Professional Documents
Culture Documents
Auschwitz'den
Artakalanlar
Tanık v e A r ş i v
îıic ım iiz
3 V (İCAPLAR
HOMO SACER III
Bağımsız Kitaplar
Felsefe/İnceleme: 1
Bağımsız Kitaplar,
Kitle Yayıncılık ve Yapımcılık Ltd.
Kuzgun Sok. 29/12 Aşağı Ayrancı, Ankara
e-posta: bagimsizk@yahoo.com
A U S C H W I T Z ’DEN
ARTAKALANLAR
Tanık ve Arşiv
Giorgio Agamben
Ç e v ir i
A li İh s a n B a ş g ü l
İçindekiler
Önsöz 11
BİRİNCİ BÖLÜM:
Tanık 15
İKtNCl BÖLÜM:
M uselmann 41
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM:
Utanç ya da Özneye Dair 87
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM:
Arşiv ve Tanıklık 137
Kaynakça 172
Bianca Casalini Agamben’in anısına
“Her şeye maruz kalmak, her şeyi yapabilecek olmak demektir.”
* A poria: Antik Y u n an felsefesin d e n esn en in kend isin d e veya kavram ındaki bir
çelişkid en ileri g e le n , çö zü lm esi g ü ç bir p ro b lem e, b ir d ü şün ce faaliyetinde sö z
konusu olan aşılam az çelişm ey e verilen ad, ç.n .
gizemleştirmeler önerirler. îlerleyebilmenin tek yolu, bu iki
seçenek arasındaki boşluğu incelemekten geçer. Aynca bir diğer
güçlük daha hesaba katılmalıdır; özellikle edebi ve felsefi metinler
üzerinde çalışanlar için önemli olan bir güçlük. Tanıklıkların çoğu
-bu ister infazcıların ister kurbanların olsun- sıradan insanlara,
açıkça kamptakilerin büyük çoğunluğunu oluşturan “silik” insan
lara aittir. Auschwitz’den alınacak derslerden biri de, sıradan bir
insanın kafasının içindekileri anlamanın, Spinoza’nın ya da
Dante’nin aklındakileri anlamaya kıyasla son derece zor
olduğudur (Hannah Arendt’in çoğunlukla yanlış anlaşılan
“kötülüğün sıradanlığı” tartışması da bu anlamda anlaşılmalıdır).
Bazı okuyucular bu kitapta, sağ kalanların tanıklıklarından pek
de farklı bir şey olmadığını görünce hayal kırıklığına uğrayabilir.
Kitap bu haliyle biçimi açısından tanıklığın sürekli yinelenen bir
yorumu niteliğinde görülebilir. Başka türlü olması beklenemezdi.
Tanıklığın özünde temel bir boşluk içerdiği belli bir noktada
açıklık kazandı; başka bir deyişle kurtulup hayatta kalanlar,
tanıklık etmesi olanaksız bir şeye tanıklık etmişti. Dolayısıyla, ha
yatta kalanların tanıklıklarının yorumlanması, kaçınılmaz olarak bu
boşluğun sorgulanması, daha doğrusu bu boşluğa kulak vermeye
çalışılması anlamına geldi. Olmayan bir şeye kulak vermek, bu
kitabın yazarı için boş bir çaba olmadı. Her şeyden önce,
Auschwitz’den beri etik adına geliştirilmiş öğretilerin neredeyse
hepsinin bir kenara bırakılmasını zorunlu kıldı. İlerleyen bölüm
lerde göreceğimiz üzere, çağımızın geçerli olduğuna inandığı etik
ilkelerin neredeyse hiçbiri, belirleyici sınavdan, Ethica m o re
A uschwitz dem onstrata sınavından geçmemiştir. Kendi adıma,
tanıklık temasını ve konumunu bir yerlere oturtma girişiminde,
gelecekte yeni etik sınırların haritasını çizeceklerin yön sapta
masına yardımcı olacak bazı işaret levhaları dikebilmişsem,
kitabımdan ötürü kendimi hoşnut hissedeceğim. Doğrusunu
söylemek gerekirse bu kitap, sadece yüzyılın en belirleyici dersini
kayda geçirirken kullandığımız bazı terimlerin düzeltilmesinde
başarılı olursa ve belli açıklamaların kalıcı olmasına, diğerlerinin
farklı bir anlamda anlaşılmasına olanak sağlarsa memnun
olacağım. Söylenmemiş olanı dinlemenin yollarından biridir bu da,
belki de tek yoludur.
B Î R İ N C t B ÖL Ü M
Tanık
işte. Kendi h ik âyem i h erh an g i birine, h erk ese an latm ak için karşı
k on u lam az bir istek d u y u y o rd u m !... H er d urum k endi h ikâyem i h er
hangi birine, aslında h e rk e se an latm ak için bir vesileydi: B aşka işleri
o lsa bile fabrika m ü d ü rü n e d e işçisine d e anlatm ak. İhtiyar D enizcinin
d urum un a d üşm üştüm . D aha so n ra g eceleri d aktilom un b aşın da y az
m aya b aşlad ım ... H er g e c e y azıy o rd u m ve bu d ah a da çılgınca ad ded il
di! (Levi 1 9 9 7 : 2 2 4 -2 5 ).
İçlerin d en birisi şöyle dem iştir: “Bu işi y ap an insan ya ilk gün delirir ya
d a alışır.” Am a bir diğeri ise, “E lb ette kendim i öldürebilir ya da öld ü r-
* “O rtak m etin ”; K atolik Kilisesi'nin kullandığı Latince Kitabı M ukaddes m etni, ç.n.
olarak kullanılacak şekilde genişletilir (Hilarius, In Psalmata, 65, 23:
Martyres in fid ei Cestimonium corp ora sua holocau sta voverunt).
Yani, İsa’nın çarmıhta kurban edilmesi nihayetinde bir holocaust
olarak tanımlanır (Augustine, In Evang. Jo a lı., 41, 5: s e in h o lo -
caustum obtulerit in cru ce Iesus; Rufinus, Origines in Leviticum, 1,
4: holocaustum ... carnis eiu s p e r lig n u m cnıcis oblatum ).
“Holocaust” teriminin yerel dillerde giderek “kutsal ve yüce
güdülere tam bir kendini adama ile canını feda etme” anlamını
kazanmasıyla birlikte, terimin anlamsal göçü başlar. İngilizce’de
bu terim Tindale’de (M arkos xıı. 33: “bütün yakmalık sunulardan
ve sunulan kurbanlardan daha önemlidir”) ve H. More’da (A p ocal.
A poc. 101: “Son bölümünde Holocaust sunağı vardır.”) harfiyen
%
kullanılır. Bp. Alcock’ta (M ons P erfect C iija: “En hakiki bağlılık İsa
adına canını verip şehit olmaktır.”), J. Beaumont’ta (Psyche xxıv.
cxcıv: “Cömert sevginin kusursuz holocaust’u [özverisi].”) ve yanıp
kül olmayı ifade ettiği Milton’da (Sam son 1702: “Arabistan orman
larındaki, Başına buyruk o kuş gibi, Ne ikinci ne üçüncü bir kişi
bilir, Holocaust’tan önceki durumunu.") metaforik olarak
kullanılır. Bu yirminci yüzyıla kadar defalarca tekrarlanır (örneğin
H ansard C om m ons 6 Mart 1940: “Uygar değerlerin genel holo
caust’u.”) ( O xford İngilizce Sözlüğü 1989: 315).
Sözlüklerde yer almayan bir sır olsa bile, terimin Yahudilere
karşı girilen polemiklerdeki kullanımının da bir tarihi vardır.
Egemenlikle ilgili yaptığım araştırma sırasında bir ortaçağ
vakanüvisine ait bir pasajla karşılaşmıştım; bildiğim kadarıyla h o lo
cau st teriminin Yahudi soykırımına gönderme yapan ilk
kullanımıydı bu, ama bu örnekte son derece Yahudi-karşıtı bir
tarzda kullanılıyordu. Duizes’li Richard, I. Richard’ın (1189) taç
giyme töreninin olduğu gün, Londra halkının özellikle kanlı bir
soykırıma giriştiğini doğrular: “Kralın taç giyme töreninin olduğu
gün, takriben Baba için Oğul’un yakıldığı saatte, insanlar
Londra’da babaları şeytan adına Yahudileri yakmaya başladılar
(in coeptu m est in civitate L on d on iae im m olare ju d a eo s patri su o
d iablo); bu inancın kutlanması o kadar uzun sürdü ki, holocaust
ertesi güne kadar devam etti. Bölgedeki diğer şehirler ve kasa
balar, Londra halkının bu inancını örnek alıp aynı sadakatle kendi
kan emicilerini cehenneme gönderdiler (pari d ev o tio n e suas san-
guisugas cum sanguine transm isenınt a d in feros)” (Cardini 1994:
131).
insanın aslında lafını bile duymak istemediği bir şeyin harfiyen
ifadesinin, zayıflamış veya değiştirilmiş bir ifadeyle ikame
edilmesinin zorunlu olması ölçüsünde, bir örtmecenin oluşturul
ması her zaman belirsizlikler içerir. Fakat bu durumda belirsizlik
hoş görülemezdir. Soykırımı ifade etmek için Yahudiler de bir ört
mece kullanır. Kullandıkları “yıkım, felaket” anlamına gelen s o ’ah
terimi, Kitabı Mukaddes’te genellikle ilahi bir ceza düşüncesini ima
eder (tıpkı Yeşaya 10:3’teki gibi: “Yargı günü uzaklardan başınıza
fe la k e t geldiğinde ne yapacaksınız?”). Levi muhtemelen soykırımı
günahlarımızın cezası olarak yorumlama girişiminden söz ederken
bu terime baş vurmuş olsa bile, Levi’nin örtmece kullanımı alay
içermez. “Holocaust” teriminde ise tersine, Auschwitz ile Kitabı
Mukaddes’teki olah arasında, gaz odasında ölüm ile “kendini kut
sal ve yüce güdülere tam adama” arasında ne kadar uzak olursa
olsun bir bağlantı kurmaya kalkmak ancak şaka sayılabilir. Bu
durumda terim, krematoryumla sunak arasında kabul edilemez bir
eşdeğerlik ima etmekle kalmaz yalnızca, daha en baştan Yahudi-
karşıtı bir anlamsal mirasın da taşıyıcısı olur. Bu yüzden bu terimi
hiçbir zaman kullanmayacağız.
* Y u n an m itolojisinde kend isin e b akan ın taş kesildiği korku n ç dişi yaratık, ç.n.
tamamlanan işi kimse anlatmadı, tıpkı kimsenin kendi ölümünü
anlatmak için geri dönmemesi gibi. Kâğıt kalemleri olsaydı bile
dibe vuranlar, boğulanlar tanıklık etmeyecekti çünkü ölümleri
bedensel ölümlerinden önce başlamıştı. Büsbütün tükenmeden
haftalarca, aylarca öncesinde bile gözlemleme, haürlama, kendi
lerini diğerleriyle karşılaştırma ve ifade etme yeteneklerini çoktan
kaybetmişlerdi. Biz onlar adına, vekaleten konuşuyoruz” (Levi
1989: 83-4; [1996: 69-70]).
Tanıklar genellikle adalet ve doğruluk adına tanıklık eder ve bu
haliyle konuşmalarında bir tutarlılık ve bütünlük izlenir. Ama bura
da tanıklığın değeri aslında içerdiği eksiklikte yatar; merkezinde
tanıklık edilemeyecek olan, hayatta kalanları yetersiz kılan bir şey
bulunuyordur. “Asıl” tanıklar, “tam tanıklar”, tanıklık etmeyen ve
edemeyenlerdir. Onlar “dibe vurmuş” olanlardır: Müslümanlar,
boğulanlardır. Hayatta kalanlar onların yerine, vekâleten, sözde-
tanık olarak konuşuyorlar; eksik bir tanıklığa tanıklık ediyorlar.
Burada vekâletten söz etmenin de bir anlamı olamaz: Boğulanların
söyleyecek bir şeyi yoktur; verecekleri bir ders veya aktarabile
cekleri bir anıları yoktur. Onların “hikâyeleri” (Levi 1986: 90; [1996:
87]), “yüzleri”, hatta “düşünceleri” bile yoktur (a.g.y.). Onların
adına tanıklık etme görevini üstlenen kişi, tanıklık etmenin
olanaksızlığıyla tanıklık etmesi gerektiğini bilir. Ama bu, tanıklığın
değerini kesin bir biçimde değiştirir; tanıklığın anlamını umul
madık bir alanda aramayı zorunlu kılar.
çü n k ü ya yok olm uş olm ası ya d a sessiz kalm ası g erek ird i.... Bir insana
Film de tanıklığın g ü cü n ü olu ştu ran v e g en eld e filmin etkili olm asını
sağ layan sö z cü k le r d eğil, sö zcü k ler ile ses arasındaki m uğlak, karışık
ilişkidir; yani sö zcü k ler, se s, ritim, ezg i, g örü ntüler, yazı ve sessizlik
arasındaki etkileşim dir. Tıpkı bir şarkının b en zersiz icrasında old u ğu
gibi, bütün tanıklıklar bizim le sözcü klerinin , ezgilerinin ötesin de
kon uşurlar (a.g.y.: 2 7 7 -7 8 ).
* Lat. “m akineyle inen tan rı”; Eski Y u n a n ve Latin tiyatrosunda bir tanrının olay
örgüsü nd eki düğüm ü çö z m e k ü zere tam zam anınd a ortaya çıkm ası, ç.n .
dilinde başardığı, okuyucularını böylesine etkileyen sıra dışı işi
-üzerinde düşünmeye değecek nedenlerden ötürü- anlaşılmaz bir
uğultuya ya da ölmek üzere olan bir insanın son nefeslerine ben
zetmiştir. “Son anlaşılmaz uğultuya kadar sayfa sayfa büyüyen bu
kasvet, ölen bir insanın son nefesi gibi dehşete düşürüyor kişiyi;
aynen böyle gerçekten de. Girdapların yuttuğu gibi kendi içine
çekiyor bizi, ama aynı zamanda, söylenmesi gereken ama söylen
meyen şeyi zorla alıyor bizden ve bizi altüst edip bırakıyor. Bence
şair Celan’a öykünmek yerine onu dikkate alıp üzülmek gerek.
Onunki bir mesajsa eğer, bu ‘arka plandaki gürültüler’ arasında
kayboluyor. Bu bir iletişim değil; bir dil de değil; kasvetli ve
kötürüm bir dil olsa olsa; ölmek üzere olan ve ölüm anında hepi
mizin olacağı gibi yalnız olan birinin dili tam da” (Levi 1990: 637).
Levi, Auschwitz’de anlamsız bir uğultuyu, bir dil-olmayan ya da
kasvetli ve kötürüm bir dil olan şeyi dinleyip yorumlamaya
çalışmıştır çoktan. Kampın kurtarılmasını izleyen günlerde Ruslar
Buna’dan kurtulanları Auschwitz’deki “büyük kamp”a götürdük
lerinde olmuştu bu. Kamptaki tutsakların Hurbinek adını taktığı bir
çocuk Levi’nin dikkatini çekmişti:
M u s e l m a n n
sü rü y erek yürüyen , kıt akıllı am açsız yaratık, k end isine bağırıp başına
başlam ıştı. T ahta ayakkabılarını k ap lam aya b aşlay an siyah, pis kokulu
* V ücudun zindeliğini k a y b etm esi hali; kuvvetsizlik, takatsizlik, derm ansızlık, ç.n .
kısım larında rahatlıkla görülebilirdi. Sürekli ayakta d urm ak bütün
sıvının vü cu d u n u n alt kısm ında top lam asına n ed en olurdu. Y etersiz
b eslen m en in d e re ce si arttıkça, özellikle sa atlerce ayakta d urm ak
siz olu rd u . Kendisini çev resiy le o lan bütün ilişkilerden soyutlardı. Hâlâ
h arek et ed ebiliyorsa bile an cak ço k y avaş, dizlerini b ü k m ed en h arek et
M üslüm an’a kim se acım azd ı, ayrıca yakınlık d a d uym azdı. Sürekli
ö lü m k o rk u su duyan k am p tak i d iğ er tu tsak lar, o n ları y ü zü n e
b akılm aya d e ğ e r bile bulm azdı. Birlikte iş yaptığı tutsaklar için
g özlerin d e d ü şü n cen in izine rastlan m ayan bir deri bir kem ik bir insan
(Levi 1 9 8 6 : 9 0 ; [1 9 9 6 : 8 7 -8 ]).
onların çelim siz g örü nü m lerind e de, rejim kendi kusursuz varlığının
farkına varır (Sofsky 1 9 9 7 : 2 9 4 ).
ister tıbbi bir vaka veya etik bir kategori, ister politik bir sınır
veya antropolojik bir kavram olsun, M uselm ann belirsiz bir
varlıktır; onda yalnızca insanlık ve insanlığa-ait-olmayan değil,
bitkisel hayat ve ilişki, fizyoloji ve etik, tıp ve politika, hayat ve
ölüm de sürekli iç içe geçer. M uselm anriın “üçüncü alanı”nm,
bütün disipliner engellerin yıkıldığı ve tüm setlerin sular altında
kaldığı olmayan-yer olan kampın kusursuz şifresi olmasının
nedeni budur.
* Resim sanatında bir n esn en in vb. resim yüzeyinin dü zlem ine paralel bir d üzlem de
resm edilm esi; heyk elcilikte ö n d en görünüşün tam am ının yan harek etler olm adan
tem sil ed ilm esi, ç.n.
Muselmann ne bir şey görmüştür ne bir şey öğrenmiştir, öğren
menin ve görmenin olanaksızlığı dışında elbet. M uselm ann’z tanık
olmanın, görmenin olanaksızlığını düşünmeye çalışmanın pek de
kolay bir iş olmamasının nedeni budur.
İnsan varlığın “temeli”nde, görmenin olanaksızlığından başka
bir şey olmaması -işte Gorgo budur, bakışı insanı insan-olmayana
dönüştürendir. Tam da görmenin insani-olmayan bu olanaksız
lığının insanı çağıran ve insana seslenen şey olması, insanların
kaçamayacağı seslenim olması -işte tanıklık budur, başka bir şey
değil. Gorgo ve onu görmüş olan, M uselmann ve ona tanık olan tek
ve aynı bakıştır; onlar görmenin yegane olanaksızlığını oluştururlar.
teslim o lm ay acak tı, bu, hayatını riske atıp k ayb etm ek an lam ın a gelse
bile. A m a şunu asla unu tm am ası gerek iyordu , kişi bu noktayı g ö z ardı
etm e p ahasına h ayatta kalm ayı b aşard ıysa, an cak anlam ını tam am en
yitirm iş bir hayatı elinde tutm aya çalışıyor olacaktı. H ayatta kalm ak
an lam ın a g elecek ti belki am a, k end in e saygısı azalm ış değil, büsbütün
Kişinin n e yaptığını bilip harek etlerinin bilincinde olm ayı sürdürm esi
-g e rç i bunun, zo ru n lu e d im e , u ç -d u ru m la rd a h ay atta k alm ayı
b a şa rm a y a pek fay d ası o lm a z d ı - kişinin k en d i d av ran ışlarıy la
arasındaki bu asgari uzaklık v e d avranışın niteliğine bağlı olarak
davranışını farklı d u yu m sam a ö zg ü rlü ğ ü ; işte bu d a, tutsağın insan
disini) k oru m ası ile insan o larak ölm eyi (belki d e fiziksel ö lü m ü ) kabul
e tm e k a ra sın d a k i c a n alıcı farkı b u n u n , am a y a ln ız ca bunun
Bu organ izm aların iç v ey a dış u yaranın m erk eze ulaşm asını ve o rad an
alınan yanıtın duyu o rgan ların a iletilmesini sağlayarak his v e hareketi
olanaklı kılan refleks k em erin e sahip olu p olm adığını bile düşünebilir
insan ... İçlerin de duygu u yan m az h ale geld iğin de tutsaklar artık
M üslüm an aşam asın a geçm iştir... A çıksalar da, hatta y iy ecek uyaranı
b eyin lerin e onları h a rek ete g e çire ce k denli açık ça ulaşsa b ile... D iğer
İnsan türüne “nihai” aidiyet hissi nedir? Böyle bir his var mıdır?
Birçoklan için M uselmann tam da bu soruya bir yanıt teşkil edi
yormuş gibi görünüyor.
h issed iyorum ; bir yere gelm em i yahu t bir şey y ap m am ı anlatm ak iste
k apıcının kend ilerine e n g el olm am asın ı sağ layacak lard ır (Rilke 1983:
3 8 -4 1 ; [1 9 9 8 : 2 7 -2 8 ]).
2 .1 4 Yıllar önce, bir zorunlu iletişim ilkesi biçiminde bir tür aşkın
etik koşul saptadığı iddiası taşıyan bir öğreti ortaya çıkmıştı. Bu
öğreti, Auschwitz’le ilgili olarak suçlu bir vicdana sahip olmak
bakımından diğerlerinden daha fazla nedeni olan bir Avrupa
ülkesinde doğmuş ve kısa sürede tüm akademik çevreleri sarmıştı.
Bu ilginç öğretiye göre, konuşan bir varlık iletişimden kesinlikle
kaçamaz. Hayvanlardan farklı olarak, dil yetenekleri olduğu
sürece insanlar, anlam ölçütlerinin ve eylemlerinin geçerliliği
konusunda uzlaşmaya, deyim yerindeyse mahkûmdurlar.
İletişimde bulunmak istemediğini söyleyen herkes kendisiyle
çelişiyordur, çünkü böyle yaparak zaten iletişim kurmama istenci
ni iletmektedir.
Felsefe tarihinde bu tip savlar yeni değildir. Bu savlar felse
fecinin, altındaki dilin bildik temelinin bir şekilde çöktüğünü
hissederek kendisini ne düşüneceğini bilemez bir durumda
bulduğu noktayı işaret ederler. M etafizik’ın Gamma Kitabı’nda
“bütün ilkelerin en güçlüsü” olan çelişmezlik ilkesinin ispatında
Aristoteles bu tip bir sav geliştirmeye çok daha önce başvurmak
zorunda kalmıştır. “Bazıları, eğitim eksikliği yüzünden” diye yazar
Aristoteles, “aslında bunun kanıtlanmasını talep ediyorlar; çünkü
nelerin kanıtlanabileceğini nelerin kanıtlanamayacağını anlayama
mak eğitim eksikliğine bağlıdır. Genelde, her şeyin kanıtlana
bilmesi olanaksızdır çünkü bu sonsuzluğa varacaktır, dolayısıyla
kanıtlama olmayacaktır... Ama bu bile [çelişmezlik ilkesi] bir
çürütme biçiminde kanıtlanabilir, ama ancak itiraz edenin bir şey
söylemesi koşuluyla. Eğer karşı çıkan kişi hiçbir şey söylemiyorsa,
hiçbir şey söylemeyen birisine verecek bir yanıt bulmaya çalışmak
gülünç olacaktır; böyle bir kişinin, bu halini koruduğu sürece, bir
bitkiden hiç farkı yoktur” (Aristoteles 1993: 8).
Bütün çürütmeler örtük bir önvarsayıma dayandıkları sürece
(yukarıdaki örnekte, birisinin konuşmasının gerekiyor olması)
kaçınılmaz olarak dışlama biçiminde bir kalıntı bırakırlar.
Aristoteles’te bu kalıntı bitki-insandır: yani, konuşmayan insan.
Çürütmenin gücünü yitirmesi için hasmın basitçe ve kökten bir
şekilde çürütmeden söz etmeye son vermesi yeterlidir. Dile dahil
olma, insanların uygun gördüklerinde sorgulayabileceği bir şey
değildir. Daha doğrusu, konuşmanın sadece kabul edilmesi hiçbir
şekilde kişiye konuşma yükümlülüğü getirmez. Dilin bir iletişim
aracı olarak saf önceden-varoluşu -konuşan varlıklar için dilin
zaten var olması gerçeği- kendi içinde hiçbir iletişim zorunluluğu
barındırmaz. Bilakis, dilin her zaman zaten bir iletişim olmaması
koşuluyla, dilin tanıklık etmesi olanaksız bir şeye tanıklık etmesi
koşuluyla ancak, konuşan bir varlık konuşma zorunluluğu gibi bir
şeyi deneyimleyebilir.
Auschwitz zorunlu iletişimin bütün ilkelerinin kökten
çürütülmesidir. Bunun tek nedeni, hayatta kalanların tanıklıklarına
göre, bir Kapo veya SS’i iletişime ikna etme girişimleri çoğunlukla
dayakla son bulması değildir; Marselek’in hatırlattığı gibi, belli
kamplarda iletişimin yerini, ironik bir şekilde adı d e r D olm etscher
(“tercüman”) olarak değiştirilen, lastik kırbacın almış olması da
değildir. “Birkaç gün içinde dilinizin ve onunla birlikte düşünce
nizin de kuruduğu” (Levi 1989: 93; [1996 .78]) kampta “konuşulma-
ma”nın normal bir koşul olması da değildir.
Belirleyici itiraz farklıdır. Bir kez daha Muselmann'dır. Bir an
için olağanüstü bir zaman makinesinin Profesör Apel’i kamp için
de bir yere gönderdiğini hayal edelim. Karşısına da bir M uselmann
koyarak, kendi iletişim etiğini burada da doğrulamasını isteyelim.
Bu noktada, olası her açıdan yapılabilecek en iyi şey zaman maki
nemizi kapatıp, deneye devam etmemektir. Bütün iyi niyetlere
rağmen M uselmann bir kez daha insanlıktan dışlanmış olma
tehlikesiyle karşı karşıyadır. M uselmann olası her çürütmenin kök
ten çürütülmesidir; dolaysızca kanıtlanamadıkları için, ama ancak
olumsuzlamalarının olumsuzlanmasıyla kanıtlanabildikleri için
güçleri olduğu gibi kalan bütün uç-metafizik-dayanakların
imhasıdır.
2 .1 5 Asalet* kavramının hukuksal bir kökeninin olması da
şaşırtıcı değildir. Fakat kavram bu kez, kamu hukuku alanına gön
derme yapıyordur. Cumhuriyetçi dönemde Latince dignitas terimi,
bizatihi kamusal görevler kadar bu görevlerin yapısında içkin olan
mevkii ve otoriteyi de belirtiyordu zaten. Dignitas equ estre, regia
ve iınpeni tona'da n söz edilebilmesinin nedeni bu. C o d ex Iustinia-
nus’un** De Dignitatibus başlıklı on ikinci kitabının bu perspek
tiften okunması özellikle öğretici olacaktır. İşlevi, muhtelif “asil
lerin” emirlerine saygı gösterilerek eksiksiz uyulmasını sağlamaktır
(yalnızca senatörlerin ve konsüllerin geleneksel emirlerine değil,
vali konumundaki görevliden pretorların*** emirlerine kadar, inzi
bat amirinden hapishane görevlilerininkine kadar, mücevher usta
larından dekanlarınkine kadar, inşaat ustalarından taş
ustalarınınkine kadar Bizans bürokrasisinin tüm üst düzey
görevlilerinin emirlerine uyulmasını sağlamaktır). Hayat biçimleri
uygun bir mevkiiyle bağdaşmayanların (örneğin, halkın karşı
çıktığı veya kötü şöhretiyle mimlenmişlerin) göreve getirilmesine
(porta dignitatis) izin verilmemesine özen gösteriliyordu. Fakat
gerçek bir “asalet” kuramının oluşturulması, ortaçağ hukukçuları
ve kilisenin kanun yapıcılarının yapıtlarıyla gerçekleşmiştir. The
K in g’s T w o B o d ies: A Study in M edieval Political T h eolog y (Kralın
İki Bedeni: Ortaçağ Siyasal Teolojisi Üzerine Bir Çalışma) başlıklı,
artık klasikleşmiş olan kitabında Emst Kantorowicz, egemenlik
kuramının esaslarından birinin (siyasi iktidarın daimi niteliğinin)
formülleştirilmesinde, hukuk biliminin teolojiye sıkıca bağlı
olduğunu göstermiştir. Asalet, taşıyıcısından özgürleştirilir ve kur
maca bir kişi haline gelir; tıpkı İsa’nın ilahi kişiliğinin kendi insan
* Burada asalet kavram ı, haysiyet ve o n u r ile bağlantılı olarak düşünülm elidir, ç.iı.
* * * Eski Uom a'da rü tb ece kon sü llerd en h em en sonra g e le n ordu ve adalet işlerine
bakan yü ksek görevli, ç.n.
bedeniyle tek bir bedende bütünleşmiş olması gibi, yargıcın ya da
imparatorun soylu bedenine bir tür mistik beden eşlik ediyordur
artık. Bu özgürleşme, ortaçağ hukukçularının sıkça yinelediği
“asalet asla ölmez” ilkesinde doruğa ulaşır (dignitas non moritur,
Le Roi n e m eurt jamais).
Asaletin ve bedensel taşıyıcısının eşanlı ayrılması ve birleşmesi,
en açık ifadesini Roma Imparatoru’nun (ve daha sonra da Fransa
krallarının) çifte cenazesinde bulur. Ölü hükümdarın “asalet”ini
temsil eden balmumu heykeline gerçek insanmış gibi davranılır;
taltif edilir, tıbbi bakım yapılır ve görkemli bir cenaze töreniyle
(funus im aginarum ) yakılır.
Kilisenin kanun yapıcılarının çalışmaları hukukçularınkiyle
benzer çizgilerde gelişir. Resmi görevlilerin başvurduğu D e digni-
tate sacerdotu m incelemelerinde doruğa çıkan, uygun bir muhtelif
kilise “asilleri” kuramı oluştururlar. Bir taraftan, ekmek ve şarap
ayini sırasında papazın bedeni, Tanrı’nın Isa’nın bedeninde tecelli
etmesini ikame ettiği sürece, papazın mevkii meleklerinkinin üze
rine yükseltilir. Ama diğer taraftan, bir asalet etiği vurgulanıyordu^
yani, papazın yüksek konumuna uygun davranmasının
gerekliliğinin altı çizilir (örneğin, m ala vita'dan sakınma ve kadının
edep yerlerine dokunduktan sonra Isa’nın vücuduna el sürmeme).
Kamusal asaletin, ölümü bir imge biçiminde hayatta tutması gibi,
papazların kutsallığı da mukaddes emanet (ceset) yoluyla hayatta
tutulur ( “asalet”, öncelikle Fransa’da, kutsal bedenin naaşım ifade
eden isimdir).
“Asalet” terimi ahlak felsefesi incelemelerine dahil edildiğinde,
hukuk kuramınca geliştirilen modelin içselleştirilebilmesi için bu
modele madde madde uyulmuştur. Orta Çağ’da olduğu gibi,
Roma’da da yargıcın veya papazın mevkiine belirli bir davranış
biçimi ve dış görünüş eşlik ediyordur (.dignitas en başından beri
yüksek bir konuma uygun olan fiziksel görünüşü belirtir ve
Romalılara göre erkekteki kadın venustas’ım [cazibe] tekabül
eder). Böylece, ahlak felsefesi yavan bir asalet imgesini
tinselleştirir ve bu imge daha sonra eksik “asalet”in yerine geçip
onun adı olur. Tıpkı hukukun bir zamanlar p erso n a ficta mer
tebesini taşıyıcısından özgürleştirmesi gibi, şimdi de ahlak -am a
tersine ve aksini yansıtan bir jestle- bireyi bir göreve sahip olma
yükümlülüğünden kurtarıyordur. “Asil” kişi, kamusal asaletten
yoksun olsa da, artık her durumda sanki ona sahipmiş gibi
davranan bir kişi haline gelmiştir. Eski rejimin* çökmesinden
sonra, mutlak monarşinin kendilerine vermiş olduğu son kamusal
imtiyazlarını bile kaybeden sınıflarda bu açıkça görülmektedir.
Sonraki dönemlerde de, tanımı gereği her türlü siyasi asaletten
dışlanmış olan ve her türlü eğitimcinin yoksulun asaleti ve
dürüstlüğüne dair ders vermeye başladığı alt sınıflarda gözlem
lenebilir. Her iki sınıf da eksik bir asaletle yaşamaya mecbur
bırakılmıştır. Örtüşme çoğu kez dilde de görülür: bir yüküm
lülüğün yitirilmesi veya sürdürülmesini ifade eden dignitatem
am ittere ya da servare artık asaleti “yitirmek” veya “korumak”,
mevkii değilse de en azından görüntüsünü kaybetmek veya koru
mak anlamına gelir.
Irk kanunlarının ardından Yahudilerin hukuksal konumuna
gönderme yaparken Naziler bir tür asaleti ima eden bir terim de
kullanıyorlardı: entw ürdigen (harfiyen “asaletten/haysiyetten yok
sun olma” anlamına gelmektedir). Yahudi her türlü W ürde’den
(her türlü asaletten) yoksun kalmış bir insandır: o yalnızca insandır
-dolayısıyla, insan-olmayandır.
* Latin dilbilgisi uzm anı, yorum cu ve öğretm en ; Vergilius ü zerine değerli bir yoru
m un yazarıdır, ç.n .
* * Eski Rom a'nın en büyük şairi. R om a’nın efsanevi kurucusunun öyküsünü an la
tan ve tanrıların yön len dirm esiyle dünyayı uygarlaştırm a görevini ilan ed en
A en eis adlı destanıyla ünlüdür, ç.n.
asalet [onur, haysiyet] değildir. Aksine, kurtulanların kamptan
insanların diyarına taşıdığı tüyler ürpertici haberler tam da,
haysiyet ve onuru tahayyül edilemeyecek şekilde yitirmenin
mümkün olduğunu, hayatın en uç alçalmada bile mevcut
olduğunu gösterir. Bu yeni bilgi de artık her türlü ahlakın ve her
türlü onurun [asaletin] değerlendirileceği ve ölçüleceği mihenk taşı
haline gelmiştir. Bunun en uç ifadesi olan M uselm ann, yeni bir
etiğin; haysiyetin son bulduğu yerde başlayan bir hayat biçiminin
etiğinin eşik bekçisidir. Boğulmuş olanlara tanıklık ederek onların
yerine konuşan Levi, bu yeni terra eth ica’nın [etik alanın] haritacısı,
M uselmann-diyan'nın yavuz arazi ölçümcüsüdür.
ölüm ü taşım ası dem ek tir. Ö leb ilm ek bu kesin taşım aya m uktedir
olm ak d em ektir. Buna d a an cak Varlığım ız ö lü m ü n V arlığına m uktedir
kalm ak, işte bizi b üyük yap an buydu . Bu, tarihim izde d aha ö n c e asla
y a z ılm a m ış o la n v e b ir d ah a da asla y a z ıla m a y a c a k b ir zafer
U t a n ç ya da Ö z n e y e D a i r
kelim elik kısa tedirgin bir k on uşm a geçti; yerlere gelişi güzel yığılmış
b e d e n le re , kırık d ök ü k sed y elere v e b ize, hâlâ hayatta olan az sayıda
kişiye dikilmiş g ö zlerin d e tu h af bir u tan ç o k u n u y o rd u ... Ne selam
verd iler n e de gülüm sediler; ağızları m ühürlü ve gözleri bu kasvetli
ölü m sah n esin e dikilmiş, acım an ın da ötesin d e şaşkın bir u tan ç d u y
gusu altında ezilm iş gibiydiler. Biz bu utancı ço k iyi bilirdik. H er
e le m e d e n , tanıklık etm ek ya da katlanm ak zo ru n d a kaldığım ız h er
o n u r kırıcı d avranıştan, uğradığım ız h e r aşağılan m ad an so n ra içine
old u ğu , geri d ön ü le m e z b içim d e dün yaya sok uldu ğu ve tüm iyi niyet
lerine karşın, ça re siz kalıp bir şe y yapam adıkları, k orum ayı b aşara
m adıkları için hak bilir insanların duydu ğu v icd an azabıydı (Levi 1986:
1 8 1 -8 2 ; [2 00 2 : 10-1 1 ]).
Yirmi yıldan fazla bir zaman sonra Boğulanlar, Kurtulanlar adlı
kitabını yazarken Levi, bu utancın üzerinde bir kez daha düşünür.
Utanç kurtulanların ağırlıklı duygusu haline gelir artık ve Levi de
bunun nedenini açıklamaya çalışır. Bütün açıklama girişimleri gibi,
kitabın “Utanç” başlıklı bölümünün de nihayetinde yeterince tat
min edici olmaması şaşırtıcı değildir. Üstelik öyle bir biçimde
sunulur ki, bölüm doğrudan doğruya Levi’nin olağanüstü “gri
bölge” analizini izler ve açıklanamaz olana kasıtlı olarak bağlı
kalarak her türlü açıklamayı kayıtsızca yadsır. K a p o s, işbirlikçiler,
her türlü “seçkin kişi”, melun S on d erkom m an d o üyeleri, hatta
Lodz Yahudi mahallesinin re x Ju d a eo ru m ’u Hayim Romkovsky
karşısında kurtulan kesin-olm ayan bir sonuca varır: ‘“ölü yakma
fırınlarının leş kargaları’nm öyküsünü merhamet ve ciddiyetle
düşünmemizi, ancak onlar hakkındaki yargının askıya alınmasını
talep ediyorum” (Levi 1989: 60; [1996: 50]). Fakat kitabının utanca
dair bölümünde Levi, öznesini gerisin geri bir suçluluk duygusuna
sürükler: “Birçok kişi (ben de dahil) ‘utanç’, yani bir suçluluk hissi
duydu” (Levi 1989: 73; [1996: 60]). Kısa bir süre önce etiğin tam
olarak keşfedilmemiş alanına korkusuzca girmiş olan yazar, şimdi
bu suçluluk duygusunun kaynağını saptamaya çalışırken, kendisi
ni okuyucuyu rahatsız edecek denli çocukça bir vicdan muhasebe
sine tabi tutuyordur. Ortaya çıkan yanlışlar (daha genç tutukluların
ricalarıyla karşılaştığında bazen aldırmadan omuz silkmesi veya
Alberto’yla paylaştığı fakat Daniele’den su gizlemesi) elbette ki
mazur görülebilir şeylerdir. Fakat burada okuyucunun rahatsızlığı,
ancak kurtulanın mahcubiyetinin, utancına hâkim olmayı başara
mamasının bir yansıması olabilir.
D o p o di allora, ad o ra incerta
Q uella p en a ritorna,
A n otte m e n a n o le m ascelle
Sotto la m o ra grev e d ei sogni
N o h o u su rp ato il p a n e di n essu n o .
Ritornate alla v ostra n ebbia.
N on e m ia co lp a se vivo e resp iro
e m an g io e b e v o e d o rm o e v esto p an n i."
alm ış, çim e n to tozuyla grileşm iş, geçm işin karanlığına göm ü lm üş,
h u zu rsu z u yk uların da ö lü m e b u lan m ış yüzlerini g ö rü r. G eceleri
rüyaların yerini, o lm ay an bir taşı ö ğ ü ten dişlerin gıcırtısı alır. “K açın
b u rad an , b o ğ u lan lar, gidin. K im senin ayağını k ayd ırm ad ım b en.
1 98 8 : 5 8 1 ).
H ayat dışında h er şey elin den alınm ış olan kurtulan, uzun bir süre
kültürel d e fo rm a sy o n ca bastırılan biyolojik olarak belirlenm iş bir.
b eş yıl g eçm iş olm asına rağ m en , beni b ugün bile, mutlu bir y aşam
sü rd ü ğ ü m h ald e, h er seferind e sık sık u yk um dan uyandıran ve so rd u
ğ u m h e r kurtulanın d a başına g elen , kam plarla ilgili k ork u n ç k âbus-
lar?... Y aln ızca suçluluk h issed ebilm em iz bizi insan y apar, özellikle de
tek rar tek rar söyled iği gibi, “K endi yaptıklarım k on u su n d a vicdanım
ra h a t.” dedi. Bu defa h iç sesim i çıkarm ad ım . Biraz durup bekledi.
Yeni tipte bir trajik çelişkinin, ancak ölümle adilane bir çözüme
kavuşacak denli içinden çıkılmaz ve gizemli bir trajik çelişkinin
böyle imalı bir şekilde dile getirilişini, binlerce insanın gaz
odalarında öldürülmesi emrini vermiş birinden duymak kayda
değerdir. Sadece kendi itiraf ve suç diyalektiğini dikkate alan
Sereny’nin düşünüyor göründüğü gibi, Stangl’ın “olması gereken
kişiye dönüştüğü” (a.g.y.: 366) bir hakikat örneğinin onaya çıkışını
göstermez bu. Daha ziyade, Stangl’ın tanıklık etme gücünün kesin
tükenişini, “o karanlığın” ümitsizce kendi içine gömülmesini işaret
eder. Yunan kahraman bizi ebediyen terk etmiştir; bizim için hiçbir
şekilde tanıklık edemez artık. Auschwitz’den sonra, etikte trajik bir
paradigma kullanmak mümkün değildir.
top lum sal gerçek lik anlayışının bir p arçası haline gelm iştir. A m a tam
içe b ir acı hissed iyorum , belli belirsiz am a derin bir acı, kesin bir
tehlike seziy oru m . G e rçek ten d e düş d ev am ettik çe, y av aş yav aş ya da
b irden bire - h e r seferind e farklı o lu y o r - etrafım daki h er şe y u zak
laşıyor: içinde b u lu n d u ğ u m m ek ân , duvarlar, insanlar. İçim deki acı
d ah a şiddetli ve belirgin hale geliyor. Artık h er şey karm akarışık.
bir sö zcü k , k orku lan am a b e k len en bir sö zcü k : “Kalk!” Wstawac (Levi
1 9 8 8 : 2 4 5 -5 5 ).
Bilinm eyen Bir Saatte şiirindeki haliyle deneyim düşten çok bir
kehanet kesinliğindedir:
il co m a n d o d ell’alba:
“W sta w a c”;
e si sp ezzav a in p etto il cu o re .
“W sta w a c .”
d iy e n o ld u ğ u g ib i k a b u l e d il e m e z b ir o la y d ır , iy in in v e k ö tü n ü n
d e n y ü r ü y ü ş ü y a v a ş l a t a c a k h e r k e s i v u r a r a k ö l d ü r d ü ğ ü n ü a n la tır.
Ö ld ü rm e e y le m i bazen g ö rü n ü rd e h iç b ir g e re k çe o lm a d a n
te s a d ü f e n g e r ç e k l e ş e c e k t i r . B ir g ü n sıra g e n ç b ir I ta ly a n a g e lm iş tir:
1992 : 231 - 32 ) .
Y a l n ız b a ş ın a ö l e n o B o l o g n a l ı ö ğ r e n c in i n , y o lu n k ıy ıs ın d a
k a tiliy le b irlik te y ü r ü r k e n o s o n d a k i k a d a y ü z ü n ü n k ız a r m a s ın ı
u n u tm a k z o r d u r . İn s a n ın ta n ım a d ığ ı k e n d i k a tiliy le d e n e y im le d iğ i
b u y a k ın lık k e s in lik le e n u ç y a k ın lık tır v e b u h a liy le a n c a k u ta n c a
n e d e n o la b i l e c e k b ir y a k ın lık tır. A m a o y ü z k ız a rık lığ ın ın n e d e n i
n e o lu r s a o ls u n , k u r tu lm u ş o lm a n ı n u ta n c ı o lm a d ığ ı a ç ık tır. D a h a
z iy a d e , ö l m e k z o r u n d a o ld u ğ u iç in , ö ld ü r ü lm e k ü z e r e - b a ş k a s ı
d e ğ il de k e n d is i- g e li ş i g ü z e l s e ç ild iğ i i ç in u ta n m ı ş t ır s a n k i.
K a m p l a r d a , “b a ş k a s ın ın y e r i n e ö l m e k ” ifa d e s in in a n la m ı b ir te k şu
o la b ilir: h e r k e s b ir b a ş k a s ın ın y e r i n e ö lü r y a d a y a ş a r , b u n u n b ir
n e d e n i v e y a a n la m ı y o k t u r ; k a m p k im s e n in g e r ç e k t e n k e n d i y e
r in e ö lm e s in in v e y a h a y a tta k a lm a s ın ın m üm kün o lm a d ığ ı b ir
y e r d ir . A u s c h w itz d e b u n u f a z la s ıy la k anıtlar-, ö l e n o in s a n , k e n d i
ö lü m ü n d e b u y ü z k ız a r m a s ı n d a n , b u u ta n ç ta n b a ş k a b ir a n la m
b u la m a z .
Ne o lu r s a o ls u n , o ö ğ re n ci k u r tu ld u ğ u iç in u ta n m a m ış tır.
la n d ığ ı a n d a J o s e f K .’d a u t a n ç b e n z e r i b ir ş e y u y a n ır : “S a n k i o n u
k u r ta r a c a k o l a n u ta n c ıy m ış g ib i y d i .” P e k i J o s e f K .’n ın u ta n d ığ ı ş e y
n e d ir ? B o lo g n a lı ö ğ re n c in in yüzü neden k ız a r m ış tır ? S anki
y a n a k la r ın ın k ız a r m a s ı v a r ıla n sın ırı b ir a n iç in e l e v e r m iş g ib id ir;
canlı varlıkta yeni bir etik malzeme benzeri bir şeye temas edilmiş
gibidir. Doğal olarak bu, onun başka türlü tanıklık edemeyeceği,
yine de sözcükler aracılığıyla ifade edebileceği türeden bir gerçek
değildir. Ama ne olursa olsun, o yüz kızarması, bize ulaşmak için,
o insana tanıklık etmemiz için zaman içinde akıp gelen sessiz bir
çağrıya benzer.
D olayısıyla, u tan çta o rtay a çıkan şey , tam da kişinin kend isine zincir
açıklığı, nihai yalınlığı (m ah rem iy eti) old u ğu n d a u tan ılacak bir şey
olur. B ed enim izin çıplaklığı, tine karşıt m addi bir şeyin çıplaklığı değil,
am a h iç k im senin farkına bile varam adığı, b ütünüyle ve h er şeyiyle, en
(Levinas 1 9 8 2 : 8 7 ).
edilebilir (H e id e g g e r 1 9 9 0 : 1 3 2 -3 3 ).
** Ed im söz ve etk isö ze karşıt olarak dil dışı olgulardan soyutlanm ış söz, ç.n.
Dolayısıyla, sözceleme ifade edilen şeyin m etnini değil, m ey
dana gelişini ifade etmektedir; birey, dilde söylenen şeyle değil,
ama sadece söyleme olayıyla kendisini özdeşleştirmesi koşuluyla
ancak dile işlerlik kazandırabilir. Peki öyleyse, “dili temellük
etmek” ne demektir? Bu koşullarda “konuşmaya başlamak” nasıl
mümkün olur?
Daha dikkatli incelendiğinde, dilden söyleme geçişin eşanlı
olarak hem özneleşmeyi hem de özneliğin-yok-edilişini ima eden
paradoksal bir edim olduğu görülür. Bir taraftan, psikosomatik
birey sözcelemenin öznesi olabilmek için ve söylem olayına
yaptığı göndermeden başka hiçbir tözsellik ve içerik barındırma
yan saf bir değiştirici olarak “Ben” ile özdeşleşebilmek için gerçek
bir birey olarak kendisini bütünüyle ortadan kaldırıp özneliği-yok-
etmelidir. Fakat özne, tüm dil dışı anlamlardan arınıp yalnızca bir
sözceleme öznesi haline gelince, bir konuşma olanaklılığından
çok bir konuşma olanaksızlığına ulaşmış olduğunu keşfeder -ya
da daha ziyade, üzerinde hiçbir kontrolü ve hâkimiyeti olmadığı
bir dillilik potansiyeli tarafından her zaman zaten öncelendiği bir
noktaya ulaşmış olduğunu fark eder. Sözcelemenin biçimsel
araçlarını temellük ederek bir dile dahil olur; ama tanım gereği dile
ait hiçbir şey onun söyleme geçmesine izin vermez. Yine de,
“ben”, “sen”, “bu”, “şimdi...” derken bile, kendisinin yalnızca
söylem ile olan saf ve boş ilişkisi kapsamında tanımlanmasına razı
olarak, tümüyle göndergesel gerçeklikten gasp edilir. S ö z celem e
nin özn esi söy lem d en m ü teşekkild ir v e yalnızca sö y lem d e var
olur. Fakat tam da bu n ed en le, ö z n e bir k e z sö y lem e dahil olunca,
artık h içb ir ş e y sö y ley em ez h a le gelir; yani, konuşam az.
Bu nedenle, “ben konuşuyorum” demek tıpkı “ben şairim”
demek kadar çelişkili bir ifadedir. Bunun tek nedeni, onu
konuşmaya dahil eden birey bakımından “ben”in her zaman zaten
ö tek i olması değildir; hatta, bu öteki-ben , bir saf dil olayında
kaldığı sürece, her türlü anlamdan bağımsız konuşuyor demenin,
bu ö te k i-b e n bir konuşma olanaksızlığı içinde bulunuyor
-söy leyecek hiçbir şeyi y o k - demenin bile anlamı yoktur.
Söylemin mutlak şimdisinde, özneleşme ve özneliğin-yok-edilişi
her noktada çakışır; hem canlı-kanlı birey hem de sözcelemenin
öznesi büsbütün sessiz kalır. Bunu, konuşan birey değil dildir di
yerek ifade etmek de mümkündür; ama bu da, konuşma
olanaksızlığının, bilinmeyen bir şekilde konuşmaya başlamış
olmasından başka bir anlama gelmeyecektir.
Dolayısıyla, konuşma ediminde örtük olan bu teklifsiz konu-
dışılık karşısında şairin sorumluluk ve utanç benzeri bir şey dene-
yimlemesi şaşırtıcı değildir. Dante’nin Vita nuova'da ( Yeni Hayat)
“en büyük utanç” ile cezalandırılmamak için şairden şiirinin
nedenlerini “düzyazı ile açıklamayı” (aprire p e r p ro sa ) bilmesini
istemesinin nedeni budur. Peki ya, Rimbaud’un ilk şairlik yıllarını
dile getirdiği sözcükleri unutmak ne mümkün: “Devam edemiyor
dum; çıldıracaktım, dahası... dahası en büyük felâketti.”
B irk aç sayfa kâğıt alıp y ü k sek çe bir yazı m asasının başına g eçtim ve
elim e g e ç e n h er fırsatta yaptığım gibi içim den geldiği şekilde yazm aya
başladım . T an ım iayam adığım bir tür k en d in d en g e çm e halinde, birbiri
ardına o tu z k ad ar şiir yazdım . Bu, hayatım ın en m u zaffer gün üyd ü, bir
d ah a asla b ir b enzeri o lm ay acak . Ö n ce , Koyun Çobanı başlıklı şiirle
“Y atık Y a ğ m u r”unu olu şturan altı şiiri yazm ıştım . P eş p eşe ve tam a
m ını... Bu, F e rn a n d o P e sso a /A lb e rto C aeiro ’n un F e m a n d o P e sso a ’nın
k end isine g eri d ö n ü şü y d ü . D aha, d o ğ ru su , F e rn a n d o P e sso a ’nın
A lberto C aeiro o larak v arolm ayışına karşı verdiği tepkiydi (a.g.y.: 9).
A r ş i v ve T a n ı k l ı k
* K onuşm a veya konuşulanları anlam a yeten eğin in kısm en veya tam am en kaybı,
ç.n.
mamız gerekiyor. Bildiğimiz kadarıyla, sözceleme, telaffuz edilen
şeyin metnine değil, bizatihi söylemenin gerçekleşmesini ifade
ediyorsa, dilin fiili söylem olarak kendisine saf gönderiminden
başka bir şey değilse, bir sözceleme “anlambilimi”nden söz etmek
hangi anlamda mümkündür? Elbette, sözceleme alanının yalıtılma
sı, bir cümlede söylenen şey ile söylemenin gerçekleşmesi arasın
da ayrım yapmayı mümkün kılar öncelikle. Peki ama sözceleme,
tam da bu belirlemeden dolayı anlamsal-olmayan bir boyutu tem
sil etmiyor mudur? “Ben”, “sen”, “şimdi”, “burada” değiştiricilerinin
anlamı gibi bir şeyi tanımlamak elbette mümkündür (örneğin,
“‘B en’, ‘Ben’in kapsandığı şu anki konuşmayı yapan kişiyi ifade
eder”); fakat bu anlam, diğer dilsel göstergelerin sözlük anlamına
bütünüyle yabancıdır. “Ben” ne bir kavram ne de bir tözdür ve
sözceleme, söylemde ne söylendiği ile değil, saf ‘söylenme’ olgusu
ile ilgilidir; tanımı gereği kısa ömürlü olan dil olayı ile ilgilidir.
Felsefecilerin Varlık kavramı gibi sözceleme de, en benzersiz ve en
somut olan şeydir, çünkü edimde kesinlikle tekil ve tekrarlanamaz
söylem olayını ifade ediyordur; ama aynı zamanda, en boş ve en
genel şeydir de, çünkü herhangi bir sözlüksel gerçekliğe iliştiril
mesi mümkün olmadan da her zaman yinelenebilir.
Peki bu perspektiften bakıldığında, bir sözceleme anlambilimi
üzerinde temellenmiş bir üst-anlambilimden söz etmek ne anlama
gelebilir? Benveniste’in, afaziye yakalanmadan önce kavradığı şey
nedir?
* Fransa’da esk i rejim dön em in d e, özellikle bir kişinin tutuklanm asını sağlam ak
am acıyla kullanılan ve altında kralla birlikte bir b akan ın da im zası bulunan kral
buyrultusu, ç.n .
miş veya yazılmış şeyleri birleştiren bütünce* ( corpus) arasında
konumlanmıştır. Dolayısıyla arşiv, her türlü anlamlı söyleme, onun
sözcelemesinin bir işlevi olarak yerleşmiş olan anlamsal-olmayan
kütledir; her somut söz edimini kuşatan ve sınırlayan bir tür
karanlık sayfa kenarıdır. Yalnızca söylenmiş olanı bilen geleneğin
baskıcı anısı ile yalnızca hiçbir zaman söylenmemiş olanı dikkate
alan kayıtsızlığın abartılı düşüncesizliği arasında arşiv, sözce haline
gelmiş olmasından dolayı söylenmiş olan her şeye yerleşmiş olan
söylenmemiş veya söylenebilir-olandır; “Ben” deme ediminde her
zaman unutulan bir anı kırıntısıdır. Dil (lan gue) ile s ö z (p a ro le)
arasında boşlukta kalan bu “tarihsel a priorî'de Foucault kendi inşa
alanını kurar ve arkeolojiyi, “zaten-söylenmiş-olanı kendi varoluş
düzeyinde sorgulayan bir betimlemenin genel teması” olarak
kabul eder (a.g.y.: 131) -yani, her söz ediminde söylenmemiş-olan
ile söylenmiş-olan arasındaki, sözceleme işlevi ile bu işlevin ken
disini ortaya koyduğu söylem arasındaki, dil içi ile dışı arasındaki
ilişkiler sistemi olarak kabul eder.
Şimdi, Foucault’nun işlemini dile (lan g u e) kaydırıp,
Foucault’nun dil ile konuşma/söz edimleri arasında kurmuş
olduğu alanın yerine geçirerek, yinelemeye ve dil (langue) ile arşiv
arasındaki ayrımda yeniden-konumlandırmaya çalışalım. Yani, bu
işlemi, söylem ve söylemin gerçekleşmesi arasında, söylenmiş-
olan ve kendisini onda ortaya koyan sözceleme arasında değil,
ama dil ve dilin gerçekleşmesi arasında, konuşmanın saf olanaklılı-
ğı ve bu haliyle varoluşu arasında yeniden-konumlandırmayı
deneyelim. Eğer sözceleme, bir şekilde, dil ve s ö z arasında
boşlukta kalıyorsa, o zaman bu, sözceleri fiili söylemin bakış
açısından değil, dilin (lan gue) bakış açısından değerlendirme
meselesi olacaktır; sözcelemenin alanından bir konuşma (söz)
edimine değil, olduğu haliyle d ile bakma meselesi olacaktır: yani,
* Bir dili b etim lem ek ve ç ö z ü m lem ek am acıyla derlen m iş sözlü ya da yazılı ö rn ek
ler; sö zceler bütünü, ç.n .
sadece dil ve fiili söylem düzleminde değil, ayrıca konuşmanın
potansiyelliği olarak dil düzleminde de bir için ve dışın ifade
edilmesi meselesi olacaktır.
Söylenmemiş-olan ve söylenmiş-olan arasındaki ilişkiler siste
mini ifade eden arşivin tersine biz, dilin içi ve dışı arasındaki, her
dilde söylenebilir-olan ve söylenemez-olan arasındaki -yani,
konuşmanın potansiyelliği ve varoluşu arasındaki, konuşmanın
olanaklılığı ve olanaksızlığı arasındaki- ilişkiler sistemine tanıklık
adını veriyoruz. Bir edimdeki potansiyelliği, p otan siyellik olarak
düşünmek, sözcelemeyi dilin düzleminde düşünmek, olanaklılık-
ta, onu hem bir olanaklılığa hem de bir olanaksızlığa, hem bir
potansiyelliğe hem de bir potansiyelsizliğe bölen bir kesintiyi
yerleşik hale getirmek demektir; tam da bu kesintiye bir özne ko
numlandırmak demektir. Arşiv, kuruluş itibariyle, basit bir işleve
veya boş bir konuma indirgenmiş olan öznenin paranteze
alınmasını öngerektirir; öznenin anonim bir sözceler mırıltısında
kayboluşu üzerinde temellenmiştir. Oysa tanıklıkta, öznenin boş
yeri belirleyici soru haline gelir. Ama bu, Foucault’nun “Bir
öznenin özgürlüğü, bir dilin kurallarına nasıl yerleştirilebilir?” biçi
minde göz ardı etmeye çalıştığı eski soruna dönüş meselesi
değildir elbette. Bilakis, “Sözce gibi bir şey dilin alanında nasıl var
olabilir? Bir konuşma olanaklılığı, olduğu haliyle, kendisini hangi
şekilde gerçekleştirebilir?" soruları sorularak, özneyi konuşma
olanaklılığı ve olanaksızlığı arasındaki aynşıma konumlandırma
meselesidir. Tanıklık, konuşmanın olanaklılığı ve gerçekleşmesi
arasındaki ilişki olduğu için tam da, ancak konuşmanın
olanaksızlığı ile bir ilişki kapsamında -yani, sadece bir olum sallık
olarak, olmama kapasitesi olarak- var olabilir. Bu olumsallık, dilin
bir öznede ortaya çıkışı, fiili söylemin sözcesi veya sözce-
olmayanından, konuşmasından veya konuşmamasından, bir sözce
olarak üretilmesinden veya üretilmemesinden farklıdır. Öznenin
dile sahip olma ya da olmama kapasitesiyle ilgilidir. Dolayısıyla,
özne dilin var olmamasının, gerçekleşmemesinin olanaklılığıdır
-daha doğrusu, sadece orada olmama olanaklılıgı aracılığıyla mey
dana gelmesinin, olumsallığının olanaklılığıdır. insan varlık,
konuşan varlıktır, dili olan canlı varlıktır, çünkü insan varlık, dile
sah ip olm am aya muktedirdir, çünkü kendi başlangıcına (in-fancy)
muktedirdir. Olanaklılık, olanaksızlık ve zorunluluğun yanında,
diğerleri arasında tek bir kiplik değildir olumsallık: bir olanaklılığın
fiili verililiğidir; bir potansiyelliğin, olduğu haliyle, var olma
şeklidir. Bir olma kapasitesi ile olmama kapasitesi arasındaki
kesintinin verililiği olarak bir potansiyellik olayıdır (olum sal).
Dilde, bu verililik, öznellik biçimine bürünür. Olumsallık da, bir
özne sınavından geçirilmiş olanaklılıktır.
Söylenmiş-olan ve söylemenin meydana gelişi arasındaki
ilişkide, sözcelemenin öznesini paranteze almak artık mümkündü,
çünkü konuşma çoktan meydana gelmişti. Ama dil ve varoluşu
arasındaki, lan gu e ve arşiv arasındaki ilişki, bizatihi konuşmanın
olanaklılığında, konuşmanın olanaksızlığına tanıklık eden şey
olarak öznelliği talep eder. Öznelliğin tanık olarak ortaya
çıkmasının nedeni budur; konuşamayanların yerine konuşabilme
sinin nedeni budur. Tanıklık, konuşmanın potansiyelsizliği
aracılığıyla fiili (edimsel) hale gelen bir potansiyelliktir; üstelik, bir
konuşma olanaklılıgı aracılığıyla kendisine varoluş kazandıran bir
olanaksızlıktır. Bu iki hareket, ne bir özneyle ne de bir bilinçle
özdeşleştirilebilir; yine de, iletişim kurulamayan iki farklı töze de
bölünemezler. Bölünmez yakınlıkları ise tanıklıktır.
* P and ectae olarak da bilinir, Rom alı hukukçuların yapıtlarından alınm ış bölüm ler
d en oluşan derlem e, ç.n .
rine aktarabilecek kişi anlamına geliyorsa, tanıklığı her zaman ken
disinden önce var olan, gerçekliği ve gücü geçerli kılınmak veya
onaylanmak zorunda olan bir şeyi -b ir olgu, bir şey veya bir sö z-
önvarsaydığı sürece tanık da, au ctor’un karşılığı olarak
kullanılabilir. Bu anlamda auctor, res'e [şey] (au ctor m agis... quam
res... m ovit; tanık, tanık olunan şeyden daha büyük yetkiye sahip
tir [Liv.2, 37,8]) veya voj^a [söz] ( v o ce s ... nullo au ctore em issae;
geçerliliğine hiçbir tanığın güvence veremediği sözler [Cicero,
Coel. 30]) karşıttır. Bu sebeple, tanıklık her zaman bir “yazar”
davranışıdır: her zaman, bir yetersizliğin veya güçsüzlüğün bütün-
lendiği veya geçerli kılındığı özsel bir ikiliği ima eder.
Dolayısıyla, hem “bir neslin veya bir şehrin kurucusu” olarak
şairler için a u cto r teriminin anlamını açıklamak, hem de
Benveniste’in a u g ere’nin özgün anlamı olarak saptadığı genel
“varlık olma” anlamını açıklamak mümkündür. Çok iyi bilindiği
üzere, klasik dünya e x n ih ilo’nun [hiçlik] yaratılışına aşina değildir;
antikler için her yaratma edimi her zaman başka bir şeyi ima eder;
bu ister biçimlenmemiş madde olsun ister Varlık olsun, daima
bütünlenecek veya “büyütülecek” bir şeyi ima eder. Her yaratıcı
aynı zamanda bir ortak-yaratıcıdır, her yazar/yaratıcı da bir ortak-
yazar/yaratıcıdır. Auctor"un edimi, kendi içinde barındırmadığı
ispat gücünü bahşederek ve tek başına yaşayamayacak olana
hayat vererek yetersiz bir kişinin edimini bütünler. Bu şu şekilde
de ifade edilebilir: kusurlu, noksan edim veya muktedirsizlik au c
tor'un edimini önceler ve kusurlu edim, aucfor-tanığın sözünü
bütünler ve ona anlam kazandırır. Kendi hesabına geçerli olma
iddiası taşıyan bir yazar edimi ise anlamsızdır; tıpkı kurtulanın
tanıklığının, ancak tanıklık edemeyecek biri tarafından bütünlen
mesi koşuluyla doğru olması ve bir varoluş nedenine sahip olması
gibi. Kurtulan (hayatta kalan) ve M uselmann, tıpkı vasi ve yetersiz
kişi gibi, yaratıcı ve malzemesi gibi, ayrılmazdır; onların bütünlük-
leri-farklılıkları tek başına tanıklığı oluşturur.
4.7 Şimdi Levi’nin paradoksuna geri dönelim: “M uselmann
eksiksiz tanıktır.” Bu, iki çelişkili önerme içerimler: 1) “M uselmann
insan-olmayandır; asla tanıklık edem eyecek olandır.” ve 2)
“Tanıklık edemeyen, asıl tanıktır, mutlak tanıktır.”
Bu paradoksun anlamı ve anlamsızlığı, bu noktada açığa çıkar.
Bu önermelerde ifade edilen şey, bir au cto r edimi olarak,
konuşmanın, insan-olmayan ve insanın, canlı bir varlığın ve
konuşan bir varlığın olanaksızlığının ve olanaklılığının farklılığı ve
bütünlenmesi olarak tanıklığın örtük ikili yapısından başka bir şey
değildir. Tanıklığın öznesi, kuruluş itibariyle, bölük pörçüktür;
ayrışım ve yanlış konumlandırılmışlıktan başka bir tutarlılığı yoktur
—ama yine de, bunlara indirgenemez. “Özneliğin-yok-edilişinin
öznesi olmak” anlamına gelmesinin ve tanığın, etik öznenin,
özneliğin-yok-edilişine tanık olan özne olmasının nedeni budur.
Tanıklığın devredilemezliği de, bu bölük pörçüklük için,
Muselmann'm ve tanığın, konuşmanın potansiyelsizliği ve potan-
siyelliğinin ayrılmaz birlikteliği için ödenen bedelden başka bir şey
değildir.
Levi’nin “insan varlık, insan varlığı hayatta tutabilen kişidir.”
biçimindeki ikinci paradoksu da, asıl anlamını burada kazanır.
M uselmann ve tanık, insan-olmayan ve insan-olan hem yan yana
bulunurlar hem de örtüşmezdirler; hem bölünmüş hem de
ayrılmazdırlar. Bu bölünmez bölünme, bu bölük- pörçük
(parçalanmış) ama yine de parçalanmaz hayat, kendisini ikili bir
hayatta kalış aracılığıyla ifade eder: insan-olmayan, insan varlığı
hayatta tutabilendir ve insan varlık da, insan-olmayanı hayatta
tutabilendir. M uselmann bir insan varlıkta tecrit edilebildiği için
ancak, insan hayatı özsel olarak yok edilebilir ve parçalanabilir
olduğu için ancak tanık, M uselm ann’ı hayatta tutabilir. Tanığın
insan-olmayanı hayatta tutuşu, M uselm ann’m insan-olanı hayatta
tutuşunun bir işlevidir. Sonsuzca yok edilebilen şey, sonsuzca ha
yatta tutulabilen şeydir.
4.8 Bichat’ın ana savı, hayatın kendisini hayatta tutabileceği ve
hayatın aslında, kuruluş itibariyle, bir hayatlar çoğulluğuna ve
dolayısıyla bir ölümler çoğulluğuna bölünmüş olduğudur.
R ech erch es p h y sio lo g iq u es sur la vie et sur la m ort adlı kitabı
bütünüyle, Bichat’ın hayatta temel bir bölünme tespiti temelinde
yazılmıştır; Bichat bunu, her organizmada iki “hayvan”ın birlikte-
mevcudiyeti olarak sunar. Öncelikle, “içeride var olan hayvan”
vardır ve bu “hayvanın” hayatı -Bichat bunu “organik” olarak
adlandırır ve bir bitkinin hayatıyla kıyaslar- “sindirim ve boşaltıma
dayalı alışkanlık zinciri"nden başka bir şey değildir. Bir de,
“dışarıda yaşayan hayvan” vardır ve bu “hayvan”ın hayatı da
- “hayvan” adını hak eden tek hayat da budur- dışsal dünyayla
olan ilişkisince tanımlanır. Organik ve hayvan arasındaki bölünme,
bireyin bütün hayatını kaplar ve organik işlevlerin sürekliliği (kan
dolaşımı, solunum, sindirim, boşaltım vb.) ile hayvani işlevlerin
kesintililiği (en belirgin kanıtı, düş görmek-uyanmak) arasındaki
karşıtlığa; organik hayatın asimetrisi (yalnızca tek bir mide, tek bir
karaciğer, tek bir kalp) ile hayvani hayatın simetrisi (simetrik bir
beyin, iki göz, iki kulak, iki kol vb.) arasındaki karşıtlığa; bir de,
organik hayatın ve hayvani hayatın başlangıcının ve sonunun
örtüşmemesine damgasını vurur. Tıpkı ceninde organik hayatın,
hayvani hayatınkinden önce başlaması gibi, yaşlanma ve ölmede
de hayvani ölümünü hayatta tutar. Foucault, Bichat’ta ölümün
çokluğuna, ölümü bir dizi kısmi ölüme (beyin ölümü, karaciğer
ölümü, kalp ölümü vb.) bölen hareketli veya ayrıntılı bir ölümün
ortaya çıkışına dikkat çekmiştir. Fakat Bichat’ın kabul edemediği
şey, ona indirgenemez bir muamma vermeye devam eden şey,
ölümün bu çokluğu değil ama, organik hayatın hayvan hayatını
hayatta tutuşudur daha ziyade, “dışarıdaki hayvan” var olmaya son
verince “içerideki hayvan”ın kavranamayan hayatta kalışıdır
(varlığını sürdürmesidir). Eğer organik hayatın hayvan hayatı bakı
mından önceliği, giderek yükselen ve daha karmaşık biçimlere
yönelik bir gelişme süreci olarak anlaşılıyorsa, içerinin anlamsız
hayatta kalışındaki hayvanı açıklamak nasıl mümkün olur?
Bichat’ın, hayvan hayatının organik işlevlerin kayıtsız hayatta
kalışındaki tedrici ve önlenemez tükenişini betimlediği pasaj,
R ech erch es’daki en yoğun anlardan birini oluşturur:
Peki ama, duyular, hareket yeteneği vb., her şeyden önce bizi, bizi
besleyen bedenlerle ilişki haline sokmak üzere tasarlandığına göre,
dışarıda var olmaya son verdiğimizde içeride yaşamaya devam etme
mizin nedeni nedir? Neden bu işlevler içsel olanlardan giderek daha
zayıf hale gelir? Neden eşanlı olarak son bulmazlar? Bu muammayı tam
olarak çözmede başarılı olamıyorum (a.g.y.: 203-204).
Bu sav aş nasıl son a e re rse ersin, size karşı savaşı biz kazandık; tanıklık
e tm e k için bir tekiniz bile h ayatta k alm ayacak , am a biriniz k açm ayı
b irkaç kanıt kalsa, içinizden birileri yaşam ını sü rd ürse bile, insanlar
anlattığınız olayların inan ılm ayacak k adar vah şice old u ğu nu sö y ley e
c ek le r... Lagerlerin tarihini yazdıracak olan lar bizleriz (Levi 1 9 8 9 :1 1 -1 2 ;
[19 9 6 : 91).
(Bronislaw Goscinki)
çe v .: E. B. A sh ton (N e w Y o rk : C ontinuum , 1 9 7 3 ).
----------- , Minima Moralia: Reflections frorn DamagedLife, [Minima M oralia:
R eflexio n en au s d em b esch âd ig ten Leben], çe v .: E. F. N. Je p h c o tt
(L on d ra: V erso, 1 9 7 4 ).
----------- , Minima Moralia: Sakatlanmış Yaşamdan Yansımalar, çe v .: O rh an
P ress, 1 9 9 1 ).
A m ery, Je a n , At the M ind’s Limits: Contemplations by a Survivor on
Aııschwitz and Its Realities, (Jenseits v o n Schuld und Sühne], çe v .:
Sidney R o sen feld v e Stella P. R osen feld (B lo o m in g to n : Indiana
University P ress, 1 9 8 0 ).
A ntelm e, R obert, The Human Race, [L’e s p e c e hum aine], ç e v .: Jeffrey
(O x fo rd , İngiltere: C laren d o n , 1 9 9 3 ).
B ach m a n n , In g eb o rg , Frankfurter Vorlesungen: Problem e zeitgenössicher
Dichtung (Zürih ve M ünih, P ip er Verlag, 198 2 ).
----------- , Frankfurt Dersleri, [Frankfurter V o rlesu n g en : P ro b lem e zeit
Ben jam in, W alter, One-Way Street and Other Writings, [EinbahnstraBe],
çe v .: E d m u n d Je p c h o tt v e Kingsley Shorter (Lon dra, V erso, 1 9 7 9 ).
B en v en iste, Em ile, Pıoblem s in General Linguistics, ç e v .: M ary Elizabeth
Bertelli, S., “L ex an im ata in T erris,” La citta e ii sacro için de, d e r.: F ran co
Press, 1 9 9 8 ).
----------- , II faut defendıe la societe (Paris: G allim ard-Seuil, 1 9 9 7 ).
1 9 9 5 ).
H egel, G e o rg W ilh elm F ried rich , Aesthetics: Lectures on Fine Art,
C laren d o n P ress, 1 9 7 5 ).
H eid eg ger, M artin, T op lu E serler 7 9 . Cilt: Bremer und Freiburger Vortrage
Press, 1 9 9 0 ).
H ilberg, Raul, The Destnıction o f the European Jews (N ew Y o rk : H arp er
& R ow , 1 9 7 9 ).
Kant, Im m an uel, Critique o f Püre Reason, [Kritik d e r rein en V ernunft],
1 9 3 5 ).
K erenyi, Kari, La religione antica nelle sue iinee fondamentali, ç e v .: D elio
C antim ori (B o lo g n a : N. Z anchelli, 1940).
K ogon, Eugen, The Theory and Practice o f Hell: The German
Concentration Camps and the System Behind Them, [D er SS-Staat],
çe v .: H einz N orden (N ew Y o rk : O ctag o n B o o k s, 1 9 7 9 )
19 8 3 ).
----------- , Malte Laurids Brigge’nin Notlan, [Die A u fzeich n u n g en d er Malte
Y o rk : R an d o m H ou se, 1 9 8 3 ).
Sofsky, W o lfg an g , The O ıd er o f Terror: The Concentration Camp, [Die
O rd n u n g d es T e rro rs, d as K onzen tration slager], çe v .: W illiam T em p ler
(P rin ceto n : P rin ceto n U niversity P ress, 1 997).
ISBN ^75-7^17-25-2
9 799757 917228