You are on page 1of 203

TAKDİM

Bu eser, günün şartlarına uygun ve günün


hakkını verici "tamamlıklar" hâlinde birbirine ek­
lenen çizgimizin tutarlılığına bir kere daha şahit­
lik edici bir tarihçe hükmündedir.

Gûya İslâm adına bir dönem söylediğini par­


sa dönünce örten, bir dönem tükürdüğünü sonra­
dan yalayan ve bu yalama işini kedinin gerisini
yalaması gibi bir tabiîlikle sıkılmadan yapan yüz­
süzlere karşılık, göğsümüzü gere gere ve "Allah'ın
verdiği nimetleri açıklama" şuuruyla geçmişi ye­
niden gözler Önüne sermek... Biz, fikir ve aksiyon
keyfiyeti "hiç" veya "nesebşiz-piç" bir mayanın sa­
hibi olanlarla aramızdaki farkı, misyonumuz ge­
reği yeri geldikçe göstermek zorundayız... Vurgu­
layalım:
— "Hemen herkesin; şahıs, gurub ve gurub-
çukların, geçmişini örtme ve pisliklerini gizleme
"an'anevî telâşe"sinde göründüğü, parsa ne yana
dönerse ve riskten kaçınma vasatı neredeyse ka­
falarım o yana döndürdüğü bir maya içinde, geç­
mişine her zaman sahih çıkabilmek, sahih çıkıla­
cak bir geçmişi hâlihazırda ileriye sürebilmek ne
kadar mânâlı!"
Mutlu değişim hakkım İBDA’dan yana kulla­
nanlarıyla beraber bütün İBDA mensubları, bu
ordulaşma çağında tutundukları kapı adına, söz-
konusu mânâ ile ne kadar övünseler yeridir!..
Bu eser, çeşitli gazete ve dergilerde yayınla­
nan, yayınlanmayan veya mücbir sebeblerle ya­
kınlanamayan mülâkatlardan ve yazılı olarak ve­
rilmiş soru ve eevablardan oluşuyor; bu hâliyle
de, bir eser bütünlüğü belirtmemesi ve olsa olsa
bir albüm olması gerekirdi... Oysa öyle değil; "gü­
nün hakkını vererek yarını hedeflemek" şiarımız
gereği, ne olmak ve ne yapmak istediğini bilen bir
fikir ve aksiyon bünyesinin ifşâı hâlinde, içyüz
bütünlüğü ve dışyüz sergisini gösteren bir tarihçe
ve kitabhk bir oluşum belirtiyor.
Göreceksiniz.!..
#
Eserimi, Üstadım adına, dünyaya açılan İB­
DA penceresi başında içinde sahte, hain ve sahte­
likleri barındırmayan, eseri eserim ve eserim ese­
ri olmuş ve şahsıma dair Üstadımın hükümlerini
kendilerine düşen yönüyle hakikat kılan ve "doğ­
rul ayı cılık usûlü "nü heykelleştiren aziz İBDA
kadrosuna ihtaf ediyorum!..
m '
Ve son bir nükte: Eserin kapağında gördüğü­
nüz maskelendirilmiş resmim, Nokta dergisinin
Şubat 1996 nüshasının kapak resmidir ve kompo­
zisyonun bütünlüğü içinde bu davayı kimin genç­
leştirip dinçleştirdiğinin de vesikasıdır...
Vesselam!..

8
MESELELER E1RAMNDA
11

i
DEDİ — Nasıl bir soru sorulmasını isterdi­
n iz ? .^ âni ilk soru. ...
DEDİM — Konuşmacıya konuşma şevki ver­
mek, onu konuşturabilmek bir marifet... İlk önce
şunu söylemeliyim: İnsanoğlu tarih boyunca ha­
yat karşısında şu soruyu sordu: Fazilete göre mi
yaşamalı, yoksa hazza göre mi?.. Burada uzun
uzun derinleşmek durumunda değilim... İslâm fa­
zilete göre yaşamanın hakikatini, bunun ölçüleri­
ni temsil ediyor. Şimdi bu gözlükle manzaraya
bakılsın...
DEDİ — Misâllendirirsek iyi olur zannediyo­
rum...
DEDİM — Haklısınız... Öbür tarafta, fazilete
göre yaşamanın hakikatine mensub olanların,
"nefs murakabesi" diye bir melekeden mahrum
olarak, hazcılığın türlerini temsil içinde yaşama­
ları... Eğer "olmak" diye bir ıstırabı duymuyorsak,
dünyayı nakışlandırma marifetini buna nisbetle
anlamıyorsak, bu düşünce olmadığı zaman kendi­
mizi toprağa atılmış bir tırnak parçası olarak his­
setmiyorsak, hissettireceğimiz birşey de yok de­
mektir... Hani bazı ahmakların gaflet derecesini
gösteren bir söz vardır: "Dünya'ya bir kere gel­
dik!"... Hazcılığın dövizi bir söz!.. Oysa adam,
dünya'ya bir kere gelmekten dolayı "zaman israfi"
içinde olunmaması gerektiğini anlamaz!.. Şey...
Başta sorduğunuz?..

11
DEDİ — Nasıl bir soru sorulmasını istediği­
nizi sormuştum...
DEDİM — Tabiî ki rahmetli Üstadımız Ne­
cip FazıFm şahsında tecelli eden muazzam
mânânın hakikatinin ne olduğunu!.. Zaten hangi
soru sorulursa sorulsun, onu anlatıyorum, ondan
anlatıyorum, onun şahsında tecelli eden mânânın
muhasebecisi sıfatıyla anlatıyorum!.. Biraz önce
söylediklerim de, en önce sorulmasını istediğim
soruyla ilgili... Sadece alkol kokulu cenaze çelenk-
lerinden daha adi pohpohçuları onun mânâsına
bulaştırmama hassasiyeti değil, aynı zamanda al­
kol kokulu cenaze çelenklerini de defetmiş bir şu­
ur önünde —biliyorsunuz herkes seyrederken o işi
de biz yaptık-, Necip Fazılın şahsında tecelli
eden muazzam mânânın hakikati nedir?.. İdeali
aramayla toprağa bağlanma arasındaki bir ber­
zahta kıvranan insanoğlunun "oluş" ıstırabını,
İslâm'ın hakikatine nisbetle heykelleştiren
adam!.. Beş asırlık tarih dilimimizle birlikte, için­
de yaşadığımız çağın nabzım yakalayan adam!..
Necip Fazıl budur... Eşya ve hâdiseler karşısında
ruhun "nasıl" tavrını İslâm’ın hakikatine göre
gösteren, bunun diyalektik ve estetiğini mutlak
"üst dil-üst mânâ"ya nisbetle gösteren adam... Fh
kir, sanat, aksiyon, bütün "oluş" hakikatiyle onu
bu ifâdeler çerçevesinde tarif etmiş oluyoruz!..
DEDİ — Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin
Üstadımıza, "sende iki şey ifrat hâlinde: Muhab­
bet ve zekâ!" deyişini, Üstadımızın da size "sende
ifrat hâlinde tecrit var; benim bugüne kadar yok­
luğundan en fazla şikâyet ettiğim mücerret fikir
istidadı çok fazla!" ifâdesini hatırlıyoruz...
DEDİM — Kendisindeki tecrit kumaşının
gösterilmesini ısmarlayarak... Hemen belirtmeli­
yim: Ruhun eşya ve hâdiseler karşısındaki "nasıl"
12
tavrına mukabil ben, Büyük Doğu'nun "niçin" bu-
udunu heykeli eştirmekle mükellefim!.. Altına biz­
zat sığınanların temin edeceği en umumî keyfiyet
şemsiyesini, yâni İBDA'yi açmış bulunuyorum!..
DEDİ — İfâdenizi biraz daha açar mısınız?..
DEDİM — Şöyle... Büyük Doğu Mimarl'na
"has ve hususi nisbet" içinde "doğrulayıcılık
usûlü" ve "intikal mihrakı "m temsil ediyorum...
Erbabına, bir adım daha atarak söyleyeyim: Zât
sevgisi ve bunun nisbeti... Zâttan zuhur eden dış-
yüz menfiliğindeki engelleri aşıp, onlardaki el
değmemiş hikmet incilerini devşiren "tek"!.. Ben
bunu böylece Öz hayatım olarak sergiledikten son­
ra bir kısmının sezdiği ve anladığı, dönme tabiatlı
veya dönmelerin hiç anlamadığı incelik!..
DEDİ-— Buna göre Üstadımız?..
DEDİM — Rahmetli Üstadımız, beni yetiş­
tirme misyonunun her ân bitişikliği içinde ve mü­
tefekkir yetiştiren mütefekkir çehresiyle, yapanı
yaptırandadır... Atı koşturan süvârî!.. Fail olmak
yerine münfail sıfatta... 500 senedir beklenen ve
bugün dünyanın beklediği mütefekkirdir ki, onun
kavgasını yaptığı mânânın olanca keyfiyetini de­
mlendirecek... "Necip Fazıl-'m erişilmezliği bah­
sinde ne söyleyebilirim?" gibi, sümüklü çocuk ağ­
zıyla ondan ve mânâsından habersiz adamların
bahisleri ve onu kendi şahıslarında, küçültmeleri
bir yana, İslâm’a muhatab anlayışı yenileyen
adam, ruhun "nasıl" tavrım temsil edici olarak,
benim için misyonu kelimenin gerçek mânâsıyla
sürekli bir kaynak hükmündedir...
DEDİ — Sizin hakkınızdaki değer hükmü?..
DEDİM — Benim hakkımdaki değer hük­
münden önce, "değer hükmü" hakkmdaki değer
hükmümü billûrlaştırmalıyım... Necip Fazılın

13
mânâsı ve misyonu anlaşılıyorsa, bir müslüman
için "Nobel Ödülü” bile güneş yanında kibrit alevi
kadar sönük kalır... Kıymeti sahibinden bilerek
gayet açık söylüyorum!.. Bir misâl vereyim... Ölü­
nün arkasından yapılan törenlerde saksı gibi di­
kiliyorlar; "mânevî huzurunda!” filân diye... O di­
kilişin bir işe yaramadığını biliyorlar ama.
"mânevi olarak” diye... Yâni "mânâ ve manevilik",
orada bir hakikat değil, ne yapacağım bilememe­
nin getirdiği köpücük bir espridir... Onların eam
cehenneme ama, bir müslüman için "mânâ ve
mânevîlik" böyle anlaşılırsa, bu seviyede anlaşı­
lırsa?.. Biz, ruhî varoluşun en yüksek hakikatini
hürriyette ve mânâyı en yüksek hakikat olarak
bildiğimize, bunun mutlak Ölçülerine sahib oldu­
ğumuza göre, "mânâ ve mânevîliği" dönmelerin
şivesiyle telaffuzdan kaçınalım... Şimdi Söyleyebi­
lirim: Necip Fazıl tarafından "dünyanın beklediği
mütefekkir namzedi" olarak karşılanma haysiye­
timin hakkıyla söylüyorum ki, bana verilebilecek
daha büyük dünyalık hiçbir ödül yoktur!..
Mânâda neseb bağının, ruh ve fikirde neseb bağı­
nın ne olduğunu hissettirebiliyor muyum?.. Veya,
önümü açma ihlâsım yaşayacak yerde, ayaklan­
ma dolanma ve çelme atmaya davranma
cinâyetini işleyenleri...
DEDİ — Bu güzel sohbeti şimdi onun sanatı
bahsine döndürsek..
DEDİM — Evvelâ şunu söyleyeyim: Necip
Fazıl'm üslûbunun dünya görüşüne ve misyonuna
âit sırrını ilk defa ben işaretledim... Herşeye sah­
tesinin musallat olması gibi, "ah, ne üslûb, ne eri­
şilmez!" gibi lâflar... "Falancaya benziyor ama,
ondan da üstün!" filân... "Kültür Davamız" isimli
eserimde, onun üslûbunun, fikre âit mânâsım işa­
retledim: "Derinliğin derinliğini ve anlatılamazın

14
anlatılamazlığmı hissettiren”... Önce şunu anla­
mak lâzım: Görme melekesinin görülecek şeyle
anlaşılması gibi, hayâl bir melekedir... Tasavvu­
ru, sureti idrak eder... Sembolün hakikati de bu-
dur; çoluk çocuk sembolü değil... Bunu hissederiz,
sonra fikre deriz... Onun üslûbundaki sembol, me­
caz, teşbih ve istiare gibi unsurlar, İslâmcı bir es­
tetik idrakinin temelleri ve diyalektiği ile içice!..
Malûm veya olmalı... Bizim için, "doğrunun olma­
dığı yerde güzel de yoktur!"... Fikrin kendini değil
de, düzenini ve tertibini ifâde eden "diyalektik"
ne ise, doğru ve iyinin zarafet ambalajını gösteren
estetik de "güzef'e nisbetle o... Doğrunun güzellik
usûlüyle âlet özellikleri içinde temini... Fikrinde
ve sanatında, telkin ve sindirmenin dili... Bu
mânâda, rahmetli Üstadımızın nesri de şiir dili­
dir... "Mensur şiir” filân demiyorum... Üslûbu ke­
lime tertibi açısından değil de kelimelerin arasına
kıvrılmış bir his edâsı olarak anlarsak, onun
üslûbunu dış yüzden binlerine benzetenlerden
ayrılmış oluruz... Doğruyu güzellik usûlüyle ve­
ren adam..
DEDİ — Bunlar hep lif lif açtığın, açılması
ve anlaşılması geren mevzular... Sohbet yerimizin
sınırını gözönünde tutarak, bir mevzuda yoğun­
laşmayı değil de, çeşitli mevzulara teması iste­
diğimizden, başka mevzuya geçmek istiyoruz...
Siyaset mevzuunda...
DEDİM — Siyaset... İnsan organizmasının
yaşama adına faaliyetleri, savunması, korunması,
hayata uyum adına yaptığı topyekûn hareketleri
neyse, bir ideolojiye göre mânâsı o... Şuurun muh­
tevasını ele veren...
DEDİ — Yâni "siyaset yapmayalım!" der­
ken...

15
DEDİM — Elbette saçmalık... O da "siyaset
yapmama" siyaseti!.. "Siyaset yapalım - yapmaya­
lım!" demek... Bunlar birşey demek değil... Şimdi
iki grub gelse, ikisine de karşıyım!.. Üstadımızın
bir noktalaması var: "Ağız yolunu bilmez, kaşık
çalar pilâva!" diye... Siyaset, hareket olarak, va­
sıta olarak, hedef ve gaye olarak, "olunması gere-
ken'in tertibidir, âletidir, her basamakta ve her
türlü görünüşü içinde, "ruh ve fikrin sindirilece-
ği" vesiledir, manivelâdır... "Olunması gereken’e
âit en küçük bir imajın, "yapılması gerekene âit
en küçük bir fikrin olmadığı yerde, basit itiş ka­
kış... "Olunması gereken"in temini ve hâkimiyeti
sözkpnusu olduğu yerde de, "yapmayalım!" de­
mek, budalalık... "Siyaset yapmayalım!" derken,
siyaset yaptığını bilmiyor!.. Malûm mânâsıyla si­
yaset... Her siyasî olay bir sosyal olaydır ama, her
sosyal olay siyasî bir olay değildir; olaya siyasilik
karakterini veren şuurdur... Hâdiseye yanaşan
insan şuuru... "Olunması gereken"e âit bir fikir ve
imajın olduğu yerde, "gerektiği yerde gerekeni
yapmak" vardır... Gerektiği yerde gerekeni yap­
mak; yapmanın "nasıl" ve "niçin’ ıni bilen için...
Kendisini ifâdelendiremeyen zıtlıkların dışında
kalan idrak budur. Meselâ... Diyelim ki, "hareket
olmadan kadro doğmaz, kadro olmadan da hare­
ket olmaz"... Tekerlemediler ve sahte akıl yürütü­
cüler, bu türlü ikiliklerde her zaman gerekenin
tesbitinde acizdirler; hain ve rizikodan kaçış ve­
saire gibi şeylerin üzerinde durmuyorum... Lider,
liderin rolü vesaire gibi bir sürü husus... Olunma­
sı ve yapılması gerekenin "nasıl" ve "niçin"ini kes­
tirene, burada "gerektiği yerde gerekenin yapıl­
ması" idraki, "karar" keyfiyeti var... Karar; öz il­
minin müntehasındaki marifet, sanat... Ne der­
sen, de; bunun şuuru var... Sahtesini defederek

16
söyleyelim ki, önce ne olunmak gerektiğinin şuu­
ru ve her davranış buna nisbetle...
DEDİ —- İslâmî tefekkür bahsinde...
DEDİM — İslâmî tefekkürün hakikati, "has
oda" sırrına giden yolun döşenmesidir... Olunması
ve yaşanması gereken hayatın yolu... Şimdi bir
mesele: Adam ortaya çıkıyor, "tasarruf yapalım,
kemer sıkalım, çok iyidir!" filân... Onun hayat an­
layışına cevaben söylüyorum: İmkânım olduktan
sonra niçin kemer sıkayım?.. İmkânım yoksa, ni­
çin senin gibi kemer sıkma ihtiyacında olmayan­
lardan olmayayım ve bunu istemeyeyim?.. Senin
de bir ömrün var, benim de... Benimki kemer sık­
ma ile geçecek ve sen zevk ve sefa içindeki idare­
ci, üstelik sırtımdan muvaffak olmuş bir tip çize­
ceksin!..
DEDİ — Bahsi değiştirsek iyi olacak!./
DEDİM — Değiştirmek yerine bağlıyorum...
İktisadî faaliyetler ruha bağlı bir zaruretin yerine
getirilişidir ve bu mânâsıyla da ahlâka bağlı bir
alt sistem teşkil eder... Ahlâk; fail olmak yerine,
münfail sıfat... Yapanı yaptıran... "Niçin şöyle ya­
payım, niçin böyle davranayım?" diye sorduğum
zaman, enayi yerine konulmadan ruhî dayanakla­
rını isterim... "Zarurî ihtiyaçlar, refah ve mutlu­
luk" gibi lâflar... Bunlar hakikatini hayat önünde
duran anlayışa göre verir; ahlâkî sistem... Bir Al­
man için bira zarurî ihtiyaçtır, bir Avrupalı için
tatil, tiyatro, sinema zarurî ihtiyaçtır... Ya bize
göre?.. Bir misâl vereyim: Hazcı bir anlayışa göre
programlı yaşayan Amerikalının savaşta bunlar­
dan mahrum kalmasının ruhî deprasyonu, mah­
rum ve iktisaden geri veya "mistik" bir bünyeye
sahib ülke askerinde olmuyor... Niçin?.. Bilmem
anlatabiliyor muyum?.. Şunu yapın, bunu yapın,
şöyle yapalım, böyle yapalım... Herşeyden önce

17
neyiz biz?.. Neye göre ne yapalım, neye göre ne
yapılması gerektiğini söyleme hakkını nereden
buluyorsun kendinde?.. Meselâ bir Başbakanın,
hazcı bir anlayışın bütün nimetlerini, lüks ve is­
rafı sergilediği bir aile dekoru içinde fakir fukara­
ya "kemer sıkın!" demesi ayıp oluyor!.. İstersen
sıkma; o da madalyonun diğer yüzü..;
DEDİ — Yâni demek istiyorsunuz ki...
DEDİM — Bağlıyorum... Bütün insanlığın ve
bizim tek meselemiz var... Meselelerin meselesi:
Ruh ve anlayış... Hangi ruh ve anlayış?.. Vergisi
de, algısı da, tasarruf ölçüsü de, herşey, herşey
kendisine nisbetle yapılacak... Herşeyin mutlak
mânâsıyla ölçüsünü veren, herşeyin hakikatini
kendine nisbet edeceğimiz "Mutlak Fikir-Mutlak
Ahlâkî Sistem"... Ölçü bu olduktan sonra, sıkıntı­
ya katlanmak da ne, seve seve ölünür!..
DEDİ — Rahmetli Üstadımızı anıyoruz...
DEDİM — Eğer hatırlamak, unutkanlıkta
bir çakıntı olarak anlaşılıyorsa, uykusuna kadar
onunla dolu bir adamı bu hizâda mütalâa etmek
yanlış olur!.. Ben, kelimenin gerçek mânâsıyla bi­
tişik yaşadığım bir şahsiyete nisbetle fikir serde-
denim... Dolayısıyla, ne söylesem, söylenen odur,
onun içindir, ona nisbetledir!..
DEDİ — Sevgili Üstadımıza Allah'tan rah­
met diliyoruz!.. Bütün mümin ve müslümanlara!..
Bu sohbet için teşekkür ediyorum ve bu vesileyle
"Kayan Yıldız Sırrı" isimli şiir kitabınızın 2. bas­
kısının çıkışını da duyurmayı vazife biliyorum!..
DEDİM — Teşekkür ederim Atillâ Bey!,.

1984

18
DEDİ — Ahmet Mithat Efendi'den beri bir
takım yazarların yazdığı romanlar, kendi hayat­
larıyla dolaysız ilişkili ve bir bakıma yazarının
aynası niteliğindedir. Fakat çoğu romancılar da,
uzaktan olsun veya olmasın, yaşanmayan, mücer­
ret içtimâi mevzuları işlemişlerdir. "Yaşamayı
Deneme"den sonra yayınlanmış ikinci romanınız
olan "Gölgeler" de, yukarıda ileri sürdüğümüz gi­
bi yazarıma aynası mahiyetinde. Yanılıyor mu­
yum?..
DEDİM — Varlık ve oluş, hayat ve ölüm, za­
man ve hürriyet, dil ve diyalektik, estetik ve
ahlâk, fert ve toplum, imân ve sanat... İnsan
"ben’inin temel meselelerinde tecrit terleri dök­
memiş ve bu mevzuda has ve hususî bir edâ be­
lirtmeyen hiç bir büyük sanatkâr gösterilemez.
Bu ölçü içinde baktığımız zaman, romancının seç­
tiği tipler ve anlattığı vakalar, belirli-bir keyfiye­
tin görünüşüne vesile olan ve hizmet eden unsur­
lar mahiyetindedir; zamanın mekânda tecelli et­
mesi gibi... Eğer, şuur seviyesinin her değişimin­
de gerçeklik seviyesinin de değişmesi ve sanatın
görünümlerinin "sıradan varoluş "a nisbetle daha
yüksek bir varoluşa karşılık olmasını gözönünde
tutarsanız, sanatçı, hamurunu veya çamurunu is­
tediği yerden alabilir; bütün kıymet, ona üflediği
ruh. ve nefeste... Eserin, yazarının aynası olup ol­
maması meselesine bu gözle bakınca, işlenen
mevzuun yaşanıp yaşanmaması bahsine de açık­

19
lık getirmiş oluyoruz: Meselâ bir adam için, "ne
cansız adam!" diyoruz... Kas dimi z, onun güçsüz­
lüğü ve takatsizliği. Bunun gibi, aslında her eser
yazarının aynası niteliğinde ve yaşadığı iç âlem
düzeninin tertibiyle ilgilidir; o hâlde, yaşanmamı­
şı yazmaktan kasıt, "cansız adam" misâlinde ol­
duğu gibi "keyfiyet" cevherinin yokluğudur... De­
mek ki onun yaşadığı varoluş gerçeği de, olmayan
cevherini varmış gibi gösterme yeltenişi!.. Roma­
nın mahiyeti hakkında Büyük Doğu Mimarı'ndan
işaretleyeceğim ölçü, sorunuza başka taraftan
bakma imkânı da verecek... Şöyle diyor: "Roman,
olurların, olabilirlerin, olamazların, olması özle­
nenlerin, hattâ olmuş olanların, mutlaka dinamik
vak’alar zinciri içinde, demeti, dizisi, sergisidir.
Böyle olunca, asli mahiyeti bakımından bir oldur­
ma, oluşturma, biçimleme, yakıştırma, tasarlama
işi hâlinde meydana çıkıyor ve insandaki eşya ve
hâdiseleri murakabe ve öteleri kovalayıcı hayâl
gücüne dayanıyor"... Hayâl gücü; buna dikkat...
"Görme" istidadının "görülecek şeyle" ortaya çık­
ması gibi, ruhun merkezî fakültesi ve öncü hayâl,
suretlerle görünüyor ve suretlerle etkileniyor...
Bunu, dünyanın her ân "tamam" ve hayatın her
ân "mümkün" oluşu, romanın ise hayat filminden
bir yansıma olması şartıyla birlikte düşünürse­
niz, romancının "tümevarım" ve '1tümdengelim"le
yaptığı seçme ve icatlar, sıradan bir varoluşa âit
değildir. Yâni hatıra veya başa gelmiş vak’amn
kuru anlatımında değil iş; keyfiyette... "Yaşamak"
da sadece fiilî davranışa âit değil; ruhî veya fikrî
yön, zaten fiilî davranışın muhtevasında da görü­
nüyor. O hâlde, eserin "yazarının aynası" olması
meselesi, iç âlem düzenine ve şuuruna âit bir iş.
Bu şekilde anlamazsak, saksı resmi yapan bir
ressamı saksı gibi görmek gerekir; kısacası, ro­

20
mancı için, malzemenin ne olduğu değil, o malze­
menin sağladığı imkân mühimdir... Netice olarak;
hâdiseleri idealize edici bir keyfiyet olmadan, ya­
şanmayan keyfiyetin işlediği malzeme de, "temel­
siz", "desteksiz", "cansız" oluyor... Mevzu, ister
fert ve isterse toplumla ilgili olsun... Israrla keyfi­
yetten bahsetmemden anlaşılmalı ki, "fert ve top­
lum" gibi girift bir mevzuda derinliğine bir fikri
olmayan fikir tüysüzünün roman âletiyle üfleye­
ceği birşey yoktur. Nitekim, sabun ve deterjan
reklâmına benzer ödüllendirme ve değerlendir­
melerle ortaya çıkanların sırma saçlı olarak veh­
mettirilen sanat kumaşları, fikir plânından ba­
kınca bütün kelliğiyle görünüyor!.. Adamda mü­
cerret mânâda sanat kumaşı (saf fikir) istidadı
yok, sanatın delil ve isbat merdivenlerine ihtiyaç-
sızlığmdan istifade, bu hürriyeti, kütlüğün avan­
tajı olarak kullanıyor!.. Bu çerçeve içinde, özel­
likle solun köpürttüğü bir gözbağcılığa misâl ve­
reyim: Anlatırken, "ben geliyorum!" diyeceğine,
"ben var gelmek eylemi!" dercesine bir cehdle bü­
tün gücünü cümleyi çarpıtma ve klişe tertibine
verince, bunun adı "kendine has bir dil ve estetik"
oluşturmak (!)... Oysa iş, satırlar arasına kıvrılan
fikir edasında ve "estetikle "dil", bu edâyı temin
eden görünüşte; yâni keyfiyet davası, kuru kabuk
değil... Fikirde "diyalektik" ne ise, romanda da
"estetik" o; bir odadan içeri seke seke giren ada­
mın "orjinalliği" cinsinden çocukluklara "yeni dil"
ve "estetik" oluşturmak gözüyle bakılıyorsa o baş­
ka!..
DEDİ — Sizce, edebiyatın kendi içerisinde
önemli bir şubesi olan "roman" nedir ve nasıl bir
fonksiyon yüklüyorsunuz bu sanat dalma?..
DEDİM — Bizim malik olduğumuz ölçü için­

21
de söylersem, büyük fikir adamı ve sanatçı,
mensub olduğu keyfiyet göğünde kanat açacak
yavruları besleyen bir anadır; eser bunun için ve
haysiyeti böyle olmalı!.. Yukarıdaki sorunuza da
değinecek şekilde sanatçının bir toplumda neyi
ifâde ettiğini belirtirsek, buna nisbetle romana
yüklenen fonksiyon da görünür ki şu: Görünmez
şeffaf perdelerle birbirinden ayrılıkları içinde, in-
san keyfiyetinin birleştiriciliğinde bir, bir dünya­
da ayrı dünyaları yaşayanların hepsini birden ku­
şatıcı, dünyaların eğilimlerini keşfeden yönlendi­
rici bir sanat kumaşı... Eğer sanatçının psikolojik
tahlilini yapmak veya eserden onun psikolojisini
hecelemek şeklinde, yahut da "bu eser nasıl bir
hayat yumağından çıktı?" tarzında bir yaklaşımla
"yaşama"dan sözedilirse, belirttiğim ölçüler niye­
tiyle veriler toplanır, değerlendirilir... Meselâ, sa­
natçı kumaşmrele veren çarpıcı misâllerden biri,
bir Alman dergisinden nakil olarak Milliyet'te ya­
yınlandı: "Boks, şairlerin ve romancıların sporu­
dur!"... Ve sayıyor; Ernest Hemingway, Brecht,
Jack London, Bernard Shaw, Lord Byron ve daha
niceleri... Hayâlden hakikate, hayattan ölüme,
korkudan zafer duygusu ve tutkusuna, zamanı
bir başka yaşamaktan iradeye, heplikten hiçliğe,
tribünlerdeki kalabalıktan kendi yalnızlığına, da­
ha'neye ve neye kadar, sanatçıyı bu uçlar ve yal­
nız başmalığm en keskin alanına çeken nedir?..
Söyledik bile: Sanatçı, uçlar adamı ve "kendinde
obje" mihrakından seslenen insandır; "kendinde
adam"... Böyle bir kumaşın iç âlem tertibi peşin­
deki gayesini, İslâm estetik idrakinin temel taşıy­
la, yâni "doğrunun olmadığı yerde güzel de yok­
tur!" idrakinin içinde düşünürsek, nihâyetinde
"Allah'ı arama işi" bulunan bir rolle karşılaşırız;
gayesi Allah'ı aramak olan bir iç âlem düzeni pe­

22
şindeki tertibi gösteren roman!.. Bu işin nasıl bir
keyfiyet istediğine misâl olsun diye, "Gölgeler" ro­
manında malzemeyi özellikle göstere göstere ver­
dim; iş unsurda değil, terkib'de ve keyfiyetin gö­
rünüşü için... Hâdiseleri idealize etme davası. Bu­
raya kadar anlatılanlardan romana nasıl bir rol
yüklediğim anlaşılıyor; çerezlik ve eğlencelik de­
ğil, mensub olduğum dünya görüşünün roman
âletinden üflenişi... Kendi diyalektiğimiz, roman
mevzuuna nasıl yaklaştığımın rengini verir.

1985

jil;:.

23
GENÇLİĞİN İSL A M A
İLGİSİNİN SEBEBLERİ
SOHBET
í
DEDİ -— Gençliğin İslâm'a olan ilgisi, sebeb-
leri?..
DEDİM — İslâmî dünya görüşüne bağlı bir
tarih ve hâl muhasebesi yaptığımızda, içinde bu­
lunulan dönemde Türkiye’de büyük bir İslâmî zu­
hur, gerçek bir İslâm inkılâbı bekleniyor,.. Batı'ya
baktığımız zaman, Batı da her alanda iflâs ettiği­
ni, fikir, sanat ye hâl diliyle ifşâ ediyor; meselâ
tarihçi Toynbee, "İstikbâl İslâmındır, denenme­
miş bir o var!" der... Bu çerçevede sayısız örnek
temin edilebilir. Meteorolojinin hava raporu ver­
mesi gibi söylersek; ihtimâller âleminde böyle bir
hâdise mevcut... İşte bu tesbit ve teşhislerin bitiş­
tiği yerde, gençliğin İslâm'a olan ilgisi kendiliğin­
den anlaşılıyor; onlar, bu inkılâb zamanının in­
sanları... Asıl hayret edilmesi ve araştırılması ge­
reken şey, gençlerin İslâm'a olan ilgileri değil de,
bu devirde nasıl olup da bazı gençlerin hâlâ
İslâm’a alâka duymamalarıdır; bunlar kendi nefs-
lerinde bir nevî tersine mucizeyi yaşatıyorlar!..
Genç, ideal mevceleri kapmaya mahsus bir anten;
henüz hassasiyeti körelmemiş insan... Zaten in­
san inanmaya memur!..
DEDİ —- İslâm'a olan ilginin işaretleri ne­
ler?., Kemmiyet ve keyfiyet bakımından...
DEDİM — Bu apaçık bir vakıa... Zaten siz de
bu yüzden buradasınız!.. Bunu tersinden de gös­
terebilirim... Bugüne kadar resmî kanallardan ye­
tiştirilmek istenen genç tipini şekle döktüğümüz

27
zaman, ortaya bir "şen sıpa" tipi çıkıyor... İnsanı
bu noktada tutmak mümkün değil; işte uyuşturu­
cu, fuhuş filân... Bizzat bu, tersinden İslâm'ı işa­
retliyor. Nitekim genci "şen sıpa" çizgisinde tuta­
mayınca, resmî kanallar İslâmî motiflere başvu­
ruyorlar; İslâm’ın istismarı sözkomısu, İslâm'a
hizmet değil... İşte "muzur yasası"; bataklık du­
rurken, sivrisinek öldürmeye yeltenme...
DEDİ — Müşahhas oİarak bu ilginin işaret­
leri...
DEDİM — Başta yaptığım tesbit gözönünde
tutulursa, farenin Walt Disney’e çizgi filmi ilhâny
etmesi gibi, vesile plânında herşey imân sebebi'
olabilir... İmân, kendi hakikatini izâh etilen bir
kavram; şuna buna bağlanmadan önce, tıpkı "dü­
şünüyorum, öyleyse varım!" gibi, insan varlığının
aynı... Gençlik, kendi varoluşunun hakikatini
İslâm'da buluyor ve müslüman oluyor. "İnsan
inanmaya memur", dedim; bu mânâda 20 yaşın­
daki ihtiyara mukabil, ruh adaleleri şiş şiş 75 ya­
şındaki Necip Fazıl da var... İmânın bir tarifi var;
zevken idrak. Bugün gençlik, İslâm'a yönelirken
hâlinin izâhını yapamasa da, şu veya bu sebeple
hakikatinin İslâm'da olduğunu görüyor...
DEDİ — Müşahhas olarak...
DEDİM — Söylediklerim son derece müşah­
has!.. Gayet tabiî, adres verir gibi veya muhbirlik
yapar gibi, şurada şöyle yapılıyor, burada böyle
yapılıyor diyemem... O, sizin gazetecilik marifeti­
nize giriyor!.. "Vesile plânında her şey imâna se-
beb olabilir" dedim. Meselâ adam şu veya bu se-
bebten müslüman olmuş, kendisine sorulunca bir-
şeyler söyleme ihtiyacı hissediyor; "bunalıyor­
dum, sıkılıyordum, şimdi müslüman oldum, mut­
luyum!" gibi... Burada bir nevî "kerhen imân" gibi
bir mânâ doğuyor!.. Yâni, bende esrar, içki, kadın

28
vesaire gibi şeyler olmadığına göre, müslüman ol­
mama gerek yok gibi!.. Oysa imân asildir, gerisi
vesileye girer; herşey vesile olabilir...
DEDİ ___ 12 Eylül’den sonra... Yurtlarda ya­
İÜ : pılan faaliyetler?..

ıiı DEDİM — Her siyasî olay, sosyal olaydır;


i ! 'v ama her sosyal olay, siyasî değildir... Bunun gibi,
!ll- müslümanım diyen her fert, müslümandır; ama
Iİi''
İslâm’ın hakikatine nisbetle, şuradadır, burada­
dır... Gayet tabiî bu mevzuda dışımdaki adama
kendi camiamızın aleyhine birşey söylemek iste­
mem; kendi iç hesabİaşinamız, işin hakikatinin
ne olduğu bizim kendi meselemiz... Söyledim:
Herşey vesile olabilir... İnsan ihtiyaçlarının teme­
linde varolmak arzusu yatar; ve sıkıntının teme­
linde de bu var olmak arzusu var... Sıkıntı esas­
tır: Genç, kendi varoluşunun hakikatini İslâm'da
bulduğu için müslüman oluyor. Yâni, "müslüman
' Iİ l ! oldum, tamam sıkıntım bitti" diye birşey yok; va­
roluş çilesini aslında çekmek var... Bu mevzuda
hadîs de var: "Bir günü bir gününe eş geçen al-
danmıştır".., Meseleyi hemen müşahhas plâna
aktarayım: Bir av köpeği yarım saat su dolabına
bağlansa, yorgun ve mutsuzdur... Buna karşılık
6-7 saat avda koştursa, yorgundur, bitkindir, ama
tabiatına uygun bir iş üzerindedir...
DEDİ — 12 Eylül1den sonra, sayı olarak ar­
tış, nitelik bakımından da gelişmeye sebeb olmadı
mı?..
DEDİM — Bir kere, gençlik hareketi bugü­
m nün meselesi değil ki, gûyâ Özaİ iktidarının des­
I i!\:- teğinle gelişiyormuş gibi gösteresiniz... 1975 ve
mı 1978'deki büyük patlayışların, tıpkı açıkta kopan
t
fırtınanın zamanla kıyıya vurması gibi, sizin ta­
IİÜ!- rafınızdan yeni olarak görülmesi... Bugün zaten
ilil ben, sizin ilgilendiğiniz gençliğin tavanında bir
I İ&V-:
29

1!
yerlerdeyim; siz üniversite gençliği ile alâka­
lısınız. İBDA, yürüyen Büyük Doğuyu temsil edi­
yor; bu mânânın üniversite plânında tecellisi de,
henüz kendini ifâde şeklim bulamamış geniş bir
kesimin, onu bu vasfıyla tesbit eden ve ifâde şek­
line geçen TAVIR'da görülüyor... Büyük Do­
ğunun teknesinden su içmiş milyonların içinde,
tecelli imkânı bulmuş... Demek ki, başta yaptığım
tesbitin müşahhas ifâdesi üniversite plânında
TAVIR'da. Aslında sol, temel meselelerden haber­
siz; dünya sol fikriyatına da hiçbir katkıları yok...
Beşinci sınıf tercümelerin, onbeşinci sınıf yansı­
masından meselelere giriyorlar... "Diyalektiğin
yasalarım say!" desen, dört tane adam çıkmaz.
Aslında orada birşey olsalar, benim onlara söyle­
yeceğim çok şey var!.. "İslâm zıt kutublar arası
muvazenenin üstün nizâmıdır!" diyorsun, dönüp
de "bu ne diyor?" diyen yok!..
DEDİ — Ama 12 Eylül'den sonra sola hürri­
yet kalmadı... Halbuki...
DEDİM — Canım, 12 Eylülle ne alâkası
var!.. 12 Eylül’den önce nerdeydiler?.. Siyasî itiş
kakışlar dışında mücerret tefekkürden haberleri
yok!.. Ne Batı tefekküründen anlıyorlar, ne
İslâmî... Adam, "zamanın maksadı yoktur!" diyor,
bu kafayla da Cumhuriyet gazetesinde her gün
akıl veriyor; öyleyse holdü marksist diyalektiğin
yasaları?.. Ondan sonra da ileri-geri tekerleme­
si... Bilmem ne hoca şöyle yaptı, böyle yaptı; se­
nin, sırıttığın o adamdan ne farkın var... Birbirle­
rine bilgiçlik yapmak için, "söylediğin Aristo man­
tığına uygun olabilir, ama marksist diyalektiğe
değil" derler; marksizmin mantığı yok ki!.. İşte
mesele!.. En büyük revizyonist Lenin'dir; iradî
müdahaleyle tabiî akışın dışında ihtilâl yapmış­
tır... İşte "irade" davası... Yok ki!..

30
DEDİ — Başka kimlerle görüşebilirim?..
DEDİM — Şimdi durumunuz şuna benziyor:
Hacıbekir'e gidiyorsunuz ve "acaba nerede lokum
bulabilirim?" diye soruyorsunuz... Ben İslâmî mü­
cadelede bir tarafim: "Şuna gidin!" desem, takdim
ediyormuşum gibi olur; olmaz... "Şuna gitmeyin!"
desem, o zaman da camianın dışından birine bir
müslüman aleyhinde bulunmuş gibi olurum; ol­
maz... Kime gideceğiniz size kalmış birşey.;; Daha
önce de söyledim: Bir adam "balık 4 ayaklı oldu­
ğuna göre" diye söze başlarsa, anlarım ki o ada­
mın balıktan haberi yoktur, mevzuun içinde de­
ğil... Meselâ, "bir yandan tarikatçılar, bir yanda
şeriatçılar" diye lâflar... Tasavvuf, Şeriat'm dışın­
da birşey değil ki!.. Bunları bilmeniz lâzım!.. Ken­
disinden kıl kadar ayrılınca ortada hiç kalmayan
birşey varsa, o da Şeriat'tır; Necip Fazıfm vefatı
meselesinde göreceksiniz... Necip Fazıl, Şeriat’tan
kıl taviz vermeden onu eşya ve hâdiselere hâkim
kılmanın dünya görüşünü örgüleştirmiş adam;
gece rüyâlarında Atatürk'ü görecek kadar ona
hayran olduğunu söyleyen budala, Necip Fazılı
anlatmaya yelteniyor!.. Burada Necip Fazılın is-
tisrrtan sözkonusu... Irkçısı, işkembecisi, bilmem
necisi!.. "Müslümanım ama, Şeriatçı değilim!", di­
yor; "güneşe evet, ışığına hayır!" der gibi... Ben
hiçbir zaman fikri şahısların hâline bakarak
mahkûm etmem: Açık söyleyeyim, Türkiye'deki
marksistlerin hâline bakıp da marksizmi bunlara
nisbetle ele almam... Yok Özal iktidarı zamanın­
da bilmem ne oluyormuş: Adam İslâm'a hizmet
olsun diye yapmıyor ki!.. Burada Islâm’ın istisma­
rı sözkonusu... Gelişime mâni olamayınca, işi pa-
sifîze ed,ici şekillere döküyorlar. İşte Doğu'daki
hâdiseleri biliyorsunuz: Üzerinde âyet yazılı
kâğıtları atıyorlar, çünkü halkı başka taraftan

31
yakalayamıyorlar... Burada aynı şeyi ben yapsam
yakalarlar!.. Soldan misâl vereyim: Halk Partisi,
komünistlere fidelik etmiştir... Sol olmasına sol­
du, ama marksizm’e göre ne?.. Gayet açık olarak
söylüyorum: Marksistlerin gelişmesine yardımcı
olmuştur, ama bir noktadan sonra tutucu olmuş­
tur... "Halk Partisi marksistti!" demek aklımdan
geçmez!.. Said-i Nursî Hazretlerini, Süleyman
Efendiyi süründüren zihniyet, onların arkasından
bu potansiyeli pasifize edici şekillere sürmek için
kulüp tutar gibi yardımcı olmuştur... Biri, fertler­
de imam korumaya yönelik, diğeri Kur’ân’m kal­
dırılmak istendiği zamanda militanca faaliyette
bulunmuş... İslâm'ı eşya ve hâdiselere tatbik edici
bir dünya görüşü sözkonusu olduğu zamanda,
sanki iş şahsın büyüklüğü-küçüklüğü davasıymış
gibi, bu mesele bazı kanallardan teşvik görüyor!..
Burada bir istismar sözkonusu!.. Gayet açık ola­
rak söylüyorum: Bugün İBDA, Said-i Nursî Haz­
retlerinin rüyasını gördüğü bir temsil plânında dır
ve bu mânâda İBDA’mn kadrosudur!.. Büyüklük
veya küçüklük davası değil ki bu!.. Meselâ, İslâm
tasavvufundaki "Vahdet-i Vücut" yolunun âdeta
fizik açısından isbatçısı olan Aynştayn gibi muaz­
zam bir dehâ müslüman olsaydı, IBDA’nın kadro­
su olurdu; yâni onun muazzam ilmi ve kafasın­
dan dolayı, "Aynştayncılar!" diye kraldan çok
kralcılık olmaz!.. Ak Şemseddin Hazretleri, Fa­
tih'in şeyhidir; ama Öbür yandan devlet plânında
onun idaresinde görünür!.. Şimdi bakıyorsun, fa­
lan veya filân partinin arkasına takmak için oy
kaygusuyla yapılan istismarcı hareketleri, Islâm
adına yapılmış gösteriyorsunuz; her şeyden önce
bu istismara Islâm adına ben karşıyım*.. İsmini
söylememe gerek yok: Serseri, oraya çıkıp, "1400
sene önceki kanunlarla mı?" diyor... Senin aklın

32
kadarını bilemeyen Allah'a imân olur mu?.. Bu,
kendi yonttuğuna tapmaktan farksız bir putpe­
restlik değil mi?.. Ama bu tip adamları bile
İslâm'a hizmet eden diye göstermek, bazılarının
işine geliyor... Oysa istismar sözkonusu; işte,
İslâmî motiflere başvurmak ihtiyacı bile, tersin­
den, bahsettiğimiz mânânın göstericisi oluyor!..
DEDİ — Peki, bir şey sorayım... Dışarıdaki
hâdiselerin Türkiye'de İslâmî harekete tesiri ol­
muyor mu?..
DEDİM — Güzel bir soru... Herşeyden önce
şunu söyleyeyim: Gerçek bir İslâm inkılâbı Türki­
ye'den bekleniyor... Dışarıda İslâm ülkelerindeki
hareketler, herşeyden önce bir arayış ve ihtiyacı
gösteriyor. Halkı müslüman, bir avuç küfür idare­
cisi... Veya gerçek İslâm inkılâbını temsil etmez
devletler... Burada bir Batılı yazarın tesbitini be­
lirtmek yerinde olur... Diyor ki, "bugünkü Avru­
pa’yı vareden husus, İslâm'a mukavemet ve
İslâm'ı taklittir!"... Bugün Avrupa'nın İslâm'a
mukavemeti sözkonusu değil, çünkü boyunduru­
ğu altına almış... Taklide gelince; ortada taklit
edeceği birşey yok... Yâni bir nevî, İslâm ülkele­
rindeki çöküş bugün onların da çöküş sebebi;
hâlleri tersinden hakikatin İslâm'da olduğunu
gösterici!.. Tabiî dışardaki hâdiseler (İran) ajite
edici olarak kullanılır... Meselâ benim üniversite­
de bulunduğum yıllarda komünistler, en çok Viet­
nam’ı işliyorlardı... Bunun dışında meselâ Avru­
pa’da Roger Garaudy gibi bulunduğu yeri doldu­
ran gerçek fikir adamlarının müslüman oluşu, ga­
yet tabiî burada özendirici oluyor... Zaten Türki­
ye'deki sol, fikirde birşey olsa, tabiî gelişimi için­
de İslâm'a vanr... Müntehasında bunu görür!..

1986

33
DEDİ — Sizinle yapacağımız sohbete, "Necip
Fazıl hakkında sohbet" demiyoruz... Biliyoruz ki,
söyleyeceğiniz herşey, nihayetinde ona çıkıyor...
DEDİM — Haklısınız... Çünkü o, meselelerin
kendisine nisbetle ele alınabileceği "dünya görü-
şu'nü örgüleştirmiş adam... İslâma muhatab an­
layışı yenileyen... Bu mânânın remz-sembol şah­
siyeti...
DEDİ — Bunun üzerinde dur sanız; yâni
remz-sembol şahsiyet...
DEDİM — Ben sizi nasıl görüyorum? Alnı fi­
kir çizgili, hakikate talih, aksiyona talih gençler...
Yâni, yobazlığı gidermeye doğru atılmış bir adım
daha... Yobaz, hakikate gerisiyle bakan adamdır;
bunun küfür yobazı tipi de var, din-yobazı tipi
de... Nefs muhasebesinden anlamaz, kendini
izaha yanaşmaz, anlamadan karşı çıkar, anlama­
dığından kaçarTkelimelerin geliş gidişinden sahte
mânâlar türetir, ağzından çıkan lâfın nerden ge­
lip nereye gittiğini düşünmez, lâfı oluruna getirir,
kendi tezadını görmez... Sizi fikre talih olarak
gördüğümü söylediğime göre, lâfı evirip çevirme­
den bir usûl kaidesi koyayım... Hazret-i Ömer'e
atfedilen bir hikmet... Ciğerimden kopan bir say­
ha hâlinde söylüyorum: Bir adamın sorduğu soru­
dan onun zekâ derecesini anlarım... Burada şöyle
bir netice de çıkıyor: Bir adamın sorduğu soru­
dan, onun mevzuya ne derece aşina olduğunu an-

34
larımL Adam Şam şehrinde, "Eyüb semtine nere­
den giderim!" diye adres soruyor... Tıpkı bunun
gibi, sorduğu soru saçmasapandır; muhatabı ne
cevab versin? Veya sorduğu sorunun kapsamını
kestiremez... Meselâ bir gün 4-5 yaşlarındaki
yeğenim, "Allah niçin görünmüyor?" dedi... Apış­
tım kaldım!.. Halbuki söylenecek olan, tek cümle­
lik hakikat: Allah, zuhrunun şiddetinden gaib-
dir... Çocuk anlamaz ki!.. Aynı soruyu bir yetişkin
sorsa, cevabı anlamasa, meselâ zuhrunun şidde­
tinden gaib olmaya bir misâl temin edersin;
meselâ, hava dalgalarının titreşiminden doğan
sesin, titreşim belli bir frekansın üstüne çıkması
hâlinde duyulamaması gibi... Bu da anlaşılmıyor-
sa?.. Dikkat ederseniz, anlaşma, bedahetlerledir;
muhatabta basamak yapılacak birşey yoksa, söy­
lenebilecek birşey de yok!.. Netice olarak,
Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin dediği gibi, "lü­
zumsuz şuâlin mânâsız cevabı verilmez!"... Bu
bahsi, sorunun anlaşılmamasindan dolayı, dışın
dış yüzünden cevaplandırılması bahsine de tatbik
edebilirsiniz; "Ben diyorum Çanakkale Boğazı,
sen anlıyorsun yandı..." hesabı... Bütün bu
izahlar şunun için: Ben kendi payıma, gerekçele­
rini açıkladığım terkibi hükümlerle konuşuyo­
rum... Bir şeyi izâh etmeden önce, nasıl ve niçin
öyle izâh ettiğimin ölçülendirmelerini koymuşum;
yâni "ölçülendirme ölçüleri", bizzat düşüncemin
içinde, eserimde... "Nisbet" derdini anlıyor musu­
nuz?.. Bir fikir adamının, bir nevî tersine dehâ gi­
bi ahmak sorulardan ve fikirlerden nasıl tiksindi­
ğini?..
DEDİ — Bunun farkındayız...
DEDİM — Onun için de zevkle konuşuyo­
rum! Şimdi "sembol şahıs" deyince, dışın dış yü­
zünden bu mânâyı, şuna-buna bağlamaya başla-

35
dil ar... Biliyorsunuz, bunu bir fikrî tecrit meselesi
hâlinde Necip Fazıl'a bağlayarak ben getirdim;
hemen yanında sahteleri türedi! Bu .ıstıraba dik­
kat ediniz: Bir hakikati ifâde ettikten sonra onun
peşinden koşup sahteliklere mani olmak... "Filân
sembol şahıstır!"... Neyin sembol şahsı?.. Bekri
Mustafa da sembol şahıs... Neyin sembol şahsı?
Kafa çekmenin... Öyleyse Necip Fazıl'm temsil et­
tiği mânâyı çerçevelersek, mesele anlaşılır: Beş
asırlık tarih dilimimizle birlikte çağımızın nabzı­
nı yakalayan ve ideali aramayla toprağa bağlan­
ma arasındaki bir berzahta kıvranan insanoğlu­
nun oluş ıstırabım hakikatin hakikatine nisbetle
heykelleştiren adam... İslâma muhatab anlayışın
dünya görüşünü örgüleştiren adam... Davanın aş­
kını, vecdini, diyalektiğini, estetiğini, dost ve düş­
man kutuplarını işaretleyen, hedeflendiren, isti-
kametlendiren; İslâmî eşya ve hâdiselere tatbik
edebilmenin "nasıl'mı çerçeveleyen adam... Bu­
nun sembol şahsı... Şimdi dikkat edin: İnsanların
anlaşabilmesi, "bildirilebilme" ile mümkün... Bu
ise, hakikat hükmünün insanlardaki müşterekli­
ği ile, yâni "ben" ve "başkası" arasında ortaklık
imkânı demektir... Böyle bir hakikat temeli olma­
sa, lisân olmaz... Dil ve işaretler, insanlar arasın­
da ortak bir "mânâ" dünyası meydana getiren
sembollerdir... Zannediyorum, 1975'deıı başlaya­
rak toplumun genel fikir çerçevesine BÜYÜK
DOGU’yu oturtmak mücadelemizin sebebi anlaşı­
lıyor; İslâm inkılâbı burada... Bunu böylece vasıf-
landırış nisbeti de, Büyük Doğu'nun muradı ve
"niçin" buudu hâlinde ÎBDA’da...
DEDİ —- Biz de sizi, bu mânâ çerçevesinde
"remz şahsiyet" olarak görüyoruz... Müsaade
ederseniz, okuyucular için bir hususu açıklamak
istiyorum... Biliyorsunuz, rahmetli Üstadımız
AKINCI GÜÇ patlamasını "müjdelerin müjdesi"
36
olarak karşıladı ve kelimesi kelimesine şöyle de­
di: "Alkol kokulu cenaze çelenklerinden daha adi
pohpohlamalarla değil, duyarak, düşünerek ve
yaşayarak!"... Bu çerçevede "nisbet" bahsine te­
mas etseniz...
, DEDİM -— Bayılırım!.. Büyük Doğu karşı­
sında durumum şu: Dengeli düşünceler karşısın­
da, dengeli düşünerek, dengeli düşüncelere var­
mak... Anlıyorsunuz; "ruhî muvazene" ve "nisbet"
davası... "Nisbet" sözünü delâlet ettiği mücerret­
ler bakımından severim... Din, "edeb" demektir;
edeb ise, hadlere riayet... Hadlere riayet ise, iç'e
ve dış'a bakışta "ölçülendirme ölçülerine" sahib
olmak ki, "nisbet" budurL Bu ölçü size, İslâm'ı
tüyleri yolunmuş tavus kuşuna döndüren bönleri
enselemekte de ölçü olsun!.. Nasıl düşündüğü, ni­
çin öyle veya böyle düşündüğünün izâhı yok, at­
masyoncu onbaşı tavrıyla fikir(!) ileri sürerler...
Şunu da söylemek ihtiyacındayım: Meselâ ben bir
ordu temin etmenin gayesi etrafında konuşuyo­
rum, mevzuu nalbantlık olan adam, kendisini be­
nim karşımda hizip(!) veya görüş(!) zannediyor...
Daha mevzuünun ne olduğunu, kapsamını bilmi­
yor; o mevzuun, bir dünya görüşüne nisbetle bir
hizmet alanı olduğunu anlamıyor... Dikkat edin
burada büyük bir cinayet var: O alanda
fedakarlık göstermiş adamları kendi bönlüklerine
indiriyorlar... Şimdi size bir ölçü vereyim: Bu
adamların hâline bakınca, yâni dışarıdan bir
adam gibi bakınca, ya bağlılık iddia ettikleri
adam büyük değildir, yahut bu budalalar ordusu
o adamın lâfta bağlısıdırlar... Saksı kafalı adam­
lar etrafındaki sefilliklere girmiyorum...
DEDİ — "Niçin" buudu üzerinde durur mu­
sunuz?
DEDİM —- Memnuniyetle... Eşya ve hâdise­

37
ler karşısında ruhun tavrına "nasıl" denir... "Na­
sıl" davası... Ruhun tavrı... Eşya ve hâdiseler kar­
şısında ruhun "nasıl"*tavrına karşı, akıl "ni-
çin'Ierle yaklaşır ve fikir meydana gelir... Silsile
hâlinde; fikrin içine işlemiş işletici sıfat ahlâktır
ki, kendisinden doğduğu fikri ileriye doğru zuhur
ettirir... Ortak sembollerden ortak sembole varışı
anlıyor musunuz? Tefekkürdeki ahlâk davasını,
"paşa çocuk, uslu çocuk" diye anlayanlara bundan
pay yok... Ahlâk, mevzuda beliren umumî aksiyon
hükmüdür, tavırdır... "Nasıl" ve "niçin", hayatın
aslî karakteri sırrın, insan "malûm-geisf’inin
hasrında iki beliriştir; demek ki birbirinin hasrı
içindedir... Birinde "nasıl" ağırlıklı "niçin", diğe­
rinde "niçin" ağırlıklı "nasıl"; Necip Fazıl ve ben...
Bu zeminde, bu yüzyıl İslâm diyalektiği... Bura­
da, Necip Fazıl hakkmdaki bir budalalığa da dik­
kat çekmek istiyorum: Beş asırdır beklenen müte­
fekkir gelene kadar, şunun bunun olmayacağını,
mütefekkir beklendiğini vesaire söylüyor... Bu
tesbitin yambaşına kurulan cüce bunu nasıl anlı­
yor?.. "Necip Fazıl mütefekkir değildi!"... Şimdi
dikkat edin: Biliyorsunuz ben, ağızdan esnerken
çıkan kontrolsuz sesler gibi lâflarla konuşmam ve
şapşal duruma düşmekten korkarım... Dikkat
edin: Suret olmadan mânâlar ebediyyen görün­
mez... Bu bakımdan, ses, renk, çizgi, nakış, istif
vesaire şeklindeki her beliriş, mânânın aynıdır;
bâtına nisbetle zâhirdir... Bu yönüyle sezgi ve
ruh, belirenin aynıdır. Bir dünya görüşünü temin
eden unsurlar nelerdir, nasıl muhasebeye çekilir,
bu ayrı dava, Necip Fazıfm tesbiti onun aynıdır;
hani dedim ya*, "beş asırlık tarih dilimimizle bir­
likte çağımızın nabzını yakalayan adam" diye...
Ama ilk bakışta burada bir tezat var: Kendisi, beş
asırdır mütefekkir beklendiğini söylüyor... Evet;

38
burada da, hakikatin diğer yüzü... Yâni: Bir şeyin
aynı, aynı olduğu şeyden başkadır... Öyleyse?..
Dikkat edin hüküm koyuyorum: O, mütefekkir
yetiştiren mütefekkirdir... Öyle mi, değil mi diye
budalalığa lüzum yok; çünkü fikir konseptini-tec­
ridini "has oda" sırrına, yâni mânâ helezonlarının
sır mıntıkasına kadar götüren ben varım... Gayet
açık olarak söylüyorum: Bu mevzuu, her kafadan
bir ses çıkaran rastgeleci hamam kültürünün tak­
dirine bırakamam!..
DEDİ — Bunun takdirindeyiz... "Telif hakkı"
diye bir bahsiniz de var...
DEDİM — O sizin gözünüzün parlaklığı...
Mevzu ve mizaç hususiyeti içinde, "kendinden zu­
hur" diyalektiğini göstermenizi bekliyorum; bu­
nun tatbikini... Bu yüzyıl İslâm diyalektiğinin
ana karakteri bu: KENDİNDEN ZUHUR... Şim­
di, Necip Fazıl, fikri, kelâm ufkunda billurlaşmış
harikulade bir dille sanat edasında veriyor; yapa­
nı yaptırandaki işleyici ve işletici sıfat gibi... Ruh­
la varılanın, ruhun, kelâmla zarflanması halinde
de, onun iç'e ve dış’a doğru zâhir oluşunu örgüleş-
tiren ben varım; teorik ve tecrit bundu... Onun
şahsında tecelli eden mânânın muhasebecisiyim...
Bu nereye kadar temelli?.. Mevzu konuşmak isti­
yorum: İslâm tasavvufunda bir bahis... "Gölgede
bulunan mahiyet, onu meydana getiren asıl şeyin
mahiyetidir... Asıl, gölgesine, gölgenin kendinden
daha yakın; çünkü gölge, asıl ile gölge olmuş­
tur!"... Bir nevî, bende, onun kendi kendisini mu­
hasebesini anlıyor musunuz?
DEDİ — Size, "ne kadar çok düşünüyorsun,
ne kadar çok... Gece uykumda bile uyanıkmışım
gibi net düşünüyorum; bir söz söylüyorum, ceva­
bını da ben veriyorum!" diyor...

39
DEDİM — Ömür boyu takib edeceğim reçete
hâlinde, "DİL ve ANLAYIŞ” isimli eserimde yaz­
dım... Şimdi bazı şeyler var, söze dökülür dökül­
mez sinek lekesine dönüyor... Aslında benim için,
en alelâde bir kelimesi bile, muazzam mevzuların
hâllinde şifredir... Susması konuşmasından daha
nâtık!.. Şu sözü söylerken bile, adileşeceğinin te­
dirginliği içindeyim!.. Öyleyse bunun böyle oldu­
ğuna eserleri ve mevzuları delil kılmak; sabit ola­
nın, öyle olup olmadığı tartışılmaz... Ö reçete, or­
tak sembol ve mânâlar şifresine bir işaret diye
kalsın... Telif hakkı mevzuuna da...
DEDİ — Onu da sormak istiyorduk... Biraz
açmanızı...
DEDİM — Önce şu "açmak" lâfını açayım...
Şuur seviyesinin her değişiminde, gerçeklik sevi­
yesi de değişir..! Bunu, bilinenler yardımıyla bi­
linmeyeni izâh için söyledim; yâni bunun anlaşıl­
dığını varsayıyorum... Evet; burada şöyle bir geçiş
yapabihriz: Bir mevzuda, denk geliyorsa, verilen­
le iktifa etmek bir usûldür... Meselâ "lezzet" kas-
dıyla soruyorsunuz: "Salataya tuz eksem iyi olur
mu?"... Olur; bu "olur!" cevabı kâfidir... Sıhhat
kasdıyla soruyorsunuz: "Salataya tuz eksem iyi
olur mu?"... OÎur... Niçin?.. Salatadaki bilmem ne
vitamininin yanında tuz, vücudun bilmem hangi
fonksiyonlarına yarar... Burada bir hüküm görü­
nüyor; verilenden daha fazla ve daha sarih şeyler
aramaktan kaçınmak... Bunu söylediğimiz zaman
hemen bir budala, izâhtan kaçınmak veya izâh
edememek zanneder: Oysa bu, bir şeyi izâh edil-
mezliği içinde izâh etmek mânâsını kapsar...
Adama "zevken idrak'a ait, "sır idrakf'na ait bir-
şey söylersin, bu asıl veya metod dairesinde konu­
şursun, adam cüce aklıyla parantezler açmaya
yeltenir; doğrudan "akıl" bahsinde zırnık payı ol­

40
sa, o budalalıkları yapmaz*.. Bak ne güzel yeri
geldi İmam-ı Rabbânî Hazretlerinin: Zâhirı beş
hassenin akıl işinde tesiri olmadığı, yâni aklın
gördükleri zâhiri idrak âletleriyle ani aşılamadığı
gibi, şeriat Ölçülerinin mahiyetleri ve üstünlükle­
ri de akılla kavranamaz..: Akıl, bunu anlamaya
memur!.. Hani nerde, büyüdükçe kendini yiyen
akıl davasından anlayan akıllı? Ruhun önünde
aklın dize gelişini gören gerçek akıl yürütücü?..
"Telif hakkı" diyorduk... Telif hakkım kendiliğin­
den "bedahet" hâlinde görünüyor: Necip Fazılın,
varlığımın aynı olması meselesi... Maksat mesele
konuşmak: Sümüklü çocukların ağzına kadar
düşmüş bir ifâdeyle, "düşünüyorum, öyleyse va­
rım!"... Düşüncenin, sezginin neticesi olması ve
sezginin de kendi kendini izâh eden bir hakikat
olması bakımından, bu ifâde, "varım; onun için
düşünüyorum "un aynıdır... Çok dikkat edin, ibiş
münkiri ibişliğiyle enselemek de var burada...
Nasıl?.. Düşünce, varlığın aynı olduğu zaman, her
düşünce bir varolan olarak görünür... Ruhun ruh­
la sezilişi gibi, herkesin hakikati mevcut bir peşin
kabule mevzu olarak, varlığın varlıkla anlaşılabi­
leceğine çıkar... O zaman şöyle birşey: Herkesin
hakikati kendine olduğuna göre, hakikatin haki­
kati kimde?.. Ve şu dava: Bir kor için renk diye
bir mevzu olmaması, görenin hakikatini iptal et­
mez... O hâlde, imân zevken idrake mevzu oldu­
ğuna göre, varlığının aynı hâlinde inanana var­
dır... Bunun muhasebesi, hakikatinin ne olduğu
vesaire sonraki dava... Allah, "Ben kulumun zan-
nı içindeyim" buyuruyor... Herkesin imânının ay­
nı... Ve bir şeyin aynı, aynı olduğundan başka bu­
lunduğuna göre, ayrı... Tenzih şuurunun kökü de
burada... Bir misâl vermek istiyorum: Hindis­
tan'da insanlar açlıktan kırılırken, inek yemi­

41
yor... Ama kim ki o inek yememeye vücut verici
ruhu bir bedahet hâlinde, apaçık hakikat olarak
kabul edip, bunu kavrayıp, sonra meseleyi "beda­
hetin hakikati ne?" bahsine taşıyıp muhasebe et­
mezse, kuru kuru sırıtışı, kendi sırıtılacak
hâlidir... Biz deki dış yüzden Batı hayranı "çağdaş
medeniyet" tekerlemecilerinin yobazlığını da bu
radan anlayın: "Her medeniyet ayrı bir duyarlılığı
gösterir!"... Bu, Batının kendi hâl muhasebesi
içinde söylediği... Demek ki, "Mutlak Fikir" olma­
dı mı, ileri-geri medeniyet ölçüsü yok... Bedahet
bahsinden anlamayana söylenecek hiçbir şey
yok... Şeriat, bedihî hükümler manzumesidir; zev­
ken idr aka mevzu... Üstün akıl da bunun peşinde
pay devşirme kolu... Yâni şeriat’ın üstünlüğü
akılla anlaşılamaz; bunu böylece anlayacak üstün
akıl... Bunlar, kitaplık bahislerin mevzu başlıkla­
rı; akıllı geçinen, akıllıca tartışmaya buyursun!..
Daha önce bahsettiğim "ortak mânâ" bahsini ha­
tırlarsanız, zaten benim düşüncemin onun aynı
olması ifâde edilmiş: "Tek kelimemin bile boşa
gitmediğine inandığım, tek sen varsın!", "bende
dikkat edeceğin şey, ben fazlaca indim!" vesaire...
Ne demiştim? Asıl, gölgesine, gölgenin kendinden
daha yakındır...
DEDİ — Sizin aynınız da, Necip Fazıl'da çer­
çevelediğiniz hakikat oluyor, değil mi?
DEDİM — Kelimesi kelimesine tekrarlaya­
yım: Beş asırlık tarih dilimimizle birlikte içinde
bulunduğumuz çağın nabzını yakalayan ve ideali
aramayla toprağa bağlanma arasındaki bir ber­
zahta kıvranan insanoğlunun oluş ıstırabım haki­
katin hakikatine nisbetle örgüleştiren adam...
Şimdi telif hakkının kişiye özel, yâni sadece şah­
sıma mahsus yönünü bildireyim... Bu, İBDA diya­
lektiğinin, İslâm'ın Kurtuluş Yolu hakikatini

42
temsil eden tefekkür mihrakı olarak, sıhhat şartı­
nı da kapsar; bu bilinsin ki, bu diyalektiği tatbik
edenlerin buluşlarının doğruluk şartı anlaşılsın...
Daha önce belirttim: Asıl, gölgesine, gölgenin
kendisinden daha yakındır... Bende, Necip Fa-
zıl’ın kendi kendisini muhasebe etmesi gibi bir
durum... Bâtın mânâsıyla tasdik ve delillendirilen
bu durum, doğrudan doğruya Büyük Doğu üstün­
deki telif ve tasarruf hakkımı zaten ifâde ediyor;
yâni farzediş, zânnediş, atmasyoncu onbaşı tavrı
değil... Dikkat buyurunuz; şu ifâdeler bile ne...
Televizyon çalıştığına göre, ceryanm varlığını
izaha girişir miyiz?.. Benzinle çalışan bir otomo­
bil, işlediğine göre, benzini var demektir!.. Büyük
Doğu üzerindeki telif hakkım, kendiliğinden dış'a
bakıştaki telif hakkımı da gösteriyor... Büyük Do­
ğuyu gösteren, yürüyen-Büyük Doğuyu temsil
eden İBDA aslının, gölgenin kendine kendisinden
daha yakın olması... Hani diyoruz ya; "insan, bile­
rek veya bilmeyerek Allah'ı arıyor!" diye... Kâfir
neyi aradığını bilse, zındık olmaz!.. Buııu; nasıl
yapıyorum? Her türlü verimi, tevhidi bir tecrit
usûlü içinde unsur kılarak... Teorik dil alanının
muhtevası yapıcı bir şekil ve süzgeç ölçüsüyle...
Boylece ne oluyor? Büyük Doğu çerçevesine gir­
miş herşey Büyük Doğu'nündür hakikatinin özel
bir tarzı... Söylediklerimi tekrara hacet görme­
den, şunu belirteyim: Hani, "herşey parçaların
toplamından fazla bir şeydir", ya... Unsurüstü
terkib davası... Unsuru malzeme kılan, temin
eden terkib... Her zâhirin bâtını, her dış’m iç'i, ru­
hu ve mânâsı,... Ben, bu "unsurüstü terkih'in kon-
septi-derinliği içinde tâ başından bir yerde kabul
edilmişim; fikirde bunun hakikatini temsil edişim
tasdik görmüş... Anlayana yeter!.
DEDİ — Necip Fazıl sizin için, "insanın an­
ladığı üzerinde telif hakkı vardır!" diyor...
43
DEDİM — Ben de lâfın üstüne yatıp kalmı­
yorum, bunun hakikatini gösteriyorum; zaten bu
yüzden buyumL Belirttiğim çerçevede bakılmaz­
sa, âlemin kitabını alır, "ben bunu anladım!" diye
imza atar geçersin!,. Olur mu böyle şey?.. Ben,
bulduğumu büyüğümden bilmenin usûlü içinde,
nisbet Ölçülerimi çerçevelemiş olarak, şekil ve
süzgeç ölçülerini getirmiş olarak, tefekkür ve tec­
rit ölçülerini belirtmiş olarak, iç'e ve dış'a bakışta
"ölçülendirme ölçüleri'ni billûrlaştırmış olarak,
Batı tefekkürü ve İslâm tasavvufu arasında
İslâmî tefekkürü temsil mihrakı olarak, "doğrula-
yıcılık usûlu'nü getirmiş olarak, intikal mihrakı
hâlinde hususileşmiş olarak... Zehiri bile şifa
mevkiinde kullanabilmenin ehliyetini göstermiş,
kabul edilmiş olarak... Bir şeyi bin kişiye gösterir­
sin, sırasında birbirine zıt anlayışlar doğar!.. İn­
sanın anladığı üzerinde telif hakkı olduğuna göre,
benim dışımda yapılacak olan nedir? Alırsın, kul­
lanırsın, -iktibas edersin-, ama kimden ne aldığı­
nı göstermek şartıyla... Yoksa düpedüz hırsızlık!..
Benle o adam arasındaki, kıl kadar bir mesafede
ebediyyeıı kapanmaz uçurumu görüyor musun?
Dil alanı kuruyorum; işte bu kadar!.. Sahteliğime
yanaşacak olanın hâli nedir? Sıkça verdiğim bir
misâl var: Bir orkestrada, dışardan bakan için, en
pahalı iş en kolajadır... Kim? Orkestra şefi... Yâni
sopa sallayan... Bir orkestrada her çalgının sesini
usûlünde bütüne bağlayan üstün usûlcü, nizâm
kaçkını gözünde kolayından, benzemeye yeltene­
ceği bir iş becermektedir sanki!.. Onun için de bir
mevzuda bütüne uygunluk çilesi çekeceğine, he­
men herkes genele atlar; atmasyonculuk için uy­
gun zemin bulur... Herşeye sahtesi musallat ya!..
Sanki şey gibi... Hani adam kimya bilmem nesi
veya biyolog veya fizikçi; salya sümük, saçma sa­

44
pan, zekâtın faziletini anlatır... Mevzuunda
derinleşsene!.. Hangi mevzuda ne gördüysen, onu
kendi mevzuunda tüttürsene, göstersene!.. Bugün
mücerret tefekkürde getirdiğim bahisleri, bir fi­
zikçi, bir kimyacı, bir matematikçi, bir ressam,
bir müzisyen, bir hukukçu, ne türlü alâka ile kar­
şılayacak diye heyecanlanıyorum, bakıyorum ki
kaval çalmışım...
DEDİ — Bize ne tavsiye ediyorsunuz?
DEDİM — Tavsiye filân etmiyorum, istiyo­
rum!.. İslâm inkılâbı bir çeşit "aydınlar aristokra­
sisidir... Bu sınıfı temin, bunun önderliği, bu ze­
mini teminin siyaseti... Gaye, esas, usûl, hedef
buna nisbetle!.. Küfür yobazlarını, din yobazlarım
tasfiye gayesine bağlı bir hareket... Benden iste­
neni istiyorum: Muazzam bir kadro... Sizin en bü­
yük rolünüz şu: Gençlik, toplumda maya tutturan
dinamik kısımdır... Bunun çok büyük bir kısmım
hayat yutar; sonra arkadan gelen gençliğin itici
gücü... İşin ideali, pörsümeden hep genç kalmak,
kalabilmek ve hayatını davasına nisbetle tanzim
etmek... Çevreye şöyle bir bakın: Yaşı 30ü bulan
adamların çoğunda dava, hayat sofrasındaki tuz­
luk gibidir... Çilesiz, rizikosuz, çöpten tahminler!..
İmân, dünyalık telâş e sofrasının tuzluğu gibi de­
ğil ki!.. İmân için yaşamak lâzım!.. Bu nasıl bir
mükellefiyettir?.. Abdülhakîm ArVasî Hazretle­
rinden söyleyeyim: Şehitlik şuuru... Bu nimetten
kaçımcı bir tavırla imân davası olmaz... Dikkat
edin: Herkesin gûya iyi niyetle, "o da çalışıyor, bu
da çalışıyor!" diye birbirine avans vermesi, kendi­
sini riziko getirecek bir tertibten sıyırmak için­
dir... Nemelazımcı da, ahmak da, bu başıbozukluk
zeminine bayılır... Böyle bir zeminde tezahür
eden heyecan da, futbol seyircisinin "bizim takım"
ruhiyatından farklı değildir... "İslâm'a muhatab

45
anlayış'ı temsil eden bir ideolocyaya bağlı, gerek­
tiği yerde gerekeni yapacak insanlar; bu lâzım...
Bizim, insanları rahatsız edici bir tarafımız var:
Sahte dengeleri, çerezlik doyumları, ucuz teselli­
lerini yıkıyoruz... Çoğu, bizim haklı olduğumuzu
bile bile kaçıyor; kaçışını mazur göstermek için
de, muhalif olmak için mazeret tedariki gibi
hâllere düşüyor... Bu teşbıtler çerçevesinde siz,
kendinize âit itlifatları görebilirsiniz...
DEDİ — Sizi yorduk, teşekkür ederiz...
DEDİM — Benim için yorgunluk, bönlerle
konuşmaktır... Ahmak, ruha ve kafaya dağınıklık
verir... Sizinle konuşmaktan zevk duydum!..
DEDİ — Son olarak söyleyeceğiniz, söylemek
istediğiniz birşey...
DEDİM — Fikri yaşamak, yaşamayı da fikir
bilmek lâzım... Dikkat ettiniz mi bilmem; Üs-
tad'tan bahsederken ben pek "dili geçmiş zaman"
kullanmam... Her ân hesab verme korkusu için­
deyim; sizin de bunu böylece yaşamanızı dile­
rim... Liderin muradının hangi noktalar üzerinde
olduğunu kestirme ehliyetini kazanmanızı... Der­
ginizde epeyce yer tutacak bir bahis de var ama,
onu açmak istemiyorum; çünkü dergiyi baştan so­
na benim konuşmama ayırmanız gerekir... Başlık
hâlinde söyleyeyim: Başını kuma gömerek ve bu
hâlin müdafaasını yaparak, gûya İslâm'ın bütün­
lüğünden bahis, tevhid akidesini bozar... Bir ada­
mın zıtlarım muhasebeye çekemeyişinin mazur
görülebilecek tarafi vardır; gücü yetmiyordur, ak­
lı ermiyordur vesaire... Ama bu hâlin müdafaacısı
olmak, muhasebe edebilene düşmanlık, tek keli­
meyle hainliktir!.. Muhiddin-i Arabi Hazretleri ne
diyor? "Küfrün kaynağını bilmeyen, gerçek
imânda olamaz!"..,. "Asıl ve gölge" hikmetini bura­
ya da tatbik ederseniz, dışımızdakilerin yöneldiği,

46
ileri sürdüğü her bahsin, hakikatin hakikati
hâlinde İslâm'da bulunduğunu göstermek, bir
mükellefiyet olarak ortaya çıkar; zaten mücadele­
yi böyle anlamıyorsan, neyin mücadelesini veri­
yorsun, kimle mücadele ediyorsun ki?.. O zaman,
"Ölmeden önce nefsinizi hesaba çekin" ölçüsünün
tefsiri, "başınızı kuma gömün!" gibi olur... Batı te­
fekkürünü hesaba çekişimiz de böyle!..
DEDİ — Teşekkür ederiz!..

1986

47
w.
ŞİİR HAKKINDA
KÖRFEZ KRİZİ
DEDİ — Daha çok ekonominin, aktüalitenin
konuşulduğu ve giderek şiirin unutulduğu bir
toplum hâline geliyoruz... Şiirsiz bir toplum düşü­
nülebilir mi?.. Eğer kaybolursa yerini ne tutabi­
lir?..
DEDİM — Şiirsiz bir toplum düşünülebilip
düşünülemeyeceğinin cevabı, bütün bir dünya gö­
rüşü ve sanat hikemiyatı boyunca çıkan meselele­
re nisbetle verilebilir... Şiir ve genel olarak sanat
ihtiyacının temelinde, insanı "iç" ve "dış" dünya­
nın şuuruna varmaya ve onlardan bizzat kendini
ve kendinin tanıdığı bir nesne yapmaya iten ruhî
ihtiyaç vardır; dil "ruhun özünden" ve şiir de dilin
Özünden bir mânâya geldiğine, dilsiz insan ve şi­
irsiz dil yaşayamayacağına göre, netice kendili­
ğinden görünüyor... Şunu da belirtmek zaruretini
hissediyorum: Umumî olarak zennedildiğinin ter­
sine olarak şiir, tarihteki bütün dönemlerden da­
ha çok kendi zaruretini ihtar etmektedir... Eğer
"değer hükmü" şeklinde bakarsak, bütün sanat
dallarından ilimlere ve hareketlerimize kadar şii­
rin varlığından, daha doğrusu olması gerektiğin­
den bahsedebiliriz; ama bir edebiyat tarzı
hâlinde, yâni şiir olarak şiir olmadığı takdirde,
zaman içinde diğer sahalardaki değer olarak
mevcut şiir de uçar... Kısacası, şiirin yerini hiçbir
şey alamaz U

51
DEDİ — Bilhassa şiir akımları gözönüne
alınacak olursa, şiir siz bir toplum hâline gelinme­
sinde şairlerin rolü olmuş mudur?..
DEDİM — Şiirsiz bir toplum olmamızda, şa­
irlerin değil, "müteşair-şairlik taslayan'Iarm rolü
olmuştur; ama suç sadece onların değil!.. İşin bir
arz ve taleb meselesi yönü olduğunu dikkate alır­
sak, taleb piyasasını oluşturma mevkiinde olan­
lar da kendi sahalarında ucuzluğa ve beleşçiliğe
kaçmakta, değerlendirici kıstastan yoksunluk
içinde kıymete değer olanı ve olmayanı ayırama­
maktadırlar... Açıkça söylemek gerekirse, şiir
dünyanın en beleş işi hâline gelmiştir!..
DEDİ — Eskiden gelenek hâline gelen "şiir
günleri" artık düzenlenmiyor... Bu, şiire olan ilgi­
nin azalmasının yanında şairlerin de ortadan
kaybolmasının bir işareti sayılır mı?.. Türkiye ça­
pında veya uluslararası "şiir günleri" düzenlen­
mesi mevzuunda fikriniz nedir?..
DEDİM — Şiir günleri düzenlenip düzenlen­
memesi, tek başına şiire ilginin azalıp azalmadı­
ğım göstermez... Şöyle bir ölçü vereyim: Şiir gün­
lerine katılan şairlerden kaç tanesinin sesinde
kâinat çapında bir muhasebe ve murakabe ehliye­
tinin rengi var?.. Şiir üstün idrak cihazı olduğuna
ve teşhiste tecrit sırrım pırıldatmasına nazaran?..
Bizzat kendi şiirinin istediği iklimi Ölçülendirici
fikir ve kavgası?.. Kitablık çapta cevaplar isteyen
soruları daha fazla uzatmadan söyleyeyim ki,
Türkiye çapında ve uluslararası ölçüde "şiir gün­
leri” düzenlenmesi elbette faydalıdır ama, tek ba­
şına çok fazla mühimse necek bir iş değildir!
DEDİ — Şiire ilginin azaldığı bir toplumda
şairlere, devlete, basın ve yayın kuruluşlarına dü­
şen görev nedir?..

52
DEDİM — Şiire olan ilgi azalsın azalmasın,
şiir yazana şair dendiğine göre, şairin görevi bel­
lidir: Şiir yazmak ve sanatının istediği tehassüsü
uyarıcı fikrî ve fiilî çetinliği yaşamak... Devletin
görevine gelince: Bellibaşlı bir rüh ve fikri temsil
etmesine nazaran, yerine getirdiği veya getirme­
diği görev, hainlik, ahmaklık ve dostluk kıstasla­
rına göre çeşitlidir ve çeşitli olabilir... Basın ve
yayın kuruluşları için de aynı ölçüler sözkomısu...
Tıpkı benim dostumun, benim taleblerime uygun
ruh yuvasına malik olması ve böylece görevini de
bilmesi, dostum olmayanın ise talebime muhatab
olmaması gibi, bu mevzuda söylenecek şeyler, du­
ruma göre değişir... Kavga üslûbundan, tavsiyeye
kadar!..

1989

53
DEDİ — ibda hareketinin ''Kumandanı" ola­
rak "Körfez krizi" mevzuunda sizinle görüşmek
istediğimizde, sırf konuşmuş olmak için konuş­
manın bir yararı olmadığını söylemiştiniz, O Ön
konuşmamızda bununla ilgili olarak söyledikleri­
nizi okuyucularımıza da aynen aktarmak isteriz...
DEDİM — Memnuniyetle!.. Ben herşeyden
önce, meselelerin meselenin istediği şuur seviye­
sinde ele alınması gerektiğine inanırım... Bu ölçü-
lendirmeyi belirtmekteki gayem şu: İşin bir yanı
son derece basit ve gevezeliğe uygun iken, diğer
yanı son derece girift ve derin derin düşündüren
bir ibret mevzuu arzediyor. Bilinen hâdiseleri ge­
velemek ve birşey söylemekten çok birşey söyle­
me taklidi yapmak ve mıhraksız çocuk uçurtması
ihtimâller üretmek yerine, hâdiselerin içyüzünü
ve bâtını motiflerini yakalamak, bunu İslâmî
hareketin motive edici, yâni uyarıcı, itici ve yön­
lendirici yakıtı "yapmak... Sizinle konuşurken, be­
nim yerim burası, bu çerçevede konuşurum!..
DEDİ — İsterseniz, en umumî çizgiler içinde
doğrudan doğruya Körfez krizindeki tarafların tu­
tumunu nasıl değerlendirdiğinizi öğrenelim ön­
ce...
DEDİM — Açıkça söylemek gerekirse, ne
hâdiseye taraf olan ülkeler ve ne de şöyle veya
böyle işe bulaşmış olanlar, hâdisenin geliş ve gi­
diş yönlerine hâkim değil... Herşey bir sis perdesi
altında el yordamıyla cereyan ediyor... Ortada
hem muhakeme ve hem de güçler hesabı bakı­
mından bir belirsizlik ve muğlâklık var... Bunun
İlâhi hikmet icabı olan derin ibretleri üzerinde
durmak lâzım!..
DEDİ — Peki bu çerçevede Türkiye’nin duru­
munu nasıl görüyorsunuz?..
DEDİM — Bakın şimdi dikkat edin, elimdeki
gazete küpüründen Turgut Özal'm birkaç beyanı­
nı okuyayım... 11 Ağustos’ta şöyle demiş: "Kör-
fez’de ciddi bir hareket yapılabileceğini zannetmi­
yorum. Yâni hiç düşünmüyorum!"... 17 gün sonra,
Ağustosun 28'inde: "Savaş zor önlenir!” diyor...
BBC’ye böyle demiş. Ondan bir gün önce: "Sad-
dam Hüseyin battıkça batıyor!” ifâdesi... Halbuki
13 Ağustos'ta tam tersini söylemiş: "Saddam'ın
devrileceğini zannetmiyorum. Kendisi çok güçlü
ve bütün Arapların babası rolünü oynuyor!"...
Sonra 22 Eylül’de bir gazeteciye, "yüzde 80-90
ihtimâlle bu iş ambargoyla çözülür, ama sabır
lâzım!” buyurmuş...
DEDİ — Bütün söyledikleri birbirini çelicı
diyorsunuz!,.
DEDİM — Evet... Birde buna, doğrudan
doğruya Turgut Özal’m mevki ve yetki belirsizli­
ğini ekleyin... Kendisi "Başkanlık Şistemi"ndeki
bir Devlet Başkam gibi hareket ediyor... Şunu de­
mek istiyorum: Bizde, "Başkanlık Hükümeti" sis­
temi yokken, Turgut Özal anayasanın bir yerde
sembolik rol verdiği Cumhurbaşkanlığı sınırlarım
çiğneyerek hareket ediyor...
DEDİ — Biraz açar mısınız?.. Bir de mesele­
nin Körfez Krizi ile ilgisi?..
DEDİM — Kesin ve devamlı uygulanma
imkânlarım bulmuş olmasından dolayı, "Başkan­
lık Hükümeti” mevzuunda Amerika Birleşik Dev­

55
letleri’ni Örnek alarak vereyim... Orada "icra",
halk tarafından seçilen Başkan tarafından temsil
edilir; yâni "icra", tek kişi tarafından temsil edili­
yor... Başkan, yardımcısı ve ona sıkı sıkıya bağlı
bakanlar... Bakanların, Başkana nisbeti bakı­
mından, hukukçular onları "sekreter" olarak da
niteler... Rejime "Başkanlık hükümeti" adının ve­
rilişi de, icra organının bu özelliğinden dolayıdır...
Sekreterler, Başkanın izlediği politikaya uymak
zorundadır ve Başkan istediği ânda bunların gö­
revine son verebilir... Bir de şunu ekleyeyim: Baş-
kan'm orduya kumanda yetkisi, parlementer dev­
let başkanlannda olduğu gibi sembolik değildir...
Amerika Birleşik Devletleri'nin güvenliğini sağla­
mak amacıyla bir yere asker gönderme yetkisi
vardır ve dış politikanın yönetimi de ona aittir...
Şimdi bizim seçim sistemimiz içinde, Allahtık bir
Başbakan (Yıldırım Akbulut) ile iş kitabına uydu­
rularak Cumhurbaşkanının, meçlisi temsil eden
hükümetin üzerinde bir role çıkması sağlanabilir
ama, bu, kaidesi olmayan bir heykel gibi problem­
leri de beraber getirir... Körfez krizi, Türkiye’deki
sistem krizini de ortaya getirecektir... Açıkça söy­
lemek gerekirse, yetki kargaşası ve boşluğunun
huzursuzluğu içinde, ihtilâlci hareketler açısın­
dan müsait bir zemin doğacaktır!..
DEDİ — Sanıyorum mesele, Turgut Özal’m
Amerika gezisinde büründüğü hüviyetin gerçekli­
ğini tartışmaya getirecek...
DEDİM — Şahıs plânının üstüne çıkarak,
her şeyden evvel şunu kabul etmemiz lâzım: Tür­
kiye, ne içte ve ne de dışta, olmak ve bürünmek
istediği bir kültür ve ahlâk imajına sahib değil...
Bunu, Turgut Özal bahsinde söylediklerimle be­
raber düşünürseniz, ortaya çarpıcı neticeler çı­
kar... Bugün her şeyden evvel iktidar partisinin

56
meclisteki gücü ile halk desteği arasında bir nis-
betsizlik vardır ki, Cumhurbaşkanlığı seçimi bir
çeşit kapkaç pratiğiyle hâlledilmiştir... Başbakan­
lık mevkiinde bulunan zâtın Cumhurbaşkanı kar­
şısındaki emir eri durumu, ne hukukî ve ne de
idealden dolayıdır... 12 Eylül yönetiminde görev
alırken Süleyman Demirci'den icazet isteyen, o
güne kadar olduğu gibi o günlerde de ''abicim,
abicim!" diye ona yağ çekerek istifade eden ada­
mın, eline fırsat geçer geçmez nasıl tam ters ve
vefasız bir parti lideri olarak ona karşı olduğunu
hatırlarsanız, çıkar ve koltuk hevesine bağlı iliş­
kiler içinde Yıldırım Akbulut’a da bir pay biçersi­
niz... Yıldırım Akbulut'ta Turgut Özal’a karşı çı­
kacak şartlar olup olmaması ayn mesele ama, bu
tip ilişkilerde en azından şahsiyet olarak kaygan
bir zemin sözkonusu... Turgut Ozal'ın hukuka da­
yanmayan görüntüsü yanında, Başbakan'dan Ba­
kanlara ve Parti Milletvekillerinden Parti
Teşkilâtlarına kadar uzanan kaygan bir zemin...
Kendisini tanımayan muhalefet partileri ki, onu
Türkiye'nin değil de ANAP'ın Cumhurbaşkanı
olarak görüyorlar... Neticede bugün Türkiye’nin
resmî politikası olarak dışarıda gösterilmeye çalı­
şılan politik tavır, ne hukukî, ne sosyal.ve ne de
ruhî bakımdan Türkiye gerçeklerini aksettirmi­
yor!..
DEDİ — Bu durumun Körfez krizine etkileri
veya Körfez krizinin bize olan etkileri neler olabi-
lir..
DEDİM — Her şeyden Önce, böyle bir yapı,
resmî politika doğrultusundaki davranışlar için
insanımızı motive edemez; yâni, ruhî uyarmaları,
heyecanı, kışkırtmayı ve yönlendirmeyi yapa­
maz... Sonra... Hem Amerika ve Avrupa açısın­
dan, hem de onların Türkiye'deki kapıkulları ba­

57
kımından, "beklenmedik mallar pazara geldi" he­
sabı şahsiyetli fışkırış tezahürleri olabilir!.,
DEDİ — Türkiye'nin Körfez krizinde Ameri­
ka ve Avrupa'ya angaje olmasını doğru bulmuyor­
sunuz. Peki Saddam Hüseyin için ne düşünüyor­
sunuz?..
DEDİM — Evet; ben, kuyrukçu ve kuyruk
sallayıcı politikayı tasvib etmiyorum!.. Türkiye'de
İslamcı kesimin reaksiyonlarını hesaba katma­
dan girişilecek taahhüdler şaşırtıcı neticelere va­
rabilir... Mesele Saddam Hüseyin’i sevmek bakı­
mından değil de, Amerikan ve Batı emperyaliz­
minden nefret bakımından görünürse şaşmamak
gerekir, çünkü insanımızda bunun kültürel ve
ruhî kökleri var... Şunu açıkça söylemek istiyo­
rum: Halkı müslüman olan ülkelerde hükümetle­
rinin tutumu ne olursa olsun, halkın ayrı bir his­
siyatı ve sezgisi vardır... Şuurlara alternatif ver­
mek gibi olmasın ama, şü veya bu sebeble müslü­
man ülkelerde bulunan yabancıların da hayatı
tehlikededir... Amerika ve diğer Batılı ülke vatan­
daşları, sadece İslâmî örgütleri değil, sol ve mil­
liyetçi örgütleri de karşılarında göreceklerdir!..
DEDİ — Irak'ın Kuveyt’i işgal etme
hâdisesine, Türkiye'de sıhhatli bir bakış görüyor
musunuz?..
DEDİM — Güzel bir suâl!.. DSP Genel Baş­
kanı Bülent Ecevit ın Saddam Hüseyin ile yaptığı
görüşme, bu mevzuda pek çok insanın gözünü aç­
tı ve bu yüzden de bir takım mihrakların kulağı­
na kar suyu kaçtı!.. Şimdi mevzuu açıcı bir misâl
vereyim: Uç-beş sene önce bir dergi muhabiri be­
nimle mülakat yaparken, çöpten mantığını bo­
ğunca hemen can simidi gibi "muzur yasası'na
karşı olma aydm(!) cakasına sarıldı... Hâni şu

58
porno yayınların naylon torbada satılması komik­
liği; böylece çocuklar filân korunacak(î)... Bunla­
rın şu gülünç tedbire bile tahammülü yok... "Yok­
sa siz de mi yasakçısınız?" dedi... Aslında "muzur
yasası"mıı benim için gülünç tarafı, sulukule kül­
türü devletin başına oturmuş ve "Kültür Bakanlı­
ğı" faaliyetleri arasında yer alan bir ülkede, gö­
bek atanların sanatçı(!) diye baş köşeye çıkarıldı­
ğı, el öpenin bakanlık kaptığı, üniformalı ve üni­
formasız memurların alenî avanta -yâni bir çeşit
soygun- yaptığı ülkede, kocasının makam presti­
jini eve alınmış bir eşya gibi rahatça kullanan şiş­
man kadının (Semra Özal) ifşa ettiği İçtimaî ve
İdarî zaaf Önünde, kitabına uydurularak göz göre
göre milyarları götürenlere mukabil, çoluk çocu­
ğunun karnını doyurabilmek için vücudunu satan
anaların bulunduğu bir ülkede, ruhundaki
an’anevî İslâmî motifleri çözmek için er kişilere
orduda seks filmleri göstermenin lâikliği takviye
ve eğitim sayıldığı bir ülkede, bu yasa... Fakat be­
nim o yasaya karşı olmamla, muhatabımmki aynı
değil... Neyse... Ona, "farzedin ki ben de yasakçı­
yım; benim yasakçılığının karşı çıkarken, siz de
benim karşımda bir yasakçı olduğunuzu görmü­
yor musunuz?" dedim... Sözü şuraya getireceğim:
Bir takım meselelerde, hemen alelacele bedahet
ve mütearife ifâde edermiş gibi uydurma hüküm­
ler empoze ediliyor ve insanlar bunun etrafında
düşünmeye şartlandırılıyor... Meselâ, "Saddam
Hüseyin’in Kuveyt’i işgali tasvib edilemez!"... Bu­
nun etrafında söylenenlere bakınca, onlara karşı
fikir beyan edecek adam da söze şöyle başlıyor:
"Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i.işgal etmesi tasvib
edilemez AMA..." ... Niçin tasvib edilemesin ki?..
DEDİ — Siz tasvib ediyor musunuz?..
DEDİM — Önce birtakım hakikatleri hatır­

59
latmakta fayda var... Saddam Hüseyin, Irak’taki
Kürtler üzerine kimyevî bombalar attı; şu Hstep­
çe katliamı... Kerkük Türklerine karşı uyguladığı
baskı ve işkence politikası, senelerden beri devam
eder... Niye hiç kimseden sahib olucu bir tavır gö­
rülmedi... Saddam’m soykırımda kullandığı
silâhlan ona satanlar kimlerdi?..
DEDİ — İşe, Irak'm içişleri gözüyle bakılı­
yordu veya öyle mütalâa ediliyordu.
DEDİM — İşte bu hususun üzerinde durul­
ması lâzım... Devletlerin sınırlarını haklılık veya
haksızlık değil, fiilî durumlar meydana getirir...
Aradan bir müddet geçince, Kuveyt'de Irak’m
içişlerine dahil olacaktır... Bugün Batı'yi ve Ame­
rika'yı ayağa kaldıran, -dikkat edin, dünyayı aya­
ğa kaldıran demiyorum—, hak duygusu değil, em­
peryalist düzenlerinin bozulması kaygusudur; di­
ğer devletler de onların maiyeti olarak, onlara çe­
şitli mahkûmiyetleri olan figüranlar... ABD Pana­
ma'ya girer, kimsede ses yok, kim ne yapabilecek
ki?.. Benim, Saddam Hüseyin’in hareketini tasvib
edip etmememe gelince, cevabım kocaman bir
'’evet!" olacaktır!..
DEDİ — Peki bu işin Türkiye açısından fay­
da ve zarar muhasebesi ne olacaktır?..
DEDİM — Müsâade ederseniz, konuşmamın
başında söylediklerimi hatırlatmak istiyorum...
"Benim için mühim olan, hâdisenin içyüzünü ya­
kalamak ve bunu İslâmî hareketin motive edici
yakıtı olarak kullanabilmek" dedim... Bu, bir fikir
ve aksiyon adamı tavrıdır; yâni, hâdiseleri rakset­
tiren mânâyı yakalamak, teferruatı kendine bağ­
layıcı aslolan keyfiyeti okumak... Cesedin kendine
tâbi olduğu ruhu bulmak... Bir gazeteci ise, işi ha­
ber yönünden fotoğraflar ve mizaç hususiyetleri­
ne göre bunları yorum ve yorum kırıntıları içinde

60
verir... İlim adamı, mevzuunun kıstasları içinde
şöyle veya böyle değerlendirir... Bunları şunun
için söylüyorum: Ben bir gazeteci değilim ve her
gün gazetelerde çıkan haberleri gevelememe de
lüzum yok... Kendi yerimi bir tecrit ve sezgi mın­
tıkası olarak belirttiğime göre, bu işin Türkiye
açısından faydalı olan yönünü de söyleyeyim:
Türkiye artık daha fazla, "yurtta sulh, cihânda
sulhl" politikasında, daha doğrusu politikasızlı­
ğında, yaşayamayacaktır... Şartlar, hiçbir hayat
hâkimiyeti ve hâdiseleri teshir cehdi belirtmeyen,
bu cehdin dayanacağı şöyle veya böyle bir ideal ve
gaye tanımayan bu ceset tepkisizliğine karşı, gö­
rüntüsünün büsbütün silineceğini ihtar ediyor...
Bundan daha büyük fayda mı olur?..
DEDİ — Daha müşahhas olarak ifâde eder
misiniz?..
DEDİM — Hilkat icabı olarak, bir aile çapın­
daki topluluktan ferde kadar, ruhî iştiyakın
ifâdesi birtakım dış oluş imajları, suretleri
vardır... Hangi imkânların olursa nereye varacak­
sın, varmak istediğin yere göre hangi imkânları
nasıl bulacaksın!.. Yemek yeme faaliyeti bile, vü­
cudumuzun yaşayabilme arzusuna nazaran mele­
kelerim izi harekete geçirici bir politika
ifâdesidir... Sadece ruhsuz bir cesette taarruz ve
devam arsuzu yoktur... Türkiye’nin bugüne ka-
darki dış politikasına baktığımız zaman, sürekli
olarak alacaklılardan kaçan borçlunun hâlini an­
dırıyor... Ege'de 12 adaya konan Yunanistan, bir
karasuları işi çıkararak neredeyse İzmir’den İs­
tanbul'a giden bir vapurun yolunu bile kendi ka­
rasularında yapılmış bir sefer tarifesine dahil et­
mek isterken, tâ oradan Kıbrıs'ı ilhaka yetlenmiş-
ken, istikbâlin şartları içinde bir İstanbul
hayâlini yaşatırken, bir Suriye Hatay’ı kendi he-

61
sabma geçirmek isterken, bir Irak su ihtiyacı ba­
kımından Güneydoğuyu dikizlerken, bir Rusya
İskenderun hattını Ortadoğu stratejisi içinde va­
sıta gaye olarak nişanlarken... Falan, filân... Tür­
kiye, hiçbir iş yapmayan bir adamın bir de alâda
görünmeye yeltenmesi gibi, iç ve dış'a karşı ne ol­
mak ve nasıl görünmek hususunda bir teklif geti­
remeyen her adamın "yurtta sulh, cihânda sulh"
tesellisine kurban vaziyette giderken, bugün şart­
lar onu bambaşka bir yere getirdi... Kuvvetli bir
Irak, Türkiye’nin işine gelmez; Amerika'nın ya­
nında yer almak da, bundan sonra hâdiseye taraf
olmuş ülkelerin gözünde dahi onu, Ortadoğu'da
Batı piyonu olarak değerlendirmeye yol açar...
Yâni, iki ucu pislik bir değnek... Sözün kısası şu:
Bütün iç ve dış şartlar, Türkiye’nin tarihî misyo­
nunu yerine getirmeye, büyük bir İslâmî zuhura
ve İslâm dünyasının liderliğine zorluyor... Bu,
onun tek varoluş şartı... Ben, hâdisedeki fayda ci­
hetini, işte bu ihtarda görüyorum!..
DEDİ — Saddam Hüseyin’in hareketini tas-
vib ettiğinizi söylemiştiniz...
DEDİM — Devletlerin sınırlarını fiilî durum­
ların meydana getirdiğini söylemiştim... Şimdi
dönelim, mücerret bir haklılık, haksızlık davası­
na... Bilinen haberleri tekrarlamaya lüzum gör­
meden, tek kelimeyle söyleyeyim, Irak mecbur­
du... Bir nevî, açlıktan ölmemek için bir adamın
aslanı yemeye davranmasına benzer bir işe kal­
kıştı... Öte yandan, Arab kavmi olmanın dışında,
ne derinliğine ve ne genişliğine doğru umumî bü­
tünden ayrılabilecek bir keyfiyet belirtmeyen
kukla devlet; yâni Kuveyt... Onun haritadan kal­
dırılması, ister derli toplu bir Ortadoğu görüntü­
süne doğru bir adım, ister emperyalist dünyanın
tekerine çomak sokmak ve bu yüzden dünyanın

62
karışmasına sebeb olsun, Ortadoğuya ihtar edi­
len büyük oluş şartı bakımından faydalıdır... Os-
manlı İmparatorluğunu parçaladıktan sonra kum
üzerine çizdikleri sınırlar boyunca Ortadoğu hal­
kını birbirine düşüren Batı politikası, şimdi bir
çıkmazdadır... Saddam Hüseyin, şayet kaba bir
madde iştihası bakımından değil de, ince bir
İslâmî siyaset gereği olarak bu işi yapmış olsaydı,
gerçek bir kahraman olurdu... Kuveyt, yoksul
İslâm dünyasına zırnık koklatmayan ve petrol ge­
lirini Batı'ya akıtan bir hainden başka neydi ki?..
DEDİ — Dünya bir yumuşamaya girmişken,
Saddam Hüseyin ortalığı karıştırdı diyorlar... Ne
dersiniz?..
DEDİM — İşte rahmetli Üstadımı anmanın
ve hâdiselere vakıf olmanın ne demek olduğunu
göstermenin tam yeri!.. Şu "yumuşama’' mavalına
cevab teşkil etmek üzere, onun 1970’li yılların so­
nunda yazdığı bir yazıyı işaretledim... Şöyle... Ay­
nen okuyayım: "Öz evimizin iç nizâmım elden
kaçırmış olmanın dehşeti içinde bu evi dışardan
tehdit eden ve iç yangından beter bir buldozer
çarpmasıyla yıkmayı tasarlayan dış alâmetlere
dikkat edenimiz yok... Son haftaların en büyük
hâdisesi Amerika ve Rusya arasındaki silâh­
sızlanma uyuşması temayülüdür. Bu, silâhlan at­
ma değil, birbirine karşı kullanmama taktiğidir.
İyice bellemek gerektir ki, Türkiye, İkinci Dünya
Savaşı’ndan beri Doğu'dan ve Batı’dan esen iki zıt
rüzgânn desteğiyle ayakta durabilmektedir. Bu
rüzgârlar bizim üzerimizde birbirine toslamakta,
böylece kendi öz bünyesiyle mecalsiz hâle gelen
ülkemizi sağlı ve sollu payandalamakta ve Türki­
ye’ye sun’i tarafından muvakkat bir ayakta
durma muvazenesi sağlamaktadır... Amerika
^usya uyuşması en fazla bizi telâşlandırmak

63
ve hayat hakkımızı ne tarafta ve nasıl aramamız
gerektiği üzerinde uykumuzu kaçırmahdır. Dün­
yayı sulh ve huzura götüreceği sanılan bu uyuş­
manın, yakın ve Ortadoğu mıntıkası ve bilhassa
petrol havzası üzerinde bir Amerikan - Moskof
paylaşmasına yol açması ihtimâli büyüktür; ve
aslanla kaplan arasındaki karşılıklı tebessüm ve
tokalaşma, ormanın geyik sürüsünü ne kadar
korkutsa yeridir. Anlayan, sezen, gören ve davra­
nan nerede?”... Bugün yazılmış gibi taze bir yo­
rum... Adamlar, içine girdikleri bir nevî impara­
torlukların gerileme devri durumundayken ve ye­
ni bir yapılaşma ile güç toplamaya bakarken, hak
bayram sanıyoruz... Şimdi bir adam düşünün:
Öbürünü, dövüyor dövüyor yoruluyor, karşısında­
ki tam elini kaldıracağı sırada, "bak adam artık
vurmuyor, vurmaya kalkmanın âlemi ne?” cinsin­
den barış sever(î) yorumlar!.. Tarihin bütün de­
virlerinde, o devrin sınırlan ve şartlan vardır, bi­
nleri için iyi, diğerlen için kötü dengeleri vardır...
Bu devir de, herşeyin olup bittiği bir nihayet de­
ğil, insanlık tarihinin bir halkasıdır... Yoksa, sö­
mürüye, ezilmişliğe, esarete başkaldıran her dav­
ranış, her devirde sulhü ve dengeyi bozuculuk gi­
bi bir hareket belirtir... Sonra, ortada bir bedahet
var: Ortadoğu'da Batı dünyası ve Amerika’nın işi
ne?..
DEDİ — Irak’a karşı uygulanan amborga
hakkında ne düşünüyorsunuz?..
DEDİM — Önce şunu söylemek istiyorum:
Türkiye'nin aleni biçimde bir Amerika ve Batı
bekçisi olarak Ortadoğu'yu gözetlemesi rolü ve ta­
rafgirliği ayıptır... Ambargo davasına gelince, şu
sualin cevabını da düşünmek icab eder: "Irak'ın
ambargoyla çözülmesini beklerken, ambargonun
ambargocuları da çözebileceğinin hesabım yapı­

64
yor musunuz?”... Bence iş şurada düğümleniyor:
Küçük politik esnaflıkların dışında, dünya bütün
küçük ve ruhî desteksiz Hayâlleri eritici bir büyük
hesablaşmanm kaosuna, büyük değişimlere gebe
bir yere geldi!..
DEDİ — Son olarak söylemek istediğiniz bir-
şey, bir mesaj...
DEDİM — Camiamızda herkesin nefsine şu­
nu teklif etmesini istiyorum: Amatörce yapılan fa­
aliyetleri sahici fikrin emrinde profesyonelce ör­
gütlemek ve yönlendirmek, profesyonelce yapılan
çalışmalarda da işi amatörce bir heyecanla besle­
mek ve güçlendirmek durumunda olsunlar...
Hâdiselerde geveze ve seyirci bir durumda değil
de, tuttuğu tarafın aktif bir oyuncusu olsunlar...
Tarafımız ne şu, ne bu, sadece İslâmdırL
• “PANİK OPERASYONU”
- NECİP F A S L I ANM A
• » KÖRFEZ SAVAŞININ ARDINDAN
* * * SEÇİM, İBDA YAPISI,
DÜNYADAKİ SON GELİŞMELER
•••• GENEL DEĞERLENDİRME
I
DEDİ — Biliyorsunuz bu haftaki dergimizi,
"Necip Fazıl Özel Sayısı" olarak tertib ediyoruz...
Bahis Necip Fazıl olunca da, tabiî olarak söz Sa­
lih Mirzabeyoğlu'nun!.. Sohbetimize başlamadan
Önce, okuyucularımıza Cezaevinden çıkışınızı da
hatırlatmak üzere "geçmiş olsun!" diyoruz. Bu
mevzuda neler söyleyeceksiniz?..
DEDİM — Hâdisenin dış yüzünü hikâye et­
mek uzun sürer... İçyüzüne gelince: Allah, isterse
Kâinat’ı bir sineğin kanatlarında da taşıtır hik­
metinin tecellisi hâlinde, düşman ve münafık
elinde, onların "engelliyorum!" zannı içinde, İB­
DA fikriyatının muhteşem bir hurucudur!.. "İB­
DA, hâdiselerin kendisini takib ettiği bir ruh ve
keyfiyet mihrakıdır!" hükmünü bir kere daha de-
lillendiren bir dava!.. Görüldü ki, bize karşı girişi­
len provokasyonlar, ateş üzerine benzinle gitmek
gibi bir tesir yapar!.. Üstadım'm gözleriyle
hâdiseyi değerlendirdiğim zaman, söylenecek tek
söz şudur: "İşte şimdi ocak kızıştı!"... Biliyorsu­
nuz Allah Resûlü, Huneyn gazasında İslâm ordu­
sunun bir anlık dağılışını tek başına ileri atılışla
taarruza döndürürken böyle demişti... "İşte şimdi
ocak kızıştı!"... Kendisine yapılacak işkence sıra­
sını beklerken, "Kumandan’a işkence yapıyorlar!"
diye ağlayan gençleri görünce, kalbime taşkın bir
heyecanla bu mânâ dolmuştu... Üstadım, orada
arkadaşlarımın ve gençlerin gösterdiği vakar ve

69
aşk tavrını görseydi, ne kadar gurur duyardı... El­
bette gördü!..
DEDİ — Orada başka ne gibi tesbitleriniz ol­
du?..
DEDİM — Bahsimiz Necip Fazıl... Şimdi Bü­
yük Doğu idealinden, cemiyet ve insan anlayışın­
dan birkaç madde işaretlemem, uçurumun dibin­
de yaşayan insan ve cemiyet iklimimize, dağın
doruğunu hayâl ettirebilir... Büyük Doğu idealin­
de, "saadetini ne yapıp yapıp kötüyü bulmakta
değil, ne yapıp yapıp kötünün bulunmadığını bul­
makta arayan polis": Yâni, meslekî başarı cetıdiy-
le suç icadına varan ve işkencelerden geçirdiği
yüzde doksanı suçsuz insanları kendine düşman
eden, yakaladığı adamın suçsuzluğundan dolayı
üzülen anlayışın tam tersi... Ve Büyük Doğu idea­
linde: "Polisi, kendi mesleğinin tesadüfen aksini
temsil etmeye memur bir yoldaş sanmayan hır­
sız!"... Farkındasınız; bir ifâde çevikliği içinde,
hırsızdan bahsederken, polisin ne olması gerekti­
ğini belirtiyor... Sonra da şu: "Polisle korkuttuk­
larına karşılık, polisi korkutmak ceberrutu yeri­
ne, ona hak takipçiliğini telkin eden hükümet!"...
Ve ekliyor: "Bunlar oldu mu, hükümet tamam­
dır!"... Bugünkü hâlimize bakıp, neyin tamam
olup neyin tamâm olmadığına dair bir hüküm çı­
karabiliriz!..
DEDİ — Hâdiseler sizi yıldırmaktan çok,
coşturmuş a benziyor...
DEDİM — İlâhî hikmetlere göz atmayı bil­
mek lâzım... Allah, nelerin içinde ne imkânlar su­
nar, neleri nelere vesile eder... Meselâ, Irak ve
Batı dünyası arasındaki Körfez savaşında olduğu
gibi, gebe olduğu hâdiseler zemini bakımından,
mağlubiyetten beter zarara yol açan galibiyetler
vardır... Ve yine mahkûm ve mağdur durumlar
70
vardır ki, içinde en büyük zafer tohumlan sak­
lar!..
DEDİ — Bu söz bana. Üstadımızın sizin hak-
kımzdaki ısrarını hatırlattı... Kendisi de münafık
ve kâfir soyuyla ademe mahkûm edilmeye çalışıl­
mış Üstadımız, size ısrarla "görünmen lâzım!" de­
mişti... Okuyucularımıza, sizinle röportaj yapan
Yalçın Turgut olarak kendimi ifşa ettikten sonra,
bu sözün yakın şahitlerinden ve hikmetini ileriki
yıllarda daha iyi gören biri olduğumu söylemeli­
yim... Bir nevî, kim ne hainlik ve-hased tavrı için­
de olursa olsun, İBDA'nm Önlenemez yükselişi
sozkonusu oldu... "Doğru yol” anlayışı hâlinde
İslâm'ın!..
DEDİM — Güzel bir teşhis; "doğru yol"... Ne­
cip Fazıl bu demektir zaten: İdeali aramayla -
toprağa bağlanma arasındaki bir berzahta kıvra­
nan insanoğlunun oluş ıstırabını, hakikatin haki­
katine nisbetle heykelleştiren adam... "İslâma
muhatab anlayış"m, aşkını, vecdini, diyalektiğini
ve estetiğini örgüleştiren adam... Bir sanat adamı
olarak, şu sözümden ayrıca zevk duymalısın: "Şa­
ir, her yerde demektir!"... Şairin mânâlarından
biri de bu!..
DEDİ — "İslâma muhatab anlayış" davası ile
şu "şiir idraki" üzerinde biraz dursanız...
DEDİM— Önce şöyle formüle edeyim... Mü­
cerret mânâda "ilim", "bilme" demektir... "Bil-
me"nin hakikati de, feraset ve anlayış, basiret ve
kavrayışta... Bunun uç noktasında da "şiir idraki"
var... Ve insanın bilgilenme süreciyle eşdeğer
olan hürriyetin sonsuzluğunca sonsuz hayret!..
Bu dilden anlayan adam, "İslâma muhatab anla­
yış” davasını da anlar, "ehli sünnet yolu” davasını
da anlar!.,
DEDİ — Kısa kısa işaretler verseniz...

71
DEDİM — Pek çok şey ezbere bilindiği için,
esasına vakıf olunmadan ezbere cinsinden konu­
şuluyor... Bu yüzden de İmam-ı Gazali Hazretle­
rinin söylediği, "insan, bilmediği, şeyin düşmanı­
dır!" hikmeti çerçevesinde, bir nevî hakikat ve
hikmet düşmanlığı tecelli ediyor... Önce, "İslâm
selâmet dinidir!" derken, felâh, yâni kurtuluşun,
''dindeki gizliliklerin açık edilmesi" mânâsına gel­
diğini anlamak lâzım... Zaten "Sûre" de, usulünce
gittikçe, muhatab idraka nisbetle kendini ele ve­
ren sonsuz mânânın kelâm klişesinde hapsidir...
"Fıkıh" da, kapalı bir şeyin hakikatine nüfûz ede­
bilmenin usûlü; bugün bilinen veya bilindiği zan­
nedilen mezheb ve ilim hakikatinden önce, mü­
cerret mânâsıyla "idrak ve anlayış" demektir... İd­
rak ve anlayışın bu gayeyle ölçülendirdiği usûl...
Demek ki, bugün anlaşıldığı mânâsıyla fıkıh, ge­
nel anlamının yanında hususileştirilmiş tir... Bah­
simiz Necip Fazıl ve usûlümüz de vesilelerle me­
sele konuşmak olduğuna göre, şurada çıkardığım
notlardan bunun üzerinde durayım isterseniz...
Bilmem okumam gerekir mi?.. İsterseniz notları
alın, kaset çözümünde yerine koyun... İsterseniz
bir işaretle geçeyim bu bahsi... Okuyayım mı?..
DEDİ — Çok faydalı olur... Zaten bizim ga­
yemiz de, soylu bir zeminde Üstadımızı anmak,
yoksa ölü ağlayıcılarına mahsus bir yerde konuş­
mak değil...
DEDİM — Bugün kim "Fürû-u fıkıh "m ince­
liklerini bilir ve onlarla fazla meşgul olursa, ona
"fakih" derler. Halbuki Birinci Asırda, ahiret yolu
ve "nefsin ayetlerinin incelikleri bilgileriyle"
amelleri bozan şeyleri bilmeye, dünyalığa kıymet
vermeyip - ahiret nimetlerine bağlanmaya ve kal­
bini Allah korkusunun kaplamasına "Fıkıh ilmi”

72
denirdi... Nitekim Allah, şu Âyet'te bunu açıkça
göstermektedir:
— "Dinde fakih olup, kavim ve kabileleri
döndüğü zaman, onları korkutmaları için,"
■ - Korkutmak kendisiyle mümkün olan; işte bu
fıkıhtır... Yoksa "talâk, itak, li'an, selem ve icare"
meselelerini bilmek değildir; çünkü bu meseleler­
le ne çekindirme ve ne de korkutma olur. Belki
yalnız bunlarla uğraşmak, kalbin korkusunu
| azaltır ve kalbi karartır; nitekim bunlarla uğra-
! şanlarda olduğu gibi... Bu gibiler hakkında Allah
şöyle buyuruyor:
i —- "Onlar için kalbler var ki, o kalblerle anla­
mazlar."
i Buradaki "fıkh" kelimesinden, "fetvaları ân-
| lamazlar" değil, imânın ne demek olduğunu anla-
i mazlar mânâsı murad edilmiştir. Ömrüme yemin
ederim ki, "fıkh" ve "fehm-anlayış" kelimesinin
! ikisi de lûgatta bir mânâdadır, Araplar arasında
i eski ve yeni şivelerde ikisi de bir mânâda konuşu­
lur:
i — "Bu ise, anlayışlı bir kavim olmadıklarm-
\ dandır." (59-Haşr:3)
Allah'tan korkularının azlığı ve insanların
saldırılarını büyütmeleri, fıkıh azlıklarına havâle
ediliyor. Bak bakalım, bunların "fakih" olmama­
ları, fetvaların çeşitlerini bilmedikleri için mi,
i yoksa bizim anlattığımızı bilmedikleri için mi-
i dir?.. Peygamber Efendimiz kendisini ziyârete ge-
f len bir cemaat hakkında fıkıh meselelerini değil,
imân, amel ve ahlâk esaslarını Öğrenmelerini Ve
j iyi hasletlerini anlatmaları üzerine, "Alimdirler,
y Hakimdirler, fakihdirler!" buyurmuştur; halbuki
| bunların hiçbiri diğer mânâda fıkıh meselelerini
bilmezlerdi. Zührî Kabilesi’nden İbrahim oğlu

IIı 73
Sâd'a (R.A.), "hangi şehir halkı fakihtir?" diye so­
ruldukta, "Allah’tan daha çok korkan!" diye cevab
vermekle, fıkhın neticesine işaret etmiştir. Çünkü
ilmin bâtmî neticesi fetva hükümleri değil, takva­
dır.
DEDİ — Sanıyorûm, Üstadımızın şiirindeki
"korku" motifinin anlaşılması gereken yönleri bu­
rada.., Şu mezhebler meselesine de temas etse­
niz...
DEDİM — Evet; İmam-ı Gaz âlî’den çıkardı­
ğım bu notta, Üstadınım şiirine hâkim olan kor­
ku ve hafakan sırrı da görünüyor... "Benim şii­
rimdeki korku, öcü ve umacı korkusu değil ki; ga­
ibi kurcalamak?" diyordu ya... Tabiî o böyle diye-
dursun, "Necip Fazıl’m şiirlerine korku ve hafa­
kan hâkimdir; halbuki filânca, kasabadan temiz
hava getirdi!" diye değerlendiriliyordu... Onun şi­
irlerinde, "otel odaları, dehlizler" den filân balıse-
diyormuş, bir arayış belirtiyormuş, bu bakımdan
İslâmî değilmiş... Tabiî ben neyin ne olduğunu
anlatınca, herkes küstü!.. Neyse... "İslâma muha-
tab anlayış'ın bir yönüyle ne olduğu, daha doğru­
su ne olmadığı da anlaşıldı sanırım... Meseleler
içiçe, biz de kısa kısa işaretlerle geçmek zorunda­
yız... Mezheb; bilindiği üzere, -gerçi pek çok me­
selede olduğu gibi, ben üzerine büyüteç tutup
meçhulden kurtarmasam bilindiği de yoktu ya-,
"yol" ve "zann" demek... Umumiyetle "zan" deyin­
ce, işin "ihtimâl" mânâsı anlaşılır da, "kat’iyyet ve
şüphesizlik" mânâsı bilinmez... Şöyle bir misâl
vereyim: "Zannediyorum ki şu çekmecede kalem
var!" desem ve çekmece açılınca orada kalem bu­
lunsa, bu "zan" keyfiyeti kat'iyyet ifâde eder...
Hayatın, imkân ve ihtimâllere açılan arazdan yü­
rüdüğü hakikatini bilenler, mezheblerin doğuş
hikmetini anlayacakları gibi, zaruretini de kesti-

74
rirler: Hakikatiyle mezhebler, İslâm’a muhatab
anlayışın doğru yolu üzerinde, esasta değil de,
"esası zedelemeyin' bir takım teferruat noktala­
rında ve "rahmete vesile İhtilâf sırrı" içinde fark­
lılık gösterirken, farklılıklarında birbirlerine ha­
lef olucu ve iltica edici geçit noktaları bulan bir
birlik arzederler... Alevîlik ise, bu mânâda bir
mezheb değil, sapık bir koldur... Hazret-i Ali'yi
sevme zannı etrafında, gerçekte sahabeye ve Haz-.
ret-i Ali'nin hakikatine ihânet içinde bulunan bir
zümre; ruhî gıdaları da Rahmanı değil, Şeytanî-...
Üstadım'm güzel bir misâli var: "Hazret-i Ali sev­
gisi, Sünnet ve Cemaat ehli Ölçüsüne bağlıdır; ve
tıpkı Musa ve Isâ Peygamberlerin gerçek kıymet
ve hakikatlerini bulmak isteyenlerin, bunu Yahu-
diler'de ve Hıristiyanlar’da bulmak yerine
İslâm'da görmek mevkiinde olmaları gibi!"... Bu
incelikler çerçevesinde, Büyük Doğunun kendisi­
ni iz âlımı, benim ağzımdan röportajın sonuna ko­
yarsınız...
DEDİ — Müsaade ederseniz, Üstadın "Bü­
yük Doğuyu tanımlaması sohbetimizin de nokta­
lanması olsun...
DEDİM — (Büyük Doğu, İslâmiyetin emir
subaylığı... Büyük Doğu, İslâm içinde ne yeni bir
mezheb, ne de yeni bir içtihad kapısı... Sadece
"Sünnet ve Cemaat Ehli" tabirinin ifâdelendirdiği
mutlak ve pazarlıksız çerçeve içinde, olanca saffet
ve asliyetiyle İslâmiyete yol açma geçidi; ve çok­
tan beri kaybedilmiş bulunan bu saffet ve asliyeti
21. Asrın eşiğinde eşya ve hâdiselere tatbik etme
işi... Galiba işlerin de en değerli ve pahalısı.)

1991

75
DEDİ — Körfez savaşı, bildiğimiz gibi başla­
dı ve malûm olduğu üzere bitti... Sizden bununla
ilgili bir değerlendirme yapmanızı istesek... Altı
çizilecek noktalar ne olmalı?..
DEDİM — Aslında bu geç kalmış bir görüş­
me sayılabilir... Savaşın birinci, ikinci, üçüncü
günü; yâni başladığı ândan itibaren görüşlerim
alınsaydı, umduğumuz ve ummadığımız gelişme­
lerin neler olduğu, bunlardan nasıl bir ders çıka­
rılması lâzım geldiği daha iyi anlaşılırdı... Meselâ
bugün de o kanaatteyim ki, Amerika nm hem si­
yasi ve hem de askerî sahada cakası bozuldu!..
DEDİ — Biraz açar mısınız?..
DEDİM — Sovyetler Birliğinin dağılmasın­
dan sonra, Amerika'nın dünyada tek süper güç
olarak kaldığı ve dünyanın patronu olduğu mana­
lı, bu savaşta çökmüştür; ve savaşın neticesine
bakmaksızın söyleyeyim ki, Irak, bilerek veya bil­
meyerek Üçüncü Dünya Ülkelerine iyi bir örnek
ve moral vermiştir... Kafa tutulabileceğini ve
Amerika'nın istediği yere elini kolunu sallaya sal­
laya girip istediğini yaptıramayacağını göstermiş­
tir... Yâni, Irak’ın ödediği bedel ne olursa olsun,
Amerika mağlûbiyetten beter bir zafer kazanmış­
tır!..
DEDİ — Savaşın başında ne düşünmüştü­
nüz?.. Başlamadan önceki düşüncelerinizi biliye-
ruz... Savaşın başında ne düşünmüştünüz ve neti­
ce ne oldu?..
DEDİM — Savaşın başında ne düşündüğü­
mü söyleyerek kalırsam, bir nevî sonradan lâf ye­
tiştirmek ve işi kitabına uydurarak "ben demiş­
tim!" sahtekârlığı içinde görünebilirim; bu bakım­
dan, ne düşündüğümü aksiyon bahsini besleyici
bir yerde Türkiye'nin hâlini de tesbitle söyleye­
yim... Savaş başladıktan sonra, herkes gibi tele­
vizyondan takib ettim... İlk dikkatimi çeken şey,
Irakin tek bir füze atmaması, tek bir uçak kaldır­
maması, ciddi hiçbir karşılık vermemesiydi... Bir­
kaç saat sonra, bunun anlatıldığı gibi Irak’m aciz­
liğinden değil de, doğrudan doğruya onun taktiği
icabı olduğunu anladım... Nitekim Yalçın Turgut
ve onunla olan saat başı telefon konuşmalarımızı
dinleyen ve kendilerine olan küfürlerimi de Gay­
rettepe İşkencehanesi'nde hatırlatan köpeklerle,
"Kıvam Hukuk Bürosu Başkam" Harun Yüksel,
bu tesbitime şahittirler... Bunu bir kenara bıra­
kalım ve gelelim kendi aksiyon hesabımıza: Reisi­
cumhur'dan Genelkurmaya ve emekli generallere
kadar herkes, maç naklini andırır bir tertible sa­
vaşı anlatan Amerikan CNN televizyonu neyi an­
latıyorsa, iptidaî katkılarla onu teyid edici tesbit
ye tahminlerde bulunuyorlardı... Cumhurbaşkanı
”100-200 sortide iş biter!” derken, Genelkurmay
Başkam oluşunu engellediği emekli Orgeneral
-yâni Yalova kaymakamı- Necdet Üruğ, bir tele­
vizyon kanalında "Irakin elinde 5-6 füzesi vardı,
o da imha oldu!" yüksek(!) askerî(!) tesbitini(l) ya­
pıyordu... Bizim için asıl moral kaynağı, kimlerle
karşı karşıya olduğumuzu daha iyi tanımak fırsa­
tım elde etmiş olmamız!..
DEDİ — Peki sizi savaşın başında böyle bir
düşünceye, Irakin taktik olarak karşılık vermedi­
ği düşüncesine sevkeden neydi.?..
77
DEDİM — Suâlinizden önce, Turgut Özal'm
şahsiyet yapısını olanca çıplaklığı ile gösteren bir
hususu belirtmem lâzım... Genelkurmay Başkam
Torumtay, askerin "dışı seni, içi beni yakar!"
hâlini bildiği için ve cebhe gerisi gelişmelerin
kaygusu ile, Turgut Özal pek hevesli olduğu
hâlde Irak’a karşı savaşa karşı durdu... Turgut
Özal, İrak halkını kobay görücü bir açıklama yap­
tı ve şu efsanevî lâfı söyledi: "O büyük organizas­
yonun içinde bulunmamız ve bu işlerin nasıl ya­
pıldığını görmemiz lâzımdı; 25-30 sene askerlik
yapmış insanların meslekî açıdan böyle bir tecrü­
beyi istemeleri normal... Korkmamak lâzım, bu
kadar korku olmaz ki... Bana seremoni değil, sa­
vaşan generaller lâzım!"... Yâni, meslekî kendini
gösterme hevesi bakımından "bu onların hakkı!"
yollu bir gönderme ile isteklileri piyazlar ve teş­
vik ederken, hem Irak halkım kobay gördüğünü,
hem de kaba bir biçimde Torumtay'm korkak ol­
duğunu söylüyor... Sonra Torumtay istifa etti...
Suâlinize gelince: Bunun için fazla bir zekâ ge­
rekmez ki!.. Amerikan bombardımanı ne kadar
isabetli olursa olsun, en azından farklı mesafeler­
den dolayı İrak füze rampalarının bir ânda imha­
sı mümkün değildi... Oysa Irak’tan çıt çıkmıyor­
du; hiçbir direniş alâmeti yoktu... İrak uçakları­
nın havalanmaması durumuna gelince; bunun
anlaşılır bir tarafı var... 1963 Arap-İsrail savaşın­
dan bilindiği üzere, -ki, bunu müttefik kuvvetle­
rin ezici çoğunluğunu teşkil eden Amerikan Hava
Kuvvetleri ile Irak Hava Kuvvetleri’ne de nisbet
edebiliriz-, Irak’ın hemen hava savaşma girişme­
si, birkaç saatte uğrayacağı hezimet olurdu!..
DEDİ — Sürekli olarak Amerika, Amerikan
ordusu, Amerikan Hava Kuvvetleri diye bahsetti­
niz... Oysa bildiğiniz gibi, orada 30 küsur devletin

78
kuvvetleri vardı ve müttefik bir ordu sözkonusuy-
du...
DEDİM — Pratikte "Amerikan ordusu" veya
"müttefik kuvvetler" demenin pek bir farkı yok...
Amerika'nın ağabeyliği ardında birkaç ihtiyar Ba­
tı devleti, gerisi de onlara çeşitli mahkûmiyetleri
olan yavşak sürüsü... "Yavşak", bildiğiniz gibi "bit
yavrusu" demek... Cürümleri de, katkıları da o
kadar...
DEDİ — Konuşmamızın başında, "Ameri­
ka'nın hem siyasî ve hem de askerî sahada cakası
bozuldu" dediniz... Biraz açar mısınız?..
DEDİM — Daha önce de belirttiğim gibi,
Sovyetler Birliğinin berbat hâlinden dolayı, Ame­
rika dünyada tek süper güç olarak kabul ediliyor­
du... Bir nevî, herşeye muktedir tek dev, tek pat­
ron... Amerika'nın güç kaybım ifâde bakımından
vasıf! andırışımızı"yarı süper güç" diye yapabili­
riz... Niçin böyle vasıflandırdığımızı da, Irak’m ic­
ra ettiği rolden başlayarak görebiliriz...
DEDİ — Irak’m icra ettiği rol?..
DEDİM — Irak, yaptığı işin ne kadar şuu-
rundadır, bu ayrı bir dava... Ama netice şudur:
Amerika'nın patronluğunda kumlan -yapılandı­
rılması düşünülen- ve "yeni dünya düzeni" diye
adlandırılan durumu bir köşke benzetirsek, bu
tertib dışında kalan üçüncü dünya ülkeleri bir da­
ha dirilmemecesıne mahkûm ediliyor... Köşkün
sahibi Amerika, sırasıyla birkaç büyük devlet ve
Türkiye gibi köşke "şoför" veya "aşçı yamağı" ola­
rak alınmayı uman devletlerin dışında, büsbütün
perişanlığa itilen devletler... Nitekim biz de dahil,
dünyadaki devletlerin büyük bir ekseriyeti, iki
süper güç arasındaki sürtüşmenin neticesi olarak
arada geçiniyordu... Sovyetler dağılınca?..

79
DEDİ — frakın rolü burada oldu diyorsu­
nuz...
DEDİM Bir formül gibi kısaca söyleyeyim:
Eğer "yeni dünya düzenı’ni bir arabaya benzete­
cek olursanız, Irak bu arabanın bir tekerini sök­
ülüştür... Ve bu düzen heveslileri için iş, evdeki
hesabın çarşıya uymaması gibi bir durum doğur­
muştur... Daha önce de belirttiğim gibi, Saddam
yaptığı işin farkında olsun olmasın, üçüncü dün­
ya milletleri adına bu oyunu bozucu mühim bir
görevi yerine getirmiştir...
DEDİ — Bir de üçüncü dünya ülkelerine ver­
diği moralden bahsetmiştiniz...
DEDİM — Şunu açıkça ifâde etmek gerekir
ki, savunma stratejisi bakımından Irak fevkalâde
ve örnek bir tutum sergilemiştir... Bu vesileyle,
savaşın başladığı birkaç saatlik zaman diliminde
olan bitene" de temas edeyim: Müttefik kuvvetle­
rin yoğun bombardımanı sürerken, askerî veya si­
vil, yerli veya yabancı ağızlardan, çocukça yorum­
lar duyuyor ve gûyâ Irak'ın bir ânda felç olmuşça­
sına tesirsiz kaldığını işitiyorduk... Ben, Irak'ın
sessiz kalmasını bir taktik diye çevreme anlata-
durayım, bunu destekleyen -beklediğim- haberi
duydum; sabah mıydı öğle vakti miydi neydi,
Amerikalı -emekli generaldi herhâlde- biri, "ben
bu kadar tepkisizliği doğrusu kaygu ile karşılıyo­
rum!" dedi... Neyse; İsrail de, Irak’ın işinin bitiril­
mesinin uzamasını, "üçüncü, dünya ülkelerine kö­
tü örnek oluyor!" diye nitelendirdi... Bu savaş,
kültürle karışık yoğun bir propagandayla üçüncü
dünya ülkeleri insanlarının kafalarına çivilenen
herşeye muktedir ''Amerika’nın teknik üstünlü­
ğü" hikâyesine de açıklık getirdi; bu mevzuun ne
kadar abartıldığına ve "son sistem" bir takım ye­
niliklerin, sadece otomobillerdeki kaporta ve ak-

80
sesuar farkının "yeni model" diye sunuluşunu an­
dırdığına... Kısacası, "olağanüstücük alelâdeye
döndü ve Amerika nm muhatablarmda vehmet­
tirdiği heybetin büyüsü bozuldu!..
DEDİ — Yeri gelmişken, savaşı nakleden
CNN’in de rolünü sorayım... Bu gerçekten
fevkalâde bir başarıyı, haber dünyasının başarısı­
nı göstermedi mi?..
DEDİM — Ben CNN’in yaptığı işin de abar­
tıldığı kanaatindeyim; yâni yayıncılık açısından...
Meselâ, "savaşı âdeta evimizin içinde seyrettik!"
hikâyesi... Seyrettin de neyi seyrettin?.. Görüntü­
de bir harita ve üç-beş mekândaki, malûmat ve­
ren spiker ve askerî veya siyasî yetkililer... Savaşı
evinde seyretme ile, savaşı evinde seyrediyormuş
gibi olma arasında fark var... CNN, ne kadar ba­
şarılı olduğunu gösterici bir veriler demetini sun­
maktan ziyâde, ne kadar başarılı olduğunun
reklâmım yaptırıcı bir reklâm tekniği içinde gö­
ründü... Eğer savaşı gerçekten göstermiş olsaydı,
o "hedef sapmaz" elektronik âletlerle donanmış
uçakların bombardımanının, % 85 oranında başa­
rısız olduğunu da görürdük... Hedefi şaşırmaktan
tutun da, Irak'm maket uçak ve tanklarım bom­
balamaya, hava alam niyetine yere serilen naylon
sahayı bombalamadan tutun da, daha önce bom­
balanmış süsü vermek için boyanmış tankları es
geçmeye kadar bir sürü matraklık...
DEDİ — % 85 dediniz... Biraz abartılı değil
mi söylediğiniz nisbet?..
DEDİM — Değil!.. Herkes savaşın birkaç sa­
at içinde biteceği yüksek(!) tahmininde idi, 40 gün
sürdü; hem de beklenmedik kalleşliklere rağ­
men... Dediğim hususu teyid eden mihraklar da
var; meselâ bu hususta, Marmara Üniversite-

81
si’nde bir İngiliz hocanın verdiği konferans çok
enteresandır ve Amerika -ve Batının- bombardı­
mandaki isabet yüzdesinin ancak % 15 olduğunu,
■asıl başarının reklâmda olduğunu alaylı bir dille
açıkça belirtiyor... Adam, espriyle, "biz burada
bombardımanın başarılı oluşunu dinlerken ve bu­
na in an dirilirken, bombaların % 85'i bedeli bul­
muyordu; ben bunu İngiltere'de söylesem, vatan
haini ilân edilirdim!" diyor... Amerikalı pilotun
hâli de bu; bombayı attın'mı, ’’attım!'', görevini
yaptı, tamam!.. Şunu da açıkça ifâde edeyim:
Müttefik kuvvetlerin kayıpları muazzam abartılı
bir küçüklükte verilmiştir ve şüphesiz ileride bu­
nun hakikati ortaya çıkacaktır!..
DEDİ — Sözü geçen savaşta umduğunuz ve
ummadığınız ne gibi gelişmeler oldu, neler olabi­
lirdi?..
DEDİM — Açıkça ifâde etmem gerekirse,
İran, Türkiye'den kırk kat beter bir akbabalığa
soyunmasaydı, müttefik kuvvetler bin beter bir
duruma düşebilirdi... Kuveyt'te Amerikalılara
karşı verilecek direnişi beklerken, bir de baktık ki
İran, "Büyük Şeytan" dediği Amerika’nın safında,
Irak'ı kalleşçe arkadan vurdu... Hani boyuna "Bü­
yük Şeytan" diye bahsediyorlar ya Amerika'dan;
kendi ifâdelerine nisbetle kendileri de, "büyük
Şeytan'm "Büyükelçiliğine soyundular... Bildiği­
niz gibi, Irak’m Kuzeyinde ve Güneyinde ayak­
lanma yaptırmaya giriştiler... Şiîler işte budur!..
DEDİ — Bu ummadığınız birşey... Peki Tür­
kiye’nin durumu?..
DEDİM — Bunu muhtelif vesilelerle belirt­
tim... Eklenecek tek şey, savaş sırasında çıkan
İBDA-C Savaş Bülteni’nin muhtevasıdır, arzu
ederseniz konuşmamızın sonuna eklersiniz... Şu­
nu da bilhassa belirtmek isterim: Şanlı Cuma

82
olaylarının hüviyetini olanca pırıltısıyla ortaya çı­
kardığı yıldız, gerçek delikanlım Ali Osman'dır,,,
Her neyse; o orada, bu burada, şu şurada bayrak-
laşarak, o şu işte, bu o işte temayüz ederek, ve
her kim ne yapıyorsa zerresi bile ziyân olmayaca­
ğının şuurunda olarak, ordulaşıyoruz...
X)EDİ — Peki bu savaşta İBDA-C’nin oynadı­
ğı rol ne oldu?..
DEDİM — Gayet tabiî biz bu hâdiseyi, İslâm
inkılâbını besleyici bir bakış içinde ve kendi hare­
ketimize nisbetle değerlendirdik; sanıyorum bun­
da da büyük bir başarı elde ettik... Türkiye'nin
savaşa girme hevesini, daha doğrusu Turgut
Ozal'm savaşa girme hevesini, "Dimyata pirince
giderken evdeki bulgurdan olma" hesabına getire­
rek biz engelledik... Bildiğiniz gibi özellikle Dev-
Sol’un başarılı ferdî eylemleri vardı; ama bu ey­
lemler o savaş ortamında sansasyon etkisini yete­
rince yapmıyor, devlet tarafından kendilerini en­
gelleyici olarak görülmüyordu... ÎBDA-C'nin meş­
hur Cuma namazı sonrası gösterisi ve Batman
olayları, bir ânda tansiyonu yükseltti; "panik ope­
rasyonu" oldu ve sebebi de benim halk ayaklan­
ması safhasına geçtiğim korkusuydu... Kısaca
ifâde etmek gerekirse, İBDA-C, solun kendi ken­
dinden ibaret kalabilecek ferdî terörünü mânâlı
kılan bir yerde kitle iradesini izhar edici bir ey­
lem ortaya koymuştur... Biraz aşırı bir değerlen­
dirme olarak görülebilir ama, söylemem gereki­
yor: Bizim tavrımızın vadettiği gelişmeler, Körfez
savaşından daha derin ve kapsamlı neticeler dp-
ğuracak mahiyettedir!..
ı DEDİ — Şimdi Körfez savaşım bir yana bıra­
karak sormak istiyorum: İslâmcı mücadelede İB-
DA'rnn rolü nedir?

83
DEDİM — Evvelâ fikir plânını başa alarak
değerlendirirsek, ne Türkiye ve ne de dünyada
Büyük Doğu - İbda fikriyatının dışında bir anla­
yış ve sistem yok...-Aksiyon plânına gelince, bu­
nun hakikati de fikir plânıyla alâkalıdır ki, bu
mevzuda söyleyeceğim söz de sık sık ifâde ettiğim
bir hakikattir: Biz, teferruatı kendine bağlayan.
asıl hâlinde, İslâmcı çevrenin kendi kendinden
ibaret kalabilecek hareketlerini mânâlı kılan bir
yerdeyiz... Bir hareket, rayına girdikten sonra,
karşı tarafın hareketlerini bile kendine yararlı kı­
labilecek bir tılsıma erer... Bu mânâ çerçevesinde
rahatça söyleyebilirim ki, provokasyonlar da bize
yarıyor, Islâm dışı mihrakların düzeni sarsıcı ha­
reketleri de!..
DEDİ — Çok iddialı bir yaklaşım!..
DEDİM — Ama hakikatin tâ kendisi!..

1991

l|
II

II
i

84
DEDİ — Sohbetimize Önce şu suâlle başla­
mak istiyorum: 20 Ekim’de yapılacak seçim hak­
kında ne düşünüyorsunuz?..
DEDİM — Büyük bir ihtimâlle ANAP ikti­
dardan düşecek; zaten bu, hemen hemen herkesin
katıldığı bir düşünce... Fakat beni ilgilendiren ta­
raf, seçim değil de seçim sonrası!..
DEDİ — Peki, seçim sonrası hakkın daki dü­
şüncelerinizi alsak...
DEDİM — Benim gördüğüm, seçimden sonra
vasatın tam bir çamur iklimi arzedeceği... Yâni,
hangi parti kazanırsa kazansın, ufukta kargaşa
ve sıkıntı var... Aslında ANAP'ı erken seçime gö­
türen sebeb de, buradan kaynaklanıyor; adamlar
seçimi kazanırlarsa, halkın reyiyle iktidarda bu­
lunduklarını söyleyecekler ve halka da, "beni ken­
din seçmedin mi?., öyleyse katlanacaksın!" diye­
cekler... Eğer kaybederlerse', "biz iktidardan gi­
dince işler bozuldu!" diyecekler... Halbuki şu ânda
durumları bir müflisin hâlini arzetmeseydi, bun­
lar erken seçime falan gitmezlerdi... Nitekim ma­
halli seçimlerde uğradıkları yenilgiye rağmen, bir
de yüzde 20'lik oy potansiyeline bakmadan Özafı
Cumhurbaşkanı seçtiler!..
DEDİ — Birşey sokaktaki adamın da dikka­
tini çekiyor: İktidar, çılgınca bir sarfiyat içinde,
her kesime bol kepçe para dağıtıyor..; Tabiî bunu

85
banknot matbaasını çifte vardiya çalıştırarak ya­
pıyor.., Bahsettiğiniz sebebten mi?..
DEDİM — Gayet tabiî!.. Bu, apaçık bir va­
kıa!.. Çılgınca bir çırpınışla, iktidarda kalabilmek
için devlet imkânlarını tarumar etme pahasına
kullanıyor; çünkü, iktidardan gittiği ân, ANAP in
dağılma ihtimâli de var... Menfaat çetesi, menfaa­
tin bittiği yerde dağılır... Tek ümit ne olabilir?..
İktidardan düştükten sonra, "biz iktidardan çeki­
lince işler bozuldu!" hilesine yatabilmek!..
DEDİ — Bu seçim için biliyorsunuz, Refah
Partisi, Milliyetçi Çalışma Partisi ve Islahatçı De­
mokrasi Partisi birleştiler... Bunu nasıl karşılı­
yorsunuz?..
DEDİM — İyi karşılıyorum!.. İslâmcı potan­
siyelin kemmiyet ve keyfiyet itibariyle hakikatini
temsil etmese de, alacakları oy oram bu mevzuda
istatistikî bir veri teşkil edebilir... Fakat gönül ar­
zu eder ki, o kemmiyetin, arkasını bir takım kuru
sloganlara değil de, gerçek ve sahici bir fikir key­
fiyetine, insan ve toplum meselelerini her örgüsü
tamam bir ideolocya manzumesi hâlinde çözüm­
lenmiş Büyük Doğu-Ibda vahidine dayaması;
tabiî bu iş, seçime üç-beş gün kala olacak işlerden
değil... Ama, bunun daha ziyâde tabandan sinyal­
leri seçim sonrası muhtemel çıngar ortamı için
gayet vaatkârdır!..
DEDİ — Kemmiyet ve keyfiyet ilişkisinden
bahsettiniz... Biraz bunun üzerinde durur musu­
nuz?..
DEDİM — Memnuniyetle!.. Bu işi, kısır par-
ntak hesabı, yâni rey hesablarmın üstünde, aslın­
da o he sablara hâkim olması gereken bir inkılâh
bahsi olarak ele alabiliriz... Bunun en güzel
ifâdelendirilişi, Üstadım'dan meâlen söyleyeyim:

86
"Fikrî mezhebimiz ve meşrebimizce, İktisadî,
siyasî, İçtimaî ve İdarî her şeyi ruha bağlıyan biz,
maddesine tahakküm edemeyen ruhu da ruhçu
sayamayız!"... İşte, iptidaî insan sürüleri manza­
rasını yaşatan İran'ın hâli... İşte, İslâmcılık iddia­
sındaki diğer ülkelerin hâli... Yâni, hırdavatçı
dükkânının üstüne "Sczahâne" yazmakla olmu­
yor bu işler... "İktidara gelme" ile, "iktidarı ele ge­
çirme" arasında bir fark var!..
DEDİ — Refah Partisi, Milliyetçi Çalışma
Partisi ve Islahatçı Demokrasi Partisinin birleş­
mesinin, seçim şansı bakımından onlara ne katkı­
sı oldu?..
DEDİM — ANAP, bir takım makamların ta­
dına bakan ve "heves alan" köy bilmişi 12 Eylül
ibişlerine aykırılığı andıran bir çehre göstererek,
yâni o çehre ile iktidara geldi... Pek kısa zaman
sonra da, doğmdan doğruya 12 Eylülü savunma­
yı kâr hânesine uygun buldu... Şu oldu, bu oldu,
seçim sistemi dalavereleri ile bu günlere gelindi...
Sizin bahsettiğiniz partiler de, bilindiği üzere
yüzde 10’luk barajı aşabilmek için bir araya gel­
di... Ben, bahsedilen partiler birleşmekle ne oldu,
ne yapabilir - ne yapamaz’m üzerinde durmaktan
ziyâde, hâdiseleri fikir üflemenin vesilesi bilen
bir politika ile, "iktidara gelme" ve "iktidarı ele
geçirme” arasındaki farkın üzerinde durmak isti­
yorum... Kısaca ifâde edersem; İstanbul'dan İz­
mir’e vapur seyahati ile uçak seyahati arasındaki
fark gibi... Diyelim ki, mevcut düzen vapur seya­
hatini benimsemiş... "İktidara gelme", bu sistem
içinde, kaptanından çarkçısına kadar bir personel
değişimi işidir; şu personel, bu personelden daha
iyi yönetim gösterebilir, daha verimli olabilir,
: ama neticede yine vapur seyahati sözkonusudur...
O personel hırsızdır, bu personel daha az hırsız­

87
dır, diğeri namusludur; yol boyunca filânca kıyıla­
ra uğramakmünasibtir, değildir filân... İşte şimdi
bütün partiler, haiz olmadıkları bünyeye rağmen
aksini iddia edenler de dahil, bu çerçevede yarış
edeceklerdir...
DEDİ — Ön sohbetimizde, bu işlerin kavga­
sını 10-12 sene önce yaptığınızı söyleyerek
misâller vermiştiniz... Tabiî bizim için değil de
okuyucularımız açısından üzerinde dursamz...
DEDİM — Biz de şu ânda politika yapıyoruz;
bir fikrin teşkilâtı, teşkilât fikrini işlerken iş üze­
rindedir... Hani, her sistem, "olması gereken" ola­
rak, unsurları yerli yerine oturtturulmuş manzu­
medir, bir teşkildir ya... Bu çerçeve içinde ve mü­
cerret plânda, kültür besleme olarak üzerinde du­
rabiliriz... Şuradan gösterebilirim; uzun olursa,
siz yayınlarken münasib biçimde ayarlarsınız...
DEDİ — (Salih Mirzabeyoğlu, yaklaşık 7-8
seneden beri ikinci baskıyı bekleyen, takat yeni
eserlerin basımından dolayı fırsat bulamadığı
"İdeolocya ve İhtilâl" isimli eserden, bahsi işaret­
liyor. Sohbet düzeni içinde bunu verirken, sözko-
nusu eserin baskı kepazeliklerinden arındırılmış
olmak ve ilk baskı tarihi 1980’den sonraki değer­
lendirmelerini de kapsamış bulunmak şartıyla
ikinci baskıya hazır olduğunu müjdeleriz.)
DEDİM — Yerleşik toplum düzeni gayesine
bağlı hedefleri gerçekleştirmek için kumlu siyasî
teşkilâtlarla, yerleşik toplum düzeni ve gayesi ol­
mayı isteyen siyasî teşkilâtlar arasındaki fark,
"iktidara gelme" mücadelesiyle "iktidarı ele geçir­
me" mücadelesi arasındaki mahiyet farkından
doğmaktadır. İhtilâl-inkılâbçı bir dünya görüşü
için teşkilât, ihtilâl vasıtası olduğuna göre, ilk ön­
ce "ideolojiyi yayacak, sürdürecek ve hâkim kıla­
cak kadronun yetiştirilmesi", onun için temel ga­

88
yedir. Mensublarım iş içinde eğitmek ve hareket
adamlarını hareket içinde bulmak... Kısaca; ikti­
darı ele alacak kadroyu yetiştirmek... Düzen deği­
şiminin "iktidarı ele geçirme" hedefini işaretledi­
ğini bilmeksizin yapılan hareketlerin niteliği,
(kim ne yaptığım zannederse zannetsin), taarruz
değil, savunmayı gösterir. Herkes yaptığının ku­
şatıcı verimini(!) düşünedursun, geneldeki çözü­
lüş ve dağılış, şartlar giriftleş tikçe ve zorlaştıkça
apışma, giderek "pisleşme ve sıvışma" psikolojisi­
nin baş sebebi budur. iktidarı ele geçirme (iktida­
ra gelme değil) hedefinden yoksunluk ve bunun
"nasırını düşünmeme... "İktidara gelme" mücade­
lesi yapan teşkilâtla, "iktidarı ele geçirme" müca­
delesi yapan teşkilât arasındaki yukarıda belirtti­
ğimiz farkı, "kanun yolu" imkânlarının kullanılı­
şında ve siyasî parti örneğinde izlersek; ihtilâl-
inkılâbçı bir parti için seçim mücadelesi, "iktidarı
ele geçirme" mücadelesinin "temel hareket" stra­
tejisine bağlı parça hareket niteliğindedir. Bu
yüzden onun hareketini seçim kazanma gayesi ve
oy kaygusundan önce, seçimi kendi bünyesini
kuvvetlendirici araç olarak değerlendirme; kısa­
ca, teşkildi organlarıyla, teşkilât mensubları ara­
sındaki maddî ve mânevi "irtibat"! kuvvetlendir­
me, kalabalığın ayranım kabartma uğruna sevi­
yesizlik ve bayağılığa düşmeksizin, her türlü ta­
viz ve uzlaşmadan uzak olarak seçim imkânları
ile rahatça tebliğ ve telkinini yürütme, "her ân
her şeye muktedir bir efkâr-ı umumiye yaşadığım
hissettiren, asla nöbet yerini bırakmayan ve an­
cak kanun tepelendiği zaman kanun yollarım dü­
şünmeyecek olan İçtimaî dayanışma ruhunu" sağ­
lama ve gerektiğinde yeraltına inebilecek bir yapı
ve disiplin gayesi belirler... İnsan ve toplum prob­
lemlerini en hassas bir ölçü âleti gibi kaydedici ve
hayatın her şubesinde yerinden çekilecek yanlışın
yerine kendi ideolocyası açısından izâh getirebili­
ri bir teşkilât ve kadro anlayışı olmadan, ne disip­
linli bir "teşkilât ve kadro", ne de kitleyi'yönlendi­
rerek ihtilâli gerçekleştirme sözkonusu olabilir.
"Oluş Tekniği’' mevzuunu da içine alıcı bir değer­
lendirmeyle, kadronun ne olması gerektiğine ba­
karsak; "her ferdiyle, mutlaka sağındakini, solun-
dakini, önündekini ve arkasmdakini yakan "oto­
mobil: zatıyla hareket hâlinde" bir teaddî, hamle
ve hareket ateşi olabilecek ve değdiği her şeyi
kendisine döndürebilecek” bir kadro ve anlayışı...
DEDİ — 1979'da, "Teşkilât ve Kadro" bah­
sinde böyle demişsiniz ve buna nisbetle de o za­
manki partileri değerlendirmişsiniz... Peki bugün
mevcut partileri nasıl değerlendiriyorsunuz?..
DEDİM — Takdir edersiniz ki, bir hâdiseyi
değerlendirmek için, değerlendirilen kadar, de­
ğerlendiricinin pozisyonuna da bakmak lâzım... ^
Oyuncu ile seyirci arasında bir fark var... Oyun­
cunun malik olduğu ruhî, fikrî, fizikî şartların ne
olduğu meselesi var... Oyuncu nitelemesini, tek
fertten, bir teşkilâta kadar çeşitli hakikatler için­
de ele almak var... Bir takım içinde bulunmak ve­
ya o takımı "ruhî, fikrî ve fizikî" nüfuz alanı ola­
rak görmek var... Meselâ, diyelim ki, Türkiye,
Sovyetler Birliği'ndeki gelişmeleri nasıl görüyor...
Bunun, hâdisede ne seyirci ve ne de oyuncu ola­
rak hiçbir ağırlığı yok; olan bitene nisbetle köklü
bir muhasebe yaparak kendisine çeki düzen ver­
mesi de sözkonusu değil... Bakkal he sabları için­
de aval aval bakınıyor!.. "Adın ne?"... "Mülâ-
yim!"... Sert olsan ne yazar!.. Mevcut iktidar, da­
ha niçin Saddam'a karşı tonton köpek rolünde
George Bush’un elini öptüğünün, Türkiye’yi dost
ve düşmanın gözleri önünde Amerika'ya peşkeş

90
çektiğinin hesabım vermiş değil.,. Yeri gelmişken,
bahsimize de misâl teşkil etmek üzere söyleye­
yim; hem de seyirci ve oyuncu olarak devlet ba­
zında İbda keyfiyet ve şahsiyetinin ne olduğu gö­
rülsün... Körfez savaşı sırasında, CIA'nın Şad­
dandı kötüleme ve Amerika’yı iyileme talimatım
alır almaz, televizyon ve gazetelerde ne kadar çok
"kraldan fazla kralcı" görüntü çizildiği mailim
Sonra, İbda ya karşı meşhur "Panik Operasyonu"
diye nitelediğiniz dava... "İBDA-C Savaş Bülteni"
diye bir bültenin, çeşitli kademelerdeki askerî
merkezlere ve şubelere yollamşindan, binlercesi-
nin alıcı tarafından çoğaltılarak dağıtılmış olma­
sına, eserlerimin keyfiyetini kendi "odun adam"-
lıkları içinde bile idrak keyfiyetine misâl hâlinde,
onları benim yazmayıp yurtdışı mihraklar tara­
fından benim imzamda sunuluşuna, "Kavgam"
isimli eserimin Hitler'in "Kavgam"ma nazire olu­
şuna, "kurtarılmış bölgeyi andırıyor" dedikleri
çevrenin fotoğraflarından, rahmetli Seyyit Ahmed
Arvasî'nin ülkücüler içindeki İslamcı tesirinin ne
olduğunun buğzuna kadar bir sürü soru... Hiçbir
tashihe tâbî tutmadan ve eksik gedik bakmadan
bastırdığım "İşkence" isimli eserde o operasyonu
anlattım biliyorsunuz... Şu oldu, bu oldu... O sıra­
da İstanbul’a mı gelmiş ne olmuş, İçişleri Bakanı
Abdülkadir Aksu'ya pek nâdir olan haysiyetli
ANAP yöneticisi kişiler beni sormuş... Biz içer­
deyken, içki masasında dansöz seyrederken ma­
yışmış ve yılışık resmi gazetelerde yer alan bu hı­
yardan şu cevabı almışlar: "Fazla kurcalamayın,
bu iş doğrudan doğruya Köşkün direktifiyle yapıl­
dı!"... Yâni Cumhurbaşkanı Turgut ÖzalTn... Her
neyse; saltanat bitti, şimdi onları da bir ömür bo-
7yu sürecek korkulu ve tedirgin günler bekliyor...
Netice olarak sözü şuraya getireceğim: Değerlen­

91
dirme yaparken, nesin, kimsin sen?.. Bu işde ku­
ru bir parmak olarak mı, bir fikir keyfiyeti, bir
zümre temsilcisi, bir militan güç, bir para gücünü
temsilen, veya bir gazeteci, bir araştırıcı olarak
mı rey izhâr ediyorsun?.. Anti-emperyalist müca­
dele bayrağım burcunda şerefle dalgalandıran ve
ihtimâl yakında, henüz zımnî ittifak ve uzaktan
temenna ve sempati seviyesinde görünen "dev­
rimci" unsurlara kaidelik edecek ibda (keyfiyeti
diyelim) adına konuştuğumu söylersem, bahsi ge­
çen sorunun cevabım vermiş olurum... Bu çerçeve
içinde de, göz dikilen nüfûz alanlarından biri di­
ye, bahsettiğiniz partileri değerlendirebilirim!..
DEDİ — Refah Partisi, Milliyetçi Çalışma
Partisi ve Islahatçı Parti’nin ittifakından V e
"Teşkilât ve Kadro" açısından değerlendirilmesini
sormuştum...
DEDİM — Onları sadece kemmiyet kıymeti
olarak değerlendirdiğimi söylediğime göre,
"Teşkilât ve Kadro" olarak nasıl gördüğümü de
belirtmiş oluyorum... Kaldı ki, bu birleşme zaten
seçim barajım aşabilmek için; büyük bir ihtimâlle
de, umudumuz olmayacak ve seçimden sonra her­
kes kendi çitinin içine çekilecek... Her ne kadar
mümkün değilse de, fikir idmanı olsun diye söyle­
yeyim: Bunlar seçimi kazansa da, bu bir "iktidara
gelme", mevcut düzende bir personel değişimi
hâdisesi olur... Bir "iktidarı ele geçirme", inkılâb,
düzen değişimi olmaz... Ardında bir mimarî
hayâli olmadan, bir fikir sistemi olmadan ne ola­
bilir?.. 1980 öncesinde olup bitenleri hatırlamak
yeter!.. İşi "devirmekten ibaret kalmış" bir İran
ihtilâli, kuru sloganlar ve klişelerle sadece "ikti­
dara gelme"den ibaret kalınacağını gösterir!.. Her
neyse... Mümkün olduğunca fazla rey almalarını
isterim; ama keyfiyet aleyhine bir kemmiyet kö-

92
pürtüsünüıı de karşısındayım... Belirli bir seviye/
ilerdeki gelişecek hareketler için yatırım olur!..
DEDİ — Biraz seçim ve partilerin durumun­
dan uzaklaşarak, "otomobil: zâtıyla'hareketli" ol­
mak meselesinin üzerinde dursak...
DEDİM -— Evet; Üstadım’dan altını çizdiğim
dava... Şurada... "Her ferdiyle, mutlaka sağmda-
kini, sofundakini, önündekini ve arkasmdakini
yakan "otomobil: zâtıyla hareketli" bir teaddî,
hamle ve hareket ateşi olabilecek ve değdiği her
şeyi kendisine döndürebilecek"... Ben tam 12 sene
önce "Oluş Tekniği" diye bu bahsin altını çizmi­
şim... Ötesi de hafızamda mahfuz bir dava olarak
söyleyeyim, şu gün için bunun tam karşılığı, İb-
daya mahsus bir orjin hâlinde "cebhe" esprisi­
dir... Herkesin liyâkatini, kabiliyetini, iş yapanla
-kuru caka atam gösterici olduğu gibi, herkesin
yaptığının şerefini ve mesuliyetini yüklendiği bir
yapılaşma; aynı zamanda provokasyonlara ve ar­
zu edilmeyen hareketlere engel... Ben bunu
"İşkencehâne"de de söyledim... Profesör Muam­
mer Aksoy ile gazeteci Çetin Emeç'in öldürülme­
sini bana, olmazsa "adamlarıma” yıkmaya çalışı­
yorlardı... Dedim ki, "İBDA-C, İbda fikriyatını be­
nimsemiş olanların, kim ne yapıyorsa mesuliyeti­
ni taşıdığı benim dışımdaki işlerdir. Zaten öyle ol­
mazsa, gidersiniz bir adamın kafasına kurşun sı­
karsınız, İBDA-C diye bir kâğıt bırakırsınız; on-,
dan sonra da bana yıkarsınız!"... Demek ki İBDA-
C, hukuk plânında bir suçlamanın umumî olarak
zümreye sirayetini önleyen ve bir takım devlet
destekli illegal örgütlerin (Kontrgerilla hikâyesi)
provokasyonuna karşı da bir tedbir... Bu yüzden
daha önce açıkça, "provokasyonlar da bize yarı­
yor!1’ dedim... Bu bir meydan okuma mı diye so­
rarsanız, cevabım evettir!.. Bunun dışında şunu

93
da söyleyeyim: Hastalığın bir sağlık şartı olması
gibi, her zümrede iş yapan vardır, vakur bir ada­
ma nisbetle yapışkan ve sırnaşık bir mizaç çize­
rek kuru.cakayla ortada dolanan vardır, kendi işe
yaramazlığı görünmesin diye işe yararların gö­
rünmesini engellemeyi iş edinen vardır, hased
vardır, fesat vardır, kene vardır... Benim "Gölge­
ler" isimli romanımda bir "Veremli Kadın"
hikâyesi var; hatırlanması lâzım... Neyse; "hasta­
lık, bir sağlık şartı!" dedim... Hastalık unsurlarını
ayıkladın veya zararsız hâle getirdin getirdin,
yoksa ölüm yolcususun... Bir sürüde üç tane has­
talıklı koyunu ayıklamazsan, zarar bütün sürüye­
dir... îşte bu hususa nazaran da, İBDA-C, tabiî
bir ayıklama bünyesine sahihtir... Yaptığın işe gö­
re varsın, yaptığın işe göre görünürsün, mensub
olursan olursun, gidersen uğurlar olsun... Netice­
de asıl, yerli yerindedir... Sadece bize katılma ha­
zırlığında olanlara değil, bizim dışımızdakilere de
böyle bir modeli tavsiye ederim; tabiî bunu ger­
çekleştirecek motive edici gerçek bir fikirleri ve
adamları varsa!.. Böyle uzun uzun konuşuyorum
ama, bilmiyorum bana ayırdığınız sayfa ne ka­
dar...
DEDİ — Aslında "Taraf1dergisi bir bakıma
kendim anlatıyor... Rahatça konuşabilirsiniz!..
DEDİM — Şimdi fikir, fiil ve sanatı şahsında
tecessüm ettirmiş bir mihrak düşünün... Böyle bir
araba... Arabanın gölgesinde, ahbab çavuşluk iliş­
kileri, iş yapanla kuru kuru gezen, arabanın göl­
gesinde giderken "gölgem ne büyükmüş!" zehabı­
na kapılan uyuz ite kadar çeşitli keyfiyetler...
Bunları, kendi öz şahsiyetleriyle görünsün diye
arabanın gölgesinden çıkarıyorsun... Bir de bakı­
yorsun ki, gûya en cevval ve haşin, beleşçilik yolu
kesilince en kalpazan ve mülayim olmuş... Kendi­

94
sine tanınan fırsatla, sıhhatsiz bir hiyerarşide
gölgede kalanlar, birdenbire parlamış... Kimi fikrî
pırıltısıyla, kimi yiğitliğiyle, kimi nefs fedakârlığı
ile, kimi çalışkanlığıyla, kimi efendiliğiyle, örnek
şahsiyetler olarak ortaya çıkmış... Hasbelkader
merkeze yakın ve yokluğu bir keyfiyet boşluğu
doğurmaz adamların, orada bücürlüklerine bak­
maksızın fitne ve fesat kulisleriyle cakalı yer
edinme mücadelesinin!!) olumsuzluğu kalkmış,
"iş yapan kim ise, İBDA orada!" anlayışının gere­
ği, taşradaki gerçek kıymetlere de imkân doğ­
muş... Ve neticede, düzünden veya düştükleri ib­
retlik kepaze oluşları bakımından' tersinden, biz­
zat düşmanlarımız gemimizin yelkenini dolduran
rüzgâr olmuşlar... Demek ki, İbda’nm devasa
adımlarla yürüyüşünün sebebi, fikir ve eleman
plânının ve tertib özelliğinin, sağlam bir temel be­
lirtmesinden dolayı... Günün hakkını vererek ile­
riye yürüyüş, zaten başka türlü gerçekle şmezdi...
DEDİ :— En son "Panik Operasyonunda ser­
gilenen güzellikler gibi...
DEDİM — Niye şunun bunun değil de, İb-
da’nm üzerine geldiler?.. Bu ayrı bir davadır... Bi­
raz şahsî bir hatıra ama, anlatayım: Dışarıda bir­
kaç ibiş, "artık İbda bitti!" diye zil takıp oynama­
ya hazırlanırken, bir takım gençler "belki ne dü­
şündüğümü kestirir" diye pedere geliyorlar...
Yâni, gerekirse "İşkencehâne"ye gelecekler; kendi
ayaklarıyla!.. Bazı yerlerde ortaya atılan teklifleri
de, suç delili ifşâ eder gibi söylemem olmaz... Ger­
çi "Hürriyet" gazetesinin, "Gayrettepe'de şimdiye
kadar görülmemiş tedbirler alındı ve etrafi diken­
li tellerle çevrildi" şeklindeki küpürünü sonradan
bana gösterdiler; demek bir koku alınmış... Siz,
TARAF dergisinin sahibi veya yayın kurulundan
olmadığınıza göre, rahatça belirtebilirim: Ya Ta­

95
rafın o harika erkekçe tavrı, koçyiğit Kâzımın?..
Zümremizle alâkalı olmayanların bile, gûyâ ken­
disi de dahilmiş ve tehlikeye düçarmış gibi, ya
parsa, ya korku sebebiyle, ya kaçtığı veya kaçma­
sı gerekenmiş numarası yaptığı sırada?.. Ya KI­
VAM HUKUK BÜROSU'nun soylu tavrı?.. Yâ,
"bizi de unutmayın!" dercesine Konya'dan tavır
koyan AKIN YOLU?,. Madem samimi bir edâda
konuşuyoruz, size bir hatıramı anlatayım: Birgün
eve geldim, buzdolabını açtım ve orada pasta gör­
düm... O zaman 6-7 yaşlarında olan yeğenim he­
men atıldı: "Dayı sakın pastayı yeme, zehirlenir­
sin!"... Zaten pastayla falan ilgim yok ama, onun
söyleyiş tarzı dikkatimi çekti... Annesine sorunca
da, o pastayı çok arzu ettiği, ama bayatlamış ol­
duğu için yasaklandığı ortaya çıktı... Ben de mu-
zurluk olsun diye dolaptan pastayı aldım ve özen-
dire özendire yemeye başladım... Yeğenim, "dayı,
yeme zehirlenirsin!" diye yine başladı... Sesi sevgi
ve şefkat tonunda ama, nefsinin bütün mevceleri-
nin pastaya aktığını görüyorum; yâni kendisinin
yiyememe tesellisini, beni düşünüyor numarasıy­
la bulmaya çalışıyor... "Yeme!" filân diye sesinin
tonu artarken, bulunduğu yerde gittikçe şiddetle­
nen bir şekilde zıplamaya ve tepinmeye başladı;
ve ardından kriz nöbetine yakalanmış gibi çılgın­
ca boşandı, ağlamaya başladı... İşte, gûyâ davayı
düşünüyor numarasında sureti Haktan görünür­
ken, aslında verimsizlik ve kısırlık hâlini ihtar
eden tezahürler karşısında bir takım adamların
hâli bunu andırıyor; erkekliği olmayan adamın,
malik olmadığı visal şartlarım kötülemesi gibi...
NOKTA dergisi benle röportaj yapmış ve kapak­
tan portremi verdiği o sayı kapışılmıştı ya; ibişin
biri, önce "keşke yapmasaydı!", sonra "iyi olma­
dı!", sonra da çabuk yayılacağı umuduyla birine

96
telefon: "Kumandan tutuklandı!"... "Acaba amaç
ne?" diye sormaya lüzum yok, çünkü bu, kapısın­
da hademelik ettiği doktordan öğrendiği iğne yap­
ma ve ufak tefek pansuman işlerinden sonra ken­
dini doktor ve gelenleri de kendine sanmaya baş­
layan ve kapının önüne konulduktan sonra
muayenehanede işlerin sarpa saracağını bekler­
ken tam tersi tezahürler karşısında hasetten yü­
reğine inme inecek bir garibanın kriz geçirirken
düştüğü bir mantıksızlık... Kaya Balaban bana
telefon açtı ve sesimi duyar duymaz ilk tepkisi,
"demek ki orospu çocuğu yine orospuluk yaptı!"
oldu... Bense kolumdan bir sinek kovalar gibi tep­
kisizdim!..1
DEDİ — Efendim, "gerektiği yerde gerekeni
yapma" ilkesini sizden öğrendik... Sizin için ıvır
zıvır olan şeyler, gençler için bir talim mevzuu
olabilir!.. Taraf ve Ak Zuhurdan, Operasyona,
ünlü ve şanlı Cuma olaylarından, başlıbaşma bir
hâdise teşkil eden Nokta röportajına, Ayasof-
ya’nın açılması gösterilerinden, türban kavgası­
na, Ak Doğuş patlamasından, yabancı basın ve te­
levizyonun gösterdiği alâkaya, Karar dergisi ve
vesilesiyle Maraş gibi büyük ses getiren "Üstadı
anma" toplantılarına, muhteşem imza günlerin­
den, karikatür sergilerine, silâhlı eylemlerden,
dayak fasıllarına, eserlerinize ve tesirlerinize ka­
dar... Kendilerinin neler olamadıklarım ihtar
eden bu oluşlar karşısında, zavallı ibişlerin, erişe­
medikleri ciğere murdar diyen kedi misâli değer­
lendirmeleri... En son, "onların gücü yok!" diyen
güya bizi bilir ibişin dolmuşuna gelen Şiîlerin
"Küçük Çaldıran" hezimeti... İrancı ibişlerin de
düştüğü ve derslerini aldığı bu hâlden de görül­
düğü üzere, aslında onların keyfiyetini öğrenen
ve görenler, bize yöneliyor, sempati duyuyor...

97
Birbirlerini de dolmuşa getiren ibişler, ibişlikle-
riyle kalıyor!., "Zinciri dişleyen köpek, dişlerinin
döküldüğü ile kalır!" diyordunuz ya...
DEDİM —Mesele konuşalım... Şimdi bizim,
en mühim meselelerimizden biri, hukuk savaşı-
dır; yâni kanun adına yapılan kanunsuzlukları,
açık olduğu yerde açık, yoruma gidildiği yerde yo­
rumla gösterecek bir diyalektikle sergilemek...
Bunun faydası nedir derseniz, gûyâ "hukuk düze­
ni" adına yapılan hukuka aykırı davranışları ve
düşünceleri ifşâ etmekten büyük fayda olamaz
derim... Bir misâl vereyim... Meselâ şu gazete
hâberi: Bursa'da bilmem ne mahallesinde iki ban­
ka şubesi bombalanmış... Şimdi oraya bırakılan
İBDA falan filân yazılı bir kâğıttan dolayı, sen de
İbdacı olduğuna göre, gel hesab ver... Üç aşağı
beş yukarı operasyoncuların mantığı da bu!.. Şa­
yet "kanun önünde eşitlik prensibi" geçerliyse, ay­
nı şeyin Başbakan için de Savcı için de geçerli ol­
ması lâzım; oraya "Başbakanlık" veya "Savcılık"
diye bir kâğıt atarlar tamam... Misâl güzel olsun
diye "Milliyetçi Cebhe" vardı ya, hani "MSP-AP-
MHP'nin koalisyonu, onu düşününce daha da
inandırıcı; üstelik CEBHE!.. "Cebhe" deyince he­
men "askeri kanat'l anlayan savcı hikâyesi...
"Sen filânı tanıyorsun, filân senin emrinde, sen
filânın emrindesin!" gibi rastgele suçlamalar...
"Ben falam da tanıyorum, ama her ne hikmetse
pek oralı görünmüyorsunuz!"... Eğer delilsiz ve
mesnedsiz "hâl ve durum"un takdiri sözkonusu
ise, bu herkes için geçerli olmalı; delilli veya delil­
siz, "hâl ve durum'larma bakar bakmaz, Ba­
kanlardan başlayarak emrindeki "görevlilere ka­
dar her kademede "hırsız, rüşvetçi, haraççı" olan­
ları hemen tanırsınız... Ama birbirleriyle
alâkalan dikkate alınarak "örgüt üyeleri" yaka-

98
lanmazL işi iyice basitleştirerek anlatabildim sa­
nıyorum; aslında uzun uzun ve müşahhas
hâdiseler üzerinde hukukî tahlillerin yapılması,
hukuk mantığının gösterilmesi lâzım... Bu kadar
ipucu yeter!..
DEDİ — Peki tekrar seçim meselesine döner­
sek... Hangi meselelerin altı çizilmeli?..
DEDİM — Herkes aşağı yukarı altı çizilecek
meselelerini tayin etti, propaganda unsurlarını
tesbit etti... Ama evvelâ iktidarın son senelere ka­
dar sığındığı şu "12 Eylül sonrası huzur ve güven
ortamı" edebiyatının üzerinde durmak lâzım...
Karşında sendika olmayacak veya ses çıkarama­
yacak, demokratik kitle örgütleri olmayacak, şu­
na sansür, buna baskı; bunun adı demokrasi ola­
cak ve sen "iş barışım getirmiş" biri ve eskilerin
yapamadığı falan ve filân işi başarmış olarak ca­
ka yapacaksın!.. "Huzur ve güven ortamı"... Tabiî
birkaç senedir bu mevzuda 12 Eylül öncesiyle kı­
yaslama yapmak komik olur; hele Doğu ve Gü-
neydoğu'da harb olurken... Sansür edilenler bir
yana, sansürden geçebilen haberlere bile bakmak
yeter... Bırakın Doğuyu, Batıya bakın... Kısa ke­
seyim, diyeceğim şu: PKK'nın ebesi, 12 Eylül dar­
becileridir... 1984... Bunun üzerinde durmak
lâzım!.. Şimdi böjde bir misâli niçin verdiğimi so­
rarsanız; bir iktidar değişimi olduğu takdirde, ge­
len iktidara, "bizden sonra bakın işler ne hâle gel­
di!" çamuruna yatılmaması için... Başbakan Me­
sut Yılmaz'm, "pişman olmaya bile vakit bulama­
yacaklar!" iri lâflarıyla PKK'ya karşı başlayan sı­
nır ötesi (Irak) operasyonunun üzerinde çekinme­
den durmak lâzım: bundan hiçbir müessesenin
gocunmaya hakkı yok, çünkü Mesut Yılmaz işin
rengi değişik olsaydı, bunu şahsının ve partisinin
kâr lıânesine ekleyerek seçimde caka atacaktı...

99
12 Eylül döneminin, arkasına sığınanlarla bera­
ber, her şeyin büsbütün berbat olduğu şu şartlar­
da gerçek tahlili yapılmazsa, sonradan yine bü­
tün menfilikler o döneme karşı olan partilerin
üzerine yıkılacaktır; bizden söylemesi... İşlerin ne
hâle geldiğine başka bir misâl: Ankara'da polisin
maaş artışlarım yetersiz bulan ve karın gurulda­
ması mânâsına "gark, gurk" eylemi diye nitelenen
-hani amirlerinden, Bakanlara kadar hepsinin
anasına, bacısına, kızma dümdüz gittikleri- tel­
sizli protestoları oldu... Yâni kanunu kırk türlü
çiğneme... Bu hâdisenin bir yönü, polisle ilgili;
yâiıi, "beni doyur ki, hak isteme yürüyüşü filân
olursa, hemen ezeldin; daha iyi ezerim!" gibi bir
mânâ... Taze İçişleri Bakam da derhâl onları pa­
raca teskin edeceğini beyanla gerekeni yapıyor;
bunun mânâsı da, "senin karnını doyuracağım,
yeter ki sen hak isteme eylemlerini ez!"... Bu, doğ­
rudan doğruya bugünkü iktidarın zaafım ifşâ
eden bir hâdisedir!..
DEDİ — Son olarak şunu sormak istiyorum:
Bugün Sovyetler Birliğindeki ve Avrupa'daki
hâdiseleri nasıl değerlendiriyorsunuz?..
DEDİM — Tahmin, bir zar atma işi değil, bir
nisbet işidir... Yoksa herkes, her mevzuda ve en
azından karşısındaki adamın tersini söyleyerek,
rey sahibiymiş gibi görünebilir... İşin sırrı, sahici
fikir ve onun motive edici gücünde ve şartlara in­
tibak sırrında, hayatiyette.!. Hayatiyet oldu mu,
tedbir alınabilir; hayatiyet olmadı mı, öyle de ol­
sa, böyle de olsa, sen yoksun... Zar at dur!.. Bu
çerçevede bakarsanız, hâdiseler karşısında takı­
nılan taktik tavırlar, işin stratejik yekûnunda or­
taya çıkan umumî hükümdedir, bedahettedir;
yâni bir fikir ve hareketin başarısı böyle ölçülür...
Meselâ bir futbol takımını düşünün; fevkalâde bir

100
oyun çıkarmış, parlak bir netice almış.,. Şimdi o
ekibe hased içinde olan bir bakışla veya sırf karşı
olmak için karşı olan bir ahmaklıkla/ille de filân
yerde pas hatası yapıldığını ve falan yerde şu
oyuncunun golü kaçırdığını serdederseniz ne
olur?.. Komiklik olur, maskaralık olur!.. Bütün
bunları, "tahminde bulunan kim?" suâlinin ceva­
bı hâlinde, mevkiimin tayini için söylüyorum...
Şimdi, değerlendirmeye geçeyim: Üstadım, "Kül­
tür Davamız" isimli eserim hakkında takdir ser-
dederken, fikir keyfiyetinin muhatab olduğu in­
san ve memleket manzarası bakımından, "daha
1940'larda, mânâ bakımından bugünün durumu-
[ n.u yangın seyreder gibi seyrediyordum!" dedi...
Yine tâ o zamanlarda yazdığı bir yazıda, "yeni bir
dünya doğuyor ve bu dünyanın doğuşunda hisse­
dar olmayan milletlere hayat hakkı yok!" diyor.,.
- Eğer işi kaba kemmiyet fotoğraflarından değil de,
kemmiyeti raksettiren keyfiyet cihetiyle değerlen­
dirirseniz, anlatacağım hâdise size tam bir fikir
verebilir...Anadolu’da bir yerde, dar sokaktaki
evinde oturan bir hanım... Kadıncağız bir ara kar­
şıya bakınca ne görsün?.. Karşı komşunun odası­
nın içinde yangın!.. Acaba evde kimse var mı yok
mu, gördüler mi görmediler mi, ütüden mi çıktı -
sobadan mı çıktı, ah-vah derken, kapısının şid-
r detle çalınması ve buna karışan gürültüler...
Komşular kapıya toplanmış, "evin yanıyor, habe­
rin yok mu?" diye çığlık atıyorlar... Meğer, bu ka-
| dinin evi yanarken, kadıncağız karşı komşunun
camına vuran yangın görüntüsünden, o yanıyor
| sanmakta... Bu, gerçekten olmuş bir vakadır!..
Aslında Sovyetler Birliği’ndeki hâli herkesin ken-
/ di evindeki yangın diye bilmesi, en gerçekçi yo-
/: rum olur... Şovyetlerin hâli odur da, Avrupa’nın
/ ve Amerika’nın hâli nedir?.. Ortadoğu’nun?.. Ya

101
bizim?.. İşin hâlâ "piyasa ekonomisine geçiyor,
geçemiyor" diye değerlendirilebileceğini, "ondan
şu ayrılıyor, bu ayrılmıyor" diye kaba seyirle ölçü­
lebileceğini sananlar var... Eğer sırf Sovyetlerle
ilgili ve tabiî ki dünyadaki oluşumlarla ilgili bir
sohbet yapsaydım, her şeyden önce ölçülendirme
ölçülerini serdederek uzun tahliller yapabilir­
dim... Şu ânda size söyleyeceğim şey, dünyanın
büyük bir kaosun eşiğinde bulunduğudur!..
DEDİ — Son olarak söylemek istediğiniz
şey?..
DEDİM — Her son, bir ilki davet ediyor...
Yâni konuşmamız uzar gider. Bugüne kadar şu
oldu, bundan sonra şu olur... Biz, su gibi bir keyfi­
yetin mâlikiyiz; buhar oluruz, buz oluruz... Fikir­
se fikir, kavgaysa kavga; her şartta geçerli bir
hassaya sahibiz... Abdülhakîm Arvasî Hazretleri­
nin "ruh" mevzuunda bir misâli var: Ezilse de,
kaynatılsa da, kurutulsa da, mâlik olduğu tesir
hassası değişmeyen ot gibi, diye... İşte, insan ve
toplum meselelerini İslâmî bir dünya görüşüne
nisbetle çözme ve gerçek ideolojik kavga bahsin­
de, biz bu has sanın mâlikiyiz... Bizim bir takım
kakavan ve iptidaî zümreler ve mikroskobik
adamlarla kıyasımız olamaz; yaptığımız işlere ve
büründüğümüz haysiyete ermeleri gerek, yâni dı­
şarıdan gazel değil... Devlet Güvenlik Mahkeme­
sinde avukatlığımızı yapan eski Adalet Bakanı
İsmail Bey (Müftüoğlu)... Biliyorsunuz Mahke-
rae'de fevkalâde bir çıkışla, işi uzatmadan hemen
bitirmişti... Her neyse; bir müddet sonra, "bayram
değil, seyran değil" hesabı, MİT’ten bir Albay onu
ziyârete geliyor, bizim dert oluşumuzu diyor, di­
yemiyor... Ziyâret sebebindeki kekemelikle yine
gidiyor... İsmail Bey, Harun Beyle (Yüksel) haber
yollamış; dikkatli olmam hususunda... Şimdi ke-

102
kelenen mevzu çerçevesinde, denip de denemeyen
veya sezip de ifâdelendirilemeyen bir hususu ben
açıkça ifâde edeyim: Biz, İslâm dışı çevrelerin ey­
lemlerini bile destek niyetine kendi kâr
hâne sinde eriten bir has saya mâlikiz... Tabuta da
girsek, bu böyle; insan Ölse de, keyfiyet, sahihle­
rinde eşya ve hâdiseyi kendine delil kılarak ya­
şar... Eşya ve hâdiselerin kendisini doğruladığı,
"kurmay" mânâsına '’marjinal" keyfiyet.;. Anlata­
bildim mi?..
DEDİ —Sohbetiniz için çok teşekkür ediyo­
rum.
1991

103
DEDİ — Seçim öncesini ve seçim sonrasını
birlikte değerlendirmek sözkonusu olduğunda,
önceliği hangi mevzuya verirsiniz?
DEDİM — Öncelik verilecek mevzu çok, ama
bir yerden başlarsak, diğerlerine de imkânımız ve
zamanımız ölçüsünde temas edebiliriz... Meselâ
"hukukta çifte standart" meselesi... ANAP iktida­
rı döneminde sadece sağlık alanındaki kurban­
ların hâline bakmak, bu rezilliği yeterince açık­
lar... Gazetelerde görüyorsunuz: 1,5 milyon lirası
olmadığı için adamı hastahâneden kovalıyorlar ve
3-4 yaşındaki çocuğu yolda ölüyor... Yine parası
olmadığı için bir delikanlının kopan parmağını
dikmiyorlar ve hastahâneden kovalıyorlar!..
DEDİ — Zaten bunlar günlük hâdiseler
hâline geldi... Sokaktaki adamın, bir köpek kadar
haysiyeti yok!..
DEDİM — Evet!.. Bütün bunlar bana, 12 Ey­
lül’den başlayarak düne kadar tekerlenen "huzur
ve güven ortamı" tekerlemesini hatırlatıyor ve acı
bir espriyi ilhâm ediyor: Müsterih olsunlar, "hu­
zur ve güven ortamı içinde" öldüler ve sakat kal­
dılar... "Huzur ve güven ortamı"nm bir de trilyon­
ları götüren soyu var ki, (1) trilyonda (I) milyon
tane (1) milyon olduğunu düşünürsek, garibanla­
rın hangi "suçsuz teröre kurban gittiğini daha iyi
anlarız... Şu adaletsiz çarkın işleticileri ceplerine
maaş koydukları bir örnek giyinmiş kiralık katil-

104
leriyle üstümüze gelirken devlet ve millet koruyu­
cusudur da(!), terörün "terör" diye adlandırılma­
yan soyunun masum kurbanlarına sahib çıkma
durumundaki "düzen değişimi" yanlısı bizler, dev­
let düşmanıyız(l) ve devlet yıkıcısıyızdır(!)...
DEDİ — Aslında sözünü ettiğiniz ahmakla­
rın yüzde 99'u da, kime ve neye âlet olduğunu bil­
meden, "devleti koruyoruz" diye düzeni korudu­
ğunu anlamıyor...
DEDİM — Zaten adam CIA için, MOSSAD
için şehit(!) olduğunu anlasa... Her neyse: Şu Ma­
liye Bakam Adnan Kahveci... ANAP talan şirketi­
nin Maliye Bakam Adnan Kahveci, -hakkını ye­
meyelim, hırsız olmayan tek tük adamlardan biri­
dir-, 9 Ekim'de İstanbul Defterdarlığı'nda bir
basın toplantısı düzenlemiş... Ve marifetini anla­
tıyor: Bir şirketin 157 milyar lira vergi kaçırdığı­
nı tesbit etmişler... Gazetecinin biri tabiî olarak,
"peki bu firmayı neden televizyonda halka şikâyet
etmiyorsunuz, ilân etmiyorsunuz?" diye soruyor..'.
Bakan efendi, "kanunlar mahkemece suçları ke­
sinlik kazanmayan kişilerin teşhirine izin vermi­
yor!" diyor... Pekâlâ... "Nasıl oluyor da Emniyet
Müdürlükleri daha mahkemeye çıkmamış gençle­
ri birkaç kitab ve daktilo makinesi önünde sıraya
dizip terörist diye halka teşhir ediyor." diye soru­
yorlar... "Bu bir insan hakları ihlâlidir; toplumun
kültür seviyesi arttıkça bu tür yanlışlıkların son
bulacağına inanıyorum!" diyor... Gazeteci de, hain
olmayan her insanın tabiî olarak vurgulayacağı
"hukuk önünde çifte standart" rezilliğini belirti­
yor: "Kahveci, ANAP iktidarının vergi kaçakçısını
koruduğu kadar suçsuz gençleri korumak için ça­
ba göstermediğini söylemek yerine, yukarıdaki
açıklamayı uygun gördü!"... Tabiî burada, Körfez
krizi sırasında Amerikan emperyalizmini protesto

105
liderliğini üstlenen İBDA-C mensublarmın, polis
marifetiyle Milliyet gazetesinde "Irak Casusu Ör­
güt" diye lanse edilişi de hatırlanmalıdır!..
DEDİ — İstihbarat Teşkilâtının perişanlığı
ve gazetenin adiliği ortada... Ben şunu sormak is­
tiyorum: Siz sürekli olarak devletin hukuk zaa­
fından bahsederken muradınız ne?..
DEDİM — Elbette bir muradım var!.. Ben
bir fikir ve fikrinin nakşının kavgasını yapan ak­
siyon adamıyım... "Teknik"ten misâl vereyim:
Teknik, ilim ve fikrin sistemli olarak pratik gö­
revlere uygulanmış şeklidir... İşte buna benzer
bir yerde, kavganın içinde fikrimizin hayatiyetini
ve eğrinin yerine doğruyu koyabilme imkânını
gösteriyoruz... "Hukuk zaafı" üzerinde duruşumu
da buna nisbetle değerlendirmek gerekir... Daha
da açıkçası, "hukuk zaafı" çerçevesindeki her
hâdise, şöyle veya böyle, zincirleme etkiler
hâlinde düzeni ve düzen güçlerini yıpratıcıdır; iş­
te bu yıpranma payım katlamak, arttırıcı olmak,
uyarıcı olmak, davam lehine istismar etmek, se-
merelendirmek... Ne kadar açık konuşuyorum;
"hukuk zaafi" çerçevesindeki her hâdise, şöyle ve­
ya böyle, zincirleme etkiler halinde düzeni ve dü­
zen güçlerini yıpratıcıdır... "İşkence" isimli, her
kesimin aktif unsunlannı temsil edenlerin sesine
tercüman ve büyük alâka toplayan eserimi, bu
çerçevede âdeta bir "ders kitabı" olarak mütalâa
edebilirsiniz!..
DEDİ — İbda kavgasında mühim bir sıçra­
ma noktası rolünü oynadı...
DEDİM — Büyük bir hayvanlığa parmak ba­
sıyorum: Düşünün, "devlet" bir "millet" müessese-
si, varlık sebebi millete hizmet iken, 12 Eylül
1980 Paşalar sefasından talan şirketi ANAP ikti-

106
dan boyunca 650.000 vatandaşın şu veya bu şe­
kilde işkence ve zulüm görmesi ne demek?,. Yok­
sa bu millet, para karşılığı kendini kırbaçlatan
mazoşist bir yapıya salıib de, onun için mi kendi­
sinden kesilen vergilerle karnını doyuran ve ikide
birde "devlet yıkıcılan" naralarıyla kendini çiğne­
yen postallıların ve coplularm saldırılarına uğru­
yor?,. Bunun için mi, pislik yedirilen vatandaşın
hâli karşısında eski içişleri Bakanı Abdülkadir
Aksu zihniyeti "olacak o kadar!" diyebiliyor?.. Bü­
yük Doğu-Ibda fikriyatının kavgasını veren ceb-
heler insanımızın meselelerine sahib çıkıcı siyasî
önderlik gelişimini tamamladığı zaman, gerçek
halk iradesinin kime nasıl baktığı apaçık ortaya
çıkacaktır!.. Suçluyu yakalamakla, adli mercile­
rin görevi olan ceza müessese si arasındaki farkı
bile bilmeyen ve devlet kurtarıcılığı cümlesinden
olarak ırza geçme şenaatini işleyen pislikler kar­
şısında, görevlilerin işin üstüne gitmesi için ille
Bakan kızının mı ırzına geçilmeliydi?.. İşin gü­
lünç tarafı, bu pisliklere anladıkları dilden hesab
sorulunca, leşlerinin "şehit" diye kaldırılması...
"ŞehitM lerinin(!) ve "şehitlik adayları"nm(!) bir
müessese olarak pay sahibi oldukları cürümlerin
haddi hesabı yok!.. Doğrudan doğruya ben ve ar­
kadaşlarım, Bayrampaşa Cezaevinde PİK davası
sanıklarıyla görüşmelerimizde, bir kızın ırzına
geçilişine bizzat kendilerinin şahit olduğunu din­
ledik... Yine PİK davası sanıklarından Selâhattin
Hoca, kendisi ve bir komünist kızın çırılçıplak bir
hücreye konulduğunu, "Tank Sûresi ile Nur
Sûresi çiftleşsin!" diye kahkahalarla kapı mazga­
lından seyredildiğini anlattı; âdeta hıçkırıklarla
boğulacak gibi... Hiçbir din, vicdan veya sadece
insan haysiyetine sahih kişi, bu olup bitenlere se­
yirci bir kamuoyu göstergesi olamaz... Ülkücüler

107
davası sanıklarından işkence görenlerin bazıları­
nın, 7 ay tabutlukta tutuldukları ve cop sokma fi­
ili dahil binbir çeşit işkence gördükleri ve işkence
sonucu kafayı üşütme ve ölüm hâdiselerinin mey­
dana geldiği, hafızalardan silinmemiştir... İşken­
ce işkencedir, şu keşimi bu kesimi olmaz; işkence­
ciler bir bütündür... Bu mesele, işkence görenle­
rin ittifak yapabilecekleri bir noktadır!..
DEDİ — Peki şu "Kontrgerilla" hadisesine ne
diyorsunuz?..
DEDİM — Benim, "Uluslararası Af Örgütü
Türkiye Masası Sorumlusu" Jonathan Sugden ile
"Kıvam Hukuk Bürosu'nda bir görüşmem oldu...
Yanımda Hayrettin Soykan da var... Sadece ben
değil, o adamla "İBDA-C Panik operasyonu" dola­
yısıyla işkence gören diğer arkadaşlarım da gö­
rüşmüştü... Aynen şunları söylemiştim: "Benim
mizacım kuru kuru şikâyete ve yakınmaya müsa­
it değil; herşeyin bir günü olur... Ama sade vatan­
daşların hile işkenceye1uğradığı bir memlekette,
anlatılanların yalan olmadığım belirtmek için ko­
nuşurum. Buralara bir kere bile uğramamış İçiş­
leri ve Adalet Bakanları, oturdukları süslü kol­
tuklardan derhâl böyle birşey olmadığını söyler­
ler. Var-yok diye havada konuşmaya gerek yok
ki!.. Şu ânda oraya gidelim, işkence yapılıyor!..
Kelli felli bir adam İstanbul’a geldi mi, aferin al­
mak için sokaktan hemen adam toplanıyor; duru­
mu şüpheli(!) görünen... Ben içerdeyken, sırf do­
ğum yeri Tunceli diye içeri alman, ilkokul mezu­
nu bile olmayan gariban seyyar satıcı gördüm; ge­
nel arama yapıyorlar, bunun kimliğinde doğum
yeri Tunceli diye içeri... Sahihsiz gariban adam­
lar!.. İstanbul'da bu böyle olduğuna göre, Doğu ve
Güneydoğu Anadolu'da olanları düşünün!"... Jo­
nathan Sugden de, terörün haksızlığa karşı çık-

108
mak için tek çıkar yol olarak bizzat işkenceciler
tarafından- hazırlandığını kabul ediyordu ama,
işin bu yanı onun mevzuunun dışındaydı...
TKP'ııin kurucuları Haydar kutlu ve Nihat Sar-
gın’m davasıyla da ilgilenen Jonathan Sugden,
Meclis İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Eyüp
Aşık a vaziyetleri anlattı... Ama televizyonda ha­
ber olan bu görüşmede, Eyüp Aşık sadece yuvar­
lak lâflarla "pek az, mek az" diye işi geçiştirdi...
Bunun faturası da şehitlerini!) çoğalması oluyor
tabiatıyla... Tam o sıralarda ve bir vesileyle, "ge­
lene gidene Türkiye’yi şikâyet ediyorlar!" diyen
Turgut Ozal, bu şikâyetinde ne kadar haklı?..
DEDİ — Yeni Asya gazetesinin yazarların­
dan Mustafa Kaplan, sizin "İşkence" isimli eseri­
nizden bir takım sahnelerin altını çizdikten'son­
ra, "sayın yazarın geniş geniş anlattığı işkence
sahneleri ile, polis oldukları belirtilen bu insan­
lardan bir kısmının telefonla evleri rahatsız edici
telefon sapıklıklarına kadar bahsi edilen rezalet­
leri aktarmak istemiyorum. Ama hâlâ "devlet
içinde devlet" olan o kliğin artık açığa çıkarılması
gerektiğini ben de haykırıyorum. Hepsinin de
yanlış olması mümkün olmayan anlatılanlar, ni­
çin birçok polisimizin evinin önünde öldürüldüğü­
nü de açıklıyor" diyor... Yazarın son cümlesi, Te­
rörle Mücadele Kanunu ile polise tanınan ânında
infaz yetkisinin, geriye tepmiş neticesini de açık­
lıyor değil mi?..
DEDİM — Sorunuzun içinde cevabı var... İş
"ava giden avlanır" hikâyesine dönmüş ve henüz
suçluluğu bile delillendirilmemiş kimseler, "duru­
mun takdiri" ile kurşuna dizilirken, aslında mili­
tan kesim için kamuoyunun da desteğini devşir­
miş olarak misliyle mukabele etmenin şartları
oluşmuştur... Zaten adamların hâlleri komik:

109
Hastahâne kapılarında 1,5-2 milyon lira parası
olmadığı için çocuğu ölen veya sakat kalan insan­
ların bulunduğu, işsizlikten intihar edenlerin ço­
ğaldığı, çocuğunun karnını doyurabilmek için
kendini satan kadın sayısında patlama olduğu,
bütün bunların yanında binlerinin tereyağından
kıl çeker gibi milyarları ve trilyonları götürdüğü,
alayı hırsız Bakanların devleti talan ettiği bir
anarşi ortamında, kim, neyi ve niçin koruyor?..
Asıl anarşiye bakmaksızın, "öyle iyi durumdayız
ki, dışarıya yardım bile ediyoruz!" diyebilen şirin­
ler, önce kendi açlarına baksınlar!..
DEDİ —- Kaderin garib bir cilvesi, İBDA-C
operasyonundan sonra başlayan General katli,
Ekim ayında MİT eski Müşteşarı emekli Orgene­
ral Adnan Ersöz ile yeni bir buud kazandı.. Ne
dersiniz?..
DEDİM — Bahsettiğiniz operasyondan son­
ra, şahsımızda İslâm’a hakaret edilmiştir; müslü-
man olduğumuz için işkence gördük... Bahsettiği­
niz hâdiselerin, elbete gayet manâlı ve intikam
hissini teskin eden bir tarafı var... Yâni, ben ken­
di payıma üzüldüğümü söylersem, ikiyüzlülük ve
yalancılık etmiş olurum!.. Söylemek istediğim bir
şey daha var: 50 senedir, düzenin tertibiyle bir
esrarkeş ve yardımcısına öldürtülen masum
Kubilay'm istismarım yapan ve bu vesiyle İslâm’a
çatan çevreler, bugün olup bitenlere bakıp da ib­
ret mi alırlar, yoksa içinde generallerin de bulun­
duğu 1000'e yakın askerin ve şu kadar insanın öl­
dürülmüş olmasına bakmaksızın yine Kubilay
masalım mı anlatırlar?..
DEDİ — Kuzey Iraktaki PKK kamplarına
yapılan hava harekâtım nasıl değerlendiriyorsu­
nuz?

110
DEDİM — Daha smır içinde duruma hâkim
olamamışken?.. Ayrıca, harekâtta hava kuvvetle­
rini kullanmak, tabancayla pire avlamaktan daha
büyük bir garabettir; ve bu iş, İstanbul'daki terör
örgütlerini uçakla yok etmeye çalışmaktan fark­
sızdır... ANAP iktidarları boyunca "üçbuçuk eşki-
ya" diye nitelenen ve yapılan her eylemden sonra
"bunlar anarşinin son çırpınışları'' gülünç lâfları
ile ’korkutulan'' PKK ya, şimdi Cumhurbaşkanı,
Başbakan, Genelkurmay Başkanı muhatab olu­
yor; iş nereden nereye geldi... Yâni "Atatürk Tür-
kiyesi",.. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’m televiz­
yonda "inlerinde bile vururuz!" palavrasından ve
ANAP'lı Başbakan Mesut Yılmaz ın "pişman ol­
maya bile vakit bulamayacaklar!" iri lâflarıyla
başlayan birinci sınır ötesi operasyonun nasıl bit­
tiği malûm... Uçakların yaptıkları "çıkış"lar bile,
Körfez savaşında Amerikan Hava Kuvvetleri ve
müttefikleri uçaklarının heybetini vehmettirsin
diye o günün çokça sözü edilen İngilizce karşılığı
'sorti"leştiği o operasyonda, 100-200 "sorti" ve bil­
mem ne kadar bomba ile "bölücü çete'nin çadırla­
rı yerle bir edilmişi!), "tahmin edilemeycek kadar
ölü verdirdik" lâflarının ardından iş, "ölü sayısı
birbuçuk civarında" sükûtuna dönmüştü!..
DEDİ — 25 Ekim tarihinde, herkesin bildiği
üzere Hakkari’de 500 PKK militanı ağır
silâhlarla .yaptıkları saldırıda ilk belirlemelere
göre 17 askeri öldürdü, 40'mı da yaraladı... 500
adam geliyor, kimsenin ruhu duymuyor...
DEDİM — Hâdisenin gelişimi nasıl olursa
olsun, esas mesele Körfez savaşı sırasında
T.C.nin takındığı yanlış ve kuru caka tutumunun
bugün faturasının çıkmasıdır... Amerika ile yakın
işbirliği ve Turgut Özal ile Bush'un "yakın arka­
daşlık" cakasının, İsrail ile işbirliği faziletlerinin

111
sayılıp döküldüğü devrin neticesidir bunlar... 25
Ekim tarihinden 15 gün kadar geriye gidersek,
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Türkiye'yi,
Kıbrıs meselesinde Irak’ın Kuveyt'i işgali duru­
munda gören bir karar çıkardı; buna göre, Kon­
seyin duruma el koyması hâlinde, Irak'a uygula­
nan zorlayıcı tedbirlerin uygulamaya konulması
gündeme gelecek...
DEDİ — Maliye ve Gümrük Bakanlığı’nm
resmî rakamları Hazine kasasının tamtakır oldu­
ğunu gösteriyor... Bütçe açığı sürmesine rağmen,
Mesut Yılmaz’m görevde olduğu üç ay içinde pi­
yasaya 5 trilyon civarında para sürüldüğü ve bu­
nun karşılıksız olduğu bildiriliyor... Enflâsyon
için ne söyleyeceksiniz?..
DEDİM — Daha önceki mülâkatımda,
ANAP’m seçimi kazanırsa "ne yapalım katlana­
caksın!" ve seçimi kaybederse "ben gidince işler
bozuldu!" çamuruna yatacağını söylemiş ve par­
tileri uyarmıştım... Devlet zaafı olarak görülme­
sin diye söylemiyorlar ama, enflâsyonun sebebleri
arasında Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki savaş
ve bu savaşın sebebi oralara hiç bakılmamışlığm
gecikmiş tedbirleriyle yapılan harcamalar da
var... Harbin sebeb olduğu enflâsyon!..
DEDİ — Refah Partisi ve Milliyetçi Çalışma
Partisinin, ister birlikte ister ayrı ayrı olsun,
Meclis'te, nasıl bir tavır sergilemesi düşünülebi­
lir?..
DEDİM — İster koalisyona girsinler, isterse
girmesinler, bellibaşlı bir fikrin parlâmentodaki
uzantısı rolünü yerine getirebilmeleri elbette ide­
aldir... Bu, hem yamuk ve çarpık bir sistemin yü­
rütücüsü olma görüntüsünden kurtarır onları,
hem de kendi yetersizlik ve aksaklıklarından do­
layı -müdafaasını yaptıkları değerlerin- şahıs ve

112
teşkilâtlan yüzünden gürültüye gitmesini önler.:.
Bir nevî, politik yön tayini için fikir imâl eden bir
mihrakın parlamento uzantısı olurken, aynı za­
manda bir iltica imkânına sahib olmaları... Bu,
fetih ve sirayet noktalan bilinmek üzere, iktidara
ortak olunsa bile, mensub oldukları fikirle mev­
cut düzen arasındaki çelişkiden doğ*an bir muha­
lefet tavrıdır... Daha fazla söylemem uygun ol­
maz..: İstidatlarına göre bu asıl üzerinde bir stra­
teji tayin edebilirler!..
DEDİ — Yâni, sizin deyiminizle "basit bir
personel değişimi" görüntüsü olmasın diyorsu­
nuz...
DEDİM — Elbette!.. Kuklayı andıran "o gitti,
bu geldi; farketmez!" cinsinden milletvekili ve ba­
kan görüntüsü vermemek... Hani, "işler eski tas
eski hamam", ancak ağızlardaki dırıltı veya hırıl­
tı değişik... Veya keskinlik zanmyla bir takım
maskara ve gülünç lâflar... Veya keskinlik yapı­
yorum diye mânâsız bir takım problemler çıkar­
mak... Üstadımın ifâdesiyle, "başkasının OL de­
diği şeye sadece OLMAM diyen" aciz bir tavır de­
ğil... Onu olmak istemiyorsan, neyi olmak istedi­
ğini söyle; ama söylediğin incir çekirdeğini dol­
durmaz şey ve hakikatleri kum kuru içi boş tene­
ke gibi yuvarlama cinsinden olmasın...
DEDİ — îlk elde tavsiye edeceğiniz pratik
hedef...
DEDİM — Sadece sözünü ettiğimiz partiler
için değil, bütün partiler için koalisyon formülü
nasıl tecelli ederse etsin, Çankaya meselesi mü­
himdir; Turgut Özafm indirilmesi meselesi...
Eğer bu mesele üzerinde durulmazsa, 12 Eylül
ürünü ANAP, o devrin meşruiyetinin tasvib edil­
mesi gibi bir mânâ yüzünden, kendileriyle kıyas
imkânına kavuşur... O zaman da, o gönden bugü-

113
ne doğru olgunlaşan devlet çarkındaki ve ekono­
mi deki, olumsuzluğun son halkası gibi görünür­
ler... Ruhî, ahlâkî, siyasî vesaire diye unsur unsur
saymıyorum... Açıkça söylemem gerekirse,
ANAP'a "ben gittim, böyle oldu!" deme şansım
vermemek ve daha da açıkçası ANAPi büsbütün
çözmek... Bu tavrın dışında, kendi aralarındaki
itiş kakışın kimseye faydası yoktur; en azından
içinde bulunduğumuz safhada...
DEDİ — Peki ekonomik açıdan ne diyorsu­
nuz, önümüzdeki dönem için?..
DEDİM — Bunlar yeterince konuşuldu, ya­
zıldı, çizildi... Şimdi mühim olan husus, ANAP'a
"usta hırsız, ev sahibini şaşırtır!" cinsinden bir rol
vermemek, istismar yolunu kapamak... Turgut
Özatın daha Bülent Ulusu hükümetleri devrin­
den başlayan bir sözü var: "İki sene daha kemer
sıkarsak, köşeyi döneriz!"... Mühletin bitiminde
yine aynı söz, sonra yine... Neticede bu günlere
geldik... Faturanın bu günkülere çıkmaması için
ne yapılması gerektiğini söyledim. Ne türlü bir
hükümet kurulursa kurulsun, zaten iki seneden
önce tedbirlerin sıhhat verileri alınamaz... Bu
müddet, ANAPhn istismar edeceği dönem olma­
sın!..
DEDİ — Önce ANAP ı hâlledin, sonra kendi
aranızda hesaplaşın gibi bir içiçelik diyebilir mi­
yiz?,.
DEDİM — Aynen!.,
DEDİ — Sohbetimiz için teşekkür ederiz!..
1991

114
HAKİMİYET KİMİNDİR?..
BÜTÜN YÖNLERİYLE
KÜRT MESELESİ
DEDİ — "Körfez krizi" dolayısıyla yaptığımız
görüşmede, Cumhurbaşkanının mevki ve yetki
belirsizliğini vurgulamış ve "kendisi, Başkanlık
Sistemindeki bir Devlet Başkanı gibi hareket edi­
yor!" demiştiniz...
DEDİM — Evet!..
DEDİ — Cumhurbaşkanı hakkında gerek
muhalefet partileri, gerek basın ve diğer çevreler
bir takım şeyler söyle dilerse de, bunların hiçbiri
meselenin özünü ifâde edememişlerdi; ve tabir ca­
izse, tesbit ve teşhisiniz cuk oturdu... Nitekim
dergimizin kamuoyuna duyurduğu bu husustan
sonra, üzerine gidilmesi gereken bir mesele
hâlinde çeşitli kesimlerce benimsendi ve konuşul­
du...
DEDİM — Şuurlara, gerçek düşünme ve ko­
nuşma seviyesinden alternatifler vermek lâzım!..
DEDİ — Biz bu haftaki sohbetimizde, hem
"Körfez krizi", hem "Said-i Nursî Hazretlerine
okunan mevlüd dolayısıyla açılan soruşturma",
hem bir gazetede çıkan "Kenan Evren'in hatırala­
rı” dolayısıyla, hem de müzmin kuduzluğa hedef
"türban" meselesiyle ilgili olarak, "Hâkimiyet Ki­
mindir?” mevzuunu işlemek istiyoruz.
DEDİM — Size hemen şunu söyleyeyim...
"Hâkimiyet milletindir diyorlar ama, aslında mil­
leti filân dinledikleri yok!" cinsinden, esnaf ağzıy­

117
la konuşamam... Işiiı günlük ve avam ağzı dışın­
daki temeline inmek lâzım... O zaman da, gayet
kapsamlı bir planda görüş beyanı icab eder!..
DEDİ — O hâlde şöyle bir usûl takib edelim:
Nasıl olsa sadece sorulan değil, sorulabilecek olan
ve sorulması gereken suâlleri de kuşatıcı bir bü­
tünlükte konuştuğunuzu bildiğimize göre, lâfı
bölmemize ve mevzuyu dağıtmamıza lüzum yok...
Rahatça konuşabilirsiniz!.. Memnuniyetle dinli­
yoruz!..
DEDİM — Hâkimiyet kimindir?.. Böyle bir
suâl sorulduğu ânda, tabiî olarak ortaya "hukuk
sistemi" meselesi gelir... Burada size hemen işa­
retlediğim bir tesbiti, hakikati göstereyim ki, ön­
ce tesbit ve teşhis, sonra muhakeme ve tecrit
usûlü üzerinde bulunduğumuz görülsün:
— "Bugün hukukla vakıa, metinle ruh, mev­
zuatla tatbikat arasındaki fark gittikçe genişle­
mektedir; dünyada mevcut birçok anayasa tama­
men göstermeliktir ve tarif ettikleri rejimin
memlekette olanla hiçbir alâkası yoktur. Anayasa
âdeta mevcut rejimi gizleyen bir paravana vazife­
si görür!"
"Hâkimiyet kimindir?" suâlinin içinde "ikti­
darın düzenlenmesi" meselesi ve bunun da "hürri­
yet" davası ile içiçe oluşu gözönünde tutulursa,
bugün bütün dünyada "hürriyet" mevzuunun as­
kıda kalmış bir iş olduğu anlaşılır... Bunu şu ba­
kımdan söylüyorum: Batı demokrasisinde, temel
aldığı "kamu hürriyetleri" bakımından, Anayasa
Hukuku, "hürriyet tekniği" olarak nitelenmiştir...
Öte yandan da, "idare edenler-idare edilenler"
ayırımında Anayasa, "iktidarın düzenlenmesi" ve
"iktidar tekniği”dir... Şayet "karar alma-emir ver­
me" şeklinde tarif edilen iktidarın, başka devlet­

118
lerle ilişkilerinde şu veya bu şekilde bir tâbi olm.a
durumu varsa, bu takdirde iş, "bağımsız olup ol­
mama" meselesini ortaya getirir... Bağımsızlık
meselesi; hâkimiyet meselesi,
Evvelâ, gerek zaruretler ve gerekse yaltak­
lanma psikolojisi içinde "Körfez kerizi" durumuna
düştüğümüz "Körfez krizi" meselesi çerçevesinde,
Amerika ve Batı dünyası karşısındaki "hâki­
miyet" durumumuza bakalım... Açıkça söylemek
gerekirse biz, Amerika ve Batı’nm güçlü devletle­
ri karşısında İktisadî, askerî ve tabiî ki siyasî
mahkûmiyetleri olan her ülke gibi, onların karar­
larında sadece figüran roller alma durumunda­
yız... Sosyal, kültürel ve eğitim plânında resmî
ideolojinin, daha doğrusu "resmî ideolojisizliğin"
yetiştirdiği tipler de, aslında bu role uygun yetiş­
tiriliyor... Kasaca söylemek gerekirse, dostunu ve
düşmanını kendi tayin edebilme durumunda ol­
mayan bir devletin bağımsızlığı sadece lâftan iba­
rettir... Yâni "hâkimiyet", sınır dışı bir yerlerde!..
Mesele konuşma durumunda olduğumuza
göre, tâbiiyet ilişkisinin "Birleşmiş Milletler
Teşkilâtı" içindeki görüntüsünden de bahsede­
lim... Bu Teşkilât, devletlerin jünetim şekilleriyle
anılması gibi vasıflandınlırsa, bir "Domuzlar Dik-
tatoryasf'dır!.. Güvenlik Konseyi'nin 15 üyesi var
ve 5’i daimi üye... Amerika, İngiltere ve Kuzey İr­
landa, Çin, Fransa ve Rusya... Geri kalan 130 şu
kadar devlet de, geri kalan üyeliklere, 2 sene için
seçiliyor... Ve usûl meseleleri dışında kalan mese­
lelerde kararlar, "Daimi üyelerin hepsinin oylan
dahil olmak üzere 9 üyenin olumlu oyuyla almı­
yor... Yâni "imtiyazlı" Daimi üyelerden biri, işine
gelmeyen yerde "Veto hakkı"nı kullanır ve kara­
rın alınmasını önler!..

119
Şimdi gelelim, bir memleketteki "iktidar"
hâdisesi çerçevesinde "hâkimiyet kimindir?" me­
selesine... Önce "idare eden-idare edilen" gerçeği­
ni, âdil olarak düzenleyebilme meselesine de te­
mas edici bir Nasreddin Hoca fıkrasını hatırlata­
lım: Eşeğin sırtında giderken, heğbeyi kendi sırtı­
na alışı ve sebebini soranlara da, bunu eşeğin yo­
rulmaması için yaptığını söylemesi... Yorumunu
Üstadımın ifâdeleriyle aynen söyleyeyim size:
— "Hoca, usta bir elde tahlil ve terkibe tâbi
tutulacağı gün, pırıl pırıl billûrlaştırılacak hik­
metler arasında bu hikâye şöyle yorumlanacaktır:
İnsan, hükmettiğinin yükünden bir parçayı, on­
dan eksiltmeksizin de olsa sırtlayacak olursa, asıl
yük altmdakinin hâlini anlar ve ona göre adaleti
yerine getirir!"
"Körfez krizi" dolayısıyla ekonomiye binen
yük mevzuunda, "bizim bu yükü kaldıracak gücü­
müz var!" diye çoğulcu bir dil kullanan Bakanlara
anlatılması gereken bir hikmet... Aslında bunlar
tek tek, "benim kaldıracak gücüm var!" dese, da­
ha namuslu bir dil kullanmış olurlar; çünkü asıl
yük altmdakinin hâli buna müsait değildir...
Adalet?.. Bu sadece İktisadî sahada değil, sosyal
haklar mevzuunda da bilhassa İslâmcı kesime
karşı haksız ve hileli tartı mevzuu!..
"Hâkimiyet kimindir?" sorusuna, "idare
eden-idare edilen" ayırımında bakacağımızı söyle­
miştim... Dünyada, halk veya millet hâkimiyeti
üzerine kurulu olduğunu herhangi bir şekilde id­
dia etmeyen çağdaş bir rejimin hemen hemen bu­
lunmadığım görüyoruz,.. Buna göre, "karar alma-
emir verme" olarak tarif edilen iktidar, pratiğin
kendini nitelemesi olarak, kaynağım toplumdan
almakta, kullanılışı toplum tarafından gerçek ki­
şilere verilmekte, veya gerçek kişiler, kaynağım
toplumdan alan iktidarı, toplum adına kullan­
maktadır... İddialarına göre düşünürsek,.demok­
ratik, faşist ve sosyalist rejimler arasındaki ayrı­
lık, "iktidarın toplumdan gerçek kişilere geçmesi­
ne ilişkin hukukî veya politik" usûllerdedir; yâni,
bu rejimlerin birbirlerini tariflerinde ayrıldıkları
nokta, iktidarın kaynağının ne olması gerektiği
değil, yürürlükteki hukukî ve politik usûllerle
toplum hâkimiyetinin sağlanıp sağlanmadığı nok­
tasındadır... Kısacası, 18. yüzyıldan günümüze
uzanan çizgi içinde gelişen "iktidarın kaynağını
toplumda arayan" görüşlere göre ayarlı rejimler.
Oysa "iktidar kimindir?" sorusunda, "emir
verme-karar alma" yetkisinin kimin tarafından
kime verildiği, kimin adına olduğu, BU VERİLİŞ
KURALLARINI KİMİN KOYDUĞU; halkın, mil­
letin, sınıfın neyi ifâde ettiği, buudlarmın nerede
başlayıp nerede bittiği tartışma mevzuu olurken,
gerçek, kitlenin "emir ve kararlın sadece mevzuu­
nu teşkil etmesidir. Burada, gerçekle iddia edilen
arasındaki tezadı açıkça görüyoruz... Emir verme
ve karar alma yetkisi olmayan, -k i iktidarın vasfı
budur—, emir ve kararın sadece mevzuunu teşkil
eden egemenleri!)
Bunun en yakın Örneği 1982 Anayasası ve
bunun oylanması şeklidir... 1960 Anayasası gibi,
evvelki Anayasa "Anayasa dışı" yollardan kaldı­
rılmış, meclis ilga edilmiş, eğer muvaffak olama-
salardı idam cezasıyla cezalandırılacak adamlar,
"millet hâkimiyeti"nin bir çeşidini temsilen(!) ikti­
dara geçmişlerdir... Şakşaklama propagandası
serbest ve "hayır" şeklinde konuşmanın yasak ol­
duğu bir vasatta halk oylamasına sunulan Ana­
yasa... Düşünün; İstanbul'un Bostancı semti gibi
bir yerde bile, oy kullanılan yeri dikizleyen adam­
lar (sivil polisler) yüzünden, "hayır" oyu kullan-

121
m ak, bir nevî kahramanlık gerektiriyordu... İs­
tanbul böyle olursa, Doğu ve Güneydoğu Anadolu
ile koy kesimini varın hesab edin... Tunceli gibi
bir }^erde % 95 ''kabul" oyunun çıkışındaki hik­
met, iktidarın veriliş kurallarının da halkın hangi
"hür irâdesi" ile konulduğunu göstermeye yeter!..
Kenan Evren’in hatıralarına şöyle bir göz
gezdirdiyseniz, bir asker olarak kendisini ilgilen­
dirmeyen ne kadar iş varsa, hepsine birden karış­
mış olduğunu görürsünüz: Milletin seçtiği şu veya
bu parti liderini ve milletvekillerini beğenmiyor,
Cumhurbaşkanının seçimi işinden tutun da Ana­
yasa maddeleri teklifine kadar uzanabiliyor...
Kendisini Anayasa üstünde gören bir üslûb!..
Benim bütün bunları söylerken kuru kuru
hukuka uygunluğu i de alize ettiğimi sanmayın...
Çünkü "hangi hukuk ve nasıl hukuk?" sorusunun
cevabı hâlinde, "hâkimiyet kimindir?" suâlinin ce­
vabı, benim hürriyetim ve insanlık haysiyetim
bakımından mutlaka temeline oturtulması ge­
reken bir davadır... Zıtlarımızm tutumundan
bahsederken de, onların bizzat kabul ettikleri
prensiplere ve kendi koydukları kurallara bile uy­
madıklarını göstermek istiyorum... Bunlar, her
şart altında, "güçlü haklıdır!" fiilî durumunun ge­
çerli olduğunu isbat ediyorlar!..
Evet... İktidarın kimin adına "kullamldığma-
hükmedildiğine" ilişkin açıklaması "hakikatin"
ifâdesi değilse, iktidarın kullanılışına "meşruluk-
haklılık" verenin ne olduğu izâh edilemez; ve ikti­
darın kaynağım mutlak olarak izâh etmemiş
olanların, iktidarı kullanmalarının haklılık se-
bebleri de yoktur. Hangi rejimde olursa olsun, in­
san iradesinin insan üzerindeki hâkimiyetini gös­
terici bu durumun kabulü, neticede insanın insan
arkasındaki kuyrukçuluğudur... Bu durumda da,
böyle bir sistemin ve uygulamanın "âdil" oluşun­
dan bahsedilemez; azınlığın istek ve iradesini
"halka" veya "millete" empoze ettiği, azınlığın
irâdesinin mânâ dolandırıcılığıyla "halkın" veya
"milletin" iradesi olarak gösterildiği... "Gücü eline
geçiren-iradesini hâkim kılabildiğine göre haklı­
dır!" şeklinde fiilî durumun meşrulâştınlmasıyla
karşılaşıyoruz... Son tahlilde bu durum, MUT­
LAK FİKİR dışında idare edilenlerin hiçbir rejim­
de idare edenlere uymamaları durumuna haklılık
kazandırır.
İnsanların yaradılışındaki "ilgi" ve "ihtiyaç­
ların" oluşturduğu toplum hayatında, bu ilgi ve
ihtiyaçların düzenleyici fonksiyonu olan otoriteyi,
haklılığı olmayan "kuvvetlinin iradesini zayıfa
kabul ettirmesi" şeklinde fiilî bir durumla izah et­
menin mânâsı, "toplum olan yerde haklılık yok­
tur" gibi bir olumsuzluk veya haklılık açısından
neyin ne olmadığım gösterirken, neyin ne olduğu­
nu gösterememektedir... Hâkim olanlar tarafın­
dan daha evvel tayin edilmiş kurallara nisbetle
rey izhâr eden milletin hâkimiyetinden bahsedile­
mez... Yâni bu duruma nisbetle millet,
hâkimiyetin sahibi değil, hâkimiyeti elinde bu­
lunduranların tayin ettiği alanda bir kararın icra­
cısıdır.
Daha önce, mevcut hukuk düzeninin sıhhati
bir yana, bir hukuk düzeninin müdafii ve tatbik-
çisi durumunda olanların hu kurallara uymayı-
şmdan bahsettim; yâni, adaletsizlik içinde ayrıca
adaletsizlik!.. İşte Said-i Nursî Hazretleri için
okunan mevlüdten dolayı açılan soruşturma...
Ayın 29'una, 29 Ekim'e denk geliyormuş da, bun­
da bir kasıt varmış... Ne zekâ, ne zekâ!.. Kanunda
"29 Ekimde mevîüd okutmak yasaktır!" diye bir
madde mi var?.. Böyle bir madde olmadığına göre,

123
sen keyfimin kâhyası mısın?.. Utanmazlığa bakın
ki, apışarası hürriyeti ve ibnelerin partileşebilme­
si mevzuunda cevvalleşen basın ve falan veya
filân dernekler, müneccim gibi vatandaşın süb­
jektif niyetini kestirerek derhal mevlüd mevzuun­
da "irtica" yaygarasını basıyor, bir parti lideri de
bu mevzuda kendisine sorulan suâle "benim mi­
zacıma aykırı olsa da, kanuna uygun olduğuna
göre hiç kimse bir şey diyemez!" diyemiyor... "Süb­
jektif niyet" mevzuunda, "türban" meselesiyle il­
gili olarak söyleyeceklerim var... Burada sadece
şunu söyleyeyim: Nurcu kardeşlerimiz kendileri­
ne yapılan an'anevî haksızlık ve zulümlere ekle­
nen bu son halkayı, hukukî haklarını fiilî destek­
lerle kullanabilme yolunda bir ihtar kabul etsin­
ler... Merhamet avcılığı değil, hakkını söke söke
almanın mânâ ve madde şartlarına erme davası!..
Bu şuur oldu mu, gerisi talime girer!.. Dikkat
edin: Talim... Bu işin kâr hanesi de bu olur!..
Tekrar "hâkimiyet" davasına dönelim... Fikrî
ve ilmi plânda... Özellikle 1789 Fransız
ihtilâlinden günümüze uzanan çizgide, gerek dü­
şünce olarak ve gerekse kanunlarda yer alan hü­
küm olarak uygulamada yaygınlaşan "halk
hâkimiyeti" ve "millet hâkimiyeti" görüşleri, te­
melde iktidarın kaynağım toplumda bulmak bakı­
mından müşterektir... Bunun sebebi de, Ortaçağ
ve Yeniçağ boyunca Batı dünyasının, insanüstü
bir varlık gibi sonsuz tasallut hakkım kendinde
bulan Krallık müessesesi ve Enkizişyon diktator-
yasıdır: Birinin "senin benim gibi bir insan" ve-
hatalı kul olması gerçeği, diğerinin din adına
efsanevî işkencelerle milyonlarca insanı ezmesi
hakikati çerçevesinde, iktidarın kaynağı yeryü­
zünde aranıyor... 13. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar
hayâllerin eremeyeceği çapta Allah adına Allah

124
düşmanlığı yapmış bir teşkilâttır Enkizisyon: Sa­
dece Ispanya'da, diri diri yakılan, işkencede öldü­
rülen, kürek ve müebbede çarptırılan, muhtelif
şekillerde izleri kaybedilen, malları yağmalanan
ve sürülen insan sayısı 5.554.000 kişidir... O za­
manın nüfusunu da düşünürseniz... Böyle bir ya­
pı içinde gelişen görüşler... "Millî hâkimiyet" gö­
rüşüne göre, üstün gücün ve hâkim kudretin kay­
nağı ve sahibi, kendine mahsus bir kişiliğe, bir
şuur ve iradeye sahih bulunan toplumdur. "Halk
hâkimiyeti" ise, üstün gücü, kendisini teşkil eden
fertlerden ayrı ve mânevî kişi olarak karşılanan
varlığa değil, doğrudan doğruya toplumu teşkil
eden fertlere âit bulmakta ve her şey, her biri üs­
tün gücün bir parçasına sahib olan fertlerin ço­
ğunluğu ile kararlaştırılmaktadır.
Birinci görüş, toplumun kendisini teşkil eden
fertlerden ayrı bir kişilik ve iradeye sahib olma­
ması, kişilik ve iradenin ancak gerçek kişiler için
sözkonüsu olabileceği noktasından; ikinci görüş
de, üstün gücün parçalanabilir olmasının açıkla-
namaması açısından tenkitlere uğramıştır... Her
iki görüşte de, iktidarın kullanılışının gerçek kişi­
lere devredilişini meşruiyet açısından açıklamak
mümkün değildir... Daha önce söylediğim gibi,
toplumdaki fertlerin iradelerini hangi kurallarla
gösterdikleri, bu kuralları kimin koyduğu, bu ku­
rallarla gerçek iradenin gösterilebilip gösterile­
mediği meselesi sakat... İktidarın kaynağı, irade­
nin kimin olduğu, iktidarın kullanılışına haklılık
verenin ne olduğu mevzuunda tutarlı bir izâh ge­
tiremeyen bu görüşlerle, idare eden ve edileni
"gerçek" ve "âdil" çizgisinde birleştirebilmek, "iyi,
doğru ve güzel" Ölçüsünde bir toplum yapısı kura­
bilmek mümkün değildir.
Anayasa'mn hürriyet ve Anayasa Huku­

125
ku’nun "hürriyet tekniği" olarak nitelenişinin
üzerinde durmuştum... Türban ve başörtüsü da­
vasını da içine alacak şekilde, şu "hürriyet" dava­
sının üzerinde durmak istiyorum... "Özgürlük,
mözgürlük" diye geveleyenler içinde, "hürriyet
ne?" ve "hürriyet niçin?" sorusuna cevab verebile­
cek dört tane adam bulamazsınız!.. Bütün anla­
dıkları, "hareket serbestiyeti" ve hareket sarbesti-
yeti içinde de bilhassa "fuhuş serbestiyeti"dir...
Gûyâ ciddi kılıkta görünmeye yeltenen basında
bile, baş malzeme baldır bacak resimleri... Şimdi
"laik, çağdaş, ilerici, soytarı demokrat" maymun­
ları bir yana bırakarak söyleyeyim: Hürriyet, ruhî
idrakin tekâmülü mânâsına, bilgilenme süreciyle
aynı şeydir... Bu, hem hürriyetin ne olduğunu ve
hem de niçin gerekli olduğunu izâh eder... Bura­
da, "Hikemiyat" plânı içinde kısa bir açıklama ya-
pajnm: Allah, insanı eşya ve hâdiseleri teshir et­
mesi için, kendisine halife olarak yarattı... Biz,
dünyada kendi varoluşumuzu tamamlamaya ve
İnsanî hakikati yerine koymaya memuruz... "Dü­
şünüyorum, öyleyse varım!"... Varlığın düşünceye
dayandırılmasından ve böylece varlığın düşünce­
nin aynı olması bakımından, "düşünüyorum, öy­
leyse varım!" demek, "varım, onun için düşünüyo­
rum -var olduğum için düşünüyorum!" hakikatiy­
le aynı kapıya çıkar:.. Hürriyet, bilgilenme süre­
ciyle, bilgiyle aynı olduğuna göre, tabiî olarak
hürriyet de varlığın aynıdır!..
Anayasanın "hürriyet" ve Anayasa Huku­
kunun "hürriyet tekniği" olarak nitelenişi, bunun
yanında "hukukla vakıa, metinle ruh, mevzuatla
tatbikat" arasındaki farkın genişlemesi ve dünya­
da birçok anayasanın göstermelik oluşu... Bu hu­
susları birlikte düşünürseniz, bugün bütün dün­
yada "hürriyet" mevzuunun çözümsüz bir nokta-

126
da olduğu anlaşılır... Yâni, ortada idealize edile­
cek bir şey yok; Batıcılık, çağdaşlık gibi!.,
i Şimdi de, ayak takımı kafasıyla "özgür-
! lük"ten bahseden ve İslamcıları o yarım akılla ge­
ricilikle suçlayan kesimin anlayışına bakalım...
Hürriyet, istediğini yapabilme değildir!.. Öyle ol­
saydı, Eminönü meydanında keyfi kaka yapmak
isteyen adamın bunu gerçekleştirmesi de hürriyet
olurdu... Tersi de "özgürlüğe" kısmtı(I)... Şunu be­
lirtmek lâzım: Eminönü meydanında kakasını
yapmak isteyen adamın belirttiği yırtıklık ve ha­
yasızlık, hiç de baldır bacak sergileme, fuhuş ve
fuhuş yolunu idealize etmekten fazla değildir!..
[ "Hürriyet" ile "varoluş" arasındaki alâka gö-
zönünde tutulursa, İslâm, fert hürriyetine öyle
bir kıymet vermektedir ki, ferdin kendi şahsı üze-
1 rinde bile o hürriyeti yok edişe geçit yoktur!.. Bir
türlü muvazenelendirilemeyeıı "fert hakkı" ile
"toplum nakkı" da, bu hikmet içinde birbirini bes­
leyerek yerini bulur!..
İşin nereden nereye geldiğine dikkat edin:
f Bir yanda hürriyet anlayışı ve varoluş yolunun
hakikatini bulamamanın krizinde hiçliğe açılan
\ Batı dünyası, öbür yanda da onu idealize eden bu­
laşıkçılar... "Çağdaş medeniyet" falan filân teker-
lemecileri!.. Dünyaya yeni bir ruh ve nizam sun-
i ma savaşında olanlar gerici de, hastalığını bangır
j bangır bağıran bir dünyayı viski şişesi ve bir ta­
kım oyuncak teknik kadrosuna hayranlık seviye­
li sinden görenler ilerici!..
f. "Başörtüsü" ve "hürriyet" arasındaki alâka
i üzerinde de durayım.;. Müsaade ederseniz, "Uç
t İşık" isimli konferansımdan aynen okumak istiyo­
rum:
— "Lûgatta bile başörtüsü, serbest ve hür

127
mefhumlarıyla birlikte görülür. Erkek veya ka­
dın; haya ve hicab duygusunun karşılığı hâlinde
gereken kıyafete bürünür ve İçtimaî görünüşe çı­
kabilmenin serbestiyetine erer... Eğer insan ve
toplumda ruhî muvazenenin, duyguların karşılık­
larını bulacağı veri ve disiplinlerle sağlanabilece­
ğini, ruhî itminana eriş yolunun bunu gerektirdi­
ğini, bunun hakikatinin de İslâm'da bulunduğu­
nu gözönünde tutarsanız, mesele daha iyi anlaşı­
lır!’1 .
Zannediyorum anlaşıldı: Türban, doğrudan
doğruya hürriyetin remzidir!..
Şimdi gelelim, kuduz İslâm düşmanlarının
bu mevzudaki komikliklerine... Hem demokrasi­
den dem vuruyorlar, hem de Enkizisyon cellâdı
gibi "başörtüsü" takanın sübjektif niyeti hakkın­
da hüküm koyuyorlar... "Türban, İslamcı bir baş­
kaldırının simgesi!"... Sana ne?.. Kanunun zede­
lenmediği yerde, başkaldırı düşüncesi insanların
içini okuyan bir kehânetle mahkûm edilemez
demokrasilerde,.. Böyle olursa, "fahişelik de bir
meslektir!" diye ortaya dökülenler, tutuklu ve hü­
kümlü yakınlan dayanışma derneği mensubları,
ibneler partisi yönetici ve mensubları, bir takım
tiyatro ve film gösterileri, pahalılık ve işsizliği
protesto göstericileri, daha neler ve neler, mevcut
anayasa düzenini yıkıcı niyetler olarak sol örgüt
faaliyetlerinin uzantısı diye gösterilebilir... Mesle­
ği ve etiketi ne olursa olsun, "türbana saldıran"
kadınlar, bizim de onların sübjektif niyetlerini
okumamıza nazaran, potansiyel fahişe olarak
ahlâk zabıtasmca takibe mevzu olmalıdırlar!.. Ay­
nı şeyi, "türban giyenlere birşey demiyorum ama,
ya sonra benim mini etek giymeme karşı olurlar­
sa" diye gûyâ mantık benzeri bir kılıfla karşı çı­
kanlara da tatbik etmek lâzım!..

128
Son olarak birşey daha eklemek istiyorum:
Basın. Yayın. Yüksek Okulu Müdürü, solcular ta­
rafından dövüldü..; Bildiğimiz kadarıyla Atatürk­
çü bir zât... Ne hikmettir ki, "türban" etrafında
"laiklik elden gidiyor!" yaygarası yapanlardan
hiçbir tepki yok!.. O zümre, olduğu gibi "Ata­
türk'ü istismar" ederek devlet yıkıcılığı faaliyetin­
den dolayı kanun önüne çıkarılmalıdır!..
"Hâkimiyet milletindir!" sözünün derinliğine
hakikat buudunda ne mânâya geldiğinden vaz­
geçtik, sathî ve iptidaî bedahetler çerçevesinde
haklara saygı gösterilsin yeter... Yoksa, İslâm'da
halkı Hakk’m zahiri bilen anlayışa nisbetle,
Hakk'ın hâkimiyetinin gerçekleştiği yerde, mil­
letin hâkimiyeti de zâten hududunu bulur!..
DEDİ —- Çok. teşekkür ederiz!..
1992
@ $
DEDİ —- Sizce Kürt meselesi nedir? Türkiye
ve Ortadoğu alanında neyi ifâde ediyor? Dünya­
daki anlamı ve durumu nedir?
DEDİM — Eşya ve hâdiseler, muhtevalarını
kendilerine sorulan sorunun mahiyetine göre ve­
rirler; bu bakımdan, önce sorunun doğru sorulma­
sı ve mânâlandırılması gerekiyor... Rastgele soru­
nun baştan savma cevabı gibi olmasın diye, bu­
nun belirtilmesini zarurî görüyorum; bu tavrımı,
muhatabını mühimseyen ve ağzından çıkan sözün
mesuliyetini duyan bir fikir adamının usûlü ola­
rak kabul edin... Şimdi gelelim sorunuza: "Kürt
meselesi nedir?" sorusu, bir "Kürt'ün meselesi ne­
dir?” mânâsına, bir de "kime nisbetle?" ve "ne ba­
kımdan?" soruları mânâsına alınarak cevablana-
bilir... Bu mânâlar çerçevesinde cevab verildiği
ânda da, zaten Türkiye, Ortadoğu ve Dünya'daki
anlamı ve durumu da belirtilmiş olur... Şayet
"Kürtün meselesi nedir?" diye soruyorsanız, bu­
nun malûm ve meşhur, "Kürt halkının horlanmış­
tı ğı, ezilmişliği, kimliğinin kabulü isteği, kendi
kendini idare arzusu" gibi cevablan var ki, mese­
leye yeni bir bakış açısı getirmez... "Kime nis­
betle?" ve "ne bakımdan?" mânâsına, meselâ Tür­
kiye’ye, İran'a, Irak’a, Suriye'ye göre ve tarihi,
coğrafi, siyasî veya İktisadî bakımdan muradıyla
soruluyorsa, bu takdirde de mevzuun muhatabı o
sahalarda aranmalıdır; çünkü meselenin bir yö­

130
nü, mevzuuyla kayıtlı mahalli idrak olarak, kendi
esas, usûl ve kurallarıyla iş gören ilim ve uzman­
lık bahsidir... Bana gelince, beni "Kürt'ün mesele­
si nedir?" suâlinden çok, "Kürt'ün meselesi ne ol­
malıdır?" davası ilgilendiriyor... Meseleye bir
dünya görüşüne nisbetle ve bir aksiyon mevzuu
ve imkânı diye baktığım belli... Zaten böyle bir
bakış, hem mahalli idrakin hakikatini murakabe
edicidir, hem de "Kürtün meselesi nedir?" suâli
etrafındaki açılımlarda yürüyücüdür.
DEDÎ — İslâmî açıdan Kürt meselesi nedir?..
DEDİM — "Sizce Kürt meselesi nedir?"
suâliyle aynı... Sorunuzun ne türlü anlaşılması
gerektiğini biraz önce belirttim, buna göre cevab-
layayım... Fikre nisbetle fert, sosyal sınıflar ve
kavimler, zamanın tecelli ettiği mekân zaruretini
ifâde ederler... Bildiğiniz gibi, hikemiyat ve felse­
fede ruha "zaman" ve maddeye de "mekân" izâfe
edilir; BÜYÜK DOĞU İDEOLOCYASInm Mima­
rı Necip Fazıl’m belirttiği üzere, keyfiyet, "za-
mari'ın ve kemmiyet de "mekân'ın ressamı... Bu
çerçevede bakılınca, Kürt'ün meselesi de, Türk'ün
meselesi de, Arab’ın meselesi de, Azeri'nin mese­
lesi de birdir: Derinliğine ve genişliğine insan ve
toplum meselelerini "İslama muhatab anlayış’ m
pırıldatıcısı olarak temsil etmek, İslâm’a nisbetle
"zaman ölçüsü" tutturmak... Görülüyor ki, hem
"kimlik" meselesini çok mühimsiyorum ve hem de
"nasıl kimlik ve hangi kimlik?" sorusunun cevabı­
nı vermiş oluyorum; diğer bütün meseleler, buna
nisbetle ele alınır ve mücadelesi verilir... Eğer
dava bu şekilde ele alınmazsa, sözü geçen mesele­
lere basmakalıp bir bakışın, hasta adama nazar
edip de "bu adam hasta!" der gibi kaba tesbitten
öte bir mânâsı yoktur!

131
DEDİ — Tarihî açıdan bakıldığında, İslâm,
Kürt meselesine ne verdi, ne aldı?
DEDİM — Bu sorunuzu da, bundan önceki
sorunuzla bitişik olarak cevablandırayım... Suyun
başında oturan bir insan düşünün: Su, o adam
için ihtiyacına cevab verecek bir imkânı temsil
eder... Adam ondan faydalanmış veya suyun ba­
şında susuzluktan ölmek gibi bir garabete düş­
müş, netice ne olursa olsun, "su açısından insan"
diye bir soru şekli doğmaz; çünkü insan orada,
kendi idrak ve aksiyonuna sunulmuş, onu yaşata­
cak bir imkâna muhatab... Doğrudan suyun zatî
keyfiyetiyle ilgilenildiği yerde bile, o hakikati ifşâ
eden insan sözkonusu; yâni, "insan açısından su",
insana göre suyun zatî keyfiyeti... Bu çerçevede
bakıldığı zaman, "İslâmî açıdan" veya "İslâm'a gö­
re" ifâdeleri, İslâm'a muhatab olanın değerlendir­
mesi şeklinde anlaşılmak gerekir... İzâh ettiğim
husus, "tarihî açıdan bakıldığında, İslâm Kürt
meselesine ne verdi, ne aldı?" sorusunun da ceva­
bım teşkil ediyor... Islâm, insana, topyekûn insan
ve toplum meselelerinin mutlak hakikat yönün­
den çözüm imkânım veriyor; o imkândan faydala­
nıp faydalanmamak, insana âit bir iş... Eğer
İslâm ile Kürt meselesini, birbirinden ayrı ve bir-
biriyle karşılaştırılabilir iki unsur zanmyla ele
alırsanız, "Türk-İslâm sentezi" gibi şişeyle suyun
sentezinden bahsedercesine bir fikir kelliğine dü­
şülmüş olur... Dikkat ediyorsanız, "İslâm ne al­
dı?" sorusunun geçersizliği açık... Ancak bu soru­
nun "İslâm’a bakış" bahsine vesile bir yanı var ki
şu: İslâm, mutlak fikirdir... Bir şey söylemek için
herşeyi söyleme, Kâinat in her ân yeniliği içinde
her şey söylenemeyeceğine göre de, "Mutlak Fi­
kir "e nisbetle söyleme şartının cevabıdır bu vasıf­
landırma... Bü vasıflandırmanın kitablık bahisler

132
hâlinde işlediğimiz Ölçülendirmeleri bir yana, son
tecritte iş, "ya İslâm veya hiç!" noktasına varır...
Aynı soruyu, "Mutlak Fikir" ile "beşeri sistemler"
arasındaki farkı gösterici diye de alabiliriz: Her
beşerî sistemin kesinlikle kendisini belirleyen
çevre şartlarına bağımlı tarihî bir yanı vardır ve
bu yüzden pörsümeye ve geçersiz kalmaya
mahkûmdur... Eğer biz Kürt meselesinin yönlen­
dirdiği böyle bir sisteme taraftar olsaydık, alâka
nisbetleri içinde "ne verdiği" sorusuna muhatab
olurduk... Gelelim "tarihî açıdan" meselesine:
Tarihilik, hâlihazır idrak keyfiyetinden, bu idrak
keyfiyetine nazaran tarihi mân âl andırmağa, ta­
rih felsefesinden, kronolojik tarihe ve vesika tes-
bitine kadar geniş bir yelpazeyi kapsar... Bu geniş
yelpazede benim bulunduğum îiokta, İslâm'a mu­
hatab anlayışın dünya görüşünü temsil eden Bü­
yük Doğu-İbda sistemi ve anlayışıdır; İslâm'a mu­
hatab anlayışın idrak keyfiyeti ve bunun dünya
görüşü mânâsına tarihilik... Bu "tarihî-zam anî
şuur"a nisbetle Kürt u tarihte seyretmek de, me­
seleyle ilgili tarihçilerin işi; ve kitablık mesele­
ler... "İslâm, Kürt davasına ne verdi, ne aldı?"
derken, şayet "almak" lâfım "Kürt’ün İslâm'a hiz­
meti ne oldu?" şeklinde m ân âlı kılarsak, sadece
hizmet davasını değil, İslâm'ın Kürt'e ne verdiği­
ni hem de sözünü ettiğim idrak keyfiyetine naza­
ran tarihilik bahsini de içine alacak şekilde
misâllendirebilirim: İslâm’a muhatab anlayışı ör-
güleş tiren Necip Fazıl'm ve benim bağlı olduğu­
muz Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri,
Kürt beldelerinde yetişmiştir... Bu harika yetmez
mi? Türk’ün, Kürt’ün veya Arab'ın bürünmesi ge­
reken hüviyetin remz şahsiyetleri bu soydan in­
sanlardır!.. Haçlı seferlerini bozguna uğratan
Selâhaddin Eyyûbî Hazretleri gibi bir serdar

133
Kürt değil miydi?.. Alpaslan, Anadolu'ya geldiğin­
de Bizans ile savaşlarında, Malazgirt zaferinde
Islâm ordusu safında yer tutan Kürtler?..,Yavuz
Sultan Selimin İran ve Mısır seferleri?.. Abdülha-
mid Han'ın, "Hamidiye Paşası" diye anılan Kürt
Paşalarının yararlıkları?.. Moskof a karşı Kür dış­
tan müslümanlarının direnişi?.. Vesaire, vesai­
re...
DEDİ — İslâm ordularının Kürdistan bölge­
sine girişinin ilk yıllarında yaklaşık 130 bin kişi
Öldürüldü... Bu "tebliğ"e uyar mı?.. Yine bu irtibat
içinde, Kürtlerin sık sık ilk dinleri olan Zerdüşt-
lük’e irca etmelerini nasıl yorumlamak gerek?..
Benzer biçimde, Yezidilik'in durumu nedir?
DEDİM — "Evet, tebliğe uyar!" veya "hayır,
uymaz!” dememin pratik bir faydası yok... Aynı
dilden konuşuyor ve aynı şeyden bahsediyor ol­
mamız için, Önce İslâmî Ölçüİeri ve sonra muha-
tab anlayış olarak ona nisbetle ölçülendirme ölçü­
lerini vereyim; bu vesileyle mesele de konuşul­
muş olsun... Önce, "kavmin hakikati nedir?", bu­
nun üzerinde duralım: Kuranda, insanların ka-
vimlere ayrılması hikmeti, "birbirlerini iyi tanı­
maları için" diye buyurulmuştur... Demek ki, in­
sanların kavimlere ayrılması hikmeti, "varlık" ve
"oluş" bahsini de kapsayıcı bir şekilde ifâde eder­
sem, "aslın görünebilmesi için gerekli arazi" hük­
mündedir... Hayat bu arazlardan yiirür... Araz,
"herşey zıddıyla kâimdir" hakikatinden "fark"a
kadar sarkan bir mânâdadır; "ümmetimin ihtilâfı
rahmettir!" buyuran Allah Resûlü'nün sözü daire­
sindeki binbir hikmetten biri hâlinde hem bu
ikinci husus görülür, hem de kavim üstü "ümmet"
esasına nisbetle "kavim" hakikatinin ne olduğu...
Şu ölçü de Onun: "Kişi, kavmini sevmekle kına­
namaz!"... Kavim, fikrin tecelli imkânıdır; buna

134
nisbetle de, İslâm'ın hakikatine yaklaşıldığı ka­
dar kavim hakikati ortaya çıkar... Yâni Kürt,
Türk veya Arab, ilkel bir psikoloji içinde kavmiyle
kuru kuru böbürlenen değil, İslâm'ın hakikatini
yaşatandır... İnsan veya kavim, bu hakikate yak­
laştığı kadar azizleşir, uzaklaştıkça da süflileşir...,
Arılaşılıyor ki, değer keyfiyettedir; şu veya bu
kavme mensub olmak kimsenin kendi elinde de­
ğildir ve insan ancak kendi emeği derecesinde şe­
reflenir... Bizim müslüman olarak Türk, Kürt ve­
ya Arab diye hiç kimseye sadece kavminden dola­
yı bir dalkavukluk tavrımız yoktur ve müslüman
hangi kavimden olursa olsun, kavim üstü "üm­
met" esasına nisbetle kardeşimizdir; müslüman
olmayan da düşmanımız... Baştan beri yaptığım
açıklamaların, aslında her fikir için geçerli bir ya­
nı var... Biri de şu: Bir fikir kendini ortaya koydu­
ğu ânda, zıddını da işaretlemiştir ve bu demektir
ki, madde veya mânâda imha hedefini de belirle­
miştir... Şimdi en başa dönersek: İslâm orduları­
nın Kürdistan bölgesine girişinin ilk yıllarında
130 bin Kürt Öldürülmüş olmasının, böyle bir va­
kıa var mı yok mu, 130 bin kişi mi 30 bin kişi mi
diye üzerinde durulmasının fikrî bakımdan bir
mânâsı yok... İslâm ordusu, Arab ile de, İran ile
de, Azerî ve Çerkeş ile de, Türk ile de savaştı; ve
tarihî süreç içinde ordu da, bu kavim unsurların­
dan oluşuyor zaten... Lâfa lâf cevab isterseniz;
aşiretlerin birbiriyle savaşmaları, Barzanî ile
Talabanî’nin dalaşmaları, PKK’nın fikir ayrılığı
veya "işbirlikçi, hain" vesaire diye öldürmeleri?..
Öte yanda, "halkların kardeşliği" diye kendi hal­
kından olanı öldürenle, Türk milliyetçiliği için
Türk komünistini öldüren?.. Bu çerçevede sonsuz
misâl verilir... Kısacası; savaşların değerlendiril­
mesi, "neden" ve "niçin" şeklinde sebebler manzu-

135
meşinin kıymetlendirilme sine tâbidir... "Bu tebli­
ğe uyar mı?" meselesine gelince; cevabı ortaya
çıktı ama, üzerinde duralım... Bir takım İslâmcı
geçinen iptidaî ahmaklarla, Islâm dışı çevreler,
bu çerçevedeki ifâdeyi umumiyetle, gûya İslâmî
bir şey anlatıyor zannını uyandırmak için kulla­
nırlar; yâni ne dediklerini bilmeden, kartpostal ve
aksesuar olarak... Meselâ anlattığım şu kadar
şeyden bir şey anlamaz iptidaî bir mezhebsiz veya
Şiî, bunu perdelemek için "bizim metodumuz teb­
liğ!" der, çıkar işin içinden... Oysa, "tebliğ-bildir-
me", "tebliğ metodun ne?" şeklinde, metoda mev­
zu olandır ki, bu durumda "metod" değildir... Tıp­
kı, "Ali'nin kalemi" dersin de, "kalemin Alisi" de­
nemeyeceği gibi... Öte yandan; tebliğ, her fikrin
kendini ortaya koyduğu ândan itibaren başlayan
bir hâdisedir, çünkü fikir zaten "bildirilebilme” ve
"bilinme" ile doğan bir keyfiyet olarak, onun hem
sebebi ve hem de neticesidir... Her fikrin kendini
ifâdeye dair bütün hareketler, "tebliğ1'in kapsamı
içindedir... Bu çerçevede bakıldığı zaman, "teb-
Hğ'ın "metod" ifâde edici yanı da görülüyor ki, "bi­
zim metodumuz metod” gibi bir saçmalık... Soru­
nuza dönersek: Tebbğ, fikrin kıymetine ve bu fik­
re nisbetle hareketin değerlendirilmesine âit bir
iş olduğuna göre, İslâm'da da savaşmanın yeri
bulunduğuna nazaran, tebliğe uygundur!.. "Kürt-
lerin sık sık ilk dinleri olan Zerdüştlük'e irca et­
melerini nasıl yorumlamak gerekir?" suâline ge­
lince... "Zerdüştlük'e irca edilmeleri" mi denmek
isteniyor, yoksa Kürtler’in kendilerini Zerdüşt­
lük'e irca etmeleri mi?.. Birinci şıkta, tıpkı Ba­
tıda Türkler'in İslâm'la alâkasını pörsütmek üze­
re Bizans artıklarından Frigya çanaklarına kadar
herşeyi "Anadolu Kültürü" hikâyesiyle kaide yap­
mak gibi, Kürtler'in İslâm'la alâkasını perdele­

136
mek üzere şovenist, dinsiz taktik... ikinci şıkta
ise; Kürtler'in, -bahse değmez azınlık hariç-,
kendilerini Zerdüştlük’e irca etmelerine dair bir
müşahede sahibi değilim... Aslında kibar cevab
verdim, hakikatin incinmemesi için şöyle demem
gerekir: İstisnanın kaide yerine konması gibi, bu
çok uydurma bir genelleme olur... Eğer denildiği
şekilde bir durum olsaydı, o zaman da cevabım şu
olurdu: Bu, Kürt kavminin ahmaklığını gösterir
ve ziyafet sofrasından kalkıp solucan atıştırmaya
benzer bir hâldir... İşin en başında söylemem ge­
reken de şuydu: Zerdüştlük putperest bir din,
Kürt de kavim olduğuna göre, din ve kavim
birbirine irca edilebilir unsurlar değildir...
Yezidîlik?.. Maymun seyri kıymet derecesinde bir
folklorik özellik olarak ele alınabilirse de, derinli­
ğine ve genişliğine bahse değer bir keyfiyet de­
ğil!..
DEDİ — Hazret-i Ali döneminden başlaya­
rak Kürtler, İslâm devletlerine çok az destek ol­
dular?.. Buna karşılık o dönemden sonra Emevi
ve Abbasi dönemlerinde, devlete karşı hemen her
türlü isyan ve zıddı olaylarına, hemen hemen is­
tisnasız katıldılar?.. Nasıl açıklarsınız?..
DEDİM — Sorunuzu değil de, sorunuzun
muradını anlayabilmiş değilim... Ama tarihî ger­
çekleri aksettirdiğini farzederek cevablandıra-
yım... Tek tek insanlardan meydana gelen kavim,
her devirde, içine çiş de süt de doldurulabilecek,
her ikisini de kabule müsait bir kaptır; idrak ve
iradesi hangisini kabul ederse... Ve her biri kendi
nefsinden ve zaman diliminden mesul... Eğer
Hazret-i Ali devrindeki durumlarını bir İslâm
karşıtlığına nişâne diye görüyorsanız, bu o devir-
dekilerin istidatsızlığmı gösterir... Dikkat edili­
yorsa, söyleneni doğru değerlendirilmiş farzede-

137
rek cevabladım... Oysa, meselâ Hazret-i Ali mut­
laka haklı ve Hazret-i Muaviye ise haksız değil­
di... Biınun yanında, genellemelerden kaçınmak
lâzım: Meselâ, Hazret-i Haşan veya Hazret-i
Hüseyin'in Kerbelâ'da kendilerine imdad için yola
çıkan -fakat yetişemeyen- Kürtler hakkında, Al­
lah'ın soylarını yüceltmesi için duası vardır... İşin
ötesini tarihçilere havale ediyorum!..
DEDİ — İslâm’ın İlâhî nizâm ve dolayısıyla
ebedî bir nizâm olduğu, üstelik Cihanşümul bir
özellik taşıdığı ileri sürülüyor. Ama bir de olayla­
ra bakıldığında, İslâmiyet'in ilk dönemlerinde
(Asr-ı Saadet denilen Hazret-i Muhammed döne­
mi) bile kavmiyetçiliğin bir çeşidi veya evveli olan
esbetçilik (Kabilecilik-aşiretçilik)i bile önleyeme­
diği, daha sonraki dönemlerde, özellikle Emevî
devrinden başlayarak, adım adım kavmiyetçilik
karşısında gerilediği, neredeyse İslâmî özün kav-
miyetçi biçim ve özlerle karıştığı görülüyor. 19. ve
20. yüzyılda ise İslâmiyet, kavmiyetçilik karşısın­
da büyük bir gerileme gösterdi. Osmanlı gibi bir
toplumda, Arap, Kürt, Ermeni, Türk, Çerkeş, Ar­
navut unsurları ön plâna çıktı. Bunun anlamı ne­
dir?.. Bugün bile İslâmiyet, bir İran kavmi niteli­
ği veya Arap kavmi niteliğini aşamıyor?..
DEDİM — İslâm İlâhî bir nizâm olduğuna
göre, "üstelik Cihanşümul bir özellik" eki gerek­
siz; "üstelik" mânâsız... Bahsedilen özellikleri "ta­
şıdığı ileri sürülüyor" diyorsunuz... Yerinizi be­
lirtmek için soruya soruyla karşılık vereyim: Siz
buna katılmıyor musunuz? Her şeyden önce, eşya
ve hâdiselerin her ân yeniliği içinde gelişen veya
değişen insan faaliyetinin ürünü fikir ve sistemle,
"Mutlak Fikir" arasındaki farkı dikkate almak ve
"Bütün Fikrin Gerekliliği" hakikatinin idrak edil­
mesi lâzım... Aynı çerçeve içinde, "Mutlak Fikir"

138
olduğuna inanılsın veya inanılmasın, "Mutlak Fi­
kir" iddiasındaki bir fikre yaklaşabilmek için ge-
rekli fikrî meseleler ve ölçülendirmelerin ne oldu­
ğunun bilinmesi lâzım... Bunları binbir yönden ve
binbir kere kitaplar boyu izah ettiğim için, hem
lüzum ve hem imkân bakımından burada ifâde
şartlarından uzağım... Şunu da ilâve edeyim; Mu­
hatabını, onun söylediği mânâda anlamadan,
yâni ne dediğini bilmeden yapılan bir eleştiri,
yanlıştır... Bu dava, "Asr-ı Saadet devri" için söy­
ledikleriniz hususunda da geçirli; "sahâbe'nin ro­
lü ve mânâsı hakkında hiçbir ölçü ve ölçülendir-
me sahibi olmadan o dönemden bahis, uçma müş­
terekliğinden dolayı kartalın vasıflarım sineğin
özellikleri ile açıklama gibi bir yanlışa varır... Me­
seleye her fikir için geçerli bir başka yönden de
bakalım: Doktorun, hastanın ihtiyacına karşılık
olması gibi, insan ve toplum meselelerinin hâili
iddiasındaki bir sistem de, insan ve toplum mese­
lelerinin hâili ihtiyacına bir cevab teşkil eder...
Dikkat edilsin: Meselelerin hâili ihtiyacı... Bu ih­
tiyaç, mihrakında insan bulunan geniş mânâda
hayatın tezahürlerinden doğuyor... Zaten, ihtiyaç^
lar arazdır ve araz olmasa hayat yürümez, do­
nar... Neticede bu iş, son tecritte "herşey zıddıyla
kaimdir" hakikatine çıkar... Ve bir daha tekrara
lüzum kalmasın diye, yine sorunuzla ilgili olarak
şu ölçülendirmeyi söyleyeyim: Bir sistemin uygu­
lamaya geçirilişinde, şüphesiz o sistem adına ya­
pılan yanlış uygulama, o sistemin yanlışlığını or­
taya koymaz... Ancak, hayatın çok yönlülüğü yü­
zünden, pratiğin sistemin dışında görüntüler ver­
mesi ve yeni tatbik ve tecrübe neticeleriyle deği­
şen bilgi ile, sonuçta sağlanacağı söylenen yapı­
nın gerçekleşebilir olmadığı gösterilebilir; çağı­
mızda yaygın uygulama alanı bulan beşerî sis­

139
temlerin yanlışlıkları da, sistem adına yapılan
yanlış uygulamadan değil, sınırlı, tetkik ve tecrü­
be neticelerinden elde edilen bilgilerle kurulmuş
düşünce sistemleriyle "mutlak prensiplerin elde
edilemeyişinden ileri gelmektedir... Bu ölçülen-
dirmeye nisbetle, tenkit Islâma mı, yoksa uygula­
nışına mı; bunun belirtilmesi gerekir... İslâm'ın
kavmiyetçilik karşısında gerilemesi meselesine
gelince... Çok genel bir hükümle, hem ayrı ayrı
ele alınması gereken devirler hakkında tarihî bir
çarpıtma sözkonusu, hem de bu mevzuda Büyük
Doğunun tarih muhasebesi bilinmediği için, biz­
zat İslâm’ın suçlanması... Önce şuna dikkat çeke-
yim: "Emevî devrinden başlayarak" diyorsunuz
ama, bir sürü milleti içinde barındıran Osmanlı
devletini unutuyorsunuz... Ne isminde, ne idare
yapısında —ki Osmanlı1mn sonuna kadar bütün
İslâm devletlerinin umumî çizgisi budur- kavim
davası yoktur... 19. ve 20. yüzyıldaki perişanlığa
gelince, şöyle bir misâl vereyim: Toprak, su ve ha­
vayı, bir fikir terkibinin unsurları farzedersek,
baba varlık ve bolluk içinde yaşamışken, aynı un­
sur şartlarına malik oğlu yoksulluk ve züğürtlüğe
düşmüş... Bu neyi gösterir?.. Oğulun ahmaklığını,
istidatsızlığım, tembelliğini vesaire... Sanıyorum
"bunun anlamı" ortaya çıktı... "Bugün bile
İslâmiyet, bir İran kavmi niteliğini yahut Arap
kavmi niteliğini aşamıyor" şeklindeki ifâdenize
gelince, bunu çok baştan savma karşıladığımı be­
lirtmeliyim: Her şeyden önce, "bugün bile" ne de­
mek?.. Bugün İsİâmî tatbikin tekâmülünde bir
zirve değil ki!.. Yemyeşil bir ağacın kuruma saf­
halarından geçtikten sonra oduna dönmüş hâline
bakıp, sanki bu bir tekâmül imiş gibi, "bugün bile
yeşil değil" dercesine!.. Üstelik, hırdavatçı
dükkânının üstüne "eczahâne" levhası asmakla

140
nasıl içindeki malzeme değişmezse, bugün
"İslâma muhatab anlayış"m sistemini ifâde eder
bir devlet yok ki; zaten İslâmiyet'in bir İran ve
Arab kavmi niteliğini taşıdığını söylerken, bunu
farkında olmadan siz belirtmiş oluyorsunuz,..
Eğer sözünüz bir fikir kasdı ile söylenmiş ise, sö­
zü daha fazla uzatmadan kendimi örnek vereyim:
"İslâma muhatab anlayış"m dünya görüşüne
mensub ben varım karşınızda... Biz, Büyük Doğu-
İbda olarak, kum odun cinsi oluşumların sahible-
nicisi ve avukatı değil, o oluşumların, kendi fikir
ve aksiyon imkânımız bakımından muhasebecisi-
yizL
DEDİ — İlginç değil mi, İslâm'ı ezenlerin
hepsi de İslâm ülkeleri?.. Dün de öyleydi bugün
de?.. İran, Irak, Suriye, Türkiye vesaire.
DEDİM — "Dün" demeniz?.. İlginçliği şura­
da: Her dağın, yüksekliğince çukuru olur... Bugün
İslâm ülkelerinin rejimleri Mran ayrı fasıl-, Bü­
yük Doğu Mimarının "tersine mucize" diye vasıf­
landırdığı sırrı ifşa edicidir... Allah'a ve Kâinatiıı
Efendisi’ne bağlılığın nurlu idrakma malik iken,
aksiyon fezasında yaşayanlarla, o nuru kaybettik­
ten sonra kütleşen bünyenin düştüğü perişan hâl;
nur gitti, pil bitti... Pilin neden bittiğinin idraki
da kalmadığı içindir ki, dediğiniz hâl... Fakat bu­
nun yanında, gerek ihtiyaç ve gerekse çözüm sıra­
sında bugün meselenin idraki safhasında yaşan­
dığı, bunun sancılarının çekildiğini söyleyebili­
riz!.,
DEDİ — Derginizin bir sayısında Yavuz Sul­
tan Selindin mirasım sürdüreceğinizi söylüyorsu­
nuz, bir yandan da Kürt meselesine sahib çıkma­
ya çalışıyorsunuz?.. Oysa Yavuz, Dersim’li Kürt-
leri kesip asan birisi değil miydi?.. Yine aynı Os-

141
manii 1830'lardan başlayarak Kürt prensliklerini
(Bedirhan, Bâban vesaire) tasfiye etti?
DEDİM — Yavuz Sultan Selim'in mirasının
sürdürüleceğini haykıran dergi, Taraf isimli der­
gidir.,. İbda fikriyatım, kendi hususiyetine ve
oluş mizacına göre yürüten bir cephe... Adresi
böylece belirtmemin sebebi, fikri benimsediğim,
fakat ifâdecisi ben olmadığım bakımındandır;
yâni dergiyi ben çıkarmıyorum... Benimsiyorum,
çünkü dergide belirtildiği üzere Yavuz Sultan Se­
lim, İslâm birliği davasının sahibi adamdır; bu
davanın büyük aksiyoncusu, remz şahsiyetidir...
Bu davanın önüne kim çıktıysa, bertaraf etmiş ve
etmeye çalışmış bir kahramandır; kendi kardeşin­
den tutun da, Şiî sapıklarına ve Mısır seferine ka­
dar hep bu gaye ile tepelemiştir... Daha önce de
belirttiğim gibi, Osmanlı bir kavim değil, kavim-
lerin harman olduğu bir "ümmet" devletidir;
İslâm'ın hakikatini temsil eden Sünni Kürtler de,
bu davada Yavuz Sultan Selim’e özellikle yardım
etmişlerdir... Aslında doğrudan doğruya şunu
söylemem gerekirdi: Öldürmenin kendi başına
"iyi-kötü" değerlendirmesi olamaz... Yeri gelir,
Üstadımın söylediği gibi, "mikroba merhamet,
hastaya merhametsizliğe varır!"... Yavuz’un tepe­
lediği, Şiî Kürtler1dir;_ şimdi kontrgerillanm Hiz­
bullah diye meşreblerinde örgütlendikleri ve dü­
zen adına PKK’ya karşı çıkan zümre... Söz
PKK'dan açılmışken, "sözde Kürt'ün meselesine
sahib çıkıyor ama, hep Kürtleri öldürüyor" de­
sek?.. Üstelik Yavuz Sultan Selim ve Ulu Hakan
Abdülhamid Han, Kemalist rejim adına kalem
yürütenlerin "Kürtlere yüz verdi, Kürtçülük şuu­
ru bunlarla uyandı!" diye buğz ettikleri iki isim­
dir... Aynen, "Kürtlere yüz verdiler!" derler; "Kürt
diye diye, bu Türkleri ayrı kavim zannettirdi­
ler!"... Altını çizdiğim bü husus, "Kürt meselesine
142
sahib çıkmaya çalışıyorsunuz” ifâdenizin çeşitli
yanlışlıklarından birini de göstermiş oluyor!.. So­
runuzun son faslına gelince... Yavuz Sultan Se-
lim'den sonra Osmanlı genellemesine atlayarak
1830’lardaki tasfiyelerden bahsetmenizi, hâdi­
selerin muhasebesi yönünden bir zaaf olarak gö­
rürüm: "İyi adamın kelek oğlu" hesabı, oğulun
vasfı babanın mümtaz şahsiyet olduğu hakkmda-
ki hükmü bertaraf etmez... Osmanlılar, ümmet
olarak -k i Kürtler de buna dahildir- İslâm’ı tem-;
sil ettikleri kadar yükselmiş, temsil liyakatini
kaybettikleri nisbette de gerilemiş ve çökmüşler­
dir... Dikkat ediliyorsa, sözü geçen tasfiyelerin
şartları üzerinde değil de, muhakeme usûlünüz
üzerindeyim... Başka bir yönden: Meselâ, Anado­
lu birliğinin sağlanması safhasında, bir sürü
Türk beylikleri de tasfiye edilmiştir... PKK’nın,
"gayeye o türlü değil de, bu türlü ulaşılır" diye,
metod ayrılığından dolayı -hem de Kürtçü olma­
sına rağmen- tasfiye etmeye çalıştığı Kürt örgüt­
leri?.. Demek oluyor ki, haklıhk-haksızlık değer­
lendirmesi ayrı şeydir, gücün haklı kullanılıp kul­
lanılmaması ayrı şeydir, bayrağın gücü olanda
kalmasının tabiîliği ayrı şeydir, herkesin kendi
yönünden haklı olup da gücün tayin edici rol oy­
naması ayrı şeydir!.. Gelelim, verdiğiniz tarih
(1830) dönemine:
— "19. yüzyılın başlarında problem hâline
gelenlerden Vidin’de Pazvantoğlu, Rumeli'nde
Tir şinikli oğlu İsmail Ağa ve Dramalı Mahmud
Paşa, Yanya'da Tepedelenli Ali Paşa, Tırlıala'da
Tıfılboz, Manisa'da Kara Osmanoğlu, İzmir'de
Kâtibzâde, Yozgat’ta Çapanoğlu, Sivas'ta Kadıkı-
ran, Trabzon'da Tuzcuoğlu, Muş'ta Emin Paşa,
R avanduz'da M ehm ed Paşa, C izre’de
Bedirhanîler, Süleymaniye’de Babanlar vb. olmak

143
üzere sayısız mütegallibe ve derebeyi sayılabilir.
Bu bölünmeyi, dağılmayı durduran, imparator­
lukta otoriteyi ve devlet nizâmım hâkim kılmak
için amansız bir çabaya girişen Sultan 2. Mah-
mud olmuştur."
Altını çizdiğim bu husus, ısrarla Osmanlı ile
Kürt'ü karşı karşıya gösterme çabasının sakatlı­
ğım gösterir; dikkat edilirse, -haklılık, haksızlık
davası bir yana-, de vlet ve devlet içi çeşitli bölge­
lere ait meseleler karşılaşması var... Aynı eser­
den;
— "Çıkarları ve şahsî nüfuzları kırılan ma­
halli Bey ve ağalar, bu kez İbrahim Paşa ile dev­
lete karşı anlaşmaya giriştiler, ne var ki, yıllar­
dan beri yerli beylerin, ağaların, şeyhlerin nüfuz
ve otorite kavgasında oyuncak olan, fakat gerçek
selâmetin devletin yüce hâkimiyetinde olduğunu
sezen halk, bu yaklaşmalara seyirci kaldı. Halk­
tan gerçek desteğini bulamayan mütegallibenin
bu teşebbüsleri de bir sonuç vermedi. 1848 ve
1850 yıllarında yapılan harekât sonunda Ciz­
re'den Bedirhanî, Süleymaniye'den Baban ve
Hakkari'den de Nuri. Beyin despotluklarına soıı
verilerek Osmanlı devlet nüfuzu İran hududuna
kadar yayılmış oldu."
İsmet Parmaksızoğlu nun resmi görüş doğ­
rultusunda yazılmış "Tarih Boyunca Kürt Türkle-
ri ve Türkmenler" isimli kitabından altını çizdi­
ğim husus, Bedirhaniler ve Babanların 1830 değil
de 1848-1850 yıllarında tasfiye edildiklerini gös­
teriyor ki, bildiğiniz gibi 1839 Tanzimat Fermam,
hâlen solun ilericilik adına şakşakladığı bir
hâdisedir... M. Salih San tarafından yazılan "Do­
ğu Anadolu .ve Muş un İzahlı Kronolojik Tarihi"
isimli kitabtan:

144
■ "1839 yılında Büyük Mustafa Reşit Paşa,
Gülhâne Hattı Hümayunu ile Tanzimat devrini
açtı. Tanzimat idaresi kurallarına göre, beylikle­
rin kaldırılması lâzımdı. Bu arada Muş’taki ba­
ğımsız Beylerbeyi Alâaddin Paşanın evlâtlarının
da saltanatına son verilecekti."
Aynı eserde, Alâaddin Paşaların tasfiyesinin
civar aşiretler tarafından memnuniyetle karşılan­
dığı da belirtiliyor... Henüz gerçek anlamda Kürk­
lerin tarihi yazılmamış olduğu için, bazı olayların
ve gerçeklerin saptırılması, Kemalist görüş çerçe­
vesinde bir takım -Osmanlılar için de olduğu gi­
b i- uydurma yorumlar bir yana, Alâaddin Paşa­
lardan bahsetmemin sebebi, Mirzabey'ler ile ak­
raba, bir şecere kopyasına nazaran da aynı kök­
ten olmaları... Bu husus size iki bakımdan çok
şey söylemeli... Birincisi; İslâm davasının kavga­
cısı olmam bir yana, sizin Ölçünüzle de "meseleye
sahib çıkmaya çalışıyorsunuz" sözünün muhatabı
değilim... İkincisi; hak ve hakikat kaygısını her
türlü şoven duygudan üstün tutmam ki, değerlen­
dirmelerime ayrıca kıymet katsa gerek... Bu hu­
suslar gözönünde tutulursa, Kürt aşiretlerin bir­
birlerini tasfiye hareketleri yanında, sözünü etti­
ğiniz tasfiyelerin bir Osmanlı karşıtlığı olarak
kullanmada sözünün bile edilemeyeceği gerçeğini
belirtmemin, tartışma götürmeyeceği açıktır!..
DEDİ — Kemalizm ve Kürt meselesini nasıl
izâh edersiniz?
DEDİM — Kemalizm ile Kürt meselesinin
karşılaştırılması, ikisinin de ne olduğu malûm
farzedilerek, yâni iki malûmun karşılaştırılması
şeklinde olur ki, bugün için böyle bir anlayış orta­
lamasından bahsedilemez... Farklı bakış içinde,
ortada bir sürü uydurma tasvir var.., Evvelâ, bir

145
dünya görüşü ve sistem olarak Kemalizm nedir?..
Hemen söyleyeyim ki. insan ve toplum meselele­
rinin hâiline dair bir Kâinat muhasebesi ve "ya­
şanmaya değer hayat hangisi?" ıstırabının mah­
sulü bir dünya görüşü ve sistem haysiyeti yok or­
tada; eğrisi-doğrusu bir yana, böyle bir sistem yok
ortada... Necip Fazıl'm dediği gibi, 6 ok diye sıra­
lanmış bir pusul acık... Kemalizm'i ancak, neye ta­
raftar olduğuyla değil de, neye karşı olduğuyla
malûm bir anlayış çerçevesinde mütalâa edebili­
riz: Meşhur "lâiklik" ilkesi, yâni İslâm düşmanlı­
ğı... "Lâiklik din düşmanlığı değildir!" cinsinden
tekerlemelere gelince; bunlar ne lâikliğin ne oldu­
ğunu biliyorlar, ne de İslâm'ı tanıyorlar... Nedir
lâiklik?.. Beylik tarifiyle, "din ve vicdan hürriye­
ti",.. Demek ki lâiklik, "hürriyet" bahsi içinde bir
kategori... Mesele konuşalım: Hak ve hürriyetler,
mükellefiyet ve zorunluluğun olduğu yerde sözko-
nusüdur... Mükellefiyet ve zorunluluk da, hakika­
ti belirttiği yerde, kendisine uyulduğu nisbette
hürriyetin ifâdesi olur; çünkü bu mânâda "zorun­
luluk", angarya değil, insan varlığının "oluş" şartı
ve imkânıdır... Necip,Fazil'ın ifâdesiyle, "hürriyet,
hakikate esaretten sonra hürriyettir!"... Demek
ki, bir dünya görüşü, hürriyetin hem gayesi ve
hem de neticesidir... Şimdi sormak lâzım: Güneş
olmadan ışığından bahse dilemeyeceğine göre, ol­
mayan dünya görüşüne ve sisteme nisbetle lâiklik
neyin nesi?.. Batı'da lâiklik, "Yunan aklı, Roma
nizâmı ve Hıristiyan ahlâkı" diye formüle edilen
bir hayat tarzının tarihî seyri içinde ortaya çık­
mış bir dava.,. Herşeyden Önce Hıristiyanlık, dün­
ya nizâmı vazetmeyen bir ahlâkî prensipler man­
zumesi; dünya nizâmı vazetmedikten sonra, za­
ten "inanç ve vicdana" hükmedilemeyeceğine gö­
re?.. Bu şartlar altında "din ve vicdan hürriyeti",

146
sadece Hıristiyanlığı aslî yerine oturtma mânâsı
taşır; ve zaten kilisenin dünyalık iktidar hırsı, ce­
E fe ■
miyete tasallutu, ilme tahakkümü ve vicdana
I- hükmetmeye yeltenme garabeti yüzünden doğ­
t muştur lâiklik.,. Bizde ise, işi biraz daha süsle­
iİ»'. . mek için, "ibadete karışan mı var?" tekerlemesi
eklenir... Bilmek lâzımdır ki, İslâm aynı zamanda
Ife bir dünya nizâmıdır ve bütün mükellefiyetleri ve
m. zorunlulukları ibadetler cumlesindendir... İslâmî
düzen kurulur, bu düzenin statükosu içinde de,
"dinde zorlama olmaz" ölçüsü çerçevesinde, ister
müslüman olursun-ister kâfir... Bütün mesele,
kâfir düzen içinde müslümana yer gösterme ile,
müslüman bir düzende kâfire yer gösterme dava­
sıdır... Lâfın kısası: Lâiklik, İslâm karşıtlığıdır...
"Kürt meselesi" davasına gelince: Kürt meselesini
bir keyfiyet davası olarak gördüğümü belirtmeme
nazaran, Kemalizm ile Kürt meselesinin alâkası,
baskın nüfusuyla müslüman olan Kürt milletinin,
Türk milletiyle aynı akıbeti paylaşması sürecin­
dedir... Tarihî açıdan, kısa kısa birkaç tarihî
hâdiseyi nakletmek istiyorum: 1938 senesinde,
ölümünden bir ay önce Mustafa Kemâl'in İngiliz-
lere yazdığı bir mektub var... 1977-1978 senesin­
de, Milliyet gazetesindeki 5-10 sayı devam eden
bir yazı dizisinde, hasta yatağından yazdığı bu
mektubun fotokopisi yayınlanmıştı; "beraberce
kurduğumuz Cumhuriyeti, beraberce yaşataca­
ğız!" diyor... Lâik Cumhuriyeti... Bir başka sahne:
Mutki'li Hacı Musa Bey, Erzurum Kongresine da­
vetli... İsmi murahhaslar arasında geçer... Kong­
reye gitmeden önce Muş valisini değiştiriyor...
Şark âdetleri uyarınca, yanında Kürt aşiretlerin­
den 500-600 atlı var; ve toplanan aşiret mensub-
larının kâtibliğini Şeyh Selâhaddin (Kâmuran
|§-.. İnanın babası) yapıyor... Varto’nun Kaymakamı,
Erzurum Kongresine şöyle bir telgraf çekiyor:
"Musa Bey, sizi tedibe, bertaraf etmeye geliyor!"...
Ve Musa Bey Varto'ya vardığı zaman, Kongrenin
dağıldığı duyuluyor; bunun üzerine geri dönü­
yor..: Mustafa Kemâl'in, Erzurum Kongresi başla­
madan önce Musa Beye, "Anadolu harekâtı başa­
rısız olursa, yanınızda yerimiz var mı?" tarzında
bir telgrafı sözkonusu; bu telgrafın 1960'a kadar,
oğlu Medenî Bey'de olduğu biliniyordu, fakat on­
dan sonra kimde olduğunu bulamadım... Başka
bir dava: Hoybin Cemiyeti, Musa Bey'in tesbit et­
tiği isim listesine göre kurulmuştur... Mustafa
Kemâl ile bu cemiyetin ilişkileri, demokratik(!)
rejimin kanun duvarlarına çarpmadan belirtile-
mez... Şu işaretlediğim birkaç çizgi, meseleye yeni
değerlendirmeler getirecek niteliktedir... Umumi
hüküm şudur: Kemalizm ve Kürt meselesi, mese­
lenin kendine mahsus şartları gözönünde tutul­
mak üzere, Kemalizm ye Türk meselesinden ayrı
değildir... Kemâlizm’in İslâm düşmanlığı, Kürt ve
Türk halkının müştereken yaşadığı bir
hâdisedir!.. Şunu bilhassa gözönünde tutmak
lâzımdır: Batı dünyası için asloian, hilâfetin tasfi­
yesi ve İslâm dünyası içinde İslâmî bir dirilişin
engellenme siydi... Nedir hilâfet?.. İslâm birleşmiş
milletlerini temsil eden bir müessese... Türki­
ye'nin bugünkü "durumuna ışık tutucu, tarih mev­
zuunu da içine alan bir parantez açarak 1979'da
altım çizdiğim bir mevzuu hatırlatayım: Sakar­
ya’da Yunanları yendikten sonra -ki, yenilişlerin­
de asıl sebeb, çizmeyi aşan Yunanistan'a mütte­
fiklerin yardımı kesmesi ve iç olaylarıdır-, İngi­
liz, Fransız ve İtalyan kuvvetlerinin niçin çıkıp
gittiğini, açık açık tarihî gerçek olarak ortaya
koymaksızm kazanılmış bir bağımsızlıktan bah­
setmek... Aşağılık bir devrin propagandasına göre

148
ayarlanmış bir tarih yerine, gerçek bir tarih ilmi
ve tarih felsefesi ortaya konulmadıkça, günün
ruhî ve sosyal meselelerine gerçekçi bir yaklaşım
mümkün değildir... Bu çerçeve içinde, Kurtuluş
Savaşı'ndan sonra kurulan düzenin kademe kade­
me İslâm düşmanlığı çehresini göstermesine na­
zaran; şayet Türkiye Cumhuriyeti şu veya bu se-
beble kurulmasaydı, Anadolu harekâtı Öncesi söz-
konusu olan Kürt devleti kurulması gündeme ge­
lecek, bugün Türkiye Cumhuriyetinin Ortado­
ğu'da yüklendiği rolün düzeni, kademe kademe
Kürdistan'da gerçekleştirilecekti... Antiemperya-
list mücadeleden bahseden bazı ilerici(!) çevrele­
rin, bugün hâlâ İslâm düşmanlığı sözkonusu ölu-
rolmaz düzenin gönüllü maşası rolüne bürünme­
leri, ibrete değer ayrı bir mevzudur!..
DEDİ — Cumhuriyet ayaklanmaları döne­
minde İslâm'ın tavrı hiç de olumlu değildi?.. Şeyh
Said'e tutum daha çok İslâmî temeldeydi. Ama
gerek Bediüzzamanin tavrı açık ve onaylayıcı de­
ğildi, gerekse İslâmcı kesimler devletle işbirliği
durumundaydılar?.. Nasıl açıklanır?..
DEDİM — Cumhuriyet ayaldanmaları döne­
minde İslâm'ın tavrının olumlu olmadığını söyler­
ken, bu ayaklanmaların bir kısmının İslâmî bir
cehdle yapıldığını örtüyorsunuz ki, bu doğru de­
ğil... Bu yanlışlığı, Şeyh Said'deıı bahsederken bir
tevil kaydırmasıyla başka bir yanlışlığa düşerek
sürdürüyorsunuz: Şeyh Said isyanı İslâmî bir
ayaklanma olduğuna göre, İslâmî tavrın olumlu
veya olumsuz oluşundan bahsetmek abes... İslâmî
bir ayaklanmaya, İslamcı kesimin tavrının daha
çok İslâmî temelden dolayı olumlu bakması da
gayet tabiî ve bunun menfi bir edâda beyanı yine
abes... Sorunuzun kaygusu İslâmî olmadığına gö­
re, Said-i Nursî'nin İslâmî niyetli politik ayrı ba-

149
kışının sözkonusu edilmesi, sanki Şeyh Said isya­
nı İslâmî değilmiş gibi yorumlanırsa tekrardan
abes; eğer iki İslâmî politikanın ayrılığı dikkate
alınırsa, bu mevzuun sorunun niyetinde yer al­
ması bir daha abes... Üstelik bilinmesi gereken
başka bir husus da, Şeyh Said hakkında Said-i
Nur sı, "biraderim Şeyh Said'e katılmadığım için
pişmanım; bundan sonra kendimi sadece imân ve
Islâm davasına vereceğim!" tarzında ilânda bu­
lunmuştur... "İslâmcı kesimler devletle işbirliği
durumundaydılar!" genellemesine gelince; Bu
ifâdenizin bir yönü, belirtmiş olduğum yanlışlık­
ları pekiştirmek için kullanılmış olmasından do-
Igyı, pekişmiş bir yanlıştır... İşin diğer yönüne ge­
lince, onun da birkaç bakımdan ele alınması gere­
kir... Birincisi; Şayet İslâmî ayaklanmalar sözko­
nusu ediliyorsa, genel olarak İslâmcı kesimin
bunları değerlendirebilecek ve destekleyebilecek

-- ------------------ i
bir gücü ve politikası yoktu. Nitekim, Menemen
provokasyonundan sonra gelişen müslümaıı kıyı­
mından tutun da, öncesi ve sonrasındaki tek tek

............... — ----------------------------------------------------- -—
sayılamayacak sayısız zulüm örnekleri boyunca
bu boynu büküklük son dönemlere kadar sürmüş­
tür. Üstelik Şarktaki ayaklanmalarda, bazı aşi­
retler devletle işbirliğine girerek, aşiretler arası
> rekabet durumundan dolayı ayaklanmaların kı­
rılmasına hizmet etmiştir... Yâni ayaklanma
İslâmî olsun veya olmasın, İslâmcı kesim dairesi­
ne sokulamayacak hareketlerin İslâmî tavır gibi
.................................................................................................. —

anılması abestir... Bunun yanında, bazı yerde


Kürt ve İslâmî karşılıklı iki rakib keyfiyet gibi de­
ğerlendirmek, bazı yerde de İslâm’la Kemâli ş,t re­
jimi işbirliği içinde gösterip Kürt u bundan sıyır­
mak, hileli bir tavırdır: Belirttiğim gibi. Şeyh Sa­
id isyanı, islâmcı tavrın olumsuzluğu hükmünüzü
çeliyor. Bunun yanında, Said-i Nursî de Kürt idi...

150
İkincisi: "Islâmcı kesimler devletle işbirliği için­
deydiler” derken, bunun aynıyla muhataba tatbik
edilebileceği meselesi... Cumhuriyet tarihi boyun­
ca yüzde 99'u ile baskı altında tutulan ve binler-
cesi hapis, işkence ve ölüm cezasına çarptırılan
Türk ve Kürt müslüman halk madde ve mânâda
törpülenirken , Türk ve Kürt şövenistleri ve solcu­
ları, doğrudan veya dolaylı biçimde resmî ideoloji­
nin âleti mevkiinde değil miydi?.. Üçüncüsü: İş,
hududu belirsiz bir genelleme içinde ele alınırsa,
bırakın işbirliğini, Kemalist rejimin doğrudan
temsilcisi "Demokratik SOL Parti1’ ve "SOSYA­
LİST HALKÇI Parti” için ne demeli?.. Hem de
dünden değil de bugünden bahsederek, "sol, Kürt
meselesine böyle bakıyor!" diye hükümlendirir-
sek?..
DEDİ — Kemalistlerin tekke ve tarikatleri
yasaklamasıyla birlikte Türk müslümanları,
bundan yararlanıp, Kürt tarikat ve zaviyelerinin
asimile edilme programını ve Türkleştirme siya­
setini benimsediler. Nasıl açıklarsınız?..
DEDİM — "Tekke" ve "tarikat" bahsi, umu­
miyetle İslamcılardan bahsedilirken, mefhum ve
mahiyeti bilinmeden, aksesuar ve dekor unsuru
olarak kullanılır... Önce bu meselede "Büyük İr-
şad Kutbu" Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazret­
lerinin hükmünü bildireyim: "Hükümet tekkeleri
kapatmadı; onlar zaten kendi kendilerini kapat­
mışlardı. Hükümet boş mekânları kapattı!"... Yi­
ne, uydurma Menemen hâdisesinden sonra şeyh
ve şeyh bozuntusu kim varsa toplayıp Menemen’e
gönderdikleri zaman. Efendi Hazretlerim de, ne
tarikat, ne siyaset, dış dünyaya sızan hiçbir faali­
yetleri olmadığı hâlde yakaladılar ve oralara sür­
düler. Binbir çile içinde dimdik, tevekkülle İlâhî
iradeyi' bekledi ve "Divan-ı Harb" huzurunda

151
olanca müdafaasını şu harikulâde cümleye sığdır­
dı: "Ben şeyh değilim ve o yüce mertebeye lâyık
olmaktan uzağım; yok, eğer şeyhlik devrimizde
gördüklerimin hâli demekse ona da tenezzül et­
mekten münezzehim!"... Ve Necip Fazıl'ın hük­
mü: "Hükümetin yasak edebildiği de, sahtekar­
larca dış plân maskesi olarak kullanılması gayet
kolay ve kökünü kaybetmiş merasim şekilleri.
Efendi Hazretlerinde ise, yolun öz hakikati olarak
gizli .kök nisbeti öyle yerindeydi ki, bazı zarurî dış
alâmetlerin büsbütün silinip ortadan kaldırılma­
sıyla müteessir olmuyor; ve bu nisbet, ışığı suda
kepçeyle yakalamak gibi, kanunun tutabileceği
birşey olmaktan münezzeh kalıyordu!"... Demek
oluyor ki, hükümetin kapattığı tekkeler, üstünde
"Kuyumcu" tabelâsı asılı içi boş dükkânlardı...
İşaret ettiğim hususlara dikkat edilirse, tarikat-
ler dünya hırs ve tamahı veya politika sahnesinde
bir unsur olarak ele alınabilir bir nasib çizgisi de­
ğildir... Bu meseleyi böylece tesbit ettikten sonra,
bilinmesi gereken diğer hususa geçeyim: Bir ağa­
cın meyvesi, içinde barındırdığı çekirdekten dola­
yı nasıl ağacın devam gayesi ise, nasıl ki ağaç bü­
tününe dair ise ve nasıl ki ağaç ile birbirinden ay­
rı şeyler gibi değerlendirilemezse, Şeriat'e nisbet-
le tarikat de odur... Bir ağaçta kök, gövde, dal ve
meyve, nasıl ki birbirinden farklılıkları içinde
ağaç bütününde bir ise, Şeriat ve tarikat de bir­
dir... Bu nisbet içinde bilinmek üzere tarikat, Al­
lah'ta fâni olma gayesiyle, her türlü dünyevî mu-
rad ve telâşe dışı bir "oluş" rejimidir... Belirttiğim
hakikatlere nazaran ortaya çıkan neticelerden bi­
rincisi: Kemalistler boş mekânları kapatırken,
bunda Türk-Kürt ayırımı da yapmamıştır... İkin­
cisi: "Türk müslümariları bundan yararlanıp Kürt
tarikat ve zaviyelerinin asimile edilme programı-

152
nı ve Türkleştirme siyasetini benimsediler" sözü
çelişkilidir... Kafa kâğıdında "müslüman" yazılı
nice ahmağın Şeriat'a ve tarikata karşı olduğunu
söylemesini de dikkate alarak, hiçbir gerçek müs-
lümanm ne hakikatiyle tarikatın yasaklanmasını
(zaten yasaklanamaz, çünkü ruhtan ruha bir da­
vadır), ne asimile edilmesini tasvib etmesi (zaten
asimile olmaz, çünkü dış dekora mahkûm bir iş
değildir), ne de Türkleştirme siyasetini benimse­
mesi mümkündür... Sanıyorum sorunuzu manâlı
kılma çabamın farkındasınız: Ne müslümanda öy­
le bir dilek, olur, ne tarikat asimile etme ve Türk­
leştirme faaliyetine mevzu olur, ne de tarikat asi­
mile olur ve Türkleştirilir, ne de "al birini vur
öbürüne hesabı" Kemalist-Türkçü veya Kürtçü
tarikatten bahsedilebilir... İşin tarihî çehresine
gelince: 1839 Tanzimat Fermam'ndan Sonra,
merkezî idareye karşı İmparatorluğun çeşitli böl­
gelerindeki kaynaşmalara karşı yürütülen hare­
ketler sırasında, Şarktaki Beylerin nüfuzunu kır­
mak üzere sözünü ettiğim düzmece şeyhlere
nüfûz verilmiş veya Beylerin ve aşiret reislerinin
nüfuzu kırıldıkça onların yerine düzmece şeyhler
kaim olmuş, (hiç babadan oğula geçen bir mües­
sese mi şeyhlik), Cumhuriyetken sonra da, bunla­
rın nüfûzu artan ve devlete tâbî olmayanları tır-
panlanmıştır... Üstelik, "Türk müsİümanları"
ifâdesiyle fatura İslâm’a çıkarılırken, Türkçülük
davasının fikir babasının bir Kürt olan Ziyâ Gö-
kalp olduğu da unutulmamalıdır... Şu Kürtün et­
tiğine bak!..
DEDİ — İslâmcılar açısından Kürt meselesi
gündemin neresinde?..
..... . ...................

DEDİM — İslâmcılar içinde çeşitli grublar


olması bakımından, kendi açımızdan kaydıyla
açıklamak durumundayım... Bizim daimi günde-

153
inimiz, kendi iç oluşumuzu tamamlamak ve bu­
nun tabiî neticesi merkezden muhite doğrudur;
bir hâdise kendini çözüm için teklif ettiği ve "iş
içinde eğitim1' hikmetine denk geldiği kadar, mu­
hitten merkeze doğru bir merkez gayeye hizmet
edici cebhe teşkil eder ki, Kürt meselesi etrafın­
daki hâdiseler bu mevzuda pek verimlidir... "Ken­
di iç oluşumumuz" dedim; âlemde kendi kendi
için olmadan başkası için olabilen hiçbir şey bu­
lunmadığına göre, "iç oluş" ve "dış oluş" ifâde
eden her durumda mücerret olarak Kürt mesele­
sinin de bulunması tabiîdir, çünkü bu hem genel
olarak müslümanm, hem de Kürt müslümanmın
kendi "varoluş"unu tamamlarken hâl tabiîliğinde
bulunan ümmet davasıdır... Şunu açıkça belirt­
mek isterim: Biz, İslâm dışı çevrelerin eylemlerini
bile kendi kâr hanesinde eritmenin tılsımına er­
miş, merkezî tecelli plânının mekânını "Anadolu"
diye işaretlemiş sahici fikrin hareketçisiyiz... Bu
çerçeve içinde Şark hareketlerini son derece dik­
katle takib ve için için el ovuşturmamız tabiîdir!..
DEDİ — İslâmî kesim Kürt meselesinde ha­
talı davrandığını (geçmişte) kabul ediyorsa, bu­
nun muhasebesini yaptı mı?., örnek çıkışlarınız
var mı, olgular temelinde neler konuşuldu?..
DEDİM — Kesim muhasebesi?!! Nasıl ki
Kürt kesiminden bahsedildiğinde içinde İslamcı
kesim, solcu kesim, şövenist kesim, Kemalizm'e
hizmet eden kesim varsa ve bunlar arasında "ke­
sim" genellemesiyle müştereklik kurulamazsa...
Nasıl ki Marksizm’den ortanın soluna kadar bire­
bir çeşit görüş "sol" genellemesine mevzu olsa da,
"sol"dan bahsederken bunların hangisinin kaste­
dildiğinin anlaşılması gerekiyorsa... Nasıl ki,
birbirinden ayrı ve aykırı yollardan hareket eden
Marksist kesimdeki örgütler ve örgütlenmeler

154
"kesim" genellemesine muhat ab olarak iştirak et­
mediği fikir ve hareketlerin müsebbibi addedile­
mezse... "Kürt meselesi" davasına gelince, bundan
ne anlaşılması gerektiğini daha önce izâh ettim:
Bu izâhlar çerçevesinde- de, Şeyh Said isyanı
misâlinde görüldüğü gibi, ister aşiret, ister solcu
ve isterse kuru şövenist olsun, Kürt kesimi seyirci
veya tepeleyiciler safında yer almıştır... Şimdi
ben sorayım: Geçmişte müslüman Kürtlere karşı
yapılanları seyirci veya alkışçı olarak karşılayan
"Kürt kesimi"ndekilerin diğerleri, hatalı davran­
dıklarını kabul ediyorlar mı, yoksa meşrebleriftin
tabiî tezahürü olarak mı görüyorlar?.. Bahsetti­
ğim hususlar gözönünde tutulmak, Kürt mesele­
sinin "İslâmcı Kürt" yönü dikkate alınmak üzere,
"benim gözümde" îslâmcı kesim ve İslâm dışı ke­
simin karşılıklı durumlarını ele alabilir, bu mese­
leler içinde de sorunuza bir başka yönden mânâ
getirebilirim: îslâmcı kesim, Kem âli st rejimin
adlî, idari, askerî, polisiye ve eğitim sahasındaki
bütün hatlarıyla tasallutuna maruz kalmış, ilmi­
ye sınıfındaki ekâbirleri ezilmiş, sindirilmiş, öldü­
rülmüş veya zindanda çürütülmüş, dava cahil ve
masum bir sürü tarafından temsile dönmüş...
Böyle bir çerçeve içinde, din adına dini tepeleyici
tezahürler; din simsarları, sapık anlayışlar, düze­
ne yamananlar, kafa kâğıdı müslümanlan... Bu­
nun yanında, düzenin hâlâ istismar ettiği, devlete
bakış yanlışlığı; asırlarca devlet, İslâm devleti ol­
muştur... Teşkilât, ruhun "ifâde',si, yetişeceği or­
tam değil mi?.. İslâmî ruha uygunluğunca uyul­
ması ve pörsüdükçe düzeltilmesi gereken... Diğer
taraftan da, bu ruhu yetiştirme ve yaşatma çerçe­
vesi olan teşkilât... Ruh pörsüdükçe teşkilât ve
teşkilât pörsüdükçe ruh pörsümesi; ki, bizim Bü­
yük Doğü-İbda anlajuşinın tarih, muhasebesi bi­

155
linmeden, neyin nerden nereye, nasıl ve niçin gel­
diği bilinemez... Bu ilgi nisbetleri içinde, asırların
oluşturduğu bir devlete itaat yapılanması ve şart­
lanması... Savaşlarda yitirilen erkekleriyle, erkek
kıtlığına düşmüş Anadolu; dul kadın yetiştirmesi
bir nesil... Bu nesil üstüne çökmüş Kemâlist rejim
ki, her şeyi bir tarafa, eğitim sistemi İslâm düş­
manı yetiştirmeye memur; güç, okuyup mevki sa­
hibi olanda ve devri daim makinesi gibi, rejimin
yetiştirdiği rejimi idame ettiriyor... Böylesine
ezilmiş ve cahil insanların, rejimin devletin ka­
rakteri olduğu, deyleti koruyorum diye rejimi ko­
ruduğu meselesini anlamasını bekleyemezsiniz...
Bugün bile, kelli felli makam sahibi olmuş olma­
sına rağmen ordu çapındaki sürüyle ahmak, hem
de müslüman geçinmesine rağmen, devleti koru­
yorum diye Kemâlist rejimi koruduğunu anlamı­
yor... Islâmcı kesim, "devlet-rejim-düzen'm ne ol­
duğunu bilmezlik içinde Kemâlizm'e gûyâ düş­
manken âlet oldu ve oluyor ya; buna mukabil
İslâm düşmanı -umumiyetle sol- çevreler de,
gûyâ rejimi değiştirme kavgası yapma adına, reji­
min İslâmî kesimi sindirme, saptırma ve kullan­
ma adına geliştirdiği fikir ve hareketlere âlet ve
destek olmuşlardır... İslâm'ın sözkonusu olduğu
her yerde, hemen resmî ideolojinin seviyesiz mo­
tiflerine sarılarak onunla paralellik belirtmişler,
ortamı daha garabet hâle sokmuşlardır: Müslü­
man "gerici’’, Kemâlist "ilerici", sol ondan daha
"ilerici" ya; solcu, bir müslümamn gözünde "daha
kâfir"; müslüman, bir solcunun gözünde "daha ge­
rici": neticede de Kemâlizm, (mevcut düzen), hem
müslüman ve hem de solcu için, daha ehven-i
şer(!)... Müslüman geçinen salak, devleti koruyo­
rum derken Kemâlizm’i yaşattığını anlamaz, sol­
cu geçinen ahmak da rejim değiştirme iddiasın-

156
dayken, rejime âlet olduğunu anlamaz... Büyük
Doğu-İbda olarak bildirelim ki, bu durum, idrakin
iğdiş edilmiş olmasından başka birşey değildir;
mücerret fikir haysiyeti adına belirtilmesi gere­
ken dava, Kemalizm'in asıl buğz edilmesi gereken
tarafı, ne İslâm karşıtlığı, ne dış yüz, devrimleri,
sadece idraki iğdiş etmiş olmasıdır... İncitici ol­
mamak için, komedi diliyle fikir kelliğini gösterir
misâller vermiyorum; ama fikir kelliğinden kur­
tulmak ve ulvî dava dilinden anlamak için gerekli
adresi de verdiğimi sanıyorum... Şunu da mem­
nuniyetle ifâde edeyim: Bahsettiğim olumsuzluk­
lar, karşısındakinin ne olduğunu farketme ve
Kemalist rejimin dolmuşuna gelmeme şeklinde
bugün aşılmaya başlanmıştır... "Örnek çıkış" me­
selesine gelince: Daha önce de belirttiğim gibi,
âlemde kendi kendisi için olmadan başkası için
olabilen hiçbir şey yoktur.... Güneş olmadan, ışı­
ğından bahsedilebilir mi?.. Ne oldun ki, ne
olunmasını istiyorsun?.. Dikkat ediliyorsa, fikre
bağlı harekette gözüm... "Hani fikir, hangi fikir?"
davası... Bizim dünya görüşümüz, topyekûn in­
sanlığa yapılmış bir teklif olan "Mutlak Fikir" den
hareketle örülü olduğuna göre, Kürt meselesi için
de örnek çıkış, bizim mensub olduğumuz fikir
varlığımızdır, kendi çıkışımızdır... Kanun sınırı
zedelenmeden söylenemeyecek olanlar bir yana,
siyasî mücadele plânında, sözünü ettiğim key­
fiyet ağacının bir cebhesi niteliğinde olma ve
oluşturma işinin üzerinde olduğumuzu söyleyebi­
lirim... Bahsettiğim mânâlar çerçevesinde ba­
karsanız: Olgular temelinde sadece ne konuşul­
duğunu değil, neler konuşulabileceğini de, Büyük
Doğu-İbda kütübhânesi adresini vererek belirt­
miş oluyorum... Sizi de iştirakçi görme umuduy­
la!..

157
DEDİ — T.C. Kürtleri Türklük şiârı altında
inkâr edıyor; İslâmî kesim de "ümmet" şiarıyla.;.
Fark nedir? İzâh eder misiniz?
DEDİM — Aynı mantık silsilesi içinde ben
de soru sorarsam, sorunuzun ruhu ortaya çıkar:
T.C. İslâmcıları "ümmetçi" oldukları için reddedi­
yor, Kürtçüler de Kürtlük adına... Fark nedir?..
T.C. İslâmcıları "ulus şiârı" altında reddediyor,
solcular da "halk" şiârıyla... Fark nedir?.. Mantık
cimnastiği niyetine, şimdi de değişik yönlerden
bakalım: İnkârdaki müştereklik, acaba ittifak
mânâsına mı kullanılıyor?.. Bu takdirde "fark ne­
dir?" şuâlinin yeri yok; çünkü belirttiğiniz gibi,
T.C. Türklük, İslâmî kesim "ümmet" şiârıyla...
Yâni fark belli!.. Eğer ittifak mânâsında değil de,
gayesi Türkçülükle Ümmetçiliği aynı gören bir
hükmün belirtilmesi şeklinde sorutuyorsa, cevab
almak için değil, hükmü pekiştirmek için sorul­
muştur ki, cevab gerekmez... Hükmün doğru ol­
duğu yolundaki bir bakıştan sonra, şimdi de gele­
lim hükmün yanlış oluşuna... Farkın belirtilmesi
ve izâhı, ancak hükmün yanlış olması durumun­
da gerekiyor ki, zaten yanlış... Yanlışlığı şurada:
"Ümmet” ve "Kavim"in İslâm'a nisbetle ne
mânâya geldiğini belirttiğim için, tekrarına lü­
zum görmeden, sorunuz vesilesiyle başka bir in­
celiği belirteyim... Meselâ zeytinyağına ihtiyacı­
nız var, bir dükkâna giriyorsunuz ve dükkân sa­
hibine içinde zeytinyağı olan şişeyi işaret edip,
"bana şu şişeyi verir misin?" diyorsunuz... Böyle
bir durumda, şişeden muradın zeytinyağı olduğu
açık; yâni malik olunmak istenen şey, şişenin
kendi değil de, içindeki zeytinyağı... İşte Türklük,
kavimde tecelli eden İslâmî muhteva mânâsına
anlaşılıyorsa -k i bizim için gerçek Türk odur-, bu
takdirde Ümmet ile Türklük ayrı şeyler değildir...

158
Nasıl ki bu mânâda Kürtlük de ümmetten ayrı
: değil... Bu çerçeve içinde, kuru ve şövenişt kavmi-
; yetçiliğe "ümmet" şiânyla olumlu bakılmaması,
bizzat Kürt veya Türk tarafından reddi, tabiîdir...
| Fakat böyle bir tabiîlik içinde de, gerek T.C., ge­
rek şövenistler, gerek solcu-halkçılar tarafından
reddedilen, Türk müslümanları ve Kürt müslü-
' manian, yâni ümmetçilerdir... Yâni, T.C. Türk-
lük’ü ile İslâm dışı Kürtçülüğü, aynı yolun yolcu­
su!..
DEDİ — Geçmişte solcu ve sosyalistler "Tür­
kiye halkları" veya "Kürt halkı" deyimi için uzun
mücadele verip, acı çektiler. Yolu açtılar. İslâmî
kesim o dönemde sadece inkârcı değil, aynı za­
manda solculara karşı aktif güçtü. Bugün ise
Kürt meselesi mevzuunda İslâmî kesim yazıp çi­
ziyor. Nasıl samimi olunur?.. Üstelik İran örneği
de ortada. Çünkü İran, Kürtlere birşey vermedi?..
Kavmiyetçiliği çözemedi. Aslında hiçbir modern
¡: İslâmî devlet kavmiyetçiliği çözmüş değil. Meselâ,
h ne Pakistan, ne Sudan?..
DEDİM — Geçmişten bahsederken, ne kadar
geçmiş?.. Bu dava, 10 senenin veya 20 senenin işi
değil ki!.. Üstelik "solun açtığı yol"dan bahseder­
ken, bizim gözümüzde oynadığı kobay rolünü ve
asfalt yol açmakta olanlara "keçi yolu" sahipleri­
nin birşey diyemeyeceğini gözönünde tutmak ge­
rek!.. Bu umumî hükümden sonra, değişik yönler­
den sorunuzu ele alalım... İlk başta, istemediğim
hâlde, mecbur kaldığım için işin kendi şahsıma
ait yönünü belirteceğim: Höybin cemiyetinden
bahsettiğimden, bunu geçiyorum... Sözkonusu et­
— .. -...........................

mek istediğim, Kürt şövenistlerinin başucu eser­


lerinden, Kürt şairi Ciğerhunun yazdığı "Şer Se­
re Cı Mere-Cı Ne're; Aslan Aslandır, Ha Erkek-
Ha Dişi" isimli destan, Musa Bey'in kızkardeşi

159
Gülnaz Hanım için yazılmıştır... Musa Bey, de-
. dem İzzet Bey’in babası... Kemalist bakışın tasvi­
bi içinde ve Mustafa Kemâl, İsmet İnönü, Celâl
Bayar, Cemâl Gürsel, Cevdet Sunay, Fahri Koru-
türk Ve Kenan Evren'in sözlerinden iktibaslarla
süslü bir ön girişle sunulan "Doğu İlleri ve Varto
Tarihi" isimli M. Şerif Fırat'ın eserinin son baskı­
sından:
— "14 Şubat 1341-1925 tarihinde başlayan
Şeyh Said isyanı adındaki bu irticaî hareket, 15
Mayıs 1925 günü sona ermiş, Zaza ve Kormanço
şubesine bağlı bütün aşiret şeyh ve ağalarının
idamları, Babakürdî şubesine mensub aşiretler
üzerinde derin tesirler meydana getirmiş, bunlar
da isyana hazırlanmak için bölgelerinde bazı çete­
ler teşkil etmişlerdi. Bunlardan ilk önce Muş dağ­
larında oturan Huytu aşiret reisi Hacı Musa'nın
kardeşi Nuh Bey elli atlı ile meydana çıkmış, Muş
dağlarında bulunan Şigo, Huytu aşiretlerini hare­
kete geçirmişti. Osman Paşa bu hareketi bastır­
mak için 19 Haziran 1925'de Varto'da Binbaşı
Tahsin beyi mevki kumandanı bırakarak kendisi
fırkasıyla Muş vilâyet merkezine gitmiş, 34'üncü
Alay Komutanı Talât Beyle-Birinci Tabur Komu­
tam Binbaşı Ziyâ Bey taburunu, asilerin üzerine
tahrik etmiş, askerî birliklerimizi bu dağlardaki
kabile başlarını hükümete dehalete getirmiş, Nuh
Bey'le Hacı Musa oğlu İzzet Bey’i yüz atlı ile Sa­
son üzerinden Hizan ve Garzan kazalarına doğru
kaçırmışlardı. Nuh ve İzzet, Hizan, Garzan,
Beşiri, Sason havalisinde gezerek, buradaki aşi­
ret ağa ve şeyhlerine hükümetin kendilerini kese­
ceğini ileri sürmüş, buna misâl olarak Şeyh Sa-
id'le arkadaşlarının asılmasını göstererek cahil
halkı kandırıp ikinci bir isyan çıkarmaya muvaf­
fak olmuşlardı (...) İkinci isyan faslı da bu suretle

160
sona erdikten sonra, askerî kıtalar 1925 Eylül
ayında garnizonlarına dönerek, Doğu illerinde ka­
lan Şakî çeteleriyle Nuh ve İzzetin takibine sey­
yar jandarma birlikleri çıkarılmıştı."
Neticede 25 Mart 1926’da, İzzet Bey, yeğeni
ve bir adamı, Kösor dağlarındaki çatışmada öldü­
rülür ve başlan kesilerek Muş'a getirilir... Gülnaz
Hanım'a psikolojik zulüm yapmak maksadıyla,
kesik başlar jandarma karakolunda yere dizilir ve
"tanıyor musun?" hikâyesiyle davet edilir... Gül­
naz Hanım vakur bir edada içeri girer, ellerinin
tersi belinde, kesik başlara yaklaşır... Ayağıyla
İzzet Bey'in kafasını iter: "Bu benim kardeşimin
oğludur!"... Sonra ikinci kesik kafayı ayağıyla
iter: "Bu da benim oğlumdur!"... Üçüncü kesik ka­
faya gelince, mahzun bir şekilde mınldanır: "Bu­
na yazık olmuş, hizmetkâr-askerdi!"... Ve başta
kumandanları olmak üzere orada bulunanlara ça­
lımla döner: "Erkek, koç gibi bıçağa gelmek için­
dir!" der... Ve oradakilerin buz tutmuş sükûtu
içinde, aynı vakur ve çalımlı edâ ile çıkar gider...
İşte Kürt şairi Ciğerhun'un destanlaştırdığı tablo
budur... Dedem İzzet Bey'den bahsetmem, Kürt
meselesini şövenist bir temelde solcu bir edâ ile
takdim garabetine dikkat çekmek, kimi yerde
"ümmet" karşısında bir kavim davası gibi ele alı­
cı, kimi yerde resmî ideoloji ile paralel göstermek,
kimi yerde "Kürt meselesi”ni solun tekelinde sun­
mak yanlışım işaret içindir... Ve bilhassa şu dava:
Fikir haysiyeti adına, hiçbir şoven küçüklüğüne
yer vermeden konuşmam, ayrıca kıymet ifâde et­
se gerek, samimiyet ifâde etse gerek... Gelelim
geçmişte solcu ve sosyalistlerin "Türkiye halkları"
veya "Kürt halkı" deyimi için uzun mücadele ve­
rip acı çekmelerine ve yolu açmalarına: Herşey-
den önce bilmek gerekir ki, "Türkiye halkları" ile

161
"Kürt halkı1' nitelemesi birbirinden ayrıdır... Bi­
rinde "Türkiye", yâni Türklere âit mekândaki
halklar sözkonusudur, diğerinde ise halk olduğu­
na,ve halka âit olduğuna göre "Kürdistan"... Ara­
da hem coğrafî, hem de idarî-siyasî bir niteleme
farkı var... Geçmişteki İslâm devletlerine.âit bir
inceliği de bu vesileyle belirteyim: İçinde değişik
kavim özellikleri bulunan devletlerin hiçbirinde,
"ümmet" anlayışından dolayı kavmi Öne çıkarıcı
bir isim yoktur... Emevîler, Abbasıler, Eyyubıler,
Selçukîler, Osmanlılar vesaire... Ve bizim fikrimi­
zin tecelli plânı olarak seçtiğimiz mekân ismi, ay­
nı zamanda insan mekânını da ifâdelendirici şe­
kilde, "Anadoluculuk"tur; bu asıl üzerinde,
Lâzistan da yerini bulur, Kürdistan da... Halkla­
rın kardeşliği mi?.. Müslüman olan Rum Beyi
Mihâl Gazi, Osmanlılar'daki akıncı teşkilâtının
kurucusu bir yiğit adamdır ve akıncılar 300 sene
boyunca bu aileden gelenlerce yürütülmüştür...
Buna mukabil, Sovyetler Birliği'nde din yasakla­
nınca kavim duygusunun öne çıkışından bahse­
den de, birkaç sene önce Türkiye'ye gelmiş olan
bir Sovyet Türkologudur; nitekim Ösmanlılar’da
da, din duygusu pörsüdükçe kavmiyetçilik azmış­
tır... Gelelim başka bir meseleye: "Ümmet" kavra­
mından bahsederken, bunun gûya İslâmî fikirden
haberdarmış gibi bir dekor ve aksesuar olarak
kullanılışından bahsetmiştim... Ümmet, "cemaat,
kavim, din birliği olan insan topluluğu"
mânâlarına gelir... Şayet kavramların birbirini
destekleyen verilerin billûrlaşması olduğunu dik­
kate alırsanız, bu kavramlar müslümanlarm key­
fiyetini doldurduğu kelimelerdir... Bu mânâlar
çerçevesinde, bizim "halk"tan bahsetmemizle so­
lun "halk"tan bahsetmesi arasında bir keyfiyet
farkı var; bu keyfiyet farkı, aynı zamanda fikir

162
kıymetini de gösteriyor... Halkların kardeşliği;
neye göre, kime göre?,. 1400 sene Önce, "müslü-
manlar kardeştir!" demiş ölçümüz; sol neyin ne­
si... Biz zaten pratikte de çökmüş, fikir plânında
ise 40-50 sene Önce çökmüş sol düşünceyi tasvib
etmiyoruz ki, onun açtığı yola sahih çıkalım... Ve
çektiği acının bizimle alâkası olsun; yâni, ister
müslümanlar diye alınsın, ister Kürt müslüman-
lar... Acı çeken, acı çekmeyen hikâyesi, solun ken­
di içinde aransın; acı çeken solcularla, araziye
uyan solucan karakterli solcular, ayrıca solculuk
adına tutunduğu 40 dal da kırıldıktan sonra can
havliyle Kürtçülük davasına atlayarak solculuk
oynayan solcular... Devam etmek zorundayım:
Bugün hâlâ Kemâlizm’in davulculuğunu yapan
solculardan ne haber... Kemâlist rejimin Türk ve
Kürt müslümanlara karşı yürüttüğü katliamları
ve her türlü zulmü "gericiliğin ezilmesi" diye kar­
şılayanlar nerdeler?.. Kürt müslümanlara yapılan
zulmü "gericiliğin ezilmesi" diye karşılayıp, "Ba­
............. - .... — ... .

ğımsız Türkiye!" sloganları atan zamane Kürdis-


tan solcuları kimlerdir?.. Mustafa Kemâl'i "devri­
min birinci basamağını gerçekleştirdi" diye kal­
paklı resimleriyle sloganlı poster yapan Dev-Genç
dönemini, yaşı müsait olanlar, olmayanlara an­
latsın... O posterleri yırtıp, "gericiler Atatürk pos­
terlerini yırtıyor!" diye atılan naraları... Bizzat
şahit olduğum hâdise: İstanbul Üniversite si'ndeki
Atatürk heykeline, sabah 5'de dinamit asıp ateş­
lediler, kaçtılar... O gün imtihanım olduğu için,
gece Eskişehir'den otobüse binmiş, o erken saatte
okula gelmiş, Hukuk Fakültesi talebesi solcuları
bahsettiğim hâdise üzerinde görmüştüm... Dina­
miti ateşleyip kaçtılar, fakat dinamit patlamadı...
imtihandan çıktıktan sonra, Atatürk heykelinin
Önünde kalabalığı gördüm; Deniz Gezmiş başta

163
olmak üzere, gericiliği tel'in eden nutuklar atılı­
yor... Ve sonra Bayezid Meydanı na yürüyüş... Ve
komik bir hâdise: Oradan geçmekte olan bir Al-
bay'ı omuzlarına aldılar ve "ordu-gençlik etele,
kahrolsun gericilik!" sloganları... Adam, yüzü
pembecik olmuş, memnun mesut, omuzlar üzerin­
de asker selâmı veriyor, bu şekilde taşmıyor...
Her neyse: Gericiler karşısında, ilericilerle-biraz
daha ilericilerin flörtü ilerleyen zaman içinde fi­
yaskoya dönünce olanlar oldu... "Doğu Devrimci
Kültür Ocakları"nın da, sonradan Dev-Genç'ten
ayrılanlarca kurulduğunu hatırlatayım... "Sol ke-
sim"den, Cumhuriyet Gazetesinin solcularının
acıları(!) da„ "acı çeken sol" genellemenize dahil
mi?.. Netice olarak: Kronolojik tarih açısından,
Kürt şovenizmi, hem genel olarak solun ve hem
de Kürt solunun önünde... Müslümanlar ve Kürt
müslümanlar da, şovenist Kürtlerden önce... Kürt
şövenistleri, Türk şövenistleri, Kemâlistler, Türk
solcuları ve Kürt solcuları ”ümmetçilik"e karşı ya;
"halkların kardeşliğinden" bahsederken, diyelim
ki İslâm’a karşı olduğun için "ümmetcilik"e karşı­
sın... Yânı, sol kardeşlik değil de, İslâmcı kardeş­
lik olduğu için... Nitekim bir kısım solcular, ya­
muk bir Türkçe ile, "ümmet bilincinden ulusal bi­
linç düzeyine erişildi!" diye Kemâlizm’i alkış­
larlar... Yahu sen milliyetçi misin ki, İslâmî bir fi­
kirde de olsa "halkların kardeşliği"nin "ulusal bi­
linç "ten sana daha yakm olduğunu anlamıyor ve
reddediyorsun, "ulusal bilinci" şakşaklıyorsun?..
"Marksist Kürtçü" gibi, -lâfazanlıklar bir yana,
işin aslında milliyetçilik yatmaktadır-, birbirine
aykırı iki unsuru çorba ederek, yeri gelince şoven,
yeri gelince solcu edâyla, ya ümmetçiliğe karşı
çıkmak veya ümmetçileri şövenist Kürt dışı ka-
vimlerle özleştirmek?.. Sanıyorum anlaşıldı:

164
Kemalist rejimin tarihi boyunca acı çeken müslü-
manlara sırıtıp zulmü alkışlayanların, müslü-
manlara bu mevzuda söyleyebileceği birşey yok­
tur... Temas ettiğim meselelerden de anlaşılacağı
üzere, "yolu sol açtı" hükmü yanlıştır... İslâm'ın
sol karşısında aktif.güç olması, solun İslâm karşı­
sında aktif güç olmasından farklı değildir ve bu
mevzu bir haklılık-haksızlık davası şeklinde alın­
mayıp, her kesimin siyasi çizgisindeki doğruluk
veya yanlışlık olarak ele almmayr gerektirir...
"Bugün ise Kürt meselesi hakkında İslâmî kesim
yazıp çiziyor" ifâdenize gelince; hem meselenin
kimsenin tekelinde olamayacağı ve herkesin fikir
sunucu olması bakımından, hem de müslümanla-
rı bir nevî "dışardan gazel okuma" gibi bir duru­
ma düşürüp işi sola yontmak bakımından, sa­
kat... "Nasıl samimi olunur?" suâliniz ise, mecbu­
ren şu cevabı davet ediyor: Biz, samimiyeti tescil
edilme durumunda değil de, samimiyeti tescil
makamındayız... İran örneği, daha önce belirtil­
miş ifâdelerde de var; fakat sıkça başvurulan bir
hileye bu örnek vesilesiyle değinebilirim.., Muha-
tabla konuşurken verilen örnek, muhatabı temsil
eder mi, yoksa ondan farklı ve aykırı mı, buna
dikkat etmek lâzım... İslâm adına ben şöyle bir
dünya görüşüne bağlıyım, İran ise apayrı; sizin
durumunuz, bana İran’ı sormak olabilir, İslâm’ı
burdan ve oradan dinleyerek gerçek temsil
plânında kimin olduğu şeklinde bir hüküm sahibi
olmak olabilir, ama söylediklerime nisbetle söyle­
yeceğini söyleme yerine küfeyi sırtından atar gibi
mesuliyeti bana âit olmayan bir örnekle işi sağır­
lığa vurmak ve kaytarmak olmaz... Çok karşılaş­
tığım bir durum:
— "Gerçek bir fikir adamı olduğunu biliyo­
rum, fikirlerine katılıyorum ama, İran?"
Madem ki katılıyorsun, o hâlde katıldığın ta­
raftan İran'a bakî.. Küfür adına, İran veya bir ta­
kım keleş görüntüleri İslâm bu diye takdim
sahtekârlığı yerine, bizzat İslâm adına İran veya
o keleş görüntüleri eleştir... Meselâ biz İbda ola­
rak, hiçbir zaman Marksizm'i Türk veya Kürt
göstermelik örnekleriyle eleştirmedik; bu husus
eserlerimizde mevcuttur... Komünizm'in çöküşü­
nü de, Sovyetler Birliği gibi bir örnekle bile değil
de, kendi fikrî yapısında eleştirip, pratikteki teza­
hürler ne olursa olsun, "zaten temel sakat" esa­
sında işaretledik... İran?.. Her şeyden önce İran,
İslâm'dan sapan sapık kollar cümlesinden olarak
Şiîdir... Ve Şiîliği, Zerdüştlüğü kendi aslîliği içine
alarak İran şovenizminin kisvesi niteliğindedir...
Ve İran'ın en büyük zulmü, oradaki Sünnî Müslü-
manlaradır... Azerî, Kürt veya İran’lı Sünnî
müslümanlara... Daha önce de belirttim: Hırda­
vatçı dükkânının üstüne "eczahâne" tabelâsı as­
makla orası "eczahâne" olmaz... İrân’ın "müslü-
man devlefliği bu kadar!.. "İran Kürtler'e birşey
vermedi!" derken, verilmesi gereken şeylerden ne­
yi kastettiğinizi anlamak isterdim... Unutmadan,
sizin örneklemenize benzer bir örnekleme yapa-
yıfn: Sol, nerede halkına ne verdi ve halkların
kardeşliğini sağladı ki, "Türkiye halkları" ve
"Kürt halkı" ifadesinin yaran olsun?.. Hele Sov­
yetler sapır sapır dökülmüş, hem de en kâmil bir
örnek iken!.. Gelelim son davaya: "Aslında hiçbir
modern İslâm devleti kavmiyetçiliği çözmüş de­
ğil!" ifâdeniz, birkaç bakımdan çelişkili... Modern
Islâm devletlerinin kavmiyetçiliği çözememiş ol­
masından bahis, zımneü daha önceki İslâm dev­
letlerinin bu işi çözmüş olduğunu belirtiyor ki,
doğrusu budur; bu doğru, daha önceki soruları­
nızda "tarih boyunca İslâm'ın kavmiyetçiliği çöze-

166
madiği" şeklindeki sözlerinizin eğriliğini de göste­
riyor... Öte yandan, "modern" kavramının uyan­
dırdığı "tekâmül" imajına nazaran, verdiğiniz ör­
nekler İslâm'ın çöküntü ve döküntü devrinin
mahsulleridir ki, "modern'lik nitelemesi uygun
değildir!..
DEDİ — Refah Partisi-Milliyetçi Çalışma
Partisi seçim ittifakı Kürt düşmanlığı t emetin­
deydi Nasıl açıklarsınız?.. Bağlantılı olarak, Er-
bakan'm ABD siyaseti anti-emperyalizmle bağda­
şır mı?.. Son İran ve ABD ziyaretlerini de gözö-
nünde tutarsak?..
DEDİM — Ne Refah Partisi'ni ve ne de
MÇP'yi benimsemediğim için, sorunuza bir ha­
kem gözüyle cevab verirsem; ittifakı Kürt düş­
manlığı temelinde gerçekleşmiş bilmeyi, hem kö­
tü bir kasıt, hem ucuz bir karalama, hem de çok
komik karşıladığımı söylemeliyim... Ortada bir
seçim var, her parti alâkalı alâkasız her tarafa
temennâ çakıyor, bu iki parti ise oy davasını bı­
rakmış ve "şu Kürtlere ne etsek" diye "Kürt düş­
manlığı temelinde" ittifak yapıyor(!)... İttifak üze­
rine değil de, sözkonusu iki partinin Kürt mesele­
sine olumsuz bakışıyla ilgili küçük bir değerlen­
dirme yapayım... Kürt düşmanı olmakla, Kürtçü
düşmanı olmak arasında bir fark var; Türk düş­
manı olmakla, Türkçü düşmanı olmak arasında
da... Türkçü ve Kürtçü, birbirine mislini söyleme
hakkına sahihtir... Kürt düşmanı olmakla,
malûm şekildeki görünüşüyle meselenin savunu­
cularına olumsuz bakmak da ayrı şey... MÇP;
Kemalizm'in İslâm ve Ümmet karşısında geliştir­
diği "Türkçülük" davası daha sonra komünizme
karşı da kullanılmış, hududunu taşırınca yine dü­
zen fideliğinde yetiştirilen solcularla karşılaştırıl -

167
mış, CKMP'den MHP'ye uzanan ve sonrasındaki
dönemde kel-keleş bir Türkçülük olmayacağını
anlayınca İslam ile Türk'ü sentez etmeye kalk­
mış, Necip Fazıl'm el atmasıyla İslâmcı yönü geli­
şirken ırkçı tarafı törpülenmiş, ancak hiçbir za­
man bir dünya görüşü haysiyetini kavrayamadığı
için hayatını komünistlere reaksiyon olarak ve bu
tarafı düzence dolmuşa getirilmiş biçimde sürdür­
müş, ortadaki kavganın rejim değiştirme kavgası
olduğunu bilmeden devleti koruyorum diye düzen
bekçiliği yapmış, 12 Eylül sonrasında kendisine
ihtiyaç kalmayınca rejim tarafından tepelenmiş,
bunun sonucunda bir kısmı İslâm'a, bir klsmı
"vur patlasın çal oynasın" dünya görüşü ve parti­
lerine kaymış, geri kalanı ise ne istediği ve ne is­
temediği belirsiz bir apışmışlık içinde donmuş,
başlarındaki liderleriyle mevta olmaya giden
zümrenin partisi... Kürt'ün meselesine "Kürt de
Türk'tür!" tekerlemesini inkâr ile baksa, kendi
kendini inkâr gibi geliyor; açıkçası, kendim izâha
kavuşturabilmiş değil ki, Kürt meselesinde bir
görüş belirtebilsin... Herkesin herkese ve mesned-
siz, muhasebesiz, bir boşlukta söylediği "dış güç-
ler-mış güçler" tekerlemesiyle vaziyeti idare edi­
yor... Refah Partisi'ne gelince; "bir müslümam
tenkit hakkı en çok müslümana âittir!" hakikati
dairesinde bildireyim ki, ne dün ve ne bugün,
İslâm’ın aşkım, vecdini, diyalektiğini, estetiğini
belirtme liyakatinden bir nişân taşımıyor... Keyfi­
yet bu olduktan sonra, onun politikasından ne ha­
yır gelir, ondan "İslâmî bir idare biçimi", "İslâm
ülkelerinin birliğine dair adım adım gerçekleştiri­
lecek politika" nasıl beklenir?.. Böylece, Refah
Partisinin hâline sırıtarak İslâm’ın eleştirisine ve
reddine gidenlerin sefilliğini de işaretlemiş oluyo­
rum... Bizim her iki partiye bakışımız da, olduk-

168
lan hâli ta'svib değil de, olmaları gerekeni ümit ve
şahsiyetli bir yola girmeleri temennisi çerçevesin­
deki tertib sahası oluşlarıyla ilgili... Erbakan'ın
ABD ziyâretine gelince; spekülatif ve şarlatanca
birkaç değerlendirme bir yana bırakılırsa, basın­
da bunun detayını görmedim ve herkesin herkesi
ziyâreti gibi sıradan bir olay... ABD siyasetinin
anti-emperyalizmle bağdaşıp bağdaşmaması, şa­
yet tarafgirlik olarak sorutuyorsa, ona karşı oluşu
hakkında en küçük bir şüpheye bile yer verilme­
sini doğru bulmam... Eğer siyasetinin sonuçta ne­
ye ve kime yaradığı sorulsaydı, bu başlıbaşma bir
"sistem gerekliliği" şartının izâhma dayanan bir
iş... Erbakan’ın MÇP ile ittifakı ve bunun ABD si­
yaseti, sonra da ABD ve İran ziyaretleri arasında­
ki bağlantı fazlasıyla uydurma olur... Meselâ,
HEP, SHP ile ittifak yaptı, SHP içinde DYP ile
koalisyona dahil oldu, DYP ise hem parti ve hem
de mason lideri ile ABD politikası malûm... De­
mek ki sizin mantığınıza göre, sizin HEP, Ameri­
kancı!.. PKK ile HEP arasındaki alâka da malûm
olduğuna göre... Demek ki Abdullah Öcalan, bir
Amerikan uşağı... "Türkiye'yi parçalamak iste­
yen!"... Bazı solcu köşe yazarı ve dergilerin
îslâmcılara karşı yaptıkları cingözlüklere veya
ahmaklık ettiklerini anlamamalarına nazaran,
bizim de aynı mantığı uygulayabileceğimizi göste­
ren bu misâl, bizim böyle küçüklüklere tenezzül
etmeyişimiz bakımından, sizi bize sempatiyle
baktırmak!..
DEDİ — Türkçülük MÇP'yi ön plâna çıkarı­
yor. İslâmî kesim de milliyetçilerden destek al­
mak için Ülkücü kesime oynuyor, hem de Kürt
dostluğuna soyunuyor. Aslında sizin de taraftar­
larınız ve kadrolarınız arasında Ülkücüler olduğu
biliniyor. Nasıl bağdaştırıyorsunuz?

169
DEDİM — Sorunuzun geliş biçimi içinde iki
husus dikkatimi çekiyor... Birincisi: Türkçülük ile
Kürtçülük'ün bağdaşmazlığı ve buna rağmen na­
sıl iki tarafla da dost olunduğu... İkincisi: Daha
önceki sorularda geçen "Türkiye halkları" ve ge­
nel olarak sol ağız edası, yerini Türkçülük davası­
nın aynına bırakmış... Türkçülük veya Kürtçülük,
tek kelimeyle kavmiyetçilik, ırkçılık; bu, Necip
Fazıl'ın diliyle söylersem, "bir ideolocya değil, psi-
kolocya,!dır... Bu psıkolocya etrafında hudutsuz
inceliklerle hiçte gezmiş Batı yanında, bizimkiler
zaten kel-keleş ya, hepsini birden kuşatıcı biçim­
de hükmümüzü bildirelim: Bu psikoloji, çayırda
zıplayan bir sıpanın kendi fizik imkânından duy­
duğu memnuniyetten fazla kıymete değer değil­
dir... Kavmiyetçiliğin verdiği heyecanın, üstün fi­
kir önünde kıymeti bu kadar!.. Zaten ne kadar ça-
balasanız, bu asıl için bir muhteva tertib etmek
zorundasınız: İdaresiyle, ekonomisiyle, eşyayı al­
gılayış biçimiyle... Neticede, o keyfiyete göre bir
ırkçılık veya ırkçılığın seçtiği keyfiyet tipi olacak
ki, bu durumda da aynı ırkta bile ayrı keyfiyet ta-
lebleri belirecektir... Oysa, işi tersinden alıp
"Türk-İslâm sentezi" gibi bir garabete ve Kürtçü-
lük için sola çarketme gibi aynı garabete düşüle­
ceğine, milliyetçilik bir keyfiyet davası olarak bi­
linip kavim de o keyfiyeti aksettirici edaya ısmar-
lansa, hem milliyetçiliğin hakikati ortaya çıkar,
hem de ümmetçiliğin... Ünlü Fransız mütefekkiri
Bergson'un dediği ve Üstadım Necip Fazıl’ın sık­
ça aktardığı gibi, milliyetçilik, sobanın kenarında
kıvrılmış bir kedinin o umumî edâsı, tabiî
hâlidir... Tıpkı, fizik özellikleri içindeki erkek ve
kadmm, o fizik içinde erkek ve kadın keyfiyetini
tüttüren edâ ve tabiî hâl gibi; eğer bunlar, "ben
erkeğim" veya "ben kadınım" diye işi fizik özelli-

170.
ğine dökerek ortaya çıkarlarsa, şüphe doğar... Bu
mânâlar çerçevesinde açıkça söyleyeyim: Kavmî
asabiyetle ortaya çıkan Türk, Kürt, Çerkeş, Lâz,
Azerî, Arab, falan ve filân, ayağı kırık itten fazla
bir değer sahibi değildir... Elbette bunu böylece
gören müslüman da, Türk'tür, Kürt tür, Çer-
kes’dir, Lâz’dır, Azerî'dir, Arab'dır... Zannediyo­
rum kavmiyet davası yanında, hangi ve nasıl
Türk için oynandığını ve hangi Kürt le dost oldu­
ğumuzu da belirtmiş oluyorum; nasıl olunması
gerektiğini de... Ayrıca şunu da söylemek istiyo­
rum: "Kürt dostluğuna soyunuyorsunuz ifâdesi,
son derece garib... Kürt olmak veya Kürt dostu ol­
mak kimin tekelinde?.. Bizim İBDA olarak bir fi­
kir hareketi içinde olduğumuzu söylemiştim...
Acaba Kürt şovenizmiyle solculuk nasıl bağdaşı­
yor?..
DEDİ — Bu bağlamda, Kürt düşmanlığı geli­
şirken Ülkücü kesimin Kürtlere karşı kullanıla­
cağı söyleniyor. Tavrınız ne olur?..
DEDİM — Kürt düşmanlığının geliştiği hak­
kında bir müşahede sahibi değilim... Kemalist re­
jim, "kahrolsun komünistler" veya "kahrolsun
devletimizi yıkanlar" edebiyatıyla artık müslü-
manlan kendi menfaati için dolmuşa getiremiyor;
bu mevzuda, bizim zümremize iltihak etmeseler
ve bize yamuk baksâlar dahi, genel olarak müslü-
manlar üzerinde bir hayli tesir sahibiyiz... Doğru­
dan veya dolaylı tesir... Ülkücüler için de aynı
şey i.. Şu basamakta, Kemâlist rejim kendi imkân
zemininde, her kesimin desteğinden mahrum bi­
çimde çırpmıyor; ara sıra çıkan çatlak sesler de,
hayatiyeti için başka ifâde imkânı bulamayan es­
ki yapı dinozorlarının "son çırpınışları cümlesin­
den... Rejime saldırma yerine işi Kürt-Türk çatış­
masına döndürmemek için, meseleler doğru ifâde
edilmeli; biz bunu yapıyoruz... Bizim her kesim
için tavrımız, kendi kendinden ibaret kalabilecek
nice hareketleri manâlı kılabilme keyfiyet özelli­
ğimiz bakımından, ifâdemiz oldukları kadarıyla,
bilerek veya bilmeyerek bizim cephemiz rolünü
yerine getirdikleri nisbette, zımnî veya doğrudan
ittifak şartları içinde değerlendirilebilir... Açıkça­
sı, bizim politikamızı, tabiî olarak İslâm gayesi
belirler... Elbette seyirci değil, oyuncuyuz... Eğer
İslâm gayesi faydası doğmazsa, Roma asillerinin
tribünde kölelerin birbirini boğazlayışım seyret­
mesi gibi, seyrederiz!..
DEDİ — Size göre PKK nedir?.. Apo'yu de­
ğerlendirir misiniz?.. Apo'nun din hakkmdaki dü­
şünceleri size göre nedir?..
DEDİM — PKK hakkmdaki değerlendirme­
lerim, daha önceki sorulara da ışık tutucu bir ni­
telikte olacaktır... Birincisi: Hâdiselerin akışı
içinde bir takım oluşumlar, kendilerinden önceki
oluşumların tabiî neticesi gibi ortaya çıkarken,
bir takım oluşumlar vardır ki sıçrama ve icad
keyfiyeti ifâde ederek, kendisinden Önceki faali­
yetleri kendisi içinmiş kılar, kendisi için kılar...
Hâdiseler zeminindeki bu sıçrama noktalan, hem
kendi kendinden ibaret kalabilecek nice hareket­
leri mânâlı yapary hem de o tabiî akış içinde deva­
mı kesilen bir tilkim kayda değer oluşundan tem­
sil makamına erer.... Zaten birikim, bu tip sıçra­
malarla işarete gelen bir davadır... İşte PKK, be­
nim gözümde böyle bir sıçramayı ifâde edicidir...
Bu sıçramamn muhteva ve mahiyeti nedir?.. Aslı­
na bakılırsa, Kürt meselesi geçmişte hangi çehre­
si ile kendini göstermiş olursa olsun, hiçbirinde
gerçek bir fikir hareketi olarak değil, reaksiyon
ve siyasî kavga davası olarak görünmüştür...
Geçmişteki aşiret davası, dinî asabiyet veya şo-

172
ven duygusuna dayanan ayaklanma ve faaliyet­
lerden, PKK öncesi solcu debelenmelere kadar ge­
nel olarak meselenin durumu budur; PKK'nın
kendine taban jmptığı birikim bu olduğu gibi,
kendi mahiyeti ve hareketinin muhtevası da bu­
dur.., İkincisi: İsrail devlet oluşumunun fikir ba­
bası Thoedor Herzl'in, Yahudi kavmi için yaptığı
bir tesbit vardır ki, bugün aynı tesbiti PKK'nın
rolü ve mânâsına aynen tatbik edebiliriz... Şöyle
diyor: "2 bin sene boyunca Yahudiler, kavim şuu­
runu kaybetmediler, iktisadi sahada güç oldular,
dünya çapında ilim, fikir ye sanat adamları yetiş­
tirdiler. Devlet olmak için bütün şartlara malik
olmalarına rağmen, ne yazık ki kendilerini yön­
lendirecek bir siyasî liderlikten mahrumdular!"...
Bugün PKK, böyle bir siyasî liderlik rolünü yeri­
ne getirmektedir, getirebilmektedir... Getirebildi­
ğine göre?.. Bu vesile ile, sizin mantığınıza sizin
mantığınız ile eevab verebilme vesilesini de elde
etmiş oluyorum: "İslâmcılar kavmiyetçiliği aşa­
madı" şeklindeki sürekli tekrarlarınızın aynı,
"Kürtler tarih boyunca devlet olamadılar" resmî
propagandasıdır... Aşamamaları, aşamayacak ol­
maları mıdır?.. Üçüncüsü: PKK'nın şu ânda yeri­
ne getirdiği siyasî önderliğin verimi ve bu rolün
yarını üzerinde durmak lâzım... PKK, bölgenin
coğrafî şartlarım kendine imtiyaz kılıcı bir şekil­
de, gel-geç cinsinden bir örgüt ve gerilla savaşı ic-
;v racısı olmadığını ispatlamıştır... Uyguladığı savaş
politikası, politikasının tamamı ve siyasî önderli­
ğinin mahiyetidir; bunun ne demek olduğunun
üzerinde sonra duracağım... Şu ânda işaretlemek
istediğim dava, sözünü ettiğim siyasî önderliğin
hâlihazırdaki tesiridir: Gel-geç cinsinden olma­
yan bir güç ifâdesine kavuşulan yerde, hem mevzi
ve kısa süreli ayaklanma cinsi hareketlerin ma-

173
ruz kaldığı tepelenme olmaz, hem de bu soydan
tezahürlerin kendi kendinden ibaret kalması söz-
konusu olmaz.,. Açıkçası, siyasî Önderliğini bul­
muş veya buna tâbi hareketler karşısında, mahal­
li bir "asarız, keseriz, çizeriz" politikası, azdırıcı
olur!.. Ancak, bahsettiğim rol, bir kısmıyla "isti­
dat" kıvamını, bir kısmıyla da "düşmanımın düş­
manı benim müttefıkimdir" tasvibini taşımakta­
dır; özellikle Kemalizm düşmanı ve bilhassa Kürt
müslümaıılarm verdiği temsil vekâletine dikkat
etmek gerek... Dördüncüsü: PKK’nm yarım ile,
Abdullah Öcalan'ı birlikte değerlendirmek istiyo­
rum... "PKK'nın uyguladığı savaş politikası, poli­
tikasının tamamı ve siyasî önderliğin mahiyeti­
dir" dedim; PKK, geçtiği yolları ve konacağı tepe­
leri kollayan canlı bir savaş makinesi olarak, bu
niteliğine uygun bir amelî-pratik siyaset içinde­
dir... Buna bağlı olarak üzerinde duracağım me­
selelerden birincisi: "Savaşmana gerek yok, bu­
yur, gel ve al!" dendiğini farzet, hangi fikirle neyi
gerçekleştireceksin?.. Bu soruda "hangi fikirle?"
derken, "ortada fikir demeye lâyık ne var?" kasdı
ve "neyi gerçekleştireceksin?" derken, "gerçekleş­
tirebileceğin birşey yok!" mânâsım da murad etti­
ğimi belirtmeliyim... Birinci meseleyle bağlantılı
ikinci mesele: Bellibaşlı bir dünya görüşü, insan
ve toplum meselelerini unsur unsur ihata edici bu
görüşün umumî kültür politikası, maddî ve
manevî çehresiyle insan tekâmülünü murad et­
miş bu kültür politikasının dışa doğru yekpare-
leşmesi ve ferasetini temsil eden umumî
mânâsıyla siyaset, nihayet amelî plânda tertib ve
tedbir ifâde eden siyaset, bu siyasetin aracı rolün­
de fizikî kuvvet, bu kuvvetin de kendine mahsus
siyaseti... Böyle bir mücerret şemaya nisbetle
PKK, evvelleri olmayan son halkada toplu bulu-

174
nuyor... Belki hâdiselerin hayhuyu, heyecanı ve
doyuruculuğu içinde pratik bir değer nazarıyla
umur dışı tutulan bu husus, yarın bütün ağırlığı
ile zaruretini gösterecektir... Varlığını safi savaş­
ta ve yalnız karşı oluşta gösterebilen bir hareket,
savaştığının ve karşı olduğunun varlığını dileme
mahkûmiyetine düşer... Bir yönüyle Ülkücü hare­
ket buna örnektir: Yükselişleri ve düşüşleri, baş­
ta Üniversitelerde olmak üzere komünistlere kar­
şı çıkabildikleri şartlarda oldu... Bahsettiğim şe­
maya nisbetîe değerlendirilecek cebheler hâlinde
bir hareket ve bu hareketin keyfiyetlendirdiği bir
taleb zemini oluşturulmazsa, kuru heyecanların
pörsüyeceği ve hayatî olduğu kadar kandırılması
ve saptırılması da kolay gırtlak edebiyatma bağlı
taleblerin düzen alternatiflerine kanalize edilece­
ği, en nihayet örgütün de yakıtı tazelenmeyen
kandil gibi boşlukta siyasî taleb sayıklamalarıyla
akibetim bekleyeceği... Bahsettiğim işler hangi
şartlarda olur, nasıl olur, bu ayrı bir dava; ama
"tedbirini alabilir misin, alamaz mısın?" diye
Kemalist düzenin iııisyatifine bakan bir dava...
Şunu rahatlıkla söyleyeyim; hâlihazırın dörtköşe-
si içinde belki idrak edilmeyen bu gerçeklerin en
yakın temsilcisi, tıpkı sivilcenin karaciğer rahat­
sızlığına nişâne olabilmesi gibi, politika geliştire-
memek-kilitlenmektir... Böyle bir intiba sahibi ol­
duğumu da beyan etmeliyim... Abdullah Öcalan'a
gelince: PKK'yı değerlendirişim içinde, bir bakı­
ma onu da değerlendirmiş oluyorum... Örgütün
ruhu ve belkemiğini ifâde eder bir mânâsı var...
Azimli, kararlı, istikrarlı, gözükara, tedbir ve ter-
tibden anlar, umumî olarak örgüt mensubları
üzerinde nüfûzu keskin, onlar için güven kaynağı
olduğu açık, mahiyetini açıkladığım amelî siyaset
bakımından tamam; doğrudan onun şahsına âit

175
olarak işaretlediğim bu vasıflara, örgüt için be­
lirttiğim hususları da eklerseniz, görüşüm ta­
mamlanmış olur... Onun din hakkmdaki görüşle­
rinin bana göre ne olduğu şeklindeki sorunuzun
cevabı bir bakıma dolaylı yoldan verilmiş oldu;
dinden herhâlde İslâmiyeti kastediyorsunuz...
İslâm bahsettiğim şema çerçevesin de
ifâdelendirilmek gerektiğine göre, -k i esasen o şe­
maya muhat ab başka sistem de kalmadı—, PKK
bu gerekliliğin neresinde?.. PKK bu gereklilik
şartını ihtiva etmediğine göre, genel olarak
PKK'lılarm, din düşmanı olmasa da habersiz ol­
dukları açık... İslâm, ya aksiyon tarafı bilinmeyen
bir kuru inanç mevzuu, ya kendi adına yapılan is­
tismarlar ve kel keleş görüntülerden dolayı nefret
mevzuu, ya alâkadar etmezlik mevzuu, yahut da
inanılmasa da hoşgörü mevzuu; şöyle veya böyle,
PKKlıları bu sınıflama ve bu sınıflama içindeki
münasebet tonlarında tesbit edebiliriz... Bu sınıf­
lama içinde Abdullah Öcalan; müslümanlara hoş­
görüsü, şahsî bir hususiyet yerine, pragmatik bir
yaklaşım gereği gibi görünen... Aslında bu "prag-
matik-faydacı" yaklaşım, onun vasıfları içinde
bellibaşlılarından; ve "amelî, askerî siyaset" diye
belirlediğim rolü içinde onun bu tarafı, yön tayini
işinde kuru marksist lafazanlıklarla şu veya bu
yana çekilebilecek hareketin verimsizliğe düşme­
sine engel... Sanıyorum marksist bir literatürle
konuşuyorsa da, Kürt milliyetçiliği çizgisinde ol­
duğunu da fısıldamış oluyorum; bu husus sizin
sorularınız için de geçerli... Dikkat ediyorsanız,
Abdullah Ocalan’m bu "pragmatik" yaklaşımının
nitelendirilmesini yapmadım... Hoşgörüsü acaba
Islâm'ı Kürt kültürünün parçası olarak gördüğü
için mi, yoksa istismar gayesinin maskesi mi?..
Bu meseleye biraz daha yakından bakarsak,

176
PKK'nm yarım hakkında da bir takım tahminler­
de bulunabiliriz... "Filistin ve İşkence" mevzuun­
da 1988'de verdiğim konferanstan bir bölüm, me­
seleye ışık tutucudur:
— (Taarruz Batı'dan geldiği için, mücadele­
lerde İslâmî bir sistem anlayışı geliştirilemediği
için, derhâl Batı’ya reaksiyon hâlinde bir takım
örgütler türüyor ve bunlar kaynakta marksist de­
ğildirler; reaksiyon olarak marksisttirler... Aynı,
Türkiye'de, İslâm'ı ırkçılıkla çorba ettikleri için,
bir takım adamların Doğu bölgesinde bir takım
haksızlıklara karşı olmak bakımından marksizme
kaymaları gibi... İzâh edebiliyor muyum?.. Bu­
günkü Filistin hareketinde görünen odur; iş halk
hareketine döndüğü zaman, köklerindeki İslâmî
niyetler ortaya çıkıyor... Anlatılanlardan, fikir za­
afı, dünyadaki müslümanların fikir zaafı kendili­
ğinden görünüyor... Daha önce de, Afganistan'da
-Pakistan da olabilir- müslümanların, "müslü-
man marksistler" diye örgütlenmeleri gibi, bir sis­
tem olmadığı ve hareketini bir sisteme dayanarak
yürütme zarureti bakımından, marksizm'e sığın­
maları gibi... Şimdi bunun daha başka şekilleri
tezahür etti: Sovyetlerin işgalinden sonra bu se­
fer yine tam İslâmî bîr hüviyet koyamamakla be­
raber, İslâmî niyetle ama yine pek ne istediğini,
ne dediğini anlatamayan, savaşan insanlar... Bi­
raz önce dikkat ettiyseniz, size bir söz söyledim;
dedim ki, "dünyada size idealize edilecek ve gös­
terilebilecek bir Örnek mevcut değil...”)
Sözkonusu konferansımdan işaretlediğim da­
vanın, Şarkta sadece PKK'mn değil, diğer sol ör­
gütlerin de durumuna değinir yanı var... Öyleyse
tahminimi bildireyim: Abdullah Öcalan, pragma-
tik biçimde İslâm'ı değerlendirirken, bunun kuru
bir istismar olduğunu sanmıyorum... Ayrıca, za-

177
manla ortaya çıkan bu durum, bütün marksist
edebiyata rağmen hareketin halk katılımına dön­
düğü yerde "müslüman Kürt halkı" realitesinin
göründüğünü de ifşa ediyor; halkla temas yoğun­
laştıkça, halk motiflerinin sirayeti hâdisesi... Dini
kullanıyorum derken, dindarlaşacak bir çizgi...
PKK ile Abdullah Öcalan’ı birlikte ele alarak söy­
lediklerim bir yana, ben aslında Öcalan'ın ateist
olduğunu sanmıyorum... Ama bugün doğrudan
doğruya Allah’a inandığım söyleyemeyeceğini, bu
tutumunun da pr ağma tik bir yaklaşımdan kay­
naklandığını sanıyorum... Bugün örgüt, milliyetçi
bir çizgide de olsa, zaten kendini marksist litera­
türde ifâde ediyor, ifâde edebiliyor... "Dinî görüşü­
ne" âit şahsiyet tahlilinin önemli noktalarından
biri de şu: Uzun yıllar, İslâmcı geçinen çevre için
söylediğim, "inandığını söylediği ile bildiği şey
arasında irtibat kuramayan" sözünün içinde,
onun da hâli var... Bir yandan Allah'a ve
Resûlü’ne inanıyor, öbür yanda materyalist eği­
tim sisteminde öğrendiği bilgiler... Bugün her tür­
lü meseleyi İslâm’a göre ifâdelendirebilir bir dil
kurmam da, zaten bu ıstırabı yaşıyor olmamdan
gelen bir davadır... Abdullah Öcalan?.. Bir Anado­
lu çocuğu... Baba evinde İslâm'ı malûm ibadet
dairesinde görüyor, yörede İslâm diye gördüğü
bu, o kel keleş ortamda Kemalist eğitimin torna­
sına giriyor; sonra büyük şehir e geliyor, "düzen
değişimi" tabiî arzusunun karşısında da, mark-
sîzm’deıı başka derli toplu ifâdeiendirilebilir bir
alternatif yok... Bu yollardan binlerce insan geçti;
ya ferdî inancı, ya "İçtimaî çözüm" şıkkını seçti...
İnsan ve toplum meseleleri karşısında Büyük Do­
ğu bulutunu rahmet yağmuru gibi sunan İB-
DA'nm doğum sancılarını da ifadelendirir o şart­
lar... Son bir cümle: Canlı bir savaş makinesi diye

178
nitelendirdiğim PKK’mn, bu çerçevede gelişmiş
bir siyasî edebiyat dışında, cemiyet mimarîsi kay­
dına değer fikir yok arkasında... Eğer ümitler ve
ihtimâl kaydmdaki vaatler olmasa, işin idealize
edilecek bir yanı kalmaz!.,
DEDİ — PİK ve PKK ilgisi içinde değerlen­
dirmeniz?.. Kürt meselesine çözümünüz?.. Aynı
durumda, Hizbullah -kimine göre Hizbul kontra-
PKK çatışması nedir?.. Özellikle bu mevzudaki
yayınları da gözönünde tutarsak... MİT-Hizbullah
ilişkisi mevzuuna ait yayınlar.
DEDİM — Gayrettepe'deki İşkence Şube-
si’nde Önüme getirilen Almanya'da basılmış bir
dergi vesilesiyle, PİK'in İrâncı Şiî bir örgüt oldu­
ğunu öğrendim; yâni dergi onlarmdı... Dergiyi
önüme getirmelerinin sebebi de, PİK diye kamuo­
yuna duyurulan silâhlı eylem yapmış bir grubu
kötülemek içindi... Cezaevinde mensublannı tanı­
dığım bu grubun, isminin PİK olmadığını ve söz-
konusu dergi çevresini de tanımadığım öğrendim:
Bunlar sûnnî müslümanlardı:.. Ancak bu grubun
isimsizliğinden ve suçlarım abartmak için "PİK'in
Türkiye kolu" diye duyurulmalarından sonra, hiç­
bir iş yapmadan İran'dan çöplenen otlakçı Şiî'ler
bunu "Türkiye kolumuz" diye sahihlenmişler ye
neticede isim üzerlerine kalmış... Bu iki PİK
hikâyesinden sonra, İBDA-C KİP (Kültür, ileti­
şim, propaganda), PİK'in Türkçe si olarak ve diğer
iki PİK'in temeli gibi sunulmuş, neticede polis
mamulü hâlinde ortaya 3 PİK çıkmıştır.., Daha
sonra otlakçı Şiîler kaale alınmayarak, İBDA'ya
iltihak eden PİK sanıklarından bazıları yüzün­
den, PİK tamamen İbda mamulü olarak sunul­
muştur... "Kürt.İslâm Partisi" şeklinde kolay
ifâdeli bir isim altında başka bir oluşum -özellik­
le Suriye'de- var mı bilmiyorum... Aynı şekilde

179
ÎKP-C (İslâm Kurtuluş Partisi—Cebhesi)nin de
poliste KIP'iıı tarihçesine eklenmesi sözkoııusu...
(İKP-C, bugünkü İBDA-C'yi mayalandıran önder­
lerin 1979'da kurdukları örgüt).,. Neticede, PİK-
PKK ilgisi içinde bir değerlendirmeden neyi kas­
tettiğinizi anlamadım... Şayet İbda ilgisine, yoru-
labilecek bir soru diye anlamam gerekirse, sanı­
yorum söylenebilecek olanları önceki somlarınız­
da belirttim..'. Hizbullah hikâyesine gelince, üze­
rinde önemle durulması gereken bir mevzu: Tür­
kiye'deki Hizbullah, düzen aleyhine hiçbir kıymet
ifâde etmediği için -çünkü Şiîliğin bir halk tabam
yoktur-, polisin, Sünnıler içinde bir pislik grubu
olarak hafiften himâye ettiği bir takım iptidaî tip-,
lerdir... Doğu ve Güneydoğuda ise, PKK'.mn kar­
şısına -bir kısım saflar hariç- doğrudan Kontrge­
rilla mensublannm bu isim altında dikilmesidir...
Kontrger i İlanın niçin Sün nîleri değil de Şiîleri
seçtiği meselesini uzun uzmı izâh yerine, 12 Eylül
ertesi bir nevî "Kemalizm-Türkçülük-İslâm" sen­
tezi yapmaya ve bunu çeşitli yollarla 12 Eylül iş­
lerine empoze etmeye çalışan "Aydınlar Ocağı"
derneğinin MİTSEVER bir köşe yazarının söyle­
diklerini hatırlatmak yeter... İBDA mensubları-
nın başlattığı Türbân kavgasının bir ânda bütün
yurdu kaplaması üzerine, sözkonusu yazar, "bu
Islâmcılar adına büyük ayıptır; Cumhuriyetin
başından beri müslümanlarm topluca devlet
aleyhine davrandığı görülmemiştir i" diyordu... 12
Eylül ertesi, Komünist aleyhtarlıklarından dolayı
"din duygusuyla daha iyi mücadele ederler!" diye
polise ve Üniversite rektörlüklerine getirilen tip­
lere bakıvermek. fakat sonradan yükselen düzen
aleyhtarı BÜYÜK DOGU-İRDA hareketinin ür­
küntüsüyle -ordu tavsiyesi dahil- İslâmcı kesime
buğz tavrına dikkat etmek yeter... Kısacası,

ISO
Sünnî kesim düzen için tehlikeli bir şuurlanma
sürecine girmiştir... Sünnîleri kullanalım derken,
şuurlara "silâhlı mücadele" alternatifi vermeye
çalışanlara âlet olma durumları, hareketin kont­
rolleri dışına çıkması tehlikesi vardır... Bu du­
rumda kendilerine halktan -Kemâlizm adına des­
tek bulamayacaklarına göre—İslâmî destek bul­
mak için, Şiîleri buldular... İran'ın bol para sar-
fetmesine rağmen, bunların ne kemmiyet, ne key­
fiyet, ne de eylem gücü vardır... Sünnîlerin "onlar
da müslüman" sakat müsamahasıyla baktığı bu
"muta" çocukları hakkında bir tesbitle devam
edeyim: Temyiz kabiliyeti olmayan adama halk
içinde "Allahtık" demeleri gibi, Şiîlerin "Allah hiz-
bi-Hizbullahçılığı" da "Allahlık hizib"dir...
Kontrgerillanın niçin İBDA-C adına değil de "Hiz­
bullah" adına PKK’ya karşı çıkması açık değil
mi?.. Benim burada vereceğim mesaj şudur:
İslâmî bir motif niyetine "Hizbullah" diye
PKK’nın karşısına çıkarılan Kontrgerilla ve onun
yamacındaki iptidaî İran yanlısı bir avuç adam
yüzünden, "dinci kesim” genellemesiyle İslâmcı
kesimi toptan karşısına alıcı bir yanlışlığa düşül­
memesi lâzım... Burada, Abdullah Öcalan'ın din
hakkında görüşleri bahsine de bir netice çıkıyor:
"Dinci kesim" genellemesiyle işi toptancılığa dö­
kerek, Kontrgerilla ve Kemâlist rejim uydusu bir
takım adamlar eliyle gerçekleştirilen toplantıları,
sanki İslâmcı kesimi temsil eder gibi anladı ki, bu
onun kültür yönüne eklenmesi gereken eksi bjr
nottur... Ve son söz: Yavuz Sultan Selim, pislik
edenleri tepelerken ne kadar da haklıymış!..
DEDİ — "ABD, T.C., Suudî" münasebetinde
veya İran alâkasında İslâmî kesimden olanlar
"resmî ideolojı'den ne kadar farklı ve ayrıdırlar?..
Meselâ Hizbullah-PKK çatışmalarına ilişkin açık-

181
lamalar olmadı?.. Irak katliamı pek kınanmadı?..
DEDİM — Sorunun birinci kısmına cevab
vermeye değmez; fakat bunun, sorunun ikinci kıs­
mına yontulması için sorulduğu anlaşılıyor... Su­
dan bir tedai ile töhmet altında bıraktıktan son­
ra, yanlış bir mantıkla delillendirme usûlü!.. Her-
şeyden öncd Hizbullah-PKK çatışmalarına ilişkin
bir açıklama olmaması, resmî ideoloji ile ayniyet
mânâsı taşımaz... Tıpkı düzenin İslâm dışı saldı­
rıları ve operasyonları boyunca PKK’nm ses çı­
karmamasının, onun "resmî ideolojı'nin emrinde
olmasına misâl gösterilemeyeceği gibi... Eğer,
"ABD-Suudî-T.C. münasebetinde veya İran
alâkasında İslâmî kesimden olanlar"dan muradı­
nız, sözü geçenlerle birlikteliği ifâde ediyorsa, bu
takdirde de zaten resmî ideoloji ile ayniyetleri ve­
ya birliktelikleri tabiîdir... Irak katliamından
bahse gelince: Hangi hâdiseyi kastettiğinizi bilmi­
yorum ama, Irak ile kapışan Talabanî ve Barzanî
ile PKK'nın durumu, PKK karşısında T.C. ile
Barzanî'nin hâli malûm... Körfez Savaşi'nda
Irak’ı arkadan vurmak için İran'ın Kürtler'i kış­
kırtması, savaş sonrasında da "çapulcu ve yağma­
cılığın cezasını ödemeleri" karşısında, Abdullah
Öcalan aynen böyle değerlendirmedi mi?..
DEDİ — Benzer biçimde Abdülkadir Aksu ve
Korkut Ozal egemenliğindeki Emniyet Teşki­
lâtının bplkemiği "Îslâmcı-Türkçü" kesimlerdi.
MİT ve "İslâmî kesim”, "Allah için Kürt öldürüyo­
ruz, bu bir cihadtır!" diyor. Bunu nasıl açıklarsı­
nız?..
DEDİM — Sanıyorum "benzer biçimde" der­
ken, Irak katliamına atıfta bulunuyorsunuz... Fa­
kat "İslâmî kesim"den sözederken, Abdülkadir
Aksu'nun, T.C. "Kürt kesimi"nden oluşunu dikka­
te almıyorsunuz... "Kürt kesimi" içinde İslâm sa-
182
vaşçdan olduğu gibi, ABD-T.C. emrine nazır lâik
ve Islâm karşıtı bu kesim de var... Lâik ve
Kemâlistliği pek sağlam olan bu civelek zât, tabiî
olarak hiçbir zaman "ben İslâmcı düzen istiyo­
rum!" demedi ama, seçimler sırasında "Kürt da-
vasim ortaya biz attık, başkaları sonradan sahib
çıktı!" dedi; yâni bir Kürt, "geçmişte solcuların
çektiği mücadele" diye sorduğunuz daha önceki
sorularda geçen ifâdenizi yalanlıyor... İşaret etti­
ğim hususlar, Kürt karşısına İslâm'ı, İslâm'ın ya­
nma Kemâlist rejimi ve Türk'ü, Kürt'ün yanma
solu vesaire koyarak sorduğunuz soruların göz­
den geçirilmesini de gerektiriyor... Şimdi ben size
bir misâl vereyim, bunu gerekli yerlere tatbik
edin: Ördek avcılarının, avlarda kullandıkları,
"çağırıcı" ördekler vardır. Bunlar suya salınır ve
ötüşlerine kanıp da yanlarına gelen ördekleri, av­
cılar vurur... Her kesimde "mürre" vardır ve apa­
çık istismar üzerinde konuşmak gereksizdir.
DEDİ — İslâm gerçekten çözüm mü?.. Özel­
likle Kürt ve milli meseleleri çözmede ebedî ve
ezelî bir metod mu?.. Ortada İran, Pakistan, Su­
dan, Fas, Irak örnekleri var çünkü. Hepsi de ba­
şarısız. Ayrıca Federasyon hakkında ne düşünü­
yorsunuz?..
DEDİM — "İslâm yalancıktan çözüm!" deme­
mi beklemiyorsunuz herhâlde!.. Daha önce söyle­
dim ama, İslâm’ı hep başarısız misâllerle özleştir­
menize nazaran bir daha söyleyeyim: Siz, İslâm'ı
bırakın da, "Kürtler tarih boyunca devlet kura­
madılar!” diyenlere cevab verin... Federasyon da­
vasına gelince: İbdacı kesimde, "İslâmî idare şek­
li" çerçevesinde ve İslâm Birleşik Devletleri ideali
içinde, her toplum ve devleti ihata edici bir çözüm
olarak düşünülmüş, 1980’de sozkonusu olan bu
dava, 1990'da kamuoyuna "NOKTA" dergisiyle
maledilmiştir... Bildiğim kadarıyla fedarasyon
fikrini ilk ortaya atan benim... Sonradan. HEP
milletvekilleri ve Abdullah Öcalan'm "Türkî-
Kürdî Cumhuriyetler Federasyonu" teklifleri çık­
tı!..
DEDİ — PİK ve benzeri Kürt İslâmî örgütle­
ri hakkmdaki düşünceleriniz?.. Kürdistan'ın bü­
tün parçalarında İslâmî partilerin kitleleşememe­
sim nasıl açıklarsınız?..
DEDİM — PİK hakkında konuşmam, kanunî
sakınca doğurabilir... Kürdistan'ın bütün parçala­
rında İslâmî partilerin kitleleşememesinden bah­
sederken, herhâlde illegal örgütlenmeleri kastedi­
yorsunuz, çünkü milletvekili seçilen veya seçil­
mek için epeyce oy alman yer, kitleyi gösterir...
Eğer illegal örgütlenmeleri kastediyorsanız,
ihtilâlci şuurlanma ve örgütlenmenin yaş olarak
çok genç oluşunda arayabilirsiniz!..

! 1992

184
- ............... ..
KEMALİZM’İM
SOM DEMLERİ
ısı
DEDİ — Susurlukta meydana gelen kazadan
sonra ortaya çıkan mafya, polis ve siyasetçi ilişki­
leri hakkmdaki görüşlerinizi belirtir misiniz?..
DEDİM — Sözkonusu hâdisede ismi geçen
şahısların tıynetlerini siz "Akıncı Yolu" dergisi
olarak zaten biliyorsunuz. Ben, söylediği sözü
söylenen yerde bırakıp, dün söylediğini bugün ya­
layan ve günün geçer akçe hükümlerinin nağme­
lerine veya yavelerine nisbetle kalça kıvıran bir
fîkir(!) adamı olmadığıma göre, bugün kamuoyu
yönünden malûm olsa da yarın "Susurluk olayı
da ne?" gibi bir mânâsızlık içinde bu satırların
okunmasını istemem... Açıkçası, bir fikir ve aksi­
yon adamı olarak, mülâkat veya yazılı olarak ce-
vablandırmam için gönderilen sorular vesilesin­
de, hem tarihi yapan ve hem de tarihi yazan
adam rolünün gereğini yerine getiriyorum; bu ba­
kımdan da, "kalıcı" haysiyetinde tuttuğum fikri­
min iliştiği fotoğraf, yeteri kadarıyla net olma­
lı...Bu çerçevede, Balıkesir'in Susurluk İlçesinde
meydana gelen kaza: Saatte 200 kilometre hızla
giden lüks ve zırhlı bir araba, bir kamyona arka­
sından çarpıyor ve içindeki muhtemelen sarhoş
üç kişi terki dünya ederken, biri yaralı kurtulu­
yor... Yaralı olan, Urfa’daki Bucak aşiretinin reisi
ve Doğru Yol Partisi milletvekili Sedat Bucak: Bu
adam, aynı zamanda, korucu başı... Yâni aşireti,
devlet tarafından, Kemalist rejimi bulunduğu

187
yerde korumak üzere silâhlandırılan... Diğeri/
yâni kazada'telef olanlardan biri, bilmem nerede­
ki "Polis Okulu Müdürü", Hüseyin Kocadağ: Bu
adam, İstanbul Terörle Mücadele Şubesi'nîn ba­
şında iken, İBDA mensublarma 3roğun işkenceler
yapılmasına rıza gözüyle bakan biri... Abdullah
Çatlı; 12 Eylül öncesi bir takım terör olaylarına
karışmış, gazeteci Abdi İpekçi ve "Papa suikastı'
olaylarında adı geçen, sonra Avrupa'da uyuşturu­
cu kaçakçılığından içeri girmiş ye İnterpolun kır­
mızı bülteniyle aranan, eski Ülkücü.;. Nihayet,
adı ve bahsi gerekmez bir kadın; Abdullah Çat­
lının didiklediği biri... Basının sözettiği üçgen bu:
Siyasetçi, polis, mafya işbirliği... Aslında bu işbir­
liği bugünün işi olmadığı gibi, bu vesileyle de öğ­
renilmiş değil... Fakat Şerbakan’m bütün şaba-
laklığma ve küfre yaltaklamcı zilletine rağmen
onu kabullenmeyen lâiklerin -yâni kâfirlerin-,
hükümeti yıkma girişimi; basının, şahsen bizim
pek keyifle izlediğimiz kuduz saldırganlığının se­
bebi de aslında bu... İşin hoş taraflarından biri
de, şu başlıbaşına bir pislik olan "çişişleri baka-
nı"mn istifa zorunda kalması... Ve hüküm cümle­
si: Rejim, siroz hastalığından gebermek üzere
olan ibneliği tescilli bir adamın zavallı perişan
hâli gibi, son günlerini yaşamaktadır ve gömüle­
ceği yer de "amtkenef’tir!..
DEDİ — Bu ilişkiler, rejim açısından neyi
ifâde eder?..
DEDİM —* Bu sorunuzun cevabı, yukarıda
verildi... Burada, birinci sorunuzla içiçe bir şekil­
de devam etmek istiyorum... Evvelâ Kemalist re­
jimin mahiyetini ortaya koymak lâzım: Kema­
lizm, insan ve toplum meselelerini kuşatıcı bir
ideolocya manzumesi değil, sadece İslâm’a karşı
ve İslâm’ı tahrib tavrının adıdır... Rejim de, bu re­

188
jim... Hiçbir şeyden anlamaz mankafaların,
Kemalizm'i müdafaa sadedinde alelusul lâf eder­
ken bayılarak 6ııe aldıkları "çağdaş medeniyet se­
viyesine ermek" sözündeki ahmaklığı bu vasfıyla
tesbıt için fazla bir zekâ istemez... "Çağdaşlık",
eğer dünya çapında geçerli bir kültür ölçeğinin
adı ise, hâlihazırda geçerli ve hâkim olan ne ise
ona tâbi pasif bir rol kabullenmiş olmayan her
kültür tavrı için, kendini teklif edeceği bir mevzu­
dur... Nedir çağdaşlık?.. Müsbet ilimler manzu­
mesinin eşyayı istismar ve verimlendirme payı
şeklinde mekanize olması, teknoloji mi?.. Tekno­
loji, asliyetinde maddeye tahakküm cehdi plan
her düşüncenin, kendi uhdesinde ve ukdesinde
olan bu hususu, mevzuun kendine mahsus unsur­
ları ile iç yüzden demetledikten sonra, dış yüzden
basit bir aplike işidir... Marifet, içyüzde... Bugün
kavanozu camından yalar gibi palavradan bir an­
layışla tapındıkları Batı için de bu böyle olmuş­
tur: Her birinin ayrı bir tarihî macerası olan ve
ilk insan topluluklarına kadar bile geriletilebile­
cek kimi unsurlarıyla bir birikim ifâde eden mal­
zeme ve âlet verimi, şu veya bu kültür çerçevesin­
de şu veya bu icad şekillerine döne dolaşa, niha­
yet Batı nın tasarrufuna mevzu olmuş, öz bünye
imâli markasıyla keşif ve buluş ifâde eder olmuş­
tur... Yâni sanayileşme ve teknoloji, maymun ka­
fayla bir taklit işi değil, mâledici ve üretici bir
dehâ işidir... Bu söylediklerim çerçevesinde bile
belli bir husus hâlinde, biz gerçekten düşünen in­
sanların içine düştükleri garib duruma dikkat
ediniz: Karşımızdaki bir sistem veya dünya görü­
şü, anlayışı ve bakış tarzının eleştirisini yapmak
yerine, gûyâ bunların yerine kâim bir boşluğa,
kendisinde nelerin bulunmadığım anlatmak gibi
bir tuhaflık içindeyiz... Her neyse; "çağdaş mede-
niyet seviyesine erme'nin bir unsuru "teknoloji"
olarak görülüyorsa, yukarıda ■söylediklerim bir
yana, bugün nükleer teknolojinin yıkımına ve za­
rarına karşı ses yükselten ve "yapma varlık-tek-
noloji' tezahürleri yerine "tabiî çevre" ve "tabiî
hayat tarzını savunan Batıkların durumu ne-
dir?.-. Çağdaş uygarlık?.. Kemalizm'in Batılılaşma
ve "çağdaş uygarlık" adına yaptığı "şapka devri­
mi ne ve sakal düşmanlığına mukabil, Batı'da ne
şapka giyen kalmış ve 1960'tan bu yana -Hipiler-
den bugüne- sakal furyası sarmışken, çağdaş uy­
garlık?.. Bu çerçevede lâfı daha fazla uzatmadan
söyleyelim: Biz, hâkimiyet kavgası veren bir kül­
tür olarak, "çağdaş uygarlık"a kendimizi teklif
edeniz... Yâni Islâm'ı... Bunca ifâdenin sorunuzla
ilgili olarak kısa hülâsası şudur ki, mevcut rejimi
güden zihniyet, bir ruh ve fikir mimarisi hâlinde
taleplerinin içyüz ukdelerini temellendirmiş bir
ahlâk ve dışyüz çerçevesini adam gibi çerçevele­
miş bir proje belirtmiyor; bu hâliyle de tabiî ola­
rak o, olmayan şeyin tesirinden bahsedilemeyepe-
§? gibi Mr gerçeklik içinde, hiçbir motivasyona sa-
hib değil". Neyi istemediği belli: İslâm... Neyi is­
tediğine gelince, ortada yalnız kuru fasulye gazın­
dan çıkan bağırsak gürültüsü kalıyor... "Kema­
lizm in motivasyonu yok!" dedim: Bugün rejimin
düştüğü hâl, babadan kalan servetini
kumarhanelerde, batakhanelerde ve daha bilmem
hangi pislik hanelerde tüketen bir serserinin düş­
tüğü hâli andırıyor... Dikkat edin: Rejim, İslâm
düşmanlığı yapadursun, cemiyet ve müesseseler
plânında, halkın ananevi inanç-örf ve âdetlerinin
devamında ayakta durmuş, kendi istediği
hayvanı ve nebatî insiyakları ile hareket eden
ahlâksız kuşakları yetiştikçe ve neye âlet olduğu­
nu farkeden müslümanlar muhalefet tavrında ör­

190
gütlendikçe, çözülmeye başlamıştır.,. Müjdeler(!)
olsun: "Tüyü bitmedik yetim.hakkı'ndan bahse­
den gerici güruhun yerini, "gücün kadarıyla malı
götürürsün!" anlayışının sahihleri almıştır... Bu
sadece ahlakî ukdenin yokluğundan değil,
mevcut rejimin hukukî, İktisadî ve siyasî yapısı-
mü sunduğu imkândandır... Eskiden çocuğunu
saf saf "peygamber ocağfna diye askere yollayan
halk, bu gerici zihniyetten uyandıkça çocuğunu
askerlikten kurtarmaya bakmakta veya gitmeme­
ye gücü yetmeyenlerin ardından "bir ân önce ka­
zasız belâsız dönse!" diye hayıflanmâktadır... "Va­
tan için şehit oldu!"... Ne vatanı?.. Vatan, müslü-
man için, İslâm’ın hâkim olduğu diyardır; ve
İslâm’ın hâkim olmadığı yerde de, vatan mücade­
lesinden bahis, İslâm’ın hâkimiyeti için mücade­
ledir... Şehid, şeriat için, şeriat nizâmı için can
verene denir; Kemalist rejimin bekçiliğini yapar­
ken telef olana değil... Mevcut rejimin keriz sını­
fından olup da can verenlerin ardından, "kanımız
aksa da zafer İslâmın!" diye saf saf slogan atanlar
tarafımızdan uyandırıldıkça, İslâmî mücadeleyi
şuurlu olarak yürüten müslümanlaf rejimin üni­
formalı-üniforma sız saflarında bulunanları bu
hususta uyandırdıkça, kısacası topyekûn müslü-
man halkın rejim tarafından istismar yollu moti­
vasyonu bozuldukça —ki bu hususta telif hakkı
IBDA’nındır-, rejim uçurumdan atılmış vaziyette
yere çakılacağı ânı bekler olmuştur... "Motivas­
yon" hususundaki anlattıklarımın anlaşıldığını
umarak, gelelim silâh ve para meselesine: Reji­
min kendi yönünden ortaya koyamadığı ulvî ide­
aller ve oluş hedeflerinin yerini, yine kendi yö­
nünden ve kendi yetiştirmesi hâlinde nefsanî güç
ve iktidar tutkusu-bunun meftunları almaya baş­
lamıştır... Hem de rejimin aleyhine olarak... Bir

191
Fransız Generaline âit diye aklımda kalan söz:
"Bir yerde silâh biriktikçe, onıı kullanma .arzusu
da o kadar artar!"... İşte Büyük Doğu-İbda anlayı­
şının, "fikre tâbi kuvvet" ve "beyin emrinde yum­
ruk" diye vasıflandırdığı ordu ile, bir taş parçası
karşısında "her türlü takdirin ötesinde ilhâm
alan" sersem suratlı generallerin ordusu arasın­
daki fark... Dışarıya karşı haklı veya haksız bir
vücut isb atın da bulunamayan ordunun, dön dolaş
kendi ülkesinde silâha davranması veya silâha
davranma imkânım aramasının bellibaşlı bir se­
bebi budur; o boyuna vatanı kurtaracak, çare
yok... Polis zümresine gelince: Eline fırsat geçen
ve imkânı olanlarıyla, her zaman rüşvet ye hara­
ca'yakın durmuşken, son zamanlarda bu işi daha
organize yapılanmalar içinde becermeye başla­
mıştır... Korucular: Bu zümre, devlet için başlıba-
şma bir belâ kesilecek olan zümredir. Zümre de
değil, ordu. Bir yandan devletten maaş alan, öte
taraftan devlet gücünü yöresinde kendi hesaplaş­
malarına âlet eden, nüfüz elde etmeye ve menfaat
bakımından semerelendirmeye bakan bu sınıf,
şahsî çıkar veya aşiret ukdesi dışında hiçbir Ölçü
sahibi değildir. Onların silâhlandırılmasını var
eden şartlar ortadan kalksa da, bugün bile belli
olmuştur ki, onlar başlıbaşma bir .çıban mevzuu
ve başbelâsı olacaklardır... Siyasetçiye gelince:
Sadece meclis kadrosuna bakmanın getireceği
teşhis, "vasıfsız insan silosu"dur. Bunlar, her biri
davasında fâni olmuş bir "örnek insan" kadrosu­
nu göstermek gerekirken, -hâlihazırda hiçbir
parti ayırımı yapmadan belirtelim-, seçmene dal­
kavukluk tavrından başka hiçbir hüneri olmaksı-.
zın .bu işi dünyanın en beleş mesleği edinmiş kim­
selerdir. "Çoğulcu, katılımcı, sivil toplumcu,
memlekete hizmet" gibi klişeleri işporta münadisi

192
gibi ve gûya kendilerine mahsus fıkir(!) renkleri
ile seslendirdikten sonra milletin vekili(!) diye sa­
lman, sıfatlarına nisbetle de keyfiyetçe Allahlık
tipler.,. Şu, öööyle ".ağır delikanlı" havasında ve
tevazu gösteriyormuş kibrinde genizden gelen bir
sesle konuşan müstafi f'çişişleri bakam"m ele
alın: Bu adam, Özal devrinde onun yalakasıydı.
Çek senet tahsilinden, hayâli ihracattan, uyuştu­
rucu kaçakçılığından, işkence seanslarında tena­
sül uzvu seyrinden, bir sürü faili, meçhul olaya
kadar adı kamşmış, ne bağlı olduğu rejimin huku­
kuna uyan, ne de en basit bir ahlâki ukdeye sahib
bir adam... Ayrıca şunu da belirtmek istiyorum:
"Polis-mafya-sıyasetçi" üçgeninden bahsediliyor
ama, ortada "polis, korucu, asker, mafya, siyaset­
çi" beşgeni var... İster beşgen, ister kırkgen olsun:
Düzen, kendini yiyecek (yiyen) taraftarlarını ye­
tiştirmiştir... Belediyeye âit yetkiyi çiğneyerek
zorbalıkla dilediği yere heykel diken Paşa da, hu­
kuku yiyen sınıfından olarak bu mânâ içindedir...
Düzeni tasvib makamında lâf etsinler diye boyu­
na seyir plânına çıkarılan kaşar uzmanf!) hoca-
lar(!) da... Sözkonusu ilişkilerin rejim açısından
neyi ifâde ettiğini açıkladığıma göre, müslüman-
lara şu ikazı da yapayım: Pek yakında kopacak
olan mahşerî kargaşa şartlan için hazır olun ve
güçlerinizi ikmal edin!..
DEDİ — Refah Partisibin Kayseri Belediye
Başkanı, 10 Kasımda bir çıkış yaptı. "İçim ağlaya
ağlaya o törenlere katıldım. Orada inancımıza,
tarihimize, atalarımıza sövüyorlar, birşey yapa­
mıyoruz. Bunlar, bizim gibi olmazsanız, size ha­
yat hakkı yok demeye getiriyorlar. Orada bulun­
mak zorunda olduğum için katıldım. Ancak siz
1buna mecbur değilsiniz; içinizdeki hırsı, kini, nef­
reti asla eksik etmeyin" şeklinde sözler etti. Fa-

193
kat sonra panikleyerek, bir köşe yazarının
ifâdesiyle "küçüldükçe küçüldü" ve söylediklerini
yaladı. Ne dersiniz?..
DEDİM — Doğrudan doğruya sözkonusu
hâdiseyi mânâlandırma yerine, bizim karşımızda
rejimin durumunu belirleyerek, onu da bunun
içinde değerlendireyim... Orhan, Hançerlioğ-
lu’nun, bundan 25 sene kadar önce okuduğum ve
kahramanının adı galiba "Ali" olan bir hikâyesi
var: Ali şu yoldan gider, başına şu gelir, bu gelir,
ölür. Oradan gitmeseydi?.. Öbür yoldan gider, bu
sefer de şu olur, bu olur, yine ölür. Öyle olmasay­
dı da bu yoldan gitseydi?.. Yine ölür... Basit bir
hikâye ve basit bir hikâye ediş içinde, yazarın
muradı bu kadar mı bilmem ama, benim
mânâlandırmama nazaran "kaderi neticede gö­
ren" bir anlayış belirtiyor... Sözkonusu hikâyeden
bahsetmemin sebebi şu: Şöyle tezahürler olursa,
biz onu böyle semerelendiririz, böyle hâdiseler
olursa, onu şöyle semerelendiririz... Bir ıdeolocya
manzumesine bağlı siyasî hareket hâlinde, öyle
de olsa gelecek olan biziz, böyle de olsa gelecek
olan biziz... Tıpkı, karşısındakinin her hâmlesini,
onun aleyhine kullanabilen satranç ustasının,
"Şah mat!" hedefini kollaması gibi... Bu mânâda,
bilerek veya bilmeyerek,, isteyerek veya istemeye­
rek, şöyle davranarak veya böyle davranarak, bi­
zim hareketimize hizmet eden unsur veya şahıs­
lar sayısız... Bu çerçeve içinde Refah Partisi: Koa­
lisyona girmemeli ve rejimin bütün zaaflarını
kendinin - İslâm'ın iktidarda bulunmayışı diye
gösterebilmeliydi. Ama bu bir fikir ve her türlü
gücü edinmeye bakma tavrıdır ki, zaten onlarda
olmayan şey de bu... Fikirde nane, yürekte köfte
tip... Arkalarında, insan ve toplum meselelerini
kuşatıcı ve aksiyonu yönlendirici bir ideolocya

194
manzumesi yok; bu bakımdan da, iktidar bütü­
nüyle bunlara bırakılsa ve rejim kendini iptâl
hâlinde bütün unsur ve imkânlarıyla bunlara tes­
lim olsa bile, "inşallah", "maşallah", "Cenab-ı Al­
lah'ın izniyle" lâfızlarının ardına sığınarak
mevcuda sarılmaktan başka çareleri yok... Bu­
gün, onların Adil(!) Düzen(!) Görüşüne(!) bakıp da
"işte İslâm bu!" diye tefe alamamalarının sebebi,
doğrudan doğruya İBDAnın belirttiği keyfiyet ve
Refah Partisi’ne karşı bilinen muhalefet tavrı­
dır... Diğer taraftan; rejim güçlerinin, "Refah Par-
tisi'nin tabanı İBDA çizgisinde sertleşirse" korku­
su ve yanlarında Doğru Yol Partisi olmasa, bun­
ları büsbütün itip kakarlar... Refah Partisi’nin,
gûya genelevdeki kadınları namuslu yola davet
edeceğim diye genelevde sermaye olarak çalışma­
ya başlayan nâmuslu(!) kadının hâline benzer du­
rumuna "taktik" izâfe etmenin anlamı yok; Anıt­
kabir'e de giderler, orada secde etme âdeti çıkarıl­
sa ona da uyarlar, çünkü aksi şekilde davranabi­
lecek yürekleri yok... İki dövüşen adam arasında­
ki ileri-geri hâmleler, oyun ve aldatmacalarla, bi­
rinin karşında büzülmüş ve onun emrine amâde
acizlik tavrı arasındaki farkı anlamak için fazla
bir zekâ istemese gerek... Taktik, sahibi için müs-
bet hamleye mevzu ve zemin olan yerde sözkonu-
şudur... "Çaktırma, takiyye yapıyor!” hikâyesi,
Turgut Özal için de söylenen mevzuydu; "askeri
ürkütmemek için Atatürkçü görünüyor! Bak ne
akıllı, hiç belli etmeden kadro kuruyor! Semra
Özal’ın hayat tarzı diye tutturmayın, o, lâiklerin
tepkisini perdeliyor!"... Eğer o gözle bakılırsa, Me­
sut Yılmaz da İslâmcı mücadele yapıyor demek­
tir: "Adam Cuma namazına gidiyor! Cenab-ı Al­
lah’ın izniyle, diyor! Şu sözü mü? Çaktırmayın,
takiyye yapıyor! Bu davranışı mı? Çaktırmayın,

195
takiyye yapıyor!"... Bir insanın namaz kılmasının
da onun yönünden takiyye olabileceğine nazaran,
müsbet ve menfî arasındaki ölçünün ortaya ko­
nulması ve her durumun kendi özelliğine göre ele
alınması gerekli değil midir?.. "Şeriat zâhire göre
hükmeder" aslî ve esası ölçüsü ortada iken ve "ta­
kiyye" dedikleri "arızî" durumların asla bağlı bir
niyet ve davranış belirtmesi gerekirken, müslü-
manların "buğz hedefi"ne karşı tutumlarını kır­
manın, yumuşatmanın, Allah ve Resulüne düş­
man olanı öyle değilmiş gösterme ve sevdirme
gayretinin anlamı nedir?.. Ve İslâm davasının is­
tediği vakar, heybet, haysiyet ve şecaat tavrına
nisbetle, Refah Partisinin iktidardaki hâli: Hür­
riyet gazetesinde yayınlanan bir fotoğraf, fazla
söze gerek bırakmıyor. Erbakan, iki ayağını yana
açmış mağrur duruşla Genelkurmay Başkanı'mn
yanında, boynunu bükmüş, ayakları hazırol vazi­
yetinde ve bu duruşu kuvvetlendirmek üzere be­
dene yapışık kolların ardından yumulu ve geriye
meyil verilmiş eller... Allah müstehakını versin
emi!.. Başbakana dikiz!.. Onun bu hâli karşısında
Hava Kuvvetleri Komutanı da şu yorumu yapı­
yor: "Başbakan kibar adamdır, saygısından öyle
duruyor!"... Demokrasiye dikiz!.. Ve bu fotoğrafın
çerçevelediği mânâ, Kayseri Belediye Başkam'mn
düştüğü acıklı hâli de açıklıyor: Adam heyecana
gelip birtakım lâflar ediyor, ama arkasındaki
teşkilât bu... Bütün bunlara rağmen Refah Parti-
si'nin istese de istemese de oynadığı bir rol var ki,
"Truva atı" rolüdür: Onu bu rolde gösteren de, İB-
DA'mn tesir halkasındaki kitledir... Burada Yıl­
maz Yılçmer'in "İBDACILAR" başlıklı yazısında­
ki şu hususu hatırlatmak yerinde olur: "Müslü­
manların inancına; Rabbı’na ve Resûlü’ne yöne­
len küfür karşısında, n’oluyor, nasıl oluyor anla-

196
yamıyorsunuz, bunlar hemen öne çıkıp ileri atılı­
yorlar!.. Tuzu kuru, uyanık, fakat canı kadar
dünyalıkları da tatlı müslümanlara ise, ertesi
gün, "nasıl ama, kâfirlere gereken cevabı iyi ver­
dik di’mi?" diye böbürlenip, parsa toplamak..." ...
Yazı bu şekilde, tamamlanmamış bir cümle ile bi­
tiyor; çünkü başlığı "İBDA-C" olan bu yazı, ilk
nüshaların baskısından hemen sonra ikazla he­
men değiştiriliyor ve son kısmı da gördüğünüz gi­
bi... Yılmaz Yalçmer inşaallah sözkonusu yazısı­
nın devamını yeni muhteşem huruçlara bakarak
tamamlayacaktır!..
DEDİ — Geçen ay 130 Aczmendi kardeşimiz,
bildiğiniz gibi tutuklandı. Bu mevzuda ne diyor­
sunuz, görüşünüz ne?..
DEDİM — Benim görüşümden önce, onların
bizim hakkımızdaki görüşünü belirteyim ki, o
hakla da konuşayım: "Mücahidin-i İslâm'ın kor­
kusuz Komutanı muhterem S. Mirzabeyoğluna
derin saygı ve sevgilerimizle - H. Müslim Gün­
düz"... "PROGRAM — Tafsilât-ı Usul-ü Resail-i
Nur" isimli eserini böyle imzalayarak hediye et­
miş... Gelelim tutuklama davasına: 130, 1300,
13000... Nereye kadar?.. Şöyle bir misâl vereyim:
Ayda 5 milyar gelir getiren bir müesseseye, bir­
kaç koruma tutuyorsun. Aynı müesseseyi koru­
mak için birkaç bin koruma gereken şartlarda, o
müessesenin göçmesi bizzat koruma giderlerin­
den değil midir?.. Bu misâli, rejimin korunması
bahsine tatbik ederseniz, hapishânelerin de için­
de bulunduğu koruma keyfiyetinin ne mânâya
geldiğini anlarsınız... Bu anlamda, bir direniş
hâlinde, kitle olarak hapishâneleri doldurmak ve
doldurulamaz duruma getirmek de başlıbaşma
bir taktik Olabilir..; Aczmendî kardeşlerimize ge­
lince; bunlar, hilm sahibi olmakla - müslüman ol­
manın gerektirdiği tavır ve vakarlı duruş şartın­
197
dan kaçan ödlek (basma g harfini de koyabilirsi­
niz) arasındaki farkın şuurunda, gerektiğinde en
keskin gözükaralık vasfını gösterebilenlerdir...
Yeraltına itilince, her biri bir ateş topu hâlinde
ülkeyi mayın tarlasına çeviren cengâverler sınıfı­
na dönüşmeye hazır bir demet... Rejim, eceli gel­
miş köpek soyuyla son demini yaşamaktadır!..
DEDİ — Kemalist rejimi savunanların, özel­
likle son dönemde yoğun biçimde gûyâ İslâm adı­
na konuşturdukları sapıklar güruhu ile rejimi
takviye gayretleri için ne diyorsunuz?..
DEDİM — Bu evvela, rejimin kendini muha­
fazada yetersiz oluşunun ifşâıdır... Kendini koru­
cu ve mafya tipi Örgütlenmelerle muhafaza ede­
yim derken içine düşülen durumun benzeri, düş­
manını oyuna getireyim diye tuttuğun adamın
vasfında oyuna gelme şeklinde, bu sahada da te­
celli ediyor... Size, Sivas Askeri Cezaevinde dinle­
diğim bir hâdise anlatayım: Denizli veya İz­
mir’deki 5 yıldızlı bir otelin sahibi, kendisini ha­
raç için sıkıştıran bir adamı vurdurmak için, İz­
mit'ten, iri-yarı, ense kulak yerinde birini tutu­
yor. Adam kalkıp geliyor, otele yerleşiyor. İtibarı
iyi, kendisine yapılan hizmet gıcır, yapacağı iş
karşılığı alacağı paranın yansı cebinde; otel sahi­
bini sıkıştıran adam oralarda dolanadursun, bir
gün geçiyor, iki gün geçiyor, bir hafta, 15 gün, se-
ninkinde bir hareket yok... Adama "şu işi artık
hallet!" denildikçe, "durun, her işin bir usûlü var,
bu işler aceleye gelmez!" diyor; ve garkolduğu se­
faya devam... Birgün otelin barında otel sahibiyle
içkilerini yudumlarken, hâdiseye muttali olan ha­
raççı, birkaç adamıyla bara geliyor ve doğru bun-
lann yanma... Adamın işi nasıl bitireceğini takibe
memur olan -hâdiseyi nakleden de o-*.macerayı
şöyle bitiriyor: "Herif tam lâvuk! Bir darbede bok-
çuvalı gibi yere indi! Öyle dayak yedi, öyle dayak
198
yedi; bir taraftan da, "benim bunlarla alâkam
yok, ben müşteriyim!" diye hüngür hüngür ağla­
yıp .yalvarıyor!".., Kıssadan hisse: Gûyâ Islâm
adına, çaktırmadan veya açık açık İslâm'ı mevcut
rejimin payandası yapmaya çalışım, bunun için de
İslâmî itikad ve amel esaslarım —ki mukadder
oluş hâlinde devlet rejimi olmaya talihtir- çarpıtı­
cı yorumlarla zevzeklik edenler, bize değil, kendi­
lerini yutturdukları çevreye zarar vericidirler...
Birincisi: Rejim yandaşlan, bunlar eliyle müslü-
manları ehlileş tirebileceklerini sanırken, "Allah
isterse bu dini kâfir eliyle de güçlendirir" Ölçüsü­
nün tecellisi hâlinde, bu hainleri empoze ediyo­
rum zannında gündemi İslâm’ın tutmasına1hiz­
met etmektedirler... İkincisi: Kendimizi misâl ve­
rerek belirtelim ki, İslâmî fikir ve aksiyonun mo­
tor rolünü oynayan mihrak önünde bunlar, fikri
eleştiri metodu ve hazır aktüel hâle gelmiş mese­
leleri vesile kılarak kendim ifâde tekniği ile vere­
bilenler için, istismar mevzuu basit birer eşektir­
ler... Yaşamasa da olur "Kaşar Nuri'den başlaya­
rak, televizyon kanalları (veya kanalizasyonları)
sayısınca dolaştırılan, zengin bir koleksiyon... Ki­
mi "Kuran’dan başka kitaba gerek yok" sadedin­
de saatlerce konuşur, bu husustaki kitabım anla­
tır, bir yandan da matematik olarak "19 mucize­
si" sapıklığını -bazılarının anlayamadığa!) bir '
husus olarak- isbat çabasına girerken, karşısın­
daki onu konuşturan keçi sakallı salak, hem'de
İslâm’ı bilmeye gerek olmayan bir mantıkla,
"Kur’ân’dan başka kitaba gerek yok diyorsun, öy­
leyse kendinin yazdığı kitab ne?" demez; çünkü
onun vazifesi, İslâm adına İslâma pislik edenlere
çanak açmak... Kaşar Nuri, "Allah'la kul arasına
kimse giremez" sadedinde, sanki Kur'ân’a aykırı
imiş gibi, mezhebleri reddeder, sahâbî’nin rolünü,
tabiî olarak hadîs’i, tabiî olarak Peygamber'! red-
199
deder; fakat işin tuhaf tarafı, hem onu takdim
eden "uzman" diye takdim etmekte, hem "Öyleyse
-bu söylediklerin doğru yanlış bir yana-, sen niye
araya giriyorsun?" dememektedir. "Uzman" ne
demek?.. Bu salak uzman, İslâm büyüklerine baş­
vuru, ilticâ ve onlardan iktibasları "yedek ilâhlar
edinmek" diye Kur'ân açısmdan(!) döktürürken,
karşısındaki salak adam şöyle diyemez: "Senin
dediklerini aynen kabul edib de, "doğru hüküm!"
diye nakletsem, veya senin hükmünü iktibas ede­
rek bir hususun isbatma girişsem, hem sen ve
hem de ben kendi kendimize çelişkiye düşmüyor
muyuz?"... Bu Kaşar tip, müthiş kıvırma kabiliye­
tine sahihtir; yukarıdaki çerçevede "uzman uz­
man" döktürürken, birdenbire "hurafe ve safsata"
dediği "tasavvufun bir büyüğünden -m eselâ
Mevlâna'dan- bir sözle, zımnen görüşünden(!)
rücû eder ve kendine kıvırma payı bırakır... "Hini
hacette lâzım olur" hesabı... Ardından, gûyâ kay­
nakçılığından hiç taviz vermiyor havasında, bir il-
lizyonist hızıyla "İmâm-ı Rabbânı den ilhâm aldı­
ğım" da lâf arasına sıkıştırır; adam tam kaşar...
işin tuhaf tarafı, bu uzman, ümmetin
sahâbîlerden sonra en büyüğü olan İmâm-ı
Rabbânı'nin, "Hanefî mezhebinden olduğunu ve
en büyük hadîs ve sünnet bağlısı olduğunu bilme­
diği gibi, karşısındaki de "evliyanın en büyüğü"
olduğunu bilmez; ve bu iki salak, "karşılıklı sağır­
lar, birbirini ağırlar!" hesabı cilveleşirken, birinin
tam pişkin, karşısındakinin de "yahu sen tasav­
vufu reddediyordun!" diyemeyecek kadar çapsız
oluşunu tesbit edenlerin bulunduğunu unutur­
lar... Başka bir misâl: Siz hiç avukata gidip de,
"adam öldürmek suç mudur?" diye soracak kadar
geri zekâlı bir insan gördünüz mü?.. Bir Kur'ân
Kursunda, -lâiklerin ahlâkı bulaşmış olacak ki-,
bir livata olayı olmuş... Sanki bu hususta uzmana
200
ihtiyaç varmış gibi, "bir uzmana sorduk!" diye
uzatılan mikrofon.,. Uzman(!) hiç fırsatı kaçırır
mı? Hemen fikrini beyan ediyor: "Bu bir pislik­
tir!"... Halbuki pislik, hâdiseyi Kur'ân kurslarını
töhmet altında bırakmaya yönlendiren orospu ba­
yanın niyetine âlet olandır; kendisiyle programı
zenginleştirmeye bakan orospuya, "sorunuzla uz­
manlığın ne alâkası var? Gayet açık bir suçu, ne­
ye âlet etmek istediğinizi de anlıyorum!" demesi
gerekirken, içinde bulunduğu leşler zümresi vesi­
lesiyle olur olmaz leş suratının sergilenmesini kâr
hanesine uygun bilen bir pislik... Bu kaşar tipte
akıl olsa, kendini unutturmaya bakar; malûm, tu­
fan zamanı... İş işten geçtikten sonra, müstehcen
bir uzvu andıran kafasını saklamaya çalışmanın
ve "yazı orucu tutma" niyetinin ona bir faydası ol­
maz... Gelelim "Nonoş" takımına: Kanalizasyon­
larda her türlü sapıklık, sapıklığı özendirici film
ve sapıklar lebine bir tarafgirlikle "demokrasi, ki­
şinin kendi tercihi, normal, saygı duyulmalı1' ya­
veleriyle sergilenirken, Kur'ân Kursu'nda vuku-
bulan bir şenaat karşısında niye cevvalleşiyorsu­
nuz?.. Dince hükmü ve cezası belli bir fiili, dinî
müesseseyi tahrib vesilesi olarak kullanmaya ça­
lışıyorsunuz?.. Nihayet, sizin ahlâk ve meşrebini­
ze uygun bir iş olmuş!., Meselâ siz namaz kılsa­
nız, biz içinde bulunduğunuz çelişkiyi, sanki na­
maz namussuzlukmuş gibi, "vay namussuz na­
maz kılıyor!" diye zümrenize sizi ve bahaneyle
zümrenizi karalama vesilesi olarak kullanama­
yız... Ve bir not: Sözkonusu şenî hâdisede fâil,
kendisine yanlış partner seçmiştir. M eful,
lâiklerden biri, meselâ Necati Doğru'nun bir yazı­
sında "sapı silik” diye andığı "kem iblis" ressam
Bedri olmalıydı... Veya lâiklerle koyun koyuna
olan, "atmasyoncu" anlamına "üfürükçü" uz-
man(!) hoca(!)lar... Ve son söz: İslâmî aksiyonu
201
aksatmak için virgüliük tiplerden medet umar
hâle gelenler, görüldüğü gibi bize aksiyon imkânı
sunmaktan, öfkelendirmekten, kızdırmaktan,
sonlarını hızlandırmaktan başka bir işe yaramı
yorlar... Öyle de olsa gelen biziz, böyle de olsa ge­
len biziz; biz bu işin satrancını bileniz!..
DEDİ — Dini siyasete âlet eden ve İslâmcı
mücadele verenleri "dini istismar etmek’le suç­
landıran lâik particiler hakkında ne düşünüyor­
sunuz?
DEDİM — Hiç iyi düşünmüyorum!.. Topuyla
imhası gereken ahmak, cahil ve istismarcı sürü­
sü... Önce "istismarın ne olduğunu Üstadım’dan
vereyim: "İstismar, inananın kendi ruhunu kabul
ettirmeye çalışması değil, inanmayanın inanmış
görünerek inananlardan fayda devşirmeye bak­
masıdır. Demek ki, istismarın ana maddesi, sami­
miyetsizlik. Ateş yakar ve su eritirken, istismar
mı etmiş olur? Bunlar her şeyden evvel, kendi
nefsleriyle yanma ve erimiş olma hasSasımn Ör­
nekleridir. Ve böyle oldukları için yakıcı ve eriti­
cidirler; fizik hassası içinde bir nevî samimiyet,
yâni tabiîlik, şiarlarıdır. İstismarda aldatmak,
kandırmak, dolandırmak vardır; yahut karşısın­
dakinin zaafını kendi menfaati hesabına işlet­
mek. İstismara şâheser misâl, bu fiili dindarlara
isnad edenlerin bizzat tavırları. Bunlar "istismar"
mefhumunu istismar ederler. Onun asıl mevzuu­
nu karartır ve çıkarlarına göre değiştirirken alda­
tırlar, kandırırlar, dolandırırlar!"... Kolayca anla­
şılacağı üzere, istismarın iki yönü var... Birincisi:
Kendi fikrinin tabiî uzantısına aykırı sahihlenme.
Bu anlamda, lâik görünen müslümanlarla, müs-
lüman görünen lâikler, karşılıklı istismarcıdır.
Bunun böyle olduğunu bilmeyenler de, -üzerinde
duracağım-, düpedüz salak... İkincisi: İçinde

202
bulundukları zümreden değilken, onların aleyhi­
ne olarak menfaat devşirmeye bakan... Bu ikisi­
nin kendi içlerindeki ve birbirine girmiş şekille­
rindeki sayısız tonlar üzerinde durmak lüzumsuz;
iş giderek "taktik", ' casusluk'1gibi alındığı yere
göre değerlendirmekten tutun da, doğrudan doğ­
ruya bu hususların kıvırma payı hâlinde istisma­
rı meselesine kadar varır... İşin apaydınlık bir şe­
kilde ortaya konulması için, ’’lâiklik" ve "şeriat"
mefhumlarının hiçbir istismara yol vermeyecek
şekilde belirtilmesi gerekir;-biz de bunu yapaca­
ğız... Lâiklikten başlayalım: Mesele sanki "şeriat
ve lâiklik" çelişkisi veya ilişkisi değilmiş gibi,
lâikliğin doğumundan başlayarak geçirdiği mace­
rayı hikâye etmenin ve malûmatfuruşluk tasla­
manın âlemi yok. Herkesin pekâlâ bildiği tarifle,
"din ve devlet işlerinin ayrılması"... Burada orta­
ya çıkan mesele şu: Ya din "devlet nizâmı" olma­
ya dair bir muhteva belirtmez ve bu yüzden tabiî
olarak "din ve devlet işleri ayrıdır" neticesi çıkar;
yahut din "devlet nizâmı" şartlarını vazeder ve
lâikliğin mevzuu yoktur. Problem de sözkonusu
ikinci durumda ortaya çıkar... Şu: Şeriatın en kü­
çük hükmünü bile reddetmek küfürdür ve bir
müslüman lâik olamaz... Şeriat da şu: Kur1ândan
başlayarak, merkezden muhite doğru bütün mu­
kadder oluşlarıyla, dinin heyeti mecmuası... Neti­
ce: Ya lâik düzen, yahut şeriat... İçinde bulunduk­
ları rejim ne ise, İslâm'ın tam da ona uygun oldu­
ğunu göstermeye yeltenenlerin hâline, bizdeki
maymunların aksi bir misâl: Komünist rejimin
mevcut olduğu dönemde, Bulgaristan'dan Hacca
gitmek üzere yola çıkmış bir Müftüye, İstanbul
Havaalanında müslüman bir gazeteci, "Allahsız
komünizm!" edebiyatına katkı bir cevab alacağını
umarak soruyor: "Komünist bir memlekette

203
müslümanlara çok eziyet ediyorlar mı?"... Din
gayretini başkasının sırtından tatmine kalkan bn
pişkin soru karşısında adam, bizzat karşısındaki­
nin hâlini işaret etmesi gerekirken, malûm sebeb-
le ona birşey diyemiyor ve aynı malûm sebeble
-aslında pekçok vesile ile şahit olduğumuz- şu
sözü sarfediyor: "Din bir inanç işidir, ona kimse
karışamaz. Zaten İslâm, işçinin alnının teri kuru­
madan ücretinin verilmesini ister ve kardeşlik di­
nidir, Kardeşlik ise, kardeşler arasında eşitliği
gerekli kılar. İşçi sınıfı iktidarı İslâm’a uygun­
dur!"... Al sana mantık!.. Hemen belirteyim: Muh-
tevasız -b o ş - kelime ambalajcısı denilen soydan
adamların, şartlarına mâlik olmadıkları bir ra­
hatlıkla, ağızlarından birbiri ardına çıkan kelime­
lerin kulaklarına yansıyan uyumundan pek mem­
nun edalı konuşmalarında, bu kadarcık bile alâka
cehdi yok... Parti Genel Başkam'ndan, Parti Ge­
nel Sekreterine, öğrendiği hammaddelik bilgileri
alelacele satmaya çalışan heveskâr kılıklı dina-
mik(!) milletvekili nden, "Sosyal Siyaset Kürsüsü"
bilmem neyine kadar —utanmadan- şu lâfı teker­
lerler: "Din bir inanç mevzuudur. Dinin siyasal­
laşması, onu ideoloji yapar. Bu ise bizzat dine ya­
pılan en büyük kötülüktür!"... Yahu sen "din ve
inanç" bir yana, ideloji ile siyasetin de ne olduğu­
nu bilmiyorsun!.. Başın başında: Zamanın
mekânda tecellisi gibi, her inanç en küçük çapta
bile bir düşünceyi gerektirir ve düşüncenin olma­
dığı yerde inanç mevzuu kalmaz. Allah ve
Resûlü’nün kendini "düşünen varlığa" bir imân
teklifiyle bildirmesinden tutun da, Kelime-i
Şehâdet'in kalb ile tasdikinin dil ile ikrarı şartına
kadar. Bir kalenin etrafında üç kere dönünce gol
yemeyeceğini fıkrederek inanan (meselâ tesadü­
fen bulunan bir veriyi, yapılması gereken diye

204
inanç sırasına sokan) ve iradî her fiilin en küçük
çaplar içinde bile bir fikir belirtmesinden hare­
ketle "gol yememe" inancını "üç kere kale etrafın­
da dönme" fikrine tercüme ettiren kaleciye ka­
dar... MADDE BİR: En ulvisinden en süflisine ka­
dar her inancın bir düşüncesi vardır... MADDE
İKİ: İdeoloji, fert ve toplum arası inanılan ve bağ­
lanılan fikirler manzumesidir. Yâni, ferdin ve
toplumun inşâmdaki bütün esaslan veren fikirler
manzumesi... Bununla ilgili birinci açıklama; Şöy­
le veya böyle, ulvî veya süflî veya keleş, rejime
geçmek isteyen her düşünce veya rejimin görün­
tüde verdiği düşünce, bir ideolojidir... İkinci açık­
lama: Sakar ve sersem bir adama "düşüncesiz
adam!" derken, kasıt "düşüncenin mevcut olmayı­
şı" değil, düşüncenin yanlış veya keleşliğidir. Bu
anlamda da, insan ve toplum meselelerini,
topyekûn kâinat muhasebesinin hâili hâlinde ye-
ya içinde sunan ideolojiye nisbet, kadük ve güdük
ve düdük oluşumlara veya olamayışlara "ideoloji"
haysiyeti biçilemez. 70 senedir ne idüğü bir türlü
ortaya koyulamayan Kemâlizm gibi... Üçüncü
açıklama: "At martini Debreli Haşan dağlar inle­
sin!" hesabı, bazı çok bilmişler, komünizm ve fa­
şizm gibi ideolojilerin çöküşünden ilhâm alarak,
"bugün ideolojilerin devrinin geçtiğinden" dem
vururlar. Geçen, ideoloji devri değil, bir takım
ideolojilerin devridir. Bugün siyasî, İktisadî, İdarî
liberalizmin pragmatik bakışı içinde -kedi köpek
rahatı veya dalaşması içinde- olanları dış yüzden
seyreden ve onların iç yüz mesnedsizliği yüzün­
den çökmekte olduklarım göremeyen ahmaklar,
(bazıları maneviyat filân diye tekerlerken, aslın­
da onun da tecrit kutublarını biliei değildir,),
evvelâ sözkonusu bakışın da bir ideoloji olduğunu
anlamayanlardır. Kısa keselim; dünya hiç bir
zaman bu kadar boş kalmadı ve gerçek ideolojiye
205
muhtaç olmadı... MADDE UÇ: Bir insanda haya­
tiyetini devam ettirmek için takındığı tavırlar ne
ise, bir ideolojiye nişb etle siyaset de odur... Neti-
ce-i kelâm: Orospunun atik davranarak namuslu
muhatabını orospulukla suçlaması gibi, "yüce di­
nimiz" piyaz başlangıcıyla Islâm'ın siyasetini uy­
gulayanları istismarcılıkla yaftalayanlar, daha
kendilerinin ne olduğunu bile tâyin edememiş,
karşılarındakini ise hiç bilmeyen, hem ahmak ve
hem de istismarcı sürüleridir... Islâm'da siyaset
olup olmaması tartışılamaz; tartışılabilecek olan,
doğru siyasetin ne olduğudur ki, bu da lâikleri
enterese etmez... Son olarak bir pişkinliğe daha
temas etmek istiyorum: Adam liberal demokrat,
sosyal demokrat, yahut yalnızca demokrat, yahut
"milliyetçi" yaftalı, veya laik, falan, filân, filân...
İslâm safinda duran muhatabına, "müslümanlık
yalnız sizin tekelinizde mi?" demez mi... Hiçbir
mezvu hiçkimsenin tekelinde değildir ama, na­
mus iddia ederken pezevenklik yapanı da aslî ka­
rakteriyle tanımak zor olmasa gerek; İslâm pa­
zarlıksız teslimiyettir ve taksitli, çekinceli imân
olmaz... Şimdi Koç imparatorluğunun başındaki
Rahmi Koç, karşısındaki marksistle tartışırken,
"marksizm senin tekelinde mi? Ben de marksis-
tim!" deyiverse ve bu demogoji üslûbu karşısında
afallayan muhatabının hâlinden istifade ederek
sıralasa: "İşçi sınıfını asıl ben seviyorum ve bu
sevgi yüzünden fabrikalar açıp onları topluyo-
rum! ...
DEDİ — Kendinize sorulmasını istediğiniz
bir soru varsa, lütfen cevabı.
DEDİM — "Dinci başka dindâr başka!" diyen
salaklara Türkçe dersi vermek isterdim ama, üze­
rinde çalıştığım üç eser var, onlara dönmek
zorundayım.
1996
İÇİNDEKİLER ' '

TAKDİM....... ...................... 7

I. L E VH A ........... .......................................... ,......9


Misyonum ve Meseleler Etrafında..................... 11
"Gölgeler" Romanım Hakkında........................ 19

II. L E VH A........ ................................... ............. 25


Gençliğin İslâma İlgisinin Sebebleri......... .........27
Sohbet............................................... ................ . 34

III. LE V H A ................. ...................................... 49


Şiir Hakkında........ .............,........... .................. 51.
Körfez K rizi.........................................................54

IV. LEVH A.............. 67


"Panik Operasyonu" - Necip Fazılı Anma........69
Körfez Savaşının Ardından ............. 76
Seçim, İbda Yapısı, Dünyadaki Son Gelişmeler 85
Genel Değerlendirme................................ 104

V. LEVH A.... ........................................ ........ , 115


Hakimiyet Kimindir?....... .................... 117
Bütün Yönleriyle Kürt Meselesi...... .................130

VI. LEVHA,................... 185


Kemalizm’in Son Demleri.................... 187

207

You might also like