye yürüye eylül başında, yalınayak, aç, sakallan
uzamış, ölen arkadaşlarının listesi ve askerlik belgeleri yanlarında,
kendilerinden olanların yanına ulaştılar. Üçü de parti üyeliği kart­
larını gözbebekleri gi�i korumuşlardı.
Orlov derhal kansına mektup yazdı ve kayınvalidesinin adre­
sine yolladı. Yanıt bir hayli gecikti. Orlov, kansının mektubunu, ta
aralık ayının son günlerinde, Bah Cephesi birlikleri tarafından kur­
tarılan Volokolamsk'ta buldu.
Varvara İvanovna, hiç tannnadığı insanların Seröja'yı yanına
nasıl getirdiklerini aynnhlanyla anlahyordu. "Kaybolmayışını, ya­
nından hiç ayırmadığı Kira'nm çantasına borçlu. Kira'nın bütün do­
kümanları, paralan ve benim son mektubum çantadaymış. .zarta iyi
ki, gönderenin adresini de yaznuşım ve bu adres, benim kolayca
bulunmann sağlamış." İvanovna, Kira için hiçbir şey bilmiyordu.

476
Orlov, Volokolamsk'ta, partizanlarla bağlanh kurmak için
cephe hathnın ötesine geçmiş olan ve faşistler tarafından yakalana­
rak asılan Moskovalı sekiz komsomolun asıldığı yerde yapılan mi­
tingde hazır bulundu. Alhsı erkek, ikisi kız olan komsomolların
donmuş cesetleri darağacında sallanıyordu. Rüzgar tarafından
döndürülürken çatırdıyor, gıcırdıyorlardı.
Orlov, yüzü buzlaşmış karla bembeyaz üniversite öğrencisi
Gribkova adlı kızdan gözlerini ayıramıyordu.
Ayru gün, gestaponun zindana dönüştürdüğü mahzeni gidip
gördü. Oradan, işkence sırasında tanınmaz hale getirilmiş cesetler
çıkardılar. Faşistler, ayrılmazdan önce tutukluların hepsini öldür­
müşlerdi. Gözleri oyulmuş bir binbaşıyı -kiıri olduğunu öğreneme­
diler- mahzenin hemen önündeki meydana gömdüler. Binbaşının
sağ eli sımsıkı bir yumruktu. Anlaşıldığınil g?re, ölümü sırasında
faşistlere hınçla yumruk savurmuştu.
Orlov, o gece uyuyamadı, derin bir acı içinde Kira'yı düşündü.
"Nerede acaba? Nerede?" Bu soruya kimseden yanıt alamadı: Her­
halde bir yerden haberi gelecekti.
Orlov, üç yıl boyunca oğluna da gidemedi. Volokolamsk'ın
kurtanlışından hemen sonra, General Bolotin; kendisini yanına al­
dı. İş çoktu, bu yüzden izin istemeye cesaret edemiyordu. Nihayet,
general, bir gün:
- Seni önemli bir görev bekliyor. Ondan önce, git, oğlunu
gör. İki gün yetecek mi? Üç gün de olabilir, dedi.
Orlov istasyondan eve koşar gibi gitti.
·

Oğlu ile ilk karşılaşması hem sevinçli, hem de hüzünlü oldu.


Seröja, hediyeleri gördükten sonra soğuk bir "teşekkür ederim" de­
mekle yetindi, oyuncaklara hiçbir ilgi göstermedi. Anneannesi çı­
kınca, büyükler gibi:
- Annemden hiçbir haber yok mu? diye sordu.
Varvara İvanovna, Seröja'nın yanında Kira'dan söz açmıyor-

477
du. Sanki, büyükanne ile torun, Aleksey İvanoviç'in yanında yara­
yı deşmemek için sözleşmişlerdi. Seröja, geceleyin, sadece bir kez
anlaşmayı bozdu, Babası, hangi okulda okuduğunu sorunca:
- Annemin okuduğu okulda, dedi ve hemen anneannesine
bakh: Böyle demekle doğru mu hareket etmişti acaba?
Anneannesi imdadına yetişti:
- İki okula devam ediyor. Biri genel öğrenim okulu, öteki de
müzik okulu.
Ve gülümsedi:
- Sadece solfeji sevmiyor.
Orlov, saat üçte istasyonda olmalıydı. Oğlunu yahrdıktan son­
ra kayınvalidesiyle karşılıklı oturdular. Varvara İvanovna, şehirde
olup bitenleri anlath. Yalnız Kira'dan söz açılmasın diye.
- Vasilevski'nin babasını gördüm dün. Bizim şehir şurası,
kendisine, özel yiyecek karnesi verilmesini önerdi. Fakat o, ''Mare­
şal ben değilim, oğlum." diyerek kabul etmedi.
Varvara İvanovna, nihayet kendini tutamadı.
- Bir de öldüyse... diyerek ağlamaya başladı.
Orlov susuyordu.
- Savaş sona ermeyince evlenme, Alöşa. Belki de yaşıyor­
dur... Ben sana yardım edeceğim ... Seröja büyüyünceye dek.
- Nasıl evlenirmişim, anne!
Orlov, Varvara İvanovna'ya ilk kez "Anne!" dedi ve sesli ağ­
ladı. Tehlikeli bir işe gönderileceğinden hiç söz açmadı.
Orlov, daha bir süre dolaşhktan sonra oturdu. Başı dönüyor­
du. Seröja'nın şimdiki yüzünü hayalinde canlandırmaya çalışıyor,
bir türlü başaramıyordu. Nedense çocuğunun yüzünü küçücük gö­
rüyordu. Biraz önce yanından aynlmış olan Astafiev'in görünümü­
nü de anımsayamıyordu.
Kahvesine, Alman doktorlarca direnci zayıflatan bir toz kon­
muştu. Orlov'un bundan doğal olarak haberi yoktu. Kendi kendi-

478
ne: "Uyumaktan başka çare yok." dedi ve yattı. Astafiev, onu, di­
kiz deliğinden izliyordu. Orlov uyur uyumaz, bunu Vlasov'a bil­
dirmesi emrini almıştı. "General, tutsak subayla konuşmasına,
onun hiç beklemediği bir anda başlamak istiyor."

- Günaydın, Aleksey İvaiıoviç.


Orlov'un karşısında, yan askeri, yan sivil giysili, uzun boylu
bir adam duruyordu. İlk göze çarpan şey, kalın ve geniş çerçeveli
büyük gözlüğü idi. İri, etli bumuna dayalı olan bu gözlük, hemen
hemen bütün yüzünü kapatmıştı. Orlov' da, yüzsüz bir adamla kar­
şı karşıya bulunduğu izlenimi uyandı. Fakat, birkaç yıl önce Kira
ile birlikte gittiği Yalta'da, Aeroflot sanatoryumundaki adamı
anımsadı birdenbire. Bu adam, oraya dinlenmeye değil, eğlenme­
ye, neşeli bir balayı geçirmeye gitmişti.
- Tanımadın mı ben, Aleksey İvanoviç? Ha? Galiba konuş­
mak istemiyorsun? Fakat, boşuna ...
"Vlasov bu herhalde. O zaman yarbaydı. Evet, evet o..." .

- Neden istemeyeyim? İstiyorum! İnsan vatan haini ile ko­


nuşma olanağını her gün bulamaz.
Kapı açıldı, astsubay bir koltuk getirdi, bıraktı, görünmeyen
tozlarını yeni ile sildi. Vlasov oturdu.
Orlov gülümsedi:
Kusursuz eğitmişsiniz.
- Herkes görevini canla başla yapmak zorundadır.
- Böyle aforizmalar yazılmalı. Mermer, üzerine hem de. Va-
tan haininin görevini nasıl yerine getirdiği herkesçe bilinmeli.
- Size bu işler kolay görünüyor. "Vatan haini!" deyip, işin
içinden çıkıyorsunuz. Yaşam çok daha karmaşık. Bu karan ver­
mezden önce ne denli düşündüğümü kimse bilmez.
Kendinizi haklı çıkarmaya mı çalışıyorsunuz?
- Gereksinimim yok buna. Kime karşı haklı çıkacağım?

479
- Rusya'ya, halka...
Vlasov gözlüğünü çıkardı, camlarını hızlı hızlı silmeye koyul­
du. Orlov, Vlasov'un, Yalta'da denize bile gözlükleriyle girdiğini
anımsadı. Kira, bir gün, yan şaka sormuştu: "Siz, galiba uykuya da
gözlükle yahyorsunuz?" Vlasov, ciddi ciddi, "Alışmışım." diye ya­
nıt vermişti.
Gözlük, kendisini gerçekten de daha çalımlı gösteriyordu.
Gözlüksüz, kalın dudaklı alt çenesi daha belirgin ortaya çıkıyor, pı­
hrlı yüzünün üst kesimindeki kirpiksiz küçücük gözleri kıpır kıpır
kırpışmaya başlıyor, içkiyi seven, küçük çaplı bir adamın fizyono­
misi ortaya çıkıyordu.
- Rusya'ya karşı suçlu durumunda değilim. Onun, bu ka­
bustan özgür ve güçlü çıkmasını istiyorum. Rusya'nın hakkı var
bunda.
- Bunun için de Hitler'e sığındın, ha?
- Adolf Hitler ve Büyük Almanya hükümeti, Rusya'nın sa-
dece iyiliğini istiyor.
- Sizin Hitleriniz alçağın biri...
Vlasov ayağa fırladı:
- Susun! Benim önümde Reichskanzleri aşağılamanıza mü­
saade etmeyeceğim.
- Gidin öyleyse buradan.
Vlasov oturdu ve gülümsedi, gözlüklerinin alhnda kaim kırı­
şıklıklar belirdi.
- Ben buraya kavga etmek için gelmedim. Sen, orada, Yal­
ta' da da barut gibiydin. Karına buket verdiğim için bana nasıl sal­
dırdığını anımsıyor musun? Buraya ciddi önerilerle gelmiş bulunu­
yorum.
Ne istiyorsunuz benden?
Benim yanımda çalışmaya razı mısın?
Neresi o "benim yanım?"
Rus kurtuluş ordusu diye bir ordu örgütlüyorum. Sana iyi

480
bir mevki vereceğim. Daha Yalta' da iken hoşuma gitmiştin. Seni
ölümden kurtarmak istiyorum.
- Defol!
Vlasov kapıya gitti, elinde bir dosya vardı.
- Acele etme bakalım. Konuşacağız daha ... Ba� şuna.
Ve dosyayı Orlov'a verdi: ·
- İyi bak.
Orlov, her namussuzluğu bekliyordu ama, böylesi aklına gel­
memişti. Gözlerinin önünde, kendisinin Alman üniformalı bir por­
tresi duruyordu. Vlasov, yılışarak sordu:
- Ne diyeceksin? Hiç de kötü değil. Ö!ekileri de gör.
İkinci resmin alhnda: "Sovyet subayı Aleksey Orlov General
Truhin'le görüşürken" yazısı vardı.
Vlasov, muzafferane bir eda ile Orlov'a bf!kıyordu:
- Ne diyeceksin? ötekilere de bak...
Orlov, üçüncü resmin altını sesli okudu: "Aleksey Orlov, dün­
yadaki tüm kurtuluş ordulannın önderi Adolf Hitler adına and iç­
tikten sonra General Vlasov'la konuşurken. Bu yiğit Rus subayı,
"Komünizme karşı bütün varlığımla savaşacağım, dedi."
- Eee?
- Ustaca yapılmış... Kendiniz mi yaptırdınız, yoksa Kalten-
bruner mi gönderdi size? Bu da ne? Daha da var mı?
- Oku, oku!
Dosyada bir de "Rus Askerlerine!" başlıklı bir çağn vardı:
"Ben, Rus subayı Orlov, siz dostlarıma, gerçekleri söyleyeceğim ... "
- Klinç hasetten ölürdü bunu görünce...
Vlasov, şaşkın şaşkın Orlov'un yüzüne bakh:
- Kim o Klinç?
- Bir ressam. Fotomontaj uzmanı. Krokodil' de sık sık yayım-
lanıyor yapıtlan. Sizin bu buluşunuzu görse hasetten ölür, dedim.
Ustaca yapmış itler.

481
Anladın mı, Aleksey İvanoviç, maksatlannı?
Sezer gibi oldum.
Bolşevikler, ellerine geçersen, diri diri yerler seni arhk.
Sahi mi?
Açık konuşalım. Başka seçeneğin yok. Geri dönüşü aklın­
dan çıkar. Kaçsan bile -ki çok güç ya!- Sovyetler seni ilk telgraf di­
reğinde sallandınrlar. Senin iki seçeneğin var: Ya benim yanım ya
da mezar.
Beni kurşuna mı dizeceksiniz, yoksa diri diri mi yakacak-
sınız?
Bir şeyler düşüneceğiz... Benim yanıma gelirsen, sana ge­
neral rütbesi vadediyorum. Yalta'daki sanatoryumun direktörünü
anımsıyor musun? Maltsev'i? Şimdi burada o. General. Oysa Sov­
yetler' de kalsaydı yarbaylıktan daha yukan çıkamayacaktı.
- Ama onun hizmetleri çok.· Yalta'da, Almanlara belediye
başkanlığı yaptı ve binlerce insanı öteki dünyaya gönderdi.
- Ama yazık ki, bazen gaddar olmak zorundayız. Eee, Alek­
sey İvanoviç, karar zamanı arhk. Şunu da bil ki, maaşın yüksek ola­
cak, lüks içinde yaşayacaksın.
Orlov'un kalbinde o anda, kendisine bir tüccar gibi, vatan ha­
inliği önerisinde bulunan bu iri gözlüklü, koca ağızlı adama karşı
öylesine bir kin dalgası kabardı ki, yerinden fırladı, korku ile geri
geri giden Vlasov'un yakasına yapıştı ve: "Rezil! Hain! Şuna bak,
Rusya'yı kurtaracakmış! O, sensin, hem kendini, hem de diğerleri­
ni kurtaracak, it!" diye bağırdı.
Teğmen Astafiev'le astsubay derhal içeri girerek Orlov'un el­
lerini tuttular. Sonra sakallı bir subay geldi. Vlasov emretti:
- Atın şunu mahzene ... Ne su, ne yiyecek...
- Yürüyün önümde, efendim. Yalnız dikkatle. Şurada altı
basamak var, biri tamamıyla kınk. Geçenlerde, az daha kafamı kı­
racaktım. Işık da yok... Levazım komutanı kısıtlama yapıyor. Bura-

482
da bir elektrik düğmesi olacak. ..
.
Çevirdi düğmeyi. Orlov etrafına bakındı: Dehliz gibi bir mah­
zen. Kirli duvarlarında borular, kablolar... Bir köşede kömür yığı­
nı. Bir yerden su damlıyor. Pis bir kanalizasyon kokusu...
- Şuraya buyurun efendim. Burası, elbette, Unter den Lin­
den' deki Adlon Oteli değil. Fareler yok. Geçenlerde zehirlediler.
Astafiev, bir kilidi açh, sürgüyü çekti, dar kapı açıldı. Karanlık
delikte, yerde çaput bezlerinden başka bir şey yoktu.
Orlov, başını eğerek içeri girdi. Astafiev sürgüyü geçirdi, kili­
di kapath ve aynı nazik sesle söylendi:
- Sizi rahatsız etmeyeceğiz. Su ve yiyecek verilmeyeceğine
göre yanınıza kimse gelmeyecek. Diğer gereksiniminizi şu köşede
gidereceksiniz. Hoşçakalın ...
Elektrik düğmesini de çevirdi ve içerisi nemli bir karanlığa gö­
müldü.

Vlasov, bir dosyaya resimleri yerleştiriyordu:


- Ne yapalım bu Orlov'la Bay Nikandrov? Teslim edelim mi
Erih Rike'ye? Şöyle bir canını çıkarsın ...
Nikandrov derhal yanıt vermedi. Resimlere bakh ve düşünce­
ye daldı.
- Rike'ye teslim edersek, derhal öldürecek. Oysa, Orlov'un
dirisi gerek bize. Çok şeyler biliyor o. Konuşturmalıyız kendisini.
Konuşmayacak.
.

Hele ben de bir deneyeyim.


Dene bakalım. Bir şeyler söylerse beni derhal haberdar
edin.
Nerede olacaksınız siz?
Orada...
"Orası"; Adela Belinberg'in bulunduğu yerdi.

483
GENERAL VLASOV'UN EVLİLİK HAZIRLIGI
SS Rayhsführer'ine yapılan başarısız ziyaretten sonra, Ştrik­
feld, ağustos ayının ilk günlerinden birinde, sevgili dostuna, bir
Einweisung13 getirdi.
- Biraz istirahat edin... Zelsburg yakınındaki Rudolging'e
gideceksiniz. Pek güzel bir yer. Nekahat dönemindeki askerler için
oları sanatoryum, dingin, sevimli bir dinlenme evi.
Vlasov, asker sözünü duyunca nazlanmaya başladı:
- Gitmem. Israr etmeyin. Burası kötü mü yani?
Ştrikfeld, kendi istirahat kartını gösterdi.
- Siz de mi gideceksiniz?
Ştrikfeld, Rus atasözleriyle gösteriş yapmasını seviyordu
- İğne neredeyse iplik de orada, dedi. Herr Kreger de kısa
bir süre için gelecek. .. Sonra, orasının şefiyim biliyor musunuz?
Adela Belinberg... Genç, güzel, zeki, hoş bir kadın. Yemin ederim
ki, aklınızı alacak. Şunu da ekleyeyim: Dul. Kocası, 55 gruppenfüh­
reriydi, Krasnodar civarında öldü. Çocukları yok.
- Gruppenführerin ordudaki karşılığı, bildiğime göre, tuğ-
general, değil mi?
- Evet.
Ştrikfeld gülümsedi:
- İkinizin de rütbesi bir. Sadece şu aynmla ki, Belinberg, ne
yazık ki, artık yükselemeyecek. Oysa sizi öyle �el yarınlar bekli­
yor ki... Adela için siz ... Eee, gidiyor muyuz?
Vlasov'un yaşamında kadınlar daima büyük bir rol oynamış­
h. Küçük Lomakino'da genç kızlar ondan pek hoşlanmıyorlardı. Sı­
rık gibi, bir deri bir kemik bir gençti, saçlarını vıcık vıcık yağlıyor­
du. Papaz okulundan tatile geldiği zamanlarda, eğlencelere kahlı-

1 3 Sevk kağıdı.

484
yor, bir genç kıza evine kadar eşlik etme fırsah eline geçince, birkaç
sözden sonra elini kızın göğsüne daldınyor ve ter içinde kalıyordu.
Delikanlılar bu rezili sık sık dövüyorlardı.
Devrimden önceki son yaz tatilinde, komşu köyden Klaşa Va­
nükova adlı bir kızı beğendi. ı:anışmalarından sonraki üçüncü gün
Klaşa'yı bir samanlığa soktu. Genç kız, kendisini savundu, Andrü­
şa'nın yüzünü hrmaladı ve yımk bluzu ile evine koştu. Cephede,
bir ayağını kaybetmiş olan ağabeyi, hastaneden çıkmış ve eve dön­
müştü.
O gece köylüler, Vlasovların ikinci kabndaki odada onun tek
ayakla Andrüşa'nın peşinde koşarken, kahramanlık nişanının göğ­
sünde nasıl sıçradığını gördüler. Koltuk değneği ile Andrüşa'ya vu­
ruyor ve: "Kafanı kıracağım senin, sakallı keçi!" diye haykırıyordu.
Oğullarını din adamı yapmayı allaha udetmiş olan baba ile
ana, onun dinle zerre kadar ilgilenmediğini kaygı ile görüyorlardı.
Andrüşa'yı dinsel gıdadan fazla kadın eti ilgilendiriyordu, hem de
öyle seçim de yapmıyordu. Bir gece annesi onu, meyhaneci dul ka­
rının yarağından çekip almışh. Kadın elli yaşlarında, "donlara, dö­
şeklere sığmayan" bir yağ tulumu idi. En küçük oğlu, zamparasın­
dan en aşağı beş yaş büyüktü.
"Evlen de aklın başına gelsin!" özlü sözünü de Andüşa geçer­
siz bırakh. Komşusu Ana Voronina ile evlendikten sonra daha da
çılgınlaşh. Bir gece, içkiyi fazla kaçırdıktan sonra, bir arkadaşına,
"Bir kadınla olamıyorum, denedim olamıyorum." dedi.
1944 yazında, aynı süre içinde üç metresi vardı. Birincisi Liza.
Nereden çıkıp gelmişti, neyin nesiydi, kaç yaşında idi? Çevresinde­
kiler, bu konularda hiçbir şey bilmiyorlardı. En çok yirmi yaşında
gösteriyordu. Ufacık tefecik, siyah saçlı, işveli, fıkırdak bir kızdı.
Domatese ve şampanyaya bayılıyordu. Bir oturuşta iki kilo domate­
si rahatlıkla ahşhnyordu. İkincisi, İlza Kresten'di. Uzun boylu, gü­
zel, erkeği egemenliği altına almasını seven bir kadındı. Vlasov'la

485
yakında evleneceğini sağa sola anlatıyordu. Arada bir, kısa bir süre
için ortaya çıkıveren: siyah saçlı, hafif çilli, pembe beyaz yüzlü, ucu
kalkık burunlu bir kadın daha vardı ki, karşı istihbarat şubesinde
çalışan çocuklar, haspanın, bir zamanlar Minsk Tiyatrosunun gez­
ginci grubuna yardımcı olarak kabldığını çabucak öğrendiler.
Bunlar, Vlasov'un az çok devamlı kadın dostlarıydı. Gelip ge­
çici olanları, rastlantıları ancak Hitrovo biliyordu. Almanya'da bir
hayli Rus kadını vardı. İşgücünden Yararlanma Örgütü ajanlarının
topladıkları insanlar arasında en mutsuz olanlar kadın ve genç kız­
lardı. Bunlar, ağır işlerde çalışhrılıyor, açlık çekiyor ve ırzlarını ko­
rumak için çetin bir savaşım yürütüyorlardı.
Berlin'den Rudolding'e gidilen yolda Vlasov, durmadan,
Ştrikfeld'le alay ediyordu:
- Göreceğiz beni götürdüğün yeri... Herhalde ıssız bir dağ
başı. Sabah kahvalhsı yulaf lapası, öğle yemeği yulaf lapası, akşam
yemeği yine yulaf lapası... Sizin şu Adela... Neydi soyadı?
- Belinberg.
- Sizin şu Adela Belinberg herhalde ineğin biri. Ayakkabıla-
rı kırk beş numara, korsesi suponla sıkılı.
Neyle, neyle? Supon mu? Neymiş o?
Dar ve çok sağlam bir kayış. Hamutlann sıkıldığı kolan...
Anladım ... Hamut yani...
Yüzbaşı, aman tanışbrın beni. On altı yaşında bir delikan­
lı gibi vuruldum kendisine... Ben bütün yaşamımca, işte böyle bir
kadının özlemini çektim. Ne yapın yapın, tanışhrın beni. Dileyin
benden ne dilerseniz, sadece tanışhrın ...
- Pekala, yalnız yarın.
- Hayır, mutlaka bugün, bugün. Yoksa bütün gece uyuya-
mam, aklımı oynahnm.
- Frau Belinberg burada değil şimdi. Sanatoryumda otur­
muyor o...

486
Bir bahane bulun, hemen gidelim yanına. Örneğin, bir ne­
zaket ziyareti. Ya da benim güvenliğimle ilgili sorunu görüşmek
için...
-- 'Yarın.
- Bugün.
Vlasov, dinlenme evine gelişinin daha ilk saatinde Frau Belin­
berg'in gerçekten de sempatik bir kadın olduğu kanısına vardı.
"Ştrikfeld biraz abartmış. Hiç de güzel değil. Liza ile kıyaslanacak
tarafı yok. İyi ama, Liza nasıl olsa elde. Ondan sonra, Liza'nın, SS
Rayhsführeri Himmler'in hizmetinde olan yüksek mevkide bir kar­
deşi yok. Frau Belinberg'in ise böyle bir kar�eşi var. Doktor yalan
söyleyecek değil ya! 'Frau Belinberg nüfuzlu bir kadın. O sanator­
yumun başında oldukça bize kimse dokunamaz. Kardeşine bir te­
lefon açması yeter. Ştrikfeld gevezenin biri. Masallar anlatıyor. Fa­
kat böyle ayrıntılan bilmiyor.' demişti doktor."
- Yüzbaşı, binlerce özür dileyerek soruyorum: Obersturm­
bannführer hangi rütbeye eşit?
- Burada eşit sözcüğünü yerinde kullanmadınız, Andrey
Andreeviç. Hangi rütbenin karşılığı demeniz gerekiyordu.
Teşekkür ederim: Hangi rütbenin karşılığı?
Yarbayın ... Neden sordunuz?
Size tekrar anımsatıyorum; ne zaman yola çıkıyoruz?
Yarın.
Söyleyin, yüzbaşı...
Yüzbaşı değil, hauptsturmführer. Mademki, bunlan öğ-
renmek istiyorsunuz, belleyin nihayet.
- Söyleyin, hauptsturmführer, siz erkek misiniz, yoksa...
- Pekala gidiyoruz.
İşler yolunda gidiyordu. Frau Belinberg biraz Rusça biliyordu.
Kısacası ona şu emri vermişti: "Öğren! Moskova'yı aldıktan sonra,
Kınm'da bir malikane sahibi olacağız." Herr Vlasov da çatpat Al-

487
manca öğrenmişti. Ştrikfeld'in de onlara yatdımı oldu. Bu adam bir
numaralı bir pezevenk olmaya adaydı.
Sekiz gün sonra birbirlerine aşk ilan ettiler. Meğer Adela da
Vlasov'dan hoşlanmış, Vlasov da Adela'dan. Ne yazık ki, Adela,
arhk yılların çizgilerini gizlemeyi başaramıyordu, cildi tazeliğini
yitirmişti, yüzünde yağ sivilceleri vardı. "Eh olsun, yüzünden su
içecek değilim ya! .. " diyordu Vlasov. Yalnız, zekasını biraz abart­
mışh Ştrikfeld. Oysa, olağan bir Frau idi, basitti. Hitler için ölmeye
hazırdı, vatanın yararına ise faterland için de ölebilirdi. Herr Vla­
sov'un eşi olmalı mıydı? Neden olmasındı!
Vlasov'un dinlenme karhnı imzalarken:
- Her başlangıcın bir sonu var! diye gülümsedi.
Bu kartta şunlar yazılıydı: "Hastanın sağlık durumunda belir­
gin bir iyileşme var. Fizik bakımından güçlendi, iyimserliği arth."
Frau şef, karhn ''Kilo almış mı, vermiş mi?" hanesine, hafifçe içini
çekerek, "Hayır." diye yazdı. Kadınca güldü ve işaret parmağını sal­
ladı. "Aşkta da insan sağlığını korumalı, sevgilim... " diye söylendi.
Düğün günleri konusunda bazı engeller ortaya çıkh. Aralık
ayından önce yapılamayacakh. Çünkü, Adeta, kocasının ölümü
üzerinden en az iki yıl geçmeyince evlenmeyeceğine dair and iç­
mişti. İki yıl, Aralık ayının yirmi dördünde doluyordu. Sonra, ari
ırkından birinin, bir Slavla evlenmesi yasakh. Bu sorunun çözümü­
nü, Adela'nın kardeşi, Vlasov'un gelecekteki kayınbira.deri Obers­
turmbannführer Ferdinant üzerine aldı. SS Rayhsführeri Himm­
ler'in yardımını rica edecekti.
Vlasov'un· hareketinden önce, nişanlısı, birkaç dakikasını ken­
disine ayırmasını istedi, "Bizim gelecekteki aile yaşamımızı ilgilen­
diren ciddi bir konuşma yapmamız gerekiyor." dedi.
Bir köşeye çekildiler. Ştrikfeld, ne konuşacaklarını anlamak
için işi vurdumduymazlığa getirdi, ne var ki, nişanlısı Frau kendi­
sine öyle baktı ki, derhal ortadan kayboldu. SS Rayhsführerinin ya-

488
kını olan, Obersturmbannführerinin ablası hiç de şakaya gelecek
bir insan değildi.
Adela nişanlısını nezaketle alnından öptü:
- Sevgilim, şimdi yapacağımız konuşma, biliyorum ki, hiç
de hoşuna gitmeyecek. Ama, y�pmak zorundayım ...
Vla,sov, tedirgindi, kendi kendine: "Ne istiyor bu kan ben­
den?" diyordu.
:____ Evet, sana şunu söylemek zorundayım: Senin geçmişin be­
ni zerre kadar ilgilendirmiyor. Beni gelecek ilgilendiriyor. Arhk,
yaşamın bir düzene girmelidir. Şu İlza -doğru mu söylüyorum adı­
nı?- senden uzaklaşhnlacaktır. Ferdinant b'4nu vadetti. Budala bir
kız bu İlza. Onunla nasıl eğlendiğini önüne gelene anlatıyor. Şunu
da söyleyeyim ki, sana sadık değil o.
Vlasov, "İyi ki İlza'yı bilmiyor." diye düşündü:
- Sevgilim ... Anlaşhk...
Adela nişanlısına bakh: Gözlerinde ne bir gülümseme ne de
kötülük vardı, sanki havadan, sudan söz ediliyordu.
- Umanm ki İlza Kersten, arhk senin evinde görülmeye-
cek. .. En iyisi onun Berlin' den uza�laşhnlması.
"Şeytan kan, her şeyi öğrenmiş."
- Sevgilim ... Anlaşhk...
- Çevrendekilerin, kızıl saçlı aktrisi bundan sonra anmaya-
caklannı umuyorum. Aldanmıyorsam, adı Nona idi.
- Sevgilim, dedim ya anlaştık ... Tamam ...
- Danke.
Ve ekledi:
- On gün sonra Berlin'de olacağım. O zamana kadar bu pü­
rüzleri ortadan kaldıracağını umuyorum.

İlza ile başı derde girmedi, uzaklaşhnlmışh. Demek ki, Obers­


turmbannführer Ferdinant gerekeni yapmışh. İlza'yı son kez Ayı

489
restoranında görmüşlerdi. Vlasov'un özel aşçısı, Ostinli erkek gü­
zeli astsubay Atarov'la birlikteydi. Masadaki buz kovasında iki şi­
şe şampanya vardı. Friiulein, iri iri domatesleri ısırarak iştahla yi­
yordu. Akşam yemeğinden sonra birlikte çıktılar. Eskiden, Krasno­
darsk' ta bir ticaret mağazasının muhasebecisi olan gardropçu Lisin
şunları anlatıyordu:
- Salondan çıktıktan sonra, Atarov, İlza'ya, pardesüsünün
yakasına OST rozetini takmasını önerdi. İlza, kırıtarak "üst most
tanımıyorum ben!" diye yanıt verdi.
Atarov, bu olaydan sonra kendisini içkiye verdi. Kafayı iyice
çektikten sonra çılgınlaşıyor ve: "Vurun beni! Günahsız kızı yok et­
tiler!" diye haykınyor, sesli ağlıyordu.
Kızıl saçlı Nona'yı Leipziger Strasse'de otomobil çiğnedi. Öy­
le ya, ne diye caddenin geçilmesi yasak yerinden geçmeye kalkar!
İlza Kersten'e gelince, Andrey Andreeviç, Frau Belinberg'in
Berlin' e gelmesinden üç gün önce, İlza'yı evine çağırdı. Ne konuş­
tuklarını sadece Hitrovo biliyordu. Muhafız kıtasından Poluyanov,
o sırada aşağıda l}Öbetteymiş, İlza tabaklar kırmış, "Sersem, Teke!"
diye haykırmış... Poluyanov, "Kadın diye buna derler işte!" diye
anlatıyordu.
Araba bekleniyor ve İlza'nın eşyası -bu arada bir termosta çor­
ba, ötekinde kahve- aşağı taşınırken, İlza, antrede direniyordu. Hit­
rovo, onu sıkısıkı kucaklamıştı. Bu adamın kollarından ayı kurtula­
mazdı, kadın nasıl kurtulabilirdi. İlza'ya eşlik etme görevi, artis­
tokratik dış görünüşlü, uzun boyunlu, son derece nazik çevirmen
Viktor Adolfoviç Rusler' e verildi.
Sürgün yeri olarak, Baden gölü kıyısında güzel bir yer seçil­
mişti. Oradaki psikiyatr İlza'yı denetimi altında tutmayı kabul et­
mişti.
Resler kırk sekiz saat sonra döndü, Hitrovo'ya, "Götürdüm,"
dedi.

490
- Teşekkür ederim ama, bu ne hal böyle Yüzünüz çeteye
dönmüş.
Pek nazik olan soylu, centilmen çevirmen kendini tutamadı:
- Bu maskaraya siz de eşlik etseydiniz, durumunuz bundan
farklı olmayacakh.

Frau Belinberg, nişanlısının odasına şöyle bir göz attıktan son-


ra:
- Burada her şey kötü. Sizin durumunuza hiç yakışmıyor.
Daha fazla kalamazsınız burada! diye kestirip ath. Evde kahvalh
ettiğini söyleyerek, getirilen kahvalhyı reddetti.
Bu ilk karşılaşmalarından her ikisi de memnun olacakh, eğer...
İlza Kersten baskın yapmasaydı. Hınzır, Hitrovo'nun bulunmadığı
bir sırada odaya girmişti. Dış kapıdaki muhafızlar önleyememişler-
·

di, belki de bile bile bırakmışlardı.


İlza, daha girer girmez, bir eliyle Adela'nın saçlarını yakaladı,
öteki eliyle de surahnı tokatlamaya başladı. Vlasov, metresini ni­
şanlısından güçlükle ayırabildi. İlza, çığlık çığlığa haykırıyor; ada­
mın surahna tükürüyor:
- Teke! Kart teke! diye bağırıyordu.
Adela, mosmor ve dudakları sımsıkı kanepede yahyor, doktor
etrafında dolanıyordu. Tam bu sırada Obersturmbannführer içeri
girdi. Kız kardeşini, perukası bir yanda, üstü-başı yırhk halde gö­
rünce, soğuk bir sesle Vlasov' a:
- Adela'yı bu hakaretten kurtaramadığınız için çok üzgü­
nüm, General, dedi.
Frau Belinberg gözlerini kapadı, geniş bir nefes aldı ve karde-
şine:
- Götür beni buradan, dedi.
Vlasov, bu olayın kendisine neye mal olabileceğini düşünüyor­
du. Adela'nın kardeşi, ilgili makamlara gidip anlatacakh. Adela'nın

491
birçok dostu vardı, yüksek mevkilerdekiler, evine teklifsiz geldikle­
rini kendisi anlahyordu. Bunlar, elbette, Adela'dan fazla kocasına
geliyorlardı. Böyle de olsa, bu kadın, şimdi, Vlasov'un başına bela­
lar açabilirdi. Bu İlza Kersten orospusu da nereden çıkıp gelmişti!
Biraz sabretseydi ya rezil! Vlasov, onu boşlamayacakh elbet.

Untersturmführer Maks Vaydeman şanslı adamdı. O gün, her


.
zamanki gibi şoförün yanına oturmuş olsaydı, Grupenführer Belin­
berg değil, çevirmen Maks Vaydeman tantuna gidecekti. Gruppen­
führer, partizanların, otomobilin geçeceği yere mayın yerleştire­
ceklerini bilseydi, şoförün . yanına oturur muydu hiç? Her neyse,
olan olmuş, Belinberg toprağın altına girmişti, kendisi de şimdi, bir
ayağı ağaçtan yapılmış da olsa, toprağın üstünde dolaşmasına de­
vam ediyordu.
Vaydeman'ı ilk önce cepheden geri aldılar, daha sonra da
SS'deki görevinden serbest bırakhlar.
İlk zamanlarda bu durum onu bir hayli üzdü. Ne var ki Vay­
deman, Prusyalı değil, Bavyeralıydı, askerlik hizmetine saygısı
. vardı ama, toprağı da seviyordu, Belinberg'in dul eşini, malikane­
sini ve işgal bölgelerinden aşırıp getirdiği tabloları, bir anı olarak
ele geçirmesi hiç de kötü olmayacakh. Frau Belinberg'i, daha şefi­
nin sağlığında beğenirdi. Maks'ın bu özlemi, ilk zamanlarda Ade­
la'nın tatlı bakıştan ile, daha sonra da özel ilgisi ile güçlendi.
Tam bu sırada, bu Rusya kaçkını dangalak çıkıverdi ortaya.
Maks, Vlasov'un resmine uzun uzun bakhktan sonra, annesine,
"Nesini beğenmiş bunun, bir türlü anlayamıyorum ... " dedi. Ve da­
ha Vlasov'u görmeden ''bu hain"den basit ruhunun bütün hıncı ile
nefret etmeye başladı. Fakat, her ne de olsa bu nişanın bozulacağı­
na ilişkin bir umudu vardı: Ya müsaade etmeyeceklerdi, ya Adeta
vazgeçecekti ya da Vlasov'u temizleyeceklerdi.
Maks, bu işte, daha fazla Ferdinant'ı suçluyordu: "Bir hesabı
var ki, razı olmuş" diyordu kendi kendine.

492
Ferdinant, sol gözünün alh mosmor Adela'yı, araba ile mali­
kaneye getirdiği zaman Maks pek sevindi. Ferdinant, biraz sonra
gitti ve Maks'la Adela, göğüslerinde OST rozeti bulunan hizmetçi­
leri ve birçok işçiyi hesaba katmazsak, başbaşa kaldılar. Ve ne unu­
tulmaz bir gece geçirdiler!
Adela, Belinberg'in Fransa'dan getirdiği çift yatakta yahyor­
du. Konuşmuyordu. Sadece, zaman zaman, Maks'tan, kompres be­
zini değiştirmesini rica ediyordu. Maks ile durmadan konuşuyor­
du.
Ve sabahleyin, artık malikanenin kahyası değil, sahibi olacağı­
na daha büyük bir güvenle Adela'nın yanından ayrıldı. O gün, he­
.
men hemen topallamadı, bastonsuz yürüdü.
Ne yazık ki, bu mutluluğu sadece iki hafta sürdü. Bir gece,
Adela, ona karşı yine sıcakh, tatlıydı, ne var ki1 sabahsı geceliğini
çıkanrken en ağır darbeyi indirdi:
- Sevgili Maks, dedi, bugün bana General Vlasov gelecek,
gerekli emirleri verin...
Vaydeman, yanlış mı duymuştu? Sapsan, sordu:
- Kim gelecek, kim?
- Dedim ya, General Vlasov.
Kadının bakışları ve sesi buz gibiydi.
İyi ama, biz...
- Maks, umuyorum ki, gereken her şey iyi hazırlanacakhr.
- Elbette, Frau Belinberg, her şey sizin onurunuza uygun bir
biçimde hazırlanacakhr.
- Bundan hiç kuşkum yok, Herr Vaydeman ...
O gün, yalnız OST oda hizmetçilerinin, OST kahya kadının ve
OST sebze bahçesi işçilerinin değil, aynı zamanda, aşçı Gertruda ile
tatlıcı Roze'nin neler çektiklerini bir allah bilir...
Malikanenin resim galerisini, OST rozetli iki genç kadın temiz­
liyordu. Biri 101427 numaralı Kozihina, öteki 1 1716 numaralı Riya-

493
binina. Her ikisi de mavi önlüklü ve beyaz pamuk çoraplıydı. Fra­
u Belinberg, OST işçilerinin malikaneye kendi giysileriyle girmele­
rini yasaklamışh.
İlk önce, parkeyi ayna gibi parlathlar. Sonra, tabloların tozunu
almaya başladılar. Yorgundular. Kozihina, ötekine takıldı:
- Aman ne candan çalışıyorsun... Nerdeyse tabloları aşındı­
racaksın.
Ufacık tefecik, ipince bir kadındı bu. Saçtan kısa kesilmişti.
Yirmi üç yaşında olmasına karşın, küçük bir kız gibi görünüyordu.
Riyabinina gülümsedi?
- Frau Belinberg, toz kalmış mı, kalmamış mı diye mutlaka
gözden geçirecek. Sonra ben bu tabloyu pek seviyorum.
- Tablo gibi bir tablo işte.
- Öyle değil. Savitski'nin yapıh bu. Smolensk Müzesi'nden
çalınmış.
Nerden biliyorsun?
- Numarasına bak. Zahmet edip de, bu numarayı bile'alma­
mışlar.
Kozihina, tablo çerçevesinin iç tarafına çakılmış san tenekeyi
gözden geçirdi ve "Smolens Müzesi" yazısını sesle okudu.
Anladın mı şimdi?
Vay namussuzlar vay...
Aman, kıs sesini. Maks duyarsa ...
Bırak şu topal şeytanı.
Riyabinina, bir başka tablonun tozunu almaya koyuldu. Onun
da çerçevesinde bir metal parçası vardı.
- Bu da bizden. Rostov Güzel Sanatlar Müzesi'nden.
Tablonun alt yanında Almanca bir yazı vardı, okudu ve çevir­
di: "SS Gruppenführer Belinberg'e, Birinci Tank Ordusu Komutanı
Makenzen'den hediye."
Kozihina kin dolu bir sesle söylendi:

494
- Çalınmış malı hediye etmekten kolay ne var...
Ve merdiveni bir başka tablonun alhna götürürken:
- Varka, dedi, bana, bir mağazada sahcı olduğunu söylemiş­
tin. Doğru değil bu. Bu itlerden memleketteki durumunu gizle­
mekte haklısın. İyi ama, bende� ne diye gizliyorsun? Burada tüm
acılara birlikte katlanıyoruz.
- Nerden çıkanyorsun bunları? Senden gizlediğim hiçbir
şey yok.
Sen yüksek öğrenimlisin. Besbelli. Almancayı kolayca pğ­
rendin. Yani genellikle...
- Lise öğrenimimi birincilikle bitirdil!-' · Doktor olmak isti­
yordum. Fakat kimyadan üçten fazla alamadım. Bunun üzerine, ti­
caret okuluna girmek zorunda kaldım. Bir yandan da çalışıyor ve
özellikle lüks mallan tezgah alhndan satarak iyi para kınyordum.
Bırakhm okulu. Kocamın kazancı da yerindeydi.
Şimdi nerede o?
- Bilmiyorum. Savaştan biraz önce aynlmışhk.
Benimki sağ. Savaşıyor. Her ne dersen de, sen tezgahtar
değilsin. Ya aktrist ya da ressamsın. Tablolardan ve genellikle her
şeyden anlıyorsun. Seni buraya getirdikleri zaman, kızlar, "Artist
bu!" dediler. Ben açık söylüyorum: Fizik kültür eğiticisiydim, bi­
zim orada skide birinciler arasındaydım. Şimdiyse, beyaz zenci,
köle...
Hepimiz aynı durumdayız. Hepimiz köleyiz burada.
Dün gece neye ağlıyordun?
Dişim ağrıyordu.
Ah, gene yalan söylüyorsun.
Riyabinina merdivenden indi. Kozihina'dan hemen hemen bir
baş yüksekti. İri, yeşil gözleri ve kumral saçlan ile, bu mavi iş göm­
leği alhnda bile güzeldi.
Kozihina:

495
- Şaşıyorum bu Frau Belinberg'�, dedi, seni nasıl aldı evine?
Oysa azıak sempatik olanlan bile geH gönderiyor, sadece ben gibi
yüzüne bakılmayacak olanlan bırakıyor.
- Ay, sen yüzüne bakılmayacak olanlardan mısın? Hani se­

nin gibiler biraz daha fazla olsa...


Kozihina:
- Ben çirkinlik örneğiyim, dedi. Ah, bu kadın seni nasıl kov-
madı yarabbi...
Görmedi ki beni daha. Getirildiğim zaman evde değildi.
Maks mı getirdi seni? Herhalde kendisi için seçmiştir.
Yalnız bir cesaret etsin...
Sen, ilki değilsin ama.
Kozihina kulak verdi ve:
- Topal şeytan geliyor, dedi.
Vaydeman içeri girdi. Yapma ayağı ile parkeyi biraz gıardat­
tıktan sonra bir koltuğa oturdu. Rusça:
- Kozihina, haydi, dışan! emrini verdi.
Kozihina, çarçabuk fırçalan topladı, elektrik süpürgesini kutu-
.
suna yerleştirmeye başladı.
- Bırak. Sonra ...
Riyabinina da, çerçeveleri sildiği renk renk bezleri bir sepete
toplamaya koyuldu.
- Sen, kal. Kozihina, marş buradan.
Vaydeman, kapıyı sıkı sıkıya kapadıktan sonra yine koltuğu­
na yerleşti.
- Günaydın, Riyabinina. Bravo, iyi çalışmışsınız. Her şey pı-
nl pırıl. Sana teşekkür etmek istiyorum.
Cebinden bonbon çıkardı.
- Al. Utanacak ne var bunda? Sana hediye getirdim.
- Teşekkür ederim. Bonbon sevmem.
Vaydeman güldü:

496
- Bir Fraulein'ın bonbon sevmediğini ilk kez görüyorum.
Benden olduğu için herhalde. Gel, gel. Al. Pasta da getireceğim.
Hatta iki parça.
- Tatlı sevmem.
- Acı getireceğim öyleyse. Gel yanıma.
Ve Riyabinina'nın elini tÜttu.
- Dinle beni, Riyabinina. Bu gece sebze serine gel.
- Doğulu işçilerin, koğuşlarından aynlmaya haklan yoktur.
Bu kuralı bozanlar, ilk önce dayak cezasına çarphnlır, yineleyenler
işçi kampına geri çevrilir ve savaş zamanı yasalarınca cezalandırılır.
Vaydeman, sözünü kesmeden dinledi. Riyabinina sustu, elini
.
kurtarmaya çalıştı, fakat muvaffak olamadı, Vaydeman sıkı sıkıya
tutmuştu.
- Güçlü bir belleğin var. Fakat, bazı s.özleri atladın. Şöyle ki,
"Doğulu işçiler, mal sahibinin izni olmadıkça, koğuşlarından ayrıl­
ma hakkına sahip değildirler." deniyor orada.
- Frau Belinberg bu izni vermemiştir bana.
- Unutma ki, ben, mal sahibinin vekiliyim ve sana koğuştan
ayrılma iznini veriyorum. Sebze serinde biraz oturacağız. Sana iki
pasta getireceğim.
- Alman subayı, sadece sorgu sırasında doğulu işçilerle bir­
likte olabilir. Başka zamanlarda bulunması bir ahlaksızlıktır ve bu­
nu yapanlar cezalandırılır.
Vaydeman artık kızmaya başlamıştı. Fakat, belli etmemeye ça­
lışıyordu.
- Riyabinina, gece yansından sonra sebze serine gelin, sizi
sorguya çekeceğim. Benim için kaygılanmayın, kimse görmeyecek
bizi. Bugün, Frau Belinberg' e müstakbel eşi gelecek. Yani, bizimle
uğraşmaya vakti olmayacak onun.
Kozihina, koşa koşa geldi. Vaydeman Riyabinina'nın elini bı­
raktı ve sert bir sesle:

497
Gene mi sen? Dışarı marş ...
Frau Belinberg sizi çağırıyor. Misafirler geldi.
Şimdi geliyorum. Söyle kendisine.
Kozihina, gülümseyerek Riyabinina'ya göz kırphktan sonra
dışarı çıkh. Vaydeman yine genç kadının elini tuttu:
- Anlaştık, değil mi?
Riyabinina'nın elini bırakarak, işaret parmağını salladı:
- Hele bir gelme.

Evde herkesin mavi salon dediği küçük salonda, Vaydeman


genç bir subayla karşılaşh. Frau Belinberg nezaketle Vaydeman'ı
takdim etti:
- Kahyam, Herr Vaydeman.
- Memnun oldum. Ben, Teğmen Astafiev.
Frau Belinberg:
Sizi başbaşa bırakıyorum, rahatça konuşursunuz, diyerek
çıktı.
Sizi dinliyorum teğmen.
Astafiev saatine bakh:
- Bugün, saat on yediyi kırk beş geçe Tuğgeneral Vlasov ge­
· lecek buraya.
- General'i karşılamak bize onur verecektir.
- Buradaki durumun, Tuğgeneral Vlasov'un güvenliğine el-
verişli olup olmadığını yakıfl:dan görmek için geldim.
- Bu evin, Gruppenführer Belinberg'in dul eşine ve kardeşi­
ne ait olduğunu bilmiyorsunuz herhalde.
- Hepsini biliyorum. Böyle de olsa ... Bu işle görevlendiril­
dim.
Astafiev, Vaydeman'a çahk kaş alhndan bakh:
- Evde bulunanların tam listesini ve evin planını vermenizi
rica edeceğim. Bundan sonra malikaneyi dolaşacağım.

498
Teğmen, doğulu işçilere ayrılan bölümde Kozihina ile görüş­
tü, nereden olduğunu sordu. ·
Vaydeman, kaş göz arasında Riyabinina'ya:
- Gece yansından sonra, diye fısıldadı ve cebine bonbon sı­
kıştırdı.
Astafiev, malikaneyi dolaştıktan sonra hafif bir kahvaltı yaptı
ve arabasına bindi. Vaydeman'a selam verdi:
- Lütfen Frau Belinberg'e söyleyin, general, saat tam on ye­
dide gelecektir, dedi.

Frau Belinberg, Vaydeman'ı tatlı bir gülümsemeyle karşıladı.


- Gönderdiniz mi?
Vaydeman somurttu:
- En sonunda gitti. Ne biçim şey b\ı? 65 Gruppenführerinin
evine Ruslar geliyor. Hem de niçin? Beni sorguya çekmek için geli­
yorlar.
- Heyecanlanmayın, Maks. Sağlığınız için iyi değil. ·

- Ben artık heyecanlanamıyorum, sevgili Adela. Beni pek se-


ven, bana değer veren eşinizi kaybettiğim Rusya'da heyecanlanı­
yordum. Bacağımı kestikleri zaman heyecanlanıyordum, çünkü
ileride nasıl yaşayacağımı bilemiyordum. Evlenmeye hazırlandığı­
nızı öğrendikten sonra her şeye karşı güvenimi yitirdim: İnsanlara
da, aşka da, dostluğa.da ... Gruppenführer, mezarında ters dönecek.
Öyle ya, kansının Rusla evlenmesi kolay hazmedilir bir şey mi. . .
Yanlış söyledin. Kansı değil, dul eşi. Dul. ..
- Kocanızı bu Rus ayısı ile değiştirmek...
- Gene doğru söylemediniz, aziz Maks. Var olan şeyler de-
ğiştirilir. Oysa benim kocam, ne yazık ki, artık var olanlar arasında
değil. Şunu bil ki, ben bir kurbanım. Evet, evet, kurban. Biz Alman
kadınlan, Rayhın kaderinin soruı;nluluğunu siz erkeklerle birlikte
taşıyoruz. Benim evlenmem Almanya için gerekli. Bu, sıradan bir

499
evlilik değil, bir politik bağlaşıklık.
- Bu ayıya bir başka kurban sunulmalıydı.
- Neden?
Vaydeman diz çökerek Adela'nın elini öptü:
- Neden böyle konuşuyorsunuz, Adela ... Henüz geç değil­
ken aklınızı başınıza toplayın. Kendini beğenmişlikten kimseye ha­
yır gelmemiştir. Güzel bir malikaneniz, eşinizden emekli maaşınız
var. Sizi seviyorum, Adela... Çıldıracağım neredeyse.
- Sakın yapma bunu. Sonra Auschwitz'e14 götürüleceksiniz
ve benimle Rusya'ya gelemeyeceksiniz. Uzat şu inatçı alnını... Ben
dinlenmeye gidiyorum.

Frau Belinberg'in hava bombardımanlarından ödü kopuyor­


du. Bir uçak uğultusu duymaya görsün, derhal, mücevherlerinin
bulunduğu küçük valizini kapıp sığınağa koşuyordu. Ama uçak
kendilerininmiş, ama yabancıymış... Dingin, ıssız bir yerde olan,
Rudolding'deki sanatoryumun şefliği görevini de bu korku yüzün­
den kabul etmek zorunda kalmışh. Ne var ki, artık Vlasov'u ya da
dingin, ıssız Rudelding'i seçecekti ve Frau Belinberg, bombardı­
man korkusunu yenerek, malikanesine döndü.
İlk geldiği günlerde bombardıman olmadı ve Adela rahatladı.
"Bıı İngilizlerle Amerikalılar, bundan sonra da beni rahahma bıra­
kırlar belki..." diye düşünüyordu.
Nişanlısı ve subayları, Ferdinant, Frau Kultser ve piyanist
Friiulein Vays misafirliğe gelmişlerdi. Yazlık yemek salonunda bi­
raraya gelmişlerdi. Almanların, Rus kültürünün gelişmesi üzerin­
deki etkileri konusunda ilginç bir konuşma yapılıyordu, General
Vlasov tam düşüncelerini kanıtlamaya başlamışh ki...

14 Nazi Almanyası tarafından il. Dünya SaVaşı döneminde kurulmuş en


büyük toplama, zorunlu çalışma ve imha kampı.

500
İşte tam o sırada uçaklar belirdi. Yüksekten uçtukları halde,
yemek salonunun pencereleri zıngırdıyordu. Tsosen'deki uçaksa­
var toplarının gümbürtüleri duyuluyordu.
Her şey bittikten sonra, Frau Belinberg geçirdiği korku, buna­
lım yüzünden utanç duydu. Alrı�an kadınının böyle davranmaya
hakkı yoktu, ama ne yapsındı ki, sinirleri kendisine ihanet etmişti.
Frau Belinberg, daha uçaklar belirir belirmez masa altına sı­
ğındı ve çığlık çığlığa haykırmaya başladı:
- Kapayın pencereleri şeytanlar... Söndürün ışıkları!
Doğulu oda hizmetçilerine her zaman böyle haykırırdı: "Şey­
tanlar!" Oysa bugün onlar evde değildi. Bu yü;zden, nişanlısı, misa­
firler, Frau Kultser ve tatlı bir kız olan Vays bu "şeytanlar"ın mu­
hatabı olmuşlardı.
O anda, bir Alman kadını, SS Gruppenführerinin dul eşi ve
Tuğgeneral Vlasov'un nişanlısı olarak onurlu davranmadığının
farkında bile değildi. Sandalyesini ve Gruppenführer Yeşken'in,
kocasına hediye etmiş olduğu vazosunu devirerek yemek salonun­
dan fırladı, yatak odasına giderek yeşil dolaptan yeşil mücevher
valizini kaptığı gibi soluğu sığınakta aldı.
Uçaklar bombalarını atmışlar ve çekip gitmişlerdi, uçaksavar­
lar susmuştu, fakat Frau Belinberg hala sığınaktaydı, bombardı­
mandan sonra her zaman olduğu gibi histeri nöbetleri geçiriyordu.
Misafirler, hiçbir şey olmamış gibi davranıyor, İngiliz ve Ame­
rikalıların canavarca bombardımanları üstüne hafif seslerle konuş­
malarını sürdürüyorlardı. Ne barbardı bunlar... Tarihsel şehirleri,
katedralleri sanat yapıtlarını, anıtları canavarca bombalıyorlardı...
Fraulein Vays, Herr Vlasov'a kompliman yapmak için:
- Ruslar bu alanda daha uygar çıkhlar. dedi.
Oberstunnbannführer Ferdinant, Frauleine' a hayret dolu göz­
lerle bakh.
Teğmen Astafiev, sigara içmek için terasa çıkh. Tam o sırada,

501
doğulu iki işçi kadın geçiyordu oradan. Biri, bir gün öncesinden
anımsadığı ufaak tefecik kıza benziyordu.
- Matmazel, gelin buraya, diye haykırdı.
Kozihina:
Beni mi çağırıyorsu.nuz? diye sordu.
- Evet, seni, seni.
- Geliyorum, Herr subay.
Riyabinina evin köşesinde durdu.
Soyadın ne senin?
Kozihina, Herr subay... Rus musunuz siz?
Rus. Neden sordun?
Rus ve subay. Almanya' da ... İlginç de...
Sen de Almanya'dasın.
- ·Benimki başka.
General Blagoveşçenski yanlarına geldi.
- Gönül mü eğlendiriyorsun, Teğmen?
- Sizin Sovyet vatandaşınızla konuşuyorum. Malikanede ve
etrafında bulunan herkesi tanımak zorundayım.
- Ben de sandım, içeride ev sahibinden başka kadın olmayı­
şı sizi sıkh. Ev sahibi dedim de aklıma geldi, onun kahyası hakkın­
daki düşünceniz ne? Olsa olsa otuz yaşında genç bir adam.
- Hayır, yirmi yedi yaşında, General. Deneylerim beni aldat­
mıyorsa, ev sahibine sırılsıklam aşık. Andrey Andreeviç'ten deli gi­
bi kıskanıyor onu.
Blagoveşçenski güldü:
Ben de farkettim. Kıskançlar tehlikeli insanlardır. Dikkatli
olun.
Bu konuda hiçbir kaygım yok. Andrey Andreeviç, son
günlerde ünlü bir falcıya gitti. Adı, aldanmıyorsam, Frau Nagel.
Aleksandrplats'da oturuyor. Falcı, ona, "Bütün girişimlerinde ve
bu arada aşkta başarılı olacağını, seksen yaşına kadar yaşayacağı­
nı" söylemiş. Kadının aşk konusundaki öngörüsü, görüyorsunuz

502
ya, gerçekleşti arhk.
- Pek havaisiniz, Teğmen.
- Farkında değilim, İvan Alekseeviç. Sadece, geleceği dü-
şünmemeye çalışıyorum. Her şey başladığı gibi yürüsün diyorum.
- Ben çok yanlı düşünüy?rum, Teğmen. Almanlar kazanır­
sa, o zaman, benim de, senin de yolumuz belirli. Kaybederlerse...
- Yine belirli. Sağ kalırsanız, Rus göçmenlere katılacaksınız.
Bir takside yolculuk yapacaksınız. Şoför de olabilirsiniz...
- Çok şakacısınız.
- Eh, ne yapayım, havai bir insanım...
Riyabinina ile Kozihina, ellerinde bulaşık tabaklarla dolu se­
petler olduğu halde avludan geçiyorlardı. Astafiev, onları, köşeyi
dönünceye kadar gözleriyle izledi, sonra bir sigara yaktı.
- Bu Rus kadın ve kızlarını gördüğOO zaman aklımdan şun­
lar geçiyor: "Neden ilgileniyorum bunlarla? Sovyet insanı bunlar.
Babalan, benim ailemi Rusya' dan kovmuş. Onlar yüzünden ben
vatansız kalmışım." Böyle olduğu halde içimde bir acıma duygusu
var onlara karşı. İtalyan ve Hollanda kadın ve kızlarına pek acımı­
yorum. Fakat, Rus kadınlarının durumu üzüyor beni... Onlar için
Almanların burunlarını yamyassı etmeye hazırım.
- Bir Alman'ın evinde böyle sözler dinlemek gerçekten de
acayip ...
Sorusuna bağlı.
- Olabilir: .. Size bir soru sorsam kırılmazsınız, değil mi?
- Düne kadar, bir Sovyet generali olan siz, Komünist Partisi
üyesi miydiniz? Söyleyin bana, komünist düşüncelerinden, komü­
nist ideallerinden ve yirmi beş yıl içinde yaşadığınız o ortamdan
nasıl oldu da birdenbire sıyrılabildiniz?
- Uzun bir konuşma konusu bu, Teğmen... Sadece şunu söy­
leyebilirim: Ben, kendimi hiçbir zaman Sovyet insanı saymadım.
Daima Rus kaldım, sadece Rus...

503
MilliyetÇi yani?
Eh, diyelim ki, milliyetçi...
Bu duygunuzu nasıl saklayabildiniz, nasıl koruyabildiniz?
Bırakalım, bunlan, Teğmen. En iyisi, içelim. Frau Adela
yaşamasını biliyor. Berlin'de her şey kuponla. Burada ise her iste­
diğin var. Şarap, harika ...
- İçelim, Generalim. Sorumun yanıh bu değildi, ama içelim.
Vlasov terasa çıkh, havaya bakh:
- Gidelim arhk, baylar.
Blagoveşçenski sordu:
- Frau Belinberg ne halde?
· Vlasov belirsiz bir yanıt verdi:
- Sinirleri bozuk. Bizi uğurlamaya gelecek şimdi. Sanıyo­
rum ki, bu gece başka bombardıman olmaz.
Astafiev, melankolik bir sesle, "Allah bilir," dedi. "Arka arka­
ya üç defa geldikleri de oluyor. Arabalan hazırlatalım mı?"
- Evet. Ama, bir dakika. Kim bu kadın?
Riyabinina ve Kozihina, yine bulaşık sepetleriyle avludan ge­
çiyorlardı.
Hangisi, generalim?
- Uzun boylusu.
- Doğulu işçilerden biri. Frau Belinberg'in evinde bunlardan
çok var.
- Çağınn buraya onu? ·
- Başüstüne.
Astafiev, acele acele taş merdivenleri indi. Blagoveşçenski iro­
niyle Vlasov' a bakh: "Koca teke. Kart köpek. Bu yeni durumunda
bile ... "
Vlasov, Blagoveşçenski'ye hafif bir sesle:
- Konuşmak istiyorum bu kadınla, dedi.
Blagoveşçenski, sadece başı ile değil, tüm vücudu ile bu isteği

504
onayladığını belirttikten sonra sessizce uzaklaşb. Astafiev de aynı
şeyi yapb, herifin karakterini iyi biliyordu.
Vlasov, Riyabinina'ya doğru yürüdü ve elini uzattı:
- Merhaba, Kira.
Riyabinina, olanca soğukkanlılığı ile:
- Yanlışınız var, Herr General. Adım, Varvara. Varvara Ri­
yabinina, dedi.
Vlasov güldü:
- Yanılıyor muyum? Nasıl olur, Kira? Benden çekinmeyin,
Kira. Tanıdınız mı beni?
- İlk defa görüyorum sizi.
- Ben, Andrey Andreeviç Vlasov, Yalta'yı, Aeroflot dinlen-
me evini anımsıyor musunuz? Ben yalnızdım, siz kocanızla idiniz.
Eşinizin adı Orlov, değil mi?
Sizi ilk defa görüyorum.
- Boşuna inat etmeyin, Kira. Çekinmeyin benden.
- Hiçbir şeyden çekinmiyorum. Ben, Kira değil, Riyabini-
na'yım.
- Kocanızın nerede olduğunu biliyor musunuz?
- Büyük bir olasılıkla cephede. Tanışınız Kira'nın kocası ne-
rededir, bunu bilmiyorum.
- Diyelim ki, Kira değilsiniz. Nasıl düştünüz buraya?
- Şaşılacak ne var bunda? Herr Göbels'in buyurduklan gibi,
milyonlarca doğulu işçi, Büyük Almanya'da gönüllü olarak çalış­
mak istediğini bildirdi. Ben de onlar arasındaydım.
- Ben size, Frau Belinberg'in malikanesine nasıl düştüğünü­
zü sordum.
- Sizin müstakbel eşinizin malikanesine mi? Gayet basit:
Kahyası, doğulu işçiler borsasına geldi ve beni de seçti. Gidebilir
miyim? İşler beni bekliyor, Herr general. Nişanlınız bu alanda pek
titiz ve sert.
Vlasov, kuru bir sesle:

505
- Gidebilirsiniz, dedi.
Riyabinina aşağı indi, Kozihina, depo kapısında kendisini bek­
liyordu. Vlasov, "Kira!" diye haykırdı. Genç kadın duymamış gibi
davrandı. Sanki hiçbir şey olmamış gibi, dimdik ve dingin yürüyor­
du.
- Riyabinina!
Kozihina:
- Seni çağırıyorlar, dedi.
Genç kadın, başını çevirdi:
- Beni mi çağırıyorsunuz?
- Gel buraya .
Riyabinina hayretle omuz silkti, terasın önüne geldi:
- Geldim, Herr General.
- Çoktan beri mi Almanya' dasınız?
Riyabinina'nın dudaklarında acı bir gülümseme belirdi:
Sonsuz bir öncesizlikten beri.
Bırakın bu şairane sözleri. Tam ne zamandan beri?
Bin dokuz yüz kırk birden.
Nerede tutsak düştünüz?
Askere alınmadım ki, tutsak düşeyim.
Rusya'da son bulunduğunuz yer neresiydi?
Lvov şehri, Herr General.
Numaranız?
1 1 3716.
Bu sırada Frau Belinberg, Ferdinant, Vaydeman ve Astafiev te­
rasaya çıkmışlardı. Vlasov, telaşla, "Gidebilirsiniz," dedi.
- Andre, sinirlerim dinginleşti arhk.
- Memnun oldum, sevgilim. Yoksa, sizi hasta hasta bırak-
mak beni üzecekti.
Gidiyor musunuz?
- Zamanı arhk. .. Sevgili Adela, sizden küçük bir ricam var.

506
Burada doğulu bir işçi kadın gördüm. Onun, muhafızlanma teslim
edilmesine müsaadenizi rica ediyorum.
Ferdinant söze kanşh:
Güvenliğinize karşı bir şey mi yaph?
- Belirli bir anlamda.
- Hay hay, sevgili Andre. �faks, gerekeni yapın!
Vaydeman, sevinçle sordu:
- Kim bu canınızı sıkan kadın? Cezasını vermeye hazırım,
General.
- Numarası 1 1 3716. Soyadı Riyabinina.
- Bu kadın generale gerekliyse -bu son sözcüğü özellikle
vurguladı- gerekliyse size, memnuniyetle veririz.
Astafiev, Vaydeman'ın ironisini derhal kavradı:
- Askeri bir gereklilik bu, bay kahya ..Ko�ihina adlı Rus kızı­
nın da bize verilmesini rica ediyorum.
Vlasov, Astafiev'e göz ucu ile baktı. Vaydeman, aynı tonla soı7
du:
- Bu da mı askeri gereklilik?
Teğmen sert bir sesle:
- Evet, dedi, General Vlasov'un güvenliği ile ilgili.
Vlasov yılıştı:
- Bir değiş tokuş da yapabiliriz. Erkek mi göndereyim size,
kadın mı? Fakat, erkek sorunu biraz güç. Onlan fabrikalara istiyor­
lar...

ANDREY MiHAYLOVİÇ MARTİNOV'UN ANILARINDAN

Sovyet Birlikleri, 31 Ağustos 1944'te Bükreş'e girmişti. Bu pek


güzel yaz gecesi, Moskova'da olup bitenleri aklımdan geçiriyor­
dum: Toplar gürlüyor, Kızıl Meydan hınca hınç. Herkes coşkulu bir
sevinç içinde... 22 Haziran 1941 gecesini anımsadım. Nadya ile rad­
yo başındaydık. İlk önce Berlin'i dinledik: Hitler, haykırış ve alkış-

507
lar arasında nutuk söylüyordu. Bundan sonra Bükreş çıkh karşımı­
za: Tipik Rumen orkestrası eşliğinde bir erkek kıvrak bir Rumen
türküsü söylüyordu. Nadya, "Alman saldırısını kutluyorlar." dedi.
Oysa, Sovyet şehirlerine bombalar yağıyordu, kan dökülüyor­
du ve Bükreş bu saldınyı kutluyordu. Şimdi ise.. Her şey anlaşıl­
.

mışh, Rumen halkı kendilerini kimlerin aldathğım, bu savaşın, bu


saldınnın kimin çıkarına uygun olduğunu biliyordu arhk. Hiçbir
halka kin beslemem. Buna karşın, şu ata sözünü anımsamaktan ken­
dimi alamadım: ''Yediler, içtiler, ödemeye sıra gelince ağladılar."
Romanya Almanya'ya savaş ilan etti. Sıra Macaristan' daydı.
Truhin'in odasındaki haritada, bin kilometre uzunluğundaki
Alman ve Macar birliklerinin savunduktan cephe, Bavet'in Roman­
ya kesiminden başlıyor, Arat ve Oradya'dan geçiyor, Kluj'da doğu­
ya dönüyor, Transilvanya sının boyunca uzanıyor, kuzeyden Bra­
şov' a kıvranıyor, Doğu Karpatlar boyunca Romanya, Slovakya ve
Macaristan sınırlannın kesiştiği bölgeye vanyordu.
Genellikle içkiliyken · bir asker gibi düşünebilme yeteneğine
sahip olan Truhin,
- Gerçek savunmayı ancak Kluj bölgesinde verebilirler.
Transilvanya grubu orada bulunuyor, dedi ve sonra aklından bir
hesap yaptı:
- Bu da öyle bir grup ki, sadece bir SS süvari tümeninden
ibaret. Komutanı da yeteneksiz Gruppenführer Felps. General Fre­
ter Piko ordusu kalınbları da burada.
Elini savurdu:
- Macarlara güvenmek doğru değildir. Görceksiniz, onlar
da Romenler gibi cepheden kaçacaklar ve silahlarını Almanlara çe­
virecekler. Çünkü Büyük Almanya hesabına savaşmaktan bıkıp
usandılar.
Birden konuyu değiştirdi:
- Bizim Andrey Andreeviç'e gelince, o, düğünle uğraşıyor

508
şimdi. Çıldırmış bu adam...
Gereksiz sözler ka_çırdığının farkına vardı, dolabından bir şişe
konyak çıkardı:
- Günaha girelim mi, Bay Nikandrov? dedi ve kadehleri
doldurdu.
O anda, neden birdenbire Nadya'yı ve çocuktan anımsadım,
bilemiyorum. Görünmez bir güç beni Aleksino'ya alıp götürdü,
okulumu gördüm: Pencereleri, batmakta olan güneşin ışıklan ile
pınl pırıldı, sanki okul alevler içinde yanıyordu. Burnuma nemli
toprak kokusu geldi. Nadya çocuklarla birlikte dolaşıyor, bizim
akıllı köpeğimiz Dik, Üzerlerine sırası ile s�çrayarak onlara eşlik
ediyordu. Kızım, "Bizim Dik tam bir çoban köpeği. Sadece, kulak­
ları kolalanmadığı için sarkıyor." diyordu. Bu sözü ondan defalar­
ca dinlemiştim...
- Şerefinize, Nikandrov.
Ve görüntü kayboldu. Bundan önce bir yaşamım olmuş muy­
du benim? Kanm ve çocuklarım var mıydı? Bu Aleksino da n�ydi?
Aleksino da vardı, karım da, çocuklarım da. Fakat, şimdi çok uzak­
lardaydı bunlar. Aklın alamayacağı bir uzaklıkta. Şimdi aramızda
cephe vardı.
- Şerefinize, Födor İvanoviç.
- Kaygılanmayın, Pavel Mihayloviç... Son, henüz uzak...
Ertesi sabah Zakutni ile karşılaştım. Yüzünden hemen anla­
dım, haberlerle dolu idi. Anlaşıldığına göre, sabah sabah ilk karşı­
laştığı insan bendim. Henüz kimseye anlatamamıştı, neredeyse çat­
layacaktı:
- Duydunuz mu? dedi, etrafa şöyle bir göz attı ve fısıltı ile
devam etti:
- Bizim başkanın iş miş gözü gördüğü yok. Nişanlısının evi­
ne postu sermiş, konyak içiyor boyuna. Bu arada kadın kolleksiyo­
nunu da zenginleştirdi...

509
- Nasıl olur, Dimitriy Efimoviç? Sırası mı şimdi bunun?
- Ben de onu diyorum ya. Delinin endazesi mi olur! İki ka-
dın getirildi. Biri ona, öteki de Astafiev'e. Utanma duygusunu ta­
mamıyla yitiren Andrey Andreeviç, şimdi bu matmazeli aparhma­
nında tutuyor, kapıda muhafız var. Biraz önce, matmazele götürü­
len kahvalhyı gördüm. Sanki bakan mübarek. Üstü kolalı peçete ile
örtülü bir tepside götürüldü kahvalhsı.
Doğrusunu söyleyeyim, Mitya'nın bu dedikodusuna hiç aldınş
etmedim. O anda beni, her şeyden önce, tutsak Yarbay Aleksey Or­
lov'un kaderi ilgilendiriyordu. Bir an önce Vlasov'un yanında olma­
lıydım. Onunla, bir daha Orlov'a gidecektik. Bu yüzden Zakut­
ni'den kurtulmaya çalışıyordum. Vlasov'un getirdiği bu kadının
Orlov'un kansı olabileceği aklımın kenarından bile geçmiyordu.

BAŞKASININ ADININ ALTINDA


Barışın son günü olan 21 Haziran 1941 Cumartesi günü, biri
yirmi dört saat geçmeden Kira Orlova'ya, sevgili oğlu Seröja'yı kay­
bedeceğini ve bir daha hiçbir zaman kucağına alıp da boynundan
öpemeyeceğini, evladının kendisine mutluluk veren tatlı kokusunu
koklayamayacağını, en yakın insanı olan sevgili eşi Alöşa'yı yıllar
yılı göremeyeceğini, kendisinin, Sovyet vatandaşı, uçak mühendisi,
parti üyesi, kültürlü, zeki bir subayın mutlu eşi Kira Antonovna Or­
lova'nın her türlü haktan yoksun bir varlık haline geleceğini, yaban­
a kötü insanlann işkencesi alhnda yaşayacağını söylemiş olsaydı,
ona, mutlaka "Deli misin sen, aklını mı oynattın?" yanıhnı verirdi.
Kira zaman zaman kendisine şunu soruyordu: "Bütün bunla­
ra nasıl dayandım? Üzüntü ve aadan nasıl oldu da çıldırmadım,
ölmedim?" sorusunu soruyordu. Çalışıyor, yiyip içiyor, uyuyordu,
buna yaşamak denebilirse, yaşıyordu. Sabahları beşte kalkıyor, bir
parça ekmek ve sıcak su ile kahvaltı yapıyor ve saat alhdan akşa­
mın sekizine dek çalışıyordu. Öğleleri yanm litre pis kokulu etsiz

510
çorbayı, iki kaşık yağsız patates püresini ve haşlanmış lahanayı yi­
yinceye kadar yarım saatlik bir dinlenmesi vardı. Saat dokuzda,
huzursuz uykusunu uyumak üzere kirli tahta yatağına uzanıyor­
du ... Almanlara küçücük de olsa bir zarar verdikleri günlerde kalp­
lerini sevinç, hatta mutluluk ışın�arı aydınlahr gibi oluyordu.
Ve Kira, Almanya'ya zorla getirilmiş, savaşa kadarki yaşamla­
rı mutluluk içinde geçmiş binlerce kadın ve genç kız, Esen' de,
Frankfurt am Main'da, Hamburg ve Berlin'de nasıl yaşarlarsa, öy­
le yaşıyordu.
Kira, savaşın karabasanlı ilk günü, saat sekizde kocasının pek
yakınında bulunduğunu, yalnız uğursuz bir. rastlanhnın onu bul­
masına engel olduğunu bilseydi, yaşamı daha dayanılmaz, daha
acı olacaktı.
Kira, Seröja'yı kamyonda tanımadığı il'lSanların yanına birkaç
dakika için bırakmışh o sabah. Hemen eve koşacak, kocasına, tren­
le değil, kamyonla hareket ettiğini bildiren, birkaç satırlık bir mek­
tup yazıp bırakacakh.
Koşa koşa gitti. Apartmanları yanıyordu. Kendi dairelerinin
bulunduğu üçüncü kahn pencerelerinden koyu bir duman çıkıyor,
arada bir alevler yükseliyordu. Yangını söndürmekle uğraşan yok­
tu. Sadece, ihtiyar ve güçsüz kapıcı kadın, elindeki boş kova ile ko­
şuyor ve bir şeyler haykırıyordu.
Kira, derhal geri döndü, Seröja'yı bırakhğı kamyonun bulun­
duğu meydana koştu. Kamyon yoktu orada. Sadece, kayışla sıkıl­
mış, büyük bir siyah bavul vardı. Herhalde arabadan düşmüştü.
Seröja tanımadığı insanlar arasında kamyonla gitmişti. Kira
kendini tutamadı, ağlamaya başladı. Tren biletleri kendisindeydi.
Kocası mutlaka istasyondaydı. Kira, oraya koştu. Eşi, o anda bekle­
me salonundan çıkıyordu. Kira, tam bu salona girerken bombardı­
manı haber veren alarm düdüğünü duydu. Tekrar terminale doğru
koştu. Eşinin Moskovalı artistlerle birlikte olduğu, terminal pavyo-

5l l
nunun üç adım ötesindeki büfenin saçağı alhna girdi. Bombardı­
man sona erince, "Alöşa'yı mutlaka bulmalıyım" düşüncesiyle şehir
merkezine yöneldi. Orlov da o sırada artistlerle vedalaşmış, şehir
meydanından geçiyordu. Ne var ki, Kira köşeyi dönmüştü arhk.
Bütün bunları bilseydi, bu korkunç haksızlık karşısında deli­
rirdi herhalde.
Eski katolik kilisesi önünde ilk cesedi gördü. Doktor Elizaveta
Stepanovna idi bu. Gençti. Daha dün gece, tütün fabrikasında mü­
hendis olan kocası ile konserdeydi. Orlovlarla aynı sıradaydılar.
Küçük kızından şikayet ediyor, "Çorba sevmiyor, süt sevmiyor. Sa­
dece marmelat seviyor." diyordu.
Elizaveta Stepanovna'nın akan beyni üzerinde yeşil sinekler
uçuşuyordu.
Kira korku ile ürperdi, müthiş bir korku ile. Boğazına sert bir
topaç gelip oturdu, neredeyse boğulacakh. Sokakta daha fazla ka­
lamayacağını anladı, güneş ışıklan ile yıkanan bilmediği bir avlu­
ya girdi.
Kira'nın, Varvara İvanovna Riyabinina kimlik karh uydurma
değildi, gerçekti.
Almanlar, Grodno'yu aldıktan on alh gün sonra, bir sürek
avında yakaladıkları diğer kadın ve kızlarla birlikte Kira'yı da Al­
manya'ya götürdüler. Uzun yük trenine o derecede bol dezenfek­
siyon serpmişlerdi ki, vagonlardaki insanlar kokudan boğulacak
gibi oluyorlardı. Genç kızlardan biri, Varvara, muhafızların sıkı sı­
kı yasaklamalarına karşın, zaman zaman arkadaşlarının omuzları­
na çıkarak, pencerenin demir kapağını aralıyordu.
Bu yüzden de öldü.
Tren yavaşlamışh. Varya, yine arkadaşlarının omuzlan üstün­
de yükseldi:
- Kapatayım, belki de istasyondur burası, diyordu. Sonra
haykırdı:

512
İstasyon değilmiş!
Silah sesini kimse duymadı, sadece Varya'nın yere yuvarlan­
dığını gördüler. Mermi, şakağını delmişti.
Bir demir köprüden geçiyordu tren.
Kimse ağlamıyordu. Herkes susuyordu. Kira, Varya'nın gide­
rek soğuyan elini okşuyordu. ·
Durakta, kadınlar bağırmaya ve kapıyı vurmaya başladılar.
Biri kapıyı araladı. Yaşlı bir Alman askeriydi:
- Ne bu gürültü? diye haykırdı.
Ölüyü görünce; "yazık" der gibi dilini çıtlattı. Parmağı ile Ki­
ra'yı ve daha iki kadını göstererek:
- Defedin! dedi.
Cesedi kaldırırlarken, Kira, Varvara'nın cebinde kimlik kartını
gördü, bir gün gerekli ·olacağını düşün111,ed�n aldı. Sadece, Var­
ya'nın kim olduğunu anlamak istiyordu.
Almanya'da, Fürstenvalde tutsak kampında adı yazılırken,
kendini Varvara İvanovna Riyabinina olarak tanıth. Yirmi �i ya­
şında. Bir mağazada sahcı. Kendisinin uçak mühendisi olduğunu
Almanların bilmesini istemiyordu. Ölen arkadaşı annesinin adını
taşıyordu, bu yüzden, yeni adını ve soyadım unutması olanaksız­
dı. Artık Almanlardan korkusu yoktu, "Uçak mühendisi olarak fa­
şistlere çalışmayacağım! Bu mesleği bana faşistlere çalışayım diye
kazandırmadılar." diyordu. İyi Almanca bildiğini de söylemedi.
"Almanca bildiğimi belli etmeyeceğim. Konuşmayacağım." kararı­
nı verdi.
Doğulu işçilerle hka basa dolu katarlar A1!11anya'ya, özellikle
Berlin'e gelmeye başlayınca, Gestapo'ya bağlı bir Rus şubesi kur­
dular. Doğulu işçiler arasındaki anti-faşist eğilimli kişileri yakala­
mak, tutuklamak ve işkenceli sorgudan sonra ölüm kamplarına
göndermekle görevli özel "Kornet" grubunu da bu şubeye bağladı­
lar. Doğulu işçiler arasında anti-faşistler pek çok olduğu için, Ko-

513
met'in işi hiç de kolay değildi. -Burada, Almanlardan başka beyaz­
lar ve hainler çalışıyordu. Eskiden beri denenmiş olan "kamçı ve
bonbon" yöntemini uygulayan bu grup, doğulu işçiler arasında
ajanlarını sokmuştu. Komet'teki Rus şubesini Hauptsturmführer
Ebeling yönetiyordu. O da SS yöneticilerine, hepsi de SS Heinrich
Himmler' e" bağlıydı.
Alman karşı istihbarahnın Rus şubesi, Friedrich Strasse 22' de
bulunuyor ve Ervin Şults tarafından yönetiliyordu. Çarlık ordı,ısu
albaylarından birinin oğlu olan Sergey Zavalişin de onun yardım­
cısıydı. Zavalişin, Vrangel ordusunda teğmenlik ve takım . komu­
tanlığı yapmışh, o zamandan beri Almanya'da sürünmüştü. Daim­
berg fabrikasında çevirmenlik yapmışh. Küçük bir maaşı vardı, zo­
ru zoruna geçiniyordu .. Kadınlara, içkiye ve uyuşturucu maddele­
re zaafı vardı. Bunlara göre yetiştiremediği için kendisini mutsuz
sayıyordu.
Bu yüzden, savaşı kendisi için bir nimet kaynağı olarak karşı­
ladı ve savaşın daha ikinci günü gestapoya giderek hizmetlerini
sundu, "Bolşevizme karşı savaşıma katkıda bulunmaya hazır oldu­
ğunu," bildirdi. "Gerektiği zaman çağıracağız," diyerek baştan
savdılar. Çünkü onlara göre, Sovyetlere karşı açtıkları savaş en çok
bir-iki ay sürecekti, böyle sığınhlara gereksinmeleri olmayacaktı.
İyi ama, evdeki hesap çarşıdakine uymadı, daha temmuz
ayında Zavalişin'i anımsadılar. Çağırdılar ve hayalinden bile geçir­
mediği bir maaş önerdiler.
Ve Zavalişin çalışmaya başladı. İşinden ve maaşından mem­
nundu, bu yüzden göze girmek için elinden gelen her şeyi yapıyor­
du. osr işçilerin barakalarına gidiyor, özellikle kadınların baraka-

1 5 Nazi Almanyası 'nda SS lideri ve ideoloğu. İkinci Diinya Savaşı yılların­


da Doğu Avrupa'da toplama kamplan kurulmasının ve bu kamplar­
daki katliamların en önemli sorumlularından biridir.

514
lannı daha sık dolaşıyor, yemekleriyle ilgileniyor, verilen bütün
malzemenin kazana girip girmediğini, aşçının hırsızlık yapıp yap­
madığını soruyordu. Onun tavsiyesiyle Rus nane şekerlerine ben­
zer bonbonlar hazırlandı. Cepleri, her zaman bu tür bonbonlar ve
sigaralarla doluydu.
Doğulu işçileri dikkatle inceliyor, gerekli olacaklarına karar
verdiği kimselerin adlarını belliyordu. Almanlarla işbirliği yapma­
yı kabul edenleri yerlerine gönderiyor, kabul etmeyeni� kurşuna
dizdiriyordu.
Arhk, doğulu işçiler arasında, arkadaşlarını bir paket sigaraya,
bir dilim ekmeğe ve bir bonbona satan ajanları vardı, bu yüzden
barakalara daha seyrek uğramaya başladı. ·

Kira Orlova, kader yoldaşlarından birçoğu gibi, doğulu işçile­


ri denetim alhnda bulundurmak için dikkafle hazırlanmış olan Ko­
rnet grubundan, Berlin Gestaposu ve karşı istihbarahn Rus şubele­
rinden habersizdi. Zavalişin'in, aralarına saldığı ajanlar için de hiç­
bir şey bilmiyordu.
Ne var ki, düşmanlar arasında olduğunu, bunların, doğulu
işçilerin tutum ve davranışlarını mutlaka denetim alhnda bulun­
durduklarını elbette biliyordu. Bundan dolayı, önlemli olmaya, iyi­
ce tanımadığı insanlarla içli dışlı olmamaya karar verdi. "Esasen ne
yaran olacak bunun?"
Düşmana en küçük bir yardımda bulunmamak için son dere-·
ce titiz davranıyordu. Ve bu titiz�iği onu biraz da olsa ferahlandın­
yordu.
Kira, Fürstenvalde kampından derhal Kreger ortaklığının fab­
rikalarından birine gönderildi, orada da doğulu işçilerin mutfağına
verildi. Patatesleri yıkıyor, kazanları temizliyor, kalınh ve çöpleri
toplayıp ahyordu. İşi ağır ve pisti, fakat, Almanlar için değil, ken­
di insanları için çalışıyordu ve bu durum, onu biraz da olsa sevin­
diriyordu.

515
Yaşlı aşçı kadın, mutfaktaki işçilerin, kendilerine ayrılandan
fazlasını yememeleri için sıkı bir denetim alhnda bulunduruyordu.
Kira, buna karşın, bazen hem kamını doyurmaya, hem de yakında­
ki barakalar için birkaç patates ya da ekmek çalmaya muvaffak olu­
yordu. Oralardaki aç arkadaşlarına, patatesleri yerde bulduğunu,
ekmeği de midesi ağrıdığı için yiyemediğini söylüyor ve daha bu­
na benzer yalanlar uyduruyordu.
Bunlan ona acı · deneyleri öğretmişti. İlk çaldığı patatesleri,
Rusya'dayken et kombinasında Çalışmış olan Tatyana Rogova'ya
götürdü. Kira, sakat insanlara oldum olası aardı, onların yaşamla­
nnın hiç de kolay olmadığını bilirdi.
Çilli yüzlü, kısa boylu, seyrek saçlı, tahta göğüslü bir kadın
olan Tatyana Rogova, onda son derecede mutsuz bir kadın izleni­
mi bırakmışh, hele getirdiği etsiz çorbayı iştahla yediğini gördük­
ten sonra, içinden, "Açlık çekiyor zavallı..." demişti. Ve ona, üç bü­
yük patates verdi.
Rogova, kirpiksiz göz kapaklannı büzdü, ısırıcı bir sesle, ''Ne­
reden aldın bunlan? Çaldın mı yoksa? Ya gidip de şimdi seni ele
verirsem? Öyle bir dayak yiyeceksin ki, ah, öyle bir dayak yiyecek­
sin ki..." dedi.
Kira, patatesleri artıklar arasında bulduğunu söyledi, inandır-
mak için yemin de etti.
Rogova:
- Eh mademki bulmuşsun, yiyeceğim öyleyse, dedi.
Patatesleri hızlı hızlı ahştırdı, sonra ahlak dersi vermeye baş-
ladı:
- Hırsızlık malını ağzıma almam, boğazıma oturur.
Kira, bir daha Rogova'ya sokulmadı. öteki, karşılaştıkları za­
man, sıntarak:
- Unuttun beni artık, diyordu.
İki hafta geçmeden, bu kadını, yandaki barakanın yöneticisi

516
yaptılar. Koğuştaki kontrplakla bölünmüş odasına yerleşti. Her­
kesten önce kalkıp en geç yatıyor, yemeklerini odasında tek başına
yiyordu. Barakadak.iler, ondan korkmuyorlar, ispiyonculuk yaptı­
ğı ve Almanlara dalkavukluk ettiği için kendisinden nefret ediyor­
lardı. Adı çiçek cadı olmuştu. Bit ay geçmeden tuvalet pisliği için­
de ölüsü bulundu. Bu korkunç ve iğrenç ölümü haketmişti.
Kira, mutfakta bir buçuk yıl kadar çalıştı. Bu süre içinde bara­
kada birkaç yönetici değişti. Bu göreve, en alçak, en rezil insan ka­
lıntılan bile güç dayanıyordu. Jurnalcilik yapmak, dayak atmak,
ağır hastalan bile kaldırıp işe göndermek kolay iş değildi.
Ördek yürüyüşlü ve iri, yassı burunlu olduğu için kendisine
"Badibadi" adı verilmiş olan Ukraynalı Avdeenko, hücreye atılaca­
ğını, pestili çıkıncaya kadar dayak yiyeceğini ve en ağır işe gönde­
rileceğini bildiği halde, bir hafta geçmeden görevinden ayrıldı.
Akşam yoklamasından sonra, barakada sıra olmuş kadınlann
önünde diz çökerek:
- Allah için affedin beni, diye ağladı.
Savaştan önce Viyazma'da, bir sinemada yer göstericiliği yap­
mış olan Raisa Konöplova, koğuş yöneticiliğine atandığı zaman
buna herkes şaştı. İyi kalpli, kadife sesli bir kadındı bu. Görevine
hiç de uygun değildi. Ne var ki, işe başlar başlamaz sesi kötüleşti,
kabalaştı, emredici oldu. Ustaca bir dayak atışı vardı, yumruklan
demir gibiydi. Onun da egemenliği uzun sürmedi. Bir sabah, kafa­
sı ezilmiş bir halde ölüsünü buldular. Almanlar, katilini araştırma­
dılar bile. Demek ki onlara da kendini beğendirememişti. Akşa­
müstü, yandaki barakadan Elena Savkina adlı, otuz yaşlannda,
sempatik, hatta güzel yüzlü bir kadın gönderildi. İri kamı ve aca­
yip yürüyüşü bu güzelliği bozuyordu. Ha düştü, ha düşecek gibi
yampiri bir yürüyüşü vardı.
Neyin nesi, kimin fesi olduğu derhal öğrenildi: Savaştan önce
Minsk'te, bir çamaşırhanede, getirilen çamaşırlan teslim alıcı ola-

517
rak çalışmış, Almanya'ya kendi isteği ile gelmiş. Sevici imiş ve öte­
ki barakada hiçbir kadın onunla yatmayı kabul etmemiş.
Aradan bir hafta geçer geçmez soyadı unutuldu, kimse ona,
gelenek gereğince ''Bayan Savkina" demez oldu. "İşkembe-i küb­
ra" diye anılıyordu artık.
Aradan daha bir hafta geçti ve bir gece odasından feryatlar,
sövgüler yükseldi. Gomelli genç öğretmen Nina Ponomrenko'nun
sesini herkes biliyordu. Kültürlü ve nazik Nina:
- Rezil! Sıçan! diye haykırıyordu.
Sonradan öğrenildi ki, "işkembe-i kübra", Nina'ya yanına gel­
mesini ve "çarpım tablosunu" öğretmesini emretmiş, sonra da üze­
rine çullanmış. "İşkembe-i kübra", sabah yoklamasına geldiği za­
man yüzü hrmık hrmıktı, kudurmuş gibiydi.
Aradan bir hafta daha geçti ve "işkembe-i kübra", Pskov'daki
Çocuk Dünyası mağazası eski tezgahtarlarından Nadya Kropaço­
va'yı işe yollamaz oldu. Ve "işkembe-i kübra'nın madamı" koğu­
şun daimi nöbetçisi durumuna geldi, hiçbir iş yapmıyor, koruyu­
cusunun odasında sabahtan akşama yatakta keyif çahyordu. Artık
herkes ondan daha fazla korkuyordu. Kendisinden nefret edildiği­
ni gören Kropaçova, istediğinden öcünü alıyordu. "Dostu" onun
her kaprisini yerine getiriyordu.
Sabahlan koğuş dayanılacak gibi değildi. Havası boğucu idi,
kadınlar öksürüp aksırıyor, esniyor ve kaşınıyorlardı. Hepsinin gö­
zünden uyku akıyor, uyanıp kalkmak kimseye bir mutluluk vadet­
miyordu, homurtu ve sövgülerle doğruluyorlardı.
Kira, koğuştan herkesten önce çıktığı için memnundu. Mutfak­
ta, aşçı kadın gelmeden sıcak su ile elini yüzünü yıkayabiliyordu.
Geceleri koğuşta ilginç konuşmalar sürerken o, kazanları yıkı­
yor, mutfağı temizliyordu, bundan dolayı da haberleri ya herkes­
ten sonra öğreniyor ya da hiç öğrenemiyordu.
Bir aralık, sessiz ve sempatik Olya Sokolova'yı birkaç günden

518
beri görmediğini farketti. Yatak komşusuna sordu ve:
- Duymadın mı? Geçen çarşamba kendini ash, yanıhnı aldı.
Komşusunun bu dinginliğine şaştı kaldı. "Nasıl olur! Olya arhk ya­
şalJllYC>r demek! Ve bunu bana kimse söylemedi."
Bir iki saat sonra kendisi de unuttu bu olayı. Taşınamayacak
derecede yıpranmış olan ayakkaplan onu daha fazla ilgilendiriyor­
du.
En korkunç gün gelip çatmışh demek. Arhk hiçbir şey ilgilen­
dirmiyordu kendisini.
Bu korkunç günün öğle saatlerinde Kira, bir öbek patatesi yı­
kamış, başını eğmişti, soğuk sudan kızarmış; pis tırnaklı ellerine il­
gisizce bakıyordu. Son günlerde, sabahlan elini yüzünü yıkamadı­
ğını, saçlarını taramadığını anımsadı birden. Kaç günden beri böy­
leydi? Beş, yedi ya da daha fazla ... "Eh, ne0önemi var ki..."
Daha da korkuncu, birkaç gündür, Seröja, kocası ve diğer ya­
kınlan da aklından çıkmışh. Oysa, hep onları düşünürdü. "Ne ol­
du bana böyle? Neden unuttum?" Alınan aşçı kadınlara aldıi'ış et­
meden ağlamaya başladı. Hıçkırarak ağlıyordu. Çocukluğundan,
babasının ölümünden beri böyle ağlamamışh. Volga'da, Plös'ten
motorla dönüşünde fımnaya tutulmuş, benzin rezervuanna yıldı­
rım düşmüş ve babası alevler içinde dalgalar arasına ahlmış, ölüsü­
nü iki gün sonra bulmuşlardı.
Aşçıbaşı kadın, yüzü gülmeyen bu kalpsiz kadın, her nasılsa
başkasının kederi karşısında duygulanmış olacak ki, ona dokun­
madı. Kira, geceleyin de, kendi kendine, "Neden unuttum, ne­
den?" diyerek ağladı. Son aylarda hemen hemen kimseyle konuş­
muyor, kimseye inanmıyor, herkesin jurnalcilik yaphğından kuş­
kulanıyordu. Şimdi anlıyordu ki, böyle devam ederse aklını boza­
cak ve Olya Sokolova gibi bir gün ilıniği boynuna geçirecekti. 01-
ya'ya bu kez candan aadı ve gözyaşları daha bol akmaya başladı:
"Ah zavallı kız... Nasıl oldu da kendisiyle konuşmadım..."

519
Sabaha dek, koğuşta beraber olduğu genç kızlan düşündü. Bu
yaşam böyle sürmemeliydi. Kızlar arasında çok iyileri vardı, onlar­
la dost olabilirdi. Rogova ve "işkembe-i kübra" gibileri de vardı.
Ne var ki, onlar çok azdı.
Sabahleyin, yine herkesten önce kalkarak mutfağa gitti. Sırhn­
daki giysileri yıkayıp çabucak kuruttu. Kendi de yıkandı, saçlarını
güzelce taradı. "Daha yaşayacağız, yaşayacağız!" diyordu kendi
kendine. Bu sabah ilk kez, Seröja ile Aleksey'in sağ oldukları güve­
ni doğdu içinde. "Hastaymışım meğer. Artık iyileştim."
Akşamsı, kara gözlü, ufak tefek kızın yanına cesaretle gitti.
Adı Galya idi ve Vitebsk taraflanndandı. Bundan başka hiçbir şey
bilmiyordu bu kız için.
- Sizinle konuşmak istiyorum, dedi.
Onun niyetini anlayan Galya:
- Gidip bir yerde fısıldaşalım, diye yanıt verdi.
Bir ay sonra Kira'nın birkaç arkadaşı vardı. Novgorot Pedago­
ji Enstitüsünde öğrenciyken yakalanıp Almanya'ya getirilmiş olan
İra ÖVarova, z.avalişin'in bir ajanı olduğunu, kendisinin deyişiyle
bu "alçaklığı", ''Teslim Olmayacağız" grubunun tavsiyesiyle kabul
ettiğini açıkladı. Kira, söz konusu grubun varlığını da Galya'dan
öğrendi. On yedi kişinin oluşturduğu Teslim Olmayacağız'ın tek
bir amacı vardı: Umutsuzluğa düşenlere elinden gelen yardımı
yapmak.
1943 yılının Ocak ayında meydana gelen bir olay Kira'nın ka­
derini değiştirdi. Bir gün, kadınların işde oldukları bir sırada ko­
ğuşta bir arama yapıldı. Kira'nın yatağının alhnda aiti tane çiğ pa­
tates bulundu. Kaynahlmış patates olsaydı bunlar, Kira, "Dünkü
ve evvelki günkü patateslerimi yemedim," diyerek işin içinden sıy­
nlacakh. İyi ama, çiğ patates verilmiyordu.
"İşkembe-i kübra" geldi
- Al da mutfağa gidelim, dedi.

520
Aşçıbaşı, saçlan ıslak, iskemlede oturuyordu, demek ki, biraz
önce duş alınışh.
"İşkembe-i kübra":
- Bırak yerine onlan! komutunu verdi.
Kira, sepeti fırlath.
- Sana yerine koy, dedim, fırlat, demedim. Al ve koy! Nimet
bunlar.
Aşçıbaşı kadın, iskemleden kalkh, patateslerden birini alarak
Kira'nm ağzına götürdü.
"İşkembe-i kübra" Rusça konuştu:
- Haydi, tıkın!
Kira, dingin, "Hayır," dedi.
- Evet! yiyeceksin! Yoksa kafanı kıracağım.
Aşçı kadın peşkirle başını kuruluyordü, gözleri Kira'daydı.
Kira, "ne de olsa hafif atlathk" düşüncesiyle barakaya döndü.
Galya ile İra ona koştular:
- N'oldu?
- Hiç. Bağınp çağırdılar.
Bu sırada "işkembe-i kübra" içeri girdi ve:
- Kalk! Saf düzeni, marş! komutunu verdi.
Olup bitenden haberi olmayan kadınlar, söve saya ve isteksiz
isteksiz sıra oldular. Şef, Kira'yı öne çıkararak, nutuk atmaya baş­
ladı. Topluluk önünde söz söylemek, yapabileceği işlerin en ağırıy­
dı onun için. Terliyordu.
- Bu kancık hırsızın biri. Bu rezil, Frau aşçıyı aldatmış. Frau
iyi bir kadın. Bize lezzetli yemekler pişiriyor. Bu ise domuz. Do­
muz gibi zıkkımlanmayı seviyor.
Kira'ya çürük, kara bir patates uzath:
- Haydi ye bakayım.
Kira, Minskli üniversite öğrencisi Lida Volkova'ya bakmamak
için kendini zorluyordu. Patatesleri onun için çalmışh. Kazan da-

521
iresinde çalışan Lida bunları orada pişirecekti. Kira, onun dayana­
mayacağından, gerçeği açıklayacağından korkuyordu. Ondan son­
ra, allah göstermesin, ona da işkence edeceklerdi.
Kadınların gözleri Kira' daydı. Bazıları acıyarak, bazıları da
merakla bakıyordu. Kira, birden, çürük patates yemenin hiç de güç
bir iş olmadığı kararına vardı. Kendini zorlayarak büyük bir parça­
sını ısırmalı, yutarken başka bir şey düşünmeliydi. Tavandan sar­
kan elektrik lambası kaç mumluktu acaba? Yirmi beş veya on beş?
Patatesi içi bulanmadan yedi. Hatta gülümsemeyi ve "işkem­
be-i kübra"ya alaycı bir sesle "teşekkür ederim", "mersi" demeyi
düşündü. Sonradan vazgeçti: "Boşuna ... Bu hayvanın üzerinde et­
kisi mi olacak sanki ..." Sadece:
- Tamam, demekle yetindi.
"İşkembe-i kübra", "Rahat!" komutunu verdi.
Sonra Kira'ya yaklaşh. "Dayak faslı başlayacak şimdi" düşün­
cesi geçti aklından. öteki:
- Alacağın olsun senin, dedikten sonra dışarı çıkh. Kira ya­
tağına uzandı. Yanı başında Lida için için ağlıyordu.
- N' olursun yapma, Lidoçka...
G�cenin geç vaktiydi, herkes uyuyord� . Galya Kira'nın başu­
cuna geldi:
- Bravo sana, diye fısıldadı.

Ertesi sabah "işkembe-i kübra", Kira'yı, büyük işlikteki uzun


boylu, zayıf ve yaşlı Alman'ın yanına götürdü. Alman, Kira'ya bir
fırça ile metal bir kürek verdi, süpüreceği yeri, çöp tenekesini gös­
terdi, sonra erkekler tuvaletine götürerek uzun saplı fırçayı ve pa­
çavraları nasıl kullanacağını anlath. Yaşlı bir Alman kadını da ka­
dınları tuvalete götürdü.
Kira böylece süpürgeci oldu. Bu işi, mutfaktakinden daha pis­
ti, fakat biraz daha kolaydı. Mutfakta saatlerce iki kap patates oyu-

522
yordu. Aşçıbaşı kadının bağırıp çağırmalarından bıkmış usanmıştı.
Burada ise, iş süresi boyunca hareket halindeydi, yorulduğu za­
man bir yere oturabilirdi. Yeni işinin çok önemli bir üstünlüğü da­
ha vardı: Cephelerdeki duruma ilişkin haberler öğrenebiliyordu.
Erkek tuvaleti önündeki sigara içim yerinde, erkekler haberler üze­
rinde yorumlar yapıyorlardı. Bir gün, iki işçiden biri göz işaretiyle
Kira'yı göstererek yavaş konuşmasını uyardı. Öteki, "Anlamıyor
o." dedi ve sonra Kira'ya, Almanca olarak, Almanca bilip bilme­
diğini sordu. Kira, gülümseyerek omuzlarını kaldırdı.
İşçiler, bir hafta içinde, onun yanında hiç çekinmeden konuş­
maya alıştılar. Kira, onlarla hiç ilgilenmiyormuş gibi davranıyor,
işine devam ediyordu. Genellikle baş örtüsü ile gözlerine kadar yü­
zünü kapıyordu. Bir gün, arkadaşlarının kendisine sempati dolu
bir sesle Hansen dedikleri bir Alman, sigara 1.çme yerine girdiği za­
man, Kira'yı ardından, omuzlarından yakaladı.
- Kocakarı, sende daha iş var, diye gülümsedi.
Bunu, sonraki günlerde de yineledi. Bir gün Kira dayanamadı
ve elindeki paçavra ile Hansen'e vurdu. Alman kızmadı, kabahatli
kabahatli gülümsedi.
Yine bir gün izmaritleri toplamak için girdiği zaman, işçilerin,
aralarında fısıltı ile konuştuklarını görünce hayret etti. Sanki cena­
ze törenindeydiler. Hansen'in:
- Şu Stalingrad bir değirmen gibi boyuna insan öğütüyor.
Pavlus'un ordusunu da eritti... dediğini duydu.
Ve Kira Stalingrad zaferini böylece öğrenmiş oldu.
Havanın kararmasını sabırsızlıkla bekledi, bu haberi arkadaş-
larına bir an önce bildirmek istiyordu.
Galya'nın gözleri şeytanca parladı:
- Teşekkür ederim Varya, ben de öğrendim.
Ve derhal sustu. "İşkembe-i kübra" Nadya'sı ile ya�larına ge­
liyordu. Nadya:

523
- Ne diye sırıhyorsunuz, kanaklar! dedi. Ağzından buram
buram içki kokusu yayılıyordu.
"İşkembe-i kübra" tehdit dolu bir sesle:
- Sevinmekte acele ediyorsunuz, reziller, o zamana dek siz­
den iz bile kalmayacak, diye söylendi.
Acı da olsa, doğru söylüyordu. Stalingrad zaferinden Alınan­
lann tam yenilgisine dek, uzun bir zaman geçecekti. Ukrayna, Be­
lorusya, Orel, Kursk ve Moskova'ya pek yakın olan Rjev henüz Al­
manlann elindeydi, Leningrad kuşatması sürüyordu.
İra Uvarova, Zavalişin tarafından çağnldığını söyledi:
- Bana, "Konuşulanlan da susanlan da dikkatle izle. Susan­
lar daha tehlikeli." dedi. "İçimizde en tehlikeli insan bizim koğuş
yöneticisi, Sergey Vladimiroviç. Şehir şurası üyesi olduğunu gizli­
yor." dedim. Zavalişin, araşhracaklannı söyledi.
Aradan beş-alh gün geçmişti ki, kadınlar, "İşkembe-i küb­
ra"nın şehire gitme hazırlığı yapmakta olduğunu gördüler. Dudak­
larını boyadı, göğsüne yeni bir OST dikti.
Gidiş o gidiş. Nadya yine koğuşa geçti, acıdılar ve kendisine
en kenarda da olsa bir yatak verdiler.
Küçük odaya yeni bir yönetici geldi: Bayan Ana Vasilievna Pa­
ramoaova. ''Teslim olmayacağız" grubunun .başkan yardımcısı İra,
onu, Zavalişin'e pek övmüş.
Ve koğuştaki kadınlar birazcık rahata kavuştular.

Hansen elverişli bir fırsattan yararlanarak:


- Gqrüyorum ki, siz Alınanca biliyorsunuz, Frau. Korkma­
yın benden. Düşman değilim, dedi.
Sigara içme bölümüne girdiler. Alman, Kira'ya, yapmacık bir
sesle işini çabuk bitirmesini emretti ve bu arada göz kırph.
Akşam Kira, Galya'ya durumu anlath ve:
- Ne yapayım? diye sordu.

524
- Bozuk bir Almanca ile konuş. Bizim gibi... dedi.
Kira ertesi gün, Hans'ın tornası yanından geçiyordu. Alman,
kadının cebine bir paket soktu çabucak. Pakette, bir parça ekmekle
salam ve "Öğle istirahatinden sonra gel. Bu kAğıdı da yırtıp at." ya­
zılı bir kAğıt vardı.
Kira, öğle yemeğinden sont'a genellikle kadın tuvaletinde yer­
leri yıkıyordu. Bu kez erkekler tuvaletinden başladı. Hans geldi.
Kira, onun verdiği kAğıt parçasını geri çevirdi:
- Siz yırtıp ahn, dedim.
Hans gülümseyerek, kağıdı yırth:
- Teşekkür ederim...
Ve yineledi:
- Korkmayın benden. Düşman değilim. Birinci katta çalışan­
lar bizdendir. Onlara, Layşner ustanın d�posunda pek çok tahta
ayakkabı bulunduğunu söyleyin. Bunlar artan ayakkabılardır.
Kendisine rica etsinler. Kabul etmezse durumu mühendis Hen­
ka'ya bildirsinler.
Kira'nm elini sıkh ve çıkıp gitti.
Birinci katta yalnız doğulu işçi kızlar çalışıyordu. Ayakkabıla: .
n çoktan giyilmez hale gelmişti. Bu yüzden yalın ayak dolaşıyqf­
lardı. Beton döşeme; metal parçalan ve kömür artıklarıyla dolu idi.
Layşner usta, ilk önce "Ne ayakkabısı? Nereden bulayım?" di­
ye bilmezden gelince, Galya, "Herr Henka'dan isteyin lütfen." de­
di. Layşner usta, kendisine akıl vermeye kalkışan Rus kızına hay­
retle baktı. Galya'ya, Almanya'daki çalışması süresince ilk kez
"Fraulein" deniyordu.
Usta, üstü muşamba bezinden, tabanı kalın tahtadan bir çift
sandalet getirdi:
- Alın, Fraulein, ayağınıza tam gelirse sevinirim. İşten rnnra
da arkadaşınız için alırsınız.
Galya, beton döşemede tek tek yürümeye başladı.

525
Ertesi sabah, Kira yine Hans'ın yanından geçiyordu. Durup
kendisiyle konuşmak, elini sıkmak geçti içinden. Sadece hafifçe gü­
lümsemekle yetindi.
8 Mart 1944 günü, iş mantosu ile iş araçlarının bulunduğu do­
labın kapağını açhğı zaman, iş giysisinin cebinde ince bir kağıda
sanlı, küçük yapraklı bir dal ve küçük bir çikolata buldu.
Ağlamamak için kendini güç tuttu.
O gece, uyumadan önce kadınlardan biri:
- Yann 8 Mart, dedi.
Sinirli bir ses yanıt verdi:
Ne olmuş 8 Mart olmuş da!
- 8 Mart...
- Sana ne bundan? Pasta ziyafeti mi çekecekler yani?
Her ağızdan bir ses çıkmaya başladı. Memlekette 8 Mart'ı na­
sıl kutladıklarını anımsadılar, şimdiki durumlarına lanetler savur­
dular.
- Sabah uyandığım zaman oğlan kardeşim Kolka, bir kutu
çikolotayla Krasnaya Moskova parfümünü burnuma dayardı.
- Ben, yaşamımda ilk şampanyayı 8 Mart'ta içtiın...
- Biz birbirimize hediyeler verir, geleceğimizi öngören gül-
dürücü mektuplarla yazışırdık.
Galya, memleketteki son barış 8 Mart'ında arkadaşlannın ken­
disine komple gramofon plakları hediye ettiklerini anlattı.
- Plaklann hepsi de Lemeşev'dendi.
Kira, söylenenleri dinlerken, bunlann arhk hiçbir zaman geri
dönmeyeceğini acı acı düşünüyordu.
Bu sabah, işte, hiç beklemediği hediye ile karşılaşh.
Yalnız kendisi değil, koğuştaki diğer arkadaşlan da hediyeler
almışlardı. Demek ki, Hans yalnız değildi bu işte. Galya'nın iş araç­
ları çantasına küçük bir sempatik ayı koymuşlardı. Başında bilinen
taç yerine, kadm çorabından dikilmiş bir kalpak vardı.

526
8 Mart akşamı, yemekten sonra kadınları sinemaya götürdü­
ler. Bu da bir sürprizdi. İlk önce güncel olaylar gösterildi: Adolf
Hitler nutuk söylüyor, Adolf Hitler İtalyan elçisiyle görüşüyor, da­
ha sonra da cephe haberleri. Bundan sonra da "Anton İvanoviç'in
Kızgınlığı" adlı film. Kızlar kırıldılar gülmekten. Fakat filmin so­
nunda hepsi de ağladı. Leningrad'ı görmüşlerdi, artistlerin hiçbiri
yabancıları değildi, hepsi de canlarına yakındı. Ne yazık ki, bunlar
arbk dönüşsüz bir geçmişin anılarıydı. Gerçek olan şey, koğuştu.
Yaz başlangıanda Hans, "Yakın günlerde sizi bir başka yere
götürecekler. Üzmeyin kendinizi. Size iyilik diliyoruz," dedi.
Aradan bir hafta bile geçmeden, Kira, birkaç kadın arkadaşı ile
birlikte Frankfurteralee'deki kantoraya götürüldü. Frau Belin­
berg'in malikanesinin kahyası Maks Vaydeman, kendisini oradan
alıp götürdü.
Kira, Hans'ın adresini unutmamak için sık sık tekrarlıyordu:
"Berlin, Pankov, Dolomitan Strasse, 1 8."

"K
ONUŞMAMIZ G EREKİYOR ÜRLOV YOLDAŞ ... "
Elektrik düğmesi çevrildi, içerisi hafifçe aydınlandı. Biri reze-
yi çekti, fakat kapıyı açmadı. "Neden geciktiler?"
- Bay Orlov, nasılsınız?
Daha iyisi can sağlığı.
Kapı açıldı. İçerisi daha da aydınlandı.
- Günaydın Bay Orlov.
"Demek ki sabah... "
Sizi yukarı götürmem emredildi. Buyurun.
Pekala, gidelim.
Bu nasıl soru böyle?
Üç günden beri buradasınız ... Öğle yemeği de verilmedi
size...
Akşam yemeği de... "Su işini söylemeyeceğim, namussuz-

527
lara... Akmasa da damlıyor. On beş dakikada, bir avuç su toplanı­
yor. Söylersem bunu da keserler... "
- Merak etmeyin Teğmen, yürüyebileceğim... "Beni nereye
götürüyorlar acaba? Sorguya mı? Biraz başım dönüyor. Eh, yürü­
yebileceğim."
Orlov'u geniş bir aydınlık odaya götürdüler. Pencereler açık.
"Yanık kokusu var. Demek ki, Berlin havadan yine bombalanmış
Neden duymamışım? Uyumuşum demek. .. Uyku sağlıkhr, Alek­
sey İvanoviç!"
Beyaz örtülü masada süt var.
Buyurun, için, Bay Orlov.
Çay da olabilirdi.
Üç günlük açlıktan sonra süt daha iyidir.
Zehir konmamışhr herhalde?
Kuşkunuz yersiz. İçiyorsunuz, değil mi? Bravo. Dinlenin ·

biraz. Sizi güzelleştirmeye götüreceğim.


Orlov, ayna önündeki koltuğa oturdu. "Oho, adamakıllı sakal­
lanmışım."
Askeri üniforması üstünde beyaz bir iş gömleği geçirmiş olan
berber çıkageldi. Orlov'u dikkatle süzdü. Orlov derhal tanıdı ken­
disini: Ujakin; teğmen. Daha savaştan önce tanışmışlardı. "Adı
neydi? Nikolay mı? Mihail mi? Hah, anımsadım. Adaşız. Aleksey
Ujakin."
Astafiev
- Ribakov, hem sakal hraşı, hem de saç hraşı... dedi.
- Başüstüne efendim.
Astafiev, bir gazete alarak masa önüne oturdu. Orlov, gazete­
nin adını gördü: "Gönüllü."
Ujakin, Orlov'un önüne çarşafı yerleştirdi.
"Demek ki buradaki adın Ribakov ha, Teğmen Ujakin? Senin
kim olduğunu sana şimdi anımsatacağım ... "

528
- Ujakin, dost işi bir hraş isterim ha .. Eski dostça...
.

Berberin elleri titremeye başladı. Sesi çatal çatal çıkb:


- Bana mı söylediniz?
- Sana, Ujakin, sana.
Berber iyice afalladı, sarardı, önündeki araçları karıştırmaya
koyuldu, sonra bir ustura atıp·ışığa tuttu. Teğmen Astafiev konuş­
mayı duyunca yanlanna gelmişti:
- Ribakov, bırakın usturayı yerine.
Ujakov, bıraktı.
- Kollannı yukan kaldır, Ribakov.' Eller yukan!
Kapıyı ayakla iterek bağırdı:
- Nöbetçi!
Derhal bir subay içeri girdi.
- Bay Sevastiyanov, Astsubay Ribakov'u tutuklayın, götü­
rün gereken yere.
- Başüstüne.
- Tedbirsiz davrandınız, Bay Orlov. Ribakov, sizi piliç gibi
doğrayabilirdi.
Ujakov mu? Yapamaz. Korkağın biridir.
Daha kötü ya ...
Gazetenize bir göz atabilir miyim?
İlgilendiriyor mu sizi?
Neden ilgilendirmesin!
Değmez çünkü. JilenkoV.un yazı işleri müdürlüğü sırasın­
da bir şeye benziyordu. Şimdiki yazı işleri müdürü ise, prens Barya­
tinski Erastov'dur. Paris'ten tanınm kendisini. Mankafanm biridir.
"Gönüllü" başlığının altında, ''Kurtuluş hareketi savaşçılan
için günlük gazete" yazısı vardı. Orlov, başlık.lan okudu: "Cephe­
lerde", "Alman birlikleri yeni yeni mevziler kazandı", "Rus halkı
vatanı bolşeviklerden kurtarmak için savaşıyor."
"General Jilenkov �aris'te, Halk Partisi lideri Jak Dorio tarafın­
dan içtenlikle karşılandı."

529
"A. F. Kerenski ile mülakat için Madrit'te bulunan Geçici Rus
Hükümeti Başbakanı şöyle diyor: 'Rusya özgürlük savaşına hazır­
dır. Bütün kalbimle inanıyorum ki, General Vlasov Rusya'yı doğru
yola çıkaracakhr."
"Bertin 5-Bahn'ında bilet fiyatlanna on beş fenik zam yapıldı."
Dinsel ayinlerle ilgili birçok ilan ...
"Kayıp aranıyor" ilanlan: "Lidya Mihaylovna Abramova,
1920' de Vrangel ordusunda subaylık yapmış olan Viktor Nikolae­
viç Abramov'u anyor." Adres: Breslav, 5, "Kayzerkrene" kabaresi!
Bir astsubay girdi içeri:
Emriniz, efendim?
İş gömleğini geçir sırbna. Bay Yarbayı hraş edeceksin.
Başüstüne. Buyurun, Bay Yarbay.
Fazla saçlan kesin. Hepsi o kadar.
Oradan çıkalı çok mu oldu, efendim?
Astafiev, başını gazeteden kaldırdı:
Kotov! Gevezelik etmeden çalışamaz mısınız?
- Güç çalışının. Konuşmadan duramam.
- Benimle konuş öyleyse.
Kotov, bundan sonra tek söz söylemedi. Sadece işiyle ilgili so-
rular soruyordu:
- Bıyıklannızı bırakayım mı? Yakışıyor size.
- Bıyıklı da olur, bıyıksız da. İstersen kesme.
Astafiev takıldı:
- Bıyık, şövalyelere pek yakışır.
- Kotov, kes bıyığı. Neyime gerek benim.
Berber, Orlov'un isteğini yerine getirdi, Astafiev'e sordu:
- Odekolon süreyim mi efendim?
- Dayan. Rayhbank'ın parası bol nasıl olsa.
Üçüncü katta bir odaya girdiler. İçerde bir maroken divan, viş­
ne çürüğü derin koltuklar ve yerde de halı vardı.

530
- Dinlenin, Bay Orlov. Ben şimdi geleceğim.
Astafiev, kapıyı dışarıdan kilitledi. Orlov koltuklardan birine
oturdu.
- Pardon, Bay Yarbay. Kahvalhnız sizi bekliyor.
Orlov, masaya bakınca hayret etti. Masallardaki gibi bir örtü,
üzerinde sosisler, galiba sıcak da; ekmek, tereyağı, mis gibi kokan
kahve.
"Koltuğa oturur oturmaz uyumuşum. Bu yüzden ne zaman
getirdiklerini farketmemişim."
- Biraz kestirdiniz Aleksey İvanoviç. Buyurun kahvalhnızı.
Astafiev yine çıkh. Ardından iki kişi geldi: Biri Vlasov, öteki
Nikandrov adında uzun boylu, sakallı bir ada·m.
Orlov, sosis tabağını yana koydu. Vlasov dostça:
- Bırak şu inadı Aleksey İvanoviç, deqi, z:aten birkaç gündür
midene bir şey girmedi, doyur kamını. Acelemiz yok bizim.
- Söyle bakalım Vlasov, ne istiyorsun?
- Aleksey İvanoviç, bir zamanlar seninle biz Yalta'dardık.
Hangi aydaydı, bir türlü annnsayamıyorum şimdi?
- Ne önemi var bunun?
- Kıskanıyordum seni. Ne güzel karın vardı. Adı Kira idi ga-
liba. Evet, evet, Kira. Dinle beni, Orlov. Dikkatle dinle. Her şeyi iyi­
ce tartmanı istiyorum. Şunu da söyleyeyim ki, senin resmini ve im­
zanı taşıyan bildiriler Sovyet insanlarının üzerinde derin izlenimler
bırakh. Yineliyorum, iyice tart her şeyi. Şimdilik hoşçakal.
Nikandrov en son ayrıldı odadan. "Beni baştan aşağı süzdü
hain. Ölçü�ü aldı sanki cellat."
Sosisler ve kahve soğumuştu. Orlov yememek için kendini
güç tutuyordu.
Açılan kapıdan Kira'yı içeri ittiler. Orlov, ilk anda hiçbir şey
anlayamadı. "Kira ha? Nasıl çıldırmadım, yarabbi? Bir rüya mı
bu?"

531
- Alöşa!
''Evet, o. Kira."
- Alöşa!
Kira, Orlov'un boynuna atıldı. Anlaşılmaz şeyler söylüyordu.
Onlar getirdi beni buraya. "Şimdi göreceksin onu." dediler.
Kira! Gözlerime inanamıyorum... Sevgilim!
Alöşa! Ne zamandan beri buradasın? Seröja nerede?
Nerede olabilir! Kineşma' da büyükannesinin yanında.
En son ne zaman gördün?
İki-üç hafta önce.
Hasta değil ya?
Kira, hala gözlerime inanamıyorum.
Söyle, Seröja sağlam mı?
Sapasağlam. Kira! Ağlama, Kira! Ağlama, Kira!
Kendimi tutamıyorum. Çok çektim. Nasıl oldu, ben de an­
layamadım. Seni ararken kamyon hareket etmiş. Sen gördün mü
onları? Seröja'yı ve annemi?
Kira, anlat, anlat.
- Nasıldı?
- Okula gidiyor. Hem de iki okula, hem de müzik okuluna.
Anlat bana, konuş, hayahm benim.
- Zifiri karanlık, soğuk bir geceydi sanki... Nasıl sağ kalabil­
dim? İliklerime kadar nefret ediyorum onlardan. Annem nasıl?
Çok mu yaşlanmış?
- Seröja ihtiyarlamasına müsaade etmiyor. Öyle iştahlı ki bi­
zim oğlan.
Gördün onları demek?
- Kira, ağlama, sevgilim.
- Kendimi tutamıyorum. "Şimdi kocanızı göreceksiniz. Et-
kileyin onu." dedi bana.
- Kim o?

532
- Kim olacak, Vlasov. ''Her ikinizin de sağ kalmanızı istiyor­
san etkile kocanı," dedi. Alöşa, söyle ne yapayım sana? "Sizi dinle­
mezse diri diri yakacaklar kocanı." dedi.
Ellerinden geliyor bu işler...
"Her ne olursa olsun �lınanya mutlaka üstün gelecek."
dedi.
Bana da dedi. Kendileri gibi olmamı istiyorlar. Onlara bir­
çok şeyler söyleyeceğimi sanıyorlar. Budalalar. Doğru değil mi, Ki­
ra? Budala bunlar.
Budala! Elbette.
Bizi sağ bırakmayacaklar, Kira.
Biliyorum.
Benim resmimle bildiri dağıtbklannı söyledi.
Bana da gösterdi. Alman ünifonnasnu nasıl giyerim ben!
Montaj yapmışlar. Ellerinden geliyor rezillerin. Kira, işin
en korkunç tarafı ne, biliyor musun? Bizimkiler gerçeği öğreneme­
yebilirler ...
- Er geç öğrenecekler. Dünyada hiçbir şey gizli kalınıyor.
Öğrenmeseler bile, senin vicdanın temiz. Alöşka, öyle şeyler gör­
düm, öyle acılar çektim ki...
Bırak bunları şimdi.
- Seröja'yı anlat bana.
- Habersiz gittim. Büyümüş kerata. Benim omuzuma ulaş-
_
mış boyu.
Kapı açıldı. Yine Vlasov'la Nikandrov girdi.
- Size eşinizi görme olanağı sağladığım için bana teşekkür
etmelisiniz, Kira Antonovna. Aleksey İvanoviç, seninki, kendini
burada Riyabinina olarak tanıtmış. Bay Nikandrov emrinizi verin.
- Görüşme sona erdi, Bayan Orlova.
Kira, kocasını omuzlanndan sardı:
- Alöşa, bunlar insan değil, hayvan, canavar. Benim için

533
üzülme. Anlıyor musun, üzülme... Dayanacağım ben.
- Görüşme sona erdi, Bayan Orlova.
Yine kapı açıldı. Orlov, koridorda, otomatik tüfekli iki kişi gör-
dü. Nikandrov:
- Tutukluyu götürün! emrini verdi.
Kapı gürültü ile kapandı. Vlasov:
- Şimdi dikkatle dinle beni, Aleksey İvanoviç, dedi. Bu, son
konuşmam olacak seninle. Şimdi sana kağıt, kalem getirecekler.
Otur, yaz. Ya da ... neden öyle bakıyorsun?
- Bana işkence yapacaklar mı?
- Kılına bile dokunmayacağız. Tabii akıllıca davranırsan ...
Burada bir uzman var. İşinin büyük ustası. Fantazör. Adı, Erih Ri­
ke. Seni Kira'nın yanında sorguya çekecek.

Yeniden: Şıp şıp şıp ... Bugün Cuma. Kira'yı nereye tıktılar aca­
ba? Yıllardan beri görüşmemiştik... Yaşamda, belki de aşk en
önemli şey... Almanlar üstün gelmeyecek. Zafer bizim olacak...
Ben, o zamana dek çürüyeceğim belki de... Ne önemi var... Kira'ya
acı çektirecekler... Bir tabancam ve iki de mermim olsa... Fazlası ge­
rekli değil. Biri Vlasov' a, biri de bana ...
Şıp şıp şıp ... Nereye akıyor bu su? On beş dakikada bir avuç
su ... Döşeme kuru ... Nereye gidiyor bu su? Elektrik düğmesi çevril­
di.
Gidebilirsiniz Malov...
İçerdeki size bir kötülük yapabilir, Bay Yarbay... Güldü.
Bana mı? Düşündüğünüz şeye bakın hele, Malov...
"Kimin sesi bu? Teğmenin değil..."
- Yanm saat sonra gelin Malov. Beni sorarlarsa "Orlov'un
yanında," deyin. Anladınız mı? "Orlov'la konuşuyor."
Anladım efendim.
- Gidin.

534
Kapı hafifçe açıldı:
- Uyuyor muydunuz, Orlov... Uyumuyorsunuz, değil mi?
Sizinle konuşmalıyım Orlov Yoldaş.. .

ANDREY MiHAYLOVİÇ �ARTİNOV'UN ANILARINDAN


Orlov, yirmi dört saatte öylesine değişmişti ki, kendisini bir­
denbire tanımak güçtü. Küçülmüş, bumu sivrilmiş, gözleri kıpkızıl
olmuştu.
Bana, "Nasıl yoldaş olurum seninle ben, rezil!" diye öyle bir
bağırdı ki...
Tek düşüncem şuydu: Nasıl davranmalı, neler konuşmalıy­
dım da onu kendime inandırmalıydım? Çünkü onun gözünde ben,
en bayağı, en aşağılık bir haindim. Bunu çok iyi anlıyordum.
Olabildiği kadar dingin bir sesle:
- Sesinizi yükseltmeden konuşun lütfen, dedim.
O bildiğinden şaşmıyordu:
- Hiçbirinizden korkmuyorum, haydut ...
- Sesinizi yükseltmeden konuşamaz mısınız? Benim yanını-
za gelişim, karınızın kurtarılması sorunu ile ilgili ...
Nereden aklıma gelmişti bu büyüleyici söz? Orlov lanetlerini
sürdürdü, fakat sesini yükseltmeden... Bunun üzerine her şeyi aç­
hm.
Konuyu biraz öncesinden ele alayım: Truhin, bir gün bana
"Vasilevski'nin adamını görmek ister misiniz?" dedi. Orlov'un
"Vasilevski'nin güvendiği adamlardan biri" olduğunu da nereden
anlamışlardı! Truhin, yakalanan subayın, "Sovyet komutanlığının
planlarını hiç olmazsa Vasilevski kadar iyi bildiğini" anlath. Her
şeyi abarthkları gibi bunu da abartmışlardı. "Bize son derecede ge­
rekli bir adam bu" dedi, Vlasov'u kıskandığını da belirtti : "Bizim
Andrüşa kabına sığamıyor. Bu subay onu felaketten kurtaracak... "
Orlov'u daha ilk görüşümde beğendim.

535
Truhin, "İzleniminiz ne, Pavel Mihayloviç?" diye sordu. "Sert
bir cevize benziyor. Kolay kolay kırılamayacak." yanıbnı verdim.
Truhin, "Kırılacak, kırılacak. Göreceksin bak. .." diye diretti.
O gece, Merkeze şu raporumu bildirdim: "Şimdilik dayanı­
yor." Bu değerlendirmemde haklıydım. Çünkü Orlov'un ilk sorgu­
sundan sonra Vlasov yemyeşil olmuştu. Kızgınlığını gidermek için
Adela'sının yanma gihnişti.
Merkezden gelen karşılıkta şöyle deniyordu: "Vlasov'un öne­
risini kabul ehnesini Orlov'a bildirin." Raporumda "Orlov bana
güvenmeyebilir." dedim. Yanıtladılar: "İnandırıcı kanıtlar topluyo­
ruz. Bizi öbür gün arayın." İşte o gün, Orlov'un kansını götürdüler
yanma.
Yineledim:
Konuşmamız gerekiyor, Orlov Yoldaş.
- Sizinle konuşacak hiçbir şeyim yok, haydut!
- SOvün bakalım, sövün. Yalnız bağırmadan.
Kansının kurtarılması konusunu konuşacağımızı söyleyince
dinginleşti. Bunun üzerine:
- Onlardan değilim ben, Orlov Yoldaş, dedim.
Güldü:
- Ah haydut seni, inandırabileceğinizi mi sanıyorsunuz?
Fakat, gözlerinde bir merak, bir umut pırılbsı yanıp söndü.
- Görüyorum ki, sizi inandırmak çok güç. Ne var ki, vakti-
miz çok az... Şimdi kısaca anlatayım: Sizi, ordu ve partizan istihba­
ratları arasındaki işbirliğini düzenlemekle görevlendiren generalin
son dakikalarda söylediklerini şöyle bir anımsayın... Başbaşayrruş­
sınız.
- Boşuna yoruluyorsunuz. Böyle bir general tanımıyorum.
- Aynlacağınız sırada, general size demir kasanın anahtarla-
nnı kime verdiğinizi sormuş. "Her zamanki gibi Yarbay Vladi­
çin'e." demişsiniz.

536
Gözlerinde inanma panltılan belirdi. Karutlanma devam ettim:
- General, size kendinizi korumanızı salık vermiş ve ''Ken­
dini koruyaru allah da korur..." demiş. Doğru mu? Bundan başka,
"Rakamı unutmadınız ya?" demiş. Siz de ''Kırk beş." yanıhnı ver­
mişsiniz.
Artık tamamıyla inanmışh. Ben, kırk beşin ne olduğunu bilmi­
yordum. Orlov için özel bir anlamı vardı ki, gülümsedi söylerken.
Demek ki, bizdensin ha? Amma iş ha! Nasıl düştün bura-
ya?
Bunları serbest zamanınızda anlabnm. Şimdi yapılacak en
önemli iş şu: Moskova, Vlasov'un önerisini iq!bul etmenizi istiyor.
Ayağa fırladı:
- Olur mu öyle şey!
Vlasov'un yanında "çalışmamın" beninı de hoşuma gitmedi­
ğini anlathm.
- Derhal kabul etmeyin. Dayahn biraz. Direktifleri benim
aracılığımla alacaksınız. Vlasov, karınıza işkence yapılacağı tehdi­
dini savurdu. Bu tehdit sizin işinize yarayacak. "Kanma işkence
yapılmasıru istemiyorum... Bu yüzden ... "
- Buna inanacağını mı sanıyorsun?
- Hainlerin çoğu gibi Vlasov da santimantaldir,16 inanacak-
hr. Önerisini kabul etmenizi öyle istiyor ki...
Sahiden de bizden misin? Adın ne?
- Ni.kandrov. Pavel Mihayloviç.
- Partizanlara gidiyorum diye uçağa bindim, Vlasov'un eli-
ne düştüm. Nasıl iştir bu? Bir türlü anlayamıyorum.
- Her şeyi anlatacağım. Fakat, şimdi en önemli sorun var
önümüzde. Öneriyi kabul ettiğinizi bildirdikten sonra sizi, otelde
527 numaralı odaya yerleştirecekler. Orası oda değil, son yoklama-

1 6 Duygulu, içli, hassas.

537
dan geçeceğiniz bir hücre. Beni de orada bir hafta tuttular. Gerek­
siz tek bir söz söylemeyin, tek bir davranışta bulunmayın.
- Anladım. Kira'yı görecek miyim?
Öneriyi kabul ettikten sonra, geceyi uykusuz geçirmemesi için
kendisine bir uyku hapı verdim.
Orlov'un, Vlasov'un önerisini sözde kabul edeceği sorgusuna
kahlmayı reddettim. Orlov'la Astafiev'i haşhaşa bırakmayı, neden­
se daha uygun buldum.
Teğmen, sonradan, bana her şeyi anlath. Orlov'dan iğrenerek
söz etti:
- Onu tam anlamı ile bir insan, gerçek bir yiğit sanırdım.
Meğer o da aşağılık bir herif, bir paçavra imiş. "Kira'ya işkence ya­
pılmasını istemiyormuş ... "
- Astafiev, siz, onun bir kahraman olarak ölmesiİıi mi isti­
yordunuz?
Bana, aşağılayıcı gözlerle bakh:
- Bay Nikandrov, sözlerimde manhk yok belki ama, bay Or­
lov, sıkılan kurşunların üstüne, göğsünü açarak yürüseydi daha
· memnun olacakhm. O zaman, onur, övünç gibi kavramların hala
yaşamakta olduğuna inanacakhm. Bunlarsız yaşam, yaşam değil,
Bay Nikandrov. Orlov'un size ve Vlasov'a yardım edeceğini anla­
dığım halde, böyle düşünmekten kendimi alamadım.
Astafiev'in, Orlov olayı ortaya çıkalı beri, Vlasov'dan adı ve
babasının adı ile değil, sadece ''Vlasov'' ya da "general" diye söz et­
tiğini fark etmiştim.
- Anlıyorum, amaca ulaşmak için her türlü araç kullanılır.
Ne var ki, vatan hainliğinin bu araçlar arasında olmasına gönlüm
razı değil nedense.
Ve gülerek ekledi:
- Sizler bu sözümün dışındasınız elbet.
Konuşmayı tatlıya bağlamak istedim:

538
- · Bence Orlov'un tutum ve davranışı doğrudur. Gerçek biİ'
Rus vatanseveri olarak, Andrey Andreeviç'in yönetimindeki kur­
tuluş hareketinin ...
Astafiev, öyle bir hınç dolu bakışla baktı ki bana ...
- Gönüllü gazetesinin b�şyazısını okuyorsunuz galiba, dedi.
Hiç beklemediğim bir zamanda, Astafiev'in yepyeni bir yanı-
nı açıklamaya başlayan konuşmayı sürdürmek istiyordum. Ne var
ki, riziko alhna girmeye hakkım yoktu, bu yüzden sert bir sesle teğ­
menin sözünü kestim:
- Sizin için bilı:nem ama, benim için, Gönüllü gazetesinin
içerdiği düşünceler yol göstericidir. Sizden.benim bu duygulanma
saygı göstermenizi rica ederim.
Astafiev, boşver der gibi elini savurdu:
- Bırakalım bunları... Orlov, bir paçavradır. Onun tek bir sö­
züne inanmıyorum. Bugün bazı kimseleri sath, yann başkalarını
daha ucuz fiyatla satacakhr. Bunlar neden ilgilendiriyor sizi, Bay
Nikandrov?
- Başka sorum yok size.
- Müsaadenizle...
Ve topuklannı birbirine vurarak çıkıp gitti.
Kimdi, neydi bu Astafiev? Hangi yüzü gerçek, hangisi yapay­
dı? Belinberglerden alıp getirdiği, bu oğlana benzeyen, dilli ve ha­
zırcevap kızı odasına yerleştirdi. Gündüz yanında tutuyor, akşam­
lan da Meşka'da beraber içiyorlardı.
Kira'yı nereye hktıklarını ondan sormayı unuttum.
Odama giderek Merkeze vereceğim raporu hazırlamaya ko­
yuldum. Orlov hareketi başarı ile sonuçlanmışh. Merkeze bildire­
ceğim daha önemli bir haberim de vardı: Almanya'da on alhsından .
altmışına kadar bütün halkın seferberliği başlamışh, bunları fols­
şturm özel birliklerinde örgütlüyorlardı.

539
"SEN DE Mi ALÖŞA!"
Astafiev, asansörde, iğneleyici bir gülümseme ile:
- Bay Orlov, Alman üniforması size pek yakışh. Tam bir Al­
man oldunuz, dedi.
Aleksey İvanoviç aynaya baktı ve: "Eh, ne yapalım, alışaca­
ğız," diye söylendi.
Beşinci kata vardılar. Astafiev, 527 numaralı odanın kapısını
açh:
- Buyurun efendim. Pek fakirane ama, ne yazık ki bundan
başkası yok. Berlin tıklım tıklım.
- Hiç de fakirane değil. Tam tersi, pek hoş ...
Orlov pencereye gitti. Caddenin karşı kesimindeki yıkıntıdan
sarı bir duman yükseliyordu. Astafiev:
- Görünüş pek de iç açıcı değil, diye konuşmasını sürdürdü,
evvelki gün bombaladılar.
- Tedirgin olmayın, Teğmen. Burası hoşuma gitti benim.
- Hoşunuza da gitmiş olsa, sizi daha iyi bir yere yerleştirme-
ye çalışacağım.
- Değmez, Teğmen, değmez. Boşuna zaman kaybetmeyin.
Orlov geniş, rahat bir koltuğa oturdu, bacaklarını gerdi, ceke-
tinin üst düğmelerini ilikledi.
- Şimdi sıra en güzelinde...
- Anladım. Yeni eve yerleşmemizi kutlayacağız yani.
Astafiev telefonun başına geçti:
- Restorana gitmek istediğimiz zaman altı rakamını üç kez
çevirin, karşınıza Ahmedali çıkacaktır. Korkunç bir dalavereci. Fa­
kat, acemi bir emir eri gibi, her emrinizi yerine getirir. Ahmedali!
Sen misin? Dinle dostum, 527'deyiz. Şustovski ile ona uygun meze­
ler hazırla, içki kuponu mu? Aklını mı oynattın sen? Oldu olmadı,
general hazretlerine ayırdıklarından yolla. Limon mu? Gerekli de-

540
ğil. Monarşizm bu ... Çünkü limonla konyak içmek ikinci Nik�
lay'ın buluşu.
Kulaklığı bırakarak oturdu:
- Şimdi gönderecek. Şustovski, bizce, daha doğrusu sizce,
yani Sovyetçe Ermenistan konyağı demek. Size biraz enerji gerekli.
Fakat, doğrusunu söyleyeyim, Önceki durumunuz daha fazla hoşu­
ma gidiyordu.
- Anlayamadım.
- Direndiğiniz ve generalin teklifini kabul etmediğiniz dö-
nemdeki durumunuz yani. Ben bir hiçim, bir paçavrayım. Ama, di­
renişinize gıpta ediyordum. Rüzgann çorak bir toprağa savurduğu
bir çiçek tozuyum. Ne vatanım var, ne ailem: Yitmiş bir kişiyim. Bi­
liyor musunuz en çok kimlere acıyorum? Dostlarınıza. Bugünkü
durumunuz onlar için büyük bir darbe. Çiin�, insana olan güve­
ni yitirmekten daha korkunç ne var! Babam, ölüm döşeğindeyken
bana şöyle demişti: "Bir gün elbet vatanın Rusya'ya döneceksin.
Fakat, oraya bir damla dahi kötülük götürme beraberinde. Sa� va­
siyetim bu olsun." Babam, Rusya'dan 1918'de korkudan kaçmışh.
Sonralan, bu davranışını hiçbir zaman affetmedi. Yanında Rusya
için kötü bir söz söylendi mi sapsan kesilirdi.
- Bay Astafiev, affedersiniz, bunları neden anlahyorsunuz
bana?
Astafiev sustu.
Orlov, içinden: "Rolünü iyi yapıyor, rezil. Gözlerinde derin bir
hüzün ... Yaman bir aktör kerata."
Kapı vuruldu. Truhin'di gelen. Orlov ayağa fırlayarak düğme-
lerini iliklemeye koyuldu.
Astafiev üzgün yüzünü Truhin'e çevirdi:
- Tanışhrayım sizi: Yarbay Orlov.
- Truhin.
Orlov, onun yumuşak ve nemli elini sıkh:

541
- Biz tanışıyoruz, General Yoldaş, affedersiniz, Bay General.
- Af dilemeye gerek yok, Bay Orlov. Ben de ilk zamanlarda
"yoldaş" tan bir türlü kurtulamamışhm. Yirmi yıllık alışkanlığı bir­
den atmak kolay değil... Nerede tanışmışhk?
- Moskova'da, Bay General.
- Bırakın şu generali menerali.
Kapı yine vuruldu. Astafiev açh:
- Gel bakalım.
Gelen Kozihina'ydı. San entarisi üzerine dantelalı iş gömleği­
ni geçirmişti, kabarık saçlarının tepesine iş başlığını kondurmuştu.
OST rozeti, siyah dantelalı mendille ustaca kapatılmışh.
Astafiev'in hüznü birden kayboldu:
- Neler getirdin? Konyak, havyar ve... kral buluşu. Söyle
Ahmedali'ye, üç kişiyiz arhk. Üçüncünün Födor İvanoviç, yani ge­
neral olduğunu unutma.
- Nasıl unuturmuşum generali? Hem de böyle büyük biri.
Truhin kahkahayı bash:
- Evet, büyük. .. Bir doksan alh boyunda... Söyle Ahmeda­
li'ye, bana şiş kebabı yollasın. İçeceksek insan gibi içelim. Dört ba­
şı mamur...
Kozihina fırladı gitti. Truhin sınth:
- Pek tatlı bir kız. Şu Ahmedali personel seçmesini biliyor
vesselam...
Astafiev kızgın bir sesle:
Bu kanarya onun seçmesi değil, diye söylendi.
- Pek şeker...
- Affedersiniz, General, Ahmedali'nin seçmesi olmadığını
bir daha söylüyorum.
- Anladım, teğmen, anladım. Pek tatlı...
Truhin konyak şişesini aldı:
- Başlayalım, baylar.

542
Ve bir su bardağını ağzına kadar doldurdu, yukarı kaldırdı:
- Bolşevizme karşı nefretin birleştirdiği değişik inançlı, de­
ğişik karakterli insanlar arasındaki savaş dostluğu, silah arkadaşlı­
ğı onuruna kadehimi kaldırıyorum. Ve Rusya için, Rus halkı için
içiyorum.
Astafiev, bir dilim limonu ağzına attı:
- Limonla gerçekten hoş. İmparator budala değilmiş meğer.
Truhin şişede kalan son konyağı da bardağına aktardıktan
sonra:
- Boş kadehi sevmem, dedi, imparatora gelince, tanırım
kendisini... Neden bakhn öyle, Astafiev? 1913'te Romanovlar hane­
danının üç yüzüncü yıldönümü kutlanıyordu. İmparator, impara­
toriçeyle birlikte Kostroma'ya geldi. Lisenin en uzun boylusu oldu­
ğum için, imparatoru ekmek ve tuzla karşı}amaya beni gönderdi-
·

ler. Şerefinize baylar...


Ve bardağın dibini kuruttuktan sonra boş şişeyi kaldırdı:
- Emrinize amadedir, Bay Teğmen...
Astafiev, telefona uzandı:
- Emriniz yerine getirilecektir. Födor İvanoviç, "Rus halkı
için" dediniz. Herr Göbels'e ve bizim Gönüllü gazetesine inanılır­
sa, Rus halkı Bolşeviklerden nefret ediyor ve Hitler'i sabırsızlıkla
bekliyormuş. Oysa bu halk, birkaç gün sonra, Bolşeviklerle birlikte
Büyük Almanya topraklarına girecek... Alo ... Ahmedali ... Yanıt
vermiyor.
Truhin bir dilim limonu, yüzünü buruşturarak çiğnedikten
sonra kabuğunu tükürdü ve sert bir sesle:
- Teğmen, sizden iyi bir komiser olacak! dedi.
- Her şeyi anlamak istiyorum, General. Çocukluğumdan be-
ri Rusya' dan uzak yaşadım.
Rusya'yı aklınla anlayamazsın, Teğmen.
Biliyorum, duydum. Rusya'ya sadece inanılırmış. Ben, bir

543
beyaz Rus mültecisinin oğluyum, söyleyin bana hangi Rusya'ya
inanayım? Siz ne dersiniz, Bay Orlov? Rusya'dan yeni geldiniz.

Orlov elindeki boş kadehi evirip çeviriyordu: "Ne istiyor ben­


den bu rezil? Öyle bir konuya girdi ki ... Derhal yanıt vermem gere­
kiyor... "

- Evet, mutlaka inanmalı. Ne ki, konyağı limonla içme bulu­


şunu ortaya koyan Rusya'ya değil... O Rusya çoktan geçmişe mal
olmuş. Çek çizgiyi üstüne...
Truhin kaşlanru çath:
- Teğmen, direktifini ver.
Astafiev, kulaklığı yerine asb: "Ahmedali kim bilir nerede? Gi­
dip arayayım şunu ..."
Truhin ceketinin düğmelerini çözdü:
- O, bunalbcı burası, Bay Orlov... En iyisi ceketi çıkarmak.
Siz de çıkarın. Böylece resmiyeti de kaldırmış oluruz.
Arka cebinden yassı bir şişe çıkardı:
- İster misiniz? Dokunulmaz yedekten bu ... Vokta. İstemiyor
musunuz? Pekala. Ben içeceğim. Kederliyim. Yakında elliyi doldu­
racağım. Arhk yokuş aşağı yolculuk başlıyor. ömür gelip geçiyor.
İyi ama ne kazandım şimdiye dek? Rus'um. Soyluyum. Bir soyluyu
dinlemek sizin için gülünç bir şey herhalde. Berlin' de bulunuyo­
rum. Bütün yaşamım boyunca boşa oynadım, kaybettim. Gençli­
ğimde imparatora oynadım, 1917'de bir tekmede devirdiler onu.
1918'de Savinkov'a kapıldım. Yaroslavl ayaklanmasına katılma bu­
dalalığını yapbm. Albay Perhurov ayaklanma komutanıydı. Kartal
gibi bir görünüşü vardı. Bolşevikler ilk önce kuyruğunu yoldular,
sonra da başını kopardılar. Yaşamalıydım. Kökenimi gizledim. Ve
Bolşeviklerin yönetiminde korgeneralliğe kadar yükseldim. İşlerim
bkınndaydı. Savaş geldi çatb. Tam o sırada, Genelkurmay Başkan
Yardımasıydım. Almanlar Smolensk'teydiler, Kiev'e yaklaşmışlar-

544
dı. Bütün Avrupa' daydılar, "İşte benim idealim: Adolf Hitler," de­
dim. Pek yakında onu kapana sokacaklar. Zavallı budala ...
Orlov, ayağa fırladı, hazır al durumuna geçti ve dingin bir ses-
le:
- Rica ederim, böyle konuşmayın, dedi, biz askeriz, uşak de­
ğiliz. Efendilerini, yalnız uşaklar kötüler.
- Ben şaka ediyorum, Bay Orlov. Haydi içelim.
- Konyakla votkayı kanşhrmak istemiyorum, Födor İvano-
viç. Astafiev şimdi getirecek.
- Hiç bekleme. Kanaryasının yanında şimdi o... Bordolu
Rus'tan ne hayır gelir! Dikkatli ol onun ya�ında. Alçağın biridir.
Seninle ben Rusya'danız. O, Bordolu. Söyle bana, ölümden korku­
yor musun? Ama yalana sapma.
- Nasıl diyeyim bilmem ki... Evet, kark\Jyorum.
- Teşekkür ederim. Yiğitsin sen. İç. İyi bir insansın, Orlov.
Hepsi yalan söylüyor. Korkmuyorlarmış. Oysa ödleri kopuyor.
Korkaklar... Bizun şefin, ne müthiş bir korku içinde yaşadığını bir
bilsen. Geceleri dua ediyor. Gözlerimle gördüm. Tapmıyor ve "Al­
lahım, yarabbim ... " diye mırıl mınl dua ediyor. Ben de korkuyo­
rum. Her şey varlığını sürdürecek, ben toprak alhnda olacağım.
Korkunç şey ... Anlıyor musun, şu maşa, şu koltuklar varlıklannı
sürdürecek, ben toprak alhnda olacağım...
Astafiev geldi:
- Şimdi getirecekler, dedi.
Truhin sarhoştu arhk:
- Gitme zamanıdır. General ... Babam bazen şöyle derdi:
"Aziz misafirler, ev sahiplerinden bıkmadınız mı daha?"
- Sizin kanarya nerede?
Astafiev ceketini uzath Truhin'e.
- Gidelim, Födor İvanoviç. Bay Orlov'un kansı neredeyse
gelir artık. Aleksey İvanoviç, kansını yıllardır görmedi.

545
Truhin'e bir türlü ceketin yenini bulduramıyordu.
- Sevincimi paylaşıyorum. Ben de, nikahlımı yıllardır gör­
medim. Buranın şırfınhlanndan bıkhm usandım. Uzun bir ayrılık­
tan sonra buluşmak ne büyük mutluluk!
Ve bir şarkı tutturdu: "Sıkılgandık ilk buluşmada! Söz bulamı­
yorduk konuşmaya ... "
Astafiev, kolunu geçirdi ceketinin yenine ve kapıya doğru sü­
rükledi generali.
- Auf wiedersehen Bay Orlov... Gidelim, Födor İvanoviç gi­
delim.
Kira girdi içeri. İlk önce yanlış bir odaya geldiğini sanmış ol-
malı ki, Vlasovculara şaşkın şaşkın bakh.
Orlov, Truhin'in götürülmesine yardım etti:
- Güle güle, ·Födor İvanoviç.
- Bir dakika, Aleksey İvanoviç, kendimi takdim edeyim.
Müsaadenizle Frau, ben Födor Truhin. Lise öğrencisi. .. Pardon... Si­
ze sevgiler dilerim...
Ve yeni bir şarkıya başladı: "Ve gülerek dedi ki içten.."
Ve misafirler nihayet çıkıp gittiler.
Sen de mi, Alöşa!. ..
Her şeyi anlatacağım ...
Nasıl yapabildin bunu, Alöşa!
Dur şu ceketi giyeyim.. .
Ve Orlov, Alman subay ceketini aldı. Kira bembeyaz kesildi:
- Nasıl yapabildin! ...
"Ah, nasıl anlatayım, nasıl!"
Kapı hızla açıldı ve Kozihina göründü. Onlara bir göz athktan
sonra şuhça gülümsedi:
- Bir isteğiniz var mı efendim?
- Kira, dur, anlatacağım ...
Kira, kapıdan haykırdı:

546

Alçak!...
Orlov, karısının peşinden fırladı.
İhtiyar kapıa arkasını asansöre dönmüş, aklından bir takım
hesaplar yapıyordu. Asansör deliğinden aşağıya büyük bir şeyin
düştüğünü duydu. Bundan sonra kalp paralayıcı bir kadın feryadı
yükseldi:
- Varya! Varenka!
Güzel servitör kız, merdivenlerden aşağı koşuyordu. Son ba-
samaklarda Orlov'a yetişti.
Orlov, biraz sonra kansının cesedi önüne diz çökmüştü.
Servitör kız, son basamağa oturmuş, ağ�ıyordu.
Elektrikler söndü. Bombardıman başladı.
Dışarıdan bir ses geliyordu:
- Ahtung! Ahtung!

AN DREY MiHAYLOVİÇ MARTİNOV'UN ANILARINDAN


Kira'nın cenaze töreninde Jilenkov büyük bir çaba harcadı.
Güzel bir tabut ve çiçek bulunmasını sağladı. 1944 yılı y�zında Ber­
lin' de bunları bulmak hiç de kolay değildi.
Ceset morga götürülmek üzereyken Vlasov'la Truhin geldiler.
- Aanı çok iyi anlıyorum, Aleksey İvanoviç. Kendini kede­
re kaptırma. Önünde önemli işler duruyor. Bunlar bu acıyı unut­
mana yardım edecektir.
Vlasov daha birçok şeyler söyledi. Besbelli ki, astlarına, özen
gösteren bir "baba-komutan" görünümü hoşuna gidiyordu. Hele
Gönüllü gazetesi muhabirlerinin orada bulunmaları, onun bu "ba­
balık" cakasını daha da körüklüyordu.
Truhin ayıktı, şık giyimliydi, etrafında olup bitenlere aldırmı­
yordu. Sabırsız bir hali vardı. Herhalde, ruhunu dinginliğe kavuş­
turacak olan içkiye kavuşacağı öğle yemeği zamanını bekliyordu.
Nihayet dayanamadı, uzun nutkunda saçmalamaya başlayan

547
Vlasov'un sözünü kesti:
- Andrey Andreeviç, toplanhyı unutmadınız herhalde.
- Unutmadım, unutmadım, dedi ve Orlov'a kendini kopup
koyuvermemesini salık verdikten sonra bana döndü: "Pavel Mi­
hayloviç, gereken işlerin kusursuz yapılmasına özen gösterin."
Truhin, bana elini uzahrken, alaycı bir sesle:
- Özen gösterin, özen, dedi.
Bir kamyona bindik, Astafiev'le oğlana benzeyen genç kadın
yanyana oturdular, bu kızcağız yol boyunca sessizce durmadan ağ­
ladı. Aynca, muhafız takımından iki asker ve siyahlara bürünmüş,
başını bir keşiş kadın gibi siyah baş örtüsü ile sanp sarmalamış ta­
nımadığım bir kadın vardı. Aleksey İvanoviç'in eli tabutun üzerin­
deydi.
Kira'yı, Dobendorf yakınındaki mezarlıkta, Rus subaylarına
ayrılmış parsele gömecektik.
Aleksey İvanoviç, tabutun indirilmesine yardım etti. Daracık
mezara kadar tabutun yanında yürüdü. Gözleri kupkuru idi, ko­
nuşmuyordu. Astafiev'in kadın arkadaşı -sonradan öğrendim, Kla­
va Kozihina- ağlamalı bir sesle:
- Yarabbi, neden susuyor? diye söylendi.
Tabutu mezara indirdikleri sırada, Kozihina, küreklere sarılan
askerlere:
- Durun! diye haykırdı.
Mezara yaklaşh, hıçkıra hıçkıra bir avuç toprak alarak tabutun
üzerine attı ve hınçla Orlov'a döndü:
-:__ Ne duruyorsunuz, siz de ahn. İyi değil bu yaptığınız...
Orlov, yine sessiz, söyleneni yerine getirdikten sonra çekildi.
Askerler, mezan büyük bir hızla kapattılar, toprak kümesini
kürekleriyle düzlediler, birer sigara içtikten sonra kamyona yönel­
diler. Astafiev, Kozihina'yı mezardan zorla uzaklaşhrdı. Kadın ar­
tık ağlayamıyor, sadece kesik kesik hıçkınyordu.

548
Orlov, bir başka mezarın yanındaki peykedeydi hala. Yanına
gittim:
- Haydi, Aleksey İvanoviç, gitmemiz gerekiyor, dedim.
Hemen kalktı:
- Eh, mademki gerekiyqr, gidelim.
Bir daha Kira'nın mezarına baktıktan sonra önümde yürüme-
ye başladı. Kamyona vardığımız zaman başını bana çevirdi:
- Seröja şu anda hiçbir şey bilmiyor. Herhalde evdedir.
İki gün sonra Astafiev intihar etti.
İlk önce, bunu niçin yaptığını bir türlü anlayamadık. Truhin,
hüzünlü bir sesle:
- Mahşerde öğreneceğiz, diye söylendi.
Astafiev'le olumlu bir konuşmanın yolunu bulamadığım için
üzgündüm.
Aradan bir süre geçtikten sonra Klava Kozihina olayı şöyle an­
lattı bana:
- Kira'nın ölümünden sonra bambaşka bir adam oldu. Susu­
yor ve içiyordu. Benimle de konuşmak istemiyordu. Zaten bana
karşı son derece nazikti, okşayıcıydı, Kira'nın ölümünden sonra ço­
cuklaştı adeta: Başını dizlerime koyuyor, ellerimi öpüyor ve sessiz­
e� ağlıyordu.
Son gece dili çözüldü, konuşuyor konuşuyordu ... Bir aralık,
"Klava, haydi birlikte ölelim," dedi. Gözleri hüzün doluydu, ya­
nakları gözyaşlarıyla ıslaktı. Sonra, herkese sövmeye başladı. "İğ­
reniyorum bu süprüntülerden. Kusacağım geliyor bu Vlasov'u gö­
rünce. Korkağın biri, Alman uşağı... " diyordu. Sizin için de, Pavel
Mihayloviç aynen şunları söyledi: "Eninde sonunda öldüreceğim.
Mutlaka öldüreceğim." Bunları size açıkladığım için beni hoşg�
rün, Pavel Mihayloviç. Sonra kendini lanetlemeye başladı: "Serse­
min biriyim ben. Kafa değil bu bendeki susak, susak." Yine Vlasov
aklına geldi, "Açgözlü o... Bir de kadın eteği budalası ... " diye hay-

549
kırdı. Çarlık generallerinden birinin, geçenlerde Yugoslavya'dan
komiteye pek çok mücevher getirdiğini anlattı ve şöyle dedi: "Ah
bir görseydin, Klaşa., Vlasov'un açgözlü bakışlarını... Kuduz köpek
gibi salyaları akıyordu. Mutlaka çalacak bu mücevherleri. Truhin
bunların bankaya yahrılmasını önerince, Vlasov'un "Ne işi var
bankanın bunlarla!" diye bir haykırışı vardı ki, küçük dilini yutar­
dın bir duysaydın..." Orlov için neler söyledi biliyor musunuz:
"Hepsinden daha alçak o... İlk günlerde hayrandım kendisine, işte
gerçek bir Rus, diyordum. Fakat katilin biriymiş." Bütün gece, Ki­
ra'nın "Sen de mi Alöşa!" sözünü yineledi.
Bir aralık giyindi, "Gidip öldüreceğim bu Orlov alçağını..." di­
ye haykırarak ayağa fırladı. Önüne geçtim, avuttum, silahını alıp
sakladım, soyunmasına yardım ettim. Sızar kalır diye şarap ver­
dim. Yahşh, sustu ... Seviniyordum. Bir aralık, "Uyuyamayacağım,
git kapıcıdan bana uyku hapı iste." dedi. Gittim. Dönüşümde, "Ka­
pıcı uyku hapı çok kuvvetli, alır almaz uyuyacak, diyor." diye söy­
lenerek içeri girdim. Yoktu odada. Banyoya koştum. Bir de ne gö­
reyim..."
Çabuk unutuldu Astafiev... Bir varmış bir yokmuş oldu. Sade­
ce Kozihina unutamadı.

GEL DE UYU BAKALIM!


Tutsaklık bu, daha ötesi var mı ...
Tutsaklıkta, bir gün sonra, üç gün sonra, bir hafta sonra nere­
de olacağını bilebilir misin... Bertin ve Nürenberg civarındaki tut­
sak kamplarına ne de olsa dayanabilirsin. Ne var ki, Auschwitz gi­
bi bir yere düştün mü yandın. Mauthavzen, Dahhav, Terezieştad,
Ravensburg-Treblinka, Maydanek ve Buhenvald de adı üstünde
ölüm kampları...
Tutsaklık bu, daha ötesi var mı...
Mihail Födoroviç Lukin ve diğer general ve subayların bindi-

550
rildikleri yük vagonu, Almanya'yı iki gün dolaştıktan sonra bir kör
hatta çekildi. Orada uzun süre kaldı. Sonra yine yola çıkarıldı. İçer­
dekiler, bazen bulundukları yeri belirleyebiliyorlardı: Bir gece Ha­
nover'tı.en geçtiler, sabaha karşı Köln'deydiler.
Yolculuklarının üçüncü �nünün sabahıydı. Tutsakları, dar
sokaklardan geçirdiler. Bu sokaklarda kadınlar ve çocuklar çoğun­
luktu, erkek azdı. Artık durum, 1941'deki gibi değildi. O zamanlar,
erkekler çoktu, parmaklan ile tutsakları göstererek küstahça bağı­
rıyor, sövüyor, tükürüyor, aralarında neşeli neşeli konuşuyorlardı.
Şimdi ise somurtkan, sessiz ve hatta ürkektiler, kimse konuşmu­
yordu, tutsaklara şöyle bir göz attıktan son�a hızla gelip geçiyor ve
bir an önce evlerine girip kapanıyorlardı.
Şehirden çıkhlar, muhafızlar, boyuna
- Schnell!1' Schnell!" diye bağınyoPlardı.
Fakat, bunlar da 1941 yılı sonbahanndakilere benzemiyordu.
O zamanlar, tutsaklarla alay ediyor, kuvvetleri kesilip geri kalanla­
ra çekiyorlardı kurşunu.
- İvanlardan biri daha gitti ... diyerek basıyorlardı kahkahayı.
Şimdiki muhafızlar, neşeli değil, kızgın. Olur olmaz şeye bağı­
rıyorlar, ne var ki, öldürmüyorlar. Hatta içlerinden biri:
- Gerçekten de yorucu bir yol... diyerek tutsaklara sempati­
sini belirtti. Bitmez tükenmez bir dağ yamaanı tırmanıyorlardı. Bir
hayli yükseğe çıkmış olacaklar ki, soluk almaları bile zorlaşmışh.
Karşıda bir kale suru görüldü. Mihail Födoroviç'in yakın ve
ayrılmaz arkadaşı General Prohorov, soluk soluğa:
- Şu kale duvarına bak hele, dedi.
General Snegov gülümsedi:
- Kırlangıç yuvası... Sere serpe dinlenilecek bir yer...
En az on metre derinliğinde bir uçurum üzerine yapılmış köp-

1 7 Çabuk, hızlı.

551
rüyü geçtikten sonra, karşılarında, küçük kuleli ve dar pencereli bir
şato belirdi.
- Geldik artık.
- Neredeyiz.
Snegov yine gülümsedi:
- Ortaçağda.
Kamp komutanı çevirmeniyle birlikte yanlarına geldi:
- Achtung!'" Vültsburg kalesinde bulunuyorsunuz.
Kampımda düzen şudur...

Yeni gidilen yerler her zaman ilginçtir. Neredeyiz? Yanı başı­


mızdaki barakada kimler var? Komutan nasıl bir adam? Muhafız­
ların tutumu ne? Revir ne halde? Lukenvalde'deki gibi can alıcı bir
yerse, hastalığını belli etmemek daha iyi. Cephe uzakta mı? Sağlık­
ları ve güçleri yerinde olanlar kaçma planlan hazırlığına girişirler.
Ne var ki, buradan kaçmak olanaksız. Duvar aşılacak gibi de­
ğil, tünel kazmak da güç. Kaçmayı başarsan da cephe uzak.
Kamp komutanına "manerhaym" adı takhlar, çünkü, Finlan­
diyalı generale pek benziyordu.
Kamp "postası" derhal işlemeye başlamış ve akşama kadar
birçok şey öğrenmişlerdi: Kamp iki bölümden oluşuyordu. Öteki
bölümde, Şçeçin ve Danzig' de Almanların eline düşmüş olan Ha­
san, Elton, Volgoles, Dinyester ve Magnitogorsk Sovyet ticaret ge­
milerinin personeli bulunuyordu. 1941 sonbaharından beri bura­
daydılar. Birçokları sağ kalmışh. Demek ki, bizim de yaşama şansı­
mız vardı.
Tutsaklık bu, daha ötesi var mı...
Koğuşta öyle birinin yanına düşersin ki, hem vücudu hem de
dili pistir, ağzından türlü pislikler ve yalanlar akar. Onunla bir gün

18 Dikkat!

552
değil, iki gün değil, bir hafta değil, aylarca yanyana yaşamak zo­
rundasın. Birbirinize görünmez zincirlerle bağlısınız, bu yüzden,
iğrensen de, onun gevezeliklerini dinlemek zorunluluğu vardır.
Geçmişten konuşulacak çok şey var, bugünün nesini konuşacak­
sın? Ya geleceğin? Geleceği� olacak on bakalnn?
Tutsaklık bu, daha ötesi var mı?
Evet var: Komünist... Onu hiçbir tutsaklık ezemez, boynunu
bükemez.
Tutsaklıkta genel toplanh yapmak olanaksız elbet, fakat, şunu
herkes biliyor: Biri kederler içinde bunalmaya ve kendine güvenini
yitirmeye, bir dirhem uyku uyumadan sab�hlamaya başladı mı, ya
Mihail Födoroviç ya da İvan Pavloviç Prohorov, Mihail Nikolaeviç
Snegov, Vladimir Nikolaeviç Sotenski veya bir başkası hemen ya­
nma gidip oturur ve sözü evire çevire konuşmaya başlar.
- Sen anlatmıştın: Bölük komutanlığın sırasında Reşetov ad­
lı bir takım komutanın varmış? Anımsıyorsun, değil mi? Benimle
birlikte, Vistrel'den mezun olan Reşetov değil mi o?
Veya:
- Yahu, Volga'da, Gorki yakınlarında buzlar yılın hangi
günlerinde çözülmeye başlardı? Anımsamıyor musun? Nasıl olur,
canım? Doğup büyüme Gorkilisin.
Ya da:
- Senka Krivtsov'u tanırsın, değil mi? 1939 yılında, Mosko­
va civarında yapılan manevralarda bir gün, Grohovets yakınların­
daki kampta uyumaya yatmışh ve biz ona öyle bir...
Ve adam bu olayı anımsar, hafif hafif gülümsemeye başlar, ko­
nuşmaya kahlır ve böylece kara düşüncelerden biraz da olsa ayrıl­
mış olur.
Bu tür konuşmalann, her zaman değilse bile, bazen yardımı
olurdu.

553
Uyudun mu, Mihail Födoroviç?
Dalmak üzereydim, İvan Parloviç.
Mademki öyle, engel olmayayım. Uyu...
Uyku zamanı değil henüz. Sen, sadece anılarınla başbaşa kal­
mak, düşüncelere dalmak için gözlerin kapalı susuyorsun. "Benim­
kiler şimdi neredeler? Ne zamandan beri görmedim kendilerini?
Çoktan... Göreceğim bir gün elbet. Göreceğim... Bizimkiler arhk
Polonya'da. Bugünlerde Almanya'ya girecekler. Almanlar, taarru­
zun ne olduğunu unuttular. İki yıldır hep 'cephe hathnı düzeltiyor­
lar.' Düzeltin bakalım, düzeltin. Burada olmak ve hiçbir şey yapa­
mamak onuruma dokunuyor. Zafer gününü bir görebilsem, Mos­
kova'ya bir dönebilsem... "
Mihail Födoroviç, uyuyor musun?
- Uyumuyorum, İvan Pavloviç, uyumuyorum.
- Uyumana engel olduğum için affet beni. Savaş pek yakın-
da sona ereceğe benziyor.
Karanlıktan Snegov'un sesi geldi:
Acele etıne, İvan ·Pavloviç, son henüz uzakta.
Gelecek, gelecek.
Biz ne olacağız?
Siz misiniz, Muziçenko Yoldaş?
Benim, İvan Pavloviç. Bir gün vatana dönecek miyiz, ne
dersin?
Bu heriflerin elinden sağ kurtulabilirsek, döneceğiz elbet.
Bir şey yapamazlar bize, göreceğiz zaferi...
Kim o? Şevçuk, sen misin?
Hayır, Sotenski ... Şevçuk çoktan uyudu.
Uyumadım, uyumadım. Bir şey yapamazlar...
Mihail Födoroviç, uyudun mu?
Sizin gibi şeytanlar buradayken uyunur mu?
Haydi uyuyalım öyleyse...

554
Allah kahretsin, Zakutni nereden aklıma geldi? Vustrav'da,
buraya gönderileceğimiz günlerden birinde çıkıp geldi:
Merhaba, Mihail Födoroviç!
Ne istiyorsun?
Sizinle konuşmam gere1:<lyor.
Konuş.
Mihail Födoroviç, Andrey Andreeviç Vlasov'un önerisini
boşuna reddediyorsunuz. İki canlı mısınız? Herkes gibi bir canlısı­
nız. Ve, bu candan her an yoksun edilebilirsiniz.
- Vlasov mu gönderdi seni?
- Hayır, kendim geldim. Acıyorum si?e. Pisi pisine ölüp gi-
deceksiniz.
Sizi görmeye geldim, Mihail Födoroviç. Nasılsınız bura-
da?
Gördüğünüz gibiyim.
Sağlığınız?
Yaşayıp gidiyorum işte.
Malişkin iskemleye ilişti, derin bir göğüs geçirdi:
- Ammsıyor musunuz, Mihail Födoroviç, çember içinde ol­
duğumuz sırada ...
- Ne istiyorsunuz benden?
- Hiçbir şey... Sağlıkla kalın Mihail Födoroviç, bundan son-
ra görüşemeyeceğiz herhalde.
Olabilir... Başka?
Bağışlayın beni, Mihail Födoroviç.
Ne bir yargıcım, ne de babanız ve ananız.
Hata ettim, Mihail Födoroviç, günahkanm.
Günahkarım, Mihail Födoroviç.
Ne zaman başladınız böyle düşünmeye?
Çoktan. Sadece kimseye söyleyemiyordum. Utanıyordum.
Amma da acayip manbk ha! Vatana ihanet ettiğiniz zaman

555
utanmadınız, Hitler'in şeyini öptüğünüz zaman utanmadınız da ...
Mademki öyle, öldürün beni Mihail Födoroviç...
Siz öldürmüş, yok etmişsiniz zaten kendinizi...
Kendine acı, Zakutni.
Demek ki karannız kesin? Bize kahlmayacaksınız yani...
Amma yapışkanmışsın, Zakutni.
Biraz daha oturdu. Göbels'e ilişkin bir fıkra anlatmaya çalışh.
_
Oysa gözleri umutsuzluk doluydu, düşkün durumdaydı, yüzü gü­
lemiyordu.
Malişkin, ondan önce gelmişti. 19. Ordunun Kurmay Başkanı
iken, Lukin, ona Vasiliy İvanoviç diye hitap ediyordu. Şimdi ise so­
yadı ile bile hitap etmek istemiyordu.
Merhaba, Mihail Födoroviç.
Merhaba. Hangi rüzgar attı sizi buraya?
Ne yapayım, Mihail Födoroviç?
Almanlar size tabanca verdiler mi?
Hayır.
Yazık! Vermiş olsalardı şakağınıza çekerdiniz kurşunu.
Tabancanız olmadığına göre, tren alhna ahn kendinizi. Yahut bir
köprüden aşağı ... Bunlan da yapamazsanız, bir sicim bulun...

Uyuyor musunuz, Mihail Födoroviç?


Nasıl uyuyabilirim, İvan Pavloviç?
Sabah olmak üzere galiba.
Galiba. Alçaklar pencere camlannı maviye boyamışlar.
Kolera hastalanrun barakalan gibi...

ANDREY MiHAYLOVİÇ MARTİNOV'UN ANILARINDAN


Vlasov ve arkadaşlannın, 1944 Temmuzu'nda, Himmler'e
yaphklan başansız ziyaretin üstünden iki ay geçmişti. Ne Devlet
Güvenliği Genel Başkanlığından ne de Yedek Ordu Başkomutanlı-

556
ğı (Himmler bu makamı da ele geçirmişti) Karargahından, SS
Rayhsführerinin, Hitler' e ve Büyük Almanya'ya sadakat andı içmiş
olan General Vlasov'u ne zaman kabul etmek lütfunda bulunacağı
konusunda tek bir haber sızmıyordu.
Bana kadar ulaşan söylentilere göre, Vlasov, Almanya'nın
"üçüncü adamı"nın dikkatini Çekmek için türlü önlemler alıyor,
her fırsattan yararlanarak kutlama telgrafları yolluyor, "sevgili
Haynrih"in kendisini kabule nasıl meylettirecekleri konusunu
Adela Belinberg'le aralıksız inceliyor, Ferdinand'ı, etkisini kullan­
ması için boyuna sıkışhnyordu. Hatta, Zakutni'nin anlathğına gö­
re, Ferdinand'a, Rusça, "Gevezelikten başk� bir şey gelmiyor elin­
den!" diye bağırdığı oluyordu. Oberşturmbanführer ise, ablasını
gücendirmemek için susmayı yeğliyordu.
Vlasov, bazen yalnız, kimi de JilenkoV:la birlikte her hafta
Maykopski'ye gidiyordu. Politika işleri başdanışmanı sonradan
şunları anlahyordu: "Bizim Andrüşa, Himmler tarafından kabul
edilebilmek için neler yapıyor bir bilseniz... Maykopski'nin öpme­
dik yerini bırakmadı. 'Aziz dost, yardım et bana, kurtar beni' diye
yalvarıyor. Maykopsh, elbette, elinden geleni yapıyor. İyi ama, ne
yapabilir, onun olanaklarının çok üstünde bir iş bu."
Ve hiç beklenmedik bir anda bir haber: Her Himmler, Herr
Vlasovla görüşmek isteğinde bulunmuş. Ne sevindiler, yarabbi, ne
sevindiler ... Vlasov'un çalımından geçilmiyor.
Ziyaretin ayrınhlannı Zakutni'den dinledim. Himmler'in ka­
rargahında yapılan görüşmenin ertesi günü Vlasov, Rus �omitesi
üyelerini toplanhya çağırmış. Zakutni de üyeler arasında olduğu
için toplanhda hazır bulunmuş.
- Bay Nikandrov, güvendiğim bir insan olduğunuz için, iki
devlet arasındaki, -Büyük Almanya ile Rusya arasındaki- bir dev­
let gizini size açıklıyorum. Beğenmedim bu kez Andrey Andree­
viç'i... Ciddi adam sözde. Oysa ciddiliğe yakışmayan işler yapıyor.

557
Neye benziyor bu canım? Komitenin yönetim kurulunu, yani beni,
Malişkin, Jilenkov, Truhin ve diğerlerini topladı. Kendisinden otu­
raklı bir rapor bekliyordu Oysa adam, karşımıza geçmiş, ellerini
oğuşturuyor. Ağzı kulaklarında, "şimdi", diyor "işlerimiz hkırın­
da." Söyleyin allah aşkına, ciddi toplantı böyle mi açılır? "Biliyor
musunuz?" diyor "Himmler, benim düşündüğüm gibi değil. Bam­
başka bir adam!" Çok umurunda Himmler'in senin ona ilişkin dü­
şüncelerin. Önemli olan onun sana ilişkin düşünceleri... "Nazik
adam. Hem de çok nazik... Centilmen. Bayıldım! Pek hoşuma git­
ti." diyor. Bir resim gösterdi: İkisi yanyana, el ele tutuşmuşlar. "Da­
ha konuşmamız sona ermemişti. 'Buyurun,' dedi, 'bir anı resmi
çektirelim." Allah razı olsun Jilenkov'dan: "Resmi sonra da görsek
olur. Siz, neler konuştunuz, onu anlatın" diye ortaya atıldı. Andrey
Andreeviç alındı: "Her şeyin sırası var, Bay Jilenkov" diye homur­
dandı. Evet, evet, "Bay Jilenkov'' dedi. Ne general, ne de Georgi Ji­
kolaeviç. İyi ama, resmi de bir yana bırakmak zorunda kaldı. Ve
konuşmayı anlatmaya başladı: "Bay Himmler şu kanıda: SÜahlı
Kuvvetlerin Propaganda Şubesi, Rusları, Bolşevizme karşı yürütü­
len ortak savaşa örgütleyememiş. Bu yüzden bu işlerin tümünü
şimdi kendisi yönetecek. Pratik yönetim ise, SS'den gruppenführer
Gotlip Berger'e verilmiş. Gördüm kendisini. Aydın ve kararlı bir
kişi..." Ben, oturduğum yerden kendi kendime, "Aydınmış değil­
miş, bana ne. Sen konuştuklarını anlatsana ... "

Zakutni uzun uzun konuştu, "dedim ki ona, söyledim ki, ken­


di kendime düşündüm ki... " sözlerini sık sık yineledi. Tüm konuş­
masından anlayabildiklerim şunlardı: Himmler, Vlasov'a Rus Ko­
mitesi yerine yeni bir örgüt kurulmasını önermiş. Bu örgüt, Gürcü,
Ukraynalı, Türkistanlı ve tüm yurtdışı Rus sığınhların anti-Sovyet
komitelerini birleştirmeliymiş. Himmler, Vlasov'u beş tümen kur­
mak ve bunları silahlandırmakla görevlendirmiş.
Zakutni, ayrınhlı bilgiler de verdi: Andrey Andreeviç, beş tü-

558
men istiyordu. Himmler, yalnız beş tümene müsaade etmiş. Buda­
la mı adam ... Şu zamanda cephe gerisinde on Rus tümeni kurdurur
mu ... Çünkü aralarına bolşeviklik bulaşırsa, burada büyük işler gö­
rür bu tümenler...
Vlasov, Himmler tarafından kabul edildikten sonra, tepedeki
en yüksek devlet adamlarının davetlerini almaya başladı. Kulağı
delik Zakutni'nin Devlet Güvenlik Dairesi, Vlasov'un kimi, ne za­
man ziyaret edeceğine ilişkin bir ziyaret programı hazırlamış.
Vlasov'u Himmler'den sonra Göring kabul etti. Ve temsilcisi
General Aşenberg'i Vlasov'a yolladı. Merdivenden inerlerken, Vla­
sov'un:
-. Rusçayı iyi konuşuyorsunuz, General, dediğini duydum.
· Aşenberg durdu ve birden canlandı:
- İki yılım Moskova'da geçti, Bay G�ne�al. Hava Kuvvetleri
Ateşe Yardımcısıydım. Güzel bir sokakta evim vardı. Ne yazık ki,
bu sokağın adını unuttum. O zamandan beri hemen hemen on beş
yıl geçti. Hah, anımsadım: Malaya Bronna ... Bolşoy Tiyatroşu'na
yaya giderdim.
Vlasov, Göring'den karamsar döndü. Sonradan anlaşıldı ki,
Askeri Hava Kuvvetleri Başkomutanı Vlasov'a her türlü yardımı
yapmaya hazır olduğunu bildirmiş ve Alman hava kuvvetleri ser­
vislerinde çalışan tüm Rus savaş tutsaklarını onun emrine vermeyi
önermiş. Vlasov, Göring'e kızgındı. Truhin'e:
- Yerinden bile kalkmadı beni kabul ederken koca domuz.
Vlasov, bu ziyaretlere giderken adamlarından bazılarını yanı­
na alıyordu. Göbels'e Jilenkov'la gitti. Pek memnun döndüler.
Özellikle Jilenkov.
- Göbels dehşetli sempatik. Aklınız alıyor mu bunu? "Söyle­
yin, baylar, bizim propagandamız Ruslar üzerinde neden etkili ola­
madı?" diye sordu. "Herr Göbels, müsaade ederseniz kişisel görü­
şümü söyleyeceğim," "Buyurun, sizi dinliyorum." "Başarılı olama-
_

559
dı, çünkü, Rus kulağına göre değil, Alman kulağına göre hazırlanı­
yor ve gerçekleştiriliyordu." dedim ve ekledim: "Bizim kulağımızı,
Rus kulağını komünist popagandası bozmuştu." Yüzüme bakh,
bakh ve bir şey söylemedi, fakat bu bakışlardan, yaruhmın hoşuna
gittiğini anladım. Bize biraz kağıt verilmesini emredeceğini, basım
alanında da yardımda bulunacağını !t:ıyledi.
Daha alt basamaklardakilerin ziyaretlerine kalabalık gitmeye
başladılar. Örneğin, Lay'a beşi birden gitti: Vlasov, Truhin, Maliş­
kin, Jilenkov ve Sverçkov. Alman tarafı da koskoca bir grupmuş: İş­
çi Cephesinden memurlar, SS Oberführerlerinden Kreger, Sturm­
bannführer Zivers ...
Sverçkov orada da bir patavatsızlık yapmış.
Lay, doğulu işçilerin kötü çalışhklanndan, sabotaj yaptıkların­
dan yakınmaya başlamış:
- Generale söyleyin, onların daha iyi çalışmalarını nasıl sağ­
layalım? diye sormuş.
Vlasov, Rus tembelliğinden söz etmiş. Ondan önce bir söz so­
kuşturma deneyinde bulunmuş olan Sverçkov, "Auschwitz gibi
toplama kamplannız var. Sabotaj yapanlar oralara gönderilmeli."
diye ortaya ahlmış.
Lay ve yardımolan donup kalmışlar. Odayı derin bir sessizlik
kaplamış. Yavaş yavaş kendine gelen Lay:
- Auschwitz'in ne ilgisi var bu işle? Bu bay, herhalde... ya-
bana radyo istasyonlarını sık sık dinliyor... diye sert sert söylenmiş.
Sturmbannführer Zivers, tehdit dolu bir sesle, Rusça olarak:
- Sizin bir özdeyişinizde, sözünü önceden tart, denir, demiş.
Vlasov, durumun nezaketini kavrayarak, Lay şerefine kadeh
kaldırmış. Fakat, bunun da bir yaran olmamış ve Lay, ziyaret so­

nuna kadar somurtmuş, ziyaretçiler ayrılırken Sverçkov'un elini


sıkmamış.
Vlasov, daha arabaya ayağını atar atmaz, Sverçkov'a dönmüş:

560
- Şeytan mı dürttü sizi, allah kahretsin... Bilmiyor musun,
bunlar Osviyentsin'den açıkça söz edilmesini sevmiyorlar.
Sonra kendi potunu onarmaya kalkışmış:
- Bu Yahudi uyduruklarını ne diye ciddiye alıyorsunuz?...
Truhin söze karışmış:
- Sergey Nikolaeviç, bu potunuzdan dolayı burnunuzun
ezilmesi gerekiyor...
Bir daha Sverçkov'u yanlarına almadılar. Vlasov, ondan soğu­
du. Bunun nedenini tek sözle açıkladı: "Gözü yukarıda olan buda­
la, öteki budalalardan daha sakıncalıdır... "

Dışişleri Bakanını ziyarete giderken, yıasov yanına sadece


Malişkin'i aldı. Bu ziyaretten pek çok şeyler bekliyorlardı. "Riben­
trop, isterse her istediğimizi yapabilir." diyorlardı. Çünkü, arala­
rından birinin ortaya athğı bir söylentiye g�re, Hitler'in son za­
manlarda en güvendiği adam o imiş.
Vlasov ve Malişkin, Ribentrop'la neler görüştüklerini herkes­
. ten gizli tuttular. Kurumlu kurumlu dönüşlerinde Truhin, Vlasov'a
sordu:
- Nasıl geçti, Andrey Andreeviç?
Vlasov resmi bir yanıt verdi:
- Görüşme dostluk havası içinde geçti. Her iki taraf da
memnun kaldı...
Vlasov'la Alman Dışişleri Bakan Yardımcısı Ştenetsgriht tara­
fından imzalanmİş plan antlaşma taslağını birkaç gün sonra oku­
mak olanağını buldum.
"... Komite Başkanı General Vlasov, Büyük Almanya hüküme­
tini temsil eden Dışişleri Bakanlığı ile aşağıdaki antlaşmayı imzala­
mışhr:
1 . Büyük Almanya hükümeti, Komiteye, ortak düşman Bolşe­
viklere karşı yürütülen kurtul�ş savaşımı için kredi biçiminde pa­
ra verecektir.

561
2. Bu amaçla Komite adına bir hesap açılacakhr. Kredi mikta­
rını Büyük Almanya hükümeti belirleyecektir.
3. Komite, Rus aktiflerini kullanma olanaklarına kavuştuğu
zaman, kendisine verilen krediyi ödeyecektir. Kredinin ödenme
koşullan ve faiz miktan ayn bir antlaşma ile belirlenecektir.
4. Bu antlaşma, 1 Aralık 1944 tarihinden itibaren yürürlüğe gi­
recektir."
Vlasov, Doğu bölgeleri Bakanı Alfret Rozenberg'e giderken,
ötekilerle birlikte beni de yanına aldı.
Rozenberg'in, Balhk memleketlerindeki Almanlardan olduğu­
l'IJ.l biliyordum. Onun özgeçmişi de, diğer führerinkiler gibi, Al­
manya'da milyonlarca dağıtılıyordu. Fakat, onunla daha önceleri
karşılaşhğımı nereden bilebilirdim!
Alman nasyonal sosyalizminin ideologu ve "Yirminci Yüzyı­
lın Efsanesi" adlı kitabın yazan, bizi, geniş kabinin ortasında, ayak­
ta karşıladı. Kendisini derhal tanıdım.
Rozenberg'le Vlasov arasındaki görüşmenin her sözcüğünü
bellemem gerekiyordu. Ne var ki, anılanın buna olanak vermedi.
... Ağustos 1 918. Sadece bir haftalık bir izin koparabildim. Ya­
kov Hristoforoviç Peters, "Biraz dinlen. Sizinkilere şöyle bir uğra."
dedi.
Yük ve yoku vagonlarından oluşan tren ağır ağır ilerliyor. Biz
-ben ve yolda tanışhğım yolculuk arkadaşım- rendelenmemiş tah­
talardan yapılmış yataklara uzanmışız. Biraz kımıldansak tahta
kıymıkları vücudumuza batıyor. Yol arkadaşım, Rusça'yı garip bir
maniyerle'" konuşuyor.
Yol arkadaşım, Alfret Rozenberg, bizde, kardeşim Pötar'ın ku­
lübedeki yatağında geceyi geçirdi. Kendisini, parti il komitesi mer­
divenlerinde Furmanov'la konuşurken gördüm. Dimitr Andreeviç
ona şöyle diyordu: "Siz, buradaki yoldaşlar için tamamıyla yaban-

19 Yapmacık, özentili.

562
a bir kişisiniz. Bu yüzden, İ�anovo-Voznesensk parti komitesinin
sizi üye alacağını hiç sanmam." Demek ki, Alfret Rozenberg, ko­
münist partisi üyesi olmak istemiş. Furmanov' a, şu yanıb verdiği­
ni anımsıyorum: "Haklısınız herhalde, Furmanov yoldaş. Sizi ra­
hatsız ettiğim için özür dilerim. Hoşçakalın."

Görünüşe göre, Robenzerg, Himmler'in Vlasov'u kabul etme­


sinin etkisi alhndaydı, bize karşı son derece nazik, hatta sıcak dav­
ranıyordu. Fakat, Rm;ya'nın geleceği söz konusu olunca, gözlerin­
de kin kıvılcımlan beliriverdi. O zaman, "Doğu İlleri Bakanı" titri­
nin hiçbir önemi kalmamışh. Sovyet orduları, arhk Almanya'ya
girmiş bulunuyorlardı.
Vlasov, yüksek makamlardaki kişileri ziyaret ederken, Maliş­
kin'le Jilenkov da, öteki "ulusal komite" ve kuruluşların temsilcile­
riyle yapılacak görüşmelerin hazırlığı içindeydner. Görüşmeye, ilk
önce, Almanya' daki Rus mültecilerinin yöneticisi General Biskups­
ki razı oldu. Eski moda giysili iki ihtiyarın, generali köhne bir ara­
badan komite önünde indirişlerine tanık oldum. Her ikisi de soluk
soluğa idi, ohlayıp pufluyorlardı. Biskupski güçlükle doğruldu, ba­
cakları tir tir titriyordu. Muhafız takımından iki asker kollarına gir­
meseydi herhalde ayakta duramayacaktı.
Görüşmede hazır bulunmuş olan ve kurulacak Birleşik Komi­
tenin Mali İşler Şefliğine getirilmesi düşünülen, Mosgormasuç'un
eski danışmanı Andteev, o akşam görüşmeyi anlahrken, son za­
manlarda yüzü gülmeyen Truhin'i gülmekten kırdı geçirdi. Gene­
ral Biskupski'nin yampiri yürüyüşünü ve konuşmasını taklit ede­
rek şöyle diyordu: "Sizinle birlikte olmaya yalnız bir koşulla razı­
yım: Rusya'da çarlığın yeniden kurulması sağlanacakhr. Evet, ben
monarşistim! Ve beni bu seçtiğim yoldan kimse saptıramaz."
Biskupski'yi, en aşağı kendisi kadar güçsüz olan General Lam­
pe ile gönderdiler. Fakat, Biskupski daha eşikte düştü, güçlükle
ayaklandırdılar.

563
General Krasnov da geldi. Derhal Aleksina'daki bir tarih der­
sini anımsadım. 1917 Devrimi'ni anlahyordum. Öğrencilerim,
Krasnov gibi bir düşmanın, nasıl olur da namus sözüne inanılarak
serbest bırakıldığını sormuşlardı.
İşte bu Krasnov'u, Vlasov, daha dış kapıda karşıladı, kollannı
açarak, "Sevgili Pötar Nikolaeviç, seni böyle dinç gördüğüm için
son derece mutluyum!" dedi.
Ne var ki, Krasnov'un "dinçliği" hiç de gıpta edilecek gibi de­
ğildi. Akbabaya dönmüştü, yüzü topaç topaç şişti, durmadan bur­
nu akıyordu, bir demirci körüğü gibi hırlayarak soluyor, ayaklan­
nı sürüye sürüye yürüyordu.
Bu görüşme de beklenen sonucu vermedi. Krasnov, birleşme­
yi diplomatça reddetti:
- Andrey Andreeviç, ben Adolf Hitler' e sadakat andı içmiş
bir insanım. Bundan başka, Büyük Almanya ile aramda anlaşma
var. Bu anlaşma gereğince, taraftarlanm, Bolşevikliğe karşı savaşa
katıldıklarından dolayı İtalya'ya yerleşme hakkına sahip olacaklar.
Nerede, nerede?
İtalya' da.
İtalyanlar razı olurlar mı buna?
Orasını bilmem. Bu sorunu onlar kendi aralarında çözsün-
ler.
Bay Krasnov, bir anlaşmaya varamadığımız için üzgü-
nüm.
Ben de... Fakat, n� yapalım ki, ant içmişim. Sonra onlarla
aramızda anlaşma var...
Ve aynldılar.
"Birinci Dünya Savaşı'na kahlan Ruslann Ulusal Birliği Örgü­
tü" başkanı General Turkul çarlık generallerinden Kreyterle birlik­
te, Oberführer Kreger'in arabası ile geldiler. Arabadan zorla İı:'dik­
ten sonra, "nereye getirdiler bizi acaba" der gibi birbirlerinin göz­
lerine bakhlar.

564
Generaller "önkoşul"lan şöyle bir gözden geçirdikten sonra
birliğe katılacaklarını bildirdiler. Turkul:
- Öyle de olur, böyle de olur, benim için farketmez. Fakat,
görüyorum ki, bu birlikten bir şeyler çıkacak.
"Ukrayna Radası" Başkanı Şandrük, Vlasov'u ayağına çağırdı.
Vlasov ilk önce diretti: "Şu Şandriik' e bak hele! Meyhaneciden baş­
ka kim tanıyor onu!" dedi. Ne var ki, Maykopski kaşlarını çatıp ho­
murdanınca, Kreger'le gitti. Şandrük'ün Devlet Güvenlik Merke­
zinde koruyucuları vardı. Bu yüzden olacak, Vlasov'u donukça
karşılamış. Dinledikten sonra, tembel tembel esneyerek:
- Baylar, orada birlik mi yapacaksınız, ne yaparsanız yapın,
bunlar beni ilgilendirmez, demiş.
Jilenkov, dostu Oberführer Darken'le birlikte, Berlin banliyö­
lerinden birinde oturan Bandera'ya gitti. Baı:ıdera, onları, "Moskof­
·
lar, defolun ananızın şeyine..." diye söverek karşılaşmış. Fakat,
Darken diş sıkınca, öteki sövmeyi bırakmış, "Aldatacaksınız beni. ..
Bilirim sizi ben... " diyerek birliğe katılmayacağını bildirmiş.
.
Doğu İlleri Bakanlığı, artık yapacak başka işi bulunmadığı için,
bu görüşmelerle yakından ilgileniyordu. Gürcü Komitesi Başkanı
Kediya da onların aracılığı ile Vlasov'a geldi, ne var ki, Gürcistan'-
la Rusya arasında kurulacak ilişkiler sorununda anlaşamadılar.
Türkistan "Cumhurbaşkanı" Kayyum Han da anlaşmaya ya­
naşmadı. Küçük dağlan ben yaratmışım tutumu ile konuştu, "Biz
ayn bir devlet olarak kalacağız. Rusya ile hiçbir ilişki kurmayaca­
ğız." diye sözler etti. Bunun üzerine Maykopski, Omut Han'ı gön­
derdi. Bu han, ilk önce kendine maaş sorununu öne sürdü. Kay­
yum Han için de, "Bırakın şu paçavrayı. Serüvencinin, katilin biri­
dir, sizi bir kadeh rakıya satar." dedi.

Berlin'in kırk kilometre güneyindeki Dobendorf'a çoktan git­


mek istiyordum. Rus Kurtuluş Ordusunun propagandacı kursları
orada yapılıyordu.

565
Almanlar, Vlasov'un propagandaa kursları örgütlemesine da­
ha 1 943 sonlarında müsaade etmişlerdi. Kursu bitirenlerjn çoğu,
Ostlegionlara, savaş tutsakları kamplarına, doğulu işçilerin baraka­
larına gönderiliyordu. İçlerinden bir kısmı sadakat andına bağlı
kalmıyordu. Böyleleri yakalanınca ya Ausı:-hwitz ve Maydanek
ölüm kamplarına sürülüyor ya da kurşuna diziliyordu. Sovyet in­
sanlarının, kendi vatandaşlan arasında faşist propagandası yapma­
ları Himmler için son derecede önemliydi.
Kursa kahlacakların listesini hazırlarken, bunlara kendi adam­
larımı sokuşturmayı başarıyordum. Dobendorfa gitmek isteyişi­
min asıl nedeni de onları görmekti. Şansım yürüdü. Vlasovcular, Ji­
lenkov için yapılacak törende hazır bulunmayı kararlaşhrdılar. Ben
de aralarına kahldım. Fakat, tersliğe bakın ki, biz oraya vardığımız
zaman, kıırsçular, geziden henüz dönmemişlerdi. O civardaki zen­
gin bir malikanede Rus kızlan çalışhrılıyormuş. Kızlar, gelenlerin
kimler olduğunu öğrenince, misafirlerden birini tuvalet çukuruna
itmişler. Kursçular kendileriyle ilişki kurmak isteyince de hepsi sa­
ğır ve dilsiz kesilmiş.
Kursçulann geziden dönmeleri beklenirken, şefler, kurs ko­
mutanı Alman'ı görmeye ve kahvalh yapmaya gittiler. Ben, acık­
madığımı bahane ederek kendilerinden ayrıldım.
Önceleri burada, etrafı dikenli telle çevrili yedi barakada İngi­
liz savaş tutsakları bulunuyormuş. Barakalar oldukları yerlerde
kalmışh, sadece tuvaletlerini daha uzaklara kazmışlardı. Bundan
başka barakaların etrafındaki dikenli tel ağını ikileştirmişler ve dış
ışıklandırmayı güçlendirmişlerdi.
Komutanlık binası ile Alman komutanının evi, oradakilerin en
yen ileriydi.
Son barakanın ardında, çahsı yere yakın, uzun bir bina ·vardı.
Ya sebze deposuydu ya da ser. Yaklaşmadım. Geçerken:
- Bay subay, diye bir ses duydum. Demir çubuklu pencere­
de sakallı, benzi soluk bir adam vardı.

566
- Bay subay, sigaranız var mı?
Bir sigara verdim, sonra bir tane daha uzattım.
- Teşekkür ederim. Lütfen bir de ateş.
Sigarasını yakhktan sonra:
Birkaç kibrit çöpü alabilir miyim? diye sordu.
- Hepsini alın.
- Çok teşekkür ederim. Bu iyiliğinizi hiçbir zaman unutma-
yacağım.
- Kimsiniz? Adınız ne?
- Aleksandr Larionov. Teşekkür ederim, Yoldaş.
Kim olduğumu unutmaya, yararsız riziko alhna girmeye hak­
kım yoktu. Bu gence acımışhm. Güzel ve cesur gözleri vardı. So­
murtmam gerekiyordu.
- Senin nasıl yoldaşın olabilirim ben? dedim ve böyle haller­
de Vlasovcuların yaptıkları gibi davrandı�: ·

- Yoldaşlar telgraf direklerinde sallandırılıyor...


Gencin gözleri karardı ve bana sövmeye başladı. El�ni sıkma­
mak için kendimi güç tutuyordum.
Yüz etleri gevşemiş, şişman bir oberscharführer yanıma geldi.
Sırhnda buruşuk ve kirli bir üniforma vardı. Mor burnundan ve
yanaklarındaki kızıl kıl damarlarından belliydi ki, bu ihtiyar yaşa­
mının önemli bir kesimini meyhanelerde geçirmişti. Göbeğinin sağ
tarafında bir tabanca vardı. Tertemiz bir Rusça ile:
- Efendimiz, bizim burada tutuklu ile konuşmak yasakhr,
dedi.
Uzaklaştım. Tutuklu genç hala bir şeyler haykırıyordu. Arhk
sözlerini anlayamıyordum.
Kursçular kamyonla dönüyorlardı.
Biraz sonra and içme töreni başladı. Andı Jilenkov okuyor,
kursçular bir ağızdan yineliyorlardı: "Büyük Almanya'ya ve onun
yüce önderine tüm kurtuluş ordularının başkomutanı Adolf Hit­
ler' e sadakatle ve dürüstlükle hizmet edeceğime andiçerim!"

567
Son olarak Vlasov ortaya geldi, kalın çerçeveli büyük gözlük­
lerini sildikten sonra ellerini göbeğine koydu:
- Baylar, son derece yararlı dersler dinlediniz, diye nutkuna
başladı. Önündeki kağıda bir göz attıktan sonra devam etti:
- Sadece ders başlıklarına bakmak yeterlidir: "Rusya Üstüne
Bilgiler", "Savaşın Suçlusu: Bolşevikler", "Baş Düşman Mark­
sizm", ''Marksizm ve Yahudilik." Bu bilgileri başka hiçbir yerde
öğrenemezdiniz. Bunların size, ilerideki yaşamınızda büyük yaran
olacaktır. Elde ettiğiniz geniş ve büyük bilgilerden dolayı sizleri
kutlarım!
Put gibi duran "propagandist" ve "muhabir''leri birer birer
gözden geçiriyordum. Sağ baştaki, iki metre uzunluğunda bir sırık.
Kızıl saçlı, kaşları belli belirsiz, yaban domuzu gözlü, her biri beşer
okka ağırlığında, sıkılmış yumruklu. Taşlaşmış yüzünden hiçbir
şey okuma olasılığı yok. Adı: Nikonov. Dosyasını karıştırmıştım.
Savaştan önce indirme-bindirme işçisi, daha sonra kasap olarak ça­
lışmış. Hırsızlık yaparken yakalanmış ve beş yıl hüküm giymiş.
Yanındaki uzun boylu, uzun boyunlu ve sivri kuş burunlu
olanı caz flütçüsü Filipov. Yusyuvarlak baykuş gözleriyle, gözka­
paklamı kırpıştırmadan Vlasov'a bakıyor. Onun da zengin bir geç­
mişi var: Savaştan biraz önce ırza geçmekten mahkum olmuş, ceza­
sını ıslah kampında tamamlamış.
İşte biri daha: "Ruta!" diye kendisini çağırdıkları zaman der­
hal çıkmadı, sadece korku ile gözlerini kırpıştırdı. Pek genç: Yirmi
beş yaşında var yok. Belgelerine göre öğretmen. Hiç inanacağım
gelmiyor.
İşte benim Koçnev. Benim Nikandrovluğum gibi, onun Koç­
nevliği de uydurma. Bana sadece bir kez ilgisiz bakışlarla baktı,
herkese bakar gibi. Bravo Zimenkov yoldaş!
- Ben, Bolşeviklere karşı savaşmaya, komünistlerden öç al­
maya yemin etmiş bir insanım. Sovyet rejimini yıkmadıkça içim ra­
hat olmayacak.

568
Vlasov, işte böyle sürdürüyordu konuşmasını. "Programım"
adlı programını açıklamaya koyuldu. Kendisinden defalarca dinle­
mişimdir. Hitler'den çalınma, öteki "Kavgam"ı yazmış, bu da
"Programım"ı. Pek yavan. Eser-Menşevik karışımı bir şey. Jilen­
kov, Truhin'e bir şeyler fısıld�dı. Büyük Födor'un gözlerinde gü­
lümseme kıvılcımlan parlayıp söndü. Hepsi de nutku büyük bir
dikkatle dinliyormuş gibi görünmeye çalışıyor. Oysa bıkıp usan­
mışlardır, çok iyi biliyorum. Nutuk üç sözcükle özetlenebilir: "Ko­
münistsiz ve Sovyetsiz (Şurasız) Rusya!"
Gözlerim, eski avukatlardan Hohlov'a takıldı. Yüzünde bık­
kınlık belirtileri var. Sana üniversitede bun!an mı öğrettiler? Vicda­
nını kim körletti senin? Yoksa, oldum olası vicdansız mıydın?
Evinde baban var, anan var, karın ve beş yaşında oğlun var. Hepsi
de iyi insanlar. Herhalde "kayıp" ya da. "Spvyet vatanı uğrunda
kahramanca öldü" haberini almışlardır. Kim bilir nasıl aa acı göz­
yaşı dökmüşlerdir baban, annen. Evinize arkadaşların gelmiş, elle­
rinden gelen yardımı yapmışlardır; kimisi kömür, kimisi yiyecek
getirmiştir. Oğlunu da "çocukevi"ne yerleştirmişlerdir.
Oysa sen, yaşıyorsun. Gönüllü tutsak oldun. Sorgunda yalan
söyledin, baba,na annene iftira ettin, "Mallarına mülklerine el koy­
dular." dedin. Oysa baban, kolektivizmin daha başlangıcında par­
ti komitesine gitti ve "Beni köye yollayın." dileğinde bulundu. Sen,
Hitlercilerin ayaklarına kapandın. "Suçum yok. Zorla soktular be­
ni komsomola." diye sızlandın.
Odint.sov ikinci sırada. Tanımıyorsun beni Odintsov Yoldaş!
Sitenhor kampında seninle bir yüzbaşı konuştu. İlk önce onun bir
provokatör olduğunu sandın, sonra inandın ve cesur bir Sovyet
genciyle karşılaşmanın verdiği sevinçle az daha ağlayacakhn. Sen
de cesursun ve gerçek bir Sovyet vatandaşısın! İnanıyoruz sana
Odintsov Yoldaş! Yann, Vlasov karargahındaki İstihbarat Şubesi
Şefi Binbaşı Gay'ın emrine verileceksin. Ve çalışma olanaklarına

569
kavuşacaksın. Karargahın memleketimize yollamak için yetiştirdi­
ği hainler elinden geçecek.
Vlasov, nihayet:
- Size başanlar dilerim baylar! diyerek nutkuna son verdi.
Şimdi, komutan bozuk Rusçası ile sorular sormaya çalışacak. Önce­
den çağnlıp hazırlanmış iki kursçu önemsiz sorular soracaklar,
Vlasov da sözüm ona yanıtlayacak.
Öyle de oldu:
Baylar, soru sormak isteyen var mı?
- Müsaade ederseniz Bay Komutan...
- Buyurun Bay Hohlov.
Sana nasıl soru sormanı öğütlediler avukat eskisi?
- Bay General Vlasov, sayın komutan, sevgili führe!"İmiz
Adolf Hitler'in sağlık durumunun iyi olmadığına ilişkin söylentile­
rin aslı var mı?
Komutana bakıyorum: Adam memnun. Elbette soruyu haz!r­
layan kendisi. Vlasov çenelerini oynatmaya başlamışh ki, komutan
ondan önce davrandı:
- Bay Vlasov, soruyu ben yanıtlayacağım. Führerin sağlık
durumu için gösterdiğiniz candan ilgiye teşekkür ederim. Bu söy­
lentiler asılsızdır. Führerimiz sağlam ve dinçtir. Hayl Hitler!
Propagandistler bir ağızdan, haykırıyorlar:
- Hayl Hitler!
İyi hazırlamışlar kendilerini...
- Başka soru soracak var mı?
- Müsaade ederseniz...
Ah, neden razı oldun Odintsov Yoldaş? Sana, dikkatleri üzeri­
ne çekme, demediler mi ki... Neyse, herhalde başka çıkış yolu bu­
lamadın. Hele bakalım neler soracaksın?
- Düşmanlarımızı tamamıyla bozguna uğrathktan sonra Al­
manya'ya yerleşebilir miyiz?

570
Vlasov sorudan herhalde haberli ki, anlaşılır bir açıklıkla ve al­
laha şükür, kısa konuştu:
- Alman hükümeti, bu hakkı, üstün haşan kazananlara ve­
recektir.
Tam bu sırada silah sesleri �uyuldu. Vlasov gözlüklerini çıka­
rarak etrafına şaşkın şaşkın bakh. Özel muhafız komutanı Hitrovo
koşa koşa geldi. Elinde tabanca vardı.
Yine silah sesi. Sebze deposu tarafından geliyordu. Sonra alev­
ler görüldü.

Vlasov öğle yemeğine kalmadı, yola çıkh. Jilenkov, bana:


- Siz gitmeyin. Kim bilir neler olacak. : . dedi.
Biraz sonra, olup biteni anladık. Tutuklu Larionov, benden kib­
riti aldıktan sonra gübreliği yakmış. İhtiyar.Oberscharführer yangı­
.
nı söndürmeye kalkışmış. Larionov da bunu bekliyormuş. SS'i öl­
dürmüş. Sonra da, Almanların eline düşmemek için intihar etmiş. ,
İki ceset -biri SS üniformalı, öteki yırhk asker gömlekli� yan
yana yahyordu.
Biri: "Grişa kurnazdı. Buna karşın budalaca öldü," dedi.
Komutanın pek güvendiği bir adam olduğunu öğrendiğim bu
Grişa; bildi'ğimiz Grigoriy Födoroviç Denejkin' di. Rusya' dan
1918'de kaçmış, 1920'den beri Almanya' da bulunuyormuş. 1932'de
Nasyonal Sosyalist Partisine üye olmuş...
Dobendorf'tan ertesi gün aynldım. Bir süre sonra, Zimenkov­
Koçnev Yoldaş, benim aynldığım günün akşamı olup bitenleri şöy­
le anlath:
- İlk serbest gecemizdi. İlk önce film göstereceklerdi, vaz­
geçtiler. Kantini açtılar. Kuyruk olduk. Sonra, onu da kapadılar. Bi­
ri armonika çalıyor, bir parçayı on kez yineliyor. Biz domino oynu­
yoruz. Bir başkası yine armonika ile "Mançurya tepelerinde..." şar­
kısına başladı. Malov'du bu. Vladimir ilinin ünlü traktöristlerin-

571
den, orduda da tankçıydı. Derhal etrafını aldık. Sövmeler birden
kesildi. Herkes susuyor. Almanlar da şa,rkının ne olduğunu bilme­
den gülümsüyorlar. Armonikanın sahibi, komutanlık muhafız kı­
tasından bir Alman askeri. Malov'un yanında oturuyor. "Bu güzel
şarkının söylendiği armonika benim ... " der gibi ağzı kulaklarında.
Malov, "Deniz yayılmış ufuklara... " şarkısına g�. Şu danga-
lak Nikonov birden etinden et koparılmış gibi bağırdı:
- Kes artık, yeter...
Malov devam ediyor. Fakat, dinleyenlerde biraz önceki dikkat
kalmadı. Bir takımı Nikonov'a, bir takımı da onlara bağırıyor: "Su­
sun, yahu, susun!"
Malov hafiften şarkı söylüyor:
''Yaşlı kadın boşuna bekliyor oğlunu .. .
Öğrenecek gerçeği ve basacak çığlığı... "
Nikonov zırıl zırıl ağlıyor ve bir yandan da:
- Kes ulan it, kes!. .. Dayanamayacağım!..
Armonikayı Malov'un ellerinden koparıp aldı. Gördünüz mü
Nikonov'u? .. Tam bir boğa. Armonikayı paramparça etti, körüğü­
nü ikiye ayırdı, sonra ayaklan alhna alarak çiğnemeye başladı.
Armonikanın sahibi kıpkırmızı kesilmiş, ellerini savura savu­
ra bağırıyordu. Sonra komutana koştu. Çok geçmeden Nikonov'u
da, Malov'u da kurşuna dizdiler. Bizi barakalarımıza kapadılar, üs­
tümüzden kilitlediler, nöbetçileri arhrdılar.

KASIM 1 944'TE PRAG'DA

Himmler, Bolşevizme karşı olan tüm anti-komünist güçlerin


birleştiğini, savaşa kahlmaya hazır olduklarını Hitler'e bir an önce
rapor etmek ve böylece, Rayhskanslerin en güvenilir, biricik deste­
ğinin kendisi olduğunu kanıtlamak, Rozenberg'i, Göbels'i ve Bor­
man'ı geri planda bırakmak istiyordu.
SS Gruppenführerlerinden Breger, kah Kreger'i kah bir başka-

572
sını komiteye göndererek, işlerin günü gününe gidişine ilişkin ra­
por vermelerini istiyordu. Kreger, kasım başında Himmler'in, bir
yönergesini getirdi komiteye. Bunda, Birleşik Komitenin 16 Ka­
sım'da örgütlenme toplantısı yapması isteniyordu. Toplantı,
Prag'daki Prag Şatosu'nun tör�n salonunda yapılmalıydı. Kre­
ger'in yaptığı açıklamaya göre, Himmler, Prag'ı bOşuna seçmemiş­
ti. Orası, Almanya'nın egemenliği altında olsa da, bir Slav toprağı
idi. Bolşevizme karşı savaşan komitenin ilk toplantısının bir Slav
toprağında yapılması elbette iyi olacaktı.
Truhin:
- Bir manifesto hazırlasak fena olmaz, dedi.
Bu buluş, Vlasov'un pek hoşuna gitti ve manifesto hazırlama
görevini Truhin, Jilenkov, Malişkin ve Zakutni'ye verdi. Sonradan,
Gönüllü gazetesinde çalışan ve önceleri Kiy.ev ı;;inema stüdyosu se­
naryo şubesi şefliği yapmış olan Nikolay Kovalçuk'u da onlara kat­
tılar. O, sevindi buna: Manifesto hazırlayanlar olur da yukarıdaki­
lerin dikkatini çekerseydi... Zaten Gönüllü gazetesinden elde l!ttiği
gelirle güç geçiniyordu.
İki gün uğraştılar. Zakutni'nin önerdiği şu cümle üzerinde
uzun uzun tartıştılar: "Biz, Rus halkının, İngiliz ve Amerikan em­
peryalistlerinin çıkarları için kan dökmesini istemiyoruz."
Jilenkov, bunu Vlasov'un kabul etmeyeceğini kanıtlamak için
bin dereden su getiriyordu.
Nihayet dayanamadı, ayağa fırlayarak:
- Aklınız yok mu sizin bre kütükler! Andrey Andreviç, Bir­
leşik Amerika ve İngiltere'yi kızdırmaya kalkar mı hiç! Hem de da­
ha şimdiden! ... diye haykırdı.
Jilenkov'un karısı mıdır, yoksa metresi mi, her nesiyse Elena
Viyaçeslavovna, misafirleri hafif çayla suluyor ve Truhin'e,
- Födor İvanoviç, affınıza sığınarak söylüyorum, kullanıl­
mış değil bu. Ne yapayım ki, gerçek de değil, diye özür diliyordu.

573
İki gündür kuru rejim sürdürmek zorunda kalmış olan Tru­
hin, can sıkınhsı ile:
- Ersatz,2° efendim, ersatz! dedi ve kadının yüzüne yalvanr
gibi bakarak, "Rakı aklma gelmez mi bu zavallının... " diye içinden
söylendi.
Jilenkov nihayet durumu kavradı ve şişe ile küçücük, kadeh­
ler getirdi. Truhin'in canı burnuna geldi, içinden, "Avrupalılık tas­
lıyor namussuz!" dedi. Kadın, sandviç de getirdi. Ekmekler kağıt
inceliğinde kesilmişti, dilimler arasında kibrit çöpü gibi doğranmış
salam ve kaşar vardı.
Misafirler masa etrafına toplandı, kadın da daktilo başına geç­
ti, manifesto yazmak için. Tek parmakla hkırdatmaya başladı. Bir
aralık yüksek sesle sordu:
- Baylar, burada, "Bolşevizm düşmanlanndan bir kısmı ha­
len Sovyetler Birliğinde yaşıyor" deniyor. Bunu nasıl anlıyorsu­
_
nuz? Kimler bunlar, baylar?
Jilenkov, sinirli bir sesle yanıt verdi:
- Lölya, senin işin değil o, yazmana baksana sen! diye söy-
lendi, çünkü bu cümle onun buluşu idi.
Truhin itiraz edecek oldu:
- Georgi Nikolaeviç, nedenmiş?
- Bunun böyle olup olmadığını kim gidip araşhracak ca-
nım? Belki de vardır.
Taslağı Vlasov'a, Truhin'le Kovalçuk götürdü, memnun dön­
düler:
- Tamam, onayladı, dediler.
İyi ama, bütün çalışmaları havaya gitti. Kreger, Vlasov'un da
onayladığı taslağı okuduktan sonra:
- Neden zahmet ettiniz, bende bunun hazın var, dedi.

20 ihtiyat.

574
Vlasov, Devlet Güvenlik Merkezi tarafından hazırlanan tasan-
yı okudu, kırgın bir sesle:
- Buram buram Alman kokuyor, diyecek oldu.
Kreger hayretle yüzüne bakh:
- Nasıl olur? Bunu, sizin adamınız, Bay Maykopski yazdı.
Pekala, sizin taslağınızı da götüİi.irüm öyleyse...
Himmler, Maykopski'nin taslağını onaylamış, "Daha kısa, da­
ha enerjik!" demiş. Jilenkov'un cümlesini de beğenmiş, "Ekleyin!"
demiş,
Jilenkov sevinçten uçuyordu.

Prag'a, kategorilere ayrılmış olarak yolruluk yaphlar. Komite


üyeliklerine seçilecek olanlar -bunlar arhk biliniyordu, Himmler
listeyi önceden imzalamışh- birinci kategoridendiler ve komparh­
manlara ikişer ikişer yerleştirildiler. Yine seçilecek olan şube şefle­
ri dörder dörder oturtuldu. Geri kalanlar birarada yolculuk yaph­
lar. İyi ama, Vlasov ortada yoktu. "Allah allah, hasta mı acaba?" di­
yenler oldu. Jilenkov'la Malişkin susuyorlardı, çünkü onlarin da
bir bildikileri yokhl.
Tünellerden geçiyorlardı, içlerinden biri, ''Tıpkı bizdeki Tuap-'
se yakınlannda olduğu gibi." dedi. Sert bir ses, ''Ne demekmiş o
bizdeki?" diye tersledi.
Tren, kırk dakika sonra Sosen' e vardı. Orada bir özel vagon ta­
kışhrdılar. Herr Vlasov, Kreger, Ştrikfeld, Naykopski, Adela Belin­
berg ve Muhafız Komutanı Hitrov bu vagondaydılar. Ostland'ın
başkadını, müstakbel eşinin Birleşik Komite Başkanlığına seçilme­
si töreninde bulunacakh.
Vlasov'un özel vagonla yolculuk yaptığı haberi, "Vlasov bu­
lundu nihayet!" biçiminde birinci kategoridekilere ulaşhğı zaman,
bu vagona kendisinin değil de Maykopski'nin alınmasına fena hal­
de içerlemiş olan Jilenkov:
- Kara domuz kaybolmaz! diye kaba bir şaka yaph.

575
Bu kurnaz hergeleye iyi bir ders verme fırsahnı yakalamış
olan Truhin:
- Sayın Georgi Mihayloviç, kimi kastediyorsunuz? diye sor-
du.
Bu sorunun alhndaki hınzırlığı derhal kavrayan Jilenkov:
- Herr Hitrovo'yu, evet onu ... diye yanıt verdi.
Vagon restorana sadece birinci ve ikinci kategoridekileri bı­
raktılar. Yiyecek ve içecekler kuponsuzdu. Tnıhin restorana her­
kesten önce girdi ve derhal içki istedi. Zakutni, Malişkin'e eğilerek:
- Bizim Fodor yine kafayı çekecek ve biz bu dangalak yü-
zünden yine rezil olacağız, diye fısıldadı.
- Evet, mutlaka çekecek kafayı... Ben de memnuniyetle içe-
rim ... Ölüm korkusunu unutmak gerek.. .

HERKES KENDİNCE EGLENİYOR


Güz mevsiminin ıslak Prag'ı, bizi ağlar bir yüzle karşıladı. Bü­
yük bir hangan andıran kapalı peron karanlık denecek kadar loştu.
Pencere yoktu. Kalın camlı çatıdan da ışık sızamıyordu. Zaten gök­
yüzü, yüzen ve çatılara kadar inen kirli bulutlarla kaplıydı.
Tek bir ampulün aydınlattığı tünelden güçlükle geçtiler. Dış
kapı önünde polisler ve otomatik tüfekli Alman askerleriyle karşı­
laşınca şaşırdılar. Zakutni, Malişkin'e fısıltı ile:
- Bunlar bizi karşılamak için değil, götürmek için gönderil­
miş, dedi.
Sadece birinci kategoridekiler otomobillere bindirildi, ötekiler,
polislerle Alman askerlerinin eşliğindeki otobüse tıkıştınldı. Hare­
ketlerinden biraz sonra, otobüs, bir Alman arabasına tosladı. Dur­
dular. Askeri arabanın şoförü, başçavuş, tiz bir sesle küfürler sa­
vurmaya başladı. Hiçbir suçu olmayan otobüs şoförü, yaşlı bir Çek,
aşağı indi, hazırol durumuna geçti ve tek bir söz söylemedi.
Albay Zverov, kısık bir sesle:

576
- Rezil... demekten kendini alamadı.
Alman askerlerinden biri derhal başına dikildi ve Rusça:
- Ne dedin? Kim o rezil? diye sordu.
Otele kadar sustular. Hepsi pencerelerden dışan bakıyordu.
Caddelerde pek az insan vardı. Onlar da başlan önde yürüyorlar­
_
dı. Karşılanndan gelen tramvaylann sadece sahanlıklannda Çekler
vardı. İçeride Almanlar oturuyordu. Mağazalann önlerinde kuy­
ruklar uzanıyordu.
"Misafirleri", yine kategorilerine uygun otellere yerleştirdiler.
Vlasov'la Adela'yı Krona Oteli'nde bir daireye, komitenin müstak­
bel üyelerine Avrupa Oteli'nde ayn odalar yerdiler, ufak tefekleri
de Ovenska sokağındaki küçük bir otele götürdüler ve her odaya
üçer kişi yerleştirdiler.
Kahvalhda, Maykopski'nin, ne I<rona'<l.a ,J\e de Avrupa'da ol­
duğu anlaşıldı. Eski avukah, her zaman ve her şeyde kıskanan Ji­
lenkov, sıntarak:
- O şimdi herhalde Peçek sarayındadır, dedi.
Truhin:
- Neden bu kadar önem veriyorlar ona? diye safça sordu.
Bu sarayın gestapo dairesi olarak kullanıldığını bilen Zakutni,
Jilenkov'u azarlarcasına başını salladı:
- Bu şakalar bir gün başınıza bir bela getirmezse iyi ... dedi,

Toplantıdan bir gün önce Prag'ın görülecek yerlerini gezdiler.


Tabii, yine kategori kategori; birleri otomobille, ötekileri otobüsle.
Rüzgar çıkmış ve hava biraz açılmışh. Prag tepelerinden birine çı­
karak şehri seyrettiler, Hratşani'yi dolaşhlar, Stare Meste'yi, Sen
Vit katedralini gördüler, Karlo köprüsünden geçtiler, ünlü saat
önünde biraz durdular, Altın Kaplan birahanesinde oturdular.
Hepsine yer yoktu, ufak tefekler, birinci kategoridekiler pilsen bi­
ralarını içinceye ve sucuklannı yiyinceye kadar sıra beklemek

577
zorunda kaldılar. Ufak tefeklere pilsen yerine bulanık bir su veril­
di, hem de küçük bardaklarla, sucuktan da tek ve soğuktu.
Truhin, hava kararınca, kendime bir eğlence bulurum umudu
ile karanlık şehirde tek başına dolaşmaya çıkb. Vatslav Meyda­
nı'nda ufak tefek -fındık kurdu kadınlardan hoşlanırdı- bir sokak
kadını çıkb karşısına. Kadın, Almanca, evinin, hemen köşeyi dö­
nünce oracıkta olduğunu, evine gidebileceklerini söyledi. Truhin,
içinden, "Namussuz beni bir avluya sokacak ve orada dostuna te­
mizletecek!" dedi. Kadm, onun ne düşündüğünü anlamış, olacak
ki, kolundan çekti:
- Korkmayın Herr ... Kimse dokunmayacak size.
Ve ekledi:
- Bende hiçbir hastalık yok. Gelin pan.
Bir avluda uzun uzun yürüdüler, birkaç basamak çıkıp yeni­
den aşağı indiler. Kadın, Truhin'i kolundan adeta sürüklüyordu.
"Halt!"21 diye bağırmalar ve ardından da silah sesleri duyuldu.
Truhin, korkudan soğuk soğuk terlemeye başladı. İçinden, "Yan­
dım!" dedi. Tam bu sırada kadın, rahat bir nefes alarak, "Geldik."
diye fısıldadı.
Girdikleri odada bir aile evi havası vardı. Kadın, adının Marta
olduğunu ve yirmi beşinde bulunduğunu söyledi. Truhin gülüm­
semekten kendini alamadı. Kadın kırkında vardı en aşağı. Kadın,
"Bira mı, kahve mi?" dedi. Truhin her ikisini de istedi.
Misafir:
- Neden acele ediyorsunuz? diye sordu.
- Sizi geçireceğim. Tek başınıza sokağa çıkış yolunu bula-
mazsınız. Saat ondan sonra da, biliyorsunuz, sokağa çıkmak yasak.
Peçek'te de Gestapo var...
Truhin:

21 Dur!

578
- Sahi mi? Bilmiyordum bunları ... dedi, boğazı kurudu. Ji­
lenkov'un kahvalhda söylediklerini ancak şimdi anlamışh. ''Bu
Maykopski bir kuvvetmiş meğer..." diye düşündü. Kadına döndü:
Mademki öyle, sabaha kadar yanınızda kalacağım.
- Bir kahve daha getire� mi?
- Getir.
Marta durmadan konuşuyordu:
- Size ne gibi yiyecek çıkarabilirim diye düşünüyorum. Ev­
de aşağı kaliteli ekmek ve pekmezden başka bir şey yok. Ben,
Tramvay İdaresinde daktilocuyum, bu yüzden öğleleri orada kar­
nımı doyuruyorum. Biz Praglılar kahveyi sev�riz. Babam, lrji Sli­
mak'la dosttu. Dostlukları hemen hemen kırk yıl surdü. Babam bir
kez olsun evine gitmedi. "Evi ve ailesi, Pan Slimsk'ın özel yeridir.
Benim evim ve ailem de benim özel yerimdir.". diyordu. Kırk yıl
hep aynı birahanede buluştular. Eşleri de kahvede buluşup görü­
şürlerdi. Slaviya kahvesi lüks ve pahalıdır, Metro'da aydınlar top­
lanırdı, Ünyon'da da şairler... Şiirlerini okurlardı.
Marta göğüs geçirdi:
- Bir kez bulundum orada. Benim Duşan'la. Sonra her şey
bitti. Yılbaşı yaklaşıyor, eski yılbaşlannı anımsadıkça içim titriyor.
Eskiden Prag, bugünlerde yılbaşı hazırlıkları içindeydi, halılar sil­
kilir, mobilyalar birbir elden geçirilir, her şey pırıl pınl parlahlırdı.
Mağ�zalar gelin gibi süslenirdi. Domuz kafaları öylesine süslenir­
di ki, insanın öpeceği gelirdi. Yarım metre kalınlığında ve allah
inandırsın sizi, bütün vitrin boyunca uzanan salamlar vardı. Her
köşe başında canlı balık satılırdı. Çiçek, her taraf çiçekti.
Marta, alhn suyu ile yaldızlanmış küçük bir sarmaşık dalını
duvardan aldı, avucuna koydu:
- Görüyor musunuz bunu: Sarmaşık ... Onsuz yılbaşı olmaz­
dı. İsteyen hakikisini, isteyen de böyle yaldızlısını alırdı.
Marta kurnazca gülümsedi, güzelleşti bile:

579
- Bu sarmaşık duvarda iken, insan, günaha bile girebilirdi.
Tabü, kocasının haberi olmayacak kadar az.
Kapı çalındı. Marta korku içinde fısıldadı:
- Eyvah, baskın! Açayım mı?
- Nasıl istersen.
Otomatik tüfekleri omuzlarında, iki Alman girdi. Yaşlı olan
üsteğmen, Truhin'in kimliğini uzun uzun gözden geçirdi. El fene­
riyle Truhin'in yüzünü aydınlatarak, bir ona, bir de kimlikteki
"lichtbild"e22 defalarca bakh. Pasaportu verirken, Herr Generale
geceyi nerede geçireceğini sordu: "Madamda mı, yoksa otelde
mi?"
Truhin, başı öne eğik, "Galiba madamda kalacağını." söyledi.
Subay:
- Gute Nacht, General... diyerek ayrıldı.
Sabahleyin Marta, kahve, bir dilim ekmek ve kahverengi pek­
mez getirdi. Truhin, kahveyi içti, ötekilerine el sürmedi. Fakat Mar­
ta hepsini hesaba koydu:
- Bir bira, iki kahve, pekmez ve ... gece ücreti ...
Truhin, su birikintilerini atlayarak yürürken, kendi kendine,
"Soydu beni cadı!" dedi.

ANDREY MiHAYLOVİÇ MARTİNOV'UN ANILARINDAN


Malişkin, Prag yolculuğu hazırlığı yaparken, Orlov'la benim
de kendileriyle birlikte gideceğimizi bildirdi. Memnundum: Sovyet
düşmanlarının toplanhlanndan dolaysız bilgi edinecektim. Bundan
başka, hareketimizden iki gün önce, Merkezden aldığım direktif ge­
reğince, Prag'ın Kameniçka sokağındaki kırtasiye mağazasına gi­
dip, orada saha olarak çalışan Tibor Tvorjak'a, kız kardeşinin baş­
ka eve taşındığını bildirmem ve yeni adresini vermem gerekiyordu.
Anlaşıldığına göre, bizim Prag'daki istihbaratçımızın Merkezle

22 Fotoğraf.

580
bağlanhsı kopmuştu ve şimdi kendisine yeni adres veriliyordu.
Orlov için de pek sevindim. Kira'nın ölümü üzerinden iki ay­
dan fazla bir zaman geçmişti, o hala kendine gelmiş değildi. Vla­
sovcular ve özellikle örgüt işleri yardımcısı olarak yanında çalışh­
ğı Truhin'fn karşısında soğukkan.lı davranıyordu. Başbaşa olduğu­
muz zamanlarda da, Kira konusuna değinmemeye çalışıyordu. Fa­
kat en büyük acılarını biraz olsun hafifletecek, ağır bir darbe yedi­
ği Berlin'den biraz aynlacakh.
Daha çok şeyler dinlemek için ayn vagonlarda yolculuk yap­
mayı kararlaşhrdık. Tren Drezden'de, tarife gereğince birkaç daki­
ka yerine iki saatten fazla kaldı. Bu, Amerikap. uçaklarının yaptık­
ları korkunç bombardımanların doğal bir sonucu idi.
Orlov, dışarı çıkmıştı, İgor Niman ve Nikolay Kovalçuk'la ko­
nuşuyordu. Kovalçuk'la ilgili birçok şeyler ·biliyordum, Niman'la
yakından ilgilenmem gerekiyordu. Her şeyden önce gerçek kimli­
ğini saptamam gerekiyordu. Niman, onun takma adı idi. İlk za­
manlarda Gönüllü' de çalışmış, sonra Halk İstenci gazetesine alın­
mıştı. Resmen haber redaktörüydü, yakınlan onun için "kanıt uy­
durmacısı" diyorlardı.
Sabahlan, Büyük Sovyet Ansiklopedisi'nin eksik ciltlerinin,
Sovyet yıllıklarının bulunduğu kitaplığın önüne oturuyor ve başlı­
yordu haber uydurmaya. Fantazisi bitimsizdi adamın: Grevler,
tren kazaları, milisyonerlerin genç kızların ırzlarına geçmeleri, ce­
zaevlerinden firarlar, elektrik istasyonlarının ve köprülerin havaya
uçurulması, parti sekreterlerinin öldürülmesi ve daha neler neler
uyduruyordu her gün. Bunlarda sadece şehir ve il adlan doğruy­
du. "Sovyetler Birliği'nin İdari Taksimatı" adlı kitaba büyük bir
önem veriyordu. Çünkü bütün şehir ve il adlan yazılıydı. Her gün,
Rusya haberlerini tamamladıktan sonra bu kitabı oradaki bir çelik
kasaya kilitliyordu. "Çalarlarsa ne yaparım sonra ben!" korkusu
içindeydi.

581
Niman'la Blumental, Tamrain Evdokiya Karpova adında bir
tip uydurdular. Sözde bu kadın Büyük Almanya'ya ve özellikle
Adolf Hitler' e deriİl sevgisi yüzljnden kız.ıllar tarafından parça par­
.ça edilmişmiş.
Blumental sarhoş olduğu gecelerden birinde bana şöyle yakın-
dı:
- Bunların hepsini ben uydurdum, Bay Nikandrov. Ben! Ka­
dının özgeçmişini, günlüğünü, annesine mektuplannı, her şeyi, her
şeyi ben yazdan. İki hafta uğraştım bunlarla. Fakat ne oldu? Büyük
dolandıncı Niman, bütün yazı ücretlerini cebine attı, bana sadece
bira parası verdi alçak...
Bir de bu uydurma kadın için, Berlin katedralinde ayin yaphr­
dılar. Vlasov da, Truhin de, Jilenkov da bulundular bu ayinde. He­
le Vlasov'un elleri hiç durmadı, boyuna haç işareti yaptı.
Bir başka akşam, Blumental kendini bilmeyecek derecede sar­
hoştu. Ağlıyor, bir takım aile geçimsizliklerinden söz ediyor, Berta
diye bir kadının adını anıyordu. Bir aralık beni kucakladı ve kula­
ğıma eğilerek:
- İnanıyor musun bana, Pavluşa? dedi. Öyle dertliyim, öyle
dertliyim ki, aklın almaz, Pavlik! Bu çirkef içinde daha fazla daya­
namayacağım. Düşün, bir de bu çirkeflikleri radyoda okuyorum ...
Astafiev gibi bir budalalık yapmayacağım elbette. Böyle bir şey
yapmaya hakkım yok. Çünkü, Moskova Sanat Akademi Tiyatrosu­
nun yönetimi beni bekliyor. O zaman bazı kimseler ayaklanma ka­
panacak...
Aleksey İvanoviç, Niman'ı dikkatle dinliyordu. "Bravo!.." de­
dim içimden, "Vaktini boş geçirmiyorsun Orlov!"
Beni görünce:
- Pavel Mihayloviç, buyurun yanımıza... İgor Mihayloviç
öyle ilginç şeyler anlatıyor ki ...
Kovalçuk da dudaklarında hafif bir gülümseme, dinliyordu.
Ben politik fıkraları sevmediğimi, özellikle doktor Göbels'e büyük

582
bir saygını olduğunu söyledim ve biraz geri çekildim. Niman, ak­
lınca Orlov'u denemeden geçiyordu. Arkamdan:
- Şakadan anlamıyor bu adam yahu, demiş.
Orlo�un Niman'la konuşması bir bakımdan da yararlı oldu.
Bu adam, Prag toplanhsının gü�demini, komiteye kimlerin seçile­
ceğini biliyordu. Bu bilgiler bize gerekli olabilirdi.
Böyle bir hainler, serüvenciler, dolandına ve üçkağıtçılar top­
lantısı eşine rastlanmadık bir olaydı.
Prag Şatosu'nun tören salonunda, bir kesimi tarihin çöplüğü­
ne çoktan ahlmış, bir kısmı da pek yakında ahlacak insanlar top­
landı. Kimisi general kılığında, kimisi fraklıypı. Sarayın kırmızı ha­
lısı üzerinde kurula kurula dolaşıyorlardı. Alhn yaldızlı koltuklar­
da, eski pomeşcikler, eski tarih profesörleri, eski papaz ve gazeteci­
ler, eski çarlık generalleri ve yeni Alman albayları, kısacası eski in­
sanlar oturuyordu.
Kurucu meclis toplantı saati geldiği halde kimse yerinden kı­
pırdamıyordu. Tiso bekleniyordu. Kukla Başkan, kurşunlanacağın­
dan korktuğu için, hiçbir toplantıya zamanında gitmezmiş.
Biz Orlov'la, salonu çok iyi gören bir yerde bulunuyorduk. Ki­
evli gazeteci Muziçenko ile Belorusya Radası Başkanı Ostrovski ya­
kınımızdaydılar.
Arhk bunamış olan Rudnev toplanh başkanlığı masası arka­
sında yerini aldı, zili avuçladı, tam çalacağı esnada, vazgeçti ve zi­
li yavaşça masaya bırakh, çünkü salona Ribentrop'un yardımcısı
Lorens'le, Almanya'nın Bohemya ve Moravna Bakanı Frank ve Slo­
vakya Başkanı Tiso girmişlerdi.
Salondakilerin hepsi ayağa fırladı. Lorens kimseye aldırış et­
meden koltuğuna oturdu. Tiso, Lorens'e bakhktan sonra ürkek ür­
kek elini kaldırdı, fakat kimseden karşılık bulmadı.
Rudney'e, Frank'a, "Başlayabilir miyiz?" dedi herhalde, öteki
başını salladı ve ihtiyar açış konuşmasına başladı.

583
Konuşmaolann hepsi "komünizmle savaşım" konusuna ağır­
lık verdiler. Başka ne konuşabilirlerdi ki ... Himmler'in gönderdiği
telgraf okundu. Bunda: "Rusya Halk Kurtuluş Komitesini kurulu­
şu dolayısı ile kutlar, Bolşeviklere karşı ortak savaşımızda kendisi­
.
ne başarılar dilerim," deniliyordu.
Lorens konuşmasında şöyle dedi: "Alman subay ve askerleri­
nin, geçici olarak Sovyetler Birliği denen geniş memlekete girdikle­
ri zaman, herkes tarafından büyük bir sevinçle karşılanmış olmala­
rı boşuna değildir. Bu, Rus halkının özgürlüğü uğrunda bizimle
birlikte savaşma isteğinin en iyi bir kanıhdır." ·

Frank, "Bohemya ve Moravya Sorunları Bakanı olarak, sizleri


memleketimizde sevinçle selamlanın." deyince, Başkan Tisa'nın
bile kaşları hayretle yukan kalkh, "Nereden nereye sizin memleke!
tiniz oluyormuş?" der gibi bir hali vardı.
Jilenkov'la Truhin'in büyük bavullarla gelmelerinin hikmetini
şimdi anladım. Bunlar prezidyumda, yeni Alman generali ünifor­
maları ile oturuyorlardı.
Bundan sonra seçime geçildi. Rusya Halkları Kurtuluş Komi­
tesi Başkanlığına Vlasov, Sekreterliğine de Malişkin seçildiler. Ji­
lenkov, Zakutni ve Rudnev de komite üyesi oldular. Şçeglov, Ma­
medoy, Simbal de "emekçi, işçi ve asker" temsilcileri olarak komi­
teye girdiler. Bunların adlan okunurken Vlasov bile gülümsemek­
ten kendini alamadı. "Emekçiler, işçiler kim, bunlar kim ... "
Rudnev, çok önemli bir gizi açıklıyormuş gibi, "Komite üyele­
rinden bazılarının adlan açıklanmayacakhr. Çünkü onlar halen
Rusya'da çalışmaktadırlar. Kendilerini biz ayrıca seçeceğiz." dedi.
Jilenkov gülümsüyordu. Memnundu. Onun buluşuydu bu. O
da söz aldı ve "1921'de Bolşeviklere karşı verdikleri savaşlarda ve
Kronştad'da ölenlerden," söz etti. "Fakat biz arbk ölmeyeceğiz,
Bolşevikler ölecek!" diye sözünü bitirdi.
Lorens bile alkışladı Jilenkov'u. Vlasov kı.zgındı, çünkü Jilen-

584
kov, her zamanki gibi, bu kez de kendi tezlerinden hırsızlık yap­
mışh. Bu yüzden nutkunun bazı yerlerini çizmek zorunda kaldı.
Kürsüye gelen Vlasov, alt dudağını çiğnedi, bir yudum su içti
ve çatlak sesiyle haykırdı:
- Rusya halklan, dinleyin �ni! Bugün siz, Bolşevizme karşı
yürütülen savaşta birleşmiş bulunuyorsunuz. Artık, komünizmi
sona erdirme ve yeryüzünden adını silme olanaklanna kavuştuk.
Ne mutlu bize...
SS sturmbannführerlerinden biri hızlı hızlı salona girdi, başka­
na giderek, ona değil, Lorens'e bir zarf verdi. Gözler Vlasov' dan
kaymış, Lorens'te toplanmışh. "Ne vardı bu �rfta acaba?"
Vlasov konuşmasını kesti.
Lorens bir şey söylemek gereksinimini duydu ve:
- Önemli bir şey değil, baylar... diye başlapı, bizimkiler, Ma­
caristan' da, uyguladıklan esnek savunma taktiği gereği bazı yerle­
şim yerlerinden çekilmişler. Budapeşte için doğrudan bir tehlike
yok... Devam edin, General...

O akşam, Palast Sinemasında konser verildi. Sonra akşam ye­


meğine götürüldük. Fakat, yine kategorilerimize uygun restoranla­
ra ... Baştakiler birinci sınıf restorana, ötekiler daha aşağı kategori­
deki lokantalara.
Akşam yemeği kavga ile sona erdi. "Asker temsilcisi" olarak
komiteye alınmış olan Çavuş Memedov, "işçi sınıfı temsilcisi"
Uhov'a haykırdı:
Neden bana selam vermiyorsun?
- Herkese selam vermek zorunda değilim.
- Ne demekmiş o "herkese?"
Jilenkov koşup geldi, her ikisini de yatışhrmaya çalışh:
- Bay Memedov, siz komite üyesisiniz, yakışmaz size bun-
lar.

585
Memedov:
- Neden selam vermiyor bana bu? diyerek Uhov'un çenesi­
ne bir yumruk indirdi.
Ve birbirine girdiler...
Meğer yerleştirildiğim otel, Kameniçka sokağına iki dakika
mesafedeymiş. Kırtasiye mağazasını kolayca buldum. Tibor Tvor­
jak kız kardeşinin yeni adresine pek sevindi.

1 945 YA KLAŞIRKEN
Adaletten gizlenen katiller, caddelerde, sokaklarda dolaşır,
trenlerde yolculuk eder, yer, içer, giyinip soyunurlar, kısacası, her
şeyi herkes gibi yaparlar. Sinemaya gider, meyhaneye girer, tütün­
cüden sigara alırlar, bütün bunları milyonlarca insan gibi yaparlar.
Ve bunları yapan katil, herkes gibi yaşadığını sanır. Hayır, ya­
şamıyor o. Sadece, varlığını sürdürüyor. Çünkü, her an kuşku ve
korku içinde bulunan, geceleri ufacık bir hngırtı duyunca hemen
silahına davranan bir insanın yaşamına yaşam denemez.
Orta Avrupa kaldınmlannda gezip dolaşıyor, tren, otomobil
ve uçakla yolculuk yapıyor, içki içiyor, yemek yiyor, çamaşır değiş­
tiriyor, savaş bültenlerini okuyor, film seyrediyor, sigara içiyor, ka­
nn doyuruyor, kadınlarla yahyor, para alıyor, nutuk söylüyorlardı,
kısacası, her normal insanın yaphklannı yapıyorlardı. Ve böylece
yaşadıklarını sanıyorlardı. Oysa yaşamıyorlardı, varlıklarını sür­
dürüyorlardı. Kulakları, doğudan gelen Sovyet toplarının hınçlı ve
güçlü gümbürtülerindeydi.
Sovyet Ordularının amarsız baskıları alhnda çılgına dönen ki­
mi katiller, her gün biraz daha yaklaşan korkunç gerçeği görmek
için yerin yedi kat dibindeki dairelerinden çıkamıyor, bir başkala­
rı, çaldı.klan alhnlarla hka basa doldurdukları bavullarını kapıp
kurtuluş çaresini anyor, üçüncüleri Bah'ya kaçma planlan kuru­
yor, dördüncüleri, beşincilerle -bunlar pek çoktular- Herr Göbels'in

586
vadettiği yeni silahı sabırsızlıkla bekliyordu.
Dünya, arhk, Babiy Yar'ı, Treblinka'yı, Krasnodar ve Har­
kov'daki canavarlıkları biliyordu. Sovyet Orduları, Osviyentsim ve
Maydanek yakınlarındaydı. İnsanlık çok geçmeden, ölüm kampla­
rında ölülerin çenelerinden sök�len alhn dişleri, fabrikalara gönde­
rilen kadın saçı denklerini, insan cildinden yapılma abajurları, mil­
yonlarca insanın boğulup öldürüldüğü gaz fırınlarını öğrenecekti.
"Hugo Şnayder", "Polte Verke", "İG Farbenindustrie AG", "Krup"
ve benzeri firmaların doğulu işçileri köle olarak çalışhrıp sömür­
dükleri de ortaya çıkacakh.
Sovyetler Birliği'ne yapılan alçakça salqından, şehir ve köyle­
rin yakılıp yıkılmasından, ulusal değerlerin yok edilmesinden, mil­
yonlarca masum insanın canavarca öldürülmesinden kendilerinin
sorumlu tutulacaklarını iyi bilen Hitler, Göring, Himmler, Göbels,
Rozenberg ve diğer savaş suçluları -ki bunlar Almanya' da pek çok­
tular- Sovyet Ordusunun ilerlemesi karşısında ölüm korkusu için­
de kıvranıyorlardı. Evet, "Öç günü" yaklaşıyordu.
Ve bu öç gününü biraz olsun uzaklaşhrmak için her çareye baş
vuruyor, on alhsından altmışına kadar kadın, erkek, çocuk bütün
Almanları bu umutsuz savaşın ateşine atıyorlardı. Bu insanlar -ki­
mi aldahlmışh, kimi korkutulmuştu, kimi de suç ortağı idi- bu kor­
kunç kısır döngünün dışına çıkamıyorlardı.
Sovyet ordularının hızla ilerlemesinden, galiba, Almanlardan
çok vatan hainlerinin elebaşları korkuyordu. Onlar için tek kurtu­
luş yolu bahya kaçmakh, orada yeni ihanet ve alçaklıklar pahasına
yaşamlarını koruyabileceklerdi. Onların akıllarına uyarak hıyanet
yoluna sapmış olan diğerleri için de bir çıkar yol daha vardı: Silah­
larını teslim edip, kendi halklarının ayaklarına kapanarak af dile­
mek. Fakat, birçoğu bunu yapacaklarına, halklarına karşı savaşa
hazırlanıyordu.
1945 yılının eşiğinde, Vlasov şu telgrafı aldı:

587
"SS Reichsführerinden23 General Vlasov'a,
Führer sizi, 600. ve 700. Rus tümenleri komutanı atamıştır.
Bundan sonra oluşturulacak tüm Rus birliklerinin başkomutanlığı
görevi de size verilecektir.
Başkomutan olarak, subaylara albaya kadar rütbe verme hak­
kı da size verilmektedir. Albaylık ve generalliğe terfi ettirme işlem­
leri, SS Genel Yönetim sorumlusu ile görüşülerek çözümlenecektir!
Heinrich Himmler
Doktor Kaltenbrunner24 tarafından görülmüş onaylanmıştır."
Bundan da açıkça anlaşıldığı üzere, Vlasov'un gelecekteki tü­
menleri SS'in bir kesimi olacak ve Himmler'le Kaltenbrunner'in
emri altında bulunacaktı.
Şimdi iş kala kala, komutana gruppenführer şanının verilme­
sine kalıyordu. İyi ama Almanlar buna razı olmayacaklardı, çünkü,
Vlasov vatan haini idi ama, ne de olsa Rus'tu.
Bir süre sonra Göring de, Rus Kurtuluş Ordusuna bağlı askeri
hava birlikleri oluşturulmasına müsaade ettiğini bildirdi. Göring,
bu birliklerin başına Viktor Maltsev'in getirilmesini rica ediyordu.
Maltsev, bir zamanlar Sovyet havaalığında çalışmış, bir suçundan
dolayı mahkum olunca işinden çıkarılmış, savaştan önce, Yalta'da­
ki Aeroflot �anatoryumu Direktörlüğü yapmış. Alman işgali sıra­
sında da Yalta Belediye Başkanlığına getirilmiş bir kişiydi.

23 Reichsff.ıhrer-SS 1925'ten 1933'e ve 1934 sonrası Alman SS'in en yük­


sek dereceli nitbesi olup ayıu zamanda Alman Ordusunda Mareşal
rütbesiyle eşdeğer bir rütbeydi.
24 Nazi Almanyası 'nda Profesör Doktor, General ve Nazi Partisinin ön­
de gelenlerindendi. il. Dünya Savaşı sonunda Sovyet Kızıl Ordusu­
nun Almanya'ya çok yaklaştığı sırada bütün toplama kamplanndaki
esirlerin ölüm emrini verdi. Daha sonra yakalanıp Nümberg mahke­
meleri'nde yargılandı. 1 9 Ekim 1946 yılında asılarak idam edildi.

588
ANDREY MiHAYLOVİÇ MARTİNOV'UN ANILARINDAN
Ocak ayı başlarında, Truhin beni yanına çağırdı ve Vlasov'un
şu emrini gösterdi: "Almanların 600 numaralı olarak belirledikleri
ilk tümenimin oluşturulması görevini Albay Bunyaçenko'ya ver­
miş bulunuyorum. Önceleri General Kaminski'nin komutasında
olan SS tugayının da bu tümene katılmasını emrediyorum."
- Haydelberg'e gideceksiniz. Söz konusu tugay orada bulu­
nuyor. Bu tugayda kimin ne işe yarayacağı konusunda BunyaÇen­
ko'ya yardım edin. Döndüğünüz zaman durumu bana bir raporla
bildirin.
Karargahtan birini yardımcı olarak yanıma almama müsaade­
sini rica ettim.
- Tek başıma bu işin alhndan güç kalkarım, Bay General, de-
dim.
Truhin müsaade etti ve ben Semön Riyabov'u seçtim.
"General Kaminski"nin kim olduğunu ve "SS tugayı"nın s�rü­
venlerini bu suretle öğrendim.

Savaştan önce Lokot şehrindeki Hidro-Teknik Okulunda;


Konstantin Voskoboynikov adlı bir öğretim üyesi ve İspirto ve Vot­
ka Fabrikasında da; mühendis Bronislav Kaminski çalışıyordu.
Kimsede bir kuşku uyandırmadan yaşayıp gidiyorlardı. Her ikisi­
nin de azılı birer Sovyet düşmanı olduklarım kimseler bilmiyordu.
Tanışıyorlar mıydı? Herhalde. Çünkü Lokot büyük bir şehir değil­
di ki, iki uzman birbirini tanıyamasın.
1941 yazında, Almanlar Lokot'u ele geçirince, Voskoboynikov
Alman komutanına giderek, kendisinin çarlık dönemi subaylarından
olduğunu, yapay belgelerle Moskova ve Gorki'de oturduğunu, hat­
ta bu belgelerle yüksek öğrenim yaptığını, şimdi, Adolf Hitler'e tam
bir sadakat ve dürüstlükle hizmete hazır olduğunu bildirdi. Beledi­
ye başkanlığına getirildi, Kaminski'yi yardımcı olarak yanına aldı.

589
Voskoboynikov, ilk iş olarak, komünist ve komsomollan, aynı
zamanda şura memurlannı ortadan kaldırmak için askeri mahke­
me oluşturdu. Kendi öğrencilerini bile bu kıyım makinesindan ge­
çirdi.
Voskoboynikov, 8 Ocak 1942 günü, şehir meclisine bağlı istih­
barat şubesi şefi, Alman subayı üsteğmen Komfeld'e öğle yemeği­
ne gitmek üzere evinden çıkh. Tam otomobiline bineceği sırada
kalpaklı biri yanına geldi, iki arkadaşı da, biraz ötede muhafızlarla
konuşuyorlardı.
Kalpaklı, derin bir nezaketle:
- Müsaadenizle Bay Başkan, dedi.
Voskoboynikov, otomobiline girmek üzereydi:
- Ne var, dedi, çabuk söyle...
- Vatana ihanet suçundan ölüme mahkum edildiğinizi bil-
dirmeye geldim.
Voskoboynikov, korkudan dili tutulmuş gibi donup kaldı.
Partizan aynı dinginlikle ekledi:
- Bu hükmü yerine getirme görevi de bana verildi, dedikten
sonra, Almanlardan alınma tabancasını hainin göğsüne çevirdi ve
bütün kurşunlan boşalth. Biraz ötedeki iki arkadaşı, muhahzlann
üzerine bir bomba savurduktan sonra onun yanma koştular. Mu­
hafızlardan kurtulanlar da kaçhlar.
Biraz sonra olay yerine gelen Başkan Yardımcısı Bay Kamins­
ki, Üsteğmen Komfeld, Polis Şefi Pokrovski, Askeri Sorgu Şubesin­
den Oratsük, Askeri Mahkeme Başkanı Amsonov ve polisler, dö­
nüşlerinde belediye binasına giremediler. Çünkü dış kapı önünde
şöyle bir ilanla karşılaşhlar:
"öteki dünyaya gitmek isteyenler var mı daha? Varsa kendi­
lerine yardıma hazınz!"
Belediye başkanlığına Kaminski atandı. Kendisinden öç alına­
cağını çok iyi bildiği için, belediyedeki muhahzlan arhrdı. Partizan

590
baskınları ve öldürmeler devam ediyordu. Bu durumdan ürkmüş
olan Hitlerciler de, Kaminski'nin it, uğursuz takımını muhafız ola­
rak almasını kolaylaşhrıyorlardı.
Bütün bunları, bana, Kaminski'nin tugayında ordu marşlan
korosunu yöneten aktör Kislitsin anlattı. Kendisi aynı zamanda, tu­
gayın askeri mahkemesi üyesiydi. Fakat, "övünmek gibi olur" diye
düşünmüş olacak ki, bunu sükutla geçiştirdi. Tugay Lokot'tayken,
mahkeme, "kurtuluş hareketine kahlmayı reddeden" komünistler,
komsomollar ve şura işçileriyle dolu olan cezaevinde geceleri "ça­
hşh" ve herkese ölüm cezası verdi.
Arkino köyünden Grigoriy Pratsük, bu alanda büyük çaba
harcadı. Savaştan önce hırsızlık suçlarından birçok kez cezaevinde
yatmışh. Kaminski, bu haydudu Askeri Sorgu Şubesi Başkanlığına
getirdi. Kansı Natalya ile kız kardeşi Pelageya'nın, bir kimsenin
evinde beğendikleri bir eşya varsa, adam, çok geçmeden darağa­
cında sallandırılıyordu. Pratsük'ü, Haydelberg'te göremedim, baş­
ka bir şehire gönderilmişti. Fakat, Pelageya ile görüştüm. Şişman
bir kadındı, sağ yanağında büyük bir mor leke vardı, küçücük göz- ·

!eri şişti. Entarisinin alhnda, Briyansk, Belorusya ve Polonya' dan


çalınmış alhnlarla hkabasa dolu geniş bir kemer taşıdığını söyledi­
ler. Tugayın geçtiği her yerde, Pratsük, evler yakmış, adam öldür­
müş, soygun yapmışh.
Haydelberg'te on gün kaldım, birçok asker ve subayla görüş­
tüm ve tugayın neden Almanya'ya geldiğini aynnhları ile öğren­
dim.
Tugay, partizanların, komünist ve komsomolların kanlarını
akıta akıta Lepel-Volkovisk-Belostok-Petrakov yolunu geçmiş. İki
taburu bir süre Varşova'qa kalmış. Almanlar, 1943 yılı sonlarında
Kaminski'ye tuğgenerallik vermişler.
Sovyet Ordusunun yaklaşması üzerine tugay subayları, ailele­
rini, taşınır mallarını, hayvanlarını ve hatta tavuklarını bile yanla­
rına almışlar, kısacası, tugay, tam bir barbar ordusuna dönüşmüş.

591
Kendileriyle gelmek istemeyenleri, ilk cumal üzerine hemen öldü­
rüyorlarmış.
İvan Korşunov adlı bir polis vagonda, kansına:
- İnelim, kalalım burada. Benim bizimkiler karşısında bü­
yük bir suçum yok. Kimsenin kanına girmedim, soygun da yapma­
dım. Verseler verseler en çok beş yıl hapislik verirler. Yatar, çıka­
nın. Böylece Rusya'da kalmış oluruz, demiş.
Bu konuşmaya kulak misafiri olan polis Roman, İvan'ın duru­
munu, savcı Samson'a cumal etmiş. Bu sözüm ona savcı da, "hai­
nin diri diri yakılmasını" emretmiş. Yol kenanna çıkanlan Korşu­
nov ve kansı, Üzerlerine benzin dökülerek diri diri yakılmışlar.
Rusya'da ve Belorusya'da geçtikleri yerlerde hem Ruslan,
hem de Beloruslan soymuşlar, halkın Almanlardan gizlemeye mu­
vaffak oldukları hayvanlarını, buğday ve hayvan yemlerini, ek­
meklerini, kısaca, götürebilecekleri her şeyi çekip almışlar. Doğu
Silezya'ya, daha sonra da Pomeranya'ya ulaşhklan zaman, Alman­
ları da soymaya koyulmuşlar.
Bu durum, tepedekilerin canını sıkmış. Esasen, anlaşıldığına
göre, Kaminski'ye gereksinimleri de kalmamış artık. Himmler,
Vlasov'un komutasında tümenler oluşturulmasına ilişkin kararının
Hitler tarafından onaylanmasından sonra Kaminski'yi Berlin'e ça­
ğırmış. Tugayın Kurmay Başkanı Şavikin, Çevirmen Sadovski ve
Kaminski'nin vazgeçilmez kadeh arkadaşı Doktor Filip Zabora da
kendisi ile birlikte yola çıkmışlar. SS'ler, Himmler'in emrini yerine
getirerek, bunları Pozman yakınlarında durdurmuşlar ve hepsini
kurşuna dizmişler.
Tugay, Haydelberg'e yerleştirilmiş, ailelerine de başlarının ça­
resine bakmaları emredilmiş. Şavikin ve Sadovski'nin karılarını,
Kaminski'nin emir subayı Kanaev'in ve en son da Kaminski'nin ka­
nlarını gördüm, kendileriyle konuştum. Lokot'taki İspirto ve Vot­
ka Fabrikasında işçi olarak çalışmış olanJ<aminski'nin kansı Tatya-

592
na Şpaçkova, Brasova'da doğduğunu, orada birçok akrabası bulun­
duğunu anlath. Sonra ağlayarak Almanlardan şikayete başladı:
- Kocann, canla başla çalışhğı halde kurşuna dizdiler. Kö­
pek gibi öldürdüler. N'olacak benim halim şimdi? Nereden para
bulacağım?
Karargah yazıcısı Klavdiya Grekova, hınçla:
- Yeter sızlandığın Tanka. Şöyle bir silkiniversen şıngır mın­
gır dökülenler yeter de artar sana! dedi.
Şpaçkova ayrıldıktan sonra Grekova bana şunlan anlath:
- Onda, Nataşka Pratsük'tekinden daha fazla alhn vardı.
"Zaferden sonra her yıl Nis' e gideceğiz." diye övünürdü. Birisi,
_
herhalde Faidka Kanaev bu rezili soydu. O da canavann biridir,
gümüş küpe gördü mü, kızların kulaklarını keserdi.
Tugayın asker ve subaylarından birçoğu!'un dosyasını oku­
dum ve Sovyetler Birliği'nde savaştan önceki dönemde, devrimin
bozguna uğrathğı burujva arhklarından ne çok süprüntü bulundu­
ğunu bir daha açık seçik anladım. Eski tüccar ve köy ağalannın ço­
cuklanndan da bir hayli vardı. Eski insanlardan oluşan bu suçlular,
bu caniler güruhu arasında güvenilecek bir insan bulmak olanak­
sızdı. Semön Riyabov da bulamadı:
- Burada öyle paçavralar toplanmış ki, Pavel Mihayloviç, en
iyisi, bir riziko alhna girmeden uzaklaşalım. Bu herifler bizi bir şi­
şe rakıya satarlar.
Fakat, Vlasov'un ilk tümeninin çekirdeğini oluşturacak olan
tugayı kendi haline bırakmamız da doğru değildi. Riyabov'u ora­
da bırakmayı uygun buldum ve bu kararımı Bunyaçenko'ya söyle­
dim. Son derece sevindi. Riyabov hiç olmazsa "bizden" di, "namus­
lu"ydu, Kaminski'nin haydutl�rından değildi.
Riyabov, beni uğurlamak için istasyona geldi. Konuşulacakla­
rın hepsini konuşmuştuk. Birçok tehlikelerle karşılaşacakb. Öpüş­
tük.

593
Semön, başarılar diliyorum sana ...
Aman, şeytan kulağına kurşun...

İz BIRAKMADAN KAÇAN KiM?


Kira'nın ölümü, Orlov'a, Vlasovlann güvenini kazanmasında
biraz da olsa yardım etmişti. O, bunu acı da olsa biliyordu ve bü­
tün gücü ile yurduna yardım etmeliydi. Kira'nın vasiyeti buydu.
Merkez, ondan ve Nikandrov' dan, Batı Cephesinden alınıp
Doğu Cephesine gönderilmekte olan Alman tümenlerine ilişkin
bilgi istiyordu. Son günlerde de, Berlin etrafında ve şehrin içinde
yapılmakta olan tahkimata ilişkin her türlü verilerin öğrenilmesi
emredilmişti.
Bu ödevin gerçekleştirilmesi son derecede güçtü. Almanlar,
savunma tahkimatının inşasında savaş tutsakları ile doğulu işçiler­
den yararlanıyorlardı. Orlov, Berlin içinde akşam sekize kadar ser­
bestçe dolaşma hakkına sahipti, o bu haktan ustaca yararlanıyordu.
Savaş tutsakları ile Doğulu işçilerin barakalarına serbestçe girip çı­
kıyordu. Leipzig Strasse'deki Herter Süpermarketi'nin altında yan­
gın bombalan deposu yapıldığını öğrenmeye muvaffak oldu, son­
ra, Hayvanat Bahçesi yakınındaki Tirgarten Parkı'nda iki yeni bun­
ker25 belirdiğini, bunların altında beşer kat yeraltı binası bulundu- .
ğunu, her birinin biner kişilik olduğunu öğrendi, Zoorland Stras­
se'deki İş Bakanlığı binasında bir karargah kurulduğunu ve orada
birçok subay ve generalin çalıştığını keşfetti.
Orlov, savaş tutsakları ve doğulu işçilerin barakalarına her gi­
dişinde Vlasovlara karşı derin bir nefret havasının yaygın olduğu­
nu gördü. Bu nefret, özellikle Kreger fabrikasında son derecede
güçlüydü. Kira'nın belgelerinden, onun burada da çalışmış oldu­
ğunu anladı.

25 Sığınak, depo.

594
Kreger'deki doğulu işçiler pansiyonuna, ilk kez yağışlı, soğuk
bir günde gitti. Koğuş yönet_icisi, onu, ilk önce, loş bir barakaya gö­
türdü. Yağmur barakaların pencerelerinde trampet çalıyordu.
- Riyabina, işte burada yatıyordu. Tanıyor musunuz kendi-
sini?
Orlov:
- Evet, dedi. İçini öyle bir hüzün kaplamıştı kj, gözyaşlannı
güç tuttu: "Demek ki, benim sevgili insanımı burada işkenceden
geçirmişler! ..
"

' Barakanın kapısı açıldı ve içeri koşa koşa kadınlar girdi. Islak
giysileri vücutlanna yapışmıştı, yalın ayaktıla�, yüksek sesle, hay­
kırarak konuşuyorlardı. Yönetici:
- Kesin gürültüyü ... Misafir var, diye bağırdı.
Kadınlar, Orlov'a ürkek gözlerle baktılar. �ir Alman subayın­
dan kötülükten başka ne bekleyebilirlerdi! Aleksandr İvanoviç
Rusça konuşmaya başlayınca sırtlannı çevirdiler ve dağıldılar. Ba­
rakanın ortasında duran bir kadın:
- Bu uşak ne anyor burada? .. diye bağırarak söylendi.
Koğuş yöneticisi, iri kara gözlü, ince endamlı genç kızı yamna
çağırdı:
- Galya, bay subay Varka Riyabinina ile ilgileniyor? Anım-
sıyor musun Varka'yı?
- Elbette anımsıyorum. Nerede şimdi o?
Orlov, derhal yanıtladı:
- Öldü ... İntihar ettiğini söylüyorlar. Öldürmüşler ... Sonra
da bu yalanı uydurmuşlar ... dedi.
Aleksey İvanoviç, hızla geri dönerek kapıya yöneldi. Ardın­
dan ıslak paçavralar, teneke maşrapalar yağmaya başla�ı. Bir tuğ­
la Orlov' un beline rastladı.
Ertesi gün, iyj ki, Nikandrov Haydelberg'ten dönmüştü. Or­
lov, ona olup bitenleri anlattı.
Nikandrov, öğle yemeği için Meçka'ya gitmelerini önerdi:

595
- Çoktan gitmeliydik. Yeni haberler duyarız hem de...
Restoranda, tam karşılarındaki masada, Harkov'un eski Gar­
nizon Komutanı Zverev'le Binbaşı Kalugin oturuyordu. Vlasov'un
ikinci tümen komutanlığına atanmış olan şişman Zverev ökçelerini
şaklatarak karşılarına geldi ve dilini ağzında zorla döndürerek:
- Buyurun bizim çadıra ... Binbaşı Kalugin'in ad gününü
kutluyoruz. Buyurun, dedi.
Orlov yadsımak üzereydi ki, Nikandrov, ondan önce davrandı:
--'- Davetinizi memnuniyetle kabul ediyoruz, Grigoriy Alek­
sandroviç...
Zverev, Sovyet savaş tutsakları arasından yeni kurulmakta
olan tümenine adam kandırmak için gittiği Norveç'ten henüz dön­
müştü. Bu bakımdan Nikandrov onunla görüşmek istiyordu.
Kalugin için kadeh kaldırdılar. Zverev konuşmaya başladı:
- Ştorfozen adasındaki kampa gittim doğruca. Rezilleri etra­
fıma toplayarak bir nutuk çektim. Bakhm, hepsinde surat bir karış.
Onlara yeni Alman silahından söz açtım. Sırıtmaya başladılar. Es­
kiden tanıdığım Albay Makarov'u yanıma çağırdım. "İvan An­
dreeviç," dedim, "Ne bu hal?" "Hiç, dedi, işler iyi gidiyor, çalışıyo­
ruz, yeni yollar açıyor ve bekliyoruz." "Ne bekliyorsunuz?" diye
sordum. "Almanların ve onlarla birlikte sizin teslim bayrağını çe­
keceğiniz günü bekliyoruz." demez mi it! Derhal surahna bir şa­
mar aşkettim ve emrimi verdim.
Orlov sordu:
- Kurşuna dizmelerini mi emrettiniz?
- Ya, kurşuna ... Tuvalete athlar. Orada boğuldu.
Orlov, dayanamayacağını, herifin sarhoş surahna yumruğu
indireceğini ya da tabancasındaki bütün kurşunları göğsüne boşal­
tacağını anladı. Bu yüzden kalkh, olanca soğukkanlılığı ile:
- Baylar, arabayı kilitlemeyi unutmuşum, diyerek yürüdü.
Döndüğü zaman: "Allaha şükür hiçbir şey çalınmamış ... " diye gü­
lümsedi.

596
Zverev gevezeliğini sürdüriiyordu:
- Delikanlı meğer şarlatanın biriymiş. "Neden somurttukla­
rını anlamadınız mı, efendim? Moskova Radyosu'nu dinliyorlar da
ondan ..." dedi. Bağırdım: "Söyle radyolan nerede? Söylemezsen
kafanı koparacağım!" O korkmadan yanıt verdi: "Efendim kafama
acırım. Çünkü keserseniz yerinde yenisi bitmeyecek. Radyoya ge­
lince, bu konuyu, üçüncü barakadaki Teğmen Buligin'le konuşun.
Tabii ilk önce söylemeyecek, fakat biraz sıkıştırırsanız her şeyi an­
latacak... "
Nikandrov masum masum sordu:
- Eee? Siz de sıkıştırdınız mı? Radyoyu buldunuz mu?
• - Kamp komutanlığındakiler acele ettiler ve çocuğu dayak­
tan öldürdüler.
Zverev artık tamamıyla sarhoştu. Bergen'de zengin bir Nor­
veçli kadının kendisine nasıl aşık olduğunu aiılafmaya koyuldu:
- "Sizsiz yaşayamayacağım, aşkıma aşkınızla karşılık ver­
mezseniz yaşamıma son vereceğim!" dedi. Milyonları, üç katlı bir
villası ve bir de yatı varmış. Ama boyunu görseniz, iki metre ...
Ayakkaplan kırk altı numara.
Nikandrov, artık bu gevezeden yararlı bir şey çıkmayacağını
anladı ve· kalktı:
- Özür dilerim, Grigoriy Aleksandroviç, gitmemiz gereki­
yor...
Orlov'a da "kalk" işareti yaptı.
Nikandrov, ayrılmak üzereyken:
Kaç kişi getirdiniz? diye sordu.
Norveç'ten mi? Kırk iki... Kırk üçtüler. Biri yolda kaçtı.
Adı ne?
Kimin?
Kaçanın?
Cerjinski'nin adı: Feliks. Soyadı? Şimdi anımsayacağım ...
Martinov.

597
Zverev kaçağın soyadını söyleyince Nikandrov sapsan kesil­
di. Orlov buna hiçbir önem vermedi. Nikandrov:
- Nerede kaçh? diye sordu.
- Anımsamıyorum. Bertrofta mı, Noyhavz'da mı, yoksa
başka yerde mi? Bilemiyorum. Hamburg'da henüz bizimleydi.
Nikandrov, Orlov'a:
- Haydi, gidelim, dedi.
Dışarısı karanlıktı. Şurada burada koyu mavi lambalar göz
kırpıyordu.
Nikandrov susuyordu. Orlov sordu:
- Canını sıkan bir şey mi var?
- Hayır. Her şey normal.
Orlov, Nikandrov'un asıl soyadının Martinov olduğunu ve
1941 sonbaharında iz bırakmadan kaybolan Feliks Martinov'un da
oğlu olduğunu nereden bilsindi.

ANDREY MiHAYLOVİÇ MARTİNOV'UN ANILARINDAN


Yine olaylar dizisinin biraz ilerisine gideceğim. 1945 Mayısı'n­
da Moskova'ya götürüldüğüm zaman, Nadya'ya Feliks için hiçbir
şey söylemedim, çünkü, onun hakkında, Zverev'in sarhoşken söy­
lediklerinden başka hiçbir şey bilmiyordum.
Doğulu işçilerin barakalarına, savaş tutsak.lan kamplarına bir­
çok defa gittim, oğlumu görürüm umudu ile her birine olanca dik­
katimle baktım.
Norveç'e gitme fırsatını bulamadım. Feliks, anlayabildiğine
göre, Tronheyms Fiyordu'ndaki Ştorfozen Adası'nda iki yıl kalmış.
Tambovs ilinin, Morşansk şehrinin Halk Eğitim Dairesi Mü­
dürü Mihail Nikitoviç Vorojeykin olmasaydı, oğlum için herhalde
hiçbir şey öğrenemeyecektim. Kendisiyle 1 968'de karşılaştık. Voro­
jeykin, 1942 Ağustosu'nda tutsak düşmüş ve cehennem azabının
her türlüsünü çekmiş. Savaş suçluları arasında "delik" adı ile ünlü

598
olan Milerovo cezaevinde (Almanlar, orada Ruslara suda haşlan­
mış buğday veriyorlarmış, otuz binden fazla savaş tutsağı dizante­
riden ölmüş) ve Harkov cezaevinde bulunmuş, kışın yalın ayak
Vladimir-Volinski'ye kadar yürütülmüş, Nümberg yöresindeki sa­
vaş tutsaktan kampında açlık ç�kmiş, hücrelerde yahnlmış, bom­
bardımanlarda yıkılan yapılann kalınhlannı taşımış. Her şeye da­
yanmış. Çünkü genç ve dinçmiş.
Oradan Norveç'in Ştorfozen Adası'na götürülerek maden
ocaklannda çalışhnlmış, orada da dayanmış çünkü gençmiş ve ar­
kadaşlan ile aralannda sıkı bir dayanışma varmış, birbirlerini güç­
lendirirlermiş. Kampta aralannda "kolhoz" <;füzenince yaşıyorlar­
mış, üçer ve beşer kişilik gruplar oluşturmuşlar. Aralannda şu çe­
lik yasa hüküm sürüyormuş: "Birimiz hepimiz için, hepimiz biri­
miz için." Mihail Nikitoviç, aradan yirmi 'iıiç yıl geçmiş olmasına
karşın kendi kolhozunu unutmamıştı: Kendisi, Tula yöresinden Se­
mön Pavlaviç Gorohov ve Kiev' den Mihail Andreeviç Kojin. Kom­
şu kolhozdakileri de anımsıyordu: Leningrad yöresinden Mühen­
dis Födor İvanoviç Semenkov, Astrahan'dan Mihail İvanoviç Ter­
novski ve yine Astrahan' dan Mihail Evkin.
- Diyelim ki, Gorohov Yoldaş bugün hasta, demek ki, ben
ve Kojin üç kişi için çalışacağız. Ertesi gün ben yataktan kalkamı­
yorum, ötekiler benim için de çalışacaklar. Her üçümüzün de has­
ta olduğu günler olurdu. Böyle hallerde komşulanmız bizim için
de çalışırlardı.
Benim Feliks bu kolhozlardan birindeymiş.
Mihail Nikitoviç şunu da anlath:
- Bizim kampa Vlasovcular iki kez geldi. Zverev bunlardan
biriydi. Bizi hem birer birer hem de takımca yanına çağırdı, nutuk­
lar çekti, "tatlı yaşam" ve bol para vaadinde bulundu. Tehditler sa­
vurdu. Fakat, amacına ulaşamadı. Büyük bir çaba harcayarak sade­
ce sekiz ya da on kişiyi kandırabildi.

599
Benim oğlum da kandırdık.lan arasındaydı demek. Vorojeykin
üzüntümü görünce:
- Feliks, "Almanya'ya varınca derhal kaçacağım," dedi.
Oğlum için daha fazla bir şey öğrenemedim. Nadyaağım bü­
tün gece ağladı. Hiçbir zaman kapanmamış olan yarası yeniden de­
şilmişti.
Bir süre önce, bir turistler grubuna kablarak Norveç'e gittik.
Deniz kıyısından, uzaklarda sisler arasında görülen kayalık adaya,
oğlumun çok ağır günler geçirdigi adaya uzun uzun bakbk.

SoVYET ASKERLERİ ÜDER KIYILARINDA


Vlasov, Birinci Tümeni teftiş için gittiği Müzengen'den dönü­
şünden bir gün sonra, ayna başında, Rus Kurtuluş Ordusunda uy­
gulamayı düşündüğü yeni selamın provasını yapıyordu. Sağ kolu­
nu dirsekten .büküp el ayasını kulağına yaklaşhnyor ve sonra elini
başının üstüne yükselterek, "Yaşa!" diye haykırıyordu.
Pek de kötü değildi.
"Rus Kurtuluş Ordusu mensuplarının Büyük Almanya' da ka­
bul edilmiş olan selam biçimini kullanmaya hakları var mıdır?" so­
rusuna Göbels'in bakanlığından ve Martin Borman'ın dairesinden
bir türlü yanıt gelmiyordu. Yanıtlamak mı istemiyorlardı, yoksa se­
lamla uğraşmaya vakit mi bulamıyorlardı? Vlasovcular, girişimi el­
lerine alarak, sağ ellerini ileri uzabp "Hayı Hitler!" diye bağırmaya
başlayabilirlerdi elbet. İyi ama, bu nasyonal sosyalistlerin ne yapa­
cakları bilinir mi ki... Bir de bakarsın, "Kim izin verdi size hayl di­
ye bağırmaya?" diyerek surabna bir şamar indirirler.
Yeni selam Jilenkov'un bir buluşuydu ve bununla övünüyor­
du da.

Emir subayı içeri girdi:


- Jilenkov sizinle görüşmek istiyor, generalim.

600
- Hele gelsin bakalım.
Jilenkov, daha kapıdan, sağ elini başının üstüne kaldırarak:
- "Yaşa!", diye haykırdı.
Vlasov, yanın ağızla:
- Guten Morgen, diye mırıldandı.
- Benim taslak onaylandı, kabul edildi.
Vlasov kaşlannı çath:
- Gene ne uydurdun? Ne taslağı imiş o?
- Size anlatmak olanağını bulamadım. Çünkü o sırada Mü-
nih'teydiniz. Kısaca anlatayım: Sovyet geri cephesine vurucu grup­
lar gönderilmesine ilişkin bir taslak bu. Bunlar ilk zamanlarda se­
:
kiz kişiden oluşacak. Yeni Alman silahı kullanılmaya başladıktan
sonra harekete geçecekler. Radyo istasyonlannı, telefon-telgraf
merkezlerini, demiryolu istasyonlannı, havaala.nlannı ele geçire­
cekler.
Vlasov, Jilenkov'un yüzüne şaşkın şaşkın bakıyordu.
- Bundan başka, yerel örgütlerin yörıeticilerini, yeni as�eri
yöneticileri öldürecekler.
- Fantazörlükte eşiniz yok, Bay Jilenkov...
- Biz, Sovyetlerin cephe gerisine akıllı, cesur, güçlü ve kut-
sal davamıza sadık insanlar göndereceğiz.
Vlasov karş1sındakinin yağlı yüzüne bakıyor ve kendi kendi­
ne, "Ah tilki seni... Aklın fikrin kadında, yiyecekte ve böyle kumaz­
lıklarda..." diyordu.
İyi ama, parayı nereden bulacağız?
Verecekler... Hem de beş milyon.
Beş milyon ha? Eh, başlangıç için fena değil.
İlk gruplan Nijni Novgorot, Yaroslavl, Kostroma, İvano­
vo, Tver, Orel gibi Orta Rusya bölgelerine, ikinci gruplan Ural, Ba­
h Sibirya gibi sanayi bölgelerine göndereceğiz, her şey işte burada
yazılı.

60 1
- Bırak oraya. Truhin haberli mi bu taslaktan?
- Evet.
Bu sırada emir subayı içeri daldı, kapıyı hızla çarpb.
Bu nasıl giriş böyle? Kuduz köpek mi kovalıyor seni?
General, bizimkiler geldiler...
Kim o bizimkiler? Nereye geldiler?
Özür dilerim... Sovyet orduları Oder'e ulaşblar.
Vlasov yerinden sıçradı, pencereye gitti, gözlüklerini çıkanp
silmeye başladı. Yüzü sapsarıydı.
- Bay Yüzbaşı, söylenti yaymayın, cezasını bilmiyor musu-
nuz yoksa?
Moskova Radyosu bildirmiş.
Kim dinlemiş?
Yüzbaşı Kuçinski ...
Beş gün hapis ...

ANDREY MiHAYLQVİÇ MARTİNOV'UN ANILARINDAN


Bizimkilerin Oder'e vardıktan haberini, önceden de belirtti­
ğim gibi, Vlasov karargahındaki radyo istasyonunu bizim bağlanh
merkezimize dönüştüren Pavel Rukavişnikov'dan öğrendim.
Viktorya Strasse lO'daki evimde öğle uykusuna yatrnışhm.
Yanımdaki şezlongda, Astafiev'in yerine getirilmiş olan Teğmen
Drujinin horluyordu. Rukavişnikov'a, başkalarının yanında bana
hiçbir haber vermemesini emretmiştim. Bu emrimi ilk kez bozu­
yordu. Demek ki, önemli bir haberdi bu.
- Bay Nikandrov, size, Birinci Tümenden acele bir mektup
var, dedi ve mühürlü bir zarfı elime verdi. İçinden beyaz bir kağıt
çıktı.
- Gidelim, Rukavişnikov, dedim.
Karargahtan yanm kilometre uzaklaşhktan sonra Rukavişni­
kov, sevinçle:

602
- Bizimkiler Oder kıyılarında, diye söylendi.
Sevincimi belli etmedim, Rukavişnikov'a sert bir sesle:
- Haberinize teşekkür ederim. Sizin müsaadesiz gelmeniz
doğru değildi. Başka ne haberler var?
- En önemlisi bu ... Bizimkiler Frankfurt'un karşısında bulu­
nuyorlar. Başka neler ilgilendiriyor sizi? Son yaklaşıyor artık...
Son henüz uzaklardaydı. Frankfurt'tan Berlin'e, düz çizgi ile
daha yetmiş kilometrelik bir mesafe vardı. Yani uçakla yetmiş kilo­
metre. Tanklar ve piyade, mayınlanmış, beton kazıklarla engellen­
miş karada ilerleyeceklerdi. Her tepe kale haline getirilmişti. Ve
radyolar, günün her saatinde Rusların cana':'arlıklarına ilişkin uy­
durma haberler haykırıyordu. Sözde, Ruslar Alman çocuklarını bo­
ğazlıyor, genç kızların ırzlarına geçiyor, sonra bunları nehirlere,
kanallara ahyorlardı. Barbar komünistler .ve .komiserler, en kor­
kunç işkenceler için yanlarında türlü aletler taşıyorlardı. Her askeri
birlik özel açılır kapanır (portatif) darağaçlarını da beraberinde ge­
tiriyordu. Sovyet askerlerinin yalnız yollardaki türlü engelleri de­
ğil, Göbels ve yardımalarının Alman halkına aşıladıkları kin ve
korkuyu da yenmeleri gerekiyordu.
Berlin yöresindeki son kilometrelerin büyük güçlükler içinde
aşılacağını ve birçok Sovyet askerinin buralarda sonsuzluğa dek
kalacaklarını anlıyordum. Ve kurbanların daha az olması için elim­
den gelen her şeyi yapmakla görevliydim. Bu amaçla, düşmanın
savunma çabalarını ve direnme olanaklarını öğrenmeliydim.

Vlasov'la Adela Belinberg'in düğünleri 1945 yılının Nisan


' ayında yapıldı. Ve ben, "kolera salgını sırasında ziyafet" sözünün
derin anlamını bu düğünde anladım. Sovyet orduları Berlin' e da­
yanmışh, bunlar düğün yapıyor, çiçeklerle kiliseye gidiyorlardı.
Evlilik yüzükleri takılıyor, düğün sofralarında çılgınca eğleniliyor­
du. Himmler kutlama telgrafı yolladı, Ribentrop'un yardımcısı dü-

603
ğünde hazır bulundu, "Acı! Acı!" diye haykınlarak yeni evliler bir­
kaç kez öpüştürüldü, "Hayl Hitler!" çığlıkları savruldu.
Başlangıçta sosyete kurallarına uyuldu. Gelinin eli öpüldü, ök­
çeler birbirlerine vurularak kutlama sözleri söylendi, mutluluk di­
leklerinde bulundu. Fakat, hiç kimse "Size uzun ömür boyu mutlu­
luklar dilerim,", "Bir yashkta kocayın." demedi. Sadece, çabucak
sarhoş olan bir papaz davudi sesiyle "Çok yıllara çok yıllara" du­
asını okumaya başladı. Sonra çoğalan sarhoşlar boğazlarını parala­
yarak şarkı söylemeye koyuldular. Birisi "Katyuşa" türküsüne baş­
ladı ise de çabuk susturuldu ve yaka paça dışarı atıldı.
Yeni evliler odalarına çekildikten sonra, birtakım kızlar ortaya
çıktı, bir sarhoş armonikaa bulundu ve çılgınca bir eğlence başla­
dı. Zakutni, kan ter içinde, eski Rus danslarından "Barinya"yı oy­
narken yere yuvarlandı, kalkamadı, yardım edecek oldular, kızd�,
öyle yakası açılmadık sövgüler kustu ki, muhafız komutanı Hitro­
vo bile şaşh ve ellerini açarak, "Bu adam meğer sövgü ustası imiş
yahu!" demekten kendini alamadı.
Truhin, uzun bir kanepede bacaklanru büzmüş, ölü gibi yah­
yordu. Başucunda kızıl saçlı bir genç kız oturuyordu. Truhin, ona
aldınş etmiyor, gözlerini kırpmadan tavana bakıyordu.
Armonikacı "Mançurya Tepelerinde" valsini çalmaya başladı.
Sesle ağlayanlar vardı.
Yine bombardıman gümbürtüleri geldi, ışıklar söndürüldü.
Kızlar ciyaklıyor, Zakutni sövgülerini sürdürüyordu.

Vlasov, Zakutni ve Truhin, birkaç gün sonra Karlovy Vary' e (o


zamanki adı ile Karlsbad'a) gittiler. Orada bulunan, Rus Halkları
Kurtuluş Ordusu Komitesine bağlı bir askeri birlik daha mart ayın­
da kayıplara karışmışh. Jilenkov'la Malişkin de oldukça kalabalık
olan bu birlikle birlikteydiler. Frau Adela'yı da bir daha göreme­
dim. Kışlık Saray'da ve Yalta'daki Livadiya Sarayı' nda yaşama

604
umutlan arhk tuzla buz olduğu için, herhalde Batı'ya kaçmıştı.
Vlasov da, "Rusya'yı kurtarmaktan" vazgeçmiş, kendi cancağızım
kurtarma kaygılanna düşmüştü.
Bizim gruptakilerin her biri -ben, Orlov ve Rukavişnikov- için
Vlasov'u ortadan kaldırmak işten bile değildi. Ne var ki, Merkez,
_
öldürülmesini değil, diri yakalanmasıru istiyordu.
Aleksey Malgin'le konuşmalarımızı sık sık anımsıyordum. Bir
gün, "Bu canavan öldürmeye hazınm," demiştim. Malgin, "Sana
böyle bir ödev vermiş değiliz, yargılanacak!" diye karşılık vermişti.
Şimdi, Vlasov'un kansırun ardından Batı'ya kaçmasını ve böy­
lece haklı, adaletli öçten yakasını sıyırmasını qnlemek için önlem­
ler almalıydım. Bu amaçla, ardından, ben de Karlovy Vary'e gittim.
Onlann bu son günlerinde, Rusya Halklan Kurtuluş Ordusu
Komitesinde Malişkin'le Jilenkov'un sözleri ağırlık kazanmıştı.
Hatta günde birkaç kez yaptıkları toplantılar bile, Malişkin'in yer­
leştiği Richmond Oteli'nde gerçekleştiriliyordu. Vlasov bu toplan­
tılara, şaşkın, perişan, süklüm püklüm gidiyor, Malişkin'in, kendi­
lerini bekleyen karanlık geleceğe ilişkin sözlerini ve Jilenkov'un
fantastik haberlerini başı eğik, dinliyordu.
Dolaşan söylentilerin doğruluk derecesini anlama olanaklannı
da yitirmişlerdi. SS Rayhsführerinin aracılan ve özel temsilcileri
olan Kregerler, Ştrikfeldler ortalıkta görünmüyorlardı artık. Ober­
führerler, hauptsturmführerler,26 gruppenführerler kendi başlan­
nın çaresini anyorlardı.
Hemen hemen her dakika ortaya atılan türlü türlü ve akıl al­
maz söylentileri şimdi anımsayamıyorum. Jilenkov, Yalta Konfe-
,
ransını, sanki orada bulunmuş gibi anlatıyordu.
Zakutni, bir gün kulağıma şu haberi fısıldadı:
- Vlasov'la Jilenkov, dün bütün gün, Churchill'e bir mektup

26 SS'de ylızbaşı rütbesi.

605
yazmak için çabaladılar. Aman bize dokunmayın, yardım edin, si­
/1

zin komünizme karşı açacağınız savaşımda bizler en sağlam daya­


naklanz," gibilerde bir mektup çiziktirdiler.
- Yolladılar mı?
- Jerebkov'la gönderdiler.
Yaklaşan Sovyet Ordusundan paçayı nasıl kurtaracaklardı? İş­
te, bütün çabalan buna yönelikti.

VüLTSBURG ŞATOSU'NDAKİ SoN GECE


Vültsburg kalesinin kalın duvarları yüksekti, muhafızlar kuş
uçurtmuyorlardı. Buna karşın, içerdekiler, Sovyet Ordusunun iler­
leyişini günü gününe öğreniyorlardı. General Snegov, bir mucize
olarak kendisinde kalabilmiş olan alhn saati karşılığında, muhafız­
ların birinden, bir öğrenci atlasından koparılmış bir Avrupa harita­
sı sağlamaya muvaffak oldu. Yıpranmış, büklüm yerleri silik,
1 :3.500.000 ölçeğinde olan bu haritada, sadece en büyük şehirler ve
en belli başlı demiryollan gösteriliyordu. Askerler için bu bir hari­
ta değil, bir sinir törpüsü idi. Buna karşın, pek sevindiler. Her yeri­
ni milim milim gözden geçirdiler.
Nerede olabilir şu Vürtsen?
Bana kalırsa Drezden yakınlarında.
Bence Leipzig'e daha yakın ...
Bu da öyle bir harita ki, şeytan şey etmiş üstüne...
İkinci bir tartışma konuları da şuydu: Bizimkiler Vürtsburg'-
dan geçecekler mi, geçmeyecekler mi?
- Geçmesine geçerler ama, müttefikler nazlanacaklar, "çok
uzaklara uzanıyorsunuz" diyecekler.
- Gelmezlerse ne yapanz biz? Kim kurtarır bizi?
- İvan, hep cancağızım düşünüyorsun. Ordumuzun bizi
kurtarmaktan başka işi yok mu?
- Var elbette, var ama, pisi pisine de ölmel< istemiyorum.

606
Yirmi Nisan gecesi kalede çetin bir fırhna esiyordu. Gök gür­
lemesine top sesleri karışıyordu.
Hücrelerle koridorlarda bütün ışıklar söndürülmüştü. Muha­
fızlar, ellerinde el fenerleri, sağa sola koşuşuyor, savaş tutsaklannı,
tekme ve sövgülerle ayağa kaldıny?rlardı:
- Schnell! Schnell! Haydi meydana!
Mihail Födoroviç Lukin, pantolonunun kemeri albna diktiği
düğmeleri bir daha yokladı. On taneydi bu düğmeler. Üstbaş yok­
laması sırasında, muhafızlann, bunlann neden yerli yerinde dikil­
medikleri sorusuna, Lukin, derhal şu yanıh veriyordu:
- Yedek düğme bunlar ... Yerli yerindekiJer kopup yitince,
bunlardan birini hemencecik yerine dikiyorum.
Oysa, düğmelerin alhna, kemer astan ile kumaş arasına, Pilot
Yarbay Nikolay İvanoviç Vlasov'un Sovyetler Birliği Kahramanı
Yıldızı dikilmişti.
Yarbayı, 1944 yılının Ağustos ayında, apoletleri ve göğsünde­
ki Sovyetler Birliği Kahramanı Yıldızı ile getirmişlerdi. Şaşılacak
bir şeydi bu. Çünkü Almanlar, savaş tutsaklannın rütbe işaretleri­
ni ve madalyalannı kopanp alıyorlardı. Sonradan her şey anlaşıldı:
Nikolay Vlasov, Almanlara, "Bunlan ben sağ kaldıkça koparamaz­
sınız. Hele bir deneyin, gebertirim sizi, boğanın sizi..." demiş.
Ve o, kale zindanda bu altın yıldızı ile dolaşh.
Vültsburg'dan kaçmak kolay değildi, hemen hemen olanak­
sızdı. Nikolay İvanoviç, bu olanaksızlıklan göze ald ı, kaçmaya ka­
rar verdi. Karannı Lukin'e söyledi.
- Pekala, kaç. Gençsin, dinçsin. Ben de sakat olmasaydım...
' En ince ayrınhlarına dek iyice hazırlanan kaçma, Doktor Dub­
rovski'nin korkaklığı yüzünden başarılı olamadı. Nikolay İvanoviç
yakalandı. Bauthavzen'e gönderilmek üzere son kez avludan geçi­
rilirken, tanınmayacak duruma getirilmiş kanlı yüzünü yukarı kal­
dırdı, pencerede Lukin'i gördü, ayağı ile bir taşı işaret etti, onun al-

607
tında bir şeyler bulunduğunu böylece anlatmış oldu.
Lukin, dışarı çıkarılmasını sabırsızlıkla bekledi, dolaşırken,
kimseye sezdirmeden taşı kaldırdı ve altından, kağıda sanlı bir
şeyi aldı. Kağıtta, "General Yoldaş, başıma bir hal gelirse yıldızı
saklayıp koruyun ve yurda götürün." yazısı vardı.
- Schnell! Schnell! (Çabuk) Kale meydanına!
Birisi:
- Sonumuz geldi, yoldaşlar! dedi.
Dörder dörder sıraya dizerek, "İleri, marş!" komutunu verdi­
ler. Kalede sadece ağır hastalar (General Şevçuk, General Sotenski,
Teknisyen Doljenka ve Mühendis Volginin) kaldı.
- Schnell! Schnell!
Elveda Vürtsburg kalesi! Korkunç zindanlannla kahrol!
Kale dışına çıkarıldılar. Top sesleri susmuştu. Revirde yatan
Teknisyen Doljenko, çığlıklar ve vuruş sesleri duydu. Sonra bunlar
da kesildi.
Doljenko, akşamüstü emekleyerek revirden çıktı. Şatonun gi­
riş kapısı önünde Sergey Anisimoviç Şevçuk'un ve Vladimir Niko­
laeviç Sotenski'nin insan kılığından çıkarılmış cesetleriyle karşılaş­
tı. Yörelerindeki taşlar kanlıydı. Generallerin taşla öldürüldükleri
anlaşılıyordu. Doljenko'yu herhalde unutmuşlardı ya da acele et­
tiklerinden yetişmeye vakitleri kalmamıştı.

AND�EY MiHAYLOVİÇ MARTİNOV'UN ANILARINDA N


Riçmond Oteli'ndeki son toplantıları sert ve gergin bir hava
içinde geçti. Jilenkov, Vlasov ve Truhin'e sadece bağırmakla kalmı­
yor, kin kusuyordu:
- Ne duruyorsunuz? Ne bekliyorsunuz? Birinci Tümeni Ber­
lin bölgesinden derhal çağırın buraya! Buraya, Çekoslovakya'ya.
Vlasov bu öneriye şiddetle karşı koyuyordu:
- Himmler n'apar sonra bizi? Yer bizi alimallah...

608
Jilenkov daha büyük bir coşku ile Vlasov'u tersledi:
- Kanşhrmasan iyi olur Himmler'i... Adamın başında ateş­
ler yanıyor. Bizimle uğraşmaya vakti var mı Himmler'in!
Truhin susuyor ve Vlasov'un Himmler'den söz ederken
yüzünde beliren korku ve çekinken�iği alaya bir sarhoş gülümse­
mesiyle izliyordu.
Jilenkov tartışma sırasında, fırsat buldukça, konyak kanşhrdı­
ğı birasını çekiyor, çiğ çiğ sosisleri ahşhnyor ve sözünü sürdürü­
yordu:
- Bir Amerika, Amerika tutturmuşsun. Boş elle alır mı bizi
Amerika? Neyi oluyoruz biz? Prag'ın anahtarlar.mı onlara biz tes­
lim etmeliyiz. Hem de gümüş tepside ...
Truhin yüzündeki sarhoş gülümsemesiyle söze karıştı:
- Anahtarları gümüş tepsiden alırlar ve soıva bizim kıçımı­
za birer tekme vuraraktan ...
Gece bir karara vardılar nihayet: Almanları aldatarak birinci
ve ikinci tümenleri cepheden geri çekecekler ve Çekoslovakya'ya
getirecekler. Bunyaçenko komutasındaki birinci tümen, bir yolunu
bulup Deçin şehrine girecek ve oradan da Prag'a taarruza geçecek.
İkinci tümen ise doğruca Prag' a sürülecek!
Amaçlan; Prag'ı Sovyet birliklerinden önce ele geçirerek Ame­
rikalılara teslim etmek...
Truhin'in bu işe pek aklı yatmadı:
- Stalin, Churchill ve Roosevelt, kimin nereleri alacağını
çoktan kararlaşhrdılar bence...
Jilenkov:
- Olabilir, dedi. Biz Amerikalılara yardım edelim de, sonra
ne olacak, görürüz.
İyi Almanca bilen Kalugin'i, sivil giysi ile, Bunyaçenko'nun
tümenini arayıp bulmaya gönderdiler. Truhin, elindeki yedek kim­
liklerden birini Kalugin'e verdi. Artık adamın adı Haynrih Krav-

609
ze'ydi, Knop-Bremze fabrikasında mühendis olarak çalışıyordu.
Kendisini törenle gönderdiler. Jilenkov, haç çıkardı ve alnından
öperek:
- Kaderimiz senin elinde, dedi.
Kalugin, Bunyaçenko'yu çabucak buldu ve tümen üç gün son­
ra Deçin'e getirildi, oradan da Prag'a yola çıkarıldı.
Tümenle birlikte giden Senön Riyabov'dan bir süre sonra şun­
ları öğrendim: Tümendekilerden bazdan, doğrudan Amerikalılara
teslim olmalarını, bir kısmı da hem Almanlarla hem de Amerikalı­
larla ilgilerini kesip Sovyet Komutanlığı ile bağlanh kurarak bağış­
lanma dileğinde bulunmalarını istiyorlarmış. Aralarında hırgür sü­
rüp gitmiş.

Vlasov'un karargahında, hepsi de Moskova radyosunu dinli­


yordu. Hem çie gizlemeden, apaçık. Radyo başına toplanıyor ve ha­
berlerin yorumunu yapıyorlardı. Kendilerini en fazla, Sovyet bir­
liklerinin Çekoslavakya'daki ilerlemesi ilgilendiriyordu. Almanlar,
Koşitse, Brastisva ve Ostrava' dan atılmışlardı. Sovyet radyosu, Çek
ve Slovaklardan oluşan Ulusal Cephe Hükümetinin kuruluşu ha­
berini birkaç kez yineledi. Vlasovcular umutsuzluğa kapıldılar. Ba­
zdan kendilerine cesaret vermek için:
- Hele biraz daha bekleyelim. Sovyetlerle Amerikalı ve İngi­
lizler mutlaka kapışacaklar... Göreceksiniz...
Bunlar azınlıktaydı ve ötekiler tarafından önemsenmiyorlardı.
Rakovnikliler, Vlasovculan dostça ve sevgiyle karşıladılar.
Arabalar şehre girdiği zaman, halk:
- Ruslar geldi. Ruslar... diye haykırıyordu.
Fakat, çiçek vermek üzere Vlasov'un arabasını durduran kız­
lar, çevirmen Resler'i Alman üniforması ile görünce korku ile geri
çekildiler. Vlasov arabadan inerek genç kızlarla konuşmaya başla­
dı. Kızlardan biri durumu biraz kavramış olacak ki:

610
- Siz kimlerle savaşıyorsunuz? Almanlarla mı, Ruslarla mı?
diye sorunca Vlasov belirsiz bir yanıt verdi:
- Hiç kimseyle... Size yardım etmeye geldik.
Tam o sırada bir sarnıç otomobil gelip yanlarında durdu. İs­
pirto ile dolu olan sarnıç, Almanlardan çalınmıştı. Etrafı derhal
Vlasovlarla sarıldı ve... çılgınca sarhoşluk başladı.

Çekoslovakya Komünist Partisi'nin girişimiyle kurulan, illegal


Çek Ulusal Konseyi tarafından yönetilen Prag ayaklanması beş
Mayısta patlak verdi. Bu konseyde, komünistlerden başka, Kpşit­
se'de oluşturulan Ulusal Cephe Hükümetine katılmak istemeyen
insanlar da vardı. Bunlar için Vlasov beğenilen, istenen bir kişiydi.
Bunyaçenko'nun tümeni, altı Mayıs akşamı Prag'a girdi ve çi­
çeklerle karşılandı. Fakat, Praglılar, kendilerine "yardıma" gelen
bu tümenin ne menem şey olduğunu çok geçmeden anladılar.
Ben, yedi Mayıs sabahı Krona Oteli yakınında ağır surette ya­
ralandım.
Vlasov ve yandaşları, Amerikan askeri birlikleriyle birleşmek
için, Prag bölgesinden kaçıp Pilzen bölgesine gitmişler. Bunu, Mos­
koya Askeri Hastanesi'nde bulunduğum sırada öğrendim.

Öç
Vlasov, 11 Mayıs gecesini, Jebrak'ın güneyindeki bir şatoda ge­
çirdi. Dar ve yüksek odalar küf ve nem kokuyordu. Vlasov'u ikinci
kattaki yatak odasına yerleştirdiler. Şato bekçisi, aynı yatakta, bir
zamanlar, imparator Frans-Jozef'in yatmış olduğunu övünerek an­
lattı.
İçerisi buz damından farksızdı. Vlasov, şöminenin yakılması­
nı istedi. Odun buldular, benzinle tutuşturdular. Fakat baca çekmi­
yordu, oda dumanla doldu.
Vlasov'un çevresinde yakınlarından hemen hemen kimse kal­
mamıştı. Jilenkov dal;ıa Karlovy Vary'de, Truhin'le Malişkin de Ra-

61 1
kovnik'te kayıplara karışmışlardı. Zakutni de, yine oradan, "Sağlı­
cakla kaim!" diye bir tezkere bırakarak otomobille kaçmışh.
Vlasov, o gece Orlov'a:
- İnşallah siz bırakmazsınız beni, dedi.
- Olur mu öyle şey General?
Ertesi sabah beklemedikleri bir haberle vurulmuşa döndü: Al­
bay Jurov başta olmak üzere, on sekiz subay, sabaha karşı tüymüş­
lerdi. Kırk yedi askerle astsubay onlarla birlikte gitmiş, ne kadar ya­
kıt ve yiyecek varsa onlan da arabalara yükleyerek götürmüşlerdi.
Yüzbaşı Kuçinski, Albay Jurov'un kaçışını görenleri sorguya
çeker�en:
- Neden gelip haber vermediniz? diye deli gibi bağırıyordu.
- Jurov, bize, generalin emriyle öncü olarak gideceklerini
söyledi.

Orlov, Vlasov'un arabasındaydı. Arhk yola çıkma zamanıydı.


Fakat, Vlasov, Jurov'un nereye gittiğini anlamak için giden Kuçins­
ki'nin dönmesi.r\i bekliyordu.
Kuçinski'nin arabası uzaklaştıktan sonra, Vlasov'un çevirme­
ni Resler, haset dolu bir sesle:
- Bu da dönmeyecek amk! diye söylendi.
Kendi derdine düşmüş olan Orlov karşılık vermedi. "Ne yapa­
yım? Ne yapayım?" diye düşünüyordu.
Resler, Vlasov'u çağırmaya gitti.
Vlasov'un şoförü Kamzolov, radyoda Moskova'yı arıyordu.
Diğer istasyonlarda türlü dillerde coşkulu konuşmalar ve müzik
vardı, dünya faşizme karşı kazanılan zaferi kutluyordu.
Kamzolov, acele etmeyin, düğmeyi ağır ağır çevirin.
Moskova'yı bir türlü yakalayamıyorum, efendimiz.
Efendimsiz konuşamaz mısın?
Alışkanlık, efendimiz. Size bir soru sorabilir miyim? Yüz-

612
başı Kuçinski'yi götüren Dovgas, benim yakın arkadaşımdır. Bura­
dan şeye... İspanya'ya gideceğimizi söyledi...
- İspanya'ya mı? Amma yaphn ha!
- Şurka Dovgas'ın duyduğuna göre, Franko, sözde, bizim
generale davetiye göndermiş.
Kamzolov, böyle gereksiz şeyleri konuşmasan iyi olur.
- Başüstüne efendimiz ... Hah, tuttum, işte Moskova efendi­
miz ...
Ünlü spiker Levitan konuşuyordu: "Sovyet ordulan Avrupa
halklannı faşistlerden kurtardı. Sözüm ona yeni düzen, Avru­
pa' dan tamamıyla kaldınldı. Almanya'daki faşis! devlete son veril­
di ve böylece Alman halkı da faşizm belasından kurtulmuş oldu.
Şimdi, gerek Avrupa gerekse tüm dünya halklan, barışı yerleştir­
me göreviyle karşı karşıya bulunuyorlar."
İsterik bir haykınş kanşh: "Achtung! Achtung!"
- Bu da ne, Kamzolov...
- Moskova'nın sesini boğmaya çalışıyorlar, efendimiz.
Bir kadın sesi duyuldu: "Pravda'nın başyazısını verdik. Şimdi
müzik dinleyeceksiniz: Oginski'den Polonez ..."
"İspanya'ya ha? O artık her yere gitmeye gönüllü. Yalnız ka­
çabilsin... "
- Bakın, efendimiz, Resler sivil giyinmiş...
Resler, Orlov'a:
Biliyor musunuz nereye gidiyoruz? dedi.
- Nereye?
- Yedinci Amerikan Ordusu Karargahına, General Peç' e.
Vlasov, general, siz, yarbay. Ben, üsteğmen. Sivil giyinmeyi yeğle­
dim bu yüzden.
"Demek, Yedinci Amerikan Ordusu Karargahına? Amerikalı­
lar onu kabul edeceklerdir. Kaçacak yani... Ne yapayım? Nikan­
drov burada olsaydı ..." Orlov geniş bir soluk aldı. Herhalde son

613
kırk sekiz saatin olaylarını arumsamışh. Prag'da Krona Oteli'nde,
Yüzbaşı Kolçin merdivenleri koşa koşa çıkıyor ve "Ni.kandrov öl­
dü!" diye haykırıyor. "Ah Pavel Mihayloviç, Pavel Mihayloviç! O
kadar çok insanı kurtardın. Ne yazık ki, zaferi göremedin... Benim
için ne ağır bir darbe bu ... N' aparun ben sensiz ... Merkezle nasıl
bağlanh kurabilirim ..."
Bay Orlov, arabada m ı kalacaksınız?
Neden sordunuz?
Valizimi bırakacaktım da... Göz kulak olun.
Olur... Viktot Adolfoviç, bu Peç sorunu uydurma, değil
mı'?.

Uy.durma olur mu hiç? Radyogram geldi. General Peç,


Andrey Andreeviç'i bugün saat on üçte bekliyor. "Saat on üçte,
efendimiz... " Anımsadınız mı?
Neyi?
Leonit Andreev'in "Asılan Yediler Öyküsü'nü..."
Neler söylüyorsunuz siz allah aşkına ...
Evet, evet, siz yedincisi değilsiniz sahi... Benim valize göz
kulak olmayı unutrr\ayın lütfen.
"Ne yapmalıyım? Ne yapmalıyım? Kaçacak, alçak, kaçacak... "
Müsaade eder misiniz efendimiz?
- Yine ne var, Kamzolov?
- Anlaşılan Amerikalılara gideceğiz ... Müsaadenizle biraz
dışan çıkacağım.
- Kaçmak niyetinde misin yoksa sen de?
- Nasıl olur, efendimiz... Dovgas belki de dönmüştür. Saati-
mi almışh.
- Git, ama fazla eğlenme.
"Ne yapaY'..m, ne edeyim? Şimdi saat on bir buçuk. Resler ya­
lan söylemediyse, demek ki, bir buçuk saat sonra Peç' in yanında ol­
malıyız. Yanın saatlik bir zamanım var. Amerikalılara yaklaşhk mı

614
öldürürüm namussuzu. Diri teslim etmem onlara. Arkasından vu­
racağım. 'Sovyet devleti adına ölüme mahkum edildiniz!' diyece­
ğim."
Kamzolov döndü:
Efendimiz Dovgas geldi mi?
- Hayır.
- Gitti saatim... Efendimiz: general hazretleri geliyorlar.
Vlasov, şatonun merdivenlerinde durmuştu. Her zamanki gi­
bi, yan askeri üniforması ile idi. Gözlerinde iri gözlükleri ve elinde
bir valiz vardı.
Bekledikleri araba geldi. Yöneticisi Dovgas'h. Kamzolov ona
yumruğunu sallayınca, Dovgas saati gösterdi. Arabada bir subay
vardı. Uyuyordu. Uyuyacak zaman mıydı ki?
Orlov, radyonun düğmesini çevirdi. Parazitler arasında bir ka­
dın konuşuyordu: "Aşkabat'ta yirmi yedi der�ce; Moskova'da sa­
bah saat onda, arh on dört derece idi. Şimdi on sekiz. Akşamüstü
Bah bölgelerinde kısa süreli yağmur bekleniyor..."
- Kapahnız radyoyu lütfen. General yanında başkaları va·r­
ken Moskova'yı dinlemek istemiyor. Sevmiyor yani.
- Kamzolov, sen seviyor musun?
- Sanki siz sevmiyormuşsunuz gibi soruyorsunuz. Arhk
Moskova'yı görmeyeceğiz efendimiz.
Başkaları görecek.
- Biz Amerika'yı göreceğiz.
- Seni anlamak pek güç, Kamzolov. Bir İspanya diyorsun,
bir Amerika ...
- Bence hepsi bir. Nereye emrederlerse oraya...
"Saat on biri otuz beş geçiyor. Ne yapayım, ne yapayım? Rus­
ya Halkları Kurtuluş Komitesi Başkanı General hazretleri geliyor­
lar. Elinde valiz, etrafına göz ata ata geliyor general. Kurtuluşuna
.
kavuşmak üzere olduğu son dakikalarında öldürülmekten korku-

615
yor. Yüzü sapsan. Gözlüklerinin altında gözlerinin etrafı mosmor.
Nereye oturayım acaba? Şoförün yanına mı? İyi ama, ateş etmem
gerektigi zaman Kamzolov engel olmaya kalkışırsa?"
- Aleksey İvanoviç, siz şoförün yanında kalın. Ben arkaya
geçeceğim. Viktor Adolfoviç, hazır mısınız?
- Evet, efendimiz.
- Öyleyse, allahın izniyle yola çıkalım artık.
Tam bu sırada bir haykınş:
- Jurov'u yakalamışlar. Getiriyorlar...
Ne var ki, getirilen, Albay Jurov değildi, onun gibi tıknaz, ge­
niş omuzlu bir adam olan bölük komutanı teğmen Kurkin' di. Or­
lov ikisini de son günlerde hep birlikte gördüğünü anımsadı.
Kurkin'i sürüklüyorlardı, çünkü yürüyecek halde değildi. Sol
ayağı yalındı, paçası dizine kadar yırtıktı, yüzünde sanki kanlı bir
mask vardı. Truhin'in eski emir eri astsubay Noreyko, elinde ta­
banca, Kurkin'in ardından geliyordu. Her şeye karşı genellikle ilgi­
siz olan Truhin bile bu adamdan kurtulmak istemiş ve:
- Bu herif hem sersem hem de gaddar, demişti.
Noreyko, koşarak Vlasov'un arabası önüne geçti, put gibi
durdu, kırmızı benekli kahverengi gözlerini belirterek:
- Çalılıklar arasına gizlenmişti. Yakaladık. Anladığıma göre
Sovyet birliklerini bekliyordu.
- Kim güzelleştirdi bunu böyle? Sen mi?
- Evet, generalim. Yaralı olduğu halde kaçmaya çalışıyordu.
Uslandırdım kendisini...
Vlasov arabadan çıkarak Kurkin'in yanma gitti, sessizce süz­
dükten sonra ağır ağır sordu:
- Bay Kurkin, bundan sonra ne yapmak niyetinde olduğu­
nuzu sorabilir miyim? Bildiğiniz gibi hastanemiz yok. Sizi burada
bırakırsam herhalde öleceksiniz. Fakat birdenbire değil. Acı çeke
çeke. İyi ama, ne diye acı çekeceksiniz?

616
Kurkin konuşacak halde değildi. Birbirine yapışmış mosmor
dudaklarını zorlukla araladı ve duyulur duyulmaz bir sesle:
- Ne duruyorsunuz, itler, vurun beni... diye mınldandı.
Vlasov arabasına doğru yürüdü, kapıyı açmak üzereyken ba-
şını geri çevirdi ve:
- Norayko, gerekeni yerine getir! emrini verdi.
Ve ekledi:
- Kamına çek kurşunu alçağın. Derhal ölmesin köpoğlu kö­
pek, kan kusa kusa gebersin. Haydi sür arabayı...

Resler, ardına bakınca bir arabanın kendilerini izlemekte oldu-


ğunu gördü.
Kim var bu arabada?
Yüzbaşı Kuçinski... Neden sordun?
Bir kişi daha var.
Vlasov, ilgisizce yanıtladı:
- Herhalde bizimkilerden biri ... Saatine baktı: Kazasız bela-
sız varabilecek miyiz?
- Varmamız gerek... Sovyet tankçılan yolumuza çıkmazsa...
- Ben, en iyisi uzanayım. Ört beni battaniye ile.
Orlov, Kamzolov'un yüzünden bir gülümsemenin gelip geçti­
ğini gördü. "Kim bilir bu Kamzolov? 'Benim görevim direksiyonu
emredilen yere döndürmek' diyor. Onun da kendine göre bir bildi­
ği var. Konuşsam mı acaba? İyi ama, saat on ikiye çeyrek var. Geç
arhk..."
Vlasov'un battaniye altından sesi geldi:
- Bütün sorun şu yirmi kilometrenin aşılması... Orada...
"N'olacakmış orada? Orada da mı vatan ticareti yapacaksın?
'Benim ordum, Avrupa halklannın komünizme karşı en güvenilir
kalkanıdır.' Çörçil'e bunlan yazdın."
Bir köye girdiler. Sokaklar hınca hınçtı. Kırmızı kazaklı bir de­
likanlı, elinde balta, Almanca yazılan kazıyordu. Kamzolov klak-

617
sona bash. Baltalı delikanlı arabaya doğru koştu. Ama geç kalmış­
h. Araba hızla uzaklaşh. Arkadaki de öyle.
"Saat on iki. Ne yapayım acaba?
"Yol ip gibi uzanıyor."
"Kamzolov neden sağa saph? Bir bildiği var galiba? Neden
sormadı? Bana mı soracak? Kuçinski de arkamızda. Kendisi direk­
siyon başında. Deli gibi sürüyor, uçuyoruz."
Yüzbaşı Kuçinski öne geçti. Dovgas, Kamzolov' a bir şeyler
haykırdı. Orlov ne söylediğini anlayamadı.
Frenler gıcırdadı, arabalar durdu. Vlasov battaniye alhndan
başını çıkardı:
- N'oldu? Neden durdunuz?
Kamzolov yanıt vermeden dışarı çıkh, arabanın kapağını kal-
dırdı. Kendi kendine sövdüğü duyuldu. Vlasov:
- Elini çabuk tut! diye bağırdı.
Kamzolov dingin bir ·sesle:
- Şimdi, şimdi, dedi.
Kuçinski'nin arabası, önde, 33 rakamlı kilometre taşının ya­
nında çapraz duruyordu. Orman sessizdi. Bir dakika sonra bir
uğultu duyuldu. Şoseden arabalar geliyordu.
"Bu da ne? Amerikalılarla karşılacakları yer burası herhalde.
Ne yapayım acaba? Amerikahlar gelir gelmez Vlasov arabadan
inecek."
Çalılıklar ardından insanlar �rladı. Çoktular.
"A, bunlar bizimkiler... Tankçılar... "
- Eller yukarı!
"Benim kim olduğumu bilmiyorlar mı? Beni de Vlasov'un
adamı sanıyorlar... "
Orlov ellerini kaldırdı. Bir üsteğmen, tabanca kılıflı palaskası­
nı çıkardı, nezaketle, sessizce ceplerini yokladı. Otomatik tüfekli
askerlere, "Gözünüzü açın!" emrini verdi.

618
"Bir şeyler söylemeliyim ... "
Yoldaşlar...
Sus ...
Anlamıyor musunuz, yoldaşlar...
Sus, it!
Vlasov'u arabadan indirdiler. Gözlüksüzdü, sövüyor, direni-
yordu. Bir tankçı, ardından, boğazına doladı ellerini.
Kuçinski, Resler'e bağırdı:
- Uzat ellerini ...
Resler, sapsan, şaşkın, ellerini uzath.
Kuçinski'nin arabasuun beş metre ötesinde, bir T-34 tankı dur-
du. Bir albay dışarı fırladı.
Orlov, ona döndü:
- Albay Yoldaş, bir dakika...
Albay, Orlov'a göz ucu ile bakarak önlerinden geçti sessizce.
Kuçinski'nin arabasına gelmiş olan subay, albayın yanma giderek
selam durdu. Yüksek sesle, tane tane, hatta biraz da coşku ile rapc;>­
runu verdi:
- Albay Yoldaş, vatan haini Vlasov'u yakalama harekah ha­
şan ile gerçekleştirildi. Bizden kayıp yok. Harekata, 25. Tank Ko­
lordusunun 1 62. Tank Tugayına bağlı Özel Şube Komutam Vinog­
radov, Tugayınızdan İgnaşkin ve erler kahldı. Kamzolov ve Dov­
gas, vatan haininin yakalanmasında bize yardım ettiler.
- Teşekkür ederim, Yakuşev Yoldaş ... Teşekkür ederim,
tankçı yoldaşlar.
Tarıkçılar bir ağızdan bağırdılar:
- Sovyetler Birliği'nin hizmetindeyiz...
Albay şapkasını çıkararak, terini sildi, tankçılara gülümsedi:
- Görevimiz sona erdi, çocuklar...
"Vlasov'a bakan olmadı. Vatan hainine kimse bakmadı, kimse
bir şey sormadı... "

619
Albay Yoldaş, bir dakika...
Bana yoldaş diye hitap etmeye hakkınız yok. Soyadınız ne?
Orlov... Aleksey İvanoviç.
Sizi dinliyorum, Orlov.
Ben Sovyet ordusunda yarbayım...
İyi ama, benim karşımda bir Alman subayı var.
Ve albay, Yakuşev'e döndü:
- Gidelim artık, Mihail İvanoviç...
Vlasov tekrar arabasına bindirildi. Alt çenesi daha fazla sark­
mış, dudakları morarmıştı. Boğuk bir sesle:
- Gözlüklerim? dedi.
Buldular. Bir camı kınlmıştı. Bir tankçı, Vlasov'un bumuna
yerleştirdi ve kendini tutamayarak güldü. Vlasov, kinden çarpılmış
suratı ve tek camlı gözlüğü ile gerçekten de gülünçtü.
Yüzbaşı, tankçıya mırıldandı:
- Kostin, sinemada değilsin...
Kostin gülmesine egemen olamıyor ve kıkır kıkır gülüyor, di-
ğer erler de, subaylar da gülmeye başladılar.
Yüzbaşı Yakuşav:
- Yeter! diye bağırdı, ama o da güldü.
Şaşılacak şey, Resler de gülüyordu. İlk önce yüzünde korkak
bir gülümseme belirdi, kimse aldırmadı. Sonra sınth, daha sonra
da kahkahalarla gülmeye başladı.
Gülmeye ilk başlamış olan tankçı, "N'oluyor bu tutukluya?"
diyerek Resler' e baktı. Sonra yüzündeki gülümseme silindi ve:
- Siz ne diye gülümsüyorsunuz! diye bağırdı.
Resler, hıçkırıklarla ağlamaya başladı.

Orlov, arabada Resler'in yanında oturuyordu. Artık tamamıy­


la dingindi. "Son! Yakaladık Vlasov'u. Yakalayanlar biz değiliz,
ama yakalandı ya şu ..." Uykusu vardı. "İyice yoruldum. Şöyle bir

620
duş alıp, hraş olup sere serpe uzanabilseydim... Seröjka, bazen 'Se­
re serpe uzanayım .. .' derdi. Kira, Kira ... Sen de mi, Alöşa Nasıl ya­
pabildin bunu, Alöşa!"
Resler fısıldadı:
- Nereye götürüyorlar bizi�
Orlov, rolüne devam ediyordu:
- Bilmiyorum. Nereye gerekiyorsa oraya ...
Bir evin dış kapısı önünde, Orlov'un tanımadığı bir tuğgene­
ralle, çok iyi tanıdığı Korgeneral Bolotin, subaylar ve sivil giysili ki­
şiler duruyordu.
Albay raporunu vermeye başladı:
- Ben Albay Mişçenko... Vatan haini Vlasov'u yakalama ha­
rekah ...
Hepsi de Vlasov'un bulunduğu arabanın ya,nma geldiler. &şı
dizlerine bakan Vlasov'u gördükten sonra uzaklaşmaya başladılar.
Orlov:
- Korgeneral Yoldaş ... diye bağırdı.
Bol�tin başını çevirdi, Orlov' a dikkatle bakhktan sonra hızla
yanına gitti.
- Aleksey İvanoviç!
Sonra emretti:
- Derhal serbest bırakın!
Tankçılar şaşırmış durumdaydılar.
Bolotin generali yanına çağırdı:
- Evgeniy İvanoviç, bu...
- Anladım.
Orlov arabadan indi. General elini uzath:
- Fominih.
- Orlov.
Resler, dehşet dolu gözlerle Orlov'a bakıyordu. Vlasov başını
kaldırmadı.

62 1
Bolotin, üzüntülü bir.sesle:
- Martinov'un durumunu biliyor musun? diye sordu.
Orlov hayret içindeydi:
- Martinov mu?
- Galiba size gerçek soyadmı söylememiş. Ağır yaralıydı.
Umutlar kesilmişti. Bugün haber aldığıma göre, kendine gelmiş ve
ilk önce seni sormuş ...
General Fominih yanlanna geldi:
- Müsaadenizle. Bu köpoğlunu Drezden' e götüreceğim. Ma-
reşala göstermem gerekiyor.
Kamzolov da yakınlanndaydı. Orlov takıldı:
- Saatini aldın mı?
Komzolov elindeki saati uzath.
Orlov bakh: Saat tam on üçtü. 12 Mayıs 1945'in saat on üçü ...

ANDREY MiHAYLOVİÇ MARTİNOV'UN ANILARINDAN


Moskova Havaalaru'nda, eski dostum Aleksey Malgin'in em­
riyle oraya getirilmiş olan kanm ve çocuklanm tarafından karşılan­
mışım. Uçaktan nasıl indirildiğimi benimkilerin ne halde oldukla­
nnı, elbette anımsamıyorum.
Havaalanından doğruca askeri hastaneye götürülmüşüm.
"Gençlik üstün geldi." diyemeyeceğim. Çünkü, artık hiç de genç
değildim. 1945 Marh'nda kırk sekiz yaşımı tamamlamışhm. Fakat,
gördüğünüz gibi, ölümden kurtuldum.
Şimdi, Rusya Halklannı Kurtarma Komitesinin elebaşlan üze­
rinde kısaca bilgi vermek istiyorum.
Truhin, 7 Mayıs'ta Pşibrah şehrinde yakalandı. Amerikan bir­
liklerini ararken yolunu şaşırmış ve bizimkilerin bulunduğu bölge­
ye girmiş. Ayıkmış ve hiçbir direnme göstermeden teslim olmuş.
Blagoveşçenski ile Zakutni Amerikahlara ulaşabilmişler. Her
ikisi de, haziran ortalarında bizimkilere teslim edildi.

622
Jilenkov, İnsburg bölgesinde Amerikalıları bulmuş. Malişkin,
Füsen yakınlarındaki 20. Amerikan Kolordusu Karargahına ulaş­
mış, oradan Yedinci Amerikan Ordusu Komutanı General Peç'e
gönderilmiş.
Jilenkov ve Malişkin, Asburg �hrindeki savaş tutsakları kam­
pında buluşmuşlar ve daha üç vatan haini ile birlikte, Frankfurt am
Main yakınlarındaki Oberuzel şehrinde bulunan, Amerikan casus­
luk kampına götürülmüşler. İyi Rusça bilen Teğmen Stuart ile Bin­
başı Sandres'in emrine verilmişler.
Bir süre Florida villasında kalmışlar ve Amerikan istihbaratı
için bol bol "raporlar" yazmışlar.
Jilenkov, Amerikahların, özellikle Sandres'in pek hoşuna git­
miş. Sandres, onun, Maksimov adı altında Münih'te istihbarat işle­
rinde çalışmasını uygun görmüş. Jilenkov, bu· ''başarısına" pek se­
viniyor ve eski şefi Vlasov'la alay ediyormuş: "Kör kedi gibi yaka­
landı budala. Z.amanında kaçamadı dangalak." diyormuş.
Bizimkiler, Amerikalıların gizlemelerine karşın, Jilenkov!la
Malişkin'in yerini öğrenmişler ve geri verilmelerini istemeye başla­
mışlar.
Her �si de, 1 Mayıs 1946'da değişim yerine getirilmiş. Maliş­
kin, Sovyet subaylarını görünce ağlamaya başlamış. Jilenkov da ge­
risin geriye kaçma girişiminde bulunmuş. Yakalanmış. Korkudan
tir tir titriyor ve "İstemiyorum! Gitmeyeceğim!" diye haykırıyor­
muş. Sonra dinginleşmiş ve Binbaşı Senders'le görüşmek istemiş.
"Beni limon gibi sıktınız. Şimdi de başınızdan atıyorsunuz." demiş.
Amerikalı omuzlarını kaldırarak, ''The life... Yaşam böyle... " diye
ilgisizce söylenmiş.
Aleksey İvanoviç Orlov, 2 Ağustos 1946 sabahı erken erken te­
lefon etti:
- Günaydın, Andrey Mihayloviç. Bugünkü İzvestiya'yı gör­
dün mü?

623
Henüz okumadım. Ne var?
Dinle, okuyorum: "Sovyetler Birliği Yüksek Mahkemesi­
nin Askeri bölümü, vatan hainleri A. A. Vlasov, G. N. Jilenkov, F.
İ. Truhin, G. A. Zverev ve diğerlerinin davasını sonuçlandırdı.
Bunlar, Alman istihbarahnın ajanları olarak Sovyetler Birliği'ne
karşı aktif casusluk ve baltalama eylemlerinde bulunuyorlardı.
Kendileri de suçlarını itiraf ettiler. Mahkeme hepsini ölüme mah­
kum etti. Ve karar yerine getirildi." İşte bu, Andrey Mihayloviç, ne
diyeceksin?
Ne diyebilirim ki... Sadece şunu söyledim!
- Berlin'deki konuşmamızı anımsıyor musun? Her ne ya­
parlarsa yapsınlar akıbetlerinden kurtulamayacaklar, demiştik. ..

1945 yılı Mayıs ayının o unutulmaz günleri üzerinden yirmi


beş yıl geçmiş bulunuyor. Herhalde bundan olacak, düşmanın cep­
J;ıe gerisinde -Berlin'de, Letsen'de, Dobendorfta ve Vlasov'un ka­
rargahında- görüp geçirdiklerim şimdi bana çok uzaklarda görü­
nüyor.
Şimdi son yılların bir olayını anlatacağım: 1967 yılı, Ekim ayı­
nın sonlarıydı. Bir gün Aleksey Orlov telefon etti: .
- İhtiyar, Montreal Dünya Sergisi'ne gitmek ister misin?
Şimdi kazaklar gibi özgürüz. Montreal'a gidecek turistler grubuna
seni de yazdıralım ha?
Şeremetov Havaalanı'nda uçağa binerken, yolculardan biri
neşeli bir sesle şöyle diyordu:
- Savaştan önce böyle bir uzak hava yolculuğu yapmış ol­
saydım, her birimize Sovyetler Birliği Kahramanı Madalyası veri­
lirdi. Şimdiyse, Moskova' da kahvalh yaptık, öğle yemeğimizi
uçakta, akşam yemeğimizi de Montreal' de yiyeceğiz.
Montreal' de, San Katrin sokağındaki, Sovyet Sergi Pavyonu
idarecileri tarafından bizim turistler için kiralanmış bir eve yerleş-

624
tirildik. Metronun Popine durağı yakınımızdaydı, bu yüzden EKS­
PO'ya on dakikada gidebiliyorduk.
Bulunduğumuz evle komşu evde, turistlerden başka, Sovyet
pavyonunda görevli olanlar, Sovyet gazetecileri ve aynca, konser
vermek için gelen sanatçılar vardı. qeceleri her iki ev de gürültülü
oluyordu. Birbirimize misafirliğe gidiyorduk. Her odadan Rusça
konuşmalar ve Rus şarkıları etrafa yayılıyordu. Sanki, Kanada' da
değil, Moskova' da, Leningrad'daydık.
Mavi kaplı pasaportum, mühürle dolmuştu, on gün içinde
otuz iki sergi sarayı gezmiştim.
Bizim pavyona, yeni gazeteleri gözden geçir;mek için sabahla­
n gidiyordum. Giriş kapısı çok kalabalık olduğu için, görevlilere
özgü kapıdan giriyordum. Ne var ki, oradan da girmek kolay de­
ğildi, birçok meraklı etrafımı sarıyor, kendilerini de beraberimde
götürmemi rica ediyorlardı. Çünkü, her Sovyet turistinin, aynı gi­
riş kapısından bir kişiyi daha götürme hakkı vardı.
28 Ekim sabahı serindi. Saint Laurent nehrinden soğuk bir
sonbahar esintisi geliyordu. Aleksey Orlov'la birlikte genellikle
sergiye metro ile gidiyor ve Birleşik Amerika pavyonu yanındaki
durakta iniyordum. Ondan sonra, Saint Helen Adası ile Notre Dam
Adası'nı birbirine bağlayan Kosmos Köprüsü'nden geçip, on daki­
kalık bir yürüyüşten sonra bizim pavyona varıyorduk. Bu kez de
öyle yaptık. Kosmos Köprüsü'nü geçtikten sonra Tunus pavyonu­
na gittik. Pek güzel bir kız pasaportlarımıza birer mühür bastıktan
sonra memleketine ilişkin bilgi verdi ve içeri daldık. Biraz sonra
ben çıktım, Orlov orada kaldı.
Kiminle karşılaşacağımı bilseydim, ben de acele etmezdim. Ya
da daha önce çıkıp giderdim.
Bizim pavyonun görevliler kapısı yine kalabalıktı. Bu kalaba­
lık arasından kolayca geçmenin tek yolu şu idi: Sovyet pasaportu­
nu yukarı kaldırarak yürümeye başlıyorduk, oradakiler, gözlerimi-

625
zin içine bakarak kendilerini yanımıza alırız umudu ile bize yol açı­
yorlardı.
Kırmızı pasaportumu tam başımın üzerine kaldırmıştım ki, bir
el omuzuma dokundu:
- Bir dakikanızı rica edeceğim, efendim.
Bunu, yabanalık kokmayan tertemiz bir Rusça ile söyledi. Alt­
�ş yaşlarında bir adamdı bu. Yüzü sütlaç gibi kırışıktı. Sabahın
soğuk esintisine karşın şapkasızdı, sırtında sadece koyu mavi bir
keten pantolon vardı. Ayakkabıları da eskiydi.
- Özür dilerim, sizi rahatsız ettim. Fakat, bir vatandaşınızın
bir ricasını reddetmeyeceğinizi sanıyorum.
- Ricanıza bağlı.
- Küçük bir rica bu. Ben, karşı kıyıdaki Skuomiş şehrinde-
nim . Bir tarla sıçanı gibi yanınu yöremi yitirdim. Krasnodarlıyım
aslen. Kısacası, Rus'um. Adım, İvan Petroviç Şçeglov. Bizimkilere,
Dünya Sergisi'nde, tabii bizim pavyonda bir resmimi çektirip gön­
dermeyi vadettim. Affedersiniz, yani Sovyet pavyonunda. Bir oğ­
lum var, çok yalvardı. Fakat, içeri giremiyorum.
Ve elime, savaş öncesi Sovyet yapımı FED makinasını tutuş­
turdu (Feliks Edmundoviç Cerjinski'nin kısaltılmış adını taşıyordu
bu makine).
Gözlerine baktım, kötü bakışları hoşuma gitmedi.
- Ne yazık ki, fotoğraf makinesi kullanmasını bilmem, de­
dim.
Onu, bir kez daha durakta gördüm, yanında, iyi giyimli, bas­
tonlu biri vardı. Bastonlu, beni görünce derhal metroya atladı. Ta­
nıdım kendisini ve Orlov'un o anda, yanımda olmayışına üzül­
düm. Maykopski idi bu bastonlu.
Kendisini İvan Şçeglov diye tanıtmış olan adam gözlerini ben­
den ayırmıyordu.
- Söze geldi mi sizden cesuru yok. .. diyerek bir skandal çı-

626
karmaya çalışıyordu.
Nihayet Orlov geldi:
- Beklettim seni, ihtiyar, Venezüella pavyonunu da bir göre­
yim dedim. Fakat, neyin var senin?
Uzaklaşmakta olan Şçeglov'u gösterdim ve olup biteni anlat­
hm. Orlov elini savurarak:
- Eski tanıdıklanndan, dedi. Anımsamıyor musun? Limo­
nov; Vlasov'un muhafız takımında çavuştu. Çarlık döneminde
Pskov'da polislik yapmış. Bırak şunu ...

Moskova'ya 2 Kasım'da hareket edecektim. İnturist temsilcisi­


nin ricası üzerine, yerimi, Sovyet pavyonu görevlilerinden birine
bırakhrn. Kansı hastalannnş, derhal dönmesi gerekiyormuş. Bizim
Elçilik, beni, Büyük Ekim Devrimi'nin ellinci yıldönümü törenine
.
çağırdı. Ve 6 Ekim'de Kanada'nın başkenti Ottava'ya gittim.
Sovyet Elçiliği önünde bir kalabalık vardı. Şapkalannı, şemsi­
ye ve bastonlannı savurarak bağınp çağınyorlardı. Binanın ak d�­
varlanna çamur atıyorlardı. Dangalağın biri, Elçilik kapısına bir şi­
şe fırlattı ve kapıdan aşağı doğru mürekkep akmaya başladı.
Bir başkası, bağırmaktan kısılmış sesiyle, Rusça:
- Size öyle bir bayram göstereceğiz ki, kutlayamadan gide­
ceksiniz! diye haykınyordu. "Defolun Moskova'ya!" diye bağıran­
lar da vardı.
Kalın bastonlu Maykopski de oradaydı. Yanında uzun boylu,
geniş omuzlu biri vardı. Arkası bana dönüktü. Biraz sonra yüzünü
çevirdi ve hemen tanıdan. SS gruppenführerlerinden Oto von Ro­
ne idi. Çok değişmişti: Saçlan ağarmış, şişmanlamıştı .. Sağ yana­
ğında bir yara izi vardı. Bir aralık İvan Şçeglov yanına geldi ve on­
dan gizlice bir paket aldı.
Biraz sonra, siyah bir Ford durdu yanlannda. Maykopski ara­
baya yöneldi.

627
Maykopski, Maykopski! Şimdiki adın nedir, bilmiyorum.
Merkezin neresi? Montreal mi, Ottava mı, Toronto mu? Belki de
Los Angelos'tan veya Brüksel'den ya da Madrit'ten geldin. Merke­
zin, Frankfurt am Main veya Münih olabilir...
Bunları bilmiyorum. Fakat şunu kesinlikle biliyorum ki, şim­
di, insanlık düşmanı emperyalizmin emrindesin!
Aklımdan, Julius Fuçik'in ünlü sözü geçiyor:
- İnsanlar, uyanık olun!

Şeremetovo Havaalam'na tam zamanında indik. Torunum Kat-


ya, Yolcu Salonu'nun balkonundan bana el sallıyordu. Kendisine:
- Güvercinim! diye bağırdım.
Gülerek yanıt verdi:
- Çok iyiyim, çok sevinçliyim, çok. ..

YAZARIN SoN Sözü


Vatan haini Vlasov'u arabasından indirip teslim alan, Yüzbaşı
Mihail İvanoviç Yakuşev'i bulmak için bir hayli uğraştım. Bu yiğit
subayla görüşmek istiyordum. Fakat, bütün araşhrmalanm boşuna
gitti. Tam umudumu kestiğim bir sırada, yakışıklı bir albay evime
geldi, gülümseyerek kendini tanıth:
Yüzbaşı Yakuşov. Çağrınız üzerine geldim
- Buyurun. Fakat, ben sizi çağırmış değilim.
- Çağırdınız, dedi ve romanımm tefrika edildiği İzvestiya
gazetesinden bir k�iti gösterdi.
- Fakat, yazar yoldaş, adımı yanlış yazmışsınız. Ben Yaku­
şev değilim, Yakuşov'um. "E" değil, "O..."
Eski Yüzbaşı Mihail İvanoviç Yakuşov'la işte böyle tanıştım.
Mihail Födoroviç Lukin, Moskova'da, Leningrad caddesinde,
bize yakın bir apartman dairesinde oturuyordu.
Mihail Födoroviç, ilerlemiş yaşına karşın, enerjik ve dinçti,

628
"kurmay göbeği" salmamışh, hala hğ gibi bir subaydı. Kendisini
her zaman zevkle dinliyordum. Bir gün evinden ayrılmak üzerey­
ken, aklıma geldi, Sovyetler Birliği Kahramanı Pilot Yarbay Vla­
sov'u sordum.
- Nikolay İvanoviç, zafere üç ay kala Mauthavzen'de öldü.
Kızılbayrak Alayının ölümsüz kahramanları arasında yer aldı. Yıl­
dızı, burada, Moskova' dadır.
Romanımın, 1969 yılında Moskova dergisinde yayımlanan ilk
baskısı işte bu sahrlarla sona eriyordu [Yazarın Son sözü, romanın
1972'de çıkan baskısından alınmışhr. -çev.].
Kendisiyle sık sık görüşüyorduk. Bir gün bana, çalışma masa­
sındaki mektup yığınını göstererek:
- Gördün mü neler açhn başıma! dedi. Fakat, sesinde bir se­
vinç yankılanıyordu. Bütün ömrünce kendisi� değil, vatanını dü­
şünmüş olan bu yiğit insan, arhk, Sovyetler Birligi'nde geniş ölçü­
de tanınıyor, derin bir saygı ve sevgi görüyordu.
- Memleketin her tarafından mektuplar alıyorum. Me�er
kendilerine komutanlık yaphğım birçok er ve subay beni öldü sa­
nıyorlarmış. İşte Teğmen Puhov'un mektubu. Kendisi şimdi yük­
sek tarım mühendisi. Kızını evlendirdiğini bildiriyor. Orelli Pötar
Kalaşkinov ise, Moskova'ya geleceğini yazıyor ve beni ziyaret et­
mesi için müsaademi istiyor. Elbette çok sevineceğimi bildirdim.
Asker arkadaşlığı sonsuzdur. Vatanımız için kan dökmüş asker ar­
kadaşlarını unutanlara insan denemez. Mektupların hepsini yanıt­
lıyorum ...
Sovyetler Birliği mareşali, dört kez Sovyetler Birliği Kahrama­
nı G. K. Jukov'un, Literatumaya Gazeta'nın 6 Mayıs 1970 tarihli sa­
yısında çıkan "Arkadaşlar Üstüne Birkaç Söz" başlıklı yazısını bü­
yük bir kıvançla okudum. Yazının yansı Mihail Födoroviç'e ayrıl­
mışh. Georgi Konstantinoviç (Jukov) Lukin için şöyle diyordu: "M.
F. Lukin, ordu çevrelerinde, bilgili, geniş deneyli büyük bir komu-

629
tan olarak tanınır. Ekim Devrimi'ne katılmışhr, 1919'dan beri parti
üyesidir. Her gittiği yerde görevini kusursuz olarak yerine getir­
miş, yüksek komutanlık becerisi göstermiştir, Partiye ve halkına
sarsılmaz bağlılığı ile örnek olmuştur."
Georgiy Konstantinoviç, Lukin'in, Büyük Vatan savaşma yap­
hğı unutul�az katkılan belirtirken şöyle demektedir: "Örneğin, sa­
vaş başladığı zaman, 1941 yılı Haziran ayının yedi günü içinde,
düşmanın üstün kuvvetlerini durdurmaya �uvaffak oldu. O gün­
lerdeki savaş bültenlerimizde, Şopetovka bölgesinde savaşan bir­
liklerimiz, General Lukin'in birlikleri diye anılıyordu. O zamandan
beri hemen hemen otuz yıl geçmiş bulunuyor. Ve ben, savaş bül­
tenlerindeki bu deyişi şu sözlerle tamamlamak istiyorum: 'Büyük
yurt bahadırı, gerçekten yılmaz kahraman Lukin'in birlikleri... O
zamanlar, düşmandan değerli yedi gün kazanmak, elbette bir kah­
ramanlıkb."
Georgiy Konstantinoviç'in yazısı şöyle sona eriyor: " ... Mihail
Födoroviç'le geçenlerde görüştüm. Elbette eski günleri, başımızdan
geçenleri andık. Onun azmi ve yiğitliği karşısında duyduğum hay­
ranlığı açıkça belirtmek gerekiyor. O, savaş yıllarında çok aa gün­
ler geçirdi, fakat kişiliğinden hiçbir şey yitirmedi, alçakgönüllü, la­
konik,2' Vatan Savaşının ve zaferlerimizin kahramanı olarak kaldı."
Faşizme karşı zaferlerimizin yirmi beşinci yıldönümü günü
kendisine telefon ederek bayramını kutladım.
- Teşekkür ederim, çok teşekkür ederim, dedi.
- Okudunuz mu? diye sordum.
Sesi titredi, anladım ki, büyük bir heyecan içinde.
- Okudum. Söyleye�ek söz bulamıyorum. Georgiy Konstan-

27 Az ve öz konuşan, asker ruhlu. Yunanca'da laconicus spartalı demek­


tir, ki spartalılar da bildiğimiz iizere asker ruhlu, azla yetinen, soğuk,
sert oluşlanyla tanınmışlardır.

630
tinoviç'in bu candan ilgisi, benim için son derece değerli. Çok de­
ğerli ... Çok. ..
Başka bir konuşmamızda bana şunlan söyledi:
- Sovyet Ordusu, daha savaşın ilk aylannda Hitlercilere öy­

lesine ağır darbeler indirdi ki, on ar, hiçbir Avrupa memleketinde
· böylesiyle karşılaşmamışlardı. Bunun iyice bilinmesi gerek. Bilin­
diği üzere, halkın büyük çoğunluğu ve bu arada tutsaklanmız,
yurtseverce, yiğitçe davrandılar, direniş gösterdiler. Fakat halkın
zaferini, elbette ki, ordumuz; savaşa savaşa Berlin'e varan erlerimiz
ve komutanlanmız kazandı. Aynı zamanda, bu ordu, birçok halkı
faşizmden kurtardı. Onlar Dizim şanımız, övüncümüzdür!
.zafer bayramından birkaç gün sonra Mihail Födoroviç' e tele­
fon ettim. Savaşın ilk dönemi üzerindeki konuşmalarımıza devam
etmek için bir randevu istedim. Memnuniyetle I.<abul etti:
- Yann akşam serbestim. Buyur, dedi.
Kendisine iyi geceler dileğinde bulundum. Meğer son gecey­
miş. Sabaha çıkamadı.
Krasnaya Zvozda gazetesinin 28 Mayıs 1970 tarihli sayısında
çıkan matem bildiriminde, M. V. Zaharov, S. M. Budyoni, S. L. So­
kolov, İ. G. Pavlovski, A. M. Vasilevski, A. i. Erömenko, G. K. Ju­
kov, İ. S. Konev ve diğer ünlü mareşallerin imzalan vardı ve şöyle
deniyordu: "Yiğit General, Partinin ve Sovyet halkının sadık evla­
dı Mihail Födoroviç Lukin'in canlı anısı her zaman kalplerimizde
yaşayacakhr."
Sovyet halkı kahramanlarının, sadık evlatlannın anılannı,
kuşkusuz koruyacak ve bu adlar, "Halk Kahramanı" denen ulu ki­
tapta sonsuzluğa dek yazılı kalacakhr. O

63 1

You might also like