Professional Documents
Culture Documents
UYARI:
xxx
xxx web sitesinin amacı görme engellilerin kitap okuma hak ve özgürlüğünü
yüceltmek ve kitap okuma alışkanlığını pekiştirmektir. Ben de bir görme engelli
olarak kitap okumayı seviyorum. Sevginin olduğu gibi, bilginin de paylaşıldıkça
pekişeceğine inanıyorum. Tüm kitap dostlarına, görme engellilerin kitap
okuyabilmeleri için gösterdikleri çabalardan ve yaptıkları katkılardan ötürü
teşekkür ediyorum.
İLGİLİ KANUN:
5846 sayılı kanun'un "Altıncı Bölüm-Çeşitli Hükümler" bölümünde yeralan "EK
MADDE 11" : "ders kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim ve
edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiş bir nüshası yoksa hiçbir ticarî amaç
güdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü bir kişi tek
nüsha olarak ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya
dernek gibi kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill alfabesi ve
benzeri formatlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi bu Kanunda öngörülen
izinler alınmadan gerçekleştirilebilir."Bu nüshalar hiçbir şekilde satılamaz,
ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve kullandırılamaz.
Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin bulundurulması ve
çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur."
Tarayanın Notu
Bu e-kitap "Görme Engelli" dostlar için ta-ranmış ve ilk defa xxx da
yayınlanmıştır. Bu sitenin sahibi görme engelli dost Yaşar Mutlu'nun gayret ve
az-mini görünce iki gözümden utanıp yardım edebileceğimi düşündüm. Bir
katre ışık ola-bildiysem ne mutlu. Herkesi bu mutluluğa davet ediyorum. Bu
dostlara yardımcı olun.
Polaris
İSTANBUL
GEZİ REHBERİ
Murat Belge
ÖNSÖZ
İÇİNDEKİLER
GİRİŞ
SULTANAHMET VE ÇEVRESİ
SURLAR
DİVANYOLU-AKSARAY
EMİNÖNÜ-CAĞALOĞLU
ÇARŞILAR BÖLGESİ
VEFA VE SÜLEYMANİYE
AKSARAY'DAN MARMARA KIYISI BOYUNCA
HALİÇ
UNKAPANI-ZEYREK
FATİH-ÇARŞAMBA-KARAGÜMRÜK
VATAN VE MİLLET CADDELERİ
EYÜP
SUR DIŞI MARMARA KIYILARI
GALATA VE PERA
BEYOĞLU YAKASININ ÖTEKİ SEMTLERİ
BOĞAZİÇİ
ÜSKÜDAR
KADIKÖY
ADALAR
UZAK İSTANBUL
KAYNAKLAR
DİZİN
GİRİŞ
ROMA BAŞKENTİ
İstanbul'u tarihi bir dünya merkezi haline getirme kararını bilinçli bir şekilde
veren kişi Constantinus oldu. Roma İmparatorluğu'nun çeşitli sorunları
karşısında imparatorun bulduğu çözüm onu yönetim-sel olarak ikiye ayırmaktı;
bu durumda, doğuda kalacak parça için Roma'ya denk bir büyük başkent
yaratmak gerekiyordu. Tarihçiler Constantinus'un ilkin Troya'yı düşündüğünü
anlatırlar. Troya, klasik çağın İlyada gibi en büyük epiğinin kahramanı olan,
ama yıkıntı halinde bir yerdi. Constantinus'un kısa zamanda daha gerçekçi bir
karara yöneldiği, Troya'nın temsil ettiği geçmişe karşılık, İstanbul'un vaad
ettiği geleceği tercih ettiği görülür.
Bu kararın İstanbul için sonucu şu bakımdan ilginçti: Şehir, planlı bir biçimde,
başkent olmak üzere inşa edildi. Constantinus, aynı zamanda, Roma'nın
Hıristiyan olmasına karar veren imparatordur. Ancak şehrin yapılışı klasik
Greko- Romen şehircilik anlayışı ve geleneği çerçevesinde gerçekleşti.
Constantinus'un Çemberlitaş üstüne konan heykelinin onu Apollo gibi
resmetmesi de bu geçiş aşamasının tipik bir özelliğidir. Yunan-Latin tarzı,
geniş, iki yanı sütunlu caddeleri geliştirmişti. Bu caddeler üstünde gerekli
yerlerde geniş meydanlar açılıyor, kavşaklar oluşuyordu. Simetri önemli bir
ilkeydi. Bir başkent için görkem ve anıtsallık da önemliydi. Özgür yurttaşların
toplumsal ihtiyaçları karşılanmalıydı.
Şehir bu ilkelere uygun olarak kısa zamanda gelişti ve Constantinus'un isabetli
bir seçim yaptığını kanıtladı. Daha iki yüzyıl geçmeden Unkapanı-Yenikapı
arasındaki surlar dar geldi ve II. Teodosios bugün gördüğümüz yeni surları
yaptırdı.
BİZANS
OSMANLILAR
Osmanlı döneminde şehir kısa zamanda değişti, başka bir karakter edindi.
Türkler göçebelik geleneğinden geliyorlardı; kırsal alışkanlıkları ağır basıyordu.
Bunun sonucunda doğa yeniden şehir içine girdi. Nüfusun en fazla yoğunlaştığı
birkaç istisna semt dışında, bütün evler bahçeliydi. Modern şehirlerde parklarla
giderilen yeşillik ihtiyacı, bu İstanbul'da bahçelerle karşılanmıştı. Bu yüzyılın
ortalarına kadar şehre belirgin karakterini veren ahşap konut tipi de bu en
erken dönemlerden başladı. Ahşabın tercihinin çeşitli nedenleri vardı: Deprem
korkusu, kırsal alışkanlık ya da İslam'ın "fani dünya" ideolojisi gibi. Ama temel
neden ekonomikti. Ahşap ucuz, inşaat kolaydı. Ayrıca ahşap ev, şehrin
iklimiyle uyumluydu. Buna karşılık, önemli sakıncası da, bilindiği gibi, yangına
dayanıksızlığıydı. Gerçekten de yangın, yüzyıllar boyunca İstanbul'un başından
eksik olmayan bir felâket olmuştur.
Osmanlı yapılaşmasını başlıca iki kategoride ele alabiliriz: kamusal ve özel. Bu
ikisi arasındaki ayrım, Osmanlı'da Roma-Bizans'ta olduğundan daha büyüktü.
Osmanlılar ele geçirdikleri şehri yıkmadılar, yapısını da bilinçli veya amaçlı bir
şekilde bozmadılar. Kiliseleri camiye çevirdiler, Bizans'ın yükseltilere anıtsal
yapı dikme politikasını sürdürüp tamamladılar.
"Kamusal" dediğim kategorinin belirgin örneği "külliye"dir. Bu tip binaları
padişah, vezir ve aileleri, yani saray, vezirler ve başka varlıklılar inşa ettirir.
Külliyenin amacı ve varlık nedeni kamu yararıdır. Bir hayır işidir. Yaptıranın
servetine göre işlevleri çoğalır ve çeşitlenir.
Külliye, şehrin geri kalan kısmına açılmaktan çok kapanan bir yapı tipidir.
Genellikle merkezinde cami yer alır. Medreseler, hastaneler, külliyenin binaları
her neyse, merkezdeki camiye göre vaziyet alır, yüzlerini ona dönerler (tabii
bu, sırtlarını şehre dönmeleri demektir). Cami elbette dini, Allah'ı temsil eder.
Ama aynı zamanda, dünyevi ve fiziksel düzeyde, onu yaptıranı da. Bu
bakımdan külliye, sanki ortasında durup da ona bakacak bu "bani"nin teftişine
kendine sunar gibi durur.
Külliyenin oluşturduğu bu görece simetrik ve geometrik bütünlüğün dışında
şehrin kaosu vardır. Orada düz çizgiler bozulur; eğrilir ya da zikzak yapar.
Evler birbirine yaslanır. Cumbalar birbirine uzanır, so-kaklar çıkmaz olur vb.
Aslında mahallenin temelinde de, külliyedeki ilkeler vardır; ama ilkenin
gerçekleşme oranı mahallede iyice azalır. Bunu açıklamak için, fetihten itibaren
şehirde nasıl bir nüfus oluştuğu konusuna kısaca göz atmak gerekiyor.
II. Mehmet Roma'nın başkenti ele geçirip kendini Kayser ilan edince,
tasarladığı büyük şehrin nüfusunu oluşturmaya girişti. İmparatorluğun çok-
uluslu dokusunu şehirde yeniden üretti. Bunun için çeşitli bölgelerden Türk,
Rum, Ermeni topluluklarını şehir içinde iskân etti. Onu izleyen padişahlar da
politikayı sürdürdü: Bayezid'in Yahudiler'i davet etmesi, Süleyman'ın
Sırbistan'dan hünerli ustalar getirmesi gibi.
Böylece yeni kurulan mahalleler, gelen toplulukların köyleri gibi kuruldu. Bu,
modern çağda öncelikle sınıf temeline göre mekânı paylaşarak kurulan Batı
Avrupa şehirlerinden de, sınıfların önemli olduğu klasik (Greko-Romen)
gelenekten de epey farklı bir modeldir. Her mahallenin zengini ve yoksulu ve
çok sayıda orta hallisi vardı. Ortaklığın temeli etnik bağdı (ya da "Çarşamba"
veya "Aksaray" gibi semtlerde, eski hemşerilik bağları). Dolayısıyla aslında
mahalle de yüzünü bir merkeze, sırtını da şehrin geri kalan kısmına
dönüyordu. Ama bunu külliye gibi düzenli ve geometrik bir tarzda
yapamıyordu, çünkü gücü yetmiyordu. Bu anlamda devlet hendeseyi, sivil
toplum kargaşayı temsil eder.
Mahalle merkezi ufarak bir meydandır. Burada kural olarak, birimin maddi
temelini oluşturan bakkal ve manav (kasap da olabilir) ve toplumsallık mekânı
olan kahvehane bulunurdu.
Böylece Osmanlı İstanbul'u bir bakıma bir köyler topluluğu olarak gelişti. Bu
"matlaşma" diyeceğim bir özellik getirdi. Klasik Roma şehri, caddeleri ve
meydanlarıyla, sanki şehrin bir uçtan öbür uca "saydam" bir biçimde
görünmesi idealine göre kurulmuştu. Akdenizli Yunan ve Roma
medeniyetlerinde hayatın büyük kısmı açık havada geçiyordu. Bu Osmanlı
zamanında da çok fazla değişmedi, ama açıklık daha çok çevresi kapalı
avlulara vb taşındı. "Kadın mahremiyeti" kavramının da bunda payı olmalı.
Klasik çağdaki düz çizgiler, külliyeler dışında, labirentleşti (aslında, sarayın
"özel" ini temsil eden Harem'de de labirent niteliği vardır). İslâm -Osmanlı
uygarlığının "uzlet" kavramı, "mahremiyet"i tamamlar. Devlet ve "özel"
arasında, "kamusal'a pek fazla yer kalmamıştır. Birey, "dışarı" da işi bitince,
evinin mahremiyetine sığınır ve orada "uzlet"i yaşar.
Osmanlı'nın parlak dönemlerinde İstanbul dünyanın bir numaralı şehir
statüsünü korudu. O çağların teknolojik imkânları içinde sağla-nabilecek
hizmetler sağlanmıştı. Süleymaniye Külliyesi'nde Sinan'ın yaptığı tuvaletleri
düşünün; bir de, 16. yüzyılda, Paris veya Londra'da sokak ortasından akan
lağımı.
TANZİMAT DÖNEMİ
CUMHURİYET
Türkiye Cumhuriyeti, bir bakıma, İstanbul'a karşı kuruldu. Bu da, doğal olarak,
kentin yaklaşık otuz yılını derinden etkiledi.
Cumhuriyet'le İstanbul arasındaki çatışma, yalnızca padişahın ve son
hükümetlerinin burada bulunmalarından ileri gelmez. Buna ek olarak, bir kısım
İstanbul aydınının belirli İstanbul gazetelerinde milli mücadeleye tavır almış
olmaları da hikâyenin bütününü açıklamaya yetmez. Temel sorun,
Cumhuriyet'in bir milli devletin rejimi olarak ortaya çıkması, İstanbul'un ise
pek çok özelliğiyle kozmopolit impa-ratorluğun ürünü olmasıdır. Ankara,
coğrafi konumunun kazandırdığı askeri avantajlarla (Balkan Harbi'nde ve
Çanakkale sırasında İstanbul'un başkent olmasının tehlikeleri görülmüştü
zaten) Kurtuluş Savaşı’nın yönlendirildiği merkez olmuştu, ama bu savaş
kazanıldıktan sonra da, kozmopolit İstanbul'a karşı "Anadolu'nun kalbi" olma
özelliğiyle başkent işlevini devam ettirdi.
Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasından sonra İstanbul uzun süre
tamamlanamayan bir nüfus değişimi sürecine girdi; nüfusla birlikte, doğal
olarak başka şeyler de değişti. Kurulan milli devlette çok fazla istenmediklerini
hisseden gayrimüslim kesimler şehri dalga dalga terk etti. Varlık Vergisi, 6-7
Eylül, Kıbrıs gerginliği gibi olaylar da süreci hızlandırdı. Bu arada mülkiyette
geniş çaplı bir el değiştirme de oldu.
Yeni merkeziyetçi devlette her alanda olduğu gibi İstanbul'la ilgili kararlar da
Ankara'da verilmeye başlamıştı. Hatta bir aralık İstanbul Belediye Başkanlığı
İstanbul Valisi'nin ikinci işlevi haline getirildi. Tahmin edileceği gibi, İstanbul'a
ayrılan kaynaklar, İstanbul'dan elde edilen kaynaklara göre hatırı, sayılır
derecede azaldı. Bunların uzun vadeli ve önemli sonucu, İstanbul halicinin
şehir sorunlarıyla ilgilenmez hale gelmeleri oldu. Yeni bir şehir planlama ve
kurma ener-jisi Ankara'da yoğunlaşırken İstanbul ihmal edildi. Şüphesiz ki
İstanbul imparatorluk başkenti olarak çok uzun bir süre olağanüstü
ayrıcalıkların tadını çıkarmıştı ve şimdi büyük ölçüde harap bir toplumun
canlandırılması sürecinde önün biraz unutulması ya-dırganmamalıydı.
Cumhuriyet'in kuruluşundan 1940'lara kadar İstanbul'da imar ve şehircilik
adına ciddi bir işe girişilmedi. Askerin kullandığı bazı binaların, kışlaların
üniversiteye verilmesi, hanedana ait saray ve köşklerin kamu yararına çalışan
kurumlara verilmesi gibi simgesel anlamı olan bazı şeyler yapıldı. Milli devlet
hem Batılılaşmaya, hem Türkleşmeye çalışıyordu. Bunun için yığınla sokak adı
değiştirildi, Rumlar'ın yoğun oturduğu Tatavla'nın Kurtuluş'a çevrilmesi gibi
anlamlı değişiklikler yapıldı.
İstanbul ve Türkiye 1930'lar boyunca yeniliğin ve sürekli yenileşmenin çocuksu
coşkusunu yaşadı. Bu aynı zamanda tarihle bağların kopması anlamına
geliyordu. Tarihe, bir an önce kurtulması ve uzaklaşılması gereken karanlık bir
mağara gibi bakma tavrı yaygınlaştı. Geriye dönüp bakarsak, Lut Peygamber'in
karısı gibi bir tuz direği olacaktı. Bu tavır, bu tarz bir "modernizm", daha
sonraki yıllarda da, her şeyden önce bir tarih şehri olan İstanbul'da geniş çaplı
tahribata yol açtı, çünkü kaçınılmazlaşan imar gereği gündeme gelince, ilk
kazma tarihe vuruldu.
1940'larda, Vali Lütfı Kırdar zamanında bazı imar faaliyetleri başladı, ama
büyük çaplı değişim 1950'de iktidarın seçimle değişmesinden sonra geldi.
Adnan Menderes İstanbul'u ele almaya karar vermişti.
Yukarıda değindiğim, hemşerilik bilincinin yetersizliği, bu gibi durumlarda ciddi
bir tehlike niteliği kazanır. Çünkü şehrin bütününe ilgi azalınca, bilgi de
kalmaz, şehir üstüne düşünce üretimi de olamaz. Bilgi az sayıda yetkilinin
elinde toplanır, onların çevresinde de, şehre ve yapılacak faaliyetlere yalnız
kendi çıkarları açısından bakan gruplar toplanır. Bu yalnız Menderes zamanına
özgü bir şey değil, Türkiye tarihinin en genel ve kalıcı özelliğidir. Merkeziyetçi
anlayış kitleleri sorunların ve kararların uzağında tutar. Sonuçta, merkezdeki o
yetkili, kafasındaki projeleri kimseye danışmadan yürürlüğe koyan "işbitirici"
tip olarak bildiğini okur. Menderes bir başbakan olarak, daha sonra
göreceğimiz birçok belediye başkanının prototipiydi.
En büyük sorunlardan biri ulaşımdı o yıllarda. İnsanların yüzlerce yıl yaya
dolaştığı İstanbul, Menderes hükümetlerinin Türkiye çapında uygulamaya
koyduğu ve öncelik verdiği, dolayısıyla hızla gelişen motorlu trafiğe uygun bir
altyapıya sahip değildi. Menderes tarihi yarımadada Vatan ve Millet Caddeleri
ile Sahil Yolu'nu açtı. Dolmabahçe-Karaköy arasını, Bağdat Caddesi'ni
genişletti.
Bu uygulamalar şehre gerçekten ferahlama getirdi. Nitekim bugün hala, o
zamanlan yaşamamış olanlar bile Menderes'i rahmetle anar. Ancak, bir de
madalyonun öbür yüzüne bakmakta yarar var.
Bir kere, bu caddeler yapılırken birçok tarihi yapı cömertçe feda edildi ve
modernleşme uğruna tarihten vazgeçmenin zorunlu olduğu düşüncesi
meşrulaştı.
İkinci önemli nokta, bu gibi geniş caddelerin açılmasının yanı sıra, ulaşım için
daha köklü ve büyük çapta tedbirler düşünme gereğiydi. Bu daha koklu tedbir
şüphesiz metroydu. Metro yapımına o yıllarda başlanmış olsa bu iş şimdiye
kadar biter ve bugün yaşanan trafik faciası önlenirdi. Ama bu tür toplu taşıma
yöntemleri o iktidarın genel yaklaşımına aykırıydı. Onun için de hiç
düşünülmedi (Boğaz Köprüsü düşünüldüğü halde).
İstanbul nüfusu ve buna bağlı olarak konutlaşma da hesapsız bir bi-çimde
büyüyerek yürüdü. Tarihi yarımadada bir kısmı eski yangın yerleri olan geniş
alanlar çirkin bir apartmanlaşmaya terkedildi. Ayrıca pek çok eski ve değerli
bina da yerini zevksiz apartmanlara bıraktı. Bu eğilimler, doğal olarak, yalnızca
tarihi yarımadayla sınırlı kalmadı. Tarihe karşı takınılmış küçümseyici, değer
bilmez tavır bu dönemde geniş bir tahribata dönüştü.
Öte yandan şehir içi olmayan alanlarda da gecekondulaşma başladı ve bu yeni
eğilim 1960'larda büsbütün hızlanarak yakın zamana kadar devam etti (şimdi
ise eski gecekondu alanlarının betonarme bloklarla kaplanması sürecindeyiz).
Daha önce, İstanbul'da üç tip şehirleşmeden söz etmiştim. Dördüncü tip olarak
da 20. yüzyılın gecekondulaşmasını sayabiliriz.
Menderes döneminde ve onu izleyen yıllarda İstanbul'da olanlar, daha
öncekiler arasında en fazla Osmanlı döneminin başlangıcına ben-zetilebilir:
Göçle gelen yeni bir nüfus olması ve bu nüfusun fazla plan program
gözetmeden şehre yerleşmesi bakımından. Gerçekten, şehrin ikinci kere
fethedilmesi gibi bir şeydir bu. Gelgelelim, bu seferki nüfus akışı öncekilerle
kıyaslanmayacak kadar fazlaydı ve ister iste-mez önemli sonuçları olacaktı.
Bugün on milyon kadar bir nüfustan söz ediyoruz. Bu Norveç'in, Danimarka'nın
nüfusunun iki katından fazla. İstanbul'da yaşayan on milyona yeterli su
sağlamak demek, bütün Yunanistan'a su sağlamakla eş anlamlı. Bu koşullarda,
kırdan kente gelen bunca insanın kentli olarak özümsenmesi çok zorlaşır ve
upuzun bir süreye yayılır. Kentli ile köylü arası bir hayat tarzının var-lığını
hepimiz hissediyoruz. Bu sayıda insana göre oluşmamış kentin elbette ciddi
altyapı sorunları çıkacak ve bu da hayat niteliğini zede-leyecektir. Susuzluk,
kanalizasyon yetersizliği, çöp sorunu, trafik keşmekeşi, betonlaşma, hava, su
ve toprağın yoğun bir biçimde kirlenmesi vb.
Çağımızda teknoloji, sanayi devriminden önceki dönemlerle kıyaslanamayacak
kadar güçlü. Şüphesiz, insana daha önce hayal edemeyeceği imkânlar verdiği
için olumlu bir gelişme bu. Ama büyük güç, aynı ölçüde yıkıcı ve yok edici
olabiliyor ve son yüz elli yılda iyimserce uyguladığımız teknolojinin hem genel
olarak dünyada, hem de dünyanın belirli alanlarında yarattığı tahribatın çoğunu
yeni yeni kavramaya başlıyoruz. İstanbul da bu çeşit tahribattan nasibini
yeterince aldı ve henüz bunu giderebilmiş değil.
Bu çerçevede, 20. yüzyılın "yemliği" ile Tanzimat'ın İstanbul'a getirdiklerini
kısaca karşılaştırabiliriz. Elbette, insanlar her şeyi önceden bilemezler ve iyi
niyetle giriştikleri uygulamalardan bazılarının çok zararlı sonuçları sonradan
anlaşılır. Örneğin, Tanzimat döneminde Haliç kıyılarının sanayileşmeye terk
edilmesi kötü bir seçimdi ve bunun sonucunda İstanbul Halic'ini kaybetti.
Ancak, o sıralarda dünyanın başka yerlerinde de benzer tercihler yapılmıştı.
Avrupa'nın belli başlı nehirlerinin yoğun kirlenmesi de benzer bir durumdur.
Yani, Tanzimatçılar'ın yanılgıları, çağdaşlarının da paylaş-tığı yanılgılardı.
Aynı yargıyı Cumhuriyet dönemi için tekrarlamak o kadar kolay değildir.
Ortada, öncelikle İstanbul'la ilgili iki önemli yanlış olduğu görülüyor. Bunlardan
birincisi, yapılan işlerin yol açacağı sonuçların önceden hesaplanamamasıdır.
İkincisi de, taklit edilen modelin gerçekte ne olduğunun yeterince
anlaşılmamasıdır.
Bir şehrin gelişmesinin özgün dinamikleri elbette vardır; ama ülke koşulları da
o gelişmeye müdahale eder. Azgelişmişliğin birçok sıkıntısını yaşayan
Türkiye'de İstanbul'un vaad ettikleri çok kişiye çekici-geldi ve hesapsız bir göç
başladı. Çevrede, şimdi Gebze ya da Çerkezköy gibi yerlerde yapılmaya
çalışılan şehri koruyacak istihdam alanları açma çabası ancak iş işten geçtikten
sonra düşünülebildi.
Bu hızlı nüfus yoğunlaşması karşısında, kaynaklar da artmayınca, yerel
yetkililer çaresizliğe düştüler. Gelişmenin ardından sürüklenir olduk. Örneğin
otomobil sayısı durmadan artarken otopark sorunu çözülemedi. İstanbul'un
tertemiz denizi on yıllık bir süre içinde berbat oldu. Patlayan çöp dağları, her
an yayılma ihtimali olan salgın hastalık ve daha nice fiili ya da potansiyel
tehlike bu hesapsız gidişin sonuçla-rından sadece birkaçı.
Böyle olumsuzluklar, izlenen modeli anlamama veya anlamak istememenin bizi
mahkûm ettiği sonuçlardır. Belirtmeye çalıştığımız Batı şehirlerinde
bizdekinden çok otomobil var, ama toplu taşımanın bütün gerekleri yerine
getirilmiş. Modern teknoloji ve inşaat var -ve çok daha zevkli- ama tarihi
dokunun korunması için her türlü tedbir alınmış. Sermayenin hesapsız
dalgalanmalarının insana ve kültüre zarar vermemesi için birçok çare
düşünülmüş. Zamanla yarışma çabası bu kadar ciddi bir ölüm-kalım sorununa
dönüşmediği için, niteliksiz üretim büyük ölçüde engellenmiş. Bunlara rağmen,
o Batı kentlerinin de pek çok sorunu var. Çünkü çağdaş toplumların
imkânlarının büyüklüğü dolaylı olarak sorunları da büyütüyor.
GELECEK PERSPEKTİFİ
SULTANAHMET VE ÇEVRESİ
SULTANAHMET VE ÇEVRESİ
Sonuç olarak bölge, bugün de turistlerin ilk ağızda gezme ihtiyacını duyduğu,
en anıtsal yapıların toplandığı bölge olarak kaldı.
AYASOFYA
Bu büyük anıtın bulunduğu yerde daha önce aynı adı taşıyan iki kilise yapılmış,
ama bunlar çeşitli nedenlerle yok olmuştu. Onların bazı kalıntıları bahçede
duruyor. İmparator İustinianos siyasi düzeyde eski Roma İmparatorluğu'nu
yeniden bir araya getirme amacıyla generali Belisarius'u İtalya'ya ve Kuzey
Afrika'ya yollarken, bu iddialı planlarına uygun bir biçimde, başkentinde o
zamana kadar görülmemiş büyüklükte bir kilise yaptırmaya girişti. Matematikçi
Tralles'li Anthemius ve Miletus'lu geometri bilgini İsidorus kilisenin mimarı
olarak görevlendirildi. Kısa süre sonra Anthemius öldü; Kilise tamamlandıktan
az sonra bir kısmı depremde çöktü. O zaman işe katılan, Miletus'lu mimarın
yeğeni genç İsidorus'un katkısıyla kubbe kasnağı yükseltilerek ağırlık azaltıldı
ve bu biçimiyle kubbe ve kilise, zaman zaman bazı onarımlardan geçerek,
günümüze kadar geldi (dışarıdan duvarı destekleyen büyük ve biraz
"estetiksiz" destek duvarları bu sonraki onarım ve tedbirlerdendir. Doğu-batı
akşındaki yarım kubbeli duvarlar yeterince sağlam olduğu halde, kuzey-güney
duvarlarındaki kemerler görece zayıf kalmış ve bunların ek desteklerle sağlama
alınması gerekmişti).
Ayasofya'nın görünümü, boyutları, bugün de ona bakan insanda hayret ve
huşu duygulan uyandırır. Ama çağdaş insanın gözü ve belleği, ne olsa çok
sayıda anıtsal binaya göre koşullanmıştır. 6. yüzyılda -ve çok daha sonraları-
bu binayı görmek benzersiz bir yaşantı olmalıydı. Nitekim İustinianos kendisi
de kilisenin resmi açılışında heyecana kapılmış ve "Seni geçtim, Süleyman!"
diye haykırmıştı. Daha sonra yapılan yalnız üç kilise, sırayla Londra'da St. Paul,
Roma'da St. Peter ve Milano'da Duomo, Ayasofya'yı büyüklükte geride
bırakmışlardır. Bu bağlamda birkaç rakam verelim: Kilisenin yüzölçümü 7570
metrekaredir. Uzunluğu 100 metreyi geçer. Orta nefin boyutları 75x70
metredir. Kubbenin yerden yüksekliği 55.60, çapı ise 31-32 metredir
(onarımdan ötürü tam bir daire değildir). Bir zaman kubbeden sarkıtılan
iskandillerin yere değdiği noktalara işaret konmuştur. Bunları birbirine
bağlayarak yuvarlağı dönünce, kubbenin büyüklüğü, gördüğümüz ve bildiğimiz
halde, bizi bir kere daha şaşırtır. Bina¬nın dış görünüşünden çok, öncelikle
içinin etkileyiciliğine önem verildiği, çok dikkatli olmayan bir bakışla da
anlaşılıyor (bu çapta bir binanın dış görünüşünün nasıl olsa yeterince etkileyici
olacağı düşünülmüştü herhalde).
Mimari plan oldukça ilginçtir. O zamana kadar genellikle yuvarlak planlı
binalarda başarıyla (Roma'daki Pantheon gibi) kullanılan kubbe, dört köşe bir
bazilikal binanın üzerine oturtulmuş. Dolayısıyla yuvarlak kubbe aşağıdaki
dikdörtgene pandantiflerle bağlanıyor. Ama asıl dahiyane yenilik, kubbenin iki
yanına yapılan iki yarım kubbeyle merkezi mekânın genişletilmesidir. Bu,
binanın içinde durup bakan insana muazzam bir genişlik duygusu veriyor
(hatta belki de "ezici" bir etkisi var). Kasnakla yarım kubbeler ve onları
destekleyen altı daha küçük kubbeye rağmen, merkezde büyük bir ağırlık
vardır ve bu ağırlık kilise içinde, zeminde ve üst galerilerde sıralanan 107
sütuna bindirilmiştir.
Plan 1. Ayasofya.
Ayasofya ile Sultanahmet Camii'nin arası çok yakındır. (Burada yer alan parkta
yazın bazı geceler "ses ve ışık gösterileri" yapılıyor. Böyle şeyleri sevenler için
ilginç olabilir.) Parkın bir köşesinde ve iki iba-dethane arasındaki hamama, bu
kısa yürüyüş sırasında uğranabilir.
Hamamlar Osmanlı mimarisinde önemli bir yer tutar. İstanbul'da Roma'dan
veya Bizans'tan hiç hamam kalmamıştır; ancak Osmanlı hamamlarının Bizans
hamamlarının planına bir hayli uygun olduğu biliniyor (binanın işlevi de zaten
belirli bir mekân düzenleme biçimini rasyonel kılıyor). Osmanlı hamamları
arasında yalnız kadınlara veya erkeklere özgü olanların yanında birçok hamam
da hem erkek hem kadın müşteriler için yapılmıştır. Bunlara "çifte hamam"
denir. Bu tipte, İslam ahlakına uyarak erkeklerle kadınların birbirlerine hemen
hiç rastlamadan binaya girecekleri bir plan yapmak, mimarın göstereceği
başlıca marifettir.
Buradaki hamam, Kanuni Süleyman'ın sevgili Rus ya da Ukrayna asıllı karısı
Hürrem Sultan (asıl adı Rokselan diye bilinir, ama bu da muhtemelen
"Rusya'dan" anlamındadır) tarafından ısmarlanmış ve Mimar Sinan tarafından
inşa edilmiştir. Muhtemelen, İstanbul'daki en büyük Türk hamamıdır. Sinan, iki
kısmın kapılarını uzun dikdörtgen binanın iki karşıt ucuna koyarak, cinslerin
gerekli ayrımını gerçek-leştiriyor. Bizans'ın en büyük hamamı olan Zeuksippos
hamamı kalıntılarının da tam buralarda bulunmuş olması ilginç.
Yıpranan Haseki Hürrem Hamamı uzun zaman bir yarı yıkıntı olarak durduktan
sonra restore edildi ve 1980'lerde İstanbul Festivali'nin resim sergileme
mekânlarından biri olarak hizmete açıldı. Açılan ilk sergide Ömer Uluç'un
resimleri de vardı. Bu şehrin büyük nüktedanlarından Hüseyin Baş, sonra
Ömer'e rastlayınca, "Senin natır-mort'ları çok beğendim," demiş.
Ancak şimdi bu "sergileme" işlevinin, ticari bir "halı sergileme" işlevine
dönüştüğü görülüyor. Şüphesiz hamamın kendisi, burada yapılan ticaretten çok
daha ilginç.
SULTANAHMET CAMİİ
Altı minareli caminin dünyadaki tek örneği olan Sultanahmet Ca-mii'ne (yalnız
Sultanlar ve aileleri birden fazla minaresi olan camiler yaptırabilir ve bunlara
"sultan"ın çoğulu olan "selâtin" denirdi) parkın karşısındaki kapıdan veya
Hipodrom'a bakan doğu tarafından girilebilir. Aslında Mekke'de altı minareli bir
cami vardı. Bu yapılınca, I. Ahmet, o camiye yedinci minareyi eklettirdi.
Sultanahmet, I. Ahmet tarafından, 1609 ile 1616 yılları arasında yaptırıldı. I.
Ahmet'in 14 yaşında 14. Osmanlı padişahı olarak tahta çıkıp bundan 14 yıl
sonra (topu topu 28 yaşında) ölmesi ilginçtir.
Mimar Mehmet Ağa, Sinan okulundan yetişmiş mimarlardandı. "Se-defkâr"
olarak da bilindiğine göre, sedef işlemeciliğinde başarı kazanmış olmalıdır.
Ahmet, caminin tam Ayasofya’nın karşısında yapılmasını istemişti; bundan,
binanın anıtsallığına önem verdiği so-nucunu çıkarabiliriz. Mehmet Ağa da belli
ki en çok bunun için çalış-mış. Sonuçta, 23.5 metre çapında ve 43 metre
yükseklikte kubbesiyle Sultanahmet, Ayasofya'dan daha büyük olmayı
başaramadı. Kubbesi Ayasofya'ya en yakın olan Sinan'ın Edirne'deki
Selimiye'sinin (31.5 metre çap) ve İstanbul'daki Süleymaniye'sinin de (26
metre çap) gerisinde kaldı. Osmanlı mimarisinin altın çağı sona ermişti.
Sultanahmet, mimari çözümlerinin başarısından çok, içindeki çini-lerle ün
yapmıştır ki, bunun böyle olması da normaldir. Kubbe ağırlı-ğının kalın
sütunlara dağıtılması, merkezde mekânı genişletme avantajına karşılık, genel
planın monotonlaşması ve fil ayaklarının hantallaşması dezavantajına düşebilir.
Sultanahmet'te bunların ikisi de olmuştur. Plan, Sinan'ın ilkin Şehzade'de
denediği dört yarım kubbeli merkezi plana bir şey eklemez (iki yerine üçer
eksedra yapmak dışın-da). Ama Şehzade kadar "sevimli" de değildir -belki
büyüklüğünden ötürü. Fil ayaklarını ortadan, üzerinde hat olan bir bantla
bölmek, üst kısımdaki yivleri de çiniyle bezemek düşüncesi, herhalde bu
hantallığı azaltmak içindir, ama bu da ancak kısmen başarılı olmuştur.
Buna karşılık içi İznik'in son parlak dönemlerinin çiçek ve ağaç motifli çok güzel
çinileriyle doludur. Yirmi binin üstünde çini pano sayılmıştır. Çok sayıda (260)
pencereden süzülen ışık mavi ve turkuvazın egemen olduğu bu çini cümbüşünü
görmeye yeterlidir. Marmara Adası'nın (yani, "mermer" adası) beyaz
mermerinden yapıl-ma mihrap ve minber, kapı ve pencerelerdeki sedef
işlemeler, tahta ve madeni oymacılık, hepsi orijinal ve gerçekten çok güzeldir.
Mihrapta Hacer-ül Esved'den bir parça da görülür.
Caminin geniş bir külliyesi de vardır. Cami yaptıranlar zenginse, yanında çeşitli
yararlı işlevleri olan kurumlar için de binalar inşa etti-rirlerdi; okul, hastane,
imaret, sebil gibi. Çoğu zaman bunların sürekli ve düzenli işleyebilmesi için
vakıflar kurulurdu. Sultanahmet'in za-manla birçoğu yok olan külliye
binalarından geriye türbe ve medrese kalmış. Dört köşe bir yapı olan türbede
I. Ahmet'in yanında karısı Kösem Sultan, oğulları IV. Murat ile Genç Osman ve
daha birçok hanedan mensubu yatıyor. Caminin doğuya bakan arka tarafındaki
arasta (aynı işte uzmanlaşmış esnafın dükkânlarının olduğu çarşı) yakınlarda
restore edildi ve turistik eşya satan bir çarşı haline geldi. Batıdaki 26 sütunlu
ve 30 kubbeli avlunun ortasındaki zarif şadırvan (bu da sekizgen biçiminde)
şimdi kullanılmıyor.
Caminin kuzeyinde yer alan, padişahın namaza geldiği zaman camiye
girmeden önce oyalandığı Hünkâr Kasrı şimdi bir Halı ve Kilim Müzesi ve vakit
durumuna göre görülmeye değer olabilir.
I. Ahmet'in, bu güzel cami dışında, tarihe önemli bir katkısı daha olmuştur.
Onun zamanına kadar tahta geçiş Fatih Kanunnamesi'ne göre gerçekleşiyordu.
Bu kanun da, padişaha kardeşlerini öldürme hakkını tanıyordu. Ahmet'in
getirdiği kurala göre hanedanın en yaşlı erkeği tahta geçmeye başladı ve
kardeşlerin öldürülmesi âdeti son buldu.
Osmanlı tarihi içinde önemli olan bu değişik üstüne birkaç şey söylemek
gerekiyor. Kardeşlerin öldürülmesi özellikle bugünün değerleri açısından
korkunçtur, ama yapıldığı zaman da ideal sayılmıyordu. "Daha kötüsü"nü
önlemek için bulunmuş bir çareydi.
Osmanlılar henüz göçebe aşiret yapısından fazla uzaklaşmamışken, kardeşler
yönetimi bir ölçüde paylaşıyordu: Osman Bey ile Dündar Bey, Alaettin Paşa ile
Orhan Bey gibi. Osmanlı'nın bu dönemdeki genel eşitlikçi felsefesine uygun
olarak, bütün şehzadeler aynı şekilde yetişiyordu: sünnet olup erişkinler
sınıfına geçince, babalarının sarayının modeline göre biçimlenmiş bir maiyetle
sancak beyi oluyor ve "devlet yönetimi stajı" görüyorlardı. Devlet kendisi
büyüyünce bu eşitlik ciddi bir rekabet potansiyeli oluşturdu ve ilkin Yıldırım
Bayezid kardeşlerini öldürttü. Onun oğullarının fetret dönemindeki kavgası
daha da uzun sürdü. Fatih'e anılan Kanunname'yi yaptıran da, bu kav-galarla
devletin parçalanması kaygısı oldu. Fatih kendisi, Bayezid'den sonra ikinci oğlu
Cem doğunca, olacakları düşünüp tasalanmıştı. Daha sonra, örneğin III.
Mehmet'in tahta çıkar çıkmaz 19 kardeşini boğdurması (çoğu bebek yaşta) gibi
olaylarla, bunun sürdürüle-meyeceği anlaşıldı. (Bu şehzadelerin türbesi de
Ayasofya'nın önündedir).
Ahmet kanunu değiştirince, şehzadenin hayatı da değişti. Şehzadelerin sancak
beyliği yaparak yöneticiliği öğrenmesi gibi gelenekler bırakıldı; sarayda,
"kafes" denen yerde, göz hapsi başladı. Böylece, eski savaşçı şehzadeler
yerine, solgun ve patolojik şehzade tipi yaygınlaştı.
Aynı zamanda, isyan ihtimali güçlendi. Osmanlı devleti, hanedanın mutlak
saltanatını topluma da benimsetmişti. İhtilâl dahi olsa, tahta Osmanlı olmayan
birinin geçmesini kimse düşünemezdi. Hanedanın padişah alternatifleri sağ
olunca, ihtilâl kolaylaştı. Nitekim, kanunu değiştiren I. Ahmet'in oğlu II. Osman
(Genç) bir ihtilâlde öldürülen ilk padişah oldu (çünkü onun yerini alabilecek
başka Osmanlılar vardı).
Dönem, imparatorluğun doğal sınırlarına dayandığı, fütuhatın temel varlık
eylemi olmaktan çıktığı dönemdi. Dolayısıyla, büyük tarihi dinamiklerle bu çeşit
hukuki-politik yapılanmalar arasında şaşırtıcı bir uyum vardır: O eski
"cengâver" padişahların zamanı geçmiştir.
HİPODROM
EUFEMİAMARTİRİON'U
Şimdiki Adliye Sarayı 'nın yanında küçük bir Bizans kilisesinin kalıntısı var. Bu,
üçüncü yüzyılda şehit edilen Azize Eufemia için ya-pılmış bir kilise.
Ariusculuk sapması sırasında Nikaia Konsili (325) toplanırken, o sırada çoktan
ölmüş olan Eufemia’nin da bu olaylardaki rolü üzerine bir efsane vardır.
Ariusçuların görüşü ve resmi görüş birer kâğıda yazılarak Eufemia’nin tabutuna
konur. Bir hafta sonra tabut yeniden açıldığında, resmi görüşün kâğıdı azizenin
kalbinin üzerinde, Ariusçu görüş ise ayaklarının dibindedir. Bu tabut şimdi
Fener'de, Patrikhane Kilisesi'nde. Sultanahmet'teki küçük kilise kalıntısı ise
ziyarete açık değil ve epey harap. Ama hâlâ, duvarlarda fresk izleri
görülebiliyor. Birileri gayret etse, hâlâ kurtarılacak şeyler var.
Bu binanın baruthane olarak kullanıldığı, 1490'da üstüne yıldırım düşünce
infilâk eden barutla büyük kısmının havaya uçtuğu söyleni-yor.
Antik çağda ve ortaçağda yapılmış bütün şehirler için kuşatılma tehlikesi vardı.
Kuşatılmanın başlıca sorunları da, yiyecek ve içecek kaynaklarının
tükenmesiydi. Roma ve Bizans imparatorları bu sorunu çözmek için şehri
kurarken büyük yeraltı sarnıçları yaptırdılar. Bazilika Sarnıcı bunların en
büyüğüdür. Üzerinde Ticaret Bazilikası bulunduğu için bu adı almıştır.
6. yüzyılda İustinianos'un öncelikle saray ihtiyaçlarını karşılamak üzere
yaptırdığı sarnıç 140 x 70 metrekarelik bir alana yayılır. Yirmi sekizer sütunlu
on iki sırada toplam 336 sütun vardır. Çoğu Korint üslubunun Bizans
adaptasyonu olan başlıklara sahip olan bu sütunların bazılarında ince oyma
süslemeler vardır ve balık sırtı tarzı çatıyı ayakta tutarlar. Sarnıç 80.000
metreküp su alabilir ama su düzeyi mevsimlere göre değişmiştir.
Osmanlılar durgun sudan hoşlanmazlar, hele bunu içmeye hiç yanaşmazlardı.
Bir kuşatma tehlikesi de yaşamadıkları için sarnıçlara ihtiyaçları olmadı. Hatta
koca Yerebatan Sarnıcı’nın varlığı fetihten bir yüzyıl sonrasına kadar unutuldu
(ama buralarda evi olanlar bodrumlarından aşağıya kova sarkıtıp su çekiyor ve
hatta balık avlıyorlardı). Sarnıç yeniden bulunduğunda suyu saray bahçelerini
sulamakta kullanıldı.
Yakın zamana kadar Yerebatan'a küçük tahta bir merdivenle inilir, karanlıkta
sarnıcın oldukça küçük bir kısmı görülürdü (daha önceleri de bir ufak sandalla
gezilebiliyordu. Bu sandalı buraya bir İngiliz'in getirdiği söylenir). 1980'lerde
sarnıç bütünüyle boşaltılıp restore edildi, her tarafını gezebilmek için beton
yollar yapıldı. Böylece Yerebatan, sütunlarının olağanüstü perspektifleriyle
etkileyici bir mekân haline geldi. Bu arada, sütunlara kaide olarak kullanılmış
iki Gorgon başı kabartması ortaya çıktı (Hıristiyanların bu pagan kalıntıyı
ebediyen su altında gizlemeyi amaçladıkları anlaşılıyor).
OTELLER, PANSİYONLAR
MOZAİK MÜZESİ
Yeşil Konak'tan aşağıya, Sultanahmet Camii'nin arkasına doğru
yürüdüğümüzde, daha önce sözünü ettiğim çarşının (arasta) içinde Mozaik
Müzesi karşımıza çıkar. Bu, yeri büyük ölçüde şimdiki Sultanahmet Camii'nin
altında kalan Bizans sarayının yollarından veya salonlarından birinin
döşemesidir. Dünyevi olayları (av gibi) son derece gerçekçi bir üslupla
resmeden bu mozaiklerin 4. ve 6. yüzyıllar arasında yapıldığı tahmin ediliyor.
Başka yerlerde bulunan mozaikler de şimdi bu küçük müzede gösteriliyor.
Bu noktadan denize doğru uzanan arazi, resmi binalar ve birçok askeri
bölgeyle dolu olduğu için buralarda uzun süredir kazı yapılmadı. Ama bölge
arkeolojik sit bölgesi ve yerin altında pek çok ilginç şey bulunduğu tahmin
ediliyor. Bunların ortaya çıkması için önce bölgenin boşaltılması, ayrıca, lüks
otel yapma tasarıları gibi tehlikelerin de ortadan kaldırılması gerekiyor.
Bu bölgede aşağı yukarı yüz yıllık tarihiyle ve biraz uğursuz görüntüsüyle,
boşaltılmış olarak duran ve bekleyen eski Sultanahmet Cezaevi'nin de otele
dönüştürüleceği söyleniyor. Demek ki gene içinde yaşanacak!
Cezaevinin ana kapısının bulunduğu sokağa Tevkifhane adı verilmiştir. Tahliye
olanların salıverildiği küçük kapının olduğu yan sokağın adı ise Kutluğun.
AKBIYIK VE CANKURTARAN
HAREM
Tam bir labirent olan Harem'in ancak bir kısmı ziyaretçilere açık. Buraya,
turistlerin içeri alındığı kapıdan, ikinci avluya açılan Divan Odası'ndan girelim.
Divan Odası'nın görece kamusal sayılan ikinci avlu ile padişahın özel hayatının
geçtiği Harem'i birleştirmek gibi bir özelliği vardır. Divan normal olarak
haftanın dört günü, sadrazamın başkanlığında toplanırdı. Sadrazamın oturduğu
yerin yukarısında demir parmaklıklı bir pencere vardır. Padişah istediği zaman
buradaki küçük odaya gelir ve kendisi görünmeden divan toplantısını
dinleyebilirdi. Fatih zamanına kadar padişah divan toplantısına katılırdı,
imparatorluk boyutlarına ulaşılınca, devlet işlerinin daha az kişisel, daha çok
kurumsal olmasının bir kanıtı sayılabilir, bu zorunluğun kalkması. Divan'a
bitişik İç Hazine Odası şimdi silahların sergilenmesi için kullanılıyor.
Divan Odası ya da öteki adı ile Kubbealtı'ndan sonra asıl Harem'e gireriz. Şimdi
burada harem ağalarının ve cariyelerin daireleri, Valide Sofası, Hünkâr Sofası
gibi bölümler gezilebiliyor. Topkapı Sarayı'nın genel özellikleri üstüne
söylediğim şeylerin örnekleri en çok bu labi-rentte görülebilir; sarayın,
eklemelerle, zaman içinde organik olarak büyümesi, gerçek hayattan kopuş
kesinleştikçe iç mekânların çeşitli çiniler, süslemelerle renklendirilmesi gibi.
Harem'in en ilginç yanı, buranın, hem saray hem de hapishane özelliklerine
sahip olmasıdır. Buraya dışarıdan kimse giremez, içeriden kimse de dışarı
çıkamaz. Tarih boyunca, bu iki türden olayın da pek az örneği bilinir (belki
bilinmeyen başarılı kaçamaklar olmuştu). Mimariye de yön veren genel
mantığın temelinde cinsellik, "mahremiyet" kavramı yatar: padişah ve
cariyeleri, karıları. Bu iki kutbun, yani tek erkek ve çok sayıda kadının
arasında, cinsiyetsiz -hadım- harem ağaları yer alır. Onlar cariyelerin
gardiyanıdırlar, ama büyük ölçüde kendileri de mahpustur. Şüphesiz, gene
erkek cinsinden olan şehzadeler de bu labirentin bir kısmında yaşamaktadır;
belirli bir yaştan sonra onların da cariyeleri olur. Ama onlar sadece "potansiyel
padişah" olarak varolurlar. Siliktirler; I. Ahmet'ten sonra değişen kanuna
rağmen hiçbir zaman hayatlarından emin değildirler.
Harem, sonuçta tek bir kişi için yapılmıştır: padişah. Valide sultan, haseki
sultanlar, şehzadeler vb. onun hayatının uzantıları olarak aynı yerde bulunur,
bazen, teoride olmayan bir iktidarı pratikte elde edebi-lirlerdi de. Ama mutlak
iktidar hiç şüphesiz padişahtır. Harem hayatı, İslamiyet'in biraz maddiyatçı
"cennet" betimlemesinin birtakım öğelerini de -bu fani hayat ölçeğinde- içerir.
Tek tanrıcı dinlerin beşiği kurak Arap yarımadasından doğan İslam
mitolojisinde "cennet" kavramı ağaç, akarsu imgeleriyle bezenmiştir. Aynı
zamanda gölgeli ve serindir. Halılar, yastıklar, sedirler, tahtlar bu cennet
betimlemesinin sık rastlanan imgeleridir. Tabii huriler ve gılmanlar ve kevser
şarabı da.
Ama Osmanlı Haremi'nde bütün bunlar, somut ve dünyevi biçimde vardı.
Aslında cennetin kopyasını dünyada yapmaya çalışmak, gerçek dindarları hep
tedirgin etmiş bir küstahlıktı. Ama büyük çoğunluk için, uhrevi olduğu kadar
dünyevi ideal de buydu.
Ama, Haremi, Batı'da epey yaygın olan, padişahın sınırsız cinsel özgürlüğe
sahip olduğu bir cümbüş mekânı gibi düşünmekten kaçınmalıyız. Padişah'ın
cinselliği, çoğu yazısız birçok kuralla sınırlıydı. Harem'deki herkes, haseki
sultanlar, valide sultanlar, önde gelen hizmetkârlar vb. oldukça katı bir
hiyerarşi ve kurallılık içinde toplam iktidarı paylaşıyordu. Onun için burayı ve
buradaki hayatı bir aygırın hüküm sürdüğü bir hara gibi tasavvur etmek yanlış
olur.
Öte yandan, Osmanlı sarayı, bir başka düzeyde, bilinçli bir tevazu anlayışıyla
yapılmıştır; saray, büyük ölçüde yataydır; yüksek duvarlarla simgelenen
(koruyucu dış duvarlardan başka) bir debdebe türünden kaçınılmıştır.
İstanbul'daki çeşitli camilerde, bunlar Allah'ın evi olduğu için, boyutlar özellikle
büyük tutulmuştu. Ama padişahlar kendi evlerini bu anlamda azametli bir
biçime sokmaktan kaçındılar. Dolayısıyla Topkapı Sarayı Avrupa'da
gördüğümüz bazı sarayların yanında mütevazı kalır ve Şark ihtişamının popüler
imgelerine benzemez. "Koca Osmanlı Sarayı bu muymuş?" da dedirtebilir.
SURLAR
İlk çağdan ortaçağ sonuna kadar şehirlerin kendilerini korumaları güçlü surlarla
sağlanabiliyordu. Bu uzun tarih dilimi içinde Roma İm-paratorluğu "Pax
Romana" dediğimiz düzeni kurarak çok geniş bir bölgeyi dış saldırılardan
korumayı başarmış ve insanlar şehirlerde oldukça rahat yaşamışlardı. Ama
onun da zayıflaması, şehirleri yeniden kendi kendilerini savunacak tedbirler
almak zorunda bıraktı.
Şehrin kurulacağı alanı seçerken birkaç temel ihtiyacı göz önüne almak
gerekiyordu. Dünya ticaret trafiğinin çok fazla uzağına düşme-menin, bu arada
deniz kenarında ya da denize yakın olmanın belirgin avantajları vardı. Aynı
şekilde, tatlı su kaynaklarına yakın olmak da son derece önemliydi. Öte
yandan, korunma ihtiyacı, çok zaman, bu ihtiyaçlarla çelişiyordu, çünkü ticaret
yollarına yaklaşınca, düşman orduların tehdit imkânı artıyordu.
Deniz kenarındaki şehirlerde, bir yarımadaya yerleşmek, oldukça geçerli bir
çözüm olmuştur. Böylece, şehri üç yanından saran deniz doğal bir koruma
sağlar, karaya bağlanan kıstak bölümüne de sağlam bir sur örülür. İstanbul bu
bakımdan tipik bir şehirdir.
Ama Byzas'ın kurduğu ilk İstanbul küçük bir yerleşimdi ve bugün "tarihi
yarımada" dediğimiz bölgenin tamamını kaplaması söz konusu değildi. Romalı
Septimius Severus burayı zaptedince önce surları -ceza olarak- yıktırmış, sonra
şehrin önemini fark ederek yeniden yaptırmaya karar vermişti. Ama onun
surları da şehrin yalnızca doğu ucunu kapattı. Şimdiki Cağaloğlu Lisesi'nin
yanındaki taş duvarın Severus surlarının kalıntısı olduğu ileri sürülmüştür. Bu,
doğrusu, hiç mümkün görünmüyor. Ama söz konusu surun yaklaşık buralardan
geçtiği kabul edilebilir.
İstanbul'u Doğu Roma’nın başkenti olmak üzere yeniden inşa eden Büyük
Constantinus bile bugünkü tarihi yarımadanın tamamını kullanmayı
düşünmemişti. İstanbul'da, şimdiki Unkapanı Köprüsü'nün başladığı noktadan
Yenikapı'ya bir çukur, bir vadi uzanır. Constantinus'un yaptırdığı surlar bu
vadinin hemen batısında, Zeyrek-Horhor taraflarında uzanıyordu.
SURLAR
MARMARA SURLARI
KÜÇÜK AYASOFYA
SOKOLLU CAMİİ
KADIRGA
KUMKAPI
Kumkapı yakınlara kadar, ahalisinin çoğu Rum ya da Ermeni olan bir balıkçı
semtiydi. Bu geçmişten bugüne, belirli bir mimarinin ayakta kalabilmiş -bazıları
oldukça güzel- konut örnekleri, Rum ve Ermeni kiliseleri, bir de İstanbul'un en
gelişkin "orta sınıf" balık tavernaları kaldı. İstanbul tavernacılığının son
"klasiklerinden" bazıları iz bırakmadan kayboldu (Minas, Yorgo), bazılarının
çocukları aile mesleğini sürdürüyor ("Kör" Agop'tan Hayko), bazıları da hâlâ
hayatta ("Çamur" Şevket, demiştim son baskıda. Ama bugün hayatta olduğunu
söylediklerimi de kaybettiğimizi öğrendim). Ama şimdi Kumkapı baştan aşağı
meyhane; Paris'teki Moufftarde gibi, kendilerine özgü kişiliği olan, çok sayıda
insana lezzetli meze ve balıklarla hoş vakit geçinebilen ve "ticari turizm"i
"otantizm'le oldukça iyi dengeleyebilen bir bölge.
Demiryolu köprüsünün altından geçerek yeniden kıyıya çıkabiliriz (burada eski
küçük dalgakıranıyla eski Kumkapı Limanı ortadan kalktı, şimdi bunu
çevreleyen çok daha geniş dalgakıranla yeni liman ve balık hali vardır). Ya da,
Kumkapı tren istasyonundan sonra kalıntıları görülmeye başlayan deniz
surlarına paralel giden iç sokaklardan batıya doğru yolumuza devam edebiliriz.
Burada, bazı çok eski Rum evleri de -şimdi genellikle depo haline getirilmiş-
görebiliriz.
Kumkapı'yı izleyen Nişanca semtinde, Şarapnel Sokağı'nda, Ermeni Gregoryen
Patrikhanesi ve kiliseleri var. Bizanslılar, başkentlerinde kayda değer bir
Ermeni nüfus barınmasına imkân vermemişlerdi. Onun için bu dönemde
Ermeniler, Galata gibi tam da şehir içi sayılmayan yerlere yerleşmişlerdi. Fatih
Mehmet İstanbul'u ele geçirince şehirde nüfusun son derece azaldığını gördü
ve impara-torluğunun her bölgesinden Türk-Müslüman ya da gayrimüslim
nüfusu yeni başkentine yerleşmeye teşvik etti. Teşvik yetmezse zorladı da.
Böylece yemden canlanmaya başlayan şehre gelenler arasında birçok Ermeni
de vardı. Altı yerden geldikleri için "Altı Cemaat" diye anılırlardı. Bu sonradan
"Oniki Cemaat"e yükseldi.
Fatih, Rum Ortodoks Patriğiyle uzun uzun görüşüp anlaştı ve böylece dünya
Ortodokslarının ekumenik patriği Osmanlı başkentinde ruhani görevini
yapmaya başladı. Benzer bir işlemi, Fatih, devletinin önemli cemaatlerinden
Ermenilerle de gerçekleştirmek üzere, iyi tanıdığı Bursa Piskoposu Hovakim'i
de İstanbul'a çağırdı ve 1461'de onu İstanbul Ermeni Gregoryen Patriği yaptı.
Ancak Gregoryen kilise örgütlenmesi farklı olduğu ve merkezi Ermenistan'da,
Erivan yakınındaki Eçmiadzin'de bulunduğu için, İstanbul patriği, önemli bir kişi
olmakla birlikte, Ortodoks patriği ya da papa gibi "tek" otorite olmadı.
İlk Ermeni Patrikliği Samatya'da kurulmuştu (bunu o bölgede göreceğiz). 17.
yüzyıl ortalarında Kumkapı-Nişanca'ya taşındı ve orada kaldı. Patrikhane
binası, 19. yüzyılın güzel ahşap binalarından biridir. Karşı sırada, yan yana inşa
edilmiş (son olarak 1913'te) üç kilise ve iki şapel vardır. Ortadaki, en büyük
kilise, Surp Asdvadzadzin (yani Meryem Ana), Patrikhane kilisesi olarak
kullanılmaktadır. Alt katındaki ayazmadan, buranın Bizans döneminde
Ortodokslara ait olduğu kanıtlanır. Ermeni cemaatinin 19. yüzyıl
büyüklerinden, II Mahmut'un çok sevdiği maliyeci Kazaz Artin'in mezarı ve
heykeli de buradadır.
Kumkapı'dan batıya yürüdüğümüzde Yenikapı'ya geliyoruz. Burada eskiyi
hatırlatan hemen hemen hiçbir şey yok (19. yüzyıldan kalma Rum Ortodoks
Ayios Teodoros Kilisesi ile kıyıya çok yakın Surp Tateos Ermeni Kilisesini
saymazsak). Zaten çok eski değil, çünkü burası da Bizans döneminde Marmara
kıyısındaki en geniş liman olan Elefterios ya da Teodosios limanıydı. Eski şehrin
tek akarsuyu Lykos buradan denize dökülürdü. Bu limanlar önemlerini
kaybettikten sonra, Lykos buranın dolmasına katkıda bulundu (sonra kendisi
de kuruyup yok oldu). Akarsu alüvyonuyla dolan yerlerde verimli toprak olur.
Nitekim bu bölge (Langa-Vlanga) uzun zaman İstanbul'a kaliteli sebze
yetiştirdi. Sonra bostanlar da yerlerini beton bloklara bıraktılar. Arada tek tük
kalmış birkaç küçük bostan hâlâ görülebiliyor.
NARLIKAPI
Kıyı şeridi boyunca Samatya'ya yaklaştıkça sağımızda surlar yeniden yer yer
belirmeye başlıyor, bazen de solumuza geçerek kıyının eski çizgisini
gösteriyorlar. Eski Samatya Kapısı artık yok, ama onun şimdi tren
istasyonunun altındaki geçitle aynı yerde olduğunu tahmin etmek güç değil,
çünkü içerideki sokaklar buraya akıyor.
Samatya Kapısı'yla Yedikule arasında, ayakta kalmış tek büyük kapı, Narlıkapı.
Bizans döneminin önemli dini merkezlerinden Studios Manastırı ve Ayios
İoannis Kilisesi buraya çok yakın; imparatorların bazen burayı ziyaret etmek
için denizden geldikleri ve o zaman bu kapıyı kullandıkları biliniyor. Samatya
bağımsız bir gezi gerektiren bir semt olduğu için biz şimdilik içeri girmeyelim,
kapıya adını veren nar ağaçlarını hayal etmeye çalışarak Yedikule'ye doğru
devam edelim. (Narlıkapı'ya gelmeden hemen önce oldukça yeni yapılmış Surp
Hovhannes Ermeni Kilisesi var).
Çok geçmeden şehrin bitimine geliyoruz. Burada Marmara surları bitiyor, kara
surları dik bir açıyla kuzeye doğru kıvrılıyor. Solda, kıyıda, karayolu açılınca
surlardan koparak tek başına kalmış bir kule var: Mermer Kule. Surlar burada
köşe yapıyor; ancak, kulenin içinde bol miktarda mermer kullanıldığına göre,
belli ki burası sadece askeri anlamda işlevsel bir yapı olarak düşünülmemiş;
imparatorun bir uğrağı da bu kule olabilir. Andreasyan, Eremya Çelebi'nin
kitabı için yazdığı notlarında, daha sonra hapishane olarak kullanıldığını
yazıyor.
YEDİKULE
Mermer Kule'yi gördükten sonra, 5632 metre boyunca uzanan Kara Surları'nın
yanından yürümeye başlıyor ve çok geçmeden Yedikule'ye geliyoruz. Burada
kara trafiğinin işlediği görece dar bir kapıdan şehir içine giriliyor. Kapının iç
tarafında, kemerin üstüne, çift başlı Bizans Kartalı kabartması işlenmiş.
Yedikule kapısı burası. Ama Yedikule kalesinin içinde, çok daha görkemli bir
başka kapı var. Şimdi kalenin bir parçası haline gelen bu kapıyı 390 yılında I.
Theodosius yaptırmıştır. O zaman bu, şehir dışında, bir zafer takı olarak inşa
ettirilmiş, daha sonra, II. Teodosios bugüne kalan yeni surları yaptırınca, sur
kapılarından biri haline gelmiştir. En şatafatlı kapı bu olduğu için zafer kazanan
imparator ve komutanlar seferden dönüşlerinde şehre bu kapıdan girerlerdi.
Son olarak 1261'de Mihail Paleologos, şehrin Latin Haçlılarından geri
alınmasıyla, beyaz atı üzerinde bu taktan geçerek şehre dönmüştü.
Bizanslıların Porta Aurea (Altın Kapı) diye adlandırdığı bu takta üç kemerli kapı
var; ortada olan en yüksek. Hepsinin üstünde Herakles'in, Prometheus'un vb.
heykelleri varmış. Kapının önünde duvarları fazla yüksek olmayan bir kale
çıkıntısı ve onunla tak arasında şimdi ot bürümüş bir küçük avlu var. Kapılar,
herhalde sonraki dönemlerde, savunmada gedik yaratmamaları için
örülmüşler. Duvarlarda çeşitli haç vb. kabartmaları seçilebiliyor. Avlunun
ortasında fazla derin olmayan bir kuyu var.
Fetihten sonra Türkler surların bu bölgesine, şehrin içinden yeni duvarlar ve
kuleler ekleyerek bağımsız bir kale yaptılar. "Yedikule", bu kalenin adıdır. Fatih
başlangıçta hazinenin önemli bir kısmını bu kaleye yerleştirdi. Ama daha sonra
hazinenin sarayda, sultanın yanı başında durması daha uygun görüldü. Bundan
böyle Yedikule bir zin-dan olarak, daha çok da siyasi kimlikli kişilerin
kapatıldığı bir hapishane olarak kullanılmaya başlandı.
Günümüzde Yedikule bir müzedir. Kale içinde, muhafızlar için yapılmış caminin
yalnızca minaresinin kalıntısı görülüyor. Ondan çok daha sonra yapılan
amfiteatr da, şehrin bu bölgesinde tiyatroya merak uyandırmanın
güçlüklerinden olsa gerek, neredeyse cami kadar haraplaşmış. Hapishanenin
acı anılarını müzede görebiliyorsunuz. Örneğin, bir şekilde padişahın öfkesini
çeken yabancı elçiler buraya hapsediliyordu. Aralarında Rusya'dan Obrestov,
Fransa'dan Pangueville ile Ruffın gibi diplomatlar olduğu biliniyor. Kule
duvarlarında bunlardan bazılarının taşa kazıdığı özgürlük övgülerini hâlâ
görmek mümkün.
Yedikule'yle ilgili en karanlık anılar 17. yüzyıl başlarında kısa bir saltanat süren
II. Osman'dan (Genç Osman) kalmadır. Reform girişimlerine kızan yeniçeriler
onu tahttan indirdiler, epey hakaret ve epey eziyetle kısa süre burada kapalı
tutulduktan sonra öldürüldü. Bu olay daha sonraki birçok Osmanlı padişahının
korkulu rüyası oldu. Osman'ın kapatıldığı küçücük hücre, sur tarafındaki büyük,
dört köşe kulelerden birinin içinde, bugün de görülebiliyor. Burada, alt katta,
ayrıca idam mahalli de var. Kesilen kelle zemindeki delikten aşağı atılır,
oradaki su yolu denize bağlandığı için birkaç güne kadar kelle denize
kavuşurmuş. Günümüz koşullarında, kıyılarda, naylon torba ve patlıcan kabuğu
türünden yabancı nesnelerin denizi kirletmesine üzülüyor ve kirlenme öncesi
zamanı özlemle anıyoruz. O zamanlarda da "yabancı madde"nin bu türlüsüne
rastlama ihtimali aklımıza pek gelmiyor - gene de, şimdi soyulan patlıcan o
zaman kesilen kelleden fazla miktarda olmalı.
BELGRAD KAPISI
SİLİVRİKAPI
Pederim Kastandı
Sanatım Kunduracı
Şöhretim Mibah
Senesi 1879
Vademiz tamam
ya da
Kilise narteksinin dışındaki bir başka avluda görece yakın zamanlarda ölmüş
Fener patriklerinin ve bazı zengin İstanbul Rumlarının oldukça gösterişli
mezarları bulunuyor.
Balıklı kompleksinin çevresi, buralarda hep olduğu gibi, mezarlık dolu; Rum,
Ermeni, Türk mezarlıkları var. Greko-Romen şehircilik, nekropolisi şehir ve sur
dışına çıkarırdı (akropolisi en yüksek tepeye kurarken); Türkler de bu âdeti
devam ettirdiler. Balıklı Ermeni mezarlığında da, bu sefer Ermeni alfabesiyle
Türkçe yazıtlar vardır. Pamukciyan'ın aktardıklarından biri şöyle:
MEVLEVİHANE KAPISI
Silivrikapı'yı izleyen kamusal kapı Mevlevihane Kapısı'dır (ya da, daha sık
kullanılan adla, Mevlanakapı). Bu ad, sur dışındaki bir Mevlevi tekkesinden
ötürü verilmiştir. Roma-Bizans dönemindeki adı ise Region'du. Dış kapısındaki
kitabede bu kısımların İmparator İustinos (İustinianos'un amcası ve ondan bir
önceki imparator) ile karısı Sofia ve komutan Narses tarafından (Bizans'ın son
"hadım" generallerinden) tamir ettirildiği yazılıdır. Bizanslılar buraya "Rus
Kapısı"(Roussion) da diyordu. Çünkü 9. yüzyılda henüz Hıristiyan olmamış bir
Rus topluluğu Eyüp'e yerleşmişti. Sonra ayaklanarak şehre bu kapıdan olmak
kaydıyla girip çıkma hakkını elde ettiler. Komutanları, bu hakkın kanıtı olmak
üzere, kalkanını kapının üstüne çaktı.
Son iki kapı oldukça sağlam kaldığı için iç ve dış kapılar, köprü gibi öğelerle,
surun eski durumu hakkında oldukça iyi fikir veriyorlar.
TOPKAPI
KARİYE MÜZESİ
EĞRİKAPI
Saraydan hemen sonra Teodosios surları biter, Manuel Komnenos surları başlar
(herhalde Teodosios surları burada zayıf kaldığı için böyle bir takviyeye gerek
görülmüştü). Komnenos surları batıya doğru bir bombe yapar. Sur boyunca -
bazen mecburen uzaklaşarak- yürüdüğümüzde, kara surlarının son kamusal
kapısına, Eğrikapı'ya geliriz (eski adı Kaligaria). Son İmparator Konstantinos'un
son göründüğü yer bu çevredir. Bizans'ta burası ayakkabıcı esnafının
bulunduğu bölgeymiş.
Türklerin bu kapıya "Eğri" demelerinin nedeni kapının kendisinde olan bir
bozukluk değildir, kapıdan içeri girmeden önce yolun keskince bir dirsek
yapmasıdır. Bu eğrilik, biraz da, kapıya dıştan bitişik bir sahabe türbesinden
ileri gelebilir.
Efsanevi Kaşıkçı Elması hakkındaki yaygın hikâye, onun bu çevrede
bulunduğunu anlatır (Yenikapı'da bulunduğu da söylenir). Elmas şimdi Topkapı
Müzesi'nde, 86 kırat ağırlığında ve 48 pırlantayla çevrili, gözyaşı damlası
biçimindedir.
Şimdiye kadar sayılan bütün kapılarda -ve henüz görmediğimiz Leon surlarının
önünde- bazı evliya mezarları vardır. Bunların arasında, özellikle sahabe
(peygamberi şahsen tanımış olanlar) mezarlarının şu bakımdan anlaşılır bir
yanı var: Hazret-i Muhammet'in ölümünden görece kısa bir zaman sonra
Arapların İstanbul kuşatmaları başlamıştı. Bu kuşatmalar sırasında şehit
düştüğüne inanılan kişilerin en önemlisi de Ebu Eyyûb Ensari'dir. Yalnız bu
kapılarda -ve başka yerlerde, örneğin Karaköy'deki Yeraltı Camii'nde -
gördüğümüz bu gibi mezarların hemen hemen hepsi 19. yüzyılın başında, II.
Mahmut'un saltanatında keşfedilmişti. Belki de bu radikal Batılılaşmacı padişah,
aynı zamanda, mutaassıp halka böyle zararsız bir inanç kanalı açıyor-du.
Eğrikapı'nın dışında ve biraz güneyinde bir başka ilginç bina vardır: Kırkçeşme
Maksemi. Bizans'tan beri içme suyunun önemli bir kısmı şehre buradan
giriyordu. Sinan'ın yaptığı bu bina, Belgrad Ormanı çevresinden gelen suyun
toplandığı ve haznenin çevresi boyunca sıralanan kırk delikten akarak şehrin
çeşitli semtlerine gönderildiği yerdir.
Eğrikapı'dan şehre girdikten iki sokak ileride sola sapınca, Rum Ortodoks
Panayia Suda Kilisesi'ne gelinir. Burada, yeraltında, ikonos-tasion'lu, mermer
havuzlu, Ayia Zoni ayazması vardır. Bizans çağında buraya azılı delilerin
bağlandığına dair bir hikâye söylenir.
Bu kapının üç kule ilerisinde Komnenos surları da biter, onları Heraklios
Surları, daha sonra, Kara ve Haliç surlarının birleştiği nok-tada da Leon surları
izler. Bunları ve Haliç kıyısında kalan son iki kapıyı (Ayakapı ve Cibali Kapısı)
Haliç bölümünde anlatmanın daha iyi olacağını sanıyorum.
Kara surları güzergâhında, böylece, yedi kamu kapısı (Yedikule, Belgrad,
Silivri, Mevlevihane, Topkapı, Edirnekapı, Eğrikapı) ve bazı askeri kapılar
gördük. Surlar yer yer çok sağlam, yer yer harap ya da yok olmuş, yer yer de
yeniden yapılmış durumda. Birçok noktada çağdaş hayat bu eski surlarla
kaynaşmış, bazı kuleler insanın aklına kolay kolay gelmeyecek işlevler için
kullanılıyor. Hendek de bazen var, bazen kayboluyor, varolduğu noktalarda
çoğunlukla bostan haline gelmiş. Yalnızca sur görmek biraz sıkıcı da olabilir,
ama çeşitli noktalarda sağa sola sapıp çok farklı binalara göz atınca, bu
monotonluk kırılıyor.
DİVANYOYU-AKSARAY
DİVANYOLU - AKSARAY
BİNBİRDİREK
Buradan çıkıp Klodfarer'den aşağıya devam edildiğinde, sağda küçük bir cami
ve türbe vardır; Keçecizade Fuat Paşa'nındır bu binalar. Fuat Paşa, Abdülaziz'in
başlıca iki nazırından biriydi (öbürü de Ali Paşa). Sadrazam olmadığı zamanlar
Hariciye Nazırı olurdu. Nükteleriyle ünlüydü. Yabancı diplomatlara dünyâda en
güçlü devletin Osmanlı devleti olduğunu söylemişti (herkesin "hasta adam"
dediği dönemde). Gerekçesi şuydu: "Yıllardır siz dışarıdan, biz içeri-den,
yıkmaya çalışıyoruz, hâlâ yıkılmıyor." Bir gün yabancılara İstanbul'u
gezdirirken, eski püskü ahşap evlerde, kem göze karşı asılan Arapça "Ya
Allah", "Ya Hafız" levhalarının ne olduğunu sor-duklarında, "Bizim memleketin
en büyük sigorta şirketidir" demişti. Gezmekte olduğumuz Divanyolu'nu
modern ölçülere göre genişlet-tikten sonra, "Bu caddeyi bize atılan taşlarla
yaptık," demişti. Paşanın camisi ve türbesi dönemin Osmanlı mimarisindeki
üslupsuzlaşmanın kanıtıdır ve kendi espri düzeyi ve niteliğiyle ters orantılıdır.
Peykhane Sokağı'ndan Sultanahmet'e doğru yürüyüp soldaki Babayani
Sokağı'na saparsak, köşedeki eskice, mimari bakımdan çok da ilginç olmayan
bahçeli yapı, İran Okulu'dur. Okul tamamen İran devletine bağlıdır ve buradaki
İranlı ailelerin çocukları için açılmıştır. Eskiden eğitimi Şah'a göreydi, şimdi de
Humeyni sonrasına göre. Burası eskiden İran Hastanesi idi. 1882'de Debistan-ı
İraniyan adıyla kurulan okul Yeşildirek'teki yerine sığmayınca buraya taşındı.
TEODOSİOS SARNICI
Fuat Paşa'dan ters yöne yürüyüp Piyer Loti'ye (Burası Türk dostu Fransız
yazarlarının semti) çıktığımızda, Eminönü Belediyesi'ni görü-yoruz. Bunun
Divanyolu üstünde olan kısmı eskiden konservatuvardı ve karşı köşesinde Asım
Paşa Konağı vardı; Yeni Osmanlılar'ın mali destekçisi Mısırlı Mustafa Paşa
İstanbul'un ilk kulübünü bu binada açmıştı. Bir söylentiye göre konak
sonradan, yukarıda adı geçen Fran-sız yazarları adına bir anıt yapmak üzere
yıktırıldı; tabii anıt da yapılmadı. Bu sıralarda Konservatuvar'ın yerinde de Arif
Paşa'nın ahşap konağı vardı. 1980'lerde konservatuvar başka yere taşınıp
şimdiki şekliyle belediye binası genişletilirken, burada olduğu bilinen Teodosios
Sarnıcı da ortaya çıkarılıp onarıldı. Bu da şehrin büyükçe ve güzel
sarnıçlarından biridir.
TÜRBE
Ana caddeye dönelim; karşı köşede, yüksek bir bahçe duvarı, onun ileri
köşesinde de ampir tarzı geniş bir türbe binası var. Bu, ilk ciddi Batılılaşmacı
padişahlardan II. Mahmut'un türbesi. Ama binada ve bahçede çok sayıda insan
yatıyor. Örneğin Sultan Abdülaziz, değerlendirmesi hâlâ tartışmalarla dolu II.
Abdülhamit (Batıcılara göre Kızıl Sultan, Doğuculara göre Ulu Hakan)
buradalar. Türbenin içi bir mezardan çok bir saray gibi döşenmiş.
Bahçede gömülü daha birçok ünlü kişi var. Bir söylentiye göre, Jan Hus ve
Münzer gibi geç ortaçağ köylü devrimcilerin Türk benzeri Şeyh Bedreddin'in
mezarı da buradaymış, ama şimdi taşı bulunamıyor. Osmanlı hanedanının,
Cumhuriyet döneminde ölmüş bazı üyelerinin mezarları da burada. Ayrıca,
çoğu geçen yüzyılda yaşamış birçok önemli kişinin mezarı da burada: Ziya
Gökalp ve ayrıca İttihatçı kurşunuyla vurulan Ahmet Samim ile Hasan Fehmi
buradalar; Sadullah Paşa, Muallim Naci ve Ata Bey; Kıbrıslı Mehmet Emin ve
Fethi Ahmet Paşalar; Sait Halim Paşa, Hidiv ve Şerif aileleri üyeleri vb.
Yakınlara kadar genellikle kapalı duran bahçede şimdi yazın bir açık hava
kahvesi hizmet veriyor.
Aynı kolda, karşı köşede, Basın Müzesi var. Burası Safvet Paşa tarafından
üniversite olarak yapılmış ve sonra pek çok farklı amaçla kullanılmıştır. Mimarı
Fossati olabilir.
KÖPRÜLÜ KÜLLİYESİ
Çıkıp Beyazıt'a doğru birkaç adım daha yürüyünce solumuzda eski bir bina
görüyoruz. Burası Köprülü Kütüphanesi. Köprülü Mehmet Paşa, Osmanlı
devletinin zor zamanlarında, 17. yüzyılın ikinci yarısında, oldukça ihtiyar
olduğu bir sırada sadrazamlığa çağrılmıştı. Ölünceye kadar bu görevde kaldı ve
Osmanlı ölçülerine göre "başarılı" bir sadrazam oldu. Ne var ki, bu "başarı"nın
önemli bir kısmı uyguladığı yoğun baskı ve şiddetle kazanılmıştı. Köprülü'nün
ailesi (iki oğlu ve başka akrabaları) ondan sonra sadrazam oldular ve bir
paralel hanedan gibi uzun süre Osmanlı devletini yönettiler. Bu büyük ailenin
son önemli üyelerinden biri de Türkiye Cumhuriyeti'nde çağdaş tarihçiliğin
oluşmasına önemli katkıları olan ve çok partililiğe geçişte Demokrat Parti'nin
kuruculuğunu yapan Fuat Köprülü idi. Kütüphanede, bir kısmı Mehmet Paşa
zamanından kalma değerli el yazmaları vardır.
Paşa'nın mezarı ve camisi aynı sırada, biraz ileridedir. Üstü açık türbe, bir halk
yorumuna yol açmıştır: paşa, yağmur yağsın da gazabını dindirsin diye
türbesinin üstünü açık bıraktırmış... Birkaç adım ilerideki cami de şimdi çoğu
yok olan medresenin dershanesi olarak yapılmıştı.
Bu noktada durup yolun karşı tarafına baktığımızda Sarı Selim'in karılarından
Nurbanu'nun yaptırdığı Çemberlitaş Hamamı'nı görürüz. Burası hamam
olmaktan çıktıktan sonra ilkin bir lokanta, sonra da giyim mağazası olduğu için,
soyunmaya gerek olmadan içine girebileceğimiz ender hamam binalarından
biridir, ama içinde hamamı hatırlatacak pek az şey kalmıştır.
ÇEMBERLİTAŞ
Hamamın yer aldığı köşede, Bizans'ın başlıca meydanlarından birine gelmiş
oluruz. Burası Forum Constantinus'tur ve bugün Çemberlitaş adıyla bilinen
sütun da vaktiyle üstünde Büyük Constantinus'un heykeli duran sütundur.
Orijinal sütun daha Bizans zamanlarında çeşitli felaketlere uğrayıp onarım
görmüş, buna Osmanlı zamanlarındaki yangınlar ve onarımlar eklenmiş,
sonunda geriye, ayakta kalması için demir çemberlerle takviye edilen bu örme
taş sütun kalmıştır. Yüksekliği 35 metredir. Dibinde bazı çok önemli ilk
Hıristiyanlık kalıntılarının gömülü olduğuna inanılırdı. Eskiden, Sultanahmet'ten
sonraki bu ilk forumda (oval olduğu biliniyor) Senato, Praetorium ve çeşitli
önemli binalar bulunuyor, bina saçaklarını pek çok heykel süslüyordu.
Karşı sırada, şimdi Darüşşafaka sitesinin olduğu yerde, Elçi Hanı vardı. Sürekli
elçilikler kurulmadan önce geçen diplomatlar burada kalırdı. Ama han hiç iz
bırakmadan yok oldu ve neye benzediğini bilen yok.
Bu yörede bir tür meydan hâlâ var. Sağa sapıp biraz yürüyünce sağda, gene
Köprülü külliyesinin bir parçası olan Vezir Hanı'na geli-yoruz. Bu da tipik bir
Türk kervansarayının özelliklerini taşıyor; dikdörtgen avlu, avluyu kuşatan
depo ve ambarlar, geniş giriş kapısı, buradan iki yanda ikinci kata tırmanan
merdivenler. Han yakın zamanlarda onarıldı, ama bu onarım pek uzmanca
olamadı. Vezir Hanı İstanbul'daki son klasik kervansaraylardan biridir ve hayli
bü-yüktür.
Karşı köşede, Constantinus sütununun az ilerisinde, İstanbul'un en eski
camilerinden biri olan Atik Ali Paşa Camii'ni görürüz. Ali Paşa, II. Bayezid'in
vezir-i azamlarındandır. Cami, fetih öncesi Osmanlı cami mimarlığının
özelliklerini gösterir; kubbenin örttüğü dörtgen ve onu bir yarım kubbeyle
destekleyen, arkada geniş bir apsis gibi çıkıntı yapan, mihrabın bulunduğu
kısım. Külliyeden geriye yalnızca karşı sıradaki medrese kalıntısı kalmıştır.
KÜLLİYELER
BEYAZIT VE BAYEZİDİYE
Türbeyle cami arasındaki çarşı da, sahafların hâlâ ağırlıkta olduğu bir kitapçılar
çarşısı (Daha önceleri, sahaflar Kapalıçarşı içindeyken, Hakkâklar Çarşısı olarak
kullanılıyordu). Böylece, Bayezid Külliyesi’nın aşağı yukarı bütün öğeleri okuma
uğraşıyla ilgili. Arkadaki küfeki taşından sekizgen türbede Bayezid,
yanındakilerden birinde kızı Selçuk Hatun, öbüründe de Tanzimat'ın veziri
Büyük Reşit Paşa, yatıyor. Bayezid mezarının Eyüp'te olmasını istemiş, ama
onu devirerek tahta çıkan oğlu Yavuz bu isteğe kulak asmamıştı. Caminin
yanındaki, yaşlı ve kocaman kestanenin (nedense hep çınar denir) gölgesi
altında yayılan açık hava kahvesi, uzun yıllardır karşıdaki üniversitenin hoca ve
öğrencilerinin bir numaralı uğrağı ol-muştur.
ÜNİVERSİTE BİNALARI
BEYAZIT KULESİ
SİMKEŞHANE
Karşı sırada, aynı Hasan Paşa'nın bir de işhanı var. Bu ve onun hemen
yanındaki (Sultanahmet'e daha yakın olan) Simkeşhane, 1950'lerde caddenin
genişletilmesi için kısmen yıkıldıktan sonra, gene kısmen restore edilerek
bugünkü hallerine getirildiler. Simkeşhane şehirdeki en eski Türk yapılarından
biridir; fetihten sonra, darphane olarak inşa edilmiş, ama hazine ve darphane
kısa süre sonra -herhalde daha güvenli olsun diye- Topkapı Sarayı'na
taşınınca, Simkeşhane (simli iplik eğrilen yer) haline gelmişti. Bugünlerde
simin yerini sü-pürgenin aldığı gözleniyor.
Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey'den, burada, Simkeşhane Emini’nin her yıl ulema
ve şeyhleri davet edip avluda otağ kurduğunu, ziyafetten sonra mevlûd
okunduğunu, ayrıca, Süleymaniye’nın Tiryaki Çarşısı'ndaki altın varakçı
esnafının da 18. yüzyılda buraya taşındığını öğreniyoruz.
Buradan Aksaray'a doğaı yürürken karşı sırada Fen ve Edebiyat fakültelerine
bir göz atabiliriz; bu kadar uzaktan bakmak bence yeterli. 1940'lardaki Nazi-
Faşist mimarlığın Türkiye'ye yansımasının örneklerinden biridir bu bina.
Yerinde daha önceleri Kâmil Paşa’nın Mısırlı karısı Zeynep Hanım'ın (Zeynep -
Kâmil çifti) konağı vardı.
LÂLELİ
EMİNÖNÜ-CAĞALOĞLU
Eminönü ile Karaköy arasında uzanan bugünkü köprü, burada yapılmış olan
dördüncü köprüdür. Köprü kendisi böyle değişmekle birlikte, adı her zaman
"Galata Köprüsü" diye bilindi. Bu ad köprünün birleştirdiği iki yakadan birine
bir öncelik vermektedir. İster köprünün varlığından öncelikle Galata sorumlu
olsun, ister köprü öncelikle "Galata'ya geçmek" için önemli olsun, sonuçta
Galata'nın bir ayrıcalığı var.
Bu ayrıcalık gerçekten vardı; Osmanlı toplumu Batılılaşmaya çalışıyor,
değişiyordu. Dünyadaki "Batı", İstanbul'da, "Kuzey"deydi; yani, Halic'in kuzey
yakasında. Saray, 19. yüzyılda Batılılaşmaya karar verince, Topkapı'dan
Dolmabahçe'ye taşındı ve bu birkaç kilometrelik yer değişimi, ülkeyi ve
başkenti bir uygarlık yörüngesinden bir başkasına taşıdı.
Haliç'te köprü yapma fikri çok eskiden beri vardı ve bunu yapmak teknik olarak
mümkündü. Leonardo da Vinci’nın bile Haliç Köprüsü için eskizler yaptığı bilinir.
Ne var ki, şehrin can damarı olan liman, köprüyle kapanmak durumunda
kalacaktı. Bu nedenle, İstanbullular, yüzyıllarca, sandalla yetindiler. Ama, 19.
yüzyılda, ortasından açılabilen, böylece, gemilerin Haliç içine girmelerini
engellemeyen köprü yapmak mümkün olunca, İstanbul'un "iki yakasını bir
araya getirme" işi somutlaştı.
İlk yapılan köprü Galata değil, Unkapanı'dır; 1836'da, II. Mahmut zamanında
buraya ahşap bir köprü yapıldı ve adı Hayratiye kondu. Unkapanı, Haliç'te ticari
limanın bittiği yerdir. Karaköy-Eminönü arasındaki ilk köprü, gene ahşap
olarak, 1845'te yapıldı. Yenilenen, değişen bu köprüler arasında, İstanbul
halkının en fazla yakınlık duyduğu, hayatının parçası saydığı köprü, 1912'den
1992'deki yangına kadar çalışan Galata Köprüsü'dür. Balık lokantaları,
kahveleri, balık tutanları ve başka birçok özellikleriyle bu köprü bir kişilik
olarak varolmuştu.
Modern çağın ulaşım koşullarında, köprü gibi araçlar, öncelikle işlevsellikleriyle
varolur. Örneğin, son yapılan köprü, en azından şimdilik, yerine getirdiği
işlevin ötesinde herhangi bir karaktere sahip değil. Oysa yanan Galata Köprüsü
yalnız üstünden geçilen değil, üstünde yaşanan bir mekândı ve şehir
folklorunun parçası haline gel-mişti.
EMİNÖNÜ-CAĞALOĞLU
YENİ CAMİ
Külliyenin en önemli binası şüphesiz Mısır Çarşısı'dır. İçinde yüze yakın dükkân
bulunan bu arastada Kahire'den gelen mallar ve özellikle baharat satılırdı. "L"
biçiminde olan çarşıda, iki çatalın kesiştiği yerde, lonca vaizinin ahşap kürsüsü
görülüyor.
Mısır Çarşısı, ne kadar azalmış olsalar da, hâlâ birçok baharatçının iş yaptığı bir
yer. Geleneksel tipte mezeciler de var çarşıda. Bu ba-kımdan, öncelikle besin
üstüne kurulu bir alış veriş merkeziydi, doğudan gelen baharat Mısır üstünden
buraya getirildiği için bu adı almıştı; ama son yıllarda giyim kuşama yönelik
mağazalar gittikçe çoğalıyor. Binanın dışında da karakteristik alış veriş
merkezleri var; örneğin, L’nin iki çatalı arasında şehrin başlıca çiçek pazarı yer
alıyor. Burada, ayrıca, ev hayvanları da satılır. Batıya bakan kanatta manav,
peynirci gibi yiyecek dükkânlarının yanı sıra şehrin başlıca balık pazarlarından
biri bulunuyor.
Ana girişin üstünde, en iyi geleneksel lokantalardan Pandeli var. Eminönü
bölgesi yakın zamanlara kadar önemli bir iş merkeziydi (karşısındaki Galata
gibi). Bu durum, en iyi lokantaların da burada toplanmasını teşvik etmiştir.
Borsa, Konyalı, Ege ve İstanbul lokantaları bunların başında gelir. Ancak, son
yirmi yıldır büyük çaplı işler, işyerleri şehrin kuzeyine, Mecidiyeköy ve ötelerine
kaydı ve Eminönü de eski önemini kaybetti. Bu, geleneksel lokantaları da
etkiledi; bazıları toptan kapandı, bazıları başka yerlere taşındı, değişti.
Türkiye'de modernleşme çabası, özellikle Cunıhuriyet'ten sonra iyice
radikalleşti ve bunun bir sonucu da gelenekle ciddi bir kopukluk doğması oldu.
Bu kopukluk, doğal olarak, hayatın her alanında gözlenir; konunun bu
noktasında, yeme içme alanındaki duruma kısaca değineceğim. Geleneksel
Türk mutfağının birçok özelliği de unutulan geçmişin başka öğele-riyle birlikte
kaybolup gitti. Bu arada, toplumun geleneğinden en az kopan kesiminin, esnaf
ve sanatkâr gibi, küçük iş sahipleri olduğu söylenebilir. Bunun da, gastronomi
alanında, şöyle bir sonucu var; modern hayatın kısıtlamaları sonucu evlerde
geleneksel yemek unutulurken, esnafın yoğun olduğu bölgelerde, "çarşı
lokantası" denilen, çoğu oldukça küçük lokantalar, bu geleneği iyi kötü
sürdürebilen yerler olarak kaldılar. Böylece, "lokantaya gidip ev yemeği
yemek" gibi tuhaf bir alışkanlık edindik. Eminönü ve Cağaloğlu çevresinde bu
genel duruma uygun pek çok lokanta vardır.
Yeni Cami’nin yakınında, denize arkamızı verdiğimizde solda ka-lan bir cami
daha var: II, Mahmut'un yaptırdığı Hidayet Camii. Ancak, şimdiki yapı, onun
yerine, II. Abdülhamit zamanında ve mimar Vallaury tarafından yapıldı.
Oldukça sevimsiz bir tarzı olduğu söyle-nebilir.
ABDÜLHAMİT KÜLLİYESİ
BAB-I ALİ
Ankara Caddesi'nden yukarı tırmanırken, solumuzda dar bir sokak içinde eski
bir yapının kalıntısı görünüyor. İstanbul gibi eski şehirlerin ilginç bir özelliğinin
kanıtı bu yapı. Tarih ve koruma bilincinin olmadığı çağlarda, insanlar yeni
ihtiyaçlara göre eski yapıları yıkmış, ortadan kaldırmış. Bazen de, büsbütün
yıkmayıp üstüne başka bir şey yapmış. Eskiden burada bir bina vardı ve ikinci
katındaki bir meyhaneden ötürü ben de oraya zaman zaman giderdim. Ama
binanın içinde başka bir bina bulunduğunu hiç bilmezdim. Bu yakınlarda o
köhne binalar yıkıldı, içinden eski bir hamam (Hoca Paşa Hamamı) çıktı!
Bugünlerde restorasyonu tamamlanmak üzere.
Karşı kaldırımdan tırmanmaya devam edince, sağda, kitapçı ve kırtasiyeci
dükkânları arasında bir kapıdan bir iç avluya girildiğini görüyoruz. Bu sevimli
avluda, bundan otuz yıl kadar önce yanan iki güzel 19. yüzyıl yapısının
iskeletleri duruyor. Daha ilginç olanı, buradaki bazı dükkân ve avludaki küçük
matbaa içinde hâlâ görülebilen, muhtemelen Cenevizlerden kalan duvar
parçaları. "Hâlâ görülebilen" diyorum, ama cadde üstündeki dükkânında oturan
mal sahibi buraları göstermeye hiç istekli değil.
Karşımızda Bab-ı Ali var şimdi. Bu kanadının girişinde, gene zevksiz bir 19.
yüzyıl yapısı olan Naili Mescidi.
Şimdi İstanbul Valiliği olan Bab-ı Âli eskiden Osmanlı İmparatorluğu'nun
yönetildiği merkezdi. Onun tarihi, bazı bakım-lardan, imparatorluğun
modernleşme sürecini yansıtır. Başından beri padişah her türlü yönetim
yetkisinin mutlak sahibiydi ve ona yardımcı olmakla yükümlü Divan, yani o
zamanın "hükümet"i, sarayda, Kubbealtı'nda toplanırdı. Zamanla padişahlar fiili
yönetimden koparak saray hayatına daldılar ve bu da, "başbakan" sayılabilecek
sadrazamın teoride değilse de pratikte daha fazla yetki kullanmasına yol açtı.
Bu dönemlerde "özel" ve "kamusal" ayrımı pek belirgin değildi. Eski
padişahların Topkapı'da yaşarken ülkeyi yönetmeleri gibi, sadrazam da Bab-ı
Ali'yi hem özel konutu hem de yönetim merkezi olarak kullanıyordu. Bu
uygulama II. Mahmut döneminde sona erdi ve Bab-ı Âli resmi hükümet binası
haline getirildi.
Az önce, Postane binasının eski Posta Nezareti (bir anlamda, "Ulaştırma
Bakanlığı") olarak yapıldığını söylemiştim. Daha önce Harbiye Nezareti
hükümetin ortak binasından taşmış ve taşınmış, bugünkü İstanbul Üniversitesi
merkez binasına yerleşmişti. Onun yanındaki Âli Paşa Konağı da Erkân-ı
Harbiye-i Umumiye olmuştu. İmparatorluğun en büyük örgütü olan ordunun
Bab-ı Âli'ye sığama-ması ve ayrı binaya taşınması anlaşılır bir şeydir. Aynı
şekilde şeyhülislamlık binası da ayrı yerdeydi (Süleymaniye’nın arkası).
Herhalde zamanın en "teknolojik" bakanlığı olduğu için Posta-Telgraf Nezareti
de ayrı yere taşındı. Ama başbakanlığın yanı sıra bütün geri kalan bakanlıkların
çalışmaları uzun süre Bab-ı Âli'den yürütülmeye devam etti. Bu, şu bakımdan
ilginç: demek ki bugünkü Türkiye'den çok daha geniş bir coğrafyaya yayılan ve
yeterince merkezi bir yapısı olan koskoca imparatorluk devleti, şimdi İstanbul
Valiliği'ne yetmeyen bu binaya sığabiliyordu. Modern dünyada devlet
bürokrasinin nasıl büyüdüğünü kanıtlayan bir gelişme bu. Tabii, o sırada olup
şimdiye kalmayan başka bakanlık binaları da vardı, ama bu değindiğim
yönsemi değiştirmiyor böyle olması.
Hükümet merkezinin burada olması, 19. yüzyılda oluşmaya başlayan Osmanlı
basınının da kendine merkez olarak burayı seçmesini doğrudan doğruya
belirledi. Gazete idarehaneleri burada kurulunca, yayınevleri, kitabevleriyle
bütün entelektüel kurumlar da bu semte yerleştiler. Bugün "Bab-ı Âli" adı,
Türkiye’nin basını anlamına gelen metonimik bir söz olmuştur.
Bir süreden beri Bab-ı Âli’nin arka sokaklarında konfeksiyona ilişkin imalat
(Yeşildirek'ten yayılarak) yerleşmeye başladı. Öte yandan, basın kurumlarının
çoğu da burada bir büro bırakarak şehir dışında yeni yaptırdıkları yerlere
taşındılar. Önümüzdeki dönemde, başlıca turizm bölgesine yakınlığı, Bab-ı
Ali’nin geleneksel çehresini radikal bir şekilde değiştirebilir.
Sağ taraftaki kaldırımdan "yokuş"u tırmanırken, sağımızda bir köşede İran
Konsolosluğu binasını görüyoruz. Bina, zamanında, elçilik olarak yapılmıştı.
Suriçi İstanbul'da elçilik veya konsolosluk binası yoktur; Pera'da toplanmıştır
elçilikler. Sadece İran'a, bir Müslüman ülke olduğu için, elçiliğini burada yapma
ayrıcalığı verilmişti. Gelgelelim, Müslümanlar arası bu dostluk jestlerine
karşılık, binanın mimarları 1830'larda İstanbul'a gelip uzun süre kalan İsviçreli-
İtalyan Fossati kardeşlerdir.
DÜYUN-U UMUMİYE
Konsolosluktan içeri sapıp biraz yürüyünce, bahçe içinde oldukça görkemli bir
okul binası karşımıza çıkar. Adı İstanbul Erkek Lisesi olmakla birlikte burada kız
ve erkek öğrenciler okur. Eski ve saygıdeğer bir eğitim kurumudur. Ama bina
başlangıçta okul olarak yapılmamıştı ve Osmanlı tarihi açısından işlevi o kadar
da saygıdeğer değildi. Osmanlı devleti 19. yüzyıla ve döneme rengini veren
Batılılaşma sürecine geniş bir dışa borçlanma politikasıyla girmişti. Ne derece
verimli kullanıldığı hâlâ tartışma konusu olan bu borçların geri ödenmesi,
etkisizleşmiş Osmanlı sisteminde büyük sorunlar çıkardı. Sonunda Batılılar
alacaklarını kendileri toplayabilmek için Düyun-u Umumiye (Genel Borçlar) adı
altında bir kurum kurdular. İşte bu bina, bu vergi toplama kurumunun
karargâhı olarak inşa edildi.
Düyun-u Umumiye etkili bir vergi sistemi kurdu. Örgütün nüfuzunu gösteren
şöyle bir traji-komik olay vardır: 1911'de İtalya Osmanlı devletine savaş açıp
Libya'yı işgal ettiğinde, Düyun-u Umumiye, vergi topladığı bir bölge eksildiği
için Osmanlı devletinden tazminat aldı -sanki zavallı Osmanlı Libya'yı isteyerek
vermiş gibi. Ancak, Düyun-u Umumiye’nin Türkiye'ye dolaylı bir faydası do-
kundu; Osmanlı bürokratları etkili bir Maliye’nin nasıl çalışacağını onu
inceleyerek öğrendiler -bunu "öğrendikleri" söylenebilirse!
BEŞİR AĞA
HAMAMLAR
Beşir Ağa'dan sağa, ikinci sokaktan gene sola saptığımızda, biraz yürüdükten
sonra, Cağaloğlu Hamamı'na geliyoruz. Bu da I. Mahmut zamanından kalma,
Ayasofya kütüphanesine gelir sağlamak için yapılan bir binadır ve özellikle
turistler arasında en popüler hamamlardan biridir. Bunda, turistlerin zorunlu
geçiş yollarına yakın olmasının payı bulunmakla birlikte binanın güzelliğini de
unutmamak gerekir. Yakın zamanda hamamın sahibi burayı ayrıca küçük bir
barla da takviye etti.
Fin hamamı, sauna ve Japon hamamı gibi Türk hamamının da dünya çapında
haklı bir ünü vardır. Türk kültüründe temizlik öncelikle akarsuyla sağlanır. Bu
bakımdan, Batılıların lavaboyu doldurup bu suyla yüzlerini yıkamaları ya da
küveti doldurup yıkanmaları, Türkle-re hiç temiz gelmez. Bunun mantıklı bir
yanı da vardır, çünkü bu tip yıkanmada, üstümüzden attığımız kir içinde
yıkandığımız suda kalır. Hoşluğundan ötürü küvet doldurup içine girmek,
köpüklere gömülmekte bir Türk için herhangi bir sakınca yoktur, ama sonunda
duşla her türlü üstümüzden kiri akıtmak şartıyla.
Geleneksel Türk hamamına gelince, bu apayrı bir olaydır. Hamamda
soyunduktan sonra ilkin hararet kısmına girilir, sıcak su dökünüp terlenir. Bu
süreç derideki gözenekleri açar, onun için biraz vakit almalıdır. Terlemek için
alttan ısıtılan göbek taşına uzanılır. Bunu kese faslı izler. Tellak ya da natır,
eline pütürlü bir eldiven geçirerek vücudu ovalamaya başlar. Eldiven, vücuttaki
ölü derileri soyar. İşin aslını bilmeyen, bu derilerin oluşturduğu yığına bakarak,
nasıl da bu kadar kirli olabildiğine şaşar. Bu işlemden sonra da tellak veya natır
sabun köpürtür ve yıkar. Bol bol su dökünüp "çalkalandıktan" sonra, yıkanma
faslı sona erer. Artık soğukluk denilen yere geçilerek serinlenir, istenirse masaj
yaptırılır vb.
Bu, her gün tekrarlanacak tipte bir temizlenme değildir. Nitekim, evlerde
banyo ve akar su olmadığı, temizlenmek için kamusal bir binaya gitmek
gerektiği günlerde gelişmiştir. Eskiden İstanbullu aileler normal olarak haftada
bir kere hamama giderlerdi. Bu, aile hayatında geleneksel ve özel bir gündü.
Temiz çamaşırlar, havlular hazırlanıp paketlenir, hizmetkârlara yüklenir,
hamama gidilir ve gene alay halinde eve dönülürdü (ailenin maddi durumuna
göre arabayla ya da yürüyerek). Çok hamam olduğu için evden fazla
uzaklaşmak gerekmezdi. Bugün, herkes evinde banyo sahibi olduktan sonra
bile, gerçek bir temizlik için hamama gidenler vardır.
Günlük hayatta kadınla erkeği kategorik biçimde ayıran Müslüman-Türk
hayatında, yıkanma, yani çıplaklık ve suyla temas, hele bu işin kamusal bir
yerde olması, her türlü erotik çağrışıma açıktı. Bunun için kimi hamamlar
yalnız bir cins için yapılırdı (bu da eşcinsel erotizmi dışlamıyordu tabii); ya da,
kadınlar ve erkekler ayrı günlerde aynı ha-mamı kullanırdı. Çocuklar tabii
anneleriyle kadınlar hamamına girer-lerdi, ama on bir, on iki yaşlarına kadar.
Tüylenmeye başladığı halde ailelerin kadınlar kısmına getirmekte ısrar ettiği
oğlanlara başka kadınlar ya da natırlar, "haftaya babanı da getir", diye takılır,
bu, oğullarını hâlâ bebek gören annelere yeterli uyarı olurdu.
Hamamın bir iki adım ilerisinde, önünde kurucusu Mithat Paşa’nın büstüyle,
Emniyet Sandığı binası var. İlk Türk bankasının çok da eski olmayan bir binası
olmak dışında bir özelliği yok bunun. Karşısındaki köşede ise, Hadım Hasan
Paşa Medresesi’nın kalıntısı Sokağın sonunda sola dönüyoruz. İleride, gene
solda, eskiden varken yıkılan, yakınlarda yeniden yapılan, böylece de ortodoks
Müslümanlar için büyük sevinç kaynağı olan Cezeri Kasım Paşa Camii var.
Burada, küçük Cağaloğlu Meydanı'ndayız.
Cağaloğlu Meydanı'ndan sağa yüründüğünde Nuruosmaniye Ca-mii'ne ve sonra
da Kapalıçarşı'ya gelinir. Bunları başka bölümlerde anlatmak daha doğru
olacak. Meydanın biraz ilerisinde, sağda, dört köşe bir türbe var; mali işlere -
ve dalaveralara- aklı iyi erdiği için Ab-dülaziz'in birkaç sefer sadrazam yaptığı,
Rus elçisi İgnatiyefe yakınlı-ğıyla da tanınan ve bu yüzden bazen "Nedimof"
diye anılan Mahmut Nedim Paşa’nın türbesi, daha ileride de, Eski İstanbul Kız
Lisesi (Bezmiâlem Valide Sultan'ın yaptırdığı), yeni adıyla Cağaloğlu Ana-dolu
Lisesi vardır.
Ana cadde üzerinde çeşitli 19. yüzyıl yapıları bulunur. Bunlardan biri ünlü
"Saatli Maarif Takvimi"nin hazırlandığı, sol koldaki, yeni restore edilen yapıdır.
Cağaloğlu Anadolu Lisesi binası, eski TMTF binası (şu sıralar restore ediliyor)
da bu arada sayılabilir. Soldaki sokaklara sapıldığında gene böyle güzel
binalara rastlanır; örneğin, Çatalçeşme Sokağı'nda, Bülbül Tevfik Paşa’nın
konağıyken Cağaloğlu Akşam Kız Sanat Enstitüsü olan ve yakınlarda restore
edilen bina, yakınındaki Kız Öğrenci Yurdu binası, Abdullah Cevdet'in İftihadh
yayımladığı bina, "İdjtihad Evi" bunlar arasında sayılabilir.
ÇARŞILAR BÖLGESİ
KIYI ŞERİDİ
İlkin, kıyı boyuna göz atalım. Galata Köprüsü'nün Eminönü ayağından Batıya
doğru yürüdüğümüzde, yeni köprünün şantiyesini geçince, birkaç eski bina
görünür. Bunlardan ilki, büyükçe bir handır; bu bölgedeki tek sur kalıntısı olan
bir kuleye bitişiktir. Kule, Baba Cafer Kulesi adıyla bilinir. Söylentiye göre bu
Cafer, Harun-el Reşid'in Bizans imparatoruna gönderdiği elçiymiş. Diplomasi
saygısı olmayan imparator onu bu kulede hapsetmiş ve Cafer burada ölmüş.
Fetihten çok sonra mezarı kulenin ikinci katında bulunmuş. Mezarın verdiği
kutsal havaya rağmen Osmanlılar da kuleyi uzun zaman hapishane olarak
kullandılar. Onlar diplomatları Yedikule'ye tıkıyorlardı. Dolayısıyla burası bir
zaman kadınlar hapishanesi, daha uzun zaman da borçlular hapishanesi olarak
kullanıldı. Borçlular pencerelerden bağırıp yalvarır, arada bir hayırsever biri de
borçlarını ödeyip içlerinden birini kurtarırmış. Bu bölge hâlâ Zindankapı adıyla
anılır.
Az ileride küçük bir cami var: Ahi Çelebi Camii. Yapılışı bir hayli eskiye (16.
yüzyılın başı) gitmekle birlikte, çok tamirden geçtiği için mimari bakımdan
ilginç değil artık. İlginç olmasının başka bir nedeni var. 17. yüzyılın büyük
gezgini, sevimli abartmalarıyla ünlü Evliya Çelebi, seyyah olacağını rüyasında
görür. Rüyada, bu camidedir. Orada ibadetini yaparken, melekler, evliyalar
belirir; az sonra Peygamber kendisi de görünür. Evliya'ya bir dileği olup
olmadığını sorar; Evliya "şefaat" demeye çalışır, ama heyecandan "seyahat"
der. Peygamber, "Freudian slip"ten haberdar olmalı ki, ona seyyah olacağını
müjdeler.
Caminin yanındaki yarı yıkık binanın çocuklar hapishanesi olduğu söyleniyor.
Buradaki iki 19. yüzyıl hanının çatı katı da lokanta haline geldi. Efsanevi bir
ayyaş olan Bekri Mustafa'nın mezarının da burada olduğu iddia ediliyor. Buna
inanıp inanmamak bizim öznelliğimize bağlı. Bekri Mustafa, içkiyi yasak eden
IV. Murat zamanında efsaneleşmiştir. Bir sefer tebdil gezen padişahı
tanımamış, karşısında içmiş, sonunda Murat kim olduğunu bildirince Bekri,
"Buyurun, ağa-lar, cenaze merasimine," demiş. Deyimin buradan kaldığı
anlatılır. "Bekri" ayyaş demektir (burada değil ama Yunanistan'da "bekri meze"
var -adı üstünde).
Karşı sırada, Unkapanı'na kadar üç eski cami vardır. Birincisi, Kantarcılar
Mescidi, çok fazla onarıldığı için eski şeklini kaybetmiştir. Burada hâlâ terazi
satılıyor. İkincisi Kazancılar ya da Üç Mihraplı adlarıyla bilinir. Bunda da onarım
var, ama hiç değilse ana mekânı çok fazla değiştirmemiş. Zamanla eklenen
yeni binalardan ötürü "üç mih-raplı" deniyor. Fatih'in hocalarından olan
Hayreddin Efendi’nin -ki, caminin yapılmasına önayak olmuştur- mezarı da
arkadadır. 200 metre kadar ilerideki üçüncü caminin de (artık Unkapanı'na
geldik) iki adı var; Sağrıcılar ya da Yavuz Ersinan. Ersinan, Fatih'in
askerlerinden ve ayrıca, yukarıda anılan Evliya Çelebi’nin atalarından biriydi.
Bu üç cami de Fatih'in yaşadığı yıllarda yapıldı. Yani, İstanbul'daki ilk camiler
ve ilk Osmanlı yapıları arasındadırlar. Kuşatma sırasında horoz gibi öterek
askerleri uyandıran ve savaşa hazırlayan, savaşın son gününde de şehit olan
Horoz Dede bu caminin haziresinde gömü-lüdür. Ersinan'ın camiinin 1455'te,
fetihten sadece 2 yıl sonra yapıldığı tahmin ediliyor.
Ayrıca, üçü de esnaf loncalarının adını taşıyor. Belli ki fetihten hemen sonra
kurulan yeni ekonominin insanları, yani loncalar, şehirde yerleşip işe
başlamışlar ve kısa bir süre sonra önemli dini ihtiyacın gereğini yerine
getirerek camilerini yaptırmışlar.
Unkapanı köprüsüne yakın, kıyıdaki 19. yüzyıl Hafız Ahmed Ağa meydan
çeşmesi, Dalan döneminde hal kaldırıldığı zaman "meydana" çıkabildi.
Mısır Çarşısı'nı daha önce görmüştük; sağ yanından Balık Pazarı'na girip
sağdaki ilk sokağa girelim. Bu sokaktaki Hamdi, bence, İstanbul'un en iyi
kebapçılarından biri. Onun biraz ilerisinde, soldaki bir hanın avlusunda,
İstanbul'un tek Yahudi lokantası var: buradaki az sayıda Yahudi iş adamına,
kökleri İspanya'ya uzanan koşer yemekler ( bu arada, çakal eriği sosuyla
gelincik balığı) sunuyor. Bu sokak birazdan başka bir sokağa açılıyor. Oradan
sola, sonra ilk sağa dönüp yürürsek, az sonra sağımızda Rüstem Paşa Camii'ni
göreceğiz. Sinan yapısı olan bu cami, İstanbul'un en görülecek binalarından
biridir. Ama camiden önce, neredeyse onun kadar ilginç olan Rüstem Paşa’nın
kendisinden söz edelim.
Rüstem Paşa, uzun süren Kanuni döneminin en önemli iki sadrazamından
biridir. Birincisi, Süleyman'ın arkadaşı ve ilk sadrazamı İbrahim Paşa'ydı.
Oldukça tipik bir Osmanlı paşasıydı İbrahim: Asker, devlet adamı, diplomat vb.
Kudretli ve gururluydu. Süleyman'ın sevgili karısı Hürrem'in kendi oğullarıyla
ilgili kişisel planlarına uymayınca hayatından oldu.
Hırvat asıllı, Enderun'dan yetişme Rüstem çok başka bir tipti. Şövalyelikle pek
ilgisi olduğu söylenemez. Kurnazdı, bir sadrazamdan çok bir sarrafın ihtiyaç
duyacağı türden ekonomi bilgilerine sahipti, hırslıydı ve entrikadan
korkmuyordu. Herhalde olağanın dışında bazı özellikleri vardı ki Kanuni onu
daha üçüncü vezirken gözüne kestir-miş ve Hürrem'den olan kızı Mihrimah'la
evlendirmeye karar vermişti. Bunun için biraz daha yükselmesi, yükselmek için
de belirli görevlerde bulunması gerekiyordu. Diyarbakır'a tayin edildi. O sırada
bazı düşmanları cüzzamlı olduğu söylentisini yaydılar. Süleyman söylentinin
doğruluğunu öğrenmek için arkasından gizlice bir doktor gönderdi. Doktor
odasını ararken Rüstem'in çamaşırlarında bit buldu. Meğer cüzzamlıya bit
gelmezmiş. Rüstem böylece "temize çıkınca" bir düşmanı onun hakkında şöyle
bir beyit yazdı;
Beyitin ardından, onu sevmeyen çevreler arasında adı "Kehle-i ik-bal"e çıktı.
Olup bitenleri anlayıp, biti odasına kendisinin koydurduğunu düşünenler de
vardır.
Rüstem sadrazam oldu. Süleyman'ın sevgili büyük oğlu Mustafa'yı öldürtmesi
için gerekli entrikalara girişerek, kayınvalidesinden olma şehzadelere saltanat
yolunu açtı. Yeniçeriler Mustafa'yı çok sevdiği için bir süre sadrazamlıktan
uzaklaştırıldı. Bir süre sonra, yerine getirilen Ahmet Paşa’nın idam edilmesini
sağlayarak geri geldi.
Süleyman zamanında Osmanlı İmparatorluğu doruğa varmıştı; aynı zamanda,
sınıra da varmıştı. Gelir statikleşmişti, ama gider sürekli artıyordu, çünkü
merkezin zorunlu harcamaları çok yüksekti. Rüstem bu duruma çare aradı ve
buldu. Geleneksel tımar sisteminde, ekilebilir tarlaların kullanım hakkı birilerine
veriliyor, o da savaş zamanında toprağın gerektirdiği sayıda askerle orduya
katılıyordu. Rüstem, nakit sıkıntısını gidermek için tımarların kullanım hakkını
peşin para karşılığında devretmeye başladı. O zaman tımar beyleri de
verdikleri parayı köylüden çıkarmaya çalıştılar. Kısa vadede nakit bulundu;
uzun vadede sistem çöktü. Böylece Rüstem Paşa da uzun vadede yıkım
getirmiş ekonomik "dahi"lerin kalabalık grubuna katıldı.
Serveti, dillere destan olmuştur. Önce zenginleşip sonra malı müsadere
edilenlerin grubuna da katıldı Rüstem. O dönemin zenginlik anlayışı, pratik işe
yaramayan pek çok değerli eşya biriktirmeyi gerek-tirirdi. Rüstem'de
bunlardan çok vardı; ama tarlaları, tuzlaları, yani işletilen ve sürekli gelir
getiren türden üretken serveti de eksik değildi.
Bu uzun girişten sonra, şimdi gezeceğimiz Rüstempaşa Camii’nın ondan fazla
dükkân üzerinde yükseldiğini söyleyerek ekonomik bağlantıyı sağlayalım.
Tahtakale denilen bu semt, caminin yapıldığı sırada da bir çarşı semtiydi.
Caminin dükkânlar üstündeki avlusuna dört köşedeki dört merdivenden çıkılır.
Burada, son cemaat yeri bazı başka Sinan camilerinde olduğu gibi iki sıra
sütunlu ve geniş sahanlıklıdır. Buradan cepheye baktığımızda, çinilerin, başka
camilerde görmediğimiz gibi, dış duvara taştığını görürüz. Sağ taraftakiler
zamanla biraz bozulmuştur.
Sinan'ın bu camiyi Edirne'deki Selimiye’nin maketi olmak üzere yaptığı
söylenir. İkisinin yapılışı arasında epey zaman olmakla birlikte, planda
benzerlik vardır. Rüstempaşa'nın kubbesi sekiz dayanağa oturur; dört kemer
ve dört yarım kubbeyle desteklenmiştir. Yarım kubbeler çaprazlama, köşelerde
yer alır. Kuzey ve güney yanlarda iki galeri vardır. Ama bu mimari özelliklerden
önce çiniler insanın dikkatini çeker. İznik çinilerinin, kırmızının bulunuşundan
sonraki en parlak döneminin örnekleridir burada gördükleriniz ve bu çapta
başka bir binada bu kadar fazlasını göremezsiniz. Mimarisiyle olsun, zengin
süslemesiyle olsun, şehrin en güzel camilerinden biridir.
BALKAPANI
Caminin çevresinde çeşitli iş hanları var. Hemen yanındaki Hurmalı Han'ın bazı
bölümlerinin Bizans'tan kalma olduğu söyleniyor. Çukur Han'la Kiraz Hanı da
hemen burada. Büyük Çukur Han'a Rüstempaşa Hanı da deniyor. Ara sokaktan
sonraki blokta Kızıl Han var. Bu köşe-den (yüzümüz Mısır Çarşısı yönüne
dönük) sağa saptığımızda, solda Balkapanı'nın girişine geliriz. Zaten bütün bu
blok Balkapanı'ndan oluşur. Türkçe'de yiyecek gelen hanlardan üçüne "kapan"
denir; Yağkapanı, Unkapanı ve Balkapanı. Yüzyıllar boyunca, koskoca Osmanlı
ülkesinin çeşitli yerlerinde, arıların birçok çiçek ve bitkiden yaptığı ballar
buraya gelip stoklanmış, buradan satılmıştı. Balkapanı, klasik kervansaray
tipinde, ortası avlulu bir binadır. En ilginç yanı, mahzenidir. Buraya, ortada
duran yeni, tek katlı binadan girilir. Aşağıda kemerli koridorlar ve odalar
vardır, ama gene depo olarak kullanıldığı için yığılı eşyadan, binayı görmek
zordur. Bizans çağından kalan ve 6. yüzyılda yapıldığı tahmin edilen bu
mahzen -Venediklilerin yaptırdığı da söylenir- her nasılsa, şimdi özel mülktür.
Onun için buraya girip bakabilmeniz de sahiplerinin keyfine bağlıdır.
Balkapanı'ndan çıkıp devam edelim. Sağa, gene sağa döndüğümüzde, sağda
karşımızda, Fatih döneminden kalan Tahtakale Hamamı'nı (ya da, Mustafa
Paşa hamamı) göreceğiz. Bu çok eski ve oldukça büyük hamam bir hayli harap
durumdayken bugünlerde ciddi bir onarım gördü. Doğan Kuban'ın herhalde
tartışma yaratacak, iddialı tasarımıyla, bir iş hanı olarak düzenlendi. Tarihi
değeri kadar ilginç restorasyonuyla da görülmesi gerekli. Hamamın yanındaki
dar sokaktan batıya doğru yürüyünce, bloğun sonunda Timurtaş Camii'ne
geliyoruz. Bu iç bölgede bunun gibi birkaç tane daha çok eski, ama özensiz
onarımlardan geçtikleri için eski biçimlerini yeterince gözümüzde
canlandıramadığmıız camiler göreceğiz. Bunlar, daha önce kıyı boyunda
gördüklerimiz gibi, çoğunlukla çeşitli esnaf loncalarının daha Fatih zamanında
yaptıkları binalar.
Timurtaş'tan sola dönüp yürüdüğümüzde, sağımızdaki ilk yokuştan, Siyavuş
Paşa Medresesi'ne çıkıyoruz. Bu daha sonraki bir dönemin, 16. yüzyıl sonlarının
bir binası. Medresenin dershanesi, ortada değil, girişe göre sağ köşeye kaymış.
Bina, bütünüyle, perişan bir durumda. Geldiğimiz sokağa dönüp sapmadan
önceki yönde ilerlersek, sokağın sonunda, karşı sol köşede Samanveren Camii
ile karşılaşırız. Döneminin öbür camileri gibi bu da taş ve tuğladan yapılmış.
Yüzümüz Samanveren'e (bu camiye "saman viran"da denir) dönükken sola
döner ve bu sokakta ilerlersek, sol karşımızda Yavaşça Şahin Camii'ne geliriz.
Yavaşça Şahin İstanbul kuşatmasına katılmış kaptanlardandı ve dolayısıyla bu
cami de Fatih döneminden kalmadır. Yavaşça Şahin'in yanından yukarıya
doğru uzanan Uzunçarşı Caddesi Bizans'ın Makros Embolos'uydu ve iki yanlı
uzanan, önü sütunlu dükkânlardan oluşuyordu. Yukarıya doğru yürürken,
solumuzda, bu sefer II. Bayezid döneminden kalan ve gene özensiz onarımlar
dolayısıyla karakterini kaybeden İbrahim Paşa Camii'ni (1478) görüyoruz. II.
Bayezid'e vezirlik yapan İbrahim Paşa, bu mevkilere yükselen son Çandarlı'dır.
Plan 9. Valide Han: 1. Ana kapı, 2. Birinci avlu, 3, İkinci avlu, 4. Mescit (şimdi
yok), 5. Üçüncü avlu, 6. Bizans kulesi
Avlunun ortasındaki cami yeni bir yapıdır. Tabii burada eskiden de cami vardı.
Büyük avludan, Çakmakçılar Yokuşu'na açılan ana kapının bulunduğu birinci
avluya geçilir. Biz arka kapıdan girdiğimiz için, bu ana kapıya en son gelmiş
olduk; tabii ters yönden yola çıkıp buradan binaya girmek de mümkün. O
zaman, görkemli girişten başla-yarak tanırız hanı.
Valide Han'ın öteden beri İstanbul'a yerleşmiş ya da geçici olarak burada
bulunan İranlılarla ilişkisi vardır. Toplam 210 odasında çalışan esnafın içinden
birçoğu İranlı'ydı (hâlâ da var İranlılar). Şii inancının kutsal ayı Muharrem
burada kutlanırdı (bu ayinler insanların kendilerine acı vermesi üstüne kurulu
olduğundan buna "kutlamak" demek ne derece doğru olur, bilmiyorum). Şii
olmayanlar da gelip bu ayinleri seyredebilirlerdi.
Bu handa bir Ermeni, 1567'de, Osmanlı toplumundaki ilk Ermeni matbaasını
kurmuştu (İlk Yahudi matbaası 1494'te, yani Sefardim Yahudiler'in
İspanya'dan gelişinden çok az sonra, ilk Rum matbaası 1624'te, ilk Türk
matbaası da 1728'de kuruldu; bu sonuncusu bir süre sonra yıkılıp yeniden
açıldı). Valide Hanı'nda matbaa geleneği daha sonra İranlılar'ca sürdürüldü.
Osmanlı dini yetkilileri kutsal kitapların ve en başta Kuran'ın matbaada
basılmasının doğru olacağına bir türlü karar verememişlerdi; harflerin sayfaya
basılması tekniğini, bir çeşit hakaret gibi görüyorlardı. Öte yandan, bu gibi dini
gerekçelerin gerisinde, matbaanın çok sayıda hattatı işsiz bırakacağı kaygısı
olduğunu da düşünmek gerekir. İranlılar buradaki matbaalarında, yasadışı bir
faaliyet olarak, Kuran basıp sattılar. Daha sonra bu faa-liyet, her çeşitten
popüler kitapların kaçak baskılarıyla devam etti. Asıl yayıncılar bunu önlemek
için kitaplara mühür basıp altına "mühürsüzler sahtedir" yazmaya başlayınca,
Valide Hanı kaçakçıları da aynı şeyi yaptılar.
İttihat ve Terakki’nın kurucusu ve bir numaralı üyesi İbrahim Temo bir bildiri
yayımlamak ister. Yıldız yolunda türbesi (D'Aronco'nun yaptığı) olan Şeyh
Zafir'in yeğeni Hamid Bey onu Valide Hanı'na götürür, İranlı bildirinin içeriğini
görünce 500 lira ister. "Mürettiplerin hepsi Türkçe biliyor, korkarım," der.
Temo, "Ben bu akşam bir müret-tiple gelir, kendim dizdirir ve bastırırım, siz
yalnız matbaayı kaparken bir makineyi ve harfleri serbest bırakınız," der ve elli
lira öder. Sonunda anlaşamazlar, İranlı kaçak yayıncılar bile, yasadışılığın her
türlüsüne yatkın değil, demek ki.
İstanbul'daki kervansaray tipi hanların en büyüğü Büyük Valide Ha-nı'dır.
1651'de, Osmanlı tarihinin ünlü Valide Sultan'larından Mahpeyker Kösem
Sultan tarafından yaptırılmıştır. Kösem Sultan, I. Ahmet'in karısıydı. Rum asıllı
olduğu tahmin ediliyor. Ahmet'ten sonra tahta geçen (deliliğiyle ünlü) I.
Mustafa, Ahmet'in kardeşi ve (trajik ölümüyle ünlü) II. Osman, Kösem'in
oğluydu. Osman'dan sonra IV. Murat çocuk yaşta tahta geçince Kösem, Valide
Sultan olarak, bütün Osmanlı düzeninde etkili ve yetkili oldu. Ancak Murat
biraz yaşlanın-ca dizginleri tam olarak ele aldı ve bütün ülkede despotik
yönetimini kabul ettirdi. Murat da görece genç yaşta ölünce, Kösem'in iktidar
özlemleri yeniden serbest kaldı, çünkü yeni padişah İbrahim de akli dengesiyle
ünlü biri değildi. Ama bir zaman sonra İbrahim de çılgınlığına rağmen iktidarını
pekiştirdi ve Kösem yeniden perde arkası entrikalarla yetinmek zorunda kaldı.
Sonunda İbrahim de tahttan indirildi ve oğlu IV. Mehmet, henüz yedi
yaşındayken padişah oldu. Böylece, bu olayların hepsinde parmağı olan Kösem
yeniden öne çıktı. Bu sefer, İbrahim'in sevgili karılarından ve yeni padişahın
annesi Hatice Turhan Sultan'la (Eminönü'ndeki Yeni Camii yaptıran) iktidar
mücadelesine girdi. Çatışma bir saray, daha doğrusu harem darbesiyle sona
erdi ve Turhan Sultan emrinde bir zülüflü baltacı, haremde Kösem Sultan'ı
saklandığı dolaptan çıkarıp, perde kordonuyla boğdu. Altı padişahın saltanatını
bir ölçüde paylaşan Kösem, işte bu korkunç -ama Osmanlı tarihinde pek seyrek
olmayan- biçimde hayattan ayrıldı.
MAHMUTPAŞA
İstanbul belediyesi, bu eski binaları işgal eden işyerlerini buradan şehir dışına
çıkarmaya çalışıyor. Ama bu iş herhalde bir hayli uzun sürecek.
Şimdi geri dönelim, aynı sokaktan ters yönde ilerleyelim. Biraz içerlek, sağda,
Mahmutpaşa Hamamı'nın restore edilmiş halini göreceğiz. Bazı restorasyonlar
insana neredeyse "keşke hiç yapılmasaydı" dedirtiyor. Biraz sonra, da camiine
geleceğimiz Mahmut Paşa, son gördüğümüz Kürkçü Hanı'nı da yaptıran vezirdi.
Bu yapılarıyla semte adını vermişti.
Yola devam edip kavşakta sola dönünce Mahmutpaşa Camii'ne geliyoruz.
Mahmut Paşa, Fatih Mehmet'in Rum ya da Hırvat asıllı dönme vezirlerindendi.
Artık imparatorluk boyutlarına varan yeni devletin örgütlenmesine önemli
katkıları olmuştu. Güçlü bir kişiliği vardı. Yeni bir din benimseyen birçok kişi
gibi o da yeni inancında oldukça sofuydu. Bu nedenle zamanın
"fundamentalist" akımlarına yakınlık duyduğu, Fatih'in onu idam ettirmesinin
bir nedeninin de bu olduğu düşünülür.
Genişçe ve sevimli bir avlu içindeki Mahmutpaşa Camii, İstanbul'un ilk
camilerindendir ve anlaşılır bir şekilde, fetih öncesi Osmanlı cami mimarisinin,
Bursa döneminin tipik bir ürünüdür. Son cemaat yerinden (ki sonraki
onarımlarla bir hayli bozulmuştur) Bizans kiliselerinin narteksini andıran,
ortada beşik tonozlu, iki yanında ikişer yuvarlak kubbeli bir mekâna girilir.
Caminin ana mekânı, birbirinden bir kemerle ayrılan iki kareden oluşan bir
dikdörtgendir. Karelerin üstünü, eşit hacimde iki kubbe örter. İki yanda da,
üzerleri üçer küçük kubbeli tabhaneler vardır. Bu plan, şüphesiz, hayli basittir,
çünkü mekân büyüyünce kubbe sayısını artırmaktadır. Daha sonraki camilerde
büyüyen mekânı büyüyen tek kubbe ile birleştirmenin yol-ları aranmıştır.
Avluda, Mahmut Paşa'nın idamından sonra yıkandığı yer görülür. Caminin
arkasında ise bir mezarlık ve içinde paşanın güzel türbesi vardır. Sekizgen
olarak yapılan türbenin pencereleri iki sıradır. Güzel olan, dış duvarının da
mavi ve turkuazın egemen olduğu çinilerle kaplı olmasıdır. İznik'in (kırmızının
bulunmasından önce) ilk parladığı dö-nemin çinileridir bunlar. Renkler,
Osmanlı'dan çok Selçukileri hatırlatır. İstanbul'da böyle, dışı çini kapılı başka
türbe bilmiyorum.
Mükrimin Halil'in anlattığı bir âdete göre, Mülkiye'den azledilenler
Mahmutpaşa, Adliye'den azledilenlerse Ayasofya kahvelerinde otururmuş.
Fatih'in de idam ettirdiğine pişman olup cenazesine geldiği Mahmut Paşa,
mahalle halkı tarafından, "daimi sadrazam" sayılırmış. Onun için devletle işi
olanlar burada önce türbeye bağışta bulunup sonra oradaki işi bilenlere dilekçe
yazdırırmış. Etkisine inanıldığı için, dilekçenin burada yazdırıldığı da özellikle
belirtilirmiş.
Türbeyi arkamıza aldığımızda, solda Nuruosmaniye Külliyesi, sağda Çuhacılar
hanı, ilginç bir sokağa gireriz: Kılıççılar Sokağı. İki yanındaki dükkânların çoğu
Kapalıçarşı için üretim yapar. Dükkânların üstünde, salkım salkım telefon
kabloları da ilginçtir. Sağdaki Çuhacılar Hanı, bu eski şehrin yeni hanlarından
sayılır, Lale Devri'nin sadrazamı İbrahim Paşa tarafından yaptırılmıştır. Adı
Çuhacılar Hanı olmakla birlikte şimdi içinde kuyumcular ağırlıktadır.
Han'dan sonra Nuruosmaniye Camii'ne bakalım. İstanbul'un yedi tepesinden
birinde bu cami yükselir. I. Mahmut yapıyı başlatmış, onun ölümünden sonra
tahta geçen kardeşi III. Osman tamamlatmıştır. Tamamlanma tarihi .olan
1755'te Osmanlı mimarisinde ve genel hayatında "barok" dediğimiz Batı etkileri
devam etmektedir. Nuruosmaniye de barokun, bu şehirdeki daha önceki
örneklerinden epey farklı bir ürünüdür. Mimarının Simeon adında bir Rum
olduğu tahmin ediliyor. Camiden çok, hayli değişik olan, 14 kubbeli, dörtgen
olmayan iç avlusu, bahçesi ve külliyenin binaları sevimlidir.
Bu bölgede, 19. yüzyılda yapılmış çeşitli hanlar arasında Kamondo'nun,
Hacopulo'ların ve Abud Efendi'lerinkiler de vardır. Bunlar, Beyoğlu'ndan
tanıdıklarımız, ya da tanıyacaklarımız.
KAPALIÇARŞI
VEFA VE SÜLEYMANİYE
VEFA VE SÜLEYMANİYE
İlk tiyatroları onlar yazar ve oynar. İtalyan Belcanto'sundan "kanto" adı verilen
eğlendirici bir müzik tarzı çıkarılır ve her tiyatro asıl temsilden önce bir kanto
gösterisi yapar. Bu eğlenceler özellikle Ra-mazan boyunca çok müşteri çeker.
Ferah Tiyatrosu gibi güzel tiyatro binaları yapılır.
İstanbul'un modernleşmesinde bu yeni eğlence tarzının önemli rolü olmuştur.
Geleneksel toplumda eğlence sektörünü oluşturanlar bayram gibi geleneksel
zamanlarda ortaya çıkar ya da düğün gibi özel kutlamalarda zenginler
tarafından çağrılırlardı. Beyoğlu'ndan sonra ilk olarak Şehzadebaşı, böyle
patronaj dışında çalışan bir eğlence merkezi haline geldi; aynı zamanda bu tip
eğlence, şehirli bir etkinlik biçimi olarak, şehirli hayatında vazgeçilmez bir yer
edindi.
Bizans döneminde burada Nimfaion denilen anıtsal havuzun bulunduğu
söylenir. Filadelfion meydanı da burada olmalıydı. Tetrark'lar denilen ve dört
imparatoru tasvir eden buradaki heykel grubu da İstanbul'dan Venedik'e
kaçırılan sanat eserleri arasındadır.
Murat Paşa Medresesi'nin önünde durup karşıya baktığımızda, gelip giden
minibüsler, inen, binen ve bekleyenler, satıcılardan oluşan tipik bir İstanbul
kargaşası görüyoruz. Bu kargaşanın ötesinde, bütün özellikleriyle bir Bizans
Kilisesi olduğunu ilan eden bir yapı var. Kalenderi dervişlerine verilip tekke ve
cami olarak kullanıldığı için Kalenderhane adını alan yapının asıl adının
Teotokos Kiriotissa olduğu, 1960'larda İstanbul Üniversitesi ve Dumbarton
Oaks kurumunun yürüttüğü arkeolojik çalışmalar sonucunda öğrenildi. 12.
yüzyılda yapılan kilise Yunan haçı planına uyuyor. Gene bu çalışmalarda, aynı
yerde daha önceleri yapılmış başka binaların (bir hamam, bir kilise) kalıntıları
da ortaya çıkarılmıştı. Bunlar hepsi Filadelfion'u süsleyen binalar olmalı.
Ama Bizans kilisesinin en ilginç yanı, 1204 Latin işgalinden sonra yapıldığı
anlaşılan, Assisili Aziz Francis'in hayatını resmeden fresklerin bulunması oldu.
Aziz'in ölümünden sonra yapılan ilk freskler bunlar (ölümünden 25 yıl sonra).
Bir başka ilginç buluntu da, İkonoklazm dönemi öncesinden kalan tek
mozaiktir.
Valens Kemeri'nin ucu buralara kadar geliyor, ama biz şimdilik onu bırakıp
Şehzade Camii'ne doğru yürüyelim. Soldaki gösterişsiz Acemoğlu Hamamı,
aslında, eski Acemioğlanları Hamamı'ndan bugüne kalan yapıdır. İleride, yolun
sağ köşesinde Nevşehirli İbrahim Paşa'nın Darülhadis'ini görüyoruz. Lale Devri
Sadrazamı Damat İbrahim Paşa mimaride Osmanlı barokunun başladığı yıllarda
yaşamıştır. Bu zarif Darülhadis binası da hem barokun başlangıcı, hem de
klasik dönem sonu öğelerini içerir. Köşedeki sebil son derece güzeldir.
Şimdi, önce Şehzade'yi geçerek, onun az ilerisindeki Burmak Mescit'e bakalım.
Caminin adı tuğla örme minaresindeki spirallerden gelir. Böyle süslü minareler
Osmanlı mimarisinin İstanbul'un fethinden önceki döneminde vardı, ama
İstanbul'da benzeri yoktur. Mısır kadısı Osman Efendi'nin 16.yüzyıl ortasında
yaptırdığı cami, son cemaat yerindeki sütunların Bizans başlıklarıyla ve
kapısının ortada değil, sağ köşede olmasıyla da ilginç ve atipiktir.
Burmalı'nın karşısında İstanbul Belediyesi'nin hantal modern binası, onun
arkasında da Ankaravi Mehmet Efendi'nin sevimli tuğla medresesi var.
ŞEHZADE CAMİİ
Şehzade Camii, Sinan'ın ilk anıtsal yapısıdır. Kanuni Süleyman'ın genç yaşta
ölen oğlu Mehmet için yaptırıldığı söylenir. Sonuçta böyle olduğu belli, ama
Yerasimos'un Ayasofya efsaneleri üstüne yazdığı kitabı okuyunca Süleyman'ın
bunu ilkin kendisi için düşündüğünü, ama cami bittikten sonra Sinan daha
iyisini de yapabileceğini söyleyince onu Şehzade Mehmet'e adadığını tahmin
edebiliriz.
Sinan, daha sonraları, bu camiyi çıraklığında yaptığını söylemişti. Bunu yapan
"çırak" ancak Sinan olabilirdi. Sinan kubbeyi kare plan içinde dört payeye
dayandırır ve bunun dışında hiç sütun kullanmaz. Böylece iç mekândaki
genişlik etkisini alabildiğine artırır. Kubbeyi dört yanından dört yarım kubbeyle
destekler. Bu planda, doğal olarak, eksiksiz bir simetri vardır. Dört köşede
birer küçük kubbe, yarım kub-belerin iki yanında da daha küçük ikişer çeyrek
kubbe vardır.
Tabii, kusursuz simetri, aynı zamanda can sıkıcı da olabilir. Belki de bu nedenle
Sinan bu dört yarım kubbeli planını daha sonraki camilerinde uygulamadı. Ama
Sultanahmet ve Yeni Cami gibi daha sonra yapılmış anıtsal camilerde başka
mimarlar bu planı tekrarladılar.
İç mekânın sadeliğine karşılık (çini de kullanılmamıştır), Sinan, caminin dışını
süslemek ve herhangi bir monotonluğa yer vermemek için çok çalışmıştır. Avlu
aynı zamanda bir medresedir.
Ortadaki şadırvanın IV. Murat tarafından yaptırıldığı biliniyor.
Şehzade Camii'nin yanındaki türbeler, başta Şehzade Mehmet'inki olmak
üzere, kendi başlarına bir hayli ilginçtir, çünkü bunlardan Osmanlı çiniciliğinin
tarihini izleyebiliriz. Mehmet'in sekiz köşeli güzel türbesinden başka, ünlü
Rüstem Paşa'nın zengin çinili türbesi de burada. Rüstem belli ki çiniyi
seviyordu. Şüphesiz çiniyi herkes sevebilir, ama bütün binalarını çiniyle
donatacak kadar parası da vardı Rüstem'in. Ayrıca, Dalgıç Ahmet Ağa'nın
yaptığı, III. Murat'ın damadı Sadrazam İbrahim Paşa'nın güzel çinili türbesi,
kızı Hatice Sultan'ın ve Şehzade Mehmet'in torunu Fatma Sultan'ın ve Destari
Mustafa Paşa'-nın hepsi de hayli ilginç olan türbeleri de Şehzade Camii'nin
bahçesindedir.
VEFA
SÜLEYMANİYE
VE SİNAN
ŞEYHÜLİSLAMLIK-MÜFTÜLÜK
Ama şimdi bu çapraşık ve şüphesiz birden fazla yoruma açık, ağır ko nulan
bırakalım ve biraz daha renkli hayat sahneleri görmeye çalışalım. Müftülüğün
soluna doğru ilerleyip bahçe duvarının yanından sağa sapınca kendimizi
"Namahrem" Sokağı'nda buluyoruz! Az ileride, gene sağda, Ayrancı Sokağı var.
Bütün bu çevrede, hemen hemen hiç bozulmamış ve bir zamanlar şehrin
egemen karakterini yansıtan klasik bir mahalle var. Bu özellikleriyle mahalle,
kırsal köyün kentte yeniden üretilmiş biçimi gibidir. Çok önemli bir özelliği, sınıf
temeline göre kurulmamış olmasıdır. Mahallenin zengini veya zenginleri, çok
sayıda orta hallileri ve yoksulları bulunur. Paris, Londra gibi büyük şehirlerde
kentsel oluşum sınıf ayrımı çizgilerini izlemiş, farklı sınıflar farklı fiziksel
mekânları paylaşmışlardı. İstanbul mahallesinin bu kaynaşık yapısı, Batı'daki
gibi oldukça farklı sınıf kültürlerinin oluşmasına imkân vermedi, çünkü özellikle
düğün, bay-ram gibi ortak olaylarda bir araya gelen değişik tabakalardan
insanlar üzerinde, genel ve ortak bir kültür egemen oldu.
Mahallenin oluşumunu belirleyen temel sınıfsal değil, çok zaman etnikti. Tabii,
Rum, Ermeni, Yahudi mahalleleri vardı (yalnız bunlar da Batı'daki gibi
"getto'laşmamıştı), ama Türk-Müslüman mahalleleri de çoğunlukla hemşehrilik
temeline göre kuruluyordu. Her zaman İstanbul'a dışarıdan göç oldu; gelenler,
Aksaray, Çarşamba semtlerinde olduğu gibi, mahalle kurarak birlikte yaşadılar.
Bu alışkanlık bugün bile büyük ölçüde sürüyor -yalnız büyük şehirlere gelenler
değil, işçi olarak Avrupa'ya gidenler de hemşehrilik temeline göre yerleşiyor.
Mahallenin küçük bir meydanı olur. Genel kamusal ve ayrıca ticari hayat
burada merkezleşir. Kahve, bakkal, manav buradadır. Herkes herkesi burada
görür, herkesle herkesin dedikodusu büyük ölçüde burada yapılır. Sokaklar o
meydana göre yönlenir ve biçimlenir, oraya doğru akar; evler, arkalarını öteki
mahalleye döner. Zengin konağı meydana yakın bir yerdedir (burada da öyle).
Sokaklar oldukça dardır. Yukarıda cumbalar iyice birbirine yaklaşır. Dolayısıyla
özel hayatın özel kalması epey zordur. Mahalleli, birçok işte birbirine yardımcı
olur -örneğin sokakta oynayan çocukların sorumluluğu oldukça ortaklaşadır.
Tabii bu ortamda gerginlik ve sürtüşmeler de eksik olmaz ve buna göre çeşitli
mahalle içi ittifakları kurulur, stratejiler uygulanır. Çocuklara göz kulak olmak
gibi, "mahallenin namusu" da ortak bir sorumluluk alanıdır. Bireysel
farklılaşmadan çok komünal değerleri teşvik eden bu hayat tarzının, her hayat
tarzı gibi, olumlu ve olumsuz özellikleri iç içedir (tabii, bakış açısına göre
"olumlu" ya da "olumsuz").
Zengin konağının yanından yokuşu inince, birazdan, güzel bir Haliç
manzarasıyla karşılaşıyoruz. Sağa kıvrıldığımızda, set üstünde, gene sevimli
ahşap evler görüyoruz. Az sonra, kıyıya yaklaştıkça, Haliç kıyısının işyerleri
çoğalmaya başlıyor.
Süleymaniye arkasıyla Haliç kıyısı arasında, Küçükpazar denilen bu semtte,
Orta Anadolu'dan gelenlerin yoğunluğu belli oluyor. Unkapa-nı'na yaklaşırken,
şimdi yıkık durumda olan, ama geçen yüzyılın panoramik fotoğraflarında hâlâ
bacalarını ayırt ettiğimiz un fabrikalarının kalıntıları var. Süleymaniye'nin
aşağısındaki yamaçlarda, bu büyük külliyenin ağırlığını ta buralardan
başlayarak taşımak için yapılmış kemerli duvarlara rastlayabiliyoruz. Epey
perişan durumda, işyeri olarak kullanılan güzel Osmanlı eserleri de var: daha
önce de gördüğümüz Siyavuş Paşa Medresesi gibi.
Bunların fazla vakit geçirmeden ele alınması gerekiyor. Ama daha da önemlisi
Ayrancı Sokağı çevresindeki bozulmamış mahalleyi kur-tarmak; çünkü bunun
gibi bir şey kalmadı eski İstanbul'dan, bunun da doğal ömrü fazla uzun
görünmüyor.
AKSARAY'DAN MARMARA KIYISI BOYUNCA
CERRAHPAŞA
ARKADİOS SÜTUNU
Bostan da, Lykos da kalmadığına göre, biz caminin karşısındaki caddede yola
devam edelim ve sağdaki ikinci sokağa sapalım. Burada iki ahşap ev arasına
sıkışmış bir eski duvar görürüz. Biraz ileride bir aralıktan girilen otomobil
tamirhanesinden de bu duvarın arkası görülebilir. Bu duvar, imparator
Arkadios'un 402'de diktirdiği muazzam dikili taşın kaidesidir. Taş duvarın
üstünü kaplayan mermerlerden geriye pek bir şey kalmamıştır. Sütun 18.
yüzyılın başlarına kadar ayaktaydı ve eğilmeye başladığı için insanların üstüne
yıkılmasın diye kaldırılmıştı. Bu nedenle, sütunun neye benzediğini anlatan
epeyce kaynak var. Sütunun yüksekliği başlangıçta elli metreyi buluyordu (bu,
Beyazıt kulesinin yüksekliğidir) ve Arkadios'un at üstünde heykeli oğlu II.
Teodosios tarafından üzerine yerleştirilmişti. Bu heykel 704'te bir depremde
devrildi.
Kaidenin içindeki merdivenden üstüne çıkabilirsiniz. Ama bunun için bitişik evin
kapısını çalıp izin almak gerekiyor. Evin yaşlı hanımı görünür ve sizi içeri
almaya razı olursa, terlik veriyor. Terlikleri giyip, ayakkabılarınız elinizde,
küçük avluyu geçiyor ve kaidenin kapısına geliyorsunuz. Orada yeniden
ayakkabılarınızı giyip merdivenden tırmanıyorsunuz. Burada, sütunun dibini,
üstündeki kabartmaların izlerini görebilirsiniz. Arkadios, bu ev ve bu sevimli
yaşlı kadın, ola-ğanüstü bir karışım -terlikler de dahil olmak üzere.
Karşı sokaktan gene denize doğru gidildiğinde, kuleleri, tuhaf çatısıyla dikkat
çeken yüksekçe bir taş binaya gelinir. Bu, sahil yolundan geçerken de görülen
ve çok kişinin ne olduğunu merak ettiği bir binadır. Bu yüzyılın başlarında Milli
Mimarlık akımı içinde yapılmış olmalı. "Bulgur Palas" adıyla tanındığı için
Osmanlı dönenimde bulgur ambarı olduğunu söyleyenler var. Ama görünüşü,
böyle bir amaç için yapılmadığını gösteriyor. Bolu mebusu Habib Bey'in
konağıymış. Kimine göreyse bulgur ihtikârcılığından vurgun vurmuş bir savaş
zengininin evi olduğu için böyle anılıyor. Kâzım Karabekir'in İttihat ve Terakki
Cemiyeti adlı kitabı bu esrarı çözüyor: "Bolu ve Kastamonu havalisi için staja
başladığım ... 13. alayın... kumandanı... Bolulu Habip Bey oraya gidecektir."
Ve bir dipnotu: Birinci Mebusan Meclisinde mebus olan ve Cihan Harbinde
Bulgur Kralı lakabı alan zat." Şimdi Osmanlı Bankası'nın arşivi.
Arkadios sütununun olduğu sokaktan kuzeye doğru yürüdüğümüzde Bayram
Paşa Külliyesi'ne geliriz. Sokak, külliyenin ortasından geçer. Sağda mektep ve
medrese, sol köşede mescit, tekke, türbe ve sebil vardır. 17. yüzyıl
ortalarından kalan bu yapılar kümesi, başka birçok Osmanlı külliyesi gibi,
asimetrik dağılımı ile güzeldir. Bayram Paşa Külliyesi'nin hemen yanında da
(sol tarafta) Süleyman'ın en sevgili karısı Hürrem'in yaptırdığı Haseki Külliyesi
yer alır. Bu külliye, Mimar Sinan'ın İstanbul şehrinde inşa ettiği ilk bina
(Eyüp'teki açık türbeden sonra) olması bakımından da ilginçtir.
Sokağın sol tarafında kalan cami belli ki başlangıçta da çok iddialı olabilecek bir
yapı değildi. Ama zamanla aşağı yukarı iki katı alanı kaplayacak şekilde
genişletilmesi binayı tamamen bozmuş. Böyle bir şey şimdi yapılmış olsa,
genel zevk ve gelenek duygusu kaybolduğu için, daha anlaşılır olurdu. 17.
yüzyılda bunun nasıl yapıldığını anla-mak zor.
Külliyenin öbür binaları, karşı taraftaki medrese, imaret, hastane ve küçük
sıbyan mektebi çok daha ilginç. Sinan'ın genç yaşında da ilginç düşünceleri ve
olgun çözümleri olduğunu gösteren bir külliye bu. İmaret 1960'lara kadar
imaret olarak çalışıyordu. Bir ara, sanırım külliyeyi otel yapmak gibi tuhaf bir
fikir ortaya atılınca, bu faaliyet durdu. Hastane özellikle güzel bir binadır. Arka
tarafta, avludaki havuza döşenmiş yeşil be-te-be ise bir felâket -geleneksel
kesimdeki zevk bozulmasının çarpıcı bir kanıtı.
DAVUTPAŞA
Az sonra, sağda, yokuşun üstünde bir başka Ortodoks kilisesinin çan kulesini
göreceğiz. Bu da gene 1830'larda yapılmış olan Ayios Minas. Ama burada asıl
önemli olan, önceden bilmezseniz hiçbir şekilde farkına varmayacağınız, yolla
aşağı yukarı aynı düzeyde olan eski bir Bizans kilisesinin kalıntısıdır. Bu
kalıntının büyük kısmı şimdi bir atölye. Kömürcü, tamir atölyesi, derken, şimdi
çelik kapı kasası imal ediliyor. İşleten çok sevimli ve ziyareti engellemiyor.
Ambulatuarının küçük bir kısmı ise bitişikteki kahvenin içinde kalıyor. 4. veya
5. yüzyıldan kalma olan, dolayısıyla şehrin belki de en eski kilisesi olan yapının
bu şekilde kullanılıyor olmasını anlamakta insan güçlük çekiyor. Bu kilisenin
Ayii Karpos ke Papylos Martirion'u olduğu saptandı. Adı, zamanla karıştırılarak,
"Polykarpos" haline de gelmiş (Rumlar arasında). İki aziz, Dekyan mezalimi
sırasında şehit edilmişler.
Bu kilisenin hangi tarihte özel mülk haline geldiğini öğrenemedim çünkü mal
sahipleriyle temas kurulamıyor. Ama kiracılar, eski Türkçe yazılı ve tuğralı
tapulardan söz ediyor. Bu el değiştirme herhalde epey eskilerde gerçekleşmiş
ve yukarıdaki Ayios Minas'ın yapılması izni belki de bu tuhaflığı telafi etmek
için verilmiş. Böylece, bir kilisenin kubbesi üstünde bir başka kilise inşa edilmiş
oluyor!
Bu çevre kilise dolu. Az sonra, solumuzda, iki Ortodoks kilisesi daha var: Aya
Nikola ve Analipsis. Birincisi, bütün Aya Nikola'lar gibi, gemicilerin
armağanlarıyla doludur. Hemen arkasındaki Analipsis de gene 1830'ların
kiliselerinden biridir.
Biraz daha yürüyünce bu sefer sağda bir kilise görüyoruz. Fazlaca özelliği
olmayan bu yapı bir Ermeni Katolik kilisesi: Anarad Hığutyun. Ermeni Katolik
cemaati hakkında, Beyoğlu'ndaki kiliselere geldiği-mizde, ayrıntılı bilgi
vermeye çalışacağım.
Devam ediyoruz ve solda, büyücek, süslü bir çan kulesi olan bir başka Rum
Ortodoks kilisesine geliyoruz: Ayii Kostantinos ke Eleni. Hakkındaki en eski
kayıtlar 1563 olmakla birlikte şimdiki bina olduk-ça yeni. Birinci Dünya
Savaşı'nı izleyen, İstanbul'un Müttefik işgalinde olduğu yıllarda İngilizler'den
yardım alarak yeniden yapılmış. Ama çan kulesindeki plakette Abdülhamit'in
adı yazılı olduğuna göre kule onun zamanından kalmış olmalı. Duvarında
değişik tarzda mermer bir güneş saati var. Samatya'da özellikle yoğun şekilde
yaşayan, Yunan alfabesiyle Türkçe yazan Karamanlı Rum cemaatinin kilisesi.
İlkokulu da var ama artık çalışmıyor.
STUDION
Bundan sonra soldan ikinci sokağa sapınca İstanbul'un Bizanslı tarihinin önemli
merkezlerinden birine geliyoruz: ünlü Studion Manastırı kompleksinden geriye
kalan Ayios İoannis Kilisesi. Tam tarihini bilmediğim Karpos ve Papilos
Kilisesi'ni saymazsak, İstanbul'da hâlâ kısmen ayakta duran en eski kilise
budur. 15. yüzyıl sonunda camiye çevrilen ve İmrahor İlyas Bey adını alan bina
1894'teki bir depremde yıkıldı. O zamandan beri bu yarı yıkık haliyle duruyor.
Studion önemli bir dini merkezdi. 8. yüzyılın sonunda, Başrahip Te-odoros'un
yönetiminde parlamıştı. Zaman zaman politik olaylarda etkili olmuş, hatta bazı
imparatorların tahttan uzaklaştırılmasında rol oynamıştı. II. yüzyılda İmparator
V. Mihail bir ayaklanma sırasında buraya sığınmış, ama halk onu oradan alarak
gözlerine mil çekmişti. Bir manastırın ötesinde, bir öğrenim kurumuydu.
Fetihten sonra da -camiye çevrilinceye kadar- bu statüsünü devam ettirdi.
Kuruluşu 5. yüzyıl ortalarında olduğuna göre, bin yıldan fazla etkin olmuş bir
ku-rumdu Studion.
Bu kurumun kilisesi olan Vaftizci Yahya Kilisesi bazilika tipinde ve tek apsisli bir
yapıdır. Dekoratif bir kubbesinin olduğu tahmin edi-lebilir. Şimdi içinde bazı
Türk mezarları -bir yatır mezarının çevresinde güzel bir parmaklık- bulunan
avlu ya da atriumdan geçerek eski görkemini hâlâ gösteren nartekse geliriz.
Narteksteki sütunların Korent tipi başlıkları çok güzeldir. Kiliseye açılan beş
kapı vardır. Buradan girince, orta nefı yan galerilerden ayıran sütun
sıralarından yalnızca soldakinin kalmış olduğu görülür: bu tarafın daha fazla
yıkılmaması için dikilmiş tahta iskeleler arasında altı yeşil somaki sütun.
Burada ve nartekste, yerdeki mozaiklerin kalıntıları da hâlâ duruyor ve eski
görkem hakkında bir fikir veriyor.
Kiliseye bitişik bir de sarnıç vardır, ama kiliseden oraya geçilemez (Şimdi
kazalara karşı kapatılmış olan apsise yakın dehliz, belki de oraya çıkıyordu ama
bütün bu Bizans dehlizleri gibi onun da Ayasofya'ya uzandığına inanılır).
Sarnıca gitmek için kiliseden çıkıp sola dönmek ve bazı yılankavi sokaklardan
hep sola saparak geçmek gerekir. Sonunda, kilisenin dış duvarlarının dibindeki
sarnıca geliriz. Burası bir boya atölyesiyken yandığı için şimdi yıkık
durumdadır; içinde koca ağaçlar bile büyümüştür. Korent başlıklı 23 granit
sütunun bulunduğu geniş bir sarnıçmış vaktiyle. Herhalde boya atölyesi
yapmak için en uygun yer değildi burası.
Bunun da az ilerisinde, başka sokak labirentlerinden geçerek varılan bir şarap
ve sirke şişeleme atölyesinin bodrumunda, Studion'un ayazmasının kalıntısı
bulunur.
Buradan denize doğru yürüdüğümüzde, demiryolunu da geçtikten sonra
Narlıkapı'ya geliriz. Bizans zamanında da, bu ağaçlarla anılan -ama şimdi hiç
nar ağacı görünmüyor- kapı, imparatorun deniz yolundan gelerek Studion'u
ziyaret etmesi için de kullanılırmış.
Narlıkapı ve Yedikule tren istasyonu yakınında bir küçük kilise daha var. Suriçi
İstanbul'da Osmanlılar Avrupa'yı temsil eden Katolik kiliselerin yapılmasına izin
vermemişlerdi. Ancak Abdülaziz zama-nında Almanlar demiryolunu inşa
ederken, yabancı işçiler için bir kilise yaptırılmıştı. Burayı şimdi Katolikleşmiş
Süryaniler kullanıyor.
Samatya çevresinde, eski Samatya kapısının yanındaki küçük meydanda ünlü
bir kebapçı var. Ayrıca, Yedikule'ye giderken sol kol-daki Safa İçkili Lokantası,
karakteri olan bir meyhane. Samatya meydanı yakınlarda düzenlendi.
"Düzenleme" demek, o özel kaldırım taşlarının döşenmesi, çiçek saksısı
konması, son olarak da, "tüy dikme" kabilinden, yeni döküm sokak fenerlerinin
dikilmesi anlamına geliyor. Böylece, derli toplu bir hava verilmiş oluyor belki,
ama bu kişiliksiz bir standardizasyon anlamına da geliyor. Böyle işler, yerel
halka danışarak yapılmalı. Ama çoğu zaman "yerel" halk da yerel değil ve ne
olması gerektiği konusunda hiç fikri yok. Sonuç olarak, İstanbul'un işleri hiç
kolay değil.
HALİÇ
CİBALİ
HALİÇ
GÜL CAMİİ
Aya Nikola'nın köşesinden içeri sapıp elli metre kadar sonra yeniden sola
döndüğümüzde, Bizans zamanında Ayia Teodosia Kilisesi olarak yapılıp fetihten
sonra camiye çevrilen Gül Camii'ne geliyoruz. 10. ya da 11. yüzyıldan kalan
yapı Türkler zamanında çeşitli onarımlarla değişmiş olmakla birlikte, eski
görünümünü geniş ölçüde koruyor. Bir özelliği, yüksekliği: Bu kadar alana
yapılmış Bizans kiliseleri arasında en yüksek olanı bu. İçine girmeden önce
çevresini dolaşmakta yarar var. Apsislerin bulunduğu duvardaki sağır nişler ve
genel olarak tuğla işçiliği oldukça güzel. Kilise bir set üstünde duruyor. Altında,
şimdi kullanılmayan bir kripta ve bir sarnıç var.
Girişinin karşısında, II. Mahmut'un kızı Adile Sultan'ın mektep olarak yaptırdığı
ve şimdi Halk Kütüphanesi olan bina duruyor.
Kilisenin planı klasik Yunan haçı; kubbe, duvarlara bitişmeyen dört ayak
üstünde duruyor. Orta apsisle sağ yan nef arasındaki payede merdivenle
çıkılan bir hücre ve içinde bir mezar var, ama kapının anahtarının bulunması
her zaman bir sorun. Bu mezar, akla hiç uymayan bazı söylentilere kaynak
olmuş. Biri, bunun son imparator Konstantin Dragazes'e ait olduğu ki bunu
kanıtlayacak hiçbir şey yok. İkincisi de camiyi yaptıran Gül Baba adında bir
ermişin mezarı olduğu. Bu da bir o kadar imkânsız. Mezar hücresindeki bir eski
Türkçe levha da üçüncü bir teori yaratarak burada İsa'nın havarilerinden
birinin yattığını söylüyor.
Kilise-camiyle ilgili başka bir hoş efsane anlatılır. Türkler'in İstanbul'a girdiği
günün bir öncesi, Teodosia'nın yortu günüymüş. Onun için kilisesinde kalabalık
bir ayin yapılmış, gelenler çiçek, gül getirip bırakmışlar, şehri Türklere karşı
koruması için Tanrı'ya dua etmişler. Ama ertesi gün şehir düşmüş. Bu kiliseye
giren Türk askerler her yere yayılmış çiçekleri görünce buraya Gül Camii adını
vermişler.
Kilise duvarlarındaki süslemeler arasında altı köşeli Sion yıldızları var. Yaptığım
gezilerde bu dikkati çeker ve sorulurdu. Oysa aslında bu çok kolay bulunacak
bir biçimdir ve yalnız Yahudi kültürüne özgü değildir. (Nazi simgesi
Swastika'nın da Hititler'den beri varolması gibi). Aslında yıldızın simgeleşmesi
çok yeni zamanların eseridir. Soranlara ben de bunu söylüyordum. Ama
camiye son gittiğimde, yıldızların üstünün kapatıldığını gördüm. Bu ülke
gerçekten iyiye gitmiyor.
Kilise apsisinin bulunduğu duvarın karşısında, İstanbul'daki Türk hamamlarının
en eskilerinden biri vardır: Küçük Mustafa Paşa Hamamı. Mustafa Paşa,
İstanbul'da yaşayan ikinci Osmanlı Sultanı olan II. Bayezid'in vezirlerinden.
Bina, hamam mimarisinin en güzel örneklerinden biridir (tabii, hamamlar,
turistler için ziyaret edilmesi en zor binalardır).
Gene bu çevrede, Unkapanı'na doğru, camiye çevrilmiş ve adı Sinan Paşa
Mescidi olmuş, ama artık kullanılmayan küçük bir Bizans kilisesinin kalıntıları
var. Onun az ilerisinde, köşesinde sevimli bir kahve olan, evleri hâlâ küçük ve
mütevazı sokak, ölünceye kadar burada yaşayan Orhan Kemal'in adını taşıyor.
Fener'e doğru, kıyıdaki caddeden değil de iç sokaklardan gidersek, Bizans
kilisesi olduğu belli olan, ama adı kesinlikle bilinmeyen bir yapının yıkıntılarını
görürüz. Abdi Subaşı Sokağı'nda bir zamanlar yalnızca minaresinin kaidesi
kalan Abdi Subaşı Camii yeni restore edildi.
Cadde ile deniz arasında kalan kısım derme çatma imalathane, depo ve benzeri
binalardan temizlenirken, arada kalan tek tük tarihi binalara dokunulmadı ve
bu sıralarda bunlar sırayla restore ediliyor. Bazıları yeni işlevler için
kullanılıyor. Tuğladan yapılma bu binalar, merkezleri Fener olan Rum
zenginlerinin konaklarıdır.
FENER
Biz de artık Fener'e geldik. Şehrin bu bölgesinde, oldukça dik bir yokuş başlar
ve bu yokuş şehrin yedi tepesinden birinde sona erer. Bu tepede, Fatih-
Çarşamba bölümünde gördüğümüz Yavuz Selim Camii vardır. Bizanslılar bu dik
yokuşu Petrion (kaya) diye adlandırmışlardı ve burada surdan başka bir de iç
kale vardı (yani, Türklerin Yedikule'-de yaptığı gibi, surdan içeri devam eden
duvarlarla Petrion bağımsız bir kale oluyordu). Bizans'ı bir daha
toparlanamayacak şekilde harap eden Haçlı Seferi, 1204'te, Petrion'dan şehre
girmeyi başarmıştı. Çün-kü Haçlı donanması başlangıçta düşman gibi
görülmemiş ve gemiler Haliç'te demirlemişti. Böylece, Haliç ağzının ünlü
zincirini aşmış ve bu kıyıdaki zayıf surlara saldırabilmişlerdi. Ama Türkler'in
kuşatmasında Petrion'un performansı bunun tersi oldu: şehir zaptedilirken
Petrion Kalesi sonuna kadar dayandı. Bu nedenle Fatih bu semtte yağmayı
yasakladı, sonradan da bazı ayrıcalıklar tanıdı. İstanbul'un Osmanlı başkenti
olarak tarihi boyunca Rum nüfusun ve özellikle varlıklı ve etkili Rumların bu
bölgede toplanması, böyle bir nedene bağlı olabilir.
Bugünkü Fener semtinde Petrion duvarlarından pek bir kalıntı görünmüyor
(Maraşlı Rum okulunun arkasında kalan bir duvar yıkıntı-sından başka). Buna
rağmen, eski Fener (Petri) kapısının nerede olduğunu sokakların gelişinden
fark edebiliyoruz. Buradan içeriye sapıp sonra sola döndüğümüzde, Sadrazam
Ali Paşa Caddesi üstünde Rum Ortodoks Patrikliği'ne geliyoruz.
PATRİKHANE
Patrikhane fetihten sonra birkaç kere yer değiştirmiş, 1601 yılında buraya
taşınmıştı. Ahşap bina 1941'de yanınca, şimdi kompleksin sağ tarafinda yer
alan sarı badanalı kagir bina yapıldı. 1980'lerde Türk-Yunan ilişkilerinde
karşılıklı bir yumuşama başlayınca, Türk hükümeti eski binanın yeniden
yapılmasına izin verdi. Eski eserler konusunda Türk "mevzuatı", "ikinci
derecede" kabul edilen binaların betondan yapılıp ahşap kaplanmasına (tabii
eski dış görünüşü koruyarak) izin veriyor. İşte, bugün görülen ahşap
patrikhane binası, birkaç yıl önce, bu şekilde yapıldı. O sırada yolda şöyle bir
levha duruyordu: "Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi Restorasyonu - İkinci
Sınıf Tarihi Eser". Kategori "restorasyon" açısından doğru da, "diplomatik"
açıdan gaf sayılabilir.
Patrikhaneye üçlü bir kapıdan girilir. Basamakları çıktığımızda, ana kapı
karşımıza gelir; sola açılan kapıdan kilise tarafına, sağa açılan kapıdan da
1941'de yapılan Patrikhane binasına geçilir. Ana kapının tatsız bir anısı vardır.
1821'de Yunanistan'da bağımsızlık hareketi başlayınca, Patrik de Osmanlı
Devleti tarafından bu isyanı körükle-yenler arasında sayılmış ya da hareketi
durdurma için yeterince çaba göstermediği düşünülmüş ve bu kapıda asılarak
idam edilmişti. O zamandan beri bu kapı açılmamış ve kullanılmamıştır.
Osmanlı Devletinin bu hareketi yalnızca bir dini önderin idam edilmesi
anlamında ahlaken yanlış değildi; Patriğin bağımsızlık hare-ketiyle ilgisi
olmaması anlamında olgusal olarak da yanlıştı. Muhafazakâr Ortodoks Kilisesi
milliyetçi fikirlerden fazla haberdar değildi ve ilgisi bütün Osmanlı topraklarında
yaşayan Ortodokslara yönelikti. Patriğin kendisi de bu tavırda olduğu için
Yunan bağımsızlık hareketi içinde bulunanlar tarafından bir tür hain gibi
görülüyor ve dışlanıyordu. Ama milliyetçilik tuhaf bir olgudur, Gregorios idam
edildikten bir zaman sonra anılarda martirleşti ve Türklerin Yunanlı
kurbanlarından biri olarak aziz ilan edildi.
Soldaki kapıdan Patrikhane Kilisesi Aya Yorgi'ye (Ayios Yeoryios) geçiyoruz.
Şimdiki bina ancak 1700'lerden ve bazilika tipinde. 1830'larda tamir görmüş
olmalı. Mimari bakımından kayda değer bir özelliği yok. Başlıca Hıristiyan
mezheplerinden birinin patrikhane kilisesi olarak, örneğin Vatikan'da San Pietro
ile kıyaslanamayacak kadar mütevazı. Gene de, son yıllarda dramatik bir
şekilde küçülen İstanbullu Rum Ortodoks cemaatinin elinde kalmış değerli dini
eşyaların çoğu burada bulunuyor.
Örneğin Patrik tahtı ve üzerine İncil konan iki masa. Tahtın ünlü Patrik ve Aziz
İoannes Hrisostomos'tan kaldığına inanılıyor. Bu biraz uzak bir ihtimal,
herhalde o kadar eski olamaz. Özellikle sedefli süslemeler Bizans üstünde
Selçuklu etkilerinin göstergesi olabilir, çünkü Bizans süsleme sanatında sedefe
pek rastlanmaz.
Çeşitli kiliselerde bulunan üç taşınabilir mozaik ikon da şimdi burada
toplanmıştır. Bu gibi ikonlardan bütün dünyada sadece on, on beş tane
bulunuyor. Kilisenin ikonostasionunun tahta oymacılığı gerçekten etkileyici.
Söylentiye göre iki usta bunun üstünde kırk yıl çalışmış! Sağ köşede, demir
kaplamasındaki açıklıktan görülen sütun parçasında bir delik var ki, bunun da
İsa'nın gerildiği çarmıh olduğuna inanılıyor. Gene sağ tarafta, biri gümüş olmak
üzere üç azizenin tabutu var (gümüş olan Rusya'dan armağan): Eufemia,
Teofano ve Omonia.
Patrikhane kilisesi Aya Yorgi bu yakınlarda ciddi bir onarımdan geçti. Değerli
eşyaların çoğu (örneğin sedefli sandık) iyice tamir oldu. Bu arada, başta o
güzel ikonostasion, çok şey altınlandı, yaldızlandı, ama bu parıldamanın her
yerde, eskisinden güzel olduğunu söylemek kolay değil.
Fener semtinde hâlâ birçok güzel ev görmek mümkündür. Fener Rumlarının
1821 isyanına kadar süren nüfuzundan geriye kalan, bu mimari. İmparatorluk
içinde, bugünkü Romanya'nın parçaları olan Eflak-Boğdan voyvodaları ya da
"hospodar"ları geleneksel olarak Fener Rumları arasından tayin edilirdi. Ayrıca,
Osmanlı hariciyesinin tercümanlık görevlerini de Fenerli Rumlar yerine getirirdi.
Böylece burada çok zengin aileler türemişti ve semt genel olarak varlıklıydı.
AYİAMARİA
Okulun öbür yanından yokuş aşağı inerken solumuzda bir kilise görürüz. Bu bir
Bizans Kilisesi ve hâlâ kilise olarak kullanılan tek Bizans Kilisesidir: Maria
Muhliotissa ya da "Moğolların Meryemi". Ayia Maria'nın kilise olarak kalması
Fatih'in Fener'e (Petrion) verdiği ayrıcalıklarla açıklanıyor. Fatih'in fermanları
ve Yunanca çevirileri (muhtemelen kopyaları) kilise duvarında asılı.
Bir başka özellik, bu yapının, İstanbul'daki "yonca" tipi iki kiliseden biri
olmasıdır. Dışarıdan bakınca, apsisle birlikte yoncanın üç yaprağını görürüz;
dördüncüsü nef kısmındadır. Ancak, çeşitli onarımlarla kilisenin planı iyice
değişmiştir. Bunu içine girince daha iyi anlıyoruz: ister istemez, bir "asimetri"
duygusu geliyor. Çünkü narteksin yeri değişmiş, ikonostasionun yeri de uygun
değil.
Maria, bu sefer Meryem değil, Mihail Paleologos'un gayri meşru kızı bir
prensestir. 13. yüzyıl başında Moğollar, Hülagu Han önderliğinde, İran'a kadar
gelmişlerdi. Uzakdoğu'da tanıştıkları Nasturi Hıristiyanlığın etkisiyle,
çevrelerindeki Müslümanlara karşı Hıristiyanlığı daha yakın müttefik görme
eğilimindeydiler. Zamanın alışkanlıkları gereği Hülagu Bizans sarayına evlilik
yoluyla akraba olmaya karar verdi ve Maria Moğol sarayına gönderildi. O
zamanlar yolculuk uzun sürüyordu ve Hülagu epey yaşlanmıştı. Maria
menziline vardığında Hülagu'nun öldüğünü öğrendi; onun yerine oğlu Abaka
Han'la evlendi. Birkaç yıl sonra kardeşi Ahmet, Abaka'yı öldürüp yerine geçince
Maria da İstanbul'a döndü ve herhalde sakin -ve Moğol'suz- bir hayat yaşama
kararıyla rahibe oldu, bu kilise çev-resine yerleşti. Popüler efsane Maria'yı
kilisenin kurucusu olarak gösteriyor, ama tarihi kanıtlar binanın bundan daha
eski olduğunu işaret ediyor. Maria bazı onarım işlerinde rol oynamış olabilir.
Kilise bahçesinde Uzakdoğulu yüz hatları olan bir kadın heykelciği, duvardaki
nişte dururdu. Bu da "Moğol" bir Meryem'in heykeli sayılırdı (zavallı Maria'nın
evliliğinden ötürü fızyonomik değişimden geçmesi gerekmediği halde). Bu
heykelcik yakın zamanda Patrikhane'ye alındı.
KANTEMİR'İN EVİ
BULGAR KİLİSESİ
Bulgar Kilisesi'ni geçip Halic'in içine doğru yürüyelim. Birkaç yüz metre sonra
küçük bir Ortodoks kilisesine geliyoruz. Şimdi oldukça harap olan bu Ayios
İoannis Kilisesi'nin eskiden de çok ilginç bir yapı olmadığı anlaşılıyor. Ama
kilisenin önündeki küçük avluda duran, eğilmiş tahta çan kulesi, perişanlığıyla
pitoresk. Asıl ilginç olan, kiliseyi ana caddeden ayıran binalar. Bu kompleks bir
Metohion'dur; Tur-ı Sina'daki Aya Katerina Manastırı'nın İstanbul'daki bir
koludur. Metohion arkimandritinin konutu olarak yapılmış bu bina, İstanbul'un
en eski konutlarından biridir ve yapılışı 17. yüzyıl sonlarına uzanır. Yakın
dönemde anlaşılmaz nedenlerle özel mülk haline geldikten sonra çeşitli süfli
amaçlarla kullanılmış ve perişan olmuş, bu arada duvarlarındaki süsler de
kaybolmuştur. Oysa Miss Pardoe'nun İstanbul üstüne kitabındaki gravürlerden
birinde bu evin bir odasının resmini gördüğümüzde, bir zamanlar ne kadar
güzel bir yapı olduğunu anlıyoruz. Yakında restore edileceğini (iyi bir şekilde)
ve hiç değilse geri kalanın kurtulacağını umuyoruz.
Bu noktadaki son önemli değişiklik, emektar Galata Köprüsü'nün getirilip
buraya takılması oldu -böylece iki eski Yahudi semtini, Balat'la Hasköy'ü
birleştiriyor. Emeklilerin yeni iş bulup çalışması gibi Galata Köprüsü de işi
büsbütün bırakamadı. Bakalım onun varlığı burayı nasıl etkileyecek. İki kıyı
arasında yürüyenler şimdiden hayli fazla.
BALAT
SURP HREŞDAGABET
AYVANSARAY
ANEMAS ZİNDANI
Aynı terasta dört köşe bir çukurdan aşağıya bir merdiven iniyor. Buradaki
kapıdan Bizans'ın ünlü Anemas zindanlarına girilir. Buraya mutlaka güçlü bir
fenerle girmek gerekiyor. Kıvrılarak inen bir koridordan geçtikten sonra, aşağı
yukarı 60-70 metrelik geniş bir koridorun başında buluyoruz kendimizi.
Surlardaki mazgallardan içeri vuran ışıkta dramatik bir manzara görüyoruz. Üç
katlı olduğu anlaşılan bu kısımda ara katlar çöktüğü için dehşetli bir yükseklik
duygusu veriyor. Tırmanmayı göze alırsanız oraya inmek, sonuna kadar
yürümek mümkün. Koridor üstünde kemerli kapılarıyla hücreler yan yana
sıralanıyor. 1993'te burada yeniden bir onarım başladı ve çok miktarda toprak
boşaltıldı, daha kolay yürünür hale getirildi. İsaak Angelos'un yanında yer alan
Anemas Kulesi'ne de buradan girip üst katlara tırmanmak mümkün. Anemas,
Bizans İmparatorluğu'nda çalışmış bir Arap komutanıydı. (Son durumda,
anlattığım bu girişe demir kapı ve kilit takıldı; buna karşılık, sur dışından içeri
girilebiliyordu.)
GELENEKSEL TÜRK MAHALLESİ
UNKAPANI-ZEYREK
UNKAPANI-ZEYREK
GAZANFER AĞA
Kemerin hemen dibinde Gazanfer Ağa Medresesi var. Burası bir zamanlar
Belediye Müzesi'ydi, ama şimdi, belki de içeride nemlilik önlenemediği için
boşaltıldı. III. Mehmet'in Akağalar başı Gazanfer Ağa tarafından 1599'da
yaptırılmıştır. Medresede bir sebil ve Gazanfer Ağa'nın türbesi de bulunur. Sebil
sekizgen, türbe ise ongendir. On dört hücresi olan medresenin dershanesi
kemere yakın olan kanattadır. Şehirdeki, külliye parçası olmayan bağımsız
medreselerin büyükçe bir örneğidir. Mimarı Davut Ağa olabilir. Bina şimdi
Karikatür Müzesi haline getirilmiştir.
Gazanfer Ağa aslen Macar'dı. II. Selim'in şehzadeliği sırasında onun yanına
girmişti. Selim padişah olunca yanında kalabilmek için hadım edilmeye razı
oldu. Çünkü başka türlü padişahın hareminde bulunabilme imkânı yoktu.
Kardeşi Cafer bu ameliyatı atlatamadı, ama Gazanfer daha otuz yıl yaşayıp
Selim'den sonra oğluna ve toru-nuna da hizmet etti.
Caddenin epey ilerisinde ve sağda, 18. yüzyıl sonlarından kalma Şebsefa Kadın
Camii görülüyor. Fatma Şebsefa Kadın, I. Abdülhamit'in haremindeki
kadınlardan biriymiş. Cami, yapıldığı zamanın özelliklerine uygun olarak, barok
üsluptadır. Yüksekçe olduğu için merdivenli ve beşik tonozlu bir son cemaat
yerinden girilir. Taş ve tuğladan yapılmadır. Bahçesindeki okul şimdi imamın
konutu olarak kullanılıyor.
Köprüye giden Atatürk Caddesi yapılırken (1950'lerde) epey tarihi bina feda
edilmişti. Modern zamanlarda yapılan binalar, bunu dengelemek istercesine, az
çok özenlidir. Solda Sedat Hakkı Eldem'in yaptığı Sosyal Sigorta binaları,
sağda, 1960'larda Belediye'nin yaptırdığı İstanbul Manifaturacılar Çarşısı var.
Şimdi arabesk müzik merkezi olan bu çarşıda Bedri Rahmi ve Füreyya'nın
seramik panoları da görülür. Binalar arasındaki bir açıklıkta İstanbul'un ilk
kadısı Hızır Beyin ve Cihannüma yazarı, tarih ve coğrafya bilgini Kâtip
Çelebi'nin mezarları var (tabii taşları sonradan yapılmış olarak). Buradan biraz
içeride de, "Konstantin'in mezarı" diye bilinen, Panayia adlı ama oldukça yeni
bir şapel ve ayazma bulunuyor. Şapel bir bahçe içinde, herhalde bir mezar
şapeli. Ama Konstantinos'un cesedi hiçbir zaman bulunamadığı için burada
mezarının olması da düşünülemez.
Caddenin karşı tarafında, tarihten kaldığı belli olan destek duvarları görünür.
Gerçekten de Bizans'tan kalmadır ve buradaki yar gibi yükselen toprağın
kaymasını önlemek için yapılmıştır bunlar. İçinde sarnıç da vardır. Bizans
zamanında buranın bir iç surla çevrilmiş aristokratik bir mahalle olması ihtimali
de vardır. Yukarıda, şimdi Zeyrek adıyla bildiğimiz semt var. Çok sayıda güzel
ahşap evlerinden ötürü burası SİT alanı haline getirildi, ama parasızlık
nedeniyle geniş ölçekli bir restorasyona başlanamadı. Caddeden yukarı
tırmanan sokakların ilginç özellikleri olduğu için bunların hepsini, vakit varsa,
gezmelidir.
Biz belli başlı binaları bir sıra içinde görmek üzere Şebsefa Kadın Camii'nin
karşısına gelen yokuştan tırmanacağız şimdi. Az sonra, bir köşede, küçük bir
mektep binasıyla karşılaşıyoruz. Bu sevimli binayı yaptıran kişi oldukça ilginç
ve önemlidir: Zembilli Ali Efendi. Mektebin bahçesinde mermer bir taşın altında
gömülü olan Ali Efendi, II. Bayezid'den başlayarak Kanuni Süleyman'ın ilk
saltanat yıllarına kadar şeyhülislamlık yapmış aydınlık görüşlü bir adamdı.
Evinin penceresinden, halkın şikâyet ve dilekçelerini içine koyacağı bir sepet
sarkıttığı için Zembilli Ali Efendi diye tanınmıştı.
Okulu geçip aynı yoldan ilerleyelim. Biraz sonra mahalle çarşısına ve buradaki
Çinili Hamam'a geleceğiz. Hamam, Sinan'ın eserlerinden ve ünlü Kaptan-ı
Derya Barbaros Hayreddin'in hayratı olarak yapılmış. Çifte hamamdır ve iki
kısmın kapıları da cephededir. Camekânın ortasında havuz bulunur. Hamamın
bazı bölümlerini süsleyen çiniler belli ki orijinal değildir, sonraki yıllarda
konmuştur.
17. yüzyılda bu hamamın para için bir şeyhi öldüren iki tellakı, bellerinde
peştemallarıyla hamam kapısına asılarak idam edilmişlerdi.
PANTOKRATOR
Hamamı gördükten sonra aynı yoldan geri dönüp soldaki ilk sokağa sapalım.
Sokağın sonuna doğru Şeyh Süleyman Mescidi adıyla bilinen tuhaf bir yapıya
geleceğiz. Birinci katı, daha doğrusu, kat olmadığı için, alt tarafı dört köşe,
üstü ise sekizgen bir bina bu. İçi ise bütünüyle sekizgen. Altında da bir kriptası
var. Büyük bir ihtimalle az sonra ziyaret edeceğimiz Pantokrator Kilisesi'nin
manastır külliyesinin bir kısmı olarak yapılmıştı. Belki kitaplık binasıydı.
Burada, şimdi harabe haline gelen Haliliye Medresesi'ni de görüyoruz.
Mescidi geçip sağa dönerek yürüdüğümüzde, Çırçır Caddesi ve İbadethane
Sokağı'ndan geçerek Pantokrator'a ya da cami olarak adıyla Zeyrek Camii'ne
geliriz.
Pantokrator bugüne kalabilmiş önemli Bizans kiliselerinden biridir (ama
günümüzde oldukça perişan bir haldedir). Kilise aslında üç kilisenin bir araya
gelmesinden oluşuyor. Bu üç kilise de, ayrıca, oldukça geniş bir manastır
kompleksinin içindeydi. Kompleksi ve ilk kilise olan güneydeki Pantokrator'u,
II. Komnenos'un karısı İmparatoriçe Eirene yaptırdı (12. yüzyılın ilk
çeyreğinde). Eirene'nin ölümünden sonra imparator kocası burada bir kilise
daha yaptırmaya karar verdi ve Pantokrator'un birkaç adım kuzeyinde
Meryem'e adadığı bir kilise daha inşa ettirdi. Böylece birbirine çok yakın iki
kilise ortaya çıkınca, İmparator Komnenos bunları birleştirmeye karar verdi ve
aralarına, bu üçlünün en küçüğü olan üçüncü şapeli yaptırdı. Üç kilise bir
arada, İstanbul'da, Ayasofya'dan sonra, ayakta kalan en büyük kiliseyi
oluşturur.
İoannis Komnenos, bina bu şekilde tamamlandıktan sonra, bir de eksonarteks
yaptırmış. Bu, herhalde, kilisenin cephesi boyunca uzanıyordu, ama şimdi
tuhaf bir biçimde binanın ortasında kalıyor. Kiliseye buradan giriyoruz;
Kuzeydeki ve güneydeki kiliselerin narteksleri ortadaki şapelin de önünü
kapayarak, ortada buluşuyor. Güneydeki kilisenin üç apsisi var. Eski sütunların
yerine Osmanlı döneminde payeler konmuş. Yunan haçı planı açıkça belli
(kuzeydeki kilise de aynı plana uyuyor). Mermer döşeme ve duvar
kaplamalarının çoğu duruyor. Güney kilisesinde, yerdeki örtüler kaldırılınca
parlak döşeme süsleri görülebiliyor.
PANTEPOPTES
ÂŞIKPAŞAZADE
FATİH CAMİİ
Biz gezmeye Fatih Camii'nden başlayarak batıya doğru ilerleyelim. Fatih Camii
daha önce Ayasofya'yla ilgili olarak anlattığım, Süleyma-niye dolayısıyla
yeniden değindiğim Konstantiniye efsanesinde önemli bir halka meydana
getiriyor. Camiyi ve külliyesini gezerken bu efsanenin motiflerine de göz
atacağız.
Cami ile külliyenin 1463-70 arasında inşa edildiği anlaşılıyor. Demek ki,
fetihten on yıl sonra, Fatih Mehmet, şehirdeki büyük eserini yapmaya karar
vermiş. Daha sonraki çeşitli padişahların da uyacağı -ve zaten akla uygun- bir
geleneği başlatarak, bu eserini şehrin yüksek yerlerinden birinde, yani ünlü
yedi tepenin bir tanesinde inşa ettiriyor. Bu tepede, şimdi külliyenin kapladığı
alanın bir kısmında Bizans'ın büyük ve önemli kiliselerinden biri Havariyun
Kilisesi'nin (Ayii Apostolii) bulunduğunu biliyoruz. Osmanlılar'dan önce
Bizanslılar da şehrin yükseltilerini anıtsal binalarla süslemeye çalışmış-lardı.
Fetihten sonra Fatih'in anlaşmaya vardığı ve Ekumenik Ortodoks Kilisesi
Patrikliği'ne tayin ettiği Gennadios burayı Patrikhane Kilisesi haline getirmişti.
Birkaç yıl sonra Fatih külliyesini burada yapmak isteyince Gennadios
Çarşamba'daki Pammakaristos'a taşındı. Havariyun'dan başka, Bizans
imparatorları mezarlarının da bu tepede bulunduğuna inanılıyor. Yunan-Latin
kültüründe mezarlık (nekropolis) şehrin hemen dışına yapılırdı.
Konstantinos'un, o sırada şehir dışında kalan bu tepede gömüldüğü biliniyor.
Onu başka imparatorlar da izlemiş olmalı. Teodosios surlarıyla bölge sur içinde
kaldı. Iustinianus da buradaki Havariyun (Ayii Apostolii) Kilisesini yeniledi.
Fatih Camii, ne yazık ki, bize aslının ne olduğu hakkında yeterli fikir vermiyor.
Çünkü bu cami 1766 depreminde yıkıldı ve Fatih'in camii olduğu için çok kısa
sürede onarılarak 1771'de şimdiki biçimini aldı. Onarım emrini veren Sultan
III. Mustafa, yapan da zamanın ünlü mimarı Mehmet Tahir Ağa'dır. Mehmet
Ağa Şehzade'den beri büyük camilere uygulanan klasik plana uyarak, büyük
kubbeyi dört yarım kubbeyle çevirdi. Böylece, Osmanlı mimarisinin gelişim
çizgisinde çok önemli bir gedik ortaya çıkıyor. Fetihten sonra yapılmış ilk
anıtsal binanın nasıl olduğunu tam olarak tasavvur edemiyoruz. Gene de, eski
kayıtlardan, genel bir fikir ediniyoruz. Çemberlitaş'taki Atik Ali Paşa Camii gibi
mihrap tarafında tek bir yarım kubbesi, iki yandaki galerilerin üzerinde üçer
küçük kubbe olduğu anlaşılıyor. Ayrıca, bina dışarıdan oldukça büyük payanda
duvarlarıyla desteklenmiş.
Bazı Anadolu şehirlerinde daha eski modelleri olan Atik Ali Paşa daha sonraki
Osmanlı mimarisinin kaynağı olmamıştır. Bu bakımdan, bu planın devasa
ölçekte bir tekrarı olan Fatih Camii de, Bayezid Camii kadar doğurgan
olmamıştır diyebiliriz.
Ama, zamanında doğal olarak Ayasofya ile kıyaslanmıştı. "Doğal olarak", çünkü
büyüklük bakımından o dönemde yalnız bu iki bina kıyaslanabilirdi. Gene de,
Fatih'inki çok daha küçük kalmıştı (kubbe çapı, Ayasofya'nın oval kubbesinde
31 ve 32 metre, Fatih Camii'nde 26 metredir).
Osmanlılar fetih sırasında ve onu izleyen yıllarda her bakımdan güçlüydüler.
Güçlü padişahların, gözlerinin önündeki Ayasofya'ya bakıp, içlerinde onunla
yarışma dürtüsünü zaptetmeleri herhalde hiç kolay değildi. Bu yarışmanın
Fatih'le başladığı anlaşılıyor.
ÇARŞAMBA
Buradan Çarşamba ve Yavuz Selim tarafına gidelim. Bunun için külliyenin batı
kanadından çıkıp Haliç Caddesi'ni bulursak, yürüyüş yolunu kısaltırız.
Sumner-Boyd ile Freely'nin bu bölge üstüne söyledikleri genel sözlere
baktığımda doğrusu biraz içim burkuluyor. Onlar burada eski İstanbul
atmosferini bulduklarını anlatıyorlar ya da renkli Çarşamba Pazarı'na ve
pitoresk Çukur Bostan'a değiniyorlar. Oysa şimdi bunlar yok. Arada sıkışıp
kalmış birkaç eski ev dışında her yer en zevksiz betonarmeyle donanmış
durumda. "Eski İstanbul" niyetine de olsa, aslında eski İstanbul'la ilgisi
olmayan bir manzara, yeni zamanlarda oluştu; çarşaflı kadınlar, latalı ve sarıklı
adamlar. Bu sokaklarda insan İslam Cumhuriyeti'ne geldiği izlenimini ediniyor.
Bu kılık kıyafetin yasaklanmasından kesinlikle yana değilim elbette; doğal da
karşılıyorum, bir tepkisellikler toplumunda yaşadığımızı düşününce. Ayrıca
bunun öyle doğrudan doğruya politik bir gösteri olduğunu da sanmıyorum. Bir
çeşit Müslüman Punk'ı bile sayılabilir bu giyim tarzı.
İstanbul'un eski ve saygıdeğer eğitim kurumlarından biri olan Darüşşafaka
Lisesi de buradadır. Ama yakınlarda bu lise de buradan taşındı. Binası 1873'te
Ohannes Kalfa tarafından inşa edilmiştir. Darüşşafaka'nın özelliği, yetim
çocukları eğitmek için açılmış olmasıydı. Onun yanından geçip sola, Alinaki
Sokağı'na saptığımızda, solumuzda bir Bizans sarnıcı göreceğiz. Ne zaman
yapıldığı, adı vb. bilinmeyen bu kapalı sarnıca ancak pencerelerine uzanarak
bakabiliyoruz; şehrin başka birçok eski anıtının önünde bir süre inat
ettiğinizde, bir yerlerden, eli anahtarlı biri çıkagelir ve sonunda kapıyı açar.
Burada ne böyle bir adam ne de böyle bir adamın varlığına dair bir söylenti
var. Yedişer sütunlu dört sıra seçilebiliyor.
Fatih'te ve buralarda ziyaret edilemeyen çeşitli Bizans sarnıçları var. Bunlardan
biri Atpazarı Sarnıcı adıyla biliniyor ve Fatih'te, Mıhçılar Caddesi'nin altında. Bir
başkası, Vatanperver Sokağı'nda, Ahmediye Camii'nin altında kalıyor; zaman
zaman suyu kullanılıyor. Ayrıca, Karagümrük'te, Aetios'un kuzeyinde de, artık
içine girileme-yen bir sarnıç var.
Birkaç adım daha yürüyünce Fatih'ten gelen Yavuz Selim Caddesi'ne çıkıyoruz.
Hemen önümüzde eski Çukur Bostan, daha eski Aspar açık sarnıcı. Bizanslılar
bununla birlikte üç tane büyük açık sarnıç yapmışlardı. Osmanlı döneminde ve
belki daha da önceden bunların bostana dönüştüklerini biliyoruz. Aspar, yakın
zamanlara kadar son derece şirin bir bostandı. Ortasındaki caminin yanı sıra
birçok ev vardı ağaçların arasında. Bedrettin Dalan Belediye Başkanlığı
sırasında Çarşamba Pazarı'nı sokaktan sürmeye ve bostanı -Altımermer'deki
gibi- pazar yeri yapmaya karar verdi. Bostan yok edildi, tonlarca beton
döküldü ve bugünkü manzara elde edildi. Ayrıca, planlandığı gibi bir pazar yeri
de olmadı. Büyük projeleri olan belediye başkanlarından bu şehri -ve başka
şehirleri- acaba hangi güç kurtarabilir?
YAVUZ SELİM
Aspar'ın yanı başında Yavuz Selim Camii var. Geldiğimiz yöne göre, caminin
bahçesine güneydeki kapısından gireceğiz. Camiye bakmadan önce avluyu
geçip Halic'in üstündeki terasa çıkalım. Bura-da çok güzel bir manzara var,
ama birkaç münasebetsiz apartman ol-masa çok daha güzel olabilirdi.
Şimdi camiye gelelim. Sultan Selim Camii şehrin beşinci tepesini taçlandırır.
Ortası şadırvanlı, servili güzel bir avlusu vardır. Pencere üstlerinde erken İznik
çinileri görürüz. Lacivert, turkuvaz, yeşil ve sarı çiniler. Caminin mimarisi son
derece sadedir. Kocaman kubbe, doğrudan, 24.5 metrelik kare mekânın
üstüne oturur ve ona pandantif-lerle bağlanır. Bu kadar basit bir planla
yapılmış en büyük kubbe herhalde budur. Üstelik, kubbe oldukça basıktır ki,
bunu yapmak daha ince mühendislik gerektirir. İç süsleme oldukça azdır;
dışarıdaki çinilerin benzerini görürüz, duvarlar sıvalı bile değildir. Mihrap
duvarında Kabe'den getirilmiş bir kumaş camekânda asılıdır. Hünkâr mahfili de
oldukça zevklidir.
Fatih'in kendi camisinden dışarı çıkardığı tabhanenin burada, İstanbul'da
hüküm süren üçüncü padişahın camisinde, geri geldiğini görürüz. Zaten Yavuz
Selim Camii bu bakımdan ilginçtir; hatırı sayılır büyüklüğü dışında, İstanbul'da
kurulan cami geleneğiyle sanki hiç ilgisi yoktur. Yavuz'un ünlü, sadelikten yana
kişiliği, sanki mimarın üslubunu belirlemiştir.
Caminin mimarı bilinmiyor. Yalnız Tahsin Öz, Acem Ali adında bir mimar
olduğunu ileri sürmüştür.
Arkadaki bahçede türbeler var. Bunların en ilginç olanı Selim'inki. Selim'in
türbesi sekizgendir. Çiniler, İznik'te tam da kırmızının bulunmasından önceki
evrenin güzel örnekleridir. Ortada Selim'in kocaman sandukası, sandukanın
üstünde de bir o kadar kocaman kavuğu durur. Yavuz Selim ve Fatih,
yanlarında çocukları, torunları, karıları olmadan, türbelerinde yalnız yatan iki
sultandır.
Bunun yanındaki türbe Şehzadeler Türbesi olarak bilinir. İçinde Ka-nuni'nin iki
oğluyla iki kızı gömülüdür. Bunun da güzel çinileri vardır. Denize daha yakın
olan türbe ise Abdülmecit'e aittir. Yanında bazı oğulları da yatar. Abdülmecit'in
bütün çocuklarıyla aynı türbeye sığması mümkün değildi, çünkü 42 çocuğu
olmuştu (V. Murat, II. Abdülhamit, Reşat ve Vahdettin, yani son dört padişah
da bunların arasındadır).
Camiyi güneybatı kapısından terkederken, külliyeden kalan son bina olan
sıbyan mektebinin yanından geçiyoruz. Eskiden çocuk kitaplığı olan bu yapı
şimdi Kuran kursu haline getirildi. Cami bahçesinin altında herhalde Bizans'tan
kalma, büyük sarnıçlar var.
İSMAİL AĞA CAMİİ
Arada kalmış tek tük ahşap evlerin yanından geçerek küçük bir meydana
geliyor, karakolun önünden sağa kıvrılıyoruz. Birazdan sağımızda göreceğimiz
camii, İsmail Ağa Camii'dir. 1723'te Şeyhülislam İsmail Efendi tarafından
yaptırılmıştır. Cami dükkânlar üzerinde yapılmış olduğu için avlusuna
merdivenle çıkılır. Girişin üstü eski sıbyan mektebidir. Avlunun arka tarafında
da küçük bir darülhadis vardır. 1952'de restore edilirken genellikle aslına sadık
kalınmış, ama bazı ayrıntılar zevksizleşmiştir. 1988'de ise, namaz yerini
genişletmek amacıyla beton ek yapılmıştır. Herhalde çok ender kaloriferli
camilerdendir.
İskender Paşa Camii'nden söz ederken de Nakşibendi tarikatına değindim.
İsmail Ağa Camii gene aynı tarikatın, o kadar kalabalık olmayan, Mahmut
Efendi kolunun karargâhı kabul edilebilir. Bu konulara çok yakın olmaksızın
bildiğim kadarıyla Mahmut Efendi'nin öğretisinde İslami giyim kuşama uyma
gereği, özellikle kadınların çarşaf giymesi zorunluğu, önemli bir yer tutuyor.
Özellikle bu bölgede artık iyice yoğunlaşan sarıklı adamlar ve çarşaflı kadınlar
Şeyh Mahmut Efendi'nin müritleri. Gene buradaki, şehir siluetini bozan, çok
yüksek ve zevksiz bina, Mahmut Efendi'nin yaptırdığı Kuran kursu binasıdır.
İsmail Ağa Caddesi'nin ilerisinde, Karadut ve Mercimek sokakları arasındaki
adada, İsmet Efendi Tekkesi vardır. İsmet Efendi, Halidi tarikatındandı.
Caddeden devam edip bu sefer ilk sola saptığımızda, az sonra, kendi adını
taşıyan sokakta, Mehmet Ağa Camii'ne geliriz. Küçük, ama ilginç bir camidir
bu. Yaptıran Mehmet Ağa, siyahi harem ağalarının başıdır.
Mimarı ise, Sinan'ın yanında yetişen ve onun ölümünden sonra mimarbaşı
olarak yerini alan Davut Ağa. Yapılış tarihi olan 1586'da Sinan henüz
hayattadır.
Cami bir bahçe içindedir. Mehmet Ağa'nın büyücek, dört köşeli türbesi de bu
bahçededir. Camiyle birlikte (onun karşısında) yapılan Halvetiye Tekkesi ve
darülhadis yıkılıp kaybolmuştur.
Kare planlı camide 11 metre çapındaki kubbe duvarlara değil sekiz payeye
dayanan kemerlere oturtulmuştur. Dolayısıyla pandantif yoktur. Köşelere
çeyrek kubbeler yerleştirilmiştir (ayrıca da, mihrap çıkıntısında bir yarım kubbe
vardır). Payeler caminin dışına destek kuleleri olarak taşar. Bütün bu öğeler,
bu çapta camilerde pek fazla rastlamadığımız hareketli ve güzel bir bileşim
oluşturur. İçindeki çiniler de ayrıca güzeldir.
Külliyeden bir tek çifte hamam duruyor. Bu güzel bina da caminin az ilerisinde
ve hâlâ kullanılıyor.
AYİOS İOANNİS
Biz gene, kitaplığa sapmadan önceki caddeye çıkalım. Aynı yönde biraz
yürüyünce, bu sefer solda, bir pastanenin köşe yaptığı sokağa sapacağız.
Birkaç adım sonra, camiye çevrilmiş bir Bizans kilisesiyle karşılaşacağız. Şimdi
Hirami Ahmet Paşa Camii adıyla bilinen bina Ayios İoannis (Aya Yani) kilisesi
olarak yapılmıştı. Tarihi hakkında fazla bir şey bilinmiyor. Fatih Camii
yapılırken Apostolii Kilisesi'ni terk etmek zorunda kalan Patrik Gennadios, biraz
sonra göreceğimiz Pammakaristos Kilisesi'ne taşınmıştı. O tarihte burayı
rahibelerin kullandığı anlaşılıyor. Pammakaristos Patrikhane kilisesi haline
gelince, oradaki rahibeler de bu küçük kiliseye gönderilmiş. Bu da, kilisenin
camiye çevrildiği 1586 yılına kadar böyle devam etmiş, daha sonra rahibelerin
başına ne geldiğini bilmiyoruz.
Ayios İoannis, küçücük, Yunan haçı planına göre yapılmış, üç apsisli bir kilise.
Ortadaki apsis oldukça çıkıntılı. Yapılış tarihi 11. ya da 12. yüzyıl olmalı. Son
zamanlardaki onarımla bir hayli değişmiş (sütunları da yenilenmiş) ve biçimi
bozulmuş durumda. Minaresi de ortadan kaybolmuş.
Tamamen değişen, beton apartmanlardan oluşan çevre, bu küçücük binayı
neredeyse Brecht'vari bir yabancılaştırma etkisi haline getiriyor. Bu da
İstanbul'un bir özelliği: bir köşeyi dönünce, orada göreceğinizi hiç
düşünmediğiniz bir yapıyla karşılaşıverirsiniz.
PAMMAKARİSTOS
Şimdi gene, bir türlü sonuna gelemediğimiz caddeye dönüp aynı yönde devam
edelim. Birazdan Teotokos Pammakaristos ya da şimdiki adıyla Fethiye Camii
karşımıza çıkacak.
Bina geniş bir bahçe içinde. Büyük kısmı cami olarak kullanılıyor; bir kısmı ise
şimdi müze haline getirildi.
"Tanrı'nın sevinçli annesi" anlamına gelen Teotokos Pammakaristos, 12.
yüzyılda İoannis Komnenos ve karısı Anna Doukaina tarafından yaptırılmıştır.
Şimdi müze olan "pareklession" (ikinci şapel) ise 14. yüzyılın başında Mihail
Glabas tarafından, kendi-sinin ve ailesinin mezar şapeli olmak üzere eklenmiş.
Gene bu yüzyılda, kiliseyi bir ambulatuarla çevrelemek gereği duyulmuş. Bir
süre Patrikhane'nin kilisesi olarak kullanıldıktan sonra, 1591'de, III. Murat'ın
zamanında Gürcistan'ın ve Azerbaycan'ın fethedilmesiyle, "Fethiye" adıyla
camiye çevrilince, Ortodoks Patrikhanesi de Haliç kıyılarına taşınmış. Bu sefer,
binayı camiye çevirmek için değişiklikler yapılmış. Böylece, binada inşaat ve
tadilatın bir türlü sonu gel-memiştir.
Bugün de cami olan daha geniş bölümde namaz mekânını genişletmek için çok
şey değiştirilmiş, bu arada iç duvarlar yıkılmış ve bütün bunlar görünümü
değiştirmekten öte, bozmuştur da. Bu arada üçlü apsis de üçgen bir çıkıntı
haline gelmiştir.
Gennadios burada patrikken Fatih Mehmet de onu sık sık ziyaret eder ve çeşitli
konularda uzun uzun konuşur, tartışırdı.
Müze olan küçük şapel iyi onarım gördüğü için çok daha ilginçtir. Şehirde,
Kariye ve Ayasofya'dan sonra, mozaikleriyle ünlü üçüncü Bizans kilisesidir.
Kariye'dekiler kadar olmasa da, Bizans Rönesans'ı-nın dikkate değer mozaikleri
burada görülebilir. Kubbenin içinde Pantokrator Tanrı vardır. Onu, on iki
peygamberin tabloları kuşatır. Apsiste, kemerlerde, tonozlarda başka birçok
mozaik vardır. Bu arada, İsa'nın vaftiz oluşunu resmeden mozaik özellikle
ilginçtir.
Caddeye dönelim ve kıvrımı izleyerek hafif yokuştan aşağı yürüye-lim. Az
sonra, solumuzda, Drağman Camii'ni görüyoruz. Şehrin bu semtinin de adı
olan Draman, "tercüman" anlamına gelen "dragoman"ın halk dilinde bozulmuş
biçimidir. Bu da, camiyi yaptıran, Kanuni Süleyman'ın Rum asıllı dragomanı
Yunus Ağa'dan gelmektedir. Yunus Ağa (ya da "Bey") Türkçe, Rumca ve
İtalyanca'yı çok iyi biliyordu. Venedik Docu'nun gayrı meşru oğlu Alviso Gritti
("Beyoğlu" adının ondan geldiği söylenir) ile birlikte, Osmanlı devlet örgütü
üstüne kısa ama çok önemli bir inceleme yazmıştır.
Yazık ki, zamanında Sinan'ın yaptığı cami, artık yaptıran kadar ilginç değil;
daha önce de onarım görmekle birlikte, yüzyıl başında tamamen yıkılıp
betondan yeniden yapıldığı için eski haliyle herhangi bir ilgisi kalmamış.
KEFEVİ CAMİİ
Aynı yoldan devam ediyor, birkaç blok yürüyoruz. Gene solumuzda ilginç
görünüşlü bir cami beliriyor: Kefeli ya da Kefevi Camii. Buradan gelince bina
yukarıda kalıyor ve daha görkemli olabilecek gibi görünüyor, ama yanına
geldiğimizde oldukça küçük olduğunu görüyoruz. Bizans döneminden kalan
binanın başlangıçta ne olduğu ve bugüne kadar ne gibi dönüşümlerden geçtiği,
tartışılan ama kesin bir sonuca bağlanamayan bir konudur. Doğuya değil
kuzeye baktığına göre muhtemelen kilise değil, bir manastır olarak inşa
edilmişti. Bir söylentiye göre fetihten sonra Kırım'ın Kefe şehrinden buraya
gelen Katoliklere kilise olarak verilmişse de, Osmanlılar tarihi yarımadada
Batı'ya özgü din ve mezheplerin yerleşmesine izin vermediği için, bu söylenti
çok akla yakın değildir. Binanın bir Ermeni kilisesi haline gelmiş olduğunu da
düşünebiliriz. Balat'taki Surp Hreşdagabet'in yerinin Rumlar'dan alınıp
Ermeniler'e verildiği, bunun nedeninin de Ermeni kilisesi olan Kefeli'nin alınıp
camiye çevrilmesi olduğu söylenmektedir. Bu bana daha olabilir görünüyor.
Bina, iki sıra penceresi olan dar uzun bir dikdörtgendir. Kayda değer bir mimari
özelliği yoktur. İlk olarak 12. yüzyılda yapıldığı tahmin ediliyor.
Kefeli'nin tam karşısına düşen blokta, o bloğun öbür ucunda, bir başka Bizans
kalıntısı var. Türkler buna Boğdan Sarayı adını vermiş. Boğdan, bugünkü
Moldavya'ya Osmanlıların verdiği addır. Bugün topu topu birkaç taşı kalmış
bina (göz göre göre yıkılıp kayboldu) muhtemelen Boğdan hospodarlarının
(voyvodalar) sarayının şapeli olarak kullanılmıştı. 12. veya 13. yüzyılda Aziz
Nikolaos'a adanmış bir şapel olarak yapıldığı sanılıyor. Kriptasında 1918 yılında
yarı gizli bir kazı yapılarak üç lahit bulunduğu, ama kazı sonuçlarının
yayımlanmadığı, yanılmıyorsam ilkin Türk Ansiklopedisi'nin ilgili maddesinde
yazılmıştı.
Geri dönüp Kefeli Camii'nin önünden, az önce gittiğimiz yönde yürümeye
devam edelim ve soldaki ilk sokağa sapalım. Bir iki blok daha ilerleyince
sağımızda Odalar Camii ya da bu caminin kalıntıları-nın bulunduğu yeri
göreceğiz. Aynı yerde yakınlarda yeniden inşa edilen Kasım Ağa Camii var. Her
iki cami de Teotokos Manastırı'nın bulunduğu alanda ve o binaların kalıntıları
üstüne kurulmuştu. Burada daha ilginç olan "ipek" adıyla da anılan sarnıçtır,
ama çevrede görülen derme çatma, aynı zamanda da "tahripkâr" yapılaşma
sonucunda, her türlü tarihi kalıntı acı veren bir viraneye dönmüş durumdadır.
Buradan ana cadde olan Fevzipaşa'ya ve onun yanındaki, şimdi derme çatma
bir stadyum haline gelen açık Bizans sarnıcı Aetios'a bir şey kalmadı. Aetios, İS
5. yüzyılda yaşamış Konstantinopolis valilerindendi. Bu sarnıcın da stadyum
olmadan önce bir çukurbostan olduğu biliniyor. Şimdi sadece bazı duvar
kalıntılarına bakabilir ve büyüklüğüne şaşabiliriz.
Buradan Nurettin Tekkesi Sokağı'na çıkınca, aynı adı taşıyan, Cerrahi
Tekkesi'ni göreceğiz. Tekke son zamanlarda turistik bir ün de kazandı.
Türklerin yanı sıra yabancılar da gelip yanaklarına şiş batı-ranları vb. huşu
içinde seyrediyor.
Caddeye çıktıktan sonra, yola başladığımız yöne, yani doğuya dönüp, cadde
boyunca ilerleyelim. Stadyumu geride bıraktıktan az sonra, solumuzda, Semiz
Ali Paşa Medresesi'ni göreceğiz. Bu da, binayı yaptıran kişinin binasından daha
ilginç olduğu durumlardan biri.
Ali Paşa Hersekli bir devşirmeydi. Enderun'dan yetişmiş, Mısır'da ve Rumeli'de
beylerbeyi olmuş, sonunda, Rüstem Paşa'nın ardından, sadrazamlığa
yükselmişti. Barışçı bir devlet adamıydı ve sadrazamlığı sırasında eceliyle öldü.
Nükteleri kadar şişmanlığıyla da ünlüydü. Söylentiye göre, koca imparatorlukta
onu taşıyabilecek yalnız iki at bulunmuştu. Medrese Sinan'ın eseri olduğu halde
kayda değer bir özelliği yoktur.
ATİK ALİ PAŞA
Caddeden ileriye yürüyelim. Bir zamanlar güzel olduğunu anlatan birkaç ahşap
yapı, olmadık yerde ortaya çıkan mezarlıklar ve biraz sonra sağımızda bir
mezarlık ve solumuzda Nişancı Mehmet Paşa Camii'ne geliyoruz. Külliyesi de
olan çok güzel bir klasik dönem camisidir bu. Nişancı, padişahın tuğrasını
saklayan ve kullanan devlet adamı olarak, Divan-ı Hümayun'un doğal üyesiydi.
Mehmet Paşa 1596'da öldüğüne göre, III. Murat döneminde Nişancılık yapmış.
Bu cami de bütün klasik dönem eserleri gibi Sinan'a atfedilmekle birlikte,
güvenilir bir belge olan Sinan Tezkire'sinde adı geçmez. Dolayısıyla, Sinan'ın
sağlığında yanında yetişen Davut Ağa veya Mehmet Ağa gibi bir mimarın eseri
olmalıdır. İşini iyi bilen birinin elinden çıktığı bellidir. Sinan'a "ben de artık usta
oldum", demek istediği de-düşünülebilir, çünkü onun geliştirdiği sekizgen planı
çok iyi uyguladığı gibi, buna bazı ilginç ayrıntılar da eklemektedir.
Plan, bazı bakımlardan, Azapkapı'daki Sokollu Camii'ni andırır. Kubbeyi
çevreleyen sekiz yarım kubbenin dördü büyük, dördü küçüktür. Kubbe sekiz
sütun üstüne oturur. Bunlar duvarlara kemerle birleşir, ayrıca destek kulesi
olarak binanın dışına yükselir ve yarım kubbeler arasında kubbeyi kuşatırlar.
Büyük yarım kubbeler kanatlarda yer alırken, köşelerdeki küçük yarım
kubbeler pandantif yerine köşe kemeri oluşturur.
Bütün bu kavisler, dışarıdan, uyumlu bir görünüm sağlar ve merkezi kubbeyi
vurgular. Minare ana binaya yakın yapılmıştır. Bu da, kubbe kavisleriyle dikey
yükselen minare kontrastını kuv-vetlendirir.
İç görünüm de güzeldir. İyi cins mermer kullanılmıştır. Mihrabın iki yanındaki
iki kürsüye, pencere boşluğundan ve duvar içinden merdivenle çıkılır. İki
yanda, tabhaneyi hatırlatan uzun dikdörtgen mekânlar vardır. Üst galeri
caminin üç yanını dolaşır.
III. Mustafa döneminin ünlü 1766 depreminden sonra, bu caminin de onarıldığı
anlaşılıyor. Külliyesinde olduğu bilinen tekke, zaviye ve medrese belki bu
sırada ortadan kalkmıştı. Yalnız Mehmet Paşa'nın sekizgen türbesi ayaktadır.
Avlu oldukça geniştir, tuğla ve taştan yapılmıştır. Kemerleri sivridir. Ortada,
sekiz mermer direğe oturan mahruti çatısı ile şadırvanı yer alır.
Caddenin karşısında, köşede, bir açık türbe var: Keskin Dede Türbesi. Eskiden
bu türbe, Keskin Dede Mescidi'ne bitişikmiş.
Camiden çıkıp gene Nişanca Caddesi'nden ileri yürüyünce, bir iki blok sonra,
solumuzda, Kumrulu Mescidi'ni görüyoruz. Gördüğü ona- rımlarla biçimi bir
hayli değişmiş olan bu mütevazı bina, İstanbul'daki en eski Osmanlı
eserlerinden biridir; Fatih Camii'nin mimarı Atik (Azatlı) Sinan tarafından kendi
adına yapılmıştır. Sinan'ın hayatı üstüne, Fatih Camii'ni gezerken, yeterince
konuşmuştuk. İdamına değinen mezartaşı buradadır.
Mescidin adı, binaya bitişik (ve şimdi akmayan) çeşmedeki ayna taşında
bulunan, hayat pınarından su içen iki kumru kabartmasından gelir. Belli ki
Bizans'tan kalmadır. Sinan'ın kendisinin Rum kökenli olduğunu görmüştük.
Herhalde, Müslüman olarak da meşrebi, böyle bir kabartmayı kaldıracak kadar
genişti. Ayrıca, Fatih gibi, İtalya'dan Bellini'yi davet edip portresini yaptıran bir
padişahın döneminde yaşamıştı. Ama bu kabartma, 1460 sonlarından bugüne
kadar bir cami duvarında durabildi ve kimsenin itirazına uğramadı. Bugünse,
birilerinin gelip bunu sökmesi, hatta parçalaması, şaşırtıcı olmaz.
Kumrulu Mescidi ile, yolun başındaki önemli uğrağımız Fatih Ca-mii'ne iyice
yaklaştık. Burada turu bitirebiliriz. Saat uygun mu, bilemiyorum, ama bu
yakınlarda oldukça iyi bir lokanta da var: Akdeniz Caddesi'nden inerken solda,
ilk sokaktaki Hünkâr. Bu geziyi, klasik Osmanlı mutfağını yaşatmaya çalışan bu
lokantada bir yemekle tamamlayabiliriz. Yalnız, Akdeniz'den önceki Emir
Buhari Sokağı'nda, aynı adı taşıyan caminin haziresindeki Cevad Paşa
türbesine de göz atabiliriz. Bu yapı, mimar Kemalettin Bey'in Berlin'de
öğreniminden döndükten sonra İstanbul'da yaptığı ilk bina olması bakımından
ilginçtir. Aynı sokakta, İstanbul'da bulunan Emir Buhari tekkelerinin ilki de
bulunuyor. Emir (Ahmed) Buhari Anadolu'ya Nakşibendiliği getiren şeyhlerden
biridir, türbesi de buradadır. Ancak, eski tekke bu yüzyılda ortadan kalkmış,
şimdi görünen bina yeni yapılmıştır.
VATAN VE MİLLET CADDELERİ
Buradan tekrar caddeye çıkıp batı yönünde yürümeye devam edebiliriz. İki
blok geçtikten sonra solda Feyzullah Efendi Medresesi'ni görüyoruz.
Şeyhülislam Feyzullah Efendi bu hayır kurumunu 1700'de yaptırdığına göre,
bina, az önce gördüğümüz Amcazade Külliyesi'nin çağdaşıdır. Medrese
hücreleri şadırvanlı avluyu iki yanından kuşatır. Ana caddeye (Fevzipaşa) sırtını
veren kanadında güzel ve özgün dershane binaları bulunur. Dört sütunlu bir
revakın sağında ve solunda okuma odaları yer alır. Bunlar zamanında
dershane-mescid ile kitaplık binalarıydı. İçleri oldukça- belki gereğinden fazla-
süslüdür. Avludaki altı mermer sütunlu şadırvanın taş işçiliği çok güzeldir.
Medreseyi yaptıran Feyzullah Efendi'nin hayat çizgisi epey inişli çıkışlı olmuş,
ama son iniş kötü gelmiştir. Birkaç kere şeyhülislamlığa gelip gittikten sonra
zayıf bir padişah olan II. Mustafa'nın güvenini kazandı ve yeniden şeyhülislam
oldu (1695). Mustafa Edirne'de oturuyor, İstanbul'a adım atmıyordu. Onun
yokluğunda başkentte özellikle sözü geçen Feyzullah Efendi, ilmiye teşkilatının
en üst kade-melerini (Anadolu ve Rumeli kazaskerlikleri, Edirne ve İstanbul
kadılıkları, Nakibüleşraflık) dört oğlu ile üç damadı arasında paylaştırdı;
ulemada bir çeşit hanedan kurmuş oldu.
Ama bu durum fazla devam etmedi. Feyzullah Efendi'nin saltanatı İstanbul'da
askeri ayaklandırdı, halk da askere katıldı. Azledilmesi öfkeyi yatıştırmaya
yetmedi. Padişah II. Mustafa da tahttan çekilmek zorunda kaldı ve yerini, bir
başka ihtilalin tahttan indireceği kardeşi III. Ahmet'e bıraktı. Kendi boyunu
aşan değişimlere yol açan Feyzullah Efendi ise oldukça vahşi bir tarzda
öldürüldü.
Oysa bu güzel medreseye bakarken, bu kanlı olayları akla getirmek çok zor.
Onun için, gene bu bina dolayısıyla, bu sefer biyografisi ışıltılar saçan bir başka
adamdan söz etmek istiyorum.
FENARİ İSA
Buradan Halıcılar Caddesi'ne çıkarak dümdüz yürüyüp Vatan Caddesi'ne kadar
gelebiliriz. Geldiğimizde, köşede, Bizans'tan kalan Konstantinos Lips Kilisesi'ni
şimdi Fenari İsa Camii olarak görüyoruz. Pantokrator gibi bu da değişik
bölümleri değişik zamanlarda eklenmiş bileşik bir yapıdır. İlk kiliseyi 10.
yüzyılın sonunda imparatorlukta yüksek bir memur olan Konstantinos Lips
yaptırmıştı. Bu şimdi, kuze-ye bakan kanadı oluşturur. Aradan epey zaman
geçtikten sonra Mihail Paleologos'un karısı İmparatoriçe Teodora 13. yüzyılın
sonunda güneydeki kiliseyi inşa ettirdi. Amacı, burayı Paleologos hanedanının
mezarlığı haline getirmekti.
İlk kilisenin, oldukça kuraldışı bir biçimde, beş apsisli olduğu anlaşılıyor. Dıştaki
apsislerden kuzeydeki zamanla yok olmuş, güneye bakan ise yanına yapılan
yeni kilisenin üç apsisinden biri haline gel-miş. Böylece toplam altı apsis var ve
çıkıntıları kilisenin doğu kanadını hareketlendiriyor.
Güneydeki ambulatuarlı olmak üzere iki kilise de Yunan haçı planına göre
yapılmış, ama Osmanlı döneminde birçok mimari özellikleri değişmiştir. İki
nartekslidir. Güneyinde, güney kilisesine paralel bir de galerisi vardır.
II. Bayezid zamanında Fenari Ali Efendi tarafından bir zaviye haline getirilmiş,
daha sonra, IV. Murat zamanında Şeyh İse'l Mahvi burayı bir Halvetiye zaviyesi
haline getirip kalan manastırın hücrelerini de tekkeye çevirmiştir. Türkçe
adındaki "Fenari" ve "İsa"nın kökenleri bunlardır.
Caddeden surlara doğru yürürken sol kolda Yavuz Selim'in yaptırdığı medrese
görülür. Binaya Selim başlamış, ama başladığı başka eserler gibi bunu da
bitirmek Kanuni'ye düşmüştür. Hücreler medresenin üç kanadını oluşturur,
dördüncü kanatta da dershane vardır. Bütünüyle oldukça sevimli -ve biraz
asimetrik- bir yapıdır.
Caddenin ilerisinde, dört yol ağzından sola sapıldığında, Yavuz Selim'in
kızlarından Şah Huban Kadın'ın türbesi göze çarpar. Bahçe içinde sekizgen bir
türbe. Türbenin yanında sevimli bir mektep binası da var (şimdi bir klinik).
Şah Huban, Lütfi Paşa ile evlendirilmişti. Paşa da gaddarlığıyla ünlüydü. Bir
fahişeye ceza olarak, cinsel organına bir ameliyat yaptırınca Şah Sultan buna
isyan etti. Çıkan kavgada Lütfi Paşa karısına hançer çekince Kanuni onu azletti,
kızkardeşini de boşattırdı. Şah Huban da Merkez Efendi'ye intisap edip dini bir
hayat yaşadı. Hatta Mevlanakapı dışındaki tekkeyi o yaptırdı.
Şimdi karşı sıraya girip Akdeniz Caddesi'ne sapalım. Dördüncü köşeden sola
sapınca Hüsrev Paşa Sokağı'na giriyor ve biraz sonra Hüsrev Paşa Türbesi'ne
varıyoruz. Suriye valisiyken Sinan onun için Halep'te ilk ciddi (tarihi bilinen)
eseri olan bir cami yapmıştı. Paşa'nın türbesinin mimarı da Sinan'dır. Hüsrev
Paşa ayrıca Bosna-Hersek ve Rumeli beylerbeyliği yapmış, bu sırada görevden
uzaklaştırılınca yemeden içmeden kesilerek intihar etmişti.
Türbe sekizgendir. Her köşede tepesi stalaktitli ince sütunlar vardır. Kubbe
gene sekizgen olup bir tambur üstüne oturur ve daha içerlek kalır. Özellikle
binanın tepesindeki taş işçiliği çok başarılıdır.
Hüsrev Paşa Türbesi'nin bulunduğu köşeden kuzeye yönelerek Bali Paşa
Sokağı'ndan yürüyünce, sağda Bali Paşa Camii'ne geliyoruz (Bu yol üstünde,
kim olduğu hatırlanmayan bir Keserci Baba Türbesi de var). Cami aynı
zamanda Hüma Hatun (ya da "Sultan") Camii olarak da biliniyor. Çünkü
camiyi, kocası Bali Paşa adına yaptıran, bu Hüma Hatun. Hüma Hatun, kimine
göre II. Bayezid'in, kimine göre de İskender Paşa'nın kızıdır.
Mimar konusu da çapraşık, çünkü Sinan'ın Tezkire'sinde adı geçiyor. Oysa bu
caminin yapıldığı tarihte Sinan'ın mimarlığa başlamış olması mümkün değil.
Dolayısıyla Sinan'ın camiyi onardığı ya da yeniden yaptığı düşünülebilir.
Caminin planı daha önce gördüğümüz İskender Paşa Camii'ni andırır. Yangın
ve deprem felaketlerinde zarar görüp 1917'de betonla karışık tamir edildiği için
artık pek ilginç değildir.
Aynı yönde devam edelim. Üç sokak sonra sola sapıp uzunca bir yol yürüyerek
Eski Ali Paşa ile Mütercim Asım sokaklarının birleştiği köşede ve meydanlıkta
Mesih Mehmet Paşa Camii'ne geliriz. Bu da mimarı bilinmeyen bir klasik dönem
camisidir (1585). O dönemdeki bazı başka anonim mimarların eserleri gibi
bunun da hayli ilginç bir planı vardır. (Ahmet Refik, bu caminin Davut Ağa'ya
"mal edildiğini" söyler.)
Geldiğimiz yöne doğru arkada kalan avlusunun ortasında her zaman görmeye
alışık olduğumuz şadırvan verine, Mesih Paşa'ya ait olduğu sanılan türbe
vardır. Bunun için, abdest muslukları da revakın altındadır. Son cemaat yeri iki
revaklıyken dıştaki yıkılmıştı; dolayısıyla, herhangi bir şey taşımayan bir sıra
sütun duruyordu, ama şimdi yeniden çatı yapılmış. Son cemaat yeri çoğu
zaman olduğu gibi beş gözlüdür. Kayyım ve müezzinin odaları da avluda, iki
köşede, yapılmıştır.
Cami eğime oturtulduğu için avlunun mihrap kanadı bazı dükkânlar yapılarak
yükseltilmiştir. Ayrıca, binanın kendisi de hayli yüksektir. Dörtgen içinde
sekizgen destekli kubbe düzenlemesinin ilginç bir ör-neğini görürüz. Yan
galeriler içeri bakan pencereleri olan duvarlarla ayrılmıştır. Mihrap tarafındaki
çiniler oldukça güzeldir.
Mesih Mehmet Paşa, hadımağalıktan devlet adamlığına geçmiş, Mısır Valisi
olarak zulmüyle nam salmıştı. III. Murat zamanında kısa bir süre için
sadrazamlığa getirildi. Bu camiyi bu sıralarda yaptırdı. Ayrıca, Laleli'de
gördüğümüz Mirelaion Kilisesi'ni camiye çeviren de odur.
SİNAN'IN MİNARESİ
HASTANELER
MENDERES VE İMAR
EYÜP
EYÜP
KÖPRÜ
YAVEDUD
DEFTERDAR
Geri dönüp Haydar Baba'dan yürüyerek, asıl Eyüp'e varmadan önce, kıyıda
Defterdar denilen semte gelebiliriz. "Defterdar" adı, Kanuni Süleyman devri
defterdarlarından Nazlı Mahmut Çelebi'nin burada yaptırdığı camiden kalmıştır.
Sinan'ın olduğu bilinen cami 18. yüzyılda yanıp yeniden yapıldığı için tarihi
bakımdan ilginç bir yanı kalmamıştır. Mahmut Çelebi minare külahı üstüne
pirinçten bir hokka ve kalem koydurmuştu. Caminin yanında Mahmut
Çelebi'nin açık türbesi vardır.
Eski fotoğraflarda, bu kıyının, başlayan sanayileşmeye rağmen güzel yalılar ve
saraylarla dolu olduğunu görebiliyoruz. Bunlar zamanla yandı ve 20. yüzyıla
Defterdar-Eyüp eski şanını büyük ölçüde kaybederek girdi. 1980'lerde İstanbul
Belediye Başkanı olan Bedrettin Dalan da, benim kişisel kanıma göre, Haliç
boyunca uzanan sınai yapıları kaldırmakta biraz fazla azimli davrandı. Bu
bölgede sanayinin durdurulması, pek çok pisliğin kaldırılması gerçekten gereki-
yordu ve Başkan bu bakımdan övülmeyi hak etmektedir. Gelgelelim, bir
çirkinlik bile, insanların mekânı nasıl kullandıklarını gösteren tarihi-etnografık
bir kanıttır; yerine yalnızca ot dikip park yapmak, fazla hayal gücü içermeyen
bir çözümdür. Haliç'teki fabrikalardan bazıları korunarak burası Türk
sanayileşme tarihinin açık hava müzesi haline getirilebilirdi. Bazı uygun binalar
da ufak tefek rötuşlarla -Londra'da, Camden Town ve Chalk Farm'dakiler gibi-
kültürel kurumlara, tiyatrolara vb. dönüştürülebilirdi. Nitekim Dalan yıkımın
sonuna doğru yerinde bir kararla eski Feshane binasını ve birkaç bacayı ayakta
bıraktı. Feshane-i Amire en eski Osmanlı sanayi kuruluşlarından biriydi.
Osmanlı-Türk tarihinin ilk radikal Batılılaşmacısı II. Mahmut 1826'da Yeniçeri
Ocağını ortadan kaldırmayı başarınca, yeni ordusuna serpuş yaptırmak üzere
bu fabrikayı kurdurdu. Batılılaşma, Osmanlı-Türk tarihinde, dış görünüşe,
anlaşılması bazen güçleşen bir önem kazandırmıştır. II. Mahmut, muhtemelen
Mora'da ortaya çıkan, ama Magrib ülkelerinde de kullanılan fesi Türkiye'ye
getirtti (imal edecek Tunuslu ustalarla birlik-te). O çağda yeni olan fesin
kullanılması tepki görmüş, onu bir Rum başlığı olarak gören halkın bunu
giymeye alışması zaman gerektirmişti. Yaklaşık yüz yıl sonra Mustafa Kemal
fesi yasaklayıp halkın şapka giymesini istediği zaman da aynı tepkiler bir kere
daha yaşandı. Bu sefer de fesin Türk milletinin simgesi olduğu söylendi.
Zamanla iyice genişleyen fabrika Cumhuriyet'ten sonra tabii fes değil, başka
dokuma ürünleri üretti. Bu yakınlarda yarı yıkık binası, bir kültür merkezi
olmak üzere restore edildi. Defterdar'da bu fabrika devlet yatırımının, Cibali'de
sigara fabrikası ise yabancı sermayenin Haliç boyunda iki ciddi örneğini
gösteriyor.
Yıkımlardan sonra epey tenhalaşan kıyı boyunca biraz daha ilerle-yince Cezeri
Kasım Paşa Camii'ne gelinir. Kasım Paşa da defterdarlık, sonra vezirlik
yapmıştı. Cağaloğlu meydanındaki, yakınlarda yeniden yapılan camiyi de o inşa
ettirmişti. Bu cami oldukça eski, 1515'ten, ama içindeki çiniler 18. yüzyıl
başlarında Tekfur Sarayı'nda yapılmış. Bunlardan bir pano Kabe'yi
resmetmektedir ve 1726 tarihi ile birlikte yapanın imzasını (İznikli Osman oğlu
Mehmet) taşır.
Daha ileride iki küçük, biri büyük, üç cami daha var. Küçüklerden Kızıl Mescit
1581'den, Silahi Mehmet Bey'inki ise aşağı yukarı bir yüzyıl sonrasından
kalma. Camiler sade ve iddiasız, yalnız ikincinin minaresi İstanbul'da bildiğimiz
cami minarelerinden çok farklı: altıgen ve şerefesiz.
Sıra sıra taş ve tuğladan inşa edilmiş büyük cami ise Zal Mahmut Paşa adını
taşıyor ve Sinan'ın eseri. Cami bir külliyenin içinde (biraz fazla) dikdörtgen ve
bir hayli yüksek bir bina. Kasnak ve kubbenin bu iri kıyım dikdörtgene oturuş
biçiminde Sinan'ın her zamanki estetiği, daha doğrusu zarafeti eksik kalmış
gibi. Gene de, Zal Mahmut Paşa Külliyesi ilginç ve görülmeye değer bir yapıdır.
Sinan'ın (ve daha sonra başka mimarların) özellikle engebeli arazide yaptıkları,
özellikle külliye karakteri taşıyan binalarda görülen o çok sevimli, cana yakın
asimetri burada da vardır.
Caminin üç yanı galerilidir. Yüksek olduğu için, dört sıra penceresi vardır.
Bunlar, iç mekânın bir hayli aydınlık olmasını sağlar. İçindeki oymalı mermer
minber, mihrabın çini bordürü orijinaldir. Son cemaat yerinde, ortada tekne
tonoz, iki yanında ikişer kubbe yer alır. Ortası şadırvanlı olan bu avlu aynı
zamanda medresedir. Buradan, kuzey tarafındaki merdivenle alt medreseye
(bu, L biçimindedir) ve paşa ile karısı, II. Selim'in kızkardeşi Şah Sultan'ın
türbesine inilir.
Zal Mahmut'un Osmanlı tarihindeki yeri pek sevimli değildir. Kanuni Süleyman,
Hürrem'in zorlamasıyla, en büyük oğlu Mustafa'yı öldürtmeye karar vermiş,
pusuya düşen Mustafa cellatlarına direnmiş, bu arada arkadan saldıran Zal
Mahmut şehzadenin direncini kırmıştı. Bu pis işin ödülü olarak paşalığa
yükseldi. Mustafa'nın ölümü, saltanat yolunu II. Selim'e açmış oldu. Onun
kızkardeşiyle evlenmesi de bunun ödülü olmalı.
Zal Mahmut Külliyesi'nin hemen arkasında, bu sefer de III. Selim'in kızkardeşi
olan bir başka Şah Sultan'ın 18. yüzyıl sonunda yaptırdığı küçük ve barok bir
külliye var; mektep, türbe, sebil ve çeşmeden oluşuyor.
Üç yaşındayken Bahir Mustafa ile nişanlanmış, ama bir yıl sonra paşa idam
edilmişti. Yedi yaşında Nişancı Paşa'ya nişanlandı; o da bir yıl sonra idam
edildi. Sonunda, 17 yaşında Mustafa Paşa ile evlendi-rildi (Paşa cesur adam
olmalı).
Silahi Mehmet Paşa'dan az sonra Nakkaş Hüseyin Paşa Türbesi, sonra da Kızıl
Mescit'in yanından geçerek yola devam ettiğimizde artık asıl Eyüp'e ve ona
farklı atmosferini veren türbelere geliyoruz. Az ileride, medrese, tekke ve
türbeden oluşan, haziresi de olan Cafer Paşa Külliyesi karşımıza çıkıyor.
Sokollu'nun, türbesini camilerinin yanında değil de, bir medrese ile birlikte
bulundurmayı seçtiği anlaşılıyor. Cafer Paşa Külliyesi'nden sonra onun
külliyesine geliyoruz. Burada medreseden başka Kur'an okulu olan darülkurra
binası ve birçok mezar görülüyor. Binalar olsun, bahçe olsun, son derece
zevkli. Karşısında onu izleyen vezirlerden Siyavuş Paşa'nın türbesi var. Gene
Sinan elinden çıkma olan bu türbenin içi İznik'in parlak döneminin çinileriyle
kaplı. Mezarlıklarla kaplı bu küçük alanda Pertev Paşa'nın türbesi de ilginç
yapılardan. Sırayla Selim Paşa'nın, Mehmed Paşa'nın, Ferhad ve Abdurrahman
Pertev paşaların türbelerini karmakarışık mezarlar içinde görüyoruz. Buradan
sola gittiğimizde Saçlı Abdülkadir Efendi Camii, Zal Paşa Caddesi'nin devamı
olan Kalenderhane'de ise, bu caddenin adını aldığı Kalender-hane Tekkesi'ni
görüyoruz. Tekke zaman zaman yapılan eklere rağmen, temelde Lâle Devri
barokunun özelliklerini yansıtır. ilginç ve güzel bir külliyedir.
Eyüp Sultan Camii'ni sonraya bırakarak ilerisine geçelim ve Boyacı
Sokağı'ndaki ilginç yapılara bakalım. Burada bir 19. yüzyıl yapısı olan Hasan
Hüsnü Paşa Tekkesi, Kitaplık ve Türbesi'ni görüyoruz. Bu sokakta en gösterişli
yapı Mihrişah Sultan'ın külliyesi. III. Selim'in annesi olan Mihrişah'ın imareti,
İstanbul'da hâlâ yoksullara yemek veren tek imaret olarak kaldı. Ampir tarzda
yapılmış Hüsrev Paşa türbesi 1839'dan. Tunuslu Hayreddin Paşa'nın türbesi ve
çeşmesi ise daha yakın bir tarihten. Sultan ailesinden Adile Sultan, türbesinde
kocası ve kızı ile birlikte. II. Mahmut'un kızı ve -pek güzel olmasa da- şiir
yazan tek hanım sultan olan Adile Sultan'a bu kitabın başka bö-lümlerinde de
rastlayacağız. Bütün bu türbeler, imparatorluğun son döneminde Eyüp'te
gömülmenin neredeyse kural haline geldiğini gösteriyor. Gene buralardaki
Ayas Paşa açık türbesi, Mimar Sinan'ın İstanbul'da yaptığı ilk mimari eserdir.
Bunu yaptıktan sonra mi-marbaşılığa tayin edilmiştir. Denize doğru yürümeyip
sağa saptığımızda Sultan Reşat'ın zevksiz görkemli türbesini de görüyoruz.
Padişahlar arasında II. Bayezid Eyüp'te gömülmek istemiş, ama oğlu Yavuz
Selim bu isteğine kulak asmayıp kendi camisinin arkasında türbe yaptırmıştı.
Böylece, Eyüp'te yatan tek padişah, Türkiye'de ölen son padişah olan Reşat'tır.
Yolun devamında, iskeleye doğru Ebussuud İlkokulu, Kaptan Paşa Camii gibi
kendi başına ilginç binalar vardır. Bu camiye son şeklini verdiren, az önce
türbesini gördüğümüz Bozcaadalı Bahriye Nazırı Hasan Hüsnü Paşa'dır. Daha
aşağılarda ise Şair Fitnat Hanım ve Hubbi Hatun türbeleri var.
EYÜP SULTAN
Semtin başlıca anıtı Eyüp Sultan Camii'dir. Ebu Eyyûb Ensari, Haz-ret-i
Muhammet'in arkadaşı ve sancaktarıydı. 674-78 arasındaki, İstanbul'un
Araplar tarafından ilk kuşatılması sırasında ölmüş ve bura-da gömülmüştü.
Fatih Mehmet'in şehri kuşatması sırasında mezarı yeniden bulundu ve şimdiki
türbe ve cami de bu noktada yaptırıldı. Mezarın bulunmasıyla ilgili çeşitli
hikâyeler vardır. Bunlarda, Fatih'in hocalarından Akşemseddin'in de adı geçer.
Evliya Çelebi'ye göre Akşemseddin uykuya dalar, uyanınca da mezarın o
noktada olduğunu bildirir. Toprak kazılır, mezar ve içinde Eyüb'ün bozulmamış
cesedi bulunur. Bunun biraz değişik versiyonunda, Akşemseddin, düşünde
gördüğü noktaya çubuk diker. Bir nedenle çubuğun yeri değiştirildiği halde
gene orayı bulur; kazılınca mezar ortaya çıkar. Öte yandan, diki-len çubuklar
da büyüyüp şimdinin ulu ağaçları haline gelir.
Aslında bu mezarın yerini Bizanslılar biliyor, ona saygı da gösteriyorlardı. Zaten
söz konusu kuşatmanın kaldırılmasında, bu mezarın korunması, Arapların
koşulları arasındaydı. Çeşitli tarihlerde çeşitli Arap gezginleri de bunun böyle
olduğunu yazmışlardı. Gene de, Fatih ordusunun moralini yükseltmek için
böyle küçük bir oyun oynamış olabilir. Fetihten kısa bir süre sonra cami, türbe
ve külliyeyi yaptırdığı biliniyor.
Eyüb'ün adı buranın kısa sürede İstanbul'un Müslümanlar için kutsal bir yer
olmasına yetti. Osmanlı padişahları tahta geçtikleri zaman burada Osman'ın
kılıcını kuşanırlardı (Peygamber'in, Halife Ömer'in, Yavuz Selim'in kılıçları da
kullanılmıştır). Çevrede Bizans döneminde de küçük bir yerleşim olduğu
biliniyor. Bu yerleşim genişledi. Eyüp, "bilad-ı selase"den biri haline geldi. Bu
"üç şehir" ya da "belde", suriçi İstanbul'u çevreleyen Galata, Üsküdar ve
Eyüp'tür. Bunların her birinin bir "kadı"sı vardı (onun için "kaza" denirdi).
Cami 18. yüzyılda, muhtemelen Fatih Camii'nin de yıkılmasına yol açan büyük
depremde fazlasıyla hasar gördü. 19. yüzyılın başında onarımdan geçti.
Onarımı yaptıran III. Selim'di. Böylece bina özgün özelliklerini büyük ölçüde
kaybetti. Ancak, Sinan'ın Azapkapı'dakı Sokollu Camii planına epey yakındır;
bu bakımdan, dönemin öbür barok yapılarına pek benzemez. Minareleriyse, III.
Ahmet zamanından kalmadır. Külliyeden bugüne kalan, türbe dışında,
hamamın bir kısmıdır. Türbe de II. Mahmut zamanında onarımdan geçmiştir.
Os-manlı tarihinin pek çok önemli kişisi bu türbeye çok değerli avizeler,
şamdanlar, askı ve levhalar armağan etmişlerdir.
İstanbullu ya da İstanbul'u gezip görmeye gelen Müslümanlar için Eyüp başlıca
dini ziyaret merkezidir. Erkek çocukların sünnet öncesinde buraya getirilmesi
başlıca geleneklerdendir, ama zorlu bir maça çıkacak bir futbol takımının
oyuncularından şifa arayanlara kadar herkes buraya gelir. Bu bakımdan, her
zaman, şehrin en kalabalık yerlerinden biridir. Cami ve çevresi hıncahınç dolu
olur.
"LADİNİ" EYÜP
MEZARLIKLAR
KAZLIÇEŞME
ZEYTİNBURNU
BAKIRKÖY
ATAKÖY
YEŞİLKÖY
FLORYA
Bizans dönemindeki Hebdomon, Yeşilköy'ün batısına düşen Florya'ya kadar
uzanıyordu. Hebdomon'dan, daha önce değinilen Fildamı dışında hiçbir kalıntı
bugünlere gelmedi. Kanuni döneminde Başdefterdar İskender Çelebi Florya'da
bir köşk yaptırmış ve bahçe düzenlemiştir. İskender Çelebi Arnavut olduğu ve
Florina'dan geldiği için bölgeye bu adın verildiği düşünülür. İskender Çelebi
İbrahim Paşa ile ters düşünce Kanuni tarafından idam ettirildi.
Bununla ilgili bir efsaneyi Koçu aktarır. İdamdan epey sonra Kanuni avdayken
dehşetli bir yağmura yakalanıp Çelebi'nin artık boş duran köşküne sığınıyor.
Köşkün çevresine 74 yıldırım düşüyor. Selde boğulma tehlikesi de baş
göstermişken bir içoğlanı padişahı sırtında taşıyarak kurtarıyor.
Kanuni, Çelebi'yi haksız yere idam ettirdiğini düşünerek üzülüyor, bu afeti de
kendisi için işaret sayıyor. Nitekim, iki yıl sonra, 74 yaşında Zigetvar'da ölüyor.
Lale Devri'nde Nevşehirli İbrahim Paşa'nın İskender Çelebi'den kalan köşkü
yenilediği söylenir. Böyle de olsa, köşk, Patrona isyanında yeniden yıkılmıştır.
II. Mahmut zamanında yapılan baruthaneye rağmen Florya ve yakınındaki Rum
köyü Kalitarya (şimdiki Şenlikköy) ücra ve pek fazla uğranmayan yerler olarak
kaldılar. Cumhuriyet döneminde Atatürk'ün Florya ile ilgilenmesi buranın
yıldızını yeniden parlattı. 1936'da, Vedat Bey'in atölyesinden yetişen mimar
Seyfı Arkan buradaki Cumhurbaşkanlığı köşkünü inşa etti. Bu modernist ve
rasyonalist yapının Türkiye mimarlık tarihinde bir yeri vardır.
Böylece Florya sevilen bir sayfiye yeri haline geldi. İstanbul'un her köşesinde
herkesin bir nostaljik anısı vardır. Ben de Florya'da, tren istasyonunun
yanında, Yahya'nın lokantasını hatırlıyorum. Asma yaprağı içinde sardalye
ızgarasını herkes bilir; Yahya, sardalyeleri başka malzemelerle asma yaprağına
sarıp fırında pişiriyordu. Sonra lokantası ortadan kalkıverdi. Bunun hikâyesini
Koçu da ansiklopedisine almış. Lokanta yerinin Devlet Demir Yolları idaresi
müdürlerine dinlenme yeri olmak üzere alındığı anlaşılıyor. Yahya Baydar da
1966'da şunları söylüyor: "71 yaşımdayım. Avusturyalı olan zevcem Krezantia
da 78 yaşındadır. Otuz altı yıldan beri burada Atatürk'e, İnönü'ye, Celal
Bayar'a, Menderes'e, devir devir, Şükrü Saraçoğlu, Ali Çetinkaya, Kılıç Ali,
Yunus Nadi, Yahya Kemal ve şu anda isimlerini hemen hatırlayamadığım
yüzlerce tanınmış kişiye hizmet ettik... Yaşlandık, buradan çıkarılmak değil,
kaç senelik ömrümüz kaldı, bizim burada ölmek hakkımızdır. Çalıştıktan sonra
nerede olsa yine bir güzel lokanta açıp işletebiliriz, ama buraya hatıra-larla
bağlıyız... Biz faniyiz, bir gün elbet göçüp gideceğiz, burasının bizden sonra
yaşatılması düşünülecek iken müdür evleri yapılmak üzere bize tahliye davası
açılıyor." Davayı, her zaman olduğu gibi, müdürler kazandı.
GALATA VE PERA
GALATA VE PERA
Pera, Yunanca "karşı yaka" veya "öte" anlamına gelir. Buradaki yerleşim
Bizans'ın bir parçasıydı ve Bizans da şimdiki Paris gibi birtakım
"arrondisement"lara bölünmüş olduğundan, Galata ("karşı yaka" o zaman
yalnızca bu bölümdü) Konstantinopolis'in XIII. mahallesiydi. Buranın bilinen ilk
adı, incirlik anlamına gelen "Sykai"dir. Galata'nın etimolojisi ise hâlâ
çözülmemiştir. "Süt" anlamını veren "Galaktos"tan geldiğini düşünenler var.
Bizans'ın bir mahallesi olmakla birlikte (burada kiliseler, hamamlar, bir forum
ve İustinianos'un yaptırdığı bir tiyatro olduğu söyleniyor), tarihi önemini bir
Ceneviz kolonisi olarak kazandı. Bu bakımdan "Pera" adının simgesel bir önemi
ve anlamı vardır; çünkü Pera, tarihi boyunca, İstanbul'da, tam da İstanbullu
olmayan bir şeyi, ya da şeyleri temsil etmiştir. Daha önce değindiğim gibi,
İstanbul'un coğrafi konumu ona Doğu ve Batı Akdeniz arasında bir geçiş yeri
olmak gibi bir alınyazısı kazandırmıştı. İşte bu Batı Akdeniz'in İstanbul'da
ayağını bastığı yer Galata ve Pera idi. Bu bakımdan, yalnız Halic'in "karşı
yaka"sı değil, sanki bütün bu kültürel dünyanın "öte"si anlamına geliyordu.
Şehir Osmanlıların eline geçtikten sonra da bu durum değişmedi. Osmanlılar
sur içindeki birkaç Latin-Katolik kilisesini "karşı yaka"ya gönderdiler. Batı'daki
devletlerle (önce Batı Akdeniz, sonra Atlantik ve Kuzey ülkeleri) diplomatik
ilişkiler geliştikçe, o devletlere Pera'da toprak bağışlandı, onlar da elçilik
binalarını buralarda inşa ettiler. Zamanla bu elçilikler çevresinde küçük
koloniler gelişti: ticaretle uğraşanlar, dini kurumlar, eğitim kurumları vb...
Derken Batı'da sanayi devriminin patlamasıyla birlikte, dünyada Batı'nın
belirleyici rolü görülmedik derecede arttı, güçler dengesi de Batı lehine aynı
ölçüde değişti. Hayatın standardını ve biçimlerini artık Batı ka-rarlaştırıyordu.
Dolayısıyla, 19. yüzyıldan başlayarak, Pera, Osmanlı devletinin büyük "gümrük
kapısı" haline geldi. Yalnızca malların geldiği gümrük değil (bu da vardı tabii),
öbür anlamıyla âdetlerin de geldiği kapı. Böylece modern hayatımızın birçok
"ilk"i Türkiye'ye buradan geldi ve buradan yayıldı; örneğin ilk "kuru
temizlemeci", ilk "Havana puroları", ilk "kafe şantan", ilk "cenaze levazımatçısı"
gibi.
GALATA
ARAP CAMİİ
Yanıkkapı'yı geçip yeniden denize doğru kıvrılıyoruz. Biraz sonra da, yeni
restore olmuş ahşap bir binanın karşısında Arap Camii'nin girişlerinden birine
geliyoruz. Buradan, geniş avluya geçiliyor. Çevre-deki Türklerde bu binanın,
adına uygun olarak Araplar tarafından yapılmış olduğuna dair köklü bir inanç
var. Gerçekten de, 8. yüzyılda kenti kuşatan Arap ordusunun buralara gelmiş
olması mümkün; gelgelelim, sanat tarihiyle iyi kötü ilişkisi olan herhangi biri
binaya baktığında, bunun Arap tarzıyla bir ilgisi olmadığını, tersine, bir Latin
kilisesi olduğunu hemen anlar. Cenevizliler burayı koloni yaparken bu binayı da
Aziz Dominik adına bir katedral olarak inşa ettirmişlerdi. İçinde bir de Aziz Paul
şapeli olması mümkündür. Üzerine minare külahı kondurulmuş dört köşe çan
kulesi, Latin kilisesi ile Arap Camii arasındaki uyumsuzluğun en açık kanıtıdır.
Bu kulenin altından geçerek avludan sokağa çıkarken geçitte çeşitli süslemeler
dikkati çeker. Arap Camii 1900'lerde onarılırken bulunan çeşitli Katolik mezar
taşları şimdi Arkeoloji Müzesi'nde. 1453'ten sonraya ait bir tarih taşıyan taş
olmaması, Fatih'in o sıralarda binayı Cenevizlilerden alıp cami haline
getirdiğinin kanıtı sayılabilir.
II. Bayezid döneminde İspanya'dan Yahudi göçmenlerden başka az sayıda
Endülüslü Arap da gelmişti. Bunların bir dönem bu camiyi kul-lanmış olmaları
ve adının oradan kaldığı düşünülebilir.
OSMANLI YAPILARI
Arap Camii'nden doğuya doğru yürürken kuzeye sapan sokak üs-tünde çeşitli
taş evler görülür ki bunlar yakın zamanlara kadar "Cene-viz evleri" diye
bilinirdi. Oysa, hayır, Türk evleridir bunlar ve çok daha yenidir. Türk evleri
genellikle ahşap olduğu, bu bölge de Ceneviz bölgesi bilindiği için, böyle bir
yorum yapılmış olmalı. Ahşap evlerde olduğu gibi bunlarda da ikinci katın
yukarısında dört beş çıkıntı ile neredeyse zikzaklar yapan çıkmalar vardır.
Hepsi de şimdi işyeri olarak kullanılmaktadır. Vefa'daki Atıf Efendi Kitaplığı'yla
benzerlikler gösteren bu evlerin 18. yüzyıl yapısı olduğunu tahmin edebiliriz.
Tekrar ana caddeden doğuya, Karaköy'e doğru ilerleyince, sağda karşımıza
rengi gene kırmızımtırak, tepesinde dokuz kubbesi olan bir han çıkıyor. Bu,
İstanbul'un en eski Türk yapılarından Fatih Bedesteni. Yaşına göre iyi
dayanmış, ama özellikle içinin şimdiki durumu bu uzun tarih hakkında çok az
fikir veriyor. Bedestenin ilerisindeki sokaktan sağa saptığımızda, sağda bir
başka eski iş hanı görüyoruz. Bu da Rüstem Paşa'nın Sinan'a yaptırttığı
Kurşunlu Han. Açık avlusuyla klasik kervansaray tipinde, iki katlı bir bina. Bir
hayli aşınmış durumda. Girişin yanında, belki de Roma'dan kalma bir sütun
başlığı, çeşme yalağı olarak kullanılıyor.
Bu hanın yanında, cephesi dar, birkaç katlı bir balık lokantası vardır. Çok iyi
balık pişirmekle birlikte, herhalde müşteri cirosunu artırmak için, biradan
başka içki vermez. Bu da, rakı içmeden balık yiyemeyen İstanbullu adabına
uymaz. Eskiden, deniz kıyısında başka balık lokantaları vardı ve bunların
hemen önünde, karşı kıyıdan yolcu taşıyan dolmuş sandallarının yanaştığı
tahta iskele dururdu. Genel yıkım sırasında bunlar da ortadan kalktı.
Yeniden caddenin karşı tarafına geçip ara sokaklara saptığımızda Bereketzade
Camii ve Medresesi'nin ve başka 18. yüzyıl evlerinin arasından geçiyoruz.
Tünel’in alt girişi bu sırada. Onun az ilerisinde, soldaki Perçemli Sokağı'nın
içinde, artık kullanılmayan Zülfaris Sinagogu (Kal Kadoş Galata) var. Yüksek
bir duvarın arkasında, dikkatle bakmadıkça hiç göze çarpmayan bir bina.
Eskiden beri burada sinagog varmış, ama bu bina 1890'da ünlü banker
Kamondo'nun maddi yardımıyla inşa edil-miş.
Bir kapısı bu sokağa açılan Selanik Pasajı'nın öbür ucu da Karaköy
Meydanı'nda. Osmanlı İmparatorluğu'nda en yoğun Yahudi yerleşimi olan
şehirlerden biri Selanik'ti. Yunanistan'ın bağımsızlığını kazandığı yıllarda
burada Yunanlıdan çok Yahudi olduğu söylenir. Bu oran II. Dünya Savaşı'nda
Alman işgaliyle radikal biçimde değişti. Merkezi Selanik olan Sabetay Sevi
hareketinin (bu son derece ilginç, karmaşık ve az bilinen bir olaydır)
sonucunda Müslüman olan Yahudiler bugün de "Selanik Dönmeleri" olarak
tanınır. Bu pasajın da Selanik Yahudileri ile ilgisi vardı.
KARAKÖY MEYDANI
YERALTI CAMİİ
Vapur iskelesini geçtikten sonra sola sapınca Yeraltı Camii'ne geliriz. Birkaç
basamak inip camiye girdiğimizde, gördüğümüz hiçbir camiye benzemeyen bir
ortamda buluruz kendimizi. Bunda şaşacak bir şey yoktur, çünkü burası bir
cami olarak inşa edilmemiştir. Kuşatma zamanlarında Bizanslıların Haliç ağzını
kapatmak için gerdikleri ünlü zincirin kuzey ucunun bağlandığı Kastellion
kalesinin bodrumudur burası (zincirin bazı parçaları Deniz Müzesi'nde
görülebiliyor); kemerlerle bağlanan altışardan ve dokuz sıra tıknaz sütunun
bulunduğu basık bir mekân. İçeride, İstanbul kuşatmasında ölmüş iki Arap
ermişine ait olduğu iddia edilen iki mezar var. Her zaman bunların başında dua
edenlere rastlamak mümkündür. Yeraltı Camii'nin üstündeki zarif ahşap bina
da eski Karantina binasıdır.
Aynı blokta, yeniden sola sapılınca, avlusuna bir merdivenden çıkılan
Kemankeş Camii'ne gelinir. Ziyareti zorunlu kılan önemli bir özelliği yoktur.
Yalnız mektebi sevimlidir.
Karşıda, deniz kenarında, şimdi Denizcilik İşletmeleri olan büyük bina
görünüyor. Bu da aynı zamanlarda yerli bir mimar tarafından yapılmış olmalı.
Burada rıhtım 1895'te inşa edilmişti. Denizle ilgili bu binaların da rıhtımı kısa
bir sürede izlemiş olması gerekiyor. Hemen bu meydana yakın Kemankeş
Sokağı'ndaki çini süslemeli iş hanı, Gümrük Sokağı'ndaki Çeçeyan Hanı, aynı
dönemin başka ilginç iş merkezi yapılarıdır. Liman binaları sağımızda kalmak
üzere Rıhtım Caddesi'nde yürürken, son yılların İstanbul'a katkısı olan gayri
resmi Rus pazarının içinden geçiyoruz. Sol kaldırımda, gemiyle eski Sovyetler
Birliği'nden gelen "turist"lerin burada işportacılara sattığı mallar sergileniyor;
havyar, votka, tabii matriyoşkalar, ayrıca dürbün ve başka teknik aletler,
kalpaklar vb. Sağda, kıyıda, İstanbul'un hâlâ en iyi lokantalarından biri olan ve
yalnız öğle yemeği servisi veren Liman Lokantası; solda, şehrin en ünlü
baklavacılarından Gaziantepli Güllüoğlu'nun merkezi. Sağda, Gümrükler
Başmüdürlüğü binasının süslemeleri belki ilginç, ama zevkli olduğu pek
söylenemez. Solda ise bugünlerde sıkı bir restorasyondan geçmekte olan
Fransız Geçidi var. Onun az ilerisinde de güzel karakol binası. Dünyanın her
yerinde olduğu gibi Türkiye'de de asker ve polisleri bir kere girdikleri binadan
çıkarmak güçtür. Bunun toplumsal ve politik çağrışımları bir yana, mimari ve
korumacılık bakımından bazı olumlu sonuçlar verdiği söylenebilir. Bu karakol
işte böyle korunmuş binalardan. Kadırga'da, Arnavutköy'de, Üsküdar-
Bağlarbaşı'nda da benzerleri var. Böyle güzel karakol binalarının hemen hemen
hepsi Abdülmecit zamanında ya-pılmıştı.
RUS KİLİSELERİ
Fransız Geçidi veya (şimdi o restore edildiğine göre) Alemdar Han'ın altındaki
geçitten yürüyerek bir arkadaki paralel Mumhane Caddesi'ne çıkarız. Burada,
köşede, tuğladan yapılma, beş katlı, güzel bir 19. yüzyıl binası durur. Bu bina
İstanbul'a Ruslardan kalmıştır. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Kudüs'e veya
Aynaroz'a hacca giden Rusların kalması, konaklaması için yapılmıştır. En üst
kata tırmanırsanız burada küçücük Aya Andrea şapeline gelirsiniz (zaten
uzaktan bakılınca tepedeki yeşil renkli küçük soğan kubbe görünür). Aya
Nikola gibi Aya Andrea'nın da denizcileri koruduğu, onun için Karadeniz'in
tehlikeli sularından geçerek gelen Ruslar'ın bu kiliseyi ona adadığı, Andrea'nın
Moskova ve Karadeniz'in azizi olduğu söylenir. Üst kata çıkarken Aynaroz'un ve
oradaki Aya Andrea'nın, şimdi iyice kararmış resmi görülür. 1917 göçünden bu
yana İstanbul'da kalmış bir avuç Rus cemaati buraya Pazar ayinine gelir,
Makedon papazın yürüttüğü ayine katılır. Çevrede bunun gibi, üst katlarında
kiliseleri olan üç bina daha vardır, ama onların kiliseleri artık kullanılmıyor. Biri
zaten kilise olmaktan çıkmıştır. Öbür iki Rus kilisesi Aya İlya ve Aya
Panteleymon'dur.
Binanın yanından daha içeriye sapıp sonra sağa dönünce, az sonra Panayia
Kilisesi'ne geliriz. Kilisenin kapısında şaşırtıcı bir yazı vardır: Türk Ortodoks
Patrikliği. Bu cemaatin (cemaat denebilirse) ilginç bir tarihi vardır. Birinci
Dünya Savaşı sonrasında, Türkiye'nin batı bölgelerinde Yunan askeri işgali
başladığında, yüzyıllardır Anadolu'da yaşamış Rum Ortodoks nüfus arasında,
kaderini Yunanistan'a değil de Türkiye'ye bağlamayı tercih eden bir azınlık da
bulunuyordu. Bazı dahiyane yöntemlerle kilise hiyerarşisi içinde rütbesini
yükselten Papa Eftim bu grubun temsilciliğini üstlendi, Fener'deki Ekümenik
Patrikliğe karşı bağımsızlığını ilan etti, Türk-Ortodoks cemaatinin patriği oldu.
Gelgelelim, bu cemaati ve patriği ciddiye alan çok kişi çıkmadı. Türkiye'de
kalmayı tercih eden binlerce Rum bile, bin yıllık Fener yerine bu yeni dini
otoriteye uymaya yanaşmadı. Böylece, Eftim'in küçücük cemaati özellikle Orta
Anadolu'daki Türkçe konuşan Ortodoks cemaatin Mübadele ile Yunanistan'a
göçmesi üzerine, zamanla iyice küçüldü. Oğlu Turgut Bey, müteveffa patriğin
işlevini sürdürürken o da öldü ve patrik vekilliği dini eğitimi olmayan, Galata'da
nalburluk yapan küçük kardeşi Selçuk Erenerol’a kaldı. Ancak, cemaatin elinde
aşağı yukarı üye sayısı kadar kilise var ve hepsi de bu bölgede.
Karamanlı Rumlar'ın Türkçe konuşan Rumlar mı, yoksa Selçuk ve
Osmanlılar'dan önce buraya gelip Ortodoks Hıristiyan olmuş Oğuz Türk boyları
mı olduğu, sonuçlanmamış bir tartışmadır.
Panayia Kilisesi'nin içi bir hayli şıktır. En ilginç eşyalardan biri de, Kırım'daki
Kefe'den getirildiği anlaşılan siyah Meryem ikonudur. Panayia'nın biraz
ilerisinde (Karaköy yönünde) gene aynı "cemaat"in elinde olan ve
kullanılmadığı için epey haraplaşan Aya Nikola Kilisesi (Ayios Nikolaos) vardır.
Her iki kilisenin bekçiliğini ise Hakkâri'den buraya göçmüş olan Katolik
Keldaniler yapıyordu, ama şimdi bu da değişti. Romanya ve Moldova'da
yaşayan, Ortodoksluğu kabul etmiş Türkler'den, yani Gagavuzlar'dan birileri
var burada. Selçuk Bey, Gagavuzlar'ı bu kilisenin otoritesini benimsemeye ikna
ederse, birdenbire 300.000 kişilik bir cemaate kavuşabilir!
Necatibey'i ana cadde olan Kemeraltı'na bağlayan ara sokaklardan Vekilharç ile
Sakızcılar arasındaki adada Eftim'in cemaatinin üçüncü ve son kilisesi, Ayios
İoannis yer alır. Bunu zamanında Sakız Adası'ndan Rumlar yaptırmıştır (onun
için, yukarıda değinilen sokağın asıl adı da "Sakızlılar" olmalıdır). Turgut
Erenerol, yakın zamanlarda bu kiliseyi ayinlerde kullanılmak üzere Süryanilere
vermiştir. Pazar sabahları bu sevimli cemaati kilisede ayinde bulabilirsiniz.
Kiliselerin üçü de 19. yüzyılın birinci yarısında, klasik bazilika tipine göre inşa
edilmiştir. Mimari özelliklerinden çok, anlattığım bu girift insani tarihleriyle
ilginçtirler.
Sakızlıların kilisesinden Kemeraltı Caddesi'ne çıkılırken, yan cephesi bu
caddeden görünen Gregoryen Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi'nin kapısına geliriz.
Kilise adını, Gregoryen mezhebinin kurucusu olan Aziz Krikor'dan ("Lusavoriç"
= "Aydınlatıcı") almıştır. Bu noktada çok eskiden beri bir Gregoryen kilisesinin
bulunduğu anlaşılıyor; daha doğrusu, "kiliseler", çünkü bunlar çeşitli
zamanlarda yıkılmış ve yeniden yapılmış. Şimdiki kilise oldukça yeni, 1960'tan.
Zamanın Başbakanı Menderes caddeyi genişletirken, o sırada burada bulunan
ve başka tipte olan Ermeni kilisesinin bir kısmının istimlâk edilmesi gerekiyor.
O zaman Ermeniler yapıyı küçülterek ve yoldan içeri alarak kiliseyi yeniden
yapıyorlar; yalnız bu sefer Eçmiadzin'deki Patrikhane Kilisesi'nin planını aşağı
yukarı uyguluyorlar. Bu nedenle eski olmamakla birlikte kilisenin biçimi
ilginçtir.
Bodrum katında bazı mezarlar vardır. Ama buranın en ilginç tarafı, eski
kiliseden kalan ve Kütahya ürünü olduğu tahmin edilen mavi çinilerdir (bazıları
Tekfur Sarayı çinisi olabileceğini söylüyor).
Caddeden Boğaz yönünde devam edersek, bir süre sonra Kılıç Ali Paşa
Camii'ne ve Külliyesi'ne geliriz. Kılıç Ali, aslen İtalyan olan bir Osmanlı
amiralidir. Gençliğinde, denizde tutsak düştükten sonra, Müslüman olup
korsanlığa başlamış, bir süre Turgut Reis'in adamı olduktan sonra Osmanlı
hizmetine girmiştir. İtalyan adı üstüne yorum çoktur, Oggiali olabileceği
düşünülüyor, ama Türkçe adı Uluç Ali idi. İnebahtı'da kazandığı başarıdan
sonra Kaptan Paşalığa yükseltilmiş, adı da Kılıç Ali'ye çevrilmiştir. Hammer'e
göre, doksanı aşan yaşına rağmen, bir cariyenin ağuşunda can verdi.
Bir söylentiye göre Kılıç Ali Paşa kendine cami yaptıracak yer arıyor, ona rakip
olan birtakım yetkililer de güçlük çıkarıyordu. "Sen Kaptan-ı Derya'sın, bütün
denizler senin. Karada ne istiyorsun?" dediler. O da burayı denizden
doldurtarak camisini yaptırdı.
Caminin mimarı Sinan'dır -bu adın tekrarı bir monotonluk yaratmaya başladı.
Özellikle dış görünüşe biraz dikkatli bakın. Bildiğiniz başka bir binayı
andırmıyor mu? İki binanın boyutları çok farklı olduğu için benzerlik ilk anda
gözünüze çarpmayabilir, ama Kılıç Ali Paşa Camii, Ayasofya'nın küçük ölçekli
bir tekrarıdır. Kubbenin iki yanındaki yarım kubbeler, öbür iki yandaki kemerler
ve binayı dıştan destekleyen duvarlar (ki bunlar Ayasofya'da, ilk planın parçası
değildi). Giriş de bir narteksi andırır. Ama binanın içinde Aya-sofya özellikleri
pek fazla yoktur, çünkü Ayasofya'ya güzelliğini ve büyüleyiciliğini veren çok
sayıda sütun burada iyice azalmıştır. Bir çıkıntı yapan mihrap tarafındaki çiniler
İznik'in parlak döneminin ürünüdür. Celi yazıları Demirci Kulu Yusuf Efendi'nin
elinden çıkma-dır.
Ayasofya modeli acaba Sinan'ın kararı mı, Kılıç Ali'nin isteği mi? İkisi de
olabilir. Sinan mutlaka Ayasofya'yı iyice incelemişti, ondan alacağını almıştı.
Ama hiçbir eserinde onu kopya etmedi. Kopya ettiği bu cami ise Sinan'ın asıl
güzel eserleri arasında değildir. Eğer kendi buna karar verdiyse, bunu biraz da
eğlence olsun diye yaptığını tahmin edebiliriz. Öte yandan, İtalyan asıllı Kılıç Ali
de Ayasofya modelini özellikle istemiş olabilir.
Caminin önünde, çift sıra sütun üstüne inen son cemaat yeri ilginç ve
sevimlidir. Türbe, medrese ve hamamdan meydana gelen külliye de hayli
güzeldir. Kılıç Ali Paşa Camii ve Külliyesi'yle işimiz bittiğinde, hemen
yakınımızda, başka ilginç binalar görüyoruz. Burası Tophane semti ve bizim
araştırdığımız Galata-Pera bölgesinin dışında kalır.
Öyleyse karşı kaldırıma geçelim, geldiğimiz yönde yürümeye başlayalım.
Burada ilkin set üstündeki Karabaş Mescidi'ni görüyoruz. Yapılışı epey eskiye
dayanan bu mescidin mimarisinde göze çarpan bir özellik yoktur, ama zaten
olmaması gerekir. Orantıları yerinde, mütevazı bir mahalle mescididir.
ST. BENOIT
YÜKSEK KALDIRIM
BANKALAR CADDESİ
PODESTAT
Kartçınar Sokağı'nın köşesinde, bir kısmı yakınlarda göz alan bir pembeye
boyanan eski bir bina var. Herhalde birçok restorasyondan geçmiş olmalı,
çünkü gerçekten çok eski. Zaten, özellikle arka yüzüne bakınca, çeşitli tamir
izleri, binanın karakterinin değişmiş olduğunu anlatıyor. Burada kabartma bir
arma da seçiliyor. Burası Podestat, yani Ceneviz devletinin Galata'daki
temsilcisinin konağı ve iş yeri. Cenevizlilerin biraz abartılı formülleriyle,
Podestat, Palazzo di Communita Magnifıcat di Pera. Binanın içinde şimdi
işyerleri var. Karşı sırasındaki, şimdi içinde iyice bir işyeri semti lokantası olan
bina da Cenevizliler'den ve yaklaşık aynı dönemden kalma.
CHENİER
Podestat'a göre solumuzda, dar bir aralık var: Eski Banka Sokağı. Sokağın bir
yanını, boydan boya tek eski bir bina oluşturuyor. Burası da ilginç, çünkü
Fransız Devrimi'nin şairi Andre Chenier'nin doğduğu ev. Binayı 1772'de Fransız
elçisi Comte de St. Priest yaptırmış, şimdiki adı da Sen Piyer Hanı. Anlaşıldığı
kadar, doğum tarihi 1762 olan Chenier, bu binada değil ama ondan önce
burada bulunan binada doğmuş. Hem işyeri (ve banka), hem de Fransız
kolonisine konut olarak yaptırılan Sen Piyer Hanı'nda Chenier için bir plaket
var. Ayrıca, St. Priest'in aile arması ile Bourbon'ların "fleur-de-lys"li armaları
da görülüyor.
Chenier bütün giyotin fasıllarının sona erdiği Dokuz Thermidor'dan tam da iki
gün önce giyotine çıkmak durumunda kaldı. Ölmeden önce, başını göstererek,
"Et pourtant il y avait quelque chose la," (İçinde hâlâ bir şeyler var) dedi.
Bir Aşkenaz sinagogu olarak yapılan, ama şimdi cemaatin idarehanesi olan
Tofre Begadin de bu civarda, Felek Sokağı'ndadır. Duvarındaki Sion yıldızı onu
belli eder.
Buradan yukarı tırmanırken, sağ tarafımızda Avusturya Lisesi'nin binaları var
(bu gördüğümüz, kız lisesi; erkeklerinki daha ileride). Bu okul, Avusturyalı
Lazaristler tarafından, 1882'de, Galata'nın en eski kilisesi olarak bilinen Aya
İrini'nin yerinde yapılan St. George Kilise-si'nin yanında kurulmuştur.
PIETRO E PAOLI
Biraz ileride, solda, bir Katolik kilisesi daha var: Aziz Pietro ve Paoli.
Domenikenlerin elinde bulunan bu kilisenin tarihinin, daha önce gördüğümüz
Arap Camii'ne kadar gittiği tahmin ediliyor. Fatih orayı camiye çevirdikten bir
zaman sonra Domenikenlere yeni kilise yapa-cak başka bir yer verilmiş olmalı.
Bu kilise(ler) de yanıp yıkılınca, nihayet 1841'de, İsviçreli-İtalyan mimar
kardeşler, Fossati'ler (onlar hakkında Beyoğlu'nda daha çok konuşacağız), bu
gördüğümüz binayı yaptılar. Yakın zamanlara kadar İstanbul'un karışık halkı
arasında küçük bir Maltalı topluluğu da bulunuyordu. Aziz Pietro ve Paoli daha
çok onların kilisesiydi. Binadaki en önemli eşya, Bizans'ın koruyucusu
Hodegetria'nın (Yol Gösteren Meryem) ikonudur. Kilisenin arkasında, gene
İtalyan tarzında, güzel bir müştemilat ve manastır binası vardır. Buradan değil
ama, kilisenin arka duvarının bulunduğu sokağa girildiğinde, Ceneviz
duvarının, şimdi birtakım adi işler için kullanılmakta olan iki kulesini daha
görmek mümkündür.
Yeni restore edilen sevimli Okçu Musa Okulu'nun yanı sıra yola devam edip
sağa dönünce, Beyoğlu Hastanesi'ne geliyoruz. Hastaneden çok bir şatoyu
andırıyor, ama British Seamen's Hospital (Britanya Denizciler Hastanesi) olarak
yapılmıştı (1904). Planını Percy Adams çizmiş ama bir başkası uygulamıştır.
GALATA KULESİ
PERA
MEVLEVİHANE
KIRIM KİLİSESİ
Elçiliğe göz attıktan sonra geri dönüp Kumbaracı Yokuşu'ndan ine-lim. Epey
indikten sonra sağdaki bir yokuşta oldukça şık ve görünüşünden Protestanlığı
anlaşılan bir kilise göreceğiz: Crimean Memorial Church. Mimarı, Londra'da
Law Courts'u (adliye) yapan C.E. Street. Osmanlıların Britanya ve Fransa ile
aynı safta katıldığı Kırım Savaşı'nı anmak için inşa edilmiş. Bir ara, cemaati
kalmadığı için, Britanya devleti binayı kültürel amaçla iyi kullanacak birini arı-
yordu. İçeride, ilginç olarak, bir org ve dört bayrak var. Bunların ikisi Kırım
Savaşı'ndan, biri de Çanakkale'den kalma; ama en ilginç olan dördüncüsünün
diplomatik bir tarihi var. Kurtuluş Savaşı sonunda Türkler İstanbul'a giriyor,
İngiliz kuvvetlerinin de çekilmesi gerekiyor. O zaman General Harrington,
Türklerle anlaşarak, birliklerinin bayrağını bu kilisede bırakarak İstanbul'u
terkediyor. Kiliseye yeni tayin edilen rahip, yolu buralara düşmüş bir Sri
Lankalı grubu cemaat olarak kucakladı. Böylece kilise, kilise olarak kaldı.
SANTA MARIA
DUTCH CHAPEL
KÜÇÜK İTALYA
MAISON DE FRANCE
Ama meydanın öbür yanında küçük bir Fransa göze çarpar. Soldaki küçük bina
Fransız Elçiliği'nin mahkeme binasıdır; üstündeki "Loi", "Force", "Justice"
kelimeleri ve kabartma simgeleri de bu işleviyle ilgilidir. Osmanlı
İmparatorluğu'nun Batılı ülkelere tanıdığı ayrıcalıklar demek olan
"kapitülasyonlar", bu ülkelere kendi yurttaşlarını kendi mahkemelerinde
yargılama hakkını da veriyordu; kendi posta servis-lerini işletmelerine de izin
verdiği gibi. Mahkeme binasının yanında ise, Fransız Elçiliği bahçesinin arka
kapısı vardır. Buradan, klasik bir Fransız tipi bahçe görünür ve bu, tam
karşısındaki İtalyan tipi bahçey-le hoş bir tezat oluştuaır.
Eski İtalya Oteli'nin yanından sola sapıyoruz; küçük bir şapel olduğunu
sandığım bir bina kalıntısı solumuzda. Yeniden sağa saparken, yüzyılbaşının
özenli bir Osmanlı binası (Şimdi Telefon idaresinin) ve onun yanında, iyice
haraplaşmış güzel Beyoğlu apartmanlarını geçerek Yeni Çarşı Caddesi'ne
çıkıyoruz. Biraz sonra yeniden sola, Nuruziya Sokağı'na sapıyoruz. Bir süre
sonra, solumuzda, Fransa Elçiliği'nin, Maison de France'ın ana giriş kapısına
geleceğiz. 1570'lerde, bu alanda, Türk astronomu Takiyeddin'in rasathanesi
vardı. Kanuni Süleyman döneminde Osmanlılarla ilk diplomatik ilişkileri kuran
Batılı ülke olan Fransa (çünkü I. François, Alman rakibi V. Karl'a karşı böyle bir
ittifaka ihtiyaç duymuştu; aynı konumda bulunan Osmanlılar da bu ittifakı
yararlı görmüşlerdi) 1581'de burada elçilik binasını inşa etti. O bina 1831'deki
yangını atlatabilmiş olsa, Versailles'dan önceki bir Fransız Sarayı örneği olarak
İstanbul'un ortasında duracaktı. Başkent Ankara'ya taşındıktan sonra elçiliğin
yazlık konutu olarak kullanılan şimdiki bina da oldukça güzel ve gösterişlidir.
Nuruziya Sokağı eskiden daha "diplomatik" bir sokaktı. Maison de France'ın
karşısında, 25 numaralı bina, eski binalarını Avusturya'ya kaptıran İtalya'nın
başkonsolosluğuydu. Uzun zaman bağımsız bir şehir devleti olarak yaşayan
Ragusa'nın (Dubrovnik) elçiliği de bu sokaktaydı. Ama hangi binada veya
şimdiki hangi binanın arsasında olduğunu bilmiyoruz.
Sokağın eski adı, Polonya Sokağı'dır. Burada Polonya Elçiliği olduğu için bu
adın verildiği söylenir. Ama bu elçilik var idiyse de, hiçbir kayıt ve bilgiye sahip
değiliz bu konuda. Dünya siyasi tarihinde, neredeyse kural olarak, bir ülkenin
sınırdaşları onun rakipleri ya da düşmanları, onun öbür komşuları da birinci
ülkenin dostu ya da müttefiki olur. 18. yüzyılın başından beri Osmanlı
İmparatorluğu'nun baş düşmanı Rusya'ydı. Dolayısıyla İsveç ve Polonya da
dostuydu. İkinci Viyana kuşatmasındaki Osmanlı yenilgisinde, Polonyalı Jan
Sobiewski önemli bir rol oynamıştı. Ama sonra Rusya'nın güçlenmesi, uzun
süren Osmanlı-Lehistan dostluğuna yol açtı.
Padişahların tahta geçme töreninde doğal olarak elçiler de hazır bulunurdu.
Bazı padişahlar bu törende göremedikleri "Lehistan Sefiri"ni sorarmış (çünkü o
sırada Polonya Rusya'nın veya Prusya'nın veya herkesin işgali altına girmiş
olurmuş). Geleneksel dostumuzun akıbetine üzülmemesi için Padişah'a,
"Lehistan elçisi yola çıktı, yol uzun olduğu için henüz gelemedi" cevabı
verilirmiş. Tanıştığım bütün Polonyalı aydınlar bana ilk iş bu hikâyeyi anlatırlar.
Sorun, herhalde padişahın sahiden durumu bilmemesi değil, Lehistan'ı hâlâ
tanıdığını bu diplomatik incelikle Rus sefirine ima etmesiydi.
Gene Maison de France'ın karşısında, 19 numaralı evde Franz Liszt kalmıştır.
Yazık ki şimdiki bina yenidir, Liszt'in kaldığı ve İstanbul'un ünlü piyano satıcısı
Commendinger'in evi yok olmuştur. Yanında Ma-sonlar'ın lokali var. Caddeye
çıkarken sol köşedeki güzel bina eski English High School for Girls. Şimdi de
Eğitim Bakanlığı'na bağlı bir kız lisesi.
Yeniden ana caddeye çıkıyor, Taksim'e doğru yola devam ediyoruz.
Sağımızdaki ilk sokak (eski adı Linardi, sonra da Eski Çiçekçi oldu),
Garibaldi'nin İstanbul'da kaldığı sürede oturduğu sokaktır, ama evi bilinmiyor.
Bu sokak daha sonra bir ara da başlıca fuhuş merkezlerinden biri olmuştu.
ST. ANTUAN
Şimdi, gene Fransiskenlere ait Katolik (İtalyan) kiliselerinden St. Antuan'a
geliyoruz. Santa Maria gibi bu da caddeden, çeşitli işlevler için kullanılan büyük
binalarla ayrılıyor. Geniş bir avluyu geçerek kilisenin kapısına geliyoruz.
Mongeri'nin inşa ettiği İtalyan gotiği tarzındaki bina oldukça yenidir, bu yüzyılın
ilk yirmi yılı içinde yapılmıştır. İstanbul'daki en büyük kilisedir.
1913 öncesinde bu alanda Beyoğlu'nun başlıca eğlence yerlerinden olan
Concordia Tiyatrosu (açık hava yazlık tiyatro, kapalı kışlık tiyatro) ve gece
kulübü bulunurdu. Hemen bitişiğinde, yani şimdiki şık Mısır Apartmanı'nın
olduğu arsada ise Trocadero Tiyatrosu vardı. Böylece Concord'dan
Trocadero'ya, İstanbul'da, on beş-yirmi adımda yürümek mümkündü.
Beyoğlu'nun bu kaldırımıyla işimiz bitti. Şimdi karşıya geçip köşeye doğru
yürüyelim. Burada Tütüncü Çıkmazı adında, ama aslında çıkmaz olmayan bir
girinti var. Sağındaki, kullanılmayan oymalı şık kapı eski Hotel Metropole'den
kalmış olmalı. Bu çıkmazdan Beyoğlu'nun bir başka ünlü gece kulübü ve
eğlence yerine girilirdi. Zaman içinde burası, değişen sahiplerinin zevkine göre,
Sponek, Parisiana ve Garden Bar adlarıyla tanınmıştı. Ama şimdi, bu geçmişi
hatırlatan herhangi bir şey ortada kalmamış.
Geldiğimiz yöne doğru dönüyoruz; Beyoğlu'nun bu yakasını keşfedeceğiz.
Sağda dar bir aralıktan Hacopulos Pasajı'na giriyoruz. Burayı yaptıran
Hacopulos ailesi Rum'du, ama Pasaj'da Yunan'dan çok İtalyan atmosferi
egemen; zamanında Beyoğlu'nun pek çok şık dükkânı burada toplanmıştı. Ara
kapı açıksa Pasaj'dan sola geçip Panayia Kilisesi'nin avlusuna çıkabiliriz.
Özellikle içi çok şık ve süslü olan bir Rum Ortodoks kilisesidir bu. Panayia'nın
merdivenlerini inip sağa dönünce, şehir lokanta hayatında özel bir yeri olan
Rejans'a geliriz.
REJANS
ASMALIMESCİT
KAMONDO EVİ
Yemenici Sokağı'nı izleyen blok, tek bir apartmandan oluşuyor. Bu muazzam
bina, Tanzimat döneminin ünlü Yahudi banker ailesi Kamondo'ların. Sarraflık
ve tefecilikten bankerliğe ve banka sahipliğine terfi eden bu aile Cumhuriyet
dönemine kalmadan Türkiye'yi terkedip Fransa'ya yerleşti. Zenginlikleri orada
da sürdü. Bugün de varolan Paribas bankasının kurucuları onlardır. Louvre'a
bağışladıkları zengin koleksiyonlar vardır; bir de, kendi adlarına bir müze.
Gelgelelim bu aile, II. Dünya Savaşı'nda, Nazi işgalinde, toplama kamplarında
yok olup gitti.
Yemenici Sokağı'na girip binanın çevresini gezebiliriz. Karşı köşede İtalyan iş
adamı Foscolo'nun buna yakın görkemli evi var. Her katın pencereleri ayrı
tarzda yapılmış. Foscolo akşam içkisini içerken bir sandalı ateşe verir, yana
yana batmasını seyredermiş!
Foscolo evinin hemen yanında (gene, dirsek yapan Yemenici Soka-ğı'nda)
Hahambaşılık binası var.
AMERİKAN KONSOLOSLUĞU
PERA PALAS
Az ileride, solda, ünlü Pera Palas. Bu otel 1894'te yapıldı Orient Express'in son
durağının İstanbul olduğu günlerde. Zaten tam karşı-sında da Wagons Lits
Cook'un ofisi vardı. 1905'ten kalma eski sigorta haritasında "Lumiere
Electrique" yazıyor. Elektriğin ilk kullanıldığı binalardan olmalı. Otel şıklığını
hâlâ koruyor. Çevre değişip yenilen-dikçe, eskiyen şarap gibi, değer kazanıyor.
Burada kalmış ünlüler de otelin şanına şan katmaktadır. Bunların başında
Agatha Christie gelir, en popüler ziyaretçi odur ve hâlâ odası çeşitli meraklı
müşterilere gösterilir. Krallar ve devlet başkanları, örneğin 8. Edward, İran
Şahı Rıza Pehlevi, Sırp Kralı Pyotr ve sonra da Tito, casuslardan Mata Hari,
artistlerden Greta Garbo, Marlene Dietrich otelin müşterileri arasında-dır.
Bundan sonra solda geniş bir açıklık ve yeni yapılan sergi binası var. Eskiden
burada Şehir Tiyatrosu, Fransız Tiyatrosu, Açık Hava Amfiteatrı vardı. Şehrin
gece hayatında iz bırakan Garden Bar da ilkin burada açılmıştı. Sağ kolda ilkin
Casa d'Italia'yı görüyoruz. Biraz ileride, yalnız cephesi kalan ve bir bankaya ait
olan bina eski Bristol Oteli'ydi (sahibi, Ermeni Mıgırdıç Terziyan). Köşe yapan
karyatidli, görkemli bina hâlâ bir otel, Büyük Londra Oteli. Bu bina, daha önce
apartmanlarını gördüğümüz Glavani'lerin konutu olarak yapılmış, sonra
Dandria'lara satılarak otel olmuştu. Şu küçücük alanda üç otelin adı geçti, ama
aslında değinmeye imkân olmayan en az otuz otel daha var. Bu hem buranın
ciddi bir oteller bölgesi olduğunu gösteriyor, hem de yüzyıl dönemecinde
İstanbul'un bir hayli canlı bir uğrak yeri olduğunu. Gerçekten de o dönemin
İstanbul'u, bugünküne oranla her bakımdan daha kozmopolit bir şehirdi.
Solda, sergi binasına bitişik son apartman, Osmanlı devletinden deniz feneri
yapma tekelini alan Baoudouy'nün eviydi. Bu yüzyılda, Osmanlı devleti Batı'nın
her türlü kurumunu almak zorundaydı. Bazı akıllı adamlar, Batı'daki rekabete
girmektense, gelip burada bir işi önermeyi ve o işin tekelini elde etmeyi
başarmışlardı. Bundan sonraki bloğun sonunda Britanya Elçiliği'ne geliyoruz.
Geniş ve tipik bir İngiliz bahçesi içinde bulunan bu binayı 1845'te, Londra'daki
Parlamento'ya da son biçimini veren Sir Charles Barry yapmıştı. Ama bina
İngiliz'den çok İtalyan Rönesans üslubuna uygundur. Herhalde Barry, bu Doğu
Akdeniz şehrinde böyle bir binanın çevresine daha iyi uyum göstereceğini
düşünmüştü.
Şu geldiğimiz nokta, Beyoğlu'nun farklı düzeylerdeki birçok ilginçliğinin
yoğunlaştığı bir yer. Elçilik bahçe duvarını izleyerek sola, Hamalbaşı Sokağı'na
dönüp biraz yürüyünce, karşı sırada, demir kapılarında haç kabartmaları olan,
düz cepheli büyükçe bir bina görüyoruz. Bunun ana kapısından içeri girince,
birinci katta, karşımıza bir kilise çıkar. İstanbul'un akıl almaz cemaatler
karmaşasının bir parçası olarak, Rum Katolik Kilisesidir bu: Ayia Trias.
Cemaatin çoğu geçen yüzyılda göçtüğü için bugün bir avuç cemaati kalmıştır.
PASAJLAR
GALATASARAY
CERCLE D'ORİENT
Solda, köşede, gene çok şık, büyük bir bina var. Burası Ermeni Ka-tolik
Abraham Paşa'nın mülklerindendi. Abraham Paşa son derece zengin bir
adamdı, ayrıca Osmanlı bürokrasisinde de ilerleyerek paşa olmuştu.
Boğaziçi'nin Karadeniz ucuna yakın iki kıyısında da muazzam arazileri, ayrıca
başka apartmanları, gene Boğaz'da yalıları vardı. Balık tutmaya, özellikle kışın
Boğaz'da lüfer tutmaya meraklı olduğu için, ortasında olta sarkıtılacak özel
deliği olan bir yat yaptırdığı bilinir. Beyoğlu'ndaki bu büyük binada zamanın en
şık kulübü olan Cercle d'Orient yerleşmişti. Bu kulübün üyeleri yabancılar ve
gayrimüslimlerdi. Türklerden ancak en büyük rütbede iki üç paşa üyeliğe kabul
edilirdi.
Buradan, bazı eski sinemaların olduğu Yeşilçam Sokağı'na dönülür. Şimdi Emek
Sineması'nın bulunduğu alanda eskiden kocaman bir "skating ring" vardı. Türk
sinema sanayii buralarda çalıştığı için, Yeşilçam adı, popüler Türk sinemasıyla
anlamdaş bir deyim haline gelmiştir.
Bir sonraki Sakız Ağacı Sokağı'na sapalım. Köşedeki kilise gene bir Ermeni
Katolik kilisesidir ve bir ara Ermeni Katoliklerinin episkopal kilisesi olmuştur.
Ona gelmeden iki bina önceki mavimtırak bina ise eski Rus Arkeoloji
Enstitüsü'dür. Sakız Ağacı Sokağı'nın karşı köşesinde Ağa Camii durur. Yapılışı
epey eskiye dayanmakla birlikte çok onarım gördüğü için ilk haliyle ilgisi
kalmamıştır. Onun yanında gene çok şık bir apartman var. Kapısında Fransızca
ve Yunanca olarak buranın Rumeli Hanı olduğu yazılı. Bu da Ragıp Paşa'nındı.
İstanbul'un en ünlü geleneksel lokantası Abdullah Efendi eskiden bu binadaydı.
Karşı sıraya geçip Ahududu Sokağı'na girelim. Solda Anadolu, sonra da Tel
Sokağı'na sapalım. Pasaj sahibi Hacopulos'ların evinin önünde Tel Sokağı
dirsek yapar. Onu izleyerek yürüdüğümüzde sağda büyük bir okul binası var.
Bu bina başlangıçta Rum tüccar Mavrokordato ailesinin bir kolunun eviydi.
Beyoğlu'ndaki birçok zengin Rum arasında bir tek Mavrokordato'lar eski Fener
aristokrasisinden gelmeydiler. Okulun çaprazında Cizvitlerin kurduğu St.
Pulcherie Kız Okulu vardır. Biz oraya değil, sola, Büyük Parmakkapı'ya sapalım.
Az sonra sağımızda yüksek, büyük ve karanlık suratlı bir apartman göreceğiz.
Apartmanın avlusundan geçerek öbür tarafta Küçük Parmakkapı Sokağı'na
çıkabiliriz. Burası da önceden adı geçen Ragıp Paşa'ya aitti. Ragıp Paşa,
Abdülhamit'in Mabeyincibaşısı olarak servet yapmıştı. Şimdi gördüğümüz
binanın adı Afrika Hanı'dır. Daha önce gördüklerimizden Anadolu, aslında Asya,
Rumeli de Avrupa anlamına gelir. Bu nedenle dönemin nüktedanlarmdan biri,
"Abdülhamit'in saltanatı biraz daha devam etse, Beyoğlu'nda Amerika ve
Avustralya hanlarının da yükseldiğini göre-cektik," demişti.
Yeniden caddeye dönüp biraz geri gidelim ve karşı sırada Mis Sokağı'na
sapalım. İlk dört yol ağzında, karşı sağ köşede, semtin Art Nouveau
özelliklerini gösteren büyük bir apartman vardır. Bina olarak şimdiye kadar
gördüklerimizden o kadar da farklı değil. Özelliği, araba yapımcısı Martin'e ait
olması. Belçikalı Martin, Abdülhamit'e de araba yapıyordu ve ustalığıyla
dünyaca tanınmıştı. Bir atlı araba yapım-cısının bu koca binaya sahip olması
ilginç görünebilir; ama o zamanın, hele saray siparişlerini de karşılayan
arabacısı, bugünün Peugeot'sunun sahibi gibi bir şey olmalıydı.
1950'lerde, İstanbul'un ilk egzistansiyalist gece kulübü de bu sokakta açılmıştı.
KATOLİK ERMENİLER
TAKSİM
TARLABAŞI
Tarlabaşı Beyoğlu'nu tamamlar, ama onun kadar şık değildir. Grand Rue de
Pera yüksek sınıfın eseriydi. Bu sınıf o yörede zengin bir hayat başlattı. O
zaman, onlar kadar varlıklı olmayan başkaları da fırsat buldukça bu yakınlarda
ev sahibi olmaya çalıştılar. Sonuçta onlar da aynı mimari akımı izlediler, ama
evleri daha mütevazı oldu. Bu ba-kımdan Tarlabaşı'nı Beyoğlu'nun aşağı orta
veya orta sınıflarının ve genel olarak hizmet sınıflarının yerleşim bölgesi
sayabiliriz.
Yakın dönemde Beyoğlu eski statüsünü kaybetti. Bu çöküş Beyoğlu'nun
kendinden önce Tarlabaşı'nı etkiledi. Gayrimüslim azınlıklar da 1950'lerden
başlayarak İstanbul'u kitleler halinde terkedince buralara Anadolu'dan gelen
yoksul halk ya da küçük müteşebbisler yerleşti. İmalathaneler, tamirhaneler
açıldı. Sonuçta Tarlabaşı adamakıllı köhneleşti. Ama bu ilginç olmaktan çıktığı
anlamına gelmiyor. Bu dar, yılankavi sokaklar, bu halleriyle de son derece
ilginç. Bu semtte sokak gezmeyi gezenlerin içgüdülerine bırakarak, en önemli
gördüğüm binaları anlatmakla yetineceğim.
Tarlabaşı'ndan sağ tarafa inen sokaklardan birinin adı şimdi Turan Caddesi.
Eski adı ise Macar Caddesi. Bu, 1848'deki ayaklanmadan sonra, başarısız kalan
devrimcilerden bazılarının Osmanlı İmparatorluğu'na sığınması ve bu bölgede
yerleşmesinin anısına. Günümüze onlardan kalan, değişinceye kadar, sokağın
adından başka bir şey yoktu. Yüzyıl sonunda Pan-Turanist ideolojinin icadında
Macarların da yeterince payı olduğunu hatırlayarak, eski Macar Caddesi'nin
Turan Caddesi haline gelmesinde bir tür adalet olduğunu söyleyebiliriz.
MELKİT KİLİSESİ
Sakız Ağacı Sokağı Tarlabaşı içlerine de devam eder. Buraya sa-pınca, sol
kolda, birkaç bina sonra, üzerinde haç olan bir kapı var. Kapıyı çalın,
içeridekilere kendinizi duyurabilirseniz sorun yok, çünkü mutlaka iyi
karşılanırsınız. Bu yüksek binanın giriş katında bir kilise var. Şimdi terkedilmiş
durumda, çünkü cemaati yok. Hepsi Türkiye'-den gitmiş. Kim bunlar? Melkitler!
Yanı, Katolik otoritesine bağlı, ama Doğu usulünde ayin yapan bir mezhep.
Vaktiyle, Bizans'a başkaldırıp Katolik olmuş ve Müslümanlarla da iyi
geçinmişlerdi. Melkit, "Melekit", yani "Melik'in Adamları" anlamına gelir.
Melkitler daha çok Suriye ve Lübnan taraflarında kalabalıktılar, ama başkentte
de küçük bir grup vardı. Cemaat kalmayınca bu kilisenin bakımı yakın bir
mezhep olan Keldanilere verildi. Apartmanda Keldani bir din adamı ailesiyle
oturuyor. Kiliseye de bu aydın ve genç din adamı bakabildiği kadar bakıyor.
Ama zaten maddi gücü olmayan Keldanilerin burayı gerçekten korumaları çok
zor.
SÜRYANİ KİLİSESİ
Kiliseyi geçtikten sonra sağdaki ilk sokağa sapınca, gene sağda, eski bir Katolik
Ermeni manastırı var. Yakınlarda ressamlar burada atölye açtılar, bir şapelin de
bulunduğu üst katta bir lokanta açıldı. Buradan Tarlabaşı içlerine gidip
Karakurum Sokağı'nı bulalım. Burada büyük bir taş bina göreceğiz. Meryem
Ana'ya ithaf edilen bu kilise ve başka bölümler -idare, okul vb.- 1960'ta,
Süryaniliğin Türkiye'deki merkezi Mardin'den getirilen taşlarla inşa edilmiştir ve
İstanbul'da Süryanilerin kendi yaptıkları tek kilisedir (kullandıkları başka
kiliseleri başka mezheplerden ödünç almakta veya kiralamaktadırlar).
Süryanilik en eski Hıristiyan mezheplerinden biridir. İsa'nın dili olan Aramice
konuşurlar. Dilleri ve alfabeleri Sami kökenlidir. Görece yakın zamanlarda
aralarından bazıları Süryani-Katolik olmuştur. Tarlabaşı'ndaki Meryem Ana
kompleksinin başında bir Metropolit bulunmaktadır.
Buradan çok da uzak olmayan Kalyoncu Kulluk Caddesi'nde Rum Ortodoks Ayii
Konstantinos ke Eleni Kilisesi var. Önemli özellikleri olmayan, ama güzel bir
kilise.
Onun biraz aşağısında, hiç beklenmedik bir yerde de bir müze var. Polonya'nın
Türklerle ortak çabalarla açılmasına katkıda bulunduğu bu müze, hayatının bir
kısmını siyasi sürgün olarak İstanbul'da geçiren büyük Polonyalı şair Adam
Mickiewicz'in evi. Şair 1855'te, İstanbul'a geldikten kısa bir süre sonra
koleradan öldü. İç organları çıkartılarak yaşadığı evin bodrumuna, tahnit edilen
cesedi ise Paris'te gömüldü.
Buradan Hamalbaşı'nın devamı olan Ömer Hayyam'a geçip sonra Emin Camii
Sokağı'na sapınca, cami adı taşıyan bu sokakta İstanbul'un ender Protestan
kiliselerinden ikisini yan yana görüyoruz. Köşede olanı Ermeni Protestan,
yanındaki de Alman Evangelik Kilisesi.
Böylece, Halic'in kuzeyinin Beyoğlu kısmını bitirdik. Beyoğlu'nda, gördüğümüz
gibi, tarih çok gerilere gitmiyor. Bunun en büyük sorum-lusu 1831 ve 1871
yangınları. Ama şu da var ki, Beyoğlu'nun kısa bir sürede ortaya çıkışı,
dünyada şehirleşmenin yeni başlayan bir evresine denk gelmiştir. Bu anlayış, o
zamana kadar Osmanlı toplumunda varolmuş şehirleşmenin içinden çıkmamıştı
ve onunla bir ilgisi yoktu. Ama buraları etkileyeceği belliydi. Dolayısıyla, söz
konusu yangınlar bu bölgeyi boş arsalara çevirmese de gene bu yakınlarda bir
başka Beyoğlu ortaya çıkacaktı. Beyoğlu'ndan söz ederken, hem tarihi çok
eskilere uzanmayan binalardan, kişilerden, ailelerden konuştuk, hem de
bunların çoğunun bugün devam etmediğini gördük. Beyoğlu, sağ-lam bir
üretim temeline, bir sanayileşme hareketine dayanmayan bir servetin,
uluslararası ticaretin ve finansın ürünüdür. Onun için, sanki kaçınılmaz olarak,
"bir var bir yok" bir sürecin yaratışıdır. Beyoğlu'nun Art Nouveau binaları
yükselirken Osmanlı ülkesi de batıyordu. Batış ve Türkiye Cumhuriyeti olarak
yeniden doğuş buranın nüfus bileşimini zorunlu olarak değiştirdi. İnsanlar gitti,
başka insanlar geldi ve Beyoğlu'nun maddi temelleri ortadan kalkmasa da
(çünkü kapitalist gelişme doğrultusu değişmemişti), kültürel bağları yok oldu.
Haliç'in kuzey kıyısı güneyiyle birlikte, hatta kısmen daha önce sanayileşti.
Osmanlılar başlıca tersanelerini Haliç'te, Kasımpaşa kıyısında kurmuşlardı.
Böylece burası yüzyıllar boyunca bir gemi yapımı merkezi olarak yaşadı. 19.
yüzyıldan itibaren başka imalat dalları da Halic'in kolaylıklarından yararlanmak
üzere buraya yerleşti.
Beyoğlu-Şişli ekseninde uzanan sırtla şimdiki üçüncü Haliç Köprü-sü'nden
Mecidiyeköy'e uzanan yükselti arasında arazi çukurlaşır. Bir zamanlar
Dolapdere ile Kasımpaşa deresinin sularını Halic'e boşalttığı bu havza,
Kasımpaşa dediğimiz bölgede Haliç'le buluşur. Bu dereler zamanla iyice
kirlendiği için 1950'lerde üstleri kapatıldı ve giderek kanalizasyona dönüştüler.
Buradaki tersane binalarından bazıları yakınlarda ortadan kaldırıldı, ama
birçoğu halen çalışmaktadır. Ka-sımpaşa'da gördüğümüz büyük ve görece eski
binaların çoğu da Osmanlı döneminden beri Bahriye'nin elindedir. Örneğin
kıyıdaki Kuzey Saha Deniz Komutanlığı binası, Osmanlı zamanında, Bahriye
Nezareti olarak inşa edilmişti. Heybeliada'ya taşınmadan önce Deniz Harp
Okulu buradaydı. Tepedeki Deniz Hastanesi başından beri aynı işlevi
görmektedir. Komutanlığın karşısındaki Cezayirli Hasan Paşa İlkokulu da geçen
yüzyıldan kalma orta karar yapılardan. Cezayirli Hasan Paşa'nın bu semtte bir
camisi ile iki çeşmesi bulunmaktadır ve bunları kendisi yaptırdığı için, tarihleri
18. yüzyılın son çeyreğine uza-nır. Camilerden biri gene denize yakın Kalyoncu
Kışlası binasının içindedir.
KASIMPAŞA- HASKÖY
AYNALIKAVAK KASRI
HASKÖY
KÂĞITHANE'DEN ŞİŞLİ'YE
ŞİŞLİ-FINDIKLI
Okmeydanı için söylenecek ilginç bir nokta meteorolojiyle ilgili: İstanbul'un
birçok yerinden, havanın bozacağı, Okmeydanı üstüne bakarak anlaşılır; o
yönden kara bulutlar geliyorsa, şemsiyenizi yanı-nıza alın.
Darülaceze, bir zamanlar, şehirden ve gürültüden uzak olduğu için burada inşa
edilmişti. Ama şehir ve gürültü, yaşlıların kendilerinden uzaklaşmasına
dayanamadılar. (Darülaceze'de cami, Ortodoks ve Ermeni kiliseleriyle bir de
sinagog yapılmış olması, Osmanlı çok-kültürlü geleneğinin güzel bir örneğidir.)
Darülaceze'nin yanındaki, şimdi Türkiye Gazetesi'nın hastanesi olan bina,
eskiden Bulgar Hastanesi'ydi.
Karşıdaki Hürriyet Anıtı (Abide-i Hürriyet) Türkiye'de yapılmış ilk ulusal anıttır.
1909'da bunun yapılması için yarışma açılmış, katılan çeşitli ünlü mimarlar
arasından Muzaffer Bey'in projesi kazanmıştı. Anıt, 31 Mart'ta ölenler için
yaptırıldı. Ayrıca Mahmut Şevket Paşa ile yanında can veren iki yaverinin,
Mithat Paşa'nın ve Nazizm'in iktidar olduğu yıllarda kemikleri Berlin'den
getirilen Talat Paşa'nın mezarları buradadır. Anıtın altı da üçgen biçiminde bir
cami olarak yapılmıştır.
İstanbul son dönemde Karadeniz kıyısına doğru büyüyor. 1950'lerde yeni,
bahçeli ve oldukça insancıl bir yerleşim alanı olarak Levent açılmıştı. O
zamanki nüfus artışı çerçevesinde yeni yerleşim alanlarını bu mütevazı ölçüler
içinde planlamak mümkündü. Ama 1960'tan sonra her şey değişti. Mecidiyeköy
o sıralarda hâlâ "köy"e yakınken kısa zamanda bir iş merkezi oldu ve karakteri
tamamen değişti. Yeni "Levent"ler oluştu ve yerleşim-konut alanları Etiler'e
varıp hızla daha ilerilere yöneldi. Bir yandan da gecekondulaşma aynı hızla
yürüdü. Gültepe, Kuştepe gibi yerler önce gecekondularla örtüldü, sonra bunlar
da apartmanlaştı.
Bu bölgeler üzerinde hiç duramayacağım. Aslında, koca İstanbul'un her köşe
bucağında ilginç şeyler var; örneğin Ayazağa'daki, Abdülaziz'in yaptırdığı av
kasırları (İstinye yolu üstünde "Maslak Kasırları" adıyla yönleri gösteriliyor)
görülmesi gereken binalar. Bunlar onarım gördüğü halde yeniden
haraplaşmaya başladı. Önü havuzlu, tek odadan oluşan Çinili Köşk (Müzik
Pavyonu) ya da Zincirlikuyu'da İlhan Koman'ın Akdeniz heykeli gerçekten
önemli sanat eserleri. Ama söz konusu bölgede bu gibi yapılar hayli dağınık ve
bir "gezinme" mantığı içinde yan yana gelemiyor. Onun için buradan geri
dönüp Şişli-Kurtuluş-Nişantaşı bölgelerine göz atalım.
ŞİŞLİ
FINDIKLI
TOPHANE
BOĞAZİÇİ
Saray şimdi müze ve içindeki eşya ile Osmanlı'nın "fin de siecle"i nasıl
yaşadığını anlatıyor.
Şimdi biz de sarayın içini daha yakından görelim. Ama bundan önce, burada II.
Mahmut'un yaptırdığı bir saray olduğunu söylemeliyim: Osmanlı yeniliklerinin
çoğu gerçekten Mahmut'la başlamıştır. Ama Abdülmecit, bu mütevazı sarayın
yerine, beş milyon altına mal olan bu gösterişli, görkemli sarayı yaptırdı.
Ortada, en yüksek kısım olan Muayede Salonu yer alır. Kraliçe Victoria'nın
armağanı olan ve "dünyada en büyük" olduğu söylenen 4.5 ton ağırlığındaki
avize burada en fazla göze çarpan eşyadır. Muayede salonunun güneyinde
Mabeyn, kuzeyinde de Harem daireleri vardır. Şimdi Resim ve Heykel Müzesi
olan bina Veliahd dairesi olarak yapılmıştı. Valide Sultan dairesi de deniz
kıyısına paralel uzanan saraya arkasından, dikine bitişir. Mavi oda, kırmızı oda
gibi salonlar, mobilyaları, Çin, Japon ve Sevres porselenleriyle alabildiğine
süslüdür.
BEŞİKTAŞ
ORTAKÖY
KURUÇEŞME
ARNAVUTKÖY
RUMELİ HİSARI
Ünlü yalılardan biri olan Yılanlı Yalı 18. yüzyıl sonlarında yapılmış, sonra harap
olmuştur. Eski Aşiyan çayhanesinin yanında olan yalı şimdi özel bir konut
olarak restore edilmiştir. Çoğu restorasyonlar gibi, bunun da orijinaliyle ilişkisi
elbet tartışılabilir ama, yine de yalının eskiden neye benzediği hakkında epey
fikir vermektedir.
II. Mahmut kayıkla geçerken yalıyı beğenmiş ve sormuş. Yalı sahibinin iyiliğini
düşünen bir nedimi, "Hünkârım, o öyle yılanlı bir yalıdır," demiş. Adı böyle
konmuş.
Altı kagir, üst iki katı ahşap ve boyasız, şimdi yolun iç tarafında kalmış yalı,
Oduncubaşılar Yalısı'dır.
Birincisinden daha geniş ve daha yüksek olan ikinci asma köprü buraya
oldukça yakındır. Şu var ki, bu köprü yapılmadan çok önce Pers İmparatoru
Darius, muazzam ordusunu Boğaz'ın Avrupa yakasına geçirebilmek için Yunanlı
bir mühendisin yardımıyla tekneler ve sallar üzerinde tahta bir köprü yaptırmış
ve yamaçtaki kayalara oyulmuş tahtına kurularak ordunun karşıya geçişine
nezaret etmiştir. Bunun ilk "Boğaz Köprüsü" olduğunu söyleyebiliriz.
Burası Boğaz'ın en dar yerlerinden biri olduğu için, Darius'tan 2000 yıl sonra
Fatih Sultan Mehmet Konstantinopolis'e kuzeyden gelebilecek yardımları
önlemek amacıyla buraya bir hisar yaptırmaya karar verdi. Bu olaydan yüz yıl
kadar önce, başka bir Osmanlı padişahı olan I. Bayezid de öbür yakada bir
hisar yaptırmıştı. Öyle ki, Boğaz'dan geçmeye çalışan yabancı gemiler her iki
hisardan topa tutularak batırılabilecekti. Fatih, kuşatmaya başlamazdan bir yıl
önce, Rumeli'deki hisarı dört ay gibi çok kısa bir sürede tamamlattı.
Bu Hisar, Fatih'in işi ne kadar ciddi tuttuğunun örneklerinden biri. Eksiksiz bir
plan ve uygulama ile fetih işine girişmiş. Bu sıralarda Bizans epey bitik
durumdaydı, ama efsanesi hâlâ güçlüydü. Kuşatma sırasında Batı'dan yardım
gelebilirdi. Ayrıca, Osmanlı tahtında iddiası olan bir şehzade (Orhan)
İstanbul'da kalıyordu. Fatih, hızlı ve etkili davranmak zorundaydı.
Arazinin bir Rum manastırına ait olduğuna ilişkin bir hikâye var. (Bir başka
iddiaya göre Bizanslılar'ın hapisane olarak kullandığı bir kale olduğu). Güya
manastırdaki keşişler araziyi Türklere satmak is-temiyorlarmış. Fatih ancak bir
inek postunun kaplayacağı kadar bir yer istediğini söyleyerek onları kandırmış.
Sonra inek postunu çok ince bir şerit haline gelecek biçimde kestirmiş. Bu
söylenti Fatih'in zekâsını övmek için anlatılmışa benzer, ama daha çok adalet
anlayışını vurguluyor. Araziye zorla el koyması o kadar zor değildi.
Plan Fatih'in hisarı yaptırmak istediği engebeli tepelere uyacak biçimde yapıldı.
Fatih'in vezirleri de üç büyük kuleyi yaptırdılar. Bunlardan biri deniz
kıyısındadır (Halil Paşa), öbür ikisi ise tepelerin üzerindedir (güneyde, Zağanos
Paşa ve kuzeyde Sarıca Paşa).
Hisar yalnız bir amaçla -kenti almak amacıyla- yapılmıştı ve kent alındıktan
sonra da işlevini yitirdi. Kuşatma sırasında olabilecek her şey birer kere oldu:
Gemiler durmadı ve top atışıyla batırıldı. Gemiler uyarılınca durdu. Durmayıp
top ateşinden kaçıp kurtuldular.
Rumelihisarı'nda güzel balıkçı restoranları ve üniversite öğren-cilerinin gittiği
çayhaneler vardır. Buradaki alçakgönüllü cami Kemaleddin Camii adıyla anılır.
Biraz daha ilerde yüksek bir tuğla bina göze çarpar. Bir perili evi andırır. Bu evi
yaptırmaya başlayan Mısır Hıdivi'nin mabeyincisi Yusuf Ziya Paşa'dır, ancak evi
bitirememiştir. En üstteki iki kat az çok tamamlanmışsa da, alt katlar
tamamlanmamıştır. İçinde paşanın soyundan insanlar yaşıyor. Son zamanlarda
burada, senaryosu binanın tarihçesini hafifçe andıran, yenilikçi bir de film (adı
A-Ay) çekildi.
Bir zamanlar İstanbul'un en sevimli gecekondu mahallesi olan Hisarüstü'ne
çıkarken, sağda, Durmuş Dede Sokağı'nda, Surp Santuht Ermeni Gregoryen
Kilisesi vardır.
BALTALİMANI
EMİRGÂN
Emirgân ise adını Emir Güne adında İranlı bir emirden alır. Emir Güne IV.
Murat'ın (17. yüzyıl) dostuydu. Erivan kentini savaşmadan sultana teslim ettiği
için sultan ona burada geniş bir arazi bağışlamıştı. Bu, 18. yüzyıldaki,
Boğaziçi'in paylaşma politikasının başlangıcı gibidir. Murat sert bir hükümdardı;
ülkede alkol, tütün, hatta kahve kullanmayı yasakladı. Sık sık kılık değiştirerek
masallardaki hü-kümdarlar gibi kenti bizzat teftiş ederdi. Koyduğu kurallara
uy-madıkları için onun zamanında pek çok kişi idam edilmiştir. Bununla
birlikte, kendilerinin uymadığı ahlak durallarına kullarının uymasını isteyen
birçok hükümdar gibi, o da Emir Gûne'nin sarayında bol bol şarap içip işret
âlemleri yapmaktan geri kalmazdı.
İSTİNYE
Haliç'ten sonra İstanbul'daki en büyük koy olan İstinye'deyiz şimdi. İstinye adı
Yunanca "Sosthenion" ya da belki "Leosthenion" kelimesinden gelir. Bu kişi
Byzas'ın arkadaşıdır. Yine Bizans çağında, bir münzevi olan Daniel otuz dört yıl
boyunca burada bir sütunun tepesinde oturmuştur.
Çok yakın zamana kadar İstinye tersane olarak kullanılmaktaydı. 1991'de
tersane kaldırılarak koy temizlendi. Her ne kadar burada eski-den beri
oturanlar, koyun bir parçası haline gelmiş olan tersaneyi özlediklerini
söylüyorsa da, koyun şimdi çok daha iyi göründüğü kesin. Yine son
zamanlarda kıyıda bir de balık çarşısı kuruldu. Çarşı girişindeki dört cepheli
güzel meydan çeşmesini 1767'de Ahmet Şemsettin Efendi yaptırmıştır.
İstinye koyunun kuzey ucunda, çakarın yanındaki kahverengi yalıda kısa bir
süre Recaizade Ekrem Bey oturmuştu. Vaniköy'de babası Recai Efendi'nin
yalısında büyüyen Ekrem Bey yeni yalısından çok memnundu; kalma süresinin
kısalığının ilginç bir hikâyesi var. Abdülhamit'in adamları, Ekrem Bey'in karşı
kıyıda, Çubuklu Kasrı'ndaki Hıdiv ailesiyle geceleri ışıkla haberleştiklerine dair
jurnal yazdılar. Pimpirikli Abdülhamit kendi kesesinden Cihangir'de bir konak
satın alarak Recaizade'ye armağan etti ve yalısını terketmeye zorladı.
Koyda kalmış bir başka tarihi yalı da, sol kıyıdaki İran elçisi Muhsin Han'dan
Şerif Hüseyin'e geçen, ondan da Deli Fuat Paşa'nın satın aldığı binadır.
YENİKÖY
TARABYA
Buradan Tarabya koyuna yaklaşırken, gene yolun içeri tarafında, muazzam bir
bahçe içinde muazzam bir yalı görürüz: Huber Yalısı. Herr Huber, bu ülkede
Krupp fabrikalarının temsilciliğini yapıyordu. Onun burada bulunduğu dönemde
Osmanlı devleti bütün Avrupa devletleri arasında gittikçe Almanya'ya
yaklaşmaktaydı ve bu süreç Birinci Dünya Savaşı ittifakına kadar uzanacaktı.
Bağdat demiryolu da yakınlaşmaya zemin hazırlayan ortak bir projeydi.
Duhani'nin sevimli dedikodularından, Huber'le karısının zamanın "sosyete"sinde
standartları belirler bir rol oynadıklarını öğreniyoruz. Madam Huber'in geçmişi
pek soylu sayılmaz: sirkte, at üstünde gösteri yapan güzel bir kadın! Ama
İstanbul'da, muktedir kocasının yanında, epey soylu bir görünüm sergilediği
anlaşılıyor. Hâlâ ata meraklı, ya-nında üniformalı ve silindir şapkalı uşağıyla
ata binip gezen bir hanımefendi. Armalı arabasında, Devlet Efendi ve karısı,
Matmazel Lanzonni gibi nedim ve nedimeleri (ve dalkavukları) ile birlikte gezip
dururdu. Kocası da bir yandan Boğaz'ı ağaçlandırmaya çalışıyordu.
Huber yalısını sonradan Necmettin Molla aldı; o da Mısırlı Prenses Kadriye'ye
sattı. Türkiye'yi çok seven Prenses, Kral Fuad bütün Hıdiv ailesini Mısır'da
toplamaya karar verince, Kahire'ye döndü ve yalıyı da hayırsever amaçlarla
Harbiye'deki Dame de Sion'a bıraktı. 1980'lerde Kenan Evren buranın devlet
başkanı konutu olmasına karar verdi.
Kalender'den Tarabya koyuna yaklaşırken gene bahçe içinde Alman Elçiliği'nin
beyaz boyalı binaları görülür. Burası Padişah II. Abdülhamit'in kendi mülküydü
ve Almanya'ya burayı o bağışlamıştı. Abdülaziz bir gün buraya gelip Şehzade
Abdülhamit'in köşkünü görmüş, ahşap diye beğenmeyip yıktırmıştı. Yerine
kagir olanı bir türlü yapılamadı. Abdülhamit tahta çıkınca arsayı Almanlar'a
verdi, binaları onlar yaptırdılar.
Şimdi başka bir koy olan Tarabya'ya geliyoruz. Bu koy İstinye koyundan daha
küçüktür. Artık Boğaziçi'nin kuzey ucuna yaklaştığımıza göre, Argonotlardan
söz edebiliriz. Argonotlar geri dönerken, kıskanç Medea burada denize
zehirlerini döktü; bu yüzden burası "Pharmakos" adıyla anılırdı. Sonradan,
tarih çağında, bir Ortodoks piskoposu bu adı iyi hava ve yöredeki şifalı
sulardan dolayı Terapia olarak değiştirdi. Daha yakın zamanlarda da Derkos
(yani Terkos) metropoliti burada kalıyordu ve burundaki Aya Yorgi (Ayios
Yeoryios) kilisesini kullanıyordu. 1830'da yapılan kilisenin ceviz ikonostasyonu,
tavandaki Pantokrator tablosu ilginçtir.
Koy eskiden genellikle büyükelçilik tekneleri, zenginlerin yatları için kullanılırdı.
Şimdi burunda çevresiyle tam bir uyumsuzluk içinde olan oransız büyüklükteki
Tarabya Oteli var. Bu otel yapılmadan önce Pera'daki ünlü Tokatlıyan'ın yazlık
yeri, ondan önce de Petala Oteli vardı. Son otuz yıldır İstanbul'un en pahalı
restoranları nedense ideal bir yer olarak kendilerine Tarabya'yı seçtiler.
Tarabya'da oturan ünlülerden biri de banker Zarifi'ydi. Yalısının ancak yarısı
bugüne kalabildi (koyun güney kıyısında); onun koydaki yalısının yanında da
Evyanidis ve Zografos yalıları vardı. Zarifi Abdülaziz zamanının önde gelen
bankeridir ve bu padişahın israfıyla işlerin yürümeyeceğini anlayınca, Köçeoğlu
gibi başka bankerlerle birlikte V. Murat'ı desteklemeye başlamıştır. Murat'ın
kısa sürede dengesini kaybetmesinde bu bankerler dolaylı bir rol oynamış
olabilir, çünkü tahta çıktığı zaman yaklaşık iki milyon altın borçlu olduğu
tahmin ediliyor. Çok daha basiretli olan Abdülhamit hiçbir zaman yakasını
paçasını böyle adamlara kaptırmadı; ama örneğin Zarifi'yi mali danışmanı
olarak çalıştırdı.
Zarifi'nin yalısından birkaç bina önce, onlardan daha içerlek, yamaca oturan
Summer Palace Hotel İstanbul'un en seçkin otel-lerindendi. Şimdi hiçbir izi
görünmüyor.
KİREÇBURNU
BÜYÜKDERE
Büyükdere'de geniş bir düzlük vardır. Godefroy de Bouillon 1096'daki ilk Haçlı
Seferi sırasında bu çayırlıkta mola vermiştir. Bouillon çadırını ulu bir çınarın
altına kurdurmuştu. Bu ağaç bir hilkat garibesiydi; aynı noktadan yedi gövde
birden çıkıyor ve çevresi kırk metreyi aşkın tek bir ağaç oluşturuyordu. Bu
çayırı pek seven Lady Montague de bu ağaçtan söz etmiştir. Ağaç 1930'larda
kentteki en yaşlı canlı olarak hâlâ oradaydı. Sonra bahçıvanlık okuluna yer
açmak için kesildi!
Büyükdere geçen yüzyılın sonunda çok gözde bir yerdi. O zaman bu semtte
oturanların çoğu zengin Ermenilerdi, çoğu da Katolik'ti (burada bir Ermeni
Katolik kilisesi ve okulu vardır). Ermeni Patriği'nin yazlık rezidansının, Esayan,
Abraham Paşa, Azaryan konaklarının yanı sıra, Pera'da Santa Maria Draperis
kilisesinde gömülü olan Dani-marka Sefiri Baron Hübsch'ün yalısı da
buradaydı. Türkiye'nin en zengin işadamı olan Vehbi Koç'un eşi Sadberk
Hanım'ın adına kurulan müze de bu evlerin geç örneklerinden biridir ve
Azaryanlar'dan alınmıştır.
Azaryanlar geniş bir aileydi ve çeşitli üyeleri farklı mesleklerde sivrilmişti.
Katolik Ermenilerin patriği olan biri aynı zamanda geniş bir sözlük yapmıştı.
Diplomat olan bir başka Azaryan Beyoğlu'ndaki apartmanında yangında
ölmüştür. Sadberk Hanım Müzesi'nin, duvardaki ahşap kirişleriyle Ortaçağ
evlerini andıran binasının sahibi de, muhtemelen, ticarette ilerlemiş bir
Azaryan'dı.
Şimdi Kocataş Yalısı olarak bilinen boyasız ahşap yalının ilk sahibi Abraham
Paşa'dan Beyoğlu bölümünde de söz etmiştim. O da eski İstanbul'un renkli ve
ilginç kişiliklerindendi. Hikâye şöyle başlar ve devam eder:
Abraham'ın dedesi Anadolu'dan başkente gelmiş bir sarraf ve iş adamıdır.
Çeşitli işleri arasında tütünle de uğraşır. Kavala'daki tütün deposunun Mehmet
Ali adındaki genç bekçisi de bir ara İstanbul'a gelir. O sıra Napoleon Mısır'a
ordusuyla çıkmıştır ve İstanbul'da Mısır'da çarpışmaya gidecek gönüllü
toplanır. Bu orduya katılan Mehmet Ali çeşitli Ortadoğu politik entrikalarından
sonra, tarihin Kavalalı Mehmet Ali Paşa adıyla bildiği ilk yarı bağımsız Mısır
Hıdivi (valisi) olur. Çok rastlanmayan bir kararla eski patronunu İstanbul'daki
mali işlerini yürütmek üzere istihdam eder. Bu bir aile mesleği haline gelir ve
üçüncü kuşakta Abraham Paşa bu sefer İsmail Paşa'nın temsilciliğini yürütür.
Abraham, Osmanlı nezdinde de itibarlı biridir ve büyük tutkuları olan İsmail
Paşa'nın epey işine yarar.
Abraham Paşa bir zenginlik timsali haline gelir böylece. Rumeli Kavağı'ndan
Karadeniz kıyısına, Beykoz'dan Riva deresine uzanan toprakları vardır.
Mevsiminde dostlarıyla birlikte buralarda ava çıkar. Büyükdere'de bir polo
kulübü açar. Sekreteri ona hafta sonları için Viyana'dan güzel hanımlar bulur
ve getirtir, hafta sonu geçince hanımlar Viyana'ya dönerler.
Birinci Meşrutiyet'te Ayan Meclisi'ne tayin edilen Abraham Paşa İkinci
Meşrutiyet'te de sağdır, onun için yeniden Ayan'a girer. Bu zengin adam, savaş
sırasında attan düşer ve ölür, muazzam servetinden geriye bir şey kalmaz. Bu
da, Cumhuriyet öncesi burjuvazinin, milli devlete geçiş sürecindeki tasfiyesinin
ilginç örneklerinden biridir.
Büyükdere'de Gregoryen Ermeniler'in Surp Hripsimyantz (Çayırbaşı
Caddesi'nde), Rumlar'ın da Danişment Sokağı'nda Ayia Paraskevi kiliseleri
vardır.
İspanyol ve Rus elçiliklerinin yazlık rezidanslarıyla sefaretler dizisi sona erer.
SARIYER
ANADOLU YAKASI
Şimdi öbür yakaya geçmemiz gerekiyor. Bunu rahatça yapabilmek için de iyi
hava gerekli çünkü Karadeniz zaman zaman çok sert olabilir. Anadolu
yakasındaki burunlardan birine Yom Burnu (Müjde Burnu) adının verilmesi de
bundandır. Çünkü denizciler ancak bu burnu gördükten sonra güvenlikte
olduklarına inanırlardı.
Anadolu yakasındaki kenetlenen kaya da karadan ayrılmıştır ve en yükseği
deniz yüzeyinden 20 metre yükseklikte olan dört çıkıntısı vardır.
Bu kaya Anadolu Feneri'nden pek uzakta değildir. Burada dün-yanın her
yerinden uzak küçük bir de köy vardır.
Boğaz'ın Anadolu yakası rüzgâra daha az açıktır, bu nedenle de piknik
yapanlarca, hafta sonlarında tekneleriyle ya da bir günlüğüne kiralanmış
motorlarla yüzmeye gelenlerce yeğlenir. Fener ya da Poyrazköy en popüler
yerlerdir. Poyrazköy dalgakıranı olan bir başka balıkçı köyüdür. Ne var ki
dalgakıranın içindeki su giderek kirlenmek-tedir. Uygun havada Keçili Liman da
gidilebilecek bir verdir.
ANADOLUKAVAĞI
BEYKOZ
BOĞAZ BALIKLARI
Madem şimdi Boğaz'da balıkçılıktan söz etmeye başladık, bu konuyu biraz daha
sürdürelim, çünkü önemli bir konu. Karadeniz göçücü balıklar açısından
oldukça zengindir. Bunların hepsi belli bir mevsimde daha ılık denizlere doğaı
yüzerler, dolayısıyla boğazlardan geçmek zorundadırlar. Soğuk bir yerden
gelen ve güçlü akıntılar yüzünden daha bile soğuk olan Boğaz'ın canlandırıcı
sularından geçen balıklar semizleşir, daha lezzetli hale gelir. Dolayısıyla
Boğaz'da yaka-lanan balıkların özellikleri vardır. Güze doğru göç etmeye ilk
başlayan balıklar palamutlardır; yağsız oldukları için bunlara "çingene
palamudu" denir. Çingene palamudu en iyi kızartılarak yenir. Sonra sıra
uskumruya gelir. Bunu da tam gelişmiş palamut izler. Palamut ızgara yapılsa
daha iyi olur ama daha başka birçok şekilde de pişirilebilir; örneğin zeytinyağlı
pilakisi yapılır ve soğuk yenir ya da fırında pişirilebilir. Derken sıra lüfer
sürülerine gelir. Bu balığa iriliğine göre çeşitli adlar verilir: çinekop, sarıkanat,
lüfer, kofana gibi. Lüfer gerçekten nefistir ve en iyisi ızgarasıdır. Lüfer avı tam
anlamıyla bir sanat sayılır, çünkü balık son derece kurnazdır.
Daha başka balıklar da (hamsi, torik, zargana gibi) göç eder ve bu geçiş bütün
kış sürer. İlkbaharda kalkanlar gelir, yaz ise sardalya mevsimidir. Her
mevsimde balığını bekleyen değişik bir salata vardır. Örneğin, palamutla roka
yenir, kalkanla marul, sardalyaya domates salatası yakışır. Bununla birlikte,
insanlar doğanın işine burnunu sokup doğal yolları değiştirmeden önce, bütün
bunlar çok daha düzenliydi. Şimdiyse, örneğin uskumru, Karadeniz'e
gelmekten vazgeçti; öbür balıkların da göç mevsimleri, yönleri, sayıları çok
değiş-ken oldu.
PAŞABAHÇE
ÇUBUKLU
Şimdi Çubuklu'ya geliyoruz. Adının hikâyesi ilginç. II. Bayezid, henüz çocuk
olan oğlu (Yavuz) Selim'e kızıp çubukla vurmuş. Sonra da çubuğu toprağa
daldırmış. Hocaların vurduğu yerde gül bittiği gibi bu çubuk da yeşermiş!
Selim'in bu dayaktan herhangi bir yerinin yeşermediği belli, çünkü yaşı
büyüyünce Bayezid'i tahttan indirdi, vasiyet ettiği yere de gömmedi. Burası
hâlâ Boğaziçi'nin en köye benzeyen köyüdür. Ancak yukarıdaki tepelerde hiç
de kırsal sayılamayacak bir saray vardır. Bu sarayı Mısır'ın son "bağımsız"
hıdivi Abbas Hilmi Paşa yaptırmıştır. Anlam veremediği şeylerden ürken
Abdülhamit, yüksek kulesinin yapılmasından fena halde huylanmıştı. Hıdiv
İngilizlere karşı çıkınca ülkeden atılmıştı. Bina son yıllarda Çelik Gülersoy
tarafından restore edilerek küçük, lüks bir otele dönüştürülmüştür. Lokantası,
çay içilecek ve pasta yenecek açık ve kapalı mekânları vardır. İsterseniz,
hıdivin yatak odasında uyuyabilirsiniz. Odadaki dolabın içinde kaçmak için gizli
bir geçit vardır. Bu, hıdivlerin de, başka hüküm-darların da arada bir
başvurmak zorunda kaldıkları bir çareydi.
Hıdiv sarayından az önce, kıyıda, ama yolun iç tarafında, eskiden Ulagay
ailesininken satılan, tek başına, bahçeli, beyaz bir yalı görür-sünüz. Bu yalı
daha da önce müzeler müdürü Halil Bey'indi.
Daha ileri doğru gidince, tepenin güneye bakan yanında, modern
apartmanlardan oluşmuş korkunç bir site görünür. Bunlar şimdi, herhalde
kamuflaj amacıyla, yeşilimtırak, kahverengimsi renklere bo-yanmışsa da hiç de
kamufle olmuş sayılmazlar. Boğaziçi'nin sorunu bu zaten: Çok güzel olduğu
için herkes burada oturup olağanüstü manzarayı seyretmek istiyor; ancak
bunu başaranlar gitgide çoğaldıkça, Boğaziçi'nde bakılacak güzellikler de
gitgide azalıyor. Eğer yapılaşma bu hızda devam ederse, yakında sadece
birbirinin çirkin evlerini seyreden binlerce İstanbullu olacak. Şimdiki durağımız
Kanlıca. Eskiden buranın özel bir otunu yiyen inekler pembeye çalan bir süt
verirmiş (ünlü yoğurdun sütü); bu renkten ötürü buraya Kanlıca dendiği
anlatılır. Başka bir iddiaya göre de kırmızı aşı boyalı yalılarından ötürü böyle
denmiştir, ama o zaman her yerin adı Kanlıca olabilirdi. Adın "kağnı"dan
geldiğini söyleyenler de vardır. Kanlıca'nın bu ucunda yalılar dizisini başlatan
Ahmet Rasim Paşa Yalısı şimdi, umarız restore edilme amacıyla yıkıldı. Bunu
birçok başka güzel yalı ve onlar kadar güzel olmayan birtakım modern evler
izler. Kanlıca'nın büyük kısmında dar bir kıyı şeridi vardır ve eskiden beri
zenginler bu şeridi tercih etmiştir. Göreceğiniz ilk güzel yalılardan biri, yakın
tarihte onarılmış olan Sefir Yağcı Şefik Bey Yalısı'dır. Şimdiye kadar gördük-
lerimize oranla oldukça klasik bir yalıdır. Klasik karakterin kuşku götürmez bir
işareti, yalıda balkon olmayışıdır. Ortası çıkıntılıdır; buraya konan sedirden
çeşitli yönlere bakılabilir.
Yalıları ilk yapanlar da, buralarda ilk oturanlar da Boğaziçi'nin ha-vasını aşırı
sert buldukları için, bu havayla fazla içli dışlı olmaktan kaçınırlardı. Açık hava
ihtiyacını başka yollarla, özellikle de bahçelerle karşılamaya çalışırlardı. Soğuk
mevsimde Boğaziçi'nde hayatın oldukça çetin ve yorucu olduğu bir gerçektir.
En iyi zaman Haziran-Ekim arasıdır. Başka aylarda Boğaziçi genellikle çok
soğuk ve rutubetli olur.
Büyükçe yalıların çoğu iki binadan oluşurdu. Bunların biri erkeklere ve
konuklara açıktır ki buna selamlık denir. Öbürü ise kadınlar ve evin erkekleri
içindir, buna da harem denir (ama, şim-dilerde dendiği gibi, "haremlik" değil).
İki bina birden yaptıracak kadar parası olmayanlar, evlerinin içini bu biçimde
düzenlerlerdi. Erkek ziyaretçiler kadınları görmeden selâmlığa girerlerdi.
Haremde ise yalı sahibi ve karısı için büyük bir oda olurdu. Genellikle ortadaki
sofaya açılan öbür odalar ailenin öbür üyeleri içindi. Hemen her odada bir
dolap, genel tuvaletten ve hamamdan ayrı olarak küçük bir tuvalet vardı.
Yatak takımları dolapta saklanır, geceleri çıkarılıp yere serilirdi. Gündüzün
odalar oturma odası gibi kullanılırdı. Yemek zamanı yiyecekler odaya getirilir
tepsiler içinde yenirdi. Dolayısıyla evlerdeki çeşitli odalar arasında işlevsel bir
işbölümü yoktu. Daha sonraki bir tarihte yapılmış olan Dolmabahçe Sarayı'nda
bile bu böyledir. Örneğin, koca sarayda ayrı bir yemek odası yoktur.
İstanbul'da çekirdek aileye doğru güçlü bir sosyal eğilim vardı. Her ne kadar
dince izin verilmişse de, çok kadınla evlilik pek ender uygu-lanır ve genellikle
hoş görülmezdi. Yalı sahipleri ise genellikle zengin kimselerdi; bunların
oğulları, kızları, bazen kız ve erkek kardeşleri, hısım akrabaları çoğu kez yaz
aylarını aynı yalıda geçirirlerdi. Bu hayat tarzında bütün odalar daha küçük aile
birimlerinin yarı bağımsız konutları gibi hizmet görür, belli durumlarda da ana
salonda ya da evin buna benzer geniş bir bölümünde herkes bir araya gelirdi.
Bu tür yalıların en eskilerinden biri olan Saffet Paşa Yalısı bu yakınlarda yanıp
kül oldu. İlk yapıldığında bu yalının ayrı bir haremi ve selamlığı vardı, ama bir
bölüm daha önceden yanmıştı. Zaten artık iki ayrı bina olarak kalabilmiş
hemen hemen hiçbir yalı yoktur. İskele-yi geçtikten sonra daha küçük ama çok
güzel başka bir yalı da görürüz. Ethem Pertev Bey Yalısı diye anılan bu yalının
çok güzel, tahta oymalı bir de balkonu vardır. Onun yakınında, Nâzım Paşa
Yalısı vardır.
KÖRFEZ
Az ileride, deniz küçük bir körfez oluşturur. Gerçekte körfez denecek kadar
büyük bir girinti değildir, ama bu adla bilinir. Gene de, kıyılarındaki güzel
yalılarıyla -bunların arasında oldukça özel bir de restoran var- bu körfez
gerçekten hoştur. Körfez'deki en güzel yalı, ortası içerlek ve balkonlu olan,
Rukiye Sultan Yalısı. Körfezin kuzeyindeki tepe, artık pek az kimse bu adı
hatırlasa da, Mihrabad adıyla anılır. Zevk düşkünü İstanbullular dolunayın
doğuşunu seyretmek için buraya gelirlerdi.
Kanlıca'dan ya da Körfez'den Anadoluhisarı'na kadar, klasik yalıların en
güzellerini görebiliriz. İlk göreceğimiz yalı Hekimbaşı Salih Efendi'ye aitti;
bildiğim kadar hâlâ onun ailesine ait. Hekimbaşı Yalısı diye anılan bu yalı 18.
yüzyıldan kalmadır ve Osmanlı mimarisinin o çok sevimli asimetrisini sergiler.
(Ancak, doğal olarak yalı şimdi çok değişmiştir.) Salih Efendi bitkilere ilgisiyle
ün salmıştı ve çok zengin bir botanik bahçesi yaratmıştı. Bundan sonra, Marki
Necip Yalısı gelir ki şimdi yeni sahibi Demirören adıyla bilinmektedir.
Bütün bu kesimdeki yalıların en ilginci ise Amcazade Yalısı'ndan geriye kalandır
ki, bu da çok daha büyük bir kompleksin yalnızca divanhanesidir. Bu yalı
kentteki en eski Osmanlı evi olarak bilinir, yapım tarihi 1699'dur. Tavan hayli
yüksek olmasına karşın, pencereleri alçaktır. Tavan da, duvarlar da son derece
güzel kalem işiyle kaplıdır. Boğaz'ın en değerli yalısı olduğu halde, miras huku-
kunun özellikleri, hâlâ binanın sahibi olan Köprülü ailesinin ve devle-tin para
imkânlarının kısıtlılığı gibi nedenlerle, onarıma girişilemiyor ve yalı göz göre
göre yok oluyor.
Amzacade'yi geçtikten sonra göreceğimiz sarıya boyanmış ve restorasyonu
devam eden Zarif Mustafa Paşa Yalısı da 18. yüzyılda yapılmıştır. Daha sonra
büyük boyasız Bahriyeli Sedat Bey Yalısı'nı görürüz, ikinci katın ortasında
sütunlu bir balkonu vardır. Onun yanındaki ise Rıza Bey Yalısı'dır. İskelenin
sağında Manastırlı İsmail Hakkı Bey ve Köseleciler yalıları görünür.
ANADOLUHİSARI
KANDİLLİ
VANİKÖY
ÇENGELKÖY
BEYLERBEYİ
KUZGUNCUK
ÜSKÜDAR
MİHRİMAH CAMİİ
Buradan gene içeriye yönelip, kıyıdan da görünen Rum Mehmet Paşa Camii'ne
doğru tırmanalım. Mehmet Paşa, Fatih'in vezirlerindendi ve lakabından
anlaşıldığı gibi Rum'dan dönmeydi. Zaten Fatih'in Rumlara teveccühü zamanın
başka Osmanlılarını sinirlendiren bir özelliğiydi ama büyük çapta bir
imparatorluğun kurallarının konmasında böyle bir yapının özelliklerini içeriden
bilen bu adamların herhalde önemli rolü olmuştu.
Rum Mehmet Paşa Camii Üsküdar'daki en eski Osmanlı yapılarından biridir.
Yüksek kasnağı, kasnağındaki pencerelerinin üslubu ve tuğla duvarları ile bir
Bizans kilisesini de andırır. Bunun, inşaatta Rum usta olmasından ileri geldiği
söylenmiştir. Ama mimari planı, İstanbul'un fethinden önceki birçok cami ile
aynıdır. Cephesi ve iki yanı kemerlidir, arkada ise yarım kubbeli ek bir mekânla
uzamaktadır. Çemberlitaş'taki Atik Ali Paşa Camii'nde gördüğümüz plana çok
benzer. İki yandaki tabhanelerinin camiye açılan yeri yoktur. Mehmet Paşa'nın
sekizgen türbesi caminin arkasındadır. Çevrede, hamamın ve eskiden kıyıda
bulunan saray için yapılmış su depolarının yıkık duvarları görünür. İstanbul
öncesi cami mimarisinin çizgisini sürdüren bu tip, kendinden başka bir tarza
dönüşmeden, bir zaman sonra kullanılmaz hale geldi. Ama yukarıda söylediğim
şekilde, bu tarzın bir örneğini de Üsküdar'da görüyoruz.
Mahmut Şevket Paşa'nın konağı da burada, İstanbul'un en sevimli adlarından
birine sahip Eşref Saati Sokağı'ndadır.
III. Ahmet zamanında yapılan ve bazı resimlerini bildiğimiz Şerefabad Sarayı
buralarda, Şemsi Paşa ve Mehmet Paşa camilerinin arasında bir yerdeydi.
AYAZMA CAMİİ
Rum Mehmet Paşa Camii'nden çıkıp gene Kadıköy'e doğru birkaç yüz metre
yürüyünce, Ayazma Camii'ne geliriz. Bu yüksekçe yer hem Boğaz tarafından,
hem de Marmara'dan görünür; onun için, oldukça geç yapılan bu camiden önce
burayı başkalarının beğenip kullanma-mış olması şaşırtıcı.
Ayazma Camii, III. Mustafa'nın yaptırdığı camilerdendir (18. yüz-yılın ikinci
yarısında). III. Mustafa, Osmanlı İmparatorluğu'nun güçlü olmadığı ve
güçsüzlüğünün bilincinde olduğu bir dönemin padişahlarından biriydi ve
saltanatı sırasında hem imar işleriyle, hem de devletin reformuyla epey
uğraşmıştı. Bu dönemin başlıca mimarı Mehmet Tahir Ağa'ydı, ama bu cami
onun eseri değildir.
Bu yöre, eski bir ayazmadan ötürü (şimdi izi yok) bu adla anıldığı için, cami
yapılırken çevre halkı kendiliğinden "Ayazma Camii" demeye başlamış. Camiye
kendi adını vermeyi düşünen III. Mustafa da buna üzülmüş, ama üstüne
gitmemiş.
Caminin denize bakan cephesindeki avluya bir merdivenle çıkılır. Avlu
duvarının sol köşesinde güzel bir çeşme vardır.
Yeni Valide Camii'nden söz ederken, barok etkilere değinmiştim. Ayazma
Camii'nde bu artık yerleşik tarz haline gelmiştir ve 19. yüz-yılda yapılacak pek
çok camide bu tarz sürecektir. Sinan döneminin, kubbe ağırlığını dayanaklara
aktarmak için düşündüğü dahiyane planlar artık terk edilmiştir. Şimdi dış
görünüş ve süsleme ön plandadır ama bunlar da sağlam bir estetik zevkten
beslenmez. Duvarlar yükselir, kubbe dört basit kemere oturtulur. Buna
karşılık, örneğin hünkâr mahfiline hayli özen gösterilir, girişte sütunların,
pencerelerin, kemerlerin ayrıntılarıyla uğraşılır.
İç mekânda mermerin güzelliği göze çarpar. Pencereleri çok olduğu için hayli
aydınlık bir camidir. Dış duvarlardaki güzel kuş evleri, sağ duvardaki güneş
saati, arkadaki mezarlıktaki mezar taşları (başka yerde görünmeyen bazı
serpuşlar) buradaki ilginç görüntülerden bazılarıdır.
Ayazma Camii'nin yakınlarında, İmrahor Camii, Başkadın Çeşmesi (Nevşehirli
İbrahim Paşa'nın başkadını), Rüstem Paşa mektebi ve yanlarındaki ihtiyar
çınar, güzel bir kompozisyon oluşturur.
Ayazma Camii'nden sağa dönüp kuzeye gider, dört yol ağzında sağa sapıp
kıvrılan yolu izlersek, Hacı Ahmet Paşa Türbesi'ne geliriz. Sinan'ın yaptığı türbe
ağaçlıklı bir küçük mezarlık içindedir. Eski fotoğraflarında görülen revak
kaybolmuştur. Gene de, Üsküdar semtinde pitoresk bir köşedir burası. Şemsi
Paşa gibi Candaroğulları soyundan gelen Ahmet Paşa, avcı kuşlardan
sorumluydu ve "çakırcıbaşı" olmuştu. Zaten bu semtin adı, Doğancılar, aynı
anlamdadır.
Buradan geri dönüp geldiğimiz yönden, ama mümkün olduğu kadar değişik
sokaklardan, Üsküdar meydanı yönüne doğru yürüyün. Sokakların bazılarında
eski İstanbul atmosferini hâlâ yaşatan evler, köşeler görmek mümkündür. Rum
Mehmet Paşa Camii'ne yakın, ama ondan yüksekte, Kaptan Paşa Camii böyle
bir geleneksel çevrede yer alır. Kaptanı Derya, Nevşehirli İbrahim Paşa'nın
damadı ve Patrona isyanında onunla birlikte öldürülen Kaymak Mustafa Paşa
tarafından 1720'de yaptırılmıştır (bu da Lale Devri). Mimarisinin önemli bir
özelliği yoktur, dörtgen içinde bir sekizgen kubbeyi tutar. Sekizgenin dört
köşesinde birer yarım kubbe vardır. Yokuşta duran caminin çevresi,
merdivenlerden perspektifi gibi özellikleri gerçekten çok hoştur.
Uğradığı yangınlardan kurtulan çinileri Tekfur Sarayı ürünüdür.
Gene Üsküdar'ın bu yamacında Aziz Mahmut Hüdai Camii ve Kül-liyesi var. İlk
olarak 1599 yılında yapılan bu binalar yangınla harap olup yeniden yapıldığı
için bugün gördüğümüz binaların en eskisi 1858'den. Bu da, kendisi kadar
çevresiyle de ilginç olan bir külliye. Aziz Hüdai Nakşibendi'dir. Oldukça
zengindi, ama çileciydi. Mahmut Hüdai'nin Genç Osman'ın bir rüyasını
yorumladığı ve IV. Murat'ın tahta geçişinde Eyüp'te kılıç Küşadını yaptığı
biliniyor.
Buradan aşağıya, Hakimiyeti Milliye Caddesi'ne inmeden önce biraz daha ilerler
ve Açık Türbe Sokağı'na gelirsek, Minkarizade Med-resesi'nin kalıntılarını ve
Mahmut Hüdai'nin müritlerinden Halil Paşa'nın türbesini ve zaviyesini görürüz.
Buradan, yokuş aşağı, Üsküdar-Kadıköy yoluna doğru indiğimizde, bu ana
caddeye çıkan sokaklardan birinin adı Eski Mahkeme Sokağı'dır ve burada Fatih
zamanında Üsküdar kadılığı olarak yapıldığı sanılan eski bir bina vardır,
içindeki, ancak hapishane olarak kullanılabilecek hücreler böyle bir iddiayı
pekiştiriyor, ama binanın Fatih zamanına kadar gittiği kesin değil. Gene de, bu
tarihi binanın şimdiki kullanılış biçimi bir hayli tuhaf. Böyle bir yerin herhalde
bir ticarethane olmaktan ve kötüye kullanılarak yok olmaktan hemen
kurtarılması gerekirdi.
Birkaç adım sonra, İskele Meydanı'na oldukça yakın bir yerde ana caddeye
çıkıyoruz. Buradan karşı tarafa geçelim. Eski olduğunu belli etmeyi hâlâ
başaran bir bina görüyoruz. İçi çarşı olarak düzenlenen bu bina Sinan'dan
kalma bir hamam. Büsbütün yok olacakken satın alan bir zengin epey acemice
de olsa restore ettirmiş ve hiç değilse bu kadarını kurtarmış. Girişindeki
kocaman levhalarda bu olayın hikâyesi anlatılıyor.
Buradan iç taraflara gidildiğinde Üsküdar'ın yeni çarşı bölgesine ve bu arada Bit
Pazarı'na gelinir. Alışveriş sorunumuz yoksa biz cadde boyunca ilerleyelim. Az
sonra, Kara Davut Paşa Camii'ni göreceğiz. Davut Paşa, II. Bayezid zamanında
Nişancı olmuş bir devlet adamıydı. Bu da Rum Mehmet Paşa Camii'nden az
zaman sonra yapılmış, dolayısıyla fetih öncesi Türk mimarisinin özelliklerini
yansıtan bir binadır. Ortadaki daha büyük olmak üzere, yan yana üçü de
kubbeli üç bölümlü bir camidir. Nedense, "Üsküdar Ayasofyası" diye de bilinir.
AHMEDİYE KÜLLİYESİ
Yol boyunca yürüyoruz. Burada cadde birkaç kola ayrılıyor. Biz soldaki
sokaktan devam ediyoruz. Birkaç yüz metre ileride, sağa sapan bir sokakta, bir
külliye duvarını görüyor ve buradan içeri giriyoruz. Böylece, Lale Devri'nin
Üsküdar'daki eserlerinden bir başkasına, Ahmediye Külliyesi'ne geliyoruz.
1720'lerde, Tersane Kethüdası Eminzade Hacı Ahmet Ağa tarafından
yaptırılmıştır bu külliye. Cami oldukça mütevazı, kayda değer mimari özelliği
olmayan bir yapıdır. Külliyenin güzelliği bütünündedir, diyebiliriz. İnişli yokuşlu
araziye uydurulan külliye, dolayısıyla, asimetriktir Ne var ki, şimdiye kadar
gördüğümüz birçok binadan sonra, asimetrinin, Osmanlılar için arazinin
empoze ettiği bir zorunluluk olmaktan çıkıp neredeyse bir estetik ilke haline
geldiğini de söyleyebiliriz sanıyorum. Bu tür yatık giden duvarlar, girinti ve
çıkıntılar, sanki, doğaya saygıyı ve "doğayla uzlaşmalıyız" diyen bir anlayışı ve
bu anlayıştan gelen yumuşak başlı bir estetiği bize anlatır. Külliyenin iki
girişinin birinin yanında bir dershane, öbürünün yanında da bir kitaplık vardır.
Her ikisi de son derece sevimli küçük binalardır. Öbür iki duvar, medrese
hücrelerinden oluşur. Bizim geldiğimiz sokağa bakan duvarda çeşme ve sebil
vardır. Külliyeyi yaptıran Ahmet Ağa'nın mezarının, içerideki açık türbede değil
de onun yanındaki küçük mezarlıkta olması ise, herhalde Osmanlılığa özgü bir
"manevi asimetri"nin sonucudur.
Toptaşı Caddesi'nde, cezaevine yakın eski okul binası askeri rüştiye olarak
Abdülaziz'in son saltanat yılında yapılmıştı. Daha önce burada Valide
Külliyesi'nin tabhanesi vardı.
Atik Valide Camii'nden aşağıya, Üsküdar'a doğru inerken Selamsız semtinden
geçilir (Selamsız Caddesi de vardır). Semtin üst kısmı İstanbul'un Çingene
mahallelerinden biridir. Hem bu nedenle, hem de ayrıca buralarda hâlâ
rastlanabilen, birisi değişik penceresiyle ünlü ve Art Nouveau tarzında eski
ahşap evlerden ötürü, buralarda yürümek ilginç olabilir.
ÇİNİLİ CAMİ
Ama biz şimdi o tarafa değil, biraz daha kuzeye, Çinili Cami'ye gidiyoruz. Atik
Valide'den çıkıp yolun sağını sapmadan izleyerek buraya varırız. Çinili Cami,
şimdiye kadar Üsküdar'da örneğini henüz görmediğimiz bir dönemin, 17. yüzyıl
ortasının eseridir. Yaptıran, bu dönemin ünlü ve dehşetengiz valide
sultanlarından Mahpeyker Kösem Sultan'dır. I. Ahmet'in karısı olan Kösem
neredeyse bütün 17. yüzyıl boyunca Osmanlı tarihinde rol oynadı. Oğulları IV.
Murat ile Deli İbrahim'in saltanatları boyunca yaşadı; torunu IV. Mehmet
zamanında, onun annesi Turhan Sultan'la giriştiği iktidar mücadelesinde, bir
saray entrikasında boğularak öldürüldü.
Kösem'in camiini de görünce, Üsküdar'ın bir "Valide Sultanlar" semti olup
olmadığı sorusu akla geliyor.
Cami küçük ve sevimli. Üç yanını kuşatan ahşap bir galerisi var. Caminin iç
duvarları, bu arada minberin külahı, çinilerle kaplı. Grimavinin egemen olduğu
bu çiniler, bu sanatın parlak İznik dönemi ile o kadar parlak olamayan Tekfur
Sarayı dönemi arasındaki bir gerileme aşamasının ürünleri.
Cami ve medrese ile biraz ilerideki Çinili Hamam genel olarak bu dönemin
önde gelen mimarı Kasım Ağa'nın eseri sayılmakla birlikte bunu asılsız bulanlar
da vardır.
Küçük avlunun köşesindeki şadırvanın, karikatürlerdeki cadı külahlarını andıran
külahı bu küçük mekânda fazla büyük ve oransız; buna rağmen, onun da
kendine özgü bir şirinliği olduğu söylenebilir.
Caminin karşı köşesindeki alt katı kagir, üst iki katı ahşap olan ve tarihi
1790'lara uzanan Afganiler Tekkesi var. İstanbul evlerinin güzel bir örneği.
ÇARŞI ÇEVRESİ
BÜLBÜLDERESİ
Selmanı Pak Caddesi ileride Bülbülderesi adını alır. Burada bir dere var idiyse
de, çoktan beri kurumuş olmalıdır. Yakın zamanlara kadar (yani 1950'ler)
burada izinsiz çalışan bazı randevu evleri vardı, sonra bunlar Kadıköy'de "Paris
mahallesi" denen yere taşındı.
Bülbülderesi caddesinde sağ tarafta set set yükselen mezarlık İstanbul'un
hakkında pek az şey bilinen bir başka azınlığına, "Selanik dönmeleri"ne aittir.
Bu cemaat, 17. yüzyılda İzmir'de doğan ve Yahu-dilik içinde ilginç bir akım
başlatan Sabetay Sevi taraftarlarının bir kolundan oluşur. Sevi IV. Mehmet ve
Vani Efendi tarafından sorguya çekildiğinde, Müslüman olduğunu açıklamış
(idam edileceği korkusuyla), ama Mesihlik iddiasından vazgeçmediği anlaşılınca
Arnavutluk'a sürülmüş ve orada ölmüştü. Onu izleyenlerin Yakub kolu da
Müslümanlığı kabul etti, ama içten içe Yahudiliği sürdürdü. Dolayısıyla bu
hareket, Yahudiler'in tarih boyunca karşılaştığı, yabancı toplumlar içinde
varoluşunu ve kimliğini sürdürmenin yolu sorusuna verilmiş cevaplardan
biriydi. Müslümanlığı seçmek ve böy-lece Yahudiliğin bütün simgelerinden
uzaklaşmakla, mistik içsel disiplini güçlendirmiş oluyorlardı.
Selanikliler yakın zamana kadar hep kendi aralarında evlenerek cemaat
varlıklarını sürdürdüler. Gene yakın zamana kadar, Nişantaşı'nda bir apartman
dairesini gizli bir ibadethane olarak kullandıkları söylenirdi. Bilinen ilk
mezarlıkları da Maçka'da, Teknik Üniversite'nin karşısındaki küçük mezarlıktır.
Ama geçen yüzyılın sonundan itibaren Bülbülderesi mezarlığını kullandılar.
Selânikli ailelerin çoğu İstanbul'un önemli iş adamları, birçoğu da tekstilcidir.
Mezarlığa yakın Bülbülderesi ya da Feyziye adıyla anılan cami vardır. Bu da
anlamlıdır, çünkü Selânikliler'in kurduğu Şişli Terakki ve Işık Liseleri, Feyziye
Mektepleri olarak bilinir.
SULTANTEPE
KARACAAHMET
Üsküdar'la Kadıköy arası görece yakın zamanlarda evlerle doldu ve eskinin bu
iki kasabasının sınırları belirsizleşti. Bu boş arazi eskiden bir mezarlık olarak
uygun görülmüş, böylece burada kocaman bir mezarlık oluşmuştur:
Karacaahmet Mezarlığı. Milyonun üstünde insanın buraya gömüldüğü tahmin
ediliyor. Binlerce ünlü insanın yanı sıra, altı direğe oturtulmuş kubbesiyle bir
açık türbenin de "at mezarı" olduğuna inanılır. İ.H. Konyalı bunun Nişancı
Hamza Paşa'nın türbesi olduğunu söylüyor. Gene de bu hikâyenin gerçek bir
kaynağı olabilir. Çünkü Genç Osman sevdiği atı Sislikır ölünce onu Üsküdar
Sarayı bahçesine gömdürüp başına da kitabeli bir taş (1028 tarihli) diktirmişti.
Türklerin İstanbul'daki en eski mezarlığı olan Karacaahmet (adını, yarı
mitolojik bir Bektaşi babasından alır), son dönemde dünya ölüm teknolojisinin
burada da yerleşmesiyle karakterini bir hayli değiştirdiği halde, Türk-Müslüman
ölüm kültürünün birçok somut ve otantik görünümünün görülebildiği bir yerdir.
Ayrıca, geniş servilikleriyle, şehrin soluk alıp verdiği alanlardan biridir.
Karaca Ahmet'in türbe ve tekkesi, Tunusbağı ve Nuhkuyusu caddelerinin
birleştiği noktadadır. Nuhkuyusu üstünde, ayrıca, bu kitapta daha önce adı
geçen Cevri Kalfa'nın yaptırdığı sanılan geçen yüzyılın eklektik üslûbunda,
Cevri Usta Camii vardır.
Osmanlı tarihinde belli başlı cüzamlılar kurumu olan ve Yavuz Selim'in
yaptırdığı Miskinler Tekkesi de 1908'e kadar bu mezarlığın kıyısında
varolmuştu. Sürre Alayı, Karaca Ahmet Türbesi'nden başlar, Miskinler Tekkesi
önünden geçerek Ayrılık Çeşmesi'ne varır, burada uğurlama merasimi yapılırdı.
SELİMİYE
Karacaahmet karşısında geniş bir bahçe içinde, Selimiye Hankâhı Camii vardır.
Ampir tarzını andıran bu camiyi III. Selim, herhalde az sonra geleceğimiz,
kendi adını taşıyan cami ile birlikte yaptırmıştı. İçindeki çeşitli tekke binaları
yıkılmış, yalnız Pertev Paşa kitaplığı kalmıştır. Kadıköy'e yaklaşırken sağda
kocaman Selimiye Kışlası görünür. Kışla ilkin III. Selim tarafından, yeni
kurduğu Nizamı Cedit askerinin barınması için, ahşap olarak yaptırılmıştı.
Nizamı Cedit girişimi Selim'in sonu oldu. Onu deviren Yeniçeri Ocağını 1826'da
ortadan kaldıran II. Mahmut kışlayı yeniden yaptırdı; Abdülmecit zamanında
bina bugünkü şeklini aldı. Kışlanın ortası, talimde kullanılan geniş bir avludur.
Dört köşede dört kule vardır. Halen de kışla olarak kullanılmaktadır. Selimiye
Kışlası, Kırım Savaşı sırasında Florence Nightingale'in hastabakıcılık sanatını
uyguladığı yerdir.
Kışlanın ana giriş kapısının karşısında gene III. Selim'in yaptırdığı Selimiye
Camii'ne gelinir. Avlusu sokağa göre azıcık yüksekte kaldığı için yumuşak
eğimli bir rampadan çıkar ve geniş, güzel, ağaçlık bir bahçeye gireriz. Cami,
Türk barok mimarisinin son örneklerinden biridir. Hünkâr mahfilinin girişi,
yüksekteki son cemaat yeri, pencere ve sütunlarıyla, barokun o hafif ve sevimli
süslerine sahiptir. Arka duvarında zarif kuş evleri vardır. III. Selim'in
minarelerini fazla kalın bulup beğenmediği, bunun üstüne taşlar dışarıdan
traşlanarak minarelerin inceltildiği söylenir. Barokla birlikte minareler genel
olarak incelmişti. Ancak, bu örnekte, Selim'in bazı başka reform girişimleri gibi,
bu zariflik girişiminin de ters teptiği anlaşılıyor. Çünkü 1820'de çok sert bir
lodos fırtınasında minarelerin ikisi de yıkılmış. Kırım Savaşı sırasında ölen
İngilizlerin mezarlığı da Selimiye Kışlası'nın biraz güneyinde yer alır.
Eskiden buralarda I. Ahmet zamanında yapılan Kavak Sarayı'nın olduğu
biliniyor. Bu sarayın hiçbir izi kalmamış; yalnız Harem semtinin adı ondan
kalma.
Kadıköy yoluna devam ettiğimizde, sağımızda, ilkin Tıp Fakültesi olarak (II.
Abdülhamit zamanında) inşa edilen, sonra uzun süre Hay-darpaşa Lisesi olarak
çalışan, yaklaşık on yıl önce de yeniden Tıp Fakültesi (Marmara Üniversitesi)
olan büyük binayı görüyoruz. Vallaury'nin (fazla inandırıcı olmayan bir
söylentiye göre D'Aronco ile birlikte) yaptığı bina gösterişli, ama, bence,
amaçlanan estetik düzeye erişmeyi pek başaramamış. Karşısındaki Numune
Hastanesi de Abdülhamit zamanında yapılmıştı.
HAYDARPAŞA
KIZ KULESİ
SALACAK
BAĞLARBAŞI
Arap alfabesiyle yazılı bir taşın da mimar Kirkor Balyan'a ait olduğunu
öğreniyoruz.
19. yüzyılda Bağlarbaşı Osmanlı ileri gelenlerinin sevdiği sayfiye yerleri arasına
girmişti. Sultanlar, paşalar burada bahçe içinde konak ve köşkler, hatta
saraylar yaptırdılar. Bunların pek azı bugünlere dayanabildi. Bağlarbaşı'nın kır
kahveleri de, 1950'lere kadar, epey ünlüydü: Çiftlik gazinosu, Artaki gazinosu
gibi.
İstanbul'un önemli okullarından Amerikan Kız Koleji de Bağlarbaşı'ndadır.
ALTUNİZADE
Çamlıca, geçen yüzyıl sonunda ve bu yüzyıl başında, sevilen bir sayfiye yeri
haline gelmişti. Yeşillikti, havadardı, manzarası güzeldi. Recaizade'nin Araba
Sevdası romanı dönemin Çamlıca'sını iyi anlatır.
Altunizade'nin ilerisinde Millet Bahçesi açılmıştı. Burası bir park, eğlence ve
piyasa yeriydi. İstanbul'a gelen ilk sirk çadırını burada kurmuştu. Mısır Prensi,
İbrahim Paşa'nın oğlu ve Hıdiv İsmail Paşa'nın kardeşi Mustafa Fazıl Paşa bu
Millet Bahçesi'nin karşısında kendine bir konak yaptırmıştı. Kardeşi İsmail,
Abdülaziz'le anlaşıp hıdivliği ele geçirince Mustafa Fazıl Paşa da Abdülaziz'e
karşı "hürriyetçi" Osmanlı aydınlarıyla birlikte mücadeleye girmiş, onları
parayla desteklemeye başlamıştı. Abdülhamit ilk "maskeli balo"nun bu köşkte
yapıldığını anlatır ve katılanları ayıplar: "Bu baloda Namık Kemal Bey, Sami
Bey gibi bazı zevat da davetli idiler. Onlar da donsuz bir entari giymişler,
kırmızı kravat takmış, yalınayak, başı açık sofrada iyşü nûş etmişler. Bu
rezaletler üstüne Mustafa Fazıl Paşa Paris'e gitti."
Romancı Sezai bey'in babası Sami Paşa ile kardeşi Suphi Paşa'nın koru içinde
köşkleri de buradaydı. Sami Paşa'nın konağı, politikadan çok edebiyat ve sanat
sohbeti yapılan bir salondu. Abdülhak Hamid'in dedesi sertabib Abdülhak
Molla'nın köşkü de Sami Paşa konağına komşuydu. Bunu bir ara II. Mahmut'un
kadınlarından Tiryal Hanım kullandı. Gene Tiryal Hanım için yapılan Camlı Köşk
de buradadır. Bunlar, Abdülaziz'in oğlu şehzade Yusuf İzzeddin Efendi'ye geçti.
Yusuf İzzeddin, ayrıca, hâlâ ayakta duran görkemli sarayı yaptırdı. Yusuf
İzzeddin Efendi sinirleri bozuk, vehimli bir insandı. Herhalde babasının
kaderinden fazlaca etkilenmişti. Onun gibi bileklerini keserek intihar etti.
İttihatçıların kendisini öldüreceğinden korkuyordu. Abdülaziz gibi onun da
öldürüldüğünü iddia eden ve Enver Paşa'yı suçlayanlar oldu.
Küçük Çamlıca yolunda gene bahçe içinde olan Çamlıca Kız Lisesi'ni görürüz.
Bu binayı Abdülhamit zamanında Hicaz umumi valisi olan Ahmed Ratib Paşa
kendi yazlık köşkü olmak üzere mimar Kemalettin Bey'e yaptırmıştı. Dört katlı
güzel ahşap binayı 1908'de Maarif Nazırı Şükrü Bey Nezaret adına satın aldı ve
bir süre sonra kız mektebi haline getirdi.
Ermeni banker Köçeoğlu'nun duvar ve tavanları yağlı boya resimli köşkü, bir
zaman onu satın alan Serhafiye Kel Ahmet Paşa'nın mülkü olduktan sonra
Askeri Sanatoryum haline getirildi. Onun biraz üstünde Serasker Rıza Paşa'nın
büyük beyaz köşkü vardı. Bu köşk yıkıldı, ama yanındaki Yaverler Köşkü kaldı.
Büyük Çamlıca'nın yüksekliği 260 metredir. En güzel ve en geniş İstanbul
manzarası buradan seyredilir. Güneyde adalar, batıda tarihi yarımada ve
Beyoğlu, kuzeyde neredeyse Karadeniz'e kadar Boğaziçi görülür. Gelgelelim,
son yıllarda İstanbul'un havası eski Londra'nın ünlü smog’unu aratır derecede
kirlendiği için, Çamlıca'ya kadar gittik-ten sonra dumanlara bakakalma ihtimali
de güçlü.
Eskidenberi bu manzarasından ötürü çekici bir yer olan Çamlıca'da kırık dökük
bir kahve vardı; 1980'lerde Turing ve Çelik Gülersoy bu-raya el atarak 18.
yüzyıl üslûbunda olduğunu ileri sürdüğü bir yeni kahve yaptı. Böylece Çamlıca
müşterisi hiç eksik olmayan bir gezinti yeri haline geldi.
Küçük Çamlıca'da da Ömer Lütfı Efendi'nin yaptırdığı Bodrumî Camii ve Hazım
Bumin'in zarif köşkü gibi ilginç binalar vardır.
BULGURLU
ÜMRANİYE DUDULLU
KADIKÖY
KADIKÖY
İstanbul’un kuruluşuyla ilgili ünlü efsane, efsane dilinin ulaşabileceği kesinlikle,
Kadıköy'ün İstanbul'dan daha eski olduğunu bize anlatıyor. Yeni koloni kurmak
üzere yola çıkan Byzas'a "kendi şehrini körler şehri karşısına kuracağını"
kâhinler söylemiş. Sarayburnu'na gelen Byzas, karşı kıyıda Halkedon'u
görünce, kendi durduğu nokta varken orada şehir kuranların ancak kör
olabileceğini düşünüyor ve gelmesi gereken yere geldiğine karar veriyor.
Bu aynı zamanda hakkında bildiğimiz en eski hikâye olduğu için, Kadıköy'ü
anlatmaya bununla başlamak mantığa uygun. Ama bununla başlayınca,
Kadıköy hakkında ilk sözümüz bir "iltifat" olmuyor. Efsaneden tarihe, bunu
dengeleyecek bir geçiş yapalım.
Kuzeyden, Karadeniz'den doğru sık esen poyraz, Boğaz'ın Avrupa yakasında
kendini daha çok hissettirir. Anadolu yakası ise bu rüzgâra karşı doğal bir
korunak sağlar. Dolayısıyla, bu çevrede kurulacak ilk yerleşimlerin Anadolu
kıyısında karar kılmış olmaları anlaşılır bir şey-dir. Tarihte eskiye doğru
gittikçe, teknoloji dediğimiz şey genel olarak geriler, zayıflar. Byzas zamanında
kullanılan tekneler, Halkedon'a yerleşenlerin o zamanlar kullandığı teknelere
göre daha gelişmiş olmalı.
Daha eski de, ne kadar "daha eski"? Bu eskilik, Halkedon adından çok daha
gerilere uzanıyor. MÖ 5000-3000 arasında, şimdi Kadıköy dediğimiz alanın
çeşitli noktalarında, örneğin Fikirtepe'de, yerleşimler kurulduğunun arkeolojik
buluntu ve kanıtları var. Byzas'ın "körler şehri" dediği yerin adı, yani Halkedon,
buraya yerleşenlerin kendi haklarında başka bir düşünceleri olduğunu
gösteriyor, çünkü bu ad "Bakır Diyarı" anlamına geliyor. Böylece, bakır çıkan
yerin adı değişirken, öbür yakada, bakırla hiç ilgisi olmayan bir bölge
"Bakırköy" olmuş. Fenikeliler'in burada uzunca süre kaldığı biliniyor. Ama genel
olarak Helen uygarlık alanı içinde kalan bir bölge.
Efsanede veya gerçeklikte, Kadıköy kendinden sonra gelen İstanbul'a karşı hep
kaybeden durumunda. Örneğin bir başka efsaneye göre
Constantinus yeni Roma'yı burada kurmak üzere işe girişiyor, ama iki kartal
gelip inşaat malzemesini kaptıkları gibi karşı kıyıya uçuru-yorlar.
Gerçeklik de biraz böyle. İstanbul Doğunun başkenti olduktan sonra Kadıköy
tarafında çeşitli binalar yıkılmış, taşları, sütunları vb. öbür yakadaki çeşitli
binalarda kullanılmış.
Hıristiyanlaşma tarihinde, Azize Eufemia'nın burada şehit olmasının hikâyesi
var. Sonra da önemli kararların verildiği Halkedon Sinodu. Türkçe'deki adının,
Fatih'in İstanbul'a Kadı tayin ettiği Hızır Bey'den geldiği söylenir ki, çeşitli
açıklamalar ("Kadınköy"den geldiği vb.) arasında bu daha akla yakın.
YELDEĞİRMENİ VE KADIKÖY
MODA
Hayatımın kırk yıldan fazlasını Moda'da yaşadım, onun için kendimi tutamayıp
kitabın öbür bölümlerinden daha fazla ayrıntılara girersem veya kişiselleşirsem
kusura bakmayın.
Moda, şimdiki Söğütlüçeşme ve Bahariye caddeleri ile deniz arasında kalan
yarımada ya da burundur. Gelişmesinde zengin Levanten ailelerin öncü rolü
olmuştur. Örneğin, Türkiye'de "Vitol" adıyla anılan, İngiliz kökenli Whitehall
ailesinin. Orta halli Rum ve Ermeni aileleri de öteden beri burada
yaşamaktaydı. Zenginler daha çok Moda Burnu'nda yerleştiler. Boğaziçi,
Bağdat Caddesi güzergâhı ve Adalar'dan sonra rağbet bulan bir sayfiye semti
oldu Moda; bina yapısı da bunu yansıtıyordu. Buradaki villalar, geleneksel
tarza uymamış, bilinçli olarak bunun karşıtı bir tarz seçilmişti. Alınan model,
genel olarak Avrupa'daki benzer yapılardı ve herkes kendine farklı bir ev tipi
beğeniyordu. Başlıca kaynaklar, o dönemlerde yaygınlaşan, konut üstüne
dergilerdi. Onun için başından beri Moda evleri son derece eklektikti. Gene de,
hepsi bir arada, kendine özgü bir karakter oluşturmuştu. Bahçeliydi çoğu. İki
ya da üç katlı evlerdi. Şık olmak üzere yapılmışlardı.
Moda Caddesi de bu tarz evlerle doluydu. Ama yan sokaklara girildiğinde, daha
çok orta halli gayrimüslim ailelerin daha mütevazı evleri görülürdü. Ahali son
derece uluslararasıydı. Yerli azınlıklar dışında İngilizler, Almanlar, Ruslar, akla
gelen herkes vardı. Ayasofya'nın restorasyonunda çalışmak için İngiltere'den
gelen taş ustası Ernest, Mektep Sokağı'nda İngiliz arkadaşlarının evinde kalırdı
vb. Yusuf Kâmil Paşa Sokağı'nda İngiliz şapeli, artık kullanılmadan duruyor.
İkiz İngiliz evlerinden biri yıkıldı; öbüründe Barış Manço oturuyor. Cem
Sokağı'nda L'Assomption Kilisesi ve manastır Fransız Katolikler'in elinde. Yaşlı
sörler hâlâ hasta ziyaretine gidiyor, iğne yapıyor vb.
1960'lardan itibaren Moda evleri hızla ortadan kayboldu, yerlerini bitişik nizam
apartmanlar aldı. Burun'da bir tek Frederici evi kaldı. Korutürk'ün,
Cimcozlar'ın, Sabur Sami'nin, daha birçok tanınmış insanın evleri iz
bırakmadan silindi. Böylece Moda'yı Moda yapan başlıca özellik yok oldu;
Moda'nın, yanına deniz konmuş bir Osmanbey'den farkı kalmadı.
Benim Modalılık yıllarımda, semtin altın çağının 1950'ler olduğunu
söyleyebilirim. Bu yıllarda Moda, akşamları bütün Kadıköy halkının aktığı bir
piyasa yeriydi. Bu kalabalık Moda Burnu'nu (Devriye Sokağı) turlar, ama en
çok, ucunda Ferit Tek'in yaptığı bina olan uzun iskele yolunu doldururdu.
Çünkü burada, Moda Deniz Kulübü'nün orkestrasını yakından dinlemek
mümkündü. Kulüp işletmesini yaz boyunca, Ankara'dan gelen Süreyya
yapıyordu. Ünlü Rus lokantacı Baba Karpiç'in baş garsonunun Türkçe adıdır
Süreyya; Rusça adı Sergey'di, ama herkes bunu Fransızlaştırarak Serj derdi.
Ankara'da Serj her şeyi bilirdi: son politik kararı da, kimin kiminle yattığını da.
Kızılay meydanında, yeraltında, Ankara sosyetesinin bir numaralı mekânı olan
bir kulübü işletiyor, yazın da başgarsonu Lefter'i, aşçılarını ve İtalyan
orkestrasını toplayıp Moda Deniz Kulübü'ne geliyordu. Gündüz kiralanıp Moda
Plajı'nın kadınlar kısmının önünde dikize çıkan sandallar, gece de kulübün
önünde sıralanır, Modanın namlı güzellerinin nasıl dans ettiği seyredilirdi.
Moda sosyal hayatında önemli bir çekim merkezi olan kulübün tenis kortu,
yazın iskele açıklarına demirlenen "raft"ı, zengin Moda gençlerinin
mekânlarıydı.
1950'lerde bu kulüp daha çok bir DP yuvasıydı. Buna karşılık CHP'liler bir süre
sonra, eskiden Zekeriya Sertel’in oturduğu binayı kiralayarak "Lozan
Kulübü"nü kurdular. Onun da bir plajı oldu.
İskelenin öbür yanındaki Koço da İstanbul'un ünlü meyhanelerinden biridir.
Sahipleri Koço ve Miço kardeşler çoktan Atina'ya gittiler. Ama burayı herkes
hâlâ Koço diye anıyor. Koço bir çeşit "aile meyhanesi"dir. Özellikle yazın, insan
çocuklarıyla da gidebilir buraya; çocuklar bahçede eğlenir, garsonlar ve
komiler de onlara gözkulak olur. İçinde bir de ayazması vardır: Aya Katerina.
Küçük Moda'da, tepede, plajın üstünde, mehtabın çok iyi seyredildiği daha
mütevazı bir meyhane vardı. Burada gene böyle birkaç yer açık.
Mektep Sokağı'ndaki eski Bomonti Bahçesi'nin yeri de çalışıyor. Ama eski
Mühürdar Bahçesi tamamen ortadan kalktı.
Bir de Moda Çarşısı içinde, Rum Grammatikos'un meyhanesi vardı. Asıl ağır
rakıcıların yeri burasıydı. Grammatikos'un güzel kızı Eleni de bütün Moda
erkeklerinin rüyasına girerdi.
Şimdi günümüzün dönerci, mantıcı, pizzacı gibi yeni tarz yiyecek sunan yerleri
gene Moda'yı dolduruyor. Eski evlerden aşağı yukarı bir tek Sarıca ailesinin
konağı kaldı. Onun karşısındaki dondurmacılar da Moda'nın yeni piyasa tarzının
başlatıcısı ve ayrılmaz parçası oldular. Ayrıca, şimdi Kadıköy Kız Lisesi, Ahmet
Muhtar Paşa'nın oğlu Mah-mut Muhtar Paşa'nın taş konağında yerleşti.
Cimcozlar'ın ikinci çık-mazın ucundaki evi restore edildi. Yeni Lozan Kulübü de,
cadde üs-tünde kalmış son eski Moda evlerinden birine yerleşti.
BAHARİYE
Moda'nın güney sınırını Bahariye çizer. Altıyol'la birlikte burası alış verişin, aynı
zamanda da sinemaların merkezidir. Eski Opera si-nemasının bulunduğu bina
yıkıldı, ama Süreyya Paşa'nın yadigârı güzel Süreyya Sineması, süslemeleri,
avizeleri, heykelleriyle duruyor.
Süreyya Sineması'nın yanında Rum Ortodoks kilisesine ait bahçe içinde güzel
ahşap bina durur. Ana caddede, Ayia Trias Ortodoks Kilisesi, Altıyol ağzında ise
Ermeni Katolik Surp Levon Kilisesi vardır. Bunun ters yönünde, geçen yüzyılda
karşı taraftan buraya taşınan Fransız St. Joseph Lisesi ile yanında eski Moda
Maarif Koleji, şimdiki adıyla Kadıköy Anadolu Lisesi bulunur.
KALAMIŞ
FENERBAHÇE
KIZILTOPRAK
FENERYOLU'NDAN GÖZTEPE'YE
GÖZTEPE
CADDEBOSTAN
Şimdi bu adla tanıdığımız bölgenin adı eskiden "Cadı Bostanı" idi. II.
Abdülhamit zamanında, sonradan piyade ferikliğine ve paşalığa yükselecek
olan Cemal Bey burada, ucuz topraklar almıştı, çünkü o sıralar burası boştu ve
toprak değerli değildi. Sonra, Cemal Bey Cemal Paşa olunca, burada havuzlu
bir köşk yaptırdı. Daha önce gördüğümüz Çiftehavuzlar semtinin adı bu
köşkten ve havuzlarından gelir.
Cadı Bostanı ya da Caddebostan'da böyle hareketlenme başlayınca, başkaları
da yazlık konaklarını burada yapmaya giriştiler. Aynı dönemin adamlarından
Horoz Ali Paşa, örneğin. Ama Ali Paşa askerlerine güftesini Namık Kemal'in
yazdığı bir marş söyletince, Abdülhamit'in emriyle, özene bezene yaptığı
konağında ev hapsine girdi. O konak şimdi plajın olduğu yerdeydi.
Sermet Muhtar, çocukluğunda, bu semtte Ziraat Bankası Umum Müdürü
Şevket Bey'in, Erkânı Harbiye Feriki Avni Paşa'nın ve sözlük yazarı Şemseddin
Sami Bey'in köşkleri olduğunu anlatıyor.
Daha sonra kır gazinosu ve salaş plajlar açılmış, bunlar zamanla şıklaşmıştı.
Ama sahil yoluyla Reşit'in plajı filan kalmadı. Dimitri'nin gazinosu kapandı.
Günümüze özgü "restaurant" ve lokaller Caddebostan'ı kapladı.
ERENKÖY
Doğuya doğru yola devam ettiğimizde Erenköy'e geliyoruz. Buranın tarihi de,
Osmanlı'nın kuruluş döneminde olup bitenler açısından, Göztepe'de
anlatılanlara yakın ve zaten onlarla ilişkilidir. Daha Orhan Gazi zamanında
Konuralp'le birlikte buraya gelen savaşçı dervişler, "erenler", belki bunların
arasında bir "Eren baba", semtin isim babasıdır. Onların tekkelerini kurdukları
bölge şimdi İçerenköy olmuştur. Eren Baba'nın bu yakınlara kadar Erenköy
istasyonu çevre-sinde olan türbesi de ortadan kayboldu, ama yeri hâlâ
biliniyor.
Şehrin buraları iskân olurken Erenköy Osmanlı bürokrasi-aristokrasisinin en
sevdiği bölge olmuştu. Galip Paşa ve Zihni Paşa, ilki Bağdat Caddesi, ikincisi iç
tarafta olmak üzere, kendi adlarını taşıyan camileri yaptırdılar (1918 ve 1902).
Daha kuzeydeki Sahrayıcedit Camii de aynı dönemin eseridir. Cemile Sultan,
Kabasakal Mehmet Paşa, Ali Paşa, Memduh Paşa, buraya yazlık yaptıranlar
arasındadır. Cumhuriyet döneminde de Kâzım Karabekir ile Fevzi Çakmak
Erenköy'e yerleştiler.
Ama apartmanlaşma Erenköy'ü de öbür mahalleler gibi etkiledi. Sokollu
Mehmed Paşa'nın diye bilinen konak restore edilerek özel ilkokul oldu.
Günaltay ve Çakmak köşkleri harap ama ayakta. Karabekir'in, bahçesindeki
zürafa heykeli bulunan köşkü yıkıldı ve yerine tenis kortu açıldı. Memduh
Paşa'nın Kozyatağı'ndaki köşkü de lokanta oldu. Ethem Efendi Caddesi'nde
Mehmet Ali Paşa konağı du-ruyor.
Belediye Başkanı (Şehremini) Rıdvan Paşa'nın köşkü Erenköy Kız Lisesi'nin
binasına çevrilmişti. Lise devam ediyor, ama hem Rıdvan Paşa'nın hem de Hacı
Hüseyin Paşa'nın köşkleri yandı.
Zihni Paşa Camii'nin sekiz musluklu çeşmesi, istasyon çeşmesi, Seyit Paşa ve
Ahmet Reşit Paşa çeşmeleri semtin kayda değer anıtla-rıdır.
SUADİYE
Şaşkınbakkal, sevimli bir semt adıdır. Vaktiyle biri burada bakkal dükkânı
açmış. "Böyle dağ başında bakkal ne kazanacak?" diye Şaşkınbakkal demişler.
Şimdi oranın haline bakıyoruz ve bakkal haklı çıkarken biz Şaşkın İstanbullu
oluyoruz.
Suadiye'de, Mabeyinci Sadi Bey'in korusu ve köşkü (şimdi yok) yanında açılan
plaj (1930'larda) buranın kalabalıklaşmasına katkıda bulunmuştu.
BOSTANCI
Bostancı bu yakada şehrin sınırı ve şehre dahil sayılan son menzildi. Adı da
buradan gelirdi. Bostancılar bu menzilde bekler ve şehre gelenleri denetlerdi.
İstanbul'un nüfusu her zaman sorun olduğu için, gelenlerden geçiş izni için çok
belge talep edilirdi. Derenin üstündeki Sinan yapısı köprü de bu denetim için
elverişli bir noktaydı. Menzil olduğu zamanlar yapılan Çatal Çeşme, ana cadde
yanında hâlâ duruyor.
Bağdat demiryolunun yapılmasından sonra Bostancı kolay ulaşılır bir yer oldu
ve kalabalıklaşmaya başladı. Tramvay yolu da buraya kadar geliyordu.
1960'larda, eski iki katlı evler yerlerini apartmanlara bıraktılar. Onun için
buralarda da tarihi bir şey görmek zor.
İskelenin mimarı bilinmiyor, ama tarihi sayılabilecek yapılardan biri o.
Bostancı Adalar'a da vapurun çalıştığı bir yer.
Bağdat demiryolunun genel müdürü İsviçreli Huguenin limana hâkim bir
yükseltide çok geniş ve bakımlı bir bahçe içinde şatoları andıran iki bina
yaptırmıştı. Beyoğlu'nun eğlence hayatında önemli bir yeri olan Huguenin
genellikle evi ile Haydarpaşa garı arasında motorla gidip gelirdi. Huguenin'in
evleri halen duruyor.
Bir tarihi bina da, Mimar Kemalettin Bey'in eseri olan Bostancı Camii. Yapılışı
1913. Yanında, gene aynı mimarın planını çizdiği İbrahim Paşa Mektebi var.
Eski camili, medreseli külliyelerin yeni zamana adaptasyonu sayabiliriz bu iki
binayı.
Bostancı’nın oldukça renkli bir balık çarşısı vardır. Bostancı ile Büyükada
arasında, 2-3 metreye kadar sığlaşan bank, bir zamanlar, iyi balık tutulan bir
yerdi.
MALTEPE
KARTAL
PENDİK VE ÖTESİ
ADALAR
ADALAR
KINALIADA
İstanbul'a en yakın ada Kınalı'dır (Sirkeci'den kalkan normal vapur yaklaşık bir
saate buraya varır). Belki bunun için Bizans zamanındaki ada sürgünlerininin
çoğu buraya getirilmişti. Sürgünlerinin en önemlisi Romanos Diogenes'tir. En
çıplak adalardan biridir ve adı, bu adalarda bulunan demir ve bakır
madenlerinden ileri gelen kızılımtrak renginden ötürüdür. En az ağaç, bu adada
görülür. Ada'da geçmişle ilgili daha fazla bir şey bulunmaz. Konut alanında bol
miktarda beton yapı arasında en sevimli binalar iskele yakınındaki ikiz Sirakyan
evleridir. En ilginç kamusal yapı, kıyıdaki "asri" camidir. Türkiye'de Müslüman
halk birçok bakımdan bağnaz olmamakla birlikte caminin alışılmış görünüşü
konusunda hayli muhafazakârdır (örneğin bir Türk mimarın bir ölçüde
modernleştirilmiş bir cami projesi burada beğenilmemiş, ama Pakistan'da kabul
edilerek yaptırılmıştı). Dolayısıyla, yetkililer, modernizme verilmesini gerekli
gördükleri bu tavizi, Adalar'ın görece izole atmosferlerinde barındırmayı uygun
bulmuş olmalılar. Adalar'daki tek Ermeni kilisesi Surp Krikor Lusavoriç,
Ermeniler'in yoğun olduğu Kınalı'dadır. Manastır Tepesi diye bilinen yerde de
Rum Ortodoks Hıristos Manastırı vardır. Kınaİı'nın arka tarafında küçük ve çok
güzel bir koy vardı. Burası denize girmek için, tenhalığı tercih edenlere
Tanrı'nın armağanı gibiydi. Ama son yıllarda tenhalığı tercih edenlerin sayısı da
iyice arttığı için hiçbir yerde tenhalık kalmadı.
BURGAZ
Burgaz daha yüksek, daha yeşil bir adadır. Çamlar, bir manastır ve kilisenin
kalıntıları bulunan tepeye kadar tırmanır. Adada ayakta duran üç Rum
Ortodoks Kilisesi vardır. Ayios İoannis, Aya Yorgi (Ayios Yeoryios) ve tepede,
manastırın kilisesi olan Hristos. Adanın doğusunda, uzun süredir Avusturya
Lisesi'nin yazlığı olan "Marabetler Yeri'nde ise Katolik Sankt Georg Kilisesi
yapılmıştır.
Modern Türk edebiyatının en önemli yazarlarından, hikayeci Sait Faik (1906-
1954) burada yaşamış, adaları birçok hikâyesine malzeme yapmıştı. Şimdi evi
müze haline getirildi.
Burgaz'ın kıyısında bazı görece eski ahşap binalar ve birkaç keyifli balık
lokantası vardır. En büyük bina, eski ahşap Antigoni Oteli, sonradan eskisine
benzetilerek betondan yapıldı. Bu adanın da arkasında denize girenlerin tercih
ettiği koylar bulunur; batıda Karpuzdan Kaya ve doğuda Kalpazan Kaya. Bu
ikinci adını, Türkiye'de ilk kalp paranın burada yapılmasından verildiği
söylentisi vardır.
Son yıllarda, yoğun Rum nüfusu azalırken adadaki Yahudiler'in sayısı arttı.
Burgaz İskelesi'nin karşısına düşen minicik Kaşık Adası, yıllarca, üzerinde
küçük bir bina ile durup durmuştu. Birkaç yıldır burada bir liman yapma
faaliyeti sürüyor.
HEYBELİADA
BÜYÜKADA
UZAK İSTANBUL
POLONEZKÖY
ŞİLE-RİVA-AĞVA
Şile öteden beri İstanbul'un sevilen bir sayfiyesi. İlk rağbet nedenlerinden biri
şüphesiz denizidir. Kumbaba'nın minyatür bir sahra çölünü andıran kum
tepelerinin önünden başlayarak, burnu da dönerek, ta ilerilere kadar uzanan
pek çok kumsal, yazları Karadeniz'in tadını çıkarmaya çalışanlarla dolar. Bu
arada, bütün kumluk Karadeniz kıyılarında olduğu gibi, dalganın çektiği kum ve
oluşan anaforlar nedeniyle her yaz epey telefat verilir. Ben Şile'nin denizini,
doğrusu, yüzmekten çok seyretmek için severim. Hele kışın poyrazda köpük
köpük dalgaların kayalarda patlaması gerçekten çok güzeldir.
Osmanlı döneminden kalma Şile Deniz Feneri öyle sıradan çakarlara benzemez.
Ahırkapı gibi o da sürekli yanar ve döner. Işığı normal havada 20 milden
görülebilir. Yanan ışık, çok sayıda kristal aynayla büyütülerek yansıtılır. Bunun
Şili'den Rusya'ya ısmarlandığı ve yanlışlıkla Şile'ye getirildiğine dair bir efsane
vardır. Herhalde birileri böyle alangirli bir feneri alçakgönüllü Şile'ye
yakıştıramamış olmalı, ama yanlış bu, çünkü orada böyle bir fenerin bulunması
yararlı ve gerekli.
Şile bezi hep bildiğimiz, ama galiba gene de tam hakkı verilmemiş bir dokuma
türü. En iyileri belki İstanbul içindeki mağazalardadır, ama Şile'de de bol
miktarda satılıyor, bir de festivali var.
Eski Şile evlerinden ayakta kalmış olanları görebiliyoruz hâlâ. Yalnız, çoğunun
ciddi restorasyona ihtiyacı olduğu belli. Yakınlarda burada birçok büyük otel
yapıldı. İç turizm oldukça eski bir alışkanlık olduğu için çeşitli fiyatlara otel ya
da pansiyon bulmak mümkün.
Şehirden oldukça uzak ve zahmetli bir araba yolculuğu gerektiriyor. Onun için
buraya gelince birkaç gece kalmak akıl kârı..
Riva deresinin kaynakları İstanbul'un epey uzağında, Kocaeli sınırları içindedir.
Oralardan gelen dere suyunu önce Ömerli Barajı'na boşaltır, sonra buradan
yoluna devam ederek Anadolu Feneri'nin doğusunda, Çayağzı denen yerde
Karadeniz'e dökülür. Burada küçük bir köy de vardır. Oldukça geniş bir kumsal
oluştuğu için, son yıllarda giderek ziyaretçisi artmaktadır. Burada hâlâ bir plaj
yok, onun için Riva sefasında tam bir piknik havası hüküm sürüyor ve
soyunma-giyinme işleri genellikle otomobil içinde yapılıyor. Karşısında, akıntı-
lardan ötürü deniz üstünde tutunması güç olan küçük Eşek Adası var-dır.
Burada Ceneviz'den kaldığı söylenen bir kale kalıntısı da hâlâ görülebiliyor.
Riva ile Şile arasında, ama Şile'ye çok daha yakın, gene deniz kıyısında,
Ksenofon Mağarası var. Buraya Kızılcaköy de deniyor. Mağaranın Anabasis (On
Binlerin Dönüşü) yazan Ksenofon'la ilgili olması ihtimali az, çünkü buraya
geldiği bilinmiyor. Anabasis, yazarın komutanı olduğu, Pers imparatoru Kyros'a
paralı askerlik yapan Yunan birliğinin Kürt ve Ermeni bölgelerinde birçok
çarpışmadan geçerek Trabzon'a gelişini anlatır. Ksenofon Yunan yarımadasında
da birçok serüvene girmiş, ama Şile yakınlarına gelmemiştir.
Şile'den kıyı boyunca ya da Sorular köyü üstünden yürüyerek ulaşılabilen bu
mağaraya dar bir ağızdan girilir. Burada işlenmiş bir taş, bir tür "stela" vardır.
İçeride yuvarlak bir oda ve belki bir tanrı heykeli için hazırlanmış basamaklar
görülür. Oradan sarkıtlı dikitli dar bir dehlize girilir ve 40 metre kadar gidilir.
Bundan sonra gelen kör dehlizde ise ancak sürünerek Derlenebilir.
Ağva, Şile'ye bağlı ve onun 40 kilometre kadar doğusunda bir başka sahil
köyüdür. En çekici yanı, oldukça derin olan deresi ve bu derenin yemyeşil
kıyışıdır. Ağva adı, bu sulaklığı anlatan Latince "aqua"dan geldiği için
yakınlarda o da millileştirilmiş ve Ağva'nın resmi adı Yeşilçay olmuştur. Bu
çerçevede de birkaç ilginç mağara vardır (Gürlek, İnkese vb.). Pagan
Romalılar'dan kaçan Hıristiyanlar'ın bu mağaralara sığındığı anlatılır.
Köy, sanayileşmenin etkilerinden korunduğu halde, şimdi turizme, dolayısıyla
kendi güzelliğine kurban gitme tehlikesiyle karşı karşıya. Henüz fazla otel
motel yok, ama pansiyonculuk gelişiyor, bunun için de Ağvalılar olmadık
yerlere zevksiz yeni pansiyon binaları kon-durmaya çalışıyorlar. Dere boyunda
bayağı keyifli lokantalar var.
18. yüzyıl hattatlarından Siyahi Ahmed Efendi bir deniz yolculuğunda fırtınaya
tutulunca gemisi Ağva deresine sığınmış. Karaya çıkıp gezerlerken, bir
mezarlığa gelmişler. Ahmed Efendi, "Şu biçareler Şile'ye varıp daha keyifli bir
yere gömülememişler," diye eğlenmiş. O gece aniden ölüp o mezarlığa
gömülmüş. Bunu da herhalde Şile'ye gıcığı olan Ağvalılar uydurdu. Ama
böylece unutmamanız gereken şeyler ikiye çıktı: bir, Ağva'ya Yeşilçay
diyeceksiniz; iki, Yeşilçay'ı küçümsemeyeceksiniz.
Aydos, Kayışdağ gibi sapa, daha güneyde, Samandıra bölgesindedir;
yükseklikleri nedeniyle geniş bir manzaraları vardır. Kayışdağı'ndan zengin
kaynak sularının yanı sıra Bizans'tan hisar ve manastır kalıntıları da görülebilir.
Aydos 500, Kayışdağ da 400 met-renin üstündedir.
FLORYA'NIN ÖTESİ
KÜÇÜK ÇEKMECE
Küçük Çekmece tarihi bakımdan fazla ilginç bir yer değildir. 1950'ler ve
1960'lar boyunca İstanbullular, o zaman hayli şehir dışı sayılan bu yere, göl
kıyısındaki Beyti'nin lokantasında birinci sınıf ızgara et yemeye gelirlerdi. Sonra
Beyti taşındı, ama taklitleri her yeri kapladı.
Çekmece'nin kuzeyinde İstanbul için suları açısından önemli olan Halkalı vardır.
Daha doğuda, Altınşehir (!) denilen yerde bulunan Bizans sarnıcı ve sütun
başlıklarından dolayı, bu çevrede eskiden beri yerleşim olduğu anlaşılıyor. Ama
daha önemlisi yakınlardaki Yarımburgaz'da paleolitik çağa uzanan bir
yerleşimin bulgularıdır. Burada çeşitli mağaralar var; yeraltı sularının kalkerli
toprağı oyma-sından oluşmuş. Karanlık ve çamurlu oldukları için gezmesi güç;
ama bir tanesi daha yüksekte kaldığı için ötekiler gibi çamurlu değil. Sarkıtlı
koridorlar boyunca çeşitli hücreler görülüyor. Ayrıca büyük bir oda gibi
oyulmuş ve hayli yüksek bir bölüm var.
İstanbul'a hayli uzak olmakla birlikte, mağara sözü açılmışken
değinebileceğimiz benzer bir yer de Çatalca'da, İnceğiz mağaraları,
Kapadokya'dakilere benzeyen, ama onlar kadar büyük olmayan bu mağaralar,
herhalde Hıristiyan döneminde yapılmış hücreler, merdivenler, koridorlarla, son
derece ilginç.
HALKALI
DAVUTPAŞA
BÜYÜK ÇEKMECE
KARADENİZ KIYISI
Belgrad Ormanı Karadeniz kıyısına beş, altı kilometre kadar yaklaşır. Bundan
sonrasında yükseklik azalır ve kıyıya gelindiğinde zaman zaman kesintiye
uğrayan geniş kumsallarla karşılaşırız. Bunların en büyüklerinden olan Kilyos,
uzaklığına rağmen, şehrin en popüler plajlarından biridir. Popülerdir ama,
bütün Karadeniz kumsallarında olduğu gibi burada da dalga eksik olmaz ve
gerçek anlamda yüzmeyi imkânsızlaştırır. Ayrıca, çekilen dalga kumu da geri
götürdüğü için, her yıl, denize alışık olmayan birileri paniğe kapılıp boğulur
buralarda.
Daha batıya doğru GümüşdereKısırkaya vardır, buralardan itibaren, Terkos
gölüne kadar, yıllardan beri linyit ocakları açılmaktadır. Burada bu linyitin
bulunması İstanbul için nimet değil, felâket olmuştur. Kömür çıkarmak için
doğa berbat edilmiş, kıyılar kirletilmiştir; çıkan kömür çok düşük nitelikli (az
kalori, yüksek kükürt vb.) olduğu için, bunun yakılmasıyla İstanbul'un havası
kirletilmektedir.
İstanbul'un musluktan akan suyuna adını veren Terkos Gölü de şimdi perişan
bir durumda. Geçen yüzyıl sonunda burası ana su kay-nağı olarak, bir Fransız
Şirketi tarafından şehre bağlanmıştı. Şimdi madenler, kuzeyden yayılma
eğilimi gösteren kumullar ve kuraklık Terkos'u iyiden iyiye kuruttu.
Daha batıya doğru eski adı Podima olan Yalıköy ve Kastro deresi gibi güzel
noktalarla, İstanbul'un kuzey uçlarındaki ve Karadeniz kıyı-sındaki uzantıların
sonuna geliyoruz.
YALOVA
İstanbul'da sağa sola doğru izlediğimiz çeşitli güzergâhlarla hiç ilgisi olmayan
bir yer, Yalova. Ama resmen İstanbul'un içinde. Bu "resmi"lik bizi hiç
ilgilendirmeyebilirdi, ardında "fiili" bir şey olma-saydı.
Türkiye'de, daha doğrusu İstanbul'da, memleket gezme âdeti görece yeni
başlamıştır. Başladıktan sonra da, gezilebilir yerler yelpazesi, belirli evrelerle
genişlemiştir. Cumhuriyet'in kuruluş yılllarında bu yelpaze hayli dardı.
İstanbullu için gezip tozmak, eğlenmek üzere gidilecek yer, Bursa ya da Yalova
gibi, yakın yerlerdi. Bursa'da Çelik Palas'a, Yalova'da Termal'e gidilir, iki yerde
de kaplıcada yıkandırdı. Gezme tozma, ama aynı zamanda "sıhhat"! Öte
yandan, bürokrat ge-lenekli toplumumuzda, devlet memurlarının ki zaten gezip
tozmanın hem maddi imkânı, hem mânevi ve entelektüel ufku, yalnız onlarda
vardı il sınırları dışına çıkmak için âmirlerinden, kurumlarından resmen izin
almalarını gerektiren bir yasa yapılmıştı. Bu kısıtlamaya karşı bir de ferahlama
ile denge sağlamak üzere, Yalova köyü İstanbul iline bağlandı Bursa'yı
İstanbul'un bir ilçesi haline getirmekse mümkün olmadı.
O gün bu gündür Yalova'nın bu durumu devam ediyor. Ayrıca İstanbul'un
sebzemeyve bahçesi olmak gibi bir özelliği de var, ama ona bakılırsa
Türkiye'nin her yerinden ürün akıyor İstanbul'a.
Çmarcık'ta, Armutlu'da sayfiye şehirleri kurulur, Trakya'da yazlıklar Ereğli'ye
doğru kesintisiz bir duvar halinde kıyı boyunca koşarken, vapurla birkaç saatte
varılan Yalova da bu furyadan payına düşeni aldı.
İstanbul’la Yalova arasında organik bağ kurmakta benim de öznel bir katkım
var. Kadıköy'de, çarşı içinde, Fıçı adında mütevazı bir meyhane vardı.
Kadirşinas Reşat Ekrem bu kurumu ansiklopedisine almıştır. Şöyle anlatır: "...
1968'de Kâtib Atacan tarafından aynı isimle ve içkili ikinci sınıf lokanta olarak
açıldı. Bilhassa Oğuz adında müşteri hal ve hatırı bilir bir barmenin himmetiyle
ilk zamanlardan daha çok rağbet gören bir yer oldu... Kâtib Atacan
Hemşinli'dir... Karpiç'in garsonlarından biri olmuştu.. Barmen Oğuz 1969'da
ayrılmış, bir pasaj içinde kendi adına bir lokanta açmış, yerine Hemşinli Talib
gelmiştir."
Evet, Kâtib Atacan, yanılmıyorsam 1980'lerin başında Fıçı'yı devredip Yalova'da
Atacan adında bir lokanta açtı. Bu hâlâ çalışıyor mu, bilmiyorum, ama bana
göre bu da bir organik ilişki.
Kâtib, Oğuz, sonradan ikisinde de çalışan Dursun, biz eski Kadıköylüler için
güzel isimler. Yalova'ya yola çıktık, ama fazla duramadan Kadıköy'e döndük.
Son bir anıyla bitireyim bu bölümü. Fıçı'da veya Oğuz'da biz otururken, gecede
birkaç sefer kapı açılır, bir adam içeri hızla dalardı. Sağ eli kalkık, ayakta
duranlar arasından telâşlı telâşlı bara yaklaşırdı. Barmen de zaten onu görmüş
ve bir tek sek doldurmuş olurdu. Adam tezgâha varınca uzatılan kadehi kapıp
iki yudumda diker, aynı azim ve kararlılıkla çıkar giderdi.
Kadıköy Çarşısı'nda küçük imalâtla uğraşan ve geceleri de çalışan bir adamdı
bu. Bir iki saatte bir rakısı geliyor, çıkıp çevrede bildiği birkaç yeri bu şekilde
turluyor, dönüp işine devam ediyordu. Hesabı da ertesi gün, gündüz öderdi.
Gelince garsonlar "Ekspres geldi," der, gereğini yaparlardı.
KAYNAKLAR
Ansiklopediler:
İstanbul Ansiklopedisi (ed. Reşat Ekrem Koçu).
Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi (Tarih Vakfı ve Kültür Bakanlığı).
İslam Ansiklopedisi.
Yurt Ansiklopedisi.
Adil, Fikret. Avare Genclik/Gardenbar Geceleri. İletişim Yayınları, İstanbul,
1990.
Asmalı Mescit. İstanbul, 1933.
Ali Rıza Bey (Balıkhane Müdürü). Bir Zamanlar İstanbul. Tercüman, İstanbul.
Antonowicz-Bauer, Lucyna. Polonezköyü. İstanbul Kitaplığı, 1990.
Aslanapa, Oktay. Osmanlı Devri Mimarisi. İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1986.
Ayverdi, Ekrem Hakkı. Fatih Devri Sonlarında İstanbul Mahalleleri, Şehrin
iskânı ve Nüfusu. Ankara, 1958.
Ayverdi, Samiha. Boğazicinde Tarih. İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul, 1966.
Barışta, Örcün. İstanbul Çeşmeleri. Kültür Bakanlığı Tanıtım Yayınları: 39, 46,
54, İs-tanbul, 1991,' 1993.
Belgrad Ormanları. Bahçeköy Orman İşletme Müdürlüğü, İstanbul.
Beyatlı, Yahya Kemal. Aziz İstanbul. İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul, 1974.
Braudel, Fernand. The Mediterranean and the Mediterranean World in the Age
of Philip II. Fontana/Collins, 1972.
Celâl, Musahipzade. Eski İstanbul Yaşayışı. İletişim Yayınları, İstanbul, 1992.
Cezar, Mustafa. XIX. Yüzyıl Beyoğlusu. Akbank, İstanbul, 1991.
Çeçen, Kâzım. Üsküdar Suları. İstanbul, 1991.
Çelik, Zeynep. The Remaking of İstanbul. University of California Press, Berke
-ley, 1993.
De Amicis, Edmondo. İstanbul (1874). Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara,
1981.
Deleon, Jak. Eski İstanbul'un (Yaşayan) Tadı. Cep Kitapları, İstanbul, 1988.
Beyoğlu'nda Beyaz Ruslar. İstanbul Kütüphanesi, İstanbul, 1990.
Derviş Mustafa Efendi. 1782 Yılı Yangınları. (Hazırlayan: Hüsameddin Aksu),
İletişim Yayınları. İstanbul, 1994.
Dethier, P. A. Boğaziçi ve İstanbul. Eren, İstanbul, 1993.
Dökmeci, Vedia ve Hale Çıracı. Beyoğlu. Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu -
Ya-yınları, İstanbul, 1990.
Duben, Alan, ve Cem Behar. İstanbul Households. Cambridge V. P.,
Cambridge, 1991.
Duhani, Said N. Beyoğlu'nun Adı Pera İken. İstanbul Kütüphanesi, İstanbul,
1990.
Eski İnsanlar, Eski Evler. Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu, İstanbul, 1982.
Dumesnil, Vera. İşgal İstanbul'u. İstanbul Kitaplığı, 1993.
Edmonds, Arına G. The Union Church of İstanbul: A History. İstanbul, 1986.
Ekdal, Müfid. Bir Fenerbahçe Vardı. Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu,
İstanbul, 1987.
Eldem, Sedat Hakkı. Boğaziçi Anıları, Alarko, İstanbul, 1979.
İstanbul Anıları. Alarko, İstanbul, 1979.
Eminönü Camileri. Türk Diyanet Vakfı Eminönü Şubesi. İstanbul, 1987.
Erdenen, Orhan. Boğaziçi Sahilhaneleri. 4 Cilt, İstanbul, 1993-1994
Ergin, Osman Nuri. Türk Belediyecilik ve Şehircilik Tarihi Üstüne Seçmeler.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi, İstanbul, 1987.
Evin, İffet. Eski Boğaziçi İnsanları. İstanbul Kütüphanesi, İstanbul, 1992.
Yaşadığım Boğaziçi. Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu, İstanbul.
Eyice, Semavi, Metin Sözen, Murat Belge. İstanbul. Kültür Bakanlığı Yayınları,
1993.
Fatih Camileri ve Diğer Tarihi Eserler. Türkiye Diyanet Vakfı Fatih Şubesi,
Ankara.
Gilles, Pierre. The Antiquities of istanbul. Halica Press, New York, 1988.
Giz, Adnan. Bir Zamanlar Kadıköy. İstanbul, 1988.
Goltz, Thomas (ed.). İstanbul. Apa Publications, Singapore, 1988.
Gökmen, Mustafa. Eski İstanbul Sinemaları. İstanbul Kitaplığı Y'ayınları,
İstanbul, 1991.
Gülersoy, Çelik. Beyoğlu'nda Gezerken. İstanbul Kütüphanesi Yayınları,
İstanbul, 1990.
Çamlıca'dan Bakışlar. Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu, İstanbul, 1982.
Göksu'ya Ağıt. Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu, İstanbul, 1987.
Hıdivler ve Çubuklu Kasrı. Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu, İstanbul, 1985.
İstanbul Estetiği. İstanbul, 1983.
Kapalı Çarşı'nın Romanı. İstanbul Kitaplığı, İstanbul, 1979.
Güleryüz, Naim. İstanbul Sinagogları. İstanbul, 1992.
Günay, Reha. Sinan'ın İstanbul'u. İstanbul Büyük Şehir Belediyesi, İstanbul,
1987.
Hamsin, Knut, H.C. Andersen. İstanbul'da İki İskandinav Seyyah. Yapı Kredi
Yayınları, İstanbul, 1993.
İnciciyan, P. G. 18. Asırda İstanbul. İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul, 1976.
İrez, Feryal, ve Hüsamettin Aksu. Boğaziçi Sefarethaneleri. Yapı Kredi
Yayınları, 1992.
Kaptan, Özdemir. Beyoğlu, Kısa Geçmişi, Argosu. İletişim Yayınları,
İstanbul,1989.
Kayra, Cahit. İstanbul'un Yokuş ve Merdivenleri. İstanbul Büyükşehir
Belediyesi Ya-yınları, İstanbul, 1991.
Kayra Cahit ve E. Üyepazarı. Kadıköy, Vaniköy, Çengelköy. İstanbul, 1993
Kazgan, Haydar. Galata Bankerleri. Türk Ekonomi Bankası, İstanbul.
Koçu, Reşat Ekrem. Osman Gazi'den Atatürk'e. Cumhuriyet Gazetesi Eki,
1954.
Türk İstanbul. Cumhuriyet Gazetesi Eki, 1953.
Konyalı, İbrahim Hakkı. Abideleri ve Kitabeleriyle Üsküdar Tarihi. Türkiye
Yeşilay Cemiyeti Yayınları, İstanbul, 1976.
Kömürcüyan, Eremya Çelebi, İstanbul Tarihi: XVII. Asırda İstanbul. Eren,
İstanbul, 1988.
Lokmanoğlu, Hayreddin, Rakım Ziyaoğlu, Emin Erer. Tourist's Guide to
istanbul. İs-tanbul, 1963.
Montran, Robert. XVI. ve XVII. Yüzyıllarda İstanbul'da Günlük Hayat. Eren,
İstanbul, 1991.
XVII. Yüzyılın İkinci Yarısında İstanbul. V Yayınları, Ankara, 1986.
Meyer-Schlichtmann, C. Prusya Elçiliği'nden Doğan Apartmanına. İstanbul
Kitaplığı, İs-tanbul, 1992.
Mintzuri, Hagop. İstanbul Anıları, 1897-1940. Tarih Vakfı Yurt Yayınları,
İstanbul, 1993.
Müller-Wiener, Wolfgang. Bildlexicon Zur Topographie istanbul. Verlag Ernst
Wasmuth, Tübingen, 1977.
Neyzi, Ali. Hüseyin Paşa Çıkmazı, No: 4. Karacan Yayınları, İstanbul, 1983.
Neyzi, Nezih. Kızıltoprak Anıları. İletişim Yayınları, İstanbul, 1993.
Nirven, Saadi Nazım. İstanbul'da Fatih Sultan Mehmed Devri Türk Su
Medeniyeti. İs-tanbul, 1953.
Okday, Şefik. Büyükbabam Son Sadrazam Ahmet Tevfik Paşa. İstanbul, 1986.
Osmanlılar ve Hollandalılar. İstanbul, 1990.
Özbay, Ercümend Melih. İstanbul Arkeologyasından Serpintiler. Labris,
İstanbul, 1991.
Pardoe (Miss). TheBeautiesoftheBosphorus. Londra, 1850
Refik, Ahmet. Türk Mimarları. Sander Yayınları, İstanbul, 1977.
Onuncu Asr-ı Hicri'de İstanbul Hayatı. Enderun Kitabevi, İstanbul, 1988.
Onbirinci Asr-ı Hicri'de İstanbul Hayatı. Enderun Kitabevi, İstanbul, 1988.
Onikinci Asr-ı Hicri'de İstanbul Hayatı. Enderun Kitabevi, İstanbul, 1988.
Onüçüncü Asr-ı Hicri'de İstanbul Hayatı. Enderun Kitabevi, İstanbul, 1988.
Schiele, Renati, ve Wolfgang Müller-Wiener. 19. Yüzyılda İstanbul Hayatı.
İstanbul, 1988.
Scognamillo, Giovanni. Bir Levantenin Beyoğlu Anıları. Metis Yayınları,
İstanbul, 1989.
Sperco, Willy. Yüzyılın Başında İstanbul. İstanbul Kütüphanesi, İstanbul, 1989.
Summer-Boyd, Hilary ve John Freely. Strolling Through istanbul. KPI, Londra
ve New York, 1987.
Şahabeddin, Cenab. İstanbul'da Bir Ramazan. İletişim Yayınları, İstanbul,
1994.
Şehsuvaroğlu, Haluk. Boğaziçi'ne Dair. Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu,
İstanbul, 1986.
Asırlar Boyunca İstanbul. Cumhuriyet Gazetesi Eki.
Tevfik, Mehmet. İstanbul'da Bir Sene. İletişim Yayınları, İstanbul, 1991.
Toros, Taha. Geçmişte Türkiye-Polonya İlişkileri. İstanbul, 1983.
Vada, A. Cabir. Boğaziçi Konuşuyor. İstanbul.
Yazıcı, Yüksel. Bütün Yönleriyle Boğaziçi'ndeki Cennet: Sarıyer. Form Yayınları,
İs-tanbul, 1993.
Yerasimos, Stefanos. Konstantiniye ve Ayasofya Efsaneleri. İletişim Yayınları,
İstanbul, 1993.
Visite Privee. İstanbul, Editions du Chene, Paris, 1991.
Yesari, Afif. İstanbul Hatırası. Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu, İstanbul,
1987.
Yıldırım, Selahattin (ed). The Historical and Cultural Heritage of istanbul.
Metropolitan Municipality of Greater İstanbul, İstanbul.
DİZİN
{ kutupyıldızı kitaplığı }
101
Tarayanın Notu
Bu e-kitap "Görme Engelli" dostlar için taranmış ve ilk defa xxx da
yayınlanmıştır.
Bu sitenin sahibi görme engelli dost Yaşar Mutlu'nun gayret ve azmini görünce
iki gözümden utanıp yardım edebileceği-mi düşündüm. Bir katre ışık
olabildiysem ne mutlu. Herkesi bu mutluluğa davet ediyorum. Bu dostlara
yardımcı olun.
Polaris
UYARI:
xxx
xxx web sitesinin amacı görme engellilerin kitap okuma hak ve özgürlüğünü
yüceltmek ve kitap okuma alışkanlığını pekiştirmektir. Ben de bir görme engelli
olarak kitap okumayı seviyorum. Sevginin olduğu gibi, bilginin de paylaşıldıkça
pekişeceğine inanıyorum. Tüm kitap dostlarına, görme engellilerin kitap
okuyabilmeleri için gösterdikleri çabalardan ve yaptıkları katkılardan ötürü
teşekkür ediyorum.
İLGİLİ KANUN:
5846 sayılı kanun'un "Altıncı Bölüm-Çeşitli Hükümler" bölümünde yeralan "EK
MADDE 11" : "ders kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim ve
edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiş bir nüshası yoksa hiçbir ticarî amaç
güdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü bir kişi tek
nüsha olarak ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya
dernek gibi kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill alfabesi ve
benzeri formatlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi bu Kanunda öngörülen
izinler alınmadan gerçekleştirilebilir."Bu nüshalar hiçbir şekilde satılamaz,
ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve kullandırılamaz.
Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin bulundurulması ve
çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur."