You are on page 1of 301

Murat Belge _ İstanbul Gezi Rehberi

UYARI:

xxx

Kitap sevenlerin yeni buluşma noktasından herkese merhabalar... Cehaletin


yenildiği, sevginin, iyiliğin ve bilginin paylaşıldığı yer olarak gördüğümüz
sitemizdeki tüm e-kitaplar, 5846 sayılı kanun'un ilgili maddesine istinaden,
engellilerin faydalanabilmeleri amacıyla ekran okuyucu, ses sentezleyici
program, konuşan "Braille Not Speak", kabartma ekran ve benzeri yardımcı
araçlara, uyumlu olacak şekilde, "TXT", "DOC" ve "HTML" gibi formatlarda,
tarayıcı ve OCR (optik karakter tanıma) yazılımı kullanılarak, sadece görme
engelliler için, hazırlanmaktadır. Tümüyle ücretsiz olan sitemizdeki e-kitaplar,
"engelli-engelsiz elele" düşüncesiyle, hiçbir ticari amaç gözetilmeksizin,
tamamen gönüllülük esasına dayalı olarak, engelli-engelsiz yardımsever
arkadaşlarımızın yoğun emeği sayesinde, görme engelli kitap sevenlerin
istifadesine sunulmaktadır. Bu e-kitaplar hiçbir şekilde ticari amaçla veya
kanuna aykırı olarak kullanılamaz, kullandırılamaz. Aksi kullanımdan
doğabilecek tüm yasal sorumlu-luklar kullanana aittir. Sitemizin amacı asla
eser sahiplerine zarar vermek değildir.

xxx web sitesinin amacı görme engellilerin kitap okuma hak ve özgürlüğünü
yüceltmek ve kitap okuma alışkanlığını pekiştirmektir. Ben de bir görme engelli
olarak kitap okumayı seviyorum. Sevginin olduğu gibi, bilginin de paylaşıldıkça
pekişeceğine inanıyorum. Tüm kitap dostlarına, görme engellilerin kitap
okuyabilmeleri için gösterdikleri çabalardan ve yaptıkları katkılardan ötürü
teşekkür ediyorum.

Bilgi paylaşmakla çoğalır.


Yaşar MUTLU

İLGİLİ KANUN:
5846 sayılı kanun'un "Altıncı Bölüm-Çeşitli Hükümler" bölümünde yeralan "EK
MADDE 11" : "ders kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim ve
edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiş bir nüshası yoksa hiçbir ticarî amaç
güdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü bir kişi tek
nüsha olarak ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya
dernek gibi kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill alfabesi ve
benzeri formatlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi bu Kanunda öngörülen
izinler alınmadan gerçekleştirilebilir."Bu nüshalar hiçbir şekilde satılamaz,
ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve kullandırılamaz.
Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin bulundurulması ve
çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur."

Bu e-kitap görme engelliler için düzenlenmiştir. Kitap taramak gerçekten


incelik ve beceri isteyen, zahmet verici bir iştir. Ne mutlu ki, bir görme
engellinin, düzgün taranmış ve hazırlanmış bir e-kitabı okuyabilmesinden
duyduğu sevinci paylaşabilmek tüm zahmete değer. Sizler de bu mutluluğu
paylaşabilmek için bir kitabınızı tarayıp, xxx adresine göndermeyi ve bu isimsiz
kahramanlara katılmayı düşünebilirsiniz.

Bu kitaplar, size gelene kadar verilen emeğe ve kanunlara saygı göstererek,


lütfen bu açıklamaları silmeyiniz.

Siz de bir görme engelliye, okuyabileceği formatlarda, bir kitap armağan


ediniz...
Teşekkürler.

Ne Mutlu Bilgi için, Bilgece yaşayanlara.


xxx
xxx

Tarayanın Notu
Bu e-kitap "Görme Engelli" dostlar için ta-ranmış ve ilk defa xxx da
yayınlanmıştır. Bu sitenin sahibi görme engelli dost Yaşar Mutlu'nun gayret ve
az-mini görünce iki gözümden utanıp yardım edebileceğimi düşündüm. Bir
katre ışık ola-bildiysem ne mutlu. Herkesi bu mutluluğa davet ediyorum. Bu
dostlara yardımcı olun.
Polaris

----{ kutupyıldızı kitaplığı }----


101

İSTANBUL
GEZİ REHBERİ

Murat Belge
ÖNSÖZ

İstanbul'la ilişkim genel olarak üç aşamada gelişti. Bunların birincisi on sekiz


yaşımda başlar ve birkaç yıl sürer; başlıca özelliği, duy-gusallığıydı.
Amerika'dan yeni dönmüştüm. Oradayken, Massachussetts'de, Cape Anne
adında bir yarımadada kalmıştım. Kentler kıyıdaydı, yarımadanın ortası da
ormanlıktı. Burada uzun yürüyüşlere çıkmayı seviyordum. Böylece, aynı
yerleri, farkları çok belirgin dört mevsim boyunca görmüştüm. Sanırım bu
bende, kendim de farkında olmadan, mekân duygusunu geliştirdi. Dönüşümde,
doğa yerine zengin bir kentte buldum kendimi. Büyüme çağındaydım ve her
şeyi anlamak istiyordum.
Gene de, fazla akli bir anlama çabası değildi benimkisi. Bir mekân görüp çok
seviyordum, örneğin. Neresi olduğu çok önemli değildi. Atıf Efendi Kitaplığı ya
da Büyük Valide Han. Yaşanmakta olan ha-yata ilgim daha fazlaydı. O yeri
rengi ve kokusuyla, atmosferiyle, yaşıyordum. Üzerinde düşünmüyordum. Eğri
büğrü bir sokakta, çer-den çöpten bir "ev"in pencere niyetine yapılmış
bölümünde, Vita kutusuna ekilmiş bir sardunya görünce, bu yaşama sevincine
ben de çok seviniyordum.
Kadırga'daki tulumbacı kahvelerinde otururdum. Şimdi okul olan yerde bir
duvar dibinde, küçük, kapalı bir araba duruyordu -ekmek taşınan cinsten. Ama
bunun panjurlu pencereleri, merdiveni filan da olduğu için, ev haline getirildiği
ve artık öyle kullanıldığı belliydi. Çevresine tel gerilip bir bahçe yapılmış,
bahçeye de nedense ay çiçeği ekilmişti. Hep görüp "neyin nesidir?" diye
düşündüğüm bu "ev"den bir gün bir cüce çıktı. Böyle manzaralar çok
etkiliyordu beni, eksantrikli-ğiyle.
Sonra, gördüğüm yerler hakkında daha çok şey öğrenmeye, gördü-ğüm şeyler
arasında da bağlar kurmaya başladım. Bu aşamada Atıf Efendi Kitaplığı gibi bir
ad aklımda kalıyordu; ayrıca, merak ediyordum: "Kimmiş?", "Ne zaman
yaşamış?", "Bu binanın o zaman yapıldığını nasıl anlarım?" gibi. İstanbul Erkek
Lisesi'nin vaktiyle Düyun-u Umumiye olarak yapıldığını öğrenmek, Bizans
kilisesinde Yunan haçı tipini tanımak, camilerde kubbenin kaç dayanağa
oturduğuna dikkat etmek, ikinci dönemin ilgileri arasındaydı.
Bu arada başka dünya şehirleri de görüp tanıdığım için karşı-laştırmalar
yapabiliyordum. "Kent"e ilişkin bilgi ve gözlemler zihnimde birikiyordu. Ama bu
ilgilenme ve bilgilenme, sürekli ve düzenli değildi. Bilinçaltı bir eğilimim
olmuştu herhalde ve böylece belleğimde İstanbul bilgilerine özel yer açmıştım;
ama bilgiler ben özellikle farkına varmadan birikiyordu.
1980'lerde İstanbul'la ilişkimin üçüncü aşaması başladı. Mustafa Kemal
Ağaoğlu bir BİLSAK kültür etkinliği olarak İstanbul gezileri düzenlemeyi
düşündü ve benden de Halic'i gezdirmemi istedi. Bu geziler çok tuttu. Benim,
kısa zamanda, Haliç'ten başka birçok semt ve bölge gezdirmem gerekti. Bu iş
hâlâ devam ediyor. Sevdiğim birçok şeyi başkalarıyla paylaşmaktan
hoşlanmışımdır. Bu çerçevede, İstanbul'u, ilgi duyup da fırsat bulamayanlara
göstermenin, tanıtmanın iyi bir tarafı var.
Çok kişi, yaşadığı kenti az tanır. Bunun anlaşılır bir nedeni vardır: "Nasıl olsa
buradayım, bir gün gider görürüm," tavrı. Ama söz konusu kent İstanbul
olunca buna başka etkenler ekleniyor. Batılılaşma sonucu yaşadığımız kültürel
ikilik nedeniyle, insanların mekânları da ayrışmıştır burada. Peyami Safa'nın bir
romanına Fatih/Harbiye adını vermesinin altında bu yatar. Batılı eğitim görmüş
kesim şehrin belirli arterlerinde dolaşır ve bunun iki sokak ötesine gitmez -
gidince de "turist" muamelesi görür. Geleneksel kesimin de zaten böyle
merakları ya da böyle bir "gözü" yoktur.
İstanbul'u gezdirmek durumunda kalınca, üstüme sorumluluk bindi. Gerçi bu
gezilerde şehri bir tarihçi, bir sanat tarihçisi gibi uzmanca tanımadığımı,
İstanbul'la ilişkimin bireysel ve yaşantısal olduğunu hep söylüyordum ve kimse
benden bu tür bilgi sormuyordu. Gene de, daha çok bilmek gereğini duydum
ve başka işlerimi bırakıp İstanbul'u öğrenmeye başladım.
Aşamaların en kötüsü bu olabilirdi -hâlâ da olabilir ya da oraya doğru
gelişebilir. Çünkü bu noktada iş gezi yapmakla kalmadı. Türki-ye'de şehir ve
özellikle İstanbul bilincinin yükseldiği bir evreye rastla-dı benim geziler. İşte bu
kitabı da yazıyor olmak dahil, çeşitli belge-seller üstüne çalışmak dahil,
İstanbul'la ilişkim hem uzmanlaşmak, hem de bir ölçüde profesyonelleşmek
zorundaydı. Bu da, o kendiliğinden ilişki biçimini zedeleyebilirdi. Neyse ki,
İstanbul kendisi çok dayanıklı, çok zengin. Kurulan bağın duyusallığını ve
duygusallığını o kendisi koruyabiliyor. Sonunda biraz bıktırma, şehirden değil,
kendi anlattıklarımdan bıktım.
Bu kitap da sonuçta hâlâ bir uzman kitabı değil. Sanat tarihi, mimarlık tarihi
konularına çok az girdim. Daha çok genel tarihe ağırlık vermeye çalıştım.
İstanbul'un nasıl böyle olduğu konusu başlıca mera-kım. Kaybolan çok şey
olduğunu biliyorum, ama her yerde çok şey kaybolur. Öte yandan, belki
Lavoisier burada geçerli sayılabilir. Bir biçimde kaybolan, belki başka bir
biçimde yaşamaya devam ediyordur. İstanbul'un tarihi duyarlığını yakalamaya
çalıştım. Onun için, kitabın alanını tarihi İstanbul'la sınırlı tuttum. Ama,
özellikle şehrin tarihi bölümlerinde, varolan bütün yapılardan tasaca da olsa
söz etmeye çalıştım. Aynı zamanda, önemli yapılar üstüne sözlerimi mümkün
olduğunca kısa tuttum: Ayasofya ya da Kariye, Süleymaniye ya da Topkapı
veya Dolmabahçe Sarayı gibi yapıları böyle genel bir rehberde hakkını vererek
anlatmak imkânsız gibi bir şey. Doğrudan bu yapılar üstüne yazılmış kitaplar
okumak gerekiyor.
Kitap, Sumner-Boyd'la Freely'nin Strolling Through İstanbul’u tarzında,
gezerken ve gezmek için kullanılacak bir rehber biçiminde yazıldı. Onların bu
öncü kitabının bana hem kolaylık, hem de büyük güçlük çıkardığını
söylemeliyim. Strolling Through herkes gibi benim için de son derece yararlı bir
bilgi kaynağı. Ama bu konuda bu kadar iyi bir kitap yazılmışken, ikinci bir kitap
yazmak çok güçleşiyor. Sorun ille onu aşmak gibi iddialı bir şey değil; ama
yargıları, değer-lendirmeleri, hatta esprileri bana da o kadar uygun ki, aynı
sözleri tekrarlamaktan kendimi alıkoymak için bayağı zorlanmam gerekti ve
tam başarılı olamadım buna rağmen.
Rehber olunca, semtleri belirli bir sırayla gezme mantığı kitaba egemen oldu.
Gene de, tek bölümde anlatılan bazı bölgeler bir günde gezilemeyecek kadar
büyük olabilir. Bir güzergâhta görülecek çeşitli mekânların kendileri hakkında
görece az şey söyledim ve özellikle değişik ilginç mimari ayrıntıları kaydetmeyi
gezen kişiye bıraktım. Ben daha çok oralarda geçen olaylar ve mekânlarla ilgili
kişiler hakkında hikâyeler anlattım. Dolayısıyla bu hikâyeler, mekânların
sırasını izliyor. Gene de, kitabın sonunda, burada yaşanmış karmaşık tarih
hakkında epey ayrıntılı bir resmin oluşacağını sanıyorum.
İstanbul son otuz, özellikle yirmi yıllık dönem içinde, belirgin bir biçimde,
"nostaljik" bir konu haline geldi. Bunun bir kaçınılmazlığı var. Böylesine hızlı bir
büyüme, sindirilmesi güç bir değişim yaratıyor. Bu şehirde daha uzun süre
yaşamış olanlar, her şeyden önce, değişenin bilincine varmak durumunda
kalıyorlar. Dikkatleri, zamanla, kalandan çok kalmayana yöneliyor. Bu ruh
halini doğrusu ben de paylaşıyorum ve sanırım kitaba da yansıttım.
Düşünün ki doğduğum ev, çocukluğumu geçirdiğim ev, üniversite yıllarımı
geçirdiğim ev, ilk evlendiğimde oturduğum ev, çocukların doğduğu ev, iki
çocuğun büyüdüğü ev, bugün yok. Bu, sade benim tarihimle ilgili kısım.
Tanıdıklarımın, akrabalarımın, arkadaşlarımın, içinde vakit geçirdiğimiz, bize
aşinalaşmış binaları da, aynı şekilde, yok.
Çoğumuz bu durumu oturup bilinçle düşünmüyoruz bile. Ama bu mutlaka
bilinçaltımıza işliyor. Bu kadar yoğun bir geçicilik insanın kalıcı herhangi bir
şeye güvenini sarsıyordur diye düşünüyorum. Ör-neğin bir yerden hep
geçersiniz, onun için dikkat etmezsiniz: Şifa'ya inerken St. Joseph'in duvarı,
örneğin, o oradadır, hep orada olmuştur. Bir gün o duvarın orada olmadığını
görürseniz, tuhaf bir duygu gelir. Sanki yalnız duvar oradayken kaybolmuş
değil, siz de sokağa ayak-kabı giymeden, çorapla çıkmışsınız gibi, tedirgin edici
bir eksiklik.
Tabii sorun yalnız binalar değil. Bütün insanlar değişiyor. 1960'ta İstanbul
nüfusu bir milyonun biraz üstündeydi. Bunun içinde hâlâ hatırı sayılır oranda
"azınlık'larımız vardı (6-7 Eylül'den sonra, Varlık Vergisi sonrası gibi, göç
hızlanmıştı aslında). Kaşla göz arasında, mahalleden ya da okuldan
arkadaşlarım ortadan kayboldu. Bunu, okurken, pek anlamadık. Sonra bir gün
geldi, bir de baktık ki kimse kalmamış. Çok sayıda insan gittiği halde, çok daha
fazla sayıda insan geldi ve şimdi on milyonu zorlamaktayız.
Tarih kitapları her zaman İstanbul'a göç talebinin güçlü olduğunu anlatıyorlar.
Ama oran çok önemli. Yeni gelenlerin oranı azken şehir onları özümleyebiliyor,
kısa zamanda "İstanbullu" yapabiliyordu. Şim-di böyle değil. Geçenlerde,
burada doğmuş bir çocuğun (Habipler tarafından) 12 yaşında ilk olarak denizi
gördüğünü işittim. Bu, elbette, İstanbullu olmak değil.
1930 ve 1950'de, yanılmıyorsam, İstanbul iki darbe daha yaşamıştı (tabii,
yaklaşık tarihler bunlar). Birincisinde, Cumhuriyet kurulmuş ve bu yeni milli-
devlette gayrimüslim unsurların ekonomik ayrıcalıklarının olmayacağı, hatta
bunun tersi uygulamanın başladığı anlaşılmıştı. Büyük zenginler o tarihe kadar
İstanbul'u büyük ölçüde terk ettiler. Aynı zamanda, birkaç istisnayı saymazsak,
Osmanlı çağında zenginleşmeyi başarmış Türk ailelerin çoğu da sınıf düştü;
servet el değiştirdi.
1950'den sonra Anadolu'da servet sahibi olmaya başlayanlar, manevi
başkentin nimetlerinden yararlanmak üzere, İstanbul'a akmaya başladılar.
"Hacıağa" tamlaması bu sıralarda ortaya çıktı. Kervansaray'ın kapısından
girerken şef garsonun eline "elli kâğıt" tu-tuşturan Adanalı'nın hikâyelerini işitir
olduk. Bu da, başta "gazino kültürü", bir şeyleri değiştirdi.
1960'larda sanayi patladı ve yoksul kesim bir mıknatıs gücüne kapılarak
İstanbul'a akmaya başladı. O zamandan beri bu temponun içindeyiz.
Ekonomik değişim tabii kültürel değişimi de getirmişti. Yeni nüfus, düşe kalka,
yeni dil, yeni kültür, yeni koşullar içinde, yüzü hep geleceğe dönük, uğraşıp
didindi. 1980'lerde, Evren darbesiyle, Türki-ye'de "gelecek" denen şeyin anlamı
değişince, "kaybolan zaman" birdenbire değer kazandı, "nostalji" başladı.
Hepimiz Proust'laştık.
Ama, neyin nostaljisi? Şüphesiz herkesin bireysel hayatından eksilenler var.
Ama bugün otuzunun, hatta kırkının üstünde olan kuşaklar bile, o "eski"
İstanbul'u zaten pek bilmiyorlardı. Ancak şimdi oldukça yoğun denebilecek bir
öğrenme isteği başlıyor. Çok yaygın değil hâlâ, ama belirli çevrelerden
insanlar, eski kayıtsızlıklarıyla kaçırdıklarım şimdi toparlamaya, sindirmeye
çalışıyor. Ne yazık ki, bunların çoğunun, hem de sudan nedenlerle, yok olup
gittiği bir zamanda.
Bu da, genel bir kural olmalı. Bazı şeyler, ancak yok olurken ya da yok olunca
anlaşılıyor. Bu yeni bilincin uyanmasında, 12 Eylül’ün abartılı "ulus-devlet"
söyleminin uyandırdığı tepkinin de payı oldu. Genellikle olumlu bir
"hemşehrilik" bilinciyle birlikte, olumsuzlaşabilen ve biraz da hayali bir İstanbul
"şovenizmi" gelişti.
İstanbul'la asıl ilişkimin 1961'de, 18 yaşımdayken başladığını söylüyorum.
Gelgeldim, 1950'lerde de, ben yaşta birçok çocuğun görmeyeceği şeyler görme
fırsatım olmuştu. Annemle babam ben beş, altı yaşlarımdayken ayrılmışlardı.
Bir zaman sonra Ankara'ya yerleşen babam İstanbul'a geldikçe beni de alır ve
yaşımın ilerisinde bir gece hayatıyla tanıştırırdı. Rejans'ın yukarıda müzik
çalınan zamanını hayal meyal hatırlarım (ama tabii kendi Rejans tanışıklığım
1960'larda başladı). Nil Pasajı'nda Çardaş Macar lokantasına, Abdullah'ın
Rumeli Han'daki yerine, Pandelli ve Gaskonyalılar'ın Eminönü Balıkpazarı'ndaki
(buralar 1950'lerin sonunda yıkılmadan önce) yerlerine, Kervansaray ya da
Club X gibi gece kulüplerine o tarihlerde gitmiştim. Ama bu çocukluk anıları
öylesine yaşanmış ve hemen unutulmuşken, çok sonra, İstanbul'la ikinci
dönemimin sonlarında, yeniden canlandı zihnimde. Çünkü bu sıralarda,
İstanbul'un eski hayatını bilmek ve hatırlamak bir erdem olmuştu -bir nesnenin
"hurda" olmaktan çıkıp "antika" haline gelişini andıran bir süreçle.
Üçüncü dönemde İstanbul'la ilgili yayınları toplamaya, okumaya başladım. Bu
da ciddi bir sorun aslında, çünkü çok az yayın var. Strolling Through
İstanbul'dan çok yararlandım. Aynı yerleri gezip aradan geçen zamanın
getirdiği değişimi de gözlemledim. Bundan sonra en vazgeçilmez kaynağım
Koçu'nun İstanbul Ansiklopedisi. Son derece kendine özgü bir üslupla yazılmış
bu eser, başka ansiklopediler gibi kullanılır bir şey olmadığı için, sonunda
oturup hepsini bir kitap gibi okudum. Mümkün mertebe kart tutarak bir
referans sistemi oluş-turmaya çalıştım, hâlâ da çalışıyorum.
Gene çok yararlandığım bir kaynak, kitap değil de bir harita: 1905'te, yangına
karşı sigorta için bir yabancı sigorta şirketinin yaptırdığı son derece yeterli
Beyoğlu haritası. Burada binaların sahipleri de belirtildiği için Beyoğlu'nun o
tarihlerdeki beşeri coğrafyasını epeyce öğrendim. Bunu, daha sonraki Pervitich
haritasıyla karşılaştırmak gerekiyor.
Eremya Çelebi ve İnciciyan, İbrahim Hakkı Konyalı'nın Üsküdar Tarihi, Sedat
Hakkı Eldem'in fotoğraflı kitapları, Duham'nin kitapları, daha birçok kitaptan ve
dergilerde çıkmış yazılardan yararlandım. Evliya Çelebi'nin hiçbir dediğine
inanmamak, ama her yazdığını oku-mak gerekiyor. Mısır-Osmanlı ilişkilerinin
bence en yararlı bilgilerini, Çelik Gülersoy'un Çubuklu Kasrı üstüne kitabından
öğrendim.
Robert Mantran'ın 17. Yüzyılın İkinci Yarısında İstanbul adlı kitabı, bu şehrin
tarihinin bazı yönlerini ustaca aydınlatan bir eser.
Stefan Yerasimos'un yakınlarda yayımlanan, Ayasofya üstüne kitabı hem yeni
ufuklar açıp bilmediğim bir alanı aydınlattı, hem de bazı sezgilerimi doğruladı.
Kimi zaman, İstanbul'la doğrudan ilgisi olmayan yayınlarda da ya-rarlı bilgiler
bulunabiliyor.
Bu kitapta, işte bütün bu anlattıklarımın -ve anlatmayı unut-tuklarımın-
karışımı var.

Murat Belge Ağustos, 1993

DÖRDÜNCÜ BASIMA ÖNSÖZ

Bu kitap kısa denebilecek bir zamanda dördüncü baskıya dayandı. Demek ki


böyle bir İstanbul rehberine ihtiyaç varmış. Yeni baskı için kitabı genişletmemi
istediler. Bundan biraz tedirginlik duyduğumu itiraf edeyim. Aradan birkaç yıl
geçmiş olsa, genişletmek fazla ya-dırgatıcı gelmeyecekti. Ama süre kısa olduğu
için, şimdi bunu genişletmekle, önceki baskıyı satın alanlara haksızlık etme
kaygısını yaşadım.
Öte yandan, bu durumu genelleştirerek düşündüm. Bir kitap aslında keyfi bir
şey. Çekilmiş bir fotoğraf gibi, bir kesiti yansıtıyor. Bir fotoğrafta, bir teknenin
küpeştesinde dururken görülürsünüz, diyelim. İki saniye sonra çekilen -ya da
çekilmeyen- bir fotoğrafta da, denize düştüğünüz görülebilir(di). Bir kitap böyle
saniyelik bir enstantane olmasa da, sonuçta o da belirli bir tasarım
çerçevesinde oluşuyor. Ör-neğin, "şu kadar zamanda bitirmeliyim", diye karar
verince, kitabın hacmi hakkında da karar veriyorsunuz. Bu hacim, sizin o anda
söyleyebilir durumda olduğunuz her şeyi kapsamıyor. Öte yandan, yazdığınız
konuya ilişkin bilgi, gözlem, değerlendirme statik değil, bitimli de değil. Onlar
da her an gelişiyor, büyüyor. Dolayısıyla, yazarın nasıl organik bir hayatı varsa,
kitabın da öyle. Yazılan kitap, sözgelişi bir şiir kitabı ya da roman vb. olsa, ona
sonradan el sürmeme kararını vermek genel olarak daha kolaydır (kaldı ki,
bunlar bile çok değişebilmiştir tarihte). Ama bir İstanbul kitabı, hele bu bir
rehber olursa, bu kategoriden hayli uzak.
Dolayısıyla kaygılanmayı bıraktım ve kitabı genişletmeye giriştim. Yukarıda
söylediklerim gene geçerli. Bu genişlemiş biçim de bu şehir hakkında
söyleyebileceğim her şeyi kapsamıyor -bu satırları kitabı satın aldıktan sonra
okuyacağınızı umuyorum, yoksa vazgeçip bir sonraki baskıyı bekleyebilirsiniz.
Tabii o "bir sonraki baskı"ya epey vakit var ya da tamamen farklı bir kararla,
bunu burada noktalayıp, başka bir kitap yazmaya girişirim.
Bu baskıdaki genişletme işlemi üç yönde yürüdü. Yazılmış kısımda eksik
kalanları tamamlamaya -ve yanlış bilgileri düzeltmeye- çalıştım. Yanlışların
bazısı telâştan ve dikkatsizlikten ileri gelmişti (belki de dizgide karıştı), bazıları
da düpedüz benim yanlış bilmemden. Bu ikin-cisinde bir "hafifletici sebep" var.
Çelik Gülersoy'un sık sık söylediği gibi, İstanbul "yaşanmış ama yazılmamış bir
şehir" olduğu için, pek çok şey yeterince bilinmiyor. Yazılı olanlar da insanı
yanıltabiliyor.
İkinci olarak, ilk baskılarda olmayan bölgeleri ekledim. Böylece şehrin yayıldığı
iki kıtada gezindiğimiz alanlar epeyce genişlemiş oldu.
Son olarak da, kitabın başına, şehrin tarihi gelişmesini ve bunun başlıca
evrelerini anlatan bir "giriş" ekledim. Kitabın temel mantığı şehri bölge bölge
gezmeye dayanıyor. Bu iyi, ama bir "toplu bakış" ve "tarihi perspektif eksikliği
hissediliyordu. "Giriş"le bunu bir ölçüde giderdiğimi sanıyorum.

Murat Belge Kasım, 1994

İÇİNDEKİLER

GİRİŞ
SULTANAHMET VE ÇEVRESİ
SURLAR
DİVANYOLU-AKSARAY
EMİNÖNÜ-CAĞALOĞLU
ÇARŞILAR BÖLGESİ
VEFA VE SÜLEYMANİYE
AKSARAY'DAN MARMARA KIYISI BOYUNCA
HALİÇ
UNKAPANI-ZEYREK
FATİH-ÇARŞAMBA-KARAGÜMRÜK
VATAN VE MİLLET CADDELERİ
EYÜP
SUR DIŞI MARMARA KIYILARI
GALATA VE PERA
BEYOĞLU YAKASININ ÖTEKİ SEMTLERİ
BOĞAZİÇİ
ÜSKÜDAR
KADIKÖY
ADALAR
UZAK İSTANBUL
KAYNAKLAR
DİZİN
GİRİŞ

İstanbul, uzun ve karmaşık tarihi boyunca, farklı medeniyetlerin bazen merkezi


oldu, bazen de yörüngesine girdi. Böylece, o medeniyetlerin birbirine hiç
benzemeyen şehircilik anlayışları İstanbul'un oluşumunda etkili oldu. Bunların
izleri şimdi de kentin dokusunda görülebilir.
Bu tarihin uzunluğu ve bu uzun tarih boyunca İstanbul'un önemli bir merkez
olarak varlığını sürdürmesi şehrin coğrafi konumuyla yakından ilgilidir. Boğaziçi
iki denizi birbirine bağlayan bir su yoludur ve su yolunun iki kıyısında iki kıta
karşı karşıya gelir. Böyle bir kavşak noktasının ticari, askeri vb. bakımlardan
nasıl bir stratejik önemi olacağı açıktır. Ancak, bu açıdan bakıldığında,
Çanakkale'nin de benzer özellikleri olduğu görülür. Öyleyse niçin o boğazın
kıyısında İstanbul gibi önemli bir şehir kurulmadı? Bu sorunun cevabı, Haliç'tir.
Haliç her mevsimde ve her türlü rüzgârda güvenli bir limandır ve koca Doğu
Akdeniz bölgesinde güvenirlilik açısından onunla boy ölçüşecek yalnız Selanik
ve İzmir limanları vardır. Onların da, İstanbul'daki kavşak özelliği yoktur.
Böylece denebilir ki doğa va coğrafya İstanbul'un önemli bir şehir olmasına
önceden karar vermişlerdir. Gene de, kuruluşundan Büyük Constantinus'un
tarihi kararına kadar bu potansiyel en iyi şekilde kullanılmamıştı. Bunun nedeni
de büyük ölçüde teknolojinin zayıflığıdır. Boğaz, gemiciliğin erken evrelerinden
beri kullanılıyordu, ama bu trafik bildiğimiz ölçülere göre "büyük" bir şehir için
yeterli değildi.
Efsanevi Megaralı Byzas'tan yaklaşık 800 yıl sonra, İS 196'da Roma
İmparatoru Septimius Severus, şehri zaptetti ve kendisine direndiği için
cezalandırarak yaktı, surlarını yıktırdı. Ama bundan bir yıl sonra kendisinin
yeniden sur yapması, şehrin önemini anladığının işareti sayılabilir.

ROMA BAŞKENTİ

İstanbul'u tarihi bir dünya merkezi haline getirme kararını bilinçli bir şekilde
veren kişi Constantinus oldu. Roma İmparatorluğu'nun çeşitli sorunları
karşısında imparatorun bulduğu çözüm onu yönetim-sel olarak ikiye ayırmaktı;
bu durumda, doğuda kalacak parça için Roma'ya denk bir büyük başkent
yaratmak gerekiyordu. Tarihçiler Constantinus'un ilkin Troya'yı düşündüğünü
anlatırlar. Troya, klasik çağın İlyada gibi en büyük epiğinin kahramanı olan,
ama yıkıntı halinde bir yerdi. Constantinus'un kısa zamanda daha gerçekçi bir
karara yöneldiği, Troya'nın temsil ettiği geçmişe karşılık, İstanbul'un vaad
ettiği geleceği tercih ettiği görülür.
Bu kararın İstanbul için sonucu şu bakımdan ilginçti: Şehir, planlı bir biçimde,
başkent olmak üzere inşa edildi. Constantinus, aynı zamanda, Roma'nın
Hıristiyan olmasına karar veren imparatordur. Ancak şehrin yapılışı klasik
Greko- Romen şehircilik anlayışı ve geleneği çerçevesinde gerçekleşti.
Constantinus'un Çemberlitaş üstüne konan heykelinin onu Apollo gibi
resmetmesi de bu geçiş aşamasının tipik bir özelliğidir. Yunan-Latin tarzı,
geniş, iki yanı sütunlu caddeleri geliştirmişti. Bu caddeler üstünde gerekli
yerlerde geniş meydanlar açılıyor, kavşaklar oluşuyordu. Simetri önemli bir
ilkeydi. Bir başkent için görkem ve anıtsallık da önemliydi. Özgür yurttaşların
toplumsal ihtiyaçları karşılanmalıydı.
Şehir bu ilkelere uygun olarak kısa zamanda gelişti ve Constantinus'un isabetli
bir seçim yaptığını kanıtladı. Daha iki yüzyıl geçmeden Unkapanı-Yenikapı
arasındaki surlar dar geldi ve II. Teodosios bugün gördüğümüz yeni surları
yaptırdı.

BİZANS

Roma'nın ne zaman "Bizans" olduğunu söylemek kolay değildir. Bizanslılar


kendilerini Romalı olarak tanımlıyordu. Bu ayrım, 19. yüzyıl tarihçilerinin
çıkardığı bir ayrımdır. Arada bir fark olduğu, belirli bir zamandan sonra Doğu
Roma'nın ya da Bizans'ın Batı Roma'ya, daha doğrusu, ayrım öncesi eski
Roma'ya pek benzemediği hissedilir, ama geçişin ne zaman başladığına veya
bittiğine karar vermek zordur —belki başından beri ayrım vardı.
Tabii, "ayrım neydi?" sorusuna da daha kesin bir cevap bulmak gerekiyor.
"Roma" denince aklımıza gelen belli başlı özellikler paganizm çağında
oluşmuştu; Bizans ise koyu Hıristiyan bir imparatorluktur. Ama Doğu Roma'nın
kuruluşunda zaten Hıristiyanlık vardı. Dolayısıyla din, başlıca ayrım olmamalı.
Sorun belki, Batı Roma'da özerk bir soylular sınıfı olmasıdır. Her zaman politik
olarak egemen olmasalar da, belirleyici oldular. Bizans'ta ise devletten özerk
bir soylu sınıf yoktu —sonraki Osmanlılar gibi.
Benim öznel yorumum, bu değişimin 5. yüzyıl sonlarına kadar kendini belli
ettiğidir. Tek dayanağım da, İustinianos'un 6. yüzyılda Roma'yı yeniden kurma
girişiminde bulunması. "Yeniden kurma" girişimleri, hep, bir şeyin kaybedildiği
bilincinin sonucudur.
İustinianos'un çabaları Yunan-Latin geleneğiyle Hıristiyanlığı parlak bir biçimde
birleştirdi. Başta Ayasofya olmak üzere, Hıristiyanlığın en büyük anıtları
İstanbul'da bir klasik dünya şehri dokusunun içinde yükseldi.
Ama sonraki yüzyıllarda Bizans sürekli yıprandı ve zayıfladı. 1204 Latin
işgaliyle iyice çöktü. Türkler fethettiğinde şehir yarı yıkıktı, nü-fusu da elli bine
kadar inmişti.

OSMANLILAR

Osmanlı döneminde şehir kısa zamanda değişti, başka bir karakter edindi.
Türkler göçebelik geleneğinden geliyorlardı; kırsal alışkanlıkları ağır basıyordu.
Bunun sonucunda doğa yeniden şehir içine girdi. Nüfusun en fazla yoğunlaştığı
birkaç istisna semt dışında, bütün evler bahçeliydi. Modern şehirlerde parklarla
giderilen yeşillik ihtiyacı, bu İstanbul'da bahçelerle karşılanmıştı. Bu yüzyılın
ortalarına kadar şehre belirgin karakterini veren ahşap konut tipi de bu en
erken dönemlerden başladı. Ahşabın tercihinin çeşitli nedenleri vardı: Deprem
korkusu, kırsal alışkanlık ya da İslam'ın "fani dünya" ideolojisi gibi. Ama temel
neden ekonomikti. Ahşap ucuz, inşaat kolaydı. Ayrıca ahşap ev, şehrin
iklimiyle uyumluydu. Buna karşılık, önemli sakıncası da, bilindiği gibi, yangına
dayanıksızlığıydı. Gerçekten de yangın, yüzyıllar boyunca İstanbul'un başından
eksik olmayan bir felâket olmuştur.
Osmanlı yapılaşmasını başlıca iki kategoride ele alabiliriz: kamusal ve özel. Bu
ikisi arasındaki ayrım, Osmanlı'da Roma-Bizans'ta olduğundan daha büyüktü.
Osmanlılar ele geçirdikleri şehri yıkmadılar, yapısını da bilinçli veya amaçlı bir
şekilde bozmadılar. Kiliseleri camiye çevirdiler, Bizans'ın yükseltilere anıtsal
yapı dikme politikasını sürdürüp tamamladılar.
"Kamusal" dediğim kategorinin belirgin örneği "külliye"dir. Bu tip binaları
padişah, vezir ve aileleri, yani saray, vezirler ve başka varlıklılar inşa ettirir.
Külliyenin amacı ve varlık nedeni kamu yararıdır. Bir hayır işidir. Yaptıranın
servetine göre işlevleri çoğalır ve çeşitlenir.
Külliye, şehrin geri kalan kısmına açılmaktan çok kapanan bir yapı tipidir.
Genellikle merkezinde cami yer alır. Medreseler, hastaneler, külliyenin binaları
her neyse, merkezdeki camiye göre vaziyet alır, yüzlerini ona dönerler (tabii
bu, sırtlarını şehre dönmeleri demektir). Cami elbette dini, Allah'ı temsil eder.
Ama aynı zamanda, dünyevi ve fiziksel düzeyde, onu yaptıranı da. Bu
bakımdan külliye, sanki ortasında durup da ona bakacak bu "bani"nin teftişine
kendine sunar gibi durur.
Külliyenin oluşturduğu bu görece simetrik ve geometrik bütünlüğün dışında
şehrin kaosu vardır. Orada düz çizgiler bozulur; eğrilir ya da zikzak yapar.
Evler birbirine yaslanır. Cumbalar birbirine uzanır, so-kaklar çıkmaz olur vb.
Aslında mahallenin temelinde de, külliyedeki ilkeler vardır; ama ilkenin
gerçekleşme oranı mahallede iyice azalır. Bunu açıklamak için, fetihten itibaren
şehirde nasıl bir nüfus oluştuğu konusuna kısaca göz atmak gerekiyor.
II. Mehmet Roma'nın başkenti ele geçirip kendini Kayser ilan edince,
tasarladığı büyük şehrin nüfusunu oluşturmaya girişti. İmparatorluğun çok-
uluslu dokusunu şehirde yeniden üretti. Bunun için çeşitli bölgelerden Türk,
Rum, Ermeni topluluklarını şehir içinde iskân etti. Onu izleyen padişahlar da
politikayı sürdürdü: Bayezid'in Yahudiler'i davet etmesi, Süleyman'ın
Sırbistan'dan hünerli ustalar getirmesi gibi.
Böylece yeni kurulan mahalleler, gelen toplulukların köyleri gibi kuruldu. Bu,
modern çağda öncelikle sınıf temeline göre mekânı paylaşarak kurulan Batı
Avrupa şehirlerinden de, sınıfların önemli olduğu klasik (Greko-Romen)
gelenekten de epey farklı bir modeldir. Her mahallenin zengini ve yoksulu ve
çok sayıda orta hallisi vardı. Ortaklığın temeli etnik bağdı (ya da "Çarşamba"
veya "Aksaray" gibi semtlerde, eski hemşerilik bağları). Dolayısıyla aslında
mahalle de yüzünü bir merkeze, sırtını da şehrin geri kalan kısmına
dönüyordu. Ama bunu külliye gibi düzenli ve geometrik bir tarzda
yapamıyordu, çünkü gücü yetmiyordu. Bu anlamda devlet hendeseyi, sivil
toplum kargaşayı temsil eder.
Mahalle merkezi ufarak bir meydandır. Burada kural olarak, birimin maddi
temelini oluşturan bakkal ve manav (kasap da olabilir) ve toplumsallık mekânı
olan kahvehane bulunurdu.
Böylece Osmanlı İstanbul'u bir bakıma bir köyler topluluğu olarak gelişti. Bu
"matlaşma" diyeceğim bir özellik getirdi. Klasik Roma şehri, caddeleri ve
meydanlarıyla, sanki şehrin bir uçtan öbür uca "saydam" bir biçimde
görünmesi idealine göre kurulmuştu. Akdenizli Yunan ve Roma
medeniyetlerinde hayatın büyük kısmı açık havada geçiyordu. Bu Osmanlı
zamanında da çok fazla değişmedi, ama açıklık daha çok çevresi kapalı
avlulara vb taşındı. "Kadın mahremiyeti" kavramının da bunda payı olmalı.
Klasik çağdaki düz çizgiler, külliyeler dışında, labirentleşti (aslında, sarayın
"özel" ini temsil eden Harem'de de labirent niteliği vardır). İslâm -Osmanlı
uygarlığının "uzlet" kavramı, "mahremiyet"i tamamlar. Devlet ve "özel"
arasında, "kamusal'a pek fazla yer kalmamıştır. Birey, "dışarı" da işi bitince,
evinin mahremiyetine sığınır ve orada "uzlet"i yaşar.
Osmanlı'nın parlak dönemlerinde İstanbul dünyanın bir numaralı şehir
statüsünü korudu. O çağların teknolojik imkânları içinde sağla-nabilecek
hizmetler sağlanmıştı. Süleymaniye Külliyesi'nde Sinan'ın yaptığı tuvaletleri
düşünün; bir de, 16. yüzyılda, Paris veya Londra'da sokak ortasından akan
lağımı.

TANZİMAT DÖNEMİ

19. yüzyılda Batı'da başlayan sanayi devriminin sonuçları dünyanın çehresini


hızla değiştirdi. Gücünü büyük ölçüde kaybeden Osmanlı, bu gelişme
karşısında büsbütün çaresiz kaldı. Sanayi devrimi şehircilik anlayışını ve
pratiğini de değiştiriyordu. Bugün de, gezdiğimiz birçok şehrin belirleyici
karakterini 19. yüzyılda edindiğini gözlemleriz. Bu yüzyıl, modern dünyayı,
bildiğimiz dünyayı başlatır. Ondan öncesini anlamak için fazladan bir zihni
çabaya ihtiyacımız vardır. Ondan sonrası ise çok daha aşinadır. Batı'nın kapı
komşusu olan Osmanlı'nın ve İstanbul'un dünyayı saran sanayi devrimi
etkilerine kayıtsız kalması mümkün değildi. Nitekim, Osmanlı da zorunluğu
kavramış ve önceki arayışlarından çok daha kapsamlı bir yenileşme programını
başlamıştı..
Bu yeni anlayış, İstanbul'un yoğun yerleşim alanlarından önce o kadar fazla
meskûn olmayan, Halic'in kuzeyindeki bölgelerde kendini gösterdi.
Beyoğlu'nun tarihi, bunun böyle olmasının koşullarını hazır-lamıştır. Galata
semti, bir Cenova kolonisi olduktan sonra bu Doğu Akdeniz kentinde hep Batı
dünyasını temsil etmişti. Osmanlılar da diplomatik ilişki kurdukları ülkelere,
elçilikleri için o yakada yer vermiş, böylece bu bölge İstanbul'dan farklı ve
Batı'ya yakın bir çizgide gelişmişti. Batı'dan gelen yeni şehircilik anlayışının, bu
tür bir fiziğe ve nüfusa sahip olan bu bölgede yerleşmesi doğaldı.
Böylece şehir, bu yüzyılda, yeni bir medeniyet yörüngesine girdi ve o
medeniyetin şehircilik ilkelerine göre biçimlenmeye başladı. Ne var ki, bu
sıralarda Osmanlı ekonomisi ağır sıkıntıdaydı. Onun için deği-şim yavaş ve
kısmi oldu. 18. yüzyıldan bu yana, artık yoksul bir şehir olmuştu İstanbul.
Sermaye yayılmadığı için, erken Avrupa kapitalizminin yarattığı görkemliliğe
erişememişti. Bugün de bu yoksulluğu açıkça görebiliyoruz.
Tanzimat'ın İstanbul'a biçim verme girişimini, daha önceki büyük değişmeler
arasında en çok Constantinus'un çabasına benzetebiliriz. Yapılanla yapılmak
istenen arasında uyum sağlanması bakımından ikisi de, yeni bir kent yaratmak
üzere girişilmiş planlı çabalardır. İki-sinde de, şehrin bütününü gören bir gözün
varlığı bellidir.
Daha önce de Osmanlılar şehri Batılılaştırmaya çalışmış, Moltke, Arnodin,
Bouvard gibi şehircilere proje ısmarlamış, ama ayakları yere basmayan bu
projelerden sonuç çıkmamıştı. Şimdi daha gerçekçi ve pratik bir programla işe
başlanacaktı.
Geleneksel Topkapı Sarayı'na son köşkü yaptıran Abdülmecit aynı zamanda
Dolmabahçe Sarayı'nı inşa ettirerek oraya taşınma kararını veren padişahtır.
Topkapı'dan Dolmabahçe'ye fiziksel mesafe birkaç kilometreyi geçmez, ama
padişah bu yer değiştirmeyle birlikte, aslında bir medeniyetten öbürüne
geçiyordu (tabii bütün bu süreci başlatanın babası II. Mahmut olduğunu
unutmamalıyız). İstanbul'da "Batı", ku-zeydeydi.
Saray kuzeye taşınınca, doğal olarak, ordu da onu izledi. Modernleştirilen ordu
bu yakada yapılmış yeni kışlalara yerleştirildi. Teşvikiye'de yapılan cami ve
karakol, adının da gösterdiği gibi, bu yakada yerleşimi teşvik ediyordu.
Ulaşım sorunları, modernleşmede itici güç oldu. Örneğin köprülerin yapılması
belirleyici bir değişimdi. Çok eskiden beri düşünülen köprüler gerçekleşti.
Saray Batı'ya giderken eski şehri büsbütün gözden çıkarmamış, köprülerle
yedeğine bağlamıştı. Demiryolu Sirkeci'ye geldi; buharlı vapurlar Anadolu
yakasından ve Adalar'dan insanları köprüye taşımaya başladı. Önce atlı, sonra
elektrikli tramvay ulaşımı hızlandırdı, ayrı yaşamaya alışmış semtleri birbirine
bağladı. Londra'dan sonra dünyada yapılmış ikinci "metro" olan Tünel, iş
merkezi Galata ile konut alanı Beyoğlu arasında gidiş-gelişi kolay-laştırdı.
"Hasta adam" diye anılan Osmanlı devletinin gücü bu kadarına yetti gene de.
Özellikle yangınlardan sonra, eski şehrin dar sokaklarını genişletmeye, düzenli
hale getirmeye çalıştılar. Gece aydınlatması başladı. Kamusal eğlence kavramı
doğdu. Bütün eksiklere rağmen, bunlar önemli değişikliklerdi.

CUMHURİYET

Türkiye Cumhuriyeti, bir bakıma, İstanbul'a karşı kuruldu. Bu da, doğal olarak,
kentin yaklaşık otuz yılını derinden etkiledi.
Cumhuriyet'le İstanbul arasındaki çatışma, yalnızca padişahın ve son
hükümetlerinin burada bulunmalarından ileri gelmez. Buna ek olarak, bir kısım
İstanbul aydınının belirli İstanbul gazetelerinde milli mücadeleye tavır almış
olmaları da hikâyenin bütününü açıklamaya yetmez. Temel sorun,
Cumhuriyet'in bir milli devletin rejimi olarak ortaya çıkması, İstanbul'un ise
pek çok özelliğiyle kozmopolit impa-ratorluğun ürünü olmasıdır. Ankara,
coğrafi konumunun kazandırdığı askeri avantajlarla (Balkan Harbi'nde ve
Çanakkale sırasında İstanbul'un başkent olmasının tehlikeleri görülmüştü
zaten) Kurtuluş Savaşı’nın yönlendirildiği merkez olmuştu, ama bu savaş
kazanıldıktan sonra da, kozmopolit İstanbul'a karşı "Anadolu'nun kalbi" olma
özelliğiyle başkent işlevini devam ettirdi.
Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasından sonra İstanbul uzun süre
tamamlanamayan bir nüfus değişimi sürecine girdi; nüfusla birlikte, doğal
olarak başka şeyler de değişti. Kurulan milli devlette çok fazla istenmediklerini
hisseden gayrimüslim kesimler şehri dalga dalga terk etti. Varlık Vergisi, 6-7
Eylül, Kıbrıs gerginliği gibi olaylar da süreci hızlandırdı. Bu arada mülkiyette
geniş çaplı bir el değiştirme de oldu.
Yeni merkeziyetçi devlette her alanda olduğu gibi İstanbul'la ilgili kararlar da
Ankara'da verilmeye başlamıştı. Hatta bir aralık İstanbul Belediye Başkanlığı
İstanbul Valisi'nin ikinci işlevi haline getirildi. Tahmin edileceği gibi, İstanbul'a
ayrılan kaynaklar, İstanbul'dan elde edilen kaynaklara göre hatırı, sayılır
derecede azaldı. Bunların uzun vadeli ve önemli sonucu, İstanbul halicinin
şehir sorunlarıyla ilgilenmez hale gelmeleri oldu. Yeni bir şehir planlama ve
kurma ener-jisi Ankara'da yoğunlaşırken İstanbul ihmal edildi. Şüphesiz ki
İstanbul imparatorluk başkenti olarak çok uzun bir süre olağanüstü
ayrıcalıkların tadını çıkarmıştı ve şimdi büyük ölçüde harap bir toplumun
canlandırılması sürecinde önün biraz unutulması ya-dırganmamalıydı.
Cumhuriyet'in kuruluşundan 1940'lara kadar İstanbul'da imar ve şehircilik
adına ciddi bir işe girişilmedi. Askerin kullandığı bazı binaların, kışlaların
üniversiteye verilmesi, hanedana ait saray ve köşklerin kamu yararına çalışan
kurumlara verilmesi gibi simgesel anlamı olan bazı şeyler yapıldı. Milli devlet
hem Batılılaşmaya, hem Türkleşmeye çalışıyordu. Bunun için yığınla sokak adı
değiştirildi, Rumlar'ın yoğun oturduğu Tatavla'nın Kurtuluş'a çevrilmesi gibi
anlamlı değişiklikler yapıldı.
İstanbul ve Türkiye 1930'lar boyunca yeniliğin ve sürekli yenileşmenin çocuksu
coşkusunu yaşadı. Bu aynı zamanda tarihle bağların kopması anlamına
geliyordu. Tarihe, bir an önce kurtulması ve uzaklaşılması gereken karanlık bir
mağara gibi bakma tavrı yaygınlaştı. Geriye dönüp bakarsak, Lut Peygamber'in
karısı gibi bir tuz direği olacaktı. Bu tavır, bu tarz bir "modernizm", daha
sonraki yıllarda da, her şeyden önce bir tarih şehri olan İstanbul'da geniş çaplı
tahribata yol açtı, çünkü kaçınılmazlaşan imar gereği gündeme gelince, ilk
kazma tarihe vuruldu.
1940'larda, Vali Lütfı Kırdar zamanında bazı imar faaliyetleri başladı, ama
büyük çaplı değişim 1950'de iktidarın seçimle değişmesinden sonra geldi.
Adnan Menderes İstanbul'u ele almaya karar vermişti.
Yukarıda değindiğim, hemşerilik bilincinin yetersizliği, bu gibi durumlarda ciddi
bir tehlike niteliği kazanır. Çünkü şehrin bütününe ilgi azalınca, bilgi de
kalmaz, şehir üstüne düşünce üretimi de olamaz. Bilgi az sayıda yetkilinin
elinde toplanır, onların çevresinde de, şehre ve yapılacak faaliyetlere yalnız
kendi çıkarları açısından bakan gruplar toplanır. Bu yalnız Menderes zamanına
özgü bir şey değil, Türkiye tarihinin en genel ve kalıcı özelliğidir. Merkeziyetçi
anlayış kitleleri sorunların ve kararların uzağında tutar. Sonuçta, merkezdeki o
yetkili, kafasındaki projeleri kimseye danışmadan yürürlüğe koyan "işbitirici"
tip olarak bildiğini okur. Menderes bir başbakan olarak, daha sonra
göreceğimiz birçok belediye başkanının prototipiydi.
En büyük sorunlardan biri ulaşımdı o yıllarda. İnsanların yüzlerce yıl yaya
dolaştığı İstanbul, Menderes hükümetlerinin Türkiye çapında uygulamaya
koyduğu ve öncelik verdiği, dolayısıyla hızla gelişen motorlu trafiğe uygun bir
altyapıya sahip değildi. Menderes tarihi yarımadada Vatan ve Millet Caddeleri
ile Sahil Yolu'nu açtı. Dolmabahçe-Karaköy arasını, Bağdat Caddesi'ni
genişletti.
Bu uygulamalar şehre gerçekten ferahlama getirdi. Nitekim bugün hala, o
zamanlan yaşamamış olanlar bile Menderes'i rahmetle anar. Ancak, bir de
madalyonun öbür yüzüne bakmakta yarar var.
Bir kere, bu caddeler yapılırken birçok tarihi yapı cömertçe feda edildi ve
modernleşme uğruna tarihten vazgeçmenin zorunlu olduğu düşüncesi
meşrulaştı.
İkinci önemli nokta, bu gibi geniş caddelerin açılmasının yanı sıra, ulaşım için
daha köklü ve büyük çapta tedbirler düşünme gereğiydi. Bu daha koklu tedbir
şüphesiz metroydu. Metro yapımına o yıllarda başlanmış olsa bu iş şimdiye
kadar biter ve bugün yaşanan trafik faciası önlenirdi. Ama bu tür toplu taşıma
yöntemleri o iktidarın genel yaklaşımına aykırıydı. Onun için de hiç
düşünülmedi (Boğaz Köprüsü düşünüldüğü halde).
İstanbul nüfusu ve buna bağlı olarak konutlaşma da hesapsız bir bi-çimde
büyüyerek yürüdü. Tarihi yarımadada bir kısmı eski yangın yerleri olan geniş
alanlar çirkin bir apartmanlaşmaya terkedildi. Ayrıca pek çok eski ve değerli
bina da yerini zevksiz apartmanlara bıraktı. Bu eğilimler, doğal olarak, yalnızca
tarihi yarımadayla sınırlı kalmadı. Tarihe karşı takınılmış küçümseyici, değer
bilmez tavır bu dönemde geniş bir tahribata dönüştü.
Öte yandan şehir içi olmayan alanlarda da gecekondulaşma başladı ve bu yeni
eğilim 1960'larda büsbütün hızlanarak yakın zamana kadar devam etti (şimdi
ise eski gecekondu alanlarının betonarme bloklarla kaplanması sürecindeyiz).
Daha önce, İstanbul'da üç tip şehirleşmeden söz etmiştim. Dördüncü tip olarak
da 20. yüzyılın gecekondulaşmasını sayabiliriz.
Menderes döneminde ve onu izleyen yıllarda İstanbul'da olanlar, daha
öncekiler arasında en fazla Osmanlı döneminin başlangıcına ben-zetilebilir:
Göçle gelen yeni bir nüfus olması ve bu nüfusun fazla plan program
gözetmeden şehre yerleşmesi bakımından. Gerçekten, şehrin ikinci kere
fethedilmesi gibi bir şeydir bu. Gelgelelim, bu seferki nüfus akışı öncekilerle
kıyaslanmayacak kadar fazlaydı ve ister iste-mez önemli sonuçları olacaktı.
Bugün on milyon kadar bir nüfustan söz ediyoruz. Bu Norveç'in, Danimarka'nın
nüfusunun iki katından fazla. İstanbul'da yaşayan on milyona yeterli su
sağlamak demek, bütün Yunanistan'a su sağlamakla eş anlamlı. Bu koşullarda,
kırdan kente gelen bunca insanın kentli olarak özümsenmesi çok zorlaşır ve
upuzun bir süreye yayılır. Kentli ile köylü arası bir hayat tarzının var-lığını
hepimiz hissediyoruz. Bu sayıda insana göre oluşmamış kentin elbette ciddi
altyapı sorunları çıkacak ve bu da hayat niteliğini zede-leyecektir. Susuzluk,
kanalizasyon yetersizliği, çöp sorunu, trafik keşmekeşi, betonlaşma, hava, su
ve toprağın yoğun bir biçimde kirlenmesi vb.
Çağımızda teknoloji, sanayi devriminden önceki dönemlerle kıyaslanamayacak
kadar güçlü. Şüphesiz, insana daha önce hayal edemeyeceği imkânlar verdiği
için olumlu bir gelişme bu. Ama büyük güç, aynı ölçüde yıkıcı ve yok edici
olabiliyor ve son yüz elli yılda iyimserce uyguladığımız teknolojinin hem genel
olarak dünyada, hem de dünyanın belirli alanlarında yarattığı tahribatın çoğunu
yeni yeni kavramaya başlıyoruz. İstanbul da bu çeşit tahribattan nasibini
yeterince aldı ve henüz bunu giderebilmiş değil.
Bu çerçevede, 20. yüzyılın "yemliği" ile Tanzimat'ın İstanbul'a getirdiklerini
kısaca karşılaştırabiliriz. Elbette, insanlar her şeyi önceden bilemezler ve iyi
niyetle giriştikleri uygulamalardan bazılarının çok zararlı sonuçları sonradan
anlaşılır. Örneğin, Tanzimat döneminde Haliç kıyılarının sanayileşmeye terk
edilmesi kötü bir seçimdi ve bunun sonucunda İstanbul Halic'ini kaybetti.
Ancak, o sıralarda dünyanın başka yerlerinde de benzer tercihler yapılmıştı.
Avrupa'nın belli başlı nehirlerinin yoğun kirlenmesi de benzer bir durumdur.
Yani, Tanzimatçılar'ın yanılgıları, çağdaşlarının da paylaş-tığı yanılgılardı.
Aynı yargıyı Cumhuriyet dönemi için tekrarlamak o kadar kolay değildir.
Ortada, öncelikle İstanbul'la ilgili iki önemli yanlış olduğu görülüyor. Bunlardan
birincisi, yapılan işlerin yol açacağı sonuçların önceden hesaplanamamasıdır.
İkincisi de, taklit edilen modelin gerçekte ne olduğunun yeterince
anlaşılmamasıdır.
Bir şehrin gelişmesinin özgün dinamikleri elbette vardır; ama ülke koşulları da
o gelişmeye müdahale eder. Azgelişmişliğin birçok sıkıntısını yaşayan
Türkiye'de İstanbul'un vaad ettikleri çok kişiye çekici-geldi ve hesapsız bir göç
başladı. Çevrede, şimdi Gebze ya da Çerkezköy gibi yerlerde yapılmaya
çalışılan şehri koruyacak istihdam alanları açma çabası ancak iş işten geçtikten
sonra düşünülebildi.
Bu hızlı nüfus yoğunlaşması karşısında, kaynaklar da artmayınca, yerel
yetkililer çaresizliğe düştüler. Gelişmenin ardından sürüklenir olduk. Örneğin
otomobil sayısı durmadan artarken otopark sorunu çözülemedi. İstanbul'un
tertemiz denizi on yıllık bir süre içinde berbat oldu. Patlayan çöp dağları, her
an yayılma ihtimali olan salgın hastalık ve daha nice fiili ya da potansiyel
tehlike bu hesapsız gidişin sonuçla-rından sadece birkaçı.
Böyle olumsuzluklar, izlenen modeli anlamama veya anlamak istememenin bizi
mahkûm ettiği sonuçlardır. Belirtmeye çalıştığımız Batı şehirlerinde
bizdekinden çok otomobil var, ama toplu taşımanın bütün gerekleri yerine
getirilmiş. Modern teknoloji ve inşaat var -ve çok daha zevkli- ama tarihi
dokunun korunması için her türlü tedbir alınmış. Sermayenin hesapsız
dalgalanmalarının insana ve kültüre zarar vermemesi için birçok çare
düşünülmüş. Zamanla yarışma çabası bu kadar ciddi bir ölüm-kalım sorununa
dönüşmediği için, niteliksiz üretim büyük ölçüde engellenmiş. Bunlara rağmen,
o Batı kentlerinin de pek çok sorunu var. Çünkü çağdaş toplumların
imkânlarının büyüklüğü dolaylı olarak sorunları da büyütüyor.

GELECEK PERSPEKTİFİ

Bu koşullarda İstanbul'un geleceğini nasıl düşünebiliriz?


Şehir bir katastrofa doğru mu gidiyor?
Yapılacak ilk iş, herhalde, İstanbul için bir tasarım oluşturmaktır (tabii, birden
fazla). Böyle bir tasarımın temel öğelerinin ne olabileceği üstüne biraz fikir
egzersizi yapabiliriz.
Çağımızda büyük bir kentin bir metropol oıarak sağlıklı gelişmesinin yolu
uluslararası olmaktan geçiyor. Bu süre hem maddi bakımdan, hem de kültürel
bakımdan, büyük kentlerin temel ihtiyaçlarına karşılık veriyor. Onun için
İstanbul'un geleceğini yalnız Türkiye değil, bulunduğu bölgenin sınırları içinde
düşünmek gerekir. Türkiye ve İstanbul bugün kapıları Ortadoğu'ya, Akdeniz ve
Karadeniz bölgelerine, Balkanlar ve Orta Asya'ya açılan bir konumda. Bu
hinterland, tarihinin başlangıcında, İstanbul'u önemli bir merkez haline
getirmişti, Akdeniz hâlâ dünyanın ortasında gibi göründüğü sürece, İspanya ve
Osmanlı devleti, geleceği belirleyecek iki ülke görünümündeydi. Ama yeni
kıtaların keşfi Atlas Okyanusu kıyısında kurulu ülkelere büyük bir gelişme hızı
verdi ve Osmanlı devleti tarihin kıyısında kaldı.
Bugünün dünyasında böyle koşullar artık aşıldı. İstanbul'un yeri gene önemli
ve elverişli. Ancak, daha önceki çift kutuplu dünyada "NA-TO'nun ileri karakolu
Türkiye" gibi bir role yeniden girmekten kaçınmamız gerekiyor. Türkiye ve
İstanbul barışın yapıcı bir öğesi olduğu ölçüde bölgenin önemli metropolü
haline gelebilir. Bunun için de Türkiye'nin çatışan bir ülke, İstanbul'un çatışan
bir kent olmaması zorunlu.
Uluslararası bir kent olmanın onsuz edilmez koşulları var. Bunları saymak bile
gereksiz. Zaten yeterince gecikmiş olan bu işlerin hızla tamamlanması
gerekiyor. Dolayısıyla, arıtma tesisleri kurulması, çöpün akılcı bir biçimde yok
edilmesi, metronun çalışmaya başlaması gibi işleri, İstanbul'un gelecek
projeksiyonunun asli öğeleri gibi görme-mek gerekir. Bunlar, çoktan olup
bitmeliydi.
Uluslararası kent kavramı ile bugünkü yapısıyla İstanbul arasındaki en büyük
mesafe kültür alanında. Nüfusu çok daha az olan çeşitli Avrupa şehirlerinde,
örneğin bir haftanın kültür etkinliklerini izlemek isteyen yerli ve yabancılar, bu
bilgiyi vermek üzere özel olarak yayımlanan dergiler alırlar. Bu dergilerde,
sözgelişi yalnız sinema haberleri, sayfalarca sürer. İstanbul'da durum hiç böyle
değil. Bakırköy gibi bir yeri alalım. Bakırköy İstanbul'un bir ilçesidir. Ama
bağımsız bir şehir gibi baktığımızda, Türkiye'nin en büyük beş altı şehri kadar
nüfusu olduğunu görüyoruz. Bu kadar kalabalık bir yerde kaç sinema, kaç
tiyatro, kaç kültür kuruluşu var?
Bu eksiklik, İstanbul halkının böyle şeylere ihtiyacı olmamasından çok, genel
büyüme hızının getirdiği sağlıksızlıktan kaynaklanıyor. Son yirmi, otuz yıllık
İstanbul tarihi, milyonlarca insanı bu şehre yerleştirirken yalnızca en temel
ihtiyaçların karşılanmasıyla yetinmek zorunda bıraktı. "Başını sokacak bir çatı"
kadar basit bir şeydi bu, sonuçta. Dolayısıyla, kısa sürede orada burada
bitiveren pek çok yeni yerleşim bölgesinde sosyal ve kültürel hayatla ilgili
hiçbir şey dü-şünülmedi.
Bu kenar semtler bir yana, emektar Şan Sineması yandıktan sonra, İstanbul'un
tamamında teknik donanımı yeterli sadece iki konser salonu var. Uluslararası
konferans mekânı olarak Spor ve Sergi Sarayı düzenleniyor ve türünün
herhalde uzun süre tek örneği olacak. Bu da kaliteli basketbolün nerede
oynanacağı ve seyredileceği sorununu çıkarıyor. Bunlar gerçekten çok ciddi
yetersizlikler.
Şimdiye kadar yürürlükte olan mantığın değişmesi ve yatırımın kültür alanına
yönelmesi gerekiyor. Yalnız bildik alanlarda, sinema ve tiyatro, sergi ve konser
mekânlarının, kitaplıkların yaygınlaşması gibi yatırımlar değil, hemşerilik,
sorumlu ve katılımcı yurttaşlık bilincini yaygınlaştıracak yapılar da oluşması
gerekiyor. Yurttaşların semt düzeyinde ve şehir düzeyinde tartışmaya katılarak
bilgilenmesi, kararlarda söz sahibi olması gerekiyor.
Aynı zamanda, şehrin tarih zenginliğinin ortaya çıkarılması ve korunması için
ciddi yatırım gerekiyor. Bunun yapılması her şeyden önce bir "insanlık borcu",
çünkü İstanbul'un insanlık kültür tarihi için-de önemli bir yeri var. Ama bu
ihtiyaç İstanbullular için de son derece geçerli. Son yıllarda başlayan
restorasyon girişimleri genişletilmeli, yaygınlaştırılmalı, aynı zamanda bu işleri
yapacak yeterli kadroların yetiştirilmesi için çalışmalıdır. Tarihi yarımadada
neredeyse bütün şehri bir açık hava müzesi haline getirecek kadar çok tarihi
zenginlik var ve bunların büyük kısmı göz göre göre yok olup gidiyor.
Kentin uluslararasılaşması vazgeçilemeyecek bir hedeftir. Ama "uluslararası"
olmanın, bugünün dünyasında, bazı ciddi sakıncaları da vardır. Çünkü bu bir
standartlaşma, anonimleşme ve kişiliksizleşme anlamına da geliyor. Hem
şehrin yapısı, hem de olayın mantığı bu iki sürecin farklı mekânlarda
gelişmesini gerekli kılıyor. Gökdelen otelle-rin, işyerlerinin, onların destek ve
yapı hizmetlerinin yer alabileceği pek çok mekân hâlâ var İstanbul'da. Ama,
Alman Konsolosluğu'nun yanında devasa Park Otel gökdeleni yapmak gibi
yanılgılara artık düşülmemesi gerekiyor. Aynı zamanda tarihi bölgelerin
gereksiz pej-mürdelik ve sefaletine de artık göz yummamalıyız. Bu pejmürdelik
bir "kültürel farklılık" öğesi değil, somut koşulların yarattığı arızi bir du-rumdur
ve giderilmelidir.
Sonuç olarak, İstanbul'un hâlâ çok hızlı olan organik büyümesinin gerisinde
kalmaktan, plansız bir debelenme halinde bir oraya, bir bu-raya hamle edip bir
şeyleri düzeltmeye çalışma durumunda kalmaktan kurtulmak gerekiyor. Önce,
zihinde geçerli bir gelecek projeksiyonu kurmalı, ne istediğimizi
netleştirmeliyiz. Sonra, bu uzun vadeli tasarımın gerçekleşmesi için öncelikleri
saptamalı ve bunlarla elde bulunan ve yaratılması gereken kaynakların
dengesini kurmalıyız.
Temiz, etkili, ilginç ve özgün bir İstanbul, hâlâ mümkün.

SULTANAHMET VE ÇEVRESİ

Bugün Sultanahmet Meydanı adıyla bildiğimiz çevre, yani tarihi yarımadanın


batı ucu, İstanbul'un en eski bölgesidir. Efsanevi Byzas'ın ya da ilk kurucu
kimse onun şehrini burada kurduğu anlaşılıyor. Pagan İstanbul'un Akropolis'i
bugün Topkapı Sarayı’nın kapladığı yumuşak yükselti üstüne yapılmıştı. O
Akropolis'ten bugüne hiçbir iz kalmadı. İstanbul oldukça eski zamanlardan beri
geniş bir imparatorluğun baş-kenti olduğu için, şehrin bu bölgesi de yalnız
onun değil, aynı zamanda bütün imparatorluğun merkezi olarak tasarlanmıştı.
Bunu en iyi anlatan anıt, şimdi Ayasofya'nın karşısındaki köşede, su terazisinin
yanında, mütevazı bir şekilde duran Milion taşıdır. Burası Doğu Roma
İmparatorluğu'nun başkentinde, dünyanın başladığı yer, dünyanın "sıfır
noktası" olarak kabul — edilmişti. Şehrin ana caddesi, Mesa, buradan başlar,
belirli meydanlarda çatallarla ayrılarak sur kapılarına varır, oradan da dünyanın
dört bucağına yayılırdı. Bu çatallar "Y" harfine benzer. Ana yolun "Y"sinin
tabanı Sultanahmet'ten başlar, iki çatal uç da Yedikule ve Edirnekapı kapılarına
uzanır. Arada daha kü-çük "Y"ler oluşur.
İmparatorluk merkezinin en önemli binaları da bu bölgede toplanmıştı:
İmparatorluğun somut temsilcisi tabii imparatordu. Onun oturduğu ve bütün
devlet işlevlerini yerine getirdiği saray buradaydı; saray, şehrin ve
imparatorluğun siyasi merkeziydi. İmparatorluğun en büyük kilisesi, dolayısıyla
dini merkezi (yani Ayasofya) buradaydı; kutsalın yanında, dünyevi eylemin
merkezi olarak, en belirleyici toplumsal eğlencenin yapıldığı Hipodrom da gene
buradaydı. Öyle ki, hazırlanan özel yollardan imparator kiliseye de, Hipodrom'a
da, "sokağa" çıkmadan geçebiliyordu. Ayrıca, Bazilika sarnıcı gibi, merkezin
ihtiyaçlarını karşılayacak büyük destek yapıları da kurulmuştu.
Şehrin bu bölgesinin manevi karakterini Osmanlılar pek fazla değiştirmediler.
Onlar da saraylarını burada inşa ettiler; Ayasofya'nın yanı sıra en görkemli
camilerden biri (Sultanahmet), en büyük hamamlardan biri (Hürrem Sultan)
burada kuruldu. Hipodrom, Türk sporu ciridin oynandığı At Meydanı'na
dönüştü.

SULTANAHMET VE ÇEVRESİ

Sonuç olarak bölge, bugün de turistlerin ilk ağızda gezme ihtiyacını duyduğu,
en anıtsal yapıların toplandığı bölge olarak kaldı.

AYASOFYA

Bu büyük anıtın bulunduğu yerde daha önce aynı adı taşıyan iki kilise yapılmış,
ama bunlar çeşitli nedenlerle yok olmuştu. Onların bazı kalıntıları bahçede
duruyor. İmparator İustinianos siyasi düzeyde eski Roma İmparatorluğu'nu
yeniden bir araya getirme amacıyla generali Belisarius'u İtalya'ya ve Kuzey
Afrika'ya yollarken, bu iddialı planlarına uygun bir biçimde, başkentinde o
zamana kadar görülmemiş büyüklükte bir kilise yaptırmaya girişti. Matematikçi
Tralles'li Anthemius ve Miletus'lu geometri bilgini İsidorus kilisenin mimarı
olarak görevlendirildi. Kısa süre sonra Anthemius öldü; Kilise tamamlandıktan
az sonra bir kısmı depremde çöktü. O zaman işe katılan, Miletus'lu mimarın
yeğeni genç İsidorus'un katkısıyla kubbe kasnağı yükseltilerek ağırlık azaltıldı
ve bu biçimiyle kubbe ve kilise, zaman zaman bazı onarımlardan geçerek,
günümüze kadar geldi (dışarıdan duvarı destekleyen büyük ve biraz
"estetiksiz" destek duvarları bu sonraki onarım ve tedbirlerdendir. Doğu-batı
akşındaki yarım kubbeli duvarlar yeterince sağlam olduğu halde, kuzey-güney
duvarlarındaki kemerler görece zayıf kalmış ve bunların ek desteklerle sağlama
alınması gerekmişti).
Ayasofya'nın görünümü, boyutları, bugün de ona bakan insanda hayret ve
huşu duygulan uyandırır. Ama çağdaş insanın gözü ve belleği, ne olsa çok
sayıda anıtsal binaya göre koşullanmıştır. 6. yüzyılda -ve çok daha sonraları-
bu binayı görmek benzersiz bir yaşantı olmalıydı. Nitekim İustinianos kendisi
de kilisenin resmi açılışında heyecana kapılmış ve "Seni geçtim, Süleyman!"
diye haykırmıştı. Daha sonra yapılan yalnız üç kilise, sırayla Londra'da St. Paul,
Roma'da St. Peter ve Milano'da Duomo, Ayasofya'yı büyüklükte geride
bırakmışlardır. Bu bağlamda birkaç rakam verelim: Kilisenin yüzölçümü 7570
metrekaredir. Uzunluğu 100 metreyi geçer. Orta nefin boyutları 75x70
metredir. Kubbenin yerden yüksekliği 55.60, çapı ise 31-32 metredir
(onarımdan ötürü tam bir daire değildir). Bir zaman kubbeden sarkıtılan
iskandillerin yere değdiği noktalara işaret konmuştur. Bunları birbirine
bağlayarak yuvarlağı dönünce, kubbenin büyüklüğü, gördüğümüz ve bildiğimiz
halde, bizi bir kere daha şaşırtır. Bina¬nın dış görünüşünden çok, öncelikle
içinin etkileyiciliğine önem verildiği, çok dikkatli olmayan bir bakışla da
anlaşılıyor (bu çapta bir binanın dış görünüşünün nasıl olsa yeterince etkileyici
olacağı düşünülmüştü herhalde).
Mimari plan oldukça ilginçtir. O zamana kadar genellikle yuvarlak planlı
binalarda başarıyla (Roma'daki Pantheon gibi) kullanılan kubbe, dört köşe bir
bazilikal binanın üzerine oturtulmuş. Dolayısıyla yuvarlak kubbe aşağıdaki
dikdörtgene pandantiflerle bağlanıyor. Ama asıl dahiyane yenilik, kubbenin iki
yanına yapılan iki yarım kubbeyle merkezi mekânın genişletilmesidir. Bu,
binanın içinde durup bakan insana muazzam bir genişlik duygusu veriyor
(hatta belki de "ezici" bir etkisi var). Kasnakla yarım kubbeler ve onları
destekleyen altı daha küçük kubbeye rağmen, merkezde büyük bir ağırlık
vardır ve bu ağırlık kilise içinde, zeminde ve üst galerilerde sıralanan 107
sütuna bindirilmiştir.

Plan 1. Ayasofya.

Ayasofya'dan sonra, Bizans mimarisinde, bu çapta yeni bir bina inşaatına


girişilmedi. Bu bakımdan Ayasofya kendinden sonraki Bizans mimarisinden
çok, Osmanlı mimarisini etkilemiştir. Özellikle yarım kubbelerin düzenlenişi
Osmanlı mimarlarına esin kaynağı olmuştur. Ancak iç düzenlemelerde Osmanlı
mimarları merkezi ağırlığı çok sayıda sütundan az sayıda ama daha güçlü
dayanaklara aktarma ve böylece iç mekânı genişletme, daha doğrusu, görüşü
engelleyen öğeleri azaltma yolunu tutmuşlardır.
Konstantinopolis'in Patriklik kilisesi olarak 916 yıl kullanılan Ayasofya, 1453'te,
fetihten kısa bir süre sonra camiye çevrildi. O çağın ideolojik koşullarında bu
değişim bir saygı jesti olarak anlaşılmalıdır. Kitaba ve tek Tanrı'ya inanan
insanların yaptığı bu büyük ve güzel binayı, aynı Tanrı'ya biraz farklı biçimde
inanan Müslüman Türkler de en görkemli ibadethaneleri olarak benimsediler.
İmparatorluğun son yıllarına kadar özel günlerde en sık kullanılan cami
Ayasofya oldu. Bu âdet, yakıp yıkmanın yanında, uygar bir davranıştı. Pratikte
de, birçok değerli tarihi binanın korunmasını sağlıyordu. Müslümanlar kendi
inançları gereği tasvirleri kaldırdılar, resimlerin, mozaiklerin üstüne badana
çektiler (bu da aslında çok sonraları yapıldı ve koruyucu işlev gördü), ama
örneğin İkonoklastlar gibi resimleri tahrip etmediler. Zamanla bu yeni camiye
dört minare eklendi; içine mihrap, minber gibi Müslüman ibadetinin öğeleri
kondu. Bütün camilerde yer alan "Allah", "Muhammed", "Ebubekir", "Ömer",
"Osman", "Ali", "Hasan" ve "Hüseyin" levhaları asıldı. 477 yıl boyunca da
Ayasofya Müslümanların bir numaralı ibadethanesi olarak kullanıldı. Osmanlı
dönemi boyunca birçok büyük ve görkemli cami yapıldığı halde, Ayasofya bu
özelliğini korudu. 1935'te, çok yerinde bir kararla, müze haline getirildi (bu
zaman zaman siyasi bir tartışma konusu oluyor, çünkü bazı katı Müslümanlar
tepkici bir tavırla Ayasofya'nın yeniden cami yapılmasını istiyorlar, ama kilise
olmasını isteyen Ortodoksların da varlığını işitiyoruz).
Ayasofya'nın eski girişi batı kanadındaydı ve buraya, şimdi izi kalmayan bir
avludan (atrium) geliniyordu. Dış nartekse beş kapıdan girilirdi; yandaki en
büyük ve güzel kapı imparator ve ailesi içindi. Muhafızların imparatoru
beklediği bu girişte, ancak 1933'te badana altında bulunmuş bir mozaik var:
İki imparator, Konstantinos ve İustinianos, kucağında İsa'yı tutan Meryem'e
İstanbul surlarını ve Ayasofya'yı armağan ediyorlar. Bunun 10. yüzyıldan
kalma olduğu sanılıyor (İkonoklast tahribatından ötürü kilisenin orijinal
mozaiklerinden hiçbiri kalmamıştır). Ancak, Freely'nin Strolling Through
İstanbul'da dikkati çektiği gibi, ne surlar surlara, ne de Ayasofya Ayasofya'ya
benziyor!
Buradan dokuz kapılı ve tonozlu iç nartekse geçebiliyoruz. Ortadaki kapı
özellikle görkemli. Şimdi tepeleri pirinç kaplı olan kapıların İustinianos
zamanında gümüş kaplı olduğu biliniyor (bu gibi değerli madenlerin çoğu da
1204 sonrasında, Latin işgali sırasında yağma edilmiş). Orta kapının üzerinde
sağ eliyle -herhalde bizi- kutsayan İsa mozaiğini görüyoruz. İsa'nın önünde
secdeye varan imparator figürünün VI. Leon'u temsil ettiği kabul ediliyor.
Böyleyse, Leon çok fazla evlendiği için özür diliyor olmalı!
Narteksten nefe girdiğimizde, sanırım loşluk ve pek çok pencereden süzülen
ışık hepimizin ilk ve sarsıcı izlenimini oluşturur. Ayrıntılar yavaş yavaş seçilir
hale gelir. Kubbe ve yarım kubbeler, kasnaktaki kırk pencere, yarım
kııbbelerdeki, duvarlardaki pencereler. Arka planları daha da mistik bir loşluğa
bürünen kolonadlar. Yukarıdan sarkıtılmış muazzam kandiller, kenarlardaki
küpler, vb. sırayla görüş alanına girer.
Sütunlar dünyanın dört tarafından toplanıp buraya getirilmişti. Bazıları,
Efes'teki Artemis tapınağı gibi, antik dünyanın belli başlı anıtlarından;
Heliopolis'teki Güneş Tapınağından, Baalbek'ten... Uzaklardan taşınmış somaki
sütunlar, Marmara Adası'ndan getirilen siyah beyaz mermer sütunlar ya da
duvarları kaplayan kesme mermerler, bunlardan bazılarının neredeyse figüratif
resim izlenimi veren şaşırtıcı dizaynları. Sütun başlıkları bütün Bizans
sanatında benzeri bulunması güç bir sabır ve ustalıkla övülmüştür.
Net kısmında, kubbenin altında bulunan mozaiklerden bir kısmının Osmanlı
döneminde uzun zaman örtülmediği anlaşılıyor (örneğin 17. yüzyılın ünlü
seyyah ve yazarı Evliya Çelebi bunları anlatır, demek ki o sırada üstleri
örtülmemiştir.) Apsiste, kucağında çocuk-İsa ile Meryem'i görürüz. Gene
apsiste ünlü Cebrail mozaiği vardır. Kemerin kuzeyinde ise Mikail'in
kanatlarından sadece birkaç ayrıntı seçilebiliyor Kuzey duvarındaki nişlerde üç
Hıristiyan aziz, İgnatios, Hrisostomos ve İgnatios Teoforos resmedilmiş.
Kubbenin pandantiflerinde (doğudakiler) resmedilmiş figürler ise melekler.
Ayasofya'nın çekici bölümlerinden biri de her zaman açık olmayan üst
galerilerdir. Ortodoks kiliselerinde gynaeceum (yineka) denilen kadınlar kısmı
yukarıda yapılır. Ayasofya'daki "yukarı", doğal olarak hayli yukarıdadır.
İmparatoriçenin, imparator ailesinden kadınların, sıradan kadınların, ayrıca da
sinodların vb. bölmeleri bulunan bu gale-rilerden, kilisenin içine kuşbakışı
bakmanın güzelliği de bambaşkadır. Bu galerilerde İmparator Aleksandros'un,
İmparatoriçe Zoe ile kocası Konstantinos'un (kocaları değiştikçe mozaikteki
yüzün de değiştiği söylenir), Ioannis Komnenos ile karısı Eirene’nin, son olarak
da, İsa ile, insanlığı kurtarması için ona yalvardıkları sanılan Meryem ve
Vaftizci Yahya'nın resmedildiği Deesis sahnesinin mozaikleri vardır. Latin
işgalinin başkomutanı Venedik dukası Dandolo'nun mezarı bile buradadır!
Ama bu galeride İstanbul'a Dandolo'dan da uzak birinin kazıdığı bir yazı var.
Runik alfabeyle kazılmış bu yazının tamamı okunamıyor, yalnız "Halfdan" diye
bir Viking adı seçilebiliyor. Macarlar, Lombardlar gibi Vikingler de Bizans hassa
alayında çalışmaya ve para kazanmaya gelirlerdi. Belki de bunlardan biri ayin
sırasında sıkıntıdan adını taşa kazıdı.
Türkler Ayasofya'ya gerçekten çok değer verdikleri için, pek çok padişah,
şehzade ve hanım sultan türbesi caminin bahçesinde yer alır. Örneğin, I.
Mustafa'nın gömülmesi için eski vaftizhane türbeye çevrilmiştir (onun yanına
ünlü Deli İbrahim'i de gömdüler ve böylece burası "aklından zoru olan
padişahlar türbesi" haline geldi). Ayrıca saltanat yılları birbirini izleyen II.
Selim'in, III. Murat'la III. Mehmet'in görülmeye değer türbeleri de burada
yapılmıştır.
Bahçede, 19. yüzyıl ortasında Ayasofya'yı restore eden İsviçreli-İtalyan Fossati
kardeşlerin yaptığı muvakkithane, I. Mahmut zamanından şadırvan, sayısız
sütunlar, daha önceki (Teodosios zamanındaki) Ayasofya girişinin kalıntıları,
kuzey duvarına bitişik imaret, bir de sevimli kahve vardır. Yeni bir yöne doğru
atılmadan önce bu kahvede oturup az önce gördüğünüz pek çok şeyi zihninizde
sıraya sokabilirsiniz.
Ayasofya hakkında, bu yakınlarda ilginç bir araştırma yayımlandı: Stefanos
Yerasimos, La Fondation de Constantinople et de Sainte-Sophie (Institut
Français d'Etudes Anatoliennes d'İstanbul, Librarie d'Amerique et d'Orient,
Paris 1990). Yazar eskiden beri bilinen çok sayıda efsaneyi yeni bir anlayışla
değerlendirerek efsanede yer alan ideolojik tarihi deşifre ediyor. Bunun için
Türk efsanesine kaynaklık eden Hıristiyan ve Arap metinlerini de tarıyor.
İmparatoru, Tanrı'nın yeryüzündeki gölgesinden çok, onunla rekabete kalkışan
bir gâsıp olarak gören (demokratik eğilimli) yazarlar, öteden beri, azametli
ibadethaneleri veya dünyevi azamet sergileyen her türlü yapıyı eleştirmişler -
tabii efsane biçimi ve dini ideoloji kalıpları içinde. Konstantinopolis'in hikâyesi
de ta Hazreti Süleyman'dan başlıyor ve onun putperest geçmişle uzlaşması
anlatılıyor (karısının putperest olması, cinlerle uzlaşması vb.). Zaman içinde,
Yanko bin Madyan adı verilen bir efsane kişisi türetiliyor ve İstanbul'un
kuruluşu ona yükleniyor. Ayasofya bu efsanelerde merkezi rol oynuyor. Kalıp,
kültürden kültüre, hem özünü koruyarak, hem de her seferinde yeni öğeler
eklenerek aktarılıyor. Kibirli dünyevi hükümdarların günahlarıyla
yaklaştırdıkları kıyamet efsanesi de bu öğelerin arasında. Yerasimos'un bu son
derece ilginç eserine ben de bu kitabın uygun bölümlerinde değineceğim.
Söz efsaneden açılmışken, Yerasimos'un aktardığı temel ve döngüsel mite,
daha basit ve folklorik nitelikte birçok başkaları eklenebilir. Ayasofya ile ilişkisi
olan herkes, Bizanslılar, Latinler, Ermeniler, Türkler bu edebiyata katkıda
bulunmuştur.
Kökeni herhalde Bizans olan dramatik bir efsaneye göre, savaşı kazanan
Türkler Ayasofya'ya geldiğinde patrik dua etmekteymiş. Güneyde, Ayasofya
kitaplığı yönünde bir kapıyı çekip ortadan kaybolmuş. Bu kapı bir daha
açılmamış. Kubbenin üstüne yeniden haç konduğunda açılacak ve o anda
patrik de geri gelip yarım kalan duasını bitirecekmiş.
Fetihle ilgili söylenti çoktur: örneğin, Fatih giriş kapısına eliyle vurmuş ve kapı
kapanmaz hale gelmiş. Bu çeşitli "açılmayan" ya da "kapanmayan" kapı
söylentileri dışında, bir de, kilisenin güneydoğu köşesindeki payede görülen, el
izini andıran oyuk ve bazı başka çizik-ler hakkında da hikâyeler anlatılır: Fatih
oraya eliyle vurmuş, atı da sütuna çifte atmış, hem elin, hem de nalın izleri
kalmış vb.
Bunun gibi turistlere gösterilen, ilgi çekici bir ayrıntı da kuzey batı tarafındaki
bir sütunda görülen, içine parmak sokulabilir boyda, içi nemli oyuktur. Bunun
uğuruna ya da tedavi edici özelliklerine inanılır. Nemin açıklaması, taşın su
emer cinsten olmasıdır herhalde.
Binaya girişte görülen iki büyük mermer küp için de hikâyeler vardır ki, kısmen
olgusal da olabilir: III. Murat zamanında Bergama'da bir çiftçinin tarlasını
sürerken bunları bulduğu herhalde doğrudur. Üç tane oldukları, birinin çiftçide
kaldığı ve geçen yüzyıl başında Louvre müzesine gittiği söylentisinin doğruluk
derecesini bilmiyorum.
Bizans'tan kalan sevimli bir efsaneye göre, İustinianos ayindeyken elinden
kutsal ekmeği düşürür; eğilip alana kadar, bir arının ekmeği alıp uçtuğunu
görür. Bunun üstüne ferman çıkarıp bütün arı sahiplerinin kovanlarda bu
ekmeği aramalarını buyurur, bulana da ödül vaad eder. Birkaç gün sonra bir
arıcı elinde başkalarına hiç benzemeyen bir petekle çıkagelir; bu petek, işte,
Ayasofya'nın planı olur.
Kilise yapılırken paranın bitmesi, tabii, yaygın bir efsane motifidir. İnsan
kılığında bir melek görünüp gerekli parayı bulmuştur. "Kutsal Bilgelik"
anlamına gelen adını da bir başka melek söylemiştir.
Ermeni edebiyatında, bu görkemli eserde Ermeni mimar ya da ustalarının da
emeği geçtiğine dair kayıtlar vardır. Müslümanlar ise, kubbenin harcının
Hazret-i Muhammet'in tükrüğüyle tutturulduğuna inanırlar.

HASEKİ HÜRREM HAMAMI

Ayasofya ile Sultanahmet Camii'nin arası çok yakındır. (Burada yer alan parkta
yazın bazı geceler "ses ve ışık gösterileri" yapılıyor. Böyle şeyleri sevenler için
ilginç olabilir.) Parkın bir köşesinde ve iki iba-dethane arasındaki hamama, bu
kısa yürüyüş sırasında uğranabilir.
Hamamlar Osmanlı mimarisinde önemli bir yer tutar. İstanbul'da Roma'dan
veya Bizans'tan hiç hamam kalmamıştır; ancak Osmanlı hamamlarının Bizans
hamamlarının planına bir hayli uygun olduğu biliniyor (binanın işlevi de zaten
belirli bir mekân düzenleme biçimini rasyonel kılıyor). Osmanlı hamamları
arasında yalnız kadınlara veya erkeklere özgü olanların yanında birçok hamam
da hem erkek hem kadın müşteriler için yapılmıştır. Bunlara "çifte hamam"
denir. Bu tipte, İslam ahlakına uyarak erkeklerle kadınların birbirlerine hemen
hiç rastlamadan binaya girecekleri bir plan yapmak, mimarın göstereceği
başlıca marifettir.
Buradaki hamam, Kanuni Süleyman'ın sevgili Rus ya da Ukrayna asıllı karısı
Hürrem Sultan (asıl adı Rokselan diye bilinir, ama bu da muhtemelen
"Rusya'dan" anlamındadır) tarafından ısmarlanmış ve Mimar Sinan tarafından
inşa edilmiştir. Muhtemelen, İstanbul'daki en büyük Türk hamamıdır. Sinan, iki
kısmın kapılarını uzun dikdörtgen binanın iki karşıt ucuna koyarak, cinslerin
gerekli ayrımını gerçek-leştiriyor. Bizans'ın en büyük hamamı olan Zeuksippos
hamamı kalıntılarının da tam buralarda bulunmuş olması ilginç.
Yıpranan Haseki Hürrem Hamamı uzun zaman bir yarı yıkıntı olarak durduktan
sonra restore edildi ve 1980'lerde İstanbul Festivali'nin resim sergileme
mekânlarından biri olarak hizmete açıldı. Açılan ilk sergide Ömer Uluç'un
resimleri de vardı. Bu şehrin büyük nüktedanlarından Hüseyin Baş, sonra
Ömer'e rastlayınca, "Senin natır-mort'ları çok beğendim," demiş.
Ancak şimdi bu "sergileme" işlevinin, ticari bir "halı sergileme" işlevine
dönüştüğü görülüyor. Şüphesiz hamamın kendisi, burada yapılan ticaretten çok
daha ilginç.

SULTANAHMET CAMİİ

Altı minareli caminin dünyadaki tek örneği olan Sultanahmet Ca-mii'ne (yalnız
Sultanlar ve aileleri birden fazla minaresi olan camiler yaptırabilir ve bunlara
"sultan"ın çoğulu olan "selâtin" denirdi) parkın karşısındaki kapıdan veya
Hipodrom'a bakan doğu tarafından girilebilir. Aslında Mekke'de altı minareli bir
cami vardı. Bu yapılınca, I. Ahmet, o camiye yedinci minareyi eklettirdi.
Sultanahmet, I. Ahmet tarafından, 1609 ile 1616 yılları arasında yaptırıldı. I.
Ahmet'in 14 yaşında 14. Osmanlı padişahı olarak tahta çıkıp bundan 14 yıl
sonra (topu topu 28 yaşında) ölmesi ilginçtir.
Mimar Mehmet Ağa, Sinan okulundan yetişmiş mimarlardandı. "Se-defkâr"
olarak da bilindiğine göre, sedef işlemeciliğinde başarı kazanmış olmalıdır.
Ahmet, caminin tam Ayasofya’nın karşısında yapılmasını istemişti; bundan,
binanın anıtsallığına önem verdiği so-nucunu çıkarabiliriz. Mehmet Ağa da belli
ki en çok bunun için çalış-mış. Sonuçta, 23.5 metre çapında ve 43 metre
yükseklikte kubbesiyle Sultanahmet, Ayasofya'dan daha büyük olmayı
başaramadı. Kubbesi Ayasofya'ya en yakın olan Sinan'ın Edirne'deki
Selimiye'sinin (31.5 metre çap) ve İstanbul'daki Süleymaniye'sinin de (26
metre çap) gerisinde kaldı. Osmanlı mimarisinin altın çağı sona ermişti.
Sultanahmet, mimari çözümlerinin başarısından çok, içindeki çini-lerle ün
yapmıştır ki, bunun böyle olması da normaldir. Kubbe ağırlı-ğının kalın
sütunlara dağıtılması, merkezde mekânı genişletme avantajına karşılık, genel
planın monotonlaşması ve fil ayaklarının hantallaşması dezavantajına düşebilir.
Sultanahmet'te bunların ikisi de olmuştur. Plan, Sinan'ın ilkin Şehzade'de
denediği dört yarım kubbeli merkezi plana bir şey eklemez (iki yerine üçer
eksedra yapmak dışın-da). Ama Şehzade kadar "sevimli" de değildir -belki
büyüklüğünden ötürü. Fil ayaklarını ortadan, üzerinde hat olan bir bantla
bölmek, üst kısımdaki yivleri de çiniyle bezemek düşüncesi, herhalde bu
hantallığı azaltmak içindir, ama bu da ancak kısmen başarılı olmuştur.
Buna karşılık içi İznik'in son parlak dönemlerinin çiçek ve ağaç motifli çok güzel
çinileriyle doludur. Yirmi binin üstünde çini pano sayılmıştır. Çok sayıda (260)
pencereden süzülen ışık mavi ve turkuvazın egemen olduğu bu çini cümbüşünü
görmeye yeterlidir. Marmara Adası'nın (yani, "mermer" adası) beyaz
mermerinden yapıl-ma mihrap ve minber, kapı ve pencerelerdeki sedef
işlemeler, tahta ve madeni oymacılık, hepsi orijinal ve gerçekten çok güzeldir.
Mihrapta Hacer-ül Esved'den bir parça da görülür.
Caminin geniş bir külliyesi de vardır. Cami yaptıranlar zenginse, yanında çeşitli
yararlı işlevleri olan kurumlar için de binalar inşa etti-rirlerdi; okul, hastane,
imaret, sebil gibi. Çoğu zaman bunların sürekli ve düzenli işleyebilmesi için
vakıflar kurulurdu. Sultanahmet'in za-manla birçoğu yok olan külliye
binalarından geriye türbe ve medrese kalmış. Dört köşe bir yapı olan türbede
I. Ahmet'in yanında karısı Kösem Sultan, oğulları IV. Murat ile Genç Osman ve
daha birçok hanedan mensubu yatıyor. Caminin doğuya bakan arka tarafındaki
arasta (aynı işte uzmanlaşmış esnafın dükkânlarının olduğu çarşı) yakınlarda
restore edildi ve turistik eşya satan bir çarşı haline geldi. Batıdaki 26 sütunlu
ve 30 kubbeli avlunun ortasındaki zarif şadırvan (bu da sekizgen biçiminde)
şimdi kullanılmıyor.
Caminin kuzeyinde yer alan, padişahın namaza geldiği zaman camiye
girmeden önce oyalandığı Hünkâr Kasrı şimdi bir Halı ve Kilim Müzesi ve vakit
durumuna göre görülmeye değer olabilir.
I. Ahmet'in, bu güzel cami dışında, tarihe önemli bir katkısı daha olmuştur.
Onun zamanına kadar tahta geçiş Fatih Kanunnamesi'ne göre gerçekleşiyordu.
Bu kanun da, padişaha kardeşlerini öldürme hakkını tanıyordu. Ahmet'in
getirdiği kurala göre hanedanın en yaşlı erkeği tahta geçmeye başladı ve
kardeşlerin öldürülmesi âdeti son buldu.
Osmanlı tarihi içinde önemli olan bu değişik üstüne birkaç şey söylemek
gerekiyor. Kardeşlerin öldürülmesi özellikle bugünün değerleri açısından
korkunçtur, ama yapıldığı zaman da ideal sayılmıyordu. "Daha kötüsü"nü
önlemek için bulunmuş bir çareydi.
Osmanlılar henüz göçebe aşiret yapısından fazla uzaklaşmamışken, kardeşler
yönetimi bir ölçüde paylaşıyordu: Osman Bey ile Dündar Bey, Alaettin Paşa ile
Orhan Bey gibi. Osmanlı'nın bu dönemdeki genel eşitlikçi felsefesine uygun
olarak, bütün şehzadeler aynı şekilde yetişiyordu: sünnet olup erişkinler
sınıfına geçince, babalarının sarayının modeline göre biçimlenmiş bir maiyetle
sancak beyi oluyor ve "devlet yönetimi stajı" görüyorlardı. Devlet kendisi
büyüyünce bu eşitlik ciddi bir rekabet potansiyeli oluşturdu ve ilkin Yıldırım
Bayezid kardeşlerini öldürttü. Onun oğullarının fetret dönemindeki kavgası
daha da uzun sürdü. Fatih'e anılan Kanunname'yi yaptıran da, bu kav-galarla
devletin parçalanması kaygısı oldu. Fatih kendisi, Bayezid'den sonra ikinci oğlu
Cem doğunca, olacakları düşünüp tasalanmıştı. Daha sonra, örneğin III.
Mehmet'in tahta çıkar çıkmaz 19 kardeşini boğdurması (çoğu bebek yaşta) gibi
olaylarla, bunun sürdürüle-meyeceği anlaşıldı. (Bu şehzadelerin türbesi de
Ayasofya'nın önündedir).
Ahmet kanunu değiştirince, şehzadenin hayatı da değişti. Şehzadelerin sancak
beyliği yaparak yöneticiliği öğrenmesi gibi gelenekler bırakıldı; sarayda,
"kafes" denen yerde, göz hapsi başladı. Böylece, eski savaşçı şehzadeler
yerine, solgun ve patolojik şehzade tipi yaygınlaştı.
Aynı zamanda, isyan ihtimali güçlendi. Osmanlı devleti, hanedanın mutlak
saltanatını topluma da benimsetmişti. İhtilâl dahi olsa, tahta Osmanlı olmayan
birinin geçmesini kimse düşünemezdi. Hanedanın padişah alternatifleri sağ
olunca, ihtilâl kolaylaştı. Nitekim, kanunu değiştiren I. Ahmet'in oğlu II. Osman
(Genç) bir ihtilâlde öldürülen ilk padişah oldu (çünkü onun yerini alabilecek
başka Osmanlılar vardı).
Dönem, imparatorluğun doğal sınırlarına dayandığı, fütuhatın temel varlık
eylemi olmaktan çıktığı dönemdi. Dolayısıyla, büyük tarihi dinamiklerle bu çeşit
hukuki-politik yapılanmalar arasında şaşırtıcı bir uyum vardır: O eski
"cengâver" padişahların zamanı geçmiştir.

HİPODROM

Bizans imparatorluğu'nun dünyevi hayatının geçtiği Hipodrom, Sultanahmet


Camii'nin tam önünde uzanıyordu. İlkin Septimus Severus’un yaptırdığı, sonra
da Büyük Konstantinus’un genişlettiği bu Hipodrom, 480 x 117 metrelik bir
alana yayılmış, 100.000 kişi aldığı söylenen, devasa bir yapıydı. İmparatorluk
sarayı şimdi Sultanahmet'in bulunduğu alanda olduğu için, Hipodrom'da
kathisma denilen imparator locası da o taraftaydı. Giriş ise kuzey ucunda,
Milion taşına ve Ayasofya'ya bakan taraftaydı. Burada büyük kemerli kapılar
vardı. Hipodrom duvarlarının üstü çok sayıda heykelle süs-lüydü.
Ortada, çevresinde yarışan arabaların döndüğü Spina uzanıyordu. Bu Spina'nın
üstündeki belli başlı anıtlar hâlâ burada duruyor. Bunlardan biri İstanbul'daki
en eski tarihi eser olduğunu söyleyebileceğimiz, İmparator Büyük Theodosius
tarafından diktirildiği için (390) onun adıyla anılan dikili taştır. İ.Ö. 1550'de
Firavun III. Tutmosis, bir Mezopotamya seferi ve zaferini anmak için
yaptırmıştı. Luksor'da Karnak tapınağına dikilen taşın, şimdikinden üç kat daha
uzun olduğu söyleniyor. Dünya egemenliği Roma'nın eline geçince, taş da
İstanbul'a taşındı ve kırılmış, küçülmüş olduğu halde yıllarca dikili hale
getirilemedi. Sonunda diktiren Theodosius'u yarış seyrederken ya da obeliski
dikerken resmeden kabartmaların olduğu dört köşe kaideye oturtuldu. Sütunun
kendinde ise, hiyerogliflerde, Tutmosis'in Amon-Ra'ya sunduğu kurbanlar
anlatılıyor.
İkinci ilginç anıt, Delphi'deki Apollo tapınağından getirilen, üç yıla- nın birbirine
dolandığı Burmalı Sütun'dur. Bu bronz anıtın Palatea savaşında öldürülen Pers
askerlerinin eritilen kalkanlarından yapıldığı kabul edilir. Eskiden başları da
tamamken, bunlar Osmanlı döneminde çeşitli nedenlerle yok olmuş; yalnız
birinin bir parçası Arkeoloji Mü-zesi'nde. Bu başlar, büyük bir bronz kazanı
tutmaktaymış. Dethier kazanın altın olduğunu ve Latin işgali sırasında eritilip
sikke basıldığını söylüyor.
Üçüncü ve son sütunun İmparator Konstantinos VII. Porfirogenne-tos'a ait
olduğu konusunda geniş bir konsensüs var. Ben, Freely ve Sumner-Boyd gibi,
sütunun çok daha eski olup bu imparator zamanın-da onarım gördüğü
kanısındayım. Osmanlı döneminde Türklerin tır-manıp marifet gösterdiği bu 32
metrelik taştan örülme sütun bir sanat eseri olarak en az ilginç olanı. Buradaki
başka anıtların zamanla yok olduğu veya başka yere taşındığı biliniyor -
Venedik'te San Marco'daki at heykelleri gibi. Bu arada, Porfirogennetos
sütununu kaplayan bronz levhalar da, yılanlı sütunun kazanı gibi sikke yapmak
üzere eritilmiş. Mızraklı bir Athena heykeli de Hıristiyanlık çağında tahrip
edilmiş.
Söylentiye göre Macaristan seferinden sonra Damat İbrahim Paşa oradan bazı
heykeller getirerek buraya dikmiş; muhafazakârlar bundan hoşlanmamış.
Paşanın idamından sonra heykeller yok edilmiş.
Eski Spina'nın kuzey ucuna rastlayan yerde çok daha yeni bir anıt, Alman
Çeşmesi duruyor. Bu, Bağdat demiryolunun yapımına başlandığı sıralarda,
Kayser II. Wilhelm'in Osmanlı sultanına armağanı. Bu armağanlaşmalar I.
Dünya Savaşı'nda Alman-Osmanlı ittifakına kadar uzanmıştı -çeşme de o
savaşın anısı kadar "güzel".
Hipodrom'dan Spina'daki anıtlar dışında fazla bir iz yok. Son izler, hemen
orada 40 yıl kadar önce yapılan masif ve sevimsiz Adliye "Sa-ra-yı"nın inşası
sırasında yıkılmıştı. Gelgelelim, At Meydanı'nın güney ucunu dolduran Marmara
Üniversitesi Rektörlük binasının arkasına doğru inince, Hipodrom'un Sphendon
denilen güney ucu görünür. Üstünde, Sultanahmet Endüstri-Meslek Lisesi
vardır (bir de Sultanahmet'in imareti ve darüşşifası okul bahçesinde kalmıştır).
Birkaç yıl öncesine kadar Sphendon'un çevresi küçük yoksul evlerle sarılıyken
bunlar yıkıldı- eski duvarlarda izleri hâlâ görülüyor. Binanın içinin de son
derece ilginç olduğuna şüphe yok. Bir zamanlar vahşi hayvanların burada
tutulduğu, daha sonraları da sarnıç haline getirildiği biliniyor. Ama bu kadar
yoğun turistik ilginin bulunduğu bu bölgede nedense burayı düzenleme
konusunda hiçbir işaret görül-müyor.
Bizans hayatında çok önemli bir yeri olan Hipodrom'da çeşitli eğlenceler
yapılırdı ama en heyecanlı olay araba yarışlarıydı. Başlangıçta dört ayrı
yarışmacı grup vardı ve bunlar dört unsuru temsil ediyordu; Maviler (Hava),
Yeşiller (Toprak), Beyazlar (Su) ve Kırmızılar (Ateş). Zamanla yalnız Mavilerle
Yeşiller kaldı. Aralarında zaman zaman birbirlerini öldürmeye varan bir rekabet
hüküm sürerdi; güçlü merkezi devlete karşı elinde fazla bir direnme gücü
olmayan halkın, tepkilerini ve öfkesini kendisiyle eş düzeyde bir rakibe
yöneltmesinin bir örneği...
Devlete karşı ayaklanmalar da olurdu. İustinianos'un saltanatının erken
dönemindeki Nika ihtilali bunlardan biridir. Hipodrom bu ihtila-lin merkezi
olmuş, general Belisarios buraya kıstırdığı ihtilalcilerden 30.000 kadarını
öldürerek ayaklanmayı bastırmıştı. İmparator Andronikos Komnenos'un kanlı
bir şekilde linç edilmesi de burada geçti.
Daha sonra, Osmanlı döneminde de At Meydanı hem cirit oynanan yer, yani
spor alanı, hem de görkemli şehzade sünnetlerinin yapıldığı eğlence yeriydi;
ama Bizans'taki gibi pek çok ayaklanmaya da sahne oldu. İki kapıkulu ocağı,
yeniçeriler ve sipahiler burada birbirleriyle savaştılar. IV. Mehmet zamanında,
ağaçlara asılan adamlar nedeniyle "Vaka-i Vakvakiye" denen ayaklanmanın
vahşi süreci de burada geçti. Türkiye tarihinde Sultanahmet'in oynadığı son
spektaküler rol, I. Dünya Savaşı'ndan sonra İtilaf Devletleri işgali altındaki
İstanbul'da yapılan, yazar Halide Edip'in de konuştuğu son derece kalabalık ve
heyecanlı siyasi miting oldu.
Sultanahmet Meydanı'nda, caminin sırasında, şimdi Kültür Bakanlı-ğı'na bağlı
eski ahşap bina, Recep Peker'in eviydi.

EUFEMİAMARTİRİON'U
Şimdiki Adliye Sarayı 'nın yanında küçük bir Bizans kilisesinin kalıntısı var. Bu,
üçüncü yüzyılda şehit edilen Azize Eufemia için ya-pılmış bir kilise.
Ariusculuk sapması sırasında Nikaia Konsili (325) toplanırken, o sırada çoktan
ölmüş olan Eufemia’nin da bu olaylardaki rolü üzerine bir efsane vardır.
Ariusçuların görüşü ve resmi görüş birer kâğıda yazılarak Eufemia’nin tabutuna
konur. Bir hafta sonra tabut yeniden açıldığında, resmi görüşün kâğıdı azizenin
kalbinin üzerinde, Ariusçu görüş ise ayaklarının dibindedir. Bu tabut şimdi
Fener'de, Patrikhane Kilisesi'nde. Sultanahmet'teki küçük kilise kalıntısı ise
ziyarete açık değil ve epey harap. Ama hâlâ, duvarlarda fresk izleri
görülebiliyor. Birileri gayret etse, hâlâ kurtarılacak şeyler var.
Bu binanın baruthane olarak kullanıldığı, 1490'da üstüne yıldırım düşünce
infilâk eden barutla büyük kısmının havaya uçtuğu söyleni-yor.

İBRAHİM PAŞA SARAYI

Kanuni Süleyman'ın gençlik arkadaşı ve ilk sadrazamı, Rum'dan dönme


İbrahim Paşa'nın sarayı, Hipodrom'la Adliye Sarayı arasında kalan bloktadır.
İbrahim, tahta geçen arkadaşı Süleyman'ın kızkardeşiyle de evlenerek devlet
içinde çok güçlü bir yere gelmişti. Sarayı da nüfuzunun göstergesidir. Bir
hikâyeye göre Kanuni'den sonra İbrahim de çocuklarının sünnet düğününü
yaptırmış. Düğün baştan sona görülmedik bir debdebe içinde geçmiş. Sonunda
Uludağ'dan getirilme buzdan yapılmış kaplara konmuş hoşaf ikram edilmiş. Bu
aşamada Kanuni, bu düğünün kendininkinden de görkemli olduğunu söyleyince
Paşa "Elbette, öyle" demiş ve devam etmiş; "Sizinkinde şeref misafiri bendim,
benimkinde sizsiniz. Elbette daha muhteşem olacak."
Ama bu aristokratik incelikler İbrahim'i Osmanlı devletinin pek çok parlak
sadrazamının akıbetinden kurtarmaya yetmedi. Hürrem Sultan'ın etkisiyle
Süleyman bir sabah eski arkadaşını boğdurdu, geniş servetine de devlet el
koydu. Saray bir zaman Acemi Oğlan kışlası olarak kullanıldı. Yavaş yavaş
harap oldu. Yirmi yıl kadar önce başlayan restorasyon yakınlarda tamamlandı
ve bina Türk-İslam Eserleri Müzesi olarak açıldı. İçinde sergilenen eserler
arasında çok ilginç ve değerli olanları var. Ayrıca güzel ve sakin iç avlusuyla da
görmeye, bir kahve içimi oturmaya değer bir yer. Uzun Osmanlı tarihi
boyunca, hanedan dışından birinin sahip olduğu saray denebilecek tek konut
burasıdır.

FİRUZ AĞA CAMİİ

Hipodrom'la Divan Yolu arasında kalan parkta birçok kalıntı var-dır.


Bunların 5. yüzyılda yaşamış Bizanslı aristokratlar, Lausos ile Antiohos'un
komşu sarayları olduğu düşünülüyor. Demek ki Bizans'ın hanedan dışı soyluları
da, İbrahim Paşa gibi, saraylarını şehrin bu merkezi bölgesinde yaptırmışlar.
Parkın kıyısında, otobüs duraklarının arkasında Firuz Ağa Camii var. Fatih'in
oğlu II. Bayezid'in Hazinedarbaşısı Firuz Ağa’nın 1491'de yaptırdığı bir cami bu.
Dolayısıyla şehrin en eski camilerinden biri. İstanbul'un fethi öncesi Osmanlı
cami mimarisinin tipik örneklerinden; son derece sade, bir kare üzerine
oturtulmuş bir kubbeden oluşuyor.
Yol genişletilirken yerinden oynatılan Firuz Ağa’nın boş lahdi bahçede duruyor.

YEREBATAN SARAYI (Bazilika Sarnıcı)

Antik çağda ve ortaçağda yapılmış bütün şehirler için kuşatılma tehlikesi vardı.
Kuşatılmanın başlıca sorunları da, yiyecek ve içecek kaynaklarının
tükenmesiydi. Roma ve Bizans imparatorları bu sorunu çözmek için şehri
kurarken büyük yeraltı sarnıçları yaptırdılar. Bazilika Sarnıcı bunların en
büyüğüdür. Üzerinde Ticaret Bazilikası bulunduğu için bu adı almıştır.
6. yüzyılda İustinianos'un öncelikle saray ihtiyaçlarını karşılamak üzere
yaptırdığı sarnıç 140 x 70 metrekarelik bir alana yayılır. Yirmi sekizer sütunlu
on iki sırada toplam 336 sütun vardır. Çoğu Korint üslubunun Bizans
adaptasyonu olan başlıklara sahip olan bu sütunların bazılarında ince oyma
süslemeler vardır ve balık sırtı tarzı çatıyı ayakta tutarlar. Sarnıç 80.000
metreküp su alabilir ama su düzeyi mevsimlere göre değişmiştir.
Osmanlılar durgun sudan hoşlanmazlar, hele bunu içmeye hiç yanaşmazlardı.
Bir kuşatma tehlikesi de yaşamadıkları için sarnıçlara ihtiyaçları olmadı. Hatta
koca Yerebatan Sarnıcı’nın varlığı fetihten bir yüzyıl sonrasına kadar unutuldu
(ama buralarda evi olanlar bodrumlarından aşağıya kova sarkıtıp su çekiyor ve
hatta balık avlıyorlardı). Sarnıç yeniden bulunduğunda suyu saray bahçelerini
sulamakta kullanıldı.
Yakın zamana kadar Yerebatan'a küçük tahta bir merdivenle inilir, karanlıkta
sarnıcın oldukça küçük bir kısmı görülürdü (daha önceleri de bir ufak sandalla
gezilebiliyordu. Bu sandalı buraya bir İngiliz'in getirdiği söylenir). 1980'lerde
sarnıç bütünüyle boşaltılıp restore edildi, her tarafını gezebilmek için beton
yollar yapıldı. Böylece Yerebatan, sütunlarının olağanüstü perspektifleriyle
etkileyici bir mekân haline geldi. Bu arada, sütunlara kaide olarak kullanılmış
iki Gorgon başı kabartması ortaya çıktı (Hıristiyanların bu pagan kalıntıyı
ebediyen su altında gizlemeyi amaçladıkları anlaşılıyor).

AYİA MARİA VE ZEYNEP SULTAN

Sarnıcın yeni düzenlenişine göre yeniden yeryüzüne çıktığınızda karşı blokta


restore edilmiş bazı ahşap ve kagir sivil binalar görüyorsunuz. Bunlardan
köşede olanı, yüzyıl başında Osmanlı devletini yöneten (ve savaşa sokan)
İttihat ve Terakki triumvirasından Talat Paşa’nın konağı. I. Dünya Savaşı
yenilgisiyle Türkiye'den kaçan ve Berlin'de bir Ermeni tarafından öldürülen
paşanın konağında şimdi Uluslararası Belediyeler Birliği çalışıyor. Bunun ve eski
YMCA, Yücel Dershanesi'nin hemen arkasında da eski Bizans kilisesi Ayia Maria
ya da Teotokos Halkoprateia'nın yıkıntıları var. 532'de Ayasofya, Nika
ihtilalinde hasar görünce Aya Maria bir süre patriklik kilisesi olarak
kullanılmıştı. Daha önce yerinde bir havra vardı. Burası Yahudi bakır işçilerinin
malı olduğu için kiliseye Halkoprateia adı verilmişti. İstanbul'un fethi sırasında
harap olduğu tahmin edilen binanın kalın-tılarına Lala Hayreddin tarafından
bazı ekler yapılarak burası bir camiye dönüştürüldü. Ama günümüze bu haliyle
de kalamadı. Şimdi bir yıkıntı olarak duruyor.
Kilise kalıntılarını geçtikten sonra, dar bir sokağın öbür tarafındaki blokta, III.
Ahmet'in kızı Zeynep Sultan'ın barok camisine geliyoruz. 1769'da yaptırılan
caminin kubbesi tuhaf bir şekilde Bizans kubbelerini andırıyor. Caminin
arkasındaki ilkokul da Zeynep Sultan'ın hayratı. Türbesi yıkıldığı için Zeynep
Sultan şimdi caminin bodrumunda yatıyor. Ana cadde üstündeki rokoko sebil
onunla ilgili değil; yaklaşık on yıl sonra I. Abdülhamit'in kendi türbesi ve
külliyesinin bir parçası olarak yaptırdığı bu sebil, orada 4. Vakıf Han yapılır ve
cadde genişlerken buraya taşınıp yeniden kurulmuştu.
Caminin, caddenin karşı tarafında karşısına düşen taş ve tuğla bina ise bir
medresedir. Soğukkuyu, ya da yaptıran Siyahi Kızlarağası Cafer Ağa'nın adıyla
anılır. 1559'da, Kanuni Süleyman döneminde Sinan tarafından inşa edilmişti.
Girişi arka taraftadır ve avlusu yüksekte kalır. Yapıldığı yerin inişli yokuşlu
özelliği medresenin mimarisini de ilginçleştirmiştir. Yakın zamana kadar bazı
yoksulların barınak olarak kullandığı bu güzel bina kısmi bir onarım gördü ve
bazı bölümleri turistik-ticari amaçlarla kullanılmaya başlandı; ama hakkının
verildiği-ni, yani yeterince tanındığını söylemek güç.

OTELLER, PANSİYONLAR

Ayasofya’nin kuzeyiyle Topkapı Sarayı'nın dış duvarları arasında Soğukçeşme


Sokağı uzanır. Eskiden burada yıkık dökük ahşap evler vardı. (Bunlardan biri
de Erdebil Tekkesi'ydi). Türkiye Turing Kurumu'nun İstanbul aşığı yöneticisi
Çelik Gülersoy bu evleri restore ederek pansiyon haline getirdi. İstanbul'daki
plansız, rasgele yapılaşmadan ötürü, bütünüyle bir dönemin karakterini
koruyan hiçbir sokak kalmadığı için, burası yalnız turistlerin değil, tarihi film
çeken sinemacıların da uğrağı haline geldi.
Bu sırada ortaya iki kapalı sarnıç daha çıkarıldı. Bunların Roma döneminden
olduğu tahmin ediliyor. Daha önce bulunanı -içi epey değiştirilerek- lokanta
haline getirildi. Öbürü de benzer bir işlev görmek üzere hazırlanıyor.
Eski cumhurbaşkanlarından Fahri Korutürk'ün çocukluğunu geçirdiği evle
İstanbul'un tek "İstanbul Kitaplığı" da bu sokakta. Kitaplık, Çelik Gülersoy'un
bağışladığı kitaplarla açıldı.
Hürrem Sultan Hamamı'nın yanındaki dar sokakta, gene Çelik Gülersoy'un
restore ettiği bir başka ahşap bina var ve burası da "Yeşil Konak" adıyla otel
olarak çalışıyor. Burası eskiden Şehremaneti mu-hasebecisi Reşad Efendi'nin
konağıydı. İçinin döşenişi oldukça rokoko (Soğukçeşme'deki "Ayasofya
Pansiyonları" gibi) ve "eski"yi, bugün yeniden üretilebildiği oranda temsil
ediyor. Bahçesi güzel, sakin. Sultanahmet çevresinin ister istemez yorucu ve
yoğun gezme tozması sırasında uğrayıp dinlenmek için çok elverişli bir yer.
Solundaki Kabasakal Medresesi aynı zamanda restore edilip bir turistik eşya
satış yeri haline getirildi. Sağında, Abdurrahman Sami (Sahabeden) adına
kurulan Rıfai Tekkesi .ve Abdurrahman Sami'nin türbesi var.

MOZAİK MÜZESİ
Yeşil Konak'tan aşağıya, Sultanahmet Camii'nin arkasına doğru
yürüdüğümüzde, daha önce sözünü ettiğim çarşının (arasta) içinde Mozaik
Müzesi karşımıza çıkar. Bu, yeri büyük ölçüde şimdiki Sultanahmet Camii'nin
altında kalan Bizans sarayının yollarından veya salonlarından birinin
döşemesidir. Dünyevi olayları (av gibi) son derece gerçekçi bir üslupla
resmeden bu mozaiklerin 4. ve 6. yüzyıllar arasında yapıldığı tahmin ediliyor.
Başka yerlerde bulunan mozaikler de şimdi bu küçük müzede gösteriliyor.
Bu noktadan denize doğru uzanan arazi, resmi binalar ve birçok askeri
bölgeyle dolu olduğu için buralarda uzun süredir kazı yapılmadı. Ama bölge
arkeolojik sit bölgesi ve yerin altında pek çok ilginç şey bulunduğu tahmin
ediliyor. Bunların ortaya çıkması için önce bölgenin boşaltılması, ayrıca, lüks
otel yapma tasarıları gibi tehlikelerin de ortadan kaldırılması gerekiyor.
Bu bölgede aşağı yukarı yüz yıllık tarihiyle ve biraz uğursuz görüntüsüyle,
boşaltılmış olarak duran ve bekleyen eski Sultanahmet Cezaevi'nin de otele
dönüştürüleceği söyleniyor. Demek ki gene içinde yaşanacak!
Cezaevinin ana kapısının bulunduğu sokağa Tevkifhane adı verilmiştir. Tahliye
olanların salıverildiği küçük kapının olduğu yan sokağın adı ise Kutluğun.

AKBIYIK VE CANKURTARAN

Topkapı Sarayı, Sultanahmet ve Kadırga arasında kalan bölgeye Cankurtaran


adı verilir, çünkü bu akıntılı bölgede bir cankurtaran ekibi oluşturulması gerekli
görülmüştür. Yüzyıl başından bu yana semt zenginlerin kendilerine ev bulmak
için baktığı bir yer olmaktan çık-mıştı. Bu sayede, dokusu çok fazla bozulmadı.
Son dönemde turizmin yaygınlaşması, bu işle ilgilenmek isteyen kişilerin de
bazı turistlerin otantik görüntüleri betonarme monotonluklara tercih
edebildiğini niha-yet anlaması sonucu, birçok eski ahşap evin çok çirkin
sayılmayacak şekilde restore edilip pansiyon haline getirildiğini görüyoruz.
Şüphesiz arada birçok çirkinlik var, ama bunların boyu bosu çok fazla olmadığı
için, zamanla onların yerine de genel karakteri bozmayacak mimaride yapılar
yapılabilir. Bu arada, Dede Efendi'nin oturduğu bir ev de yakınlarda restore
edilmiştir.
Bu semtte birçok sokak adı, nedense, sakal ve bıyık adları taşır: Aksakal,
Akbıyık, Kabasakal, Terbıyık gibi. Akbıyık Mescidi, mimari olarak fazla bir
özelliğe sahip değildir, ama ilginç bir yanı vardır. Tarihi, suriçi İstanbul'da,
kıbleye en yakın cami olduğu için, "imam-ül mesacid" sıfatıyla anılırdı. Oldukça
eski olan çifte hamamı zevksiz yeni yapılar arasında sıkışıp kalmıştır.
Ahırkapı Meydanı sevimli bir alandır. Bir yanda, Türk sinemasının ünlü "kötü
adam'larından Erol Taş'ın şirin kahvesi, öbür ucunda, ön duvarında suyu hâlâ
akan bir çeşmesi de olan, herhalde gayrimüslim yapısı, dört katlı güzel bir taş
bina vardır. Semte adını veren sur kapı-sına doğru giderken sağdaki bitişik on
evlik akaret binaları yeni restore edildi. Koçu'dan Kurtuluş Savaşı sırasında
Anadolu'ya kaçırılan silâh-ların geçici olarak burada depolandığını öğreniyoruz.
Akbıyık Meyda-nı'ndaki meydan çeşmesi de ilginç (18. yüzyıldan).
TOPKAPI SARAYI (Dış alanlar ve çevre)

Fatih Mehmet, İstanbul'u fethettiğinde eski Bizans sarayını harap halde


bulmuştu. Bu saray, daha Latin işgali sırasında (1204) yıkılıp yağmalanmış,
Bizanslılar şehri yeniden ele geçirdikten sonra kulla-nılmamıştı (onun için de
Türkler tarafından özellikle yıkılmadı). Fatih ilkin, bugünün Beyazıt semtinde ve
şimdi üniversitenin merkez bina-larının bulunduğu yerde yeni Osmanlı
başkentinin yeni sarayını yaptırmaya başladı. Ama kısa zamanda düşüncesini
değiştirerek, bugünün Topkapı Sarayı’nın bulunduğu alanda bazı binalar
yaptırmaya girişti. Böylece Beyazıt'taki bina çok erken bir dönemde "Eski
Saray" adını aldı. Daha çok padişahların gözden düşen kadınlarının oturduğu
yer olarak kullanıldı. 1826'dan sonra ortadan kalktı.

Plan 2. Topkapı Sarayı.

Osmanlı padişahları I. Abdülmecit'e kadar bazı istisnalar dışında sürekli


Topkapı Sarayı'nda yaşadılar. Dolayısıyla yaklaşık dört yüzyıl boyunca
kullanıldı. Bu süre içinde de, sürekli değişti. Kimi binaları, yangın gibi
nedenlerle ortadan kaybolurken, her zaman yeni binalar da eklendi. Bu ortaya
ilginç bir durum ortaya çıkarıyor; neredeyse orga-nik bir şekilde büyüyen,
gelişen bir saray. Batıdakiler gibi önceden yapılmış bir plana göre bir seferde
inşa edilen ve bazı kazalar dışında değişim geçirmeyen saraylardan farklı
olarak, bir türlü statikleşmeyen Topkapı, geçen zamanın etkilerini yansıtır.
Birinci etmen, imparatorlukla birlikte sarayın sürekli büyümesidir (ama bu,
imparatorluğun büyümesi durduktan sonra da devam eder). Örneğin sarayda
yaşayan insan sayısı arttıkça onlara yatacak yer gerekir, aynı zamanda daha
büyük mutfak gerekir (Son zamanlarında sürekli sakinlerinin dört-beş bin
dolayında olduğu anlaşılıyor). Dolayısıyla bu tip binalar büyütülür veya yeniden
yapılır veya olana yenileri eklenir. Binaya yansıyan bir başka tarihi yönsem
padişahların gitgide güvensizleşmeleridir. İmparatorluğun durakladığı,
gerilediği dönemlerde padişahların otoriteleri zayıflarken sarayın koruyucu dış
duvarları takviye edilir. Buna paralel bir süreç daha sezilebilir; sultanlar saraya
kapandıkça, başka bir söyleyişle doğadan uzaklaştıkça, minyatürün, çininin
stilizasyonları yoluyla doğayı içeriye, çeşitli avlulara, bina duvarlarına taşıma
çabası görülür.
Topkapı'da son binayı yaptıran sultan, ilk olarak buradan, yaptırılan yeni
saraya taşınan Abdülmecit'tir. Bundan sonra ihmale uğrayan Topkapı kendi
kendine eskimeye başladı. Cumhuriyet'ten sonra sıkı bir onarımdan geçirildi ve
müze haline getirildi. O zamandan beri İstanbul'un en çok ziyaret edilen
yerlerinden biri. Çok geniş olduğu için tamamı ziyarete açık değil.
Sarayın ana kapısından girmeden önce buradaki çeşmenin önünde biraz
oyalanalım. Fetihten sonra Osmanlılar İstanbul'un su tesisatını genişletip
geliştirmiş, bütün mahallelerde birçok çeşme yapmışlardı (daha yakın
zamanlara kadar evlere su verilmez, halk suyunu çeşme-lerden doldururdu).
Bunların büyük bir kısmını devlet, bir kısmını da hayırsever özel kişiler
yaptırırdı. Birkaç tip çeşme vardı. En yaygın olanı, bir duvara sırtını vermiş,
çoğu zaman kitabeli ve oymalı bir taş ve yalaktan oluşan "duvar çeşmesi" idi.
Bazı çeşmeler sokak köşelerinde olurdu ve "köşe çeşmesi" denilen bu tipe
genellikle biraz daha özen gösterilirdi. Bir de "meydan çeşmesi" vardı ki,
özellikle 18. yüzyılda bunları bir anıt gibi süsleyip püsleme âdeti
yaygınlaşmıştı. Bu tarihler Osmanlı mimarisine Batıdan barok etkilerin yoğun
bir biçimde geldiği tarihlerdir. Topkapı Sarayı'nın girişindeki III. Ahmet
Çeşmesi de barok üsluplu erken 18. yüzyıl meydan çeşmelerinin en çarpıcı
örneğidir.
Yaptıranın servetine ve bağışladığı vakıfların gücüne göre gelene geçene, her
gün veya bazı günler su veya bedava şerbet dağıtılan sebiller, gene bu
dönemde, bu gibi anıtsal çeşmelerle birleştirilmişti. III. Ahmet Çeşmesi'nin dört
yüzünde birer çeşme, dört köşesinde de birer sebil var. Burada, Bizans
döneminde, ağızlarından su akan turna ve yılan figürleriyle, bir çeşme varmış.
Buradan denize ve Cankurtaran'a doğru inildiğinde, sağda, çeşitli onarımlarla
karakterini kaybetmiş olan İshak Paşa Camii görülür.
Topkapı'nın kuleli girişi, Bab-ı Hümayun, Fatih zamanından kalmadır, ama
sonraki dönemlerde sık sık onarım görmüştür. Orta Kapı'da olduğu gibi burada
da zaman zaman idam edilenlerin kelleleri sergilenirdi. Bab-ı Hümayun'u
Kapıcılar Bölüğü korurdu. Buradan girilen birinci avluda, sarayın dışsal
işlevlerinin görüldüğü binalar vardı; hastane, fırın, darphane, silahhane gibi
binalar ve kapıcıların, burada görevli saray hizmetkârlarının koğuşları vb.
Birinci avluya halk da girebiliyordu.
Bab-ı Hümayun'dan içeri girer girmez, duvarlara paralel olarak sol tarafa
gidince, Nika ayaklanmasında yakılıp yıkılan Samson Hastanesi'nin kalıntıları
görülür. Bu hastane çağının önemli bir sağlık kurumuydu ve yoksullara da
hizmet veriyordu.
Gene aynı yerde, Ayasofya'dan önce patriklik kilisesi olarak kullanılan,
Konstantinopolis'in en eski kiliselerinden Aya İrini vardır. Genişletilmiş biçimini
Constantinus ya da oğlu Constantius zamanında almıştır (4.yüzyıl başları). O
dönemde Ariusçu ve Ortodoks Hıristiyan-ların kavgalarında bu kilise de önemli
-ve bazen kanlı- bir rol oynamıştı. Nika ayaklanmasında o da yakıldı ve
İustinianos tarafından tamir ettirildi. Son şeklini de bu tamirde aldı.
Aya İrini, İstanbul'da atrium kısmı ayakta kalmış tek Bizans kilise-sidir. Planı
bazilikadan Yunan haçına geçişin iyi bir örneğidir. Orta neften sütunlarla
ayrılan yan neflerde, orta yerde, ana kubbeyi ve doğudaki küçük kubbeyi tutan
kalın duvarlar belirir. Apsisteki sade haç İkonoklazm döneminden, narteksteki
mozaik kalıntıları ise muhtemelen İustinianos zamanındandır.
Aya İrini fetihten kısa bir süre sonra saray alanı içinde kaldığı için hiçbir zaman
camiye çevrilmedi. Sarayın dış avlusunda yaşayan yeniçeriler binayı silahhane
olarak kullandılar. 19. yüzyılda, Türkiye'de "müze" bilgisinin doğmasıyla, burası
kısmen boşaltıldı, bazı eski silahlar saklandı ve ilk askeri müze burada açıldı.
Daha sonra bu müze Harbiye'ye taşındı. Aya İrini yeniden onarıldı. Son
dönemde yerinde bir seçimle konser salonu olarak kullanılıyor. Çok iyi akustiği,
olağanüstü atmosferiyle buna son derece uygun.
Aya İrini'nin yanından dar bir yol, bir zamanlar saray bahçesinin bir kısmını
oluşturan şimdiki Gülhane Parkı'na doğru gider. Az sonra bu yol, Arkeoloji
Müzesi ile Çinili Köşk'ün karşı karşıya durdukları alana varır. Önsözde
söylediğim gibi, Arkeoloji Müzesi tipinde binalar üstünde hiç durmayacağım.
Buradaki son derece zengin eserler eski Mısır'dan yakın tarihlere kadar bu
topraklarda varolmuş uygarlıkların çok uzun zamanlar içinde yarattığı değerleri
temsil ediyor ve zaten kendi kendilerini anlatıyorlar. Bina, Türkiye'nin ilk
bilimsel müzecisi Osman Hamdi Bey'in çabalarıyla ve mimar Vallaury
tarafından yapılmıştır. Dünyanın en zengin müzelerinden biri olduğunu
söylemek abartma olmaz.
Arkeoloji Müzesi'nin yanında, İslam-öncesi Arap eserleriyle Asur, Babil ve
Mısır'dan ilginç parçaların sergilendiği Yakınşark Eserleri Müzesi vardır.
Çinili Köşk, asıl sarayını burada kurmaya karar veren Fatih Mehmet'in
yaptırdığı ilk köşktür. Döneminin güzel binalarından biridir. Bütün binayı
süsleyen güzel çinilerde Selçuklu etkileri hâlâ ağırlıklıdır; hem desenlerde, hem
de mavi ve turkuvaz renklerde. Çinilerle kaplı bina, bu özelliğine uygun
şekilde, çini müzesi haline getirilmiştir. 12. yüzyıldan günümüze kadar Türk
çiniciliğinin en seçkin örnekleri burada sergilenmektedir.
Saray avlusundaki ünlü bamya ve lahana nişan taşları Çinili Köşk'ün
yanındadır. Yaygın inanca göre bamyasıyla ünlü Amasya süvarileri ile
lahanasıyla ünlü Merzifon süvarileri I. Mehmet zamanında cirit ve başka
müsabakalar yapmış, bu adlar böylece gelenekleşmiş, sonra bazı Bostancı
bölükleri de Bamyacı ve Lahanacı adını almıştır. Bu müsabakaların Çinili Köşk
önünde yapılması da âdettendi.
Çinili Köşk'ten ileriye devam ettiğimizde Gülhane Parkı'nın girişine geliyoruz.
Burada, Topkapı ile ilgili bir başka bina da Alay Köşkü. II. Mahmut zamanında
yapılan bu köşkten padişah çeşitli geçitleri seyredebiliyordu (daha önce aynı
işlevi gören daha sade bir bina olabilirdi burada). Burada bir süre Kenan
ÖzbePin Halk Sanatları koleksiyonu sergilendi, ama sonra kaldırıldı.
Alay Köşkü'nün biraz aşağısında, saray suruna bitişik bir binanın bodrumunda,
Ayios Terapon ayazması vardır.
Gülhane Parkı'na girer ve deniz yönünde yürürsek, bir zaman sonra Bizans'ın
belli başlı dikilitaşlarından Gotlar Sütunu'na geliriz. Hangi imparator zamanında
olduğu kesinleşmemekle birlikte, 3. yüzyıl sonlarında barbar Got'lara karşı
kazanılmış bir zaferi kutlamak için dikildiği anlaşılıyor. Gene bu yakında, ne
olduğu tam anlaşılmamış bir Bizans binasının kalıntıları var.
Ayrıca Arkeoloji Müzesi'nin yanında, sarayın avlularında Bizans sarnıçları
bulunduğu biliniyor, ama bunlar şimdilik açılmıyor. Bu böl-gede bulunan
Akropolis'ten yeraltında bir şeyler kalıp kalmadığını bilmiyoruz. Burada, son
olarak, Gülhane Parkı'nın dışında ve üstünde küçük bir cami bulunan yapıya
değinelim. Bu, bölgede sıralanan bir dizi başka köşkle birlikte Topkapı
Sarayı'na aitti ve o köşklerden geriye bir tek o kaldı. Saray muhafızı
bostancıların Sepetçiler Bölüğü tarafından yapıldığı için Sepetçiler Köşkü adıyla
tanınır. Mimarı Davut Ağa'dır. Yakında restore edilen deniz kenarındaki bu bina
şimdi Uluslararası Basın Merkezi haline getirildi.
Topkapı Müzesi oldukça geniş bir alana yayıldığı ve içinde sergilenen eser çok
olduğu için kısım kısım geziliyor. Örneğin Harem için ayrı bir para ödeniyor ve
ancak belirli sayıda insan, bir müze rehberiyle birlikte buraya girebiliyor. Bu
yüzden de oldukça uzun süre sıra beklemek gerekiyor. Böyle bir tedbirin
nedeni, eşyaya herhangi bir zarar gelmesinin önlenmesi düşüncesi olmalı.
Harem'in girişi ikinci avluda olmakla birlikte, bu bölümün saray hayatındaki
öneminden ötürü onu en sona bırakmak istiyorum.
Orta Kapı da denilen Babüsselam, müzenin de resmi girişidir. Zamanında
önemli idam infazları bu kapının önünde, ikinci avluda, yerine getirilir ve
kesilen kafalar da kapının sağındaki "ibret" taşlarında sergilenirdi.
İkinci avluda, sağ taraf boyunca, mutfak binaları uzanır. Binlerce insanı
doyuran bu mutfaklar oldukça geniş bir alanı kaplar. Bu kanat, sıra sıra kubbe
ve bacalarıyla, Sarayburnu siluetinin çok tanıdık bir parçasını oluşturur. Şimdi
bu binalarda, mutfak aletlerinin yanı sıra, sarayın zengin porselen ve cam eşya
takımları da sergileniyor. Bunların arasında Çin porselenleri de önemli yer
tutuyor.
Avlunun sol tarafında, avlu duvarıyla harem arasında kalan bölge-de ise ahırlar
bulunuyor. Burada, zamanında, yalnız padişahın seçme atları tutulurdu. Şimdi
çeşitli arabalar sergileniyor.
Babüssaade, Mutluluk Kapısı, üçüncü avluya, yani artık sarayın özel
bölümlerine açılıyor. Bu kapıdan yalnız padişah at üstünde geçebilirdi. Belirli
bir makama gelmiş devlet adamlarından başka kimse, at bir yana, yaya olarak
da buradan içeri giremezdi. Bu kapılarla ilgili protokol Osmanlı devlet
felsefesini de yansıtır.
Tarihte yalnız bir kere, II. Osman'ın tahttan indirildiği isyanda, isyancılar bu
kapıdan içeri girme cesaretini gösterdiler. Devletin zayıf düştüğü zamanlarda
bile, Babüssaade'nin caydırıcı saygıdeğerliği de-vam etmişti.
Bir kere de Alemdar Mustafa Paşa, hayatı tehlikede olan padişahı kurtarmak
için bu kapıyı kırdırarak içeri girmişti.
Cülus merasimi ve bayramlaşma merasimleri bu kapının önünde -dışında-
yapılırdı. Askerlerin ayaklanmaya yaklaşan talepleri oldu-ğunda, gene bu
kapının önünde, "ayak divanı" (ayakta konuşulduğu için) denilen toplantı
yapılarak sorunlar tartışılırdı. Padişah, sefere çıkan ordunun komutanına
Sancak-ı Şerifi bu kapının önünde verirdi.
Kapıdan girer girmez, Arz Odası ile karşı karşıya geliriz. Divan toplantısı
bittikten sonra sadrazam başta olmak üzere Divan üyeleri buraya gelir ve
vardıkları sonuçları sultana "arz" eder, uygulamaya geçmek için izin alırlardı.
Yabancı elçiler de burada merasimle kabul olunurdu. Fatih döneminde, Edirne
Sarayı'nın Arz Odası model alınarak yapılmıştır.
Arz Odası'nın hemen arkasında III. Ahmet'in 18. yüzyıl başında yaptırdığı zarif
kütüphane binası görülür. III. Ahmet saltanatına kadar sarayda bir kütüphane
ihtiyacı duyulmaması fazla hayra alâmet değil-dir.
Avlunun güneydoğu köşesini oluşturan binalar Enderun-u Hümayun olarak
kullanılmış, Hıristiyan ailelerden devşirilen kapıkullarının en yetenekli
görülenleri devlet yöneticisi olmak üzere burada yetiştirilmişti. Enderun'un
yayıldığı yerlerin bir kısmı şimdi müzenin idari odaları oldu, bir kısmında da
kostümler sergileniyor. Bunun ilerisinde de Hazine kısmı var. Tahtlar,
mücevherler, kakmalı silahlar vb. burada.
Avlunun, Babüssaade'nin karşısına düşen kanadındaki binalardan birinde
müzenin minyatürleri yer alıyor. Sarayda bulunan on binin üstünde minyatürün
en güzel ve ilginç olanları burada. Avlunun batısındaki, Enderun'un en önemli
aşamalarından birine varmış öğrencilerin eğitildiği Has Oda'da ise, olağanüstü
güzel hat örnekleri var.
Saray içinde birkaç cami vardır. Fatih zamanından kaldığı sanılan Ağalar Camii,
Has Oda’nın hemen yanında. Şimdi burası da bir yazma kitap sergileme
mekânı.
Minyatürlerin bulunduğu kanattan sarayın dördüncü avlusuna geçilir. Burada,
denize doğru, çeşitli padişahların yaptırdığı çok güzel köşkler yer alır. IV.
Murat'ın Bağdat ve Revan Köşkleri hem mimari, hem de iç süsleme bakımından
gerçekten olağanüstü zariftir. Ortadaki Sofa Köşkü, bu alanda, III. Ahmet'in
Lale Devri'nde düzenlediği lale bahçesinde, belki de bu güzel çiçekleri daha iyi
seyredebilmek için yapılmış bir binadır. Daha sağdaki, Dolmabahçe'ye
taşınmadan önce Topkapı'daki son binayı yaptıran Sultan Abdülmecit'in Köşkü
(Meci-diye) şimdi lokanta olarak kullanılıyor.
Bağdat ve Revan Köşkleri arasında mermer bir teras, iftariye ve havuz var.
Karşıda Hırka-i Saadet dairesi, peygamberden ve ilk halifelerden kalmış kutsal
emanetlerin (I. Selim'in Mısır seferinden dönerken Mekke'den getirdiği
emanetler) saklandığı bölüm ve ayrıca, batıya bakan terasın yanında, Sultan
İbrahim'in yaptırdığı Sünnet Odası var.

HAREM

Tam bir labirent olan Harem'in ancak bir kısmı ziyaretçilere açık. Buraya,
turistlerin içeri alındığı kapıdan, ikinci avluya açılan Divan Odası'ndan girelim.
Divan Odası'nın görece kamusal sayılan ikinci avlu ile padişahın özel hayatının
geçtiği Harem'i birleştirmek gibi bir özelliği vardır. Divan normal olarak
haftanın dört günü, sadrazamın başkanlığında toplanırdı. Sadrazamın oturduğu
yerin yukarısında demir parmaklıklı bir pencere vardır. Padişah istediği zaman
buradaki küçük odaya gelir ve kendisi görünmeden divan toplantısını
dinleyebilirdi. Fatih zamanına kadar padişah divan toplantısına katılırdı,
imparatorluk boyutlarına ulaşılınca, devlet işlerinin daha az kişisel, daha çok
kurumsal olmasının bir kanıtı sayılabilir, bu zorunluğun kalkması. Divan'a
bitişik İç Hazine Odası şimdi silahların sergilenmesi için kullanılıyor.
Divan Odası ya da öteki adı ile Kubbealtı'ndan sonra asıl Harem'e gireriz. Şimdi
burada harem ağalarının ve cariyelerin daireleri, Valide Sofası, Hünkâr Sofası
gibi bölümler gezilebiliyor. Topkapı Sarayı'nın genel özellikleri üstüne
söylediğim şeylerin örnekleri en çok bu labi-rentte görülebilir; sarayın,
eklemelerle, zaman içinde organik olarak büyümesi, gerçek hayattan kopuş
kesinleştikçe iç mekânların çeşitli çiniler, süslemelerle renklendirilmesi gibi.
Harem'in en ilginç yanı, buranın, hem saray hem de hapishane özelliklerine
sahip olmasıdır. Buraya dışarıdan kimse giremez, içeriden kimse de dışarı
çıkamaz. Tarih boyunca, bu iki türden olayın da pek az örneği bilinir (belki
bilinmeyen başarılı kaçamaklar olmuştu). Mimariye de yön veren genel
mantığın temelinde cinsellik, "mahremiyet" kavramı yatar: padişah ve
cariyeleri, karıları. Bu iki kutbun, yani tek erkek ve çok sayıda kadının
arasında, cinsiyetsiz -hadım- harem ağaları yer alır. Onlar cariyelerin
gardiyanıdırlar, ama büyük ölçüde kendileri de mahpustur. Şüphesiz, gene
erkek cinsinden olan şehzadeler de bu labirentin bir kısmında yaşamaktadır;
belirli bir yaştan sonra onların da cariyeleri olur. Ama onlar sadece "potansiyel
padişah" olarak varolurlar. Siliktirler; I. Ahmet'ten sonra değişen kanuna
rağmen hiçbir zaman hayatlarından emin değildirler.
Harem, sonuçta tek bir kişi için yapılmıştır: padişah. Valide sultan, haseki
sultanlar, şehzadeler vb. onun hayatının uzantıları olarak aynı yerde bulunur,
bazen, teoride olmayan bir iktidarı pratikte elde edebi-lirlerdi de. Ama mutlak
iktidar hiç şüphesiz padişahtır. Harem hayatı, İslamiyet'in biraz maddiyatçı
"cennet" betimlemesinin birtakım öğelerini de -bu fani hayat ölçeğinde- içerir.
Tek tanrıcı dinlerin beşiği kurak Arap yarımadasından doğan İslam
mitolojisinde "cennet" kavramı ağaç, akarsu imgeleriyle bezenmiştir. Aynı
zamanda gölgeli ve serindir. Halılar, yastıklar, sedirler, tahtlar bu cennet
betimlemesinin sık rastlanan imgeleridir. Tabii huriler ve gılmanlar ve kevser
şarabı da.
Ama Osmanlı Haremi'nde bütün bunlar, somut ve dünyevi biçimde vardı.
Aslında cennetin kopyasını dünyada yapmaya çalışmak, gerçek dindarları hep
tedirgin etmiş bir küstahlıktı. Ama büyük çoğunluk için, uhrevi olduğu kadar
dünyevi ideal de buydu.
Ama, Haremi, Batı'da epey yaygın olan, padişahın sınırsız cinsel özgürlüğe
sahip olduğu bir cümbüş mekânı gibi düşünmekten kaçınmalıyız. Padişah'ın
cinselliği, çoğu yazısız birçok kuralla sınırlıydı. Harem'deki herkes, haseki
sultanlar, valide sultanlar, önde gelen hizmetkârlar vb. oldukça katı bir
hiyerarşi ve kurallılık içinde toplam iktidarı paylaşıyordu. Onun için burayı ve
buradaki hayatı bir aygırın hüküm sürdüğü bir hara gibi tasavvur etmek yanlış
olur.
Öte yandan, Osmanlı sarayı, bir başka düzeyde, bilinçli bir tevazu anlayışıyla
yapılmıştır; saray, büyük ölçüde yataydır; yüksek duvarlarla simgelenen
(koruyucu dış duvarlardan başka) bir debdebe türünden kaçınılmıştır.
İstanbul'daki çeşitli camilerde, bunlar Allah'ın evi olduğu için, boyutlar özellikle
büyük tutulmuştu. Ama padişahlar kendi evlerini bu anlamda azametli bir
biçime sokmaktan kaçındılar. Dolayısıyla Topkapı Sarayı Avrupa'da
gördüğümüz bazı sarayların yanında mütevazı kalır ve Şark ihtişamının popüler
imgelerine benzemez. "Koca Osmanlı Sarayı bu muymuş?" da dedirtebilir.

SURLAR

İlk çağdan ortaçağ sonuna kadar şehirlerin kendilerini korumaları güçlü surlarla
sağlanabiliyordu. Bu uzun tarih dilimi içinde Roma İm-paratorluğu "Pax
Romana" dediğimiz düzeni kurarak çok geniş bir bölgeyi dış saldırılardan
korumayı başarmış ve insanlar şehirlerde oldukça rahat yaşamışlardı. Ama
onun da zayıflaması, şehirleri yeniden kendi kendilerini savunacak tedbirler
almak zorunda bıraktı.
Şehrin kurulacağı alanı seçerken birkaç temel ihtiyacı göz önüne almak
gerekiyordu. Dünya ticaret trafiğinin çok fazla uzağına düşme-menin, bu arada
deniz kenarında ya da denize yakın olmanın belirgin avantajları vardı. Aynı
şekilde, tatlı su kaynaklarına yakın olmak da son derece önemliydi. Öte
yandan, korunma ihtiyacı, çok zaman, bu ihtiyaçlarla çelişiyordu, çünkü ticaret
yollarına yaklaşınca, düşman orduların tehdit imkânı artıyordu.
Deniz kenarındaki şehirlerde, bir yarımadaya yerleşmek, oldukça geçerli bir
çözüm olmuştur. Böylece, şehri üç yanından saran deniz doğal bir koruma
sağlar, karaya bağlanan kıstak bölümüne de sağlam bir sur örülür. İstanbul bu
bakımdan tipik bir şehirdir.
Ama Byzas'ın kurduğu ilk İstanbul küçük bir yerleşimdi ve bugün "tarihi
yarımada" dediğimiz bölgenin tamamını kaplaması söz konusu değildi. Romalı
Septimius Severus burayı zaptedince önce surları -ceza olarak- yıktırmış, sonra
şehrin önemini fark ederek yeniden yaptırmaya karar vermişti. Ama onun
surları da şehrin yalnızca doğu ucunu kapattı. Şimdiki Cağaloğlu Lisesi'nin
yanındaki taş duvarın Severus surlarının kalıntısı olduğu ileri sürülmüştür. Bu,
doğrusu, hiç mümkün görünmüyor. Ama söz konusu surun yaklaşık buralardan
geçtiği kabul edilebilir.
İstanbul'u Doğu Roma’nın başkenti olmak üzere yeniden inşa eden Büyük
Constantinus bile bugünkü tarihi yarımadanın tamamını kullanmayı
düşünmemişti. İstanbul'da, şimdiki Unkapanı Köprüsü'nün başladığı noktadan
Yenikapı'ya bir çukur, bir vadi uzanır. Constantinus'un yaptırdığı surlar bu
vadinin hemen batısında, Zeyrek-Horhor taraflarında uzanıyordu.

SURLAR

Roma İmparatorluğu fazla büyümüştü. İmparator, çeşitli siyasi ve idari


nedenlerle, bu muazzam alanın ikiye bölünmesine karar verdi. Bu durumda,
doğuda, Roma'dan geri kalmayacak yeni bir başkent gerekiyordu.
Constantinus önce Troya'yı canlandırmayı düşündü. Klasik çağda Troya'nın,
İlyada ile sürdürülen büyük bir prestiji vardı. Ama fiziksel olarak, İstanbul'un
imkânlarına sahip değildi. İmparator herhalde bunun farkına vararak
İstanbul'da karar kıldı.
Constantinus, İS 330'da Yeni Roma olacak yeni başkentinin "kurdelesini
kesmişti". Bunu şöyle bir paradoks izledi; yer seçiminde Constantinus uzak
görüşlü davranmıştı; şehrin çok kısa zamanda hızla büyümesi bunu kanıtladı.
Öyle ki, 413'te, II. Teodosios zamanında, dördüncü, yani bugün varolan kara
surlarının yapılması gerekti. Demek ki, Constantinus, suru yaptırdığı yeri
seçmekte eşit derecede uzak görüşlü olamamıştı.
Askeri bakımdan en önemli olan bu kesimdi. Deniz, başka antik kentlerde
olduğu gibi, şehri koruyordu. Burada surla deniz arasında özellikle dar bir kıyı
şeridi bırakıldığı için, gemiyle yaklaşmak, asker çıkarmak, merdiven dikmek hiç
kolay değildi. Bizanslılar Halic'in ağzını ayrıca bir zincirle kapatıyor, gemilerin
oradan içeri girmesini önlüyorlardı. Onun içinde Haliç ve Marmara kıyıları
boyunca surların çok güçlü olması için çalışmadılar, tek duvarla yetindiler.
Ama kara surları hiç böyle değildi. Burada saldırıya hazırlanan düşman önce on
metre kadar derinliği, yirmi metre kadar da genişliği olan bir hendekle
karşılaşıyordu. Hendeğin arkasında birkaç metrelik bir ilk duvar vardı. Bunu
aşınca, dış surlara geliyordu; kalınlığı iki metre, yüksekliği sekiz buçuk metre
olan bir sur duvarı. Dış duvarda 96 burç yapılmıştı. Bunlar genellikle dört köşeli
kulelerdi. İç ve dış duvar arasında "peribolos" denilen, 15-20 metre genişlikte
bir mesafe kalıyordu. İç duvarın kalınlığı beş metre, yüksekliği on iki metreydi.
Yirmi metreyi bulan 96 burç da burada dikilmişti. Bu kulelerin alt ve üst katları
arasında bağlantı yoktu. Zemindekiler depo veya koğuş olarak kullanılıyor, üst
kata surdan geçiliyordu.
Surlarda birçok kapı vardı ve bunlar ikiye ayrılıyordu: kamusal ka-pılar, askeri
kapılar. Birinciler, barış zamanında halkın girip çıktığı şehir kapılarıydı; ikinciler
dışarı geçit vermeyen, kuşatma sırasında askerlerin sura yayılmak için
kullandığı kapılardı. Dethier, Teodosios'un bu surlarda sekiz Got cohortunu
(Roma ordusunda, bir lejyonun onda birini oluşturan, beş altı yüz kişilik birlik)
görevlendirdiğini, bunun için de sekiz askeri kapı yapıldığını ileri sürer.
"Deuteron", "Triton", "Hebdomon" gibi sayı belirten askeri kapı adlarıyla bu
iddiasını destekler. Ona göre yedi tane de sivil ya da kamusal kapı vardır.
Şehrin giriş ve çıkışını saptayan bu kamusal kapı-lar tarih boyunca güzergâh
belirleyerek önemli bir rol oynadılar.
Kara surlarını, bugün gördüğümüz haliyle Teodosios'un yaptığını söylemiştim.
O zaman işin başında Vali Antemios vardı. Daha sonra, tam da Attila’nın
orduları şehre yaklaşırken, bir depremde bu surların büyük kısmı yıkıldı. O
zaman, Vali Cyrius Konstantinos yıkılan surları onardığı gibi, dış kaleyi de
yaptırdı. Mavi, yeşil, kırmızı ve beyazlar bu faaliyette canla başla yer aldılar. İki
ayda surlar tamamlandı ve Attila Konstantinopolis'i kuşatmaktan vazgeçerek
batıya gitti.
Sonuç olarak, fazla benzeri olmayan, son derece sağlam ve dayanıklı surlardı
bunlar. Nitekim, bin yılı aşan bir süre boyunca İstanbul surları yalnızca iki kere
açılabildi (pek çok kere kuşatıldığı halde): 1204 Latin işgali ve 1453.
Üstelik, birinci fetih biraz hileli bir süreçle, zayıf Haliç surlarından gerçekleşmiş,
son fetih sırasında ise savaş koşulları ciddi biçimde değişmiş, top çağına
girilmişti. 1453'te, yayılan ve genişleyen İslam İmparatorluğu, kendi
topraklarının içinde kalan son bağımsız Hıristi-yan cebini ortadan kaldırdı. Kısa
bir süre sonra, 1492'de, Hıristiyan dünya içinde kalan son bağımsız İslam cebi,
Granada, benzer bir şekilde son buldu. Top, antikite ve ortaçağ boyunca bir
yaşama mantığı ve temeli bulabilen bağımsız şehirler olgusunu ortadan
kaldırdı, bir kere daha, Roma gibi geniş "teritoriyal" imparatorluklar çağına
geçildi.
Gerçi kısa zaman sonra bunun da içsel zayıflıkları ortaya çıkacak, geleceğin
egemenliğine aday görünen Osmanlı ve İspanyol devletleri Kuzey Atlas ülkeleri
önünde gerileyecekti. Ama bu dönem bir süre devam etti.
Osmanlılar, İstanbul'u aldıkları tarihte, İstanbul'un çok ilerilerine zaten
gitmişlerdi, daha da gideceklerdi. Birkaç yüzyıl boyunca, bir düşman kuvvetinin
başkenti tehdit etmesi söz konusu olmadı. Bu an-lamda ilk ciddi tehlike
Ruslarla "93 Harbi" diye bilinen 1878 savaşında yaşandı. O tarihte de zaten
"sur", askeri önemini kaybetmişti. Böyle olunca, birkaç onarım girişimi dışında,
surlar genellikle ihmal edildi; gene de, ilk yapılışlarının sağlamlığı bu surların
büyük bir kısmını bugüne kadar yaşattı.
Daha çok da kara surlarının dayandığı görülüyor. Haliç çok işlek bir ticari liman
olduğu için gidiş gelişe engel çıkaran surların yavaş yavaş ortadan kalktığını
tahmin edebiliriz. "Tahtakale"nin doğrusu "taht-ı kale", yani "kale altı" olsa
gerektir. Kale kalmamış, ama adı yaşıyor. Marmara surlarının önemli bir kısmı
da, 19. yüzyılda, demiryolu yapılırken yıkıldı.
Surlar oldukça geniş bir alanı çevrelediği için bütün bu mesafeyi bir günde
dolaşmak aşağı yukarı imkânsızdır. Ayrıca ben bu bölümde sura çok yakın olan
başka ilginç yapıları da anlatıyorum. Kara surları ayrı bir gezi olarak bir günde
gezilebilir. Öbür kısımlar, belki başka semtlerle birleştirilebilir.
Halic'in iki köprü arasında kalan kısmında surun hiçbir izi kalmamıştır; tek
istisna, içindeki mezardan ötürü korunan, Baba Cafer Külesi'dir (bunu Çarşılar
Bölgesi'nde anlatıyorum.)

MARMARA SURLARI

Eminönü'nden Sarayburnu'na kadar da sur parçasına rastlanmaz. Ancak


Sarayburnu'ndan sonra, Topkapı Sarayı'nın eteklerinde sur parçaları
görünmeye başlar. Bu noktadan, kara surlarının başladığı noktaya kadar
olanlara "Marmara Surları" denir. Bu surların toplam uzunluğu (Sarayburnu -
Mermer Kule arası) 8260 metreydi.
Kıyı boyunca yürürken, ilk coğrafyacılardan Piri Reis'in bu yakın-larda dikilen
heykelinin çevresinde, kimi örülü olduğu için kolay seçilmeyen, kimi halen açık
bazı kapılar görüyoruz. Bu kapılar daha çok halkın deniz kıyısına inebilmesi için
açılmıştı.
Heykelin ilerisinde, duvar biraz başkalaşır, bazı oyuklar, farklı süslemeler
görülür. Dikkat edilmezse kolayca gözden kaçacak bu bölümün içinde şimdi
tamamen harap bir Bizans kilisesi vardır: Hristos Filantropus. Bunun içine dar
bir oyuktan geçilerek girilir ve ortalığı görmek için kuvvetli bir fener gereklidir.
(Yakınlarda burada kısmi bir restorasyon yapıldı, ama o zamandan beri gidip
son durumu göremedim.)
Kilisenin az ilerisinde, surların önünde çıkıntı yaparak duran birkaç sütunlu (ve
daha açık renk) bir kemer vardır. Burası, Topkapı Sarayı'nın dış köşklerinden
olan, Davut Ağa'nın inşa ettiği İncili Köşk'ün tabanıdır. Padişahlar arasında bu
köşkü en fazla III. Murat sevmiş ve vaktinin çoğunu burada geçirir olmuştu.
Gösteri yapan gemilerin top atışıyla sıvaları dökülüp camları kırılınca gözleri
yaşarıp saraya dönmüş, birkaç gün sonra da ölmüştü.
Surların bu bölümünde bulunan ve buradan içeri uzanan önemli bir Bizans
yapısı Mangana Sarayı'ydı. Buradan Mozaik Müzesi önlerine kadar geniş alanda
kazı yapılması durumunda, birçok ilginç kalıntıların ortaya çıkacağı tahmin
ediliyor.
İncili Köşk'ün yarım kilometre kadar ilerisinde Marmara Surları’nın en sağlam
kalmış kapılarından Ahırkapı'ya gelinir. Adı, Topkapı Sarayı'nın ahırlarının bu
çevrede bulunmasına bağlıdır (Bizans sarayı-nın ahırlarının da burada olduğu
biliniyor). Ünlü Ahırkapı Feneri, bir deniz kazasından sonra, III. Osman
zamanında yaptırılmıştı.
Ahırkapı’nın hemen yanında adı "Karışma Sen" olan geleneksel meyhane, onun
da ilerisinde modern Kalyon Oteli yer alıyor ve ayrı zevk veya keselere hizmet
veriyor.
Daha ileride Köprülü ailesinin eski konağı da şimdi lokanta halin-de.
Sur boyunca yola devam ederken bir süre sonra duvarda yeni bir değişiklik
göze çarpar. Burada hayli uzun bir balkonun dayanakları ve bu balkona açıldığı
görülen üç süslü kapı vardır. Burası Teodosios'un yaptırdığı, İustinianos'un
onarıp genişlettiği, zamanında görenlerin haşmetini büyük bir hayranlıkla
anlattığı Bizans İmparatorluk (Bukoleon) Sarayından bugüne gelebilmiş tek
kalıntıdır. Saray, Latin işgali sırasında iyice harap olmuş ve bir daha
kullanılmamıştı. Temsil ettiği koskoca tarihin yanı sıra bu perişanlığı, Fatih
Mehmet'i de hüzünlendirmişti. Sarayın yıkıntılarına bakarak, Sadi'nin
Afrasiyab'ın artık örümcek ağlarıyla örülü olan sarayı üstüne beytini
tekrarladığı anlatılır.

KÜÇÜK AYASOFYA

Bukoleon'un bu kalıntısının hemen ilerisinde, sarayın özel limanının olduğu


bölgeye geliyoruz. Küçük bir girinti olan (ve tamamen dolan) bu limanda, şimdi
Arkeoloji Müzesi'nde bulunan iki aslan heykelinden ötürü Porta Leonis adıyla
anılan kapıdan içeri, saraya geçiliyordu, imparator, saltanat kayığına bu
limanda binerek kentin çeşitli yerlerine denizden gidiyordu. Bir depremde
çöktükten sonra kapı Türkler tarafından "Çatladı-kapı" diye adlandırıldı. Başka
bir iddiaya göre de, fetihten az sonra burada yaşadığı bilinen "Çatladı Kasım"
adlı birinin adının bozulmuş şeklidir bu. Gene buralarda, "faros" (fener) diye
anılan bir sur burcu vardı: Bizans'ın kalelerden kalelere ateş ve dumanla
verilen tehlike sinyallerinin son menziliydi bu kule; doğu tarafından yaklaşan
düşman ordusu hakkında verilen duman işareti en son buraya ulaşırdı. Aynı adı
taşıyan, İsa'dan kaldığı-na inanılan kutsal eşyaların saklandığı kilise, 1204
Latin işgalinde yok oldu.

Plan 3. Küçük Ayasofya (Sergios ve Bakhos kilisesi)

Devam ediyoruz; şehre giren yolun karşısına geçip yürüyoruz; birazdan,


surların içinde kiliseden çevrildiği fark edilen bir cami görüyoruz. Amacımız
surları keşfetmek de olsa, buradan içeriye kısa bir sapma yapmakta yarar var.
İlkin, Küçük Ayasofya'ya (planı Ayasofya'yı andırdığı için Türkler bu adı
vermişti) ya da eski adıyla Sergios ve Bakhos Kilisesi'ne bakalım. Bu kilise de
İustinianos'un imar dönemi eserlerindendir ve 527'de, yani asıl Ayasofya'dan
birkaç yıl önce yaptırılmıştır. Dethier bu kiliseyi İustinianos'un karısı
Teodora’nın yaptırdığını söylüyor. Ama bir başka yaygın efsaneye göre
İustinianos, İmparator Anastasios'a karşı bir suikast komplosuna girişmiş ya da
giriştiği iddia edilmiş. O sırada bu iki aziz imparatora rüyasında onun suçsuz
olduğunu söylemişler ve böylece İustinianos idamdan kurtulmuş. İustinianos
bu kiliseyi yaparak azizlere şükranını dile getirmiş.
İustinianos'un temsil ettiği parlama, Bizans tarihinde kısa bir Rönesans gibi
olmuş, herhalde dönemin mimarlarını da etkilemiş ve onları yeni yeni planlar
aramaya teşvik etmişti. Sergios ve Bakhos ilginç bir plana sahiptir. Kareye
yakın bir dikdörtgen üzerine oturan bir sekizgene dayanan değişik bir kubbesi
vardır. Sekizgen, aralarında ikişer sütun bulunan sekiz payeden oluşur.
Bunların üstüne oturan dört kemer ve dört yarım kubbe, Rüstem Paşa ve daha
sonra Edirne'deki Selimiye camileri hakkında ilginç bir fikir verir gibidir. Alt
katta, sütunlarla dış duvarlar arasında bir çeşit ambtılatuar biçimlenir. Üst
katta da geniş, güzel bir galeri vardır. Sütunlar pembe ve yeşil, somaki
mermerdendir. Yapıldığı zaman bütün duvarların çok güzel mermerler ve
ayrıca mozaiklerle kaplı olduğunu biliyoruz. Sütunların üzerindeki üst galeri
boyunca Yunanca yazılar görülüyor.
Caminin bir köşesinde, eski çağda yangın söndürmekte kullanılan, "tulumba'"
dediğimiz aletin bir örneği vardı, şimdi buradan alınıp başka yere götürülmüş.
Yangın çıkınca tulumbacılar bu sandığı sırıklarla sırtlarına alır, yalınayak
koşarak yangın yerine gelir ve aletin iki ucundaki kollara basarak hortumla su
sıkarlardı. İşin tuhafı, bize çok "Türk işi" gelen bu ilkel itfaiye aracını,
Müslüman olarak Davud Gerçek adını alan bir Fransız keşfetmişti.
Küçük Ayasofya'nın önündeki medrese avlusu, 16. yüzyıl başında kiliseyi
camiye çeviren Kapı Ağası Hüseyin Ağa’nın eseridir ve bugün bazı çok yoksul
aileleri barındırmaktadır. Caminin, girişe göre solun-daki türbe de bu Hüseyin
Ağa’nındır.
Caminin biraz ilerisindeki Çardaklı Hamamı'nı da aynı kişinin yaptırmış olması
muhtemeldir. Bunun oldukça eski bir hamam olduğu ve daha eski bir Bizans
hamamının zemini üstüne kurulduğu bilim adamlarınca ileri sürülmüştü. Ne var
ki, Türkiye'de tarihi yapıyı koruma bilincinin hiç gelişmediği bir dönemde
hamam özel mülk haline geldi ve Bizans'tan kaldığı düşünülen mermer döşeme
tamamen ortadan kalktı.

SOKOLLU CAMİİ

Hamamın önünden yukarı uzanan yokuşu tırmandığımızda bir camiye ve


külliyesine geliyoruz: Sokollu Camii. Burası, Süleyman'dan başlayarak üç
padişaha sadrazamlık yapan, Osmanlı tarihinin en büyük devlet adamlarından,
Sırp asıllı Sokollu Mehmet Paşa'nın adına karısı tarafından yaptırılmıştır ve
Mimar Sinan'ın en güzel eserlerinden biridir.
Külliyenin giriş kapısına gelmek için biraz sola doğru yürümek gerekiyor. Birkaç
ayrı köşeden bakılınca, bu binayı bu kadar dik bir yokuşa yerleştirmenin de
başlı başına bir maharet olduğu anlaşılıyor. Sinan, her zamanki gibi, topografık
güçlükleri estetik etkiye çevirmeyi başarmış. Aşağıda kalan giriş kapısından
yukarı tırmandıkça, adım adım olgunlaşan perspektif bunun bir kanıtı.
Merdivenin sonunda, medrese odalarıyla çevrili avluya geliyoruz. Merdivenin
üstünü, medrese dershanesi olan genişçe odasının örttüğünü burada anlıyoruz.
Ortada güzel bir şadırvan var.
Cami, kareye yakın bir dikdörtgen. Bunun üstündeki altıgene otu-ruyor kubbe.
Bu kubbeyi de dört küçük yarım kubbe çevreliyor ve destekliyor, ama bunlar
dört duvarda değil, dört köşede yan yana du-ruyor ve böylece cami de enine
genişliyor. Giriş ve karşısındaki mihrap duvarlarında ise kemerler var. Caminin
özgün planının verdiği ölçülü mekân duygusu, klasik dönemin son derece güzel
İznik çini-leriyle destekleniyor. Egemen renk, turkuvaz. Biri mihrapta olmak
üzere, Hacer-ül Esved'in bazı parçaları da var bu camide. Giriş tarafındaki
orijinal kalem işleri de güzel. Bütünüyle, İstanbul'da görülebilecek en güzel
camilerden biri Sokollu.
Caminin alanı içinde, kuzeydoğu köşesindeki Helvacı Camii'ni Kanuni'nin
helvacıbaşısı İskender Ağa yaptırmıştı. Şimdi minaresinin ve bazı duvarların
yıkıntısı duruyor.
Sokollu Camii'nin kuzeyinde Mehmet Paşa Yokuşu'nda, 17. yüzyıl sonunda
yapılan Özbekler Tekkesi'ni -ama epey harap halde- görürüz. Girişin üstünde
minaresi duran bu binanın sağında ve solunda derviş hücreleri vardır. İlginç ve
görülmeye değer bir binadır.
Uğur Tanyeli, külliyenin güneyinde yer alan adada, Sokollu ailesinden Lala
Mehmet Paşa sarayının bulunduğunu ileri sürüyor ve bu blokun güney
tarafındaki, şimdi dükkân olarak kullanılan tonozlu duvarın, sarayın zemin
duvarı olduğunu söylüyor.

Plan 4. Sokollu Mehmet Paşa Külliyesi

KADIRGA

Sokollu Camii girişinin önünden tekrar aşağıya inerek Kadırga Meydanı'na


varırız. Burası, adının da ima ettiği gibi, bir limandı. Bizans zamanında şehrin
Marmara kıyılarındaki irili ufaklı girintiler liman haline getirilmişti. Gemiciliğin
daha sonraki teknolojik gelişme seyrinde temelde kürekle yürüyen küçük
tekneler (çektiriler, kadırgalar vb.) yerlerini büyük yelkenlilere bırakınca bu
küçük limanlar pratik olmaktan çıktı ve terk edildi. Zamanla dolarak bugünkü
hallerine geldiler; çeşitli yeni işlevler yüklenen düz alanlar. Kadırga Meydanı ve
bitişiğindeki, denize daha yakın, Cinci (Cündi) Meydanı, 1950'lere kadar
İstanbul'un başlıca bayram yerleriydi. Karagözcüler, tuluatçılar, cambazhaneler
buraya gelirdi.
Meydanın doğu ucunda karşılıklı iki küçük kahve vardır. Bunlar eskiden, Küçük
Ayasofya'da tulumbalarını gördüğümüz tu-lumbacıların devam ettiği
kahvelerdi. Şimdi salaş bir tarzda üstü kapatılan havuzlu alan eskiden bahçeydi
ve daha sevimliydi. Oradaki, Abdülmecit zamanından kalma karakol da
benzerleri gibi sevimli bir binadır. Karşı sırada, ilk yapılışı ta Bayezid zamanına
uzanan ama bugüne kadar çeşitli onarımlardan geçen Kadırga Hamamı vardır.
Caddeden batı yönüne ilerlerken, solda, bir taraçayı andıran dört köşe küçük
bir bina görülür. Bu, Esma Sultan (18. yüzyılda, III. Ahmet'in kızı)
namazgahıdır. Namazgah, genellikle yol üstünde olanların namazlarını vakit
kaybetmeden kılmaları için yapılan bir açıkhava ibadethanesidir. Suriçi
İstanbul'da bunlardan yalnızca bu örnek kalmıştır. Yapının altındaki
muslukların başında abdest alınır ve merdivenden taraçayı andıran üst kata
çıkılarak namaz kılınır.
Meydanın güneybatı ucundan denize doğru inen dar sokaklara girildiğinde,
Marmara surlarının bir bölümüyle daha karşılaşırız. Bu surların şimdiki deniz
kıyısından bir hayli içeride olması, yukarıda değindiğim küçük limanlardan bir
başkasının kıyısında olduğumuzu bize gösterir; bugün Kumkapı adıyla tanınan
semt o zamanlar Kontoskalion adıyla tanınan limandı. Bu surların kemerleri
içinde şimdi küçücük, hayli mütevazı evler duruyor.
Yeniden Kadırga Caddesi'ne çıktığımızda, yolun sağında oldukça büyük bir Rum
Ortodoks kilisesi görülür; Ayia Kiryaki Kilise vakfının dükkânları caddede
sıralanır. Onların üstündeki yükseltide kilise vardır (karşı sırada da, şimdi
kullanılmayan eski okul binası). Osmanlılar İstanbul'u fethettikten sonra,
kubbeyi camilere özgü bir mimari öğe saymış ve gayrimüslimlerin
ibadethanelerinde kubbe kul-lanılmasını istememişlerdi. Bu nedenle, ancak 19.
yüzyıl sonlarında -Tanzimat Fermanı ve onu izleyen hukuki düzenlemeler
sonucunda- Hıristiyanlar da yeniden kubbe yapmaya başladılar. Aya Kiryaki bu
dönemin erken örneklerinden biridir. Mimarı Tiadis'tir.
Aya Kiryaki'nin biraz ilerisinde, onunla aynı zamanda yapılmış bir başka güzel
Ortodoks kilisesi, Panayia Elpida var. Geçen yüzyıl so-nunda, Kumkapı-
Gedikpaşa arasında oturan ve deniz tarafindakileri daha zengin olan Rumlar
tarafından aynı zamanda yaptırılmış iki kili-se. Özenli, güzel yapılar.
Ermeniler'in Surp Harutyun Kilisesi de Aya Kiryaki'nin karşısına düşen sokaklar
içinde.

KUMKAPI

Kumkapı yakınlara kadar, ahalisinin çoğu Rum ya da Ermeni olan bir balıkçı
semtiydi. Bu geçmişten bugüne, belirli bir mimarinin ayakta kalabilmiş -bazıları
oldukça güzel- konut örnekleri, Rum ve Ermeni kiliseleri, bir de İstanbul'un en
gelişkin "orta sınıf" balık tavernaları kaldı. İstanbul tavernacılığının son
"klasiklerinden" bazıları iz bırakmadan kayboldu (Minas, Yorgo), bazılarının
çocukları aile mesleğini sürdürüyor ("Kör" Agop'tan Hayko), bazıları da hâlâ
hayatta ("Çamur" Şevket, demiştim son baskıda. Ama bugün hayatta olduğunu
söylediklerimi de kaybettiğimizi öğrendim). Ama şimdi Kumkapı baştan aşağı
meyhane; Paris'teki Moufftarde gibi, kendilerine özgü kişiliği olan, çok sayıda
insana lezzetli meze ve balıklarla hoş vakit geçinebilen ve "ticari turizm"i
"otantizm'le oldukça iyi dengeleyebilen bir bölge.
Demiryolu köprüsünün altından geçerek yeniden kıyıya çıkabiliriz (burada eski
küçük dalgakıranıyla eski Kumkapı Limanı ortadan kalktı, şimdi bunu
çevreleyen çok daha geniş dalgakıranla yeni liman ve balık hali vardır). Ya da,
Kumkapı tren istasyonundan sonra kalıntıları görülmeye başlayan deniz
surlarına paralel giden iç sokaklardan batıya doğru yolumuza devam edebiliriz.
Burada, bazı çok eski Rum evleri de -şimdi genellikle depo haline getirilmiş-
görebiliriz.
Kumkapı'yı izleyen Nişanca semtinde, Şarapnel Sokağı'nda, Ermeni Gregoryen
Patrikhanesi ve kiliseleri var. Bizanslılar, başkentlerinde kayda değer bir
Ermeni nüfus barınmasına imkân vermemişlerdi. Onun için bu dönemde
Ermeniler, Galata gibi tam da şehir içi sayılmayan yerlere yerleşmişlerdi. Fatih
Mehmet İstanbul'u ele geçirince şehirde nüfusun son derece azaldığını gördü
ve impara-torluğunun her bölgesinden Türk-Müslüman ya da gayrimüslim
nüfusu yeni başkentine yerleşmeye teşvik etti. Teşvik yetmezse zorladı da.
Böylece yemden canlanmaya başlayan şehre gelenler arasında birçok Ermeni
de vardı. Altı yerden geldikleri için "Altı Cemaat" diye anılırlardı. Bu sonradan
"Oniki Cemaat"e yükseldi.
Fatih, Rum Ortodoks Patriğiyle uzun uzun görüşüp anlaştı ve böylece dünya
Ortodokslarının ekumenik patriği Osmanlı başkentinde ruhani görevini
yapmaya başladı. Benzer bir işlemi, Fatih, devletinin önemli cemaatlerinden
Ermenilerle de gerçekleştirmek üzere, iyi tanıdığı Bursa Piskoposu Hovakim'i
de İstanbul'a çağırdı ve 1461'de onu İstanbul Ermeni Gregoryen Patriği yaptı.
Ancak Gregoryen kilise örgütlenmesi farklı olduğu ve merkezi Ermenistan'da,
Erivan yakınındaki Eçmiadzin'de bulunduğu için, İstanbul patriği, önemli bir kişi
olmakla birlikte, Ortodoks patriği ya da papa gibi "tek" otorite olmadı.
İlk Ermeni Patrikliği Samatya'da kurulmuştu (bunu o bölgede göreceğiz). 17.
yüzyıl ortalarında Kumkapı-Nişanca'ya taşındı ve orada kaldı. Patrikhane
binası, 19. yüzyılın güzel ahşap binalarından biridir. Karşı sırada, yan yana inşa
edilmiş (son olarak 1913'te) üç kilise ve iki şapel vardır. Ortadaki, en büyük
kilise, Surp Asdvadzadzin (yani Meryem Ana), Patrikhane kilisesi olarak
kullanılmaktadır. Alt katındaki ayazmadan, buranın Bizans döneminde
Ortodokslara ait olduğu kanıtlanır. Ermeni cemaatinin 19. yüzyıl
büyüklerinden, II Mahmut'un çok sevdiği maliyeci Kazaz Artin'in mezarı ve
heykeli de buradadır.
Kumkapı'dan batıya yürüdüğümüzde Yenikapı'ya geliyoruz. Burada eskiyi
hatırlatan hemen hemen hiçbir şey yok (19. yüzyıldan kalma Rum Ortodoks
Ayios Teodoros Kilisesi ile kıyıya çok yakın Surp Tateos Ermeni Kilisesini
saymazsak). Zaten çok eski değil, çünkü burası da Bizans döneminde Marmara
kıyısındaki en geniş liman olan Elefterios ya da Teodosios limanıydı. Eski şehrin
tek akarsuyu Lykos buradan denize dökülürdü. Bu limanlar önemlerini
kaybettikten sonra, Lykos buranın dolmasına katkıda bulundu (sonra kendisi
de kuruyup yok oldu). Akarsu alüvyonuyla dolan yerlerde verimli toprak olur.
Nitekim bu bölge (Langa-Vlanga) uzun zaman İstanbul'a kaliteli sebze
yetiştirdi. Sonra bostanlar da yerlerini beton bloklara bıraktılar. Arada tek tük
kalmış birkaç küçük bostan hâlâ görülebiliyor.

NARLIKAPI

Kıyı şeridi boyunca Samatya'ya yaklaştıkça sağımızda surlar yeniden yer yer
belirmeye başlıyor, bazen de solumuza geçerek kıyının eski çizgisini
gösteriyorlar. Eski Samatya Kapısı artık yok, ama onun şimdi tren
istasyonunun altındaki geçitle aynı yerde olduğunu tahmin etmek güç değil,
çünkü içerideki sokaklar buraya akıyor.
Samatya Kapısı'yla Yedikule arasında, ayakta kalmış tek büyük kapı, Narlıkapı.
Bizans döneminin önemli dini merkezlerinden Studios Manastırı ve Ayios
İoannis Kilisesi buraya çok yakın; imparatorların bazen burayı ziyaret etmek
için denizden geldikleri ve o zaman bu kapıyı kullandıkları biliniyor. Samatya
bağımsız bir gezi gerektiren bir semt olduğu için biz şimdilik içeri girmeyelim,
kapıya adını veren nar ağaçlarını hayal etmeye çalışarak Yedikule'ye doğru
devam edelim. (Narlıkapı'ya gelmeden hemen önce oldukça yeni yapılmış Surp
Hovhannes Ermeni Kilisesi var).
Çok geçmeden şehrin bitimine geliyoruz. Burada Marmara surları bitiyor, kara
surları dik bir açıyla kuzeye doğru kıvrılıyor. Solda, kıyıda, karayolu açılınca
surlardan koparak tek başına kalmış bir kule var: Mermer Kule. Surlar burada
köşe yapıyor; ancak, kulenin içinde bol miktarda mermer kullanıldığına göre,
belli ki burası sadece askeri anlamda işlevsel bir yapı olarak düşünülmemiş;
imparatorun bir uğrağı da bu kule olabilir. Andreasyan, Eremya Çelebi'nin
kitabı için yazdığı notlarında, daha sonra hapishane olarak kullanıldığını
yazıyor.

YEDİKULE

Mermer Kule'yi gördükten sonra, 5632 metre boyunca uzanan Kara Surları'nın
yanından yürümeye başlıyor ve çok geçmeden Yedikule'ye geliyoruz. Burada
kara trafiğinin işlediği görece dar bir kapıdan şehir içine giriliyor. Kapının iç
tarafında, kemerin üstüne, çift başlı Bizans Kartalı kabartması işlenmiş.
Yedikule kapısı burası. Ama Yedikule kalesinin içinde, çok daha görkemli bir
başka kapı var. Şimdi kalenin bir parçası haline gelen bu kapıyı 390 yılında I.
Theodosius yaptırmıştır. O zaman bu, şehir dışında, bir zafer takı olarak inşa
ettirilmiş, daha sonra, II. Teodosios bugüne kalan yeni surları yaptırınca, sur
kapılarından biri haline gelmiştir. En şatafatlı kapı bu olduğu için zafer kazanan
imparator ve komutanlar seferden dönüşlerinde şehre bu kapıdan girerlerdi.
Son olarak 1261'de Mihail Paleologos, şehrin Latin Haçlılarından geri
alınmasıyla, beyaz atı üzerinde bu taktan geçerek şehre dönmüştü.
Bizanslıların Porta Aurea (Altın Kapı) diye adlandırdığı bu takta üç kemerli kapı
var; ortada olan en yüksek. Hepsinin üstünde Herakles'in, Prometheus'un vb.
heykelleri varmış. Kapının önünde duvarları fazla yüksek olmayan bir kale
çıkıntısı ve onunla tak arasında şimdi ot bürümüş bir küçük avlu var. Kapılar,
herhalde sonraki dönemlerde, savunmada gedik yaratmamaları için
örülmüşler. Duvarlarda çeşitli haç vb. kabartmaları seçilebiliyor. Avlunun
ortasında fazla derin olmayan bir kuyu var.
Fetihten sonra Türkler surların bu bölgesine, şehrin içinden yeni duvarlar ve
kuleler ekleyerek bağımsız bir kale yaptılar. "Yedikule", bu kalenin adıdır. Fatih
başlangıçta hazinenin önemli bir kısmını bu kaleye yerleştirdi. Ama daha sonra
hazinenin sarayda, sultanın yanı başında durması daha uygun görüldü. Bundan
böyle Yedikule bir zin-dan olarak, daha çok da siyasi kimlikli kişilerin
kapatıldığı bir hapishane olarak kullanılmaya başlandı.
Günümüzde Yedikule bir müzedir. Kale içinde, muhafızlar için yapılmış caminin
yalnızca minaresinin kalıntısı görülüyor. Ondan çok daha sonra yapılan
amfiteatr da, şehrin bu bölgesinde tiyatroya merak uyandırmanın
güçlüklerinden olsa gerek, neredeyse cami kadar haraplaşmış. Hapishanenin
acı anılarını müzede görebiliyorsunuz. Örneğin, bir şekilde padişahın öfkesini
çeken yabancı elçiler buraya hapsediliyordu. Aralarında Rusya'dan Obrestov,
Fransa'dan Pangueville ile Ruffın gibi diplomatlar olduğu biliniyor. Kule
duvarlarında bunlardan bazılarının taşa kazıdığı özgürlük övgülerini hâlâ
görmek mümkün.
Yedikule'yle ilgili en karanlık anılar 17. yüzyıl başlarında kısa bir saltanat süren
II. Osman'dan (Genç Osman) kalmadır. Reform girişimlerine kızan yeniçeriler
onu tahttan indirdiler, epey hakaret ve epey eziyetle kısa süre burada kapalı
tutulduktan sonra öldürüldü. Bu olay daha sonraki birçok Osmanlı padişahının
korkulu rüyası oldu. Osman'ın kapatıldığı küçücük hücre, sur tarafındaki büyük,
dört köşe kulelerden birinin içinde, bugün de görülebiliyor. Burada, alt katta,
ayrıca idam mahalli de var. Kesilen kelle zemindeki delikten aşağı atılır,
oradaki su yolu denize bağlandığı için birkaç güne kadar kelle denize
kavuşurmuş. Günümüz koşullarında, kıyılarda, naylon torba ve patlıcan kabuğu
türünden yabancı nesnelerin denizi kirletmesine üzülüyor ve kirlenme öncesi
zamanı özlemle anıyoruz. O zamanlarda da "yabancı madde"nin bu türlüsüne
rastlama ihtimali aklımıza pek gelmiyor - gene de, şimdi soyulan patlıcan o
zaman kesilen kelleden fazla miktarda olmalı.

BELGRAD KAPISI

Surların Osmanlı döneminde ihmal edildiğine değinmiştim. Ancak, 1984-89


arasında İstanbul Belediye Başkanı, askeri değil turistik gerekçelerle surların
oldukça büyük bir kısmını restore ettirdi -öyle ki, Türkler 20. yüzyılda sur
yapan tek ulus olarak da tarihe geçebilirler. Bu restorasyon sonrasında bu
alanlara biraz "oyuncak kale" havası geldi. Şimdi umudumuz, bu duvarların
mümkün olduğu kadar çabuk eskiyerek bu havadan kurtulması.
Yedikule'den sonra, restorasyonun en yoğun olduğu- çünkü en yıkık yer
burasıydı- Belgrad Kapısı'na (Ksilokerkos) geliyoruz. Söylentiye göre burası,
sadece içeriden surlara çıkmak üzere yapılan askeri kapılardan biriyken,
Osmanlı döneminde açılmış ve kamusal kapı olmuş. Süleyman, Belgrad'ı
fethettikten sonra yanında getirdiği esnafı burada yerleştirdiği için kapı bu adı
almış. Surun biraz içerisinde Panayia Belgradiu Kilisesi'nin kalıntısı var. Bunun
da, Kanuni'nin buraya yerleştirdiği Sırplar için yapıldığı söylenmiştir.

SİLİVRİKAPI

Bundan sonra gelen Silivrikapı, adı üstünde, Silivri (Silimbrius) yolunun


başlangıcıydı. Dolayısıyla kapılar bazan da uzandıkları yöne göre
adlandırılıyordu (Edirnekapı da böyledir). Silivrikapı'ya yakındaki Balıklı
Ayazması’nın kaynağına atıfla "Peges" de deniyordu. Latin işgali, bu kapının
gizlice açılmasıyla içeri giren komutan Aleksios Strategapulos tarafından sona
erdirilmişti.
Buraya gelmişken küçük bir gezintiyi göze almalı ve kapının karşısındaki dar
yoldan ilerleyerek Balıklı kompleksine bir göz atmalı. Burada şimdi oldukça
yeni bir kilise ve manastır binası var, ama burası fetih öncesinin önemli bir dini
merkeziydi. Bir mucizeyle bulunan ve daha sonraları da çeşitli mucizelere yol
açan bir ayazmadan ileri geliyordu önemi. Genç bir adam olan Leon, yaşlı bir
köre rastlar. Kör, ondan su ister. Leon, bir ses işitir. Ses, suyun yerini betimler
ve ihtiyarın gözüne sürmesini emreder. Bunu yapınca, adamın gözleri açılır.
Ses, Leon'a imparator olacağını da söylemiştir; bu da gerçekleşir ve Leon, bu
hikâyeye pek de uymayan "Katil" lakaplı imparator olur. O zaman bu ayazmayı
yaptırır. Daha sonraki bir efsaneye göre Fatih'in kuşatması sırasında bir keşiş
bu manastırda, tavada balık kızartırken, şehre girildiği haberi gelmiş. Keşiş
buna inanmamış, "şu kızaran balıklar canlanmadıkça böyle bir şeye inanmam,"
demiş. Bunun üzerine balıklar tavadan sıçrayıp ayazmanın havuzuna
atlamışlar.
Kilise avlusuna girince ilk dikkat çeken şey, avluya döşenmiş Yu-nanca yazılı
mezar taşları oluyor. Yol açmak için istimlak edilen bir mezarlıktan bu taşları
Balıklı'daki din adamları alıp getirmiş ve buraya döşemişler. İlginç olan, Türkçe
kelimelerin Yunan alfabesiyle yazılmış olması. Mezarlık, Konya-Kayseri
çevresinde yaşayan, yazıda Yunan alfabesini kullandıkları halde Türkçe
konuşan ve fetihten kısa zaman sonra İstanbul'a gelip özellikle Samatya'ya
yerleşen Karamanlı Rumların mezarlığı. (Karamanlis'in adı da buradan gelir).
Şöyle ör-nekler var:

Pederim Kastandı
Sanatım Kunduracı
Şöhretim Mibah
Senesi 1879
Vademiz tamam

ya da

Mevludum Kayseri vefatı...


Şimdi hak yolunda geldi bir seyran...
Hamd olsun Rabbiye mezar...

Kilise narteksinin dışındaki bir başka avluda görece yakın zamanlarda ölmüş
Fener patriklerinin ve bazı zengin İstanbul Rumlarının oldukça gösterişli
mezarları bulunuyor.
Balıklı kompleksinin çevresi, buralarda hep olduğu gibi, mezarlık dolu; Rum,
Ermeni, Türk mezarlıkları var. Greko-Romen şehircilik, nekropolisi şehir ve sur
dışına çıkarırdı (akropolisi en yüksek tepeye kurarken); Türkler de bu âdeti
devam ettirdiler. Balıklı Ermeni mezarlığında da, bu sefer Ermeni alfabesiyle
Türkçe yazıtlar vardır. Pamukciyan'ın aktardıklarından biri şöyle:

"Bakman ceşmi beşaretlen/Mezarımın tapna/Ağnamazlar halimden/Ta


gelmeyince başına" (Sorguççu Agop).
Surun bu kısmı yakınlarda restore edilirken, çok eski bir mezar bulundu ve bu
aile mezarının içinden ilginç nesneler çıktı. Ne yazık ki, bu kadar yeni bulunan
bir mezar bile define avcılarının saldırılarından korunamadı.
Silivrikapı'nın, Dalan döneminde şimdi olduğu şekilde restore edilmeden önce
daha sevimli bir hali vardı. Kapıya dışarıdan bakıldığında, solda, şirin bir kahve
duruyordu. Kapıdan girer girmez, gene solda, üstü teneke kaplı, duvara
yaslanmış, küçük ahşap bir ev vardı. Cumbasında bir yaşlı kadın oturur ve
gelen geçeni öfkeli öfkeli süzerdi. Yeni yapılan yapılar, yanında oldukları tarihi
binalardan güçlü görünmüyor, tersine ona yaslanıyor ve sığınıyorlarsa, bu beni
tedirgin etmiyor. Tarihle içice yaşamanın bir biçimi olarak, hoşuma da gidiyor
bazan. Şimdi o kahve ile o ev yok, ama sur içinde, gene Dalan zamanında
yapımına başlanan ve surlarla uyum sağlamalarına hiçbir imkân olmayan
apartman kuleleri var. İstanbul belediye başkanlarının ne demek istediğini
anlamak bazen çok güç.
İki de ermiş ya da yarı-ermiş mezarı var burada (aslında kapılarla ermişler
arasında bir ilişki olmalı, çünkü bu kapıların her birinde en az bir yatır ya da
ermiş ya da sahabe mezarı var). Soldaki, sur üstünde oturup dururken IV.
Murad'ın Bağdad'ı fethettiğini sezivermiş. Ama bu "malum olma" pek de hayırlı
olmamış, çünkü oturduğu yerden aşağı atlayıp can vermiş.
Sağdaki ise "Fatih'in askerlerinden Elekli Dede" olarak tanıtılıyor. Gelgelelim,
ikisi de 17. yüzyılda yaşamış Evliya Çelebi ile Eremya başka bir hikâye
anlatıyorlar:
"Elekli Divanesi dilsiz bir divane idi. Elekden başka bir şey yemezdi... eleği
kırarak çenberin atıp gerisini helva gibi ağzını köpürdeterek yedikten sonra
çeşmi mestini süzüp safa iderdi" (Evliya Çelebi).
"Silivri kapusunun dışında Elekci Dede'nin mezarı bulunmaktadır. Elekci Dede
hiç konuşmazdı. Daima Elek yer ve Çingenelerin peşinde gezerdi... Bu adamın
vücudu kapkara kesilmişti, yaz ve kış ana doğ-ması çıplak gezerdi" (Eremya
Çelebi).
Fatih'in oldukça tuhaf bir askeri!
Yola devam etmeden önce, Silivrikapı'dan yüz metre kadar içerideki Sinan
yapısı İbrahim Paşa Camii'ne de uğramak gerekir. Bu, Sinan'ın erken
döneminden kalma mütevazı bir camidir. Kubbe, dört köşedeki tromplarla sade
bir şekilde desteklenmiştir. Caminin içindeki ve dışındaki, laciverdin egemen
olduğu çiniler sonradan yenilenmiş olmalı, çünkü bunlar İznik'in son dönemi ve
hatta Tekfur Sarayı çinileri gibi görünüyor. Minberin mermer işçiliği özellikle
güzel.
Caminin biraz ilerisinden sola doğru saptığımızda, cami, tekke, türbe, sebil ve
çeşmelerden oluşan, Bala Külliyesi'ne gelinir. İlk bina olan cami çok eskiden
yapılıp yıkılmış, şimdiki binalar ise 19. yüzyıldan kalmadır. Ahşap tekke
binasının sebil ve çeşmenin bulunduğu taş cephe duvarı hayli güzeldir.
Tekkenin az ilerisinde, surlarda, Kalagru Kapısı görünür.

MEVLEVİHANE KAPISI

Silivrikapı'yı izleyen kamusal kapı Mevlevihane Kapısı'dır (ya da, daha sık
kullanılan adla, Mevlanakapı). Bu ad, sur dışındaki bir Mevlevi tekkesinden
ötürü verilmiştir. Roma-Bizans dönemindeki adı ise Region'du. Dış kapısındaki
kitabede bu kısımların İmparator İustinos (İustinianos'un amcası ve ondan bir
önceki imparator) ile karısı Sofia ve komutan Narses tarafından (Bizans'ın son
"hadım" generallerinden) tamir ettirildiği yazılıdır. Bizanslılar buraya "Rus
Kapısı"(Roussion) da diyordu. Çünkü 9. yüzyılda henüz Hıristiyan olmamış bir
Rus topluluğu Eyüp'e yerleşmişti. Sonra ayaklanarak şehre bu kapıdan olmak
kaydıyla girip çıkma hakkını elde ettiler. Komutanları, bu hakkın kanıtı olmak
üzere, kalkanını kapının üstüne çaktı.
Son iki kapı oldukça sağlam kaldığı için iç ve dış kapılar, köprü gibi öğelerle,
surun eski durumu hakkında oldukça iyi fikir veriyorlar.

TOPKAPI

Bu kitabın ilk baskısında, Topkapı çevresini belirleyen otogardan ve onun


yarattığı kargaşalıktan söz etmiştim. Şimdi yeni otogar çalış-maya başladı ve
buralar da değişecek gibi görünüyor, ama kargaşalık bütünüyle ortadan
kalkmadı.
Bu keşmekeşte bulması zor ama; karayolunun kıyısında, Sinan'ın küçük çaplı,
zarif eserlerinden ahşap Arakiyeci İbrahim Ağa Camii görülebilir ("arakiye"
Mevlevilerin giydiği uzun keçe külahtır). Cami ahşap olduğu halde nasılsa eski
şeklini koruyabilmiştir. Çatısı, minaresi, içindeki çinileri son derece güzeldir.
Yeni yollar surların ortasından geçmiş, böylece eski Topkapı ve Edirnekapı
görece sakin çevreleriyle, ayakta kalabilmişlerdir. Her iki noktada da, sur
içinde, ilginç anıtlar vardır. Topkapı'da, Sinan'ın en güzel camilerinden olan
Kara Ahmet Paşa Camii'ni görürüz. Camiye, bir medrese olan avludan gireriz.
Beş kubbeli son cemaat yerinin orantıları, ayrıca da dış duvardaki çinileri çok
güzeldir.
Kubbe, altı ayak üstüne oturur (dörtgen içinde altıgen modeli). Dört köşede
dört küçük çeyrek kubbe yer alır. Kemerler de altı büyük sütuna oturtulmuştur.
Üç yanında galeriler vardır. İç mekânın oranları kusursuzdur. Ayrıca bütün bu
mekân son derece güzel kalem işleriyle süslenmiştir -özellikle müezzin
mahfillerinin altındaki tahta tavanlar. Bu özellikleriyle cami İstanbul'da tektir
diyebiliriz. Dışarıda, Ahmet Paşa’nin zarif türbesiyle bir okul binası, külliyenin
geri kalan parçala-rıdır.
Kara Ahmet Paşa'nın karısı, Yavuz Selim'in kızı olan Fatma Sultan'dı. Onun az
ileride yaptırdığı, kendi adını taşıyan mescit yıkılmış, tamir edilince de özelliğini
kaybetmiştir.
Topkapı'nın biraz ilerisinde, sur içinde Surp Nikoğos ve Ayios Nikolaos (Aya
Nikola) adında, 19. yüzyıldan kalma bir Ermeni ve bir Rum kilisesi vardır.
Bulunduğumuz yerin biraz uzağında, Millet Caddesi üstündeki otobüs
deposunda, şimdi Manastır Mescidi adıyla bilinen ve eski adı unutulmuş, Bizans
kilisesinden çevrilme bir cami var; çok sade, üç apsisli dikdörtgen bir bina bu.
Caddenin öbür tarafında ise, minaresinde "Endülüsi" imzalı bir güneş saati
olan, ahşap çatılı Kürkçübaşı Camii (Kanuni'nin kürkçüsü Ahmed Şemseddin
Efendi yaptırmış) durmaktadır. Minaresi oldukça ilginçtir.
EDİRNEKAPI

Edirnekapı’nın bulunduğu yer, "Yedi Tepe"nin en yüksek olanıdır (76 metre


kadar). Ama buradan Topkapı'ya doğru toprak alçalır. Bu alçak kısım, bir
vakitler Lykos deresinin şehre girdiği yerdi. Dolayısıyla kara surları en çok
burada alçalır; nitekim, büyük kuşatmada Fatih karargâhını burada kurmuş ve
şehre buralardan girilmişti. Lykos'un şehre girdiği noktada bugün adını dolaylı
olarak dereden alan Sulukule bulunur. Burası, askeri kapılardan, Pempton
olarak biliniyordu. Burada surun hemen içinde yerleşik Çingenelerin mahallesi
vardır ve belirli bir türden zevklere (göbek atma ve sonrası) meraklı
İstanbulluların belli başlı eğlence yerlerinden biridir.
Neslişah Sultan burada Kuruçeşme ya da kendi adıyla anılan mütevazı bir
mahalle mescidi yaptırmıştır. Neslişah, II. Bayezid'in torunuydu. Sonradan
tamir gören mescit 1540'tan kalmadır.
narak Edirnekapı'ya varırız. Bu kapı Hadrianopolis'e (Edirne) giden yolun
başlangıcıdır. Bu ve güneydeki Yaldızlıkapı, başlıca Mesa'nın yarattığı "Y"
çatalının iki ucunun çıkışlarıdır.
Surun ve kapının hemen içindeki meydanlıkta Sinan'ın bir başka olağanüstü
eseri olan Mihrimah Camii yükselir. Cami bir set üstündedir, Avlusundaki
ağaçlar buraya bahçemsi bir hava verir. Avlunun çevresindeki odalar gene bir
medresenin öğrenci odalarıdır. Ortada güzel bir şadırvan vardır; Sinan bu
şadırvanlar için de hep değişik, özgün planlar yapmıştır.
Camiye yedi kubbeli son cemaat yerinden girilir ve gene çoğu Sinan eserinde
olduğu gibi şaşınhr. Bu seferki fazladan özellik aydınlıktır. Sinan ilk
camilerinden birini gene Mihrimah Sultan için (Süleyman'ın Rokselan'dan kızı)
Üsküdar'da yapmıştı. Sinan standartlarına göre vasat diyebileceğimiz bu cami
oldukça karanlıktır ve sanki mimar -kim bilir, belki de Mihrimah'ın yakınması
üstüne- bu sefer her şeyden önce ışığı yakalamaya çalışmıştır.
Cami planı karedir; tepede dört duvardaki dört kemere oturan ve
pandantiflerle desteklenen geniş bir kubbe vardır. Kubbe ağırlığı yarım veya
çeyrek kubbelere bölüştürülmemiş, yalnız dışarıda dört köşeye destek kuleleri
yapılmıştır. Böylece, kemerli düz duvarlarda, başka camilerde hiç görmediğimiz
kadar çok sayıda pencereye yer kalmış, bu da, değindiğim aydınlık ve ferah iç
mekânı sağlamıştır.
Ne yazık ki cami iki ciddi depremde hasar görüp onarımdan geçti. Bugün iç
mekânı süsleyen kalem işleri bu nedenle oldukça yeni (I. Ab-dülhamit
zamanından). Orijinal süsleme kalabilmiş olsa kim bilir neye benzerdi! Bunu
hayal edebilmek için, Ahmet Paşa Camii'ndeki kalem işlerini veya onlarla eş
düzeyde bir işçiliği zihinde buradaki ışıkla yan yana getirmek gerekiyor.
Külliyenin öbür binalarının çoğu, örneğin hamam, oldukça harap. Gördükleri
kısmi onarımlar da hiç yeterli değil.
Mihrimah Camii'nin biraz güneyinde Ayios Dimitrios Sarmaşık, Edirnekapı’nın
biraz ilerisinde de Ayios Yeoryios (Aya Yorgi) Rum Ortodoks kiliseleri vardır.
Latin işgali sırasında burada bir hayaletin dolaştığı, bunun Etius Yeoryios'un
hayaleti olduğu söylentisi çıkmıştı. Şehri geri alan Bizanslılar bu olayı anmak
için burada bir kilise yap-tırdılar. Şimdiki Ayios Yeoryios o kilisenin yerinde
duruyor.
Ayios Yeoryios'tan şehir içine doğru yürürken solda sarı ok bizi Kariye
Müzesi'ne gönderiyor. İstanbul'da bir kilise içinde en iyi korunmuş mozaik ve
freskler burada görülür. Kilise başlangıçta sur dışında kaldığı için "Khora"
(Kırda) adını almıştı. Ancak bugün gördüğümüz bina 11. yüzyıldan kalmadır.
Onarımlar, yandaki Parekklesion gibi eklemelerle, orijinal plan hayli değişikliğe
uğramıştır. Freskler ve mozaikler de 14. yüzyılda yapılmıştır.

KARİYE MÜZESİ

Bütün bu resimleri gerekli sıra içinde ve gerekli bilgilerle izlemek gerekir. Bu


kitapta ben bu ayrıntılara giremeyeceğim için, doğrudan doğruya Kariye'yi
anlatan bir kitap alınmasını, mümkünse önceden okuduktan sonra kilisenin
gezilmesini öneriyorum. Görece geç dönemin ürünü olan bu resimlerin
Bizans'ın daha önceki donuk, fazla stilize ve cansız resimlerinden çok farklı
olduğu herkesçe kabul edilir. Bu özellikleriyle, olamamış bir Bizans
rönesansının habercisi gibidir. Kiliseyi ve fresklerle mozaikleri bu hale getiren
adam, Logotet Teodoros Metohites'ti.
Turing Kulübü'nün başkanı Çelik Gülersoy Kariye çevresinde de restorasyon
çalışmaları yürüttüğü için burada tamirden geçmiş ahşap evler, bir otel, kahve
ve pastaneler sevimli, keyifle yorgunluk giderecek bir çevre yaratıyor. Asitane
adında bir lokanta da eski Osmanlı mutfağına dayanan oldukça iyi bir menü
sunuyor.
Kariye'den aşağı inen yokuşu izleyerek doğuya doğru gidildiğinde, Kürkçü
Çeşme sokağında, eski Kastoriya sinagogunun bahçe duvarla-rı, ön ve arka
bahçe kapıları görülür. İçerisi şimdi park yeridir ve fetihten kısa süre sonra,
Makedonya'nın Kasturya şehrinden gelen Yahudiler'in yaptığı sinagogdan hiçbir
eser kalmamıştır. Bunun güzel, mermerli bir sinagog olduğu ve 1930'larda terk
edilerek yok yere yıkıldığı biliniyor.
Kariye'den kuzeye doğru giden dar caddeye çıkıp birkaç yüz metre
yürüdüğümüzde surlara bitişik Blaherna Sarayı'ndan kalan tek bölüm olan
Tekfur Sarayı'na geliyoruz (Konstantinos Porfirogennetos Sara-yı). Dethier
burayı ayrıca "Hebdomon" ve "Taç Sarayı" adlarıyla anı-yor. Üstü açık bir
avluya giriyor ve çatısı göçmüş, üç katlı saraya ba-kıyoruz. Giriş sütunlu ve
dört kemerli. Onun üstünde, beş büyük penceresiyle ikinci kat var. En üst
katta pencereler çoğalıyor (yedisi avluya bakıyor). Bütün bu duvarlarda
mermer ve tuğla ile çeşitli farklı süslemeler dikkatimizi çekiyor.
Binaya dışından baktığımızda, bu avlunun karşısına düşen duvarın dış yüzünde,
aşağıdan büyüyen ağacın yapraklarının kısmen örttüğü güzel bir balkon var.
Surlara dayalı tahta merdivenden çıkıp biraz cambazlıkla duvar üstünden
yürürseniz, surun burçlarından birinin içine girebiliyor ya da isterseniz dışından
kulenin tepesine de tırmanabiliyorsunuz. Buradan, şehrin bu bölgesinin epey
geniş bir alanını görebiliyor ve ortalığı saran çirkin binalar varolmadan önce
manzaranın ne kadar güzel olduğunu hayal edebiliyorsunuz.
İmparatorluklar çöktükten sonra, kalıntılarının başından nice traji-komik olay
geçebiliyor. Bu saray parçası bir zaman Osmanlı sarayının fil ve zürafa gibi
hayvanlarının kapatıldığı yer olmuş. Bir ara gizli bir genelev olarak bile
çalışmış. 18. yüzyılda ise, İznik'te artık ölen çiniciliği canlandırmak isteyen
yenilikçi Sadrazam İbrahim Paşa burada bir çini imalathanesi kurdurmuş.
Kitapta sık sık değindiğim "Tekfur Sarayı çinileri"nin kaynağı burası. Daha
yakınlarda, sonunda Boğaz'da kurulan Robert College kurucusu Cyrus Hamlin
bir aralık okulu burada yapmayı düşünmüş. Şimdi Tekfur Sarayı az sayıda
turistin ve meraklının gelip gezdiği bir yarım müze konumunda.

Plan 5. Kariye Müzesi (Khora Kilisesi)

Sarayın karşısında, sıralı taş ve tuğladan, dikdörtgen biçimli, müte-vazı bir


semt camisi olan Adilşah Kadın Camii var. III. Mustafa'nın üçüncü kadınıydı.
Tekfur Sarayı'nın karşısındaki dar sokaklardan birinden yürüyünce Rum
Ortodoks Panayia Hançeriotissa Kilisesi'ne gelinir. Bu küçük ve sevimli kiliseyi
Fenerli zengin Rumlardan Hançerli Bey yaptırmış. Ayia Paraskevi ayazması
buradadır. Bunun yakınında, adını bileme-diğim, bir de sinagog vardı.

EĞRİKAPI

Saraydan hemen sonra Teodosios surları biter, Manuel Komnenos surları başlar
(herhalde Teodosios surları burada zayıf kaldığı için böyle bir takviyeye gerek
görülmüştü). Komnenos surları batıya doğru bir bombe yapar. Sur boyunca -
bazen mecburen uzaklaşarak- yürüdüğümüzde, kara surlarının son kamusal
kapısına, Eğrikapı'ya geliriz (eski adı Kaligaria). Son İmparator Konstantinos'un
son göründüğü yer bu çevredir. Bizans'ta burası ayakkabıcı esnafının
bulunduğu bölgeymiş.
Türklerin bu kapıya "Eğri" demelerinin nedeni kapının kendisinde olan bir
bozukluk değildir, kapıdan içeri girmeden önce yolun keskince bir dirsek
yapmasıdır. Bu eğrilik, biraz da, kapıya dıştan bitişik bir sahabe türbesinden
ileri gelebilir.
Efsanevi Kaşıkçı Elması hakkındaki yaygın hikâye, onun bu çevrede
bulunduğunu anlatır (Yenikapı'da bulunduğu da söylenir). Elmas şimdi Topkapı
Müzesi'nde, 86 kırat ağırlığında ve 48 pırlantayla çevrili, gözyaşı damlası
biçimindedir.
Şimdiye kadar sayılan bütün kapılarda -ve henüz görmediğimiz Leon surlarının
önünde- bazı evliya mezarları vardır. Bunların arasında, özellikle sahabe
(peygamberi şahsen tanımış olanlar) mezarlarının şu bakımdan anlaşılır bir
yanı var: Hazret-i Muhammet'in ölümünden görece kısa bir zaman sonra
Arapların İstanbul kuşatmaları başlamıştı. Bu kuşatmalar sırasında şehit
düştüğüne inanılan kişilerin en önemlisi de Ebu Eyyûb Ensari'dir. Yalnız bu
kapılarda -ve başka yerlerde, örneğin Karaköy'deki Yeraltı Camii'nde -
gördüğümüz bu gibi mezarların hemen hemen hepsi 19. yüzyılın başında, II.
Mahmut'un saltanatında keşfedilmişti. Belki de bu radikal Batılılaşmacı padişah,
aynı zamanda, mutaassıp halka böyle zararsız bir inanç kanalı açıyor-du.
Eğrikapı'nın dışında ve biraz güneyinde bir başka ilginç bina vardır: Kırkçeşme
Maksemi. Bizans'tan beri içme suyunun önemli bir kısmı şehre buradan
giriyordu. Sinan'ın yaptığı bu bina, Belgrad Ormanı çevresinden gelen suyun
toplandığı ve haznenin çevresi boyunca sıralanan kırk delikten akarak şehrin
çeşitli semtlerine gönderildiği yerdir.
Eğrikapı'dan şehre girdikten iki sokak ileride sola sapınca, Rum Ortodoks
Panayia Suda Kilisesi'ne gelinir. Burada, yeraltında, ikonos-tasion'lu, mermer
havuzlu, Ayia Zoni ayazması vardır. Bizans çağında buraya azılı delilerin
bağlandığına dair bir hikâye söylenir.
Bu kapının üç kule ilerisinde Komnenos surları da biter, onları Heraklios
Surları, daha sonra, Kara ve Haliç surlarının birleştiği nok-tada da Leon surları
izler. Bunları ve Haliç kıyısında kalan son iki kapıyı (Ayakapı ve Cibali Kapısı)
Haliç bölümünde anlatmanın daha iyi olacağını sanıyorum.
Kara surları güzergâhında, böylece, yedi kamu kapısı (Yedikule, Belgrad,
Silivri, Mevlevihane, Topkapı, Edirnekapı, Eğrikapı) ve bazı askeri kapılar
gördük. Surlar yer yer çok sağlam, yer yer harap ya da yok olmuş, yer yer de
yeniden yapılmış durumda. Birçok noktada çağdaş hayat bu eski surlarla
kaynaşmış, bazı kuleler insanın aklına kolay kolay gelmeyecek işlevler için
kullanılıyor. Hendek de bazen var, bazen kayboluyor, varolduğu noktalarda
çoğunlukla bostan haline gelmiş. Yalnızca sur görmek biraz sıkıcı da olabilir,
ama çeşitli noktalarda sağa sola sapıp çok farklı binalara göz atınca, bu
monotonluk kırılıyor.

DİVANYOYU-AKSARAY

DİVANYOLU - AKSARAY

Daha önceki bölümde, bugünkü Sultanahmet Meydanı'nın Bizans ve Osmanlı


dönemlerinde nasıl bir politik merkez olduğuna değinmiştim. Şehrin ilk
tasarımında burası, Augusteion Meydanı, seçtiğimiz yöne göre, şehre gelirken
yolunuzun bittiği ya da şehirden çıkarken yolunuzun başladığı noktaydı; Milion
taşı da bunu gösteriyordu. Biz bu gezimizde buradan yola çıkıp sağımızda
solumuzda neler olduğunu görelim.
Az ileride, sağda, Türk Edebiyat Vakfi'na verilmiş, ama giriş katında halı satılan
bir bina var. Burası, Cevri Kalfa İlkokulu'ydu. Cevri Kalfa Saray halayıklarından
biriydi. 1808'de Kabakçı isyanından sonra, II. Mahmut'un tahta çıkmasını
önlemek isteyen IV. Mustafa taraftarları onu sarayda öldürmek üzere hücuma
geçtiklerinde, Çevri Kalfa saldırganların yüzüne kızgın kül atıp genç şehzadeyi
dama kaçırmış, böylece hayatını kurtarmıştı. Mahmut padişah olunca doğal
olarak Kalfa'yı ödüllendirdi; o da, Osmanlı ahlakı gereği, varlığının bir kısmını
cami ve okul gibi hayır kurumları yaptırmakta kullandı. Mahmut, öldüğünde
Çevri Kalfa'yı kendi annesi Nakşidil Sultan'ın türbesine gömdürerek de
minnetini belirtti.
İncili Çavuş Sokağı ile Çıkmazı'nın kavşağında, Kaygusuz tekkesi vardır. Geçen
yüzyılın ikinci yarısında Bolulu Kaygusuz İbrahim Baba tarafından kurulmuştur.
Kadiri tekkesidir.

BİNBİRDİREK

Solda, daha önce gördüğümüz park ve içinde Antiohos Sarayı’nın kalıntıları


var. Az ileride, kocaman ve sevimsiz Adliye Sarayı görülü-yor. Sol kolda, Türk
dostu Fransız yazarının adını Türk imlasıyla ya-şatmaya çalışan Klodfarer (yani,
Claude Farrere) Sokağı'na sapınca bir meydana gelinir. Meydanın öbür ucunda,
kulübemsi bir bina, Filoksenus ya da Türkçe adıyla Binbirdirek sarnıcının
girişidir. (Filoksenus, Roma'dan buraya gelen senatörlerden biridir. Sarnıcın
üstünde kendine bir saray da yaptırdığı sanılıyor). Yerebatan'dan sonra en
büyük kapalı sarnıç olan Binbirdirek'te 14'er sütunluk 16 sıradan, toplam 224
sütun vardır. Sarnıcın yüksekliği 15 metreye yaklaşır; dibi şimdi dolmuş
durumda olduğuna göre, eskiden daha da yüksekti (yaklaşık 20 metre). Bu
uzunlukta yekpare taş bulunamadığı için sütunlar üstüste konulan ikişer
parçadan oluşurlar. Zaten Türkçe'deki adının doğrusunun, böyle yapılmış sütun
anlamına gelen "Bindir Direk" olduğu söylenmiştir. Sarnıçlardan pek
hoşlanmayan Türkler burayı imalathane ve depo olarak kullanmışlardı.
Sonradan bina boşaltıldı. Yakın zamanlarda, içinde çeşitli filmler çekiliyordu
(örneğin İtalyan korku filmleri).

FUAT PAŞA CAMİİ

Buradan çıkıp Klodfarer'den aşağıya devam edildiğinde, sağda küçük bir cami
ve türbe vardır; Keçecizade Fuat Paşa'nındır bu binalar. Fuat Paşa, Abdülaziz'in
başlıca iki nazırından biriydi (öbürü de Ali Paşa). Sadrazam olmadığı zamanlar
Hariciye Nazırı olurdu. Nükteleriyle ünlüydü. Yabancı diplomatlara dünyâda en
güçlü devletin Osmanlı devleti olduğunu söylemişti (herkesin "hasta adam"
dediği dönemde). Gerekçesi şuydu: "Yıllardır siz dışarıdan, biz içeri-den,
yıkmaya çalışıyoruz, hâlâ yıkılmıyor." Bir gün yabancılara İstanbul'u
gezdirirken, eski püskü ahşap evlerde, kem göze karşı asılan Arapça "Ya
Allah", "Ya Hafız" levhalarının ne olduğunu sor-duklarında, "Bizim memleketin
en büyük sigorta şirketidir" demişti. Gezmekte olduğumuz Divanyolu'nu
modern ölçülere göre genişlet-tikten sonra, "Bu caddeyi bize atılan taşlarla
yaptık," demişti. Paşanın camisi ve türbesi dönemin Osmanlı mimarisindeki
üslupsuzlaşmanın kanıtıdır ve kendi espri düzeyi ve niteliğiyle ters orantılıdır.
Peykhane Sokağı'ndan Sultanahmet'e doğru yürüyüp soldaki Babayani
Sokağı'na saparsak, köşedeki eskice, mimari bakımdan çok da ilginç olmayan
bahçeli yapı, İran Okulu'dur. Okul tamamen İran devletine bağlıdır ve buradaki
İranlı ailelerin çocukları için açılmıştır. Eskiden eğitimi Şah'a göreydi, şimdi de
Humeyni sonrasına göre. Burası eskiden İran Hastanesi idi. 1882'de Debistan-ı
İraniyan adıyla kurulan okul Yeşildirek'teki yerine sığmayınca buraya taşındı.

TEODOSİOS SARNICI

Fuat Paşa'dan ters yöne yürüyüp Piyer Loti'ye (Burası Türk dostu Fransız
yazarlarının semti) çıktığımızda, Eminönü Belediyesi'ni görü-yoruz. Bunun
Divanyolu üstünde olan kısmı eskiden konservatuvardı ve karşı köşesinde Asım
Paşa Konağı vardı; Yeni Osmanlılar'ın mali destekçisi Mısırlı Mustafa Paşa
İstanbul'un ilk kulübünü bu binada açmıştı. Bir söylentiye göre konak
sonradan, yukarıda adı geçen Fran-sız yazarları adına bir anıt yapmak üzere
yıktırıldı; tabii anıt da yapılmadı. Bu sıralarda Konservatuvar'ın yerinde de Arif
Paşa'nın ahşap konağı vardı. 1980'lerde konservatuvar başka yere taşınıp
şimdiki şekliyle belediye binası genişletilirken, burada olduğu bilinen Teodosios
Sarnıcı da ortaya çıkarılıp onarıldı. Bu da şehrin büyükçe ve güzel
sarnıçlarından biridir.

TÜRBE

Ana caddeye dönelim; karşı köşede, yüksek bir bahçe duvarı, onun ileri
köşesinde de ampir tarzı geniş bir türbe binası var. Bu, ilk ciddi Batılılaşmacı
padişahlardan II. Mahmut'un türbesi. Ama binada ve bahçede çok sayıda insan
yatıyor. Örneğin Sultan Abdülaziz, değerlendirmesi hâlâ tartışmalarla dolu II.
Abdülhamit (Batıcılara göre Kızıl Sultan, Doğuculara göre Ulu Hakan)
buradalar. Türbenin içi bir mezardan çok bir saray gibi döşenmiş.
Bahçede gömülü daha birçok ünlü kişi var. Bir söylentiye göre, Jan Hus ve
Münzer gibi geç ortaçağ köylü devrimcilerin Türk benzeri Şeyh Bedreddin'in
mezarı da buradaymış, ama şimdi taşı bulunamıyor. Osmanlı hanedanının,
Cumhuriyet döneminde ölmüş bazı üyelerinin mezarları da burada. Ayrıca,
çoğu geçen yüzyılda yaşamış birçok önemli kişinin mezarı da burada: Ziya
Gökalp ve ayrıca İttihatçı kurşunuyla vurulan Ahmet Samim ile Hasan Fehmi
buradalar; Sadullah Paşa, Muallim Naci ve Ata Bey; Kıbrıslı Mehmet Emin ve
Fethi Ahmet Paşalar; Sait Halim Paşa, Hidiv ve Şerif aileleri üyeleri vb.
Yakınlara kadar genellikle kapalı duran bahçede şimdi yazın bir açık hava
kahvesi hizmet veriyor.
Aynı kolda, karşı köşede, Basın Müzesi var. Burası Safvet Paşa tarafından
üniversite olarak yapılmış ve sonra pek çok farklı amaçla kullanılmıştır. Mimarı
Fossati olabilir.

KÖPRÜLÜ KÜLLİYESİ

Çıkıp Beyazıt'a doğru birkaç adım daha yürüyünce solumuzda eski bir bina
görüyoruz. Burası Köprülü Kütüphanesi. Köprülü Mehmet Paşa, Osmanlı
devletinin zor zamanlarında, 17. yüzyılın ikinci yarısında, oldukça ihtiyar
olduğu bir sırada sadrazamlığa çağrılmıştı. Ölünceye kadar bu görevde kaldı ve
Osmanlı ölçülerine göre "başarılı" bir sadrazam oldu. Ne var ki, bu "başarı"nın
önemli bir kısmı uyguladığı yoğun baskı ve şiddetle kazanılmıştı. Köprülü'nün
ailesi (iki oğlu ve başka akrabaları) ondan sonra sadrazam oldular ve bir
paralel hanedan gibi uzun süre Osmanlı devletini yönettiler. Bu büyük ailenin
son önemli üyelerinden biri de Türkiye Cumhuriyeti'nde çağdaş tarihçiliğin
oluşmasına önemli katkıları olan ve çok partililiğe geçişte Demokrat Parti'nin
kuruculuğunu yapan Fuat Köprülü idi. Kütüphanede, bir kısmı Mehmet Paşa
zamanından kalma değerli el yazmaları vardır.
Paşa'nın mezarı ve camisi aynı sırada, biraz ileridedir. Üstü açık türbe, bir halk
yorumuna yol açmıştır: paşa, yağmur yağsın da gazabını dindirsin diye
türbesinin üstünü açık bıraktırmış... Birkaç adım ilerideki cami de şimdi çoğu
yok olan medresenin dershanesi olarak yapılmıştı.
Bu noktada durup yolun karşı tarafına baktığımızda Sarı Selim'in karılarından
Nurbanu'nun yaptırdığı Çemberlitaş Hamamı'nı görürüz. Burası hamam
olmaktan çıktıktan sonra ilkin bir lokanta, sonra da giyim mağazası olduğu için,
soyunmaya gerek olmadan içine girebileceğimiz ender hamam binalarından
biridir, ama içinde hamamı hatırlatacak pek az şey kalmıştır.

ÇEMBERLİTAŞ
Hamamın yer aldığı köşede, Bizans'ın başlıca meydanlarından birine gelmiş
oluruz. Burası Forum Constantinus'tur ve bugün Çemberlitaş adıyla bilinen
sütun da vaktiyle üstünde Büyük Constantinus'un heykeli duran sütundur.
Orijinal sütun daha Bizans zamanlarında çeşitli felaketlere uğrayıp onarım
görmüş, buna Osmanlı zamanlarındaki yangınlar ve onarımlar eklenmiş,
sonunda geriye, ayakta kalması için demir çemberlerle takviye edilen bu örme
taş sütun kalmıştır. Yüksekliği 35 metredir. Dibinde bazı çok önemli ilk
Hıristiyanlık kalıntılarının gömülü olduğuna inanılırdı. Eskiden, Sultanahmet'ten
sonraki bu ilk forumda (oval olduğu biliniyor) Senato, Praetorium ve çeşitli
önemli binalar bulunuyor, bina saçaklarını pek çok heykel süslüyordu.
Karşı sırada, şimdi Darüşşafaka sitesinin olduğu yerde, Elçi Hanı vardı. Sürekli
elçilikler kurulmadan önce geçen diplomatlar burada kalırdı. Ama han hiç iz
bırakmadan yok oldu ve neye benzediğini bilen yok.
Bu yörede bir tür meydan hâlâ var. Sağa sapıp biraz yürüyünce sağda, gene
Köprülü külliyesinin bir parçası olan Vezir Hanı'na geli-yoruz. Bu da tipik bir
Türk kervansarayının özelliklerini taşıyor; dikdörtgen avlu, avluyu kuşatan
depo ve ambarlar, geniş giriş kapısı, buradan iki yanda ikinci kata tırmanan
merdivenler. Han yakın zamanlarda onarıldı, ama bu onarım pek uzmanca
olamadı. Vezir Hanı İstanbul'daki son klasik kervansaraylardan biridir ve hayli
bü-yüktür.
Karşı köşede, Constantinus sütununun az ilerisinde, İstanbul'un en eski
camilerinden biri olan Atik Ali Paşa Camii'ni görürüz. Ali Paşa, II. Bayezid'in
vezir-i azamlarındandır. Cami, fetih öncesi Osmanlı cami mimarlığının
özelliklerini gösterir; kubbenin örttüğü dörtgen ve onu bir yarım kubbeyle
destekleyen, arkada geniş bir apsis gibi çıkıntı yapan, mihrabın bulunduğu
kısım. Külliyeden geriye yalnızca karşı sıradaki medrese kalıntısı kalmıştır.
KÜLLİYELER

Atik Ali Paşa'yı ve onu izleyen, artık klasik görüntülerini kaybetmiş


baharatçıları geçtikten sonra, sağımızda gene eski bir duvar görürüz.
Pencerelerden içeriye bakınca, otlar ve ağaçların bürüdüğü eski mezar taşları
gözümüze çarpar. Burası, bir türbe, bir medrese ve bir sebilden meydana
gelen Koca Sinan Paşa Külliyesi'dir. On altı kenarlı türbe ve köşedeki sebil
ilginç binalardır ve Sinan'ın yerini alan Davut Ağa’nın eserleridir (16. yüzyıl
sonu). Bu külliyenin içinde çok yakınlarda bir kahve açıldı.
Arnavut asıllı Sinan Paşa, Yemen ve Tunus fatihi olarak tanındı. Ama en önemli
-ve yarım kalmış- girişimi, Sapanca gölü üstünden Karadeniz'i Marmara'yla
birleştirecek bir kanal açmaktı. Askeri başa-rılarından çok para biriktirmişti.
Birçok hayır işinin yanı sıra, III. Murat'ın çok sevdiği İncili Köşk'ü de o yaptırdı.
Karşı köşedeki Çorlulu Ali Paşa Külliyesi'nde de çok eskiden beri çalışan bir
kahve var. Bu külliye 18. yüzyılın ilk on yılı içinde yapılmıştır, ama bu dönemde
başlayan baroktan çok klasik tarzın etkisindedir. Banisi olan Ali Paşa'nın kellesi
padişah emriyle vurulmuş, kelle idamın gerçekleştiği Midilli'den İstanbul'a
getirilip bu külliyenin mezarlığına gömülmüştü. Binaların çok fazla özelliği
yoktur, ama nargilenin hâlâ içildiği nadir yerlerden biri olan kahve, özellikle yaz
ve bahar aylarında, İstanbul'un görülmeye değer renkli köşelerinden biridir.
Sol kolda bir külliye daha var: Kara Mustafa Paşa Külliyesi. Köşede de sekizgen
camisi. Barok başlangıcının bu örneği özellikle sekizgen oluşuyla ilginç.
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Köprülü ailesinin damadı ve birincisi gibi
başarısız kalan ikinci Viyana kuşatmasının komutanlığını yürüten sadrazamdı
ve bu başarısızlık nedeniyle pek çok Osmanlı sadrazamı gibi o da kellesini
kaybetmişti. Bu külliyenin medrese kısmı, cadde üstünde, şimdi Fetih
Cemiyeti'nin elinde.
Külliyenin altında, bir işyerinin içinde kaldığı için ancak bir kısmı görülebilen - o
da, görülebilirse- küçük bir Bizans sarnıcı var.
Külliyenin yanındaki sokaktan sola sapınca, kendimizi Gedikpaşa Çarşısı'nda
buluruz. Bu renkli çarşı, solda ikinci sokaktaki hamam gibi, adını Fatih'in
Rum'dan dönme son sadrazamı Gedik Ahmet Pa-şa'dan (Kırım ve Otranto
fatihi) alır. Çifte hamam, türünün İstanbul'daki en eski ve güzel örneklerinden
biridir.

BEYAZIT VE BAYEZİDİYE

Yeniden caddeye "dönüp yolumuza devam ettiğimizde, karşı sırada


Kapalıçarşı’nın kanatlarından biri uzanır (ama önündeki bir yığın kargaşalıkla
kamufle olmuş durumdadır). Az sonra Beyazıt Meydanı'na geliriz. Burası Bizans
zamanında Forum Tauri idi (Boğa Meydanı). Theodosius Forumu adıyla da
anılan bu meydan Konstantinopolis'in en büyük alanıydı. Sultanahmet'te
başlayan Y’nın kuyruğu burada bir çatalla kavuşuyordu. Çatalın biri kuzeye,
bugün Şehzade Camii’nın olduğu meydana, öbürü de bizim şimdi devam edip
varacağımız Aksaray'a uzanıyordu. Theodosius adına dikilen muazzam anıt
1509'da yıkılmıştı. Bazı parçaları şimdi Arkeoloji Müzesi'nde, bazıları da Beyazıt
hamamının temelinde ya da cadde üstünde görülebiliyor.
Böylece, Forum Tauri'den geriye pek bir şey kalmadı. Ama 1950'lere kadar
Beyazıt'ta, ortasında havuz olan, tramvayların gelip geçtiği ve havuzun
çevresinde döndüğü sevimli bir meydan vardı. Menderes'in İstanbul'u imar
ettiği sıralarda bu meydan durmadan alçaltıldı, yükseltildi, bitirilemedi ve
sonunda bugünkü tuhaf halini aldı.
Bu meydanda, Fatih'in oğlu II. Bayezid'in camisini görüyoruz. Fa-tih'in kendi
anıtsal camii yıkılıp yeniden onarıldığı için, fetih sonrası Osmanlı cami
mimarisinin değişmeden kalmış ilk büyük örneği budur. Osmanlı devleti,
İstanbul'un fethiyle ciddi bir imparatorluk statüsüne yükselmiş, Roma'dan
kalma bu kente yakışır azamette bir imar faaliyetine girişilmişti. Daha önce
Osmanlı mimarları gerçekten güzel camiler inşa etmişlerdi. Ama bu camilerin
planlarından, çok daha anıtsal binalara geçmek kolay değildi. Bu bakımdan
Bayezid Camii önemli bir geçişi temsil eder. Bu geçişte Ayasofya'nın model
olarak kabul edilmesi de şaşırtıcı değildir. Ayasofya etkisi özellikle kubbenin
düzenlenmesinde belli olur. Ana kubbenin doğusunda ve batısındaki yarım
kubbeler aynı mimari tasarımın ürünüdür. Buna karşılık, Ayasofya'daki gibi
merkezi ağırlığı çok sayıda sütuna dağıtmak gibi bir çözüm düşünülmemiş,
sadece dört köşeli dört sütun kullanılmıştır. Daha sonraki Osmanlı cami
mimarisi bu yöntemi sürdürür ve merkezi mekânı genişletir. Bu özellikleriyle
Bayezid Camii Osmanlı mimarisinin gelişmesinde çok önemli bir adımdır.
Mimarının kim olduğu konusu bugün de tam bir kesinlik kazanmamakla
birlikte, Semavi Eyice, Yakubşah bin Sultanşah olduğunu söylemektedir.
Orta kapı, kubbe ve mihraptaki yazıları önemli bir hattat olan Şeyh Hamdullah
yazmıştı.
Bayezid Külliyesi’nın çeşitli binaları çevrede dağılmıştır. Medrese meydanın
ortasında tek başına duruyor ve şimdi hat sanatının sergi-lendiği bir müze
olarak kullanılıyor. Kuzey tarafındaki güzel imaret ve doğudaki eski sıbyan
mektebi, hepsi de günümüzde kütüphane olarak kullanılıyor. Sıbyan mektebi
herhalde şehirde türünün en eskisi. Adında hiç büyük harf yazmayarak bir çeşit
"oriental" e.e.cummings olan hakkı tarık us'un kitapları armağan edilerek
açıldığı için onun adını taşıyor.

Plan 6. Bayezid Camii

Türbeyle cami arasındaki çarşı da, sahafların hâlâ ağırlıkta olduğu bir kitapçılar
çarşısı (Daha önceleri, sahaflar Kapalıçarşı içindeyken, Hakkâklar Çarşısı olarak
kullanılıyordu). Böylece, Bayezid Külliyesi’nın aşağı yukarı bütün öğeleri okuma
uğraşıyla ilgili. Arkadaki küfeki taşından sekizgen türbede Bayezid,
yanındakilerden birinde kızı Selçuk Hatun, öbüründe de Tanzimat'ın veziri
Büyük Reşit Paşa, yatıyor. Bayezid mezarının Eyüp'te olmasını istemiş, ama
onu devirerek tahta çıkan oğlu Yavuz bu isteğe kulak asmamıştı. Caminin
yanındaki, yaşlı ve kocaman kestanenin (nedense hep çınar denir) gölgesi
altında yayılan açık hava kahvesi, uzun yıllardır karşıdaki üniversitenin hoca ve
öğrencilerinin bir numaralı uğrağı ol-muştur.
ÜNİVERSİTE BİNALARI

Bugünkü İstanbul Üniversitesi binası 19. yüzyılda Harbiye Nezareti olarak


yapılmıştı. Benzeri binalar gibi üslupsuz ve gösterişli bir binadır bu. Daha önce
değindiğim Ali ve Fuat Paşa'ların konakları da hemen bu civarda, şimdiki
üniversite bahçesine yakındılar. Bunlar Osmanlı'da taş ve kagir özel konutların
ender örnekleri arasındaydı. Kanuni’nin sadrazamı İbrahim Paşa'dan bu
döneme kadar muhtemelen hiçbir paşanın konağı Ali Paşa'nınki kadar görkemli
olmamıştı. Ölümünden sonra, zaten Abdülaziz'in armağanı olan kâşane devlete
döndü; ancak, Ali Paşa'nın kızı Rukiye Hanım da konağı babasının yaptırdığını
ve sonra yok pahasına ellerinden alındığını söylemişti. Bir süre, Abdül-mecit'in
kızı Fatma Sultan, sonra Abdülaziz'in kızları Nazime ve Saliha Sultanlar konağı
kullandı. Daha sonra da bina Harbiye Nezareti'ne verildi ve Erkân-ı Harbiye
Dairesi haline getirildi. Böyle kullanılırken yandı. Fotoğrafları da olduğu halde,
dış duvarlardan bir kabuk halinde yıllarca onarılmadan durdu ve 1950'lerde
yıkıldı; yerinde, şimdi orada görülen biçimsiz hanlar yapıldı. Ali Paşa'nın,
Cağaloğlu'nda gördüğümüz Fuat Paşa Camii'ne benzer camii burada yapıldı ve
o bugüne kadar kaldı. Bu cami de sekiz köşelidir; zemin katında girişi ve sebili
görülür, camiye merdivenle çıkılır. Barborini’nin yaptığı söyle-nen bu bina da
aynı yangında yanmış, ama 1952'de restore edilmiştir.
Fuat Paşa'nın Takvimhane Caddesi’nin Beyazıt'a bakan köşesindeki konağının
da karışık bir hikâyesi vardır. Abdülaziz ona da bir konak yaptırmak istiyor,
ama Fuat Paşa hazine sıkıntıya girmesin diye reddediyordu. Sonunda konak
yapıldı, ama Fransız mimar Bourgeois'nın yaptığı konak daha paşa içine
taşınmadan müsadere edildi. Çünkü bir akşam önce Abdülaziz; Beyazıt'ta
Yusuf Kâmil Paşa ile Zeynep Hanım'ın (Edebiyat Fakültesi’nin yerinde olan)
konağına iftara gitmiş, Fuat Paşa'yı da oraya çağırmıştı. Paşa'nın gecikerek
gelmesi bazı yanlış yorumlara yol açtı ve padişah armağanını geri aldı. Bunun
üstüne Fuat Paşa "Eski müsadere usulü devam mı ediyor?" diyerek istifa etti. O
zaman padişah konağı geri verdi; Fuat Paşa kabul etmedi vb. Çok geçmeden
Fuat Paşa tedavi için Fransa'ya gitti ve öldü. Bina önce Maliye Nezareti oldu.
Şimdiki Eczacılık Fakültesi binasıdır.

BEYAZIT KULESİ

Üniversite bahçesinde, II. Mahmut'un 1828'de ünlü Ermeni mimar ailesi


Balyanlar'a yaptırdığı Beyazıt Kulesi bulunur. Bu ve karşı kıyıdaki Galata Kulesi
yangın kuleleri olarak kullanılıyordu. Aşağı yukarı bütün konutları ahşap olan
İstanbul'da yangın bir numaralı felaketti. Bir noktada başlayan yangın uygun
rüzgâr buldu mu çok kısa zamanda yayılır, yüzlerce, bazen binlerce ev yanıp
kül olurdu. Şehrin sert rüzgârı poyraz olduğu için özellikle kuzeyden başlayan
yangınlar çok can yakardı. Yangını zamanında görmek ve o çağların
teknolojisiyle çabuk yetişip söndürmek çok önemliydi ve bu yüzden yangın
kuleleri de vazgeçilmez yapılardı. Bu yörede daha önce varolan ahşap yangın
kulesi bir yangında yandığı için(!) bugünkü 50 metrelik kule taştan yapıldı.
Beyazıt kulesinde hâlâ itfaiyeciler var ve içine girmek için izin almak gerekiyor.
Onca basamağı tırmanmayı başaran kişinin ödülü de benzersiz bir İstanbul
manzarası oluyor.
"Eski ahşap yangın kulesi" akla Yeniçerileri getiriyor. Çünkü bu ocak varolduğu
sürece yangın söndürmeden onlar sorumlu olmuşlardı ve İstanbul'da Yeniçeri
odaları (kışlaları) bu bölgede, Beyazıt-Şehzadebaşı arasında toplanıyordu.
Türklerin fetihten sonra inşa ettikleri ilk saray (Eski Saray) da bu noktadaydı.
O saraydan bugüne hiçbir iz kalmamıştır.
Bayezidiye çevresinden yeniden caddeye döndüğümüzde, yolda antik
dönemden kalmış çeşitli taşlar, mermer sütun parçaları görüyoruz. Bunlar
teknik anlamda Bizans'tan da önceki dönemin Roma İmparatoru Theodosius'un
forumundan bugüne kalabilmiş parçalar.
Burada, Bayezid Medresesi'ni geçtikten sonra, Fen ve Edebiyat fakültelerinin
binalarına gelmeden hemen önce, artık kullanılmayan büyük bir hamam
görüyoruz. Bu Bayezid Hamamı'dır, ama orada çalışan Patrona Halil adlı
tellâkın Lale Devrini sona erdiren Patrona isyanının (1730) önderi olmasından
sonra, Patrona Hamamı adıyla da anılır. III. Ahmet ve Sadrazamı Nevşehirli
İbrahim Paşa'nın başlattıkları Lale Devri, Osmanlı tarihinin ilk bilinçli
Batılılaşma girişimi sayılabilir. Bu dönemin ıslahat çabaları gösterişli bir
dekadan tüketimle iç içe geçmiş, bu da bir halk isyanına yol açmıştı.
Hamamın yanındaki dar sokakta biraz yürüyünce sağımızda, şimdi Türkiyat
Enstitüsü olan Hasan Paşa Medresesi'ni görürüz. Bu da 18. yüzyılın ilk
yarısında yapılmış güzel, ferah bir medrese binasıdır.

SİMKEŞHANE

Karşı sırada, aynı Hasan Paşa'nın bir de işhanı var. Bu ve onun hemen
yanındaki (Sultanahmet'e daha yakın olan) Simkeşhane, 1950'lerde caddenin
genişletilmesi için kısmen yıkıldıktan sonra, gene kısmen restore edilerek
bugünkü hallerine getirildiler. Simkeşhane şehirdeki en eski Türk yapılarından
biridir; fetihten sonra, darphane olarak inşa edilmiş, ama hazine ve darphane
kısa süre sonra -herhalde daha güvenli olsun diye- Topkapı Sarayı'na
taşınınca, Simkeşhane (simli iplik eğrilen yer) haline gelmişti. Bugünlerde
simin yerini sü-pürgenin aldığı gözleniyor.
Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey'den, burada, Simkeşhane Emini’nin her yıl ulema
ve şeyhleri davet edip avluda otağ kurduğunu, ziyafetten sonra mevlûd
okunduğunu, ayrıca, Süleymaniye’nın Tiryaki Çarşısı'ndaki altın varakçı
esnafının da 18. yüzyılda buraya taşındığını öğreniyoruz.
Buradan Aksaray'a doğaı yürürken karşı sırada Fen ve Edebiyat fakültelerine
bir göz atabiliriz; bu kadar uzaktan bakmak bence yeterli. 1940'lardaki Nazi-
Faşist mimarlığın Türkiye'ye yansımasının örneklerinden biridir bu bina.
Yerinde daha önceleri Kâmil Paşa’nın Mısırlı karısı Zeynep Hanım'ın (Zeynep -
Kâmil çifti) konağı vardı.

RAGIP PAŞA KÜTÜPHANESİ


Aynı sırada bir blok kadar daha yürüyünce solumuzda Koca Ragıp Paşa
Kütüphanesi'ni görürüz. Bazı medreselerdeki gibi bir dershanenin altındaki
kapıdan geçerek kütüphanenin avlusuna girilir. Bu dershane bir sıbyan mektebi
olarak yapılmıştı. Kütüphane, güzel bir bahçenin ortasında dört köşeli bir
binadır. Dört sütuna oturtulmuş bir kubbesi vardır. Binanın içinde kitaplar
ortadaki tunç parmaklıklar içinde ko-runmuştur. Okuma yerleri duvarlar
boyunca düzenlenmiştir. Duvarlar, herhalde Tekfur Sarayı döneminin de
sonrasına rastlayan ve oldukça açık Avrupa etkileri gösteren (eğer düpedüz
ithal değillerse) çinilerle kaplanmıştır.
Kütüphaneyi yaptıran Ragıp Paşa, Osmanlı tarihinin en kültürlü ve zarif
sadrazamlardan biriydi. Devlet işlerinde başarılı olmuştu, ama aynı zamanda
iyi bir şairdi. Dönemin kadın şairi Fitnat Hanımla aşkı, ayrıca, nükteleriyle ünlü
Haşmet'le dostluğu, sadrazamın zengin kişiliğinin hoş cephelerindendir. 18.
yüzyıl, ilk kamu kitaplıklarının yapılmaya başlandığı dönemdir.
İki blok daha yürüyüp sola ve üç blok sonra da sağa saparsak, şimdi cami
olarak restore edilmiş bir Bizans kilisesine geliriz. Mirelaion Kilisesi son derece
yüksek bir kripta üstüne inşa edilmiştir. Kriptanın yüksekliğinden ötürü, cami
olduğunda (15. yüzyılda, Mesih Paşa tarafından) Bodrum Camii adını almıştır.
Zamanla harabeleşmişken, 1980'lerde yeniden restorasyon gördü. Yunan haçı
tipinde bir kilisedir ve herhalde 10. ya da 11. yüzyıllardan kalmadır.
Bu noktada, kilise gibi kolayca görülür olmayan bir başka bina, bir Rotunda
var. Bu çok daha eski. Bizans henüz Roma iken, 5. yüzyılda yapılmış bir bina.
Ne için yapıldığı hâlâ kesinlikle bilinmiyor, ama bitirilemediği anlaşılıyor. 10.
yüzyılda İmparator Romanos Lekapenos, bu bitmemiş binanın üstünü
kapatarak üzerine artık varolmayan bir saray yaptırdı. Mirelaion Kilisesi'ni de o
zaman inşa ettirdi. Yakınlarda bu Rotunda bir çeşit restorasyondan geçti, şimdi
bir çarşı olarak kullanılıyor. Restorasyonun yeterliliği tartışılabilir, ama böyle
olması ne olsa daha iyi, çünkü onarımdan önce ayıcı çingenelerin bu Rotunda'yı
bir ayı oteli olarak kullandığı da oluyordu.

LÂLELİ

Yeniden caddeye döndüğümüzde, karşıda Merit Oteli'ni görüyoruz. Yüzyıl


başında çıkan bir yangından sonra, dönemin önemli mimarla-rından Kemalettin
Bey'in yaptığı tek tip apartmanlar grubudur bu (1920'lerin başında).
Türkiye’nın ilk "sosyal konut" örnekleri ara-sındadır. "Harikzedeler" adıyla
bilinirdi. 1980'lerde binalar restore edilerek otel haline getirildi.
Hemen bir sonraki köşede Laleli Camii'ni görürüz. Bu cami, az önce
gördüğümüz Ragıp Paşa Kütüphanesi gibi, Mehmet Tahir Ağa'nın eseridir. Paşa
da, ağa da, 18. yüzyıl sonundaki saltanatı (1757-74) sırasında mütevazı bir
"rönesans" yaratmaya çalışan III. Mustafa dö-neminin ileri gelen insanlarıydı.
Bu padişah bir yandan devlet ve toplum yapısını ıslah etmeye çalışırken bir
yandan da imar faaliyetine önem vermişti. Yüzyıl başından, "Lale Devri" diye
bilinen yıllardan beri Osmanlılar bir "Batılılaşma" çabasına girmişlerdi. Oldukça
yüzeysel kalan bu çabanın mimarideki sonucu Barok üslubun
egemenleşmesiydi. İşte Mehmet Tahir Ağa bu tarzın en başarılı
temsilcilerinden biridir, Laleli Camii de sevimli örneklerden biri.
Klasik dönem Osmanlı mimarları yapının ana öğelerine yönelmişler, kitleyle,
ağırlıklarının dağılımı teknikleriyle ilgi-lenmişlerdir. Barokta ilgi ayrıntılara,
süslemelere, eksantrik hoşluklara kaydı. Bu cami, mimarlık tarihi sürecindeki
bu değişimi, bu geçiş aşamasını örneklemek için yapılmış gibidir. Bir kere,
caminin altında bir çarşı vardır; tonozlu dükkânlar, koridorlar, ortada da
havuzlu bir kahve. Ancak bu bodrum başlangıçta böyle çarşı olarak
tasarlanmamış, zamanla varlığı da unutulmuştu. 1950'lerde cadde kazılırken
ortaya çıkarıldı ve çarşı haline getirildi. Tahir Ağa bu bodrumla koskoca
caminin ağırlığını ne kadar ustaca dağıttığını kanıtlamaya çalışır gibidir. Cami
genişçe bir avlu içinde ve yüksekte-dir. Başka bazı eserleri gibi buna da
merdivenle çıkılır. Yanlarda süs amacı önde gelen galeriler vardır. Hünkâr
mahfiline yükselen padişah girişi bu dönem camilerinde hep olduğu gibi çok
özenilerek yapılmıştır. Sekiz dayanaklı caminin içi de alabildiğine süslüdür.
Külliyeden bugüne sebil, imaret ve padişahın türbesi kalmıştır.
III. Mustafa daha önce Üsküdar'da annesi için bir cami yaptırmış, halk,
yapıldığı semtten ötürü buna "Ayazma Camii" demişti. Bunu kendisi için
yaptırdı, ama yakınındaki Lâleli Baba Türbesi yüzünden ona da "Lâleli Camii"
dendi. Padişahın bu duruma üzüldüğü ve "İki hayrat yaptırdık, birini suya
öbürünü de Veli'ye kaptırdık," dediği anlatılır.
Camiyle Ramada arasındaki sokağa girip biraz yürüyünce, solda, dar bir
sokaktan girilen Taş Han'a ya da öbür adıyla Çukur Çeşme Hanı'na geliriz. Bu
da Tahir Ağa'nın bir eseridir ve onun sevimli ek-santrikliğinin özelliklerini taşır.
Bu hanın odalarında Tahir Ağa sanki simetrinin mimarlığa yakışmayan bir ilke
olduğunu kanıtlamaya ça-lışmıştır.
Taş Han'dan geri dönüp caddeye geri geldiğimizde, bu bölgede kalan başka bir
tarihi eser yoktur. Aksaray meydanını ve buradaki birkaç binayı sonraki
bölüme bırakıyorum.

EMİNÖNÜ-CAĞALOĞLU

Eminönü ile Karaköy arasında uzanan bugünkü köprü, burada yapılmış olan
dördüncü köprüdür. Köprü kendisi böyle değişmekle birlikte, adı her zaman
"Galata Köprüsü" diye bilindi. Bu ad köprünün birleştirdiği iki yakadan birine
bir öncelik vermektedir. İster köprünün varlığından öncelikle Galata sorumlu
olsun, ister köprü öncelikle "Galata'ya geçmek" için önemli olsun, sonuçta
Galata'nın bir ayrıcalığı var.
Bu ayrıcalık gerçekten vardı; Osmanlı toplumu Batılılaşmaya çalışıyor,
değişiyordu. Dünyadaki "Batı", İstanbul'da, "Kuzey"deydi; yani, Halic'in kuzey
yakasında. Saray, 19. yüzyılda Batılılaşmaya karar verince, Topkapı'dan
Dolmabahçe'ye taşındı ve bu birkaç kilometrelik yer değişimi, ülkeyi ve
başkenti bir uygarlık yörüngesinden bir başkasına taşıdı.
Haliç'te köprü yapma fikri çok eskiden beri vardı ve bunu yapmak teknik olarak
mümkündü. Leonardo da Vinci’nın bile Haliç Köprüsü için eskizler yaptığı bilinir.
Ne var ki, şehrin can damarı olan liman, köprüyle kapanmak durumunda
kalacaktı. Bu nedenle, İstanbullular, yüzyıllarca, sandalla yetindiler. Ama, 19.
yüzyılda, ortasından açılabilen, böylece, gemilerin Haliç içine girmelerini
engellemeyen köprü yapmak mümkün olunca, İstanbul'un "iki yakasını bir
araya getirme" işi somutlaştı.
İlk yapılan köprü Galata değil, Unkapanı'dır; 1836'da, II. Mahmut zamanında
buraya ahşap bir köprü yapıldı ve adı Hayratiye kondu. Unkapanı, Haliç'te ticari
limanın bittiği yerdir. Karaköy-Eminönü arasındaki ilk köprü, gene ahşap
olarak, 1845'te yapıldı. Yenilenen, değişen bu köprüler arasında, İstanbul
halkının en fazla yakınlık duyduğu, hayatının parçası saydığı köprü, 1912'den
1992'deki yangına kadar çalışan Galata Köprüsü'dür. Balık lokantaları,
kahveleri, balık tutanları ve başka birçok özellikleriyle bu köprü bir kişilik
olarak varolmuştu.
Modern çağın ulaşım koşullarında, köprü gibi araçlar, öncelikle işlevsellikleriyle
varolur. Örneğin, son yapılan köprü, en azından şimdilik, yerine getirdiği
işlevin ötesinde herhangi bir karaktere sahip değil. Oysa yanan Galata Köprüsü
yalnız üstünden geçilen değil, üstünde yaşanan bir mekândı ve şehir
folklorunun parçası haline gel-mişti.

EMİNÖNÜ-CAĞALOĞLU

Köprülerin yapılması, 19. yüzyılın ikinci yarısında, İstanbul'un organik


bütünlüğünü güçlendirdi. Avrupa kapitalizmini daha doğrudan temsil eden
Galata ile prekapitalist özellikleri daha belirgin olan Eminönü bölgesini
birleştirdi. Galata'da işyeri çalıştıran yabancılar, Levantenler ve gayrimüslim
azınlıkların çoğu Beyoğlu bölgesinde yaşıyordu. Dünyanın en eski ve -en kısa-
metrolarından olan Tünel (1875'te, Londra'dan bir iki yıl sonra açıldı) iş
merkezi ile yaşama alanı arasında gidiş gelişi kolaylaştırdı. Bundan sonra
Beyoğlu kısa sürede Avrupa tarzı apartmanlarla dolarken Taksim ötesindeki
alanlar, Şişli, Nişantaşı ve Tatavla, yani Kurtuluş da yoğun yerleşime açıldı.
Böylece, ana ulaşım yönleri değişti. Köprüler yapılmadan önce ana yollar doğu-
batı ekseninde uzanırken, köprü sonrasında kuzey-güney aksları belirleyici
oldu. Aynı yıllarda (1870'ler) başlayan tramvay ulaşımda ciddi bir devrim
yarattı.
Gene aynı tarihlerde, Galata Köprüsü, kenarına kurulan iskelelerle, deniz
trafiğinin de merkezi haline geldi. Kadıköy'e, Adalar'a, Boğaz'a ve Halic'in
içlerine gidip gelmeye başlayan yeni buharlı vapurların hareket noktası
burasıydı. Zamanla bu iskeleler çoğalınca, köprüden ayrılarak Eminönü ve
Karaköy'ün rıhtımlarına yayıldılar. Abdülaziz zamanında yapılan demiryolu da
Sirkeci'ye kadar geldiği için, Eminönü, modernleşen İstanbul'un büyük ulaşım
merkezi haline geldi. (Yakın zamana kadar büyük İstanbul Hali de tarihi
yarımadada, iki köprü arasındaki alanı kaplıyor ve bölgeye taşınması zor bir
yük yüklüyordu). Dolayısıyla bugün gördüğümüz haliyle Eminönü, geçen yüzyıl
ortasında başlayan kentsel modernleşme sürecinin durmadan değişim geçiren
ürünüdür. Doğrusu, insan Eminönü'nün şöyle yüz elli yıllık tarihini gözünde
canlandırmaya çalışınca, başı dönüyor. Önce uzun bir süre, her şey buraya
yığılmış, buradan dağılmış. 1950'lerden sonraki yeni süreçte ise şehri
desantralize etmek, bu arada Eminönü'nün yükünü hafifletmek için
uğraşıyoruz.
Bu baş dönmesinden kurtulmak için çok eski, asude zamanlara dönelim. Bizans
döneminde bu bölgede ve karşısındaki Karaköy'de Yahudiler yerleşmişti. Bizans
Yahudileri, Karaim kolundan geliyorlardı. Bu kolun Türk kökenli olduğu
genellikle kabul görür. "Karaköy" adının aslının "Karai Köy" olduğu söylenir ki,
akla yakın bir tezdir.
Fetihten sonra İstanbul'un ilk "apartman"larının Eminönü'nde Yahudiler
tarafından inşa edildiğini biliyoruz. Yerleşim yoğunlaşıp ev yapacak arsa
bulunamayınca, normal olarak en fazla üç ya da dört katlı olan klasik binalar
yerine, altı yedi katlı ahşap evler yapılmış. Bu bina tipine "Yahudhane" adı
verilmiş. 17. yüzyılda bu bölgede şimdiki Yeni Cami’nın yapılmasına karar
verilince, semt halkını oluşturan Yahudiler de Hasköy'e gönderildi. Yörede,
Arpa Emini Sokağı'nda, eski bir havra, uzun zaman lokanta olarak (Ege
Lokantası) kullanılmıştı. Sonra bu havra, üzerine yapılan Denizcilik Bankası
binasının içinde kalarak kayboldu, (şimdi de başka bir bankanın şubesi).

YENİ CAMİ

Eminönü Meydanı'ndaki anıtsal Yeni Cami’nın tarihinde Osmanlı hanedanının iki


ilginç valide sultanı rol oynamıştır. Camiyi yapma kararını veren, Kanuni
Süleyman'ın torunu III. Murat'ın karısı ve on-dan sonra tahta çıkan III.
Mehmet'in annesi Venedik asıllı Safiye Sul-tan'dı (Bafo). Safiye Sultan camiyi
zamanın başta gelen mimarı Davut Ağa'ya ısmarladı. Sinan'ın yanında
kalfalıktan yetişen Davut Ağa yapıma başladıktan kısa süre sonra ölünce,
Dalgıç Ahmet Çavuş işi devraldı. Ama bu sefer de padişah III. Mehmet öldü. Bu
sonuncu ölümün fınans düzeyinde anlamı daha ciddiydi. Camiye devam
edilemedi, bu arada Safiye Sultan'ın kendisi de bu ölümlü dünyayı terketti. Elli
küsur yıl sonra, bu sefer IV. Mehmet'in annesi Turhan Sultan, yarım kalmış
camiyi tamamlamaya karar verdi ve böylece, 1663'te, Yeni Cami, baş mimar
Hacı Mustafa Ağa'nın çabasıyla şehrin belli başlı anıtları arasına katıldı. İstanbul
gibi bir şehirde, sadece üç yüz küsur yıllık bir yapıya "Yeni" demek herhalde
normaldir.
Bu büyüklükte bir camiyi denizin bu kadar yakınında yapmak, özellikle
temellerde ciddi bir mühendislik gerektiriyordu. Bu yüzden cami bir yükselti
üzerine oturtulmuştur. Yapıldığı tarihte Osmanlı mimarisinin parlak klasik
dönemi çoktan bitmişti. Buna rağmen Yeni Cami eski geleneğin birçok olumlu
özelliğini sürdürebilmiştir. Dolayı-sıyla "büyük gelenek" içinde yapılmış son
büyük çaplı cami olduğunu söyleyebiliriz.
Planı, Sinan'ın Şehzade'de, Mehmet Ağa'nın Sultanahmet'te uyguladığı plandan
farklı değildir. Dört fil ayağına oturan kubbe, dört yanından dört yarım kubbe
ile çevrilmiştir ve köşelerde de birer küçük kubbe vardır. Bunlar biraz yüksek
tutulduğu için cami piramidi andırır bir biçimde yükselir ya da tersinden
söylendiğinde, ana kubbenin bü-yük kavisinden daha küçük kubbelere inen
kavisler oldukça diktir. Dörtgen plan, sade ama oldukça kusursuz bir simetri
yarattığı için Sinan'dan sonra çeşitli mimarlar bunu tercih etmişti. İç mekân,
mavi ve yeşil çinilerin yanı sıra kalem işiyle süslüdür, ama çinicilikte İznik-'in
parlak dönemi artık gerilerde kalmıştır; buradakiler ancak 17. yüzyıl sonu
çapında iyi örneklerdir.
Kare avlusu ve ortasındaki sekizgen şadırvan, üçer şerefeli minareler, şu
sıralar bir "El Sanatları Müzesi" haline getirilmeye çalışılan, cami duvarına
bitişik olan Hünkâr Kasrı (onun içi de çinilidir) ve buradaki kemerli geçit,
köşedeki muvakkithane, ana binayı süsleyen ilginç yan yapılardır. Külliyenin
başka binaları zamanla yıkılıp yok olmuştur. Çeşmeleri ve birçok padişahın
gömüldüğü türbeleri ise duruyor. Turhan Sultan'ın kendisine yaptırdığı türbede
I. Mahmut'un annesi Saliha Sultan'ın da mezarı var. Ayrıca, IV. Mehmet, II.
Mustafa, III. Ahmet, I. Mahmut, III. Osman ve V. Murat burada gömülü.
Bitişiğinde, daha sonra yapılan Havatin (Hatunlar) ve Cedid Havarin
türbelerinde birçok padişah karısı ve çocuğu yatıyor.

Plan 7. Yeni Cami ve Mısır Çarşısı: 1. Hünkâr Kasrı, 2. Cami, 3. Türbe, 4.


Bahçe, 5. Mısır Çarşısı

Külliyenin en önemli binası şüphesiz Mısır Çarşısı'dır. İçinde yüze yakın dükkân
bulunan bu arastada Kahire'den gelen mallar ve özellikle baharat satılırdı. "L"
biçiminde olan çarşıda, iki çatalın kesiştiği yerde, lonca vaizinin ahşap kürsüsü
görülüyor.
Mısır Çarşısı, ne kadar azalmış olsalar da, hâlâ birçok baharatçının iş yaptığı bir
yer. Geleneksel tipte mezeciler de var çarşıda. Bu ba-kımdan, öncelikle besin
üstüne kurulu bir alış veriş merkeziydi, doğudan gelen baharat Mısır üstünden
buraya getirildiği için bu adı almıştı; ama son yıllarda giyim kuşama yönelik
mağazalar gittikçe çoğalıyor. Binanın dışında da karakteristik alış veriş
merkezleri var; örneğin, L’nin iki çatalı arasında şehrin başlıca çiçek pazarı yer
alıyor. Burada, ayrıca, ev hayvanları da satılır. Batıya bakan kanatta manav,
peynirci gibi yiyecek dükkânlarının yanı sıra şehrin başlıca balık pazarlarından
biri bulunuyor.
Ana girişin üstünde, en iyi geleneksel lokantalardan Pandeli var. Eminönü
bölgesi yakın zamanlara kadar önemli bir iş merkeziydi (karşısındaki Galata
gibi). Bu durum, en iyi lokantaların da burada toplanmasını teşvik etmiştir.
Borsa, Konyalı, Ege ve İstanbul lokantaları bunların başında gelir. Ancak, son
yirmi yıldır büyük çaplı işler, işyerleri şehrin kuzeyine, Mecidiyeköy ve ötelerine
kaydı ve Eminönü de eski önemini kaybetti. Bu, geleneksel lokantaları da
etkiledi; bazıları toptan kapandı, bazıları başka yerlere taşındı, değişti.
Türkiye'de modernleşme çabası, özellikle Cunıhuriyet'ten sonra iyice
radikalleşti ve bunun bir sonucu da gelenekle ciddi bir kopukluk doğması oldu.
Bu kopukluk, doğal olarak, hayatın her alanında gözlenir; konunun bu
noktasında, yeme içme alanındaki duruma kısaca değineceğim. Geleneksel
Türk mutfağının birçok özelliği de unutulan geçmişin başka öğele-riyle birlikte
kaybolup gitti. Bu arada, toplumun geleneğinden en az kopan kesiminin, esnaf
ve sanatkâr gibi, küçük iş sahipleri olduğu söylenebilir. Bunun da, gastronomi
alanında, şöyle bir sonucu var; modern hayatın kısıtlamaları sonucu evlerde
geleneksel yemek unutulurken, esnafın yoğun olduğu bölgelerde, "çarşı
lokantası" denilen, çoğu oldukça küçük lokantalar, bu geleneği iyi kötü
sürdürebilen yerler olarak kaldılar. Böylece, "lokantaya gidip ev yemeği
yemek" gibi tuhaf bir alışkanlık edindik. Eminönü ve Cağaloğlu çevresinde bu
genel duruma uygun pek çok lokanta vardır.
Yeni Cami’nin yakınında, denize arkamızı verdiğimizde solda ka-lan bir cami
daha var: II, Mahmut'un yaptırdığı Hidayet Camii. Ancak, şimdiki yapı, onun
yerine, II. Abdülhamit zamanında ve mimar Vallaury tarafından yapıldı.
Oldukça sevimsiz bir tarzı olduğu söyle-nebilir.

ABDÜLHAMİT KÜLLİYESİ

Yeni Cami’nin arkasındaki sokaktan doğuya doğru yürüdüğümüzde, Borsa'nın


(ve eski Borsa lokantasının) bulunduğu aralıkta, Yıldız Dede Hamamı'nı
görürüz. Yıldız Dede’nin Fatih'in müneccimi olduğuna ve fethin tarihini önceden
bildiğine dair hikâyeler vardır. Ayrıca, bu hamamın bulunduğu yerde daha
önceleri bir sinagog bulunduğu söylenir. Ancak, şimdiki hamam 18. yüzyıl
başlarında yapılmıştır. Aslında bu sıradaki Hacı Bekir hakkında da birkaç şey
söylememek olmaz. Bu şeker üreticisi kurum 1777'den beri Bahçekapı'da iş
yapıyor. Çeşitli geleneksel şekerleriyle, her türlü geleneğin unutulduğu
bugünkü toplumumuzda, Hacı Bekir varlığını sürdürebiliyor. (Yalnız bu
dükkânında verilen "demirhindi" şerbeti de Hindistan'ın tamarind baharından
adını alır.)
Caddede yürümeye devam ettiğimizde, sağımızda bir türbe görüyoruz: I.
Abdülhamit'in türbesi. 18. yüzyıl sonlarında yaşayan Abdülhamit talihsiz bir
padişahtı. Çünkü başında bulunduğu yorgun imparatorluk, bu yıllarda birbirini
izleyen Rus savaşlarıyla başa çıkamamış, Abdülhamit de, saltanatı sırasında en
fazla toprak kaybedilen padişahlardan biri olarak tarihe geçmişti. Zaten bu
dertler ve sıkıntılardan bunalarak öldüğü söylenir.
I. Abdülhamit'le ilgili, kanıtlanmamış bir iddia vardır. Karısı Nakşidil Sultan'ın,
Napoleon'un karısı Josephine'in kuzeni, Aimee Dubuc de Rivery olduğu
söylenir. Cezayir korsanlarına tutsak olmuş ve sonunda Osmanlı sarayına
kadar gelmiş, Abdülhamit ona fena hal-de abayı yakmış. Aimee, sonuna kadar,
içinden Hıristiyan kalmış. Hatta oğlu II. Mahmut ölüm döşeğinde ona bir
Katolik rahip getirmiş.
Belki de bütün bu hikâye Batılılaşma politikasını radikal bir biçimde başlatan ve
muhafazakârların o zamandan beri "gâvur padişah" gibi gördüğü Mahmut'u
açıklamak için uydurulmuş bir efsanedir. Zaten hikâyenin çeşitli ayrıntıları ve
tarihleri pek tutmaz, ama bu konuda bir roman yazıldı ve yakın zamanlarda bir
de film çevrildi.
Abdülhamit, en görkemli hayır eseri olan camisini Beylerbeyi'nde yaptırmıştı.
Ama türbesi ve medresesi Eminönü'nde. Burada, bu külliyenin başka binaları,
yolun solundaki IV. Vakıf Hanı yapılırken yolun tıkanmaması için yıkıldı. Yalnız
sebili, Ayasofya ile Gülhane girişi arasındaki Zeynep Sultan Camii’nin köşesine
taşınarak yeniden monte edildi. Türbeye gelirken yanı sıra yürüdüğümüz
dükkânlar da onun çarşısındaydı. Hayratın bu dağınıklığı, sanki bu kederli
padişahın kaçınılmaz başarısızlıklarla dolu saltanatını simgeliyor.
Türbeden sağa saparak yürüdüğümüzde, az sonra Büyük Postane ile
karşılaşıyoruz. Bu bina, yüzyıl başında, Posta-Telgraf Nezareti olarak inşa
edilmişti. Az önce gördüğümüz Vakıf Han'ın mimarı Kemalettin Bey ve bu
binanın mimarı Vedat Tek, yüzyıl başında eser veren Ulusal Mimari akımının
önde gelen temsilcileridir. Büyük Pos-tane’nin arkasında, gene aynı dönemin
ve alamın mimarlarından Muzaffer Bey'in yaptığı Hobyar Mescidi 'ni görüyoruz.
Bu caddede, yani Aşir Efendi'de, şimdi Türkiye Hanı adını alan eski Milli
Reasürans Hanı var. Rum mimar Kyriakides'in eseri olan bu bina tipik eklektik
bir tarzdadır. Aşir Efendi Caddesi'nde batıya doğru yürürsek, yolun sonunda,
caddeye adını veren Aşir Efendi Kütüphanesi'ni (1741) görürüz. Artık
kütüphane değil. Burada bulunan, Hatice Sultan'ın yeni cami külliyesinin
şimdiye kalmayan hamamından ötürü bu semte Sultanhamamı denir.
Postane'den sola doğru yürüyünce birkaç adım sonra Ankara Cadde -si'ne
ulaşırız. Karşıda, Sirkeci Garı görülür. Demiryolu Almanlar tarafından, Sultan
Abdülaziz zamanında yapılmıştı. Orient Express'in de son durağı olan gar
binasını Alman mimar Tachmund, eklektik bir üslupla (bazı "Türk" öğelerini de
katarak), 1890'da inşa etti.
Garın yanındaki Muradiye Caddesi'nde şimdi büfe olarak kullanılan Muradiye
sebili var. Bunu, türbesi Eyüp'te olan Mirimiran Mehmet Paşa yaptırmış, sonra
V. Murat tamir ettirmişti (1876).

BAB-I ALİ

Ankara Caddesi'nden yukarı tırmanırken, solumuzda dar bir sokak içinde eski
bir yapının kalıntısı görünüyor. İstanbul gibi eski şehirlerin ilginç bir özelliğinin
kanıtı bu yapı. Tarih ve koruma bilincinin olmadığı çağlarda, insanlar yeni
ihtiyaçlara göre eski yapıları yıkmış, ortadan kaldırmış. Bazen de, büsbütün
yıkmayıp üstüne başka bir şey yapmış. Eskiden burada bir bina vardı ve ikinci
katındaki bir meyhaneden ötürü ben de oraya zaman zaman giderdim. Ama
binanın içinde başka bir bina bulunduğunu hiç bilmezdim. Bu yakınlarda o
köhne binalar yıkıldı, içinden eski bir hamam (Hoca Paşa Hamamı) çıktı!
Bugünlerde restorasyonu tamamlanmak üzere.
Karşı kaldırımdan tırmanmaya devam edince, sağda, kitapçı ve kırtasiyeci
dükkânları arasında bir kapıdan bir iç avluya girildiğini görüyoruz. Bu sevimli
avluda, bundan otuz yıl kadar önce yanan iki güzel 19. yüzyıl yapısının
iskeletleri duruyor. Daha ilginç olanı, buradaki bazı dükkân ve avludaki küçük
matbaa içinde hâlâ görülebilen, muhtemelen Cenevizlerden kalan duvar
parçaları. "Hâlâ görülebilen" diyorum, ama cadde üstündeki dükkânında oturan
mal sahibi buraları göstermeye hiç istekli değil.
Karşımızda Bab-ı Ali var şimdi. Bu kanadının girişinde, gene zevksiz bir 19.
yüzyıl yapısı olan Naili Mescidi.
Şimdi İstanbul Valiliği olan Bab-ı Âli eskiden Osmanlı İmparatorluğu'nun
yönetildiği merkezdi. Onun tarihi, bazı bakım-lardan, imparatorluğun
modernleşme sürecini yansıtır. Başından beri padişah her türlü yönetim
yetkisinin mutlak sahibiydi ve ona yardımcı olmakla yükümlü Divan, yani o
zamanın "hükümet"i, sarayda, Kubbealtı'nda toplanırdı. Zamanla padişahlar fiili
yönetimden koparak saray hayatına daldılar ve bu da, "başbakan" sayılabilecek
sadrazamın teoride değilse de pratikte daha fazla yetki kullanmasına yol açtı.
Bu dönemlerde "özel" ve "kamusal" ayrımı pek belirgin değildi. Eski
padişahların Topkapı'da yaşarken ülkeyi yönetmeleri gibi, sadrazam da Bab-ı
Ali'yi hem özel konutu hem de yönetim merkezi olarak kullanıyordu. Bu
uygulama II. Mahmut döneminde sona erdi ve Bab-ı Âli resmi hükümet binası
haline getirildi.
Az önce, Postane binasının eski Posta Nezareti (bir anlamda, "Ulaştırma
Bakanlığı") olarak yapıldığını söylemiştim. Daha önce Harbiye Nezareti
hükümetin ortak binasından taşmış ve taşınmış, bugünkü İstanbul Üniversitesi
merkez binasına yerleşmişti. Onun yanındaki Âli Paşa Konağı da Erkân-ı
Harbiye-i Umumiye olmuştu. İmparatorluğun en büyük örgütü olan ordunun
Bab-ı Âli'ye sığama-ması ve ayrı binaya taşınması anlaşılır bir şeydir. Aynı
şekilde şeyhülislamlık binası da ayrı yerdeydi (Süleymaniye’nın arkası).
Herhalde zamanın en "teknolojik" bakanlığı olduğu için Posta-Telgraf Nezareti
de ayrı yere taşındı. Ama başbakanlığın yanı sıra bütün geri kalan bakanlıkların
çalışmaları uzun süre Bab-ı Âli'den yürütülmeye devam etti. Bu, şu bakımdan
ilginç: demek ki bugünkü Türkiye'den çok daha geniş bir coğrafyaya yayılan ve
yeterince merkezi bir yapısı olan koskoca imparatorluk devleti, şimdi İstanbul
Valiliği'ne yetmeyen bu binaya sığabiliyordu. Modern dünyada devlet
bürokrasinin nasıl büyüdüğünü kanıtlayan bir gelişme bu. Tabii, o sırada olup
şimdiye kalmayan başka bakanlık binaları da vardı, ama bu değindiğim
yönsemi değiştirmiyor böyle olması.
Hükümet merkezinin burada olması, 19. yüzyılda oluşmaya başlayan Osmanlı
basınının da kendine merkez olarak burayı seçmesini doğrudan doğruya
belirledi. Gazete idarehaneleri burada kurulunca, yayınevleri, kitabevleriyle
bütün entelektüel kurumlar da bu semte yerleştiler. Bugün "Bab-ı Âli" adı,
Türkiye’nin basını anlamına gelen metonimik bir söz olmuştur.
Bir süreden beri Bab-ı Âli’nin arka sokaklarında konfeksiyona ilişkin imalat
(Yeşildirek'ten yayılarak) yerleşmeye başladı. Öte yandan, basın kurumlarının
çoğu da burada bir büro bırakarak şehir dışında yeni yaptırdıkları yerlere
taşındılar. Önümüzdeki dönemde, başlıca turizm bölgesine yakınlığı, Bab-ı
Ali’nin geleneksel çehresini radikal bir şekilde değiştirebilir.
Sağ taraftaki kaldırımdan "yokuş"u tırmanırken, sağımızda bir köşede İran
Konsolosluğu binasını görüyoruz. Bina, zamanında, elçilik olarak yapılmıştı.
Suriçi İstanbul'da elçilik veya konsolosluk binası yoktur; Pera'da toplanmıştır
elçilikler. Sadece İran'a, bir Müslüman ülke olduğu için, elçiliğini burada yapma
ayrıcalığı verilmişti. Gelgelelim, Müslümanlar arası bu dostluk jestlerine
karşılık, binanın mimarları 1830'larda İstanbul'a gelip uzun süre kalan İsviçreli-
İtalyan Fossati kardeşlerdir.

DÜYUN-U UMUMİYE

Konsolosluktan içeri sapıp biraz yürüyünce, bahçe içinde oldukça görkemli bir
okul binası karşımıza çıkar. Adı İstanbul Erkek Lisesi olmakla birlikte burada kız
ve erkek öğrenciler okur. Eski ve saygıdeğer bir eğitim kurumudur. Ama bina
başlangıçta okul olarak yapılmamıştı ve Osmanlı tarihi açısından işlevi o kadar
da saygıdeğer değildi. Osmanlı devleti 19. yüzyıla ve döneme rengini veren
Batılılaşma sürecine geniş bir dışa borçlanma politikasıyla girmişti. Ne derece
verimli kullanıldığı hâlâ tartışma konusu olan bu borçların geri ödenmesi,
etkisizleşmiş Osmanlı sisteminde büyük sorunlar çıkardı. Sonunda Batılılar
alacaklarını kendileri toplayabilmek için Düyun-u Umumiye (Genel Borçlar) adı
altında bir kurum kurdular. İşte bu bina, bu vergi toplama kurumunun
karargâhı olarak inşa edildi.
Düyun-u Umumiye etkili bir vergi sistemi kurdu. Örgütün nüfuzunu gösteren
şöyle bir traji-komik olay vardır: 1911'de İtalya Osmanlı devletine savaş açıp
Libya'yı işgal ettiğinde, Düyun-u Umumiye, vergi topladığı bir bölge eksildiği
için Osmanlı devletinden tazminat aldı -sanki zavallı Osmanlı Libya'yı isteyerek
vermiş gibi. Ancak, Düyun-u Umumiye’nin Türkiye'ye dolaylı bir faydası do-
kundu; Osmanlı bürokratları etkili bir Maliye’nin nasıl çalışacağını onu
inceleyerek öğrendiler -bunu "öğrendikleri" söylenebilirse!

RÜSTEM PAŞA MEDRESESİ

Bu yoldan biraz daha ilerleyince, solda, Türkiye’nin en ciddi gazetesi olmakla


ünlü Cumhuriyet'in bahçesinde, oldukça harap hale gelmiş bir ahşap konak
görüyoruz. Burası, II. Meşrutiyet'ten sonra iktidara gelen, yüzyıl dönümünde
imparatorluğu yöneten ve Almanya safında savaşa sokan İttihat ve Terakki
Fırkası’nın "Merkez-i Umu-mi"siydi. Yola devam ediyoruz. Gene solumuzda,
Rüstem Paşa'nın medresesini görüyoruz. Mimar Sinan'ın Amasya'da daha eski
bir medrese planından esinlenerek yaptığı bu bina dışından az çok kare
biçiminde (bir köşesi dışında). Ama içine girince, sekizgen bir avluda buluyoruz
kendimizi. Köşelerden üçü dıştan kareye çevrilmiş ve böylece kazanılan
mekâna yüznumara ve hamamlar yerleştirilmiş. Ortası şadırvanlı avluda
huzurlu bir atmosfer var; şimdi yoksullara verilen yardım malzemesini
depolamakta kullanılan bina, bu sessizliğiyle, akademyanın dinginliğini hâlâ
sürdürür gibi. Yüksek ve büyük kubbeli dershane, girişe göre, binanın sağında
kalıyor. Bütünüyle güzel ve ilginç bir bina, Rüstem Paşa Medresesi.

Plan 8. Rüstem Paşa Medresesi.

Birkaç adım geri dönüyor, solumuzdaki merdivenli sokaktan aşağı iniyoruz.


Eski Düyun-u Umumiye, şimdiki lisenin buradaki bahçe duvarının arasında
daha eski bir duvarın parçaları var. Bu, Çifte Saraylar diye bilinen ve bir
yangında yok olan iki sarayın son kalmasıdır. Semte adını veren Cağaloğlu
Sinan Paşa’nın (asıl adı Cegalo olan bir İtalyan-Osmanlı paşa olduğu bilinir) ta
İran Elçiliği'ne kadar uzanan sarayıydı bu. Sokağın adı da, Sevim Burak'ın ilk
kitabına esin kaynağı olmuştu: Tanık Saraylar Sokağı. (Galata'daki "Perçemli
Sokak" da Oktay Rifât'ın bir kitabına ad oldu).
Merdivenin sonunda sola döner dönmez, eski bir Bizans yapısının kalıntısını
solumuzda görüyoruz. Binanın ne olarak yapıldığı tam olarak bilinmiyor. Bir
şapel de dahil, on iki kadar irili ufaklı oda ve çeşitli koridorlar var burada. Bir
sarayın alt katı olabilir. Büyük bir ihtimalle tamamlanmamış bir binadır. Bir
zamanlar sarnıç olarak kullanıldığını düşündüren özellikleri de var. Ancak, hiç
şüphesiz son derece ilginç bir bina ve dolayısıyla bugünkü durumu özellikle
içler acısı. Yıllardır depo olarak kullanılıyor. Kendi kendine çöküp gitmesini
önleyecek hiçbir tedbir alınmıyor.
Bu sokakta yüksek duvarı görünen İstanbul Erkek Lisesi’nin altında da bir
Bizans sarnıcı vardır.
Buradan geri dönüp yeniden Bab-ı Ali'ye doğru yürüyelim. Sağımızda, herhangi
bir karakteri olmayan işhanları var. Bunların gerisinde, ancak bazı binaların
aydınlığa bakan arka pencerelerinden görünen bir avluda, eski Acı Musluk
Hamamı'nın kalıntısı var. Nasıl olsa göremeyeceğiniz bir bina kalıntısından söz
ediyorum, İstanbul'da görünenler yanında görünmeyen birçok tarihi eser de
bulunduğunu belirtmek için. Bir de, varlığından bile haberdar olmadıklarımızı
düşünebiliriz.

BEŞİR AĞA

Dümdüz devam edince, kendimizi yeniden Bab-ı Ali’nin karşısında buluyoruz.


Vilayet'in önünden dümdüz ileriye, Ayasofya yönüne yürüdüğümüzde, az sonra
sağımızda Beşir Ağa Camii'ne geliyoruz.
Beşir Ağa, Sultan I. Mahmut'un hareminde siyahi kızlarağasıydı ve bu camiyi
1745'te yaptırdı. Osmanlı mimarisi bu dönemde yaratıcılığını ciddi ölçüde
kaybetmiş olduğu halde, bu gibi görece küçük yapılarda çok "zarif
olabilmektedir. Caminin külliyesinde sebil, tekke, medrese ve kitaplık da var.
Arkasında da, İstanbul'un namlı hamamlarından Şengül Hamamı.
Osmanlılar siyahi harem ağalarına en fazla "Beşir" adını koyarlardı. Onun için
Beşir adında çok kızlarağası vardır. Bu camiyi yaptıran Hacı Beşir Ağa III.
Ahmet ve I. Mahmut'a hizmet etmişti.

HAMAMLAR

Beşir Ağa'dan sağa, ikinci sokaktan gene sola saptığımızda, biraz yürüdükten
sonra, Cağaloğlu Hamamı'na geliyoruz. Bu da I. Mahmut zamanından kalma,
Ayasofya kütüphanesine gelir sağlamak için yapılan bir binadır ve özellikle
turistler arasında en popüler hamamlardan biridir. Bunda, turistlerin zorunlu
geçiş yollarına yakın olmasının payı bulunmakla birlikte binanın güzelliğini de
unutmamak gerekir. Yakın zamanda hamamın sahibi burayı ayrıca küçük bir
barla da takviye etti.
Fin hamamı, sauna ve Japon hamamı gibi Türk hamamının da dünya çapında
haklı bir ünü vardır. Türk kültüründe temizlik öncelikle akarsuyla sağlanır. Bu
bakımdan, Batılıların lavaboyu doldurup bu suyla yüzlerini yıkamaları ya da
küveti doldurup yıkanmaları, Türkle-re hiç temiz gelmez. Bunun mantıklı bir
yanı da vardır, çünkü bu tip yıkanmada, üstümüzden attığımız kir içinde
yıkandığımız suda kalır. Hoşluğundan ötürü küvet doldurup içine girmek,
köpüklere gömülmekte bir Türk için herhangi bir sakınca yoktur, ama sonunda
duşla her türlü üstümüzden kiri akıtmak şartıyla.
Geleneksel Türk hamamına gelince, bu apayrı bir olaydır. Hamamda
soyunduktan sonra ilkin hararet kısmına girilir, sıcak su dökünüp terlenir. Bu
süreç derideki gözenekleri açar, onun için biraz vakit almalıdır. Terlemek için
alttan ısıtılan göbek taşına uzanılır. Bunu kese faslı izler. Tellak ya da natır,
eline pütürlü bir eldiven geçirerek vücudu ovalamaya başlar. Eldiven, vücuttaki
ölü derileri soyar. İşin aslını bilmeyen, bu derilerin oluşturduğu yığına bakarak,
nasıl da bu kadar kirli olabildiğine şaşar. Bu işlemden sonra da tellak veya natır
sabun köpürtür ve yıkar. Bol bol su dökünüp "çalkalandıktan" sonra, yıkanma
faslı sona erer. Artık soğukluk denilen yere geçilerek serinlenir, istenirse masaj
yaptırılır vb.
Bu, her gün tekrarlanacak tipte bir temizlenme değildir. Nitekim, evlerde
banyo ve akar su olmadığı, temizlenmek için kamusal bir binaya gitmek
gerektiği günlerde gelişmiştir. Eskiden İstanbullu aileler normal olarak haftada
bir kere hamama giderlerdi. Bu, aile hayatında geleneksel ve özel bir gündü.
Temiz çamaşırlar, havlular hazırlanıp paketlenir, hizmetkârlara yüklenir,
hamama gidilir ve gene alay halinde eve dönülürdü (ailenin maddi durumuna
göre arabayla ya da yürüyerek). Çok hamam olduğu için evden fazla
uzaklaşmak gerekmezdi. Bugün, herkes evinde banyo sahibi olduktan sonra
bile, gerçek bir temizlik için hamama gidenler vardır.
Günlük hayatta kadınla erkeği kategorik biçimde ayıran Müslüman-Türk
hayatında, yıkanma, yani çıplaklık ve suyla temas, hele bu işin kamusal bir
yerde olması, her türlü erotik çağrışıma açıktı. Bunun için kimi hamamlar
yalnız bir cins için yapılırdı (bu da eşcinsel erotizmi dışlamıyordu tabii); ya da,
kadınlar ve erkekler ayrı günlerde aynı ha-mamı kullanırdı. Çocuklar tabii
anneleriyle kadınlar hamamına girer-lerdi, ama on bir, on iki yaşlarına kadar.
Tüylenmeye başladığı halde ailelerin kadınlar kısmına getirmekte ısrar ettiği
oğlanlara başka kadınlar ya da natırlar, "haftaya babanı da getir", diye takılır,
bu, oğullarını hâlâ bebek gören annelere yeterli uyarı olurdu.
Hamamın bir iki adım ilerisinde, önünde kurucusu Mithat Paşa’nın büstüyle,
Emniyet Sandığı binası var. İlk Türk bankasının çok da eski olmayan bir binası
olmak dışında bir özelliği yok bunun. Karşısındaki köşede ise, Hadım Hasan
Paşa Medresesi’nın kalıntısı Sokağın sonunda sola dönüyoruz. İleride, gene
solda, eskiden varken yıkılan, yakınlarda yeniden yapılan, böylece de ortodoks
Müslümanlar için büyük sevinç kaynağı olan Cezeri Kasım Paşa Camii var.
Burada, küçük Cağaloğlu Meydanı'ndayız.
Cağaloğlu Meydanı'ndan sağa yüründüğünde Nuruosmaniye Ca-mii'ne ve sonra
da Kapalıçarşı'ya gelinir. Bunları başka bölümlerde anlatmak daha doğru
olacak. Meydanın biraz ilerisinde, sağda, dört köşe bir türbe var; mali işlere -
ve dalaveralara- aklı iyi erdiği için Ab-dülaziz'in birkaç sefer sadrazam yaptığı,
Rus elçisi İgnatiyefe yakınlı-ğıyla da tanınan ve bu yüzden bazen "Nedimof"
diye anılan Mahmut Nedim Paşa’nın türbesi, daha ileride de, Eski İstanbul Kız
Lisesi (Bezmiâlem Valide Sultan'ın yaptırdığı), yeni adıyla Cağaloğlu Ana-dolu
Lisesi vardır.
Ana cadde üzerinde çeşitli 19. yüzyıl yapıları bulunur. Bunlardan biri ünlü
"Saatli Maarif Takvimi"nin hazırlandığı, sol koldaki, yeni restore edilen yapıdır.
Cağaloğlu Anadolu Lisesi binası, eski TMTF binası (şu sıralar restore ediliyor)
da bu arada sayılabilir. Soldaki sokaklara sapıldığında gene böyle güzel
binalara rastlanır; örneğin, Çatalçeşme Sokağı'nda, Bülbül Tevfik Paşa’nın
konağıyken Cağaloğlu Akşam Kız Sanat Enstitüsü olan ve yakınlarda restore
edilen bina, yakınındaki Kız Öğrenci Yurdu binası, Abdullah Cevdet'in İftihadh
yayımladığı bina, "İdjtihad Evi" bunlar arasında sayılabilir.

ÇARŞILAR BÖLGESİ

Bu kitabın çeşitli bölümlerinde anlattığım gibi, İstanbul'un gelişmesinde Haliç


önemli bir rol oynamıştır. Bu güvenli limanın sağladığı avantajla durmadan
büyüyen şehirde, ticaret ve iş hayatı da doğal olarak Haliç kıyısına yakın
bölgelerde gelişti. Bu durum Bizans ve Osmanlı dönemlerinde değişmedi.
Örneğin bugün Uzunçarşı dediğimiz ve dükkânlar, işyerleriyle dolu caddenin
adı Bizans zama-nında Makros Embolos'tu ve o zaman da şehrin başlıca
çarşısıydı. Bizans'ta da ticaret ve imalat öncelikle Haliç kıyısında yoğunlaşmış,
ayrıca şehrin başka bölgelerine de yayılmıştı. Örneğin Ayasofya'nın karşısında
yıkıntısını gördüğümüz Aya Maria Kilisesi'ne "Halkoprateia" deniyordu, çünkü
burada bakırcılar toplanmıştı. Buradan Constantinus forumuna doğru gene
işyerleri yoğundu. Ayrıca bugünkü Koska'da kalburcular, Eğrikapı (Kaligaria)
çevresinde ayakkabıcılar toplanmıştı. Bazı durumlarda Osmanlı loncaları aynı
işi yapan Bizans loncalarının yerine yerleşmiş olmalıdır.
Osmanlı döneminde İstanbul nüfusu sürekli arttığı için işyerlerinin, hanların
kapladığı alanlar da gittikçe genişledi. Mahallelerde bakkal ve manav gibi temel
gündelik ihtiyaçları karşılayan dükkânlar vardı. Bu-nun dışında mal satın almak
için bunun yapıldığı belirli yerlere gidilirdi. Ayrıca, İstanbul'da her zaman çok
sayıda seyyar satıcı olmuş-tur. İşsizliğin ve şehre göçün birlikte arttığı şimdiki
dönemde iş-portacılık ve gezici satıcılık rekor düzeyde yaygınlaştı.
İstanbul, bu kalabalık nüfusuyla, her zaman bir tüketim şehri oldu. Başkentti
ve imparatorluk başkent halkını rahat yaşatma gereğini duyuyordu. Bunun
nedeni, Bizans ya da Osmanlı devletlerinin demokrasi düşkünlüğü ya da "refah
devleti" olma özlemi değildi elbette. Ama normal zamanda güdülecek bir sürü
gibi görülen halk, yokluğun uzaması durumunda, birdenbire ayaklanabiliyordu.
O zaman da zaptedilmez bir güç haline geliyordu. Bunun için tüketim
dengelerinin çok fazla bozulmamasına dikkat etmek gerekiyordu.
Osmanlı döneminde şehrin ticaret hayatının temelinde bu yatıyor-du:
ÇARŞILAR BÖLGESİ

halkı doyurmak, hoşnutsuzluktan çıkacak kargaşalığa meydan vermemek.


Başkentin ihtiyaçlarının yeterince karşılanması için gerekli malları üreten bütün
bölgeler her yıl ürünlerinin belirli bir bölümünü İstanbul'a göndermekle
yükümlüydü. Gönderme yükümlülüğünün yanı sıra, fiyat kısıtlamaları da vardı,
çünkü bu malların alınması zorlaşacak ölçüde pahalanması da huzursuzluğa yol
açardı. Bu gibi yöntemlerle sonuçta şehir halkı rahat etti, başka yerlerde akla
gelme-yecek ayrıcalıklara sahip oldu, ama imparatorluk içinde sermaye birikimi
de gerçekleşemedi.
İstanbul'da üretim vardı, ama kendi tüketimine yetecek ölçekteydi. Ülke
çapında bir pazar anlayışı gelişmemişti. Böylece, stratejik öneminden ötürü
bütün ülkeyi sömürür durumda olan İstanbul kendisi de kayda değer bir
sermaye birikimi yaratamadı. Saray zaten çeşitli nedenlerle zengin adam
istemiyordu. İmparatorluğa giden yolun çeşitli evrelerinde merkeze siyasi rakip
olabilecek toprak sahibi bir aristokrasinin oluşması engellenmişti. Para da
başka türlü bir nüfuz ve iktidar kaynağıydı. Saray burada kendine özgü bir
yöntem uyguluyordu. Bireylerin zenginleşmesine bir dereceye kadar göz
yumuluyordu; zenginleşen birey, aldığı rüşvetle küpünü dolduran bir vezir de
olabilirdi, sözgelişi Yeniçeri ocağının iaşesini biraz hileli biçimde karşılayan
gayrimüslim bir bezirgan da. Ama bir sınıra gelinince, saray bu birikmiş serveti
müsadere eder, çoğu zaman malına el konulan kişi hayatını da kaybederdi.
Değişen dünya konjonktürü Batı Avrupa ülkelerini kapitalist ekonomiye
geçmeye zorlarken Osmanlı İmparatorluğu bu tür baskıları çok daha geç
hissetti. İmparatorluk hâlâ güçlü görünüyordu, sistemde temel bir aksama
olmadığı düşünülüyordu. Nitekim, kapitalizmin gelişmesinin yarattığı sancılar,
örneğin sınıfsal uçurumlar, kutuplaşmalar dünyanın bu yöresinde yaşanmadı.
Öte yandan, merkantilist kapitalizmi uygulayan Batı ülkeleri, kapitülasyonların
da yardımıyla, Osmanlı İmparatorluğu'nu pazar haline getirirken, burada
üretimin artmasını ayrıca geciktirdiler. Öyle ki, 19. yüzyılda durumun kötü
olduğu ve böyle yürümeyeceği iyice anlaşıldığında, büyük ölçüde iş işten
geçmişti.
Bu yüzyılda bozulan dengeleri düzeltmek, dünyada kabul gören yol yordamı
uygulamak için birçok çabaya girildi, ama beklenen sonuçlar elde edilemedi.
Ayrıca, bu yeni sistemin Osmanlı toplumuna gelişi, ortaya yeni bir sınıf çıkardı:
Galata ve Beyoğlu tarafındaki gay-rimüslim tüccarlar, bankerler, sarraflar.
Başka bir söyleyişle, ağırlıkla tarihi yarımadada yaşayan ve çalışan Osmanlı iş
çevreleri bu yeni sistemle çok çabuk doğrudan eklemlenemedi, çünkü yapısı
buna uy-gun değildi.
Gene de zamanla birçok şey değişti. Özellikle 20. yüzyılın ilk çeyreğinin
sonunda Cumhuriyet'in kurulmasıyla kozmopolit im-paratorluktan ulus-devlete
geçiş süreci başladı. Gayrimüslim bur-juvazinin büyük kısmı çeşitli zamanlarda
ve çeşitli nedenlerle İstanbul'u ve Türkiye'yi terkederken bir yerli burjuvazi de
gelişti. Bu yeni koşullarda İstanbul Türkiye’nin başlıca sanayi merkezi haline
geldi. Bugün de öyle; artık siyasi başkent değil, ama ekonominin kalbi
İstanbul'da. Tabii buna ve başka üstünlüklerine bağlı olarak, siyasi ağırlığı da
hâlâ var.
Eski tüketim şehri böylece üretmeye ve ürettiğini ulusal pazara sürmeye
başladı. Böylece, yalnız mal alan değil, mal gönderen bir merkez haline geldi.
Yeni yeni, dış pazara mal ihraç etme aşamasına da geçiyor. Tabii bu
sanayileşme şehrin her zaman kalabalık olan nüfusunu patlamalarla büyüttü.
Şehrin çevresinde, kısa zamanda, üç dört İstanbul daha kuruldu.
Bizim şimdi gezmeye hazırlandığımız Çarşılar Bölgesi bu yeni gelişmelerle tam
olarak bütünleşmemiştir, diyebiliriz. Ne var ki, aksak ve güçsüz yürüyen
"modernleşme" bu geleneksel iş hayatını silip süpürmedi ve eski ile yeni bu
alanda da kendine özgü bir biçimde aynı sistemde eklemlendi. Son dönemde
İstanbul'un yeni konukları, Doğu Avrupa ülkelerinin bavullu turistleri de bu
bölgedeki -ve başka bölge-lerdeki- alışveriş kaosuna katıldılar.

KIYI ŞERİDİ

İlkin, kıyı boyuna göz atalım. Galata Köprüsü'nün Eminönü ayağından Batıya
doğru yürüdüğümüzde, yeni köprünün şantiyesini geçince, birkaç eski bina
görünür. Bunlardan ilki, büyükçe bir handır; bu bölgedeki tek sur kalıntısı olan
bir kuleye bitişiktir. Kule, Baba Cafer Kulesi adıyla bilinir. Söylentiye göre bu
Cafer, Harun-el Reşid'in Bizans imparatoruna gönderdiği elçiymiş. Diplomasi
saygısı olmayan imparator onu bu kulede hapsetmiş ve Cafer burada ölmüş.
Fetihten çok sonra mezarı kulenin ikinci katında bulunmuş. Mezarın verdiği
kutsal havaya rağmen Osmanlılar da kuleyi uzun zaman hapishane olarak
kullandılar. Onlar diplomatları Yedikule'ye tıkıyorlardı. Dolayısıyla burası bir
zaman kadınlar hapishanesi, daha uzun zaman da borçlular hapishanesi olarak
kullanıldı. Borçlular pencerelerden bağırıp yalvarır, arada bir hayırsever biri de
borçlarını ödeyip içlerinden birini kurtarırmış. Bu bölge hâlâ Zindankapı adıyla
anılır.
Az ileride küçük bir cami var: Ahi Çelebi Camii. Yapılışı bir hayli eskiye (16.
yüzyılın başı) gitmekle birlikte, çok tamirden geçtiği için mimari bakımdan
ilginç değil artık. İlginç olmasının başka bir nedeni var. 17. yüzyılın büyük
gezgini, sevimli abartmalarıyla ünlü Evliya Çelebi, seyyah olacağını rüyasında
görür. Rüyada, bu camidedir. Orada ibadetini yaparken, melekler, evliyalar
belirir; az sonra Peygamber kendisi de görünür. Evliya'ya bir dileği olup
olmadığını sorar; Evliya "şefaat" demeye çalışır, ama heyecandan "seyahat"
der. Peygamber, "Freudian slip"ten haberdar olmalı ki, ona seyyah olacağını
müjdeler.
Caminin yanındaki yarı yıkık binanın çocuklar hapishanesi olduğu söyleniyor.
Buradaki iki 19. yüzyıl hanının çatı katı da lokanta haline geldi. Efsanevi bir
ayyaş olan Bekri Mustafa'nın mezarının da burada olduğu iddia ediliyor. Buna
inanıp inanmamak bizim öznelliğimize bağlı. Bekri Mustafa, içkiyi yasak eden
IV. Murat zamanında efsaneleşmiştir. Bir sefer tebdil gezen padişahı
tanımamış, karşısında içmiş, sonunda Murat kim olduğunu bildirince Bekri,
"Buyurun, ağa-lar, cenaze merasimine," demiş. Deyimin buradan kaldığı
anlatılır. "Bekri" ayyaş demektir (burada değil ama Yunanistan'da "bekri meze"
var -adı üstünde).
Karşı sırada, Unkapanı'na kadar üç eski cami vardır. Birincisi, Kantarcılar
Mescidi, çok fazla onarıldığı için eski şeklini kaybetmiştir. Burada hâlâ terazi
satılıyor. İkincisi Kazancılar ya da Üç Mihraplı adlarıyla bilinir. Bunda da onarım
var, ama hiç değilse ana mekânı çok fazla değiştirmemiş. Zamanla eklenen
yeni binalardan ötürü "üç mih-raplı" deniyor. Fatih'in hocalarından olan
Hayreddin Efendi’nin -ki, caminin yapılmasına önayak olmuştur- mezarı da
arkadadır. 200 metre kadar ilerideki üçüncü caminin de (artık Unkapanı'na
geldik) iki adı var; Sağrıcılar ya da Yavuz Ersinan. Ersinan, Fatih'in
askerlerinden ve ayrıca, yukarıda anılan Evliya Çelebi’nin atalarından biriydi.
Bu üç cami de Fatih'in yaşadığı yıllarda yapıldı. Yani, İstanbul'daki ilk camiler
ve ilk Osmanlı yapıları arasındadırlar. Kuşatma sırasında horoz gibi öterek
askerleri uyandıran ve savaşa hazırlayan, savaşın son gününde de şehit olan
Horoz Dede bu caminin haziresinde gömü-lüdür. Ersinan'ın camiinin 1455'te,
fetihten sadece 2 yıl sonra yapıldığı tahmin ediliyor.
Ayrıca, üçü de esnaf loncalarının adını taşıyor. Belli ki fetihten hemen sonra
kurulan yeni ekonominin insanları, yani loncalar, şehirde yerleşip işe
başlamışlar ve kısa bir süre sonra önemli dini ihtiyacın gereğini yerine
getirerek camilerini yaptırmışlar.
Unkapanı köprüsüne yakın, kıyıdaki 19. yüzyıl Hafız Ahmed Ağa meydan
çeşmesi, Dalan döneminde hal kaldırıldığı zaman "meydana" çıkabildi.

RÜSTEM PAŞA CAMİİ

Mısır Çarşısı'nı daha önce görmüştük; sağ yanından Balık Pazarı'na girip
sağdaki ilk sokağa girelim. Bu sokaktaki Hamdi, bence, İstanbul'un en iyi
kebapçılarından biri. Onun biraz ilerisinde, soldaki bir hanın avlusunda,
İstanbul'un tek Yahudi lokantası var: buradaki az sayıda Yahudi iş adamına,
kökleri İspanya'ya uzanan koşer yemekler ( bu arada, çakal eriği sosuyla
gelincik balığı) sunuyor. Bu sokak birazdan başka bir sokağa açılıyor. Oradan
sola, sonra ilk sağa dönüp yürürsek, az sonra sağımızda Rüstem Paşa Camii'ni
göreceğiz. Sinan yapısı olan bu cami, İstanbul'un en görülecek binalarından
biridir. Ama camiden önce, neredeyse onun kadar ilginç olan Rüstem Paşa’nın
kendisinden söz edelim.
Rüstem Paşa, uzun süren Kanuni döneminin en önemli iki sadrazamından
biridir. Birincisi, Süleyman'ın arkadaşı ve ilk sadrazamı İbrahim Paşa'ydı.
Oldukça tipik bir Osmanlı paşasıydı İbrahim: Asker, devlet adamı, diplomat vb.
Kudretli ve gururluydu. Süleyman'ın sevgili karısı Hürrem'in kendi oğullarıyla
ilgili kişisel planlarına uymayınca hayatından oldu.
Hırvat asıllı, Enderun'dan yetişme Rüstem çok başka bir tipti. Şövalyelikle pek
ilgisi olduğu söylenemez. Kurnazdı, bir sadrazamdan çok bir sarrafın ihtiyaç
duyacağı türden ekonomi bilgilerine sahipti, hırslıydı ve entrikadan
korkmuyordu. Herhalde olağanın dışında bazı özellikleri vardı ki Kanuni onu
daha üçüncü vezirken gözüne kestir-miş ve Hürrem'den olan kızı Mihrimah'la
evlendirmeye karar vermişti. Bunun için biraz daha yükselmesi, yükselmek için
de belirli görevlerde bulunması gerekiyordu. Diyarbakır'a tayin edildi. O sırada
bazı düşmanları cüzzamlı olduğu söylentisini yaydılar. Süleyman söylentinin
doğruluğunu öğrenmek için arkasından gizlice bir doktor gönderdi. Doktor
odasını ararken Rüstem'in çamaşırlarında bit buldu. Meğer cüzzamlıya bit
gelmezmiş. Rüstem böylece "temize çıkınca" bir düşmanı onun hakkında şöyle
bir beyit yazdı;

Olacak bir kişinin bahtı kavi, talihi yar,


Kehlesi dahi mahallinde onun işine yarar.

Beyitin ardından, onu sevmeyen çevreler arasında adı "Kehle-i ik-bal"e çıktı.
Olup bitenleri anlayıp, biti odasına kendisinin koydurduğunu düşünenler de
vardır.
Rüstem sadrazam oldu. Süleyman'ın sevgili büyük oğlu Mustafa'yı öldürtmesi
için gerekli entrikalara girişerek, kayınvalidesinden olma şehzadelere saltanat
yolunu açtı. Yeniçeriler Mustafa'yı çok sevdiği için bir süre sadrazamlıktan
uzaklaştırıldı. Bir süre sonra, yerine getirilen Ahmet Paşa’nın idam edilmesini
sağlayarak geri geldi.
Süleyman zamanında Osmanlı İmparatorluğu doruğa varmıştı; aynı zamanda,
sınıra da varmıştı. Gelir statikleşmişti, ama gider sürekli artıyordu, çünkü
merkezin zorunlu harcamaları çok yüksekti. Rüstem bu duruma çare aradı ve
buldu. Geleneksel tımar sisteminde, ekilebilir tarlaların kullanım hakkı birilerine
veriliyor, o da savaş zamanında toprağın gerektirdiği sayıda askerle orduya
katılıyordu. Rüstem, nakit sıkıntısını gidermek için tımarların kullanım hakkını
peşin para karşılığında devretmeye başladı. O zaman tımar beyleri de
verdikleri parayı köylüden çıkarmaya çalıştılar. Kısa vadede nakit bulundu;
uzun vadede sistem çöktü. Böylece Rüstem Paşa da uzun vadede yıkım
getirmiş ekonomik "dahi"lerin kalabalık grubuna katıldı.
Serveti, dillere destan olmuştur. Önce zenginleşip sonra malı müsadere
edilenlerin grubuna da katıldı Rüstem. O dönemin zenginlik anlayışı, pratik işe
yaramayan pek çok değerli eşya biriktirmeyi gerek-tirirdi. Rüstem'de
bunlardan çok vardı; ama tarlaları, tuzlaları, yani işletilen ve sürekli gelir
getiren türden üretken serveti de eksik değildi.
Bu uzun girişten sonra, şimdi gezeceğimiz Rüstempaşa Camii’nın ondan fazla
dükkân üzerinde yükseldiğini söyleyerek ekonomik bağlantıyı sağlayalım.
Tahtakale denilen bu semt, caminin yapıldığı sırada da bir çarşı semtiydi.
Caminin dükkânlar üstündeki avlusuna dört köşedeki dört merdivenden çıkılır.
Burada, son cemaat yeri bazı başka Sinan camilerinde olduğu gibi iki sıra
sütunlu ve geniş sahanlıklıdır. Buradan cepheye baktığımızda, çinilerin, başka
camilerde görmediğimiz gibi, dış duvara taştığını görürüz. Sağ taraftakiler
zamanla biraz bozulmuştur.
Sinan'ın bu camiyi Edirne'deki Selimiye’nin maketi olmak üzere yaptığı
söylenir. İkisinin yapılışı arasında epey zaman olmakla birlikte, planda
benzerlik vardır. Rüstempaşa'nın kubbesi sekiz dayanağa oturur; dört kemer
ve dört yarım kubbeyle desteklenmiştir. Yarım kubbeler çaprazlama, köşelerde
yer alır. Kuzey ve güney yanlarda iki galeri vardır. Ama bu mimari özelliklerden
önce çiniler insanın dikkatini çeker. İznik çinilerinin, kırmızının bulunuşundan
sonraki en parlak döneminin örnekleridir burada gördükleriniz ve bu çapta
başka bir binada bu kadar fazlasını göremezsiniz. Mimarisiyle olsun, zengin
süslemesiyle olsun, şehrin en güzel camilerinden biridir.
BALKAPANI

Caminin çevresinde çeşitli iş hanları var. Hemen yanındaki Hurmalı Han'ın bazı
bölümlerinin Bizans'tan kalma olduğu söyleniyor. Çukur Han'la Kiraz Hanı da
hemen burada. Büyük Çukur Han'a Rüstempaşa Hanı da deniyor. Ara sokaktan
sonraki blokta Kızıl Han var. Bu köşe-den (yüzümüz Mısır Çarşısı yönüne
dönük) sağa saptığımızda, solda Balkapanı'nın girişine geliriz. Zaten bütün bu
blok Balkapanı'ndan oluşur. Türkçe'de yiyecek gelen hanlardan üçüne "kapan"
denir; Yağkapanı, Unkapanı ve Balkapanı. Yüzyıllar boyunca, koskoca Osmanlı
ülkesinin çeşitli yerlerinde, arıların birçok çiçek ve bitkiden yaptığı ballar
buraya gelip stoklanmış, buradan satılmıştı. Balkapanı, klasik kervansaray
tipinde, ortası avlulu bir binadır. En ilginç yanı, mahzenidir. Buraya, ortada
duran yeni, tek katlı binadan girilir. Aşağıda kemerli koridorlar ve odalar
vardır, ama gene depo olarak kullanıldığı için yığılı eşyadan, binayı görmek
zordur. Bizans çağından kalan ve 6. yüzyılda yapıldığı tahmin edilen bu
mahzen -Venediklilerin yaptırdığı da söylenir- her nasılsa, şimdi özel mülktür.
Onun için buraya girip bakabilmeniz de sahiplerinin keyfine bağlıdır.
Balkapanı'ndan çıkıp devam edelim. Sağa, gene sağa döndüğümüzde, sağda
karşımızda, Fatih döneminden kalan Tahtakale Hamamı'nı (ya da, Mustafa
Paşa hamamı) göreceğiz. Bu çok eski ve oldukça büyük hamam bir hayli harap
durumdayken bugünlerde ciddi bir onarım gördü. Doğan Kuban'ın herhalde
tartışma yaratacak, iddialı tasarımıyla, bir iş hanı olarak düzenlendi. Tarihi
değeri kadar ilginç restorasyonuyla da görülmesi gerekli. Hamamın yanındaki
dar sokaktan batıya doğru yürüyünce, bloğun sonunda Timurtaş Camii'ne
geliyoruz. Bu iç bölgede bunun gibi birkaç tane daha çok eski, ama özensiz
onarımlardan geçtikleri için eski biçimlerini yeterince gözümüzde
canlandıramadığmıız camiler göreceğiz. Bunlar, daha önce kıyı boyunda
gördüklerimiz gibi, çoğunlukla çeşitli esnaf loncalarının daha Fatih zamanında
yaptıkları binalar.
Timurtaş'tan sola dönüp yürüdüğümüzde, sağımızdaki ilk yokuştan, Siyavuş
Paşa Medresesi'ne çıkıyoruz. Bu daha sonraki bir dönemin, 16. yüzyıl sonlarının
bir binası. Medresenin dershanesi, ortada değil, girişe göre sağ köşeye kaymış.
Bina, bütünüyle, perişan bir durumda. Geldiğimiz sokağa dönüp sapmadan
önceki yönde ilerlersek, sokağın sonunda, karşı sol köşede Samanveren Camii
ile karşılaşırız. Döneminin öbür camileri gibi bu da taş ve tuğladan yapılmış.
Yüzümüz Samanveren'e (bu camiye "saman viran"da denir) dönükken sola
döner ve bu sokakta ilerlersek, sol karşımızda Yavaşça Şahin Camii'ne geliriz.
Yavaşça Şahin İstanbul kuşatmasına katılmış kaptanlardandı ve dolayısıyla bu
cami de Fatih döneminden kalmadır. Yavaşça Şahin'in yanından yukarıya
doğru uzanan Uzunçarşı Caddesi Bizans'ın Makros Embolos'uydu ve iki yanlı
uzanan, önü sütunlu dükkânlardan oluşuyordu. Yukarıya doğru yürürken,
solumuzda, bu sefer II. Bayezid döneminden kalan ve gene özensiz onarımlar
dolayısıyla karakterini kaybeden İbrahim Paşa Camii'ni (1478) görüyoruz. II.
Bayezid'e vezirlik yapan İbrahim Paşa, bu mevkilere yükselen son Çandarlı'dır.

BÜYÜK VALİDE HANI


Buradan gene sola ve ileriye doğru yürüyerek, kargaşalığın içinde, mümkünse
çevredekilere sorarak, Büyük Valide Hanı'nın arka kapısı-nı, daha doğrusu ona
bitişik olan ve geçit veren Sagir Han'ın girişini buluruz. Tonozlu odalar,
dehlizlerden hanın iç kısmına geçmeden önce buradaki küçük avluya bir göz
atabiliriz. İç avlu oldukça geniştir; hanın asıl binasına sanki ek olarak sonradan
yapılan ve çepeçevre avluyu saran küçük pejmürde yapılar da çok fazla
daraltamamıştır bu geniş mekânı, ama çok çirkinleştirdikleri kesindir. Hanın
bizim girdiğimiz arka tarafında, eskiden daha yüksek olduğunu fotoğraflardan
bildiğimiz, Bizans'tan kalma bir kule (Eirene Kulesi) vardır. Hana katılan bu
kulenin şimdi yalnız alt kısmı ayakta.

Plan 9. Valide Han: 1. Ana kapı, 2. Birinci avlu, 3, İkinci avlu, 4. Mescit (şimdi
yok), 5. Üçüncü avlu, 6. Bizans kulesi

Avlunun ortasındaki cami yeni bir yapıdır. Tabii burada eskiden de cami vardı.
Büyük avludan, Çakmakçılar Yokuşu'na açılan ana kapının bulunduğu birinci
avluya geçilir. Biz arka kapıdan girdiğimiz için, bu ana kapıya en son gelmiş
olduk; tabii ters yönden yola çıkıp buradan binaya girmek de mümkün. O
zaman, görkemli girişten başla-yarak tanırız hanı.
Valide Han'ın öteden beri İstanbul'a yerleşmiş ya da geçici olarak burada
bulunan İranlılarla ilişkisi vardır. Toplam 210 odasında çalışan esnafın içinden
birçoğu İranlı'ydı (hâlâ da var İranlılar). Şii inancının kutsal ayı Muharrem
burada kutlanırdı (bu ayinler insanların kendilerine acı vermesi üstüne kurulu
olduğundan buna "kutlamak" demek ne derece doğru olur, bilmiyorum). Şii
olmayanlar da gelip bu ayinleri seyredebilirlerdi.
Bu handa bir Ermeni, 1567'de, Osmanlı toplumundaki ilk Ermeni matbaasını
kurmuştu (İlk Yahudi matbaası 1494'te, yani Sefardim Yahudiler'in
İspanya'dan gelişinden çok az sonra, ilk Rum matbaası 1624'te, ilk Türk
matbaası da 1728'de kuruldu; bu sonuncusu bir süre sonra yıkılıp yeniden
açıldı). Valide Hanı'nda matbaa geleneği daha sonra İranlılar'ca sürdürüldü.
Osmanlı dini yetkilileri kutsal kitapların ve en başta Kuran'ın matbaada
basılmasının doğru olacağına bir türlü karar verememişlerdi; harflerin sayfaya
basılması tekniğini, bir çeşit hakaret gibi görüyorlardı. Öte yandan, bu gibi dini
gerekçelerin gerisinde, matbaanın çok sayıda hattatı işsiz bırakacağı kaygısı
olduğunu da düşünmek gerekir. İranlılar buradaki matbaalarında, yasadışı bir
faaliyet olarak, Kuran basıp sattılar. Daha sonra bu faa-liyet, her çeşitten
popüler kitapların kaçak baskılarıyla devam etti. Asıl yayıncılar bunu önlemek
için kitaplara mühür basıp altına "mühürsüzler sahtedir" yazmaya başlayınca,
Valide Hanı kaçakçıları da aynı şeyi yaptılar.
İttihat ve Terakki’nın kurucusu ve bir numaralı üyesi İbrahim Temo bir bildiri
yayımlamak ister. Yıldız yolunda türbesi (D'Aronco'nun yaptığı) olan Şeyh
Zafir'in yeğeni Hamid Bey onu Valide Hanı'na götürür, İranlı bildirinin içeriğini
görünce 500 lira ister. "Mürettiplerin hepsi Türkçe biliyor, korkarım," der.
Temo, "Ben bu akşam bir müret-tiple gelir, kendim dizdirir ve bastırırım, siz
yalnız matbaayı kaparken bir makineyi ve harfleri serbest bırakınız," der ve elli
lira öder. Sonunda anlaşamazlar, İranlı kaçak yayıncılar bile, yasadışılığın her
türlüsüne yatkın değil, demek ki.
İstanbul'daki kervansaray tipi hanların en büyüğü Büyük Valide Ha-nı'dır.
1651'de, Osmanlı tarihinin ünlü Valide Sultan'larından Mahpeyker Kösem
Sultan tarafından yaptırılmıştır. Kösem Sultan, I. Ahmet'in karısıydı. Rum asıllı
olduğu tahmin ediliyor. Ahmet'ten sonra tahta geçen (deliliğiyle ünlü) I.
Mustafa, Ahmet'in kardeşi ve (trajik ölümüyle ünlü) II. Osman, Kösem'in
oğluydu. Osman'dan sonra IV. Murat çocuk yaşta tahta geçince Kösem, Valide
Sultan olarak, bütün Osmanlı düzeninde etkili ve yetkili oldu. Ancak Murat
biraz yaşlanın-ca dizginleri tam olarak ele aldı ve bütün ülkede despotik
yönetimini kabul ettirdi. Murat da görece genç yaşta ölünce, Kösem'in iktidar
özlemleri yeniden serbest kaldı, çünkü yeni padişah İbrahim de akli dengesiyle
ünlü biri değildi. Ama bir zaman sonra İbrahim de çılgınlığına rağmen iktidarını
pekiştirdi ve Kösem yeniden perde arkası entrikalarla yetinmek zorunda kaldı.
Sonunda İbrahim de tahttan indirildi ve oğlu IV. Mehmet, henüz yedi
yaşındayken padişah oldu. Böylece, bu olayların hepsinde parmağı olan Kösem
yeniden öne çıktı. Bu sefer, İbrahim'in sevgili karılarından ve yeni padişahın
annesi Hatice Turhan Sultan'la (Eminönü'ndeki Yeni Camii yaptıran) iktidar
mücadelesine girdi. Çatışma bir saray, daha doğrusu harem darbesiyle sona
erdi ve Turhan Sultan emrinde bir zülüflü baltacı, haremde Kösem Sultan'ı
saklandığı dolaptan çıkarıp, perde kordonuyla boğdu. Altı padişahın saltanatını
bir ölçüde paylaşan Kösem, işte bu korkunç -ama Osmanlı tarihinde pek seyrek
olmayan- biçimde hayattan ayrıldı.

KÜÇÜK VE BÜYÜK YENİ HAN

Büyük Valide Hanı’nın ana giriş kapısından çıktığımızda, karşımızdaki sokağın


iki köşesinde, iki eski han daha görürüz. Bunlar III. Mustafa döneminden kalan
(1760'lar) Küçük ve Büyük Yeni Han'dır. Sağdaki Küçük Yeni Han'ın açık avlusu
yoktur. İçindeki dükkânların kendilerini modernleştirme çabaları, bu hanın iç
mekanındaki eski yapısını görebilmeyi güçleştirmiştir. Binanın en ilginç parçası,
üst katta bulunan ve bir merdivenle çıkılan camidir. Tuğla duvarlarıyla bir
Bizans kilisesini de andırır bu cami, ama tabii bununla hiçbir ilgisi yoktur.
Bulunduğu caddeden ötürü Çakmakçılar Camii, altındaki çeşmeden ötürü de
Saka Çeşmesi Camii adlarıyla bilinir.
Büyük Yeni Han çok daha ilginç bir binadır. Valide Han'dan sonra İstanbul'un
en geniş alana yayılan kervansaray tipinde hanıdır. Ayrıca, çok ender olan, üç
katlı bir handır. Bu nedenle de içindeki oda sayısı Valide Han'dan fazladır.
Avlunun ortasında, iki yan kanadı birleştiren bir ara bina vardır. Bu da avluyu
ikiye ayırarak, genişliğiyle daha güzel görüneceğini tahmin edebildiğimiz
mekânı küçültmektedir. Sonradan eklenmiş olabilir.
Büyük Yeni Han, Valide Han gibi, yıllardan beri dokuma tez-gâhlarının çalıştığı
bir yer. Bu tezgâhların sesi bana hep olağanüstü gelir. Bu özelliğiyle yalnız
görülecek değil, aynı zamanda işitilecek bir yerdir. Bunun için, ikinci avluya
girdikten sonra soldaki merdivenden tırmanmanızı tavsiye ederim. İkinci katın
balkonundan aşağıya baktık-tan sonra üst kata çıkın. Merdiveni tırmanır,
balkon boyunca yürürken, çıkrıkların sesi gittikçe yoğunlaşacaktır. En üst
katta, binanın arkasına doğru yürüyün, arada kapıları açık odalarda çalışan
makineleri görerek, koridorun bitiminde sağa dönecek, ve daha sonra da küçük
arka kapıya geleceksiniz. Bina eğimli arazide kurulduğu için, üçüncü katta
olduğunuz halde, buradan düzayak, hanın arkasındaki sokağa çıkarsınız; çıkrık
sesleri birden hafifler, birkaç adım uzaklaşınca kendinizi derin bir sessizlik
içinde bulursunuz.
Bu tenha sokaktan sola doğru gidiyoruz. Solumuzda gene oldukça eski, ama
şimdiye kadar gördüklerimize oranla çok daha yeni bir han var. Az sonra
yürüdüğümüz sokak onu dikine kesen bir başka sokakta son buluyor. Burası,
özellikle aşağı orta sınıfın ama genel olarak bütün İstanbul'un ve İstanbul'a
gelenlerin alışverişe çıktığı Mahmutpaşa Caddesi'dir. Buradan gene sola dönüp
biraz yürüyünce, solda, en eski Osmanlı Hanı olan Kürkçü Hanı'na geliyoruz.
Fatih döneminde yapılan bu han yakınlarda onarımdan geçti, ama bu onarım
binanın tarihi özelliklerine duyarlı değildi. Burada da iki avlu var. Gene bir sürü
yeni ve çirkin bina yapılmış.

MAHMUTPAŞA

İstanbul belediyesi, bu eski binaları işgal eden işyerlerini buradan şehir dışına
çıkarmaya çalışıyor. Ama bu iş herhalde bir hayli uzun sürecek.
Şimdi geri dönelim, aynı sokaktan ters yönde ilerleyelim. Biraz içerlek, sağda,
Mahmutpaşa Hamamı'nın restore edilmiş halini göreceğiz. Bazı restorasyonlar
insana neredeyse "keşke hiç yapılmasaydı" dedirtiyor. Biraz sonra, da camiine
geleceğimiz Mahmut Paşa, son gördüğümüz Kürkçü Hanı'nı da yaptıran vezirdi.
Bu yapılarıyla semte adını vermişti.
Yola devam edip kavşakta sola dönünce Mahmutpaşa Camii'ne geliyoruz.
Mahmut Paşa, Fatih Mehmet'in Rum ya da Hırvat asıllı dönme vezirlerindendi.
Artık imparatorluk boyutlarına varan yeni devletin örgütlenmesine önemli
katkıları olmuştu. Güçlü bir kişiliği vardı. Yeni bir din benimseyen birçok kişi
gibi o da yeni inancında oldukça sofuydu. Bu nedenle zamanın
"fundamentalist" akımlarına yakınlık duyduğu, Fatih'in onu idam ettirmesinin
bir nedeninin de bu olduğu düşünülür.
Genişçe ve sevimli bir avlu içindeki Mahmutpaşa Camii, İstanbul'un ilk
camilerindendir ve anlaşılır bir şekilde, fetih öncesi Osmanlı cami mimarisinin,
Bursa döneminin tipik bir ürünüdür. Son cemaat yerinden (ki sonraki
onarımlarla bir hayli bozulmuştur) Bizans kiliselerinin narteksini andıran,
ortada beşik tonozlu, iki yanında ikişer yuvarlak kubbeli bir mekâna girilir.
Caminin ana mekânı, birbirinden bir kemerle ayrılan iki kareden oluşan bir
dikdörtgendir. Karelerin üstünü, eşit hacimde iki kubbe örter. İki yanda da,
üzerleri üçer küçük kubbeli tabhaneler vardır. Bu plan, şüphesiz, hayli basittir,
çünkü mekân büyüyünce kubbe sayısını artırmaktadır. Daha sonraki camilerde
büyüyen mekânı büyüyen tek kubbe ile birleştirmenin yol-ları aranmıştır.
Avluda, Mahmut Paşa'nın idamından sonra yıkandığı yer görülür. Caminin
arkasında ise bir mezarlık ve içinde paşanın güzel türbesi vardır. Sekizgen
olarak yapılan türbenin pencereleri iki sıradır. Güzel olan, dış duvarının da
mavi ve turkuazın egemen olduğu çinilerle kaplı olmasıdır. İznik'in (kırmızının
bulunmasından önce) ilk parladığı dö-nemin çinileridir bunlar. Renkler,
Osmanlı'dan çok Selçukileri hatırlatır. İstanbul'da böyle, dışı çini kapılı başka
türbe bilmiyorum.
Mükrimin Halil'in anlattığı bir âdete göre, Mülkiye'den azledilenler
Mahmutpaşa, Adliye'den azledilenlerse Ayasofya kahvelerinde otururmuş.
Fatih'in de idam ettirdiğine pişman olup cenazesine geldiği Mahmut Paşa,
mahalle halkı tarafından, "daimi sadrazam" sayılırmış. Onun için devletle işi
olanlar burada önce türbeye bağışta bulunup sonra oradaki işi bilenlere dilekçe
yazdırırmış. Etkisine inanıldığı için, dilekçenin burada yazdırıldığı da özellikle
belirtilirmiş.
Türbeyi arkamıza aldığımızda, solda Nuruosmaniye Külliyesi, sağda Çuhacılar
hanı, ilginç bir sokağa gireriz: Kılıççılar Sokağı. İki yanındaki dükkânların çoğu
Kapalıçarşı için üretim yapar. Dükkânların üstünde, salkım salkım telefon
kabloları da ilginçtir. Sağdaki Çuhacılar Hanı, bu eski şehrin yeni hanlarından
sayılır, Lale Devri'nin sadrazamı İbrahim Paşa tarafından yaptırılmıştır. Adı
Çuhacılar Hanı olmakla birlikte şimdi içinde kuyumcular ağırlıktadır.
Han'dan sonra Nuruosmaniye Camii'ne bakalım. İstanbul'un yedi tepesinden
birinde bu cami yükselir. I. Mahmut yapıyı başlatmış, onun ölümünden sonra
tahta geçen kardeşi III. Osman tamamlatmıştır. Tamamlanma tarihi .olan
1755'te Osmanlı mimarisinde ve genel hayatında "barok" dediğimiz Batı etkileri
devam etmektedir. Nuruosmaniye de barokun, bu şehirdeki daha önceki
örneklerinden epey farklı bir ürünüdür. Mimarının Simeon adında bir Rum
olduğu tahmin ediliyor. Camiden çok, hayli değişik olan, 14 kubbeli, dörtgen
olmayan iç avlusu, bahçesi ve külliyenin binaları sevimlidir.
Bu bölgede, 19. yüzyılda yapılmış çeşitli hanlar arasında Kamondo'nun,
Hacopulo'ların ve Abud Efendi'lerinkiler de vardır. Bunlar, Beyoğlu'ndan
tanıdıklarımız, ya da tanıyacaklarımız.

KAPALIÇARŞI

Nuruosmaniye'den artık Kapalıçarşı'ya geçebiliriz. Bu tabii bir kitabın


sayfalarında böyle! Yoksa Kapalıçarşı, gerçek hayatta, bir bölümün sonuna
bırakılamaz. İster doğrudan alışveriş, ister bu ilginç dünyayı keşfetme
merakıyla oraya giden herkese çok daha fazla vakit gerekir. Oldukça geniş bir
alanı kaplayan bu binada yaklaşık 4000 dükkân vardır -ayrıca da, pek çok
atölye, cami, çeşme, lokanta, kahve, muhallebici vb. Kapalıçarşı kendi başına
bir dünyadır.
Bu çarşının da Bizans zamanında bazı binalarının yapılmış olduğunu iddia
edenler bulunmakla birlikte, ilkin Fatih zamanında inşaata başlanmış olması
daha akla yakındır. Yapılan ilk bölümleri Sandal Bedesteni ve Cevahir
Bedesteni'dir. Bunlar ikisi de çarşı içinde çarşı durumundadır. Bizans'a
yakıştıranların kanıtı, Cevahir Bedesteni'nin dört kapısından birinin üstündeki
taşta Bizans kartalı kabartması olmasıdır. Ama Osmanlılar da bunu, başka
yerlerde olduğu gibi, kendi yaptıkları bir binaya koyabilirlerdi. Mimari üslup
tamamen Osmanlı'dır. Kapalı bir bina olduğu, geceleri kapıları kilitlendiği için
güvenli bir binaydı. Bu nedenle, en değerli eşyaların alım satımını ya-panlar
burayı tercih etti. Cevahir Bedesteni böyle bir bölümdü. Ama Kapalıçarşı'nın
bütünü akla gelebilecek her türlü malın da satıldığı bir yerdi. Loncalara göre
çeşitli sokakları ve bölgeleri bölüşülmüştü. Bu özelliği bugün bile özellikle
sokak adlarında göze çarpar.
Geçmiş yüzyıllarda burayı ziyaret eden gezginler çarşının sessizliğini,
dükkâncıların ağırbaşlılığını ve dürüstlüğünü uzun uzun anlatırlar. Kapitalizm
ve turizm bu gibi özellikleri değiştirdi. Şimdi dükkâncılar yerlerinde oturup
müşteri beklemektense dışarı fırlayıp müşterileri kendi dükkânlarına gelmeye
ikna etmeye çalışıyorlar. Bu faaliyeti şöyle böyle yirmi beş dilde yapabiliyorlar.
Eski ikram tarzı gene sürüyor. Pazarlığa gelince, bu da bir "fair play" olayı. İki
taraf da gerekli ön bilgilere sahip olarak bu müsabakaya giriyor; satıcı
avantajlı, daha baştan. Neden söz ettiğini bilenler için bu pazarlık, sonucu belli
bir olayın ayini gibidir; yerine getirilmesi iki tarafa da zevk verir. Müşteri neden
söz ettiğini bilmeden pazarlığa girmişse, bazı sonuçlara hazırlıklı olmalıdır.
Fiyatı çok düşürmüş olabilir, ama sonradan, aldığı malın bir taklit olduğunu
öğrenir. Bu da bir teselli, şüphesiz; aynı taklit malı ilk söylenen yüksek fiyattan
da alabilirdi.

Plan 10. Kapalıçarşı

Alışveriş dünyasının bugünkü özellikleri her yer gibi Kapalıçarşı'yı da çok


değiştirdi. Birçok eski zanaat ortadan kalkarken, bir tek adlan, çarşının çeşitli
sokaklarının adı olarak yaşamaya devam ediyor. Örneğin Nuruosmaniye
Caddesi'nde yeni açılan büyük halıcı dükkânları yabancı turistleri kendilerine
çekerek Çarşı içindeki halıcılığı büsbütün öldürmedilerse de, adamakıllı
zayıflattılar. Kuyum-cu dükkânları her yere yayıldı. Bu arada, Sandal Bedesteni
yakınlarındaki, son derece sevimli muhallebici kulübesi bile kuyumcu oldu. Deri
eşya ve jean satanların sayısı da çok arttı. Öte yandan, örneğin en iyi bakır işi
doğal olarak İç Bedesten'de bulunuyor, ama onun dışında birçok bakırcıda en
bayağı ve zevksiz bakır eşya satılıyor. Her şeye rağmen Kapalıçarşı ilginç ve
çekici. İstanbul'un yerlileri, artık her şey her yerde bulunduğu halde, arada bir
Kapalıçarşı'dan alışveriş etmek için bir vesile uydururlar. Şehri ziyaret eden
yabancılar da, burayı görmeden giderlerse, çok önemli bir şeyi kaçırdıkları
duygusunu yaşıyorlar. Bunlar Kapalıçarşı'nın büyüsünü kaybetmediğini
gösteriyor.
Kapalıçarşı, sonuncusu 1954'te olmak üzere birçok ciddi yangın at-lattı.
1980'lerde binayı sarmaşık gibi sarmaya ve tuhaf bir şekilde görünmez hale
getirmeye başlayan tabelalar, neonlar vb. kaldırıldı. Bunun gerçekten olumlu
bir etkisi oldu.
Çarşı'da normal dükkânlar dışında ziyaret edilmesi gereken kahvesi ile ünlü
Havuzlu Lokantası vardır. Daha önce, geleneksel esnafın bu-lunduğu
bölgelerde iyi geleneksel lokantalar bulunacağını söylemiştim. Bunlar çarşı
dışında, ama yakınında da bulunuyor. Örneğin Nuruosmaniye'nin Kapalıçarşı'ya
bakan dükkân sırasının Çuhacılar'a yakın köşesindeki lokanta, Subaşı. Bunun
tersi yönde, Çemberlitaş'a doğru giderken, solda, dar bir kapıdan girilen ve
merdivenle çıkılan Arslan; bir de, Vezir Hanı'nın kuzey kanadındaki Ümit.

VEFA VE SÜLEYMANİYE

Divanyolu boyunca Aksaray'a doğru yürürken Beyazıt Meyda-nı'ndaki çeşitli


anıtları görmüştük. Şimdi, Süleymaniye'nin başlıca anıtsal yapı olarak durduğu,
Haliç-Atatürk Bulvarı-Beyazıt arasındaki bölgeyi gezelim.
Fen Fakültesi'nin yanından sağa sapıp yürüdüğümüzde, sağda, Edebiyat
Fakültesi'nin arka kapısının yanında Kuyucu Murat Paşa Medresesi'ne geliriz.
Paşanın lakabı, kuyu açıp içinden su veya petrol gibi şeyler çıkarmasının değil,
kuyu açıp içine bir şeyler doldurmasının sonucudur: öldürttüğü Celalilerin
cesetleri. Bu yöntem, zamanın devlet gelenekleri arasında çok fazla
yadırganmaz; ayrıca paşa, medrese yaptırarak, hayır işlerinden de eksik
kalmamıştır. Şimdi üniversitenin elinde olan medrese, köşesindeki sebiliyle,
sevimli bir binadır.
Solumuzda, şimdi yürüyeceğimiz Şehzade Camii'ne doğru uzanan sokak bir
zamanların ünlü Direklerarası. "Direklerarası" adı, buranın Bizans'ta yapılan iki
yanı sütunlu caddelerin ayakta kalan sonuncusu olduğunu anlatır. Bu son
kolonad da 20. yüzyılın başında yıkılarak ortadan kalktı. 19. yüzyılda Beyoğlu,
Batılı tarzda bir eğlence merkezi haline gelmişti. Tiyatro ve opera gibi yüksek
sayılan sanatların yanı sıra "kafe şantan"lar, "müzikholler" de açılmıştı. Bütün
bu eğlence yerlerinin müşterileri arasında, biraz gizli kapaklı biçimde olsa da,
birçok Türk yer alıyordu. Bu dönemin edebiyatında, özellikle de yeni oluşan
romanda, zevk ve sefa dünyasının çekiciliğine kapılıp baba mirasını har vurup
harman savuran günahkâr gençlerin hikâyelerini okuruz. Aksaray,
Süleymaniye gibi namuslu Türk mahallelerinde, mirasyedileri gece
Beyoğlu'ndan getiren arabaların nal ve tekerlek sesleri işitilir.
Gelgelelim, mirasyedi olmayan Türkler de o kadar masum değildir. Bir zaman
sonra bütün bu alafrangalıklar Türk zevkine göre adapte edilecek ve
Şehzadebaşı yeni tip eğlence hayatının merkezi olacaktır. Meddah, Karagöz
gibi geleneksel eğlenceler devam eder, ama onların yanına yeni öğeler katılır.
Azınlıklar, özellikle de Ermeniler, bu yeniliklerde öncü rol oynar.

VEFA VE SÜLEYMANİYE

İlk tiyatroları onlar yazar ve oynar. İtalyan Belcanto'sundan "kanto" adı verilen
eğlendirici bir müzik tarzı çıkarılır ve her tiyatro asıl temsilden önce bir kanto
gösterisi yapar. Bu eğlenceler özellikle Ra-mazan boyunca çok müşteri çeker.
Ferah Tiyatrosu gibi güzel tiyatro binaları yapılır.
İstanbul'un modernleşmesinde bu yeni eğlence tarzının önemli rolü olmuştur.
Geleneksel toplumda eğlence sektörünü oluşturanlar bayram gibi geleneksel
zamanlarda ortaya çıkar ya da düğün gibi özel kutlamalarda zenginler
tarafından çağrılırlardı. Beyoğlu'ndan sonra ilk olarak Şehzadebaşı, böyle
patronaj dışında çalışan bir eğlence merkezi haline geldi; aynı zamanda bu tip
eğlence, şehirli bir etkinlik biçimi olarak, şehirli hayatında vazgeçilmez bir yer
edindi.
Bizans döneminde burada Nimfaion denilen anıtsal havuzun bulunduğu
söylenir. Filadelfion meydanı da burada olmalıydı. Tetrark'lar denilen ve dört
imparatoru tasvir eden buradaki heykel grubu da İstanbul'dan Venedik'e
kaçırılan sanat eserleri arasındadır.
Murat Paşa Medresesi'nin önünde durup karşıya baktığımızda, gelip giden
minibüsler, inen, binen ve bekleyenler, satıcılardan oluşan tipik bir İstanbul
kargaşası görüyoruz. Bu kargaşanın ötesinde, bütün özellikleriyle bir Bizans
Kilisesi olduğunu ilan eden bir yapı var. Kalenderi dervişlerine verilip tekke ve
cami olarak kullanıldığı için Kalenderhane adını alan yapının asıl adının
Teotokos Kiriotissa olduğu, 1960'larda İstanbul Üniversitesi ve Dumbarton
Oaks kurumunun yürüttüğü arkeolojik çalışmalar sonucunda öğrenildi. 12.
yüzyılda yapılan kilise Yunan haçı planına uyuyor. Gene bu çalışmalarda, aynı
yerde daha önceleri yapılmış başka binaların (bir hamam, bir kilise) kalıntıları
da ortaya çıkarılmıştı. Bunlar hepsi Filadelfion'u süsleyen binalar olmalı.
Ama Bizans kilisesinin en ilginç yanı, 1204 Latin işgalinden sonra yapıldığı
anlaşılan, Assisili Aziz Francis'in hayatını resmeden fresklerin bulunması oldu.
Aziz'in ölümünden sonra yapılan ilk freskler bunlar (ölümünden 25 yıl sonra).
Bir başka ilginç buluntu da, İkonoklazm dönemi öncesinden kalan tek
mozaiktir.
Valens Kemeri'nin ucu buralara kadar geliyor, ama biz şimdilik onu bırakıp
Şehzade Camii'ne doğru yürüyelim. Soldaki gösterişsiz Acemoğlu Hamamı,
aslında, eski Acemioğlanları Hamamı'ndan bugüne kalan yapıdır. İleride, yolun
sağ köşesinde Nevşehirli İbrahim Paşa'nın Darülhadis'ini görüyoruz. Lale Devri
Sadrazamı Damat İbrahim Paşa mimaride Osmanlı barokunun başladığı yıllarda
yaşamıştır. Bu zarif Darülhadis binası da hem barokun başlangıcı, hem de
klasik dönem sonu öğelerini içerir. Köşedeki sebil son derece güzeldir.
Şimdi, önce Şehzade'yi geçerek, onun az ilerisindeki Burmak Mescit'e bakalım.
Caminin adı tuğla örme minaresindeki spirallerden gelir. Böyle süslü minareler
Osmanlı mimarisinin İstanbul'un fethinden önceki döneminde vardı, ama
İstanbul'da benzeri yoktur. Mısır kadısı Osman Efendi'nin 16.yüzyıl ortasında
yaptırdığı cami, son cemaat yerindeki sütunların Bizans başlıklarıyla ve
kapısının ortada değil, sağ köşede olmasıyla da ilginç ve atipiktir.
Burmalı'nın karşısında İstanbul Belediyesi'nin hantal modern binası, onun
arkasında da Ankaravi Mehmet Efendi'nin sevimli tuğla medresesi var.

ŞEHZADE CAMİİ
Şehzade Camii, Sinan'ın ilk anıtsal yapısıdır. Kanuni Süleyman'ın genç yaşta
ölen oğlu Mehmet için yaptırıldığı söylenir. Sonuçta böyle olduğu belli, ama
Yerasimos'un Ayasofya efsaneleri üstüne yazdığı kitabı okuyunca Süleyman'ın
bunu ilkin kendisi için düşündüğünü, ama cami bittikten sonra Sinan daha
iyisini de yapabileceğini söyleyince onu Şehzade Mehmet'e adadığını tahmin
edebiliriz.
Sinan, daha sonraları, bu camiyi çıraklığında yaptığını söylemişti. Bunu yapan
"çırak" ancak Sinan olabilirdi. Sinan kubbeyi kare plan içinde dört payeye
dayandırır ve bunun dışında hiç sütun kullanmaz. Böylece iç mekândaki
genişlik etkisini alabildiğine artırır. Kubbeyi dört yanından dört yarım kubbeyle
destekler. Bu planda, doğal olarak, eksiksiz bir simetri vardır. Dört köşede
birer küçük kubbe, yarım kub-belerin iki yanında da daha küçük ikişer çeyrek
kubbe vardır.

Plan 11. Şehzade Camii

Tabii, kusursuz simetri, aynı zamanda can sıkıcı da olabilir. Belki de bu nedenle
Sinan bu dört yarım kubbeli planını daha sonraki camilerinde uygulamadı. Ama
Sultanahmet ve Yeni Cami gibi daha sonra yapılmış anıtsal camilerde başka
mimarlar bu planı tekrarladılar.
İç mekânın sadeliğine karşılık (çini de kullanılmamıştır), Sinan, caminin dışını
süslemek ve herhangi bir monotonluğa yer vermemek için çok çalışmıştır. Avlu
aynı zamanda bir medresedir.
Ortadaki şadırvanın IV. Murat tarafından yaptırıldığı biliniyor.
Şehzade Camii'nin yanındaki türbeler, başta Şehzade Mehmet'inki olmak
üzere, kendi başlarına bir hayli ilginçtir, çünkü bunlardan Osmanlı çiniciliğinin
tarihini izleyebiliriz. Mehmet'in sekiz köşeli güzel türbesinden başka, ünlü
Rüstem Paşa'nın zengin çinili türbesi de burada. Rüstem belli ki çiniyi
seviyordu. Şüphesiz çiniyi herkes sevebilir, ama bütün binalarını çiniyle
donatacak kadar parası da vardı Rüstem'in. Ayrıca, Dalgıç Ahmet Ağa'nın
yaptığı, III. Murat'ın damadı Sadrazam İbrahim Paşa'nın güzel çinili türbesi,
kızı Hatice Sultan'ın ve Şehzade Mehmet'in torunu Fatma Sultan'ın ve Destari
Mustafa Paşa'-nın hepsi de hayli ilginç olan türbeleri de Şehzade Camii'nin
bahçesindedir.

VEFA

Külliyenin binalarından L biçimindeki kervansaray şimdi Vefa Lisesi'nin


laboratuarı olarak kullanılıyor; bir kısmı da otomobil tamirhanesi. Mektep ve
imaret de sokağın öbür yanında, az önce gördüğümüz İbrahim Paşa
Darülhadis'inin arkasında. Bu iki bina kümesinin arasındaki Dede Efendi
Sokağı'ndan yürürken, solda, Milli Mimari akımının temsilcilerinden Kemalettin
Bey'in yaptığı saygıdeğer eğitim kurumu, Vefa Lisesi'ni görüyoruz. Gene
Kemaleddin Bey'in yaptığı V. Vakıf Hanı da okulun yatakhanesi oldu. Burada
Şehit Ali Paşa Kütüphanesi de var.
Kovacılar Sokağı'na gelince sağda, 17. yüzyıl başında Defterdar Ek-mekçizade
Ahmet Paşa'nın yaptırdığı güzel medrese, ileride solda ise Recai Mehmet
Efendi'nin 18. yüzyıl sonundan kalma sıbyan mek-tebi var. Bu binalara
baktıktan sonra, karşımızdaki Kâtip Vefa Cadde-si'ne giriyoruz. Az ileride,
solda, ünlü Vefa Bozacısı var. Boza maya-lanmış darı hamurundan yapılan son
derece koyu kıvamda bir içkidir ve kışın içilir. Hafifçe "fermente" olduğu için,
Yeniçeriler içki niyetine de kullanırmış. Yazları bu dükkânda üzüm suyundan
şıra yapılır.
Bozacının birkaç adım ilerisinde Revani Şuccağ Efendi'nin yaptırdığı küçük
Kovacılar Mescidi'ni görürüz. Gene aynı sırada, az sonra, semte adını veren
Şeyh Vefa'nın türbesini görüyoruz. Vefa fetihten kısa süre sonra İstanbul'a
yerleşmiş, halkın çok sevdiği bir din adamıydı. Varlığını da burada çeşitli hayır
kurumları yaptırmakta kullanmıştı, ama bu yapıların hiçbiri zamana
dayanamadı. Türbelerin arkasında yıkıntıları duran camisi bu yakınlarda
betondan olmak üzere yeniden yapılıyor, ama herhalde bu caminin aslıyla bir
ilgisi bulunduğu söylenemez.
İleride, gene aynı sırada, Atıf Efendi Kütüphanesi'ne geliyoruz. Defterdar olan
Atıf Efendi bu olağanüstü sevimli kütüphaneyi 1740'larda yaptırmıştı. Sokağa
bakan cepheyi kütüphane memurlarının (hafız-ı kütb) oturması için yapılmış üç
ev oluşturur. Ama üç evin ikinci katı altı kanatlıdır ve bir yelpaze gibi uzanır;
bu da Osmanlı asimetrisinin sevimli örneklerinden biridir. Üç evin ayrı kapıları
vardır, ancak ana kapı (geniş bir koridorla iç avluya açılır) daha yüksek ve
geniştir. Kütüphane binası da asimetrik bir çokgendir. Okuma salonu, kemerli
tavanıyla son derece şirindir. Bahçesi, ağaçlan, çeşmesi, mütevazı boyutları ve
her şeyiyle, olağanüstü bir binadır.
Kütüphanenin yanındaki köşede Rehabula Hatun türbesine bir göz attıktan
sonra karşısındaki Tirendaz Sokağı'na sapınca önümüze Vefa Kilise Camii
çıkıyor. Bu da son derece şirin, zarif bir Bizans kilisesi. Şimdilerde Fatih'in
hocası Molla Gürani'ye mal edilen bina, Ayios Teodoros adıyla, 10-12. yüzyıllar
arasında Yunan haçı planına göre yapılmıştır, ama bazı parçaları, örneğin
cephedeki sütun başlıkları ve kabartmalar daha da yeni olabilir. Bu nartekste
bazı freskler yakın zamana kadar duruyordu, ama şimdi badanayla kapatıldı.
Bu durum, Türkiye Cumhuriyeti'nde dini hoşgörünün artacağına azaldığını
gösteriyor. Bunu şöyle örneklemek mümkün: Caminin şerefesinde, üzerinde
tavus kabartması olan bir taş kullanılmış. Belli ki, kilise camiye çevrilirken bir
yerde bulunan bu taş ziyan olmasın diye alınmış, İslam surete izin vermediği
için de minare şerefesi gibi gözden uzak bir yerde kullanılmış. Ama beş yüz
yıldan fazla zaman geç-mişken, bütün bu sürede orada kalabilmiş olan
fresklerin üstüne badana geçiliyor.

SÜLEYMANİYE

Buradan Süleymaniye Camii'ne ve külliyesine doğru yürüyeceğiz, ama ondan


önce çevre hakkında birkaç şey söylemek gerekiyor. Süleymaniye'de görecek
çok sayıda eski ahşap ev kaldığı için burası bir zaman önce SİT alanı haline
getirilmişti. Türkiye'nin koruma kanunlarında, eski eserler tarihi değerlerine
çöre sınıflara ayrılır. Birinci dereceden eserler olduğu gibi restore edilmelidir;
ama "ikinci derece" sayılanlar, cephenin özgün biçimi korunarak yeniden ve
betondan da yapılabilir, orijinali ahşapsa üstü tahta kaplanır. Şimdi
Süleymaniye'de birçok ev bu şekilde restore edildi, buna üniversite de
bütçesinin imkânları ölçüsünde yardımcı oldu. Birçok ahşap bina ise yan yıkık
durumda sıranın kendisine gelmesini bekliyor. Bu binalar arasında görmeye
değer bir tanesi, aynı adı taşıyan sokaktaki Kayserili Ahmet Paşa Konağıdır.
Bütün bu çevrede (şimdiki nüfusun büyük çoğunluğunu Adıyamanlılar
oluşturuyor) dolaşmak keyifli bir iştir. Bu arada, çok ilginç olmadıkları ve
yolumuzun dışında kaldıkları için sözünü etmediğim, üniversitenin batı
kapısının karşısındaki sebille Kapudan İbrahim Paşa Mescidi ve Mektebi'ne,
ayrıca, Bozdoğan Kemeri Sokağı'nda, Bayrami Melamiler'in İstanbul'daki ilk
tekkesi olan Helvai tekkesine değineyim.
Süleymaniye Camii ve Külliyesi alabildiğine geniş bir alana yayılır. Biz her
zamanki gibi camiden başlayalım.
Sinan, bunun da "kalfalık" döneminin eseri olduğunu söyler. Herhalde nice baş
mimar böyle bir kalfa olmayı tercih ederdi.
Süleymaniye, Ayasofya'ya erişmek ve belki de onu aşmak için yapılmış bir
girişimdir. Zaten planı da onunkine oldukça yakındır; doğu-batı aksında iki
yarım kubbe, kuzey ve güneyde iki büyük kemer. Kubbe dört geniş paye
üzerine oturur. Çapı 26.5 metre, yerden yüksekliği de yaklaşık 50 metredir.
Dolayısıyla, Ayasofya'nın boyutlarını aşmamıştır. Ama bu, fiziksel bir durum;
estetik açıdan Süleymaniye muazzam bir mimari eser olarak dünyanın en güzel
anıtları arasında yer alır.
Güneyde ve kuzeyde payanda duvarları, biraz içeri, biraz da dışarı taşacak
biçimde, duvarın içinde saklanmış, dışarıdaki ikişer katlı mahfillerle de göze
çarpmayacak hale getirilmiştir. Doğu ve batıda zaten destek işi büyük ölçüde
yarım kubbelere kaldığı için payandalar fazla kalın değildir ve göze batmaz.
Sinan, restore ettiği Ayasofya'da kemerli yan duvarların zayıflığını
gözlemleyerek, bu tarz bir istiflemeyi düşünmüş olmalı. Kubbenin dört
köşesinde, payelerin dıştaki devamı olan dört sekizgen kule, yarım kubbelerin
altında çeyrek kubbeler vardır. Kubbe kavislerinin birbirleri üzerine kıvrılarak
akışı son derece estetiktir. İç mekânda genişlik duygusu kusursuzdur.
Payandaların içeri taşan kısımları sütunlar üstüne oturan kemerlerle bağlanmış
ve böylece yan nefler oluşturmuştur.
İç mekânda büyük bir sadelik vardır. Yalnız mihrap tarafında, o da az
miktarda, çini kullanılmıştır. Burada ayrıca Sarhoş İbrahim adıyla bilinen
dönemin ünlü cam ustasının vitrayları vardır.

Plan 12. Süleymaniye külliyesi:


1. Darüşifa, 2. İmaret, 3. Tabhane, 4. Tıp Medresesi, 5. Sani Medrese, 6. Evvel
Medrese, 7. Sıbyan Mektebi, 8. Taksim, 9. Bahçe, 10. Tuvaletler, 11. Avlu. 12.
Cami, 13. Kanuni'nin Türbesi, 14. Haseki Hürrem Sultan Türbesi, 15. Türbedar
Odası, 16. Salis Medrese, 17. Rabi Medrese, 18. Darülhadis, 19. Hamam

Camide kullanılan mermer sütunlar bütün ülke taranarak çeşitli yerlerden


getirilmiştir. Sinan dört sütunun ikisini İskenderiye ve Baalbek'ten getirttiğini,
birini Vefa çevresinden, birini de saraydan bulduğunu anlatır. Bu arada,
"Saray-ı Belkıs-ı Süleyman" diyerek, Ayasofya'nın bazı sütunlarının Hazret-i
Süleyman'ın yaptırdığı tapınaktan geldiğini anlatan efsaneyi yankılar. Bir
söylentiye göre ca-minin yapılışı sırasında -temellerine iyice oturması için- bir
duraklama olmuş, zamanın İran Şahı küstah bir tavırla, "Satıp da camiyi
bitirin" diye, mücevher yollamış. İyice sinirlenen Kanuni bunları unufak edip
caminin harcına karıştırmak üzere Sinan'a vermiş. Caminin malzeme-lerinin
nasıl ve nereden bulunup getirildiğini anlatan defterleri, iktisat tarihçisi Ömer
Lütfı Barkan yayımlayarak dönemin özellikleri hakkında çok somut bilgiler
edinmemizi sağlamıştır.
Levhalar, zamanın en iyi hattatları olan Ahmet Karahisari ile öğrencisi Hasan
Çelebi'nin eserleridir.
Pencerelerden gelen hava akımlarını hesaplayarak kandillerin isini belirli bir
noktada toplaması, Sinan'ın başka camilerde de elde ettiği şaşırtıcı başarılar
arasındadır.
Avlu revaklarında somaki, granit ve mermer kullanılmıştır. Dört minare
avlunun dört köşesinde yükselir. Camiye yakın olan ikisinde üçer, uçtakilerde
ikişer şerefe vardır. Toplam on olan şerefe sayısı, Süleyman'ın onuncu Osmanlı
padişahı, dört minare ise İstanbul'da hüküm süren dördüncü padişah olduğunu
simgeler.
Süleymaniye Camii Külliyesi İstanbul'un üçüncü tepesinde, bu te-penin Halic'e
bakan yamacında kuruludur. Böylece şehrin birçok yerinden görüldüğü gibi,
kendisinden görünen manzara da oldukça geniştir.
Caminin mihrap duvarının arkasındaki avluda Kanuni'nin türbesi yer alır. Bu
sekizgen türbe avlunun ortasına yerleştirilmiştir. Duvarları, İznik'in en güzel
çinileriyle kaplıdır. İçeride ayrıca Kanuni'nin kızı Mihrimah Sultan'la varlık
göstermemiş iki padişah, II. Süleyman ile II. Ahmet gömülüdür. Avlunun
köşesinde Kanuni'nin sevgili karısı Hür-rem Sultan'ın daha küçük bir sekizgen
olan, gene çok güzel İznik çinileriyle donanmış türbesi var. Kare biçimindeki
darülkurra binası da bu avlunun kenarında.
Türbenin çevresindeki hazirede birçok tanınmış insanın kabri vardır: Abdülaziz'i
tahttan indirenlerden Hüseyin Avni ve Kaptan-ı Derya Ali Paşalar, Sadrazam Ali
Paşa, II. Mustafa'nın kızı Safiye Sultan, Maarif Nazırı Kemal Paşa vb.
Bahçenin kuzeydoğu köşesinde, sokaktan köşeye 45 derecelik bir açıyla gelip
birleşen bir kanat var. Burası darülhadis, yani hadis öğretilen bir medrese.
Caminin bahçesiyle bu kanadın birleştiği noktada, dershane olduğunu tahmin
ettiğimiz dikdörtgen bir oda var. Kanat boyunca da öğrencilerin kaldığı 22
hücre uzanıyor. Yani, bildiğimiz avlulu, dört köşe medreselerden çok farklı bir
yapı.
Buradan inip sola kıvrıldığımızda, Süleymaniye yükseltisinin alt tarafında, yani
solda, arastayı, sağda altında gene dükkânlar bulunan iki medrese binasını
görüyoruz (aslında bu medreselere caminin bahçesinden bakıldığında daha çok
şey görmek mümkün). Bu iki medrese, "Salis" ve "Rabi" (üçüncü ve
dördüncü), caminin güney kanadına bakan "Evvel" ve "Sani" (birinci ve ikinci)
medreseleriyle birlikte bir bütün oluşturuyorlar.
Arkadaki bu iki medrese ile yokuşta aşağıda kalan Mülazimler Medresesi'nin
mimarileri benzersiz ve son derece güzel.
Birçok Sinan eserinden söz ederken tekrarlanan bir nokta, Sinan'ın, herhangi
bir mimara sorun çıkaracak engebeleri, bir estetik güzellik haline getirebilme
yeteneğidir. Burada da, yokuşa yapılan iki medresede, başka hiçbir medrese
binasında görmediğimiz çok katlı bir hücre düzenine rastlıyoruz. Her katın
sofası, iki medrese arasındaki avlu, merdivenler, yukarıda kalan medreselerin
aşağıdaki Mülazimler'le bağlantısı, hepsi özgün bir mimari dehanın göstergesi.
Gelgeldim, bu medreseler ve karşı köşedeki güzel hamam, nasıl olmuşsa
olmuş, özel mülk haline gelmiş. Kimi depo, kimi imalathane; ya da ne oldukları
değişebiliyor. Ama binaları kullananlar, içeriye kimseyi sokmamakta oldukça
kararlılar. Böylece, mimari bir şaheser, görmek isteyenlere kapalı. Kanuni
Süleyman'ın camiinin, şehrin gözbebeği olduğu kabul edilen bir anıtın nasıl
böyle kullanılabildiğine akıl erdirmek çok zor.
Süleymaniye Külliyesi'ne genellikle Beyazıt tarafından, üniversite bahçesinin
yanından geçerek gelinir ve ana giriş kapısının önünde park eden otobüsler vb.
arasından içeriye girilir. Motorlu taşıtlar küçük bir meydanın ortasındaki dört
köşe ve sivri külahlı çeşmenin çevresini dolanarak caminin güneye bakan
bahçe duvarı boyunca dizilirler. Külliye'nin buradaki binalarının önünde Tiryaki
Çarşısı adıyla tanınan bir dükkân dizisi vardır. Arkanızı camiye dönerek
baktığınızda, sol köşede Ali Baha'nın kuru fasulyesiyle ünlü lokantasını görürüz.
Bunun müşterilerinin de, kanat boyunca yer alan çeşitli kahve müşterilerinin
de çoğu, turistlerin yanı sıra, bu çevrede birçok binaları olan üniversitenin
öğrencileridir. Ali Baba, Üsküdar'daki ünlü Kanaat lokantasından doğmuş
saygıdeğer bir kurumdur.
Ali Baha'nın arkasında şimdi çocuk kitaplığı olarak kullanılan eski sıbyan
mektebi var. "Onun kapısı yan sokakta, sonra birbirinin eşi olarak yapılmış
Evvel ve Sani medreseleri geliyor. Bu iki binanın ara-sında dar uzun bir geçit
var, ve giriş kapıları da geçidin uzaktaki ucunda. Dershaneler de medreselerin
güney kanadında yer alıyor. Süleymaniye'nin bu medreseleri uzun zamandan
beri, sahip olduğu zengin eski kaynaklar nedeniyle araştırmacılar için çok
önemli olan Süleymaniye Kütüphanesi olmuştur; başka eski yazı kaynakların
bu-lunduğu Atıf Efendi gibi çeşitli ldtaphklar da ona bağlıdır ve birçok
kütüphanenin kitapları şimdi burada toplanmıştır.
Medreselerin yanında, bütün bu kanadın sağ köşesini oluşturan kısımda da Tıp
Medresesi var, ama aşağı yukarı tamamı yıkılmış durumda, yalnızca çarşı
tarafındaki hücreleri ayakta duruyor. Bu cephenin arkasında yapılan yeni bina
da doğum kliniği olarak çalışıyor.
Batıda, başlıca üç binadan oluşan üçüncü külliye kanadı uzanıyor. Burada en
solda darüşşifa, yani hastane var. Bir zamanlar askeri bası-mevi olan bina
şimdi kızlar için Kuran kursu, böylece, içine girilmesi eşit derecede imkânsız.
Darüşşifa'da eskiden akıl hastaları için de bir bölüm olduğunu ve tedavi
yöntemi olarak müzik çalındığını Evliya Çelebi'den öğreniyoruz.
Ortadaki bina eski imaret, oldukça büyük mutfakları var, çünkü yalnız
yoksullara yemek dağıtmak için değil, Süleymaniye Külliyesi'ndeki görevlilere
ve çok sayıda medrese öğrencisine verilen yemekleri de pişirmek üzere
yapılmış. Eskiden bu bina Türk ve İslam Eserleri Müzesi'ydi. Şimdi
Sultanahmet'teki İbrahim Paşa Sarayı müze haline getirildi, eşyalar oraya
taşındı. Bir süre önce de Süleymaniye imareti Dar-üz Ziyafe adıyla bir lokanta
haline getirildi. Lokantanın iddiası eski Osmanlı mutfağını devam ettirmek.
Özellikle yazın avlu da kullanıldığında, külliye kadar eski çınarların gölgesinde,
atmosfer son derece güzel, ama yemekler iddianın biraz gerisinde kalıyor.
Son olarak kervansarayı görüyoruz. Bu da kocaman bir bina -ve kapalı. Gelen
tüccarlara yemek yapılan mutfaklar, fırın, kalacak odalar, hayvanlara ahırlar ve
malların konduğu depoları içeren, kendi içinde küçük bir külliye. Bu kanattaki
binalar cepheden fazla yüksek görünmezler, ama Vefa tarafından, yani
arkadan bakıldığında, bir hayli yüksektirler. Aralarında dar geçitler vardır.

VE SİNAN

Kervansarayın yanından ileri, Müftülük binasına doğru yürüdüğümüzde, sağ


köşede Sinan'ın mezarını görüyoruz. Sinan türbe-sini de kendisi yapmıştı. Bu
kadar zevk sahibi bir adamdan bek-leneceği gibi türbesi sade ve mütevazıdır.
Türbe bu köşede bir üçgen biçimindedir ve üçgenin ucunda bir sebil vardır. Yarı
açık türbe altı kemer üstüne oturtulmuş küçük bir kubbeden oluşur.
Sinan İstanbul'un her yerinde eserlerini bıraktığı için böyle bir kitabın aşağı
yukarı her bölümünde adı geçiyor. Ama İstanbul'daki en büyük çaplı eseri olan
Süleymaniye'den söz ederken biraz durup bazı genel konuları konuşabiliriz.
1490 yılında Karaman eyaletinde doğduğunu biliyoruz. Hıristiyan, muhtemelen
Karamanlı Rum bir aileden geliyor, çünkü devşirme ola-rak orduya, Yeniçeri
ocağına alınmış. 1538'de başmimarlığa tayin edildiğini öğreniyoruz. Bu, o çağ
için oldukça ileri bir yaş. O zamana kadar daha çok orduyla, seferlerde
çalışmış. Kanuni ile birlikte dört sefere çıktığı biliniyor. İstanbul'daki ilk önemli
eserinin, başmimar olduktan bir yıl sonra inşa ettiği Haseki Hürrem Cami ve
Külliyesi olduğu kabul edilir. Süleymaniye'nin inşaatı 1550-57 yılları arasını
kaplamıştı. Kanuni uzun yaşadı, ama ondan yaşlı olan Sinan daha da uzun
yaşadı ve hem II. Selim, hem de III. Murat zamanında imparatorluğu
birbirinden güzel eserlerle bezemeye devam etti.
Sayısı üç yüzü aşan bu eserleri, bir insanın, Sinan gibi yüz yıla yakın yaşasa
da, bir ömre sığdırmasına akıl erdirmek zordur. Çünkü bunların çoğu gerçekten
devasa yapılardır ve ayrıca, aynı zamanda, birbirinden çok uzakta bir yığın
bina yaptığını biliyoruz. Bu bakımdan Sinan sanki bir mimar değil, Bir Dönemin
Mimari Faaliyeti'dir. Birçok bakımdan Osmanlı İmparatorluğu'nun en parlak
dönemi olan Kanuni döneminde, gerçekten de son derece güçlü bir mimarlık
örgütlenmesi oluşmuştu. Sinan'ın yanında kalfalık yapan Mehmet Ağa, Davut
Ağa gibi mimarlar da sonraları çok önemli eserler verdiler. Sinan'ın parlak bir
geleneğe dayanan bu güçlü örgüt içindeki pek çok bilgili ve yetenekli insana
güvenebildiğini, çizdiği planların icrasını çok zaman onlara bırakabildiğini
tahmin ediyorum. Ama böyle de olsa, ortada göz kamaştırıcı bir başarı var.
O çağın bütün sanatçıları gibi Sinan da bir gelenek içinde çalıştı, ama geleneğin
gereklerini yerine getirirken aynı zamanda onu değiştirdi, genişletti; geleneğin
Sinan'dan önceki nitelikleriyle Sinan'dan sonra vardığı yer arasında dağlar
kadar fark vardır. Sinan'dan sonra bu gelenekte aynı çapta eser
yaratılmamıştır. Bu da, şüphesiz, bireysel yetenekler kadar, maddi koşulların
aynı düzeyde sürmemesine de bağlıdır.
İlginç olan, bu kadar fazla sayıda eser veren bir insanın, kendini bu kadar az
tekrarlamasıdır. Medrese gibi klasik bir yapı tipini düşünelim: Hücreleri, revakı,
dershanesi, avlusuyla, oldukça sınırlı ve tanımlı bir tiptir bu. Ama Sinan'ın
büyülü eli, bu sınırlı yapının değişik örneklerine farklı bir zarafet ve bir başkalık
kondurmayı başarmıştır.
Asıl şaheseri olan Edirne'deki Selimiye'yi tamamladığında Sinan seksenini
geçmişti. Bundan sonra da durmadı ve Üsküdar'daki Atik Valide Cami ve
Külliyesi gibi son derece güzel eserler vermeye devam etti. Anıtsal eserlerinde,
Stefan Yerasimos'un dikkat çektiği Ayasofya yarışması alttan alta, bazen de
açıkça sürüyordu. Örneğin kendisi de, Selimiye'nin ölçülerini Ayasofya ile
karşılaştırır. Burada, Yerasimos'un Ayasofya efsanelerini ve sonrakileri
yorumlarken yaptığı değerlendirmeye tamamen katılıyorum: bu büyük
tapınaklar Tanrı için, Tanrı'nın evi olarak yapılmıştı, ama yaptıran da dünyevi
iktidarın temsilcisi olan imparatordu. Bu arada, mimar kendisi, bu iki muazzam
güç odağı arasında sıkışıp kalıyordu. İmparatorluğa bağlı efsane yazarları onu
dünyevi gücün bir aracı olarak görürken, Tanrı adına imparatora karşı çıkan
efsane metinlerinde mimarla imparator arasında bir gerilim motifi işlenmişti.
Daha önce Ayasofya'nın mimarlarında olduğu gibi Sinan'da da, aslında, sanatın
ve sanatçının Tanrı ve imparator karşısında özerkleşmesini ve özgürleşmesini
görürüz. Evet, imparatorun emriyle ve maddi imkânlarıyla yapılmış bir yapı ve
evet, Tanrı'nın evi olarak yapılmış bir yapı. Ama onu inşa etmek için eski
modelleri değerlendiren, ağırlık hesaplarını yapan, bu çapta binayı ayakta
tutmak için gerekli mühendisliği estetik etkiye dönüştüren, işini ve eserini
bütün ayrıntılarıyla düşünen, tasarlayan, gerçekleştiren bağımsız sanatçı, bu
yeni "yaratıcı". Sinan bütün özellikleriyle birlikte, işte bu sanatçıdır.

ŞEYHÜLİSLAMLIK-MÜFTÜLÜK

Süleymaniye'den ve Sinan'ın türbesinden ilerleyince İstanbul Müftülüğü'nün,


eskiden şeyhülislam makamı olan binasına geliyoruz. Burası daha da önceleri
yeniçeri ağasının makamıydı ve "Ağakapısı" olarak biliniyordu. Vaka-i Hayriye
ile ocak ortadan kaldırıldıktan bir süre sonra II. Mahmut boşalan binayı
şeyhülislam makamı (Bab-ı Meşihat) haline getirdi. O eski bina bu yüzyılın ilk
yarısında yanmış, yerine şimdiki yeni bina yapılmıştır. Müftülük bahçesinde,
dünyadaki başka örneklerle karşılaştırıldığında pek zengin olduğunu
söyleyemeyeceğimiz Botanik Bahçesi var; bu sokağın adı da, şeyhülislam
dolayısıyla, Fetva Yokuşu.
Şeyhülislamlık, az önce gördüğümüz Süleymaniye Külliyesi'yle birlikte, Osmanlı
tarihi ve burada Kanuni Süleyman'ın rolü üzerine bazı şeyler düşündürüyor.
Kanuni dönemi, sık sık tekrarladığım gibi, imparatorluğun altın çağı sayılabilir.
Başlangıçta Osman Gazi'nin, sonra da Fatih Mehmet'in açtığı büyük potansiyel,
bu dönemde azami ölçüde gerçekleşmiştir. Belki de bütün bu "altın çağ"lar,
tarihte aslında her zaman geçerli olan içsel çelişkileri, her tarihi olayın
arkasında yatan çelişik süreçleri daha büyük bir ölçekte yansıttığı için, aynı
zamanda daha da net yansıtır. Kanuni döneminde de böyle çelişkiler, çelişik
süreçler var.
İmparatorluk bu dönemde en geniş sınırlarına vardı. Gene bu dönemde
büyüme, nesnel ve zorunlu sonucuna erişti: Viyana'yı fethetme girişimi
başarısızlıkla sonuçlandı. Bu, ne anlama geliyordu? Artık, imparatorluğun ana
büyüme yönü olan Batı'da, gücü Osmanlı'ya denk yeni imparatorluklar
oluştuğu anlamına geliyordu, öncelikle. Belki o dönemde hâlâ, Osmanlı daha
güçlüydü. Ama verili teknolojik koşullarda, kendi büyüklüğü kendi ayakbağı
olmaya başlamıştı. İlk büyük rakip olan Avusturya'yı altetmek için, koca ordu
toplanacak, dört bir yandan gelen askerler, toplar, bütün bu kalabalığın
yaşaması ve beslenmesi için gerekli lojistik destek örgütlenerek sefere
çıkılacak, günlerce yol alınarak Viyana'ya gelinecek. Kasa sürede başarı elde
edilmezse, kış koşulları bastıracak. Uzatmaya gerek yok. Girişilen iki Viyana
seferinin sonuçları, bunun çok zor olduğunu kanıtladı. Süleyman'dan sonra
sadrazamlığa devam eden büyük devlet adamı Sokol-lu'nun da çok iyi anladığı
gibi, imparatorluk doğal sınırlarına dayanmıştı. Bu aynı zamanda, toplumun
geleneksel dinamosu olan ordunun da artık bu işlevi yerine getiremeyeceğini
gösteriyordu. Nitekim Sokollu, son yıllarında Hazar Denizi'ne kanal açmak ve
hatta Süveyş Kanalı'nı açmak gibi öncelikle ekonomik sayılacak iddialı ve uzun
vadeli, ama ne yazık ki gerçekleştirilemeyen projeler düşünmeye başlamıştı.
Mustafa Akdağ'ın anlattığı gibi, Balkanlar'da Osmanlı fütuhatının yapısal bir
işlevi olmuştur. Böylece, Horasan'dan çağlar boyu Anado-lu'ya akan Türkmen
boyları Rumeli'nin zengin ve verimli topraklarına aktarılmıştır. Orta Anadolu
görece kıraçtı ve üstünde yaşayan nüfusa yeterli geçim sağlanıyordu. Nitekim,
ilk Celali isyanının imparatorluğun altın çağı olan Kanuni döneminde patlak
vermesi anlamlıdır ve bir rastlantı değildir. Bundan sonra, Amasya, Tokat,
Kırşehir taraflarında Celali isyanlarının ardı arkası kesilmedi. Bunlar, gene
Akdağ'ın anlattığı gibi, düzen değiştirmeye yönelik hareketler değildi.
Yoksullaşma ve adaletsiz bölüşüme karşı spontane patlayışlardı. Ama Kanuni
ile birlikte bu isyanlar genel düzenin ürettiği, tekrarlanan bir fenomen haline
geldiler.
Bunun önemli bir nedeni, güçlenen merkezin yarattığı büyük ve zorunlu
tüketim hacmiydi. Çarşılar Bölgesi bölümünde Rüstem Paşa'nın bu sıkıntı için
ürettiği çözümü ve onun sonuçlarını anlatmıştım. Eski tımar sistemi, merkeze
çabuk para bulma amacıyla başlatılan iltizam sistemiyle çöküntüye girdi. Buna
bakarak, Rüstem'in iyi bir çözüm bulmadığı ve uzun vadede düzeni parçaladığı
söylenebi-lir. Ama o da başka ne yapabilirdi? Ya da, bu sistem zaten miadını
doldurmuyor muydu? Rüstem Paşa'nın iltizam sistemi devreye girmese de
varolan baskılar sistemi çatlatmayacak mıydı? Asıl sorun, Osmanlı devletinin
daha üretken bir yapıya, yani kısaca kapitalizme geçememesiydi. Ama bunun
sorumluluğu Kanuni'ye ya da onun çağının devlet adamlarına yüklenemez,
çünkü çok daha büyük boyutları olan ve tarihçilerin hâlâ doyurucu bir biçimde
cevaplandırmadıkları bir sorundur. Bu cevap, herhalde, bütün bir çağdaş dünya
konjonktürü incelenerek bulunabilir. 15. ve 16. yüzyıllar boyunca Akdeniz
havzası hâlâ dünyanın merkezi gibi görünebiliyordu. Bu geniş havzanın doğu
ucunda Osmanlı, batı ucundaysa İspanya iki rakip -ve en güçlü- kutuptu. O
günlerde yaşayan bir siyasi analizci, büyük bir ihtimalle, dünyanın geleceğini
bu iki güçten birinin ya da ikisi arasındaki mücadelenin belirleyeceğini söylerdi.
Oysa böyle olmadı. 1571'de Osmanlı donanması İnebahtı'da perişan oldu;
1588'de Britanya Amirali Drake, ünlü İspanyol Armadası'nı yok etti. Bu iki ülke
daha uzun süre güçlü görünmeye devam ettiler, ama bir şeyler değişmiş,
başka türlü belirlenmişti. Atlas Okyanusu'na kıyısı olan kuzey ülkeleri,
İngiltere, Fransa ve Hollanda yarışta öne geçtiler. İspanya ve Portekiz Atlas
kıyısında oldukları halde yerlerinde saydılar. Osmanlı İmparatorluğu ise birçok
bakımdan, durduğu yerde yeni dünyanın uzağına düştü.
Süleymaniye Külliyesi'ni gezerken, öğrenim kurumlarının burada ne kadar fazla
yer kapladığı dikkatimizi çekmişti: Beş medrese ve ayrıca tıp medresesi. Ayrıca
darülhadis ve darülkurra. Gelgelelim, burada da bir çelişki var. Kanuni
Süleyman zamanının önemli bir Şeyhülislamı Ebussuud Efendi'dir. Ebussuud
Efendi'nin bütün tarihimizi etkilemiş -şüphesiz Kanuni'nin isteği ve onayıyla
verdiği- bir fetvası vardır. İslam düşünce tarihinde Gazali ile İbn-i Rüşd
arasında, iki düşünürün temel varsayımlarının farklılığından ileri gelen ciddi bir
ayrım olmuş ve sonraki yüzyıllarda bu ayrım hep tartışılmıştı. Sorun, o çağların
ezeli felsefi sorunu, Batı'yı da işgal eden, bilginin kaynağı konusuydu: "akıl" mı
"nakil" mi?
Gazali'ye göre Allah, kendisi hakkındaki bilgiyi bize Kuran-ı Kerim yoluyla
nakletmiştir. Bunun dışında bir bilgi yolu aramak yanlıştır. İbn-i Rüşd ise aklı
da Allah'ın verdiğini, dolayısıyla aklımızı kul-lanarak doğruyu arayabileceğimizi
ileri sürüyordu. Bu tartışma Rönesans döneminde Hıristiyan dünyasını da
karıştırmıştı; Galileo'nun başına gelenler bununla yakından ilgilidir.
Ebussuud Efendi, 16. yüzyılda, bu tartışmada Gazali'nin haklı olduğuna dair
fetva verdi. Merkeziyetçi ve otoriter devletler, öyle fazlaca kanatlanıp uçuşan
düşüncelere neredeyse içgüdüsel bir tepki duyarlar, bundan hoşlanmazlar.
Kanuni de Ebusuud Efendi ile işbirliği halinde bu kurala uydu ve medrese
öğreniminden "akli" ilimleri çıkardı: Matematik, geometri, felsefe gibi
disiplinleri. Bunların yerine fıkıh, hadis, kelam gibi "nakli" ilimler geçti. Bundan
böyle, medreseler nicelik olarak çoğalıp yaygınlaşmaya devam ettiler, ama
nitelik düzeyinde, entelektüel dinamizmlerini kaybettiler. Düşünce ufkunun
sınırları belirlendi, kurallaştı. Bununla yetinmeyenlerin başına iş geldi. Böylece,
entelektüel hayat dondu. Bu uygulama, uzun vadede, tımar sisteminin
bozulmasından daha önemli olumsuz sonuçlar yaratmış olmalıdır. Ayrıca, yalnız
Osmanlı devletiyle değil, o dönemde Osmanlı devletinin zorunlu olarak öncüsü
olduğu bütün İslam dünyası ölçeğinde globaldir bu olumsuz sonuçlar.

BİR OSMANLI MAHALLESİ

Ama şimdi bu çapraşık ve şüphesiz birden fazla yoruma açık, ağır ko nulan
bırakalım ve biraz daha renkli hayat sahneleri görmeye çalışalım. Müftülüğün
soluna doğru ilerleyip bahçe duvarının yanından sağa sapınca kendimizi
"Namahrem" Sokağı'nda buluyoruz! Az ileride, gene sağda, Ayrancı Sokağı var.
Bütün bu çevrede, hemen hemen hiç bozulmamış ve bir zamanlar şehrin
egemen karakterini yansıtan klasik bir mahalle var. Bu özellikleriyle mahalle,
kırsal köyün kentte yeniden üretilmiş biçimi gibidir. Çok önemli bir özelliği, sınıf
temeline göre kurulmamış olmasıdır. Mahallenin zengini veya zenginleri, çok
sayıda orta hallileri ve yoksulları bulunur. Paris, Londra gibi büyük şehirlerde
kentsel oluşum sınıf ayrımı çizgilerini izlemiş, farklı sınıflar farklı fiziksel
mekânları paylaşmışlardı. İstanbul mahallesinin bu kaynaşık yapısı, Batı'daki
gibi oldukça farklı sınıf kültürlerinin oluşmasına imkân vermedi, çünkü özellikle
düğün, bay-ram gibi ortak olaylarda bir araya gelen değişik tabakalardan
insanlar üzerinde, genel ve ortak bir kültür egemen oldu.
Mahallenin oluşumunu belirleyen temel sınıfsal değil, çok zaman etnikti. Tabii,
Rum, Ermeni, Yahudi mahalleleri vardı (yalnız bunlar da Batı'daki gibi
"getto'laşmamıştı), ama Türk-Müslüman mahalleleri de çoğunlukla hemşehrilik
temeline göre kuruluyordu. Her zaman İstanbul'a dışarıdan göç oldu; gelenler,
Aksaray, Çarşamba semtlerinde olduğu gibi, mahalle kurarak birlikte yaşadılar.
Bu alışkanlık bugün bile büyük ölçüde sürüyor -yalnız büyük şehirlere gelenler
değil, işçi olarak Avrupa'ya gidenler de hemşehrilik temeline göre yerleşiyor.
Mahallenin küçük bir meydanı olur. Genel kamusal ve ayrıca ticari hayat
burada merkezleşir. Kahve, bakkal, manav buradadır. Herkes herkesi burada
görür, herkesle herkesin dedikodusu büyük ölçüde burada yapılır. Sokaklar o
meydana göre yönlenir ve biçimlenir, oraya doğru akar; evler, arkalarını öteki
mahalleye döner. Zengin konağı meydana yakın bir yerdedir (burada da öyle).
Sokaklar oldukça dardır. Yukarıda cumbalar iyice birbirine yaklaşır. Dolayısıyla
özel hayatın özel kalması epey zordur. Mahalleli, birçok işte birbirine yardımcı
olur -örneğin sokakta oynayan çocukların sorumluluğu oldukça ortaklaşadır.
Tabii bu ortamda gerginlik ve sürtüşmeler de eksik olmaz ve buna göre çeşitli
mahalle içi ittifakları kurulur, stratejiler uygulanır. Çocuklara göz kulak olmak
gibi, "mahallenin namusu" da ortak bir sorumluluk alanıdır. Bireysel
farklılaşmadan çok komünal değerleri teşvik eden bu hayat tarzının, her hayat
tarzı gibi, olumlu ve olumsuz özellikleri iç içedir (tabii, bakış açısına göre
"olumlu" ya da "olumsuz").
Zengin konağının yanından yokuşu inince, birazdan, güzel bir Haliç
manzarasıyla karşılaşıyoruz. Sağa kıvrıldığımızda, set üstünde, gene sevimli
ahşap evler görüyoruz. Az sonra, kıyıya yaklaştıkça, Haliç kıyısının işyerleri
çoğalmaya başlıyor.
Süleymaniye arkasıyla Haliç kıyısı arasında, Küçükpazar denilen bu semtte,
Orta Anadolu'dan gelenlerin yoğunluğu belli oluyor. Unkapa-nı'na yaklaşırken,
şimdi yıkık durumda olan, ama geçen yüzyılın panoramik fotoğraflarında hâlâ
bacalarını ayırt ettiğimiz un fabrikalarının kalıntıları var. Süleymaniye'nin
aşağısındaki yamaçlarda, bu büyük külliyenin ağırlığını ta buralardan
başlayarak taşımak için yapılmış kemerli duvarlara rastlayabiliyoruz. Epey
perişan durumda, işyeri olarak kullanılan güzel Osmanlı eserleri de var: daha
önce de gördüğümüz Siyavuş Paşa Medresesi gibi.
Bunların fazla vakit geçirmeden ele alınması gerekiyor. Ama daha da önemlisi
Ayrancı Sokağı çevresindeki bozulmamış mahalleyi kur-tarmak; çünkü bunun
gibi bir şey kalmadı eski İstanbul'dan, bunun da doğal ömrü fazla uzun
görünmüyor.
AKSARAY'DAN MARMARA KIYISI BOYUNCA

Aksaray, Roma-Bizans zamanından beri şehrin önemli mey-danlarından biridir.


O zaman adı Forum Bovis'ti (yani, "Öküz Meydanı"). Türkçe adı, Sultan
Mehmet'in fetihten sonra buraya Orta Anadolu'nun Aksaray kasabasından
gelenleri yerleştirmesine bağlıdır. Son dönemde, İstanbul şehrinin gün geçtikçe
büyüyen motorlu trafik sorunlarına "modern" çözümler bulma çabalarının
sonucunda yapılan alt ve üst geçitlerle Aksaray anonim bir geçit yeri haline
geldi. Ancak, bundan önceki büyük yangınlarda bu çevrede geniş alanlar yok
olmuştu. Bu boş arsalar, 1950'ler-den sonraki çirkin apartmanlaşma için
elverişli bir zemin sağlamıştı.
Bu bağlamda "meydan" kavramı üstüne birkaç söz söyleme gereğini
duyuyorum. İstanbul'un olağanüstü büyümesi, trafiği günden güne büyüyen
bir sorun haline getiriyor. Bu koşullarda, Aksaray gibi meydanların yeniden
düzenlenmesi işi, şehircilere değil, karayolculara veriliyor. Onlar, doğal olarak,
trafiğin birbirini kesmeden akacağı, herhangi bir dağ başındaki kavşakların
şehir içindeki benzerini yapıyor. Böylece, ortaya çıkan şeyin, şehre özgü bir
mekân olan meydan'la ilgisi kalmıyor. Meydan, yaşanan bir yerdir; kavşak,
geçilen bir yer. Aksaray epey bir zamandır artık meydan değil, kavşak. Ama
İstanbul'da çok yer böyle.
Aksaray meydanında, Abdülaziz'in annesi Pertevniyal Sultan'ın yaptırdığı
(1871) Valide Camii vardır. Mimarı, 19. yüzyılda yedi ku-şak boyunca, bütün
belli başlı binaları inşa eden Ermeni Balyan ailesinden Sarkis'tir. Bu dönem
camileri genel olarak bir hayli çirkin olmakla birlikte, Valide Sultan iddialıdır ve
"top 5" içinde yer alır. Hiçbir üslubu yoktur. Yeni açılan yollara göre habire
yerini değiştiren Pertevniyal Sultan türbesi de caminin avlusundadır. Yanındaki
Pertevniyal Lisesi yüzyılı aşkın bir süredir İstanbul'un önemli orta öğrenim
kurumlarından biridir.
Meydandan, Vatan ve Millet caddelerinin ayrıldığı noktaya yaklaşıyoruz. Buraya
gelmeden, solda bir köşede, şimdi çocuk kitaplığı olan kesme taş ve tuğladan
yapılma, iki katlı ve kubbeli Ebubekir Paşa Sıbyan Mektebi var (18. yüzyıldan).
İki büyük caddenin ayrıldığı noktada ise şehrin en eski anıtlarından Murat Paşa
Camii'ni görüyoruz. Bu ve Mahmut Paşa, İstanbul'da, Osmanlıların Bursa cami
mimarisi geleneğini sürdüren iki camidir; ortadan kemerle iki kare bölüme
ayrılan uzun bir dikdörtgen mekân; iki kare bölümün üstünde eşit hacimde iki
kubbe. Bu camide; ilginç olan, ilk kare üstündeki kubbenin doğruca kasnağa
oturması, ikincidekinin ise pan-dantif ve trompla dörtgene bağlanmasıdır. Cami
sıra sıra taş ve tuğladan inşa edilmiştir. Eski gelenek gereği, iki yanında
tabhaneleri vardır. Yaptıran, Fatih'in Rum'dan dönme vezirlerinden Murat
Paşa'dır (1469'da, yani fetihten 16 yıl sonra). Murat Paşa, Uzun Hasan'a karşı
yapılan Otlukbeli savaşında öldü.
Murat Paşa Camii'nin hemen arkasında, bir kanalizasyon kazısı sırasında
oldukça geniş bir katakomb keşfedilmişti. Bulunan katın altında bir ikincisinin
de olacağı tahmin edilmişti. Ama kazı ve çalışma devam ettirilmedi. Şimdi bu
ilginç yapının üstü kapatıldı.
Cami mezarlığında, yeni gelinken ölen bir kadının, duvak ve saçı yontulmuş
mezar taşı vardı. İslami yasak altında Türkler heykele heveslerini, mezar
taşlarında giderdiler.

CERRAHPAŞA

Güneye doğru dönüyor ve kuruluşu az sonra göreceğimiz Haseki Külliyesi'ne


kadar uzanan Haseki Hastanesi'nin yanından geçerek Cerrahpaşa Caddesi'ne
çıkıyoruz. Bu gezide bu cadde ile deniz arasında kalan bölümü göreceğiz.
İstanbul'un yedi tepesi daha çok Halic'e paralel uzanır. Yalnız bu yedinci tepe,
Marmara'ya paralel giden bir sırttır (Roma gibi "yedi tepeli bir şehir" olma
isteği bazı tepelerin abartılmasına yol açmış olabilir) ve Cerrahpaşa Camii de
bu sırtın yüksekçe yerlerinden birindedir. Freely ve Sumner-Boyd'un deyişiyle,
"Vezirler için yapılmış camilerin en güzel beş altı tanesinden biridir." Sinan'ın
yanında yetişmiş ve onun ölümünden sonra mimar-başı olmuş Davut Ağa'nın
eserlerindendir; yani, klasik gelenek içindedir. Ancak, planı kendinden
öncekilere benzemez. Kubbe, altı paye ile desteklenmektedir ve kubbeyi saran
dört yarım kubbe ikişer ikişer kubbenin sağında ve solunda yer almaktadır.
Arkada, mihrap kısmında bir çıkıntı vardır. Caminin dörtgeni ise gene sağa ve
sola doğru uzayan bir dikdörtgendir. Böylece, girişte ve iki yanda galeriler
oluşur. Bütün bu plan, Davut Ağa'nın, her eserinde yeni bir şey denemekten
vazgeçmeyen ustası Sinan'ın bu özelliğini sürdürdüğünü gösterir. Son cemaat
yeri depremde yıkılmış ve yalnız sütunları ayakta kalmışken şimdi yeniden üstü
tamamlanmıştır. Caminin önünde, avlu duvarına bitişik, Cerrah Paşa'nın ilginç
sekiz köşeli türbesi vardır. Güzel bir bina olduğu tahmin edilen hamamı ise
yıkılıp ortadan kay-bolmuştur.
Cerrah Mehmet Paşa saraya berber ve dolayısıyla cerrah olarak girmiş ve
geleceğin III. Mehmet'inin sünnetini yapmıştı. Gene de onu "cerrah", olarak
fazla hafife almamalı, çünkü III. Mehmet'in sünneti İstanbul'da yapılmış en
görkemli şehzade sünnetlerinden biridir. Mehmet de sonuçtan memnun kalmış
olmalı ki padişah olunca onu sadrazam yaptı. Ama bu sadrazamlık çok uzun
sürmedi. Camiyi yaptı-ranın Cerrah Paşa olması, daha sonra burada kurulan
Tıp Fakültesi ve hastanesinin de onun semte verdiği adla, Cerrahpaşa
Hastanesi olarak bilinmesi, yeni bir mitin oluşmasına yol açmıştır; Cerrah
Mehmet Paşa'nın, burayı güzel ve sağlıklı havasından ötürü seçtiği inancı.
"Temiz hava", Türk kültürünün önemli bir parçasıdır. Bir yerin iyiliğini anlatmak
için, "havası suyu temiz" denirdi. Ama bu şimdi bir "teselli mükâfatı" oldu,
çünkü şehirleşen, sıklaşan ve pahalanan yerlerin havası suyu temiz kalmıyor;
temiz kalan yerler de şıklaşamıyor. Eskiden, yerleşecek yer arayan göçebe
Türkler, gözlerine kestirdikleri alternatiflere yetecek sayıda koyun kesip
akciğerlerini oralara asarlar, en geç çürüyen akciğerin asılı olduğu noktaya
yerleşirlermiş.
Caminin karşısındaki medrese, II. Selim'in kızı Gevher Sultan'ındır. İki binanın
yakınlığı, başka bir yakınlığa dayanıyor. Gevher Sultan, ilk kocası Piyale Paşa
ölünce, Cerrah Mehmet Paşa ile evlenmiş ya da evlendirilmişti. Biz şimdi
buradan güneye, Marmara kıyısına doğru inecek olsak, Langa diye bilinen
bölgeye gelirdik. Yenikapı, Lykos deresinin denize aktığı yerdi ve Bizans
zamanında burada Elefterios ya da Teodosios adlarıyla anılan liman vardı.
Bizans'ta paralı askerlik yapan Vikinglerin gemilerini bu limanda tuttukları
tahmin ediliyor. Gemi teknolojisinin değişmesiyle limanın önemi azalınca,
Lykos'un alüvyonlarının burayı doldurmasına kimse aldırmadı. Bu verimli
alüvyonlarla da Langa dediğimiz bölge oluştu. Yakın zamanlara kadar burası
İstanbul'un en ünlü bostanlarının bulunduğu (daha 1950'lerde sur içinde
30'dan fazla irili ufaklı bostan vardı) yerdi. Daha sonra, Lykos kurudu ve
ortadan kayboldu. Son yıllarda bostanların çoğu da tarihe karıştı.
Yenikapı'nın ilginç bir efsanesi vardır. Tebdil gezmeye meraklı IV. Murat bir
gün bir sandala binip Boğaz'a açılır. Sandalcı, geleceği bil-diğini, gaipten haber
aldığını iddia eder. IV. Murat ona padişahın o anda nerede olduğunu sorar.
Adam remil atar, durumu anlar: "Sultan sizsiniz," der. Onun üstüne padişah
daha zorlu bir sınava girişir: "Şeh-re hangi kapıdan gireceğimi bileceksin.
Yoksa..." der. Adam gene remilini atıp bir kâğıda bir şey yazar, ama kâğıdı
ancak kapıdan içeri girdikten sonra okumasını ister.
Padişah sandalı Marmara kıyısına yönlendirir, indikleri yerde suru yıkıp kapı
açmalarını emreder. Böylece açılan kapıdan girince açıp kâğıda bakar. Kâğıtta,
"Hünkârım, Yeni Kapınız hayırlı olsun" yaz-maktadır.

ARKADİOS SÜTUNU

Bostan da, Lykos da kalmadığına göre, biz caminin karşısındaki caddede yola
devam edelim ve sağdaki ikinci sokağa sapalım. Burada iki ahşap ev arasına
sıkışmış bir eski duvar görürüz. Biraz ileride bir aralıktan girilen otomobil
tamirhanesinden de bu duvarın arkası görülebilir. Bu duvar, imparator
Arkadios'un 402'de diktirdiği muazzam dikili taşın kaidesidir. Taş duvarın
üstünü kaplayan mermerlerden geriye pek bir şey kalmamıştır. Sütun 18.
yüzyılın başlarına kadar ayaktaydı ve eğilmeye başladığı için insanların üstüne
yıkılmasın diye kaldırılmıştı. Bu nedenle, sütunun neye benzediğini anlatan
epeyce kaynak var. Sütunun yüksekliği başlangıçta elli metreyi buluyordu (bu,
Beyazıt kulesinin yüksekliğidir) ve Arkadios'un at üstünde heykeli oğlu II.
Teodosios tarafından üzerine yerleştirilmişti. Bu heykel 704'te bir depremde
devrildi.
Kaidenin içindeki merdivenden üstüne çıkabilirsiniz. Ama bunun için bitişik evin
kapısını çalıp izin almak gerekiyor. Evin yaşlı hanımı görünür ve sizi içeri
almaya razı olursa, terlik veriyor. Terlikleri giyip, ayakkabılarınız elinizde,
küçük avluyu geçiyor ve kaidenin kapısına geliyorsunuz. Orada yeniden
ayakkabılarınızı giyip merdivenden tırmanıyorsunuz. Burada, sütunun dibini,
üstündeki kabartmaların izlerini görebilirsiniz. Arkadios, bu ev ve bu sevimli
yaşlı kadın, ola-ğanüstü bir karışım -terlikler de dahil olmak üzere.
Karşı sokaktan gene denize doğru gidildiğinde, kuleleri, tuhaf çatısıyla dikkat
çeken yüksekçe bir taş binaya gelinir. Bu, sahil yolundan geçerken de görülen
ve çok kişinin ne olduğunu merak ettiği bir binadır. Bu yüzyılın başlarında Milli
Mimarlık akımı içinde yapılmış olmalı. "Bulgur Palas" adıyla tanındığı için
Osmanlı dönenimde bulgur ambarı olduğunu söyleyenler var. Ama görünüşü,
böyle bir amaç için yapılmadığını gösteriyor. Bolu mebusu Habib Bey'in
konağıymış. Kimine göreyse bulgur ihtikârcılığından vurgun vurmuş bir savaş
zengininin evi olduğu için böyle anılıyor. Kâzım Karabekir'in İttihat ve Terakki
Cemiyeti adlı kitabı bu esrarı çözüyor: "Bolu ve Kastamonu havalisi için staja
başladığım ... 13. alayın... kumandanı... Bolulu Habip Bey oraya gidecektir."
Ve bir dipnotu: Birinci Mebusan Meclisinde mebus olan ve Cihan Harbinde
Bulgur Kralı lakabı alan zat." Şimdi Osmanlı Bankası'nın arşivi.
Arkadios sütununun olduğu sokaktan kuzeye doğru yürüdüğümüzde Bayram
Paşa Külliyesi'ne geliriz. Sokak, külliyenin ortasından geçer. Sağda mektep ve
medrese, sol köşede mescit, tekke, türbe ve sebil vardır. 17. yüzyıl
ortalarından kalan bu yapılar kümesi, başka birçok Osmanlı külliyesi gibi,
asimetrik dağılımı ile güzeldir. Bayram Paşa Külliyesi'nin hemen yanında da
(sol tarafta) Süleyman'ın en sevgili karısı Hürrem'in yaptırdığı Haseki Külliyesi
yer alır. Bu külliye, Mimar Sinan'ın İstanbul şehrinde inşa ettiği ilk bina
(Eyüp'teki açık türbeden sonra) olması bakımından da ilginçtir.
Sokağın sol tarafında kalan cami belli ki başlangıçta da çok iddialı olabilecek bir
yapı değildi. Ama zamanla aşağı yukarı iki katı alanı kaplayacak şekilde
genişletilmesi binayı tamamen bozmuş. Böyle bir şey şimdi yapılmış olsa,
genel zevk ve gelenek duygusu kaybolduğu için, daha anlaşılır olurdu. 17.
yüzyılda bunun nasıl yapıldığını anla-mak zor.
Külliyenin öbür binaları, karşı taraftaki medrese, imaret, hastane ve küçük
sıbyan mektebi çok daha ilginç. Sinan'ın genç yaşında da ilginç düşünceleri ve
olgun çözümleri olduğunu gösteren bir külliye bu. İmaret 1960'lara kadar
imaret olarak çalışıyordu. Bir ara, sanırım külliyeyi otel yapmak gibi tuhaf bir
fikir ortaya atılınca, bu faaliyet durdu. Hastane özellikle güzel bir binadır. Arka
tarafta, avludaki havuza döşenmiş yeşil be-te-be ise bir felâket -geleneksel
kesimdeki zevk bozulmasının çarpıcı bir kanıtı.

DAVUTPAŞA

Şimdi Haseki'den güney batı yönünde sokak boyunca yürümeye başladığımızda


birkaç yüz metre ilerimizde Davut Paşa Camii'ne ve Külliyesi'ne geliriz. Bu
yapılar bir hayli eskidir (1485) ve daha çok fetih öncesi Osmanlı mimarlığının
özelliklerini gösterirler. Cami, T biçimi camilerdendir (İstanbul'da bunlar
enderdir). İki yanında tabhaneleri vardır. Basık kubbesinin verdiği izlenim
güzeldir. Bayezid Camii gibi bunun da hatları Şeyh Hamdullah'ın eseridir.
Külliyeden kalan medrese oldukça harap durumda. İstanbul'un ünlü şer'iye
mah-kemelerinden Davutpaşa Mahkemesi de caminin bitişiğindeydi.
Aynı yolda biraz daha devam ettiğimizde karşımıza 18. yüzyıl ba-şından kalma
(1735) Hekimoğlu Ali Paşa Camii çıkar. Bu cami, yüz küsur yıl geriden izlediği
Cerrahpaşa'ya çok benzeyen bir plana sahip-tir. Ancak, yapıldığı dönemin
gereği, barok etkiler de taşır. Bu etkiler, belki camiden çok külliyenin öteki
yapılarında, örneğin sebilde ve çeşitli ayrıntılarda belirgindir. Külliye, girişin
üstünde yer alan kütüphane, cami ve bütün çevre, servileri ve çınarlarıyla, çok
güzeldir. Plan Cerrahpaşa'ya çok benzediği halde, barok iç süsleme, camiye
bambaşka bir hava vermiştir. Abdal Yakup Dede'nin kurduğu tekke de külliye
binaları arasında yer almaktadır.
Bu metni bundan on beş yıl önce yazıyor olsam, kuzeye doğru birkaç yüz
metre ileride olan Mokios açık hava sarnıcına mutlaka gitmenizi önerirdim.
Bizanslılar şehir içinde üç büyük açık hava sarnıcı yapmışlardı. Açık su kolay
kirlendiği ve içmeye o kadar yatkın olmadığı için (büyük bir susuzluk felaketi
olmadıkça) bu koca sarnıçların suyu daha çok kuşatma sırasında surların
önündeki hendeğe veriliyordu. Bazı tarihçilerin dediğine göre, daha Bizans
döneminin sonlarında buralar sarnıç olmaktan çıkmıştı. Osmanlıların bu
çukurlardan sarnıç olarak yararlanmadığı açık. Böylece, buralar zamanla
bostan haline geldi. Biri daha erken bir dönemde futbol sahasına dönüştürüldü.
Ama Mokios ve Çarşamba'daki Aspar 1980'lere kadar iki sevimli bostandı. Bu
yıllarda Belediye buraları açık hava çarşısı haline getirmeye karar verdi.
Bostanların tabanına tonlarca beton döküldü ve eski sarnıçlar bugünkü biçimi
aldılar.
Sarnıç yolunda, harap durumda bulunan ve Sinan'ın eserlerinden olan Nişancı
Mehmet Bey Medresesi'nin yanından da geçilir. Onun çaprazında, ahşap Vani
Efendi Tekkesi hâlâ durmaktadır. Ayrıca, gene bu çevredeki Topçu Emin Bey
Sokağı'nda olan Beşikçizade Tekkesi de görece sağlam durumdadır. Bunlardan
da önce, Ali Paşa Camii'nin biraz kuzeyinde, oldukça yeni bir yapı olan Rum
Ortodoks Panayia Gorgoepikoos Kilisesi, onun biraz kuzeyinde de Surp Agop
Ermeni Gregoryen kilisesi vardır. Sarnıcın güney batısında Kadızade Tahir
Efendi Tekkesi'nin yangından kalan duvarları görülür. Burada bir de Küçük
Hamam vardır. Daha batıda, Köprülüzade Sokağı'ndaki Sormagir Camii,
yakınlarda, ama eski hali az çok gözetilerek restore edilmiştir.
Hekimoğlu'ndan bu sefer güneye, denize doğru yürüdüğümüzde Bizans'tan
kalma bir kilise yıkıntısı ve bir Osmanlı medresesine geli-yoruz. Kilisenin asıl
adı bilinmiyor ve görünüşü 13. ya da 14. yüzyıllardan kaldığını düşündürüyor.
Camiye çevrildikten sonra Esekapı ya da İsakapı Mescidi olarak tanınmıştı.
Medrese ise Sinan'ın eserlerinden. İkisi de harap durumda ve Cerrahpaşa
Hastanesinin içinde, hele de Adli Tıp kısmında kaldıkları için gezilemiyorlar.
Buradan Sancaktar Tekke Sokağı'na giriyor ve az sonra bir başka Bizans
Kilisesi olan Sancaktar Mescidi'ne geliyoruz. Dıştan sekizgen olan yapı içeride
Yunan haçı özelliklerini gösteriyor. Ne zaman yapıldığı, adının ne olduğu
tartışılıyor -bir manastırın mezar şapeli olduğu, adının da Gastria olduğu
sanılıyor.
Yeniden Cerrahpaşa Caddesi'nin devamı olan Koca Mustafa Paşa Caddesi'ne
dönerek surlara doğru yürüyelim. Burada, sağımızda Ramazan Efendi
Caddesi'ni göreceğiz. Az sonra Ramazan Efendi Camii'ne geliyoruz. Ramazan
Efendi, canimin ve tekkesinin ilk şeyhinin adıdır. Ama yaptıran sarayın
bezirgan başısı olduğu için o adla da anılır. Cami Sinan'ın hayatının son
yıllarında yaptığı bina-lardan ve bir tekkenin parçası. Taş ve tuğladan yapılma,
çatısı kurşunla kaplanmış ahşap olan bu camide en fazla görülmeye değer şey,
İznik'in en parlak döneminin çinileri. Caminin önü yakınlarda biraz çeki düzen
verilerek güzelleştirildi.
Koca Mustafa Paşa Caddesi'ne dönüp aynı yöne yürüyünce, cadde-ye ve semte
adını veren külliye karşımıza çıkar. Külliye bir bahçe içindedir ve kendini
sokaktan ayırmıştır. Bir zamanlar buralarda üslenen aşırı sağcılar dolayısıyla
tehditkâr bir havası varken, şimdilerde 1970 öncesinin asude atmosferine biraz
daha yaklaşmış görünüyor.
Avlu içindeki merkezi bina, Koca Mustafa Paşa Camii, bir başka Bizans
kilisesidir: Ayios Andreas en Krisei. Ancak bu da sanat tarihçi-lerinin hâlâ
tartıştığı bir konu. Merkezi olmakla birlikte, bütün bu külliye çevresi içinde
kişisel olarak en az sevdiğim bina bu. Çünkü hem camiye çevrilirken, hem de
daha sonraki bir sürü onarım sırasın-da çok fazla değişmiş. Böylece, hem
Bizans kilisesinin, hem de caminin kendilerine özgü hoşluklarını ya kaybetmiş
ya da kazanamamış.
Caminin çevresinde medrese, tekke, mektep ve türbeler var. Burası Sünbül
Efendi'den bu yana şehrin dini merkezlerinden biri olmuştur. Sünbül Efendi
Halvetiye tarikatının Cemaliye koluna şeyh olmuş, ama onun şeyhliğinden
sonra bu kol Sünbüliye adını almıştı. Onun yerine geçen Merkez Efendi de
tarikatın popülerliğini sürdürdü (Manisa'da hâlâ geleneği olan Mesir Macunu'nu
da Merkez Efendi'nin icat ettiği söylenir). Bu iki önemli ve güçlü şeyhin
başlattığı gelenek -bir tür folk inancı- o zamandan beri sürüyor. Sünbül
Efendi'nin ve kızının bu tek-kenin yanındaki türbeleri hâlâ çok ziyaretçi çekiyor.
Türbenin yanındaki, İstanbul'un anıtsal ağaçlarından yaşlı servi de buranın
uhrevi atmosferine katkıda bulunuyor. Kim bilir kaç yüzyıldır burada bulunan
(Bizans çağından kaldığına inanılır) bu ağaç çoktan kuruduğu için bir zamanlar
zincirle bağlanmıştı, şimdi ise beton payandaların yardımıyla ayakta durmaya
çalışıyor.
Bu ailenin de bugünlere süren zengin bir mitolojisi vardır. Sünbül Efendi'nin
müridi Merkez Efendi, pirinin kızı Rahine ile evlenmek ister. Sünbül Efendi işi
yokuşa sürmek için kırk deve yükü altın getir-mesini talep eder. Merkez Efendi
öyle zora girmez; hemen sur dışından kırk çuval toprak doldurup pirine getirir.
Çuvallar açılınca içinden altın çıkar. Sünbül Efendi müridin iyice yetiştiğini
anlar: "Sen artık sur dışına çık, kendine yeni tekke kur," der ve tabii kızını da
verir.
Merkez Efendi'nin camisi ve türbesi bu surdışındaki noktada, Mevlevihane
kapısının ilerisindedir. Efsanenin devamına göre, bir gün Sünbül Efendi kızıyla
damadını ziyarete gelir. Kızı evde ayaklarını uzatmış, ayaklarından çıkan ateşle
yemek pişirmektedir. Babasına, odunları olmadığını, dervişlerin aşını ancak bu
yolla pişirebildiğini anlatır. Ermişliğin bu çeşidi herkeste olsa, enerji sıkıntısı
kalmazdı.
Kızı da, damadı da bu mucizeleri sıralayınca, Sünbül Efendi herhalde "Artık
bana yapacak iş kalmadı," der ve kısa süre sonra ölür.
Servinin de efsanesi çoktur: II. Mahmut, Hazreti Hüseyin'in iki kızını
Bizanslılar'ın bu servi dibinde öldürüp gömdüğünü keşfeder; oraya bir açık
türbe yaptırıp yazılarını ünlü hattat Yesarizade Mustafa İzzet'e yazdırır.
Kuruyan servi bir zaman zincirliydi (Evliya Çelebi bu halini anlatır). Borcu olup
da saklayanlar buraya getirilirse, zincirin alçalıp onlara değdiğine inanılırdı.
Bizans zamanında böyle borçlu ve yalancı yakalayan heykeller vardı. Ayrıca,
zincir düşerse kıyamet kopacağı efsanesi de vardı.
Buradan batıya gidildiğinde dağınık olarak duran bazı eski eserler var: Ali Fakih
Mescidi ve Mihrişah Hacı Kadın Hamamı gibi. Belgrad Kapısı yakınında, II.
Mahmut zamanından Küçük Efendi Camii oval planı ve gösterişli çeşmeleriyle
ilginç.
Geldiğimiz ana caddeye dönüp sağdaki ilk sokağa sapalım ve denize doğru
yürüyelim. Bu yol bizi Koca Mustafa Paşa semtinden Samatya'ya getirir.
SAMATYA

Samatya şimdi İstanbul'un semtlerinden biridir, ama tarihçilerin görece yeni


bulgularına bakılırsa, aslında İstanbul'dan daha eski bir yerleşim yeri olduğu
anlaşılıyor. Efsanevi Byzas, körlerin şehri karşı-sında kendi şehrini kurmak
üzere buralara geldiğinde, Samatya'da bir köy varmış. Bu köy, ancak
Teodosios bugünkü kara surlarını yaptırdığı zaman İstanbul'un içine katılmış.
Tabii, bu eski köyden bugüne kalan bir şey yok. Ona bakılırsa, 1950 öncesi
Samatya'dan kalanlar bile epey azalmış durumda. Burada apartmanlaşma,
hemen hemen hiçbir koruma bilincinin oluşmadığı o yıllarda başlamıştı. Do-
layısıyla apartmanların, kagir binaların çoğu mütevazı; 1960'ların ve daha
sonrasının yapıları kadar saldırganca çirkin değil. Gene de, semtin eski
karakteri büyük ölçüde yok olmuş durumda.
Yürüdüğümüz Müdafaa-i Milliye'den sola, Marmara Caddesi'ne sapınca,
kendimizi pazar günleri pazar kurulan meydanlık bir yerde buluyoruz.
Sağımızda, büyük bir Ermeni Kilisesi var. Bahçe içinde, ayrıca başka binalar da
var. Bunlardan biri okul, biri de ayazma. Eski bir Bizans kilisesinin (Maria
Periblestos) yerine yapılan kilisenin adı Ermenice Surp Kevork; Türkçe'de ise
Sulu Manastır deniyor. Bunun nedeni, merdivenle inilen bol sulu ayazma.
Binalar oldukça yeni, bu yüzyılın başlarından. Çoğu Ermeni kilisesi gibi bazilika
tipinde.
Efsaneye göre bu kilise yerinin Rumlardan alınıp Ermenilere ve-rilmesi Sultan
Deli İbrahim zamanında olmuş. Pek çok "mani"siyle birlikte seks manyağı da
olan bu padişahın bir zamanlar "çok şişman kadın isterim" diye de tutturduğu
biliniyor. Götürülen kadınlar arasın-da en çok bir Ermeni kadına vurulmuş ve
kadına "şekerpare" adı takılmış. İşte, bu kadının marifetiyle kilise yeri
Ermenilere bağışlanmış. Gelgelelim, İstanbul'a 1600'lerin başında gelen
Polonyalı Ermeni Simeon, seyahatnamesinde buranın Ermeni Patrikhanesi'nin
kilisesi olduğunu yazıyor; bu, İbrahim'den çok önceki bir tarih.
Patrikhane, 1640'lara kadar Samatya'daydı ve kilisesi de Surp Kevork'tu. Bu
yıllarda Kumkapı, Nişanca'da, şimdiki yere taşındı. Samatya ve Kumkapı,
böylece, şehirdeki Ermeni nüfusun özellikle yoğunlaştığı bölgeler oldular. Şimdi
Samatya'da gezerken bu varlığın başka izlerine de rastlayacağız.
Geldiğimiz yönde, Sulu Manastır'a gelmeden aşağıya, caddeye inen yolda, Abdi
Çelebi Camii vardır. Çilingirler Mescidi diye de bilinir. Vaktiyle Sinan'ın yaptığı
bu cami hayırsever bir hanınım himmetiyle 19. yüzyılda ampir tarzında yeniden
yapıldığı için aslıyla ilgisi kalmamıştır. İçinde, Enver Paşa'nın karısı Naciye
Sultan'ın armağan ettiği bir avize asılıdır. Kiliseden çıkıp yola devam edip sağa
döndüğü-müzde, yokuş aşağı inerken, Sinan'ın eseri olan Ağa Hamamı'nın
çatısını görürüz. Bir sürü irili ufaklı kubbe! Bu güzel, karmaşık yapı şimdi ne
yazık ki özel kişilerin malı ve imalathane olarak kullanılıyor. Özellikle
Samatya'da rastlantılar tarihin derme çatma modern imalathanelere
dönüşmesine yol açmış. Bunun başka örneklerini de göreceğiz. Yakın
zamanlarda hamamın ön cephesinde fazla anlam veremediğim bir restorasyon
çalışması başladı. Daha doğrusu, buna dair levhalar kondu ve bir inşaata
girişildi. Sonunda, hamamın cephesiyle cadde arasında yüksek bir apartman
bitiverdi!
Ana caddede, yüzümüzü surlar yönüne, yani batıya dönerek yürüdüğümüzde,
sol tarafta bir bahçe içinde küçük ve sevimli bir Rum Ortodoks kilisesi
görüyoruz: Servilerin Aya Yorgi'si Kilisesi. Burada Bizans zamanında da bir
kilise varmış, ama şimdiki bina 1830'lardan. Görece yeni yapılmış pek çok
kiliseden söz ederken, bu 1830'lu tarih tekrarlanacak. Nedeni, yenileşmeci ve
Batıcı Osmanlı sultanı II. Mahmut'un bu yıllarda hükümdar olması. Tahta
oldukça genç yaşta (ve büyük kargaşalıklar sonucu) geçen II. Mahmut,
1826'da, devletin artık denetleyemediği Yeniçeri Ocağı'na resmen savaş açtı ve
onları yok etti. Bundan sonra da tasarladığı politikaları yürürlüğe koymaya
başladı. Bu Batıcı politikalar çerçevesinde onarım, yeniden yapım, restorasyon
izni bekleyen birçok gayrimüslim dini kurumuna da izin verdi. Bu nedenle 1830
bu tür pek çok kilisenin yapılma ya da onarılma tarihi olarak karşımıza çıkar.

İKİ KİLİSE ÜSTÜSTE

Az sonra, sağda, yokuşun üstünde bir başka Ortodoks kilisesinin çan kulesini
göreceğiz. Bu da gene 1830'larda yapılmış olan Ayios Minas. Ama burada asıl
önemli olan, önceden bilmezseniz hiçbir şekilde farkına varmayacağınız, yolla
aşağı yukarı aynı düzeyde olan eski bir Bizans kilisesinin kalıntısıdır. Bu
kalıntının büyük kısmı şimdi bir atölye. Kömürcü, tamir atölyesi, derken, şimdi
çelik kapı kasası imal ediliyor. İşleten çok sevimli ve ziyareti engellemiyor.
Ambulatuarının küçük bir kısmı ise bitişikteki kahvenin içinde kalıyor. 4. veya
5. yüzyıldan kalma olan, dolayısıyla şehrin belki de en eski kilisesi olan yapının
bu şekilde kullanılıyor olmasını anlamakta insan güçlük çekiyor. Bu kilisenin
Ayii Karpos ke Papylos Martirion'u olduğu saptandı. Adı, zamanla karıştırılarak,
"Polykarpos" haline de gelmiş (Rumlar arasında). İki aziz, Dekyan mezalimi
sırasında şehit edilmişler.
Bu kilisenin hangi tarihte özel mülk haline geldiğini öğrenemedim çünkü mal
sahipleriyle temas kurulamıyor. Ama kiracılar, eski Türkçe yazılı ve tuğralı
tapulardan söz ediyor. Bu el değiştirme herhalde epey eskilerde gerçekleşmiş
ve yukarıdaki Ayios Minas'ın yapılması izni belki de bu tuhaflığı telafi etmek
için verilmiş. Böylece, bir kilisenin kubbesi üstünde bir başka kilise inşa edilmiş
oluyor!
Bu çevre kilise dolu. Az sonra, solumuzda, iki Ortodoks kilisesi daha var: Aya
Nikola ve Analipsis. Birincisi, bütün Aya Nikola'lar gibi, gemicilerin
armağanlarıyla doludur. Hemen arkasındaki Analipsis de gene 1830'ların
kiliselerinden biridir.
Biraz daha yürüyünce bu sefer sağda bir kilise görüyoruz. Fazlaca özelliği
olmayan bu yapı bir Ermeni Katolik kilisesi: Anarad Hığutyun. Ermeni Katolik
cemaati hakkında, Beyoğlu'ndaki kiliselere geldiği-mizde, ayrıntılı bilgi
vermeye çalışacağım.
Devam ediyoruz ve solda, büyücek, süslü bir çan kulesi olan bir başka Rum
Ortodoks kilisesine geliyoruz: Ayii Kostantinos ke Eleni. Hakkındaki en eski
kayıtlar 1563 olmakla birlikte şimdiki bina olduk-ça yeni. Birinci Dünya
Savaşı'nı izleyen, İstanbul'un Müttefik işgalinde olduğu yıllarda İngilizler'den
yardım alarak yeniden yapılmış. Ama çan kulesindeki plakette Abdülhamit'in
adı yazılı olduğuna göre kule onun zamanından kalmış olmalı. Duvarında
değişik tarzda mermer bir güneş saati var. Samatya'da özellikle yoğun şekilde
yaşayan, Yunan alfabesiyle Türkçe yazan Karamanlı Rum cemaatinin kilisesi.
İlkokulu da var ama artık çalışmıyor.

STUDION

Bundan sonra soldan ikinci sokağa sapınca İstanbul'un Bizanslı tarihinin önemli
merkezlerinden birine geliyoruz: ünlü Studion Manastırı kompleksinden geriye
kalan Ayios İoannis Kilisesi. Tam tarihini bilmediğim Karpos ve Papilos
Kilisesi'ni saymazsak, İstanbul'da hâlâ kısmen ayakta duran en eski kilise
budur. 15. yüzyıl sonunda camiye çevrilen ve İmrahor İlyas Bey adını alan bina
1894'teki bir depremde yıkıldı. O zamandan beri bu yarı yıkık haliyle duruyor.
Studion önemli bir dini merkezdi. 8. yüzyılın sonunda, Başrahip Te-odoros'un
yönetiminde parlamıştı. Zaman zaman politik olaylarda etkili olmuş, hatta bazı
imparatorların tahttan uzaklaştırılmasında rol oynamıştı. II. yüzyılda İmparator
V. Mihail bir ayaklanma sırasında buraya sığınmış, ama halk onu oradan alarak
gözlerine mil çekmişti. Bir manastırın ötesinde, bir öğrenim kurumuydu.
Fetihten sonra da -camiye çevrilinceye kadar- bu statüsünü devam ettirdi.
Kuruluşu 5. yüzyıl ortalarında olduğuna göre, bin yıldan fazla etkin olmuş bir
ku-rumdu Studion.
Bu kurumun kilisesi olan Vaftizci Yahya Kilisesi bazilika tipinde ve tek apsisli bir
yapıdır. Dekoratif bir kubbesinin olduğu tahmin edi-lebilir. Şimdi içinde bazı
Türk mezarları -bir yatır mezarının çevresinde güzel bir parmaklık- bulunan
avlu ya da atriumdan geçerek eski görkemini hâlâ gösteren nartekse geliriz.
Narteksteki sütunların Korent tipi başlıkları çok güzeldir. Kiliseye açılan beş
kapı vardır. Buradan girince, orta nefı yan galerilerden ayıran sütun
sıralarından yalnızca soldakinin kalmış olduğu görülür: bu tarafın daha fazla
yıkılmaması için dikilmiş tahta iskeleler arasında altı yeşil somaki sütun.
Burada ve nartekste, yerdeki mozaiklerin kalıntıları da hâlâ duruyor ve eski
görkem hakkında bir fikir veriyor.
Kiliseye bitişik bir de sarnıç vardır, ama kiliseden oraya geçilemez (Şimdi
kazalara karşı kapatılmış olan apsise yakın dehliz, belki de oraya çıkıyordu ama
bütün bu Bizans dehlizleri gibi onun da Ayasofya'ya uzandığına inanılır).
Sarnıca gitmek için kiliseden çıkıp sola dönmek ve bazı yılankavi sokaklardan
hep sola saparak geçmek gerekir. Sonunda, kilisenin dış duvarlarının dibindeki
sarnıca geliriz. Burası bir boya atölyesiyken yandığı için şimdi yıkık
durumdadır; içinde koca ağaçlar bile büyümüştür. Korent başlıklı 23 granit
sütunun bulunduğu geniş bir sarnıçmış vaktiyle. Herhalde boya atölyesi
yapmak için en uygun yer değildi burası.
Bunun da az ilerisinde, başka sokak labirentlerinden geçerek varılan bir şarap
ve sirke şişeleme atölyesinin bodrumunda, Studion'un ayazmasının kalıntısı
bulunur.
Buradan denize doğru yürüdüğümüzde, demiryolunu da geçtikten sonra
Narlıkapı'ya geliriz. Bizans zamanında da, bu ağaçlarla anılan -ama şimdi hiç
nar ağacı görünmüyor- kapı, imparatorun deniz yolundan gelerek Studion'u
ziyaret etmesi için de kullanılırmış.
Narlıkapı ve Yedikule tren istasyonu yakınında bir küçük kilise daha var. Suriçi
İstanbul'da Osmanlılar Avrupa'yı temsil eden Katolik kiliselerin yapılmasına izin
vermemişlerdi. Ancak Abdülaziz zama-nında Almanlar demiryolunu inşa
ederken, yabancı işçiler için bir kilise yaptırılmıştı. Burayı şimdi Katolikleşmiş
Süryaniler kullanıyor.
Samatya çevresinde, eski Samatya kapısının yanındaki küçük meydanda ünlü
bir kebapçı var. Ayrıca, Yedikule'ye giderken sol kol-daki Safa İçkili Lokantası,
karakteri olan bir meyhane. Samatya meydanı yakınlarda düzenlendi.
"Düzenleme" demek, o özel kaldırım taşlarının döşenmesi, çiçek saksısı
konması, son olarak da, "tüy dikme" kabilinden, yeni döküm sokak fenerlerinin
dikilmesi anlamına geliyor. Böylece, derli toplu bir hava verilmiş oluyor belki,
ama bu kişiliksiz bir standardizasyon anlamına da geliyor. Böyle işler, yerel
halka danışarak yapılmalı. Ama çoğu zaman "yerel" halk da yerel değil ve ne
olması gerektiği konusunda hiç fikri yok. Sonuç olarak, İstanbul'un işleri hiç
kolay değil.

HALİÇ

Haliç'in ağzından yaklaşık bugünkü Unkapanı köprüsüne kadar uzanan kısmı,


ticari limandı. Buradan ilerisi, Bizans zamanından beri şehrin gözde yaşama
alanlarından biri olmuştu. Osmanlı döneminde şehrin Rum nüfusunun bir kısmı
burada kaldı; onların ve tabii buraya yerleşen Türklerin yanı sıra İspanya'dan
gelen Yahudiler de en çok burada yoğunlaştılar. Görece küçük bir Ermeni
cemaati de varoldu. Ayrıca, daha ilerideki Lonca, başlıca yerleşik Çingene
bölgelerinden biriydi. Böylece, Osmanlı mozaiğinin belli başlı öğeleri bu dar
alanda yan yana yaşadılar. Halic'in bu bölgesinin en ilginç özelliği budur.

CİBALİ

Köprünün güney ayağından batıya doğru yürümeye başladığımızda kendimizi


Cibali denilen semtte buluruz. Bu ad, İstanbul'un fethiyle ilgili bir efsaneden
kalmıştır. Fatih'in ordusunda Cebe Ali adında bir derviş varmış. Kuşatma
sırasında elindeki postu denize atıp üstünde ayakta durmuş. Yanındaki
müritleri de aynı şeyi yapmış. Böylece su üstünde yürüyerek karşı kıyıya
varmışlar ve surlardaki Bizanslı muhafızları dehşet içinde bırakmışlar. Cebe
Ali'nin mezarı, Muammer Karaca'nın meşhur ettiği Cibali Karakolu'nun
içindedir. (Ama Cibali Karakolu şimdi içerilere, Zeyrek taraflarına taşınmış).
Cibali mütevazı bir semttir. Caddeden içeri girince kendimizi dar sokaklarda
bulur, küçük ve hayli yıpranmış evlerle karşılaşırız. Bu sokaklarda göze
çarpmayan çok sayıda tarihi yapı bulunur. Örneğin, Yeşil Tulumba Sokağı'nda,
İstanbul'un çeşitli Emir Buhari tekkelerinin iyi korunmuş olanlarından biri,
türbe ve meşrutasıyla buradadır. Şim-diki yapılar geçen yüzyıl başındandır.
Gene Unkapanı'na yakın, Atatürk Bulvarı'na açılan Elvanzade sokağında,
mütevazi semt mescidlerinden, sıralı taş ve tuğladan yapılma, Şazeli Tekkesi
ve Mescidi vardır. Geçen yüzyıl sonundan kalmadır.

HALİÇ

Deniz kıyısı boyunca yürüdüğümüzde, Abdülezel Paşa Caddesi üstündeki


büyük, beyaz badanalı bina sigara fabrikasıdır. Fabrika kendi başına ilginç
değil, içine giremezseniz, ama içi, ve dışı, o dönemde yapılan bütün binalardaki
özeni, zevki gösterdiği için, bir fabrika olarak bile güzel. Ayrıca, içinde çok
sevimli bir sigara üretimi müzesi var. Fabrika, bu yöreyle ilgili bazı olguların
göstergesi. Haliç, yukarıda kısmen değindiğim nedenlerle, Osmanlı
sanayileşmesinin başladığı yöre olmuştu: ulaşımı kolaydı, her türlü ham madde
zaten bu limana geliyordu; deniz kıyısı olması, fabrika atıkları için kolaylık
sağlıyordu. Tabii bu kolaylık, zamanla, Halic'in pislik içinde kalarak
mahvolmasına yol açtı.
Sigara fabrikası 1880'lerde Reji İdaresi tarafından kurulmuştu: yani, Fransız
sermayesi ile; onun için de zamanın düzgün sanayileşme örneklerinden biri.
Ama bu bölgede yüzlerce derme çatma imalathane de kuruldu. Böylece Halic'in
iki kıyısı da İstanbul'un en pis, en karman çorman bölgeleri haline geldi.
1984'te belediye başkanı seçilen Bedrettin Dalan bu anarşik yapıya el attı, ana
cadde ile deniz arasındaki bütün bu sefil imalathaneleri istimlak etti; yerlerinde
parklar yaptırdı. Bugün Halic'in güney kıyısını bu yeni görünümüyle
seyrediyoruz.
Fabrikadan bir süre sonra, Bizans'ın Haliç surlarından ayakta kalan tek kapısı
olan Cibali Kapısı'na geliyoruz. Kapının üstünde fetih olayını anlatan eski
yazıyla bir kitabe var. Ama bu 1453'te değil, 1953'te "İstanbul Fetih Cemiyeti"
tarafından konmuş bir kitabe ve bir efsaneyi tarihi bir olgu kisvesinde
anlatıyor. Bu da bir tuhaf durum, ama eski Türkçe olduğu için kimse
anlamıyor. Yanında, Fatih'in sekbanbaşısı Abdülkadir Dede'nin mezarı. Yola
devam ettiğimizde, 18. yüzyılda yapılan Aya Nikola (Ayios Nikolaos) Kilisesi'ni
görüyoruz. Burası aslında biri küçük iki kiliseyi birleştiren, bir de ayazması
bulunan bir yapı. Batının Santa Claus'u olan Aya Nikola, çeşitli marifetlerinin
yanı sıra denizcilerin de koruyucu aziziydi. Bu nedenle Ortodoks kültüründe
Aya Nikola kiliseleri genellikle denize yakın yerlerde yapılır, denizciler de azize
şükranlarını dile getiren armağanlarını bu kiliselere bırakırlardı. Kilisenin
narteks tavanına asılı model kalyon işte böyle bir armağan.
Aya Nikola'nın hemen ilerisinde bir sur kapısı daha var. Ama bu kapı halkın sur
dışındaki hamama rahat gidip gelmesini sağlamak üzere Türkler tarafından
yapılmış. Adı, Yeni Ayakapı. Kapının yanında Fatih'in ordusundan Horoz
Baba'ya (Horoz Mehmed Efendi) ait olduğu sanılan bir mezar vardır. Sur
dışında kalan Sinan yapısı hamam ise şimdi harap bir kereste deposu.

GÜL CAMİİ
Aya Nikola'nın köşesinden içeri sapıp elli metre kadar sonra yeniden sola
döndüğümüzde, Bizans zamanında Ayia Teodosia Kilisesi olarak yapılıp fetihten
sonra camiye çevrilen Gül Camii'ne geliyoruz. 10. ya da 11. yüzyıldan kalan
yapı Türkler zamanında çeşitli onarımlarla değişmiş olmakla birlikte, eski
görünümünü geniş ölçüde koruyor. Bir özelliği, yüksekliği: Bu kadar alana
yapılmış Bizans kiliseleri arasında en yüksek olanı bu. İçine girmeden önce
çevresini dolaşmakta yarar var. Apsislerin bulunduğu duvardaki sağır nişler ve
genel olarak tuğla işçiliği oldukça güzel. Kilise bir set üstünde duruyor. Altında,
şimdi kullanılmayan bir kripta ve bir sarnıç var.
Girişinin karşısında, II. Mahmut'un kızı Adile Sultan'ın mektep olarak yaptırdığı
ve şimdi Halk Kütüphanesi olan bina duruyor.
Kilisenin planı klasik Yunan haçı; kubbe, duvarlara bitişmeyen dört ayak
üstünde duruyor. Orta apsisle sağ yan nef arasındaki payede merdivenle
çıkılan bir hücre ve içinde bir mezar var, ama kapının anahtarının bulunması
her zaman bir sorun. Bu mezar, akla hiç uymayan bazı söylentilere kaynak
olmuş. Biri, bunun son imparator Konstantin Dragazes'e ait olduğu ki bunu
kanıtlayacak hiçbir şey yok. İkincisi de camiyi yaptıran Gül Baba adında bir
ermişin mezarı olduğu. Bu da bir o kadar imkânsız. Mezar hücresindeki bir eski
Türkçe levha da üçüncü bir teori yaratarak burada İsa'nın havarilerinden
birinin yattığını söylüyor.
Kilise-camiyle ilgili başka bir hoş efsane anlatılır. Türkler'in İstanbul'a girdiği
günün bir öncesi, Teodosia'nın yortu günüymüş. Onun için kilisesinde kalabalık
bir ayin yapılmış, gelenler çiçek, gül getirip bırakmışlar, şehri Türklere karşı
koruması için Tanrı'ya dua etmişler. Ama ertesi gün şehir düşmüş. Bu kiliseye
giren Türk askerler her yere yayılmış çiçekleri görünce buraya Gül Camii adını
vermişler.
Kilise duvarlarındaki süslemeler arasında altı köşeli Sion yıldızları var. Yaptığım
gezilerde bu dikkati çeker ve sorulurdu. Oysa aslında bu çok kolay bulunacak
bir biçimdir ve yalnız Yahudi kültürüne özgü değildir. (Nazi simgesi
Swastika'nın da Hititler'den beri varolması gibi). Aslında yıldızın simgeleşmesi
çok yeni zamanların eseridir. Soranlara ben de bunu söylüyordum. Ama
camiye son gittiğimde, yıldızların üstünün kapatıldığını gördüm. Bu ülke
gerçekten iyiye gitmiyor.
Kilise apsisinin bulunduğu duvarın karşısında, İstanbul'daki Türk hamamlarının
en eskilerinden biri vardır: Küçük Mustafa Paşa Hamamı. Mustafa Paşa,
İstanbul'da yaşayan ikinci Osmanlı Sultanı olan II. Bayezid'in vezirlerinden.
Bina, hamam mimarisinin en güzel örneklerinden biridir (tabii, hamamlar,
turistler için ziyaret edilmesi en zor binalardır).
Gene bu çevrede, Unkapanı'na doğru, camiye çevrilmiş ve adı Sinan Paşa
Mescidi olmuş, ama artık kullanılmayan küçük bir Bizans kilisesinin kalıntıları
var. Onun az ilerisinde, köşesinde sevimli bir kahve olan, evleri hâlâ küçük ve
mütevazı sokak, ölünceye kadar burada yaşayan Orhan Kemal'in adını taşıyor.
Fener'e doğru, kıyıdaki caddeden değil de iç sokaklardan gidersek, Bizans
kilisesi olduğu belli olan, ama adı kesinlikle bilinmeyen bir yapının yıkıntılarını
görürüz. Abdi Subaşı Sokağı'nda bir zamanlar yalnızca minaresinin kaidesi
kalan Abdi Subaşı Camii yeni restore edildi.
Cadde ile deniz arasında kalan kısım derme çatma imalathane, depo ve benzeri
binalardan temizlenirken, arada kalan tek tük tarihi binalara dokunulmadı ve
bu sıralarda bunlar sırayla restore ediliyor. Bazıları yeni işlevler için
kullanılıyor. Tuğladan yapılma bu binalar, merkezleri Fener olan Rum
zenginlerinin konaklarıdır.

FENER

Biz de artık Fener'e geldik. Şehrin bu bölgesinde, oldukça dik bir yokuş başlar
ve bu yokuş şehrin yedi tepesinden birinde sona erer. Bu tepede, Fatih-
Çarşamba bölümünde gördüğümüz Yavuz Selim Camii vardır. Bizanslılar bu dik
yokuşu Petrion (kaya) diye adlandırmışlardı ve burada surdan başka bir de iç
kale vardı (yani, Türklerin Yedikule'-de yaptığı gibi, surdan içeri devam eden
duvarlarla Petrion bağımsız bir kale oluyordu). Bizans'ı bir daha
toparlanamayacak şekilde harap eden Haçlı Seferi, 1204'te, Petrion'dan şehre
girmeyi başarmıştı. Çün-kü Haçlı donanması başlangıçta düşman gibi
görülmemiş ve gemiler Haliç'te demirlemişti. Böylece, Haliç ağzının ünlü
zincirini aşmış ve bu kıyıdaki zayıf surlara saldırabilmişlerdi. Ama Türkler'in
kuşatmasında Petrion'un performansı bunun tersi oldu: şehir zaptedilirken
Petrion Kalesi sonuna kadar dayandı. Bu nedenle Fatih bu semtte yağmayı
yasakladı, sonradan da bazı ayrıcalıklar tanıdı. İstanbul'un Osmanlı başkenti
olarak tarihi boyunca Rum nüfusun ve özellikle varlıklı ve etkili Rumların bu
bölgede toplanması, böyle bir nedene bağlı olabilir.
Bugünkü Fener semtinde Petrion duvarlarından pek bir kalıntı görünmüyor
(Maraşlı Rum okulunun arkasında kalan bir duvar yıkıntı-sından başka). Buna
rağmen, eski Fener (Petri) kapısının nerede olduğunu sokakların gelişinden
fark edebiliyoruz. Buradan içeriye sapıp sonra sola döndüğümüzde, Sadrazam
Ali Paşa Caddesi üstünde Rum Ortodoks Patrikliği'ne geliyoruz.

PATRİKHANE

Patrikhane fetihten sonra birkaç kere yer değiştirmiş, 1601 yılında buraya
taşınmıştı. Ahşap bina 1941'de yanınca, şimdi kompleksin sağ tarafinda yer
alan sarı badanalı kagir bina yapıldı. 1980'lerde Türk-Yunan ilişkilerinde
karşılıklı bir yumuşama başlayınca, Türk hükümeti eski binanın yeniden
yapılmasına izin verdi. Eski eserler konusunda Türk "mevzuatı", "ikinci
derecede" kabul edilen binaların betondan yapılıp ahşap kaplanmasına (tabii
eski dış görünüşü koruyarak) izin veriyor. İşte, bugün görülen ahşap
patrikhane binası, birkaç yıl önce, bu şekilde yapıldı. O sırada yolda şöyle bir
levha duruyordu: "Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi Restorasyonu - İkinci
Sınıf Tarihi Eser". Kategori "restorasyon" açısından doğru da, "diplomatik"
açıdan gaf sayılabilir.
Patrikhaneye üçlü bir kapıdan girilir. Basamakları çıktığımızda, ana kapı
karşımıza gelir; sola açılan kapıdan kilise tarafına, sağa açılan kapıdan da
1941'de yapılan Patrikhane binasına geçilir. Ana kapının tatsız bir anısı vardır.
1821'de Yunanistan'da bağımsızlık hareketi başlayınca, Patrik de Osmanlı
Devleti tarafından bu isyanı körükle-yenler arasında sayılmış ya da hareketi
durdurma için yeterince çaba göstermediği düşünülmüş ve bu kapıda asılarak
idam edilmişti. O zamandan beri bu kapı açılmamış ve kullanılmamıştır.
Osmanlı Devletinin bu hareketi yalnızca bir dini önderin idam edilmesi
anlamında ahlaken yanlış değildi; Patriğin bağımsızlık hare-ketiyle ilgisi
olmaması anlamında olgusal olarak da yanlıştı. Muhafazakâr Ortodoks Kilisesi
milliyetçi fikirlerden fazla haberdar değildi ve ilgisi bütün Osmanlı topraklarında
yaşayan Ortodokslara yönelikti. Patriğin kendisi de bu tavırda olduğu için
Yunan bağımsızlık hareketi içinde bulunanlar tarafından bir tür hain gibi
görülüyor ve dışlanıyordu. Ama milliyetçilik tuhaf bir olgudur, Gregorios idam
edildikten bir zaman sonra anılarda martirleşti ve Türklerin Yunanlı
kurbanlarından biri olarak aziz ilan edildi.
Soldaki kapıdan Patrikhane Kilisesi Aya Yorgi'ye (Ayios Yeoryios) geçiyoruz.
Şimdiki bina ancak 1700'lerden ve bazilika tipinde. 1830'larda tamir görmüş
olmalı. Mimari bakımından kayda değer bir özelliği yok. Başlıca Hıristiyan
mezheplerinden birinin patrikhane kilisesi olarak, örneğin Vatikan'da San Pietro
ile kıyaslanamayacak kadar mütevazı. Gene de, son yıllarda dramatik bir
şekilde küçülen İstanbullu Rum Ortodoks cemaatinin elinde kalmış değerli dini
eşyaların çoğu burada bulunuyor.
Örneğin Patrik tahtı ve üzerine İncil konan iki masa. Tahtın ünlü Patrik ve Aziz
İoannes Hrisostomos'tan kaldığına inanılıyor. Bu biraz uzak bir ihtimal,
herhalde o kadar eski olamaz. Özellikle sedefli süslemeler Bizans üstünde
Selçuklu etkilerinin göstergesi olabilir, çünkü Bizans süsleme sanatında sedefe
pek rastlanmaz.
Çeşitli kiliselerde bulunan üç taşınabilir mozaik ikon da şimdi burada
toplanmıştır. Bu gibi ikonlardan bütün dünyada sadece on, on beş tane
bulunuyor. Kilisenin ikonostasionunun tahta oymacılığı gerçekten etkileyici.
Söylentiye göre iki usta bunun üstünde kırk yıl çalışmış! Sağ köşede, demir
kaplamasındaki açıklıktan görülen sütun parçasında bir delik var ki, bunun da
İsa'nın gerildiği çarmıh olduğuna inanılıyor. Gene sağ tarafta, biri gümüş olmak
üzere üç azizenin tabutu var (gümüş olan Rusya'dan armağan): Eufemia,
Teofano ve Omonia.
Patrikhane kilisesi Aya Yorgi bu yakınlarda ciddi bir onarımdan geçti. Değerli
eşyaların çoğu (örneğin sedefli sandık) iyice tamir oldu. Bu arada, başta o
güzel ikonostasion, çok şey altınlandı, yaldızlandı, ama bu parıldamanın her
yerde, eskisinden güzel olduğunu söylemek kolay değil.
Fener semtinde hâlâ birçok güzel ev görmek mümkündür. Fener Rumlarının
1821 isyanına kadar süren nüfuzundan geriye kalan, bu mimari. İmparatorluk
içinde, bugünkü Romanya'nın parçaları olan Eflak-Boğdan voyvodaları ya da
"hospodar"ları geleneksel olarak Fener Rumları arasından tayin edilirdi. Ayrıca,
Osmanlı hariciyesinin tercümanlık görevlerini de Fenerli Rumlar yerine getirirdi.
Böylece burada çok zengin aileler türemişti ve semt genel olarak varlıklıydı.

FENER RUM LİSESİ

Fener'den yukarı tırmanan çeşitli yokuşlardan bakılınca, devasa ve tuhaf,


kırmızı tuğla bir bina göze çarpar. Buraya, yokuşun dikliğine bakmadan, sol
taraftan yaklaşalım. Yokuşun sonunda sağa dönüp binanın çevresini dolaşalım.
Burası Fener Rum Lisesi'dir. Halen açık olmakla birlikte, toplam öğrenci sayısı
bir düzineyi bulmamaktadır. Bir tür rüya ya da Disneyland Şatosu izlenimi
veren binanın herhangi bir mimari üslupta olduğu söylenemez. Arkadaki
kulelerden birinde, yapılış tarihini (1881) ve mimarın adını (Dimadis)
görüyoruz. Okul görece yeni olmakla birlikte, bölge çok daha eskilerden beri
Rumların önemli bir eğitim merkeziydi. Dini eğitim merkezi Heybeliada'ya
kaymış (Studion yok olunca), dünyevi eğitim ise burada kurumlaşmış-tı.

AYİAMARİA

Okulun öbür yanından yokuş aşağı inerken solumuzda bir kilise görürüz. Bu bir
Bizans Kilisesi ve hâlâ kilise olarak kullanılan tek Bizans Kilisesidir: Maria
Muhliotissa ya da "Moğolların Meryemi". Ayia Maria'nın kilise olarak kalması
Fatih'in Fener'e (Petrion) verdiği ayrıcalıklarla açıklanıyor. Fatih'in fermanları
ve Yunanca çevirileri (muhtemelen kopyaları) kilise duvarında asılı.
Bir başka özellik, bu yapının, İstanbul'daki "yonca" tipi iki kiliseden biri
olmasıdır. Dışarıdan bakınca, apsisle birlikte yoncanın üç yaprağını görürüz;
dördüncüsü nef kısmındadır. Ancak, çeşitli onarımlarla kilisenin planı iyice
değişmiştir. Bunu içine girince daha iyi anlıyoruz: ister istemez, bir "asimetri"
duygusu geliyor. Çünkü narteksin yeri değişmiş, ikonostasionun yeri de uygun
değil.
Maria, bu sefer Meryem değil, Mihail Paleologos'un gayri meşru kızı bir
prensestir. 13. yüzyıl başında Moğollar, Hülagu Han önderliğinde, İran'a kadar
gelmişlerdi. Uzakdoğu'da tanıştıkları Nasturi Hıristiyanlığın etkisiyle,
çevrelerindeki Müslümanlara karşı Hıristiyanlığı daha yakın müttefik görme
eğilimindeydiler. Zamanın alışkanlıkları gereği Hülagu Bizans sarayına evlilik
yoluyla akraba olmaya karar verdi ve Maria Moğol sarayına gönderildi. O
zamanlar yolculuk uzun sürüyordu ve Hülagu epey yaşlanmıştı. Maria
menziline vardığında Hülagu'nun öldüğünü öğrendi; onun yerine oğlu Abaka
Han'la evlendi. Birkaç yıl sonra kardeşi Ahmet, Abaka'yı öldürüp yerine geçince
Maria da İstanbul'a döndü ve herhalde sakin -ve Moğol'suz- bir hayat yaşama
kararıyla rahibe oldu, bu kilise çev-resine yerleşti. Popüler efsane Maria'yı
kilisenin kurucusu olarak gösteriyor, ama tarihi kanıtlar binanın bundan daha
eski olduğunu işaret ediyor. Maria bazı onarım işlerinde rol oynamış olabilir.
Kilise bahçesinde Uzakdoğulu yüz hatları olan bir kadın heykelciği, duvardaki
nişte dururdu. Bu da "Moğol" bir Meryem'in heykeli sayılırdı (zavallı Maria'nın
evliliğinden ötürü fızyonomik değişimden geçmesi gerekmediği halde). Bu
heykelcik yakın zamanda Patrikhane'ye alındı.

KANTEMİR'İN EVİ

Maria'nın kilisesinden aşağıya, kıyıya doğru yöneldiğimizde, şimdi kapalı duran


Yuvakim Kız Lisesi'nin yanındaki dar yolu tercih edebili-riz. Burada, solda, yan
yana iki çok güzel Rum evi var. Bunların, güzel tavan süslemeleri de olan
birincisi, şimdi Kuran Kursu. Evlerin bahçelerinde, Yunanca koine denilen,
siyah ve beyaz taşlardan mozaikler hâlâ görülebiliyor. Sağdaki okul duvarında
her nasılsa kalmış, mermer kapıdaki seni kabartmalarının taş işçiliğine bakarak
bu dar yoldan -ki az sonra merdiven olur- iniyoruz. Az sonra, solumuzda bir
kapı görüyoruz. Burada, duvara çakılı mermer kitabe son yıllarda nedense
kırıldı ve yok oldu. Böyle olmasaydı, Romence ve Türkçe olarak, burada,
Dimitir Kantemir'in yaşadığını anlatan satırları görebilecektik. Kan-temir,
Boğdan hospodarlarından biriydi. Birkaç kere İstanbul'a gelip uzun süreler
yaşamış, bu arada Osmanlı tarihiyle ilgili bir kitap ve klasik Türk müziği üstüne
ilk sistematik ve bilimsel kitabı yazmıştı (1673-1723). (Bu kitap baskı yaptıkça
içinde anlatı-lanlar değişiyor. Bu kadar hızlı değişen bir şehirde böyle "rehber"
kitapları gazete gibi günlük basmalı herhalde. Şimdi duvara yeni levha takıldı.
Umarım dördüncü baskıya kadar verinde durur.)
Kantemir'in evinin (ne yazık ki bunu göremiyoruz, çünkü şimdi burada muhtar
oturuyor) bulunduğu bahçe, Fener'in büyük ailelerinden Kantakuzenos'lara (bir
zamanlar eski imparatorlukla da akrabaydılar) aitti. Yokuşun sonuna inip,
Vodina Caddesi'nde sola saptığımızda, hâlâ bu bahçenin yanı sıra
yürümekteyiz. Bahçenin içinde bir Aya Yorgi Kilisesi (Ayios Yeoryios) daha var.
Ortodoksların bir âdeti uyarınca, bu kiliseyi, Kudüs Patrikliği kendi Metohion'u,
yani bir çeşit şubesi olarak yaptırmıştı; dolayısıyla idari olarak kilise halen de
Fener Patrikhanesi'nin yetkisi dışındadır. Bahçe kapısını açtırıp içeri girmek,
kilise bekçisini bulmak, son derece zordur. Kilise bazilika tipinde, fazla ilginç
özelliği olmamakla birlikte güzel ve özenilerek yapılmış, yapımında bolca
mermer kullanılmış bir bina.
Bahçe sahibi Kantakuzenos ailesinin üyelerinden Şeytanoğlu olarak anılan
Mihail büyük bir kitaplık kurmuştu ve bu kitaplardan bazıları söz konusu
kilisede duruyordu. 1906 yılında, Arkimedes'in yazdığı bilinen, ama hiçbir
kopyası bulunmayan Mekanik Sorunları Ele Alma Yöntemi adlı kitabının bir
elyazması burada bulundu. Tabii, dünyada varolan tek kopya da buydu.
Bahçe duvarının sonundan sola dönüp yürüdüğümüzde gene aynı bahçenin
içinde yıkık bir kilisenin, tepesinde Bizans'ın çift başlı kartalı oyulmuş cephe
duvarını görüyoruz. Bu, Panayia Paramithias Kilisesi'nin kalıntısı ve Patrikliğin
bugünkü yerine gelmeden önceki kısa süreli uğraklarından biri. Kilise daha çok
Ulah Sarayı adıyla biliniyor, çünkü Kantakuzenos ailesi de Eflak "hospodar"lığı
yapmış ailelerdendi.

BULGAR KİLİSESİ

Bu noktadan denize doğru baktığımızda, denizle aramızı kesen evler sırasının


aralıklarından yeşil (o da şimdi sarardı) bir "soğan" kubbe görülür. Şimdi oraya
gidelim -yalnız, sola değil, çünkü o zaman yol çok uzar-sağa, geldiğimiz yöne
sapalım ve ana caddeye oradan çıkalım.
Kubbesini gördüğümüz bina burada, deniz tarafmdadır: Sveti Stefan, Bulgar
Kilisesi. Neo-gotik üslupta, yeşilimsi gri bir bina. Girişte, kilisenin yapımını
Viyana'ya bağlayan küçük bir plaket vardır. Yapının bütün olağanüstülüğünün
anahtarı da bu plakettedir. Kilise çoğu dökme olmak üzere demirdendir! İçi ve
dışı, her şeyi Viyana'da bir fabrikada dökülüp önce Tuna, sonra Karadeniz'den
taşınarak getirilmiş ve burada monte edilmiştir. İçerideki mermer görünüşlü
sü-tunlar bile demirden yapılmadır.
Bu tuhaflığı açıklayan bir efsanesi vardır. Osmanlı padişahı Bulgar-lar'ın bu
kiliseyi yapmasını pek istemiyormuş. Israr karşısında, masal hükümdarları gibi
işi zora koşarak, "bir şartla, kiliseyi bir ay içinde yaparsanız, izin veriyorum"
demiş. Onun için de Bulgarlar dökme demiri tercih etmiş ve bir ayda kiliseyi
monte etmişler.
Çoğu masal gibi bu da tarihi gerçekliği kendine göre yansıtıyor. Zamanın
Osmanlı Padişahı Abdülaziz ve sadrazamı Ali Paşa gerçekten de kiliseye izin
vermek istememişlerdi. 1800'lerin sonunda milli-yetçilik her yerde yayılıyor,
her şeyi etkiliyordu. Milletleşme yolun-daki Bulgarlar, Ortodoks oldukları halde,
Fener'deki Rum Ortodoks Kilisesi'ne bağlı kalmak istemiyor, bağımsız ve milli
Bulgar Ortodoks Kilisesi istiyorlardı. Bu da Osmanlılar'ın fazla işine gelmiyordu.
Fener'le geleneksel karşılıklı bağları, anlaşmaları vardı; ama bunun ötesinde,
Bulgar milliyetçiliğinin gelişmesi durumunda, bu tepkilerin yalnız Fener'in dini
otoritesine karşı çıkışla kalmayacağım, Osmanlı politik otoritesinin de
sarsılacağını seziyorlardı. Ama çok fazla daya-namadılar ve izni verdiler.
Bulgarlar'ın kiliselerini yapmayı seçtikleri yer de ilginçtir; Patrikha-ne'nin birkaç
yüz metre yakınında. Peki, niye demir döküm? Kilise 1880'lerde yapıldı. Bu
tarihlerde inşaatta demir kullanımı çağın mimarisinin yeni modasıydı. Çok
geçmeden Eiffel de yapıldı. Herhalde sorun, bir "güçlülük" ve "modernleşme"
sorunuydu. Gene de, demir gotik ilginç bir çözüm!
Waagner firmasında parçaları hazırlanan kilise demir olduğu için elbette ağır
çekecekti. Bunu deniz kenarında kurmak için temellerde ciddi mühendislik
gerekti. Ayrıca, nemden ve rüzgârdan etkilenerek paslanan kiliseyi sürekli
korumak da ciddi bir iş.
Kilisenin karşısında Eksarhlık binası var. Bahçedeki metropolit mezarlarını
süsleyen heykeller Bulgaristan'daki Türk azınlığa baskı yapıldığı sıralarda
bilinmeyen kişilerce kırıldığı için şimdi içeri alındı.
O tarihlerde İstanbul'da yaşayan Bulgarlar'ın sayısı çok daha fazlaydı
(İstanbul'a Bulgarlar "tzarıgrad" derdi); bugün bu cemaat, çoğu da Makedon
olmak üzere, iki bin kişi kadar kaldı. Çeşitli semtlerdeki belli başlı
şarküterilerde onların varlığı görülür. Okmeydanı'ndaki hastanelerini yakın
zamanlarda muhafazakâr Türkiye gazetesine sattılar.
Bulgar Kilisesi'ne gelmeden hemen önce, aristokratik Fener konaklarından biri
var. Burası, restorasyondan sonra Kadın Eserleri Kütüphanesi oldu. İçi de
gezilebilir.

TUR-I SİNA METOHİON'U

Bulgar Kilisesi'ni geçip Halic'in içine doğru yürüyelim. Birkaç yüz metre sonra
küçük bir Ortodoks kilisesine geliyoruz. Şimdi oldukça harap olan bu Ayios
İoannis Kilisesi'nin eskiden de çok ilginç bir yapı olmadığı anlaşılıyor. Ama
kilisenin önündeki küçük avluda duran, eğilmiş tahta çan kulesi, perişanlığıyla
pitoresk. Asıl ilginç olan, kiliseyi ana caddeden ayıran binalar. Bu kompleks bir
Metohion'dur; Tur-ı Sina'daki Aya Katerina Manastırı'nın İstanbul'daki bir
koludur. Metohion arkimandritinin konutu olarak yapılmış bu bina, İstanbul'un
en eski konutlarından biridir ve yapılışı 17. yüzyıl sonlarına uzanır. Yakın
dönemde anlaşılmaz nedenlerle özel mülk haline geldikten sonra çeşitli süfli
amaçlarla kullanılmış ve perişan olmuş, bu arada duvarlarındaki süsler de
kaybolmuştur. Oysa Miss Pardoe'nun İstanbul üstüne kitabındaki gravürlerden
birinde bu evin bir odasının resmini gördüğümüzde, bir zamanlar ne kadar
güzel bir yapı olduğunu anlıyoruz. Yakında restore edileceğini (iyi bir şekilde)
ve hiç değilse geri kalanın kurtulacağını umuyoruz.
Bu noktadaki son önemli değişiklik, emektar Galata Köprüsü'nün getirilip
buraya takılması oldu -böylece iki eski Yahudi semtini, Balat'la Hasköy'ü
birleştiriyor. Emeklilerin yeni iş bulup çalışması gibi Galata Köprüsü de işi
büsbütün bırakamadı. Bakalım onun varlığı burayı nasıl etkileyecek. İki kıyı
arasında yürüyenler şimdiden hayli fazla.

BALAT

Metohion'u bırakıp caddenin öbür yanına geçtiğimizde, artık Balat'a geldiğimizi


görürüz. Balat adı, "Palation"un bozulmuş şeklidir ve surlardaki Blaherna
Sarayı'na yakınlığından ötürü semt bu adla tanınmıştır. Balat'la surlar arasında
kalan semtin "Ayvansaray" olması da belki buna bağlıdır.
İstanbul tarihinde Balat'ın özel önemi, İspanya'dan gelen Yahudiler'in burada
yerleştirilmesi ve yakın zamanlara kadar buranın başlıca Yahudi mahallesi
olarak varlığını sürdürmesidir. İspanya'da Sefardim kolundan Yahudiler
yaşıyordu ve 15. yüzyılda, özellikle de Granada'nın düşmesiyle, Engizisyon bu
insanların hayatını iyiden iyiye güçleştirmeye başlamıştı, Bu sırada Fatih
Mehmet'in oğlu, sofuluğuyla tanınan II. Bayezid Osmanlı sultanıydı. İspanyol
Yahudilerini buraya o davet etti. Bunda şaşılacak bir şey yoktu: kozmopolit
Osmanlı İmparatorluğu her millet ve dine açıktı. Tenha İstanbul'un nüfusunu
artırmak, bu arada, gelen her grubun kendine özgü bilgi ve hünerlerinden
yararlanmak, Osmanlı mantığının bir öğesiydi.
Osmanlı İstanbulu'nda Yahudiler'in Balat'a yerleşmesi, Balat'ın bir "getto"
olduğu anlamına gelmez. Osmanlı'da "getto"nun kavramı da, gerçekliği de
yoktu. Zaten bütün şehirde, yerleşimin temeli etnik veya yarı etnikti. Yalnız
gayrimüslimlerin değil, Müslümanların yerleşmesi de geldikleri bölgeye göre
oluyordu. Ama mahallelerin ve sakinlerinin hiçbirine karşı bir ayrımcılık
politikası güdülmüyordu.
İstanbul Yahudileri uzun zaman çok zengin bir topluluk olmadı. Özellikle
Fener'den Balat'a geçince, bugün bile, iki cemaatin arasında-ki servet farkı
kendini belli eder. Zaten çok muhkem olmayan Yahudi evlerinden günümüze
kalan örnekler mahallenin içlerine doğru çoğalır. Bunlar genellikle üç katlı, dar
cepheli, ikinci ve üçüncü katlarında cumba gibi çıkmaları olan binalardır.
Bazılarının üstünde altı köşeli yıldız görülebilir. Zengin evi olmadıkları halde,
dediğim gibi, mahalle içlerinde sayıları bir hayli fazlalaşır ve gerçekleşen bütün
değişime rağmen bugün bile belirgin bir karakter sergiler.
Cadde üstünde çatısı göçmüş, çoğu yıkılmış durumda Selanik Sinogogu var.
Bunun yanında, eski Balat kapısının olduğu yerden iç kısma geçebiliriz. Burası
çarşıdır, tek katlı küçük dükkânlar yan yana sıralanır. Dükkânların arasında,
doğu yönünde giderken sağ kolda, artık kullanılmayan Yanbol (Bulgaristan'da
bir kasaba) Sinagogu'nun kapısı görülür. Karakolun az ilerisinde ve sağda ise
Ahrida (Makedon-ya'nın Ohri Kasabasından gelen Yahudiler yaptırmıştır)
Sinagogu vardır. Balat'ın en eski sinagogunun buradaki olduğu söylenir; ama
şimdiki bina çok daha yenidir, 19. yüzyıl ortalarından kalmadır. Bu yakınlarda
yeniden restore edildi ve eski havasını biraz daha kaybetti. Vodina Caddesi
üstünde eski Hahamhane vardı. Bu blokun bir parça-sında da Çana Sinagogu
bulunuyordu. Bu bina da kısmî bir restoras-yon gördü.
Balat Yahudileri içinden kalabalık gruplar 1950'lerden başlayarak İsrail'e
göçtüler. Geri kalanlar da şehrin başka yerlerine taşındıkları için Balat'ta bir
avuç Yahudi kaldı. Ahrida'nın hâlâ açık durması ve ayin yapılabilmesi için bazı
Museviler, aslında kendi dini kurallarına da aykırı biçimde, başka yerlerden
buraya geliyorlar (Musevilikte bir sinagogun açık olması için en az on kişilik bir
cemaati olması -bu, yalnız erkekler demektir- ve cemaatin sinagoga normal
yürüme me-safesinde yaşıyor olması gerekiyor).
Balat ağırlıkla Yahudi mahallesi olmakla birlikte, Osmanlı toplumunun başlıca
etnik ve dini öğelerinin dini binalarının birbirine çok yakın kurulu olduğu
İstanbul semtlerinden biridir. Örneğin, sinagogun biraz ilerisinde, Ayan
Sokağı'nda İmrozlular'ın yaptırdığı Ayios Strati Ortodoks Kilisesi vardır.
Bu semtteki başlıca cami gene Sinan'dan kalma olan Ferruh Kethüda Camii'dir.
Ferruh Kethüda, Semiz Ali Paşa'nın kâhyasıdır. Arka duvarında bir güneş saati
olan cami kiremit çatılı, mütevazı bir binadır. Ama gördüğü restorasyon ve
bugünkü durumunun içler acısı olduğunu söyleyebiliriz. Cephesine yapılan
grotesk madeni çatı ve camekân, camiyi bir çirkinlikle kamufle etmektedir.
Kadınlar için yapılan mekân, pencerelerin ortasından geçmektedir. Cami
herhalde eskiden de tamir görmüştü, çünkü içindeki çinilerin 18. yüzyılın
Tekfur Sarayı çinileri olduğu tahmin ediliyor. Eskiden Balat mahkemesi bu
caminin avlusunda kurulurmuş.

SURP HREŞDAGABET

Caminin az ilerisinde, Kamış Sokağı'nda, bir de Surp Hreşdagabet Gregoryen


Ermeni Kilisesi var. Böylece, Osmanlı toplumunun temel öğeleri tamamlanıyor.
Burasının eskiden bir Ortodoks kilisesi olduğu, bodrumdaki Ayios Andonios
ayazmasından da anlaşılıyor. Bir tarihte, Ermeniler'den alınan bir kilisenin
bugünkü Kefeli Camii haline getirilmesine karşılık, Balat'a yerleşen on beş-
yirmi bin kişilik Ermeni cemaatine de bu Ortodoks kilisesinin yerinde bir
Gregoryen kilise için izin verilmiş, şimdiki bina 1833'te yapılmıştır. Mikail ve
Cebrail'e, yani başmeleklere adanmış bir kilisedir. "Mucize"leri olduğuna, has-
taların şifa bulduğuna inanılır. Ana mekândan yandaki galeriye açılan, üstünde
Aziz Georg'un ejderhayı öldürüşünü gösteren kabartma ve Almanca yazılar
bulunan ağır demir kapı ilginçtir. Bu kapının I. Mahmut zamanında Topkapı'da
yapılan bir kazıda bulunup Babik usta adında bir Ermeni demircisi tarafından
satın alındığını ve bu kiliseye takıldığını İnciciyan anlatır. Bu kilisede yılın belirli
günlerinde kurban kesilir (koyun ve horoz gibi) ve her dinden yoksul insanlara
dağıtılır.
Ferruh Kethüda ile Hreşdagabet arasında, şimdi yıkık duran büyücek bina bir
zamanlar Ermeni okuluymuş.
Balat'tan Ayvansaray'a doğru yürürken, iç sokaklarda Panayia Balinu ve
Demetrios Kanabu Rum Ortodoks kiliselerini geçiyoruz. Kanabu'nun sırtı ana
caddeye bakıyor ve bir çiçek bahçesi içinde. Bu kilise 1597 ile 1601 arasında
Patrikhane Kilisesi olmuştu. Bugünkü mütevazı halinde bunu hatırlatacak bir
şey yok. Yanında, gene kulla-nılmayan bir Rum okulu var.
Deniz kenarındaki caddede ise, İpsilanti ailesinin kabartmalarla süslü, beyaz
badanalı evi, ayrıca deniz tarafında Balat Yahudi Hasta-nesi var.

AYVANSARAY

Ayvansaray, Haliç boyunca dizilmiş semtlerin arasında en yoksuluydu,


diyebiliriz. Nüfusu, Türkler ağırlıkta olmak üzere, karışıktı. İstanbul'da yerleşik
Çingenelerin oturduğu birkaç semtten biriydi, ama şimdi böyle bir özelliği
kalmadı. Haliç kıyısındaki mezbelelikler 1980'lerde ortadan kaldırılıncaya kadar
Ayvansaray'da birçok küçük tersane vardı. Bugün bile bunlardan birkaçı
duruyor ve ara sokaklarda yürürken karşınıza bir tekne çıkabiliyor.
Ayvansaray'da ana caddeden yürürken eski kapının bulunduğu yer kendini belli
eder. Kuyu Sokağı'ndan içeri girdiğinizde, karşınıza Blaherna Ayazması çıkar.
Burası, Bizans zamanında, Blaherna Sarayının ayazmasıydı ve saray alanından
çıkmadan buraya gelinebiliyordu. Ayazmanın üstünde İmparatoriçe Pulheria bir
kilise yaptırmıştı. Birkaç yıl sonra Kudüs'ten gelen iki Bizanslı'nın Meryem
Ana'ya ait elbiseler olduğu iddiasıyla yanlarında getirdikleri giysiler bu kilisede
saklanmaya başladı ve böylece kilisenin önemi arttı. Fetihten yirmi yıl kadar
önce bu kilise, içinde Meryem'in elbiseleriyle, yanıp yok oldu. Şimdi burada
1900'lerde yapılmış küçük, şirin bir kilise var. Ayazma da kilisenin içinde. Geniş
ve bakımlı bir bahçede yer alan ayazma yalnız Hıristiyanlar'ın değil birçok
Türk'ün de şifa bulmak için ziyaret ettiği bir yer.
Ayazmadan sola doğru yüz metre kadar yürüyünce, solda bir sokağın içinde,
Atik Mustafa Paşa Camii görünür (bu yapı Cabir Camii adıyla da tanınıyor). Bir
Bizans kilisesinden camiye çevrildiği ilk ba-kışta anlaşılıyor. Ama kilisenin
adının ne olduğu uzmanlar arasında hâlâ tartışma konusu. Bu konuların başta
gelen otoritesi Semavi Eyice, Ayia Tekla olduğunu söylüyor. Başkaları da, sura
daha yakın olan ve "Toklu Dede" diye bilinen yıkıntıya bu adı yakıştırıyor.
Yunan haçı tipinde küçük bir kilise ve çeşitli zamanlarda yapılan tamirlerden
görünüşü bir hayli değişmiş. Bir zamanlar, güneye bakan dış duvarında
varolduğu söylenen freskler şimdi yok. içinde, Cabir'e ait olduğu söylenen bir
Müslüman mezarı var ki camilerde sık görülen bir şey değil bu.
Camiden semt içine doğru yürüdüğümüzde, eskiden yoğun Çingene yerleşimi
olan Lonca'ya geliyoruz, ama artık eski özelliği yok. Bir köşede, sahabeden Ebu
Zerra el-Gıfari'nin mezarını görüyoruz. Ya-nında bulunan mescit ortadan
kalkmış. Lonca Caddesi'ni kesen Yata-ğan Hamamı Sokağı üstündeki Yatağan
ya da Hacı İlyas Camii, anıtsal olmamakla birlikte, Fatih zamanından kalma ve
bozulmamış, ahşap küçük mescit örneğidir.

İVAZ EFENDİ CAMİİ


Şimdi geri dönelim, ayazmanın da önünden geçerek, Dervişzade Sokağı'ndan
yukarıya tırmanalım. Solda, Emir Buhari Tekkesi yıkıntısının yanından geçerek,
İvaz Efendi Camii'nin avlu kapısına geliyoruz. Bu küçük meydanda, altı köşeli,
zarif bir meydan çeşmesi var: Mimar Mustafa Ağa Çeşmesi. Barok dönemin
(18. yüzyıl) son derece süslü meydan çeşmeleri gibi değil, ama belki de bu
nedenle, çok güzel.
İvaz Efendi Camii bu Haliç gezisi boyunca karşılaştığımız en "anıtsal" Türk
yapısıdır. Genel olarak Sinan'ın eseri olduğu söylenir. Yapılış tarihinde Sinan
hayattaydı, ama Tezkire'sinde bu caminin sözü geçmediği için mimarı
muhtemelen onun kalfalarından biriydi. Altı desteğe oturan kubbe dört yarım
kubbeyle desteklenmiştir. Caminin mimarisi bütünüyle değişik ve ilginçtir.
Minaresinin yeri geriye doğru kaymıştır. Asıl ilginç özelliği de girişidir. Bütün
camilerin kapıları ortada yer alırken, İvaz Efendi'nin cephesinde, iki kenarda
ikişer küçük kapı vardır, ortada da pencereler sıralanır. Ne yazık ki, kullanılan
sağdaki kapının önüne de biçimsiz bir baraka eklendiği için yapının başlıca
mimari özelliği kamufle ediliyor. Taş ve tuğla duvarları, çok sayıda pencereleri
ile, içindeki az sayıda ama çok güzel İznik çinileriyle, görülmeye değer bir
mimari örneğidir. Sinan dönemi-nin yeni deneylere açık ruh halini yansıtır ( Bu
yakınlarda, çok başarılı olmayan bir restorasyon geçirdi ve içi zevksiz biçimde
süslendi).
İvaz Efendi Camii, eski Blaherna Sarayı'nın teraslarından biri üstünde yapılmış.
Bizans imparatorlarının Latin işgalinden sonra sürekli yaşadıkları yer olan
Blaherna'nın yapımı 500'lerde başlamıştı. Manuel Komnenos surların bu
bölgesini güçlendirdikten sonra daha sık kullanılan bir saray haline geldi. Ama
Sultanahmet'teki Büyük Saray gibi Blaherna'dan da bugüne kalan çok bir şey
yok; taşlarının çoğu, çevredeki minik yoksul evlerinin parçası haline gelmiş. Bu
terasta, sura bitişik olan sarayın İsaak Angelos Kulesi'nin kalıntısını
görebiliyoruz. Şimdiki sınai çirkinlikler arasında bunu hayal etmek zor, ama
herhalde zamanında bu kulenin olağanüstü bir manzarası vardı.

ANEMAS ZİNDANI

Aynı terasta dört köşe bir çukurdan aşağıya bir merdiven iniyor. Buradaki
kapıdan Bizans'ın ünlü Anemas zindanlarına girilir. Buraya mutlaka güçlü bir
fenerle girmek gerekiyor. Kıvrılarak inen bir koridordan geçtikten sonra, aşağı
yukarı 60-70 metrelik geniş bir koridorun başında buluyoruz kendimizi.
Surlardaki mazgallardan içeri vuran ışıkta dramatik bir manzara görüyoruz. Üç
katlı olduğu anlaşılan bu kısımda ara katlar çöktüğü için dehşetli bir yükseklik
duygusu veriyor. Tırmanmayı göze alırsanız oraya inmek, sonuna kadar
yürümek mümkün. Koridor üstünde kemerli kapılarıyla hücreler yan yana
sıralanıyor. 1993'te burada yeniden bir onarım başladı ve çok miktarda toprak
boşaltıldı, daha kolay yürünür hale getirildi. İsaak Angelos'un yanında yer alan
Anemas Kulesi'ne de buradan girip üst katlara tırmanmak mümkün. Anemas,
Bizans İmparatorluğu'nda çalışmış bir Arap komutanıydı. (Son durumda,
anlattığım bu girişe demir kapı ve kilit takıldı; buna karşılık, sur dışından içeri
girilebiliyordu.)
GELENEKSEL TÜRK MAHALLESİ

Buradan çıktıktan sonra Dervişzade Sokağı'ndan geri dönerken soldan yokuş


aşağı inen ve geldiğimiz yöne doğru kıvrılan dar yola sapalım. Buradan, sağda,
Bizans'ın Ayia Tekla Kilisesi olduğu sanılan Toklu Dede Mescidi'nin ayakta
kalmış tek duvarını görebiliriz. Sol taraftaki yol ise bizi kara surlarının Haliç
surlarıyla birleştiği bu noktada yapılmış Heraklios ve Leon surlarına getirir.
Leon'unkiler sadece dış duvardır. Üç kuleden birinin şehir dışına bakan
yüzünde bir Simurg kabartması vardır. Burada, artık pek izi kalmayan bir
ayazma ile bir türbe ve mezarlık bulunur. Bu türbede yatan sahabe
(peygamberi tanımış olanlar) üyelerinin de Toklu İbrahim Dede gibi eski bir
Arap kuşatmasında ölmüş kimseler olduğuna inanılır. Bu pek akla yakın
değildir; kuşatma başarılı olmadığına göre, bu kişilerin mezarlarının şehir
içinde bulunması ancak Bizanslıların fazlasıyla Müslümansever olmalarıyla
mümkün olabilirdi; ama Bizanslılar böyle bir özelliğe sahip değillerdi.
Surların bu alanı da son restorasyondan payını aldılar; buraya da bir oyuncak
kale havası geldi. Mahallenin eski ahşap evleri bu yeni duvarlarla tam bir
kontrast yaratıyor. Ayvansaray'ın bu bölgesindeki ahşap evlerde, aslında çok
da büyük sayılmayacak bir restorasyon, bu güzel küçük bölgeyi yok olmaktan
kurtaracak ve şehir için bir kazanç olacaktır. Bu evlerin arasından geçerek,
yeniden Ayvansaray'a dönebi-lir ve Haliç gezimizi sona erdirebiliriz. Burada,
son olarak da, kara ve Haliç surlarının birleştiği yerde, Arap kuşatması
sırasında şehit olan Muhammed el-Ensari'nin olduğuna inanılan ve bu sahabe
mezarlarının çoğunluğu gibi II. Mahmut zamanında yapılan türbeye bir göz
atabili-riz.

UNKAPANI-ZEYREK

Bu yolculuğa Belediye Sarayı'nın yakınlarından başlayabiliriz. Yeraltıgeçidinin


Batı yakasında, köşede yer alan parkın içinde, bir hayli eski olduğu anlaşılan
bir bina yıkıntısı görünüyor, ayrıca, parkın çeşitli yerlerinde de sütunlar,
kaideler, başlıklar serpilmiş. Burası, İustinianos zamanında yapılmış büyük
kiliselerden Polieuktos'un bulunduğu yerdir. Bu kilisenin, eski Anikia İuliana
sarayının kilisesi olduğu söyleniyor. Kalıntılar 1960'larda yeraltı geçidi
yapılırken ortaya çıkarılmıştı ve o sırada Kalenderhane restorasyonu için
İstanbul'da bulunan Dumbarton Oaks kurumundan Martin Harrison kazıyı
yürütmüştü. Burada bulunan geometrik desenli bazı mozaik levhalar da o
zamanki küçük Mozaik Müzesi'ne konmuştu.
İustinianos'un dönemi, Bizans tarihinde, biraz Osmanlı tarihinin Kanuni
dönemini andırır; her iki dönemde de devletin güçlenmesi ve iç ve dış
başarıları, başta mimari olmak üzere genel olarak sanat etkinliğini de
canlandırmıştı. Polieuktos Kilisesi, Ayasofya'dan önce, Prenses Iuliana'nın
çabasıyla, 2500 metrekarelik bir alan üzerinde yapıldı ki, bunun, İstanbul'da
Ayasofya'dan sonra en geniş kilise alanı olduğunu söyleyebiliriz. Bina büyük bir
ihtimalle bazilika planındaydı, ama dekoratif bir kubbesi de herhalde vardı.
Polieuktos'tan Marmara yönüne, Horhor denilen semte ilerleyince, az sonra
solda, üniversitenin elinde olan, Hamdullah Suphi'nin babası Suphi Paşa'nın
konağı görünür. Halic'e doğru ilerlediğimizde, önü-müzde ilkin Valens ya da
Türkçe adıyla Bozdoğan Kemeri'ni görüyoruz. Kemer Roma zamanından
kalmadır ve İmparator Valens tarafından 375'te yaptırılmıştır. İstanbul'un
üçüncü (Beyazıt kulesinin olduğu) tepesiyle dördüncü (Fatih Camii'nin olduğu)
tepesi arasında, Unkapanı'ndan Yenikapı'ya kadar uzanan derin bir vadi vardır.
Şehir dışından gelen ve Büyük Saray çevresine taşınması gereken suyu, bu
çukur vadinin üstünden aşırmak için böyle büyük bir kemere ihtiyaç olmuştur.
İstanbul'un ana su kaynağı, başından beri, Belgrat ormanlarıydı. Oradan çeşitli
kemerler ve su yollarıyla Edirnekapı ve Eğrikapı çevresinden kent içine
aktarılıyordu. Kemerin büyük kısmı ayaktadır (1000 metrenin 900'ü duruyor);
en yüksek olduğu bölümde iki katlıdır ve caddeden yüksekliği 20 metreyi bulur.
Özellikle Tepebaşı tarafından bakıldığında kent siluetini süsleyen güzel
yapılardan biridir. Kemerden dökülen su, Süleymaniye ile Beyazıt camileri
arasında kalan Nymphaeum Maximum denilen havuzda (Nimfaion Maksemi)
toplanıyor ve buradan kentin çeşitli bölgelerine dağılıyordu. Bu havuzun şimdi
hiçbir izi yok.

UNKAPANI-ZEYREK

GAZANFER AĞA

Kemerin hemen dibinde Gazanfer Ağa Medresesi var. Burası bir zamanlar
Belediye Müzesi'ydi, ama şimdi, belki de içeride nemlilik önlenemediği için
boşaltıldı. III. Mehmet'in Akağalar başı Gazanfer Ağa tarafından 1599'da
yaptırılmıştır. Medresede bir sebil ve Gazanfer Ağa'nın türbesi de bulunur. Sebil
sekizgen, türbe ise ongendir. On dört hücresi olan medresenin dershanesi
kemere yakın olan kanattadır. Şehirdeki, külliye parçası olmayan bağımsız
medreselerin büyükçe bir örneğidir. Mimarı Davut Ağa olabilir. Bina şimdi
Karikatür Müzesi haline getirilmiştir.
Gazanfer Ağa aslen Macar'dı. II. Selim'in şehzadeliği sırasında onun yanına
girmişti. Selim padişah olunca yanında kalabilmek için hadım edilmeye razı
oldu. Çünkü başka türlü padişahın hareminde bulunabilme imkânı yoktu.
Kardeşi Cafer bu ameliyatı atlatamadı, ama Gazanfer daha otuz yıl yaşayıp
Selim'den sonra oğluna ve toru-nuna da hizmet etti.
Caddenin epey ilerisinde ve sağda, 18. yüzyıl sonlarından kalma Şebsefa Kadın
Camii görülüyor. Fatma Şebsefa Kadın, I. Abdülhamit'in haremindeki
kadınlardan biriymiş. Cami, yapıldığı zamanın özelliklerine uygun olarak, barok
üsluptadır. Yüksekçe olduğu için merdivenli ve beşik tonozlu bir son cemaat
yerinden girilir. Taş ve tuğladan yapılmadır. Bahçesindeki okul şimdi imamın
konutu olarak kullanılıyor.
Köprüye giden Atatürk Caddesi yapılırken (1950'lerde) epey tarihi bina feda
edilmişti. Modern zamanlarda yapılan binalar, bunu dengelemek istercesine, az
çok özenlidir. Solda Sedat Hakkı Eldem'in yaptığı Sosyal Sigorta binaları,
sağda, 1960'larda Belediye'nin yaptırdığı İstanbul Manifaturacılar Çarşısı var.
Şimdi arabesk müzik merkezi olan bu çarşıda Bedri Rahmi ve Füreyya'nın
seramik panoları da görülür. Binalar arasındaki bir açıklıkta İstanbul'un ilk
kadısı Hızır Beyin ve Cihannüma yazarı, tarih ve coğrafya bilgini Kâtip
Çelebi'nin mezarları var (tabii taşları sonradan yapılmış olarak). Buradan biraz
içeride de, "Konstantin'in mezarı" diye bilinen, Panayia adlı ama oldukça yeni
bir şapel ve ayazma bulunuyor. Şapel bir bahçe içinde, herhalde bir mezar
şapeli. Ama Konstantinos'un cesedi hiçbir zaman bulunamadığı için burada
mezarının olması da düşünülemez.
Caddenin karşı tarafında, tarihten kaldığı belli olan destek duvarları görünür.
Gerçekten de Bizans'tan kalmadır ve buradaki yar gibi yükselen toprağın
kaymasını önlemek için yapılmıştır bunlar. İçinde sarnıç da vardır. Bizans
zamanında buranın bir iç surla çevrilmiş aristokratik bir mahalle olması ihtimali
de vardır. Yukarıda, şimdi Zeyrek adıyla bildiğimiz semt var. Çok sayıda güzel
ahşap evlerinden ötürü burası SİT alanı haline getirildi, ama parasızlık
nedeniyle geniş ölçekli bir restorasyona başlanamadı. Caddeden yukarı
tırmanan sokakların ilginç özellikleri olduğu için bunların hepsini, vakit varsa,
gezmelidir.
Biz belli başlı binaları bir sıra içinde görmek üzere Şebsefa Kadın Camii'nin
karşısına gelen yokuştan tırmanacağız şimdi. Az sonra, bir köşede, küçük bir
mektep binasıyla karşılaşıyoruz. Bu sevimli binayı yaptıran kişi oldukça ilginç
ve önemlidir: Zembilli Ali Efendi. Mektebin bahçesinde mermer bir taşın altında
gömülü olan Ali Efendi, II. Bayezid'den başlayarak Kanuni Süleyman'ın ilk
saltanat yıllarına kadar şeyhülislamlık yapmış aydınlık görüşlü bir adamdı.
Evinin penceresinden, halkın şikâyet ve dilekçelerini içine koyacağı bir sepet
sarkıttığı için Zembilli Ali Efendi diye tanınmıştı.
Okulu geçip aynı yoldan ilerleyelim. Biraz sonra mahalle çarşısına ve buradaki
Çinili Hamam'a geleceğiz. Hamam, Sinan'ın eserlerinden ve ünlü Kaptan-ı
Derya Barbaros Hayreddin'in hayratı olarak yapılmış. Çifte hamamdır ve iki
kısmın kapıları da cephededir. Camekânın ortasında havuz bulunur. Hamamın
bazı bölümlerini süsleyen çiniler belli ki orijinal değildir, sonraki yıllarda
konmuştur.
17. yüzyılda bu hamamın para için bir şeyhi öldüren iki tellakı, bellerinde
peştemallarıyla hamam kapısına asılarak idam edilmişlerdi.

PANTOKRATOR

Hamamı gördükten sonra aynı yoldan geri dönüp soldaki ilk sokağa sapalım.
Sokağın sonuna doğru Şeyh Süleyman Mescidi adıyla bilinen tuhaf bir yapıya
geleceğiz. Birinci katı, daha doğrusu, kat olmadığı için, alt tarafı dört köşe,
üstü ise sekizgen bir bina bu. İçi ise bütünüyle sekizgen. Altında da bir kriptası
var. Büyük bir ihtimalle az sonra ziyaret edeceğimiz Pantokrator Kilisesi'nin
manastır külliyesinin bir kısmı olarak yapılmıştı. Belki kitaplık binasıydı.
Burada, şimdi harabe haline gelen Haliliye Medresesi'ni de görüyoruz.
Mescidi geçip sağa dönerek yürüdüğümüzde, Çırçır Caddesi ve İbadethane
Sokağı'ndan geçerek Pantokrator'a ya da cami olarak adıyla Zeyrek Camii'ne
geliriz.
Pantokrator bugüne kalabilmiş önemli Bizans kiliselerinden biridir (ama
günümüzde oldukça perişan bir haldedir). Kilise aslında üç kilisenin bir araya
gelmesinden oluşuyor. Bu üç kilise de, ayrıca, oldukça geniş bir manastır
kompleksinin içindeydi. Kompleksi ve ilk kilise olan güneydeki Pantokrator'u,
II. Komnenos'un karısı İmparatoriçe Eirene yaptırdı (12. yüzyılın ilk
çeyreğinde). Eirene'nin ölümünden sonra imparator kocası burada bir kilise
daha yaptırmaya karar verdi ve Pantokrator'un birkaç adım kuzeyinde
Meryem'e adadığı bir kilise daha inşa ettirdi. Böylece birbirine çok yakın iki
kilise ortaya çıkınca, İmparator Komnenos bunları birleştirmeye karar verdi ve
aralarına, bu üçlünün en küçüğü olan üçüncü şapeli yaptırdı. Üç kilise bir
arada, İstanbul'da, Ayasofya'dan sonra, ayakta kalan en büyük kiliseyi
oluşturur.
İoannis Komnenos, bina bu şekilde tamamlandıktan sonra, bir de eksonarteks
yaptırmış. Bu, herhalde, kilisenin cephesi boyunca uzanıyordu, ama şimdi
tuhaf bir biçimde binanın ortasında kalıyor. Kiliseye buradan giriyoruz;
Kuzeydeki ve güneydeki kiliselerin narteksleri ortadaki şapelin de önünü
kapayarak, ortada buluşuyor. Güneydeki kilisenin üç apsisi var. Eski sütunların
yerine Osmanlı döneminde payeler konmuş. Yunan haçı planı açıkça belli
(kuzeydeki kilise de aynı plana uyuyor). Mermer döşeme ve duvar
kaplamalarının çoğu duruyor. Güney kilisesinde, yerdeki örtüler kaldırılınca
parlak döşeme süsleri görülebiliyor.

Plan 13. Pantokrator Kilisesi (Zeyrek Camii)

Binanın bütünü, Fatih zamanında camiye çevrilmiş olmakla birlikte şu sıralarda


yalnız güney kısmı cami olarak kullanılıyor. Fatih burayı ilkin medrese haline
getirmiş, başmüderrisliğe de Molla Zeyrek Mehmet Efendi'yi tayin etmişti. Fatih
külliyesiyle birlikte yeni medreselerin yapımı tamamlanınca buradaki medrese
kapandı, bina cami oldu.
Ortadaki şapel aynı zamanda Komnenos'ların aile mezarı olmak üzere
tasarlanmıştı. Burada mezarın yeri hâlâ görünür durumdadır. Orta şapel küçük
olduğu için yan nefleri yoktur, apsisi de tektir. Buna karşılık, biri kilisedeki en
büyük kubbe olmak üzere, iki kubbesi var-dır. Kuzeydeki şapelde de eski
sütunların yerini payeler almış, iç süs-leme ise tamamen ortadan kalkmıştır. Üç
kilise birleştirilince ara duvarlar yer yer yıkılarak tek bir mekân elde edilmiştir.
Pantokrator bugün bir hayli kötü durumda. Camları kırık ve çevredeki
çocukların taşla cam kırma hevesi bir türlü durdurulamıyor. Onun için içeride
kuş ve kuş pisliği oldukça bol. Cami kısmını ayırmak için gerilmiş naylonlar
atmosferin genel pejmürdeliğine katkıda bulunuyor. Bütün binada ciddi onarım
ihtiyacı çok belirgin. Bu onarım yapılacak olursa, zaten kayda değer bir
cemaati olmayan caminin bir müze haline getirilmesi çok yerinde bir karar
olur. Bu, aynı zamanda, SİT haline gelen mahallede ciddi bir restorasyonla
birlikte yürütülebilirse, Zeyrek yeniden şehrin güzel bir semti haline gelebilir.
Çeşitli kazılarda kilise çevresinde bulunan renkli cam kırıntılarının, zamanca
Batı Avrupa'daki renkli cam örneklerinden eski olduğu gö-rüldü. Bu doğruysa,
renkli cam bir Bizans icadı olmalıdır.
Pantokrator'un külliyesinin de bir hayli ilginç olduğu anlaşılıyor. Parçalarından
biri Şeyh Süleyman mescidiydi. Ama kilisenin üstünde yer aldığı terasta başka
yıkıntılar da görülüyor. Külliye daha çok sağlık alanındaki etkinliklere göre
yapılmıştı. Önemli bir hastanesi, akıl hastanesi, ayrıca yaşlılar evi vardı. Zaten
bütün çevre, herhalde bu kurumların bulunduğu birçok binanın yıkıntılarıyla
doludur. Kazı yapılsa, sanırım başka ilginç parçalar da bulunacaktır.
Bir yükselti üstünde olduğu için şehrin birçok yerinden görülebilir, ayrıca kendi
manzarası da oldukça geniş ve güzeldir. Uğradığım bir sefer tam önüne
yapılmış yapma çim futbol sahası epeyce tuhafıma gitmişti (Daha sonra bu
neyse ki ortadan kalktı). Ama Pantokrator çev-resinde herzaman tuhaf şeyler
vardır. Daha önceki bir ziyaretimde çevresinde birçok çadır kurulmuş olduğunu
görmüştüm. O zaman bana, Ramazan ayında, gece sahur davulu çalan
Çingenelerin geçici olarak gelip buraya yerleştiğini söylemişlerdi. Bu, çim
sahadan çok daha sevimli ve renkli bir durumdu.
Pantokrator'un Bizans tarihi içindeki son yıllarında burada, Fatih'in tayiniyle
sonradan Patrik olan Gennadios'un bulunduğunu öğreniyoruz. Gennadios, Latin
işgalinin çok olumsuz anıları nedeniyle, "Osmanlı sarığını Katolik serpuşuna
tercih eden" Ortodoks din adamları arasındaydı. Zaten bu nedenle II. Mehmet
fetihten sonra onunla uzun uzun görüşmüş ve Osmanlı İmparatorluğu'nun
"millet sistemi"ni oluşturacak ilk adımı onunla vardığı anlaşma ile atmıştı. Bu
olgu da, bence, bu binayı ve çevresini, böyle bir tarihi oluşumu gösterecek bir
müze olarak restore etmeyi anlamlı kılıyor.
Tekrar Çırçır caddesinden geri dönüp sağda Hacı Hasan Sokağı'na sapınca,
biraz ileride, solda köşe yapan Hacı Hasan Mescidi'ni görürüz. Yaptıran, aslında
Hacı Hasan'ın torunu olan Rumeli Kazaskeri Mehmet Efendi'dir (1505). Ahşap
ve kiremit çatılı dörtgen cami binası kendi başına fazla ilginç değil. Ama şehrin
eski camilerinden biri ve iddiasız olmasına karşılık orantıları son derece
uyumlu. Camiye, eğimli arazi yüzünden sağda yapılmış minaresinden ötürü
"Eğri Minare" adı da verilmiştir. Binanın en ilginç kısmı bu minaredir. Tuğla ve
taş kullanılmış, bu malzemeyle kırmızılı beyazlı bir tür satranç deseni
çıkarılmıştır. Böyle süslü minarelere İstanbul camilerinde sık rastlanmaz.

PANTEPOPTES

Caminin köşesinden sola, sonra da sağdaki ilk sokağa saptığımızda Bizans


kilisesinden camiye çevrilmiş bir başka bina ile karşılaşıyoruz: Pantepoptes
Kilisesi ya da Eski İmaret Camii. Pantokrator, "her şeye kadir" demekti;
Pantepoptes de "her şeyi gören" anlamına gelir (ikisi de İsa'nın ya da Tanrı'nın
sıfatları elbette).
Burada da gözümüze ilk çarpan özellik, binanın perişanlığı. Çevresi herhangi
bir güzelliği olmayan evlerle tamamen kuşatılmış durumda (bir gidişimde
bunlardan biri -"önceki gece" olduğunu söylediler- kendiliğinden çökmüştü).
Cami aynı zamanda Kuran Kursu olarak kullanılıyor.
Kiliseyi, Komnenos hanedanının kurucusu olan Aleksios Komne-nos'un annesi
İmparatoriçe Anna Dalassena'nın 11. yüzyıl sonunda yaptırdığı biliniyor. Bir
zaman oğluyla birlikte saltanat süren bu imparatoriçe sonunda bu kilisenin
kadınlar manastırına çekilerek hayatını burada tamamlamış, ölünce de bu
kilisenin içinde gömülmüştü.
Bina son derece sevimli. On iki köşeli -ve her yüzü pencereli- bir kasnak
kubbeyi taşıyor. Bu pencereler içeriye de epey ışık veriyor. Üç apsisten
ortadakinin pencereleri Osmanlı zamanında değiştirilmiş ama yan apsislerin
pencereleri ve mermer kornişi duruyor. Narteksin üstünde çapraz tonozlar var.
İç narteksin üstünde nefe açılan bir galeri yer alıyor. Bu açılışta iki sütuna
oturan güzel bir üçlü kemer var. Bu kilise de Yunan haçı planına göre yapılmış,
ama Osmanlı döneminde sütunların yerine payeler konmuş. Özenle süslenmiş,
kilisenin içi de, dışı da. Minaresi şu sıralar yıkık durumda.
Fatih döneminde bu bina ve manastır kısmı, medrese haline getirilen Zeyrek'in
imareti olarak kullanılmıştı. Türkçe adı buradan gelmektedir. Fatih medreseleri
yapılınca burası da cami oldu.
Zeyrek gezisi aslında burada bitebilir; daha doğrusu, bu bölgenin en önemli
binaları bunlar. Ama, bütün çevre son derece ilginç olduğu için bu tür görece
anıtsal ya da kamusal binalar bulunmayan birçok sokağa da girip çıkılabilir.
Şimdiye kadarla gibi bir rota çizmemekle birlikte, farklı yönlere gidildiğinde
karşılaşılacak çeşitli görece önemli binaları biraz dağınık bir sırayla anlatmaya
çalışacağım.

ÂŞIKPAŞAZADE

Pantepoptes'ten devam ettiğimizde (Şair Baki Sokağı'ndan), iki blok ötede,


solda Esrar Dede Sokağı'yla köşe yapan noktada, Âşık Paşa Ca-mii'ne
geliyoruz.
Âşık Paşa, Osmanlı tarihinin erken döneminde, Osman ve Orhan Gazi'nin
saltanatları sırasında yaşamış bir şairdi. Arap ve Fars dilleri-nin yoğun
etkileriyle oluşmaya başlayan yeni Osmanlı dili ortaya çı-karken Âşık Paşa
daha sade bir Türkçe ile yazmaya özen göstermişti. "Paşa"lığı ailenin ilk erkek
çocuğu olmasından ileri gelir. Asıl adı Ali'ydi. Torunu Derviş Ahmed Âşıki,
Âşıkpaşazade adıyla tanındı ve ilk önemli Osmanlı tarihçilerinden biri oldu;
"Âşıkpaşazade Tarihi" olarak tanınan Tevarih-i Al-i Osman'ı yazdı.
Âşıkpaşazade de dedesi gibi, ilk Osmanlı gazilerinin safında ve ideolojisindedir.
Onlar gibi Türkçe'ye yatkındır. I. Murat'la başlayan Kapıkulu örgütünden ve
orada cisimleşen merkezi otoriteden pek fazla hoşlanmaz. Dolayısıyla, II.
Mehmet'le birlikte bazı seferlere gittiği ve bu arada İstanbul'un fethine katıldığı
halde padişahın kurmaya çalıştığı düzene muhalif olduğu söylenebilir.
Fatih İstanbul'u aldıktan sonra bilinçli bir şekilde Roma düzenini canlandırmaya
kalkışmıştı. Bu projesinin mantığı, Rum'dan dönme devlet adamlarına daha
fazla ayrıcalık vermesini gerektirmişti. Fetihten sonra, İstanbul kuşatması
boyunca yeterince şevk göstermeyip Bizans'a yakın davrandığı gerekçesiyle
Sadrazamı Çandarlı Halil Pa-şa'yı idam ettirdi. Çandarlı ailesi de, devletin
kuruluşundan beri, Osmanlı'ya paralel bir hanedandı. Padişah Osmanlı,
başvezir de aşağı yukarı kural olarak Çandarlı'ydı. Dolayısıyla Çandarlı'nın
idamı, onun Bizans'a yakınlığından çok, Osmanlı'ya rakip olabilecek bir
aristokra-tik hanedanın etkisinin yok edilmesi amacıyla açıklanabilir. Halil
Paşa'nın yerine muhtemelen Rum, ama belki de Arnavut olan Zağanos Paşa
sadrazam oldu. Onu Rum ve Hırvat asıllı Mahmut Paşa ve Gedik Ahmet Paşa
izlediler. Ayrıca Fatih'in başka paşaları, örneğin Murat Paşa, Mehmet Paşa da
Rum asıllıydı. Bugüne kalmış bazı eserlerini Üsküdar bölümünde göreceğimiz
Rum Mehmet Paşa hakkında Ahmed Âşıki'nin şu satırları anlamlıdır: "Osmanlı
hanedanının kapısında o vezir oluncaya kadar padişahın yüce eşiğine gelen
ulemaya ve dervişlere padişahtan sadaka verilirdi... Hemen ki Rum Mehmet
geldi... bu sadaka kesildi. İyiliği menedici oldu. Sonunda başka vezirlere
düşündüğü kendi başına geldi. İt gibi boğdular." Fatih'in, devletin geleneksel
bir gücü olan ulemayı ittiği doğrudur. Bu, kendisi de derviş olan
Âşıkpaşazade'yi doğal olarak kızdıracaktı.
Hayli sofu Müslüman haline gelen Mahmut Paşa'ya kötü bir şey söylemez. Ama
Gedik Ahmet Paşa'yı da sevmediği bellidir: "Sonunda, padişah için sandığı
kendi başına geldi." Fatih'in oğlu II. Bayezid, Gedik Ahmet Paşa'yı, taht
kavgası yaptığı kardeşi Cem'den yana olduğu şüphesiyle idam ettirmişti. Bu
pek doğru bir yargı olmamıştı, ama Âşıkpaşazade'nin de Rum dönmeye karşı
sofu Beyazid'den yana olduğu görülüyor.
Ama yalnız Rum değil, Mehmed'in ittifak kurmaya çalıştığı bütün gayrimüslim
unsurlara karşıdır Âşıkpaşazade. Örneğin, Yahudi Yakub'a da çok kızar: "Onun
zamanına kadar padişahın işlerini Yahudi tayfasına hiç vermezlerdi. Zira bunlar
iş karıştırıcı tayfadır derlerdi. Hakîm ("hekim" olmalı) Yakub ki vezir oldu,
Yahudi'nin ne kadar açı ve uğursuzu varsa... padişahın işlerine karıştılar."
Aşıkpaşazade konusuna gelince, Fatih döneminin çok ciddi sosyo-politik
dönüşümlerine değinmek için oldukça uzun bir parantez açtım. Tarihçi
Aşıkpaşazade, bu laflar sırasında çoktan önüne varmış olma-mız gereken Âşık
Paşa Camii'ni, dedesinin ruhuna adamak üzere yaptırmıştı. Cami, 16. yüzyıl
başında yapılmış, ama 18. yüzyılda Darüssaade Ağası Hüseyin Ağa tarafından
onarıldığı için bir parça değişikliğe uğramıştır. Bir bahçe içinde yapılmıştır. Bir
külliye olarak düşünülmediği halde, yanındaki binalarla birlikte külliye özelliği
gösterir. Çünkü sağ tarafında, kızı Rabia ile evlendirdiği müridi Seyyid
Velayeti'nin tekkesi ve mescidi (şimdi Kuran Kursu) yer alıyor, karşı-sında ise
Âşıkpaşazade'nin iki bölümden oluşan büyük türbesi var. Damadının ve onun
ailesinin yattığı türbe de burada. Ayrıca, bahçe duvarında, artık suyu akmayan
bir çeşme görüyoruz. Böylece, olduk-ça pitoresk bir çevre içinde, oldukça
pitoresk bir külliye şekillenmiş oluyor.

OTANTİK MAHALLE PARÇALARI


Buradan, Haydar Caddesi'nden geriye yürüyüp Haydar Hamamı So-kağı'na
geçtiğimizde birkaç tarihi bina kalıntısı daha görüyoruz: Haydar Hamamı
(muhtemelen Haydar Paşa hamamıydı) yıkık olmasına rağmen, eski güzelliğini
belli ediyor. Aynı paşanın mescidinden ise yalnız yan duvar kalmış. Medrese de
harap, ama hiç değilse daha büyük bir kısmı hâlâ ayakta. Âşıkpaşazade'nin az
ilerisinde, daha mütevazı ve çok şirin bir tekke ve Tahir Ağa Camii var. Ağa'nın
(saray kapıcıbaşılarından, sürre eminliği de yapmış), yalnız başının gömülü
olduğunu öğrendiğimiz camsız türbesinin yanı sıra (gövdesi Şam'da kalmış),
Uşşakî tarikatının üçüncü Pir'i Selâhaddin Uşşakî'nin açık mezarı da burada. Az
ilerideki Bıçakçı Alaaddin Camii'nin kendisi ilginç değil, ama önündeki 19.
yüzyıl sonuna ait çeşme güzel. Haydar Hamamı, onun sonundaki Aksak,
Kaşıkçı ve Tepedelen Çeşmesi sokakları mütevazı ahşap evlerin hâlâ çok sayıda
ayakta durduğu, son derece sevimli sokaklar.
Haydar Hamamı Sokağı'ndan ilerleyerek varılan Bıçakçı Çeşmesi Sokağı'nda,
yer altında kalmış ilginç bir ayazma olması gerekiyor. Bunun hakkında ayrıntılı
bir yazıyı Reşat Ekrem Koçu'nun İstanbul Ansiklopedisi'nde okudum (Semavi
Eyice'nin yazdığı bir madde), ama kendim gittiğim zaman bulamadım, ayrıca
mahallede varlığından haberdar bir kimseyi de bulamadım.
Bu bölgede görülebilecek bir başka cami de Yarhisar'dır. Buna varmak için
Haydarimareti Sokağı'ndan batıya yürüyüp buradan Şeb-nem Sokağı'na
geçeriz. Bunun Kadı Çeşmesi Sokağı'yla kesiştiği kö-şede Yarhisar ya da
Mustafa Muslihiddin Camii vardır. Asıl cami İstanbul'da (Yavuz Ersinan'dan
sonra) yapılan ikinci camidir ve kayıtlara göre 1461'de inşa edilmiştir. Yaptıran
Yarhisarlı Mustafa Muslihiddin de Fatih zamanında kadılık yapmış, ulemadan
biridir. Cami yüzyıl başlarında kötü bir yangın geçirip bir yıkıntı haline gel-miş,
1955 ve 1981'deki onarımlarla da şimdiki, çok parlak olmayan durumunu
almıştır. Pandantifli kubbesi sade bir dörtgen üstünde durur, son cemaat
yerinin üstünde iki kubbe vardır. Yarhisar'ın yakınında, Şeyhülislam Ahmet
Muid Efendi'nin yaptırdığı ve kendi adıyla bilinen medresenin yıkıntısı duruyor.
Son olarak, kendisi değil, ama adı ve hikâyesi ilginç olan bir başka camiye
değineyim: Kırbaççı (ya da Kırbacı) sokakta Sanki Yedim Ca-mii. Cami 1960'ta
betonarme olarak yeniden yapılmış ve yanan eski camiden eser kalmamıştır.
Hikâyeye göre, camiyi yaptıran kişi (bunun Keçeci Hayreddin mi, yoksa Adanalı
Şakir Efendi mi olduğu kesinleşmemiştir), canı bir şey yemek istese, "sanki
yedim" der ve o istediğini yemez, parasını da bir yerde biriktirirmiş. Böylece
günün birinde camiyi biriktirdiği bu paralarla (yani yemediği yiyeceklerle)
yaptırmış. Hakkında buna benzer hikâyeler anlatılan başka camiler de vardır,
ama Müslümanlar böyle boğazdan kesilen parayla yapılmış hayratı pek
sevmezler.
Yarı yıkık güzel ahşap konaklarla dolu olan Zeyrek semtinin bugünkü
nüfusunun büyük bir kısmını Siirtliler oluşturuyor. Uzmanlara göre, bütün bu
bölgede keşfedilecek daha çok şey vardır. Zeyrek'teki evlerden bazılarının
bodrumlarından açılan dehlizlerle, Atatürk Caddesi'ndeki eski Bizans sarnıç ve
destek duvarlarına kadar inilebildiğini de arkeologlardan işitmekle birlikte
bunların yerini ya da içini kendim göremedim.
FATİH-ÇARŞAMBA-KARAGÜMRÜK

FATİH - ÇARŞAMBA KARAGÜMRÜK

Bu turda, İstanbul'un yedi tepesinden ikisini, üzerlerindeki şehir siluetini


süsleyen anıtsal camileriyle birlikte gezeceğiz: Fatih ve Yavuz Selim camileri.
Ayrıca, gene çok yakında olan Edirnekapı'nın ve Mihrimah Camii'nin bulunduğu
Karagümrük semti, şehrin en yüksek tepesidir. Ama burayı surları gezerken
gördüğümüz için şimdiki gezinin dışında bırakıyoruz.
İstanbul'un yeni idari bölünüşünde tarihi yarımada iki ilçeden oluşu-yor:
Eminönü ve Fatih ilçeleri. Aralarındaki sınır çizgisi, Unkapanı köprüsünden
Yenikapı'ya uzanan cadde. Bu caddenin batısında kalan bütün suriçi bölgesi bu
anlamda Fatih sayılmakla birlikte, dar anlamda, semt olarak Fatih, Fatih
Camii'nin yakın çev-residir.
Yavuz Selim Camii'nin bulunduğu semtin adının Çarşamba olma-sının nedeni,
fetihten sonra Karadeniz kıyısındaki Çarşamba bölgesinde oturan bir grup
insanın burada iskân edilmesidir. Burada çok eskiden beri, şehrin en büyük
pazarlarından biri kurulurdu. Bu pazar çok kalabalık ve her türlü insanla dolu
olduğu için "Çarşamba Pazarı" deyimi türemiştir.
Karagümrük adı da surların bu kısmında bir çeşit ülke içi, şehir gümrüğü
olmasına bağlıdır. Karadan gelen mallar burada gümrükten geçerek İstanbul'a
giriyordu.

FATİH CAMİİ

Biz gezmeye Fatih Camii'nden başlayarak batıya doğru ilerleyelim. Fatih Camii
daha önce Ayasofya'yla ilgili olarak anlattığım, Süleyma-niye dolayısıyla
yeniden değindiğim Konstantiniye efsanesinde önemli bir halka meydana
getiriyor. Camiyi ve külliyesini gezerken bu efsanenin motiflerine de göz
atacağız.
Cami ile külliyenin 1463-70 arasında inşa edildiği anlaşılıyor. Demek ki,
fetihten on yıl sonra, Fatih Mehmet, şehirdeki büyük eserini yapmaya karar
vermiş. Daha sonraki çeşitli padişahların da uyacağı -ve zaten akla uygun- bir
geleneği başlatarak, bu eserini şehrin yüksek yerlerinden birinde, yani ünlü
yedi tepenin bir tanesinde inşa ettiriyor. Bu tepede, şimdi külliyenin kapladığı
alanın bir kısmında Bizans'ın büyük ve önemli kiliselerinden biri Havariyun
Kilisesi'nin (Ayii Apostolii) bulunduğunu biliyoruz. Osmanlılar'dan önce
Bizanslılar da şehrin yükseltilerini anıtsal binalarla süslemeye çalışmış-lardı.
Fetihten sonra Fatih'in anlaşmaya vardığı ve Ekumenik Ortodoks Kilisesi
Patrikliği'ne tayin ettiği Gennadios burayı Patrikhane Kilisesi haline getirmişti.
Birkaç yıl sonra Fatih külliyesini burada yapmak isteyince Gennadios
Çarşamba'daki Pammakaristos'a taşındı. Havariyun'dan başka, Bizans
imparatorları mezarlarının da bu tepede bulunduğuna inanılıyor. Yunan-Latin
kültüründe mezarlık (nekropolis) şehrin hemen dışına yapılırdı.
Konstantinos'un, o sırada şehir dışında kalan bu tepede gömüldüğü biliniyor.
Onu başka imparatorlar da izlemiş olmalı. Teodosios surlarıyla bölge sur içinde
kaldı. Iustinianus da buradaki Havariyun (Ayii Apostolii) Kilisesini yeniledi.
Fatih Camii, ne yazık ki, bize aslının ne olduğu hakkında yeterli fikir vermiyor.
Çünkü bu cami 1766 depreminde yıkıldı ve Fatih'in camii olduğu için çok kısa
sürede onarılarak 1771'de şimdiki biçimini aldı. Onarım emrini veren Sultan
III. Mustafa, yapan da zamanın ünlü mimarı Mehmet Tahir Ağa'dır. Mehmet
Ağa Şehzade'den beri büyük camilere uygulanan klasik plana uyarak, büyük
kubbeyi dört yarım kubbeyle çevirdi. Böylece, Osmanlı mimarisinin gelişim
çizgisinde çok önemli bir gedik ortaya çıkıyor. Fetihten sonra yapılmış ilk
anıtsal binanın nasıl olduğunu tam olarak tasavvur edemiyoruz. Gene de, eski
kayıtlardan, genel bir fikir ediniyoruz. Çemberlitaş'taki Atik Ali Paşa Camii gibi
mihrap tarafında tek bir yarım kubbesi, iki yandaki galerilerin üzerinde üçer
küçük kubbe olduğu anlaşılıyor. Ayrıca, bina dışarıdan oldukça büyük payanda
duvarlarıyla desteklenmiş.
Bazı Anadolu şehirlerinde daha eski modelleri olan Atik Ali Paşa daha sonraki
Osmanlı mimarisinin kaynağı olmamıştır. Bu bakımdan, bu planın devasa
ölçekte bir tekrarı olan Fatih Camii de, Bayezid Camii kadar doğurgan
olmamıştır diyebiliriz.
Ama, zamanında doğal olarak Ayasofya ile kıyaslanmıştı. "Doğal olarak", çünkü
büyüklük bakımından o dönemde yalnız bu iki bina kıyaslanabilirdi. Gene de,
Fatih'inki çok daha küçük kalmıştı (kubbe çapı, Ayasofya'nın oval kubbesinde
31 ve 32 metre, Fatih Camii'nde 26 metredir).
Osmanlılar fetih sırasında ve onu izleyen yıllarda her bakımdan güçlüydüler.
Güçlü padişahların, gözlerinin önündeki Ayasofya'ya bakıp, içlerinde onunla
yarışma dürtüsünü zaptetmeleri herhalde hiç kolay değildi. Bu yarışmanın
Fatih'le başladığı anlaşılıyor.

Plan 14. Fatih Külliyesi: 1. Tetimme Medreseleri, 2. Karadeniz Medreseleri, 3.


Bahçe, 4. Cami Avlusu, 5. Cami, 6. Fatih'in türbesi, 7. Gülbahar Türbesi, 8.
Akdeniz medreseleri, 9. Tetimme Medreseleri.

Bu durum, yeni dönemin özellikleriyle de zenginleşerek, Yerasi mos'un anlattığı


Ayasofya efsanesinin sürmesini sağlar. Temelde gene, dini yapı yaptıran
hükümdarın, bu yapının görkemi yoluyla kendi dünyevi gücünü yüceltmesi
teması vardır. Ayasofya ve Konstantiniye'yi ele alan Bizans ve Arap
efsanelerine eklenen Türk efsanelerinde dünyevi gücün savunmasını yapanlar
Fatih'i yüceltirken, buna karşı çıkanların efsanelerine yeniden mimar motifi
girer. İşin tuhafı, tarihin bu aşamasında, efsane gerçeği değil, gerçeklik
efsaneyi taklit etmeye başlamıştır; şöyle ki, Yerasimos'un aktardığı efsanede
mimarın rolü bulanıktır, çünkü Tanrı ile imparator arasında yer alır.
İmparatorun şeytani iktidar hırsının aracı da olabilir, imparatora rağ-men Tanrı
için sanatını icra eden bir kişi de. Dünyevi iktidara karşı çıkan efsaneler mimarı
Tanrı'ya yakın görür ve imparatorun zulmüne uğradığını anlatırlar.
Fatih'e camiini yapan mimarın adı Sinan'dır. Büyük Sinan'dan ayırt etmek için
"Atik" Sinan denmiştir. Zamanında "Azatlı" Sinan olarak tanınır. Azat edilmiş
olduğuna göre bir köle, demek ki Hıristiyan kökenlidir. Rum olduğunu gösteren
birçok ipucu var. Ancak, bu çapta bir cami yapabilecek mimar yüzyıllardır
Bizans'ta yetişmemiştir ve belli ki bu Sinan Osmanlı mimarlık örgütünde eğitim
görmüş biridir. Mezarı, birazdan göreceğimiz Kumrulu Mescidi'ndedir. Mezar
taşından, 1471'de idam edildiğini öğreniriz ("şehit edilerek" denmiştir). Ancak
bundan da önce, ünlü bir hikâye vardır. Fatih camiyi beğenmez ve Sinan'a
kızar, ellerini kestirir. Evliya Çelebi bu hikâyeyi Osmanlı adaletini anlatmak
üzere aktarır. Kadı, Fatih'i haksız bulmuştur. Sinan üstüne varsa, Fatih'e kısas
yapılıp ellerinin kesilmesi kararını verecektir. Ama Sinan üstelemez ve ömür
boyu maaş bağlanır, tazminat olarak. Ayrıca, Fatih Mehmet de kadının bu
yargısını takdir eder.
Fatih ile mimarı arasında sorun çıktığı ortada -en azından idam kesin. Ama
sorunun ne olduğu belli değil. Yaygın söylenti, cami için Fatih'in verdiği
sütunları Atik Sinan'ın keserek kısaltması. Niçin kestiği sorulunca Sinan,
"kubbe bu kadar yüksek sütunlara oturtulursa depreme dayanamazdı," yollu
bir cevap veriyor. "El kesme" cezasının gerekçesi de bu (oysa mühendislik
açısından doğru bir cevap olabilir). Ama cami yapılırken en başta sütunların
dikilmesi gerekir. Bu durumda, kesilip kesilmediği o zaman anlaşılırdı.
Bir ikinci neden, cami tamamlandığında, Fatih'in Ayasofya'nın aşılamadığını
görerek gazaba gelmesi olabilir. Eldeki çeşitli ipuçları böyle bir hayal kırıklığının
gerçekten yaşandığını akla getiriyor. Bu duygu Azatlı Sinan'ın birtakım
yolsuzluklar yaptığı şüphesiyle birleşmişse, ceza da daha anlaşılır olabilir.
Sinan'ın camiye başlarken kendine bir vakıf kurduğunu biliyoruz.
Gerekçe her ne idiyse, görülüyor ki bu durumda tarihi gerçeklik, efsanede
anlatılan, imparatorun gazabına uğrayan mimar motifine uyuyor.
Bu uzun hikâyeden sonra şimdiki durumuyla camiyi ve külliyeyi gezmeye
başlayabiliriz. Külliyenin batı girişinde bir mektep ve bir kitaplık varmış, ama
bunlar yıkılıp yok olmuş. Karşımızdaki avlu, caminin depremde yıkılmamış
kısımlarından. İki sıra pencereli yüksek avluya, yüksek, görkemli bir kapıdan
geçerek giriyoruz. Bu avluda külahlı bir şadırvanı hemen görüyoruz. Mermer
hazneli, sekiz mermer sütunlu bir şadırvan. Avlu revakının sütunları, sütun
başlıkları da güzel, ama avluda en dikkate değer şey, bence, girişin olduğu
duvardaki yeşil eğriboz taşı üstüne beyaz mermerle yazılan Fatiha ve
Besmele'dir. Ayrıca iki kanatta da, bu sefer çiniyle, Besmele ve Ayet el-Kürsi
yazılıdır. Bu güzel hat örnekleri Yahya Sofi ile oğlu Ali Bin Sofi'nin eserleridir.
Aslında caminin içinde de en güzel eserler hat. Yoksa, bildik 18. yüzyıl
atmosferinin çok daha büyük bir örneğinin içindeyiz. Mihrap da barok, ama
güzel. Cami içinde (sağ köşede) su içilen bir çeşme olması da ilginç. Bu
herhalde eskiden bir ayazmaydı.
Külliyeye önce medreselerden başlayalım. Kuzeydeki dört med-reseye
Karadeniz, güneydekilere de Akdeniz Semaniye (yüksek öğrenim) medreseleri
denir. Her ikisinin de dışında, vaktiyle, "tetimme medreseleri" vardı (yüksek
öğretim için hazırlık kısmı). Bunlar da kuzeydoğudaki Darüşşifa gibi artık yok.
İki kanatta da, ortada kalan iki medrese bitişik ve tek blok yapıyor; onun
sağındaki ve solundaki medreselerle arada geçiş yeri bırakılmış. Tam simetrik
yapılmış olan bu medreselerde hücreler dikdörtgen avluyu üç yanından sarıyor.
Gi-rişler yandan ve girişin yanında bir bahçe var. Dershaneler de hücre
olmayan kanatta yapılmış. İlk yapıldığında yaklaşık bin öğrencisi olan bir
üniversite olmalıydı.
Medresenin bu şekilde, bir hükümdarın külliyesinin bir parçası olması ve
gelirinin de o hükümdarın vakfından gelmesi, "üniversite özerkliği"ni zedeleyen
bir durum sayılabilir; o dönemde de sayılmıştır. Ulema ve bu arada tarikatlar
ve dervişler Osmanlı devletinin kuruluş evrelerinde dinamik bir rol
oynamışlardı. İstanbul kuşatması sırasında da bu rolü sürdürdüler. Ama
Fatih'in devleti ve her türlü otoriteyi merkezileştirmekteki kararlılığı, onların bu
rollerinden ötürü sahip oldukları özerkliği büyük ölçüde kısıtladı.
Medresenin külliye içine alınmasıyla aynı anda, tabhanenin de cami dışına
çıkarıldığını görüyoruz. Tabhane, yolculuk yapan dervişlerin, din adamlarının
konaklaması için camilerin kanatlarına yapılan ve cami iç mekanıyla
birleşmeyen, bir tür dini oteldi. Fatih külliyesinin tabhanesi ise caminin dışında,
külliyenin güneydoğusundaki bağımsız binadır. Bu uygulamalar zamanında
ulemayı kızdırmıştı.
İmparatorluk biçimleniyordu ve ister istemez bundan gocunanlar olacaktı. Ama
Fatih güçlüydü, ayrıca da başarılıydı. Hoşnutsuzluk daha büyük, kitlesel bir
tepkiye dönüşmedi.
Caminin mihrap duvarının arkasında" Fatih'in ve karısı Gülbahar Sultan'ın
türbeleri var. Eyüp Sultan'da kılıç kuşanma töreninden sonra padişahlar
dönüşte genellikle Fatih'in türbesini de ziyaret ederdi. Aynı depremde bunlar
da yıkılmış ve yeniden yapılmış. Bu onarımda Fatih'in türbesinin iyice
değiştiğini görüyoruz. İçi ampir tarzında süslenmiş. Gülbahar'ınki aslına daha
yakın olabilir. Burada da efsane peşimizi bırakmıyor. Söylentiye göre bu
Gülbahar aslında Fransa Kralı'nın kızıymış ve son Bizans İmparatoru
Konstantinos Dragazes'le evlenmek üzere Bizans'a gönderilmiş. Şehir düşünce
o da tutsak olmuş ve sonunda Fatih'in karısı olarak ona Bayezid'i doğurmuş.
Üstelik, Müslüman da olmamış. Evliya Çelebi olsun, yabancı gezginler olsun, bu
hikâyeyi tekrar ederler. Gerçekten de, Gülbahar'ın türbesi, bu hikâyelerde
anlatıldığı gibi pencereleri kapalı durur ve ziyaret edilmez. Oysa Babinger
bunların tamamen uydurma olduğunu, Gülbahar'ın arnavut olduğunu söyler.
İlginç bir rastlantıyla, benzer bir hikâyesi olan, I. Abdülhamit'in karısı ve II.
Mahmut'un annesi Nakşidil Sultan'ın türbesi de burada, biraz daha ileridedir.
Bu da on dört kenarlı, pencereleri iki sıra ve ikinci sıradakiler beyzi olan, gayet
değişik ve ilginç bir türbedir, yazı-larını ünlü hattat Rakım Efendi yazmıştır.
Nakşidil türbesinin bahçesinde I. Abdülhamit'in kadınlarından Gülustu'nun da
türbesi vardır.
Osmanlı tarihinin Batı ile özel ve ortodoksi dışı ilişkisi olan bu iki padişah (II.
Mehmet ile II. Mahmut), halkın hayalinde, o yaptıklarını bir kadının -bir
"gâvur" kadının- etkisinde kalarak yapmış olmalılar. Bu da Yerasimos'un
efsanesine uygun; Süleyman'ın da tapınağını putperest Belkıs'ın ya da ada
kralının kızının cilvesi sonucu yapması gibi.
Fatih türbesinin arkasındaki hazirede Gazi Osman Paşa'nın türbesi ile onun
hemen yanında, Abidin Dino'nun dedesi, Dinozade Abidin Paşa'nın sekizgen
yarı açık türbesi var. Hazirede ayrıca, bu kitapta da adı geçen birçok önemli
Osmanlı yatmaktadır: Sadrazam Mustafa Naili ve Abdurrahman paşalar, Ahmet
Mithat Efendi ile Ali Emiri Efendi, Vahdettin zamanından Ali Rıza Paşa, hattat
Yesarizadeler, Ahmet Cevdet Paşa vb.
Külliyenin güneydoğu köşesinde çok büyük olması gereken imaretin birkaç
kalıntısı duruyor. Onun karşısına yapılmış olan kervansarayın bu kadar bile izi
yok. Burada yalnız tabhane ayakta kalmış. Cami bahçesinden bu bölüme
"çorba kapısı" denilen kapıdan geçilir. Tabhane külliyenin en güzel ve karmaşık
binalarından biridir. Ortasında avlu vardır ve onu çevreleyen yirmi kubbe yeşil
eğri boz taşından on altı sütun üstüne oturur (sütunlar herhalde Havariyun
Kilisesi'nden alınmıştır). Doğudaki şimdi kubbesi yıkılmış, çıkıntılı bölüm cami
kısmıdır. Sonuç olarak, Atik Sinan'a yazık olmuş diyebi-liriz.

ÇARŞAMBA

Buradan Çarşamba ve Yavuz Selim tarafına gidelim. Bunun için külliyenin batı
kanadından çıkıp Haliç Caddesi'ni bulursak, yürüyüş yolunu kısaltırız.
Sumner-Boyd ile Freely'nin bu bölge üstüne söyledikleri genel sözlere
baktığımda doğrusu biraz içim burkuluyor. Onlar burada eski İstanbul
atmosferini bulduklarını anlatıyorlar ya da renkli Çarşamba Pazarı'na ve
pitoresk Çukur Bostan'a değiniyorlar. Oysa şimdi bunlar yok. Arada sıkışıp
kalmış birkaç eski ev dışında her yer en zevksiz betonarmeyle donanmış
durumda. "Eski İstanbul" niyetine de olsa, aslında eski İstanbul'la ilgisi
olmayan bir manzara, yeni zamanlarda oluştu; çarşaflı kadınlar, latalı ve sarıklı
adamlar. Bu sokaklarda insan İslam Cumhuriyeti'ne geldiği izlenimini ediniyor.
Bu kılık kıyafetin yasaklanmasından kesinlikle yana değilim elbette; doğal da
karşılıyorum, bir tepkisellikler toplumunda yaşadığımızı düşününce. Ayrıca
bunun öyle doğrudan doğruya politik bir gösteri olduğunu da sanmıyorum. Bir
çeşit Müslüman Punk'ı bile sayılabilir bu giyim tarzı.
İstanbul'un eski ve saygıdeğer eğitim kurumlarından biri olan Darüşşafaka
Lisesi de buradadır. Ama yakınlarda bu lise de buradan taşındı. Binası 1873'te
Ohannes Kalfa tarafından inşa edilmiştir. Darüşşafaka'nın özelliği, yetim
çocukları eğitmek için açılmış olmasıydı. Onun yanından geçip sola, Alinaki
Sokağı'na saptığımızda, solumuzda bir Bizans sarnıcı göreceğiz. Ne zaman
yapıldığı, adı vb. bilinmeyen bu kapalı sarnıca ancak pencerelerine uzanarak
bakabiliyoruz; şehrin başka birçok eski anıtının önünde bir süre inat
ettiğinizde, bir yerlerden, eli anahtarlı biri çıkagelir ve sonunda kapıyı açar.
Burada ne böyle bir adam ne de böyle bir adamın varlığına dair bir söylenti
var. Yedişer sütunlu dört sıra seçilebiliyor.
Fatih'te ve buralarda ziyaret edilemeyen çeşitli Bizans sarnıçları var. Bunlardan
biri Atpazarı Sarnıcı adıyla biliniyor ve Fatih'te, Mıhçılar Caddesi'nin altında. Bir
başkası, Vatanperver Sokağı'nda, Ahmediye Camii'nin altında kalıyor; zaman
zaman suyu kullanılıyor. Ayrıca, Karagümrük'te, Aetios'un kuzeyinde de, artık
içine girileme-yen bir sarnıç var.
Birkaç adım daha yürüyünce Fatih'ten gelen Yavuz Selim Caddesi'ne çıkıyoruz.
Hemen önümüzde eski Çukur Bostan, daha eski Aspar açık sarnıcı. Bizanslılar
bununla birlikte üç tane büyük açık sarnıç yapmışlardı. Osmanlı döneminde ve
belki daha da önceden bunların bostana dönüştüklerini biliyoruz. Aspar, yakın
zamanlara kadar son derece şirin bir bostandı. Ortasındaki caminin yanı sıra
birçok ev vardı ağaçların arasında. Bedrettin Dalan Belediye Başkanlığı
sırasında Çarşamba Pazarı'nı sokaktan sürmeye ve bostanı -Altımermer'deki
gibi- pazar yeri yapmaya karar verdi. Bostan yok edildi, tonlarca beton
döküldü ve bugünkü manzara elde edildi. Ayrıca, planlandığı gibi bir pazar yeri
de olmadı. Büyük projeleri olan belediye başkanlarından bu şehri -ve başka
şehirleri- acaba hangi güç kurtarabilir?

YAVUZ SELİM

Aspar'ın yanı başında Yavuz Selim Camii var. Geldiğimiz yöne göre, caminin
bahçesine güneydeki kapısından gireceğiz. Camiye bakmadan önce avluyu
geçip Halic'in üstündeki terasa çıkalım. Bura-da çok güzel bir manzara var,
ama birkaç münasebetsiz apartman ol-masa çok daha güzel olabilirdi.
Şimdi camiye gelelim. Sultan Selim Camii şehrin beşinci tepesini taçlandırır.
Ortası şadırvanlı, servili güzel bir avlusu vardır. Pencere üstlerinde erken İznik
çinileri görürüz. Lacivert, turkuvaz, yeşil ve sarı çiniler. Caminin mimarisi son
derece sadedir. Kocaman kubbe, doğrudan, 24.5 metrelik kare mekânın
üstüne oturur ve ona pandantif-lerle bağlanır. Bu kadar basit bir planla
yapılmış en büyük kubbe herhalde budur. Üstelik, kubbe oldukça basıktır ki,
bunu yapmak daha ince mühendislik gerektirir. İç süsleme oldukça azdır;
dışarıdaki çinilerin benzerini görürüz, duvarlar sıvalı bile değildir. Mihrap
duvarında Kabe'den getirilmiş bir kumaş camekânda asılıdır. Hünkâr mahfili de
oldukça zevklidir.
Fatih'in kendi camisinden dışarı çıkardığı tabhanenin burada, İstanbul'da
hüküm süren üçüncü padişahın camisinde, geri geldiğini görürüz. Zaten Yavuz
Selim Camii bu bakımdan ilginçtir; hatırı sayılır büyüklüğü dışında, İstanbul'da
kurulan cami geleneğiyle sanki hiç ilgisi yoktur. Yavuz'un ünlü, sadelikten yana
kişiliği, sanki mimarın üslubunu belirlemiştir.
Caminin mimarı bilinmiyor. Yalnız Tahsin Öz, Acem Ali adında bir mimar
olduğunu ileri sürmüştür.
Arkadaki bahçede türbeler var. Bunların en ilginç olanı Selim'inki. Selim'in
türbesi sekizgendir. Çiniler, İznik'te tam da kırmızının bulunmasından önceki
evrenin güzel örnekleridir. Ortada Selim'in kocaman sandukası, sandukanın
üstünde de bir o kadar kocaman kavuğu durur. Yavuz Selim ve Fatih,
yanlarında çocukları, torunları, karıları olmadan, türbelerinde yalnız yatan iki
sultandır.
Bunun yanındaki türbe Şehzadeler Türbesi olarak bilinir. İçinde Ka-nuni'nin iki
oğluyla iki kızı gömülüdür. Bunun da güzel çinileri vardır. Denize daha yakın
olan türbe ise Abdülmecit'e aittir. Yanında bazı oğulları da yatar. Abdülmecit'in
bütün çocuklarıyla aynı türbeye sığması mümkün değildi, çünkü 42 çocuğu
olmuştu (V. Murat, II. Abdülhamit, Reşat ve Vahdettin, yani son dört padişah
da bunların arasındadır).
Camiyi güneybatı kapısından terkederken, külliyeden kalan son bina olan
sıbyan mektebinin yanından geçiyoruz. Eskiden çocuk kitaplığı olan bu yapı
şimdi Kuran kursu haline getirildi. Cami bahçesinin altında herhalde Bizans'tan
kalma, büyük sarnıçlar var.
İSMAİL AĞA CAMİİ

Arada kalmış tek tük ahşap evlerin yanından geçerek küçük bir meydana
geliyor, karakolun önünden sağa kıvrılıyoruz. Birazdan sağımızda göreceğimiz
camii, İsmail Ağa Camii'dir. 1723'te Şeyhülislam İsmail Efendi tarafından
yaptırılmıştır. Cami dükkânlar üzerinde yapılmış olduğu için avlusuna
merdivenle çıkılır. Girişin üstü eski sıbyan mektebidir. Avlunun arka tarafında
da küçük bir darülhadis vardır. 1952'de restore edilirken genellikle aslına sadık
kalınmış, ama bazı ayrıntılar zevksizleşmiştir. 1988'de ise, namaz yerini
genişletmek amacıyla beton ek yapılmıştır. Herhalde çok ender kaloriferli
camilerdendir.
İskender Paşa Camii'nden söz ederken de Nakşibendi tarikatına değindim.
İsmail Ağa Camii gene aynı tarikatın, o kadar kalabalık olmayan, Mahmut
Efendi kolunun karargâhı kabul edilebilir. Bu konulara çok yakın olmaksızın
bildiğim kadarıyla Mahmut Efendi'nin öğretisinde İslami giyim kuşama uyma
gereği, özellikle kadınların çarşaf giymesi zorunluğu, önemli bir yer tutuyor.
Özellikle bu bölgede artık iyice yoğunlaşan sarıklı adamlar ve çarşaflı kadınlar
Şeyh Mahmut Efendi'nin müritleri. Gene buradaki, şehir siluetini bozan, çok
yüksek ve zevksiz bina, Mahmut Efendi'nin yaptırdığı Kuran kursu binasıdır.
İsmail Ağa Caddesi'nin ilerisinde, Karadut ve Mercimek sokakları arasındaki
adada, İsmet Efendi Tekkesi vardır. İsmet Efendi, Halidi tarikatındandı.

MEHMET AĞA CAMİİ

Caddeden devam edip bu sefer ilk sola saptığımızda, az sonra, kendi adını
taşıyan sokakta, Mehmet Ağa Camii'ne geliriz. Küçük, ama ilginç bir camidir
bu. Yaptıran Mehmet Ağa, siyahi harem ağalarının başıdır.
Mimarı ise, Sinan'ın yanında yetişen ve onun ölümünden sonra mimarbaşı
olarak yerini alan Davut Ağa. Yapılış tarihi olan 1586'da Sinan henüz
hayattadır.
Cami bir bahçe içindedir. Mehmet Ağa'nın büyücek, dört köşeli türbesi de bu
bahçededir. Camiyle birlikte (onun karşısında) yapılan Halvetiye Tekkesi ve
darülhadis yıkılıp kaybolmuştur.
Kare planlı camide 11 metre çapındaki kubbe duvarlara değil sekiz payeye
dayanan kemerlere oturtulmuştur. Dolayısıyla pandantif yoktur. Köşelere
çeyrek kubbeler yerleştirilmiştir (ayrıca da, mihrap çıkıntısında bir yarım kubbe
vardır). Payeler caminin dışına destek kuleleri olarak taşar. Bütün bu öğeler,
bu çapta camilerde pek fazla rastlamadığımız hareketli ve güzel bir bileşim
oluşturur. İçindeki çiniler de ayrıca güzeldir.
Külliyeden bir tek çifte hamam duruyor. Bu güzel bina da caminin az ilerisinde
ve hâlâ kullanılıyor.

MURAT MOLLA KÜTÜPHANESİ


Yemden caddeye dönüp yola devam ettiğimizde, az ileride ve sağda, Murat
Molla Kütüphanesi'ni görüyoruz. Bahçe içinde, mütevazı bir kitaplık. 18.
yüzyılın son çeyreğinde Damatzade Şeyh Murat Molla tarafından yaptırılmıştır.
Girişte kitaplık memurları için yapılan bina bulunur. Asıl kitaplık sıralı taş ve
tuğladan yapılmış kare planlı bir binadır. Ortasındaki kubbeyi taşıyan dört
sütunu Bizans başlıklıdır. Merkezi kubbenin dört yanında beşik tonozlar,
köşelerde birer küçük kubbe bulunur. Kitaplığın yanında bulunan tekke binası
yıkılmıştır.
Murat Molla Kütüphanesi bahçesinin Halic'e doğru olan kenarı, son derece şirin
bir çıkmaz sokağa bakar. Bu çıkmaza bir binanın altındaki geçitten girilir.
Daracık cepheli evlerin derinliği de dört beş metreyi aşmaz.
Az ileride, solda, güzel bir bahçesi de olan Aya Yorgi Potira Kilisesi (Ayios
Yeoryios Potiras) vardır. Eskiden Müslüman halk bunu Hızır İlyas Kilisesi adıyla
tanırmış. Bölgenin bu noktasında, Fener semtinin üst sınırına geliyoruz ve bunu
hemen fark etmek mümkün. Şu sıralar Çarşamba'da ve Fener'de oturan halk
arasında göze çarpan bir fark olmadığı halde, mimari tarz, başka bir semte
gelindiğini gös-teriyor. Geçmişte, nüfus yapısı da farkı belirginleştirirdi.
İstanbul'da semtten semte değişiklik, hâlâ izlerini yakalayabildiğimiz bir
kültürel olgudur.

AYİOS İOANNİS

Biz gene, kitaplığa sapmadan önceki caddeye çıkalım. Aynı yönde biraz
yürüyünce, bu sefer solda, bir pastanenin köşe yaptığı sokağa sapacağız.
Birkaç adım sonra, camiye çevrilmiş bir Bizans kilisesiyle karşılaşacağız. Şimdi
Hirami Ahmet Paşa Camii adıyla bilinen bina Ayios İoannis (Aya Yani) kilisesi
olarak yapılmıştı. Tarihi hakkında fazla bir şey bilinmiyor. Fatih Camii
yapılırken Apostolii Kilisesi'ni terk etmek zorunda kalan Patrik Gennadios, biraz
sonra göreceğimiz Pammakaristos Kilisesi'ne taşınmıştı. O tarihte burayı
rahibelerin kullandığı anlaşılıyor. Pammakaristos Patrikhane kilisesi haline
gelince, oradaki rahibeler de bu küçük kiliseye gönderilmiş. Bu da, kilisenin
camiye çevrildiği 1586 yılına kadar böyle devam etmiş, daha sonra rahibelerin
başına ne geldiğini bilmiyoruz.
Ayios İoannis, küçücük, Yunan haçı planına göre yapılmış, üç apsisli bir kilise.
Ortadaki apsis oldukça çıkıntılı. Yapılış tarihi 11. ya da 12. yüzyıl olmalı. Son
zamanlardaki onarımla bir hayli değişmiş (sütunları da yenilenmiş) ve biçimi
bozulmuş durumda. Minaresi de ortadan kaybolmuş.
Tamamen değişen, beton apartmanlardan oluşan çevre, bu küçücük binayı
neredeyse Brecht'vari bir yabancılaştırma etkisi haline getiriyor. Bu da
İstanbul'un bir özelliği: bir köşeyi dönünce, orada göreceğinizi hiç
düşünmediğiniz bir yapıyla karşılaşıverirsiniz.

PAMMAKARİSTOS
Şimdi gene, bir türlü sonuna gelemediğimiz caddeye dönüp aynı yönde devam
edelim. Birazdan Teotokos Pammakaristos ya da şimdiki adıyla Fethiye Camii
karşımıza çıkacak.
Bina geniş bir bahçe içinde. Büyük kısmı cami olarak kullanılıyor; bir kısmı ise
şimdi müze haline getirildi.
"Tanrı'nın sevinçli annesi" anlamına gelen Teotokos Pammakaristos, 12.
yüzyılda İoannis Komnenos ve karısı Anna Doukaina tarafından yaptırılmıştır.
Şimdi müze olan "pareklession" (ikinci şapel) ise 14. yüzyılın başında Mihail
Glabas tarafından, kendi-sinin ve ailesinin mezar şapeli olmak üzere eklenmiş.
Gene bu yüzyılda, kiliseyi bir ambulatuarla çevrelemek gereği duyulmuş. Bir
süre Patrikhane'nin kilisesi olarak kullanıldıktan sonra, 1591'de, III. Murat'ın
zamanında Gürcistan'ın ve Azerbaycan'ın fethedilmesiyle, "Fethiye" adıyla
camiye çevrilince, Ortodoks Patrikhanesi de Haliç kıyılarına taşınmış. Bu sefer,
binayı camiye çevirmek için değişiklikler yapılmış. Böylece, binada inşaat ve
tadilatın bir türlü sonu gel-memiştir.
Bugün de cami olan daha geniş bölümde namaz mekânını genişletmek için çok
şey değiştirilmiş, bu arada iç duvarlar yıkılmış ve bütün bunlar görünümü
değiştirmekten öte, bozmuştur da. Bu arada üçlü apsis de üçgen bir çıkıntı
haline gelmiştir.
Gennadios burada patrikken Fatih Mehmet de onu sık sık ziyaret eder ve çeşitli
konularda uzun uzun konuşur, tartışırdı.
Müze olan küçük şapel iyi onarım gördüğü için çok daha ilginçtir. Şehirde,
Kariye ve Ayasofya'dan sonra, mozaikleriyle ünlü üçüncü Bizans kilisesidir.
Kariye'dekiler kadar olmasa da, Bizans Rönesans'ı-nın dikkate değer mozaikleri
burada görülebilir. Kubbenin içinde Pantokrator Tanrı vardır. Onu, on iki
peygamberin tabloları kuşatır. Apsiste, kemerlerde, tonozlarda başka birçok
mozaik vardır. Bu arada, İsa'nın vaftiz oluşunu resmeden mozaik özellikle
ilginçtir.
Caddeye dönelim ve kıvrımı izleyerek hafif yokuştan aşağı yürüye-lim. Az
sonra, solumuzda, Drağman Camii'ni görüyoruz. Şehrin bu semtinin de adı
olan Draman, "tercüman" anlamına gelen "dragoman"ın halk dilinde bozulmuş
biçimidir. Bu da, camiyi yaptıran, Kanuni Süleyman'ın Rum asıllı dragomanı
Yunus Ağa'dan gelmektedir. Yunus Ağa (ya da "Bey") Türkçe, Rumca ve
İtalyanca'yı çok iyi biliyordu. Venedik Docu'nun gayrı meşru oğlu Alviso Gritti
("Beyoğlu" adının ondan geldiği söylenir) ile birlikte, Osmanlı devlet örgütü
üstüne kısa ama çok önemli bir inceleme yazmıştır.
Yazık ki, zamanında Sinan'ın yaptığı cami, artık yaptıran kadar ilginç değil;
daha önce de onarım görmekle birlikte, yüzyıl başında tamamen yıkılıp
betondan yeniden yapıldığı için eski haliyle herhangi bir ilgisi kalmamış.

KEFEVİ CAMİİ

Aynı yoldan devam ediyor, birkaç blok yürüyoruz. Gene solumuzda ilginç
görünüşlü bir cami beliriyor: Kefeli ya da Kefevi Camii. Buradan gelince bina
yukarıda kalıyor ve daha görkemli olabilecek gibi görünüyor, ama yanına
geldiğimizde oldukça küçük olduğunu görüyoruz. Bizans döneminden kalan
binanın başlangıçta ne olduğu ve bugüne kadar ne gibi dönüşümlerden geçtiği,
tartışılan ama kesin bir sonuca bağlanamayan bir konudur. Doğuya değil
kuzeye baktığına göre muhtemelen kilise değil, bir manastır olarak inşa
edilmişti. Bir söylentiye göre fetihten sonra Kırım'ın Kefe şehrinden buraya
gelen Katoliklere kilise olarak verilmişse de, Osmanlılar tarihi yarımadada
Batı'ya özgü din ve mezheplerin yerleşmesine izin vermediği için, bu söylenti
çok akla yakın değildir. Binanın bir Ermeni kilisesi haline gelmiş olduğunu da
düşünebiliriz. Balat'taki Surp Hreşdagabet'in yerinin Rumlar'dan alınıp
Ermeniler'e verildiği, bunun nedeninin de Ermeni kilisesi olan Kefeli'nin alınıp
camiye çevrilmesi olduğu söylenmektedir. Bu bana daha olabilir görünüyor.
Bina, iki sıra penceresi olan dar uzun bir dikdörtgendir. Kayda değer bir mimari
özelliği yoktur. İlk olarak 12. yüzyılda yapıldığı tahmin ediliyor.
Kefeli'nin tam karşısına düşen blokta, o bloğun öbür ucunda, bir başka Bizans
kalıntısı var. Türkler buna Boğdan Sarayı adını vermiş. Boğdan, bugünkü
Moldavya'ya Osmanlıların verdiği addır. Bugün topu topu birkaç taşı kalmış
bina (göz göre göre yıkılıp kayboldu) muhtemelen Boğdan hospodarlarının
(voyvodalar) sarayının şapeli olarak kullanılmıştı. 12. veya 13. yüzyılda Aziz
Nikolaos'a adanmış bir şapel olarak yapıldığı sanılıyor. Kriptasında 1918 yılında
yarı gizli bir kazı yapılarak üç lahit bulunduğu, ama kazı sonuçlarının
yayımlanmadığı, yanılmıyorsam ilkin Türk Ansiklopedisi'nin ilgili maddesinde
yazılmıştı.
Geri dönüp Kefeli Camii'nin önünden, az önce gittiğimiz yönde yürümeye
devam edelim ve soldaki ilk sokağa sapalım. Bir iki blok daha ilerleyince
sağımızda Odalar Camii ya da bu caminin kalıntıları-nın bulunduğu yeri
göreceğiz. Aynı yerde yakınlarda yeniden inşa edilen Kasım Ağa Camii var. Her
iki cami de Teotokos Manastırı'nın bulunduğu alanda ve o binaların kalıntıları
üstüne kurulmuştu. Burada daha ilginç olan "ipek" adıyla da anılan sarnıçtır,
ama çevrede görülen derme çatma, aynı zamanda da "tahripkâr" yapılaşma
sonucunda, her türlü tarihi kalıntı acı veren bir viraneye dönmüş durumdadır.
Buradan ana cadde olan Fevzipaşa'ya ve onun yanındaki, şimdi derme çatma
bir stadyum haline gelen açık Bizans sarnıcı Aetios'a bir şey kalmadı. Aetios, İS
5. yüzyılda yaşamış Konstantinopolis valilerindendi. Bu sarnıcın da stadyum
olmadan önce bir çukurbostan olduğu biliniyor. Şimdi sadece bazı duvar
kalıntılarına bakabilir ve büyüklüğüne şaşabiliriz.
Buradan Nurettin Tekkesi Sokağı'na çıkınca, aynı adı taşıyan, Cerrahi
Tekkesi'ni göreceğiz. Tekke son zamanlarda turistik bir ün de kazandı.
Türklerin yanı sıra yabancılar da gelip yanaklarına şiş batı-ranları vb. huşu
içinde seyrediyor.
Caddeye çıktıktan sonra, yola başladığımız yöne, yani doğuya dönüp, cadde
boyunca ilerleyelim. Stadyumu geride bıraktıktan az sonra, solumuzda, Semiz
Ali Paşa Medresesi'ni göreceğiz. Bu da, binayı yaptıran kişinin binasından daha
ilginç olduğu durumlardan biri.
Ali Paşa Hersekli bir devşirmeydi. Enderun'dan yetişmiş, Mısır'da ve Rumeli'de
beylerbeyi olmuş, sonunda, Rüstem Paşa'nın ardından, sadrazamlığa
yükselmişti. Barışçı bir devlet adamıydı ve sadrazamlığı sırasında eceliyle öldü.
Nükteleri kadar şişmanlığıyla da ünlüydü. Söylentiye göre, koca imparatorlukta
onu taşıyabilecek yalnız iki at bulunmuştu. Medrese Sinan'ın eseri olduğu halde
kayda değer bir özelliği yoktur.
ATİK ALİ PAŞA

Bu medrese ve hemen karşısındaki cami "Zincirli Kuyu" adıyla da bilinir.


Caminin yapılışı daha eski, yaptıran da bir başka Ali Paşa'dır; daha önce
Çemberlitaş'taki camisini gördüğümüz, II. Bayezid’in veziri Atik Ali Paşa.
Hadım Akağalar arasından yetişen Ali Paşa, Şehzade Ahmet'in yanında girdiği
bir savaşta ölmese, herhalde tahtı sonunda eline geçiren Yavuz Selim
tarafından idam ettirilecekti. Buradaki ca-misi Çemberlitaş'taki kadar ilginç
değildir. Sıralı taş ve tuğladan ya-pılmış, dikdörtgen bir binadır ve gene fetih
öncesi Osmanlı cami mimarisinin özelliklerini taşır. Altı kubbesiyle, küçük bir
ulucami örneğidir (İstanbul'da bunlardan çok az örnek bulunur). Hamamı ve
medresesi de vardır.
Burada, ayrıca, Nakşidil Sultan Türbesi'nin tezyinatını yapan Hattat Rakım
Efendi'nin barok türbesini görüyoruz. Bu da güzel bir yapı.
Ali Paşa Camii ile Rakım Efendi Türbesi arasındaki dar yoldan geçip sağa
kıvrıldığımızda, soldaki ilk köşede iki tarihi eser daha görüyoruz. Önce, oldukça
yıkık durumdaki Halil Efendi Medresesi. Yapılışı 1575'tir. Ayrıca bir de güzel
çeşme vardır bu meydanda.
Karşıdaki caminin adı Üçbaş'tır. Bu tuhaf adın, camiyi yaptıran Nureddin
Hamza'nın doğduğu köyden geldiği anlaşılıyor. Ama rastladığı her tuhaflık
karşısında hayal gücü açılan Evliya Çelebi, buna da ilginç bir açıklama buluyor.
Çok usta bir berber, küçük bir para karşılığı aynı anda üç kişiyi tıraş ediyormuş
ve müşterisi öyle bolmuş ki, biriktirdiği parayla bu camiyi yaptırmış. Evliya'nın
açıklaması, her zamanki gibi gerçeklikten daha güzel ve şimdiki, tamir sonrası
haliyle, caminin kendisinden çok daha ilginç. Üçbaş Camii'nin yanında gene
fazla ilginç olmayan bir medresesi de var.

NİŞANCI MEHMET PAŞA

Caddeden ileriye yürüyelim. Bir zamanlar güzel olduğunu anlatan birkaç ahşap
yapı, olmadık yerde ortaya çıkan mezarlıklar ve biraz sonra sağımızda bir
mezarlık ve solumuzda Nişancı Mehmet Paşa Camii'ne geliyoruz. Külliyesi de
olan çok güzel bir klasik dönem camisidir bu. Nişancı, padişahın tuğrasını
saklayan ve kullanan devlet adamı olarak, Divan-ı Hümayun'un doğal üyesiydi.
Mehmet Paşa 1596'da öldüğüne göre, III. Murat döneminde Nişancılık yapmış.
Bu cami de bütün klasik dönem eserleri gibi Sinan'a atfedilmekle birlikte,
güvenilir bir belge olan Sinan Tezkire'sinde adı geçmez. Dolayısıyla, Sinan'ın
sağlığında yanında yetişen Davut Ağa veya Mehmet Ağa gibi bir mimarın eseri
olmalıdır. İşini iyi bilen birinin elinden çıktığı bellidir. Sinan'a "ben de artık usta
oldum", demek istediği de-düşünülebilir, çünkü onun geliştirdiği sekizgen planı
çok iyi uyguladığı gibi, buna bazı ilginç ayrıntılar da eklemektedir.
Plan, bazı bakımlardan, Azapkapı'daki Sokollu Camii'ni andırır. Kubbeyi
çevreleyen sekiz yarım kubbenin dördü büyük, dördü küçüktür. Kubbe sekiz
sütun üstüne oturur. Bunlar duvarlara kemerle birleşir, ayrıca destek kulesi
olarak binanın dışına yükselir ve yarım kubbeler arasında kubbeyi kuşatırlar.
Büyük yarım kubbeler kanatlarda yer alırken, köşelerdeki küçük yarım
kubbeler pandantif yerine köşe kemeri oluşturur.
Bütün bu kavisler, dışarıdan, uyumlu bir görünüm sağlar ve merkezi kubbeyi
vurgular. Minare ana binaya yakın yapılmıştır. Bu da, kubbe kavisleriyle dikey
yükselen minare kontrastını kuv-vetlendirir.
İç görünüm de güzeldir. İyi cins mermer kullanılmıştır. Mihrabın iki yanındaki
iki kürsüye, pencere boşluğundan ve duvar içinden merdivenle çıkılır. İki
yanda, tabhaneyi hatırlatan uzun dikdörtgen mekânlar vardır. Üst galeri
caminin üç yanını dolaşır.
III. Mustafa döneminin ünlü 1766 depreminden sonra, bu caminin de onarıldığı
anlaşılıyor. Külliyesinde olduğu bilinen tekke, zaviye ve medrese belki bu
sırada ortadan kalkmıştı. Yalnız Mehmet Paşa'nın sekizgen türbesi ayaktadır.
Avlu oldukça geniştir, tuğla ve taştan yapılmıştır. Kemerleri sivridir. Ortada,
sekiz mermer direğe oturan mahruti çatısı ile şadırvanı yer alır.
Caddenin karşısında, köşede, bir açık türbe var: Keskin Dede Türbesi. Eskiden
bu türbe, Keskin Dede Mescidi'ne bitişikmiş.
Camiden çıkıp gene Nişanca Caddesi'nden ileri yürüyünce, bir iki blok sonra,
solumuzda, Kumrulu Mescidi'ni görüyoruz. Gördüğü ona- rımlarla biçimi bir
hayli değişmiş olan bu mütevazı bina, İstanbul'daki en eski Osmanlı
eserlerinden biridir; Fatih Camii'nin mimarı Atik (Azatlı) Sinan tarafından kendi
adına yapılmıştır. Sinan'ın hayatı üstüne, Fatih Camii'ni gezerken, yeterince
konuşmuştuk. İdamına değinen mezartaşı buradadır.
Mescidin adı, binaya bitişik (ve şimdi akmayan) çeşmedeki ayna taşında
bulunan, hayat pınarından su içen iki kumru kabartmasından gelir. Belli ki
Bizans'tan kalmadır. Sinan'ın kendisinin Rum kökenli olduğunu görmüştük.
Herhalde, Müslüman olarak da meşrebi, böyle bir kabartmayı kaldıracak kadar
genişti. Ayrıca, Fatih gibi, İtalya'dan Bellini'yi davet edip portresini yaptıran bir
padişahın döneminde yaşamıştı. Ama bu kabartma, 1460 sonlarından bugüne
kadar bir cami duvarında durabildi ve kimsenin itirazına uğramadı. Bugünse,
birilerinin gelip bunu sökmesi, hatta parçalaması, şaşırtıcı olmaz.
Kumrulu Mescidi ile, yolun başındaki önemli uğrağımız Fatih Ca-mii'ne iyice
yaklaştık. Burada turu bitirebiliriz. Saat uygun mu, bilemiyorum, ama bu
yakınlarda oldukça iyi bir lokanta da var: Akdeniz Caddesi'nden inerken solda,
ilk sokaktaki Hünkâr. Bu geziyi, klasik Osmanlı mutfağını yaşatmaya çalışan bu
lokantada bir yemekle tamamlayabiliriz. Yalnız, Akdeniz'den önceki Emir
Buhari Sokağı'nda, aynı adı taşıyan caminin haziresindeki Cevad Paşa
türbesine de göz atabiliriz. Bu yapı, mimar Kemalettin Bey'in Berlin'de
öğreniminden döndükten sonra İstanbul'da yaptığı ilk bina olması bakımından
ilginçtir. Aynı sokakta, İstanbul'da bulunan Emir Buhari tekkelerinin ilki de
bulunuyor. Emir (Ahmed) Buhari Anadolu'ya Nakşibendiliği getiren şeyhlerden
biridir, türbesi de buradadır. Ancak, eski tekke bu yüzyılda ortadan kalkmış,
şimdi görünen bina yeni yapılmıştır.
VATAN VE MİLLET CADDELERİ

Bu tura Saraçhane'den başlarsak, ilkin gezeceğimiz alanın kuzey sınırını


tarayıp yavaş yavaş güneye ilerleyebiliriz. Fevzi Paşa Caddesi'nden yola çıkar
çıkmaz, solumuzda Amcazade Külliyesi'ni görüyoruz. Amcazade Hüseyin Paşa,
Fazıl Ahmet Paşa'nın "amcazade"siydi. Yani Köprülü Mehmet Paşa'nın
kardeşinin oğluydu. Bu üçü, ayrıca Fazıl Ahmet Paşa'nın kardeşi Fazıl Mustafa
Paşa, uzun yıllar Osmanlı devletini sadrazam olarak yönettiler. Dördünün de
önemli başarıları oldu. Bu bakımdan Köprülüler, Osmanlı devletinin ilk kuruluş
aşamalarından Fatih dönemine kadar sadrazamlık yapan Çandarlı ailesine
benzetilebilir. Böyle bir alternatif "hanedanlaşma", Osmanlı mantığına
aykırıydı; ama Köprülüler, Osmanlılar'ın zayıf zamanında ortaya çıktılar.
Denebilir ki bu ailenin üyeleri Osmanlı'nın kaçınılmaz çöküntüsünü bir süre
geciktirmeyi başarmışlardır. (Son olarak Numan Paşa'nın da sadrazamlığı oldu,
ama o ötekiler kadar iz bırakmadı). Köprülüler'in akrabası olan Merzifonlu Kara
Mustafa Paşa ise aslında pek hak etmediği bir şekilde son buldu.
Ailenin son sadrazamı olan Hüseyin Paşa bu külliyeyi beş yıl (1697-1702)
süren sadareti sırasında yaptırdı. Bu tarihlerde henüz "barok" başlamamıştır ve
klasik Osmanlı mimarisi devam etmektedir. Gerçi bu klasik gelenek parlak
dönemini gerilerde bırakalı epey zaman olmuştur ve anıtsal bir yapıda başarılı
olmak iyice güçleşmiştir; ama böyle bir külliyede estetik ölçüleri hâlâ
yerindedir.
Külliye dershane ve öğrenci hücreleri, bir sebil, bir şadırvan, bir çeşme, ilk
mektep, kütüphane ve dükkânlardan oluşur. Kütüp-hanedeki 500 kadar eser
Süleymaniye'ye taşınmıştır. Sebil, dış duvarda yarım daire bir çıkıntı yapar.
Sonradan cami haline getirilmiş olan dershane sekizgen biçimindedir ve biri
dışında bütün yüzleri 22 mermer sütuna dayanan bir revakla çevrilidir. Önü
gene revaklı olan hücrelerin sayısı da 17'dir. İlk mektep avlunun sağ
köşesindeki dükkânların üstündedir.
Amcazade'nin bütünü güzel, ama ayrıntılar da çok güzeldir; türbelerin
parmaklıkları, üst çıkmaları, mezarlar, ağaçlar, kuş evleri gibi. Tabii bu, pek
çok Osmanlı külliyesinde rastladığımız bir özellik. Bina, yakınlarda, Türk İnşaat
ve Sanat Eserleri Müzesi haline getirildi.

VATAN VE MİLLET CADDELERİ

Külliyenin karşısındaki parkın içinde Hava Şehitleri Anıtı var; 1922'den.


Herhangi bir özelliği olduğu söylenemez. İlginç bir yapı olan Fatih Belediyesi,
Ulusal Mimarlık akımının özelliklerini gösterir, ancak 1913'te inşa edilen
binanın mimarı Terziyan'dır. Bizim bulunduğumuz tarafta, külliyenin biraz
ilerisinde, küçük Dülgerzade Camii'ni görüyoruz. Fatih döneminde Şemsettin
Habib Efendi tarafından, 1482'de yapılmıştır, ama daha sonraki zamanlarda
epey restorasyon gördüğü için biraz değişmiştir. Kubbesi sekizgen bir sağır
kasnağa oturur.
KIZTAŞI

Camiden sonraki sokaktan sola saptığımızda, Türkçe'de Kıztaşı denilen


Marcianus sütununu karşımızda görürüz. Yekpare granittendir. Yüksek kaidesi
mermerdendir. Korint tarzı başlığının üstünde herhalde Marcianus'un (450-7)
heykeli vardı. Marcianus şehrin "Romalı" imparatorları arasındadır. Türkçe'de
bu sütuna "Kıztaşı" denmesinin nedeni herhalde kaidedeki Nika kabartmasıdır.
Marcianus sütunu, yalnız kaidesi kalan Arkadios sütununu ve Mısır'dan getirilen
Obelisk'i saymazsak, şehrin Roma ve Bizans dönemlerinden kalma beş
dikilitaşından biridir. Osmanlı döneminde pek ilgi görememiş, evlerin,
bahçelerin arasında unutulup kalmıştı. Sinan, Kıztaşı'nda bulduğu bir sütunu
Süleymaniye'de kullandığını anlatır. Herhalde Marcianus'unkine yakın bir
sütundu bu da.

FEYZULLAH EFENDİ MEDRESESİ

Buradan tekrar caddeye çıkıp batı yönünde yürümeye devam edebiliriz. İki
blok geçtikten sonra solda Feyzullah Efendi Medresesi'ni görüyoruz.
Şeyhülislam Feyzullah Efendi bu hayır kurumunu 1700'de yaptırdığına göre,
bina, az önce gördüğümüz Amcazade Külliyesi'nin çağdaşıdır. Medrese
hücreleri şadırvanlı avluyu iki yanından kuşatır. Ana caddeye (Fevzipaşa) sırtını
veren kanadında güzel ve özgün dershane binaları bulunur. Dört sütunlu bir
revakın sağında ve solunda okuma odaları yer alır. Bunlar zamanında
dershane-mescid ile kitaplık binalarıydı. İçleri oldukça- belki gereğinden fazla-
süslüdür. Avludaki altı mermer sütunlu şadırvanın taş işçiliği çok güzeldir.
Medreseyi yaptıran Feyzullah Efendi'nin hayat çizgisi epey inişli çıkışlı olmuş,
ama son iniş kötü gelmiştir. Birkaç kere şeyhülislamlığa gelip gittikten sonra
zayıf bir padişah olan II. Mustafa'nın güvenini kazandı ve yeniden şeyhülislam
oldu (1695). Mustafa Edirne'de oturuyor, İstanbul'a adım atmıyordu. Onun
yokluğunda başkentte özellikle sözü geçen Feyzullah Efendi, ilmiye teşkilatının
en üst kade-melerini (Anadolu ve Rumeli kazaskerlikleri, Edirne ve İstanbul
kadılıkları, Nakibüleşraflık) dört oğlu ile üç damadı arasında paylaştırdı;
ulemada bir çeşit hanedan kurmuş oldu.
Ama bu durum fazla devam etmedi. Feyzullah Efendi'nin saltanatı İstanbul'da
askeri ayaklandırdı, halk da askere katıldı. Azledilmesi öfkeyi yatıştırmaya
yetmedi. Padişah II. Mustafa da tahttan çekilmek zorunda kaldı ve yerini, bir
başka ihtilalin tahttan indireceği kardeşi III. Ahmet'e bıraktı. Kendi boyunu
aşan değişimlere yol açan Feyzullah Efendi ise oldukça vahşi bir tarzda
öldürüldü.
Oysa bu güzel medreseye bakarken, bu kanlı olayları akla getirmek çok zor.
Onun için, gene bu bina dolayısıyla, bu sefer biyografisi ışıltılar saçan bir başka
adamdan söz etmek istiyorum.

ALİ EMİRİ EFENDİ


Feyzullah Efendi Medresesi 1916'da "Millet Kütüphanesi" haline getirildi.
Hayratı yaptıran Feyzullah Efendi çok değerli iki bin küsur kitabını kendi
kurumuna armağan etmişti. 1916'da ise Ali Emiri Efendi hayatı boyunca
topladığı, çoğu son derece seçme 16,000 cilt kitabı bağışlayınca medrese Milli
Kütüphane haline geldi.
Ali Emiri Efendi ilginç bir kişiliktir. Diyarbakırlı zengin bir tüccarın oğluydu.
Gençliğinde babası onu dükkânında çalıştırmak istemiş. Ama müşteri gelip mal
sorunca, Ali Emiri Efendi, kitap okuduğu yerden, "İşte orada. Fiyatı da şu
kadar. Almaya niyetiniz yoksa beni boşuna yerimden kaldırmayın", dermiş.
Sonunda babası bu işin oğluna ya da oğlunun bu işe uygun olmadığını anlamış.
Çoğu Osmanlı gibi devlet memuru olmuş Ali Emiri. Ama aklı fikri kitap
biriktirmekte. Örneğin bir kitaba takmış; sahibi satmıyor. Bir ikinci nüshanın
Yemen'de bulunduğunu öğrenince, oraya tayin edilmek istiyor. Ediyorlar. Tam
gidecekken kitabı satıyor sahibi. Böyle olunca Ali Emiri Efendi tayini çıkan
görevden istifa ediyor.
Gerçi yeniden dönüyor memuriyete ve kendi üslubuyla otuz yıla yakın bu işi
sürdürüyor. Halep defterdarı iken (1904'te) uzun süredir aylık alamayan
memurlara dağıtacağı maaş parasını hazineye geri istiyorlar. Vicdanlı Ali Emiri
Efendi gene de maaşı dağıtıyor, sonra emre uymadığı için istifa ediyor.
İstanbul Ansiklopedisinde Muzaffer Esen onu şöyle anlatır: "Evlenmiyen,
ömründe bir defa bile fotoğraf çıkartmayan, yüzüne bir defa bile ustura
değdirmeyen, bütün hayatı boyunca siyah papyon kravat takan, gözlük yerine
pertavsız kullanmakta ısrar eden, ince sesli, gevrek gülüşlü, bir an içinde
itidalden öfkeye, öfkeden neşeye geçebilen bir insan"...
İstanbul'da gördüğümüz çeşitli binaları vesile ederek anlattığım tarihi
anekdotlarda idam edenler, idam edilenler, asanlar, kesenler çoğunlukta. Ali
Emiri Efendi gibi hayatını kitaba adamış olanlar ise yok gibi. Onun için bu
eksantrik ve sevimli adamın hikâyesini uzun uzun anlattım. Onun da herhalde
iyi hatırlanmak dışında bir isteği olmamıştı.
1950'lerde buradaki seçme kitaplar ve haraplaşan başka kütüphanelerdeki
yazmalar toplanarak Süleymaniye Kitaplığı'na aktarıldı. Yeni kitaplar alınarak,
Feyzullah Efendi Medresesi, Kültür Bakanlığı'na bağlı bir kitaplık haline getirildi.

İSKENDER PAŞA CAMİİ

Medresenin yanındaki sokaktan aşağıya yürüyüp ikinci sokaktan sağa sapınca


İskender Paşa Camii'ne geliyoruz. Yapılışı 1505 olduğu-na göre İskender Paşa
II. Bayezid'in vezirlerinden olmalıdır, beylerbe-yi olabilir. Sade bir camidir bu.
Kare planlıdır; kubbe sağır bir kasnağa oturur ve pandantiflerle ana mekâna
bağlanır. Minarenin şerefesi özenle süslenmiştir.
İskender Paşa Camii, Mehmet Zahit Kotku'nun burada imamhatiplik
yapmasından beri Nakşibendi tarikatının en kalabalık olan kolunun karargâhı
olmuştur.

FENARİ İSA
Buradan Halıcılar Caddesi'ne çıkarak dümdüz yürüyüp Vatan Caddesi'ne kadar
gelebiliriz. Geldiğimizde, köşede, Bizans'tan kalan Konstantinos Lips Kilisesi'ni
şimdi Fenari İsa Camii olarak görüyoruz. Pantokrator gibi bu da değişik
bölümleri değişik zamanlarda eklenmiş bileşik bir yapıdır. İlk kiliseyi 10.
yüzyılın sonunda imparatorlukta yüksek bir memur olan Konstantinos Lips
yaptırmıştı. Bu şimdi, kuze-ye bakan kanadı oluşturur. Aradan epey zaman
geçtikten sonra Mihail Paleologos'un karısı İmparatoriçe Teodora 13. yüzyılın
sonunda güneydeki kiliseyi inşa ettirdi. Amacı, burayı Paleologos hanedanının
mezarlığı haline getirmekti.
İlk kilisenin, oldukça kuraldışı bir biçimde, beş apsisli olduğu anlaşılıyor. Dıştaki
apsislerden kuzeydeki zamanla yok olmuş, güneye bakan ise yanına yapılan
yeni kilisenin üç apsisinden biri haline gel-miş. Böylece toplam altı apsis var ve
çıkıntıları kilisenin doğu kanadını hareketlendiriyor.
Güneydeki ambulatuarlı olmak üzere iki kilise de Yunan haçı planına göre
yapılmış, ama Osmanlı döneminde birçok mimari özellikleri değişmiştir. İki
nartekslidir. Güneyinde, güney kilisesine paralel bir de galerisi vardır.
II. Bayezid zamanında Fenari Ali Efendi tarafından bir zaviye haline getirilmiş,
daha sonra, IV. Murat zamanında Şeyh İse'l Mahvi burayı bir Halvetiye zaviyesi
haline getirip kalan manastırın hücrelerini de tekkeye çevirmiştir. Türkçe
adındaki "Fenari" ve "İsa"nın kökenleri bunlardır.

Plan 15. Konstantinos Lips Kilisesi (Fenari İsa Camii)

Caddeden surlara doğru yürürken sol kolda Yavuz Selim'in yaptırdığı medrese
görülür. Binaya Selim başlamış, ama başladığı başka eserler gibi bunu da
bitirmek Kanuni'ye düşmüştür. Hücreler medresenin üç kanadını oluşturur,
dördüncü kanatta da dershane vardır. Bütünüyle oldukça sevimli -ve biraz
asimetrik- bir yapıdır.
Caddenin ilerisinde, dört yol ağzından sola sapıldığında, Yavuz Selim'in
kızlarından Şah Huban Kadın'ın türbesi göze çarpar. Bahçe içinde sekizgen bir
türbe. Türbenin yanında sevimli bir mektep binası da var (şimdi bir klinik).
Şah Huban, Lütfi Paşa ile evlendirilmişti. Paşa da gaddarlığıyla ünlüydü. Bir
fahişeye ceza olarak, cinsel organına bir ameliyat yaptırınca Şah Sultan buna
isyan etti. Çıkan kavgada Lütfi Paşa karısına hançer çekince Kanuni onu azletti,
kızkardeşini de boşattırdı. Şah Huban da Merkez Efendi'ye intisap edip dini bir
hayat yaşadı. Hatta Mevlanakapı dışındaki tekkeyi o yaptırdı.

HÜSREV PAŞA TÜRBESİ

Şimdi karşı sıraya girip Akdeniz Caddesi'ne sapalım. Dördüncü köşeden sola
sapınca Hüsrev Paşa Sokağı'na giriyor ve biraz sonra Hüsrev Paşa Türbesi'ne
varıyoruz. Suriye valisiyken Sinan onun için Halep'te ilk ciddi (tarihi bilinen)
eseri olan bir cami yapmıştı. Paşa'nın türbesinin mimarı da Sinan'dır. Hüsrev
Paşa ayrıca Bosna-Hersek ve Rumeli beylerbeyliği yapmış, bu sırada görevden
uzaklaştırılınca yemeden içmeden kesilerek intihar etmişti.
Türbe sekizgendir. Her köşede tepesi stalaktitli ince sütunlar vardır. Kubbe
gene sekizgen olup bir tambur üstüne oturur ve daha içerlek kalır. Özellikle
binanın tepesindeki taş işçiliği çok başarılıdır.
Hüsrev Paşa Türbesi'nin bulunduğu köşeden kuzeye yönelerek Bali Paşa
Sokağı'ndan yürüyünce, sağda Bali Paşa Camii'ne geliyoruz (Bu yol üstünde,
kim olduğu hatırlanmayan bir Keserci Baba Türbesi de var). Cami aynı
zamanda Hüma Hatun (ya da "Sultan") Camii olarak da biliniyor. Çünkü
camiyi, kocası Bali Paşa adına yaptıran, bu Hüma Hatun. Hüma Hatun, kimine
göre II. Bayezid'in, kimine göre de İskender Paşa'nın kızıdır.
Mimar konusu da çapraşık, çünkü Sinan'ın Tezkire'sinde adı geçiyor. Oysa bu
caminin yapıldığı tarihte Sinan'ın mimarlığa başlamış olması mümkün değil.
Dolayısıyla Sinan'ın camiyi onardığı ya da yeniden yaptığı düşünülebilir.
Caminin planı daha önce gördüğümüz İskender Paşa Camii'ni andırır. Yangın
ve deprem felaketlerinde zarar görüp 1917'de betonla karışık tamir edildiği için
artık pek ilginç değildir.

MESİH MEHMET PAŞA CAMİİ

Aynı yönde devam edelim. Üç sokak sonra sola sapıp uzunca bir yol yürüyerek
Eski Ali Paşa ile Mütercim Asım sokaklarının birleştiği köşede ve meydanlıkta
Mesih Mehmet Paşa Camii'ne geliriz. Bu da mimarı bilinmeyen bir klasik dönem
camisidir (1585). O dönemdeki bazı başka anonim mimarların eserleri gibi
bunun da hayli ilginç bir planı vardır. (Ahmet Refik, bu caminin Davut Ağa'ya
"mal edildiğini" söyler.)
Geldiğimiz yöne doğru arkada kalan avlusunun ortasında her zaman görmeye
alışık olduğumuz şadırvan verine, Mesih Paşa'ya ait olduğu sanılan türbe
vardır. Bunun için, abdest muslukları da revakın altındadır. Son cemaat yeri iki
revaklıyken dıştaki yıkılmıştı; dolayısıyla, herhangi bir şey taşımayan bir sıra
sütun duruyordu, ama şimdi yeniden çatı yapılmış. Son cemaat yeri çoğu
zaman olduğu gibi beş gözlüdür. Kayyım ve müezzinin odaları da avluda, iki
köşede, yapılmıştır.
Cami eğime oturtulduğu için avlunun mihrap kanadı bazı dükkânlar yapılarak
yükseltilmiştir. Ayrıca, binanın kendisi de hayli yüksektir. Dörtgen içinde
sekizgen destekli kubbe düzenlemesinin ilginç bir ör-neğini görürüz. Yan
galeriler içeri bakan pencereleri olan duvarlarla ayrılmıştır. Mihrap tarafındaki
çiniler oldukça güzeldir.
Mesih Mehmet Paşa, hadımağalıktan devlet adamlığına geçmiş, Mısır Valisi
olarak zulmüyle nam salmıştı. III. Murat zamanında kısa bir süre için
sadrazamlığa getirildi. Bu camiyi bu sıralarda yaptırdı. Ayrıca, Laleli'de
gördüğümüz Mirelaion Kilisesi'ni camiye çeviren de odur.

HIRKA-İ ŞERİF CAMİİ


Caminin arkasındaki Fetva Emini Medresesi'nin yalnızca yıkıntıları duruyor.
Bulunduğumuz meydandan, Keçeciler Caddesi'nden yürüyerek, Hırka-i Şerif
Camii'ne geliriz. Ancak asıl giriş öbür tarafta, Akseki Caddesi'ndedir. Tanzimat
döneminin buralarda pek fazla örneği görünmediği için (Aksaray'daki Valide
Camisi dışında) bu çevrede bu ampir üsluplu bina biraz şaşırtıcıdır. Ayrıca, bu
kadar yakın tarihte yapılmış bir caminin mimarının bilinmemesi de şaşırtıcıdır.
Ama o dönemin hassa mimarları olan Balyanlar tarafından yapılmış olabilir
öyleyse, Müslüman kutsal emanetleri koymak için yapılan caminin Ermeni
mimar elinden çıkması isteyerek unutulmuş olabilir.
İstanbul'da, Hazret-i Muhammet'e ait iki hırka saklanıyordu. Bunlardan birini
peygamber Veysel Karani'ye armağan etmişti. I. Ahmet zamanında getirilen bu
hırka için bu semtte bir ev yapıldı (öbür hırka Topkapı'dadır), sonra Çorlulu Ali
Paşa bu hırkanın ziyaret edilmesi için bir hücre ile yanında bir imaret ve bir
çeşme yaptırdı. Son olarak da Abdülmecit hırka ziyareti için bu camiyi yaptırdı
(1851'de).
Binanın, amacına uyacak şekilde görkemli olması için epeyce çaba harcandığı
görülüyor. Bu amaca ulaşıldığı söylenemez, ama bütünün-de bir sevimlilik
olduğu da yadsınamaz. Avlunun girişi, caminin ön cephesi saray havasında, iki
minaresindeki şerefelere de korint tarzı sütun başlığı havası verilmiş. Bütün
bunlarda o döneme özgü çocuksu kitsch kendini gösteriyor.
Hırka-i Şerif üst katta saklanıyor ve ziyaret ediliyor. Burada bir Hünkâr
Dairesi'nden başka Hırka'nın alındığı Üveys ailesi için yapıl-mış bir bölüm de
var (Osmanlı kadirşinaslığı). Mihrap, minber ve kürsü oldukça rokoko, pembe,
cilalı mermer. Zamanın ünlü hattatlarından Mustafa İzzet Efendi'nin yazılan ile
bizzat Abdülmecit'in yazdığı levhalar da iç süslemeler arasında.
Caminin kendisinin sekizgen biçiminde olduğu, içeride daha iyi anlaşılıyor,
çünkü dıştan bakınca çevreyi saran yan binalar bu görünümü kapıyor.

SİNAN'IN MİNARESİ

Şimdi Akşemsettin Caddesi'ne çıkıp Vatan Caddesi'ne doğru dümdüz


yürüyelim. Soldaki Koca Sinan Caddesi'ne sapınca, Mimar Sinan'ın kendi adına
yaptığı küçük camiyi, daha doğrusu bunun orijinal olan tek kısmını, minaresini
göreceğiz.
Sinan kendi için mütevazı bir cami yapmış. Ama belli ki minaresine özenmiş,
biraz fanteziye kaçmış. Minare sekizgen; şerefesi yok; tepede, her yüzeyde, bir
pencere açılıyor, yani sekiz pencere var. Külah yerine de küçücük bir kubbe
konmuş. Böylece, çok değişik ve çok şirin bir yapı.
Bir zamanlar büsbütün ortadan kalkan cami yakınlarda taş ve tuğladan yapıldı.
Orijinali olmamakla birlikte göz tırmalamıyor. Yazlık ve kışlık iki bölümü olması
da ilginç bir özelliği. Diyanet İşleri'nin çıkardığı Fatih Camileri kitabı bu arsada
olup biten kepazelikleri ılımlı bir dille anlatıyor. Bu şehre bunca armağan
bırakan Sinan'a karşı, doğrusu, çok fazla ayıp işlemiş insanlarız. Bu ayıplardan
biri de aynı sokakta ve biraz ileride duran yeni Parmakkapı Camii olabilir.
Burada çok eskiden bir Bizans kilisesi varmış. Kazasker Mehmet Efendi buranın
yıkıntısı üstüne kendi adına bir cami yaptırmış. 1766'da bu bina depremde
yıkılmış. Bu sefer Yeniçeri Ağası Mustafa Ağa'nın yaptırdığı cami ve başka hayır
eserleri de 1918'de yanmış. Sonunda, 1960-80 arasında, şimdiki cami, Kuran
kursu ve kaloriferi de tamam olmak üzere, inşa edilmiş. Sonuç, 1950 sonrası
Türkiye'de mimarinin, hele cami mimarisinin, parlak bir dönemi değil.
Bu yakınlarda Hürrem Çavuş Camii de var. Yakınlarda olmakla birlikte yolu
biraz sapa. Sinan Camii'nden geri dönüp caddeye çıkmak, Akşemsettin'den
kuzeye yönelmek, soldaki ilk sokağa sapıp onu izlemek gerekiyor. Sonunda,
Keçeciler Caddesi'nde, camiyi solumuzda görüyoruz. Ama, çeşitli onarımlarla,
Sinan'ın verdiği biçimden bir hayli uzaklaşmış bu camiye uğramak zorunda
değiliz diyorsanız, haklısınız.
Oraya giderek ya da gitmeyerek, bu tur da burada biter. Vatan Caddesi'ne
çıkabiliriz buralardan. Şimdi Vatan Caddesi olan bu görece çukur güzergâh çok
eski zamanlarda tarihi yarımadanın tek akarsuyu olan Lykos Deresi'nin
(Türkçe'de Bayrampaşa) yatağıydı. Bu derenin üstünde çeşitli köprüler de
vardı.

HASTANELER

Vatan ve Millet caddeleri arasında, kendisi neredeyse bir kasaba olacak


genişlikte, Gureba Hastanesi yayılır. Abdülmecit'in annesi Bezmiâlem Valide
Sultan'ın yaptırdığı bu hastane zamanla alabildiğine genişlemiş, Cerrahpaşa ile
birlikte İstanbul'un iki önemli tıp fakültesi ve tıp merkezinden biri olmuştur.
Ayrıca, onlar kadar büyük olmayan Haseki Hastanesi ile daha yeni yapılmış
birçok özel hastane bu çevrede. Böylece, bu bölgede, Aksaray'a kadar uzanan
yaygın bir ec-zane, tahlil laboratuarı vb. şebekesi oluşmuştur. Çünkü bu iki
hastane artık yalnız İstanbul'a değil, bütün Türkiye'ye hizmet vermektedir.
Hastaneden az önceki Öğretmen Okulu 1870'de kadın öğretmen yetiş-tirmek
üzere kurulmuştu. Gördüğümüz bina ise 1914'tendir ve Ulusal Mimarlık
akımının özelliklerini yansıtır.
İki cadde arası ve çevresi, Şehremini bölgesi vb. tarihi bakımdan çok zengin
değildir. Bunun Bizans zamanından beri biraz böyle devam ettiği anlaşılıyor.
Çünkü o döneme ilişkin haritalarda da burada yoğunluk az. Fatih'in, özellikle
sura yakın bölgelerde nüfus yoğunluğunu artırmaya çalıştığını biliyoruz. 19.
yüzyıl İstanbul haritalarında bu bölgede özellikle surlara yaklaştıkça, çok
sayıda bostan görülüyor. Ayrıca, burası eski İstanbul'un "yangın yeri" diye
bilinen alanlarının da bir hayli geniş olduğu bir bölgeydi. Yüzde doksanı ahşap
evlerden oluşan mahalleler, bir yangında kül olur gi-derdi -hele rüzgârın sert
estiği, korları ve akkor haline gelmiş çivileri savurduğu zamanlarda.

MENDERES VE İMAR

1950'lerde, Başbakan Adnan Menderes, Vatan ve Millet caddelerini açmaya


karar verdi. Eski İstanbul, insanların büyük çoğunluğunun yaya gidip geldiği bir
şehirdi. Otomobil veya otobüs trafiği bir yana, at arabaları için bile çoğu zaman
yollar yeterince geniş değildi. Modernleşen İstanbul'da geniş caddeler açılması
gerekiyordu. Bu iki cadde ve başkaları, örneğin sahil yolu, Menderes'in
İstanbul'u modernleştirme yolundaki başlıca girişimleri oldu. Kimi onu bu
nedenle rahmetle anar, kimi de İstanbul'a çok zarar vermiş biri olarak hatırlar.
Bu konuda gerçekten "adil" bir yargıya varmak zordur. Menderes döneminde
tarihi korumacılık anlayışı hemen hemen hiç gelişmemişti ve "modernleşme"
kavramına fazlasıyla büyük bir değer yükleniyordu. Bu bakımdan, yol yapma,
meydan yapma uğrana yıktıklarından ötürü belki de fazla suçlanmaması
gerekir. Çünkü sonuçta bir şehirde yaşayan insanlarının, çağlarının
teknolojisinin verdiği imkânları kullanabilmeleri gerekir.
Gene de, iki nokta, kişisel olarak, önemli geliyor bana. Menderes ulaşımı
yeraltına indirme kararını vermedi ya da veremedi. Oysa o tarihlerde bunu
başlatmış olsaydı, İstanbul'da bugün iyi kötü bir metro kurulmuş olurdu. Bu,
herhalde, şehri modernleştirmenin daha cesur bir yoluydu. Metronun
olmaması, yarattığı ciddi ulaşım güçlükleriyle, bu kalabalık ve altyapısı birçok
bakımdan yetersiz şehirde, motorlu ulaşımı teşvik ediyor. Bunun, herkesin
bildiği yan zararları ayrı bir konu (örneğin hava kirlenmesi gibi); ama gelişme
yönü böyle olunca, metroyu kurmak her geçen gün daha zorlaşıyor. Şimdi
metro için açılmış bir iki çukurun yoğun taşıt trafiğini nasıl kötü etkilediğini
düşünün.
İkinci nokta şehir estetiğiyle ilgili. Menderes'in başbakanlık ettiği on yıl kırdan
kente, ama kentler içinde özellikle İstanbul'a göçün daha önceki yıllarla
kıyaslanmayacak ölçüde arttığı yıllardı. Özellikle Vatan ve Millet caddeleri
çevresinde hızlı apartmanlaşma süreci bu yıllarda başladı. Caddeler açılırken,
buralar tamamen boş alanlardı. Bu apartmanlaşma, hâlâ "tarihi" dediğimiz
yarımadada, tarihi büyük ölçüde yolup attı. Benzer süreçler başka kentlerde de
yaşandı. Böylece yalnız İstanbul değil, bütün Türkiye kentleri tek bir çirkin ve
anonim şehir haline geldi.
O yıllarda bu yönde büyük bir özlem ve bir enerji vardı ve bunun sebepleri
anlaşılabilir şeylerdi. Menderes zamanında ve onun siyasi çizgisinin devamında
bu enerjinin önüne, uyulması gereken pek az estetik ölçü çıkarıldı. Kimseye
hayat hakkı tanımayan bir korumacılıkta belki bazı şeyleri, nesneleri
korursunuz, ama insanların mutluluğunu kısıtlarsınız. Menderes "bir şeyler"
yapmak isteyen ve yapan bir insandı. Çok zaman böyle insanlar eleştirilir, ama
bunun da haklı bir tarafı vardır: "daha iyi olamaz mıydı?"
Olurdu, olamazdı, Menderes bunları düşünmeliydi, düşünemezdi...
Ama, sonuçta, olan kötü oldu ve bu çok açık bir biçimde ortada. Bu güzel
İstanbul şehrinin en güzel olması gereken birçok yeri, semti olağanüstü
çirkinleşti. Üstelik, çirkinleşme pahasına, modernleşemedi de. Bütün bu
çirkinleşmenin aktığı ve yayıldığı iki ana kanal da, Vatan ve Millet caddeleri.
Onun için, kitabın bu bölümünde böyle feveran etmekten kendimi alamadım.
Böylece, bu bölümle, "tarihi yarımada" dediğimiz, sur içinde kalan semtleri
tamamladık. Tarihi bakımdan en yoğun kısım doğal olarak bura-sıydı. Ama
bundan sonra gezeceğimiz yerlerde de, tarih ya da doğallık bakımından ilginç
yerler az değil.

EYÜP
EYÜP

Nihayet, ilk olarak bu bölümde, surların bütünüyle dışına çıkıyoruz. Bu yüzyılın


ortalarına kadar Eyüp, İstanbul şehrinde, bir Avrupalı'nın "Egzotik Şark"
kavramına en uygun düşecek semtti. Çünkü Eyüp öncelikle dini bakımdan
önemli bir yerdi. Ziyaretçilerinin büyük çoğunluğu Türk olmakla birlikte,
sayılarının çokluğu bakımından İslam dünyasının en kalabalık "dini ziyaret"
yerlerinden biri olan Eyüp Sultan Camii'nin bunda büyük bir payı vardı, hâlâ da
var. Ayrıca Eyüp, türbeleri ve mezarlıklarıyla da ünlüydü. Mezarlıklar dünyanın
her yerinde, bulundukları bölgeye bir "öte-dünya" atmosferi kazandırır.
Ne var ki, plansız ve öngörüsüz girişilen sanayileşme, 19. yüzyıl sonlarından
başlayarak, Halic'i mahvetti. "Altın Boynuz"u ağır kokulu ve çirkin renkli bir su
parçası haline getirdi. Bir zamanlar çokça balık tutulan bu girintide canlı
kalmadı. Hâlâ da temizlenip temizlenemeyeceği, temizlemek için -başka yerleri
de berbat etmeden- nasıl bir yol izlenmesi gerektiği belli değil. Bunun yanı
sıra, tepelere yayılan çirkin gecekondu binaları Halic'in bu taraflarının mistik
şiirselliğini hemen hemen tamamen ortadan kaldırdı.

KÖPRÜ

Haliç'teki üç köprünün sonuncusu, Boğaziçi'ndeki ilk köprüyle "aynı zamanda,


güney ayağı Ayvansaray-Eyüp arasına gelecek şekilde yapılmıştır.
Büyük şehirlerin coğrafyaları bu gibi ulaşım kanallarını uzun yıllar boyunca
belirleyebiliyor. Geçen yüzyıl ortasında burada gene bir köprü yapılmıştı.
Galata gibi dubalar üstünde duran ahşap bir köprüydü bu da. Bir Ermeni
zengini tarafından yaptırılan köprünün ancak on yıllık, belki de daha az (1853-
63) ömrü olabildi. Günümüzde onu hatırlayan yok gibi, ama örneğin
İstanbul'un en eski fotoğraflarını çeken Robertson'ın fotoğraflarında
Ayvansaray-Halıcıoğlu Köprüsü'nü görebiliyoruz (ve bu sırada Unkapanı'nda
köprü yok).

YAVEDUD

Ayvansaray köprüsünün dibinde, fazla özelliği olmayan ahşap Abdülvedud


Camii var. Bu haliyle oldukça yeni sayılır. Ama Abdülvedud hikâyesi ilginçtir.
Bir söylentiye göre Buhara'dan müritleriyle gelip İstanbul kuşatmasına katılmış
bir ermiştir; tam karşıt söylentiye göre de, İstanbul içinde bulunup kuşatmanın
53 gün sürmesine sebep olmuştur. Koçu, akla yakın bir yorum yaparak, bu
hikâyenin, şehrin direncini bir Müslüman ermişle açıklama gayretinden
kaynaklanabileceğini söylüyor.
Bu hikâyeye göre fetihten sonra, Ayasofya'da, Terlerdirek yanında nur yüzlü
bir cesedin yattığı görülür. Ak ve Kara Şemseddin'ler ve herkes başına toplanır.
Adının Yavedud şeklinde yazılı olduğunu görürler. Gasletmeye kalkarlar ki,
"Merhum magsuldür, hemen defne-din" diyen bir seda işitilir. Tabuta koyup bir
kayığa bindirirler. Kayık yelkensiz ve küreksiz harekete geçtiği gibi soluğu
Eyüp yakınlarında alır. Bununla da bitmez: bu cevval ermişin tabutu karaya
yanaşan ka-yıktan kendi kendine hopladığı gibi orada yeni kazılmış bir mezarın
içine girip yatar. Böylece Yavedud ya da Abdülvedud kendi işini kendi görür,
cemaate yalnız toprak atmak kalır.
Biraz içeride olan bu türbe, zamanla harap hale gelince, Abdülaziz'in annesi
Pertevniyal Sultan bugün gördüğümüz türbeyi yaptırmıştır.
Yavedud'dan sura paralel olarak güneye yürüdüğümüzde, Eyüp'ün Nişancı
mahallesine yaklaşırız. Buralar yeni geçen yollarla epey değişmiş bölgelerdir.
Ama Eyüp'e dini karakterini veren tekkelerin, dini yapıların toplaştığı
mahalledir.
Daha önce surları gezerken Eğrikapı maksemine gelmiştik. Onun tam
karşısında, gene eski tanıdıklardan birinin mezarı ve mescidi var:
Çarşamba'daki Ayios İoannis kilisesinin camiye çeviren Hırami Ahmet Paşa'nın.
Ahmet Paşa, 16. yüzyıl sonu sadrazamlarından Siyavuş Paşa'nın yanında
yetişmişti. Onun yaptırdığı tekkeye, 18. yüzyılın yarısında, Uşşaki tarikatından
Cemaleddin Efendi yerleşmiş ve tarikatın İstanbul'da yayılmasını sağlamıştır.
Artık kitabın sonlarına yaklaştığımız için eski tanıdıklara daha sık rastlıyoruz.
Cemaleddin'in torunu Selâhaddin Uşşaki'nin mezarını, Zcyrek'te, Tahir Ağa
Tekkesi'nin naziresinde görmüştük.
Buradan Kırımi Çeşmesi üzerinden Eyüp'e doğru yönelince, Kırımi Hüseyin
Efendi'nin değişik ve yakın dönem türbesini görebiliriz. Yer-den yükseltilmiş
platformda on mermer sütunla, açık bir türbe. Çeşitli kadılıklarda bulunan
Hüseyin Efendi ünlü Halet Efendi'nin babasıdır.
Davutağa Caddesi'nde Davut Ağa Mescidi'ne (planı Sinan'dan kalmadır) ve
Sertarik Tekkesi'ne göz atarak sağa, Haydar Baba Sokağı'na yöneldiğimizde
burada da birkaç eski esere rastlarız: Kanuni döneminin Semerkantlı
Nakşibendi şeyhi Baba Haydar adına yapılmış mescit ve tekke ilginçtir. Az
ileride Hacı Beşir Ağa Darülhadisi görülür. Beşir Ağa Lale Devri'nin darüssaade
ağalarındandır. Yapı iyice harap durumdadır.
Buradan Balcı Yokuşu'na geçtiğimizde, gene iyice harap halde, Afife Hatun
Tekkesi'ni görürüz. Sefir Abdünnafi Bey'in annesi adına, 19. yüzyıl ortasında
kurduğu bir tekkedir.

DEFTERDAR

Geri dönüp Haydar Baba'dan yürüyerek, asıl Eyüp'e varmadan önce, kıyıda
Defterdar denilen semte gelebiliriz. "Defterdar" adı, Kanuni Süleyman devri
defterdarlarından Nazlı Mahmut Çelebi'nin burada yaptırdığı camiden kalmıştır.
Sinan'ın olduğu bilinen cami 18. yüzyılda yanıp yeniden yapıldığı için tarihi
bakımdan ilginç bir yanı kalmamıştır. Mahmut Çelebi minare külahı üstüne
pirinçten bir hokka ve kalem koydurmuştu. Caminin yanında Mahmut
Çelebi'nin açık türbesi vardır.
Eski fotoğraflarda, bu kıyının, başlayan sanayileşmeye rağmen güzel yalılar ve
saraylarla dolu olduğunu görebiliyoruz. Bunlar zamanla yandı ve 20. yüzyıla
Defterdar-Eyüp eski şanını büyük ölçüde kaybederek girdi. 1980'lerde İstanbul
Belediye Başkanı olan Bedrettin Dalan da, benim kişisel kanıma göre, Haliç
boyunca uzanan sınai yapıları kaldırmakta biraz fazla azimli davrandı. Bu
bölgede sanayinin durdurulması, pek çok pisliğin kaldırılması gerçekten gereki-
yordu ve Başkan bu bakımdan övülmeyi hak etmektedir. Gelgelelim, bir
çirkinlik bile, insanların mekânı nasıl kullandıklarını gösteren tarihi-etnografık
bir kanıttır; yerine yalnızca ot dikip park yapmak, fazla hayal gücü içermeyen
bir çözümdür. Haliç'teki fabrikalardan bazıları korunarak burası Türk
sanayileşme tarihinin açık hava müzesi haline getirilebilirdi. Bazı uygun binalar
da ufak tefek rötuşlarla -Londra'da, Camden Town ve Chalk Farm'dakiler gibi-
kültürel kurumlara, tiyatrolara vb. dönüştürülebilirdi. Nitekim Dalan yıkımın
sonuna doğru yerinde bir kararla eski Feshane binasını ve birkaç bacayı ayakta
bıraktı. Feshane-i Amire en eski Osmanlı sanayi kuruluşlarından biriydi.
Osmanlı-Türk tarihinin ilk radikal Batılılaşmacısı II. Mahmut 1826'da Yeniçeri
Ocağını ortadan kaldırmayı başarınca, yeni ordusuna serpuş yaptırmak üzere
bu fabrikayı kurdurdu. Batılılaşma, Osmanlı-Türk tarihinde, dış görünüşe,
anlaşılması bazen güçleşen bir önem kazandırmıştır. II. Mahmut, muhtemelen
Mora'da ortaya çıkan, ama Magrib ülkelerinde de kullanılan fesi Türkiye'ye
getirtti (imal edecek Tunuslu ustalarla birlik-te). O çağda yeni olan fesin
kullanılması tepki görmüş, onu bir Rum başlığı olarak gören halkın bunu
giymeye alışması zaman gerektirmişti. Yaklaşık yüz yıl sonra Mustafa Kemal
fesi yasaklayıp halkın şapka giymesini istediği zaman da aynı tepkiler bir kere
daha yaşandı. Bu sefer de fesin Türk milletinin simgesi olduğu söylendi.
Zamanla iyice genişleyen fabrika Cumhuriyet'ten sonra tabii fes değil, başka
dokuma ürünleri üretti. Bu yakınlarda yarı yıkık binası, bir kültür merkezi
olmak üzere restore edildi. Defterdar'da bu fabrika devlet yatırımının, Cibali'de
sigara fabrikası ise yabancı sermayenin Haliç boyunda iki ciddi örneğini
gösteriyor.
Yıkımlardan sonra epey tenhalaşan kıyı boyunca biraz daha ilerle-yince Cezeri
Kasım Paşa Camii'ne gelinir. Kasım Paşa da defterdarlık, sonra vezirlik
yapmıştı. Cağaloğlu meydanındaki, yakınlarda yeniden yapılan camiyi de o inşa
ettirmişti. Bu cami oldukça eski, 1515'ten, ama içindeki çiniler 18. yüzyıl
başlarında Tekfur Sarayı'nda yapılmış. Bunlardan bir pano Kabe'yi
resmetmektedir ve 1726 tarihi ile birlikte yapanın imzasını (İznikli Osman oğlu
Mehmet) taşır.
Daha ileride iki küçük, biri büyük, üç cami daha var. Küçüklerden Kızıl Mescit
1581'den, Silahi Mehmet Bey'inki ise aşağı yukarı bir yüzyıl sonrasından
kalma. Camiler sade ve iddiasız, yalnız ikincinin minaresi İstanbul'da bildiğimiz
cami minarelerinden çok farklı: altıgen ve şerefesiz.

ZAL MAHMUT PAŞA KÜLLİYESİ

Sıra sıra taş ve tuğladan inşa edilmiş büyük cami ise Zal Mahmut Paşa adını
taşıyor ve Sinan'ın eseri. Cami bir külliyenin içinde (biraz fazla) dikdörtgen ve
bir hayli yüksek bir bina. Kasnak ve kubbenin bu iri kıyım dikdörtgene oturuş
biçiminde Sinan'ın her zamanki estetiği, daha doğrusu zarafeti eksik kalmış
gibi. Gene de, Zal Mahmut Paşa Külliyesi ilginç ve görülmeye değer bir yapıdır.
Sinan'ın (ve daha sonra başka mimarların) özellikle engebeli arazide yaptıkları,
özellikle külliye karakteri taşıyan binalarda görülen o çok sevimli, cana yakın
asimetri burada da vardır.
Caminin üç yanı galerilidir. Yüksek olduğu için, dört sıra penceresi vardır.
Bunlar, iç mekânın bir hayli aydınlık olmasını sağlar. İçindeki oymalı mermer
minber, mihrabın çini bordürü orijinaldir. Son cemaat yerinde, ortada tekne
tonoz, iki yanında ikişer kubbe yer alır. Ortası şadırvanlı olan bu avlu aynı
zamanda medresedir. Buradan, kuzey tarafındaki merdivenle alt medreseye
(bu, L biçimindedir) ve paşa ile karısı, II. Selim'in kızkardeşi Şah Sultan'ın
türbesine inilir.
Zal Mahmut'un Osmanlı tarihindeki yeri pek sevimli değildir. Kanuni Süleyman,
Hürrem'in zorlamasıyla, en büyük oğlu Mustafa'yı öldürtmeye karar vermiş,
pusuya düşen Mustafa cellatlarına direnmiş, bu arada arkadan saldıran Zal
Mahmut şehzadenin direncini kırmıştı. Bu pis işin ödülü olarak paşalığa
yükseldi. Mustafa'nın ölümü, saltanat yolunu II. Selim'e açmış oldu. Onun
kızkardeşiyle evlenmesi de bunun ödülü olmalı.
Zal Mahmut Külliyesi'nin hemen arkasında, bu sefer de III. Selim'in kızkardeşi
olan bir başka Şah Sultan'ın 18. yüzyıl sonunda yaptırdığı küçük ve barok bir
külliye var; mektep, türbe, sebil ve çeşmeden oluşuyor.

Plan 16. Zal Mahmut Paşa Külliyesi.

Üç yaşındayken Bahir Mustafa ile nişanlanmış, ama bir yıl sonra paşa idam
edilmişti. Yedi yaşında Nişancı Paşa'ya nişanlandı; o da bir yıl sonra idam
edildi. Sonunda, 17 yaşında Mustafa Paşa ile evlendi-rildi (Paşa cesur adam
olmalı).
Silahi Mehmet Paşa'dan az sonra Nakkaş Hüseyin Paşa Türbesi, sonra da Kızıl
Mescit'in yanından geçerek yola devam ettiğimizde artık asıl Eyüp'e ve ona
farklı atmosferini veren türbelere geliyoruz. Az ileride, medrese, tekke ve
türbeden oluşan, haziresi de olan Cafer Paşa Külliyesi karşımıza çıkıyor.

SOKOLLU KÜLLİYESİ VE TÜRBELER

Sokollu'nun, türbesini camilerinin yanında değil de, bir medrese ile birlikte
bulundurmayı seçtiği anlaşılıyor. Cafer Paşa Külliyesi'nden sonra onun
külliyesine geliyoruz. Burada medreseden başka Kur'an okulu olan darülkurra
binası ve birçok mezar görülüyor. Binalar olsun, bahçe olsun, son derece
zevkli. Karşısında onu izleyen vezirlerden Siyavuş Paşa'nın türbesi var. Gene
Sinan elinden çıkma olan bu türbenin içi İznik'in parlak döneminin çinileriyle
kaplı. Mezarlıklarla kaplı bu küçük alanda Pertev Paşa'nın türbesi de ilginç
yapılardan. Sırayla Selim Paşa'nın, Mehmed Paşa'nın, Ferhad ve Abdurrahman
Pertev paşaların türbelerini karmakarışık mezarlar içinde görüyoruz. Buradan
sola gittiğimizde Saçlı Abdülkadir Efendi Camii, Zal Paşa Caddesi'nin devamı
olan Kalenderhane'de ise, bu caddenin adını aldığı Kalender-hane Tekkesi'ni
görüyoruz. Tekke zaman zaman yapılan eklere rağmen, temelde Lâle Devri
barokunun özelliklerini yansıtır. ilginç ve güzel bir külliyedir.
Eyüp Sultan Camii'ni sonraya bırakarak ilerisine geçelim ve Boyacı
Sokağı'ndaki ilginç yapılara bakalım. Burada bir 19. yüzyıl yapısı olan Hasan
Hüsnü Paşa Tekkesi, Kitaplık ve Türbesi'ni görüyoruz. Bu sokakta en gösterişli
yapı Mihrişah Sultan'ın külliyesi. III. Selim'in annesi olan Mihrişah'ın imareti,
İstanbul'da hâlâ yoksullara yemek veren tek imaret olarak kaldı. Ampir tarzda
yapılmış Hüsrev Paşa türbesi 1839'dan. Tunuslu Hayreddin Paşa'nın türbesi ve
çeşmesi ise daha yakın bir tarihten. Sultan ailesinden Adile Sultan, türbesinde
kocası ve kızı ile birlikte. II. Mahmut'un kızı ve -pek güzel olmasa da- şiir
yazan tek hanım sultan olan Adile Sultan'a bu kitabın başka bö-lümlerinde de
rastlayacağız. Bütün bu türbeler, imparatorluğun son döneminde Eyüp'te
gömülmenin neredeyse kural haline geldiğini gösteriyor. Gene buralardaki
Ayas Paşa açık türbesi, Mimar Sinan'ın İstanbul'da yaptığı ilk mimari eserdir.
Bunu yaptıktan sonra mi-marbaşılığa tayin edilmiştir. Denize doğru yürümeyip
sağa saptığımızda Sultan Reşat'ın zevksiz görkemli türbesini de görüyoruz.
Padişahlar arasında II. Bayezid Eyüp'te gömülmek istemiş, ama oğlu Yavuz
Selim bu isteğine kulak asmayıp kendi camisinin arkasında türbe yaptırmıştı.
Böylece, Eyüp'te yatan tek padişah, Türkiye'de ölen son padişah olan Reşat'tır.
Yolun devamında, iskeleye doğru Ebussuud İlkokulu, Kaptan Paşa Camii gibi
kendi başına ilginç binalar vardır. Bu camiye son şeklini verdiren, az önce
türbesini gördüğümüz Bozcaadalı Bahriye Nazırı Hasan Hüsnü Paşa'dır. Daha
aşağılarda ise Şair Fitnat Hanım ve Hubbi Hatun türbeleri var.

EYÜP SULTAN

Semtin başlıca anıtı Eyüp Sultan Camii'dir. Ebu Eyyûb Ensari, Haz-ret-i
Muhammet'in arkadaşı ve sancaktarıydı. 674-78 arasındaki, İstanbul'un
Araplar tarafından ilk kuşatılması sırasında ölmüş ve bura-da gömülmüştü.
Fatih Mehmet'in şehri kuşatması sırasında mezarı yeniden bulundu ve şimdiki
türbe ve cami de bu noktada yaptırıldı. Mezarın bulunmasıyla ilgili çeşitli
hikâyeler vardır. Bunlarda, Fatih'in hocalarından Akşemseddin'in de adı geçer.
Evliya Çelebi'ye göre Akşemseddin uykuya dalar, uyanınca da mezarın o
noktada olduğunu bildirir. Toprak kazılır, mezar ve içinde Eyüb'ün bozulmamış
cesedi bulunur. Bunun biraz değişik versiyonunda, Akşemseddin, düşünde
gördüğü noktaya çubuk diker. Bir nedenle çubuğun yeri değiştirildiği halde
gene orayı bulur; kazılınca mezar ortaya çıkar. Öte yandan, diki-len çubuklar
da büyüyüp şimdinin ulu ağaçları haline gelir.
Aslında bu mezarın yerini Bizanslılar biliyor, ona saygı da gösteriyorlardı. Zaten
söz konusu kuşatmanın kaldırılmasında, bu mezarın korunması, Arapların
koşulları arasındaydı. Çeşitli tarihlerde çeşitli Arap gezginleri de bunun böyle
olduğunu yazmışlardı. Gene de, Fatih ordusunun moralini yükseltmek için
böyle küçük bir oyun oynamış olabilir. Fetihten kısa bir süre sonra cami, türbe
ve külliyeyi yaptırdığı biliniyor.
Eyüb'ün adı buranın kısa sürede İstanbul'un Müslümanlar için kutsal bir yer
olmasına yetti. Osmanlı padişahları tahta geçtikleri zaman burada Osman'ın
kılıcını kuşanırlardı (Peygamber'in, Halife Ömer'in, Yavuz Selim'in kılıçları da
kullanılmıştır). Çevrede Bizans döneminde de küçük bir yerleşim olduğu
biliniyor. Bu yerleşim genişledi. Eyüp, "bilad-ı selase"den biri haline geldi. Bu
"üç şehir" ya da "belde", suriçi İstanbul'u çevreleyen Galata, Üsküdar ve
Eyüp'tür. Bunların her birinin bir "kadı"sı vardı (onun için "kaza" denirdi).
Cami 18. yüzyılda, muhtemelen Fatih Camii'nin de yıkılmasına yol açan büyük
depremde fazlasıyla hasar gördü. 19. yüzyılın başında onarımdan geçti.
Onarımı yaptıran III. Selim'di. Böylece bina özgün özelliklerini büyük ölçüde
kaybetti. Ancak, Sinan'ın Azapkapı'dakı Sokollu Camii planına epey yakındır;
bu bakımdan, dönemin öbür barok yapılarına pek benzemez. Minareleriyse, III.
Ahmet zamanından kalmadır. Külliyeden bugüne kalan, türbe dışında,
hamamın bir kısmıdır. Türbe de II. Mahmut zamanında onarımdan geçmiştir.
Os-manlı tarihinin pek çok önemli kişisi bu türbeye çok değerli avizeler,
şamdanlar, askı ve levhalar armağan etmişlerdir.
İstanbullu ya da İstanbul'u gezip görmeye gelen Müslümanlar için Eyüp başlıca
dini ziyaret merkezidir. Erkek çocukların sünnet öncesinde buraya getirilmesi
başlıca geleneklerdendir, ama zorlu bir maça çıkacak bir futbol takımının
oyuncularından şifa arayanlara kadar herkes buraya gelir. Bu bakımdan, her
zaman, şehrin en kalabalık yerlerinden biridir. Cami ve çevresi hıncahınç dolu
olur.

"LADİNİ" EYÜP

Bütün dini önemine rağmen Eyüp semti gayrimüslimlerin de otur-duğu bir


semtti; Bulgarlar, Ermeniler de yaşamış, özellikle Bulgarlar bahçecilik ve
mandıracılık yapmışlardı. Bu mandıralar nedeniyle eskiden Eyüp kaymağı da
ünlüydü. Gene çok ünlü olan Eyüp kebapçılarının dükkânlarının sıralandığı çarşı
içinde kaymakçı dükkânları da vardı. İstanbul'un çeşitli semtlerinde güvenlik
güçleriyle köşe kapmaca oynayan fuhuş erbabı da bir aralık kapağı Eyüp'e
atmış, bu kaymakçı dükkânları da buluşma yeri haline gelmişti. Çeşitli
zamanlarda kadılar, hatta padişahlar, bu buluşma yerlerine karşı harekete
geçmişlerdir. Kebapçılar, kaymakçılar, 1950'lere gelinceye kadar ortadan
kalktı.
Eyüp oyuncakları biraz daha devam edebildi. Daha Evliya Çelebi zamanında
burada 100 kadar oyuncakçı dükkânı vardı ve oyuncak imalathaneleri de
çevrede toplanmıştı. Her türlü düdük, davul, tahta araba, beşik, topaç,
hacıyatmaz burada yapılır, bütün ülkeye buradan dağılırdı. Ama günümüzün
yeni oyuncakları karşısında bunların bir çekiciliği kalmadığı için Eyüp
oyuncakçılığı da bir süre önce sona erdi.

MEZARLIKLAR

Eyüp Sultan Camii'nden ileriye ve yukarıya gidince, mezarlıklara dalarız. Bu


tepenin sonunda, Pierre Loti'nin gittiğine inanıldığı için onun adıyla anılan, bir
hayli turistikleşmiş kahve vardır. Çevre sırtlar, Halic'in bu yöresi, bölümün
başında andığım sanayileşme tarzından ötürü çekiciliğini iyice kaybetmiş
durumda, gene de, Halic'in ağzına doğru bakıldığında buradan iyi bir İstanbul
manzarası seyretmek mümkün.
Kahvenin ilerisinde, ayrıca, Karyağdı ve Kaşgari tekkeleri vardır. Her kültürün
bir "ölüm alt-kültürü" olur. İslam, hayatla ölümü birbirinden fazla ayırmamaya
çalışan bir görüş ve anlayış geliştirmiştir. "Bugün buradayız, yarın yokuz,"
tavandadır. Ölen insan, toprağa, yani başlangıca döner. Tabut, bu dönüşü
güçleştirmeyecek şekilde, oldukça derme çatma yapılır ve mezara konduktan
sonra aralık bırakılır. Hıristiyanlığın bahçe gibi, çok bakımlı mezarlık anlayışı
(ve bütün o muhkem tabutlar) İslam'da yoktur. Geleneksel mezarlıklarda,
taşa, ölenin, hayatta giydiği başlık türü oyulurdu. Ölümle ilgili, bundan başka
bir süs, dekorasyon bulunamazdı. Bugünlerde bazı me-zarlıklarda görülen,
büyük, ev gibi, mermer mezarlar Batı etkisinin ürünüdür.
Greko-Latin kültüründe mezarlık, nekropolis, şehir dışında olurdu.
Yerleşikleşirken Türkler de bu geleneği benimsediler. Şehir içinde, ancak cami
hazireleri ya da varlıkları bazı rastlantılara dayanan tek tük küçük mezarlıklar
görünür. Ama büyük mezarlıklar sur dışındadır -ya da, Anadolu yakasındaki
Karacaahmet gibi, bir zamanlar şehir dışı sayılan yerlerde.
Az önce uğradığımız Karyağdı Bayırı'nda bir "Cellat Mezarlığı" vardı. Bu
sevimsiz mesleği icra edenlerle aynı yerde gömülmek, belli ki, İstanbul halkına
sevimli görünmemiş. Bu mezarlığın önemli bir özelliği de taşlarının yazısız
olmasıdır.
Mezarlıkta en sık rastlanan ağaç servidir. Bunu Türkler başkalarından almış
olabilirler, ama zamanla servi Türk mezarlığının tanımlayıcı özelliği haline geldi.
Ağaçların dalları, yapraklan ne kadar yayvan olursa, toprak altında kökleri de o
kadar yayılır. İnce uzun servi bu bakımdan uygun görülmüş olmalı; kökleri
derine doğru inip mezarları bozmaz diye. Yahudiler gibi hiç ağaçsız mezar da
Türkler'e kasvetli gelmiş olmalı; böyle formüle edilmiş bir inanç olmamakla
birlikte, ağaçların toprağa soluk aldırdığı, bunun da ölülere hava aldırdığı
yolunda bilinçaltı bir eğilimin sonucu olabilir bu.
Ama sonuçta Türk mezarlığı bakımsız, karma karışık bir yerdir. Taşlar üst üste
devrilmiştir, dar geçitleri ot bürümüştür. Bu hava, me-zarlığın her türlüsünün
zorunlu olarak akla getirdiği ölüm kavramına bir doğallık kazandırır. Ayrıca,
vaktiyle şehir dışında yapılmış olsa bile, yaşanan hayatla iç içedir mezarlıklar.
Eski fotoğraflarda olduğu gibi şimdi de, ağaçtan ağaca bağlanmış çamaşır ipleri
bile görebilirsiniz. Bütün bunlar, hayatla ölümü ayıran çizginin, bireysel hayatta
olmasa da, genel kültürde epey belirsiz olduğunu vurgular.

SUR DIŞI MARMARA KIYILARI


SUR DIŞI MARMARA KIYILARI

Yüzyıllar boyunca, sur dışına çıkıldıktan sonra, Silivri ve Tekirdağ yönünde


sıralanan çeşitli köy ve yerleşimlerin İstanbul'la herhangi bir ilişkisi olduğu
düşünülmemişti. Örneğin Bakırköy'ün İstanbul'un bir parçası olması söz
konusu değildi. İstanbul her zaman göç alan bir şehir olup buda yerleşik
düzende sorun yarattığı için, şehre giriş denetim altında tutulurdu. Trakya
tarafında Küçükçekmece Gölü ve üstündeki köprü böyle bir denetleme
noktasıydı. Bostancılar burada bekler, gelenleri durdurup nereye gittiklerini
sorar, İstanbul'a gelenlerin kâğıtlarını gözden geçirirlerdi. Şehre yerleşmek için
gelenlerin hem geldikleri yerin otoritelerinden izin almaları, hem de İstanbul'da
kendilerine kefil bulmaları gerekiyordu.
Bu yüzyılda durum değişmeye başladı: İstanbul her yöne olduğu gibi bu yöne
doğru da büyüdü. Süreç gittikçe artan bir ivmeyle gelişti ve sonunda
Küçükçekmece de şehrin biraz uzakça bir mahallesi haline geldi. Karayoluyla
birlikte 1950'lerde çalışmaya başlayan banliyö treni de bu bütünleşmeyi
hızlandırdı. Şimdi, sur dışından başlayarak, kıyı boyunca uzanan semtlere
hızlıca göz atalım.

KAZLIÇEŞME

Kazlıçeşme eskiden "nefes kesen" bir yerdi. Güzelliğinden değil, kokusundan.


Çünkü çok eski zamanlardan beri şehrin ana mezbahası burada kurulmuş, deri
işleyen debbağ esnafı da, derinin ana kaynağına yakın olan bu bölgeye
yerleşmişlerdi. Türkçe'de yerleşmiş, "tabakha-ne"ye yetiştirilen nesne ile ilgili
deyim, bu gibi yerlerin kokusu hakkında fikir verir. Kazlıçeşme'deki
debbağhane hakkında olsun, kokusu hakkında olsun, Evliya Çelebi de,
günümüze kadar gelen durumu bilenler için aşina sözler söyler: "Amma bu
kasabanın bed kokusuna alışamayanlar bir an dursa helak olur. Fakat ehalisine
o bed rayiha misk ü amber kokarmış."
Bu yakınlarda, Kazlıçeşme'nin dericileri, epey itiş kakışla, Anadolu yakasında
uzakça yerlere yerleştirildi. Eski tabakhaneler yıkıldı ve burada yeşil bir alan
açıldı. Bundan sonra ne planlandığını bilmiyo-rum.
İşlenmiş, ceket, yağmurluk vb. haline gelmiş deri, özellikle İstan-bul'da bavul
ticareti yapan Doğu Avrupa turistlerinin iştahını açıyordu. Ama o hale henüz
gelmemiş ham deri bir hayli iri kıyım oldukları anlatılan sıçanların iştahını
kabartmaktaydı. Deri imalathanelerinin kapatılmasıyla bu sıçanların şehre
dağılacağı tehlikesi ciddiyetle tartışıldı. Herhalde geçerli bir çözüm bulundu ki
"Kazlıçeşme'nin Kavalcısı" tarzında efsaneler doğmadan olay kapandı.
Evliya Çelebi, semtin adının kaynağını da betimler: "Bu kasabada bir çeşmenin
kemeri altında dört köşeli bir beyaz mermer üzerinde üstadı mermer bir kaz
tasvir etmiştir ki o çeşme Kazlıçeşme diye ma-ruftur".
Eskiden beri mahallenin merkezinde duran bu çeşme yıkımdan sonra, çevresi
açılmış olarak, hâlâ orada duruyor. İnandırıcı olmasa da güzel bir hikâyesi var:
İstanbul kuşatması sırasında su sıkıntısı başla-mış (İstanbul'da su sıkıntısının
sonu yoktur zaten); sakabaşı, uçuşan kazlar görünce, "Bunların konduğu yeri
bulun, orada su vardır", de-miş. Sahiden de, kazların konduğu yerde su
bulmuş ve oraya bu çeş-meyi yapmışlar.
Aslında, kaz kabartmalı çeşmenin tarihi çok daha yeni: 1557'de Mehmet
adında biri yaptırmış. Kazlıçeşme zaten sulak bir yer; bütün salhane ve
tabakhane işlerini yapmak için bu yeri seçmelerinde de su bolluğunun payı
olmalı. Suya ilişkin bir de Hıristiyan (Rum) efsanesi var. Yaşlı bir Rum kadın
hastalanıyor, üç gece üst üste aynı rüyayı görüyor. Rüyasında melek gibi güzel
bir kadın ona Kazlıçeşme'ye gidip yıkanmasını söylüyor. Kadın gidiyor, bir
bostandan ona verdikleri suyla yıkanıyor (masalların gerçekçiliği böyledir:
hikâyeden, burada bostan kuyuları olduğunu anlıyoruz, yani sulaklık
vurgulanıyor). O gece, dördüncü rüyada, aynı kadın, Ayia Paraskevi olduğunu
açıklıyor ve kaynayan suyla yıkanmasını salık veriyor. Böylece, bu tip
masallarda olması gereken her şey oluyor: Pınar bulunup ayazma kuruluyor,
hasta iyileşiyor vb. Bu da, orada hâlâ duran Ayia Paraskevi Kilise ve
Ayazmasının hikâyesi.
Deri imalathaneleri kalktıktan sonra, açıklıkta, bazı tarihi ve yarı tarihi yapılar
kaldı. Fatih zamanından olduğu söylenen caminin, örneğin, minare
pabucundan başka eski yeri yok. Buna karşılık yarı yıkık Kazlıçeşme Hamamı
daha eski bir bina. Yedi Şehitler Kabristanı, birçok benzerleri gibi, II. Mahmut
zamanında bulunup onarılmış. Derya Ali Baba Türbesi, Kasaplar Mescidi,
Perişan Baba Tekkesi kalan birkaç eski yapının görece ilginç olanları.

ZEYTİNBURNU

Kazlıçeşme'den sonra İstanbul'un en eski sanayi ve gecekondu bölgelerinden


Zeytinburnu'na geliriz.
Zeytinburnu 1949'da sanayi bölgesi olarak seçilmişti. O zamanın
İstanbul'unda, burasının şehre çok yakın olduğu düşünülmemişti. 1950'lerde
kararın sonuçları görüldü ve hızlı gecekondulaşma başladı. Bunu takviye eden
olaylar da oldu: Balkanlar'dan o yıllarda gelen göçmenlerin ve Aksaray
istimlâkinde evlerini kaybedenlerin buraya yerleşmesi gibi. Bu gelişme sonunda
Zeytinburnu 1957'de ilçe yapıldı.
Eski İstanbul'da mezarlıklar sur dışında yoğunlaşıyordu. Zeytinburnu da
1950'lere kadar böyle bir bölgeydi. 1950'den sonra denize yakın kısımları
gecekondulaştı; daha kuzeydeki mezarlıkların çoğu nasılsa kalabildi. Bu kitabın
"Surlar" bölümünde uğradığımız Balıklı gibi semtler ve mezarlıklar aslında
Zeytinburnu İlçesi'nin sınırları içindedir. Gene o bölgede Balıklı Rum Hastanesi
ile Yedikule Ermeni Hastanesi vardır.
Zeytinburnu dolayısıyla "gecekondu" olgusu üstüne kısaca birkaç şey
söylenebilir.
Bu konut tipinin adı, Türkiye yasalarının bazı özelliklerini yansıtıyor: Çatısı
konmuş bir evi yıkmanın prosedürü daha güç. Dolayısıyla adam gelip bir
gecede çatıyı konduracak biçimde evini yapıyor, geri kalanını sonra bitiriyor.
Deyim çok sevimli ve Türkiye'nin havasına uygun. Ama gerçekliği tam
yansıtmıyor. Kırdan kente göç bu ülkede 1950'lerde hızlandı. Bu tarih,
sanayileşmiş ülkelere göre geçtir, ama başka birçok Üçüncü Dünya ülkesinde
aynı yıllarda çok benzer gelişmeler görülmüştür. İkinci Dünya Savaşı'ndan
sonra sanayileşme ideolojisi ve pratiği yaygınlaştı. Türkiye'de de kentleşme bu
yıllarda başladı ve hızlanarak devam etti. Ge-cekondulaşma, bu kentleşmenin
biçimini oluşturdu ve en büyük pay, doğal olarak, İstanbul'a düştü.
"Gecekondu" deyimi, karanlıkta, görünmemeye çalışarak kendine ev yapan
adamı (aileyi) anlatıyor. Bu durum gerçeğe çok aykırı değil, nitekim hâlâ
"gecekondu" yıkımları oluyor, gecekondu halkıyla yıkıma gelenler arasında
arbede çıkıyor. Ama bu "kanunsuzluk", temelde, devletin ve başka yetkililerin
göz yumduğu ve göz yummak zorunda olduğu bir kanunsuzluktur. Çünkü
zaten bütün sistem bu insanları kırdaki yerlerini bırakıp buralara göçmeye
itmektedir. Yöne-timin (merkezi ya da yerel), gelen bu insanlara konut
sağlaması gerekmektedir. Bu yapılmamakta ve insanlar bildiklerine,
imkânlarına göre kendi evlerini kendileri inşa etmektedir. Onun için de, art
arda çıkarılan -çeşitli yasalarla, çoğu hazineye ait topraklar üstüne yapılmış
gecekondular yasallaştırılmıştır.
İlk gecekondular ilginç ve sevimliydiler. Ekonomik rasyonaliteye ne dereceye
uydukları tartışmalıdır. Başka pek çok biçimde kullanıla-bilecek geniş arazileri
kaplıyorlardı (ama daha üst sınıfların eseri olan yeni "yazlık siteler" de benzer
bir şeyi değişik bir alanda yapıyor). Ancak, "ekonomik rasyonalite"ye uygun
olduğu kanısıyla yapılmış başka konut tiplerine oranla, insani kullanıma daha
uygundular. Geniş ve boş arazilerde kuruldukları için, Batı ülkelerinde "sosyal
konut" adıyla dikilen ve içlerinde yaşayanların bütün "sosyal" eğilimlerini yok
eden kuleler gibi dikine uzamaları gerekmemişti. Büyük çoğunluğunun
bahçeleri vardı. İlginç bir özellikleri de değişkenlikleriydi. Yukarıda değindiğim
zor koşullarda yapılıyorlardı ve bu aşamada sorun eve benzer bir şeyi en kısa
zamanda ortaya çıkarmak olduğu için başlangıçta oldukça entipüften, uyduruk
binalar görünüyordu. Ama bu ilk güçlükler atlatılıp az çok bir güven duygusu
gelince, evi geniş-letmeye, geliştirmeye başlıyorlardı. Bu durum bu konut
tipine organik bir özellik veriyordu: zaman içinde, imkân ve ihtiyaçlara göre,
büyüyen ve gelişen bir bina!
Uzak ve yabancı bir otoritenin belirli bir hesaba göre yaptırdığı konutlara
edilgin bir biçimde yerleşmekten farklı bir psikoloji yaratmış olmalıdır bu özgül
koşullar. "Şehirlileşme"yi aynı anda hem geciktir-miş, hem de şokunu görece
hafifletmiş olmalıdır.
Yeni yerleşimlerin çoğunda hemşerilik ilkesi etkili oldu, bir gecekondu
bölgesine Anadolu'nun belirli bir yerinden gelen insanlar birbirlerinden teşvik
ve destek görerek yerleştiler; bu da, modern şehrin başlıca özelliklerinden biri
olan anonim bireyler topluluğundan farklı bir yapı üretti. Bu yapıda kırsal
alışkanlıklar daha uzun yaşama fırsatı buldu.
Öte yandan, yeni yerleşim bölgelerine yerel yönetimin olmazsa olmaz "kent"
hizmetlerini getirmesi de hayli uzun zaman aldı. Yol, su, kanalizasyon gibi
kolaylıklar alabildiğine gecikti. Yıllarca, gecekon-dulular, örneğin çeşmelerden
su doldurup kovalarla evlerine taşıdılar. Türkiye'de demokrasinin bütün
aksaklıklarına rağmen, gene de seçim mekanizması, uzun vadede, bu bölgelere
bazı altyapı hizmetlerinin ulaşmasını sağladı. Kalabalıklar buralarda
toplanıyordu artık ve oy almak için hizmet vermek gerekiyordu.
Bu anlattıklarım İstanbul'da ve Türkiye'de "gecekondulaşma" dediğimiz sürecin
"klasik" sayılması gereken erken aşaması için geçerli. Bireysel zamanda
olmasa da, toplumsal zamanda "kısa" olduğunu söyleyebileceğimiz bir sürede
bu yapılanma da değişti.
Artan nüfus ve bu nüfusun başta İstanbul, büyük şehirlere göçü şehirlerde
toprak rantını olağanüstü derecelerde artırdı. Böyle olunca, toprak üstüne
spekülasyon olabildiğine yoğunlaştı. Bütün bu toplumsal kargaşa içinde bunun
"Mafioso" nitelikler edinmemesi mümkün değildi. Özelliklerini betimlemeye
çalıştığım gecekondu alanlarının üzerinden yeni buldozerler geçti.
Gecekondularının tapularını elde edenler bunları kat karşılığında yeni türeyen
müteahhitlere sattılar ve betonarme, kötü yapılmış, çirkin bloklar şehri
çepeçevre kuşattı. Varolan gecekondu bölgelerinin dışında yeni betonarme
kuşaklar inşa edildi. Bu sefer hazine toprağını işgal edenler, bireysel göçmenler
değil, çoğu zaman yerel otoritelerle rüşvet gibi yöntemlerle işbirliği içinde
çalışan yeni spekülatörlerdi.
Bu yeni apartmanlaşmanın yabancılaştırıcı etkileri de daha yoğun oldu.
Hemşerilik ilişkileri dağıldı veya daha lokalize oldu. Atomizasyon dolayısıyla
arttı. Nüfus artışının sürekli baskısı, en yalın ihtiyaçlarla sınırlı bir dünya
yarattı. Hayatta nitelik arayışı asgariye indi; estetik kaygısı toptan yok oldu.
Yeni yerleşimlerde toplumsal-laşmayı teşvik edecek mekân hiç düşünülmedi.
Birçok insan para kazandı. Aslan payını spekülatörler kazanmakla birlikte, ilk
gecekondu yaptıranlar da nasiplerini aldı. Sonuçta İstanbul şehri çok şey
kaybetti.

BAKIRKÖY

Bizans döneminde bugün Bakırköy'ün bulunduğu alandan, Batı'ya doğru


uzanan yol, Via Egnatia geçiyordu ve bu bölgede Hebdomon denilen
(Latince'de "Septimum": ikisi de 7 rakamından geliyor) yerleşim kurulmuştu.
Yol üstü konaklama yerlerinden olduğu için imparatorluk eliyle burada
saraylar, bahçeler yapılmış ve oldukça görkemli bir şekilde düzenlenmişti. İç
taraftaki, Fildamı adıyla bilinen Bizans açık sarnıcı da bu kompleksin su
ihtiyacını karşılamak üzere yapılmıştı. Osmanlı zamanında burada saraya ait
fillerin barındırıldığı düşünülüyor. Dikdörtgen, 127'ye 76 m boyutlarında, duvar
kalınlığı 4 m olan, taş ve tuğladan yapılma ilginç bir binadır burası. Sonuncusu
1204 Latin işgali olmak üzere, çeşitli İstanbul kuşatmalarında Hebdomon
yağmalanıp yıkılıp onarıldı. Latin işgalinden sonra eski debdebe
canlandırılamadığı için hayatına mütevazı bir balıkçı ve bostan köyü olarak
devam etti. "Bakırköy" adının kökeni olan Makro Hori ("Uzun Köy" ya da "Uzak
Köy" anlamında "Makri Hori") adını o zamanlar edindiği sanılıyor.
Fetihten sonra Türkler bu "uzak köy"e pek fazla yerleşmediler. Bölgedeki en
eski bina Çarşı Camii'nin 1601 ya da 1655'te Kocamustafapaşalı Derviş Ahmet
Efendi tarafından yaptırıldığı ve bunun Türkler'in buraya yerleşmesinin
başlangıcı olduğu söylenir. Gerek cami, gerekse ona yakın zamanda inşa edilen
hamam sonraki onarımlarla karakterlerini kaybetmişlerdir.
Bakırköy'ün bundan sonraki canlanması, II. Mahmut'un burada (Ataköy'de) bir
baruthane yaptırmasının sonucudur. Bu aynı zamanda Ermeniler'in Bakırköy'e
yerleşmelerinin başlangıcıdır. Çünkü II. Mahmut baruthane inşaatı işini
Hovhannes Dadyan'a vermiş, o da getirdiği Ermeni ustalarla bu işe sıvanmıştı.
Rumlar başından beri burada bulunmakla birlikte, 19. yüzyılın başlarında
İstanbul'dan ve başka yerlerden birçok Rum aile gelip Bakırköy'e yerleşti.
Şimdi ilçenin ana caddelerinden birinde, aşağı yukarı karşı karşıya duran Aya
Yorgi ve Surp Asdvadzadzin Rum ve Ermeni kiliseleri geçen yüzyılın ortalarında
yapılmıştır. Ayrıca, Yenimahalle'ye doğru bir İtalyan Katolik kilisesi ile Rum
mezarlığında Analipsis Kilisesi vardır.
II. Abdülhamit döneminde Bakırköy yeniden parladı. Yüzyıl başına az kala
birçok bey ve paşa burada sayfiye evleri, köşk ve konaklar yaptırdılar. Bu
dönemde çeşitli park ve bahçeler, gazinolar, eğlence yerleri açıldı. Bakırköy'de
hayat canlandı ve renklendi.
Müslüman halk "Makriköy" adını Türkleştirerek "Bakırköy" diye telaffuz etmeye
başlamıştı. 1925'te İstanbul'da yer adları Türkçeleştiri-lirken bu ad resmi hale
getirildi. 1950'lerde Bakırköy hâlâ nüfusu yirmi bini bulmayan, küçük, kendi
halinde bir ilçeydi, ama bundan sonra büyük bir hızla büyüdü ve dolayısıyla
değişti. Köyün kendisi İstanbul'un her yeri gibi yoğun bir şekilde
apartmanlaşırken Londra Asfaltı'nın kuzeyinde kalan taraflarında da bir yığın
gecekondu bölgesi kuruldu. Bunlar idari olarak Bakırköy'e bağlanınca,
İstanbul'un bir ilçesi olan Bakırköy, nüfusuyla, Türkiye'nin dördüncü büyük
şehri haline geldi. Son dönemde bu bölgelerin çoğu özerkleşti ve Bakırköy
yeniden küçülmüş oldu.
Semtin ilginç ziyaret yerlerinden biri Zuhurat Baba Türbesi'ydi. Birçok benzeri
gibi biri bu ermişin mezarını rüyada görmüş ve orası kazılınca içinde
bozulmadan yatan ceset bulunmuş vb. Böylece, yeni mezar yapılmış. Bunun,
taşında demir karışık olduğu için niyet tutan-lar oraya madeni para bastırır,
para düşmezse niyetin çıkacağına işaret olur.
Zuhurat Baba türbesinden ileride devasa Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları
Hastanesi vardır. Burası Enver Paşa tarafından, Reşadiye adıyla, kışla olarak
yaptırılmıştı.

ATAKÖY

II. Mahmut, Barutçubaşı Hovhannes Dadyan'a yeni baruthaneyi bu alanda


yaptırtmıştı; onun için bölge, Ataköy, ortaya çıkıncaya kadar bu adla anılırdı.
İstanbul'un fethinden sonra şehir içi sayılacak yerlerde, örneğin Ayasofya
karşısında, Unkapanı'nda baruthaneler açılmıştı. Bir zaman sonra kaçınılmaz
kazalar başladı. Yangından, kıvılcımdan, yıldırımdan patlamalar başlayınca
baruthaneler şehir dışına, uzaklara taşındı. Örneğin Florya'da İskender Çelebi
Bahçesi'nde bir tane kuruldu. II. Mahmut da şimdiki Ataköy'ü seçerken
yeterince uzak bir yer bulmuş oluyordu. Ama zamanla bütün Türkiye İstanbul'a
akınca İstanbul da dışarı yayılmaya başladı ve "uzaklık" kavramı, sözgelişi
Tekirdağ öncesi geçerliliğini kaybetti.
Ataköy Türkiye'nin ilk "modern" sitelerindendir. 1950'lerde, 60.000 nüfuslu bir
yerleşim olarak planlanmış ve Emlak Kredi Bankası tarafından yapımına
başlanmıştı. Birkaç tip (A tipi, B tipi v.b.) yüksek apartmanlardan oluşuyordu.
Aynı banka daha önce de Levent'te bahçe içinde konutlarla yeni bir mahalle
kurmuştu. Ataköy buna göre daha "modernist" bir projedir.
Uzunca bir süredir Bakırköy ve Ataköy oldukça kendi başına gelişen bölgeler
oldular. Yakınlarda yapılan Galleria gibi büyük alışveriş merkezleri, marina ve
kıyı düzenlemesiyle canlanan "turistik" bölge, sayıları hızla artan lokanta ve
eğlence yerleriyle, yeni ve kendine özgü bir şehir artık burası. Kıyıda,
İstanbul'un çeşitli et lokantalarının öncülerinden olan ve güzel eski bir evde
çalışan Gelik Lokantası var.

YEŞİLKÖY

Eski Rum köyü Ayastefanos, 1925'teki Türkçeleştirme sürecinde "Yeşilköy"


oldu. Ama bu süreç olmasa da, başı sıkıntılı anılarla yüklü olduğu için, herhalde
değişecekti adı. 93 Harbi'nde Rus ordusu buraya kadar dayanmış, ateşkes
anlaşması (ki Osmanlılar açısından çok ağır maddelerle doluydu) burada
imzalanmış, Ruslar da bunu anmak üzere buraya bir kocaman anıt dikerek
gitmişlerdi. İttihat ve Terakki iktidarında bu anıt gayriresmi biçimde hükümetin
denetimi dışında havası verilerek, dinamitle yıkıldı. İlk Türk sinema çekimi de,
bu olayın Fuat Uzkınay tarafından filme alınması olmuştu.
Yeşilköy, Cumhuriyet döneminde İstanbul havaalanı için en uygun yer seçildi.
Alanın yapımına 1930'da girişildi ve İstanbul-Ankara se-ferleri 1938'lerde
başladı. O zamanlar "İncirli" de denilen Londra Asfaltı da bu sıralarda,
havaalanını şehre bağlamak üzere, aşağı yukarı eski Via Egnatia güzergâhında
inşa edilmişti. Ama 1960'ların başında bile, bu "asfalt" üzerindeki, tek araba
geçecek genişlikte köprünün başında eli bayraklı bir adam durur ve eskaza iki
araba yaklaşacak olursa birini durdurup öbürüne yol verirdi.
Havaalanı belki, ya da bir tür zevke göre, Yeşilköy için hayırlı oldu, çünkü o
nedenle burada yüksek bina yapılması yasaklandı ve her ne kadar
apartmanlaşma tutkusu bütünüyle önlenemese bile, değişim başka yerlerdeki
kadar toptan olmadı. Yeşilköy'de hâlâ sevimli ahşaplar köşkler, evler, yeşil
alanlar var.
Gene çeşitli cemaatlerin bir arada yaşadığı bir semt olan Yeşilköy'de Rum
Ortodoks ve Ermeni Gregoryen kiliselerinin (ve okullarının) yanısıra büyük bir
Latin Katolik kilisesi de vardır. Köyün özgün adından ötürü Rum kilisesinin adı
Ayios Stefanos Ermeni kilisesininki de Surp İstepanos'tur. Yeşil Zeytin
Sokağı'nda girişi olan Latin mezarlığının yazıtında Hovhannes Bogos Dadyan'a
teşekkür edilmektedir. İstanbul'un çok güzel gravürlerini yapan İtalyan (daha
doğrusu, Maltalı) ressam Preziosi de burada gömülüdür, ama mezarı adamakıllı
bakımsızdır. Yeşilköy'ün başlıca camisi de Bezmiâlem adını taşır.
Yakın zamanlara kadar Yeşilköy'de kalan azınlıklar, akşamları masaları
evlerinin önündeki kaldırımlara taşır, akordeon ve başka ens-trümanlar çalar,
şarkı ve türkülerle yaz akşamlarının tadını çıkarırlardı. Şimdi buradaki
"Bulgar"ın, "Kaptan"ın meyhaneleri, kıyıda İstanbul'un en iyi balıkçı
lokantalarından Hasan ve ötekiler bu keyif geleneğini az çok sürdürmeye
çalışıyor.

FLORYA
Bizans dönemindeki Hebdomon, Yeşilköy'ün batısına düşen Florya'ya kadar
uzanıyordu. Hebdomon'dan, daha önce değinilen Fildamı dışında hiçbir kalıntı
bugünlere gelmedi. Kanuni döneminde Başdefterdar İskender Çelebi Florya'da
bir köşk yaptırmış ve bahçe düzenlemiştir. İskender Çelebi Arnavut olduğu ve
Florina'dan geldiği için bölgeye bu adın verildiği düşünülür. İskender Çelebi
İbrahim Paşa ile ters düşünce Kanuni tarafından idam ettirildi.
Bununla ilgili bir efsaneyi Koçu aktarır. İdamdan epey sonra Kanuni avdayken
dehşetli bir yağmura yakalanıp Çelebi'nin artık boş duran köşküne sığınıyor.
Köşkün çevresine 74 yıldırım düşüyor. Selde boğulma tehlikesi de baş
göstermişken bir içoğlanı padişahı sırtında taşıyarak kurtarıyor.
Kanuni, Çelebi'yi haksız yere idam ettirdiğini düşünerek üzülüyor, bu afeti de
kendisi için işaret sayıyor. Nitekim, iki yıl sonra, 74 yaşında Zigetvar'da ölüyor.
Lale Devri'nde Nevşehirli İbrahim Paşa'nın İskender Çelebi'den kalan köşkü
yenilediği söylenir. Böyle de olsa, köşk, Patrona isyanında yeniden yıkılmıştır.
II. Mahmut zamanında yapılan baruthaneye rağmen Florya ve yakınındaki Rum
köyü Kalitarya (şimdiki Şenlikköy) ücra ve pek fazla uğranmayan yerler olarak
kaldılar. Cumhuriyet döneminde Atatürk'ün Florya ile ilgilenmesi buranın
yıldızını yeniden parlattı. 1936'da, Vedat Bey'in atölyesinden yetişen mimar
Seyfı Arkan buradaki Cumhurbaşkanlığı köşkünü inşa etti. Bu modernist ve
rasyonalist yapının Türkiye mimarlık tarihinde bir yeri vardır.
Böylece Florya sevilen bir sayfiye yeri haline geldi. İstanbul'un her köşesinde
herkesin bir nostaljik anısı vardır. Ben de Florya'da, tren istasyonunun
yanında, Yahya'nın lokantasını hatırlıyorum. Asma yaprağı içinde sardalye
ızgarasını herkes bilir; Yahya, sardalyeleri başka malzemelerle asma yaprağına
sarıp fırında pişiriyordu. Sonra lokantası ortadan kalkıverdi. Bunun hikâyesini
Koçu da ansiklopedisine almış. Lokanta yerinin Devlet Demir Yolları idaresi
müdürlerine dinlenme yeri olmak üzere alındığı anlaşılıyor. Yahya Baydar da
1966'da şunları söylüyor: "71 yaşımdayım. Avusturyalı olan zevcem Krezantia
da 78 yaşındadır. Otuz altı yıldan beri burada Atatürk'e, İnönü'ye, Celal
Bayar'a, Menderes'e, devir devir, Şükrü Saraçoğlu, Ali Çetinkaya, Kılıç Ali,
Yunus Nadi, Yahya Kemal ve şu anda isimlerini hemen hatırlayamadığım
yüzlerce tanınmış kişiye hizmet ettik... Yaşlandık, buradan çıkarılmak değil,
kaç senelik ömrümüz kaldı, bizim burada ölmek hakkımızdır. Çalıştıktan sonra
nerede olsa yine bir güzel lokanta açıp işletebiliriz, ama buraya hatıra-larla
bağlıyız... Biz faniyiz, bir gün elbet göçüp gideceğiz, burasının bizden sonra
yaşatılması düşünülecek iken müdür evleri yapılmak üzere bize tahliye davası
açılıyor." Davayı, her zaman olduğu gibi, müdürler kazandı.

GALATA VE PERA
GALATA VE PERA

Pera, Yunanca "karşı yaka" veya "öte" anlamına gelir. Buradaki yerleşim
Bizans'ın bir parçasıydı ve Bizans da şimdiki Paris gibi birtakım
"arrondisement"lara bölünmüş olduğundan, Galata ("karşı yaka" o zaman
yalnızca bu bölümdü) Konstantinopolis'in XIII. mahallesiydi. Buranın bilinen ilk
adı, incirlik anlamına gelen "Sykai"dir. Galata'nın etimolojisi ise hâlâ
çözülmemiştir. "Süt" anlamını veren "Galaktos"tan geldiğini düşünenler var.
Bizans'ın bir mahallesi olmakla birlikte (burada kiliseler, hamamlar, bir forum
ve İustinianos'un yaptırdığı bir tiyatro olduğu söyleniyor), tarihi önemini bir
Ceneviz kolonisi olarak kazandı. Bu bakımdan "Pera" adının simgesel bir önemi
ve anlamı vardır; çünkü Pera, tarihi boyunca, İstanbul'da, tam da İstanbullu
olmayan bir şeyi, ya da şeyleri temsil etmiştir. Daha önce değindiğim gibi,
İstanbul'un coğrafi konumu ona Doğu ve Batı Akdeniz arasında bir geçiş yeri
olmak gibi bir alınyazısı kazandırmıştı. İşte bu Batı Akdeniz'in İstanbul'da
ayağını bastığı yer Galata ve Pera idi. Bu bakımdan, yalnız Halic'in "karşı
yaka"sı değil, sanki bütün bu kültürel dünyanın "öte"si anlamına geliyordu.
Şehir Osmanlıların eline geçtikten sonra da bu durum değişmedi. Osmanlılar
sur içindeki birkaç Latin-Katolik kilisesini "karşı yaka"ya gönderdiler. Batı'daki
devletlerle (önce Batı Akdeniz, sonra Atlantik ve Kuzey ülkeleri) diplomatik
ilişkiler geliştikçe, o devletlere Pera'da toprak bağışlandı, onlar da elçilik
binalarını buralarda inşa ettiler. Zamanla bu elçilikler çevresinde küçük
koloniler gelişti: ticaretle uğraşanlar, dini kurumlar, eğitim kurumları vb...
Derken Batı'da sanayi devriminin patlamasıyla birlikte, dünyada Batı'nın
belirleyici rolü görülmedik derecede arttı, güçler dengesi de Batı lehine aynı
ölçüde değişti. Hayatın standardını ve biçimlerini artık Batı ka-rarlaştırıyordu.
Dolayısıyla, 19. yüzyıldan başlayarak, Pera, Osmanlı devletinin büyük "gümrük
kapısı" haline geldi. Yalnızca malların geldiği gümrük değil (bu da vardı tabii),
öbür anlamıyla âdetlerin de geldiği kapı. Böylece modern hayatımızın birçok
"ilk"i Türkiye'ye buradan geldi ve buradan yayıldı; örneğin ilk "kuru
temizlemeci", ilk "Havana puroları", ilk "kafe şantan", ilk "cenaze levazımatçısı"
gibi.

GALATA

"Ecnebi" Pera'yı gezmeye, oldukça Türk ve Müslüman bir yapıdan, Unkapanı


Köprüsü'nün Galata ayağının dibindeki Sokollu Camii'nden başlayalım. Burası
Azapkapı bölgesidir. "Azap" burada "ıstırap" değil, bir tür deniz piyadesi olan
"azeb"den gelmedir. Osmanlı deniz kuvvetleri buradan Kasımpaşa'ya uzanan
bölgede üslenmişti (hâlâ da bir ölçüde böyle). Tersane, cephane, kaptan-ı
deryalık vb. buradaydı.
Cami, daha önce Kumkapı'da gördüğümüz Sokollu Camii gibi, Sinan'ın
camilerinden biridir. Onun kadar güzel olmasa da ilginç ve bazı hoş estetik
yanları olan bir yapıdır. Altı dükkanlı olduğu için değişik bir girişi vardır ve
yüksekte kalan son cemaat yerinin üstü ve çevresi kapalıdır. Cami, sonraki
Selimiye için yapılmış deneylerden biri olduğu izlenimini verir. Buda, sekiz
dayanaklı bir plana göre yapılmıştır. Kubbenin çevresinde destekkuleleri ve
sırayla biri büyük, biri küçük sekiz yarım kubbe bulunur. Mihrap kısmı arkada
bir çıkıntı yapar. Minare, camilere uygun olmayacak şekilde, soldadır; bunun
nedeni, gerekli yerin denize fazla yakın olmasıdır. Köprünün başından
yukarıya, Beyoğlu'na doğru tırmanan yolun solundaki büyük kapı eski
tersanenin kapısıdır. Buradan biraz daha tırmanacak olsak, gene solda, tuğla
ve taştan küçük bir türbe görürüz. Türbenin bina olarak çarpıcı özellikleri
olmamakla birlikte ilginç bir efsanesi vardır. Doğurmasına çok az kala ölmüş
bir kadın buraya gömülmüş. Ertesi gün mezardan çocuk sesi işitilince mezar
yeniden kazılmış ve gerçekten çocuğun sağ olduğu görülmüş. Bu mucize
karşısında kadının mezarı üstüne bir türbe yapılmış ve adına "Loğusa Kadın
Türbesi" denmiş.
Sokollu Camii'nden Galata Köprüsü'ne kadar uzanan kıyı alanı Per-şembepazarı
olarak bilinir. Yakın zamanlarda deniz kıyısından içeriye doğru birçok eski
püskü bina yıkıldı ve buralara parklar yapıldı. Parkta, Sinan'ın, onun kendi
alanındaki başarısına erişmekte büyük güçlük çeken bir heykeli var.
Perşembepazarı, ana yolun kuzeyinde ve güneyinde kalan kısımlarıyla
İstanbul'un en büyük motor, torna, yedek parça gibi malzemelerin bulunduğu
fantastik bölgelerinden, iş merkezlerinden biriydi. Şimdi buradaki
imalathanelerin çoğu Dolapdere yolunda muazzam ve sevimsiz bir komplekse
taşındı. Bu tarih parçası böylece değişime zorlandıktan sonra, geriye kalanın da
bir an önce yıkılmasında yarar var, çünkü bu renkli hayat tarzı değiş-tikten
sonra geriye kalan yalnızca çirkinlik.
Kalan duvarlar arasında Ceneviz surlarından bir parçası, üstünde daha yeni
duvarlarla, hâlâ duruyor. İstanbul'a gelip koloni kuran ilk İtalyanlar Amalfi'den
gelmişlerdi. Onları Venedik, Ceneviz ve Pisalılar izledi. Başlangıçta bu İtalyan
kolonileri suriçi İstanbul'da, Eminönü çevresine yerleşmişlerdi. Bizans'ın
onlarla, onların da Bizans'la ve birbirleriyle ilişkileri hiçbir zaman düzgün
yürümedi. 12. yüzyılın sonlarında en büyük kavgalardan biri koptu ve şehir
halkı Latinlere saldırdı. Bu epey kanlı bir kıyım oldu. 1204'te Venedikliler şehri
işgal ederek intikam aldılar ve korkunç bir talan yaptılar. Bundan sonra Bizans
yeniden başkentini ele geçirince Venedik'le ilişkileri doğal olarak düzelmedi.
Galata da, bu nedenle, Venedik'in ezeli rakibi Cenova'ya bırakıldı. Başlangıçta
Cenevizlilerin burada sur yapmalarına izin verilmemişti. Ama Cenevizliler
yüksek, bitişik ve muhkem evler yaparak sura benzer bir şey ördüler. Bu
dönemde Bizans sürekli çöküyor, İtalyanlar sürekli güçleniyordu. Bir zaman
sonra, Cenevizlilerin resmen sur yapmasını engelleyecek gücü de kalmadı
Bizans'ın. Karşılıklı güvensizlik temeline dayanan bu ilişkiler zaman zaman
savaşmaya varan gerginliklerle devam edip durdu.
Galata'nın Cenova'yı andırdığı söylenir. Doğrusu, fazla değil benzerlik. Dar
sokaklar ikisinde de var. Ayrıca, Cenova'da da toprak yüksek ve oldukça
düzensiz bir biçimde engebeli. Ama bunların ötesinde her şey çok farklı.
Ayrıca, bir de.Galata semti var Cenova'da.
Ceneviz surlarının büyük kısmı, 1453'ten sonra Fatih'in emriyle yı-kıldı. Ama
bunların yer yer ayakta kalmış parçaları bu yüzyılda bile görülebiliyordu. Hâlâ
da, ünlü Galata Kulesi dışında birkaç kule ve bazı duvar parçaları vardır.
Ceneviz kolonisinin güneybatı köşesi bizim şimdi bulunduğumuz noktadaydı.
Buradan, sırtın doğal yükselişini izleyerek tırmanıyor, doğuya kıvrılıyordu.
Galata Kulesi, surun kuzey sınırını -yaklaşık olarak- gösterir. Buradan yeniden
denize doğru iniyordu ve güneydoğu köşesi de, bugünkü Tophane çevresiydi.

SALİHA SULTAN SEBİLİ

Sokollu Camii'nden Karaköy-Azapkapı Caddesi'ne gelirken, gösterişli bir sebil


ve çeşme ile karşılaşıyoruz: Saliha Sultan Çeşmesi. Bu da 18. yüzyılın barok
meydan çeşmelerinden biri. İnsanlar da "ortaya çıkma" bilinciyle süslenirler;
belli ki çeşmeler bu yüzyılda meydana çıkarken alabildiğine şıklaşmışlar.
Çeşmenin hikâyesi hoştur. Saliha Sultan, buralarda yaşayan fakir bir ailenin
kızıymış. Burada küçük bir çeşmeden eve götürecek suyu doldururken testisini
kırmış. Ağlamaya başlamış. O sırada arabasıyla oradan geçen saraylı bir hanım
manzarayı görünce acımış, çocuğa testiyi yenilemesi için para vermek istemiş.
Çocuk, "Ben testiye ağlamıyorum. Bir testiyi kırmadan su dolduramadım, bu
beceriksizliğime ağlıyorum," demiş. Cevaptan hoşlanan hanım onu saraya
aldırtmış ve bu küçük kız büyüyünce I. Mahmut'un annesi Sali-ha Sultan
olmuş. Çocukluğunu hatırlayarak, o noktaya bu çeşmeyi yaptırmış (I. Mahmut
İstanbul'un su tesisatıyla ilgilenmiş bir padişahtı ve Beyoğlu tarafının suyu
onun zamanında esaslı bir şekilde sağ-lanmıştı). O zaman bu belki de bir köşe
çeşmesiydi, çünkü cephesi oldukça süslü olduğu halde öbür yüzleri çok yalın.
Çeşmeyle birlikte okul da yaptırıldığı, ama bunun bugüne kalmadığı biliniyor.
Bu süslü yapının ortası çeşmedir. İki yanında da birer sebil vardır.
Caddenin karşı sırasına geçip içeri sapan ilk sokağa girdiğinizde, biraz
yürüdükten sonra, bir sur kapısına geliyoruz. Bu da Ceneviz duvarlarının bir
kalıntısı, ama dışarı açılan bir kapı değil, bu bölgenin birbirlerinden surla
ayrılan mahallelerinden birinin kapısı. Kapının üstünde, ortada Cenova'nın Aziz
George haçı, iki yanında da De Medura ve Doria ailelerinin armaları var. İkinci
ailenin en ünlü üyesi, 16. yüzyılın büyük amirali Andrea Doria'ydı.

ARAP CAMİİ

Yanıkkapı'yı geçip yeniden denize doğru kıvrılıyoruz. Biraz sonra da, yeni
restore olmuş ahşap bir binanın karşısında Arap Camii'nin girişlerinden birine
geliyoruz. Buradan, geniş avluya geçiliyor. Çevre-deki Türklerde bu binanın,
adına uygun olarak Araplar tarafından yapılmış olduğuna dair köklü bir inanç
var. Gerçekten de, 8. yüzyılda kenti kuşatan Arap ordusunun buralara gelmiş
olması mümkün; gelgelelim, sanat tarihiyle iyi kötü ilişkisi olan herhangi biri
binaya baktığında, bunun Arap tarzıyla bir ilgisi olmadığını, tersine, bir Latin
kilisesi olduğunu hemen anlar. Cenevizliler burayı koloni yaparken bu binayı da
Aziz Dominik adına bir katedral olarak inşa ettirmişlerdi. İçinde bir de Aziz Paul
şapeli olması mümkündür. Üzerine minare külahı kondurulmuş dört köşe çan
kulesi, Latin kilisesi ile Arap Camii arasındaki uyumsuzluğun en açık kanıtıdır.
Bu kulenin altından geçerek avludan sokağa çıkarken geçitte çeşitli süslemeler
dikkati çeker. Arap Camii 1900'lerde onarılırken bulunan çeşitli Katolik mezar
taşları şimdi Arkeoloji Müzesi'nde. 1453'ten sonraya ait bir tarih taşıyan taş
olmaması, Fatih'in o sıralarda binayı Cenevizlilerden alıp cami haline
getirdiğinin kanıtı sayılabilir.
II. Bayezid döneminde İspanya'dan Yahudi göçmenlerden başka az sayıda
Endülüslü Arap da gelmişti. Bunların bir dönem bu camiyi kul-lanmış olmaları
ve adının oradan kaldığı düşünülebilir.

OSMANLI YAPILARI

Arap Camii'nden doğuya doğru yürürken kuzeye sapan sokak üs-tünde çeşitli
taş evler görülür ki bunlar yakın zamanlara kadar "Cene-viz evleri" diye
bilinirdi. Oysa, hayır, Türk evleridir bunlar ve çok daha yenidir. Türk evleri
genellikle ahşap olduğu, bu bölge de Ceneviz bölgesi bilindiği için, böyle bir
yorum yapılmış olmalı. Ahşap evlerde olduğu gibi bunlarda da ikinci katın
yukarısında dört beş çıkıntı ile neredeyse zikzaklar yapan çıkmalar vardır.
Hepsi de şimdi işyeri olarak kullanılmaktadır. Vefa'daki Atıf Efendi Kitaplığı'yla
benzerlikler gösteren bu evlerin 18. yüzyıl yapısı olduğunu tahmin edebiliriz.
Tekrar ana caddeden doğuya, Karaköy'e doğru ilerleyince, sağda karşımıza
rengi gene kırmızımtırak, tepesinde dokuz kubbesi olan bir han çıkıyor. Bu,
İstanbul'un en eski Türk yapılarından Fatih Bedesteni. Yaşına göre iyi
dayanmış, ama özellikle içinin şimdiki durumu bu uzun tarih hakkında çok az
fikir veriyor. Bedestenin ilerisindeki sokaktan sağa saptığımızda, sağda bir
başka eski iş hanı görüyoruz. Bu da Rüstem Paşa'nın Sinan'a yaptırttığı
Kurşunlu Han. Açık avlusuyla klasik kervansaray tipinde, iki katlı bir bina. Bir
hayli aşınmış durumda. Girişin yanında, belki de Roma'dan kalma bir sütun
başlığı, çeşme yalağı olarak kullanılıyor.
Bu hanın yanında, cephesi dar, birkaç katlı bir balık lokantası vardır. Çok iyi
balık pişirmekle birlikte, herhalde müşteri cirosunu artırmak için, biradan
başka içki vermez. Bu da, rakı içmeden balık yiyemeyen İstanbullu adabına
uymaz. Eskiden, deniz kıyısında başka balık lokantaları vardı ve bunların
hemen önünde, karşı kıyıdan yolcu taşıyan dolmuş sandallarının yanaştığı
tahta iskele dururdu. Genel yıkım sırasında bunlar da ortadan kalktı.
Yeniden caddenin karşı tarafına geçip ara sokaklara saptığımızda Bereketzade
Camii ve Medresesi'nin ve başka 18. yüzyıl evlerinin arasından geçiyoruz.
Tünel’in alt girişi bu sırada. Onun az ilerisinde, soldaki Perçemli Sokağı'nın
içinde, artık kullanılmayan Zülfaris Sinagogu (Kal Kadoş Galata) var. Yüksek
bir duvarın arkasında, dikkatle bakmadıkça hiç göze çarpmayan bir bina.
Eskiden beri burada sinagog varmış, ama bu bina 1890'da ünlü banker
Kamondo'nun maddi yardımıyla inşa edil-miş.
Bir kapısı bu sokağa açılan Selanik Pasajı'nın öbür ucu da Karaköy
Meydanı'nda. Osmanlı İmparatorluğu'nda en yoğun Yahudi yerleşimi olan
şehirlerden biri Selanik'ti. Yunanistan'ın bağımsızlığını kazandığı yıllarda
burada Yunanlıdan çok Yahudi olduğu söylenir. Bu oran II. Dünya Savaşı'nda
Alman işgaliyle radikal biçimde değişti. Merkezi Selanik olan Sabetay Sevi
hareketinin (bu son derece ilginç, karmaşık ve az bilinen bir olaydır)
sonucunda Müslüman olan Yahudiler bugün de "Selanik Dönmeleri" olarak
tanınır. Bu pasajın da Selanik Yahudileri ile ilgisi vardı.
KARAKÖY MEYDANI

Karaköy Meydanı'nda, geçen yüzyılda, çoğu yabancı mimarlar tarafından ve


işyeri olarak yapılmış ilginç binalar vardır. Bunlar Batılılaşma ile birlikte
kapitalist iş ilişkilerini de öğrenmeye başlayan Osmanlı toplumunda, bu çalışma
tarzına uyan ilk mimari örneklerdir. Bunlardan biri İtalyan Mongeri'nin eseri
olan Karaköy Palas'tır. Şimdi burada bazı bankaların şubeleri var. Tamamen
eklektik, oldukça şık ve gösterişli bir binadır bu. Giriş katındaki kemerli
pencerelerden birinin yanında mimarın imzası görülür.
Buradan köprüye doğru yüründüğünde, gene İtalyan olan Raimondo
D'Aronco'nun yaptığı bir cami vardı. Karaköy Mescidi olarak bilinen bu yapı
mimarın en çok sevdiği Art Nouveau esinlen-mesiyle yapıldığı için bilinen ve
alışılmış cami tarzına pek uymuyordu. Yabancı elinden çıkmış bu değişik
caminin bazı mutaassıp Müslümanları kızdırmış olması kuvvetle muhtemeldir.
1950'lerde Karaköy meydanı yeniden genişletilirken bu cami yıkıldı.
Söylendiğine göre taşları tek tek numaralanarak bir yere depolanmış. O
zamanki eğilim, caminin, Adalar gibi, biraz gözden ırak ve mutaassıp
Müslümanlarla meskûn olmayan bir yere monte edilmesiymiş. Ama bu bir türlü
gerçekleşmedi; derken, caminin taşlarının da ortadan kaybolduğu anlaşıldı. Bu
taşların, Adalar'dan birindeki iskele yapımında kullanıldığı söyleniyor! Böylece,
koca bir cami neredeyse buharlaştı, yok oldu.
Karşı sırada, şimdi El-Baraka'nın aldığı binanın cephesindeki niş içinde küçük
bir Meryem heykeli vardı, şimdi yok. Onun nereye gitti-ğini bilene
rastlamadım, ama belki El-Baraka biliyordur.
Karaköy Meydanı'nda sanat icra eden bir başka yabancı mimar ünlü
Vallaury'dir. İstanbul'da pek çok bina yapan Vallaury'nin bu meydandaki eseri
Mongeri'nin sırasında, meydanla Karaköy iskelesi arasındaki geçitte, Ömer
Abed Hanı'dır. Bu da bilinen üsluplar arasında en fazla Art Nouveau etkilerini
yansıtır.
19. yüzyılda borsa işlerinin merkezi olan ve sonra yıkılan Havyar Hanı da bu
bloktaydı. Yok olmuş bu binanın Osmanlı iktisadi tarihin-de önemli bir yeri
vardı.
Ömer Abed Hanı'na sapmadan denize doğru gidildiğinde, yani bu sıranın
sonunda, şimdi Ziraat Bankası olan bina yer alır. Yapıldığı tarihte Viyana
Bankası olan bu binayı adını bilmediğimiz Avusturyalılar yapmıştı, sonradan
Ziraat Bankası'nın eline geçti. Denize bakan yüzünün ikinci katının üstünde bir
terası bulunur ve buraya iki heykel konmuştur. Kadın heykeli ticareti, erkek
(demirci) ise endüstriyi temsil eder. Heykeli yasaklayan İslam'ın hâlâ "resmi"
ideoloji olduğu bir çağda yapılmış olması bakımından ilginçtir.
Ayrıca, gene bu sırada şimdi Akbank'ın olan, karşı sırada ise Nordstern'in olan
binalar dikkati çeker.

YERALTI CAMİİ

Vapur iskelesini geçtikten sonra sola sapınca Yeraltı Camii'ne geliriz. Birkaç
basamak inip camiye girdiğimizde, gördüğümüz hiçbir camiye benzemeyen bir
ortamda buluruz kendimizi. Bunda şaşacak bir şey yoktur, çünkü burası bir
cami olarak inşa edilmemiştir. Kuşatma zamanlarında Bizanslıların Haliç ağzını
kapatmak için gerdikleri ünlü zincirin kuzey ucunun bağlandığı Kastellion
kalesinin bodrumudur burası (zincirin bazı parçaları Deniz Müzesi'nde
görülebiliyor); kemerlerle bağlanan altışardan ve dokuz sıra tıknaz sütunun
bulunduğu basık bir mekân. İçeride, İstanbul kuşatmasında ölmüş iki Arap
ermişine ait olduğu iddia edilen iki mezar var. Her zaman bunların başında dua
edenlere rastlamak mümkündür. Yeraltı Camii'nin üstündeki zarif ahşap bina
da eski Karantina binasıdır.
Aynı blokta, yeniden sola sapılınca, avlusuna bir merdivenden çıkılan
Kemankeş Camii'ne gelinir. Ziyareti zorunlu kılan önemli bir özelliği yoktur.
Yalnız mektebi sevimlidir.
Karşıda, deniz kenarında, şimdi Denizcilik İşletmeleri olan büyük bina
görünüyor. Bu da aynı zamanlarda yerli bir mimar tarafından yapılmış olmalı.
Burada rıhtım 1895'te inşa edilmişti. Denizle ilgili bu binaların da rıhtımı kısa
bir sürede izlemiş olması gerekiyor. Hemen bu meydana yakın Kemankeş
Sokağı'ndaki çini süslemeli iş hanı, Gümrük Sokağı'ndaki Çeçeyan Hanı, aynı
dönemin başka ilginç iş merkezi yapılarıdır. Liman binaları sağımızda kalmak
üzere Rıhtım Caddesi'nde yürürken, son yılların İstanbul'a katkısı olan gayri
resmi Rus pazarının içinden geçiyoruz. Sol kaldırımda, gemiyle eski Sovyetler
Birliği'nden gelen "turist"lerin burada işportacılara sattığı mallar sergileniyor;
havyar, votka, tabii matriyoşkalar, ayrıca dürbün ve başka teknik aletler,
kalpaklar vb. Sağda, kıyıda, İstanbul'un hâlâ en iyi lokantalarından biri olan ve
yalnız öğle yemeği servisi veren Liman Lokantası; solda, şehrin en ünlü
baklavacılarından Gaziantepli Güllüoğlu'nun merkezi. Sağda, Gümrükler
Başmüdürlüğü binasının süslemeleri belki ilginç, ama zevkli olduğu pek
söylenemez. Solda ise bugünlerde sıkı bir restorasyondan geçmekte olan
Fransız Geçidi var. Onun az ilerisinde de güzel karakol binası. Dünyanın her
yerinde olduğu gibi Türkiye'de de asker ve polisleri bir kere girdikleri binadan
çıkarmak güçtür. Bunun toplumsal ve politik çağrışımları bir yana, mimari ve
korumacılık bakımından bazı olumlu sonuçlar verdiği söylenebilir. Bu karakol
işte böyle korunmuş binalardan. Kadırga'da, Arnavutköy'de, Üsküdar-
Bağlarbaşı'nda da benzerleri var. Böyle güzel karakol binalarının hemen hemen
hepsi Abdülmecit zamanında ya-pılmıştı.

RUS KİLİSELERİ

Fransız Geçidi veya (şimdi o restore edildiğine göre) Alemdar Han'ın altındaki
geçitten yürüyerek bir arkadaki paralel Mumhane Caddesi'ne çıkarız. Burada,
köşede, tuğladan yapılma, beş katlı, güzel bir 19. yüzyıl binası durur. Bu bina
İstanbul'a Ruslardan kalmıştır. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Kudüs'e veya
Aynaroz'a hacca giden Rusların kalması, konaklaması için yapılmıştır. En üst
kata tırmanırsanız burada küçücük Aya Andrea şapeline gelirsiniz (zaten
uzaktan bakılınca tepedeki yeşil renkli küçük soğan kubbe görünür). Aya
Nikola gibi Aya Andrea'nın da denizcileri koruduğu, onun için Karadeniz'in
tehlikeli sularından geçerek gelen Ruslar'ın bu kiliseyi ona adadığı, Andrea'nın
Moskova ve Karadeniz'in azizi olduğu söylenir. Üst kata çıkarken Aynaroz'un ve
oradaki Aya Andrea'nın, şimdi iyice kararmış resmi görülür. 1917 göçünden bu
yana İstanbul'da kalmış bir avuç Rus cemaati buraya Pazar ayinine gelir,
Makedon papazın yürüttüğü ayine katılır. Çevrede bunun gibi, üst katlarında
kiliseleri olan üç bina daha vardır, ama onların kiliseleri artık kullanılmıyor. Biri
zaten kilise olmaktan çıkmıştır. Öbür iki Rus kilisesi Aya İlya ve Aya
Panteleymon'dur.

TÜRK ORTODOKS KİLİSESİ

Binanın yanından daha içeriye sapıp sonra sağa dönünce, az sonra Panayia
Kilisesi'ne geliriz. Kilisenin kapısında şaşırtıcı bir yazı vardır: Türk Ortodoks
Patrikliği. Bu cemaatin (cemaat denebilirse) ilginç bir tarihi vardır. Birinci
Dünya Savaşı sonrasında, Türkiye'nin batı bölgelerinde Yunan askeri işgali
başladığında, yüzyıllardır Anadolu'da yaşamış Rum Ortodoks nüfus arasında,
kaderini Yunanistan'a değil de Türkiye'ye bağlamayı tercih eden bir azınlık da
bulunuyordu. Bazı dahiyane yöntemlerle kilise hiyerarşisi içinde rütbesini
yükselten Papa Eftim bu grubun temsilciliğini üstlendi, Fener'deki Ekümenik
Patrikliğe karşı bağımsızlığını ilan etti, Türk-Ortodoks cemaatinin patriği oldu.
Gelgelelim, bu cemaati ve patriği ciddiye alan çok kişi çıkmadı. Türkiye'de
kalmayı tercih eden binlerce Rum bile, bin yıllık Fener yerine bu yeni dini
otoriteye uymaya yanaşmadı. Böylece, Eftim'in küçücük cemaati özellikle Orta
Anadolu'daki Türkçe konuşan Ortodoks cemaatin Mübadele ile Yunanistan'a
göçmesi üzerine, zamanla iyice küçüldü. Oğlu Turgut Bey, müteveffa patriğin
işlevini sürdürürken o da öldü ve patrik vekilliği dini eğitimi olmayan, Galata'da
nalburluk yapan küçük kardeşi Selçuk Erenerol’a kaldı. Ancak, cemaatin elinde
aşağı yukarı üye sayısı kadar kilise var ve hepsi de bu bölgede.
Karamanlı Rumlar'ın Türkçe konuşan Rumlar mı, yoksa Selçuk ve
Osmanlılar'dan önce buraya gelip Ortodoks Hıristiyan olmuş Oğuz Türk boyları
mı olduğu, sonuçlanmamış bir tartışmadır.
Panayia Kilisesi'nin içi bir hayli şıktır. En ilginç eşyalardan biri de, Kırım'daki
Kefe'den getirildiği anlaşılan siyah Meryem ikonudur. Panayia'nın biraz
ilerisinde (Karaköy yönünde) gene aynı "cemaat"in elinde olan ve
kullanılmadığı için epey haraplaşan Aya Nikola Kilisesi (Ayios Nikolaos) vardır.
Her iki kilisenin bekçiliğini ise Hakkâri'den buraya göçmüş olan Katolik
Keldaniler yapıyordu, ama şimdi bu da değişti. Romanya ve Moldova'da
yaşayan, Ortodoksluğu kabul etmiş Türkler'den, yani Gagavuzlar'dan birileri
var burada. Selçuk Bey, Gagavuzlar'ı bu kilisenin otoritesini benimsemeye ikna
ederse, birdenbire 300.000 kişilik bir cemaate kavuşabilir!
Necatibey'i ana cadde olan Kemeraltı'na bağlayan ara sokaklardan Vekilharç ile
Sakızcılar arasındaki adada Eftim'in cemaatinin üçüncü ve son kilisesi, Ayios
İoannis yer alır. Bunu zamanında Sakız Adası'ndan Rumlar yaptırmıştır (onun
için, yukarıda değinilen sokağın asıl adı da "Sakızlılar" olmalıdır). Turgut
Erenerol, yakın zamanlarda bu kiliseyi ayinlerde kullanılmak üzere Süryanilere
vermiştir. Pazar sabahları bu sevimli cemaati kilisede ayinde bulabilirsiniz.
Kiliselerin üçü de 19. yüzyılın birinci yarısında, klasik bazilika tipine göre inşa
edilmiştir. Mimari özelliklerinden çok, anlattığım bu girift insani tarihleriyle
ilginçtirler.
Sakızlıların kilisesinden Kemeraltı Caddesi'ne çıkılırken, yan cephesi bu
caddeden görünen Gregoryen Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi'nin kapısına geliriz.
Kilise adını, Gregoryen mezhebinin kurucusu olan Aziz Krikor'dan ("Lusavoriç"
= "Aydınlatıcı") almıştır. Bu noktada çok eskiden beri bir Gregoryen kilisesinin
bulunduğu anlaşılıyor; daha doğrusu, "kiliseler", çünkü bunlar çeşitli
zamanlarda yıkılmış ve yeniden yapılmış. Şimdiki kilise oldukça yeni, 1960'tan.
Zamanın Başbakanı Menderes caddeyi genişletirken, o sırada burada bulunan
ve başka tipte olan Ermeni kilisesinin bir kısmının istimlâk edilmesi gerekiyor.
O zaman Ermeniler yapıyı küçülterek ve yoldan içeri alarak kiliseyi yeniden
yapıyorlar; yalnız bu sefer Eçmiadzin'deki Patrikhane Kilisesi'nin planını aşağı
yukarı uyguluyorlar. Bu nedenle eski olmamakla birlikte kilisenin biçimi
ilginçtir.
Bodrum katında bazı mezarlar vardır. Ama buranın en ilginç tarafı, eski
kiliseden kalan ve Kütahya ürünü olduğu tahmin edilen mavi çinilerdir (bazıları
Tekfur Sarayı çinisi olabileceğini söylüyor).

KILIÇ ALİ PAŞA CAMİİ

Caddeden Boğaz yönünde devam edersek, bir süre sonra Kılıç Ali Paşa
Camii'ne ve Külliyesi'ne geliriz. Kılıç Ali, aslen İtalyan olan bir Osmanlı
amiralidir. Gençliğinde, denizde tutsak düştükten sonra, Müslüman olup
korsanlığa başlamış, bir süre Turgut Reis'in adamı olduktan sonra Osmanlı
hizmetine girmiştir. İtalyan adı üstüne yorum çoktur, Oggiali olabileceği
düşünülüyor, ama Türkçe adı Uluç Ali idi. İnebahtı'da kazandığı başarıdan
sonra Kaptan Paşalığa yükseltilmiş, adı da Kılıç Ali'ye çevrilmiştir. Hammer'e
göre, doksanı aşan yaşına rağmen, bir cariyenin ağuşunda can verdi.
Bir söylentiye göre Kılıç Ali Paşa kendine cami yaptıracak yer arıyor, ona rakip
olan birtakım yetkililer de güçlük çıkarıyordu. "Sen Kaptan-ı Derya'sın, bütün
denizler senin. Karada ne istiyorsun?" dediler. O da burayı denizden
doldurtarak camisini yaptırdı.
Caminin mimarı Sinan'dır -bu adın tekrarı bir monotonluk yaratmaya başladı.
Özellikle dış görünüşe biraz dikkatli bakın. Bildiğiniz başka bir binayı
andırmıyor mu? İki binanın boyutları çok farklı olduğu için benzerlik ilk anda
gözünüze çarpmayabilir, ama Kılıç Ali Paşa Camii, Ayasofya'nın küçük ölçekli
bir tekrarıdır. Kubbenin iki yanındaki yarım kubbeler, öbür iki yandaki kemerler
ve binayı dıştan destekleyen duvarlar (ki bunlar Ayasofya'da, ilk planın parçası
değildi). Giriş de bir narteksi andırır. Ama binanın içinde Aya-sofya özellikleri
pek fazla yoktur, çünkü Ayasofya'ya güzelliğini ve büyüleyiciliğini veren çok
sayıda sütun burada iyice azalmıştır. Bir çıkıntı yapan mihrap tarafındaki çiniler
İznik'in parlak döneminin ürünüdür. Celi yazıları Demirci Kulu Yusuf Efendi'nin
elinden çıkma-dır.
Ayasofya modeli acaba Sinan'ın kararı mı, Kılıç Ali'nin isteği mi? İkisi de
olabilir. Sinan mutlaka Ayasofya'yı iyice incelemişti, ondan alacağını almıştı.
Ama hiçbir eserinde onu kopya etmedi. Kopya ettiği bu cami ise Sinan'ın asıl
güzel eserleri arasında değildir. Eğer kendi buna karar verdiyse, bunu biraz da
eğlence olsun diye yaptığını tahmin edebiliriz. Öte yandan, İtalyan asıllı Kılıç Ali
de Ayasofya modelini özellikle istemiş olabilir.
Caminin önünde, çift sıra sütun üstüne inen son cemaat yeri ilginç ve
sevimlidir. Türbe, medrese ve hamamdan meydana gelen külliye de hayli
güzeldir. Kılıç Ali Paşa Camii ve Külliyesi'yle işimiz bittiğinde, hemen
yakınımızda, başka ilginç binalar görüyoruz. Burası Tophane semti ve bizim
araştırdığımız Galata-Pera bölgesinin dışında kalır.
Öyleyse karşı kaldırıma geçelim, geldiğimiz yönde yürümeye başlayalım.
Burada ilkin set üstündeki Karabaş Mescidi'ni görüyoruz. Yapılışı epey eskiye
dayanan bu mescidin mimarisinde göze çarpan bir özellik yoktur, ama zaten
olmaması gerekir. Orantıları yerinde, mütevazı bir mahalle mescididir.

ST. BENOIT

Surp Krikor Lusavoriç'in hizasına vardığımızda, tarihi ta 15. yüzyıla kadar


uzanan St. Benoit Lisesi'ne de gelmiş oluyoruz. Çok kereler yanıp yıkılan ve
yeniden yapılan bu okulun şimdiki şapeli 1730'lardan. Ama, örneğin girişinde,
Bizans'tan kaldığını belli eden sütun ve başlıklar da görünür. Bunların bazıları
da ters kondurulmuş gibi. Bir Cizvit şapeliydi; şimdi Lazaristlerin elindedir.
Ünlü Macar devrimcisi Rakoczi, 1735'te Tekirdağ'da ölünce bu kilisenin içinde
gömülmüştü. Daha sonra kemikleri Macaristan'a taşındı. Okulun bahçesinde
eski Ceneviz surlarından bir kule hâlâ durmaktadır.
Küçük ara sokağı geçince yanına geldiğimiz bir eski taş bina daha var. Girişi
öbür sokakta; küçük bir merdivenle taş bir avluya geliniyor. Burası Katolik
Ermeni kiliselerinin en eskisi, Surp Pırgiç. 1830'larda, II. Mahmut zamanında
yapılmış. Yapılmasına dair ferman burada saklanıyor. Osmanlı "millet"
sisteminde, bir cemaatin padişah tarafın-dan cemaat olarak kabul edilmesi
gerekiyordu. O zaman, kendi ruhani önderlerinin yönetiminde, iç işlerini kendi
inanç ve geleneklerine göre düzenleyebiliyorlardı. Surp Pırgiç'in yapılması,
zaten, bu tanınma iş-leminin tamamlanması anlamına geliyor.
Bu bölgedeki dar ara sokaklarda yıkık bir sinagog binası da var; Polonya'dan
gelenlerce yüzyıl sonunda yapılmış, sonra Gürcistan'dan gelen Yahudilere
verilmiş Aşkenaz sinagogu, Or Hodeş'tir bu. Cemaati kalmayınca özel kişilere
satıldı. Ama ilginç bina keşfine çıkmak için en elverişli yer değil buralar. Çünkü
İstanbul'un yasal genelevlerinin bulunduğu birkaç sokak bu bölgede, yani
liman bölgesinde, yukarı doğru çıkıyor. O özgül amaçla orada bulunanlar,
hizmet sektörü ve müşteriler, o amaç dışında amaçlarla burada gezinenleri
yadırgadıklarım çok dostane olmayan üsluplarla belli edebilirler.

YÜKSEK KALDIRIM

Birazdan, Yüksek Kaldırım'ın Karaköy'deki ucuna geliyoruz. Burası eskiden


basamaklı bir sokaktı ve şimdikinden çok daha güzeldi. İki yanındaki birçok
ilginç dükkân veya başka işyerleri de bu güzelliğine katkıda bulunurdu -eski
plak satıcıları, İstanbul gazetesi, dansingler, eski kitapçılar vb. Eski kitapçıların
biri, bazı pulcular, müzik aletleri satanlar kaldı, öbürleri yokuşun bu başındaki
radyocu, teypçilere ya da daha yukarılarda başlayan tahta kaplamacılara
yerlerini bırakıp gittiler. İstanbul'un en iyi mezecilerinden biri- Bulgarların
işlettiği- Çerkezo da bu yokuşta. Faaliyet gösteren sinagoglardan biri de öyle,
Çerkezo'nun karşı sırasında. Avusturya kökenli Aşkenazların 1900'de yaptırdığı
bu sinagogun mimarı Tedeschi idi. Şehirdeki kullanılan tek Aşkenaz
sinagogudur. Tuhaf bir rastlantı sonucu, onun da hemen arkası genelevlerin
sokağına bakar; kutsal ve sefih, yan yana.

BANKALAR CADDESİ

Yüksek Kaldırım'a sapmadan yürüyelim ve Bankalar Caddesi'ne, eski adıyla


Voyvoda Caddesi'ne girelim. Osmanlı toplumunun tanıdığı ilk bankaların
merkezleri buradaydı: Banque Ottoman, Banco di Ro-ma, Credit Lyonaise gibi.
Daha sonra, Cumhuriyet döneminin milli bankalarından bazıları da aynı
caddede oldukça görkemli karargâh binaları inşa ettirdiler: Merkez Bankası, İş
Bankası gibi. Ama artık Türk iş hayatının nabzı başka bölgelerde atıyor.
Bu caddedeki en görkemli binalardan biri Osmanlı Bankası'dır. Osmanlı Bankası
ilk kurulduğunda, 1863'te, biraz sonra göreceğimiz Sen Piyer Hanı'na
yerleşmişti. Daha sonra, buraya kadar adına birkaç kere rastladığımız mimar
Vallaury bu binayı (ayrıca, Eminönü'ndeki Osmanlı Bankası'nı da) inşa etti.
Osmanlı'nın bazı bakımlardan perişanlık döneminde, adeta o perişanlığın kanıtı
olarak kurulan bankaya, bir merkez bankası gibi, para basma yetkisi verilmişti,
ama hisselerinin çoğu Britanya ve Fransa'ya aitti. Osmanlı devleti, banka
üzerinde bir bakan yoluyla denetim sağlıyordu, ama bu tamamen kâğıt
üstünde kalan bir şeydi.
Bankalar Caddesi'nin başında, şimdi İmar Bankası'na ait olan Aksigorta binası
ya da Minerva Hanı, gene heykellerle süslü bir bina olarak ilginç.
Şişhane yönüne doğru ilerledikçe Bankalar Caddesi'nin şıklığı azalır. Ama yolun
sonunda yer alan Frej apartmanı görülmeye değer. Çelik Gülersoy bina
sahipleri hakkında bilgi verirken, o yılların Pera halkının olağanüstü heterojen
yapısını da ortaya koyuyor. Frej ailesi Lübnanlı Hıristiyan Arap ve muhtemelen
Manini. Ama ailenin büyüğü Selim Hanna Frej'in babası Arap, annesiyse
Amerikalı. Ayrıca, karısı Pauline de İstanbul'un İtalyan karışımı Levanten ailesi
Glavani'lerin kızı.
Bina da buna benzer bir karışımı, mimari üsluplar düzeyinde yeniden üretiyor.
Her katın düzenlenişi farklı; heykeller, kemerler, sütunlar, yuvarlak yüzeyler,
her şey var. Ama bunun da sonucu, beşeri düzeydeki kadar sevimli.
Bu binalarıyla ana cadde hâlâ oldukça şık. Ama sağımızda, caddeye paralel,
dar sokaklar var, "Eski Banka Sokağı", "Banker Sokağı" gibi adları olan.
Osmanlı'nın son döneminde devleti ve her şeyi parmaklarında oynatan, sonra o
devletle birlikte kendileri de batıp yok olan, çoğu Levanten bankerlerin küçük
ofislerini kurdukları sokaklar bunlar. Evlerini, şatafatlı konaklarını ise, İstiklal
Caddesi'ne çıkınca göreceğiz. Hoş bir rastlantı, Bankalar Caddesi ile Banker
Sokak arasında, Banker Kamondo'nun yaptırdığı merdiven, geçit sağlıyor.

PODESTAT
Kartçınar Sokağı'nın köşesinde, bir kısmı yakınlarda göz alan bir pembeye
boyanan eski bir bina var. Herhalde birçok restorasyondan geçmiş olmalı,
çünkü gerçekten çok eski. Zaten, özellikle arka yüzüne bakınca, çeşitli tamir
izleri, binanın karakterinin değişmiş olduğunu anlatıyor. Burada kabartma bir
arma da seçiliyor. Burası Podestat, yani Ceneviz devletinin Galata'daki
temsilcisinin konağı ve iş yeri. Cenevizlilerin biraz abartılı formülleriyle,
Podestat, Palazzo di Communita Magnifıcat di Pera. Binanın içinde şimdi
işyerleri var. Karşı sırasındaki, şimdi içinde iyice bir işyeri semti lokantası olan
bina da Cenevizliler'den ve yaklaşık aynı dönemden kalma.

CHENİER

Podestat'a göre solumuzda, dar bir aralık var: Eski Banka Sokağı. Sokağın bir
yanını, boydan boya tek eski bir bina oluşturuyor. Burası da ilginç, çünkü
Fransız Devrimi'nin şairi Andre Chenier'nin doğduğu ev. Binayı 1772'de Fransız
elçisi Comte de St. Priest yaptırmış, şimdiki adı da Sen Piyer Hanı. Anlaşıldığı
kadar, doğum tarihi 1762 olan Chenier, bu binada değil ama ondan önce
burada bulunan binada doğmuş. Hem işyeri (ve banka), hem de Fransız
kolonisine konut olarak yaptırılan Sen Piyer Hanı'nda Chenier için bir plaket
var. Ayrıca, St. Priest'in aile arması ile Bourbon'ların "fleur-de-lys"li armaları
da görülüyor.
Chenier bütün giyotin fasıllarının sona erdiği Dokuz Thermidor'dan tam da iki
gün önce giyotine çıkmak durumunda kaldı. Ölmeden önce, başını göstererek,
"Et pourtant il y avait quelque chose la," (İçinde hâlâ bir şeyler var) dedi.
Bir Aşkenaz sinagogu olarak yapılan, ama şimdi cemaatin idarehanesi olan
Tofre Begadin de bu civarda, Felek Sokağı'ndadır. Duvarındaki Sion yıldızı onu
belli eder.
Buradan yukarı tırmanırken, sağ tarafımızda Avusturya Lisesi'nin binaları var
(bu gördüğümüz, kız lisesi; erkeklerinki daha ileride). Bu okul, Avusturyalı
Lazaristler tarafından, 1882'de, Galata'nın en eski kilisesi olarak bilinen Aya
İrini'nin yerinde yapılan St. George Kilise-si'nin yanında kurulmuştur.

PIETRO E PAOLI

Biraz ileride, solda, bir Katolik kilisesi daha var: Aziz Pietro ve Paoli.
Domenikenlerin elinde bulunan bu kilisenin tarihinin, daha önce gördüğümüz
Arap Camii'ne kadar gittiği tahmin ediliyor. Fatih orayı camiye çevirdikten bir
zaman sonra Domenikenlere yeni kilise yapa-cak başka bir yer verilmiş olmalı.
Bu kilise(ler) de yanıp yıkılınca, nihayet 1841'de, İsviçreli-İtalyan mimar
kardeşler, Fossati'ler (onlar hakkında Beyoğlu'nda daha çok konuşacağız), bu
gördüğümüz binayı yaptılar. Yakın zamanlara kadar İstanbul'un karışık halkı
arasında küçük bir Maltalı topluluğu da bulunuyordu. Aziz Pietro ve Paoli daha
çok onların kilisesiydi. Binadaki en önemli eşya, Bizans'ın koruyucusu
Hodegetria'nın (Yol Gösteren Meryem) ikonudur. Kilisenin arkasında, gene
İtalyan tarzında, güzel bir müştemilat ve manastır binası vardır. Buradan değil
ama, kilisenin arka duvarının bulunduğu sokağa girildiğinde, Ceneviz
duvarının, şimdi birtakım adi işler için kullanılmakta olan iki kulesini daha
görmek mümkündür.
Yeni restore edilen sevimli Okçu Musa Okulu'nun yanı sıra yola devam edip
sağa dönünce, Beyoğlu Hastanesi'ne geliyoruz. Hastaneden çok bir şatoyu
andırıyor, ama British Seamen's Hospital (Britanya Denizciler Hastanesi) olarak
yapılmıştı (1904). Planını Percy Adams çizmiş ama bir başkası uygulamıştır.

GALATA KULESİ

Ve böylece, eski Ceneviz kolonisinin kuzey sınırını belirleyen ünlü Galata


Kulesi'ne geliyoruz. 1348'de yapılan bu bina o zamanlar İsa Kulesi adıyla
anılıyordu. Cenevizliler Bizans'tan aldıkları koloni ala-nını zamanla genişlettiler
(bu bölgede birbirlerinden iç surlarla ayrılan mahalleler bulunması belki biraz
da bu genişleme tarzının sonucuydu) ve Galata Kulesi de koloninin en kuzey
ucuna dikildi. Surların çevre-sinde hendek vardı. Bugün bile, hem oradaki
sokakların adında (Büyük ve Küçük Hendek sokakları), hem de çevrenin
topografik yapısında bu hendeğin anısı yaşar. Yokuştan ötürü hendek setler
halinde yapılmış olmalıdır. Osmanlı zamanında kule bir süre bir çeşit hapishane
olarak kullanıldı. Tersane ve deniz kuvvetlerine görece yakın elverişli bir bina
olduğu için forsa olarak ya da başka angarya işlerinde çalıştırılan tutsaklar
burada tutuluyordu. Daha sonra, yüksekliği, ihtiyaç duyulan yangın kulesi için
en elverişli yapı olarak seçilmesine yol açtı. 20. yüzyıla gelindiğinde kule iyice
harap olmuştu. Bu yüzyılda bile çevresinde kısmen ayakta duran kale
duvarları, pek küçük bir bölüm dışında ortadan kalktı. 1960'larda kule, o
yılların hiç de parlak olmayan restorasyon anlayışı çerçevesinde onarım gördü
ve turistik hizmete açıldı; tepesine yeni bir külah yapıldı. Bu da hiç yoktan iyi
oldu, diyebiliriz, çünkü yeni lokantanın bulunduğu katta balkona çıkıp
çepeçevre dolaşınca, İstanbul'un güzel bir panoramik manzarasına bakmak
mümkün oluyor.
Kulede geçen ilginç bir olay. 17. yüzyılda (IV. Murat zamanı) Hezarfen Ahmet
Çelebi adında birinin kendi yaptığı kanatlarla buradan atlayıp süzülerek
Üsküdar'a inmesidir. Çelebi, bazı Türk tarihçilerinin iddia ettiği gibi uçağın
değilse de, paraşütün öncüsü sayılabilir.
Kulenin hemen karşısında, eskiden yokuşun daha aşağısındayken yolları
genişletmek için buraya taşınıp yeniden kurulan güzel Bereketzade Çeşmesi
var. Galata'nın ilk Türk Voyvodası olan Bereketzade Hacı Ali Ağa bu bölgede bir
mahalleye de adını vermiştir.
Çevrede daha birçok (ve çeşitli) görmeye değer köşe bucak bulunur. Örneğin
kulenin biraz aşağısındaki Laleli Çeşme Sokağı'nın köşesindeki çeşme İtalyan
mimarı D'Aronco'nun eseridir. Onun biraz aşağısında İtalya'dan gelen
Yahudilerin küçük sinagogu ve bunun yanından sapınca görülen Ceneviz Kulesi.
Yahudilerin işleyen en merkezi sinagogu olan Neve Şalom, Büyük Hendek
Sokağı'nda modern bir binadadır. 1980'lerde burada kanlı bir terörist saldırı
olmuştu. Buna paralel uzanan Küçük Hendek Sokağı'nda da bir bitpazarı
bulunur. Kule yakınında, İngilizlerin bir süre hapisane olarak kullandığı bir
bina, yakınlarda restore edildi. Çevre mimarisinde genel Akdeniz, ama
öncelikle İtalyan tarzı hakimdir. Kulenin bulunduğu meydandan, Yüksek
Kaldırım'ı geçerek Serdarı Ekrem Sokağı'na girdiğimizde, az sonra sağda,
avlusu ve güzel manzarasıyla, şehrin en güzel İtalyan tipi apartmanlarından
Doğan apartmanını görebilirsiniz. Bundan önceki şimdi boş duran Kamondo
Hanı'nda Abidin Dino'nun atölyesi vardı.
Yüksek Kaldırım'ın geri kalan kısmını da tırmanarak ve solda şimdi, Halil-Hamid
adını taşıyan Barnathan apartmanları (giriş Tımarcı sokağında) ve Adamopulo
Hanı gibi binalara bakarak Tünel Meydanı'na geliriz. Bu noktada artık Galata
bitmiş, Beyoğlu (Pera) başlamıştır. İkisinin arasında hem benzerlikler, hem de
farklar bulunur, ama farklar ağır basar. Şimdi bu yeni alanı gezmeye
başlayalım.

PERA

Pera'ya Türkler "Beyoğlu" adını vermişlerdi. Genel kabul gören açıklama, o


zaman tamamen bağlık bahçelik olan bu bölgede, Venedik elçisinin (ya da
Doge'un) oğlu Gritti'nin bir konağı olmasıdır. Kanuni Süleyman Gritti ile
dostmuş, zaman zaman konağında onu ziyaret edermiş.
Bu bağ bahçe durumunun epey sürdüğü anlaşılıyor. Beyoğlu'na birinci gelişme
dinamiğini veren, bu bölümün başında anlattığım gibi, yabancılardı. Ama
burada göreceğimiz üzere, Türkler de 15. yüzyıldan başlayarak bu tarafa
zaman zaman ayak attılar. Beyoğlu böylece gelişti, binalarla kaplandı. Ama bu
süreçte öyle çarpıcı bir taraf yoktu. Dönüm noktası 19. yüzyılda geldi.
Tanzimat Fermanı'nın (1839) konjonktürü, yabancıların etkisinin iyice artması,
Osmanlı toplumunda başta Levantenler olmak üzere gayrimüslimlerin ve genel
olarak Batı etkisinin daha öncesiyle kıyaslanamayacak ölçülerde artması gibi
koşullarla belirleniyordu. Beyoğlu bütün bunların odağıydı. Bu arada bir de
rastlantı oldu ve 1871'de olağanüstü büyük bir yangın bütün semti kasıp
kavurdu, 3000'den fazla bina yanarak yok oldu. Böylece, yeni zenginlere, yeni
imkânlarıyla, bu boşalan arsalar üzerinde yeni şık konaklar yaptırma fırsatı
doğdu. Dolayısıyla, bugün göreceğiniz Beyoğlu, az sayıda istisnalar dışında,
1871 sonrasında oluşmuş bir Beyoğlu'dur.
19. yüzyıl yalnız Türkiye'de değil, dünyada da çok önemli bir çağ olmuştu.
Bugün bildiklerimizin çoğu o çağda başladı. Bu yüzyıl, bu-günün aşina dünyası
ile kendinden önceki, çok iyi tanımadığımız, duygusunu da, düşüncesini de,
ancak özel bir çaba harcayarak kısmen anlayabildiğimiz dünya arasında bir
eşik gibidir.
Bu çerçevede, Beyoğlu, Türkiye'nin yakın dönem toplumsal tarihinin
somutlaştığı bir mekândır. Buradaki binaları İçimlerin yaptırdığım, bu
insanların kariyerlerinin ne olduğunu öğrendikçe, söz konusu tarihin büyük bir
kısmını da öğrenirsiniz. Bu gibi olaylardan ancak birkaç tanesini, sırası
geldikçe, örnek vereceğim. Ancak, Türkiye'nin bu yakın tarihi de ciddi bir
kopukluğa uğramıştır. Çok kaba çizgilerle bakılırsa, Türkiye, 19. yüzyılda henüz
Osmanlı toplumuyken girdiği kapitalist çizgide devam ederek bugünlere
gelmiştir. Ama bu sürecin ilk aktörleri, bütün o gayrimüslim burjuvazi, Dünya
Savaşı ve onu izleyen Türk Kurtuluş Savaşı'ndan sonra ortadan kaybolmuştur.
1870-1930 arası Beyoğlu böylece bitti. 1950'lere kadar bazı kalıntıları
varlıklarını sürdürdü. Daha sonra yeni İstanbul'un di-namikleri bambaşka bir
Beyoğlu yarattı. Şimdi, 1990'larda biraz naif bir nostalji ortalığı kaplamış
durumda. İstiklal Caddesi'nde gidip gelen tuhaf tramvay sanki bu duygunun
simgesi.

MEVLEVİHANE

Beyoğlu'na, Tünel tarafından geldik. Bu "tünel", dünyanın en eski


metrolarından biri, aynı zamanda da en kısası. Paris, Budapeşte gibi eski
metrolar bundan sonra yapılmıştır. İlk açıldıklarında onlar da on, yirmi
kilometreden uzun değillerdi. Ama onlar büyüdü, tünel böyle kaldı. Yüksek
Kaldırım'ın başına gelirken, sağda, şimdi Divan Edebi-yatı Müzesi olan Galata
Mevlevihanesi'ni görüyoruz. 1492'de yapılan tekke, dolayısıyla, şehrin en eski
Mevlevi tekkesi. Mevlevi tekkesinin fazla Müslüman olmayan bir yere
yapılmasına şaşmamalı. Mevleviler, sofu Müslüman halkın uzağında bulunmayı
tercih etmişlerdir. Başlıca tekkeleri Yenikapı'da sur dışında, Beşiktaş'ta, Eyüp
Bahariye'deydi.
Şimdiki ahşap bina 18. yüzyıl sonundan kalma. Bina, bir kısmı da mezarlık olan
sevimli ve geniş bir bahçe içinde. Böylece, "gâvur" Pera gezimize, çevresiyle
tam bir kontrast içinde varolan derviş tekkesiyle başlıyoruz. Mevlevihane
girişinde, solda, Osmanlı tarihinin en entrikacı devlet adamlarından Halet
Efendi'nin türbesi, sağında da muvakkithane ve kütüphanesi var. II. Mahmut,
uzun süre, kendisi dizginleri iyice ele alacak ve Yeniçeri Ocağı'na savaş açacak
kadar güçlenmeyi beklemiş, bu süre içinde Halet Efendi'nin çevirdiği dolaplara
katlanmıştı. İki "sonradan-olma" Osmanlı, Humbaracı Ahmet Paşa ile İbrahim
Müteferrika'nın mezarları birbirine komşu. Mezarlıktaki çeşitli Mevlevi
dedelerinin en önemlileri Divan şiirinin son büyük üstadı Şeyh Galib ile Nayi
Osman Dede.
Şimdi, yolun sağından Taksim yönünde ilerleyelim. İlkin, bir bahçe içindeki
İsveç Konsolosluğu çıkıyor karşımıza. Göreceğimiz bütün konsolosluklar gibi
başlangıçta elçilik olmak üzere yapılmış ve başkent Ankara'ya taşınıncaya
kadar öyle kalmıştı -yakınlarda Brezilya'da olduğu gibi, İstanbul'daki
diplomatlar da yeni başkente taşınma konusunda hayli direnmişlerdi.
Bu bina, eski ahşap binanın yerine, 19. yüzyılda yapıldı. İsveç Kralı II.Oscar
İstanbul'a geldiğinde onu ziyaret eden bir grup da, yeni Protestan olmuş
Rumlardı. Osmanlı devleti onları bir cemaat saymadığı için ibadethane yapacak
yer vermiyordu. Oscar, padişahtan da izin alarak elçilik bahçesinde küçük bir
şapel yapılmasına izin verdi. Bu şapel hâlâ çeşitli Protestan grupçuklara açık.
Elçiliğin yanından Galata'ya doğru inen sokakta Alman Lisesi var. Şimdiye
kadar, yabancı okullar arasında, St. Benoit'yı, Avusturya ve Alman liselerini
gördük, daha da çok göreceğiz. Hepsi de 19. yüzyılda kurulmuş bu yabancı
okullar, Osmanlı devletinin yapısıyla açıklanır. Osmanlı İmparatorluğu,
"Avrupa'nın hasta adamı" sıfatına rağmen siyasi bağımsızlığını kaybetmemiş ve
kolonize olmamıştı. Kolonize olsa, kolonize eden devlet burada kendi okullarını
açardı. Olmadığı için, hepsi birden okul açtılar. Bu durum iki tarafın da işine
geliyordu. Osmanlılar böylece, Batılılaşma yolunda, kendi güçlerini aşan
nitelikli okullara sahip oluyordu; Batılılar da okullarında kendi kültürel
dünyalarına uydurdukları insanları yetiştiriyordu. Bir tarafın kazancı öbür
tarafın fıresiydi, ama bunda da bir "fair play" özelliği vardı. Yabancı okullara,
hele başlarda, ağırlıkla gayrimüslim çocuklar gidiyordu. Ama ileri gelen
Müslüman aileler de bu pratiğe uymakta hiç gecikmediler. Bugün hâlâ bu
kurumlar orta öğrenimin en iyi okullarıdır. Dünyada her yerde, yeni tanıştığınız
birine, hangi üniversiteden olduğunu sorarsınız; Türkiye'de, hangi liseden
olduğu daha önemlidir.
İsveç Elçiliği'nin bitişiğindeki blokta, ikinci bina olan, Botter Hanı var. İtalyan
D'Aronco elinden çıkan ve Art Nouveau'nun iyi örnekle-rinden biri olan bu
apartmanı padişahın terzisi Felemenkli Botter yaptırmıştı. Bu bloğun
köşesindeki Hıdivyar apartmanı da Mısırlılardan yadigârdır. Botter ile Hıdivyar
arasında kalan bina ise de Testa ailesinin.
Sağımızdaki sokak, Kumbaracı Yokuşu. Bu ad, Humbaracı Ahmet Paşa'dan,
Müslüman olmadan önceki adıyla Comte de Bonneval’dan geliyor. Bu Fransız
aristokratı asker, Avrupa'daki bütün kralların yanında çalışıp hepsiyle kavga
ettikten sonra Osmanlı devletine sığındı ve Müslüman oldu. Topçu ocağının
humbaracı kolunu geliştirdi. 1747'de öldü ve az önce gördüğümüz
Mevlevihane'de gömüldü. Şimdi tam yerini bilmediğimiz evi, bu sokak üstünde
olmalıydı.
Hıdivyar Palas'ın karşı köşesinde şimdi ABC Kitabevi var. Eskiden bu dükkânın
yerinde Beyoğlu "monde"unun ve bu arada entelicen-siyanın devam ettiği
başlıca pastanelerden Lebon vardı. "Tout est bon/Chez Lebon" diye bir
tekerleme bile çıkarılmıştı bu pastane için.
Birkaç adım sonra da Rus Elçiliği'ne geliyoruz. Kapıdan görüne-bildiği kadar bu
bina Rus'tan çok İtalyan havasındadır. Buna da şaşmamalı, çünkü önceki
bölümde sözünü ettiğimiz Fossati kardeşlerin bir eseridir. Bu mimar kardeşler
yüzyılın başlarında Çar tarafından Rusya'ya çağrılmış ve orada sanatlarını
göstermişlerdi (özellikle Petersburg'da İtalyan mimarların yaptığı pek çok bina
vardır). 1837'de, Çar, yeni elçilik binasını inşa etmeleri için onları İstanbul'a
gönderdi. Böylece bu bina ortaya çıktı, ancak işleri bitince Fossati'ler Rusya'ya
dönmediler, epey uzun bir süre kendi ülkelerine de gitmediler, İstanbul'da
kaldılar. Burada yaptıkları işlerden biri de Ayasofya'nın restorasyonudur.
Ayrıca, başta Darülfünun olsun diye yapılan, ama bitince II. Meşrutiyet'te
Meclis-i Mebusan haline gelen, Sultanahmet'teki büyük binayı yaptılar. Bu bina
sonra yandı- belki de iyi oldu, çünkü o tarihi çevrede fazla iri kıyım, battal bir
yapıydı.

KIRIM KİLİSESİ

Elçiliğe göz attıktan sonra geri dönüp Kumbaracı Yokuşu'ndan ine-lim. Epey
indikten sonra sağdaki bir yokuşta oldukça şık ve görünüşünden Protestanlığı
anlaşılan bir kilise göreceğiz: Crimean Memorial Church. Mimarı, Londra'da
Law Courts'u (adliye) yapan C.E. Street. Osmanlıların Britanya ve Fransa ile
aynı safta katıldığı Kırım Savaşı'nı anmak için inşa edilmiş. Bir ara, cemaati
kalmadığı için, Britanya devleti binayı kültürel amaçla iyi kullanacak birini arı-
yordu. İçeride, ilginç olarak, bir org ve dört bayrak var. Bunların ikisi Kırım
Savaşı'ndan, biri de Çanakkale'den kalma; ama en ilginç olan dördüncüsünün
diplomatik bir tarihi var. Kurtuluş Savaşı sonunda Türkler İstanbul'a giriyor,
İngiliz kuvvetlerinin de çekilmesi gerekiyor. O zaman General Harrington,
Türklerle anlaşarak, birliklerinin bayrağını bu kilisede bırakarak İstanbul'u
terkediyor. Kiliseye yeni tayin edilen rahip, yolu buralara düşmüş bir Sri
Lankalı grubu cemaat olarak kucakladı. Böylece kilise, kilise olarak kaldı.

SANTA MARIA

Kumbaracı'dan yeniden İstiklal Caddesi'ne tırmanırken, Rus Elçili-ği'ni yandan


da biraz görebiliyoruz. Caddede, elçiliği geçince, bir başka büyük bina
karşımıza çıkıyor. Geniş bir kapıdan sonra, aşağıya inen merdivenler ve orada
bir Katolik Kilisesi: Santa Maria Draperis. Bu bir Fransisken kilisesi.
Fransiskenler, 1453'te Sirkeci'den başlayarak, çok yer gezmişler, birçok kilise
inşa ekmişler. 1871 büyük Beyoğlu yangınından sonra nihayet bunu yapmışlar.
Girişteki plaketlerde İslam'ın o zamanki Halifesi Abdülhamit'e (ve belediye
başkanı Rıdvan Paşa'ya) gösterdiği kolaylık için teşekkür ediliyor. Bu kilisede
de Meryem'in çok eski ve mucizevi olduğuna inanılan bir ikonu var. Mimarı
Semprini.
Santa Maria'nın çevresini kuşatan binanın köşesinden Postacılar Sokağı'na
sapmadan önce birkaç adım yürüyüp Hollanda Elçiliği'ne bahçe kapısından bir
göz atalım. İstanbul'da ilk Hollanda Elçiliği 17. yüzyılın başlarında açılmıştı ve
bu Atlantik ülkelerinin Akdeniz ticaretine de girmeye başladıkları tarihi
gösteriyordu. Buradan ancak bir kısmını gördüğümüz bu güzel bina, yanıp yok
olan ahşap binalardan sonra, 1855'te, gene Fossati'ler tarafından yapıldı. O
sırada Çar'ın ısmarladığı elçiliği bitiren İsviçreli mimarlar yeni sipariş kabul
etmeye hâzır durumdaydılar.

DUTCH CHAPEL

Hollanda Elçiliği 'nin arkasında, Postacılar'dan inerken solumuzda, Dutch


Chapel var. 1857'den beri Union Church'e çalışan bu bina herhalde İstanbul'un
en eski Protestan kilisesi olmalıdır. Pazar günleri, Güney Koreliler'den
Hollandalılara çok çeşitli cemaatler ibadete gelir. 18. yüzyıldan kalma küçük
şapelin altındaki bodrum o zaman hapishane olarak kullanılırken şimdi Pazar
Okulu haline getirilmiştir. İstanbul'da her zaman Protestan misyonerliğinin
önemli bir merkezi olan bu kilise, 17. yüzyılda, birkaç kere İstanbul patrikliği
yapan Rum Ortodoks din adamı Cyril Lukaris'in Kalvinizme ikna edildiği yerdir
bu karmaşık olaylar, sonunda onun, 1638'de, Osmanlı devletinin de bilgisiyle,
öldürülmesine yol açtı. Patriklik yapmış bir adamın Protestan olmasını
sindiremeyen bazı Rumlar onu "Rus Casusu" olarak padişaha ispiyonlamışlardı.
I. Dünya Savaşı sonrasında bu kilisede rahiplik yapan Frew ise Türk Kurtuluş
Savaşı'na karşı tavır alan ve genel olarak İngiliz egemenliğini destekleyen
İngiliz Muhipleri Cemiyeti'nin başkanlığını yapmıştır.
Dutch Chapel'in hemen aşağısında, dar bir koridordan geçerek, Fransız St.
Louis şapeline gelinir. Kullanılan girişi bu olmakla birlikte, kilise daha sonra
başka bir sokakta karşımıza çıkacak olan Fransız Elçiliği'nin bir parçasıdır ve
İstanbul'da kalmış en eski Katolik kilisesidir. Kurucuları Kapusenler'dir. Şimdiki
bina 1831 yangınından sonra yapılmıştır (İlk binanın tarihi 1581). Oldukça
yakın zamanlara kadar, İstanbul'a Hakkâri'den gelen Keldaniler ayinlerini bu
kilisede yapıyorlardı. Bugünlerde, kalan birkaçı, daha ileride göreceğimiz St.
Antuan'ı kullanıyorlar.
St. Louis'den çıkıp dümdüz yürüyoruz. Solumuzda Glavani'lerin
apartmanlarından biri var. Köşeyi dönerken eski İspanyol Elçiliğini karşımızda
görüyoruz. Artık kullanılmayan bu kompleksin de Sancta Terra adında bir
şapeli var. İlk şapel 1670'te yapılmıştı, ama şimdiki bina 1871 yangınından
sonra inşa edilmiştir. İspanyol Fransiskenleri'nin elinde olan bu şapel
günümüzde ancak bazı özel durumlarda kullanılıyor. Sağdaki kapıdan girilirse,
içinde mezarlar da olan bir geçitten geçilerek Santa Maria'nın iç kapısına,
oradan da cad-deye çıkılır.

KÜÇÜK İTALYA

Dar yokuştan aşağı, yolumuza devam ediyor ve bir meydana geliyoruz.


Yürüdüğümüz bu yüz metre bizi sanki İspanya'dan İtalya'ya getiriyor.
İstanbul'da Elçilikler oldukça eski bir zamanda padişahın bağışladığı
topraklarda kurulduğu için, her ülke kendi ulusal mimarlık geleneğine göre
binalar yaptırmıştı. Böylece, bu binalar, Pera'nın bir köşesine, kendi ülkelerinin
atmosferini verirler.
Geldiğimiz meydanda, sağımızda, İstanbul'un en eski elçilik binası var. 1695'te
yapılan Palazzo di Venezia, Venedik balyozunun (bailo) konutuydu. Büyük bir
şans eseri, Beyoğlu'nun bütün yangınlarından yakasını kurtararak bugüne
kadar yaşamayı başardı. Üzerinde Venedik aslanı kabartması da duruyor. 18.
yüzyılda Casanova'nın da kaldığı bu bina, Avusturya -Macaristan Venedik'i ele
geçirince bu imparatorluğun malı oldu. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra artık
Venedik'e değil, İtalya'ya geçti. Palazzo'nun ilerisinde İtalyan Lisesi bulunur ve
bu da doğal olarak İtalyan tarzı bir binadır. Karşı köşedeki, şimdi adı değişen
eski İtalya Oteli ile sol taraftaki (yeni restore olan) taş bina da öyle. Bu binalar
bu meydana herhangi bir İtalyan şehrinde görebileceğimiz küçük bir "campo"
havası verir.

MAISON DE FRANCE

Ama meydanın öbür yanında küçük bir Fransa göze çarpar. Soldaki küçük bina
Fransız Elçiliği'nin mahkeme binasıdır; üstündeki "Loi", "Force", "Justice"
kelimeleri ve kabartma simgeleri de bu işleviyle ilgilidir. Osmanlı
İmparatorluğu'nun Batılı ülkelere tanıdığı ayrıcalıklar demek olan
"kapitülasyonlar", bu ülkelere kendi yurttaşlarını kendi mahkemelerinde
yargılama hakkını da veriyordu; kendi posta servis-lerini işletmelerine de izin
verdiği gibi. Mahkeme binasının yanında ise, Fransız Elçiliği bahçesinin arka
kapısı vardır. Buradan, klasik bir Fransız tipi bahçe görünür ve bu, tam
karşısındaki İtalyan tipi bahçey-le hoş bir tezat oluştuaır.
Eski İtalya Oteli'nin yanından sola sapıyoruz; küçük bir şapel olduğunu
sandığım bir bina kalıntısı solumuzda. Yeniden sağa saparken, yüzyılbaşının
özenli bir Osmanlı binası (Şimdi Telefon idaresinin) ve onun yanında, iyice
haraplaşmış güzel Beyoğlu apartmanlarını geçerek Yeni Çarşı Caddesi'ne
çıkıyoruz. Biraz sonra yeniden sola, Nuruziya Sokağı'na sapıyoruz. Bir süre
sonra, solumuzda, Fransa Elçiliği'nin, Maison de France'ın ana giriş kapısına
geleceğiz. 1570'lerde, bu alanda, Türk astronomu Takiyeddin'in rasathanesi
vardı. Kanuni Süleyman döneminde Osmanlılarla ilk diplomatik ilişkileri kuran
Batılı ülke olan Fransa (çünkü I. François, Alman rakibi V. Karl'a karşı böyle bir
ittifaka ihtiyaç duymuştu; aynı konumda bulunan Osmanlılar da bu ittifakı
yararlı görmüşlerdi) 1581'de burada elçilik binasını inşa etti. O bina 1831'deki
yangını atlatabilmiş olsa, Versailles'dan önceki bir Fransız Sarayı örneği olarak
İstanbul'un ortasında duracaktı. Başkent Ankara'ya taşındıktan sonra elçiliğin
yazlık konutu olarak kullanılan şimdiki bina da oldukça güzel ve gösterişlidir.
Nuruziya Sokağı eskiden daha "diplomatik" bir sokaktı. Maison de France'ın
karşısında, 25 numaralı bina, eski binalarını Avusturya'ya kaptıran İtalya'nın
başkonsolosluğuydu. Uzun zaman bağımsız bir şehir devleti olarak yaşayan
Ragusa'nın (Dubrovnik) elçiliği de bu sokaktaydı. Ama hangi binada veya
şimdiki hangi binanın arsasında olduğunu bilmiyoruz.
Sokağın eski adı, Polonya Sokağı'dır. Burada Polonya Elçiliği olduğu için bu
adın verildiği söylenir. Ama bu elçilik var idiyse de, hiçbir kayıt ve bilgiye sahip
değiliz bu konuda. Dünya siyasi tarihinde, neredeyse kural olarak, bir ülkenin
sınırdaşları onun rakipleri ya da düşmanları, onun öbür komşuları da birinci
ülkenin dostu ya da müttefiki olur. 18. yüzyılın başından beri Osmanlı
İmparatorluğu'nun baş düşmanı Rusya'ydı. Dolayısıyla İsveç ve Polonya da
dostuydu. İkinci Viyana kuşatmasındaki Osmanlı yenilgisinde, Polonyalı Jan
Sobiewski önemli bir rol oynamıştı. Ama sonra Rusya'nın güçlenmesi, uzun
süren Osmanlı-Lehistan dostluğuna yol açtı.
Padişahların tahta geçme töreninde doğal olarak elçiler de hazır bulunurdu.
Bazı padişahlar bu törende göremedikleri "Lehistan Sefiri"ni sorarmış (çünkü o
sırada Polonya Rusya'nın veya Prusya'nın veya herkesin işgali altına girmiş
olurmuş). Geleneksel dostumuzun akıbetine üzülmemesi için Padişah'a,
"Lehistan elçisi yola çıktı, yol uzun olduğu için henüz gelemedi" cevabı
verilirmiş. Tanıştığım bütün Polonyalı aydınlar bana ilk iş bu hikâyeyi anlatırlar.
Sorun, herhalde padişahın sahiden durumu bilmemesi değil, Lehistan'ı hâlâ
tanıdığını bu diplomatik incelikle Rus sefirine ima etmesiydi.
Gene Maison de France'ın karşısında, 19 numaralı evde Franz Liszt kalmıştır.
Yazık ki şimdiki bina yenidir, Liszt'in kaldığı ve İstanbul'un ünlü piyano satıcısı
Commendinger'in evi yok olmuştur. Yanında Ma-sonlar'ın lokali var. Caddeye
çıkarken sol köşedeki güzel bina eski English High School for Girls. Şimdi de
Eğitim Bakanlığı'na bağlı bir kız lisesi.
Yeniden ana caddeye çıkıyor, Taksim'e doğru yola devam ediyoruz.
Sağımızdaki ilk sokak (eski adı Linardi, sonra da Eski Çiçekçi oldu),
Garibaldi'nin İstanbul'da kaldığı sürede oturduğu sokaktır, ama evi bilinmiyor.
Bu sokak daha sonra bir ara da başlıca fuhuş merkezlerinden biri olmuştu.

ST. ANTUAN
Şimdi, gene Fransiskenlere ait Katolik (İtalyan) kiliselerinden St. Antuan'a
geliyoruz. Santa Maria gibi bu da caddeden, çeşitli işlevler için kullanılan büyük
binalarla ayrılıyor. Geniş bir avluyu geçerek kilisenin kapısına geliyoruz.
Mongeri'nin inşa ettiği İtalyan gotiği tarzındaki bina oldukça yenidir, bu yüzyılın
ilk yirmi yılı içinde yapılmıştır. İstanbul'daki en büyük kilisedir.
1913 öncesinde bu alanda Beyoğlu'nun başlıca eğlence yerlerinden olan
Concordia Tiyatrosu (açık hava yazlık tiyatro, kapalı kışlık tiyatro) ve gece
kulübü bulunurdu. Hemen bitişiğinde, yani şimdiki şık Mısır Apartmanı'nın
olduğu arsada ise Trocadero Tiyatrosu vardı. Böylece Concord'dan
Trocadero'ya, İstanbul'da, on beş-yirmi adımda yürümek mümkündü.
Beyoğlu'nun bu kaldırımıyla işimiz bitti. Şimdi karşıya geçip köşeye doğru
yürüyelim. Burada Tütüncü Çıkmazı adında, ama aslında çıkmaz olmayan bir
girinti var. Sağındaki, kullanılmayan oymalı şık kapı eski Hotel Metropole'den
kalmış olmalı. Bu çıkmazdan Beyoğlu'nun bir başka ünlü gece kulübü ve
eğlence yerine girilirdi. Zaman içinde burası, değişen sahiplerinin zevkine göre,
Sponek, Parisiana ve Garden Bar adlarıyla tanınmıştı. Ama şimdi, bu geçmişi
hatırlatan herhangi bir şey ortada kalmamış.
Geldiğimiz yöne doğru dönüyoruz; Beyoğlu'nun bu yakasını keşfedeceğiz.
Sağda dar bir aralıktan Hacopulos Pasajı'na giriyoruz. Burayı yaptıran
Hacopulos ailesi Rum'du, ama Pasaj'da Yunan'dan çok İtalyan atmosferi
egemen; zamanında Beyoğlu'nun pek çok şık dükkânı burada toplanmıştı. Ara
kapı açıksa Pasaj'dan sola geçip Panayia Kilisesi'nin avlusuna çıkabiliriz.
Özellikle içi çok şık ve süslü olan bir Rum Ortodoks kilisesidir bu. Panayia'nın
merdivenlerini inip sağa dönünce, şehir lokanta hayatında özel bir yeri olan
Rejans'a geliriz.

REJANS

1917 Ekim Devrimi'nden ve onu izleyen İç Savaş'tan sonra, Rusya'dan


Türkiye'ye akın akın göç oldu. Dekadan Beyaz Ruslar şehre, buralarda alışık
olunmayan bir eğlence tarzı getirdi -kokaini dahil. Birçok lokanta, pastane,
gece kulübü açıldı. Bugün de İstanbul ve Ankara'da hemen hemen her iddialı
Türk lokantasının menüsünde kievski, karski, strogonof gibi yemeklerin
bulunması, onların etkileri-nin sonucudur. Rejans'ı bazı kadınlar açtı ve işletti.
Bunların birtakım kabare artistleri mi, yoksa eski Rus aristokratları mı olduğu
Türk müş-teriler için sürekli merak kaynağıydı; bir kontesin hizmet vermesi
fikrinin romansı tabii hep ağır basıyordu. Bu madam'ların ömrü bugünlere
yetmedi, ama Rejans Rus Lokantası geleneklerini iyi kötü koruyabildi.
Sağımızda, eski büyük gayrimüslim işadamı ailelerinden Olivo'ların
apartmanları ve soldaki eski Constantinople Oteli arasındaki Olivo Pasajı'ndan
geçerek yeniden caddeye çıkıyoruz. Bir iki sokak ve çıkmaz geçtikten sonra
sağımızda, eski Bon Marche'nin yerine yapılan Sanayi Odası gökdeleninin
yanında, bir kilise daha görüyoruz. Burası Surp Yerortutyun Ermeni Katolik
Kilisesi. Bir zamanlar, arkadaki İtal-yan binalarına (Casa d'Italia) sahip çıkan
Avusturya-Macaristan diplomatik erkânının kilisesi olarak kullanılmış.
Bir sonraki sokağın sonunda sağdaki bina, Garibaldi ile Mazzini'nin kurdukları
ve kısa bir süre birlikte çalıştıkları Societa Operaia Italiana, yani İtalyan İşçiler
Derneği içinde bir balo salonu da bulunan büyük bir bina. Tam karşımıza gelen
bina da zengin Yahudi ailesi Fresco'ların. Buradaki pasaj, bu koldaki birçok
pasaj gibi, bizi Tepebaşı Caddesi'ne çıkarırdı. Ama daha oraya gelmeyelim.
Geri dönerken sağ köşeyi oluşturan, şimdi Sümerbank'ın olduğu blok Süreyya
Paşa'nındı.
Geçtiğimiz yolda ve sokak ya da çıkmazların içinde, çoğu İtalyan
karışımlarından gelen büyük Levanten ailelerin apartmanları var; Lorando,
Dandria, Dandoria vb. Ayrıca zengin Katolik Ermenilerin ve bazı Osmanlı
bürokratlarının apartmanları. Gönül Sokağı'nın köşesinde ise Suriyeli tüccar
Abud ailesinin devasa binası. Bunun içindeki pasaj insana dehşet bir derinlik,
espas duygusu verir.

ASMALIMESCİT

Asmalımescit de ilginç bir sokaktır. Burada şimdiki Refik ve Yakup gibi,


aydınların da rağbet ettiği oldukça kurumlaşmış, ama gelenekten kopmamış
meyhaneler var. Yakup'un yeri Azaryan Efendi'nin apartmanlarından; onun
yanında da Maltalı-Levanten Mizzi'nin İngi-lizce ve Fransızca yayımladığı The
Levant Herald gazetesi çıkarmış. Bu sırada, ilerideki köşedeki bina da, ünlü
opera bestecisi Donizetti'nin kardeşi, İstanbul'da saray Mızıka-i Hümayunu'nu
kuran, şefliğini yapan, Osmanlılar'a marşlar besteleyen Donizetti Paşa'nın evi.
Bunun önünde, kime ait olduğu bilinmeyen bir türbe var.
Gene caddeye dönelim. Köşede gene bir pasaj ve bir zamanlar İstanbul'un en
şık pastanesi Markiz'in yeri var. Tozlu camlardan içeri bakıp, bu pastaneyi
süsleyen "Mevsimler"in seramik tablolarından bazılarını hayal meyal
görebilirsiniz. Bu yakınlarda yeniden açılması bekleniyor.
Yürüyoruz, sağımızda, gene, bir zamanlar önemli bir şey olduğunu anlatan bir
bina görüyoruz: Narmanlı Yurdu. Fossati'lerden önceki Rus Elçiliği burası. Yeni
bina yapılınca konsolosluğa çevrilmiş, Ruslar burayı elden çıkarınca özel mülk
olmuş. Kapıdan geniş bir iç avluya giriyoruz. Daha da iç taraftaki duvar
çinilerle süslü. Bir zamanlar İstanbul'un renkli ressamlarının atölyelerinin
bulunduğu, bazı odalarında ünlü sanatçıların (Bedri Rahmi, Aliye Berger,
Ahmet Hamdi Tanpınar) pansiyon ya da stüdyo tuttuğu bina, şimdilerde,
olabilecek en iyi biçimde kullanılmıyor. Türkiye'nin en eski gazetesi Ermenice
Jamanak burada yayımlanır.
Gördüğümüz Suriye apartmanında idarehanesi bulunan Rumca Apoyevmatini
de burada basılır.
Tünel meydanına dönmüş olduk böylece. Şimdi karşımıza gelen
merdivenlerden inelim. Solumuzdaki Belediye binası, bu amaçla, İtalyan
Barborini tarafından yapılmıştı. Bu da İstanbul'un modern anlamda -ya da
"Batılı" anlamda- ilk belediyesiydi. Merdivenin dibinden sağa sapalım. Hemen
köşedeki bina, Arkeoloji Müzesi'ni de yapan mimar Vallaury'nin eseri ve
tanınmış züccaciyeci Decugis'nin eviydi.

KAMONDO EVİ
Yemenici Sokağı'nı izleyen blok, tek bir apartmandan oluşuyor. Bu muazzam
bina, Tanzimat döneminin ünlü Yahudi banker ailesi Kamondo'ların. Sarraflık
ve tefecilikten bankerliğe ve banka sahipliğine terfi eden bu aile Cumhuriyet
dönemine kalmadan Türkiye'yi terkedip Fransa'ya yerleşti. Zenginlikleri orada
da sürdü. Bugün de varolan Paribas bankasının kurucuları onlardır. Louvre'a
bağışladıkları zengin koleksiyonlar vardır; bir de, kendi adlarına bir müze.
Gelgelelim bu aile, II. Dünya Savaşı'nda, Nazi işgalinde, toplama kamplarında
yok olup gitti.
Yemenici Sokağı'na girip binanın çevresini gezebiliriz. Karşı köşede İtalyan iş
adamı Foscolo'nun buna yakın görkemli evi var. Her katın pencereleri ayrı
tarzda yapılmış. Foscolo akşam içkisini içerken bir sandalı ateşe verir, yana
yana batmasını seyredermiş!
Foscolo evinin hemen yanında (gene, dirsek yapan Yemenici Soka-ğı'nda)
Hahambaşılık binası var.

AMERİKAN KONSOLOSLUĞU

Dönüp yeniden Meşrutiyet Caddesi'ne çıkıyoruz. Hemen karşımızda, merdivenli


sokakla köşe yapan bina eski Bulgar Haber Ajansı. Aynı koldan şimdi okul
haline gelen Grand Hotel Kroecker'i görüyoruz. Bitişiğinde ABD Konsolosluğu
var. Avrupa ülkelerine oranla Osmanlılarla diplomatik ilişkiye daha geç giren
Amerikalılar elçilikleri için bina satın almışlardı. Önce Corpi ailesinden aldıkları
Sakızlı mimar Leoni'nin yaptığı binaya yerleştiler, sonra, bunun bitişiği olan, bir
zaman da İstanbul Kulübü olarak kullanılan, köşedeki, Tubini'lere ait binaya.
Tubini'ler bir başka önemli Levanten ailesiydi. Osmanlı devletiyle bir alacak
yüzünden anlaşmazlık çıkınca (ortakları Lorando'larla birlikte), onların hakkını
korumak üzere Fransız donanması Midilli Adası'nı ablukaya almıştı! Aristide
Tubini, Be-şiktaş'ta, 350 işçi çalıştıran bir mobilya fabrikasının da sahibiydi.
Corpiler de sanayiciydi; ilk buharlı cendereyi onlar getirmişti.
Bu binadan Taksim'e taşınan İstanbul Kulübü, herhangi bir yüksek sınıf İngiliz
kulübünün standartlarına sahipti (zaten daha önce karşısındaki binada İngiliz
Kulübü vardı). Kulübe kadın alınmazdı. Taksim'deki bina da 1960'larda yok
oldu ve İstanbul Kulübü, arkaik gelenekleriyle, tarihe karıştı.
Kroecker Oteli'nin karşısındaki Union Française de 1970'lerde geçirdiği
yangından sonra harap ve metruk dururken şimdilerde resto-rasyonu bitmek
üzere. Ünlü mimar Vallaury onun bitişiğinde oturu-yordu.

PERA PALAS

Az ileride, solda, ünlü Pera Palas. Bu otel 1894'te yapıldı Orient Express'in son
durağının İstanbul olduğu günlerde. Zaten tam karşı-sında da Wagons Lits
Cook'un ofisi vardı. 1905'ten kalma eski sigorta haritasında "Lumiere
Electrique" yazıyor. Elektriğin ilk kullanıldığı binalardan olmalı. Otel şıklığını
hâlâ koruyor. Çevre değişip yenilen-dikçe, eskiyen şarap gibi, değer kazanıyor.
Burada kalmış ünlüler de otelin şanına şan katmaktadır. Bunların başında
Agatha Christie gelir, en popüler ziyaretçi odur ve hâlâ odası çeşitli meraklı
müşterilere gösterilir. Krallar ve devlet başkanları, örneğin 8. Edward, İran
Şahı Rıza Pehlevi, Sırp Kralı Pyotr ve sonra da Tito, casuslardan Mata Hari,
artistlerden Greta Garbo, Marlene Dietrich otelin müşterileri arasında-dır.
Bundan sonra solda geniş bir açıklık ve yeni yapılan sergi binası var. Eskiden
burada Şehir Tiyatrosu, Fransız Tiyatrosu, Açık Hava Amfiteatrı vardı. Şehrin
gece hayatında iz bırakan Garden Bar da ilkin burada açılmıştı. Sağ kolda ilkin
Casa d'Italia'yı görüyoruz. Biraz ileride, yalnız cephesi kalan ve bir bankaya ait
olan bina eski Bristol Oteli'ydi (sahibi, Ermeni Mıgırdıç Terziyan). Köşe yapan
karyatidli, görkemli bina hâlâ bir otel, Büyük Londra Oteli. Bu bina, daha önce
apartmanlarını gördüğümüz Glavani'lerin konutu olarak yapılmış, sonra
Dandria'lara satılarak otel olmuştu. Şu küçücük alanda üç otelin adı geçti, ama
aslında değinmeye imkân olmayan en az otuz otel daha var. Bu hem buranın
ciddi bir oteller bölgesi olduğunu gösteriyor, hem de yüzyıl dönemecinde
İstanbul'un bir hayli canlı bir uğrak yeri olduğunu. Gerçekten de o dönemin
İstanbul'u, bugünküne oranla her bakımdan daha kozmopolit bir şehirdi.
Solda, sergi binasına bitişik son apartman, Osmanlı devletinden deniz feneri
yapma tekelini alan Baoudouy'nün eviydi. Bu yüzyılda, Osmanlı devleti Batı'nın
her türlü kurumunu almak zorundaydı. Bazı akıllı adamlar, Batı'daki rekabete
girmektense, gelip burada bir işi önermeyi ve o işin tekelini elde etmeyi
başarmışlardı. Bundan sonraki bloğun sonunda Britanya Elçiliği'ne geliyoruz.
Geniş ve tipik bir İngiliz bahçesi içinde bulunan bu binayı 1845'te, Londra'daki
Parlamento'ya da son biçimini veren Sir Charles Barry yapmıştı. Ama bina
İngiliz'den çok İtalyan Rönesans üslubuna uygundur. Herhalde Barry, bu Doğu
Akdeniz şehrinde böyle bir binanın çevresine daha iyi uyum göstereceğini
düşünmüştü.
Şu geldiğimiz nokta, Beyoğlu'nun farklı düzeylerdeki birçok ilginçliğinin
yoğunlaştığı bir yer. Elçilik bahçe duvarını izleyerek sola, Hamalbaşı Sokağı'na
dönüp biraz yürüyünce, karşı sırada, demir kapılarında haç kabartmaları olan,
düz cepheli büyükçe bir bina görüyoruz. Bunun ana kapısından içeri girince,
birinci katta, karşımıza bir kilise çıkar. İstanbul'un akıl almaz cemaatler
karmaşasının bir parçası olarak, Rum Katolik Kilisesidir bu: Ayia Trias.
Cemaatin çoğu geçen yüzyılda göçtüğü için bugün bir avuç cemaati kalmıştır.

PASAJLAR

Geri dönelim. Galatasaray Meydanı'na doğru Ayia Trias'ın sırasından


yürüyelim. Solumuzda biraz sonra Avrupa Pasajı'nı ya da öbür adıyla Aynalı
Pasajı göreceğiz. Pasaj yakınlarda onarıldı ve yeniden açıldı. Eskiden burada
manifatura dükkânları çoğunluktaydı. Dükkânları birbirinden ayıran
kolonlardaki aynalar pasaja popüler adını vermiştir. Ayrıca, dükkânların
depolarını oluşturan ikinci katları hizasında güzel heykeller vardır. Ona paralel
bir de Krepen Pasajı ("Crespin" adlı Levanten aileden) vardı ki, İstanbul'un
başlıca meyhane külliyelerinden biriydi; yıkıldı, yerine zevksiz bir modern bina
yapıldı. İki pasaj da Sahne Sokağı'na geçit sağlar. Biz geri dönüp Dudu Odaları
Sokağı'na girelim; bu ve kestiği Sahne Sokak, İstan-bul'da en iyi ve en zengin
yiyecek maddelerini, su ürünlerim, kuşları, etleri, soğuk etleri, sebze ve
meyveleri bulacağınız yerdir. Balıkçı Reşat, Ali, mezeci Sütte ve daha
birçokları, saygıdeğer kurumlardır.
Sahne Sokağı'nda, mimari açıdan fazla özelliği olmayan, ama merkezi yerinden
ötürü oldukça fazla işleyen bir Gregoryen Ermeni kilisesi var: Surp Yerortutyun
(Türkçe'de "Üç Horan"). Baştaki çiçekçilerden ötürü bu bölgeye Çiçek Pazarı,
sık balıkçılardan ötürü Balık Pazarı da denir.
İstanbul'un birçok iyi meyhanesi buradaki sokaklara dağılmıştır. Öte yandan,
yalnız meyhanelerin olduğu Çiçek Pasajı'nın veya Cite de Pera'nın bir kapısı da
Sahne Sokağı'na (öbürü de ana caddeye) açılır. Bu binayı Tanzimat döneminin
ileri gelen Rum bankerlerden Hristaki Efendi yaptırmıştı. Bir zaman sonra
içindeki meyhanelerle ünlü bir yer oldu. Derken, 1970'lerin sonunda bir gece
binanın üst katları çöküver-di. Bu felakette ölenler de oldu. Birkaç yıl içinde
binanın geri kalanı restore edildi, boyandı, biraz "tek tip" bir düzenlemeyle
yeniden hiz-mete açıldı. Bu yeni durum, Çiçek Pasajı'nın bazı eski sevgililerini
kızdırıyor. Onlar, herhalde, biraz daha anarşik bir ortamı özlüyorlar. Ama
yıkılmadan önceki son zamanlarında bu meyhanelerde neredey-se her müşteri
başına üç çalgıcı düşmeye başlamış ve hokkabazlar, cambazlar, dilenciler vb.
derken işin tadı kaçmıştı. Pasaj gene de at-mosferi olan, ilginç bir yer.

GALATASARAY

Pasajın ana kapısından çıkarsak, İstiklal Caddesi'nde, karşı sırada, Galatasaray


Lisesi'nin büyük bahçe kapısını görüyoruz. Bu noktada, çok daha eski
zamanlarda, Yeniçeri ve başka Kapıkulu askerlerinin yetiştirildiği Acemi
Oğlanlar Kışlası (bir tür askeri lise) bulunuyordu. Galatasaray ise
imparatorluğun Batılı tarzda eğitim veren ilk lisesi olarak, 1868'de açıldı. O sıra
dünyada olduğu gibi burada da Fransız kültürel etkileri ağır bastığı için eğitim
Fransızca'ydı. O zamandan beri Türkiye'nin çok önemli bir eğitim kurumu
olmuştur. Benzeri okullara oranla, Galatasaray'da esprit de corps daha fazladır.
Devlete bir hayli fazla kadro yetiştirmiş bir okuldur.
Taksim'e doğru yürüyelim. Sağ koldaki Su Terazisi Sokağı'na sa-parsak,
Zografion ("Zografos", az önceki Hristaki'nin soyadı) Rum Erkek Lisesi'nin
önünden geçecek, sola, Ağa Hamamı Sokağı'na sapınca da, İtalyan Kız Orta
Okulu ile Yunanistan Konsolosluğu'na (eski elçilik) geleceğiz. Ana caddeden
yürürsek, sağımızda Atlas Sineması'nın olduğu büyük bina Katolik Ermeni
bankerlerden Köçeoğlu'nun (Köçeoğlu, Sultan Aziz'e geniş kredi açmış, sonra
Zarifi ile birlikte ona karşı Sultan Murat'ın tahta çıkmasına destek vermiş bir
banker. Bu binada, Sultan Aziz için de bir garsoniyer yaptırdığı söylenir), onun
karşısındaki Halep Pasajı'nın olduğu bina, Cite d'Alep ise (içi restore edildiği
için eski havasının izi yok), muhtemelen Hıristiyan Arap Hacar ailesinin
yaptırdığı yapıdır. Atlas'ın bitişiğindeki Anadolu Han'ın sahibi Ragıp Paşa'ya
ileride değineceğim.

CERCLE D'ORİENT
Solda, köşede, gene çok şık, büyük bir bina var. Burası Ermeni Ka-tolik
Abraham Paşa'nın mülklerindendi. Abraham Paşa son derece zengin bir
adamdı, ayrıca Osmanlı bürokrasisinde de ilerleyerek paşa olmuştu.
Boğaziçi'nin Karadeniz ucuna yakın iki kıyısında da muazzam arazileri, ayrıca
başka apartmanları, gene Boğaz'da yalıları vardı. Balık tutmaya, özellikle kışın
Boğaz'da lüfer tutmaya meraklı olduğu için, ortasında olta sarkıtılacak özel
deliği olan bir yat yaptırdığı bilinir. Beyoğlu'ndaki bu büyük binada zamanın en
şık kulübü olan Cercle d'Orient yerleşmişti. Bu kulübün üyeleri yabancılar ve
gayrimüslimlerdi. Türklerden ancak en büyük rütbede iki üç paşa üyeliğe kabul
edilirdi.
Buradan, bazı eski sinemaların olduğu Yeşilçam Sokağı'na dönülür. Şimdi Emek
Sineması'nın bulunduğu alanda eskiden kocaman bir "skating ring" vardı. Türk
sinema sanayii buralarda çalıştığı için, Yeşilçam adı, popüler Türk sinemasıyla
anlamdaş bir deyim haline gelmiştir.
Bir sonraki Sakız Ağacı Sokağı'na sapalım. Köşedeki kilise gene bir Ermeni
Katolik kilisesidir ve bir ara Ermeni Katoliklerinin episkopal kilisesi olmuştur.
Ona gelmeden iki bina önceki mavimtırak bina ise eski Rus Arkeoloji
Enstitüsü'dür. Sakız Ağacı Sokağı'nın karşı köşesinde Ağa Camii durur. Yapılışı
epey eskiye dayanmakla birlikte çok onarım gördüğü için ilk haliyle ilgisi
kalmamıştır. Onun yanında gene çok şık bir apartman var. Kapısında Fransızca
ve Yunanca olarak buranın Rumeli Hanı olduğu yazılı. Bu da Ragıp Paşa'nındı.
İstanbul'un en ünlü geleneksel lokantası Abdullah Efendi eskiden bu binadaydı.
Karşı sıraya geçip Ahududu Sokağı'na girelim. Solda Anadolu, sonra da Tel
Sokağı'na sapalım. Pasaj sahibi Hacopulos'ların evinin önünde Tel Sokağı
dirsek yapar. Onu izleyerek yürüdüğümüzde sağda büyük bir okul binası var.
Bu bina başlangıçta Rum tüccar Mavrokordato ailesinin bir kolunun eviydi.
Beyoğlu'ndaki birçok zengin Rum arasında bir tek Mavrokordato'lar eski Fener
aristokrasisinden gelmeydiler. Okulun çaprazında Cizvitlerin kurduğu St.
Pulcherie Kız Okulu vardır. Biz oraya değil, sola, Büyük Parmakkapı'ya sapalım.
Az sonra sağımızda yüksek, büyük ve karanlık suratlı bir apartman göreceğiz.
Apartmanın avlusundan geçerek öbür tarafta Küçük Parmakkapı Sokağı'na
çıkabiliriz. Burası da önceden adı geçen Ragıp Paşa'ya aitti. Ragıp Paşa,
Abdülhamit'in Mabeyincibaşısı olarak servet yapmıştı. Şimdi gördüğümüz
binanın adı Afrika Hanı'dır. Daha önce gördüklerimizden Anadolu, aslında Asya,
Rumeli de Avrupa anlamına gelir. Bu nedenle dönemin nüktedanlarmdan biri,
"Abdülhamit'in saltanatı biraz daha devam etse, Beyoğlu'nda Amerika ve
Avustralya hanlarının da yükseldiğini göre-cektik," demişti.
Yeniden caddeye dönüp biraz geri gidelim ve karşı sırada Mis Sokağı'na
sapalım. İlk dört yol ağzında, karşı sağ köşede, semtin Art Nouveau
özelliklerini gösteren büyük bir apartman vardır. Bina olarak şimdiye kadar
gördüklerimizden o kadar da farklı değil. Özelliği, araba yapımcısı Martin'e ait
olması. Belçikalı Martin, Abdülhamit'e de araba yapıyordu ve ustalığıyla
dünyaca tanınmıştı. Bir atlı araba yapım-cısının bu koca binaya sahip olması
ilginç görünebilir; ama o zamanın, hele saray siparişlerini de karşılayan
arabacısı, bugünün Peugeot'sunun sahibi gibi bir şey olmalıydı.
1950'lerde, İstanbul'un ilk egzistansiyalist gece kulübü de bu sokakta açılmıştı.
KATOLİK ERMENİLER

Caddeden veya Kurabiye Sokağı'ndan Taksim'e doğru yürüyelim. Zambak


Sokağı'nın köşesinde bir Ermeni Katolik kilisesi daha çıkar karşımıza. Adı
Vosgeperan'dır; yani Aziz İoannis Hrisostomos'a ithaf edilmiştir. Bu cemaatin
en sık kullandığı kilise budur.
Katolikler, çok eski zamanlardan başlayarak Ermenileri ikna etmeye çalıştılar,
ama ancak küçük başarılar elde ettiler. Daha sonra bunun özellikle Fransa'nın
bir politikası haline geldiği anlaşılıyor. Katolikleşmeye direnen bir Gregoryen
Vardapet'in kaçırılıp Fransa'da tutsak tutulduğu, bunun için saraydan bazı
görevlilere rüşvet verildiği gibi bilgiler var. Ama hatırı sayılır bir Katolik Ermeni
cemaatinin oluşması 19. yüzyıl ortalarının olayıdır. Bu işin birden rağbet
bulmasının bu dönemde Batı'nın kurduğu ekonomik hegemonyayla ilgili
olduğunu düşünmek akla yakın olacaktır. Din bağı hâlâ önemliydi ve Osmanlı
İmparatorluğu'nun geniş pazarında ticaret yapan Batılılar, kendi
mezheplerinden acentalar ve aracılar ile çalışmayı ter-cih ediyordu. Öbür uçta,
sözgelişi Katolikliği benimsemiş bir Ermeni de Fransız iş adamlarıyla daha kolay
ilişki kurabiliyor ve bunun somut faydasını görüyordu. Nitekim, Grand Rue de
Pera boyunca yaptığımız bu gezintide pek çok Katolik Ermeni zengininin evine,
konağına rastladık.
Gregoryen Patrikhane doğal olarak bu gelişmeden hoşnut değildi ve saraya da
bunu önlemesi için baskı yapıyordu. Osmanlılar ise, hem geleneksel
ittifaklarına önem veriyor (ki, Gregoryen Ermeniler toplumun önemli bir parçası
ve eski müttefiktiler), hem de yabancılarla yerli ortaklarının böyle fazla
yakınlaşmasından onlar da hoşlanmıyordu. Ama süreç durdurulamadı, pek çok
Ermeni Katolikliği kabul etti. Bugün İstanbul'da cemaatin altı bin kadar nüfusu,
on iki tane de kilisesi var.
Katolik Ermeniler'den söz açılmışken Mıkhitarist mezhebine de değineyim. 18.
yüzyıl başında bir grup Gregoryen din adamı gizlice Katolik olduktan sonra bir
tarikat kurmuş, göçerek Venedik yakınlarında San Lazzaro Adası'na
yerleşmişti. Burada Benedikten yöntemlere uyan bir manastır kurdular. Dil ve
tarih konularında değerli çalışmalar yaptılar. Bir merkezleri de Viyana'dadır.

AYA TRIADA (AYİA TRİAS)

Şimdi caddeye dönüyoruz, karşı sıraya geçip doğruca Meşelik Sokağı'na


sapıyoruz. Solumuzda, ziyaret edilmesi tavsiye olunur Hacı Baba lokantasının
yanında, genişçe bir bahçe.içinde, Rum Ortodoks Ayia Trias Kilisesi var. Belçika
Elçiliği'nin de mimarı olan Kampanaki tarafından yüzyıl sonunda yapılmış,
dolayısıyla yapısında kubbe kullanılmasına yasak konmamış ilk kiliselerden biri.
Taksim gibi merkezi bir yerde olduğu için, iyice azalmış Rumların pek çok dini
amaçla kullandıkları, büyük, görkemli bir kilise. Ama bu dönemlerde Osmanlı
toplumunda yapılmış bütün dini binalar gibi o da mimari açıdan çok ilginç değil
ve Balyan sonrası camileri andırıyor.
Aynı sokakta devam edersek, solda Rum Zapyon (Zapyon'un Atina'da da
katkıları vardır), sağda Ermeni Esayan kız liselerinin (Bu liseyi yaptıran ailenin
kışlık evi Pera Palas yakınlarında, yazlık yalıları da Büyükdere'deydi) arasından
geçerek Sıraserviler Caddesi'ne geliyoruz. Karşı sırada, usta mimarlar elinden
çıkma Belçika ve Romanya konsolosluk binalarına, Romanya Konsolosluğunun,
yanında Muzurus Paşa'nın evine bakarak, Taksim Meydanı'na gelebiliriz.

TAKSİM

Taksim, bu çok-merkezli şehrin belli başlı merkezlerinden biridir. Şehirler


büyüdükçe, merkezler kayar, çoğalır. Taksim de, Pera'nın çiçeklenip
dolmasından sonra, bu yeni tarz şehirleşmenin Nişantaşı ve Şişli'ye doğaı
ilerlemesi sonucunda önemli bir merkez oldu. Daha önceleri -yani yüzyıl
sonuna kadar- burası mezarlık alanıydı. Meydanın ortasında büyük bir kışla
vardı ve bir zamanın en iyi futbol sahası da kışlanın ortasındaki avludaydı.
Önceleri Tepebaşı'nda kümelenen oteller, yeni dönemde buraya geldiler;
büyüklerden gidersek, Marmara, Sheraton, Divan ve Hilton ve yapılmakta olan
başkaları.
Boğaz kıyısına doğru inen Gümüşsuyu Caddesi, bu eski mezarlık alanı, özellikle
1950'lerde şehrin en pahalı yerleşim yerlerinden biriy-di.
Taksim ve görece yakın çevresinde, Osmanlı padişahlarının ve genel olarak
devletin, 19. yüzyıl başlarında verdiği Batılılaşma kararının sonucu olarak,
çeşitli kışlalar yapılmıştı. Bunlar, askeri anlamda bir yararı kalmadığı gibi, iç
politikada da bela haline gelen Yeniçerilerin, 1826'da, Vaka-i Hayriye denilen
arbedeyle ortadan kaldırılmasından sonra kurulan yeni "modern" ordu içindi.
Cumhuriyet döneminde bunlar, yıkılan -daha önce değindiğim- Taksim Kışlası
dışında, İstanbul Teknik Üniversitesi'ne verildi. Gümüşsuyu Askeri Hastanesi
ise askeri olarak kaldı. Taşkışla'nın mi-marı İngiliz Smith'dir. Maçka'daki eski
Maden Fakültesi de Abdülaziz zamanında Maçka Silahhanesi olarak yapılmıştı.
Gümüşsuyu'nda, Park Otel, ilkin İtalyan elçisi Baron Blanc'ın eviydi. Baron
Türkiye'den ayrılırken bu koca evi Abdülhamit'e sattı; o da bir süre sonra
burayı güvenilir veziri Tevfık Paşa'ya verdi. Son Osmanlı sadrazamı olan Tevfık
Paşa'nın soyunun işadamlığını seçmesi ve bu arada konağı da otele çevirmesi
Osmanlı ailelerinin Cumhuriyet'le eklemlenme biçimlerinin ilginç örneklerinden
biridir. Park Otel döneminin en iyi otellerinden biriydi. Şimdi ise yerine İstan-
bul'un belli başlı ucubelerinden biri olacak bir gökdelen otel yapılırken
durduruldu, sonra da hesapsız yükselen kısmı yıkıldı. Bu olay, son yıllarda,
İstanbul halkının çıkar çevrelerine karşı en önemli zaferi olmuştur desek,
yeridir.
Park Otel'in ilerisinde, mimarının adı Goebels olan ve 1877'de, Almanya'nın
birleşmesinden sonra yapılan Alman Konsolosluğu (eski elçilik) var. Bu da
zamanının en büyük binalarından biriydi. Onun yanında, Japonya'nın elçilik için
Rum banker Pangiris Bey'den satın aldığı bina. Dünya politikasına görece geç
giren Almanya ve Japonya için, Beyoğlu'nda elçilik binası yeri kalmamıştı.
Alman Elçiliğinin yanından sapıp aşağılara inince, Katolik Süryanilerin kullandığı
Sacre-Coeur Kilisesi'ne gelinir.
Cumhuriyet'in kurulduğu yıllarda Taksim şehrin en önemli meydanı haline
gelmişti. Onun için Kurtuluş Savaşı'nı yad eden, İtal-yan Cannonica'nın yaptığı
heykel bu meydana kondu.
Caddede, karşı sırada, adı şimdi Gümüşsu Palas olan Azaryan Apartmanı kayda
değer Art Noveau yapılardan biridir.
Taksim adı, şehir suyuyla ilgili bir terimdir. İstiklal Caddesi'yle Taksim
Meydanı'nın kavuştuğu yerde, sivri külahlı, küçük bir taş bina vardır. Burası,
uzaktan getirilen suyun çeşitli semtlere "taksim edildiği", yani dağıtıldığı yerdir.
Biz bu "Taksim"den İstiklal Caddesi'nin tersi yöne yürüyünce, az sonra, yeni
açılan Tarlabaşı Caddesi'nin başında kendimizi bulacağız. Karşıya geçtikten
sonra sizi yeniden geldiğimiz yönde yürüteceğim. Şüphesiz kimse benim bu
sinir bozucu rotalarıma uymak zorunda değil; ayrıca, bu bölümde şimdiye
kadar sözü geçen yerler bir günde ge-zilemez- bisikletle önlerinden
geçmiyorsanız.

TARLABAŞI

Tarlabaşı Beyoğlu'nu tamamlar, ama onun kadar şık değildir. Grand Rue de
Pera yüksek sınıfın eseriydi. Bu sınıf o yörede zengin bir hayat başlattı. O
zaman, onlar kadar varlıklı olmayan başkaları da fırsat buldukça bu yakınlarda
ev sahibi olmaya çalıştılar. Sonuçta onlar da aynı mimari akımı izlediler, ama
evleri daha mütevazı oldu. Bu ba-kımdan Tarlabaşı'nı Beyoğlu'nun aşağı orta
veya orta sınıflarının ve genel olarak hizmet sınıflarının yerleşim bölgesi
sayabiliriz.
Yakın dönemde Beyoğlu eski statüsünü kaybetti. Bu çöküş Beyoğlu'nun
kendinden önce Tarlabaşı'nı etkiledi. Gayrimüslim azınlıklar da 1950'lerden
başlayarak İstanbul'u kitleler halinde terkedince buralara Anadolu'dan gelen
yoksul halk ya da küçük müteşebbisler yerleşti. İmalathaneler, tamirhaneler
açıldı. Sonuçta Tarlabaşı adamakıllı köhneleşti. Ama bu ilginç olmaktan çıktığı
anlamına gelmiyor. Bu dar, yılankavi sokaklar, bu halleriyle de son derece
ilginç. Bu semtte sokak gezmeyi gezenlerin içgüdülerine bırakarak, en önemli
gördüğüm binaları anlatmakla yetineceğim.
Tarlabaşı'ndan sağ tarafa inen sokaklardan birinin adı şimdi Turan Caddesi.
Eski adı ise Macar Caddesi. Bu, 1848'deki ayaklanmadan sonra, başarısız kalan
devrimcilerden bazılarının Osmanlı İmparatorluğu'na sığınması ve bu bölgede
yerleşmesinin anısına. Günümüze onlardan kalan, değişinceye kadar, sokağın
adından başka bir şey yoktu. Yüzyıl sonunda Pan-Turanist ideolojinin icadında
Macarların da yeterince payı olduğunu hatırlayarak, eski Macar Caddesi'nin
Turan Caddesi haline gelmesinde bir tür adalet olduğunu söyleyebiliriz.

MELKİT KİLİSESİ

Sakız Ağacı Sokağı Tarlabaşı içlerine de devam eder. Buraya sa-pınca, sol
kolda, birkaç bina sonra, üzerinde haç olan bir kapı var. Kapıyı çalın,
içeridekilere kendinizi duyurabilirseniz sorun yok, çünkü mutlaka iyi
karşılanırsınız. Bu yüksek binanın giriş katında bir kilise var. Şimdi terkedilmiş
durumda, çünkü cemaati yok. Hepsi Türkiye'-den gitmiş. Kim bunlar? Melkitler!
Yanı, Katolik otoritesine bağlı, ama Doğu usulünde ayin yapan bir mezhep.
Vaktiyle, Bizans'a başkaldırıp Katolik olmuş ve Müslümanlarla da iyi
geçinmişlerdi. Melkit, "Melekit", yani "Melik'in Adamları" anlamına gelir.
Melkitler daha çok Suriye ve Lübnan taraflarında kalabalıktılar, ama başkentte
de küçük bir grup vardı. Cemaat kalmayınca bu kilisenin bakımı yakın bir
mezhep olan Keldanilere verildi. Apartmanda Keldani bir din adamı ailesiyle
oturuyor. Kiliseye de bu aydın ve genç din adamı bakabildiği kadar bakıyor.
Ama zaten maddi gücü olmayan Keldanilerin burayı gerçekten korumaları çok
zor.

SÜRYANİ KİLİSESİ

Kiliseyi geçtikten sonra sağdaki ilk sokağa sapınca, gene sağda, eski bir Katolik
Ermeni manastırı var. Yakınlarda ressamlar burada atölye açtılar, bir şapelin de
bulunduğu üst katta bir lokanta açıldı. Buradan Tarlabaşı içlerine gidip
Karakurum Sokağı'nı bulalım. Burada büyük bir taş bina göreceğiz. Meryem
Ana'ya ithaf edilen bu kilise ve başka bölümler -idare, okul vb.- 1960'ta,
Süryaniliğin Türkiye'deki merkezi Mardin'den getirilen taşlarla inşa edilmiştir ve
İstanbul'da Süryanilerin kendi yaptıkları tek kilisedir (kullandıkları başka
kiliseleri başka mezheplerden ödünç almakta veya kiralamaktadırlar).
Süryanilik en eski Hıristiyan mezheplerinden biridir. İsa'nın dili olan Aramice
konuşurlar. Dilleri ve alfabeleri Sami kökenlidir. Görece yakın zamanlarda
aralarından bazıları Süryani-Katolik olmuştur. Tarlabaşı'ndaki Meryem Ana
kompleksinin başında bir Metropolit bulunmaktadır.
Buradan çok da uzak olmayan Kalyoncu Kulluk Caddesi'nde Rum Ortodoks Ayii
Konstantinos ke Eleni Kilisesi var. Önemli özellikleri olmayan, ama güzel bir
kilise.
Onun biraz aşağısında, hiç beklenmedik bir yerde de bir müze var. Polonya'nın
Türklerle ortak çabalarla açılmasına katkıda bulunduğu bu müze, hayatının bir
kısmını siyasi sürgün olarak İstanbul'da geçiren büyük Polonyalı şair Adam
Mickiewicz'in evi. Şair 1855'te, İstanbul'a geldikten kısa bir süre sonra
koleradan öldü. İç organları çıkartılarak yaşadığı evin bodrumuna, tahnit edilen
cesedi ise Paris'te gömüldü.
Buradan Hamalbaşı'nın devamı olan Ömer Hayyam'a geçip sonra Emin Camii
Sokağı'na sapınca, cami adı taşıyan bu sokakta İstanbul'un ender Protestan
kiliselerinden ikisini yan yana görüyoruz. Köşede olanı Ermeni Protestan,
yanındaki de Alman Evangelik Kilisesi.
Böylece, Halic'in kuzeyinin Beyoğlu kısmını bitirdik. Beyoğlu'nda, gördüğümüz
gibi, tarih çok gerilere gitmiyor. Bunun en büyük sorum-lusu 1831 ve 1871
yangınları. Ama şu da var ki, Beyoğlu'nun kısa bir sürede ortaya çıkışı,
dünyada şehirleşmenin yeni başlayan bir evresine denk gelmiştir. Bu anlayış, o
zamana kadar Osmanlı toplumunda varolmuş şehirleşmenin içinden çıkmamıştı
ve onunla bir ilgisi yoktu. Ama buraları etkileyeceği belliydi. Dolayısıyla, söz
konusu yangınlar bu bölgeyi boş arsalara çevirmese de gene bu yakınlarda bir
başka Beyoğlu ortaya çıkacaktı. Beyoğlu'ndan söz ederken, hem tarihi çok
eskilere uzanmayan binalardan, kişilerden, ailelerden konuştuk, hem de
bunların çoğunun bugün devam etmediğini gördük. Beyoğlu, sağ-lam bir
üretim temeline, bir sanayileşme hareketine dayanmayan bir servetin,
uluslararası ticaretin ve finansın ürünüdür. Onun için, sanki kaçınılmaz olarak,
"bir var bir yok" bir sürecin yaratışıdır. Beyoğlu'nun Art Nouveau binaları
yükselirken Osmanlı ülkesi de batıyordu. Batış ve Türkiye Cumhuriyeti olarak
yeniden doğuş buranın nüfus bileşimini zorunlu olarak değiştirdi. İnsanlar gitti,
başka insanlar geldi ve Beyoğlu'nun maddi temelleri ortadan kalkmasa da
(çünkü kapitalist gelişme doğrultusu değişmemişti), kültürel bağları yok oldu.

BEYOĞLU YAKASININ ÖTEKİ SEMTLERİ

Haliç'in kuzey kıyısı güneyiyle birlikte, hatta kısmen daha önce sanayileşti.
Osmanlılar başlıca tersanelerini Haliç'te, Kasımpaşa kıyısında kurmuşlardı.
Böylece burası yüzyıllar boyunca bir gemi yapımı merkezi olarak yaşadı. 19.
yüzyıldan itibaren başka imalat dalları da Halic'in kolaylıklarından yararlanmak
üzere buraya yerleşti.
Beyoğlu-Şişli ekseninde uzanan sırtla şimdiki üçüncü Haliç Köprü-sü'nden
Mecidiyeköy'e uzanan yükselti arasında arazi çukurlaşır. Bir zamanlar
Dolapdere ile Kasımpaşa deresinin sularını Halic'e boşalttığı bu havza,
Kasımpaşa dediğimiz bölgede Haliç'le buluşur. Bu dereler zamanla iyice
kirlendiği için 1950'lerde üstleri kapatıldı ve giderek kanalizasyona dönüştüler.
Buradaki tersane binalarından bazıları yakınlarda ortadan kaldırıldı, ama
birçoğu halen çalışmaktadır. Ka-sımpaşa'da gördüğümüz büyük ve görece eski
binaların çoğu da Osmanlı döneminden beri Bahriye'nin elindedir. Örneğin
kıyıdaki Kuzey Saha Deniz Komutanlığı binası, Osmanlı zamanında, Bahriye
Nezareti olarak inşa edilmişti. Heybeliada'ya taşınmadan önce Deniz Harp
Okulu buradaydı. Tepedeki Deniz Hastanesi başından beri aynı işlevi
görmektedir. Komutanlığın karşısındaki Cezayirli Hasan Paşa İlkokulu da geçen
yüzyıldan kalma orta karar yapılardan. Cezayirli Hasan Paşa'nın bu semtte bir
camisi ile iki çeşmesi bulunmaktadır ve bunları kendisi yaptırdığı için, tarihleri
18. yüzyılın son çeyreğine uza-nır. Camilerden biri gene denize yakın Kalyoncu
Kışlası binasının içindedir.

KASIMPAŞA- HASKÖY

Semtin bir başka önemli camisi de Bahriye Caddesi üstünde, Kanuni


döneminde yapılan Güzelce Kasım Paşa Camii'dir. Yandıktan sonra, Abdülaziz
tarafından yeniden yaptırılmıştır. Semtin adı bu Kasım Paşa'dan gelir.

PİYALE PAŞA CAMİİ


Bu çevredeki en önemli Osmanlı yapısı epey içerilerde kalan ve şimdi önünden
Çevre Yolu geçen Piyale Paşa Camii'dir. Yeni Perpa binasının yanındaki Piyale
Paşa, Sinan'ın ilginç eserlerinden biridir. Altı kubbesiyle bu cami Anadolu'daki
Osmanlı öncesi ulucami kategorisine girer, ama o tipin son derece geliştirilmiş
ve inceltilmiş bir örneğidir. Bu tipin ortaya çıkması, mimari teknolojiye
bağlıydı. Belirli büyüklükte bir binanın üstünü örtmek için birçok direk dikiliyor,
bunların üstüne konan kirişler de düz çatıyı taşıyordu. Zamanla direkler dörtlü
gruplar haline getirildi, ahşap direk yerine sütun kullanıldı ve sütunlar
tonozlarla bağlandı; daha sonra da her dörtlü sütun grubunun üstüne bir küçük
kubbe konduruldu. Böylece, büyüklüğüne göre üzerindeki kubbe sayısı da
artan bir cami tipi ortaya çıktı. Ancak mimari gelişme, karşıt yönde oldu. İç
mekânda ayak sayısı gitgide azaltılarak, tek büyük kubbeye geçildi.

Plan 17. Piyale Paşa Camii

Sinan zamanında, teknoloji, ulucami tipini çoktan gerilerde bırakmıştı.


Dolayısıyla Sinan bu eserinde, eski bir mimari türe dönüyor ve onu kendi
çağının estetiği içinde yeniden yorumluyor. Sinan'ın bütün sanatsal jestleri gibi
bu da son derece ilginç. Kubbeleri, kemerleri, giriş revakıyla değişik, hemen
gözü yakalayan, güzel bir binadır Piyale Paşa Camii. İç görünümü ayrıca
güzeldir. Külliyesinin birçok parçası bugüne kalamamıştır. Oldukça harap ve bir
başka amaçla kullanılan hamamın yanı sıra bir de Piyale Paşa'nın türbesi
ayaktadır.
Piyale Paşa'nın kendisi Hırvat asıllı bir devşirmedir. Enderun'dan yetişerek
devlet hizmetine girmiş, özellikle denizcilik alanında çalışmış ve II. Selim'in bir
kızıyla evlenerek saraya damat olmuştur. Mağrib seferlerinin çoğunda yer
almış, Turgut Reis'in Malta kuşatmasında, Cerbe savaşında bulunmuştur. Sakız
fatihidir. Kıbrıs'ın alınmasında da önemli görevler yapmıştır.
Yeniden deniz kenarına döndüğümüzde, tersanenin içinde, daha önemli cami
ve külliyesini Çarşıkapı'da gördüğümüz Çorlulu Ali Paşa'nın bu şehirdeki ikinci
camisine geliriz. 18. yüzyıl başında yapılan cami 19. yüzyılda, II. Mahmut
zamanında esaslı bir tamirden geçtiği için asıl karakterini kaybetmiştir.

AYNALIKAVAK KASRI

Camialtı ve Taşkızak tersanelerinin duvarlarını izleyerek Hasköy'e doğru


giderken, Aynalıkavak Kasrı'na geliyoruz. Bu saray 17. yüzyıl başında
yapılmıştı, ama bugün gördüğümüz şeklini 19. yüzyıl başında, III. Selim
döneminde aldı. Halic'in güney ve kuzey kıyılarına çeşitli dönemlerde saraylar
yapılmıştı. Aynalıkavak bunların en büyüğüdür ve günümüzde kalan tek Haliç
sarayıdır. Kıyıdan Okmeydanı'na doğru genişleyen ve "Hasbahçe" adıyla anılan
büyük bir korunun kıyısındaydı. Çoğu Osmanlı sarayı gibi bu da, padişahların
eklediği yeni binalar ve köşklerle genişlemiş, büyümüş, sonra da, Osmanlı'nın
genel talih çizgisine uyarak, yavaş yavaş harap olmuş, küçülmüştür. Böylece,
bugün müze haline getirilen, III. Selim'den kalma Hasbahçe köşkünden ibaret
kalmıştır. Evliya Çelebi, Aynalıkavak önünde çok zengin istiridye yatakları
olduğunu anlatır. "Hey gidi günler"!

HASKÖY

Hasköy, ta Bizans zamanında, Karaim kolundan Yahudilerin oturduğu bir


semttir. Eminönü'nde Yeni Cami yapılırken oradaki Yahudiler de buraya
gönderilmişti. Semtin eski haritalarında gördüğümüz sokak adları, artık hemen
hemen hiç izi kalmayan bu Yahudi geçmişinin anılarını yaşatır: örneğin,
Basmacı Avram Sokağı Basmacı Ruşen Sokağı olmuştur. Terzi Havim, Terzi
Kasım Sokağı'na dönüşmüştür. Sinagog sokakları, sinagog çıkmazları ortadan
kalkmıştır, değindikleri sinagogların kendileriyle birlikte. Naim Güleryüz bu
semtte sadece, Karai geleneği uyarınca yeraltında inşa edilen Kalha Kadoş be
Kuşta Bene Mikra sinagogunun ayakta kala-bildiğini söylüyor. Sedat Hakkı
Eldem, Hasköy'de, 18. yüzyıldan kalma ahşap Hahambaşı konağını da
bulmuştu. Bildiğim kadarıyla çeşitli Yahudi okulları (biri, sanırım, Alliance
Israelite'in) da yanmış ya da yıkılmıştır. İstanbul'un en büyük ve en eski
Yahudi mezarlıklarından biri de Hasköy'dedir. Daha önce birkaç kere sözünü
ettiğim Kamondo Paris'te ölmüş, vasiyeti üstüne Hasköy Yahudi mezarlığındaki
anıt mezarına gömülmüştür.
Hasköy'de Yahudiler'den başka Rumlar da yaşıyordu. Onlardan kalan başlıca
kilise iskeleden az ilerideki Ayia Paraskevi'dir. Bina olarak fazla ilginç değil,
daha çok içindeki ikonostasion ve ikonlarıyla dikkate değer bir kilisedir bu.
Ama en ilginç tarafı, onunla ilgili çeşitli efsanelerdir: Bursa'da Argiri adında bir
kıza bir Türk aşık olunca ailesi kızı bir Rumla evlendiriyor; ama Türk aşık bir
paşanın oğlu olduğu için kızı kaçırtıp İstanbul'da Tersane zindanına kapatıyor.
Kız, paşazade ile evlenmesi tehditlerini reddediyor, yemek yemeyerek intihar
ediyor. Onun üzerine, Hasköy'deki kilisenin avlusuna gömülüyor. Derken
avludan alevler yükseliyor, kilise papazı "beni buradan çıkarın," diyen bir ses
işitiyor. Patrikhane'den gelen "uzman" kurul önünde mezar açılınca içinden
mumyalanmış bir ceset çıka-rılıyor. Her nedense, başı kesilip Rusya'ya
gönderiliyor, mumyalı ceset de camlı bir tabut içinde kilisenin içine konuyor.
Türkler, başı Rusya'ya taşıyan geminin ardına takılıyor. Pamuk taşıyan Rum
kaptan hafifleyip hızlanmak için bazı balyaları denize atıyor, pamuklar da Türk
gemisinin uskuruna takılıp onu durduruyor.
Kim bilir kaç farklı efsanenin öğelerini bir araya getiren bu hikâye şüphesiz
hiçbir somut olguya dayanmıyor; ama bir 19. yüzyıl "fabrikasyonu" olarak
(uskurlar vb.) milliyetçileşen folklorun yeni oluşturulan düşmana karşı
duyguları yansınma biçiminin ilginç bir örneği. Ayia Argiri'nin camlı mezarı artık
sergilenmiyor, bir yere gömülmüş durumda.
Hasköy'ün içlerinde, ve tepede, Rum, Yahudi ve Müslüman mezarlıkları
arasında gene Ayia Paraskevi adına bir ayazma vardır. Eskiden buraya Foti
adında bir Rum'un açık hava kahvesinden girilirdi. 25 metrelik tonozlu bir
dehlizden geçilerek, derin bir kuyunun başına gelinirdi. Çıksalın diye de bilinen
ayazmanın bu adı, "Şeyh Salih"in bozulmuş şeklidir. Ama adı gibi kendisi de
bozulmuş du-rumda. Ayazma'nın nerede olduğunu bilen yok. Foti'nin bahçesi
şimdi biraz pejmürde bir park (buraya gelen sokaklardan biri, belki Foti'nin
bozulmasıyla, Futacı Sokağı olmuş). "Çıksalın" herhalde, "çıkıp" "salınılacak"
bir yer gibi düşünülüyor; çıkmasına çıkılıyor, ama salınacak ortam pek yok.
Parkın hemen ilerisinde Karaim Kabristanı, ağaçsız ve etkileyici.
Halic'e paralel ana cadde üstünde bulunan eski Lengerhane, Koç grubu
tarafından restore edildi ve işlevine uygun bir "Sanayi Müzesi" olarak açıldı.
Fazla ilginç bina kalmayan Halıcıoğlu ve Sütlüce semtlerinde eski mezbaha
binası dikkat çekiyor. Üçüncü köprünün dibinde kalan ve Halic'in her türlü
maddeyle kirletilmesine uzun zaman kendi özgül katkısını yapan Mezbaha
şimdi kültürel amaçlarla kullanılmak üzere düzenleniyor. Halıcıoğlu'ndaki askeri
bina Mühendishane olarak yaptırılmıştı. Bunun yakınında da Mihrişah Sultan'ın
yaptırdığı Humbarahane Kışlası Camii vardır (1803).
Kâğıthane'ye doğru, Halic'in içlerine giderken gördüğümüz adacıklar eskiden
beri orada var ve gene Evliya Çelebi'nin anlattığına göre bunların çevresinde
çok lezzetli karides tutulurmuş.
Kâğıthane ve Alibeyköy suları Halic'e dökülür. Bunlara "Avrupa'nın tatlı suları"
adı verilmişti. Çok eskiden beri burası İstan-bul'un bir numaralı mesire yeriydi.
Sadabad, Çağlayan ve İmrahor kasırlarının çevresi özellikle Lale Devri'nden
sonra, insanların kayıklarla, at ya da süslü öküzlerin çektiği arabalarla (koçu
arabası) akın akın eğlenmeye gittiği bir yer haline geldi. Burada saraylar
yapıldı, suların akacağı setler yapıldı, köprüler yapıldı. Daha ileri tarihlerde,
ünlü Sened-i İttifak burada imzalandı. Sultan Abdülmecit'in sünnet düğünü
burada yapıldı. Ama 20. yüzyılın sınai "gelişme"si burayı beter bir mezbelelik
haline getirdi. Bugünkü durum da bu.
II. Abdülhamit'in yaptırdığı çeşme epey harap bir halde, Cendere yolunun
yanındaki parkta duruyor.

KÂĞITHANE'DEN ŞİŞLİ'YE

Kâğıthane'den Okmeydanı yönünde ilerlediğimizde, geçmişten kalan çok şey


göremeyiz. Buraları, daha 1960'lara kadar açıklık ve yeşillik alanlarken, sonraki
hızlı şehirleşme süreci içinde hızla apartmanlaşmış bölgelerdir.
Ok atmak, askeri Osmanlı İmparatorluğu'nun önemli bir uğraşıydı. Şehrin
kuzeyindeki bu boş alan okçuluk için ideal bir yerdi. Okun askeri önemi
azaldıktan sonra da spor olarak devam ettiğini biliyoruz. Sert yayları gererek
oku mümkün olduğu kadar uzağa göndermek bu sporda girişilen başlıca
yarışlardan biriydi. Kırılan rekorları gösteren -ve ebedileştiren- nişan taşları
konurdu. Okmeydanı, bu dehşet rekorları kıran güçlü kemankeşlerin nişan
taşlarıyla doluydu; şimdi bunlar, yukarı doğru yönelme rekorları kıran yeni
gökdelenlerin temel taşları arasında yatıyor olabilir.

ŞİŞLİ-FINDIKLI
Okmeydanı için söylenecek ilginç bir nokta meteorolojiyle ilgili: İstanbul'un
birçok yerinden, havanın bozacağı, Okmeydanı üstüne bakarak anlaşılır; o
yönden kara bulutlar geliyorsa, şemsiyenizi yanı-nıza alın.
Darülaceze, bir zamanlar, şehirden ve gürültüden uzak olduğu için burada inşa
edilmişti. Ama şehir ve gürültü, yaşlıların kendilerinden uzaklaşmasına
dayanamadılar. (Darülaceze'de cami, Ortodoks ve Ermeni kiliseleriyle bir de
sinagog yapılmış olması, Osmanlı çok-kültürlü geleneğinin güzel bir örneğidir.)
Darülaceze'nin yanındaki, şimdi Türkiye Gazetesi'nın hastanesi olan bina,
eskiden Bulgar Hastanesi'ydi.
Karşıdaki Hürriyet Anıtı (Abide-i Hürriyet) Türkiye'de yapılmış ilk ulusal anıttır.
1909'da bunun yapılması için yarışma açılmış, katılan çeşitli ünlü mimarlar
arasından Muzaffer Bey'in projesi kazanmıştı. Anıt, 31 Mart'ta ölenler için
yaptırıldı. Ayrıca Mahmut Şevket Paşa ile yanında can veren iki yaverinin,
Mithat Paşa'nın ve Nazizm'in iktidar olduğu yıllarda kemikleri Berlin'den
getirilen Talat Paşa'nın mezarları buradadır. Anıtın altı da üçgen biçiminde bir
cami olarak yapılmıştır.
İstanbul son dönemde Karadeniz kıyısına doğru büyüyor. 1950'lerde yeni,
bahçeli ve oldukça insancıl bir yerleşim alanı olarak Levent açılmıştı. O
zamanki nüfus artışı çerçevesinde yeni yerleşim alanlarını bu mütevazı ölçüler
içinde planlamak mümkündü. Ama 1960'tan sonra her şey değişti. Mecidiyeköy
o sıralarda hâlâ "köy"e yakınken kısa zamanda bir iş merkezi oldu ve karakteri
tamamen değişti. Yeni "Levent"ler oluştu ve yerleşim-konut alanları Etiler'e
varıp hızla daha ilerilere yöneldi. Bir yandan da gecekondulaşma aynı hızla
yürüdü. Gültepe, Kuştepe gibi yerler önce gecekondularla örtüldü, sonra bunlar
da apartmanlaştı.
Bu bölgeler üzerinde hiç duramayacağım. Aslında, koca İstanbul'un her köşe
bucağında ilginç şeyler var; örneğin Ayazağa'daki, Abdülaziz'in yaptırdığı av
kasırları (İstinye yolu üstünde "Maslak Kasırları" adıyla yönleri gösteriliyor)
görülmesi gereken binalar. Bunlar onarım gördüğü halde yeniden
haraplaşmaya başladı. Önü havuzlu, tek odadan oluşan Çinili Köşk (Müzik
Pavyonu) ya da Zincirlikuyu'da İlhan Koman'ın Akdeniz heykeli gerçekten
önemli sanat eserleri. Ama söz konusu bölgede bu gibi yapılar hayli dağınık ve
bir "gezinme" mantığı içinde yan yana gelemiyor. Onun için buradan geri
dönüp Şişli-Kurtuluş-Nişantaşı bölgelerine göz atalım.

ŞİŞLİ

Rey kardeşlerin Lüküs Hayat'ının ünlü şarkısı: "Şişli'de bir apartu-man/Yoksa


eğer halin duman" diye başlar. 1920'lerin opereti o dönemin İstanbul
gerçekliğinin altını çizmiştir. Popüler kültürün bu sevimli örneğinin yargısı ciddi
edebiyatta, Yakup Kadri'nin Kiralık Konak’ında tekrarlanır: Aksaray'daki konak
terkedilir ve aile Şişli'de apartmana yerleşir (ilk basım tarihi 1922).
Yüzyıl sonunda Pera yükünü almaya yüz tutunca, Şişli ve Teş-vikiye'de
yerleşim teşvik edilmiş, böylece zamanın Art Nouveau binaları buralara da
yayılmaya başlamıştı. 20. yüzyılın betonarmesi yerleşimi adamakıllı hızlandırdı.
Şimdi biz yola, Şişli Meydanı ve Şişli Camii'den başlayalım. Bu cami, betondan,
eski camilere benzeme amacıyla yapılmış, herhangi bir estetik değeri olmayan
bir binadır. Ama İslami yapısı az bu semtte, cenazelerin kalktığı birkaç belli
başlı noktadan biri olarak önem ka-zanmıştır.
Caminin karşısından (yüzümüz Taksim'e doğru) sağa saptığımızda Bomonti'ye
geliriz. Bomonti bu çevrede sanayinin ilk başladığı yer-lerden biridir ve ilk
önemli fabrika da bugün hâlâ çalışan Bomonti Bira Fabrikası'dır. Bir zamanlar
buradaki Bomonti bira bahçesi İstanbul'un önemli eğlence yerlerindendi.
Fabrikanın yakınında bir de ilginç kilise vardır: Gürcü Katolik Kilisesi. Oldukça
eski bir Hıristiyan kilisesini oluşturan Gürcüler aslında Ortodoks'tur, ama
Ermeni Gregoryenler gibi onların kilisesi de büyük ölçüde ulusal ve bağımsızdır.
Katolik Gürcü ise fazla sık rastlanan bir fenomen değildir. Ama, işte, belli ki
bazı Katolik misyonerler bazı Gürcüler'i saflarına çekmiş. Bina olarak fazla
ilginç olmayan bu kilisede İkinci Dünya Savaşı sırasında bazı Alman Katolik
rahiplerin görev yaptığı ve bu göreve biraz da Nazi propagandası karıştığı
bilinir. Şu sırada kilise gene Katolikler'in elinde, ama Gürcü bir cemaat
kalmamış.
Bomonti'den Feriköy'e doğru giderken, ünlü yabancı okullardan Fransız St.
Michel Lisesi görülür.
Halaskârgazi Caddesi üstünde, sağda, Bulgar Kilisesi Eksarhlığı'nın bahçe
içindeki binası vardır. Bunun dışında başka bahçeli bina kalmamıştır. Gerek bu
caddede, gerekse yan sokaklarda, bir zevk ölçüsüne göre yapılmış birçok
apartman hâlâ ayaktadır, ama zevksiz olanları, özellikle yan sokaklarda,
egemendir: kişiliksiz apartmanların bitişik nizam dizildiği monoton, kişiliksiz
sokaklarla boğucu bir hava sinmiştir bütün yöreye. Bu arada, ana caddede,
eski bir apartmanın çatısının üstünde yeni bir beton apartmanın bir kısmını
görmek bile mümkündür.
Taksim yönünde sol kolda, Mustafa Kemal'in şimdi müze olan evi de Şişli'nin
ilginç yapıları arasındadır. Atatürk Mütareke döneminde bu evde oturmuş,
1919'da Anadolu'ya geçmeden önceki siyasi ve diplomatik temaslarını buradan
sürdürmüştü. Projesini D'Aronco, uygulamasını ise Pellini'nin yaptığı saat kulesi
ve mescidi ilginç olan Etfal Hastanesi yakınında, ünlü İtalyan mimarı
Mongeri'nin özel bir konak olarak inşa ettiği ve şimdi Ataman Kliniği olan bina
da ilginçtir.
Şişli'yi Nişantaşı tarafına bağlayan Rumeli Caddesi üstündeki Şişli
Kaymakamlığı da Ulusal Mimari akımının göze çarpan örneklerin-dendir. Ama
şimdilik o tarafa sapmayalım.
Pangaltı'ya (bu ad, Banka Altı'ndan bozulmadır) gelip sağa, sonra da sola
saptığımızda Kurtuluş'a geliriz. Eskiden burası ağırlıkla bir Rum mahallesiydi
(Ermeni de vardı) ve adı Tatavla'ydı. Kurtuluş'ta, Avukat Caddesi'nde büyücek
bir Rum Ortodoks Kilisesi vardır: Ayii Apostoli. 19. yüzyıl sonlarından kalma
binada bir kubbe de kullanıl-mıştır. Kubbede Pantokrator resmi vardır. Ayrıca,
Basmacidis imzalı yağlıboya tablolar bulunur.
Daha aşağıda, Kurtuluş Caddesi üzerinde Ayios Dimitrios Kilisesi'ni görürüz. Bu
bina çok daha eskidir. 1782'de yapıldığı bilinmektedir ve yanındaki yıkık Ayios
Haralambos'un 16. yüzyıldan kaldığı söylenir. Bunlar, çevrede Rum
yerleşiminin hayli eskilere uzandığını gösterir. Ayios Dimitrios, Bizans
kiliselerinin görünümünü hatırlatacak biçimde, özenle yapılmış bir kilisedir.
Birkaç blok ilerisinde, Omuzdaş Sokağı'nda, Ayios Atanasios Rum Kilisesi
vardır.
Kurtuluş tarafına hiç sapmayıp devam edecek olursak, sağda Pangaltı
Hamamı'nı, solda, Zafer Sokağı'nda Vali Konağı'nı görebiliriz. Az sonra da
Harbiye kavşağına geliriz. Burada solda Askeri Müze ve Harbiye var.
Orduevi'nin arkasında Şehir Tiyatrosu, Açık Hava Tiyat-rosu, Konser Salonu,
şimdi uluslararası konferans salonu olarak yeniden düzenlenmekte olan Spor
ve Sergi Sarayı. Orduevi'nin karşı-sına düşen Cebel Topu Sokağı'na girip. Ölçek
Sokağı'na sapınca, Va-tikan Elçiliği'ne geliyoruz. Bunun az ilerisinde, cephesi
ana caddeye bakan ünlü Fransız Dame de Sion Okulu'nun arkasında kalan
Saint-Esprit ise, herhalde Vatikan Elçiliği'ne yakınlığından ötürü, şehirdeki en
büyük Katolik kilisesi olmadığı halde İstanbul'daki katedraldir.
Cadde, Batılılaşmayı seven İstanbullular için kıvanç kaynağı sayılabilecek bir
bulvardır. Hilton, Divan, Sheraton gibi büyük oteller, büyük uçak şirketleri,
Kervansaray, Parizien, Hydromel, Club 33 gibi belli başlı gece kulüpleri hep bu
bulvar boyunca sıralanmıştır.
Nişantaşı-Maçka ekseni üstünde başka ilginç binalar görülebilir. Örneğin Vali
Konağı Caddesi'ne paralel Güzelbahçe Sokağı'nda aynı adı taşıyan Klinik,
Mongeri'nin özel bir konak olarak yaptığı bir bina-dır. Eski İngiliz Lisesi High
School (for Boys) şimdi Nişantaşı Anadolu Lisesi haline gelmiştir. Gene aynı
caddeyle Süleyman Nazif Sokağı'nın köşesinde, Ulusal Mimari akımının önde
gelen temsilcilerinden Vedat Tek'in kendine yaptığı ev vardır (altında Yekta
Restaurant).
Teşvikiye Caddesi üstünde de 19. yüzyıl sonu ya da 20. yüzyıl başından çeşitli
güzel binalar var. Teşvikiye Camii, adından da anlaşıldığı gibi bölgede yerleşimi
teşvik etmek için, 1854'te Abdülmecit tarafından yaptırılmıştı. Avlusunda, III.
Selim ve II. Mahmut için konmuş iki menzil taşı vardır. Maçka yönünde
giderken, az sonra sağda, eski bankalardan itibar-ı Mali Osmanlı Anonim
Şirketi'nin kurucularından, Rum banker ailesi Ralli’lerin apartmanı görünür.
Daha ileride gene Mongeri imzasını taşıyan karşılıklı iki önemli bina vardır.
Soldaki, şimdi Teknik Okul olan bina zamanında İtalyan Elçiliği olmak üzere
inşa edilmişti. Karşısındaki dört ayrı girişi olan -ve bir dairesinde Abdülhak
Hamid'in oturduğu- Maçka Palas 20. yüzyıl başında yapılmış şık bir konuttu.
Ondan sonraki İzmir Palas'ı da İzmirli iş adamı Ahmed Süreyya Bey J. D'Armi
adında bir mimara yaptırmıştı (Cumhuriyet'in kuruluşundan sonra).
Maçka Caddesi üstündeki Maçka Çeşmesi II. Abdülhamit zamanında D'Aranco
tarafından yapıldı. Spor Caddesi üstündeki Valide Çeşmesi ise Tanzimat
döneminde yapılmış, rokoko özellikleri ağır basan bir yapıdır.
Maçka Teknik Üniversitesi binası ilkin astsubay okulu olarak yapılmıştı.
Yanındaki, gene üniversiteye bağlanan daha küçük bina da jandarmaya aitti.
Spor Caddesi Beşiktaş'a yaklaşırken, Sultan Aziz'in tahttan indirilmesine kadar
yapımım başlatamadığı camisine gelir sağlamak üzere inşa edilen Akaretler
binalarına geliriz. İstanbul'da, sözgelişi Londra'da çok sık rastlanan bu gibi bir
örnek konutlar azdır. Arnavutköy yalı dizisinin başındaki birkaç yapı şimdi
onarım halinde. Bir de, Halaskârgazi ile Vali Konağı caddeleri arasındaki bir
sokakta böyle bir sıra var. Akaretler'in Laleli'deki yangın apartmanları gibi
onarılıp turistik pansiyon haline getirilmesi planlanmıştı.
Sultan Aziz'in saltanatı, camiyi yaptırmasına yetmedi. Bu caminin kurulacağı
yerin taşları konabildi ancak. Sonra Sedat Hakkı burada Taşlık Kahvesini yaptı.
O da, Swiss Hotel yapılırken yıkıldı, ama az ileriye bir kopyası inşa edildi.
Buradan deniz yönüne, Beşiktaş'a doğru değil de, öteki yöne gidersek, Şair
Nedim ve Nüzhetiye caddeleri üzerinden Ihlamur Kasrı'na varırız. Geniş bir
bahçe içinde yer alan iki bina Maiyet Köşkü ve Merasim Köşkü adını taşırlar.
Daha önce burada III. Ahmet'in düzenlendiği Hasbahçe vardı. Sultan
Abdülmecit 1855'te başmimar Nikoğos Balyan'a bu iki köşkü inşa ettirdi. Bir
zaman (1950'lerde) Tanzimat Müzesi haline getirilen Ihlamur Kasrı şimdi Milli
Saraylar Başkanlığı'nın elinde ve halka açık.

FINDIKLI

Son olarak, Dolmabahçe Camii'nden yeniden Galata'ya doğru yürüyelim.


Caminin karşısında, Gümüşsuyu'na tırmanan yolun başında, Hacı Mehmet Emin
Ağa'nın (sipahi ağalarından) 18. yüzyıl ortalarında yaptırdığı zarif sebili
görüyoruz. Beş pencereli sebilin bir ucunda kapısı, öbür ucunda da çeşmesi yer
alır. Arkasında küçük bir mezarlık vardır. Sebil şimdi bir kahve olarak
kullanılıyor. Bu ağaçlık yerde, Dolmabahçe Sarayı için yapılan tiyatro binası da
vardı ve saç-ma sapan bir şekilde yıktırıldı.
Az ileride bir başka, gene çok sevimli sebil göreceğiz. Bu da ilkinden kırk yıl
kadar sonra, I. Abdülhamit'in sadrazamı Koca Yusuf Paşa'nın yaptırdığı sebil.
Bu sefer çeşme ortada, iki yanında da sebilin güzel demir parmaklıklı
pencereleri var. Birincisi gibi bu sebil de şimdi bir kahve.
Karşıda, vapur iskelelerinin bulunduğu yakada ise Hekimoğlu Ali Paşa'nın
1732'de yaptırdığı Kabataş Meydan Çeşmesi'ni görüyoruz. Menderes 1957'de
bu yolu açarken, kaybolan çeşitli tarihi yapıların yanı sıra, kalanların çoğu da
yer değiştirdi. Bu arada, 1958'de bu çeşme de iç taraftan şimdiki yerine
taşındı. Daha önce, set üstündeydi ve bir merdivenle çıkılarak yanına
geliniyordu. Bu da, görünüşüne daha fazla görkem kazandırıyordu.
Kabataş Lisesi eskiden Solakçeşme Sokağı üstündeydi. O bina şimdi yok ve
Kabataş Lisesi Ortaköy'de, Feriye Sarayları'ndan birinde.
Kıyı boyunca yürürken Sinan'ın güzel eserlerinden Molla Çelebi Camii'ne geliriz.
Kazasker Mehmet Efendi'nin yaptırdığı caminin kubbesi altıgen bir destek
sistemine oturur. Ancak burada kubbeye dayanak olan ayaklar duvara
gömülüdür. Kemerler de köşelere eksedralarla bağlanmıştır. Yarım kubbeler
köşelerde yer alır, birbirlerine bitişiktirler. Beşinci yarım kubbe ise mihrap
çıkıntısının üstündedir. Karşı sıradaki, az önce sözünü ettiğimiz Koca Yusuf
Paşa sebili de eskiden bu caminin yalımdayken yolu genişletmek için şimdiki
yerine taşınıp monte edilmiştir.
Molla Çelebi'nin karşısındaki sokaktan girip yukarı doğru tırmandığımızda,
Cennet Bahçesi adını taşıyan güzel manzaralı kahvenin yanındaki Sacre-Coeur
Kilisesi'ne geliriz. Bu kiliseyi şimdilerde Katolik Süryaniler kullanıyor.
Tırmanmadan sahil yoluna devam ettiğimizde, şimdiki Mimar Sinan
Üniversitesi'ne geliriz. Eski Güzel Sanatlar Akademisi daha önce Edebiyat
Fakültesi, bundan önce Meclis-i Mebusan, daha önce de Adile Sultan Sarayı idi.
Son Osmanlı Meclis'i burada toplanmıştı. Onun güneyindeki bina da eskiden
Saliha Sultan'ın sarayıydı. İkisi birden Çifte Saraylar adıyla tanınırdı.
Burada, tepede, çifte minareli Cihangir Camii görünür. Cihangir, Kanuni
Süleyman'ın çok sevdiği, sakat doğmuş, şiire ve estetik hazlara kendini vermiş
oğluydu. Güzel manzarasından ötürü olsa gerek, şimdi kendi adını taşıyan, o
zaman bahçelerle dolu bu sırtları seviyordu. Zamanın tarihçilerinin anlattığına
göre, ağabeyi Şehzade Mustafa'nın, babaları tarafından öldürülmesi olayı
karşısında üzüntüsünden ölmüştü. Şehzade Camii'ndeki türbeye gömüldü.
Ölümüne çok üzülen Kanuni'nin anısına yaptırdığı cami yangında, daha
doğrusu birkaç yangında, harap olunca, II. Abdülhamit şimdiki özelliksiz camiyi
yap-tırdı.

TOPHANE

Cihangir semtine, Taksim'den, Sıraserviler'i izleyerek de gelebilirdik. Bu


durumda, o cadde üstünde, başta eski Magic ve Venüs sineması olan binayı, az
sonra, Beden Terbiyesi olan Rum banker Rallis evi ile bitişiğinde, şimdi
Romanya konsolosluğu olan Muzurus Paşa konağını, Ayia Trias'ı da yapan Rum
mimar Kampanaki'nin elinden çıkan Belçika Konsolosluğu binasını, aynı sırada
görecektik. Daha ileride, 1840'lar ile 70'ler arasında yapılan Alman Hastanesi
var. Cihangir Camii yakınlarında, şimdi Amerikan Özel Lisan Dersanesi olan
güzel bina Polonya asıllı Sadık Paşa'nın (asıl adı Mikhail Çaykovski) eviydi.
Az sonra Tophane'de eski Topçu kışlalarının bulunduğu yere geliyoruz.
Kışlalardan artık eser kalmamış, ama padişahın Topçuları teftiş etmesi için
Balyan'ların yaptığı köşk, şimdi Eski Muharipler Derneği olarak, yerinde
duruyor. Bunun hemen yanında da II. Mahmut'un (gene Balyan ailesinden
Kirkor'a) yaptırdığı Nusretiye Camii var. Ampir ve barok üslupları kaynaştıran
bu cami, gene de, daha sonraki eklektik camilerden daha cana yakındır. Aynı
zamanda, onların zevksizleştirerek tekrarlayacağı birçok öğe burada da vardır;
incelmiş minareler, girişteki iki katlı cephe binaları gibi.
Nusretiye ile daha önce gördüğümüz Kılıç Ali Paşa Camii arasında kalan şık
oymalı mermer meydan çeşmesi I. Mahmut zamanındandır ve barok
çeşmelerin iyi örneklerinden biridir.
Son olarak, karşıdaki yükseltinin üzerinde kurulu olan ve semte adını veren
Tophane'ye bakalım. İstanbul kuşatmasında topu başarıyla kullanan Fatih
Mehmet yeni toplar dökmek için tophanesini burada kurdu. Ondan sonra oğlu
II. Bayezid ve daha da sonra Kanuni, Tophane'yi genişletip geliştirdiler. Ama
bugün gördüğümüz Tophane yapısı III. Selim'den kalmadır. Bina herhangi bir
şey için kullanılmıyor, ama askerin elinde olduğu için gezilemiyor da.
Dethier, geçen yüzyıl sonunda buraya "Çerkesler Mahallesi" dendiğini ve gizli
esir satışı yapıldığını söyler. Mark Twain de, İs-tanbul'a geldiği yıllarda esir
ticaretinin yasayla durdurulduğunu söyler, sonra, hangi tip esirin kaça
satıldığını anlatarak bir fiyat listesi verir.
Böylece, Galata-Pera'nın özünü oluşturduğu Haliç kuzeyini çevresinden
dönerek başladığımız noktaya geldik.
BOĞAZİÇİ

BOĞAZİÇİ

Boğaziçi'nin ilk adı Bosphoros'tur. Bu bileşik kelime "bous" (inek) ve "phoros"


(geçit) kelimelerinden türemiştir. İnek Geçiti denmesinin nedeni bir mitolojik
öyküdür. Tanrıların tanrısı Zeus, baştan çıkardığı sayısız güzel kızdan biri olan
İo'yu, karısı Hera'nın kıskanç öcünden koruyabilmek için inek biçimine
sokmuştu. Ama kıskanç bir kadını hiçbir şey durduramaz -hele tanrıçaysa.
Hera İo'ya ebediyen eziyet etmesi için bir atsineği gönderdi. İo bu sinekten
kaça kaça sonunda kendini Boğaz'a attı ve yüzerek Avrupa'dan Asya'ya geçti -
öbür kıyıda sineğiyle karşılaşmak üzere.
Mitolojinin zamandışı dünyasında İo'nun bir kıtadan öbürüne geçişini
Argonotların bir denizden bir denize geçişi izledi. Herakles, Peleus, Telamon,
Orfeus, Kastor gibi klasik mitolojinin birinci döngü kahramanlarının eşliğinde
İason, Kolkhis ülkesinde saklanan Altın Pösteki'yi bulmak için kuzeye,
Karadeniz'e doğru yola çıktı.
Bu iki efsane iki kıta ile iki deniz arasında geçit sağlayan Boğaz'ın coğrafî
önemini gösteriyor. Doğa, Altın Boynuz adıyla da anılan Halic'i Boğaz'ın daha
sakin olan güney ucunda yaratmakla katkısını tamamladı. Böylece İstanbul,
önemli bir kent için gerekli kusursuz coğrafi altyapıya kavuşmuş oldu.
Asya'dan gelen kervanlar Boğaz kıyılarında durur, yükleri kayıklarla Avrupa
yakasına taşınırdı. Ticaretle uğraşan bütün dünya halkları -Fenikeliler, Grekler,
Araplar, İtalyanlar- genellikle işlenmiş mallarla Karadeniz'e doğru yola çıkar ve
değerli hammaddeler taşıyarak geri dönerlerdi. Bugün de Boğaziçi'ndeki küçük
vapur iskelelerinden birinin yanındaki bir çayhanede ya da meyhanede
oturursanız, aynı işlek trafiği seyredersiniz. Her boydan, her bandıradan
şilepler, yolcu gemileri, lüks gemiler, arada bir de kaçınılmaz savaş gemileri,
Boğaz'da her zaman var olan küçük balıkçı teknelerinin ya da İstanbul halkını
büyük suyolunda karşıdan karşıya geçiren vapurların arasında kendilerine bir
yol bulmaya çalışarak kuzeye ya da güneye doğru yol alırlar. Sonra, iki modern
asma köprüden birine göz atarsanız, iki kıta arasındaki kesintisiz motorlu taşıt
trafiğini görebilirsiniz.
Geçiti aşmak göründüğü kadar kolay olmaz. Zorluk rüzgârın sertliğinden ileri
gelmez. Sorun akıntılardır. Tuna, Dinyeper, Dinyester gibi büyük ırmakların
aktığı Karadeniz'de buharlaşma Akdeniz'dekinden çok daha az olduğundan, her
zaman fazla su vardır. Bu su fazlası Karadeniz'den Boğaz kanalıyla Marmara'ya
akar. Boğaz'ın kuzey ucundaki deniz düzeyi güneydekinden daha yüksektir.
İşte bu farklılık son derece güçlü bir yüzey akıntısı yaratır. Akıntı düz yolda
gitmediği için çeşitli burunlara çarpıp yön değiştirir; böylece ters akıntılar da
oluşur. Öte yandan, Marmara'nın daha tuzlu ve yoğun olan suyu da bir alt
akıntıya yol açar. Böylece, kimi vakit bir balıkçı teknesi yüzeydeki akıntıyla
güneye doğru sürüklenirken, alt akıntı oltaları kuzeye doğru çeker. Akıntının
yol açtığı zorluklar, kışın pek sık görülen sisle birleşince, gemilerin kontrolden
çıkıp her iki yafea bo-yunca sıralanan yalılardan birinin yatak odasına girmesi
işten bile değildir.
Şimdilerde Boğaziçi gezintisi yapmak üzere turistleri alan gemiler genellikle
Kabataş'taki iskeleden yola çıkıyor. Burası böyle bir gezinti için uygun bir
başlangıç noktası, çünkü Boğaziçi'nin modern tarihini simgeleyen Dolmabahçe
Sarayı da hemen orada. Topkapı Sarayı'nda yapılan son köşk olan Mecidiye
Köşkü, Sultan Abdülmecit tarafından saraya eklenmiştir. Sultan Abdülmecit
zamanında Osmanlı devleti Batılılaşma yolunda kararlı bir adım attı. Aynı
sultan, ailesi için de Dolmabahçe Sarayı'nı yaptırdı. Bu ikametgâh değişikliği
birçok açıdan politikayı, sosyal ve kültürel yapıyı değiştirdi.
Bundan çok gerilere, ta Bizans zamanına gittiğimizde, Boğaziçi boyunda, koca
şehirle bağlantısı asgari düzeyde olan köylerin varlığını görürüz. Köylerde
insanlar balıkçılık ve bahçecilikle geçinir. Bu durum, İstanbul'u Türkler'in ele
geçirmesinden sonra da pek fazla değişmez. Ancak, daha Fatih'ten başlayarak,
Osmanlı padişahları Boğaz'ın güzelliğinin farkındadır. Onun için, birçoğu
buralardaki oldukça bakir sahillerde yer beğenir, küçük saraylar, kasırlar,
köşkler yaptırırlar. Sert akıntılı suda gidecek kayıkları, onları götürecek
kürekçileri ancak Hazine-i Hümayun karşılayabilir o dönemlerde. Kara yolu
zaten yoktur.
İlk önemli değişildik 18. yüzyılda gerçekleşir. Osmanlı devleti başlangıçta,
askeri bir temel üstüne oturmuştur. Savaş, fütuhat, genişleme; yeni savaş
ganimetleri, yeni vergiler. Bu süreç Viyana Kuşatması'na kadar devam eder ve
bundan sonra Habsburglar'la Osmanlılar arasındaki sınır bir hayli yerleşik bir
hale gelir. 17. yüzyıl sonlarına kadar fütuhatın kendisi değilse de ideolojisi
devam eder, ama ikinci Viyana başarısızlığıyla artık her şeyin değiştiği iyice
anlaşılır.
Artık sefere çıkmayan padişahın, toplumun ileri gelenlerine kendini yeni bir
biçimde meşru saydırması gerekir. Bunun yolu bulunur: Fransa'da XIV.
Louis'nin baronlarını Paris'te sefahata alıştırarak evcilleştirmesi gibi, Osmanlı
padişahları da toplumun nüfuzlu bireylerini Boğaziçi'nde bağışladıkları
arazilerde zevke ve sefaya teşvik ederler. Böylece, Boğaz kıyılarında, padişah
saraylarının ya-nında rical yalıları da çoğalmaya başlar.

AVRUPA YAKASI VE DOLMABAHÇE

19. yüzyıl ortasında Dolmabahçe Sarayı'nın yapılması süreci hızlandırır. Ama


şimdi başka teşvik edici etmenler de vardır: En başta, ulaşım sorununu çözen
buharlı gemilerin gelmesi. Ayrıca, elçiliklerin de Boğaz'ın keyfini çıkarmaya
karar vermeleri bir moda ve özendirici bir olay olur. 18. yüzyılda Boğaz'a
taşınan politik nüfuzluların yanı sıra, bu yüzyılın ekonomik iktidar sahibi olan
sınıf da, Beyoğlu'nda kışlık konaklarına ek, Boğaz'da yazlık sahibi olur.
19. yüzyıl Osmanlı mimarisi bir Ermeni ailesi olan Balyan ailesinin egemenliği
altındaydı. Bu aile yedi kuşak boyunca İstanbul'daki ilginç sayılabilecek bütün
binaları yaptı. Babası Karabet'le birlikte çalışan Nikoğos, Dolmabahçe
Sarayı'nın, caminin ve saat kulesinin yapımını 1853'te tamamladı. Bu dönem
yalnız mimaride değil, daha birçok alanda eklektik Batı etkilerinin egemen
olduğu bir dönemdi. Dolma-bahçe Sarayı da bu kötü tarzın iyi bir örneğidir.

Plan 18. Dolmabahçe Sarayı


(Zemin Kat)
1. Giriş Salonu
2. Kristal merdiven
3. Küçük binek salonu
4. Muayede salonu
5. Harem binek salonu
6. Alt kat 2. salon
7. Merdiven ve salon
8. Giriş
9. Alt kat 2. büyük salon
10. Alt kat son salon

Saray şimdi müze ve içindeki eşya ile Osmanlı'nın "fin de siecle"i nasıl
yaşadığını anlatıyor.
Şimdi biz de sarayın içini daha yakından görelim. Ama bundan önce, burada II.
Mahmut'un yaptırdığı bir saray olduğunu söylemeliyim: Osmanlı yeniliklerinin
çoğu gerçekten Mahmut'la başlamıştır. Ama Abdülmecit, bu mütevazı sarayın
yerine, beş milyon altına mal olan bu gösterişli, görkemli sarayı yaptırdı.
Ortada, en yüksek kısım olan Muayede Salonu yer alır. Kraliçe Victoria'nın
armağanı olan ve "dünyada en büyük" olduğu söylenen 4.5 ton ağırlığındaki
avize burada en fazla göze çarpan eşyadır. Muayede salonunun güneyinde
Mabeyn, kuzeyinde de Harem daireleri vardır. Şimdi Resim ve Heykel Müzesi
olan bina Veliahd dairesi olarak yapılmıştı. Valide Sultan dairesi de deniz
kıyısına paralel uzanan saraya arkasından, dikine bitişir. Mavi oda, kırmızı oda
gibi salonlar, mobilyaları, Çin, Japon ve Sevres porselenleriyle alabildiğine
süslüdür.

BEŞİKTAŞ

Dolmabahçe'den sonra Beşiktaş'a geliriz. Buradaki birkaç anıttan da


anlaşılabileceği gibi, bu semt bazı Osmanlı kaptanı deryalarının gözdesiydi.
Deniz kıyısındaki alanda bulunan türbe Barbaros Hayrettin'e aittir. Barbaros bir
korsanken, Kanuni zamanında kaptan-ı deryalığa kadar yükselmiştir. İki sıra
pencereleriyle bu sekizgen türbe Sinan tarafından inşa edilmiştir. Buradaki
çağdaş Türk heykeltıraşı Zühtü Müridoğlu tarafından yapılmış Barbaros heykeli,
Türk tarihinde adı geçen kahramanların heykelleri arasında belki de en ustaca
yapılmışıdır. Beşiktaş'ın yakınlarda restore edilen vapur iskelesinin mimarı Ali
Talat Bey'dir.
Gerçek bir deniz kurdu olan Barbaros Hayrettin Paşa'nın heykelinin karşısında,
yolun öbür yanında bir cami vardır. Mimarı Sinan'dır. Kubbesi altı destek
üzerinde durmaktadır. Bu caminin planı Edirne'deki Üç Şerefeli'nin planının
eşidir. Ancak, estetik açısından bu caminin öbür Sinan camileri kadar güzel
olduğu söylenemez. Cami, Rüstem Paşa'nın kardeşi olan, böylece denizcilikten
hiç anlamadığı halde kaptan-ı deryalığa getirilen Sinan Paşa adına yapılmıştır.
Beşiktaş'ta iki önemli müze vardır: Denizcilik Müzesi ve Güzel Sanatlar Müzesi.
Denizcilik Müzesi'nde Osmanlı zamanından kalma birçok geminin yanı sıra eski
haritalar da sergilenmektedir. Güzel Sanatlar Müzesi'nde ise Türk resminin en
zengin koleksiyonunu görebilirsiniz, Beşiktaş şimdi oldukça kalabalık bir semt
haline gelmiştir. Büyük, pitoresk bir çarşısı vardır. Yine burada 19. yüzyılda
yapılmış iki Rum Ortodoks kilisesi ile bir de Ermeni kilisesi vardır.
Boğaz'ın Avrupa yakasında ilerlerken Balyan ailesinin yaptığı birçok yapı
görürüz. Bunlardan biri de, şimdi devlet konukevi olarak restore edilen binalar
ve kız okulundan sonra, gene daha önce II. Mahmut'un yaptırdığı ve sonradan
yanan sarayın yerinde inşa edilen Çırağan Sarayı'dır. Sarayın planını Nikoğos
yapmıştır ama planı uygulayan Sarkis ve Agop'tur. Bu sarayın yapılmasını
1861'de Abdül-mecit'in ardından Osmanlı tahtına oturan küçük kardeşi
Abdülaziz emretmişti. Ancak, yeni saray eskisine o kadar yakın ki, Abdülaziz'in
neden bunu gerekli gördüğünü anlamak güçtür. Şu var ki, Abdülaziz ılımlılığıyla
tanınan bir hükümdar değildi. O sıralar Osmanlı İmpara-torluğu "Avrupa'nın
hasta adamı" adıyla tanınmaya başlamıştı. Besbelli Abdülaziz daha önceki
görkemli dönemde yaşamış olsaydı, Boğaz'ın her iki yakasına da dizi dizi
saraylar yaptırırdı. Öte yandan, Çırağan Sarayı'nın hiç kimseye bir saraydan
beklenen mutlulukları getirmediği de kesin. Abdülaziz bir süre sonra tahttan
indirilerek Çırağan Sarayı'nın, şimdi Kabataş Lisesi olan Feriye kısmına
kapatıldı. Orada kendini öldürdü ya da, öbür iddiaya göre, öldürüldü. Ardından
tahta V. Murat geçti. Kısa süre sonra o da akli dengesini kaybetti. II.
Abdülhamit tahta geçince, Murat da Çırağan Sarayı'na gönderildi ve 1905'teki
ölümüne kadar yıllarca orada kaldı. Bir serüvenci ve dev-rimci olan Ali Suavi,
bir avuç yandaşıyla birlikte Murat'ı kurtarıp yeni-den tahta oturtmak üzere
saraya yürüdüyse de, muhafız alayının komutanı tarafından öldürüldü.
Okuması yazması olmadığı için, adının "ha" ve "nun" harfleri gibi yazılan 7 ve 8
rakamlarını birleştirerek imza atan, bu nedenle de Yedisekiz Hasan Paşa diye
anılan inzibat komutanıydı bu (Abdülhamit, paşalığa yükseltti). Son felaket de
1910 yılındaki yangın oldu. Umarız, bu son talihsizliktir, çünkü saray son
yıllarda restore edilmiş ve kentin en lüks otellerinden biri haline getirilmiştir.
Bütün bu uğursuzlukların nedeni olarak, II. Mahmut'un buradaki tekkelerini
yıktırdığı Mevleviler'in ahının tuttuğuna inanabilirsiniz, isterseniz.
Çırağan Sarayı'nın arkasında, tepede başka bir saray daha vardır: Yıldız Sarayı.
Bu saray denizden bir tepenin üstüne kadar uzanan bü-yük, güzel bir parkın
içindedir. Parktaki köşklerin çoğu, burada otur-mayı yeğleyen II. Abdülhamit'in
emri üzerine yapılmıştır. Bu son Osmanlı padişahlarının garip bir huyu vardı:
gardroblarında kostüm beğenir gibi saray seçiyorlardı kendilerine. Yıldız,
paranoyası güçlü olan Abdülhamit'e daha güvenli gelmiş olmalı.
Yıldız'daki çeşitli köşklerden bazıları şimdi çayhane ve lokanta olarak çalışıyor.
Çok güzel bir yapı olan tiyatrosu da yakınlarda halka açıldı. Şale Köşkü ise
müze haline getirildi.
Yıldız Sarayı'nın biraz ötesindeki eğimli arazide, alçakgönüllü bir külliyenin
çevresini kuşatan son derece pitoresk küçük bir mezarlık vardır. Külliye,
Kanuni Sultan Süleyman'ın süt kardeşi olan Yahya Efendi tarafından
yaptırılmıştır. Her ne kadar aynı sütle beslenmişlerse de, bu iki adamın yolları
büsbütün ayrıydı. Yahya mistik hayatı seçmişti ve burada bir tekke ile camiden
başka bir de medrese yaptırmıştı. Ahşap camiden Yahya Efendi'nin etkileyici
türbesine geçebilirsiniz. Kabristan, servi ağaçları, değişik dönemlere ait oymalı
güzel mezar taşlarıyla gerçekten görülmeye değer bir yerdir.
Halk efsaneleri çok zaman halkın temel değer yargılarını yarı örtük, yarı
belirtik, yansıtır. Süleyman/Yahya hakkındaki bir efsane, padişah-ların en
azametlisi olan Süleyman'a alçak gönüllü din adamı (yani adaletten, doğrudan
vb. yana olan) karşısında haddini bildirir. Süleyman, süt kardeşi Yahya'nın
Hızır Aleyhisselâm ile yakın ilişkide olduğunu bilir ve onunla kendisini
tanıştırmasını ister. Bir gün Yahya ile bir sandala binip dolaşırlar; sandalda,
Süleyman'ın tanımadığı bir üçüncü kişi vardır. Tekke'nin önünden yola çıktıktan
az sonra bu kişi Süleyman'ın parmağındaki zengin yüzüğe bakmak ister ve
eline alınca, tutar denize atar. Süleyman çok sinirlenir, ama sinirini bastırıp ses
etmemeyi başarır. Sandal Kuruçeşme'ye gelince, adam elini denize sokar,
yüzüğü çıkarıp Süleyman'a geri verir. Gezinti biter, inerler. Yahya, Süleyman'a,
"O adam Hızır'dı," der. Süleyman bakınır, ama adam yok olmuştur. "Niye
tanıtmadın?" diye feryat eder. Yahya Efendi, "O sana kendini tanıttı, ama sen
tanımadın," der. Efsane, dünyevi ikbalin tepesine tırmanmış bütün
Süleyman'lara ithaf olunabilir.

ORTAKÖY

Bundan sonraki durağımız Ortaköy. Ortaköy'e giderken bir zamanlar Feriye


Sarayları (ikinci derecede saraylar) diye anılan yapılar görürüz. Bunlar Çırağan
Sarayı'nda çalışan hizmetkârlar için yapılmıştı. Şimdi Galatasaray ve Kabataş'ın
elindeki okullar. Bu arada, eski Ortaköy karakolu da restore ediliyor.
Beşiktaş ve Ortaköy, Boğaziçi topografyasının tipik örnekleridir. Boğaz'da
tepeler çoğunlukla kıyı şeridine paraleldir ve yer yer vadilerle kesilmiştir.
Vadiler insanların yerleşmesi için ideal yerlerdi. Eskiden burada yağmur
mevsiminde taşan, yazın kuruyan derecikler vardı. Aşırı kentleşme yüzünden
bunların çoğu şimdi yok olmuştur. Dolayısıyla aynı yağmurlar yağdığında şimdi
seller sokaklardan akı-yor.
Ortaköy'deki vapur iskelesinin yanında, Nikoğos Balyan'ın yaptığı başka bir
cami vardır: Ortaköy Camii. Bu cami öyle pek ahım şahım bir yapı değildir ama
gene de başka birçok Balyan camisinden çok daha iyidir. Abdülmecit ve
Abdülaziz kimi vakit bu camiye cuma namazına gider, sonra ince uzun saltanat
kayıklarıyla öbür yakadaki Beylerbeyi Sarayı'na veya Küçüksu Kasrı'na
geçerlerdi. İskele yakı-nındaki dar cepheli, şu sıra badanasız ev, Beylerbeyi
Sarayı'nı yapan Balyan'a aitti. Bu yalıdan, sarayını gözlediği söylenir.
Caminin bulunduğu meydanda, Hazine Sokağı'nın köşesinde, Damat İbrahim
Paşa'nın yaptırdığı güzel barok mermer çeşme görülür. Camiden sonraki yanık
bina kabuğu, I. Abdülhamit'in kızı ve II. Mahmut'un kardeşi Esma Sultan
Yahşiydi.
Bugün çok kalabalık semtlerden biri haline gelen Ortaköy, eskiden İstanbul'un
belli başlı etnik topluluklarının yakın ilişkiler içinde yaşadığı bir yerdi. Burada
Ayios Fokas adında bir Rum Ortodoks, bir Ermeni (Gregoryen) kilisesi (Surp
Asdvadzadzin), bir de Etz ha-Hayim Sinagogu vardır; ancak, Müslüman
olmayan halkın büyük çoğunluğu şimdi buradan gitmiş bulunmaktadır.
Kiliselerle sinagog deniz kıyısındaki caminin çok yakınındadır. 1980'ler
Ortaköy'de toplumsal bir değişikliğe tanık oldu. Semt birden kentli aydınlardan
oluşmuş daha genç bir kuşağın gözdesi haline geldi. Bir kısmı elden düşme
kitaplar satan kitapçılar, sanat galerileri, incik boncuk, takı satan dükkânlar,
bir de sanat merkezi açıldı. Bunlara kıyıdaki küçük meydanda açılan bir sürü
restoran ve çayhane eklendi
Birinci Boğaz Köprüsü'nün altından geçiyoruz şimdi. 1973'te tamamlanan bu
köprünün uzunluğu 1074, deniz düzeyinden yüksekliği -en yüksek noktasında-
64 metredir. Yapılırken epey tartışmaya yol açmıştı ve yapılmamasını
savunanların bir gerekçesi de Boğaz'ın estetiğini bozacağıydı. Öteki
gerekçelerin haklılığı bence daha geçerli, ama köprü(ler) çirkin olmadı.
Buraya kadar gördüğümüz sözü edilmeye değer ilk yalılar II. Abdülhamit'in iki
kızı için yapılmış güzel ahşap evlerdir. Bunların arasında, üçüncüsü vardı.
Ortaköy, yukarıda anlattığım Boğaziçi paylaşımında, padişah ailesinin öncelikle
yerleştiği kısım olmuştu
"Yalı" kelimesi Yunancadan gelmedir ve "kıyı" demektir. Türkçede ise genellikle
deniz kıyısına yapılmış, (çoğu ahşap) evlere yalı denir. Boğaziçi'nde özellikle
gördüğümüz, ama yalnızca buraya özgü olmayan konut tipidir.

KURUÇEŞME

Defterdar Burnu'nu dönüp Kuruçeşme'ye geliyoruz. Burası geçen yüzyılın


sonlarında çok güzel yalılarla bezenmişti. Bunlar sultan ailesinden çok,
vezirlere ve öbür yüksek dereceli devlet memurlarına aitti. Zamanla yok olup
gittiler. Anayolun karaya bakan yanında bunlardan birini, Naile Sultan Yalısı'nı
restore edilmiş haliyle görüyoruz. Onun kızkardeşi Naciye Sultan'ın (Enver
Paşa ile ev-lenmişti ve onların da Ortaköy'de yalıları vardı) geniş toprakları
daha yukarıda, şimdiki TRT'nin yanındadır ve burada, yenilerde, bir site
kurulmuştur.
Cumhuriyet döneminde kıyı boyunca fabrikalar, kömür ve kum depoları yapıldı.
Enver Paşa ile Naciye Sultan'ın, şimdi hiç izi kalmayan yalıları da bu
bölgedeydi. Böylece burası bütün Boğaziçi'nin en çirkin yeri haline geldi.
1980'lerde İstanbul Belediye Başkanı olan Bedrettin Dalan bu çirkin, derme
çatma yapıların çoğunu yıktırdı. Şimdi kıyıda bir parkımız var; belki kendi
türünün en iyisi değil ama, daha önce burada olan yapılardan bin kat iyi. Kalan
eski fabrika ise yakınlarda süslenip püslendi. Bu işi "yaşına başına bakmadan"
yapan bazı iddialı ihtiyarları andırıyor.
Kuruçeşme'de kıyıya paralel dik bir tepe var ve bu sayede hâlâ yeşil kalabilmiş.
Ama az sonra gene aşina vadi başlıyor ve tabii evler o vadi boyunca
yoğunlaşıyor. İçeri doğru ilerlediğimizde, önce Ermeni Surp Haç Kilisesi'ne,
sonra Rum Ortodoks Ayios Dimitrios Kilisesi'ne geliriz. Bu Rum kilisesinin
yanında geçen yüzyılın ortalarında bir Rum üniversitesi kurulmuştu. Ayrıca,
dehlizle girilen büyük ve ilginç ayazması görülebilir. Kuruçeşme'nin karşısında,
denizde bir kayalık vardır. Bu kayalık Boğaz'daki tek adadır. Sarkis Balyan
kendisi için burada bir ev yapmıştı. Ada şimdi Galatasaray okuluna ve spor
kulü-büne aittir. Genişletilerek yazlık bir kulüp haline getirilmiştir.
Bundan sonraki dönemeçte, yani Kuruçeşme ile Arnavutköy arasındaki
dönemeçte, birkaç çok güzel yalı daha vardır. Bunların en uçta olanında
Atatürk'ün kızkardeşi Makbule Atadan oturmuştu. Burada ve biraz daha ileride,
Arnavutköy'de yalılarla bezenmiş güzel kıyı şeridinde, kazıklar üzerine yeni bir
yol yapıldı. Bu yol trafiği gerçekten rahatlattıysa da, denizden bakarken
görünümü bozdu.

ARNAVUTKÖY

"Arnavutköy" Arnavutların yaşadığı köy anlamına gelmekteyse de, burada


Arnavutlar herhangi bir eser bırakmamıştır. Burası daha çok Rumların
oturduğu bir köydü. 19. yüzyıl sonlarında yapılmış kubbeli, güzel bir Rum
kilisesi vardır. Daha az sayıda Yahudi oturuyordu ve onlarında, iç kısımda, Etz
he Hayim Sinagogu vardır. Bazıları merdivenli olan sokaklar ve iç kesimdeki
ahşap evler güzeldir. Arnavutköy hâlâ eski bir Boğaziçi köyünün özelliklerini
taşımaktadır.
Şimdi karma bir lise olan Robert Kolej 1871'de, Amerikan Kız Koleji olarak
kurulmuştu. Okul yukarıda, tepededir ve güzel bir manzarası vardır. 19.
yüzyıla kadar bu tepelerde kiraz yetiştirilirdi, sonra bir Rum ailesinin girişimiyle
çilek yetiştirilmeye başlandı. Küçük, açık renkli, güzel kokulu Arnavutköy çileği
çok sevildi. Ama bahçelerin yerini binalar aldıkça bu güzel çilek türü de ortadan
kalktı. (Boğaz köylerinin bahçelikle geçindiğine değinmiştim. Bu bağlamda,
Türkiye'de ilk enginar da Ortaköy'de yetişmişti.)
Arnavutköy'ün bitiminde Akıntı Burnu vardır. Boğaz'ın en dar yeri Akıntı Burnu
ile öbür yakadaki Kandilli arasında olduğu için burada akıntı özellikle hızlanır.
Boğaz'ın ortalama derinliği elli metreyken, burada derinlik yüz metreyi bulur.
Akıntı ile derinlik arasında bir bağ-lantı olsa gerek.
16. yüzyılda kente gelen Gyllius, akıntının burada son derece güçlü olduğunu
söylüyor; o kadar ki, yengeçler bile sudan çıkıp burnun öbür yanına karadan,
kayaların üzerinden geçerlermiş. Herhalde Gyllius yengeçleri çiftleşme ve
yumurtlama mevsiminde, yani ilkbahar sonla-rında ya da yaz başlarında
görmüş olsa gerek. Yakın tarihe kadar, topu topu yirmi, otuz yıl kadar önce,
Boğaz'da pavurya, hatta ıstakoz vardı; mevsiminde Arnavutköy'de geceleri
lambayla bol bol pavurya avla-nırdı. Şimdi bütün bunlar bitti, ama Arnavutköy
boyunca uzanan güzel restoranlarda hâlâ başka yerlerde yakalanmış pavurya
yiyebilirsiniz.
BEBEK

Bu burundan sonra Bebek koyuna geliyoruz. Bu semte Bebek denmesinin


nedeni, burada oturan ve takma adı "bebek yüzlü" olan bir devlet
memurundan ötürüdür. Vaktiyle Bebek'te de bazı saraylar ve neredeyse aynı
derecede görkemli yalılar varmış. III. Selim'in yaptır-dığı Hümayun Abad ve
öteki yapılar çok uzun ömürlü olmamış. Böy-lece Bebek, bu yüzyıla önemli
tarihi yapılarla girmedi. Ama 1950'lerden bu yana Bebek, özellikle
diplomatların ve yabancı işadamlarının gözde semti haline geldi. Bunun sonucu
olarak da kalan eski binaların çoğu yerlerini modern ve kişiliksiz apartmanlara
bırakmak zorunda kaldı. Bebek çarşısı güzel olduğu kadar da pahalıdır.
Spesiyalitesi bademezmesi olan bir şekerci dükkânı büyük ün kazanmıştır.
Ayrıca iki mükemmel balıkçı dükkânı ile ne ararsanız bulabileceğiniz
şarküteriler vardır. Manavları, kasapları hepsi birinci sınıftır.
Deniz kıyısındaki görkemli taş bina Mısır Sefareti'nin yazlık yeridir. Bu binayı
Mısırlı Hıdiv ailesi özel konut olarak yaptırmıştı. Hıdiv'in becerikli, tuttuğunu
koparan annesi, halk arasında "Valide Paşa" diye nam salmıştı.
Sefaretin yazlık yerini ve biraz ötedeki iskeleyi geçtikten sonra, Mimar
Kemalettin'in eseri olan bir cami görürüz. Mimar Kemalettin bu yüzyıl
başlarında kurulan "Ulusal Mimarlık" okulunun önderidir. Bu neo-klasik cami
oldukça güzeldir; yalnız, özellikle kubbesinde hafif bir orantı bozukluğu, biraz
kavunî bir görünüş göze çarpar.
Köyde bir Rum kilisesi, bir Katolik kilisesi, bir de yetimhane vardır. Yetimhane
şimdi gençlik yurdu olarak kullanılmaktadır. Koy lüks teknelerle, kotralarla
doludur. Kıyıda birtakım birinci sınıf oteller yapılmıştır. Öbür uçta, caddenin iç
yanında ise oldukça yeni ve ünlü Aslanlı Yalı var, ama bu yakınlarda aslan
heykelleri çalınmış.
Bebek semtinin iç taraflarında, Katolik Yetimhanesi yakınlarında, eski Kavafyan
Konağı'nın ayakta duran (ama dik durmayan) harem kısmı görülebilir.
İstanbul'un bugüne kalmış en eski konağıdır ve 1751'de yapılmıştır. Odaların
ortadaki sofaya açıldığı tipik konaklar-dan biridir. Bazı tavan ve duvar
süslemeleri de hâlâ görülebilir.
Bebek'le Rumelihisarı arasındaki tepelerde Boğaziçi Üniversitesi'nin arazisi
uzanır. Burası eski Erkek Koleji'dir. Robert Kolej 1863'te Cyrus Hamlin
tarafından kurulmuştur. Hamlin Kırım Savaşı sırasında Florence Nightingale ile
çalışmış bir misyonerdi. Türkiye'yi sevdi ve burada bir Amerikan eğitim kurumu
açmayı aklına koydu. Okuldaki binalardan birine onun adı verilmişse de, okulun
kendisi, kurulması için gerekli parayı sağlayan Christopher Robert'ın adını taşır.
Arazi, Moliere'den yaptığı uyarlamalarla tanınmış bir devlet adamı olan Ahmet
Vefik Paşa'dan satın alınmıştır.
Üniversitenin çok yakınında Aşiyan Müzesi vardır. Burası Tevfik Fikret'in (1867-
1915) kendi planlayıp yaptığı evidir. Tevfik Fikret'in eşyalarının yanı sıra, Şair
Nigar Hanım'a ayrılmış bir oda var. Ayrıca, bu dönemde, nedense, Abdülhak
Hamid'in bazı eşyaları da buraya getirilmiş.

RUMELİ HİSARI
Ünlü yalılardan biri olan Yılanlı Yalı 18. yüzyıl sonlarında yapılmış, sonra harap
olmuştur. Eski Aşiyan çayhanesinin yanında olan yalı şimdi özel bir konut
olarak restore edilmiştir. Çoğu restorasyonlar gibi, bunun da orijinaliyle ilişkisi
elbet tartışılabilir ama, yine de yalının eskiden neye benzediği hakkında epey
fikir vermektedir.
II. Mahmut kayıkla geçerken yalıyı beğenmiş ve sormuş. Yalı sahibinin iyiliğini
düşünen bir nedimi, "Hünkârım, o öyle yılanlı bir yalıdır," demiş. Adı böyle
konmuş.
Altı kagir, üst iki katı ahşap ve boyasız, şimdi yolun iç tarafında kalmış yalı,
Oduncubaşılar Yalısı'dır.
Birincisinden daha geniş ve daha yüksek olan ikinci asma köprü buraya
oldukça yakındır. Şu var ki, bu köprü yapılmadan çok önce Pers İmparatoru
Darius, muazzam ordusunu Boğaz'ın Avrupa yakasına geçirebilmek için Yunanlı
bir mühendisin yardımıyla tekneler ve sallar üzerinde tahta bir köprü yaptırmış
ve yamaçtaki kayalara oyulmuş tahtına kurularak ordunun karşıya geçişine
nezaret etmiştir. Bunun ilk "Boğaz Köprüsü" olduğunu söyleyebiliriz.
Burası Boğaz'ın en dar yerlerinden biri olduğu için, Darius'tan 2000 yıl sonra
Fatih Sultan Mehmet Konstantinopolis'e kuzeyden gelebilecek yardımları
önlemek amacıyla buraya bir hisar yaptırmaya karar verdi. Bu olaydan yüz yıl
kadar önce, başka bir Osmanlı padişahı olan I. Bayezid de öbür yakada bir
hisar yaptırmıştı. Öyle ki, Boğaz'dan geçmeye çalışan yabancı gemiler her iki
hisardan topa tutularak batırılabilecekti. Fatih, kuşatmaya başlamazdan bir yıl
önce, Rumeli'deki hisarı dört ay gibi çok kısa bir sürede tamamlattı.
Bu Hisar, Fatih'in işi ne kadar ciddi tuttuğunun örneklerinden biri. Eksiksiz bir
plan ve uygulama ile fetih işine girişmiş. Bu sıralarda Bizans epey bitik
durumdaydı, ama efsanesi hâlâ güçlüydü. Kuşatma sırasında Batı'dan yardım
gelebilirdi. Ayrıca, Osmanlı tahtında iddiası olan bir şehzade (Orhan)
İstanbul'da kalıyordu. Fatih, hızlı ve etkili davranmak zorundaydı.
Arazinin bir Rum manastırına ait olduğuna ilişkin bir hikâye var. (Bir başka
iddiaya göre Bizanslılar'ın hapisane olarak kullandığı bir kale olduğu). Güya
manastırdaki keşişler araziyi Türklere satmak is-temiyorlarmış. Fatih ancak bir
inek postunun kaplayacağı kadar bir yer istediğini söyleyerek onları kandırmış.
Sonra inek postunu çok ince bir şerit haline gelecek biçimde kestirmiş. Bu
söylenti Fatih'in zekâsını övmek için anlatılmışa benzer, ama daha çok adalet
anlayışını vurguluyor. Araziye zorla el koyması o kadar zor değildi.
Plan Fatih'in hisarı yaptırmak istediği engebeli tepelere uyacak biçimde yapıldı.
Fatih'in vezirleri de üç büyük kuleyi yaptırdılar. Bunlardan biri deniz
kıyısındadır (Halil Paşa), öbür ikisi ise tepelerin üzerindedir (güneyde, Zağanos
Paşa ve kuzeyde Sarıca Paşa).
Hisar yalnız bir amaçla -kenti almak amacıyla- yapılmıştı ve kent alındıktan
sonra da işlevini yitirdi. Kuşatma sırasında olabilecek her şey birer kere oldu:
Gemiler durmadı ve top atışıyla batırıldı. Gemiler uyarılınca durdu. Durmayıp
top ateşinden kaçıp kurtuldular.
Rumelihisarı'nda güzel balıkçı restoranları ve üniversite öğren-cilerinin gittiği
çayhaneler vardır. Buradaki alçakgönüllü cami Kemaleddin Camii adıyla anılır.
Biraz daha ilerde yüksek bir tuğla bina göze çarpar. Bir perili evi andırır. Bu evi
yaptırmaya başlayan Mısır Hıdivi'nin mabeyincisi Yusuf Ziya Paşa'dır, ancak evi
bitirememiştir. En üstteki iki kat az çok tamamlanmışsa da, alt katlar
tamamlanmamıştır. İçinde paşanın soyundan insanlar yaşıyor. Son zamanlarda
burada, senaryosu binanın tarihçesini hafifçe andıran, yenilikçi bir de film (adı
A-Ay) çekildi.
Bir zamanlar İstanbul'un en sevimli gecekondu mahallesi olan Hisarüstü'ne
çıkarken, sağda, Durmuş Dede Sokağı'nda, Surp Santuht Ermeni Gregoryen
Kilisesi vardır.

BALTALİMANI

Şimdi Baltalimanı'na geliyoruz. Fatih'in donanma komutanı Baltaoğlu Süleyman


Paşa donanmasını bu koyda bekletmişti; koy adını buradan almaktadır. Kıyıda,
hemen köprünün altında, güzel bir taş bina vardır. Klasik yalı tipinde olmayan
bu yapı Tophane Müşiri Zeki Paşa'ya aitti. Zeki Paşa'nın damadı da ünlü
gazeteci Ali Kemal'di. Çok yetenekli bir yazar olan Ali Kemal Kurtuluş Savaşı
sırasında Kuvayi Milliye'ye karşı çıkan yazılar yazdı ve İngilizleri destekledi. Bu
yüzden, savaş sonrasında, Sakallı Nurettin Paşa tarafından halka linç ettirildi.
Neden ne olursa olsun, sevimsiz bir olaydı bu. Ali Kemal'in oğlu da
Cumhuriyet'in Dışişleri'nde önemli bir diplomat olan Zeki Kuneralp'tir. Bu üç
kuşak, o kargaşalı dönemin ilginç bir aile kariyerini göstermektedir.
Baltalimanı'nda sözü edilmesi gereken bir başka bina da Kemik Hastanesi'dir.
Bu yalı ve çevresindeki arazi Tanzimat Fermanı'nın asıl mimarı Mustafa Reşit
Paşa'nındı. Zamanında, İngilizler'le imzalanan ve ticaretle ilgili olanı -
Osmanlı'nın aleyhine- önem taşıyan bazı antlaş-malar bu yalıda imzalandığı
için tarihe Baltalimanı Antlaşmaları adıyla geçmiştir.
Reşit Paşa bir zaman sonra yalısını saraya sattı. Ama bu sırada onun oğlu
saraydan bir hanım sultanla evlendirildi ve yalı evlilik armağanı olarak bu çifte
verildi. Böyle bir uygulama, zamanında yoğun dedikodulara yol açmıştı.
Yalıyı satan Reşit Paşa Emirgân'da başka bir yalıya taşındı ve orada öldü. Bu
hikâyeyi Galata Bankerleri'nde Haydar Kazgan anlatır. Paşa kabinede tartışmalı
bir toplantıdan çıkar, yalısına gelmeden önce metresine uğrar ve evine
dönünce hemen hamama girer. Bu sırada, banker Kamondo Efendi'nin bir
süredir holde kendisini beklediğini söylerler. Kamondo'nun biriken alacakları
için geldiğini paşa çok iyi bilir ve kalpten gider. Evde feryatları işiten Kamondo
da olanı anlayıp "yandım!" diye dövünmeye başlar. Gelip geçen hizmetkârlar,
"Sana ne oluyor?" diye sorunca kendini toplar, "Paşa cennete gitti, bizi öksüz
bıraktı," türünden, daha uygun bir söz söyler.
Öte yandan, dedikodulu eski yalı, Reşit Paşa'nın oğlu Galip Paşa'ya da şans
getirmez. Bir deniz kazasında boğulup ölür. Zaten onu fazla sevmeyen sultan
başka bir paşayla evlenir, ama o da Sultan Aziz'i tahttan indirenler arasında
olduğu için Taife sürgün edilir. Hanım Sultan ölünce Abdülhamit'in
kızkardeşlerinden biri boş kalan yalıyı ister ve alır. Bu sultanın da kocası
ölmüş, kocanın cenazesinde görüp beğendiği Ferit Paşa'yla evlenmiştir (son
dönem Osmanlı prensesleri pek sadık eş olmuyor anlaşılan). Böylece görkemli
yalıya, "Büyük" Reşit Paşa'dan sonra "Hain" Damat Ferit Paşa yerleşmiş olur.
Kurtuluş Savaşı sonunda Ferit Paşa eşyasını toplayıp yurt dışına kaçar.
Cumhuriyet'ten sonra belli başlı Osmanlı mülkleri kamulaştırılırken, paşanın
yalısı da hastane haline getirilir.
Baltalimanı'nda geniş bir vadi göze çarpar. Boğaziçi'nin hâlâ akan birkaç
deresinden biri bu vadinin ortasından geçer. Ama şimdi burada akan sıvının ne
kadarının su olduğu şüphelidir.
Baltalimanı ile Emirgân arasında Boyacıköy vardır. III. Selim Batı Trakya'dan
buraya kumaş boyamaktaki ustalıklarıyla tanınmış adamlar yerleştirdiği için
köy bu adı almıştır.
Boyacıköy'ün sırtlarında Roma'dan kalma bir tapınak vardı ve 1805'te
Tarabya'dan gelen Rumlar buraya bir kilise yapmışlardı. Ama bunlar hepsi
yıkıldı. Boyacıköy'de, Aktar Apti Sokağı'nda, Surp Yeritz Mangantz adlı bir de
Ermeni kilisesi var.

EMİRGÂN

Emirgân ise adını Emir Güne adında İranlı bir emirden alır. Emir Güne IV.
Murat'ın (17. yüzyıl) dostuydu. Erivan kentini savaşmadan sultana teslim ettiği
için sultan ona burada geniş bir arazi bağışlamıştı. Bu, 18. yüzyıldaki,
Boğaziçi'in paylaşma politikasının başlangıcı gibidir. Murat sert bir hükümdardı;
ülkede alkol, tütün, hatta kahve kullanmayı yasakladı. Sık sık kılık değiştirerek
masallardaki hü-kümdarlar gibi kenti bizzat teftiş ederdi. Koyduğu kurallara
uy-madıkları için onun zamanında pek çok kişi idam edilmiştir. Bununla
birlikte, kendilerinin uymadığı ahlak durallarına kullarının uymasını isteyen
birçok hükümdar gibi, o da Emir Gûne'nin sarayında bol bol şarap içip işret
âlemleri yapmaktan geri kalmazdı.

Plan 19. Şerifler Yalısı

Emirgân'daki önemli binalardan biri de yolun iç tarafında, pembe boyalı Mekke


Şerifi'nin ailesine ait olan yalıdır. Bunun, Emir Gûne'nin sarayından kalmış bir
parçası olduğu da söylenir. 1908'den sonra Osmanlı Meclisi'nde Hicaz temsilcisi
olan Şerif Abdullah'ın ailesi, torunları, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra kısa bir
süre için Irak Kralı, İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda da Ürdün Kralı oldular. Bu
kararı onlar adına Lord Kitchner vermişti. Savaş sırasında, sonradan Halife
olacağı vaadiyle, Şerifi ve oğullarını İngiliz tarafına çekti. Kitchner, İslam'da din
ve devletin ayrılmadığını bilmiyor, Halife'nin de Papa gibi manevi bir otorite
olduğunu sanıyordu, bu ilişkileri kurduğu zaman. Şimdi Kültür Bakanlığı'na ait
olan yalı, kendine özgü çatısıyla, Osmanlı ev mimarisinin önemli bir
temsilcisidir. Yalının iç duvarlarında ve tavanında çok güzel bezemeler vardır.
Köy meyda-nının yanındaki bir kısmı ahşap olan cami, I. Abdülhamit (18.yüzyıl
sonları) zamanında yapılmış, II. Mahmut zamanında onarım görmüştür. Bu
meydanda yaşlı çınar ağaçlarının gölgelediği,, Yahya Kemal'in sık sık geldiği
çok hoş bir çayhane vardır. Buradaki yedigen mermer çeşmeyi Hümaşah Valide
Sultan yaptırmıştı. Emirgân köyünün sokakları pitoresktir, iç kesimlerde de
güzel ahşap evler göze çarpar.
Eskiden Emirgân'daki kıyı boyunda Karadağ Prensi'nin görkemli yalısı vardı. II.
Abdülhamit, Balkanlar'da siyasetini dengede tutabilmek için, bu prensi
destekliyordu. Yalı zamanla yok oldu. Sonradan yerine modern Türkiye'nin en
zengin işadamlarından biri olan Sakıp Sabancı'nın geniş bir bahçe içindeki
malikânesi yapıldı. Bahçenin içindeki at heykeli Moda'daki Mahmut Muhtar Paşa
sarayından getirilmiştir.
Emirgân sırtlarında, koruda, Çelik Gülersoy'un restore ettirdiği çok güzel ahşap
köşkler vardır. Mısır Hıdiv ailesinin padişaha armağanı olan bu köşkler çok
geniş, güzel bahçelerin içindedir. Şimdi buralar halka açıldı, çayhane ve
lokanta olarak hizmet veriyor.
Boğaziçi'nde erguvan ağacı çok yetişir. Roma İmparatorluğu'na "şahane mor"
rengini veren de bu ağacın çiçeğidir. Ağaç mayıs ayında birkaç hafta çiçek
açar. Hangi kıtada olursa olsun (ben Asya yakasını tercih ederim) bu ay deniz
kıyısında oturup öbür kıtada çiçek açan erguvan ağaçlarını seyretmek,
herhalde yalnız İstanbul'da yapılabile-cek bir şeydir.

İSTİNYE

Haliç'ten sonra İstanbul'daki en büyük koy olan İstinye'deyiz şimdi. İstinye adı
Yunanca "Sosthenion" ya da belki "Leosthenion" kelimesinden gelir. Bu kişi
Byzas'ın arkadaşıdır. Yine Bizans çağında, bir münzevi olan Daniel otuz dört yıl
boyunca burada bir sütunun tepesinde oturmuştur.
Çok yakın zamana kadar İstinye tersane olarak kullanılmaktaydı. 1991'de
tersane kaldırılarak koy temizlendi. Her ne kadar burada eski-den beri
oturanlar, koyun bir parçası haline gelmiş olan tersaneyi özlediklerini
söylüyorsa da, koyun şimdi çok daha iyi göründüğü kesin. Yine son
zamanlarda kıyıda bir de balık çarşısı kuruldu. Çarşı girişindeki dört cepheli
güzel meydan çeşmesini 1767'de Ahmet Şemsettin Efendi yaptırmıştır.
İstinye koyunun kuzey ucunda, çakarın yanındaki kahverengi yalıda kısa bir
süre Recaizade Ekrem Bey oturmuştu. Vaniköy'de babası Recai Efendi'nin
yalısında büyüyen Ekrem Bey yeni yalısından çok memnundu; kalma süresinin
kısalığının ilginç bir hikâyesi var. Abdülhamit'in adamları, Ekrem Bey'in karşı
kıyıda, Çubuklu Kasrı'ndaki Hıdiv ailesiyle geceleri ışıkla haberleştiklerine dair
jurnal yazdılar. Pimpirikli Abdülhamit kendi kesesinden Cihangir'de bir konak
satın alarak Recaizade'ye armağan etti ve yalısını terketmeye zorladı.
Koyda kalmış bir başka tarihi yalı da, sol kıyıdaki İran elçisi Muhsin Han'dan
Şerif Hüseyin'e geçen, ondan da Deli Fuat Paşa'nın satın aldığı binadır.

YENİKÖY

İstinye'den sonra hemen Yeniköy'e geliriz. Buranın adı Yunanca'da da


"Neapolis", yani "yeni şehir"miş. Yeniköy içerlere doğru bir hayli genişler,
kalabalık Boğaz köylerinden biridir. İki Rum kilisesinden kuzeydeki Aya Yorgi
Boğaz üstünde görülen en büyük kilise olmalı. Bu da Kudüs Patrikliğine bağlı
kiliselerdendir.
Yeniköy'de ayrıca, Salihağa Sokağı'nda Asdvadzadzin Gregoryen Ermeni
Kilisesi ile cadde üstünde, Kamondo'nun yaptırdığı küçük sinagog bulunur
(Kamondo ailesinin yalısı da Yeniköy'deymiş).
Yeniköy'e özgü yalıların ilki, Firdevs-Nuri Baras çiftinin yalısı ve onun hemen
yanında balkonları, kuleleri, eklektik ve süslü mimarisiy-le hemen dikkati
çeken Afif Paşa Yalısı'dır. Ahmet Afif Paşa, Ferik'ti ve Levazımat-ı Umumiye
Dairesi reisiydi. Onun bu yalıyı, Reşit Paşa'nın kızı Ferendiz Hanım'dan satın
aldığı söylenir.
Yakınlarda Halit Refiğ ünlü Aşk-ı Memnu dizisini bu yalıda çekmişti. Afif Paşa
yalısında mimari, işlevselliği neredeyse toptan terketmiş ve dekoratif anlayış
bütün yapıya egemen olmuştur. Bu bakımdan, çağının "dekadan" ruh halini çok
iyi yansıtır.
Yeniköy'de eskiden olduğu gibi şimdi de Türkiye'nin kamu hayatında çok
tanınan kişiler -bazıları satın alıp restore ettikleri eski yalılarda- oturuyorlar.
Son başbakan Tansu Çiller'in bile Yeniköy'de yalısı var.
Bu sırada en önemli yalılardan biri Şehzade Burhaneddin Efendi'nin büyük
yalısıdır. Burada ahşap ve kagir malzeme bir arada kullanılmıştır. İki yanda,
ikinci katlarından cumbalar taşan çıkıntılı kanatlar bulunur. Ortasında boydan
boya bir balkon kazanılmıştır.
Bunun ilerisinde Beyazcıyan ve Karatodori yalılarından sonra, Sait Halim
Paşa'nın şimdi başbakanlığa bağlı büyük yalısı var (daha önce, Logothet Yalısı).
Mehmet Ali Paşa'nın bu torunu, hıdiv soyundaki düzenlemeler nedeniyle hıdiv
olamayan bazı prensler gibi Mısır'dan uzaklaşıp kariyerini Osmanlı devletinde
yaptı. İslamcı olan ve bu düşüncelerini açıkladığı çeşitli kitaplar yazan Sait
Halim Paşa pratik politikada talihsizdi. Enbaşta, kaderini İttihat ve Terakki'yle
birleştir-mesi bu tarih çizgisini kısa vadede yukarı, ama uzun vadede aşağıya
çekti. Paşa 1913'te sadrazamlığa yükseldi. Ama az sonra kendim Birinci Dünya
Savaşı içinde buldu. Üstelik, Almanya ile işi pişirip ülkeyi savaşa sokan Enver-
Talat-Cemal üçlüsü sadrazama haber verme gereğini duymamışlardı. Paşa
istifa etmek istedi. Sultan Reşat'ın, gözyaşları içinde, "Beni bu haydutlarla
yalnız bırakma!" diye ısrar ederek onu vazgeçirdiği anlatılır. Halim Paşa,
1917'de istifa ede-bildi, ama Malta'ya sürgüne gitmekten kurtulamadı. Sürgün
sonunda Türkiye'ye dönemeyip İtalya'ya yerleşti ve orada bir Ermeni suikastçi
tarafından öldürüldü.
İskelenin hemen sağında, yüzyıl sonu yalılarının zarif örneklerinden, Kurdoğlu
ya da Faik ve Bekir Bey adıyla bilinen güzel çifte yalı vardır. Burada da,
dönemin özelliği, çeşitli kavisli çizgilerde kendini gösterir. Onun ilerisinde bir
başka ahşap yalıda Boğaz'ın güzel lokantalarından Aleko vardır. Eski ve yeni
yalıların içice, yanyana durduğu sırada, Ali Rıza Paşa Yalısı, Venedik tipi
Hamapulos Yalısı, Dadyanlar'ın girişi dört sütunlu yalısından sonra, Kalkavan'ın
İstanbul ve Boğaz'dan çok Avrupa havalı, sivri çatılı yalısıyla sona erer. Eski-
den buraya yoğun bir biçimde yerleşen Baltacı, Mavrokordato, Hıristaki
Zografos gibi Rum bankerlerin yalıları bugüne dayanama-mıştır.
İstanbul'daki elçilikler geçen yüzyılda, toplumun genel eğilimine uymuş ve
yazlık konutlarını Boğaz'a taşımaya başlamışlardır. Bu, tabii, onlara yakın
olmak isteyen, büyük çoğunluğu gayrimüslim İstanbul "sosyete"si için büyük
bir teşvik olmuştu.
Yeniköy yalılar dizisi bittikten sonra, Avusturya'ya ait olan ilk elçilik binasını
görürüz. Yolun iç tarafındaki bu taş yapı bir Ermeni zengini olan Mıgırdıç
Cezayirliyan'dan satın alındı. Cezayirliyan, bugünkü üçüncü Haliç Köprüsü'nün
yerinde ahşap bir köprü yaptırmış olan adamdı. Aile adı Cezayir'le ilgili olmakla
birlikte aslen Eğinliydiler ve 18. yüzyıl başlarında ticaret yapmak üzere
Cezayir'e gitmişlerdi. Mıgırdıç, Mustafa Reşit Paşa'nın yakınıydı; onun
ölümünden sonra çeşitli entrikalarla servetini kaybetti; bu arada yalısı da
Avusturya-Macaristan'ın elinde kaldı.

TARABYA

Buradan Tarabya koyuna yaklaşırken, gene yolun içeri tarafında, muazzam bir
bahçe içinde muazzam bir yalı görürüz: Huber Yalısı. Herr Huber, bu ülkede
Krupp fabrikalarının temsilciliğini yapıyordu. Onun burada bulunduğu dönemde
Osmanlı devleti bütün Avrupa devletleri arasında gittikçe Almanya'ya
yaklaşmaktaydı ve bu süreç Birinci Dünya Savaşı ittifakına kadar uzanacaktı.
Bağdat demiryolu da yakınlaşmaya zemin hazırlayan ortak bir projeydi.
Duhani'nin sevimli dedikodularından, Huber'le karısının zamanın "sosyete"sinde
standartları belirler bir rol oynadıklarını öğreniyoruz. Madam Huber'in geçmişi
pek soylu sayılmaz: sirkte, at üstünde gösteri yapan güzel bir kadın! Ama
İstanbul'da, muktedir kocasının yanında, epey soylu bir görünüm sergilediği
anlaşılıyor. Hâlâ ata meraklı, ya-nında üniformalı ve silindir şapkalı uşağıyla
ata binip gezen bir hanımefendi. Armalı arabasında, Devlet Efendi ve karısı,
Matmazel Lanzonni gibi nedim ve nedimeleri (ve dalkavukları) ile birlikte gezip
dururdu. Kocası da bir yandan Boğaz'ı ağaçlandırmaya çalışıyordu.
Huber yalısını sonradan Necmettin Molla aldı; o da Mısırlı Prenses Kadriye'ye
sattı. Türkiye'yi çok seven Prenses, Kral Fuad bütün Hıdiv ailesini Mısır'da
toplamaya karar verince, Kahire'ye döndü ve yalıyı da hayırsever amaçlarla
Harbiye'deki Dame de Sion'a bıraktı. 1980'lerde Kenan Evren buranın devlet
başkanı konutu olmasına karar verdi.
Kalender'den Tarabya koyuna yaklaşırken gene bahçe içinde Alman Elçiliği'nin
beyaz boyalı binaları görülür. Burası Padişah II. Abdülhamit'in kendi mülküydü
ve Almanya'ya burayı o bağışlamıştı. Abdülaziz bir gün buraya gelip Şehzade
Abdülhamit'in köşkünü görmüş, ahşap diye beğenmeyip yıktırmıştı. Yerine
kagir olanı bir türlü yapılamadı. Abdülhamit tahta çıkınca arsayı Almanlar'a
verdi, binaları onlar yaptırdılar.
Şimdi başka bir koy olan Tarabya'ya geliyoruz. Bu koy İstinye koyundan daha
küçüktür. Artık Boğaziçi'nin kuzey ucuna yaklaştığımıza göre, Argonotlardan
söz edebiliriz. Argonotlar geri dönerken, kıskanç Medea burada denize
zehirlerini döktü; bu yüzden burası "Pharmakos" adıyla anılırdı. Sonradan,
tarih çağında, bir Ortodoks piskoposu bu adı iyi hava ve yöredeki şifalı
sulardan dolayı Terapia olarak değiştirdi. Daha yakın zamanlarda da Derkos
(yani Terkos) metropoliti burada kalıyordu ve burundaki Aya Yorgi (Ayios
Yeoryios) kilisesini kullanıyordu. 1830'da yapılan kilisenin ceviz ikonostasyonu,
tavandaki Pantokrator tablosu ilginçtir.
Koy eskiden genellikle büyükelçilik tekneleri, zenginlerin yatları için kullanılırdı.
Şimdi burunda çevresiyle tam bir uyumsuzluk içinde olan oransız büyüklükteki
Tarabya Oteli var. Bu otel yapılmadan önce Pera'daki ünlü Tokatlıyan'ın yazlık
yeri, ondan önce de Petala Oteli vardı. Son otuz yıldır İstanbul'un en pahalı
restoranları nedense ideal bir yer olarak kendilerine Tarabya'yı seçtiler.
Tarabya'da oturan ünlülerden biri de banker Zarifi'ydi. Yalısının ancak yarısı
bugüne kalabildi (koyun güney kıyısında); onun koydaki yalısının yanında da
Evyanidis ve Zografos yalıları vardı. Zarifi Abdülaziz zamanının önde gelen
bankeridir ve bu padişahın israfıyla işlerin yürümeyeceğini anlayınca, Köçeoğlu
gibi başka bankerlerle birlikte V. Murat'ı desteklemeye başlamıştır. Murat'ın
kısa sürede dengesini kaybetmesinde bu bankerler dolaylı bir rol oynamış
olabilir, çünkü tahta çıktığı zaman yaklaşık iki milyon altın borçlu olduğu
tahmin ediliyor. Çok daha basiretli olan Abdülhamit hiçbir zaman yakasını
paçasını böyle adamlara kaptırmadı; ama örneğin Zarifi'yi mali danışmanı
olarak çalıştırdı.
Zarifi'nin yalısından birkaç bina önce, onlardan daha içerlek, yamaca oturan
Summer Palace Hotel İstanbul'un en seçkin otel-lerindendi. Şimdi hiçbir izi
görünmüyor.

KİREÇBURNU

Tarabya koyunu dönüp Kireçburnu'na yöneldiğimizde, elçilikler dizisinden ilkin


İtalyan Elçiliğini görüyoruz. Daha önce burada bulunan, resimlerinden
bildiğimiz güzel bina yanınca, yüzyıl başlarında D'Aronco bugün gördüğümüz
yalıyı yaptı.
Buradan az ileride, Fransız Elçiliği'nden kalan bina ve yanan İngiliz Elçiliği'nin
bahçesi yanyana duruyor. Fransızlara verilen bina Fener'in nüfuzlu ailelerinden
ve Romanya hospodarlığı yapan Aleksander İpsilante'nin yalısıydı. İpsilante'nin
Yunan devrim örgütü Filiki Eterya ile ilişkisi olduğu saptanınca III. Selim
mallarını müsadere etti ve bu yalıyı Fransa devletine armağan etti. Yandaki,
gene resimlerini bildiğimiz, şık ve iddialı İngiliz Elçilik konutu bundan kısa bir
süre sonra yapıldı. Büyük bir yangında İngiliz konutunun tamamı,
Fransızlarınkinin de bir kısmı yandı.
Elçiliklerin bahçeleri son derece güzel ve geniştir. Ihlamur ve çok eski, çok
uzamış kestane ağaçları bulunuyor. Bahçenin kıyısındaki bir yıkıntının eski
kayıkhane olduğu anlaşılıyor. Yeni yol, buradan, yolun altından denize çıkan su
yolunu iyice küçültmüş.
Kireçburnu'nda da birtakım iyi restoranlar vardır. Rumlar buraya "Kleidai tou
Pontou" yani Pontos'un Anahtarları derlerdi. Çünkü Bo-ğaz'da kuzeye doğru
giderken Karadeniz ilkin buradan görünür. Burası, Kefeliköy ile Umur Yeri
arasında Boğaz'ın en geniş yeridir (yaklaşık 3500 metre).

BÜYÜKDERE

Büyükdere'de geniş bir düzlük vardır. Godefroy de Bouillon 1096'daki ilk Haçlı
Seferi sırasında bu çayırlıkta mola vermiştir. Bouillon çadırını ulu bir çınarın
altına kurdurmuştu. Bu ağaç bir hilkat garibesiydi; aynı noktadan yedi gövde
birden çıkıyor ve çevresi kırk metreyi aşkın tek bir ağaç oluşturuyordu. Bu
çayırı pek seven Lady Montague de bu ağaçtan söz etmiştir. Ağaç 1930'larda
kentteki en yaşlı canlı olarak hâlâ oradaydı. Sonra bahçıvanlık okuluna yer
açmak için kesildi!
Büyükdere geçen yüzyılın sonunda çok gözde bir yerdi. O zaman bu semtte
oturanların çoğu zengin Ermenilerdi, çoğu da Katolik'ti (burada bir Ermeni
Katolik kilisesi ve okulu vardır). Ermeni Patriği'nin yazlık rezidansının, Esayan,
Abraham Paşa, Azaryan konaklarının yanı sıra, Pera'da Santa Maria Draperis
kilisesinde gömülü olan Dani-marka Sefiri Baron Hübsch'ün yalısı da
buradaydı. Türkiye'nin en zengin işadamı olan Vehbi Koç'un eşi Sadberk
Hanım'ın adına kurulan müze de bu evlerin geç örneklerinden biridir ve
Azaryanlar'dan alınmıştır.
Azaryanlar geniş bir aileydi ve çeşitli üyeleri farklı mesleklerde sivrilmişti.
Katolik Ermenilerin patriği olan biri aynı zamanda geniş bir sözlük yapmıştı.
Diplomat olan bir başka Azaryan Beyoğlu'ndaki apartmanında yangında
ölmüştür. Sadberk Hanım Müzesi'nin, duvardaki ahşap kirişleriyle Ortaçağ
evlerini andıran binasının sahibi de, muhtemelen, ticarette ilerlemiş bir
Azaryan'dı.
Şimdi Kocataş Yalısı olarak bilinen boyasız ahşap yalının ilk sahibi Abraham
Paşa'dan Beyoğlu bölümünde de söz etmiştim. O da eski İstanbul'un renkli ve
ilginç kişiliklerindendi. Hikâye şöyle başlar ve devam eder:
Abraham'ın dedesi Anadolu'dan başkente gelmiş bir sarraf ve iş adamıdır.
Çeşitli işleri arasında tütünle de uğraşır. Kavala'daki tütün deposunun Mehmet
Ali adındaki genç bekçisi de bir ara İstanbul'a gelir. O sıra Napoleon Mısır'a
ordusuyla çıkmıştır ve İstanbul'da Mısır'da çarpışmaya gidecek gönüllü
toplanır. Bu orduya katılan Mehmet Ali çeşitli Ortadoğu politik entrikalarından
sonra, tarihin Kavalalı Mehmet Ali Paşa adıyla bildiği ilk yarı bağımsız Mısır
Hıdivi (valisi) olur. Çok rastlanmayan bir kararla eski patronunu İstanbul'daki
mali işlerini yürütmek üzere istihdam eder. Bu bir aile mesleği haline gelir ve
üçüncü kuşakta Abraham Paşa bu sefer İsmail Paşa'nın temsilciliğini yürütür.
Abraham, Osmanlı nezdinde de itibarlı biridir ve büyük tutkuları olan İsmail
Paşa'nın epey işine yarar.
Abraham Paşa bir zenginlik timsali haline gelir böylece. Rumeli Kavağı'ndan
Karadeniz kıyısına, Beykoz'dan Riva deresine uzanan toprakları vardır.
Mevsiminde dostlarıyla birlikte buralarda ava çıkar. Büyükdere'de bir polo
kulübü açar. Sekreteri ona hafta sonları için Viyana'dan güzel hanımlar bulur
ve getirtir, hafta sonu geçince hanımlar Viyana'ya dönerler.
Birinci Meşrutiyet'te Ayan Meclisi'ne tayin edilen Abraham Paşa İkinci
Meşrutiyet'te de sağdır, onun için yeniden Ayan'a girer. Bu zengin adam, savaş
sırasında attan düşer ve ölür, muazzam servetinden geriye bir şey kalmaz. Bu
da, Cumhuriyet öncesi burjuvazinin, milli devlete geçiş sürecindeki tasfiyesinin
ilginç örneklerinden biridir.
Büyükdere'de Gregoryen Ermeniler'in Surp Hripsimyantz (Çayırbaşı
Caddesi'nde), Rumlar'ın da Danişment Sokağı'nda Ayia Paraskevi kiliseleri
vardır.
İspanyol ve Rus elçiliklerinin yazlık rezidanslarıyla sefaretler dizisi sona erer.
SARIYER

Büyükdere ve Sarıyer'in içlerine doğru gidince büyük Belgrad Ormanı'na


varırız. Kent suyunun büyük bölümü bu yöreden gelir. Bizans döneminden beri
kente suyu burası sağlamaktadır. Osmanlılar birçok bend, baraj, kemerli su
yolu yaptırdılar. En iyi kaynak suların-dan olan Hünkâr, Kestane ve Çırçır da
buradadır.
Sarıyer şimdi olduğu gibi eskiden de bir balıkçı köyüydü. Şimdiye kadar
gördüğümüz ya da yalnız adını andığımız görkemli yalılar burada hiç olmadı.
Semt aynı zamanda balık lokantalarıyla bilinir. Kıyıda son derece canlı bir balık
çarşısı vardır.
Rıhtım boyunda güzel eski bir meyhane, sonra kentin en iyi balık
lokantalarından biri olan Urcan yer alır. Buradaki Urcan ile Kireçburnu'nda
Deniz ve Yeşilköy'deki Hasan, bütün ülkedeki balıkçılarla ve balık tüccarlarıyla
doğrudan doğruya ilişki kurmuşlardır ve her zaman günün en iyi ürünlerini
bulundururlar.

RUMELİ KAVAĞI VE SONRASI

Bu yakadaki son vapur iskelesi Rumelikavağı'dır. Burası da lokantalarıyla ünlü


küçük bir balıkçı köyüdür. Ancak, buradaki lokantalar genellikle daha ucuzdur
ve hiç de kötü değildir.
Antik çağda burada İason'un yaptırdığı söylenen bir Kybele tapınağı ile bir
Serapis tapınağı olduğu biliniyor.
Karadeniz'e doğru yolumuza devam ederken, Boğaziçi manzarası değişir; arazi
boş ve vahşidir. Çeşitli dönemlerde yapılmış istihkâmlar göze çarpar. Bunların
birincisi de Kavak'tadır. 17. yüzyılda Kazaklar Tarabya'yı ve Yeniköy'ü
yağmalamışlardı. Karadeniz'den gelebilecek tehlikelere karşı bir savunma hattı
gerektiği ancak o zaman anlaşıl-mıştı. Böylece IV. Murat ve sonraki padişahlar
bu kıyıları tahkim ettiler.
Kavak'tan sonra, aslında hiç de büyük olmayan Büyük Liman'a, sonra Garipçe
Köyü'ne geliriz. Lanetlenmiş Kral Phineas'ın yaşadığı bu köye antik çağda
Gyropolis ya da Akbabalar Köyü denirdi. Mitolojik yaratıklar olan kuşa benzer
Harpi'ler lanetli kralın bütün yiyeceğini çalıp kirletiyorlardı. Argonotlar bunları
kovdu. İçi minnetle dolan Kral da karşılık olarak onlara değerli öğütler verdi.
Boğaz'ın Karadeniz'e açıldığı yerde, aralarından geçmeye cüret eden her
tekneyi paramparça eden Symplegades ya da Çarpışan Kayalar vardı. Kral
Argonotlara şu öğüdü vermişti: Argonotlar kayalara gelmeden önce önleri sıra
bir kuş uçuracaklardı. Böylece kuş kayaları harekete geçire-cek ve kayalar
kenetlenecekti. Sonra kayalar eski yerlerine dönünce, tekne hızla ileri atılacak
ve kayalar yeniden saldırmaya vakit bulamadan açık denize ulaşacaktı. Bu plan
işe yaradı ve Argonotlar denize ulaşmayı başardılar.
Bu kayalar hâlâ oradadır. Avrupa yakasında, Rumeli Feneri'ndeki kayada
Pompei Sütunu denen bir sütun vardır ki eski bir sunağın ka-lıntısı olabilir.
Kaya karadan kopuktur ve öbür kıyıdaki eşine doğru atılmaya hazır görünür,
ancak şimdi Boğaz'ın Avrupa yakasındaki bu son balıkçı limanında dalgakıranla
karayla bağlantılıdır.

ANADOLU YAKASI

Şimdi öbür yakaya geçmemiz gerekiyor. Bunu rahatça yapabilmek için de iyi
hava gerekli çünkü Karadeniz zaman zaman çok sert olabilir. Anadolu
yakasındaki burunlardan birine Yom Burnu (Müjde Burnu) adının verilmesi de
bundandır. Çünkü denizciler ancak bu burnu gördükten sonra güvenlikte
olduklarına inanırlardı.
Anadolu yakasındaki kenetlenen kaya da karadan ayrılmıştır ve en yükseği
deniz yüzeyinden 20 metre yükseklikte olan dört çıkıntısı vardır.
Bu kaya Anadolu Feneri'nden pek uzakta değildir. Burada dün-yanın her
yerinden uzak küçük bir de köy vardır.
Boğaz'ın Anadolu yakası rüzgâra daha az açıktır, bu nedenle de piknik
yapanlarca, hafta sonlarında tekneleriyle ya da bir günlüğüne kiralanmış
motorlarla yüzmeye gelenlerce yeğlenir. Fener ya da Poyrazköy en popüler
yerlerdir. Poyrazköy dalgakıranı olan bir başka balıkçı köyüdür. Ne var ki
dalgakıranın içindeki su giderek kirlenmek-tedir. Uygun havada Keçili Liman da
gidilebilecek bir verdir.

ANADOLUKAVAĞI

Anadolukavağı'nın hemen kuzeyinde, tepesinde bir kale olan Yoros Burnu


vardır. Bu kaleyi Bizanslılar yapmıştır. Ancak, imparatorluk zayıf düşünce, kale
Cenevizlilere geçmiş ve uzun süre onların elinde kalmıştır; hatta bu yüzden bir
Ceneviz kalesi olduğu inancı doğmuştur. Kalenin kapladığı alan İstanbul
çevresindeki bütün öbür kalelerin kapladığı alandan çok daha büyüktür. İç
kesimdeki kulelerin bazıları hâlâ iyi durumdadır ve duvarlarda Yunanca yazıtlar
göze çarpar.
Rumelikavağı gibi karşısındaki Anadolukavağı da küçük bir balıkçı köyüdür.
Birçok balık lokantası vardır. Vapurlar buraya gelip birkaç saat kalırlar. Böylece
yolcular lokantalarda yemek yemeye vakit bulabilirler. Boğaziçi'nin bu ucunda
zengin midye yatakları vardır. Midye sünger gibidir: Suyu süzer ama bütün katı
maddeleri ve pisliği kendine saklar. Bu yüzden kirli sulardan çıkarılmış
midyelerin yenmemesi öğütlenir. Burada su başka yerlere oranla çok daha
temiz olduğundan, Kavaklar İstanbul'da midye yemek için oldukça güvenli
sayılır.
Anadolukavağı'nın içindeki askeri bölgede vaktiyle Marko Paşa'ya ait olan
güzel, cihannümalı, eski bir konak vardır. Marko Paşa devlet hiyerarşisi içinde
sivrilmiş Rum asıllı bir hekimdi. Halkın yakınmala-rını sabırla dinlemesiyle ün
salmıştı; öyle ki, "Sen git onu Marko Paşa'ya anlat" atasözü giderek
yaygınlaştı. Bugün hâlâ kullanılmak-tadır. Şu var ki, insanın evi kente bu denli
uzak olunca, sorununu açıklaması bile sorun haline gelebilir!
YUŞA

Anadolukavağı'ndan Beykoz'a gelmezden önce bir tepenin yanından geçeceğiz.


Yuşa Tepesi adıyla anılan bu tepe çevredeki tepelerin en yükseğidir (yaklaşık
200 metre). Üzerinde bir ermişin türbesi ve cami vardır. Yuşa adı akla
Tevrat'taki Yeşu'yu ve Eriha'daki savaşı getirirse de, bu Yeşu'nun mezarı on iki
metre uzunluktadır. Mezarın asıl sahibi Argonotlardan biri olan Polluks'un
Beykoz'da bir boks maçında öldürdüğü dev Kral Amycus da olabilir, çünkü
Beykoz buraya çok yakındır. Bu ülkede pek çok pagan efsanesi Hıristiyan ya da
Müslüman öykülerine ya da her ikisine birden dönüştürülmüştür.
Müslüman döneminde de buradaki Yuşa üstüne epey efsane uydurulmuştur.
Filistin'de güneşi durdurma gibi motiflerden başka, hazretin İstanbul'da,
Sütlüce'de savaşırken öldürüldüğü söylenir. Üstelik, vücudu ortadan ayrılmış
ve bu on iki metrelik mezara yalnız yarısı gömülmüştür. Ayaklarının kaldığı
yerden de Âb-ı Hayat suyu fışkırmıştır. Başı Kudüs'e dönük yatarken, İslâm
ortaya çıkınca hemen ve kendiliğinden başını Kabe'ye çevirmiştir.
Karşı kıyıda, Sarıyer'in ilerisindeki Telli Baba da böyle bir örnek olabilir. Bu
yatıra evlenmek isteyen kızlar adak adar. Ama Hıristiyanlık çağında kızlara
benzer hizmet sağlayan bir azize mezarı da olabilirdi burada. Hem belki o azize
de bir pagan kültürüyle birleşmişti.
Yuşa tepesinde manzara olağanüstüdür. Boğaz, aşağı yukarı Marmara'ya kadar
görünür. Onun için birçok ressam ve gravürcü bu manzarayı çizmiştir.

BEYKOZ

Avrupa yakasında olduğu gibi, bu yakada da Akbaba, Tokat gibi dereler,


Karakulak gibi kaynak suları vardır. Tokat Deresi geniş bir vadide akar.
Derenin denize döküldüğü noktaya yakın bir yerde Hünkar İskelesi vardır.
Eskiden burada Fatih Sultan Mehmet zamanında: -kalma bir köşk
bulunuyormuş. Bununla birlikte, bu ad daha yakın tarihle ilgili olayları da
çağrıştırıyor. Çünkü kendi Mısır valilerine karşı giriştiği savaşı kaybeden
Osmanlılar, burada Ruslarla bir antlaşma imzalamak zorunda kalmışlardı.
İskelenin yanındaki tepede güzel bir saray vardır. Mısır, Osmanlılarla barış
imzaladıktan sonra bu sarayı Mısır Hıdivi Mehmet Ali Paşa yaptırmış ve Sultan
Abdülmecit'e armağan etmiştir. Ne var ki, besbelli sarayın ardındaki olayları
unutmadıklarından, Osmanlı sultanları bu saraya pek rağbet etmediler. Bina
şimdi çocuk hastanesi olarak kullanılıyor. Saray güzel bir yapıdır ama çevresini
kuşatan ulu ağaçlar yüzünden dışarıdan bakıldığında pek görünmez. Kimileri
bunun da kaçınılmaz Balyan ailesinin bir yapıtı olduğunu ileri sürüyorlarsa da,
bazı Türk tarihçileri bu teze kesinlikle karşıdır.
Şimdi Beykoz köyüne geliyoruz. Boğaziçi'ndeki büyükçe kasaba-lardan biridir
Beykoz. Her ne kadar kentten oldukça uzaksa da, 19. yüzyıl sonlarında ve
Cumhuriyet döneminin başlarında burada fabrikalar kurulunca enikonu
kalabalıklaşmıştır. Geçen yüzyılda Beykoz'da yapılan cam eşyalar şimdi antika
değerindedir.
Beykoz'daki ilginç bir anıt da gümrük emini İshak Ağa'nın köy meydanında
yaptırdığı eşi bulunmaz çeşmedir. 18. yüzyılda yapılmış olan çeşme kemerli,
kubbeli ilginç bir yapıdır; suyu on musluktan akar. Aynı İshak Ağa Beykoz'a bir
başka çeşme daha kazandırmıştır ki bu da kuzeydeki geniş çayırlıktadır.
Geçen yüzyılın sonlarında yaşamış olan yazar Ahmet Mithat Efendi'nin
Beykoz'da geniş bir çiftlik arazisi vardı. Ahmet Mithat Efendi Yalısı şimdi
restore edilmektedir. Gene ilginç yalılardan biri "Ahçıbaşıların" diye bilinir.
Rum kilisesi Ayia Paraskevi ile Ermeni kilisesi Surp Nikoğos birbirlerine yakın,
iskelenin güneyinde dururlar.
Boğaz'da kalan son dalyan da Beykoz'dadır. Dalyan balıkların uğradığı bilinen
bir yerde kurulur; ağlar deniz yatağına yerleştirilir ve denizin bir bölümü ağlar
ve sırıklar yardımıyla muazzam büyüklükte bir balık tuzağına dönüştürülür.
Beklenen balık sürüsü gelip tuzağın içine girince, giriş kapatılır ve deniz
yatağındaki ağlar çekilir. Eskiden Boğaz boyunca böyle elli kadar dalyan vardı.
Ayrıca yetmiş kadar voli yeri Boğaz balıkçıları arasında paylaştırılmıştı.
Beykoz'daki dalyanda kılıçbalığı da yakalandığından, bu dalyan ün salmıştı. 17.
yüzyılda yaşamış ünlü gezgin ve yazar Evliya Çelebi de bundan söz eder ve,
"Kılıçbalığı sarımsakla ve asma yaprağıyla haşlanırsa fevkalade olur" der.
Şimdilerde bu balığın aralarına domates, yeşil biber parçaları ve defne yaprağı
geçirilmiş, kömür ateşinde yapılmış şişini yeğliyoruz.
Kılıçbalıkları yok olduysa da, dalyan hâlâ oradadır. Ama Beykoz'u ünlü kılan bir
balık daha var, bu da kalkandır. Kalkan Karadeniz'de yaşayan bir balıktır,
Boğaz'ın kuzey ucuna kadar gelirse de Akdeniz'e geçmez. Eskiden, balıkçılar
avlanmak için çok uzaklara gidemezken, en taze kalkanlar Beykoz'da
yakalananlar olurdu. Bugün bile, nereden getirilmiş olursa olsun, kalkan
çarşıda "Beykoz kalkanı" diye satılır.

BOĞAZ BALIKLARI

Madem şimdi Boğaz'da balıkçılıktan söz etmeye başladık, bu konuyu biraz daha
sürdürelim, çünkü önemli bir konu. Karadeniz göçücü balıklar açısından
oldukça zengindir. Bunların hepsi belli bir mevsimde daha ılık denizlere doğaı
yüzerler, dolayısıyla boğazlardan geçmek zorundadırlar. Soğuk bir yerden
gelen ve güçlü akıntılar yüzünden daha bile soğuk olan Boğaz'ın canlandırıcı
sularından geçen balıklar semizleşir, daha lezzetli hale gelir. Dolayısıyla
Boğaz'da yaka-lanan balıkların özellikleri vardır. Güze doğru göç etmeye ilk
başlayan balıklar palamutlardır; yağsız oldukları için bunlara "çingene
palamudu" denir. Çingene palamudu en iyi kızartılarak yenir. Sonra sıra
uskumruya gelir. Bunu da tam gelişmiş palamut izler. Palamut ızgara yapılsa
daha iyi olur ama daha başka birçok şekilde de pişirilebilir; örneğin zeytinyağlı
pilakisi yapılır ve soğuk yenir ya da fırında pişirilebilir. Derken sıra lüfer
sürülerine gelir. Bu balığa iriliğine göre çeşitli adlar verilir: çinekop, sarıkanat,
lüfer, kofana gibi. Lüfer gerçekten nefistir ve en iyisi ızgarasıdır. Lüfer avı tam
anlamıyla bir sanat sayılır, çünkü balık son derece kurnazdır.
Daha başka balıklar da (hamsi, torik, zargana gibi) göç eder ve bu geçiş bütün
kış sürer. İlkbaharda kalkanlar gelir, yaz ise sardalya mevsimidir. Her
mevsimde balığını bekleyen değişik bir salata vardır. Örneğin, palamutla roka
yenir, kalkanla marul, sardalyaya domates salatası yakışır. Bununla birlikte,
insanlar doğanın işine burnunu sokup doğal yolları değiştirmeden önce, bütün
bunlar çok daha düzenliydi. Şimdiyse, örneğin uskumru, Karadeniz'e
gelmekten vazgeçti; öbür balıkların da göç mevsimleri, yönleri, sayıları çok
değiş-ken oldu.

PAŞABAHÇE

Beykoz'dan güneye doğru gidince Paşabahçe'ye geliriz. Köye adını veren


"bahçe"nin sahibi olan paşanın Hezarpare Ahmet Paşa olduğu tahmin ediliyor.
Şişe Cam ve tekel içki fabrikaları burdadır. Bu da sanayileşmiş köylerden
biridir. İskelenin yanındaki cami 18. yüzyıl sonlarında III. Mustafa tarafından
yaptırılmıştır.
Oldukça kalabalıklaşan Paşabahçe'de eskiden kalma en ilginç yalılar Feridun
Bey Yalısı ile Rum Andonaki'den kalan, çatılarının ortası çıkıntı yapan ikiz
yalılardır. Eskiden Paşabahçe'de çok Rum otururdu. Çağatay Sokağı'ndaki
Ayios Konstantinos Kilisesi de bunun anısıdır.

ÇUBUKLU

Şimdi Çubuklu'ya geliyoruz. Adının hikâyesi ilginç. II. Bayezid, henüz çocuk
olan oğlu (Yavuz) Selim'e kızıp çubukla vurmuş. Sonra da çubuğu toprağa
daldırmış. Hocaların vurduğu yerde gül bittiği gibi bu çubuk da yeşermiş!
Selim'in bu dayaktan herhangi bir yerinin yeşermediği belli, çünkü yaşı
büyüyünce Bayezid'i tahttan indirdi, vasiyet ettiği yere de gömmedi. Burası
hâlâ Boğaziçi'nin en köye benzeyen köyüdür. Ancak yukarıdaki tepelerde hiç
de kırsal sayılamayacak bir saray vardır. Bu sarayı Mısır'ın son "bağımsız"
hıdivi Abbas Hilmi Paşa yaptırmıştır. Anlam veremediği şeylerden ürken
Abdülhamit, yüksek kulesinin yapılmasından fena halde huylanmıştı. Hıdiv
İngilizlere karşı çıkınca ülkeden atılmıştı. Bina son yıllarda Çelik Gülersoy
tarafından restore edilerek küçük, lüks bir otele dönüştürülmüştür. Lokantası,
çay içilecek ve pasta yenecek açık ve kapalı mekânları vardır. İsterseniz,
hıdivin yatak odasında uyuyabilirsiniz. Odadaki dolabın içinde kaçmak için gizli
bir geçit vardır. Bu, hıdivlerin de, başka hüküm-darların da arada bir
başvurmak zorunda kaldıkları bir çareydi.
Hıdiv sarayından az önce, kıyıda, ama yolun iç tarafında, eskiden Ulagay
ailesininken satılan, tek başına, bahçeli, beyaz bir yalı görür-sünüz. Bu yalı
daha da önce müzeler müdürü Halil Bey'indi.
Daha ileri doğru gidince, tepenin güneye bakan yanında, modern
apartmanlardan oluşmuş korkunç bir site görünür. Bunlar şimdi, herhalde
kamuflaj amacıyla, yeşilimtırak, kahverengimsi renklere bo-yanmışsa da hiç de
kamufle olmuş sayılmazlar. Boğaziçi'nin sorunu bu zaten: Çok güzel olduğu
için herkes burada oturup olağanüstü manzarayı seyretmek istiyor; ancak
bunu başaranlar gitgide çoğaldıkça, Boğaziçi'nde bakılacak güzellikler de
gitgide azalıyor. Eğer yapılaşma bu hızda devam ederse, yakında sadece
birbirinin çirkin evlerini seyreden binlerce İstanbullu olacak. Şimdiki durağımız
Kanlıca. Eskiden buranın özel bir otunu yiyen inekler pembeye çalan bir süt
verirmiş (ünlü yoğurdun sütü); bu renkten ötürü buraya Kanlıca dendiği
anlatılır. Başka bir iddiaya göre de kırmızı aşı boyalı yalılarından ötürü böyle
denmiştir, ama o zaman her yerin adı Kanlıca olabilirdi. Adın "kağnı"dan
geldiğini söyleyenler de vardır. Kanlıca'nın bu ucunda yalılar dizisini başlatan
Ahmet Rasim Paşa Yalısı şimdi, umarız restore edilme amacıyla yıkıldı. Bunu
birçok başka güzel yalı ve onlar kadar güzel olmayan birtakım modern evler
izler. Kanlıca'nın büyük kısmında dar bir kıyı şeridi vardır ve eskiden beri
zenginler bu şeridi tercih etmiştir. Göreceğiniz ilk güzel yalılardan biri, yakın
tarihte onarılmış olan Sefir Yağcı Şefik Bey Yalısı'dır. Şimdiye kadar gördük-
lerimize oranla oldukça klasik bir yalıdır. Klasik karakterin kuşku götürmez bir
işareti, yalıda balkon olmayışıdır. Ortası çıkıntılıdır; buraya konan sedirden
çeşitli yönlere bakılabilir.
Yalıları ilk yapanlar da, buralarda ilk oturanlar da Boğaziçi'nin ha-vasını aşırı
sert buldukları için, bu havayla fazla içli dışlı olmaktan kaçınırlardı. Açık hava
ihtiyacını başka yollarla, özellikle de bahçelerle karşılamaya çalışırlardı. Soğuk
mevsimde Boğaziçi'nde hayatın oldukça çetin ve yorucu olduğu bir gerçektir.
En iyi zaman Haziran-Ekim arasıdır. Başka aylarda Boğaziçi genellikle çok
soğuk ve rutubetli olur.
Büyükçe yalıların çoğu iki binadan oluşurdu. Bunların biri erkeklere ve
konuklara açıktır ki buna selamlık denir. Öbürü ise kadınlar ve evin erkekleri
içindir, buna da harem denir (ama, şim-dilerde dendiği gibi, "haremlik" değil).
İki bina birden yaptıracak kadar parası olmayanlar, evlerinin içini bu biçimde
düzenlerlerdi. Erkek ziyaretçiler kadınları görmeden selâmlığa girerlerdi.
Haremde ise yalı sahibi ve karısı için büyük bir oda olurdu. Genellikle ortadaki
sofaya açılan öbür odalar ailenin öbür üyeleri içindi. Hemen her odada bir
dolap, genel tuvaletten ve hamamdan ayrı olarak küçük bir tuvalet vardı.
Yatak takımları dolapta saklanır, geceleri çıkarılıp yere serilirdi. Gündüzün
odalar oturma odası gibi kullanılırdı. Yemek zamanı yiyecekler odaya getirilir
tepsiler içinde yenirdi. Dolayısıyla evlerdeki çeşitli odalar arasında işlevsel bir
işbölümü yoktu. Daha sonraki bir tarihte yapılmış olan Dolmabahçe Sarayı'nda
bile bu böyledir. Örneğin, koca sarayda ayrı bir yemek odası yoktur.
İstanbul'da çekirdek aileye doğru güçlü bir sosyal eğilim vardı. Her ne kadar
dince izin verilmişse de, çok kadınla evlilik pek ender uygu-lanır ve genellikle
hoş görülmezdi. Yalı sahipleri ise genellikle zengin kimselerdi; bunların
oğulları, kızları, bazen kız ve erkek kardeşleri, hısım akrabaları çoğu kez yaz
aylarını aynı yalıda geçirirlerdi. Bu hayat tarzında bütün odalar daha küçük aile
birimlerinin yarı bağımsız konutları gibi hizmet görür, belli durumlarda da ana
salonda ya da evin buna benzer geniş bir bölümünde herkes bir araya gelirdi.
Bu tür yalıların en eskilerinden biri olan Saffet Paşa Yalısı bu yakınlarda yanıp
kül oldu. İlk yapıldığında bu yalının ayrı bir haremi ve selamlığı vardı, ama bir
bölüm daha önceden yanmıştı. Zaten artık iki ayrı bina olarak kalabilmiş
hemen hemen hiçbir yalı yoktur. İskele-yi geçtikten sonra daha küçük ama çok
güzel başka bir yalı da görürüz. Ethem Pertev Bey Yalısı diye anılan bu yalının
çok güzel, tahta oymalı bir de balkonu vardır. Onun yakınında, Nâzım Paşa
Yalısı vardır.

KÖRFEZ
Az ileride, deniz küçük bir körfez oluşturur. Gerçekte körfez denecek kadar
büyük bir girinti değildir, ama bu adla bilinir. Gene de, kıyılarındaki güzel
yalılarıyla -bunların arasında oldukça özel bir de restoran var- bu körfez
gerçekten hoştur. Körfez'deki en güzel yalı, ortası içerlek ve balkonlu olan,
Rukiye Sultan Yalısı. Körfezin kuzeyindeki tepe, artık pek az kimse bu adı
hatırlasa da, Mihrabad adıyla anılır. Zevk düşkünü İstanbullular dolunayın
doğuşunu seyretmek için buraya gelirlerdi.
Kanlıca'dan ya da Körfez'den Anadoluhisarı'na kadar, klasik yalıların en
güzellerini görebiliriz. İlk göreceğimiz yalı Hekimbaşı Salih Efendi'ye aitti;
bildiğim kadar hâlâ onun ailesine ait. Hekimbaşı Yalısı diye anılan bu yalı 18.
yüzyıldan kalmadır ve Osmanlı mimarisinin o çok sevimli asimetrisini sergiler.
(Ancak, doğal olarak yalı şimdi çok değişmiştir.) Salih Efendi bitkilere ilgisiyle
ün salmıştı ve çok zengin bir botanik bahçesi yaratmıştı. Bundan sonra, Marki
Necip Yalısı gelir ki şimdi yeni sahibi Demirören adıyla bilinmektedir.
Bütün bu kesimdeki yalıların en ilginci ise Amcazade Yalısı'ndan geriye kalandır
ki, bu da çok daha büyük bir kompleksin yalnızca divanhanesidir. Bu yalı
kentteki en eski Osmanlı evi olarak bilinir, yapım tarihi 1699'dur. Tavan hayli
yüksek olmasına karşın, pencereleri alçaktır. Tavan da, duvarlar da son derece
güzel kalem işiyle kaplıdır. Boğaz'ın en değerli yalısı olduğu halde, miras huku-
kunun özellikleri, hâlâ binanın sahibi olan Köprülü ailesinin ve devle-tin para
imkânlarının kısıtlılığı gibi nedenlerle, onarıma girişilemiyor ve yalı göz göre
göre yok oluyor.
Amzacade'yi geçtikten sonra göreceğimiz sarıya boyanmış ve restorasyonu
devam eden Zarif Mustafa Paşa Yalısı da 18. yüzyılda yapılmıştır. Daha sonra
büyük boyasız Bahriyeli Sedat Bey Yalısı'nı görürüz, ikinci katın ortasında
sütunlu bir balkonu vardır. Onun yanındaki ise Rıza Bey Yalısı'dır. İskelenin
sağında Manastırlı İsmail Hakkı Bey ve Köseleciler yalıları görünür.

ANADOLUHİSARI

Anadoluhisarı, adını 14. yüzyıl sonlarında I. Bayezid tarafından yaptırılmış olan


hisardan alır. Fatih gibi Bayezid de İstanbul'u almayı tasarlıyordu. Ne var ki, bu
büyük sefere girişmeden önce doğuya dönüp Timurlenk'i durdurması gerekti.
İki ordu arasında yapılan Ankara Meydan Savaşı Osmanlıların bozgunuyla
sonuçlandı. Bu savaşta Bayezid'in kendisi de Timur'a tutsak düştü.
(Marlowe'un Tamburlaine adındaki tragedyası bu konuyu işler.) Bu savaştan
sonra devletin toparlanabilmesi için aradan uzun bir süre geçmesi gerekti.
Kalenin kendisine Güzelce Hisar da denir. Hisar oldukça küçüktür, bir kesimi
zamanla yok olup gitmiştir. Ancak, küçüldüğünden ötürü daha az askeri nitelik
taşımış, ürkütücü olmamıştır. Hisarın çevresi alçakgönüllü, sevimli evlerle
kuşatılmıştır. Hemen ötesinde Göksu Deresi denize açılır. Göksu ve daha
güneydeki Küçüksu Avrupalılarca "Asya'nın Tatlı Suları" diye bilinir. Derenin
her iki yakası boyunca ahşap evler sıralanırdı. Bu iki dere gece eğlenceleri için
nedense Boğaziçi'nin başka pek çok uygun yerinden daha çok yeğlenirdi.
Zamanın "yüksek sosyetesi", yanlarında çalgıcılarla zarif kayıklara biner,
şarkılar söyleyerek ya da dinleyerek, mehtabı seyrederek, kıyı boyu kürek çeke
çeke dolaşırlardı. Erkeklerle kadınlar yine ayrı ayrı kayıklardaydı, ama âşıkane
göz süzmeler, bıyık burmalar gırla giderdi. Son derece ince bir işaret dili vardı;
yüzyıllardır geliştirilmiş olan bu dilde her jestin, her duruşun, her mendil
tutuşun ayrı, özel bir anlamı vardı.
İki derenin arasında kalan geniş çayır da piknik yapmak için sevilen bir yerdi.
Piknikler gündüzün yapılırdı, ama etkinlikler aşağı yukarı gecekinin aynıydı.
İnsanlar buraya şıklıklarını, zarafetlerini sergileyerek faytonlarla gelirlerdi.
Yanlarına sepet sepet yiyecek ve malum çalgıcıları alırlardı. Zamanla peçeler
gitgide saydamlaştı ve güzelliği gizleyeceğine, baştan çıkarıcı bir biçimde
büsbütün ortaya çıkarmaya başladı. Abdülmecit mimarbaşısı Nikoğos Balyan'a
burada bir saray yapmasını emretmişti. Küçüksu Kasrı eklektik görkemiyle hâlâ
orada, kıyıda duruyor. Yanıbaşında da aynıtarzda yapılmış bir çeşme var.
Bütün bunlar eskidendi. Boğaziçi'nde ilk köprü yapılırken, betonu burada, bu
çayırda hazırlanmıştı. Böylece, ancak iki yüz yılda oluşan Küçüksu Çayırı yok
olup gitti. Her türlü kirlenmeyle, derelerin duru suyu bulandı, kirlendi.
Göksu'nun bitiminde eskiden içinde yaşlı çınarlar bulunan güzel bir çayhane ve
lokanta mekânı vardı. Ama su kıyısındaki, üç gövdesi de aynı kökten sürmüş
olan, "Üç Kızkardeş" (biri zamanla yok olmuş herhalde, çünkü "Dört Kardeşler"
de deniyor bu ağaçlara) adıyla anılan çınar en güzeliydi. Bütün bunlar bir
bakıma hâlâ oradaysa da, artık o kadar başka şeyler de orada ki, bunları fark
etmek zorlaştı. Kıyıdan birkaç kilometre içerde, çirkin apartmanlardan oluşmuş
koskoca, bambaşka bir orman inşa ediliyor şimdi. Böyle bir yapılaşma, şimdiye
kadar Boğaz'da işlenmiş tekil cinayetlere karşılık, belki de bir çeşit jenosit
olarak nitelenmeli.
Göksu'dan çıkarılan kil iyi kaliteydi ve çevredeki birkaç çömlekçi gibi, kentten
gelen seramikçiler de bu kili bol bol kullanırlardı.

KANDİLLİ

Küçüksu'dan sonra arazi yediden yükselir. Tepede Aşıklar Kahvesi adıyla


bilinen alçakgönüllü bir kahve ve restoran vardı. Vahit adında genç bir subay
Belkıs adında bir kızla sevişir, ama kızın ailesi evlenmelerini istemez. Bir gece
bu tepede buluşurlar ve bu Boğaziçi Romeo'su önce kızı vurduktan sonra
intihar eder. Onun için burası Sevda Tepesi ve Aşıklar Kahvesi'dir. Bütün bu
araziyi şu son yıllarda bir Arap kodamanı satın aldı. Küçüksu ile Kandilli Burnu
arasında da önemli ve ilginç yalılar vardır. Boğaziçi'ndeki en geniş cepheli yalı
olan ilki, Kıbrıslı Yalısı'dır. Yalının cephesi altmış metreyi aşkındır.
Binanın içinde ortasında bir çeşme olan büyük bir balo salonu vardır (elbet
daha birçok başka salon da var). Yalının sütunları tahtadan, tavanı kubbelidir.
Resimlerle bezenmiş tavanları görülmeye değer.
Kıbrıslı Yalısı'nı Kıbrıslı Mehmet Emin Paşa yaptırmıştı. Paşa önce bir İngiliz
kadınla, sonra, ondan çocuğu olmayınca, Atiye Hanım'la evlenmiş ve böylece
altı çocuğa (eşit bir cins bölünmesiyle) kavuş-muştu. Bu ikinci kuşak
"Kıbrıslılar"dan Tevfik Bey, ünlü Babıâli baskınında hayatını kaybetti. Kardeşi
Şevket edebiyat meraklısıydı. Yahya Kemal'in arkadaşı olduğu için şair de sık
sık onun yalısında kalır, Abud Yalısı'nda yaşayan güzel Belkıs Hanım'ı
hayranlıkla seyrederdi. Kıbrıslı Yalısı Paris'teki edebiyat salonları gibi aydınlarla
dolup taşardı.
Bütün bu yazarların, edebiyatçıların yanı sıra, Kıbrıslı Yalısı'nın tuhaf sakinleri
de vardır. Bu şairlerden Fazıl Ahmet'in kardeşi Mahmud Bey bir rahatsızlık
geçirmiş, bacağından kocaman bir ur alınmıştır. Vücudunun böyle kocaman bir
nesne ürettiğini gören Mahmut kendisinin çocuk doğurma yeteneğine sahip
olduğuna, dola-yısıyla kadın olduğuna karar verir. Adını "Mahmude" olarak
değiştirir, kadın elbiseleri giyip dolaşmaya başlar. Kıbrıslı Yalısı'nda uzun
süreler kalır. Komşu yalıları dolaşıp gündelikçi kadın olarak iş ister. Tabii kimse
kabul etmez.
Yalıda bir de cüce kadın vardır: İffet. Edebi toplantılardan etkilenmiş olmalı ki,
arada bir ilham gelir, sandalyaya tırmanıp irticalen şiirler okur. Kadının
şairliğini ciddiye alan galiba yalnız "Mahmude Hanım"dır. O okudukça beriki de
oturup şiirleri kâğıda geçirir, kaybolmalarını önlemeye çalışır.
Bu arada Yahya Kemal, Yakup Kadri ve ötekiler de bazen ciddi edebiyatı
bırakıp şaka ve eğlence olsun diye alaylı şiirler yazmaktadır. Yahya Kemal'in
yazdığı "Ayşe cadı, Ayşe cadı/Ay bir yaş daha kocadı" dizelerini Kandilli
tepelerinde terennüm ederler.
Böyle ciddi ve gayri ciddi işler arasında Kıbrıslı Şevket Bey'in Mısırlı Fazıl
Mustafa Paşa'yı düelloya davet etmesi gibi trajikomik olaylar da eksik olmaz.
Eski ahşap yalı Abud Yalısı'dır. Bu yalı Suriye'den gelme zengin bir tüccar ailesi
olan Abud'lara aitti. Balyan'lardan biri tarafından yapıldığı biliniyor. Mehmed ve
Ahmed Abud Efendi kardeşler Beyoğlu'ndaki çok görkemli Suriye apartmanını
da yaptırmışlardı. Ticarethane mer-kezleri Mercan'daydı. 1896'da bir et kıtlığı
zamanında dört vapur dolu-su hayvanı İstanbul'a getirip ucuza satarak
karaborsacılara darbe vur-dukları anlatılır.
Yukarıda sözü geçen Belkıs Hanım, Mehmet Abud'la Saadet Ha-nım'ın iki
kızından biridir. Komşu yalıdaki (şimdi yandığı için arsası boş durur) Abid
Bey'le evlenir. Abid Bey Abdülhamit'in yaveridir ama biraz zayıf kişiliklidir;
genç yaşta ölünce Belkıs Hanım hayatını, dün-yadan uzak güzel bir kadın
olarak geçirir. Bu yalı şimdi bir ayçiçeği yağı fabrikatörüne satıldı.
Bundan sonra Kont Ostrorog'un nefis aşı boyalı yalısı gelir (Daha önce Server
Paşa Yalısı'ydı). Yalının taş zemin katında bir de kayıkhanesi vardır. Osmanlı
uyruğuna geçmeye karar vermiş Polonyalı bir aristokrat olan Kont Ostrorog,
sanayi işçiliğinin düzenlenmesi konusunda devlet politikasında da rol
oynamıştır.
Kont ilkin Beyoğlu'nda yerleşmişti: Burada, Narmanlı Yurdu'nun yanındaki
Müeyyet Sokağı'nda otururken Levanten zengin ailelerden Lorando'ların kızıyla
tanıştı ve evlendi. İki oğlundan biri Fransız diplomatı oldu. Öbürü burada kaldı
ve Türk mistisizmiyle bir hayli içli dışlı oldu. Yalının şimdiki sahibi onun
sonradan evlendiği Çek asıllı kontestir.
Pierre Loti de bu yalıda uzun süre misafir kalmıştır.
Bu yalılar grubundan sonra, tek başına, restore edilmiş Hadi Seni Yalısı durur.
Kandilli ile Vaniköy'ü bölen burna yaklaşırken, akıntının çok güçlendiğini
görüyoruz. Boğaziçi'nde büyümüş çocukların bazıları bu akıntıları avuçlarının içi
gibi bilirler. Öyle ki, bir noktadan suya atlar, akıntının yardımıyla öbür yakaya
yüzer, sonra ters yönde başka bir akıntı bulup denize atladıkları yere dönerler.
Burada, akıntının en güçlü olduğu yerde, başka bir büyük yalı vardır. Sık sık
sahip değiştirmişse de, şimdi yalıyı 1880'de satın almış olan Edip Efendi'nin
adıyla anılmaktadır. Yalının iki yanı, sahipleri değişik olduğundan, kimi vakit
ayrı ayrı renklere boyandığı için, dışarıdan bakan biri bunları yan yana iki yalı
sanabilir. Aslında çok büyük tek bir yalıdır. (Şu sıralarda bir kanadı onarılmak
üzere yıkıldı).
Tepenin üzerinde yanmış bir binanın kalıntılarını görürüz. Sözü edilen yalıdan
bile daha büyük olan bu bina bir zamanlar -yanmadan önce-saygıdeğer Kandilli
Kız Lisesi'ydi. Bina ilkin Adile Sultan'ın özel sarayı olarak yapılmıştı. Adile
Sultan'ın Osmanlı tarihinin en şifa bulmaz müsriflerinden biri olan Abdülaziz'in
kız kardeşi olmasına şaşmamalı. Kandilli'nin iç tarafları da oldukça güzeldir.
Hele son za-manlarda eski ahşap binaların çoğu restore edildi. Bahçe içinde bu
köşkleri ve sessiz sokaklarıyla canayakın bir eski İstanbul (Boğaz) mahallesi
atmosferi kendini hissettiriyor. İki Rum ve Gregoryen Surp Yergodasan
Arakelotz kiliseleri de var. Ama tepeye vardığımızda betonarme yeni
İstanbul'un hemen bu çizgiye kadar sokulduğunu gö-rüyoruz.
Eski Kandilli iskelesinin yanında şimdi bir lokanta ve kahve vardır. İlkbaharda
burada oturup Rumelihisar tepelerini kaplayan erguvan ağaçlarını seyretmeye
doyum olmaz.

VANİKÖY

Şimdi Vaniköy'e yaklaşıyoruz. Burası, Boğaziçi'nin oldukça aristokratik bir


bölgesidir, çünkü burada kıyı boyu ancak bir sıra yalı yapılabilecek kadar
dardır. Ama modern teknoloji günümüzün tuttuğunu koparan müteahhitleri için
kolaylıklar icat etmekten geri durmuyor. Tepeleri kazıyorlar, ziguratları andıran
evleri desteklemek için ikincil, üçüncül destek duvarları yapıyorlar. Bu
ziguratlardan başka, Türklerin evrensel mimariye bir başka orijinal katkıları da,
şişirilmiş lastik botlara, zodyaklara benzer bir takım beton binalardır! Hele
çatıları... Kandilli ile Vaniköy çevresinde böyle harikaları kolayca görebilirsiniz.
Vaniköy adı 17. yüzyılda yaşamış Hıristiyan düşmanı sofu bir Müslüman olan
Vani Efendi'nin adından gelir. Buradaki yalıların bazı-ları hayli güzeldir. Yaz
gelene kadar tepedeki korulukta bülbüller şakır. Dut mevsimi başlayınca
bülbüller ötmez olur. "Dut yemiş bülbül" deyimi de buradan gelir. Bu tepenin
üzerinde, nedense Kandilli Rasathanesi adıyla anılan rasathane vardır.
Vaniköy'de artık üretim yapmayan eski mısırözü yağı fabrikası Recaizade'nin
çocukluğunu geçirdiği yalıydı, şimdi restore edilip yeniden konut oldu. Yanında,
fabrikanın sahibi olan aileye ait aşı boyalı güzel Kadınefendi Yalısı, onun
yanında Fazıl Bey Yalısı, daha ileride Nazif Paşa Yalısı, eski iskele ve caminin
yanında Sedat Hakkı'nın yaptığı Kıraç-Koç Yalısı, onun ilerisinde şirin kulesiyle
Mahmud Nedim Paşa Yalısı görünür (şimdi devlete ait).
Vaniköy'den sonra büyükçe bir koy gelir. Burada deniz oldukça durgundur.
Kuleli Askeri Lisesi bu kıyıdadır. II. Mahmut'un yaptırdığı lise, Abdülmecit
zamanında Balyanlar tarafından onarılıp genişletil-miştir.

ÇENGELKÖY

Bizans çağında İmparatoriçe Teodora burada fahişeler için bir ıslahhane


yaptırmıştı. Procopius'a göre, imparatoriçe kendisi de ıslah olmaz bir fahişeydi.
Kuleli'nin biraz ötesinde, Boğaz boyunca yapılmış güzel, alçakgö-nüllü ahşap
camilerden birini görürüz. Yaptıran, Üsküdar'da da bir camisi olan Kaymak
Mustafa Paşa'dır. Camiyi geçtikten sonra Çen-gelköy'e geliriz. Çengelköy
1960'lara kadar çoğunluğu Rumların oluşturduğu son derece pitoresk bir
Boğaziçi köyüydü. Geçmişin geleneksel hayat tarzım hâlâ da korumaktadır.
Oldukça zengin bir çarşısı vardır. Pazartesi günleri burada bir de pazar kurulur.
Artık pek kullanılmayan Rum kilisesi Aya Yorgi ve okulu hâlâ duruyor. Bir de
ayazma var. İki yalı dışında, buradaki eski ve yeni yalılar genellikle
mütevazıdır. Bu iki yalıdan iskeleye yakın olanı, Abdullah Ağa Yalısı, şimdi
restore ediliyor. Öteki, sahibinin adından dolayı Sadullah Paşa Yalısı diye
anılanı ise, belki bütün Boğaziçi'nde estetik bakımdan görülmeye değer en
güzel geleneksel yalıdır. Yalının iç dekorasyonu da aynı derecede güzeldir.
Bu yalının I. Abdülhamit zamanında (18. yüzyıl sonları) Koca Yusuf Paşa
tarafından yaptırıldığı tahmin ediliyor. Daha sonra Ayaşlı Esat Muhlis Paşa
yalıyı satın aldı. Binaya adını veren Sadullah Paşa onun oğludur. V. Murat'a
yakın olduğu endişesiyle, Abdülhamit, saygıdeğer Paşa'yı önce Berlin, sonra da
Viyana'ya sefir tayin etti. Paşa, Türkiye'ye dönemeden, Viyana'da intihar etti.
Genç yaşta evlendiği karısı Necibe Hanım bu haberi alınca akli dengesini
kaybetti. İnanmamaya karar vererek, ölünceye kadar kocasını beklemeyi
sürdürdü.
Abdülhamit'in Sadullah Paşa'yı yakınında görmek istememesinin daha güçlü
nedenleri de olabilir. Sadullah Paşa "19. Asır" adlı uzun şiiriyle ünlüdür. Estetik
değeri olmayan bu didaktik şiirde ampirik bilimlerle gerçekleşen maddi
ilerlemeyi över. Sonunda bütün bu maddiyatı İslam'a bağlar, ama gene de
maddeciliği çağdaşlarına göre epey çarpıcıdır.
Beşir Fuad'la tanışıklıkları vardır. Geleneksel Osmanlı düşünce dünyasında çok
radikal olmayan bir maddecilik bile intihara kadar varan bir iç huzursuzluk mu
yaratıyor diye düşünüyor insan, bu iki yazarın akıbetini görünce.
Sadullah Paşa'nın bir oğlu yalıda kaldı. Sonra yalının vakfını kurdular. Öbür
oğlu Yaşar, Münevver (Ayaşlı) Hanım'la evlenerek Beylerbeyi'ndeki, gene
Sedat Hakkı'nın yaptığı, pembe boyalı, sütunlu yalıya geçti. Bunun alt katında
şimdi turistik eşya satılıyor. Sadullah Paşa Yalısı'nda da Ayşegül Nadir kiracı.
Yalının yanındaki çınar başlı başına görmeye değer bir ağaçtır. İ.H. Konyalı
bunun bin yıllık olduğunu iddia ediyor.
Çengelköy'de bildik vadi derindir. Burada hâlâ bir miktar sebze yetiştiriliyor.
Daha önce de değindiğim gibi, bu köyler 19. yüzyıla kadar geçimlerini
balıkçılıktan, bahçe ve bostanlarından sağlıyorlardı. Arnavutköy ilkin kirazıyla,
sonra çileğiyle ün salmıştı. Ortaköy'de ise ülkedeki ilk enginar yetiştirildi.
Adından da anlaşılabileceği gibi, Beykoz ceviziyle tanınırdı. Çengelköy'de pek
çok sebze yetiştirilirdi, ama bunların en ünlüsü küçük, körpe, gevrek
Çengelköy salatalığıdır.
Çengelköy tepelerinden birinde Ermeni banker Köçeoğlu'nun ken-dine yaptırıp
sonra Sultan Aziz'e armağan ettiği güzel bir köşk vardı. Bu arazi sonradan,
şehzadeliği sırasında, Vahdeddin'e geçti. Yanan Köçeoğlu köşkü yerine
Vahdeddin de bir köşk yaptırdı. Bu yıkıldı zamanla, ama yakınlarda aslına
uygun şekilde restore ettirilirken şimdi binayı devlet aldı.
Yaşlı çınarları, güzel barok çeşmesiyle iskelenin yanındaki küçük meydan son
derece dinlendirici bir yerdir (Kavasbaşı Ahmed Ağa Çeşmesi). Eskiden burada
iki Rum meyhanesi vardı; şimdi daha çok sayıda meyhane varsa da, bunlar
zengin balık restoranları haline gelmiştir. Bunlardan birinde oturup
Beylerbeyi'ne doğru uzanan geniş koyu seyredebilir, aynı zamanda da köprüyü
görebilirsiniz. Buradan güneş batışı çok güzeldir.
İskele yakınındaki karakolun yerinde eskiden gene Abdülmecit'in yaptırdığı
güzel karakollardan biri vardı. Karakolun önündeki lahana çeşmesi hâlâ
duruyor.
İskelenin hemen kuzeyinde, sırayla, Server Bey, Noyel Eram, Baha Bey ve
Muazzez Hanım Yalıları sıralanıyor.

BEYLERBEYİ

Şimdi Beylerbeyi diye bilinen semt, Bizanslılar zamanında Stavros (İstavroz)


adıyla tanınırdı. Eskiden burada altın kaplama haçlı bir kilise olduğu söylenir.
Kimileri Stavros adının buradan geldiğini ileri sürer. Aynı adı taşıyan dere
çoktan kurumuştur. Beylerbeyi de bir başka geleneksel Boğaziçi köyüdür.
Çengelköy'den biraz daha çok kentleşmiştir ve ahalisinin çoğu eskiden beri
Türk'tür.
Beylerbeyi'ndeki iskelenin çevresi özellikle çekicidir. Burada Boğaziçi'ndeki
öbür camilerle kıyaslandığında son derece görkemli sayılabilecek Hamidievvel
Camii vardır. Yapılış tarihi 1788'dir. Kıs-men II. Mahmut'un yaptırdığı bir de
külliyesi olan caminin burada bir "muvakkithane"si vardır. Caminin müneccimi
burada namaz saatlerini hesaplardı. Olmayacak şey ama, külliyenin öbür dini
kuruluşları bura-da değil, Eminönü'ndedir! III. Mustafa zamanında mesleğe
başlayan caminin mimarı Tahir Ağa, Osmanlı barok tarzının en yaratıcı
sanatçılarındandı, ama bu camide çok başarılı olduğu söylenemez.
Rıhtım arkasında Başmabeynci Arif Bey Yalısı yanmışsa da sonradan restore
edilmiştir. Burada küçük olmasına karşın ilginç bir de balık pazarı kurulur.
Boğaz'ın küçük çapta avlanan bireysel balıkçıları, yakaladıkları balıkları buraya
getirirler. Tuttukları balıklar arasında çoğu kez ilginç bir şeyler bulmak
mümkündür. Tazelikleri ise her zaman garantidir. Buradaki çayhanelerde
oturup iyi havanın tadını çıkarabilirsiniz.
Beylerbeyi'nin en güzel yalılarından Hasip Paşa Yalısı yandı, yerine üslupsuz bir
bina olan Kalkavan yalısı yapıldı. Caminin yanındaki, yine yanan ve şimdi
Turizm Bakanlığı tarafından restore edilen Debreli İsmail Paşa Yalısı ve bir
zamanlar Fahrettin Kerim'in olan yalı ilginç yalı örnekleridir.
Deniz kıyısındaki Beylerbeyi Sarayı, Abdülaziz'in buyruğu üzerine 1865'te
Sarkis Balyan tarafından yapılmıştır. Eskiden burada II. Mahmut'un tahta
sarayı varmış. Saray, döneminin ve Balyan ailesinin bildik mimarı özelliklerini
taşır. Sarkis Balyan öbür yakada, Ortaköy'de kendisi için de Beylerbeyi Sarayı
ile karşı karşıya bir ev yapmıştır. Uluslararası kral ailelerinden pek çok kişi
konuk edilmiştir Beylerbeyi Sarayı'nda: III. Napoleon'un karısı İmparatoriçe
Eugenie, Avusturya İmparatoru Franz Joseph, İran Şahı Nasreddin ve Mrs.
Simpson'la Kral VIII. Edward. Balkan Savaşı patlak verince, Selanik'e sürgüne
gönderilmiş olan II. Abdülhamit, güvenlik amacıyla Beylerbeyi Sarayı'na
getirildi ve 1918'de burada öldü.
Saraya ait ilginç bir ayrıntı da, yazlık bir saray olarak yapıldığından, burada
ısıtma donatımı olmamasıdır. Herhalde sürgün padişah epey rahatsız olmuştur
bu yüzden.

KUZGUNCUK

Görmemiz gereken son köy Kuzguncuk'tur. Buraya varmadan önce, bu kez


deniz kıyısında değil bir tepenin eteğinde, güzel ahşap bir köşk görürüz. Burası
geçen yüzyıl sonlarında yaşamış bir aydın olan Cemil Molla'nın köşküdür. Deniz
kıyısındaki zarif minareli küçük ahşap camiyi yaptıran da aynı kişidir.
Ortaköy gibi Kuzguncuk'ta da türlü ırktan insan yaşardı. Nitekim burada biri
büyük, biri küçük iki sinagog, camiyle yan yana bir Erme-ni (Surp Krikor
Lusavoriç) kilisesi, iki de Rum kilisesi vardır. Bunlar-dan adı Ayia Trias olanı,
Katolik Rum kilisesidir ve cemaati kalmamış-tır. Öbürü Ayios Panteleymon ve
içeriye giden cadde üstünde. Cemaat gitmişse de, binalar durmaktadır. Surp
Krikor, İstanbul'daki tek kubbeli Ermeni kilisesidir. Kuzguncuk'ta çevre
korunmuştu, hatta şimdi inşaat yapmak yasaklanmıştır. Artık vapur
iskelelerinin yanıbaşında restoranlar görmeye alıştık, nitekim burada da iki
restoran vardır. Daha ileride büyük, çekici bir yalı görürüz. Bu yalı Fethi Paşa'-
ya aitti. Şimdi genel park olan tepenin üzerindeki korunun sahibi de aynı
paşaydı.
Fethi Ahmet Paşa Türkiye'de ilk müzeyi kuran kişidir. Cephanelik olarak
kullanılan Aya İrini'de kalmış silah ve malzemeyi düzene sokarak bu binayı
müze haline getirdi. Mankenlere askeri kıyafetleri ilk giydiren de odur.
Abdülmecit'in kardeşlerinden Atiye Sultan'la evlendi. Cumhuriyet döneminde
yalı, yeni sahibi Fethi Paşa'nın torunlarından Şevket Mocan'ın adıyla anılmaya
başlandı. Mocan, Demokrat Parti'nin milletvekillerindendi. Kıskançlığıyla da
ünlüydü. İki karısından olan iki kızı yalının şimdiki sahipleridir. Bunlardan
birinin, TKP'nin eski genel sekreteri Zeki Baştımar'ın kardeşiyle evlenmesi
Şevket Mocan'ın istemediği ama önleyemediği bir olaydı.
Böyle bir dedikodu aktarmanın nedeni, Kuzguncuk'ta Türkiye sosyalizminin
birçok ünlü kişisinin yaşaması. Mehmet Ali Aybar ve Oktay Rifat burada
oturdular. Nâzım Hikmet burada çok vakit geçirdi. Nihat Sargın da
Kuzguncuk'ta yalı sahibidir. Bunlara dayanarak, herkesi bağrında yaşatan
Boğaziçi'nin, Türkiye sosyalizminin doğuşunda da payı olduğu söyleyebiliriz.
Kuzguncuk'la Üsküdar arasında Paşalimanı vardır. Bu adın da kuşatma
sırasında Baltaoğlu Süleyman Paşa'nın bazı gemilerini burada demirlemesinden
geldiği söylenir. Buradaki eski çeşme, Abdülaziz'in hal'i olayına karışan ve
sonra bir suikast sonucu öldürülen Serasker Hüseyin Avni Paşa tarafından, 19.
yüzyılın görkemlilik ölçülerine göre yeniden yaptırıldı. Oldukça anıtsal bir
çeşmedir. Paşanın yalısı da tam burada, kıyıdaydı.
Üsküdar'a iyice yaklaşırken görülen yüksek taş binalar (şimdi yarı yıkık) III.
Selim zamanında yapılmış tahıl ambarları ve değirmendir. Daha sonra Tekel'e
verilmişlerdir. İlk bina ise Abdülmecit'in yaptırdığı karakoldur.
Bundan sonra yolumuzun üzerindeki semt Üsküdar. Boğaziçi yolculuğumuz
burada sona eriyor.
ÜSKÜDAR

ÜSKÜDAR

Üsküdar'ın Bizans zamanında kullanılan başlıca adı Hrisopolis yani "Altın


Şehir"di. Buraya niçin "altın" sıfatının yakıştırıldığını bilmiyo-ruz. Kimi zaman
bir yer doğal güzelliğinden ötürü böyle anılabilir; kimi zaman da bunun daha
maddi nedenleri olabilir. İkinci kategoriye uyan bir yoruma göre, Üsküdar,
Boğaziçi'ndeki konumundan ötürü, buradan gelip geçen ticaret gemilerinden
geçiş ücreti alınan yerdi ve bu nedenle zenginleşmişti. Ama bu yorumun
herhangi bir kanıtı yok-tur.
Bugün kullanılan Üsküdar adı ise (Batı dillerinde "Scutari") Roma zamanında
varolan askeri birliklerden birinin bu bölgede kışlası olmasının anısıdır. Birliğin
adı "Scutarii" kışlanın adı da "Scutarion"du. İlginç olan Üsküdar'dan başka,
Arnavutluk'taki İşkodra şehri (Shkoder) ile İngilizce'de "Squadron" ve
Almanca'da "die Schwadron" gibi askeri terimlerin de aynı etimolojik kökten
gelmesidir.
Şimdiki Üsküdar'da Bizans'tan kalma hiçbir şey yok. Zaten o dönemde Üsküdar
ve Asya kıyısındaki, şimdi İstanbul'un parçası sayılan başka yerleşimler, ayrı ve
bağımsız kasabalar olarak görülüyordu. Bu, asıl İstanbul'a göre Üsküdar'da
yüzyıl önce başlayan Osmanlı döneminde de çok fazla değişmedi İstanbul'a çok
yakın, ama tam da İstanbul'un parçası olmayan bir yer. Zaten bu nedenle
Üsküdar'da, şehrin disiplini gevşer ve haydutlar, hırsızlar, kabadayılar burayı
tercih ederdi. "Atı alan Üsküdar'ı geçti" deyimi de, Üsküdar'a kapağı atınca
kanundan kurtulma şansının arttığını anlatır. Ancak daha yakın dönemlerde ve
özellikle ulaşımın kolaylaşmasıyla Üsküdar İstanbul'un entegre bir semti haline
geldi.
İstanbul 19. yüzyılda büyük bir değişim geçirirken, yeni şehircilik anlayışı
Pera'da egemen oldu ve buradan Halic'in kuzeyindeki Şişli, Nişantaşı gibi
bölgelere yayıldı. O yüzyılın varlıklıları, Asya kıyısında, Marmara Denizi'ne
paralel olarak (bugünkü Bağdat Caddesi güzergâhında) geniş bahçeler içinde
yazlık konaklarını yaptırdılar. Son olarak, 1950 sonrası genişlemede, bu son
değindiğim bölge de hızlı bir apartmanlaşma sürecine girdi. Üsküdar ise, bütün
bu gelişmelerin görece dışında kaldı. Dolayısıyla, Üsküdar'da hâlâ geçmişi
yaşatan evler, sokaklar bulunabilir. Ama burada bile, bu izole köşeler
adamakıllı azalmıştır.
Semtin mimari tarihi bakımından ilginç bir özelliği, Osmanlı cami mimarisinin
aşağı yukarı bütün aşamalarının örneklerine sahip olmasıdır. Bunlar en
görkemli, en anıtsal örnekler değildir. Üsküdar'ın hem İstanbul'a çok yakın,
hem de biraz dışında olmasının sonucu. Ama, temsili yapılardır; yalnızca bu
semtte dolaşarak bütün bir Osmanlı mimari geleneğinin aşamalarını,
değişimlerini izlemek mümkündür.
Üsküdar gezisine İskele Meydanı'ndan başlayalım. İstanbul'un pek çok yerinde
olduğu gibi burada da, deniz çeşitli ihtiyaçlarla doldurul-duğu için, güneydeki
Şemsi Paşa burnunun yanındaki koyun eskiden daha içerlek olduğunu hemen
tahmin edebiliriz. Burada büyük dalga lodosta, güneyden geldiğine göre Şemsi
Paşa burnu küçük olsa da oldukça güvenli bir liman yaratıyordu ve bu da
şüphesiz Üsküdar için bir avantajdı. Yüzyıllar boyunca, Anadolu'dan karadan
taşınan her çeşit mal İstanbul'a Üsküdar'dan geçirildi.
Şemsi Paşa'da başlayan yükselti içlere doğru bir sırt biçiminde devam eder ve
bu sırt Üsküdar'la Asya'nın Marmara kıyısı arasına bir doğal engebe koymuş
olur. Şimdi otomobille beş on dakikada aştığı-mız bu engebe o zamanlar
Khalkedon ile Scutari'nin ayrı şehirler ol-masına yetmişti.

MİHRİMAH CAMİİ

Bulunduğumuz İskele Meydanı'nda şöyle bir çevremize bakındığımızda birçok


cami görürüz. Bunların arasından, tam karşımıza gelen, iskeleler karşısında bir
set üstünde yer alan Mihrimah'tan başlayalım. Camiyi yaptıran Mihrimah
Sultan, Kanuni Süleyman'ın Hürrem Sultan'dan kızı ve sadrazamlardan Rüstem
Paşa'nın karısıydı (Suriçi İstanbul bölümünde hikâyesi anlatılmıştı).
Cami, Sinan'ın erken dönem eserlerindendir. İç görünüşte de, dış görünüşte
de, bunun bir acemilik çalışması olduğunun ipuçlarını veren ufak tefek kusurlar
görünür. Kubbe üç yanından yarım kubbelerle desteklenmiştir, ama ön
cephede yarım kubbe yoktur. Burada son cemaat yeri iki sıra sütunlu, ayrıca
ortası, şadırvanı da örtecek şekilde çıkıntılıdır ve bu saçağın üstünde yükselen
düz duvar, açılan pencerelere rağmen, biraz monotondur. İçeride, kubbeyi
tutan dört ayaktan ikisi cephe duvarına gömüldüğü için, buradaki simetri başka
camilerine göre daha başarısızdır. Zamanında daha geniş olan külliyeden,
şimdi caminin solundaki medrese ile arkasındaki ilkokul binası kalmıştır.
Caminin önündeki şık meydan çeşmesine de bir göz atmak gerekir. Bunu
yaptıran da, İstanbul'un en görkemli meydan çeşmesi olan Topkapı önündeki
çeşmeyi yaptıran III. Ahmet'tir. Gene barok stilde olan çeşmenin dört yüzünde
olduğu gibi dört köşesinde de yalaklar vardır. Eski gravürlerine bakınca,
çatısının bir hayli değiştiği anlaşıl-maktadır.

YENİ VALİDE CAMİİ

Üsküdar-Kadıköy yolunun deniz tarafına geçelim ve buradaki Yeni Valide


Camii'ne girelim. III. Ahmet'in annesi Gülnuş Emetullah Sul-tan'ın yaptırdığı bu
külliyede cami kadar başka yapılar da ilginçtir. Örneğin Sultan'ın cadde
üstündeki açık türbesi son derece zarif ve insana hafiflik duygusu veren kuş
kafesi gibi bir küçük binadır. Avludaki hayli barok şadırvan da türünün güzel ve
itinalı bir örneğidir; cadde üstündeki sebil de öyle. Cami bahçesindeki ahşap
hünkâr girişi de bu tarz Osmanlı yapılarının güzel örneklerinden biridir.
Yeni Valide, Avrupa'nın barok etkilerinin Türkiye'ye girdiği dönemde
yapılmıştır. Gene de caminin, baroktan çok klasik kaygılar güttüğü görülür.
Caminin kubbesi sekiz dayanağa oturtulmuştur. Kubbenin özellikle basık olarak
planlanmış olduğu, göze çarpan özelliklerinden biridir. Taş işçiliği, mermerler
hâlâ çok güzel, buna karşılık çiniler iyice sıradanlaşmıştır. Avludan çıkınca,
denize doğru, imaret binasıyla karşılaşırız. Burada da barok bir köşe çeşmesi
vardır.
İmareti geçip kıyıya vardığımızda biraz ileride gördüğümüz Abdülmecit
zamanında yapılan karakol şimdi Hava Kuvvetleri lokali olmuştur.

ŞEMSİ PAŞA CAMİİ

Deniz kıyısından Kadıköy yönünde ilerlerken, kıyıda, Sinan'ın küçük çapta


"mücevher"lerinden Şemsi Paşa Camii'ni görürüz. Küçük ve son derece sade
bir camidir bu. Kubbe, dört köşesi tromplu kare mekâna oturur. Şemsi Paşa'nın
türbesi de camiye bitişik yapılmıştır. Son cemaat yeri caminin iki duvarı
boyunca L yaparak uzanır. Küçük bir medrese, külliyeyi tamamlar ve camiyi
güneyden çevreler. Mihraptaki iki küçük sütun hareket eden cinstendir. Bina
denize çok yakın olduğu için bu "alarm sistemi"ne gerek duyulmuştur. Bir
kayma olursa taşlar dönmeyecek ve gerekli uyarıyı yerine getirecektir. Bu
semtte cami "kuşkonmaz" adıyla da bilinir çünkü her nedense buralarda pek
bol olan kuşlar bu yapıya rağbet etmezler.
Zamanında, kubbenin üstünde, normal alem yerine altın bir hokka ve kalem
durduğu da söylenir.
Şemsi Paşa hakkında hikâye çoktur. Bunlardan birine göre paşa padişahı (II.
Selim olmalı) rüşvete alıştırmış. Çünkü kendisi Candaroğulları'ndanmış ve
Osmanlı'dan intikam almak istiyormuş. "Onlar nasıl bizi mülkü yurdumuzdan
uzak ettilerse, yakında ben de onların kâr ve bâr saltanatından mehcur
olmalarına sebep olacağım," demiş.

RUM MEHMET PAŞA CAMİİ

Buradan gene içeriye yönelip, kıyıdan da görünen Rum Mehmet Paşa Camii'ne
doğru tırmanalım. Mehmet Paşa, Fatih'in vezirlerindendi ve lakabından
anlaşıldığı gibi Rum'dan dönmeydi. Zaten Fatih'in Rumlara teveccühü zamanın
başka Osmanlılarını sinirlendiren bir özelliğiydi ama büyük çapta bir
imparatorluğun kurallarının konmasında böyle bir yapının özelliklerini içeriden
bilen bu adamların herhalde önemli rolü olmuştu.
Rum Mehmet Paşa Camii Üsküdar'daki en eski Osmanlı yapılarından biridir.
Yüksek kasnağı, kasnağındaki pencerelerinin üslubu ve tuğla duvarları ile bir
Bizans kilisesini de andırır. Bunun, inşaatta Rum usta olmasından ileri geldiği
söylenmiştir. Ama mimari planı, İstanbul'un fethinden önceki birçok cami ile
aynıdır. Cephesi ve iki yanı kemerlidir, arkada ise yarım kubbeli ek bir mekânla
uzamaktadır. Çemberlitaş'taki Atik Ali Paşa Camii'nde gördüğümüz plana çok
benzer. İki yandaki tabhanelerinin camiye açılan yeri yoktur. Mehmet Paşa'nın
sekizgen türbesi caminin arkasındadır. Çevrede, hamamın ve eskiden kıyıda
bulunan saray için yapılmış su depolarının yıkık duvarları görünür. İstanbul
öncesi cami mimarisinin çizgisini sürdüren bu tip, kendinden başka bir tarza
dönüşmeden, bir zaman sonra kullanılmaz hale geldi. Ama yukarıda söylediğim
şekilde, bu tarzın bir örneğini de Üsküdar'da görüyoruz.
Mahmut Şevket Paşa'nın konağı da burada, İstanbul'un en sevimli adlarından
birine sahip Eşref Saati Sokağı'ndadır.
III. Ahmet zamanında yapılan ve bazı resimlerini bildiğimiz Şerefabad Sarayı
buralarda, Şemsi Paşa ve Mehmet Paşa camilerinin arasında bir yerdeydi.

AYAZMA CAMİİ

Rum Mehmet Paşa Camii'nden çıkıp gene Kadıköy'e doğru birkaç yüz metre
yürüyünce, Ayazma Camii'ne geliriz. Bu yüksekçe yer hem Boğaz tarafından,
hem de Marmara'dan görünür; onun için, oldukça geç yapılan bu camiden önce
burayı başkalarının beğenip kullanma-mış olması şaşırtıcı.
Ayazma Camii, III. Mustafa'nın yaptırdığı camilerdendir (18. yüz-yılın ikinci
yarısında). III. Mustafa, Osmanlı İmparatorluğu'nun güçlü olmadığı ve
güçsüzlüğünün bilincinde olduğu bir dönemin padişahlarından biriydi ve
saltanatı sırasında hem imar işleriyle, hem de devletin reformuyla epey
uğraşmıştı. Bu dönemin başlıca mimarı Mehmet Tahir Ağa'ydı, ama bu cami
onun eseri değildir.
Bu yöre, eski bir ayazmadan ötürü (şimdi izi yok) bu adla anıldığı için, cami
yapılırken çevre halkı kendiliğinden "Ayazma Camii" demeye başlamış. Camiye
kendi adını vermeyi düşünen III. Mustafa da buna üzülmüş, ama üstüne
gitmemiş.
Caminin denize bakan cephesindeki avluya bir merdivenle çıkılır. Avlu
duvarının sol köşesinde güzel bir çeşme vardır.
Yeni Valide Camii'nden söz ederken, barok etkilere değinmiştim. Ayazma
Camii'nde bu artık yerleşik tarz haline gelmiştir ve 19. yüz-yılda yapılacak pek
çok camide bu tarz sürecektir. Sinan döneminin, kubbe ağırlığını dayanaklara
aktarmak için düşündüğü dahiyane planlar artık terk edilmiştir. Şimdi dış
görünüş ve süsleme ön plandadır ama bunlar da sağlam bir estetik zevkten
beslenmez. Duvarlar yükselir, kubbe dört basit kemere oturtulur. Buna
karşılık, örneğin hünkâr mahfiline hayli özen gösterilir, girişte sütunların,
pencerelerin, kemerlerin ayrıntılarıyla uğraşılır.
İç mekânda mermerin güzelliği göze çarpar. Pencereleri çok olduğu için hayli
aydınlık bir camidir. Dış duvarlardaki güzel kuş evleri, sağ duvardaki güneş
saati, arkadaki mezarlıktaki mezar taşları (başka yerde görünmeyen bazı
serpuşlar) buradaki ilginç görüntülerden bazılarıdır.
Ayazma Camii'nin yakınlarında, İmrahor Camii, Başkadın Çeşmesi (Nevşehirli
İbrahim Paşa'nın başkadını), Rüstem Paşa mektebi ve yanlarındaki ihtiyar
çınar, güzel bir kompozisyon oluşturur.
Ayazma Camii'nden sağa dönüp kuzeye gider, dört yol ağzında sağa sapıp
kıvrılan yolu izlersek, Hacı Ahmet Paşa Türbesi'ne geliriz. Sinan'ın yaptığı türbe
ağaçlıklı bir küçük mezarlık içindedir. Eski fotoğraflarında görülen revak
kaybolmuştur. Gene de, Üsküdar semtinde pitoresk bir köşedir burası. Şemsi
Paşa gibi Candaroğulları soyundan gelen Ahmet Paşa, avcı kuşlardan
sorumluydu ve "çakırcıbaşı" olmuştu. Zaten bu semtin adı, Doğancılar, aynı
anlamdadır.

KAPTAN PAŞA CAMİİ

Buradan geri dönüp geldiğimiz yönden, ama mümkün olduğu kadar değişik
sokaklardan, Üsküdar meydanı yönüne doğru yürüyün. Sokakların bazılarında
eski İstanbul atmosferini hâlâ yaşatan evler, köşeler görmek mümkündür. Rum
Mehmet Paşa Camii'ne yakın, ama ondan yüksekte, Kaptan Paşa Camii böyle
bir geleneksel çevrede yer alır. Kaptanı Derya, Nevşehirli İbrahim Paşa'nın
damadı ve Patrona isyanında onunla birlikte öldürülen Kaymak Mustafa Paşa
tarafından 1720'de yaptırılmıştır (bu da Lale Devri). Mimarisinin önemli bir
özelliği yoktur, dörtgen içinde bir sekizgen kubbeyi tutar. Sekizgenin dört
köşesinde birer yarım kubbe vardır. Yokuşta duran caminin çevresi,
merdivenlerden perspektifi gibi özellikleri gerçekten çok hoştur.
Uğradığı yangınlardan kurtulan çinileri Tekfur Sarayı ürünüdür.

AZİZ MAHMUT HÜDAİ CAMİİ

Gene Üsküdar'ın bu yamacında Aziz Mahmut Hüdai Camii ve Kül-liyesi var. İlk
olarak 1599 yılında yapılan bu binalar yangınla harap olup yeniden yapıldığı
için bugün gördüğümüz binaların en eskisi 1858'den. Bu da, kendisi kadar
çevresiyle de ilginç olan bir külliye. Aziz Hüdai Nakşibendi'dir. Oldukça
zengindi, ama çileciydi. Mahmut Hüdai'nin Genç Osman'ın bir rüyasını
yorumladığı ve IV. Murat'ın tahta geçişinde Eyüp'te kılıç Küşadını yaptığı
biliniyor.
Buradan aşağıya, Hakimiyeti Milliye Caddesi'ne inmeden önce biraz daha ilerler
ve Açık Türbe Sokağı'na gelirsek, Minkarizade Med-resesi'nin kalıntılarını ve
Mahmut Hüdai'nin müritlerinden Halil Paşa'nın türbesini ve zaviyesini görürüz.
Buradan, yokuş aşağı, Üsküdar-Kadıköy yoluna doğru indiğimizde, bu ana
caddeye çıkan sokaklardan birinin adı Eski Mahkeme Sokağı'dır ve burada Fatih
zamanında Üsküdar kadılığı olarak yapıldığı sanılan eski bir bina vardır,
içindeki, ancak hapishane olarak kullanılabilecek hücreler böyle bir iddiayı
pekiştiriyor, ama binanın Fatih zamanına kadar gittiği kesin değil. Gene de, bu
tarihi binanın şimdiki kullanılış biçimi bir hayli tuhaf. Böyle bir yerin herhalde
bir ticarethane olmaktan ve kötüye kullanılarak yok olmaktan hemen
kurtarılması gerekirdi.
Birkaç adım sonra, İskele Meydanı'na oldukça yakın bir yerde ana caddeye
çıkıyoruz. Buradan karşı tarafa geçelim. Eski olduğunu belli etmeyi hâlâ
başaran bir bina görüyoruz. İçi çarşı olarak düzenlenen bu bina Sinan'dan
kalma bir hamam. Büsbütün yok olacakken satın alan bir zengin epey acemice
de olsa restore ettirmiş ve hiç değilse bu kadarını kurtarmış. Girişindeki
kocaman levhalarda bu olayın hikâyesi anlatılıyor.
Buradan iç taraflara gidildiğinde Üsküdar'ın yeni çarşı bölgesine ve bu arada Bit
Pazarı'na gelinir. Alışveriş sorunumuz yoksa biz cadde boyunca ilerleyelim. Az
sonra, Kara Davut Paşa Camii'ni göreceğiz. Davut Paşa, II. Bayezid zamanında
Nişancı olmuş bir devlet adamıydı. Bu da Rum Mehmet Paşa Camii'nden az
zaman sonra yapılmış, dolayısıyla fetih öncesi Türk mimarisinin özelliklerini
yansıtan bir binadır. Ortadaki daha büyük olmak üzere, yan yana üçü de
kubbeli üç bölümlü bir camidir. Nedense, "Üsküdar Ayasofyası" diye de bilinir.

AHMEDİYE KÜLLİYESİ

Yol boyunca yürüyoruz. Burada cadde birkaç kola ayrılıyor. Biz soldaki
sokaktan devam ediyoruz. Birkaç yüz metre ileride, sağa sapan bir sokakta, bir
külliye duvarını görüyor ve buradan içeri giriyoruz. Böylece, Lale Devri'nin
Üsküdar'daki eserlerinden bir başkasına, Ahmediye Külliyesi'ne geliyoruz.
1720'lerde, Tersane Kethüdası Eminzade Hacı Ahmet Ağa tarafından
yaptırılmıştır bu külliye. Cami oldukça mütevazı, kayda değer mimari özelliği
olmayan bir yapıdır. Külliyenin güzelliği bütünündedir, diyebiliriz. İnişli yokuşlu
araziye uydurulan külliye, dolayısıyla, asimetriktir Ne var ki, şimdiye kadar
gördüğümüz birçok binadan sonra, asimetrinin, Osmanlılar için arazinin
empoze ettiği bir zorunluluk olmaktan çıkıp neredeyse bir estetik ilke haline
geldiğini de söyleyebiliriz sanıyorum. Bu tür yatık giden duvarlar, girinti ve
çıkıntılar, sanki, doğaya saygıyı ve "doğayla uzlaşmalıyız" diyen bir anlayışı ve
bu anlayıştan gelen yumuşak başlı bir estetiği bize anlatır. Külliyenin iki
girişinin birinin yanında bir dershane, öbürünün yanında da bir kitaplık vardır.
Her ikisi de son derece sevimli küçük binalardır. Öbür iki duvar, medrese
hücrelerinden oluşur. Bizim geldiğimiz sokağa bakan duvarda çeşme ve sebil
vardır. Külliyeyi yaptıran Ahmet Ağa'nın mezarının, içerideki açık türbede değil
de onun yanındaki küçük mezarlıkta olması ise, herhalde Osmanlılığa özgü bir
"manevi asimetri"nin sonucudur.

ESKİ VALİDE KÜLLİYESİ

Ahmediye'yi gezdikten sonra Toptaşı Caddesi'ni bulup cadde boyunca


tırmanmak gerekiyor. Bu yokuş tırmanmaya değer, çünkü bir süre sonra
Üsküdar'ın en görülmesi gerekli yapısı olan Atik Valide Camii ve Külliyesi'ne
geleceğiz.
Sinan bu külliyeyi 1583'te yaptı. Burada söz konusu olan "Valide", II. Selim'in
karısı ve III. Murat'ın annesi olan Nurbanu Sultan'dı (Ve-nedik asıllı); yani,
Sinan'ın uzun ömrüne sığdırdığı üçüncü ve son padişah döneminde külliye inşa
edildi. Gerçekten de, bu yapılarda, özellikle de camide, olgun bir sanatçının
kendinden emin ustalığı göze çarpar.
Külliye geniş ve oldukça inişli yokuşlu bir araziye inşa edilmiştir. Şimdiye
kadar, Sinan'ın bu iniş ve yokuşları neredeyse bir avantaj olarak
kullanabildiğini görmüştük. Burada da, eğimli araziden olağanüstü perspektifler
elde etmiştir. Bütünüyle çok güzel olan külliyenin en güzel kısmı camidir.
Camiye arka tarafından geldiğimizde, ilkin geniş bir bahçeye adım atarız.
Burada, epey harap durumdaki küçük ilkokul binası göze çarpar. Bahçeden, sol
taraftaki bir kapıdan, avluya gireriz. Yaşlı, kocaman çınarları olan güzel bir
avludur bu. Son cemaat yerinin çevresi ayrıca bir dış revakla örtülmüştür. İki
sıra sütunlu olduğu için saçağı da geniştir. İki minare, son cemaat yerinin iki
yanında yükselir. Dış duvarda, pencere üstlerinde de güzel çiniler vardır.
İç mekân, iki yana doğru genişleyen bir dikdörtgen biçimindedir. Kubbe altı
dayanak üstündedir; iki yandan, birbirine bitişik ikişer yarım kubbeyle
çevrelenmiştir; çıkıntılı mihrap tarafında da beşinci yarım kubbe vardır. Kubbe
köşelere eksedralarla bağlanır. Üç tarafta galeriler ve üst mahfiller vardır. Beş
yarım kubbeyle çevrili kubbe, ilk bakışta, olağanüstü bir ferahlık duygusu verir.
Mimarinin verdiği bu izlenim iç süsleme ile desteklenmiştir. Mihrap tarafında
İznik çinileri-nin en güzel örneklerini görebilirsiniz. Kalem işi de zengin ve çok
güzeldir. Galerilerin ahşap tavanlarının süslemeleri özellikle dikkat çeker,
minber ve vaiz kürsüsü döneminden kalmadır. İnsan ne kadar çok cami
görmüş olursa olsun, Atik Valide'yi ziyaret etmenin duygusu gene de
benzersizdir.
Külliye birçok farklı işlevi olan binadan oluşur ve geniş bir alana yayılır; ilkokul,
medrese, darüşşifa, imaret, kervansaray ve hamam. Örneğin cami avlusundan
merdivenle inilen asimetrik medrese, onun dershanesi, dershane çıkıntısının
dışarıda, sokakta oluşturduğu geçit, nefis perspektifler yaratır. Binalar hâlâ
oldukça sağlamdır, fakat bu külliyenin başına da tuhaf bir iş gelmiştir. Önemli
bir kısmı, örneğin hamamı, yakın zamanlarda yanı başında inşa edilen Toptaşı
Cezaevi'nin içinde kalmıştır.

Plan 20. Atik Valide Camii (şimdiki durum)

Toptaşı Caddesi'nde, cezaevine yakın eski okul binası askeri rüştiye olarak
Abdülaziz'in son saltanat yılında yapılmıştı. Daha önce burada Valide
Külliyesi'nin tabhanesi vardı.
Atik Valide Camii'nden aşağıya, Üsküdar'a doğru inerken Selamsız semtinden
geçilir (Selamsız Caddesi de vardır). Semtin üst kısmı İstanbul'un Çingene
mahallelerinden biridir. Hem bu nedenle, hem de ayrıca buralarda hâlâ
rastlanabilen, birisi değişik penceresiyle ünlü ve Art Nouveau tarzında eski
ahşap evlerden ötürü, buralarda yürümek ilginç olabilir.

ÇİNİLİ CAMİ

Ama biz şimdi o tarafa değil, biraz daha kuzeye, Çinili Cami'ye gidiyoruz. Atik
Valide'den çıkıp yolun sağını sapmadan izleyerek buraya varırız. Çinili Cami,
şimdiye kadar Üsküdar'da örneğini henüz görmediğimiz bir dönemin, 17. yüzyıl
ortasının eseridir. Yaptıran, bu dönemin ünlü ve dehşetengiz valide
sultanlarından Mahpeyker Kösem Sultan'dır. I. Ahmet'in karısı olan Kösem
neredeyse bütün 17. yüzyıl boyunca Osmanlı tarihinde rol oynadı. Oğulları IV.
Murat ile Deli İbrahim'in saltanatları boyunca yaşadı; torunu IV. Mehmet
zamanında, onun annesi Turhan Sultan'la giriştiği iktidar mücadelesinde, bir
saray entrikasında boğularak öldürüldü.
Kösem'in camiini de görünce, Üsküdar'ın bir "Valide Sultanlar" semti olup
olmadığı sorusu akla geliyor.
Cami küçük ve sevimli. Üç yanını kuşatan ahşap bir galerisi var. Caminin iç
duvarları, bu arada minberin külahı, çinilerle kaplı. Grimavinin egemen olduğu
bu çiniler, bu sanatın parlak İznik dönemi ile o kadar parlak olamayan Tekfur
Sarayı dönemi arasındaki bir gerileme aşamasının ürünleri.
Cami ve medrese ile biraz ilerideki Çinili Hamam genel olarak bu dönemin
önde gelen mimarı Kasım Ağa'nın eseri sayılmakla birlikte bunu asılsız bulanlar
da vardır.
Küçük avlunun köşesindeki şadırvanın, karikatürlerdeki cadı külahlarını andıran
külahı bu küçük mekânda fazla büyük ve oransız; buna rağmen, onun da
kendine özgü bir şirinliği olduğu söylenebilir.
Caminin karşı köşesindeki alt katı kagir, üst iki katı ahşap olan ve tarihi
1790'lara uzanan Afganiler Tekkesi var. İstanbul evlerinin güzel bir örneği.

ÇARŞI ÇEVRESİ

Daha büyük ve anıtsal binaları izleyerek Toptaşı ve Selamsız yönünde


uzaklaştık. Üsküdar'dan gidilebilecek yön çok olduğu için, tek ve bir günde
tamamlanabilecek bir güzergâh bulmak zor. Şimdi, ilk başladığımız noktanın
çevresine biraz ayrıntılı bakalım.
Üsküdar çarşısı renkli ve canlıdır. Bit Pazarı da, gittikçe, bu işin meraklılarına
hitap eden bir çarşı oluyor.
Bağlarbaşı yolunun başındaki, halk tipi ünlü Kanaat Lokantası (içkisiz olduğu
için öğle yemeğinde tercih edilebilir) mutlaka sözü edilmesi gereken
saygıdeğer bir kurumdur; yıllardan beri, niteliği hiç düşürmeden, ucuz ve
lezzetli ev yemekleriyle binlerce insanı ağırlamıştır.
Üsküdar'ın bu kısmında anıtsal olmayan, ama alçak gönüllü ölçüleriyle sevimli
küçük semt mescitleri vardır ve bunların çoğu eskiden kalmadır. Örneğin,
Bağlarbaşı yolunun başında, köşedeki Selman Ağa Camii bunlardan biridir.
Selman Ağa II. Bayezid'in kapı ağasıydı ve bu camiyi 1506'da yaptırmıştı. Avlu
duvarının dışında güzel bir köşe çeşmesi vardır.
Aynı cadde üstünde solda köşe yapan, bir hazire içindeki Şeyh Camii de, çok
daha yeni olmakla birlikte (son hali II. Abdülhamit zamanından), oranları
rahatsız edici olmayan sevimli mahalle mescitlerindendir.
Burada ayrıca Celveti tarikatı şeyhlerinden Devati Mustafa Efen-di'nin ampir
tarzındaki tekke kompleksi bulunmaktadır.
Çarşı içinde, küçük ve canayakın, Selim Ağa Kütüphanesi vardır. Bunun
yanında bulunan mektep sonradan yıkıldı. Kütüphaneyi yaptı-ran Selim Ağa
mutfak eminliği, tersane eminliği gibi görevlerde bu-lunmuş azatlı bir köleydi.
O ve oğlu iki aydan az arayla idam edilip bu kütüphanenin avlusunda
gömüldüler (18. yüzyılın son çeyreğinde).

BÜLBÜLDERESİ
Selmanı Pak Caddesi ileride Bülbülderesi adını alır. Burada bir dere var idiyse
de, çoktan beri kurumuş olmalıdır. Yakın zamanlara kadar (yani 1950'ler)
burada izinsiz çalışan bazı randevu evleri vardı, sonra bunlar Kadıköy'de "Paris
mahallesi" denen yere taşındı.
Bülbülderesi caddesinde sağ tarafta set set yükselen mezarlık İstanbul'un
hakkında pek az şey bilinen bir başka azınlığına, "Selanik dönmeleri"ne aittir.
Bu cemaat, 17. yüzyılda İzmir'de doğan ve Yahu-dilik içinde ilginç bir akım
başlatan Sabetay Sevi taraftarlarının bir kolundan oluşur. Sevi IV. Mehmet ve
Vani Efendi tarafından sorguya çekildiğinde, Müslüman olduğunu açıklamış
(idam edileceği korkusuyla), ama Mesihlik iddiasından vazgeçmediği anlaşılınca
Arnavutluk'a sürülmüş ve orada ölmüştü. Onu izleyenlerin Yakub kolu da
Müslümanlığı kabul etti, ama içten içe Yahudiliği sürdürdü. Dolayısıyla bu
hareket, Yahudiler'in tarih boyunca karşılaştığı, yabancı toplumlar içinde
varoluşunu ve kimliğini sürdürmenin yolu sorusuna verilmiş cevaplardan
biriydi. Müslümanlığı seçmek ve böy-lece Yahudiliğin bütün simgelerinden
uzaklaşmakla, mistik içsel disiplini güçlendirmiş oluyorlardı.
Selanikliler yakın zamana kadar hep kendi aralarında evlenerek cemaat
varlıklarını sürdürdüler. Gene yakın zamana kadar, Nişantaşı'nda bir apartman
dairesini gizli bir ibadethane olarak kullandıkları söylenirdi. Bilinen ilk
mezarlıkları da Maçka'da, Teknik Üniversite'nin karşısındaki küçük mezarlıktır.
Ama geçen yüzyılın sonundan itibaren Bülbülderesi mezarlığını kullandılar.
Selânikli ailelerin çoğu İstanbul'un önemli iş adamları, birçoğu da tekstilcidir.
Mezarlığa yakın Bülbülderesi ya da Feyziye adıyla anılan cami vardır. Bu da
anlamlıdır, çünkü Selânikliler'in kurduğu Şişli Terakki ve Işık Liseleri, Feyziye
Mektepleri olarak bilinir.

SULTANTEPE

Bülbülderesi'nden sola doğru gittiğimizde Sultan Tepesi'ne varırız. Burası


öncelikle güzel manzarasıyla insanı şaşırtan bir yerdir, ama son dönemin
olağanüstü apartmanlaşma furyası içinde manzara görmek de güçleşti.
Sultantepe'de ünlü yerlerden biri Özbekler Tekkesi'dir (Hacı Hoca Tekkesi diye
de bilinirdi). Burası bir Nakşibendi tekkesiydi. Bir kısmı mezarlık haline
getirilmiş geniş bir bahçe içindedir. İki katlı selâmlık ve üç katlı harem kısımları
vardır. Zemin katları kagir, üstleri ahşaptır. Bahçede ayrıca bir de sarnıç
görülür. Mescidin son cemaat yerindeki yazıtta tekkenin III. Mustafa
zamanında yeniden yaptırıldığı anlatılıyor.
Halide Edip'in babası Edip Bey'in köşkü, tekkenin karşısında, Boğaz
tarafındaydı (burada ayrıca Cemile Sultan Sarayı ve korusu vardı). Kurtuluş
Savaşı sırasında, şeyhliğini Mehmed Ata'nın yaptığı Özbekler Tekkesi ve Halide
Hanım'ın evi, Anadolu'ya kaçanların yola çıkış noktası olmuştur.

KARACAAHMET
Üsküdar'la Kadıköy arası görece yakın zamanlarda evlerle doldu ve eskinin bu
iki kasabasının sınırları belirsizleşti. Bu boş arazi eskiden bir mezarlık olarak
uygun görülmüş, böylece burada kocaman bir mezarlık oluşmuştur:
Karacaahmet Mezarlığı. Milyonun üstünde insanın buraya gömüldüğü tahmin
ediliyor. Binlerce ünlü insanın yanı sıra, altı direğe oturtulmuş kubbesiyle bir
açık türbenin de "at mezarı" olduğuna inanılır. İ.H. Konyalı bunun Nişancı
Hamza Paşa'nın türbesi olduğunu söylüyor. Gene de bu hikâyenin gerçek bir
kaynağı olabilir. Çünkü Genç Osman sevdiği atı Sislikır ölünce onu Üsküdar
Sarayı bahçesine gömdürüp başına da kitabeli bir taş (1028 tarihli) diktirmişti.
Türklerin İstanbul'daki en eski mezarlığı olan Karacaahmet (adını, yarı
mitolojik bir Bektaşi babasından alır), son dönemde dünya ölüm teknolojisinin
burada da yerleşmesiyle karakterini bir hayli değiştirdiği halde, Türk-Müslüman
ölüm kültürünün birçok somut ve otantik görünümünün görülebildiği bir yerdir.
Ayrıca, geniş servilikleriyle, şehrin soluk alıp verdiği alanlardan biridir.
Karaca Ahmet'in türbe ve tekkesi, Tunusbağı ve Nuhkuyusu caddelerinin
birleştiği noktadadır. Nuhkuyusu üstünde, ayrıca, bu kitapta daha önce adı
geçen Cevri Kalfa'nın yaptırdığı sanılan geçen yüzyılın eklektik üslûbunda,
Cevri Usta Camii vardır.
Osmanlı tarihinde belli başlı cüzamlılar kurumu olan ve Yavuz Selim'in
yaptırdığı Miskinler Tekkesi de 1908'e kadar bu mezarlığın kıyısında
varolmuştu. Sürre Alayı, Karaca Ahmet Türbesi'nden başlar, Miskinler Tekkesi
önünden geçerek Ayrılık Çeşmesi'ne varır, burada uğurlama merasimi yapılırdı.

SELİMİYE

Karacaahmet karşısında geniş bir bahçe içinde, Selimiye Hankâhı Camii vardır.
Ampir tarzını andıran bu camiyi III. Selim, herhalde az sonra geleceğimiz,
kendi adını taşıyan cami ile birlikte yaptırmıştı. İçindeki çeşitli tekke binaları
yıkılmış, yalnız Pertev Paşa kitaplığı kalmıştır. Kadıköy'e yaklaşırken sağda
kocaman Selimiye Kışlası görünür. Kışla ilkin III. Selim tarafından, yeni
kurduğu Nizamı Cedit askerinin barınması için, ahşap olarak yaptırılmıştı.
Nizamı Cedit girişimi Selim'in sonu oldu. Onu deviren Yeniçeri Ocağını 1826'da
ortadan kaldıran II. Mahmut kışlayı yeniden yaptırdı; Abdülmecit zamanında
bina bugünkü şeklini aldı. Kışlanın ortası, talimde kullanılan geniş bir avludur.
Dört köşede dört kule vardır. Halen de kışla olarak kullanılmaktadır. Selimiye
Kışlası, Kırım Savaşı sırasında Florence Nightingale'in hastabakıcılık sanatını
uyguladığı yerdir.
Kışlanın ana giriş kapısının karşısında gene III. Selim'in yaptırdığı Selimiye
Camii'ne gelinir. Avlusu sokağa göre azıcık yüksekte kaldığı için yumuşak
eğimli bir rampadan çıkar ve geniş, güzel, ağaçlık bir bahçeye gireriz. Cami,
Türk barok mimarisinin son örneklerinden biridir. Hünkâr mahfilinin girişi,
yüksekteki son cemaat yeri, pencere ve sütunlarıyla, barokun o hafif ve sevimli
süslerine sahiptir. Arka duvarında zarif kuş evleri vardır. III. Selim'in
minarelerini fazla kalın bulup beğenmediği, bunun üstüne taşlar dışarıdan
traşlanarak minarelerin inceltildiği söylenir. Barokla birlikte minareler genel
olarak incelmişti. Ancak, bu örnekte, Selim'in bazı başka reform girişimleri gibi,
bu zariflik girişiminin de ters teptiği anlaşılıyor. Çünkü 1820'de çok sert bir
lodos fırtınasında minarelerin ikisi de yıkılmış. Kırım Savaşı sırasında ölen
İngilizlerin mezarlığı da Selimiye Kışlası'nın biraz güneyinde yer alır.
Eskiden buralarda I. Ahmet zamanında yapılan Kavak Sarayı'nın olduğu
biliniyor. Bu sarayın hiçbir izi kalmamış; yalnız Harem semtinin adı ondan
kalma.
Kadıköy yoluna devam ettiğimizde, sağımızda, ilkin Tıp Fakültesi olarak (II.
Abdülhamit zamanında) inşa edilen, sonra uzun süre Hay-darpaşa Lisesi olarak
çalışan, yaklaşık on yıl önce de yeniden Tıp Fakültesi (Marmara Üniversitesi)
olan büyük binayı görüyoruz. Vallaury'nin (fazla inandırıcı olmayan bir
söylentiye göre D'Aronco ile birlikte) yaptığı bina gösterişli, ama, bence,
amaçlanan estetik düzeye erişmeyi pek başaramamış. Karşısındaki Numune
Hastanesi de Abdülhamit zamanında yapılmıştı.

HAYDARPAŞA

Bu güzergâh üzerinde, Kadıköy'e gelmeden önce, Haydarpaşa Garı hakkında


da birkaç şey söylemek gerekir. Oldukça eklektik bir tarzda (barok, neoklasik
öğeler ve Alman Rönesansı) yapılmış olmakla birlikte genel olarak Alman
karakteri ağır basar. Ritter ve Cuno adlı iki mimarın elinden çıkmıştır.
Bina, mimari tarihinden çok emperyalizm tarihi açısından ilginçtir. Ulusal
birliğini geç kuran Almanya, Avrupa'nın güçlü devletlerinin dünyayı paylaşma
yarışma da geç girmişti. Almanya Osmanlı devletine İstanbul'dan başlayan
Bağdat demiryolunu önerdi ve uzun görüşmelerden sonra (görüşmelerin
uzaması, Batı karşısında fazla bağımsız davranamayan Osmanlıların uygun
konjonktür kollamasına da bağlıydı) kabul ettirdi. Haydarpaşa Garı işte
Almanya'ya da Ortadoğu ve hatta Hindistan yolunu açması beklenen bu
demiryolu hattının başlangıç noktası olarak inşa edildi (1908). Bu iyi ilişkiler,
Almanya'nın Hindistan'a ulaşmasından çok, bir süre sonra, Birinci Dünya
Savaşı'na Osmanlı İmparatorluğu'nun Almanya'nın yanında girmesinin "demir"
yolunu hazırladı.
Garın önündeki vapur iskelesi de Ferit Tek'in eseridir.

KIZ KULESİ

Şimdi gene Üsküdar iskelesi çevresinden, bu sefer yalnız deniz kıyısını


izleyerek, Kadıköy'e doğru ilerleyelim.
Üsküdar'ın açığında, kıyıya yakın bir kayalığın üstünde, Kız Kulesi durur.
Burada çok eski zamanlardan beri çeşitli yapılar olduğunu biliyor, eski
gravürlerde bunlardan bazılarının neye benzediğini görebiliyoruz.
Kule, İngilizce ve başka Batı dillerinde, Leandros Kulesi olarak da anılır. Bu eski
bir Yunan mitine dayanır. Kaderi bağdaşmayan sevgili-lerden kız, yani Hero,
bir kuleye kapatılmış. Geceleri yüzerek kendisi-ni görmeye gelen Leandros'un
yönünü kaybetmemesi için gece orada fener tutarmış.
Bir gece fırtına feneri söndürmüş ve Leandros yolunu şaşırarak boğulmuş.
Aslında bu efsanenin doğum yeri İstanbul değil, Çanakkale Boğazıdır. Boğaz'ın
Marmara'ya açıldığı bu yerde akıntı kuvvetli ol-makla birlikte, fener söndüğü
için boğulduysa, Leandros'un yüzme yetileri biraz şüpheli görünüyor.
Türkler başka bir efsane anlatır (bunun kaynağı da muhtemelen Bizans'a
uzanır): İmparatora kâhinler, sevgili kızının yılan sokmasından öleceğini
söylemişler. Buna engel olmak için o kayalıkta yaptırdığı eve ya da kuleye
kapatmış kızını. Belli ki o dönemde deniz ortasında kuleye kapatılan kızların
gönlü daha yumuşak oluyor. Bu prenses de bir prense gönlünü kaptırmış.
Prensin yolladığı meyve sepetine haince süzülen bir yılan, kehanetin
kaçınılmazlığını kanıtlamış. Ayasofya'da ana giriş kapısının üstündeki madeni
söve nicedir bir tabuta benzetilir ve bunun, talihsiz prensesin tabutu olduğuna
inanılır. Madenin üstündeki delikler de, yılanların onu burada bile rahat
bırakmadığının ispatı olarak anlatılır. Bu prensesin hikâyesi, prenses Fatih
Mehmet'in kızı Mihrişah'a çevrilmiş olarak da aktarılır.
Bu efsanelerden daha inandırıcı olmayan "tarihi" söylentilere göre, İmparator
Manuel Komnenos bu kayalığı, Boğaz'ı kapatan bir zincirin bir ucunu bağlamak
için kullanmıştı.
Deniz ortasında bir kayalık, insanların hayal gücünü çalıştırmalarını teşvik
ediyor olmalı. Kayalığı deniz altından karaya bağlayan bir dehliz olduğu
söylentisi de vardır.
Kız Kulesi her zaman deniz feneri işlevi gördü. Zaman zaman, karantina yeri
gibi, başka işlere de yaradı. Şimdiki bina 19. yüzyıldan kalmadır ve II. Mahmut
zamanında yapılmıştır. Hakkında anlatılan efsaneler ne olursa olsun,
İstanbul'un siluetinde pek fazla kimsenin gidip ayağını basmadığı, ama hemen
oracıkta, herkesin zihninde sağlam yeri olan bir nirengi noktasıdır.

SALACAK

Kız Kulesi'nin bulunduğu yerin üstü, Salacak yükseltisidir. İstanbul'da


günbatımını seyretmek için en iyi yerlerden biridir Salacak. Yukarıda görülen
aşı boyalı, eski ahşap konak Çürüksulu (Mahmut Paşa) yalısı olarak bilinir bu
kadar yüksekteki bir binanın denizle iliş-kisi "yalı" kavramını hayli zorlasa da.
Yalının son sahibi, emekli büyük elçilerden Muammer Nuri Birgi ölürken
Selâhattin Beyazıt'a bıraktı. Bu güzel bina, ayrıca içindeki eşyalarla da bir
hazine sayılır.
Salacak'tan Üsküdar'ın iskele meydanına doğru yürürken, kıyı boyunda,
restore edilen bazı eski binaların önünden geçiyoruz. Burada Dalan zamanında
yapılan bu kıyı yolundan sonra, kahve ve lokanta sayısı da arttı. Bu yakınlara
kadar, semtin eski adı Huzur olan ama daha çok "Arab'ın Yeri" diye bilinen
meyhane aşağı yukarı tekti. Şimdi Deniz (Kireçburnu'ndakinin şubesi) ve Angel
gibi nitelikli balık lokantaları da açıldı.

BAĞLARBAŞI

Üsküdar'dan gidebileceğimiz yönlerden biri, Bağlarbaşı üstünden, Çamlıca


tarafları.
Bağlarbaşı'nda, Yeni Mahalle'de İlya Profiti Rum Ortodoks Kilisesi, Ermeni
Papaz Okulu ve onun yanındaki Surp Haç Gregoryen kilisesi vardır. Surp Haç
oldukça eski, 1676'dan kalmadır (IV. Mehmet zamanı). Selamsız'la Bağlarbaşı
arasında da Surp Garabed Ermeni Kilisesi bulunur.
Bağlarbaşı, Ermenilerin ve özellikle zenginlerinin öteden beri yerleştiği bir
semtti. 18. yüzyılda Aram adında bir tüccar satın aldığı geniş birtoprağı
mezarlık olarak kullanılmak üzere Ermeni cemaatine bağışladı.Onun için pek
çok tanınmış Ermeni burada yatmaktadır. Kevork Pamukciyan, Ermeni
harfleriyle Türkçe yazılmış yedi taş olduğunu saptayarak metinlerini
aktarmıştır. Bunlardan biri kabadayı olarak ün yapmış Balıkçı Mosik'e aittir ve
gereksiz kavgalardan sakınma uyarısında bulunur (Mosikbir kavgada
bıçaklanmış):

Kimse demesin ki benim


Ben söyledim ki benim
Her kim ki derse benim
Olur nice ki, benim
5 Eylül 1840

Arap alfabesiyle yazılı bir taşın da mimar Kirkor Balyan'a ait olduğunu
öğreniyoruz.
19. yüzyılda Bağlarbaşı Osmanlı ileri gelenlerinin sevdiği sayfiye yerleri arasına
girmişti. Sultanlar, paşalar burada bahçe içinde konak ve köşkler, hatta
saraylar yaptırdılar. Bunların pek azı bugünlere dayanabildi. Bağlarbaşı'nın kır
kahveleri de, 1950'lere kadar, epey ünlüydü: Çiftlik gazinosu, Artaki gazinosu
gibi.
İstanbul'un önemli okullarından Amerikan Kız Koleji de Bağlarbaşı'ndadır.

ALTUNİZADE

Bağlarbaşı meydanının az ilerisinde Altunizade semti başlıyor. Altunizade adını


geçen yüzyıl zenginlerinden Ayan üyesi Altunizade İsmail Zühtü Paşa'dan alır.
İsmail Zühtü Paşa 93 Harbi'nde kendi parasıyla bir tabur asker toplayıp
padişahın emrine vermişti. Tipik bir 19. yüzyıl yapısı olan caminin sağında,
şimdi boş duran, bir hamam, üç dükkân ve iki mektep binası vardır. Paşa'nın
büyük ahşap konağı restore edilmek üzere STFA tarafından satın alınıp
yıktırıldı.
Eskiden geniş açıklıklar bulunan bu bölgede at pazarları kurulurdu; aynı
yerlerde şimdi otomobil pazarları var.
Erzurum Sitesi olarak anılan bölge, İslamcı ve zengin kesimin şehiriçi bir ayrı
mekânı olmak üzere inşa edildi. Bunda Korkut Özal'ın önemli bir rolü oldu.
Altunizade'den Beylerbeyi yönüne doğru, Nakkaşbaba'ya gelirken, Kuşbakışı
Caddesi'nde, Abdülmecit Efendi'nin kasrına geliyoruz. Bu-rayı Yapı ve Kredi
Bankası onardı. Son Halife Abdülmecit Efendi burayı şehzadeliğinde Mimar
Vallaury'ye yaptırmıştı. Kasrın bahçe kapıları, iç kapısı son derece güzeldir.
Kasrın Kütahya çinileri, çini şöminesi, tavan süsleri, birbirinden güzel bin
ayrıntısı vardır kaybolan eşyaları, avizeleri, salonundaki fıskiyeli havuzu vb.
cabası.
Mecit Efendi Kasrının yanında gene şehzadelerden Ömer Hilmi Efendi'nin köşkü
ve bahçesi vardır. Bu da kısmen yıkılmış bir durum-daydı.
Gene Altunizade Camii'nin önünden güneye doğru kıvrıldığımızda, geniş bahçe
içinde Marmara Üniversitesi'nin yanında Adile Sultan Sarayı olarak yapılan
Validebağ Prevantoryumu'na geliyoruz. Adile Sultan II. Mahmut'un kızı,
dolayısıyla Abdülmecit ve Abdülaziz'in kızkardeşiydi. Donanma Müşiri Mehmet
Ali Paşa ile evlenmişti. Kandilli'de, Kız Lisesi olan sarayı, Fındıklı'da yalısıyla,
epey müsrif bir Hanım Sultan'dı. Bu sarayı Balyanlar'dan birinin yapmış olması
muhtemeldir (tarihi, 1853).
Cumhuriyet rejimi, hanedandan kalma azametli binaları kamu ya-rarına çalışan
kurumlara çevirme politikasıyla, burayı da önce yetimhane, sonra
prevantoryum yaptı.
Köşkün muazzam bahçesi içinde Abdülaziz'in av köşkü de vardır. Bu da,
dönemin şatafatlı zevkini yansıtan ilginç bir binadır.

ÇAMLICA VE KÜÇÜK ÇAMLICA

Çamlıca, geçen yüzyıl sonunda ve bu yüzyıl başında, sevilen bir sayfiye yeri
haline gelmişti. Yeşillikti, havadardı, manzarası güzeldi. Recaizade'nin Araba
Sevdası romanı dönemin Çamlıca'sını iyi anlatır.
Altunizade'nin ilerisinde Millet Bahçesi açılmıştı. Burası bir park, eğlence ve
piyasa yeriydi. İstanbul'a gelen ilk sirk çadırını burada kurmuştu. Mısır Prensi,
İbrahim Paşa'nın oğlu ve Hıdiv İsmail Paşa'nın kardeşi Mustafa Fazıl Paşa bu
Millet Bahçesi'nin karşısında kendine bir konak yaptırmıştı. Kardeşi İsmail,
Abdülaziz'le anlaşıp hıdivliği ele geçirince Mustafa Fazıl Paşa da Abdülaziz'e
karşı "hürriyetçi" Osmanlı aydınlarıyla birlikte mücadeleye girmiş, onları
parayla desteklemeye başlamıştı. Abdülhamit ilk "maskeli balo"nun bu köşkte
yapıldığını anlatır ve katılanları ayıplar: "Bu baloda Namık Kemal Bey, Sami
Bey gibi bazı zevat da davetli idiler. Onlar da donsuz bir entari giymişler,
kırmızı kravat takmış, yalınayak, başı açık sofrada iyşü nûş etmişler. Bu
rezaletler üstüne Mustafa Fazıl Paşa Paris'e gitti."
Romancı Sezai bey'in babası Sami Paşa ile kardeşi Suphi Paşa'nın koru içinde
köşkleri de buradaydı. Sami Paşa'nın konağı, politikadan çok edebiyat ve sanat
sohbeti yapılan bir salondu. Abdülhak Hamid'in dedesi sertabib Abdülhak
Molla'nın köşkü de Sami Paşa konağına komşuydu. Bunu bir ara II. Mahmut'un
kadınlarından Tiryal Hanım kullandı. Gene Tiryal Hanım için yapılan Camlı Köşk
de buradadır. Bunlar, Abdülaziz'in oğlu şehzade Yusuf İzzeddin Efendi'ye geçti.
Yusuf İzzeddin, ayrıca, hâlâ ayakta duran görkemli sarayı yaptırdı. Yusuf
İzzeddin Efendi sinirleri bozuk, vehimli bir insandı. Herhalde babasının
kaderinden fazlaca etkilenmişti. Onun gibi bileklerini keserek intihar etti.
İttihatçıların kendisini öldüreceğinden korkuyordu. Abdülaziz gibi onun da
öldürüldüğünü iddia eden ve Enver Paşa'yı suçlayanlar oldu.
Küçük Çamlıca yolunda gene bahçe içinde olan Çamlıca Kız Lisesi'ni görürüz.
Bu binayı Abdülhamit zamanında Hicaz umumi valisi olan Ahmed Ratib Paşa
kendi yazlık köşkü olmak üzere mimar Kemalettin Bey'e yaptırmıştı. Dört katlı
güzel ahşap binayı 1908'de Maarif Nazırı Şükrü Bey Nezaret adına satın aldı ve
bir süre sonra kız mektebi haline getirdi.
Ermeni banker Köçeoğlu'nun duvar ve tavanları yağlı boya resimli köşkü, bir
zaman onu satın alan Serhafiye Kel Ahmet Paşa'nın mülkü olduktan sonra
Askeri Sanatoryum haline getirildi. Onun biraz üstünde Serasker Rıza Paşa'nın
büyük beyaz köşkü vardı. Bu köşk yıkıldı, ama yanındaki Yaverler Köşkü kaldı.
Büyük Çamlıca'nın yüksekliği 260 metredir. En güzel ve en geniş İstanbul
manzarası buradan seyredilir. Güneyde adalar, batıda tarihi yarımada ve
Beyoğlu, kuzeyde neredeyse Karadeniz'e kadar Boğaziçi görülür. Gelgelelim,
son yıllarda İstanbul'un havası eski Londra'nın ünlü smog’unu aratır derecede
kirlendiği için, Çamlıca'ya kadar gittik-ten sonra dumanlara bakakalma ihtimali
de güçlü.
Eskidenberi bu manzarasından ötürü çekici bir yer olan Çamlıca'da kırık dökük
bir kahve vardı; 1980'lerde Turing ve Çelik Gülersoy bu-raya el atarak 18.
yüzyıl üslûbunda olduğunu ileri sürdüğü bir yeni kahve yaptı. Böylece Çamlıca
müşterisi hiç eksik olmayan bir gezinti yeri haline geldi.
Küçük Çamlıca'da da Ömer Lütfı Efendi'nin yaptırdığı Bodrumî Camii ve Hazım
Bumin'in zarif köşkü gibi ilginç binalar vardır.

BULGURLU

Üsküdar'la Ümraniye arasında, şimdi Üsküdar'ın en büyük mahallesi olan ve


Çamlıca'yı içine alan Bulgurlu var. Bulgurlu eskiden buradaki küçük ve çok eski
köyün adıydı. İstanbul çevresindeki, özellikle tepelik yerlerin hemen hemen
hepsi iyi içimli sularıyla tanınırdı. Su ve ağaçlık bu noktaları sevilen mesire
yerleri haline getiriyor, zamanla bu olağan akışa daha özel törenler de
katılıyordu. Örneğin Bulgurlu zenci kölelerin belirli bir tören için gittikleri bir
yerdi. Bunun üstünde biraz duralım, çünkü ilginç olduğu kadar acı bir olaydır.
Osmanlı tarihinde beyaz ve siyah kölelerin yeri vardı. Siyahlar, Batı'da olduğu
gibi, plantasyonda çalıştırılan bedava emek gücü olmasa da, görece daha kaba
işlere koşulurdu. Bunlar Afrika'nın çeşitli bölgelerinden kaçırılmış insanlardı ve
eski kabile psikolojilerinin bir kısmını doğal olarak sürdürüyor, adapte olmakta
zorlanıyorlardı. Zaman içinde, "babası tutmuş" ve "babalı Arap" kavramları
oluştu. Bu belli ki, zenci kölenin, dayanamaz hale geldiğinde gösterdiği tepkiydi
ve ne psikoloji ne de insan eşitliği kavramlarının tasavvur edilemediği bu tarih
boyunca, zenciye özgü, dolayısıyla "tam insani olmayan" geçici bir yarı çılgınlık
gibi görünüyordu. Onun için, bir bakıma hoşgörülüyordu zencinin "babasının
tutması". Ayrıca, gene bu uzlaş-manın bir parçası olarak, çoğu kadın olan zenci
kölelere rumî Bir Mayıs'ta kırlara gidip kendi bildikleri gibi bir piknik yapma
hakkı ta-nınmıştı. Bu da onlar için az çok resmileşmiş bir boşalma fırsatıydı.
Sermet Muhtar şöyle anlatıyor: "Her kolbaşı avenesini toplar, arkasına takar,
kırları boylar. Çayırlara yayılırlar, zevk ve safa, ahenk başlardı. Çalgıları
darbuka; zilsiz 'ganga' denilen demirden, simit şeklinde, üstü halkalı, büyücek
iki çember... Hep bir ağızdan, kendilerine mahsus zenci türküsüne başlıyarak,
saydığımız âletleri de iştirak ettirerek curcunaya koyulurlar: Lali laliali, ari
dungo / Kurinin bubi, ari dungo / Şimdim tino, ari dungo."
Tarih katı ve yazıklarla dolu. Sermet Muhtar'ın, sözgelişi Belvü Oteli'ne gidişi
anlatırken okura o kadar sevimli gelen üslûbu, böyle bir olayı aktardığında
veya babası tutmuş zencinin efendisinden nasıl dayak yediğini anlattığında,
korkunç. Ama insanlar, köleler kadar efendileri de, koşullarının, ideolojilerinin
tutsağı.
Evet, işte Bulgurlu da bu özel "1 Mayıs"ların sevilen bir mekânıydı.
Zamanında bu köyde ve çevresinde Aziz Mahmut Hüdai'ye geniş topraklar
verilmiş, o da bunları hayır işleri için kullanmış ve halka dağıtmıştı. Aziz
Mahmut'un Çilehane'si, Hamam'ı ve Namazgâh'ı vardı. Çeşitli mescit ve zengin
konaklarından, Üsküdar bölümünde söz etmiştim. Cumhuriyet döneminde bu
köye çeşitli Balkan ülkelerinden gelen muhacirler yerleştirildi.
Koçu, Küçük Çamlıca'nın asıl adının Bulgurlu Dağı olduğunda ısrar eder.

ÜMRANİYE DUDULLU

Çamlıca'dan öteye Ümraniye yer alır. İstanbul çevresinde önce


gecekondulaşma, sonra apartmanlaşma süreçlerinin yaşandığı, bu bakımdan
bir İstanbul sosyolojisi klasiği sayılabilecek bir yerdir Ümra-niye. "Ümraniye"
adını da bu çerçevede ironik-sembolik saymak ge-rek.
Bunun ilerisinde eski Dudullu köyü var. İkiyüz, üçyüz yıllık bir köy. Bir
zamanların sebzeci, bahçeci, sütçü köyü şimdi sanayileşme-nin tam içinde.
1960'larda, İstanbul Belediyesi sınırları dışında kalan birkaç yere, ucuz et
almaya gidilirdi. Ne kadar ucuz, ayrıca ne kadar güvenli olduğunu bilmiyorum.
Bunlar uzak yerler olduğu için ancak arabayla gidilir, dolayısıyla araba sahibi
ve görece zengin olanlar "ucuz et" derdine düşerdi. Küçük Çekmece ve
Bostancı'dan başka, Dudullu da vardı bu et alışverişlerinde. O zaman birkaç
kasap dükkânına girerdiniz, şimdi yol boyunca ağaca mağaca asılı kesilmiş
hayvanlar arasından geçiyorsunuz.
Dudullu'dan sonra yolumuza çıkan yerleşimlerden biri, gene sularıyla ünlü
Alemdağı'dır. En yüksek yer 400 metreyi geçer. Zengin bir bitki örtüsü hâlâ
vardır; onun için, buralarda, boğucu sözde-kent atmosferinden sıyrılmaya
başlarız. Ama sanayileşme şimdi buraya da sokuluyor. İstanbul'un en yüksek
nitelikli içme sularından Taşdelen de bu yakınlardadır. Daha da ileri gidersek
Ömerli Köyü ve Barajı'na varırız.

KADIKÖY

KADIKÖY
İstanbul’un kuruluşuyla ilgili ünlü efsane, efsane dilinin ulaşabileceği kesinlikle,
Kadıköy'ün İstanbul'dan daha eski olduğunu bize anlatıyor. Yeni koloni kurmak
üzere yola çıkan Byzas'a "kendi şehrini körler şehri karşısına kuracağını"
kâhinler söylemiş. Sarayburnu'na gelen Byzas, karşı kıyıda Halkedon'u
görünce, kendi durduğu nokta varken orada şehir kuranların ancak kör
olabileceğini düşünüyor ve gelmesi gereken yere geldiğine karar veriyor.
Bu aynı zamanda hakkında bildiğimiz en eski hikâye olduğu için, Kadıköy'ü
anlatmaya bununla başlamak mantığa uygun. Ama bununla başlayınca,
Kadıköy hakkında ilk sözümüz bir "iltifat" olmuyor. Efsaneden tarihe, bunu
dengeleyecek bir geçiş yapalım.
Kuzeyden, Karadeniz'den doğru sık esen poyraz, Boğaz'ın Avrupa yakasında
kendini daha çok hissettirir. Anadolu yakası ise bu rüzgâra karşı doğal bir
korunak sağlar. Dolayısıyla, bu çevrede kurulacak ilk yerleşimlerin Anadolu
kıyısında karar kılmış olmaları anlaşılır bir şey-dir. Tarihte eskiye doğru
gittikçe, teknoloji dediğimiz şey genel olarak geriler, zayıflar. Byzas zamanında
kullanılan tekneler, Halkedon'a yerleşenlerin o zamanlar kullandığı teknelere
göre daha gelişmiş olmalı.
Daha eski de, ne kadar "daha eski"? Bu eskilik, Halkedon adından çok daha
gerilere uzanıyor. MÖ 5000-3000 arasında, şimdi Kadıköy dediğimiz alanın
çeşitli noktalarında, örneğin Fikirtepe'de, yerleşimler kurulduğunun arkeolojik
buluntu ve kanıtları var. Byzas'ın "körler şehri" dediği yerin adı, yani Halkedon,
buraya yerleşenlerin kendi haklarında başka bir düşünceleri olduğunu
gösteriyor, çünkü bu ad "Bakır Diyarı" anlamına geliyor. Böylece, bakır çıkan
yerin adı değişirken, öbür yakada, bakırla hiç ilgisi olmayan bir bölge
"Bakırköy" olmuş. Fenikeliler'in burada uzunca süre kaldığı biliniyor. Ama genel
olarak Helen uygarlık alanı içinde kalan bir bölge.
Efsanede veya gerçeklikte, Kadıköy kendinden sonra gelen İstanbul'a karşı hep
kaybeden durumunda. Örneğin bir başka efsaneye göre
Constantinus yeni Roma'yı burada kurmak üzere işe girişiyor, ama iki kartal
gelip inşaat malzemesini kaptıkları gibi karşı kıyıya uçuru-yorlar.
Gerçeklik de biraz böyle. İstanbul Doğunun başkenti olduktan sonra Kadıköy
tarafında çeşitli binalar yıkılmış, taşları, sütunları vb. öbür yakadaki çeşitli
binalarda kullanılmış.
Hıristiyanlaşma tarihinde, Azize Eufemia'nın burada şehit olmasının hikâyesi
var. Sonra da önemli kararların verildiği Halkedon Sinodu. Türkçe'deki adının,
Fatih'in İstanbul'a Kadı tayin ettiği Hızır Bey'den geldiği söylenir ki, çeşitli
açıklamalar ("Kadınköy"den geldiği vb.) arasında bu daha akla yakın.

YELDEĞİRMENİ VE KADIKÖY

Bu kitabın şayiaları arasında şehrin bu yakasına birkaç kere gelip gittik. Bu


arada Üsküdar-Haydarpaşa arasını mümkün mertebe gezdik. Şimdi bu
noktadan yola devam edelim.
Haydarpaşa ve Kadıköy iskeleleri arasında bir koy vardır. Eskiden burada
çalışan sandallar tren yolcularını, giderken ya da dönüşlerinde, bu koydan
geçirirdi. Şimdi motorlu trafik her yere egemen. Bu koy boyunca uzanan
kordondan içerisi Yeldeğirmeni adıyla bilinir. Yeldeğirmeni'nde ibadethane
olarak kayda değer Hemdat İsrael Sinagogu vardır. Bu ad, "İsrailoğullarının
şefkati" anlamına gelir. Sinagog yapılırken Yahudiler'le aynı yerde kilise
yapmak isteyen Rumlar arasında kavga çıkmış, Abdülhamit de sinagog
yapılmasını emretmişti. Buna karşılık Yahudiler, Arapça'daki "hamd" ile aynı
Semitik kökenden gelen "hemdat" adını vererek ona teşekkürlerini dile
getirdiler.
Rumlar da ancak 1918'de, bir okul binası yapıp eski okul binasını Aya Yorgi
(Ayios Yeoryios) Kilisesi haline getirdiler.
Kadıköy'e geldiğimizde, Rıhtımda şimdi konservatuar olan binayı görüyoruz.
Burası başlangıçta, Celâl Esad Arseven tarafından, Kadıköy Hal Binası olarak
yapılmıştı. Bunlar hep, kıyaslanamayacak kadar küçük olan ve böylesine
büyüyeceği tasavvur edilemeyen bir şehir için düşünülmüş şeyler. Zamanla
halin burada bulunması bir felâket haline geldi ve bugünkü düzene geçildi.
Ama konservatuara kavuştuğu için sevinen müzik öğretmen ve öğrencilerinin,
çevrelerindeki kamyonlu pazarın patırtısı arasında, "mi"yi " "si"den nasıl
ayırdıklarını düşünemiyorum.
Kadıköy'deki eski vapur iskelesinin mimarı bilinmez. Bütün bu eski iskeleler
gibi sevimli bir binadır. Karşıdaki belediye binası da bu yüzyıl başından
kalmadır. Kadıköy iskelesinin yakınındaki bir başka anıtsal bina da III.
Mustafa'nın yaptırdığı İskele Camii'dir. Şimdi Kadıköy Müftülüğü'nün yanında
bulunan bu cami, 18. yüzyıl sonunda Kadıköy'ün sarayın ilgisini çekecek kadar
geliştiğini kanıtlıyor.
Buralardan girilen Kadıköy Çarşısı İstanbul'un en renkli çarşılarından biridir,
sunduğu malların niteliği de bir hayli yüksektir. Muvakkithane Caddesi üstünde
geleneksel şekerci Hacı Bekir'in bir şubesi hâlâ faaldir. Karşısında, gene bir
zamanların ünlüsü Baylan pastanesinin bir şubesi vardır. O sıranın sonundaki
şekerci dükkânının kurucusu ise besteci şekerci Cemil Bey'dir. Bu dükkân da
yakınlarda kapandı. Muvakkithane ve Yasa caddeleri birer meydana varır;
bunla-rın birinde (güneydeki) Ermeni Surp Takavor, öbüründe de Rum Ayia
Eufemia kiliseleri vardır. İstanbul'da özellikle gıda alanında temiz işleriyle
tanınan Bulgarlar'ın çarşı içinde fırınları hâlâ çalışmaktadır (poğaça, açma vb.);
ayrıca, Moda Caddesi üstünde şarküterileri vardır.
Çarşı içindeki Fehmi Lokantası da sunduğu olağanüstü bol çeşitle, ama özellikle
geleneksel yemekleriyle, hatırlanmaya (ve gidilmeye) değer.
Kadıköy'den Mühürdar'a doğru giderken, artık kullanılmayan bir İtalyan Katolik
kilisesini görebilirsiniz.

MODA

Hayatımın kırk yıldan fazlasını Moda'da yaşadım, onun için kendimi tutamayıp
kitabın öbür bölümlerinden daha fazla ayrıntılara girersem veya kişiselleşirsem
kusura bakmayın.
Moda, şimdiki Söğütlüçeşme ve Bahariye caddeleri ile deniz arasında kalan
yarımada ya da burundur. Gelişmesinde zengin Levanten ailelerin öncü rolü
olmuştur. Örneğin, Türkiye'de "Vitol" adıyla anılan, İngiliz kökenli Whitehall
ailesinin. Orta halli Rum ve Ermeni aileleri de öteden beri burada
yaşamaktaydı. Zenginler daha çok Moda Burnu'nda yerleştiler. Boğaziçi,
Bağdat Caddesi güzergâhı ve Adalar'dan sonra rağbet bulan bir sayfiye semti
oldu Moda; bina yapısı da bunu yansıtıyordu. Buradaki villalar, geleneksel
tarza uymamış, bilinçli olarak bunun karşıtı bir tarz seçilmişti. Alınan model,
genel olarak Avrupa'daki benzer yapılardı ve herkes kendine farklı bir ev tipi
beğeniyordu. Başlıca kaynaklar, o dönemlerde yaygınlaşan, konut üstüne
dergilerdi. Onun için başından beri Moda evleri son derece eklektikti. Gene de,
hepsi bir arada, kendine özgü bir karakter oluşturmuştu. Bahçeliydi çoğu. İki
ya da üç katlı evlerdi. Şık olmak üzere yapılmışlardı.
Moda Caddesi de bu tarz evlerle doluydu. Ama yan sokaklara girildiğinde, daha
çok orta halli gayrimüslim ailelerin daha mütevazı evleri görülürdü. Ahali son
derece uluslararasıydı. Yerli azınlıklar dışında İngilizler, Almanlar, Ruslar, akla
gelen herkes vardı. Ayasofya'nın restorasyonunda çalışmak için İngiltere'den
gelen taş ustası Ernest, Mektep Sokağı'nda İngiliz arkadaşlarının evinde kalırdı
vb. Yusuf Kâmil Paşa Sokağı'nda İngiliz şapeli, artık kullanılmadan duruyor.
İkiz İngiliz evlerinden biri yıkıldı; öbüründe Barış Manço oturuyor. Cem
Sokağı'nda L'Assomption Kilisesi ve manastır Fransız Katolikler'in elinde. Yaşlı
sörler hâlâ hasta ziyaretine gidiyor, iğne yapıyor vb.
1960'lardan itibaren Moda evleri hızla ortadan kayboldu, yerlerini bitişik nizam
apartmanlar aldı. Burun'da bir tek Frederici evi kaldı. Korutürk'ün,
Cimcozlar'ın, Sabur Sami'nin, daha birçok tanınmış insanın evleri iz
bırakmadan silindi. Böylece Moda'yı Moda yapan başlıca özellik yok oldu;
Moda'nın, yanına deniz konmuş bir Osmanbey'den farkı kalmadı.
Benim Modalılık yıllarımda, semtin altın çağının 1950'ler olduğunu
söyleyebilirim. Bu yıllarda Moda, akşamları bütün Kadıköy halkının aktığı bir
piyasa yeriydi. Bu kalabalık Moda Burnu'nu (Devriye Sokağı) turlar, ama en
çok, ucunda Ferit Tek'in yaptığı bina olan uzun iskele yolunu doldururdu.
Çünkü burada, Moda Deniz Kulübü'nün orkestrasını yakından dinlemek
mümkündü. Kulüp işletmesini yaz boyunca, Ankara'dan gelen Süreyya
yapıyordu. Ünlü Rus lokantacı Baba Karpiç'in baş garsonunun Türkçe adıdır
Süreyya; Rusça adı Sergey'di, ama herkes bunu Fransızlaştırarak Serj derdi.
Ankara'da Serj her şeyi bilirdi: son politik kararı da, kimin kiminle yattığını da.
Kızılay meydanında, yeraltında, Ankara sosyetesinin bir numaralı mekânı olan
bir kulübü işletiyor, yazın da başgarsonu Lefter'i, aşçılarını ve İtalyan
orkestrasını toplayıp Moda Deniz Kulübü'ne geliyordu. Gündüz kiralanıp Moda
Plajı'nın kadınlar kısmının önünde dikize çıkan sandallar, gece de kulübün
önünde sıralanır, Modanın namlı güzellerinin nasıl dans ettiği seyredilirdi.
Moda sosyal hayatında önemli bir çekim merkezi olan kulübün tenis kortu,
yazın iskele açıklarına demirlenen "raft"ı, zengin Moda gençlerinin
mekânlarıydı.
1950'lerde bu kulüp daha çok bir DP yuvasıydı. Buna karşılık CHP'liler bir süre
sonra, eskiden Zekeriya Sertel’in oturduğu binayı kiralayarak "Lozan
Kulübü"nü kurdular. Onun da bir plajı oldu.
İskelenin öbür yanındaki Koço da İstanbul'un ünlü meyhanelerinden biridir.
Sahipleri Koço ve Miço kardeşler çoktan Atina'ya gittiler. Ama burayı herkes
hâlâ Koço diye anıyor. Koço bir çeşit "aile meyhanesi"dir. Özellikle yazın, insan
çocuklarıyla da gidebilir buraya; çocuklar bahçede eğlenir, garsonlar ve
komiler de onlara gözkulak olur. İçinde bir de ayazması vardır: Aya Katerina.
Küçük Moda'da, tepede, plajın üstünde, mehtabın çok iyi seyredildiği daha
mütevazı bir meyhane vardı. Burada gene böyle birkaç yer açık.
Mektep Sokağı'ndaki eski Bomonti Bahçesi'nin yeri de çalışıyor. Ama eski
Mühürdar Bahçesi tamamen ortadan kalktı.
Bir de Moda Çarşısı içinde, Rum Grammatikos'un meyhanesi vardı. Asıl ağır
rakıcıların yeri burasıydı. Grammatikos'un güzel kızı Eleni de bütün Moda
erkeklerinin rüyasına girerdi.
Şimdi günümüzün dönerci, mantıcı, pizzacı gibi yeni tarz yiyecek sunan yerleri
gene Moda'yı dolduruyor. Eski evlerden aşağı yukarı bir tek Sarıca ailesinin
konağı kaldı. Onun karşısındaki dondurmacılar da Moda'nın yeni piyasa tarzının
başlatıcısı ve ayrılmaz parçası oldular. Ayrıca, şimdi Kadıköy Kız Lisesi, Ahmet
Muhtar Paşa'nın oğlu Mah-mut Muhtar Paşa'nın taş konağında yerleşti.
Cimcozlar'ın ikinci çık-mazın ucundaki evi restore edildi. Yeni Lozan Kulübü de,
cadde üs-tünde kalmış son eski Moda evlerinden birine yerleşti.

BAHARİYE

Moda'nın güney sınırını Bahariye çizer. Altıyol'la birlikte burası alış verişin, aynı
zamanda da sinemaların merkezidir. Eski Opera si-nemasının bulunduğu bina
yıkıldı, ama Süreyya Paşa'nın yadigârı güzel Süreyya Sineması, süslemeleri,
avizeleri, heykelleriyle duruyor.
Süreyya Sineması'nın yanında Rum Ortodoks kilisesine ait bahçe içinde güzel
ahşap bina durur. Ana caddede, Ayia Trias Ortodoks Kilisesi, Altıyol ağzında ise
Ermeni Katolik Surp Levon Kilisesi vardır. Bunun ters yönünde, geçen yüzyılda
karşı taraftan buraya taşınan Fransız St. Joseph Lisesi ile yanında eski Moda
Maarif Koleji, şimdiki adıyla Kadıköy Anadolu Lisesi bulunur.

KALAMIŞ

Bu sokaktan aşağıya indiğimizde Şifa'ya ve az sonra Kurbağalı Dere'ye geliriz.


Bir zamanların bu güzel deresi şimdi bir açık lağım haline gelmiştir. Dere
Kalamış koyuna dökülürdü, ağzında tekir ve kefal yakalanırdı. Şimdi sahil yolu
ve marina ile Kalamış koyu adamakıllı küçüldü, adamakıllı da kirlendi. Adı,
Yunanca "kamışlık" demek olan Kalamissia'dan gelir. Ama Bizans döneminde
bu koya Eutropos denirdi.
Artık kullanılmayan Kalamış iskelesinin bulunduğu yerde Ayios Ioannis
Hrisostomos Rum Ortodoks Kilisesi var. Bunun yanında, Ka-dıköy halkının çok
sevdiği (baş müdavimi Selahattin Pınar'dı) Todori meyhanesi yıllardan beri
kapalı.
Kalamış'tan Fenerbahçe'ye yürürken, artık olmayan bir başka yere değinmek
istiyorum: Belvü Oteli. Yol ortasındaki iki sakız ağacının karşısındaydı
Belvü'nün girişi. Teşvikiye'de apartmanları olan, Rum Katolik Ralli ailesinin
toprağı üstündeydi. Ama işletenler Aleko ve Andrea adında iki Rum'du.
Fenerbahçe'de yazlığı olan züccaciyeci Decugis'nin oğlu Hyppolite, Aleko'nun
karısını kaçırınca Aleko da Yunanistan'a gitti ve otel Andrea'ya kaldı.
Kadıköy bölgesinin belki en popüler yazlık eğlence yeriydi burası. Karşı taraftan
da vapurla Kalamış iskelesine inip Belvü'ye gelenlerin sayısı az değildi.
1930'lardan 50'lere burada müzik çalındı, dans edil-di. Beyaz Rus asıllı Mehmet
Bey'den başka Dario Moreno bile burada söyledi. 1960'larda çöküntü dönemi
başladı. Ahşap binanın her yanı dökülüyordu. Gene de, eski günleri bilen ilginç
bir müşteri grubu bu-rayı yaşatmaya devam etti. Sonunda Andrea da öldükten
sonra bina yıkıldı ve çay bahçesi haline getirildi. Çöküntü dönemi Edip
Cansever'e "Dökümcü Niko" gibi şiirlerinde esin vermiştir.

FENERBAHÇE

Fenerbahçe Burnu ya da Yarımadası güzel bir yer olduğu için ta Bizans


döneminden beri iyi vakit geçirmek için kullanılmıştır. İustinianus döneminde
Hieria adında bir saray yapıldığını biliyoruz (hatta, pagan çağında bir Hera
tapınağı olduğu söyleniyor). Osmanlılar da Kanuni döneminde buraya özel ilgi
gösterdiler. Eski deniz fenerinin yerine yenisi yapıldı; bir de saray inşa edildi.
Geçen yüzyılın ortasından başlayarak, Fenerbahçe şık bir sayfiye haline geldi.
Sakinlerinin hemen hemen hepsi gayrimüslimdi. Semt hakkında bir kitap
yazmış olan Müfit Ekdal bu gelişmeyi ayrıntılarıyla anlatır. İlk yerleşenler, aşağı
yukarı bütün kullanılabilir araziyi satın alarak gelen Fransız Baron Oppenheim,
onun İsviçreli vekilharcı Semadeni, Alman Emil Muller ve Belçikalı Cingria.
Daha sonra gelenler arsalarını bu ailelerden satın aldılar.
Onların evlerinden bugüne kalanlarından biri Cingria'nınkidir. Bu Belçikalı
mühendis 1870'lerde inşasına başlanan Galata rıhtımında çalışmak için
İstanbul'a gelmiş ve şehirde yerleşmeye karar vermişti. Beyoğlu'nda, şimdiki
Balyoz Sokağı'nda evi vardı. Fenerbahçe halkı Cingria'nın adını "Çıngır" ya da
"Çıngırlı" diye telaffuz etmeye başladı. 1920'lerde, Cingria'nın torunları gene
Beyoğlu Levantenleri'nden olan Couteau'lara (Couteau evi, İstiklâl Caddesinde,
Garanti Bankası ile Kamondo apartmanlarından birinin arasında, hâlâ duruyor)
arazilerini satıp şehri terkettiler. Geniş arazilerde, Vali Muhittin Üstündağ dahil,
çok kişi apartman yaptı. Ama Cingria Köşkü Sabancı tarafından alınarak
kurtarıldı.
Sonradan Fenerbahçe'ye yerleşenlerden biri Felemenk asıllı ünlü terzi
Botter'dir. Botter, İtalyan mimar D'Aronco'ya tüneldeki Art Nouveau Botter
Hanı yaptırtmıştı (dükkânı da İsveç Elçiliğinin önündeydi). Fenerbahçe'de
kendine ve iki kızına yaptırdığı evleri başka mimara, üçüncü kızınınkini gene
D'Aronco'ya ısmarladı. Bu evlerden de geriye yalnız kızı Louisa'nınki kalabildi.
Bahçesindeki heykeller de duruyor.
Züccaciyeci Decugis de Beyoğlu'nda kışı geçirip yazın Fenerbahçe'ye
gelenlerdendi. Onun ve akrabalarının şık konakları da yerlerini apartman
bloklarına bıraktılar. Bu gibi güzel eski Fenerbahçe evlerinden nasılsa kendini
kurtarabilen biri, Beyoğlu Markiz'deki gibi mevsim panoları da olan "Villa Mon
Plaisir"dir.
Fenerbahçe böyle sevilen bir sayfiye olduğu için tren anayolundan
(Feneryolu'ndan) buraya da bir kol ayrılmış ve şirin bir istasyon binası
yapılmıştı. Yöreye adını veren Hat Boyu, İstinye'de sözünü ettiğimiz Deli Fuat
Paşa'nın köşküne paralel olarak gelirdi. Şimdi tren yolu da yok, Fuat Paşa'nın
köşkü de.
Son olarak Dalyan'a değinelim. Fener'le, Laz Burnu diye bilinen burun
arasında, Marmara'ya bakan kıyıda, çok iyi balık avlanan dal-yanlar vardır.
Ama bütün bu çevre boyları gökdelene yaklaşan zevksiz apartmanlarla
tamamen karakter değiştirmiştir. Askeri tesisler, büyük spor kulüplerinin
tesisleri, marina derken, Fenerbahçe bambaşka bir Fenerbahçe haline geldi.
Son yıllarda, Turing, burunda kalan bir miktar araziyi bir gezinti ve piknik yeri
olarak düzenledi.

KIZILTOPRAK

Fenerbahçe'de "denize vardık"; şimdi geri dönüp, Kızıltoprak'tan başlayarak


Bağdat Caddesi güzergâhını geçeceğiz. Ya da ondan önce, eski Bağdat yolunun
başına, Acıbadem yoluyla kesiştiği noktaya gidip Ayrılık Çeşmesi'ne göz atalım.
Ordu doğuya giderken, buradan itibaren şehirden ayrılmış sayılırdı. Çeşmenin
adı bunu anlatıyor.
Fenerbahçe kısmında yeterince yanıp yakıldım. Aynı şey bütün bu yol boyu
geçerli. Dünya güzeli kocaman bahçeler içinde güzel köşkler, geçen yüzyıl
sonunun bu zevkli İstanbul sayfiyesi, hemen hemen hiç iz bırakmadan, zevksiz
ve kişiliksiz bir beton yığınına dönüştü.
1958'de Menderes el atıncaya kadar burası iki yanından tramvay rayı geçen,
fazla geniş olmayan, parke taşı döşeli sakin bir yoldu. İstanbul-İzmit yolu,
Bizans'tan beri yaklaşık bu güzergâhtan geçiyordu. Osmanlı döneminde de aynı
yol kullanıldı.
Kızıltoprak'taki bahçeli konaklardan geriye bir şey kalmadığı gibi, Hacı Ömer
Efendi'nin Papazınbağı denilen yerde yaptırdığı namazgah ve Hasan Ağa'nın
Zühtü Paşa Camii arkasında yaptırdığı çeşme gibi tarihi eserler de ortadan
kaldırılmıştır. Geçen yüzyılın yapısı olan Zühtü Paşa Camii'nin kendisi nasılsa
duruyor. Bağdat Caddesi'nin başlangıç noktası olan, Kurbağalıdere üstündeki
üç gözlü Taşköprü de tarihe karıştı.

FENERYOLU'NDAN GÖZTEPE'YE

Feneryolu'nda, Bostancı yönünde giderken sol kolda, pancurları hiç açılmayan


binanın bir rahibeler manastırı olduğu söylenir; doğruluk derecesini
bilmiyorum.
Selamiçeşme de bu yoldaki menzil yerlerinden biriydi. Menzil yerlerine
namazgah yapmak âdettir. Buradaki namazgah (18. yüzyıldan kalmaydı)
üzerine benzin istasyonu yapıldı. Semtin adını veren çeşme epey değişmiş
olarak nasılsa duruyor.
Çiftehavuzlar'da hâlâ birkaç ilginç bina var. Hacıbekirzade'ninkiler yıkılsa da,
Ragıp Paşa'nınki ve Cemil Topuzlu'nun Vallaury'ye yaptır-dığı, zemini kagir, üst
iki katı ahşap, kuleli köşkü şimdilik ayakta. Kemerli yüksek girişi ilginçtir.
Buralarda Banker Kastelli'nin eski köşk mimarisine benzetmeye çalıştığı bir
örnek tuhaf apartmanlar, belki kitsch mimari tarihinde bir yer hak edecektir.
Beyoğlu'nda, Abraham Paşa'nın konağındayken Çiftehavuzlar'da yazlık şube
açan Cercle d'Orient (Büyük Kulüp), sonra Beyoğlu bozulduğu için bütünüyle
buraya taşındı. Ama Dalan döneminde önünden sahil yolu geçince buraya da
geldiğine pişman olmuştur her-halde.

GÖZTEPE

Göztepe epey genişlemiş bir semttir. Bağdat Caddesi'nden kuzeye, iç taraflara


doğru da devam eder.
Burada eskiden bir savaşçı derviş tekkesi olduğu, Yıldırım Bayezid'in Timur'a
yenilgisinden sonra Bizans'ın fırsattan yararlanarak burayı geri aldığı ve
dervişleri öldürdüğü söylenir. Osmanlılar adına Bizans'ı gözetleyen bu Ahi
dervişlerden biri Gözcü Baba'ymış. Şehit olunca Ziverbey yolu tarafındaki
Çemenzar'da, servili mezarlığa gö-mülmüş. Semtin adı ondan geliyor.
Göztepe'de Ziverbey Caddesi'ndeki dörtyol üstünde Fahrettin Ke-rim'in villası
vardır. Bağdat Caddesi'ne yakın, Mimar Kemalettin Bey-'in yaptığı okul ve tren
istasyonu kalan ilginç binalar arasındadır. Yukarı Göztepe'den Merdivenköy'e
sapılır. Merdivenköy'ün ilginç yanı da Mansur Baba ya da Şahkulu gibi adlarla
tanınan Bektaşi tekkesinin burada bulunmasıdır. Bunun, yukarıda sözü geçen
Ahi tekkesinin devamı olduğu da söylenir.

CADDEBOSTAN

Şimdi bu adla tanıdığımız bölgenin adı eskiden "Cadı Bostanı" idi. II.
Abdülhamit zamanında, sonradan piyade ferikliğine ve paşalığa yükselecek
olan Cemal Bey burada, ucuz topraklar almıştı, çünkü o sıralar burası boştu ve
toprak değerli değildi. Sonra, Cemal Bey Cemal Paşa olunca, burada havuzlu
bir köşk yaptırdı. Daha önce gördüğümüz Çiftehavuzlar semtinin adı bu
köşkten ve havuzlarından gelir.
Cadı Bostanı ya da Caddebostan'da böyle hareketlenme başlayınca, başkaları
da yazlık konaklarını burada yapmaya giriştiler. Aynı dönemin adamlarından
Horoz Ali Paşa, örneğin. Ama Ali Paşa askerlerine güftesini Namık Kemal'in
yazdığı bir marş söyletince, Abdülhamit'in emriyle, özene bezene yaptığı
konağında ev hapsine girdi. O konak şimdi plajın olduğu yerdeydi.
Sermet Muhtar, çocukluğunda, bu semtte Ziraat Bankası Umum Müdürü
Şevket Bey'in, Erkânı Harbiye Feriki Avni Paşa'nın ve sözlük yazarı Şemseddin
Sami Bey'in köşkleri olduğunu anlatıyor.
Daha sonra kır gazinosu ve salaş plajlar açılmış, bunlar zamanla şıklaşmıştı.
Ama sahil yoluyla Reşit'in plajı filan kalmadı. Dimitri'nin gazinosu kapandı.
Günümüze özgü "restaurant" ve lokaller Caddebostan'ı kapladı.

ERENKÖY

Doğuya doğru yola devam ettiğimizde Erenköy'e geliyoruz. Buranın tarihi de,
Osmanlı'nın kuruluş döneminde olup bitenler açısından, Göztepe'de
anlatılanlara yakın ve zaten onlarla ilişkilidir. Daha Orhan Gazi zamanında
Konuralp'le birlikte buraya gelen savaşçı dervişler, "erenler", belki bunların
arasında bir "Eren baba", semtin isim babasıdır. Onların tekkelerini kurdukları
bölge şimdi İçerenköy olmuştur. Eren Baba'nın bu yakınlara kadar Erenköy
istasyonu çevre-sinde olan türbesi de ortadan kayboldu, ama yeri hâlâ
biliniyor.
Şehrin buraları iskân olurken Erenköy Osmanlı bürokrasi-aristokrasisinin en
sevdiği bölge olmuştu. Galip Paşa ve Zihni Paşa, ilki Bağdat Caddesi, ikincisi iç
tarafta olmak üzere, kendi adlarını taşıyan camileri yaptırdılar (1918 ve 1902).
Daha kuzeydeki Sahrayıcedit Camii de aynı dönemin eseridir. Cemile Sultan,
Kabasakal Mehmet Paşa, Ali Paşa, Memduh Paşa, buraya yazlık yaptıranlar
arasındadır. Cumhuriyet döneminde de Kâzım Karabekir ile Fevzi Çakmak
Erenköy'e yerleştiler.
Ama apartmanlaşma Erenköy'ü de öbür mahalleler gibi etkiledi. Sokollu
Mehmed Paşa'nın diye bilinen konak restore edilerek özel ilkokul oldu.
Günaltay ve Çakmak köşkleri harap ama ayakta. Karabekir'in, bahçesindeki
zürafa heykeli bulunan köşkü yıkıldı ve yerine tenis kortu açıldı. Memduh
Paşa'nın Kozyatağı'ndaki köşkü de lokanta oldu. Ethem Efendi Caddesi'nde
Mehmet Ali Paşa konağı du-ruyor.
Belediye Başkanı (Şehremini) Rıdvan Paşa'nın köşkü Erenköy Kız Lisesi'nin
binasına çevrilmişti. Lise devam ediyor, ama hem Rıdvan Paşa'nın hem de Hacı
Hüseyin Paşa'nın köşkleri yandı.
Zihni Paşa Camii'nin sekiz musluklu çeşmesi, istasyon çeşmesi, Seyit Paşa ve
Ahmet Reşit Paşa çeşmeleri semtin kayda değer anıtla-rıdır.

SUADİYE

Şaşkınbakkal, sevimli bir semt adıdır. Vaktiyle biri burada bakkal dükkânı
açmış. "Böyle dağ başında bakkal ne kazanacak?" diye Şaşkınbakkal demişler.
Şimdi oranın haline bakıyoruz ve bakkal haklı çıkarken biz Şaşkın İstanbullu
oluyoruz.
Suadiye'de, Mabeyinci Sadi Bey'in korusu ve köşkü (şimdi yok) yanında açılan
plaj (1930'larda) buranın kalabalıklaşmasına katkıda bulunmuştu.

BOSTANCI

Bostancı bu yakada şehrin sınırı ve şehre dahil sayılan son menzildi. Adı da
buradan gelirdi. Bostancılar bu menzilde bekler ve şehre gelenleri denetlerdi.
İstanbul'un nüfusu her zaman sorun olduğu için, gelenlerden geçiş izni için çok
belge talep edilirdi. Derenin üstündeki Sinan yapısı köprü de bu denetim için
elverişli bir noktaydı. Menzil olduğu zamanlar yapılan Çatal Çeşme, ana cadde
yanında hâlâ duruyor.
Bağdat demiryolunun yapılmasından sonra Bostancı kolay ulaşılır bir yer oldu
ve kalabalıklaşmaya başladı. Tramvay yolu da buraya kadar geliyordu.
1960'larda, eski iki katlı evler yerlerini apartmanlara bıraktılar. Onun için
buralarda da tarihi bir şey görmek zor.
İskelenin mimarı bilinmiyor, ama tarihi sayılabilecek yapılardan biri o.
Bostancı Adalar'a da vapurun çalıştığı bir yer.
Bağdat demiryolunun genel müdürü İsviçreli Huguenin limana hâkim bir
yükseltide çok geniş ve bakımlı bir bahçe içinde şatoları andıran iki bina
yaptırmıştı. Beyoğlu'nun eğlence hayatında önemli bir yeri olan Huguenin
genellikle evi ile Haydarpaşa garı arasında motorla gidip gelirdi. Huguenin'in
evleri halen duruyor.
Bir tarihi bina da, Mimar Kemalettin Bey'in eseri olan Bostancı Camii. Yapılışı
1913. Yanında, gene aynı mimarın planını çizdiği İbrahim Paşa Mektebi var.
Eski camili, medreseli külliyelerin yeni zamana adaptasyonu sayabiliriz bu iki
binayı.
Bostancı’nın oldukça renkli bir balık çarşısı vardır. Bostancı ile Büyükada
arasında, 2-3 metreye kadar sığlaşan bank, bir zamanlar, iyi balık tutulan bir
yerdi.

MALTEPE

Bostancı'nın ilerisinde İdealtepe ve Küçükyalı'dan geçeriz. İdealtepe'de deniz


kıyısındaki küçük tepede, çam ağaçlarıyla şirin kah-ve ve altındaki minicik plaj,
sahil yolu yapılınca, bu kıyı boyunca gördüğümüz bütün eski plajlar gibi,
absürd bir görünüm kazandı. Tabiî bunların en acıklısı, Maltepe ilerisindeki,
ünlü Süreyya Paşa'nın Batılılaşma meseni olarak yaptırdığı, ayrı istasyonu,
istasyonda freskleri olan plajı. Deniz ortasındaki heykeli de şimdi karaya çıktı.
Maltepe görece yeni bir yerleşimdir ve son yılların yoğun apartmanlaşmasından
nasibini almıştır. Bostancı sonrasında artık sanayi bölgeleri de başlamaktadır
ve bu, nüfus ve dolayısıyla konutlaşma üstünde fazladan bir basınç
yaratmaktadır. Maltepe'de belli başlı tarihi yapı, Eski Belediye Sokağı'ndaki
ilginç Beş Çeşme'dir. Muhtemelen bu yüzyıl başında yapılan çeşmenin beş yüzü
vardır. Yalaklarından biri yok olmuştur.
Maltepe'nin kıyısındaki Dragos da bir zamanların güzel bir sayfiyesiydi.
Cumhuriyet döneminde, hattâ 1940'larda buraya villalar yapılmaya başlandı.
Ama 1980'ler ve 90'lardan sonra Dragos'un da başka yerlerden farkı kalmadı
nasıl kalabilirdi?

KARTAL

Bizans zamanında burada balıkçılık ve bahçecilikle geçinen bir köy vardı.


Bizans'ın son dönemlerinde, daha Selçuklular zamanında Türkler buraya
yerleşmişti. Kulağa çok Türk gelen adı aslında Yunanca Kartalimen'in kısaltılmış
şeklidir.
Osmanlı zamanında da bu köyün nüfusu çoğunlukla Rum'du. Rumlar mübadele
zamanında buradan ayrıldı ve yerlerine Yu-nanistan'dan gelen Türk köylüler
yerleşti.
Kartal'ın sanayi bölgesi olması 1974'te kesinleşti. Aslında Kartal, bundan önce
de, komşuları Dragos veya Pendik gibi, tipik bir sayfiye yeri değildi. Zengini
daha azdı. Ama, örneğin iskele çevresindeki sevimli meyhaneleriyle, iddiasız
evleriyle, sakin bir yerdi.
Rumlar'dan geriye pek az şey kalmakla birlikte, Surp Nişan Ermeni Gregoryen
Kilisesi vardır.
1970'lerden sonra sanayi alabildiğine yoğunlaştı. Kirlenme de öyle. Şimdi
Kartal semt olarak herhangi bir özelliği kalmamış bir beton ve tuğla yığını.
İç kısımdaki Yakacık'ta hâlâ güzel köşeler var. Burası yüksek olduğu için
öteden beri havasının sağlıklılığı ile ünlüdür. Yaşlı yüksek ağaçlarıyla serin ve
gölgelik bir kahvesi vardır. Yakacık'ta ayrıca içimi güzel bir kaynak suyu çıkar.
Kahveden Marmara'nın manzarası da, aradaki beton yığınına rağmen, hâlâ
hoştur.

PENDİK VE ÖTESİ

Pendik'te sayfiye havası daha belirgindi. Hele Madalyon'a doğru gidildiğinde,


özenilmiş yazlık köşklerin kendine göre bir havası vardı.
Köyün içi de sahiden işini iyi yapan balıkçı lokantalarıyla ünlüydü.
Ulaşımın çok daha zor olduğu (ama şimdi daha kolay mı, o da tartışılır)
günlerde bile İstanbullular, özellikle hafta sonlarında, üşenmeden Pendik'e
balık yemeye gelirlerdi. Bütün bu kıyılarda bol balık çıkar, Pendik kayalıklarında
pavurya yakalanırdı.
Deniz boydan boya tertemizdi. Pendik ilerisinde Kaynarca, gene o çevrede,
sonra askeri tesislerle kapatılan Karataş yarımadası, akvaryum gibi berrak
suyu olan kıyılardı.
Bu bölümün başlarında yanıp yakılacağımı söylemiştim; sonuçta öyle de oldu.
Kitap İstanbul'un öncelikle tarihini, öncelikle bazı binalarından yola çıkarak
anlatmayı amaçladığı için, betonlaşma ve apartmanlaşma yakınmanın temelini
oluşturdu. Bu bakımdan Anadolu kıyısının encamı, şehrin öbür taraflarından
beter olmuş gibi görünüyor. Örneğin Çamlıca tepesine çıkıp yüzünüzü batıya
döndü-ğünüzde, başta Boğaz ve Haliç, tarihi yarımada, hâlâ heyecan veren bir
manzaraya bakabiliyorsunuz. Ama doğuya dönünce bir beton sahrasından
başka bir şey yok. Aynı şeyi denize açıldığınız zaman da görüyorsunuz. Kule
gibi yükselen binalar, onlarla ters orantılı azalan yeşillik, ve hemen hemen her
zaman, bu beton ıssızlığının üstünde asılı duran sarı bir duman.
Uzaktan böyle; yakından, bunun mantıken içerdiği her türlü somut ayrıntı.
Kalabalık, gürültü, düzensizlik, kirlilik. Düzensizlik, hayatın zahmeti, insan
davranışlarına yansımış. En kötüsü de bu; geçmişin o sere serpe
İstanbulluluğu kalmamış gibi.
Ama "eskiden iyiydi, şimdi kötü" diye ilelebet söylenmek de iş değil. Süreç,
kendi iç mantığı, nedenselliği olan bir süreç. Bir şeyler, iyi şeyler, artık yok ve
belli ki geri gelmeyecek; ama umarım başka iyi şeyler olacak ve şimdiden de
oluşuyor olmalı.
Neyse, biz kalan görece kısa yolumuzu tamamlamaya bakalım artık.
Tersaneler, bildiğimiz Tuzla'nın çehresini tamamen değiştirdi. Bir zamanlar
banliyö treninde İçmeler'de inen yığınla insan hâlâ oraya gidiyor mu,
bilmiyorum. Bizans'tan beri bilinen bu maden sularının gerçekten şifalı etkileri
vardır. İdari olarak İstanbul'un dışında kalan Eskihisar gibi yerleşimler aslında
hâlâ İstanbul'un uzak parçaları gibi. Burada bir Bizans hisarının kalıntısı var ve
Osman Hamdi Bey'in evi de müze haline getirildi. Hannibal’ın mezarının da
burada olduğuna inanılıyor.

ADALAR

ADALAR

Günümüzde biri size "Ada'ya (ya da Adalar'a) gidiyorum", der-se,"Ah, ne iyi",


diye cevap verirsiniz. Adalar güzeldir, oraya gitmek de ucunda keyif görünen
bir iştir. Ama İstanbul henüz Konstantinopolis iken biri aynı şeyi söylese,
tepkiniz değişik olurdu. "Vah vah", "Tanrı kurtarsın", gibi bir cevap vermek
daha uygun düşerdi. Bizanslılar "Prens Adaları" diyordu bunlara, çünkü Adalar
prenslerin, imparatorların, çoğu zaman gözleri oyulduktan sonra sürülüp
hapsedildikleri yerdi. Bundan başka bir de ciddi inzivaya çekilen keşişler bu
adalara giderdi. Dolayısıyla, adalara verilen bir ad da "Papadonisia" (Papaz
Adaları) idi. Genellikle balıkçılıkla geçinen az sayıda insan yaşıyordu buralarda.
Adaların tarihinde ve talihindeki bu değişimin tek nedeni, ulaşımdır. Hızlı
gemiler ortaya çıkıp mesafe kavramını değiştirinceye kadar, Adalar istanbul'un
çok uzağında, ücra bir yerdi. Onun için, yukarıda saydıklarımla eksantrik
İngilizler dışında kimse bu adalarda vakit geçirmek istememişti.
İstanbul'dan gelişe göre ilkin Kınalı'ya (Proti) varılır. Sonra Burgaz (Antigone
Türkçe adı Pyrgos'tan), Heybeli (Khalki) ve Büyükada (Prinkipo) sıralanır. En
sonda, yakın zamanlarda üzerine evler yapılan küçük Sedef (Antherovitos)
vardır. Büyükada'nın arkasındaki Neandros ada bile sayılmaz, genişçe bir
kayalıktır; ama bu kayalıkta da bir münzevi keşiş barınağının kalıntısı bulunur.
Burgaz'la Heybeli arasında küçük Kaşık Adası (Pytis, yani "Göknar") vardır.
Daha açıklarda iki küçük ada daha görülür: Yassıada ve Sivriada. Bunların
Yunanca adlarının anlamları da aynıdır: Plate ve Oxya. Anadolu kıyısında,
Maltepe önünde kalan Dragos Tepesi, bu yer şekillerinin oluşumu sırasında ada
olma fırsatını az farkla kaçırmıştır. Daha ileride, doğuda, Pendik önlerinde
küçücük Pavli Adası vardı. Bu ve onun da doğusunda, Tuzla'daki Tavşan Adası
yeni yapılan tersaneyle birlikte karaya bağlandılar (Tavşan Adası zaten alçak
bir kıstakla karaya bağlıydı). Adalar'da yerleşim lodos alan açık deniz tarafında
değil, karaya bakan taraflardadır.
Adalar artık sürgün yeri değil, ama nüfus yapısının ilginç bir özelliği var hâlâ.
İstanbul'un gayrimüslim azınlıkları Adalar'da yaşa-mayı ya da yazlarını orada
geçirmeyi tercih ediyorlar. Böylece, Kınalı'da Ermeniler, Burgaz'da Rumlar,
Büyükada'da da Yahudiler yoğunluk oluşturuyor. Sanatoryumu, Deniz Harp
Okulu, Rum Papaz Okulu ile hepsinden değişik bir resmiyeti olan Heybeli'de
Türkler çoğunlukta. Son zamanlarda güneydoğu illerinden İstanbul'a gelen
Süryanilerin de Adalar'da ev almaya ya da yaptırmaya başlamaları bu
bakımdan ilginç. Demek ki ada, azınlık psikolojisine uyan bir mekân (bu da
anlaşılır bir şey elbette).
İlk buharlı vapur Adalar'a 1846'da geldi. Sabah Büyükada'dan İstanbul'a,
akşam İstanbul'dan Büyükada'ya gelen bir vapurdu bu. Ama onun varlığı,
Adalar'ın izolasyonunu kırmaya yetti. Kadıköy tarafında Caddebostan-Erenköy
ekseni olsun, Boğaz'ın iki kıyısı olsun, daha önceki dönemlerde yazlıklarla
dolmuştu. İstanbullular yeni yazlık yeri arıyorlardı. Böylece Adalar'da yeni
konaklar yapılmaya başladı. Yazar Ahmet Hamdi Tanpınar'ın dediği gibi bu
bahçeli konaklar biraz "sonradan görme"ydi. Batı etkisinde ve eklektik
üsluptaydılar, o sıralarda (1875-1920 arası) Osmanlı'da her şeyin olduğu gibi.
Adalar'ın önde gelen ilk sevdalıları aydınlar, özellikle sanatçılardı. 19. yüzyıl
sonlarında Adalar'a ilk olarak çamlar dikildi (buraları şimdi gören ve
tanıyanların, yüzyıl önce bunların çıplak olduğunu tahmin etmeleri zor).
Şairler, romancılar, tiyatrocular bu çamların altında, bohem zevkler yaşadılar.

KINALIADA

İstanbul'a en yakın ada Kınalı'dır (Sirkeci'den kalkan normal vapur yaklaşık bir
saate buraya varır). Belki bunun için Bizans zamanındaki ada sürgünlerininin
çoğu buraya getirilmişti. Sürgünlerinin en önemlisi Romanos Diogenes'tir. En
çıplak adalardan biridir ve adı, bu adalarda bulunan demir ve bakır
madenlerinden ileri gelen kızılımtrak renginden ötürüdür. En az ağaç, bu adada
görülür. Ada'da geçmişle ilgili daha fazla bir şey bulunmaz. Konut alanında bol
miktarda beton yapı arasında en sevimli binalar iskele yakınındaki ikiz Sirakyan
evleridir. En ilginç kamusal yapı, kıyıdaki "asri" camidir. Türkiye'de Müslüman
halk birçok bakımdan bağnaz olmamakla birlikte caminin alışılmış görünüşü
konusunda hayli muhafazakârdır (örneğin bir Türk mimarın bir ölçüde
modernleştirilmiş bir cami projesi burada beğenilmemiş, ama Pakistan'da kabul
edilerek yaptırılmıştı). Dolayısıyla, yetkililer, modernizme verilmesini gerekli
gördükleri bu tavizi, Adalar'ın görece izole atmosferlerinde barındırmayı uygun
bulmuş olmalılar. Adalar'daki tek Ermeni kilisesi Surp Krikor Lusavoriç,
Ermeniler'in yoğun olduğu Kınalı'dadır. Manastır Tepesi diye bilinen yerde de
Rum Ortodoks Hıristos Manastırı vardır. Kınaİı'nın arka tarafında küçük ve çok
güzel bir koy vardı. Burası denize girmek için, tenhalığı tercih edenlere
Tanrı'nın armağanı gibiydi. Ama son yıllarda tenhalığı tercih edenlerin sayısı da
iyice arttığı için hiçbir yerde tenhalık kalmadı.

BURGAZ

Burgaz daha yüksek, daha yeşil bir adadır. Çamlar, bir manastır ve kilisenin
kalıntıları bulunan tepeye kadar tırmanır. Adada ayakta duran üç Rum
Ortodoks Kilisesi vardır. Ayios İoannis, Aya Yorgi (Ayios Yeoryios) ve tepede,
manastırın kilisesi olan Hristos. Adanın doğusunda, uzun süredir Avusturya
Lisesi'nin yazlığı olan "Marabetler Yeri'nde ise Katolik Sankt Georg Kilisesi
yapılmıştır.
Modern Türk edebiyatının en önemli yazarlarından, hikayeci Sait Faik (1906-
1954) burada yaşamış, adaları birçok hikâyesine malzeme yapmıştı. Şimdi evi
müze haline getirildi.
Burgaz'ın kıyısında bazı görece eski ahşap binalar ve birkaç keyifli balık
lokantası vardır. En büyük bina, eski ahşap Antigoni Oteli, sonradan eskisine
benzetilerek betondan yapıldı. Bu adanın da arkasında denize girenlerin tercih
ettiği koylar bulunur; batıda Karpuzdan Kaya ve doğuda Kalpazan Kaya. Bu
ikinci adını, Türkiye'de ilk kalp paranın burada yapılmasından verildiği
söylentisi vardır.
Son yıllarda, yoğun Rum nüfusu azalırken adadaki Yahudiler'in sayısı arttı.
Burgaz İskelesi'nin karşısına düşen minicik Kaşık Adası, yıllarca, üzerinde
küçük bir bina ile durup durmuştu. Birkaç yıldır burada bir liman yapma
faaliyeti sürüyor.

HEYBELİADA

Heybeliada oldukça büyük, oldukça yeşildir. En yükseği 140 metreye yaklaşan


dört tepesi vardır. İskelede inilince, solda Deniz Harp Okulu ve ona bağlı
binalar uzanır. Bunların arasından geçilerek arkada, Çam Limanı tarafında,
Sanatoryum'a gidilir. Şimdi Deniz Kuvvetleri'nin elinde bulunan arazide
tarihten kalan iki ilginç eser vardır; birincisi, Türkler'in fethinden önce yapılmış
son ve Adalar'daki tek Bizans Kilisesi, Kamariotissa'dır. Son İmparatoriçe Maria
Komnena'nın yaptırdığı sanılıyor. İstanbul'da Fener'deki Aya Maria dışında, dört
yapraklı yonca modeline göre yapılmış tek kilise budur. Askeri arazide olduğu
için özel izin alınmadan görülemiyor. Bu kıyıda Aya Yorgi (Ayios Yeorgios)
Manastırı, Çam Limanı'nın batı ucunda Tariki Dünya Manastırı vardır.
İkinci ilginç kalıntı bir mezar taşından ibaret. Bu, Kraliçe I. Elizabeth'in elçisi
Edward Barton'ın mezar taşı. Üzerinde imla yanlışları da olan Latince bir kitabe
ve Barton'ın aile arması var. İngiltere'nin ve Elizabeth'in Osmanlı sultanına
gönderdiği ikinci elçi olan Barton'ın bir süre Tophane'de bir evde kaldığını, ama
çevre halkı gece cümbüş gürültüsünden rahatsız olup şikâyet ettiği için
buradan uzaklaştırıldığını biliyoruz. Gerçekten cümbüşler çok mu gürültülüydü,
yoksa o sıralar Türk halkı böyle şeylere hiç mi alışık değildi, bunu o kadar iyi
bilmiyoruz.
İskelenin sağında çarşı, meyhane ve kahveler yer alır. Büyük Rum Kilisesi Aya
Nikola (Ayios Nikolaos) buradadır. Bazı ilginç ahşap evlerin önünden örneğin
İlyasko Yalısı'nın, Hulusi Bey Köşkü'nün (Hacopulos'lar yaptırmıştı), Adalar'da
kışın da açık kalan tek otel Panorama'nın yanından geçerek yürüyünce, çamlık
piknik yerlerine gelinir. Bunun ilerisinde Değirmen denilen bölge vardır (adı
veren değirmen kalıntıları da ayaktadır). Ada'nın en büyük plajı buradadır.
Fazla yapılaşmamış olan öbür tepede, Ayia Trias Manastırı'yla (bu da Bizans'a
uzanır) birlikte Rum Ortodoks Teoloji Okulu vardı. Heybeliada, fetihten bir
zaman sonra, Rum nüfusun başlıca dini eğitim merkezi olmuştu (dünyevi
eğitim merkezi Fener'de kaldı). Din adamı adayları Yunanistan'dan ve
Rumlar'ın bulunduğu her yerden buraya okumaya gelirdi. 1970'lerde Türk
hükümetiyle Ortodoks Patrikliği (daha doğrusu, Yunanistan) arasındaki bazı
anlaşmazlıklardan ötürü bu eğitim durdu. Ortodoks Rum dini kurumlarının
yanında 1940'larda yapılmış Beth Yaakov sinagogu da vardır.
Kuzey kıyısında da Hıdiv ailesinden Sait Halim'in kardeşi Abbas Halim Paşa'nın
konağı halen ayaktadır.
Heybeli yaz-kış nüfusun en kalabalık, gidiş-gelişin en yoğun olduğu adadır.
Burgaz deyince akla Sait Faik'in gelmesi gibi Heybeli'nin yazarı da Hüseyin
Rahmi'dir.

BÜYÜKADA

Büyükada'nın adaların en güzeli olduğunda ittifaka varacakların sayısı çoktur.


Başından beri böyle kabul edildiği için burada ev sahibi olanlar da binalarına
özenmişler, üslupsuz ama sevimli evler yaptırarak adanın atmosferini
belirlemişlerdir.
İskelenin solunda, eskiden, Yanni'nin işlettiği Hotel Brasserie, sa-ğında da
Hotel de Etrangers vardı. İçeriye yürüyünce, soldaki direkli çayhane, "Select"
lokantasıydı. Yabancılar Oteli'nin önünde "Debarcadere" kahvesi, yani karaya
iniş kahvesi dururdu. Sağa doğru gidince Giacomo ve Calypso otellerine
gelinirdi. Calypso, Akasya oldu, sonra da yandı.
Meskûn bölge eskiden beri ikiye ayrılır: Nizam ve Maden. İskeleye ayak
basmaya göre, sağa doğru gidilirse Nizam'a, sola doğru gidilirse Maden'e
varılır. Nizam'ın başında, ünlü İsplandit Oteli'nin azıcık ilerisinde, Anadolu
Kulübü vardır. Burası 19. yüzyılda İngilizler tarafından Yat Kulübü olarak
açılmıştı. Cumhuriyet'in kurulmasından bir süre sonra kulübe el kondu. Merkezi
Ankara'da kurulan ve milletvekillerini üye yapan Anadolu Kulübü'nün yazlık
şubesi haline getirildi. Bunda, 19. yüzyıl boyunca yabancıların benzer kulüpler
kurması ve Türkleri üye yapmayı reddetmesine (örneğin Pera'daki Cercle
d'Orient) duyulan tepkinin de payı vardı, İngiliz tarzı binanın bulunduğu kulüp
kompleksine, daha sonra, geçen yüzyılın en önemli bankeri Zarifi'nin konağı da
katıldı.
Bunlar olurken, Büyükada'da Yahudi nüfus da artıyordu. Özellikle 1950'den
sonra, Menderes'in ithalatı teşvik eden politikalarıyla İstan-bul'da kalan
Yahudiler (daha yoksul olanlar 1949'dan sonra sürekli İsrail'e gitti)
zenginleşmişlerdi. Büyükada onlar için kendilerini topluma fazla göstermeden
rahat edebilecekleri ideal bir yerdi. Şimdi, yazları, Anadolu Kulübü'nün
lokantasında, bahçesinde ve kumarhanesinde, siyasi aygıtın temsilcileri ile
ekonomik mekanizmanın temsilcileri birlikte hoşça vakit geçiriyor. Aralarında,
gittikçe azalan, tek-parti "asrı saadet"inden kalmış eski seçkinler de görülüyor.
Büyükada'nın iki yüksek tepesi vardır (en yüksek nokta, 202 metre). Birincisi,
yani karaya daha yakın olan Hristos'ta (160 metre kadar), çamların arasında,
geçen yüzyılda yapılmış, muazzam ahşap bir bina olan Rum Yetimhanesi, şimdi
kendisi oldukça yetim kalmış, yıkık dökük durur. Otel olarak mimar Vallaury'ye
yaptırılmış, sonra otele izin verilmeyince Zarifi gibi Rum zenginlerinin
bağışlarıyla toplanan para ile satın alınmış ve yetimhane haline getirilmiştir.
İki tepe arasındaki vadide, Maden'e doğru, bir Rum kilisesi ve ma-nastırı
(Ayios Nikolaos) vardır. Bu vadide, Luna Park denilen yerde, eskiden Rum
nüfusunun başı çektiği kalabalık, neşeli karnavallar ya-pılırdı. Atlı arabayla
(Adalar'da motorlu taşıt yasağı neyse ki hâlâ uygulanmaktadır) yapılan "küçük
tur"da Nizam'dan dolaşıp buraya gelir, buradan da Maden'i dolaşarak merkeze
dönersiniz. "Büyük tur", meskûn olmayan ikinci tepeyi de dolaşır.
Luna Park'taki kahvenin yanından daha yüksek Aya Yorgi'ye (Ayios Yeoryios)
tırmanılır. Burada aynı adı taşıyan manastır ve kü-çük, yeni bir kilise ile daha
eski mezarlar vardır. Eskiden bu manastı-rın keşişleri kendi şaraplarını yapar,
bunun bir kısmını da satarlardı. Şimdi pek öyle keşiş filan kalmadı. Ama bu
tepede bir aile lokanta ile kahvehane karışımı bir kurum işletiyor. Aile, bir
işletme rasyonalitesi-ne fazla saygı duymadığı için, sonunda müşteriler
mutfağa dalıp kendi salatalarını yapıyor, patateslerini kızartıyorlar. Bu yöntem,
yiyecek sağlamakta daha garantili oluyor.
Bizans zamanının Ada sürgünlerine, 1929'da modern sürgünlerden Troçki de
katıldı ve burada birkaç yıl yaşadı.
Büyükada'mn görülecek yerleri arasında Dil uzantısı ve Yörük Ali (bu ad
"Yorgoli"den gelir) plajları vardır. Arka tarafta, Aya Yorgi çevresinde,
bilmeyenlerin kolay göremeyeceği, birçok küçük girinti bulunur ki buralarda
gerçekten tek başınıza denize girmeniz bile mümkündür.
Büyükada nüfusu ötekilerden daha heterojendir. Andığım Rum Ortodoks
kiliselerinden başka, Ayios Dimitrios, arabaların beklediği meydanda Panayia,
Maden'de küçücük Ayios Teodoros ve mezarlıkta Profitis İlyas kiliseleri vardır.
Kilise çoğunluğu böylece Rumlar'dadır, ama ayrıca Asdvadzadzin Ermeni
Katolik Kilisesi, San Pacifico Latin Katolik Kilisesi ve planını Tedeschi'nin çizdiği,
1904'te yapılan Hesed le Avraam Sinagogu da adanın ibadethaneleri
arasındadır. Başlıca cami Hamidiye Camii'dir.
Meydandaki hükümet konağı Hacopulos'ların, belediye binası İttihatçı İsmail
Canbolat'ın evleriydi. Nizam'da Azaryan Köşkü, İlyasko Köşkü (Troçki'nin
kaldığı), Con Paşa Köşkü (Mimarı Politsis), Çavuşoğlu Köşkü, Maden'de ise
Kalvokoresis Köşkü ile Meziki Köşkü kayda değer binalardır. Güzel iskele
binasını da Mihran Azaryan yapmıştır. İstanbul'da Levant Herald gazetesini
çıkaran Mizzi'nin Nizam'daki kuleli köşkü İstanbul'daki hiçbir yapıya benzemez.
Yazları bütün adalar artık tıklım tıklım kalabalık oluyor. Onun için buralara
gitmenin en iyi zamanı baharlar ya da kışın güneşli günleri. İlkbaharda Adalar
bir mimoza cenneti haline gelir. Defne, melisa gibi ağaçlar boldur. Ihlamur
çayına atılmış bir melisa yaprağı çok şey değiştirir.
Uzakta kalan iki küçük adadan Yassıada uzun zaman Deniz Kuvvetleri'nin
elindeydi. Şimdi İstanbul Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi oldu. Bundan önce
ise, gene bir İngiliz elçi, romancı Bulwer Lytton'un kardeşi Henry Bulwer, bu
ıssız adada kendine bir malikâne yaptırmış ve komşuları rahatsız etme korkusu
olmadan cümbüşlerini yaşamıştı. 1960'ta, bir askeri darbeyle devrilen hükümet
ve iktidar partisinin milletvekilleri burada yargılandılar, 1961'de Başbakan
Men-deres ve iki bakanı Marmara'daki başka bir adada, İmralı'da asılarak idam
edildi.
Sivriada halen ıssızdır. Kıyıda bir manastır yıkıntısı görünür. İttihat ve Terakki
zamanında bir İstanbul valisi sokak köpeklerini toplayıp birbirlerini yemek
üzere buraya gönderdi. Neyse ki artık böyle bir şeyler olmuyor. Bunun yerine,
yatçılar için bir marina yapılmış, dolayısıyla bu ıssız adada bile yalnız kalma
imkânı ortadan kalkmış.

UZAK İSTANBUL

Her şehrin, içinde olmamakla birlikte, görece kolay ulaşılabilecek mesafede


"sayfiye"leri vardır. Şehrin "turistik hinterlandı" içinde kalan bu gibi yerler,
gelen gidenlerden ötürü, büyük kentle organik sayılacak bir ilişkiye girer, hatta
bir anlamda büyük kente bağımlı olurlar. Böyle yerler tabii İstanbul'da da var.
Bunlar, günübirlik gidip gelme için biraz uzak düşen yerler; dolayısıyla gidince
en az bir gece kalmak akıl kârı.

POLONEZKÖY

İstanbul'un doğasıyla olduğu kadar tarihiyle de ilginç bir köşesi


Polonezköy'dür. Şimdi bulunduğumuz yolun ilerisinden oraya sapmak da
mümkün. Ama bu yol bizi biraz fazla dolaştırır. Polenezköy'e Beykoz üzerinden
ya da yeni açılan Kavacık yolu üzerinden gitmek daha akıl kârı. Beykoz'dan
gidince, bir zamanlar aşağı yukarı bütün Kadıköy'ün su ihtiyacım karşılayan,
şimdiyse gözümüze küçücük görünen Elmalı Bendi'ni, sonra da yeşillik
Mahmutşevketpaşa köyünü geçeceğiz.
Daha sol tarafta ise doğanın henüz görece az bozulduğu Tokat deresi, ve
Akbaba suyu Dereseki mevkileri var. Akbaba köyünde, buraya adını veren Ahi
Babasının anısına yapılan Bektaşi dergâhı vardır. Şehrin namlı sularından
Karakulak da buralardan çıkar.
İstanbul'un ilginç köşelerinden biri olan Polonezköy'ü siyasi nedenlerle
Türkiye'ye sığınmış olan Polonyalılar 1842 yılında kurmaya başlamışlardı,
Polonya bu yıllarda Osmanlı devletinin müttefikiydi. Bunun başlıca nedeni de,
ikisinin birden Rusya ile başının dertte olmasıydı. Polonya ayrıca, Katolikliği
paylaştığı Fransa ile de dosttu, ama Osmanlı İmparatorluğu'nun yakınlığı, çok
zaman önemli bir pratik avantaj sağlıyordu.
Bu avantaj, genellikle, Rusya ile çeşitli zamanlarda mücadeleye giren
Polonyalılar'ın, yenilgi durumunda Osmanlı topraklarına sığınması biçimini
alıyordu. Tarlabaşı'nı anlatırken Adam Mickiewicz'den söz etmiştim.
Tabii ondan başkaları da vardı ve bazıları Müslüman olup Türk uyruğuna bile
geçmişti. Örneğin General Bem 1830 başkaldırması bastırılınca önce Avrupa'ya
kaçmış, 1849'da İstanbul'a gelmiş ve Murat Paşa olmuştu. 1830 ve 1848
ayaklanmalarında Bem ile birlikte hareket eden Benvinsky de sonunda Osmanlı
ordusunda süvari subayı olmuş ve 1879'da İstanbul'da ölmüştür. Bonvovski
Paşa, Abdülhamit zamanında saray kimyageri olmuştur. Bir aristokrat olan
Konstantin Bojenski de 1848'den sonra Türkiye'ye sığınır ve Mustafa Celaleddin
Paşa olarak orduda çalışır. Türkiye'de Turancılığı keşfeden de odur (ama o
olmasa da biz bunu nasıl olsa bulurduk). O ve oğlu Hasan Enver Paşa bu
konuda kitaplar yazmışlardır. Nazım Hikmet'in annesi Celile Hanım bu Enver
Paşa'nın kızıdır.
Polonezköy'ün kurulması için fiilen çalışan Mehmed Sadık Paşa da aynı
dönemde gelip Türkleşen Polonyalılardandı. Asıl adı Çaykovski'ydi (evini
Cihangir'de görmüştük). Ama projenin fikir babası ve "uzaktan kumandalı"
mimarı, aynı ihtilâlci kuşağın Paris'e sığınan temsilcilerinden Adam
Çartoriski'ydi. Onun isteği, Polonya'nın Rus işgali altında olduğu bir sırada,
dünyanın bir ya da birçok yerinde bağımsız Polonya kolonilerinin bulunmasıydı.
Ama bu "bağımsız koloni" Osmanlı mevzuatına hiç uymuyordu. Gene de
Abdülmecit'in göz yummasıyla girişim başlatıldı. O sırada, şimdiki
Polonezköy'ün bulunduğu yerde Katolik Lazarist keşişlerin bazı dini kuruluşları
vardı. Sadık Paşa buraya bir avuç Polonyalı mülteciyi yerleştirmeye sıvandı.
Zor maddi koşullarda, Amerika'da Batı'ya göçen öncüleri andırır bir doğa
mücadelesiyle Polonezköy'ün temeli atıldı.
Başlangıçta adı "Adampol"dü. Bunun ilk kısmı Çartoriski'nin ilk adı, "pol" de
Polonyalı anlamındaydı. Ama zamanla Polonezköy adı yaygınlaştı. Bir süre
sonra Lazaristler buradan ayrıldı ve köy Polonyalılar'a kaldı. Polonyalılar uzun
süre çiftçilik ve mandıracılık yaptılar. Köyün ürünleri hâlâ şarküterilerde satılır.
Örneğin, sahiden orada yapılmasa bile, "Polonezköy" bir tereyağını sattıracak
bir markadır. Daha sonra pansiyonculuk işi de gelir kaynakları arasına katıldı.
Kendi iddiaları muhtemelen doğrudur ve İstanbul'un ilk pan-siyonlarını onlar
açmıştır. Köy nüfusu arttı. On beş yirmi kişiyle başlayan kolonide, 1863'te,
artık Türk yurttaşı olmuş yüz kadar Polonyalı aile oturuyordu. Dünyaca ünlü
kişilerden Franz Liszt ve Gustave Flaubert Polonezköy'ü ziyaret etmişlerdi.
1863'te Polonya'da çıkan yeni isyanın da bastırılmasından sonra Avrupa
siyasetinde Polonya sorunu küllenmeye başladı. Polonezköy'ün "bağımsız"
statüsü siyasi önemini kaybetti. Sonunda 1885'te bu statü ortadan kalktı ve
köy Osmanlı İmparatorluğu içinde herhangi bir yer haline geldi. Daha sonra,
Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemleri de burası için yeni yasal düzenlemeler
getirdi.
1940'lar ve 50'lerde Polonezköy sınırlı sayıda varlıklı İstanbullu'-nun zaman
zaman gittiği ve kaldığı bir tatil yeriydi. "Yastık gibi bonfile" bulunduğu
söylenirdi. Ayrıca domuz eti ünlüydü. O yıllarda her yerde domuz yetişmediği
için bu et ender ve pahalıydı. Bazı itikadı zayıf İstanbullular Polonezköy'e
gittiklerinde bu fırsatı kaçırmaz ve domuz yemeği ısmarlarlardı. İtikadı başka
bakımdan zayıf bazı İstanbullular için de Polonezköy bir çapkınlık kaçamağı için
birebirdi.
1970'lerden sonra Polonyalılar yavaş yavaş köyü ve Türkiye'yi terkederken
Türkler de oraya yerleşmeye başladı. Otellerin yanı sıra birçok ev ve villa,
buralarda oturanların yararlanacağı yüzme havuzu, tenis kortu gibi spor
tesisleri yapıldı. Polonezköy'ün çehresi bir hayli değişti. Bütün bu ticarileşme
içinde kalan bazı Polonya asıllı pansiyoncuların gelenlere davranışı da Lehistan
için beslenen iyi duyguları, Can Yücel'in deyimiyle, "Aleyhistan"a döndürecek
nitelikte.
Eski kilise yıkıldıktan sonra, 1914'te yapılan ve İstanbul'daki kiliselere katılan
Polonyalı Katolik kilisesi ve papaz evi duruyor. Köyün mezarlıkları da ilginç.
Mehmed Sadık Paşa'nın karısı da Müslüman olmuş bir Polonyalı'ydı. Ölünce,
Müslüman olduğu halde burada gömüldü. Sadık Paşa ise bir süre sonra
Polonya'ya döndü ve yeniden katolik oldu.

ŞİLE-RİVA-AĞVA

Şile öteden beri İstanbul'un sevilen bir sayfiyesi. İlk rağbet nedenlerinden biri
şüphesiz denizidir. Kumbaba'nın minyatür bir sahra çölünü andıran kum
tepelerinin önünden başlayarak, burnu da dönerek, ta ilerilere kadar uzanan
pek çok kumsal, yazları Karadeniz'in tadını çıkarmaya çalışanlarla dolar. Bu
arada, bütün kumluk Karadeniz kıyılarında olduğu gibi, dalganın çektiği kum ve
oluşan anaforlar nedeniyle her yaz epey telefat verilir. Ben Şile'nin denizini,
doğrusu, yüzmekten çok seyretmek için severim. Hele kışın poyrazda köpük
köpük dalgaların kayalarda patlaması gerçekten çok güzeldir.
Osmanlı döneminden kalma Şile Deniz Feneri öyle sıradan çakarlara benzemez.
Ahırkapı gibi o da sürekli yanar ve döner. Işığı normal havada 20 milden
görülebilir. Yanan ışık, çok sayıda kristal aynayla büyütülerek yansıtılır. Bunun
Şili'den Rusya'ya ısmarlandığı ve yanlışlıkla Şile'ye getirildiğine dair bir efsane
vardır. Herhalde birileri böyle alangirli bir feneri alçakgönüllü Şile'ye
yakıştıramamış olmalı, ama yanlış bu, çünkü orada böyle bir fenerin bulunması
yararlı ve gerekli.
Şile bezi hep bildiğimiz, ama galiba gene de tam hakkı verilmemiş bir dokuma
türü. En iyileri belki İstanbul içindeki mağazalardadır, ama Şile'de de bol
miktarda satılıyor, bir de festivali var.
Eski Şile evlerinden ayakta kalmış olanları görebiliyoruz hâlâ. Yalnız, çoğunun
ciddi restorasyona ihtiyacı olduğu belli. Yakınlarda burada birçok büyük otel
yapıldı. İç turizm oldukça eski bir alışkanlık olduğu için çeşitli fiyatlara otel ya
da pansiyon bulmak mümkün.
Şehirden oldukça uzak ve zahmetli bir araba yolculuğu gerektiriyor. Onun için
buraya gelince birkaç gece kalmak akıl kârı..
Riva deresinin kaynakları İstanbul'un epey uzağında, Kocaeli sınırları içindedir.
Oralardan gelen dere suyunu önce Ömerli Barajı'na boşaltır, sonra buradan
yoluna devam ederek Anadolu Feneri'nin doğusunda, Çayağzı denen yerde
Karadeniz'e dökülür. Burada küçük bir köy de vardır. Oldukça geniş bir kumsal
oluştuğu için, son yıllarda giderek ziyaretçisi artmaktadır. Burada hâlâ bir plaj
yok, onun için Riva sefasında tam bir piknik havası hüküm sürüyor ve
soyunma-giyinme işleri genellikle otomobil içinde yapılıyor. Karşısında, akıntı-
lardan ötürü deniz üstünde tutunması güç olan küçük Eşek Adası var-dır.
Burada Ceneviz'den kaldığı söylenen bir kale kalıntısı da hâlâ görülebiliyor.
Riva ile Şile arasında, ama Şile'ye çok daha yakın, gene deniz kıyısında,
Ksenofon Mağarası var. Buraya Kızılcaköy de deniyor. Mağaranın Anabasis (On
Binlerin Dönüşü) yazan Ksenofon'la ilgili olması ihtimali az, çünkü buraya
geldiği bilinmiyor. Anabasis, yazarın komutanı olduğu, Pers imparatoru Kyros'a
paralı askerlik yapan Yunan birliğinin Kürt ve Ermeni bölgelerinde birçok
çarpışmadan geçerek Trabzon'a gelişini anlatır. Ksenofon Yunan yarımadasında
da birçok serüvene girmiş, ama Şile yakınlarına gelmemiştir.
Şile'den kıyı boyunca ya da Sorular köyü üstünden yürüyerek ulaşılabilen bu
mağaraya dar bir ağızdan girilir. Burada işlenmiş bir taş, bir tür "stela" vardır.
İçeride yuvarlak bir oda ve belki bir tanrı heykeli için hazırlanmış basamaklar
görülür. Oradan sarkıtlı dikitli dar bir dehlize girilir ve 40 metre kadar gidilir.
Bundan sonra gelen kör dehlizde ise ancak sürünerek Derlenebilir.
Ağva, Şile'ye bağlı ve onun 40 kilometre kadar doğusunda bir başka sahil
köyüdür. En çekici yanı, oldukça derin olan deresi ve bu derenin yemyeşil
kıyışıdır. Ağva adı, bu sulaklığı anlatan Latince "aqua"dan geldiği için
yakınlarda o da millileştirilmiş ve Ağva'nın resmi adı Yeşilçay olmuştur. Bu
çerçevede de birkaç ilginç mağara vardır (Gürlek, İnkese vb.). Pagan
Romalılar'dan kaçan Hıristiyanlar'ın bu mağaralara sığındığı anlatılır.
Köy, sanayileşmenin etkilerinden korunduğu halde, şimdi turizme, dolayısıyla
kendi güzelliğine kurban gitme tehlikesiyle karşı karşıya. Henüz fazla otel
motel yok, ama pansiyonculuk gelişiyor, bunun için de Ağvalılar olmadık
yerlere zevksiz yeni pansiyon binaları kon-durmaya çalışıyorlar. Dere boyunda
bayağı keyifli lokantalar var.
18. yüzyıl hattatlarından Siyahi Ahmed Efendi bir deniz yolculuğunda fırtınaya
tutulunca gemisi Ağva deresine sığınmış. Karaya çıkıp gezerlerken, bir
mezarlığa gelmişler. Ahmed Efendi, "Şu biçareler Şile'ye varıp daha keyifli bir
yere gömülememişler," diye eğlenmiş. O gece aniden ölüp o mezarlığa
gömülmüş. Bunu da herhalde Şile'ye gıcığı olan Ağvalılar uydurdu. Ama
böylece unutmamanız gereken şeyler ikiye çıktı: bir, Ağva'ya Yeşilçay
diyeceksiniz; iki, Yeşilçay'ı küçümsemeyeceksiniz.
Aydos, Kayışdağ gibi sapa, daha güneyde, Samandıra bölgesindedir;
yükseklikleri nedeniyle geniş bir manzaraları vardır. Kayışdağı'ndan zengin
kaynak sularının yanı sıra Bizans'tan hisar ve manastır kalıntıları da görülebilir.
Aydos 500, Kayışdağ da 400 met-renin üstündedir.

FLORYA'NIN ÖTESİ

Avrupa yakasında, Florya'dan sonra deniz kıyısında rastlayaca-ğımız ilk önemli


yerleşim Küçük Çekmece'dir. Küçük ve Büyük Çekmece bu kıyıdaki iki lagün
gölüdür. Denizle birleştikleri yerde dar ve balçık birer dil vardı. Geçecek insan
ve hayvanlar sala biner, birçok insan da bu dil üzerinde salı halatla çekerek
öbür kıyıya götürürdü. "Çekmece" adının buradan kaldığı düşünülüyor.
Çekmece kısmını böyle çözsek de, "büyük" ve "küçük" sıfatlarını açıklamak zor,
çünkü Küçük Çekmece hem daha derin, hem de daha büyüktür.
Yakın zamanlarda İstanbul'un su sıkıntısı iyice artınca, bu iki gölün de baraj
sistemine katılması düşünüldü. Onun için denizle ilişkileri koparıldı.

KÜÇÜK ÇEKMECE

Küçük Çekmece tarihi bakımdan fazla ilginç bir yer değildir. 1950'ler ve
1960'lar boyunca İstanbullular, o zaman hayli şehir dışı sayılan bu yere, göl
kıyısındaki Beyti'nin lokantasında birinci sınıf ızgara et yemeye gelirlerdi. Sonra
Beyti taşındı, ama taklitleri her yeri kapladı.
Çekmece'nin kuzeyinde İstanbul için suları açısından önemli olan Halkalı vardır.
Daha doğuda, Altınşehir (!) denilen yerde bulunan Bizans sarnıcı ve sütun
başlıklarından dolayı, bu çevrede eskiden beri yerleşim olduğu anlaşılıyor. Ama
daha önemlisi yakınlardaki Yarımburgaz'da paleolitik çağa uzanan bir
yerleşimin bulgularıdır. Burada çeşitli mağaralar var; yeraltı sularının kalkerli
toprağı oyma-sından oluşmuş. Karanlık ve çamurlu oldukları için gezmesi güç;
ama bir tanesi daha yüksekte kaldığı için ötekiler gibi çamurlu değil. Sarkıtlı
koridorlar boyunca çeşitli hücreler görülüyor. Ayrıca büyük bir oda gibi
oyulmuş ve hayli yüksek bir bölüm var.
İstanbul'a hayli uzak olmakla birlikte, mağara sözü açılmışken
değinebileceğimiz benzer bir yer de Çatalca'da, İnceğiz mağaraları,
Kapadokya'dakilere benzeyen, ama onlar kadar büyük olmayan bu mağaralar,
herhalde Hıristiyan döneminde yapılmış hücreler, merdivenler, koridorlarla, son
derece ilginç.

HALKALI

Halkalı en eski zamanlardan beri İstanbul'un önemli bir su kaynağı. Mazul


Kemer, Karakemer ve Turunçluk Kemeri Roma çağından kalmış, Osmanlı
döneminde de onarım görerek kullanılmış suyolları. Bunların taşıdığı suyun
kentteki Valens Kemeri'ne verildiği anlaşılıyor. Osmanlılar da çeşitli kemerler,
suyolları yapmış. Fatih ve Sadrazamı Mahmud Paşa'nın, II. Bayezid'in, Kanuni
ile Köprülü Mehmed Paşa'nın, daha birçok paşanın su yolları var. Hâlâ ayakta
duran Osmanlı kemerleri arasında, Sinan'ın yaptığı, Atışalanı'ndaki Avasköy
Kemeri, Kumrulu Kemer, Hekimoğlu Ali Paşa'nın yaptırdığı kemer sayılabilir.
Atışalanı'nda, Beylik suyolunun kubbeleri, binaları da durmaktadır. Bu gibi
yapılar durduğu halde Halkalı su sistemi artık çalışmıyor.

DAVUTPAŞA

Atışalanı'ndan batıya doğru giderek Davutpaşa'ya gelebiliriz. Burası eskiden de


Edirne yolu üstündeydi; onun için de sefere çıkan ordunun toplanma yeri
olmuştu. Bu sefer törenleri için burada bir saray kompleksi yapılmıştı. Kasırlar
Kanuni Süleyman zamanında başlamış ve çeşitli padişahlar yeni binalar
eklemişti. Bugün bunlardan yalnız bir tanesinin kalıntısı duruyor.
II. Mahmut Yeniçerileri ortadan kaldırdıktan sonra yeni ordu için bir de bu
kasrın kuzeyine bir kışla yaptırdı. Mimarı Krikor Balyan'dı. Bu yüzyıl başında
binanın terk edilmiş ve yarı yıkık durumdayken Balkan Savaşı göçmenlerini
barındırdığını, Dünya Savaşı sırasında askeri hastaneye dönüştüğünü
öğreniyoruz. Bina sonradan bir daha onarıldı ve halen de kışla olarak
kullanılıyor.
Kışlanın alt tarafında, 1644 tarihli, zamanında namazgah olarak yapılmış
olabilecek Haseki Sultan Meydan Çeşmesi var.
Gene bu yakınlardaki Rami Kışlası ise eski işlevini sürdürmüyor. İçinde pazar
kuruluyor. Dalan zamanında, Zindankapı çevresindeki yıkımda eski Pandelli'nin
binası da ortadan kalkınca, buraya gelip taşınmışlar. Şehrin birçok yerinde
oturanlara göre burası hayli sapa bir yer olsa da Pandeli için ara sıra gelmeye
değer. Kışla ise günden güne çöküyor.

BÜYÜK ÇEKMECE

Büyük Çekmece'de tarihi eserler çoğalır ve bunların başında Sinan'ın göl


üzerinde yaptığı, olağanüstü bir estetiğe sahip köprü gelir. Dört hörgüç,
köprüden geçişi zorlaştırıyor olabilir, ama görünüşünü çok güzelleştiriyor. Bu
dört hörgüç ayrıca, sayısı simetrik olmayan daha küçük 28 kemer üstüne
oturuyor.
Sinan'ın burada başka eserleri de var: örneğin Büyük Çekmece Hanı. Açık
avlusu olmayan, üstü çatıyla örtülü bir handır bu. Karşısında gene Sinan'ın
yaptığı küçük ve sevimli Sokollu Mehmet Paşa Mescidi vardır. Minaresinin
orijinal biçimi çok ilginç olmalıydı.
Ayrıca güzel çeşmeler vardır burada: Köprü'ye yakın ve Sokollu Mescidi 'nin
yanında, Sinan elinden çıkma üç kanatlı çeşme bunların en güzelidir. Ayrıca
Süleyman Ağa Çeşmesi, Zeynep Dudu Çeşmesi, iki yüzü yalaklı meydan
çeşmesi ve Sultan Hamit'in yaptırdığı Havuz-lu Çeşme vardır.

BELGRAD ORMANI VE BENTLER

Kuzeyden, Karadeniz üstünden, yağış getiren bereketli rüzgârlar eser.


İstanbul'un kuzeyinde ve Trakya'nın doğusunda, deniz kıyısı boyunca uzanan
Istranca Dağları alçalır ve Belgrad Ormanı dediğimiz bölge haline gelir.
Ortalama yükseklik 150 metreyi bulmaz burada; en yüksek nokta (Kartaltepe)
ancak 230 metredir. Ormanlık alan, zamanla, yarıya yakın azalmıştır (12.000
hektardan 5.000 hektara). Bitki örtüsü zengin çeşitli, ağaçlan genellikle yayvan
yapraklıdır. Yabani hayvan vardır, ama azalmaktadır. Havası İstanbul'a göre
her zaman serindir.
Yağış hem İstanbul'a böyle güzel bir orman kazandırmış, hem de burayı şehrin
su deposu haline getirmiştir. Buradan şehre su getirmek için ilk düzenlemeleri
Romalılar yaptı. Bizans ve Osmanlı dönemlerinde de olanlar takviye edilirken
yenileri eklendi. Kanuni Süleyman Sırbistan seferinden dönerken birlikte
getirdiği Sırplardan bir kısmını bu orman içinde iskân etti. O sırada kurulan
Belgrad (ya da Belgradcık) köyü ormana adını verdi. Kanuni burada toprak
kullanma hakkı verdiği Sırpların bunun karşılığında suyollarına bakmasını talep
ediyordu. Daha 1575'te bir koruma ihtiyacı görülmüş ve su nazırı emrinde
ormanı, bentleri, suyollarını gözetecek özel bir örgüt kurulmuştu.
Sel rejiminde birçok dere Karadeniz'e akar. Güney tarafında kalan dereler ise
orman içinde belirli havzalarda toplanır. Bentler buralarda yapılmıştır. Doğudan
batıya doğru gidersek ilkin Valide Bendi, II. Mahmut Bendi (Yenibent) ve
Topuzlu Bent'in oluşturduğu grubu görürüz. Karanlık Bent, Büyük Bent ve
Kirazlı Bent ortadadır. Batıda ise Ayvat Bendi bulunur.
Bizans zamanında da, bu havzalarda toplanan suların daha güneyde,
kulesinden ötürü Pyrgos diye adlandırılan yerdeki havuza (III. Osman
zamanında onarılan baş havuz) toplandığı anlaşılmaktadır. Burada Osmanlı
döneminde de kemerler yapılmış ve adlar bileşerek Kemerburgaz olmuştur.
Bütün bu alan içinde bazıları oldukça uzun ve görkemli, hepsi de hâlâ çok güzel
su kemerleri vardır. Bizans'tan kalanlar (örneğin İustinianos'un büyük kemeri)
Osmanlı döneminde onarılmıştır. Bunların arasında Mavlova en güzellerinden
biridir. Cebeciköy'de Balıklı Kemer ve havuzu, Kemerburgaz'da dik bir dirsek
yapan Eğrikemer, Uzunkemer, Güzelcekemer hepsi görülmeye değer
yapılardır. Bu suların büyük bölümü Hacı Osman Bayırı ve sonra da Maslak
üzerinden kente gelir. Bu, yirmi kilometreden fazla bir uzaklık demektir. Ancak
İstanbul'un son yirmi, otuz yıllık büyümesi, yüz-yıllardır İstanbul'u besleyen
Bentler'in su kapasitesini "devede kulak" denecek kadar azaltmıştır.
Belgrad Ormanı günümüzde İstanbul'un başlıca piknik alanlarından biri. Bu
kitlesel kullanım kirlenme ve yangın tehlikelerine de yol açtığı için denetimin
artması da gerekli olmuştur. Bunun için belirli yerlerde piknik alanları
düzenlenmiş ve özellikle "jogging" modasının çıkmasından sonra koşu yapmak
için buraya gelenlere egzersiz istas-yonları olan bir parkur açılmıştır.
Yakın tarihte Belgrad Ormanı önemli bir siyasi akımın başladığı yerdir. 1865'te
aralarında Namık Kemal ve Ayetullah Efendi de bulunan altı kişi (öbürleri
Reşat, Mehmet Ali, Nuri bundan üç ay sonra koleradan ölen Refik) piknik
havasında toplanarak, sonradan Yeni Osmanlılar adını alan İttifakı Hamiyet
Cemiyeti'ni kurdular. Bir süre sonra Mustafa Fazıl Paşa, Ziya Paşa, Ebüzziya
Tevfık ve Ali Suavi gibi başkaları da Cemiyet'e katıldı. Belgrad Ormanı
toplantısına, Ayetullah Efendi, Carbonari örgütünün ve "Lehistan Teşkilâtı
Hafiyesi"nin tüzüklerini getirmişti.

KARADENİZ KIYISI

Belgrad Ormanı Karadeniz kıyısına beş, altı kilometre kadar yaklaşır. Bundan
sonrasında yükseklik azalır ve kıyıya gelindiğinde zaman zaman kesintiye
uğrayan geniş kumsallarla karşılaşırız. Bunların en büyüklerinden olan Kilyos,
uzaklığına rağmen, şehrin en popüler plajlarından biridir. Popülerdir ama,
bütün Karadeniz kumsallarında olduğu gibi burada da dalga eksik olmaz ve
gerçek anlamda yüzmeyi imkânsızlaştırır. Ayrıca, çekilen dalga kumu da geri
götürdüğü için, her yıl, denize alışık olmayan birileri paniğe kapılıp boğulur
buralarda.
Daha batıya doğru GümüşdereKısırkaya vardır, buralardan itibaren, Terkos
gölüne kadar, yıllardan beri linyit ocakları açılmaktadır. Burada bu linyitin
bulunması İstanbul için nimet değil, felâket olmuştur. Kömür çıkarmak için
doğa berbat edilmiş, kıyılar kirletilmiştir; çıkan kömür çok düşük nitelikli (az
kalori, yüksek kükürt vb.) olduğu için, bunun yakılmasıyla İstanbul'un havası
kirletilmektedir.
İstanbul'un musluktan akan suyuna adını veren Terkos Gölü de şimdi perişan
bir durumda. Geçen yüzyıl sonunda burası ana su kay-nağı olarak, bir Fransız
Şirketi tarafından şehre bağlanmıştı. Şimdi madenler, kuzeyden yayılma
eğilimi gösteren kumullar ve kuraklık Terkos'u iyiden iyiye kuruttu.
Daha batıya doğru eski adı Podima olan Yalıköy ve Kastro deresi gibi güzel
noktalarla, İstanbul'un kuzey uçlarındaki ve Karadeniz kıyı-sındaki uzantıların
sonuna geliyoruz.

YALOVA

İstanbul'da sağa sola doğru izlediğimiz çeşitli güzergâhlarla hiç ilgisi olmayan
bir yer, Yalova. Ama resmen İstanbul'un içinde. Bu "resmi"lik bizi hiç
ilgilendirmeyebilirdi, ardında "fiili" bir şey olma-saydı.
Türkiye'de, daha doğrusu İstanbul'da, memleket gezme âdeti görece yeni
başlamıştır. Başladıktan sonra da, gezilebilir yerler yelpazesi, belirli evrelerle
genişlemiştir. Cumhuriyet'in kuruluş yılllarında bu yelpaze hayli dardı.
İstanbullu için gezip tozmak, eğlenmek üzere gidilecek yer, Bursa ya da Yalova
gibi, yakın yerlerdi. Bursa'da Çelik Palas'a, Yalova'da Termal'e gidilir, iki yerde
de kaplıcada yıkandırdı. Gezme tozma, ama aynı zamanda "sıhhat"! Öte
yandan, bürokrat ge-lenekli toplumumuzda, devlet memurlarının ki zaten gezip
tozmanın hem maddi imkânı, hem mânevi ve entelektüel ufku, yalnız onlarda
vardı il sınırları dışına çıkmak için âmirlerinden, kurumlarından resmen izin
almalarını gerektiren bir yasa yapılmıştı. Bu kısıtlamaya karşı bir de ferahlama
ile denge sağlamak üzere, Yalova köyü İstanbul iline bağlandı Bursa'yı
İstanbul'un bir ilçesi haline getirmekse mümkün olmadı.
O gün bu gündür Yalova'nın bu durumu devam ediyor. Ayrıca İstanbul'un
sebzemeyve bahçesi olmak gibi bir özelliği de var, ama ona bakılırsa
Türkiye'nin her yerinden ürün akıyor İstanbul'a.
Çmarcık'ta, Armutlu'da sayfiye şehirleri kurulur, Trakya'da yazlıklar Ereğli'ye
doğru kesintisiz bir duvar halinde kıyı boyunca koşarken, vapurla birkaç saatte
varılan Yalova da bu furyadan payına düşeni aldı.
İstanbul’la Yalova arasında organik bağ kurmakta benim de öznel bir katkım
var. Kadıköy'de, çarşı içinde, Fıçı adında mütevazı bir meyhane vardı.
Kadirşinas Reşat Ekrem bu kurumu ansiklopedisine almıştır. Şöyle anlatır: "...
1968'de Kâtib Atacan tarafından aynı isimle ve içkili ikinci sınıf lokanta olarak
açıldı. Bilhassa Oğuz adında müşteri hal ve hatırı bilir bir barmenin himmetiyle
ilk zamanlardan daha çok rağbet gören bir yer oldu... Kâtib Atacan
Hemşinli'dir... Karpiç'in garsonlarından biri olmuştu.. Barmen Oğuz 1969'da
ayrılmış, bir pasaj içinde kendi adına bir lokanta açmış, yerine Hemşinli Talib
gelmiştir."
Evet, Kâtib Atacan, yanılmıyorsam 1980'lerin başında Fıçı'yı devredip Yalova'da
Atacan adında bir lokanta açtı. Bu hâlâ çalışıyor mu, bilmiyorum, ama bana
göre bu da bir organik ilişki.
Kâtib, Oğuz, sonradan ikisinde de çalışan Dursun, biz eski Kadıköylüler için
güzel isimler. Yalova'ya yola çıktık, ama fazla duramadan Kadıköy'e döndük.
Son bir anıyla bitireyim bu bölümü. Fıçı'da veya Oğuz'da biz otururken, gecede
birkaç sefer kapı açılır, bir adam içeri hızla dalardı. Sağ eli kalkık, ayakta
duranlar arasından telâşlı telâşlı bara yaklaşırdı. Barmen de zaten onu görmüş
ve bir tek sek doldurmuş olurdu. Adam tezgâha varınca uzatılan kadehi kapıp
iki yudumda diker, aynı azim ve kararlılıkla çıkar giderdi.
Kadıköy Çarşısı'nda küçük imalâtla uğraşan ve geceleri de çalışan bir adamdı
bu. Bir iki saatte bir rakısı geliyor, çıkıp çevrede bildiği birkaç yeri bu şekilde
turluyor, dönüp işine devam ediyordu. Hesabı da ertesi gün, gündüz öderdi.
Gelince garsonlar "Ekspres geldi," der, gereğini yaparlardı.

KAYNAKLAR

Ansiklopediler:
İstanbul Ansiklopedisi (ed. Reşat Ekrem Koçu).
Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi (Tarih Vakfı ve Kültür Bakanlığı).
İslam Ansiklopedisi.
Yurt Ansiklopedisi.
Adil, Fikret. Avare Genclik/Gardenbar Geceleri. İletişim Yayınları, İstanbul,
1990.
Asmalı Mescit. İstanbul, 1933.
Ali Rıza Bey (Balıkhane Müdürü). Bir Zamanlar İstanbul. Tercüman, İstanbul.
Antonowicz-Bauer, Lucyna. Polonezköyü. İstanbul Kitaplığı, 1990.
Aslanapa, Oktay. Osmanlı Devri Mimarisi. İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1986.
Ayverdi, Ekrem Hakkı. Fatih Devri Sonlarında İstanbul Mahalleleri, Şehrin
iskânı ve Nüfusu. Ankara, 1958.
Ayverdi, Samiha. Boğazicinde Tarih. İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul, 1966.
Barışta, Örcün. İstanbul Çeşmeleri. Kültür Bakanlığı Tanıtım Yayınları: 39, 46,
54, İs-tanbul, 1991,' 1993.
Belgrad Ormanları. Bahçeköy Orman İşletme Müdürlüğü, İstanbul.
Beyatlı, Yahya Kemal. Aziz İstanbul. İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul, 1974.
Braudel, Fernand. The Mediterranean and the Mediterranean World in the Age
of Philip II. Fontana/Collins, 1972.
Celâl, Musahipzade. Eski İstanbul Yaşayışı. İletişim Yayınları, İstanbul, 1992.
Cezar, Mustafa. XIX. Yüzyıl Beyoğlusu. Akbank, İstanbul, 1991.
Çeçen, Kâzım. Üsküdar Suları. İstanbul, 1991.
Çelik, Zeynep. The Remaking of İstanbul. University of California Press, Berke
-ley, 1993.
De Amicis, Edmondo. İstanbul (1874). Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara,
1981.
Deleon, Jak. Eski İstanbul'un (Yaşayan) Tadı. Cep Kitapları, İstanbul, 1988.
Beyoğlu'nda Beyaz Ruslar. İstanbul Kütüphanesi, İstanbul, 1990.
Derviş Mustafa Efendi. 1782 Yılı Yangınları. (Hazırlayan: Hüsameddin Aksu),
İletişim Yayınları. İstanbul, 1994.
Dethier, P. A. Boğaziçi ve İstanbul. Eren, İstanbul, 1993.
Dökmeci, Vedia ve Hale Çıracı. Beyoğlu. Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu -
Ya-yınları, İstanbul, 1990.
Duben, Alan, ve Cem Behar. İstanbul Households. Cambridge V. P.,
Cambridge, 1991.
Duhani, Said N. Beyoğlu'nun Adı Pera İken. İstanbul Kütüphanesi, İstanbul,
1990.
Eski İnsanlar, Eski Evler. Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu, İstanbul, 1982.
Dumesnil, Vera. İşgal İstanbul'u. İstanbul Kitaplığı, 1993.
Edmonds, Arına G. The Union Church of İstanbul: A History. İstanbul, 1986.
Ekdal, Müfid. Bir Fenerbahçe Vardı. Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu,
İstanbul, 1987.
Eldem, Sedat Hakkı. Boğaziçi Anıları, Alarko, İstanbul, 1979.
İstanbul Anıları. Alarko, İstanbul, 1979.
Eminönü Camileri. Türk Diyanet Vakfı Eminönü Şubesi. İstanbul, 1987.
Erdenen, Orhan. Boğaziçi Sahilhaneleri. 4 Cilt, İstanbul, 1993-1994
Ergin, Osman Nuri. Türk Belediyecilik ve Şehircilik Tarihi Üstüne Seçmeler.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi, İstanbul, 1987.
Evin, İffet. Eski Boğaziçi İnsanları. İstanbul Kütüphanesi, İstanbul, 1992.
Yaşadığım Boğaziçi. Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu, İstanbul.
Eyice, Semavi, Metin Sözen, Murat Belge. İstanbul. Kültür Bakanlığı Yayınları,
1993.
Fatih Camileri ve Diğer Tarihi Eserler. Türkiye Diyanet Vakfı Fatih Şubesi,
Ankara.
Gilles, Pierre. The Antiquities of istanbul. Halica Press, New York, 1988.
Giz, Adnan. Bir Zamanlar Kadıköy. İstanbul, 1988.
Goltz, Thomas (ed.). İstanbul. Apa Publications, Singapore, 1988.
Gökmen, Mustafa. Eski İstanbul Sinemaları. İstanbul Kitaplığı Y'ayınları,
İstanbul, 1991.
Gülersoy, Çelik. Beyoğlu'nda Gezerken. İstanbul Kütüphanesi Yayınları,
İstanbul, 1990.
Çamlıca'dan Bakışlar. Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu, İstanbul, 1982.
Göksu'ya Ağıt. Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu, İstanbul, 1987.
Hıdivler ve Çubuklu Kasrı. Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu, İstanbul, 1985.
İstanbul Estetiği. İstanbul, 1983.
Kapalı Çarşı'nın Romanı. İstanbul Kitaplığı, İstanbul, 1979.
Güleryüz, Naim. İstanbul Sinagogları. İstanbul, 1992.
Günay, Reha. Sinan'ın İstanbul'u. İstanbul Büyük Şehir Belediyesi, İstanbul,
1987.
Hamsin, Knut, H.C. Andersen. İstanbul'da İki İskandinav Seyyah. Yapı Kredi
Yayınları, İstanbul, 1993.
İnciciyan, P. G. 18. Asırda İstanbul. İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul, 1976.
İrez, Feryal, ve Hüsamettin Aksu. Boğaziçi Sefarethaneleri. Yapı Kredi
Yayınları, 1992.
Kaptan, Özdemir. Beyoğlu, Kısa Geçmişi, Argosu. İletişim Yayınları,
İstanbul,1989.
Kayra, Cahit. İstanbul'un Yokuş ve Merdivenleri. İstanbul Büyükşehir
Belediyesi Ya-yınları, İstanbul, 1991.
Kayra Cahit ve E. Üyepazarı. Kadıköy, Vaniköy, Çengelköy. İstanbul, 1993
Kazgan, Haydar. Galata Bankerleri. Türk Ekonomi Bankası, İstanbul.
Koçu, Reşat Ekrem. Osman Gazi'den Atatürk'e. Cumhuriyet Gazetesi Eki,
1954.
Türk İstanbul. Cumhuriyet Gazetesi Eki, 1953.
Konyalı, İbrahim Hakkı. Abideleri ve Kitabeleriyle Üsküdar Tarihi. Türkiye
Yeşilay Cemiyeti Yayınları, İstanbul, 1976.
Kömürcüyan, Eremya Çelebi, İstanbul Tarihi: XVII. Asırda İstanbul. Eren,
İstanbul, 1988.
Lokmanoğlu, Hayreddin, Rakım Ziyaoğlu, Emin Erer. Tourist's Guide to
istanbul. İs-tanbul, 1963.
Montran, Robert. XVI. ve XVII. Yüzyıllarda İstanbul'da Günlük Hayat. Eren,
İstanbul, 1991.
XVII. Yüzyılın İkinci Yarısında İstanbul. V Yayınları, Ankara, 1986.
Meyer-Schlichtmann, C. Prusya Elçiliği'nden Doğan Apartmanına. İstanbul
Kitaplığı, İs-tanbul, 1992.
Mintzuri, Hagop. İstanbul Anıları, 1897-1940. Tarih Vakfı Yurt Yayınları,
İstanbul, 1993.
Müller-Wiener, Wolfgang. Bildlexicon Zur Topographie istanbul. Verlag Ernst
Wasmuth, Tübingen, 1977.
Neyzi, Ali. Hüseyin Paşa Çıkmazı, No: 4. Karacan Yayınları, İstanbul, 1983.
Neyzi, Nezih. Kızıltoprak Anıları. İletişim Yayınları, İstanbul, 1993.
Nirven, Saadi Nazım. İstanbul'da Fatih Sultan Mehmed Devri Türk Su
Medeniyeti. İs-tanbul, 1953.
Okday, Şefik. Büyükbabam Son Sadrazam Ahmet Tevfik Paşa. İstanbul, 1986.
Osmanlılar ve Hollandalılar. İstanbul, 1990.
Özbay, Ercümend Melih. İstanbul Arkeologyasından Serpintiler. Labris,
İstanbul, 1991.
Pardoe (Miss). TheBeautiesoftheBosphorus. Londra, 1850
Refik, Ahmet. Türk Mimarları. Sander Yayınları, İstanbul, 1977.
Onuncu Asr-ı Hicri'de İstanbul Hayatı. Enderun Kitabevi, İstanbul, 1988.
Onbirinci Asr-ı Hicri'de İstanbul Hayatı. Enderun Kitabevi, İstanbul, 1988.
Onikinci Asr-ı Hicri'de İstanbul Hayatı. Enderun Kitabevi, İstanbul, 1988.
Onüçüncü Asr-ı Hicri'de İstanbul Hayatı. Enderun Kitabevi, İstanbul, 1988.
Schiele, Renati, ve Wolfgang Müller-Wiener. 19. Yüzyılda İstanbul Hayatı.
İstanbul, 1988.
Scognamillo, Giovanni. Bir Levantenin Beyoğlu Anıları. Metis Yayınları,
İstanbul, 1989.
Sperco, Willy. Yüzyılın Başında İstanbul. İstanbul Kütüphanesi, İstanbul, 1989.
Summer-Boyd, Hilary ve John Freely. Strolling Through istanbul. KPI, Londra
ve New York, 1987.
Şahabeddin, Cenab. İstanbul'da Bir Ramazan. İletişim Yayınları, İstanbul,
1994.
Şehsuvaroğlu, Haluk. Boğaziçi'ne Dair. Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu,
İstanbul, 1986.
Asırlar Boyunca İstanbul. Cumhuriyet Gazetesi Eki.
Tevfik, Mehmet. İstanbul'da Bir Sene. İletişim Yayınları, İstanbul, 1991.
Toros, Taha. Geçmişte Türkiye-Polonya İlişkileri. İstanbul, 1983.
Vada, A. Cabir. Boğaziçi Konuşuyor. İstanbul.
Yazıcı, Yüksel. Bütün Yönleriyle Boğaziçi'ndeki Cennet: Sarıyer. Form Yayınları,
İs-tanbul, 1993.
Yerasimos, Stefanos. Konstantiniye ve Ayasofya Efsaneleri. İletişim Yayınları,
İstanbul, 1993.
Visite Privee. İstanbul, Editions du Chene, Paris, 1991.
Yesari, Afif. İstanbul Hatırası. Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu, İstanbul,
1987.
Yıldırım, Selahattin (ed). The Historical and Cultural Heritage of istanbul.
Metropolitan Municipality of Greater İstanbul, İstanbul.

DİZİN

Abbas Halim Paşa Konağı 333


Abbas Hilmi Paşa 284
Abdal Yakup Dede Tekkesi 127
Abdi Subaşı Camii 139
Abdi Çelebi Camii 131
Abdülaziz 65, 70, 82, 113, 144, 238,
263, 265, 290, 292, 293
Abdülhamit I 28; külliyesi 81; türbesi 81
Abdülhamit II 65, 206, 263, 273, 276, 293; çeşmesi 250
Abdullah Cevdet 88
Abdullah Ağa Yalısı 291
Abdülmecit 6, 48, 186, 187, 217, 250, 254, 260, 261, 265, 282, 287, 337;
köşkü 36; türbesi 171
Abdülmecit Efendi Kasrı 312
Abdülvedud Camii 191
Abdurrahman Sami Türbesi 29
Abide-i Hürriyet 252
Abraham Paşa 238, 278
Abud Efendi 102; yalısı 289
Acem Ali 170
Acemoğlu Hamamı 107
Acı Musluk Hamamı 86
Açık Hava Tiyatrosu 254
Adalar 329-335
Adam Mickiewicz 243, 336
Adamopulo Hanı 225
Adile Sultan 138, 196, 312; sarayı 256, 290,312
Adilşah Kadın Camii 60
Adliye Sarayı 25, 63
Aetios Sarnıcı 175
Afganiler Tekkesi 305
Afif Paşa Yalısı 274
Afife Hatun Tekkesi 193
Afrika Hanı 239
Ağa Hamamı 131
Ağalar Camii 36
Ağva 339
Ahırkapı 43
Ahırkapı Meydanı 30
Ahi Çelebi Camii 92
Ahi dervişleri 324
Ahmed Âşıki 158
Ahnıediye Külliyesi 302
Ahmet 121,22, 37
Ahmet II 113
Ahmet III 36, 79; çeşmesi 33, 298
Ahmet Mithat Efendi Yalısı 282
Ahmet Muhtar Paşa 321
Ahmet Paşa 56
Ahmet Rasim Paşa Yalısı 285
Ahmet Ratib Paşa 313
Ahmet Şemsettin Efendi Çeşmesi 274
Ahmet Vefik Paşa 268 ahşap ev 3, 110, 154
Akaretler 255
Akbaba suyu 336
Akbıyık 30
Akbıyık Mescidi 30
Akdağ, Mustafa 118
Akdeniz Heykeli 252
Akıntı Burnu 267
akıntılar 260
Akropolis 13, 35
Aksaray 123
Alay Köşkü 34
Aleksandros 18
Alemdağı 315
Alemdar Mustafa Paşa 36
Ali Emin Efendi 182,
Ali Fakih Mescidi 130
Ali Paşa Camii 128
Ali Rıza Paşa Yalısı 275
Ali Talat Bey 263
Ali ve Fuat Paşa konakları 70
Ali Paşa Camii 70
Alibeyköy 250
Alman Hastanesi 257
Alman Evangelik Kilisesi 243
Alman Konsolosluğu 241; elçilik yazlığı 276
Alman Lisesi 227
Alman Çeşmesi 24
Altunizade 311
Altunizade Camii 312
Altunizade İsmail Zühtü Paşa 311
Amcazade Hüseyin Paşa 179
Amcazade Külliyesi 179
Amcazade Yalısı 286
Amerikan Konsolosluğu 235
Amerikan Kız Koleji 311
Anadolu Han 238
Anadolu Feneri 280
Anadolu Kulübü 334
Anadoluhisarı 287
Anadolukavağı 281
Analipsis Kilisesi (Samatya) 132, (Bakırköy) 206
Anarad Hığutyun Ermeni Katolik Kilisesi 132
Anastasios 45
Andronikos Komnenos 25
Anemas Zindanı 149
Anikia İuliana Sarayı 151
Ankaravi Mehmet Efendi Medresesi 108
Anna Doukaina 173
Anthemius 15
Antigoni Oteli 332
Antik çağ 279
Apoyevmatini 234
Arakiyeci İbrahim Ağa Camii 55
Arap Camii 214
Argonotlar 259, 276, 280, 281
Arif Paşa Konağı 65
Arif Bey Yalısı 293
Arkadios Sütunu 126
Arkeoloji Müzesi 24, 34, 44
Arnavutköy 267
Arseven, Celâl Esad 318
Arz Odası 36
Asım Paşa Konağı 64
Askeri Müze 34, 254
Aslanlı Yalı 268
Asmalımescit 233
Aspar Sarnıcı 128, 170
Assisili Aziz Francis 107
Asya'nın tatlı suları 287
Âşık Paşa 158
Âşık Paşa Camii 158
Âşıkpaşazade 158
Aşir Efendi Kütüphanesi 82
Aşiyan Müzesi 269
Aşkenaz Sinagogu 221; Or Hodeş 221; Tofre Begadin 223
At Meydanı 25
Ataköy 206
Atıf Efendi Kütüphanesi 110
Atik Ali Paşa 175, 176
Atik Ali Paşa Camii 66
Atik Mustafa Paşa Camii 148
Atik Sinan 166,177
Atik Valide Camii ve Külliyesi 303
Atlas Sineması 237
Augusteion Meydanı 63
Avrupa Pasajı 236
Avrupa'nın tatlı suları 250
Avusturya Lisesi 223
Avusturya Elçiliği 275
Aya Andrea Şapeli 218
Aya İlya Kilisesi 218
Aya İrini 33
Aya Nikola Kilisesi (Büyükada) 334, (Cibali) 137, (Heybeliada) 333, (Karaköy)
219, (Samatya) 132, (Topkapı) 56
Aya Triyada Kilisesi Bkz. Ayia Trias
Aya Yorgi Kilisesi (Edirnekapı) 57, (Samatya) 131, (Patrikhane) 140, (Fener)
143, (Bakır-köy) 206, (Yeniköy) 274, (Tarabya) 276, (Çengelköy) 291,
(Yeldeğirmeni) 318, (Bur-gaz, Heybeliada) 332, (Büyükada) 334
Aya Yorgi Manastırı 332
Aya Yorgi Potira Kilisesi 172
Ayas Paşa açık türbesi 196
Ayasofya 13, 15, 17, 18, 19, 22, 23
Ayasofya Efsanesi 166
Ayasofya Pansiyonları 29
Ayastefanos 207
Ayazma Camii 300
Aydos 340
Ayia Eufemia Kilisesi 319
Ayin Kiryaki Kilisesi 48
Ayia Maria Kilisesi 28
Ayia Paraskevi Ayazması (Eğrikapı) 60, (Hasköy) 249
Ayia Paraskevi Kilisesi (Kazlıçeşme) 202, (Büyükdere) 279, (Beykoz) 282
Ayia Tekla Kilisesi 148
Ayia Teodosia Kilisesi bkz. Gül Camii
Ayia Trias Kilisesi (Taksim) 240, (Bahariye) 321; Rum Katolik (Galatasaray)
236, (Kuz-guncuk) 294
Ayia Trias Manastırı 333
Ayia Zoni Ayazması 61
Ayii Apostolii 254
Ayii Karpos ke Papylos Martirion'u 132
Ayii Konstantinos ke Eleni Kilisesi (Samatya) 132, (Tarlabaşı) 243
Ayios Andonios Ayazması 147
Ayios Andreas en Krisei Kilisesi 129
Ayios Dimitrios Kilisesi (Edirnekapı) 57, (Kurtuluş) 254, (Kuruçeşme) 266,
(Büyükada) 335
Ayios Fokas Kilisesi 265
Ayios Haralambos Kilisesi 254
Ayios İoannis Kilisesi (Samatya) 133, (Balat) 144, (Çarşamba) 172, (Karaköy)
219, (Kala-mış) 321, (Burgaz) 332
Ayios Konstantinos Kilisesi 284
Ayios Minas Kilisesi 132
Ayios Nikolaos Kilisesi Bkz.
Aya Nikola Ayios Panteleymon (Karaköy) 218, (Kuzguncuk) 294
Ayios Stefanos Kilisesi 207
Ayios Strati Kilisesi 146
Ayios Teodoros Kilisesi (Yenikapı) 50, (Büyükada) 335
Ayios Terapon Kilisesi 34
Ayios Yeoryios bkz. Aya Yorgi
Aynalıkavak Kasrı 248
Ayrılık Çeşmesi 308
Ayvansaray 147, 150
Azapkapı212
Azaryan Köşkü 335
Azaryanlar 278
Aziz Mahmut Hüdai 314; camii ve külliyesi 302
Aziz Pietro ve Paoli Kilisesi 223
Bab-ı Hümayun 33
Bab-i Ali 82
Baba Haydar Mescidi 192
Baba Cafer Kulesi 43, 92
Babinger 168 Babüssaade 35
Babüsselam 35 Bağdat Caddesi 323
ağdat ve Revan Köşkleri 36
Bağlarbaşı 311
Baha Bey Yalısı 293
Bahariye 321
Bahriye Nezareti 245
Bahriyeli Sedat Bey Yalısı 287
Bakırköy 205
Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi 206
Bala Külliyesi 55
Balat Yahudi Hastanesi 147
Balat 145
Balık Pazarı 93, 237
Balıklı Ayazması 53
Balıklı Rum Hastanesi 203
Bali Paşa Camii 185
Balkapanı95
Baltalimanı 270
Baltaoğlu Süleyman Paşa 270
Balyanlar 70, 186, 257, 261, 291; Kirkor 311, 341; Nikoğos 255, 263, 265,
287; Sarkis 123, 266, 293; ev 265
Bamyacılar 34
Bankalar Caddesi 222
Barbaros Hayreddin 154; türbesi 261
Barborini 70, 234
Barkan, Ömer Lütfı 113
Barnathan Apartmanı 225
Baron Hübsch Yalısı 278
Barry, Sir Charles 236
Barton, Edward 332
Basın Müzesi 65
Baş, Hüseyin 21
Başdefterdar İskender Çelebi 208
Başkadın Çeşmesi 301
Başkadın Camii 301
başkent 39, 41, 89; Cumhuriyet 6; Osmanlı 4, 89; Tanzimat 5; Roma 1
Bayezid I 23, 269, 287, 324
Bayezid II 27, 66, 68, 145, 159, 257, 284
Bayezid Camii 68
Bayezid Hamamı 71
Bayezid Külliyesi 68
Bayezid Medresesi 71
Bayram Paşa Külliyesi 126
Bazilika Sarnıcı 13
Bebek 268
Bebek Camii 268
Bekri Mustafa 93
Bektaşi Dergâhı 336
Belçika Konsolosluğu 240, 257
Belediye Sarayı 151
Belediye binası 234
Belgrad Kapısı 52, 130
Belgrad Ormanı 60, 279, 342
Belisarios 25
Belvü Oteli 321
Bentler 342
Bereketzade Camii ve Medresesi 215
Bereketzade Çeşmesi 225
Beş Çeşme 327
Beşikçizade Tekkesi 128
Beşiktaş 261
Beşir Ağa 86
Beşir Ağa Camii 86
Beth Yaakov Sinagogu 333
Beyaz Ruslar 233
Beyazcıyan Yalısı 275
Beyazıt 67
Beyazıt Kulesi 70
Beyazıt Meydanı 68
Beykoz 282
Beylerbeyi 293
Beylerbeyi Sarayı 293
Beyoğlu 226
Beyoğlu Hastanesi 224
Bezmiâlem Camii 208
Bezmiâlem Valide Sultan 88, 188
Binbirdirek Sarnıcı 63
bit pazarı 302
Bizans 2, 23, 25, 89, 95, 107, 147, 211, 213, 260, 269, 273, 327, 329, 342
Bizans sarayı 29, 30
Blaherna Sarayı 58, 147, 149
Blaherna Ayazması 147
Bodrum Camii bkz. Mirelaion Kilisesi
Bodrumî Camii 314
Boğaz Köprüsü (Fatih) 269
Birinci 266Boğaz balıkları 283
Boğaziçi 1,259-295
Boğaziçi Üniversitesi 268
Boğdan Sarayı 174
Bomonti 253
Borsa 81
Bostancı 326
Bostancı Camii 326
Botanik Bahçesi 117
Botter 322; Ham 227
Boyacıköy 271
Bozdoğan Kemeri 151
Bristol Oteli 236
Britanya Elçiliği 236
Bukoleon Sarayı 44
Bulgar Hastanesi 252
Bulgar Kilisesi 143
Bulgar Kilisesi Eksarhlığı 253
Bulgarlar 144, 198,221,319
Bulgur Palas 126
Bulwer, Henry 335
Burgaz 329, 332
Burmalı Sütun 24
Burmalı Mescit 107
Bülbül Tevfık Paşa konağı 88
Bülbülderesi 306
Büyükada 329, 333
Büyükdere 278
Büyük Çekmece 340, 341
Büyük Çekmece Hanı 342
Büyük Londra Oteli 236
Büyük Postane 81
Büyük Reşit Paşa 69
Büyük Saray 149, 151
Büyük Valide Hanı 96, 99
Büyük Yeni Han 99
Byzas 1, 13,39, 130,273,317
Caddebostan 324
Cafer Ağa 28
Cafer Paşa Külliyesi 196
Cağaloğlu 88
Cağaloğlu Hamamı 86
Cağaloğlu Sinan Paşa 85
Cankurtaran 30
Cannonica 241
Cansever, Edip 322
Casa d'Italia 236
Cebe Ali 135
Cellat Mezarlığı 199
Cem 23
Cemal Paşa 324
Cemil Molla Köşkü 294
Ceneviz Kalesi bkz. Yoros Kalesi
Ceneviz Kulesi 225
Cenevizler 82; surları 212; duvarları 214
Cennet Bahçesi 256
Cercle d'Orient 238, 324
Cerrah Mehmet Paşa 125
Cerrahi Tekkesi 175
Cerrahpaşa 124
Cerrahpaşa Camii 124
Cevad Paşa Türbesi 178
Cevahir Bedesteni 102
Cevri Kalfa İlkokulu 63
Cevri Usta Camii 308
Cezayirli Hasan Paşa İlkokulu 245
Cezayirliyan, Mıgırdıç 275
Cezeri Kasım Paşa Camii 88, 194
Chenier, Andre 223
Cibali 135; Kapısı 137
Cibali Sigara Fabrikası 137
Cihangir Camii 256
Cinci Meydanı 48
Cingria 322
Con Paşa Köşkü 335
Constantinus 1, 2, 23, 33, 39,41, 66
Cumhuriyet gazetesi 84
Çakmakçılar Camii 99
Çamlıca 312
Çamlıca Kız Lisesi 313
Çana Sinagogu 146
Çandarhlar 96, 158, 179
Çardaklı Hamamı 45
Çarpışan Kayalar 280
Çarşamba 163, 169
Çarşı Camii 205
çarşılar 89-104
Çatal Çeşme 326
Çatladıkapı 44
Çavuşoğlu Köşkü 335
Çeçeyan Hanı 217
Çemberlitaş 66
Çemberlitaş Hamamı 66
Çengelköy 291
Çerkezler Mahallesi 257
Çerkezo 221
çeşmeler 32
Çıksalın 249
Çırağan Sarayı 263
Çiçek Pasajı 237
Çiçek Pazarı 237
Çifte Saraylar 85
Çiftehavuzlar 324
Çiller Yalısı 274
Çingeneler 56, 135, 147, 305
çiniler 172; İznik 78, 95, 101, 113, 129, 149, 170, 196, 220, 304; Kütahya
219, 312; Tekfur Sarayı 55, 59, 94, 146, 301
Çinili Cami 305
Çinili Hamam 154, 305
Çinili Köşk 34
Çorlulu Ali Paşa 186
Çorlulu Ali Paşa Camii 248
Çorlulu Ali Paşa Külliyesi 67
Çubuklu 284
Çuhacılar Hanı 101
Çukur Bostan 169, 170
Çukur Han 95
Çürüksulu (Mahmut Paşa) Yalısı 310
Dadyanlar 275; Hovhannes Dadyan 205,
206,208
Dalan, Bedrettin 54, 137, 170, 193, 266,310,324
Dalgıç Ahmet Ağa 109
Dalgıç Ahmet Çavuş 78
dalyan 283, 323
Damat İbrahim Paşa Çeşmesi 265
Damat Ferit Paşa 271
Damat İbrahim Paşa 24
Dandolo 18
Dandrialar 236
D'Aronco 98, 216, 225, 227, 253, 277, 309, 322
Darülaceze 252
darülhadis 107, 113
darüşşifa 115
Davut Ağa 35, 43, 67, 78, 124, 153, 172, 176, 185
Davut Ağa Mescidi 192
Davut Paşa Camii 127
Davutpaşa 127, 341
Debreli İsmail Paşa Yalısı 293
Decugis 323
Dede Efendi 30
Defterdar 193
Defterdar Atıf Efendi 110
Defterdar Ekmekçizade Ahmed Paşa Medresesi 109
değirmen 333
Demetrios Kanabu Kilisesi 147
Deniz Harp Okulu 332
Deniz Müzesi 217, 263
Deniz Hastanesi 245
Derya Ali Baba Türbesi 202
Dethier 24, 41,45, 58, 257
Devati Mustafa Efendi Tekkesi 306
dikili taşlar 24
Dil 335
Dinozade Abıdin Paşa Türbesi 168
Direklerarası 105
Divan Odası 37
Divanyolu 63-64
Divan Edebiyatı Müzesi 226
Doğan Apartmanı 225
Doğancılar 301
Dolmabahçe 261
Dolmabahçe Camii 255
Dolmabahçe Sarayı 261
Donizetti Paşa 234
Drağman Camii 174
Dragos 327
Dudullu315
Duhani 276
Dutch Chapel 229
Dülgerzade 181
Düyun-u Umumiye 84
Ebu Zerar el-Gıfari 148
Ebu Eyyûb Ensari 60, 197
Ebubekir Paşa Sıbyan Mektebi 124
Ebussuud Efendi 119
Edip Efendi yalısı 290
Edirnekapı 56
efsaneler 19, 20, 117, 130, 163, 202, 249,310,317
Eğrikapı Maksemi 192
Eğrikapı 60
Eirene 18
Eirene Kulesi 98
ekonomi 90-92
Elçi Hanı 66
Eldem, Sedat Hakkı 153, 249, 255, 292
Elefterios Limanı 50
Elekli Dede 54
Elmalı Bendi 336
Emek Sineması 238
Eminönü 75, 77, belediyesi 64
Emir Buhari tekkeleri 135, 178
Emir Güne 271
Emirgân 271; koru 273
Enderun-u Hümayun 36
English High School for Girls 232
Eremya Çelebi 51, 54
Eren Baba 325
Erenerol, Turgut ve Selçuk 218, 219
Erenköy 325
erguvan 273, 290
Ermeni edebiyatı 20
Ermeni Esayan kız liseleri 240
Ermeni Katolik Manastırı 243
Ermeni Patrikliği 48, 50, 131
Ermeni Protestan Kilisesi 243
Ermeniler 48, 105, 131, 147, 198,278, 331
Erol Taş'ın kahvesi 30
Esekapı (İsakapı) Mescidi 128
Eski İmaret Camii bkz. Pantepoptes Kilisesi
Eski Muharipler Derneği 257
Eski Saray 32, 71
Eskihisar 328
Esma Sultan Namazgahı 48
Esma Sultan Yalısı 265
Etfal Hastanesi 253
Ethem Pertev Yalısı 286
Etz ha-Hayim Sinagogu 265, 267
Eufemia Martirion'u 26
Evliya Çelebi 18, 54, 92, 93, 115, 130, 166, 168, 176, 197, 198, 201, 202,
248, 250, 283
Eyice, Semavi 68, 148
Eyüp 191-199
Eyüp oyuncakları 198
Eyüp Sultan Camii 197
Fahrettin Kerim Villası 324
Faik ve Bekir Bey çifte yalıları 275
Faros 44
Fatih 163-169
Fatih Belediyesi 181
Fatih Bedesteni 215
Fatih Camii 163
Fatih Kanunnamesi 22
Fatih Sultan Mehmet bkz. Mehmet II
Fatma Sultan 56
Fazıl Bey Yalısı 291
Fen ve Edebiyat Fakülteleri 72
Fenari İsa Camii bkz. Konstantinos Lips
Fener Rum Lisesi 141
Fener 139
Fenerbahçe 322
Feridun Bey Yalısı 284
Feriye Sarayları 263, 265
Ferruh Kethüda Camii 146
Feshane 193
Fethi Ahmet Paşa 294
Fetih Cemiveti 67
Fetva Emini Medresesi 186
Feyzullah Efendi 181:
Fındıklı 255
Filadelfion 107
Fildamı 205
Filoksenus Sarnıcı bkz. Binbirdirek
Firavun III. Tutmosis 24
Finiz Ağa 27
Finiz Ağa Camii 26
Fitnat Hanım 72
Florence Nightingale 308
Florya 208
Forum Bovis 123
Forum Constantinus 66
Forum Tauri 68
Foscolo 234
Fossati 19, 65, 84, 223, 228, 229
Fransız Elçiliği 230, 231, 277
Fransız Geçidi 217
Frederici evi 320
Freely ve Sumner Boyd 17, 24, 124,' 169
Frej apartmanı 222
Frescolar 233
Fuat Paşa 70
Fuat Paşa Camii 64
Gagavuzlar 219
Galata 77, 211,212
Galata Köprüsü 75, 145
Galata Kulesi 213, 224
Galata Mevlevihanesi 226
Galatasaray 237
Galatasaray Adası 267
Galatasaray Lisesi 237
Garibaldi 232
Garipçe Köyü 280
Gastria 128
Gazali 119
Gazanfer Ağa 153; medresesi 153
Gazi Osman Paşa Türbesi 168
gecekondu 8, 203, 204
Gedik Ahmet Paşa 67, 159
Gedikpaşa Çarşısı 67
gelecek perspektifi 10
Gennadios 157, 164, 173
Gevher Sultan 125
Glavaniler 236; apartmanları 230
Gotlar Sütunu 34
göç 8, 203
Gökalp, Ziya 65
Göksu 287
Gözcü Baba 32
Göztepe 324
Grand Hotel Kroecker 235
Gregorios 140
Gritti, 174, 225
Gureba Hastanesi 188
Gül Camii 137
Gülbahar Sultan 168
Gülersoy, Çelik 29, 58, 222, 273, 284, 313
Gülhane Parkı 34
Gülnuş Emetullah Sultan 299
Gümüşdere-Kısırkaya 343
Gümüşsu Palas 241
Gürcü Katolik Kilisesi 253
Güzel Sanatlar Müzesi 263
Güzelce Kasım Paşa Camii 245
Gyllins 267
Gyropolis 280
Hacer-ül Esved 22, 46
Hacı Ahmet Paşa Türbesi 301
Hacı Bekir (şekerci) 81, 319
Hacı Beşir Ağa Darülhadisi 192
Hacı Hasan Mescidi 157
Hacı İlyas Camii 148
Hacı Mehmet Emin Ağa Sebili 255
Hacı Mustafa Ağa 78
Haçlı Sereri 139, 278
Hacopulos 102, 335; evi 238; pasajı 232
Hadım Hasan Paşa Medresesi 88
Hadi Sem Yalısı 290
Hafız Ahmet Ağa çeşmesi 93
Hahambaşı konağı 249
Hahambaşılık binası 235
Halep Pasajı 238
Halet Efendi Türbesi 227
Halı ve Kilim Müzesi 22
Halıcıoğlu 250
Hali Efendi Medresesi 176
Haliç Köprüsü 75
Haliç 1, 5, 41, 89, 135-150, 191, 245
Halide Edip 25
Halil Paşa Türbesi 302
Halil Bey Yalısı 284
Haliliye Medresesi 154
Halkalı 340, 341
Halkedon 317
hamamlar 20, 86;
Bizans hamamı 21
Hamapulos Yalısı 275
Hamidievvel Camii 293
Hamidiye Camii 335
Hamlin, Cyrus 59, 268
Hançerli Bey 60
Hannibal'm mezarı 328
Harbiye 254
Harbiye Nezareti 70
Harem (semt) 309
Harem 37
Harikzedeler 73
Hasan Paşa Medresesi 71
Hasan Hüsnü Paşa Tekkesi, Kitaplık ve Türbesi 196
Haseki Hastanesi 188
Haseki Hürrem Hamamı 20, 21
Haseki Külliyesi 127
Haseki Sultan Meydan Çeşmesi 341
Hasip Paşa Yalısı 293
Hasköy 78, 248
Hatice Turhan Sultan 99
Havariyun Kilisesi 164
Havuzlu Çeşme 342
Havyar Hanı 216
Haydar Hamamı 160
Haydarpaşa Garı 309
Hâzini Bumin köşkü 314
Hazret-i Muhammet 20, 60, 186, 197
Hebdomon 205, 208
Hekimbaşı Yalısı 286
Hekimoğlu Ali Paşa Camii 127
Helvacı Camii 46
Helvai tekkesi 111
Hemdat İsrael Sinagogu 318
Heraklios Surları 61, 150
Hesed le Avraam Sinagogu 335
Heybeli 329, 332
Hezarfen Ahmet Çelebi 224
Hıdiv ailesi 268, 274
Hıdivyar apartmanı 228
Hırami Ahmet Paşa 192
Hırami Ahmet Paşa Camii bkz. Ayios İoannis Kilisesi (Çarşamba)
Hıristos Manastırı 332
Hırka-i Şerif Camii 186
Hırka-i Saadet Dairesi 36
Hidayet Camii 80
High School 254
Hipodrom 13,23,24,25
Hisarüstü 270
Hobyar Mescidi 82
Hoca Paşa Hamamı 82
Hollanda Elçiliği 229
Horhor 151
Horoz Baba 137
Horoz Ali Paşa 325
Horoz Dede 93
Hrisopolis 297
Hristos 332
Hristos Filantropus 43
Hubbi Hatun türbesi 197
Huber Yalısı 276
Huguenin evleri 326
Hulusi Bey Köşkü 333
Humbaracı Ahmet Paşa 227, 228
Humbarahane Kışlası Camii 250
HurmalıHan 95
Hüma Hatun 185
Hümaşah Valide Sultan 273
Hünkâr İskelesi 282
Hünkâr Kasrı 78
Hürrem Çavuş Camii 187
Hürrem Sultan 21, 26, 57, 94, 113, 127, 194
Hüseyin Ağa 45
Hüseyin Rahmi 333
Hüsrev Paşa Türbesi 185
Ihlamur Kasrı 255
İbrahim, (Deli) 19, 99, 131
İbrahim Müteferrika 227
İbrahim Paşa Camii 55, 96
İbrahim Paşa 26, 94, 101
İbrahim Paşa Mektebi 326
İbrahim Paşa Sarayı 26
İçmeler 328
İdealtepe 326
İdjtihad Evi 88
İkonoklazm 107
İlya Profiti Kilisesi 311
İlyasko Yalısı 333
İmparatoriçe Anna Dalassena 157
İmrahor Camii 301
İmralı 335
İnceğiz mağaraları 341
İnciciyan 147
İncili Köşk 43
İnşaat ve Sanat Eserleri Müzesi 181
İoannis Komnenos 18, 173
İpsilanti 147; yalısı 277
İran Konsolosluğu 84
İran Okulu 64 : .-,
İranlılar 98
İsaak Angelos Kulesi 149 '
İshak Ağa Çeşmesi 282
İshak Paşa Camii 33
İsidorus 15
İskele Camii 318
İskender Ağa 46
İskender Paşa Camii 183
İsmail Ağa Camii 171
İsmet Efendi Tekkesi 171
İspanyol Elçiliği 230; (yazlık) 279
İsplaridit Oteli 334
İstanbul Belediyesi 108
İstanbul Erkek Lisesi 84
İstanbul Kitaplığı 29
İstanbul Kulübü 235
İstanbul Manifaturacılar Çarşısı 153
İstanbul Üniversitesi 70
İstanbul Valiliği 83
İstinye 273
İsveç Konsolosluğu 227
İtalyan Elçiliği 255, 277
İtalyan Katolik Kilisesi 206, 319
İtalyan Lisesi 230
İtalyan Kız Orta Okulu 237
itfaiye 45, 71
İttihat ve Terakki 28, 84, 98, 207, 275, 335
İustinianos 2, 15, 17, 20, 25, 27, 33, 44, 45,151,164,211,322,343
İustinos 55
İvaz Efendi Camii 148
İyasko Köşkü 335
İzmir Palas 255
İznik 22
Jamanak 234
Japonya Elçiliği 241
Kabasakal Medresesi 29
Kabataş 260
Kabataş Meydan Çeşmesi 256
Kadıköy 317-327
Kadıköy Anadolu Lisesi 321
Kadıköy Çarşısı 345
Kadın Eserleri Kütüphanesi 144
Kadınefendi Yalısı 291
Kadırga 48
Kadırga Hamamı 48
Kadızade Tabir Efendi Tekkesi 128
Kâğıthane 250
Kalagru Kapısı 55
Kalamış 321
Kalenderhane 107
Kalenderhane Tekkesi 196
Kalha Kadoş be Kuşta Bene Mikra Sinagogu 249
Kaligaria 60
Kalpazan Kaya 332
Kalvokoresis Köşkü 335
Kalyoncu Kışlası 245
Kamariotisa Kilisesi 332
Kamondo 101, 215, 249, 271, 274; hanı 225; evi 234; merdiveni 222
Kampanaki 240
Kandilli 288
Kandilli Kız Lisesi 290
Kandilli Rasathanesi 291
Kanlıca 285
Kantakuzenos 143
Kantarcılar Mescidi 93
Kantemir, Dimitir 142
Kapalıçarşı 102
Kaptan Paşa Camii 197, 301
Kapudan İbrahim Paşa Mescidi 111
Kara Ahmet Paşa Camii 56
Kara Davut Paşa Camii 302
Kara Mustafa Paşa Külliyesi 67
Karabaş Mescidi 220
Karacaahmet 307
Karagümrük 163
Karaköy 77
Karaköy Mescidi 216
Karaköy Meydanı 216
Karaköy Palas 216
Karamanlı Rumlar 132, 218; mezarlığı 53
Karantina binası 217
Karatodori Yalısı 275
Kariye Müzesi 57, 58
Karpuzdan Kaya 332
Kartal 327
Karyağdı Tekkesi 199
Kasaplar Mescidi 202
Kasım Ağa 305
Kasımpaşa 245
Kastellion Kalesi 217
Kastoriya Sinagogu 58
Kastro deresi 344
Kaşgari Tekkesi 199
Kaşık Adası 329, 332
Kaşıkçı Elması 60
Kâtip Çelebi mezarı 153
Katolik Kilisesi (Bebek) 268
Kavafyan Konağı 268
Kavasbaşı Ahmet Ağa Çeşmesi 292
Kaygusuz Tekkesi 63
Kayışdağı 340
Kaymak Mustafa Paşa 301
Kaymak Mustafa Paşa Camii 291
Kaynarca 328
Kayserili Ahmet Paşa Konağı 111
Kazaklar 280
Kazancılar Camii 93
Kazaz Artin 50
Kazlıçeşme201,202
Kazlıçeşme Hamamı 202
Keçecizade Fuat Paşa 64
Keçili Liman 280
Kefevi Camii 174
Keldaniler219, 230, 243
Kemaleddin Camii 270
Kemalettin Bey 73, 82, 109, 178, 268, 313,324,326
Kemankeş Camii 217
Kemerburgaz 343 kemerler 341, 343
Kemik Hastanesi 270
kervansaray 115
Keserci Baba Türbesi 185
Keskin Dede Türbesi 177
Khora Kilisesi bkz. Kariye Müzesi
Kıbrıslı Yalısı 288
Kıbrıslı Mehmet Emin Paşa 288
Kılıç Ali Paşa Camii 219
Kılıççılar Sokağı 101
Kınalı 329, 331
Kıraç-Koç Yalısı 291
Kırdar, Lütfi 7
Kırım Kilisesi 228
Kırimi Çeşmesi 192
Kırimi Hüseyin Efendi Türbesi 192
Kırkçeşme Maksemi 60
Kız Kulesi 309
Kızıl Mescit 194
Kızıl Han 95
Kızıltoprak 323
Kıztaşı 181
Kilyos 343
Kiraz Han 95
Kireçburnu 277, 279
kitapçılar çarşısı 69
Klodrarer Sokağı 63
Koca Mustafa Paşa Camii 129
Koca Sinan Paşa Külliyesi 67
Koca Yusuf Paşa sebili 256
Kocataş Yalısı 278
Koçu, Reşat Ekrem 30, 160, 192, 208, 209, 315, 344
Komnenos 157; surları 60
konservatuar 318
Konstantin Dragazes 138
Konstantinopolis 17, 19, 33, 42, 68, 211,269
Konstantinos 17, 18, 60
Konstantinos VII. Porfirogennetos 24
Konstantinos Lips Kilisesi (Fenari İsa Camii) 183
Kontoskalion 48
Konyalı, İbrahim Hakkı 292, 307
Korutürk, Fahri 29
Koska 89
Kovacılar Mescidi 110
Köçeoğlu 237; köşkü 292, 313
köleler 314Köprü 191
Köprülü, Fuat 65
Köprülü Külliyesi 65, 66
Köprülü Kütüphanesi 65
Köprülü Mehmet Paşa 65
Köseleciler Yalısı 287
Kösem Sultan 22, 99, 305
Kraliçe Victoria 261
Krepen Pasajı 236
Ksenofon Mağarası 339
Ksilokerkos bkz. Belgrad Kapısı
Kuban, Doğan 96
Kubbealtı 37
Kuleli Askeri Lisesi 291
Kumkapı 48
Kumrulu Mescit 177
Kurbağalı Dere 321
Kurşunlu Han 215
Kurtuluş 254
Kurtuluş Savaşı 30
Kuruçeşme 56, 266
Kuyucu Murat Paşa Medresesi 105
Kuzguncuk 294
Küçük Ayasofya (Sergios ve Bakhos Kilisesi) 44, 45
Küçük Çamlıca 314
Küçük Çekmece 340
Küçük Efendi Camii 130
Küçük Hamam 128
Küçük İtalya 230
Küçük Mustafa Paşa Hamamı 138
Küçük Yeni Han 99
Kiiçükçekmece 201
Küçükpazar 121
Küçüksu 287
Küçüksu Çayın 288
Küçüksu Kasn 287
Küçükyalı 326
külliye 3
Kürkçü Han 100
Kürkçübaşı Camii 56
Kyriakides 82
Lady Montague 278
L'Assomption Kilisesi 320
lahana çeşmesi 292
lahanacılar 34
Lala Mehmet Paşa 46
Lale Devri 71, 73
Laleli 73
Laleli Baba Türbesi 74
Laleli Camii 73
Laleli Çeşme 225
Langa 50, 125
Latin işgali 3, 18, 24, 30, 42,45, 53, 57, 149,205,213
Latin Katolik Kilisesi 207
Latin Mezarlığı 208
Lausos ile Antiohos'un sarayları 27
Lebon 228
Lengerhane 250
Leon surları 60, 61, 150
Leon VI 18
Levantenler 77, 225, 235, 319; apartmanları 233
Levant Herald, The (gazete) 234
Levent 252
Lizst, Franz 232
Logotet Teodoros Metohites 58
Loğusa Kadın Türbesi 212
lokantalar Aleko 275; Ali Baba 114; Angel 311; Arabın Yeri; balık lokantaları
281, 292; Dar-üz Ziyaf'e 115; Fehmi 319; geleneksel lokantalar 104; Gelik
207; Hamdi 93; Havuzlu 104; Hünkâr 177; Kanaat 306; Kâtıb Atacan 344;
Koço 320; Liman 217; Oğuz 344; Pandeli 80, (Rami'deki) 341; Refik 233;
Rejans 233; Safa 133; Urcan 279; Yahudi lokantası 93; Yakup 233;
Yeşilköy'de 208, Hasan 279
Lonca 135, 148
loncalar 89,93
Loti, Pierre 290; kahvesi 198
Lozan Kulübü 320, 321
Lykos 50, 56, 125, 187
Maçka Çeşmesi 255
Maçka Palas 255
Maçka Silahhanesi 241
Maden 333
mahalleler 120, 160; Rum 254; Türk mahallesi 149
Mahmut I 19, 79, 101, 147, 214
Mahmut II 50, 60, 63, 70, 75, 81, 83, 130, 131, 168, 193, 205, 206, 221,
227, 257, 261, 264, 269, 293, 341; türbesi 65
Mahmut Nedim Paşa 88, 291
Mahmut Şevket Paşa 252; konağı 300
Mahmutpaşa 100
Mahmutpaşa Camii 100
Mahmutpaşa Hamamı 100
Mahmutşevketpaşa köyü 336
Maison de France 230
Makriköy 206
Makros Embolos 89, 96
Maltepe 326
Manastır Mescidi 56
Manastır Tepesi 331
Manastırlı İsmail Hakkı Bey Yalısı 287
Mangana Sarayı 43
Manuel Komnenos 149
Marcianus 181
Maria Komnena 332
Maria Muhliotissa Kilisesi 141
Marki Necip Yalısı 286
Markiz 234
Marko Paşa 281
Marmara Surları 43
Maslak Kasırları 252
Mason lokali 232
matbaa (Ermeni, Yahudi, Rum, Türk) 98
Mavrokordato ailesi 238 ••
Mehmet Ağa 176
Mehmet Ağa Camii 171
Mehmet I 34
Mehmet II (Fatih) 4, 20, 23, 34, 44, 48, 50,51,93,101, 123, 139,141,156,
157, 158, 159, 164, 168, 173, 177, 197, 257, 260, 269, 270, 300, 302, 318
Mehmet III 19, 23, 125
Mehmet IV 25, 54, 79, 99
Mehmet Tahir Ağa (mimar) 21, 73, 164
Melkit Kilisesi 242
Menderes, Adnan 7, 8, 188, 219, 323, 335,
Merdivenköy 324
Merit Oteli 73
Merkez Efendi Camii 129
Mermer Kule 51
Meryem Ana Kilisesi 243
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa 67
Mesa 13, 57
Mesih Mehmet Paşa 186; camii 185
Metohion 143
metro 8
Mevlevihane Kapısı 55
Mevleviler 226, 264
mezarlıklar 54, 191, 198
mezbaha 250 \
Meziki Köşkü 335
Mıkhitarist 240
Mısır Çarşısı 80
Mısır Sefareti 268
Mihail V 133
Mihail Paleologos 51, 142, 183
Mihrimah Camii 57, 298
Mihrimah Saltan 94, 57, 113
Mihrişah Hacı Kadın Hamamı 130
Mihrişah Sultan İmareti 196
Mihrişah Sultan Külliyesi 196
Milion taşı 13
Millet Bahçesi 312
Millet Caddesi 188
Milli Reasürans Hanı 82
Mimar Mustafa Ağa Çeşmesi 148
Mimar Sinan Üniversitesi 256
Minerva Hanı 222
Minkarizade Medresesi 302
Mirelaion Kilisesi (Bodrum Camii) 72
Mirimiran Mehmet Paşa 82
Miskinler Tekkesi 308
Mithat Paşa 252
Mizzi'nin köşkü 335
Mocan, Şevket 294
Moda 319
Moda Deniz Kulübü 320
Mokios Sarnıcı 128
Molla Çelebi Camii 256
Molla Zeyrek Mehmet Efendi 156
Mongeri 216, 232, 253, 254, 255
Mozaik Müzesi 29, 151
mozaikler 174
Muazzez Hanım Yalısı 293
Muhammed el-Ensari 150
Murat III 19,20,43,67,173
Murat IV 93, 109,22,271, 125,99, 280, 36
Murat V 79, 263, 277
Murat Molla Kütüphanesi 172
Murat Paşa Camii 124
Murat Paşa 124
Müridoğlu, Zühtü 263
Müslümanlar 198
Mustafa Fazıl Paşa 312
Mustafa I 19
Mustafa II 79, 164, 181
Mustafa III 318,177, 300, 73; camii 284
Mustafa IV 63
Mustafa Kemal'in evi 253
Mustafa Reşit Paşa 270
Muzaffer Bey 82
Muzurus Paşa evi 240; konağı ,257
Müftülük 115, 117
Mühendishane 250
Mükrimin Halil 101
Naile Sultan Yalısı 266
Nakkaş Hüseyin Paşa Türbesi 196
Nakşibendiler 171, 183, 302, 307
Nakşidil Sultan 81, 168
Naili Mesciti 82
Narlıkapı 50, 133
Narmanlı Yurdu 234
Nayi Osman Dede 227
Nâzım Hikmet 294
Nâzım Paşa Yalısı 286
Nazif Paşa Yalısı 291
Nazlı Mahmut Çelebi Camii 193
Neandros329
Neslişah Sultan 56
Neve Şalom Sinagogu 225
Nevşehirli İbrahim Paşa 107, 208
Nimfaion 107,153
Nişancı Mehmet Bey Medresesi 128
Nişancı Mehmet Paşa Camii 176
Nizam 333
Nötre Dame de Sion Okulu 254
Nurbanu Sultan 66, 303
Nuruosmaniye Camii 101
Nusretiye Camii 257
Oduncubaşılar Yalısı 269
Okçu Musa Okulu 224
Okmeydanı 250
Olivo Pasajı 233
Orhan Kemal 139
Orhan Gazi 325
Orient Express 82, 235
Ortaköy265
Ortaköy Camii 265
Osman II (Genç) 22, 23, 35, 52, 307
Osman III 43, 79, 101
Osman Efendi (Mısır kadısı) 108
Osman Hamdi Bey 34; evi 328
Osmanlı Bankası 222
Osmanlılar 23, 27, 32, 42
Ostrorog Yalısı 289
otogar 55
Öğretmen Okulu 188
Ömer Hilmi Efendi Köşkü 312
Ömer Abed Hanı 216
Özbekler Tekkesi 46, 307
Palazzo di Venezia 230
paleolitik çağ 340
Pammakaristos Kilisesi 164, 173
Pamukciyan 54, 311
Panayia Balinu Kilisesi 147
Panayia Belgradiu Kilisesi 52
Panayia Elpida Kilisesi 48
Panayia Gorgoepıkoos Kilisesi 128
Panayia Hauçeriotissa Kilisesi 60
Panayia Kilisesi 218, 232
Panayia Paramithias Kilisesi 143
Panayia Suda Kilisesi 61
Pangaltı 254
Pangaltı Hamamı 254
Pantepoptes Kilisesi (Eski İmaret Camii). 157
Pantokrator Kilisesi (Zeyrek Camii) 154
Papa Eftim 218Pardoe (Miss) 145
Park Otel 241
Paşabahçe 284
Paşalimanı 294
Patrona Halil 71
Pavli Adası 329
Peges 53
Peker, Recep 25
Pempton 56
Pendik 327
Pera Palas 235
Pera 211,225, 226
Perişan Baba Tekkesi 202
Perşembepazarı 212
Pertev Paşa Türbesi 196
Pertevniyal Lisesi 123
Pertevniyal Sultan 123, 192
Petrion 139
Piri Reis 43
Piyale Paşa 248
Piyale Paşa Camii 245
Podestat (Palazzo di Communita Magnifkat di Pera) 222, 223
Polieuktos 151
Polonezköy 336
Polonya Elçiliği 231
Pompei Sütunu 280
Porfırogennetos Sütunu 24
Porta Aurea 51
Porta Leonis 44
Poyrazköy 280
Preziosi 208
Profitis İlyas Kilisesi 335
Protestan 227
Ragıp Paşa 72, 238, 239, kütüphanesi 72, 73
Rakım Efendi Türbesi 176
Ralliler 321; apartmanı 255
Ramazan Efendi Camii 128
Rami Kışlası 341
Recai Mehmet Efendi Sıbyan Mektebi 109
Recaizade Ekrem Bey 274; yalısı 291
Region 55
Rehabula Hatun türbesi 110
Rejans 233
Resim ve Heykel Müzesi 261
Revani Şuccağ Efendi 110
Rıfai Tekkesi 29
Rıza Bey Yalısı 287
Riva 339
Robert Kolej 267, 268
Roma İmparatorluğu 13, 39, 41, 342
Romanos Lekapenos 72 ;
Romanya Konsolosluğu 240
Rotunda 72
Rukiye Sultan Yalısı 286
Rum (Fener) konakları 139, 142, 144
Rum Andonaki Yalısı 284
Rum Mehmet Paşa 159; camii 300
Rum Ortodoks Kilisesi 263
Rum Ortodoks Patriği 50
Rum Ortodoks Patrikliği 139
Rum Ortodoks Teoloji Okulu 333
Rum Yetimhanesi 334
Rumelihisarı 270
Rumeli Feneri 280
Rumeli Hanı 238
Rumeli Hisarı 269
Rumelikavağı 279
Rumlar 141, 139, 249, 276, 327, 331
Rus Elçiliği 228
Rus Elçiliği (yazlık) 279
Rus Arkeoloji Enstitüsü 238
Rus Kiliseleri 218
Rus Kapısı 55
Rüstem Paşa 94, 118; camii 93; medresesi 84; mektebi 301; türbesi 109
Saçlı Abdülkadir Efendi Camii 196
Sacre-Coeur Kilisesi 241, 256
Sadabad 250
Sadberk Hanım Müzesi 278
Sadrazam İbrahim Paşa 59, 109
Sadullah Paşa 291, 292; yalısı 291
Saffet Paşa Yalısı 286
Safiye Sultan 78, 113
Sagir Han 96
Sağrıcılar ya da Yavuz Çelebi Camii 93
sahaflar 69
Sahrayıcedit Camii 325
Saint-Esprit Kilisesi 254
Sait Faik 332
Sait Halim Paşa Yalısı 274
Sait Hami Paşa 275
Saka Çeşmesi Camii 99
Sabancı, Sakıp 273
Salacak 310
Saliha Sultan Çeşmesi 213
Saliha Sultan Sarayı 256
Samanveren Camii 96
Samatya 50, 130
Samatya Kapısı 50
Samson Hastanesi 33
San Pacifıco Latin Katolik Kilisesi 335
sanatoryum 332
Sancaktar Mescidi 128
Sancta Terra Şapeli 230
Sandal Bedesteni 102
Sanki Yedim Camii 160
Sankt Georg Kilisesi 332
Santa Maria Draperis Kilisesi 229
Saraçhane 179
Sarıyer 279
sarnıçlar 29, 35, 67, 86, 133, 169, 171; ayrıca bkz. Aetios, Aspar, Bazilika,
Binbirdirek, Mokios, Teodosios
Sedef Adası 329
Selâhaddin Uşşakî 160
Selamiçeşme 324
Selamsız 304 ■ '■
Selanik Pasajı 215
Selanik Mezarlığı 306
Selim I (Yavuz) 56, 184, 284; camii 170
Selim II 19, 153
Selim III 257, 268, 271, 277, 308
Selim Ağa 306; kütüphanesi 306
Selimiye Hankâhı Camii 308
Selimiye Camii 308
Selimiye Kışlası 308
Selmaıı Ağa Camii 306
Semiz Ali Paşa Medresesi 175
Semprini 229
Sen Piyer Hanı 223
Sepetçiler Köşkü 35
Septimius Severus 1, 23, 39
Serasker Hüseyin Avni Paşa Çeşmesi 295
Sergios ve Bakhos Kilisesi Bkz. KüçükAyasofya
Sermet Muhtar 314
Sertarik Tekkesi 192
Sevda Tepesi 288
Seyit Paşa Çeşmesi 325
Seyyid Velayeti Tekkesi 159
Sırplar 342
Silahi Mehmet Bey Camii 194
Silivrikapı 53, 54
Simeon 101
Simkeşhane 71
Sinan (Mimar) 21, 28, 46, 55, 55, 56, 57,60,78,84,94, 108, 111, 115, 127,
128, 129, 131, 137, 146, 148, 154, 174, 175, 176, 181, 185, 192, 193, 194,
196, 196, 212, 215, 220, 247, 256, 263, 263, 298, 299, 301, 302, 303, 341,
341, 342; camii 187; mezarı 115
Sinan Paşa Camii 263
Sinan Paşa Mescidi 138
Sirakyan evleri 331
Sirkeci Garı 82
Sivriada 329, 335
Sıyavuş Paşa Medresesi 96; türbesi 196
Socıeta Operaia Italiaııa 233
Sofa Köşkü 36
Sotia 55
Soğukçeşme Sokağı 28
Sokollu Mehmet Paşa 46; camii 46,212; külliyesi 196; mescidi 342
Sormagir Camii 128
Sphendon 25
Spina 24, 25
Spor ve Sergi Sarayı 254
St. Antuan Kilisesi 232
St. Benoit Lisesi 221 :
St. George Kilisesi 223
St. Joseph Lisesi 321 ■
St. Louis Şapeli 230
St. Michel Lisesi 253
St. Pulcherie Kız Okulu 238
Stavros293
Studion 132, 133; manastırı 50
Suadiye 326
Sultan Reşat Türbesi 196
Sultanahmet 13-29
Sultanahmet Camii 20, 21
Sultanahmet Cezaevi 29
Sultanahmet Meydanı 13
Sultanhamamı 82
Sultantepe 307
Sulu Manastır 130
Sulukule 56
Suphi Paşa Konağı 151
sur dışı 201
surlar 39-43, 150
Surp Agop Kilisesi 128
Surp Asdvadzadzin Kilisesi (Nişanca) 50, (Bakırköy) 206, (Ortaköy) 265,
(Yeniköy) 274; katolik 335
Surp Garabed Ermeni Kilisesi 311
Surp Haç Gregoryen kilisesi 311
Surp Haç Kilisesi 266
Surp Harun'un Kilisesi 48
Surp Hovhannes Ermeni Kilisesi 51
Surp Hreşdagabet Kilisesi 147
Surp Hripsimyantz Kilisesi 279
Surp İstepanos Kilisesi 207
Surp Kevork Kilisesi 130
Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi (Karaköy) 219, (Kuzguncuk) 294, (Kınalıada)
331
Surp Levon Ermeni Katolik Kilisesi 321
Surp Nikoğos Kilisesi (Topkapı) 56, (Beykoz) 282
Surp Nişan Kilisesi 327
Surp Pırgiç Kilisesi 221
Surp Santuht Kilisesi 270
Surp Takavor Kilisesi 319
Surp Tateos Kilisesi 50
Surp Yergodasan Arakelotz Kilisesi 290
Surp Yeritz Mangantz Kilisesi 271
Surp Yerortutyun Ermeni Katolik Kilisesi 233
Surp Yerortutyun 237
Süleyman Ağa Çeşmesi 342
Süleyman I (Kanuni) 21, 26, 28, 46, 53, 94,108, 113, 117, 119, 185, 194,
208, 225, 231, 256, 257, 264, 341
Süleymaniye 110-121
Süleymaniye Camii ve Külliyesi 5, 110, 111, 179; kütüphanesi 114, 183
Sünbül Efendi 129
Sünnet Odası 37
Süreyya Paşa 326
Süreyya Sineması 321
Süryani Kilisesi 243
Süryaniler 331; katolik 241
Sütlüce 250
Sveti Stefan Kilisesi 143
Sykai211
Şah Huban Kadın 184; türbesi 184:
Şah Sultan Külliyesi 194
Şair Fitnat Hanım Türbesi 197
Şale Köşkü 264
Şaşkınbakkal 326
Şazeli Tekkesi 135 .''."-
Şebsefa Kadın Camii 153
Şehir Tiyatrosu 254
Şehit Ali Paşa Kütüphanesi 109
Şehremini 188
Şehzade Burhaneddin Efendi Yalısı 275
Şehzade Mehmet 108, 109
Şehzade Camii 108
Şehzadebaşı 105, 107
Şemsi Paşa 299; camii 299
Şengül Hamamı 86
Şenlikköy 208
Şerifler Yalısı 273
Şeyh Bedreddin 65
Şeyh Camii 306
Şevh Galib 227
Şeyh Mahmut Efendi 171
Şeyh Süleyman Mescidi 154
Şeyh Vefa türbesi 110
Şeyh Zafır Türbesi 98
Şeyhülislam Ahmet Muid Efendi Medresesi 160
şeyhülislamlık 117
Şifa 321
Şile 337
Şişli 252
Şişli Camii 253
Şişli Kaymakamlığı 253
Sütte 237
Tachmund 82
Tahir Ağa Camii 160
Tahir Ağa (Mimar) 74, 293
Tahtakale 42
Tahtakale Hamamı 96
Taksim 240
Taksim Kışlası 241
Talat Paşa 252
Talat Paşa Konağı 28
Tanpınar, Ahmet Hamdi 331
Tanyeli, Uğur 46
Tanzimat 9, 225; fermanı 48
Tarabya 276
Tarabya Oteli 277
Tarik-i Dünya Manastırı 332
Tarlabaşı 242 Taş Han 74
Taşkışla 241
Taşlık Kahvesi 255
Tatavla 77, 254
Tavşan Adası 329
Tek, Ferit 309, 320
Tek, Vedat 82, 254
Tekfur Sarayı 58
Telli Baba 282
Teodora45, 183, 291
Teodosios 2, 41, 44, 126, 130
Teodosios Sarnıcı 64
Teodosios Surları 60
Teotokos Halkoprateia Kilisesi 28
Teotokos Kiriotissa Kilisesi 107
Teotokos Manastırı 175
Teotokos Pammakaristos Kilisesi 173
Terapia 276
Terkos Gölü 344
Terziyan (mimar) 181
Teşvikiye Camii 254
Tetrarklar 107
Tevfik Fikret 269
Tevfık Paşa 241
Theodosius 24, 51, 68, 71
Tıp Fakültesi 309
Timurtaş Camii 96
Tiryaki Çarşısı 72, 114
Todorı321
Tokatderesi 336
Toklu Dede Mescidi 149
Tophane Müşiri Zeki Paşa 270
Tophane 220, 257
Topkapı 55
Topkapı Sarayı 30
Troçki 335
Tubiniler 235
Tünel 215, 226
Tünel Meydanı 225
Tur-ı Sina Metohion'u 144
Turhan Sultan 78
Türk Ortodoks Patrikliği 218
Türk evleri 215
Türk Edebiyat Vakfı 63
Türk-İslam Eserleri Müzesi 26
Türkiyat Enstitüsü 71
Tuzla 328
Ulah Sarayı 143
ulaşım 8
Uluç, Ömer 21
Uluslararası Basın Merkezi 35
Union Français 235
Unkapanı 75, 93, 95, 135, 151
Us, Hakkı Tarık 68
Uzunçarşı Caddesi 89, 96
Üçbaş Camii 176
Ümraniye 315
Üsküdar 297-315
Üveys ailesi 186
Vakıf Han (V.) 109
Vakıf Han 82
Vahdeddin Köşkü 292
Vaka-i Hayriye 117, 241
Vaka-i Vakvakiye 25
Valens 151
Vali Konağı 254
Valide Çeşmesi 255
Valide Camii 123
Vallaury 34, 80, 216, 222, 234, 235, 312,324,334
Vani Efendi Tekkesi 128
Vaniköy 290 Vatan Caddesi 187
Vatikan Elçiliği 254
Vefa 109
Vefa Bozacısı 109
Vefa Kilise Camii 110
Vefa Lisesi 109
Vezir Hanı 66
Via Egnatia 205, 297
Vikingler 19, 125
Villa Mon Plaisir 323
Vosgeperan Ermeni Katolik Kilisesi 239
Yağcı Şefik Bey Yalısı 285
Yağkapanı 95
Yahudhane 77
Yahudiler 4, 58, 145, 331, 332, 334; Karaim 77, 248; Sefardim 98; evleri 146;
lokantası 93; mezarlıkları 249
Yahya Kemal 273, 289
Yahya Efendi Külliyesi 264
Yakacık 327
Yakınşark Eserleri Müzesi 34
Yakubşah bin Sultanşah 68
Yakup Kadri 289
Yalıköy 344
yalılar 266, 285
Yalova 344
Yanbol Sinagogu 146
yangın yeri 188
Yanıkkapı 214
Yarhisar ya da Mustafa Muslihiddin Camii 160
Yarımburgaz 340
Yassıada 329, 335
Yavaşça Şahin Camii 96
Yavedud 191, 192
Yedi Şehitler Kabristanı 202
Yedikule 51, 52
Yedikule Ermeni Hastanesi 203
Yedisekiz Hasan Paşa 264
Yeldeğirmeni 318
Yeni Ayakapı 137
Yeni Cami 78
Yeni Osmanlılar 343
Yeni Valide Camii 299
Yenikapı 50, 125
Yeniköy 274
Yeraltı Camii 217
Yerasimos 19, 108, 116,166
Yerebatan Sarayı (Bazilika Sarnıcı) 27
Yeşil Konak 29
Yeşilçam 238
Yeşilköy 207
Yılanlı Yalı 269
Yıldız Dede Hamamı 81
Yıldız Sarayı 264; tiyatrosu 264
Yom Burnu 280
Yoros Burnu 281
Yoros Kalesi 339
Yörük Ali 335
Yunanistan Konsolosluğu 237
Yusuf İzzeddin Efendi 313
Yuşa281
Yuvakim Kız Lisesi 142
Yücel, Can 337
Yüksek Kaldırım 221
Zal Mahmut Paşa 194; külliyesi 194
Zapyon Lisesi 240
Zarif Mustafa Paşa Yalısı 287
Zarifi 227, 334
Zembilli Ali Efendi 154
Zeuksippos Hamamı 21
Zeynep Dudu Çeşmesi 342
Zeynep Sultan Camii 28
Zeynep-Kâmil Konağı 72
Zeyrek 151, 154
Zeyrek Camii bkz. Pantokrator Kilisesi
Zeytinburnu 202, 203
Zihni Paşa Camii 325
Zindankapı 92
Zoe 18
Zografion Rum Erkek Lisesi 237
Zuhurat Baba Türbesi 206
Zühtü Paşa Camii 323
Zülfaris Sinagogu 215

{ kutupyıldızı kitaplığı }
101

Tarayanın Notu
Bu e-kitap "Görme Engelli" dostlar için taranmış ve ilk defa xxx da
yayınlanmıştır.
Bu sitenin sahibi görme engelli dost Yaşar Mutlu'nun gayret ve azmini görünce
iki gözümden utanıp yardım edebileceği-mi düşündüm. Bir katre ışık
olabildiysem ne mutlu. Herkesi bu mutluluğa davet ediyorum. Bu dostlara
yardımcı olun.
Polaris

UYARI:

xxx

Kitap sevenlerin yeni buluşma noktasından herkese merhabalar... Cehaletin


yenildiği, sevginin, iyiliğin ve bilginin paylaşıldığı yer olarak gördüğümüz
sitemizdeki tüm e-kitaplar, 5846 sayılı kanun'un ilgili maddesine istinaden,
engellilerin faydalanabilmeleri amacıyla ekran okuyucu, ses sentezleyici
program, konuşan "Braille Not Speak", kabartma ekran ve benzeri yardımcı
araçlara, uyumlu olacak şekilde, "TXT", "DOC" ve "HTML" gibi formatlarda,
tarayıcı ve OCR (optik karakter tanıma) yazılımı kullanılarak, sadece görme
engelliler için, hazırlanmaktadır. Tümüyle ücretsiz olan sitemizdeki e-kitaplar,
"engelli-engelsiz elele" düşüncesiyle, hiçbir ticari amaç gözetilmeksizin,
tamamen gönüllülük esasına dayalı olarak, engelli-engelsiz yardımsever
arkadaşlarımızın yoğun emeği sayesinde, görme engelli kitap sevenlerin
istifadesine sunulmaktadır. Bu e-kitaplar hiçbir şekilde ticari amaçla veya
kanuna aykırı olarak kullanılamaz, kullandırılamaz. Aksi kullanımdan
doğabilecek tüm yasal sorumlu-luklar kullanana aittir. Sitemizin amacı asla
eser sahiplerine zarar vermek değildir.

xxx web sitesinin amacı görme engellilerin kitap okuma hak ve özgürlüğünü
yüceltmek ve kitap okuma alışkanlığını pekiştirmektir. Ben de bir görme engelli
olarak kitap okumayı seviyorum. Sevginin olduğu gibi, bilginin de paylaşıldıkça
pekişeceğine inanıyorum. Tüm kitap dostlarına, görme engellilerin kitap
okuyabilmeleri için gösterdikleri çabalardan ve yaptıkları katkılardan ötürü
teşekkür ediyorum.

Bilgi paylaşmakla çoğalır.


Yaşar MUTLU

İLGİLİ KANUN:
5846 sayılı kanun'un "Altıncı Bölüm-Çeşitli Hükümler" bölümünde yeralan "EK
MADDE 11" : "ders kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim ve
edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiş bir nüshası yoksa hiçbir ticarî amaç
güdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü bir kişi tek
nüsha olarak ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya
dernek gibi kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill alfabesi ve
benzeri formatlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi bu Kanunda öngörülen
izinler alınmadan gerçekleştirilebilir."Bu nüshalar hiçbir şekilde satılamaz,
ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve kullandırılamaz.
Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin bulundurulması ve
çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur."

Bu e-kitap görme engelliler için düzenlenmiştir. Kitap taramak gerçekten


incelik ve beceri isteyen, zahmet verici bir iştir. Ne mutlu ki, bir görme
engellinin, düzgün taranmış ve hazırlanmış bir e-kitabı okuyabilmesinden
duyduğu sevinci paylaşabilmek tüm zahmete değer. Sizler de bu mutluluğu
paylaşabilmek için bir kitabınızı tarayıp, xxx adresine göndermeyi ve bu isimsiz
kahramanlara katılmayı düşünebilirsiniz.

Bu kitaplar, size gelene kadar verilen emeğe ve kanunlara saygı göstererek,


lütfen bu açıklamaları silmeyiniz.

Siz de bir görme engelliye, okuyabileceği formatlarda, bir kitap armağan


ediniz...
Teşekkürler.

Ne Mutlu Bilgi için, Bilgece yaşayanlara.


xxx
xxx

You might also like