You are on page 1of 110

19.01.

2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

ng l zcebankas .com

İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve


Örnek Cümleler
402-542 m nutes

İng l zcede en çok kullanılan lk 3000 kel me Türkçe anlamları le ver lm ş ve örnek cümlelerde

kullanılmıştır;

1- a (herhang ) b r a book, a car , a mov e (b r k tap, b r araba, b r f lm) 2-abandon ; (f l) terk etmek,

bırakmak, vazgeçmek, yüzüstü bırakmak The ch ldren have been abandoned by the r mother.

(Çocuklar anneler tarafından terk ed ld .) 3-ab l ty; ( s m) yetenek, becer , kab l yet, hüner She has

some mus cal ab l ty. (Onun b raz müz k yeteneğ var.) 4-able; (sıfat) yetenekl , hünerl , yapab len,

becer kl , You must be able to speak German for th s job. (Bu ş ç n Almanca konuşuyor olab lmel s n.)

5-abort on; ( s m) kürtaj, bebek aldırma,çocuk düşürme She dec ded to have an abort on. (O, kürtaj

yaptırmaya karar verd .) 6- about; (zarf, edat) üzere, yaklaşık, hemen hemen,aşağı yukarı, hakkında

(ed.) I was very sorry to hear about your s ster. (Kardeş n hakkında duyduklarıma çok üzüldüm.) 7-

above; (zarf, sıfat) zf; üzer ne, yukarıda, üstünde ,üzer nde s.; yukarıdak , yukarıda geçen The b rds

were fly ng above the clouds. (Kuşlar bulutların üstünde uçuyorlardı.) 8- abroad; zarf, sıfat) zf.; yurt

dışında s.; dışarı, dış ülke , yurt dışı She worked abroad for a year. ( B r yıl yurt dışında yaşadı.) 9-

absence; ( s m) bulunmama, yokluk, olmayış They d dn’t not ce h s absence. (Onun yokluğunu fark

etmed ler.) 10) absolute; ( s m, sıfat) . ;mutlak s.; salt,mutlak, kat , kes n I want absolute s lence dur ng

the lesson. (Ders süres nce mutlak sess zl k st yorum.) 11) absolutely; (zarf) kes nl kle, mutlaka,

tamamıyla, muhakkak It s absolutely an extraord nary s tuat on. (Bu kes nl kle olağanüstü b r durum.)

12) absorb; (f l) emmek, ç ne çekmek, soğurmak, özümsemek, anlamak Plants absorb oxygen. (B tk ler

oks jen emer.) 13) abuse; ( s m, f l) .; su st mal, tac z f.; su st mal etmek, kötüye kullanmak, She

suffered years of phys cal abuse. (Yıllarca f z ksel tac ze uğradı.) 14) academ c; ( s m, sıfat) .; öğret m

görevl s s.; akadem k, b l msel The new academ c year starts n October. (Yen akadem k yıl ek m

ayında başlıyor.) 15) accept; (f l) kabul etmek, kabullenmek, onaylamak She has dec ded not to accept

the job. ( İş kabul etmemeye karar verd .) 16) access; ( s m, f l) .; er şme, er ş m, g r ş f.; er şmek, You

need a password to access the conf dent al nformat on. (G zl b lg lere er şmek ç n b r ş fren olması

gerek.) 17) acc dent; ( s m) kaza , arıza, rastlantı, beklenmed k olay The acc dent happened at 5 a.m.

(Kaza sabah saat 5’te oldu.) 18) accompany; (f l) eşl k etmek, yanında olmak, , arkadaşlık etmek,

yoldaşlık etmek Her husband accompan ed her on the tr p. (Gez de kocası ona eşl k ett .) 19)

accompl sh; (f l) başarıyla tamamlamak, becermek, sonuçlandırmak, üstes nden gelmek M ss on

accompl shed. (Görev başarıyla tamamlandı.) 20) accord ng; ( s m, zarf) .; uyma f.; uyarak, uygun

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 1/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

olarak, göre Everyth ng went accord ng to h s nstruct ons. (Her şey onun tal matlarına uygun olarak

lerled .) 21) account; ( s m, f l) .; hesap , hesap verme f.; açıklamak, hesap vermek, saymak I don’t

have a bank account. (Banka hesabım yok.) 22) accurate; (sıfat) kes n, doğru, tam, hatasız Th s watch

s not very accurate. (Bu saat çok doğru değ l.) 23) accuse; (f l) suçlamak, suçlamada bulunmak,

tham etmek He accused h m of ly ng. ( Onu yalan söylemekle suçladı.) 24) ach eve; (f l) başarmak,

elde etmek, ulaşmak, üstes nden gelmek He had f nally ach eved great success. (Sonunda büyük başarı

elde ett .) 25) ach evement; ( s m) başarı, başarma, elde etme,kazanım It was a remarkable

ach evement for such a young student. (Bu, böyles ne genç b r öğrenc ç n olağanüstü b r başarıydı.)

26) ac d; ( s m, sıfat) .; as t, ekş me s.; ekş Ac d can damage th ngs. (As t zarar vereb l r.)

27)acknowledge; (f l) kabul etmek, kabullenmek, tasd k etmek, beyan etmek It s generally

acknowledged to be wrong. (Bu genel olarak yanlış olarak kabul ed l r.) 28) acqu re; (f l) elde etmek,

ed nmek, kazanmak, sah p olmak She has acqu red a good knowledge of H story. (Tar h konusunda y

derecede b lg sah b oldu.) 29) across; (f l, edat, zarf) f.; boydan boya geçmek ed.; karşısında

zf.;karşıdan karşıya The hosp tal s r ght across the bank. (Hastane bankanın tam karşısında.) 30) act;

(f l, s m) f.; davranmak, hareket etmek, rol oynamak, yalandan yapmak .; yasa, eylem Don’t act l ke

sorry. (Üzgünmüş g b davranma.) 31) act on; ( s m) eylem, aks yon, dava, f l, davranış Everyone must

take respons b l ty for the r act ons. (Herkes davranışlarının sorumluluğunu almalı.) 32)act ve; (sıfat)

etk n, faal, akt f, çalışkan She takes an act ve part n th s project. (Bu projede akt f rol alıyor.) 33)act v st;

( s m) akt v st, eylemc The human r ghts act v sts are organ z ng a demonstrat on th s week. (İnsan

hakları akt v stler bu hafta b r eylem düzenl yor.) 34) act v ty; ( s m) etk nl k, faal yet, şlem, f l The club

prov des a w de var ety of act v t es. (Klüp çok çeş tl akt v teler sunmaktadır.) 35) actor; ( s m) oyuncu,

erkek oyuncu, aktör,art st, He s a world famous actor. (Dünyaca ünlü b r aktördü.) 36)actress; ( s m)

oyuncu, kadın oyuncu, aktr s, art st She wants to be an actress when she grows up. (Büyüyünce aktr s

olmak st yor.) 37) actual; (sıfat) asıl, gerçek, hak k , doğru, aktüel The actual cost was h gher than he

expected. (Gerçek tutar bekled ğ nden daha yüksekt .) 38) actually; (zarf) aslında, f len, gerçekte,

sah den What d d he actually say? (Gerçekten ne söyled ?) 39)ad; ( s m) reklam, lan, duyuru We put

an ad n the local newspaper. (Yererl gazeteye reklam verd k.) 40)adapt; (f l) adapte etmek, uyarlamak,

uymak , uyum sağlamak We should adapt qu ckly to the new system. (Yen s steme hızlıca uyum

sağlamalıyız.) 41) add; (f l) eklemek, lave etmek, katmak , toplamak Do you want to add your name to

the l st? (İsm n l steye eklemek ster m s n) 42) add t on; ( s m) ek, ekleme, lave, toplama, katma ,

eklent The last add t ons were done last n ght. (Son eklemeler dün gece yapıldı.) 43) add t onal; (sıfat)

ek , lave, laveten The company prov ded an add t onal 5 m ll on dollars to th s project.( Ş rket, bu proje

ç n lave 5 m lyon dolar sağladı.) 44) address; (f l, s m) f.; h tap etmek, konuşma yapmak, göndermek,

değ nmek, adres yazmak .; adres, söylev, h tap, konuşma I gave my address and phone number.

(Adres m ve telefon numaramı verd m.) 45)adequate; (sıfat) yeterl , uygun, kaf There s not an

adequate supply of water n Afr ca. (Afr ka’da yeterl su tedar ğ bulunmamakta.) 46) adjust; (f l)

ayarlamak, uydurmak, uyarlamak adapte olmak, I couldn’t adjust to l v ng alone. (Yalnız yaşamaya uyum

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 2/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

sağlayamadım.) 47)adjustment; ( s m) ayar, ayarlama, uydurma, düzenleme, adaptasyon We should

make a few adjustments to the project. (Projeye b rkaç düzenleme yapmalıyız.) 48) adm n strat on; ( s m)

yönet m, dare, yönet c l k, darec l k The school adm n strat on w ll organ ze a p cn c at the weekend. (

Okul yönet m hafta sonu b r p kn k organ ze edecek.) 49) adm n strator; ( s m) yönet c , darec , müdür,

The hosp tal adm n strator was suspended for a wh le. (Hastane yönet c s b r sürel ğ ne görevden

uzaklaştırıldı.) 50) adm re; (f l) hayran olmak, beğenmek, I really adm re your recent works. (Son

çalışmalarınıza gerçekten hayranım.) 51) adm ss on; ( s m) t raf, kabul, g r ş zn , tesl m A lot of countr es

are apply ng for adm ss on to the European Un on. (B rçok ülke Avrupa B rl ğ ’ne kabul ç n başvuruda

bulunuyor. 52) adm t; (f l) t raf etmek, kabul etmek, z n vermek, tesl m etmek Don’t be afra d to adm t

your m stakes. (Hatalarını t raf etmekten korkma.) 53)adolescent; (sıfat, s m) s.; ergen, ergenl k

çağında olan, genç .; yen yetme, del kanlı Adolescents may have problems w th the r parents n th s

per od. (Erkenl k çağındak gençler n bu dönemde a leler yle sorunları olab l r.) 54) adopt; (f l) evlat

ed nmek, ben msemek, kabul etmek, sah plenmek A ch ldless couple has adopted a baby. (Çocuğu

olmayan ç ft, b r bebek evlat ed nd .) 55) adult; ( s m, sıfat) .; yet şk n s.; erg n, yet şk n Why don’t you

act l ke an adult? (Neden b r yet şk n g b hareket etm yorsun?) 56) advance; (f l, s m) f.; lerlemek,

gel şt rmek, gel ş m göstermek .; lerleme, terf Do you follow the recent advances n med cal sc ence?

( Tıp alanındak son gel şmeler tak p ed yor musun?) 57) advanced; (sıfat) ler , gel şm ş, ler derecede

England s an ndustr ally advanced country. (İng ltere sanay bakımından gel şm ş b r ülked r.) 58)

advantage; ( s m) yarar, fayda, avantaj, You w ll have an advantage f you prepare well. (Eğer y

hazırlanırsan avantajın olacak.) 59) adventure; ( s m, f l) .; macera , serüven, r sk f.; tehl keye atmak,

r ske atmak She l kes read ng adventure stor es. (Macera h kayeler okumayı sever.) 60) advert s ng;

( s m) reklam, tanıtım, reklamcılık Alcohol advert s ng has been banned. (Alkol reklamı yasaklandı.) 61)

adv ce; ( s m) öğüt, nas hat, tavs ye,danışma I w ll g ve you some adv ce for th s job. ( Sana bu ş ç n

b raz tavs ye vereceğ m.) 62) adv se; (f l) öğüt vermek, nas hat etmek, tavs yede bulunmak, danışmak I

adv se you to be careful. (S ze d kkatl olmanızı tavs ye eder m) 63) adv ser; ( s m) danışman, akıl

hocası, rehber, kılavuz, müşav r You should f nd a spec al adv ser for ch ldren’s educat on. ( Çocukların

eğ t m ç n özel b r danışman bulmalısın. 64) advocate; ( s m, f l) .; avukat, savunucu f.; desteklemek,

müdafaa etmek , savunmak Many experts advocate that sleep ng early s good for health. (B rçok

uzman, erken uyumanın sağlık ç n faydalı olduğunu savunuyor.) 65) affa r; ( s m) mesele, vaka, l şk

She s hav ng an affa r w th her colleague . (Meslektaşıyla l şk s var.) 66) affect; ( s m, f l) .;

duygulanım, heyecan f.; etk lemek, duygulandırmak, g b davranmak Her op n ons affected my

dec s on. (Onun görüşler kararımı etk led .) 67) afford; (f l) satın almaya gücü yetmek, madd gücü

yetmek We can’t afford to go hol day th s summer. (Bu yaz tat le g tmeye madd gücümüz yetmez.) 68)

afra d; (sıfat) korkmuş, ürkmüş Are you afra d of darkness? (Karanlıktan korkar mısın?) 69) Afr can;

( s m, sıfat) .; afr ka, s.; afr ka le lg l , afr kalı Her mother s an Afr can and her father s a Japanese.

(Annes Afr kalı , babası se Japon.) 70) Afr can-Amer can; ( s m) afr kalı amer kalı He l ves n Amer ca

but he s actually an Afr can-Amer can. (Amer ka’da yaşıyor ancak aslında afr kalı-amer kalı.) 71) after;

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 3/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

(zarf, sıfat) zf.; sonra, ardından, arkasından s.; sonrak , sonra gelen We w ll go shopp ng after lunch.

(Öğle yemeğ nden sonra alışver şe g deceğ z.) 72) afternoon; ( s m) öğleden sonra I have a meet ng on

Monday afternoon. (Pazartes öğleden sonra topantım var.) 73) aga n; (zarf) tekrar, yen den, b r daha

Can you say aga n? I couldn’t understand. (Tekrar söyler m s n? Anlayamadım.) 74) aga nst; (edat, zarf)

ed.; karşı , aykırı, aleyh nde zf.; -e doğru, ters olarak That’s aga nst the law. (Bu yasaya aykırı.) 75)

age; ( s m, f l) .; yaş, çağ f.; yaşlanmak,esk mek When I was your age, I was already f n shed school.

(Sen n yaşındayken okulu çoktan b t rm şt m.) 76) agency ; ( s m) acenta, ajans We are work ng w th the

local travel agancy. (Yerel seyehat acentası le çalışıyoruz.) 77) agenda; ( s m) gündem, gündemde olan

konular , ajanda D d you have any nformat on about the meet ng’s agenda? ( Toplantının gündem

hakkında b lg n var mı?) 78) agent; ( s m) acente, tems lc , ajan, vek l D d you call the travel agent?

(Seyehat acentasını aradın mı?) 79) aggress ve; (sıfat) agres f, saldırgan, kavgacı She gets aggress ve

when she’s hungry. (Acıkınca agres fleş yor.) 80) ago; (zarf) önce I went to Spa n a long t me ago.

(İspanya’ya çok uzun zaman önce g tt m.) 81) agree; (f l) aynı f k rde olmak, kabul etmek, hemf k r olmak

, mutabık omak Somet mes I agree w th her deas. (Bazen onun görüşler yle aynı f k rde oluyorum) 82)

agreement; ( s m) anlaşma, sözleşme, uzlaşma, mutabakat The agreement was s gned by the member

countr es. (Anlaşma, üye ülkeler tarafından mzalandı.) 83) agr cultural; (sıfat) tarımsal, z ra Agr cultural

product on has been ra sed for the last ten years. (Son on yıldır tarımsal üret mde artış meydana geld )

84) ah; (ünlem) of , ah, vah Ah, th s s del c ous. (Of, bu çok lezzetl .) 85) ahead; (zarf, sıfat) zf.; lerde,

ler ye s.; öndek I w ll walk ahead. (İler ye yürüyeceğ m) 86) a d; ( s m, f l) .; yardım , yardımcı f.;

yardım etmek, I jo ned a med cal a d programme. (Tıbb yardım programına katıldım) 87) a de; ( s m)

em r kulu, em r yaver , yardımcı She worked as nurse’s a d for three years. (3 yıl hemş re yardımcısı

olarak çalıştı.) 88) AIDS ( s m) a ds AIDS research have been done for years n th s nst tute. (Bu

enst tüde AIDS araştırması yıllardır yapılıyor.) 89) a m; ( s m, f l) .; hedef, amaç f.; amaçlamak ,

hedeflemek H s ma n a m n l fe s to earn a lot of money. (Onun hayattak asıl hedef çok para

kazanmak.) 90) a r; ( s m, f l) .; hava f.; havalandırmak – to be on a r : yayında olmak I need some

fresh a r, let’s go out. (B raz tem z havaya ht yacım var, hayd dışarı çıkalım.) 91) a rcraft; ( s m) uçak,

hava taşıtı Th s a rcraft can carry 300 people. (Bu uçak 300 k ş taşıyab l r.) 92) a rl ne; ( s m) havayolu I

prefer nternat onal a rl nes. (Uluslararası havayollarını terc h ed yorum.) 93) a rport; ( s m) haval manı,

havaalanı We should get to the a rport before the fl ght t me. (Uçuş zamanından önce havaalanında

olmalıyız.) 94) album; ( s m) albüm, plak Young s nger released a new album last week. (Genç şarkıcı

geçen hafta yen b r albüm çıkardı.) 95) alcohol; ( s m) alkol, çk Alcohol s v tally dangerous for the l ver.

96) al ve; (sıfat, zarf) s.; canlı, sağ zf.; canlı canlı Is your grandfather st ll al ve? (Sen n büyükbaban hala

sağ mı?) 97) all; ( s m, zam r, sıfat , zarf) .; bütün, tümü , her şey zm.; heps s.; bütün, tamamı zf.;

bütünüyle , tamamıyla H s all relat ves attended h s wedd ng. (Düğününe bütün akrabaları katıldı.) 98)

all ance; ( s m) ortaklık, tt fak, müttef kl k, antlaşma The government s now n all ance w th the non

governmental organ zat ons. (Hükümet şuanda s v l toplum kuruluşları le ortaklık çer s nde.) 99) allow;

(f l) z n vermek You are not allowed to go out unt l you f n sh your homework. (Ödev n b t rene kadar

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 4/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

dışarı çıkmaya z nl değ ls n.) 100) ally; ( s m, f l) .; müttef k ülke, müttef k f.; katılmak, b rleşmek The

Br ta n was the ally on World War I . (İng ltere I. Dünya Savaşı’nda müttef k ülkeyd .) 101) almost; (zarf)

neredeyse, az kalsın, yaklaşık olarak The cat was almost catch ng the mouse. (Ked neredeyse farey

yakalıyordu.) 102) alone; (sıfat, zarf) s.; yalnız, tek, k mses z zf.; sadece, yalnızca, tek başına My

parents are go ng out , I w ll be alone at home. (Annem ve babam dışarı çıkıyor, bugun evde yalnız

olacağım.) 103) along; (zarf) boyunca, süres nce, baştan sona, kıyısında(yol, neh r vs.) We walked

along the r ver. (Neh r kıyısında yürüdük.) 104) already; (zarf) zaten, çoktan, evvelce, hal hazırda She’s

already late. (zaten geç kaldı.) 105) also; (zarf) ayrıca, hem de , aynı zamanda She also takes dance

lessons . (Aynı zamanda dans dersler de alıyor.) 106) alter; (f l) değ şt rmek, ev rmek, başkalaşmak

She altered so much, I cant recogn ze her anymore. (Çok değ şt , artık onu tanıyamıyorum) 107)

alternat ve; ( s m, sıfat) .; alternat f, seçenek f.; d ğer, alternat f, başka There s always an alternat ve

f you th nk carefully. (D kkatl ce düşünürsen her zaman b r alternat f vardır.) 108) although; (bağlaç) e

rağmen, karşın, -d ğ halde, olmasına rağmen Although t was ra n ng, the weather was warm. (Yağmur

yağmasına rağmen hava ılıktı.) 109) always ; (zarf) her zaman, da ma She always l stens her mother’s

adv ces. (Her zaman annes n n tavs yeler n d nler.) 110) AM (f l, s m) f.; olmak .; öğleden önce It was

10 a.m. When I woke up. (Uyandığımda saat öğleden önce 10’du. 111) amaz ng; ( s m, sıfat) .;

şaşırtma s.; nanılmaz, şaşırtıcı, hayrete düşüren The dance show was amaz ng. (Dans göster s

nanılmazdı.) 112) Amer can; (sıfat, s m) s.; amer kan .; amer kalı Her second husband was an

Amer can. (İk nc kocası Amer kalıydı.) 113) among; (edat) arasında, k den fazla şey arasında I found

th s p cture among h s th ngs. (Bu resm eşyalarının arasında buldum.) 114) amount; ( s m, f l) .; m ktar,

meblağ, tutar f.; toplama ulaşmak We’ve had an enormous amount of money from th s job. (Bu şten

büyük m ktarda para kazandık.) 115) analys s; ( s m) anal z, çözümleme, rdeleme, tahl l The ur ne

samples are sent to the laboratory for analys s. (İdrar örnekler tahl l ç n laboratuara gönder l r.) 116)

analyst; ( s m) anal z uzmanı, anal st, çözümlemec Food analysts are work ng on a new project. (Gıda

anal z uzmanları yen b r proje üzer nde çalışıyor.) 117) analyze; (f l) anal z etmek, çözümlemek, tahl l

etmek The students analyzed a poem n l terature class. (Öğrenc ler edeb yat ders nde ş r çözümlemes

yaptılar. 118) anc ent; (sıfat) esk den kalma, ant k,esk The mov ed was about the people who l ved n

anc ent Greece. ( F lm ant k Yunan stan’da yaşayan nsanlar hakkındaydı.) 119) and; (bağlaç) ve, le

Can he read and wr te n German? (Almanca okuyab l yor ve yazab l yor mu?) 120) anger; ( s m, f l) .;

öfke, h ddet, kızgınlık f.; öfkelend rmek, h ddetlend rmek H s anger was terr fy ng. ( Öfkes

korkutucuydu.) 121) angle; ( s m, f l) .; açı, bakış açısı f.; çarpıtmak, saptırmak You should th nk

about th s ssue from d fferent angles. (Bu konuyu farklı bakış açılarından düşünmel s n.) 122) angry;

(sıfat) kızgın, h ddetl , öfkel I was angry w th you for mak ng such stup d m stakes. (Böyles ne aptal

hatalar yaptığın ç n sana kızdım.) 123) an mal; ( s m, sıfat) .; hayvan s.; hayvan , hayvanca Th s

product has not been tested on an mals. (Bu ürün hayvanlar üzer nde test ed lmem şt r) 124)

ann versary; ( s m) yıldönümü Our grandparents are celebrat ng the r 50th. Wedd ng ann versary.

(Büyükanne ve büyükbabamız 50. evl l k yıldönümler n kutluyor. 125) announce; (f l) duyurmak,tebl ğ

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 5/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

etmek, lan etmek, anons yapmak The government announced the new econom c plan. (Hükümet yen

ekonom k planı duyurdu.) 126) annual; ( s m, sıfat) .; yılda b r kez gerçekleşen etk nl k s.; yıllık, her

yıl, senel k The annual growth rate s 6% n agr culture. (Tarımdak yıllık büyüme oranı %6.) 127)

another; (zam r, sıfat) zm.; başka, başkası s.; farklı, öbür I need another pen, t doesn’t wr te. (Başka

b r tükenmez kalem gerek, bu yazmıyor.) 128) answer; ( s m, f l) .; cevap, yanıt, çözüm f.; yanıtlamak,

cevap vermek , cevaplamak Please answer these quest ons n ten m nutes. (Lütfen soruları on dak ka

ç nde cevaplayınız.) 129) ant c pate; (f l) merakla beklemek, ummak, sezmek We ant c pate that the

sales w ll r se. (Satışların artacağını umuyoruz.) 130) anx ety; ( s m) kaygı, tasa , end şe , anks yete You

should share your anx et es w th your doctor. (End şeler n doktorunla paylaşmalısın.) 131) any; (sıfat,

zarf, zam r) s.; her, bazı, h çb r zf.; b raz ,h ç zm.; herhang b r Are there any problems? (Herhang

b r sorun var mı?) 132) anybody; ( s m, zam r) .; herhang b r zm.; k mse, b r s , h ç k mse Is there

anybody who can help us? (B ze yardımcı olab lecek k mse var mı?) 133) anymore; (zarf) artık, bundan

böyle, daha fazla I don’t dr nk coke anymore. (Artık kola çm yorum.) 134) anyone; (zam r) herhang b r ,

b r s , herkes, h ç k mse The quest on s so s mple that anyone can solve t. (Soru o kadar kolay k

herkes çözeb l r.) 135) anyth ng; (zam r) h çb r şey, h çb r , h çb r , her şey I am so hungry, I can eat

anyth ng.( Çok açım, her şey y yeb l r m.) 136)anyway; zarf neyse, nasıl olsa, zaten Anyway, let’s

change the top c. (Neyse, konuyu değ şt rel m.) 137) anywhere; (zam r, zarf) zm.; b r yer zf.; herhang

b r yer, her yer I have never been anywhere outs de Turkey. (Türk ye dışında herhang b r yerde h ç

bulunmadım.) 138) apart; (zarf, sıfat) zf.; ayrı olarak, ayrı b r yere, b r tarafa s.; ayrı I am l v ng apart

from my fam ly now. (şuan a lemden ayrı yaşıyorum.) 139) apartment; ( s m) apartman da res , da re,

oda She l ves n an apartment n New York. (New York’ta b r apartmanda yaşıyor.) 140) apparent; (sıfat)

bel rg n, bar z, bell , göze çarpan It was apparent that she was really upset. (Gerçekten üzgün olduğu

bell yd .) 141) apparently; (zarf) görünürde, anlaşılan , görünüşe bakılırsa I thought you lost the keys ,

but apparently you d d not. (Anahtarları kaybett ğ n düşünmüştüm ancak görünüşe bakılırsa

kaybetmem şs n.) 142) appeal; (f l, s m) f.; başvurmak, caz p gelmek, temy z etmek .; başvuru, temy z,

caz be The nter or des gn of the house appealed me. (Ev n ç d zaynı bana caz p geld .) 143) appear;

(f l) gözükmek, bel rmek, bell olmak It appears to be an amaz ng story. (Etk ley c b r h kaye g b

gözüküyor.) 144) appearance; ( s m) görünme, görünüş, görünüm She d dn’t l ke her appearance when

she was a teenager. (Ergenl k dönem nde görünüşünü h ç beğenmezd .) 145) apple; ( s m) elma I w ll

p ck some apple. (B raz elma toplayacağım.) 146) appl cat on; ( s m) başvuru, uygulama, müracaat Your

appl cat on s accepted. (Başvurunuz kabul ed ld .) 147) apply; (f l) başvurmak, uygulamak, müracaatta

bulunmak If you apply for th s job, you must f ll up the form. (Eğer bu şe başvurmak st yorsanız formu

doldurmalısınız.) 148) appo nt; (f l) atamak, tay n etmek, görevlend rmek , bel rlemek They have

appo nted a new teacher. (Yen b r öğretmen atadılar.) 149) appo ntment; ( s m) atama, tay n, görev,

randevu I have a dent st appo ntment tomorrow. (Yarın d şç randevum var.) 150) apprec ate; (f l) takd r

etmek, beğenmek, değer n artırmak , kıymet b lmek I apprec ate your effort. (Çabanı takd r ed yorum.)

151) approach; (f l, s m) f.; yaklaşmak, ulaşmak .; yaklaşım As you approached to the west, you’ll

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 6/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

see the sea. (Batıya yaklaştıkça den z göreceks n.) 152)appropr ate; (sıfat) s.; uygun, yer nde, münas p

These jeans are not appropr ate for work. (Bu pantolonlar ş ç n uygun değ l.) 153) approval; ( s m)

onay, tasd k, tasv p, uygun bulma I can’t say anyth ng w thout my parent’s approval. (Anne babamın

onayı olmadan b r şey söyleyemem.) 154) approve; (f l) onaylamak, tasv p etmek, uygun bulmak She

doesn’t approve my un verc ty cho ce. (Ün vers te seç m m uygun bulmuyor.) 155) approx mately; (zarf)

yaklaşık olarak , aşağı yukarı The journey took approx mately f ve hours. (Yolculuk yaklaşık beş saat

sürecek.) 156) Arab; ( s m) arap, arab stanlı She had an Arab fr end n Egypt. (Mısır’da arap arkadaş

ed nd .) 157) arch tect; ( s m, f l) .; m mar f.; tasarlamak He worked as an arch tect for long years.

(Uzun yıllar m mar olarak çalıştı.) 158) area; ( s m) bölge, alan ,araz Don’t go away from th s area. (Bu

bölgeden uzağa g tme.) 159) argue; (f l) tartışmak, t raz etmek, çek şmek We’re always argu ng w th

each other about some ssues. (Bazı konular hakkında sürekl b rb r m zle tartışıyoruz. ) 160) argument;

( s m) tartışma, dd a, kanıt I don’t want argument anymore. (Artık tartışma stem yorum.) 161) ar se; (f l)

ortaya çıkmak, kaynaklanmak,yükselmek New cr s s have ar sen. (Yen sorunlar ortaya çıktı.) 162) arm;

( s m, f l) .; kol , güç, cephane f.; s lahlandırmak , destek olmak She broke her arm n an acc dent.

(Kazada kolunu kırdı.) 163) armed; (sıfat) kollu, ateşl , s lahlı The robber was armed. (Soyguncu

s lahlıydı.) 164) army; ( s m) ordu, asker, topluluk He wants to go nto army, after f n sh ng the school.(

Okulu b t rd kten sonra orduya katılmak st yor.) 165) around; (zarf, edat) zf.; etrafta, çevrede , aşağı

yukarı ed.; sularında, c varında There was no one around. (Etrafta k mse yok.) 166) arrange; (f l)

düzenlemek, ayarlamak, hazırlamak , sıralamak Can you arrange an appo nment for Thursday?

(Perşembeye randevu ayarlayab l r m s n?) 167) arrangement; ( s m) düzenleme, ayarlama, tanz m ,

aranjman There are new secur ty arrangements. (Yen güvenl k düzenlemeler var.) 168) arrest; (f l, s m)

f.; tutuklamak, yakalamak .; yakalama, tutuklama, hap s The th ef was arrested three days after the

robbery. (Hırsız, soygundan üç gün sonra yakalandı.) 169) arr val; ( s m, sıfat) .; varma, gel ş, varış,

gelme s.; gelen Her arr val made me happy. (Onun gel ş ben mutlu ett .) 170) arr ve; (f l) ulaşmak,

varmak, gelmek The tra n arr ved at the stat on on t me. (Tren, stasyona zamanında vardı.) 171) art;

( s m, sıfat) .; sanat, hüner, sanat eser s.; sanatsal Are you nterested n modern arts? (Modern

sanatlarla lg len yor musun?) 172) art cle; ( s m) makale, eşya, yazı, bent , madde , hukukta kanun

maddes Have you read the art cle about the technolog cal developments? (Teknoloj k gel şmeler

hakkındak makaley okudun mu? 173) art st; ( s m) art st, sanatçı, ressam sanatkar H s favor te art st s

Van Gogh. (En beğend ğ ressam Van Gogh.) 174) art st c; (sıfat) art st k, sanatsal They made some

art st c arrangements. (Bazı sanatsal düzenlemeler yaptılar.) 175) as; (zarf, edat,bağlaç) zf.; olarak ed.;

kadar, g b , rağmen bağ.; olduğundan, -dıkça, -dığı ç n ,çünkü I work as a general d rector at a f rm.

(B r f rmada genel müdür olarak çalışıyorum.9 176) As an; ( s m, sıfat) .; asyalı, asya s.; asya le lg l

ve ona a t She l kes l sten ng As an mus c. (Asya müz ğ d nlemey sever.) 177) as de; (zarf, sıfat) zf.; b r

kenara, b r tarafa s.; ayrı He pulled the car as de. (Arabayı kenara çekt .) 178) ask; (f l) soru sormak,

r ca etmek, stemek Ask me anyth ng you want to know. (Bana ne b lmek st yorsan sor.) 179) asleep;

(sıfat, zarf) s.; uyuyan zf.; uyurken, uykuda I found h m asleep n the class. (Onu sınıfta uyurken

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 7/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

buldum.) 180) aspect; ( s m) görünüş, yön, tavır, açı , bakı You see only one aspect of the problem.

(Sorunun yalnızca tek tarafını görüyorsunuz.) 181) assault; (f l, s m) f.; saldırmak, hücum etmek,

tecavüz etmek , taarruz etmek .; saldırı, tecavüz, taarruz The woman was sexually assaulted on the

street. (Kadın caddede c nsel saldırıya uğradı.) 182) assert; (f l) dd a etmek, ler sürmek, açıklamak,

ortaya koymak She cont nued to assert her nnocence. (Masum yet n dd a etmey sürdürdü.) 183)

assess; (f l) değer n b çmek, bel rlemek , para m ktarını tay n etmek It s d ff cult to assess the needs.

(İht yaçları bel rlemek zor.) 184) assessment; ( s m) değerlend rme, düşünce The asessment of the

s tuat on must be object ve. (Bu durumun değerlend rmes nesnel olmalı.) 185) asset; ( s m) varlık, mülk,

servet , en değerl şey. In th s job, attent on s the asset . (Bu şte d kkat en değerl şeyd r.) 186) ass gn;

(f l) vermek, devretmek, tahs s etmek, saptamak, atamak, görev vermek Our teacher ass gned each of

us a d fferent task. (Öğretmen m z her b r m ze farklı b r görev verd .) 187) ass gnment; ( s m) göreve

atama, görev , ödev , devretme The assa gnments w ll be handed on Tuesday. (Ödevler Salı günü tesl m

ed lecek.) 188) ass st; (f l, s m) f.; yardımcı olmak, as stanlık yapmak .; yardım Her daughter ass sts

her n the k tchen. (Kızı mutfakta ona yardımcı olur.) 189) ass stance; ( s m) yardım, destek We’ll prov de

ass stance for your educat on. (Eğ t m n z ç n destek sağlayacağız.) 190) ass stant; (sıfat, s m) s.;

yardımcı .; as stan, yardımcı eleman She s work ng as an ass stant at the un vers ty. (Ün vers tede

as stan olarak çalışıyor.) 191) assoc ate; (f l, s m) f.; l şk lend rmek, b rleşt rmek .; ş ortağı, arkadaş

War s generally assoc ated w th guns and bombs. (Savaş genelde s lah ve bomba le l şk lend r l r.) 192)

assoc at on; ( s m) ortaklık, dernek, b rl k, teşekkül Do you have any assoc at on w th them? (Onlarla b r

ortaklığınız var mı?) 193) assume; (f l) farzetmek, varsaymak I assume that he w ll be better soon. (Kısa

zamanda daha y olacağını varsayıyorum.) 194) assumpt on; ( s m) farzetme, varsayım, tahm n H s

assumpt ons were all wrong. (Bütün varsayımları yanlıştı.) 195) assure; (f l) garant lemek, tem n etmek,

güvence altına almak , s gortalamak I can assure you, he w ll be successfull. (S z tem n eder m k

başarılı olacak.) 196) at; (zarf, edat ) zf.; üzere ed.;üzer nde, -de,-da I met h m at school. (Onunla

okulda karşılaştım.) 197) athlete; ( s m) atlet, sporcu He s an athlete, who has medals. (O, madalyaları

olan b r atlet.) 198) athlet c; (sıfat) atlet k, sport f, atlet zmle lg l She was athlet c boy. (Sport f b r oğlan

çocuğuydu.) 199) atmosphere; ( s m) atmosfer, çevre , hava ,ortam There was a fr endly atmosphere at

the party. (Part de arkadaş canlısı b r ortam vardı.) 200) attach; (f l) eklemek, l şt rmek, b t şt rmek I

attach a copy of the f le. (Dosyanın b r kopyasını ekl yorum.) 201) attack; ( s m, f l) .; hücum, kr z,

g r şme , saldırı, taarruz f.; saldırmak, hücum etmek, atağa kalkmak The enemy forces attacked w th

all the power. (Düşman kuvvetler tüm gücüyle hücum ett .) 202) attempt; ( s m, f l) .; kalkışma, g r ş m,

teşebbüs f.;g r ş mde bulunmak, teşebbüste bulunmak, g r şmek That was an unsuccessful attempt.

(Başarısız b r g r ş md .) 203) attend; (f l) katılmak, devam etmek, hazır bulunmak Are you plann ng to

attend her wedd ng? (Onun düğününe katılmayı planlıyor musun) 204) attent on; ( s m) d kkat, lg , t na,

uyarı The young man tr ed to attract the wa tress’ attent on. (Genç adam garson kızın lg s n çekmeye

çalıştı.) 205) att tude ( s m) tavır, tutum, davranış, hal If you want to show respect, you should change

your att tude. (Eğer saygı göstermek st yorsan bu tavrını değ şt rmel s n.) 206) attorney; ( s m) avukat,

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 8/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

vek l, dava vek l A new attorney was appo nted for the case. (Dava ç n yen b r avukat atandı.) 207)

attract; (f l) kend ne çekmek, cezbetmek The mov e has attracted thounds of people. (F lm, b nlerce

nsanın lg s n çekt .) 208) attract ve; (sıfat) çek c , caz p , alımlı I met a young and attract ve g rl at the

party. (Part de genç ve alımlı b r kızla tanıştım.) 209) attr bute; (f l, s m) f.; atfetmek ,bağlamak,

yüklemek, yormak .; yetk , n tel k, s mge My mother attr butes her success to hard work. (Annem

başarısını çok çalışmasına bağlıyor.) 210)aud ence; ( s m) zley c , sey rc , okuyucu k tles The aud ence

enjoyed the theater and clapped for 5 m nutes n the end. (Sey rc t yatroyu beğend ve sonunda beş

dak ka boyunca alkışladı) 211) author; ( s m, f l) .; yazar, eser sah b f.; yazmak The author’s a m was

to emphas ze poverty n h s book. (Yazarın amacı k tabında yoksulluğa vurgu yapmaktı.) 212) author ty;

( s m) yetk , nüfuz, otor te, hak m yet Only the manager has the author ty to g ve the orders. (Yalnızca

müdürün tal mat verme yetk s vardır.) 213) auto; ( s m, sıfat) .; otomob l, araba s.; kend kend ne The

auto pr ces have been ncreased th s year. (Bu yıl otomob l f yatları arttı.) 214) ava lable; (sıfat) mevcut,

elver şl , müsa t, kullanışlı The doctor s not ava lable now, please come later. (Doktor şuan müsa t değ l,

lütfen daha sonra gel n.) 215) average; ( s m, sıfat) .; orta,ortalama s.;sıradan The average ncome

s qu te low n Afr can countr es. (Afr ka ülkeler nde ortlama gel r oldukça düşük.) 216) avo d; ( f l)

önlemek ,sakınmak ,korunmak, uzak durmak If you want to avo d sunburns, you shoul use suntan o l.(

Eğer güneş yanıklarından korunmak st yorsan güneş yağı kullanmalısın.) 217) award; (f l, s m) f.; ödül

vermek .;ödül , mükafat He was nom nated for the best mus c an award. (En y müz syen ödülü ç n

aday göster ld .) 218) aware; (sıfat) tet kte, farkında , b l nçl You must be aware of the ser ousness of the

s tuat on. (Durumun c dd yet n n farkında olmalısın.) 219) awareness; ( s m) farkındalık, b l nçl l k Early

awareness of the cancer s very mportant. (Kanser konusunda erken farkındalık oldukça öneml d r.)

220) away; (sıfat, zarf) s.; uzak, zf.; uzakta, She l ve 100 m away from here. (Buradan 100 metre

uzakta yaşıyor.) 221) awful; (sıfat) berbat, çok kötü, korkunç The serv ce at the hotel was awful.

(Oteldek h zmet berbattı.) 222) baby; ( s m) .; bebek , hayvan yavrusu The new marr ed couple want to

have a baby. (Yen evl ç ft bebek sah b olmak st yor.) 223) back; ( s m, f l, sıfat, zarf) .; arka f.; arka

çıkmak, ger ye g tmek s.; arkasındak , evvelk zf.; arkaya, ger de, geçm şte 224) background; ( s m)

geçm ş, fon, arka plan, özgeçm ş, sosyal çevre Please talk about your background and your work

exper ences. (Lütfen geçm ş n z ve ş tecrübeler n zden bahsed n.) 225) bad; ( s m, sıfat) .; kötülük,

zarar, yıkım, şanssızlık s.; kötü, fena, berbat, nahoş I thought t was a bad talk. (Bence kötü b r

konuşmaydı.) 226) badly; (zarf) berbat b r şek lde, fena halde, kötü She was s ng ng so badly.(Çok kötü

şarkı söylüyordu.) 227) bag; ( s m, f l) çanta, torba, kese, f.; çantaya koymak, torbaya atmak, çalmak,

aşırmak I bought her a p nk bag for her b rthday. (Doğum günü ç n ona pembe b r çanta aldım.) 228)

bake; ( s m, f l) .; yemekl toplantı, karbonat f.; fırında p ş rmek, p şmek, kavurmak I w ll bake a cake for

our guests. (M saf rler m z ç n kek p ş r ceğ m) 229) balance; (f l, s m) f.; dengelemek, dengede tutmak,

tartmak, düşünmek , n p çıkmak .; denge, uyum, denkl k, bak ye,b lanço , teraz Try to balance your

soc al l fe and your work. ( Sosyal hayatını ve ş n dengede tutmaya çalış.) 230) ball; ( s m, f l) .; top,

küre, b lye , m sket, yumak , top merm s f.; top yapmak , yumak yapmak The k ds are play ng ball

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 9/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

outs de. (Çocuklar dışarıda top oynuyor) 231) ban; ( s m, f l) .; yasak, aforoz f.; yasaklamak, boykot

etmek, aforoz etmek The doctor banned her smok ng after she had a heart attack. (Kalp kr z geç rd kten

sonra doktor ona s gara çmey yasakladı.) 232) band; ( s m, f l) .; bando, müz k grubu ,bant , orkestra,

şer t f.; bantlamak , bağlamak We bought t cket for the concert of the famous band.(Ünlü müz k

grubunun konser ç n b let aldık.) 233) bank; ( s m, f l) .; banka, göl kıyısı, yaka, set f.; para yatırmak,

set çekmek I save my money n the bank account. (Paramı banka hesabımda b r kt r yorum.) 234) bar;

( s m, f l) .; bar, parmaklık, dem r çubuk,baro f.; parmaklıkla çev rmek, önlemek She was s tt ng at the

bar, when I saw her. (Onu gördüğümde barda oturuyordu.) 235) barely; (zarf) zar zor, anca The mall was

so crowded that I could barely bought someth ng. (Alışver ş merkez öyle kalabalıktı k zar zor b r şeyler

alab ld m.) 236) barrel; ( s m, f l) .; fıçı, namlu f.; fıçılamak We loaded the barrels on the sh p. (Fıçıları

gem ye yükled k.) 237) barr er; ( s m) bar yer, duvar, set At the publ c meet ng, people were stand ng

beh nd the barr ers. (M t ngde nsanlar bar yerler n arkasında duruyordu.) 238) base; (f l, s m, sıfat)

f.;temellemek, dayandırmak .; temel, esas, ka de,taban, kural s.; ad , aşağılık Today’s concerns have

a h stor cal base. (Bugünkü sorunların tar hsel b r temel var.) 239) baseball; s m beyzbol , beyzbol topu

When he was study ng n New York he was play ng baseball. (New York’ta okurken beyzbol takımında

oynuyordu.) 240) bas c; (sıfat) temel, esas, başlıca We w ll start our f rst lesson w th bas c nformat ons.

(İlk ders m ze temel b lg lerle başlayacağız.) 241) bas cally; ( zarf) aslında, esasen, temelde These two

d fferent approaches are bas cally very s m lar.( Bu k farklı yaklaşım esasen çok benzer.) 242) bas s;

( s m) kök, temel, taban, altyapı The bas s of a good relat onsh p s mutual trust. (İy b r l şk n n temel

karşılıklı güvend r.) 243) basket; ( s m, f l) .; sepet, basketbol potası, küfe f.; sepetlemek The basket s

full of apples. (Sepet elmalarla dolu.) 244) basketball; ( s m) basketbol, basketbol topu He was play ng

basketball n h gh school. 245) bathroom; ( s m) banyo, tuvalet Can I use your bathroom? (Banyonuzu

kullanab l r m y m?) 246) battery; ( s m) batarya, p l, akü We need a battery for the car. (Araba ç n yen

b r akü lazım.) 247) battle; ( s m, f l) .; savaş, muharebe f.; savaşmak, mücadele etmek Thousand of

people were k lled at the battle. (Savaşta b nlerce nsan öldürüldü.) 248) be; (f l) olmak, mevcut olmak I

wasn’t at school yesterday. (Dün okulda yoktum.) 249) beach; ( s m, f l) .; kumsal, sah l, plaj f.;

karaya çekmek Our summerhouse s very close to the beach. (Yazlık ev m z sah le çok yakın.) 250)

bean; ( s m) fasulye,barbunya, tohum, tane,kahve vb çek rdeğ , kafa She s cook ng beans for d nner.

(Akşam yemeğ ç n fasulye p ş r yor.) 252) bear; (f l, s m) tahammül etmek, dayanmak, katlanmak,

taşımak .; ayı She talks all the t me, I can’t bear anymore. (Sürekl konuşuyor, artık katlanamıyorum.)

253) beat; ( s m, f l) .; r t m, vurma ses , darbe, çarpma f.; yenmek, dövmek, atmak çarpmak, vurma

He beat me at the chess tournament. (Satranç turnuvasında ben yend .) 254) beaut ful; (sıfat) güzel,

zar f, hoş My mom s the most beaut ful woman on earth. (Annem dünyadak en güzel kadın.) 255)

beauty; ( s m) güzell k, güzel k ş , güzel şey I don’t use the beauty products. (Güzell k malzemes

kullanmıyorum.) 256) because; (sıfat) çünkü, neden yle , dolayı, -dığı ç n I won’t meet h m because I

don’t l ke h m. (Onunla görüşmeyeceğ m çünkü ondan hoşlanmıyorum. 257) become; (f l) olmak, hal ne

gelmek She become a f nance manager at a pr vate bank .( Özel b r bankada f nans müdürü oldu.) 258)

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 10/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

bed; ,( s m, f l) .; yatak, döşek, tarh f.; yatırmak, yatak yapmak Th s bed s very comfortable. I w ll buy

th s. (Bu yatak çok rahat. Bunu alacağım.) 259) bedroom; ( s m) yatak odası The bedroom of the house

was very large. (Ev n yatak odası oldukça büyüktü.) 260) beer; ( s m) b ra Th s c ty s famous for ts beer.

(Bu şeh r b rasıyla ünlüdür.) 261) before; (edat, zarf, bağlaç) ed.; önünde, önces nde zf.; önden, daha

önce bağ.; -den önce All arrangements were done before the ceremony. (Törenden önce bütün

hazırlıklar yapıldı.) 262) beg n;(f l) başlamak, g r şmek, adım atmak The tenn s course beg n th s

summer. (Ten s kursu bu yaz başlıyor.) 263) beg nn ng; ( s m, sıfat) .; başlangıç, başlama, m lad s.; lk,

baş We m ssed the beg nn ng of the mov e. (F lm n başlangıcını kaçırdık.) 264) behav or; ( s m)

davranış, tavır, tutum Her behav or towards me s less aggress ve now. (Bana karşı tutumu ş md daha

az agres f) 265) beh nd; (sıfat, zarf, edat) s.; ger s ndek , ardındak zf.; arkadan, ger de ed.; ardında,

arkasında The cat s stand ng just beh nd the w ndow. (Ked penceren n hemen arkasında duruyor.) 266)

be ng; ( s m) varoluş, yaratık, oluş,mahluk I love h m w th my whole be ng. (Onu bütün varoluşumla

sev yorum.) 267) bel ef; ( s m) nanç, güven, f k r, t mat He avo ds expla n ng h s pol t cal bl ef. 268)

bel eve; (f l) nanmak, güvenmek, man etmek I don’t bel eve h s words. (Onun sözler ne nanmıyorum.)

269) bell; ( s m) çan, z l You can start when you hear the bell r ng. (Z l ses n duyduğunuzda

başlayab l rs n z.) 270) belong; (f l) a t olmak , lg l olmak I can’t l ve here, I don’t feel I am belong here.

(Burada yaşayamam, buraya a t olduğumu h ssetm yorum. 271) below; (sıfat, zarf edat) s.; alt,

aşağıdak zf.; aşağıya, aşağıda ed.; aşağısında, aşağı, alt katta Please do not wr te below the s gn.

(Lütfen şaret n altına yazı yazmayın.) 272) belt; ( s m, f l) .; kemer, kuşak , şer t f.;kemer bağlamak ,

ş ddetle vurmak T e the belt when you dr v ng. (Araba kullanırken kemer n bağla.) 273) bench; ( s m)

bank, oturma sırası , kürsü , yargıç kürsüsü The benches n the park were all broken. (Parktak bütün

banklar kırıktı.) 274) bend; (f l, s m) eğ lmek, boyun eğmek, bükülmek, kıvrılmak .;

eğ lme,bükülme,kıvrılma, dönemeç He bent h s head and wh spered someth ng to her. (Kafasını eğd ve

ona b r şeyler fısıldadı.) 275) beneath; (edat, zarf) ed.; altında zf.; aşağıya , allta , altına We l ve

beneath the same roof. (Aynı çatı altında yaşıyoruz.) 276) benef t; (f l, s m) f.; faydası olmak, yarar

sağlamak .; yarar, kazanç, y l k, menfaat,fayda, çıkar I have had the benef t of th s job. (Bu ş n

faydasını gördüm.) 277) bes de; (edat, zarf) ed.; yanında, dışında, nazaran zf.; üstel k My pa nt ng

looks amateur bes de yours. (Ben resm m sen nk n n yanında amatör duruyor.) 278) bes des; (edat ,

zarf) ed.; dışında, -den başka zf.; bunun yanı sıra, ayrıca, b r de Bes des work ng as a teacher at

school , he also g ves pr vate lessons. (Okulda öğretmen olmasının yanı sıra özel ders de ver yor.) 279)

best; (sıfat, s m, f l) s.; en y , en uygun .; en y s f.; alt etmek, hakkından gelmek I am try ng to do

my best. (El mden gelen n en y s n yapmaya çalışıyorum.) 280) bet; ( s m, f l) .; dd a , bah s f.;

dd aya g rmek , bah s yapmak He bet me ten dollars that the blue team won the match. (Mav takımın

maçı kazanacağına da r ben mle on dolarına dd aya g rd .) 281) better; ( s m, sıfat, f l, zarf) .; daha

ys s.; daha y , -den daha y f.; y leşt rmek y leşmek zf.; daha y b r şek lde You look s ck, you

should better go home. (Hasta görünüyorsun, eve g tsen daha y olur.) 282) between; (edat, bağlaç) ed.;

arasında , ortasında bağ.; la Moldova l es between Roman a and Ukra ne. (Moldova, Romanya le

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 11/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

Ukrayna arasında bulunuyor.) 283) beyond; (edat , s m ,zarf) ed.; ötes nde .; öte zf.; öteye, ayrıca

The see l es beyond the mounta ns. (Den z, dağların ötes nde uzanıyor.) 284) B ble; ( s m) nc l, k tab-ı

muhakaddes The pr est spoke by mak ng quotes from the B ble. (Rah p, İnc l’den alıntılar yaparak

konuştu) 285) b g; (sıfat) büyük, kocaman, r I saw a b g f sh under the lake. (Gölün altında kocaman b r

balık gördüm.) 286) b ke ; (f l, s m) f.; b s klet sürmek , motos klete b nmek .; b s klet, motos klet It s

our hobby to b k ng along the sea at weekends. (Haftasonları den z kıyısında b s klet sürmek hob m z.)

287) b ll; ( s m, f l) .; fatura , pol çe, kağıt para, lan, gaga f.; lan etmek Don’t forget to pay he electr c ty

b ll. (Elektr k faturasını ödemey unutma.) 288) b ll on; ( s m) m lyar She earned a b ll on dollar n 5 years.

(beş yıl çer s nde b r m lyar kazandı.) 289) b nd; (f l, s m) f.; bağlamak , sargılamak , yasal olarak

bağlamak .; bağlayan şey They bound h s hand qu ckly. (Hızlıca eller n bağladılar.) 290) b olog cal;

(sıfat) b yoloj k, yaşamsal She was adopted when she was a baby, but then she learned her b olog cal

parents. (Bebekken evlatlık ed n lm şt fakat sonradan b yoloj k anne babasını öğrend .) 291) b rd; ( s m)

kuş It s a cute b rd w th blue color. (Mav renkl sev ml b r kuş.) 292) b rth; ( s m) doğum, doğurma, nes l

I was present at the b rth of my nephew. (Yeğen m n doğumunda oradaydım.) 293) b rthday; ( s m)

doğum günü We w ll celebrate my twent eth b rthday tomorrow. (Yarın y rm nc yaş günümü

kutlayacağız.) 294) b t; ( s m) küçük parça , b raz , az m ktar , bozuk para Can I have a b t of cake?

(B raz kek alab l r m y m?) 295) b te; ( s m, f l) .; lokma ,ısırık, acı f.; ısırmak , d şlemek Our

ne ghbour’s dog b t my leg. (Komşumuzun köpeğ bacağımı ısırdı.) 296) black; (sıfat, f l) s.; s yah , kara

, karanlık, koyu , s yah f.; kararmak , s yaha boyamak She was wear ng a black dress last n ght. (Dün

gece s yah b r elb se g ym şt .) 297) blade; ( s m) traş bıçağı, j let, bıçak ağzı Th s blade s sharp, be

careful. (Bu bıçağın ağzı kesk n, d kkatl ol.) 298) blame; ( s m, f l) .; suç, kabahat, kusur f.; suçlamak ,

ayıplamak , suçu b r n n üzer ne atmak Stop blam ng me all the t me! (devamlı ben suçlamaktan

vazgeç!) 299) blanket; ( s m, f l) .; battan ye, örtü, yorgan f.; battan yeye sarmak , sarıp sarmalamak It

s very cold today, we need another blanket. (Bugün hava çok soğuk, b r battan ye daha lazım.) 300)

bl nd; ( s m, f l, sıfat) .; jaluz , stor, pusu f.; kör etmek, gözünü almak s.;kör, gözler görmeyen One

of her brothers s bl nd frm b rth. (Kardeşler nden b r doğuştan kör.) 301) block; ( s , f l) .; blok, kütük,

kalıp ,tıkanıklık, taş/kaya parçası, engel f.; tıkamak, kalıplamak, engellemek, bloke etmek , önünü

kesmek He d dn’t real ze the concrete block and stubbed. (Beton bloğu fark etmed ve ayağını çarptı.)

302) blood; ( s m) kan,soy , m zaç, huy We need your blood sample for the test. (Test ç n kan örneğ n z

gerek yor.) 303) blow; ( s m, f l) .; vuruş,darbe,saldırı, rüzgar üflemes , f.; üflemek, esmek (rüzgar çn) ,

hava vermek, solumak You are not blow ng enough! (yeter nce üflem yorsun.) 304) blue; (sıfat, f l) s.;

mav , key fs z, moral bozuk f.; mav ye boyamak My favor te colour s blue. (En sevd ğ m renk mav d r.)

305) board; ( s m, f l) .; tahta, levha, pano,heyet f.; gem ye, vapura, uçağa vb b nmek , yolcu almak,

The results are on the board. (Sonuçlar panoda asılı.) 306) boat; ( s m, f l) .; tekne, bot, vapur, kayık

,sandal f.; kayıkla taşımak , sandalla gezmek He bought an expens ve boat for sa l ng. (Den ze

açılmak ç n pahalı b r tekne aldı.) 307) body; ( s m) vücut, beden, gövde, ceset There are too many

tattooes on h s body. (Vücudunda çok sayıda dövme var.) 308) bomb; ( s m, f l) .; bomba , başarısızlık

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 12/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

f.; bomba patlatmak, başarısızlığa uğramak Hundreds of bombs were dropped on the c ty dur ng the

war. (Savaş sırasında şehre yüzlerce bomba atıldı.) 309) bomb ng; ( s m) bombalı saldırı, bombalama

eylem The bomb ng attempt has fa led. (Bombalı saldırı g r ş m başarısız oldu.) 310) bond; ( s m, f l9 .;

bağ, l şk , sözleşme f.; bağlamak, b rleşt rmek , kef l olmak There s a spec al bond between mother

and ch ld. (Anne ve çocuk arasında özel b r bağ vardır. ) 311) bone; ( s m, f l) .; kem k, kılçık,

f.;kılçıklarını ayıklamak , kem kler n ayırmak Th s f sh has a lot of bones n t. (Bu balık çok kılçıklı.) 312)

book; ( s m, f l) .; k tap, senaryo, deste, c lt, kayıt defter f.; yer ayırtmak, rezerve ett rmek, adını

l steye yazdırmak, kaydett rmek , sanığı kayda geç rmek, deftere geç rmek I forgot my book under the

desk (K tabımı sıranın altında unuttum.) 313) boom; ( s m, f l) .; gümbürtü,patlama (satışlarda vs.),

gürleme, uğuldama, f yatlarda an yükselme, hızı ekonom k gel şme, p yasada canlılık f.;

gümbürdemek, uğuldamak, b rden artmak , hızla gel şmek / lerlerlemek (kent/kurum/ekonom vb.) S nce

2010 there s a boom n house sales. (2010’dan bu yana ev satışlarında patlama var.) 314) boot; ( s m,

f l) .; bot, ç zme, çarık, otomob l koltuk kılıfı, bagaj f.; ç zme g yd rmek , tekmelemek I l ked your red

boots. (Kırmızı ç zmeler n çok beğend m.) 315) border; ( s m, f l) .; sınır, hudut , kenar , kıyı, uzun ç çek

tarhı f.; sınırlamak, etrafını çev rmek The refugees stay ng n the camps on the border. (Mültec ler

sınırdak kamplarda kalıyor.) 316) born; (sıfat) doğmuş, doğan, doğuştan, doğumlu She was born n a

r ch fam ly. (Zeng n b r a lede doğmuş.) 317) borrow; (f l) ödünç almak, borç almak Can I borrow your

wh te coat for tomorrow? (Beyaz ceket n yarın ç n ödünç alab l r m y m?) 318) boss; ( s m, f l) .; patron,

şveren, şef , am r f.;yönetmek, kontrol etmek, patronluk yapmak, Do your job properly or the boss w ll

f re you. (İş n düzgün yap yoksa patron sen kovacak.) 319) both; (sıfat) her k s , k s de I love both of

you. (Her k n z de sev yorum.) 320) bother; ( s m, f l) .; zahmet, sıkıntı, f.;zahmet etmek,s n r

bozmak, sıkıntı vermek Please don’t bother, I won’t stay long. (Lütfen zahmet etme, uzun süre

kalmayacağım.) 321) bottle; ( s m, f l) .; ş şe, b beron , emz k f.; ş şelemek , ş şelere doldurmak F ll

these bottles w th water. (Bu ş şelere su doldur.) 322) bottom; ( s m, f l , sıfat) .; d p, der nl k, alt,neh r/göl

yatağı, kaynak, temel, en alt kademe, f.; d p koymak, temel ne nmek s.; d ptek , aşağıdak Footnotes

are g ven at the bottom of the page. (D pnotlar sayfanın en altında ver l r.) 323) boundary; ( s m) sınır,

hudut, l m t The army s charged w th defend ng nat onal boundar es. (Ordu, ulusal sınırları korumakla

görevl d r.) 324) bowl; ( s m, f l) kase, çukur kap, tas, çanak, oyuk, f.; topu yuvarlamak, bovl ng

oynamak,çukurlaştırmak Put the ngred ents n a bowl. (Malzemeler b r çukur kabın çer s ne koyun.)

325) box; ( s m, f l) ; kutu, sandık, loca, boks , kompartıman f.; boks yapmak, kutuya koymak,

dövüşmek She keeps her pr vate th ngs n a l ttle red box. (Özel eşyalarını kırmızı küçük b r kutuda

saklar.) 326) boy; ( s m) erkek çocuk, del kanlı, oğul No one knows th s l ttle boy. (K mse bu küçük

çocuğu tanımıyor.) 327) boyfr end; ( s m) erkek arkadaş, sevg l She w ll meet her boyfr end w th her

fam ly. (Erkek arkadaşını a les le tanıştıracak.) 328) bra n; ( s m, f l) .; bey n, z h n, zek k ş f.;

kafasını patlatmak H s bra n was njured n the car acc dent. (Geç rd ğ araba kazasında beyn

zedelend .) 329) branch; ( s m, f l) .; dal,ağaç dalı, bölüm, branş,şube(banka) sınıf f.; dallara

ayrılmak, bölmek The bank has branches abroad. (Bankanın yurtdışında şubeler var.) 330) brand; ( s m,

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 13/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

f l) .; marka, damga , sembol f.; damgalamak, markalamak We w ll create our own brand. (Kend

markamızı yaratacağız.) 331) bread; ( s m) ekmek Can you pass me the bread? (Ekmeğ uzatab l r

m s n?) 332) break; ( s m, f l) .; mola, paydos, ara verme f.; kırmak, parçalamak,bozmak, batırmak ,

flas etmek You won’t have a break unt l you f n sh your homework. . (Ödevler n z b t rene kadar mola

vermeyeceks n z.) 333) breakfast; ( s m, f l) .; kahvaltı f.; kahvaltı etmek Breakfast s the most

mportant meal. (Kahvaltı en öneml öğündür.) 334) breast; ( s m, f l) .; göğüs , meme, bağır f.; göğüs

germek Her mother has a breast cancer. (Annes meme kanser .) 335) breath; ( s m) nefes, soluk Hold

your breath for ten seconds. (Nefes n on san ye tut.) 336) breathe; (f l) solumak, nefes almak Now,

breathe slowly. (Ş md yavaşça nefes al.) 337) br ck; ( s m, f l) .; tuğla , fç; tuğla döşemek The house

s bu lt of br ck. (Ev tuğladan nşa ed lm ş.) 338) br dge; ( s m, f l) .; köprü, burun kem ğ , br ç oyunu f.;

köpü kurmak, b rleşt rmek Translat on s a br dge between cultures. (Çev r , kültürler arasında b r

köprüdür.) 339) br ef; ( s m, sıfat , f l) .; belge, evrak s.; kısa, öz f.; b lg lend rmek, özetlemek Make a

br ef statement about your as gnmnet. (Ödev n z hakkıda kısa b r açıklama yapınız.) 340) br efly; (zarf)

kısaca I don’t have much t me, but I w ll tell you br efly. (Çok fazla vakt m yok ancak sana kısaca

anlatacağım.) 341) br ght; (sıfat) parlak, canlı, aydınlık, saydam, şefff, göster şl , akıllıca I l ke br ght

colours. (Canlı renkler sever m.) 342) br ll ant; (sıfat) çok parlak, göz alıcı, çok zek , parlak zekalı He

was a br ll ant student. (Çok zek b r öğrenc yd .) 343) br ng; (f l) get rmek, kazandırmak,doğurmak,

sebep olmak Don’t forget to br ng your books w th you. (K taplarını get rmey unutma.) 344) Br t sh; ( s m,

sıfat) .; ng l z s.; br tanyalı, br tanya le lg l ve oraya a t Ind a was one of the Br t sh colon es.

(H nd stan, İng l z sömürgeler nden b r yd .) 345) broad; (sıfat) gen ş,enl ,eng n, yaygın, etraflı, çok

ayrıntılı , kaba, açık The boat s 3 metres broad and 5 metres h gh. (Tekne 3 metre gen şl ğ nde ve 5

metre yüksekl ğ nde.) 346) broken; (sıfat) kırık, bozulmuş, arızalı , çökmüş He started to cry when he

saw h s broken toy.(Kırık oyuncağını gördüğünde ağlamaya başladı.) 347) brother; ( s m) erkek kardeş,

b rader, ab , dost She never get along w th her brother. (Erkek kardeş yle asla y geç nmez.) 348) brown;

(sıfat , f l) s.; kahvereng , esmer , kumral saç , yanmış f.; esmerleşmek , kahvereng leşmek He was a

handsome boy w th brown ha r and green eyes. (Kahvereng saçlı yeş l gözlü yakışıklı b r gençt .) 349)

brush; ( s m, f l) .; fırça, çalılık f.; fırçalamak Brush your shoes before you go out. (Dışarı çıkmadan

önce ayakkabılarını fırçala.) 350) buck;( s m, sıfat,f l) .; bazı havyanların erkeğ , erkek gey k/tavşan ,

erkek kızılder l , dolar s.; züppe f.; sıçramak, karşı gelmek, engeller aşmak They cost twenty bucks.

(Y rm dolara mal oldu.) 351) budget; ( s m, f l) .; bütçe f.;bütçelemek TheM n stry w ll rev ew the

budget regulat on aga n. (Bakanlık bütçe düzenlemes n yen den gözden geç recek.) 352) bu ld; (f l,

s m) f.; nşa etmek, b na yapmak, kurmak , oluşturmak .; vücut yapısı, bünye They have prom sed to

bu ld 300 new houses for poor fam l es. (Düşük gel rl a leler ç n 300 tane yen ev nşa edecekler n vaat

ett ler.) 353) bu ld ng; ( s m) b na, nşaat, nşa, apartman , yapı The old lady l ves n an old bu ld ng. (Yaşlı

kadın esk b r b nada yaşıyor.) 354) bullet; ( s m) merm , kurşun He was k lled by a bullet n the heart.

(Kalb nden b r kurşun le öldürüldü.) 355) bunch; ( s m, f l) .; demet,deste, salkım , takım f.;

toplamak, demet yapmak I p cked a bunch of flowers for my mother. (Annem ç n b r demet ç çek

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 14/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

topladım) 356) burden; ( s m, f l) .; ağır yük, ağırlık, sıkıntı f.; yüklenmek, sıkıntı vermek, yük taşımak

He doesn’t want to be a burden to h s ch ldren when he s old. (Yaşlandığında çocuklarına yük olmak

stem yor.) 357) burn; (f l, s m) yanmak, alevlenmek, yakmak, ateşe vermek, kızdırmak .; yanmış yer

The house was st ll burn ng when I arr ved. (ben vardığımda ev hala yanıyordu.) 358) bury; (f l)

gömmek, defnetmek, toprağa vermek , saklamak, örtmek They bur ed h m w th her necklace. (Onu

gerdanlığı le gömdüler.) 359) bus; ( s m, f l) .; otobüs, taşıt f.; otobüsle taşımak Hurry up! You w ll m ss

the bus. (Acele et! Otobüsü kaçıracaksın.) 360) bus ness; ( s m) ş, şletme, f rma, kurum, ş yer ,

görev,vaz fe She works n the market ng bus ness. (Pazarlama ş nde çalışıyor.) 361) busy; (sıfat) yoğun,

meşgul, faal, şlek I am too busy now, please call me later. (Şuan çok meşgulüm lütfen daha sonra ara.)

362) but; (bağlaç, zarf, edat) bağ.; ama , fakat, ancak , halbuk zf.; yalnızca , meğer ed.;-den başka I

don’t want to offend you but I don’l ke your ha r. (sen kırmak stemem ama saçlarını beğenmed m.) 363)

butter; ( s m, f l) .; tereyağı, margar n f.; yağ sürmek Add some butter , f you l ke. (Eğer sev yorsanız

b raz tereyağı ekley n.) 364) button; ( s m, f l) .; düğme, buton, tuş f.; düğmelemek Press the button to

answer the quest on. (Soruyu cevaplamak ç n butona basın.) 365) buy; ( s m, f l) .; satın alma,alış,

kazanç f.; satın almak , almak We are plann ng to buy a house for our ch ldren. (Çocuklarımız ç n b r

ev almayı planlıyoruz.) 366) buyer; ( s m) satın alan k ş , müşter , alıcı Have you found a buyer for your

car? (Araban ç n b r alıcı buldun mu?) 367) by; (edat, zarf) ed.; yanında, yakınında, kıyısında, yolu le,

vasıtasıyla, …esnasında, -den önce , -e göre, …’e kalırsa, gereğ nce, tarafından , eşl ğ nde , boyunca

zf.; -e bakarak, geç p , öteye, uzağa The telephone s by the telev son. (Telefon telev zyonun yanında.)

C 368) cab n; ( s m, f l) .; kab n , kulübe, kamara , p lot kab n f.; kab n veya kamarada taşımak

He bu lt a cab n near the sea. (Den z n yakınında b r kulübe nşa ett .) 369) cab net; ( s m) kab ne,

bakanlar kurulu ,kab n, çekmecel dolap , raflı dolap, küçük özel oda The cab net m n ster hasn’t dec ded

the meet ng date yet. (Kab ne bakanı toplantı gününe henüz karar vermed .) 370) cable; ( s m, f l) .;

kablo, telgraf hattı, telgraf, tel f.; telgraf çekmek, tel çekmek, kablo döşemek The electr c ty s rec eved

through the cable. (Elektr k kablodan alınır.) 371) cake; ( s m, f l) .; kek, pasta, yaş pasta f.;

kalıplaşmak, katılaşmak I loved my b rthday cake! (Doğum günü pastama bayıdım.!) 372) calculate; (f l)

hesaplamak, hesap etmek, tahm n etmek, zannetmek, planlamak, tasarlamak You w ll need to calculate

how much t me th s works w ll take. (Bu ş n ne kadar zaman alacağını hesaplaman gerekecek.) 373)

call; (f l, s m) f.; aramak, çağırmak, s mlend rmek , seslenmek , lan etmek, davet etmek, telefonla

aramak .; çağrı, çağırma , telefonda konuşma, karar, celp Call the ambulance n case of an

emergency. (Ac l durumda ambulansı arayın.) 374) camera; ( s m) kamera, fotoğraf mak nes All photos

are n my camera. (Bütün fotoğraflar kameramda.) 375) camp; ( s m, f l) .; kamp, kamp sahası,

ordugah, karargah f.; kamp yapmak, kamp kurmaka I w ll go to a summer camp w th my fr ends.

(Arkadaşlarımla yaz kampına g deceğ m.) 376) campa gn; ( s m, f l) .; kampanya, mücadele, sefer f.;

kampanya yapmak, mücadele etmek, sefere çıkmak Th s s a campa gn aga nst rac sm. (Bu ırkçılığa

karşı b r kampanya.) 377) campus; ( s m) kampüs, yerleşke The campus s full of trees and flowers.

(Kampüs ağaçlar ve ç çeklerle dolu.) 378) can; (f l, sm) f.; yapab lmek, -eb lmek , edeb lmek .; teneke

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 15/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

kutu, konserve kutusu ,hap shane She told she can play the gu tar well. (İy g tar çalab ld ğ n söyled .)

379) Canad an; ( s m, sıfat) .; kanadalı s.; kanada le lg ve kanada’ya özgü She s n love w th a

Canad an actor. (Kanadalı b r oyuncuya aşık.) 380) cancer; ( s m, sıfat) .; kanser , kötü şey, yengeç

burcu s.; kanserl The cancer has spread the whole entra ls. (Kanser tüm ç organlarına yayılmış.)

381) cand date; ( s m) aday, tal p, namzet The cand dates w ll be selected accord ng to the r rank ng.

(Adaylar puan sıralamalarına göre seç lecek.) 382) cap; ( s m, f l) .; kep, takke ,başlık, kapak f.;

başlık geç rmek, kapatmak She was wear ng a b g black cap. (Büyük s yah b r başlık takıyordu. ) 383)

capab l ty; ( s m) yetenek, kab l yet, She has the capab l ty to do th s job. (Onun bu ş başarab lecek

kapas tes var.) 384) capable; (sıfat) yetenekl , kab l yetl , becer kl She’s a very capable arch tect. (Çok

yetenekl b r m mardır.) 385) capac ty; ( s m) kapas te, yeterl k/ehl yet, hac m, alış kab l yet , güç, görev

The car has a fuel tank w th capac ty of 25 l tres. (Arabanın 25 l trel k yakıt deposu kapas tes var.) 386)

cap tal; ( s m) sermaye,anamal, başkent, büyük harf Par s s the cap tal of France. (Par s Fransa’nın

başkent d r.) 387) capta n; ( s m, f l) .; kaptan, yüzbaşı , albay, başkom ser f.; kaptanlık etmek,

yönetmek , kumanda etmek She was the capta n of the volleyball team at school. (Okulda voleybol

takımının kaptanıydı.) 388) capture; (f l, s m) f.; tutsak etmek, es r almak, el koymak ,zaptetmek .;

es r, tutsak etme, zaptetme All ed forces captured 150 enemy sold ers. (Müttef k kuvvetler 150 düşman

asker n es r aldı.) 389) car; ( s m) araba, otomob l, kab n, vagon Where can I park the car. (Arabayı

nereye park edeb l r m?) 390) carbon; ( s m) karbon, kömür, kopya kağıdı, karbon kağıdı Carbon s found

n the chem cal compos t on of all organ c substances. (Karbon tüm organ k maddeler n k myasal

b leş m nde bulunur.) 391) card; ( s m, f l) .; kart, oyun kağıdı, kartv z t, kartpostal , skamb l kağıdı f.;

kart açmak, f şlemek Here s my card, f you want to ask me anyth ng. (Bana herhang b r şey sormak

stersen z buyrun bu ben m kartım.) 392) care; ( s m, f l) f.; umursamak, önemsemek, özen göstermek

.; özen, t na , bakım Don’t pretend as f you don’t care . (Umursamıyormuş g b davranma.) 393) career;

( s m, f l) .; kar yer , meslek hayatı f.; hız yapmak She gave up her career after g v ng b rth to a ch ld.

(Çocuk sah b olduktan sonra kar yer nden vazgeçt .) 394) careful; (sıfat) d kkatl , özenl , tedb rl , t nalı

Be careful don’t break the glasses. (D kkatl ol bardakları kırma.) 395) carefully; (zarf) d kkatl ce, t na le,

özenl şek lde Hold the baby carefully. (Bebeğ d kkatl ce tut.) 396) carr er; ( s m) taşıyıcı, nakl yec ,

hamal, dağıtıcı,nakl yec We are mov ng tomorrow, we need a carr er. (Yarın taşınıyoruz,b ze b r

nakl yec lazım.) 397) carry; ( s m, f l) .; taşıma f.; taşımak, nakletmek, letmek,sürüklemek , üzer nde

bulundurmak She was carry ng a b g black bag. (Büyük s yah b r çanta taşıyordu.) 398) case ; ( s m , f l)

.; dava, durum, vaka, kutu, kasa , kın,kılıf , val z , sandık f.; kutulamak, yer ne koymak In th s case we

should call the pol ce. (bu durumda pol s aramalıyız.) 399) cash; ( s m, sıfat, f l) .; nak t, peş n para ,

peş n ödeme s.; peş n f.; tahs l etmek, çek bozdurmak, paraya çev rmek I w ll pay the cost cash.

(Tutarı nak t olarak ödeyeceğ m.) 400) cast; (f l, s m) f.; atmak,dökmek, fırlatmak, göz atmak, serpmek,

olta atmak, kaybetmek, b ç m vermek .; döküm, atma, fırlatma, savurma, düzen , şek l, kalıp, rol

alanlar, oyuncular The g rl cast her eyes down book. (Kız k taba göz attı.) 401) cat; ( s m, f l) ked ,

ded koducu kadın f.; kusmak 402) catch; ( s m, f l) .; yakalama, tutma, f.; yakalamak, tutmak,

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 16/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

cezbetmek He caught the ball before t fell. (Yere düşmeden topu yakaladı.) 403) category; ( s m)

kategor , bölüm, sınıf There are 3 categor es you can choose. (Seçeb leceğ n üç kategor var.) 404)

Cathol c; (sıfat) katol k The cathol c church was restored last year. (Katol k kl ses geçen yıl restore

ed ld .) 405) cause; (f l, s m) f.; sebep olmak, yol açmak .; neden, sebep The elect ons caused a chaos

n the country. (Seç mler ülkede kaosa sebep oldu.) 406) ce l ng; ( s m) tavan, yüksekl k sınırı The lamp

s hang ng from the ce l ng. (Lamba tavandan sarkıyor.) 407) celebrate; (f l) kutlamak I w ll celebrate the

chr stmas w th my fam ly. (Noel’ a lemle kutlayacağım.) 408) celebrat on; ( s m) kutlama, şölen, tören We

have a b rthday celebrat on today. (Bugün doğum günü kutlaması yapıyoruz.) 409) celebr ty; ( s m) ünlü

k ş , şöhret He become a celebr ty after th s mov e. (Bu f lmden sonra ünlü oldu.) 410) cell; ( s m) hücre ,

göz, küçük oda Cells are the smallest bu ld ng stone of the body. (Hücreler vücudun en küçük yapı

taşıdır.) 411) center; (f l, s m) f.; ortalamak .; merkez, orta I have an appo nment n beauty center.

(Güzell k merkez nde randevum var.) 412) central; (sıfat, s m) s.; merkez ,orta .; telefon santral The

bank has a central branch off ce n New York. (Banka’nın New York’da merkez b r şubes var.) 413)

century; ( s m) yüzyıl, asır The construct on of the mosque dates back to 6th century. (Bu cam n n nşası

6.yy a dayanıyor.) 414) CEO; ( s m) ceo ( cra kurulu başkanı) She was nom nated to ceo reward. (Ceo

ödülüne aday göter ld .) 415) ceremony; ( s m) tören, meras m The pres dent gave a speech n the

open ng ceremony. (Başkan açılış tören nde konuşma yaptı.) 416) certa n; (sıfat) kes n, bel rl , mutlak He

has h s own certa n thoughts. (Onun kend mutlak görüşler vardır.) 417) certa nly; (zarf) kes nl kle,

elbette I am certa nly com ng th s store aga n. (Bu mağazaya kes nl kle tekrar gel yorum.) 418) cha n;

( s m, f l) .; z nc r f.; z nc re vurmak The dog broke h s cha n and run away. (Köpek z nc r n kırdı ve

kaçtı.) 419) cha r; ( s m, f l) .; sandalye, koltuk f.; başkanlık etmek Pull out a cha r and s t w th us. (B r

sandalye çek ve b z mle otur.) 420) cha rman; ( s m) başkan, toplantı başkanı I w ll ntroduce you w th

our found ng cha rman of our company. (S z ş rket m z n kurucu başkanı le tanıştıracağım.) 421)

challenge; ( s m, f l) .; zorlu ş, meydan okuma f.; meydan okumak ,kafa tutmak I accept your

challange, let’s play. (Meydan okumanı kabul ed yorum, hayd oynayalım.) 422) chamber; ( s m) oda,

hazne, Lock the chamber before you leave. (Çıkmadan önce odayı k l tle.) 423) champ on; ( s m, sıfat)

şamp yon , s.; en y , şamp yon I know the champ on boxer Rocky. (Şamp yon boksör Rocky’

tanıyorum) 424) champ onsh p; ( s m) şamp yona, şamp yonluk She w ll compete on the world

champ onsh p. (Dünya şamp yonasında yarışacak.) 425) chance; ( s m, f l) .; şans, fırsat f.; şans eser

olmak Please, g ve me another chance. (Lütfen bana b r şans daha ver.) 426) change; (f l, s m) f.;

değ şt rmek, değ şmek .; değ ş m, değ ş kl k The econom c s tuat on of the country has changed

dramat cally. (Ülken n ekonom k durumu hızla değ şt .) 427) chang ng; (sıfat) değ şen The chang ng

cond t ons effect us badly. (Değ şen koşullar b z olumsuz etk l yor.) 428) channel; ( s m) kanal, hat Sk p

th s channel. (Bu kanalı değ şt r.) 429) chapter; ( s m) bölüm, kısım Summer ze the f rst chapter. (İlk

bölümü özetley n.) 430) character; ( s m) karakter, k ş l k M ckey Mouse s my favor te cartoon character.

(M ckey Mouse ben m favor ç zg karakter m) 431) character st c; ( s m, sıfat) .; özell k, n tel k s.;

karakter st k, t p k Character st c features are taken nto account. (Karakter st k özell kler göz önüne

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 17/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

alınır.) 432) character ze; (f l) s mgelemek, n telemek The c ty s character zed by stone bu ld ngs. (Bu

şeh r taş b nalarla n telen r.) 433) charge; (f l, s m) f.; görevlend rmek, suçlamak, yüklemek .; sarj,

ücret, yük, suçlama He charged her fr end w th ly ng (Arkadaşını yalan söylemekle suçladı.) 434) char ty;

( s m) hayırseverl k, ağış, hayır cem yet He donated 1000 dollars to char ty. (Hayır cem yet ne 1000

dolar bağışladı.) 435) chart; ( s m, f l) .; ç zelge, tablo, gösterge f.;garf ğ n çıkarmak , göstermek All

stat st cal data are n the chart.( Bütün stat ksel ver ler ç zelgede yer alıyor.) 436) chase; (f l, s m) f.;

tak p etmek, kovalamak, tak p The cats are chas ng the m ce. (Ked ler fareler kovalıyor.) 437) cheap;

(sıfat) ucuz, bayağı The fl ght t cket pr ces are cheap and gett ng cheaper. (Uçak b letler f yatları ucuz ve

g tt kçe de ucuzluyor.) 438) check; ( s m, f l) .; kontrol f.; denetlemek, kontrol etmek Check your

homework before hand ng t to teacher. (Ödev n öğretmene vermeden önce kontrol et. ) 439) cheek;

( s m) yanak I k ssed her on both cheek. (Onu k yanağından öptüm.) 440) cheese; ( s m) peyn r Can I

have some extra cheese? (B raz fazladan peyn r alab l r m y m?) 441) chef; ( s m) şef, aşçıbaşı The chef

n the hotel cooks del c ous meals. (Oteldek aşçıbaşı çok lezzetl yemekler yapıyor.) 442) chem cal;

( s m, sıfat) ..; k myasal madde s.; k myasal Chem cal wastes are dangerous for the env ronment.

(K myasal atıklar çevre ç n zararlıdır.) 443) chest; ( s m) göğüs, sandık She went to the doctor because

she had a chest pa n. ( Göğsü ağrıdığı ç n doktora g tt .) 444) ch cken; ( s m) tavuk, p l ç The old man

has ch ckens n h s backyard. (Yaşlı adamın arka bahçes nde tavukları var.) 445) ch ef; ( s m, sıfat) .; şef

, am r,re s s.; ana, baş The ch ef eng neer controlled the construct on area. ( Başmühend s şant yey

denetled .) 446) ch ld; ( s m) çocuk ,evlat H s mother d ed when he was a ch ld. (Annes o daha

çocukken vefat ett .) 447) ch ldhood; ( s m) çocukluk They had a happy ch ldhood. (Onlar mutlu b r

çocukluk geç rd ler.) 448) Ch nese;( s m, sıfat) .; ç nce s.; ç nl , ç nle lg l ve ç n’e özgü We had our

lunch n a ch nese restaurant. (Öğle yemeğ m z b r ç n restoranında yed k.) 449) ch p; (f l, s m) f.;

yontmak, budamak, havalandırmak .; patates kızartması, çent k, kırıntı, f ş, ç p Hamburgers are served

w th ch ps. (Hamburgerler patates kızartması le serv s ed l r.) 450) chocolate; ( s m) ç kolata She

brought us var ous chocolates from Belg um. (B ze Belç ka’dan çeş t çeş t ç kolatalar get rd .) 451)

cho ce; ( s m) seçenek, terc h, seç m The school counsell ng serv ce nformed students about career

cho ces. (Okul rehberl k serv s öğrenc ler kar yer seç mler konusunda b lg lend rd .) 452) cholesterol;

( s m) kolesterol If you have cholesterol, stay away from fatty foods. (Kolestrolün varsa yağlı

y yeceklerden uzak dur.) 453) choose; (f l) seçmek, uygun bulmak Choose your words carefully.

(Kel meler n d kkatl ce seç) 454) Chr st an; ( s m) hr st yan She became a Chr st an after she got

marr ed. 455) Chr stmas; ( s m) noel Merry Chr stmas and a happy new year! (Mutlu Noeller ve y

seneler !) 456) church; ( s m) k l se, cemaat Do you often go to church? (Sık sık k l seye g der m s n?

457) c garette; ( s m) s gara He used to smoke a pack of c garettes a day. (Esk den günde b r paket

s gara çerd .) 458) c rcle; ( s m, f l) .; da re, çember, halka f.; da re ç ne almak C rcle the correct

answer. (Doğru cevabı da re ç ne alın.) 459) c rcumstance; ( s m) durum, hal, koşul, vaz yet I can trust

h m n any c rcumstance. (Ona her koşulda güveneb l r m) 460) c te; (f l) alıntılamak, atıfta bulunmak,

bahsetmek The speaker c ted from Goethe n her speech. (Konuşmacı, konuşmasında Goethe’den alıntı

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 18/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

yaptı.) 461) c t zen; ( s m) vatandaş Every c t zen has respons b l t es towards h s country. (Her

vatandaşın ülkes ne karşı sorumlulukları vardır.) 462) c ty; ( s m) şeh r, kent The number of mm grants n

the c ty s ncreas ng. (Şeh rdek göçmen sayısı artıyor.) 463) c v l; (sıfat) s v l, kamu Mart n Luther K ng

s a well known leader of c v l r ghts. (Mart n Luther K ng s v l hakların b l nen b r önder d r.) 464) c v l an;

( s m, sıfat) .; s v l s.; mülk , s v l After he ret red from the army, he returned to c v l an l fe. (Ordudan

emekl olduktan sonra s v l hayata döndü. 465) cla m; (f l, s m) f.; dd a etmek, talepte bulunmak .;

dd a, talep I don’t cla m to be hundred percent r ght. (Yüzde yüz haklı olduğumu dd a etm yorum.) 466)

class; ( s m, f l) .; sınıf, ders f.; sınıflandırmak Fr day’s class canceled. (Cuma günkü ders ptal oldu.)

467) class c; ( s m, sıfat) .; klas k , klas , klas k eser s.; klas k, geleneksel Th s book s the example of

class c novel. (Bu k tap b r klas k roman örneğ d r.) 468) classroom; ( s m) sınıf , dersl k Students

decorated the classroom for the new year. (Öğrenc ler yen yıl ç n sınıfı süsled ler.) 469) clean; (sıfat, f l)

s.; tem z, pürüzsüz f.; tem zlemek , arındırmak She cleaned the house all day. (Bütün gün ev

tem zled .) 470) clear; (sıfat) açık, net, tem z The sky s clear, we can see the clouds. (Gökyüzü açık,

bulutları göreb l yorum) 471) clearly; (zarf) açık b r b ç mde, açıkça I explaned everyth ng clearly. (Her

şey açıkça zah ett m.) 472) cl ent; ( s m) müşter , alıcı, müvekk l We need to develop cl ent focused

solut ons. (Müşter c odaklı çözümler gel şt rmel y z.) 473) cl mate; ( s m) kl m,çevre, hava Cl mate

change s an mportant problem for our world. (İkl m değ ş kl ğ dünyamız ç n öneml b r sorun.) 474)

cl mb; (f l, s m) f.; tırmanmak, çıkmak .; tırmanma, çıkma Cl mb ng the mounta n s exc t ng but at the

same t me t dangerous. (Dağa tırmanmak heyecan ver c ama aynı zamanda tehl kel d r. 475) cl n c;

( s m) kl n k, muayenehane An an mal cl n c needs to be opened n th s ne ghborhood. (Bu mahalleye b r

hayvan kl n ğ açılması gerek.) 476) cl n cal; (sıfat) kl n k, kl n k le lg l Everyth ng w ll be clear after the

cl n cal tests are done. (Kl n k testler yapıldıktan sonra her şey bell olacak.) 477) clock; ( s m) saat , hız

gösterges The clock n the k tchen s not work ng. (Mutfaktak saat çalışmıyor.) 478) close; (f l, s m,

sıfat) f.; kapatmak,yaklaşmak b t rmek, anlaşmaya varmak .;kapanış s.; yakın, sam m He closed the

door beh nd her. (Arkasından kapıyı kapattı.) 479) closely; (zarf) yakından, benzer I followed all the

events closely. (Tüm olayları yakından tak p ett m.) 480) closer;(sıfat) daha yakın Earth s closer to the

sun than Mars. (Dünya güneşe Mars’tan daha yakın.) 481) clothes; ( s m) g ys , g yecek, elb se She

bought new clothes. (Yen kıyafetler aldı.) 482) cloth ng; ( s m) g y m kuşam, g y m, elb se He was very

careful about her clothes when he was young. (Gençken g y m kuşamına özen göster rd .) 483) cloud;

( s m, f l) .; bulut,bulanıklık , sıkıntı veren şey f.; bulutlanmak, kararmak The sun went beh nd the

clouds. (Güneş bulutların arkasına geçt ) 484) club; ( s m) klüp, cem yet, dernek He jo ned to golf club

w th h s fr end. (Arkadaşı le golf klübüne katıldı.) 485) clue; ( s m, f l) .; pucu, şaret , z f.; b lg

vermek G ve me a clue or I w ll never guess. (Baan pucu ver yoksa asla tahm n edemeyeceğ m.) 486)

cluster; ( s m, f l) .; demet , salkım, tutam, küme f; demet yapmak, kümelemek He pa nted a cluster of

grapes. (B r salkım üzüm resmett .) 487) coach; ( s m, f l) .; otobüs, at arabası, vagon, antrenör f.;

koçluk yapmak, taşımak, eğ tmek The couch was mov ng slowly.(Otobüs yavaşça hareket ed yordu.)

488) coal; ( s m) kömür,kor Put more coal on the f re. ( Ateşe daha çok kömür koy.) 489) coal t on; ( s m)

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 19/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

koal syon, ortak yönet m, b rleşme The country was ruled by the coal t on for many years. (Ülke uzun

yıllar koal syon le yönet ld .) 490) coast; ( s m, f l) .; den z kıyısı, sah l kenarı f.; sah l boyunca g tmek

There were long palm trees on the coast. (Den z kıyısında uzun palm ye ağaçları vardı.) 491) coat; ( s m,

f l) .; palto, kaban,mont f.; kaplamak, örtmek The coat keeps me warm. (Bu palto ben sıcak tutuyor.)

492) code; ( s m, f l) .; kod, ş fre,kanun f.; kodlamak Enter the f ve d g t code. (Beş hanel kodu g r n z.)

493) coffee; ( s m) kahve, kahvehane I prefer coffee for breakfast. (Kahvaltıda kahvey terc h eder m.)

494) cogn t ve; (sıfat) kavramsal, kogn t f, algısal She spec al zes n cogn t ve psychology. (Kavramsal

ps koloj alanında uzmanlık yapıyor.) 495) cold; ( s m, sıfat) .; soğukluk, nezle , soğuk algınlığı s.;

soğuk, soğukkanlı, sak n Th s spec al tea s goof for cold. (Bu özel çay soğuk algınlığına y gel yor.) 496)

collapse; (f l, s m) f.; çökmek, .; çökme, yıkılma The bu ld ng collapsed because t was very old. (B na

çok esk olduğundan çöktü.) 497) colleague; ( s m) ş arkadaşı, meslektaş They are start ng a new

project w th the r colleagues. (Meslektaşlarıyla yen b r projeye başlıyorlar.) 498) collect; (f l) b r kt rmek,

toplamak, b r araya get rmek He collected a lot of memor es from every country he went to. (G tt ğ her

ülkeden b rçok hatıra topladı.) 499) collect on; ( s m) toplama,koleks yon, derleme, tahs lat, para toplama

My grandfather s fond of cars and even has a car collect on. ( Büyükbabam arabalara çok meraklı ve

hatta b r araba koleks yonu var.) 500) collect ve; (sıfat) toplu, kollekt f, ortak ,ortaklaşa Collect ve

dec s on mak ng can solve the problems eas ly. ( Ortaklaşa karar vermek sorunları daha kolay çözeb l r.)

501) college; ( s m) ün vers te, kolej Due to f nanc al d ff cult es, I could not go to college. (Madd

zorluklar neden yle ün vers teye g demed m) 502) colon al; ( s m, sıfat) .; sömürgede oturan k mse s.;

sömürge, kolonyal , sömürgec Br ta n had a huge colon al power. (İng ltere büyük b r sömürge gücüne

sah pt .) 503) color ; ( s m; f l) .; renk, boya f.; boyamak, renklend rmek She l kes br ght colors.

(Parlak renkler sever.) 504)column; ( s m) kolon, sütun, d keç The old mosque s supported by wooden

columns. (Esk cam tahta kolonlarla desteklenmekted r 505) comb nat on; ( s m) komb nasyon,

b rleşt rme, b rleş m I l ked the comb nat on of jeans and red coat. (Kot pantolon ve kırmızı ceket n

komb nasyonunu beğend m. 506) comb ne; (f l) b rleşt rmek, b rleşmek Sod um and chlor de comb ne to

form salt. (Sodyum ve klorür tuz oluşumu ç n b rleşt r l r.) 507) come; (f l) gelmek, yaklaşmak, uğramak,

They are com ng to see us. (B z görmek ç n gel yorlar.) 508) comedy; ( s m) komed , güldürü He l kes

watch ng comedy shows. (Komed programları zlemey sever.) 509) comfort; ( s m, f l) .; rahat, konfor,

rahatlık f.; rahat ett rmek The hotel offers a h gh standard of comfort. (Otel yüksek konfor standardı

sunuyor.) 510) comfortable; (sıfat) rahat, konforlu,rahatlatıcı These shoes are not very comfortable. (Bu

ayakkabılar çok rahat değ l.) 511) command; (f l, s m) emretmek, buyurmak, .; em r, kumanda, buyruk

In m l tary , you must obey the commands. (Asker ye’de ver len em rlere taat etmel s n z.) 512)

commander; ( s m) kumandan, komutan, am r, den z b nbaşısı The commander started m l tary exerc se.

(Kumandan asker tatb kat başlattı.) 513) comment; ( s m, f l) .; yorum f.; yorum yapmak, eleşt rmek

Have you any comment to make about the reason of the nc dent ? (Bu olayın neden hakkında b r

yorumun var mı) 514) commerc al;(sıfat) t car The government need to suuport commerc al act v t es n

the whole country. (Hükümet tüm ülkede t car faal yetler desteklemel d r.) 515) comm s on; ( s m, f l) .;

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 20/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

kom syon, kurul f.; görevlend rmek, ısmarlamak The European Comm ss on has drafted a new

contract. (Avrupa Kom syonu yen b r sözleşme hazırladı.) 516) comm t; (f l) suç şlemek, şlemek Most

cr mes are comm ted by people w th pyscholog cal d sorders. (B rçok suç ps koloj k bozuklukları olan

nsanlar tarafından şlen yor.) 517) comm tment; ( s m) bağlılık, bağlanma, söz The relat onsh ps requ re

a strong comm tment. (İl şk ler güçlü b r bağlılık gerekt r r.) 518) comm ttee; ( s m) kom te, kurul, heyet

He s the member of management comm ttee. (O, yönet m kurulu üyes .) 519) common ( s m, sıfat) .;

halka açık alan s.; ortak, sıradan, yaygın, umum A r pollut on s the common problem of the world.

(Hava k rl l ğ dünyanın ortak sorunudur.) 520) commun cate; (f l) haberleşmek, let ş m kurmak, let ş me

geçmek , d yalog kurmak They commun cate n body language. (Beden d l yle let ş m kuruyorlar.) 521)

commun cat on; ( s m) let ş m, haberleşme, rt bat, temas , bağlantı Psycholog sts usually have good

commun cat on sk lls. (Ps kologlar genelde y let ş m yetenekler ne sah p oluyorlar.) 522) commun ty;

( s m) topluluk, cemaat, cem yet, halk, She s afra d to speak n front of the commun ty. (Topluluk önünde

konuşmaktan çek n r.) 523) company; ( s m) ş rket, f rma , arkadaşlık The company won the tender.

(Ş rket haley kazandı.) 524) compare; (f l) karşılaştırmak, kıyaslamak, oranlamak Do not compare your

problems w th other people’s. (Kend sorunlarını başkalarınınk yle kıyaslama.) 525) compar son; ( s m)

karşılaştırma, kıyaslama The a r travel s very comfortable n compar son w th bus travel. (Uçak

yolculuğu, otobüs yolculuğu le kıyaslandığında çok rahattır.) 526) compete; (f l) yarışmak, rekabet

etmek, aşık atmak I can’t compete w th you. (Sen nle rekabet edemem.) 527) compet t on; ( s m)

yarışma, müsabaka, rekabet The compet t on was postponed because of bad weather cond t ons.

(Yarışma, kötü hava koşulları neden yle ertelend .) 528) compet t ve; (sıfat) rekabetç , hırslı Th s shop s

sell ng clothes at compet t ve pr ces. (Bu mağaza, kıyafetler rekabetç f yatlara satıyor.) 529) compet tor;

( s m) yarışmacı, rak p There were over a hundred compet tors on the tournament. (Turnuvada yüzün

üzer nde yarışmacı vardı.) 530) compla n; (f l) ş kayet etmek, dert yanmak, yakınmak, sılanmak t Our

grandma compla ns about her pa ns all the t me. (Büyükannem z durmadan ağrılarından ş kayet ed yor.)

531) compla nt; ( s m) ş kayet, yakınma, s tem Please nform us about your w shes and compla nts.

(D lekler n z ve ş kayetler n z hakkında b z b lg lend r n z.) 532) complete; (f l, sıfat) f.; tamamlamak,

bütünlemek s.; bütün, eks ks z, tam She completed wr t ng the book ser es n two years. (K tap ser s n

yazmayı k yılda tamamladı.) 533) completely; (zarf) tamamen, eks ks z olarak It completely nonsence.

(Tamamen saçmalıktı.) 534) complex; ( s m, sıfat) .; kompleks, blok, karışık şey s.; karışık, karmaşık,

kompl ke The sc ent sts are st ll work ng on the complex structure of human bra n. (B l m nsanları halen

nsan beyn n n karmaşık yapısı üzer nde çalışıyor.) 535) compl cated; (sıfat) karmaşık,karışık, kompl ke

It seems compl cated but I w ll try to expla n. ( Karmaşık görünüyor ancak açıklamayı deneyeceğ m.)

536) component; ( s m, sıfat) .; b leşen, tamamlayıcı parça, öğe s.; tamamlayıcı, b leşen He knows

every component of a mach ne. (O, b r mak nen n tüm b leşenler n b l r.) 537) compose; (f l)

bestelemek, ş r,müz k b yazmak, oluşturmak, düzenlemek Beethoven composed a large number of

operas. (Beethoven çok sayıda opera bestelem şt r.) 538) compos t on; ( s m) kompoz syon, beste The

compos t on of Requ em belongs to Mozart. (Requ em’ n bestes Mozart’a a tt r.) 539) comprehens ve;

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 21/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

(sıfat) kapsamlı, gen ş, etraflı We need to make a comprehens ve l st of related top cs. (İlg l konuların

kapsamlı b r l stes n yapmalıyız. 540) computer; ( s m) b lg sayar, kompüter The computer usage should

be l meted for k ds. (B lg sayar kullanımı çocukların ç n sınırlandırılmalıdır.) 541) concentrate (f l)

konsantre olmak, yoğunlaşmak I dec ded to concentrate on my job. (İş me konsantre olmaya karar

verd m) 542) concentrat on; ( s m) konsantrasyon, yoğunlaşma The surger es requ res a great deal of

concentrat on. (Amel yatlar büyük b r d kkat gerekt r r.) 543) concept; ( s m) konsept, kavram , genel

düşünce The concept of love can be perce ved d fferently. (Sevg kavramı herkesçe farklı algılanab l r.)

544) concern; ( s m, f l) .; kaygı, end şe, lg f.; lg lend rmek, alakadar etmek The nd v duals concern

about the r future. (K ş ler gelecekler konusunda end şel ler.) 545) concerned; (sıfat) end şel , kaygılı,

alakadar, lg l He d dn’t seem concerned about h s health. (Sağlığı konusunda end şel görünmüyordu.)

546) concert; ( s m) konser I have an extra t cket for the concert. (Konser ç n fazladan b let m var.) 547)

conclude; (f l) sonuç çıkarmak, sonuçlandırmak,karara varmak We can conclude from the paragrapgh

that the an mals are n danger. (Bu paragraftan hayvanların r sk altında olduğu sonucunu çıkarab l r z.)

548) conclus on; ( s m) yargı, sonuç Your conclus on paragraph was too short. (Sen n sonuç paragrafın

çok kısaydı.) 549) concrete; ( s m, sıfat) .; beton s.; somut, maddesel The dog s ly ng on a concrete

floor. (Köpek, beton zem n n üstünde yatıyor.) 550) cond t on; (f l, s m) f.; şarta bağlamak, koşullamak

.; durum, koşul, şart You should mprove your l v ng cond t ons. (Yaşam koşullarını y leşt rmel s n.) 551)

conduct; ( s m,f l) .; yönet m, davranış f.; yönetmek, dare etmek, yürütmek The gu de conducted us

around anc ent ru ns. (Rehber b z ant k kalıntılar arasında yürüttü) 552) conference; ( s m) konferans,

kongre, görüşme She attended a conference about f rst a d. (İlk yardım konulu b r konferansa katıldı.)

553)conf dence; ( s m) güven, t mat, güven l rl k There s a lack of conf dence among the employees.

(Çalışanlar arasında güven eks kl ğ var.) 554) conf dent; (sıfat) kend ne güvenen, em n, güvenl You

can’t ach eve anyth ng unless you won’t be n a conf dent mood. (Eğer rahat b r tavır çer s nde

olmazsan h çb r şey başaramazsın.) 555) conf rm; (f l) onaylamak, tey t etmek, doğrulamak

,tasd klemek Please s gn here to conf rm your reservat on. (Lütfen rezervasyonunuzu onaylamak ç n

burayı mzalayın.) 556) confl ct; (f l, s m) f.; anlaşamamak, ters düşmek, çek şmek .; anlaşmazlık,

çek şme , çatışma Pol t cal confl cts have led to v olence n soc ety. (Pol t k çatışmalar toplumda ş ddete

yol açtı.) 557) confront; (f l) yüzleşt rmek, karşı koymak You know that you have to confront your fears.

(Korkularınla yüzleşmek zorunda olduğunu b l yorsun.) 558) confus on; ( s m) karışıklık, kafa karışıklığı,

kargaşa To avo d the confus on underl ne the s gn f cant ones. (Karışıklığı önlemek ç n öneml olanların

altını ç z.) 559) Congress; ( s m) kongre, mecl s, kurultay Congress voted on the law proposal yesterday.

(Kongre dün yasa tekl f n oyladı.) 560) congress onal; (sıfat) kongre, kongresel, kongre le lg l

Congress nal elect on was canceled last week. (Kongre seç m geçen hafta ptal ed ld ) 561) connect;

(f l) bağlamak,b rleşmek, l şk kurmak, bağlantı kurmak, The Bosphorus Br dge connects As a and

Europe. (Boğaz Köprüsü Asya ve Avrupa kıtalarını b rleşt r yor.) 562) connect on; ( s m) bağlantı,

bağlanma, l şk There s a strong connect on between heart and bra n. (Kalple bey n arasında güçlü b r

l şk var.) 563) consc ousness; ( s m) b l nç, şuur She lost consc ousness, she doesn’t remember any

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 22/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

more. (B l nc n kaybett , artık h çb r şey hatırlamıyor. 564) consensus; ( s m) f k r b rl ğ , ortak karar,

mutabakat Our group has consensus on th s ssue. (Grubumuz bu konu üzer nde f k r b rl ğ ne sah p)

565) consequence; ( s m) sonuç, net ce Keep try ng regardless of the consequences. (Sonuçlarına

aldırmaksızın denemeye devam et.) 566) conservat ve; (sıfat) muhafazakar, tutucu, göster şs z, ölçülü

He doesn’t agree w th h s conservat ve v ews of h s parents. (Anne babasının muhafazakar görüşler ne

katılmıyor.) 567) cons der; (f l) göz önünde bulundurmak, d kkate almak, hesaba katmak Cons der all

the poss b l t es before you attempt anyth ng. (B r şeye kalkışmadan önce tüm olasılıkları göz önünde

bulundur.) 568) cons derable; (sıfat) oldukça, öneml , kayda değer, hatırı sayılır ölçüde She donated a

cons derable amount of money to our assoc at on. (Derneğ m ze öneml m ktarda para bağışladı.) 569)

cons derat on; ( s m) göz önünde bulundurma, düşünme, değerlend rme The cons derat on of the

proposal took a long t me. (Tekl f n değerlend r lmes uzun zaman aldı.) 570)cons st; (f l) den oluşmak,

meydana gelmek The comm ttee cons sts of e ght members. (Kom te sek z üyeden oluşuyor.) 571)

cons stent; (sıfat) st krarlı, devamlı, tutarlı, sürekl Cons stent growth n the economy makes the

nvestors happy. (Ekonom dek st krarlı büyüme yatırımcıları memnun ed yor.) 572)constant; (sıfat)

sab t, sürekl , değ şmez Bab es need constant care. (Bebekler sürek lg ye ht yaç duyar.) 573)

constantly; (zarf) sürekl , durmadan, k de b r, Stop grumbl ng constantly. (Sürekl söylenmey bırak.)

574) const tute; (f l) oluşturmak, teşk l etmek,kurmak Farm products const tute the major ty of the export

products. (Tarım ürünler hracat ürünler n n çoğunluğunu oluşturmakta.) 575) const tut onal; (sıfat)

anayasal, meşrut Const tut onal r ghts are equal for everyone. (Anayasal haklar herkes ç n eş tt r.) 576)

construct; (f l) nşa etmek, oluşturmak, b na etmek They constructed a shelter for street an mals. (Sokak

hayvanları ç n b r barınak nşa ett ler) 577) construct on; ( s m) nşaat, yapı, konstrüks yon The

construct on of the new a rport lasted for three years. (Yen hava alanının nşaatı üç yıl sürdü.) 578)

consultant; ( s m) danışman, uzman The Pres dent’s consultant has res gned. (Cumhurbaşkanı’nın

danışmanı st fa ett .) 579) consume; (f l) tüketmek, sarfetmek Nowadays,ch ldren consume fastfood a

lot. (Çocuklarda bugünlerde çok fazla fastfood tüket yor.) 580) consumer; ( s m) tüket c , müşter c , alıcı

Consumer sat sfact on comes f rst. (Müşter memnun yet önce gel r.) 581) consumpt on; ( s m) tüket m,

b t rme, harcama Consumpt on consc ousness of the soc ety s chang ng day by day. (Toplumun tüket m

b l nc günden güne değ ş yor.) 582) contact; (f l, s m) f.; temasa geçmek, rt bat kurmak, let ş me

geçmek .; temas , rt bat Do you keep n contact w th your from college? (Ün vers teden

arkadaşlarınla let ş m hal nde m s n?) 583) conta n; (f l) çermek, kapsamak, bünyes nde bulundurmak

It does not conta n any add t ves. (Katkı maddes çermez.) 584) conta ner; ( s m) konteyner, kap These

foods can be kept for a week n an a rt ght conta ner. (Bu y yecekler b r hafta süres nce hava geç rmeyen

b r kapta saklanab l r.) 585) contemporary; (sıfat) modern, muasır, çağdaş, aynı zamana a t She doesn’t

l ke read ng contemporary l terature works. (Çağdaş edeb yat eserler n okumayı sevmez.) 586)

content; ( s m) çer k, kapsam , kapas te There s a table of contents at the front page of the book.

(K tabın ön kapağında çer k l stes var.) 587) contest; ( s m, f l) .; yarışma, mücadele f.; rekabet

etmek, yarışmak She won the beauty contest last year. (Geçen yıl güzell k yarışmasını kazandı.) 588)

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 23/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

context; ( s m) bağlam, durum You can understand the mean ng of a word from context. (B r sözcüğün

anlamını bağlamdan anlayab l rs n z.) 589)cont nue; (f l) devam etmek, sürdürmek, süregelmek The

baby cont nued cry ng the whole n ght. (Bebek tüm gece ağlamaya devam ett .) 590) cont nued; (sıfat)

sürekl , devamlı, aralıksız I apprec ate your cont nued support. (Aralıksız desteğ n z takd r ed yorum.)

591) contract; ( s m, f l) .; sözleşme, kontrat, taahhüt f.;kasılmak, hastalık kapmak , anlaşma yapmak

Read the contract art cles from beg nn ng to end. (Kontrat maddeler n baştan sona okuyunuz.) 592)

contrast; (f l, s m) f.; kıyas etmek, karşılaştırmak .; karşıtlık, zıtlık, kontrast There s an obv ous

contrast between tw ns’ characters. (İk zler n karakterler arasında bel rg n b r karşıtlık var.) 593)

contr bute; (f l) katkıda bulunmak, katkı yapmak You can contr bute to our project w th your suggest ons.

(Öner ler n zle projem ze katkıda bulunab l rs n z.) 594)contr but on; ( s m) katkı We are grateful for your

valuable contr but ons. (Değerl katkılarınız ç n m nnettarız.) 595) control; (f l, s m) f.; kontrol etmek,

denetlemek, kumanda etmek .; kontrol, denet m The m l tary took control of the country. (Asker ye

ülken n kontrolünü ele geç rd .) 596) controvers al; (sıfat) tartışmalı, çek şmel , anlaşmazlığa neden olan

It s a h ghly controvers al top c to d scuss about. (Üzer nde konuşmak ç n oldukça tartışmalı b r konu.)

597) controversy; ( s m) karşıtlık, ht laf,münakaşa The quest on caused controversy. (Soru, münakaşaya

neden oldu.) 598) convent on; ( s m) toplama, toplanma, resm konferans veya toplantı The convent on

place has not been dec ded. (Toplanma yer henüz kararlaştırılmadı.) 599) convent onal; (sıfat)

konvens yonel, alışılagelm ş, basmakalıp You can’t solve the problems w th convent onal methods.

(Basmakalıp yöntemlerle sorunları çözemezs n.) 600) conservat on; ( s m) koruma, sah p çıkma,

muhafaza Nature conservat on s supported by var ous organ zat ons. (Doğayı koruma çeş tl örgütlerle

desteklen yor.) 601) convert; (f l) dönüştürmek, çev rmek , ev rmek, değ şt rmek The apartment s go ng

to be converted nto a dorm tory. (Apartman, öğrenc yurduna dönüştürülecek.) 602) conv ct on; ( s m)

nanç, görüş, kanı Be respectful to other’s conv ct on. (Başkalarının nançlarına saygılı ol.) 603)

conv nce; (f l) nandırmak, kna etmek, kandırmak I am try ng to conv nce her to got out. (Onu dışarı

çıkmaya kna etmeye çalışıyorum.) 604) cook; ( s m, f l) .; aşçı f.; yemek yapmak,yemek p ş rmek,

p ş rmek How d d you learn to cook well? (Böyle güzel yemek yapmayı nasıl öğrend n?) 605) cook e;

( s m) kurab ye, b sküv , The chocolate cook e s my favor te. (Ç kolatalı kurab ye en sevd ğ md r.) 606)

cook ng; ( s m) yemek yapma, yemek p ş rme He s not good at cook ng. (Yemek p ş rmede y değ ld r.)

607) cool; (f l, s m, sıfat) f.; soğutmak, ser nletmek .; ser nl k s.; soğuk, ser n,ser nkanlı, sak n,

havalı k mse The weather s cool outs de, so you should wear a jacket. ( Hava ser n, bu yüzden ceket

g ysen y olur.) 608) cooperat on; ( s m) ortaklık, şb rl ğ , dayanışma , beraberl k Thank you for your

cooperat on. (İşb rl ğ n z ç n teşekkür eder z.) 609) cop; ( s m, f l) .; pol s f.; yakalamak, tutuklamak

Somebody call the cop. (B r pol s arasın.) 610) cope; (f l) başa çıkmak, üstes nden gelmek, uğraşmak I

am t red of cop ng w th the stresses of the job. (İş n stres yle uğraşmaktan yoruldum.) 611)copy; (f l,

s m) f.; kopyalamak, takl t etmek, çoğaltmak .; kopya , nüsha, suret I w ll send you a copy of art cle.

(Sana makalen n b r kopyasını göndereceğ m.) 612) core; ( s m, f l) .; çek rdek, öz, esas, göbek (etl

meyvelerde) f.; çek rdeğ n çıkarmak It s thought that the earth’s core s very hot. (Dünya’nın

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 24/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

çek rdeğ n n çok sıcak olduğu düşünülüyor.) 613) corn; ( s m, f l) .; mısır, darı, tahıl tanes f.;

salamura etmek, tuzlamak I fed ch ckens w th corns. (Tavukları tahıl taneler yle besled m.) 614) corner;

( s m, f l) .; köşe, dönemeç f.; köşe oluşturmak, köşeye sıkıştırmak, v raj almak There s a strange

man r ght on the corner. (Hemen köşede gar p b r adam var.) 615)corporate; (sıfat, s m) s.; kurumsal,

tüzel, b rleş k, ş rkete a t .; ş rket Be ng organ zed s among our corporate strateg es. (Planlı olmak

kurumsal stratej ler m z arasında.) 616) corporat on; ( s m) kurum, ş rket, ortaklık The number of

mult nat onal corporat ons s ncreas ng. (Çokuluslu ş rketler n sayısı artıyor.) 617) correct; (f l, sıfat) f.;

doğrulamak, düzeltmek s.; doğru , dürüst F nd the correct answer. (Doğru cevabı bulunuz.) 618)

correspondent; ( s m, sıfat) .; yazışma yapan k mse, muhab r s.; yazışan, karşılıklı She work on CNN

as correspondant. ( CNN’de muhab r olarak çalışıyor.) 619) cost; (f l, s m) f.; mal olmak , para etmek .;

ücret, f yat ,mal yet, masraf , bedel The total cost of the project s 5000 dollars. (Bu projen n toplam

mal yet 5000 dolar.) 620) cotton; (sıfat, f l, s m) s.; pamuk, pamuklu f.; anlaşmak, uzlaşmak .;

pamuklu kumaş , pamuk Th s blanket s 100% cotton. (Bu battan ye %100 pamukludur.) 621) couch;

( s m, f l) .; sed r, d van , kanepe f.; nakışlamak, yatmak, The cat s sleep ng on the couch. (Ked ,

kanepen n üstünde uyuyor.) 622) could; (f l) eb lmek , yapab lmek (can) , -ab l rd , -eb l rd Sorry, I

couldn’t hear you. (Afeders n sen duyamadım.) 623) counc l; ( s m) kurul, mecl s, konsey,kom syon,

kurultay The d str ct counc l meets once a week. (Bölge mecl s haftada b r toplanır.) 624) counselor;

( s m) avukat, danışman, rehber, müşav r You should talk to a fam ly counselor. (B r a le danışmanı le

konuşmalısın.) 625) count; (f l, s m) f.; saymak , hesaba katmak, .; sayı, sayma, tane Beg n to

count from zero. (Sıfırdan saymaya başla.) 626) counter; ( s m, f l) .; sayaç, sayıcı ,tezgah, mutfak

tezgahı f.; karşılık vermek I asked the g rl beh nd the counter how much money were the red shoes.

(Tezgahın arkasındak kıza kırmızı ayakkabıların kaç para olduğunu sordum.) 627) country; ( s m, sıfat)

ülke, memleket,vatan s.; kırsal, taşraya a t He fought for h s country. (O, vatanı ç n savaştı.) 628)

county; ( s m) lçe, eyalet, l, v layet The old couple s l v ng a small county. (Yaşlı ç ft küçük b r lçede

yaşıyor.) 629) couple; (f l, s m) f.; ç ftleşt rmek, eşleşt rmek, b rleşmek .; ç ft, eş The couple was

marr ed n 1989. (Bu ç ft, 1989 yılında evlend .) 630) courage; ( s m) cesaret, yürekl l k, cüret The eagle

s the symbol of courage. (Kartal, cesaret n sembolüdür.) 631) course; ( s m, f l) .; kurs, rota,

güzergah f.; av peş nden koşmak, kovalamak She takes French course for three months. (Üç aydır

Fransızca kursu alıyor.) 632) court; ( s m, f l) .; mahkeme, ten s kortu f.; kur yapmak, dalkavukluk

yapmak The case was brought to court. (Dava mahkemeye taşındı.) 633) cous n; ( s m) kuzen I am

go ng to meet my cous n after course. (Kurstan sonra kuzen mle buluşacağım.) 634) cover; (f l, s m) f.;

kaplamak , üstünü kapatmak , örtmek .; kapak, kılıf, örtü Much of the country s covered by the desert.

(Ülken n çoğu kısmı çöl le kaplı.) 635) coverage; ( s m) kapsam, yayın alanı, olay kaydı Th s magaz ne

has an extens ve coverage from fash on to health top cs. (Bu derg , modadan sağlık konularına kadar

gen ş b r kapsama sah p.) 636) cow; ( s m, f l) .; nek, f.; korkutmak, s nd rmek They have cows n the

farm. (Ç ftl kte nekler var.) 637) crack; (f l, s m) f.; çatlatmak, kırmak, ş frey çözmek .; çatırtı, çatlak

Crack an egg nto the bowl. (Kaseye b r yumurta kırın.) 638) craft; ( s m, f l) .; zanaat,sanat, becer ,

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 25/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

meslek, tekn k eleman f.; ustalıkla şlemek He learned craft from h s master. (Ustasından zanaat

öğrend .) 639) crash; (f l, s m) f.; kırılmak , çarpmak .; çatırtı,kırılma, kaza There was a car crash on

the h ghway. (Otobanda kaza vardı.) 640) crazy; (sıfat) çılgın, del , kaçık What a crazy dea! (Ne kadar

çılgın b r f k r!) 641) cream; ( s m, f l) .; kaymak, krema, krem f.; kaymak tutmak, krem sürmek

Would you l ke some cream n your coffee? (Kahvende b raz krema ster m s n?) 642) create; (f l)

oluşturmak, yaratmak, meydana gelmek , vücuda get rmek The company s try ng to create a rel able

mage. (Ş rket, güven l r b r maj yaratmak st yor.) 643) creat on; ( s m) yaratma, yaratılış, yaratım,

kreasyon, The creat on of the world s d scr bed n rel gous sources. (Dünyanın yaratılışı d n

kaynaklarda tasv r ed l r.) 644) creat ve; (sıfat) yaratıcı, kreat f We need a creat ve team to wr te an

advert s ng copy. (B r reklam metn yazmak ç n yaratıcı b r ek be ht yacımız var.) 645) creature; ( s m)

yaratık, varlık, mahluk The mov e’s characters are cons st of fantast c creatures. (F lm n karakterl

fantast k yaratıklardan oluşuyor) 646) cred t; ( s m, f l) .; kred , övgü, beğen f.; kred vermek,

güvenmek, nanmak We got cred t to buy th s house. (Bu ev satın alab lmek ç n kred aldık.) 647) crew;

( s m) ek p, tayfa, mürettebat, takım The crew was d ed on the plane crash. (Mürettebat, uçak kazasında

hayatını kaybett .) 648)cr me; ( s m, f l) .; suç, sabıka, kabahat f.; cezalandırmak Human r ghts

v olat on s a cr me. (İnsan haklarının hlal b r suçtur.) 649) cr m nal; ( s m, sıfat) .; suçlu , sabıkalı s.;

suçlu, suç oluşturan The pol ce caught the cr m nal. (Pol s, suçluyu yakaladı.) 650) cr s s; ( s m) kr z,

bunalım The econom c cr s s n 1929 affected the whole world negat vely. (1929’dak ekonom k kr z tüm

dünyayı olumsuz etk led .) 651) cr ter a; ( s m) kr terler, ölçütler What cr ter a are used for assess ng a

cand tate’s ab l ty? (B r adayın yetenekler n ölçmek ç n hang kr terler kullanılıyor?) 652) cr t c; ( s m)

eleşt rmen, kr t k The l terary cr t cs d dn’t l ke the book.( Edeb yat eleşt rmenler k tabı beğenmed .) 653)

cr t cal; (sıfat) kr t k, hassas, yer c , eleşt rel Your dec s ons are cr t cal for the future of your ch ldren.

(S z n kararlarınız çocuklarınızın geleceğ ç k kr t kt r.) 654) cr t c sm; ( s m) eleşt r , kr t k, tenk t People

should be open to cr t c sm. (İnsanlar eleşt r ye açık olmalı.) 655) cr t c ze; (f l) eleşt rmek, kr t k yapmak,

tenk t etmek Some people don’t l ke to be cr t c zed. (Bazı nsanlar eleşt r lmey sevmez.) 656) crop;

( s m, f l) .; ek n, hasat, mahsul f.; ürün vermek, b çmek, kesmek Wheat s an mportant crop for our

country. (Buğday, ğlkem z ç n öneml b r mahsuldür.) 657) cross; (f l, s m, sıfat) f.; karşıya geçmek,

kes şt rmek, kes şmek, çarpı koymak .; çarpı, haç, çarmıh s.; çapraz,zıt Put a cross f the answer s

wrong. (Eğer cevap yanlışsa çarpı koy.) 658) crowd; ( s m, f l) .; kalabalık, yığın, sürü f.; doldurmak,

kalabalık etmek She looked for her daughter n the crowd. (Kalabalıkta kızını aradı.) 659) cruc al; (sıfat)

çok öneml , elzem , kr t k Teachers play a cruc al role n the educat on of the ch ldren.(Öğretmenler,

çocukların eğ t m nde çok öneml b r rol oynar. 660) cry; (f l, s m) f.; ağlamak, çıığlık atmak, bağırmak,

yalvarma .; ağlama, bağırma , yalvarma She cr ed after the exam. (Sınavdan sonra ağladı.) 661)

cultural; (sıfat) kültürel Every ethn c group has ts own cultural values. (Her etn k grubun kend ne özgü

kültürel değerler vardır.) 662)culture; ( s m) kültür, meden yet Eastern culture has a rooted h story.

(Doğu kültürünün köklü b r tar h vardır.) 663) cup; ( s m, f l) .; f ncan, kupa, çanak f.; ş şe çekmek,

hacamat yapmak Can I have a cup a coffee? (B r f ncan kahve alab l r m y m?) 664) cur ous; (sıfat)

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 26/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

meraklı, lg l , tuhaf, lg nç He s very cur ous about chem stry. (K mya b l m ne çok meraklı.) 665) current;

( s m, sıfat) .; akım, akarsu deb s s.; güncel, aktüel, ş md k Current news from Russ a made

everyone sad. (Rusya’dan gelen güncel haberler herkes üzdü.) 666) currently; (zarf) bugünlerde,

hal hazırda, şu anda She s currently travel ng a lot. (Bugünlerde çok seyehat ed yor.) 667) curr culum;

( s m) müfredat, öğret m programı The M n stry of Educat on has changed the curr culum. (Eğ t m

Bakanlığı müfredatı değ şt rd .) 668) custom; ( s m) örf, adet, gelenek, görenek, töre The r wedd ng

ceremony was organ zed accord ng to the r cutoms. (Düğün törenler , gelenek ve görenekler ne göre

düzenlenm şt .) 669) customer; ( s m) müşter , alıcı The customer had a l ttle d scuss on w th the sales

lady. (Müşter , tezgahtar bayanla küçük b r tartışma yaşadı.) 670) cut; (f l, s m, sıfat) f.; kesmek,

doğramak .; kes k,kesme, şek l, b ç m, nd r m s.; kes lm ş, nd r lm ş She cuts her own ha r. (Saçını

kend s keser.) 671) cycle; ( s m, f l) .; dönme, dev r, tur, çevr m f.; b s klet sürmek, pedal çev rmek We

are go ng to cycle n the forest tomorrow. (Yarın ormanda b s klet süreceğ z.) D 672) dad; ( s m)

baba, babacığım Dad, do you allow me to go out? (Babacığım, dışarı çıkmama z n ver r m s n?) 673)

da ly; (sıfat, s m) s.; günlük, güncel, gündel k .; günlük gazete, gündel kç He l kes to read da ly

newspapers. (Günlük gazeteler okumayı sever.) 674) damage; (f l, s m) f.; zarar vermek, hasar

vermek, zedelemek .; zarar, hasar It seems that th s w ll cause ser ous damage to the country’s

economy. (Bu, ülke ekonom s ne c dd zarar verecek g b görünüyor.) 675) dance; (f l, s m) f.; dans

etmek, oynamak .; dans, oyun Would you l ke to dance w th me? ( Ben mle dans etmek ster

m s n z?) 676) danger; ( s m) tehl ke, r sk Polarbears are n danger because of the melt ng of the

glac ers. (Kutupayıları, buzulların er mes neden yle tehl ke altında.) 677) dangerous; (sıfat) tehl kel ,

r skl Bungee-jump ng s a dangerous sport. (Bungee jump ng tehl kel b r spordur.) 678) dare; ( s m, f l)

.; cesaret, y ğ tl k f.; cesaret etmek, meydan okumak How dare you talk to me l ke that? (Ben mle bu

şek lde konuşmaya nasıl cesaret eders n?) 679) dark; ( s m, sıfat) .; karanlık, koyu renk s.; koyu, kara,

bel rs z, esrareng z It s dark outs de, you can’t go now. (Dışarısı karanlık, ş md g demezs n) 680)

darkness; ( s m) karanlık, bel rs zl k, g zl l k The sun goes down and the dark falls. (Güneş batıyor ve

karanlık çöküyor.) 681) data; ( s m) ver , g rd , b lg Th s data was collected from 55 countr es. (Bu ver 55

ülkeden toplandı.) 682) date; (f l, s m) f.; randevuya çıkmak , flört etmek .; tar h, randevu , flört

ed len k ş He s dat ng w th a g rl who s three years younger than h mself. (Kend nden üç yaş küçük b r

kızla çıkıyor.) 683) daughter; ( s m) kız evlat She loves her daughter more than anyth ng. (Kızını her

şeyden çok sever.) 684) day; ( s m) gün, gündüz, dönem I w ll see see you another day. (Başka b r gün

görüşürüz.) 685) dead; (sıfat) ölü, cansız, sönük Her dead body la d on the bad. (Ölü beden yatağın

üzer nde ser l duruyordu.) 686) deal; (f l, s m) f.; lg lenmek, ş yapmak .; anlaşma I have a lot of work

to deal w th. (İlg lenmem gereken çok ş var.) 687)dealer; ( s m) satıcı, dağıtıcı, bay , skamb lde kağıtları

dağıtan , He s an ant que dealer. (O b r ant ka satıcısı.) 688) dear; ( s m, sıfat) .; sevg l , sev len k mse

s.; değerl , sayın, kıymetl , pahalı Dear Sarah, I am wr t ng you after a long t me. (Sevg l Sarah, sana

uzun b r süreden sonra yazıyorum.) 689) death; ( s m) ölüm, vefat ,ölü The death of her mother deeply

affected her. (Annes n n ölümü onu der nden etk led .) 690) debate; (f l, s m) f.; tartışmak, münakaşa

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 27/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

etmek , çek şmek .; tartışma, f k r çatışması, müzakere We should debate th s ssue at the meet ng.

(Bu meseley toplantıda tartışmalıyız.) 691) debt; ( s m) borç, verecek He left the country w thout pay ng

h s debts. (Borçlarını ödemeden ülkeden ayrıldı.) 692) decade; ( s m) onluk, on yıl The contract s

renewed every decade. (Sözleşme her on yılda b r yen len yor.) 693) dec de;(f l) karar vermek,

kararlaştırmak, hükme bağlamak She dec ded to l ve n England after her graduat on. (Mezun olduktan

sonra İng ltere’de yaşamaya karar verd .) 694) dec s on; ( s m) karar, rade, yargı I respect your

dec s ons. (Kararlarına saygı duyuyorum.) 695) deck; ( s m, f l) .; güverte, deste, üst kısım f.;

süslemek, bezemek Jack was the only person on the deck at that n ght. ( Jack o gece güvertedek tek

k ş yd .) 696) declare;( f l) beyan etmek, lan etmek, b ld rmek, açıklamak Russ a declared war on USA.

(Rusya ABD’ye savaş açtı.) 697) decl ne; (f l, s m) f.; ger çev rmek, reddetmek , alçalmak .;

ger leme, alçalma, düşüş The number of the fore gn tour sts to Turkey decl ned by 5% last year.

(Türk ye’ye gelen yabancı tur st sayısı %5 azaldı.) 698) decrease; (f l, s m) f.; azaltmak, azalmak, düşüş

göstermek, n şe geçmek .; azalma, eks lme, düşüş The number of the students decreased from 400

to 360 th s year. (Bu yıl öğrenc sayısı 400’den 360’a düştü.) 699) deep; (sıfat, zarf) s.; der n, dalgın,

boğuk (ses ç n) , koyu (renk ç n) zf.; çten The l ttle cat fell nto a deep p t. (Küçük ked n der n b r

çukurun ç ne düştü.) 700) deeply; (zarf) çten, der nlemes ne, der nden Breath deeply to relax.

(Rahatlamak ç n der n nefes al.) 701) deer; ( s m) gey k Most male deer have antlers. (Çoğu erkek

gey ğ n çatal boynuzu vardır.) 702) defeat; (f l, s m) f.; mağlup etmek, yenmek .; yen lg ,mağlub yet,

bozgun The army was defeated n one hour. (Ordu b r saat çers nde mağlup ed ld .) 703) defend; (f l)

savunmak, müdafaa etmek, korumak Pol t c ans defend themselves well. (Pol t kacılar kend ler n y

savunurlar.) 704)defendant; ( s m) sanık, davalı The person who s accused of comm t ng a cr me s

called defendant. (Suç şlemekle tham ed len k ş ye sanık den r.) 705) defense; ( s m) savunma, defans

oyuncusu He s a defense player n the football team. (Futbol takımında defans oyuncusu.) 706)

defens ve; (sıfat) koruyan, koruyucu, savunma amaçlı, defans f It s an example of defens ve war. (Bu,

b r savunma savaşı örneğ d r.) 707) def c t; ( s m) kasa açığı, açık hesap They are work ng hard to make

up for the def c t. (Açığı telaf etmek ç n çok çalışıyorlar.) 708)def ne; (f l) tanımlamak, tar f etmek,

açıklamak Some terms are d ffucult to def ne. (Bazı ter mler tanımlamak zordur.) 709) def n tely; (zarf)

kes nl kle, tamamen, kuşkusuz I def n tely remember what you sa d on the phone. (Telefonda ne ded ğ n

kes nl kle hatırlıyorum.) 710) def n t on; ( s m) tanım, tar f, açıklama The def n t on of beauty has no

certa n l m ts. (Güzell k tanımının kes n sınırları yoktur.) 711) degree; ( s m) derece, rütbe He was

graduated from un vers ty w th a degree. (Ün vers teden derece le mezun oldu.) 712) delay; (f l, s m) f.;

ertelemek, gec kmek .; erteleme, gec kme We are sorry for the delay. (Gec kme ç n özür d ler z.)

713)del ver; (f l) tesl m etmek, dağıtmak The postman del vered the letters to the houses. (Postacı,

mektupları evlere dağıtı.) 714) del very; ( s m) dağıtım, tesl m, sevk yat The cargo company has not

postal del very on Sundays. (Kargo ş rket n n paar günler posta dağıtımı yok.) 715) demand; (f l, s m) f.;

talep etmek , stemek .; talep, stek, rağbet She demanded for h gher pay from her boss. (Patronun

daha yüksek ücret talep ett .) 716) democracy; ( s m) demokras Turkey s ruled by democracy. (Türk ye

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 28/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

demokras le yönet l r.) 717) Democrat; ( s m) demokrat, halkçı Democrats are aga nst Republ can’s

deas. ( Demokratlar, Cumhur yetç ler’ n görüşler ne karşılar.) 718) democrat c; (sıfat) demokrat k Cr me

rates are relat vely less n democrat c soc et es. (Demokrat k toplumlarda suç oranı n speten daha azdır.)

719) demonstrate; (f l) göstermek, göster yapmak, spat etmek I w ll demonstrate how t works. (S ze

bunun nasıl çalıştığını göstereceğ m.) 720) demonstrat on; ( s m) göster , göster m, spat She went on a

demonstrat on to support human r ghts. (İnsan haklarını desteklemek üzere b r göster ye katıldı.) 721)

deny; (f l) reddetmek, nkar etmek He den es attempt ng to murder h s fr end. (Arkadaşını öldürme

g r ş m nde bulunduğunu nkar ett .) 722)department; ( s m) departman, da re, bölüm, şube The pol ce

department has rece ved new personnel. (Pol s departmanı yen personel aldı.) 723) depend; (f l) bağlı

olmak,bel bağlamak, güvenmek I don’t know when I can get there. It depends on the traff c. (Oraya ne

zaman varırım b lm yorum. Traf ğe bağlı.) 724) dependent; ( s m, sıfat) .; bağımlı k mse s.; bağımlı,

muhtaç A ch ld’s development s dependent on fam ly and many other factors. (B r çocuğun gel ş m

a les ve d ğer b rçok faktöre bağlıdır.) 725) depend ng; ( s m, zarf) .; güven ş zf.; bağlı olarak

Depend ng on others s an nd cate of the lack self-conf dent. (Başkalarına bağlılık özgüven eks kl ğ n n

b r gösterges d r.) 726) dep ct; (f l, s m) f.; tasv r etmek, bet mlemek, anlatmak, göstermek .; tasv r,

tanımlama Can you dep ct the house n your dream? (Hayal ndek ev tasv r eder m s n?) 727)

depress on; ( s m) bunalım, depresyon, durgunluk He fell nto depress on after f red. (İşten kovulduktan

sonra depresyona g rd .) 728) depth; ( s m) der nl k, der n yer The depth of the pool s about 3 metres.

(Havuzun der nl ğ yaklaşık 3 metre.) 729) deputy; ( s m) m llet vek l , delege He was appo nted as

deputy from İzm r. (İzm r’den delege olarak atandı.) 730) der ve; (f l) türemek, -den elde etmek,

kaynaklanmak, çıkarmak The new cream s der ved from p ne tree. (Yen çıkan krem çam ağacından

elde ed l yor.) 731) descr be; (f l) tanımlamak, fade etmek The woman was descr bed as short and aged

about 30 . (Kadın kısa boylu ve 30 yaşlarında olarak tanımlandı.) 732) descr pt on; ( s m) tasv r,tanım,

bet mleme, tanımlama The mental pa n s beyond descr pt on. (Z h nsel acı tanımın ötes nded r.) 733)

desert; (f l, s m, sıfat) f.; terk etmek .; çöl, bozkır, yaban s.; ıssız, çorak The Sahara s the largest

hot desert n the world. (Sahra, dünyadak en büyük sıcak çöldür.) 734) deserve; (f l) hak etmek, layık

olmak She deserved a hol day th s year. (Bu yıl tat l hak ett .) 735) des gn; (f l, s m) f.; d zayn etmek ,

tasarlamak, düzenlemek .; tasarım, d zayn, plan She des gned the garden of the summer house.

(Yazlık ev n bahçes n d zayn ett .) 736) des gner; ( s m) tasarımcı, modacı She s a well known and

talented fash on des gner. (Tanınmış ve yetenekl b r moda tasarımcısıdır.) 737) des re; (f l, s m) f.; arzu

etmek, stemek, heveslenmek .; arzu, stek, şevk He has a des re for power and money. (Güç ve

parayı arzuluyor.) 738) desk; ( s m) okul sırası , masa , kürsü, şube, büro The student fell asleep on the

desk. (öğrenc , sıranın üstünde uyuyakalmış.) 739) desperate; (sıfat) çares z, umutsuz, üm ts z He s

desperate about h s future and career. (Geleceğ ve kar yer konusunda üm ts z.) 740) desp te; ( s m,

edat) .; k n, nefret ed.; rağmen, -e karşın Desp te study ng hard, he couldn’t pass the exam. (Çok

çalışmasına karşın sınavı geçemed .) 741) destroy; ( f l) mha etmek, ortadan kaldırmak , mahvetmek,

harap etmek You have destroyed my hopes. (Hayaller m mahvett n.) 742) destruct on; ( s m) yıkım,

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 29/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

mha, tahr p etme,harap etme , mahvetme The destruct on of the ra nforests causes danger for an mal

spec es. (Yağmur ormanlarının tahr p ed lmes hayvan türler ç n tehl ke oluşturuyor.) 743) deta l; ( s m,

f l) .; ayrıntı, detay f.; detaylandırmak, ayrıntılı olarak anlatmak We can exam ne the small deta ls

later. (Küçük detayları daha sonra nceler z.) 744) deta led; (sıfat) detaylı, ayrıntılı, etraflı He gave me the

deta led analys s of the report. (Raporun detaylı anal z n verd .) 745) detect; (f l) saptamak, bel rlemek,

keşfetmek, bel rlemek Th s test can help to detect the d sease early. (Bu test, hastalığın erken

saptanmasına yardımcı olab l r.) 746) determ ne; (f l) kararlaştırmak, karar vermek, bel rlemek Your

goals determ ne your future. (Hedefler n z geleceğ n z bel rler.) 747) develop; (f l) gel şt rmek, gel şmek,

lerlemek Our ma n a m s to develop country’s economy. (Esas amacımız ülke ekonom s n

gel şt rmekt r.) 748) develop ng; (sıfat) gel şen, gel şmekte olan Develop ng countr es st ll have a lot of

econom c problems. (Gel şmekte olan ülkeler n hala b rçok ekonom k sorunu var.) 749) development;

( s m) gel ş m, lerleme, büyüme, gel şme Ch na ga ned a qu ck development n technology. (Ç n,

teknoloj alanında hızlı b r gel şme gösterd .) 750) dev ce; ( s m) aygıt, c haz, alet, edevat Th s dev ce s

des gned to ease da ly l fe act v t es. (Bu alet günlük hayatta yaptığımız akt v teler kolaylaştırmak ç n

tasarlanmıştır. 751) devote; (f l) adamak,ked n vermek He devoted h mself to care of dest tute ch ldren.

(Kend n k mses z çocukların bakımına adadı.) 752) d alogue; ( s m) d yalog, karşılıklı konuşma Th s

story cons sts of d alogues. (Bu öykü d yaloglardan oluşuyor.) 753) d e; (f l, s m) ölmek, can vermek,

vefat etmek, kıkırdamak .; oyun zarı , damga Her mother d ed suddenly last week. (Annes geçen

hafta an den vefat ett .) 754) d et; ( s m, f l) .; d yet, rej m, perh z f.;d yet yapmak , rej m yapmak If you

don’t go off your d et, you can lose we ght. (D yet n bozmazsan 7k lo vereb l rs n.) 755) d ffer; ((f l) farklı

düşünmek, aynı f k rde olmamak, değ ş kl k götermek I have to d ffer w th you on th s ssue. (Bu konuda

sen nle aynı f k rde değ l m.) 756) d fference; ( s m) fark, ayrılık D fferences make the world more

beaut ful. (Farklılıklar dünyayı daha güzel yapar.) 757) d fferent; (sıfat) farklı, değ ş k , başka türlü She

goes d fferent places for hol days. (Tat llerde farklı yerlere g der.) 758) d fferently; (zarf) farklı olarak,

başka b ç mde Men and women behave d fferently. (Erkekler ve kadınlar farklı b ç mlerde hareket

ederler.) 759) d ff cult; (sıfat) zor, zahmetl It s d ff cult to understand h s thoughts. (onun düşünceler n

anlamak zordur.) 760) d ff culty; (noun) zorluk She has d ff culty n learn ng. (Öğrenme zorluğu yaşıyor.)

761) d g; (f l) kazmak, bellemek They dug n the garden to f nd gold. (Bahçey altın bulmak ç n kazdılar.)

762) d g tal; (sıfat) d j tal, sayısal Th s d g tal clock s much better. (Bu d j tal saat çok daha y .) 763)

d mens on; ( s m) boyut, çap, ölçü,hac m Be ng a mother added a new d mens on to her l fe. (Anne

olmak, hayatına farklı b r boyut kattı.) 764) d n ng; ( s m, sıfat) .; yemek s.; yemek, yemekl The cha rs

n the d n ng room are made of wood. (Yemek odasındak sandalyedeler ahşaptan yapılmış.) 765)

d nner; ( s m) akşam yemeğ We nv ted Tom and Sue for d nner. (Akşam yemeğ ne Tom ve Sue’yu

davet ett k) 766) d rect; (f l, sıfat) f.; yöneltmek, doğrultmak s.; d rekt, doğrudan There are no d rect

fl ghts to Be j ng from here. (Buradan Pek n’e d rekt uçuş yok.) 767)d rect on;( s m) yön, yönerge,

doğrultu We are mov ng on the same d rect on. (Aynı yönde lerl yoruz.) 768) d rectly; (zarf) doğrudan,

d rekt He drove d rectly to home after work. (İşten sonra doğrudan eve g tt .) 769) d rector; ( s m) müdür,

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 30/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

yönet c , yönetmen I want to talk to the d rector of the company. (Ş rket n müdürü le konuşmak

st yorum.) 770) d rt; ( s m) k r, p sl k, leke Clean the d rt of that car. (Şu arabanın k r n tem zley n.) 771)

d rty; (f l, sıfat) f.; k rtletmek, p sletmek s.; k rl , p s, terb yes z, müstehcen She touched her ha r w th

d rty hands. (P s eller yle saçlarına dokundu.) 772)d sab l ty; ( s m) sakatlık, engell l k , özürlülük She has

had phys cal d sab l ty s nce she was f ve. (Beş yaşından bu yana f z ksel engell .) 773) d sagree; (f l)

aynı f k rde olmamak, katılmamak He d sagrees w th h s father on most po nts. (Çoğu noktada babasıyla

aynı f k rde olmaz.) 774) d sappear; (f l) gözden kaybolmak, an den yok olmak , ortadan kaybolmak The

ch ld suddenly d sappered on the stat on. (Çocuk, stasyonda b rden gözden kayboldu.) 775) d saster;

( s m) felaket, afet Earthquake s a natural d saster. (Deprem doğal b r afett r.) 776) d sc pl ne; ( s m, f l)

.; d sc pl ne, otor te f.;d s pl n sağlamak , terb ye etmek The army has reputat on for str ct d sc pl ne.

(Ordu, sıkı d s pl n yle meşhurdur.) 777) d scourse; ( s m,f l) .; söylem , söylev, nutuk f.; konuşmak,

söylev vermek H s d scourse on gender equal ty got react on. (C ns yet eş tl ğ üzer ne olan söylem tepk

çekt .) 778) d scover; (f l) keşfetmek, bulmak , ortaya çıkarmak Kr stof Colomb d scovered Amer ca n

1492. (Kr stof Kolomb, 1942 yılında Amer ka’yı keşfett .) 779) d scovery; ( s m) keş f, buluş, ortaya

çıkarma D scovery of plague vacc ne was a great sc ent f c development. (Veba aşısının buluşu büyük

b r b l msel lerlemeyd .) 780) d scr m nat on; ( s m) ayrım, ayrımcılık She fought aga nst sexual

d scr m nat on. (C ns yet ayrımcılığına karşı mücadele ett .) 781) d scuss;(f l) tartışmak, ele almak We

can’ d scuss fam ly ssues n front of people. (A le meseleler m nsanların önünde tartışamayız.) 782)

d scuss on; ( s m) tartışma, görüşme D scuss ons are st ll tak ng place between two delegates. (İkİ

tems lc arasında görüşmeler devam ed yor.) 783) d sease; ( s m) hastalık, rahatsızlık Doctors

nvest gat ng whether the d sease s contag ous. (Doktorlar hastalığın bulaşıcı olup olmadığını

araştırıyor.) 784) d sh; .( s m) tabak, yemek I don’t l ke eat ng vegetar an d sh. ( Vejeteryan yemeğ

yemey sevmem.) 785) d sm ss; (f l) kovmak , şten çıkarmak She cla ms that she was unfa rly

d sm ssed from her job. (İş nden haksız yere kovulmuş olduğunu dd a ed yor.) 786) d sorder; ( s m)

karışıklık, bozukluk,rahatsızlık, düzens zl k She s suffer ng from eat ng d sorder. (Yeme bozukluğu

çek yor.) 787) d splay; (f l, s m) f.; görüntülemek, ekrana get rmek, serg lemek .; görüntü, göster m,

ekran, teşh r Local art sts s go ng to d splay the r works n th s place. (Yerl sanatçılar eserler n burada

serg leyecekler.) 789) d spute; (f l, s m) f.; tartışmak , münakaşa etmek .; tartışma,çek şme,

anlaşmazlık, The two countr es st ll d spute about the borders. ( k ülke, sınırlar konusunda hala tartışma

hal nde.) 790) d stance; ( s m) mesafe, uzaklık, ara In the US, d stance s measured n m les. (ABD’de,

mesafe m l olarak ölçülür.) 791) d stant; (sıfat) uzak, soğuk, sam m yets z Uncle Jack s a d stant relat ve

of my mother. (Jack amca annem n uzak akrabası.) 792) d st nct; (sıfat) bel rg n, bar z, bell She has a

d st nct French accent. (Bel rg n b r Fransız aksanı var.) 793) d st nct on; ( s m) ayırt etme, fark The

d st nct on between d zygot c tw ns s clear. (Ç ft yumurta k zler arasındak fark bel rg nd r.) 794)

d st ngu sh; (f l) ayırt etmek, fark etmek , ayrı tutmak Somet mes ch ldren can not d st ngu sh between

r ght and wrong. (Çocuklar bazen doğru ve yanlışı ayırt edemezler.) 795) d str bute; (f l) dağıtmak, tesl m

etmek The red crescent d str buted food to the earthquake v ct ms. (Kızılay, depremzedelere y yecek

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 31/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

dağıttı.) 796) d str but on; ( s m) dağıtım, dağılım, tesl m The map shows the d str but on of plant spec es

across the world. (Har ta, b tk türler n n dünya üzer ndek dağılımını göster yor.) 797) d str ct; ( s m) lçe,

bölge, mahalle, semt It s not allowed to dr ve fast n the school d str ct. (Okul bölges nde hızlı araba

kullanmak yasaktır.) 798) d verse; (sıfat) çeş tl , türlü I met people from d verse cultures. (Çeş tl

kültürlerden nsanlarla tanıştım.) 799) d vers ty; ( s m) çeş tl l k, farklılık She made a presentat on about

b olog cal d vers ty n the ra nforests. (Yağmur ormanlarındak b yoloj k çeş tl l k hakkında b r sunum

yaptı.) 800) d v de; (f l) bölmek, ayırmak, paylaştırmak The r ver d v de the c ty nto two parts. (Neh r,

şehr k kısıma bölüyor.) 801) d v s on; ( s m) bölme, bölünme M tos s s a type of cell d v s on. (M toz, b r

hücre bölünmes çeş d d r.) 802) d vorce; ( s m, f l) .; boşanma, ayrılma f.; boşanmak, ayrılmak The r

marr age ended n d vorce last week. (Evl l kler geçen hafta boşanma le sonlandı.) 803) DNA; ( s m)

dna (deoks r bonükle kas t) DNA carr es genet c nformat on. (DNA, genet k b lg taşır.) 804)do; (f l)

yapmak, etmek There s noth ng we can do about t. (Bu konuda yapab leceğ m z h çb r şey yok.) 805)

doctor;( s m) doktor, hek m He stud ed for s x years to become a doctor. (Doktor olab lmek ç n altı yıl

okudu.) 806) document; ( s m) doküman, belge Save the document before clos ng the program.

(Programı kapatmadan önce belgey b lg sayara kaydet. ) 807) dog; ( s m) köpek, t The dog s yelp ng

outs de. (Köpek dışarıda acı acı havlıyor.) 808) domest c; (sıfat) ç, evc l, yerl , yurt ç , a lev He s an

expert n fore gn affa rs. (O, dış l şk ler uzmanı.) 809) dom nant; (sıfat, s m) s.; baskın, egemen,

dom nant .; baskın karakter Our f rm has ach eved a dom nant pos t on n the world market. (F rmamız

dünya p yasasında egemen b r pos zyon ed nd .) 810) dom nate; ( f l) hükmetmek, egemen olmak, ağır

basmak He tr ed to dom nate the conversat on. (Konuşmaya egemen olmaya çalıştı.) 811) door; ( s m)

kapı, eş k Close the door, please. (Kapıyı kapatın lütfen.) 812) double ; (f l, s m, sıfat) f.; k ye katlamak

.; ç ft, dublör s.; ç ft, duble I would l ke a double room. (Ç ft k ş l k b r oda r ca ed yorum.) 813) doubt;

( s m, f l) .; şüphe, kuşku f.; şüphelenmek, kuşkulanmak I always doubt her words. (Onun sözler nden

hep şüphelen r m.) 814)down; (f l, s m, sıfat) f.; aşağı nd rmek, dev rmek .; nce tüy, kuş tüyü,

bunalım s.; key fs z, bezg n He jumped down off the sofa. (D vandan aşağı zıpladı.) 815) downtown;

( s m, sıfat, zarf) .; şeh r merkez s.; şeh r merkez ndek zf.; şeh r mekez ne doğru She works n a

store n downtown. (Şeh r merkez nde b r mağazada çalışıyor.) 816) dozen; ( s m, sıfat) .; düz ne, çok

sayı s.; on k adet Can I have two dozen eggs. (İk düz ne yumurta alab l r m y m?) 817) draft; ( s m,

f l) .; taslak, ç z m f.; tasarlamak, plan ç zmek The leg slat on s st ll n draft form. (Mevzuat hala taslak

hal nde.) 818) drag; ( f l) çekmek, sürüklemek I dragged her from her bed. (Onu yatağından sürükled m.)

819) drama; ( s m) drama, dram, p yes I stud ed Engl sh drama at college. (Ün vers tede İng l z draması

okudum.) 820) dramat c; (sıfat) dramat k, etk ley c Don’t be so dramat c. (Bu kadar dramat k olma.)

821) dramat cally; (zarf) dramat k olarak, öneml ölçüde Pr ces have fallen dramat cally. (F yatlar öneml

ölçüde düştü.) 822) draw; ( s m, f l) .; çekme , çek m f.; çekmek, ç zmek, para çekmek She drew the

p cture of her house. (Ev n n resm n ç zd .) 823) draw ng; ( s m) çekme, ç z m, tasarı, krok I am not very

good at draw ng. (Ç z mde pek y değ l md r.) 824) dream; (f l, s m) f.; rüya görmek, düşlemek, hayal

kurmak .; rüya, düş, hayal I thought I was lost, but t was just a dream. (Kaybolduğumu sandım ancak

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 32/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

sadece rüyaydı.) 825) dress; (f l, s m) f.; g y nmek .; elb se, g ys I bought a p nk dress for my fr end’s

wedd ng. (Arkadaşımın düğünü ç n pembe b r elb se aldım.) 826) dr nk; ( s m, f l) .; çk f.; çmek

Would you l ke to dr nk some tea? (B raz çay çmek ster m s n?) 827) dr ve; (f l, s m) f.; araba sürmek ,

yönlend rmek .; sürme, dürtü Shall we dr ve or take a tax ? (Arabayla mı g del m yoksa taks m

tutalım?) 828) dr ver; ( s m) şoför, sürücü, mak n st, etmen Do you have a dr ver’s l cense? (Sürücü

belgen var mı?) 829) drop; (f l, s m) f.; düşmek , nd rmek .; damla, düşüş, düşme Be careful! Don’

drop the glasses. (D kkatl ol! Bardakları düşürme.) 830) drug; ( s m, f l) .; laç, uyuşturucu madde ,

hap f.; laç vermek, uyuşturmak He was a drug add ct, he couldn’t stop us ng them. (O, uyuşturucu

madde bağımlısıydı, onları kullanmayı bırakamadı.) 831) dry; (f l, sıfat) f.; kurutmak, kurulamak,

kurumak s.; kuru, yavan Is my t-sh rt dry yet? (T şörtüm kurumuş mu?) 832) due; (sıfat, s m) s.;

vades dolmuş .; süre, son tar h, sona erme The due date of homework s Monday. (Ödev n son

tesl m tar h Pazartes .) 833) dur ng; (edat) süres nce, boyunca, esnasında I met h m everyday dur ng my

stay n Par s. (Par s’te kaldığım süre boyunca her gün onunla görüştüm.) 834) dust; ( s m, f l) .; toz f.;

fırçalamak, toz almak The workers wear masks to avo d dust. (İşç ler tozdan korunmak ç n maske

takıyorlar.) 835) duty; ( s m) görev, vaz fe, ödev It s our duty to serve the publ c. (Halka h zmet etmek

b z m görev m z.) E 836) each; (zam r, sıfat) zm.; her b r s s.; her, her b r Each answer s worth

10 po nts. (Her b r cevap 10 puan değer nde.) 837) eager; ( s m, sıfat) s.; stekl , hevesl , gayretl .;

arzu Everyone n the class seem eager to learn. (Sınıftak herkes öğrenmeye hevesl görünüyor.) 838)

ear; ( s m) kulak, başak The elephant n the zoo had b g ears. (Hayvanat bahçes ndek f l n büyük

kulakları vardı.) 839) early; ( sıfat, zarf) s.; erken, lkel, çabuk zf.; erkenden She woke up early th s

morn ng. (Bu sabah erkenden uyandı.) 840) earn; (f l) para kazanmak, kazanmak, el ne geçmek She

earns $500 a week. (Haftada 500 dolar kazanıyor.) 841) earn ngs; ( s m) kazanç, gel r He saves h s

earn ngs n a bank. (Kazancını b r bankada b r kt r yor.) 842) earth; ( s m) yeryüzü , dünya, toprak The

earth revolves around the sun. (Dünya , güneş n etrafında döner.) 843) ease; (f l, s m) f.; haf ftletmek,

rahatlatmak , kolaylaştırmak .; rahatlık, kolaylık I passed the exam w th ease. (Sınavı kolaylıkla

geçt m.) 844) eas ly; (zarf) rahatlıkla, kolayca He’s eas ly d stracted. (Kolayca d kkat dağılıyor.) 845)

east; ( s m) doğu, şark The relat ons between East and West s tense nowadays. (Bugünlerde doğu ve

batı arasındak l şk ler gerg n.) 846) eastern; (sıfat) doğu, doğuya a t, doğuyla lg l Bulgar a s n eastern

Europe. (Bulgar stan doğu Avrupada’dır.) 847) easy; (sıfat) kolay, bas t, rahat, sak n It s easy for you to

tell, cause you don’t understand me. (Sen n ç n söylemes kolay çünkü ben anlamıyorsun) 848) eat;

(f l) yemek, yemek yemek I don’t eat red meat. (Kırmızı et yemem.) 849) econom c; (sıfat) ekonom k,

hesaplı, darel Econom c growth has ncreased by 5% compared to last year. (Ekonom k büyüme geçen

yıla göre %5 oranında arttı.) 850) econom cs; ( s m) ekonom , kt sat, ülke ekonom s She stud ed

econom cs n METU. (ODTÜ’de kt sat okudu.) 851) econom st; ( s m) ekonom st, kt satçı He plann ng to

be an econom st f n sh ng un vers ty. (Ün vers tey b t rd kten sonra ekonom st olmayı planlıyor.) 852)

economy; ( s m) ekonom , kt sat Nat onal economy have d ff cult days due to cr s s. (Ülke ekonom s , kr z

neden yle zor günler geç r yor.) 853) edge; ( s m) kenar, uç, köşe He was s tt ng on the edge of a cl ff.

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 33/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

(Uçurumun kenarında oturuyordu.) 854) ed t on; ( s m) yayın, basım, yayım Th s s the th rd ed t on of her

novel. (Bu, onun romanının üçüncü basımı.) 855) ed tor; ( s m) ed tör, düzenley c , yayımcı She s the

ed tor of the Wash ngton Post. (O, Wash ngton Post’un ed törü.) 856) educate; (f l) eğ tmek, öğretmek

Ch ldren need to be educated well. (çocuklar y eğ t lmel d rler.) 857) educat onal; (sıfat) eğ tsel, eğ t c ,

öğret c Watch ng documentary s someth ng educat onal. (Belgesel seyretmek eğ t c b r şeyd r.) 858)

educator; ( s m) eğ tmen, eğ t c He s a very w se educator. (O çok b lg l b r eğ tmend r.) 859) effect;

( s m,f l) .; etk f.; etk lemek, sonuca vardırmak The spr ng has a refresh ng effect on human body.

(İlkbahar, nsan vücudunda canlandırıcı b r etk ye sah pt r.) 860) effect ve; (sıfat) etk ley c , etk l , tes rl

Th s new drug s very effect ve aga nst cancer. (Bu yen laç kansere karşı çok etk l .) 861) effect vely;

(zarf) etk n olarak, etk l b r şek lde I dealt w th the s tuat on effect vely. (Konuyla etk n olarak lg lend m.)

862) eff c ency; ( s m) etk l l k, ver ml l k, ver m Eff c ency s an mportant factor n bus ness. (Ver ml l k, ş

dünyasında öneml b r etkend r.) 863) eff c ent; (sıfat) etk l , ver ml , etk n The eff c et use of energy was

the top c of meet ng. (Toplantının konusu ver ml enerj kullanımıydı.) 864) effort; ( s m) gayret, çaba,

emek Cl mb ng to the mounta n requ res a great effort. (Dağa tırmanmak büyük gayret ster.) 865) egg;

( s m) yumurta She eats three eggs a week. (Haftada üç yumurta yer.) 866) e ght; ( s m) sek z There

were only e ght students n the class. (Sınıfta yalnızca sek z öğrenc vardı.) 867) e ther; (sıfat, zam r,

bağlaç) s.; her k , herhang b r zm.; k s nden b r bağ.; ya, ya da You can park e ther s de of the

road. (Yolun her k tarafına da parkedeb l rs n) 868) elderly; (sıfat) yaşlı, yaşça büyük You should show

respect to elderly people. (Yaşça büyük olan nsanlara saygı duymalısın.) 869) elect; (f l) seçmek,

atamak He was elected as the 40th pres dent of the USA. (ABD’n n 40. başkanı olarak seç ld .) 870)

elect on; ( s m) seç m He won the elect on by a large major ty. (Oy çokluğu le seç m kazandı.) 871)

electr c; (sıfat) elektr k, elektr kl The electr c w ll be off tomorrow. (Yarın elektr k kes lecek.) 872)

electr c ty; ( s m) elektr k, cereyan I can’t mag ne a l fe w thout electr c ty. (Elektr ks z b r hayat

düşünem yorum.) 873) electron c; (sıfat) elektron k You must be careful when us ng the electon c

dev ces. (Elektron k aletler kullanırken d kkatl olmalısın.) 874) element; ( s m) eleman, element, unsur,

öğe Hydrogen s a chem cal element. (H drojen k myasal b r elementt r.) 875) elementary; (sıfat) bas t,

başlangıç, temel Th s book s for elementary students. (Bu k tap başlangıç öğrenc ler ç n.) 876)

el m nate; (f l) elemek, atmak, el m ne etmek, saf dışı bırakmak Th s m xture el m nates tox ns from the

body. (Bu karışım, toks nler vücuttan atıyor.) 877) el te; ( s m, sıfat) .; el t tabaka, seçk n k ş ler s.; el t,

seçk n In poor countr es, only the el te can afford an educat on for the r ch ldren. (Yoksul ülkelerde,

yalnızca el t tabaka çocuklarına eğ t m aldırab l yor.) 878) else; (sıfat, bağlaç) s.; başka bağ.; ayrıca,

laveten, yoksa Don’t you have anyth ng else to say? ( Söyleyecek başka b r şey n yok mu?) 879)

elsewhere; (zarf) başka yerde, başka yere I don’l ke th s place. Let’ go elsewhere. (Burayı sevmed m.

Başka yere g del m.) 880) e-ma l; ( s m) e-posta, elektron k posta I sent you a message by e ma l. (Sana

e-posta le mesaj gönderd m.) 881) embrace; (f l) kucaklamak, sarılmak, sarmak, sah plenmek She

embraced her s ster warmly. (Kardeş n sevg dolu b r b ç mde kucakladı.) 882) emerge; (f l) ortaya

çıkmak, yüzeye çıkmak , bel rmek She f nally emerged from the sea. (Sonunda den zden çıktı.) 883)

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 34/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

emergency; ( s m) ac l durum, kr z, tehl ke The government has declared a state of emergency.

(Hükümet ac l durum lan ett .) 884) em ss on; ( s m) em syon, yayma, salım, dışarı verme The em ss on

of carbon d ox de nto the atmosphere s a b g danger for earth. (Karbond oks d n atmosfere salınımı

dünya ç n büyük b r tehl ke.) 885) emot on; ( s m) duygu, h s She can control her emot ons. (O,

duygularını kontrol edeb l r.) 886) emot onal; (sıfat) duygusal, hassas, duygulu Fam ly s mportant for a

ch ld’s emot onal develepment. (A le, b r çocuğun duygusal gel ş m ç n öneml d r.) 887) emphas s; ( s m)

vurgu, vurgulama, önem The emphas s n th s sentence s on the adverb. (Bu cümlede vurgu zarfın

üstünde.) 888) emphas ze; (f ) vurgulamak, önem n bel rtmek, üzer nde durmak I want to emphas ze

th s po nt part cularly. (Bu konuyu özell kle vurgulamak st yorum.) 889) employ; (f l) şe almak, st hdam

etmek, ş vermek, çalıştırmak How many people does the company employ? (Ş rket kaç k ş şe alıyor?)

890) employee; ( s m) şç , eleman, personel , h zmetl The factory has over 300 employees. (Fabr ka’da

300’ün üzer nde şç çalışıyor) 891) employer; ( s m) şveren, patron The employer refused the demand

of salary ra se. (Patron, zam taleb n reddett .) 892) employment; ( s m) ş sağlama, st hdam, şe alma

çalıştırma The government s a m ng at full employment. (Hükümet, tam st hdamı hedefl yor.) 893)

empty; (sıfat, f l) s.; boş f.; boşaltmak, akıtmak, dökmek Th s glass s half empty. (Bu bardağın yarısı

boş.) 894) enable; (f l) sağlamak, olanak tanımak, fırsat sunmak Insul n enables the body to store sugar.

(İnsül n vücudun şeker depolamasını sağlar.) 895) encounter; (f l, s m) f.; rastlamak, karşılaşmak .;

rastlantı, karşılaşma We encountered many d ff cult es dur ng our tr p. (Yolculuğumuz boyunca b r çok

zorlukla karşılaştık.) 896) encourage; (f l) cesaretlend rmek, yüreklend rmek The coach encouraged h s

team to w n the match. (Koç, maçı kazanmaları ç n takımını cesaretlend rd .) 897) end; (f l, s m) f.;

b tmek, b t rmek, sona ermek .; son, b t ş I cr ed at the end of the mov e. ( F lm n sonunda ağladım.)

898) enemy; ( s m) düşman , hasım The enemy was forced to retreat. (Düşman ger çek lmeye zorlandı.)

899) energy; ( s m) enerj , güç, kuvvet She s always full of energy. (Her zaman enerj doludur.) 900)

enforcement; ( s m) uygulama, yaptırım, cra Th s law may prevent the enforcement of pr vate property

r ghts. (Bu yasa, özel mülk yet haklarının uygulanmasını engelleyeb l r.) 901) engage; (f l) b r şle meşgul

olmak, tutmak, bağlamak, n şanlamak She s currently engaged as a consultant. (Ş md danışman olarak

çalışıyor.) 902) eng ne; ( s m) motor, mak ne My car needs a new eng ne. (Arabama yen b r motor

lazım.) 903) eng neer; ( s m) mühend s, şant ye tems lc s , mak n st He s a ch ef eng neer n a f rm. (O,

b r f rmada baş mühend s.) 904) eng neer ng; ( s m) mühend sl k, mak n stl k The br dge s a good

example of modern eng neer ng. (Köprü, modern mühend sl ğ n güzel b r örneğ .) 905) Engl sh; ( s m)

ng l z, ng l zce She learned Engl sh n Amer ca. (O, Amer ka’da İng l zce öğrend .) 906) enhance; (f l)

gel şt rmek, artırmak, büyütmek Th s s an opportun ty to enhance our company’s repuatat on. (Bu,

ş rket m z n ününü artırmak ç n b r fırsat.) 907) enjoy; (f l) zevk almak,key f almak, keyf n çıkarmak,

hoşlanmak, beğenenmek D d you enjoy your meal? ( Yemeğ n z beğend n z m ?) 908) enormous; (sıfat)

kocaman, r , devasa,çok büyük The problems we faced were enormous. (Karşılaştığımız problemler çok

büyüktü.) 909) enough; (sıfat, zarf) yeterl , yeter, yeter kadar zf.; yeter derecede We don’t have

enough rooms for your group. (S z n grubunuz ç n yeter kadar odamız yok.) 910) ensure; (f l) sağlama

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 35/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

almak, em n olmak, garant lemek , tem n etmek Please ensure that all l ghts are sw tched off. (lütfen tüm

ışıkların kapalı olduğundan em n ol.) 911) enter; (f l) g rmek, çer ye g rmek, kaydetmek He entered the

room before he knocked on the door. (Kapıyı çalmadan odaya g rd .) 912) enterpr se; ( s m) g r ş m,

teşebbüs, yatırım, g r ş m New law promotes ra s ng the publ c enterpr ses. (Yen yasa kamu yatırımlarını

artımayı teşv k ed yor.) 913) enterta nment; ( s m) eğlence, göster , davet, alem It was typ cal fam ly

enterta nment. (T p k b r a le eğlences yd .) 914) ent re; (sıfat) bütün, tüm, tam The ent re v llage was

destroyed by the hurr cane. (Bütün köy, kasırga neden yle tahr p oldu.) 915) ent rely; (zarf) bütünüyle,

tamamen, tam olarak I ent rely agree w th you. (Sen nle tamamen aynı f k rdey m.) 916) entrance; ( s m)

g r ş, kapı, g r ş yer Meet me at the ma n etrance. (Ben mle ana g r şte buluş.) 917) entry; ( s m) g r ş

yer ,g r ş, geç t, antre, kapı I was surpr sed by the sudden entry of my mom. (Annem n an g r ş yle

şaşırdım.) 918) env ronment; ( s m) çevre, c var, ortam We should tell our ch ldren to keep the

env ronment clean. ( Çocuklarımıza çevrey tem z tutmalarını söylemel y z.) 919) env ronmental; (sıfat)

çevresel, çevre le lg l We need to look for new solut ons to env ronmental ssues. (Çevresel sorunlara

yen çözümler aramalıyız.) 920) ep sode; ( s m) bölüm, parça , olay D d you watch the last ep sode of the

ser es that I talked about . (Bahsett ğ m d z n n son bölümünü zled n m ?) 921) equal; (sıfat) eş t, eş,

denk, aynı düzeyde, akran Each student has equal opportun t es. (Her öğrenc eş t mkanlara sah pt r.)

922) equally; (zarf) eş t olarak, aynı ölçüde D et and exerc se are equally mportant. (D yet ve egzers z

aynı ölçüde öenml d r.) 923) equ pment; ( s m) donanım, ek pman, takım, teçh zat The equ pment of the

tenn s s not very expens ve. (Ten s ek pmanı çok pahalı değ l.) 924) era; ( s m) dönem, çağ, dev r, asır

Th s church belongs to the V ctor an era. (Bu k l se V ctor a dönem ne a tt r.) 925)error; ( s m) hata,

yanlışlık, There are many errors n your work. (Yaptığın şte b r çok hata var.) 926)escape; ( s m, f l) .;

kaçış, f rar, kaçma f.; kaçmak, sıvışmak, f rar etmek Three pr soners have escaped from ja l.

(Hap shaneden k mahkum kaçtı) 927) espec ally; (zarf) özell kle I cooked t espec ally for you. (Bunu

özell kle sen n ç n p ş rd m) 928) essay; (f l, s m) f.; kalkışmak, denemek .; deneme, g r ş m, makale,

yazı I wrote an essay on the consequences of the F rst World War. (B r nc Dünya Savaşı’nın sonuçları

üzer ne b r makale yazdım.) 929) essent al; (sıfat) asıl, esaslı, ana, gerekl Money s not essent al to

happ ness. (Mutlu olmak ç n para asıl şey değ ld r.) 930) essent ally; (zarf) aslında, esasen, temelde,

özünde I am, eseent ally, a manager not a teacher. (Ben aslında öğretmen değ l, müdürüm.) 931)

establ sh; (f l) kurmak, oluşturmak, yasa çıkarmak The TGNA was establ shed on Apr l 23, 1920.

(TBMM 23 N san 1920’de kurulmuştur.) 932) establ shment; ( s m) kuruluş, kurum, müessese, b rl k Th s

hotel s a well-run establ sment. (Bu otel y yönet len b r müessesed r.) 933) estate; ( s m) emlak,

gayr menkul, mal mülk, varlık H s whole estate was left to h s son. (Tüm mal varlığı oğluna kaldı.) 934)

est mate; (f l, s m) f.; tahm n etmek, paha b çmek, değer b çmek .; tahm n, ölçüm, görüş Can you g ve

me a rough est mate of wood you w ll need? (Ne kadar oduna ht yacın olacağı konusunda bana kabaca

b r tahm n vereb l r m s n?) 935) etc; (zarf) ve sa re, ve benzer , vs We talked about our fam l es,

ch ldren etc. (A lem z, çocuklarımız vs hakkında konuştuk.) 936) eth cs; ( s m) et k, ahlak kuralları, ahlak

b l m She observes the bus ness etch cs. (O, ş et ğ ne uyar.) 937) ethn c; ( s m) etn k, ırksal D fferent

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 36/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

ethn c groups l ve n th s country. (Bu ülkede farklı etn k gruplar yaşar.) 938) European; ( s m, sıfat) .;

avrupalı s.; avrupa , avrupa le lg l ve ona özgü French and German are among the European

languages. (Fransa ve Almanca Avrupa d ller arasındadır.) 939) evaluate; (f l) değerlend rmek, ölçmek ,

değer b çmek We need to evaluate the effect veness of d fferent drugs. (Farklı laçların etk ler n

değerlend rmel y z.) 940) evaluat on; ( s m) değerlend rme, ölçüm, değer b çme I want a complete

evalut on of th s report. (Bu raporun tam b r değerlend rmes n st yorum.) 941) even; (sıfat, zarf, f l) s.;

eş t, düz zf.; hatta , b le , rağmen f.; düzlemek, düzleşt rmek I was hot there even n w nter. (Kışın

b le sıcaktı.) 942) even ng; (sıfat, s m) s.; akşam, akşamk .; akşam , eş tleme She l kes read ng on

the long w nter even ngs. (Uzun kış akşamlarında k tap okumayı sever.) 943) event; ( s m)

olay,müsabaka, organ zasyon, etk nl k Th s trag c event has made us all sad. ( Bu traj k olay hep m z

üzdü.) 944) eventually; (zarf) en nde sonunda, sonuç olarak, n hayet nde I’ll meet h m eventually.

(Onunda en nde sonunda görüşeceğ m.) 945) ever; (zarf) ş md ye kadar, herhang b r zamanda, her

zaman, h ç Have you ever been n Austral a? (H ç Avustralya’ya g tt n m ? 946) every; (sıfat) her, her b r

Every color has a spec al mean ng. (Her reng n özel b r anlamı vardır.) 947) everybody; (zam r) herkes I

told everybody about what happened last n ght. (Dün gece neler olduğunu herkese anlattım.) 948)

everyday; (sıfat) her günkü, günlük, olağan Th s d ct onary s conven ent for everyday use. (Bu sözlük

günlük kullanıma uuygundur.) 949) everyone; (zam r) herkes Everyone at the meet ng agreed w th h m. (

Toplantıdak herkes onunla aynı f k rdeyd .) 950) everyth ng; (zam r) her şey She s so arrogant that she

th nks she knows everyth ng. ( Öyles ne k b rl k her şey b ld ğ n sanıyor.) 951) everywhere; (zarf) her

yer, her taraf , her yerde He follows me everywhere. (ben her yerde tak p ed yor.) 952) ev dence; ( s m ,

f l) kanıt, del l, spat, şah tl k f.; kanıtlamak, spatlamak The pol ce collected a lot of ev dence aga nst

h m. (Pol s, onun aleyh nde b rçok kanıt topladı.) 953) evolut on; ( s m) evr m, değ ş m, gel ş m Evolut on

theory s st ll a matter of debate. (Evr m teor s hala b r tartışma konusu.) 954) evolve; (f l) evr m

geç rmek, değ şmek, gel şt rmek Each school must evolve ts own way of work ng. (Her okul kend

çalışma yöntemen gel şt rmel .) 955) exact; (sıfat, f l) s.; kes n, tam , kat f.; zorla almak , stemek We

need to know the exact t me the acc dent occured. (Kazanının gerçekleşt ğ kes n zamanı b lmem z

gerek.) 956) exactly; (zarf) tam olarak, tamamen, tümüyle I know exactly how she reacted. (Nasıl tepk

gösterd ğ n tümüyle b l yorum) 957) exam nat on; ( s m) nceleme, sorgulama,denetlem, muayene, sınav

Your proposals are st ll under exam nat on. (Öner ler n z hala nceleme altında.) 958) exam ne; (f l)

ncelemek, muayene etmek,sorgulamak , sınav yapmak The doctor exam ned her but he could not f ny

anyth ng wrong. (Doktor onu muayene ett fakat ters g den b r şeye rastlamadı.) 959) example; ( s m)

örnek, numune Th s castle perfect example of med eval arch tecture. (Bu kale, ortaçağ m mar s n n

müth ş b r örneğ d r.) 960) exceed; (f l) aşmak, ler g tmek, sınırı aşmak The total pr ce w ll not exceed

$50. (Toplam f yat 50 doları geçmeyecek.) 961) excellent; (sıfat) mükemmel, dört dörtlük, muazzam,

kusursuz She speaks excellent Russ an. (Mükemmel Rusça konuşuyor.) 962) except; (edat, f l) ed.;

dışında, har ç f., har ç tutmak, dışında tutmak She works everyday except Sunday. (Pazar günü

dışında her gün çalışıyor.) 963) except on; ( s m) st sna, har ç tutma,, dışarda bırakma Most of the

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 37/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

bu ld ngs are modern, but the mosque s an except on. (B naların çoğu modern ancak cam b r st sna.)

964) exchange; (f l, s m) f.; değ şt rmek, değ ş tokuş yapmak , takas etmek .; değ ş tokuş, döv z Our

school have an exchange program w th a school n Bulgar a. (Okulumuzun, Bulgar stan’dak b r okulla

değ ş m programı var.) 965) exc t ng; (sıfat) heyecanlı, uyarıcı Th s was the most exc t ng story I had

ever read. (O zamana dek okuduğum en heyecanlı h kayeyd .) 966) execut ve; ( s m, sıfat) .; yönet c ,

darec , yetk l k ş s.; yönetsel, dar , yürütme She has an execut ve pos t on n an advert s ng agency.

(B r reklam ajansında yönet c poz syonunda çalışıyor.) 967) exerc se; (f l, s m) f.; egzers z yapmak,

antrenman yapmak, alıştırma yapmak, uygulamak .; egzers , alıştırma, uygulama, antrenman

Sw mm ng s a good exerc se. (Yüzmek y b r egzers zd r.) 968) exh b t; (f l, s m) f.; serg lemek , ortaya

koymak , göstermek .; serg , teşh r He exh b ted h s pa nt ngs n an art gallery. (Res mler n b r sanat

galer s nde serg led .) 969) exh b t on; ( s m) serg , sunma, gösterme, sunma Have you seen the Van

Gogh exh b t on? (Van Gogh serg s n gördün mü?) 970) ex st; (f l) var olmak, yaşamak, mevcut olmak

Few of these an mals st ll ex st n the w ld. (Bu hayvanların b rkaçı vahş doğada halen yaşıyor.)

971)ex stence; ( s m) varoluş, yaşam, varlık I was unaware of your ex stence unt l today.(Bugüne kadar

varlığının farkında değ ld m.) 972) ex st ng; (sıfat, s m) s.; varolan, mevcut, şuank .; var olma New

laws w ll replace ex st ng leg slat on. (Mevcut mevzuatın yer ne yen yasalar get r lecek.) 973) expand;

(f l) gen şlemek, gen şletmek, büyütmek Metals expand when they are heated. (Metaller ısıtıldığında

gen şler.) 974)expans on; ( s m) genleşme, gen şleme, büyüme Econom c expans on per od s speed ng

up. (Ekonom k büyüme dönem hızlanıyor.) 975) expect; (f l) üm t etmek, ummak, beklemek, zannetmek

You can’t expect to learn the whole subject n two days. (Tüm konuyu k gün ç nde öğrenmey

bekleyemezs n.) 976) expectat on; ( s m) beklent , olasılık, üm t , umma There was an expectat on that

he would w n. (Onun kazancağına da r b r beklent vardı.) 977) expense; ( s m) g der, harcama We must

keep down expenses. (G derler kontrol altına almalıyız.) 978) expens ve; (sıfat) pahalı, masraflı Meat s

very expens ve these days. (Bugünlerde et çok pahalı.) 979) exper ence; ( s m) tecrübe, deney m,

deneme She has wr tten a book about her exper ences abroad. (Yurtdışı deney mler üzer ne b r k tap

yazdı.) 980) exper ment; ( s m) deney, test, tecrübe, deney m Many people do not l ke the dea of

exper ments on an mals. (B rçok nsan hayvanlar üzer nde deney yapma f kr n sevm yor.) 981) expert;

( s m) uzman, b l rk ş , üstat The ev dences were analyzed by an expert. (del ller b r uzman tarafından

ncelend .) 982) expla n; (f l) açıklamak, zah etmek, fade etmek Can you expla n the rules of the game?

(Oyunun kurallarını açıklar mısın?) 983) explanat on; ( s m) açıklama, zah, tanımlama She left the

meet ng w thout explanat on. (Açıklama yapmadan toplantıdan ayrıldı.) 984) explode; (f l) patlatmak,

patlamak, aks n spatlamak Bombs were explod ng all around the c ty. (Şehr n her yanında bombalar

patlıyordu.) 985) explore; (f l) keşfetmek, bulmak We can’explore the whole c ty n three days. (Bütün b r

şehr üç gün çer s nde keşfedemey z.) 986) explos on; ( s m) patlama 100 people were njured n the gas

explos on. (Gaz patlamasında 100 k ş yaralandı.) 987) expose; (f l) açığa vurmak, serg lemek, maruz

bırakmak My job as a journal st s to expose the truth. (Ben m ş m b r gazetec olarak gerçeğ ortaya

çıkarmaktır.) 988) exposure; ( s m) maruz bırakma, ortaya çıkarma, pozlandırma , ışık düşürme

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 38/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

Exposure to a r pollut on s a ma n env ronmental threat to human health. (Hava k rl l ğ ne maruz

bırakmak nsan sağlığını tehd t eden başlıca çevresel tehd tt r.) 989) express; (f l, sıfat) f.; fade etmek,

açıklamak s.; açık, bell , süratl The best way of express ng feel ngs s wr t ng. (Duyguları fade etmen n

en y yolu yazmaktır.) 990) express on; ( s m) fade, söylem, tab r Freedom of express on s a bas c

human r ght. (İfade özgürlüğü temel nsan hakkındır.) 991) extend; (f l) uzatmak, büyütmek, gen şletmek

We are plann ng to extend the garden. (Bahçey gen şletmey planlıyoruz.) 992) extens on; ( s m)

uzatma, uzantı,gen şletme, büyütme, kapsam The hosp tal has a two-storey extens on. (Hastanen n k

katlı b r uzantısı var.) 993) extens ve; (sıfat) gen ş, kapsamlı, büyük The f re caused extens ve damage.

(Yangın gen ş hasara yol açtı.) 994) extent; ( s m) kapsam, boyut ,uzam, uzantı I was amazed at the

extent of h s knowledge. (B lg s n n kapsamı karşısında etk lend m.) 995) external; (sıfat) dış, yabancı,

har c , dıştan gelen Many external nfluences affect our economy. (B rçok dış etken ekonom m z

üzer nde etk l .) 996)extra; (sıfat) ekstra, lave, ek Do you need extra t me to f n sh your homework?

(Ödev n b t rmek ç n ekstra zamana ht yacın var mı?) 997) extraord nary; (sıfat) sıradışı, olağanüstü,

olağandışı, nad r What an extraord nary ach evement! (Ne kadar da olağanüstü b r başarı!) 998)

extreme; (sıfat) aşırı, en uç, son derece The heat n the desert was extreme. (Çöldek sıcak aşırıydı.)

999)extremely; (zarf) son derece, aşırı derecede, fazlasıyla Th s matter s extremely mportant. (Bu konu

son derece öneml .) 1000) eye; ( s m) göz, bakış, görüş Close your eyes. I have a surpr se for you.

(Gözler n kapat. Sana b r sürpr z m var.) 1001) fabr c; ( s m) kumaş, bez, dokuma We prefer cotton

fabr c for our products. (Ürünler m z ç n pamuklu kumaş terc h ed yoruz.) 1001) face; (f l, s m) f.;

yüzleşmek, yüz yüze gelmek .; yüz, surat Ther suspect has scar on h s face. (Şüphel n n yüzünde b r

yara z var.) 1002) fac l ty; ( s m) tes s, mkan, vasıta, The fac l ty offers a lot act v t es for ch ldren and

adults. (Tes s, çocuklar ve yet şk nler ç n çok sayıda akt v te sunuyor.) 1003) fact; ( s m) vaka, olgu,

gerçek, hak kat I can’t gnore the fact that you l ed to me. (Bana yalan söyled ğ n gerçeğ n görmezden

gelemem.) 1004) factor; ( s m) faktör, etken, unsur, değ şken What s the determ n ng factor n th s

case? (Bu davadak bel rley c etken ned r.) 1005) factory; ( s m) fabr ka, atölye We ordered new

mach nes for our factory. (Fabr kamız ç n yen mak neler s par ş ett k.) 1006) faculty; ( s m) fakülte,

yetenek, güç, yet He won the Faculty of Law n Oxford. (Oxford’da hukuk fakültes n kazandı.) 1007)

fade; (f l, sıfat) f.; solmak, reng solmak ,boyası atmak s.; soluk The sun has faded my black tsh rt.

(S yah t şörtüm güneşten soldu.) 1008) fa l; (f l) başarısız olmak, becerememek, yapamak, sınavda

kalmak She fa led to get nto college. (O ün vers tey kazanamadı.) 1009) fa lure; ( s m) hata, arıza,

bozukluk, başarısızlık All my efforts ended n fa lure. (Bütün çabalarım başarısızlıkla sonuçlandı.) 1010)

fa r; ( s m, sıfat) .; fuar, kermes, panayır s.; ad l, adaletl The employees demand fa r wage. (Çalışanlar

ad l ücret tlep ed yor.) 1011) fa rly; (zarf) oldukça, dürüstçe, ad l b r şek lde I go runn ng fa rly regularly.

(Oldukça düzenl koşuya çıkarım.) 1012) fa th; ( s m) man, nanç, t kat, bağlılık, sadakat I lost my fa th n

your words. (Sen n sözler ne olan nancımı kaybett m.) 1013) fall; ( s m, f l) .; sonbahar, düşüş f.;

düşmek , suratı asılmak ,mahvolmak W th the arr val of September, the leaves began to fall. (Eylülün

gel ş le yapraklar düşmeye başladı.) 1014) false; (sıfat) yanlış, sahte,yapmacık Don’t deny that you

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 39/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

gave me false nformat on. (Bana yanlış b lg verd ğ n nkar etme.) 1015) fam l ar; (sıfat, s m) s.; tanıdık,

b l nen, aş na .; yakın dost, arkadaş Your face s very fam l ar to me. (Yüzün bana çok tanıdık gel yor.)

1016) fam ly; ( s m) a le, akrabalar, sülale I w sh you and your fam ly a happy new year. (S ze ve a len ze

mutlu b r yıl d ler m) 1017) famous; (sıfat) meşhur, ünlü, şöhretl , tanınmış He s a famous s nger n

Germany. (O, Almanya’da meşhur b r şarkıcıdır.) 1018) fan; ( s m, f l) .; vant latör, fan, yelpaze, hayran,

taraftar f.; ser nletmek, havalandırmak H s fans were wa nt ng n front of the concert hall. (Hayranları

konser salonunun önünde bekl yordu.) 1019) fantasy; ( s m) fantez , hayal, düş, kurgu Stop l v ng n a

fantasy world. (Hayal dünyasında yaşamayı bırak.) 1020) far; (sıfat) uzak, öte, ırak, The gas stat on s

not far from here. (Benz n stasyonu buradan uzak değ l) 1021) farm; ( s m, f l) .; ç ftl k f.; ekmek,

ç ftç l k yapmak, yet şt rmek They had a b g farm n the countrys de. (Kırsalda büyük b r ç ftl kler var.)

1022) farmer; ( s m) ç ftç , reçber When he was ret red, he dec ded to be a farmer. (Emekl olunca ç ftç

olmaya karar verd .) 1023) fash on; ( s m) moda, kılık kıyafet Jeans are st lll n fash on. (kot pantolonlar

hala moda.) 1024) fast; (sıfat, zarf) s.; hızlı, süratl , ser zf.; hızlıca, süratle Don’t dr ve fast on the

h ghway. (Otobanda arabayı hızlı kullanma.) 1025) fat; ( s m, sıfat, f l) .; yağ s.; ş şman, tombul,

yağlı f.; ş şmanlatmak , bes lemek You w ll get fat f you cont nue to eat so much. (Eğer çok yemeye

devam edersen ş şmanlayacaksın.) 1026) fate; ( s m) yazgı, kader, alın yazısı, gelecek , tal h Somet mes

you can’t control your fate. (Bazen kader n kontrol edemezs n.) 1027)father; ( s m) baba, peder

papazlara ver len unvan He s a wonderful father to h s ch ldren. (O, çocuklarına karşı muhteşem b r

babadır.) 1028)fault; ( s m) kusur, hata, arıza , bozukluk It was my fault that we were late. (Geç

kalmamız ben m hatamdı.) 1029) favor; ( s m, f l) .; y l k, lütuf f.; y l k etmek, lütfetmek Could you do

me a favor please? (Bana b r y l k yapar mısın lütfen?) 1030) favor te; ( s m, sıfat) .; favor , en çok

sev len s.; gözde, sevg l , en çok sev len/beğen len Ital an cu s ne s my favor te. (İtalyan mutfağı

ben m favor md r.) 1031) fear; ( s m, f l) .; korku , kaygı, end şe f.; korkmak , end şelenmek He fears

that he has cancer. (Kanser olmaktan korkuyor.) 1032) feature; ( s m) ayırt ed c özell k, bel rley c n tel k

Her ha r s the most str k ng feature of her. (Saçları onun en göze çarpan ayırt ed c özell ğ d r.) 1033)

federal; (sıfat) federal, b rleş k There s a federal state structure n the Un ted States. (ABD’de federal b r

devlet yapılanması vardır.) 1034) fee; ( s m) ücret, harç, bedel, f yat There s no entrance fee to the

museum. (Müzeye g r ş ücret yok.) 1035) feed; (f l) beslemek, yemlemek ,otlamak Have you fed the

dog? (Köpeğ besled n m ?) 1036) feel; (f l) h ssetmek, sez nlemek, el le dokunmak I felt terr ble when I

l ed to h m. (Ona yalan söyled ğ mde çok kötü h ssett m.) 1037) feel ng; ( s m) duygu, h s, h ssetme,

dokunma Be ng a mother s the best feel ng n the world. (Anne olmak dünyadak en güzel h st r.) 1038)

fellow; ( s m) arkadaş, ortak, dost, yoldaş She was loved among her fellows. (Arkadaşları arasında

sev l rd .) 1039) female; ( s m, sıfat) .; d ş , kadın, bayan s.; d ş l, kadınlara a t One of two cand dates

must be female. (2 adaydan b r bayan olmalı.) 1040) fence; ( s m, f l) .; ç t, parmaklık, engel f.; ç t le

çev rmek , etrafını çev rmek , korumak He dyed the fences wh te and yellow. (Ç tler beyaz ve sarıya

boyadı.) 1041) few; (sıfat) az, b rkaç Very few students speak French. (Çok az öğrenc Fransızca

konuşab l yor.) 1042) fewer; (sıfat) az, daha az The number of tour sts s fewer than last year. (Bu yıl

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 40/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

tur st sayısı geçen yıldan daha az.) 1043) f ber; ( s m) l f, pl k, elyaf, tel, f ber, k ş l k Dr ed fru ts are

espec ally h gh n f bre. (Kuru meyveler özell kle l f açısından zeng nd r.) 1044) f ct on; ( s m) düş, kurgu ,

uydurma, f ks yon The mov e s an example of popular f ct on. (F lm, popüler kurgunun b r örneğ d r.)

1045) f eld; ( s m , f l) .; saha , alan, tarla f.; sahaya çıkarmak We camped n a f eld near the town.

(Kasabanın yakınındak b r alanda kamp yaptık.) 1046) f fteen; ( s m) on beş He lost h s father when he

was f fteen. (15 yaşındayken babasını kaybett .) 1047) f fth; (sıfat) beş nc They organ zed a party for her

f fth b rthday. (Onun beş nc yaş günü ç n part düzenled ler.) 1048) f fty; ( s m) ell There were f fty

candles on the cake. (Pastanın üzer nde ell adet mum vardı.) 1049) f ght; ( s m, f l) .; dövüş, kavga f.;

dövüşmek, kavga etmek My l ttle brothers are always f ght ng. (Küçük kardeşler m durmadan kavga

ed yorlar.) 1050) f ghter; ( s m) dövüşçü, kavgacı, boksör, avcı uçağı, savaş uçağı The jet f ghter

released ts bomb. (Savaş uçağı bombalarını bıraktı.) 1051) f ght ng; ( s m) kavga, dövüş, savaş He

fought n Cyprus. (O, Kıbrıs’ta savaştı.) 1052) f gure; ( s m, f l) .; şek l, rakam f.; şek llend rmek,

resmetmek I saw the f gure of a l on on h s jacket. (Ceket n n üstünde b r aslan f gürü gördüm.) 1052)

f le; ( s m, f l) .; dosya, klasör f.; dosyalamak, kayda geç rmek Put those f les on my desk, please. (Şu

dosyaları masamın üstüne koy lütfen.) 1053) f ll; (f l, s m) f.; doldurmak, dolgu yapmak .; doldurma ,

dolgu, doyumluk F ll the bucket w th water. (Kovayı suyla doldur.) 1054) f lm; (f l, s m) f.; f lme çekmek ,

f lm yapmak .;f lm, nce tabaka Hollywood s the leader of the f lm ndustry n Amer ca.(Hollywood,

Amer ka’da f lm endüstr s n n l der d r.) 1055) f nal; ( s m, sıfat) .; f nal s.; son, kes n, kat I made my

f nal dec s on. (Kes n kararımı verd m) 1056) f nally; (zarf) son olarak, n hayet After 8 hours of travell ng,

we f nally arr ved there. (8 saat yolculuktan sonra, n hayet varab ld k.) 1057) f nance; (f l, s m) f.; f nanse

etmek, gereken parayı vermek , f nansman sağlamak .f nansman, para durumu Publ c expend tures

are f nanced from taxes. (Kamu harcamaları verg lerle f nanse ed l yor.) 1058) f nanc al; (sıfat) mal ,

f nansal, parasal Tokyo s one of the major f nanc al centres of the world. (Tokyo, dünyanın en öneml

f nansal merkezler nden b r d r.) 1059) f nd; (f l) bulmak, keşfetmek She managed to f nd a solut on to

the problem. (Bu soruna b r çözüm bulmayı başardı.) 1060) f nd ng; ( s m) bulma, buluş, keş f , bulgu I

had d ff culty n f nd ng a new house. (Yen b r ev bulmakta zorluk çekt m.) 1061) f ne; (f l, s m, sıfat) f.;

cezalandırmak, para cezası vermek .; para cezası s.; y , hoş , nce Th s town s famous for ts f ne

w nes. (Bu kasaba, güzel şaraplarıyla meşhurdur.) 1062) f nger; ( s m, f l) .; parmak f.; parmakla

göstermek, parmakla dokunmak He cut h s f nger, wh le he was chopp ng the on on (Soğan doğrarken

parmağını kest .) 1063) f n sh; ( s m, f l) .; son, b t ş f.; b t rmek,b tmek, sona erd rmek I haven’t

f n shed my speak ng. Don’t nterrupt my word. (Konuşmamı henüz b t rmed m. Sözümü kesme.) 1064)

f re; (f l, s m) f.; ateşlemek, şten atmak .; ateş, alev, yangın A lot of an mals d ed n the forest f re.

(B rçok hayvan, orman yangınında öldü.) 1065) f rm; ( s m, sıfat, f l) .; f rma, ş rket s.; sab t, sıkı, katı,

dayanıklı f.; sağlamlaştırmak The f rm announced that t would ra se employees’ salar es. (F rma,

çalışanların maaşına zam yapacağını açıkladı.) 1066) f rst; (sıfat, zarf) s.; lk, b r nc zf.; lk olarak,

önce F rst, we must make a plan. (İlk olarak plan yapmalıyız.) 1067) f sh; ( s m, f l) .; balık f.; balığa

çıkmak, balık tutmak F sh fat s very useful for the bra n development of ch ldren. (Balık yağı, çocukların

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 41/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

bey n gel ş m ç n çok faydalıdır.) 1068) f sh ng; ( s m) balık tutma, balıkçılık F sh ng s a relax ng act v ty.

(Balık tutmak rahatlatıcı b r akt v ted r.) 1069) f t; (f l, sıfat) f.; uymak , uydurmak, yakışmak s.; uygun,

z nde These pants don’t f t me. (Bu pantolon bana uymuyor.) 1070) f tness; ( s m) formda olma, z ndel k ,

uygunluk, elver şl l k He conv nced us of h s f tness for the task. (B z bu göreve uygun olduğuna kna

ett .) 1071) f ve; ( s m) beş She has f ve cats and a dog. (Beş ked s , b r de köpeğ var.) 1072) f x; (f l,

s m) f.; tam r etmek, onarmak, ayarlamak .; tam r D d you f x the rad o? (Radyoyu tam r ett n m ?)

1073) flag; (f l, s m) f.; bayrak çekmek .; bayrak, flama, sancak Turk sh flag cons sts of red and wh te

colours. (Türk bayrağı kırmızı ve beyaz renklerden oluşur.) 1074) flame; (f l, s m) f.; alevlend rmek,

tutuşmak .; alev, h ddet, ş ddet The flames were grow ng. (Alevler büyüyordu.) 1075) flat; ( s m, sıfat)

.; da re, düz yüzey s.; düz, yassı People used to th nk that the earth was flat. (İnsanlar önceden

dünyanın düz olduğunu düşünürdü.) 1076) flavour; ( s m,f l) .; tat, lezzet , tat veren şey f.; lezzet

vermek, tatlandırmak Pepper g ves extra flavour to the sauce. (B ber, sosa ekstra b r lezzet katıyor. )

1077) flee; (f l) kaçmak, sıvışmak, aceleyle çıkmak He was caught try ng to flee the town. (Kasabadan

kaçmaya çalışırken yakalandı.) 1078) flesh; ( s m, f l) .; et , ten, vücut f.;ayrıntılarıyla anlatmak, ç ğ etle

beslenmek L ons are flesh-eat ng an mals. (Aslanlar etle beslenen hayvanlardır.) 1079) fl ght; ( s m)

uçuş, kaçma Can I cancel my tomorrow fl ght? (Yarınk uçuşumu ptal edeb l r m y m?) 1080) float; (f l,

s m) f.; su üzer nde durmak, batmadan yüzmek .; can yeleğ , duba, yüzen şey A bottle was float ng n

the water. (B r ş şe suyun üstünde yüzüyordu.) 1081) floor; (f l, s m) f.; yer kaplamak, döşemek .;

zem n, yer , taban The old man l ves on the th rd floor. (Yaşlı adam üçüncü katta yaşıyor.) 1082) flow;

(f l, s m) f.; akmak, dökülmek .; akış, akım, deb I can’t stop the flow of blood. (Kan akışını

durduramıyorum.) 1083) flower; ( s m, f l) .; ç çek , f dan f.; ç çeklenmek, ç çek açmak I p cked flowers

for my mother. (Annem ç n ç çek topladım.) 1084) fly; (f l, s m) f.; uçmak ,havalanmak .; s nek,uçuş

Storks were fly ng n the sky as a covey. (Leylekler, gökyüzünde sürü hal nde uçuyordu.) 1085) focus;

(f l, s m) f.; odaklanmak, odağı ayarlamak .; odak, odak noktası I want you to focus on your own l fe.

(Kend hayatına odaklanmanı st yorum) 1086) folk; ( s m) halk, m llet, ahal How are you folks?

(Nasılsınız m llet?) 1087) follow; (f l) zlemek, tak p etmek, ardına düşmek I th nk we are be ng followed.

(Sanırım tak p ed l yoruz.) 1088) follow ng; ( s m, sıfat) .; taraftarlar, hayran k tles , tak p etme s.;

zleyen, sonra gelen, tak p eden Answer the follow ng quest on. (Sonrak soruyu cevapla.) 1089) food;

( s m) y yecek, gıda, bes n Do you l ke Ch nese food? (Ç n yemekler n sever m s n?) 1090) foot; ( s m,

f l) .; ayak, adım f.; yaya yürümek, ödemek The man s walk ng around the street n bare foot. (Adam,

sokakta çıplak ayakla dolaşıyor.) 1091) football; ( s m) futbol, futbol topu He plays n a profess onal

football team. (Profesyonel b r futbol takımında oynuyor.) 1092) for; (edat) ç n, amacıyla, – den dolayı

We got a new armcha r for the l v ng room. (Oturma odasına yen koltuk aldık.) 1093) force; (f l, s m) f.;

zorlamak, baskı yapmak, dayatmak .; güç, zorlama, kuvvet They forced h m to tell everyth ng he

knows. (B ld ğ herşey anlatması ç n ona baskı yaptılar.) 1094) fore gn; (sıfat) yabancı, har c , yurt dışı

Ch na has made a rap d progress n fore gn trade. (Ç n, yurt dışı t caret konusunda hızlı b r lerleme

kaydett .) 1095) forest; ( s m, f l) .; orman, ağaçlık f.; ağaçlandırmak He lost n the trop cal forest.

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 42/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

(Trop kal ormanda kayıp oldu.) 1096) forever; (zarf) sonsuza dek, ebed yen, da ma I w ll love you

forever. (Sen sonsuza dek seveceğ m.) 1097) forget; (f l) unutmak, aklından çıkmak I forget to pay the

b lls. (Faturaları ödemey unuttum) 1098) form; (f l, s m) f.; b ç mlend rmek, şek llend rmek .; b ç m,

şek l, vücut Leukem a s one of the most common forms of cancer. (Lösem , kanser n en yaygın

b ç mler nden b r d r.) 1099) formal; (sıfat) resm , b ç msel, şekl , düzgün Wear your formal dress for

ton ght. (Bu gece ç n resm kıyafet n g y.) 1100) format on; ( s m) formasyon, oluşum, b ç mlenme,

yapım Th s s the format on of a rock. (Bu b r kaya oluşumu.) 1101) former; ( s m, sıfat) .;

b ç mlend r c s.; öncek , geçen, esk The former pres dent made str k ng statements n h s speech.

(Esk başkan, konuşmasında çarpıcı açıklamalar yaptı.) 1102) formula; ( s m) formül, mama, reçete The

chem cal formula of water s H2O. (Suyun k myasal formülü H2O’dur.) 1103) forth; (zarf) ler , d ğer,

dışarı, dışarıya doğru He walked back and forth. (İler ger yürüdü.) 1104) fortune; ( s m) şans, tal h,

kısmet, gelecek,servet He made a great fortune from th s job. (Bu şten büyük b r servet elde ett .) 1105)

forward; (sıfat, zarf, f l) s.; ler , lerlem ş zf.; ler doğru f.; sevketmek, yollamak , lerletmek She took

one step forward. (Öne doğru b r adım attı.) 1106) found; (f l) kurmak, temel n atmak, tes s etmek Jack

founded th s text le factory n 1975. (Jack bu tekst l fabr kasıı 1975’te kurdu.) 1107) foundat on; ( s m)

kurum,kuruluş, temel, tes s, esas Our foundat on has str ct rules. (Kurumumuzun katı kuralları vardır.)

1108) founder; ( s m, f l) .; kurucu f.; gem batmak , yıkılmak, boşa çıkmak Atatürk s the founder of

Turk sh Republ c. (Atatürk, Türk ye Cumhur yet ’n n kurucusudur.) 1109) four; ( s m) dört,, kravat She s

four years old. (O, dört yaşında.) 1110) fourth; (sıfat) dördüncü, dörtte b r He s the fourth son of a Brown

fam ly. (o, Brown a les n n dördüncü oğludur.) 1111) frame; ( s m, f l) ; çerçeve, arka plan f.;

çerçevelemek, şek llend rmek, tert p etmek I bought a frame for the photo of my parents.

(Ebeveynler m n fotoğrafı ç n b r çerçeve satın aldım.) 1112) framework; ( s m) çerçeve, yapı, b na

skelet We should handle th s ssue w th n th s framework. (Konuyu bu çerçevede ele almalıyız.) 1113)

free; (sıfat, f l) s.; ücrets z, bedava, bağımsız, özgür f.; serbest bırakmak, salıvermek You can’t offer

people to work for free.( İnsanlara ücrets z çalışmlarını tekl f edemezs n) 1114) freedom; ( s m)

bağımsızlık, özgürlük, hürr yet, st klal Freedom s the best feel ng. (Özgürlük en y h st r.) 1115) freeze;

(f l, s m) f.; donmak, buz tutmak .; don, donma, soğuk hava The puppy was about the freeze outs de

so I took h m n. (Yavru köpek dışarıda donmak üzer yd o yüzden onu çer aldım.) 1116) French; (sıfat,

s m) s.; fransa le lg l , fransızca le lg l .; fransız, fransızca She took French lessons from a course.

(B r kurstan Fransızca dersler aldı.) 1117) frequency; ( s m) sıklık, sık sık olma, frekans The frequency

of car acc dents s because of recklessness. (Traf k kazalarının sık sık olmasının sebeb d kkats zl kt r.)

1118) frequent; (sıfat, f l) s.; sık, devamlı, hızlı f.; sık sık g tmek, dadanmak There s a fequent bus

serv ce n our c ty. (Şehr m zde devamlı otobüs h zmet var.) 1119) frequently; (zarf) sık sık, çoğunlukla ,

çok kez You can f nd an aswer by check ng frequently asked quest ons. (Sık sorulan soruları kontrol

ederek b r cevap bulab l rs n.) 1120) fresh; (sıfat, s m) s.; taze, d nç, körpe, canlı, ser n .; ser nl k,

körpel k The vegatables at the greengrocer are fresh. (Manavdak sebzeler taze.) 1121) fr end; ( s m)

arkadaş, dost Jane s one of my best fr ends. (Jane ben m en y arkadaşlarımdan b r d r.) 1122) fr endly;

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 43/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

(sıfat, zarf) s.; arkadaş canlısı, sam m , cana yakın zf.;dostça, arkadaşça H s manners towards me are

very fr endly. (Bana olan tavırları çok sam m .) 1123) fr endsh p; ( s m) arkadaşlık, dostluk May our

fr endsh p last forever. (Arkadaşlığımız sonsuza dek sürsün.) 1124) from;(edat) den ber , den There s a

letter for you from your brother. (Kardeş nden sana b r mektup var.) 1125) front; ( s m, f l) .; ön, cephe,

yüz, ön taraf f.; yönelmek, dönmek The front of the bus was damaged. (Otobüsün ön tarafı hasar

görmüş.) 1126) fru t; ( s m) meyve, yem ş I l ke summer fru ts because they are fresh. (Yaz meyveler n

sev yorum çünkü onlar taze.) 1127) frustrat on; ( s m) hüsran, düş kırıklığı, boşuna uğraşma The reason

of her frustrat on s her fa lure. (Hüsranının neden başarısızlığıydı.) 1128) fuel; ( s m, f l) .; yakıt,

yakacak, benz n f.; yakıt sağlamak, benz n doldurmak Fuel pr ces has ra sed dramat cally. (Benz n

f yatları büyük ölçüde arttı.) 1129) full; (sıfat, s m) s.; dolu, tam .; doluluk The su tcase s full of her

clothes. (Val z, onun kıyafetler yle dolu.) 1130) fully; (zarf) tamamen, y ce, tam olarak I fully understan

your s tuat on. (Sen n durumunu tamamen anlıyorum.) 1131) fun; ( s m, f l) .; eğlence, şaka f.;

eğlenmek K ds had fun at the b rthday party. (Çocuklar doğum günü part s nde eğlend .) 1132) funct on;

( s m, f l) .; şlev, görev, fonks yon f.; şlev n yer ne get rmek, görev yapmak , şlemek The funct on of

th s mach ne s to dry the clothes qu ckly. (Bu mak nen n şlev kıyafetler kısa sürede kurutmaktır.) 1133)

fund; ( s m, f l) .; fon, sermaye, kaynak, b r k m f.; yatırım yapmak, f nanse etmek Natural d saster fund

has helped many d saster v ct ms. (Doğal afet fonu b rçok afetzedeye yardımcı oldu.) 1134)

fundamental; (sıfat, s m) s.; esas, ana, temel, asıl .; temel, esas Fundemental math educat on s

mportant for development of ntell gence. (Temel matemat k eğ t m zeka gel ş m ç n öneml d r.) 1135)

fund ng; ( s m) fonlama, f nansman sağlama There s a huge fund ng gap n our company. (Ş rket m zde

büyük b r fon açığı var.) 1136) funeral; ( s m) cenaze, def n, cenaze töre People wear black at the

funeral. (İnsanlar cenazede s yah g yer.) 1137) funny; (sıfat) kom k, gülünç, tuhaf The joke that M ke has

told us yesterday was very funny. (M ke’ın dün b ze anlattığı fıkra çok kom kt .) 1138) furn ture; ( s m)

mob lya, ev eşyası We renewed the furn ture of our summer house. (Yazlığımızın eşyalarını yen led k.)

1139) furthermore; (zarf) dahası, ayrıca, üstel k Dav d s good at danc ng, furthermore he can also s ng.

(Dav d dans etme konusunda y ,ayrıca şarkı da söyleyeb l yor.) 1140) future; ( s m, sıfat) .; gelecek,

yarın s.; ler dek , lerk Do you want to talk about your future plans? (Gelecek planların hakkında

konuşmak ster m s n?) G 1141) ga n; ( s m, f l) .; kazanç, kar, kazanım f.; kazanmak, kar etmek,

elde etmek Our company has ga ned prof t. (Ş rket m z kar elde ett .) 1142) galaxy; ( s m) galaks ,

gökada Our galaxy has many planets. (Galaks m zde b rçok gezegen var.) 1143) gallery; ( s m) galer ,

üst balkon, serg , geç t, kor dor I have bought two pa nt ngs from the gallery. (Galer den k adet tablo

aldım.) 1144) game; ( s m) oyun, maç, kumar They are tra n ng hard for the b g game. (Büyük antrenman

ç n sıkı antrenman yapıyorlar.) 1145) gang; ( s m, f l) .; çete, sürü, takım, ek p f.; şb rl ğ yapmak The

pol ce has arrested the drug gang. (Pol s uyuşturucu çetes n göz altına aldı.) 1146) gap; ( s m) boşluk,

aralık, fark Generat on gap s a b g problem between parents and the r ch ldren. (Kuşak farkı ebeveynler

ve çocuklar arasında büyük b r problem.) 1147) garage; ( s m, f l) .; garaj, tam rhane , benz n

stasyonu f.; garaja çekmek Our garage has place for ten cars. (Garajımızda on araba ç n yer var.)

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 44/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

1148) garden; ( s m, f l) .; bahçe, park f.; bahçede çalışmak, bahçe ş yle uğraşmak The ch ldren are

play ng n the garden. (Çocuklar, bahçede oynuyorlar.) 1149) garl c; ( s m) sarımsak I dont love the smell

of garl c. (Sarımsak kokusunu sevm yorum.) 1150) gas; ( s m, f l) .; benz n, gaz , petrol f.; benz n

almak, gazlamak Hydrogen and oxygen are both known gases. (H drojen ve oks jen k s de b l nen

gazlardır.) 1151) gate; ( s m) kapı, geç t, g r ş kapısı Use the ma n gate to leave your belong ngs.

(Eşyalarını bırakmak ç n ana kapıyı kullan.) 1152) gather; (f l) toplamak, b r araya get rmek A large

crowd gathered n the garden. (Büyük b r kalabalık bahçede toplandı.) 1153) gay; ( s m, sıfat) .; gey,

eşc nsel, homoseksüel s.; key fl , hoppa You should respect gay people. (Eşc nsel nsanlara saygı

duymalısın.) 1154)gaze; (f l, s m) f.; d k d k bakmak, gözünü d kmek .; d k bakış, gözünü d kme He

gazed at me for f ve m nutes. (Beş dak ka boyunca bana d k d k baktı.) 1155) gear; ( s m, f l) .; v tes,

d şl , donanım f.; v tes değ şt rmek , oturtmak Careless use of the car may damage the gear. (D kkats z

araba kullanımı d şl ye zarar vereb l r.) 1156) gender; ( s m) c ns yet, c ns Gender d scr m nat on s really

a b g problem. (C ns yet ayrımı gerçekten büyük b r sorun.) 1157) gene; ( s m) gen I can s ng well, t s n

my genes. (Güzel şarkı söyleyeb l yorum, bu ben m genler mde var.) 1158) general; (sıfat, s m) s.;

genel, umum .; general, komutan The general op n on s that the performance was successful. ( Genel

görüş, performansın başarılı olduğu yönünde.) 1159) generally; (zarf) genel olarak I don’t generally

watch TV. (Genel olarak telev zyon zlemem.) 1160) generate; (f l) üretmek, var etmek, oluşturmak,

meydana get rmek Th s power plant generates electr c ty.(Bu santral elektr k üret yor.) 1161) generat on;

( s m) nes l, kuşak, soy , üretme, dünyaya get rme The new generat on s spend ng the r t me w th

technolog cal dev ces. (Yen jenerasyon zamanını teknoloj k aletlerle geç r yor.) 1162) genet c; (sıfat,

s m) s.; genet k, kalıtımsal .; genet k yapı Genet c d seases can be foreseen. (Genet k hastalıklar

önceden sez leb l r.) 1163) gentleman; ( s m) cent lmen, beyefend , soylu erkek He s exactly an Engl sh

gentleman. (O tam b r İng l z beyefend s .) 1164) gently; (zarf) k barca, naz kçe, yavaşça He treated me

so gently. (Bana çok k barca davrandı.) 1165) German; ( s m) alman, almanca I learned German n

Berl n. (Berl n’de Almanca öğred m.) 1166) gesture; ( s m, f l) .; jest, şaret, el kol hareket f.; jest

yapmak, şaret etmek, el kol hareket yapmak Gesture and m m cs are mportant for commun cat on.

(Jest ve m m kler let ş m ç n öneml d r.) 1167) get; (f l) almak, elde etmek, kazanmak D d you get t ckets

for the concert? (Konser ç n b letler aldın mı?) 1168) ghost; ( s m) hayalet, hortlak, ruh I saw a ghost n

my dream. (Rüyamda hayalet gördüm.) 1169) g ant; (sıfat) dev g b , kocaman I was so scared when th s

g ant an mal was runn ng towards us.(Bu kocaman hayvan bana doğru koşmaya başlayınca korktum.)

1170) g ft; ( s m) hed ye, armağan, ödül, bağış I bought th s g ft from Par s. (Bu hed yey Par s’ten

aldım.) 1171) g fted; (sıfat) doğuştan yetenekl , kab l yetl Mozart s a very g fted composer. (Mozart çok

yetenekl b r bestec .) 1172) g rl; ( s m) kız The g rl was s tt ng alone n the class. (Kız, sınıfta yalnız

başına oturuyordu.) 1173) g rlfr end; ( s m) kız arkadaş I have so many g rlfr ends but one of them s very

spec al to me. (B rçok kız arkadaşım var ama onlardan b r ben m ç n çok özel.) 1174) g ve; (f l) vermek

, göstermek, get rmek She gave a n ce watch as present. (Bana hed ye olarak güzel b r saat verd .)

1175)g ven; (sıfat) ver lm ş, b l nen, bel rl Th s s the best present that s g ven to me. (Bu bana ver lm ş

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 45/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

en y hed ye.) 1176) glad; (sıfat) memnun, mutlu, hoşnut I am glad to see you. (Sen gördüğüme

memnun oldum.) 1177) glance; (f l, s m) f.; göz gezd rmek, bakıvermek .; bakış, göz atma She

glanced around the room. (Odaya göz gezd rd .) 1178) glass; ( s m) cam, bardak,ayna Don’t put the

glass on the edge of the table. (Bardağı masanın kenarına koyma.) 1179) global; (sıfat) global, küresel,

dünya çapında, evrensel, tüm dünyayı lg lend ren Our company take a more global approach to the

problem. (Ş rket m z, bu soruna daha küresel b r açıdan bakıyor.) 1180) glove; ( s m) eld ven Wear your

glove and hat, t s cold outs de. (Eld venler n ve şapkanı tak dışarısı soğuk.) 1181)go; (f l) g tmek,

gez nmek, hareket etmek She went to see her mother last week. (Geçen hafta annes n görmeye g tt.)

1182) goal; ( s m) amaç, hedef, gaye, gol, sayı Our ma n goal must be the preservat on of the

env ronment. (Asıl hedef m z çevren n korunması olmalıdır.) 1183) God; tanrı, allah Oh my God, t s

unbel ev ble. (Aman Tanrım bu nanılmaz.) 1184) gold; ( s m) altın I l ked your gold bracelet. (Altın

b lez ğ n beğend m.) 1185) golden; ( s m, sıfat) .; altın s.; altından, altın sarısı, altın reng Her doll has

golden ha r. (Oyuncak bebeğ n n altın sarısı saçları var.) 1186) golf; ( s m, f l) .; golf f.; golf oynamak

We play golf every Sunday. (Her Pazar golf oynarız.) 1187) good; (sıfat, s m) s.; y , güzel, hoş .; y l k,

yarar, fayda Sorry, my German s not very good. (Üzgünüm, Almancam çok y değ l.) 1188) government;

( s m) hükümet, devlet, yönetme, yönet m The government has announced that the necessary

precaut ons were taken. (Hükümet, gerekl önlemler n alındığını açıkladı.) 1189) governor; ( s m) val ,

am r, darec A new governer was assa gned n October. (Ek m ayında yen b r val atandı.) 1190) grab;

(f l, s m) f.; yakalamak, tutmak, kapmak .; kapma, alma She grabbed my hand and ran. (El m tuttu ve

koştu.) 1191) grade; (f l, s m) f.; derecelend rmek, puanlamak .; derece, aşama, kademe, düzey I got

good grades on my exams. (Sınavlarımdan y dereceler aldım.) 1192) gradually; (zarf) yavaş yavaş,

adım adım, aşama aşama I gradually got well.(Yavaş yavaş y leşt m.) 1193) graduate; ( s m, f l) .;

mezun f.; mezun olmak, derece almak She graduated from h ghschool n 1992. (1992 yılında l seden

mezun oldu.) 1194) gra n; ( s m) tane, tahıl, tanec k, çok küçük parça, granül Turkey’s gra n export has

ra sed. (Türk ye’n n tahıl hracatı arttı.) 1195) grand; (sıfat) büyük, ht şamlı, as l I was not a very grand

mans on. (Çok ht şamlı b r köşk değ ld .) 1196) grandfather; ( s m) büyükbaba, dede, cet Her

grandfather bought her a new b ke as present. (Büyükbabası ona hed ye olarak yen b r b s klet aldı.)

1197) grandmother; ( s m) büyükanne, anneanne, babaanne, n ne Our grandmother s l v ng w th us.

(Büyükannem z b z mle yaşıyor.) 1198) grant; ( s m, f l) .; h be, bağış, burs f.; h be etmek, bağışlamak,

kabul etmek My request was granted. (R cam kabul ed ld .) 1199) grass; ( s m, f l) .; ot, ç m,otlak, ç men,

yeş ll k f.; otlatmak Keep off the grass. (Ç mlere basmayınız.) 1200) grave; ( s m, f l) .; mezar,kab r

f.; oymak, kazımak There were faded flowers on the grave.(Mezarın üstünde solmuş ç çekler vardı.)

1201) gray; ( s m, sıfat, f l) .; gr s.; gr , boz f.; ağarmak, kırlaşmak We saw a gray bear n the

forest. (Ormanda gr b r ayı gördük.) 1202) great; (sıfat) har ka, müth ş,mükemmel, büyük, kocaman It s

a great pleasure for me to be w th you. (S zlerle b rl kte olmak ben m ç n büyük b r onur.) 1203) greatest;

(sıfat) en büyük, azam You d d me the greatest favour ever. (Bana ş md ye kadark en büyük y l ğ

yaptın.) 1204) green; (sıfat, f l, s m) s.; yeş l f.; yeşermek .; yeş l alan, golf sahası He was wear ng a

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 46/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

green jacket. (Yeş l b r ceket g y yordu.) 1205) grocery; ( s m) market, meyve-sebze dükkanı, bakkallık

We bought some fru ts and vegetables from the grocery. (Marketten b raz meyve ve sebze aldık.) 1206)

ground; ( s m, f l) .; yer, zem n f.; yere nd rmek, karaya oturtmak I saw someth ng fall to the ground.

(Yere b r şey m düştüğünü gördüm.) 1207) group; ( s m, f l) .; grup, öbek, takım f.; gruplandırmak,

sınıflandırmak A group of g rls were play ng n the park. (B r grup kız parkta oyun oynuyordu.) 1208)

grow; (f l) büyümek, gel şmek, yet şmek He grew up n a r ch fam ly. (Zeng n b r a lede büyümüştü.)

1209) grow ng; ( s m, sıfat) .; büyüme, gel şme s.; büyüyen, gel şen, artan There s a grow ng demand

to tobacco products. ( Tütün ürünler ne artan b r talep var.) 1210) growth; ( s m) büyüme, gel şme,

yet şme The pol c es a m at susta n ng econom c growth. (Pol t kalar ekonom k büyümey sürdürmey

amaçlıyor. 1211) guarantee; ( s m, f l) .; garant , tem nat, güvence f.; garant altına almak, tem n etmek,

güvence vermek He guaranteed me that t would never happen aga n. (Bunun b r daha olmayacağına

da r bana garant verd .) 1212) guard; (f l, s m) f.;korumak, h maye etmek .; muhafız, koruma , bekç ,

gard yan Three guards are wa t ng n front of the pr son. (Hap shanen n önünde üç gard yan bekl yor.)

1213) guess; ( s m, f l) .; tahm n, varsayım f.; tahm n etmek, zannetmek I guess you know the answer.

(Sanırım cevabı b l yorsun.) 1214) guest; ( s m) m saf r, konuk We arranged room for our guests.

(M saf rler m z ç n oda ayarladık.) 1215) gu de; ( s m, f l) .; rehber, kılavuz f.; rehberl k etmek, yol

göstermek The gu de nformed us about the anc ent c ty. (Rehber, b z ant k kent hakkında b lg lend rd .)

1216) gu del ne; ( s m) kılavuz, lke, prens p We have very str ct gu del nes here. (Burada çok katı

prens pler m z vardır.) 1217) gu lty; (sıfat) suçlu, günahkar She felt gu lty for behav ours last n ght. (Dün

gecek hareketler nden dolayı suçlu h ssed yor.) 1218) gun; ( s m, f l) .; s lah, tabanca, tüfek f.; vurmak,

ateş etmek John was k lled w th a gun. (John, b r tabanca le öldürüldü.) 1219) guy; ( s m, f l) .; adam

f.; takılmak, alay etmek Who s th s guy? (Bu adam k m?) H 1220) hab t; ( s m) alışkanlık, huy,

tab at, yaradılış You should change your eat ng hab ts. (Yeme alışkanlıklarını değ şt rmel s n.) 1221)

hab tat; ( s m) ortam, yaşam alanı, doğal ortam, yerleş m ortamı The pengu ns’ natural hab tat s

antarct c. (Penguenler n doğal yaşam alanı güney kutbudur.) 1222) ha r; ( s m) kıl, tüy, saç The g rl had a

long, curly ha r. (Kızın, uzun kıvırcık saçları vardı.) 1223) half; (sıfat) yarım, ayrı, buçuk One and a half

hour w ll be enough for the exam. (Sınav ç n b r buçuk saat yeterl olacaktır.) 1224) hall; ( s m) büyük

salon, hol, bekleme odası The queen greeted her guests n the ma n hole. (Kral çe, m saf rler n büyük

salonda selamladı.) 1225) hand; ( s m, f l) .; el f.; elle vermek, elden tesl m etmek, uzatmak Put ypur

hand up f you want to answer. (Cevap vermek st yorsanız el n z kaldırın.) 1226) handful; ( s m) avuç

dolusu, avuç Only a handful of people were there. (Yalnızca b r avuç nsan oradaydı.) 1227) handle; (f l,

s m) f.; dare etmek, ele almak, şlemek .; tutacak yer, kulp, sap She s very good at handl ng the

problems. (Problemler dare etmek konusunda çok y d r.) 1228) hang; (f l) asmak, dam etmek,

sarkmak She hung up her sh rt, then closed the closet. (Gömleğ n astı ve sonra dolabın kapağını

kapadı.) 1229) happen; (f l) olmak, meydana gelmek, başına gelmek I don’t know when th s happened.

(Bunun ne zaman olduğunu b lm yorum.) 1230) happy; (sıfat) mutlu, sev nçl , şen We are happy to see

you. (Sen gördüğümüz ç n mutluyuz.) 1231) hard; (sıfat) zor, çet n, zahmetl , sert, katı He stud ed very

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 47/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

hard to pass the exam. (Sınavı geçmek ç n çok çalıştı.) 1232) hardly; (zarf) zorlukla, güçlükle, ancak ,

neredeyse h ç I can hardly breathe, call an ambulance. (Güçlükle nefes alab l yorum, ambulansı ara.)

1233) hat; ( s m) şapka, başlık H s hat was too b g and funny. (Şapkası çok büyük ve gülünçtü.) 1234)

hate; ( s m, f l) .; nefret, k n f.; nefret etmek, k n beslemek He hates mak ng m stakes. (Hata yapmaktan

nefret eder.) 1235) have; (f l) sah p olmak, tutmak, yemek I don’t have enough money to buy th s coat.

(Bu paltoyu almak ç n yeterl param yok.) 1236) he; (zam r) o (erkek) He found h s true love. (O, gerçek

aşkını buldu.) 1237) head; ( s m, f l) .; baş, kafa, başkan f.; başında olmak She has a b g brown hat on

h s head. (Başında büyük kahvereng b r şapka var.) 1238) headl ne; ( s m, f l) .; manşet, başlık f.;

başlık koymak Wr te the headl ne n cap tal letters. (Başlığı büyük harflerle yaz.) 1239) headquarters;

( s m) karargah, genel merkez The party’s headquarters s n Ankara. (Part n n genel merkez

Ankara’da.) 1240) health; ( s m) sağlık, esenl k, sıhhat Smok ng can ser ously damage your health.

(S gara çmek sağlığınıza c dd zarar vereb l r.) 1241) healthy; (sıfat) sağlıklı, sıhhatl , sağlam The old

lady seemed healty n sp te of her age. (Yaşlı bayan yaşına rağmen sağlıklı görünüyordu.) 1242)hear;

(f l) duymak, ş tmek, dava görmek, yargılamak D dn’t you hear what I sa d? (Ne ded ğ m duymadın

mı?) 1243) hear ng; ( s m) ş tme, duyma, d nleme, duruşma, mahkeme, celse, Hear ng h s vo ced

rr tated me. (Onun ses n duymak ben s n rlend rd .) 1244) heart; ( s m) kalp, yürek, gönül, öz, merkez

The pat ent’s heart stopped suddenly. (Hastanın kalb b rden durdu.) 1245)heat; ( s m, f l) .; ısı, sıcaklık,

ateş, ısıtma f.; ısıtmak, kızdırmak The house s heated by central heat ng system. (Ev, merkez ısıtma

s stem le ısıtılmaktadır.) 1246) heaven; ( s m) cennet, gökyüzü, sema Th s place s l ke a heaven on

earth. (Burası dünya üzer ndek cennet g b b r yer.) 1247) heav ly; (zarf) ağır b r şek lde, c dd ölçüde,

ş ddetle I s ra n ng heav ly for hours. (Saatlerd r ş ddetl b ç mde yağmur yağıyor.) 1248) heavy; (sıfat)

ağır, yoğun, üzücü I could barely carry the heavy su tcase. (Ağır val z güçlükle taşıyab ld m.) 1249) heel;

( s m) topuk, ökçe, aşağılık k mse She generally prefers shoes w th h gh heel. (Genell kle yüksek topuklu

ayakkabıları terc h eder.) 1250) he ght; ( s m) boy, yüksekl k, yükselt The bu ld ng s almost 10 meters

h gh. (B na yaklaşık 10 metre yüksekl ğ nde.) 1251) hel copter; ( s m) hel kopter He was f nally found by

a pol ce hel copter. (N hayet nde pol s hel kopter tarafından bulundu.) 1252) hell; ( s m) cehennem,

felaket Her fr ends made her l fe hell. (Arkadaşları, onun hayatını cehenneme çev rd .) 1253) hello;

(ünlem) merhaba, selam Hello, s there anybody? (Merhaba, k mse var mı?) 1254) help; ( s m, f l)

.;yardım, destek f.; yardım etmek, yararı olmak We shoul help each other these days. (Böyle günlerde

b rb r m ze yardım etmel y z.) 1255) helpful; (sıfat) yararlı, faydalı, yardımsever You could be more

helpful. (Daha çok yardımcı olab l rd n.) 1256) her; (zam r) ona, onun D d you buy her an expens ve

bag? (Ona pahalı b r çanta mı aldın?) 1257) here; (zarf) burada, buraya, burası Here s the money you

want. (İsted ğ n para burada.) 1258) her tage; ( s m) m ras, kalıt, kalıtım Our trad t ons are the most

her tage. (Gelenekler m z en öneml m rastır.) 1259) hero; ( s m) kahraman, cengaver, y ğ t He saved my

l fe l ke a hero. (B r kahraman g b hayatımı kurtardı.) 1260) herself; (zam r) kend s , kend s n , kend s ne

(d ş l) She s very proud of herself. (Kend s le gurur duyuyor.) 1261) hey; (ünlem) selam, hey Hey, what

are you do ng here ? (Hey burada ne yapıyorsun?) 1262) h ; (ünlem) selam, merhaba H , how are you?

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 48/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

(Selam, nasılsın?) 1263) h de; (f l, s m) f.; saklamak, g zlemek .; post, der , c lt Don’t h de your

feel ngs. (Duygularını g zleme.) 1264) h gh; (sıfat, f l) s.; yüksek, yüce, üst f.; öfkelenmek Mount Ağrı

s the h ghest mounta n n Turkey. (Ağrı Dağı Türk ye’dek en yüksek dağdır.) 1265) h ghl ght; ( s m, f l) .;

öneml olay, lg çek c olay f.; bel rtmek, altını ç zmek, vurgulamak Th s report h ghl ghts the major

problems. (Bu rapor öneml sorunların altını ç z yor.) 1266) h ghly; (zarf) oldukça, pek çok, son derece I

th nk he s h ghly educated person. (Bence o, oldukça eğ t ml b r k ş .) 1267) h ghway; ( s m) otoban,

anayol, otoyol, karayolu Use the h ghway to get there fast. (Oraya hızlı varmak ç n otobandan g t.)

1268) h ll; ( s m) tepe, yığın, bayır We ran down the h ll. (Tepeden aşağı koştuk.) 1269) h m; (zam r) ona

(erkek) D d you see h m last n ght? (Dün gece onu gördün mü?) 1270) h mself; (zam r) kend , kend s

(er l) He ntroduced h mself. (Kend s n tanıttı.) 1271) h p; ( s m, sıfat) .; kalça, kıç s.; havalı, modern,

uyanık He broke h s h p bone sk ng. (Kayak yaparken kalça kem ğ n kırdı.) 1272) h re; (f l, s m) f.;

k ralamak, ücretle tutmak .; k ra, k ralama We h red a car for our fam ly tr p. (A le gez m z ç n b r araba

k raladık.) 1273) h s; (zam r) onun, onunk (er l) T m sold h s motorb ke. (T m, motos klet n sattı.) 1274)

h stor an; ( s m) tar hç Professor Ortaylı s an expert h stor an. (Profesör Ortaylı uzman b r tar hç d r.)

1275) h stor c; ( s m, sıfat) .; tar h s.; tar hsel, öneml We saw the great h stor c monument of the c ty.

(Şehr n büyük tar h anıtını gördük.) 1276) h stor cal; (sıfat) tar h , tar hsel, tar hle lg l Th s bu ld ng has

an h stor cal mportance. (Bu b nanın tar hsel önem var.) 1277) h story; ( s m) tar h, tar hçe, geçm ş

D scover of the f re s a turn ng po nt n human h story. (Ateş n buluşu, nsanlık tar h nde b r dönüm

noktasıdır.) 1278) h t; (f l, s m) f.; çarpmak, vurmak, sabet ett rmek .; vurma, çarpma The bus h t a

parked veh cle. (Otobüs, park hal ndek b r araca çarptı.) 1279) hold; (f l) sah p olmak, tutmak, devam

etmek She was hold ng her baby n her arms. (Bebeğ n kollarının arasında tutuyordu.) 1280) hole; ( s m,

f l) .; del k, çukur, kovuk, hücre f.; delmek, del k açmak My father dug a deep hole n the garden.

(Babam bahçeye büyük b r çukur kazdı.) 1281) hol day; ( s m) tat l, bayram, yortu günü We are plann ng

to go Mald ves for hol day. (Tat l ç n Mald vlere g tmey planlıyoruz.) 1282) holy; (sıfat) kutsal, mukaddes

D d you read the Holy B ble? (Kutsal İnc l’ okudun mu?) 1283) home; ( s m) ev, a le ocağı, memleket,

yurt I forgot my umbrella at home. (Şems yem evde unuttum.) 1284) homeless; (sıfat) evs z barksız,

evs z We saw a homeless man on the corner. (Köşede evs z b r adam gördük.) 1285) honest; (sıfat)

dürüst, güven l r, namuslu I am completely honest about my feel ngs. (H sler m konusunda tamamıyle

dürüstüm.) 1286) honey; ( s m, ünlem) .; bal ünl.; canım, şeker m, sevg l m Honey, d d you m ss m ?

(Canım ben özled n m ?) 1287) honor; ( s m, f l) .; onur, şeref, namus, faz let f.; onurlandırmak, saygı

göstermek It s a great honor to be nv ted here. (Buraya davet ed lm ş olmak büyük onur.) 1288) hope;

( s m, f l) .; umut, üm t, beklent f.; ummak, umut etmek Whatever happens, don’t lose your hope. (Her

ne olursa olsun, umudunu kaybetme.) 1289) hor zon; ( s m) ufuk, görüş A sh p appeared on the hor zon.

(Ufukta b r gem göründü.) 1290) horror; ( s m) korku, dehşet Her eyes were w de w th horror. (Gözler

korkuyla açılmıştı.) 1291) horse; ( s m) at, beyg r Are you afra d of r d ng horse? (At b nmekten korkar

mısın?) 1292) hosp tal; ( s m) hastane, bakımev You have to go to hosp tal for treatment. (Tedav ç n

hastanaye g tmel s n.) 1293) host; ( s m, f l) .; ev sah b f.; m saf r ağırlamak, ev sah pl ğ yapmak As a

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 49/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

host, you should ntroduce us to the other guests. (Ev sah b olarak b z d ğer m saf rlerle tanıştırmalısın.)

1294) hot; (sıfat, f l) s.; sıcak, acı, ateşl f.; ısıtmak, ısınmak It s hot today, let’s go sw mm ng. (Bugün

hava sıcak, yüzmeye g del m.) 1295) hotel; ( s m) otel We stayed at a hotel n the center of Par s.

(Par s n merkez nde b r otelde kaldık.) 1296) hour; ( s m) saat, zaman It takes one hour to get there.

(Oraya g tmek b r saat alır.) 1297) house; ( s m, f l) .; ev, konut, hane, ev halkı f.; barındırmak, ev ne

almak Sarah hav ng a party at her home. (Sarah ev nde part ver yor.) 1298) household; ( s m, sıfat) .;

ev halkı, hane,mesken, ev s.; eve a t, evc l Most households own at least one car. (Her hanen n en az

b r arabası var.) 1299) hous ng; ( s m) ev, skan, konut, barınak, yuva sağlama The government s

plann ng to bu ld more affordable hous ng. (Hükümet, daha çok bütçeye uygun konut nşa etmey

planlıyor.) 1300) how; (zarf) nasıl, ne kadar, ne How are you feel ng now? (Ş md nasıl h ssed yorsun?)

1301) however; (bağlaç, zarf) bağ.; ancak, fakat, ama ,lak n, oysak , y ne de zf.; her nasılsa, her

halükarad, bununla b rl kte It’ s already Apr l, however t s very cold. (N san ayındayız ama hava çok

soğuk.) 1302) huge; (sıfat, s m) s.; kocaman, çok büyük, r .; r kıyım, koca There was a huge crowd

at the concert hall. (Konser salonunda çok büyük b r kalabalık vardı.) 1303) human; ( s m, sıfat) .; nsan,

nsanoğlu, beşer sf.; nsan , beşer Th s plant s not f t for human consumpt on. (Bu b tk

nsanların tüketmes ç n uygun değ ld r.) 1304) humor; ( s m, f l) m zah, espr f.; eğlend rmek,

güldürmek She has no sense of humor. (Onun h ç m zah anlayışı yok.) 1305) hundred; ( s m) yüz sayısı

Th s watch s worth a several hundred dollars. (Bu kol saat b rkaç yüz dolar değer nde.) 1306) hungry;

(sıfat) aç, acıkmış Are you really hungry? (Gerçekten aç mısın?) 1307) hunter; ( s m) avcı, av köpeğ

The hunter was alert to every sound and movement. (Avcı her sese ve harekete karşı tet kteyd .) 1308)

hunt ng; ( s m) avlama, av, avcılık, tak p, araştırma They went deer hunt ng. (Onlar, gey k avına çıktılar.)

1309) hurt; (f l) nc tmek, kırmak, yaralamak, acıtmak You heart my feel ng. (Duygularımı nc tt n.) 1310)

husband; ( s m) koca, eş She has been l v ng apart from her husband for 2 months. ( 2 aydır kocasından

ayrı yaşıyor.) 1311) hypothes s; ( s m) h potez, kuram, varsayım Th s hypothes s expla ns so many facts.

(Bu kuram b r çok gerçeğ açıklıyor.) I 1312) I; (zam r) ben She and I are close fr ends. (O ve ben

yakın arkadaşız.) 1313) ce; ( s m, f l) .; buz ,buzul f.; dondurmak, buzlanmak The was ce on the

roofs. (Çatıların üstünde kar vardı.) 1314) dea; ( s m) düşünce, görüş, f k r The pol ce was able to

dent fy the attacker. (Pol s, saldırganın k ml ğ n tesp t edeb ld .) 1315) deal; ( s m, sıfat) .; erek, ülkü

s.; deal,uygun She s the deal cand date for us. (O, b z m ç n deal b r aday.) 1316) dent f cat on; ( s m)

tanılama,k ml k, k ml ğ n saptama, teşh s Each product has a number for easy dent f cat on. (Her

ürünün kolay tanılamak ç n b r numarası var.) 1317) dent fy; (f l) k ml ğ n saptamak, tanımlamak, tesp t

etmek She was able to dent fy the attacker. (O, saldırganın k ml ğ n saptayab ld .) 1318) dent ty; ( s m)

k ml k, k ş l k, aynılık, özdeşl k The pol ce was able to dent fy the attacker. (Pol s, saldırganın k ml ğ n

tesp t edeb ld .) 1319) e; (zarf) şöylek , yan Can you g ve us some examples for the bas c essent al of

l fe, .e. Hous ng and water ? (B ze yaşam ç n gerekl olan şeyler, yan barınma ve su g b şeylere örnek

vereb l r m s n?) 1320) f; (bağlaç, s m) bağ.; eğer, sank , rağmen .; bel rs zl k, şüphe If you see

Rachel, tell that I called her last n ght. (Rachel’ı görürsen onu dün gece aradığımı söyle.) 1321) gnore;

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 50/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

(f l) görmezden gelmek , d kkate almamak, arka plana atmak He gnored me l ke we hadn’t met. (H ç

tanışmamışı g b ben görmezden geld .) 1322) ll; ( s m, sıfat) .; hastalık, sorun s.; hasta, marazlı ,

rahatsız I felt ll after the meal. (Yemekten sonra hasta olduğumu h ssettt m.) 1323) llegal; (sıfat)

yasadışı, usulsüz, yasak, kanuna aykırı It s llegal to park here. (Buraya park etmek yasak.) 1324)

llness; ( s m) hastalık, rahatsızlık He d ed after a long llness. (Uzun b r hastalıktan sonra öldü.) 1325)

llustrate; (f l) res mlend rmek, örneklemek, serg lemek To llustrate my po nt, I w ll show you a p cture.

(Demek sted ğ m şey örneklemek ç n s ze b r res m göstereceğ m.) 1326) mage; ( s m, f l) .; mge,

şek l, görüntü, suret f.; şek llend rmek, mgeleşt rmek The company s try ng to mprove ts mage.

(Ş rket, majını gel şt rmeye çalışıyor.) 1327) mag nat on; ( s m) hayal gücü, mgelem L ttle boy has an

nterest ng mag nat on. (Küçük çocuğun lg nç b r hayal dünyası var.) 1328) mag ne; (f l) hayal etmek,

kafasında canlandırmak Close your eyes and mag ne that you are n a forest. (Gözler n kapat ve b r

ormanda olduğunu hayal et.) 1329) mmed ate; (sıfat) ac l, derhal, çabuk , yakın The med c ne had an

mmed ate affect. (İlaç hemen etk gösterd .) 1330) mmed ately; (zarf) ac len, hemen, çabucak He

answered all quest ons mmed ately. (Bütün soruları çabucak cevapladı.) 1331) mm grant; (sıfat, s m)

s.; göçmen .; göçmen, muhac r Amer ca s full of mm grants. (Amer ka göçmenlerle dolu b r ülke.) 1332)

mm grat on; ( s m) göç, h cret There s a r se n mm grat on n As a. (Asya kıtasında göç oranında artış

var.) 1333) mpact; ( s m) etk , tes r, vuruş, çarpma Her speech made an mpact on everyone.

(Konuşması, herkeste etk yaptı.) 1334) mplement; (f l, s m) f.; uygulamak, yer ne get rmek, yürürlüğe

koymak (yasa) .; araç, alet The mplementat on of the new system was a great success. (Yen

s stem n uygulanması büyük başarıydı.) 1335) mpl cat on; ( s m) çıkarım, ma etme, bulaştırma, ç ne

sokma Th nk very carefully of all the mpl cat on. (Bütün çıkarımları d kkatl ce düşün.) 1336) mply; (f l)

kastetmek, ma etmek, çermek Are you mply ng that I am a l ar? (Ben m yalancı olduğumu mu ma

ed yorsun?) 1337) mportance; ( s m) önem, ehemm yet, saygınlık Th s matter has a great mportance

for us. (Bu konunun b z m ç büyük önem var.) 1338) mportant; (sıfat) öneml , müh m Money s not

more mportant than health. (Para, sağlıktan daha öneml değ ld r.) 1339) mpose; (f l) yüklemek,

zorlamak, etk lenmek , uygulamaya koymak A new tax was mposed on fuel. (Yakıta yen verg

yüklend .) 1340) mposs ble; (sıfat) mkansız It s mposs ble to make h m happy. (Onu mutlu etmek

mkansız.) 1341) mpress; (f l) etk lemek, z bırakmak, tes r etmek He mpressed me w th h s honesty.

(Dürüstlüğüyle ben etk led .) 1342) mpress on; ( s m) etk , zlen m, nt ba My f rst mpress on of h m was

negat ve. (Onunla lg l lk zlen m m olumsuzdu.) 1343) mpress ve;( sıfat) etk ley c , çarpıcı, tes rl The

dance group d splayed an mpress ve performance. (Dans grubu etk leyec b r performans serg led .)

1344) mprove; (f l) gel şt rmek, lerletmek, gel şmek You need to mprove your Engl sh for a better job.

(Daha y b r ş ç n İng l zcen gel şt rmen gerek yor.) 1345) mprovement; ( s m) gel şme, lerleme, yen l k

There s great mprovement n your work. (Yaptığın şte büyük b r lerleme var.) 1346) n; (zarf, edat,

sıfat) zf.; çer , çerde ed.; ç nde s.; ç, gözde, çok moda olan, kt darda olan There are toys n these

box. (Bu kutuda oyuncaklar var.) 1347) ncent ve; ( s m, sıfat) teşv k, özend rme s.; teşv k ed c ,

özend r c There s no ncent ve for people to save fuel. (İnsanları yakıt tasarrufuna teşv k etm yolarlar.)

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 51/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

1348) nc dent;( s m) olay, vaka, tesadüf I w ll never forget th s horr ble nc dent. (Bu korkunç olayı asla

unutmayacağım.) 1349) nclude; (f l) kapsamak, çermek, ç ne almak Th s pr ce cludes tax. (Bu f yata

verg dah ld r.) 1350) nclud ng; ( s m, sıfat, edat) .; çerme, kapsama s.; çeren, kapsayan ed.; dah l

Jane speaks four languages nclud ng Ch nese. (Jane, Ç nce dah l dört d l konuşuyor.) 1351) ncome;

( s m) kazanç, gel r L v ng on a small ncome s hard. (Düşük gel r le yaşamak zor.) 1352) ncorporate;

(f l) b rleşmek, katmak, dah l etmek, anon mleşmek , f rma kurmak The company was ncorporated n

2006. (Ş rket 2006 yılında anon mleşt .) 1353) ncrease; (f l) artmak, çoğalmak We need to ncrease

product v ty. (Ver ml l ğ artırmamız gerek yor.) 1354) ncreased; (sıfat) artmış Increased m grat on have

caused unplanned urban zat on. (Artan göç, çarpık kentleşmeye yol açtı.) 1355) ncreas ng; (sıfat) artan,

g derek artan, çoğalan We are shp ng our product on plan accord ng to ncreas ng demand. (Üret m

planımızı artan talebe göre şek llend r yoruz.) 1356) ncreas ngly; (zarf) g derek artan b r şek lde, artarak

It s becom ng ncreas ngly clear that she s respons ble for everyth ng. (Onun her şey n sorumlusu

olduğu artarak bel rg n hale gel yor.) 1357) ncred ble; (sıfat) nanılmaz, har ka, olağanüstü The party

was ncred ble. (Part olağanüstüydü.) 1358) ndeed; (zarf) aslında, gerçekten, sah den Indeed, I would

l ke to help you. (Aslında, sana yardım etmek ster m.) 1359) ndependence; ( s m) özgürlük, bağımsızlık,

hürr yet Independence day was celebrated across the country. (Bağımsızlık günü tüm ülkede kutlandı.)

1360) ndependent; (sıfat) bağımsız, hür, özgür L v ng n a seperate house from my fam ly made me

more ndependent. (A lemden ayrı b r evde yaşamak ben daha özgür kıldı.) 1361) ndex; ( s m, f l) .;

ndeks, d z n, gösterge f.; ndekslemek, d z nlemek Subject ndexes are ava lable on computer. (Konu

d z nler b lg sayarda mevcut.) 1362) Ind an; ( s m, sıfat) .; kızılder l , h ntl s.; h nt, h nd stan’a özgü ve

oraya a t , kızılder l lere özgü We ate Ind an food n a restaurant called ‘As an Food Center’. (‘Asya

Yemekler Merkez ’ s ml b r restoranda h nt yemeğ yed k.) 1363) nd cate; (f l) bel rtmek, göstermek,

şaret etmek, s nyal vermek The research nd cates that male populat on s grow ng faster. (Araştırma,

erkek nüfusunun daha hızlı arttığını göster yor.) 1364) nd cat on; ( s m) bel rt , gösterge, kanıt, bulgu

There are clear nd cat ons that the export s ncreas ng. (İthalatın arttığına da r açık göstergeler var.)

1365) nd v dual; ( s m, sıfat) .; b rey, k ş , zat s.; b reysel, şahs , özel Each nd v dual has r ghts and

respons b l t es. (Her b rey n hakları ve sorumlulukları vardır.) 1366) ndustr al; (sıfat) endüstr yel,

sanay sel Industr al revolut on began n England. (Sanay devr m İng ltere’de başladı.) 1367) ndustry;

( s m) endüstr , sanay , sektör The government should nvest more money n steel ndustry. (Hükümet,

çel k sanay s ne daha çok para yatırımı yapmalı.) 1368) nfant; ( s m, sıfat) .; reş t olmayan, çocuk s.;

küçük, çocuksu They brought the r nfant son to the hosp tal. (Küçük oğullarını hastaneye get rd ler.)

1369) nfect on; ( s m) enfeks yon, lt hap, m krop kapma The baby was exposed to nflact on because of

poor cond t ons. (Bebek kötü koşullar neden yle enfek yona maruz kaldı.) 1370) nflat on; ( s m)

enflasyon, para bolluğu, ş şme Inflat on s currently runn ng at 2%. (Şu sıralar enflasyon %2 lerde

seyred yor.) 1371) nfluence; (f l, s m) f.; etk lemek, tes r etmek, nüfuz etmek .; etk , tes r, nüfuz H s

parents no longer have any nflunce over h m. (A les n n artık onun üzer nde b r etk s yok.) 1372) nform;

(f l) b lg lend rmek, b ld rmek, haberdar etmek Please nform me f he comes here. (Lütfen o buraya

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 52/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

gel rse ben haberdar et.) 1373) nformat on; ( s m) b lg , haber, malumat, st hbarat, danışma You can

get further nformat on from the nformat on off ce. (Danışma of s nden daha fazla b lg alab l rs n z.)

1374) ngred ent; ( s m) çer k, b leş m, unsur Our shampoo conta ns only natural ngred ents.

(Şampuanımız yalnızca doğal b leş mler çer r.) 1375) n t al; ( s m, sıfat) .; baş harf, paraf s.; baş, lk,

başlangıç, b r nc , öncek What n t al s t, Mr. Brown? ‘It’s J, J for John. (İsm n z baş harf ned r Bay

Brown? ‘J, John’un J’s .) 1376) n t ally; (zarf) başlangıç olarak, lk başta, öncel kl olarak In tally, the

mach ne worked well. (İlk başta mak ne y çalıştı.) 1377) n t at ve; ( s m, sıfat) .; g r ş m, n s yat f, lk

adım s.; başlatan, lk I cons der th s to be a good n t at ve. (Bunu y b r g r ş m olarak kabul ed yorum.)

1378) njury; ( s m) yara, zarar, hasar , sakatlık, zedelenme One player s out of the team because of

nnjury. (B r oyuncu sakatlık neden yle takım dışında.) 1379) nner; (sıfat) ç, ruhsal, çsel He has

nflammat on n the nner ear. (İç kulağında lt hap var.) 1380) nnocent; (sıfat) masum, zararsız, saf She

was founded nnocent. (O, suçsuz bulundu.) 1381) nqu ry; ( s m) sorgu, araştırma, anket, danışma

Dur ng the publ c nqu ry, quest ons were asked to d fferent people. (Halk araştırması süres nce farklı

nsalara sorular soruldu.) 1382) ns de; ( s m, sıfat , zarf) .; ç taraf, ç kısım s.; ç, çtek zf.; çer ,

çer de The door s locked from the ns de. (Kapı çer den k l tl .) 1383) ns ght; ( s m) çgörü, sezg ,

kavrama, b r şey n ç yüzünü anlama She s wr ter w th great ns ght. ( 1384) ns st; (f l) ısrar etmek, ayak

d remek, üstelemek, dayatmak Don’t ns st, I don’t want to go. (Israr etme g tmek stem yorum.) 1385)

nsp re; (f l) lham vermek, aşılamak He nsp red generat ons w th h s thoughts. (Düşünceler yle nes llere

lham verd .) 1386) nstall; (f l) kurmak, yerleşt rmek, monte etmek Use the CD to nstall th s program.

(Pogramı yüklemek ç n CD’y kullan.) 1387) nstance; ( s m) örnek, durum What would you do, for

nstance, f you found money on the road? (Örneğ n yolda para bulsan ne yapardın?) 1388) nstead;

(zarf) yer ne She went by tra n nstead of car. (Araba yer ne trenle g tt .) 1389) nst tut on; ( s m) kurum,

kuruluş, dernek, enst tü, tımarhane, hap shane John works for a f nanc al nst tut on. (John, b r f nans

kurumu ç n çalışıyor.) 1390) nst tut onal; (sıfat) kurumsal, kuruma a t The nst tut onal reforms have

affected the whole country pos t vely. (Kurumsal reformlar tüm ülkey olumlu etk led .) 1391) nstruct on;

( s m) tal mat, yönerge, öğret m Follow the nstruct ons on the paper. (Kağıttak yönergeler tak p ed n z.)

1392) nstructor; ( s m) eğ tmen, eğ t c , öğret m görevl s My dr v ng nstructor s really very pat ent.

(Sürücü eğ tmen m gerçekten çok sabırlı.) 1393) nstrument; ( s m) enstrüman, alet, vasıta, çalgı She

can play three d fferent mus cal nstrument. (Üç farklı müz k alet çalab l yor.) 1394) nsurance; ( s m)

s gorta Do you have health nsurance? (Sağlık s gortanız var mı?) 1395) ntellectual; (sıfat)

entelektüel,aydın,al m, düşünsel, z h nsel Uncle George s very ntellectual. (George amca çok

entelektüel b r d r.) 1396) ntell gence; ( s m) zeka, akıl, anlama, st hbarat He d dn’t have the ntell gence

to answer the eas est quest on. (En kolay soruyu cevaplayacak kadar b le zekası yoktu.) 1397) ntend;

(f l) n yet etmek, n yetlenmek, stemek, n yet nde olmak I don’t ntend stay ng long. (Uzun süre kalmak

n yet nde değ l m.) 1398) ntense; (sıfat) yoğun, koyu, gerg n The manager s under ntense pressure to

res gn. (Müdür, st fa etmes ç n yoğun baskı altında.) 1399) ntens ty; ( s m) yoğunluk, koyuluk, ger l m,

ş ddet The pa n ntens ty has ncreased. (Ağrının ş ddet arttı.) 1400) ntent on; ( s m) n yet, maksat,

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 53/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

hedef, amaç It was not my ntent on to hurt you. (N yet m sen nc tmek değ ld .) 1401) nteract on; ( s m)

etk leş m The nteract on between characters makes th s story nterest ng. (Karakterler arasındak

etk leş m bu h kayey lg nç kılıyor.) 1402) nterest; ( s m, f l) .; lg , fa z, çıkar, menfaat f.; lg lend rmek,

d kkat n çekmek The bank gave the cred t at 5% nterest. (Banka, kred y %5 fa zle verd .) 1403)

nterested; (sıfat) lg l , alakalı, ortak, çıkarcı I am very nterested n h story. (Tar hle çok lg l y md r.) 1404)

nterest ng; (sıfat) lg nç, enteresan He saw many nterest ng places dur ng h s tr p. (Gez süres nce

b rçok lg nç yer gördü.) 1405) nternal; (sıfat) ç, dah l , çsel The skeleton serves to protect the nternal

organs. (İskelet, ç organları korumaya h zmet eder.) 1406) nternat onal; (sıfat) uluslararası,

enternasyonal A new nternat onal a rport was bu lt last year. (Geçen yıl yen b r uluslararası havaalanı

yapıldı.) 1407) nternet; ( s m) nternet The nternet connect on here s not very strong. (Buradak nternet

bağlantısı çok güçlü değ l.) 1408) nterpret; (f l) yorumlamak, anlamını açıklamak, sözlü tercüme

yapmak I don’t know how to nterpret her words. (Onun sözler n nasıl yorumlayacağımı b lem yorum.)

1409) nterpretat on; ( s m) yorum, zah, açıklama, tercüme Th s subject s open to nterpretat on. (Bu

konu yorumlamaya açık.) 1410) ntervent on; ( s m) müdahale, karışma The pol ce’s ntervent on stopped

h m from robb ng the bank. (Pol s müdahales onun bankayı soymasını engelled .) 1411) nterv ew; (f l,

s m) f.; görüşmek, röportaj yapmak .; görüşme, röportaj, mülakat He has a job nterv ew next week.

(Gelecek hafta b r ş görüşmes var.) 1412) nto; (edat) ç ne, çer ye The whale d ved nto the water.

(Bal na suyun ç ne daldı.) 1413) ntroduce; (f l) tanıştırmak, sunmak, tanıtmak, takd m etmek Let me

ntroduce myself. (İz n ver n kend m tanıtıyım.) 1414) ntroduct on; ( s m) g r ş, g r zgah, tanıtım The

ntroduct on part was br ef but excellent. (G r ş bölümü kısa ancak mükemmeld .) 1415) nvas on; ( s m)

st la, saldırı, akın Th s documentary s about V k ng nvas on of Par s. (Belgesel, V k ngler’ n Par s

st lasını konu alıyor.) 1416) , nvest; (f l) yatırım yapmak, para yatırmak, yetk vermek It s a good t me to

nvest n the currency. (Döv ze yatırım yapmak ç n y b r zaman.) 1417) nvest gate; (f l) soruşturmak,

ncelemek, araştırmak Pol ce are nvest gat ng l nks between the murders. (Pol s, kat ller arasındak

l şk ler soruşturuyor.) 1418) nvest gat on; ( s m) soruşturma, araştırma, tahk k, nceleme John s st ll

under nvest gat on. (John hala soruşturma altında.) 1419) nvest gator; ( s m) soruşturmacı, müfett ş,

dedekt f The nvest gator suspected John of be ng the murderer. (Dedekt f, John’un kat l olmasından

şüphelend .) 1420) nvestment; ( s m) yatırım, atama Our country needs more nvestment n educat on.

(Ülkem z n eğ t m alanında daha çok yatırıma ht yacı var.) 1421) nvestor; ( s m) yatırımcı, sermaye

sah b Fore gn nvestors w thdrew the r money from the company. (Yabancı yatırımcılar paralarını

ş rketten çekt .) 1422) nv te; (f l) davet etmek, çağırmak They have nv ted me to go to hol day w th

them. (Ben onlarla b rl kte tat l yapmaya davet ett ler.) 1423) nvolve; (f l) çermek, kapsamak, ht va

etmek I don’t want to nvolve you n th s matter. (Sen bu şe dah l etmek stem yorum.) 1424) nvolved;

(sıfat) müdah l, lg l ,karışmış She was deeply nvolved n pol t cs. (Önceden pol t kayla oldukça lg l yd .)

1425) nvolvement; ( s m) dah l olma, bulaşma, lg I’ve heard of h s nvolvement n cr me. (Onun suça

dah l olduğunu duydum.) 1426) Iraq ; ( s m, sıfat) .; ıraklı s.; ırak’a özgü He has a collect on of Iraq

carpets. (Onun Irak hal larından oluşan b r koleks yonu var.) 1427) Ir sh; ( s m, sıfat) .; rlandaca s.;

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 54/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

rlandalı, rlanda’ya özgü Can I have a cup of Ir sh coffee? (B r f ncan İrlanda kahves alab l r m y m?)

1428) ron; (f l, s m) f.; ütülemek, dem r kaplamak .; ütü, dem r I hate ron ng sh rts. (Gömlekler

ütülemekten nefret ed yorum.) 1429) Islam c; ( s m, sıfat) .; müslüman s.; slam The wedd ng was

accord ng to Islam c trad t ons. (Düğün İslam geleneklere göre yapıldı.) 1430) sland; ( s m) ada Imag ne

that you are lost n an sland. (B r adada kaybolduğunu hayal et.) 1431) Israel ; ( s m, sıfat) .; sra ll s.;

sra l’e özgü Israel authors are famous n Amer ca. (İsra ll yazarlar Amer ka’da ünlüler.) 1432) ssue;

( s m) mesele, konu, sorun He usually talks about pol t cal ssues. (Genell kle s yas konular hakkında

konuşur.) 1433) t; (zam r) o, ona The car s not n the garage. D d you see t? (Araba garajda değ l. Onu

gördün mü?) 1434) Ital an; ( s m, sıfat) .; talyan, talyanca s.; talya’ya özgü She cooked us Ital an food.

(B ze İtalyan yemeğ yaptı.) 1435) tem; ( s m) madde, öğe, parça, fıkra, bent What s the second tem on

the l st? (L stedek k nc madde ned r?) 1436) ts; (zam r) onun The baby threw ts toy on the floor.

(Bebek, oyuncağını yere fırlattı.) 1437) tself; (zam r) kend s , kend The mach ne works by tself. (

Mak ne kend kend ne çalışır.) J 1438) jacket; ( s m) ceket He has to wear a jacket and t e to work.

(İş ç n ceket g ymes ve kravat takması gerek yor.) 1439) ja l; ( s m, f l) .; hap shane, cezaev , nezaret

f.; tutuklamak, cezaev ne kapatmak He has been released from ja l. (Cezaev nden serbest bırakıldı.)

1440) Japanese; ( s m, sıfat) .; japonca s.; japon She can speak Japanese fluently. (O, Japonca’yı akıcı

b ç mde konuşab l yor.) 1441) jet; ( s m, f l) .; jet uçağı, fışkırma f.; jet uçağı le uçmak , fışkırmak The

acc dent happened as the jet was about to take off. (Kaza, jet havalanmak üzereyken meydana geld .)

1442) Jew; ( s m) yahud , musev , bran In commerce, Jews have a reputat on. (T caret alanında

yahud ler meşhurdur.) 1443) Jew sh; (sıfat) yahud , musev Th s place has a large Jew sh populat on.

(Burası büyük b r yahud nüfusuna sah p.) 1444) job; ( s m) ş, vaz fe, görev, meslek D d they offer you

the job? (Sana ş tekl f ett ler m ?) 1445) jo n; (f l) katılmak, üye olmak, bağlamak, b rleşt rmek She have

jo ned an aerob cs course. (Aerob k kursuna üye oldu.) 1446) jo nt; ( s m, sıfat, f l) .; eklem, b rleşme

yer s.; ortak, b rleşm ş f.; b rleşt rmek, eklemek They were jo nt owners of the company. (Onlar ş rket n

ortak sah pler yd .) 1447) joke; ( s m, f l) .; şaka, kom kl k, espr f.;espr yapmak, şaka yapmak No one

laughed at h s joke. (H ç k mse onun şakasına gülmed .) 1448) journal; ( s m) derg , günlük, gazete She

kept a journal dur ng her travels. (Seyahatler boyunca günlük tuttu.) 1449) journal st; ( s m) gazetec A

journal st should expose the truth. (B r gazetec gerçekler ortaya çıkarmalıdır.) 1450) journey; ( s m, f l)

.; yolculuk, seyahat, sefer, sey r f.; yolculuk yapmak, seyehat etmek D d you have good journey?

(Seyehat n z y geçt m ?) 1451) joy; ( s m) neşe, key f,memnun yet, mutluluk They were danc ng w th

joy. (Neşeyle dans ed yorlardı.) 1452) judge; (f l, s m) f.; yargılamak, hakeml k etmek, değerlend rmek,

karara bağlamak .; yargıç, hak m The judge sentenced h m to ten years n pr son. (Yargıç, onu on

yıllık hap s cezasına çarptırdı) 1453) judgement; ( s m) yargı, hüküm, kanı I don’t want to make a

judgement about the s tuat on. (Bu durum hakkında b r yargıda bulunmak stem yorum.) 1454) ju ce;

( s m) meyve suyu, sebze suyu, özsu Two apple ju ces please. (İk tane elmalı meyve suyu lütfen.) 1455)

jump; (f l, s m) .; atlamak, zıplamak , sıçramak .; atlama, zıplama, sıçrama The ch ldren were jump ng

on the sofa. (Çocuklar d vanın üstünde zıplıyordu.) 1456) jun or; ( s m, sıfat) .; çocuk, yaşça küçük

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 55/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

k mse s.; küçük, kıdemce aşağı He s jun or to me. (O benden yaşça küçük.) 1457) jury; ( s m) jür ,

hakem kurulu The jury found John gu lty. ( Jür , John’u suçlu buldu.) 1458) just; ( s m, sıfat, zarf)

;doğruluk, adalet s.; ad l, dürüst, sade zf.; sadece , ancak, az önce I have just heard the news.

(Haberler az önce duydum.) 1459) just ce; ( s m) adalet, dürüstlük, yargıç, hak m We are demand ng

just ce. (B z, adalet talep ed yoruz.) 1460) just fy; (f l) meşrulaştırmak, haklı çıkarmak, doğrulamak,

savunmak You don’t need to just fy yourself to anyone. (Kend n k mseye karşı savunmaya ht yacın

yok.) K 1461) keep; (f l) tutmak, saklamak, lerlemek, sürdürmek,devam etmek, göz kulak olmak

She always keeps her room clean. (Odasını her zaman tem z tutar.) 1462) key; ( s m, f l) .; anahtar,

k l t, tuş f .; k l tlemek Where d d you put the car keys? (Araba anahtarlarını nereye koydun?) 1463) k ck;

(f l, s m) f.; tekmelemek, ayak le vurmak .; tekme, ç fte The baby k cked for the f rst t me. (Bebek lk

kez tekme attı.) 1464) k d; ( s m) çocuk, velet, oğlak How are the k ds? (Çocuklar nasıl?) 1465) k ll; (f l,

s m) f.; öldürmek, c nayet şlemek, canını almak .; öldürme F ve people were k lled n the crash.

(Çarpışmada beş k ş öldü.) 1466) k ller; ( s m) kat l, öldüren Pol ce has hunted h s k ller. (Pol s, onun

kat l n yakaladı.) 1467) k ll ng; ( s m) öldürme, c nayet, katletme He s one of the perpetrators of the

mass k ll ng. (O, toplu öldürmen n fa ller nden b r .) 1468) k nd; ( s m, sıfat) .; çeş t, c ns, t p s.; naz k,

k bar, cömert He l kes l sten ng d fferent k nd of mus c. (Farklı müz k türler n d nlemey sever.) 1469)

k ng; ( s m) kral L on s known as the k ng of forest. (Aslan, ormanın kralı olarak b l n r.) 1470) k ss; (f l,

s m) f.; öpmek, öpüşmek .; öpücük She k sses her mother everyn ght and w shes goodn ght. (Her

gece annes n öper ve y geceler d ler.) 1471) k tchen; ( s m) mutfak She s prepar ng meal n the

k tchen. (O, mutfakta yemek hazırlıyor.) 1472) knee; ( s m) d z, d rsek I njured my knee when I fell.

(Düştüğümde d z m yaraladım.) 1473) kn fe; ( s m, f l) .; bıçak, çakı f.; bıçaklamak, arkadan vurmak

Clean the kn ves and forkS, please. (Bıçakları ve çatalları tem zle lütfen.) 1474) knock; (f l, s m) kapı

çalmak, vurmak .; vuruş He knocked three t mes and came n. (Kapıyı üç kez çaldı ve çer g rd .)

1475) know; (f l) b lmek, tanımak Do you know the address where he l ves? (Onun yaşadığı adres

b l yor musun?) 1476) knowledge; ( s m) b lg , l m, b l m He has a w de knowledge of mus c. (Gen ş b r

müz k b lg s var.) L 1477) lab; ( s m) laboratuvar He works as a lab techn c an n a hosp tal. (O, b r

hastanede labratuvar tekn syen olarak çalışıyor.) 1478) label; (f l, s m) f.; et ketlemek, et ket

yapıştırmak, damgasını vurmak .;marka, et ket The date of exp ry s on the label. (Son kullanma tar h

et ket n üzer nde.) 1479) labor; (f l, s m) f; çalışmak , emek harcamak .; emek, ş gücü, çalışma,

şç l k The company s try ng to keep down labor cost. (Ş rket, şç l k mal yet n düşürmeye çalışıyor.)

1480) laboratory; ( s m) laboratuvar The laboratory s equ pped w th the latest dev ces. (Laboratuvar son

model c hazlarla donatılmış durumda.) 1481) lack; ( s m, f l) .; eks kl k, noksanlık, yokluk f.; yoksun

kalmak, eks k olmak He lacks conf dence. (Onun özgüven eks kl ğ var.) 1482) lady; ( s m) leyd ,

hanımefend , bayan, hanım There s a lady wa t ng to see you. (S z görmek ç n bekleyen b r

hanımefend var.) 1483) lake; ( s m) göl , kırmızı boya maddes We saw d fferent k nds of f shes under

the lake. (Gölün altında farklı türlerde balıklar gördük.) 1484) land; (f l, s m) f.; karaya çıkmak, yere

nmek, .; toprak, kara parçası, ülke, d yar The elephant s the b ggest l v ng land an mal. (F l, yaşayan

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 56/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

en büyük kara hayvanıdır.) 1485) landscape; ( s m) manzara, manzara resm , peyzaj She took a p cture

of the amaz ng landscape. (Büyüley c manzaranın fotoğrafını çekt .) 1486) language; ( s m) d l, l san

Everyone should learn a fore gn language. (Herkes b r yabancı d l öğrenmel d r.) 1487) lap; ( s m, f l) .;

kucak, etek, halat, p, tur, etap, kat f.; sarmak, dolamak, örtmek, üstüne koymak, yalayıp yutmak The

boy s t on h s father’s lap n the car. (Çocuk, arabada babasının kucağına oturdu.) 1488) large; (sıfat)

gen ş, büyük They bu lt a hotel on a large area. (Büyük b r alan üzer ne otel nşa ett ler.) 1489) largely;

(zarf) bolca, fazlasıyla, büyük ölçüde It depends largely on luck. (Bu, büyük ölçüde şansa bağlı.) 1490)

last; (sıfat, f l, zarf) s.; son, sonuncu, n ha f.;sürmek, g tmek, dayanmak, zf.; sonuncu olarak,

sonuç olarak I saw h m last summer. (Onu geçen yaz gördüm.) 1491) late; (sıfat, zarf) s.; gec km ş, geç,

esk , son zf.; son zamanlarda The church was bu lt n the late 1890s. (K l se 1890ların sonunda nşa

ed ld .) 1492) later; (zarf) sonradan, daha sonra See you later. (Daha sonra görüşürüz.) 1493) Lat n;

( s m) lat n, lat nce There are so many Lat n terms n the art cle. (Makalede çok sayıda lat nce ter m var.)

1494) latter; ( s m, sıfat) .; k nc s , sonuncusu s.; sonrak , sonra gelen, sonuncu The latter po nt s

more mportant. (İk nc kısım daha öneml .) 1495) laugh; (f l, s m) f.; gülmek, kahkaha atmak .; gülüş,

gülme, kahkaha He always makes me laugh w th her jokes. (Şakalarıyla ben her zaman güldürür.)

1496) launch; (f l) fırlatmak (roket, uzay mek ğ ), başlatmak, p yasaya sürmek, fırlatmak The new

satell te w ll be launched n June. (Yen uydu haz randa fırlatılacak.) 1497) law; ( s m) hukuk, kanun, yasa

You have to obey laws. (Yasalara uymak zorundasın.) 1498) lawn; ( s m) ç men, ç m, pat ska We should

mow the lawn before w nter come. (Kış gelmeden ç mler b çmel y z.) 1499) lawsu t; ( s m) dava She f led

a lawsu t aga nst the company she worked at before. (Önceden çalıştığı ş rkete dava açtı.) 1500) lawyer;

( s m) avukat Can you recommend me an exper enced lawyer? (Bana deney ml b r avukat tavs ye eder

m s n?) 1501) lay; (f l, s m, sıfat) yerleşt rmek,koymak, sermek, sunmak, ler sürmek, yatmak,

sev şmek, yumurtlamak .; yatma, durum, konum, sev şme s.; meslekten olmayan She la d the baby

on ts cradle. (Bebeğ beş ğ ne yatırdı.) 1502) layer; ( s m, f l) .; tabaka, katman f.; katmanlara ayırmak

How many layers have the atmosphere? (Atmosfer n kaç tabakası vardır?) 1503) lead; (f l) rehberl k

etmek, öncülük etmek, yol göstermek If he leads, I w ll follow. (Eğer o öncülük ederse tak p eder m.)

1504) leader; ( s m) l der, önder, rehber, öncü, kılavuz Atatürk was the leader of Turk sh Republ c.

(Atatürk, Türk ye Cumhur yet ’n n l der yd .) 1505) leadersh p; ( s m) l derl k, önderl k, öncülük we can

manage th s work w th strong leadersh p. (Bu ş güçlü b r l derl kle başarab l r z.) 1506) lead ng; (sıfat,

s m) s.; öncü olan, önde gelen, ler gelen .; yol gösterme, rehberl k He played a lead ng role dur ng

the war. (Savaş sürec nde öncü rol oynadı.) 1507) leaf; (f l, s m) f.; yapraklanmak .; yaprak, sayfa The

trees came nto leaf. (Ağaçlar yapraklandı.) 1508) league; ( s m) l g,küme, b rleşme, tt fak Our team

plays n the football league. (Takımımız futbol l g nde oynuyor.) 1509) lean; (f l, sıfat) f.; eğ lmek,

yaslanmak, dayanmak, meyletmek s.; eğ k, zayıf, yağsız et Do not lean on the door. (Kapıya

yaslanmayınız.) 1510) learn; (f l) öğrenmek If you want to learn a language, you should pract ce. (Eğer

b r d l öğrenmek st yorsan, prat k yapmalısın.) 1511) learn ng; ( s m) öğrenme, tahs l, öğren m There s

no end to learn ng. (Öğrenmen n sonu yoktur.) 1512) least; (sıfat) en az, en düşük, asgar He s wprk ng

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 57/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

well, even though he has the least exper ence. (En az onun tecrübes olmasına rağmen y çalışıyor.)

1513) leather; ( s m, f l) .; der , meş n f.; der le kaplamak, kayışla dövmek Is your jacket real leather?

(Ceket n hak k der den m yapılmış?) 1514)leave; (f l, s m) f.; terketmek, ayrılmak, bırakmak, g tmek

.; z n, veda, ayrılma She left home w thout say ng a goodbye. (Hoşçakal demeden ev terkett .) 1515)

left; ( s m, sıfat) .; sol taraf, artık s.; sol, soldak I broke my left arm. (Sol kolum kırıldı.) 1516) leg; ( s m)

bacak, ayak, mob lya ayağı A dog b t h s leg. (Bacağını b r köpek ısırdı.) 1517) legacy; ( s m) m ras He

left h s nephew a small legacy. (O, yeğen ne küçük b r m ras bıraktı.) 1518) legal; (sıfat) yasal, meşru,

kanun , tüzel Drug use s not legal n most of the countr es. (Uyuşturucu kullanımı çoğu ülkede yasal

değ l.) 1519) legend; ( s m) efsane, m t, masal Have you heard about the legend of K ng Arthur? (Kral

Arthur efsanes n h ç duydun mu?) 1520) leg slat on; ( s m) yasa, tüzük, kanunlar, mevzuat, yasama The

leg slat on s st ll n draft form. (Yasa hala taslak hal nde.) 1521) leg t mate; (f l, sıfat) f.; meşrulaştırmak,

yasallaştırmak s.; meşru, kanun Accord ng to law, th s s qu te leg tmate. (Yasalara göre bu gayet

meşru.) 1522) lemon; ( s m, sıfat) .; l mon s.; l monlu I l ke lemon n salad. (Salatada l monu sever m.)

1523) length; ( s m) uzunluk, boy, süre Meter s a measure of length. (Metre, b r uzunluk ölçüsüdür.)

1524) less; (sıfat, s m) s.; daha az, eks k .; eks , daha az şey She has less money than her s ster.

(Kardeş nden daha az parası var.) 1525) lesson; ( s m) ders Our f rst lesson on Monday s Engl sh.

(Pazartes günü lk ders m z İng l zce.) 1526) let; (f l) z n vermek, müsaade etmek, H s parents won’t let

h m go abroad. (Anne babası yurtdışına g tmes ne z n vermeyecek.) 1527) letter; ( s m) mektup, harf

They used wr te letter each other. (Esk den b rb rler ne mektup yazarlardı.) 1528) level; ( s m, f l) düzey,

sev ye f.; düzeltmek, dengelemek My speak ng level s weak but I can wr te well. (Konuşma düzey m

zayıf ancak y yazab l r m) 1529) l beral; ( s m, sıfat) .; l beral görüşlü s.; özgür, l beral The L beral Party

has won the elect ons. (L beral part seç mler kazandı.) 1530) l brary; ( s m) kütüphane, k taplık I

borrowed a book from the school l brary. (Okul kütüphanes nden k tap ödünç aldım.) 1531) l cense; (f l,

s m) f.; ruhsat vermek, yetk vermek, z n vermek .; l sans, ruhsat,ehl yet, evlenme cüzdanı Th s

l cense s no longer val d. (Bu l sans artık geçerl değ l) 1532) l e; (f l, s m) yalan söylemek, uzanmak

.; yalan, yatış The cat s ly ng by the f re. (Ked , ateş n yanında uzanıyor.) 1533) l fe; ( s m) hayat,

yaşam, ömür, can The t me s short between l fe and death. ( Yaşamla ölüm arasında kısa b r zaman

var.) 1534) l festyle; ( s m) yaşam b ç m Regular exer c se s a part of healthy l festyle. (Düzenl egzers z,

sağlıklı yaşam b ç m n b r parçasıdır.) 1535) l fet me; ( s m) .; hayat, ömür, yaşam, ömür boyu Dur ng h s

l fet me, he had w tnessed two world wars. (Ömründe, k dünya savaşına tanıklık etm şt .) 1336) l ft; (f l,

s m) f.; kaldırmak, yükseltmek, havalndırmak .; asansör I can’t l ft th s box. Can you help me? (Bu

kutuyu kaldıramıyorum. Bana yardım edeb l r m s n?) 1537) l ght; ( s m, f l, sıfat) .; ışık, ışıltı, günışığı,

aydınlık f.; parlamak, ışıldamak, yakmak, tutuşturmak s.; haf f, açık (renk) The l ght of the candle

br ghtened the room. (Mumun ışığı odayı aydınlattı.) 1538) l ke; (f l, edat) f.; hoşlanmak, beğenmek,

sevmek ed. ; g b Do you l ke sk ng? (Kayak yapmayı sever m s n?) 1539) l kely; (zarf, sıfat) zf.; büyük

ht malle, muhtemelen s.; olası, muhtemel T ckets are l kely to be expens ve. (B letler muhtemelen

pahalıdır.) 1540) l m t; (f l, s m) f.; sınırlandırmak, kısıtlamak, l m tler n bel rlemek .; l m t, sınır Her

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 58/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

dreams have no l m t. (Onun hayaller n n sınır yok.) 1541) l m tat on; ( s m) sınırlama, kısıtlama, l m t No

one would accept l m tat on on the r freedom. (K mse özgürlüğünün kısıtlanmasını kabul etmezd .) 1542)

l m ted; (sıfat) sınırlı, kısıtlı, parçalı We managed great th ngs n l m ted t me. (Sınırlı sürede büyük şeyler

başardık.) 1543) l ne; (f l, s m) f.; ç zmek, sıralamak, d zmek .;ç zg , d z , sıra,hat Do not cross the

yellow l ne. (Sarı ç zg y geçmey n z.) 1544) l nk; (f l, s m) f.; bağlamak , b rleşt rmek .; bağlantı, bağ

There s a d rect l nk between smok ng and heart d seases. (S gara çmek ve kalp hastalıkları arasında

doğrudan b r bağlantı vardır.) 1545) l p; ( s m) dudak She k ssed h m on h s l ps. (Onu dudaklarından

öptü.) 1546) l st; (f l, s m) f.; l stelemek, kaydetmek .; l ste, d zelge Is your name on the l st? (Adın

l stede var mı?) 1547) l sten; (f l) d nlemek The students l stened the r teacher carefully. (Öğrenc ler,

öğretmenler n d kkatle d nled ler.) 1548) l terally; ( s m, zarf) .; kel me kel me zf.; harf yen, gerçekten

Th s sentence can’t be l terally translated. (Bu cümle harf yen çevr lemez.) 1549) l terary; (sıfat) edeb

Geoffry Chaucer turned Engl sh nto a l terary language. (Geoffry Chaucer İng l zce’y edeb b r d l hal ne

get rm şt r.) 1550) l terature; ( s m) edeb yat, yazın I have read many major work of Engl sh l terature.

(İng l z edeb yatının öneml edeb yat eserler n okudum.) 1551) l ttle; (sıfat) az, küçük, ufak H s l ttle

brother s f ve years old. (Küçük oğlan kardeş beş yaşında.) 1552) l ve; (f l, sıfat) f.; yaşamak, hayatta

kalmak s.; canlı, yaşayan, hayat dolu They l ve n a b g house. (Büyük b r evde yaşıyorlar.) 1553)

l v ng; (sıfat, s m) s.; canlı, sağ, d r .; yaşam, hayat, yaşantı There s no l v ng for people n poles.

(Kutuplarda nsanlar ç n hayat yoktur.) 1554) load; (f l, s m) f.; yüklemek, doldurmak .; yük, ağırlık,

yükümlülük The truck wa ted at the warehouse to p ck up ts load. (Kamyon, deponun önünde yükünü

almak ç n bekled .) 1555) loan; ( s m, f l) .; borç, kred , ödünç f.; borç vermek, ödünç vermek It took

f ve years to rapay my loan to h m. (Ona borcumu ödemem beş yılımı aldı.) 1556) local; (sıfat) yerel,

lokal, yöresel It s d ff cult to understand the local d alect. (yerel lehçey anlamak zor.) 1557) locate; (f l)

yer n bulmak, tesp t etmek, yerleşt rmek Pol ce couldn’t locate the suspect. (Pol s, şüphel n n yer n

tesp t edemed .) 1558) locat on; ( s m) yer, mevk , konum What s the exact locat on of the pla n?

(Uçağın kes n konumu ned r?) 1559) lock; (f l, s m) f.; k l tlemek, b rb r ne geç rmek .; k l t D d you lock

the door? (Kapıyı k l tled n m ?) 1560) long; (sıfat, f l) s.; uzun, çok, yorucu f.; hasret olmak, arzulamak

It’s the world’s longest tunnel. (O, dünyanın en uzun tünel .) 1561) long-term; (sıfat) uzun vadel , uzun

sürel The publ c s complan ng about long term unemployment. (Halk, uzun sürel şs zl kten yakınıyor.)

1562)look; (f l, s m) f.; bakmak, görmek, aramak .; bakış, görünüş Look at those horses! (Şu atlara

bak!) 1563) loose; (sıfat, f l) s.; gevşek, bol, serbest f.; salmak, çözmek, gevşetmek She wears loose

clothes to h de her belly. (Göbeğ n saklamak ç n bol kıyafetler g yer.) 1564) lose; (f l) kaybetmek,

kazanamamak I’ve lost my phone. (Telefonumu kaybett m.) 1565) loss; ( s m) kayıp, zarar, hasar Your

husband’s death s a great loss. (Kocanızın ölümü büyük b r kayıp.) 1566) lost; (sıfat, f l) s.; kayıp, y t k

f.; kaybetmek He lost money n gambl ng. (Kumarda para kaybett .) 1567) lot; ( s m, f l) .; pay , h sse,

tal h, yazgı f.; bölüştürmek I heard a lot about you. (Sen n hakkında çok şey duydum.) 1568) lots of;

(sıfat) b r sürü There s st ll lots of food n the fr dge. (Buzdolabında hala b r sürü y yecek var.) 1569)

loud; (sıfat, zarf) s.; yüksek (ses), sesl , gürültülü zf.; yüksek sesle The mus c was very loud, I couldn’t

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 59/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

hear you. (Müz k çok gürültülüydü, sen duyamadım.) 1570) love; (f l, s m) f.; sevmek, aşık olmak .;

aşk, sevda, sevg sevg l The r love was love at the f rst s ght. (Onların aşkı, lk görüşte aşktı.) 1571)

lovely; (sıfat) güzel, sev ml She s a lovely and n ce young lady. (O, sev ml ve hoş b r genç bayan.)

1572) lover; ( s m) sevg l , aşık, yar He adm tted that he used to be her lover. (Esk den onun sevg l s

olduğunu t raf ett .) 1573) low; ( s m, sıfat) .; böğürme s.; düşük, az , alçak They were eat ng around a

low table. (Alçak b r masanın etrafında yemek y yorlardı.) 1574) lower; (f l, sıfat) f.; nd rmek, düşürmek,

azaltmak s.; aşağı, alt , daha alçak Her lower l p trembled n fear. (Alt dudağı korku çer s nde t tred .)

1575) luck; ( s m) şans, baht, tal h She w shed me good luck for the job nterv ew. (Bana ş görüşmem

ç n y şanslar d led .) 1576) lucky; (sıfat) şanslı, tal hl , kısmetl Th s s your lucky day! W sh someth ng.

(Bugün sen n şanslı günün! B r şeyler d le.) 1577) lunch; ( s m, f l) .; öğle yemeğ f.; öğle yemeğ

yemek I usually take a nap after lunch. (Genell kle öğle yemeğ nden sonra b raz kest r r m.) 1578) lung;

( s m) akc ğer Smok ng s one of the ma n causes of lung cancer. (S gara çmek, akc ğer kanser n n

başlıca nedenler ndend r.) M 1579) mach ne; ( s m) mak ne, mekan zma Mach nes have replaced

human labour n ndustry. (Sanay de, mak neler nsan gücünün yer ne geçt .) 1580) mad; (sıfat) del ,

çılgın, öfkel , kızgın I’ll go mad f I have to wa t my lunch much longer. (Eğer yemeğ m daha fazla

beklemek zorunda kalırsam del ye döneceğ m.) 1581) magaz ne; ( s m) derg , magaz n She l kes read ng

fash on magaz nes. (Moda derg ler okumayı sever.) 1582) ma l; (f l, s m) f.; posta le göndermek .;

posta I w ll check f there s any letter for me. (Ben m ç n mektup var mı d ye postamı kontrol

edeceğ m.).) 1583) ma n; ( s m, sıfat) .; esas, temel s.; ana, baş, başlıca The manager’s off ce s n the

ma n bu ld ng. (Müdürün odası ana b nada.) 1584) ma nly; (zarf) başlıca, esasen, ağırlıklı olarak The

people n the fa r were ma nly fore gn guests. (Fuardak nsanlar genel olarak yabancı konuklardı.) 1585)

ma nta n; (f l) sürdürmek, devam ett rmek, bakmak, bakım yapmak Azerba jan and Turkey have always

ma nta ned close relat ons. (Azerbaycan ve Türk ye da ma yakın l şk ler n sürdürmüşlerd r.) 1586)

ma ntenance; ( s m) bakım, tam r, sürdürme, devam He learnt car ma ntenance. (O, araba tam r

yapmayı öğrend .) 1587) major; (sıfat) başlıca, büyük, öneml We have encountered major problems.

(Büyük problemlerle karşı karşıya kaldık.) 1588) major ty; ( s m) çoğunluk, çokluk Major ty of the people

s happy w th the r l ves. (İnsanların çoğu hayatlarından mutlular.) 1589) make; (f l) yapmak, yaptırmak,

yaratmak, hazırlamak You should make your plans before Chr stmas. (Noel’den önce planlarını

yapmalısın.) 1590) maker; ( s m) yapan, yapıcı, yapımcı He s an excellent nstrument maker. (O,

mükemmel b r entstrüman yapıcısıdır.) 1591) makeup; ( s m) makyaj Use cream to clean your makeup.

(Makyajını tem zlemek ç n krem kullan.) 1592) male; ( s m) erkek, bay All the part c pants were male.

(Katılımcıların heps erkekt .) 1593) mall; (f l, s m) f.; dövmek, vurmak .; kapalı çarşı, alışver ş

merkez , ağaçlık yol Let’s go to the mall. (Alışver ş merkez ne g del m.) 1594) man; ( s m) erkek, adam,

nsan, k ş Men and women have equal r ghts. (Erkekler ve kadınlar eş t haklara sah pt rler.) 1595)

manage; (f l) yönetmek, dare etmek, çek p çev rmek He managed th s project successfully. (Bu projey

başarı le yönett .) 1596) management; ( s m) dare, yönet m The hotel management was so rude that

they d d not g ve my money back. (Otel yönet m o kadar kabaydı k paramı ger vermed ler.) 1597)

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 60/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

manager; ( s m) yönet c , darec , müdür Our manager set a meet ng yesterday. (Müdürümüz dün

toplantı düzenled .) 1598) manner; ( s m) tavır, davranış, tutum,yöntem H s manner was agress ve.

(Agras f b r tutumu vardı.) 1599) manufacturer; ( s m) malatçı, üret c , fabr katör Japan s know as the

major manufacturer of technology. (Japonya, öneml b r teknoloj üret c s olarak b l n r.) 1600)

manufactur ng; ( s m) malat, üret m, yapım Manufactur ng ndustry was affected by the econom c cr s s.

(İmalat endüstr s ekonom k kr zden etk lend .) 1601) many; (sıfat, zarf) s.; b rçok, b r yığın zf.; çok I’ve

got too many works to do. (Yapacak b r yığın ş m var.) 1602) map; ( s m, f l) .; har ta, plan f.;

har talamak, şaret etmek, saptamak The map helped us to f nd our way. (Har ta yolumuzu bulmamıza

yardımcı oldu.) 1603) marg n; ( s m) kenar boşluğu, mesafe, sınır Leave a marg n on the left. (Solda

boşluk bırak.) 1604) mark; (f l, s m) f.; şaretlemek, damgalamak, notlandırmak .; z, şaret, damga,

puan Mark the words that you don’t know the mean ng. (Anlamını b lmed ğ n kel meler şaretle.) 1605)

market; ( s m) p yasa, Pazar, çarşı, borsa She bought some fru ts and vegetables at the market.

(Pazardan meyve ve sebze aldı.) 1606) market ng; ( s m) pazarlama Market ng techn ques play major

role n th s f eld. (Pazarlama tekn kler bu alanda öenml rol oynar.) 1607) marr age; ( s m) evl l k, n kah,

evlenme The r marr age was celebrated w th a magn f cent ceremony. (Evl l kler , görkeml b r törenle

kutlandı.) 1608) marr ed; (sıfat) evl , n kahlı How long have you been marr ed? (Ne zamandır evl s n z?)

1609) marry; (f l) evlenmek, n kahlanmak W ll you marry me? (Ben mle evlen r m s n?) 1610) mask; (f l,

s m) f.; maskelemek, g zlemek .; maske, örtü The robbers were wear ng masks. (Hırsızlar maske

takıyordu.) 1611) mass; (f l, s m) f.; kümelemek, toplamak, yığmak .; kütle,yığın The sky was full of

masses of clouds. (Gökyüzü bulut kütleler yle kaplıydı.) 1612) mass ve; (sıfat) çok büyük, r , ağır ,

heybetl The explos on made a mass ve hole n the ground. (Patlama, yerde çok büyük b r çukur açtı.)

1613) master; ( s m, f l) .; üstad, usta f.; üstes nden gelmek, öğrenmek, uzmanlaşmak He called

h mself the master of math. (Kend ne matemat k ustası d yor.) 1614) match; (f l, s m) f.; eşleşt rmek,

uydurmak .; eş, denk, k br t, maç They are play ng an mportant match aga nst Barcelona on Sunday.

(Pazar günü Barselona’ya karşı öneml b r maç oynayacaklar.) 1615) mater al; ( s m, sıfat) .; materyal,

madde, malzeme s.; madd , maddesel We need more mater als to make a soap. (Sabun yapmak ç n

daha fazla malzemeye ht yacımız var.) 1616) math; ( s m) matemat k He s good at math but I don’t. (O,

matemat kte y d r ama ben değ l m.) 1617) matter; (f l, s m) f.; önem taşımak, öneml olmak .; madde,

konu, mesele We have more mportant matters to d scuss. (Tartışacak daha öneml meseleler m z var.)

1618) may; ( s m, f l) .; mayıs f.; -eb lmek, -eb l r, olası olmak Th s f lm w ll be released next May. (Bu

f lm, önümüzdek mayıs çıkacak.) 1619) maybe; (bağlaç, ünlem) bağ.; belk de ünl.; belk , olab l r

Maybe you should tell h m later. (Belk ona daha sonra söylemel s n.) 1620) mayor; ( s m) beled ye

başkanı He was elected mayor. (O, beled ye başkanı seç ld .) 1621) me; (zam r) ben, ben , bana He told

me that he won’t be able to jo n us. (B ze katılamayacağını söyled .) 1622) meal; ( s m) öğün, yemek

What would you l ke to eat on your even ng meal? (Akşam yemeğ nde ne yemek sters n z?) 1623)

mean; (f l, sıfat, s m) f.; demek stemek, anlamına gelmek, s.; p nt , ad , kaba .; orta, ortalama J m s

a mean man. He never buys presents to anyone. (J m c mr b r adamdır. H ç k mseye asla hed ye

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 61/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

almaz.) 1624) mean ng; ( s m, sıfat) .; anlam, mana, kasıt, yorum s.; anlam, anlamlı, n yetl What s the

mean ng of th s word? (Bu sözcüğün anlamı ned r?) 1625) meanwh le; (zarf) bu sırada, tam bu sırada,

aynı anda I’ll be back n an hour. Meanwh le do your homework. (B r saat ç nde geleceğ m. Bu sırada

ödev n yap.) 1626) measure; f.; ölçmek .; ölçü, önlem, tedb r A sh p’s speed s measured n knots. (B r

gem n n hızı nat olarak ölçülür.) 1627) measurement; ( s m) ölçü, ölçme, ölçüm Do you know the exact

measurements of the room? (Odanın tam ölçüler n b l yor musun?) 1628) meat; ( s m) et She doesn’t

eat meat because she s vegetar an. (O et yemez çünkü vejeteryan.) 1629) mechan sm; ( s m) yöntem,

mekan zma, düzenek He captured the control mechan sm.(Kontrol mekan zmasını ele geç rd .) 1630)

med a; medya, basın The med a doesn’t report news object vely. (Medya, haberler objekt f olarak

verm yor.) 1631) med cal; .; med kal, tıp s.; tıbb Sc ent sts have started a new med cal research

recently. (B l madamları son zamanlarda yen b r tıbb araştırma başlattı.) 1632) med cat on; ( s m) laç,

laç tedav s Are you currently tak ng any med cat on? (Şu şıralar herhang b r laç alıyor musunuz?)

1633) med c ne; ( s m, f l) .; laç, tıp, hek ml k f.; laç vermek D d you take your med c ne? (İlacını aldın

mı?) 1634) med um; ( s m, sıfat) .; orta, orta düzey, aracı, gereç d.; ortalama We have three s zes-

small, med um and large. (Üç beden var- küçük, orta ve büyük.) 1635) meet; buluşmak, görüşmek,

karşılaşmak, rastlamak I met h m after many years. (Onunla yıllar sonra karşılaştım.) 1636) meet ng;

toplantı, buluşma , karşılaşma That was such a bor ng meet ng that I d dn’t l sten to anyone. (O kadar

sıkıcı b r toplantıydı k k msey d nlemed m.) 1637) member; üye, mensup,eleman Some of the members

were absent. (Üyeler n bazıları yoktu.) 1638) membersh p; ( s m) üyel k I appl ed for a membersh p of a

char ty. (B r yardım derneğ n n üyel ğ ne başvurdum.) 1639) memory; hafıza, bellek, anı I have a bad

memory for words. (Kel me hafızam kötüdür.) 1640) mental; (sıfat) akl ,akılsal, mental, ruhsal Her

problems are mental, not phys cal. (Onun sorunları akılsal, f z ksel değ l.) 1641) ment on; bahsetmek,

söz etmek, d le get rmek You ment oned n your e-ma l that you m ght come over here. (Yazdığın e

postada buraya geleb leceğ nden bahsetm şt n.) 1642) menu; ( s m) menü,mönü, yemek l stes May I

have the menu, please? (Menüyü alab l r m y m lütfen?) 1643) mere; ( s m, sıfat) .; bataklık s.; mutlak,

salt, sade, sırf Even the mere thought of t makes me happy. (Onun yalnızca düşünces b le ben mutlu

ed yor.) 1644) merely;(zarf) sadece, yalnızca, salt He sa d noth ng, merely sm led. (H çb r şey söylemed ,

yalnızca gülümsed .) 1645) mess; ( s m, f l) .; dağınıklık, karışıklık f.; karıştırmak, altüst etmek The

room was n mess. (Oda dağınıklık ç ndeyd .) 1646) message; ( s m) let , mesaj, b ld r I sent h m a

massage to nform h m about t me of the tr p. (Ona, gez n n zamanını b ld rmek ç n b r mesaj attım.)

1647) metal; ( s m, sıfat) metal, madde s.; metal k, maden The frame s made of mental. (Çerçeve

metalden yapılmış.) 1648) meter; ( s m) metre, ölçü, sayaç John ran a hundred meters n f fteen

seconds. (John, yüz metrey onbeş san yede koştu.) 1649) method; yöntem, tarz, usul, metot He

developed a new method to solve the problem. (Problem çözmek ç n yen b r metot gel şt rd .) 1650)

Mex can; ( s m, sıfat) .; meks kalı s.; meks ka, meks ka’ya özgü A mex can reporter wanted to make an

nterv ew w th me. (Meks kalı b r gazetec ben mle röportaj yapmak sted .) 1651) m ddle; .; orta s.;

ortadak , ara He called me n the m ddle of the n ght. (Ben gecen n ortasında aradı.) 1652) m ght; .;

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 62/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

kuvvet, güç f.; -eb l rd , -e b lmek, olası olmak I thought we m ght go to funfa r on Sunday. (Pazar günü

lunaparaka g deb lceğ m z düşünmüştüm.) 1653) m l tary; .; ordu s.; asker M l tary forces attacked the

enemy at dawn. (Asker kuvvetler, şafak vakt nde düşmana saldırdı.) 1654) m lk; ( s m) süt Can you buy

a bottle of m lk? (B r ş şe süt alab l r m s n?) 1655) m ll on; m lyon M ll ons of people d ed of black death

n Europe. (M lyonlarca nsan Avrupa’da vebadan öldü.) 1656) m nd; f.; önemsemek, lg lenmek, kulak

asmak .;akıl, z h n Her face s st ll n my m nd. (Yüzü hala aklımda.) 1657) m ne; ( s m, zam r, f l) .;

mayın, maden zm.; ben mk f.; mayın döşemek, maden şletmek It s sm lar to m ne. (Bu ben mk n n

benzer ) 1658) m n ster; ( s m) bakan, papaz The meet ng of EU Fore gn M n sters s on Monday. (AB

Dış şler Bakanları toplantısı Pazartes günü.) 1659) m nor; ( s m, sıfat) .; reş t olmayan k mse s.; daha

küçük, küçük, ufak tefek, reş t olmayan There may be some m nor changes n the plan. (Planda ufak

tefek değ ş kl kler olab l r.) 1660) m nor ty; ( s m) azınlık, reş t olmama There s a French- speak ng

m nor ty n the west of the country. (Ülken n batısında Fransızca konuşan b r azınlık var.) 1661) m nute;

dak ka, an , tutanak s.; önems z, ufak tefek The exam w ll be f n shed n f ve m nutes. (Sınav 5 dak ka

sonra b tecek.) 1662) m racle; ( s m) muc ze It s m racle that nobody was k lled n the car crash. (Araba

kazasında k msen n ölmemes b r muc ze.) 1663) m rror; ( s m, f l) .; ayna f.; aksett rmek, yasıtmak

She looked at herself n the m rror. (Aynada kend ne baktı.) 1664) m ss; f.; özlemek, sabet etmemek,

ıskalamak, kaçırmak .; ıskalama, evlenmem ş bayan He m sses h s old days. (Esk günler n özlüyor.)

1665) m ss le; ( s m) merak, atılan şey, merm , kurşun, füze M ss le attack on the cap tal s resum ng.

(Başkente füze saldırısı devam ed yor.) 1666) m ss on; m syon, görev, amaç He accompl shed h s

m ss on n the army. (Ordudak görev n tamamladı.) 1667) m stake; ( s m, f l) .; yanlış, hata, yanlışlık,

yanılgı f.; yanlış anlamak, yanılmak Don’t worry, we all make m stakes. (End şelenme, hep m z hata

yapab l r z.) 1668) m x; (f l, s m) f.; karıştırmak, katmak .; karışım If you m x yellow and blue, you get

green. (Sarı ve mav y karıştırırsan yeş l elde eders n.) 1669) m xture; ( s m) karışım, karıştırma Add the

butter to the m xture and beat well. (Karışımın ç ne yağı ekle ve y ce karıştır.) 1670) mm ; ( s m)

m l metre Use wood of at least 20 mm th ckness. (En az y rm mm kalınlığında tahta kullan.) 1671)

mode; ( s m) k p, mod, moda,usul, b ç m, üslup Change your mode of commun cat on. (İlet ş m b ç m n

değ şt r.) 1672) model; .; model, manken, kalıp f.; mankenl k yapmak, b ç mlend rmek, kalıbını

çıkarmak She used to want to be a model. (Önceden manken olmak sterd .) 1673) moderate; (sıfat, f l)

s.; ılımlı, ölçülü, orta derecel f.; ılımlaştırmak, haf fletmek Cook over a moderate heat. (Orta ateşte

p ş r.) 1674) modern; modern, çağdaş, muasır Stress s a major problem of our modern l fe. (Stres,

modern hayatımızın öneml b r sorunudur.) 1675) modest; (sıfat) mütevaz , alçakgönüllü, sade,

göster şs z She s very modest about her success. (Başarısı konusunda çok alçakgönüllüdür.) 1676)

mom; ( s m) anne Where s my mom? (Annem nerede?) 1677) moment; an, lahza, esna That moment

was the happ est moment of my l fe. (O an, hayatımın en mutlu anıydı.) 1678) money; para, ücret I’ve

got no money left. (H ç param kalmadı.) 1679) mon tor; (f l, s m) f.; zlemek, gözlemek .; gözlem,

mon tör Each pat ent’s progress s closely mon tored. (Her hastanın gel ş m yakından gözlen yor.) 1680)

month; ( s m) ay She earns $2000 a month. (Ayda 2000 dolar kazanıyor.) 1681) mood; ( s m) ruh hal ,

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 63/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

ruhsal durum He s n a bad mood today. (Onun bugün ruh hal kötü.) 1682) moon; ( s m) ay, uydu How

many moons does Jup ter have? (Jüp ter’ n kaç tane uydusu var?) 1683) moral; ( s m, sıfat) .; değer,

kıssadan h sse, alınacak ders s.; ahlak , manev , erdeml They l ve accord ng to the r trad t onal moral

values. (Onlar, geleneksel ahlak değerler ne göre yaşarlar.) 1684) more; (sıfat, zarf) s.; daha fazla, daha

çok zf.; daha More and more people are gett ng cancer n early ages. (G tg de daha fazla nsan erken

yaşlarda kansere yakalanıyor.) 1685) moreover; (zarf) dahası, üstel k, ayrıca I lost a lot money,

moreover t was a waste of t me. (B r sürü paramı kaybett m, dahası zaman kaybıydı.) 1686) morn ng;

( s m) sabah Every morn ng I dr nk a cup of coffee. (Her sabah b r f ncan kahve çer m.) 1687) mortgage;

( s m) potek, reh n (gayr menkul) Our monthly mortgage payment s 2.000 dollars. (Aylık potek

ödemem z 2000 dolar.) 1688) most; (sıfat, s m) s.; en, en çok, en fazla .; çoğu I spend most money on

clothes. (En çok parayı kıyafetlere harcarım.) 1689) mostly; (zarf) çoğunlukla, çoğu zaman, daha çok

Th s are of Afr ca s mostly desert. (Afr ka’nın bu alanı çoğunlukla çöl.) 1690) mother; ( s m) anne, ana

H s mother was a nurse but she s ret red now. (Annes hemş rey ama şuan emekl oldu.) 1691) mot on;

( s m) hareket, dev n m Rub the cream n w th a c rcular mot on. (Kremayı da resel hareketlerle sür.)

1692) mot vat on; ( s m) mot vasyon, teşv k, güdülenme He s ntell gent but he lack mot vat on. (O, zek

ancak mot vasyon eks kl ğ var.) 1693) motor; ( s m) motor, mak ne, araba Now you can start the motor.

(Motoru ş md çalıştırab l rs n.) 1694) mount; (f l, s m) b nmek, üzer ne çıkmak, oturtmak .; dağ, tepe

He mounted the platform and started to dance. (Platformun üzer ne çıktı ve dans etmeye başladı.) 1695)

mounta n; ( s m) dağ Mount Ararat s the h ghest mounta n n Turkey. (Ağrı Dağı, Türk ye’dek en yüksek

dağdır.) 1696) mouse; ( s m) fare,sıçan I saw a b g mouse n the garden. (Bahçede büyük b r fare

gördüm.) 1697)mouth; ağız, gaga A snake’s mouth s very flex ble. (B r yılanın ağzı oldukça esnekt r.)

1698) move; .; hamle, hareket, taşınma f.; hareket etmek, yer değ şt rmek, taşınmak The bus was

already mov ng when I got there. (Oraya vardığımda otobüs çoktan hareket etm şt .) 1699) movement;

hareket, eylem, akım There are var ous movements n our l terature h story. (Edeb yat tar h m zde b rçok

akım vardır.) 1700)mov e; f lm, s nema f lm The mov e we wacthed last n ght was a waste of t me. (Dün

zled ğ m z f lm zaman kaybıydı.) 1701) Mr; .; bay s.; bey Let me ntroduce you Mr. Brown. (S z Bay

Brown le tanıştırıyım.) 1702) Mrs; .; bayan (evl ) s.; hanım Mrs. Yıldız s wa t ng for you n her off ce.

(Bayan Yıldız s z of s nde bekl yor.) 1703) Ms; ( s m) evl olmayan bayan Ms. Green w ll be back shortly.

(Bayan Green kısa sürede ger dönecek.) 1704) much; (sıfat, zarf) s.; fazla, çok zf.; çok, fazlaca, hayl I

pa d much money for these shoes. (Bu ayakkabılar ç n çok para öded m.) 1705) mult ple; (sıfat) çoklu,

b rkaç, çeş tl We made mult ple cop es of the page. (Sayfanın çoklu fotokop s n çekt k.) 1706) murder;

(f l, s m) f.; c nayet şlemek, öldürmek, katletmek .; c nayet, öldürme What was the murder weapon?

(C nayet s lahı neyd ?) 1707) muscle; ( s m) kas, adale These exerc ses bu ld muscle. (Bu egzers zler

kas yapar.) 1708) museum; ( s m) müze We v s ted a sc ence museum n London. (Londra’da b r b l m

müzes n z yaret ett k.) 1709) mus c;( s m) müz k, nağme H s mus c style was very nterest ng. (Onun

müz k tarzı çok lg nçt .) 1710) mus cal; (sıfat) müz kal, müz kle lg l She mproved her mus cal talent. (O,

müz kal yeteneğ n kanıtladı.) 1711) mus c an; ( s m) müz syen, çalgıcı He s an old jazz mus c an. (O,

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 64/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

esk b r caz müs zyen d r.) 1712) Musl m; ( s m) müslüman Fr day s a hol day n many Musl m countr es.

(Cuma, b rçok Müslüman ülkede tat l günüdür.) 1713) must; (f l, s m) f.; gerekmek, -mel /-malı .;

zorunluluk, gerekl l k Cars must not park n front of the entrance. (Arabalar g r ş n önüne park etmemel .)

1714) mutual; (sıfat) ortak, karşılıklı We both have a mutual nterest n art. (Sanata karşı k m z n de

ortak b r lg s var.) 1715) my; (zam r) ben m You can’t wear my clothes w thout my perm ss on.

(Kıyafetler m ben m zn m olmadan g yemezs n.) 1716) myself; (zarf, zam r) zf.; kend m zm.; b zzat,

kend m, kend m I can’t express myself n French very well. (Fransızca’da kend m çok y fade

edem yorum.) 1717) mystery; ( s m) esrar, sır, g zem He often tells us stor es full of mystery. (B ze sık sık

sır dolu h kayeler anlatır.) 1718) myth; ( s m) efsane, m t There are Gods and Goddess n Greek myths.

(Yunan m tler nde tanrılar ve tanrıçalar vardır.) N 1719) naked; (sıfat) çıplak The l ttle ch ldren ran

naked through the beach. (Küçük çocuklar plajda çıplak halde koştular.) 1720) name; ( s m, f l) .; s m,

ad f.; adını koymak, ad vermek, söylemek, sm yle çağırmak We found the name ‘Max’ for our dog.

(Köpeğ m z ç n Max sm n bulduk.) 1721)narrat ve; ( s m, sıfat) .; anlatı, h kaye, öykü s.; öyküsel,

h kaye tarzında The story conta ns more narrat ve than d alogue. (H kaye, d yalogdan çok anlatı

çer yor.) 1722) narrow; (sıfat) dar, sıkı The road s too narrow for two car go together. (Bu yol k

arabanın yanyana g tmes ç n çok dar.) 1723) nat on; ( s m) m llet, halk, ulus The Afr can nat ons fought

for the r ndependence. (Afr ka halkları özgürlükler ç n savaştı.) 1724) nat onal; (sıfat) m ll , ulusal Our

nat onal anthem cons sts of ten verses. (B z m ulusal marşımız on kıtadan oluşur.) 1725) nat ve; (sıfat)

yerl Th s sland s mostly populated by nat ve Amer cans. (Bu adada çoğunlukla yerl Amer kalılar

yaşıyor.) 1726) natural; (sıfat) doğal, doğuştan, natürel ,olağan W ld an mals should l ve n the r natural

hab tats. (Vahş hayvanlar, doğal hab tatlarında yaşamalıdır.) 1727) naturally; (zarf) doğal olarak, hal yle,

tab Naturally, I get upset when th ngs go wrong. (Doğal olarak b r şeyler kötü g d nce üzülürüm.) 1728)

nature; ( s m) doğa, tab at, m zaç, yaradılış We must preserve the nature. (Doğayı korumalıyız.) 1729)

near; (zarf, sıfat) zf.; yakın, yakınında, c varında s.; sıkı, sam m As far as know, he must be near

here. (B ld ğ m kadarıyla buraya yakın olmalı.) 1730) nearby; (zarf) yakında The car s parked nearby.

(Araba yakında park ed l .) 1731) nearly; (zarf) neredeyse, yaklaşık olarak, hemen hemen, takr ben I

was nearly fall ng nto the well. (Neredeyse kuyuya düşüyordum.) 1732) necessar ly; (zarf) ster stemez,

muhakkak, lle de The weather forecast s not necessar ly rel abe. (Hava durumu tahm nler lle de

güven l r değ ld r.) 1733) necessary; (sıfat) gerekl , gereken, lazım, zprunlu All the necessary precaut ons

must be taken. (Bütün gerekl önlemler alınmalı.) 1734) neck; ( s m) boyun, elb se yakası G raffes have

very long neck. (Zürafaların çok uzun boyunları vardır.) 1735) need; (f l, s m) f.; ht yaç duymak, gerek

duymak , gerekl olmak .; ht yaç, gereks n m Do you need any help? (Yardıma ht yacın var mı?) 1736)

negat ve; (sıfat) olumsuz, negat f The cr s s had a negat ve effect on economy. (Kr z n ekonom üzer nde

olumsuz etk s oldu.) 1737) negot ate; (f l) görüşmek, müzakere yapmak The government refused to

negot ate w th terror sts. (Hükümet, teror stlerle müzakere yapmayı reddett .) 1738) negot at on; ( s m)

müzakere, uzlaşma The negot at ons w th the company are cont nu ng. (Ş rketle müzakareler devam

ed yor.) 1739) ne ghbor; ( s m) komşu Our ne ghbors are very no sy. (Komşularımız çok gürültücü.)

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 65/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

1740) ne ghborhood; ( s m) mahalle, semt, komşuluk We grew up n the same ne ghborhood. (B z aynı

mahallede büyüdük.) 1741) ne ther; (sıfat, zam r, bağlaç) s.; h çb r zm.; h çb r , ne bu ne ötek bağ.;

gerekse Wh ch do you l ke? Ne ther. (Hang s n beğend n? H çb r .) 1742) nerve; ( s m) s n r, asap I need

someth ng to calm my nerves. (S n rler m yatıştıracak b r şey lazım.) 1743) nervous; (sıfat) s n rl , gerg n,

ted rg n I felt really nervous before the exam. (Sınavdan önce gerçekten çok gerg nd m.) 1744) net;

( s m, sıfat) .; ağ, şebeke s.; net, kes n The net prof t of th s year s around 2 m ll ons. (Bu yıl net kar 2

m lyon c varında.) 1745) network;( s m) ağ, şebeke The ra lway network n Turkey are be ng extended.

(Türk ye’dek dem ryolu ağları gen şlet l yor.) 1746) never; (zarf) h ç, asla, h çb r zaman She never eats

meat, she s a vegetar an. (Asla et yemez, o vejeteryan.) 1747) nevertheless; (zarf, bağlaç) zf.; y ne de,

buna karşın bağ.;ancak I fa led. Nevertheless, I tr ed. (Başarısız oldum. Y ne dened m.) 1748) new;

(sıfat) yen , taze I bought a new computer last week. (Geçen hafta yen b lg sayar aldım.) 1749) newly;

(zarf) yen , yakın zamanlarda,geçenlerde Newly marr ed couple s wa t ng a baby. (Yen evl ç ft bebek

bekl yor.) 1750) news; ( s m) haber, haberler Have you seen the news about upcom ng elect ons?

(Gelecek seç mler hakkındak haber zled n m ? 1751) newspaper; ( s m) gazete She l kes read ng

newspaper wh le she s hav ng a breakfast. (Kahvaltı yaparken gazete okumayı sever.) 1752) next;

(edat, sıfat, zarf) ed.; sonrak , yanında s.; b t ş k,sonrak , en yakın, ertese, gelecek, önümüzdek zf.;

ondan sonra Your turn, answer the next quest on. (Sıra sende, sonrak soruyu sen cevapla.) 1753) n ce;

(sıfat) sev ml , hoş, y , güzel Her att tudes towards me were n ce. (Bana karşı davranışları hoştu.) 1754)

n ght; (sıfat, s m) s.; gece .; gece I played v deo games all n ght long. (Tüm gece v deo oyunları

oynadım. 1753) n ne; ( s m) dokuz Banks open at n ne o’clock. (Bankalar saat dokuzda açılıyor.) 1754)

no; (ünlem, s m, sıfat) ünl.; hayır .; ret s.; yasak, h çb r She sa d “No” to h s propasal. (Evl l k

tekl f ne “Hayır” ded .) 1755) nobody; (zam r, s m) zm.; h ç k mse .; h ç Nobody knew what to say. (H ç

k mse ne d yeceğ n b lm yordu.) 1756) nod; (f l, s m) f.; kafa sallamak, başıyla selam vermek, başı le

onaylamak .; kafa sallama I asked her f he would come to us and she nodded. (Ona b ze gelecek

m s n d ye sordum ve o da başıyla onayladı.) 1757) no se; ( s m) gürültü, ses You are mak ng too much

no se. (Çok fazla gürültü yapıyorsunuz.) 1758) nom nat on; ( s m) aday gösterme, atama He has had f ve

Oscar nom nat ons. (Onun beş Oscar adaylığı var.) 1759) none; (zam r, zarf) zm.; h çb r s , h ç k mse

zf.; asla, h çb r zaman None of you w ll leave th s area. (H çb r n z bu bölgeden ayrılmayacaksınız.)

1760) nonetheless; (zarf) bununla b rl kte, her şeye rağmen, y ne de The exam won’t be hard.

Nonetheless, we need to study. (Sınav çok zor olmayacak. Y ne de b z çalışmalıyız.) 1761) nor; (bağlaç)

ne de, ne Not a bu ld ng nor a tree was left stand ng. (Ger de ne b r b na ne b r ağaç kaldı.) 1762)

normal; (sıfat) normal, olağan, standart I hope th ngs could get back normal. (Umarım her şey normale

döner.) 1763) normally; (zarf) normalde, genelde She doesn’t normally eat meat. (O normalde et

yemez.) 1764) north; ( s m, sıfat, zarf) .; kuzey s.; kuzeydek , kuzeyden gelen zf.; kuzeye doğru,

kuzeyd We changed our d rect on to the north. (Yönümüzü kuzeye çev rd k.) 1765) northern; (sıfat)

kuzeyl , kuzey, kuzeye a t More people l ve n the northern part of the town. (B rçok nsan kasabanın

kuzey nde yaşıyor.) 1766) nose; ( s m) burun, koklama duyusu Your nose s runn ng. (Burnun akıyor.)

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 66/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

1767) not; (zarf) değ l, yok I am not an art st, don’t expect me to draw well. (Ben sanatçı değ l m, benden

y ç z m yapmamı bekleme.) 1768) note; (f l, s m) .; not, nota, fatura, senet f.; not etmek, kaydetmek,

şaretlemek , farkına varmak H s notes weren’t enough to pass th s lesson. (Notları bu ders geçmek ç n

yeterl değ ld .) 1769) noth ng; ( s m) h ç, h çb r şey, yok There s noth ng to worry about. (End şelenecek

b r şey yok.) 1770) not ce; ( s m, f l) .; b ld r , hbar, duyuru, htar, d kkat, farketme f.; farketmek,

gözünden kaçmamak D d you not ce how sad John was? (John’un ne kadar üzgün olduğunu farkett n

m ?) 1771) not on; ( s m) kavram, nosyon, düşünce, f k r Our pol t cal system s based on the not ons of

equal ty and l berty. (S yas s stem m z eş tl k ve özgürlük kavramları üzer ne kuruludur.) 1772) novel;

( s m) roman I l ke read ng h stor c novels. (Tar h romanları okumayı sever m.) 1773) now; (zarf) ş md ,

hemen, şu anda What t me s t n New York now? (Şu an New York’ta saat kaç?) 1774) nowhere; ( s m,

zarf) .; h çb r yer zf.; h çb r yerde, h çb r yere There was nowhere for me to s t. (Oturacak h çb r yer

yoktu.) 1775)n’t; değ l (can’t, don’t, haven’t g b ) I don’t know what to say. (Ne d yeceğ m b lem yorum)

1776) nuclear; (sıfat) nükleer The country has nuclear weapons. (Ülken n nükleer s lahları var.) 1777)

number; (f l, s m) f.; numaralamak, sayı saymak .; numara, rakam, sayı, m ktar, adet D al th s phone

number to talk the manager. (Yönet c yle konuşmak ç n bu telefon numarasını tuşlayınız.) 1778)

numerous; (sıfat) sayısız, b rçok, çok sayıda I have numerous book n my l brary. (Kütüphanemde çok

sayıda k tap var.) 1779) nurse; (f l, s m) f.; bakıcılık yapmak, hemş rel k yapmak, emz rmek .; hemş re

Her dream s to become a nurse. (Onun hayal hemş re olmak.) 1780) nut; ( s m) fındık They are

gather ng nuts. (Onlar fındık topluyorlar.) 1781) object; (f l, s m) f.; karşı çıkmak, t raz etmek .; amaç,

obje, nesne, c s m I object to your op n on. (Sen n f kr ne t raz ed yorum.) O 1782) object ve; ( s m,

sıfat) .; hedef, amaç s.; nesnel, objekt f, tarafsız You should be more object ve when cr t c s ng. (Eleşt r

yaparken daha nesnel olmalısın.) 1783) obl gat on; ( s m) zorunluluk, mecbur yet, mükellef yet Pay ng

taxes s our legal obl gat on. (Verg vermek b z m yasal zorunluluğumuz.) 1784) observat on; ( s m)

gözlem, gözet m, nceleme The suspect s be ng kept under observat on. (Şüphel gözlem altında

tutuluyor.) 1785) observe; (f l) gözlemlemek, ncelemek Have you observed any changes lately? (Son

zamanlarda b r değ ş m gözlemled n m ?) 1786) observer; ( s m) gözlemc , gözetmen, gözcü Accord ng

to the observers, the plane exploded shortly after take off. (Gözlemc lere göre uçak kalktıktan kısa b r

süre sonra patlamış.) 1787) obta n; (f l) elde etmek, ed nmek, kazanmak, ele geç rmek I f nally obta ned

nformat on from the professor. (Sonunda profesörden b lg ed nd m.) 1788) obv ous; (sıfat) bell , apaçık,

bar z It s obv ous that you don’t want to come w th us. (Bell k b z mle gelmek stem yorsun.) 1789)

obv ously; (zarf) apaçık, besbell , açıkçası You are obv ously sleepy. (Apaçık uykusulusun.) 1790)

occas on; ( s m) fırsat, olay, durum, ortam I can remember very few occas ons from my ch ldhood.

(Çocukluğumdan çok az olayı hatırlayab l yorum.) 1791) occas onally; (zarf) ara sıra, zaman zaman

These symptoms can occas onally lead ser ous d seases. (Bu bel rt ler zaman zaman c dd hastalıklara

yol açab l r.) 1792) occupat on; ( s m) ş, uğraş, meslek What s your mother’s occupat on? (Annen n

mesleğ ned r?) 1793) occupy; (f l) şgal etmek, meşgul etmek, oyalamak, zamanını almak, tutmak The

cap tal has been occup ed by the fore gn m l tary forces. (Başkent yabancı asker güçler tarafından şgal

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 67/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

ed ld .) 1794) occur; (f l) meydana gelmek, olmak, ortaya çıkmak When d d the event occur? (Bu olay ne

zaman meydana geld ?) 1795) ocean; ( s m) okyanus Ocean levels are r s ng. (Okyanus sev yes

yüksel yor.) 1796) odd; (sıfat) gar p, tuhaf, acay p, sıradışı There s someth ng odd about that g rl. (BU

kızda tuhaf b r şeyler var.) 1797) odds; ( s m) şans, olasılık, ht mal The odds are very much n favour.

(Olasılıklar b z m tarafımızda. ) 1798) of; edat, f l) ed.; -nın, -n n, -den, -dan, hakkında f.; b r şeyden

övünerek bahsetmek I showed h m a photo of my dog. (Ona köpeğ m n fotoğrafını gösterd m.) 1799) off;

(sıfat, zarf, f l) s.; kapalı, z nl , bozuk, uzak, kötü, yorgun zf.; dışında, har c nde, uzakta f.; öldürmek

As I reached the stat on, I got off the bus. (İstasyona vardığımda otobüsten nd m.) 1800) offense; ( s m)

suç, gücenme, dargınlık, kırgınlık I am sorry I meant no offense. (Afeders n, gücend rmek stemem şt m.)

1801) offens ve; (sıfat) saldıran, saldırgan, kırıcı Your comments are deeply offens ve. (Yorumların

oldukça kırıcı.) 1802) offer; ( s m, f l) .; tekl f, öner , sunma, arz f.; tekl f etmek, önermek, sunmak, arz

etmek They dec ded to offer h m a job. (Ona b r ş tekl f etmeye karar verd ler.) 1803) off ce; ( s m) of s,

büro, ş yer , makam odası Are you go ng to off ce today? (Bugün of se g d yor musun?) 1804) off cer;

( s m) memur, görevl , pol s memuru, subay The pol ce off cer arrested the th ef. (Pol s memuru hırsızı

tutukladı.) 1804) off c al; ( s m, sıfat) .; memur, resm yetk l , görevl s.; resm The pres dent made an

off c al v s t to Berl n n Apr l. (Başkan, n san ayında Berl n’e resm b r gez yaptı.) 1805) often; (zarf) sık

sık, genell kle, çok kez How often do you go to the c nema? (Ne sıklıkla s nemaya g ders n?) 1806) oh;

(ünlem) ha, ah Oh, how gorgeous! (Ah, ne kadar muhteşem!) 1807) o l; ( s m, f l) .; yağ, sıvıyağ, petrol

f.; yağlamak Put some o l n the salad. (Salataya b raz yağ koy.) 1808) ok; ( s m, sıfat, f l, ünlem) .; z n,

kabul, onay s.; y f.; onaylamak, kabul etmek ünl.; olur, tamam OK, let’s go. (Tamam, g del m.)

1809) okay; (ünlem, s m, sıfat) ünl.; tamam .; tasd k, onay s.; y , uygun Okay, I accept my m stake.

(Tamam, hatamı kabul ed yorum.) 1810) old; (sıfat) esk , yaşlı, ht yar, modası geçm ş The baby s only a

few months old. (Bebek yalnızca b rkaç aylık.) 1811) Olymp c; (sıfat) ol mp k, ol mp yat He s an olymp c

champ on. (O, b r ol mp yat şamp yonudur.) 1812) on; (edat, sıfat, zarf) ed.; üstünde, üzer nde, -de/-da

s.; açık, devrede, hazır, devam etmekte olan zf.; konusunda, hakkında, aralıksız The car keys are on

the table. (Araba anahtarları masanın üzer nde.) 1813) once; (zarf) b r kez, b r kere, b r keres nde,

esk den, b r zamanlar Th s song was famous once, but nobody l stens t today. (Bu şarkı b r zamanlar

meşhurdu ancak artık k mse d nlem yor.) 1814) one; ( s m, sıfat, zam r) .; b r, b r s s.; tek, b r tane

zm.; b r Do you want one or two? (B r tane m sters n k tane m ?) 1815) ongo ng; (sıfat) süregelen,

devam eden There s an ongo ng d scuss on between two countr es. (İk ülke arasında devam eden b r

müzakere var.) 1816) on on; ( s m) soğan Chop the on ons f nely. (Soğanları nce nce doğra.) 1817)

onl ne; (sıfat, zarf) s.; bağlantılı, onl ne zf.; onl ne olarak Onl ne shopp ng has become a trend. (Onl ne

alışver ş b r trend hal ne geld .) 1818) only; (sıfat, zarf) s.; tek , b r, b r c k, eşs z, yalnız zf.; yalnızca,

sadece Jane s the r only daughter. (Jane onların tek kızı.) 1819) onto; (edat) üzer ne, üstüne Move the

books onto the th rd shelf. (K tapları üçüncü rafın üzer ne çıkar.) 1820) open; (f l, sıfat) f.; açmak,

açılmak, başlamak, başlatmak s.; açık, gen ş, serbest, dürüst, çten, ferah I can’t keep my eyes open, I

am so sleepy. (Gözler m açık tutamıyorum, çok uykum var.) 1821) open ng; ( s m) açma, açılış, açıklık,

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 68/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

ağız The pres dent made an mpress ve speech at the open ng ceramony. (Başkan, açılış tören nde

etk ley c b r konuşma yaptı.) 1822) operate; (f l) amel yat etmek, şletmek, çalıştırmak, dare etmek

Solar panels can only operate n the sunl ght. (Güneş paneller yalnızca güneş ışığında çalıştırılab l r.)

1823) operat ng; ( s m, sıfat) .; amel yat, şletme, çalıştırma s.; faal yet yürüten The pat ent s wa t ng n

the operat ng room. (Hasta, amel yat odasında bekl yor.) 1824) operat on; ( s m) operasyon,amel yat,

harekat, şlem, faal yet The heart operat on took two hours. (Amel yat k saat sürdü.) 1825) operator;

( s m) operatör, çalıştıran k ş , şletmec He works as mach ne operator. (O, mak ne operatörü olarak

çalışıyor.) 1826) op n on; ( s m) düşünce, f k r, görüş Everyone should tell h s/her op n on n democrat c

soc et es. (Demokrat k toplumlarda herkes f kr n söylemel d r.) 1827) opponent; ( s m, sıfat) .; rak p,

düşman s.; karşıt, aleyhtar They managed to beat the r opponents. (Rak pler n yenmey başardılar.)

1828) opportun ty; ( s m) fırsat, mkan, olanak, şans At least I can g ve you the opportun ty of expla n ng

what happend. (Sana, en azından ne olduğunu anlatma fırsatı vereb l r m.) 1829) oppose; (f l) karşı

çıkmak, başkaldırmak, muhalefet yapmak Her parents are oppesed to her marr age. (Anne babası onun

evl l ğ ne karşo çıktı.) 1830) oppos te; ( s m, sıfat, edat) .;zıt s.; ters, zıt, aks , karşıt, muhal f ed.;

karşısında They went n oppos te d rect ons. (Zıt yönlerden g tt ler.) 1831) oppos t on; ( s m) muhalefet,

karşı koyma, t raz He spent three years n pr son for h s oppos t on to the reg me. (Rej me karşı

muhalefet olduğu ç n hap ste üç yıl geç rd .) 1832) opt on; ( s m) seçenek, terc h, seçme, ops yon I had

no opt on but to leave. (Ayrılmaktan başka çarem yoktu.) 1833) or; (bağlaç) ya da, veya, yoksa, ya

There are people who don’t have homes, jobs or fam ly. (Ev , ş ya da a les olmayan nsanlar var.)

1834) orange; ( s m) portakal, turuncu Would you l ke some orange ju ce? (B raz portakal suyu ster

m s n z?) 1835) order; ( s m, f l) .; düzen, em r, buyruk, s par ş, sıra f.; em r vermek, tert plemek, düzen

sağlamak, s par ş vermek The names are l sted n alphabet cal order. (İs mler alfabet k sıraya göre

l stel .) 1836) ord nary; (sıfat) sıradan, olağan, bas t, alışılmış How was your day? It was ord nary.

(Günün nasıl geçt ? Sıradandı.) 1837) organ c; (sıfat) organ k, canlı, bedensel You shoul prefer organ c

vegetables and fru ts for your health. (Sağlığınız ç n organ k sebze ve meyveler terc h etmel s n z.)

1838) organ zat on; ( s m) organ zasyon, örgüt, kurum, kuruluş, dernek, teşk latlanma She s the leader

of a voluntary organ zat on. (Gönüllü b r organ zasyonun l der .) 1839) organ ze; (f l) organ ze etmek,

düzenlemek, tert plemek, hazırlamak They organ zed a great party for the r daughter’s b rthday.

(Kızlarının doğum günü ç n büyük b r part düzenled ler.) 1840) or entat on; ( s m) oryantasyon, çevreye

uyum sağlama, b r yere alışma, yönel m Th s s or entat on week for all our new workers. (Bu hafta tüm

yen çalışanlarımız ç n oryantasyon haftası.) 1841) or g n; ( s m) köken, kaynak, or j n The or g n of the

word s Arab c. (Kel men n köken Arapçadır.) 1842) or g nal; (sıfat) or j nal, özgün,asıl That s a very

or g nal dea. (Bu çok özgün b r f k r.) 1843) or g nally; (zarf) aslen, aslında, köken olarak Our fam ly

or g nally came from Iran. (A lem z köken olarak İran’dan gel yor.) 1844) other; (sıfat, zam r) s.; d ğer,

öbür, ötek , başka zm.; d ğer , öbürü Are there any other quest ons? (Başka soru var mı?) 1845)

others; (zam r) d ğerler , başkaları Some p ctures are better than others. (Bazı res mler d ğerler nden

daha y .) 1846) otherw se; (zarf) aks halde, başkaca I borrowed some money. Otherw se, I couldn’t

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 69/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

have afforded the tr p. (B raz borç para aldım. Aks halde bu gez ye madd gücüm yetmezd .) 1847)

ought; (f l, sıfat) f.; -mel / -malı, gerekl .; zorunluluk, yükümlülük You ought to apolog ze. (Özür

d lemel s n.) 1848) our; (zam r) b z m I showed them some of our photos. (Onlara bazı fotoğraflarımızı

gösterd m.) 1849) ourselves; (zam r) kend m z, b z We shouldn’t blame ourselves for her act ons. (Onun

yaptıkları yüzünden kend m z suçlamamalıyız.) 1850) out; ( s m, zarf, f l, sıfat) .; çıkış, çıkar yol, çözüm,

ç zg dışı zf.; dışarı, dışarıya,dışarıda f.; çıkarmak, meydana çıkmak, kovmak s.; dış, har c , b tm ş,

uzak, esk m ş, modası geçm ş I called h m but he was out. (Onu aradım ama dışarıdaydı.) 1851)

outcome;( s m) sonuç, net ce , çıktı, ürün What was the outcome of your research? (Araştırmanızın

sonuçları nelerd ?) 1852) outs de; (zarf, s m, sıfat, edat) zf.;dışarı, dıştan, dışarıya .; dış, dış taraf s.;

dış, dışarıdak , har c ed.;dışında, dışına You can’t open the w ndow from the outs de. (Pencerey

dışarıdan açamazsın.) 1853) oven; ( s m) fırın, ocak She bakes cakes n the oven. (Kekler fırında

p ş rd .) 1854) over; (sıfat, zarf, edat) s.; b tm ş, üstün, çok fazla, aşırı zf.; fazla, tekrar,y ne, üzer ne,

aşırı, her yer nden, baştan sona ed.; üzer nde, üstünde, üstünden, hakkında, karşıya, öbür tarafa,

boyunca By the t me I arr ved, the meet ng was over. (ben vardığımda toplantı b tm şt .) 1855) overall;

(sıfat, zarf) s.; etraflı, gen ş kapsamlı, genel zf.; tam, genel olarak They made an overall asessment

after the meet ng. (Toplantıdan sonra genel b r değerlend rme yaptılar.) 1856) overcome; (f l) üstes nden

gelmek, yenmek, alt etmek She overcame all d ff cult es on her own. (O, kend başına tüm zorlukların

üstes nden geld .) 1857) overlook; (f l) aldırmamak, hoşgörmek, gözünden kaçmak, d kkate almamak It

seems that they have overlooked one mportant fact. (Öneml b r gerçeğ gözden kaçırmı g b

görünüyorlar.) 1858) owe; (f l) borçlu olmak, m nnettar olmak He st ll owes f ve thousand dollars to h s

father. (Babasına hala beş b n dolar borcu var.) 1859) own; (zam r, f l, sıfat) zm.; kend , kend n n f.;

sah p olmak s.; özel Is that your own car? (Bu sen n kend araban mı?) 1860) owner; ( s m) sah p,mal

sah b He s the owner of a text le factory. (O, b r tekst l fabr kasının sah b .) P 1861) pace; (f l, s m)

f.;adımlamak, gez nmek .; tempo, adım, yürüyüş The runners have qu ckened the r pace. (Yarışçılar

tempolarını hızlandırdı.) 1862) pack; (f l, s m) f.; paketlemek, ambalajlamak , eşyalarını toplamak .;

ambalaj, paket, sargı I have packed a few th ngs nto the su tcase. (Val z n ç ne b rkaç şey topladım.)

1863) package; (f l, s m) f.; paketlemek .; paket, kol , ambalaj There s a large package for you. (S ze

büyük b r paket var.) 1864) page; ( s m) .; sayfa, uşak, otel garsonu, kom f.; sayfaları

numaralandırmak Turn to page 50. (Sayfa 50’ye çev r n.) 1865) pa n; ( s m) ağrı, sancı, sızı, acı, ızdırap

She s suffer ng from chest pa n. (Göğüs ağrısı çek yor.) 1866) pa nful; (sıfat) ağrılı, sancılı, ez yetl Her

treatment process was pa nful. (Onun tedav sürec çok sancılıydı.) 1867) pa nt; (f l, s m) f.; boyamak,

resmetmek .; boya, makyaj malzemes The walls were pa nted blue. (Duvarlar mav ye boyandı.) 1868)

pa nter; ( s m) ressam, boyacı P casso s a well known pa nter. (P casso tanınmış b r ressamdır.) 1869)

pa nt ng; ( s m) res m, boyama, tablo, yağlı boya Pa nt ng and mus c are her b ggest hobb es. (res m ve

müz k onun en büyük hob ler .) 1870) pa r; ( s m, f l) .; ç ft, eş f.; ç ft olmak, eşleşmek, eşleşt rmek She

bought a pa r of gloves. (Bana b r ç ft eld ven aldı.) 1871) pale; (sıfat) soluk, solgun, renks z, cansız You

look pale. Are you ll? (Solgun görünüyorsun. Hasta mısın?) 1872) Palest n an; ( s m, sıfat) .; f l st nl s.;

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 70/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

f l st n The Past n ans had to leave the r home after war. (F l st nl ler savaştan sonra evler n terk etmek

zorunda kaldılar.) 1873) palm; ( s m) palm ye, hurma ağacı, avuç, avuç ç John s plant ng a palm tree n

h s backyard. (John arka bahçes ne palm ye ağacı d k yor.) 1874) pan; ( s m) tava, teps Melt the butter

n a pan. (Yağı b r tavanın ç nde er t.) 1875) panel; ( s m) pano, tabla, panel The mportant pol t c ans

are go ng to meet n th s panel. (Öneml s yasetç ler bu panelde buluşacak.) 1876) pant; ( s m, f l) .;

soluma f.; hızlı hızlı solumak, nefes nefese kalmak 1877) paper; ( s m, f l) .; kağıt , duvar kağıdı,

gazete, rapor , yazılı ödev f.;üzer ne kağıt kaplamak, duvar kağıdıyla kaplamak He wrote h s name on

a p ece of paper. (B r parça kağıdın üzer ne sm n yazdı.) 1878) parent; ( s m, f l,sıfat) .; anne- baba,

vel f.; ebeveynl k etmek s; temel, esas He s not l v ng w th h s parents anymore. (Artık anne

babasıyla yaşamıyor.) 1879) park; ( s m, f l) .; park, mes re f.; park etmek You can’t park your car here.

(Arabanızı buraya park edemezs n z.) 1880) park ng; ( s m) park etme, park I f nally found a park ng

space. (Sonunda b r park alanı buldum.) 1881) part; ( s m, f l) .; kısım, parça, bölüm, taraf, görev f.;

kısımlara ayırmak, parçalamak We have done the d ff cult part of the work. ( ş n zor kısmını b t rd k.)

1882) part c pant; ( s m) katılımcı, şt rakçı All the part c pants gathered n the ma n hall. (Bütün

katılımcılar ana salonda toplandı.) 1883) part c pate; (f l) katılmak, ortak olmak, şt rak etmek We

encourage students to part c pate n the soc al clubs. (Öğrenc ler sosyal klüplere katılmaya teşv k

ed yoruz.) 1884) part c pat on; ( s m) katılım, ortaklık, şt rak 1885) part cular; (sıfat, s m) s., bel rl , bell ,

özel, şahs , özgü .; özell k, madde Is there a part cular type of book you enjoy? (Sevd ğ n bel rl b r

k tap türü var mı?) 1886) part cularly; (zarf) özell kle I enjoyed the mov e, part cularly the second half.

(F lm beğend m, özell kle de k nc yarısını.) 1887) partly; (zarf) kısmen, yer yer, b r ölçüde She was only

partly respons ble for the acc dent. (O, kazadan kısmen soumluydu.) 1888) partner; ( s m) ortak, partner,

paydaş, eş, hayat arkadaşı How d d you meet your partner? (Eş nle nasıl tanıştın?) 1889) partnersh p;

( s m) ortaklık We are mak ng new agreements to strengthen our partnersh p. (Ortaklığımızı

güçlend rmek ç n yen anlaşmalar yapıyoruz) 1890) party; ( s m, f l) .; part , alem, eğlence, taraf, şahıs,

cem yet, kurum f.; part yaparak kutlamak D d you go to her b rthday party? (Onun doğum günü

part s ne g tt n m ?) 1891) pass; (f l, s m) f.; geçmek, geç rmek, vermek, pas vermek (sporda) , geç p

g tmek, devretmek .; geç ş, geç t, paso, pasaport The road was so narrow that cars were unable to

pass. (Yol öyle dardı k arabalar geçemed .) 1892) passage; ( s m) pasaj, geç t, geç ş, kanal Our off ce s

just along the passage. (Of s m z pasajın ç nde.) 1893) passenger; ( s m) yolcu, gezg n The tra n was

full of passengers. (Tren yolcu doluydu.) 1894) pass on; ( s m) tutku, hırs, ht ras He has a pass on for

pa nt ng. (Res m yapmaya tutkusu var.) 1895) past; (sıfat, s m) s.; geçm ş, geçen, geçenk , öncek .;

maz , geçm ş zaman I haven’t seen h m n the past few weeks. (Onu geçen b rkaç haftadır görmed m.)

1896) patch; ( s m, f l) .; yama, onarma, arsa, araz parçası f.; yamamak They are grow ng vegetables

n th s patch. (Bu arsada sebze yet şt r yorlar.) 1897) path; ( s m) yol, keç yolu, pat ka We walked along a

narrow path. (Dar b r pat ka boyunca yürüdük.) 1898) pat ent; (sıfat, s m) s.; sabırlı, hoşgörülü .; hasta

The pat ent w ll soon recover from her llness. (Hasta, yakında sağlığına kavuşacak.) 1899) pattern;

( s m, f l) .; model, kalıp, şablon, desen , numune, örnek f.; şek llerle süslemek, modellemek She

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 71/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

showed me a tsh rt w th a floral pattern. (Bana ç çek desenl b r t şört gösterd .) 1900) pause; (f l, s m) f.;

duraklamak, mola vermek, ara vermek .; ara verme, ara, durma She paused at the door and took a

deep breath. (Kapıda durakladı ve der n b r nefes aldı.) 1901) pay; ( s m, f l) .; ücret, ödeme, maaş

f.;ödemek, karşılığını vermek, cezasını çekmek Are you pay ng n cash or by cred t card? (Nak t m

ödeyeceks n yoksa kred kartıyla mı?) 1902) payment; ( s m) ödeme, harcama, ücret, maaş Can I use

cred t card for payment? (Ödeme ç n kred kartı kullanab l r m y m?) 1903) PC; ( s m) k ş sel b lg sayar

They are watch ng a mov e on PC. (B lg sayarda f lm zl yorlar.) 1904)peace; ( s m) barış,uzlaşma, huzur,

selamet After years of war, people have begun to l ve n peace. (Uzun yıllar süren savaştan sonra

nsanlar barış ç nde yaşamaya başladı.) 1905) peak; ( s m, f l) .; doruk, z rve f.; z rveye çıkmak,

doruğa ulaşmak I am at the peak of my career. (Kar yer m n z rves ndey m.) 1906) peer; ( s m, f l) akran,

eş, yaşıt f., çıkmak, d kkatle bakmak He went to the w ndow and peered out. (Pencereye g tt ve

d kkatle dışarı baktı.) 1907) penalty; ( s m) ceza, penaltı They should abol sh the death penatly. (Ölüm

cezasını kaldırmaları gerek.) 1908) people; ( s m) nsanlar, m llet, halk, ümmet, kalabalık Many young

people are out of work. (B rçok genç nsan şs z.) 1909) pepper; ( s m) b ber Add some pepper nto

sauce. (Sosun ç ne b raz b ber ekle.) 1910) per; (zarf, edat) zf.; her ed.; her b r ç n, başına How much

s the average wage per hour? (Saat başı ortalama ücret ne kadar?) 1911) perce ve; (f l) algılamak,

drak etmek, farkına varmak, ayrımsamak I perce ved a change n h s talk. (Onun konuşmasında b r

değ ş kl k fark ett m.) 1912) percentage; ( s m) yüzde, h sse, yüzdel k What percentage of the populat on

s under 18? (Nüfusun yüzde kaçı 18 yaşın altında?) 1913) percept on; ( s m) algı, algılama, drak,

kavrama Our percept on of real ty can be can be d fferent. (Gerçek algımız farklı olab l r.) 1914) perfect;

(sıfat) mükemmel, kusursuz,müth ş, har ka You look perfect n th s dress. (Bu elb sen n ç nde

mükemmel görünüyorsun.) 1915) perfectly; (zarf) mükemmel olarak, kusursuz b r şek lde Do you

understand? Yes, perfectly. (Anladın mı? Evet, kusursuz şek lde.) 1916) perform; (f l) cra etmek,

yapmak, yer ne get rmek, rol yapmak, oynamak (oyuncu), canlandırmak, müz k eser n çalmak,

performans serg lemek The play was f rst performed n 1995. (Oyun, lk kez 1995’te oynandı.) 1917)

performance; ( s m) performans, göster , sahneye koyma, cra etme, yapma, yer ne get rme The

performance starts at e ght o’clock. (Göster , saat sek zde başlıyor.) 1918) perhaps; (zarf) belk ,

muhtemelen Perhaps t w ll be sunny tomorrow. (Yarın belk güneşl olacak.) 1919) per od; ( s m)

dönem,süre, zaman, dev r, çağ, aybaşı, regl He d d h s all works n a short per od. (Kısa b r sürede bütün

şler n hallett .) 1920) permanent; (sıfat) da m , kalıcı, temell She s look ng for a permanent job. (Da m

b r ş arıyor.) 1921) perm ss on; ( s m) z n, müsaade I don’t need your perm ss on to go out. (Dışarı

çıkmak ç n sen n zn ne ht yacım yok.) 1922) perm t; ( s m, f l) .; z n, ruhsat f.; z n vermek, müsaade

etmek Perm t me to offer you some adv ce. (S ze b rkaç tavs ye vermeme z n ver n.) 1923) person;

( s m) k ş , şahıs, zat, b rey I am not a jealous person. (Ben kıskanç b r k ş değ l m.) 1924) personal;

(sıfat) k ş sel, özel, şahs , b reysel I want to state my own personal op n on. (Kend şahs görüşümü

bel rtmek st yorum.) 1925) personal ty; ( s m) k ş l k, şahs yet, benl k Your brother has strong personal ty

n sp te of h s age. (Kardeş n n yaşına rağmen güçlü b r k ş l ğ var.) 1926) personally; (zarf) k ş sel

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 72/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

olarak, şahsen Personally, I prefer the f rst opt on. (Şahsen ben b r nc seçeneğ terc h eder m.) 1927)

personnel; ( s m) eleman, personel, çalışanlar We need more personnel for th s job. (Bu ş ç n daha

fazla elemana ht yacımız var.) 1928) perspect ve; ( s m) bakış açısı, perspekt f Try to look that ssue

from a d fferent perspect ve. (Bu konuya farklı b r bakış açısından bakmayı dene.) 1929) persuade; (f l)

kna etmek, nandırmak, aklını çelmek You can’t persuade h m eas ly. (Onu kolayca kna edemezs n.)

1930) pet; ( s m, sıfat) .; evc l hayvan s.; evc l, gözde , b r c k Do you have any pets? (H ç evc l

hayvanın var mı?) 1931) phase; ( s m) evre, aşama, safha, faz He s go ng through a d ff cult phase. (O,

zor b r evreden geç yor.) 1932) phenomenon; ( s m) fenomen,algılanab len şey, olağanüstülük,

olağanüstü şey, olay Global zat on s a phenomenon our age. (Küreselleşme, çağımızın fenomen .)

1933) ph losophy; ( s m) felsefe, f lozof John stud ed ph losophy at the un vers ty. (John ün vers tede

felsefe okudu.) 1934) phone; (f l, s m) f.; telefon etmek .; telefon He doesn’t answer the phone.

(telefona cevap verm yor.) 1935) photo; ( s m) fotoğraf, foto I w ll take a photo of the landscape.

(Manzaranın b r fotoğrafını çekeceğ m.) 1936) photograph; (f l, s m) f.; fotoğrafını çekmek .; fotoğraf

He has photographed some w ld an mals. (Bazı vahş hayvanların fotoğraflarını çekt .) 1937)

photographer; ( s m) fotoğrafçı The photographer shot the unusual p ctures. (Fotoğrafçı sıradışı

fotoğraflar çekt .) 1938) phrase; (f l, s m) f.; uygun sözcük ve cümlelerle fade etmek .; fade, sözcük

öbeğ I don’t know what th s French phrase means. (Bu Fransızca fade ne anlama gel yor b lm yorum.)

1939) phys cal; (sıfat) f z ksel, bedensel, somut, madd He’s n good phys cal cond t on.(Bedensel

durumu y .) 1940) phys cally; (zarf) f z ksel olarak, bedenen I am feel ng phys cally ll. (Bedenen hasta

h ssed yorum.) 1941) phys c an; ( s m) tıp adamı, doktor, hek m She s not a dent st, she s a phys c an.

(O d ş hek m değ l, o b r doktor.) 1942) p ano; ( s m) p yano I l stened h m play ng the p ano. (Onu p yano

çalarken d nled m.) 1943) p ck; (f l, s m) f.; seçmek, toplamak (meyve, ç çek vb.), ayırmak, gagalamak

.; seçme, g tar penası P ck a number from one to ten. (B rden ona kadar b r sayı seç.) 1944) p cture;

( s m, f l) .; res m, tablo, bet mleme f.; z h nde canlandırmak, düşlemek, resmetmek, bet mlemek Have

you got any p ctures of your v llage? (Sende köyünüzün resm var mı?) 1945) p e; ( s m) turta,tart, pasta

Do you want more apple p e? (Daha fazla elmalı turta ster m s n?) 1946) p ece; ( s m) parça, adet, tane,

kısım, p yes, eser There were t ny p eces of glass on the floor. (Yerde küçük cam parçaları vardı.) 1947)

p le; ( s m, f l) .; yığın, küme, öbek f.; kümelenmek, yığın yapmak He arranged the f les n p les.

(Dosyaları öbek hal nde düzenled .) 1948) p lot; ( s m) p lot, rehber, deney Her husband s an a rl ne p lot.

(Onun kocası b r havayolu p lotu.) 1949) p ne; ( s m) çam, fıstık çamı There used be a p ne n our

backyard. (Önceden arka bahçem zde b r çam ağacı vardı.) 1950) p nk; ( s m) pembe I l ked your p nk

bag. (Pembe çantanı beğend m.) 1951) p pe; ( s m) boru, soluk borusu, p po He smoked h s p pe n joy.

(Neşeyle p posunu çt .) 1952) p tch; (f l, s m) yalpalamak, sendelemek, z ft dökmek, yola taş döşemek

.; saha, alan, z ft Football s played on the grass p tch. (Futbol ç m sahada oynanır.) 1953) place; (f l,

s m) f.;yerleşt rmek, koymak , yer n bel rlemek .; yer, alan, mekan, sıra The pol ce searched the

place. (pol s, mekanı aradı.) 1954) plan; (f l, s m) f.; planlamak, plan ç zmek, tasarlamak .; plan, yol,

tasarı It s too late to change our plans. (Planlarımızı değ şt rmek ç n çok geç.) 1955) plane; ( s m, f l) .;

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 73/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

uçak, düzlem, düz yüzey f.; düzlemek Our plane s go ng to take off at f ve p.m. (Uçağımız akşam saat

beşte kalkacak.) 1956) planet; ( s m) gezegen Our planet has only one satell te. (Gezegen m z n

yalnızca b r uydusu var.) 1957) plann ng; ( s m) planlama, tasarım Our plann ng team s work ng well.

(Planlama takımımız y çalışıyor.) 1958) plant; (f l, s m) f.; d kmek,ekmek, kök salmak,

ağaçlandırmak .; b tk , ot, santral, tes s All plants need l ght and water. (Tüm b tk ler n ışık ve suya

ht yacı vardır.) 1959) plast c; ( s m) plast k, naylon Th s bag s made of plast c. (Bu çanta plast kten

yapılmış.) 1960) plate; ( s m) tabak, levha, plaka Put my sandw ch on a plate. (Ben m sandv ç m b r

tabağa koy.) 1961) platform; ( s m) platform, düzlük, yüksekçe yer, peron Wh ch platform does the tra n

leave from? (Tren hang perondan kalkıyor?) 1962) play; (f l, s m) f.; oynamak, oynatmak, müz k alet

çalmak, t yatro oynamak .; oyun, göster , p yes Let’s play a d fferent game. (Farklı b r oyun

oynayalım.) 1963) player; ( s m) oyuncu, sporcu, çalgıcı He s a famous tenn s player. (O, ünlü b r ten s

oyuncusu.) 1964) please; (f l, ünlem) f.; memnun etmek, key f vermek, hoşnut etmek ünl.; lütfen Be

qu et please! (Sess z olun lütfen) 1965) pleasure; ( s m) key f, zevk, memnun yet It s pleasure to see

you aga n. (S z yen den görmek b r zevk.) 1966) plenty; ( s m, sıfat, zarf) .; bolluk, çokluk s.; pek çok

zf.; bol bol We have got plenty of food. (Pek çok y yeceğ m z var.) 1967) plot; ( s m, f l) .; arsa, h kaye

konusu, komplo f.; komplo kurmak , entr ka çev rmek He accused me of be ng part of the plot. (Ben

komplonun b r parçası olmakla suçladı.) 1968) plus; (sıfat, s m, edat) s.; artı .; artı şaret ed.; ve

ayrıca Three plus four s seven. (Üç artı dört yed yapar.) 1969) PM; ( s m) öğleden sonra (ös) The

appo ntment s at 4 p.m. (Randevu öğleden sonra saat 4’te.) 1970) pocket; ( s m) cep, oyuk, çukur She

put a p ece of paper n h s packet. (Onun ceb ne b r kağıt parçası koydu.) 1971) poem; ( s m) ş r Can

you read us the poem out loud? (Ş r b ze dışından okur musun?) 1972) poet; ( s m) şa r, ozan In

add t on to be ng a poet, he was a pol t c an. (Şa r olmasının yanı sıra pol t kacıydı da.) 1973) poetry;

( s m) ş r, ş r sanatı She espec ally l kes poetry and mus c. (O, özell kle ş r ve müz ğ sever.) 1974)

po nt; ( s m, f l) .; nokta, uç, puan, amaç, şaretleme f.; ucunu s vr ltmek, noktalamak, şaret etmek

Here are the ma n po nts of the art cle. (İşte makalen n temel noktaları.) 1975) pole; ( s m) kutup, d rek,

bayrak d reğ Pengu ns l ve n the south pole. (Penguenler güney kutbunda yaşar.) 1976) pol ce; ( s m)

pol s, zabıta, kolluk The burgler was arrested by the pol ce. (Hırsız, pol s tarafından yakalandı.) 1977)

pol cy; ( s m) pol t ka, s yaset, prens p The US government has had a s gn f cant change n fore gn pol cy.

(ABD hükümet , dış pol t kasında öneml b r değ ş kl k yaptı.) 1978) pol t cal; (sıfat) s yas , pol t k, s yasal

They are try ng to organ ze a new pol t cal party. (Yen b r s yas part kurmaya çalışıyorlar.) 1979)

pol t cally; (zarf) s yas olarak, pol t k açıdan We need to evaluate the events pol t cally. (Olayları b r de

pol t k açıdan değerlend rmel y z.) 1980) pol t c an; ( s m) pol t kacı, s yasetç W nston Church ll was an

Engl sh pol t c an. (W nston Church ll b r İng l z pol t kacıydı.) 1981) pol t cs; ( s m) s yaset, s yaset b l m ,

pol t ka W nston Church ll s an mportant person n Br t sh pol t cs. (W nston Church ll, İng ltere

s yaset nde öneml b r k ş d r.) 1982) poll; (f l, s m) f.; oy almak/ oy vermek, anket yapmak .; oy verme,

oylmama The result of the poll w ll be announced tomorrow. (Oylamanın sonucu yarın duyurulacak.)

1983) pollut on; ( s m) k rl l k, çevre k rl l ğ Water pollut on s a major problem. (Su k rl l ğ büyük b t

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 74/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

problem.) 1984) pool; ( s m) havuz The ch ldren jumped nto the pool. (Çocuklar 1985) poor; (sıfat) fak r,

yoksul, kötü, zavallı, b çare, per şan, sef l The project a ms to help the poorest fam l es. (Proje, en fak r

a lelere yardım etmey amaçlıyor.) 1986) pop; (f l, s m, sıfat) f.; patlatmak, ateş etmek, reh ne koymak

.; pop müz k, baba, babalık, patlama ses s.;pop, popüler Madonna s a famous pop star. (Madonna

ünlü b r pop şarkıcıdır.) 1987) popular; (sıfat) popüler, tutulan, gözde, sev len, halka h tap eden Sk ng

has become very popular recently. (Son zamanlarda kayak çok popüler hale geld .) 1988) populat on;

( s m) nüfus, halk Germany s a counrty w th age ng populat on. (Almanya, yaşlanan nüfuslu b r ülked r.)

1989) porch; ( s m) veranda, sundurma , port k We had our breakfast on the porch. (Kahvaltımızı

verandada ett k.) 1990) port; ( s m) l man, skele tarafı, gem n n sol tarafı The r yacht s st ll n port.

(Onların yatı hala l manda.) 1991) port on; (f l, s m) f.; ayırmak, paylaştırmak, bölmek .; parça, kısım,

çey z She cut the cake nto e ght small port ons. (Pastayı sek z parçaya böldü.) 1992) portra t; ( s m)

portre, res m A portra t of her father was hung on the wall. (Duvarda babasının b r resm asılıydı.) 1993)

portray; (f l) resmetmek, portres n yapmak, serg lemek He portrayed her g rlfr end. (Kızarkadaşını

resmett .) 1994) pose; ( s m, f l) .; poz, duruş f.; poz vermek, tavır takınmak They posed for a p cture

together. (B rl kte b r fotoğraf çek nmek ç n poz verd ler.) 1995) pos t on; ( s m, f l) .; poz syon, mevk ,

konum, statü, durum, görev f.; konumlanmak He took up h s pos t on by the table. (Masanın yanında

poz syonunu aldı.) 1996) pos t ve; (sıfat) poz t f, olumlu, artı, kes n, şüphes z Can’t you try to be more

pos t ve about your job? (İş n konusunda daha poz t f olmayı deneyemez m s n?) 1997) possess; (f l)

sah p olmak, el nde bulundurmak The only th ng he possessed was h s dog. (Sah p olduğu tek şey

köpeğ yd .) 1998) poss b l ty; ( s m) mkan, olasılık, ht mal We’ve already cons dered that poss b l ty. (Bu

ht mal zaten düşünmüştük.) 1999) poss ble; (sıfat) mümkün, olası, muhtemel, makul Use publ c

transport whenever poss ble. (Mümkün oldukça toplu taşımayı kullan.) 2000) poss bly; (zarf)

muhtemelen, olab l r, belk W ll you go to the sem nar th s week? -Poss bly. (Bu hafta sem nere g decek

m s n?. Muhtemelen.) 2001) post; ( s m, f l) .; posta, d rek, makam f.; postalamak, posta le göndermek

I w ll send the cop es to you by post. (Kopyaları sana posta le göndereceğ m.) 2002) pot; ( s m) deml k,

çanak, pota She dropped the yoghurt pot. (Yoğurt çanağını yere düşürdü.) 2003) potato; ( s m) patates I

w ll bake these potatoes. (Bu patatesler fırında p ş receğ m.) 2004) potent al; (sıfat) potans yel, olası,

muhtemel F rst we need to dent fy potent al problems. (Öncel kle olası sorunları bel rlemel y z.) 2005)

potent ally; (zarf) potans yel olarak, olanak dah l nd It s a potent ally dangerous s tuaton not real. (Bu,

potans yel olarak tehl kel b r durum, gerçek değ l.) 2006) pound; (f l, s m) f.; yumruklamak, vurmak,

havanda dövmek .; vurma, darbe, paund, sterl n( ng l z parası) I have spent 50 pounds today. (Bugün

50 pound harcadım.) 2007) pour; (f l) dökmek, yağmak, akmak Pour the sauce over the salad. (Sosu

salatanın üstüne dök.) 2008) poverty; ( s m) yoksulluk, fak rl k, sefalet There s an extreme poverty n th s

reg on. (Bu bölgede aşırı b r yoksulluk mevcut.) 2009) powder; ( s m) toz, pudra M x the ch l powder w th

a cup of water. (Ç l tozunu b r pardak su le karıştırın.) 2010) power; ( s m) güç, kuvvet, enerj , etk ,

yetk , otor te Nuclear power s used to generate electr c ty. (Nükleer enerj , elektr k üretmek ç n

kullanılır.) 2011) powerful; (sıfat) güçlü, kuvvetl Mr. Green s a r ch and powerful man. (Bay Green

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 75/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

zeng n ve güçlü b r adamdır.) 2012) pract cal; (sıfat) prat k, kullanışlı You can ga n pract cal exper ence

n th as work. (Bu şte prat k tecrübe ed neb l rs n.) 2013) pract ce; ( s m, f l) .; uygulama, prat k, dman,

alıştırma, egzers z f.; antrenman yapmak, egzers z yapmak, alıştırma yapmak Play ng the p ano

requ res much pract ce. (P yano çalmak çok prat k ster.) 2014) pray; (f l) dua etmek, yalvarmak She

knelt down and prayed. (O, d z çöktü ve dua ett .) 2015) prayer; ( s m) dua, yalvarma, badet He learned

th s prayer when he was a ch ld. (Bu duayı çocukken öğrenm şt .) 2016) prec sely; (zarf) kes nl kle,

aynen öyle,tam olarak It s not clear prec sely when the acc dent happened. (Kazanın ne zaman olduğu

tam olarak bell değ l.) 2017) pred ct; (f l) öngörmek, tahm n etmek Nobody can pred ct what w ll happen

n the future. (Gelecekte ne olacağını k mse öngöremez.) 2018) prefer; (f l) terc h etmek, yeğlemek I

prefer my coffee w th m lk. (Kahvem sütlü terc h eder m.) 2019) preference; ( s m) terc h, yeğleme It’s a

personal preference. (Bu k ş sel b r tetrc h.) 2020) pregnancy; ( s m) ham lel k, gebel k Many women

exper ence s ckness dur ng pregnancy. (B rçok kadın ham lel ğ süres nce hasta olur.) 2021) pregnant;

(sıfat) ham le, gebe H s w fe s pregnant. (Onun karısı ham le.) 2022) preparat on; ( s m) hazırlık,

hazırlama, hazırlanma We have f n shed food preparat on. (Y yecek hazırlığını tamamladık.) 2023)

prepare; (f l) hazırlamak, düzenlemek, yapmak The whole class s prepar ng for the exams. (Tüm sınıf

sınavlar ç n hazırlanıyor.) 2024) prescr pt on; ( s m) reçete, tal mat The doctor gave me a prescr pt on for

pa nk ller. (Doktor bana ağrı kes c ç n reçete yazdı.) 2025) presence; ( s m) mevcud yet, bulunma,

bulunuş, varlık He d dn’t even not ce my presence. (Ben m varlığımı fark etmed b le.) 2026) present;

( s m, sıfat, f l) .; hed ye, armağan , ş md k zaman s.; mevcut, ş md k , hazır f.; sunmak, hed ye

etmek, sahnelemek We can’t do anyth ng n the present s tuat on. (Şuank durumda b r şey yapamayız.)

2027) presentat on; ( s m) sunum I adm red h s presentat on. (Onun sunumuna bayıldım.) 2028)

preserve; (f l) korumak, muhafaza etmek, saklamak Trad t ons shoul be preserved. (Gelenekler

muhafaza ed lmel d r.) 2029) pres dent; ( s m) başkan, cumhurbaşkanı Do you have any comment, Mr

Pres dent? (B r yorumunuz var mı sayın Başkan?) 2030) pres dent al; (sıfat) başkanlık The pres dent al

elect on’s date s st ll unclear. (Başkanlık seç m n n tar h henüz net değ l.) 2031) press; (f l, s m) f.;

baskı yapmak, basmak, hızlandırmak .; baskı, pres, basın The story was reported n the local press.

(Bu h kaye yerel basında yayınlandı.) 2032) pressure; ( s m, f l) .; baskı, basınç, zorlama, pres f.;

baskılamak, basınç uygulamak I can’t work under pressure. (Baskı altında çalışamam.) 2033) pretend;

(f l) numara yapmak, yapar g b görünmek You don’t need to pretend l ke you don’t know h m. (Onu

tanımıyormuş g b numara yapmana gerek yok.) 2034) pretty; (sıfat, zarf) s.; ş r n, sev ml , tatlı, hoş zf.;

oldukça, epey, çok The performance was pretty good. (Göster oldukça güzeld .) 2035) prevent; (f l)

engel olmak, önlemek, engellemek, önüne geçmek The acc dent could have been prevented. (Kaza

önleneb l rd .) 2036) prev ous; (sıfat) öncek , önceden olan, esk She has a son from a prev ous

marr age. (Öncek evl l ğ nden b r oğlu var.) 2037) prev ously; (zarf) önceden, daha önce The bu ld ng

had prev ously been used as a hosp tal. (Bu b na önceden hastane olarak kullanılıyordu.) 2038) pr ce;

( s m) ücret, f yat, paha, bedel Ch ldren over 12 must pay full pr ce for the t cket. (12 yaşın üzer ndek

çocuklar b let ç n tam ücret ödemek zorundalar.) 2039) pr de; ( s m) gurur, onur, övünç He watched h s

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 76/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

son w th pr de dur ng the match. (Maç boyunca oğlunu gururla zled .) 2040) pr est; ( s m) rah p, papaz,

keş ş My brother has become a pr est. (Kardeş m rah p oldu.) 2041) pr mar ly; (zarf) öncel kle, başlıca,

lk olarak Th s book s pr mar ly wr tten for ch ldren. (Bu k tap öncel kle çocuklar ç n yazılmıştır.) 2042)

pr mary; (sıfat) başlıca, b r nc l, temel, ana Our pr mary a m s to educate our ch ldren well. (B z m

başlıca amacımız çocuklarımızı y eğ tmekt r.) 2043) pr me; (f l, s m ,sıfat) f.; suyla doldurarak

kullanıma hazırlamak, astar vurmak .; b r k msen n ver ml dönem , gençl k, en güzel zaman s.; baş,

başlıca, en öneml , b r nc W nn ng shouldn’t be your pr me object ve n th s game. (Bu oyunca kazanmak

b r nc amacınız olmamalıdır.) 2044) pr nc pal; ( s m, sıfat) .; okul müdürü, yönet c s.; başlıca, esas,

asıl John Brown s the pr nc ple of St Peter’s college. (John Brown, St Peter kolej n n müdürüdür.) 2045)

pr nc ple; ( s m) lke, prens p There are s x fundamental pr nc ples of our company. (Ş rket m z n altı

temel prens p vardır.) 2046) pr nt; ( s m, f l) .; baskı f.; basmak, yazdırmak Can you pr nt these texts?

(Bu met nler yazdırab l r m s n?) 2047) pr or; ( s m, sıfat, zarf) .; kıdeml , manastır başkat b s.;

öncel kl , ön, öncek , esk zf.; önce Please g ve us pr or not f cat on. (Lütfen b ze ön b ld r m ver n.)

2048) pr or ty; ( s m) öncel k, kıdeml l k Club members w ll be g ven pr or ty. (Kulüp üyeler ne öncel k

ver lecekt r.) 2049) pr son; ( s m) hap shane, hap s, cezaev ,z ndan He s n pr son for f ve years. (O beş

yıldır hap ste.) 2050) pr soner; ( s m) tutuklu, es r, tutsak, mahpus He was taken pr soner by the enemy

sold ers n the war. (O, savaşta düşman askerler tarafından es r alındı.) 2051) pr vacy; ( s m) g zl l k,

mahrem yet, özel yaşam You should respect my pr vacy. (Özel yaşamıma saygı göstermel s n.) 2052)

pr vate; ( s m, sıfat) .; er, erbaş s.; özel, k ş ye özel, k ş sel May I talk to you about a pr vate matter?

(S z nle özel b r konu hakkında konuşab l r m y m?) 2053) probably; (zarf) muhtemelen, büyük

ht malle,gal ba You are probably r ght. (Muhtemelen haklısın.) 2054) problem; ( s m) problem, sorun,

mesele Let me know f you have any problems. (B r problem n olursa b ley m.) 2055) procedure; ( s m)

prosedür, yöntem,usul These are standard procedures. (Bunlar standart prosedürler.) 2056) proceed;

(f l) lerlemek, devam etmek, dava açmak Work s proceed ng qu ckly. (İş hızlı b r şek lde lerl yor.) 2057)

process; (f l, s m) f.; şlemek, dava açmak .; şlem, süreç, dava The new hosp tal bu ld ng s n process

of construct on. (Yen hastane b nası nşa sürec nde.) 2058) produce; (f l) üretmek, yapmak, mal etmek

, meydana get rmek The reg on produces over half of the country’s wheat. (Bu bölge, ülken n buğday

üret m n n yarısından fazlasını karşılıyor.) 2059) producer; ( s m) üret c , yapımcı Italy s a famous

cheese producer. (İtalya meşhur b r pen r üret c s d r.) 2060) product; ( s m) ürün, ver m, mahsul We

need new range of products to sell. ( Satışa koymak ç n yen ürün çeş tler ne ht yacımız var.) 2061)

product on; ( s m) üret m, mal, yapım, ürün Product on of the new car w ll start next December.

(Önümüzdek Aralık ayında yen arabanın üret m başlayacak.) 2062) profess on; ( s m) meslek,

uzmanlık alanı, uğraş She s at the top of her profess on. (O, mesleğ n n z rves nde.) 2063) profess onal;

(sıfat) profesyonel, uzman, meslek Most of the people on the course were profess onal men. (Kurstak

k ş ler n çoğu profesyonel adamlardı.) 2064) professor; ( s m) profesör The professor gave us a lecture

on European economy. (Profesör, b ze Avrupa ekonom s hakkında ders verd ) 2065) prof le; ( s m) prof l

Her phone number s ncluded her prof le. (Telefon numarası prof l nde mevcut.) 2066) prof t; ( s m) kar,

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 77/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

fayda, çıkar, yarar The company’s prof t was very h gh. (Ş rket n karı çok yüksekt .) 2067)program; ( s m,

f l) .; program, göster f.; programlamak In th s class, students w ll learn how to program. (Bu derste

öğrenc ler programlama yapmayı öğrenecekler.) 2068) progress; ( s m, f l) .; gel ş m, lerleme,

kalkınma f.; gel şmek, lerlemek She made a rap d progress. (O, hızlı b r gel ş m gösterd .) 2069)

project; ( s m, f l) .; proje, plan f.; proje ç zmek, planını ç zmek The f rm s des gn ng a new bu ld ng

project. (F rma, yen b r b na projes tasarlıyor.) 2070) prom nent; (sıfat) öne çıkan, bel rg n, önde

gelen(k mse) She played a prom nant role n the projede. (Projede bel rg n b r rol oynadı.) 2071)

prom se; ( s m, f l) .; söz, vaat f.; söz vermek, vaat etmek Prom se not to tell anyone. (K mseye

söylemeyeceğ ne söz ver.) 2072) promote; (f l) teşv k etmek, desteklemek, terf ett rmek, yüceltmek

They developed new pol c es to promote econom c growth. (Ekonom k büyümey teşv k etmek ç n yen

pol t kalar gel şt rd ler.) 2073) prompt; (sıfat) çabuk, hızlı (cevap), ser She wrote a prompt answer to my

letter. (Mektubuma hızlı cevap yazdı.) 2074) proof; ( s m) kanıt, spat, del l There s no proof that he stole

the car. (Arabayı onun çaldığına da r h çb r kanıt yok.) 2075) proper; (sıfat) uygun, münas p, yakışır,

düzgün I th nk he s the proper person for th s job. (Bence o, bu ş ç n uygun k ş .) 2076) properly; (zarf)

düzgün b r şek lde, doğru dürüst, uygun b r şek lde The rad o sn’t work ng properly. (Radyo düzgün b r

şek lde çalışmıyor.) 2077) property; ( s m) mülk yet, mal-mülk, servet, sah pl k Th s area s government

property. (Bu alan kamu malıdır.) 2078) proport on; ( sm) oran, orantı, kısım, bölüm The proport on of

regular smokers ncreases w th age. (Düzenl olarak s gara çenler n oranı yaşla b rl kte artıyor.) 2079)

proposal; ( s m) tekl f, öner , evlenme tekl f H s proposal was rejected. (Onun tekl f redded ld .) 2080)

propose; (f l) tekl f etmek, önermek, ler sürmek What would you propose? (Sen ne öner rd n?) 2081)

proposed; (sıfat) öner len The proposed plan was accepted. (Öner len plan kabul ed ld .) 2082)

prosecutor; ( s m) savcı Each court has a prosecuter. (Her mahkemen n b r savcısı vardır.) 2083)

prospect; (f l, s m) f.; maden vb. aramak .; görünüş, beklent , olasılık Is there any prospect of th s

recovery? (Onun y leşmes n n b r olanağı var mı?) 2084) protect; (f l) korumak, kollamak, h maye etmek

, muhafaza etmek Wear sunglasses to protect your eyes from the sun. (Gözler n güneşten korumak ç n

güneş gözlüğü tak.) 2085) protect on; ( s m) koruma, h maye, korunma The an mals threatened w th

extens on are under protect on. (Nesl tükenme tahl kes nde olan hayvanlar koruma altında.) 2086)

prote n; ( s m) prote n Meat s good source of prote n. (Et y b r prote n kaynağıdır.) 2087) protest; ( s m,

f l) .; protesto f.; protesto etmek, karşı çıkmak They accepted the cond t ons w thout protest. (Şartları

karşı çıkmadan kabul ett ler.) 2088) proud; (sıfat) gururlu, şerefl , onurlu I feel proud to be part of th s

project. (Bu projen n b r parçası olmaktan dolayı çok gururluyum.) 2089) prove; (f l) kanıtlamak, spat

etmek, ortaya koymak, tecrübe etmek, denemek They hope th s new ev dence w ll prove h s nnocence.

(Bu yen del l n onun masum yet n kanıtlayacağını umuyorlar.) 2090) prov de; (f l) sağlamak, tem n

etmek, ht yacını karşılamak The hosp tal prov des the best poss ble med cal care. (Hastane, mümkün

olan en y tıbb bakımı tem n ed yor.) 2091) prov der; ( s m) tedar k eden k mse, sağlayıcı, a le geç nd ren

k mse He s the fam ly’s sole prov der. 2092) prov nce; ( s m) l, v layet İzm r s a prov nce of Turkey.

(İzm r, Türk ye’n n b r l d r.) 2093) prov s on; ( s m) hüküm, koşul, şart, y yecek veya gerekl şeyler

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 78/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

sağlamak The government s respons ble for the prov s on of health care. (Hükümet, sağlık h zmet n n

sağlanmasından sorumludur.) 2094) psycholog cal; (sıfat) ps koloj k, ruhsal He wrote a new

psycholog cal novel. (O, yen b r ps koloj k roman yazdı.) 2095) psycholog st; ( s m) ps kolog She wants

to be a pyscholog st. (O, ps kolog olmak st yor.) 2096) psychology; ( s m) ps koloj , ruh b l m H s

psychology s n bad cond t on. (Onun ps koloj s kötü durumda.) 2097) publ c; ( s m, sıfat) .; halk,

umum s.; kamu, kamusal, umum , halka açık We are here to prov de a serv ce for the publ c. (Halka

h zmet sağlamak ç n buradayız.) 2098) publ cat on; ( s m) yayım, yayımlama, yayınlama, basılma She

celebrated her f rst novel’s publ cat on. (İlk k tabının yayımlanmasını kutladı.) 2099) publ cly; (zarf)

açıkça, halka açık olarak, resmen These nformat ons are not publ cly ava lable. (Bu b lg ler halka açık

değ l.) 2100) publ sh; (f l) yayınlamak, yayımlamak, kamuoyuna açıklamak The f rst ed t on was publ sed

n 2005. (İlk basımı 2005’te yayımlanmıştı.) 2101) publ sher; ( s m) yayınev , yayımcı, yayıncı ed tör She

ordered a book from a publ sher n Germany. (Almanya’dak b r yayın ev nden k tap s par ş ett ler.) 2102)

pull; (f l) çekmek, asılmak, yolmak, kürek çekmek, kenara parketmek Pull your cha r nearer the table.

(Sandalyen masanınn daha yakınına çek.) 2103) pun shment; ( s m) ceza, cezalandırma What s the

pun shment for robbery? (Hırsızlığın cezası ned r?) 2104) purchase; (f l, s m) f.; satın almak .; satın

alma, alım He purchased a new car. (O yen b r araba aldı.) 2105) pure; (sıfat) saf, salt, kusursuz These

sh rts are pure s lk. (Bu gömleklar salt pek kumaştan.) 2106) purpose; ( s m) amaç, n yet, maksat The

ma n purpose of the book s to prov de a gu de to students. (K tabın temel amacı öğrenc lere rehberl k

sağlamaktır.) 2107) pursue; (f l) tak p etmek, zlemek, peş nde koşmak She w shes to pursue a good

career. (O y b r kar yer zlemek st yor.) 2108) push; (f l) tmek, kakmak, zorlamak, baskı yapmak You

push and I’ll pull. (Sen t, ben çekeceğ m.) 2109) put; (f l) koymak, fade etmek, kurmak, söndürmek Do

you put sugar n your tea? (Çayına şeker koyuyor musun?) Q 2110) qual fy; (f l) n telend rmek,

kal f ye etmek Th s tra n ng course w ll qual fy you for a better job. (Bu eğ t m kursu s z daha y b r ş ç n

kal f ye edecek.) 2111) qual lty; ( s m) .; kal te, n tel k, üstünlük, çeş t, c ns s.; n tel kl , kal tel The

qual ty of the r l fe mproved when they moved to London. (Londra’ya taşındıklarında yaşam kal teler

yükseld .) 2112) quarter; ( s m) çeyrek, saat n dörtte b r (15 dk), çevre, bölge I w ll meet you at quater

past. (sen nle on beş dak ka sonra buluşalım.) 2113) quarterback; (f l, s m) sevk etmek, dare etmek

.; oyunu yöneten oyuncu He s quarterback n team. (O, takımda yönet c oyuncu.) 2114) quest on;

( s m, f l) .; soru , soruşturma, dava, şüphe f.; sorgulamak, soru sormak, kuşkulanmak I hope you

don’t ask me awkward quest ons. (Umarım bana gar p sorular sormazsın.) 2115) qu ck; (sıfat, zarf) s.;

hızlı, süratl zf.;çabuk It s qu cker by bus. (Otobüsle daha hızlı.) 2116) qu ckly; (zarf) hızlıca, çabucak,

acele The last week has gone qu ckly. (Geçen hafta hızlıca geç verd .) 2117) qu et; ( s m, sıfat, f l) .;

sess zl k, sükunet, sak nl k s.; sess z, sak n,huzurlu f.; sak nleşt rmek, susmak Please be qu et. (Lütfen

sess z olun.) 2118) quote; (f l) alıntılamak, alıntı yapmak She quoted from Goethe n h s speech.

(Konuşmasında Goethe’den alıntı yaptı.) R 2119) race; (f l, s m) f.; yarışmak, koşmak .; yarış,

koşu, ırk, soy Who won the race? (Yarışı k m kazandı?) 2120) rac al; (sıfat) ırksal, ırkla lg l He was

condemed for h s rac al express ons. (Irkasal fadeler kullanması neden yle kınandı.9 2121) rad cal;

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 79/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

( s m, sıfat) .; rad kal, köken s.; köklü, kökten, köksel The nst tut on made rad cal changes. (Kurum,

köklü değ ş kl kler yaptı.) 2122) rad o; ( s m, f l) .; radyo, tels z f.; tels zle haberleşmek, radyodan

yayınlamak The nterv ew was broadcast on rad o. (Röportaj radyoda yayınlandı.) 2123) ra l; (f l, s m) f.;

ray döşemek parmaklıkla çev rmek .; ray, dem ryolu, tırabzan, parmaklık She prefers travell ng by ra l.

(O, dem ryolu le seyahat etmey terc h eder.) 2124) ra n; ( s m, f l) .; yağmur, yağış f.; yapmur yağmak

It s heav ly ra n ng outs de. (Dışarıda çok yağmur yağıyor.) 2125) ra se; (f l, s m) f.;kaldırmak, artırmak,

yet şt rmek, çocuk büyütmek, konusunu açmak, öne sürmek .; artış, zam Most employees expect a

pay ra se th s year. (çoğu çalışan bu yıl zam st yor.) 2126) range; (f l, s m) f.; sıralanmak, sıra hal nde

olmak, yayılmak, boyunca g tmek .; sıra(dağ), ser (ürün), çeş tl l k, s ls le, menz l The hotel offers a

w de range of fac l t es. (Otel, çok çeş tl etk nl kler sunuyor.) 2127) rank; ( s m, f l) .; derece,kademe,

rütbe, sıra f.; derecelend rmek, sıra olmak She was elected to m n ster al rank. (O, bakanlık

kademes ne seç ld .) 2128) rap d; (sıfat) hızlı, süratl , ser , an The pat ent made a rap d recovery. (Hasta,

hızlı y l şt .) 2129) rap dly; (zarf) hızla, süratle Our economy s grow ng rap dly. (Ekonom m z süratle

büyüyor.) 2130) rare; (sıfat) nad r, ender, seyrek Th s spec es s qu te rare. (Bu, oldukça nad r b r tür.)

2131) rarely; (zarf) nad ren, ender olarak She goes to opera rarely. (O, operaya nad ren g der.) 2132)

rate; ( s m, f l) .; oran, kur , tar fe, derece f.; azarlamak, verg koymak, f yat bel rlemek It s well known

that the c ty has a h gh cr me rate. (Bu şehr n yüksek b r suç oranının olduğu y b l n r.) 2133) rather;

(zarf) oldukça, b r hayl , epey, -den z yade It was a rather d ff cult quest on. (Oldukça zor b r soruydu.)

2134) rat ng; ( s m) derecelend rme, sınıflandırma, derece The mov e had a bad rat ng. (F lm kötü b r

derecelend rme aldı.) 2135) rat o; ( s m) oran, orantı What s the rat o of men to women n the reg on.

(Bölgede erkekler n kadınlara oranı ned r? 2136) rat onal; (sıfat) rasyonel, mantıklı, makul, akla yatkın

There s no rat onal explanat on for h s act ons. (Onun davranışlarının mantıklı b r açıklaması yok.) 2137)

raw; (sıfat) ç ğ, ham, toy The meat s st ll row, roast t more. (Et hala ç ğ, daha fazla p ş r.) 2138) reach;

(f l) ulaşmak, uzanmak, yetmek, varmak, er şmek I hope th s letter reaches you as qu ck as poss ble.

(Umarım bu mektup sana mümkün olduğu kadar hızlı sürede ulaşır.) 2139) react; (f l) tepk göstermek,

reaks yon göstermek , tepk mek Don’t react qu ckly, f rst l sten. (Hemen tepk gösterme, öncel kle d nle.)

2140) react on; ( s m) tepk , reaks yon, tepk me What was your father’s react on to the news? (Babanın

haberlere tepk s ne oldu?) 2141) read; (f l) okumak I am try n to read the map. (Har tayı okumaya

çalışıyorum.) 2142) reader; ( s m) okuyucu, okur Are you a good reader? (Sen y b r okuyucu

musundur?) 2143) read ng; ( s m) okuma My hobb es nclude read ng and pa nt ng. (Okuma ve res m

yapma hob ler m arasında.) 2144) ready; (sıfat) hazır,müsa t Come on, d nner’s ready. (Hayd , yemek

hazır.) 2145) real; (sıfat) gerçek, reel, hak k , asıl Are those real flowers? (Bunlar gerçek ç çekler m ?)

2146) real ty; ( s m) gerçekl k, hak kat She refuses to face real ty. (Gerçekle yüzleşmey redded yor.)

2147) real ze; (f l) farketmek, anlamak, gerçekleşt rmek I d dn’t real ze you were so upset. (Bu kadar

üzgün olduğunu fark etmed m.) 2148) really; (zarf) gerçekten, sah den, hak katen, aslında I really don’t

m nd. (Gerçekten umrumda değ l.) 2149) reason; ( s m) sebep, neden, gerekçe, akıl, mantık, sağduyu I

want to know the reason why you are so late. (Bu kadar geç kalmanın sebeb ned r b lmek st yorum.)

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 80/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

2150) reasonable; (sıfat) makul, uygun, mantıklı They sold the r house at a reasonable pr ce. (Evler n

makul b r f yata sattılar.) 2151) recall; (f l) hatırlamak, anımsamak, hatırlatmak, anımsatmak He couldn’t

recall my name. (Ben m sm m hatırlayamadı.) 2152) rece ve; (f l) almak, tesl m almak, el ne ulaşmak

He rece ved a present from h s uncle. (Amcasından b r hed ye aldı.) 2153) recent; (sıfat) son, yen ,

yakında olmuş, en son There have been not so many changes n recent years. (Son yıllarda çok fazla

değ ş kl k olmadı.) 2154) recently; (zarf) son zamanlarda, son günlerde, yakın geçm şte, kısa süre önce ,

şu sıralar I haven’t seen them recently. (Onları son zamanlarda görmüyorum.) 2155) rec pe; ( s m)

yemek tar f What s the rec pe of th s soup? (Bu çorbanın tar f ned r?) 2156) recogn t on; ( s m) tanıma,

tanınma, tanınırlık She glanced at me but there was no recogn t on. (Bana bakış attı ancak tanıdığında

da r b r şaret yoktu.) 2157) recogn ze; (f l) tanımak, b lmek, varlığını kabul etmek I recogn ze h m by h s

curly long ha r. (Onu uzun kıvırcık saçından tanıdım.) 2158) recommend; (f l) tavs ye etmek, önermek

Can you recommend a good restaurant? (İy b r restoran tavs ye edeb l r m s n?) 2159) recommendat on;

( s m) tavs ye, öner We chose the hotel on the r recommendat on. (Onların tavs yes üzer ne otel

seçt k.) 2160) record; ( s m, f l) ;kayıt, plak, s c l, tutanak, rekor f.;kayda almak, kaydetmek, tutanak

tutmak I kept a record of my expenses. (Harcamalarımın kaydını tuttum.) 2161) record ng; ( s m) kayıt,

bant, kaydetme We watched the v deo record ng of the wedd ng. (Düğünün v deo kaydını zled k.) 2162)

recover; (f l) y leşmek, kurtarmak, kend ne gelmek It can take months to recover . (İy leşmes aylar

süreb l r.) 2163) recovery; ( s m) y leşme, kurtulma, toparlanma My father made a qu ck recovery from

the operat on. (Babam amel yattan sonra çabuk y leşme gösterd .) 2164) recru t; (f l, s m) f.;üye

yapmak, y leşt rmek, asker toplamak .; acem er, yen üye They recru ted many new members to the

club. (Kulübe b rçok yen üye aldılar.) 2165) red; (sıfat) kırmızı, al, kızıl She dyed her ha r red. (Saçını

kızıla boyamış.) 2166) reduce; (f l) azaltmak, eks ltmek, nd rgemek, sadeleşt rmek G v ng up smok ng

reduces the r sk of heart d seases. (S garayı bırakmak kalp hastalıkları r sk n azaltır.) 2167) reduct on;

( s m) nd rme, azaltma, düşürme, eks ltme There has been some reduct on n unemployment. (İşs zl kte

azalma oldu.) 2168) refer; (f l) şaret etmek, bahsetmek, anmak, havale etmek, sevk etmek You know

who I am referr ng to. (K mden bahsett ğ m b l yorsun.) 2169) reference; ( s m) referans,söz etme,

başvuru, havale, danışma He made reference to h s homeland. (Anavatanından söz ett .) 2170) reflect;

(f l) yansıtmak, fade etmek, bel rtmek H s face was reflected n the m rror. (Yüzü aynaya yansımıştı.)

2171) reflect on; ( s m) yansıma, ak s, etk , düşünce Your clothes are often a reflect on of your

personal ty. (Kıyafetler n z çoğunlukla k ş l ğ n z yansıtır.) 2172) reform; (f l) reform yapmak, ıslah etmek,

yen den düzenlemek, düzeltmek, y leşt rmek The law needs to be reformed. (Yasanın yen den

düzenlenmes lazım.) 2173) refugee; ( s m) mültec , sığınmacı They are stay ng n a refugee camp for a

wh le. (Onlar b r sürel ğ ne mültec kampında kalıyorlar.) 2174) refuse; (f l) reddetmek, ger çev rmek,

karşı koymak She refused h s proposal. (Onun evlenme tekl f n reddett .) 2175) regard; (f l, s m) f.;

saymak, hesaba katmak, gözetmek .; saygınlık, t bar H s works are very regarded. (Onun eserler

çok sayılıyor.) 2176) regard ng; (edat) l şk n, -e gel nce, konusunda He sa d noth ng regard ng your

request. (Sen n r cana l şk n b r şey söylemed .) 2177) regardless; (zarf) aldırmadan, umursamayarak,

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 81/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

ne olursa olsun She d d what she wanted, regardless of the consequences. (Sonuçlarına aldırmadan

sted ğ şey yaptı.) 2178) reg me; ( s m) rej m, yönet m b ç m , d yet, perh z The m l tary reg me has

fallen. (Asker rej m düştü.) 2179) reg on; ( s m) bölge, yöre, d yar, çevre, mıntıka Marmara s the most

densely populated reg on of Turkey. (Marmara, Türk ye’n n en yoğun nüfuslu bölges d r.) 2180) reg onal;

(sıfat) bölgesel, yerel Th s tv channel s reg onal. (Bu telev zyon kanalı bölgesel.) 2181) reg ster; (f l,

s m) f.; kaydetmek, s c le geç rmek .; kayıt, s c l the sh p was reg stered n Amer ca. (Gem Amer ka’ya

kayıtlıydı.) 2182) regular; (sıfat) düzenl , müdav m There s a regular bus serv ce to the center.

(Merkeze düzenl otobüs h zmet var.) 2183) regularly; (zarf) düzenl olarak, bell aralıklarla I do my

exerc ses regularly. (Egzers zler m düzenl olarak yaparım.) 2184) regulate; (f l) düzenlemek, düzene

sokmak, ayarlamak Meat pr ces were regulated by the government. (Et f yatları hükümet tarafından

düzenlend .) 2185) regulat on; ( s m) düzenleme, ayarlama We should adapt to new regulat ons. (Yen

düzenlemelere uyum sağlamalıyız.) 2186) re nforce; (f l) sağlamlaştırmak, pek şt rmek, güçlend rmek,

takv ye etmek All bu ld ngs n th s area were re nforced to w thstand earthquakes. (Bu bölgedek tüm

b nalar depreme dayanaklı olması ç n sağlamlaştırıldı.) 2187) reject; (f l) reddetmek, ger çev rmek,

stememek The proposal was rejected. (Öner redded ld .) 2188) relate; (f l) l şk s olmak, lg l olmak,

nakletmek, bağlantı kurmak It s d ff cult to relate these two top cs. (Bu k konu arasında bağlantı

kurmak çok zor.) 2189) relat on; ( s m) l şk , bağlantı, oran We have a strong relat on n our fam ly.

(A lem zde güçlü b r l şk var.) 2190) relat onsh p; ( s m) l şk , alaka, bağlantı, akrabalık, yakınlık She has

a very close relat onsh p w th her cous n. (Kuzen yle çok yakın b r l şk s var.) 2191) relat ve; ( s m, sıfat)

.; akraba, hısım s.; görecel , n sp , l şk n I don’t know many of my d stant relat ves. (Uzak

akrabalarımın çoğunu tanımıyorum.) 2192) relat vely; (zarf) n speten, görece, oranla I th nk th s exam s

relat vely easy. (Bence bu sınav n speten daha kolay.) 2193) relax; (f l) rahatlamak, gevşemek,

haf flemek, d nlenmek Just relax and enjoy your hol day. (Gevşe ve tat l n n tadını çıkar.) 2194) release;

(f l, s m) f.; salmak, serbest bırakmak, p yasaya sürmek .; serbest bırakma, tahl ye They released the

pr s oner after f ve years. (Mahkumu beş yıl sonra serbest bıraktılar.) 2195) relevant; (sıfat) konu le lg l ,

alakası olan Do you have the relevant exper ence. (Konu le alakalı tecrüben var mı?) 2196) rel ef; ( s m)

rahatlama, haf fletme, ç rahatlaması She s ghed w th rel ef. (Rahatlayarak oh çekt .) 2197) rel g on;

( s m) d n, kült You shoul respect other rel g ons. (D ğer d nlere saygı göstermel s n.) 2198) rel g ous;

(sıfat) d n , d ndar, d nsel H s w fe s very rel g ous. (Onun karısı çok d ndardır.) 2199) rely; (f l)

güvenmek, t mat etmek, t bar etmek You can rely on me, I can keep your secret. (Bana güveneb l rs n,

sırrını tutarım.) 2200) rema n; (f l) ger ye kalmak, artakalmak, artmak, olduğu g b kalmak Only a small

part of the house rema ned after the f re. (Yangından sonra ev n çok küçük b r kısmı ger ye kaldı.) 2201)

rema n ng; ( s m, sıfat) .; kalma, bak ye s.; arda kalan, bak , kalık She gave the rema n ng foods to her

ne ghbour. (Kalan yemekler komşusuna verd .) 2202) remarkable; (sıfat) d kkat çek c , göze çarpan,

d kkate değer She s truly a remarkable woman. (O gerçekten d kkat çek c b r kadın.) 2203) remember;

hatırlamak, anımsamak, anmak Do you remember your f rst day at school? (Okuldak lk gününü

hatırlıyor musun?) 2204) rem nd; (f l) hatırlatmak, anımsatmak, andırmak Can someone rem nd me the

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 82/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

exam’s date. (B r s bana sınavın tar h n hatırlatab l r m ?) 2205) remote; ( s m, sıfat) .; uzak s.;

mesafel , dolaylı The beach s remote from here. (Sah l buradan uzakta.) 2206) remove; (f l) çıkarmak,

g dermek, ortadan kaldırmak, uzaklaştırmak, taşımak Use soap to remove the sta n. (Lekey çıkarmak

ç n sabun kullan.) 2207) repeat; (f l) tekrarlamak, y nelemek, tekrar etmek Can you repeat t aga n?

(B rkez daha tekrar edeb l r m s n?) 2208) repeatedly; (zarf) tekrar tekrar, durmadan, defalarca He sa d

the song repeatedly. (Şarkıyı tekrar tekrar söyled .) 2209) replace; (f l) yer değ şt rmek, yer ne geçmek,

yen s yle değ şt rmek They say computers w ll replace human’s workforce. (B lg sayarların nsan çalışma

gücünün yer ne geçeceğ n söylüyorlar.) 2210) reply; (f l, s m) f.; cevaplamak, yanıt vermek .; cevap,

yanıt He repl ed my letters. (Ben m mektuplarımı cevapladı.) 2211) report; (f l, s m) f.; rapor etmek,

b ld rmek, haber vermek, hbar etmek .; rapor, b ld r , tutanak The comm ttee w ll report on ts research

tomorrow. (Kom te, yarın araştırmalarını rapor edecek.) 2212) reporter; ( s m) muhab r, haberc , muhb r

A reporter from New York T mes made an nterv ew w th the doctor. (New York T mes’dan b r muhab r

ben mle röportaj yaptı.) 2213) represent; (f l) tems l etmek, s mgelemek, anlatmak The European Un on

represents 28 countr es. (Avrupa B rl ğ 28 ülkey tems l ed yor.) 2214) representat on; ( s m) tems l,

tems lc l k We made a representat on to the publ c. (Halka b r tems l serg led k.) 2215) representat ve;

(sıfat) tems lc , tems l The comm ttee ncludes representat ves from ndustry. (kom tede sanay den de

tems lc ler var.) 2216) Republ can; (sıfat, s m) s.; cumhur yetç .; (abd’de)cumhur yetç part taraftarı

The Republ cans won the elect on n Amer ca. (Amer ka’da seç m Cumhur yetç ler kazandı.) 2217)

reputat on; ( s m) ün, şöhret, t bar She soon acqu red a reputat on as a s nger. (Kısa sürede şarkıcı

olarak ün elde ett .) 2218) request; (f l, s m) f.; talep etmek, stemek, r ca etmek .; talep, r ca, stek

They made a request for further a d. (Daha fazla yardım talep ett ler.) 2219) requ re; (f l) gerekmek,

ht yacı olmak, gereks n m ç nde olmak The l ttle dog requ res a lot of care. (Küçük köpeğ n çok lg ye

ht yacı var.) 2220) requ rement; ( s m) ht yaç, gereks n m Our mmed ate requ rement s more staff.

(B z m ac l ht yacımız daha fazla eleman.) 2221) research; ( s m, f l) .; araştırma, nceleme, b l msel

araştırma f.; araştırmak, ncelemek What are the results of the research? (Araştımanın sonuçları

neler?) 2222) researcher; ( s m) araştırmacı He was a former researcher of our un vers ty. (O,

ün vers tem z n araştırmacısıydı.) 2223) resemble; (f l) benzemek, andırmak, b r s ne çekmek He closely

resembles h s father. (O, babasına çok benz yor.) 2224)reservat on; ( s m) rezervasyon, yer ayırtma I w ll

call the hotel and make a reservat on. (Otel arayacağım ve rezervasyon yaptıracağım.) 2225) res dent;

( s m) sak n, b r yerde oturan The pool s only for res dents. (Havuz yalnızca burada oturanlar ç n.)

2226) res st; (f l) d renmek, karşı koymak, dayanmak, göğüs germek We are determ ned to res st the

pressure. (Baskıya d renmekte kararlıyız.) 2227) res stance; ( sm) d renç, d ren ş, d renme, rez stans,

dayanma gücü There has been a strong res stance to th s new law. (Yen yasaya karşı güçlü b r d ren ş

var.) 2228) resolut on; ( s m) kararlılık, az m, önerme, çözme I am aga nst th s resolut on. (Bu önermeye

karşıyım.) 2229) resolve; (f l) azmetmek, kes n karar vermek, çözümlemek, g dermek We met to resolve

the confl ct. (Tartışmayı g dermek üzere buluştuk.) 2230) resort; ( s m) tat l yer , d nlence yer , tat l

merkez The sk resorts pr ces are very h gh. (Kayak merkez f yatları çok yüksek.) 2231) resource; ( s m)

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 83/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

kaynak We must use our natural resources eff c ently. (Doğal kaynaklarımızı ver ml b r şek lde

kullanmalıyız.) 2232) respect; ( s m, f l) .; saygı, t bar, hürmet f.; saygı göstermek, t bar göstermek,

hürmet etmek She has no respect to her parents. (Ebeveynler ne karşı h ç saygısı yok.) 2233) respond;

(f l) karşılık vermek, yanıtlamak, tepk göstermek How d d he respond the news? (Haberlere nasıl

karşılık verd ?) 2234) respondent; ( s m, sıfat) .; davalı, sanık s.; savunma yapan, karşılık veren The

respondents refused the blames. (Sanıklar suçlamaları reddett .) 2235) response; ( s m) cevap,

yanıtlama, karşılık I called tw ce but there was no response. (İk kez aradım ancak yanıt yoktu.) 2236)

respons b l ty; ( s m) sorumluluk, yükümlülük, mesul yet Jane took the full respons b l ty. (Jane, tüm

sorumluluğu üstüne aldı.) 2237) respons ble; (sıfat) sorumlu, yükümlü, mesul John s respons ble for

f nanc ng the project. (John, projey f nanse etmekten sorumlu.) 2238) rest; (f l, s m) f.; d nlenmek,

dayanmak, güvenmek .; ger kalan, artan, d ng nl k, dayanak You need to rest f you are s ck.

(Hastaysan d nlenmen gerek.) 2239) restaurant; ( s m) restoran, lokanta We had a meal n a restaurant.

(Restronda yemek yed k.) 2240) restore; (f l) yen leşt rmek, y leşt rmek, restore etmek They restored

the old church. (Esk k l sey restore ett ler.) 2241)restr ct on; ( s m) sınırlama, kısıtlama, daraltma The

government put restr ct ons on fore gn trade. (Hükümet dış t carete kısıtlama get rd .) 2242) result; ( s m,

f l) .; sonuç, net ce f.; sonuçlanmak, net celenmek Success s the result of hard work. (Başarı, sıkı

çalışmanın b r sonucudur.) 2243) reta n; (f l) alıkoymak, elde tutmak, sürdürmek He struggled to reta n

the control. (Kontrolü el nde tutmak ç n mücadele verd .) 2244) ret re; (f l) emekl olmak, nz vaya

çek lmek He ret red early because of h s s ckness. (Hastalığı neden yle erken emekl oldu.) 2245)

ret rement; ( s m) emekl l k, ger çek lme The ret rement age for men s 65. (Erkekler ç n emekl l k yaşı

65’t r.) 2246) return; ( s m, f l) .; ger dönüş, ade f.; ger dönmek, ger çev rmek, ade etmek When w ll

you return from hol day? (Tat lden ne zaman döneceks n z?) 2247) reveal; (f l) ortaya çıkarmak,

meydana koymak, açığa vurmak, af şe etmek She d dn’t reveal her fr end’s secrets. (Arkadaşının

sırlarını açığa çıkarmadı.) 2248) revenue; ( s m) gel r, hasılat The company’s annual revenue s about

three m ll on dollars. (Ş rket n yıllık hasılatı ortalama üç m lyon dolar.) 2249) rev ew; (f l) gözden

geç rmek, yen den gözatmak, ncelemek We need to rev ew the case. (Durumu gözden geç rmel y z.)

2250) revolut on; ( s m) devr m, ht lal French revolut on break out n 1789. (Fransız Devr m 1789’da

ortaya çıktı.) 2251) rhythm; ( s m) r t m, nabız atışı He can’t seem to play n rhythm. (R tme uygun

çalmıyor g b görünüyor.) 2252) r ce; ( s m) p r nç, p lav We ate r ce and meatball at d nner. (Akşam

yemeğ nde p lav ve köfte yed k.) 2253) r ch; (sıfat) zeng n, ver ml , besley c They are one of the r chest

fam l es n the world. (Onlar, dünyanın en zeng n a leler nden b r .) 2254) r d; (f l) tem zlemek, defetmek,

başından atmak, kurtulmak He wants to r d of h s old car. (Esk arabasından kurtulmak st yor.) 2255)

r de; (f l, s m) f.; b nmek (at, b s klete, motos klet vb) .; gez nt , yolculuk (at, b s klet, araba le) I learnt

to r de as a ch ld. (B s klet sürmey çocukken öğrend m.) 2256) r fle; ( s m, f l) .; tüfek f., soymak,

yağma etmek The r home had been r fled. (Onların ev soyuldu.) 2257) r ght; ( s m, sıfat, zarf) .; sağ

taraf, hak, dürüstlük s.; haklı, doğru,dürüst zf.; doğruca You are r ght to cr t c ze h m. (Onu

eleşt rmekte haklısın.) 2258) r ng; (f l, s m) f.; çalmak (telefon, z l) .; yüzük, halka The door s r ng ng.

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 84/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

(Kapı çalıyor.) 2259) r se; ( s m, f l) .; artış, zam, yükselme, güneş n doğuşu f.; yükselmek, gün

doğmak, ayağa kalmak I am go ng to ask for a r se. (Zam steyeceğ m.) 2260) r sk; ( s m, f l) .; r sk,

tehl ke f.; r ske etmek, tehl keye atmak Why you take such a r sk? (Neden böyle b r r sk alıyorsun?)

2261) r ver; ( s m) neh r, akarsu Kızılırmak s longest r ver of Turkey. (Kızılırmak Türk ye’n n en uzun

nehr d r.) 2262) road; ( s m) yol, cadde The house s on a very busy road. (Ev, çok şlek b r yol üzer nde.)

2263) rock; ( s m, f l) .; kaya, taş, rock müz ğ , sallama f.; sallamak, sarsmak It s poss ble to f nd

volcan c rocks n th s area. (Bu bölgede volkan k kayalara rastlamak mümkün.) 2264) role; ( s m, f l) .;

rol, görev f.; rol yapmak It s one of the greatest roles I have played. (Oynadığım en har ka rollerden b r

tanes .) 2265) roll; (f l, s m) f.; yuvarlamak, yuvarlanmak, rulo yapmak .; rulo, yuvarlanma Wallpaper s

sold n rolls. (Duvarkağıdı rulo şekl nde satılıyor.) 2266) romant c; (sıfat) romant k, duygusal He buys me

roses every week, he s so romant c. (Bana her hafta gül alır, çok romant k b r d r.) 2267) roof; ( s m) çatı,

dam The cat cl mbed the roof. (Ked çatıya tırmandı.) 2268) room; ( s m) oda, salon,mekan, yer You

should s t n the wa t ng room for a few m nutes. (B rkaç dak kalığına bekleme odasında oturmalısınız.)

2269) root; ( s m) kök, köken, kaynak, töz Pull the plant up by the roots. (B tk y kökler nden kopar.)

2270) rope; ( s m) halat, p, urgan They t ed h s hands w th rope. (Eller n ple bağladılar.) 2271) rose;

( s m) gül, rozet I l ke the smell of rose. (Gül kokusunu sever m.) 2272) rough; (sıfat) kaba, sert, kötü,

pürüzlü, pütür pütür, tırtıklı I am hav ng a rough day. (Kötü b r gün geç r yorum.) 2273) roughly; (zarf)

yaklaşık olarak, kabaca, aşağı yukarı Sales are up by roughly 20%. (Satışlar yaklaşık olarak %20

oranında arttı.) 2274) round; (sıfat, s m,f l) s.; yuvarlak .; sefer, tur f.; köşey , v rajı dönmek,

etrafında dönmek Rugby sn’t played w th a round ball. (Rugby yuvarlak topla oynanmaz.) 2275) route;

( s m) rota, güzergah, hat Wh ch s the shortest route to take? (Hang güzergah daha kısa?) 2276)

rout ne; (sıfat, s m) s.; rut n, alışılagelen, sıradan .; alışkanlık hal ne gelm ş şey, hergünkü şler,

rut n Do ng exerc se s a part of my da ly rout ne. (Egzers z yapmak ben m günlük rut n m.) 2277) row;

( s m) sıra, d z , kargaşa, kavga Let’s s t n the back row. (Arka sırada oturalım.) 2278) rub; (f l) ovmak,

sürtmek, zımparalamak She rubbed her ch n thoughtfully. (Düşüncel b r şek lde çenes n ovdu.) 2279)

rule; ( s m, f l) .; kural, kanun, yasa, adet f.; yönetmek, hükmetmek, egemen olmak The pr m t ve

tr bes are l v ng accord ng to the unwr tten rules. ( lkel kab leler, yazılı olmayan kurallara göre yaşıyorlar.)

2280) run; ( s m, f l) .; koşu, akış f.; koşmak, sey rtmek, şletmek, çalıştırmak Can you run as fast as

John? (John kadar hızlı koşab l r m s n?) 2281) runn ng; ( s m) koşu, koşma, şletme, çalışma, dare

etme I’ve bought a new runn ng shoes. (Yen koşu ayakkabıları aldım.) 2282) rural;(sıfat) kırsal, taşra

They used to l ve n rural area. (Kırsal alanda yaşamaya alıştılar.) 2283) rush; (f l, s m) f.; acele etmek,

telaş etmek, koşturmak .; acele, telaş , koşuşturmaca, rağbet There s no need to rush, we have

plenty of t me. (Acele etmeye gerek yok, çok zamanımız var.) 2284) Russ an; ( s m) rus, rusça She

dec ded to learn Russ an. (Rusça öğrenmeye karar verd .) 2285) sacred; (sıfat) kutsal, az z, mukaddes

Cows are sacred to H ndus. (İnekler H ndular ç n kutsaldır.) 2286) sad; (sıfat) üzgün, üzüntülü, hüzünlü,

üzücü Don’t be sad, everyth ng w ll be okay. (Üzülme, her şey y olacak.) 2287) safe; ( s m, sıfat) .;

kasa s.; güvende, emn yetl , tehl kes z I don’t feel safe n th s hotel. (Bu otelde güvende h ssetm yorum.)

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 85/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

2288) safety; ( s m) güvenl k, emn yet, güven They took all necessary safety precaut ons. (Tüm gerekl

güvenl k önlemler n aldılar.) 2289) sake; ( s m) hatır Oh, for goodness’ sake! (Ah, Tanrı aşkına!)-kalıp b r

kullanımdır 2290) salad; ( s m) salata Can I have a ch cken salad? (Tavuklu salata alab l r m y m?) 2291)

salary; ( s m) aylık, maaş They compla ns about the low salary. (Düşük maaştan ş kayetç ler.) 2292)

sale; ( s m) satış, ucuzluk She gets 5% comm ss on on each sale. (Her b r satıştan %5 kom syon alıyor.)

2293) sales; ( s m) satış, nd r ml satış I bought shoes n the sales. (İnd r mden ayakkabı aldım.) 2294)

salt; ( s m) tuz Pass the salt please. (Tuzu uzatır mısın lütfen.) 2295) same; s.; aynı, benzer zm.; aynısı,

aynı şey zf.; aynı şek lde We have l ved n the same ne ghborhood for ten years. (On yıldır aynı semtte

yaşıyoruz.) 2296) sample; ( s m) numune, örnek, örneklem The doctor wanted a blood sample for the

test. (Doktor test ç n kan örneğ sted .) 2297) sanct on; ( s m) yaptırım, onaylama, müsaade, tey t The

econom c sanct ons have been l fted. (Ekonom k yaptırımlar kaldırıldı.) 2298) sand; ( s m) kum, kumsal

We went for a walk along the sand. (Kumsalda yürüyüşe çıktık.) 2299) satell te; ( s m) uydu The moon s

a satell te of earth. (Ay, dünyanın uydusudur.) 2300) sat sfact on; ( s m) tatm n, memnun yet, doygunluk

She had the sat sfcat on of see ng her book s loved. (K tabının sev lm ş olmasından memnun yet

duydu.) 2301) sat sfy; (f l) tatm n etmek, memnun etmek, doyurmak Her success d dn’t sat sfy everyone.

(Onun başarısı herkes memnun etmed .) 2302) sauce; ( s m) sos I want some tomato sauce on pasta.

(Makarnanın üzer ne b raz domates sosu st yorum.) 2303) save; ( s m, f l) .; kurtarma f.;kurtarmak,

para b r kt rmek, tasarruf etmek She saved a l ttle g rl from fall ng nto the sea. (Küçük b r kızı den ze

düşmekten kurtardı.) 2304) sav ng; ( s m, sıfat) .; tasarruf, b r k m, b r kt rme, kurtarma s.; kurtaran

You saved my l fe. Thank you for everyth ng. (Hayatımı kurtardın. Her şey ç n teşekkür eder m.) 2305)

say;) söylemek, demek I d dn’t bel eve even a s ngle word he sa d. (Söyled ğ tek b r söze b le

nanmadım.) 2306) scale; (f l, s m) f.; ölçeklend rmek, hesaplamak, tartmak .; ölçek, tartar, pul On a

global scale, %25 of energy s created from natural sources. (Küresel ölçekte, enerj üret m n n %25’

doğal kaynaklardan üret l yor.) 2307)scandal; ( s m) skandal, rezalet, rez ll k H s words caused scandals.

(Sözler skandallara neden oldu.) 2308) scared; (sıfat) korkmuş He s scared of darkness. (O,

karanlıktan korkar.) 2309) scenar o; ( s m) senaryo The scenar o of the f lm was really nterest ng. (F lm n

senaryosu gerçekten lg nçt .) 2310) scene; ( s m) olay yer , sahne, perde, manzara He descr bed the

scene n deta l. (Olay yer n detaylıca tar f ett .) 2311) schedule; ( s m, f l) .; program plan, ç zelge f.;

ç zelgelemek, planlamak We are study ng to a t ght schedule. (Sıkı b r programa bağlı ders çalışıyoruz.)

2312) scheme; (f l, s m) f.; dolap çev rmek,düzenlemek, tasarlamak .; entr ka, dolap, şema The

poem’s rhyme scheme s compl cated. (Ş r n uyak şeması karmaşık.) 2313) scholar; ( s m) b lg n,

b l madamı, burs yer He s the most d st ngu shed scholar n h s f eld. (Alanındak en seçk n

b l madamıdır.) 2314) scholarsh p; ( s m) burs, b l m, al ml k He went to mus c school on a scholarsh p.

(Müz k okuluna burslu g tt .) 2315) school; ( s m) okul, fakülte, mektep We need more money for

hosp tals and schools. (Hastaneler ve okullar ç n daha fazla paraya ht yacımız var.) 2316) sc ence;

( s m) b l m, l m, b l m dalı There have been a great progress n sc ence and technology. (B l m ve

teknoloj de büyük b r lerleme var.) 2317) sc ent f c; (sıfat) b l msel, lm He s nterested n sc ent f c

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 86/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

d scover es. (O, b l msel keş flerle çok lg l .) 2318) sc ent st; ( s m) b l m adamı, b l m nsanı, fenc , al m,

b lg n Many sc ent sts are work ng n th s f eld. (B rçok b l m adamı bu alanda çalışıyor.) 2319) scope;

( s m,f l) .; kapsam, faal yet alanı, n yet f.; araştırmak, ncelemek There s st ll plenty of scope for

mprovement. (Gel ş m ç n hala b rçok faal yet alanı var.) 2320) score; ( s m, f l) .; skor, sayı (oyunda),

puan f.; puan almak, sayı kazanmak The f nal score s 5-2. (Son skor 5-2.) 2321) scream; (f l, s m) f.;

çığlık atmak, bağırmak, haykırmak .; çığlık, bağırma, haykırış She screamed l ke she had seen a

monstar. (Canavar görmüşçes ne çığlık attı.) 2322) screen; ( s m) ekran, beyazperde, s nema We were

star ng at the computer screen. (B lg sayar ekranına bakıyorduk.) 2323) scr pt; ( s m) senaryo, el yazısı I

adm red her neat scr pt. (Onun muntazam el yazısına hayran kaldım.) 2324) sea; ( s m) den z, derya We

stayed n a hotel w th sea v ew? (Den z manzaralı b r otelde kaldık.) 2325) search; ( s m, f l) .; arama,

araştırma f.; araştırmak, aramak The search for a cure goes on. (Tedav ç n araştırma devam ed yor.)

2326) season; ( s m, f l) .; mevs m, sezon, baharat f.; baharat katmak The hotels are always full

dur ng the summer season. (Yaz sezonu boyunca oteller her zaman dolu olur.) 2327) seat; ( s m, f l) .;

koltuk, oturacak yer, skemle f.; oturtmak Lad es and gentlemen, please take your seats. (Bayanlar ve

baylar lütffen yerler n z alın.) 2328) second; ( s m, sıfat) .; san ye, an, düello şah d s.; k nc Ankara s

the second most crowded c ty of Turkey. (Ankara, Türk ye’n n k nc en kalabalık şehr d r.) 2329) secret;

( s m, sıfat) .; sır, g zem s.; g zl , g zeml , esrarlı Don’t tell your secret to anyone. (Sırrını h ç k mseye

söyleme.) 2330) secretary; ( s m) sekreter Please call my secretary to make an appo nment. (Lütfen

randevu almak ç n sekreter m arayın.) 2331) sect on; ( s m) kısım, bölüm, kes t, parça, bölük We w ll

d scuss these ssues n the next sect on. (Bu konuları önümüzdek bölümde tartışacağız.) 2332) sector;

( s m) sektör, şkolu The pr vate sector s t r ng. (Özel sektör yorucudur.) 2333) secure; (f l) güvenceye

almak, korumak, sağlamlaştırmak I feel secure when you are w th me. (Sen ben mleyken güvende

h ssed yorum.) 2334) secur ty; ( s m) güvenl k, emn yet, koruma John s a secur ty guard at the a rport.

(John havaalanında güvenl k görevl s .) 2335) see; (f l) görmek, bakmak,seyretmek, anlamak,

farketmek D d you see what happened last n ght? (Dün gece ne olduğunu gördün mü?) 2336) seed;

( s m, f l) tohum, döl f.; tohumlamak, çek rdeğ n çıkarmak These fru ts can be grown from seed. (Bu

meyveler tohumdan yet şeb l rler.) 2337) seek; (f l) aramak, uğraşmak, peş nde koşmak We are seek ng

new ways of expand ng our membersh p. (Üyel kler m z gen şletmen n yen yollarını arıyoruz.) 2338)

seem; (f l) görünmek, gözükmek, benzemek, g b gelmek It seems that he knows what he s do ng. (Ne

yaptığını b l yor g b görünüyor.) 2339) segment; ( s m, f l) .; bölüm, parça, altkes t f.; bölmek,

parçalara ayırmak She delated a small segment of the pa nt ng. (Resm n küçük b r parçasını s ld .) 2340)

se ze; (f l) kapmak, el koymak, gasp etmek, zorla almak He tr ed to se ze the gun from her. (Tabancayı

ondan zorla almaya çalıştı.) 2341) select; (f l) seçmek, ayıklamak He was selected to the basketball

team. (O, basketbol takımına seç ld .) 2342) select on; ( s m) seçme, seç m, ayırma, seleks yon The f nal

team select on w ll be made tomorrow. (Son takım seçmeler yarın yapılacak.) 2343) self; ( s m, zam r) .;

öz, k ş l k zm.; kend She has no self conf dence. (Onun h ç özgüven yok.) 2344) sell; (f l) satmak,

vermek, satılmak We offered them a good pr ce to sell the r car. (Arabalarını satmaları ç n y b r f yat

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 87/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

tekl f ett k.) 2345) senate; ( s m) senato He s a member of Senate. (O b r Senato üyes .) 2346) senator;

( s m) senatör He has served as Senator for Cal forn a s nce 2015. (2015’den bu yana Kal forn ya’ya

senatör olarak h zmet ed yor.) 2347) send; (f l) göndermek, sevk etmek, yollamak, dağıtmak I’ll send

you a postcard. (Sana b r kartpostal göndereceğ m.) 2348) sen or; ( s m) kıdeml , üst düzey, son sınıf

öğrenc s , yaşça büyük, Jun or nurses usually work alongs de more sen or nurses. (Kıdemce aşağı olan

hemş reler genell kle daha kıdeml hemş reler n yanında çalışırlar.) 2349) sense; ( s m, f l) .; duyu, h s,

algı, anlam, düşünce f.; h ssetmek, sezmek, ç ne doğmak, anlamak Dogs have a strong sense of

smell. (Köpekler n güçlü b r koku alma duyusu vardır.) 2350) sens t ve; (sıfat) duyarlı, hassas, çl She s

very sens t ve to other people’s problems. (Başka nsanların sorunlarına karşı çok duyarlıdır.) 2351)

sentence; ( s m, f l) .; cümle , hüküm f.; hüküm vermek, cezaya çarptırmak, mahkum etmek Use the

word ‘book’ n a sentence. (K tap kel mes n b r cümle ç nde kullan.) 2352) separate; (f l, sıfat) f.;

ayırmak, ayrıştırmak s.; ayrı, ayrık They use seperate bathrooms. (Onlar ayrı banyoları kullanıyolar.)

2353) sequence; ( s m) d z , sıra, s ls le, b rb r ardından gelme, ardışık Number the pages n sequence.

(Sayfaları ardışık numaralandır.) 2354) ser es; ( s m) ser , s ls le, d z They gave a ser es of concerts.

(Onlar, b r d z konser verd ler.) 2355) ser ous; (sıfat) c dd , ağırbaşlı, gerçek, tehl kel I am not a very

ser ous person. (çok c dd b r nsan değ l m.) 2356) ser ously; (zarf) c dden, c dd olarak, ağır şek lde

Ser ously, what s the matter w th you? (C dden, sen n sorunun ne?) 2357) serve; (f l) h zmet etmek,

serv s yapmak, serv s atmak They served a wonderful meal to the r guests. (M saf rler ne har ka

yemekler serv s ett ler.) 2358) serv ce; ( s m) h zmet, serv s, görev, dare The government a ms to

mprove publ c serv ces. (Hükümet, kamu h zmetler n gel şt rmey hedefl yor.) 2359) sess on; ( s m)

seans, celse, oturum The court sess on lasted an hour. (Mahkeme oturumu b r saat sürdü.) 2360) set;

( s m, sıfat, f l) .; set, takım,d z ,ser s.; bel rl , kurulmuş, sab t f.; batmak(güneş), b r ödev vermek,

başlamak, g r şmek,yerleşt rmek, yerleşmek, bel rlemek, oturtmak, kararlaştırmak Who wants to set the

table? (Masayı hazırlamayı k m ster?) 2361) sett ng; ( s m) ortam, ayar, düzenleme It was the perfect

sett ng for a wonderful wedd ng. (Muhteşem b r düğün ç n har ka b r ortamdı.) 2362) settle; (f l)

yerleşmek, oturmak, konmak, çökeltmek (sıvının ç ndek katı maddeler ) The cat settled tself on the

couch. (Ked kanepeye oturdu.) 2363) settlement; ( s m) yerleş m, mesken, yerleşt rme, tasf ye, anlaşma

She s gned the d vorce settlement. (Boşanma anlaşmasını mzaladı.) 2364) seven; ( s m) yed rakamı

There are seven days n a week. (B r haftada yed gün var.) 2365) several; (sıfat) b rçok, çeş tl , değ ş k

She’s wr tten several books about nature. (Doğa üzer ne b rçok k tap yazdı.) 2366) severe; (sıfat)

ş ddetl , sert, haş n, acı We had a severe w nter last year. (Geçen yıl sert b r kış geç rd k.) 2367) sex;

( s m) seks, c nsel l şk , sev şme, c nsell k, c ns yet How can you tell what sex a f sh s? (B r balığın hang

c ns yetten olduğunu nasıl anlarsın?) 2368) sexual; (sıfat) c nsel, c ns , seksüel Leg slat ons prevent ng

sexual abuse must be enacted. (C nsel st smarı önley c yasalar çıkarılmalı.) 2369) shade; ( s m, f l) .;

gölge, gölgel k f.; gölge yapmak The temperature reaches 30 C n the shade. (Sıcaklık, gölgede otuz

dereceye ulaşıyor.) 2370) shadow; ( s m) gölge, karartı The dog s chas ng ts shadow. (Köpek, kend

göges n kovalıyor.) 2371) shake; (f l, s m) f.; sallamak, t tremek, s lkelemek, çalkalamak, sarmak .;

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 88/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

t treme, sarsma, sarsıntı, sallanış Shake the bottle well before use. (Kullanmadan önce ş şey y ce

çalkalayın) 2372) shall; (f l) kararlılık, n yet, plan b ld ren gelecek zaman yardımcı f l , söz verme

durumunda kullanılır Th s t me next week I shall be n London. (Gelecek hafta bu zamanlarda Londra’da

olacağım.) 2373) shape; (f l, s m) f.; şek llend rmek, şek l vermek, b ç mlend rmek .; şek l, b ç m, form

The cake was n shape of a heart. (Pasta kalp şekl ndeyd .) 2374) share; (f l, s m) f.; paylaşmak,

bölüştürmek, h sse almak, ortak olmak .; pay, h sse, paylaşma We shared the p zza between us.

(P zzayı aramızda paylaştık.) 2375) she; ( s m, zam r) .; d ş , kadın zm.; o (d ş l), kend s She s the

strongest woman I have ever seen. (ş md ye dek gördüğüm en güçlü kadın.) 2376) sheet; ( s m) çarşaf,

levha, tabaka I have changed the sheets. (Çarşafları değ şt rd m.) 2377) shelf; ( s m) raf, den zde sığlık

The jar s on the top shelf. (Kavanoz en üst rafta.) 2378) shell; ( s m, f l) .; kabuk, den z kabuğu f.;

kabuğunu çıkartmak, bombardıman yapmak We collected shells on the beach. (Sah lde den z kabuğu

topladık.) 2379) shelter; ( s m) barınak, sığınak, s perl k The homeless people are desperately seek ng

shelter. (Evs z nsanlar çares z halde sığınacak b r yer arıyorlar.) 2380) sh ft; ( s m, f l) .; vard ya, mesa ,

değ ş m f.; değ şt rmek, yönü değ şmek (rüzgar) Could you help me sh ft th s furn ture. (Şu mob lyanın

yer n değ şt rmeme yardım eder m s n?) 2381) sh ne; (f l, s m) f.; parlamak, parlatmak, parıldamak,

ışımak .; parlaklık The sun s sh n ng br ghtly. (Güneş ışıl ışıl parlıyor.) 2382) sh p; ( s m, f l) .; gem

f.; gem ye mal yüklemek The sh p has two restaurants. (Gem de k adet restoran var.) 2383) sh rt; ( s m)

gömlek Th s sh rt s made of 100% cotton. (Bu gömlek %100 pamuktur.) 2384) sh t; (f l) sıçmak, kaka

yapmak , bok, saçmalık (argoda) You are talk ng sh t! (Saçmalıyorsun.) 2385) shock; (f l, s m) f.; şok

etmek, sarsılmak .; şok I got a terr ble shock yesterday. (Dün çok kötü b r şok yaşadım.) 2386) shoe;

( s m) ayakkabı What’s your shoe s ze? (Ayakkabı numaranız ned r?) 2387) shoot; (f l, s m) f.; ateş

etmek,öldürmek , vurmak, s lahla yaralamak, çek m yapmak, f lm çekmek .; vuruş, ateş, fotoğraf

çekme, çek m Don’t shoot. I surrender. (Ateş etme. Tesl m oluyorum.) 2388) shoot ng; ( s m) ateş etme,

ateş, avcılık He suddenly started shoot ng. (An den ateş etmeye başladı.) 2389) shore; ( s m) kıyı, sah l,

yaka They have a beaut ful house on the shores of the lake. (Gölün kıyısında çok güzel b r evler var.)

2390) short; (sıfat) kısa, alçak, bodur, dar (zaman) The g rl had a short curly ha r. (Kızın kısa kıvırcık

saçları vardı.) 2391) shortly; (zarf) kısaca, b razdan, yakında I w ll be ready shortly. (B razdan hazır

olacağım.) 2392) shot; ( s m, f l) .; atış, şut, s lah ses , fotoğraf kares f.; vurmak I heard some shots n

the d stance. (Uzaktan b rkaç s lah ses duydum.) 2393) should; (f l) gerekmek, -mel /-malı You should

have been more careful. (Daha d kkatl olmalıydın.) 2394) shoulder; ( s m, f l) .; omuz, dağ (sırt) f.;

omuz vurmak, omuzlamak He looked back over h s shoulder. (Omzunun üzer nden arkasına baktı.)

2395) shout; (f l, s m) f.; haykırmak, bağırmak .; haykırış, bağırış Stop shout ng and l sten!

(Bağırmayı kes ve d nle.) 2396) show; ( s m, f l) f.; göstermek, kanıtlamak, serg lemek, sahnelemek,

oynatmak .; göster , tv programı, serg The research has shown that people are nfluenced by TV

advert sements. (Araştırma, nsanların telev zyon reklamlarından etk lend ğ n göster yor.) 2397) shower;

( s m) duş, sağanak, bebek hed ye part s She s n shower now. (Şuanda duşta.) 2398) shrug; ( s m, f l)

.; omuz s lkme f.; omuz s lkmek Jane shrugged her shoulder and sa d noth ng. (Jane omzunu s lkt ve

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 89/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

h çb r şey söylemed .) 2399) shut; (f l, sıfat) f.; kapatmak, kapamak s.; kapalı, kapanık Shut the door,

please. (Kapıyı kapat lütfen.) 2400) s ck; (sıfat) hasta, denges z (k mse), hastalıklı Her father s very

s ck. (Onun babası çok hasta.) 2401) s de; ( s m, sıfat) .; kenar, taraf, cephe, yön,yaka s.; yan,

yandak The car s stand ng on the r ght s de of the road. (Araba, yolun sağ tarafında duruyor.) 2402)

s gh; ( s m, f l) .; ç çekme, ah etme f.; ç çekmek, ç geç rmek, ah etmek She s ghed deeply. (Der n

der n ç çekt .) 2403) s ght; ( s m) görme, görme yet s , görüş alanı, bakış The d sease has affected her

s ght. (Hastalık onun görme yet s n etk led .) 2404) s gn; (f l, s m) f.; mzalamak, bel rtmek, şaret

etmek .; şaret, s mge, bel rt , mza Headaches may be a s gn of stress. (Başağrıları stres n şaret

olab l r.) 2405) s gnal; (f l, s m) f.; s nyal vermek, şaret etmek .; s nyal, şaret, uyarı There s no

warn ng s gnal on the road. (Yolda h ç uyarı şaret yok.) 2406) s gn f cance; ( s m) önem, değer Does the

symbol has any part cular s gn f cance? (Bu sembolün özel b r önem var mı?) 2407) s gn f cant; (sıfat)

öneml , bel rg n, d kkate değer, kaydadeğer The project has shown a s gn f cant mprovement. (Proje,

öneml b r gel şme gösterd .) 2408) s gn f cantly; (zarf) öneml ölçüde Prof ts of our company have

ncreased s gn f cantly. (Ş rket m z n karı öneml ölçüde arttı.) 2409) s lence; ( s m, f l) .; sess zl k,

suskunluk f.; susturmak There was an absolute s lence n the classroom. (Sınıfta tam b r sess zl k

vardı.) 2410) s lent; (sıfat) sess z, suskun Eveybody be s lent! (Herkes sess z olsun!) 2411) s lver; (sıfat,

f l) s.; gümüş, gümüş reng f.; gümüşle kaplamak She was wear ng a s lver necklace. (Gümüş b r

gerdanlık takıyordu.) 2412) s m lar; (sıfat) benzer, eş We have very s m lar hobb es. (Çok benzer

hob ler m z var.) 2413) s m larly; (zarf) benzer şek lde, benzer b ç mde The srudents dressed s m lary for

the graduat on ceremony. (Öğrenc ler, mezun yet törenler ç n benzer şek lde g y nd ler.) 2414) s mple;

(sıfat) bas t, sade, kolay, yalın, göster şs z Th s mach ne s very s mple to use. (Bu mak ney kullanmak

çok kolay.) 2415) s mply; (zarf) bas t b r şek lde, sadece, basbayağı, göster şs z b r şek lde you must

s mply tell the truth. (Bas tçe gerçeğ söylemek zorundasın.) 2416) s n; ( s m, f l) .; günah, suç f.;

günah şlemek God, please forg ve my s ns. (Tanrım, lütfen günahlarımı affet.) 2417) s nce; (zarf, edat)

zf.;ondan sonra, o zamandan ber ed.;-den ber , -den dolayı, ç n I haven’t eaten anyth ng s nce

breakfast. (Kahvaltıdan ber b r şey yemed m.) 2418) s ng; (f l) şarkı söylemek, ötmek, şakımak,

vızıldamak W ll you s ng us a song? (B ze b r şarkı söyler m s n?) 2419) s nger; ( s m) şarkıcı He s a

wonderful opera s nger. (O, muhteşem b r opera şarkıcısıdır.) 2420) s ngle; (sıfat) bekar, yalnız, tek,

tek l, ayrı There wasn’t a s ngle vacant room n the hotel. (Otelde b r tek boş oda yoktu.) 2421) s nk; (f l,

s m) f.; batmak, suya batmak .; lavabo The boat sank to the bottom of the sea. (Tekne den z n altına

battı.) 2422) s r; ( s m) b r asalet unvanı, sör, bay, efend m Good morn ng, s r. (Günaydın efend m.) 2423)

s ster; ( s m) kız kardeş, abla, hemş re, hastabakıcı, rah be Do you have any brothers or s sters? (Erkek

ya da kız kardeş n var mı?) 2424) s t; (f l) oturmak, bulunmak, durmak, konmak, kuluçkaya yatmak

(tavuk), toplantı hal nde olmak May I s t here? (Buraya oturab l r m y m?) 2425) s te; (f l, s m) f.;

oturtmak, yerleşt rmek .; yerleş m yer , mekan, s te, yer, konum Th s s te s deal for bu ld ng the a

house. (Bu yer, ev nşa etmek ç n uygun.) 2426) s tuat on; ( s m) durum, konum, mevk , vaz fe, hal, The

s tuat on s worse than we th nk. (Durum düşündüğümüzden daha kötü.) 2427) s x; ( s m) altı rakamı Cut

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 90/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

the cake nto s x equal sl ces. (Pastayı altı eş t d l me böl.) 2428) s ze; ( s m, f l) .; boyut, büyüklük, ölçü,

uzam f.; boyutlandırmak We were shocked at the s ze of the r house. (Evler n n büyüklüğünü

gördüğümüzde şok olduk.) 2429) sk ; ( s m, f l) .; kayak f.; kaymak We went sk ng n Uludağ last

w nter. (Geçen kış Uludağ’da kayak yapmaya g tt k.) 2430) sk ll; ( s m) becer , mar fet, yetenek, ustalık,

hüner Th s job requ res management sk ll. (Bu ş yönet m becer s gerekt r yor.) 2431) sk n; ( s m, f l) .;

ten, c lt, der , zar f.; soymak, der s n yüzmek He s rece v ng sk n cancer treatment. (C lt kanser

tedav s görüyor.) 2432) sky; ( s m) gökyüzü You can see a lot of stars n the sky. (Gökyüzünde b r sürü

yıldız göreb l rs n.) 2433) slave; ( s m, f l) .; köle, kul f.; köle g b çalışmak He treated h s w fe l ke a

slave. (Karısına b r köleym ş g b davranıyordu.) 2434) sleep; ( s m, f l) .; uyku, uyuma f.; uyumak,

uyuklamak The baby s sleep ng. Be qu et. (Bebek uyuyor. Sess z ol.) 2435) sl ce; (f l, s m) f.;

d l mlemek, kesmek .; d l m, pay She sl ced the meat carefully. (Et özenle d l mled .) 2436) sl de; ( s m,

f l) .; slayt, sürgü, kaydırak f.; kaydırmak, kaymak The ch ldren were sl d ng on the snow. (Çocuklar

karın üstünde kayıyorlardı.) 2437) sl ght; (sıfat, f l) s.; haf f, az, cüz , bell bel rs z f.; önemsememek,

haf fe almak Fortunately, the damage was sl ght. (Neyse k hasar azdı.) 2438) sl ghtly; (zarf) haf fçe, az

oranda , b raz Are you afra d of h gh? -Ony sl ghtly. (Yüksekten korkuyor musun? -Yalnızca b raz.) 2439)

sl p; (f l) kaymak, sürçmek, sıyırmak, kaçmak He sl pped over on the ce and broke h s arm. (Buzun

üzer ne kayıp düştü ve kolunu kırdı.) 2440) slow; (f l, sıfat) f.; yavaşlatmak, ağırlaşmak s.; yavaş, ağır,

aheste Progress was slower than we expected. (Gel ş m bekled ğ m zden daha yavaştı.) 2441) slowly;

(zarf) yavaşça, yavaş yavaş Could you speak more slowly please. (Lütfen daha yavaş konuşur musun?)

2442) small; (sıfat) küçük, ufak, ufacık, m n k, alçak, az, önems z That dress s too small for you. (O

elb se sen n ç n çok küçük.) 2443) smart; (sıfat, f l) s.; zek , akıllı, göster şl , hoş f.; sızlamak,

acımak, ağrımak You look very smart n that dress. (bu elb sen n ç nde çok hoş görünüyorsun.) 2444)

smell; (f l, s m) f.; kokmak, koklamak .; koku Th s perfume s smell ng l ke a rose. (Bu parfüm gül g b

kokuyor.) 2445) sm le; (f l, s m) f.; gülmek, gülümsemek, tebessüm etmek .; gülücük, tebessüm She

sm led at me w th joy. (Bana neşeyle gülümsed .) 2446) smoke; ( s m, f l) .; duman, s gara çme f.;

s gara çmek, duman tütmek You should qu t smok ng for your health. (Sağlığın ç n s garayı

bırakmalısın.) 2447) smooth; (f l, sıfat) f.; düzlemek, yumuşatmak s.; düz, pürüzsüz Her sk n was

perfectly smooth. (Onun c ld mükemmel derecede pürüzsüzdü.) 2448) snap; (f l, s m, sıfat) f.;

patlamak, koparmak,çat d ye kapanmak, ş pşak fotoğraf çekmek,şaklamak, ısırmaya çalışmak .;

çıtırtı, şak ses , ısırma, ş pşak fotoğraf s.; anlık, beklenmed k The rope suddenly snapped. (İp

b rdenb re koptu.) 2449) snow; ( s m, f l) .; kar f.; kar yağmak Ch ldren are play ng n the snow.

(Çocuklar karda oynuyorlar.) 2450) so; zf.; böyle,öyle, bu kadar, demek k , dolayısıyla, bu yüzden,

bundan dolayı bağ.; ve , ç n, öylek We have so much to do. (Yapacak çok şey m z var.) 2451) so-

called; (sıfat) sözde, adlı How these so called mprovements helped the local commun ty? (Bu sözde

gel şmeler yerel halka nasıl yardımcı oldu?) 2452) soccer; ( s m) futbol We watched the soccer match n

the stad um. (Futbol maçını stadyumda zled k.) 2453) soc al; (sıfat) sosyal, toplumsal, arkadaş canlısı,

g rg n It s mportant to prov de soc al order. (Sosyal düzen sağlamak öneml d r.) 2454) soc ety; ( s m)

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 91/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

toplum, topluluk, dernek, cem yet, Rac sm ex sts at all levels of soc ety. (Irkçılık, toplumun her düzey nde

mevcut.) 2455) soft; (sıfat) yumuşak, cıvık, hassas The grass was soft and spr ngy. (Ç mler yumuşak ve

canlıydı.) 2456) software; ( s m) yazılım W ll th s software run on my mach ne? (Bu yazılım ben m

mak nemde çalışacak mı?) 2457) so l; ( s m,f l) .; toprak f.; p slemek, lekemelek, k rletmek Th s land

has fert le so l. (Bu ülken n ver ml toprakları var.) 2458) solar; (sıfat) güneş, güneşle lg l Solar power s

used all around the world. (Güneş enerj s dünyanın her yer nde kullanılıyor.) 2459) sold er; ( s m) asker,

er, nefer, The sold er was wounded n the leg. (Asker, bacağından vuruldu.) 2460) sol d; (sıfat) katı, katı

c s m, sağlam, sert She can’t eat sol d food because of her llness. (Hastalığından dolayı katı y yecek

y yem yor.) 2461) solut on; ( s m) çözüm, çözelt We need to f nd an mmed ate solut on for th s problem.

(Bu problem ç n ac l b r çözüm bulmamız gerek.) 2462) solve; (f l) çözmek, halletmek, çözümlemek,

aydınlatmak The detect ve solved the mystery of the cr me. (Dedekt f suçun g zem n aydınlattı.) 2463)

some; (sıfat, zarf) s.; bazı, b rkaç, b raz zf.; epey, aşağı yukarı, yaklaşık There s st ll some ju ce n the

bottle. (Ş şede hala b raz meyve suyu var.) 2464) somebody; (zam r) b r ,b r s , b r k mse I need

somebody to help me. (Bana yardım edecek b r lazım.) 2465) somehow; (zarf) b r şek lde, y kötü, nasıl

olsa Somehow, I trust h m. (B r şek lde ona güven yorum.) 2466) someone; (zarf) b r s , b r , b r k mse

There s someone n the garden. (Bahçede b r s var.) 2467) someth ng; ( s m) b r şey Would you l ke

someth ng to dr nk? (İçecek b r şey ster m s n z?) 2468) somet mes; (zarf) bazen, arada, ara sıra, k m

zaman Somet mes I v s t my grandparents. (Ara sıra büyük annem ve büyük babamı z yaret ed yorum.)

2469) somewhat; (zarf) b r nebze, b razcık, kısmen, aşağı yukarı I was somewhat surpr sed to see h m.

(Onu gördüğüme b raz şaşırdım.) 2470) somewhere; (zarf, zam r) zf.; b r yere, b r yerde zm.; b r yer

Let’s go somewhere s lent. (Sess z b r yere g del m.) 2471) son; ( s m) oğul, erkek evlat, evlat They have

two sons and a daughter. (İk oğulları ve b r kızları var.) 2472) song; ( s m) şarkı, türkü, ötme, şakıma,

destan We sang a song together. (B rl kte şarkı söyled k.) 2473) soon; (zarf) kısa süre ç nde, az sonra,

b razdan, pek yakında I hope you w ll be better soon. (Umarım kısa süre ç nde daha y olursun.) 2474)

soph st cated; (sıfat) sof st ke, çok yönlü, karmaşık, tecrübel , entelektüel John s a soph st cated young

man. (John entelektüel b r genç adam.) 2475) sorry; (sıfat) üzgün, hüzünlü, üzüntülü Sorry, I am late.

(Üzgünüm, geç kaldım.) 2476) sort; (f l, s m) f.; sıralamak, sınıflandırmak .; tür, c ns, çeş t These sort

of problems are qu te common. (Bu tür problemler oldukça yaygın.) 2477) soul; ( s m) ruh, manev yat, t n

He bel ves that soul s mmortal. (O, ruhun ölümsüz olduğuna ananır.) 2478) sound; ( s m, f l) .; ses

f.; ses vermek, g b gelmek It sounds r d culous. (Kulağa gülünç gel yor.) 2479) soup; ( s m) çorba, The

soup s not warm enough. (Bu çorba yeter nce sıcak değ l.) 2480) source; ( s m) kaynak, köken, menşe

We should use renewable energy sources. (Yen leneb l r enerj kaynaklarını kullanmalıyız.) 2481) south;

( s m) güney Wh ch way s south? (Güney hang taraf?9 2482) southern; (sıfat) güney, güneyl , güneye

a t It s obv ous from h s accent that he comes from southern. (Güneyden geld ğ aksanından apaçık

bell .) 2483) Sov et; ( s m) sovyet rusya dare mecl s The Sov et Un on collapsed n 1991. (Soveyt B rl ğ

1991 yılında dağıldı.) 2484) space; ( s m) uzay, aralık, boşluk, açıklık, mekan She was the f rst woman n

space. (O, uzaydak lk kadındı.) 2485) Span sh; ( s m, sıfat) .; spanyolca s.; spanyol Span sh was

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 92/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

easy to learn for me. (İspanyolca’yı öğrenmek ben m ç n kolay oldu.) 2486) speak; (f l) konuşmak, ses

çıkarmak She speaks f ve languages. (O, beş d l konuşuyor.) 2487) speaker; ( s m) konuşmacı, sp ker,

mecl s başkanı, hoparlör He was a guest speaker at the sem nar. (O, sem nerde konuk konuşmacıydı.)

2488) spec al; (sıfat) özel, husus What are your spec al nterests? (Özel uğraşlarınız nelerd r?) 2489)

spec al st; ( s m) uzman, uzman doktor You need some spec al st adv ce. (Sen n b raz uzman tavs yes ne

ht yacın var.) 2490) spec es; ( s m) tür, c ns There are many spec es of b rds. (B rçok kuş türü vardır.)

2491) spec f c; (sıfat) özel, özgü, bel rll I gave you spec f c nstruct ons. (Sana bel rl yönergeler verd m.)

2492) spec f cally; (zarf) bel rl b r b ç mde, özell ke I spec f cally told you not to eat junk food. (Sana ıvır

zıvır yememen özell kle söyled m.) 2493) speech; ( s m) konuşma, söylev, h tabe The r fr ends made

speeches at the r wedd ng. (Arkadaşları düğünler nde konuşma yaptılar.) 2494) speed; ( s m, f l) .; hız,

sürat f.; hızla g tmek, süratl g tmek Don’t exceed the speed l m t. .(Hız sınırını aşma.) 2495) spend;

(f l) harcamak, geç rmek (vak t, gecey vb.), sarf etmek I have spent all my money. (Bütün paramı

harcadım.) 2496) spend ng; ( s m) harcama They made a survey on spend ng hab ts. (Harcama

alışkanlıkları üzer ne b r anket yaptılar.) 2497) sp n; (f l, s m) f.; döndürmek, bükmek, eğ rmek .;

dönme, dev r My head s sp nn ng. (Başım dönüyor.) 2498) sp r t; ( s m) ruh,ruh hal , can, sp rto I am n

good sp r ts today. (Bugün y ruh hal mdey m.) 2499) sp r tual; (sıfat) ruhsal, manev , d n We are

concerned about h s sp r tual welfare. (Onun ruhsal sağlığı hakkında end şel y z.) 2500) spl t; (f l)

bölmek, yarmak, ayırmak, parçalanmak The debate has spl t the country down the m ddle. (Tartışma,

ülkey k ye böldü.) 2501) spokesman; ( s m) sözcü, konuşmacı A spokesman for the government

answered the quest ons. (Hükümet sözcüsü soruları yanıtladı.) 2502) sport; ( s m) spor I am not

nterested n sport. (Sporla lg lenm yorum.) 2503) spot; ( s m, f l) nokta, benek, leke f.; beneklemek,

fark etmek, ayırt etmek Leopard has spots. (Leoparın benekler vardır.) 2504) spread; (f l) yaymak,

yayılmak, bulaşmak The d sease spreads eas ly. (Hastalık hızlı b r şek lde yayılıyor.) 2505) spr ng; ( s m,

sıfat, f l) .; yay, lkbahar, bahar, kaynak, memba s.; yaylı f.; burkmak, atlamak He was born n the

spr ng of 1952. (1952 yılının baharında doğdu.) 2506) square; ( s m, sıfat) .; meydan s.; kare She drew

a square room. (Kare şekl nde b r oda ç zd .) 2507) squeeze; (f l) sıkışmak, sıkmak, ezmek He

squeezed my hand and sm led at me. (El m sıktı ve bana gülümsed .) 2508) stab l ty; ( s m) kararlılık,

durağanlık, st krar, sab tl k, tutarlılık It was t me of pol t cal stab l ty. (S yas st krarın olduğu zamanlardı.9

2509) stable; ( s m, sıfat) .; ahır, dam s.; st krarlı, sab t, değ şmez, durağan, kararlı She wants a

stable relat onsh p. (O, st krarlı b r l şk st yor.) 2510) staff; ( s m) kadro, personel, gereç We have 20

part-t me staff. (20 tane yarı zamanlı çalışan elemanımız var.) 2511) stage; (f l, s m) f.; sahnelemek,

sahneye koymak .; sahne, evre, etap, devre, kademe, aşama The product s at the des gn stage.

(Ürün tasarlama aşamasında.) 2512) sta r; ( s m) merd ven basamağı How many sta rs are there? (Kaç

tane basamak var?) 2513) stake; ( s m, f l) .; kazık, d rek, pay f.; kazığa bağlamak, rest çekmek He

has the 20% stake n the company. (Onun ş rkette %20 payı var.) 2514) stand; (f l, s m) f.; ayakta

durmak, d k lmek, katlanmak .; ayaklık She was too weak to stand. (Ayakta durmak ç n fazla

güçsüzdü.) 2515) standard; (sıfat, s m) s.; standart, normal .; norm, ölçüt We a m to susta n our

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 93/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

standards of customer care. (Müşter l şk ler standartlarımızı devam ett rmey hedefl yoruz.) 2516)

stand ng; (sıfat, s m) s.; ayakta, durma .; duruş, durma, konum, saygınlık The conract has no legal

stand ng. (Kontratın yasal b r konumu yok.) 2517) star; ( s m) yıldız , ünlü You are sh n ng l ke a star. (B r

yıldız g b parlıyorsun.) 2518) stare; (f l) d k d k bakmak, uzun uzun bakmak Everyone stared h m after

he screamed. (Çığlık attıktan sonra herkes ona d k d k baktı.) 2519) start; (f l, s m) f.; başlamak,

başlatmak .; başlama, başlangıç I have just started a new job. (Henüz yen b r şe başladım.) 2520)

state; (f l, s m) f.; bel rtmek, fade etmek, b ld rmek .; devlet, eyalet, durum, hal He was n state of

temporary depress on. (Geç c b r depresyon hal ndeyd .) 2521) statement; ( s m) açıklama, beyan, söz,

fade Do you agree w th th s statement? (Bu fadeye katılıyor musun?) 2522) stat on; stasyon, gar,

term nal, durak We walked back to the stat on. (İstasyona ger yürüdük.) 2523) stat st cs; ( s m) stat k,

sayımb l m Accord ng to stat st cs over 2000 people k lled because of the d sease. (İstat st klere göre

hastalıktan 2000’ n üzer nde nsan öldü.) 2524) status; ( s m) statü, konum, durum, hal, mevk She

marr ed a man w th a h gh soc al status. (Sosyal statüsü yüksek olan b r adamla evlend .) 2525) stay;

(f l, s m) f.; kalmak,durmak, beklemek .; kalma, kalış, kalış süres You stay here, I’ll be back soon.

(Sen burada kal, ben hemen döneceğ m.) 2526) steady; ( s m, sıfat) .; sab t durum s.; st krarlı,

sağlam, sab t We are mak ng a steady progress. (İst krarlı b r lerleme kayded yoruz.) 2527) steal; (f l)

çalmak, hırsızlık yapmak My wallet was stolen. (Cüzdanım çalındı.) 2528) steel; ( s m) çel k The frame s

made of steel. (Çerçeve çel kten yapılmış.) 2529) step; ( s m, f l) .; adım, basamak,hamle, üvey f.;

basmak, adım atmak, g rmek He took a step towards me. (Bana doğru b r adım attı.) 2530) st ck; ( s m,

f l) .; sopa, çubuk f.; saplamak, batırmak, yapıştırmak,yapışmak I stock the photos nto an album.

(Fotoğrafları albüme yapıştırdım.) 2531) st ll; (sıfat, zarf) s.; durgun, sab t, harekets z zf.; hala, y ne de,

buna rağmen, kıpırdamadan He went two hours ago and I’m st ll wa t ng for h m. (İk saat önce g tt ve

ben hala onu bekl yorum.) 2532) st r; (f l) karıştırmak, uyandırmak(bell b r duyguyu) He st rred h s tea

w th m lk. (Çayını sütle karıştırdı.) 2533) stock; ( s m, f l) .; stok, mevcut mal f.; stoklamak, depolamak,

bulundurmak The model you l ked s not n stock. (S z n beğend ğ n z model stokta yok.) 2534) stomach;

( s m) m de, karın I’ve got a tomach-ache. (M dem ağrıyor.) 2535) stone; ( s m) taş, çek rdek (meyve)

She threw a stone to the w ndow. (Pencereye taş fırlattı.) 2536) stop; (f l, s m) f.; durmak, durdurmak,

kes lmek .; durak, durma, duraklama The ra n had stopped and the clouds had cleared away. (Yağmur

durmuştu ve bulutlar kaybolmuştu.) 2537) storage; ( s m) depo, depolama, b r kt rme We need more

storage now. (Daha fazla depolamaya ht yacımız var.) 2538) store; (f l, s m) f.;depolamak, saklamak,

muhafaza etmek .;mağaza,depo, ambar Where s the nearest carpet store? (En yakın halı mağazası

nerede?) 2539) storm; ( s m, f l)) fırtına f.; fırtına g b esmek, bağırıp çağırmak The storm broke after

ra n (Yağmurdan sonra fırtına başladı.) 2540) story; ( s m) h kaye, öykü, tar h, r vayet I am go ng to tell

you a fantast c story. (Sana fantast k b r h kaye anlatacağım.) 2541) stra ght; (sıfat, zarf) s.; doğru, düz,

düzgün zf.; dosdoğru, dümdüz He looked me stra ght n the eye. (Dosdoğru gözler m n ç ne baktı.)

2542) strange; (sıfat) tuhaf, gar p, acay p, yabancı A strange th ng happened n the mov e. (F lmde tuhaf

b r şey oldu.) 2543) stranger; ( s m) yabancı I am stranger n th s country. (Ben bu ülkede yabancıyım.)

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 94/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

2544) strateg c; (sıfat) stratej k Cameras were set up at strateg c po nts. (Kameralar stratej k noktalara

yerleşt r ld .) 2545) strategy; ( s m) stratej , takt k He was a total gen us when t came to m l tary strategy.

(Konu asker stratej olunca tam b r dah yd .) 2546) stream; ( s m, f l) dere, akarsu f.; akıp g tmek Tears

streamed down her face. (Gözyaşları yüzünden akıp g tt .) 2547) street; ( s m) cadde, sokak, yol He was

moon ng around the street. (Caddede dalgın dalgın dolanıp duruyordu.) 2548) strength; ( s m) güç,

kuvvet, sağlamlık, dayanma gücü I have no strength to walk any further. (Daha fazla yürüyecek güzüm

yok.) 2549) strengthen; (f l) güçlend rmek, kuvvetlend rmek, sağlamlaştırmak He pushed the rock w th

h s all strength. (Kayayı tüm gücüyle tt .) 2550) stress; ( s m, f l) .; stres, baskı f.; vurgu yapmak,

tonlamak Stress s often a factor for d seases. (Stres genell kle hastalıkların etmen d r.) 2551) stretch;

(f l) germek, uzatmak, uzamak, ger nmek, esnemek Th s tsh rt has stretched. (Bu t şört esned .) 2552)

str ke; ( s m, f l) .;darbe, çarpma, grev f.; vurmak, çarpmak The sh p struck a rock. (Gem b r kayaya

çarptı.) 2553) str ng; ( s m, f l) .; s c m, d z f.; kılçıklarını ayıklamak, pe d zmek, germek The

necklace s n form of str nged pearls. (Gerdanlık pe d z lm ş nc ler hal ndeyd .) 2554) str p; (f l, s m) f.;

soymak, soyunmak, g ys ler n çıkarmak .;şer t, soyunma, sınır, str pt z I str pped and washed myself.

(Soyundum ve yıkandım.) 2555) stroke; ( s m) vuruş, nme, felç What a beaut ful stroke! (Ne kadar güzel

b r vuruş!) 2556) strong; (sıfat) güçlü, kuvvetl , sıkı, sert,sağlam, dayanıklı, st krarlı He l fted the heavy

box w th h s strong arms. (Güçlü kollarıyla ağır kol y kaldırdı.) 2557) strongly; (zarf) kuvvetle, ş ddetle,

fazlasıyla, son derece I am strongly opposed to the dea. (Bu f kre ş ddetle karşı çıkıyorum) 2558)

structure; ( s m, f l) .; yapı, b na, nşaat, skelet, bünye f.; yapılandırmak, şek llend rmek These two

sentences have equ valent grammat cal structures. (Bu k cümlen n yapıları eş gramer yapıları var.)

2559) struggle; ( s m, f l) .; çabalama, mücadele f.; çabalamak, mücadele etmek, cebelleşmek We

are struggl ng for our ndependence. (Özgürlüğümüz ç n mücadele ed yoruz.) 2560) student; ( s m)

öğrenc , talebe These students are really clever. (Bu öğrenc ler gerçekten akıllı.) 2561) stud o; ( s m)

stüdyo, stüdyo da re, atöyle They are record ng a song n the stud o. (Stüdyoda şarkı kayda alıyorlar.)

2562) study; (f l, s m) f.; çalışmak, öğren m görmek, araştırmak, ncelemek .; çalışma, öğren m,

araştırma I stud ed Maths the whole n ght. (Bütün gece matemat k çalıştım.) 2563) stuff; ( s m, f l) .; şey,

ıvır zıvır, eşya f.; tıkmak, tıka basa doldurmak I prefer to buy stuffs n sale. (İnd r mdek şeyler almayı

terc h eder m.) 2564) stup d; (sıfat) aptal, salak, ahmak, aptalca I know, t was a stup d m stake.

(B l yorum çok aptal b r hataydı.) 2565) style; ( s m, f l) .; st l, tarz , üslup, b çem f.; b ç mlend rmek,

d zayn etmek She has a d fferent cloth ng style. (Onun farklı b r g y m tarzı var.) 2566) subject; ( s m)

konu, ders, özne, Cl mate change s st ll a subject of debate. (İkl m değ ş kl ğ hala b r tartışma konusu.)

2567) subm t; (f l) sunmak, vermek,arz etmek, ler sürmek, boyun eğmek She refused to subm t to

threats. (Tehd tlere boyun eğmey reddett .) 2568) subsequent; (sıfat) sonradan gelen, zleyen, tak p

eden, daha sonrak Subseqent events conf rmed our guess’. (Tak p eden gel şmeler tahm nler m z

doğruladı.) 2569) substance; ( s m) madde, c s m, öz It s dangerous to m x these substances. (Bu

maddeler karıştımak tehl kel .) 2570) substant al; (sıfat) öneml , varlıklı, var olan, madd , büyük çapta

They earned substant al amount of money. ( Büyük çapta para kazandılar.) 2571) succeed; (f l) başarılı

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 95/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

olmak, başarmak, amacına ulaşmak, zlemek Our plan succeeded. (Planımız başarılı oldu.) 2572)

success; ( s m) başarı, başarma, başarılı k mse We owe our success to your works. (Başarımızı s z n

çalışmalarınıza borçluyuz.) 2573) successful; (sıfat) başarılı I wasn’t very successuful n h ghschool.

(L sede çok başarılı değ ld m.) 2574) successfully; (zarf) başarılı b r şek lde, başarıyla She successfully

graduate from un vers ty. (Ün vers teden başarıyla mezun oldu.) 2575) such; (sıfat, zarf) s.; çok, öyle,

böyles ne , bunun g b zf.; ne kadar da, mesela, öyles ne I have never seen such a complex sentence.

(H ç böyles ne karmaşık b r cümle görmem şt m.) 2576) sudden; (sıfat) an , beklenmed k Her death was

very sudden. (Onun ölümü çok beklenmed kt .) 2577) suddenly; (zarf) an den, b rdenb re, ansızın, durup

dururken Suddenly the changed and t started to ra n ng. (Hava an den değ şt ve yağmur yağmaya

başladı.) 2578) sue; (f l) dava açmak, mahkemeye vermek She sued for d vorce. (Boşanmak ç n dava

açtı.) 2579) suffer; (f l) acı çekmek, katlanmak, çekmek, sıkıntı çekmek He suffered ntense pa n. (Çok

acı çekt .) 2580) suff c ent; (sıfat) yeterl , kaf , elver şl There s no suff c ent food for everyone. (Herkes

ç n yeter kadar y yecek yok.) 2581) sugar; ( s m, ünlem) şeker ünl.; şeker m, tatlım Do you take

sugar for your coffee? (Kahvene şeker alır mısın?) 2582) suggest; (f l) önermek, tavs ye etmek,f k r

vermek, ler sürmek, ortaya atmak I suggest that we go out to eat. (Yemeğ dışarda yemey

öner yorum.) 2583) suggest on; ( s m) öner ,önerme, telk n Do you have any suggest ons? (B r öner n var

mı?) 2584) su c de; ( s m) nt har She attempted su c de. (O, nt hara kalkıştı.) 2585) su t; ( s m, f l) .;

takım, takım elb se f.; uygun olmak, uymak The groom was wear ng an elegant su t. (Damat şık b r

takım elb se g y yordu.) 2586) summer; ( s m) yaz mevs m , yazlık Th s tree blossoms n the late

summer. (Bu ağaç yazın sonlarında ç çeklen r.) 2587) summ t; ( s m) z rve, tepe, uç nokta, z rve

toplantısı We f nally reached the summ t. (Sonunda z rveye ulaştık.) 2588) sun; ( s m) güneş The sun

was sh n ng. (Güneş parlıyordu.) 2589) super; (sıfat) süper, müth ş, çok güzel, b r nc sınıf We had a

super t me n Spa n. (İspanya’da müth ş zaman geç rd k.) 2590) supply; (f l, s m) f.; sağlamak, tedar k

etmek, tem n etmek .; tedar k, arz, sağlama The food supply s not enough. (Y yecek arzı yeterl değ l.)

2591) support; (f l) f.; desteklemek, tarafında olmak, güç vermek, yardımcı olmak .; destek, arka

çıkma, yardım You should support your fam ly n hard t mes. (Zor zamanlarda a len desteklemel s n.)

2592) supporter; ( s m) taraftar, destekç , yardımcı He s a supporter of Arsenal. (O, Arsenal taraftarı.)

2593) suppose; (f l) sanmak, zannetmek, varsaymak, farz etmek I suppose that he s very r ch.

(Sanıyorum o çok zeng n.) 2594) supposed; (sıfat) sözde, varsayılan, farzed len When d d th s supposed

story happened? (bu sözde h kaye ne zaman yaşandı?) 2595) Supreme; (sıfat) yüce, en büyük, ulu,

yüksek He s the member of Supreme Court. (O, Yüksek Mahkeme üyes d r.) 2596) sure; (sıfat, zarf) s.;

em n, güven l r, kat zf.; elbette, mutlaka, şüphes z, kes nl kle I’m sure that I’ve seen that man before. (O

adamı daha önce gördüğüme em n m.) 2597) surely; (zarf) muhakkak, hak katen, elbette, kes nl kle,

şüphes z Do you love h m? -Surely not. (Onu sev yor musun? -Elbette hayır.) 2598) surface; ( s m, f l) .;

yüzey, düzey, üst, dış yüz f.; yüzeye çıkmak, su yüzüne çıkmak We need a flat surface to play the

game on. (Oyunu üzer nde oynamamız ç n düz b r yüzeye ht yacımız var.) 2599) surgery; ( s m)

amel yat He w ll requ re surgery on h s r ght arm. (Sağ kolundan amel yat olacak.) 2600) surpr se; (f l,

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 96/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

s m) f.; şaşırtmak, hayrete düşürmek .; sürpr z, şaşkınlık What a n ce surpr se! (Ne güzel b r sürpr z!)

2601) surpr sed; (sıfat) şaşırmış, şaşkın He looked surpr sed when he saw me. (ben gördüğünde

şaşırmış görünüyordu.) 2602) surpr s ng; (sıfat) şaşırtıcı It s not surpr s ng that they won. (Kazanmaları

şaşırtıcı değ l.) 2603) surpr s ngly; (zarf) şaşırtıcı b r şek lde She looked surpr s ngly well. (Şaşırtıcı

derecede y görünüyordu.) 2604) surround; (f l) kuşatmak, etrafını sarmak, çevrelemek The lake s

surrounded by trees. (Göl ağaçlarla çevrelenm ş.) 2605) survey; ( s m, f l) .; anket, araştırma f.;

anket yapmak, göz gezd rmek, ncelemek We used survey method for our research. (Araştırmamız ç n

anket yöntem n kullandık.) 2606) surv val; ( s m) hayatta kalma, yaşama, kalıntı H s only chance of

surv val was an operat on. (Hayatta kalmasının tek yolu amel yattı.) 2607) surv ve; (f l) hayatta kalmak,

atlatmak, sağ kurtulmak Only three people surv ved n the crash. (Kazada yalnızca üç k ş sağ kurtuldu.)

2608) surv vor; ( s m) sağ kalan, hayatta kalan, kurtulan There were no surv vors. (Hayatta kalan k mse

yoktu.) 2609) suspect; (f l, sıfat) f.; şüphelenmek, kuşkulanmak, güvenmemek s.; şüphel , sanık I

suspected h m of ly ng. (Onun yalan söyled ğ nden şüphelend m.) 2610) susta n; (f l) devam ett rmek,

sürdürmek, güç vermek, ayakta tutmak She managed to susta n everyone’s nterest dur ng her speech.

(Kouşması süres nce herkes n lg s n sürdürmey başardı.) 2611) swear; (f l) sövmek, küfür etmek,

yem n etmek I swear I w ll never leave you. (Yem n eder m sen asla terketmeyeceğ m.) 2612) sweep;

(f l) süpürmek, önüne katmak, sürüklenmek She swept the room. (O, odayı süpürdü.) 2613) sweet;

( s m) tatlı, ş r n, şekerleme The fru t ju ce s too sweet for me. (Meyve suyu ben m ç n çok tatlı.) 2614)

sw m; (f l, s m) f.; yüzmek .; yüzme I go sw mm ng once n a week. (Haftada b r yüzmeye g der m.)

2615) sw ng; (f l, s m) f.; sallanmak, sallamak, salıncakta sallanmak .sallanma The ch ldren are

sw ng ng n the park. (Çocuklar parkta salıncakta sallanıyorlar.) 2616) sw tch; (f l, s m) f.; değ şt rmek,

düğmeye basıp açmak/kapatmak .; değ şme, şalter John sw tched on the TV. (John telev zyonu açtı.)

2617) symbol;( s m) sembol, şaret, s mge Red rose s a symbol of love. (Kırmızı gül aşkın b r

s mges d r.) 2618) symptom; ( s m) bel rt , gösterge, emare Cough s a symptom of flu. (Öksürük gr b n

b r bel rt s d r.) 2619) system; ( s m) s stem, usul, yol, düzen, şebeke The f rst ra lway system was bu t

about a hundred years ago. (İlk dem ryolu s stem yaklaşık yüz yıl önce yapıldı.) T 2620) table;

( s m) masa, sofra, tezgah, tablo, tabla She put a plate on the table. (Masaya b r tabak koydu.) 2621)

tablespoon; ( s m) yemek kaşığı, çorba kaşığı Add two tablespoon of flour. (İk yemek kaşığı un ekle.)

2622) tact c; ( s m) takt k It s t me to try another tact c. (Ş md başka b r takt k deneme zamanı.) 2623)

ta l; ( s m) kuyruk, arka kısım The dog s wagg ng ts ta l to play. (Köpek oyun oynamak ç n kuyruğunu

sallıyor.) 2624) take; (f l) almak, götürmek, (fotoğraf) çekmek, alıp götürmek, kabul etmek, gerekmek,

gerekt rmek, elde etmek, etk l olmak, sınava g rmek, çıkarmak Take the key and open the door.

(Anahtarı al ve kapıyı aç.) 2625) tale; ( s m) masal I love l sten ng tales before I sleep. (Uyumadan önce

masal d nlemey sever m.) 2626) talent; ( s m) yetenek, kab l yet, hüner, mar fet She s a great talent. (O

büyük b r yetenek. ) 2627) talk; (f l, s m) f.; konuşmak, söylemek, söz etmek .; konuşma, sohbet, laf

Let’s talk about our future plans. (Gelecek planlarımız hakkında konuşalım.) 2628) tall; (sıfat) uzun,

boylu boslu, serv boylu He s tall and th n. (O, uzun ve zayıf.) 2629) tank; ( s m) tank, depo, hazne The

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 97/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

fuel tank exploded. (Yakıt tankı patladı.) 2630) tap; (f l, s m) f.; haf fçe vurmak, suyunu akıtmak, tıpa

takmak, para sızdırmak .; musluk, tıkaç, tıpa Someone tapped at the w ndow. (B r s pencereye

haf fçe vurdu.) 2631) tape; ( s m, f l) .; bant, şer t, kaset, bant kaydı f.; kayda almak, banda çekmek I

lent her my M chael Jackson tapes. (Ona M chael Jackson kasetler m ödünç verd m.) 2632) target;

( s m, f l) .; hedef, erek, amaç f.; hedeflemek, amaçlamak Set yourself ava lable targets. (Kend ne

ulaşab leceğ n hedefler koy.) 2633) task; ( s m, f l) .; görev, vaz fe, ş f.; görevlend rmek, ş vermek He

accompl shed h s task. (Görev n başarıyla tamamladı.) 2634) taste; (f l, s m) f.; tatmak, tat vermek,

tadına g tmek .; tat, lezzet The soup tastes good. (Çorbanın lezzet güzel. 2635) tax; ( s m, f l) .;

verg , verg lend rme, harç f.; verg koymak They have to pay the r tax unt l the end of th s month. (Bu

ayın sonuna kadar verg ler n ödemek zorundalar.) 2636) taxpayer; ( s m) mükellef, verg veren k mse

Each taxpayer pays 300 dollars a year. (Her verg mükellef yıllık 300 dolar ödüyor.) 2637) tea; ( s m) çay

Would you l ke tea or coffee? (Çay mı sters n kahve m ?) 2638) teach; (f l) öğretmek, eğ tmek, ders

vermek, ders anlatmak, öğretmenl k yapmak John teaches them Engl sh. (John onlara İng l zce

öğret yor.) 2639) teacher; ( s m) öğretmen, muall m There s a grow ng need for qual f ed teachers.

(N tel kl öğretmen ht yacı artıyor.) 2640) teach ng; ( s m) öğretme, öğret m, öğretmenl k Teach ng at a

pr mary school s funny. (İlkokulda öğretmenl k yapmak eğlencel .) 2641) team; ( s m, f l) .; takım, ek p,

t m, grup f.; takım oluşturmak, ek p kurmak The team s not play ng very well th s season. (Takım bu

sezon çok y oynamıyor.) 2642) tear; (f l, s m) f.; yırtmak, yırtılmak, kopmak .;yırtık, gözyaşı I tore my

sh rt on the fence. (Gömleğ m ç te takılıp yırttım.) 2643) teaspoon; ( s m) çay kaşığı Add one teaspoon

of salt. (B r çay kaşığı tuz ekle.) 2644) techn cal; (sıfat) tekn k They offer free techn cal support. (Onlar,

ücrets z tekn k destek sunuyorlar.) 2645) techn que; ( s m) tekn k, yöntem, fen We’ve mproved our

market ng tech ques. (Pazarlama tekn kler m z gel şt rd k.) 2646) technology; ( s m) teknoloj Modern

technology has made our l ves more comfortable. (Modern teknoloj , hayatlarımızı daha rahat b r hale

get rd .) 2647) teen; ( s m) genç, del kanlı The teen readers showed a great nterest to h s book. (Genç

okuyucular onun k tabına büyük lg gösterd .) 2648) teenager; ( s m) ergen, 13 le 19 yaş arasındak

k mse, del kanlı Th s magaz ne s for teenagers. (Bu derg ergenler ç n.) 2649) telephone; ( s m, f l) .;

telefon f.; telefon etmek I made a telephone call. (Telefon görüşmes yaptım.) 2650) telescope; ( s m)

teleskop We looked at the stars through a telescope. (B r teleskop le yıldızları zled k.) 2651) telev s on;

( s m) telev zyon Please turn off the telev s on. (Lütfen telev zyonu kapat.) 2652) tell; (f l) anlatmak,

söylemek, demek, haber vermek Tell me what do you want to do? (Ne yapmak sted ğ n bana anlat.)

2653) temperature; ( s m) sıcaklık, ısı, ısı dereces The temperature w ll r se 5 degrees. (Sıcaklık beş

derece artacak.) 2654) temporary; (sıfat) geç c I am look ng for a temporary work. (Geç c b r ş

arıyorum.) 2655) ten; ( s m) on (sayı) The boy was just ten years old n th s p cture. (Çocuk, bu fotoğrafta

yalnızca on yaşındaydı.) 2656) tend; (f l) eğ l m olmak, meyletmek, yönelmek, yüz tutmak Women tend

to l ve longer than men. (Kadınlar, erkeklerden daha uzun yaşamaya eğ l ml d rler.) 2657) tendency;

( s m) eğ l m, yönel m I have a tedency to get nervous when I am hungry. (Açken s n rlenmeye eğ l m m

var.) 2658) tenn s; ( s m) ten s We are go ng to play tenn s at the weekend. (Haftasonu ten s

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 98/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

oynayacağız.) 2659) tens on; ( s m) tans yon, ger l m, gerg nl k The tens on between two pol t cal leaders

s ncreas ng. (İk s yas l der arasındak tans yon artıyor.) 2660) tent; ( s m) çadır We p tched our tent n

the woods. (Çadırımızı ormanlık alana kurduk.) 2661) term; ( s m, f l) .; ter m, dönem, devre, sömestr,

yarıyıl f.; s mlend rmek, adlandırmak ‘Alto” s a mus cal term. (Alto, b r müz k ter m d r.) 2662) terms;

( s m) ara, koşullar, anlaşma koşulları, şartlar, ücret, f yat I can’t work under these terms. (Bu koşullar

altında çalışamam.) 2663) terr ble; (sıfat) berbat, korkunç, müth ş, fec I saw a terr ble dream. (Berbat b r

rüya gördüm.) 2664) terr tory; ( s m) bölge, araz , mıntıka, yöre, memleket, toprak, kara The sland s

Greek terr tory. (Bu ada Yunan toprağı.) 2665) terror; ( s m) terör, dehşet The people escaped from terror

n the r land. (İnsanlar ülkeler ndek terörden kaçtılar.) 2666) terror sm; ( s m) terör zm The government s

f ght ng aga nst terror sm. (Hükümet teror zme karşı savaşıyor.) 2667) terror st; ( s m) terör st The

terror sts released the hostages. (Terör stler reh neler serbest bıraktı.) 2668) test; ( s m, f l) .; test,

deneme, deney, sınav f.; test etmek, denemek, sınamak, tahl l etmek When can I get my test results.

(Test sonuçlarımı ne zaman alab l r m?) 2669) test fy; (f l) tanıklık etmek, şah tl k etmek There are

several w tnesse who w ll test fy for the defence. (Savunma ç n tanıklık edecek b r sürü şah t var.) 2670)

test mony; ( s m) tanıklık, şah tl k, fade verme Can I refuse to g ve test mony? (İfade vermey reddeb l r

m y m?) 2671) test ng; ( s m) deneme, sınav, test etme The people are aga nst nuclear test ng n the r

reg on. (İnsanlar, yaşadıkları bölgede nükleer deneme yapılmasına karşılar.) 2672) text; ( s m, f l) .;

met n f.; cep telefonundan mesaj atmak We read the text carefully. (Metn d kkatl ce okuduk.) 2673)

than; (edat) …den/ dan , -mektense He was much smaller than h s brother. (Kardeş nden daha kısaydı.)

2674) thank; ( s m, f l) .; teşekkür, şükran f.; teşekkür etmek Thank you for the meal. (Yemek ç n

teşekkürler.) 2675) thanks; ( s m, ünlem) .; teşekkür ünl.; teşekkürler Thanks for your support.

(Desteğ n ç n teşekkürler.) 2676) that; (zam r, bağlaç) zm.; o, şu zf.; bu kadar, o kadar bağ.; d ye, -

dığı/-d ğ , k Look at that man! (Şu adama bak!) 2677) the; ( s m) b l nen veya hakkında konuşulan nesne

ve nsanları bel rtmede s mlerden önce kullanılır What’s the matter? (Sorun ned r?) 2678) theater; ( s m)

t yatro I used to go to the theater every month. (Esk den her ay t yatroya g derd m.) 2679) the r; (zam r)

onların Parents love the r ch ldren equally. (Anne babalar, çocuklarını eş t derecede severler.) 2680)

them; (zam r) onlara, onların I gave them notes for the exam. (Onlara sınav ç n notları verd m.) 2681)

theme; ( s m) tema, madde, konu The bas c team of the art cle s cl mate change. (Bu makalen n ana

teması kl m değ ş kl ğ d r.) 2682) themselves; (zam r) kend ler , kend ler ne, kend ler n They have bought

themselves a new car. (Kend ler ne yen b r araba aldılar.) 2683) then; ( s m, sıfat, zarf) .; o zamanlar

s.; o zamank zf.;o halde, öyleyse, ondan sonra L fe was harder then because I d dn’t have a job.

(Hayat o zamanlar zordu çünkü b r ş m yoktu.) 2684) theory; ( s m) teor , kuram Accord ng to the theory

of relat v ty, noth ng can travel faster than l ght. (İzaf yet teor s ne göre ışıktan daha hızlı g den b r şey

yoktur.) 2685) therapy; ( s m) terap , tedav , y leşt rme She underwent drug theraphy. (O, laç tedav s

gördü.) 2686) there; (zarf, ünlem) zf; orada, oraya, orası ünl.; şurada, şte… There are our fr ends

over there. (Orada b z m arkadaşlarımız var.) 2687) therefore; (bağlaç) bu sebeple, bu yüzden, bu

nedenle There s st ll too much to d scuss. Therefore we should return to meet ng. (Daha konuşulacak

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 99/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

çok şey var. Bu nedenle toplantıya ger dönmel y z.) 2688) these; (zam r) bunlar I l ked most these red

shoes. (En çok bu kırmızı ayakkabıları beğend m.) 2689) they; (zam r) onlar Do you know, who they

are? (Onların k m olduğunu b l yor musun?) 2690) th ck; (sıfat) kalın, yoğun Th s book s too th ck to read

n a week. (bu k tap b r haftada okumak ç n çok kalın.) 2691) th n; (f l, sıfat) f.; zayıflamak, nceltmek

s.; zayıf, nce The walls are very th n. (Duvarlar çok nce.) 2692) th ng; ( s m) şey, nesne, obje, eşya,

yaratık There are a lot of th ngs I’d l ke to buy. (Almak sted ğ m çok şey var.) 2693) th nk; (f l)

düşünmek, anımsamak, aklından geç rmek I was th nk ng about you. (Sen düşünüyordum.) 2694)

th nk ng; ( s m, sıfat) .; düşünme, f k r, düşünüş s.; düşünen What s the th nk ng beh nd the campa gn.

(Kampanyanın arkasındak f k r ned r?) 2695) th rd; ( s m, sıfat, zarf) .; üçte b r s.; üçüncü, zf.; üçüncü

olarak He came th rd n the race. (Yarışta üçüncü oldu.) 2696) th rty; ( s m) otuz She s th rty now. (O

ş md otuz yaşında.) 2697) th s; (zam r, zarf) zm.; bu, bunu, buna zf.; bu kadar, böyles ne Is th s your

bag? (Bu sen n çantan mı?) 2698) those; (zam r) onlar, şunlar Those are not my penc ls. (Onlar ben m

kalemler m değ l.) 2699) though; (bağlaç) gerç , -d ğ halde, oysa, -e karşın, rağmen They are very

d fferent, though they d d seem to get on well. (Farklı olmalarına karşın y anlaşıyor g b görünüyorlardı.)

2700) thought; ( s m) düşünce, f k r, görüş, kanı I’d l ke to hear your thoughts on th s matter. (bu konu

hakkında sen n düşünceler n duymak ster m.) 2701) thousand; ( s m) b n There were thousands of

people there. (Orada b nlerce nsan vardı.) 2702) threat; ( s m) tehd t, gözdağı, korkutma There s a real

threat of war. (Gerçek b r savaş tehd t var.) 2703) threaten; (f l) tehd t etmek, korkutmak, gözdağı

vermek The attacker threatened them w th a gun. (Saldırgan onları tabanca le tehd t ett .) 2704) three;

( s m) üç She has three brothers. (Onun üç oğlan kardeş var.) 2705) throat; ( s m) boğaz, gerdan I’ve

got a sore throat. (Boğaz ağrım var.) 2706)through; (edat) vasıtasıyla, aracılığıyla, yoluyla, boyunca,

başından sonuna dek, … neden yle Go through th s way, and you w ll see the hosp tal on your r ght. (bu

yol boyunca g t, sağ tarafında hastaney göreceks n.) 2707) throughout; (zarf, sıfat) zf.; boyunca, baştan

aşağı, tamamıyla, süres nce s.; baştan başa The house was pa nted yellow throughout. (Ev baştan

aşağı sarıya boyandı.) 2708) throw; ( s m, f l) .; atış, fırlatma, atma f.; fırlatmak, atmak Can you throw

me the ball? (Bana topu atar mısın?) 2709) thus; (zarf) böylece, böylel kle, dolayısıyla, bu nedenle Thus

they dec ded that I was r ght. (Böylece haklı olduğuma karar verd ler.) 2710) t cket; ( s m) b let, f ş D d

you get t ckets for the concert? (konser ç n b letler aldın mı?) 2711) t e; (f l, s m) f.; bağlamak .;

bağlantı, l şk , alaka, bağ They t ed h s hands w th a rope. (Eller n b r ple bağladılar.) 2712) t ght; (sıfat)

sıkı,sıkışık,dar, gerg n She was wear ng a t ght pa r of jeans. (Dar b r kot pantolon g y yordu.) 2713)

t me; ( s m,f l) .; zaman, süre, vak t, kez, defa, kere f.; zamanlamak, süre tutmak There was no t me

to complete the homework. (ödev tamamlamak ç n zaman yoktu.) 2714) t ny; (sıfat) m n k, m n c k,

ufacık The baby was too t ny when she was born. (Bebek, doğduğunda m n c kt .) 2715) t p; ( s m, f l) .;

bahş ş, uç, takt k f.; tüyo vermek, b r yana yatmak, devr lmek He gave me some useful t ps on how

to save money. (Nasıl para b r kt r leceğ konusunda bana faydalı takt kler verd .) 2716) t re; (f l, s m) f.;

yormak, yorulmak, usanmak, bıkmak .; last k, tekerlek My legs are beg nn ng to t re. (Bacaklarım

yorulmaya başlıyor.) 2717) t red; (sıfat) yorgun, b tk n I am too t red even to th nk. (Düşünmek ç n b le

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 100/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

çok yorgunum.) 2718) t ssue; ( s m) doku, tuvalet kağıdı, kağıt peçete Your bra n t ssues have been

damaged. (Bey n dokularınız zedelenm ş.) 2719) t tle; ( s m) başlık, unvan I can’t remember the t tle of

the book. (K tabın başlığını hatırlayamıyorum.) 2720) to; (edat) karşı, -e doğru, -e karşı, ç n -mastar

ek : -mek/-mak I walked to the home. (Eve doğru yürüdüm.) 2721) tobacco; ( s m) tütün Tobacco

advert s ng has been banned. (Tütün reklamı yasaklandı.) 2722) today; ( s m) bugün, bu günlerde Today

s my b rthday. (Bugün ben m doğum günüm) 2723) toe; ( s m) ayak parmağı I stubbed my toe on the

step. (Ayak parmağımı basamağa çarptım.) 2724) together; (zarf) b rl kte, beraber, b r arada We grew up

together. (B z b rl kte büyüdük.) 2725) tomato; ( s m) domates I made a sandw ch w th lettuce and

tomato. (Marul ve tomatesl sandv ç yaptım.) 2726) tomorrow; (zarf) yarın We are leav ng from Par s

tomorrow. (Par s’ten yarın ayrılıyoruz.) 2727) tone; ( s m, f l) .; ton, koyuluk f.; ton vermek, tonlamak,

yumuşatmak Don’t speak to me n that tone of vo ce. (Bana bu ses tonuyla konuşma.) 2728) tongue;

( s m) d l I tr ed to speak n the r nat ve language. (Onların anad l nde konuşmaya çalıştım.) 2729)

ton ght; (zarf) bu gece, bu akşam It’s very cold ton ght. (Bu gece çok soğuk.) 2730) too; (sıfat, zarf) s.;

çok, aşırı zf.; fazla, dah , ayrıca, da Th s dress s too b g for me. (Bu elb se ben m ç n çok büyük.)

2731) tool; ( s m) araç, alet, takım We need to use tools to open that box. (Kutuyu açab lmek ç n alet

kullanmamız gerek.) 2732) tooth; ( s m) d ş I have just had a tooth out. (D ş m çekt rd m.) 2733) top;

( s m) tepe, en üst, z rve, üst parça (kıyafet) Put the book on the top shelf. (K tabı en üst rafa koy.)

2734)top c; ( s m) konu, başlık The ma n top c of our conversat on w ll be env ronmental ssues.

(Konuşmamızın ana konusu çevresel konular olacak.) 2735)toss; (f l, s m) f.; tartışmak, saçmak,

sarsılmak, kıpırdanmak, fırlatmak .; atış (yazı turada), atma (top, gülle vb.), fırlatma He tossed me

the ball. (Topu bana fırlattı.) 2736)total; ( s m) toplam, toplamı, tutar How much money d d you spend n

total? (Toplamda kaç para harcadın?) 2737)totally; (zarf) bütünüyle, tamamıyla Your behav our s totally

unacceptable. (Bu davranışın tamamıyla kabul ed lemez.) 2738)touch; (f l) değmek, dokunmak, temas

etmek, el sürmek Don’t touch that plate, t s st ll hot. (Tabağa dokunma, hala sıcak.) 2739)tough; (sıfat)

zor, zorlu, güçlü, sağlam,çet n, sert It was a though dec s on to make. (Vermes zor b r karardı.)

2740)tour; (f l, s m) f.; gezmek .; gez nt , tur; gez , seyahat They made a tour of Europe. (Onlar

Avrupa turu yaptılar.) 2741)tour st; ( s m) tur st Th s place s a popular tour st dest nat on. (Burası popüler

b r tur st çeken yer.) 2742)tournament; ( s m) turnuva, yarışma She attended the tenn s tournament. (O,

ten s turnuvasına katıldı.) 2743)toward; (edat) ed.; tarafına doğru, doğrultusunda, -e karşı, -e doğru s.;

uysal, yumuşak başlı He acted fa rly toward me. (Bana karşı dürüst davrandı.) 2744)towards; (zarf, edat)

zf.; doğru, -e yönel k, karşı ed.; tarafına doğru He was fr endly and k nd towards me. (Bana karşı

arkadaş canlısı ve k bardı.) 2745)tower; ( s m) kule, h sar The E ffel tower s a symbol of France. (Eyfel

Kules Fransa’nın b r sembolüdür.) 2746)town; ( s m) kasaba, şeh r, lçe, belde The town s far from here.

(Kasaba buradan uzakta.) 2747)toy; ( s m) oyuncak The ch ldren are play ng w th the r toys. (Çocuklar

oyuncaklarıyla oynuyorlar.) 2748)trace; (f l, s m) f.; zlemek, z n sürmek .; şaret, z He d sappeared

w thout a trace. (B r z olmaksızın ortadan kayboldu.) 2749)track; (f l, s m) f.; zlemek, tak p etmek .;

yol, z We followed the bear’s track n the snow. (Karda ayının zler n tak p ett k.) 2750)trade; ( s m, f l) .;

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 101/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

t caret, alım satım, alışver ş f.; t caret yapmak Trade between the two countr es has ncreased. (İk ülke

arasındak t caret arttı.) 2751)trad t on; ( s m) gelenek, adet, görenek You should have respect for

trad t ons. (Geleneklere saygı duymalısın.) 2752)trad t onal; (sıfat) geleneksel, ananev The r wedd ng

was very trad t onal. (Düğünler çok gelenekseld .) 2753)traff c; ( s m) traf k, g d ş gel ş, kaçakçılık We

were stuck n traff c and m ssed our fl ght. (Traf ğe sıkıştık ve uçağımızı kaçırdık.) 2754)tragedy; ( s m)

fac a, felaket, trajed It’s a tragedy that she d ed so soon. (Onun bu kadar yakın b r zamanda ölmes

trajed yd .) 2755)tra l; ( s m, f l) .; z f.; z sürmek, tak p etmek The hounds were follow ng the fox’s tra l.

(Tazılar t lk n n z n sürüyorlardı.) 2756)tra n; ( s m, f l) .; tren f.; eğ tmek, eğ t m vermek, antrenman

yapmak Hurry up! We w ll m ss the tra n. (Çabuk ol tren kaçıracağız.) 2757)tra n ng; ( s m) dman,

eğ t m, antrenman, alıştırma, egzers z, kurs He had a good basketball tra n ng n the summer course.

(Yaz kursunda y b r basketbol eğ t m aldı.) 2758)transfer; ( s m, f l) .; dev r, nak l, devretme, havale,

aktarım, aktarma, transfer f.; aktarma yapmak, devretmek, transfer etmek, havale yapmak How can I

transfer money from my bank account. (Banka hesabımdan nasıl para transfer edeb l r m?)

2759)transferable; (sıfat) transfer ed leb l r, devred leb l r Th s t cket s not transferable. (Bu b let

devred lemez.) 2760)transform; (f l) dönüşmek, dönüştürmek, çev rmek, değ şt rmek A new colour w ll

transform your l v ng room. (Yen b r renk otorma odanızı değ şt recek.) 2761)transformat on; ( s m)

dönüşüm, dönüştürme What a transformat on! Your ha r looks great. (Ne dönüşüm ama! Saçların har ka

görünüyor.) 2762)trans t on; ( s m) nt kal, geç ş, değ şme , geçme We need a qu ck trans t on between

the old system and the new one. (Esk s stem le yen s arasında hızlı b r geç şe ht yacımız var.)

2763)translate; (f l) çev rmek, tercüme etmek The book has been translated nto 12 laguages. (K tap on

k d le çevr ld .) 2764)transportat on; ( s m) ulaşım,yer değ şt rme, aktarım, ulaştırma, taşıma,

taşımacılık, nakl ye The transpos t on system made our job eas er. (Yer değ şt rme s stem ş m z daha

kolaylaştırdı.) 2765)travel; (f l, s m) f.; gezmek, seyahat etmek, yolculuk etmek, dolaşmak .; gez ,

seyahat, yolculuk, sefer My b ggest dream s to travel to As an countr es. (En büyük hayal m Asya

ülkeler ne seyahat etmek.) 2766)treat; (f l) davranmak, muamale etmek, tedav etmek, şlemden

geç rmek You are treat ng l ke a l ttle ch ld. (Küçük b r çocuk g b davranıyorsun.) 2767)treatment; ( s m)

muamele, davranış , tedav , y leş rme The doctor sa d that he need med cal treatment. (Doktor, onun

med kal tedav ye ht yacı olduğunu söyled .) 2768)treaty; ( s m) anlaşma, ak t, pakt F fteen countr es

s gned the treaty. (On beş ülke anlaşmayı mzaladı.) 2769) tree; ( s m) ağaç He fell down wh le he was

cl mb ng the tree. (Ağaca tırmanırken yere düştü.) 2770)tremendous; (sıfat) kocaman, muazzam,

şahane, çok büyük, heybetl It was a tremendous exper ence. (Şahane b r deney md .) 2771)trend; (f l,

s m) f.; yönelmek, eğ l m göstermek, meyletmek .; mey l, eğ l m, moda, akım There s a grow ng trend

towards colourful clothes. (Renkl kıyafetlere karşı artan b r trend var.) 2772)tr al; ( s m) duruşma,

yargılama, yargılanma, deneme, sınama The tr al s open to the publ c. (Duruşma halka açık.)

2773)tr be; ( s m) kab le, kav m, aş ret, budun There are st ll tr bes that l ve n Amaon an ra nforest. (Hala

Amazon ormanlarında yaşayan kab leler var.) 2774)tr ck; (f l, s m) f.; oyuna get rmek, kandırmak .;

numara, h le, dalavere, aldatmaca We had to th nk of a tr ck to get past the guards. (Muhafızları

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 102/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

atlatmak ç n b r numara düüşünmek zorunda kaldık.) 2775)tr p; ( s m, f l) .; seyahat, gez , yolculuk,

gez nt f.; seğ rtmek, haf f adımlarla koşmak, sendelemek They took a tr p w th a boat. (Tekne le

seyahate çıktılar.) 2776)troop; (f l, s m) f.; topluca lerlemek, lerlemek .; topluluk, oymak ( zc l kte),

bölük, alay, tabur The Russ an troops bombed the c ty. (Rus orduları şehr bombaladılar.) 2777)trouble;

( s m) sorun, dert, bela, asks l k, sıkıntı, arıza, problem, rahatsızlık I th nk th s s tuat on m ght lead

trouble. (Bence bu durum sıkıntıya yol açab l r.) 2778)truck; ( s m, f l) .; kamyon, değ ş tokuş f.; takas

etmek The truck dr ver was too drunk. (Kamyon şoförü çok sarhoştu.) 2779)true; (sıfat) doğru, gerçek,

sah , hak k The novel s based on a true story. (Roman, gerçek b r h kayaye dayanıyor.) 2780)truly; (f l)

tamamen, sah den, tam olarak, c dden, sam m yetle, hak katen I am truly sorry that I made such a b g

m stake. (Böyles ne büyük b r hata yaptığım ç n hak katen çok üzgünüm.) 2781)trust; (f l, s m) f.;

güvenmek, nanmak, t mat etmek .; güven, t mat Trust her. She w ll never betray you. (Ona güven.

Sana asla hanet etmez.) 2782)truth; ( s m) gerçek, gerçekl k, doğruluk, hak kat, I th nk she’s not tell ng

the truth. (Bence doğruyu söylem yor.) 2783)try; (f l, s m) f.; denemek, sınamak, çabalamak, tecrübe

etmek .; deneme, uğraşma, çaba Just try to do your best. (Yalnızca el nden gelen n en y s n

yapmaya çalış.) 2784)tube; ( s m) tüp, boru, tünel Can you buy a tube of toothpaste? (B r tüp d ş

macunu alab l r m s n?) 2785)tunnel; ( s m) tünel, çgeç t We went through the tunnel. (Tünel n ç nden

geçt k.) 2786)turn; (f l, s m) f.; dönmek,döndürmek,dönüşmek, çev rmek, yöneltmek .; dönüş, dönme,

sıra He dec ded to turn back to h s work. (İş ne ger dönmeye karar verd .) 2787)TV; ( s m) telev zyon

What’s on TV ton ght? (Bu gece telev zyondane var?) 2788)twelve; ( s m) on k Th s key opens the box

twelve. (Bu anahtar on k numaralı kutuyu açıyor.) 2789)twenty; ( s m) y rm She marr ed at her twenty.

(O, y rm yaşında evlend .) 2790)tw ce; (zarf) k kez, k kere, k sefer I go sw mm ng tw ce a week.

(Haftada k kez yüzmeye g der m.) 2791)tw n; ( s m) k z She s expect ng tw ns. (O, k z bebek bekl yor.)

2792)two; ( s m, sıfat) k s.; k tane May I have two cups of tea. (İk f ncan çay alab l r m y m?)

2793)type; (f l, s m) yazmak, dakt lo le yazmak .; c ns, tür, t p, sınıf Bungalows are a type of house.

(Bungalowlar b r tür evd r.) 2794)typ cal; (sıfat) t p k, karakter st k Th s s a typ cal example of Engl sh

poetry. (Bu, İng l z ş r n n t p k b r örneğ .) 2795)typ cally; (zarf) genell kle, t p k, t p k olarak Mothers

typ cally worry about the r ch ldren. (Anneler genell kle çocukları ç n end şelen rler.) 2796)ugly; (sıfat)

ç rk n, bet, nahoş What an ugly bu ld ng! (Ne ç rk n b r b na!) 2797)ult mate; (sıfat) son,lüks, en üst

düzey, n ha S lk sheets are the ult mate luxury. (İpek çarşaflar en lüksüdür.) 2798)ult mately; (zarf) en

sonunda, sonuçta, n hayet nde A poor d et w l ult mately lead to llness. (Zayıf beslenme en nde sonunda

hastalığa yol açar.) 2799)unable; (sıfat) ac z, yapamaz, gücü yetmez I tr ed to contact h m but was

unable to. (Onunla rt bat kurmaya çalıştım ama olmadı.) 2800)uncle; ( s m) dayı, amca I am go ng to

v s t my uncle. (Amcamı z yaret edeceğ m.) 2801)under; (edat, sıfat, zarf) ed.; altında, emr nde,

dares nde s.; alt, daha küçük, -den az zf.; aşağısına, aşağısında The baby h d under the table.

(Bebek masanın altına saklandı.) 2802)undergo; (f l) hastalık geç rmek, çekmek, katlanmak, sıkıntı

çekmek, -e uğramak I underwent a surgery last month. (Geçen ay amel yat geç rd m.) 2803)understand;

(f l) anlamak, drak etmek, anlayışla karşılamak Do you understand what I mean? (Ne demek sted ğ m

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 103/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

anlıyor musun?) 2804)understand ng; ( s m, sıfat) .; anlama, anlayış, kavrayış s.; anlayışlı The

ex stence of God s beyond human understand ng. (Tanrı’nın varlığı nsan kavrayışının ötes nded r.)

2805)unfortunately; (zarf) maalesef Unfortunately, I won’t be able to come to the party. (Maalesef part ye

katılamayacağım.) 2806)un form; ( s m,sıfat) .; forma, ün forma s.; tekdüze, b rörnek All students are

wear ng un form. (Bütün öğrenc ler ün forma g y yorlar.) 2807)un on; ( s m) b rl k, b rleşme, send ka,

dernek Germany s a member of European Un on. (Almanya Avrupa B rl ğ ’n n b r üyes d r.) 2808)un que;

(sıfat) benzers z, eşs z, b r c k, kend ne has Everyone’s f ngerpr nts are un que. (Herkes n parmak z

benzers zd r.) 2809)un t; ( s m) ün te, b r m, b rl k, öğe The bas c un t of soc ety s the fam ly. (Toplumun

en küçük b r m a led r.) 2810)Un ted; (sıfat) b rleş k, b rleşm ş The comm s on s try ng to bu ld a un ted

Europe. (Kom syon b rleşm ş b r Avrupa nşa etmek st yor.) 2811)un versal; (sıfat) evrensel, genelgeçer

Agreement on th s ssue s un versal. (Bu konu üzer ndek anlaşma genelgeçerd r.) 2812)un verse;

( s m) evren, ka nat, alem She l ves n her l ttle un verve on her own. (Kend başına küçük evren nde

yaşıyor.) 2813)un vers ty; ( s m) ün vers te Is there a un vers ty n th s c ty? (Bu şeh rde ün vers te var

mı?) 2814)unknown; (sıfat) b l nmez, b l nmeyen, tanınmayan The attacker’s dent ty rema ns unknown.

(Saldırganın k ml hala b l nm yor.) 2815)unless; (bağlaç) med ğ sürece, -mezse, -med kçe Unless I am

m staken, she l ves n here. (Eğer yanılmıyorsam o burada yaşıyor.) 2816)unl ke; (sıfat, edat) s.; farklı,

benzemeyen ed.; aks ne, farklı olarak Jane s qu te unl ke her s ster. (Jane kardeş nden çok farklı.)

2817)unl kely; (sıfat) olasılıksız, olasılık, dışı, beklen lmeyen The project seems unl kely to succeed.

(Projen n başarılı olması olanaksız görünüyor.) 2818)unt l; (edat, bağlaç) ed.; la, kadar, değ n bağ.; -e

kadar, ta k Unt l now I have never been l ved alone. (Şuana kadar h ç yalnız yaşamamıştım.)

2819)unusual; (sıfat) alışılmadık, olağandışı, sıradışı She has a very unusual name. (Onun çok sıradışı

b r sm var.) 2820)up; (edat, zarf, sıfat) ed.; yukarısına, yukarısında, yukarı zf.; yukarıya doğru,

yukarda ünl.; yukarı! S.; d k, yüksekte They l ve up n the h ll. (Tepeler n yukarısında yaşıyorlar.)

2821)upon; (edat) üstünde, üzer nde, üzer ne They agreed upon the last dec s on. (Son karar üzer nde

anlaştılar.) 2822)upper; (sıfat) üst, yukarıdak There s a scar on h s upper l p. (Üst dudağının üstünde b r

yara z var.) 2823) urban; (sıfat) kentsel, şeh rsel The mun c pal ty f nanced the urban development.

(Beled ye kentsel gel ş m f nanse ett .) 2824) urge; ( s m, f l) .; dürtü f.; dürtmek, zorlamak She urged

h m to stay. (Onu kalmaya zorladı.) 2825) us; (zam r) b z, b z , b ze She refused to g ve us her dog.

(Köpeğ n b ze vermey reddett .) 2826) use; (f l, s m) f.; kullanmak, harcamak, tüketmek, yararlanmak

.; kullanma, kullanım, fayda Can I use your phone? (Telefonunu kullanab l r m y m?) 2827) used; (sıfat)

kullanılmış, alışkın, alışık I am not used to wak ng up so early. (Bu kadar erken kalkmaya alışkın

değ l m.) 2828) useful; (sıfat) kullanışlı, faydalı, yararlı H s exper ences m ght be useful to us. (Onun

tecrübeler b z m ç n faydalı olab l r.) 2829) user; ( s m) kullanıcı Enter your user name. (Kullanıcı adınızı

g r n z.) 2830) usual; (sıfat) olağan,her zamank , alışılagelm ş He came home later than usual. (Eve her

zamank nden daha geç geld .) 2831) usually; (zarf) çoğunlukla, genell kle, genelde I usually go to work

by car. (İşe genell kle arabayla g der m.) 2832) ut l ty; ( s m) kamu h zmet kuruluşu, h zmet programı,

yararlılık, fayda You have to pay for ut l t es. (Kamu h zmet kuruluşlarına ödeme yapmalısın.) V

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 104/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

2833) vacat on; ( s m) tat l, boşaltma We are on vacat on n Bodrum r ght now. (Şuan Bodrum’da

tat ldey z.) 2834) valley; ( s m) vad The valley s 20 km away. (Vad 20 km uzaklıkta.) 2835) valuable;

(sıfat) değerl , kıymetl Your adv ces are valuable for me . (Sen n tavs yeler n ben m ç n değerl .) 2836)

value; ( s m, f l) .; değer, paha, kıymet, önem f.; değer vermek, paha b çmek The value of the euro

has r sen greatly. (Euro’nun değer büyük ölçüde arttı.) 2837) var able; (sıfat) değ şken, değ şen Th s

reg on’s cl mate s var able. (Bu bölgen n kl m değ şkend r.) 2838) var at on; ( s m) varyasyon, farklılık,

çeş tl l k, değ şme, dönüşme There are many d ffrent cook ng var at on of th s meal. (Bu yemeğ n çok

farklı p ş rme yöntemler var.) 2839) var ety; ( s m) çeş t, çeş tl l k Th s tool can be used n a var ety of

ways. (bu alet farklı çeş tlerde kullanılab l r.) 2840) var ous; (sıfat) çeş tl , farklı, türlü He qu tted the job

for var ous reasons. (İş n farklı nedenlerden dolayı bıraktı.) 2841) vary; (f l) çeş tl olmak, değ şmek,

çeş tlenmek Class numbers vary between 10-20. (Sınıf numaraları 10 la 20 arasında değ şmekted r.)

2842) vast; ( s m, sıfat) .; büyüklük, büyük boşluk s.; eng n, gen ş, çok gen ş There s a vast area of

forest beh nd our house. (Ev m z n arkasında çok gen ş b r ormanlık alan var.) 2843) vegetable; ( s m,

sıfat) .; sebze s.; b tk sel Green vegatables are the source of v tam n. (Yeş l sebzeler v tam n

kaynağıdır.) 2844) veh cle; ( s m) araç, vasıta, taşıt Are you the dr ver of th s veh cle? (Bu aracın sah b

m s n z?) 2845) venture; ( s m, f l) .; g r ş m, tehl kel ş f.; r ske atmak, tehl keye atmak, cüret etmek,

göze almak The bus ness venture made h m r ch. (BU ş g r ş m onu zeng n ett .) 2846) vers on; ( s m)

vers yon, sürüm Thre are two vers ons of the game. (Oyunun k sürümü var.) 2847) versus; (edat) karşı

It s Germany versus France n the f nal match. (F nal maçında Almanya Fransa’ya karşı.) 2848) very;

(zarf, sıfat) zf.; çok, pek, gerçekten s.; gayet, çok, aynı, gerçek Very few people know h m here.

(Burada onu çok az k ş tanıyor.) 2849) vessel; ( s m) damar, gem , tekne, kap, tas, den z taşıtı The

nurse h t a blood vessel. (Hemş re damardan enjeks yon yaptı.) 2850) veteran; (sıfat, s m) s.; emektar,

kıdeml , gaz .; esk asker, çok tecrübel k mse He s V etnam vet. (O, v etnam gaz s .) 2851) v a;

(edat) aracılığıyla, vasıtasıyla, üzer nden, yolu le We flew home v a Duba . (Eve Duba üzer nden

geçt k.) 2852) v ct m; ( s m, sıfat) .; kurban, kazazede s.; mağdur We w ll prov de the earthquake v ct ms

food. (Deprem mağdurlarına y yecek tem n edeceğ z.) 2853) v ctory; ( s m) zafer, gal b yet The team’s

v ctory made everyone happy. (Takımın gal b yet herkes sev nd rd .) 2854) v deo; ( s m) v deo We

watched the r wedd ng v deos. (Onların düğün v deolarını zled k.) 2855) v ew; ( s m, f l) .; manzara,

görüntü, görünüm, görüş alanı, görüş, bakış f.; görüntülemek, bakmak, ncelemek H s v ews on the

subject were accepted. (Konu hakkındak görüşler kabul gördü.) 2856) v ewer; ( s m) zley c , sey rc The

programme attracted thousands of v ewers. (Program b nlerce k ş n n lg s n çekt .) 2857) v llage; ( s m)

köy We v s ted some v llages n Spa n. (İspanya’dak bazı köyler z yaret ett k.) 2858) v olate; (f l) hlal

etmek, bozmak You v olated the nternat onal law. (Uluslararası hukuku hlal ett n.) 2859) v olat on; ( s m)

hlal, hlal etme The v olat on of the treaty has some sanct ons. (Anlaşmayı hlal etmen n bazı yaptırımları

var.) 2860) v olence; ( s m) ş ddet, h ddet, zorlama, zorbalık The pol ce used v olence aga nst the

protesters. (Pol s, göster c lere karşı ş ddet uyguladı.) 2861) v olent; (sıfat) ş ddetl , zorlu, sert There was

a v olent react on from the publ c. (Halktan sert b r tepk vardı.) 2862) v rtually; (zarf) adeta, gerçekte,

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 105/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

aslında He v rtually adm tted he was gu lty. (Aslında suçlu olduğunu t raf ett .) 2863) v rtue; ( s m) erdem,

faz let, doğruluk He led a l fe of v rtue. (Erdeml b r hayat sürdü.) 2864) v rus; ( s m) v rüs There s a v rus

nfect on n h s body. (Vücudunda v rüs lt habı var.) 2865) v s ble; (sıfat) görünen, gözle görülür, görülür

He showed no v s ble s gn of emot on. (Gözle görülür b r duygu bel rt s yoktu.) 2866) v s on; ( s m)

görme, tasavvur, hayal gücü, görü Cats have good n ght v s on. (Ked ler geceler y görürler.) 2867) v s t;

( s m, f l) .; z yaret, muayene f.; z yaret etmek, görmeye g tmek, uğramak, muayene etmeye g tmek

(doktor) For more nformat on, v s t our webs te. (Daha fazla b lg ç n nternet s tem z z yaret ed n.)

2868) v s tor; ( s m) z yaretç We have got v s tors from abroad. (yurtdışından z yaretç ler m z var.) 2869)

v sual; (sıfat) görsel She has a very good v sual memory. (Çok y b r görsel hafızası var.) 2870) v tal;

(sıfat) hayat , yaşamsal, çok öneml , yaşayan Water s v tal for us. (Su herkes ç n hayat d r.) 2871) vo ce;

( s m, f l) .; ses, seda f.; söylemek, d le get rmek Can you hear my vo ce? (Ses m duyab l yor musun?)

2872) volume; ( s m) hac m, c lt(k tap) She has an encycloped a n 20 volumes. (20 c ltl k b r

ans kloped s var.) 2873) volunteer; ( s m) gönüllü Are there any volunteers to help me? (Bana yardım

edecek gönüllü k mse var mı?) 2874) vote; ( s m, f l) .; oy, rey, oylama f.; oylamak, oy kullanmak, oy

vermek, lan etmek He obta ned 45% of the vote. (Oyların %45’ n aldı.) 2875) voter; ( s m) seçmen The

voters rate was about 85%. ( Seçmen oranı %85 c varındaydı.) 2876) voyage; ( s m) sefer, yolculuk,

den z yolculuğu The voyage lasted 15 days. (Den z yolculuğu 15 gün sürdü.) 2877) vulnerable; (sıfat)

savunmasız, korunmasız, hassas He looked very vulnerable stand ng there on h s own. (Orada kend

kend ne otururken çok savunmasızdı.) W 2878) wage; ( s m) ücret, maaş, aylık Wages w ll be pa d

on Monday. (Ücretler Pazartes günü ödenecek.) 2879) wa t; (f l, s m) f.; beklemek, bekletmek .;

bekleme, bekley ş I have been wa t ng for you for hours. (Saatlerd r sen bekl yorum.) 2880) wake; (f l)

uyanmak, canlanmak, uyanık kalmak I usually wake late on weekends. (Haftasonları genelde geç

uyanırım.) 2881) walk; (f l, s m) f.; yürümek, dolaşmak, gez nmek .; yürüyüş, yürüme, gez nt The

baby s just learn ng to walk. (Bebek, yürümey henüz öğren yor.) 2882) wall; ( s m, f l) .,duvar, set ,

sur f.; duvarla çev rmek I am go ng to pa nt the walls yellow. (Duvarları sarıya boyayacağım.) 2883)

wander; (f l, s m) f.; başıboş dolaşmak, amaçsızca dolaşmak .; amaçsızca dolaşma He s wander ng

a mlessly. (Amaçsızca dolaşıyor.) 2884) want; ( s m, f l) .; stek, arzu, gereks nme f.; stemek, arzu

etmek, talep etmek Do you want some cake? (B raz kek ster m s n?) 2885) war; ( s m) savaş, harp,

cenk, muharebe The Second World War lasted s x year. (İk nc Dünya Savaşı altı yıl sürdü.) 2886)

warm; (sıfat, f l) s.; ılık, sıcak, sıcak tutan, sam m f.; ısıtmak, ısınmak The weather s n ce and warm

today. (Hava bugün güzel ve sıcak.) 2887) warn; (f l) uyarmak, kaz etmek I tr ed to warn you but you

d dn’t l sten. (Sen uyarmaya çalıştım ancak d nlemed n.) 2888) warn ng; ( s m) uyarı, kaz, htar There

were no adequate warn ng table on the road. (Yolda yeter nce uyarı tabelası yoktu.) 2889) wash; (f l,

s m) f.; yıkamak, yıkanmak, aşındırmak .; yıkama, yıkanma Wash your hands before d nner.

(Yemekten önce eller n yıka.) 2890) waste; (f l, s m) f.; sraf etmek, boşa harcamak, saçıp savurmak

.; sraf, atık Why do you waste your money on cloth ng? (Neden paranı g ys ye vererek sraf ed yorsun?)

2891) watch; (f l) f; tv seyretmek, zlemek, bakmak , gözlemek, d kkat etmek, göz kulak olmak, nöbet

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 106/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

tutmak .; saat, kol saat , seyretme, gözet m, d kkat etme, nöbet, gözcü The ch ldren are watch ng

cartoon on TV. (Çocuklar telev zyonda ç zg f lm zl yorlar.) 2892) water; (f l, s m) f.; sulamak, ıslatmak,

su vermek .; su, su b r k nt s May I have a glass of water? (B r bardak su alab l r m y m) 2893) wave;

(f l, s m) f.; dalgalanmak, el sallamak .; dalga, el sallama Huge waves were break ng on the shore.

(Büyük dalgalar kıyıya vuruyordu.) 2894) way; ( s m) yol, yön, taraf, yöntem Wh ch way d d John go?

(John hang taraftan g tt ?) 2895) we; (zam r) b z We are close fr ends s nce our ch ldhood. (B z,

çocukluğumuzdan ber yakın arkadaşız.) 2896) weak; (sıfat) cılız, güçsüz, zayıf, hals z It ra ned all week.

(Tüm hafta yağmur yağdı.) 2897) wealth; ( s m) varlık, servet, zeng nl k, bolluk H s personel wealth s

around 200 m ll on dollars. (Onun k ş sel servet 200 m lyon dolar c varında.) 2898) wealthy; (sıfat)

varlıklı, zeng n, servet sah b Sw tzerland s a wealthy country. (İsv çre zeng n b r ülked r.) 2899) weapon;

( s m) s lah Choose your weapon. (S lahını seç.) 2900) wear; (f l, s m) f.; g ymek, takmak, yıpratmak,

esk mek .; g ys , g y m, yıpranma, esk me He was wear ng a black su t. (O, s yah b r takım elb se

g y yordu.) 2901) weather; ( s m) hava, hava durumu I won’t go out n th s weather. (Bu havada dışarı

çıkmam.) 2902) wedd ng; ( s m) n kah, düğün Have you been nv ted to the r wedd ng? (Onların

düğününe davetl m s n?) 2903) week; ( s m) hafta He w ll be back n a week. (B r hafta ç nde dönecek.)

2904) weekend; ( s m) hafta sonu Have a good weekend! (İy hafta sonları!) 2905) weekly; (sıfat) haftalık

Employees are pa d weekly. (ÇalışanlaR haftalık ücret alıyor.) 2906) we gh; (f l) tartmak, ağırlığında

olmak How much do you we gh? (Kaç k lo ağırlığındasın?) 2907) we ght; ( s m, f l) .; ağırlık, tartma,

tartı f.; ağırlık yapmak The average we ght of a new born baby s about three k los. (Yen doğan b r

bebeğ n ortalama ağırlığı üç k lodur.) 2908) welcome; (ünlem, f l) ünl.; hoş geld n, hoş geld n z f.;

konuk ağırlamak, hoş karşılamak It s a pleasure to welcome you to our home. (S z ev m zde

ağırlamaktan memnun oluruz.) 2909) welfare; ( s m) refah, esenl k, yardım, y l k We are worr ed about

the country’s welfare. (Ülken n refahı konusunda end şel y z.) 2910) well; ( s m, sıfat, f l, ünlem) .; kuyu,

hazne , apartman boşluğu s.; y , hoş f.; fışkırmak, kaynamak ünl.; pek , ha , şey Well, I w ll go

myself. (Pek , kend m g deceğ m.) 2911) west; ( s m, sıfat, zarf) .; batı s.; batıdak zf.; batıya doğru,

batıya The town s n the west of the c ty. (Kasaba şehr n batısında bulunuyor.) 2912) western; (sıfat,

s m) s.; batı, batılı .; kovboy romanı/ f lm It s one of the greatest work of Western art. (Bu, batı

sanatının en büyük eserler nden b r d r.) 2913) wet; (f l, s m) f.; ıslatmak .; ıslak, yaş You w ll get wet.

Take an umberalla. (Islanacaksın. Şems ye al.) 2914) what; (ünlem, sıfat) ünl. ; ne s.; hang What do

you want? (Ne st yorsun?) 2915) whatever; (sıfat, zam r) s.; her türlü, her çeş t zm.; herhang , ne

Whatever I do, I do w th respect. (Ne yaparsam yapayım, saygıyla yaparım.) 2916) wheel; ( s m)

tekerlek, çark The wheels got all muddy. (Tekerlekler çamur olmuştu.) 2917) when; (zarf, bağlaç) zf.; ne

zaman bağ.; -dığında/-d ğ nde, -dığı zaman, - ken, -ınca When you prepare the meal, please call us.

(Yemeğ yaptığın zaman b z ara lütfen.) 2918) whenever; (zarf, bağlaç) zf.; herhang b r zamanda

bağ.; her ne zaman, ne zamank , her ….-dığında You can come to me whenever you want. (Ne zaman

stersen bana geleb l rs n.) 2919) where; (zarf, bağlaç) zf.; nereye, nerede bağ.; -dığı yerde Where do

you want to go for d nner? (Akşam yemeğ ç n nereye g tmek sters n z?) 2920) whereas; (bağlaç) ken,

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 107/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

halbuk , oysak , madem k Some of the students fa led wherase other passed. (d ğerler geçerken bazı

öğrenc ler sınavdan kaldı.) 2921) whether; (bağlaç) - p -meyeceğ n , - p -med ğ n , You seem undec ded

whether to go or not. (G d p g tmeme konusunda kararsız görünüyorsun.) 2922) wh ch; (sıfat, zam r,

bağlaç) s.; hang zm.; hang s , hang s n bağ.; k o, -d ğ Wh ch one do you prefer? (Hnag s n terc h

eders n?) 2923) wh le; (bağlaç, s m) bağ.; ken, sırasında, süres nce, oysa, olduğu halde .; müddet,

zaman Wh le there s l fe, there s hope. (Hayat olduğu sürece umut da vardır.) 2924) wh sper; (f l, s m)

fısıldamak .; fısıltı What are you two wh sper ng about? (S z k n z neden fısıldaşıyorsunuz?) 2925)

wh te; (sıfat) beyaz, ak, tem z, soluk, beyaz ırktan olan She bought a new wh te coat. (O, yen beyaz b r

mont aldı.) 2926) who; (zam r, bağlaç) zm.; k m, k m , k me bağ.; k o, -dığı Who s your s ster? (Sen n

kız kardeş n k m?) 2927) whole; (sıfat) bütün, tam, tüm, tek parça He spent the whole day watch ng TV.

(Bütün günü telev zyon zleyerek geç rd .) 2928) whom; (zam r, bağlaç) zm.; k m , k m, k me bağ.; -dığı/-

d ğ Whom d d they nv te to the wedd ng? (Düğüne k mler davet ett ler?) 2929) whose; (zam r) k m n, k

onun, -en/-an Whose car s that? (Bu k m n arabası?) 2930) why; (zarf, s m) zf.; n ç n, neden, n ye .;

sebep Why are you so sad? (Neden böyle üzgünsün?) 2931) w de; (sıfat) gen ş, açık, bol, enl , eng n

She has w de knowledge on th s subject. (Bu konu hakkında eng n b lg s var.) 2932) w dely; (zarf)

yaygın b ç mde, büyük oranda, gen ş b r şek lde, y ce, gen ş çapta, gen ş ölçüde The proposal was

w dely accepted. (Tekl f büyük oranda kabul ed ld .) 2933) w depread; (sıfat) yaygın Alcohol problems

are qu te w despread n the soc ety. (Alkol problemler toplumda oldukça yaygın.) 2934) w fe; ( s m) karı,

hanım, eş (kocanın), hatun I met the doctor’s w fe. (Doktor’un karı le tanıştım.) 2935) w ld; ( s m, sıfat) .;

yaban s.; yaban , vahş He went to Amer ca to see w ld an mals. (Vahş hayvanları görmek ç n

Afr ka’ya g tt .) 2936) w ll; ( s m, f l) .; stek, vas yet, vas yetname, rade f.; d lemek, vas yetle

bırakmak, rades n kullanmak In sp te of what happened, she never lost the w ll to l ve. (Olanlara

rağmen h çb r zaman yaşamaya olan steğ n kaybetmed .) 2937) w ll ng; (sıfat) stekl , hevesl , gönüllü I

am w ll ng to help you. (Sana yardım etmeye gönüllüyüm.) 2938) w n; (f l, s m) f.; kazanmak, yenmek,

gal p gelmek .; kazanç, kazanma, gal b yet, başarı Wh ch team won? (Hang takım kazandı?) 2939)

w nd; ( s m, f l) .; rüzgar, yel f.;sarmak, dolamak, dolaşmak, kıvırmak The w nd s blow ng from the

north. (Rüzgar kuzeyden es yor.) 2940) w ndow; ( s m) pencere, camekan Close the w ndow, please.

(Pencerey kapatın lütfen.) 2941) w ne; ( s m) şarap, şarap reng We drank a glass of w ne w th some

cheese. (B raz peyn rle şarap çt k.) 2942) w ng; ( s m) kanat The b rd has beaut ful small w ngs. (Kuşun

güzel küçük kanatları var.) 2943) w nner; ( s m) gal p, kazanan The w nners of the compet t on w ll be

awarded. (Yarışmanın kazananları ödüllend r lecek.) 2944) w nter; ( s m, sıfat) .; kış s.; kışlık We went

to France last w nter. (Geçen kış Fransa’ya g tt k.) 2945) w pe; (f l, s m)ü f.; s lmek .;s lme, tem zleme

She w ped her hands on a towel. (Eller n havluya s ld .) 2946) w re; (f l, s m) f.; telle çev rmek, telle

bağlamak .; tel, kablo, telgraf The telephone w res had been cut. (Telefonun kabloları kes lm şt .)

2947) w sdom; ( s m) b lgel k, akıl, rfan Exper ence s a way to w sdom. (Deney m b lgel ğe g den

yoldur.) 2948) w se; (sıfat) b lge, b lg l , akıllı She s young but w se. (O genç ama b lg l .) 2949) w sh; (f l,

s m) f.; d lemek, stemek, arzu etmek, temenn etmek .; stek, d lek, arzu, temenn I w sh you a

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 108/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

happy new year. (Sana mutlu b r yen yıl d ler m.) 2950) w th; (edat) le, le beraber, b rl kte, yanında I

went shopp ng w th my mom. (Annem le b rl kte alışver şe g tt k.) 2951) w thdraw; (f l) ger çek lmek, ger

almak, para çekmek, çekmek Both troops w thdrew the r forces from the reg on. (Her k ordu da

güçler n bölgeden çekt .) 2952) w th n; (edat) ç nde, çer s nde, kapsamında, zarfında I w ll be there

w th n ten m nutes. (On dak ka çer s nde orada olacağım.) 2953) w thout; (zarf, edat) zf.; har cen, -

meks z n ed.; -meden, olmaksızın , -sız/-s z I don’t go anywhere w thout you. (Sens z h çb r yere

g tmem.) 2954) w tness; (f l, s m) f.; şah tl k etmek, şah t olmak .; şah t, tanık, tanıklık I w tnessed a

murder. (B r c nayete şah t oldum.) 2955) woman; ( s m) kadın, hanım She s a marr ed woman. (O, evl

b r kadın.) 2956) wonder; ( s m, f l) .; har ka, muz ce, şaşkınlık, şaşırma f.; merak etmek, şüphe

etmek, şaşmak I wonder who s th s guy. (Bu adamın k m olduğunu merak ed yorum.) 2957) wonderful;

(sıfat) har ka, müth ş, mükemmel You look wonderful! (Har ka görünüyorsun!) 2958) wood; ( s m) odun,

tahta, ahşap He chopped some wood for the wood. (Şöm ne ç n b raz odun kest .) 2959) wooden; (sıfat)

ahşap, tahtadan yapılmış M x the soup w th a wooden spoon. (Çorbayı tahta kaşıkla karıştır.) 2960)

word; ( s m) sözcük, kel me, söz Do you know the words to th s song? (Bu şarkının sözler n b l yor

musun?) 2961) work; ( s m, f l) .; ş, çalışma, eser, yapıt f.; çalışmak, ş yapmak, şlemek, şe

yaramak, çalıştırmak He has been work ng for twenty years. (O, y rm yıldır çalışıyor.) 2962) worker;

( s m) şç , çalışan, eleman, amele We are look for qual f ed workers. (N tel kl şç ler arıyoruz.) 2963)

work ng; (sıfat, s m) s.; çalışan .; çalışma, şley ş She s a work ng mother. (O, çalışan b r anne.)

2964) works; ( s m) çalışmalar, yapıtlar, tes s, fabr ka, ş, atölye Works are go ng well. (İşler y g d yor.)

2965) workshop; ( s m) atölye çalışması, çalıştay They w ll jo n a drama workshop. (Onlar drama üzer ne

b r atölye çalışmasına katılacaklar.) 2966) world; ( s m) dünya, yeryüzü, c han, alem Span sh s spoken

n many parts of the world. (İspanyolca dünyanın b r çok yer nde konuşuluyor.) 2967) worr ed; (sıfat)

end şel , merakta kalmış, end şe ç nde She gave me a worr ed look. (Bana end şel b r bakış attı.) 2968)

worry; ( s m, f l) .; end şe, kaygı, tasa, üzüntü, merak, kuruntu f.; merak etmek, end şelenmek,

kaygılanmak, üzülmek Don’t worry about me. (Ben m ç n end şelenme.) 2969) worth; ( s m) değer, eder

How much s th s pa nt ng worth? (Bu tablonun değer kaç para?) 2970) would; (f l) stemek, -ecek/-

acak, -ecekt , -erd /-ardı She would look better w th long ha r. (Uzun saçla daha y görünürdü.) 2971)

wound; (f l, s m) f.; yaralamak, vurmak .; yara, bere The nurse cleaned the wound. (Hemş re yarayı

tem zled .) 2972) wrap; (f l, s m) f.; sarmak, dolamak, paketlemek .; sargı, örtü I wrapped the baby n

a blanket. (Bebeğ battan yeye sardım.) 2975) wr te; (f l) yazmak, yazı yazmak, kaleme almak The

tecaher wrote the answers on the board. (Öğretmen cevapları tahtaya yazdı.) 2976) wr ter; ( s m) yazar

The wr ter expresses h mself correctly n Turk sh. (Yazar, kend n Türkçe’de doğru şek lde fade

edeb l yor.) 2977) wr t ng; ( s m) yazım, yazma, yazı He s profess onal on read ng of anc ent wr t ng. (O

esk yazı okuma konusunda uzman.) 2978) wrong; (sıfat, s m, f l) s.; yanlış, uygunsuz, haksız .;

kötülük, zarar, haksızlık f.;kötülük etmek, haksızlık etmek That answer s wrong. (Bu cevap yanlış.)

2979) yard; ( s m) bahçe, avlu, açıklık The ch ldren were play ng n the yard. (Çocuklar bahçede

oynuyordu.) 2980) yeah; (ünlem) evet, tamam Yeah, r ght. I got t. (Evet, doğru. Anladım.) 2981) year;

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 109/110


19.01.2021 İng l zcede En Çok Kullanılan 3000 Kel me, Anlamları ve Örnek Cümleler :: Reader V ew

( s m) yıl, sene The museum s open all year round. (Müze tüm yıl boyunca açık.) 2982) yell; (f l, s m) f.;

bağırmak .; bağırma She yelled out n pa n. (Acı çer s nde bağırdı.) 2983) yellow; (sıfat) sarı There

were yellow flowers on her dress. (Elb ses n n üstüne sarı ç çekler vardı.) 2984) yes; ( s m, ünlem) .;

evet, olumlu cevap ünl.; evet, tamam Is th s your jacket? Yes, t s. (Bu sen n ceket n m ? Evet.) 2987)

yesterday; (zarf) dün Where were you yesterday? (Dün neredeyd n?) 2991) yet; (zarf, bağlaç) zf.;

henüz, daha, ş md den, gerç , y ne de bağ.; ancak, oysa Are you ready? Not yet. (Hazır mısın? Henüz

değ l m.) 2992) y eld; ( s m, f l) .; ver m, get r , mahsul f.; ürün vermek, kazanç sağlamak, boyun

eğmek, tesl m olmak R ch so l y elds good crops. (Zeng n toprak y mahsul ver r.) 2993) you; (zam r)

sen, s z, sen , sana, s z , s ze, s zler You sa d you knew me. (Sen ben tanıdığını söyled n.) 2994)

young; (sıfat) genç, taze, yen , küçük, yavru I am the youngest of three s sters. (Üç kız kardeşten en

küçük olanı ben m.) 2995) your; (zam r) sen n, s z n Excuse me, s th s your watch? (Afeders n z bu kol

saat s z n m ?) 2996) yours; (zam r) sen nk , s z nk , sen n, s z n Is he fr end of yours? (O sen n

arkadaşın mı?) 2997) yourself; (zam r) kend n, kend n , kend ne, kend n z Don’t fool yourself. (Kend n

kandırma.) 2998) youth; ( s m) gençl k, del kanlılık He was very agress ve n h s youth. (Gençl ğ nde çok

agres ft .) 2999) zone; ( s m) bölge, alan, kuşak, zon, saha They are try ng to strengthen the new trade

zone. (Yen t caret alanını güçlend rmeye çalışıyorlar.) 3000) zoo; ( s m) hayvanat bahçes They took

the r ch ldren to the zoo. (Çocuklarını hayvanat bahçes ne götürdüler.)

chrome-extens on:// kmhokpogled mpnfdbcgondkbmfkfjc/data/reader/ ndex.html? d=528 110/110

You might also like